PDF İndir
Transkript
PDF İndir
57 Sayı 57 Kasım - Aralık 2010 İN TÜRKİYE’N ÜYEN Y Ü EN HIZLI B Tİ* E K ŞİR • e n fortu2010 Ekim * FORTUNE dergisinin yayınladığı araştırmada, son 3 yıllık ekonomik verilere göre “Türkiye’nin En Hızlı Büyüyen 50 Şirketi” sıralamasında GÜBRE FABRİKALARI T.A.Ş. ilk sırada yer aldı. (Ekim 2010) GÜCÜMÜZÜ BU TOPRAKLARDAN ALIYORUZ! 2008’de Cumhuriyet tarihinin en büyük yurtdışı sanayi yatırımı olan Razi Petrokimya hamlesine imza attık; 2009’da 58 yılın satış rekorunu kırdık. 2010’da üretim ve kârlılık hedefimizi rekor seviyeye çıkartarak “Türkiye’nin En Hızlı Büyüyen Şirketi”* olduk. Tüm paydaşlarımızla, bu topraklar için çalışmaktan gurur duyuyoruz. GÜBRETAŞ, bir Türkiye Tarım Kredi Kooperatifleri iştirakidir. G Ü B R E F A B R İ K A L A R I T. A . Ş . ‹mtiyaz Sahibi Mimar ve Mühendisler Grubu adına Genel Başkan Avni Çebi Sorumlu Yaz› ‹flleri Müdürü Hasan Kurt editörden Yay›n Kurulu Mehmet İşci, Osman Arı, Yakup Güler, Mahmut Çelik, Yavuz Sarı, Mehmet Bulayır, Mesut Uğur, Osman Şahbaz, Yılmaz Ada Bu Say›ya Katk›da Bulunanlar Mehmet İşci Süreyya Su Ö. Faruk Kültür Abdullah Çelik Mahmut Çelik Dilaver Demirağ Yay›n Dan›flma Kurulu Prof. Dr. İlhami Karayalçın, Prof. Dr. Nazif Gürdoğan, Adnan Çelik, Prof. Dr. Nizamettin Aydın, Prof. Dr. Zeki Çizmecioğlu, Yrd. Doç. Dr. Ömer Faruk Kültür, Ali Reyhan Esen, Fatih Dönmez ‹letiflim Adresi Kuştepe Biracılar Sok. No: 7 Mecidiyeköy/İstanbul Tel: 212 217 51 00 Fax: 212 217 22 63 Web: www.mmg.org.tr E-posta: mmg@mmg.org.tr Yay›n Koordinatörü İsmail Şaşmaz ismail@ajanspiksel.com Editör A. Kadir Mermertaş kadir@ajanspiksel.com Görsel Yönetmen Nevzat Albayrak Renk Ayr›m› Muhammet Dilsiz Reklam Fatih Göksu reklam@ajanspiksel.com Eski Osmanlı Sok. Cansun Apt. 5/7 Mecidiyeköy/İstanbul Tel: 212 273 27 50 Fax: 212 273 27 51 Web: www.ajanspiksel.com E-posta: info@ajanspiksel.com Bas›m Milsan Basın San. A.Ş. 0212 471 71 50 Yay›n Türü İki ayda bir yayınlanır. Yerel Süreli Yayın Ücretsizdir Yazı ve reklamların içerik sorumluluğu sahiplerine aittir. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Sayı 57 Kasım - Aralık 2010 57 MERHABALAR... Mimar ve Mühendis Dergisi olarak özellikle İstanbul’da hayatımızı doğrudan etkileyen önemli bir konu ile sizlerle birlikteyiz. Şehirlerimizi yeniden yapılandırma çalışmalarının yoğun olarak konuşulduğu günümüzde “Kentsel Dönüşüm” konusunu dergi olarak sayfa sayımızı 120’ye çıkartarak ele aldık. Son yıllardaki ekonomik gelişmeye paralel şehirlerimizde de hızlı bir değişim ve gelişim yaşanmaktadır. Gecekondu alanlarında yaşayan insanların daha sağlıklı ve konforlu yaşam talepleri kentsel dönüşüm çalışmalarını daha da hızlandırmıştır. Merkezi hükümet ve yerel yönetimler tarafından yürütülen kentsel dönüşüm çalışmalarına artık özel firmalar da katılmıştır. Şehirlerimizi yapısal ve sosyal olarak değiştiren kentsel dönüşüm çalışmalarının doğrularını, yanlışlarını konusunda uzmanlarla ele aldık. Eleştirilen yönleri, doğru bulunan yönleri ile ilgili tüm kesimlerin görüşlerine dergimizde yer vermeye çalıştık. Geleneksel şehir dokumuzu yozlaştırdığı konusunda yoğun olarak eleştirilmeye başlanan kentsel dönüşüm çalışmalarını sosyal ve felsefi boyutlarına kadar değerlendirdik. Kentsel dönüşüm çalışmaları şehirlerimizi değiştirirken sosyal ilişkileri de dikkate almalıdır. Dergimizde ayrıca her sayımızda ilgili okuduğunuz makaleler, gezi sayfası, Mimar ve Mühendisler Grubu’ndan haberleri bu sayımızda da ilgi ile okuyacağınızı umuyorum. Gelecek sayımızda buluşmak dileğiyle… içindekiler 6 Bizden Haberler 28 22 Mimarl›k; Mehmet ‹flci Kentsel Dönüflüm; Yerel yönetimlerin yar› tanr›sal gücü (mü)? 94 Kent ve Yaflam; Yavuz Sar› Yavafl fiehir (Citta Slow) 98 Gezi; Osman Ar› Bir zirve hikayesi: A¤r› Da¤› - II 102 Uzak; ‹lyas Y›ld›r›m KAPAK; Kentsel dönüflümün nas›l olmas› gerekti¤inden felsefi derinli¤ine, yap›sal etkilerinden sosyal boyutuna kadar, tüm yönlerini konusunda uzmanlar dergimize de¤erlendirdiler. Okyanus mavisinden çölün kalbine uanan yolculuk... AFR‹KA 108 Söylefli; Güler Ekfli Ahh Güzei ‹stanbul... 110 Makale; Dilaver Demira¤ H›z ve fiehir 4 M‹MAR VE MÜHEND‹S 18 Haber Analiz Sosyal ve ekonomik yap›y› dikkate amadan aç›lan AVM’ler özellikle küçük esnaf› zor durumda b›rak›yor... AVM T‹P‹ fiEH‹R ESNAFA KARfiI! 116 Sinema ve Mühendislik Totaliter iflçi kenti MET ROPO L‹S Bu film kentsel dönüflüm tutkunlar›na iyi bit ters referanst›r... BAfiKANDAN Kentsel Dönüflümden fiehir Ç›karmak KONUT insanların temel ihtiyaçlarından biridir. Bu ihtiyaç yalnız başına barınma ihtiyacını karşılamakla kalmaz sosyal ve ekonomik çevrenin inşasını da beraberinde getirir. İnsanın en önemli özelliklerinden biri de toplu halde yaşaması ve şehir kurmasıdır. İnsanın biyolojik ihtiyaçlarının yanında zihni ve kalbi ihtiyaçları da vardır. Kendini inşa etme sürecinde sürekli iyi olanı araştıran birey ve toplumlar zaman zaman kendini bulunduğu çevrede yetersiz görerek yeni bir çevre arayışına girer. Bu durumda ailesinden, köyünden, şehrinden hatta ülkesinden uzaklarda, kendisine mekân arar. İnsanlığın bu ihtiyaç ve arayışları yeni şehirlere hayat vermiştir. Göçlerin etkisiyle şehirler hızla gelişmiş, kentler kontrolden çıkarak plansız, gelişi güzel büyümeye başlamıştır. Bu durum özellikle, savaş sonrası ve büyük ekonomik krizlerin akabinde daha yoğun olarak görülmüştür. 1910’lardaki Balkan savaşları ve I. Dünya Savaşı sonrasında topraklarını kaydeden Osmanlı coğrafyasından Anadolu’ya, özellikle İstanbul’a büyük göçler olmuştur. Daha sonra 1950’lerden itibaren Anadolu’dan başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlerimize yoğun göçler olmuştur. Bu göçlere hazırlıklı olmayan şehirlerimiz kontrolsüz ve sağlıksız bir şekilde büyüyerek bugünkü karmaşık, çöküntü halini almıştır. 1999 Depremine kadar kullanılmakta olan sağlıksız binaların meydana getirdiği hasarlar konuyla ilgili acil önlemlerin alınması konusunu gündeme getirdi ve şu anda “kentsel dönüşüm” gerçeğiyle karşı karşıyayız. Kentsel dönüşüm yerel yönetimlerin altından kalkacağı bir durum olmaktan çoktan çıkmış, merkezi yönetim birimlerinin de sorumluluk alanına girmiştir. Büyük şehirlerimizin karşılaşacağı deprem gibi bir afet aynı zamanda bir Milli Güvenlik sorunudur. Yetkililerden aldığımız bilgilere göre İstanbul’un kentsel dönüşümü için 20 Milyar USD paraya ihtiyaç vardır. Bu miktar bir yılda savunma ihtiyaçlarımız için bütçeden ayrılan miktardan daha azdır. Depremde meydana gelecek bir hasarla İstanbul’la beraber Türkiye çok gerilere gider. Meseleyi bir Milli Güvenlik ekseninde ele alarak İstanbul’un yeniden inşa edilmesi gerekir. Bu yapılırken oluşmuş aidiyetler, komşuluklar ve sosyoekonomik ilişkilerin bozulmamasına özen gösterilmeli, kentsel dönüşüm yapılacak yerdeki halkın görüşleri de alınarak sağlıklı sürdürülebilir, insani, toplumsal yapımızı da kuvvetlendirecek bir yönetim stratejisi geliştirilmelidir. Kentsel dönüflümden adeta bir “birlikte var olma manifestosu” ç›karmal›y›z. ‹nsan›n eme¤i ve yuvas› her fleyden azizdir. Bu dünyada mekân›n› ve zaman›n› do¤ru kurgulayanlar gelecek ad›na iyi fleyler söylemifl olurlar. Kentsel dönüşümden adeta bir şehir çıkarmalıyız. Bu ülkenin insanları, Süleymaniye gibi bir cami ve külliye inşa ediyorsa o eseri yapan insanların bilgeliği içersinde, şehirlerini tekrar bir bütün olarak inşa edecek bilgiyi ve mayayı özlerinde bulunduruyordur. Şehirlerimizi keşmekeş, karmaşa ve çöküntüden kurtaracak, insanlarımızın hak ettiği sağlıklı sosyal donatı alanlarını da içine alacak 7’den 70’e kadar her yaştan insanın ihtiyaçları göz önüne alınarak yaşayan ve birlikte var olmaktan güç ve keyif alan şehirler inşa etmeliyiz. Şehirlerimiz eskiden olduğu gibi zengini fakiri, doğulusu batılısı her bireyinin birlikte yaşadığı, paylaşmaktan ve diğerinin varlığından güç aldığı, sosyal barışını sağlamış medeni ve mutlu, birey ve ailelerin olduğu mekânlara kavuşturulmalıdır. Kentsel dönüşümden adeta bir “birlikte var olma manifestosu” çıkarmalıyız. İnsanın emeği ve yuvası her şeyden azizdir. Bu dünyada mekânını ve zamanını doğru kurgulayanlar gelecek adına iyi şeyler söylemiş olurlar. Bugün düne ait olan ve bugüne kalan iyi şeyler ve onları bina eden mimar ve idareciler rahmetle anılıyorsa, biz de bizden sonrakilere “burada bizim büyüklerimiz yaşadı ve şu gök kubbe de hoş bir seda bıraktı” diyecek bir duyarlılık içersinde kentsel dönüşümü yapmalıyız. Kentsel dönüşüm şehirlerimiz için bir fırsatsa, bu dönüşümden oluşacak kent rantının yeniden kurulan şehirlerimize kaynak olarak dönmesi sağlanmalıdır. Avni Çebi Genel Başkan KASIM-ARALIK 2010 5 B‹ZDENHABERLER RAYDER Baflkan Vekili Muammer Kantarc›: “VAGON SEKTÖRÜ YATIRIMCILARINI BEKL‹YOR” Dr. Mustafa Mahir Kutay: “B‹LG‹ ÖNCEL‹KL‹ DE⁄ER OLMALI” Mimar ve Mühendisler Grubu tarafından düzenlenen “Bizbize Konuşmalar”ın konuğu Milli Prodüktivite Merkezi İstanbul Bölge Müdürü Dr. Mustafa Mahir Kutay oldu. Köklü bir geçmişi olan ve ilk kuruluş yıllarında tarıma odaklı verimlilik projeleriyle yola çıkan Milli Prodüktivite Merkezi’nin tanımı ve görevleri üzerine bir sunum gerçekleştiren İstanbul Bölge Müdürü Mustafa Mahir Kutay, verimlilik konusunda önemli açıklamalar da yaptı. “Verimlilik, bir işe başlamadan önce göz önüne alınması ve henüz ilk adımda elde edilmesi gereken bir değerdir. Yatırım gerçekleştikten sonra bahsettiğimiz şey aslında tasarruftur,” sözleriyle planlamanın ve stratejik hedeflerin belirlenmesindeki öneme işaret eden Mustafa Mahir Kutay, bu alanda Türkiye’nin henüz yeni bilinçlenmeye başladığını ifade etti. Danışmanlık, Eğitim ve Basın-Halkla İlişkiler alanlarında iş dünyasına rehberlik eden Milli Prodüktivite Merkezi’nin Türkiye’deki dört bölge müdürlüğü ve genel merkezi bünyesinde bahsedilen hizmetlere anında erişmek mümkün. Bünyesindeki uzmanlar aracılığıyla eğitim ve danışmanlık hizmetlerini sunan kurum, Mustafa Mahir Kutay’ın deyimiyle “en zor satılan şey” olan ‘bilgi’nin iş dünyasında öncelikli değer olması için büyük çaba sarf ediyor. BİZBİZE Konuşmaları’nın konuğu olan RAYDER Genel Başkan Yardımcısı Dr. Muammer Kantarcı, Mimar ve Mühendisler Grubu merkezinde düzenlenen programda “Türkiye’de ve Dünyada Raylı Sistemlerdeki Gelişmeler” hakkında geniş çaplı bir sunum gerçekleştirdi. Sunumunda, özellikle İstanbul’un ulaşım meselelerine de değinen Kantarcı, çeşitli istatistik kurumlarının yaptığı çalışmalarda ortaya çıkan verilere göre “yürümeyi en az seven” Avrupa şehrinin İstanbul olduğunu, ulaşımın ağırlıklı olarak araçlarla sağlandığını, en kısa mesafelerde bile yürümeyi tercih etmediğimizi ifade etti. Nüfus ve sosyo-ekonomik açıdan İstanbul’a benzeyen Seul ve Londra gibi şehirlerle kıyaslandığında İstanbulluların tek vasıtayla çok daha uzun mesafeleri, daha ucuza gidebildiğini, bu bakımdan toplu taşıma sisteminin tercih edildiğini vurgulayan Kantarcı, Singapur gibi şehirlerde toplu taşımada ücret zorunluluğu olmamasına rağmen insanların kendi arzularıyla para ödediklerini de ilginç bir anekdot olarak ifade etti. Muammer Kantarcı, İETT’nin, ulaşıma ek çözüm olarak ortaya koyduğu Metrobus uygulamasının işletme maliyetleri bakımından ucuz, pratik ve kolay hayata geçirilebilir olmakla birlikte bir ara çözüm olduğunu, 10 yıl sonra ömrünü dolduracak olan bu sistemin metroya dönüşümü için yoğun bir çaba gerektiğini söyledi. MMG ‹ZM‹R fiUBES‹’‹NDEN PETK‹M’E Z‹YARET Kantarcı, Singapur gibi şehirlerde toplu taşımada ücret zorunluluğu olmamasına rağmen insanların kendi arzularıyla para ödediklerini ifade etti. M. Hayati Öztürk ve Genel Müdür Yardımcısı Hatice KayMİMAR ve Mühendisler Grubu İzmir Şubesi üyeleri Petkim Genel Müdürü gın'ı makamlarında ziyaret etti. Dr. Aydoğan Savran'ı makamında ağırlayan Genel Müdür HaMMG İzmir Şube Başkanı Ünal Özturkut, Prof. Dr. İbrahim Avgın ve Doç. Özturkut tarafından MMG'nin yürüttüğü faaliyetler hakkında yati Öztürk ve Genel Müdür Yardımcısı Hatice Kaygın, Şube Başkanı Ünal bilgilendirildi. Türkiye'nin belkemiği niteliğini taşıyan PETKİM fabrikalaGenel Müdür Hayati Öztürk, Aliağa’da faaliyet gösteren ve ekonomik açıdan olduğunu vurgulayan bir sunumda bulundu. Öztürk, ayrında yürütülen üretim faaliyetlerinin ekonomiye katkılarının ne denli önemli katkı sağlamaktan memnuniyet duyacaklarını, bir teknik ziyarıca MMG üyesi mühendislere faydalı olabilecek konferans ve sunumlara son derece mutlu olacaklarını ifade ederek mesleki faaliyetret gerçekleştirilmesi halinde Mimar ve Mühendisler Grubu'nu ağırlamaktan lerde işbirliği sağlamanın önemini vurguladı. 6 M‹MAR VE MÜHEND‹S B‹ZDENHABERLER ‹SVEÇL‹ MÜHEND‹SL‹K F‹RMASI TYRENS MMG TARAFINDAN A⁄IRLANDI. İSVEÇ’TE mimar ve mühendislerden oluşan bin kişilik kadrosuyla faaliyet gösteren mühendislik firması TYRENS, İstanbul’da Mimar ve Mühendisler Grubu tarafından ağırlandı. Mimar ve Mühendisler Grubu tarafından organizasyonu yapılan bir gezi programı kapsamında İSKİ Bakırköy Atıksu Arıtma Tesisi, KUDEB ve Seyrantepe projelerini inceleyen yaklaşık 100 kişilik firma temsilcisi, Türkiye’de yürütülen çalışmaların mühendislik uygulamaları açısından ileri düzeyde olduğunu ve yarattığı birikimin uluslar arası paylaşım seviyesine ulaştığını ifade etti. TYRENS firması adına konuşan ve organizasyonda katkısı bulunan firma çalışanı Mutlu Rüya, Mimar ve Mühendisler Grubu tarafından kendilerine gösterilen ilgiden dolayı TYRENS çalışanları olarak memnun olduklarını belirterek MMG yönetimine teşekkür etti. İlk olarak, yaklaşık 1.6 milyon vatandaşımızın ihtiyaçlarına cevap verecek kapasiteye sahip olarak inşa edilen İSKİ Bakırköy Atıksu Arıtma Tesisi ziyaret edildi. Burada tesisin kuruluşunu üstlenen Piomak A.Ş. yetkilileri tarafından tesisin kapasitesi, işleyiş prensibi ve arıtma işlemlerinin aşamaları hakkında bilgilendirilen TYRENS çalışanları daha sonra düzenlenen saha turuna katıldılar ve uygulamaları yerinde gözlemlediler. Firma yetkilileri tarafından ziyaret edilen bir diğer kurum ise tarihi ve kültürel varlıklarımızın korunması ekseninde faaliyetlerini sürdüren KUDEB oldu. Burada taş ve ağaç atölyelerini ziyaret eden misafirler ayrıca toprak analiz laboratuarında da incelemelerde bulundular. Son olarak ziyaret edilen proje ise Seyrantepe Stadı oldu. Proje yetkilileri eşliğinde yapılan saha gezisi sırasında teknik ayrıntılar ve proje detayları hakkında bilgi edinen İsveçli mühendisler Seyrantepe Stadı’nın mühendislik ve tasarım açısından örnek teşkil edecek başarılı bir proje olduğunu ifade ettiler. MMG'DE BAYRAMLAfiMA ında MİMAR ve Mühendisler Grubu merkezinde düzenlenen bayramlaşma program aştılar. bayraml MMG Yönetim Kurulu Üyeleri ve diğer üyeler biraraya gelerek Kuzey MMG Genel Başkanı Avni Çebi, Desi Alarm Genel Müdürü Ömer Doğan, Doç. Dr. İşçi, Mehmet Mimar Kotil, Hüseyin Başkanı Mühendislik Yönetim Kurulu Özmen'in Murat ve Şahbaz Osman Üyeleri Kurulu Yönetim MMG Kültür, Ömer Faruk sohbayram bir keyifli yanısıra MMG üyelerinin de katıldığı bayramlaşmada oldukça beti yapıldı. beraberlik ve Birlikte yenen yemek eşliğinde devam eden sohbette bayramların birlik, zü aynı günümü her Çebi Avni Başkan Genel söyleyen iğini pekiştird dayanışma ruhunu ruhla, bir bayram havasında yaşamamız gerektiğini söyledi. 8 M‹MAR VE MÜHEND‹S B‹ZDENHABERLER zuat ve kurumsal değerlerin KOSGEB’de büyük bir değişim yarattığını belirten Sarıoğlu, “bu bakımdan eskiden bilinen şeylerin artık geçerliliği kalmamıştır,” dedi. Eskiye nazaran daha etkin ve verimli şekilde hizmetlerini sürdüren KOSGEB’in hizmetleri hakkında yeni bilgilerin uzman kuruluşlardan alınması gerektiğini ifade eden Şükrü Sarıoğlu, önümüzdeki günlerin bu anlayışla hareket eden işletmeler için gelecek vaat ettiğini vurguladı. ‘Geniş çaplı destek programları yürürlükte’ KOSGEB’in genel destekler, proje destekleri, kredi destekleri şeklinde üç ana başlık altında toplanabilecek hizmetleri bulunduğunu belirten Sarıoğlu, bu destekleri de şöyle sıraladı; Vefa Dan›flmanl›k Genel Müdürü fiükrü Sar›o¤lu: “KOSGEB HAKKINDA ESK‹ B‹LD‹KLER‹N‹Z‹ UNUTUN” M‹MAR ve Mühendisler Grubu Merkezi’nde düzenlenen ‘Bizbize Konuşmalar’ın konuğu olan Vefa Danışmanlık Genel Müdürü Şükrü Sarıoğlu KOSGEB’in çalışmaları hakkında katılımcılara önemli bilgiler verdi. Türkiye’de her sınıftan işletme ve müteşebbisler için cazip fırsatları ortaya koyan ve geniş bir alanda danışmanlık hizmetleri veren Vefa Danışmanlık Genel Müdürü, ‘KOSGEB’in Yenilenen Yüzü ve Sağladığı Hizmetler’ başlıklı sunumunda yenilenen yapısıyla KOSGEB’in çok daha pratik ve verim odaklı destekler sunduğunu kaydetti. ‘KOSGEB hakkında bildiklerinizi unutun’ Son dönemde meydana gelen gelişmeler ışığında değişen mev- GENEL DESTEKLER -Yurtiçi fuar desteği , yurtdışı iş gezisi desteği , tanıtım desteği, eşleştirme desteği , nitelikli eleman desteği , danışmanlık desteği, eğitim desteği, enerji verimliliği desteği, tasarım desteği, sınai mülkiyet hakları desteği, bilgilendirme desteği, test analiz ve kalibrasyon desteği gibi . PROJE TİPİ DESTEKLER - Kobi Proje Destek Programı, Tematik Proje Destek Programı, İş birliği, Güçbirliği Destek Programı, Ar-Ge İnovasyon Endüstriyel Uygulama Destek Programı, Girişimcilik Destek Programı KREDİ DESTEKLERİ - Kobilerin ihtiyaçlarına yönelik zaman zaman sağlanan sıfır faizli ya da çok düşük faizli destekler. Sarıoğlu, KOSGEB’in geri ödemesiz, hibe şeklinde desteklerden cazip koşullarda kredilere kadar çeşitli desteklemelerde bulunduğunu ifade etti. Yeni uygulamada yerli markaların ön plana çıkarılmasına yönelik özel bir niyetin de bulunduğunu sözlerine ekleyen Sarıoğlu, uzman bir danışmanlık firmasından yardım almak suretiyle üretim ve hizmet maliyetlerini minimize etmenin mümkün olduğunu belirtti. AYR‹MENKUL G K RA LA O I AC AR M RI TI YA R B‹ olan Yılmaz Aluç, MMG bize Konuşmalar”ın konuğu MMG geleneksel etkinliklerinden “Biz usunda bilgiler verdi. üyelerine gayrimenkul yatırımları kon bakış" başlığı ı olarak gayrimenkule uzman gözüyle arac MMG Genel Merkezi’nde "Bir yatırım e yöntemleri rlem değe ve rı alar”da gayrimenkul yatırımla altında düzenlenen “Bizbize Konuşm kentsel dönüşüm , Aluç az Yılm anı Gayrimenkul Yatırım Uzm konusunda çeşitli konulara değinildi. iği gayrimenkul konularından biri olarak değerlendird sürecindeki İstanbul'un sıcak gündem 2B konumundaki arazilre de değindi. Bu kapsamda özellikle yatırımlarında yanlış bilinen gerçekle laka bir götürüsünün ve uzun vadede bu tip arazilerin mut erden uzak durulması gerektiğini, orta şartların olgunlaşması arazileri asla gözden çıkarmayacağını, olacağını ifade eden Aluç, devletin bu ek isteyeceğini ifade etti. halinde bu alanları tekrar değerlendirm e daha ciddi nize ve faal bir yapının ileriki dönemd orga Arazi üretimi konusunda TOKİ gibi üretimi konusunda i araz , Aluç eden lme durumuna da işaret yöne lara lama uygu k raca doğu çlar sonu sektöründe bir balans sahip TOKİ gibi kuruluşların inşaat kanunla yetkilendirilmiş ve büyük güce etkisi yarattığını belirtti. 10 M‹MAR VE MÜHEND‹S Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakan› Taner Y›ld›z: “YERL‹ ENERJ‹ ÜRETMEK ZORUNDAYIZ” Mimar ve Mühendisler Grubu Kayseri fiubesi taraf›ndan düzenlenen toplant›ya kat›lan Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakan› Taner Y›ld›z, ithal enerjinin yerli hale gelmesi ve enerji harcamalar›n›n düflürülmesi için u¤rafl verdiklerini belirterek, “Türkiye art›k kendi enerjisini üretmek zorundad›r,” dedi. MMG Genel Baflkan› Avni Çebi: “‹fi SA⁄LI⁄I VE GÜVENL‹⁄‹ ALANINDA SÖZ SAH‹B‹ OLMALIYIZ” MİMAR ve Mühendisler Grubu istişare kurulu onur konuğu olarak Üsküdar Belediye Başkanı Mustafa Kara’nın katılımı ile gerçekleştirildi. Toplantıya ayrıca, Üsküdar Belediye Başkan Yardımcısı Ömer Saraç, İstanbul Büyükşehir Belediye Meclis Üyesi Besim Müftüoğlu, Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Zeki Çizmecioğlu, İl Özel İdaresi Genel Sekreter Yardımcısı Ümit Ünal, MMG eski yönetim kurulu başkanlarından Murat Kalsın ve Oral Avcı, Gübretaş Genel Müdürü Mehmet Koca, Gübretaş Genel Müdür Yardımcısı Osman Balta, Mimar ve Mühendisler Grubu yönetim kurulu üyeleri, komisyon başkanları ve istişare kurulu üyeleri katıldı. Toplantıda Mimar ve Mühendisler Grubu'nun gelecek tasavvuruna ilişkin açıklamalarda bulunan Genel Başkan Avni Çebi, kentsel dönüşüm, iş sağlığı ve güvenliği ve enerji verimliliği konularına değindi. "İş sağlığı ve güvenliği konusu ülke çapında sahip olduğu önemin yanı sıra genç mühendislerimize de istihdam alanı oluşturacak bir konudur. Şu anda ülkemizde sadece 800 iş sağlığı ve güvenliği uzmanı sertifikalı olarak çalışmaktadır. Bu alandaki boşluğun doldurulmasında MMG olarak söz sahibi olmayı arzu ediyoruz," diyen Genel Başkan Avni Çebi, uygulanabilir, sürdürülebilir, insani ve sosyal etkileşime duyarlı bir kentsel dönüşüm modelinden yana olduklarını açıkladı. Toplantıda söz alan istişare kurulu üyesi ve MMG eski genel başkanı Oral Avcı, dernek çatısı altında mümkün olabilecek en yüksek noktaya ulaştığını belirttiği MMG'nin artık daha büyük işler başarmak için vakfa dönüşmesi gerektiğini dile getirdi. Türkiye’de yüksek kurumlarının halen yetersiz olduğunu ifade eden Prof. Dr. Zeki Çizmecioğlu ise MMG’nin bir vakıf üniversitesi kurabilecek birikime ve güce sahip olduğunu hatırlatarak böyle anlamlı bir hamlenin MMG için yeni bir hedef olabileceğini söyledi. MİMAR ve Mühendisler Grubu Kayseri Şubesi, düzenlediği kahvaltılı toplantıda Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ı ağırladı. Ülke gündemine dair önemli meselelerde açıklamalarda bulunan Bakan Yıldız son zamanlarda sıkça tartışılmaya başlanan hidroelektrik santralleriyle ilgili bilgiler verirken Karadeniz’de iki nükleer santral kurulacağını söyledi. “Türk Sanayisi Atılım Yapacak” İkinci nükleer santralin görüşmelerini yürütmek üzere Kurban Bayram’ından önce Sayın Başbakan’la birlikte Güney Kore’ye gittiklerini söyleyen Bakan Yıldız, bir nükleer santralin binlerce parçadan oluştuğunu, bu parçaların Türkiye’de üretilmesi konusunda Rusya ile anlaşma sağlandığını anlatarak bu üretimin Türk sanayisi için de büyük bir aşama olacağını ifade etti. “Yapılan her şeyi eleştirenlerin bir zihniyet sorunu var demektir” Bakan Yıldız, hükümete ve bakanlığına yönelik sert eleştirilere de yanıt vererek “yapılan her şey eleştiriliyorsa bir zihniyet sorunu var demektir” sözleriyle eleştirilere cevap verdi. Farklı düşüncelerin demokrasinin vazgeçilmez unsuru olduğunun altını çizdiği sözlerinde Bakan Yıldız, ithal enerjinin yerli hale gelmesi ve enerji harcamalarının düşürülmesi için uğraş verdiklerini söyledi. 8 yılda yerli enerji kaynağı arayışı için ayrılan bütçeyi 12 katına çıkardıklarını belirten Yıldız, “petrolün yüzde 90’ını ve doğalgazın yüzde 97’sini ithal eden Türkiye artık kendi enerjisini üretmek zorundadır,” dedi. KASIM-ARALIK 2010 11 B‹ZDENHABERLER Prof. Dr. Lütfi Akça; “KONTROLSÜZ SANAY‹LEfiME ÇEVREY‹ TEHD‹T ED‹YOR” SUALTININ G‹ZEML‹ DÜNYASINA YOLCULUK MİMAR ve Mühendisler Grubu'nun Bizbize Konuşmalar programına konuk olan 3 yıldızlı dalış eğitmeni Özcan Acar, katılımcılara "Sualtının Keşfi" konulu bir sunum yaptı. MMG Genel Merkezi’nde gerçekleşen toplantıda dalış sporu hakkında bilgilerini paylaşan Özcan Acar, uzun yıllar ticaretle uğraştıktan sonra radikal bir kararla ticari faaliyetlerine son verip tek tutkusu olan sualtına yönelerek Mavi Nokta Su Altı Sporları Kulübü’nü kurduğunu ve bu kararından son derece memnun olduğunu belirtti. Sualtına dalış yapmanın uzaya yapılan bir yolculuktan farkı olmadığını belirten Özcan Acar, "yerçekimsiz ortamda, üç boyutlu hareket imkânına sahip olarak başka canlıları keşfetmenize imkân tanıyan bu spor uzaya gitmekten daha kolay olmakla birlikte deneyim açısından uzaydan farksızdır," dedi. Dalışla ilgili teknik konularda da bilgi veren Özcan Acar, sualtı ile tanışmak için eğitim, kurallara riayet, saygı ve doğayı korumanın hayati ve ahlaki değerler olduğunun altını çizerek, "dalışta altın kural"ın -bak ama dokunma- şeklinde özetlenebileceğini söyledi. Sporseverler için son derece cazip olan dalış sporu, eğitim ve malzeme bilgisi açısından istisnasız bir disiplin gerektiriyor. 4 mm kalınlığında özel alaşımdan yapılan ve oldukça pahalı bir malzeme olan dalış tüplerinin 200 atmoster basınçla doldurulduğunu hatırlatan Acar, yetersiz eğitim ya da bilinçsiz kullanım neticesinde bu durumun büyük riskler içerdiğini belirtti. Mavi Nokta Eğitim Merkezi'nde sporseverlere derinliklerin güzelliklerini ve gizemlerini tanıtırken federasyon tarafından belirlenen ve denetlenen güvenlik kriterlerinin harfiyen uygulandığını da hatırlatan Özcan Acar bilinçsiz dalış yapılmaması konusunda sporseverleri uyardı. 12 M‹MAR VE MÜHEND‹S MİMAR ve Mühendisler Grubu Bursa Şubesi tarafından düzenlenen kahvaltılı toplantının konuğu Çevre ve Orman Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Lütfi Akça oldu. Akça konuşmasına Çevre ve Orman Bakanlığı’nın yapısı ve görevlerinden söz ederek başladı. Orman yangınlarında son dönemde kaydedilen mesafe ile yangına müdahale suresinin 20 dakikaya indirilmesi ve birim orman başına en az zayiatla sonuç alınması bakımından Avrupa ülkeleri arasında çok iyi bir seviyede olduğumuzu kaydeden Akça, bu alandaki çalışmaların daha iyi sonuçlar elde etmek için sürdürüldüğünü belirtti. 3 yıldır süren ağaçlandırma hamlesi ile toplamda Belçika toprakları büyüklüğünde arazinin 2012 yılına kadar ağaçlandırılmasının hedeflendiği bilgisi de Müsteşar Akça'nın üzerinde önemle durduğu bir konuydu. DSİ Genel Müdürlüğü, Özel Çevre Koruma Kurumu, Meteoroloji Genel Müdürlüğü ve Çevre Yönetim Genel Müdürlüğü'nün hizmetlerini de aktaran Akça, konuşmasının devamında kontrolsüz ve yoğun sanayileşmenin çevreye verdiği zararlarla nasıl mücadele edildiğinden anlattı. Lütfi Akça, "Çevreye zarar veren tesislere 70 bin liraya kadar ceza kesiliyor, tekrarında ceza iki katına çıkıyor ve sonrasında tesisin kapatılması gündeme gelebiliyor," dedi. ‹’‹NDE S E B U fi A R A K N A G M M I ‹ST‹fiARE TOPLANTIS aş Misafirhanesi’nde Ted G üyesi milletvekilleri ile MMG Ankara Şubesi, MM tı. yap tısı endirme toplan istişare ve gündemi değerl tıya, Diyarbakır mildan organize edilen toplan afın tar esi MMG Ankara Şub ttin Karayağız, Mardin rt, Muş milletvekili Serace letvekili Abdurrahman Ku Tıngıroğlu, EPDK r, Sinop milletvekili Kadir şan, Enerji Birmilletvekili M. Halit Demi Ha Genel Müdürü İ. lil Kır z tga ken Baş ez, nm Dö ı Müdürü Kazım üyesi Fatih , EGO Raylı Sistemler Yap rak Bo it Zah eri ret Sek Sen Genel G Ankara Şubesi Başkanı Yılmaz Ada, MM esi Şub a kar An G MM , Özgür üyelerinden oluşan bir uğrul Kuyrukçu ve MMG Ert si üye u rul Ku im net Yö grup katıldı. eleri içindeki etkinliği, dış politikası ve NATO ülk Toplantıda; Türkiye’nin planlanan füze kalkanTürkiye’de konuşlanması lülükler ile sınır gelecekteki yetkinliği ve ize getirebileceği yüküm em ülk e eçt sür eki üzd lar konusunda larının önüm eceği artı ve eksi durum bil ata yar zda mı ara ızla komşularım beyin fırtınası yapıldı. Prof. Dr. Bedri Gencer: “MODERNLEfiME ‹SLAM DÜNYASINI YOZLAfiTIRDI” Dr. Osman Dur: "REKABETTE ‹NSAN‹ VE FELSEF‹ DE⁄ERLER UNUTULMAMALI” MİMAR ve Mühendisler Grubu, üniversiteli mimar ve mühendis adayları için düzenlediği seminerde konuşmacı olarak Omnix Türkiye Balkanlar ve Orta Asya Direktörü Dr. Osman Dur’u ağırladı. Dr. Osman Dur, düzenlenen seminerde “Küresel Rekabette Mühendislerin Rolü” konulu bir konuşma yaparak mimar ve mühendis adayları için önemli konularda bilgiler verdi. Küresel kriz ortamının doğurduğu zorluklar içinde rekabet etmek zorunda kalan firmaların mesleki yeterlilik kadar felsefi derinliğe de sahip olan mimar ve mühendislerce ayakta tutulabileceğini vurgulayan Dr. Osman Dur, meselenin bilinen teknik konuların ötesinde olduğunu, insani ve felsefi değerlerin de konuya dâhil edilmesi gerektiğini söyledi. Dr. Osman Dur, “Konu başlığını şartlanmış bakış açısıyla değerlendirecek olursak dünyada süren ekonomik kriz ortamında ve acımasızca devam eden rekabet koşullarında firmaların ipi göğüslemesi için mühendislerin nasıl bir rol oynaması gerektiğine dair yorumlarda bulunacağım düşünülebilir. Fakat meseleyi felsefi boyutunu da göz önüne alarak değerlendirecek olursak şunu görürüz ki evrende de her düzeyden canlı birimi arasında süren bir rekabet mevcuttur. Kanaatimce tartışılması gereken mesele işte bu ortamda sürdürülen mücadelede referans alacağımız değerlerin neler olacağı ve mühendislerin bu değerlere nasıl erişeceği meselesidir.” sözleriyle konuya bakışını ortaya koydu. Teknik faaliyetlerin sosyal hayata etkisi ve bu münasebetle insani değerleri şekillendirme ve insani değerlerce şekil kazanma özelliğine dikkat çeken Osman Dur, hayatı üretim-tüketim zinciri çerçevesinde oluşmuş bir grafik olarak algılayan kimselerin rekabet ortamında telafisi mümkün olmayan maddi ve manevi kayıplara neden olabileceğini açıkladı. Kriz dönemlerinde sürdürülebilir rekabet ortamı arayışlarına da değinen Osman Dur, “birileri tarafından kurgulanmış ekonomik modellerin tam çökmeye başladığı anda bir imdat çığlığıyla insanların yardıma çağırıldığı bir durum olabilir mi?” sorusunu sordu. Osman Dur, küresel kriz nedeniyle iflas eden Amerikan şirketlerinin tamamının kurumsallaşma açısından örnek teşkil eden firmalar olduğuna dikkat çekerek iş hayatında moral değerlerin ağırlık kazanmaya başladığı bir dönemde bulunduğumuzu ifade etti. BİZBİZE Konuşmalar’ın konuğu olan Prof. Dr. Bedri Gencer İslam dünyasındaki modernleşme hareketleri ile ilgili görüşlerini katılımcılarla paylaştı. 2009 yılında çıkan “İslam’da Modernleşme, 1839-1939” adlı eseriyle Türkiye’de yankılar uyandıran Prof. Dr. Bedri Gencer, İslam dünyasının modernleşme süreciyle ilgili önemli bilgiler aktardı. Modernleşme dediğimiz sürecin İslam dünyasına yansımasının tabii, bünyevi, özgün dinamiklerden değil, bir çeşit kültürsüzleşme ve yozlaşma şeklinde tezahür eden kültürel etkileşimden kaynaklandığını belirten Bedri Gencer bu akımın tüm medeniyetleri etkisi altına aldığını belirtti. İslam dünyasındaki modernleşme gayretinin İslam’ın özünü sorgulamaya yönelik olmadığını, Müslümanların İslamiyet algısını ve yaşama aktarmasını konu edindiğini belirten Gencer, Osmanlı’nın son zamanlarında ortaya çıkan modernleşme gayretinin de temel felsefesinin aynı olduğunu ifade etti. “Modern dünyanın geçmişini 1500’lere dayandırmak mümkünse de bunun en belirgin şekilde ortaya çıktığı tarih olarak 1844’te başlayan Sanayi Devrimi’ni gösterebiliriz. Sanayi devriminden sonraki çağ ise aslında bir savaşlar çağıdır” sözleriyle modernleşme, sanayileşme, üretim-tüketim-paylaşım ve savaşların aynı eksende sıralandığına işaret eden Gencer, “insanların zekat verecek kimse bulamadığı refah ve huzur devri” ile modernleşme sonrası çağları anlayış ve ruh bakımından mukayese etmemiz gerektiğini hatırlattı. KASIM-ARALIK 2010 13 B‹ZDENHABERLER Yat›r›mc›lar için f›rsatlar ülkesi; MACAR‹STAN M‹MAR VE MÜHEND‹SLER GRUBU KAHVALTILI TOPLANTISINA KATILAN MACAR‹STAN ‹STANBUL BAfiKONSOLOSU BÜYÜKELÇ‹ DR.ANDRAS GYENGE, SON YILLARDA HIZLI B‹R BÜYÜME GERÇEKLEfiT‹REN MACAR‹STAN’A TÜRK YATIRIMCILARI DAVET ETT‹. GYENGE, “2009 YILINDA YABANCI YATIRIMCILARIN BÜYÜK ‹LG‹ GÖSTERD‹⁄‹ MACAR‹STAN fiUANDA YATIRIMCILAR ‹Ç‹N FIRSATLAR ÜLKES‹D‹R,” DED‹. MİMAR ve Mühendisler Grubu tarafından düzenlenen “Macaristan Ekonomisi ve Yatırım İmkânları” konulu kahvaltı toplantı Topkapı Eresin Otel’de geniş bir katılımla gerçekleştirildi. Mimar ve Mühendisler Grubu Genel Başkanı Avni Çebi ve Yönetim Kurulu Üyesi Osman Şahbaz’ın ev sahipliğini üstlendiği toplantıda, Macaristan Cumhuriyeti İstanbul Başkonsolosu Büyükelçi Dr. Andras Gyenge ve Macaristan Cumhuriyeti İstanbul Başkonsolosluğu Ticaret Ataşesi Josef Kovacs konuk olarak yer aldı. “Saygı duyulan düşman: Osmanlı” Toplantının açılış konuşmasını yapan Genel Başkan Avni Çebi, MMG ile birlikte 2010 Mayıs sonunda Macaristan’a düzenledikleri kültür gezisiyle ilgili olarak bilgiler verdi ve izlenimlerini anlattı. Halen Macaristan’da bine yakın Türk’ün yaşadığını söyleyen Çebi, Osmanlı'nın Macar topraklarında 160 yıl kaldığını, buna karşılık ülkenin her köşesinde bıraktıkları izlerin halen silinmediğini anlattı. Birinci Dünya Savaşı'nda yine Macaristan toprakları içindeki Galiçya'da 16 bin şehit verdiğimizi de hatırlatan Avni Çebi, Macaristan'ın da tıpkı Türkiye gibi, unutturulmaya çalışılan geçmişini yeni yeni kucaklayan bir ülke olduğuna dikkat çekti. İki ülke arasındaki ilişkilerin tarihte de günümüzde de saygı ve sevgi çerçevesinde geliştiğini anlatan Çebi Estergon, Zigetvar, Peç, Mohaç gibi kentlerdeki Türk izlerinden de söz etti. Çebi, 93 bin km2'lik alana sahip, milli geliri kişi başına 18 bin 500 dolar olan ve Euro bölgesinde yer almayan Macaristan'ın Türkiye'nin de desteğiyle NATO'ya üye olduğunu ve iyi yatırım imkânları vaat ettiğini hatırlattı. 70 yaşında iken bir kale kuşatması sırasında şehit düşen Budin Valisi Abdurrahman Arnavut Abdi Paşa’nın kabri başına Macarlar tarafından yazılan “Kahraman düşmandı, rahat uyusun” şeklindeki kitabeye de gönderme yapan Çebi, Türk-Macar ilişkilerinin, düşmanlık döneminde dahi temelinde dostluk ve saygı barındıran bir hassasiyete dayandığını ifade etti. “Macaristan’ın AB dönem başkanlığı bir fırsat!” MMG Dış İlişkilerden Sorumlu Yönetim Kurulu Üyesi ve aynı zamanda Türk-Macar İşadamları Derneği Başkanı olan Osman Şahbaz ise öncelikle Macaristan'ın kuzeyinde yer alan alüminyum işletmesinde meydana gelen kazayla ilgili olarak 7 kişinin 14 M‹MAR VE MÜHEND‹S ölümü ve 130’dan fazla kişinin yaralanmasından dolayı Macar halkına ve yöneticilerine taziyelerini sundu. Macaristan ekonomisi ve yatırım imkânları üzerine konuşan Osman Şahbaz, ülkenin 1994’te AB üyeliğine başvurduğunu, ancak 10 yıl sonra 2004’te üyeliğe alındığını söyledi. Macaristan’ın, Polonya ile birlikte önümüzdeki 6 aylık dönemlerle AB dönem başkanlığını yürüteceğini hatırlatan Şahbaz, Türkiye’nin bu dönemde AB’ye üye olması için Macaristan’ın da destek vereceğini dile getirdi. Türkiye’nin Macaristan ile 1997’de Serbest Dış Ticaret Anlaşması’nı imzaladığına da değinen Osman Şahbaz, ülkenin Viktor Orban’ın başbakanlığında ve yüzde 55 oy alan tek parti iktidarıyla yönetildiğini de hatırlattı. “Yoksulluk ve işsizlik oranı düşük” Toplantıda daha sonra söz alan Macaristan’ın Türkiye Başkonsolosu Dr. Andras Gyenge de alüminyum fabrikasında yaşanan çevre felaketiyle ilgili bilgi verdikten sonra, genel olarak Macaristan'ın Türk yatırımcılar için nasıl bir cazibe merkezi olduğunu anlatan bir konuşma gerçekleştirdi. İktidardaki Fidesz partisinin göreve geldiği Nisan 2010'dan itibaren ülkesinin istikrarlı bir büyüme sürecine girdiğini dile getiren Gyenge, Macaristan'ı önemli siyasi değişikliklerin eşiğinde ve ekonomide istikrar hedefli bir ülke olarak tanımladı. Türk-Macar dostluğuna tarihten verdiği örneklerle değinen Gyenge, Macaristan'ın Avrupa'nın ortasında yer alan ve gelişmiş ekonomiye sahip bir ülke olduğunu dile getirdi. Macaristan'da yoksulluk oranının yüzde 8.6, işsizlik oranının ise yüzde 11 civarında olduğunu belirten Gyenge, GINI endeksine göre en yoksul-en zengin oranının Macaristan'da 28 olduğunu, bu oranın ABD gibi bir ülkede bile 47 olduğuna dikkat çekti. Ülkeye sadece 2009'da 235,5 milyon dolarlık yabancı yatırımcı girdiğini söyleyen Gyenge, ülkenin borçlarına da değindi ve bunların manın faaliyette olduğunu, yeni alanlara yatırım yapmak isteyenlerin de Hungexpo ve Construmo gibi fuarlardan yararlanabileceğini belirtti. özel söktüre ait borçlar olduğunu, kamunun ise iyi bir işveren yönetimine sahip olduğunu vurguladı. “Yeni hükümet istikrar hedefliyor” Başkonsolos Gyenge'nin ardından konuşan Macaristan İstanbul Başkonsolosluğu Ticaret Ataşesi Josef Kovacs, demir perdenin yıkılmasıyla birlikte Türkiye-Macaristan arasında başlayan ticarete değinerek, Macaristan'ın genel ekonomik profilini çıkardı ve yabancı yatırımcılar için vaat ettiklerini sıraladı. Macaristan'ın yatırım avantajlarıyla dünyada 41. ülke olduğunu söyleyen Kovacs, bunda mevcut hükümetin büyük katkısı olduğunu dile getirdi. Fidesz iktidarının 386 sandalyeli Macaristan Parlamentosu'nda 264 sandalyeye sahip olduğunu belirten Kovacs, Fidesz milletvekillerinin parlamento çoğunluğunun 2/3'ünden fazlasına sahip olduğu için anayasa değişiklikleri için de hazırlıklara başladığını dile getirdi. Macaristan'ın 2011 yılına büyüme hedefiyle gireceğini belirten Kovacs, 2020 hedefinin ise bir milyon yeni iş sahası olduğunu açıkladı. Türkiye ile Macaristan arasında, 1989'dan başlayarak 2005 yılına kadar toplam 6 ticari, ekonomik ve kültürel anlaşma imzalandığını da belirten Kovacs, zaman içinde ticaret hacminin Macaristan lehine değiştiğini, şu an iki ülke arasında karşılıklı 2.3 milyar dolarlık ticaret hacmi olduğunu söyledi. Macaristan'ın sanayi ürünleri ağırlıklı ihracatına karşılık en az tarım ürünü sattığını söyleyen Kovacs, buna karşılık Haziran 2010'dan bu yana Türkiye'ye 10 milyon dolarlık canlı hayvan ihraç edildiğini açıkladı. Macaristan'ın Türkiye'ye çevre koruma, su yönetimi, yenilenebilir enerji, biyoteknoloji, IT endüstrisi ve teknoloji transferi alanlarında ürün ve hizmet satabileceğini söyleyen Josef Kovacs, buna karşılık Türkiye'den tekstil, inşaat malzemesi, meyve ve özel tarım ürünleri ithal edebileceklerini belirtti. Kovacs, ayrıca Macaristan'da 300'ü aşkın Türk fir- Macaristan neden iyi bir yatırım alanı? Macaristan, Avrupa'nın ortasında ancak doğu tarafında yer alan bir ülke. Avrupa'nın transit yolları üzerinde bir merkez ve lojistik açısından son derece şanslı bir konumda. Taşımacılığın yüzde 25'i ise 800 km'yi aşan demiryolu ile yapılıyor. Ülke, lojistikte AB üçüncüsü ve ayrıca uzun otobanlarıyla da gözde bir ülke. Bunun yanı sıra Tuna Nehri gibi bir su yolu da nakliye açısından imkan vaad ediyor. Macaristan'da vergiler düşük ve daha da düşecek hatta bazı küçük vergi kalemleri tamamen kaldırılacak. Türkler dâhil ülkenin yatırımcılara önerdiği üç alan var: Çevre, yenilenebilir enerji ve inşaat. Macaristan ile ticaret yapabilmek için ülkede bir büronuzun olması gerekiyor. Bu amaçla Budapeşte'de son 10 yılda 2,5 milyon m2 büro yapıldığı ve bunların da metrekaresi 12-14 Euro'dan kiralandığı biliniyor. Emlak fiyatları ise düşme eğiliminde. Yatırımlar için teşviklerin bulunduğu ülke, çevre ile ilgili yatırımlar için AB'den 24 milyar Euro'luk destek de alıyor. AB ise Macaristan'a çevre ile ilgili yatırım yapacak firmalar için 540 milyarlık bir destek bütçesi açıkladı. “EBK, pahalı ald” Toplantıda Haziran 2010'da gerçekleşen canlı hayvan ithalatıyla ilgili konu da gündeme geldi. Macaristan'ın önemli bir büyükbaş hayvan üreticisi ve ihracatçısı olduğunu söyleyen Gyenge ve Kovacs, daha önce de İtalya ve Almanya'ya hayvan ihraç ettiklerini, Türkiye'ye de 90'ların sonuna kadar 45-50 milyon dolarlık damızlık hayvan ihraç ettiklerini dile getirdi. 2010 Nisan'ına kadar Türkiye'de kanunların canlı hayvan alımına izin vermediğini belirten Kovacs, Et ve Balık Kurumu'nun yasa değişikliğiyle birlikte Macaristan'dan 70-75 bin büyükbaş hayvanı aynı anda almak istediğini, bunun da Macaristan'daki canlı hayvan fiyatlarını yükselttiğini dile getirdi. Canlı hayvan fiyatının kilosunun 1,4 Euro olduğu sıralarda, EBK'nın 2,1 Euro'ya ithalat gerçekleştirdiğini söyleyen Kovacs, bir soru üzerine Macaristan'da etin kilosunun 5 Euro=10 TL olduğunu da söyledi. Helal et ile alakalı olarak Macaristan'daki mezbahaların fiziki koşullarına yönelik bir soruya da cevap veren Kovacs, "Müslüman ülkelerin duyarlılığına önem vererek kesimi gerçekleştiriyoruz. İhraç edilen ürünlerin denetimini ise Tarım Bakanlığımız’a bağlı yetkililer yapıyor" şeklinde cevap verdi. KASIM-ARALIK 2010 15 B‹ZDENHABERLER T‹KA Baflkan› Musa Kulakl›kaya: “TAR‹H‹ M‹RASIMIZ SORUMLULUK GEREKT‹R‹YOR” VEFA GROUP’UN SPONSORLU⁄UNDA GERÇEKLEfiT‹R‹LAN M‹MAR VE MÜHEND‹SLER GRUBU KAHVALTILI TOPLANTISINA KATILAN T‹KA BAfiKANI MUSA KULAKLIKAYA, TÜRK DEVLET‹ FARK ETMESE DE TAR‹H‹ M‹RASI DOLAYISIYLA ÇEVRES‹NE KARfiI BÜYÜK SORUMLULUK ALTINDA OLDU⁄UNU SÖYLED‹. KULAKLIKAYA, “BOSNA’DAK‹, KOSOVA’DAK‹ DRAM B‹Z‹ ‹LG‹LEND‹R‹R. SUR‹YE’DE OLAN B‹TENE KAYITSIZ KALAMAYIZ, TAR‹H ETEKLER‹M‹ZDEN ÇEK‹fiT‹R‹R,” DED‹. M‹MAR ve Mühendisler Grubu tarafından düzenlenen kahvaltılı toplantının konuğu Türkiye İşbirliği ve Kalkınma İdaresi (TİKA) Başkanı Musa Kulaklıkaya oldu. İstanbul Barcelo Topkapı Eresin Otel’de düzenlenen toplantıya büyük ilgi gösteren katılımcılar arasında Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkan Yardımcısı Dr. Gürsel Dönmez de yer aldı. “Yumuşak bir güç unsuru olarak TİKA” Toplantının açılış konuşmasını yapan MMG Genel Başkanı Avni Çebi, mazlum toplumların kalkınması için Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi’nce yürütülen çalışmaları memnuniyetle karşıladıklarını belirtti. Çebi, Türkiye’de çeşitli sivil toplum örgütlerince yürütülen ve gönüllülük esasına dayanan yurtdışına yönelik yardım organizasyonlarının da takdire değer olduğunu ifade etti. MMG’nin temel değerleri arasında yer alan “hikmet, imar ve ihsan” gibi değerlerin güzel örneklerini TİKA’nın yürüttüğü çalışmalarda da görebileceğimizi belirten Genel Başkan Çebi, “Filistin’in her şehrinde bir okul açmak isteyen, tarihi bir sorumluluk anlayışıyla Ahmet Yesevi’nin türbesini restore eden” bir kuruma sahip olmanın Türkiye için bir vizyon meselesi olduğunu söyledi. Toplantı başlığı olarak belirlenen ifadede “Yumuşak Güç Unsu16 M‹MAR VE MÜHEND‹S ru” tanımlamasına dikkat çeken Genel Başkan Avni Çebi, “tamamen insani” gayelerle hareket eden TİKA’nın tarihi ve kültürel değerlerimizi miras bıraktığımız Osmanlı coğrafyasında yaşayan az gelişmiş ülkeler için bir umut ışığı olduğunu vurguladı. Genel Başkan Avni Çebi’nin ardından konuşmasına başlayan TİKA Başkanı Musa Kulaklıkaya, TİKA’nın kuruluşu ve ilkeleri hakkında kısaca bilgi verdikten sonra önemli konulara değindi. 90’lı yıllarda dağılan doğu bloğu ülkelerinin neden olduğu otorite boşluğu ve belirsizlik ortamında dünya haritasının değiştiğini ve yeni yapılanmaların ortaya çıktığını kaydeden Başkan Kulaklıkaya, bu ortamda ortak tarih, kültür, dil ve din bağlarımız bulunan ülkelerin Türkiye’den beklentilerinin arttığını, TİKA’nın temel olarak bu ihtiyaca cevap vermek üzere teşekkül ettiğini belirtti. “Türkiye’den dünyaya…” Kulaklıkaya TİKA’nın, başta Türk dilinin konuşulduğu ülkeler ve akraba toplulukları ile Türkiye’ye komşu ülkeler olmak üzere, kalkınma yolundaki ülkeler ve topluluklarla diğer ülkelerin kalkınmalarına yardımcı olduğunu söyledi. Bu ülke ve topluluklarla ekonomik, ticari, teknik, sosyal, kültürel ve eği- tim alanlarında, işbirliğini projeler ve programlar aracılığıyla geliştirmek için faaliyetlerde bulunduklarını belirten Kulaklıkaya, “TİKA Afganistan, Bosna-Hersek, Filistin, Lübnan, Gürcistan, Kosova, Azerbaycan gibi çoğu ülkeye çeşitli alanlarda yardımda bulunuyor,” dedi. “Tarihi sorumluluk anlayışıyla hareket ediyoruz” TİKA Başkanı Musa Kulaklıkaya uluslararası yardım kuruluşlarının ve yardım çalışmalarının günümüzde çok hassas bir mahiyet kazandığına değinerek yardım çalışmalarının bazı ülkelerce emperyalist bir anlayışın ürünü olarak uygulandığını, kuzey Afrika ülkelerinde birtakım yardım faaliyetlerinde bulunan Çin’in bu ülkelere örnek gösterilebileceğini kaydetti. İki buçuk milyar insanın açlık sınırı olarak belirlenen günlük 2 buçuk doların altında bir gelire sahip olduğu bir dünyada bazı ülkelerin yardım faaliyetlerini bile kendilerine pazar üretmek için tertipleyebildiklerini söyleyen Başkan Kulaklıkaya, Türkiye’nin anlayış olarak bu ülkelerden farklı olduğunu ve tarihi sorumluluk anlayışıyla hareket ettiklerini özellikle vurguladı. “Türk Devleti fark etmese de tarihi mirası dolayısıyla çevresine karşı büyük sorumluluk altındadır. Bosna’daki, Kosova’daki dram bizi ilgilendirir. Suriye’de olan bitene kayıtsız kalama- yız, tarih eteklerimizden çekiştirir” sözleriyle sahip oldukları temel felsefeyi özetleyen Kulaklıkaya, ayrıca “bir elin verdiğini diğer elin görmediği” bir yardımlaşma geleneğinden geliyoruz,” dedi. TİKA’nin artarak devam eden çalışmaları hakkında da bilgi veren Başkan Kulaklıkaya eğitim, sağlık, nüfus politikaları, su ve su hijyeni, idari ve sivil yapılar alanlarında yürütülen çalışmalarda açlık ve susuzluğun hüküm sürdüğü çoğu ülkede binlerce su kuyusunun açıldığını, sosyal altyapının gelişmesi için Kosova, Bosna Hersek, Kırım, Filistin, Karadağ, Arnavutluk, Tacikistan ve Gürcistan gibi ülkelerde pek çok okulun yapım ve onarım çalışmaları gerçekleştirildiğini belirtti. Hastane ve rehabilitasyon merkezleri yapımı ve restorasyonu gibi çeşitli sağlık hizmetlerinin de yürütüldüğü bu ülkelerde Türkiye’nin yüzünü ağartan bir fedakarlıkla çalışan gönüllü personelin yıllık izinlerini bu organizasyonlar için kullandıklarını, çeşitli sivil toplum kuruluşlarının da TİKA’ya bu anlamda destek verdiğini söyledi. Bu çalışmaların daha sağlıklı yürütülebilmesi için yeni temsilcilikler açmayı planladıklarını belirten Başkan Kulaklıkaya, şu anda 23 program koordinasyon ofisinin bulunduğunu, Irak’ta da bir temsilcilik açmayı planladıklarını söyledi. KASIM-ARALIK 2010 17 HABERANAL‹Z AVM TİPİ ŞEHİR ESNAFA KARŞI TÜRKİYE’NİN EKONOMİK BÜYÜMESİNE PARALEL OLARAK ALIŞVERİŞ MERKEZLERİNİN (AVM) SAYISI DA HIZLA ARTMAKTADIR. KURULDUĞU BÖLGEDEKİ SOSYAL VE EKONOMİK YAPIYI DİKKATE ALMADAN AÇILAN BU AVM’LER ÖZELLİKLE KÜÇÜK ESNAFI ZOR DURUMDA BIRAKIYOR. TOPLUMDAKİ SOSYAL İLİŞKİLERİ DE ETKİLEYEN AVM’LER KURULURKEN SOSYAL DENGE BOZULMAMALIDIR. HAŞMET DEMİREL ÜYÜK kentlerimizde başlayan Alışveriş Merkezi Çılgınlığı şimdi giderek Anadolu’yu işgal ediyor. Bu arada kredi kartı borçları da tavan yapıyor, çıkarılan birçok yeniden yapılandırma programına rağmen kredi kartı borçları azalmıyor, bu borçlar nedeni ile yasal takibe uğrayanların sayısı artıyor. Batıdan gelen her şeyde olduğu gibi alışveriş merkezlerinin varlığı da çağdaşlığın göstergesi sayılıyor. 201O yılı itibariyle büyük alışveriş merkezi sayısı 288’i buluyor. Bu tür alışveriş merkezlerini ayda 7 milyon kişi ziyaret ediyor. Sektör cirosunun Alışveriş Merkezi Perakendeciler Derneği’ne (AMPD) göre 2010 sonu itibari ile 199 milyarı bulması bekleniyor, hâlihazırda ülkemizde hızlı bir biçimde büyüyen sektörler arasında perakende sektörü dördüncü sırada bulunuyor. Cushman&Wakefield'in yayınladığı rapora göre Türk perakende sektörü Avrupa'da yedinci dünyada onuncu büyük perakende sektörü. Deloitte'un yayınladığı "Perakendenin Küresel Güçleri 2008" raporu ise Türkiye gıda harcamalarında Avrupa'nın en büyük beşinci, gıda dışı harcamalarda ise 8'inci büyük pazarı olduğuna işaret ediyor. Alışveriş Merkezleri ve Perakendeciler Derneği(AMPD) için bağımsız denetim ve danışmanlık firması Pricewaterhousecoopers (Pwc) Türkiye Tarafından Yapılan Araştırma, perakende sektörünün 2,7 milyon kişiye sağladığı istihdam ve 190 milyar dolarlık cirosu ile Türk ekonomisinin parlayan yıldızı olmaya devam edeceği öngörüsünde bulunuyor. AMPD başkanı Mehmet Tevfik naneye göre kriz döneminde 2.8 milyar do- B 18 M‹MAR VE MÜHEND‹S larlık AVM yatırımı gerçekleştirildi. 2011'de ise 50 yeni AVM tamamlanacak. Her bir AVM için ortalama 100 milyon dolarlık bir yatırım bedeli gerektiğini düşünürsek bu durumda gelecek yılki AVM yatırım rakamı 5 milyar dolara ulaşacak. Dünyada ise en hızlı büyüyen ülkeler Asya Pasifik bölgesi ile Latin Amerika. 