İndir
Transkript
İndir
ÇUKUROVAS ANAT Aylık Fikir Sanat Edebiyat Dergisi Yıl:1 Sayı:4 Nisan 2010 ÇukurovaSanat’tan... “Yıl:1 Sayı:4 Nisan 2010” künyedeki bu satır aradan 4 ay’ın geçtiğini söylüyor. Belki bazılarınıza uzun bir zaman olmayabilir. Ama çocuğun doğduktan sonraki gelişmesini takip eden ana-babaya sorun bakalım aradan geçen bir ayı iki ayı... Bu zaman zarfında aldığımız tepkiler hep olumlu ve cesaret verici... Teknik anlamda eksikliklerimiz “zamanla düzelir” sözleriyle, nezaketle söylendi. Tabii biz anlayacağımız anladık ve her seferinde bir şeyleri daha iyi yapmaya gayret ettik. Ama diğer tarafta bu dergiyi çıkarmaktaki amacımızı ortaya koyduğumuzda aldığımız tepkiler daha bir cesaretlendirici ve daha bir gurur verici oluyordu. Yapmaya çalıştığımız, tabir yerindeyse “Anadolu dergiciliği” değildi. İki üç arkadaşın bir araya gelerek edebi duygularını tatmin etmek için çıkardığı ve “nereye kadar giderse gitsin” gibi bir hedefimiz de yoktu. Biz başka şeylerin peşinden geldik buralara. Bizim kaygımız farklı, bizim kavgamız farklı... Mensubu bulunmaktan şeref duyduğumuz bu Yüce Millet zor günlerden geçiyor. Hem üzerinde yaşadığımız topraklarda, hem de yüreğimizde yaşattığımız topraklarda. Bunun bilincinde olmak, bunun acısını ve kaygısını duymak bile insanın harekete geçmesi için bir sebep. Milletimize, davamıza, ülkümüze ve ülkemize hizmet etmekten başka bir gayemiz yok. Sahip olduğu kültürden ve yücelikten haberi olmadan yaşayan insanlarımıza bir şeylerin kaygısını çektirmekti amacımız. Çoğumuzun içinde bulunduğu durum şu; “bir gecekonduda oturuyoruz, elektrik yok, su yok, yarı aç yarı tok... Gecekondunun temelinde hazine saklı... Zahmet edip yıkılan yerleri tamire kalksak bu hazineyi bulup refaha ereceğiz” ama nerede...İşte biz bu hazineyi ortaya çıkarmaya kararlıyız. Türklüğe, Türk Milletine hizmet etmenin yolunun, öncelikle meseleleri gerçekçi ve ön yargısız bir düşünceyle tespit etmek olduğunu biliyoruz. Şunu da çok iyi biliyoruz ki; Türklüğün meselelerine eğilen her insan samimi, dikkatli ve cesur olmak zorundadır. Olaylara samimiyetle ve bilerek bakmasını bilmeyen, olaylardan ibret alamaz. İbret almak için ise, korkusuz olmak gerekir; zira “korku insanı musibetten kurtarmaz daha beterine düşürür. Çok şükür Türk’ün, Türklüğün içinde bulunduğu durumdan rahatsız olan, bir şeylerin yapılması gerektiğini düşünen insanımız çok. Bunların samimi olduklarını da çok iyi bilenlerdeniz. Ama ne hikmetse herkes kendi kulvarında elinden geldiğince, gücünün yettiğince mücadele veriyor. “... Kalede yatmış idim Top attılar oyanmadım,” diyen hocalarımız vardı. 1970’li yıllardan beri kalemiyle, çizgileriyle bu davaya gönül verenlerin gönüllerini süsleyen. Kendimizi anlattık, hedefimizi anlattık, yapmak istediklerimizi anlattık. “Gözümüz Tanrı Dağı’nın doruklarında, önümüzde koskoca Türk Dünyasının haritası, yüreğimizde onların muhabbeti, dilimizde onların türküleri “ dedik. İkna oldular. Amacımızın “Yükselmek için değil yükseltmek için...” mücadele etmek olduğunu anladılar. Ve nihayetinde; “Söz ile söhbet ile oyattılar... Saz ile avaz ile oyatdılar “ diye sözlerini tamamladılar. Eğer davanız kutsal ve hedefiniz büyükse siz, devlerle er meydanına çıkacaksınız demektir. O zaman sizin de saflarınızda DEV’lerin olması gerekir. Biz bir bir uyandırmaya başladık Türklüğün Dev’lerini, Ülkünün Dev’lerini... Ve diyoruz ki; “Bir olalım, İri olalım, Diri olalım” Yapacağımız tek şey; “DAMARLARIMIZDAKİ ASİL KAN”ın beynimizde çaktırdığı şimşekle aydınlanacak yolda yürümek. Yapacağımız tek şey; en çaresiz zamanlarda bile “MUCİZELER YARATAN BİR IRK”ın mensubu olduğumuzu hatırlamak. Her gün güneş doğuyor ve batıyor, gezegenler hareketlerine devam ediyor; o halde GÖK ÇÖKMEDİ. Her gün yeni bir güne uyanıyoruz. Ayaklarımız yere basıyor. Günlük meşgale içinde mücadele ediyoruz, demek ki; YER (de) YARILMADI. Hal böyle olunca İLİMİZİ VE TÖREMİZİ bozmaya yeltenenlere verecek bir cevabımız da vardır mutlaka. Saygılarımızla... Abdullah Beyceoğlu ÇukurovaSanat Aylık Fikir Sanat Edebiyat Dergisi İmtiyaz Sahibi Abdullah BEYCEOĞLU Yazı İşleri Müdürü Ömer Faruk BEYCEOĞLU Genel Koordinatör Yrd.Doç.Dr.Ahmet Ali ARSLAN (GARİPKAFKASLI) Hukuk Danışmanı Av. Ahmet AHİOĞLU Av. İsmail ARISOY Danışma Kurulu Prof.Dr.E.Semih YALÇIN Prof. Dr. Mustafa ARGUNŞAH Prof. Dr. Erman ARTUN Prof. Dr. Vahit TÜRK Doç. Dr. Şener DEMİREL Doç.Dr. İsmail DOĞAN Yrd. Doç. Dr. Ahmet Ender GÖKDEMİR Yrd.Doç.Dr.Şener ŞENEL Yayın Kurulu Feridun YILDIZ B. Kemal GÜRSOY Tarık KILIÇARSLAN F. Kaya KUZUCU Şükrü ALNIAÇIK İsmail KANDEMİR Fazıl ÇETİNER Emete GÖZÜGÜZELLİ Mehmet Ali ARSLAN İletişim P.K 1077 Cemalpaşa/ADANA omerfarukbeyceoglu@hotmail.com 0 539 332 58 79 www.cukurovasanatdergisi.com Baskı/Cilt Kuşak Ofset Himaye-i Etfal Sokak Yıldırım Han No.11-1,2,3 Tlf:(0212)527 41 03 Cağaloğlu-İSTANBUL Kapak Deseni: Garipkafkaslı-(Nihal ATSIZ) Yıl : 1 Sayı : 5 Mayıs 2010 İÇİNDEKİLER 3 ÇukurovaSanat‘tan 6 Türk’üm Almas YILDIRIM 7 Sitem Dilaver CEBECİ 8 Türk Gençliğine Hüseyin Nihal ATSIZ 11 Sesinden Vurulmuş Turnam... Dr. Ahmet Ali ARSLAN 16 Destan Arif Nihat ASYA 17 Türk ve Müslüman Olmak Yrd.Doç.Dr. Ahmet Ender GÖKDEMİR 18 Memleket... Tarık KILIÇARSLAN 19 Tanrı Dağına Kar Yağıyor Bu Gece Ahmet Ali ARSLAN ÇUKUROVA SANAT YAZI AİLESİ Prof. Dr. Fikret Türkmen Prof. Dr. Ahmet B. Ercilasun Prof. Dr. Osman Fikri Sertkaya Prof. Dr. Abdulhaluk Çay Prof. Dr. Özkul Çobanoğlu Prof. Dr. Ali Çelik Prof. Dr. Reşat Genç Prof. Dr. Kazım Yaşar Kopraman Prof. Dr. Umay Günay Prof. Dr. Taciser Onuk Prof. Dr. Gürol Banger Prof. Dr. Şerif Aktaş Prof. Dr. Sevim Piliçkova - Makedonya Prof. Dr. Mirfatih Zekiyev – Tataristan RF Prof. Dr. Ahmet Süleymanov – Başkurtistan RF Prof. Dr. Nikolay Yegerov – Çuvaşistan RF Prof. Dr. Kurbandurdu Geldiyev - Türkmenistan Prof. Dr. Elmira Adilbekova – Kazakistan Prof. Dr. Süleyman Kayıpov - Kırgızistan Prof. Dr. Abduldacan Akmataliyev - Kırgızistan Prof. Dr. Kamil V. Nerimanoğlu – Azerbaycan Prof. Dr. Mezahir Avşar Prof. Dr. Ahmet Nahmedov Prof. Dr. Vagif Sultanlı - Azerbaycan Prof Dr. Nazım Hikmet Polat Prof. Dr. Huang Zhong Xiang – Çin Doç. Dr. Makbule Muharremova Doç. Dr. Naci Önal Doç. Dr. Mustafa Arslan Doç. Dr. Turgut Tok Doç. Dr. Zübeyde Bigtafirova – Tataristan RF Doç. Dr. Rafel Muhammeddin – Tataristan RF Doç. Dr. Yuhsa Zhanna – Saha Sire RF Yrd. Doç. Dr. Burhan Kaçar Yrd. Doç. Dr. Minara Aliyeva Esen Yrd. Doç. Dr. İlyas Yazar Yrd. Doç. Dr. Mehmet Yardımcı Yrd. Doç. Dr. Ömer İnce Dr. Ahmed Sami El Aydy – Mısır Dr. Mehmet Karaaslan Dr. Yaşar Kalafat Dr. Bayram Durbilmez Mehmet M. Bayat – Bağdad Abone Şartları: (Yıllık) Yurt İçi : 60 TL Yurt Dışı : 90 TL Abonelik işlemleri için: “Ömer Faruk Beyceoğlu” adına açılmış bulunan Posta Çeki Hesabı: 6090548 veya 21 “Şeb’i Yelda”dan A. Yağmur TUNALI 22 Tanrı Türk’ü Korusun Bahtiyar VAHAPZADE 23 1944 Türkçülük Olayları İkbal VURUCU 28 Dileğim Mustafa ASLAN 29 Gızıl Alma Fazıl ÇETİNER 30 Salgurlu’dan Günümüze Halaç Türkleri ve Halk İnanışları Dr. Ahmet Ali ARSLAN - Dr. Yaşar KALAFAT 37 El Etti Türkler’e Mustafa KAYABEK 38 Firuze Düşlü Şehir Sevim ÇAKICI 39 Özde Biriz Çünkü... Emine IŞINSU 40 Gözlerimden Uçan Ak Kayık Aşım CAKIPBEKOV 46 Bizimdir Oğuz Ş. DUMAN Ziraat Bankası: TL Hesabı - TR110001001727434429055001 Euro Hesabı - TR890001000013434429055004’na abone bedeli yatırılarak e-mail ile adres bilgileri gönderildiği takdirde dergileriniz gönderilecektir. BALTANIN SAPI BİZDEN Garipkafkaslı Azerbaycan, Rusları topraklarından atmak ve tarihi işkâl hareketine ebediyen son koymak istiyor ve gecesini gündüzüne katıyordu. O zamanlar, Washington’daydım ve Türkiye’nin önde gelen günlük gazetelerinden birinin Amerika temsilcisi ve Washington’da Büro Şefiydim. Bakü’de 20 Ocak Rus işgalinden sonra yaralar sarılmağa çalışılıyor ve halk Milliyetçi bir cephede toplanmağa ve bir yumruk olmağa çağrılıyordu. Elçibey ümitsizdi. Çok şey biliyor, fakat az şey söylüyordu. Rus Tanklarının Azerbaycan’ın başkenti Bakü’yü işgâl harekâtının üzerinden bir yıl geçmişti. O tarihlerde Rus yanlısı “kukla” bir hükümet baştaydı ve 20 Ocak işgalinin yıl dönümünden önce Bakü’deki Batılı gazetecileri ve basın yayın ajanslarını ülkeden sınır dışı etmişti. Onlar sınır dışı edilmekte olsun ben Waşington-Moskova-Bakü yoluyla Azerbaycan’a girdim. Hayatımda unutamayacağım mükemmellikte bir anma merasimlerine şahit oldum Bakü’de. Elçibey en önde yürüyor ve arkasında Azerbaycan’ın gerçek aydınları, başta Bahtiyar Vahapzade olmak üzere kol kola girmiş vakur bir yüz ifadesiyle yürüyorlardı. Rus’un tankına karşı, yüreklere kilitlenmiş Türk ateşiyle, “Odlar Yurdu” Azerbaycan’ın başkentinde halka örnek bir hareket sunuyorlardı. Elçibey ve arkadaşlarının başlarının üzerindeki pankarta Azerbaycan Türkçesiyle yazılmış veciz bir cümle dikkatimi çekti. Bu sözü ölümsüzleştirmek için birkaç defa fotoğraf makinemin deklanşörüne bastım. “İçimizde hainler olmasa, düşmen bize dav gele bilmez!”. İnsanı, iliklerine kadar titreten ve sarsan bir cümle. Doğru mu anladım acaba. Yanımdaki dostuma, bilim adamı Prof. Dr. Firidun Celilov’a Anadolu Türkçesiyle tekrar ettim: “İçimizden hainler çıkmasa, düşman bize galip gelemez!” Sonra, Elçibey’le bir araya geldik. Akşam yemeğinde beni yanına oturtturdu. Defterime not etmiştim, defterimi çıkardım ve Elçibey’e bu sözün ne manaya geldiğini sordum. Ders alınması gereken bir sözdü. Çünkü yürüyüş boyunca bu pankarttan başka pankart ve söz taşınmamıştı. Elçibey elindeki çatal-bıçağı masaya koydu. Suyundan bir yudum içti. “Vakti zamanın birinde,” diye sözüne başladı. “Vakti zamanın birinde, Azerbaycan’ın kuzeyindeki meşeliklerden birinde yaşlı bir ağaç iç çekerek, aşağıdan yukarıya doğru kendilerine doğru tırmanan bir balta görür. Büyük bir telaş ve korkuyla; — Eyvah! Bize doğru gelen şu baltayı görüyor musun oğul?, diye yanındaki yaş ağaca mırıldanır. Genç ağaç, oralı değildir. Büyük bir cesaret ve güvenle sağa-sola sallanarak; — Ey kart ağaç! Senin saçın gibi, aklın da ağarmış. Bir yol dön sağına bak… Bir de soluna bak. Bu ormanda 10 milyon ağacız biz. El kadar bir demir bize ne yapabilir? Sende hiç akıl, izan yok mu? — Var… Var oğul! Ben o bir el büyüklüğündeki demir baltadan korkmuyorum, onun sapı olmazsa o bizi kesemez. Maalesef, o gördüğün baltanın sapı bizden! Beni endişelendiren ve korkutan ger- çek budur oğul! Desen: Garipkafkaslı, 2003 6 UYUYANLARA AĞIT Galip Erdem Derin bir uyku içindesiniz. Rahatsınız, huzurlusunuz, memnunsunuz! Olup bitenleri görememenin, uyandırılacağınızı düşünememenin keyfini sürüyorsunuz. Saadetinizin hep böyle devam etmesini, hiç uyandırılmamanızı isterdim. Fakat maalesef bir gün gelecek, siz de uyandırılacaksınız. Yazık ki o zaman, “Artık çok geç olacak!” Bir daha uyumak şöyle dursun yatak bile bulamayacaksınız. Ve o vakit, sizin hesabınıza üzülmek yine bize düşecek. Biliyorum: Düşünmeyi sevmiyorsunuz. Düşünürseniz rahatınızın kaçacağından korkuyorsunuz. “Yuvanızın temeline dinamit koymak istiyorlar.” diyoruz, aldırmıyorsunuz. Sözümüze kulak verirseniz, tedbir almak gerekeceğini anlıyor, zahmete girmek istemiyorsunuz. Bir tek endişeniz var: Gününüzü gün etmek, dilediğiniz gibi yaşamak. Mücadeleden ürküyorsunuz. Öylesine ürküyorsunuz ki, sizin için yapılan mücadelelerle ilginiz olmadığını göstermek ihtiyacını duyuyorsunuz. Memleketin bin bir davası var. Nizamımızı yıkmak isteyen düşman kuvvetleri sayılamayacak kadar çok. Diken üzerindesiniz. Fakat dikenli bir yolda ayağınızı yaralamadan yürümenin mümkün olmayacağını unutuyorsunuz. Tehlikeyi görünce, korkulu bir rüya görmüşçesine, sırtınızı dönüyor, yeni ve eskisinden daha derin bir uykuya dalıyorsunuz. Canınıza kastedenler, her geçen gün yatağınıza daha fazla yaklaşıyor, koruma imkanlarınızı gittikçe azaltıyorlar. Hiçbir feryat sizi uyandırmıyor, tehlikeyi anlamanızı temin etmiyor. Yaklaşan düşmanın ara sıra yumruğunu yiyor, hassas bir yerinize iğne batırılmış gibi şöyle bir sıçrıyor, şaşkın şaşkın bakıyor ve sonra da sayın başınızı yastığa gömüyorsunuz. Kurtuluş ümitlerine veda etmeden uyanmanızı istiyoruz. İyi niyetimize akıl erdiremiyor, gayretlerimize yabancı kalıyorsunuz. Hatta biz olmasak daha rahat uyuyacağınızı sandığınız, bu yüzden bize düşman kesildiğiniz bile oluyor. Yine de baş ucunuzda davul çalmaktan vazgeçmeyeceğiz. Gözünüzün açılması için ne mümkünse yapacağız. Gafletten sıyrılmaya, biraz da sizin çalışmanızı bekliyorsak, acaba haksızlık mı ediyoruz? 7 Desen : Atanas Karaçoban KAHRAMANLIK Hüseyin Nihal Atsız Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir, Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmemektir. Ölmezliği düşünmek boşuna bir emektir Kahramanlık: Saldırıp bir daha dönmemektir. Sızlasa da gönüller düşenlerin yasından Koşar adım gitmeli onların arkasından. Kahramanlık: İçerek acı ölüm tasından İleriye atılmak ve sonra dönmemektir. Yırtıcılar az yaşar… Uzun sürmez doğanlık… Her ışığın ardında gizlidir bir karanlık; Adsız sansız olsa da, en büyük kahramanlık: Göz kırpmadan saldırıp bir daha dönmemektir. Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir, Ne de güneşler gibi parlayıp sönmemektir. Bunun için ölüme bir atılış gerektir. Atıldıktan sonra da bir daha dönmemektir. İstanbul - 1933 8 MERHAMETSİZ ZAMANIN YİĞİT EVLADI Prof. Dr. Kulbek Ergöbek* Değerli Dost! Benden Beysembay Kenjebayoğlu hakkında düşüncelerimi yazmamı istedin. Benim için bundan daha büyük bir şeref yoktur. Benim elime ilk defa kalemi tutuşturan, hayatının son on yılını bir evde baba-oğul gibi yaşadığımız büyük insanın ömrünü kaleme almaktan daha büyük şeref ne olabilir ki? Ancak, bu büyük insanın hayatı ile cesaretinin hangi tarafından başlayacağımı bilemiyorum. Hayatı mı? Onun ömrü eziyet doludur. O insanın kendi özel hayatı olmadı. Tüm ömrünü Kazak halkına ve Kazak halkının edebiyat tarihine adadı. Onun hayatı tamamen cesaretten ibarettir. Millet denen kavramı Sovyet rejimi affetmiyordu. Beysembay’ı da affetmediler. Sovyet ideolojisinin verdiği “ekşi demi” tatmakla geçti hayatı. O’nun hayatı, edebiyat tarihine adanmış bir hayattı. Hem özel hayatı hem de edebi hayatı cesaretten ibaretti. Hayatı azapla geçmesine rağmen, edebi eserlerindeki zevkli üslubu ve de cesur tespitleri benzeri görülmemiş üstün örneklerle doludur. Alçakgönüllü yapısının yanında sağlam temellere dayanan tespitleri sayesinde, halkın gönlünde çok istisna bir yer edindi. Edebi ilmindeki sağlamlığı O’nun edebiyat sahasındaki gücünü ortaya koymuştur. Hangi birini anlatayım? Onun doğduğu yer; “Kültöbe’de her gün toplantı” adını alan tarihi yer, bu günlerde baraj (bögen) altında kaldı. O,yetim büyüdü. Maldıbek adlı zenginin hayvanlarına baktı. O, tabanları yarık, dudakları çatlak hizmetçinin ta kendisi idi. Kaçarak Taşkent’e gitti. Bir Özbek zenginine hizmetçi oldu. Kerpiç döktü. Bahçeye baktı. “Arka eti arşa, borbay eti borşa” örneğinde olduğu gibi, açlıktan ölmek üzereyken, oradan kaçıp kendini sokağa attı. Hırsız olarak yaşayan, pazar tezgâhlarının önündeki malları çalıp pazarcılara kan kusturan sokaktaki yankesici çocuklarla birlik* Çimkent / Kazakistan Kazak Türkçesinden aktaran: Cemal Şafak 9 1 Çok zayıflamak,”bir deri bir kemik kalmak.” 2 1917–1919 yıllarında Kazak aydınlarının kurduğu ilk siyasi teşkilat. te yaşadı. O günlerde Gani Muratbayoğlu, Akpayev, Sadıkbek Saparbekoğlu birleşerek bu kirli paslı, bakıma muhtaç çocukları toplayıp “4.Yetim Çocuklar Evi”ne teslim ettiler. B.Kenjebayoğlu, Ö.Türmanjanoğlu, J.Arıstanoğlu, Beysenbay Kaskırbayoğlu bu çocuklardan bazılarıydı. Bunları banyoya götürdüler. Pis giysilerini ateşe attılar. Bilgilendirdiler. Yetim çocuklara, orkestra şefinin babası Sadvakas Ospanov, meşhur Yusuf Köpeyev’in oğlu Âmin Jusupov gibi Abay’ın şiirlerini ezbere bilen aydın kişiler bilgi veriyorlardı. Sabahtan akşama kadar Abay’ın şiirlerini ezberliyorlardı. Arada sırada Gani ve Sadıkbekler gelerek durumlarını yakinen kontrol ederlerdi. Yetim çocuklar evinde beraber oldukları Beysenbay Kaskırbayoğlu’nun dokuz yaşındaki kız kardeşini, dokuzuncu hanım olarak alan Ermeni zenginine karşı Amin karşı harekete geçti ve buluğ yaşına gelmeyen kızı geri alarak getirip çocuklar evine tekrar yerleştirdi. Bu olayın etkisinden olacak, bir gün akşam üstü Amin’in bıçaklanarak öldürüldüğü haberi geldi. Bu Ermeni zengininin işiydi. Yetim çocuklar yine kimsesiz kalmışlardı. Amin’i göz yaşları içerisinde toprağa verdiler. Kabrinin başında Mırjakıp Dulatoğlu, Jusipbek Aymavıtoğlu gibi Alaş’ın2 birçok üyesi ve onun ağabeyi konuşma yaptı. Okumaya devam etti. Aymavıtoğlu, Kojanoğlu, Rıskuloğlu, Jumabayoğlu, Çulpon, Törekuloğlu gibi dönemin büyük kalemleriyle tanıştı. Gani’nin evine üstü başı kirli olarak gittiğinde Sara, bu görüntüsünün onuruna dokunduğunu hissettirerek “Yalınayaklarını kaybet” diye bağırırdı. Jas Kayrat’a” makale yazdı. Bazen Gani, bazen de Sara’nın imzası atılan gazetelerde birçok makaleleri yayınlandı. “Öğrencim Beysenbay’a” diye Gani resimli portresini armağan etti. Böylece genç Beysembay’ın, genç gazeteciliğine yol gösteren Gani Muratbayev olmuştur. Gazeteci, eleştirmen, edebiyat tarihçisi Beysembay Kenjebayev. (oturanlardan sağdan ikinci beyaz gömlekli ), Moskova, 1933. Stalin D.E.K.Ü. (Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi)nde Türmanjanoğlu, Arıstanoğlu, Aytmatoğlu,(Cengiz Aytmatov’un babası)ile birlikte okudular. Lenin’i gördü. Stalin ve Troçkiy’le karşılaşarak onları dinledi. Rıskulov, Törekuloğlu, Saparbekoğlu D.E.K.Ü.sine gelerek öğrencilere konferanslar verdiler. B.Rusov’un açtığı sanat enstitüsünde öğrenci olan Mağjan Jumabayoğlu’ndan ders aldı. Onun evine gitti. Zeliha Yengesi’nin elinden çay içti. Şair Mağjan, Beysenbay’a edebiyat grubunda Abay hakkında makale yazdırttı. Böylece delikanlı Beysembay’ın edebi makalelerine ilk yol gösteren M.Jumabayoğlu oldu. Sovyetlerin kılıcından kan damlayan zalim siyasetine rağmen M.Jumabayoğlu’nun ailesiyle ve hocasının hanımı Zeliha ile bağlantısını kesmedi. Bu vefasından dolayı, uzun yıllar sonra 1970 yılında yazdığı “Ustaz” (hocam) adlı özlem dolu makalesini matbaaya verdi, ama hiç kimse almadı. En sonunda bu makalesini merkez arşivine teslim etti. 1920’li yıllarda Moskova’da okuyarak “Doğu Halkları Basımevini” yöneten yüksek bir ilme sahip Nazir Törekuloğlu’yla görüştü. El-ele tutuşup gelen iki öğrencisine hitaben Nazir, “Ötebay, sen Kazağın atasözlerini; Beysembay, sen de Kazaklar’ın beddualarını(boğavız) derle” diye görev verdi. O günlerde geçinmek için matbaaya gelerek, Marksizm-Leninizm konulu klasik eserlerinin çevirisini yapan Alihan Bökeyhanoğlu ile tanışır. “Bunlar halkımın geleceği. İlerideki günler bunlara bağlı.” diye, Alihan iki çocuğu yakından ilgilenir. Bu büyük insan onları evine götürerek Smagül ve Liza ile tanıştırır. Hey Allahım! Alaş’ın mensupları ne kadar da geleceği düşünüyorlardı. Küçücük çocuğa Ulu Mağjan:“Abay hakkında makale yaz!” diyor, ulu Nazır “Kazağın beddualarını derle!” diyor. Han soyundan gelen Alihan ise evine götürüp onlara büyük güven veriyor. Halkın geleceğini düşünen insan soyuna büyük sorumluluk yüklüyor. Onlar ne kadar da dahi idiler. Dâhilerim hey! Dâhilerim! Neticesine bakınız! Beysembay, Alihan Bökeyhanoğlu’nun ölümüne kendi babası ölmüş gibi ağladı, Smağul ile Liza hakkında, onlardan kalan yalnız çocuk İskender’in 15 yaşında izin alarak savaşa gitmesi, boynuna üstün başarı belgesi takarak Moskova’yı kuşatmak için gelen düşman tankının altına düştüğü, ondan sonra da, yardan bir, yalnızdan iki ayrılıp” çaresiz kalan Liza’nın izin isteyerek teşkilata girmesi, âlim-doktor, tıp ilminin doktoru olması, sonra yalnızlıktan yoruzlan çaresiz Elizabeta Alihankızı’nın Maks Natonoviç adlı rüşvetçi ve açgözlü birisi ile evlenmesi, 80’li yıllarda kanser hastalığından vefat etmesi ve Alihan Bökeyhanoğlu ile Smagul Saduakasoğlu’nun bir çok eserleri o Ermeni ile gitmesi, istediğinde ise vermemesi… Bunların hepsi büyük insanın bana ağlayarak anlattığı konular idi. 10 başyazar olan Mirjakıp Dulatoğlu’na manevi kardeş, Beyimbet Maylıulu ile de çok samimi arkadaş olmuştu Beysenbay. Mirjakıp’la aynı çalışma odasını paylaşarak kalem oynatmasının yanında Beyimbet’le de aynı evde kalmışlardı. O zamanlar, Kazak dilinin devlet işlerinden uzaklaştırıldığı dönemdi. Açlık geliyordu. Bu açlığa karşı yardım toplayan Aymavıtoğlu kurşuna dizilmişti. Bu gelişmelere rağmen O, milliyetçi olmaktan korkmadan “Sosyalist Kazakistan” gazetesinde “Kazak Dili Hakkında”, “Yine de Kazak Dili Hakkında”(1933) başlığıyla iki makale yazarak, Kayıpnazaroğlu, Basımoğlu,Amanjoloğlu gibi âlimlerle tartıştı ve ana dilinin değerini savundu. 1920’li yıllarda Abay hakkında makale yazan genç eleştirmen Beysenbay, 1930’lu yıllarda bu sefer Sultanmahmut hakkında makaleler yazdı. Alaşorda üyelerinin toplum hayatından uzaklaştırıldıkları dönemde Beysembay, Puşkin’in adını kullanarak Abay, Şakarim, Mirjakıp, Berniyaz Jüsipbek, İliyas tercümelerini toparlayarak, önsözünü de yazıp bir ciltlik “A.S.Puşkin’nin Seçme Eserleri” ni çıkardı. Merhum Abay’ın karalandığı, Şakarim’in öldürüldüğü, Aymayıtoğlu’nun kurşuna dizildiği, yaşayan Mirjakıp’ın görevinden kovulduğu, Berniyaz Köleyoğlu’nun silahla intihar ettiği, Gubaydolla Balakadıroğlu’nun ise kendi kendini keserek intihar ettiği 1930’lu yıllarda Beysembay’ın böyle cesurca girişimlerine kahramanlık denmezse ne denir? Bu kitaptan sonra birleştirilen A.S.Puşkin eserlerinin Kazak dilindeki 3. cildinde (1937) Alaş şahsiyetlerinin isimleri hiç yok. Bundan hareketle B.Kenjebayoğlu’nun çıkardığı mütevazı kitabın kıymeti daha iyi anlaşılmaktadır. “Toplum Bayrağı” gazetesinde çalışırken Jakan Sızdıkoğlu Kenjebayev’i izlemeğe başladı. Ondan sonra da yine bu kişi “Sosyalist Kazakistan” gazetesine baş redaktör yardımcısı olarak geldi. Önce Toğjanoğlu, Lepesoğlu’yla, daha sonra da Rıskuloğlu’yla beraber çalıştı.“Kazak Edebiyatı” gazetesinde redaktör olarak çalıştığı zaman Şahmet Kusainov için “zengin oğlu” diye şikâyet gelir. Beysembay, himayesinde çalışan Şahmet’i çağırıp “Senin memleketinden böyle bir mektup geldi. Sana veriyorum. Ne yapacaksan kendin bul. Ama Yazarlar Birliğinin haberi olmasın!” dedi. Kazaklar arasından çıkan ilk elçi, elçilerin önde geleni (duayeni), Tacik ve Özbek dili ders kitaplarını yazan, İngilizce, Arapça, Fransızca konuşup yazmasını bilen çok bilimli, Nazir Turekuloğlu hakkında makale yazarak arşivine bıraktı. Arkadaşları olan Arıstanoğlu, tarihçi Kölbayev’le birlikle yapacak işleri çoktu. Mağjan gibi alçakgönüllü hocasının yönlendirmesi neticesinde yazdığı “Efsaneler” ile, “Abay” adlı makalesi Kazakistan’daki gazetelerde yayınlandı. Özellikle, “Enbekşi Kazak”(Emekçi Kazak) gazetesinde yayınlanan “Abay” (No:359,360, tarih:28-29.08.1925) makalesi Abay alanında devrim yarattı. Abay’ın soyuna bakıp, ondan vazgeçmeye kadar giden Kazak edebiyatçıları “Soyuna niye bakıyoruz ki? Söylediği, halkın menfaati, üzüntüsü… Kazak nasıl yaparsa iyi olacak? endişesine bakın” diyorlardı. “Abay, halk şairi” konulu makale getirip okuyan bu Moskova delikanlısına çok sinirlenip, üzüldüler ama koyunlarına da taş basıp kaldılar. Bütün bunlara rağmen Biy-ağası3 (Maylin), makale yayınlanmadan önce, ona mektup yazarak yazar maaşını fazlasıyla yolladı. Makale yayınlandıktan sonra kalem ustalarının piri olarak kabul edilen Mirjakıp Duvlatoğlu, Kazak Edebiyatı hakkında yapılan ilk “Edebiyat Sempozyumunda” bu makaleye ve şahsiyete yer verdi. Çünkü 21 yaşındaki delikanlının makalesi, Abay ekolünde yenilikti. Törekul benzeri Kırgız delikanlısıyla arkadaşlığı o kadar iyiydi ki, mezun olduklarında “birimizin kızı, birimizin oğlu olursa dünür olalım, ikimizin de oğlu olursa ismini Cengiz Han’ın hürmetine Cengiz koyalım.” diye kararlaştırarak ayrıldılar. “Leninci Genç”, “Sosyalist Kazakistan”, “Yoksul Dili”, “Kadın Eşitliği”. “Kazak Edebiyatı”, “Toplum Bayrağı”, “Güney Kazakistan”… Bunlar 1920’li yılların sonu ile 1930’lu yılların başında Beysembay Kenjebayoğlu’nun çalıştığı basın organları idi. Birisinde baş editör, birinde editör yardımcısı olarak çalışan B.Kenjebayoğlu “Güney Kazakistan” gazetesini kurarak Kazak Basını’nın bir bayrağı olmuştu. Başındaki yönetmen nasılsa yardımcı da öyle… Yönetmen nasılsa basın da öyle…1920. yıllarda Kazakların milli ruhunun ayağa kalkmasında Beysembay gibi yönetmen gazetecinin rolü çok büyük olmuştur. “Enbekşi Kazak” gazetesinin redaksiyonunda 3 Yönetici bey 11 ben yazarın eşi B.Rimova hanımdan duymuştum. Çok zaman geçmeden Moskova’ya çalışmak için gider.“SSCB Yüksek Sovyeti Vedomostvosu’nun” Kazak bölümüne baş redaktör olur. O zamanlar M. İ. Kalin ile aynı parti üyesi, N.S.Hruşev, ve A.Tolstoy ile de komşu olarak yaşar. Bir gün on beş müttefik cumhuriyetin adı geçen redaksiyonda beraber çalışan 30-40 gazetecisiyi Kalin çağırır. Herkesin önüne temiz kâğıtla kalem koyar ve sorarlar: “Hadi, kimin kendi cumhuriyetinde tutuklanan yakınları var? Onların isimlerini yazınız.” Beysembay beyaz kâğıda: “Arkadaşım B.Mail, kardeşim Sadıkbek Saparbekoğlu tutuklandı”, diye yazar. Yazdığını teslim etmeği düşünürken Avrupa tipli biri (Litvanyalı olsa gerek) ona bakıp “Öyle değil, benim hiçbir yakınım, akrabam tutuklanmadı. Öyle yazın.” diye fısıldamış... Bir yardımım olur mu düşüncesiyle iki yakınının ismini yazan gazeteci B.Kenjebayoğlu, etrafına dikkatle baktığında meslektaşları “Memleketimizde kimse tutuklanmadı” diye yazarak yerlerinden kalkıyorlarmış. “Allah korudu. O kişi insan değil, Allah’ın bana yolladığı Hızırdı belki. KGB içinde de iyi insanlar varmış” derdi bu olay için Beysembay yaşlandığında. “Aklın başındayken vatanını bul.” atasözünden hareketle, sağ-salimken Kazakistan’a döneyim diye karar verir. Trene bilet alıp evine geldiğinde evinde kendi memleketinden birisinin oturduğunu görür. Yüzündeki korku hissini gizleyemeden. - Hoş geldin ağabey, herkes iyi mi? - Hayır, iyi değiller. Sabır Bey (Şaripov, Beysembay’ın bacanağı beni gönderdi. “Beysembay Kazakistan’a gelmesin. Gelirse tutuklanacak. Arkadaşları Ötebay Turmanjanov ve Jusupbek Arıstanov tutuklandılar. Kesinlikle gelmesin.” dedi. Bunu duyduktan sonra biletini geri verdi. Tekrar çalışmaya başladı. faydasını, sülale mutluluğunu düşünen fedakâr insana o günlerde yine Allah yardım etti” Kütüphaneye gitti. Arşivi inceledi. Cengiz Han, onun sülalesi Abılay, Kazak hanlığı, Kenesarı, Sızdık hakkında araştırma yaptı. Bir gün, Merkez kütüphaneden Rus bir kadının “Benim elimde Kırgız alimi Şokan Velihanov’un bir çanta dolusu el yazması eseri var. Hayatım tehlikede olduğu için sizin kütüphaneye gönderiyorum. Allah rızası için kabul ediniz. Çok kıymetli hazine” diye kendisine yazılan bir mektup alır. Büyük ilim sahibi olan Velihanov’un mirasını araştırır. Bir yandan da “Abılay” hakkında kitap yazmaya başlar. Kazak hanlığı zamanındaki edebiyat hakkında makale yazarak gündem yaratır. Muhan (Muhtar Avezoğlu) Moskova’ya gelir. Kendi makalelerine yorum yazan Muhtar Avezoğlu… Rus yazarı L.S. Sobolev’le beraber Kazak edebiyatını tüm dünyaya yayma istekleri vardır. Araştırma makalesini getirmiş. Evine davet edip konuştuklarında Avezov, “Senin cesaretle hakkında makale yazdığın, tanıttığın ve takdir ettiğin Abay hakkında romana başladım. Birinci kitabını bitirdim. Ama nasıl çıkar bilmiyorum.” dediğinde onun birlikte çalışmak, beraber olmak niyetinde olduğunu sezer. Buna rağmen Beysanbay’ın “Almatı’ya dönsem nasıl olur?” sorusuna “Biraz daha burada kalsan daha iyi olacak”, düşüncesiyle cevap vermişti Muhtar. 1941 yılının yazında vatan özleminin dayanılmaz oluşu ve “Yad ülkede sultan olacağına kendi memleketinde köle ol!” düşüncesinin ağır basması nedeniyledir ki, B.Kenjebayoğlu Almatı’ya doğru yola çıktı. Buraya geldikten sonra Kenjebayoğlu Kazakistan devlet basınında birim baş redaktörü oldu. Müdürü ise Ahmet Öteyev idi. Çok zaman geçmeden savaş başladı. Tam bu sıralarda da M.Avezov el yazmasını getirdi. - Bu nedir Muha? - “Abay” romanı. Birinci kitap. - Gerisi nerede? - Birinci kitap yayınlanırsa ve halk isterse gerisini de hazırlarım. Zaman şimdi böyle oldu. Büyük yazarın morali bozuktu. - Yayınlarız, Muhtar. Gerisini de hazırla. Muhtar sevinerek geri döndü. Bu gelişme sonrasında Öteyevle ikisini merkezi Değerli Yol Arkadaşım! Allah’ın yardımına bakınız! Eğer, 1937-38 yıllarında Beysembay Kenjebayoğlu Kazakistan’da Kazaklar arasında yaşasaydı “milliyetçilerle” beraber tutuklanırdı. Kendi faydasını değil, halkının 12 komiteye çağırdılar. - Evet, sayın yayıncı beyler! Avezov’un “Abay” romanını ne yapmayı düşünüyorsunuz? diye soran Merkezi komitenin birinci sekreteri Skvortsov, ikisinin de yüzüne baktı. - Ahmet ismini taşıyanların hepsi Baytursınov değil diyerek Ahan I.sekretere baktı. Beysembay da ilgilenmedi. - Savaş oluyor. Kâğıt yok. Tüm kâğıtlar vatan savunması için yazışma ve haberleşmedelerde kullanılıyor. Bahane bulun ve “Abay”ı sahibine geri verin.Ayrıca sizler Avezov’un mahkemede olduğunu biliyorsunuz. Onun görüşü başka... Kazakistan’ı yöneten birinci sekreterin söylediğine inanırsak “Abay” tehlikeli bir kitapmış, yayınlanmaması gerekiyor. Müdür Ahmet Öteyev “tamam” diyerek, baş redaktör ise düşünceli olarak odadan çıktılar. Çok anlatmaya ne gerek, merkezi komiteye “Abay yayınlanmıyor, yazarına geri verildi” diye bilgi verildi. Sahibine geri verilen el yazmaları sonradan tekrar geri alındı. Kuandık Şanğıtbayev’i basımevine “bekçi” olarak gönderip, “Abay”ı kötü gözlerden saklayarak gizlice yayınladılar. Çok riskli bir yolla yayınlanan “Abay”la ilgili olarak da “Kazak hayatının ansiklopedisi” adlı bir övgü makalesi yazıp, kitabın redektörü K.Sangıtbayev ile ikisi “Sosyal Kazakistan” gazetesinde yayınlattılar. Bundan sonrası belli. Kavga, bağırma, küfür etme, işten “kendi isteği” ile ayırma. Kitabın ilk nüshasını hastanede bulaşıcı bir hastalığa yakalandığı için yatan M.Avezov’a götürdü.İkinci katın balkonuna Muhtarı çağırıp, yazara “Müjde, Muhtar! “Abay” yayınlandı” dediğinde büyük yazar gözyaşlarını tutamamıştı. Elbette ağlayacaktı çünkü hastane koğuşunun balkonuna M.Avezov olarak çıkmış, tekrar koğuştaki yatağına “Kazakların Ulu Yazarı Muhtar Omarhanoğlu Avezov” olarak dönmüştü. Eğer Beysembay’ın cesareti olmasaydı “Abay” yayınlanır mıydı? Belki bu değerli eser kaybolmazdı, ama gecikmiş olurdu. Her gecikme Muhtar için çok zordu! “Abay”,Muhtar’ın manevi yardımcısı, gerektiğinde kurtarıcısı idi. “Abay” romanı yayınlanmasaydı ya da geciktirilseydi o bir epope olur muydu? Böylece bir gazetecinin sıradan manevi desteği, yazarını mutlu ederken, Kazak halkı da büyük ve manevi bir hazineye kavuştu. Avezov hakkında ileri sürülen dedikodu mahiyetindeki sözlere inanmayan büyük yazar Beysembay, ona her zaman ve her şartta güvendi. Bu güvenle o ikisi birlikte “Abay:Kazak Halkının Ulu Şairi” (1945) adlı ilmi araştırma eserini yazıp, Kazak ve Rus dillerinde yayınlattılar. 1940’lı yıllarda baş redaktör hizmetinden uzaklaştırıldıktan sonra Beysembay, üniversiteye geri döndü. Tüm dikkat ve enerjisini ilme verdi. “Ruslara karşı mücadele etti.” diye okuyucudan uzaklaştırılan, okunması yasaklanan “Edige Batır” hikâyesini “milli epos” özelliğini öne çıkararak bir makale, hanı aklamak için de“Abılay” (1941 ) adlı kitap yazarak yayınlattı. 