2010-2013 döneminde perakende sektöründe yaklaşık yüzde 13 gibi etkileyici bir büyüme beklenmekte. Tüm bu rakamlar perakendecilik sektörünün yatırım bakımından ne kadar cazip olduğunu gösteriyor. Buna karşılık bu sektörün yol açtığı hasarlara büyük medya kuruluşlarının gazetelerinde pek rastlanmaz. Öyle ki başbakan bile bu sektörün göz kamaştıran cazibesi nedeni ile geleneksel perakende mağazalarının yani bakkal, manav, kasap, küçük mağaza gibi yerlerin büyüklere çalışan alt sektör olmasını öneriyor. Yani tam bir altta kalanın canı çıksın durumu. Son otuz yıldır sürdürülen dışa açık büyüme modeli uyarınca ekonomide büyük şirketlerin yani tekellerin piyasa üzerindeki hâkimiyeti artarken aynı durum perakende sektöründe de yaşanıyor. Büyük sermaye grupların ağırlığını oluşturduğu ve büyük oranda yabancı perakende şirketlerini yani uluslararası tekellerin kontrolünde olan sektör küçük işletmelerin soluğunu kesip kendi deyimleri ile organize olmayan perakendecileri oyun dışı bırakıyor. AVM’LER MUTLU, ESNAF ŞİKÂYETÇİ Elimizde net sayı olmamakla birlikte AVM’ler çoğalırken esnaf azalıyor. Tam 57 iş kolu AVM’ler nedeni ile yok olma tehlikesi ile karşı karşıya. Ülkede bulunan 3 milyon esnafın yaklaşık dörtte biri kepenk kapatmış görünüyor yani AVM’lerde 200 bin civarında insan son drece zorlu çalışma koşullarında ve çok düşük ücretlerle istihdam edilirken 800 bin civarında esnaf işsiz kalmış durumda, bu kişilerin ailelerini de eklersek 200 bine kişiye karşılık neredeyse ortalama 2 milyon insan işsiz ve yoksulluğa mahkum edilmiş durumda ve bunun tek nedeni de AVM’ler. Anadolu’nun birçok yerinde hızla yaygınlaşan büyük alışveriş merkezleri, özellikle yörelerinde farklı bir ticaret kültürünü sürdüren "çarşı esnafı"nı olumsuz etkiliyor. Dev alışveriş merkezlerinin kurulduğu kentlerde, çarşı esnafının bir bölümü ayakta kalma mücadelesi verirken bir bölümü bu duruma yenik düşüyor. Kredi kartı kullanımının yaygınlaşması, marka ürünlerin daha fazla tercih edilir olması, ürünlerde çeşitlilik gibi unsurlar tüketicinin büyük alışveriş merkezlerini tercih etme nedenleri arasında yer alıyor. Plazalarda sunulan sosyal aktivite imkânları da tüketicinin alışveriş merkezlerine daha fazla yönelmesini sağlıyor. Plazaların gölgesinde mücadele veren çarşı esnafı da genellikle fiyatlarını daha düşük düzeylerde tutarak rekabet etmeye çalışıyor. ESNAF ODALARI: GELECEĞİMİZ TEHLİKEDE Türkiye Esnaf ve Sanatkârları Konfederasyonu (TESK) Genel Başkanı Bendevi Palandöken, büyük mağazalar çoğalırken, rekabetin azaldığını vurguladı. Böyle devam etmesi halinde AVM'lerin tek başına piyasanın aktörü olacağını belirten Palandöken, Perakende Yasası'nın acilen çıkarılması gerektiğini kaydetti. TESK Genel Başkanı Bendevi Palandöken, yaptığı açıklamada perakende piyasasının kurallarının hâlâ konulmamasının zararını esnafın ve vatandaşın çektiğini belirtti. Kuralsızlığın esnaf ve sanatkârı bitirme noktasına getirdiğini dile getiren Palandöken, perakende piyasasında rekabet kalmadığının altını çizdi. İTO Toptan Gıda Meslek Komite Başkanı ve Meclis Üyesi Ahmet Özer ise büyük marketlerin toptancıyı tehdit ederek piyasaya baskı yaptığına dikkat çekiyor. Büyük mağazalardan bazıları ve birçoğu toptancı üzerinden mal almaktan ziyade üreticilerin toptancılara ürün vermemelerine yönelik baskılar yaptığından şikâyet eden Özer, alım güçlerinin çokluğunu tehdit unsuru oluşturduklarını ve bu konuda başarılı da olduklarını söyledi. Özer, üretici firmalar yerel mağazaların çoklu alım güçlerinden kaynaklı yerel mağazalara normal listelerinden satarken toptancıya küçük ve orta ölçekli yerel esnaKASIM-ARALIK 2010 19 HABERANAL‹Z Sosyologlara göre AVM’ler kentin fiziki mekânını dönüştürmekle kalmıyor sosyal yapıda da çözücü rol oynuyor. AVM’lerin varlığı aslında şehir yaşamında canlı sosyal aktığı yerler olan mahallelerin çözülmesinin bir sonucu olarak görülüyor. fa daha pahalı fiyatlardan ürün sattıklarından da zarar gördüklerini belirtti. Büyük mağazaların (uluslar arası zincirlerin) her sokak başında mağaza açmasından dolayı yerel küçük esnaf batmasından ve toptancı müşteri sayısı hızla azaldığından da yakınan Özer, sektör sorunlarının çözümünün en başında büyük mağazalar kanunun bir an önce çıkartılıp küçük ve orta ölçekli esnafın tüccarın batması ile sağlanacağı görüşünde önlenmesini istedi. İTO Kuru Meyve ve Sebze Meslek Komitesi Başkanı ve Meclis Üyesi Ali Budak, Osmanlı'dan beri devam eden baharat sektörünün giderek küçüldüğüne dikkat çekerek AVM'ler yüzünden birçok markanın ve işyerinin ya küçülmeye gittiğini ya da kapandığını belirtiyor. Hemen hemen tüm sektörlerdeki esnaf odaları başkanları ve ticaret odası temsilcileri AVM’lerin şehir dışına çıkarılmasının şehir merkezlerindeki küçük esnafı rahatlatacağını söylüyorlar. Çeşitli illerde eski alışveriş çarşılarında yer alan dükkânlardaki esnaflar ve esnaf odaları AVM’lerin açıldığı yerde esnafın rekabete dayanamayarak dükkânlarını kapamak zorunda kaldıklarını belirtiyor ve 20 M‹MAR VE MÜHEND‹S AVM’leri tekel olmaktan dolayı sermaye gücü ile ucuza mal alarak küçük esnafı yok ettiğini, cadde mağazalarının silinmesine neden olduklarını söylüyorlar. AVM'lerle rekabet etmelerinin imkânsız olduğunu söyleyen çarşı esnafı, "En azından pazar günü kapatsınlar o gün biz iş yapalım" diyorlar. Esnaf odaları ve şehirciler kent içindeki AVM’lerin şehir dışına çıkarılmasının hem kendilerine, hem de şehir yaşamına olumlu katkılar sağlayacağını belirtiyorlar. KENTİ DEĞİŞTİRİYOR AVM’ler aslında kentin yeşil alan dokusundan çalarak kentin betonlaşmasına, canlı yaşamın yok olmasına yol açması ile de kentler için ciddi bir sorun. Ayrıca trafik yükünü çoğaltarak trafiğin tıkanmasına ve havanın kirlenmesine, küresel ısınmanın şiddetlenmesine neden oluyorlar. AVM’ler bir tür kentsel dönüşüm yaratarak bir yerde soylulaştırma dediğimiz olgunun da önünü açıyor. Uludağ Üniversitesi, Mimarlık Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Tülin Vural Arslan, AVM’lerin kentsel mekân algısı bakımından gerçekliği dönüştüren ve bir tür yok mekân oluşturarak me- kân yanılsaması yaratan kimliksiz mekânlar olduğuna vurgu yaparak bu mekânların kentsel dokuyu da sanallaştırdığına dikkat çekiyor. “Alışveriş merkezleri, genellikle kentsel bağlamdan kopuk olarak, kendilerine ait bir bütünlük oluşturan yapılardır. Bu merkezler, Kuzey Amerika kentlerinde daha çok kent dışında konumlanırken, Avrupa ve Türkiye kentlerinde ise kent içi ve dışında konumlanmaktadırlar. Kent dışında konumlanan merkezler, otopark alanlarının oluşturduğu bir taşıt denizinin ortasında yer alan adalar olarak göze çarparlar; kent içinde konumlandıkları durumda da genellikle çevresindeki bağlamdan kopuk taşıt yollarıyla çevrelenmiş tekil birimler olarak kent siluetinde yerlerini alırlar. Her iki durumda da bu merkezler, kendi içine dönük bir yaşamın kurgulandığı, dış dünyanın iklim koşullarından, metropol kentlerin karmaşık ve güvensiz ortamından soyutlanmış yaşamların sunulduğu mekânlardır. bu mekânlarda toplumsal olarak kendine has bir kültürün ve yaşanmışlığın oluşturulamaması, bu mekânlarla yeni bir toplumsal bağ kurmasına imkân tanımaz. Bu mekânlarda kurulabilecek yeni bir toplumsal bağ, olsa olsa tüketim toplumunun evrensel olarak dayattığı tüketime dayalı bir yaşam algısı olacaktır” Diyerek bu mekânların kentsel doku ile uyumsuzluğuna dikkat çekiyor. Ama bu uyumsuzluk ve kimliksizlik günümüzün küreselleşme anlayışı içinde giderek kent mekânının sadece kârlılık ve tüketilebilirlik eksenli değer mantığı ile değerlendirilmesi nedeni ile kentleri de kimliksizleştirerek şehrin de sanal bir yok mekân ya da sadece imajinatif bir yer olmasını beraberinde getiriyor. Bu bağlamda AVM’ler kent ekonomisine yaptığı olumsuz katkı ile değil aynı zamanda kentin kimliksiz bir bir mekânsal dönüşümüne hizmet ettiği için kentsel mimari bakımından da sorunlu, uyumsuz ve kötü örnekler. Tüketici Hakları Derneği Genel Başkanı Turhan Çakar ise AVM’lerin çok uluslu şirketlerin ülkeyi yağmalamasında bir Truva atı fonksiyonu gördüğünü belirterek, yaratılan tüketim kültürü ile insanların, kültürün ve doğal çevrenin yağmalandığını belirtiyor. “Çok uluslu emperyalist şirketlerin, ülkemiz de içinde olmak üzere gelişmekte olan ya da geri bıraktırılmış ülkelerin üre- timleri ve tüketimleri üzerinde egemenlik kurarak sömürü, talan, marka bağımlığı ve tutsaklığı, yerli üretimin baltalanması ve çevre kirliliği yarattıkları bilinmektedir.” ALIŞVERİŞ ALIŞKANLIKLARINI DEĞİŞTİREREK BİREYSELLEŞMEYE NEDEN OLUYORLAR Sosyologlara göre AVM’ler kentin fiziki mekânını dönüştürmekle kalmıyor sosyal yapıda da çözücü rol oynuyor. AVM’lerin varlığı aslında şehir yaşamında canlı sosyal aktığı yerler olan mahallelerin çözülmesinin bir sonucu olarak görülüyor. Bakkal ya da mahalle esnafı orada yaşayanlarla arasında sıcak bir sosyal bağ geliştiriyor. Sosyologlar tezgahüstü karşılaşmalar adını verdiği yeni alışveriş alışkanlığın alıcı ve satıcı arasında bir diyaloga, bakkalın tanıdıklığından ve mahalle hayatının bir parçası olarak mahalleli ile kurduğu ilişkiye yer bırakmadığının bunun yerine alışverişi hızlı bir işlem haline getirerek salt seyirlik bir ilişki haline getirdiğini belirtiyorlar. AVM’leri Tüketim kültürü ve sermayenin dayatması olarak tanımlayan Bilgi Üniver- sitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yardımcı Doç. Dr. Kenan Çayır AVM’lerin kent yaşamındaki sosyalliği olumsuz etkilediği kanaatinde. “Sermaye, herkese kendini kabul ettirir. Tüketim kültürü, kendisini farklı yapılara adapte edebilecek kadar esnek. Nitekim Zeytinburnu'ndaki Olivium başka bir konsept, Etiler'deki Akmerkez ise başka bir konsept üzerine kurulu. Sermaye, Gazi Mahallesi'ne de hitap edecek ve 'tüketim kültürünün imkânlarını' farkı insanlara sunabilecek esneklikte. Bunun kent yaşamımıza, bireysel hayatlarımıza neler getirip neler götürdüğünden bahsedeceksek ailelere sorduğumuzda, çocuklarının güvenli bir şekilde gidebildikleri yerler olarak tarif ediyorlar. Ancak ben bu tür merkezlerin güvenlik elemanları, kontrollü sosyallikleri ve tüketimi teşvik edici yapılarıyla kent yaşamındaki kamusallığı olumsuz yönde etkilediğini düşünüyorum.” Görüldüğü gibi sosyologlar AVM’leri adeta tüketim kültürünün taşıyıcı bantları olduğunu ve insanları ekonomik olarak borçlandırma yolu ile sisteme bağımlı kıldığın belirterek çoklukla olumsuz işlev gördüğü kanısındalar. KASIM-ARALIK 2010 21 M‹MARLIK KENTSEL DÖNÜŞÜM/ YEREL YÖNETİMLERİN YARI TANRISAL GÜCÜ(MÜ)? Yanılsama hiç görmediğim gökler vahşi yeşil ağır şehirler oturmuş altına içinden sular geçiyor erimiş cam parıltıdan göz gözü görmez olmuş bu kız sevdiğim o kız değil bir başka yüz takmışlar suratına kendisiyle kavgalı sabah akşam kirpikleri maviymiş dudakları mormuş insanlarla yanılmış eski sahil şarkılar asılı günün her saatıne hangi rastladığıma kimi sorsam kimin kim olduğunu bilmiyormuş denizin üstü yıldız çil çil çil dağların arkasında saklı fırtına kötü bir rüyadaymışız tamam ne yapsan bir sona ermiyormuş Attila İlhan MEHMET İŞCİ / Mimar KENTSEL DÖNÜŞÜM ÜZERİNE... Bu günlerde ülke gündeminde sıklıkla yer alan ve bir yandan yerel yönetimlerin kent sorunlarına sihirli çözüm getiren uygulamalar bütününü ifade eden, diğer yandan ise kamu ve özel sektör inşaat yatırımcılarının iştahını kabartan yeni bir rant enstrümanı olarak telakki edilen “kentsel dönüşüm”ün derinlemesine incelenmesinden önce tarifini yapmak faydalı olacaktır. Kentsel Dönüşüm; bilimsel bir yaklaşımla “şehre dair bozulma ve çökme olan kentsel alanın toplumsal, ekonomik, fiziki çevre koşullarının ve yaşam alanlarının kapsayıcı ve bütüncül bir yaklaşımla iyileştirilmesine yönelik politikalar ve yürütülen çalışmalar” veya “kentlerdeki çarpık yapılaşma ve neden olduğu sorunların çağdaş şehircilik ilkeleri ve planlama esaslarına uygun olarak yeniden yapılandırılmasını sağlamak üzere yapılan çalışmalar” şeklinde tarif edilirken, felsefi ve biraz da ironik bir yaklaşımla “şehre hakim olanların kısır bilgi ve birikimlerinin açmazında yönetimin otoriter gücüyle, hukuki, ekonomik ve sosyal yapıyı örseleyerek, yarı tanrısal bir güçle kenti ve hayatı dönüştürme çabalarının örgüsünü oluşturma süreci” olarak tarif edilebilir. 22 M‹MAR VE MÜHEND‹S ŞEHRİN RUHUNA DAİR Şehirlerin de bir ruhu olduğuna inanıldığından, eskiden şehirlere “tılsım” yapılırmış. Şehrin “şahsiyetinin” çok önemli olduğu tılsımı o şehrin kâhini, rahibi ya da bir başka ulu kişisi yaparmış.. Eğer söz konusu şehir ziraat şehriyse tılsım toprağa yapılırmış; su şehriyse suya, kuraksa rüzgâra... Tılsım bozuluncaya kadar şehirlerin yaşayacağı düşünülürmüş. Kartaca’da tılsım şöyle yapılmış: Tunçtan bir sabana bağlanan iki beyaz öküz, şehir için seçilmiş mekânda içten dışa doğru dolaştırılarak bir “kutsal çember” oluşturulmuş ve bu çembere şehrin surları inşa edilmiş.Romalılar kendilerine korkulu günler yaşatan Annibal’i yenip Kartaca’yı ele geçirince taş üstünde taş bırakmazlar. Ve yıkıntılar üzerinde saban sürerler. Ancak bu defa ters yönde, dıştan içe sürerler sabanı. Böylece tılsım bozulur ve Kartaca tarihten silinir. Çünkü şehrin ruhu yok edilmiştir. Üstad Necip Fazıl;” Aşk..Bütün beşeriyet için de aynı şey... Montesquieu Roma’yı anlatan eserinde Roma’nın yıkılışı için şöyle der: ’Aşklarını kaybettiler ve kaybolup gittiler! ’... Buradaki aşk, dikkat edilirse sadece Hakka ait aşk değildir. Aşkın esası Allah’a olan aşk... Fakat bâtıla olan aşka bile, o aşkın sağladığı bir hayatiyet vardır. Âşık daima kuvvvetlidir. Eski Roma, bâtıl da olsa aşk sahibi olduğu devirlerde ideâl büyük nizamın en güzel örneğiydi. Sonra (İmperyum Romanum) Dünya’yı avucuna alınca, artık Kartaca’dan gelen ve balı akan incirleri yattığı yerde yiyen Romalı, rehavete geçti, aşkını kaybetti. Aşk ölünce derhal hayvani fakülteler harekete geçer. Romalı aşkını kaybedince o dereceye düştü ki, yemek yemenin zevki adına hususî ilâçlar alıp gaseyan ediyor, tekrar yemek yiyordu. Ve Roma yıkılıp gidiyordu. Eski Yunan da böyle gitti, bütün gidenler böyle gittiler. Allah’ın aşksız adama ve cemiyete rızası yoktur.” Diyor. Şehirlerimiz değil belki ama en azından ruhları bazı kitaplarda yaşamaya devam ediyor. Edebiyatımızda “şehir yazıları”nın ilk örneğini 1897-1899 yılları arasında kaleme aldığı “Şehir Mektupları”yla Ahmet Rasim vermiştir. Ahmet Rasim, bu yazılarında İstanbul’un o dönemini mekân, kültürel yapı, gelenekler, alışkanlıklar, insan ilişkileri vb. bütün unsurlarıyla ele alarak bütün zenginliğiyle yansıtır. Hikâyeci Mustafa Kutlu, Ahmet Rasim’den “ödünç aldığını” söylediği KASIM-ARALIK 2010 23 M‹MARLIK Şehir Mektupları başlığı altında Zaman gazetesinde yazdığı yazılarını aynı adla 1995’te kitaplaştırır. Edebiyatımızda bu türün en bilinen örneği Beş Şehir’dir. Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre, kitabının asıl konusu, hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyduğumuz üzüntü ile yeniye karşı beslediğimiz özlemdir. Bu itibarla, onların arkasında kendi insanımızı ve hayatımızı, vatanın manevî çehresi olan kültürümüzü görmek daha doğru olur.” Bu kitapta Tanpınar, Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul’u anlatır(1946). Yıllar sonra, 1992 yılında Altıncı Şehir’e kavuşur Türk okuru..Ahmet Turan Alkan, Altıncı Şehir’de; Tanpınar’ın, medeniyet değişmesinin bizi getirdiği nokta ve bunun sonucu olarak kaybettiğimiz şeylere duyduğumuz özlem dediği duyguyu; Sıvas’ın artık kaybedilmiş olan çehresinden küçük ayrıntıları, şehrin nasıl değişmekte olduğunu, hatta tanınamayacak kadar başkalaştığını anlatıyor. Alkan, Altıncı Şehir’de sadece Sıvas’ı anlatmadığını, Altıncı Şehir’in bütün Anadolu olduğunu söylüyor. Yazara göre, asıl kaybettiğimiz; bütünüyle insan ilişkileri, bütün eski doku, insanî boyutlar ve bütün 24 M‹MAR VE MÜHEND‹S yaşanmış zamanlardır. “Altıncı Şehir bir bedelin adı; kendi ellerimiz, paramız ve gönül rızamızla inşa ettiğimiz keşmekeşin bedeli. Ahmet Turan Alkan, Altıncı Şehir’i bitirirken şu cümleye yer veriyor: “Ve şimdi ‘Yedinci Şehir’in zamanıdır.”Alkan’ın sözünü yine bir hemşehrisi olan Özkan Yalçın yerine getiriyor, Altıncı Şehir’de doğup büyümüş bir yazarın, ömrünün son on yılını geçirdiği Amasya toprağına, aldıklarının karşılığı bir armağan olarak...Herkesin bir şehri vardır; dönüp dolaşıp geldiği, gerçekte değilse bile düşlerinde yaşadığı ve yaşattığı... En acısı, peşinizi bir türlü bırakmayan şehrinizi eskisi gibi bulamamak, her geçen gün biraz daha yitirmektir. İSLAM DÜNYASINDA ŞEHİRCİLİK VE DÖNÜŞTÜREMEDİKLERİMİZ(!) Toplumlar şehirlerde kendi kimliklerini görürler. Şehirler, şehrin insanına ilişkin kültürel kimlik kodlarını ele verirler. Bir şehrin silueti bir bakıma o şehrin üç boyutlu manifestosudur. Şehri değiştirmek/dönüştürmek, hayatın bütününü değiştirmek anlamına gelmekte olduğuna göre bu bir sahte tanrılık iddiası değil midir? Kentsel dönüşüm bir bakıma tevhid ve şirk düzleminde inancın/inançsızlığın hayata yansıtılması olarak da telakki edilebilir. İslam Dünyasında 19.yy dan sonra gelişip büyüyen şehirlerde “şehir medeniyeti”, “Medine’leşen şehir” kavramlarının hayat bulacağı kendine özgü kimliğiyle bir “İslam Şehri” oluşturulamamıştır. Bu durum İslam dünyasındaki zihinsel tutukluk ve düşüncenin dondurulması gibi temel açmazların girdabında boğulması şeklinde değerlendirilebilir. İslam öğretileri öncelikle fert ve cemiyetin adalet,dürüstlük, tevazu,azla yetinmek ve helal rızık gibi hasletlerle donatılmış bir toplumu öngörmektedir. Erdemli insanları üretecek eğitim-öğretim kurumlarından yoksun ülkelerde “erdemliler kenti”( medinet’ül fazıla)’ni oluşturmak bir yana, bunun tasavvurunu oluşturmak bile oldukça güç görülmektedir. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri “Marifetnâme” adlı eserinde, “Komşunun komşularıyla geçiminin edep ve erkânı ‘nı anlatırken; “ Komşuların izni olmadan, kendi binasını, onlarınkinden yüksek ve önlerini kapayacak şekilde yaptırmamaktır. Komşularından izin almadan evini yabancıya satmamaktır. Komşunun evine, penceresinden, duvarından izinsiz bakmamaktır. Kişinin kendi evine bitişik olanlarla, karşısında bulunup da kapıları görünenlerden kırk eve kadar oturanlar, zımmî (hıristiyan vatandaş) da olsalarkomşularıdır. Bunlara, iyilik etmek ve gerçekten akrabalarmış gibi güzel davranmaktır.” gibi kırk tane ahlak kuralından bahseder. Asr-ı Saadete uzanalım, Hz.Ömer’in hilafet döneminden bir sahne: Hicretin 17. senesinde Halife Hazreti Ömer, ziyaretçi çokluğundan dolayı Resulüllah'ın mescidini genişletmek istemişti. Bunun için Türbe-i Saadet'in etrafındaki arsaları istimlak edip mescide katması gerekiyordu. Çevredeki arsa ve ev sahiplerine tekliflerde bulundu: - Evinizi, arsanızı Resulullah'ın mescidini genişletmek için satın almak istiyorum. Kimse malına değerinden aşağısını vereceğimi sanmasın. (…) Ancak bir pürüz var. Onu da halletmek gerekiyor. (…) Hazreti Abbas, arsasını satmak istemiyor. Mescide de olsa vermeyi düşünmüyor. Halife bizzat meşgul olur, tekliflerini tek- rar eder: - Ya Abbas, arsanın değerinden aşağısını vermeyi düşünmüyoruz. Resulullah'ın mescidine böyle zorla alınmış bir arsa ilave etmeyi de uygun bulmuyoruz. (…) Hayret! Abbas'tan beklenmeyen tavır: - Hayır, mülk benimse fazla fiyat verseniz de satmak istemiyorum. Zorla alacaksanız o başka! İçinden çıkılmaz bir durum söz konusu olunca Halife olayı mahkemeye intikal ettirir. Hakim meşhur hukukçu Übey bin Kab. Taraflar huzurdalar. Devletin iddiası: - Biz yönetim olarak Abbas'a değerinden fazla fiyat verdik, artık diretmemeli, arsasını vermeli ki, Resulullah'ın mescidi ihtiyacı karşılayacak şekilde genişleme imkanı bulsun. Abbas'ın cevabı: - Arsa benimse, mülküme ben sahipsem, değerinden fazla da verseler vermek istemiyorum. Ne para zoruyla, ne de mescide ilave etmek iddiasıyla mülkümü elimden kimse alamaz. Mahkemenin kararı: - İslam hukukunun gereği kimse başkasının mülküne ve arazisini isterse para zoruyla olsun, alamaz. Mescid için de olsa mal sahibini zorlayamaz. Abbas'ın mülkü Abbas'ta kalacak, hükümet istimlak için zorlamayacaktır. Mahkemenin tartışma götürmez bu kararı kesinleştikten sonra taraflar kalkıp gitmek üzere kapıya yönelmişken bir ses işitilir. Bu ses Abbas'tan başkasının sesi değildir. Bakın ne diyor Abbas: - Ya Übey, mahkeme bitmiş, karar kesinleşmiştir değil mi? - Evet mahkeme bitmiş, karar kesinleşmiştir. Kimse senin arsanı fazla fiyat vererek de olsa zorla alamaz. - Öyle ise der, şimdi beni dinleyin. Mahkemenize açıkça ifade ediyorum. Arsamı şu andan itibaren Resulullah'ın mescidine ilhak edilmek üzere hibe ediyorum. Hem de tek kuruş almadan, hiçbir maddi menfaat beklemeden. (…) Übeyd bin Kab'ın sorusu: - Ey Abbas, neden böyle bir tutumu tercih ettin? Önce aşırı fiyatla da olsa vermedin, şimdi ise parasız hibe ediyorsun? Abbas'ın kitaplık çapta cevabı tek cümleden ibaret: - İslam'ın insan haklarına gösterdiği saygıyı dünyaya duyurmak için!... (2) TÜRKİYE’DE YEREL YÖNETİMLERİN KENTSEL DÖNÜŞÜME YAKLAŞIMLARI Kentsel Dönüşüm olgusu toplumun önüne en hassas kırılma noktalarından biri olduğu şeklindeki görüşler giderek yaygınlaşmaktadır. Toplumun mevcut gelir dağılımının tepetaklak oluşunun yanında, inanç ve kültür kodlarımızdan giderek uzaklaşmaya ve islami kimliği önemseyen muhafazakar kesimlerin kısa sayılabilecek iktidar dönemlerini pek yakın bir gelecekte sonlandıracak sosyolojik katman değişiklikleri süreci devam etmektedir. Bu sürecin yeniden ele alınarak ve toplumun tüm katmanlarının katılımcılığını sağlayan, tüm renklerini, inançlarını, etnik ve folklorik farklılıklarını koruyarak yaşatan bir paradigma değişikliğine ihtiyaç olup olmadığının sorgulanması oldukça önemlidir. Kentsel dönüşümün ülkemizde toplum mühendisliği projelerinden biri olduğunu ve modernitenin toplumu dönüştürme enstrümanı olarak kullanılmakta olduğu iddiası bir vehim ya da hayal ürünü değildir. Kimi muhafazakar çevrelerin eliyle yeni bir hayat tarzı oluşturmanın/dayatmanın modern kılıfı Kentsel Dönüşüm, gerçekten kaçınılmaz bir çözüm yolu olmayıp bilakis toplumu yeniden dizayn etmenin etkili yöntemlerinden biri olduğunda şüphe yoktur. Son yıllarda yerel yönetimlerce deprem riski ve popülist politikalar gereği gündeme getirilen “Kentsel Dönüşüm“ toplumun sosyolojik yapısına bir çeşit” kırılgan bir müdahale” anlamı taşımakta olup, komşuluk ilişkileri, kentsel hafıza ve hatıraların yaşayıp devam edeceği bir kentsel dönüşüm süreci belirlemek gerekmektedir. Aynı zamanda kentsel dönüşümün kentlinin aidiyet duygusunu yok ederek insanın kentine ve kendi kimliğine yabancılaşması gibi açmazlarına çözüm üretmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. Merkezi ve yerel yönetimler bazı suallere cevap vermek zorundadırlar: Kentsel dönüşümle şehirlerimizin sorunları gerçekten çözülebilir mi? Bu projelerle bir bakıma kent üzerinden dolaylı bir rant aktarımı söz konusu mudur? Kentlinin kendi kararıyla ve tedricen mevcut yapı stoku üzerinde yapacağı uzun vadeli değişim/gelişim/yenileme kentlerimizde sağlıklı kentsel dönüşümü sağlayabilir mi? Kentlinin ve ilgili sivil toplum kuruluşlarının katılım, karar alma ve yönetişim meKASIM-ARALIK 2010 25 M‹MARLIK kanizmasında bulunmadığı kentsel dönüşüm projeleri, bir yönüyle toplumun düşük gelir düzeyindeki katmanlarının kent dışına tehciri anlamına gelir mi? Bu toplumda yeni fay kırıkları oluşturmaz mı? Muhafazakarlığın yüklediği sorumluluk, kimi kurumların kendi inanç ve kültür değerleri düzleminde kendilerini bütüncül olarak maddi yönünün yanında manevi bir yükümlülük altına sokmuyor mu? Burada kentsel dönüşümün yerel yönetimlerin enstrümanı olmaktan çıkarılarak, toplumun yaşadığı şehir, çevre ve sosyal ilişkilerinin kendi özgür irade ve inisiyatifi ile nesiller boyu devam edecek tabii bir süreç içindeki değişim, yenilenme ve dönüşümü olarak yeniden tarif edebilmenin yollarını aramak gerekmektedir. Sulukule örneğinde de olduğu gibi kentlerimizde yapılan uygulamalar, konuyla ilgili uzmanlar ve yerel halk tarafından tepkiyle karşılanıyor. Bu tepkilerin tamamı, katılımcı ve sürdürülebilir uygulamaların eksikliğinden kaynaklanmaktadır. “Sulukule Platformu Sözcüsü” Hacer Foggo bu konuda şunları söylemektedir:“Bu söylemler gerçekte Türkiye sağının Osmanlı çok kültürlülüğünün ve toplumsal hoş görüsünün yaşayan simgelerinden Romanları nasıl gördüğünün bu vatandaşlarımıza karşı yerleşik önyargılarının bir göster26 M‹MAR VE MÜHEND‹S gesi. Basında magazinel unsurlarla süslenerek sunulan Roman kültürünün Osmanlıdan beri süregelen örneği olan Sulukule (Neslişah Mahallesi ile Hatice Sultan Mahallesi) İstanbul’daki roman vatandaşlarımızın yaşadığı ve şehrin yaşamına renk getirdiği bir bölge. İstanbul’un eğlence kültürünün bilinen en eski örneklerinden olan mahallenin kaderi “kentsel yenileme” adıyla bölgenin boşaltılmasına dayanan proje ile değişti. Neslişah ve Hatice Sultan Mahallerinde oturan 3500 roman 1000 yıllık tarihi mekânlarından tahliye edildiler.” Çözümü -uzaklarda aramadan- dünyanın en güzel, insani/islami, yaşanabilir çevre ve şehirlerini oluşturan Osmanlı şehrindeki toplumsal hoşgörüde bulmak mümkündür. Bunu Hacer Foggo’da “Osmanlı çok kültürlülüğünün ve toplumsal hoş görüsünün yaşayan simgelerinden Romanlar”dan bahsederken de görmekteyiz. İslam Medeniyeti cami, medrese, han, hamam kamu binalarını mermer ve doğal taştan kalıcı olacak sağlamlıkta inşaa ederken, konutları ahşaptan inşa ederek fani hayatının son bulmasıyla birlikte , gelecek nesillerin ihtiyacına göre , bir çevre felaketi oluşturmadan tedricen dönüşecek bir yapıda yapılmıştır.. Ünlü şehirci Adolf LOOS “ Bana 30 yılda eskiyecek şe- hirler inşaa edin, size çevre sorunu olmayan bir dünya teslim edeyim” diyerek bu gerçeği bir başka şekilde ifade etmiştir. Şehirleşme ve toplumsal hayatta meydana gelen değişiklikler ve yaşanan sorunlar o toplumun üretim, paylaşım ve tüketim şeklinde devam eden ilişkileriyle yakından ilgilidir. Kökü tarihe uzanan bir misalle bu bağlantıyı açıklamak istersek Osmanlı Devleti örneğine başvurmamız gerekecektir. Osmanlı Devleti’nin gerileme sürecinin öncesi ve sonrası arasındaki öne çıkan farklara bakacak olursak, bunlardan birinin mülkiyet sisteminde olduğu görülür. Önceki dönemde “Mülk Allah’ındır” anlayışıyla hareket eden toplum yaşamında, devlet tarafından “yalnızca işleyene” bahşedilen ve bu suretle istifade edilen toprak üzerinde kulun değil Allah’ın hükmü yürüyordu. Arsa ve arazi spekülasyonu yapılamıyordu. Konutların arsaları barınma ihtiyacının karşılanacağı ölçekte devlet tarafından bedelsiz verilerek ranta konu edilmesine müsaade edilmeyen bir mülkiyet rejimi vardı. Yükselme döneminde batıyı otoritesi altında bulunduran Osmanlı Devleti, sonraki yıllarda gücünü kaybetmiş, Tanzimat Fermanıyla birlikte dönüştürmek istediği batıya teslim olmuştur. Bu teslimiyetin getirdiği tavır değişikliğinin ardından, Osmanlı Toplumu Allah’ın yarattığı arzın üzerinde bir "fani/misafir” olarak değil, “malik, efendi” olarak buyurgan bir yapıya bürünmüş, bunun vehmiyle -yarı tanrısal bir güçle- yeryüzünü şekillendirme iddiasına girişerek kendi hırs ve emellerini Allah’ın arzında hâkim kılmaya yönelmiştir. Batının batıl temellerine dayalı toplumsal algısı bize de sirayet ederek bizi kapitalist ve seküler eksene doğru yönelterek sorunlar yumağıyla baş başa bırakmıştır. Şimdilerde çözümü batının arayıp ta bulamadığı yerde- kapitalizmin sermayeci üretim-tüketim ekseninde - aramakta oluşumuz akıl almaz bir çelişkiyi göstermektedir. Bu çelişkilerle dolu politikaların ürünü şehirlerin sorunlar yumağıyla karşılaşınca da hemen kurtarıcı sihirli formüle (!)başvurulmakta; Kentsel Dönüşüm.. Yataydaki mevcut yapı stokunu dikeyde gökdelenlerdeki kutucuklarda yaşamaya dönüştürecek, mahalleyi yok ederek bir-iki bloğa taşıyan, komşuluk ilişkileri kurulamayan harika çözümler(!) üreten, ayağı toprağa basmayan, yeşili serada, dereyi süs havuzunda görecek insanların muhteşem görüntülü sanal dünyanın insanların geleceğinin cehennemi olacağı aşikardır. Medeniyetlerinin kendi dünya görüşlerini ifade ettikleri kavramlar , o medeniyet muhayyilesini ortaya koymaktadır. Bu çerçevede “şehir” ve “kent” kavramları iki farklı medeniyetin (İslam Medeniyeti ve Batı Medeniyeti), fiziksel ve metafiziksel dünya görüşlerinin yansımaları olarak ayırt edilebilir mi? Yoksa aynı şey midirler? Ali Bulaç bir yazısında bu soruyu şöyle cevaplıyor: “Tam bu noktada "şehir" ile "kent"in arasını ayırmak icap eder. Bu ayırım bizim neden şehri İslam'a, kenti Batı'ya, özellikle Sanayi Devrimi'nin dünyasına tahsis ettiğimizin anlamını verecektir. "Kent", yerleşim biriminin Sanayi Devrimi'nden sonra ortaya çıkmış formunu, Aydınlanmanın ve ulus devletin yapılandırdığı yerleşim birimidir. "Şehir" ise, geleneksel yerleşim birimidir. Bugün baktığımız zaman, geleneksel şehirlerden modern kentlere doğru bir dönüşüm içinde olduğumuz görülecektir. Avrupa'da ve Amerika'da geleneksel şehir yoktur. Kentler ise sonradan kapitalizmle birlikte ortaya çıkmıştır. Kentler, devletin emretmesi, kurallar koyması ve yönetmesiyle ortaya çıkar, böylelikle de bir "uygarlık" meydana gelir.” Öncelikle şehirlerin gerçek kimliğine kavuşması; Osmanlı şehirleşme modeli olan galaksi kümesi şeklindeki şehirleşme modelini benimseyen, aile kültürünü yaşatacak, yaşanabilir büyüklükte, rant kaygısıyla şekillenmemiş, tabiatı örselemeyen mahalle, sokaklardan ve şehrin küçük ölçekli binalardan oluşturulmasına yönelik politika değişiklikleri ile başlamalıdır. SONUÇ Şehirleri toplumlar kendi inanç ve kültürlerine göre inşaa ederler. İslam toplumunu yeniden inşaa ve ihya edici umdeler olan; adalet, vefa, ahlak, azla yetinme, alçak gönüllülük, komşuluk hakkına riayet, dünyanın geçiciliğini unutmadan yaşama duygularının yeniden neşvünema bulması zaruridir. Ancak islamın erdemlerini kuşanmış insanlar, yaşanacak şehirleri inşaa ederler. Öncelikle şehirlerin gerçek kimliğine kavuşması; Osmanlı şehirleşme modeli olan galaksi kümesi şeklindeki şehirleşme modelini benimseyen, aile kültürünü yaşatacak, yaşanabilir büyüklükte, rant kaygısıyla şekillenmemiş, tabiatı örselemeyen mahalle , sokaklardan ve şehrin küçük ölçekli binalardan oluşturulmasına yönelik politika değişiklikleri ile başlamalıdır. Kendi inanç ve kültürümüzden kaynaklanan şehirlerin nostaljik hatıralar olmaktan çıkarılarak, 21.yüzyılda huzur ve saadet iklimi oluşturacak yaşanılır mekanlar olarak yerini alması elzemdir. Bu çerçevede kentsel dönüşüm yerel yönetimlerin enstrümanı olmaktan çıkarılarak şehrin insanının yenilenerek gelişen tabii değişimine paralel olarak, toplumun kendi özgür irade ve inisiyatifi ile nesiller boyu devam edecek tabii bir süreç olarak yeniden tarif edilmelidir. Kentsel Dönüşüm konusu toplumun her kesiminden bireyin yaşamını derinden etkileyecek, yeni bir hayat tarzı dayatacak sosyal, kültürel ahlaki temel ve önerileri olması gereken bir projeler ve eylemler bütünü olarak karşımızda durmaktadır. Yeni bir hayat tarzı oluşturmanın/dayatmasının modern kılıfı Kentsel Dönüşüm, mevcut haliyle yarı tanrısal gücü ifade eden firavunların davranışlarına benzerlik arz etmektedir. Kentsel Dönüşüm topluma kentlerin kurtuluşunun mutlak reçetelerini sunan sihirli çözümler ortaya koyamamaktadır. Günümüz kentlerinin kaçınılmaz ve biricik çıkış yolu, dayatılmakta olan kentsel dönüşüm modelinden ibaret değildir. Bir akıl tutulması yaşamadan, niçin, nasıl ve nedenleriyle ele alınarak sahici çözümler üretilmelidir. Sadece günümüzün değil, geleceğin de toplumsal yapısına derinden etkileyecek bu girişim mutlaka çok disiplinli bir yaklaşımla incelenmeli ve aşamalı olarak geri dönüşlerle hedefler ve mevcut durum arasındaki tutarlılık test edilmelidir. Başarılı bir şehirleşme modeli ve yaşanabilir şehirleri inşaa etmek için mimarlar, plancılar ve peyzaj mimarları, mühendisler, ilahiyatçılar, tarihçiler, sanat tarihçileri, sanat felsefecileri ,sosyologlar, ekonomistler, sivil toplum kuruluşları, şehrin insanının katılımından oluşan farklı disiplinlerin birlikte çalışarak çözüm üretmesi en sağlıklı yol olarak görülmektedir. KASIM-ARALIK 2010 27 DOSYA: KENTSEL DÖNÜfiÜM SİHİRLİ ÇÖZÜM / AKIL TUTULMASI İKİLEMİ KENTSEL DÖNÜŞÜM SON YILLARDA HIZLI B‹R DE⁄‹fi‹M VE DÖNÜfiÜM YAfiAYAN ÜLKEM‹ZE PARALEL OLARAK fiEH‹RLER‹M‹ZDE BÜYÜK B‹R GEL‹fi‹M GÖSTERMEKTED‹R. BAZI ALANLARDA PLANLI BAZI ALANLARDA DA PLANSIZ YAfiANAN BU DE⁄‹fi‹M BERABER‹NDE BAZI YAPISAL VE SOSYAL SORUNLARI DA MEYDANA GET‹RM‹fiT‹R. BU BA⁄LAMDA MERKEZ‹ HÜKÜMET VE YEREL YÖNET‹M EL‹YLE GERÇEKLEfiT‹R‹LEN KENTSEL DÖNÜfiÜM ÇALIfiMALARINI BU SAYIMIZDA ARTILARI VE EKS‹LER‹ ‹LE ELE ALDIK. KENTSEL DÖNÜfiÜMÜN NASIL OLMASI GEREKT‹⁄‹NDEN FELSEF‹ DER‹NL‹⁄‹NE, YAPISAL ETK‹LER‹NDEN SOSYAL BOYUTUNA KADAR TÜM YÖNLER‹N‹ KONUSUNDA UZMANLAR DERG‹M‹ZE DE⁄ERLEND‹RD‹LER. 28 M‹MAR VE MÜHEND‹S KASIM-ARALIK 2010 29 DOSYA: KENTSEL DÖNÜfiÜM KENTSEL DÖNÜŞÜM; SİHİRLİ ÇÖZÜM/AKIL TUTULMASI İKİLEMİ ÜZERİNE BİR KAÇ SÖZ KENTSEL DÖNÜfiÜM KONUSU TOPLUMUN HER KES‹M‹NDEN B‹REY‹N YAfiAMINI DER‹NDEN ETK‹LEYECEK, YEN‹ B‹R HAYAT TARZI DAYATACAK SOSYAL, KÜLTÜREL AHLAK‹ TEMEL VE ÖNER‹LER‹ OLMASI GEREKEN B‹R PROJELER VE EYLEMLER BÜTÜNÜ OLARAK KARfiIMIZDA DURMAKTADIR. KENTSEL DÖNÜfiÜM, TOPLUMA KENTLER‹N KURTULUfiUNUN MUTLAK REÇETELER‹N‹ SUNAN S‹H‹RL‹ ÇÖZÜMLER SUNMAMAKTADIR. lke gündeminin en çok tartışılan konularından birinin Kentsel Dönüşüm olduğu bilinen bir gerçektir. Bir kavramı sağlıklı bir zeminde tartışabilmek ancak bunu doğru tanımlamakla mümkündür. Kentsel Dönüşüm; bilimsel bir yaklaşımla “ şehre dair bozulma ve çökme olan kentsel alanın toplumsal, ekonomik, fiziki çevre koşullarının ve yaşam alanlarının kapsayıcı ve bütüncül bir yaklaşımla iyileştirilmesine yönelik politikalar ve yürütülen çalışmalar” şeklinde tarif edilirken, felsefi ve biraz da ironik bir yaklaşımla “şehre hakim olanların kısır bilgi ve birikimlerinin açmazında yönetimin otoriter gücüyle, hukuki ve sosyal yapıyı örseleyerek, yarı tanrısal bir güçle kenti ve hayatı dönüştürme çabalarının örgüsünü oluşturma süreci” olarak tarif edilebilir. Bu yöntem ve stratejilerin faaliyet alanı ve doğası gereği, mevcut şehrin yapısına ve burada yaşayan insanların fiziksel, sosyal ve ekonomik geleceği üzerine ve buna bağlı olarak da kentin bütün kültürel kodlarına ve geleneklerine etki etmektedir. Bu nedenle, bütün süreç boyunca yapılacak planlama çalışmalarında, mimarlar, plancılar, peyzaj mimarları, mühendisler, sosyologlar ve ekonomistler gibi farklı disiplinlerin birlikte çalışması gerekmektedir. Konuyu farklı yönleriyle ele almak ve Kentsel Dönüşüm’ün teknik kapsamının yanı sıra, toplumsal boyutunun da iyi irdelenmesi için, bu kavramı Kentsel Dönüşüm/Toplumsal Dönüşüm şeklinde tartışmanın daha isabetli olacağı düşüncesiyle çeşitli disiplinlerin katılımını sağlayacak Ü 30 M‹MAR VE MÜHEND‹S geniş kapsamlı bir yaklaşım gerekmektedir. Konunun vuzuha kavuşturulması açısından ortaya konan bazı başlıkların/suallerin irdelenmesi oldukça fazla önem arz etmektedir: İslam öğretileri, medeni, bayındır şehirleri inşa etmeden önce fert ve cemiyetlerin inşa edilmesini öngörmektedir. Fert ve toplum, yaşam alanlarında kendi kimliklerini görmektedirler. Bu bakımdan önceliklerimizi tespit ederken şu soruları sormak gerekmektedir; Medeniyetimizin inkılâpçı paradigması Kentsel Dönüşüm’le örtüşüyor mu? İnanç kodlarımız ve kültürel arka planımız göz önüne alındığında nasıl bir Kentsel Dönüşüm algısına sahip olmamız gerekir? Kenti dönüştürmek, hayatın bütününü değiştirmek anlamına gelir mi? Kentsel dönüşüm, bir mahallenin bir binada, yükselen beton bloklardaki kutucuklar, birbirine yabancı fertler halinde yaşaması şeklinde mi ortaya çıkacaktır? Yeşili serada, dereyi süs havuzunda gören yeni yerleşim çevrelerini ,“muhteşem çevre olarak tarif eden” bir medeniyet tasavvuru ne kadar sağlıklıdır? Kentsel dönüşüm, insanın temel hak ve hürriyetleriyle, günümüzün moda söylemiyle, demokratik yaklaşım modeliyle örtüşüyor mu? Kentsel Dönüşüm, hayatın bütününü etkileyerek sosyal yapıya kırılgan bir müdahale anlamı taşmakta mıdır? Komşuluk ilişkileri, kentsel hafıza ve hatıralar, ortak çevre kültürü Kentsel Dönüşüm’ün neresinde yer almaktadır? Anayasal hakların ihlale uğramadığı bir Kentsel Dönüşüm uygulaması mümkün müdür? Nasıl hayata geçirilebilir? Kentsel dönü- şüm yerel yönetimlerin enstrümanı olmaktan çıkarılarak, toplumun kendi özgür irade ve insiyatifi ile nesiller boyu devam edecek tabii bir süreç olarak yeniden tarif edilebilir mi? Yeni bir hayat tarzı oluşturmanın/dayatmasının modern kılıfı Kentsel Dönüşüm, gerçekten kaçınılmaz mı? Kentsel dönüşümün gerekliliği; meselenin sosyolojik alt yapısını kuşatan temellere dayanmakla birlikte, 1980 sonrası belediyeleri imar konularında yetkili kılan yasal düzenlemelerin günümüzdeki çarpık kentleşmede ve Kentsel Dönüşüm uygulamalarının gündeme gelmesinde tetikleyici faktör olduğunu belirtmek gerekmektedir. Siyasi kaygılar nedeniyle orta ve uzun vadeli planlamayı ihmal eden yönetimlerin “gündelik” çözümlere kapı aralaması neticesinde gecekonduların yanında yükselen gökdelenleri göz önüne alınacak olursa meselenin içinde barın- Toplumun değişen sosyal dokusunun beraberinde getirdiği “Dijital Toplum” kavramının paralelinde, her geçen gün biraz daha soğuk, biraz daha yabancı bir kimlik kazanan, kimliğini internet köşelerinde arayan yeni nesil, toplumsal yapının özüne yönelik olmasına rağmen madde planından ibaret olan bir Kentsel Dönüşüm uygulaması karşısında tamamen “kayıp” bir nesil haline gelebilecektir. dırdığı çarpıklıklar anaforu ciddi şekilde ele alınmalıdır. Her mahallede bir Bostan Sokak oluşu, orada bir zamanlar tarım alanı bulunduğu ve bu alanın yerleşime açıldığı anlamına gelir. Yoğunlaşan göç hareketine paralel olarak gelişen nüfus artışıyla birlikte, yapılaşma farklı bir süreç kazandı. Bu süreci mevcut arazilerde rantsal bir dönüşüm hareketi şeklinde tanımlamak yerinde olacaktır. Bu tür bir üretkenlik neticesinde ortaya çıkan sorunlara yönelik çözümlerse bindiğiniz dalı kesmeye benzer şekilde hayata geçmiştir. Nüfusun yoğunluğu nedeniyle yaşanan trafik sorununu yeni yollar açarak çözmeye çalıştıkça, nüfus artış hızının, yeni göç hareketinin beslenmekte olduğu paradoksu yaşanmaktadır. Çağdaş uygarlığa ulaştırma iddiasıyla sosyal yapıya müdahale edilmekte, sosyal hayat, toplumsal değerlerin doğal olma- yan tekâmülü sürecinde şekil alan ve kendi değerlerinden beslenmeyen uygulamalar karşısında hassas, kırılgan bir yapıya sahip toplum bu müdahale karşısında çözülme, yozlaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadır. Site yaşantısı, bahsedilen yozlaşmanın etkilerini görebileceğimiz bir örnektir; yüksek blokların arasında yaşayan insanlar birbirinden uzak ve yabancıdır. Hâlbuki toplumumuz ağırlıklı olarak Türk örf-adetlerine bağlı şekilde yaşamaktadır. O halde toplumumuzun değerlerine yabancılaşarak muhafazakârlaşması gibi paradoksal bir durumla karşı karşıyayız. Aslında bu durum şaşırtıcı değildir, özünde değerlerine bağlı olan toplum, bu değerler üzerine bina edilen yeni yaşam tarzına bu şekilde adapte edilmektedir. Toplumun değişen sosyal dokusunun beraberinde getirdiği “Dijital Toplum” kavramının paralelinde, her geçen gün bi- raz daha soğuk, biraz daha yabancı bir kimlik kazanan, kimliğini internet köşelerinde arayan yeni nesil, toplumsal yapının özüne yönelik olmasına rağmen madde planından ibaret olan bir Kentsel Dönüşüm uygulaması karşısında tamamen “kayıp” bir nesil haline gelebilecektir. Sosyolojik açıdan Kentsel Dönüşüm konusu, küreselleşmenin kaçınılmaz bir “yan etkisi”dir. Ulus devletlerin aşındırılması sürecinde rol oynayan önemli bir manivela da, ekonomik potansiyelleriyle ön plana çıkan şehirlerdir. Bu yaklaşıma göre, Ulus devletin yerini alacağına inanılan “metropol” vizyonuna uygun olarak, şehirlerde yaşam ekonomik ilişkilerin bir “ürünü” haline gelecektir. Türkiye’de ise İstanbul bu vizyona namzet bir şehirdir. Bu istikametteki hamleler ise son derece titiz, kapsamlı bir planlama neticesinde hayata geçirilmek zorundadır. Merkezi yönetimin küresel sistemi doğru okuyarak eylem sahasında daha etkin olması gerekli olduğunu, ancak bu süreci, inşaat sektörünün şehrin her yerinde yükselen projeleriyle değerlendirmenin sığ bir yaklaşım olacağı da açık bir gerçektir. “Sosyal hayatın, tarihsel dokunun yapısı ve gereksinimleri bir kenara itilerek doğrudan küresel pazarların yapısına uyumlu bir eylem süreci içinde bulunulmaktadır. Altyapı çalışmalarında takip edilen politikanın esasları, görülüyor ki metropolün kendisine yönelik olmaktan ziyade sermaye için cazibe oluşturacak alanlara kaymış durumda ve yatırımlar, sermayenin rahat dolaşımına imkân verecek şekilde planlanmaktadır. Bu ifadeler ışığında Kentsel Dönüşüm uygulamalarının çok ta insan KASIM-ARALIK 2010 31 DOSYA: KENTSEL DÖNÜfiÜM merkezli olmadığını itiraf edilmesi gerektiği, “mahalle” dokusunun yerini alış-veriş merkezleriyle ne kadar doldurulabileceğinin sorgulanması gerekmektedir. Toplumun kent tipi örgütlenmesinde inanç ve kültür etkisini referans alınarak bu örgütlenmenin adresi doğal olarak cami ve mescitler olmalıdır. Hal böyle iken, tırmanışta olan tüketim toplumu alış-veriş merkezleri (AVM) çevresinde bir yaşam standardı geliştirme eğilimindedir. İnsan, toplum ve aile ölçeğinde meydana gelen değişim ise toplumsal bir dönüşümün tüm özelliklerini gözlemleyebileceğimiz somut bir gerçeklik kazanma potansiyeline sahiptir. Sulukule’de uygulanan çalışmayla ilgili olarak ,“Sulukule’de yaşayan insanlar ve mevcut yaşam alanı, İstanbul’un hafızasına ait belki de son kırıntılardı. Mahalle hayatı denilen ve geçmişin bakiyesi olan dayanışmayı içeren bu yaşam alanı artık yerinde yoktur. Kalite ve lüks açısından alt basamaklarda değerlendirdiğimiz gecekondu yerleşimleri esasen modern toplumun istilasından korunmuş en insani yaşam alanlarıdır. Kendisine ait bahçesinde toprağa temas edebilmek çağımız koşullarında gerçek bir lüks olarak telakki edilmektedir.” Kentsel Dönüşüm konusunun odak noktası olarak Toplumsal Dönüşüm kavramını ortaya atmakta ve meseleye yeni bir boyut kazandırmaktadır. Sıkça tekrarladığımız “dönüşüm” sözcüğünde bir özne aramamız, dönüştüren kim sorusunu sorma32 M‹MAR VE MÜHEND‹S mız gerekiyor. Burada bahsedilen şey, birilerinin diğerlerini dönüştürdüğü bir dünya tasavvuru mudur? Aslında konunun köklerine indiğimizde kapitalizmin belirgin takıntılarından olan “yarı tanrısal” tavrının sorunumuzla yakından ilişkili olduğunu göreceğiz. Dolayısıyla aradığımız özne, II. Dünya Savaşı’na kadar devlettir. Çünkü şehirleri değiştiren, dönüştüren devletin kendisidir. Bu süreçte, sosyolojik bilgiyi, toplumu hangi temellere dayanarak dönüştüreceğini, değiştireceğini sorgulayan devlet sanayi ve endüstri atılımları yoluyla toplumsal algıda büyük değişikliğe yol açmıştır. Şehirlerin dönüşümünde en büyük etkiye sahip olan unsurlar arasında endüstri ve otomobili anmamız gerekmektedir. Endüstriyel yapılanma ise beraberinde banliyölerin oluşumunu getiriyor. Bilindiği gibi banliyöler endüstriye işgücü sağlayan yerleşim birimleridir. Endüstrinin gelişimiyle birlikte değişen yaşam koşulları ve artan banliyölerin ortaya çıkardığı en belirgin sonuç çarpık kentleşme olmuştur. Diğer yanda ise otomobilin kullanımı, zamanı, “tasarruf edilebilen” bir değere dönüştürmüş, daha kısa sürede daha büyük değişimler mümkün hale gelmiştir. Zira denklemin diğer ucunca “hız” kavramı mevcuttur ve aslında otomobilin kullanımı, medeniyete “hız” kazandırmıştır. İşte bu hız, toplumsal algının değişmesi, metalaşması, bireyi ve ekolojiyi “ekonomik bir değer” olarak algılamasını beraberinde getirmiş ve bu yaklaşım yaşam alanlarımız üzerinde de etkisini göstermiştir. Günümüzde, Kentsel Dönüşüm kavramı altında tartıştığımız sorunun temelini bu şekilde ortaya koymak mümkündür. Mevcut sorunlar ve yaşanan mağduriyetler ortaya koymuştur ki köklü bir revizyon ve yeniden yapılanma hamlesi ülkemizin her yerinde bir ihtiyaç olarak duyumsanmakla birlikte bu ihtiyaç en çok metropollerde hissedilmektedir. Mevcut sorunları gündeme getirerek yapılan yanlış uygulamalar tespit edilmeli, aynı yoldan bir geriye dönüş ve yeniden yapılanma kaçınılmaz olmaktadır. Bu yapılanmaya kılavuzluk edecek bazı soruların ise mutlaka sorulması ve tatmin edici cevaplara ulaşılması gerekmektedir. Sağlıksız şehirler nasıl meydana geldi? Yeşil alanlar nasıl yok oldu? Çarpık kentleşmeye neden olan uygulamalar ya da eksiklikler nelerdi? Bu soruların cevapları doğru ve açık şekilde tespit edilebilirse daha isabetli uygulamalar hayat bulabilecektir. Mevcut sorunlarımızda büyük paya sahip olan eksiklerimizden belki de en önemlisi dengeli bir yatırım politikasının tesis edilemeyişidir. Doğdukları yerde doymayan insanlar bir göç hareketi başlatmak suretiyle büyükşehirlerin sosyal ve ekonomik manzarasını ciddi ölçekte değişikliğe uğratmıştır. Böyle hassas bir konuda baş aktör olması gereken devlet, insanları doğup büyüdükleri yerlerde mutlu, huzurlu ve dengeli bir ekonomik yelpaze içerisinde memnun kılmaya yönelik başarılı politikalar geliştirememiştir. Özellikle Marmara Bölgesi’nin Mevcut sorunlar ve yaşanan mağduriyetler ortaya koymuştur ki köklü bir revizyon ve yeniden yapılanma hamlesi ülkemizin her yerinde bir ihtiyaç olarak duyumsanmakla birlikte bu ihtiyaç en çok metropollerde hissedilmektedir. Mevcut sorunları gündeme getirerek yapılan yanlış uygulamalar tespit edilmeli, aynı yoldan bir geriye dönüş ve yeniden yapılanma kaçınılmaz olmaktadır. diğer bölgelere nazaran daha hızlı bir gelişim seyri izleyen şehirlerindeki bu ilerlemenin bir getirisi olarak orantısız şekilde artan nüfus, sosyal yaşamı felce uğratmıştır. Bu kriz bölgelerinde oluşan dengeler ise birbirinden farklı gelişim süreçlerini iç içe yaşayan yaşam alanlarını doğurmuştur. Tüm bu yönlerinde ele alındığında kentsel sorunlar, sosyo-ekonomik anlamda zaten bir dönüşüm geçirdiğimizi ortaya koymaktadır. Artık yapılması gereken şey bahsedilen olumsuz durumlardan kurtulmak ve toplum yararına, bir gelecek vizyonunu kucaklamaya namzet bir uygulama başlatmaktır. Özellikle kentleşme ve toplumsal yaşamda meydana gelen değişiklikler ve yaşanan sorunlar o toplumun üretim, paylaşım ve tüketim şeklinde devam eden ilişkileriyle yakından ilgilidir. Kökü tarihe uzanan bir misalle bu bağlantıyı açıklamak istersek Osmanlı Devleti örneğine başvurmamız gerekecektir. Kanuni Sultan Süleyman devrinde en parlak yıllarını yaşayan devlet, Batı’yı otoritesi altında bulunduruyordu. Sonraki yıllarda ise sürekli güç kaybeden Osmanlı, Tanzimat Fermanıyla birlikte dönüştürmek istediği batıya teslim olmuştur. Bu gerileme sürecinin öncesi ve sonrası arasındaki öne çıkan farklara bakacak olursak, bunlardan birinin mülkiyet sisteminde olduğu görülür. Eski dönemde “Mülk Allah’ındır” anlayışıyla hareket eden toplum yaşamında, devlet tarafından “yalnızca işleyene” bahşedilen ve bu suretle istifade edilen toprak üzerinde kulun değil Allah’ın hükmü yürüyordu. Bu anlayışın değişmeye başladığı dönemi anlamak isteyenler için III. Selim zamanında inşa edilen ve dönemin ilk büyük binalarından olan Selimiye Kışlası’nı örnek vermek mümkündür. Bu değişimin ardından toplum, Allah’ın yarattığı arzın üzerinde bir “konuk” olarak değil, “sahip, efendi” olarak bulunduğu vehmiyle yeryüzünü şekillendirmiş, kendi ihtirasını tabiatın çehresinde hâkim kılmaya yönelmiştir. Dolayısıyla Batılı değerlere göre şekillenen bir toplumsal algı elbette kapitalist eksene doğru kayacak ve bugün tartıştığımız sorunlar kaçınılmaz olacaktır. Bundan daha vahim olansa, çözümü de yine aynı kapıda