1946 yılında B.Kenjebayoğlu “Sultan Mahmud’un Şairliği” adlı doktora tezini hazırladı. O, döneminin moda gelişmeleriyle değil de ilmi istikametiyle dikkatleri üzerine çekti. Bazı edebiyat ve dil çevrelerinin bilerek veya bilmeden yaptıkları “Kazaklar’ın şair ve yazarlarının sınıflara bölünmesi fikirleri”ne hep karşı çıktı. B.Kenjebayoğlu’nun doktora tezinin el yazması yırtıldı. Kazakistan Kominist Partisi Merkez Heyeti, 1947 yılında, Kazak Sovyet Sosyalist Partisi İlim Akademisi, ”Dil ve Edebiyat Enstitüsü’nün çalışmalarındaki yakışıksız hatalar” konulu kararı kabul etti. “Cumhuriyetin” Başkanı, “İdeoloji meydanındaki görevlilerin vazgeçilmez ödevleri” konulu konuşmasında Beysenbay’ı eleştirdi. Sol elle yazan ve kalemi de Rusça’ya yatkın Sarsekeyev, büyük şairimiz! K.Bekhojin, bilimsel eleştirmen! Sahariyev, merkez komitesinin filozof geçinen şahsiyeti N.Jandildin ve daha niceleri… Hey Allahım! Yalnızca doğruları söyleyen Beysembay’ı kimler tenkit etmediler ki? Onların ileri sürdükleri düşüncelere bakarsak B. Kenjebayoğlu, “Milliyetçi”, “Burjuva-milliyetçisi Sultan Mahmud’un avukatı”, “Bağnaz görüşlü insan…” ve daha nice karalamalar... En sonunda Baş gazete sayfasında B.Kenjebayoğlu ile ilgili olarak “Bu hatalarını birçok defa yazmamıza rağmen düzeltmeye çalışmıyor. Hatta bu hatalarını kabul etmiyor ama onun böyle hareketlerine Sovyet halkı daha fazla dayanamaz. ”(B.Kenjebayoğlu’nun çalışma hayatındaki yanlışlıkları-Sosyalist Kazakistan-25 Mart 1952.) kararına vardılar. Aradan uzun süre geçmeden partiden attılar ve hizmetten uzaklaştırdılar. Bu büyük ülkücünün 13 kararlılığına “Sovyet halkı!” dayanamadı. O dönemlerde partiden çıkarılmanın ne demek olduğunu bilirsiniz. Kararlı, sebatlı âlimi, cezaevi, özellikle de namlunun ucu bekliyordu. “Ailesini geçindirmek için iş yok. “Alaş’ın Edebi Şahsiyetleri” hakkında ders verse onu dinleyecek öğrencisi yok, her gün toplantı, gazete başında yazıları takip etme ve her gün günlük eleştiriler yazma. Kendi menfaatinden çok halkın faydasını düşünen Beysembay’ın 1950’li yıllardaki hali böyle idi, aziz ve kıymetli dostum!” “Şimdi bitirip, yayınlamaya hazırladığım doktora tezimi el yazma gibi gösteren o idi. Neden bana o kadar düşman oldu ki? Ona hiç bir şey yapmamıştım” derdi Sayın Beysembay, adını açıklamak istemediği birisi hakkında. Bilim adıyla birinin hakkında şikayet dilekçesi yazması, hilesini ancak kendi soydaşını yıkmaya yöneltmesi, kartalının (kahramanının) ağzını kapatıp yuvasında tutarak kargasını gaklatması, güçlü Kazak’ın kara huyu olsa gerek. Sıkıntıya girdiği zaman müzik aletlerini satmak istedi ama komşuları “Halk düşmanının!” malını almadılar. Değerli kitaplarını Menjamal annemizin eline verip, pazara çıkararak ekmek parasını kazandılar. Mırjakıp Duvlatoğlu hakkında bir hatıra makalesi yazıp kızı Gülnar’ın eline verdi. Gülnar Duvlatova, Beysenbay hakkında çok anlamlı sözler söylemişti. O zor günlerle ilgili olarak: - Düşünceleri nedeniyle çok zor günler yaşayıp her tarafa dağıtılan, ortadan kaldırılan bu Alaş “serdengeçtilerinden biri” olan ve çok zor günler yaşayan, adeta rejim tarafından kan kusturulan değerli babamla ilgili olarak hatıra yazıp ağabeylik duygularıyla alnımdan öpen bu büyük kahraman, yazdığı hatırasını bana verirken “Bu hatıra yazısını çok sıkı tut elinde. Gün doğacak, el olalım dediğimizde, Mırjakıp (Mırjakıp Duvlatov) ağabeyimin itibarı iade edilecektir,” dedi. “Kazak Edebiyatı” gazetesinde (NO: 4,25.01.1957) “Ödenecek Farz” adlı makale yazıp Goloşekin’e küfür eden Smağul Sadukasoğlu hakkında gündem yarattı. Bu gündem nedeniyledir ki, baş redaktör Maulenov’tan başlayarak yardımcısı J.Moldagaliev’in, genel sekreter Töken Abdrahmanov’un, bölüm başkanı Rahmankul Berdibayev’in görevden atılmasına neden oldu. Aslında Beysembay’ın Alaş oğullarıyla bağlantısı hiç kopmadı. Beysembay’ın sayesinde onların birçoğuyla tanışıp konuşma mutluluğuna ulaştım. 10 Mayıs 1985 yılında Ğaliyabanu evinde Rayımjan Bökeyhanov başta olmak üzere birkaç kişiyle aynı sofra başında oturarak tanıştım. 1960’li yıllarda siyasi af listesine eklenip itibarı iade edilmesi üzerine Tatar arkadaşı Habibolla Mahmudov’la ikisi Mağcan Jumabayoğlu’nun şiirlerini Rusça’ya çevirir, sınıflarında konuyu öğrencileriyle tartışırlar.Bu nedenle de tekrar mahkemeyle karşı karşıya kalırlar. Partiden bir çıkarılıp sonra tekrar kabul edilen B.Kenjebayoğlu’nun büyük kahramanlığı, 1959 yılında İlimler Akademisinin düzenlediği konferansta Kazak yazı edebiyatı hakkındaki konuşmasıyla ve 1960 yılında “Kazak Halkının Yazılı Edebiyat Tarihi Kimden, Nereden başlar?” adlı makale yazıp, milli edebiyatın tarih yazılımını Türk halklarına ortak Orhon-Yenisey yazıtlarından başlaması gerektiğini gündeme getirmesiyle daha da belirgin hale gelmişti. Eski edebiyat üzerinde durduğu için çekemiyenler tarafından B.Kenjebayoğlu, “Cahil”, “Bilgisiz edebiyatçı”, “Altından kalkamayacağı işi üstlendi”, “Kendisi de anlamıyor”, “Biçare, zavallı” gibi aşağılayıcı sözlerle hakarete uğradı. Alkış almak yerine beddua aldı. Yani verdiği emek bir hiç mi, başına bela mı? Hayır. Günümüzde Beysembay’ın o zamanki cesareti halka ve edebiyata çok şeyler kazandırmıştı. Kazak edebiyatı tarihini araştırma ekolü B.Kenjebayoğlu’nun ismiyle ilintilidir. B.Kenjebayoğlu’nun öğrencileri de çok büyük kalem ustaları ve cesaretli kişilerdir. R.Berdibay, Kâkişev, Süyinşâliyev, Kojakeyev, Joldasbekov, Sıdıkov, Magavin, Nurgalioğlu, Kıravbayeva, Ş.Ibırayev, hepsi B.Kenjebayoğlu’nun “Edebiyat tarihini araştırma” okulunun mezunları ve onun ekolünün devamı olan edebi şahsiyetlerdir. Hayattayken ömrü acılarla geçti. Dünkü beddua, bugün alkış oldu. Onu partiden çıkartan komünist partisi dağıldı. Bağımsızlığımızı aldık. Beysembay’ın evlatları onun ruhuna saygı duyuyor şimdi. Değerli Yol Arkadaşım! B.Kenjebayoğlu’nun hayatı, Alaş aydınlarının 14 ismi unutulmasın, millet zayıflamasın, toprak eskimesin diye mücadele eden bir ülkücü Kazak aydınının hayatıdır. Çok dar ve zor zamanlarda kendi hayatını halkına ve Türk edebiyat tarihinin gerçeklerine adayan bir aziz kahramanın hayat hikâyesidir Beysembay’ın yaşanmış ömrü. Beysembay’ın hayatı ile O’nun cesur mücadelesindeki düşünceleri dahi Abiş Kekilbayoğlu’nun “XX. asırdaki Kazak Edebi Dili ve Düşüncesinin” yükselmesine sebep olmuştur. Beysembay Kenjebayoğlu gibi edebiyat tarihimize emeği geçen insan çok azdır. Sözün özü: Âlim olarak da, hoca olarak da O’nun büyük ve anlamlı yolu armanlarımızın (ülkülerimizin) yükselmesine omuz verdi. Milletimizin bağımsız düşüncelerinin özgürce yükseldiği bu günlerde Beysembay’a halk olarak hürmet göstermemiz yasalara aykırı değil artık. Bundan sonra yapmamız gereken şey, O’nun adının yaşatılması, fikirlerinin yetişen genç beyinlere aktarılıp tanıtılması, yediden yetmişe hepimizin bu büyük ülkücü Kazak Türkünün manevi kişiliğini benliğimize nakşetmemizdir. Ruhun şad olsun EY ULU ÇINAR! ( ARISTARMEN AĞISTAR) HARDASAN... Ömer Faruk BEYCEOĞLU Men ağlaram, gözde ganlı yaşım var Geceleri hep gorxulu düşüm var, Sen yoğusan menim nece işim var, Yaşayamam, sensiz dünya dar mene... Hardasan? Neçe ildi hardasan? Öyle uzah değilsen, Bah işte sen burdasan... Gözümü gan, içimi kin bürüdü. Daha yeni doğmuş idi dünüdü... Söz edirdih size gonah gelmeğe Bala duydu, bögün kaxtı yörüdü... Goşmalı, Yeriyipse koşmalı. Yeter gayrı bunca durgun durduğu Deli könül kükremeli coşmalı.. İstanbul,1980 Desen: D.Mete Karaçoban 15 Gel Di Gel Gayri Yetik Ozan Desen : Garipkafkaslı, 1973 -Azerbaycan Türklerine Beni koyup ırak beri yaralı Bunca yıllar geçer, gel di gel gayri! O gündür bugündür kapım aralı; Anca yeller geçer, gel di gel gayri! Saçağında garip bayraksız göğün Bereketsiz harman, halaysız düğün, Nice ki, soframa günde üç öğün Önce eller geçer, gel di gel gayri! Tutsaklık bir kara hal, yüze konuk, Azatlık bir gizli fal, göze konuk, Umudum bir kırık dal, güze konuk; Gonca güller geçer, gel di gel gayri! Dert gönlümü burgu burgu kuralı, El yaram üstüne mızrap vuralı, Bağrım bir tar gibi oyuk, yaralı; İnce teller geçer, gel di gel gayri; Ne yarınından geç, ne bugününden, İlle de dileğim, kopma dününden, Seni andığımda gözüm önünden; Sence seller geçer, gel di gel gayri! 16 KURBAN OLUM Dr. Nazile Gültac* Neçə- neçə ər igidin şəhiddi, Dağların da, düzlərin də şahiddi. Ürəyimin yanan odu sənindi. Hər əzabın, Hər möhnətin mənimdi. Vətən... Kurban olum, Torpağına, Daşına. Türk elləri Türk oğlunun yarıdı, Bəs , dərdlərin niyə belə qarıdı? Ah çəkməkdən qara bağrım yarıldı. Vətən... Kurban olum, Gözündəki Yaşına. Hey oxuyur, qəmli- qəmli bülbülün, Olub qaçqın, Olub köçkün. Yurda həsrətdi elin... İnanıram, Gün gələcək, Yağı düşmən Eğiləcək, Gücünü görəcək selin. Vətən... Kurban olum, Həm yazına, Kışına... Desen: Nuri Can * Sumgayıt / Azerbaycan 17 TÜRK DÜNYASI ÂŞIKLIK GELENEĞİNİN GELECEĞE TAŞINMASI Prof. Dr. Erman ARTUN* Türk dünyasının kültür varlığının önde gelen unsurlarından biri âşıklık geleneğidir. Bu gelenek Türk cumhuriyetleri ve topluluklarında ortak bir mirastır. Ortaklığın temeli; aynı dili, tarihi, kültürü paylaşan kavimlerin aynı kökten beslenmelerine dayanmaktadır. Atlı-göçebe kültürün temel teması olan kahramanlık, ozan-baksılar tarafından kuşaktan kuşağa aktarılarak destan geleneği oluşmuştur. Efsaneyle tarihin kaynaştırıldığı destan kültürü, sözlü gelenekte oluşmuş, ozan-baksılarca taşınarak aktarılmıştır. Âşık; arzu ve ümitleri dile getirir, halkın yaşayışı ve tarihini yansıtır, sözlü kültürü yayar. Halk şairlerinin devlet yönetimi ve özellikle halk üzerindeki etkileri büyüktür. Halk şairlerinin türbeleri ve hayatları etrafında teşekkül eden menkabe, inanış ve halk hikâ-yeleri ile Türk toplum hayatı içindeki rol-leri bu gerçekliğin göstergelerinden biridir. İslâmiyet öncesi Türk edebiyatı hakkında bilebildiklerimiz kadar bilemediklerimiz vardır. Türklerin, İslâmiyet öncesi dönemlerde dinî inanışlarını yerine getirirken yaptıkları törenlerde ozanların da bulunduğunu kaydeden Köprülü, bu sanatçıların toplumda önemli bir yerleri olduğunu belirtmektedir (Köprülü,1989:159). Fuat Köprülü, İslâmiyet öncesi Türk edebiyatını tanıtırken genel sürek avlarından ve şölenlerden sonra ozanların kahramanlık konulu destanlar okuduğunu incelemelerinde yazarak Türk edebiyatının, Türk kültürü içindeki sürekliliğini ortaya koymaktadır. Ayrıca ozanların orduda çeşitli sosyal ve kültürel etkinliklerde bulunmak gibi işlevlerinin olduğunu öğreniyoruz (Köprülü,1989:72). Dinî-tasavvufî halk edebiyatının oluşumundan sonra da tekkelerle bağı bulunan ordu âşıklarının, ozanların görevlerini üstlendiklerini biliyoruz. * Ç. Ü. Fen-Ed. Fak. Türk Dili ve Ed. Böl. Türk Halk Edebiyatı Bölüm Başkanı Türk dünyasında kazandığı anlam ve fonksiyon itibarıyla halk şairliği, belli bir milletin düşünce ve ruh dünyasının söz veya ezgi ile sanata dönüşmesi ve bunun ifade ve icra edilmesidir. Geleneğin yapısını Dede Korkut Destanı’ndan çıkarmak mümkündür. Âşıklık geleneğinin geniş bir coğrafyada, farklı adlarla ifade edilmesi, onu diğer benzerlerinden ayrı kılmaz. Âşık veya halk şairi (ozan, aşug, bahsi, jırav, comokçu); destan, hikâye veya türkünün yaratıcı müellifi ve anlatıcı/söyleyicisidir. Uzun yüzyıllara dayalı zaman ve geniş bir coğrafî mekânda yaygınlık alanı bulan Türk sözlü şiir sanatı, içindeki özü muhafaza ederek çağa, mekâna, ihtiyaca göre değişmiş; yeni tür, söyleyiş ve yaratıcılık yolları denemiştir. Bunun için Türk topluluklarının tümünde bu gelenek aynı ortak mirasa bağlı olsa da gelişim yolları farklıdır. Kahramanlık destanını dile getiren jırav, bahşı, comokçu ile halk hikâyesinin müellifi veya lirik âşık arasında, yaratıcılık yönü bakımından, büyük bir farklılık yoktur. Bunların beslendiği kaynak aynıdır. Ancak, sadece eseri oluşturan tür veya nazım biçimiyle değil, icra tekniği ve dinleyici çevresi ile de Türk dünyası halk şairliği geleneği geniş bir yelpazeyi barındırmaktadır. Bunun için sınırlarının tespiti güçtür. Türkiye’de ozan, âşık, halk şairi, saz şairi (Sakaoğlu, 1992: 28–30) olarak nitelendirilen âşıklar; Azerbaycan Türklerinde ozan, âşık, el şairi Kazak Türklerinde halk akını, sovırıp salma akın, aytısger; Kırgız Türklerinde halk akını, aytışçı; Türkmen ve Özbek Türklerinde akın, ahun, bahsi, şair; Uygarlarda bahsi, aşuk, goşakçı; Karakalpaklarda akın, aytısger; Başkurtlarda sâsân; Tatarlarda çaçan olarak nitelendirilmektedir. Türkiye’de kalem şairi olarak ifade edilen halk şairlerine, Kırgız ve Kazaklarda cazgıç akın (kalem şairi) denilmektedir (Sakaoğlu-AlptekinŞimşek: XII). 18 Desen: Garipkafkaslı Çırak Yetiştirme ( Kapılanma) Âşıklık geleneği yalnızca çalıp söylemeğe dayanmayan, bir usta tarafından öğretilmesi gereken bir iştir. Bir kişinin âşık olarak nitelenebilmesi için çağlar boyu gelişen geleneğe uyması gerekir. Usta âşık, saza ve söze yeteneği olan bir genci çırak edinir, yanında gezdirir. Çırak ustasının ölümünden sonra meclislerde, sohbetlerde, onun şiirleriyle söze başlar, adını yaşatır, izinden gider (Kaya,1984: 40). Ayrıca usta, çırağına âşıklık sanatının şiir, musiki ve hikâye anlatmadaki incelikleriyle beraber iyi saz çalmayı, irticalen şiir söylemeyi, usta malı eserleri nakletme tekniğini de öğretir. Çıraklık dönemini tamamlayan âşığa ustası tarafından bir de mahlas verilerek ustalığı tescil edilmiş olur (Albayrak 1991:547). Mahlas: Mahlas, âşık edebiyatında sanatçının benimsediği, eserlerinde kendi adı yerine kullandığı takma adıdır. Âşık Musikisi – Saz Âşıklar, düz konuşmayla şiir söylemeyi “dilden söylemek”, saz eşliğinde şiir söylemeyi de “telden söylemek” şeklinde ifade etmişlerdir. Bununla âşığın şiirine eşlik eden sazın, şiirden ayrılmaz bir unsur olduğu anlaşılır. İlk âşıklar çöğür adı verilen sazı çaldıklarından kendilerine “çöğürcü” adı verildiği görülmektedir. Halk toplulukları karşısında saz eşliğinde şiir söyleyen âşıklar, herhangi bir konuda topluluk önünde saz çalıp doğaçlama şiir söyleme özellikleriyle övünürler. Âşıklık geleneğinde sazın önemli bir yeri vardır. Âdeta saz ve söz bütünleşmiştir. Âşıkların büyük bir çoğunluğu saz çalar. Bazı âşıkların doğaçlaması vardır, sazı yoktur. Bazılarının ise ne sazı, ne de doğaçlaması vardır. Ancak geleneğe uygun olarak heceyle şiir yazarlar (Kaya,1995:123). Köprülü, âşıklık geleneğinde yetişmiş âşıklar arasında saz çalamayan bir âşığın düşünülemeyeceğini söyler (Köprülü,1962:19). Boratav da bu görüşe katılarak âşıkların çoğunlukla saz çalıp şiirlerini sazla söylediklerini belirtir (Boratav, 1968:340). Başgöz ise istisna olarak son yüzyılda özellikle çalgıyı günah sayan çevrelerin dışında, sazın âşıklarca 19 letmek” “gizli ve güç anlaşılır söz” anlamlarına gelir. Bir ismi işaret eden söz, dize veya beyittir. Remiz, ima, kalb, tashif gibi edebî sanatlarla yapılır. Muammaların, iç ve dış olmak üzere iki anlamı vardır. Muammayı düzenlemede ve çözmek için çeşitli yöntemler vardır. Bu yöntemlerle adı meydana getiren harfler toplanır, ad bulunur ve muamma çözülmüş olur. Muammanın çözülmesi oldukça zordur. Bundan dolayı âşıklar muammalarının başlarına hangi anlama geldiklerini, adını yazarlardı. Muammaların çözülmesinde verilecek cevapların önemi vardır. Bu cevapların anlamlı ve konu ile ilgili olmaları gereklidir (Elçin 1981:674). Azerbaycan’da Âşıklık Geleneği Azerbaycan edebiyatı’nın en zengin kolunu oluşturan âşık edebiyatı geleneğinin kökleri çok gerilere gider ve geniş bir alana yayılır. Anadolu ve Azerbaycan ozanlık/âşıklık geleneğinin en büyük temsilcisi Dedem Korkut olarak kabul edilir. Âşıklar daha çok, “halk” yahut da “el” şairi olmuş, söyledikleri şiirler ise, âşık şiirinin bütün özelliklerini bünyesinde taşımıştır. Âşıkların hayatları etrafında halk hikâyeleri oluşmuştur. Genellikle okuma yazmaları yoktur. Şiirlerini saz eşliğinde irticalen (hazırlıksız olarak) terennüm ederler. Şiirlerini genellikle hece ölçüsüne bağlı kalarak söylerler. Bir yandan anonim halk edebiyatına, bir yandan da divan edebiyatına açıktır. Azerbaycan âşıklarını üç grupta değerlendirebiliriz: a. Üstad âşıklar: Âşıklık geleneğinin gelişmesini sağlayan âşıklardır. Çok iyi saz çalarlar. Bu âşıkların şiirleri etrafında halk hikâyeleri teşekkül etmiştir. b. İfaçı âşıklar: “Ustamalı” adı verilen üstat âşıkların şiirlerini çalıp söyleyen bu âşıkların şiir söyleme kabiliyeti yoktur. Ancak bunların da çırakları olabilir. c. El şairleri: Saz çalmayı bilseler bile güzel okuma kabiliyetleri olmadığı için genellikle meclis düzenleyemezler. Günlük sorunları şiirlerine yansıtmışlardır. Âşıkların şiir söylemeye başlaması, Anadolu’daki gibidir. Burada da âşıklar bir pir elinden bade içer ve o güne kadar şiirle hiçbir ilgisi olmayan kişi saz çalıp şiir söylemeye başlar. Bu âşıkların hayatları etrafında çalındığına işaret eder (Başgöz,1968:14). Âşıklık geleneğinde saz çalamayan bazı âşıklar, yanlarında “sofu” adı verilen saz çalan âşıkları gezdirirler. Bade İçme ve Rüya Motifi Rüya motifi, âşıklık geleneğinde sık karşılaştığımız bir motiftir. Bazı âşıklar maddî aşktan manevî aşka geçerken, saz çalıp söylemeğe başlarken, ilâhî araçlarla yani, bir mürşidin, bir pirin, Hızır Peygamberin rüyada tecellisiyle âşık olup saz çalmaya başladıklarını söylerler. Bunlar, halkın inanışına göre ilham kaynakları “ilâhî” olan âşıklardır (Köprülü,1986:217). Bir diğer araştırmacımız rüyalar ve şamanların, sihri, din hayatını çevreleyen ögelerin, Anadolu mistisizminde aracı rolü üstlendiğine değiniyor (Başgöz,1952:238). Bir kadeh şarap içip vecde düşmek halk hikâyelerinin rüya motifi kompleksinin minyatür bir şeklidir. Âşık Fasılları – Âşık Karşılaşmaları Âşıklar, butalarını aramak, ün sahibi olmak, para kazanmak için çevreyi gezerler, diğer âşıklarla yarışmalar yaparlar. Bu yarışmalara “meydan edilme”, “divana çıkma” denir. Âşıkların halk içindeki toplantılarından biri ve en önemlisi “meydan edilme” geleneğidir. Bu meydan edilme ya da “divana çıkma” işini yönetmek üzere, “divan âşığı” dedikleri yol, erkân bilen usta bir âşık meraklılarca seçilirdi. Bu toplantılarda yarışan âşıklara “divan âşığı” adı verilirdi (Başgöz,1986:254). Âşık Toplantıları ve Âşık Fasılları Türkiye’de âşıklık geleneğinde belli yörelerde “karşılama”, “deyişme”, “atışma” veya “karşıberi” gibi adlar altında toplanan sistemli deyişmeler; en az iki âşığın dinleyici huzurunda veya herhangi bir yerde karşı karşıya gelerek, birbirlerini sazda ve sözde belli prensipler içinde denemeleri esasına dayanmaktadır (Günay1993:47). Âşıklık geleneğinde atışmalar çok önemli bir yere sahiptir. Âşıklıkta ilk iş ruh dünyasındaki değişikliği saza döküp topluluğa saz ile sunmaktır. İkinci iş ise âşığın tanınmış bir âşıkla karşılaşması, onu yenmesi “bağlaması” gereklidir. Eski kaynaklar bunu “müşaare” olarak nitelemişlerdir (Bali,1975:7432). Askı Asmak-Askı İndirmek -Muamma Âşıklar hece ölçüsüyle oluşturdukları bilmeceler dışında divan edebiyatında görülen muamma ve lugazlar da yapmışlardır. Muamma: Arapça “kör20 teşekkül eden “dastan”larda erkek ve kız kahramanlar aynı anda içtikleri badelerle birbirlerine âşık olup şiir söylemeye başlarlar. Azerbaycan âşık şiirini konuları açısından ele aldığımızda Anadolu sahası kadar zengin olduğunu görüyoruz. Halkın kahramanlık duygularından ıstıraplarına, sevinçlerinden sevgilinin vefasına kadar pek çok konu şiirde gereken yeri alabilmiştir. Azerbaycan insanını ve güzelliklerini anlatan şiirler de sık sık yazılıp söylenmiştir (Paşayev 1981: VI-VII).” Tasnifler de bayatı, koşma, geraylı, tecnis, divanî, mühemmes gibi belirli hece ve kafiye esasına göre söylenmektedir. Bayatı Gerek sözlü halk edebiyatında gerekse saz şairlerinin yaratıcılığında en çok kullanılan türlerden biri de bayatıdır. Bayatı, edebî-bediî tür olarak hem klâsik hem de çağdaş şair ve âşıkların yaratıcılığında özel bir yer tutar. Geraylı Geraylı, hem yazılı edebiyatta hem de âşık edebiyatında en hareketli ve en çok kullanılan, oldukça zengin lirik şiir türlerindendir. Geraylıyı koşmadan ayıran sadece hece sayısıdır. Geraylılar hecenin sekizli kalıbı ile söylenmektedirler. Koşma Azerbaycan sahasında da koşma ile ilgili tarif ve yaklaşımların Türkiye sahası ile paralel olduğu görülmektedir. Hecenin on birli kalıbı ile yazılan ve 3 ile 13 dörtlükten meydana gelen şiirler koşma adına bağlanmaktadır. Teessüfname Azerbaycan Âşık edebiyatında teessüfname deyişme, herbe-zorba, gıfılbend, bayatı, geraylı, goşma, tecnis, divanî, muhemmes gibi türleri özünde birleştiren bu terime sık sık rastlanır. Ustadname, ustad nasihati, ustad sözü, ustad vasiyeti demektir. Üstadname Ustadname, öğütname, nesihatname ile birlikte, âşık yaratıcılığında teessüfname de özel bir yer tutar. Adından da anlaşılacağı üzere teessüfname, saz-söz sanatçılarının duygu, heyecan, niyet ve arzularına bağlıdır. Teessüfname âşık tarzı şiir geleneğinin bütün türlerinde karşımıza çıkabilir. Tecnis Azerbaycan âşık edebiyatında en çok müracaat edilen şiir formudur. Tecniste kafiyeler cinaslı sözlerden oluşur. Usta âşıkların hemen hepsi tecnis söylemiştir. Heyderi Âşık edebiyatında işlenen cinas cigalı şiir türlerinden biri de heyderidir. Heyderi hem klâsik hem de çağdaş âşık edebiyatında çok az işlenen lirik bir türdür. Vücudname (Beyan-ı Hal) Vücudname; bir âşığın, bir tür aslı, soy-kökü, ana bedenine düşmesi, doğması, çocukluk, gençlik yılları, eğitimi, edep-erkânı, aile-ahlâkı, toplumdaki yeri, eli-obası, vatan yolunda gösterdiği alperlik, meşakkati, tercüme-i hâli hakkında bilgi verir. Cahanname (Tarihi Manzume) Cahanname, bütün âşık şiir şekillerinde olabilir. Cahanname, üstad âşığın yaşadığı dönemdeki olaylara tanıklık etmesinin nazma çekilmesidir. Divanî Divanî, âşıkların en çok başvurdukları nazım şekillerinden biridir. Divanî de âşık şiirinde tesnif, bayatı, geraylı, koşma, mühemmes gibi belirlenmiş şiir şeklidir. Mühemmes Mühemmes, âşık edebiyatına yazılı edebiyattan gelen bir tarzdır. Bu şiir şekli üstad âşıkların yaratıcılığında XVIII. yüzyılın sonlarında görülmeye başlar. Türkmenistan’da Âşıklık Geleneği Türkmenistan’da türkü söyleyen veya saz çalanlara bahsi denilmektedir. Bahsıler; repertuarları ve icraları bakımından termeci ve hikayeci olmak üzere iki ana gruba ayrılırlar. Bazı bahşilerin kendi telif eserleri olmakla beraber daha çok usta malı çalıp söylerler. Termeci bahşiler, destanlar veya hikâyeler içinde yer alan manzum parçaları, şairlerin eserleri ile halk türkülerini söylerler. Kazakistan’da Âşıklık Geleneği Kazaklar arasında anlatılan anlatmalarda ise kopuzun piri, Dede Korkut’tur. Buradaki görünümüyle Dede Korkut’un Kazaklar arasında anlatılan menkıbeleriyle paralellik gösterir. Tarihî süreç içerisinde Türk toplulukları arasında Dede Korkut ile ilgili olarak anlatılan anlatmaların, kimi yerde korunmuş olmakla beraber, kimi yerde kuvvetli bir gelenek oluşturan başka bir şahsiyetin adına bağlanması mümkündür. Kazak halk şiirinin tür ve şekil özelliğini kul21 comokçu (destancılar) ve hikmetli söz söyleyenler olmak üzere üç gruba ayrılırlar. Akınlar, besteci veya kopuzçular toydan toya, topluluktan topluluğa, köyden köye giderek bu geleneği sürdürmüş ve halk şiirinin örneklerini vermişlerdir. Akınlar büyük şölen veya toplantılara katılmış, atışmış, kendi yöresi veya boyunu temsil etmiştir. Diğer boyların akınlarını yeren şair, kendi boyu ve çevresinde büyük itibar sağlamıştır. Bu gelenek içerisinde comokçuların (destancıların) ayrı bir yeri vardır. Comokçular; Kurmanbek, CanışBayış, Er Tabıldı, Kocacaş, Olcobay menen Kişimcan vb. destanları anlatır, bununla birlikte sosyal hayata dair kendi yaratılarını da dile getirirlerdi. Kırgızlarda Manas destanını söyleyenlere de comokçu veya manasçı denilmiştir. Raisa Kıdırbayeva’ya göre manasçılık okulları; Çuy, Isık-Köl, Tanrı Dağ (Tiyanşan) ve Güney (Tüştük) okulları olmak üzere dört gruba ayrılır (Ergun, l995). Âşıklılık Geleneğinin Tanıtılması ve Gelecek Kuşaklara Taşınması: Dünyada bugün uygarlık olarak nitelediğimiz değerler bütünü, insanlığın ulaştığı düzeyi göstermektedir. Bu değerlerin oluşmasında toplumların, birbiriyle etkileşim içinde olan kültürlerinin de kuşkusuz büyük katkısı bulunmaktadır. Dünyamızın bu kültürel zenginliğinin ve çeşitliliğinin korunup geliştirilmesini sağlamak hepimize düşen bir görevdir. Toplumların yaşam biçimlerini belirleyen ögelerden biri olan âşıklık geleneği kuşaktan kuşağa, dilden dile aktarılır ve kültürel zenginliğin temelini oluşturur. Türklük dünyası âşıklık geleneği ve âşık fasıllarının, âşık karşılaşmalarının sunulacağı, âşık edebiyatı örneklerinin gösterileceği uluslararası gösteriler yapılmalıdır. Türklük dünyası âşıklık geleneği ve âşık edebiyatı konulu uluslararası bir sempozyum düzenlenmelidir. Türk dünyasını temsil eden farklı coğrafyalardan âşıklar da sempozyuma çağrılarak âşıklık geleneğini ve ürünlerini sazlı sözlü sunularla tanıtmalıdır. Âşıklık geleneğinin kendine özgü araştırma alanlarında önemli bilimsel bilgiler üretilmiştir. Ülkemizde öteden beri âşıklık geleneği araştırmaları dünya standart ve normları için gerekli eleman ve donanımdan yoksun bir şekilde yürütülmektedir. lanan jıravlar, jırşılar, halk akınları, şeşenler ve hatta biyler bu sanatın en güzel örneklerini sunmuşlardır. Kazak halkı öteden beri hikmetli sözlere ayrı bir değer verir. Bunlara şeşendik sözler denir. Kanatlı söz, uçan söz, seçilmiş söz, vecize, nutuk vb. şekilde aktarılabilecek olan şeşendik sözlerin (Çınar 1996: 69) derin anlamları vardır. Bunlarda Kazak halkının dünya görüşü, tarihi ve felsefesi görülür. Kazak halk şairleri arasında halk hikâyeciliğinin yaygın olduğu görülür. Bu hikâyelere, ğaşıktık, dastandar (aşk hikâyeleri) veya liro epos denilmektedir. Özbekistan’da Âşıklık Geleneği Özbeklerde halk şairlerine icra tekniği, ele alınan konu, yöre ve ekollere bağlı olarak bahşı, şair, akın, ahun, sannavcı, yüzbaşı, saki, sazende, sazcı, halfe vb. değişik adlar verilmektedir. Halk şairleri tarafından yaratılan bazı koşukların daha sonra anonimleştiği de bilinmektedir. Bahşılar halk destanlarını icra eden, kendileri de koşma veya destanlar yaratan sanatkârlardır. Özbek bahşıların ünlüleri Fazıl Yoldaşoğlu, İslam Şair, Polken Şair, Abdulla Şair, Merdanekul Evliyakuloğlu ve Umır Seferoğlu eserlerini dombra çalarak söylemişlerdir. Bekmurad Korabay, Dostyar Hocayar gibi bahşılar kopuzla, Bor Sadıkoğlu gibi bahşılar dutar ile Harezmli Bala Bahşı ise dutar, tar ve rübabla eserlerini söylemişlerdir. Çeşitli koşuk, destan veya hikâye ortaya koyan Harezmli bahşılara sazcı denilmiştir (Razzakov-Mirzayev 1980:103–107). Özbekistan’ da Bulungur, Korgan, Şehrisebz, Kamay, Şerabad, Harezm ve Güney Tacikistan destancılık okulları gibi bahşılığın geliştiği merkezler vardır. Bulungur destancılık okulu esasen bugünkü Semerkant vilâyetindeki Bulungur ilçesi ve çevresindeki köylerde şekillenmiştir. Usta icracı bahşıların yetiştiği merkezlerden ikincisi Korgan (Semerkant) destancılık okuludur. Yedi ünlü bahsinin yetiştiği Cumanbülbül ailesi bu okulun başındadır. Kırgızistan’da Âşıklık Geleneği Kırgız halk şairliği geleneği Kırgız şiir sanatı ile doğrudan ilgilidir. Halk şairlerine genel olarak halk akını denir. Akınlar; ırçı, cazgıç akın veya tökmö akın olarak da adlandırılabilir. Tökmö akınlar usta malı veya kendi eserlerini kopuz veya kıyak ile dile getirirler. Halk şairleri; camakçı (atışmacılar), 22 Âşıklık geleneği Türk kültürünün geleneksel biçimleri ve bunların değişim süreçleri ile kültür içindeki rol ve etkileri yeteri kadar araştırılmamış, teknolojik değişmelerin getirdiği sonuçlarla ortadan kalkmaya başlayan bütün âşıklık geleneği ürünleri tespit edilerek incelenememiş ve geleceğin inşasında bu birikimden yararlanma yolları oluşturulamamıştır. Âşıklık geleneği çalışmaları, sanayileşme ve teknolojik kalkınma sorunlarının öne çıktığı son dönemlerde geri plana atılmış, bu nedenle, ülke içindeki kültür değişmeleri yeterince ve etkin bir biçimde izlenememiştir. Türk dünyası ile âşıklık geleneği yoluyla kurulabilecek kültür köprüleri ihmal edilmiştir. Öte yandan, halk hayatının temel bilgi alanlarında gereksinim duyulan bilginin üretilememesi, geleneksel kültür değerlerinin kuşaktan kuşağa sağlıklı yorumlarla aktarılmasını engellediği gibi, yerel kültür değerlerinin ulusal veya uluslar arası ölçekte eğitim, kültür turizmi ve kitle iletişimi gibi son derece etkin alanlarda kullanılan ve yararlanılan bir birikim olduğu gerçeğinin farkına varılamamasına neden olmuştur. Dünyada yaşanan bu süreçlere paralel olarak, teknolojik gelişmelerin ortaya çıkardığı küresel kültürel tutumların dünyayı günden güne tek biçimli hale getirmekte olduğunu değerlendirerek âşıklık geleneğinin, kültür içindeki önemini kavrayarak, bu alanın daha fazla çalışılmasını sağlayacak girişimler başlatılmalıdır. Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü olan UNESCO, ” 17 Ekim 2003 tarihli 32. Genel Konferansı’nda Somut Olmayan Kültürel Mirasın Korunması Sözleşmesi”ni kabul etmiştir. Bu sözleşmeye göre küreselleşmenin yok ettiği yerel kültürel değerlerin, araştırılması, derlenmesi, arşiv ve dokümantasyon merkezlerinin oluşturulması, müzelerinin kurulması, öğretim kurumlarında ders olarak okutulması, kitle iletişim araçlarında yer verilmesi ve kuşaklar arasında ortaya çıkan kopuklukları giderecek tarzda etkin biçimde değerlendirilmesi, temel amaçlar ve eylem planı olarak ön görülmektedir. Âşıklık geleneğini Türk dünyası kültürel mirası olarak ulusal ölçekte korumak, devlet içinde kurumsallaşmak, özendirmek isterken, basın yayın organlarında bu kültürel mirasa belli bir kota ayrılmalıdır. Âşıklık geleneği ilköğretimden başlayarak bütün eğitim kurumlarında ders olarak okutulmalıdır Kültürel mirasın korunması süreçlerinden birisini de yetişkin eğitiminde kitle iletişim araçlarının etkin kullanımı oluşturmaktadır. Bütün kitle iletişim araçlarını kullanarak halkın kültürel miras konusunda duyarlılık kazanması için çalışılmasını istemektedir. Türklük dünyasında âşıklık geleneği ve âşık edebiyatının tanıtım amaçlı çalışmalarına katkı sağlanacağı gibi bu tür çalışmalarda belirli yöntem bilgisi (metodoloji) sorunlarının çözümünde de kazançlar olacaktır. Ayrıca proje uzun vadede âşıklık geleneğinin gelecek kuşaklara aktarılması ve yurt dışı tanıtımları için hazırlanacak diğer projelere de kaynaklık etmesi bakımından önemli bir misyon üstlenecektir. İletişim teknolojisinin hızla gelişmesi, âşıklık geleneğinin birçok yörede unutulmasına neden olmuştur. Millî kültürün, geleneksel değerlerin yerini tarihî köklerden yoksun bir teknoloji kültürünün alması tehlikesiyle karşı karşıya kalınmıştır. Geçmiş kuşakların aldığı kararlar gelecek kuşakları doğrudan etkilemektedir. Âşıklık geleneği mirasının korunması ve gelecek kuşaklara sunulması amacına yönelik çabalar desteklenmelidir. Sonuç: Kültürel miras, sürdürülebilir kalkınma ve barışın garantisidir. Âşıklık geleneği kültür değerlerimizi gün yüzüne çıkarmak, geçmişi gelecek kuşaklara taşımak ve çağdaş yorumlarını yapmak amacıyla sosyal, kültürel ve sanatsal çalışmaları, toplumumuzun değişik kesimleri ile birlikte yürütme ilkesinden hareket ederek gerçekleştirilmelidir. Kültür, ulusları birbirlerine yakınlaştırmakta, insanların barış ve hoşgörü içinde yaşamalarının temelini oluşturmaktadır. Âşıklık geleneği, Anadolu coğrafyası dışında Azerî ve Türkmen sahalarında da yaşamaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun yayıldığı bütün topraklarda ve Balkanlarda da yayılmış ve gelişmiştir. Âşıklık geleneği çağlar boyu çok geniş coğrafyalara yayılarak evrensel boyut kazanmıştır. Âşıklık geleneği bugün Türklük dünyası ve Anadolu coğrafyasında sürmektedir. Türk sözlü edebiyatındaki 23 ozan-baksı geleneğinin en güzel örneklerini Azerbaycan coğrafyasında gördüğümüz gibi günümüz Türklük dünyasındaki âşıklık geleneğinin en güzel örneklerini de Azerbaycan âşık edebiyatında görüyoruz. Türk dünyası âşıklık geleneği, yüzyılların deneyimlerinden süzülerek biçimlenmiş, kuşaktan kuşağa aktarılan bir değerler bütünüdür. Teknolojik gelişmelere bağlı olarak sosyokültürel hayatta meydana gelen değişimler, âşıklık geleneği dinleyicisini olumsuz yönde etkilemiştir. Âşıklık geleneği mirası korumaya alınarak gelecek kuşaklara aktarılmalıdır. Bilgi ve eğitim boyutuna ağırlık verilerek, âşıklık geleneği kültürel mirasının saptanması, korunması, teşviki ve aktarılmasını hedef alan politikalar geliştirilmelidir. Çobanoğlu (Özkul) , 1999, “Elektronik Kültür Ortamında Âşık Tarzı Şiir Geleneği Bölgemizde Çukurova Âşıklar Üzerine Tesbitler “ 3. Çukurova Uluslar Arası Çukurova Halk Kültürü Sempozyumu Bildirileri, Adana , Adana Ofset. Çobanoğlu(Özkul), 1999, “ Osmanlı Devletinde Türk Halk Kültürünün Değişim ve Dönüşüm Dinamikleri” , Osmanlı , Kültür ve Sanat, C.9, Ankara, Yeni Türkiye Yayınları. Dizdaroğlu (Hikmet),1969, Halk Şiirinde Türler, Ankara, TDK Yayını. Elçin (Şükrü), 1976, “Türkiye’de Halk Edebiyatı” Türk Dünyası El Kitabı, Ankara. Elçin (Şükrü), 1981, Halk Edebiyatına Giriş, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları. Elçin (Şükrü),1984a, Halk Edebiyatı Araştırmaları I-II, Ankara. Eraslan (Kemal), 1994, “Divan-ı Lügat-it Türk’te Aruz Vezniyle Yazılan Şiirler”, Türk Dilleri Araştırmaları Yıllığı, Belleten, 1991, Ankara. Günay (Umay), 1992, Türkiye’de Âşık Tarzı Şiir Geleneği ve Rüya Motifi, Akçağ Yayınları , Ankara. Karahan (Abdülkadir), 1991, “Âşık Edebiyatı”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.3, İstanbul. Kartarı (Hasan), 1977, Doğu Anadolu’da Âşık Edebiyatının Esasları , Ankara. Kaya (Doğan) 2000, Âşık Edebiyatı Araştırmaları, İstanbul, Kitapevi Yayınları. Koz (M.Sabri), 1977, Âşık Kolu, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C.I, İstanbul. Koz (M. Sabri), 1985,” Âşık Edebiyatında Destan ve Destan Konuları”, Türk Halk Edebiyatı ve Folklorunda Yeni Görüşler 2, Konya. Köprülü (Fuad), 1962, Türk Saz Şairleri, Ankara, Güven Basımevi. Köprülü (Fuat), 1989, “Türk Edebiyatının Menşei”, Edebiyat Araştırmaları I, İstanbul, Ötüken Yayınları. Kut (Günay), 1994, “13. Yüzyılda Anadolu’da Şiir Türünün Gelişmesi”, Türk Dili ve Araştırmaları Yıllığı, Belleten 1991, Ankara. Kutlu(Mustafa)-Doğan (D. Mehmet), 1977, “Âşık”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul, Dergah Yayınları. Ocak(Ahmet Yaşar),1984, Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliya Menkıbeleri; Ankara, MİFAD Yay. Oğuz, M.Öcal; 1983, “Halk Şiirinde Tür ve Şekil Meselesi” Milli Folklor, Ankara Özdemir (Fuad) , 1991, “ Anadolu Destanlarının Biçimleri ve Çeşitli Temaları”, Anadolu Destanları, Ankara. Sakaoğlu (Saim), 1986, Karacaoğlan, İstanbul, Büyük Türk Klasikleri. Sakaoğlu (Saim), 1986,” Ozan, Âşık Saz Şairi ve Halk Şiiri Kuramları Üzerine”, III. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, C.I, Ankara. Sakaoğlu (Saim) 1987, “Halk Edebiyatı Kavramı Üzerine” III. Uluslararası Türk Halk Edebiyatı Semineri Bildirileri, Eskişehir. Sakaoğlu (Saim),1998, “Türk Saz Şiiri”,Türk Dünyası El Kitabı, 3.Baskı, Ankara, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü. KAYNAKÇA Artun, (Erman), 1996, Günümüzde Adana Âşıklık Geleneği (19661996) ve Âşık Feymani, Adana, Adana Valiliği İl Kültür Müdürlüğü Yay., Hakan Ofset. Artun (Erman),1997, “Adana Âşıklık Geleneğinde Karacaoğlan Çığırma , İçel Kültürü, S.54, İçel. Artun, Erman, 2000; Adana Halk Kültürü Araştırmaları I, Adana, Adana Büyükşehir Belediyesi Kültür Yay. Epsilon Reklam ve Matbaa.. Artun (Erman ), 2000 ,” Âşıklık Geleneği ve Âşık Edebiyatı Terimleri Üzerine Bir Deneme”, Adana Halk Kültürü Araştırmaları, 1. Adana Artun (Erman ), 2000a, Adana Halk Kültürü Araştırmaları 1 , Adana, Epsilon Ofset Aslanoğlu, İbrahim; 1984, Pir Sultan Abdallar İst., Erman Yay. Bali (Muhan), 1975, “Âşık Karşılaşmaları-Atışmalar I, Türk Folkloru Araştırmaları, Eylül, cilt 16, İstanbul Bali(Muhan), 1975 “Âşık Karşılaşmaları- Atışmalar II, Türk Folklor Araştırmaları, 7457. Başgöz (İlhan), 1952, “Âşıkların Hayatlarıyla İlgili Halk Hi-kayeleri “Journal Of America, Folklor, 65, 1952, No: 238. Başgöz (İlhan) ,1968, İzahlı Türk Halk Edebiyatı Antolojisi, İstanbul. Başgöz (İlhan) , 1977, “Halk Edebiyatı ve Folklor” Milliyet Sanat Dergisi, s. 216, İstanbul. Başgöz (İlhan), 1977, “Karacaoğlan mı, Pir Sultan mı Halkın Dilinden Konuşuyor, Halk mı Onların Dilinden Konuşuyor”, Milliyet Sanat Dergisi, 28 Ocak 1977, S. 2;6, İstanbul. Başgöz (ilhan) 1986, Folklor Yazıları, İstanbul, Adam Yayınları. Başgöz (İlhan), “Halk Hikayelerinde Rüya Motifi ve Şaman İnitation Ayinleri, Asian Folklore Studies C.XXVI-I, Boratav (Pertev Naili), 1918, “Âşık Edebiyatı” Türk Dili Dergisi, Türk Halk Edebiyatı Özel Sayısı, Sayı:207, Aralık, Ankara. Boratav (Pertev. N. ) , 1942, Halk Edebiyatı Dersleri, Ankara. Boratav (Pertev Naili), 1982, “ Folklor, Halk Edebiyatı ve Âşık Edebiyatı”, Folklor ve Edebiyat, İstanbul, Adam Yayınları. Boratav, P.Naili; 1982, Folklor ve Edebiyat, İstanbul, Adam Yay. Boratav (Pertev Naili), 1988, Halk Hikayeleri ve Halk Hikayeciliği, İstanbul, Adam Yayınları. Çetin (İsmet), 1997, Türk Edebiyatında Hz. Ali Cenknameleri, Ankara. Tanrıkulu (Nâzım İrfân), 1997, Âşıklar Divânı – Günümüz Âşıkları , İstanbul. Turan, Metin; 1996, Ozanlık Gelenekleri veTürk Saz ŞiiriTarihi,Ankara Turgut (Osman), 1995, Adana’da Âşıklık Geleneği ve Yaşayan Adanalı Âşıklar, Ç.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Adana.. Yardımcı__________, Mehmet, 1998, Başlangıcından Günümüze Halk Şiiri-Âşık Şiiri-Tekke Şiiri, Ankara, Ürün Yay. Başkent Mat. Yay. Yılmaz (Şirin),1994,“Prof. Dr. Umay Günay ile Halkbilim Çalışmaları Üzerine Bir Konuşma”,Milli Folklor, S. 22, Ankara. 24 Babamın Yarım Kalmış Sevdasının Yerine Dilaver Cebeci Aşık Davud Sulari ve Yalnızbağlı Necati Gültepe için... Sineme yüzlerce ok saplanırdı, “Kirpiğin kaşına değdiği zaman.” Bir sızı içimde keleplenirdi, Kulağım adını duyduğu zaman. Kah zülfünün karasında yatardım, Kah gözünün deryasında yiterdim. Seni hayal eder dilek tutardım, Göğümde bir yıldız kaydığı zaman. Bahar başlayınca elvan toyuna, Sevdam çiçek açar idi boyuna... Koyakdaki gür derenin suyuna, Söğüt dallarını eğdiği zaman. Meltem vursa yüzündeki güllere, Dokunurdu gönlümdeki tellere. Bakarak ağlardım cılga yollara, Bir türkü bağrımı oyduğu zaman. Bu aşk can evimde kaldı da yarım, Hala o iklimden sesler duyarım. Kim bilir belki de sana doyarım, Topraklar yağmura doyduğu zaman. Desen: Atanas Karaçoban 25 KAVAKLAR VE SALKIM SÖĞÜTLER Emine Işınsu İstanbul Ankara yolunun galiba İstanbul’a yakın bir yerlerinde tren hattının biraz ötesinde acayip bir manzara ile karşılaştım. Bir dizi kavakla bir dizi salkım söğüdü karşı karşıya dikmişler. Ama nasıl karşı karşıya! Dalları yerlerde sürünen her salkım söğüdün önüne bir kavak. Ki mağrur ve dil göğe doğru boy vermiş! Her iki ağacı da ayrı ayrı pek çok sevmeme rağmen, şu manzara beni dehşetli etkiledi. Ürktüm ve rahatsız oldum. Çünkü karşımda, birbirlerinden pek az bir mesafe ile duran iki ayrı cins ağaç, tam anlamıyla “bir bütünü” teşkil ediyordu. Dik duran ve eğilen. Evet, bir bütündü bu, başı sonu ve ayrıntıları ile tamamlanmış bir olay. Acaba kavaklar yaratılmasaydı, salkım söğütlere ihtiyaç duyulmayacak mıydı? Yoksa salkım söğütler var diye mi, kavakların burnu bunca havada? İnsan, kainatın küçük çapta bir örneği. Yaratılış tek, Yaratan gibi. Peki bu hakikat, “söğüt insan”la, “kavak insan”ı mazur gösterir mi? Söğüdün eğilmesi, dallarını yerlerde sürümesi, ağacın tabiatı icabı. Öyle yaratılmış, yer çekimine kaptırmış dallarını, yaprak yaprak ağlamakta, yahut yalvarmakta. Güzel ve zarif ama, ne çare, salıvermiş kendini. Başkası gelmez elinden! Oysa, hele ilk sabahın buğulu dakikalarında, kavaklar göğe doğru uzanmış dururlarken, bana hep; bu ağaç yalnız, dik ve mağrur, Allah’dan gayri kimsesi yok gibi gelir. Onun yaradılışında “eğilmek” yoktur, sığındığı tek Allah’tır ve şüphesiz “Gökten alıp, yere” vermektedir. Kavakların, karşılarında eğilen salkım söğütlere de ihtiyacı yoktur. Ama kainatın küçük çapta bir örneği de olsa, asırlardır bozulmuş, yozlaşmış insanlar aleminde, “kavaklar”ın, “salkım söğütler”e ihtiyacı yok mu?.. Var, hem nasıl! Şöyle bir düşünüyorum “kavak insanlar”ı, kimi diktatörlerdir. Kimi politikacılar, kimi mevki sahibi insanlar, hatta bazan şişirilmiş sanatçılar, düşünürler bazen de çok varlıklı kişiler. İşte bütün bu zevatın “söğüt insanlar”a ihtiyaçları vardır. Sırf yerlerinde tutunabilmek ve burunlarını havada muhafaza edebilmek için. Destek!. Kavak insanlar, söğüt insanlar sayesinde beslenirler. Beslenmeyi hem manevi, hem maddi planda düşünüyorum. Böyle düşününce, söğüt insan da varlığını yani yaşama imkanını, kavak insana borçlanmakta. Karşılıklı ve muntazam işleyen dişliler gibi. Kendilerince iyi bir ahenk kurmuşlar. Aslında ne bu muntazam işleme, ne ihtiyaç, ne de ahenk; bu iki tip insanı mazur görmez. Çünkü kavaklık ve söğütlük insanların tabiatı, yaratılışları icabı olmasa gerek. İnsanın doğuştan getirdiklerini; mizacı elbet inkar etmiyorum. Ancak kişinin kavaklaşması veya söğütleşmesi, yıllar geçtikçe biçimlenen bir vakıa. İnsan, karakterini biçimlendirmekte hür bırakılmış, seçim onun... Aile içi münasebetleri, sokağın tesirini, türlü eğitimi ve öğretimi de ele alırsak, bana göre, hiç mazur görülmeyecek olanlar söğütleşmiş insanlardır. İddiam odur ki; bu etek öpücüler, bu beli bükükler, bu şak şakçı “aman beyefendiciğim” ler olmasa, cemiyetin belası kavak insanlar azalacak, belki nesilleri tükenecek. O ne güzel bir cemiyet olurdu. Acaba, diye düşünüyorum; şu ağaçları karşı karşıya diken şakacı kişinin maksadı, sırf insanlar alemine bir acı tebessüm yollamak mıydı? Her kimse, ona selam olsun. 26 YANARSAN YAN Mustafa Aslan* Desen : Garipkafkaslı, 2000 Yanarsan yan gönlüm! İnlemem asla İnlersem bilinir canım yandığı, Var olmuşsam Ferhâd ile kıyasla Sevdâmı yenmez mi Ferhâd’ın dağı?... Mecnûnun düştüğü çölü sularım, Ferhâd’ın deldiği dağı yamarım Kerem’in yanına duman koyarım, Tamâmına yeter sevdâm otağı... Ben ateşi sevdim, pervânesiyim Öldükçe diriliş divânesiyim Ülkümün aşığı süvârisiyim Ben sönsem yanar mı sevdâ çerağı?... Sevdâlar Hak’tandır, âşıklar Hak’ta Yakınlaşır sevgi uzaklaştıkta Can olur mu canânından uzakta Herkesin kendidir kendi durağı... *Gazeteci, yazar. Türkçe bakan Türkçe görür avını Türkçe bilen Türkçe söyler savını Cüce edip düşmanların devini Çekilir göndere Türk’ün sancağı... 27 İRAN’DA TÜRK DÜŞMANLIĞININ KÖKLERİ Maşallah Rezmi* “Bir Fars bir Türk’le kavga ediyordu. Fars durmadan Türk’e sövüp duruyordu. Türk ise sessiz oturmuş çubuğunu içiyordu. Sonunda dikkatli bir şekilde çubuğunun ağaç sapını başından ayırıp -onu temizlemek istiyormuş gibi- çubuğun sapı ile Fars’ın kafasına bir tane vurarak “köpoğlu” diye bağırdı. Sonra tekrar çubuğunun başını sapına taktı ve çubuk bir zarar görmüş mü diye çubuğunu incelemeye başladı. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi çubuğunu çekmeye devam etti” (Nasıreddin Şah’ın Avusturyalı özel doktoru Pulak’ın seyahatnamesinden) 12 Mayıs 2006 cuma günü İran devleti’nin resmi yayın organı olan İran gazetesi’nin çocuk özel sayısında “Bok Böceklerinin bizi istila etmemesi için ne yapmalıyız?” başlıklı bir makale yayınlandı. Bu makalede “Bok Böceklerini” yok etmek için çocuklara sekiz yöntem öğretilmekte ve her yöntem bir karikatürle gösterilmektedir. Karikatürün birinde çocuğun biri bok böceği ile konuşmakta, yalnız çocuğun dilini anlamayan Bok Böceği Türkçe “Nemene?” diye sormaktadır. (Güney Azerbaycan’ın çoğu bölgesinde “Ne?” sorusu “Nemene?” şeklinde ifade olunur). Ayrıca bu karikatürün altında bok böceklerinin dillerinin çok zor ve kuralsız olduğu, dolayısıyla çoğu bok böceğinin kendi dilinde konuşmak istemediği anlatılmağa çalışılmıştır. Bok böceklerini yok etmek için önerilen yöntemler, daha çok siyasi muhalif güçleri yok etmeye yarayan yöntemlere benzemekle beraber, yöntemlerin birinde “…insan dışkısından beslenen bok böceklerini yok etmek için çare olarak bir müddet tuvalete gidilmemesinin yeterli olacağı tavsiye edilmektedir.” İran’ın siyasi ve toplumsal ortamından haberdar olan herkesin yazarın burada Türkleri kastettiğini anlaması zor değildir. Söz konusu yazının yayınlanmasından birkaç gün sonra aynı gazete aynı yazardan “Cengiz Ölüyor” adlı içinde Türklere hakaret dolu bir yazı daha yayınladı. İlk yazının yayınlanmasının hemen ertesi günü Azerbaycan üniversitelerinde itiraz * Tebriz / İran sesleri yükselmeye ve gitgide sokak gösterilerine dönüşüp büyümeye başladı. On gün sonra Güney Azerbaycan’ın merkezi şehri olan Tebriz’in devlet üniversitesinin yerleşkesinde öğrenciler toplanarak protesto sloganları atar ve daha sonra itiraz mektubu vermek üzere kampustan ayrılır ve valilik binasına doğru yürürler. Yolda emniyet güçlerinin müdahalesi sonucu öğrenciler ile çevik kuvvet arasında çatışma çıkar. Çatışma kent halkının öğrencileri destekleyip olaya karışması ile büyür ve sonuç olarak çevik kuvvet ilk başta göz yaşartıcı gaz, cop ve daha sonra ise doğrudan halka ateş açma suretiyle gösteriye şiddet karıştırır. Günün geç saatlerinde gösteri tam bir ayaklanma şekli alır. Bu olayda valilik binası dâhil birçok devlet bina ve aracı zarar görmüş, çok sayıda vatandaş yaralanmış ve şehit olmuştur. Sonraki günlerde Urmiye, Hoy, Zencan, Erdebil, Hıyav (Mişkin), Marağa, Merend, Miyana, Koşaçay (Miyandoab), Sulduz (Negedeh), başta olmak üzere toplam 25 büyük ve küçük kent ve kasabada kanlı olaylar yaşanmıştır. Urmiye’de İran gazetesinin il temsilcilik binası bir hafta içinde iki kez ateşe verilmiş ve devlet radyo, televizyon il tesisleri tahrip edilip yakılmıştır. Erdebil, Mişkin ve Negedeh şehirlerinde emniyet güçleri doğrudan halkın üzerine ateş açmıştır. Tüm Azerbaycan’a yayılan ve daha sonra Tahran ve Kum’a sıçrayan on günlük ayaklanmada verilen raporlara göre en az 50 vatandaşımız şehit olmuş ve binlercesi yaralanmıştır. Uzun veya kısa süreli gözaltına alınan insan sayısı toplam 21 bine ulaşmıştır. İran’ın resmi haber ajanslarına göre sadece Tebriz’de 330 kişi gözaltına alınmış, Negedeh’de 4 kişi hayatını kaybetmiştir Bu ayaklanma İran İslam Devrimi’nden sonra Azerbaycan’da gerçekleşen en büyük halk gösterisi olmuştur. Uzmanlara göre bu ayaklanma Pehlevi rejimini çöküş sürecine iten 1977 Tebriz Ayaklanması’nın boyutlarına ulaşmıştır Azerbaycan’da meydana gelen Mayıs–Haziran Ayaklanması’nda karikatür meselesi tetikleyici rol 28 oynasa da bu kadar büyük bir olayın sırf bir karikatüre tepki olarak ortaya çıktığını düşünmek çocukça bir yanılgı olacaktır. Başlıca 25 maddesi “Azerbaycanlı üniversite öğrenci ve mezunlar topluluğu’nun” bildirisinde yer alan siyasi, kültürel, ekonomik ve toplumsal istekler bir etkenler kümesi olarak bu ayaklanmanın zeminini oluşturmaktadır. 