aramak, yapılacak çalışmaları yine sermaye ve üretim-tüketim ekseninde tasarlamaktır. Böyle olunca da, kendinizi geleceğin finans merkezi gözüyle bakılan bir semtte, “61 katlı bir çekmecenin” içinde bulabiliyorsunuz. Hâlbuki bizim uygarlığımız, maddi planda kalıcılık sağlamak şeklinde bir hırsa kapılmaktan kaçınmış, bu anlayışını da mimarisine yansıtmıştır. Devlet binaları dışında tüm konutları ahşaptan inşa eden bu medeniyet, kendi hayatının son bulmasıyla birlikte maddi ömrünü dolduran ahşap evinin de ortadan kalkması neticesinde tarihten silinmiş, gelecek nesil için “sorunlu bir yaşam alanı” oluşumuna sebebiyet vermeden ebediyete intikal etmiştir. Sonrasında oraya yerleşmek isteyenler ise hiçte zor olmayacak şekilde, fani ömrü idame edecek imkânları sunan yeni bir ahşap yapıyı kolayca imar ederek bu halkayı sürdürmüştür. Bu anlayışın teme- line inmeden, böyle bir medeniyet algısını nasıl inşa edebileceğimizi ortaya koymadan günümüzün karmaşık kentleşme sorununa çözüm üretmemiz mümkün olmayacaktır. Kentsel Dönüşüm olgusu toplumun önüne en hassas kırılma noktalarından biri şeklinde tanımlanmaktadır. Toplumun zenginleşmesi-fakirleşmesi şeklinde ortaya çıkabilecek bir sosyo-ekonomik dönüşümün yanı sıra, metalaşma sürecinde atılan en önemli adım şeklinde kültürel yozlaşmayı tetikleyebilecek ve dini kimliğin istinat ettiği anlayışı zedeleyebilecek potansiyele sahip bu sürecin mutlak surette iyi yönetilmesi ve kapsamlı şekilde sorgulanması çok önemlidir. Bu sorgulama sırasında referans kabul edilebilecek kavramlar ise kuşkusuz komşuluk, vefa, aile ve takva kavramlarıdır. Zira her değişim süreci, belirgin bir anlayışı barındırmaktadır. Kendi kültür kodlarımızdan beslenen bir anlayışla bu süreci yönetilemezse, yabancı değerler için müdahaleye açık bir alan bırakılmış olunmaktadır. Bugüne kadar yürütülen tartışmalar sanayinin canlanması, istihdamın arttırılması, insanlara daha iyi yaşam alanlarının üretilmesi eksenin de tartışmalar olmuştur. Burada tartışılması gereken boyut ise planlanan süreçler tamamlandığında toplum psikolojisi ve sosyo-ekonomik profil açısından ülkemizin nerede olacağıdır. Görüldüğü gibi, Kentsel Dönüşüm konusu toplumun her kesiminden bireyin yaşamını derinden etkileyecek, yeni bir hayat tarzı dayatacak sosyal, kültürel ahlaki temel ve önerileri olması gereken bir projeler ve eylemler bütünü olarak karşımızda durmaktadır. Kentsel Dönüşüm topluma kentlerin kurtuluşunun mutlak reçetelerini sunan sihirli çözümler sunmamaktadır. Günümüz kentlerinin kaçınılmaz ve biricik çıkış yolu, dayatılmakta olan kentsel dönüşüm modelinden ibaret değildir. Bir akıl tutulması yaşamadan, niçin, nasıl ve nedenleriyle ele alınarak sahici çözümler üretilmelidir. Sadece günümüzün değil, geleceğin de toplumsal yapısına derinden etkileyecek bu girişim mutlaka çok disiplinli bir yaklaşımla incelenmeli ve aşamalı olarak geri dönüşlerle hedefler ve mevcut durum arasındaki tutarlılık test edilmelidir. Yayın kurulunun konuya dair farklı yaklaşımlarını derlediğimiz bu sayımızda amacımız, bahsedilen çok disiplinli ve katılımcı yaklaşım için bir kapı aralamaktır. KASIM-ARALIK 2010 33 DOSYA: KENTSEL DÖNÜfiÜM MAKALE KENTSEL DÖNÜŞÜM VE YİTİRİLEN KAMUSALLIK TOPLUMLAR İNŞA FAALİYETLERİ İLE KENTLERİ MEYDANA GETİRİRKEN, KENTLERDE TOPLUMLARIN YAŞAM TARZLARINI, İHTİYAÇLARINI, BEKLENTİLERİNİ, HAYALLERİNİ BELİRLEDİ. KENTLERİN GELİŞİM SÜREÇLERİ İLE TOPLUMLARIN GELİŞİM SÜREÇLERİ BİRBİRİNE PARALEL İLERLEMİŞTİR. TOPLUMLAR KENTİN BU SOSYAL HAYATI BELİRLE OLGUSU İLE DEVAMLI MÜCADELE HALİNDE OLMUŞTUR. BU MÜCADELE DE POLİTİK HAREKETLERİN, ÖRGÜTLENME MODELLERİNİN VE DİRENİŞ HAREKETLERİNİN GELİŞMESİNİ SAĞLAMIŞTIR. Süreyya Su Sosyolog 34 M‹MAR VE MÜHEND‹S entlerin tarihi, insan topluluklarının sosyokültürel ve ekonomik açıdan zenginleşmesinin engebeli; fakat heyecanlı serüvenini içerir. Kentlerin gelişim sürecinde, üretim ve tüketim kalıpları süratle değişmiş; bireylerin birbirleri ile etkileşimleri ve paylaşımları, daha öncesi ile mukayese kabul etmeyecek derecede artmış ve çeşitlenmiştir. Bir yandan insan toplulukları zihinsel ve fiziksel inşa faaliyetleri ile kentleri biçimlendirirken kentler de insanların yaşam tarzını, zevklerini, ihtiyaçlarını, beklentilerini, korkularını ve hayallerini belirlemiştir. Modern çağa özgü bir fenomen olarak, insanın emeğini, üretici ve yok edici potansiyelini ve imgelem gücünü içinde barındıran kent, aynı zamanda politik ve sosyal taleplerin, özgürlük ve demokrasi mücadelelerinin ve hak arayışlarının da zemini olmuştur. Özellikle Endüstri Devrimini izleyen yıllarda kırdan kopmak zorunda kalan kitlelerin göçleri ile nüfusu hızla artan kentlerde yaşamsal zorluklar, yeni sınıfsal çelişkiler ve gelir dağılımındaki adaletsizlik modernliğin sıkıntıları olarak kendini göstermeye başlamıştır. Kadını, erkeği, çocuğu ile işçi haline gelen, fabrikalara ve banliyölere hapsedilen yoksul yığınlar, önce sermayesini ve karını sonra da siyasi nüfuzunu arttıran burjuvazi halindeki sosyal yapıya göre yeniden düzenlenen modern kent mekanları, sosyo-politik tarihin en önemli unsurlarıdır. Bu eksende koz- K mopolit karakteri ile farklılaşmanın ve başkalarıyla karşılaşmanın mekanı haline gelen kentler, yeni politik hareketlerin, örgütlenme modellerinin ve direniş sanatlarının bulunmasında birinci dereceden rol oynamışlardır. Batı kentlerini sarsan, daha iyi ve daha hakça yaşam koşullarına sahip olma isteğini dile getiren işçi hareketleri bu bağlamda en dikkat çekici örnektir. Kentlerin özgürlük potansiyeli ile fabrikaların disipliner yönetimi arasındaki çelişki, işçi hareketinin gelişmesinde itici bir güç olmuştur. Büyük bedeller ödeyerek hak mücadelesi veren işçi hareketi, yalnızca çalışma koşullarının ve ücretlerinin iyileştirilmesini değil; kentin nimetlerinden faydalanmayı ve politik gücünü arttırmayı da amaçlamıştır. Bu mücadelede ortaya çıkan şiddete karşı önlem alırken sermaye ve güç odaklarının meşruluk arayışı, güvenlik ve denetimi merkeze alan bir söylem üretmiştir. Güç odaklarının dışındaki kitlelerin, sosyo-politik karar süreçlerine katılım talepleri, “düzen”e bir tehdit olarak algılanmış ve kamu alanları ve politik eylemler sıkı bir denetime tabi tutulmuştur. Eşitsizliklere, dışlamalara, ayrımcılıklara ve hak ihlallerine karşı mücadelede bir araya gelme ve örgütlenme gereksinimi, özellikle 19. yüzyılın sonlarından itibaren, kent ölçeğinde yeni bir kamusallığın inşa çabasına yol açan etkenlerin başında gelir. Bu kamusallık, içine işçilerin, yoksulların ve yoksunların, göçmenlerin, azınlıkların, farklı etnik ve dinsel kimliklerinden dolayı dışlananların özgürce dahil olduğu; diyalog ve müzakere süreçlerini, kültürel alışverişi ve fikri üretimi teşvik eden kapsayıcı bir paylaşım alanıdır. Özgürlük fikrine, dayanışmaya, diyaloga, önyargılardan ve hiyerarşiden uzak algılayışla çeşitliliğe kucak açma kamusallığın öncelikli şartıdır. Fakat bu özellikleri haiz bir kamusallığın inşası, giderek bireyselleşme adı altında insanların birbirine yabancılaştığı, sınıfsal çelişkilerin artarak toplumun ayrıştığı ve mekansal düzlemde siteleşme adı altında gettolaştığı bir ortamda mümkün müdür? Bugün kentteki kamusallığın, insanlar arasında “insani” bir ilişkinin, kentin gerçek anlamda bir sakini olmanın, kentte sükunu, huzuru bulmanın, kentsel hayatta dini ya da seküler boyutta bir maneviyatın önündeki engel, neo-liberal refah ve güvenlik söylemi haline gelmiştir. Çünkü güvenlik söyleminin bilakis kendisi iletişimi ve etkileşimi kısıtlayan bir niteliğe sahiptir. Farklı sınıfsal, etnik ve dinsel kimlikler taşıyan insanlar arasında keskin mekansal ve psikolojik sınırlar inşa eden güvenlik söylemi, kent kültürünü yozlaştırmakta, parasal gücün belirlediği hiyerarşik yapılanmayı meşrulaştırmakta, hayatı plastik ve mekanik bir sürece sokmakta, farklı bireyler arasındaki ilişkiyi minimize etmektedir. Neo-liberal politikaların küreselleşmeyle beraber kent düzenlemesine ve gü- venlik algısındaki değişime damgasını vurduğu son otuz yıllık bir mazisi olan kentsel dönüşüm sosyal hayat ve genel olarak insanlık için vahim ve karmaşık sonuçlar ortaya çıkarmaya neden olacak etkiler içermektedir. Hayatın idamesinde huzurun yerini güvenliğin alması, kentteki gündelik hayatı sıkıştırılmış bir uzamda kodlamıştır. Kentli nüfusun gündelik hayatla ilgili tüm ihtiyaç ve beklentilerini karşılayacakları yeni konut, iş, eğlence, alış-veriş, spor vb. alanları kompleks bir bütün oluşturmak üzere yalıtılmış ve sabit kılınmış bir halde inşa edilmektedir. Böylece mümkün oldukça mahrem olanı da içerecek ölçüde, kamusal alan sıkıştırılmış olduğu kadar kapsayıcı da olarak denetim teknolojisiyle kuşatılmıştır. Denetim teknolojisi tarafından kuşatıldıkça nefes alma imkanını yitirip ruhsuzlaşan hayatlar ironik bir biçimde birer statü ve güç sembolü gibi sunularak pazarlanmaktadır. Bu pazarlama stratejisi belli bir manipülasyon üzerinden işlemektedir. Çoğunlukla kentte yaşayan yoksul ya da az gelirli insanların oluşturduğu toplumsallık şiddet, cehalet ve viranelikle tanımlanarak ötekileştirilirken, bu toplumsallıkların barındığı mekanlar da tehlikeli, pis ve konfordan uzak olarak yaftalanmaktadır. Böylece, az gelirli insanların yaşadığı toplumsal alanlar yeni kentsel vizyon açısından hem görselliği bozan hem de hayatı tehdit eden risk bölgeleri olarak belirlene- Kentlerin özgürlük potansiyeli ile fabrikaların disipliner yönetimi arasındaki çelişki, işçi hareketinin gelişmesinde itici bir güç olmuştur. Büyük bedeller ödeyerek hak mücadelesi veren işçi hareketi, yalnızca çalışma koşullarının ve ücretlerinin iyileştirilmesini değil; kentin nimetlerinden faydalanmayı ve politik gücünü arttırmayı da amaçlamıştır. KASIM-ARALIK 2010 35 DOSYA: KENTSEL DÖNÜfiÜM Yüksek duvarları, geniş güvenlik önlemleri ile çevresinden ayrılan, çoğunlukla site usulüne göre inşa edilmiş yeni lüks konutlar, çevrelerinden izole halleriyle Ortaçağ kale kentlerini anımsatmaktadır. 36 M‹MAR VE MÜHEND‹S rek müdahaleye açık kılınmaktadır. Burada kimi zaman, kentteki suç odaklarını barındıran “bataklıklar”ı kurutmak gibi bir asayiş politikası olarak, kimi zaman da kentsel konforu herkesin istifadesine yaymak gibi tüketimci bir politika olarak bu müdahale meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Bu bağlamda orta ve orta-üst sınıfların “güvenliği” ve “rahat”ı için iki yönlü bir plan uygulamaya çalışılmaktadır. Planın orta ve uzun vadeli yönü, kentin yoksul ve az gelirli kesimlerinin yaşadığı ve kentteki tüm suçu ve kötülüğü barındırdığı kabul edilen semtleri, çeşitli projelerle ortadan kaldırmaya veya “steril” ve “denetlenebilir” bir hale dönüştürmeye odaklanmıştır. Sakinlerinin fikri alınmadan gündeme getirilen ve “kentsel dönüşüm” adı altında aşama aşama uygulamaya konan projeler, bu çerçevede değerlendirilebilir. Çeşitli bahanelerle girişilen “dönüşüm” planlarının kamusal ya da sosyal faydadan çok sermaye tarafından yeni rant sahaları oluşturmak üzere kentin yeniden paylaştırılmasına karşılık geldiği iddiası da maalesef durumun vahametini ortaya koyan bir tesbittir. Nitekim, orta ve orta-üst sınıflar için kısa vadede zevk ve gelire göre çeşitlilik arz eden yeni kentsel mekanlar hızla artmıştır. Yüksek duvarları, geniş güvenlik önlemleri ile çevresinden ayrılan, çoğunlukla site usulüne göre inşa edilmiş yeni lüks konutlar, çevrelerinden izole halleriyle Ortaçağ kale kentlerini anımsatmaktadır. Site sakinlerinin ihtiyaçları ki bunların çoğu icat edilmiş ihtiyaçlardır, aynı mekânda karşılanması hedeflenerek, “dışarı” ile irtibat asgari düzeye indirilmeye ça- lışılmaktadır. Site sakinleri için her şey “güvenlik”, “rahatlık” ve “kalite” esasına göre sunulur. Böylece, sitede yaşayanların ayrıştırıldıkları “dışarıdakiler” ile aralarında hiyerarşik de bir ilişki kurmaları sağlanır. Hatta denebilir ki, dışarıdakiler ile kurulabilecek tek mümkün ilişki biçimi budur. Çünkü dışarıdakilerin dünyası, her türlü tehlike ve riski barındıran, şiddete ve kötülüğe gark olmuş bir “korku tüneli”dir. Burada korku tüneli metaforuna başvurmamızın nedeni, sitelerin ve plazaların dışarısında kalan kent alanının “ayrıcalıklı” kılınan sınıflar için iş ve yaşam alanları arasında kullanmak zorunda oldukları bir geçiş mekanına indirgenmiş olmasındandır. Kentsel dönüşüm ideolojisi, siteler ve rezidanslarda mutlak güvenin ve mutluluğun saklı olduğu bir ütopya kurmuştur. Çünkü, bu mekanlar homojen sosyal ve fiziksel özellikler barındırmaktadır. Bu mekanlarda bireylere kendi gibi olanlarla birlikte yaşayabilecekleri, alış-veriş ve spor yapabilecekleri, kendi gibi olanların çocuklarıyla çocuklarını kreş ve okula gönderebilecekleri bir lebenswelt vaat edilmektedir. Ancak bu vaat tüm ütopyalar için olduğu gibi gerçek olmaktan uzaktır. Bu vaadin gerçek olmadığının bir işareti, bu mekanların canlıya dokunan bir tarafının olmamasıdır. İnsana yeşil doğa içindeymiş algısı vermek için peyzaj çalışmaları yapılmıştır; ama buradaki yeşil örtü beton bir zemin üzerine serilmiş bir çim yüzeyden ve güdük kalmaya mahkum bir bitki örtüsünden ibarettir. Ne insanların ne de bitkilerin toprakla gerçek bir teması söz konusu değildir. İnsanların kendileri gibi olanlarla olan teması da diplomatik bir ilişkinin ötesine geçme imkanından yoksundur. Tıpkı Babil Kulesi’ni inşa etmeye çalışan insanların akıbetleri gibi, burada yaşayan insanların durumu da birbirlerine benzemelerine rağmen birbirlerine yabancı olmalarıdır. Geleneksel mahalle sakinlerinin oluşturduğu bir arada olma halinin yerini, buralarda dikey ya da yatay yan yana olma hali almıştır. Tüm bu dönüşüme eleştirel bir gözle bakıldığında daha fazla güvenlik söyleminin yalnızca daha fazla güvensizliğe ve yabancılaşmaya neden olduğu ve böylece aslında sistemin kendini yeniden ürettiğini söyleyebiliriz. Tedirgin, güvensiz, içe kapalı bireylerden oluşan bir toplum sermaye tarafından olsun iktidar tarafından olsun yönlendirilmeye her zaman daha açıktır. Kentsel dönüşümün vaat ettiği toplumsallık kamusallıktan uzaktır. Yani her türlü, iletişim, paylaşım ve dayanışma imkânını sınırlandırmakta, sanal bir düzeye çekmektedir. Hal böyle olunca, ortaya kutuplaşmanın arttığı, insani ilişkilerin zayıfladığı, bireyler ile kentin tarihsel ve kültürel varlıkları arasındaki ilişkinin koptuğu yaygın bir iletişimsizlik, duyarsızlık ve belleksizlik hali ortaya çıkmaktadır ki, bu durum, hem çoğulcu demokratik kültür ve politik katılım hem de gerçek kentli olma, hemşehrilik duygusunun oluşması süreçleri açısından yeni ve ciddi sorunlar taşımaktadır. DOSYA: KENTSEL DÖNÜfiÜM SÖYLEfi‹ İnsan Yerleşimleri Derneği Başkanı Mimar Korhan Gümüş “KENTSEL DÖNÜŞÜMDE YENİ MODELLER GELİŞTİRMELİYİZ” BU SAYIMIZDA KENTSEL DÖNÜŞÜM KAVRAMINI YALNIZCA YATIRIM VE İNŞAAT BOYUTU İLE DEĞİL, İSTİHDAM OLANAKLARININ GELİŞTİRİLMESİ, YENİ İŞ ALANLARININ AÇILMASI, SOSYAL ÇEVRENİN KALİTESİNİN GELİŞTİRİLMESİ, HAKÇA GELİR ELDE EDİLMESİ, KATILIMCILIK GİBİ BOYUTLARI İLE İLİŞKİLİ OLARAK İRDELEMEYİ VE BİRLİKTE ELE ALMAYI ÖNEREN MİMAR KORHAN GÜMÜŞ İLE BİR SÖYLEŞİ GERÇEKLEŞTİRDİK. BU SÖYLEŞİDE KENTSEL DÖNÜŞÜM İÇİN FARKLI MODELLER VE DENEYİMLER OLABİLECEĞİNİ SÖYLEYEN GÜMÜŞ, BUGÜN KENTLERDEYAŞANANLARIN İLGİLİ BÜTÜN KURUMLAR, MESLEK İNSANLARI VE SİYASETÇİLER AÇISINDAN YENİ BİR DENEYİM OLDUĞUNU BELİRTİYOR. SÖYLEŞİ: DİLAVER DEMİRAĞ / HASAN KURT Genel olarak yerel yönetimin kentsel dönüşüme bakış açısı, İstanbul’u marka şehir haline dönüştürerek satılabilir bir unsur haline getirmektir. Dolayısıyla bir soylulaştırma ve buradan gelecek gelire bakıyor. Yani tamamıyla ekonomik değer olarak bakıyor kentsel dönüşüme. Olayın sosyal boyutu devre dışı bırakılmış durumda. Oysaki kentsel dönüşümün sosyal boyutu çok önemli. Kentsel dönüşüm denen o olguyu doğru bir şekilde nasıl yapabiliriz? Şu anda uygulanan kentsel dönüşümün yanlışları nelerdir, doğrular ne olmalıdır? Kentleri tıpkı bir eşya gibi, bir bina gibi tasarlama, ya da planlama düşüncesinin arkasındaki mantık 19. yüzyılda gelişti. 20. yüzyılda ise daha sistematik, daha yaygın bir görünüm kazandı. Bu modelde biliyorsunuz mimarlar, plancılar da kentleri bir mühendislik eseri gibi ele alırlar. İhtiyaçlara göre inşa edilmesi gereken binalar, boruların çapı, yolların genişliği, yeşil alanlar, donatıları tasarlamaya çalışırlar. Modernleşmeden bu anlaşılır. Bugün bile böyle. Modernleşmenin yarattığı büyük devrim böyle gerçekleşir: Ulaşımda tarifeli seferlerin başlaması ile kent metropoliten bir havza haline gelir. Kentin banliyö38 M‹MAR VE MÜHEND‹S leri ile merkezi iletişim içine girer. Basınçlı su sağlanması ile yıkanma, temizlik adetleri değişir. Geceleri sokaklar aydınlatılınca eğlence yerleri açılır. Ulaşım, barınma, güvenlik, kamusal işlevler için yapı adaları, yollar, parseller yeniden düzenlenir. Güvenlik, yangın, bakım, temizlik için yeni kurumsal oluşumlar geliştirilir. Bu gelişmelerin hepsi kentlerin hayatını köklü bir biçimde değiştirir. Bu programın içinde kent yönetimi hizmetlerin üretildiği, merkezi yönetimin bir ihtisas birimi, şubesi gibidir. Siyasal bir varlığı yoktur. Siyaset, startejik konular kent ölçeğinde neredeyse yoktur. Onlar merkezin konusudur. Bu durumda ulus-devletler kurulurken, ulusal programlar geliştirilirken kentler arka planda kalır, siyasal açıdan ikinci sınıf bir konumda yer alır. Bunun tezahürü ise kentlerin siyasal değil, teknik bir mevcudiyet olarak ele alınmasıdır. Planlama, tasarım, projelendirme gibi fikir üretmeye dayanan konular da genel olarak bu şekilde konumlanır. Bu program yönetim işlevlerinin ayrışmasına ve seksiyonlaşmasına yol açar. Aynı zamanda da kamusal işlevlere çoğulcu değil, teknokratik, kapalı bir görünüm kazandırır. İşte bugün kentlerde dönüşüm yaşanır- ken zorlandığımız durum, modernleşmenin kenti araçsallaştırıcı bu yönetim deneyiminden kaynaklanıyor. Dolayısıyla kentle ilgilenen disiplinler genellikle mühendislik ve mimarlıkla sınırlandırılıyor. Örneğin sosyal bilimler arka planda kalıyor ve ilgi daha çok merkezdeki siyasi konularla, tartışmalara kayıyor. Tabi bu mantığının değişmesi "hadi mimarlığa sosyolojiyi de ekleyelim" demekle de olmuyor. Bir taraftan ilişkisel bir planlama anlayışına geçerken aynı zamanda bunun örgütsel yapısını da oluşturmak gerekiyor. 90’lardan sonra özellikle Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra bu mantık değişmeye başladı. Kentin bir nesne olarak değil bir özne olarak ele alınmasının, vatandaşların yalnızca hizmet götürülen pasif varlıklar olarak değil, farklı kamu yararı kavramlarını, amaçları temsil eden sivil toplum kesimleri olarak ele görülmesinin sonucunda demokratik topluma geçişin sancıları yaşanıyor bugün İstanbul’da. Bu değişimin adını "nesne vatandaş"tan "özne vatandaş"a geçiş olarak koyabiliriz. Geçmişte "nesne vatandaş" modeliyle dönüşüm programlandı. Neydi bu model? Uzmanlara göre "çarpık şehirleşme" vardı, doğrusunu ise yalnızca uzmanlar, mü- hendisler biliyordu, cetvelle çizince "doğru" oluyordu. Böylece uzmanlar kamu yararını vatandaşlar adına düşünen, bilen bir kesim oluyordu. Bu model İstanbul gibi kentler için bir felaket oldu. Kentsel hareketliliği, dinamizmi temsil edemedi. Kentin büyük bir bölümü informel olarak gelişti. Riskler, sorunlar büyüdü. Uzmanlar marjinalleşti, yönetimlerin kural koyma vasfı zayıfladı. Yolsuzluk, haksızlık, yoksulluk gelişti. Artık uzmanların teknokratik, tepeden inmeci ve bürokratik bir aklı temsil ettikleri, siyasilerin de gözlerini kapadığı, kuralların çiğnendiği dönem bitti. Bu ikiyüzlü bürokratik akılcılaştırma ve siyasal popülizm dönemi sona erdi. Belki burada şöyle bir ayrım çizilebilir. Sizin söylediğiniz yüksek modernist bakış açısı ile ulus devletlerin kente bakış açısı yani tamamen planlama ve teknik olgu olarak bakma bir ayrım oluşturabilir. Uzmanların perspektifi ile böyle gözüküyor. Ama bugün küreselleşme çağında şirketlerin özne olduğu bir ortamda meseleye bakış açısı biraz daha farklı. Küresel emlak sermayesi işin içine girmeye başlayınca zaten bu bürokratik-popülist ikilemli model kırılmaya başladı. Hem kentin dışına doğru olan patlama kentin içine yöneldi. O yüzden eskiden göçmen alt sınıflara terk edilen yerlere, Ulus-devletler kurulurken, ulusal programlar geliştirilirken kentler arka planda kalır, siyasal açıdan ikinci sınıf bir konumda yer alır. Bunun tezahürü ise kentlerin siyasal değil, teknik bir mevcudiyet olarak ele alınmasıdır. kent merkezine "nur yağdı". Hem de küresel emlak sermayesinin büyük operasyonlar için arsa ihtiyaçlarını karşılayacak alanların daralması 19. yüzyıldaki modelin yeniden hortlamasına yol açtı. Bir şekilde popülizmi bırakmak zorunda kaldı yönetimler. 1970’li yıllarda var olan popülist yaklaşım yerini 1930’lu yıllardaki anlayışa, "her şey planlı programlı yapılsın" anlayışına bıraktı. Çünkü büyük sermaye işin içindeydi. Sermayenin büyük olması operasyonların gereği ama burada bir problem var, kamudan da düzenleyici bir rol üstlenmesini istiyor. Yasal zeminlerin hazırlanması vs. ama bir taraftan da bu model sürdürülebilir değil. Diyelim ki, yoksul bir insanın evinin yerine yapılacak lüks evler ekonomik sürdürülbilir olmayan bir gelişme yaratıyor. Çünkü orada yaşayanlar bu yeni yapılanmanın ekonomik değerini karşılayamıyorlar. İster istemez bulundukları bu yerleri terk etmeleri gerekiyor. Yasal çerçeveler ile mülkler dokunulabilir hale geliyor. O zamanda müteahhitler, büyük firmalar zenginlerin olduğu alanlara değil de yoksul kesimin yoğun ol- duğu, politik temsil kabiliyeti az olan yerlere yoğunlaşıyorlar. Yani bir Nişantaşı’nda bir Cihangir’de büyük operasyonlar göremiyorsunuz. Aslında iktidarın oy tabanının olduğu bölgelere gidiliyor. Örneğin bunu Bedrettin Dalan yaptı. Yanına medyayı alarak yaptı bu işleri. Kendisine gaz veren medyaya bakıldığında çok başarılıydı başkan. Yeşil alanları vs. imara açarak rant alanları oluşturdu ama kendine oy verecek insanları yanına almayı unutmuştu. Bugünkü model ile bu elde edilecek rantın siyasi tabanla geri dönmesi hedefleniyor aslında. Ama bir eşitsizlik, bir haksızlık yaratılıyor. Burada yeni bir seçkin sınıf oluşturma çabası var. Bu seçkin sınıfı oluşturarak refah seviyesini artıramazsınız, orta sınıfı büyütemezsiniz. Çünkü burada simgesel bir şiddet var. Bunun nedeni de yöntemseldir. Bir bölgenin nasıl dönüşeceğine dair politik bir karar alınıyor. Ama bu dönüşümün hangi temelde olacağını, neleri amaçladığı ile ilgili kararlar kamusal alandan çıkartılıp hemen müteahhidin eline veriliyor. Oysa ki AB politikalarında istihdam dışı kalmış nüfus KASIM-ARALIK 2010 39 DOSYA: KENTSEL DÖNÜfiÜM Yoksul bir insanın evinin yerine yapılacak lüks evler ekonomik sürdürülbilir olmayan bir gelişme yaratıyor. Çünkü orada yaşayanlar bu yeni yapılanmanın ekonomik değerini karşılayamıyorlar. İster istemez bulundukları bu yerleri terk etmeleri gerekiyor nasıl geri kazanılabilir, gençlere eğitim fırsatları ve iş kolları nasıl üretilebilir, kuşaklar arası entegrasyon nasıl geliştirilebilir gibi konular kent politikalarının içerisinde yer alır. Örneğin kamu bir alanı kentsel dönüşüm alanı ilan ettiğinde neyin nasıl dönüşeceğini nerden biliyor. 350 bina yıkılıp yerine inşaat yapılacak deniyor. Müteahhidin ne yapacağını nerden biliyor. Bir yarışma mı yapılıyor, bir proje mi ortaya konuyor, hayır. Hakikati yaratmak ve bilmek tanrıya mahsustur, kamu müteah40 M‹MAR VE MÜHEND‹S hidin ne yapacağını nasıl biliyor. Buradaki temel problem teorik değil pratik bir problemdir. Kamu otoritesi kamu fikrini oluştururken bu fikrini çıkar amaçlı olmayan ortama açması gerekir. AB beyaz kitabına göre müteahhitler, yatırımcılar burada pasif katılımcı olabilirler. İkinci aşamada, fizibilite çalışması tamamlandıktan sonra programın içeriği belirleneceği zamanda proje teklif çağrıları yapılır. Proje teklifleri alınarak değerlendirilir. Çünkü bürokratlar teknik şartnamede her şeyi öngöremezler. Öngörseler zaten mimara, mühendise, sosyologa ihtiyaç duyulmaz. İş sadece inşaat değil sosyal boyutlarda içeriyorsa uzman kuruluşlardan fikirler toplanıyor. Daha sonra bu iş ile ilgili bir uzman büro oluşturuluyor. Projenin yapımı oluşturulan fikirler doğrultusunda bu büro tarafından yürütülüyor. Bu Almanya’da da böyle Fransa’da da böyle. Başka türlüde olması mümkün değil. Kimse proje olmadan önceden ne olacağını bilmesi mümkün değil. Cihangir’de küçük esnaf varsa onları gözeten bir program yaparken, Sulukule’de konut sahiplerini gözeten bir program yapmalısınız. Önemli olan bu programın kar amacı güden, inşaat işleri yapan bir kurum, firma tarafından tanımlanmamasıdır. Eğer tanımlanırsa bu siyasetçi için ölüm fermanıdır. Örneğin Sulukule’de halk kaybetti. Çünkü proje az önce saydığım süreçlerden geçmediği için tamamen kar amacı güden bir proje ortaya çıktı. Burada siyasetçi kaybetmiştir, özellikle de belediye başkanı kaybetmiştir. Çünkü burada vizyoner bir bakış açısı ile çok daha farklı projeler yapılabilirdi. Ben burada siyasetçilere de kızmıyorum aslında. Onlarında bu süreci dönüştürebilecek deneyimleri yok. Siyasetçilerde siyaset yapıyorlar aslında. Ama olay çıkar ilişkilerine girdiği zaman siyasetçi bir ara yüz olmalıdır. Siyasetçi burada kritik bir ayrım yapmalıdır. Kar amacı güden kuruluşlar ile yaratcı, kreatif gruplar arasında bir ara yüz oluşturarak doğru projeyi bulmalıdır. Neyin doğru olduğunu bağımsız bir ortamda tartışmaya açmalıdır. Eğer bağımlı olursa, müteahhidin altında çalışıyor gibi olursa restorasyon teknik bir iş gibi algılanır ve ortaya doğru bir iş çıkmaz. Halbuki restorasyon son derece araştırma gerektiren bir konudur. Örneğin İstanbul surları hiçbir araştırma yapılmadan sadece inşaat olarak ihale edilemez. Surların geçmişine bakılmalı, bugünkü işlevlerine bakılmalı. Yani sadece bir inşaat olarak düşünülürse burada bir yolsuzluk var demektir. Tüm bunların sonunda demek ki yöntemde bir problem var. Eskiden bu yöntem çalışırdı ama 19. yüzyılda. O zaman kentler yeni kurulduğu için inşaat yaparak, yol yaparak vs. bu yöntem işleyebiliyordu. Fakat bugün kentler daha komplike bir hal aldı. Sadece bir perspektifle bugün kentler için bir şeyler yapamazsınız. Yöntem değişmelidir. Bunun sonucu olarak yerel yönetimlerde politikalar geliştirebilir olmalıdır. Yerel yönetimler bu sayede merkezi yönetimin bir şubesi değil de, sosyal konulara ağırlık veren, yeni stratejiler üreten kurumlar haline gelmelidirler. Bu aslında yerel yönetimlerin başarı reçetesidir. Kentlere tek açıdan bakılarak projeler üretilmez. Örneğin İstanbu’a sadece deprem üzerinden bakılarak proje üretilirse İstanbul’u bitirirsiniz. Turizm üzerinden bakarsanız da yine bitirirsiniz. Çünkü bu bakışlar sektöreldir. Kenti daha bütüncül ele alan bakış açıları gerekmekte. Hayatın bir dinamizmi, bir akışı var. Bu akış yalnızca simgesel bir alana taşırsanız "ölü bir beden" meydana getirmiş oluyorsunuz. İşin bir felsefi, sanat, tarihi alanların korunması gibi bir boyutu var, bir de şehir içinde göç oluşturma boyutu var. Şehirlerin yapısını değiştiren göçler büyük göçlerdi, şehir dışından gelen göçlerdi. Savaşlardan sonra meydana gelen büyük yer değiştirmelerdi. Şimdi zamanında bunlar önlenememiş ve bu yığılma olmuş. Şimdi kentsel dönüşüm adı altında modern şehrin ihtiyaçlarını yerine getirmek istiyorsunuz. Bunu yaparken de büyük halk yığınlarını hareket ettiriyorsunuz. Dolayısıyla şehir içinde büyük bir kentsel göç olacak. Buna iç göç diyebiliriz. İç göçün meydana getirebileceği büyük sorunlar var. İnsanlar uzun yıllar yaşadığı mahallelerden ayrılacaklar, çocuklar okullardan arkadaşlarından ayrılacak, komşuluk ilişkileri bozulacak. Zaman içinde oluşan sistem bozulacak. Belki binaları görsel olarak güzelleştiriyorsunuz fakat sosyal bir kırılma meydana getiriyorsunuz. Şimdi yeni bir konu var. Eski evini yıkana fazladan imar hakkı veriliyor. Ne olacak şimdi o insanlar kadar yeni insan mı gelecek. Fazladan evleri kime satacaksınız. İstanbul’a yeni insanlar mı gelecek. Bu uygulamayı küçük bir bölgede yaparsınız. Diyelim ki bu işi Kağıthane’de yapabilirsiniz. Bu şuna benziyor, fazladan para basalım herkes zengin olsun. Yalnızca imar hakkını geliştirerek yeni bir model olamaz. Şu anda İstanbul’da konut fazlası var zaten. Hesapsız kitapsız yapılan çalışmalar. Kimsede eski evini yıkmaz zaten. Tek bir mantıkla kenti dönüştürmek bu kadar kolay bir iş değil. Bunları biz aramızda konuşabiliriz. Bunlar hayallerdir. Bu hayalleri insanlarla, kentle buluşturmadan gerçeğe dönüştüremezsiniz. O yüzden yapılacak tek şey vardır. Ülke olarak bizimde imzaladığımız Avrupa standartlarında bir kentsel dönüşüm modeli uygulamak- tır. Çünkü Avrupa’da yanlışlar yaptı zamanında fakat şimdi bu yanlışlardan dönüyorlar. Bu tür çalışmalar direk belediye başkanından beklenmez. Bizim hangi üniversitemiz bir kentsel dönüşüm çalışması yapıyor. Bir İngiliz üniversitesi geliyor burada Sulukule ile ilgili bir sunum yapıyor. Neden İstanbul’daki üniversiteler bunu yapmıyor. Belki de bu deneyimi ortaya çıkarak kurumların çıkması gerekiyor. Belediye başkanları başarıya açlar. Gördük işte, Sulukule’de bir üniversiteden destek alındı. Onlar getirdiler örnek gösterdiler. Bu insanları buradan çıkarmada başka bir dönüşüm modeli de olabilir dediler. Bu insanları buradan atarsanız hata yaparsınız, bu zenginliği de yok etmiş olursunuz dediler. O insanlar da geri kazanılabilir. Bu yapılmıyor işte. Çünkü Türkiye’nin kendine özgü şartları olduğunu düşünüyorum ben burada. Birazda ülkemizdeki siyasetin rant paylaşımı üzerinden dönüyor olması. Aslında sorunun kendi içerisinde de farklı bir boyutu var. Sonuçta yap-satçı yönetici ile yap-satçı kafadaki yurttaş arasında bir uyum söz konusu. Şimdi demokrasiden, insan haklarından, katılımcılıktan söz ediyoruz ama diğer taraftan da işin bir de bu boyutu var. Olayın muhatabı olan vatandaş da olaya bir yaşam alanı gözü ile değil ekonomi gözüyle bakıyor. Gelmek istediğim nokta, olağan demokrasilerdeki hak ve yükümlülük ilişkisinin burada yerleşmemiş olmasıdır. İşte sanatçının, mimarın görevi bu perspektifi genişletmektir. Yani kamusal bir duruma yol açmaktır. Vatandaşlar mağduriyet perspektifinden olaya bakacaklar. Vatandaşın rantın peşinde olan, olaya ekonomik yönden bakanlar olarak algılanması bugünkü yönetim anlayışının ortaya çıkardığı bir durumdur. Çünkü insanlar bugün planlama, dönüşüm, tarihi dokunun korunması dendiğinde kavramlara, bir takım seçkin sınıfın, üst sınıfın kendisine işkence etmek için ürettiği kavramlar olarak bakıyor. Örneğin binasının üstünü traşlıyor ki tescil kurulu tescil etmesin. Biz Sovyet Rusya’sından daha komünist bir ülkede yaşıyoruz. Çünkü elimizdeki zenginliğin değerini bilmiyoruz. Vatandaşın kamusal bir yükümlülüğü varsa kamusal bir teşviğin de olması lazım ki elindeki değeri korusun. Bizde intikam alır gibi seçkin sınıf vatandaşın elindeki değeri almaya çalışıyor. Bu yüzden vatandaşlar planlamaya, plancılara, seçkin sınıfa hiç güvenmediler. Hep beni aldatıyorlar diye düşündüler. İşte bundan dolayı bu mode- KASIM-ARALIK 2010 41 DOSYA: KENTSEL DÖNÜfiÜM Bugüne kadar biz hep bir çatışmacı anlayışın, iktidarı ele geçireyim anlayışının içinde yaşadık. Onun için kent anlamsızlaştı. Burada değişik informel durumlar ortaya çıktı, yasadışı kazançlar elde edildi. Kentsel çalışmaları demokratik, katılımcı bir anlayışla değil de merkezi bir anlayışla yürüttüğümüz için herkesin bagajında belli kutsal gerekçelerimiz oldu. lin sonuna geldik. Bizim teknokratik ve tepeden inme bir anlayışla kenti dönüştürmemiz mümkün değil. İşin esası katılımcılıktadır. İnsanlara doğruları anlatmalı, onlarla birlikte kenti dönüştürmeliyiz. Halkla güvenmeliyiz çünkü halk dinamizmiyle kente hayat veren en önemli olgudur. Halkın ne amaçlayacağına, nasıl yaşayacağına biz karar veremeyiz. Bugüne kadar biz hep bir çatışmacı anlayışın, iktidarı ele geçireyim anlayışının içinde yaşadık. Onun için kent anlamsızlaştı. Burada değişik informel durumlar ortaya çıktı, yasadışı kazançlar elde edildi. Kentsel çalışmaları demokratik, katılımcı bir anlayışla değil de merkezi bir anlayışla yürüttüğümüz için herkesin bagajında belli kutsal gerekçelerimiz oldu. Kent mi yağmalandı, çevre mi tahrip edildi, bunlar hep ikinci planda kalmıştır. Merkezi anlayıştan demokratik, katılımcı bir anlayışa geçilmesi, insanların kendi yaşam alanları ile ilgili kararları kendileri vermeye başladığı zaman biz yeni modelleri konuşabiliriz. Siyasette ana mesele tepede cereyan ettiği için aşağıdaki tepişmeyi kimse duymuyor. Örneğin belediyelerde iş yapmak için paralar ödenmeye devam ediyor. Bunları verenlerde, alanlarda bir ahlaksızlık olarak düşünmüyor. Çünkü bunlar kendi ideolojileri için bir kaynak oluyor. Vatandaşla si42 M‹MAR VE MÜHEND‹S yaset arasındaki bu huzurlu ilişkiyi bozacak olan sembolik sınıflarda çıkar ilişkileri içerisine girdiği denge sağlanamıyor. Her meslek örgütü kendi kooperatifini kurarak bu işin içine giriyor örneğin. Sembolik sınıf dediğimiz aydınlar kendilerini farklı bir şekilde konumlandırmalıdırlar. Örneğin iktidarla yakın ilişkim var bunu kullanayım dememelidir. Bu ilişkinin sağlıklı kurulabilmesi için daha bağımsız kurumlara ihtiyaç vardır. Kentsel dönüşüm modellerinde kentin fikir üretimi harekete geçirilmelidir. Önce fikir üretilmeli daha sonra inşaat başlamalıdır. Örneğin İstanbul dünyada eşi olmayan surlara sahiptir. Ayrıca Marmaray’da ortaya çok önemli arkeolojik kalıntılar çıktı. Tüm bunlar doğru bilgi yöntemi ile değerlendirilirse İstanbul bir anda zenginleşebilir. İstanbul’un zenginlikleri de hiçbir kentte yoktur. Tüm bu zenginliklere dokunulmasın demiyorum. Kamu bu zenginliklere dokunurken kamusal yararı göz önünde bulundurmalıdır. İşin tabi bir yaşam alanı konusu var, bir de şu anda İstanbul’da hızla yükselen alışveriş merkezleri (AVM) konusu var. Tabi bu AVM’ler bir yaşam merkezi olarak sunuluyorlar ama bir taraftan da kentin yeşil alanları yok ediliyor. Artı bir de şehirdeki küçük esnafı öldürüyorlar. Bir taraftan bunu yaparken diğer taraftan da AVM kurulurken bilmem ne kadar istihdam yaratacak deniliyor. Fakat çevresine verdiği zarar göz ardı ediliyor. İstanbul’daki marketleri, AVM’leri inceleyin, çalışan gençlerin hepsi asgari ücretle çalışmakta. Bizim iş öğrenebilecek yaştaki gençlere öğretebildiğimiz kasiyerlik, reyonculuk vs. olmamalı. Kentin küçük üretim yapısını bozduğumuz zaman aslında kentin dinamizmini de öldürüyoruz. Kentin kültürünü de böylece bozmuş oluyoruz. Sadece inşaatla, sadece ticaretle, sadece finansmanla bir kentin gelişmesi mümkün değildir. Hele ki bu kent İstanbul ise. İstanbul kent olarak mutlaka yeni bir şey üretmesi lazım. Aslında İstanbul bir üretici kenttir zaten. Baktığınızda İstanbul en büyük sanayi kentimizdir. Bu kentin küçük üretim yapısını yeniden değerlendirmeniz gerekli. Küçük işletmeler de yeni fikirler ortaya koyarak yeni şeyler üretebilirler. Endüstri dediğimizde neden hep büyük firmalar aklımıza geliyor ki. Pekala küçük firmalar da büyük işler yapabilirler. Örneğin küçük esnaf sayesinde Belçika bir çikolata ülkesi olmuştur. Halbuki Ordu’da belki de dünyanın en iyi fındığı yetişmesine rağmen Belçika’daki gibi bir üretim hamlesi gerçekleştirilemedi. Aslında baktığımızda ülkemiz küçük üreticilerle ayakta kalmaktadır. Küçük esnafı, üreticileri de kentsel dönüşüm içerisinde değerlendirmek lazım. Elbette kendi başlarına bırakılmamaları lazım. Trafik, çevre sorunları gibi değişik sorunlar ortaya çıkarabilirler. Fakat yine kent yaşamından bağları koparılmamalıdır. Yani sonuç olarak kentsel dönüşümde olaylar sonuç olarak değilde süreç olarak bakmak lazım. Önümüzde iyi bir fırsat ta var. Her kent için yönetim planları oluşturuluyor. Buralarda bu süreçler ele alınmalı. Yenilik üreten kurumlar gerekiyor. Kentsel dönüşümlü başarılı bir şekilde yürütebilmek için misyonu belli, kendi bütçesi olan, katılımcı yeni örgütlere ihtiyaç var. Bu sistem uzun yıllardan beri İstanbul gibi dinamizmi olmayan, neredeyse enerjisini, üretim imkanlarını yitirmiş AB kentlerini yaşatmak için yapılıyor. İstanbul bu açıdan bu kentlerden çok daha zengin. Ancak bu zenginliği yalnızca emlak sermayesi, turizm ile geliştiremeyiz. Hiçbir zaman kesin yargılarla, kapalı uçlu kamusal süreçlerle hareket etmemeliyiz, her zaman yeniyi aramalı ve demokratik ve katılımcı bir kent deneyimi üretmeliyiz.. DOSYA: KENTSEL DÖNÜfiÜM MAKALE KENTSEL DÖNÜŞÜM VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM SON YILLARDA YOĞUN BİR ŞEKİLDE YAPILMAYA BAŞLANAN KENTSEL DÖNÜŞÜM ÇALIŞMALARI SADECE KENTLERİ DÖNÜŞTÜRMEKLE KALMAYIP TOPLUMSAL BİR DEĞİŞİMİ DE GERÇEKLEŞTİRDİ. BU DÖNÜŞÜMLE BİRLİKTE ŞEHİRLERİMİZ KALABALIKLAŞMASINA ZIT OLARAK YALNIZLAŞAN BİR SOSYAL YAPIYA DÖNÜŞTÜ. BU DURUM GÖRÜNMEZ BİR ÇİZGİ İLE İNSANLARIMIZI BİRBİRİNDEN AYIRARAK, SOSYAL DAYANIŞMA ANLAYIŞIMIZI DERİNDEN ETKİLEMEKTEDİR. Kadem Ekşi Jeofizik Mühendisi MMG Yer Bilimleri Kom. Başkanı 44 M‹MAR VE MÜHEND‹S nsanlığın Hz. Âdem’den bugüne değişmeyen gereksinimi olan barınma gerçeği, 5 bin yıl önce ne ise, bugün de özünde aynı anlamı ifade ediyor. İnsan varlığının üzerinden yüzlerce medeniyet ve kültür akımı geçmesine rağmen, giyinme ve yeme refleksleri değişmediği gibi barınma refleksleri de değişmedi, değişmeyecek. İnsanlık temelde bu gereksinimler üzerinde binyıllarca yıl süregeldi, yeni bir milenyumda da bu değişmiş değil. Barınma konusu sosyal-kültürel anlamda farklı değişkenlerle mutlaka birlikte irdelenmesi gereken bir konu. İnsanlık bu gereksinimini yerine getirirken aile yapısını kültürel yapısını ekonomik konumunu, sosyal düzeyini hepsini göz önünde bulundurarak yuvasını oluşturacağı yeri seçiyor yahut yapıyor. Temelde bu kadar basit ve somut olan gerçekler, yukarıda da bahsettiğimiz gibi bin yıl öncesinde ne ise aslında bugün de aynı ilkelere dayanıyor. Günümüzün kalabalıklaşan ve buna zıt olarak gelişip yalnızlaşan sosyal yaşantısı şehirleşmenin bir acı gerçeği olarak apaçık karşımızda durmakta. Yükselen apartmanlarda birbirlerini sadece otoparklarda ve asansörlerde gören komşular, içerisinde binlerce kişinin yaşadığı fevkalade şaşaalı sitelerde derdini paylaşabilecek bir arkadaş dahi edinemiyor, çekinebiliyor veya tüm bunlara ilaveten aksine uzak durmayı da tercih edebiliyor. Toplumsal değişimin farklı alanlarda yoğunlaşması değişik ihtiyaçlar doğurmakta ve neticesinde benzer kültüre sahip aileler kendilerini bu kümeleşmeye dâhil etmek istemekteler. Bu durum sonucunda şehirler kendi içinde görünmez bir çizgi ile birbirinden kültürel ve toplumsal düzey açısından ayrılıyor ve bu İ keskin ayrışma tüketim ve alışveriş noktalarında dahi kesişmeyebiliyor. Tüm bu bahsettiğimiz konuların aslında dikkatlice incelendiğinde konut ve barınma ile olan yakın ilgisini iyi analiz etmek gerektiği ortadadır. Şehirlerimiz, oluşan ekonomik büyüme imkânları ve yeni istihdam alanlarının açılması ile son yıllarda önceki on yıllara oranla daha fazla göç almaya başladı. Yakın zamanda geride bıraktığımız kurban bayramında milyonlarca insanın yollara dökülüp, geçmişiyle ailesiyle yakın bağlar kurmak ve bu bağları tazelemek için yüzlerce kilometre kat ettiği de bunun en belirgin görünen örneklerinden. Ülkemizin Cumhuriyet sonrası yaptığı büyük ekonomik atılımlar ve sanayileşme projeleri ile şehirleşme giderek artarken kırsal kesimde nüfus giderek azaldı, bir zamanlar yüz kişiyle ders işlenen köy sınıfları boş kalır oldu. Tüm bunların neticesinde şehirlerde artan nüfusun ihtiyacı olarak yapılan konutlar altyapısız ve plansız şekilde gelişirken tüm şehirlerimiz gerek altyapısı gerekse de üstyapısı itibarı ile bu durumu günümüze geldiğimizde taşıyamaz oldu. Burada tabii ki siyasi çıkarları gözeterek yapılan yönlendirmelerin, verilen izinlerin, göz yummaların da etkisi olduğunu söylemeli ve bu kontrolsüz büyümeyi sadece belirli bir kesime havale etmemek gerektiğini de vurgulamak oldukça önemli. Gelinen noktada bu kontrolsüz yapılaşma ve sağlıksız büyüme, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de kenti yenilemek yani dönüştürmek fikrini ortaya çıkardı. Özellikle İstanbul gibi büyüme aksları tıkanmış ve zorlanmış şehirlerde, daha fazla kontrolsüz büyümenin olmaması adına bu konunun önemi açık- ça ortadır. Bunun yanı sıra, konutların deprem güvensiz ve denetimsiz olarak yapılması da ileride oluşabilecek afetler için herkesi diken üstünde tutmaktadır. Kentsel dönüşümün gerekliliğini sadece birkaç konuya indirgemek elbette mümkün değildir. Günümüzde kentsel dönüşüm gerekliliği onlarca farklı sebep sonuç ilişkisiyle açıklanabilmektedir. Kısaca bahsetmek gerekirse, altyapı sorunları, otopark gereksinimi, yeşil alan azlığı, sosyal donatıların giderek azalması, deprem ve diğer afetlerin risk düzeyinin artması, insanların sosyal ihtiyaçlarının değişmesi, toplum beklentilerinin artması, ülke ekonomik düzeyinin gelişmesi gibi konular başlıca nedenler arasında sunulabilir. Bir kenti dönüştürmek sadece ekonomik boyutuyla değil, sosyal yönüyle de oldukça zor ve karmaşık bir iştir. Bu küçük bir mahalle de olabilir ya da tümüyle bir semt de. Örneklemek gerekirse, komşuluk ve sosyal ilişkileri iyi seviyede olan bir mahalle düşünelim, bu mahallenin yıkılıp yeniden yapılması sürecinde insanlara alıştıkları ve benimsedikleri sosyal imkânları sunmak oldukça önem arz etmektedir. Bu mahalle sakinleri yüksek apartmanlarda dairelere sıkıştırıp yalnızlaştırmak gibi bir neticeyi onlara dayatmak, mahallenin bakkalını kasabını manavını ortadan kaldırıp oraya farklı kültüre sahip insanların çalışacağı AVM’ler inşa etmek o mahalle insanını mutlu eder mi? Bu soruyu sormadan sadece rakamlar düzeyinde bir projeyi ele almak son derece yanlıştır. Bunun belirgin örneği yakın zamanda dönüşüm sürecine giren Sulukule sakinleri için söylenebilir. Oradaki insanlara daha ferah, daha modern daha güvenli evler sunmalarına rağmen, alıştıkları sosyal ortamı ve donatıyı bulamayacaklarından endişe ettikleri için soğuk baktılar, uzak durdular, ikna edilmeleri zor oldu. Göründüğü üzere, insanların barınma ihtiyacı, kendi başına bir olgu olmayıp birçok sosyal öğeyi de içermekte ve bunlarla yakın ilişki içerisinde olmaktadır. Bir yandan kenti dönüştürürken öte yandan toplumunu da değiştirme gibi bir dayatmacı yaklaşıma asla başvurulmaması gerektiği günümüz medeni anlayışının ve demokratik yaşamın bir gereğidir. Masa başında yapılan ve getirisi oldukça yüksek olan bir projeyi insanlar arasına karışıp anlatmadan, onları ikna etmeden yapmaya çalışmak, yani özetle halka rağmen bir projeye başlamaya çalışmak sonu zarar olacak kocaman bir adım olarak da netice bulabilir. Yine benzer bir durumu Tarihi Yarımada’nın dönüştürülmek istenen bölgesi Balat’ta da görmek mümkün. İnsanların hayallerinin, geçmişlerinin, anılarının bir kepçe darbesiyle yıkılamayacak kadar kuvvetli olduğunu göz önüne almadan, mahalleliye modern konutlar vaat etmek hiçbir anlam taşımamaktadır. Ekonomik değerlerin, kimi zaman sosyal değerlerin önüne geçebildiği günümüzde, yine de sadece rakamlarla hesap yapıp tamam haydi burayı dönüştürelim şeklindeki bir yaklaşımın sağlıklı sonuçlar doğurmayacağı açıktır. Kentsel Dönüşüm ve Toplumsal Değişim kavramlarının optimum düzeyde örtüştüğü projelerin daha akılcı ve neticelendirilmesinin daha kolay olduğu bilinciyle şehirlerimizi yeniden yapılandırmak ümidiyle. Son söz: Kendin değiş ki, kentin dönüşsün. Bir yandan kenti dönüştürürken öte yandan toplumunu da değiştirme gibi bir dayatmacı yaklaşıma asla başvurulmaması gerektiği günümüz medeni anlayışının ve demokratik yaşamın bir gereğidir. KASIM-ARALIK 2010 45 DOSYA: KENTSEL DÖNÜfiÜM SÖYLEfi‹ Prof. Dr. İbrahim Baz: “İSTANBUL; KÜLTÜR, TURİZM VE TİCARETİN BAŞKENTİ OLMALIDIR” KENTSEL DÖNÜŞÜM DENİNCE İLK AKLA GELEN ŞEHİR İSTANBUL OLUYOR. İSTANBUL’DA BU ÇALIŞMALAR AĞIRLIKLI OLARAK BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ TARAFINDAN YÜRÜTÜLÜYOR. BU BAĞLAMDA İSTANBUL’DA YAPILAN ÇALIŞMALARI STRTEJİK PLANLARIN YAPILDIĞI KURUM OLAN İSTANBUL METROPOLİTEN PLANLAMA VE KENTSEL TASARIM MERKEZİ (İMP) BAŞKANI PROF. DR. İBRAHİM BAZ İLE KONUŞTUK. MMG GENEL BAŞKANI AVNİ ÇEBİ VE YÖNETİM KURULU ÜYESİ KADEM EKŞİ’NİN SORULARINI YANITLAYAN PROF. DR. BAZ, KENTSEL DÖNÜŞÜM KARARLARINI HALKLA UZLAŞARAK ALDIKLARINI BELİRTEREK, “ İSTANBUL’U SANAYİ ŞEHRİ OLMAKTAN ÇIKARTIP KÜLTÜR, TURİZM, TİCARET ŞEHRİ YAPACAK STRATEJİK PLANLARI GELİŞTİRİYORUZ,” DEDİ. PROF. DR. İBRAHİM BAZ BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ OLARAK YAPTIKLARI ÇALIŞMALARI VE İSTANBUL’UN GELECEĞİNİ DERGİMİZE DEĞERLENDİRDİ. SÖYLEŞİ: AVNİ ÇEBİ / KADEM EKŞİ Öncelikle davetimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ediyorum. Dergimizin bu sayısında kentsel dönüşüm konusunu inceliyoruz. Kentsel dönüşüm denince akla tabi İstanbul Büyükşehir Belediyesi geliyor. Özellikle çok eski yapılaşmanın olduğu sur içinde önemli çalışmalar yapılıyor. Gerek eski tarihi yapıların korunması gerek yeni sosyal donatıların yapılması anlamında İBB’de çalışmalar yapılıyor. Aslında bu çalışmalar deprem gerçeğinden sonra sur dışına da taşmış durumda. Sizde İBB olarak bu işin planlamasını yapıyorsunuz. İBB gözüyle baktığınızda yapılan çalışmalar hakkında bizlere bilgi verir misiniz? Öncelikle İBB’nin kentsel dönüşüme bakışını anlatırsak, kentsel dönüşümü tasnif edersek daha isabetli olacağını düşünüyorum. İstanbul denilince deprem konusu öncelikli problem olarak karşımıza çıkıyor. Kentsel dönüşümü bizler farklı açılardan kategorize ediyoruz. İstanbul’un üst ölçek planları burada hazırlandı. Aslında bu planlarda deprem olmasa dahi stratejik bir dönüşümü hedefleniyor. Örneğin İstanbul’da yerleşim alanları içerisinde kalmış, artık işlevini kaybetmiş veya kaybetmekte olan sanayi alanları var. Bizler İstanbul’un üst ölçek planlarını hazır46 M‹MAR VE MÜHEND‹S larken dönüşüm için bazı önemli kararlar aldık. Bu planlarda İstanbul’u sanayi ağırlıklı değil de hizmet, ticaret, kültür, turizm ağırlıklı bir merkeze dönüştürme öngörülüyor. Tabi bunların gerçekleşmesi için o planlarda proje alanı olarak tespit edilmiş alanların dönüştürülmesi gerekiyor. Bunlarla ilgili planların başlaması ile eş zamanlı olarak bu alanlarda da çalışmalar yürütüldü. Biz bu alanlarda ne tür dönüşüm çalışmaları yapmalıyız ki planlardaki hedeflere ulaşırız diye. Bu manada Kartal’da E-5 kenarında bulunan sanayi alanı, İstanbul’daki tek merkezliliği de desanti- rize etmesi bağlamında Anadolu yakasın da yeni merkez yapılanması için proje alanı olarak belirlendi. Burası 1. derece merkez alanı olacak. Anadolu yakasının merkezi ve merkez etrafındaki yapılanmanın alanı olarak orası belirlendi. 