22 Mayıs 2006’ya kadar Azerbaycan’da bir kimlik arayışı hareketi söz konusu olmuşsa da o günden itibaren bir milli hareket doğmuştur. Birkaç bin kişinin tutuklanarak cezalandırılması ile bu hareket durdurulamayacaktır. Çünkü bu hareket olgunlaşma sürecini tamamlamış, kendi kaderini belirleyebilecek noktaya gelmiştir. Milli bilinç oldukça yüksek bir düzeye ulaşmış, uluslararası ve bölge koşulları rejimin 1981’de olduğu gibi genel bastırma veya 1988’deki gibi siyasi kıyım yoluna gitme olanağını elinden almıştır. Günümüz koşullarında Azerbaycanlılar aleyhine her türlü geniş çaplı şiddet uygulaması rejimin kendi aleyhine olacaktır Bu ayaklanma her ne kadar kendiliğinden oluşsa da Türk insanının bilinçaltına kayıtlı, yazılmamış kuralların meydana getirdiği bir olgudur. Tüm şehirlerde farklı ve çok sayıda sloganlar atılsa da sloganların özünde her hangi bir dağınıklık gözükmüyor ve hepsinin vardığı nokta aynıdır. Güney Azerbaycan Türk milleti kendi kaderine hâkim olmak istiyor. Paniranistler İran’ın çok milletli bir toplum olduğunu inkâr etmekte ve özellikle Türklere gelince gerçeği çarpıtarak tersten anlatmaktadırlar. Onlara göre tarih boyunca İran’da Farslar, Türkler tarafından zulüm ve haksızlığa uğramışlar. Bu konuya açıklık getirmek için İran’da Fars olmayan halklara uygulanan ve toplumsal patlayışa yol açan ırk ayırımı [Güney Afrika’da görülen, siyahları dışlayan ve beyazlara tüm hakları tanıyan sistem] sistemiyle beraber İran’da Türklerin de ayaklanmasına sebep olan tarihi Türk karşıtlığının ortaya çıkış ve gelişme sürecini tarihi belgelere dayanarak ele alacağız. Her şeyden önce Azerbaycan Türklerinin sosyolojik özelliklerini inceleyerek genelde gösterdikleri sosyal tepki metotları açıklanmaya çalışılacaktır. Makalenin başında seyahatnamesinden bir hikâye aktardığımız doktor Pulak bu konuda en güvenilir gözlemcilerden birisi sayılmaktadır. On sene Kacar Hanedanlığından Nasıreddin Şah’ın saray doktorluğunu yapan tarafsız bir yabancı olarak İran ve İranlılarla ilgili tüm gözlem ve incelemelerini büyük bir titizlikle kaydetmiştir. Yukarda aktardığımız hikâye Türklerin soğukkanlılık ve sabırlı davranışına bir örnek olarak kayda alınmıştır. Türkler kişisel ve toplumsal olarak sabırlı ve soğukkanlıdırlar. Yalnız üzerlerindeki baskı dayanılmaz hale geldiğinde aniden ve sert şekilde tepki verirler. Doktor Pulak kitabında Türklerden şöyle bahseder: “Türkler [Azerbaycan Türklerini kastetmektedir] huy ve ahlak olarak Osmanlılara daha çok benzerler, yalnız Farsların da bazı özelliklerini almışlar. Kaba, hileden uzak, cesur ve kararlı insanlar olduklarından orduda tercih edilirler. Bunlar Farsları korkak diye aşağılar ve kendi Türk soylarıyla iftihar ederler. Sakinler, yalnız kavga dövüş icap ederse tereddüt etmez, her zaman saldırıya hazırdırlar. Yazılı tarihi kaynaklara göre yedinci yüzyıl sonrası Türk kabile birlikleri Orta Asya’dan hareket ederek tüm Avrasya’yı kat etmişlerdir. Onlar bu süreç içinde çok sayıda devlet ve imparatorluk kurmuş, birçok millete egemen olmuşlardır. Öyle ki bu milletlerin tarihini Türklerden ayrı yazmak mümkün değildir. Türk yayılması çoğu zaman yenik düşen milletlerin kalbinde kalıcı intikam yaraları açmıştır. Bu milletler fırsat buldukça Türklere vurarak veya hiç olmazsa Türkleri aşağılayıp hakaret ederek, öfkelerini dışa vurmuşlardır. Çinliler, Ruslar, doğu Avrupalılar, Araplar, Ermeniler ve İranlılar farklı düzeylerde Türk karşıtı duygular beslerler. Hatta bazen Kürtler bile (İran Kürtleri kastedilmektedir) paniranistlerin ağır baskısına maruz kalmalarına rağmen, paniranistlerin uydurmacalarına kanarak Türklere karşı çıkmaktalar. Hâlbuki bazı istisnalar hariç Kürtlerle Türkler her zaman birlikte barış ve huzur içinde yaşamışlardır. İşte bu nedenle Türk asaletine inanan Türkler “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” derler.” İran’da Türk düşmanlığı tarih ve gerçekliğin ötesine geçerek efsane ve mitlere bile yansımıştır. Farsların en gözde şairi Firdevs’inin Şehname’si İran ile Turan savaşları temel alınarak yazılmıştır ve Firdevsi, Şehname’sindeki Turanlıların Türkler olduğunu bizzat söylemektedir. Firdevsi Fars çiftçisinin Türk ve Arap’la karışmasının Fars köylüsünün 29 bozulması anlamına geldiğini söyler (şiirden çeviri) “(Fars) çiftçi, Türk ve Arap’tan (öyle) bir soy ortaya çıkar (ki) ne çiftçidir, ne Türk’tür, ne Arap’tır. Bu söz ancak oyundur (maskaralıktır)” Bugünkü İran’ın tümünün de topraklarına dâhil olduğu Türk Şah’ı Gazneli Sultan Mahmut’un sarayında Sultan’ı övmekle meşgul olan 400 Fars şairi vardı ve onların biri de Firdevsi idi. İran’ın tüm Türk hâkimleri Fars dili ve edebiyatının gelişmesine gayret sarf etmelerine rağmen Türk karşıtlığı İran edebiyatının belirgin hatlarından olmuştur. Fars edebiyatında “Bu yol Türkistan’a gider” ifadesi “doğru yoldan sapmak” ve “Türktazi” (Türk’ün at koşturması) “zorbalık ve haksızlık” anlamına gelir. Coğrafya bilgini İbn-i Fakih-i Hamedani Türkleri düşman olarak tanımlar ve peygamberin hadisiymiş diye şu hadisi nakleder: “Türklerin size sataşmasını istemiyorsanız onları rahat bırakın.” Türk olmayan birisinin İran’da Türk karşıtlığının ne demek olduğunu anlaması zordur. Gerçeği kabul etmeyenler en azından geçen 30 yıl içinde Azerbaycan’da yaşananları tekrar gözden geçirmeliler. 1980 yılında Sadık Halhali’nin (dönemin devrim mahkemeleri başkanı) “Bahaneler düşmanların elinden alınmalı” başlıklı makalesinde Ayetullah Şeriatmedari’ye (dönemin en yüksek mevkili Azerbaycanlı din adamı) hakaret ederek kendisinin Savak (Pehlevi döneminde İran milli istihbarat teşkilatı) ajanı olduğunu iddia etmesi sonucu Tebriz’de ayaklanma çıkıp halk, devlet radyo televizyonunu kontrolü altına almıştı. 1995 yılında Tahran Devlet Radyo Televizyonu tarafından “bir Türk’le evlenmek ister misiniz?”, “iş yerinizde bir Türk’le oda arkadaşı olmak ister misiniz?”, “sakinlerinin çoğu Türk olan bir mahallede oturmak ister misiniz?”, “bir Türk’le aile arkadaşı olup onu evinize davet etmek ister misiniz?” gibi Türklere hakaret edici sorular içeren bir anketin dağıtılması Tebriz’de karışıklığa sebep olup, Azerbaycan il üniversitelerinde öğrencileri ayağa kaldırmıştır. Bu gün ise İslam cumhuriyeti’nin resmi gazetesinde yapılan dayanılamayacak kadar iğrenç hakaret, tüm Azerbaycan’ı ayağa kaldırmış ve onlarca vatandaşımızın canına mal olmuştur. Verilen bu örnekler sadece harmandan bir avuçtur. Tüm Fars ortamlarında anlatılan Türkleri aşağılayıcı fıkralar ve hatta artık deyim haline gelmiş “Türk-i her” [eşek Türk] ibaresi herkesce malumdur. Bu şekilde süreklilik arz eden resmi ve gayri resmi hakaretler zinciri İran’da sistemli bir Türkleri aşağılama sürecinin varlığını reddedilmez kılmıştır. Yalnız Azerbaycanlılar da her zaman gereken tepkiyi vererek Türk kimliği konusunda herhangi bir şekilde taviz vermeyeceklerini açık şekilde ifade etmişler. Mayıs-Haziran ayaklanması’nda halkın harekete geçtiği her 25 kentte de “Haray haray[feryat] men Türk’em”,”Türk’ün dili ölen değil, Fars diline dönen değil” sloganları tüm sloganların başında gelmiştir. İran’da Türklerin bin yıllık egemenliği döneminde Farslar hiçbir zaman kültürel baskı hissetmemişlerdir. Türk sultanları ne yapsalar da kültürel baskıdan uzak durmuşlardır. Bunca Fars şiir divanlarında dil ve kültür baskısıyla ilgili hiçbir örneğe rastlanmamaktadır. Türkler hiçbir zaman hâkim oldukları milletlerin diline karışmamışlardır. Türk hâkimiyeti dönemlerinde İran’da her zaman Arapça din ve bilim dili, Farsça edebiyat ve şiir dili, Türkçe ise saray ve ordu dili olmuş, her üç dil de saygı görmüş “Elsene-yi selase-yi İslami” (üç İslam dili) olarak anılmışlardır. Tüm mekteplerde ve medreselerde “ dil Arap dilidir, Farsça şekerdir, Türkçe sanattır” ifadesi temel öğretilerden biri olagelmiştir. Yalnız anlaşılan bu ki anlattıklarımız daha çok Türkler için geçerli olmuş, Farslarca pek tutulmamıştır. Nitekim Farslar 1925’te hâkimiyete getirildikleri günden itibaren bütün bunları unutmuşlar. İslam cumhuriyeti döneminde bile kendileri Arap dili eğitimi alan mollalar Huzistan (İran’da Arapların yerleştiği bölge) çocuklarının ana dilleri olan Arapça eğitim almalarına engel olarak onların günahına girmişler. Bütün bu yaptıkları yetmiyormuş gibi kendi resmi gazetelerinde Türk dilini bok böceklerinin diline benzetip çocuklara onları yok etmenin yöntemlerini öğretmekteler. Burada şöyle bir soru karşımıza çıkıyor. Neden Türklerin 1000 yıllık hâkimiyeti dönemimde çoğu zaman Farsça yazı dili olmuştur? Bu soruya cevap olarak üç fikir ileri sürülmektedir: 1- Paniranistler ve Fars diline tapanlara göre bu husus Farsçanın Türkçeye olan üstünlüğünden kaynaklanmaktadır. Oysa bilimsel olarak bunun tersi doğrulanmaktadır. Nitekim 1999 yılı UNESCO tarafından “Dede Korkut” yılı ilan edilmiş, 30 ses sistemi olarak Arapçayla tamamen farklı olan Türk dilini tam anlamıyla yeni sistemde oturtamamışlardı. Yapılan çalışmalarda zaten şehir kültürüne hâkim olan Fars ve Arap dillerinin etkisi altında kalmıştır. Bütün bunlara rağmen Fars dili Arapçanın oldukça ağır tesiri altında kalmıştır. Nitekim yüzyıllar boyunca mekteplerde Farsçanın öğreniminde temel derslik olan Sadi’nin gülistan kitabı ve hafız’ın şiir divanı’nda kullanılan Farsçada kelimelerin neredeyse üçte ikisi Arapçadır. Rudeki’den Nima Yuşiç’e kadar tüm Fars şiiri aruz kalıbında söylenmiş ve tamamen Arap ekolüdür. Ne kadar ilginçtir ki Arap recizi şiirden saymazken Firdevs’inin şehnamesi baştanbaşa recizdir. Firdevsi Şehname’den sonra yazdığı “Yusuf ve Züleyha” eserinde ömrünü Şehname’yi yazmakla heba ettiğinden pişmanlık duyduğunu söyler. Farsçanın değerini kırmamak ve bu dili sevenlere saygı duymakla beraber Farsçanın, Arapçanın bir şivesi olduğunu kabul etmek gerekir ve belirtmek gerekir ki bu bağlılık Farsçanın tatlı ve zarif bir dil olduğundan hiçbir şey eksiltmemektedir. Farsça başka dillerin katili olmadığı sürece herkesçe saygındır. Fars bölgesinin (Fars sözcüğü burada coğrafi anlamda kullanılmış ve bugünkü İran’ın merkez eyaletlerini kastetmektedir) ahalisi, Orta Asya ahalisinden çok daha evvel Müslüman olmuşlar. Türkler 8. yüzyıldan sonra İslam’ı kabul etmiş Arap alfabesini kullanmaya başlamışlar. Fars dili Arapçaya yakınlığından dolayı divan dili olabilmiştir. Oysaki Türkçenin ses sistemi, Farsça ve Arapçadan çok farklı olduğundan dolayı, Türkçe bu konumu elde etmekte zorlanmıştır. Farsça, Arapça bilmeyen birisinin Farsçayı tam olarak bildiğini iddia edemeyecek kadar Arapçanın etkisi altında kalmış ve bu dile yaklaşmıştır. Paris’in “Arap le Monde” enstitüsünde Firdevs’inin Şehnamesi Arap eseri olarak tanıtılmaktadır ve bugüne kadar da hiçbir akademiysen buna itiraz etmemiştir. Görüldüğü gibi Farsçanın Türk sultanları tarafından kullanılması bu dilin üstünlüğünden değil, karmaşık bir sürecin sonucu olmuştur. Hatta Farsça fazlasıyla basit bir dil olduğundan dolayı bilim dili olma kabiliyetinden yoksun bir dildir. Nitekim Rıza Şah dönemi Fars dil kurumu başkanıdır. Hanleri’nin Fars dili grameri kitabına istinaden 24000 fiili olan Türkçe dünyanın üçüncü en kurallı dili olarak seçilmiştir. Hâlbuki Fars dili birkaç yüz fiille ancak Arapçanın 33. şivesi olarak görülmüş ve Farsların en önde gelen şairlerinden biri olan Sadi’ye UNESCO tarafından sadece bir gün hasredilmiştir. Bunun gibi konular artık bilim dünyasında pek fazla önemsenmemektedir. Yalnız bazı paniranistlerin sadistçe inatları bu konuların gündeme getirilmesini zorunlu kılmaktadır. 2- Arthur Kristiyenson gibi bazı arkeolog ve doğu bilimcilere göre Sasani (Pers) imparatorluğu döneminde Pers dilinde temeli atılan vergi toplama sistemi İran saraylarında Pers dilinin kullanılmasını bir gelenek haline getirmiş ve eski devirlerde kâtiplik işinin irsi bir meslek olup babadan oğla geçmesi sebebiyle bu gelenek devam ettirilmiştir. Onun kanısınca Türk veya Arap saraylarında Fars kâtipler “guşt” yazmış Arap sultanına “lehm” veya Türk hakanına “et” diye okumuştur. Ahmet Kesrevi de aşağı yukarı aynı fikri savunarak yazı dilinin pers imparatorluğu döneminde ortaya çıkışını bu hususun nedeni sayar. Fakat bu nedenler de çürütülebilmektedir. Çünkü günümüz tarafsız dil uzmanlarına göre “Deri” dili (İran, Afganistan ve Tacikistan’da konuşulan çağdaş Farsça) İslam’dan sonra kuzey Afganistan ve merkez Asya’dan (Tacikistan) İran’a gelmiş ve Pers krallığında kullanılan Pehlevi dili herhangi bir yabancı dille farklı olduğu kadar bugünkü Farsçayla da farklıdır. 3- Üçüncü ve daha mantıklı görünen neden ise üç etkenin karışımından ortaya çıkan bir süreçtir. Din ve dolayısıyla Arap alfabesi etkeni, yerleşik şehir ve köy hayatı yaşayan Fars ve konar-göçer Türk yaşam sistemi ve üçüncüsü Farsçanın Arapçaya ses sistemi olarak uyumu ve tam tersine Türkçenin Arapçaya uymazlığı. İslam’dan sonra İslam dininin etkisiyle kısa zamanda Arap alfabesi diğer alfabeleri devre dışı bırakarak yeni Müslüman olmuş ülkelerde kullanılmaya başlanmıştır. O günkü yerleşik hayat yaşamı ve dolayısıyla yazılı edebiyatını geliştirme olanağına sahip bulunan Fars toplumu, zaten ses sistemi (sesli harflerin sayısı ve harflerin telaffuzu) itibarıyla Arapçayla örtüşen dilini çok fazla zorlanmadan yeni sistemde düzene sokabilmiştir. Oysa Farslardan çok daha geç yerleşik yaşam sistemine geçen Türkler kaybettikleri zaman bir yana dursun 31 istinaden Farsçanın sadece 314 fiile sahip bulunduğu bilinmektedir. Ayrıca Farsça az sayıda ek ve bağlaç içerdiği için oldukça kısıtlı bir kelime üretme yeteneğine sahiptir. Bunlara ilaveten Farsçanın fiil çekim zamanları da çok sınırlıdır. Öyle ki tanınmış arî ırkçısı Ahmet Kesrevi “Zeban-e Pak” (arı dil) çalışmaları kapsamında kendisinden yeni çekim zamanları türeterek bu eksikliği gidermeye çalışmıştır. Kesrevi bu hususa “Azeri veya Zebane Bastane Azerbaycan” (Azeri veya Azerbaycan’ın eski dili) eserinde açık şekilde değinmiştir. Bugün İran adıyla bilinen coğrafyada her zaman din tartışması var olmuştur. Nitekim “keşver” (ülke) kelimesinin “kiş” (din) ve “ver” (ilişki eki) kelimelerinden oluştuğunu söyleyenler vardır. Fakat dil tartışması oldukça yeni olup son yüzyılda ortaya çıkmıştır. Ondan önce Türk karşıtlığı daha çok etnik (kavim) olgusuna dayalı idi ve kavimler arası ihtilaflardan kaynaklanmıştır. Bu nedenle de tarihte Türklerin zayıf duruma düştüğü bütün dönemlerde İran Türk karşıtı ortamın güçlendiğini ve Türklerin yeniden güç kazanmasını önlemek için girişimlerde bulunulduğunu görmekteyiz. Safevi devleti döneminde her zaman sessiz olan Afganlar son Safevi sultanı şah sultan Hüseyin’i devirdikten sonra ona Türklerin şahı diye hakaret eder, Türklere eziyet etmeye başlarlar. Zendiye dönemi, pehlevi dönemi ve İslam cumhuriyeti dönemlerinde de Türkler aşağılanmış ve baskı altında tutulmuştur. Fransız araştırmacı Havier de Pelanol, Pakrevan’dan naklen şöyle yazar: “1770 yılında Zendilerin esiri oldan Kacar Ağa Muhammet Han’ın kız kardeşi Zendi Kerim Han’ın oğlu Muhammet Rahim Han ile evlendirilmek üzere Kazvin’den Şiraz’a getirilir. Yalnız kerim Han’ın kızı bu evliliğe karşı çıkar ve “bir çapulcu Türk köylüsünün kızı benim kardeşime layık değil, onu bir katırcıya verin.” der. Ağa Muhammet Han’ın kız kardeşi daha sonra Kerim Han’ın büyük komutanlarından olan Ali Mardan Han ile evlenir. Yalnız olay burada bitmez, “çapulcu Türk köylüsünün kızı” lafı Zendi sarayında dillere düşer. Bu dil yarasını unutmayan Ağa Muhammet Han Zendiye devletini yıkıp, Kacar Türk devletini kurduktan sonra Kerim Han’ın aynı kızını kendi katırcısına verir. Kendisini Kerim Han’ın varisi bilen Lütf Ali Han Zendi, Ağa Muhammet Han’ı aşağılamak amacıyla şöyle bir şiir yazmıştır: “Ya Rabbi mülkü benim gibi birisinden aldın ve kadın mı erkek mi belli olmayan bir kısıra verdin. Günlerin dönüşünden belli oluyor ki senin karşında ha kılıç vurdun ha davul çaldın (hiçbir farkı yoktur). Dr. Pulak Türk askerlerinin Farslara olan bakışını gösteren bir olayı anlatmaktadır. Bu olay Farslarla Türklerin arasında olan ilişkiyi de bir anlamda tasvir edebilmektedir. “1859 yılının yazında bir gece yarısı (İsfahan’da) Ermeni hizmetçim ile Çaharbağ caddesinden geçiyordum, mahalle kabadayılarından biri kamayla hizmetçime saldırıp, elbisesini yırttıktan sonra bir evin bağına kaçtı. Türk nöbetçiyi çağırdım, o eve girmek istedi ama ev sahibi izin vermedi. Yalın ayak, üstünde ince bir gömlek ve omzunda tüfeği olan Türk asker aşağıdan pencereye doğru bağırdı: “Siz köpek Farslar ne zamandan beri kama götürme cesaretini bulmuşsunuz, ben bu ülkenin şahı yerinde olsam sizin elinize iğne bile vermem”. Daha sonra kapı açtırıldı ve kabadayı dışarı çıkarıldı. Benim araya girmemle adama sadece birkaç kırbaç cezası verildi. Ülkenin neresinde olursa olsun, ister şehirde ister sınırda ne zaman ki bir Türk ve bir Fars bir araya gelirse biri diğerini alt etmeye çalışır. Kacar devletinden sonra ülkede Türkleri aşağılama sistematik bir şekle girip, tarih ve ders kitaplarında Türk’ün vahşi, çapulcu ve taşralı demek olduğu yazıldı. Türk karşıtlığı devletin resmi politikası haline geldi. Öyle ki ülkenin eğitim sisteminden mezun olan birisi Türk düşmanı kesilmektedir. Türklerden bahsedilince; “geldiler, yaktılar, yıktılar, çaldılar ve gittiler” sözlerine iktifa edilmekte ve Türklerin 1000 yıl boyunca İran’daki hâkimiyetleri süresince bu ülkeye verdikleri hizmet tümüyle unutulmaktadır. paniranistlerin “yaktılar, yıktılar” dedikleri dönemi bakın o dönemin Şairi Sadi nasıl anlatıyor: “vaktimizin hoş olduğu zaman hicretten altı yüz elli altı geçendi.” burada savaş zamanlarında yakıp yıkmaları aklamaya çalışmıyoruz, bu zaten savaşın zatındadır ve her zaman her yerde yapılmıştır. Bizim itirazımız tarihin çarpıtılması ve abartılmasıyla Türk düşmanlığı yapanlaradır. Bir âlim arkadaşımızın söylediği gibi bu eğitim sisteminden tarih doktorası alan birisin32 den kesinlikle umut kesmek lazım. Çünkü İslam öncesi efsaneler ve İslam sonrası uydurmacaları ezberlemedikçe diplomasını alması imkânsızdır. Gerçekler devrik şekilde anlatılmaktadır. Türk Sultanlarının himayesi altında yazıldıklarından bahsetmeden Fars edebi eserleri yüceltilmektedir. Türk sultanlarının büyüklüğünü ve görkemini gizlemek için Fars edebiyat yıldızlarının bu sultanlardan beslenip onlara övgü divanları yazdıklarından bahsedilmez. “Fars edebiyat hazinesi” dedikleri şey sadece şiir divanlarından oluşmaktadır. Matbaanın İran’a gelip, siyasi ve toplumsal şiirlerin popülerleşmesine dek şairlerin esas işinin şahları ve sultanları övmek olduğunu biliyoruz. Fars edebiyat hazinesi’nin yaratıcılarının mesleği ve geçim kaynağı Türk Sultanlarını övmek olmamış mıdır? İranlıların en büyük şairlerinden olan Sadi İlhanlı Hülagü Han’a yazdığı kasidelerden birisinde şöyle der: “semanın yer ehlini minnettar edecek bir işi; kâinatı yaratan tanrının bu cihan ehline indirdiği büyük bir rahmeti odur ki; İlhanın yazı ve fermanına boyun eğerek yeryüzündeki boyunlar kesilmekten kurtulmuştur; Mamure’nin kara ve denizlerinin en uzak köşeleri onun adli ve kuvveti sayesinde de kılıçtan geçme belasından kurtularak aman sahasına girmiştir. Rum sultanı ve Rus Çarı ona minnetle haraç veriyor, Hint ve Sint maharaceleri, ona boyun eğerek kalan vergisi veriyorlar” ve devam ediyor “Türkî tacının goncasını aç ki bağış ve hakan ile Cengiz Han’ın gayret ve himmeti sendedir; Parsi çiçeği bize bir eğlence goncası açmadı. Paniranistler, Türkleri maarif düşmanı gibi göstermeye çalışmaktalar ve “Cihan Guşa-i Cüveyni”den tutmuş İran meşrutiyet tarihine kadar çoğu itibarlı tarih kaynakların Türk bilginleri tarafından yazıldığını görmezden gelirler. “Az Seba ta Nima” [Seba’dan Nimaya] kitabı çağdaş Fars düz yazısının temelinin Azerbaycanlılar tarafından atıldığının açık kanıtıdır. Geçmişte nesir ve tarih yazılmasında en parlak dönem ilhanlılar dönemi olmuştur. Türklerin kültürel hizmetlerinin sadece bir örneği hoca Reşideddin’in Gazan Han’a yazdığı 36. mektubunda bakın nasıl anlatmaktadır: “…İki tane daha kütüphane… O cümleden bin tane nefis kitap oraya koydum… Farklı bilimler ve tarihi kitaplardan altmış bin tane… ve bilim meydanında birer yiğit ve fazilet semasında birer yıldız olan bin talebeyi… ve altı bin daha bilim talebesini Tebriz hükümet sarayına yerleştirdim. İlhanlılar döneminde Türk, Fars ve Arap dilleri eşit görülmekte, aynı derecede gelişmektelerdi. Herat’ta Timurlu Şahruh’un sarayında çizilen resimli bir Miraç Namenin bütün minyatürlerine üç dilde izah yazılmıştır. Bu kitabın orijinali Fransa milli kütüphanesinde saklanmaktadır. Yalnız bende nefis bir fotokopisi bulunuyor. bu dönemlerde dört ünlü havza (çağdaş anlamda üniversite) Marağa rasathanesi, Tebriz’in doğusunda Rub-i Reşidi, Tebriz’in batısında Şam Gazan ve Sultaniye yapılmış; sanat, ticaret ve çiftçilik gelişerek halk refahta yaşamıştır. Türk devletlerinin bugünkü İran’ın ortaya çıkması ve korunmasında verdiği hizmetler inkâr edilip, ders kitaplarında Türkleri barbar ve hunhar göstermek ve İran’da 30 milyon Türk’ün soy olarak Türk olmayıp, sadece dillerinin zaman içinde Türkçeleştiğini ısrarla iddia etmek Türk düşmanlığından başka bir şey olamaz. Ünlü Fransız Türkolog ve Azerbaycan Türkçesi uzmanı şöyle yazar : “göçebe aşiretlerinin Azerbaycanlıların dilini Türkçeleştirdiği saptırmadır ve doğru olamaz. Doğrusuna bakılırsa göçebe Türklerin Azerbaycan’a gelişiyle yerli Türkler takviye olmuşlardır. Bir cümle bile Türkçe okuyamayan çoğu panfarsist Türklere karşı geldikleri zaman aniden Türkolog oluverir, kurnazlıkla Azerbaycanlıların Türk değil Azeri (burada Azeri kelimesinden coğrafi mensubiyet değil, panfarsistlerin iddia ettikleri ve aslında hiçbir zaman var olmamış irani kökenli Azeri soyu kastedilmektedir.Azeri kelimesi özellikle son yıllarda güney Azerbaycanlı Türkler tarafından tepkiyle karşılanmaktadır] olduğunu savunurlar. Özel amaçlarla yetiştirilen bu uzmanlar, Azerbaycan konusu açılınca “vay Zerdüştçümüz vay” bağıra bağıra ve Zerdüştün “gat”larını okuya okuya gelip Azerbaycanlılara soy köklerini tanıtmak isterler. İşte bu beyefendiler daha düne kadar Türk sultanlarına methiler yazar, onların önünde eğilip düzelirlerdi. Azerbaycanlıların soy kökünün inkârında yapılan ısrar sonucu bugün yüz binlerce bıkkın Azerbaycanlı 25 kentte sokaklara dökülerek, “Haray(feryat) haray men Türk’em” , “Türk’ün 33 dili ölen değil, özge (yabancı) dile dönen değil” ve “Azerbaycan oyaktır (uyanıktır); varlığına dayaktır (dayanaktır)” diye bağırırlar. İran’da bürokrasi ve siyasi iktidarın himayesini de arkasına alan paniranistler istediği şekilde Türklere bühtan atar ve Türklere yukarıdan bakarlar. Çoğu Fars kalem erbabı da bu duruma göz yumar veya hatta onaylar. Bu husus Fars âlimlerinin görüş darlığından kaynaklansın gerek. Eskiden beri Azerbaycanlı âlimler en azından üç dile musallat olmuşlar. Hâlbuki Farsların arasında tek dillilik yaygın bir olgu olmuştur. Bu nedenle dünyayı hep kendi pencerelerinden görmüş ve başka bir dil bilmedikleri için ve başka bir dilin penceresinden bakamadıkları için kendi dünyalarına kapanıp, daracık dünyalarına tapmaya başlamışlar. Rahmetli Dr. Nutki Azerbaycanlıların en az üç dil bilmelerine gönderme yaparak, “Azerbaycanlılar tanrılarıyla Arapça, arkadaşlarıyla Farsça, aile ve hemşerileri ile de Türkçe konuşurlar” diye söylemiştir. Dr. Katuzyan Fars şovenizmini koyulaşmış paniranism olarak tanımlar ve Rıza Şah döneminde bazı Türk kökenli aydınların da katılımıyla ortaya çıktığını söyler. Fars şovenizmi Firdevs’inin bin yıllığı kutlamalarıyla resmiyet bulmuş, Rıza Şah’ın Hitler’e eğilim göstermesiyle doruk noktasına ulaşmıştır. 1936 yılında İran’ın Almanya elçisinin önerisi üzerine ülkedeki tüm yabancı elçiliklere o günden sonra “pers” yerine “İran” yazılması gerektiği bildirilmiştir. İran kelimesi Rıza şah’ın iktidara gelmesiyle ülkenin resmi adı olmuştur. Ondan daha önce sadece Kacar Türk devletinin son yıllarında ve o da “memalik-i mahruse-i İran” (İran korunmuş memleketleri) şeklinde kullanılmıştır. O dönemde halk tabiiyet anlamında daha çok mensup olduğu aşirete veya yaşadığı memlekete bağlılık göstermiştir. (Ülke on yarı bağımsız memleketten oluşurdu. O cümleden Azerbaycan, Horasan, Fars… ). Fars milliyetçiliğinin ortaya çıkıp şekillenmesinde vatan ve milli dil anlayışları İran ve Farsça olan Azerbaycan Türkleri başlıca rol oynamışlar. O cümleden Kazımzade-i İranşehr, Taki Arani ve daha sonralar Ahmet Kesrevi ve Mahmut Avşar gibilerini sayabiliriz. Türk kökenli Perviz Natel Hanleri, Fars Dil Kurumu başkanı olarak Farsçayı Türkçe kelimelerden arındırmakla meşgul olup, unutulmuş ve çoğu uyduruk ke- limeleri halkın günlük hayatında kullandığı kelimelerin yerine koymakta idi. Fars dil kurumunda “transport” kelimesinin yerine “feraberi” sözcüğünün çıkarıldığı, yalnız kelimenin ne eski halini ne de yeni halini bilen sekreterin genelgede yanlışlıkla “teraberi” yazıp tüm organlara göndermesiyle hiçbir anlam taşımayan “teraberi” kelimesinin Fars diline girdiği herkesçe bilinmektedir. Ordu en organize organ olarak eski Fars dilini yaymakla görevliydi. Kendisi Türk olup doğru düzgün bir Farsça bile konuşamayan general Verehram, bir toplantıda şehname’nin vahiy olduğunun kendisine ilham olduğunu iddia etmiş, şehname’deki askeri terimlerin ordudaki Türkçe askeri terimlerin yerine koyulmasına emir verdiğini söylemiştir. Şehnamede artık ne kadar askeri terim bulunuyorsa !! Bugün bile İran ordusunda çoğu askeri terim Türkçedir. Fars şovenizmi var olduğu bile tartışılan ari soyu hayranlığı üzerine kuruludur. 1788’de William Johns tarafından keşfedilen Hint-Avrupa dilleri grubu ırkçılık düşüncesine temel oluşturmuştur. İran’da bu düşüncenin meydana gelişinde Kont de Gobino’nun 1855 yılında yazdığı “insan soylarının eşit olmayışı” makalesi etkili olmuştur. Bu gün çoğu Fars âliminin dili ve kaleminden akanlar Katuzyan’ın tanımıyla ağır ırkçılık yükü taşıdığından mahkemede dava açılabilecek kadar çıplak bir şovenizmdir. Elbette bunların hesabını Fars milletinden, demokrat ve insan sever olan Fars düşünürlerinden ayrı tutmak gerek. İran’da Fars olmayan halkların dilini kesmek isteyenler tarihten ibret almalılar. Avşarlı Nadir Şah’ın suikastla öldürülmesi belki de İran tarihinde Türklerin hâkimiyetine karşı ilk organize hareket olmuştur. Çünkü oradaki Fars subaylar birlikte ant içerek Nadir Şah’ı öldürmüşler. Nadir uzun ömürlü bir devlet kuramadıysa da Avşar Türkleri Nadir’den sonra İran’ın birkaç yerinde kendi özerk yönetimlerini kurmuşlardır. Afşarlar İran’da yerleşen 22 Türk boyundan biridir. 11. yüzyılda yazılmış dünyanın ilk ansiklopedisi olan “divan-ı lügat-i Türk’ün yazarı Mahmut Kaşgarlı Türk dilini Müslüman Türkle-rin dili olarak tanıtır ve Avşarların adını, 1071’de yapılarak Anadolu’nun ebedi Türk yurdu olmasını garanti eden, Malazgirt savaşına katılan boyların içinde sayar. Avşarlar Çaldıran savaşı’nda Şah İsmail’in 34 ordusunda da bulunmuşlar. Onlar Şah İsmail yenildikten sonra da boy teşkilatlarını dağıtmadan Anadolu’dan Azerbaycan’a çekilmişler. Günümüzde Avşarlar Azerbaycan, Kirman ve Horasan’da yaşarlar. Söylemesi gereken başka bir nokta şu ki, tarihi kayıtlarda hep 24 oğuz boyundan bahsedilirken yalnız 22’sinin adı kayda alınmıştır. Kaşgarlı Orta Asya’da yaşayan iki Halaç boyunun adını da zikreder. 1906 yılında Minorsky Tahran’ın güneyi ve Kum’un batısında yerleşen ve 21 köyden oluşan Halaç Türklerinin yaşadığı “Halaçistan”ı bilim dünyasına tanıtmıştır ve 1940 yılında yazdığı bir makalede Halaçların Türk olduğunu ve dillerinin kadim Türk dili olduğunu ispatlamıştır. Ona göre Halaçların dili eski Türklerin ortak dili sayılabilir. Ne yazık ki bu gün Farsların ağır baskısı sonucu Halaçlar tamamıyla köşeye sıkışmış durumdalar. Ama hangi faktörler 19.yüzyıldan sonra İran’da Türk karşıtlığının daha da genişlemesine neden olmuştur? 16 ncı yüzyılın başlangıcından itibaren Avrupa devletleri doğu bilimcileri aracılığıyla Türk düşmanlığının temelini atmışlar. Bu husus Farsların ve hatta bazı Türklerin sorumluluğunu hafifletmek değil Türk düşmanlığının Avrupa’da ne kadar köklü ve stratejik bir politika olduğuyla alakalıdır. 16. yüzyıl Osmanlı ordusu Viyana’yı kuşattığında batılı güçler ne yapıp edip doğudan Osmanlılara bir cephe açarak Osmanlı’nın gücünü parçalamak istemişler ve maalesef başarmışlar da. Avrupalılar o güne kadar pek önemsenmeyen Şii, Sünnilik meselesini kullanarak Türkleri birbirine düşürmeyi başardılar. Çaldıran savaşı’nda görünürde Osmanlılar kazanıp Safeviler kaybettiler. Oysaki o savaşta asıl kazananlar Avrupalılar, Ruslar ve Farslar; kaybedenler ise her iki taraftaki Türkler oldu. Çaldıran savaşıyla Oğuz Türklüğü iki karşıt blok haline geldi ve uzun müddet birbirini yok etmeğe devam etti. Avrupalı gezginlerin seyahatnameleri bu acı gerçeği net şekilde göstermektedir. Fransız tarihçi ve Türkolog Renk Grosse Farsçaya da çevrilmiş olan “Steplerin İmparatorluğu” adlı kitabında orta Asya’yı insanlığın beşiği olarak tanıtır. Atilla, Cengiz ve Timur olaylarını analiz eder. Onun da diğer Avrupalı siyasetçi, tüccar, gezgin ve misyonerler gibi asıl derdi Türk tehlikesini batıya tanıtmak ve onları parçalayarak zayıflatmanın yollarını bulmaktır. İran’da Fars milliyetçiliği Şuubiye tarikatı ve onun önde gelen isimleri meşhur Hasan Sabbah ve Firdevsi zamanından var olmuştur. Bu akımın başından beri temel ilkelerinden birisi Türk düşmanlığı olmuştur. Yalnız Farslar tarafından bir türlü doğru düzgün organize edilemeyen Fars milliyetçiliği 19. yüzyılda vatan, millet ve milli dil kavramlarını yanlış anlamış olan Türkler tarafından toparlanmış modern Fars milliyetçiliği ortaya çıkartılmıştır. Esasen Türklerden oluşan Kacar ordusunun Ruslara yenilmesi ve akabinde 1828 türkmençay Anlaşmasıyla Azerbaycan ikiye bölünüp, kuzey kısmının Ruslara terk edilmesi, Rusların Orta Asya’da ilerlemesi, Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla Türklerin can damarı olan İpek Yolunun önemini kaybetmesi ve onun ardından uzun süreli kuraklık ve kıtlıkların yaşanması, batıda Osmanlılar, doğuda Kacarlar’ın sürekli toprak kaybetmesi Türklüğün gücü ve görkemine kırıcı darbeler indirmiştir. Bu dönemden itibaren ayakları Osmanlı ve Kafkaslar üzerinden batı dünyasına açılan Azerbaycan Türkleri Avrupa’daki gelişmeleri yakından kavrayınca öz eleştiri yoluna gitmişlerdir. Yalnız bu öz eleştiriden pek doğru sonuçlara varamayan Azerbaycan Türk aydınları her zaman Türklere karşı olan güçlerin ve düşünce akımlarının peşine takılmışlardır. O güne kadar Osmanlı ve Kafkaslar üzerinden batıyla tanışan Azerbaycanlıların batıdan hayali bir tasavvurları vardı. Kacar-Rus savaşları sırasında Ruslarla ilk kez karşılaşan Türkler, onlara Frengistanlı kazaklar demişlerdir. Ama İngiltere’yi Hindistan’a bağlayan telgraf tellerinin Kacar Devleti’nin topraklarından geçmesiyle Türkler ne kadar geri kaldıklarını daha iyi fark etmişler ve yanlış noktadan yola çıkarak “baştan ayağa frengileşmek” gibi bir yanlış sonuca varmışlar. Bu içten yıkılmanın başlangıcıydı. Tebriz’de yetişen, Farsçayı koyu Türk şivesiyle konuşan Nasireddin Şah artık Türk dili ve kültürünü önemsemez olup makamında Farsça konuşup, yalnız sarayda ve enderunilerle Türkçe konuşur olmuştu. Böylece Türk düşmanlığı ve Türk’ü hor görmenin yolu avam Fars halkına bile açılmıştır. Kendisini iyice gündelik zevklere kaptıran Nasireddin Şah “tütün ayaklanması”’ndaki politikası işlemez olunca iyice iktidarını kaybetmiş ve 35 arasındaki Türk karşıtlığı. Bu tür başta fıkralar olmak üzere Türkleri aşağılamak temeline dayanır İran’da siyasi Türk