2005 yılı sonu itibari ile buralar için bir kentsel tasarım çalışması yurt dışından mimarların da projelerinin yer aldığı çalışmalar tamamlandı. Artık planlar uygulanabilir duruma geldi. Muhtemelen önümüzdeki aylarda da burada bir kentsel dönüşüm çalışmasına başlanacak. Böyle stratejik alanlarımız var. Aynı şekilde Maltepe Dragos’ta belirlediğimiz bir proje alanımız var. Bir diğer alanımız az önce bahsettiğimiz sanayi alanlarının aksine faal bir sanayi olan, yıllık 3,5 milyar dolar cirosu olan Cendere vadisi. Burada bu faal sanayi alanının dönüşümünü öngörüyoruz. Bu alanı oradaki ekolojik durumu da göz önüne alarak eğitim, bilişim, teknoloji alanına dönüştürmenin çabası içerisindeyiz. Benzer şekilde de burada fikir projelerinin planlara çevrilmeleri gerçekleştirildi. Burada da sona yaklaşıyoruz. Bu çalışmalarımızın sonuçlarını önümüzdeki aylarda orada görmüş oluruz diye düşünüyorum. Dönüşüm dediğimizde İstan- bul’da böyle stratejik bir dönüşüm olayımız var. Bu plan kararları doğrultusunda öngörülen bir dönüşüm. Bunların dışındaki dönüşümlere baktığımızda deprem odaklı dönüşümler var. Bugün İstanbul’da 1 milyon 300 bin civarında bina var. Bu binaların da büyük kısmı 99 depreminden önce yapılmış. Bu binaların imal durumlarına baktığımızda ise deprem güvenliğinden uzak yapılar olduklarını görüyoruz. Bazıları ise imal malzemeleri ve yapılışı bakımından depreme gerek duymadan bile yıkılacak binalar olduklarını söyleyebiliriz. Bununla birlikte 99 depreminden sonra Japon Araştırma Enstitüsü ile birlikte yapılan ortak çalışmalar sonucunda bir deprem hasar çalışması yapıldı. O günkü jeolojik durum, çevresel etkiler ve binaların durumu gibi faktörler göz önüne alınarak on ilçe öncelikli risk altında ilçe olarak belirlendi. Burada daha çok zemin parametreleri ve bina yüzey incelemeleri sonucu böyle bir durum ortaya çıktı. Bilahare İBB tarafından zemin etüt çalışmaları mikro bölgeleme yöntemiyle daha detaylı bir şekilde araştırıldı. Bunun yanında öncelikli on ilçenin altısında bina incelemeleri yaptırıldı. Tek tek örnekler alarak değil de projeleri, imal şekilleri, bugünkü görünümleri incelenerek depremde hasar görebilirlik durumları ile ilgili analitik çalışmalar yapıldı. Bu incelemeler sonucunda İstanbul’da çok sayıda binanın çok ciddi tehdit altında olduğu görüldü. Sonuç olarak deprem dolayısıyla öyle ya da böyle yıkılmaya maruz kalacak yapı alanlarımız var. Bu alanlarda da binlerce insanımız yaşıyor. Bu altı ilçede yapılan çalışmalar sonucunda binaların yaklaşık üçte birinin riskli olduğu ortaya çıktı. Buradan baktığınızda hızlı bir şekilde dönüşümlerinin yapılması gerekliliği ortaya çıkıyor. Uluslar arası bilimsel araştırmalar yine şu sonuçları ortaya koyuyor. Depremden önce ne kadar tedbir alabilirseniz depremden sonraki kaybınız o kadar az olur. Yine bu araştırmalara göre deprem öncesi ve sonrası ekonomik bir karşılaştırma yapıldığında, deprem sonrası ekonomimize yaklaşık 100 milyon TL’lik bir maliyet getireceği tahmin ediliyor. Deprem öncesi bu maliyetin yüzde 15-20’sini harcayarak bu kaybı büyük ölçüde önleyebileceğimiz ortaya çıkıyor. Dolayısıyla deprem dönüşümü dediğimizde binalarımızın yenilenmesi gerektiği kendiliğinden ortaya çıkıyor. Tabi bu binaların çürüklüğü, riskliliği dik- kate alındığındaki dönüşüm. Bir de İstanbul’da çarpık yapılaşmadan kaynaklanan kendiliğinden ortaya çıkmış yerleşim alanları var. Eğer biz İstanbul’u marka şehir haline getireceksek, dünya kentleri ile yarışacak hale getireceksek bu çirkin yapılaşmadan da İstanbul’u kurtarmalıyız. Daha modern, daha çağdaş ve daha sürdürülebilir bir kentte yaşamak istiyorsak bu çarpık alanları da ıslah etmemiz gerekiyor. Burada da bir dönüşümden bahsetmek gerekiyor. Tabi buradaki sorunların hepsi birbirinden farklı, sorunlar birbirine benzemiyor. Mesela ilk bahsettiğim stratejik dönüşüm alanlarında mülk sahipleri ile buradaki projelerin doğrularını, yanlışların karşılıklı tartışarak bulmaya çalışıyoruz. Mülk sahipleri açısından kanı şu; tamam burayı dönüştürelim ama neyi bıraktığımızda neyi alabiliyoruz. Bu fizibilite çalışmaları hep beraber yapıldı. Hem İstanbul’un stratejik planlamasındaki öngörüleri sağlamak hem de İstanbul’un diğer bir sorunu olan nüfus artışına sebebiyet vermeden belirli yapılaşma yoğunluklarında uzlaşmalara varıldı. Buradaki yapılaşmalar nüfusu daha da artıracak konutlar değil de, daha çok ticari, kültür, hizmet, turizm yoğunluklu yapılaşmalar olKASIM-ARALIK 2010 47 DOSYA: KENTSEL DÖNÜfiÜM Bizim insanlarımızda ise hala şöyle bir kısır beklenti var. Biz olaylara fiziksel büyüklükler olarak bakmaya devam ediyoruz. Mesela benim 100 m2 konutum var aşağısı olmaz, 100 m2 arsamda şu kadar yapım var aşağısı olmaz. Pazarlıklar ve sıkıntılar buradan başlıyor. Halbuki batılı bunu aşmış. Batıda tamamen değerleme sistemi üzerinden uzlaşmalar, anlaşmalar yapılıyor. Bugünkü yapının değer ile dönüşümden sonraki yapının değeri karşılaştırılıyor. Eğer bir kazanç ortaya çıkıyorsa herkes buna taraftar oluyor. Bizim yasalarımızda değerleme esaslı uygulamalar söz konusu değil. Tamamen fiziki büyüklükler üzerine göre tanımlarımız, kabullerimiz var. Bizde sorunlardan bir tanesi burada karşımıza çıkıyor. Yine karşımıza çıkan sorunlardan bir diğeri de her ne kadar İstanbul’da bir milyon üç yüz bin bina var desek de yüzde olarak bunların büyük bir kısmı iskâna tabi değil. Bu binalara yasal binalar olarak kabul ettiğinizde de orda da karşınıza sorunlar çıkıyor. Dolaylı yoldan imar affı yapmış oluyorsunuz. ması konusunda uzlaşıldı. Burada, İBB’nin yaptığı çalışmalarda Türkiye’de ilk defa bir yöntem geliştirdi. Planlara yapmaya muktedir olan İBB karaları tek başına değil hak sahipleri ile birlikte tartışarak, onlarla konuşarak aldı. Dolayısıyla mülk sahiplerinin büyük çoğunluğunun evet diyeceği projelere oralarda ulaşabildik. Dünyada bu anlamda diğer örnekleri incelediğinizde ülkemizde yasalara ihtiyaç olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor. Bir çok kişinin, makul çoğunluğun, evet diyeceği projeler için, dönüşüm veya yenileme çalışmalarına başlanabiliyor. Bunun için ülkemizde yüzde yüz mutabakatlara ihtiyaç var. Yoksa iş kamulaştırmaya dönüşürse buna maddi olarak belediyenin gücü yetmez. Yasalarımızda öngörülen uzlaşıyı biz buralarda aradık ve de sağladık. Batılı ülkelerin bazılarında bu 48 M‹MAR VE MÜHEND‹S alanlarda daha demokratik çerçevede yasalar konulmuş. Nedir bunlar? Mesela Barselona örneğini incelediğimizde şu tarz kabuller yapılmış. Şehrin bir alanı kentsel dönüşüm alanı ilan edilmiş. Burada çalışmaların yapılabilmesi içinde en az bir imar adasında bu kararın alınmasını zaruri olarak şart koşmuş. Bir imar adası içindeki hak sahiplerinin de yüzde 51’nin evet demesiyle de dönüşüm kararı alınabiliyor. Yani yüzde 100 mutabakat gerekli değil. Bizdeki gibi yüzde yüz mutabakatın dışında bir yasal çerçeve tesis edilmiş. Bu da şunu kolaylaştırıyor; kararların alınıp ilerlenmesinde ciddi zamanlar kazandırıyor. Bütün dünya uygulamalarında şunu görüyoruz. Dönüşüm sonrası bu alanlardaki mülklerin değerleri 8-10 katına yükselmiş. İnsanlar bunları gördükten sonra dönüşümün tarafı olmaya başlamışlar. Deprem ile ilgili dönüşüm anlamında İBB önemli çalışmalar yapıyor. Fiziki yaşam alanlarında değişim, dönüşümler oluyor ama sosyolojik anlamda ne gibi zorluklarla karşı karşıyasınız? Tabi sorunlardan bir tanesi de sosyal sorunlardır. Başta da söylediğim gibi birkaç sorun vardı. İlk olarak yasal problemlerle karşılaşıyoruz. Daha sonra planlama tekniği açısından problemler mevcut. Örneğin belirli emsalleri aşmadan planlama yapmanız gerekiyor. Bu da beraberinde problemleri getiriyor. Belirli nüfus yoğunluğunun yaşadığı alanlar ile ilgili planlamalar yaptığınızda yasal olarak buralara da yeşil alan, spor alanları gibi çeşitli donatı alanlarını koymanız gerekiyor. Bunlar şimdiki yapılaşmada yeterli değilken planlarınıza bunları koymanız mümkün olmuyor. Örneğin 99 depreminden sonra bir ilçemiz için plan çalışması yapıyorduk. Mevcut nüfusu 400 bin olan ilçenin fiziki alanına yasalara göre ve planlara göre ancak 250 bin kişi sığdırıyorsunuz. İstanbul’un Türkiye’nin başka yerlerine benzemeyen böyle sorunları var. Diğer taraftan sosyal problemlere geldiğimizde İstanbul’da çok değişik sosyal alışkanlıklar var. Belirli şehirlerden göç edip gelen insanlar İstanbul’un değişik yerlerine toplu olarak yerleşmişler ve yaşam kültürlerini buralarda devam ettirmeye çalışıyorlar. İstan- bul Avrupa’nın kültür başkenti olan mega bir kent. Fakat bu mega kent içerisinde kırsal yaşam biçimini devam ettirmeye çalışan yaşam biçimleri de var. Yani böyle bir olguyla da karşı karşıyasınız. Bunlar göçün getirdiği problemlerden biri. Örneğin Sulukule’de yapılan dönüşüm çalışmasında bunu gördük. Orada yapılan çalışmalarla insanlara daha üst bir seviyede yaşam şekli sunuldu. Fakat insanlar buna adapte olamadılar. Çünkü bu yaşam biçiminin de bir maliyeti var. Bunun dışında bizim insanımız iş ve yaşam alanlarını birbirine yakın yerlerde oluşturuyorlar. Hatta öyle örnekler var ki adamın evi üst katta işyeri altta. Adamın iş yaptığı çevre o alanda. Siz burayı dönüştürdüğünüzde o adamın işle iştigali ne olacak. İşte bu meçhul olarak duruyor. İşte burada isteksizlikler ortaya çıkıyor. Batılı ülkelere baktığımızda dönüşüm olayında bizden başarılı oldukları görünüyor. Bunun sebebi nedir diye baktığımızda buralardaki sosyal belediyecilik, sosyal devlet anlayışının daha üst seviyelerde tesis edilmiş olduğunu görüyorsunuz. Mesela her belediyenin kendi stoklarında konutlar var hazırda. Bunlar fakirler, zenginler için devletin kiralama sistemi ile işlettiği kendi konutları var. Avrupa’nın ve dünyanın pek çok ülkesinde bunlar var. Bizim sorunlarımızdan bir tanesi bu. Kentsel dönüşüme evet deyip çalışmalara başladığınızda insanlarımızı nerelerde ikamet ettireceğiz. Bu da bir sorun olmaya başlıyor. İlçelerde ve belirli alanlarda bu tür stok konutlar elimizde yok maalesef. Bu da sorun olarak karşımıza çıkıyor. Dönüşüm anlamında biz yeni bir yöntem geliştirmeye çalışıyoruz. Kamuya ait boş alanlar veya dönüşümü yapılabilecek binalı alanları belirleyeceğiz. Örneğin şu anda Bayrampaşa Cezaevi’nin olduğu alan, Esenler ve Zeytinburnu’ndaki alanlar. Önce biz bu alanlarda bir şeyler üreteceğiz. Sonra hemen yanı başındaki vatandaşlara sizleri buralara aktaralım diyeceğiz. Bu modele de bir isim verdik, üret-aktar-boşalt. Bu modeli uyguladığımızda kentsel dönüşümü sağlayabileceğimize inanıyoruz. Bununla ilgili az önce söyledim proje alanları belirlendi .bir de başkanımızın yakın zamanda kamuoyuna açıkladığı bir çalışmamız var. Fikirtepe’nin öncelikli alan olarak benimsenmesinden sonra ortaya çıktı. Burada binaların oluşturduğu 1,80’lik ortalama bir emsal var. Kadıköy genelde ise 2,07 ortalamasında bir emsal var. Bu emsalin ana fikrinden kopmadan nasıl bir dönüşüm sağlayabileceğimizi araştırdık. Bu araştırmadan şöyle bir sonuca varıldı. Bir arsa veya parselde tek başına bir dönüşüm yapmak isteyen mülk sahibi için emsali ençok 2,07 ile sınırlandırdık. Ama 2000 m2’yi aşan parsel sahipleri bir araya gelip bir çalışma başlatacaksa onlara 2,07’yi yüzde 20 oranında aşacak bir emsal hakkı, 4000 m2’yi bulan hallerde ise 2 katına varabilecek emsal artış hakkı verilebilecek. Fikirtepe’de kot farkından subasman altında kalabilecek yerler emsal dışı tutulabilecek. Yani tamamen plan kararları ile yürüyebilecek, parsel sahiplerinin hür iradesine bırakılacak böyle bir çalışmamızda var. Fikirtepe bu model için bir AR-GE alanı olmuş olacak. Buradan çıkacak sonuçlar başarılı olursa bu modeli İstanbul’un diğer bölgelerinde uygulama fırsatımız ol- 99 depreminden sonra bir ilçemiz için plan çalışması yapıyorduk. Mevcut nüfusu 400 bin olan ilçenin fiziki alanına yasalara göre ve planlara göre ancak 250 bin kişi sığdırıyorsunuz. İstanbul’un Türkiye’nin başka yerlerine benzemeyen böyle sorunları var. muş olacak. Kamunun ve yerel yönetimin içinde olmadığı böyle bir dönüşüm modelinin uygulanabilirliğini böylece görmüş olabileceğiz. Tabi bu modelde özel sektörün uzlaştırıcılığına çok iş düşüyor. Bir çok parsel sahibini bir araya getirerek bir proje üretmesi gerekiyor. Aslında yurt dışında böyle alanlarda parsel sahipleri geliyorlar bu alanlar dönüştürülsün diye. Ama bizde kamu dönüştürelim diye parsel sahiplerine gidiyor. Bizde ters bir durum var yani. Mevcut yapı stoğunun yenilenmesi ile ilgili sıkıntıyı nasıl aşacaksınız? Yani emsal değerleri kurtarmayan, deprem konusunda güvensiz fakat imar artışını kurtarmayan binalar için neler düşünüyorsunuz? Müteahhidin giremeyeceği ve az önce söylediğiniz üret-aktar-boşalt modelinin uygulanamayacağı alanlar için neler düşünüyorsunuz? Kamu olmadan bu işlerin yapılabileceğini bazı bölgelerde görebiliriz. Örneğin Şişli’de tamamen özel sektörün çalışması ile yürüyen bir durum var. Özel teşebbüs bu alanlarda hak sahipleri ile anlaşarak, hiçbir imar artışı yapmadan tamamen değer esası üzerinden yola çıkılıyor. Burada ikna kabiliyeti çok önemli. Bu anlamda başarılı kentsel dönüşüm çalışmalarını görüyoruz. Konuya ayrı bir boyut katmak istiyorum. Deprem bağlamında binalarımızı güçlendirdik, fiziki durumlarını daha iyi hale getirdik. Fakat hızla büyüyen İstanbul’da ulaşım aksları konusunda ne tür çalışmalarınız var? Bunlar ileride sorun olarak karşımıza çıkmayacak mı? Kentsel dönüşüm bu sorunlarında çözümünün bir parçası olur. İstanbul’da şu anda en büyük sorunlardan birisi hem gündüz hem de gece için geçerli olan bir parklanma sorunu var. Örneğin bu dönüşüm alanlarında otopark sorunu tamamen yer altında çözümlenmiş olacak. Bu uygulama sonucunda trafikte bir rahatlama olacaktır. Mesela kentsel dönüşüm çalışmaları ile ana arterlerde trafik yeraltına alınabilecek. Ulaşımda gelecekte bizi bekleyen tehlikelerden biri de araç nüfusunun hızla artmasıdır. Günde ortalama 500-600 araç trafiğe çıkıyor. Sizde aynı oranda yol yapamıyorsunuz. Zaten yapacak alanınızda yok. Tabi burada en önemli yatırım ve proje alanı toplu taşıma olacaktır. Önümüzdeki 25-30 yıl içerisinde metro, tren KASIM-ARALIK 2010 49 DOSYA: KENTSEL DÖNÜfiÜM önce planlama daha sonra uygun yapılaşma olmamış. Tam tersi yapılmış. Yapılar önce yapılmış sonra planlama yapılarak bazı alanlar kurtarılmaya çalışılmış. Aslında öyle büyük yeşil alanlar hiçbir zaman olmamış. Örneğin İstanbul’da öyle alanlar var ki buralarda yeşil alandan bahsetmeniz mümkün değil. Bir km2’de 70 bin insanın yaşadığı bölgeler var. Buralara siz hangi yeşil alan uygulamasını yapacaksınız. Bizim yüz binlik planlarda kademelendirme çalışmaları yapıyoruz. Konut alanlarını, ticaret alanlarını, sanayi alanlarını belirliyoruz. Eğer AVM ticaret alanı içerisinde ise sorun yok. Ama daha önce yapılan planlara dayanılarak AVM’ler yapılmış. Biz belediye olarak meydanlaşma çalışmaları yaparak nefes alacak alanlar açmaya çalışıyoruz. Belli bölgelerde trafiği tamamen yeraltına alarak meydanlar ortaya çıkarmanın planlarını yapıyoruz. Bu alanlarla ilgili şu anada uygulama yapılan yerler var, uygulama yapılacak yerler var. Bugüne kadar basına yansıyan Beşiktaş Barbaros Bulvarı, Taksim, Çağlayan, Ataköy gibi yerlerde meydanlaşma çalışmalarımız var. vs. ulaşım projelerinin tamamlanması hedefleniyor. Şu anda zaten belediye ve ulaştırma bakanlığı tarafından yürütülen Marmaray ve metro hatları ile ilgili çalışmalar yürüyor. Bunlar sadece Avrupa yakasında değil, Anadolu yakasında da devam ediyor. Toplu ulaşım yatırımları hızla devam etmiş olsa bile trafiğe hergün bu kadar araç çıktığı müddetçe ileride bizi yine yol sorununun beklediğini söyleyebilirim. Kentsel dönüşüm çalışmaları ile ilgili olarak şöyle eleştirilerde geliyor. İnsanları yüksek katlı binalarda yaşamaya zorluyoruz. İnsanlar sosyal bir varlık. Bu çok katlı binalar insanları topraktan, ağaçtan, manavından, kasabından kopartıyor deniyor. Siz bu eleştirilere katılıyor musunuz? Aslında bu bir zorlama değil hayatın gerçekleri bir anlamda. Japonya’ya gittiğinizde insanlar 35-40 m2 binalarda yaşıyorlar. Bu bir arz talep meselesi. Bunu İstanbul için konuşuyorsak, İstanbul’un büyümesinin bugün bile sınırlandırılması gerekiyor. Biz plan altyapı analitik çalışmalarını yaparken eleştiriler geldi. Deprem ile ilgili dönüşüm çalışması yaptığınız halde planlamayı yine doğu-batı aksında yapıyorsunuz. Burada verilmesi gereken kararlar var. Siz tabiî ki ekonomik açısından, mal ve can güvenliği açısından sürdürülebilir ola50 M‹MAR VE MÜHEND‹S caksınız ama bir de yaşam kalitesinin sürdürülebilmesi için bazı alanları tutacaksınız. Biz kuzey aksını yerleşim alanları olarak planlasaydık ormanlara girmiş olacaktık. Dünyada bunun örnekleri var. Ama siz İstanbul’da bunun önünü açarsanız, orman alanlarını imara açarsanız kötü örnekler karşımıza çıkar. Biz millet olarak koruma-kullanma dengesini maalesef sağlayamamışız. Belki o kültür seviyesine ulaştığımızda orman alanlarını düşünebiliriz. Ama şimdi değil. Şehrin merkezinde 30-40 yıldır korunan alanlar vardı. Buralarda bir aralar kent park uygulamaları da yapıldı. Fakat son yıllarda bu alanlar bir anda AVM oldular. AVM’ler ile birlikte bu alanları kaybettik, trafik yoğunluğu meydana getirdik ve o çevredeki sosyo-eko sistemi bozduk. Yani hem yeşil alanları kaybettik hem de sosyal yapıyı bozduk. İnsanlarımızın nefes alabilecekleri alanlar AVM oldu. Doğal yaşam alanlarımızı kaybediyor muyuz? İstanbul’da çok sayıda AVM yapıldı, yapılmaya da devam ediyor. Şehir içinde AVM yapılamaz diye bir yasal düzenleme olmadığı için bunlar bir şekilde yapılıyor. Şu anda zaten bir AVM alanı kadar park yapsanız bile yeterli olmayacaktır. Aslında bu geçmişten gelen bir sorun. Hiçbir zaman Büyükşehir belediyesi olarak yaptığınız çalışmalarda aslında İstanbul için yapılması gerekenleri ortaya koydunuz. Sizce acil olarak yapılması gerekenler nelerdir? Acil eylem planlamalarının hepsi yapıldı, yol haritaları çizildi. İstanbul belki de zemin incelemesi anlamında dünyanın en zengin bilgilerine sahip. Dünyanın hiçbir yerinde İstanbul’daki kadar bina incelemesi yapılmamıştır. 99 depreminden sonra 45-50 bin binanın yıkılması gerektiği söyleniyordu. Daha sonra yeni yapılan binalarla bu sayı aşağıya doğru iniyor. Çünkü güvenli binalar inşa ediliyor. İstanbul daha güvenilir yaşamın sürdürülebileceği bir kente dönüşüyor. Riskli alanlardaki binalar da yenileniyor. Burada Mimar ve Mühendisler Grubu gibi siz sivil toplum kuruluşlarına önemli görevler düşmektedir. Halkı bilinçlendirecek çalışmalar yapmanız gerekmektedir. İnsanoğlunun fıtratında var belki her şeyi çok çabuk unutuyoruz. 99 depremi ve sonrasında meydana gelen depremlerin ortaya çıkardığı can ve mal kayıplarını çok çabuk unuttuk. Bir diğer kötü anlayışımızda her şeyi kadere bağlamak. Yaşananları unutturmamak üzere depremin devamlı konuşulması, yapılması gerekenlerin elzemliği insanlara anlatılmalı. Bunu da en iyi sivil toplum kuruluşları yapar. DOSYA: KENTSEL DÖNÜfiÜM SÖYLEfi‹ Abdurrahman Arslan: “SOKAĞI OLMAYAN MAHALLELER İNŞA EDİLİYOR” DEVLET ARAZİLERİNİ VATANDAŞA AÇARAK İNSANLARIN İSTEDİKLERİ ŞEKİLDE EVLERİNİ MAHALLELERİNİ İNŞA ETMELERİ GEREKTİĞİNİ BELİRTEN ABDURRAHMAN ARSLAN, “BUGÜN YÜKSEK BİNALAR, GÖKDELENLER YAPILARAK SOKAKSIZ MAHALLELER İNŞA EDİLİYOR. KENTSEL DÖNÜŞÜM ADINA BU YAPILANLAR DA TOPLUMSAL DAYANIŞMAYI, SOSYAL İLİŞKİLERİ YOZLAŞTIRIYOR,” DEDİ. ABDURRAHMAN ARSLAN İLE ŞEHİRLERİMİZİ, ŞEHİRCİLİK ANLAYIŞIMIZI VE KENTSEL DÖNÜŞÜMÜ KONUŞTUK. SÖYLEŞİ: AVNİ ÇEBİ / DİLAVER DEMİRAĞ Toplumlar kentlerde kendi kimliklerini görürler. Şehirler o şehirdekilerin kimlik kodlarını ele verirler. Bir şehrin silueti bir anlamda o şehrin manifestosudur. Şehri değiştirmek, dönüştürmek hayatın tümünü değiştirmek anlamına gelir mi? Bu hayatın tümünü değiştirmeye yönelik tanrılık iddiası değil midir? Kentsel dönüşüm inancın, inançsınız hayata yansıması değil midir? Modern kent sizin dediğiniz bu tespitleri doğruluyor. Unutmayın ki modern kenti kuran husus iktisadi kaygılardır. İktisadi ilişkilerin, iktisadi ilişki içinde olanların, yöneticisinden üreticisine kadar tüm insanların ilişkilerini daha rahat bir şekilde yapabilecekleri şekilde tasarlanmış kentlerdir. Bence bunun klasik bildiğimiz şehirlerden bir farklı tarafı var. Bu haliyle şehir bir dünya görüşünü temsil ediyorsa kent de başka dünya görüşünü temsil ediyor. Dolayısıyla her şehrin kendine ait bir kimliği vardır. O kimlikte orada yaşayan insanların dünya görüşünü yansıtır. Kente baktığımızda çok daha karmaşık bir durum görüyoruz. Kent orada yaşayan insanların dünya görüşünü değil de, o insanlara giydirilmeye çalışılan bir görüşü ifade ediyor bana. Bu da iktisadi kaygılar, iktisadi determinizm dediğimiz şey bunlar. Burada kent dediğimiz kavramın zaman ve mekanı tevhid dediğimiz anlayışla düzenlemesi mümkün değildir. Klasik şehir özellikle İslam şehri ile modern kentin 52 M‹MAR VE MÜHEND‹S arasındaki en büyük mahiyet farkı zamanın kullanım biçimi ile mekanın şekillendirilişi arasındaki farktır diye düşünüyorum. Elbette ki tevhidi anlayışta ki şehrin zaman ve mekanı kullanımı ile bu konuda bir kaygısı olmayan modern kentin kullanımı farklı olacaktır. Çalışma hayatına baktığınızda gece ile gündüz arasında bir fark gözetilir mi? Önemli olan 8 saat işçi emeğinin harcamasıdır. Bu insanın fıtri yapısına, tevhid anlayışına uygun olmayabilir. Ben şahsen gece 12’den sabah 6’ya kadar çalışmanın insanın fıtri yapısına uygun olmadığını düşünüyorum. Fakat modern kent bu anlayışı meşru hale getirebiliyor. Kente müdahale ediyorsunuz. Kent bir yaşam alanı, hayat alanı. Oraya siz müdaha- le ederek yaşam alanını, hayat alanına da müdahale ediyorsunuz. Bu müdahale doğru mudur sizce? Bir kere bu müdahaleyi meşru hale getiren nedir? İlk önce onu incelemek lazım. Zaman ve mekan kavramı ile şehre müdahale ederken bunu ne ile meşrulaştırıyoruz, ona bakmamız lazım. Burada akla en uygun gelen mantık; insanların evsiz oldukları ve onların ev sahibi yapıldığı olgusudur. Ya da gecekondu alanlarında yaşayan insanları kendi sağlık anlayışımıza göre daha sağlıklı olduğuna karar verdiğimiz yüksek apartmanlarda yaşatmaya çalışıyoruz. Demek ki burada ciddi bir problemle karşı karşıyayız. Bir kere gecekondunun çok sağlıksız olduğuna kim karar veriyor. Onun içinde yaşayanlar mı, yoksa onun içinde yaşayanları düzenlemek isteyenler mi? İçinde yaşayanların sağlık anlayışı ile onları kentsel dönüşümün bir malzemesi yapmak isteyenlerin sağlık anlayışı arasında bir uçurum olduğu kanaatini taşıyorum. Bana sorarsanız gecekondudaki insanın sağlığı daha yerindendir. Çünkü bir defa ayağı toprağa basmaktadır, güneş görmektedir, gürültüden uzaktadır, yeşile dokunmaktadır. Modern kentteki en ciddi problem huzursuzluk yaratabilecek grubların kentsel dönüşüm adı altında ortadan kaldırılmak istenmesidir. Bu 1800’lerin, 1900’lerin Londra’sında, Paris’inde de aşağı yukarı böyledir. Ancak işçi sınıfından çekinerek daha sağ- lıklı olduğu düşünülerek kentsel dönüşüm adı ile potansiyel tehlike ortadan kaldırılmaya ya çalışıldı. Bizde de bu potansiyel tehdit unsurlarının kentsel dönüşüm adı altında önlenmek istenmektedir. Bizdeki yerel yönetim anlayışının en sakat tarafı gecekonduda yaşayan insanların oralardan alınıp apartmanlara taşınmasıdır. Bizde apartman bir medeniyet, çağdaşlık göstergesi olarak sunuluyor. Benim kanaatime göre de bu sakat bir zihniyetin göstergesi. Bunun başka alternatiflerinin de olması lazım. Bence Müslümanlar da bunu düşünmek zorundadırlar. Eskiden de apartmanlar vardı. Fakat bu apartmanlar sokağa bakarlardı, hayatla iç içeydiler. Sosyal ilişkiler daha kuvvetli idi. İnsanlar arasındaki ilişkiler samimiydi. Şimdi sitelerle beraber bu sosyal ilişkiler de bitti. Sosyal ve kültürel olarak aynılaştırılan bu insanlar arasındaki ilişkiler de daha çok gösteriş, hava atma için yapılmaya başlandı. Bir sosyal yozlaşma da söz konusu. Kısaca buralarda zenginler için gettolar üretilmeye başlanmış oluyor. Böyle bir sıkıntı var elbette ama onlar bu durumu bir yozlaşma olarak görmüyorlar. Bu yeni bir durumdur. Bunun nasıl bir sosyal değişime işaret ettiği üzerinde yeniden düşünmemiz gerekiyor. Bu toplumun derinliklerinde meydana gelen bir değişime işaret ediyor. Bu değişimi bence anlamlandırmamız gerekiyor. Kurulmuş bir şehre yapılmış yeni bir yol o şehrin sosyal dokusunu alt üst eder. Bunu niçin yapmış olursanız olun bu fark etmez. Kurulu bir düzenin bulunduğu alanlarda trafiği düzenlemek için yeni yolların yapılması bir şehircilik değildir. Bizim için önemli olan trafiğin akışı mıdır, yoksa o sosyal dokunun muhafazası mıdır? Sizin bu bahsettiğiniz kentsel dönüşüm çalışmalarının İstanbul’da bir şehircilik anlayışının özelliklerini taşıdığı kanaatinde değilim. Şehircilik trafiği rahatlatmak için yollar yapmak değildir. Bizim zihniyetimizin şehircilik anlayışında sorunlar var. 15-20 yıl önce şehirciliği çöp atma, kanalizasyon yapma olarak gördü. Oysa şehirciliğin bence iki boyutu vardır. Bir insan olarak, bir Müslüman olarak hayat tarzını yaşayabileceği mekânlar oluşturmaktır. Son zamanlarda şehirlerin metropolleşmesi ile birlikte trafik orada yaşayan insanlardan daha önemli olmuştur ve trafik akışını düzenlemek için yollar yapılmaya çalışılıyor. Halbuki dünyanın hiçbir metropolünde trafik akışı yollar yapılarak düzelmedi, İstanbul’da da düzelmeyecektir. Örneğin burada yer altından geçen tüneller şehirciliğin çok çok kötü örnekleridir. Şehircilikten anlamamanın getirdiği sonuçlardır. Benim için şehircilik anlayışında orada yaşayan insanların sosyal dokusu önemlidir. Oradaki insanlar arasındaki dostluk, arkadaşlık, komşuluk, akrabalık ilişkilerini hangi mekânlarda koruyabiliriz sorusu benim için daha önemlidir. Oysa bugün yapılanlar tam tersidir. Şehircilik anlayışının bir diğer unsuru da hayatı ucuzlatmaktır, pahalılaştırmak değildir. Kent kavramının tuzağına düşen müslüman zihniyet ancak bunu görmemezlikten gelir. Çünkü hayat insana verilmiş bir emanettir. Biz onu şehir ortamı içerisinde rahatlatabiliyorsak, ucuzlatabiliyorsak önemlidir. Bizim bugün endişelerimizin çoğu kentin iktisadi ve trafik kaygılarıdır. Bundan dolayı evet İstanbul kente benzeyecek ama şehir olmaktan da çıkıyor. Bugün belediye başkanları, şirketler bir araya gelerek kentsel dönüşüm adı altında insanların yaşayacakları mekanları tasarlamaları, insanları buralarda yaşamaya zorlamaları bir tanrılık iddiası değil midir? Bu müslüman zihin anlayışına ters değil midir? Burada kendi Müslümanlığı ile ilgi bir sorunsalın farkına varıyor mu? Hayır varmıyor. Ama seçimle geldiği için o yaptıklarını orada meşrulaştırıyor. Ama sizin dediğiniz bu durumla ilgili seçimin ona meşruiyet kazandırıp kazandırmadığını da sorgulayamıyor. Bu çok farklı bir olguyu ifade ediyor. Hatta demokratik paradigmanın kavrayamayacağı bir olgudan söz ediyoruz. Seçimle gelen bir yönetime benim dünya görüşümü etkileyecek mekanları dönüştürme gücünü ona o demokratik seçim vermiş midir? Ben verdiği kanaatini taşımıyorum. Feodal beylerin kurduğu şatolarla bugün kurulan binalar arasında bir fark yok. İkisi de hiç yıkılmayacakmış gibi binalar kuruyorlar. Aslında bugünkü binaların büyüklüğü modern iktisadın büyüklüğü ile doğru orantılı. Dikkat ederseniz ABD’de de İstanbul’da da ilk gökdelenler hep iktisadi binalar olmuştur. Ben şunu anlamıyorum, bir Müslüman hangi dönüşüm dolayı, geçirdikleri hangi hastalıktan dolayı her şeyi büyük tasarlıyorlar. Bu hastalık onlara nereden geldi. Bu Müslümanların batı karşısında düştükleri aşağılık duygusundan kaynaklanıyor olabilir ama burada bir inanç zafiyeti var. Gökdelenlerin ilk ortaya çıkışı insanın kendi büyüklüğü ile ilgili bir meydan okumadır. Kendi felsefi altyapısı içinde meydan okuyucu mimarlığın sırf paranın gücüyle Müslüman bir ülkede ortaya çıkması, onu kendi felsefesinden ayrı düşünmek gibi aptalca bir düşüncenin ürünüdür. Burada şunu söylemek istiyorum, her gün peygamberden, sünnetten, mütevazilikten bahseden bir insan böyle bir şeyi tasarlarken buradaki çelişkinin farkında değil mi? Bu Müslüman için bir hastalık boyutuna KASIM-ARALIK 2010 53 DOSYA: KENTSEL DÖNÜfiÜM ulaştığı için üzülüyorum. İslami mimari aslında basamağı sevmez. Bunun en iyi örnekleri olarak Hacer-ül esved’i ve Mekke’yi verebiliriz. İslami tevazu mekanlara yansıtılmalıdır. Şehirlerimizdeki bu dönüşümün nedeni topraklarımızın rant aracı haline gelmesidir. Bize emanet edilen toprakları sadece üzerinde yaşadığımız alanlar olarak değil de rant aracı, para kazanılacak alanlar olarak gördüğümüz için hem mekan anlamında hem de sosyal ilişkiler anlamında bu olumsuz değişimler başladı. Yani tüm bu olumsuzlukların kökeninde toprağın rant aracı haline getirilmesini görüyoruz. Burada da dikkat ederseniz bir iktidar kavramı ile karşı karşıya geliyoruz. O toprakların ranta dönüşmesi iktidarın çıkarmış olduğu bir yasayla oluyor. Şimdi buradan en başa dönersek şunu görürüz. 1800’lü yıllarda batı bir şehrin nüfusu ne olmalıdır konusunda yoğun tartışmalar yaşadı. Yani bugünkü noktaya tesadüfen gelmediler. Biz ise öyle değil, biz beleşten geldik. Bunu kabul etmemiz lazım. İkinci bir husus bugün ülkemizin topraklarının yüzde 60-65’i devlete aittir. Bugün bu hastalıklı durumun kaynağında bu arazilerin devlete ait olması yatmaktadır. Devlet arazi konusunda vatandaşına cömert davranmamıştır. Vatandaş gecekondululaşmaya yöneltilmiş fakat yine de devlet otoritesini hissetmiştir. Burada devlet vatandaşına altyapısını hazırlanmış, daha sağlıklı bir yapılaşma sunabilirdi. Bir diğer hususta batıda insanlar kendiliğinden 54 M‹MAR VE MÜHEND‹S Devlet bizim dayanışma ağımızı çözerek kendi iktidarını çoğaltıyor burada. Bu toplum bugün dünya görüşünü mekanlarına yansıtamıyor. Bu toplum sosyal ilişkilerini diğer insanlara yansıtamıyor. Bu hastalıklı bir haldir. kentlere göç etmişlerdir. Fakat ülkemizde devletin baskıcı modernleştirme anlayışı insanları zorla topraklarından koparmıştır. Son 20 yirmi yıldır şehirlerimiz şantiye haline geldi. İnsanlar bahçeli evlerini verip karşılığında apartman dairelerini aldılar. Bu da sağlıklı olmayan bir zihinsel yapının göstergesi. Batıda bunlar Hıristiyanlıktan dolayı sorun olamadı. Çünkü hristiyanların bir ayağı kırdadır. Onlar pek kenti sevmezler. Bugün İstanbul’a baktığınızda zaman ve mekanların İslamiyetle pek alakası kalmamıştır. Bunun için insanlar vakit kaldığında namaz kılıyorlar, vakit ayırarak değil. Çünkü zaman kavramı değişti. Eskiden evler inşa edilirken kıble dikkate alınırdı. Fakat şimdi böyle hassasiyet söz konusu değil. Çünkü mekan kavramı anlayışı da değişti. Peki bu zorunlumuydu, hayır değildi. Kimse bizi kandırmasın, Türkiye’nin yeteri kadar toprağı vardı. Bu kadar ucube şehirler kader değildi. Bugünde insanları yozlaştıran, sosyal ilişkileri yok eden kentsel dönüşüm denen çalışmalar- da bu bakımdan samimi değil. Devlet eğer samimi ise kendisine ait olan bu ülke topraklarını vatandaşa açacak ve vatandaşın orada kendi istediği evini yapabilmesi için altyapıyı da hazırlamak zorundadır. Benim kişisel önerim budur. Hatta bu insanlar kendi mahallelerini de istedikleri gibi düzenleyebilmelidirler. Örneğin insanlar mahallelerinde çıkmaz sokaklar oluşturabilirler. Çıkmaz sokaklar bir mahallenin sosyal dokusu anlamında çok önemlidir. Fakat cumhuriyet dönemindeki modernlik anlayışı bu çıkmaz sokakları yok etmiştir. Bugünde kentsel dönüşüm adı altında sokaksız mahalleler yapılıyor. Gökdelenler sokağı olmayan mahallelerdir. Sokağı olmayan mahalle tasavvur edebilir misiniz? İşte bugün yapılan budur. Kentsel dönüşüm adına bu yapılanlar cinayettir. Tüm bunlar insan olarak ilişkilerimiz çözüyor. Bu ne modern bir topluma ne de postmodern bir topluma uyuyor. Yani çok anomi bir durum var ortada. Kent dediğimiz olgu felsefi altyapısından dolayı insan fıtratına uygun olmadığını, bundan dolayı da İslam’a uygun olmadığını düşünüyorum. Kent bizim geleneksel şehirlerimizin yerini karşılamaz. Aslında ABD dışında batı geleneksel şehir anlayışını korumuştur. Az önce de söylediğim gibi batı bir şehrin nüfusunun ne olması gerektiği temel felsefi konuları tartışarak bugüne geldi. Fakat ülkemizde ne sağcı ne solcusu, ne sosyoloğu ne de mimarı bu konuları tartışmadı. Her şeyin hazırına konmamız bizi perişan etti. Belediyecilik nedir, belediye hizmeti nedir diye tartışmadan belediye üzerinde ahkam kestik. Bu yüzden hayatı biz bu hale getirdik. Hayat bize verilmiş emanettir. Allahın bize emanet verdiği hayatı özenle yaşamalıyım. Hayatı pahalılaştırırsak hayat insana bir yük olur. Belediyecilik hayatı ucuzlatmaktır. İnsanların hayatını ne kadar kolay yaşamasını sağlarsanız o derce belediyecilik hizmetini yerine getirmiş sayılırsınız. Belediyenin görevi hayatı ucuzlatmak olmalıdır. Kentsel dönüşümün en büyük tehlikelerinden biri de toplumsal dayanışmayı yok ederek vatandaşı devlete köle haline getirmesidir. Devlet bizim dayanışma ağımızı çözerek kendi iktidarını çoğaltıyor burada. Bu toplum bugün dünya görüşünü mekanlarına yansıtamıyor. Bu toplum sosyal ilişkilerini diğer insanlara yansıtamıyor. Bu hastalıklı bir haldir. Kısaca insanlarımız dünya görüşlerine uygun olarak dış dünya ile bağlantı kuramıyor. DOSYA: KENTSEL DÖNÜfiÜM MAKALE MEGA KENT İSTANBUL: BÜYÜK KENTİN KAÇINILMAZ TOPLUMSAL SORUNLARI(*) YAKLAŞIK 12 MİLYONLUK NÜFUSUYLA AVRUPA’DAKİ BİRÇOK ÜLKEDEN DAHA BÜYÜK BİR NÜFUSU BARINDIRAN İSTANBUL, TÜRKİYE’NİN NABZININ ATTIĞI BİR YERDİR. FAKAT KONTROLSÜZ VE PLANSIZ GÖÇ DİĞER BÜYÜK KENTLERDE OLDUĞU GİBİ İSTANBUL’UN DA SOSYAL SORUNLARINI ARTIRMIŞTIR. BU SORUNLARIN ÇÖZÜMÜNDE MERKEZİ HÜKÜMETLERLE YEREL YÖNETİMLERİN YANI SIRA SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI, İŞ DÜNYASI, ÜNİVERSİTELER VE ORTALAMA VATANDAŞLARINDA SÜREÇLERE DÂHİL EDİLMESİ GEREKİR. Prof. Dr. Ömer ÇAHA Fatih Üniversitesi 56 M‹MAR VE MÜHEND‹S ‹STANBUL: BÜYÜK KENT OLMANIN GET‹RD‹⁄‹ SORUNLAR İstanbul’un sorunlarını yazarken iki problemle karşı karşıyayız. Bunlardan birincisi, sosyal sorunlar içinden hangileri üzerinde duracağımız. Sosyoloji literatüründe insanın adalet duygusunu rencide eden, toplumsal düzen ve barışı tehlikeye sokan, bireyin hayatını zora sokan ve ortalama insani şartlarda yaşamasını engelleyen sorunlar genel olarak sosyal sorun olarak kabul edilir.1 Bu bağlamda çevre sorunlarından başlayıp uyuşturucu bağımlılığına kadar uzanan uzunca bir sorun listesini sosyal sorun olarak değerlendirmek mümkündür. Sosyologlar genel olarak sosyal sorun olarak çevre, eğitim, sağlık, istihdam, aile, toplumsal ilişkiler ve gelir dağılımı alanında ortaya çıkan sorunları öncelikli sosyal sorun alanları olarak görme eğilimindedirler.2 İstanbul’un sosyal sorunlarına eğilirken doğal olarak bunlardan hangilerinin İstanbul’da ön plana daha fazla çıktığını göz önünde bulundurarak bir değerlendirme yapmak gerekir. Yaklaşık 12 milyonluk nüfusuyla Avrupa’daki birçok ülkeden daha büyük bir nüfusu barındıran İstanbul, Türkiye’nin nabzının attığı bir yerdir. Türkiye’deki istihdam imkânlarının önemli bir kısmını İstanbul karşılamaktadır. İstanbul Türkiye’nin sadece sanayi, ticaret ve finans merkezi değil, aynı zamanda sanat, kültür, turizm ve eğitim merkezidir. Sanat ve kültür merkezlerinin, tarihi mekânların, başta üniversiteler olmak üzere eğitim kurumlarının fazla geliştiği ve yoğunlaştığı kent Türkiye’de hiç kuşkusuz İstanbul’dur. Bu şehir, Anadolu insanının öncelikle yüzü- nü döndüğü, “taşı toprağı altın” diyerek gelmeye çalıştığı bir yerdir. Büyük kentlere doğru seyreden kontrolsüz göçlerin önlenmesi göç hareketlerinin başladığı yerlerden başlar. Bu da ancak büyük kentlerde gelişen imkânların buralarda da geliştirilmesiyle mümkün olabilir. İnsanların İstanbul gibi büyük kentlere sadece istihdamdan dolayı gelmediğini bilmek gerekir. Bundan yıllar önce Ordu’nun Gölköy ilçesine bağlı Bayıralan köyünde yaptığımız bir araştırmaya göre burada yaşayan bazı insanlar kendi köylerinde daha iyi ekonomik şartlara sahip olmalarına rağmen gelip İstanbul’a yerleşmeye çalışmaktaydılar. Göç eden bazı aileler geniş evlere, bağ ve bahçelere sahip olmalarına rağmen İstanbul’a gelip bir gecekondu bölgesinde başka bir komşusuyla aynı evi paylaşmayı tercih ediyorlardı. Şunu unutmamak gerekir ki, Türk kültüründe kentte yaşamak aynı zamanda bir prestije ve bir ayrıcalığa da işaret eder. “Köylü” ve “kentli” ayırımında kentlilik her zaman pozitif bir değer taşımıştır. Bu kültürde kentlilik medeniyete dahil olmaya işaret ederken, köylülük medeniyetin dışında kalmayı içeren bir şey olagelmiştir.3 Öteden beri var olan merkez-çevre ayrışmasında, merkezin merkez üssünü hep kentler oluşturmuştur. Bu bakımdan insanların yüzü her zaman buraya dönük olmuştur. Bugün Türkiye’deki modernleşmenin, modernleşme yönündeki değişimin lokomotif gücünü İstanbul, Ankara, İzmir ve Bursa gibi büyük kentler oluşturmaktadır. Aslında sayısal olarak bakıldığında bu türden kentlerin sayısının çok da fazla olmadığı görülür. Bu bakımdan göç hareketleri ister istemez bu kentlerin kapasitesini zorlamaktadır. Kısaca, kontrolsüz ve plansız göç diğer büyük kentlerde olduğu gibi İstanbul’daki sosyal sorunların da ana kaynağını oluşturmaktadır. Yukarıda ifade edildiği gibi sosyoloji literatüründe sosyal sorun olarak altı çizilen çok sayıda sorunu şu ya da bu şekilde İstanbul’da görmek mümkündür. Burada bunların bir kısmı üzerinde durmaya çalışacağız. DÜZENS‹Z KENTLEfiME VE KENTL‹LEfiME SORUNU İstanbul’un hiç kuşkusuz önemli sorunlarının bir kısmı düzensiz kentleşmeden kaynaklanan sorunlardır. Bu alanda ortaya çıkan çok sayıda sorunun altı çizilebilir. Şikago okulunun kentle ilgili geliştirdiği bir yaklaşıma göre modern kentler iç içe geçmiş belli başlı bölgelere ayrılırlar. En merkezde “merkezi iz bölgesi” (central business district” yer alır. Sermaye sahiplerinin merkeze hücum etmesiyle birlikte zaman içinde dar veya orta gelirli insanlar merkezden çevreye doğru kayarlar. Merkez böylece iş dünyasının yönetim üssüne dönüşürken, merkezin dışında kalan bölgeler yerleşim yeri haline gelirler. Üst düzey sosyal sınıflar şehrin merkezini işgal ettikleri gibi şehrin dış bölgesinde oluşturdukları altyapısı gelişmiş, düzenli bir şekilde planlanmış uydu kentlerde yaşayarak şehri dıştan da kuşatırlar. Bu manzarayı ne yazık ki Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin birçoğunun metropollerinde görmek mümkündür. Benzer bir resim Bangkok ve Cakarta gibi kentlerde çok daha çarpıcı biçimde görülür. Bangkok’ta altyapısı ve çevre düzenlemeleriyle son derece modern gökdelenlerin hemen yanı başında binlerce insanın yoksulluk ve sefalet içinde yaşadığı teneke evlere çokça rastlamak mümkündür.4 Gelişmekte olan ülkelerin önemli sorunlarından biri dengesiz gelir dağılımıdır. Bu tablo doğal olarak kentlerin yapısına çarpıcı biçimde yansımaktadır. ‹STANBUL’DA YOKSULLUK KAYNAKLI SORUNLAR İstanbul, nitelikli nüfusun yanı sıra eğitim ve meslek bakımından düşük nitelikli nüfusun da yoğunlaştığı bir kenttir. Aslında yapılan bazı araştırmalara göre Türkiye’de bir yandan yetişmiş eleman ihtiyacı var ama öte yandan da ciddi bir işsizlik sorunu bulunmaktadır. Üç yıl önce Ankara OSTİM’de yaptığımız bir araştırmaya göre burada yaklaşık %14 düzeyinde bir istihdam imkanı olmasına rağmen ihtiyaç hissedilen niteliklerde yetişmiş eleman bulunmadığı için üreticiler eleman sıkıntısı çektiklerini belirtmişlerdir. Hatta yetişmiş eleman sıkıntısı imalat sektöründe ön plana çıkan en önemli üç sorun arasında yer almıştır. Bu çarpıklığın altında yatan temel sebebin Türkiye’deki eğitim politikaları olduğu söylenebilir. Türkiye’de mesleki eğitim yerine, herkesin yüzünü üniversiteye çeviren genel eğitim politikası sanayinin ihtiyaç hissettiği yetişmiş iş gücünün önündeki en önemli engellerden biridir. Bu tür eğitim politikasının sonucunda sadece düşük eğitimli nüfus değil, aynı zamanda yüksek eğitimli nüfusta işsizlik sorunuyla karşı karşıya kalmaktadır. Yapılan araştırmalara göre Türkiye’nin en başta gelen sorunu hep “işsizlik” olmaya devam ede gelmiştir. İşsizliğin İstan- İstanbul Türkiye’nin sadece sanayi, ticaret ve finans merkezi değil, aynı zamanda sanat, kültür, turizm ve eğitim merkezidir. Bu şehir, Anadolu insanının öncelikle yüzünü döndüğü, “taşı toprağı altın” diyerek gelmeye çalıştığı bir yerdir. KASIM-ARALIK 2010 57 DOSYA: KENTSEL DÖNÜfiÜM Yoksullukla mücadele, merkezi hükümetlerin tek başına üstesinden gelebilecekleri bir sorun değildir. Yerel yönetimlerin de bu konuda etkin ve aktif biçimde yer alması kaçınılmazdır. Merkezi ve yerel yönetimlerin yanısıra, sivil toplum kuruluşları ve iş dünyasının da yoksullukla mücadelede aktif rol alması gerekir bul gibi büyük metropollerde fazla yoğunlaştığını unutmamak gerekir. Özellikle İstanbul’un maruz kaldığı zorunlu göçler buradaki işsizler ordusuna ilave unsurlar olarak katılmaktadır.5 Yoksullukla mücadele, merkezi hükümetlerin tek başına üstesinden gelebilecekleri bir sorun değildir. Yerel yönetimlerin de bu konuda etkin ve aktif biçimde yer alması kaçınılmazdır. Merkezi ve yerel yönetimlerin yanısıra, sivil toplum kuruluşları ve iş dünyasının da yoksullukla mücadelede aktif rol alması gerekir.6 İstanbul Türkiye’deki diğer kentlere göre kapkaççılık, soygunculuk, hırsızlık, tecavüz, cinayet, dolandırıcılık gibi suçların en fazla yoğunlaştığı kent haline gelmiştir. Polisin yoğun önlemleri sonucunda son yıllarda kapkaç olaylarında azalma görülmesine rağmen bu tür olaylar İstanbul’da ciddi sorunlar olmaya devam etmektedir. Kuşkusuz bu tür eylemleri önlemenin sihirli bir formülü yoktur. Avrupa’nın benzer kentlerinde de bu tür olaylar yoğun olarak yaşanır. Baskın nüfusa, onun yaşam standartlarına karşı öfke ve tepki duyan insanlar bazen geçim sıkıntısından, bazen da içlerindeki adalet duygusunun patlaması sonucu bu tür suçlara yönelirler. Bugün Fransa’nın Marsilya kenti kapkaç, soygun ve hırsızlık gibi suçlar bakımından Avrupa’daki kentler arasında başı çekmektedir. B‹R ‹STANBUL KEfiMEKEfi‹: TAHAMMÜL SINIRLARINI ZORLAYAN TRAF‹K SORUNU İstanbul’daki toplumsal sorunların başında trafik sorununun geldiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Trafik sorunu sadece İstanbul’un değil, İstanbul 58 M‹MAR VE MÜHEND‹S klasmanında yoğun nüfusun yaşadığı dünyadaki diğer kentlerde de görülen bir sorundur. Ancak yoğun nüfusun yaşadığı Londra, Roma ve Paris gibi Avrupa kentlerinde yaygın metro ağıyla trafik sorununa neşter atılmıştır. İstanbul’un neredeyse üçte biri kadar nüfus barındıran Madrid’de şehri baştan başa ören ondan fazla metro hattı bulunmaktadır. Yaygın metro hattına ilave olarak bazı yollarda İstanbul’da uygulanan metrobüs uygulaması da vardır. Dolayısıyla trafikle ilgili en ufak bir sorun görülmez. Avrupa’da trafik sorunu yer altı ve onu tamamlayıcı nitelikteki yer üstü toplu taşıma sistemleriyle çözülmüştür. İstanbul’daki trafik sorununun büyük ölçüde zihniyet yapısıyla bağlantılı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Söğütlüçeşme’den Avcılar’a kadar uzana metrobüs hattının çok kısa sürede yapılabilirliği hangi zihniyetten söz ettiğimizi açıkça gösterir. Bilindiği gibi 29 Mart 2009 yerel seçimlerine kısa bir süre kala metrobüs hattının yapımına hızla başlanmış ve kısa zamanda iki kıtanın uçlarına yakın noktaları birbirine bağlanır hale getirmiştir. Ancak bugün itibariyle bakıldığında seçimden neredeyse iki yıla yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen bu konuda atılmış ilave ciddi bir adım hemen hemen yoktur. Dolayısıyla seçime endekslenmiş bir çalışma temposuyla doğal olarak bu mega kentin trafik sorununun çözülmesi mümkün değildir. İstanbul’un trafik sorununu çözmek için ne tür adımlar atılabilir? Kuşkusuz bu konunun teknik boyutları derin uzmanlık gerektiren bir husustur. Ancak sorunun görülebilir çözümlerinin çok da zor olmadığını söylenebilir. Her şeyden önce önemli bir adım olarak başlatılmış olan metrobüs projesini daha etkin hale getiren entegre adımların atılması gerekir. Metrobüs hattını şehrin iki yakasında düz bir hat üzerinden iki uç noktaya (Pendik-Silivri) kadar taşımak halihazırda zaten öngörülmüş bir projedir. Ancak yukarıda ifade edildiği gibi böyle bir proje büyükşehir belediyesi tarafından öngörülmüş olmasına rağmen seçimden sonraki süre içinde dikkate değer bir adım atılmamıştır. Projenin öngörülen hat üzerinden tamamlanması önemlidir. Bununla birlikte metrobüs projesini E-5 yoluna paralel ve çapraz biçimde yaygınlaştırmak gerekir. Avrupa yakasında sahil yolunun bunun için uygun olduğu söylenebilir. İstanbul’un tarihi merkezlere uzak yerleşim yerlerinin çoğunda yer altına inmeksizin metro hatları yapılabilir. Avrupa yakasında Bakırköy’den Silivri’ye, Anadolu yakasında Ataşehir’den Pendik’e kadar böyle bir imkanın mevcut olduğu söylenebilir. Burada temel sorun bu tür projelerin gerçekleştirilebilir olmasına inanmak ve bunun için gerekli olan iradeyi ortay koymaktır. ‹STANBUL’DA YEREL YÖNET‹MLER VE S‹V‹L TOPLUM Yukarıda ifade edildiği gibi gerek İstanbul’da, gerekse diğer kentlerde kentlerin ortaya çıkan sorunlarının çözümünde merkezi hükümetlerle yerel yönetimlerin yanı sıra sivil toplum kuruluşları, iş dünyası, üniversiteler ve ortalama vatandaşlarında süreçlere dahil edilmesi gerekir. Her şeyden önce belediyelerin, sivil toplum kuruluşlarıyla etkin bir iletişim ve etkileşim geliştirebilmesi için “sivil toplum”dan sorumlu bir departman ya da birim oluşturmaları büyük bir boşluğu dolduracaktır. Belediyeler, bu birim üzerinden sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği imkanlarını arayabileceği gibi, sivil toplum kuruluşları da taleplerini ve önerilerini belediyelere ulaştırmada etkin aracı mekanizmalara kavuşmuş olacaklardır. Bilindiği gibi çağımız sivil toplum çağıdır. Kamu kurumlarının sorumluluğu altında olan birçok hizmetin artık sivil toplum kuru- luşları eliyle üretilmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Sivil toplumum hizmet üretimine dahil olmasının aynı zamanda verimlilik ve etkinlik bakımından da önemli olduğunu belirtmek gerekiyor. Hal böyle olunca, böyle bir merkezin tahsis edilmesi, hem sivil toplum kuruluşlarının birbirleriyle, hem de gelen olarak toplumda ve yerel yönetimlerle temasını sağlamada büyük rol oynayabilir. Bu aynı zamanda sivil toplumun gelişimi için de oldukça işlevsel olacaktır. (*) Akademik Araflt›rmalar Dergisi’nin 47-48. Say›lar›nda yay›nlanan ayn› isimli çal›flmadan k›salt›larak al›nm›flt›r. 1- Sosyal sorun kavram›yla ilgili herkesin üzerinde anlaflt›¤› nesnel bir tan›m›n olmad›¤›n› belirtmekte yarar vard›r. Toplumsal hayatta görülen problemlerden hangilerini sosyal sorun olarak kabulfl edece¤imiz büyük ölçüde kendi referanslar›m›zla ba¤lant›l›d›r (bu yönde bir tart›flma için bk. Stephen Hilgartner and Charles L. Bosb, “The rise and fall of social problems: a public arenas model” The American Journal of Sociology, 94, 1 (haziran 1988) ss. 53-78) 2- Charles Abram Ellwood, The Social Prroblem: A Constructive Analysis, BiblioBazaar, 2008 3- fierif Mardin, Türk Kültüründeki bu de¤erden hareketle sivil tyoplumun kent merkezli medenilik durumuna iflaret etti¤ini ileri sürer. (bkz. “Power, Civil Society and Culture in the Ottoman Empire”, comparative studiesin society and history, 11, 13 (june 1969) 4- Bangkok’ta teneke evlerde yaflayan insanlar›n dram›yla ilgili bir çal›flma için bk. Tatsuya Hata, Bangkok in the Balance, Bangkok: Duang Prateep Foundation Publication, 1996 5- Ömer Çaha vd. OST‹M ‹flgücü Araflt›rmas›, ‹stanbul: Fatih Üniversitesi Yay›nlar›, 2007 6- Yoksullukla mücadelede sivil toplumun rolüyle ilgili bir çal›flma için bk. Ömer Çaha ve Ahmet E. Bilgili, “The Role of Civil Society in Alleviation of Poverty as in the case of Deniz Feneri”, International Symposium on Poverty, Deniz Feneri Derne¤i, ‹stanbul, 1-3 fiubat 2008 KASIM-ARALIK 2010 59 DOSYA: KENTSEL DÖNÜfiÜM MAKALE TOKİ KENTSEL DÖNÜŞÜM UYGULAMALARI KENTSEL DÖNÜŞÜM ÇALIŞMALARI SADECE TÜRKİYE’NİN DEĞİL TÜM DÜNYANIN GÜNDEMİNİ MEŞGUL EDİYOR. KENTLERİMİZİ KAÇAK YAPILARDAN KURTARMADIKÇA, BİNALARIMIZI DEPREME KARŞI GÜVENLİ HALE GETİRMEDİKÇE GELİŞMİŞ BİR ÜLKE OLAMAYIZ. MODERN, ÇAĞDAŞ BİR TÜRKİYE İÇİN TOKİ OLARAK BİZ DE KENTLERİMİZİN BU DÖNÜŞÜMÜNE KATKI SAĞLARKEN DAR GELİRLİ VATANDAŞLARIMIZI DA EV SAHİBİ YAPIYORUZ. Erdoğan Bayraktar TOKİ Başkanı 60 M‹MAR VE MÜHEND‹S ürkiye’nin 2002 yılından bu yana gerçekleştirdiği ekonomik büyüme ve sağlanan istikrar, tüm sektörlere olduğu gibi inşaat sektörüne de büyük ivme kazandırdı. Son 8 yılın grafiği, gayrimenkuldeki arz ve talep dinamiklerini olumlu etkiledi. İnşaat sektörünün büyüklüğü, 2002 yılında 15 milyar TL iken, bu gün 40 milyar TL’ye ulaştı. Bina yapı izinleri yaklaşık 2 kat artarak, 322 bin seviyelerine geldi. Konut kredileri ise aylık 0.80 seviyelerine kadar gerileyen faizlerin de etkisiyle, GSYH içerisindeki payını önemli ölçüde artırdı. Türkiye’de 2010-2015 yılları arasında nüfus, hızlı kentleşme ve hane halkı yapısındaki değişim kaynaklı konut ihtiyacının 3-3.5 milyon arasında olması bekleniyor. Bu açıdan, karşılaşılan en önemli sorun, gerçek ihtiyaç sahibi kesimlere gelir ve tasarruf kalıplarına uygun, erişilebilir, nitelikli ve yeterli konut sunumunu sağlamaktır. TOKİ’nin son 8 yıldır ülke genelindeki faaliyetleri, kendi birikimleriyle veya kredilerle konut sahibi olamayan alt gelir grubu ve yoksul ailelerimize yönelik yapılan en etkin uygulamadır. Bugün itibarıyla, 81 il ve 800 ilçedeki yaklaşık bin 800 şantiyede yapımı başlatılan konut sayısı 463 bindir. TOKİ olarak özellikle gelir imkânları çok kısıtlı olan T yoksul gruba ulaşmaya çalışırken, bir yandan da belli bir gelir düzeyi olup piyasa koşullarında uygun standartlarda ev bulamayan dar ve orta gelir grubuna ulaşmaya çalışıyoruz. Ancak, Türkiye’nin en önemli meselelerinden biri de kentsel dönüşüm. Kentlerimizi salaş ve kaçak yapılardan kurtarmadıkça, binaları depreme karşı güvenli hale getirmedikçe gelişmiş bir ülke olamayız. Deprem dönüşümlerini gerçekleştirmenin en önemli ve etkili aracı kentsel dönüşümleri yaygınlaştırarak gerçekleştirmektir. Hükümet programları ve Acil Eylem Planları doğrultusunda TOKİ olarak, Cumhuriyet tarihinin en büyük kentsel dönüşüm ve gecekondu dönüşümünü başlattık. Şu anda yerel yönetimlerle müştereken yürüttüğümüz büyük kapsamlı kentsel yenileme programı doğrultusunda, 241 projede toplam 188 bin 681 konutluk gecekondu dönüşümü yaparak, 121 bölgede 53 bin 379 konutluk uygulama başlattık. 30 bin 745 konutu tamamladık. Dönüşüm çalışmaları kapsamında kamulaştırma ödemeleriyle beraber yaklaşık 4 milyar TL harcama TOKİ tarafından yapıldı. DÖNÜfiÜME NEDEN ‹HT‹YAÇ VAR? Kentsel dönüşüm tüm dünyanın güncel meselelerinden olup, sadece geri kalmış ülkelerin sorunu değildir. Japonya’da, ABD’de, Fransa’da, Almanya’da, İspanya’da, İngiltere’de de kentsel dönüşümler var. Bu ülkelerde sanayileşmenin getirdiği hızlı değişimler, kentsel alanlar üzerinde sorun oluşturduğundan, dönüşümler şehirleri markalaştırmak, dünyadaki gelişmeye paralel olarak şehirlere yeni siluet kazandırmak bakımından yapılıyor ve bu ülkelerde de zorluklarla karşılaşılıyor. Ülkemizde kentsel alanların ve ekonominin tahribatını oluşturan en önemli etken ise gecekondulaşma ve kaçak yapılaşma. Bugün Türkiye’de, işsizlikten sonraki en önemli sorun budur. Yoksulluğun azaltılması, iş potansiyelinin artırılması, ekonominin canlandırılması, deprem riskinin azaltılması, altyapı ve ulaşım maliyetlerinin azaltılması, kent merkezlerinin köhneleşmesinin önlenmesi ve suç oranlarının azaltılması, mahalleler arası fiziksel, ekonomik ve sosyal farklılıkların azaltılması, doğal çevre ve kaynakların sürdürülebilirliği, enerjiyi savuran yapı stokunun düzeltilmesi konuları başta olmak üzere kentsel dönüşüm bir zarurettir. Ayrıca, şehirlerimizin küresel açıdan yarışan şehirler olabilmeleri için de gereklidir. Çünkü, gayrimenkul, ileri ulusların milli servetlerinin yüzde 50’si iken bu oran kalkınmakta olan ülkelerde yüzde 75’tir. DEVLET-HALK-S‹V‹L TOPLUMÖZEL SEKTÖR ORTAKLI⁄I Kentsel dönüşüm projelerinde, diğer yapım ve taahhüt işlerinden farklı olarak uygulamada pek çok zorluklarla karşılaşılmaktadır. Özellikle ülkemizde mülkiyet yapısının karmaşıklığı, yapı yoğunluğunun yüksek olması, vatandaşların projeye ikna edilmesindeki zorluklar ve finansal zorluklar uygulayıcıları zorlamaktadır. Bu yüzden bu konu Devlet/hükümet ve mahalli idarelerin el birliğiyle ve halkın katılımı ile, sivil toplum kuruluşlarının, özel sektörün ve bu işle ilgili tüm kurum ve kuruluşların desteği ile sürdürülebilir. DO⁄RU B‹LG‹LEND‹RME YAPILMALI VE SPEKÜLASYONLARA ‹Z‹N VER‹LMEMEL‹ Dönüşüm uygulamalarında en önemli konu vatandaşların doğru bilgilendirilmesi ve spekülasyonların önüne geçilmesidir. Vatandaşlarda gerçekçi olmayan rant beklentileri oluşturulmamalıdır. Sonuç olarak; Türkiye büyük bir değişim ve dönüşüm, onurlu bir gelişme yaşıyor. Modern, çağdaş, bilimsel dünyayla bütünleşmek istiyorsak, kentsel dönüşümle bu sürece katkı sağlamalıyız. Ülkemizde mülkiyet yapısının karmaşıklığı, yapı yoğunluğunun yüksek olması, vatandaşların projeye ikna edilmesindeki zorluklar ve finansal zorluklar uygulayıcıları zorlamaktadır. Bu yüzden bu konu Devlet/hükümet ve mahalli idarelerin el birliğiyle ve halkın katılımı ile, sivil toplum kuruluşlarının, özel sektörün ve bu işle ilgili tüm kurum ve kuruluşların desteği ile sürdürülebilir. KASIM-ARALIK 2010 61 DOSYA: KENTSEL DÖNÜfiÜM MAKALE KENTSEL DÖNÜŞÜM İLKELERİ NELER OLMALIDIR? MARMARA DEPREMİ’NDEN SONRA ORTAYA ÇIKAN DURUM KENTLERİMİZİN DÖNÜŞÜMÜNÜN İVEDİLİLİKLE SAĞLANMASI GEREKLİLİĞİ SONUCUNU DOĞURMUŞTUR. BU KENTSEL DÖNÜŞÜM ÇALIŞMALARI DA YAPILIRKEN BELİRLİ İLKELER GÖZ ÖNÜNE ALINMALI, GETİRİLERİ İYİ HESAPLANMALIDIR. Yrd. Doç. Dr. Ömer Faruk Kültür, İ. Ü. İnşaat Fakültesi lkemiz 1999 yılında Marmara Bölgesi’ni etkisi altına alan büyük bir deprem yaşamıştır. Binlerce can ve mal kaybı sebep olan bu yıkımı bize muhtemel İstanbul’u da etkisene alacak depremi haber vermiştir. Yani tez elden İstanbul’un elden geçmesini yenilenmesini gerektiğini işaret etmiştir. Çünkü binaların yüzde 70 mühendislik eğitimi almamış kişilerce inşa edilmiş veya ekonomik ömrünü tamamlamış yeterli güvenliği olmayan yapılardır. Ayrıca yoğun nüfus baskısı altında göç etkisiyle sağlıksız kamu arazileri üzerinde yarı haklı yarı haksız gecekondulaşma olmuştur. Ülke güvenliği açısından nüfusun büyük bir kısmı ve ekonomik faaliyetlerin önemli bir oranı tek bir şehirde yığılması beraberinde büyük sakıncaları doğurmaktadır. Tablo 1’de ülke nüfusu ile en büyük şehir nüfusları verilmiştir. Ülkemizin en büyük problemlerinden birisi insan yerleşimlerinin düzensiz olması belli cazibe merkezlerine olan yığılmalar sağlıksız konutları da beraberinde getirmektedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında savaştan çıkan halkımız Anadolu da sermaye yetersizliği ve İstanbul’un tarihten gelen zenginliği dolayısıyla İstanbul ve çevresinde şekillenen kalkınma ve sanayileşme nüfusu bu bölgeye çekmiştir. Bele- Ü diye hizmetlerinin yoğun nüfus artışına karşı yetersiz kalması kaçınılmaz olmuştur. Büyük şehirler adeta kanser hücresi gibi kontrolsüz büyümüşlerdir. Kentsel dönüşümün belediyeler eli ile yapılması şimdiye kadar çok az sayı dışında mümkün olmamıştır. Bunun sebepleri arasında tekrar seçilememe kaygısı yatmaktadır. Yılların ürettiği problemi son seçilen kişinin çözmesi zor olmaktadır. Oysa hem yapıları denetleyen kuruluşları da denetleyecek hem de sağlıksız alanların belirlenip yenilenmesinde söz sahibi olacak bir üst kurul vasıtası ile yapılması daha uygun gözükmektedir. Üst kurulun dört ayağı olmalı bunlar valilik, yerel yönetim, üniversite ve sivil örgütler olmalıdır. KENTSEL DÖNÜfiÜMÜN ‹LKLER‹ NELER OLMALIDIR 1. Adaleti bozmadan kamu arazilerine yapılmış sağlıksız yapılar yıkılarak yerine ihtiyaca uygun sağlıklı yağılar yapılmalıdır. 2. Yeni göçleri teşvik edilmemeli bilhassa tersine göçü hızlandırılmalıdır. 3. Yeni yapılacak konutlar insan profiline uygun olmalı yeni gettolar oluşmamalı TABLO 1 Ülke Almanya Türkiye ‹talya 62 M‹MAR VE MÜHEND‹S Ülke Nüfusu 82.468.000 70.650.000 58.103.300 B. fiehir Berlin ‹stanbul Roma B.fiehir Nüfusu 3.933.300 11.800.000 2.500.000 % Oran 4.7 16.7 4.3 4. Nüfus dengelenmesine hizmet etmeli, 5. Tapulu arazilerin üzerindeki ruhsatsız kaçak ilaveli sağlıksız yapılar için ada bazında kazandıran otoparklı yeşil alanlı sağlam konutlar yapılmalıdır. 6. Muhtemel deprem durumunda ulaşım koridoru oluşturacak alanlar açılmasına imkan verecek alanlardaki yapılar yıkılarak maliklerine yine aynı bölgede veya başka bölgelerde avantajlı konutlar yapılmalıdır 7. Yeni yapılacak alanlar cazip hale getirilmiş alanlar olmalı iş alanlarına eğitim tesislerine dini tesislere sahip olmalıdır. KENTSEL DÖNÜfiÜM VE KENTSEL YEN‹LENMEN‹N GET‹R‹LER‹ NELER OLMALIDIR 1. Kazan-kazan ilkesi ile yeni sağlıklı yaşam alanları oluşturulmalıdır. 2. Bu alanlar depo evler olmaktan ziyade kaliteli yaşam alanları olmalıdır 3. Memleketine geri dönmek isteyen vatandaşlara memleketindeki konutunu yenileme imkânı veya mevcut yerden bir hisse ile birlikte verilmelidir 4. Kentsel dönüşüm ve kentsel yenilenme bölgesel gelişim ajansları ile beraber entegre yönetilmelidir. 5. Sivil toplum kuruluşları ile mesleki kuruluşlar tecrübe veya birikimlerini aktarma imkânı olmalıdır 6. Yeni yapılan mekânlarda yenilenebilir enerji ile çevreye uyumlu binalar yapılmalıdır. Oturacak kişilerin dini sosyal kültürel ve ekonomik faaliyetleri düşünülmelidir, 7. Yaşam maliyetlerini düşürücü toplu ısıtma toplu taşıma çöplerin değerlendirilmesi güneş enerjisin- den azami faydalanma beraber düşünülmelidir 8. Yıkım alanlarından çıkan molozları işleyip yapı malzemesine dönüştürecek tesisler kurulmalıdır 9. Kentsel dönüşümü organize edecek birimlerde çalışanların sürekli eğitim sağlamalıdır 10. Yeni gelişmeler revizyonlar yapılabilmelidir 11. Şehir yaşamının gerekleri toplumsal biçimlendirme çalışmaları beraber yürütülmelidir 12. Yaşlı anne ve babaların evlatlarının yakınında olmasına dul ve yetim kalmışların korunmasına özen gösterilmelidir 13. Ev ekonomisine katkı imkânlarını ev hanımlarına sağlayacak donatılar düşünülmelidir 14. İşe ve okula seyahat uzunluk ve sürelerini azaltacak çalışmalar yapılmalıdır 15. Dinlenme ve gezinti alanları düzenlenerek sağlıklı yaşam tarzı sunulmalıdır 16. Tarihi ve kültürel mekânlar etrafı konut ve ticari alan baskısından kurtarılarak turizm imkânı sağlanmalıdır. 17. İşyeri ve konut bölgeleri ayrımı göz önünde tutulmalıdır 18. Çevreyi kirleten yakıt türünden kurtaracak binaların yalıtımı güneş ısısından yararlanma yönleri hakim rüzgardan korunma tedbirleri düşünülmelidir. 19. Ev bahçesi düşüncesi ile ev ekonomisinin sürdürebilirliği sağlanmalıdır. 20. Halk eğitimi ve meslek edindirme çalışmaları için donatılar düşünülmelidir. 21. Dünyadaki benzer başarılı örnekler izlenmeli tecrübeler paylaşılmalıdır. Özellikle Londra’daki Thames Geteway izlenmelidir. Kentsel dönüşümün belediyeler eli ile yapılması şimdiye kadar çok az sayı dışında mümkün olmamıştır. Bunun sebepleri arasında tekrar seçilememe kaygısı yatmaktadır. Yılların ürettiği problemi son seçilen kişinin çözmesi zor olmaktadır. KASIM-ARALIK 2010 63 DOSYA: KENTSEL DÖNÜfiÜM MAKALE KENTLEŞMEDE YENİLİKÇİ BİR YAKLAŞIM VE İSTANBUL İSTANBUL BU GÜNE KADAR SAHİP OLDUĞU KÜLTÜR, SANAT VE TASARIM ÜRÜNLERİ İLE BİR MARKA KENT HALİNE DÖNÜŞTÜRÜLMELİDİR. BÖYLECE DÜNYAYA DAHA İYİ TANITILABİLECEK BİR İSTANBUL EKONOMİK ANLAMDA ÜLKEMİZE BÜYÜK KATKI SAĞLAYABİLİR. BU MAKALEDE MARKA KENT KAVRAMI IŞIĞINDA İSTANBUL’U ELE ALARAK, NASIL BİR DÜŞÜNCE VE DAVRANIŞ BİÇİMİ GELİŞTİREBİLECEĞİMİZİ İRDELEDİK. Prof. Dr. Ruhi Ayangil, YTÜ Sanat ve Tasarım Fakültesi Dekanı Yaratıcı Şehirler ve Endüstriler” kavramı, 21. yüzyılın en önemli düşünce ve davranış biçimi önermelerinden biri olarak bizleri, yaşadığımız kenti, İstanbul’u, bugüne değin sahip olduğu ve bugünden itibaren de sahip olacağı kültür, sanat ve tasarım ürünleri ile bir “marka kent” hâline dönüştürüp, dünya ve insanlık önünde bir de bu özelliği ile tanıtarak, ulusal ekonomiye hatırı sayılır bir katkı sağlamayı hedefleyen politikalar, düşünce ve davranış biçimleri oluşturmaya çağırıyor. Buna göre, 21. yüzyılda kentlerin yaratıcılıklarının ve bunun bir ekonomik değer olarak yeni bir endüstri biçimine dönüştürülmesi yolundaki kapasite ve çabalarının değer ve önem taşıyacağı işâret ediliyor. Bu kavram ışığında İstanbul’un gelecekte nasıl bir “düşünce ve davranış biçimi” geliştirebileceğini irdelemek ilgi çekici olacaktır. Kuruluş tarihi İ.Ö. 70’li yıllara uzanan İstanbul, dünya üzerinde tarihi ikibin yılı aşan ender kentlerden biridir. İki imparatorluğa başkentlik etmiş bu şehir, bugün de cumhuriyet Türkiye’sinin en büyük kenti ünvanını elinde bulunduruyor. Bu “büyüklük,” çeşitli bakış açıları ile ifâde edilebilen özellikler içeriyor. 1950’li yıllarda nüfusu 1 milyonu dahi bulmayan bu kent, 2010’da bugün, 20 milyona ulaşan nüfusu ile resmî rakamların çok üzerinde bir insan yoğunluğunu bünyesinde barındırıyor. Sırf bu yoğun nüfusu ile dahî yalnızca Türkiye’nin değil, - New York, Tokyo, Londra gibi - dünyanın da sayılı büyük kentleri arasında yerini alıyor. Ülkemiz genel nüfusuna oranlandığında, Türkiye’nin yaklaşık beşte biri İstanbul’da yaşıyor. “Taşı toprağı altın!”, “Bundan başka İstanbul yok hemşerim!” kalıplarının neredeyse birer atasözü olarak bellendiği İstanbul’da yaşamak ne demek? “ 64 M‹MAR VE MÜHEND‹S Herşeyden önce, sağlık, eğitim, ulaşım, çevre gibi altyapı hizmetlerinden pay almak ve bunun bedelini ödemek; başta kültür – sanat olmak üzere İstanbullu sayılmanın ayrıcalığını teşkil eden bir üst kimliğe sahip olup geliştirme yolunda çaba harcamak, bunun gereklerini özenle yerine getirmek demek. Bu temel belirlemeler İstanbul özelinde, bu kentte yaşayanlar bakımından, doğru vatandaşlık kavramı ile beslenen “şehir”, “şehirli – şehirlilik” kültürü ve bilincine sahip olmayı gerekli, hattâ zorunlu kılıyor. Böylesi bir gerekliliği, hattâ zorunluluğu duymanın başlıca koşulu ise şehirliler açısından, “İstanbul’u benimseme” ve kendini “İstanbullu hissetme” olarak karşımıza çıkıyor. Faydacılık bazında değil, ama anlam temelinde “benimseme ve hissetme” kavramları, “kente, İstanbul’a sahip çıkma” görev ve sorumluluğunu da orada yaşayanlara tarihsel bir görev olarak yüklüyor. Pekiyi birer “İstanbullu” olarak bizler bu görev ve sorumluluklarımızı hakkıyla yerine getiriyor muyuz veya yerine getirmekte ne denli başarılıyız? “Yaratıcı kent” kavramına bireyler olarak nasıl katkıda bulunuyoruz? 1950’li yıllardan başlayarak 2010 yılına uzanan son altmış yılda İstanbul, genel ve yerel yönetimlerin gözetiminde bu kente göçenlerce bir “talan”, “iç sömürü” ve “rant” alanı olarak algılanmış, imparatorluklar başkenti, adına kısaca “çarpık kentleşme” denen şehir ve şehircilik sorunları ile sarmalanarak yirmibirinci yüzyıla ulaşmıştır. Bu süreçte kente sahip çıkma bilincinin gereği olan “ortak sorumluluk” duygusu, gerçek anlamı ile bir “topyekûn sorumsuzluk” olarak dönüşüme uğramış, - hangi parti ya da dünya görüşünden olursa olsun - seçilmiş yönetimlerle onları seçenler, şehirliler, ticaret – sanayi burjuvazisi, meslek kuruluşları ve medya, büyük kısmı ile bu ortak sorumsuzlukta pay sahibi olmuştur. Patlayan nüfus, çarpık kentleşme ile birlikte mevcut şehir kültürünün algılanmasını, benimsenip korunmasını engellediği gibi, yeni ve sağlıklı bir ortak şehir kültürünün oluşması ve gelişmesindeki güçlükleri de beraberinde getirmiştir. Farklı kent, yöre ve geleneklere olan aidiyetlerini dönüştürmekte güçlük çekenler kolaylıkla, mevcut İstanbul kent kültürünü ve yaşama biçimini yokvarsayarak, kendi ait oldukları grup ve bu grupları besleyen kültürel alışkanlıkları yaygınlaştırma yolunu benimsemişler, bu suretle İstanbul’a göçen her grubun kendi yaşama ve davranış alanlarının oluşması evresini başlatmışlardır. Sanayi - ticaret burjuvazisiyle vahşi kapitalizmin kapsama alanına giren yeni yerleşimcilerle birlikte, “gecekondu, varoş, minibüs, lâhmacun, minibüs müziği, arabesk, türkü bar” gibi sözcükler, kavramlar ve temsil ettikleri “anlamlar”, İstanbul şehir kültüründe hatırı sayılır bir farklılaşma, aşınma, yıpranma, hattâ yıkımın kapısını aralamıştır. Karşılığını ödemedikleri kent imkânlarından pay almaya başlayan yeni yerleşimciler, İstanbul yerel yönetimine talip olanların “oy deposu” olarak da kabul gördükleri için, öncelikle şehir altyapı hizmetleri meyânında, kültür ve sanatı “geniş halk kitlelerine” ulaştırma yaklaşımı ile “popülist politikalar” üretilmesine neden olmuşlardır. “Popüler”in aynı zamanda “ticârî” olması yüzünden, “popülizmin” medya tarafından pompalanması, yaygınlaştırılması da gecikmemiştir. İstanbul’da bu evrede özellikle “kültür” kavramı çerçevesinde, “hâkim kültür – alt kültür – karşıt kültür” olgularının yaşanıyor olmasına karşın, değişen büyük kent yaşamının hızına paralel olarak, sorunun entelektüel düzlemde derinliğine tartışılmaması ya da sorgulayanların düşüncelerinin yeterli yansıma alanı bulamaması dikkat çekicidir. Öte yandan yeni yerleşimcilerin emekleri üzerinden servetlerini geliştiren yüksek gelir grupları da (ticaret - sanayi burjuvazisi), İstanbul’a özgü gerçek burjuva değerleri üretilmesi ve paşlaşılması yaklaşımından uzak, “snobizm” kokan ve geniş kitlelerce çoğu kez “köksüzlük”, “yabancılaşma” olarak algılanan ve nitelendirilen girişim ve oluşumların içinde yer almaları nedeni ile bu farklılaşma ve yıkımın başat aktörleri arasındaki yerini almıştır. Bu kesimin kendisini şehrin yeni toplumsal gerçekliğinden soyutlayan, neden ve sonuçları bir tür “getto” refleksi ile açıklanabilecek “kendilerine has”, yeni yerleşim, spor ve eğlence etkinlikleri ile farklı bir kültür-sanat ve yaşam çevresi/ biçimi oluşturma yaklaşımı, üzerinde durulmaya değer olgulardır. Sırf bu yüzden, birbirinden farklı bu iki kesimin (sermaye ile göçer emek kesiminin) benzer sonuçların oluşmasına yol açan, İstanbul’un şehir, kültür, sanat değerlerinin yıpratılmasındaki “ortak sorumluluğu” üzerinde durmak gerekir. Coğrafi konumu, tarihsel – kültürel değerleri ile şehirler gözdesi İstanbul’un zaman içinde ne bahasına neleri yitirdiği konusunda, bir diğer imparatorluk başkenti olan Roma şehrinin günümüzde nasıl korunup kollandığını gözlemlemek ve kıyaslamak dahi, bizlere önemli ipuçları vermeye yeter. Mimarî ve restorasyon alanından başlayarak, İstanbul’da yeni yerleşim alanlarının oluşması ve biçimlenmesine değin şehir estetiğini, yaşamını ve çevreyi birebir ilgilendiren düzenlemelerin ne denli hoyratça yapılageldiği herkesçe bilinen bir gerçeklik iken, günümüzde hâlâ önlem almamakta direnilmesi düşündürücüdür. Mimar Sinan’ın, Mehmed Ağa’nın, Davud Ağa’nın, Mimar Vedad’ın, Kemâleddîn’in, Sedad İstanbul’un yaratıcı kente dönüşmesi, somut, ölçülebilir hedefler ve bu hedeflere ulaşmada verimlilik ve etkililik ölçümlerinin yapılması ile mümkün olabilir. Başta kültür -sanat ve tasarım alanının özelleştirilmesi, bağımsız sanat ve tasarım üreticilerinin desteklenmesi, küratörlük ve emprezaryo tekniklerinin yaygınlaştırılması yanında, bu alanlarda gelişmeyi sağlayacak sponsorluk bilincinin yaygınlaşması gerektiği açıktır. KASIM-ARALIK 2010 65 DOSYA: KENTSEL DÖNÜfiÜM Hakkı Eldem’in İstanbul’unun etrafını sarmalayan gelişigüzel varoşlarda – hattâ kent içinde – ana mekân – kubbe – minâre proporsiyonları gözetilmeden ve denetlenmeden, onlarca “kitch” câmînin mîmârî değerleri yanında Istanbul estetiğine ne kattığı sorgulan(a)madığı gibi, ön görünüm – ard görünüm gibi göz boyamacı “kriterlere” rağmen, Boğaziçi’ndeki, kent içindeki imar, yapılanma, otel dikme, gökdelen yükseltme faciaları da dur durak bilmeden sürmektedir. Diğer taraftan, yeni tür zenginleşme tarzlarından biri olan müzâyedeler veya yurt dışına kaçırma yoluyla sahiplerine artı değerler kazandırması öngörüldüğünden, antika halılarından hat levhalarına, şamdanlarından, duvarlarından sökülen çinilerine kadar câmî, tekke, yalı ve konakların yağmalanması yanında, yağmanın izlerini silmek üzere bu yapıların yangın süsü verilerek yok edilmelerinin ibretli örnekleri hâfızalarımızda ve gazete arşivlerindedir. Bu tabloyu kütüphane ve arşiv talanından, su havzaları ve orman arazilerinin yok edilmesine, Istanbul’u Istanbul yapan maddî ve mânevî iklimin ve kültür değerlerinin gözden çıkarılmasına değin bir dizi örnekle daha renklendirmek mümkün. Ancak, amacımız ruha ve dimağa sıkıntı veren örnekler sıralayarak İstanbul’un kıymetini zedelemek olmayıp aksine, gizli – âşikâr, yitirilmeye aday her bir “kent değerine” bundan böyle en sıradan hemşehrisinin dahî sahip çıkarak İstanbul’u, elde kalan değerleri ile gerçek ve örnek bir dünya kenti kılmaya yönelik “kentlilik bilinci”nin ve sağduyunun, özenin gerekliliğini vurgulamaktır. Zîrâ kentler ve kentliler, insan aklı ve eliyle üretilen değerlerin, doğal kaynakların, çevrenin, barışın sürdürülebilmesine yönelik anlamları var edip, sürekli kılmakla yükümlüdürler. Bilindiği üzere “medeniyet” kavramı, “medîne = şehir” sözcüğünden geliştirilmiştir ve medenî olan da şehirli anlamını taşır. Yukarıda sıralanan olumsuzluklara rağmen, 21. Yüzyılda İstanbul’un bir “yaratıcı kent”e dönüşmesinin önünde ne gibi imkân66 M‹MAR VE MÜHEND‹S ların, fırsatların veya tehditlerin bulunduğunun irdelenmesi, yerel yönetimlerden meslek birliklerine, sivil toplum örgütlerinden akademik çevrelere, emekçi kesimden sanayi -ticaret ve bankacılık sektörüne, memuru, emeklisi, öğrencisinden yazılı ve görsel medyaya, okur – yazarından sanatçı ve entelektüeline dek bütün İstanbullu hemşehrîlerin temel gündemini oluşturmalıdır. Bu bağlamda birkaç önermeyi sıralamanın yararlı olabileceği düşüncesindeyiz. İstanbul’un yaratıcı kente dönüşmesi, somut, ölçülebilir hedefler ve bu hedeflere ulaşmada verimlilik ve etkililik ölçümlerinin yapılması ile mümkün olabilir. Başta kültür – sanat ve tasarım alanının özelleştirilmesi, bağımsız sanat ve tasarım üreticilerinin desteklenmesi, küratörlük ve emprezaryo tekniklerinin yaygınlaştırılması yanında, bu alanlarda gelişmeyi sağlayacak sponsorluk bilincinin yaygınlaşması gerektiği açıktır. Bu yolda lokomotif görevini üstlenmesi gereken sermaye çevrelerinin bu alanlardaki girişim ve yatırımlarının özendirilmesi için “vergi muafiyetleri veya indirimleri”nden yararlandırılmaları gerekir. Yine sanat – tasarım alanında uluslararası ölçütlerde ödüllendirilmeler, yarışmalar, eser ısmarlamaları, fırsat eşitliğinin sağlanması bakımından önem taşır. Yaygınlaştırılmış etkili ve nitelikli görsel – işitsel yayıncılıkla beraber fikrî mülkiyet ve telif hakları konularında etkin yasal ve örgütsel düzenlemelerin yapılması ve toplumun bu konuda bilinçlendirilmesi kaçınılmazdır. Kültür – sanat ve tasarım alanında meslekî örgütlenmeler yanında diğer sivil toplum örgütleri de “yaratıcı kent” kavramı çerçevesinde önemli işlevler üstlenmelidir. Mimârîden müziğe, plastik sanatlardan endüstriyel tasarıma, reklâmcılık ve iletişim sektöründen gastronomiye değin tüm alanlarda İstanbul’un, “yaratıcı kent” kimliği ile bu yeni düşünce ve yaklaşım biçimine nasıl yanıtlar verebileceği, önümüzdeki günlerin ve yılların temel gündem maddesini teşkil edecektir. DOSYA: KENTSEL DÖNÜfiÜM MAKALE BAŞKENT ANKARA’DA KENTSEL DÖNÜŞÜM UYGULAMALARI ÜLKEMİZİN SON YILLARDA DEĞİŞEN EKONOMİK VE SOSYAL YAPISI İLE BİRLİKTE ŞEHİRLERDE DE BİR DEĞİŞİM İHTİYACI ORTAYA ÇIKMIŞTIR. EKONOMİK GELİŞME BARINMA İHTİYAÇLARIN DA YENİ GEREKSİNİMLER MEYDANA GETİRDİ. BU BAĞLAMDA ÜLKEMİZİN İKİNCİ BÜYÜK KENTİ ANKARA’DA DA BU GEREKSİNİMLER KENTSEL DÖNÜŞÜM ÇALIŞMALARINI HIZLANDIRDI. Yunus Aluç, Ankara B. B. Başkanlığı, Genel Sekreter Yardımcısı 68 M‹MAR VE MÜHEND‹S 950’li yılların başlarından itibaren ülkemizde ekonomiden siyasete, sosyal hayattan kültürel hayata kadar toplumu ilgilendiren her alanda ve toplumun her kesiminde radikal değişimler ve dönüşümler yaşanmaya başlanmıştır. Kentlerimiz açısından bu dönemin getirdiği en önemli olgu köylerde nüfusun artışı ve mirasa dayalı arazilerin bölünmesi, tarımın makineleşmesi ve sanayi girişimlerinin artması ile birlikte köylerden kentlere göç ile bu göçün doğal sonucu olan gecekondulaşma ve çarpık yapılaşmalardır. Büyükşehirlerde iş bulma imkânının daha fazla oluşu şehirsel nimetlerden yararlanma arzusu aileler arası anlaşmazlıklar daha önce şehre gidenlerin teşviki evlilikler ve siyasal iktidarların gecekonduya göz yumar tarzda bakış açısı gibi pek çok etken bu olayı teşvik etmiştir. Gecekondulaşma şehirlerin tarihi ve doğal güzelliklerini kirletmekte, ekonomik canlılığı, kültürel zenginliği, turizmi zayıflatmaktadır. 1950’li yıllardaki gecekonduların temel özelliği, kırdan göçenlerin kamu arazisi üzerinde esas olarak kendi emekleri ile yapım sürecini gerçekleştirmeleridir. İlk kuşak gecekonduların bir başka özelliği de, üretilen gecekonduların sahipleri ile kullanıcıları arasında bir ayrışma olmamasıdır. 1970’li yıllarda ortaya çıkan ikinci kuşak gecekondularda ise hem arsa edinme, hem de gecekondu yapım süreci değişmiştir. Eskiden olduğu gibi kent yakın çevresindeki kamu arazilerinin kullanıcılar tarafından, üzerinde gecekondu yapmak amacıyla işgal edilmesi arsa elde etmenin tek yolu olmaktan çıkmış, kent çeperindeki arsalar bu kez arsa sahipleri tarafından parsellenip satılmaya başlanmıştır. Öte yandan, yapımcı konut sahibi özdeşliği de giderek ortadan kalkmış ve gecekondular artan oranlarda başka 1 gruplar tarafından inşa edilip satılmaya başlanmıştır. 1950’li yıllarda başlayan gecekondulaşma süreci maalesef o günlerde geçici bir eylem olarak algılanmıştır. Ancak aradan geçen süre içerisinde bunun tam da böyle olmadığı anlaşılmıştır. Artan nüfus karşısında arsa ve konut üretiminin yetersiz oluşu, kırsal kesimden kentlere iş bulma ümidi ile göçün devam etmesi, siyasal iktidarların denetim ve otoritesinden yoksun bir şekilde taşınmaz malların değerinde önemli artışların görülmesi, hazine ve kamu arazileri üzerindeki yetki karmaşası ve denetim yetersizliği, yerel yönetimlerin teknik ve mali yönden yetersizliği, imar affı niteliğindeki yasaların çözümün parçası olmaktan uzak olması ve benzer başka nedenlerden dolayı, gecekondulaşmanın önüne geçilememiş ve sonuçta, bugün gecekondulaşma, kentsel alanlarda barınacak bir yer bulmanın ötesinde bir anlam kazanmış, kentte oluşan rantlara el koyma mücadelesinin bir aracı haline gelmiştir. Getirilen gecekondu aflarında da temel kaygı gecekondu sahiplerine kentsel yaşamda bir güvence sağlamak olmuştur. Bu güvenceye kavuşan gecekondu mahallelerinde konut kalitesinin yanı sıra, siyasal himayecilik mekanizmaları yardımıyla altyapı kalitesi de belli ölçüde gelişmiştir. Bu gelişmeler ise, gecekondu yapımının ticarileşmesini getirmiş, gecekondu, yalnız bir barınak olmaktan çıkarak kısmen kentte oluşan ranttan nemalanmayı sağlayacak bir yatırım aracı haline gelmeye başlamıştır. Yaşam biçimi ve kentlileşme açısından bakıldığında, gecekondu ailesinin kentle tümüyle bütünleşemediği, gecekondu ile kent kültürü arasındaki ayrımlaşmanın süreklilik kazandığı gözlemlenmiştir. Yeni oluşturulan yaşam alanları son derece sağlıksız, altyapı imkanları yetersiz, bina kalitesi çok düşük ve ihtiyaç duyulan sosyal donatı alanlarından yoksundur. 1950’li yıllarda başlayan hızlı kentleşmeyle birlikte kaçak yapılaşmanın büyük oranda artmasına bağlı olarak Türkiye kentlerinin düzensiz bir yapılaşma sürecine girmesi ve olumsuz yaşam koşullarının yanı sıra 1980’li yıllardan günümüze kadar ki sürecin politik ve ekonomik koşullarından dolayı kent ve kentli ihtiyaçlarının karşılanamaz hale gelmesi ve yaşanan 1999 depremi kentsel dönüşüm projelerini gerekli kılmıştır. Kentte meydana gelen çarpık yapılaşma, altyapı eksiklikleri, yeşil alan, otopark ve sosyal donatıların eksikliği kentsel dönüşüm projeleri ile giderilmeye çalışılırken bu noktada Kentsel mekânın daha etkin kullanılabilmesi amaçlanmıştır. Çöküntü alanları olarak da adlandırılan gecekondulaşmış bu bölgelerin modern şehircilik anlayışı doğrultusunda örnek yerleşim alanlarına dönüşümünü gerçekleştirmek amacıyla, kaçak ve düzensiz yapılaşmanın belirgin şekilde kendini göstermiş olduğu Ankara kent merkezinin kuzeyinde, Ankara’nın hatta Türkiye’nin giriş kapısı olan Esenboğa Havaalanı Protokol Yolu güzergahında Pursaklar, Keçiören ve Altındağ İlçe sınırlarının kesiştiği bölge, öncelikli bölge olarak değerlendirilmiştir. Bu aks üzerinde sağlı sollu gecekonduların bulunduğu alanın iyileştirilerek dönüşümünün sağlanması amacıyla başkente özel 5104 sayılı Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi Kanunu 4.3.2004 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Bu yasa ile; Kuzey Ankara Girişi ve çevresini kapsayan alanlarda kentsel dönüşüm projesi çerçevesinde çağdaş barınma imkanlarının yanı sıra fiziksel durumun ve çevre gö- rüntüsünün geliştirilmesi, güzelleştirilmesi ve daha sağlıklı bir yerleşim düzeni sağlanması ile kentsel yaşam düzeyinin yükseltilmesi amaçlanmıştır. Ayrıca, 1 Ocak 2000’den önce yapılan belgesiz gecekondu sahipleri için ise TOKİ tarafından 15 yıl vade ile kira öder gibi ev sahibi olma imkanı tanınmıştır. 5104 Sayılı Kanunun ilk uygulaması olarak Altındağ İlçesi, Karacaören Mahallesinde belediyemizce imar planı ve parselasyon planlarının revizyonunu takiben belgesiz gecekondular için 2 bin 500 konut TOKİ tarafından inşa edilerek teslim edilmiştir. Bu kanun kapsamında belirlenen alan içerisinde bulunan 6 bin 700 gecekondu hiç kimsenin burnu kanamadan yıkılmış, tüm taşınmaz sahipleri ile anlaşma sağlanarak vatandaşı ile kavga eden devlet yerine vatandaşı ile el sıkışan, vatandaşının huzur ve memnuniyetini gözeten bir devlet anlayışı sergilenmiştir. Hak sahipleri için yapılan konutların 4 bin 500 adedi yıl sonu itibariyle teslim edilecektir. Diğer 3 bin 500 konut ise 2011 yılı ortalarında teslim edilecektir. Yıkılan yapılarda ikamet eden hak sahiplerine Belediye lojmanlarında ikamet etme veya kira yardımı yapılarak geçiş sürecinde dahi hiç kimse mağdur edilmemiştir. Etaplar halinde devam edecek bu projede çok geniş spor ve rekreasyon alanları, sosyal tesisler, oteller, ticari alanlar, eğlence ve kongre merkezleri ve 20 bin konutun yer aldığı Ankaramız’a yakışan bir yerleşim ve yaşam alanı oluşacaktır. Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi Birleşmiş Milletler – HABITAT (UN-HABITAT) tarafından 2009 yılının “En İyi Uygulama” ödülüne layık görülmüştür. Ayrıca 2010 yılında İslam Başkentleri ve Kentleri Teşkilatı (OICC) tarafından “Kentsel ve Bölgesel Planlama” dalında birincilik ödülüne layık görülmüştür. Çöküntü alanları olarak da adlandırılan gecekondulaşmış bölgelerin modern şehircilik anlayışı doğrultusunda örnek yerleşim alanlarına dönüşümünü gerçekleştirmek amacıyla, Ankara kent merkezinin kuzeyinde, Esenboğa Havaalanı Protokol Yolu güzergahında, Pursaklar, Keçiören ve Altındağ ilçe sınırlarının kesiştiği bölge, öncelikli bölge olarak değerlendirilmiştir. KASIM-ARALIK 2010 69 DOSYA: KENTSEL DÖNÜfiÜM Kuzey Ankara Kentsel Dönüşüm Projesi diğer kentsel dönüşüm projelerine örnek olması ve projemizi kendi ülkelerinde de uygulamak isteyen yabancı heyetlerin ilgisi ve beğenisiyle kendini kanıtlamıştır. Projenin ilk hali, yıkımdan sonraki hali ve proje sonu görünümü projenin daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacaktır. 70 M‹MAR VE MÜHEND‹S Kuzey Ankara Kentsel Dönüşüm Projesi diğer kentsel dönüşüm projelerine örnek olması ve projemizi kendi ülkelerinde de uygulamak isteyen yabancı heyetlerin ilgisi ve beğenisiyle kendini kanıtlamıştır. Türkiye’de metropoliten kentlerin genelinde olduğu gibi Ankara’da da, hazırlanan her kentsel dönüşüm projesinde o yerin geleceği ile ilgili vizyonunu geliştirmek amaçlanmakta, bu çerçevede de her bir proje alanı için ayrı ayrı proje program ve stratejiler belirlenmektedir. Ankara’da da Kentsel Dönüşüm Alanları belirlenirken özellikli olarak; Hazine arazilerinin işgali sonucunda oluşturulan ruhsatsız yapılar (gecekondu alanları), yüksek yoğunluk barındıran kaçak apartmanlaşmanın olduğu alanlar, kent merkezine yakın rantı yüksek olan alanlar, deprem, sel, heyelan vb. doğal afetlerden doğrudan etkilenecek olan alanlar, kent merkezindeki çöküntü alanları, tarihi kentsel alanlar, yaşam kalitesi düşmüş riskli alanlar ve ekonomik açıdan kente önemli katkı sağlayan, çöküntü içindeki sanayi alanları dikkate alınmaktadır. Kentsel dönüşüm ilan edilen alanlarda proje hazırlanırken o bölgedeki boş alanlar da mekansal bütünlük açısından planlamaya dahil edilmektedir. Ankara Metropoliten Alanı’nda Kentsel Dönüşüm Proje Uygulamaları’na geçilmeden önce, proje alanının kent planı ile bütünlüğünün sağlanması amacıyla yasal ve yönetsel sisteme uygun olarak çeşitli hazırlıklar yapılmaktadır. Bunları; kentsel dönüşüm alanının ilan edilmesi, proje alanına uygun modelin belirlenmesi, proje kapsamının belirlenmesi, alanın mülkiyet yapısının tespit edilmesi, dönüşüm alanının hâlihazır haritalarının güncellenmesi, projeye özgü demografik, çevresel, ekonomik ve sosyolojik yapının incelenmesi, finansman modellerinin belirlen- mesi gibi konular oluşturmaktadır. Başkent olma kimliğini geleceğe daha iyi yaşam koşullarına sahip, mekânsal işlevliliği üst seviyelere ulaşmış bir merkez olarak taşımak amacıyla toplam yüzölçümü 850 bin ha olan Ankara Metropoliten alanda 58 ayrı bölgede kentsel dönüşüm projesi hazırlanmıştır ve çalışmalara devam edilmektedir. Belediyemizce uygulanmakta olan kentsel dönüşüm projelerinde kuşkusuz en önemli kısım arsa ve yapı sahipleri ile anlaşma sürecinin sağlanarak proje alanındaki tüm mülkiyetin belediyeye kazandırılmasıdır. Gerek Kuzey Ankara Kentsel Dönüşüm Projesi’nde ve gerekse diğer dönüşüm projelerinde imar planlarının açılan davalar ile iptal edilmesi ve kamulaştırma bedellerine itirazlar sonucunda mahkemelerin bilirkişi raporlarına istinaden yüksek bedeller ödenmesine karar vermesi, projenin başında öngörülen finansman ihtiyacını çok yukarılara taşımıştır. Bu durum projelerin hayata geçmesinde en büyük engel olarak ortaya çıkmıştır. İmar planlarına uygun olarak hazırlanan parselasyon planları bile mahkemeler tarafından hukuki el atma olarak değerlendirilmiş, belediyemiz anlaşma yapmayan vatandaşların arsalarını yüksek bedeller ödeyerek kamulaştırma yapmaya zorlanmıştır. İptal edilen imar planları belediyemizce iptal gerekçeleri dikkate alınarak tekrar tekrar yeniden hazırlanarak onaylanmak zorunda kalınmıştır. Bu tür plan değişiklikleri de siyasi yaklaşımlarla yargı sürecine taşınarak sistemli engelleme çabaları da olmuştur. Bu durum iyi niyetlerle anlaşma yapmış vatandaşları rahatsız etmekte ve beş yıllığına seçimle yönetime gelmiş belediye başkanlarının kendi dönemlerinde projeleri tamamlama fırsatını ortadan kaldırmıştır. Bu durum projenin başarısını olumsuz yönde etkilemektedir. Uyguladığı onlarca kentsel dönüşüm projelerinde, ortaya çıkan sorunlara çözüm olması için belediyemizce bir kanun tasarısı hazırlanarak TBMM’ye sunulmuştur. 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 73. maddesini yeniden düzenleyen tasarı yasallaşma sürecinde bir takım değişikliklere uğrayarak 5998 sayılı kanun olarak 17.06.2010 tarihinde TBMM’de kabul edilmiştir. 5998 sayılı yasa ile Belediyelerin kentsel dönüşüm projelerinde karşılaştığı zorluklar tamamen olmasa da büyük ölçüde ortadan kaldırılmıştır. Ankara Büyükşehir Belediyesi 5393 Sayılı Kanun çıkmadan önce başlatmış olduğu 4 etaplı Dikmen Vadisi Kentsel Dönüşüm Projesi’nde 1., 2. ve 3. Etap’tan sonra son etabı da tamamlayarak projeyi bitirmeyi hedeflemektedir. Bölgede bulunan hak sahipleri ile anlaşma sürecini tamamlama noktasına gelmiştir. Anlaşma sağlanamayan vatandaşlara arazi ve yapı ve diğer muhdesatların bedelleri güncel değerler üzerinden ödenerek vatandaş memnuniyeti esas alınmaktadır. İsteyen hak sahiplerine belediyemiz mülkiyetinde bulunan başka arsalar takas olarak önerilerek, mümkün olduğu kadar çok alternatif sunulmaktadır. Belediyemizin tercihi vatandaşlarımızın uzun yıllar yaşamlarını sürdürdükleri birçok acı ve tatlı hatıraları bulunduğu bu bölgelerde tercihlerini kullanma yönündedir. Bu hususta gereken her türlü fedakârlık yapılmaktadır. Ancak bütün bu işlemler yapılırken projeyi engellemeye çalışan art niyetli kişilere karşı da, Belediyemizin ve anlaşan vatandaşların haklarını koruma amacıyla yasal zeminde gerekenler yapılmakta açık gözlü yaklaşımlara fırsat verilmemektedir. Belediyemiz 5393 sayılı yasa kapsamında Belediye Meclisi’nden aldığı kararlarla yasa çıktığından bu güne kadar yaklaşık 40 bin gecekondunun bulunduğu 56 bölgede kentsel dönüşüm projesinin startını vermiştir. Bu çalışmalar program dahilinde çeşitli safhalarda devam etmektedir. Belediyemiz, bir çok gecekondulu bölgesi olan Ankara’nın başkent olma özelliğine yakışır bir metropol olması için tüm imkanlarını seferber etmekte ulaşım, teknik alt yapı, rekreasyon, yeni yerleşim alanları, spor, sanayi, tica- ret ve kültür merkezleri ve sosyal içerikli projeleri ile diğer belediyelere hatta diğer başkentlere örnek gösterilmektedir. Dikmen Vadisi Kentsel Dönüşüm Projesi, Ankara’nın en önemli örnek projelerinden biridir. Bu proje kapsamında 1,2 ve 3. Etaplar tamamlanmıştır. Toplam 5 bin gecekondu yıkılmış halen yıkım çalışmaları ve anlaşma süreci son etap da devam etmektedir. Proje tamamlandığında tüm etaplarda 13 bin adet konut üretilmiş olacaktır. Çankaya Mühye Güneypark kentsel dönüşüm projesinde de inşaat aşamasına geçilmiş olup bölgede yaklaşık 500 gecekondu yıkılarak yüzde 95 düzeyinde anlaşma sağlanmıştır.177 ha büyüklüğündeki alanda sosyal donatılar, ticaret alanları ile birlikte yaklaşık 5 bin 800 konut inşa edilecektir. İhale süreci tamamlanmış olup yer teslimleri yapılmıştır. Ankara Metropoliten Alanı’nın doğu girişinde yer alan Mamak İlçesi’nde de bölgenin çarpık yapılaşmadan kurtarılması, çevre görüntüsünün geliştirilmesi, güzelleştirilmesi ve daha sağlıklı bir yerleşim düzeni sağlanarak kentsel yaşam düzeyinin yükseltilmesi amacıyla Yeni Mamak Kentsel Gelişim ve Dönüşüm Projesi başlatılmıştır. Türkiye’de uygulanmasına başlanan en kapsamlı Kentsel Dönüşüm Projesidir. Yaklaşık 9 milyon m2 arazi üzerinde bulunan 13 bin 500 yapının yıkılarak dönüşümü planlanmıştır. Bu proje ile; Mamak Bölgesi’nin, Ankara’nın en eski yerleşkelerinden olmasına, ıslah planlarının bulunmasına rağmen sağlıklı olarak yapılaşmasını tamamlayamayan ve her ne nedenle olursa olsun geliştirilmesi ihmal edilmiş olan bu bölgede; yapı yasaklı alanda işgalci konumundaki gecekondu sahipleri, müracaatta bulunduğu halde 2981 sayılı yasa kapsamında bu güne kadar tapu tahsis haklarından yararlanamayan yüzlerce vatandaşımızın durumunun belirsizlikten kurtarılarak konut sahibi yapılması, kaçak gecekondu yapılaşmaların mülkiyet sorunlarının bu proje kapsamında çözüme kavuşturulması, bölgenin 21. yüzyıla yakışır şehircilik anlayışına uygun olarak planlı yapılaşma ile yüzde 60’ının yeşil alana ve rekreasyon alanına dönüştürülerek çarpık yapılaşmadan kurtarılması, mevcut tüm altyapı hizmetlerinin yenilenmesi, daha sağlıklı ve huzurlu bir yerleşim düzeninin sağlanması, bölgede oluşturulacak yeni iş sahalarıyla bölge halkının istihdamının sağlanması ile kentsel yaşam ve refah düzeyinin yükseltilmesi amaçlanmıştır. 13 etap olarak projelendirilen Yeni Mamak Dönüşüm Alanı’nda bugüne kadar 3 bin 500 gecekondu sahibi ile anlaşmaya varılmış, bin 750 gecekondu yıkılarak 1. Etap olarak belirlenen bin 750 konut, kentsel servis alanları ve rekreasyon alanlarından oluşan bölgede kat karşılığı şeklinde ihaleler yapılarak bir kısmı teslim aşamasına gelmiştir. Önemli bir proje de; Ulus Tarihi Kent Merkezi kapsamında, Hacı Bayram camii ve Ankara kalesi ve çevresini kapsayan 1923 Ankara sınırlarının baz alınarak tarihi ve kültürel yapısına uygun olarak yeniden planlanması ve yenilenmesidir. Öncelikli olarak 1. Etap olarak adlandırılan Hacı Bayram Camii ve çevresi ele alınmış başta Hacı Bayram Camii olmak üzere eski Ankara evi mimarisinde yapılmış ancak yıkılmış veya yıkılmak üzere olan 100’e yakın binanın restorasyon çalışmalarında önemli adımlar atılmıştır. Ayrıca Sokak sağlıklaştırma çalışmalarımız da devam etmektedir. Son söz olarak diyebiliriz ki; Belediyemizce uygulanan bu projelerle yaklaşık 40 bin gecekondunun 120 bin konut, ticaret ve sosyal donatı alanlarıyla birlikte dönüşümü hedeflenmiştir. KASIM-ARALIK 2010 71 DOSYA: KENTSEL DÖNÜfiÜM MAKALE “İYİ DAĞINIKLILIĞIN” DEĞERİ GÜNLÜK HAYATIN BU DOKUSUNUN NASIL ALGILANDIĞINI BÜYÜK ÖLÇEKTE ALTÜST ETMENİN, MAHALLELERİN YOK EDİLMESİNİN, İLERİYE YÖNELİK ŞEHİR PLANLAMASI VE EKONOMİK KALKINMA ADI ALTINDA TOPLULUKLARIN YERLERİNDEN EDİLMESİNİN ŞEHİRLERDE NELERE YOL AÇACAĞINI DAHA DİKKATLİ BİR ŞEKİLDE GÖZ ÖNÜNDE BULUNDURMALIYIZ. BUNLAR ŞEHRİMİZİN MARUZ KALDIĞI UFAK YARALAR DEĞİL, AKSİNE UZUNVADEDE VAHİM SONUÇLAR DOĞURACAK BÜYÜK TRAVMALARDIR. Linda Lees PhD Direktör Creative Cities International, LLC 72 M‹MAR VE MÜHEND‹S AKIfi VE fiEHR‹N RUHU... Akış deneyimleri “günlük hayatın dokusunu anlamakta faydalı olabilir.” (Csikzentmihalyi 1988, s. 251) Zamanla bu detaylar -kuaför, berber, gazete bayi ve kafe, plaza, ana cadde ve park- temel işlevlerinin ötesinde bir önem kazanmaktadır: “Zamanla bireylerin hayatlarını şekillendiren bu gibi anlık güdüsel durumların toplamıdır, ve bu sosyal ve kültürel normların evrimleşmesinin şekillenmesini sağlayan da bu bireylerin yaşantılarının toplamıdır.” (Csikzentmihalyi 1988, p. 251) Günlük hayatın bu dokusunun nasıl algılandığını büyük ölçekte altüst etmenin, mahallelerin yok edilmesinin, ileriye yönelik şehir planlaması ve ekonomik kalkınma adı altında toplulukların yerlerinden edilmesinin şehirlerde nelere yol açacağını daha dikkatli bir şekilde göz önünde bulundurmalıyız. Bunlar şehrimizin maruz kaldığı ufak yaralar değil, aksine uzun-vadede vahim sonuçlar doğuracak büyük travmalardır. Örneğin, spor stadyumları ve kongre merkezleri gibi projelerin ekonomik değerlerinin göz ardı edilebilir nitelikte olduğu kanıtlanmıştır. Dahası, kamuoyu güveni de sarsılmıştır. Ben değişimi, gelişimi veya yeni bir yatırımı savunmuyorum. Ayrıca, eski zamanlardaki gibi sokakların pislikten geçilmediği ve suç oranının yüksek olduğu eski günlere geri dönmek de istemiyorum. Ben planlama yukarıdan aşağı bakan bir tavırla, kültürel kimliğin, şehir ve şehir sakinlerinin iyiliğinin pahasına müteahhitlerin ve kurumsal yatırımcıların iradelerine karşı rahat bir yaklaşım sergileyen varsayımlarını sorguluyorum. DA⁄INIK DEMOKRAS‹ VE TATE MODERN MODEL‹ Tate Modern’in hikayesi uzun vadede başarılı kültürel ve ekonomik canlanma yaratmak için bir plan taslağıdır çünkü niyeti en başından beri yanı başında bulunan topluluğun çıkarlarını ve refahını gözetmektir. Demokrasinin dağınık süreci Tate Modern’da South Bank sakinleri arasında muazzam bir hoşgörü oluşmasını sağlayan bir proje oluşturdu. Tüm menfaat sahipleri arasında geniş bir fikir birliği sağlanmasına yol açan bu uzun süreç şans eseri gerçekleşmesi. Tate’in başlangıçtaki hedefi, Tate sayesinde meydana gelen ekonomik faydanın tekrar içinde bulunduğu bölgeye çıkar sağlamasıydı ve bunun olacağına dair taahhüt verdiler. Planlamacılar ve bürokratlar ihtimam ve kararlılıkla öncelikleri ve Tate’in varlığının onlara nasıl bir fayda sağlayacağı konuları hakkında topluma bilgi verdi. İyi birer komşu olmak istediklerini ve geleceklerinin ortak paydada birleştiğini anladıklarını açıkça belirttiler: başka bir deyişle toplum için sürdürülebilir ekonomik gelişmenin kendileri için de aynı anlama geldiğini. Tate Modern kesinlikle “yaratıcı endüstri” başlığı altında sınıflandırılabilir ve ayrıca bir modern sanat müzesi olarak görkemi de kayda değer. Projeye katkıda bulunanlar, binanın oradaki mevcudiyetini haklı çıkarmak için yanı başında bulunan topluluk için belirli bir hakkaniyet sağlanması gerektiğinin farkına varmıştır. Susan Fainstein, ”Cities and Diversity (Şehir ve Çeşitlilik),” adlı makalesinde: “eğitimli, yaratıcı bireylerin dikkatini çekmeye...odaklanmak..., yaratıcı sınıfa mensup olamayan kişiler için iş yaratılmasının öneminin göz ardı edilmesine yol açmaktadır... Şehirlerin yeniden canlandırılması terimi sadece tepedekiler başarısına atıfta bulunmamalıdır, ancak ekonomik gelişme ve sosyal eşitlik arasında herhangi bir bağlantı bulunması da gerekmemektedir.” (Fainstein 2005, n.p.) Tate’in hikayesi önemli bir başarılı yeniden canlandırma dersidir. Yine de bizler bu gibi hikayeleri istisna olarak algılıyoruz. Niçin şehirler – müteahhitler, politikacılar ve topluluklar – aynı hataları yapmakta direniyor? Başarısız yeniden canlandırma planlarına verilecek tonla örnek bulabiliriz. Şu anda, hükümetler ve topluluklar projelerin kültürel etkilerini gösteren çalışmalar yapılmasını talep etmemektedir. Mali faktörlerin ötesinde analiz yapmaya yönelik çok az sayıda çalışma yürütülmektedir, ancak artık çevresel çalışmaların yapılması genellikle gerekli görülmeye başlanmıştır. Dürüst olmak gerekirse, yerel hükümetler genelde bu politikaları iyi niyetle hazırlamakta, ancak, kendilerinin böyle bir sorumluluğu olmadığı için sonuçlarını düşünememektedirler. Gevşek bir yaratıcı şehir kavramını hayata geçirmek için çabalamakta -ve parlak cisimleri yakalamak için hamle yapmaktadırlar- hem de bunun ne anlama geldiği hakkında en ufak fikirleri bile olmadan. Tate Modern ve ortakları yararına bu denli iyi sonuçlar veren etkin planlama ve kademeli süreç başka bir yerde nasıl türetilebilir? Birleşik Krallık kıyılarının ötesinde, farklı kültürel ve politik ortamlarda da uygulanabilir mi? Teksas veya Brezilya veya Türkiye’de bir şehre yardımcı olabilir mi? “Ekolojiye herhangi bir tanım yapmamız gerekirse, ekoloji bir süreçtir. Uzun sürelerin en küçük hareketlerle birleşip toprağın hayal edilemez geleceğinde büyük değişiklikler yapmasıdır.” Robert Sullivan, New York Magazine. New York Magazine, kısa bir süre evvel, Robert Sullivan tarafından bazı hususları ifşa etmek amacı ile kaleme alınan sıradan bir makaleyi yayınladı. Ancak, kötü niyetli faaliyetler yerine, doğanın şaşırtıcı ve genellikle göz ardı edilen şekilde habersiz New York’luların ortasında nasıl sayısız yöntemle geliştiğini ortaya çıkardı, “Bronx’ta yaşayan bir çakal sürüsü” dahil. Şehrin çökmüş bir köprüsü veya kirlenmiş bir nehri gibi kirli, çirkin, umut vaat etmeyen bölümleri doğa için iyi sonuçlar vermişti. Bizler izlemiyorken doğanın en uygunsuz koşullara adapte olmasına izin verdik. Yaşam kendi araçları ile başarı ile gelişti. Bizler bunu New York’ta göremedik çünkü “bu bizim aradığımız doğa değildi. Daha az değerliydi. Saflığın tersiydi. Şehirde, daha evvel tahmin edemediğimiz kadar zengin kaynaklara sahip ve dayanıklı olan bir doğa var.” Bay Sullivan makalesini şu cümlelerle noktalıyor: “…şehrin doğa için sunduğu işlevin insanlar için sunduğu ile aynı olduğunu anlıyoruz. O bir yol ayrımı, dışarıdan gelenlerin yeni bir kamp kurabilecekleri, kaynaşabilecekleri, buradan etkilenerek ayrılıp başka bir yerlerde hareketlilik oluşmasına katkıda bulunmalarını sağlayacak bir yer. Küresel ekosistemimizin başı, yetmişli yıllardaki şehirler gibi belada; çevresel iflasla flört ediyoruz. Eğer doğayı koruyacaksak, başka bir deyişle kendimizi kurtaracaksak, etrafımızdakilere sahip çıkmalıyız.” (Sullivan, n.p.) Planlamacılar ve bürokratlar ihtimam ve kararlılıkla öncelikleri ve Tate’in varlığının onlara nasıl bir fayda sağlayacağı konuları hakkında topluma bilgi verdi. İyi birer komşu olmak istediklerini ve geleceklerinin ortak paydada birleştiğini anladıklarını açıkça belirttiler: başka bir deyişle toplum için sürdürülebilir ekonomik gelişmenin kendileri için de aynı anlama geliyordu. KASIM-ARALIK 2010 73 DOSYA: KENTSEL DÖNÜfiÜM Yaşam İndeksi (Yİ), genellikle göz ardı edilen hususları hesaba katarak ve değerlendirerek, bir alanın planlanan tasarımının topluma ve şehre olumlu faydalar sağlayacağından emin olunmasını sağlayan bir kültürel etki çalışması gibidir. Bu değerler Yİ’nin değerlendirmek için seçtiği faktörlerde yansıtılabilir ve analiz de şehrin amaçlarına ışık tutabilir. Çözümler yaratıcı endüstrilerde yatabilir, ancak bu durum doğru olmayabilir de. 74 M‹MAR VE MÜHEND‹S YAfiAM ‹NDEKS‹ (VITALITY INDEX™): NEY‹N ÖNEML‹ OLDU⁄U NASIL BEL‹RLEN‹R Creative Cities International (CCI), Mayıs 2002’den bu yana, etrafımızdakilere nasıl sahip çıkabiliriz ve etrafımızdakilerden nasıl dersler çıkartabiliriz sorularıyla boğuşuyor. Araştırmalarımızdan çıkan sonuç, bir şehrin insana yönelik kuvvetli yanlarını hayata geçirebilecek ve aynı anda karmaşıklığını da göz ardı etmeyecek bir Yaşam İndeksi (Yİ) kavramının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Yİ, genellikle göz ardı edilen hususları hesaba katarak ve değerlendirerek, bir alanın planlanan tasarımının topluma ve şehre olumlu faydalar sağlayacağından emin olunmasını sağlayan bir kültürel etki çalışması gibidir. Bu değerler Yİ’nin değerlendirmek için seçtiği faktörlerde yansıtılabilir ve analiz de şehrin amaçlarına ışık tutabilir. Çözümler yaratıcı endüstrilerde yatabilir, ancak bu durum doğru olmayabilir de. Uluslararası alanda “öğrenilen derslerin” karşılaştırmalı analizinin yapılabilmesi için bir temel oluşturur ve projeleri ray üstünde tutmak ve hem müşteriler hem de yerel halka yakın olmalarını sağlayacak şekilde çıkar sahipleri arasındaki farklılıkların giderilmesini sağlayacak hayati bilgiler sunmaktadır. Tam anlamı ile etkinleştirildiğinde, üç seviyeye bölünmektedir: - şehrin rakip şehirler arasında sıralanmasına ve ileride karşılaştırma yapılabilmesine yarayacak sayısal verilerin toplanması; - yerel halk ve çıkar sahiplerinin katılımı ile gerçekleştirilecek, insanların davranışlarını, hayatlarını gerçekte nasıl yaşadıklarını, ve insanların neye önem verdiklerini ve istediklerini belirleyecek önemli göstergeleri inceleyen anketler ve odak grupları; -kültürel bir bakış açısı olan yüksek- seviyeli derinlemesine analiz. İnsanların bakış açıları ve arzu ettikleri hedefler değiştikçe veya birleştikçe, tepki verebilmektedir. Yaşayan, ve artan düzeyde karmaşıklaşan veya radikal bir şekilde değişen hedeflerle beraber değişme yeteneğine sahip canlı bir analizdir. İzi sürülemez gibi görülen bu sorunlara çözüm bulmak şehrin kültürünü baştan aşağı tanımayı ve şehrin benzersizliğinin kökünde yatan planlama, tasarım ve ekonomik yenilenmeye odaklanmayı gerektirir. Kültürel veriler hiçbir zaman kesin olmazlar. Bu yüzden, ya tamamen göz ardı edilirler, ya da basit istatistiksel örneklemelere sınırlanırlar, örneğin; Richard Florida’nın “eşcinsel indeksi,” “bohem indeksi,” vs. Kültürle uğraşmanın karmaşıklığı ve sübjektifliği (hem büyük “C” hem de küçük “c”) hem şehir planlamacıları hem de politikacılar için itici gelmektedir. Kültürün bir işe yaradığına dair kanıt istiyorlar. Yaratıcı endüstriler hesaplama yöntemi bu açıdan oldukça faydalı bir araçtır, ancak şehirdeki yaratıcılığın sadece anlık bir görüntüsüdür. Daha ileri gidip, kültürün etkileşimsel özelliklerine ve şehirlerin şu anki ve gelecekteki sürdürülebilirliği üzerine yaptıkları etkiye bakmalıyız. Yaşam İndeksi™ aynı anda politika çevrelerine fikirler ve vizyon iletmenin ve sorumlu kararlar verilmesinin ikna edici bir yöntemi olarak kullanılabilecek ölçümler ve analizler sunmak niyetindedir çünkü çoğu analizde eksik olan şeyler hayati önem taşımaktadır: toplumun hedef ve değerleri. Kültürel bilgiler sayısal bilgilere eklendikten sonra, ortaya çıkan sonuç toplum sorunlarının çok kapsamlı bir resmi olmaktadır ve daha ileri uygulamalar için bir planda veya stratejide geliştirme yapılması gerekebilmektedir. Amacımız toplumun nelere değer verdiğini anlamak, uygulanabilir bir planla desteklemek. Ve bu bilgileri kamusal ve politik liderlere iletmektir. Bu yaklaşımın toplumu doğrudan sürece dahil edebileceği ve etmesi de gerektiği için, bu Yaşam İndeksi™ ve hükümetin yollarının kesiştiği bir mantık noktasıdır. Kendinden belirlenmeyen stratejiler, politik anlamda hassas ve tarafsız olanlar başaramayacaktır. gerçek değeri şehir sakinlerinin arzuları ve hedefleri ile bağlantıda kalarak şehir sakinlerinin yaşam kalitesini yükseltmekteki faydaları ve projenin mimarı Terry Farrell’in deyimi ile sürekli olarak “işe yarayanlar” arasından seçim yapmaktır. , (Evening Standard 2010, n.p.) Bizler Yİ’nin erişimini öğrenilen derslerin, işleyen ve işlemeyen yöntemlerin paylaşılmasını, şehir hayatının geliştirilmesini sağlamak için bilgi paylaşılmasını, daha iyi planlama ve projeler üretmeyi, ve potansiyel olarak “şehrin ruhunun tutunduğu o ufak şeylerin” korunmasını sağlayacak bir çeşit takas odası gibi küresel çapta yaymayı hedefliyoruz KÜRESEL fiEH‹RLER‹N SIRALANDIRILMASI: NEY‹N ÖNEML‹ OLDU⁄U NASIL BEL‹RLEN‹R Yaşam İndeksi™ şu an sayısal ve niteliksel verilere dayanarak otuz dört ABD şehrini sıralamaktadır. Amacı, sadece şehirleri sıralamak için değil, araştırılan şehirler içinde nelerin doğru işlediğini ve nelerin işlemediğini anlamak amacı ile her bir şehir için bir taban profili oluşturmaktır. Bu, ABD’de kullanılabilir kültürel verilerin çok az olması yüzünden daha da zorlaşan, büyük bir girişimdir. New York’taki doğa bilimciler gibi keşif yapmak için tabiri caizse dört ayak üstünde araştırma yapmamız gerekiyor. Sıralama, yerel halkın hayatlarını ekonomik ve sosyal açıdan açık ve kanıtlanabilir şekilde zenginleştiren programları ve politikaları desteklemeleri ve işe yaramayan politikaları takip etmelerini durdurmak için yol gösterecektir. Yİ’nin Kaynaklar Csikszentmihalyi, M., Isabella Selega Csikszentmihalyi (eds) (1988) Optimal Experience. Cambridge: Cambridge University Press Fainstein, S. 2005. Cities and Diversity: Should We Want It? Can We Plan For It? Urban Affairs Review: September. Farrell, Terry., quoted in London Evening Standard, 27 October 2010. Sullivan, R., 2010. The Concrete Jungle. New York Magazine, 12 Sept. [Online] Available at: http://nymag.com/print/?/news/features/68087/ Amacımız toplumun nelere değer verdiğini anlamak, uygulanabilir bir planla desteklemek. Ve bu bilgileri kamusal ve politik liderlere iletmektir. Bu yaklaşımın toplumu doğrudan sürece dahil edebileceği ve etmesi de gerektiği için, bu Yaşam İndeksi™ ve hükümetin yollarının kesiştiği bir mantık noktasıdır. Kendinden belirlenmeyen stratejiler, politik anlamda hassas ve tarafsız olanlar başaramayacaktır. *Bu makale ‹stanbul’da Kas›m 2010’da AB Kültür Baflkenti Konferans›nda sunumu yap›lan Yarat›c› fiehirler/Yarat›c› Endüstriler adl› daha uzun bir makaleden al›nt›d›r. KASIM-ARALIK 2010 75 DOSYA: KENTSEL DÖNÜfiÜM MAKALE TÜRKİYE BÜTÜNÜNDE 5366 SAYILI YENİLEME YASASI VE UYGULAMALARI KENTSEL DÖNÜŞÜM, KAVRAM OLARAK HER ZAMAN PLANLAMANIN VAZGEÇİLMEZ ARAŞTIRMA VE TARTIŞMA KONUSU OLMAKLA BERABER ÜLKEMİZDE ÖZELLİKLE SON DÖNEMLERDE, UYGULAMA ALANINDA DA PLANLAMA DİSİPLİNİNİN TEMEL KONUSU HALİNE GELMİŞTİR. 2005 YILINDA 5366 SAYILI "YIPRANAN TARİHİ VE KÜLTÜREL TAŞINMAZ VARLIKLARIN YENİLENEREK KORUNMASI VE YAŞATILARAK KULLANILMASI HAKKINDA KANUN" 'UN YÜRÜRLÜĞE GİRMESİ İLE BERABER YENİLEME ALANI İLANLARI DA BAŞLAMIŞTIR. Şimşek Deniz Yüksek Mimar, Koruma Uygulama ve Denetim Müdürlüğü KUDEB Müdürü 010 Temmuz ayına kadar Bakanlar Kurulu tarafından alınan kararlar incelendiğinde, toplam 23 adet yenileme kararı alındığı, bu kararlardan 13’ünün İstanbul’a, 10’unun ise diğer (Ankara, Karaman, Kütahya, Samsun İzmir, Çanakkale, Kahramanmaraş) illere ait olduğu görülmektedir. İstanbul ilinde ise en fazla yenileme alanı kararı Fatih İlçesi’nden alınmıştır. 2 PROJELERDE UYGULANAN SÜREÇ 2005 yılında 5366 sayılı yasanın çıkması ile beraber yenileme alanı ilan edilen bölgelerde devam eden yenileme süreci; ilk olarak yenileme alanı ilan edilmesi düşünülen bölgenin koordinatlarını da gösteren bir yazı ile beraber önce ilçe sonra büyükşehir belediye meclisinde görüşülmesi daha sonra Bakanlar Kurulu’na gönderilmesi, Bakanlar Kurulu’nda yenileme alanı ilan edilmesi ile başlamaktadır. Bakanlar Kurulu tarafından yenileme alanı ilan edilmesinin ardından yenileme alanının avan projesinin hazırlanması yada hazırlanması için ihaleye çıkılması, avan projenin hazırlanarak KTVK’ya sunulması ve uygun bulunursa onaylanması aşamaları gelmekte- 76 M‹MAR VE MÜHEND‹S dir. Avan projenin onaylanmasının ardından projenin bölgedeki mülk sahiplerine anlatılması, bu arada uygulama projelerinin hazırlanması ve mülk sahipleri ile uzlaşma süreci başlamaktadır. Uzlaşma sürecinde, mülk sahibine projeye bedel karşılığı katılma ya da mülkünü satma hakkı tanınmaktadır. Mülk sahibi uzlaşmaya yanaşmadığı takdirde 5366 sayılı kanunun belediyeye tanıdığı acil kamulaştırma yetkisi devreye girmektedir. Bu durumda mülk sahibinin mülkü rayiç bedeller üzerinden kamulaştırılmaktadır. Uzlaşma görüşmelerinin tamamlanması ve uygulama projelerinin onaylanmasının ardından yıkım ve inşaat çalışmaları başlamaktadır. İstanbul’da yürütülen projelerde henüz tamamlanmış bir proje bulunmamakta, dolayısı ile yenileme alanlarının amaçlarını gerçekleştirip gerçekleştiremedikleri ve kent bütününe olan etkileri tam olarak irdelenememektedir. YEN‹LEME PROJELER‹NDE D‹LE GET‹R‹LEN ORTAK SORUNLAR • 5366 sayılı kanunun adının “……Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında….” olmasından da anlaşılacağı gibi, mevcut yasalarla ve planlarla korunamayan, gün geçtikçe kaybedilen kültürel mirasın korunması ve gelecek nesillere aktarılmasını sağlayabilme gerekçeleri ile hazırlanan yenileme kanununun, kamuoyunda, uygulamaların kamu eliyle yapılarak proje alanındaki sosyal yapıyı da büyük ölçüde değiştirerek yenilemesi ve taşınan nüfusa sunulan çözümlerin oluşturduğu sıkıntılar nedeniyle projelerin birinci hedefinin kentsel rant kazanımı olduğu algısını ön plana çıkartmaktadır. • Kentin tarihi dokusunu oluşturan bu alanlarda ya- pılan projelerin bir kısmı sokak -bina tipolojilerini büyük ölçüde değiştirecek projeler içermektedir. Bu özellikleri taşıyan yenileme projeleri kentsel korumanın temel ilke ve hedefleri ile çelişmektedir. • Yenileme projeleri somut mirası korumaya yönelik olarak hazırlanmaktadır. Tüm dünyada ayrılmaz bir bütün olarak kabul edilen somut ve somut olmayan miras kavramları Türkiye’de akademik çalışmaların dışında çok fazla söz konusu edilmemektedir. Kentsel yenileme projelerinde somut olmayan kültür mirasının kendisine yer bulması koruma ilkeleri bakımından gerekliliktir. • Kentsel yenileme projeleri içerisinde proje alanındaki sosyal yapı kent içerisinde yer değiştirmektedir. Bu projenin gerekçesini oluşturan sorunların ötelenmesi değil çözümlenmesi de projenin hedefleri arasında olmalıdır. • Kentsel yenileme projelerinin kent bütünü ve kentin nazım imar planları ile ilişkisi düzgün ve sistematik biçimde oluşturulmalıdır. • Kentsel yenileme alanlarının belirlenmesinde kentin bütünü göz önüne alınarak, kentin gelecekteki konumu ve öncelikleri gözetilerek oluşturulacak kriterlere göre belirlenmelidir. • Yapılan yenileme projelerinin halkın belediyelere olan güvenini arttırıcı nitelikte uzlaşmaya dayalı nitelikleri ön plana çıkarılmalıdır. • Projeler kentsel mimarinin yanı sıra sosyal yapı içerisinde de dengeli bir yapı sergilemelidir. • Büyükşehir belediyelerinin kendi alanlarındaki tüm projelerde daha etkin olması ve yürütülmesinde aktif rol alması, projelerin kentin diğer plan ve projeleri birlikte yürütülmesine, bütünlüğün sağlanmasına yardımcı olacaktır. Bu değerlendirmeler ışığında yenileme alanları ve projeleri ile ilgili olarak projelerin ba- şarılı olması, hayata geçebilmesi, kentli tarafından benimsenmesi ve gerek maddi gerekse emek olarak harcanan kamu kaynaklarının kente ve kent kültürüne artı değer olarak geri dönebilmesi için proje süreçlerinde yer alması ve önem verilmesi gereken konular aşağıdaki gibi sıralanabilir. YEN‹LEME PROJELER‹N‹N BAfiARILI OLMASI ‹Ç‹N: KORUMA ÖN PLANDA OLMALI Yenileme projelerinde öncelik, yenileme alanı ilan edilen alanın ve çevresinin korunması olmalıdır. Günümüze kadar ulaşmış olan tarihi dokunun, yıllar içinde özgün yapısında meydana gelen fiziksel ve sosyal olumsuzluklardan arındırılarak, bina tipolojilerini değiştirmeden günümüz yaşam koşullarının ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde yapılacak restorasyon çalışmaları ile korunması gerekmektedir. Günümüzde devam eden bazı yenileme projelerinde olduğu gibi sivil mimari örneklerinin yıkılması ve sadece cephesinin korunarak yerine projedeki fonksiyonun ihtiyaçları doğrultusunda yeni binalar yapılması, tescilli eserlerin birer birer kaybolmasına ve mekanın dekor olarak kullanılmasına neden olacak, bu da dönüşü olmayan kayıplara neden olacaktır. Yenileme alanı ilan edilen sit alanlarındaki tescilli yapılar kadar bölgenin sokak dokusu, ada ve parsel yapısı da özgün haliyle korunmalıdır. Projeler hazırlanırken alanın analizleri ve kimliği iyi tespit edilmeli, proje bu temeller üzerine oturtulmalıdır. Alanın fiziksel yapısı kadar korunması gereken bir diğer önemli konuda alanın sosyal ve kültürel yapısıdır. Somut miras kadar somut olmayan kültür mirasının da önemli olduğu unutulmamalı ve sit alanlarının bir bütün olarak korunması gerektiği göz önüne alınarak projeler hazırlanmalıdır. Yenileme projeleri, kent bü- Uzlaşma sürecinde, mülk sahibine projeye bedel karşılığı katılma ya da mülkünü satma hakkı tanınmaktadır. Mülk sahibi uzlaşmaya yanaşmadığı takdirde 5366 sayılı kanunun belediyeye tanıdığı acil kamulaştırma yetkisi devreye girmektedir. Bu durumda mülk sahibinin mülkü rayiç bedeller üzerinden kamulaştırılmaktadır. KASIM-ARALIK 2010 77 DOSYA: KENTSEL DÖNÜfiÜM Projelerde gerçek anlamda katılım sağlanmalıdır. Projenin başından itibaren öncelikle proje alanında yaşayan, proje alanını kullanan kesim olmak üzere, konunun uzmanları, üniversitelerin ilgili bölümleri, meslek odalarının görüşleri alınmalı, projeye katılımları sağlanmalıdır. tününden bağımsız olarak düşünülmeden tarihi dokuyu tüm ögeleri ile beraber korumayı hedef alan ve bölgeyi geleneksel özelliklerini bozmadan yaşam standartlarını yükselterek, kentin yaşayan bir parçası olarak gelecek nesillere bırakmayı amaçlayan bir yaklaşım içerisinde ele alınmalıdır. PROJE ALANI ÇEVRES‹YLE BÜTÜN OLARAK ELE ALINMALI Proje alanı, kentin bir parçası olarak ele alınmalıdır. Burada verilecek kararların İstanbul bütününü etkileyeceği göz ardı edilmemelidir. Proje sınırlarının sadece pafta üzerindeki bir sınır olduğu, sınırın diğer tarafındaki binaların, alanları yenilenmeyecek bile olsalar projenin etki alanında yer aldığı ve proje alanının komşuluğundaki bu alanlardaki gerek fiziksel dokunun gerekse sosyal yapının olumlu yada olumsuz olarak değişeceği düşünülmelidir. Proje alanının sorunları için ortaya konan çözümlerin kentin bir başka tarafı için sorun oluşturmamasına dikkat edilmelidir. Sorunların çözümü sadece proje alanında ya da proje alanının dahil olduğu ilçe sınırları içinde değil kent bütününde ele alınmalıdır. Bu sayede sorunların gerçek anlamda çözülmesi mümkün olabilecektir, aksi takdirde proje alanının içindeki bir sorun çözülürken kentin bir başka bölgesi belki daha önemli bir sorunla karşı karşıya kalacaktır. Sorunların taşınması değil, çözümü hedeflenmelidir. YEN‹LEME PROJELER‹ PLANLARLA B‹RL‹KTE ELE ALINMALI Bir diğer konu, yenileme projeleri ile planlar arasında ilişki kurulmayışıdır. 5366 sayılı yasada bu konuda net bir ifade bulunmamakta, her yenileme projesi bu konuda kendi yaklaşımlarını ortaya koymaktadır. Yenileme projeleri, salt tescilli yapıların restorasyonundan ibaret projeler değildir. Proje alanında 78 M‹MAR VE MÜHEND‹S ve çevresinde fiziksel değişimlerin yanı sıra sosyal ve ekonomik yapı da değişim geçirecektir. İstanbul’da yapılan tüm projelerin ortak hedefinin İstanbul’un daha iyiye taşınması olduğu düşünülürse projeler, planlar arasında gerekli koordinasyonun sağlanmasının gerekliliği de ortaya çıkmış olur. Plan ve projelerin bir arada yürütülmesi, birbiri ile çelişkili kararlar vermemesi hem devamlılığın sağlaması açısından hem de yasal sorunlarla karşılaşılmaması açısından önemlidir. Yenileme projeleri henüz Türkiye için çok yeni olduğundan bazı konular ancak proje bitiminden sonra netlik kazanacak, projelerin kendi bölgesine ve kent bütününe etkileri zaman içerisinde anlaşılacaktır. PROJELER‹N SÜREC‹ Yenileme projeleri için ortak bir sistem belirlenmelidir. Her ne kadar proje alanları birbirinden bağımsız bölgelere, farklı dokulara ve kültürlere sahip olsalar da projelerin süreçleri ortak olmalı, uygulama adımları tanımlanmalı, projelerde yer alacak aktörler belirlenmeli, katılımın nasıl sağlanacağı tanımlanmalı ve bir sistem oluşturulmalıdır. PROJELERDE SOSYAL, F‹Z‹KSEL, ÇEVRESEL, EKONOM‹K VE KÜLTÜREL SÜRDÜRÜLEB‹L‹RL‹K GÖZET‹LMEL‹ Yenileme projelerinin amacı zaman içinde yıpranan tarihi dokuyu geleceğe en özgün haliyle taşımak olmalıdır. Tarihi dokunun sadece binalardan oluşmadığı, sosyal yapının da bu dokunun bir parçası olduğu unutulmamalı ve projeler bu doğrultuda hazırlanmalıdır. Yapılacak olan projelerde sosyal, kültürel, fiziksel ve çevresel sürdürülebilirlik gözetilmelidir. Yenileme alanında yenilemeyi gerektiren sebepler iyi analiz edilmeli, tekrarlamaması için çözümler geliştirilmelidir. Yenileme alanlarında genellikle ekono- mik olarak zayıf olan sosyal yapının ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan güçlendirilmesi ve bunun sürekliliğinin sağlanması için projeler üretilmelidir. Sosyal yapının güçlenmesi ve koruma bilincine sahip olması ile tarihi bölgenin korunmasının sürekliliği de sağlanmış olacaktır. PROJELER fiEFFAF OLMALI Yenileme projeleri, mülkiyetler üzerinde doğrudan değişiklikler yapılan projeler olmaları nedeniyle, çok hassas, dengeli, adaletli ve kimsenin kuşkusuna yer vermeyecek kadar şeffaf projeler olmalıdır. Proje öncesi süreç ve projenin ilerleme aşamaları göz önünde, kolayca ulaşılabilecek formatta ve açıklayıcı olmalıdır. Herkesin anlayabileceği, sorgulamaya açık olan projeler kamuoyunu önyargılardan uzaklaştırarak projenin içeriğine dikkat edilmesini sağlayacaktır. PROJELER ‹NSAN ODAKLI OLMALI Yenileme projelerinin temelinde insan olmalıdır. Projeler, alanda yaşayan, alanı kullanan ve bu alanın kültür değerlerinden etkilenen tüm insanların ortak çıkarını gözetmelidir. Bu projenin “kim için yapıldığı” konusu önemlidir. Projeler hem bugün alanda yaşayan kullanıcının haklarını hem de bu alanlardan kültürel anlamda faydalanma hakkı bulunan gelecek nesillerin haklarını korumalıdır. MÜLK‹YET HAKKINA ÖNEM VER‹LMEL‹ Yenileme projeleri mülkiyet hakkına direk müdahale ettiği için çok önemli projelerdir. Her konunun ayrıntılı olarak açıklanabilir olması gerekmektedir. Projeler, plandan farklı olarak direk uygulamayla son bulacaklar ve geri dönüşümü olmayacaktır. Bu da atılan her adımın sağlam, açıklanabilir ve şeffaf olmasını gerektirir. Bu alanların hem İstanbul’un önemli kültür varlıklarını barındırıyor olması hem de bu alanlarda yaşayan insanların şehrin en alt gelir grubunu oluşturması projenin sadece fiziksel bir yenilemeden oluşamayacağını göstermektedir. Projenin başında amaç net olarak ortaya konulmalı ve atılacak olan her adım bu amaç doğrultusunda olmalıdır. KAMU YARARI GÖZET‹LMEL‹ Sit alanlarında hazırlanan yenileme projelerinin her adımında kamu yararı gözetilmelidir. Projeye başlama nedenleri de projenin sonunda elde edilecek sonuçlarda kamu yararı ile açıklanabilmelidir. Burada kamu, ne sadece alanda yaşayanlar ne sadece belediye, ne de sadece kentlidir. Burada söz konusu olan tüm paydaşlara eşit mesafede duran ve birinin diğerinden ne daha önde ne de geride olduğu proje yönetimidir. PROJELER KAMU- ÖZEL SEKTÖR – STK ‹fiB‹RL‹⁄‹ ‹Ç‹NDE YAPILMALI Yenileme projeleri kamu- özel sektör STK’ların bir arada ve uyum içinde yürütmesi gereken projelerdir. Kentin en önemli bölgelerinde yapılan bu projeler, tarihi açıdan önemli alanlar olup hata yapma şansı bulunmayan bölgelerdir. Bu yüzden projenin başından sonuna kadar tüm yönleri ile düşünülmesi, planlanması, sonuçlarının değerlendirilmesi gerekmektedir. PROJELERDE KATILIM SA⁄LANMALI Projelerde gerçek anlamda katılım sağlanmalıdır. Projenin başından itibaren öncelikle proje alanında yaşayan, proje alanını kullanan kesim olmak üzere, konunun uzmanları, üniversitelerin ilgili bölümleri, meslek odalarının görüşleri alınmalı, projeye katılımları sağlanmalıdır. SONUÇ: Yenileme alanlarında; kent bütününden yola çıkılarak hazırlanan, kurumlar arası işbirliğine dayanan, kültürel mirası somut ve somut olmayan kültürel miras olarak bir bütün kabul eden ve sıhhileştirerek korumayı amaçlayan, kamu yararı gözeten, şeffaf olan, sürdürülebilir olan, çok aktörlü olarak kurulan iyi bir yönetim şeması olan, uygulama adımları ve zaman takvimi gerçekçi olan, bilgilendirmeyi değil, katılımı amaçlayan, zorlayıcı değil uzlaştırıcı olan projeler başarılı bir sonuca daha yakın olacaklar ve tarihin en doğru haliyle geleceğe aktarılmasına katkıda bulunacaklardır. KASIM-ARALIK 2010 79 DOSYA: KENTSEL DÖNÜfiÜM MAKALE İSTANBUL’DA BİR KENTSEL DÖNÜŞÜM PROJESİ ÖNERİSİ, ARAYIŞ VE TEKLİFLER: SARIYER İLÇESİ, PINAR MAHALLESİ CUMHURBAŞKANI, SİYASİ PARTİLER, BÜYÜK ŞEHİR BELEDİYESİ VE SARIYER İLÇE BELEDİYESİ VE SİVİL TOPLUMLA PAYLAŞILAN, “İSTANBUL’DA GECEKONDULAŞMA, MÜLKİYET PROBLEMİ, KENTSEL DÖNÜŞÜM PROJESİ VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ İLE ÖRNEK UYGULAMA OLARAK SARIYER İLÇESİ, PINAR MAHALLESİ” BAŞLIKLI BU RAPOR EYÜP SÖYLER TARAFINDAN HAZIRLANDI. BU RAPORUN YAZILMASINDAKİ AMAÇ, ÖZELDE PINAR MAHALLESİ’NDE, GENELDE ÜLKEMİZDE, UZUN YILLARDIR DEVAM EDEN GECEKONDULAŞMA VE MÜLKİYET PROBLEMLERİNİN ÇÖZÜMÜ HUSUSUNDA UYGULANABİLİR ÖNERİLER SUNMAKTIR. Eyüp Söyler Makine Mühendisi Pınar Mahallesi sakini 80 M‹MAR VE MÜHEND‹S arıyer Belediye Başkanı Şükrü Genç, mülkiyet probleminin çözümü için en uygun yolun, ”Kentsel dönüşüm “ (yerinde dönüşüm ) olduğunu hem söylemiş hem de belediye bültenlerinde dile getirmiştir. Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş deprem gerçeği ve çarpık yapılaşma nedenlerinden dolayı da şehrimizde biran evvel kentsel dönüşümün gerçekleşmesi gerektiğini her platformda dile getirmiştir. Günümüzde bir kısım insanlar yaşamlarını, alt yapısı yetersiz, çarpık yapılaşmanın içinde devam etmektedirler. Bu da toplumda güvensizlik, karmaşa gibi sosyal problemlere yol açmaktadır. Ülkemizin en büyük ekonomik kayıplarından biri de hiç kuşkusuz, karmaşanın olduğu, problemlerin olduğu yerlere yapılan yatırımlardır. Bu yapılan yatırımlar, sonuca götürmeyen tamamen pansuman tedavisi şeklinde, kısa sürelidir, devamlı bakım ve gereksiz yatırım gerektirir. Bu konuda ülkemizde yukarıdan emir vermek yerine, toplumun bilinçlendirmesi, toplumun talepleri ile isabetli kararların ortaya çıkarılması ve en uygun bir şekilde yerine getirilmesi gerekmektedir. Bu konuda, sivil toplum kuruluşları, siyasi partiler ve bürokrasiye çok önemli görevler düşmektedir. Bu konuda topluma düşen görev; STK’lar, fikirlerin yanında proje üretmeli, ‘yalnızca bürokratlar proje üretsin biz karşı çıkalım veya destekleyelim’ değil, gerektiğinde kendileri gerçek, uygulanabilir projeler üreterek, çözüme gerçek manada ortak olmalı, katkı sağlamalıdır. Siyasilere düşen görev; ortaya çıkmış olan problemlerde, toplumun ekonomik ve sosyal durumlarını göz önüne alarak proje geliştirmelidir. Bürokrasiye düşen görev; problemlere karşı, toplumla beraber hareket ederek, projeler hazırlamalı veya toplumdan gelen, uygulanabilir projeleri, uygulamaya geçirmelidir. S Bu şekilde, belediyeler ve halkımız karşılıklı olarak, iletişim yollarını en iyi bir şekilde kullanmalıdır. Bu durum da problemlerin çözümü, çok daha kolay ve kısa sürede gerçekleşmesini sağlar. GENEL ANLAMDA KENTSEL DÖNÜfiÜM Ülkemizde yapı probleminin olduğu yerlerde, ister mülkiyet problemi, ister çarpık yapılaşmadaki problemi giderme yöntemlerinden biride kentsel dönüşümdür. Kentsel dönüşüm bir kentin, tamamının veya bir kısmının yıkılarak “sağlıklı yaşanabilir” bir alan haline getirilmesidir. Fakat kentsel dönüşüm kavramı ülkemizde biraz da politize oldu. Nedeni ise uygulamalarda birtakım yanlışlıkların olması, bununla birlikte uygulayıcıların halka bunu anlatamaması, ayrıca halkın beklentileri nelerdir? Detaylarıyla araştırma yapmadan, sonuca gidilmeye çalışılmasıdır. Halkın beklenti ve talepleri ile ekonomik ve sosyal araştırmalarla, yerinde dönüşümler uygun projeler ile hızlı ve kolay şekilde yapılır. Kentsel dönüşüm iki şekilde uygulanmaktadır. Bunlardan birincisi çarpık yapılaşma veya mülkiyet problemi olan bir parselin üzerinde yaşayan halkın, başka bir bölgede yapılmış olan konutlara taşınarak yaşamlarını devam etmeleridir. İkincisi de eski yapıların yıkılmadan, yakınında bulunan boş olan arsaya yeni konutların yapılması veya mevcut eski konutlar yıkılarak, yine o bölgede, yeni konutlar yapılmasıyla o bölgede oturanların tekrar aynı yerde yaşamalarıdır. Bu iki konuyu da, detaylı bir şekilde olumlu ve olumsuz yönleri ile inceleyelim. 1- Farklı Bölgede Yenileşme Üzerinde yaşanılan konutların, mülkiyet problemleri oluşturduğu, toplumun sosyal ihtiyaçlarını karşılamadığı, güvenli yaşam alanlarının sağlamadığı durumlarda, başka amaçlar için, park alanı, kent mey- danı veya gelir getirici alan oluşturmak, bölgedeki insanların başka bölgelere gönderilmesi, kentsel dönüşüm yöntemlerinden biridir. Bu yenileşmeyi farklı bölgelerde sağlama şekli, olumlu yönleriyle beraber, problemli yönleri de vardır. Bu konuyu olumlu ve olumsuzluklarıyla beraber incelemek gerekmektedir. Avantajları Şehirdeki konut yenileşmesini hızlandırması, yenileştirilecek alanda meydan oluşturulması, depreme dayanıksız olan konutların, kısa sürede yenilenmesi, yani eski olan konutlardan, direkt olarak yeni konutlara geçilir, yeni yapılacak alanlarda tüm sosyal alanların yapılması. Dezavantajları Mahallenin, kentin başka yerine taşınması olarak uygulanıyor olması, rant amaçlı olarak yapılıyor olması veya algılanması, apartman hayatına geçiş sürecindeki sıkıntılar, dönüşüm planlanan yerlerdeki muhatapların, siyasi veya şahsi çıkar doğrultusunda hareket etmeleri, 2- Mevcut Bölgede Yenileşme (Yerinde Dönüşüm) Yıllardır üzerinde bulunduğu yaşam alanlarında, ortaya çıkmış olan problemlerin çözümünde ve günümüz şartları ve deprem gerçeğinden yola çıkarak, vatandaşa en kolay anlatılacak ve uygulanabilecek olan yerinde dönüşüm olgusudur. Bu şekilde uygulanacak olan yerinde dönüşüm de, özel durumları ile hem bölge halkının, hem de çevresinin kazanımları olacaktır. Bu şekilde gerçekleştirilecek olan yerinde dönüşüm, projenin kısa sürede gerçekleşmesini sağlar. Olumlu etkenler Yeni yapıların daha sağlıklı olmasıyla beraber, altyapı ve diğer sosyal donatıyla beraber, yaşanabilir alanların ortaya çıkmasını sağlar, daireler tapulu olacağı için, mülkiyet konusundaki problemleri, ortadan kaldırır, vatandaşların yaşam standartlarını arttırır, insanlar, iş ve sosyal çevresinde değişiklik olmadan, yaşamı devam eder, olası bir depremde, o bölgede ortaya çıkacak olan maddi ve manevi kayıplar, oluşmadan önlenir, günümüz teknolojisine göre yapılmış sağlıklı yapılarda, enerji verimliliği, her türlü tasarruf sağlar, giderler azalır, altyapı giderleri azalır, kamunun yapacağı yatırımlar, uzun ömürlü olur, daireler, tapulu olacağı için, her türlü vergilendirme, (emlak-kira gelir) sağlanır, yeni yapılardaki uygun alt yapı ile elektrik, su, doğalgaz gideri azalır. Kısıtları (zorlukları) Çevresinde benzer bir projenin uygulanmamış olması, vatandaşla iletişimdeki zorluklar, vatandaşın mülkiyet ve yapı konusundaki bilgi eksikliği, yerinde dönüşümde, projenin gerçekleşme süresinin fazla olması, yapı stokunun, yani alan m2’sine göre yapı yoğunluğunun fazla olması, yerinde dönüşümde, her bölge için ayrı özel projeler yapılmaması, aile binasından, farklılıkların olduğu apartman site hayatına geçiş sorunları, dönüşüm planlanan yerlerdeki muhatapların, siyasi veya şahsi çıkar gütmeleri, apartman veya site aidatı tereddütleri, iktidarda bulunanların çözüm hususunda isteksizliği, muhalefetinde olayı içinden çıkılmaz hale getirmeye çalışması. Raporumuz, İstanbul İli, Sarıyer İlçesi, Pınar Mahallesi ölçeğinde bir çalışma olup, Sarıyer’de ve İstanbul’da birçok yerleşim alanında benzer problemler ve çözüm yöntemleri mevcuttur. Günümüzde bir kısım insanlar yaşamlarını, alt yapısı yetersiz, çarpık yapılaşmanın içinde devam etmektedirler. Bu da toplumda güvensizlik, karmaşa gibi sosyal problemlere yol açmaktadır. Ülkemizin en büyük ekonomik kayıplarından biri de hiç kuşkusuz, karmaşanın olduğu, problemlerin olduğu yerlere yapılan yatırımlardır. PINAR MAHALLES‹’NDE YER‹NDE DÖNÜfiÜM Pınar Mahallesi, İstanbul İli, Sarıyer İlçesi, Maslak Mevki’inde bulunur. Özelde Pınar Mahallesi’ne geldiğimizde, sosyal dokudan uzak, altyapısı çarpık, yapılan konutları güvensiz, yoğun yağmur yağışlarında istinat duvarları KASIM-ARALIK 2010 81 DOSYA: KENTSEL DÖNÜfiÜM evlerin üzerlerine yıkılan, ayrıca deprem gibi bir gerçeğe karşı hiçbir direnci olmayan bir gerçekle karşı karşıyayız. Bu nedenlerden dolayı, Pınar Mahallesi’nde uygulama projeleri gerçekleştirilmelidir. Pınar Mahallesi’nde yerinde dönüşüm olgusuna özel ve genel anlamda ihtiyacı vardır. Özelde mevcut durumuyla, mülkiyet probleminin ortadan kaldırılması ve içerisinde yaşayan halkımızın, daha sağlıklı yapı ve çevreye ihtiyacı vardır. Çocukların oyun alanlarına, gençlerin eğlenme alanlarına, yaşlılarımızın yaşamlarını kolaylaştırıcı yapı ve çevreye-yollara, açıkçası toplumun tüm kesimlerinin hak ettiği gerçek yaşanılabilir alanlara ihtiyacı vardır. Genelde ise bulunduğu bölge itibarı ile İstanbul un incisi boğazda, en büyük alışveriş merkezlerine komşu, gökdelenleriyle meşhur Maslak gibi bir bölgede, Pınar Mahallesi’nin kendisini yenilemesi gerekmektedir. Halkın iki noktada sıkıntısı vardır. - Uygulanacak olan proje ile mahalle halkı, pınar mahallesinde kalacak mı? Yoksa başka bir yerde ikamete mi zorlanacak? - Yerinde dönüşümle dairelerimizin karşılığını konut olarak alabilecek miyiz? Aslında problemin çözümü, bu iki soruya verilecek cevapta gizli. Birinci soruya verilecek cevap evet, yerinde dönüşümle mahalle halkı yerinde kalacak ise problemin büyük bir kısmı çözülmüş demektir. İkinci soruya verilecek cevap ise eğer bu problem seksenli yılarda çözüme kavuşturulmaya çalışılsaydı arsaya karşılık bir daire ile çözülebilirdi. Çünkü bir hanenin ihtiyacını karşılamak kolaydı. Ama şimdi bir arsa üzerinde sayıları değişmekle beraber birden başlayarak onlu rakamlara kadar daire mevcuttur. Bu daireler, çoğunlukla sahipleri tarafından kullanılmakta, bir kısmı da kendisi mahalle dışında veya yurt dışında ikamet ettiği için Pınar Mahallesi’ndeki evini kiraya vermektedir. Bu mahallede bulunan yapı stokunu karşılayabilecek yerinde dönüşüm projesi, davulzurna ile karşılanacak olup, problemlerin en kısa sürede çözümünü sağlayacaktır. Bu şekilde yapılabilecek uygulama ile değil Pınar Mahallesi’nin, İstanbul’un kangren haline gelen çarpık yapılaşma sorunu devlet millet kaynaşması ile son bulacaktır. YER‹NDE DÖNÜfiÜM PROJES‹NDE D‹KKAT ED‹LMES‹ GEREKEN HUSUSLAR Bu konuya girmeden, yaşanılmış bir örnekten yola çıkarsak daha kolay ve net anlaşılır olur. Başı Büyük Mahallesi, İstanbul, Malte82 M‹MAR VE MÜHEND‹S pe İlçesi’nde, yerinde dönüşümün en kolay şekilde uygulanabileceği bölgelerden birisidir. Fakat uygulayıcıların, arsa üzerinde yaşayan halkın beklenti, ekonomik durum, sosyal durum analiz araştırmalarını yapmadan bu projeye başlamaları, uygulama aşamasında karmaşaya ve projenin çökmesine neden olmuştur. Arsa alanı, üzerinde bulunan yapı stokuna göre çok fazla olan bu mahallede, uygulayıcılar vatandaş merkezli olarak bu projeye yaklaşmış olsalar, problemin çözümü çok daha kolay olurdu. Daha sonra, seçimle İlçe belediye başkanı değişmiş, fakat yeni gelen belediye başkanı da seçim öncesi kullandığı argümanlardan dolayı kendiside çözüm üretemez duruma gelmiştir. Sonuç vatandaş için, içinden çıkılamaz sonuçlar doğurmuştur. Bu durumlardan ham vatandaşın hem de yerel ve merkezi yöneticilerin dersler çıkararak, belirleyeceği yol haritası olumlu sonuca götürecektir. Yerinde dönüşüm projesinde dikkat edilmesi gereken hususlar; 1- Devlet kurumları, (Büyükşehir, ilçe belediyesi) vatandaşın kullanımda olan arsaların, vatandaşın olduğunu kabullenerek, yaklaşım sergilemeli ve ona göre çözüm üretmeli. Bu şekildeki yaklaşım, projenin uygulanma olasılığını arttırır. 2- Kamuda bulunanların empati yaparak, kendisini halkın yerinde hissederek çözüm bulmaya çalışmalı, yani yaşayan halka işgalci değil, resmi işlemleri eksik, tamamlayamamış o yerlerin sahibi olarak muhatap almalı. 3- Mülkiyet konusundaki bilgilendirme ve bulunan çözüm yolları, halka anlatma kanalları çeşitlendirilmeli ve anlaşılır şekilde olmalı, halka ulaşmak için, gerekirse toplumun çeşitli kesimlerinden oluşturulan guruplara, gerekli eğitimlerin verilmesiyle, toplumun diğer kesimlerine, eğitime tabi tutulmuş kişilerle ulaşılması, 4- İlk gelen kuşaktan insanlar halen hayattalar.(Allah hayırlı ömür versin) Bu insanlarla çözüme gitme kolaylığı vardır. İlk kuşak insanlardan sonra, çözüm kesinlikle zorlaşacaktır. 5- Bu gibi projelerde yalnızca normal inşaat, mimari mühendislik değil de toplum mühendisliği projesi olarak düşünülerek ve ona göre proje geliştirerek, çözüme gidilmeli. 6- İmar planlarına göre, alternatif yerinde dönüşüm projeleri geliştirerek, seçimini vatandaş yapmalı. 7- Proje kendi içerisinde çeşitlendirtmeli, tercihler vatandaşa bırakılmalı. 8- İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığı, kentsel dönüşüm kararı alırken ve uygulama aşamasında, ilgili yerde, tüm kesimleri temsil eden, mahalle derneği veya mahalle meclisi ile irtibat halinde olmalı. 9- Problemlerin çözümüne yönelik olarak, uzmanlardan oluşan, vatandaşla irtibat birimleri kurulabilir. Yukarıdaki hususlar dikkate alınarak yapılacak olan çalışma ile mülkiyet problemi olan mahalleler için ve ayrıca İstanbul’un tamamında kurtarıcı rol oynayacaktır. Ve en önemli husus da büyük şehirlerde ortaya çıkmış olan çarpık yapılaşma, kimsenin kendi isteği ile ortaya çıkmış bir durum değildir. Burada hatalı arayarak sonuca gidemeyiz, ülkemizde 60’lı yıllarla 90’lı yıllar arsında yaşanmış olan büyük göçün sonuçlarıdır.Devlet ve millet kaynaşması ile herkes el ele vererek olumlu sonuçlar ortaya çıkaracaktır. En önemlisi, düzenli çevre huzurlu vatandaş, huzurlu vatandaş, gelişmiş çağdaş devlet’tir. DOSYA: KENTSEL DÖNÜfiÜM MAKALE KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN HEDEFİ YOKSUL MAHALLELER ÖZELLİKLE İSTANBUL’DA HIZLA DEVAM EDEN KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN PROJE ALANLARINDA, ORADA VAROLAN HAYATI, DERİN YOKSULLUĞU FARK ETMEDEN SADECE YAPILACAK HAVUZLU EVLER, OTOPARKLARA VE RANTA KİLİTLENMEK, YOKSULLAR ÜZERİNDE “SOYLULAŞTIRILAN BİR MAHALLE BASKISI” YARATMAKTAN BAŞKA BİR İŞE YARAMAZ. BU DA DAHA DERİN BİR YOKSULLUĞU VE BU YOKSULLUĞUN GETİRECEĞİ YENİ PROBLEMLERİ BERABERİNDE GETİRİR. Hacer Foggo Sulukule Platformu Üyesi 84 M‹MAR VE MÜHEND‹S ulukuleli Romanlar’a dair ilk kayıtlar, 11.yy. sonlarında Bizans İmparatorluğu topraklarına geldiklerini ortaya koyuyor. Tarihçiler Romanlar’ın, o dönemlerde sık sık Ortodoks Kilisesi’nin zulmüne uğradığını ve Edirnekapı’daki surların dışında siyah çadırlardan oluşan kamp alanlarında yaşadıklarını ileri sürüyordu. Osmanlı döneminde falcılık ve ayı oynatıcılığı, müzik ve dansla ön plana çıkan Sulukule, dünyanın en eski Roman topluluğunun tarihsel bir eğlence geleneğine sahip evi olarak bugüne kadar varlığını sürdürdü. Zaten Sulukule sakinlerinin sahip olduğu Osmanlı İmparatorluğu döneminden kalma tapular da Sulukule'de nüfus ve kültür sürekliliğine işaret ediyor. Osmanlı zamanında burası bir eğlence merkezi idi ve Cumhuriyet döneminde bu gelenek “devriye evleri” (eğlence evleri) adını alarak devam etti. Müzisyeniyle, dansçısıyla, mezecisi, işletmecisi, çorbacısı, taksicisi, köftecisi ile yaklaşık 3 bin kişi, geçimini bu evlerden sağlıyordu, ta ki 1992 yılına kadar.1992 yılında Sulukule, Hortum Süleyman lakabıyla bilinen Yedikule İlçe Ekipler Amiri Süleyman Ulusoy ve ekipleri tarafından semt halkına yapılan işkencelerle adını duyurdu. Eğlence evleri basıldı, mahalleliye dayak atıldı, müzisyenlerin müzik aletleri kırıldı; sonuçta otuz yedi eğlence evi kapatıldı. 1990’larda bölge ekonomisinin ve kültürünün önemli bir parçası olan eğlence evlerinin kapatılmasıyla birlikte, mahalle ekonomik ve sosyal açıdan çökme evresine girdi. Sulukule’de fakirlik ve işsizlik çoğalırken eğlence evlerinden yükselen müzik sustu; bu evlerin odaları yoksullara kiralandı, hayvanlar icin S ağıl oldu, onlarca müzisyen seyyar satıcılık yapmaya başladı ve Sulukule sessiz bir yoksulluğa terk edildi. SOSYAL YAPI Sulukule mahallesinin nüfusu 5000 kişi idi, 3500’ü Romanlardan oluşmaktaydı. Bu mahallenin en önemli özelliklerinden biri de herkesin birbirleriyle akraba olmasıdır. Sulukule Platformu’nun yaptığı araştırmaya göre, mahalle halkının %76’sı Sulukule’de doğmuştur. Mahalle içerisinde dolaşan, kendileri de aynı mahallede oturan seyyar satıcılar mahallelinin ihtiyaçlarının çoğunu karşılamaya yetmekteydi. Sulukule Platformu’nun yaptığı araştırmaya göre mahalle halkının %66.3’ü mahallede yaşamaktan memnundu. Kiracıların %13’ü 100 YTL’den az, %60'ı 200 YTL’den az, %80’i ise 300 YTL’den az kira vermekte. Sulukule mahallesinin hemen dışında ise ev kiraları 600 YTL'den başlamaktadır. %63.5’inin sosyal güvencesi yoktu. Belediye yetkilileri her fırsatta bölge halkının projeye katıldığını vurgulasa da Sulukulelilere katılımcılık adına sunulan tek şey mülkünü satıp zorunlu olarak mahalleden taşınma ya da kendi evinin ederinin üstünde kalan tutar için borç altına girip yeni yapılacak konutlarda oturma seçeneklerinden birini tercih etmekten başka bir şey kalmadı. YIKIMA ADIM ADIM Sulukuleliler 2005 yılında 5366 sayılı yasaya dayanarak ve "Önce İnsan" sloganıyla başlayan Kentsel Yenileme Projesi’nin varlığını ilk kez 28 Haziran 2006 tarihinde, Fatih Belediyesi’nin davetiyle duydular. Ve hemen ardından surların önünde 3 bin 500 Roman adına basın açıklaması yaptılar. Daha o zamanlar: "Biz bu projeyle yüz yıllardır yaşadığımız yerlerden çıkıp gitmek zorunda kalacağız, Eğer Belediye Sulukule’yi gerçekten tarihi bir mekân olarak korumak istiyorsa, evlerimizin bakım onarım ve tamiri için, bize maddi imkânla birlikte mühendislik ve mimari destek sağlasın” dediler. Türkiye'de uygulanan kentsel dönüşüm projelerinde projenin uygulanacağı bölgedeki sakinler, ne projenin hazırlık aşamasında ne de karar aşamasında fikir beyan etmektedir. Özellikle yoksul mahalleleri hedef alan kentsel dönüşüm ve kentsel yenileme projeleri “kentin çöküntü alanlarının” düzenlenmesi adına, bu çöküntüyü oluşturan insan gruplarının da uzaklaştırılmasına vesile oluyor. Belediyeler proje kapsamındaki mahallelerde ev sahibi olmak isteyen ve genelde gelir seviyesi oldukça düşük olan yerel halkı 10-15 yıl borçlandırarak yeniden ev sahibi yapılmaya çalışılıyor bu da Sulukule örneğinde görüldüğü üzere bu da genellikle hüsranla bitiyor. 300’Ü AfiKIN EV YIKILDI Sulukule’de 2007 tarihinde başlayan yıkımlar 2009 yılına birkaç tane tescilli ev dışında toplam 300 kadar ev yıkıldı. Fatih Belediyesi’nin 4 Aralık 2007 tarihinde düzenlediği kura çekilişinde 434 kiracıdan 205'i için Sulukule'den 40 km uzaktaki Taşoluk’ta satın alacağı evler belirlendi. Kiracılara TOKİ'nin, Gaziosmanpaşa Taşoluk'taki konutlarından 180 ay vadeyle satın alma hakkı verildi. Taşoluk'ta 275 ile 475 YTL arasında olan taksitleri ödeyemeyen kiracılar yeniden Su- lukule’nin etrafına Karagümrük ve Balat civarına taşındılar. Taşoluk’ta ise yalnızca iki aile kaldı. "PROJE HUKUKA DA ‹NSAN HAKLARINA DA AYKIRI" Sulukule’de Fatih Belediyesi tarafından başlatılan kentsel yenileme projesinin iptali için Romanlar ve sivil toplum örgütleri dava açtı. Davada, öncelikle projenin yürütmesinin durdurulması sonra da iptali istendi. Avrupa Roman Hakları Merkezi (ERRC), Helsinki Yurttaşlar Derneği (hYd) ve Edirne Roman Derneği (EDROM) tarafından yürütülen, “Türkiye’de Romanların Haklarını Geliştirme” başlıklı proje çerçevesinde, Sulukule sakinleri ve Sulukule Roman Kültürünü Geliştirme ve Dayanışma Derneği adına açılan davada, Fatih Belediyesi’nin projesinin çeşitli uluslararası sözleşmelere aykırı olduğu da belirtildi. Davanın avukatı Hilal Küey, proje iptal davası sonuçlanmadan yapılan yıkımların açık hukuk ihlali olduğunu defalarca söylemesine rağmen yıkıma devam edildi. Ve Sulukule sonunda boş bir arsaya dönüştürüldü. Belediye yetkilileri her fırsatta bölge halkının projeye katıldığını vurgulasa da Sulukulelilere katılımcılık adına sunulan tek şey mülkünü satıp zorunlu olarak mahalleden taşınma ya da kendi evinin ederinin üstünde kalan tutar için borç altına girip yeni yapılacak konutlarda oturma seçeneklerinden birini tercih etmekten başka bir şey kalmadı. B‹L‹RK‹fi‹ SULUKULEL‹LER‹ HAKLI BULDU Ayrıca TMMOB’nin Sulukule projesinin iptaline karşı açtığı dava ile ilgili bilirkişi Sulukulelileri haklı buldu. 13 Kasım 2009 tarihinde Mimarlar odası avukatı Can Altay’a gönderilen Birlirkişi raporunda şu sözlere yer verildi: “Yenileme alanına ilişkin avan projenin onaylanmasına ilişkin kararın, bölgeye ait koruma amaçlı imar planlarının iptal edilmiş olması nedeniyle, üst ölçekKASIM-ARALIK 2010 85 DOSYA: KENTSEL DÖNÜfiÜM Proje ile birlikte yerinden edilme ile karşı karşıya kalan yoksulların yaşamlarını yeniden kurmak için gerekli olanaklardan yoksun bırakılmaları, geleceklerinin belirsizliği ve kendi yaşamlarını kontrol edememeleri sosyal travmalara da neden olmuştur. Yerinden edilenler daha da derin bir yoksulluk ve çözümsüzlükle karşı karşıya bırakılmışlardır. 86 M‹MAR VE MÜHEND‹S li plan kararları, şehircilik ilkeleri ve koruma kurulu ilke kararları ile kamu yararına uygun olmadığı kanısına varılmıştır.” Özellikle yoksul toplulukların kendi sosyal hayatlarını, kültürlerini, kullandıkları dili, her seferinde başka bir yerde yeniden ortaya çıkarmaya çalışmaları onları sosyal, kültürel çözümsüzlüğe itmektedir. Proje ile birlikte yerinden edilme ile karşı karşıya kalan yoksulların yaşamlarını yeniden kurmak için gerekli olanaklardan yoksun bırakılmaları, geleceklerinin belirsizliği ve kendi yaşamlarını kontrol edememeleri sosyal travmalara da neden olmuştur. Yerinden edilenler daha da derin bir yoksulluk ve çözümsüzlükle karşı karşıya bırakılmışlardır. D‹⁄ER MAHALLELER VE KENTSEL DÖNÜfiÜM 2010 yılına geldiğimizde ise Sulukule ile benzerlik gösteren başka bir mahalle de Sarıgöl de kentsel dönüşüm kararı alındı. Gaziosmanpaşa Belediyesi Sarıgöl’de çoğunlukla Romanların oturduğu mahallede hayata geçireceği kentsel dönüşümle ilgili projeyi web sitesinde “Adı kamuoyunda sıkça uyuşturucu baskınlarıyla geçen Sarıgöl’e çağdaş düzenleme’’ başlığı ile duyurmuş! Gaziosmanpaşa Sarıgöl Romanlar Yardımlaşma Dayanışma ve Kültür Derneği Başkanı Şadi Çatı “Bizler, doğduğumuz, büyüdüğümüz mahallemizden ayrılmak istemiyoruz... Kentsel dönüşüm değil, sosyal dönüşüm istiyoruz” diyor. Özellikle Ekim ayı başından itibaren görsel ve yazılı basında konut yatırım ve kentsel dönüşüm haberlerinin yoğunluğu herkesin dikkatini çekmiştir. TOKİ tarafından gazetelere yapılan son açıklamada “ İstanbul yıktıkça güzelleşir” diye başlanıp “Eski evlerde oturan insanlar yeni evlere taşınırken, bu boşalan evlere de fakir insanlar taşınıyor. Esas sıkıntı burada yatıyor. Onların elektriğini, suyunu kesip onları taşındırmamak lazım ki bu dönüşüm yürüsün” deniliyor. TOKİ elektrik ve suyunu kesmek istediği insanların yoksul olduğunu bildiği halde bu yaklaşımı benimsemekte hiçbir sakınca görmüyor. TOKİ’nin hayali kentsel dönüşüm yapacağı alanların sadece boş bir arsadan ibaret olması. Kentsel dönüşümün gerçekleşeceği bir başka alan olan Tarlabaşı’da Proje Direktörü ve GAP İnşaat Genel Müdür Yardımcısı olan Nilgün Kıvırcık Ekim ayı başında gerçekleşen Buildist 2010 Yapı Fuarı’nda ‘Nişantaşı'nda insanların rahat gezebilmesi için Dolapdere ve Tamirhane'nin gelişmesi ve kaliteli yaşam alanları oluşturulması” gerekliliğinin altını çiziyor. Yine Ayazma’da konut yatırımına başlayacak olan olan Ağaoğlu Şirketler Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Ali Ağaoğlu’nun “Bu ülkede herkes havuzlu güzel kaliteli bir evde oturmayı hak ediyor” sloganıyla oynadığı reklamlarla oldukça popüler. Ali Ağaoğlu’nun inşaat yapacağı alanda 2006 yılında bin 400 civari aile oturuyordu, kiracılar hak sahibi olamadığından gidecek hiçbir yerleri olmayan ve aynı şartlarda ev kiralayamayan 18 aile burada direnişe başladı. Bu ailelerin evleri yıkıldıktan sonra iki yıl çadırda kalmak zorunda kaldılar. Sonra TOKİ ve Küçükçekmece Belediyesi bu ailelere konut verileceğine dair imzalı bir yazı verdi. Ne TOKİ ne de belediye sözünde durdu. Şimdi bu 18 aile her pazar Küçükçekmece Belediyesi önünde oturma eylemi yapıyor. Yerlerinden edilen on sekiz aile sizce kaliteli bir evde oturmayı hak etmiyor mu? Küçükbakkalköy de 2006 yılında kentsel dönüşüm nedeniyle evi yıkıldıktan sonra 2010 yılında bir çadırda açlık ve bakımsızlıktan öldüğü rapor edilen İsmail Gani’yi unutalım mı? Evinin yerine yapılan otoparka Gani’yi kurban mı edelim? DOSYA: KENTSEL DÖNÜfiÜM MAKALE KENTSEL DÖNÜŞÜMDE MÜHENDİSLİK İHTİYACI ÜLKEMİZİN DEĞİŞİK NEDENLERDEN KAYNAKLANAN CİDDİ BİR ŞEKİLDE KENTSEL DÖNÜŞÜME İHTİYACI VARDIR. BU İHTİYACI KARŞILAMAK İÇİN GÜNÜ KURTARACAK İŞLER ÜRETMEK YERİNE UZUN VADELİ İŞLER YAPILMALIDIR. DOĞRU DÖNÜŞÜM PLANLAMASINI YAPABİLECEK ZİHİNSEL VE TEKNOLOJİK ALT YAPIYA SAHİBİZ. Dr. Müh. Mustafa Uysal 88 M‹MAR VE MÜHEND‹S KENTLER BIZIM YAfiAM ALANIMIZ, KÜLTÜRÜMÜZÜN YANSIMASIDIR Şehirler kültürlerin göstergesidir. Maalesef şu anda içinde yaşadığımız kentlerin kendi kültürümüzü yansıttığını söylemekten utanıyoruz. Fakat gerçek bu, biz bu şehrin insanıyız. Neden böyle oldu? İçimizdeki çıkar dürtüsü, rant üretme kavgası bizleri böyle bir şehrin içine koyuverdi. Yani istemeye istemeye biz bu şehrin bir parçası olduk. Şimdi bunlar bizden önce oluşturulmuş, bizim önümüze konuldu diyerek sıyrılamayız. Zira son dönem yaşam alanlarında bir nebze düzelme olsa da yine pek farklı bir şey yok. Ne zamanki deprem gerçeği kapımızı çaldı, bu alanların dönüştürülerek yenilenmesi fikri de konuşulmaya başlandı. Peki dönüştürülen kent merkezlerinde istenilen kültürel boyut oluşturulabildi mi? Ben pek sanmıyorum. Daha önce yatay olan düzensizlik şimdi dikey oldu. Şehrin göbeğinde kuleler, kibrit kutularının üstüste konulmasından başka bir görüntü vermiyor. Yani bizim kültürümüzü yine yansıtmıyor. Deprem riski altındaki İstanbul’da binaların %70’i imara aykırı olup, “sağlıksız ve niteliksiz” olarak tespit edilen bina sayısı 1,6 milyon civarında bulunmaktadır. Bu binaların %65’inin dahi (bu da 1 milyon adet bina demektir) yıkılıp yeniden yapılması, iç piyasada büyük bir ekonomik canlanma sağlayacaktır. İstanbul’un tüm ilçelerini kapsayan 1 milyon adet binanın yeniden yapılması durumunda her ilçe adeta şantiyeye dönecektir. Bu ciddi bir kentsel dönüşüm yoludur. Tabii yapılacak yeni binalar eskilerini aratmayacak ise. KENTSEL DÖNÜfiÜMLER‹ NE ZAMAN DÖNÜfiTÜRECE⁄‹Z?… Şimdilerde enerji konusu gündemde, herkes rezidansının park alanının çatısına güneş pilleri koyuyor ve Solar Kent ürettik diye reklam yapıyor. Ama ihmal edilen çok önemli bir ısı yalıtım meselesi var. Binanın dış yüzü güzel görünsün diye cam kaplama yapılıyor fakat bu binayı nasıl soğuturuz diye hiç düşünülmüyor. Ciddi enerji kayıplarımız var bu yeni yapılarda. Toplu konut alanları yapılırken bunların atıklarını nasıl toplarız düşünülmüyor. Binalar yapılırken aydınlatma için veya ısıtma için ortak ekonomik çözümler düşünülmüyor. Son yıllarda ciddi bir bina üretimi oldu. Bunların bazıları kentsel dönüşüm adı altında yapıldı. Ama korkarım 15 yıl sonra bu binaları da dönüştürme ihtiyacı duyacağız. Neden bugünden buna eğilmiyoruz. Ortak hedefimiz olmadığından mı yoksa konunun uzmanları bir araya gelmediğinden mi? Evet pazar bugün bunu götürüyor ama yarın değiştireceğimiz binaları bugün niçin üretiyoruz? Planlamalar yetersiz ve buna karşılık uygulama önünde ciddi engeller var. Bayındırlık Bakanlığı ve Enerji Bakanlığı, mevzuat için çalışıyor ama bu arada kentler de dönüştürülüyor. Neye dönüştürülüyor? Tekrar dönüştürülmek üzere herhalde. Çok ciddi mühendislik ve verimlilik hataları var bu yeni binalarda. Etkin kentsel hizmet üretimi, kamu yararı odaklı planlama, sağlıklı çevre afetlere karşı korunma, ulaşım, kültürel miras, kent suçları ve güvenlik konuları maalesef ele alınmıyor. UZUN UFUKLU OLAMIYORUZ Türkiye’nin dünya ekseninin merkezi olma gibi bir hedefi var. Ekonomide dünyanın 10. Büyük ekonomisi olmak istiyor. Bütün bunlar insan ile olacaktır. Ya biz de gelişmiş ülkelerde olduğu gibi kentsel dönüşümü tüm boyutları ile masaya yatırıp bina yönetmeliğimizi o şekilde değiştireceğiz ya da yaptığımız işleri kısa soluklu olarak düşüneceğiz. Hiç düşündünüz mü kentsel dönüşüm bize ne kadar mal oluyor? Kentin bir bölümünü yeniden inşa etmenin maliyeti nedir acaba? Çok basit bir hesap ile bunu verelim: 100 m2’lik yeni bir konutun yaklaşık maliyetinin 40 bin TL olduğunu varsayarsak; nitelikli konut açığının kapatılması için yenilenmesi öngörülen 1 milyon konut için 40 milyar TL’lik maliyet; yaklaşık 30 milyar dolarlık yapı üretiminin gerçekleşeceği anlamına gelmektedir. Bunun alt yapısı için harcadığınız mali- yetleri de ilave ettiğinizde karşınıza devasa bir rakam çıkar. Peki biz bu maliyetleri her 20 yılda yapmak zorunda mıyız? Hayır diyorsanız bulunduğunuz yerdeki binalara bir bakın, ne kadar zaman içinde inşa edilmiş bir görün. 10 yıl daha dayanabilir mi bir hesap edin. Şimdilerde pasif evlerden bahsediliyor. Kendi kendine yeten evlerden bahsediliyor. Bunlar bugün düşünülür ise faydalı, yarın mevcut binanıza manto giydirerek daha büyük bir maliyet ile daha az bir netice alabiliyorsunuz. Bir de tarihten bize kadar gelen eserlere bakın. Yüz yıllarca ayakta kalan binalar bakın. Neler değiştiği halde bu binalar ayakta kalmış. Sonuç olarak, ülkenin ciddi kentsel dönüşüm ihtiyaçları var. Bu ihtiyaçları karşılamak için günü kurtarmak pahasına işler üretmek bize fayda getirmiyor. Bunları düşünebilecek teknik altyapımız var. Yarın tekrar yıkacağımız binaları bugün niçin inşa ediyoruz? Deprem sadece bir parametredir. Enerji verimliliği, kent dokusu, şehir olgusu ve geri dönüşüm kavramları ile binalar yapılmalıdır. Evlerimizi otel odası gibi gece girilip gündüz çıkılan bir alandan gerçek yaşam alanlarına dönüştürmeliyiz. Böylelikle şehir kültürünü oluşturabiliriz. Bugünkü kentsel dönüşüm hareketleri maalesef şekli değişikliğinden öteye geçmemektedir. Planlamalar yetersiz ve buna karşılık uygulama önünde ciddi engeller var. Bayındırlık Bakanlığı ve Enerji Bakanlığı, mevzuat için çalışıyor ama, bu arada kentler de dönüştürülüyor. Neye dönüştürülüyor? Tekrar dönüştürülmek üzere herhalde. Çok ciddi mühendislik ve verimlilik hataları var bu yeni binalarda. KASIM-ARALIK 2010 89 DOSYA: KENTSEL DÖNÜfiÜM MAKALE AKILLI BİNALAR YÜKSELİRKEN TÜRKÇE’MİZ UÇURUMA YUVARLANIYOR MÜHENDİS VE MİMARLARIMIZ BUGÜN BU HAVALI SANDIKLARI İSİMLERLE KURDUKLARI SİTELERDEN DAİRE SATARAK BÜYÜK SERVET EDİNEBİLİRLER. AMA DİLİNİ KESTİKLERİ MİLLETİMİZİN BELLİ BİR ZAMAN DİLİMİ SONUNDA MİLLET OLMAKTAN ÇIKIP KALABALIKLAR HALİNE GELDİĞİNİ GÖRECEKLERDİR. KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN GETİRDİĞİ GÜZELLİKLERİN BİR ANDA ÇİRKİNLİĞE DÖNÜŞMEMESİ İÇİN TÜRK MİMAR VE MÜHENDİSLERİN SİTELERE, BİNALARA YABANCI İSİMLER VERMEKTEN VAZGEÇMELERİ VİCDANİ SORUMLULUKLARIN BİR GEREĞİDİR. Recep Arslan 90 M‹MAR VE MÜHEND‹S ehirlerimiz gelişiyor. Şehirlileşme bir zamanlar Türkiye’nin devlet siyaseti idi. ‘Ülke nüfusunun yüzde 70’i köylerde, yüzde 30’u da şehirlerde yaşıyor, Bunu tersine çevirdiğimizde kalkınmış olacağız’ deniliyordu. Şimdi Türkiye’nin geldiği noktada kalkınmış bir ülke olduğu anlaşılıyor. Dünyanın en büyük iktisadi gücü olarak gösterilen G-20 arasındayız. Her yıl yüzde 7 civarında da büyüme göstermeye devam ediyoruz. Elbette bu kalkınmışlığın, kalkınmaya devam ediyor olmanın tek sebebi köy ve şehirde yaşayan nüfusun tersyüz edilmesi değildir. En başta dünya ekonomisine uyum sağlandı. Paramızın dünya para borsasında alınır satılır olması çok önemli bir adımdı. Paramızın diğer paralar karşısında bir değeri var. Toplum olarak da açık toplum olduk. Seyahat sınırlaması kaldırıldı. Dileyen dilediği yere, dilediği sıklıkta gidip gelebiliyor. Dış ticaretimizde satışımız tarım mahsulleri yerine fason üretim olsa da sanayi ürünlerine dönüştü. Daha bir yığın sebep gösterebiliriz gelişmişlik sebebi olarak. Ama asıl konu bu değil. Ekonominin bu gelişmişliği piyasada dolaşan para miktarını artırdı. Zengin sayısının artması da para dolaşımını hızlandırdı. İnsanların hayatlarını sürdürdükleri üç alan var. Ev, iş ve sokak. Barınak insanlık serüveninin ilk güçlüğü oldu. Ma- Ş ğaralarda, kaya ve ağaç oyuklarında başlayan barınma ev ile çıktığı gelişmişlik yolunu akıllı binalarla sürdürüyor. İş yerleri de barınak macerasını takip ederek bir gelişme gösterdi. Bu iki alanda gelişmeye imza atanlar günümüzde inşaat mühendisleri, mimarlar, inşaat müteahhitleri ve inşaat işçileri. Ama devletin yürütme organının da insanların ev ihtiyaçlarını daha kolay ve daha ucuza karşılasın diye bir hedefi var. TOKİ bunun için kuruldu. Gerçekten de TOKİ sayesinde aylık geliri çok farklı olan kesimlerden insanların da ev sahibi olması mümkün oluyor. Burada satır arasında bir hakikati de söylemiş olalım. Türkiyemiz’de insanların gelirleri arasında büyük uçurumlar var. Yine konumuza dönersek bütün bu gelişmeler olurken bir uçurum açılıyor önümüzde. Dilimiz yuvarlanıyor yardan aşağı. Türk üniversitelerinden eğitim almış mimar ve mühendislerimiz kurdukları yerleşim alanlarına Türkçe isim vermemekte çok ısrar ediyorlar. Sanırsınız ki her biri Latince okumuş. Yerleşim mahallerine Latinceden, Grekçeden ve Türkçeden bozma isimler veriyorlar. Böyle daha havalı, cakalı, afili olduğunu düşünüyorlar. Bir bakıyorsunuz sakallı, şalvarlı, çarşaflı, mantolu bayan hangi semtte oturduğunu söylerken onun Türkiye’de değil de Yunanistan’da ya da başka bir gavur memleketinde oturduğunu sanıyor- sunuz. Sonra anlıyorsunuz ki Türkçeden kaçan bir mühendis veya mimarın kurduğu bir mahalle ismi. Şehirleşme çok iyi, gelişmişlik çok iyi, kalkınma iyi. Ama dilini kaybeden bir millet kalabalıklar haline dönüşür. Kalabalıklar ise yönetilemez. Dil olmayınca devlet de olmaz. Dil milletin kimliği olduğu kadar devletin de yönetim için kullandığı bir sihirli değnektir. Osmanlıca olmasaydı Osmanlı olmazdı. Osmanlıyı bağlayan ip din değildi. Her dinden insan vardı ve hepsi Osmanlılık ipiyle birbirine bağlıydı. Osmanlılık hani o ağdalı diye şikayet ettiğimiz dilden ibaretti. Devletin dili olur, vatandaş bu dili kullandığı oranda devletten hizmet alır. Devletin dili olunca milletin de ortak dili olur. O da devletin dilidir. Devletin ortak dilinden başka kişilerin de yaratılıştan sahip olduğu ebeveyn dili olabilir elbette. Özgürlükler alanında fert ebeveyn dilini istediği gibi kullanır ama devletle ilişkiler sırasında devletin dilini, yani resmi dili kullanmak kaçınılmazdır. Kentsel dönüşümün akıllı binalara ulaşmış olması tebriklere, takdirlere layıktır. Şehirleşmenin zirve yapması takdire şayandır. Gelinen gelişmişlik kimi zaman akıllara durgunluk verecek derecededir. Ama okumuş yazmış mühendis ve mimarlarımızın gavur dillerinden isimler tercih etmesi bu isimlerin televizyon ve gazetelerde reklam amacıyla günde yüzlerce kez tekrarlanması Türkçe’yi yardan aşağıya yuvarlamaktadır. Mühendis ve mimarlarımız bugün bu havalı sandıkları isimlerle kurdukları sitelerden daire satarak büyük servet edinebilirler. Ama dilini kestikleri milletimizin belli bir zaman dilimi sonunda millet olmaktan çıkıp kalabalıklar haline geldiğinde, kalabalıkların devlet tanımazlıkları karşısında devletin ortadan kalktığında bu felaketin de mimarı olduklarını asla kabul etmeye yanaşmayacaklardır. Kentsel dönüşümün getirdiği güzelliklerin bir anda çirkinliğe dönüşmemesi için Türk üniversitelerinde öğretim ve eğitim almış mühendis ve mimarlarımızın bir an önce bu gafletten, aymazlıktan sıyrılması gerekiyor. Türkçe’nin uçurumdan aşağıya yuvarlanmasında tek suçlu elbette inşaat sektörü değil. Devlet kurumlarına da bir bakınız. Bilhassa Sağlık Bakanlığı Türkçe’yi yok etmekte büyük çaba içindedir. Güzelim cankutaranın nasıl olup da ambulans haline geldiğine bakmakta yarar var. Eczacılıktan tababete kullanılan kelimelere bakınız. Her birinin Türkçesi varken sınopluk olsun diye Latincesi, Fransızcası kullanılıyor. Bu da ayrı bir konu ama kentsel dönüşümde imzası olan mühendis ve mimarlarımız, inşaat alanının her kademesindeki çalışanlarımız biraz da dilimize sahip çıkmanın bir insanlık borcu olduğunu istemek hakkımızdır sanıyoruz… TOKİ sayesinde aylık geliri çok farklı olan kesimlerden insanların da ev sahibi olması mümkün oluyor. Burada satır arasında bir hakikati de söylemiş olalım. Türkiyemiz’de insanların gelirleri arasında büyük uçurumlar var. Bütün bu gelişmeler olurken bir uçurum açılıyor önümüzde. Dilimiz yuvarlanıyor yardan aşağı. KASIM-ARALIK 2010 91 DOSYA: KENTSEL DÖNÜfiÜM ‹ZLEN‹M YENİLİKÇİ ŞEHİRLER YARATICI ŞEHİR, İÇİNDE FIRSATLAR, İLGİNÇ İNSANLAR VE İYİ KARGAŞANIN OLDUĞU, YÜKSEK POTANSİYELLİ BİR ENERJİ TAŞIR. YENİ YÜZYILDA YARATICI VE YENİLİKÇİ ŞEHİRLERİN SAYISI ARTARKEN, BU ŞEHİRLER SOSYAL VE KÜLTÜREL ANLAMDA FARKLI YAŞAM STANDARTLARI VAAT EDİYORLAR. H. İbrahim Katırcıoğlu 92 M‹MAR VE MÜHEND‹S yüzyılda, bütün önde gelen dünya şehirlerinde kültür ve yaratıcı endüstriler, şehirlerin ekonomik kalkınma ve büyümesinde önemli katkıda bulunmaktadır. Günümüzde yüksek katma değer üretmenini önemli bir bileşeni haline gelen ve üretim faktörü olarak değerlendirilen yaratıcılık, küresel rekabette bölgesel ve toplumsal gelişmenin motorunu da oluşturmaktadır. Bu nedenle dünyada sürekli yeni cazibe merkezleri oluşmakta ve birçok şehir, yaratıcı bir iklim oluşturmak için programlar ve projeler geliştirmektedir. On yıl içerisinde, yaratıcı ekonomi dünyanın birçok bölgesinde gelişmiş ve sosyo-ekonomik büyüme, istihdam, yenilikçilik, ticaret ve sosyal uyum açısından önemli bir rol üstlenir hale gelmiştir. “Yaratıcı Kent” kavramını benimsemiş kentlerin sayısı hızla artarken, yaratıcı şehirler, sosyal ve kültürel yaşam kalitesini artırarak özellikle gençler için iş yaratma olanakları sağlamıştır. Yaratıcı şehir, içinde fırsatlar, ilginç insanlar ve iyi kargaşanın olduğu, yüksek potansiyelli bir enerji taşır. Bu, dünya şehirlerinde faydalı küreselleşmeyle birlikte sürekli gelişen, büyüyen çeşitliliğe ve bölgeler arası değişen nüfusa bağlıdır. İstanbul, binlerce yıllık yerleşim geçmişine sahip olması, dünya imparatorluklarına yüzlerce yıl başkentlik yapmış bulunması farklı kültür ve inançlara sahip toplumları barış ve hoşgörü içinde bir arada yaşatması, dünyanın sayılı ‘’ilham veren’’ kentlerinden biri olması sebebiyle 2010 Avrupa Kültür Başkenti olmuştur. Tarihi miras zenginliklerinin yanı sıra; son yıllarda, entelektüel sermayeye dayalı eko- 21. nomik faaliyetler, sanat ve kültür çalışmaları açısından gösterdiği canlılık ile dünyada ilgi çeken İstanbul; bütün bu olumlu özelliklerini bir potada birleştirerek, Yaratıcı Dünya Şehirleri sıralamalarında başlarda yer alabilmelidir. Yeni yüzyılda kentler, ülke ekonomilerinde çok önemli bir rol oynayacaktır. Son 25 yılda dünya şehirleri önemli ölçüde değişmiş ve her kıtada, her büyüklükte, her şehir kendine bu yeni yapılandırmada rol ve amacının ne olduğunu sorgulamak durumunda kalmıştır. Ekonomik açıdan, küresel kentlerin rekabeti ülkelerin rekabetinden daha belirleyici olmaya başladı bile. Yeni yüzyıl dünya kentlerinde, şehrin sosyal ve kültürel dokusunun korunmasında ve geliştirilmesine birkaç örnek verebiliriz; • Merak uyandıran kentler sıralamasında üst sıralara hızla çıkan, ekonomik ve kültürel değerleriyle insanların bulunmaktan, yaşamaktan ve üretmekten keyif aldıkları Gaziantep. • Şehrin kültürel politikaları ve hedeflerini temsil eden Sanat Planı çerçevesinde, Yaratıcı Endüstrilerin kullanımı için 87.000.000 Avro yıllık bütçe ayıran Amsterdam. • Çin’in üretici ve büyük pazar ihtiyaçları arasında bağlantı kuran, tasarımın yaratıcı kenti, Şanghay. Dünya ligindeki şehirler, yaratıcı ekonominin teşvikine yönelik farklı pozisyonlarda yer almaktadırlar. Bu pozisyonlar; yaratıcı sanayi, ekonomik gelişim ve kültürel gelişimdir. Sanatçılar ve yaratıcı girişimcilerle, çalışma ve yaşama alanlarının paylaşıldığı mahalle ve çevrelerin canlandırmaya odaklanıldığı pro- Fotoğraflar: Burcu Böcekler, Ar. Gör. jelerin çoğunlukta olduğu güçlü bir alan kullanımı oryantasyonuna yönelirler. Bu noktada kent yöneticileri; insanlara yeni ve kolay ulaşılabilir uğraş alanları sunarak, şehrin yaşam döngüsü ve en önemlisi şehrin kimlik kazanması için önemli bir adım atmaları gerekir. Şehirler tek başlarına hareket etmezler networkun parçasıdırlar. Şehir sınıflandırmaları yapılarak belirli veriler ışığında, şehirler network içerisinde konum edinirler. Bu sınıflandırmalar yapılırken kentlerin, birbirleriyle olan mali akışı, şirketlerin hangi şehirlerde ne tür pozisyonlar aldıkları önemlidir. Sınıflandırmaları kategorize eden bazı unsurlar ise; kültür, tarih, gelişmişlik ve şehre özel konulardır. Sınıflandırma konusunda bir örnek verilecek olunursa, İstanbul New York’ a göre global ekonomiye yarı yarıya bağlıdır. Kent yönetiminde en ciddi problemlerden biri ise birden fazla yönetimin olmasıdır. Bu nokta üzerinde dikkatle durulmalı ve ivedilikle çok başlılık ortadan kaldırılmalıdır. Kent konseyleri kentin anayasasını oluşturmalı ve bu anayasa dâhilinde tüm kadrolar ortak çalışmalıdırlar. Kentlerin yenilenmesi bazen şehrin kendisinden daha fazla bir külfet getiriyor. Bölgelerin analizlerini şehir endeksleri altında toplayarak, araştırmaların çeşitli sorunlar ve göstergeler odak alınarak yapılması gerekir. Şehir endeksi; yaratıcılığın nasıl bir sonraki adıma ulaşacağınıı inceler. Bu veriler doğrultusunda değerlendirme; şehrin kendi içinde öztespit ve harici biz dizi tespitini içerir. Yaratıcı şehirlerin baş aktörleri, yaratıcı bir zihniyet ile dünyaya gelen insanlardır. İnsanlar yalıtılmış bir halde olursa, yaratıcı ve kültürlü olamaz. Diğerleriy- le etkileşime geçmek, onlarla öğrenmek ve gelişmek için mekân ve alanlara ihtiyaç duyarlar. Bu mekân ve alan ekolojisi içerisinde sürekli değişen yaratıcı fikirler doğmaktadır. Her şehrin farklı ekolojisi, bağlı oldukları yaratıcı endüstrilerin sağlamlığı ve geçmişine de bağlıdır. Bu bağlamda geçmişi, ekolojinin bir anlamda gideceği yönünde yol haritası olarak da görülebilir. Yaratıcı aktörlerin ve küçük üreticilerin bulunduğu bölgeler, alan yönetimleri çalıştıkları konulara uygun yapılandırılarak ekoloji içerisinde yaşamlarına sağlıklı şekilde devam etmelerine olanak sağlanmalıdır. Nesilden nesile aktarılan ve somut olan kültürel mirasa sahip çıkılmalıdır. Şehirler kendi kendilerini organize edebilme yetenekleriyle büyümenin lokomotifleridirler ve yaratıcılık, organik olarak şehir ve insanın birbiriyle etkileşiminden ortaya çıkmaktadır. Ancak bu, insanı sermayesi olarak gören, insanın yarattığı ekonomik potansiyelden değil, birbiriyle etkileşen insanların yarattığı otantik ve orijinallikten kaynaklanır. Bu nedenle yaratıcı şehirler bir şekilde sıralanırken o şehrin yaratıcılığından çok yaratıcı olabilme kapasitesinin ölçüldüğü anlaşılmalıdır ki, bu belirlenmesi ve ölçülmesi çok daha zor bir kavramdır. İstanbul, binlerce yıllık yerleşim geçmişine sahip olması, dünya imparatorluklarına yüzlerce yıl başkentlik yapmış bulunması farklı kültür ve inançlara sahip t oplumları barış ve hoşgörü içinde bir arada yaşatması, dünyanın sayılı ‘’ilham veren’’ kentlerinden biri olması sebebiyle 2010 Avrupa Kültür Başkenti olmuştur. Yazar›n notu: Bu makale 11-12 Kas›m 2010 tarhlerinde Y›ld›z Teknik Üniversitesi Oditoryumu’nda düzenlenen “21. Yüzy›lda Yarat›c› fiehirler ve Endüstriler Sempozyumu” izlenimlerinden ve tan›t›m kitap盤›ndan yap›lan al›nt›lardan yola ç›karak yaz›lm›flt›r. KASIM-ARALIK 2010 93 KASIM-ARALIK 2010 1 KENTVEYAfiAM YAVAŞ ŞEHİR (CITTA SLOW) YAVAŞ ŞEHİR OLMAK İÇİN GÜRÜLTÜ KİRLİLİĞİNİ VE HIZLI TRAFİĞİ KESMEK, YEŞİL ALANLARI VE YAYA BÖLGELERİNİ ARTIRMAK, YEREL ÜRETİM YAPAN ÇİFTÇİLERLE BU ÜRÜNLERİ SATAN DÜKKÂN VE LOKANTALARI DESTEKLEMEK VE YEREL ESTETİK ÖĞELERİ KORUMAK GİBİ 50’DEN FAZLA KRİTERİ GERÇEKLEŞTİRMEK GEREKLİ. YAVUZ SARI / Mimar K ÜÇÜK bir kasaba düşleyin; doğası bozulmamış, dev marketlerde bir ekmek alabilmek için kuyrukta bekleyen insanlar yok, korna sesleriyle uyanmıyorsunuz. Hayatınız koşuşturarak geçmiyor. Yediğiniz içtiğiniz her şey yaşadığınız yörenin doğal ortamında sağlıklı bir şekilde yetiştiriliyor. Pizza ya da hamburgerle değil doğru düzgün yemeklerle besleniyorsunuz. Arabaya değil bisiklete biniyorsunuz. Çevre kirliliği yok. Gürültü patırtı yok. Etrafınızda gözü rahatsız eden bir yapılaşma yok. Günümüz şehir insanının birçoğunun hayalini süsleyen, birçoğu içinse artık ütopya gibi görünen bir hayat… Ancak yeni milenyuma girerken İtalya’da başlayan bir hareket, bu hayalleri gerçeğe dönüştürmek adına ciddi adımlar atıyor. İtalyanca Citta (Şehir) ve İngilizce Slow (Yavaş) kelimelerinden oluşan Cittaslow (Yavaş Şehir), yüzden fazla şehir ve kasabanın ortak hedef ve ilkeleri belirleyerek yaşam kalitesini artırmak için oluşturduğu dünya çapında bir ağdır. Bu oluşumun amacı; insanların çalışmaktan, yaşamaktan ve ziyaretten zevk alabilecekleri şehirler oluşturmaktır. Bu doğrultuda, yerel 94 M‹MAR VE MÜHEND‹S halkı ve işletmeleri geliştirmek amacıyla bulunduğu yörenin eşsiz geleneklerini, güçlü yönlerini ve karakterini ön plana çıkaran projeleri destekler ve teşvik eder. Yavaş şehir ağı, küreselleşmenin meydana getirdiği homojen mekanlardan biri olmak istemeyen, ye¬rel kimliğini ve özelliklerini koruyarak dünya sahnesinde yer almak isteyen kasabaların ve kentlerin katıldığı bir birliktir. Bu birliğin logosu yavaş yürüyüşüyle tanıdığımız salyangoz ve sloganları ise,‘yavaş yaşa güzel yaşa’ dır. YAVAŞ ŞEHRİN TARİHİ Yavaş Şehir hareketinin oluşumuna baktığımızda, aslında bu hareketin temellerinin “Yavaş Yemek (Slow Food)” hareketi ile atıldığını görüyoruz. Bu hareket seksenli yılların sonunda sağlık, sosyal ve ekonomik yönde olumsuzluklara sebep olan fastfood kültürüne karşı başlamıştır. Günümüzde yüz bine ulaşan üye sayısıyla gün geçtikçe büyüyen uluslararası bir organizasyondur. 1999 yılında, dört İtalyan kasabası yavaş yemek ilkelerine bağlı olarak, bu hareketi daha toplumsal ve çevresel eksende geliştirmek amacıyla geniş bir bağlantı ağı kurmaya karar verdiler. İşte Svendborg - Danimarka "Bunlar, eski zamanlara meraklı insanları, zengin tiyatroları, meydanları, kafeleri, atölyeleri, restoranları ve ruhani yerleri, bozulmamış manzaraları, sevimli zanaatkarları olan şehirler. İnsanların hâlâ mevsimlerin yavaş seyrini fark edebileceği, hakiki ürünlerin tadına varabildiği ve kendine özgü gelenekleri olan yerler..." Seferihisar - İzmir Levanger Norveç bu noktada Yavaş Şehir oluşumu başlamış oldu. Yavaş Şehirler hareketi ilk toplantısını İtalya'nın Orvieto kentinde 1999'da yaptı. Bu toplantıya katılan 30 İtalyan kenti zaten Yavaş Yemek hareketine destek veriyorlardı. Toplantı sonrası yayınlanan manifestoda şu cümleler yer alıyordu: "Bunlar, eski zamanlara meraklı insanları, zengin tiyatroları, meydanları, kafeleri, atölyeleri, restoranları ve ruhani yerleri, bozulmamış manzaraları, sevimli zanaatkarları olan şehirler. İnsanların hâlâ mevsimlerin yavaş seyrini fark edebileceği, hakiki ürünlerin tadına varabildiği ve kendine özgü gelenekleri olan yerler...". İşte bu kriterlere sahip olan, Toscana'nın küçük Chianti şehri, 1999 yılında “Yavaş Şehir” sertifikası alan ilk şehir oldu. Ardından diğer İtalyan şehirleri Bra, Positano ve Orvieto bu sertifikayı almaya hak kazandı. İtalya’nın öncülük ettiği bu akım, kısa sürede öncelikle Avrupa ülkelerinde, daha sonra da tüm Dünyada büyük ilgi gördü. Bugün itibariyle 22 ülkede 140 şehir bu sertifikaya sahip bulunuyor. YAVAŞ ŞEHİR OLMANIN İLKELERİ Yavaş Şehir olmak için gürültü kirliliğini ve hızlı trafiği kesmek, yeşil alanları ve yaya bölgelerini artırmak, yerel üretim yapan çiftçilerle bu ürünleri satan dükkân ve lokantaları desteklemek ve yerel estetik öğeleri korumak gibi 50’den fazla kriteri gerçekleştirmek gerekli. Fastfood zincirleri ve yoğun trafik yasak! Yani metropollerin ‘Yavaş Şehir’ olması mümkün değil. Zaten nüfusu 50 binin altındaki kentler birliğe girebiliyor. Bu kentler zamanla turistik çekim merkezi oluyor ama uluslararası zincirlere izin yok... Üyeliği almaya hak kazananlar da gizlice denetlenmeye devam ediyor. Citta Slow aslında bir düşünme yöntemi. Yaşadığınız kenti, orada yaşayan veya ziyaKASIM-ARALIK 2010 95 KENTVEYAfiAM Falkoping - İsveç Biskupiec - Polonya Matakana - Yeni Zelanda Türkiye’de ilk defa bir ilçe “Yavaş Şehir” olmayı istedi ve bu uğurda çok ciddi bir irade gösterdi. Altı ay gibi kısa bir sürede istenilen kriterleri yerine getiren şehir, en az yüzde 50 başarı göstermesi gereken değerlendirmede, yüzde 73’lük uygunluk göstererek, “Yavaş Şehir” sertifikasını almaya hak kazandı. rete gelen insanları önemsemek, çevreyi korumak, yerel ürünleri öne çıkarmak, tüm şehirlerin aynılaşmasına karşı çıkmak ve bir şehrin özgünlüğü desteklemek demek. Öte yandan bir tür butik turizm kentleri oluşturmak bu. Çünkü tüm yavaş şehirlere turistler çok ilgi gösteriyor. Her yavaş şehir kenti aşağıdaki ilkeleri benimsemeyi kabul eder: • Yöresel kültür ve gelenekleri desteklemek ve teşvik etmek • Daha sürdürülebilir bir çevre için çalışmak • Yerel ürün ve işletmelere karşı farkındalığı artırmak ve değer kazandırmak • Sağlıklı yemek ve yaşama karşı toplumu teşvik etmek • Toplumda iş sahasındaki atılımları bu yavaş şehir ilkeleri üzerine inşa etmek • Geri kazanım tekniklerini geliştirerek, çevresel politikalar uygulamak 96 M‹MAR VE MÜHEND‹S • Sadece üzerine binalar inşa etmek yerine, toprağın çevre dostu şekilde kullanılabilmesine yönelik altyapı politikası yürütmek • Havanın ve kent yaşamının kalitesini geliştirmek, bunun için uygun teknoloji kullanımını teşvik etmek • Organik ürünler üretilmesini ve tüketilmesini desteklemek, genetiği değiştirilmiş organizmalardan (GDO) sakınmak • Doğal, çevreyle uyumlu tekniklerin kullanımıyla üretilen yiyecek maddelerinin tüketimini desteklemek, genetik yapısıyla oynanmış ürünleri hariç tutarak, Slow Food Ark ve Presidia projeleriyle işbirliği içerisinde, zor durumlar için gereken tipik ürünleri üretmek • Finansal zorluğa düşen yerel üreticileri desteklemek • Kültür ve gelenekler korunarak, bölgenin simgeselleşmesine katkıda bulunmak, kaliteli üreticiler ve satıcılar arasında doğrudan temas kurulabilmesi için uygun ortam ve mekanlar hazırlamak • Gerçek konukseverlik kalitesini korumak • Şehrin kaynaklarının eksiksiz ve yaygın kullanımını önleyen fiziksel ve kültürel engelleri kaldırmak • Gençlerin ve okulların lezzet eğitimiyle tanışmasını sağlamak, yalnızca işletmecilerin değil bütün vatandaşlarının Yavaş Şehir'de yaşadıklarına dair farkındalıklarını sağlamak BİR YER NASIL YAVAŞ ŞEHİRE DÖNÜŞEBİLİR? Yavaş Şehir sertifikası almak isteyen şehir, öncelikle belli kriterleri yerine getirmek durumunda. Bu bağlamda Yavaş Şehir yönetiminin belirlemiş olduğu yaklaşık 60 farklı hedef var. Bu hedefler sürdürülebilir çevresel uygulamalar, şehrin tarihi dokusunu korumaya dair önlemler, gıda üreticileri ve yerel zanaat işçilerini destekleyici girişimler, sağlıklı yemeye teşvik projeleri gibi gereklilikleri kapsar. Elbette hiçbir şehrin 60 hedefi de hemen karşılayabilmesi beklenmiyor. Ancak her aday Sonoma - ABD Enns - Avusturya Mendrisio - İsviçre şehir, hedeflerin en azından yarısına uygun olduğunu ve diğerlerini başarma doğrultusunda da aktif çalıştığını göstermelidir. Bu kriterleri sağladığını düşünen şehir yönetimleri, İtalya’da bulunan Yavaş Şehir merkezine adaylık başvurusunu yapıyor ve organizasyon üyelerini şehri denetlemek üzere davet ediyor. Değerlendirme sonucunda hedeflerin en az yarısının karşılandığına kanaat getirilen şehirler, yavaş şehir ağına katılıyor ve salyangoz logosunu taşımaya hak kazanıyor. Kent ağa katıldıktan sonraki gelişimi ise Yavaş Şehir komisyonu tarafından arka planda takip ediliyor. Üyelik başvuru süreci, ilk başvurudan itibaren ortalama 8-12 ay içersinde sonuca ulaşıyor. Üyelik sürecinde şehir altı ana kategoride incelemeye tabi tutuluyor. Bunlar; • Çevre (hava, su ve toprak bakımı, antikirlilik, atık yönetimi ve geri dönüşüm) • Altyapı (özürlüler için tasarımlar, erişim kolaylığı, trafik yönetimi) • Kentsel Dokunun Kalitesi (tarihi binalar, bahçeler, parklar, yeni teknolojilerin kullanımı) • Yerel Üretim ve Ürünler (el sanatları, yerel hormonsuz gıdalar, yöresel sanatlar) • Konukseverlik (turistler için tesisler, kolaylıklar, yavaş yemek) • Farkındalık (iletişim, yerel katılım, eğitim) İLK YAVAŞ ŞEHRİMİZ SEFERİHİSAR Ege bölgesinde İzmir sınırları içerisinde yer alan Seferihisar ilçesi, Türkiye’nin ilk yavaş şehri olmayı başardı. Seferihisar eski bir yerleşim yeri olup, mandalina bahçeleri, güneş, jeotermal ve rüzgar enerjisi kaynakları ve tarihi zenginlikleri ile ön plana çıkmaktadır. Etrafının arkeolojik sit alanları ve askeri bölgelerle kuşatılmış olmasından dolayı, bugüne kadar turizm açısından gölgede kalmış bir şehir görüntüsü sergiledi. İşte bu noktada şehrin belediye başkanı bu dezavantajı avantaja çevirmek adına önemli bir adım attı. Türkiye’de ilk defa bir ilçe “Yavaş Şehir” olmayı istedi ve bu uğurda çok ciddi bir irade gösterdi. Altı ay gibi kısa bir sürede istenilen kriterleri yerine getiren şehir, en az yüzde 50 başarı göstermesi gereken değerlendirmede, yüzde 73’lük uygunluk göstererek, salyangoz logolu “Yavaş Şehir” sertifikasını almaya hak kazandı. Bu süreçle birlikte, Seferihisar’da ciddi anlamda pek çok değişiklik meydana geldi. Örneğin, şehrin eski belediye binası ve etrafı tamamen köy pazarı haline getirildi. Şehrin içinde bisiklet kullanımını yaygınlaştırmaya yönelik yollar ve parklar yapıldı. Ayrıca güneş enerjisiyle çalışan bisikletler de bu faaliyetlerin en ilginç olanı. Bu bisikletler zabıtaların kullanımına hazırlanırken, belediye başkanı da makam aracı olarak kullanmaya niyetli görünüyor. Okulların bahçelerinde organik sebze üretimine başlanmasının yanı sıra, yerli üretim yapan halka büyük destek veriliyor. Aynı zamanda yerel halk yavaş yemek ve yavaş şehir olma yönünde bilinçlendiriliyor. Binalarda doğal malzemeler kullanılmaya başlanırken, pazarlarda da kese kağıdı kullanımı yaygınlaşmış durumda. Bir yandan tarihi eserler restore edilirken, diğer taraftan halka konukseverliğe dair bilgilendirmeler yapılıyor. Sonuç olarak Seferihisar kazandığı bu başarıyı daha ileriye taşımak adına önemli bir gayret gösteriyor. Diğer taraftan, ülkemizden 60 şehir daha, Seferihisar’ın açmış olduğu bu yolda, “Yavaş Şehir” olmak adına kolları sıvamış bulunmakta. Umarız onlar da Seferihisar’ın elde ettiği bu başarının devamını getirirler. KASIM-ARALIK 2010 97 GEZ‹ BİR ZİRVE HİKÂYESİ: AĞRI DAĞI-II EVET, UZUN YILLAR DÜŞÜNÜ KURDUĞUM AĞRI’NIN ZİRVESİNDEYİM. KUTSAL KİTAPLARDA ADI GEÇEN, EFSANELERE KONU OLAN AĞRI… ZİRVEYE TIRMANMAK VE HEDEFE ULAŞMAK GÜZEL BİR DUYGU… BAŞARMA VE UĞRUNA SIKINTI ÇEKİLEN BİR HEDEFE ULAŞMA DUYGUSU. ZİRVENİN AZAMETİ KARŞISINDA KULLUĞU VE ACZİYETİ HATIRLAMA… YAZI VE FOTOĞRAF: OSMAN ARI 98 M‹MAR VE MÜHEND‹S Y ARIN zirve günü… Çantamı hazırlamam gerekiyor. Kabanımı, başlığımı eldivenlerimi ve kazağımı çantama yerleştiriyorum. Rehberimiz buz kramponlarını veriyor ve onların ayarını yapıyoruz. Akşam yemeğinden sonra akşam namazını kılıp hemen yatmam lazım. Çünkü gece 02.00’de hazırlanıp zirve tırmanışı yapacağız. Yatsı namazını da gece kalkınca kılacağım. Bunun için pet şişeye sıcak su koyup uyku tulumunun ayakucuna yerleştiriyorum. Gece saat 01.00’de kalkıp henüz sıcak suyla abdestimi alıyorum. Namazdan sonra birlikte kahvaltı yapıyoruz. Çantalarımıza kumanya ve sıcak su alıyoruz. Saat 02.00’de hazırlıklarımızı tamamlayıp dik kayalık patikadan tırmanışa başlıyoruz. Alman dağcı Roland (zirveye at çıkamadağı için) zirveye gelmiyor. Kafa aydınlatmam yok ancak diğer grup üyelerinin fenerleri önümü yeterince aydınlatıyor. İranlı grup bizden önce başlamış yürüyüşe, uzaktan ateş böcekleri gibi görünüyorlar. Bir müddet sonra onlara mola verirken yetişiyoruz. Hava gittikçe soğuyor. Rehberimiz 45 dk. sonra molada sabah namazımı kılabileceğimi söylüyor. Mola yerinde namaz için kayaya oturduğumda pantolonumun kayaya yapıştığını hissediyorum. Kayanın üzeri bembeyaz ve her yer cam gibi buz. Artık hava ağarmaya başlıyor. Aşağısı bembeyaz bulutlardan görünmüyor. Bir müddet sonra karla kaplı bir alana geliyoruz. Kar artık buzlaşmış. Kramponları henüz takmadığımız için botlar karda iz yapsın diye kara adeta teperek basıyorum. Bastonumun da yardımıyla doğrusu sırtı korkarak geçtim. Rehberimiz kramponlarımızı giymemiz gerektiğini söylüyor. Artık bundan sonraki rotamız kar ve buzda devam edecek. Gerçekten de kramponlar buzlanmış karda yürüyüşte büyük kolaylık sağlıyor. Grubun da neşesi yerine geliyor. Rehberimiz Kürtçe bir türkü tutturuyor. Geriden gelen İranlılar da farsça ezgiler söylemeye başlıyorlar. Aklıma bu coğrafyanın ortak bir türküsü olan sarı gelin geliyor. Sarı gelini Türkçe, Kürtçe, Farsça hatta Ermenice söyleyebilecek var mı? Sorum cevapsız kalıyor. Aynı coğrafyada yıllarca beraber yaşamış aynı kültürün mensubu bizlerin maalesef ortak bir ezgisi yoktu. Tam ben kendi kendime bunun ezikliğini yaşarken önümde birlikte tırmanan Fransız Anthony ve Amerikan Ryan İngilizce bir şarkıyı neşe içersinde söylüyorlar. Benim ezikliğim daha da artıyor. Rehberimiz grubun toplanması için biraz beklememiz gerektiğini söylüyor. Zirveden sis üzerimize doğru ağıyor. Hava çok soğuk. Termometre -6 C ‘yi gösteriyor. Bir müddet sonra üşümeye başlıyorum. Çantamdan kabanımı çıkarıyorum. Daha fazla üşümemek için tekrar yürümeye başlıyoruz. Artık hava da iyice aydınlandığı için rahat fotoğraf çekebiliyorum. Fotoğraf çekerken de öndeki gruptan biraz geride kalıyorum. Bulutlar ve güneşin zirvedeki oyunu müthiş görüntüler sunuyor. Hiç acelem yok. Zirve ve önden giden grup karşımda. Tadını çıkararak çekebildiğim kadar fotoğraf çekiyorum. Bu arada yürürken 5-6 cm. bulan buz yarıkları dikkatimi çekiyor. Bu yarıkların büyüklerinin ne derece tehlikeli olduğunu gezi yazılarından okumuştum. Zirveye doğru tek başına yürüyorum. Zaten dağcılık da ferdi, seyircisiz ve kişinin kendi fiziki ve ruhi sınırlarını zorladığı bir spor değil midir? Yalnızlığı seven, kendi kendisiyle hesaplaşmak isteyenler için dağ ve zirveler bulunmaz yerler. Orada yalnızca siz ve iç dünyanız vardır. Sonsuz bir ufuk, masmavi sonsuz bir gökyüzü. Zirve yürüyüşü biraz da kişinin kendi içine doğru yaptığı metafizik bir yolculuk olarak da değerlendirebiliriz. Fiziken dağın zirvesine keşif için tırmanırken, her türlü dünyevi fazlalıklardan sıyrılarak, kendimizle başbaşa kalarak içimize doğru kendimizi keşfetmeye ve iç zenginliğimizi tanımaya yönelik bir yolculuktur. Geriden kalabalık bir grup geliyor. Bu arada zirveye yaklaştıkça rüzgârın şiddeti artıyor. Ve öndeki grup zirvede… Sevinç çığlıkları… Ardından ben de zirvedeyim… Saat 06.30 Evet, uzun yıllar düşünü kurduğum Ağrı’nın zirvesindeyim. Kutsal kitaplarda adı geçen, efsanelere konu olan Ağrı… Zirveye tırmanmak ve hedefe ulaşmak güzel bir duygu… Başarma ve uğruna sıkıntı çekilen bir hedefe ulaşma duygusu. Zirvenin azameti karşısında kulluğu ve acziyeti hatırlama… KASIM-ARALIK 2010 99 GEZ‹ Ey heybetli yüce dağ! Doruklarındaki karlar hiç bitmesin. Başından bulutlar ve fırtınalar hiç eksilmesin. Eteklerindeki kekiklerin, civan perçemlerinin, mor çan çiçeklerinin, menekşeler, papatyaların renkleri hiç solmasın. Ta zirvenden kopup akan derelerinin şırıltısı hep devam etsin. 100 M‹MAR VE MÜHEND‹S Zirvede hava güneşli ancak zirvenin hemen altı beyaz ve gri bulutlarla kaplı. Bundan dolayı da aynı anda 4 ülkeyi (Türkiye, İran,Ermenistan ve Nahçıvan) görme şansımız olmuyor. Rüzgâr şiddetli ve soğuk esiyor. (Tecrübeli dağcılar Ağrı’nın dünyanın en soğuk dağlarından birisi olduğunu söylüyorlar) Sıcaklık -15 C civarında, başlıklarımızda beyaz kırağılar oluştu. Zirve çok etkileyici. Bütün uğraş ve çabamız bunun içindi. Ali Göçer, Kayıp Dağcının Düşleri adlı kitabında “Dağa tırmanmak bir dervişin köz üzerinde yürümesidir. Fiziki olarak dışa doğru tırmanırken manevi olarak içte derinleşen bir yolculuktur dağcılık. Zirveye çıkmak mavi gökyüzüne dokunmaktır,” der. Evet, zirveye çıktık, mavi gökyüzüne dolunduk, hedefimize ulaştık. Sonra… Şimdi yeni bir zirve, yeni bir hedef olmalı. Ağrı, Türkiye’de çıkabileceğim son nokta, en yüksek zirveydi. Bundan sonrası Ağrı’dan daha yüksek olmalı. Ağrı’nın zirvesindeyken bir sonraki zirve hedefimi kararlaştırıyorum: Demavend. İran’nın 5671 m. rakımlı en yüksek dağı. Dağcılık böyle bir şey işte. Havanın güneşli olması nisbeten sıcaklığın çok düşük olmasını engelliyor. Diğer grubun gelmesini beklerken bol bol fotoğraf çekiyorum. Zirvede 50 dk. kadar oyalanmışız ki bu Ağrı için az bir zaman değil. İniş çıkışa göre daha hızlı ve kolay oluyor. Biz inerken yeni gruplar da zirveye çıkıyorlar yani trafik yoğun… Buzlu güzergâh bitince kramponlarımı çıkarıyorum. Oldukça rahat bir yürüyüşle 4,5 saatte çıktığım zirveden 2,5 saatte iniyorum. Saat 10.00’da kampa ulaştım. Rehberimiz saat 12.00’de çadırlarımızı söküp 3200 m.deki kampa döneceğimizi söylüyor. Sanırım yüksek irtifadan dolayı, biraz başım ağrıyor. Bir ağrı kesici alarak çadırda istirahata çekiliyorum. Saat 12.00’de çadırlarımız ve eşyalarımız toplanmış olarak iniş için hazırız. Kendimi dinlenmiş hissediyorum ancak inişlerde yükün ayak eklemlerine ve kaslara baskı yaptığı için özellikle eklem yerlerimde bir yorgunluk var. Bu da biraz daha ağır hareket etmeme sebep oluyor. Üç saatlik bir yürüyüşten sonra 3200 m.deki kampımıza ulaştık. Hemen çadırlarımızı kuruyoruz. Tur yetkilisi Mustafa Bey de Norveçli yeni bir grupla kampa gelmiş. Hava kapandı yağmur yağdı yağacak. Eşyalarımızı toplayıp çadırlarımıza yerleştiriyoruz. Çadırda çaylarımızı içerken bardaktan boşanırcasına bir yağmur başlıyor. Yağmur aralıklarla gece sabaha kadar sürdü. Sabah pırıl pırıl bir havaya uyandık. Kahvaltıdan sonra eşyalarımızı topladık. Artık Ağrı’ya veda zamanı… Dün gelen Norveçli grupla beraber dönüyoruz. Parkur gerçekten çok güzel çok değişik bitki ve rengarenk çiçeklerin içersinde adeta bir çiçek bahçesinde gibi yürüyoruz. Doğrusu Ağrı dağında bu kadar bitki ve çiçek çeşitliliği tahmin etmiyordum. Kaçkarlar ve Uludağ’ı aratmıyor. Gelirken zirve heyecanıyla geçtiğimiz yerleri daha bir sakin gözle seyrederek iniyoruz. Bu arada bir gözümüzde zirvede. Ağrı, tırmanırken sanki bizden uzaklaşıyordu, şimdide de sanki arkamızdan geliyor. Ancak Ağrı kendini beyaz bulutların ardına saklıyor, yüzünü göstermiyor. Polonyalı dağcı dönüp dönüp zirveye bakıyor. O’da son bir kez Ağrı’nın yüzünü görmek istiyor ancak nafile Ağrı izin vermiyor. Fevzi ve Mustafa Bey dışı dikenli ancak içi taze fındık tadında “toptopik” dedikleri bir bitkiyi bize ikram ediyorlar. Yolda Mustafa Bey’in yeni bir grubuyla karşılaşıyoruz. Yaklaşık 15 kişilik Kanada ve Amerikalı bir grup. Mustafa’yı “Ya Mustafa ya Mustafa” şarkısıyla karşılıyorlar. Polonyalı Andrzej’den fotoğrafımı çekmesini rica ediyorum. Benim de hoşuma giden birkaç güzel poz çekiyor. Yolda çevre temizliğine pek fazla dikkat edilmediğini görüyorum. Maalesef 4200 kampı ve daha yukarısına kadar tırmanış güzergahında pet şişelerden çikolata kağıtlarına pek çok atık bırakılmış. Aslında dağcılar bu konuda çok hassastırlar ancak iş biraz turizme kayınca maalesef bu çirkinlikler ortaya çıkıyor. Bu konuda organizasyon firmalarına büyük görevler düşüyor. Üç buçuk saatlik rahat bir yürüyüşten sonra bizi bekleyen minibüse geliyoruz. Artık Ağrı tırmanışımızı salimen tamamladık. Aklıma 3200 m.deki kampta Kayserili bir rehberin sözü aklıma geliyor. “Ağrı müthiş bir dağ, insanda bağımlılık yapar.” Ağrı’nın haşmetinden, bulutlu zirvesinden, binbir renkli çiçeklerinden etkilenmemek mümkün mü? Ey heybetli yüce dağ! Doruklarındaki karlar hiç bitmesin. Başından bulutlar ve fırtınalar hiç eksilmesin. Eteklerindeki kekiklerin, civan perçemlerinin, mor çan çiçeklerinin, menekşeler, papatyaların renkleri hiç solmasın. Ta zirvenden kopup akan derelerinin şırıltısı hep devam etsin. Böyle yüce bir dağa hiçbir dağcı kayıtsız kalamaz. Seni hep özleyeceğim… KASIM-ARALIK 2010 101 UZAK OKYANUS MAVİSİNDEN ÇÖLÜN KALBİNE UZANAN YOLCULUK… AFRİKA BİR ŞOK HALİYLE, DEVASA BİR BOŞLUK BALONUNUN İÇİNDE GECE KARANLIĞI TARAFINDAN ESİR ALINMIŞ OLARAK, ZİHNİMİZDE KURŞUN HIZINDA YER DEĞİŞTİREN SORULARIN ÜSTESİNDEN GELMEK NAFİLE. MUTLAK İRADENİN, İNSANLIĞIN KADERİNİ BELİRLEDİĞİ KRİTERLERİN, BİZE VERİLMİŞ OLAN TERAZİ TARAFINDAN TARTILAMAYACAĞINI ÇOK SERT BİR ŞEKİLDE YAŞAMIŞ OLDUK. YAZI: İLYAS YILDIRIM FOTOĞRAFLAR: İLYAS YILDIRIM, SELMAN ALİMOĞLU 102 M‹MAR VE MÜHEND‹S Y ILLARDIR düşünü kurduğum Afrika hayalini gerçeğe dönüştürme fırsatını Fransa’da yaşayan bir arkadaşımın davetiyle yakaladım. Doğrusu davet feci halde tahrik ediciydi; Türkiye’de insanlar kışı yaşarken, çölün kalbine kurulmuş bir şehirde, Timbuktu’da 40 dereceye varan sıcağın altında, açık havada, kumların üzerinde, siyah kardeşlerimizle bayram namazı kılacaktık. Altı haftalık bir hazırlığın ardından nihayet üç kafadar, Selman Alimoğlu, Kadir Çiçek ve ben Yeşilköy’den kara kıtaya doğru havalandık. Beş saatlik bir yolculuktan sonra, Fas’ın Kazablanka şehrine ulaştık. Kral Hasan II tarafından yapılmış ve Kral’ın adını taşıyan dünyanın en büyük camisi dikkat çeken tek yapı. Camiyi ziyarete gittiğimizde Fas’taki ilginç bir uygulama ile yüzleşiyoruz; namaz vakitleri dışında camiler kapalı. Kentin en iyi dükkanları kafeler, insanlar gün içinde bu mekanlarda bol bol vakit geçiriyorlar. İşgal döneminde Fransızlar tarafından kurulmuş bu şehir hakkında çok fazla söyleyecek bir şey yok aslında, sonsuz bir sabırla, şehrin sahillerine süreğen dalgalar gönderen Atlas okyanusunu saymazsak. Seyahatimizin ikinci gününde Rabat’a geçtik. Başkent Rabat’ın ise daha kendine özgü bir duruşu ve Roma dönemine uzanan tarihi bir geçmişi var. Kalenin içindeki eski şehir etkileyici, evler mavi ve beyaza boyanmış, sokaklar daracık, tepeden kuşba- kışı okyanusu görebiliyorsunuz buradan. Rabat'ta Hamza adlı bir rehber gezdirdi bizi. Her ne kadar günün sonunda bizden aldığı paranın miktarını pek beğenmese de gün boyunca bize bir şeyler anlatmaya çalıştı, ülkesiyle ve Arap dünyası ile ilgili olarak. Günün sonunda rehberimizi geride bırakıp, Atlas Okyanusu’na paralel olarak tekrar güney istikametine yönelerek, Kazablanka'dan uçmak için geri döndük. Gece yarısını bir miktar geçmiş bir vakitte üç saatlik bir uçuşun ardından nihayet gerçek Afrika'ya Mali’nin başkenti Bomako’ya vardık. Bamako, 2 milyon nüfusuyla kabustan yeni uyanmış bir cinnet halini aralıksız yaşayan bir şehir. Trafikteki araçların önemli bir kısmının ortalama yaşının 30 ve üzeri olması, hiç bir egzoz ve yakıt standardı olmaması nedeniyle insanın beynine nüfuz eden bir koku istila et- KASIM-ARALIK 2010 103 UZAK Yeryüzü ve gökyüzü arasında tanımlı çok az şey var burada. Kum, sıcak, güneş, kısıtlı miktarda su ve insan… Hayatı devamlı kılan bu öğelerin dışında başka da bir şey yok. Yılda iki ya da üç kez yağmurun yağdığı, mart ayı nda kum fırtınalarının yaşandığı bu coğrafyada hayat çöl kıvamında devam ediyor; Durağan, sade, plansız, beklentisiz... 104 M‹MAR VE MÜHEND‹S miş durumda her yeri. Motosikletlere özgü yolların olduğu bu şehirde, kendinizi acayip bir şekilde güvensiz hissediyorsunuz. Agresif ve kuralsız bir hayatın izlerini, baktığınız her köşede görmek mümkün. Uzak coğrafyalardan gelerek, siyah adamın topraklarında gezinen beyaz adamlar olarak pislik içinde bir şehir fotoğrafına tanık olmak çapraşık hissiyatlar oluşturuyor insanda. Öfke ve acıma duyguları birbirine karışıyor. Günün ikinci yarısında Fransa’dan gelen iki arkadaşımızın da katılımıyla 5 kişilik bir ekip olarak asıl varış noktamız olan Timbuktu’ya doğru yola koyulduk. On saatlik bir kara yolculuğunun ardından 600 km yol katederek gece yarısı Mopti denen bir şehre ulaştık. Mopti, Nijer Nehrinin kenarına kurulmuş orta halli bir Afrika şehri. Sefalet, düzensizlik, kirlilik had safhada. Cibinniklerle örtülü yataklarımızda yatıp sabah erkenden Timbuktu’dan bir gün öncesinden bizi almaya gelen rehberimiz ve 4x4 aracımızla tekrar yola koyulduk. Bu dakikadan itibaren hayatımıza Ahmedu diye bir fenomen girdi. Birlikte geçirmiş olduğumuz 5 gün boyunca Afrika ile kominikasyonumuzu sağladı. Ahmedu konusuna ileride tekrar döneceğim. Mopti’den Timbuktu’ya doğru 200 kilometrelik delta boyunca asfalt yoldan devam ettik. Yolun kalan ikinci yarısında ise 200 km’lik toprak bir yol bizi bekliyordu. Uçsuz bucaksız sahra boyunca yol alırken, topraktan, sazlardan inşa edilmiş köylerin içinden geçtik. Bu arada kış mevsiminde aracımızın klimasının yetersiz kaldığına tanık olmak oldukça etkileyiciydi. 35 dereceyi aşan sıcaklıkta, rehberimiz montunu giymiş, kafasına sarığını sarmış halde bir gram terlemeden konforlu bir yolculuk yaparken, onun yanında oturan terletmeyen tişörtünü giyinmiş Selman arkadaşımız zaman zaman sıcaktan zafiyet geçirecek gibi oluyordu. Güneşin batı yönünde sahrada iyice alçaldığı bir vakitte yolumuz tekrar Nijer Nehri ile kesişti. Motorlu bir sal ile karşıya geçmemiz gerekiyormuş. Araçtan indiğimiz anda zehir şiddetinde başka bir Afrika karşıladı bizi. Adeta nehrin içine kurulmuş sazlıklardan oluşan tek gözlü evler ve bir anda etrafımızı kuşatan onlarca çocuk. 7 yaş altı çocukların önemli bir kısmı çıplak ve hiçbir çocuk okula gitmiyor. İnsanlar balıkçılık yaparak geçinmeye çalışıyorlar. Gün batımında bizi karşıya geçirecek olan motorlu sal hareket ederken, Afrika’ın siyahtan başlayıp gittikte daha da siyahlaşan tonunda kaybolmak, tanık olduğumuz yaşamların, çocukların, gözlerin, bizlere sarılan minicik simsiyah bedenlerin hepsinin bir düş olmasını diledim o an. Bizim yaşadığımız hayatın, bize öğretilmiş olan hayat bilgisinin tamamen tersyüz olmuş olması adeta insanın bedenine etki eden yerçekimini sıfırlıyor. Bir şok haliyle, devasa bir boşluk balonunun içinde gece karanlığı tarafından esir alınmış olarak, zihnimizde kurşun hızında yer değiştiren soruların üstesinden gelmek nafile. Mutlak iradenin, insanlığın kaderini belirlediği kriterlerin, bize verilmiş olan terazi tarafından tartılamayacağını çok sert bir şekilde yaşamış olduk. Yarım saatlik bir nehir yolculuğu ve ardından bir o kadar da kara yolculuğunun sonunda son noktaya, Timbuktu’ya vardık. Timbuktu, çölün ortasına kurulmuş, evleri, sokakları, camisi, hastanesi daha doğrusu her bir hücresinin kum zerreciklerinin istilası altında olduğu bir şehir. Aslında istila demek doğru değil, çöl ve şehir feci halde barışık ve iç içe geçmiş bir halde varlığını sürdürüyor. Minik zerrelerden oluşan, bağrında bodur birkaç çalıdan başka hiçbir bitkiye yaşam şansı tanımayan, yazın 60 derecelere varan sıcaklığıyla adeta kendi yalnızlığını başka hiç kimseyle paylaşmak istemeyen bu yalnızlık ülkesine, Adem çocukları ısrarla ve inatla şehirler kurmaya çalışmışlar tarih boyunca. Yeryüzü ve gökyüzü arasında tanımlı çok az şey var burada. Kum, sıcak, güneş, kısıtlı miktarda su ve insan… Hayatı devamlı kılan bu öğelerin dışında başka da bir şey yok. Yılda iki ya da üç kez yağmurun yağdığı, mart ayı nda kum fırtınalarının yaşandığı bu coğrafyada hayat çöl kıvamında devam ediyor; Durağan, sade, plansız, beklentisiz... Timbuktu’da kaldığımız süre boyunca Muhammed Esed ve Ali Şeriati’nin çöle dair söyledikleri yeniden tazelendi hafızamda… Hayal ülkesi, yalnızlıklar ülkesi, terk edilmişliğin, sonsuzla sonlunun bir birine karıştığı bir rüya coğrafya… Hiçbir telaşın, koşturmanın olmadığı, her şeyin, yokluğun sınırında esen çöl esintisi kıvamında var olduğu sonsuz bir rüya. Burası tanımlı varlık sürecinin son eşiği ve bu eşiğin sonrasının tanımsız ve mutlak iradenin kapılarını sıkı sıkıya biz yaratılmışlara kapalı tuttuğu sonsuzluk alemi… Çölün sonsuz ufkuna ve minicik zerreciklerine, sonra başınızı kaldırıp gökyüzünde asılı duran milyarlarca yıldıza çevirdiğinizde, kum zerrelerinden başlayıp, çölün ufkuna, oradan yıldızlara, galaksilere, yedi kat semaya uzanan, insan hafsalasını tarumar eden bir serüveni an be an yaşıyorsunuz. En yüksek binasının iki katlı olduğu, şehrin en yüksek noktasının, 1300’lü yıllarda topraktan inşa edilmiş camisinin yine toprak minaresinin olduğu bir yer Timbuktu. Şehir 1988 yılında Unesco Dünya mirası lisKASIM-ARALIK 2010 105 UZAK Afrika insanına dair karmaşık duyguları netleştirmeye çalıştıkça, sorular ve çelişkiler bir o kadar derinleşti zihnimde. Huzur, refah, mutluluk, verimlilik, disiplin, kalkınma, üretim, iyilik, paylaşım, fedakârlık, emperyalizm, batı hayranlığı, teknoloji düşmanlığı, kölelik, özetle siyah adamın hikâyesi etrafında uzayıp giden sorular ve çelişkiler… tesine alınmış. 14, 15, 16. yüzyıllarda İslam medeniyetinin Afrika’daki en önemli ilim ve kültür merkezi olmuş bu çöl şehri. Klasik İslam ilimlerinin yanı sıra, astronomi ve cebir gibi modern ilimler okutulmuş. Görkemli günlerden kalma el yazmaları büyük oranda batılılar tarafından ülke dışına çıkarılmış olsa bile, geriye kalan el yazmalarından oluşan kitapların olduğu bir kütüphane kurulmuş İmam Seyido tarafından. Şehre gelen turistler 2 Euro karşılığında bu minik kütüphaneyi gezebiliyorlar. İmam Seyido enteresan bir kişilik, Kısa ve düzenli beyaz sakalları, temiz, ayaklarına kadar uzanan mavi yerel kıyafetinin içinde, coğrafya ile uyumlu bir sükûnet yayıyor etrafına. Seyitlik hiyerarşisini işletiyorlar, babadan oğula geçen bir silsile ile imamlık devam ediyor. Bizim kendisine sorduğumuz çağdaş İslam düşünürlerinin hiçbirisini tanımadığını söyledi. Gerçekten hiç duymamış mıydı, yoksa gözlüklerinin üzerinden yüzümüze bakarkenki oluşan o derin anlamın gerisinde farklı dengeleri gözeterek mi bu düşünürleri tanımadığını söyledi emin değilim doğrusu. Resmi kayıtlara göre 30 bin insanın yaşadığı, Selman arkadaşımızın gözlemlerine göre ise en az 30 bin çocuğun var olduğu bu çöl şehrinde beyaz adamın icatlarının yarattığı çelişkileri görmemek mümkün değil. 106 M‹MAR VE MÜHEND‹S Bizim hayatımızın vazgeçilmez parçası olan ekmek, kaşık, çatal ve çorba yok bu insanların hayatlarında. Ancak, televizyon denen alet var. Şehirde çok da çözemediğimiz bir kanalizasyon sistemi var ancak, temizlikte kullanılan sular sokakların ortasından minik bir dere olarak akıyor ve sokaklarda etrafa saçılmış beyaz insanın üretimi olan muhtelif plastik ambalajlara sıklıkla rastlamak mümkün. İronik bir şekilde beyaz insanın icadı olan cep telefonu da girmiş bu insanların hayatlarına. Bir göz odalı, zemini kumla kaplı, tüm ev eşyalarını topladığınızda bir insanın taşıyabileceği kadar olan bu evlerin reislerinin ellerinde cep telefonlarını görmek, beyaz adamın üretip Dünya coğrafyasına yaydığı elektronik dalgaların, en ücraya kadar ulaştığını belgeliyor adeta. Şehirde gezdiğimiz mekânlardan birisi de hastane oldu. Kum burada da hâkimiyetini sürdürüyor. Bahçede, odalarda, polikliniklerde… Küba Hükümetinin göndermiş olduğu doktorlarla tanıştık burada. Mecburi hizmet gereği gelip orada hekimlik yapıyorlarmış. Bayram namazı tam olarak bir seronomi burada. Şehrin Baş İmamı İmam Seyido, evinden çıkıp büyük ablasını ziyaret ediyor önce, ardından Afrika tadında selavatlarla yürüyüş başlıyor namazın kılınacağa alana doğru. Daracık sokaklar boyunca kalabalık gittikçe büyüyor. Erkekler en temiz, en yeni giysilerini giymiş, ellerinde seccadelerle İmamın arkasından yürüyorlar. Evlerin içinden kadınların zılgıtları yükseliyor mütemadiyen… Beş bini aşkın Karakıtalı’nın arasında, gök kubbenin altında, Hz. İbrahim’in tabi tutulduğu o kadim sınavdan belli belirsiz kareler geçiyor zihnimden, cemaatin anlamadığı Arapça hutbesini irad ederken İmam Seyido. Özelde Timbuktu’ya genelde ise Afrika’ya dair çok şey söylenebilir, ancak hikâyenin özetini görmek için sözü tekrar Ahmedu’ya getireceğim. Ahmedu, babası ölmüş, annesi ile yaşayan 30 yaşında Timbuktu’lu bir delikanlı. İmam Seyido, bir baltaya sap olsun, hayatını kurtarsın diye nüfuzunu kullanarak Ahmedu’yu Avrupa’ya göndermiş olsa bile, O, birkaç yıllık bir hikâyenin sonunda doğduğu coğrafyaya geri dönmüş, Mali Hükümetinin resmi sertifikalı turist rehberi olarak. Orta halli bir İngilizcesi var. Ancak, muhatabıyla çok kısa sürede ve muhatabın çıtası düzeyinde iletişim kurabilmek gibi doğuştan gelen bir yeteneği var. Avrupa’dan niye döndün diye sorduğumda, Avrupalılar her şeyi kurallara bağlamışlar ve çok ruhsuzlar onun için ben orada yaşayamam diye yanıt verdi. Ahmedu uzak coğrafyalardan gelip, sahrayı geçerek, çöle gitmek isteyen maceraperest beyaz adamlara rehberlik ederek hayatını sürdürüyor. Ahmedu, Octavio Paz’ın Meksikalı insan profili için çizdiği portreye uyan bir üçüncü dünyalı. Batının kuralcı ve ruhsuz hayatına uyum sağlamakta zorlanan, kendini kendi toprağında güvende hisseden, dışarıdan bakıldığında çok tutarlı gözükmese bile mahrumiyetlerin sınırlarını keskin hatlarla çizdiği bir yaşam biçimi. Değişken bir ruh hali, bazen güneşin altında kılını kıpırdatmaktan aciz bir miskin, bazen antiemperyalist, bazen batının yarattığı değerlere imrenerek bakan bir Afrikalı… Timbuktu’dan ayrılıp 17 kişilik uçağımızla Nijer Nehri boyunca dönüş yolculuğuna başladığımızda; coğrafyaya, Afrika insanına dair karmaşık duyguları netleştirmeye çalıştıkça, sorular ve çelişkiler bir o kadar derinleşti zihnimde. Huzur, refah, mutluluk, verimlilik, disiplin, kalkınma, üretim, iyilik, paylaşım, fedakârlık, emperyalizm, batı hayranlığı, teknoloji düşmanlığı, kölelik, özetle siyah adamın hikâyesi etrafında uzayıp giden sorular ve çelişkiler… Gök kubbenin altında, beyazların ve siyahların ülkesinde hayat devam ediyor, ikisinin tonu aynı olmasa bile… SÖYLEfi‹ AHH GÜZEL İSTANBUL! TÜRKİYE VE ÖZELLİKLE İSTANBUL HIZLA DEĞİŞİRKEN PROBLEMLERDE BERABERİNDE ARTIYOR. BAŞKA İSTANBUL OLMADIĞINI BELİRTEN MİMAR SİNAN ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ MİMAR A. GÜLESER GÖKALP EKŞİ, “YATIRIMCILAR VE İNŞAATÇILARIN ELİNDE YENİ PROJELERLE İSTANBUL ÇÖZÜLMESİ İMKANSIZ PROBLEMLERLE KARŞI KARŞIYA KALACAKTIR,” DEDİ. EKŞİ İLE İSTANBUL’UN DEĞİŞEN YÜZÜNÜ KONUŞTUK Sayın Güleser Ekşi, şu anda yaşamakta olduğumuz yeşili azalan, trafiği keşmekeş olmuş hızla yüksek binaların arttığı İstanbul’umuzun daha yaşanabilir hale gelmesi için düşünceleriniz nedir? Öncelikle kentleşmenin hızla arttığı Türkiye’mizde en kalabalık şehirlerden biri olan güzel İstanbul’umuzun yatırımcılar ve inşaatçılar tarafından seçilmesi, yoğunluklu olarak yeni proje ve inşaatların İstanbul’a yapılması: İstanbul’un geleceği açısından risk oluşturmaktadır. Bir mızrak gibi yerden saplanıp göğe doğru yükselen rezidanslar, alt yapı yetersizliği, yeşil alanlara yeteri kadar ağırlık verilmemesi, trafiğin akışındaki bozukluk, binaların boyutlarında şehir içi standartların üstüne çıkılması, gelecekte bir kara bulut gibi İstanbul’un üstüne çökecek ve çözülmesi imkansız problemleri beraberinde getirecektir. “Başka İstanbul Yok” projesi iyi tutmuştur, tutmuştur ama başka İstanbul gerçekten yoktur. Kalan boşluklara ise hızla yeni rezidanslar yapılmaktadır. Öncelikle büyük metropollere yapılan yüksek katlı projeler için büyükşehir belediyesince ve yerel belediyelerce bir üst kurul oluşturulmalı, kurul onayı alındıktan sonra yapı izni verilmelidir ve bu tip projeler şehir dışına kaydırılmalıdır. Yeşil alanlar gittikçe azalırken kalan boşluklara yapılar yapmanın manası yoktur. Bu gidişata dur demenin vakti gelmişte geçmiştir. Avrupa’da Berlin, Frankfurt, Prag Viyana gibi büyük şehirlerdeki eski doku korunarak, yüksek katlı projeler daha çok şehir dışına yapılandırılmaktadır. Eski doku bir mücevherat gibi korunup, gerekirse giydirilmektedir. Peki sorunun çözümü nerdedir? Yabancı mimarları içimize alıp, onlara yeni projeler mi yaptır108 M‹MAR VE MÜHEND‹S maktır yoksa tarihi dokuyla bütünleşen projeleri hayata mı geçirebilmektir. Şehrin dokusuyla bütünleşmeyen yeşil alanı mazı bitkileriyle dolduran, havuzlarıyla göz boyayan, yükseldikçe göğe ulaşacağını sanan inşaatçılar yanlış yer seçmiştir, yanlış yere gelmişlerdir. Artık şehir içinde değil şehir dışında büyük projelere yer verilmelidir. Acaba bu rezidanslarda oturan insanlarımız, yaşamlarından yüksek meblağlarla aldıkları bu nadide evlerden mutlu olarak yaşayabiliyorlar mı? Büyük sitelerde ve rezidans tarzı evlerde oturan şahıslar komşularıyla tanışmak için sosyal ortamlar projelerine ilave edilebilir. Bina içinde yada bahçesinde çok amaçlı oturma alanları, toplantı odaları tertiplenebilir. Bu alanlar hem büyük sinema ekranlarıyla donatılabilir hem de oturma amaçlı çay toplantıları yapılabilir. Lig maçları ve sinemalar bu odalarda seyredilebilir. Günlük yaşamımızı kolaylaştıran, evden çıktığımızda hemen ulaşabileceğimiz manav, bakkal gibi yerlerin süpermarketlere dönüşümü mahalle kültürünü yok ediyor mu? Evet, yok ediyor. Yeni bir mahalle kültürü anlayışı oluşturmak için mutlaka site için de faaliyet gösterecek berber, bakkal, kasap, manav gibi mahalleyi oluşturan küçük bir imlere yer verilmelidir. Yeni yapılan apartmanlarda yeşil alan koşuluna uyuluyor mu? Yeşil alan koşuluna uyulmakla birlikte örneğin 25 katta bir yeşil alan oluşması bir şey ifade etmiyor. Bunun yerine zemin katta havuzun küçültülüp dönüşümlü ya da devamlı olarak kullanılabilen kişilerin meyve sebze ekmesine imkân sağlayan toprak parçacıkları oluşturulması sağlanmalıdır. Şimdiki projelerde oyun alanları şart koşuluyor mu? Bina içinde oturan kişilerin şehir içi parklara gitmesi yerine site içinde olan oyun alanlarına gitmesi daha kolay olacaktır. İstanbul içinde yapılan tarihi mekanlara yer verilmesi yani aynı konsept doku oluşturulması doğrumudur? Saraylardaki geniş avlulardan geçilerek ulaşılan köşklerin girişi daha görkemli ve sıcak olur. Saray bahçelerindeki su oyunları mermer havuz, çiçek bahçeleri gibi Osmanlı figürleri minimize edilerek binaların girişinde kullanılabilir. Alışveriş merkezleri iç içe olmalı mıdır? Alışveriş merkezleri site içinde küçük dükkânlar biçiminde yapılandırılabilir. Rezidans için de belli bir nüfustan sonra (örneğin 1000 kişi) sağlık ocağı, ilkokul, ibadethane gibi yerler olmalı mıdır? Evet. Bir doktor belirli saatlerde gelip yaşlı ve çocuklara hizmet edebilmeli, rezidans bünyesinde kütüphane, oyun ve hobi alanı, kreş ve anaokulu ve mescit yer almalıdır. Komşularla ayda belirli günlerde tanışma kokteyli verilmeli mi? Çok amaçlı salonda bu tip tanışma etkinlikleri sürekli olabilir. Mesleklerin belirlenmesi etkinliğin katılımını arttıracaktır. Komşularla diyalogun arttırılmasında asansör ve koridorun fonksiyonu nedir? Rezidanslarda mümkün olduğu kadar tasarımda koridor boyları kısaltılması kapı girişleri daha yakın olmalıdır. Asansörün katta durma aralıkları arttırılarak kişilerin daha fazla bir birleriyle konuşabilmesine imkan tanınmalıdır. Ev eşyalarımızı döşerken hangi tip eşyayla daha az enerji harcarız? Yer döşemesi ve duvar kaplamasında toz yutucu malzemeleri kullanabiliriz. Enerji tasarruflu malzemeleri alırken özen göstermeliyiz. Apartman içinde sosyal destek projeleri oluşturabilir mi? Belli bir fon oluşturularak sosyal destek projeleri yapılabilir. Komşulardaki ses miktarını en aza indirgemek için ne yapılabilir? Tavanda ve tabanda ses izolasyonu, yalıtım malzemeleri önemsenmelidir. Duvarlarda ara boşluklu malzeme tercih edilmelidir. Güneş enerjisinin kullanımı yaygınlaştırılabilir mi? Avrupa destekli projelerle güneş enerjisinin yaygınlaşacağına inanıyoruz. KASIM-ARALIK 2010 109 MAKALE Hız ve Şehir: Otomobil Şehri Nasıl Dönüştürdü Otoyol, tıpkı Ortaçağ kale kentlerini dışarıdan korumak için açılmış hendekler, düşmanı şaşırtmak ve içeride yaşayanların güvenliğini sağlamak için kullanılan dehlizler ve labirentler gibi, içeridekiyle dışarıdakini ayıran, sınır ve engel koyan “çağdaş” bir teknoloji olarak ortaya çıkar. Şehrin planlı kısmından gettoları ayıran otoyollar ve direnen yaşamlarla karşı karşıya geliriz. Dilaver DEMİRAĞ Gazeteci-Yazar M .Ö 4000 Mezopotamya da Uruk diye bir şehir meydana çıkar. Tarihin bilinen ilk şehridir. Öncesinde kasabalar vardır ki en ünlüleri İsrail topraklarındaki Eriha ile Anadolu Topraklarındaki Çatalhöyük. Bu iki yerleşim ön kent olarak kabul edilir. Aradan geçen 7000 yıllık sürede kentler büyük değişimler geçirdiler. Eski çağın ilk metropolü (anakenti) sayılacak Uruk bugünün ölçüleri ile mütevazı bir kasabadır. Bugün şehir diye içinde 20-30 milyon insanın yaşadığı devasa yerleşimler söz konusu. Geçmişte şehirler fazla büyümezdi kentin merkezinde yer alan bir tapınak ve pazaryerinin etrafında yerleşilirdi kentin dış mahalleleri ise genellikle bostan kabul edilen kimi zaman koruluğa, kimi zaman ormana sınırdaş bahçelerden oluşurdu. Bugünse şehrin dış kenarlarında en yoksullar derme çatma evlerde sefalet dolu bir hayat sürüyorlar. Ve kentsel dönüşüm adıyla yoksulların şehir manzarasını bozan lekeler olduğu düşünüldüğünden, şehirlerin “çöküntü” bölgesi olarak tanımlanan yerler genellikle daha zengin kişilerin yaşadığı yerler haline getirilerek soylulaştırılıyorlar. O yüzden kentsel dönüşüm olgusunu sadece alışıldık “rantsal dönüşüm” kavramı ile karşılamak fazla basit kalır. Onun yerine yoksulluğun değişen portresini ve şehrin yaşadığı değişimi, kentlerin küçük ve insani ölçekte, insanların birbiri ile dayanıştığı, yavaşlığın doğayla akan zaman ritimlerin yaşandığı yerlerden, kimsenin kimseyi tanımadığı, çok katlı binaların yığıntı oluşturduğu, devasa, hızlı ve yenilik denen şeye hummalı bir tutku duyulan, tüketmenin ve üretmenin, parasal akışlarla araçsal akışların hızlandırdığı, doğadan uzak, devasa kaynak tüketen yani doğayı amansızca sömüren ve doğadan tamamen uzaklaşmış, güvenliği sadece polisiye olarak algılayan, insanların 110 M‹MAR VE MÜHEND‹S korku ve tedirginlik içinde yaşadığı, çocuklarının sosyal ve fiziki olarak zehirlendiği, ailelerin parçalandığı, kadınların güvensiz bir tedirginlikle yaşadığı, yoksulla zenginin birbirinden kesin sınırlarla ayrıldığı ve yoksullun zenginin gözünde zerre değerinin olmadığı, yani doğadan ve insanlıktan uzaklaşmış sadece büyük servetlerin döndüğü ve mekânın da onlara göre dönüşen yerler haline gelmesini anlayan bir bakışla ele almak anlamlı olacaktır. Bugün kentini ve geleceğini anlamakta bilim kurgu ve fütürizm hayli elverişli olacaktır kanımca. Çünkü fütüristik şehir kurguları bize kentin geleceği hakkına ipuçları da veriyor. Bu kurgularda kent plastik, cam ve çelik malzemeden oluşan gökdelenlerin oluşturduğu bir yerdir. İnsanlar tamamı ile elektronikleşmiş bir yaşam sürerler, ulaşım ya yeraltındadır, ya da havadan yapılmaktadır. Kentlerin bir cam fanus içinde tasarlandığı da olmuştur. Bu filmlerdeki şehirlerin ezici ögesi binaların büyüklüğüdür, ezici ve güç eksenine oturan bu mimari modern şehirlerdeki egemenlik olgusunu ve sınıfsal bölün- meyi görünürleştirir. Şehirler aşırı kalabalıktır, şehirde güvenlik sorunu vardır. Bazı filmler makine şehir anlayışını yansıtır. Eski yapılar modüler bir biçimde sürekli yenilenir şehir eskidikçe yıkmak yerine eklemeler ile şehir yenilenir. Kentsel Dönüşüm denilen olgunun mantığını yansıtan bu kurgu bir mimari ütopyadır da. Bundan olacak bugünün kenti ile ilgili şehir tarihçileri ve sosyologlar genellikle olumsuz bakışa sahip. MIT Şehircilik Okulu Dekanı William Mitchel Mimarın kenti bundan böyle harç ve tuğla yerine yazılımla inşa edeceğini, kent planlamacısının da sokaklar yerine enformasyon ağlarıyla düşüneceğini ileri sürer. Komşuların yerini siber toplulukların, yüzyüzeliğin yerini arayüzün, kamusal alanın yerini kamusal giriş hakkının ve gayrimenkulün yerini sibermekanın almakta olduğunu söyler. Bu karanlı tabloya nasıl ulaştık. Bunun yanıtı dört sosyal bilimcide gizli sanırım. Paul Vrilio, Lewis Mumford ve James Scott ve Richard Sennet. Ben bu yazıda daha çok Paul Virilio’yu eksene alarak özelleşmiş ulaşı- mın yani otomobilin ve hız kültürünün kenti nasıl dönüştürdüğünü ele alacağım elbette bunu yaparken Mumford ve Sennetten’de destek alacağım. Böylelikle kentsel dönüşüm olgusunun başka bir yüzü ortaya çıkmış olacak. Hücum Modeli Olarak Şehir ve Dromoloji Paul Virilio şehirleri oluşturan şeyin savaş modeli olduğunu söylerken Mumford’un modern bulvarların iç savaşlar ve ayaklanmalar için tasarlandığı tespitini hatırlatır. Yine ona göre Otomobil’de tanktan esinlenmiş bir araçtır. Şehri dönüştüren şey aslında bu bulvar dediğimiz geniş caddelerdir. Bugün bu caddeler otomobillere teslim olmuş durumda. Hareketbilim anlamında kullandığı Dromoloji şehirlerdeki hız anlayışını ve otomobillerin şehirler üzerindeki etkisini gösterir. “Şehir planlarının kesin bir biçimde göstermesine karşın şehir, öncelikle içinden hızlı bir iletişim yolu (nehir, karayolu, sahil şeridi, demiryolu...) geçen bir insani yerleşim yeri olarak algılanmadı; öyle görünüyor ki sokağın bir yerleşim alanından geçen bir yoldan başka bir şey olmadığı unutuldu; hâlbuki kentteki araçların “hız sınırlaması” ile ilgili yasalar, bir yerden bir yere gitmenin, hareket etmenin sürekliliğini ve yalnızca hız yasasına tabi olduğunu bize her gün hatırlatmaktadır. Kent, taşıtların yer değiştirme hızı ile bakışın birleştiği bir menzil, bir yörünge belirten karayolu çizgisinin üzerindeki bir nokta, eski askeri tabya, doruğa giden yol, sınır ya da kıyıdan başka bir şey değildir; uzun zaman önce söylediğim gibi içine yerleşilebilir dolaşım vardır.”1 Onun Dromoloji öğretisine göre; şehirleşme, toplumsallaşma, enformasyon, politik akımlar v.s., hız seviyeleriyle açıklanabilir. Modernleşen ve endüstrileşen dünyada, doğru orantılı olarak hız da artmaktadır. İlerlemeyi, gelişmeyi Virilio savaş teknolojisiyle açıklıyor. Ona göre savaş ve onunla birlikte hızlanan teknoloji “görme biçimimizi endüstrileştirmiş, sinemayı silahlandırmış, dünyayı homojenleştirmiştir, bedenleri proleterleştirmiştir”. Dromoloji şehirleri birer geçip gidilecek mekânlara dönüştürürken mahalleleri de parçalayarak sokağı öldürür. Otoyollar şehri genleştirerek dışarıya doğru büyütürken şehri de mekânsal olarak parçalar. Hatta otoyollar kentsel yaşamda sınıfsal ve mekânsal bölünmeyi de çoğaltır. Bir otoyolun üst kısmı daha varsılların yaşadığı bir yer olurken, alt kısmı daha yoksulların yaşadığı bir yer olur. Tıpkı İstanbul’daki E-5’in hat çizmesi gibi. E-5 altı E-5 üstü kavramları iki farklı kent, iki farklı yaşam biçimini ortaya Otoyollar flehri genlefltirerek d›flar›ya do¤ru büyütürken flehri de mekânsal olarak parçalar. Hatta otoyollar kentsel yaflamda s›n›fsal ve mekânsal bölünmeyi de ço¤alt›r. Bir otoyolun üst k›sm› daha vars›llar›n yaflad›¤› bir yer olurken, alt k›sm› daha yoksullar›n yaflad›¤› bir yer olur. koyar Otomobillerin hızla geçip gittiği yollarda yoksullar iyice görünmezleşirler ve onların kaderi ile kimse ilgilenmez. Hatta bazı kentlerde yoksula mahalleleri otomobiller tarafından görünmesin diye reklam panoları ile kapatılır. Böylece yoksullar kentin dışında da içinde de gözden ve gönülden düşerler. Kent içinde otomobiller ile gelen parlak kent hayatı yoksullar ile varsılları birbirinden iyice ayırır. Otomobilli insanların yaşadığı bir şehir yoksulların oluşturduğu görüntü kirliliğini kaldıramaz. Otoyol, tıpkı Ortaçağ kale kentlerini dışarıdan korumak için açılmış hendekler, düşmanı şaşırtmak ve içeride yaşayanların güvenliğini sağlamak için kullanılan dehlizler ve labirentler gibi, içeridekiyle dışarıdakini ayıran, sınır ve engel koyan “çağdaş” bir teknoloji olarak ortaya çıkar. Şehrin planlı kısmından gettoları ayıran otoyollar ve direnen yaşamlarla karşı karşıya geliriz. Otomobil, modernizmi başlatan en belirgin teknolojik ürün haline gelir özellikle batılı yaşama öykünen kentler için. Onun yarattığı bu asfalt yüzey, kendi teknolojisinin ideolojisini ve bu teknolojiye içkin olan kazalarını üretecektir. Mekân da bu uygarlığın teknolojisi ve ideolojisiyle temellük edilir ve kent bu teknolojik varlığa kurban edilerek uyumlaştırılmış bir yere dönüşür. Otomobilin oluşturduğu kent mekânı taşra, sayfiye, banliyö gibi unsurlara bölünür. Banliyölerin kentin bütününde ayrışması sonucu oluşan özelleşmiş güvenlikli sitelerin ya da iki katlı, bahçe içindeki evlerin parlaklığı gecekondular ile tezat oluşturacaktır. Öte yandan banliyönün varlığı otomobili zorunlu kıldıkça ve otomobil daha çok istenilen bir ulaşım aracına dönüştükçe kentte asfalt tarafından yutulur. Dahası banliyö ile kent sadece geçip gidilen bir yer haline gelir. Hız, şehri de onun insansı sıcaklığını da bir buz kasırgasına dönüştürür. Şehir bir ur gibi şişer, şiştikçe dışa doğru genleşir, genleştikçe de yoksulları kusar, onları birer çöpe, birer atığa dönüştürür. Soylulaştırma ya da kentsel yenilenme dediğimiz olgunun mantığında da bu vardır. MoKASIM-ARALIK 2010 111 MAKALE dern teknolojinin otomobilleri mümkün kılmasıyla birlikte metropol hayatına giren otoyollar, kent ile kent-dışı yani merkez ve kenar arasındaki ayrımı yeniden düzenlemiş, bu ayrıma göre kentte kimlerin oturabileceğini, kimlerin kentin dış mahallerine ya da taşraya doğru dönmesi gerektiğini belirlemiştir. Her kalkınma ve şehir planlamasında kentlerin etrafına yeni otoyollar inşa edilirken, her seferinde otoyolun karşı kıyısına yeni bir gecekondu şehri kurulmuştu ve gecekondularla zengin mahalleleri birbirinden keskin hatlarla ayrışmıştı. Gecekondunun kent hayatı için can sıkıcı ve kurtulunması gereken bir şey halini alması da bu sürecin bir ürünüdür. Böylece şehir yaşanılan değil dolaşılan bir yer olur ki Virilio şehir için “içine yerleşilebilir dolaşım” tabirini kullanacaktır. Yerleşilebilir dolaşım mekânsızlığının mekânı olarak şehrin kente dönüştüğü, evin gökdelenle yer değiştirdiği yeni kent anlayışı da bu şekilde doğacaktır. Sokağın Ölümü Otomobilin şehir hayatına yaptığı en temel kötülüğün onu parçalamak olduğunu ve sokağı yani toplumsallığı öldürmek olduğunu belirtmiştim. Sokaklar caddeler tarafından bölündükçe çocuklar da kent hayatından kopar, eve hapsolan bu hayat biçimi mahalle kavramını, komşuluk ilişkilerini de akamete uğratacaktır. Bir Amerikalı yazar bizim son 15-20 yıldır yaşadığımız bu durumu şöyle anlatır. “Beş yaşlarındayken sokakta oynardım. Araba korkusu yoktu, çünkü sokak bir Oyun Sokağıydı. Bugünün çocuklarına garip gelebilir, ama çocukluk çağımda o Oyun Sokağı benim her şeyimdi. Bizim oyun sokağımız güvenliydi, dilediğimizce koşup zıplıyor, gün doğumundan gün batımına kadar kimse bize karışmadan oynuyorduk. Hem de ne oynamak. Evlerimiz, oynadığımız alanı çepeçevre kuşatıyordu, böylece annelerimiz zaman zaman bize göz atma fırsatı bulabiliyordu. Birimiz bir an bile gözden kaybolsa, 112 M‹MAR VE MÜHEND‹S Otomobilin flehir hayat›na yapt›¤› en temel kötülü¤ün onu parçalamak oldu¤unu ve soka¤› yani toplumsall›¤› öldürmek oldu¤unu belirtmifltim. Sokaklar caddeler taraf›ndan bölündükçe çocuklar da kent hayat›ndan kopar, eve hapsolan bu hayat biçimi mahalle kavram›n›, komfluluk iliflkilerini de akamete u¤ratacakt›r. ortaya çıkması için bir sesleniş yetiyordu. Sahip olduğumuz bu serbestlik, bizde çok küçük yaşlarda bir bağımsızlık duygusunun gelişmesini sağladı. Sonra Sokakta mutlaka yetişkin biri hazır beklerdi; herhangi bir olumsuz duruma müdahale etmek için. O zamanlar herkes herkesle ilgilenir, çocuklara da dikkat ederdi.”2 Otomobiller bu dokuyu parçalayacak sokak yaşayan bir mekândan ölü mekâna dönüşürken sokaklar da tıpkı otobanlar gibi geçip gidilecek yol parçaları haline dönüşecekti. Şehir ölürken bireyciliği ve kayıtsızlığın kenti doğuyor, kent kenarlara doğru banliyöler aracılığı ile genleşirken şehir merkezdi de ıssızlaşıyordu. Bunun sonucu Sennet’in açılma korkusu ve kayıtsızlık dediği şeyin meydana çıkması olacaktır. Banliyöler mekânlaşırken, kent merkezleri de arka da bırakılan gettolar halini alacaktı. Otomobil şehri ve onun canlı kamusal hayatını yok edecekti. Evler ve mahalleler canlı kolektiviteler olarak hayatın kalbinin attığı yerlerdi, oysa otomobilleşerek hızlanan ve hareketlenen kentlerde evler birer oturma fabrikası halini alacaktır. Ev canlı anıların olduğu bir yer değil geceleyin kentin keşmekeşinden kaçılan bir sığınak halini alacaktı. Ama bu evlerin birer kabuk halini almasına da neden olacak, mahalle ve komşuluk kavramları yok olurken 21.yy’ın siber mekânlarının da alt yapısı oluşacaktır. Hareket beraberinde kayıtsızlığı getirince kent merkezleri arkada bırakılan çöküntü alanlarına dönüşecek evler harap görünüm kazanacaktır. İşte yeni kentin planlamacıları gözünde atardamarların tıkanması olarak görülen bu mekânların yeniden hareket kazanarak akışlara elverişli hale gelmesi için yenileşme ya da soylulaştırma gerekecektir. Mahalleler insan sıcağı taşıyan yerler olmaktan çıkacak, emlak bürolarının karlı yatırımlarla konut stokunu yenilediği ve tıkanan ekonomilerin inşaat hareketliliği ile canlanması sağlanacaktır. Kentsel dönüşüm dediğimiz olgu hızdan, açılma korkusundan, otomobillerin istila ettiği kentlerin sokağı ve toplumsal yaşamı öldürmesinden ayrı düşünülemez. Ama daha önemlisi şehrin ölümünü simgeleyen kentin dönüşümsel Megalopolis olarak karşı karakteri ünlü şehir tarihçisi Lewis Mumford’un dediği gibi kaşıt madde gibi kaşıt kentte kentle karşılaştığı zaman onu yok eder. Kentsel dönüşüm kentin yok oluşunun hız ve tüketim tarafından yok edilişinin bir simgesi aslında. 1 Paul Virilio, Hız ve Politika, çev. Meltem Cansever, Metis Yayınları, İstanbul 1998, s.19. 2 Peter Freund, George Martin, Otomobilin Ekolojisi, çev: Gürol Koca, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1999, 7 s:173 Ofisiniz, eviniz kadar rahat LED aydınlatma çözümleriyle çalışma alanlarınız hem çevreci, hem ilham verici! LED sayesinde 2010, ofis aydınlatması tasarımıyla ilgilenen herkes için heyecan verici bir yıl olacak. Geleneksel aydınlatma çözümlerinden yenilikçi LED çözümlerine geçiş, yepyeni bir olanaklar dünyasının kapılarını açtı.Yüksek kaliteli LED aydınlatması, ilham verici ortamlar ve yaratıcı ışık efektleriyle ofisin havasını canlandırma olanağı sağlıyor. Çalışanlara daha iyi hissettirerek verimi artırmasının yanı sıra, LED aydınlatma çözümleri, çevreci alanlar oluşturarak ilham da veriyor. LED devrimi Öncelikle, estetik amaçlı kullanımıyla dikkat çeken LED aydınlatmalarla ilham veren, dinamik ortamlar oluşturuluyordu. Günümüzde, LED teknolojisindeki yenilikler, beyaz LED ışığının sunduğu heyecan verici olanakları ofis ortamına getirmemizi sağlıyor. Çalıșma ortamınızda iyi hissedin Estetik açıdan güzel ve tamamen kontrol edilebilir olan çözümlerimiz, LED aydınlatmasını çok yönlülük açısından yeni seviyelere taşıyor. Bu aydınlatma çözümleriyle çalışma ortamınıza doğal gün ışığı aydınlığını yakalayabilir veya aydınlatmanızı üzerinde çalıştığınız işe göre ayarlayabilirsiniz. Bölmeli ofislere gün ışığını getirebilir veya koridorlardaki güvenliği artırabilirsiniz.Toplantı odasından diğer tüm ofis bölümlerine kadar ışığın getirdiği görsel rahatlığı yaşayabilirsiniz. İlham veren tasarımlar Özellikle ofis uygulamaları için tasarlanmış olan çözümlerimiz, tasarım açısından da oldukça iddialı. DayWave’in zarif hatları ve inişli çıkışlı ışık dalgaları her ofise stil ve şıklık kazandırıyor. DaySign ve DayZone gibi yeni kavramlarla tasarım ve aydınlatma olanakları yeni bir boyut kazanırken,ToBeTouched kontrol sistemleri, ofis içindeki işlevselliği sezgilerin de kontrolüne bırakıyor. Karartma olanakları ve hareket algılama özellikleri LED’leri daha da çekici kılıyor.Tüm ürünlerimiz verimi artıracak özelliklere sahip oldukları için, LED çözümlerimiz ofisinizin çevreci atmosferine de en iyi şekilde ışık tutuyor. Philips farkı Yüz yıldan uzun süredir aydınlatma çözümlerine getirdiğimiz yenilikler, kalite anlayışımız ve deneyimle gelen güvenilirliğimiz bize LED teknolojisinde ulaşılması zor bir yer kazandırdı. Bu nedenle, ofisin her alanındaki aydınlatma ihtiyacınıza orijinal bir çözümle cevap verebiliyoruz. Ofislere yönelik Philips LED aydınlatma çözümleri hakkında daha fazla bilgi almak için lütfen www.philips.com/ledsinoffices adresini ziyaret ediniz. MAKALE Kentsel Dönüşümün En Önemli Gerekçelerinden Biri Olan Fakat Gözardı Edilen Faktör “Korozyon” Betonarme yapıların durabilitesini etkileyen ömrünü kısaltan en önemli faktörlerden biri korozyondur. Yapılan çalışmalarda korozyon tespit edilen binalar kentsel dönüşüm çalışmalarının içerisine alınarak olası depremde oluşacak hasarlar en aza indirgenmelidir. Yoksa deprem bardağı taşıran son damla olacaktır. Prof.Dr. Zeki Çizmecioğlu ( Yıldız Üniversitesi Kimya-Metalurji Fakültesi Öğretim Üyesi) Prof.Dr.Kemalettin YILMAZ (Sakarya Üniversitesi Müh.Fakültesi İnşaat Bölümü Öğretim Üyesi) Abdullah ÇELİK ( Sakarya Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü Doktora Öğrencisi) Özlem AYDIN (Yıldız Üniversitesi Metalurji ve Malzeme Mühendisliği Bölümü Doktora Öğrencisi) etonarme şehir hayatında gerek üst yapılarda gerekse alt yapı tesislerinde vazgeçemediğimiz bir üründür. Bilhassa İstanbul’da barınma amacıyla kullandığımız binaların, tamamına yakını betonarmedir. Gerekli şartlara uygun yapılmadığı veya gerekli tedbirler alınmadığı takdirde Marmara depremiyle de tecrübe edildiği üzere büyük felaketlere yol açmaktadır. İBB ve ODTÜ’nün İstanbul Deprem Master Planı (2003) doğrultusunda İstanbul’un riskli bölgelerinde başlattığı ve 5 yılda tamamlanan 125.000 adet binanın incelemesinde de Betonarme binalarla ilgili koruma ve güçlendirme tedbirlerinin acilen alınması yönünde kanaat oluşmuştur. İBB’den alınan verilerden seçilen 83.871 adet binanın hasar raporlarının matematiksel analizinde[1], Betonarme binaların faydalı ömrünün 50 yıl olduğu da kabul edilirse, korozyonuna karşı yeterli önlemlerin alınmaması sebebiyle, binaların ömrünün yarısında kullanım özelliğini yitirdiği ve binalardaki korozyon hasarının insanlar için tehdit oluşturduğu tespit edilmiştir. Ayrıca İBB’nin ürettiği alt yapı ve kanalizasyon şebekelerinde kullanılan betonarme borular da zararlı çevresel faktörler sebebiyle kendisinden beklenen ömrü tamamlayamadan deforme olmakta, atıksular borulardan dışarı sızarak, çevre kirliliğine sebep olmakta ve yeraltı sularını tehdit etmektedir. Bu yapılan tespitler ve araştırmalar incelelendiğinde görülmüştür ki, betonarme içerisinde en önemli elemanlardan olan donatının korozyonu, betonarme yapılara zarar veren faktörler içinde en son sıralara atılmış, Deprem Master Planında ve Bina incelemelerinde üzerinden üstünkörü olarak geçilmiş, gerek korozyonun varlığının tespiti, seviyesinin ölçülmesi, vereceği zararın belirlenmesi ve gerekse önlenmesine yönelik alınacak tedbirler konusunda ciddi B 114 M‹MAR VE MÜHEND‹S bir çalışma yapılmamıştır. Betonarme yapıların durabilitesini etkileyen ömrünü kısaltan en önemli faktörlerden biri KOROZYON’dur. “İstanbul Deprem Master Planı çerçevesinde yapılan çalışma kapsamında incelenen 1. derece deprem bölgesindeki 125 bin binanın 16 binini Zeytinburnu, 27 binini Fatih, 35 binini Küçükçekmece ve 47 binini Bahçelievler-Bayrampaşa-Güngören ilçelerindeki konut ve işyerleri oluşturdu. Depremin 7,5 büyüklüğünde olması durumunda ağır hasar görecek ve yıkılacak binaların oranı kıyıdaki Zeytinburnu'nda yüzde 57 (8 bin), iç kesimdeki Bayrampaşa-Bahçelievler-Güngören ilçelerinde de yüzde 51 (22 bin 540). Fatih ve Küçükçekmece ilçelerinde bu oran yüzde 30. Fatih'teki 17 bin betonarme binanın 4 bin 700'ünün, Küçükçekmece'de 1. derece deprem bölgesindeki 25 bin betonarme binanın da 8 bin 50'sinin 7,5 büyüklüğünde deprem olması durumunda ağır hasar görmesi veya yıkılması bekleniyor. Depremin 7,2 olması durumunda bu sayılar Zeytinburnu'nda 5 bin 130, BayrampaşaBahçelievler-Güngören ilçelerinde 13 bin 560, Fatih'te 1.710 ve Küçükçekmece'de 3 bin 780 bina'ya geriliyor. Çalışma hedefleri çerçevesinde, İstanbul'da yapılacak güçlendirme çalışmalarının bu binalardan başlaması gerekiyor.” [2] İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kuruluşu olan Bimtaş’ın yaptığı araştırmalarda İstanbul genelindeki binaların hasar durumları incelenmiş, binalarla ilgili toplanan bilgilerle bir veritabanı oluşturulmuş ve bilgiler analiz edilebilecek şekle getirilmiştir. Binalardan alınan verilerdeki korozyon durumunun bölgelere, yaşa, bina yapım kalitesine v.b. göre sınıflandırılması sonucu korozyonun İstanbul genelinde çok ciddi bir tehlike olduğu görülmüştür. İstanbul’un pilot olarak seçilen beş ilçe- sinden (Bayrampaşa, Güngören, Bahçelievler, Fatih, Küçükçekmece) alınan verilerden ayıklama yapılarak korozyon durumu tespit edilen 0 – 60 yaş arası 83.871 adet betonarme bina durum tespiti için incelemelerimize esas kabul edilmiştir. (Şekil 1) Şekil 1’e göre incelenen 83.871 adet binanın 64.949 adedinde korozyon vardır bu oran % 77,5’e karşılık gelmektedir. Kalan 18.922 adet (%22,5) binada ise korozyon yoktur. Grafikte ayrıca İstanbul yapı stokunun da yaşlı olduğu görülmektedir. 20 yaş altı bina sayısı toplam sayının % 38’ini oluşturmaktadır. Yapılan veri analizlerinde dikkat çeken bir husus da şudur: Binaların dış görünüşü, bakımlı olması, korozyonun uzaktan tespiti açısından da önemli bir fikir vermektedir. Dış görünüşü itibarıyla iyi olan binaların yaşlarına göre durumu Şekil 2’de gösterilmiştir. Bu grafikte dış görünüş itibarıyla iyi olan binaların 0 -10 yaş arası yoğun olduğu görülmekte ve bu yapıların korozyondan daha az etkilenmiş olduğu görülmektedir. Bu aynı zamanda, dış cephe kaplamaları, çatısı, drenajı düzgün yapılmamış veya bu konularda tedbir alınmamış binaların korozyondan daha çok etkilendiğinin de bir ispatıdır. Dış görünüşü itibarıyla orta seviyede olan binaların yaşlarına göre durumu Şekil 3’de gösterilmiştir. Dış görünüşü itibarıyla kötü olan binaların yaşlarına göre durumu Şekil 4’de gösterilmiştir. Bu grafik bakımsız binaların neredeyse tamamında korozyon olduğunu göstermektedir. Ayrıca korozyon seviyesinin de belirlendiği (yok / az / orta / çok şeklinde) Bayrampaşa, Güngören ve Bahçelievler ilçelerindeki 0 45 yaş arası 43.783 adet binadan alınan veriler göstermiştir ki, 0 – 8 yaş arası binalarda korozyon oranı oldukça düşük değerde (yok seviyesinde), 8 -12 yaş arası binalarda az seviyede, 12 – 28 yaş arası binalarda orta seviyede, 28 yaş üzeri binalarda korozyon çok yüksek seviyededir. Şekil 5’de görüldüğü gibi binalar 50 yıllık ömrünün yarısında kullanım özelliğini yitirmekte, deprem olmasa bile donatı korozyonuna karşı yeterli önlemlerin alınmaması sebebiyle, binalardaki korozyon hasarı insanlar için tehdit oluşturmaktadır. İstanbulda toplam 900.000 civarı bina olduğu varsayılırsa, Bimtaş’tan alınan verilerden incelemeye esas olarak alınan 83.871 adet binaya ait yukarıda yapılan değerlendirmeler İstanbul için genellendirilebilir. Türkiye’deki korozyon kayıplarının GSMH’nın %4,36’sına eşit olduğu araştırmalar sonucu elde edilmiştir. 2010 yılı başı itibarı ile İstanbul’daki toplam konut sayısı İBB’nin açıkladığı rakamlara göre 2.291.228 adettir. Sayı her geçen gün artmaktadır. Bu konutların ortalama birim maliyeti 50.000 TL olduğu kabul edilirse, İstanbul’daki yapı stoğunun toplam maliyeti 114.561.400.000 TL olmaktadır. Bimtaş’tan alınan verilerden elde edilen sonuçlarla 50 yıl olarak öngörülen bina ömrünün 28 yılda ciddi korozyon hasarları sebebiyle ekonomik olarak sona erdiği anlaşılmıştır. 28 yılda korozyon hasarının yüksek seviyede olduğu bina sayısı 12.597’dir. Korozyon seviyelerinin de detaylı incelendiği bina sayısı 43.783 olduğuna göre % 28,7 oranında korozyondan ciddi etkilenmiş bina vardır. Toplam inşaat maliyetinin %28,7’si 32.879.121.800 TL parasal kayba tekabül etmektedir. Bu ülkemiz için çok ciddi bir ekonomik kayıp ve kaynak israfıdır, aynı zamanda insan hayatını da tehlikeye sokmaktadır, bu yönden bakıldığında da insan hayatı hiçbir maddi ölçüyle değerlendirilemeyecek kadar değerli olduğu göz önüne alınırsa, korozyonla ilgili alınması gereken tedbirlerin önemi daha da iyi anlaşılacaktır. Halbuki alınabilecek önlemlerin bina maliyetlerine oranının %1 - %2’yi geçmeyeceği göz önüne alınırsa bu çalışmanın İstanbul’a ve genellikle ülkemize sağlayacağı ekonomik katkı oldukça önem taşımaktadır. Korozyon seviyesinin yüksek olduğu tespit edilen betonarme binaların da Ağır Hasarlı binalar statüsüne sokularak Kentsel Dönüşüm kapsamına alınması uygundur. Çünkü bu binalar için deprem, bardağı taşıran son damla olacaktır. Korozyonun tespiti, seviyesinin ölçülmesi, alınacak tedbirlerin belirlenmesi için yüksek teknolojiyi kullanarak pratik çözümler üretilmeli ve bunların acilen inşaat yapım yönetmeliklerine girmesi sağlanmalıdır. Şekil 1. İncelenen binaların korozyon durumuna ve yaşlarına göre dağılımı. Şekil 2. Dış görünüş itibarıyla iyi olan binaların korozyon durumuna ve yaşlarına göre dağılımı. Şekil 3. Dış görünüş itibarıyla orta seviyede olan binaların korozyon durumuna ve yaşlarına göre dağılımı Şekil 4. Dış görünüş itibarıyla kötü seviyede olan binaların korozyon durumuna ve yaşlarına göre dağılımı. Şekil 5. Binaların yaşlarına göre korozyon seviyesinin oranları. (1) Bimtaş A.Ş. Bina İncelemeleri Veritabanı (2) Akşam Gazetesi 16 MART 2010, SALI KASIM-ARALIK 2010 115 S‹NEMAVEMÜHEND‹SL‹K TOTAL‹TER ‹fiÇ‹ KENT‹ METROPOL‹S METROPOL‹S MÜHEND‹SL‹⁄‹N VE M‹MARLI⁄IN ET‹KLE VE DO⁄AYLA OLAN TEMASI KESMES‹ HAL‹NDE B‹Z‹ BEKLEYENLER‹ ANLATAN B‹R F‹LM OLARAK ENDÜSTR‹YAL‹ZM‹N, KAP‹TAL‹ZM‹N VE S‹BERNET‹K EKSENL‹ TEKN‹S‹ZM‹N B‹Z‹ NASIL BERBAT B‹R UYGARLI⁄A SÜRÜKLEYECE⁄‹N‹N SENARYOSU VE MAKET KENT ATMOSFER‹ ‹LE BUGÜNÜN KENT YIKICILARINA ADANDI⁄I B‹R GÖRSEL fiÖLEND‹R. BU F‹LM KENTSEL DÖNÜfiÜM TUTKUNLARINA ‹Y‹ B‹R TERS REFERANSTIR. DİLAVER DEMİRAĞ ütopyalar ütopyanın ters yüz edilmiş şeklini ifade eder. Ütopyalar eşitlikçi ve insanların mutlu olduğu, belli başlı sıkıntılardan kurtulduğu bir toplumu tasvir eder. Buna karşılık ters ütopyalar yeryüzünde cennete kurma ya da yaygın bir sol jargonla cenneti yeryüzüne indirme sevdasının yol açtığı ters sonuçlara dikkat çeker. Cennet beklentisi tersine totaliter cehennemlere dönüşmüştür. Bu anlamda Metropolis filmi tam da bir ters ütopyadır. Yukarda aşağıda çalışanların emekleri üzerine bina edilmiş bir mutluluk vardır. Aşağıda ise mekanik bir cehennem. Fütüristik bir distopya ortamında geçen film, sık rastlanan bir bilimkurgu temasını anlatır: kapitalist bir düzende işçiler ile işverenler arasında yaşanan sosyal krizi anlatmaktadır. Alman dışavurumcu sinema akımının bir örneği olan film aslında ekspresyonist olarak başlayıp daha ılımlı bir şekilde biter. Sürekli tekrarlanan "üreten eller ile planlayan beyin arasındaki aracı kalp olmalıdır" cümlesi Almanlara o dönemde korporatizmin ne kadar yakın göründüğünü anlatmaktadır. Film Naziler Ü 116 M‹MAR VE MÜHEND‹S tarafından da oldukça beğenilmiş özellikle de "arabulucu" simgesi halkın farklı kesimleri arasında dengeyi sağlayacak olan devlet ile özdeşleştirilmiştir. Filme geleceği görebilme denemesi olarak da bakılabilir. Zira film 2020 yılındaki Metropolis kentinde geçer. Bu yönüyle de ileriyi en iyi gören filmlerin atasıdır denilebilir rahatlıkla. İşçilerin robot şeklinde yürüme sahnesi gerçekten harika bir sahnedir. Yine filmde bilgisayara benzer bir şekilde kullanılan monitörler vardır. Çekilme aşaması düşünüldüğünde de hayrete düşmemek elde değil. 50 bine yakın figüran kullanılmış. Film tam tamına bir yılda çekilmiş ve çekimlerde kullanılan film bakımından da en uzun filmlerden birisi. Film sonrasında birçok filmi öyle ya da böyle etkilemiştir. Metropolis şehrinin karanlık atmosferi alt kısımda da üst kısımda da hâkim. Bu büyük ayrışma işçilerin büyük bir yeis içerisinde adeta bir mumya gibi yaşaması, elit kesimin ise eğlence ve rahat bir yaşama sahip olmasıyla hissediliyor. Esas oğlanımızın gördükleri merak ve güzelliği tekrar görme isteği rahatlığını bastırıyor. Yeni ve bambaşka bir dünyaya kapısını aralıyor ve olaylar gelişiyor. Film endüstriyel kapitalizmin bir eleştirisini içeriyor olsa da daha derinde modern endüstri toplumunun romantik bir eleştirisidir. Filmde sürekli akıl ile eller arasında bir bağlantı gerekir o da kalptir denmesi ve filmde işçilere insanca bir hayat vaden kişinin kadın olması daha derin yorum yapılırsa modern rasyonalizmin ataerkil bir nitelik taşıdığı buna karşılık aklın soğuk duygusuz kalpsiz dünyasına karşı duyguların sıcak ve kalbi bir dünya sunması anaç bir rol yüklenen kadında simgeleştirilmesi olarak da okunabilir. Makinalara dönük eleştiri, endüstriyel toplumun çalışmayı yücelten emek değer teorisi, ama daha önemlisi işlerin otomasyona bağlanarak işçilerden özgürleşme yolundaki sanayi sonrası toplumu da öngörmesi bakımından Fitiz Lang sağlam bir endüstriyalizm eleştirisi yapıyor. Film temelde bir sanayi toplumu ve onun ideolojisi sayılacak modernitenin romantik denecek bir eleştirisini içeriyor, sanayi toplumunu ve kapitalizmi eleştirmekle birlikte sınıf F‹LM‹N KÜNYES‹ Yapım Yılı: 1927 Süre: 153dk Oyuncular: Alfred Abel Gustav Fröhlich Brigitte Helm Yönetmen Fritz Lang Senarist Fritz Lang Theo von Harbou Roman Theo von Harbou Müzik: Gottfried Huppertz Yapımcı: Giorgio Moroder Erich Pommer Metropolis mücadelesi ve devrim yerine sermaye sınıfı ile işçi sınıfı arasında insanca yaşam ve çalışma koşullarına ilişkin bir anlaşmayı öngörmesi ile de sosyalist düşünceden farklılaşır. Sanayi toplumu bağlamında sınıfsal çelişkileri ele almasının yanında teknoloji eleştirisi, uniformik yani bir örnek toplum tasavvuru ile de Frankfurt Okulu’nun öncüsü denebilir. Ancak Lang’ın metropolisi asıl futuristik mimarisi ve karanlık atmosferli kent yapısı ile mimari ters ütopyaların ve bilim kurgu eleştirinin öncüsü olmuştur. Bir anlamda oluşturduğu kent kimliği ile bilim kurgu filmlerindeki geleceğin kenti kurgusuna esin sağlamıştır. Karanlık Tekno Kent Metropolis Bir mimar olan Lang, filminde mimariyi çok güçlü bir çerçeve, setten öte bir evren biçimlendirmesi olarak kullanmış, modern uluslararası ve yeni moda olan ArtDeco akımının etkisinde ütopik bir kent yaratmıştı. Birçok anlamda filmin başrölünde şehir vardı. “Metropolis”, bir yandan zevkin site bahçesini, diğer yandan faşist bir kenti ifade eder. Mekanik endüstriyel uygarlığın bir zaferi şeklinde görülebilecek olan “Metropolis”in rasyonel mimarisi, armonik simetri ve geometrik düzenlenişi garı-insani olarak ortaya çıkmıştı. Filmin, bilimsel ölçütlerle çalışılması ve kitlelerin “düzen” içinde hizaya dizilmesi, kitlelerin kontrol altında tutulmasını amaçlayan Hausmann’cı politik şehircilikten, Nazizm ve bütün totaliter rejimlere değin sahiplenilmiş bir anlayıştır. Belki de “Metropolis”, Aydınlanma rasyonalizminin Almanya’daki “araçsal”laştırılmasının filmsel bir sonucudur. “Metropolis”te insan soyu; bilim, teknik, endüstri ve kapital arasında ezilmiştir. 19.yüzyıl kentleri katı kurallı planların ve kuralların önerdiği mekânları ve yaşamları kurgulamıştır. Metropolis filmi bu katı düzenin zorbalığını ve otoriter tavrını yansıtmaktadır. Metropolis filminde saldırganlık, şiddet davranışları, derin kolektif korkuların kültürünü işlemektedir. Fritz Lang filminde ileri sanayi toplumunun bireyselliğini yitirerek otomatikleşen insan olgusunu “Robot Maria” üzerinden dışavurumcu bir şekilde ele almıştır. Otomatlaşmış insanlardan oluşmuş Metropo- lis’de kargaşa, çekişme ve doğal felaketlere rastlanmaktadır. Lang filminde yapısal olanakları zorlayan yüksek gökdelenleri, hava taşıtları, yüksekte seyreden otoyolları ile her türlü ihtiyacı yeraltında çalışan işçiler ve makinalarla karşılanan fütüristik bir metropol yaşantısı sunmaktadır Her ne kadar Metropolis için hazırlanan senaryo, Lang’ın Amerika ziyaretinden önce tamamlanmış olsa da, Manhattan’ın gece görselliği yönetmenin “gelecek kent”inin görselliğine ilham kaynağı olmuş ve onu pekiştirmişe benziyor. Örneğin New York’un kanyon-vari caddelerinden etkilenen Lang, şehrin dar sokaklar boyunca dizilen gökdelenlerle dolu dokusunu Metropolis’te de kullanıyor. Tek bir farkla: Müthiş abartılı ve çok daha karmaşık bir ölçekte! Kent şehir tarihçisi Lewis Mumford’un Paleoteknikkent ya da kömür kent ile kent karşıtı bir ters ütopya olan Megalopolisi’nin karışımdır. Öte yandan Metropolis’te kentin farklı seviyelerinde devam eden, yapıların kimi zaman üstünden bazen de yer altından geçen ulaşım sistemi, anlatılan geleceğin amaçlanmış kaosunu kentsel ölçekte daha da dramatik şekilde vurguluyor. Almanya’da Deutscher Werkbund ve İtalya’daki Fütüristler ile bu akımlara paralel mimari düşüncelere sahip mimarlar makineleşmeyi tarihin ilerlemesi için gerekli bir araç olarak görüyordu. Bununla bağlantılı olarak da kenti bir oturma makinesi olarak tasarlıyorlar, mimaride geometrik çizgileri merkeze alıyorlardı. Antonio Sant’Elia Citta Nuova ‘da (yeni Kent) gökdelenler, metrolar, asansörler, farklı boyuttaki trafik şeritleri gibi ilginç ve yeni fikirler kullanmıştır ve konuyla ilgili olarak “Modern kentlerimizi muazzam bir tershane gibi yaratıp yeniden inşa etmeliyiz. Her yer hareketli ve dinamik, modern binalar ise dev bir makine gibi olmalıdır.” diyordu. Metropolis de bu anlayışı yansıtır. Gökdelenler, yer altı hatları, uçan makineler, kent adeta bir makineyi andırır. Kısacası Metropolis mühendisliğin ve mimarlığın etikle ve doğayla olan teması kesmesi halinde bizi bekleyenleri anlatan bir film olarak endüstriyalizmin, kapitalizmin ve sibernetik eksenli teknisizmin bizi nasıl berbat bir uygarlığa sürükleyeceğinin senaryosu ve maket kent atmosferi ile bugünün kent yıkıcılarına adandığı bir görsel şölendir. Bu film kentsel dönüşüm tutkunlarına iyi bir ters referanstır. Yani insanın dışarıda bırakan bir kentsel dönüşümün kent değil karşı kent doğuracağının bilim kurgusal bir anlatımıdır. EYLÜL-EK‹M 2010 117 K‹TAPLIK KENTSEL YEN‹LEME Dili: Türkçe Yazarı: PELİN PINAR ÖZDEN Yayınevi : İMGE Ülkemizde 2000 yılı sonrasında yaşanan gelişmeler, her alanda olduğu gibi “kentsel yenileme” ve dönüşüm konularında da etkisini gösteriyor. Yerel yönetim reformu ve imar mevzuatı kapsamında gerçekleşen tüm yasal düzenlemelerin odağında kentsel yenileme ve dönüşüm yer alıyor. Kentlerimiz, bu bağlamda, farklı sektörlerin işbirliğiyle hızlı bir değişim süreci yaşıyor; mekân hızla tüketiliyor ve aynı hızla yeniden üretiliyor. Artık kentsel mekânı biçimlendiren ve paylaştıran yeni ilkeler, politikalar, değişen güç dengeleri söz konusu.Kentsel Yenileme: Yasal-Yönetsel Boyut, Planlama ve Uygulama, ülkemizde son yılların en güncel tartışma konuları arasındaki “kentsel yenileme” kavramını dönemlere ayırarak kuramsal boyutlarıyla ele almayı, ardından yasal ve yönetsel yönleriyle tartışmayı, son olarak da uygulama alanını, uzun yıllardan beri bu deneyimi paylaşan Batılı ülkelerden ve Türkiye’den örnekler vererek somutlaştırmayı amaçlıyor. Pelin Pınar Özden, konuya ilişkin ilkesel, yasal, yönetsel ve uygulamaya dönük öneriler getirerek, alandaki temel tartışmaları geniş bir perspektifte buluşturuyor, derinlikli sorgulamalarıyla analizini güçlü kılıyor.(Arka kapaktan)466 sayfa, 195 mm x 135 mm 118 M‹MAR VE MÜHEND‹S TÜRK‹YEDE ARSA DÜZENLEMELER‹ VE KENTSEL DÖNÜfiÜM Kategori / Konu : Mimarlık / Şehircilik ve Çevre Dili: Türkçe Yazarı: NİHAT ENVER ÜLGER Yayınevi : NOBEL Her şeyin hızla tüketildiği günümüzde Kentsel Dönüşüm kavramı; yasal, teknik ve duygusal altyapısı hazırlanmadan, kimi yerel yöneticiler ve akademik çevrelerce gösteri aracı haline getirilmiştir. Daha çok dış kaynaklı uygulama örnek ve kavramlarla anlatılmaya ve anlamaya çalışılmış ülkemiz gerçeğinden koparılmış, seçmece (eklektik) bir yaklaşım sergilenmiştir. Bu durum da halk arasında kentsel dönüşüm kavramına kuşku ile bakılmasına neden olmuştur. Oysa kentsel dönüşüm, kötü yapılaşmış ve risk altındaki kentlerimizin kurtuluşunun en önemli aracıdır. Uzun yılların deneyim ve birikimlerine dayalı hazırlanan bu kitap; umarız imar planları ile uğraşanlar ve konu üzerine sözü olanlar için tartışılmaya değer bir kaynak olabilecektir. AKADEM‹K ARAfiTIRMALAR DERG‹S‹ 1999 yılında yayın hayatına başlayan Akademik Araştırmalar Dergisi (AAD), Sosyal Bilimlerin hak ettiği ilgiyi göremediği ülkemizde, bu sahada çalışan ve günden güne büyüyen bir kitleye hitap ediyor. Sosyal Bilimlerin her branşını içine Akademik Araştırmalar Dergisi, akademik kriterleri şaşmaz bir kesinlikle riayet eden ender yayınlardan. Üç aylık sürelerle hakemli olarak yayımlanan AAD, Sosyal Bilimler sahasında özellikle Avrasya coğrafyasında uluslararası düzeyde yapılan bilimsel çalışmaları izleyerek, bunları ilgili bilim adamlarına, uzmanlara ve ilgili kamu oyuna duyurmayı amaçlıyor. Alanında uzman akademisyenlerden oluşan tecrübeli bir hakem kadrosuna sahip olan dergi, yayınladığı özgün ve kaliteli makalelerle toplumsal bilince ve akademik çalışmalara katkı sağlarken, diğer yandan da Türk akademisyenlere çalışmalarını kamuoyuyla paylaşabilmeleri için bağımsız ve güvenilir bir platform teşkil ediyor. Akademik Araştırmalar Dergisi’ni, ülkemizin çeşitli özel üniversiteleri, birçok devlet üniversitesi ve Türkiye genelindeki kütüphanelerden oluşan geniş bir kitle takip ediyor. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başşehri olması münasebetiyle, 2010 yılının son sayısını “Tarihte ve Günümüzde Medeniyet Şehri İstanbul” konusunu bütün yönleriyle ele alan kapsamlı özel bir sayı çıkardı Uluslararası akademik camianın seçkin ilim adamlarının değerli katkıları ve yayın kurulunun danışmanlığı neticesinde belirlenen İstanbul’un farklı yönlerini ele alan ilmi makaleler bu özel sayının muhtevasını teşkil ediyor. Yürüttüğü çalışmalar ve hitap ettiği geniş kitleler sayesinde ülkemizin değer üreten oluşumları arasında yer alan Akademik Araştırmalar Dergisi, umuyoruz ki ortak bilince ve çok yönlü bir yorum kabiliyetine ihtiyaç toplumun gereksinimlerine bir nebze de olsa cevap olacak, ele aldığı konulara yeni boyutlar kazandıracaktır. Ç‹ZG‹YORUM Yakup Güler