karşıtlığı başta İngilizler olmak üzere Avrupalılar tarafından ortaya atılmıştır. Osmanlı imparatorluğunun çöküşü sırasında Osmanlı topraklarından aslan payı alan İngilizler “Baban bile olsa Türk’ü öldür” sloganı ile Arapları Türklerin aleyhinde kışkırtmışlardır. Bölgede Türk gücünü tamamen çözmek isteyen İngilizler Anadolu’dan sonra ikinci Türk potansiyeline sahip olan Kacar devleti topraklarında Türklerin aleyhinde harekete geçmişlerdir. Edward Brown’un yazdığı “İran Edebiyat Tarihi”ne şöyle bir göz attığımızda daha İran’da “Türk Fıkrası” söz konusu olmaz iken Farsların dilinden Türklere birkaç komik hikâye anlatması hemen dikkat çekiyor. Brown Türk ve Fars’ın ateş ve yağ gibi birbirinin zıttı olduğunu yazmıştır. Zaten eskiden beri Türk unsur ile Fars unsurunun pekiyi anlaşamadığı bugünkü İran coğrafyasında “Türk’ü aşağılama” olgusu İngilizlerin armağanı olmuştur. Türk düşmanlığı Kacar Türk devletinin yıkılmasından sonra bir komplo şeklinde iktidara getirilen Rıza Şah’ın kontrolü ele geçirmesiyle ilan edilmemiş bir resmi siyaset haline gelmiştir. Gençliğinde İran’ın kuzeyindeki Rus birliklerinde at bakıcılığı yapan ve bazı kaynaklarda soyadı “Palani” diye kaydolan Rıza Şah, Ahmet Kesrevi’ye göre Azerbaycanlılar, özellikle Tebrizlilere karşı derin bir kin beslemiştir. Azerbaycanlıların meşrutiyet devrimi’ndeki başat rolleri daha sonraki diktatörlerin hepsinin Türk’ten nefret etmesine yol açmıştır. Türkleri sevmeme eskiden var iken Türkleri aşağılama kültürünün rıza şah döneminde yaygınlaştırıldığıyla ilgili önemli kanıtlar vardır. Bunların en önemlilerinden olan Danimarkalı doğu ve İran uzmanı Arthur Kristiyansen’in 1922’de yani Rıza Şah’ın iktidara gelmesinden üç sene evvel yazdığı “Fars Halk Hikâyelerinde Aptallar” kitabıdır. Bu kitapta hiçbir Türk veya Reşt (genelde Farsların müstehcen fıkralarına maruz kalan diğer bir etnik grubun merkez kenti] fıkrasına rastlanmamaktadır. Kristiyansen’in kendi yazdığına göre Farslar fıkra anlatırken bölge olarak Mazenderanileri, toplumsal kesim olarak mollaları, kişi olarak Yezid ibn-i Muaviye’yi kullanırlarmış. Kristiyansen o dönemde yayınlanmış üç latife Kacar devleti resmen çöküş sürecine girmiştir. Tütün ayaklanmasının bir iyi ve bir kötü sonucu olmuştur. Halkın siyaset sahnesine gelerek hakkını araması ve özgürlük kavramının dillere düşmesi iyi ve din adamlarının siyasete katılması ile din ile siyasetin karışması ise kötü sonuç oluşturur. Bu suretle laiklik yolunda büyük bir engel meydana gelmiştir. Bu yüzden geçen bir buçuk asırda İran tarihi İran halklarının diktatör rejimlerle sürekli mücadelesi şeklinde devam etmiştir. Bütün milletler demokrasiye ulaşmak için bir kere devrim yapmış ve işi bitirmişlerdir. Oysaki İran halkları geçen bir buçuk asır içinde her kuşakta bir devrim yapmışlar ama hala asıl amaçları olan özgürlüğü elde edememişler. Meşrutiyet devrimi ile Pehlevilerin iktidara gelmesinin arasındaki 20 yıllık sürede önemli olaylar yaşandı. Tebriz birkaç kez Osmanlı ve Rus imparatorlukları arasında el değiştirdi; Rus ve Osmanlı imparatorlukları çöktü. Türk aydınları başta olmak üzere dönemin aydınları yabancı güçlere karşı koyabilmek için iran milliyetçiliğine yöneldiler. Bu grup Almanya’daki nasyonal sosyalizm’in etkisi altında kalarak ırkçı bir çizgi izlemiştir. Ahmet Kesrevi, Kazımzade-i İranşehr ve Rızazade-i Şafak gibi Türk aydınları İslam öncesi İran mitlerine dayanan modern Fars milliyetçiliğinin temellerini atmışlardır. Kazımzade-i İranşehr tarafından Berlin’de yayınlanan “İranşehr Dergisi” ve Tahran’da Mahmut Avşar müdürlüğünde yayınlanan “Ayende Dergisi” “bir dil, bir millet, bir ülke” teorisinin gelişmesinde esas rolü üstlenmişlerdir. Öyle ki Rıza Şah iktidara gelirken Fars milliyetçiliğinin teorik zemini hazır bulunuyordu. Rıza Şah askeri gücün kontrolünü ele alır almaz Fars olmayan kültürleri yok etmeye yönelik geniş çaplı bir operasyon başlatmıştır. Başta Türk mücahitler olmak üzere tüm meşrutiyet mücahitlerinin emekleri İngilizlerin bir komplosuyla heba olmuştur ve Rıza Şah gibi okuma yazmasını zor bilen bir diktatörün iktidara gelmesiyle her şeyden önce meşrutiyet uğruna her şeyini feda eden Türkler iktidarın hedefi haline gelmiştir. İran’da iki çeşit Türk karşıtlığı vardır. 1. bilinçli, siyasi, sistematik Türk karşıtlığı, 2. psikolojik savaş amacıyla yaygınlaştırılan halk 36 kitabı, “Cevahir-e Ukul”, “Riyad-el Hikayat” ve “Letaif-el Zerayif” kitaplarından çok sayıda örnekler aktararak Hams şehrinin hikâyesini de tam şekilde anlatmıştır. Onun hedefi kimi zaman halkın din ile dalga geçtiğini anlatmak olmuştur. Mazenderanilere fıkra anlatılmasının nedeni Kacar döneminde o yörede yaygınlaşmış Babiyet fırkasının çerçevesinde örgütlenmiş yöre halkın merkezden gönderilen güçleri bozguna uğratması ve Kacar Devleti ile Şiiliğe karşı tehlikeli bir hal almış almış olması olmuştur. Barfiruş (Amol ve Babol) bölgesinde Babilerin son direnişi kırıldıktan sonra o bölge merkezin kahrına uğramış ve yöre insanı Babi diye aşağılanmıştır. Reşt’li fıkrası da Mirza Küçük Han liderliğindeki Gilan sosyalist cumhuriyeti’nin yıkılışından sonra ortaya çıkmıştır. Kültürel yapı itibariyle kadın erkek ilişkisinin daha serbest olması sebebiyle kadın hakları hareketinde öncü rol alan Gilan halkı tutucu muhafazakâr şii kültürü tarafından yanlış algılanmış ve dolayısıyla son derece namuslu ve tarihen oldukça cesur ve savaşçı bir halk olan Gilekler ne yazık ki farsların müstehcen fıkralarına konu olmuşlardır. Azerbaycan özerk hükümeti’nin (1945) yıkılışından sonra daha da yaygın hale getirilmiştir. Öyle ki çağdaş Türk ve Fars edebiyatının parlayan yıldızı “Şehriyar”, Farsça yazdığı “Ala Tehraniya ensaf mikon, her toi ya men” (Ey Tahranlı insaflı davran, eşek sen misin yoksa ben mi?” adlı ünlü şiirinde bu haksızlığa son derece çarpıcı bir cevap vermiştir. Şehriyar Türkçe yazdığı başka bir şiirde şöyle der: “Tahran’ın gayreti(liyakati) yok Şehriyar’ı saklamaya(barındırmaya), gelmişem Tebriz’e ki yakşı(iyi) yaman(kötü) bellensin (bilinsin). Sadi’nin bağ-ı Gülüstanı gerek haşre kadar, alması selelenip, hurması zembillensi(sepetlere dizilsin) Lanet ol(o) bad-i hazan([son bahar yeline) ki nizami bağının bir yavan gülbeserin(hıyarın) koymadı[müsaade etmedi] kaküllensin” Şehriyar “Türk’ün dili tek(gibi) sevgili istekli[istenen; sevilen] dil olmaz” matlalı başka bir şirinde Türk dilini en ince duygularıyla över. Şair, Muhammed Birya’nın “gel men ölüm Hasan dadaş, az bize zurna çal görek” isimli şiiri 1945’de Tahran radyosundan Azerbaycan milli hükümeti’ni karalamaya çalışan Hasan Nezih-i Tebrizi’ye ce- vap olarak yazılmış, yalnız o dönemdeki Türkleri aşağılamanın bir görünüşünü çizmektedir. Hasan nezih 1979 devriminden sonra kısa bir dönem petrol bakanlığı yapmıştır. Yalnız Humeyni sesinin kesilmesine emir verince Kum’da Ayetullah Şeriatmedari’nin evine kaçıp Azerbaycan mücahitlerine sığınarak canını kurtarmıştır. Avam halk Türk karşıtlığı da bir psikolojik savaş olarak sistematik siyasi Türk karşıtlığının tamamlayıcısıdır. Avam halk arasındaki Türk karşıtlığı daha çok Türk dili ve kültürünü aşağılama veya Türkleri düşük zekâlı insanlar gibi gösteren fıkralar şeklinde dışa vurmaktadır. Özellikle bu husus son on beş yılda çok daha fazla yaygınlaşmış ve hatta Türklerin tepkisini çekerek resmi yerlerde bile fiziksel çatışmalara neden olabilmektedir. Tahran’ın Firdevsi sinemasındaki “Mahisifet skandalı” bu hususun en çok yankı bulan örneklerindendir. Bu olayda resmi bir törende Türkler hakkında fıkra anlatan Mahisifet isimli bir komedyen Azerbaycanlı öğrenciler tarafından dövülerek hastanelik edildi. Bu fıkraların temeli İslam cumhuriyeti’nin kültürel politikalarına dayanır. Tahran yönetiminin yürüttüğü Türk karşıtı kültürel politika sayesinde son derece yaygın hale gelen Türk aşağılaması mezhebi törenlere bile taşınmıştır. Sitelere çıkan haberlere göre Tahran’ın merkez meydanlarının birisinde oynanan bir dini açık hava tiyatrosunda canlandırılan Kerbela vakasında imam Hüseyin ve arkadaşları akıcı Tahran şivesinde Farsça konuşurken Şii kültüründe kötülük simgesi olan Yezid, Şümür ve Harmala gibi şahsiyetler Farsçayı Türk şivesiyle konuşmaktalarmış. Dini resimlerde Şii imamları irani simada çizilirken Yezid ve kâfirler TürkMoğol simasını çağrıştıran çekik göz ve eski Türk tarzı uzun, burulmuş bıyıklarla çizilmektedir. Mizah uzmanları tüm dünyada fıkralara yirmi iki esas konu tespit etmişlerdir. Bu konuların en yaygını seks ve dindir. Özellikle askeri ortamlarda daha çok seks motifi fıkralara konu olmaktadır. İran’da ise bu konuların her ikisi de kırılmaz ve dokunulmaz tabular olduğundan komedyenler ve palyaçolar bu konulara kesinlikle yaklaşamazlar. Bu durumda Fars olmayan milletlerle dalga geçmek başlıca konu haline gelmiştir ki çoğu zaman bu şakalar mizah haddini çoktan aşmıştır. Özellikle Özellikle İran – Irak savaşının ilk yıllarında ordu 37 ve devrim muhafızı askerlerini cennet vaadi ve Şii mezhebi ağıtlarla heyecanlandırarak düşman karşısına gönderilmeye çalışılıyordu. Fakat bu yöntem savaş sonlarında sonuç vermemeye başlayınca askerleri eğlendirerek moral vermeye çalışıldı. Eğlendirme yöntemlerden birisi de fıkra olmuştur. Cephelere gönderilen fıkra anlatanlar ve komedyenler seks, din ve siyaset gibi konulardan uzak durmaları gerektiğinden doğru, başta Türkler olmak üzere, Fars olmayan İran halklarıyla dalga geçmeye yönelmiştir. Savaşı yönetenlerin bu işi aşağılayıcı fıkra kültürünü daha da yaygın hale getirip, daha da kötüsü meşrulaştırmıştır. Şimdi o yılların sayesinde radyo ve televizyonda, gazete ve dergilerde, hatta resmi törenlerde bile bu tarz fıkralara rastlamak mümkün olmuştur. Mana Nistani’nin de karikatürü işte bu zehirli ortamın bir ürünüdür. Verilen tepki ise biriken bir öfkenin sonucudur. Avam halk Türk karşıtlığı ile sistematik devlet Türk karşıtlığı arasında başka bir Türk karşıtlığı tanımlamak mümkündür. Biz ona ideolojik şaşırma Türk karşıtlığı diyoruz. Bu kesim kendisini demokratik, çağdaş düşünceli ve insan hakları savunucusu olarak tanımlar. Hatta bu yolda hapse girip, işkence bile görür. Ama İran’da Fars olmayan milletler meselesine gelince tipik bir Fars tepkisi verirler. Enternasyonalistiz derler ama Azerbaycan’ı Huzistan’ı ve Bellucistan’ı Türksüz, Arapsız ve Beluçsuz severler. Onlara göre İran milleti sadece Farslardan ibarettir ve bu konuda asla taviz vermezler. Mevcut rejimlere karşı mücadele verip, sol veya liberal örgütlere bağlı olduklarından aydın veya siyasi aktif olarak bilinirler. Ama sahip olduğunu iddia ettikleri konumun standartlarına uymaz, hakkını vermezler. Bu insanların vatan ve milletten verdiği tanım, rıza şah ve paniranistlerdin tanımından pek farklı değil. Belki bu yüzden de iran toplumu tam anlamıyla özgürlükçü aydınlar yetiştirememiştir. Rıza Şah İran’da Fars’a ait olmayan her şeyi silip atmaya çalıştı. İran’daki iddia ettikleri 2500 yıllık tarihlerinin bin sekiz yüz yılını Türklerin egemenliğinde yaşayan Farslar hiçbir zaman kültürel dayatmaya maruz kalmadıkları halde 1000 senelik bir aradan sonra iktidara gelir gelmez (veya daha doğrusu getirilir getirilmez) Türkleri mahvetmeye koyuldular. İslam Cumhuriyeti de kültürel olarak pehlevi rejiminin çizgisini devam ettirmiştir. Rafsancani Fars dilini İslam dünyasının dili yapmak istediğini ve Hatemi İranlılığın iki temelinin İslam ve Fars dili olduğunu açıkça söylemişlerdir. Bu zatlar, bu düşünceleri İran anayasasının 15. maddesini hiç hatırlamadan belirtiler. İran İslam Cumhuriyeti anayasasının 15. maddesi şöyle der: “İran halkının (dikkainizi çekelim millet değil halk sözü kullanılmıştır) ortak resmi dil ve yazısı Farsçadır. Resmi evrak, yazışmalar, metinler ve ders kitapları bu dilde olmalıdır. Ama Farsçanın yanında yerel ve etnik dillerin medyada kullanılması ve okullarda edebiyatının okutulması serbesttir.” Anayasanın bu maddesi hiçbir zaman uygulanmadı. Fakat bu maddenin varlığı anayasanın yazıldığı dönemde böyle bir isteğin var olduğunun en açık kanıtı ve bugün ise Fars olmayan milletlerin böyle bir hak sahibi olduğunun yasal dayanağıdır. İran İslam Cumhuriyeti üst düzey yetkililerinin bazılarının Türk kökenli olması bazı Türk düşmanlarının elinde koz olmuştur. Oysaki bizim sorunumuz kişilerle değil sistemledir. O makamlarda bulunan herkes kim olursa olsun o sisteme hizmet verecektir ki zaten belli bir fikir yapısına sahip olmayan şahısların o konuma gelebilmesi de imkânsızdır. Dolayısıyla söz konusu şahısların soy kökünün hiçbir önemi yoktur. Bu örneklere dünyada bolca rastlamak mümkündür. Örneğin Stalin Gürcü olmasına rağmen Rus milli çıkarlarını savunmuştur ve onun zamanında Ruslar Gürcülere “kara” diyerek Gürcülerle beraber Stalin’in kendisini de aşağılamaya çalışmışlardır. Güney Azerbaycan ayaklanması bir kez daha İran’da Fars olmayan milletler meselesini siyasi tartışmaların başlıca gündemi haline getirdi. bu tartışma daha yerini bulmamış, hala İran’da Fars olmayan milletler meselesini kabul etmek istemeyenler mantıkdışı ve saldırgan tavırlar sergilemekteler. Oysaki onlar istemeseler de konu İran’da en özel düşünce ortamlarında tartışılmaktadır. Paniranistlerin eski ve tek kalıplı metot ve mantıkları, Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra onların hiçbir ideoloji güncelleştirmesi yapmadıklarını göstermektedir. Yalnız karşı tarafta Fars olmayan İran halklarına mensup aydınlar son 20 yılda uzun mesafeler kat ederek dünyaya büyük bir açılım 38 yapmış ve gün geçtikçe kırmızıçizgileri daha da fazla zorlamaktalar. İran’ın iki temel taşından birisi olan Türk nüfusuna mensup aydınların büyük ölçüde karşı safa geçmesi, İrancıların safında kırıcı bir güç kaybına neden olmuştur. İrancı güçler devlet mekanizmasını yanlarında bulundurmalarına rağmen her ne kadar şimdilik saldırgan davransalar da kaybettikleri kan nedeniyle her gün biraz daha savunma konumuna itilmekteler. Onlar bu tehlikeli kumarla kendi kaderlerini ideolojik çöküş kanserine müptela olan İslam Cumhuriyeti’nin kaderine bağlamaktalar. Paniranist aydınlar geçen bir sene içinde üç büyük etnik ayaklanmanın çıktığından bazı sonuçlar çıkarmalılar. Aksi takdirde uğrayacakları hayal kırıklığı korkunç olacaktır. İlk başta cumhurbaşkanı birinci yardımcısına mensup edilen mektubun yayılmasıyla Huzistan’da Arap ayaklanması çıkmıştır. Daha sonra İmam Ali dizisinde Sünnilere edilen hakaret nedeniyle Sünni olan Kürdistan ve Belucistan eyaletlerinde ayaklanma meydana gelmiştir. Son olarak Azerbaycan’da “karikatür ayaklanması” ortaya çıktı. İran’da Türk nüfusu oldukça yüksek bir kapasiteye sahiptir ve dolayısıyla Türkler istemeden İran’da hiçbir değişiklik olmamıştır. Yalnız nüfus potansiyeli, devletçilik geleneği ve tarihsel yetenek itibariyle Türklerin istedikleri değişiklikleri yapabilecekleri de bir gerçektir. Yüz binlerce Türk eylemcisi son olaylardan sonra Babek Kalesinin bulunduğu Karadağ zirvelerinden şehirlere indi, bu ise tehlike çanlarının çalındığı anlamına gelir. İran İslam devrimiyle İran’da etnik sorunun çözüldüğünü iddia eden Bernard Orkad’ın teorisine rağmen son olaylar gösterdi ki: “Şimdiye kadar uyumakta olan kurtlar baş kaldırarak seslerini duyurmağa başladılar.” İran ‘daki büyük ayaklanmaya sebep olan “Türk’ü aşağılayan” Farsi karikatür. 39 KAHRAMANLAR ER BEKLER Refet Körüklü Ebülfez Elçibey’e saygılarımla Sen yüce dağdın ak aktı başın. Bozkurtlar gezinirdi eteklerinde Şahinler süzülüp geçerdi üstümüzden Ne kaldı elimizde gördün mü? Cihana hükmeden; sığmayan ülkümüzden .. Hatırla Türk mührünü taşıyan, O muhteşem çağları Korkusuz yiğitler çekip gitmiş Kaldıracak er bekler yere düşmüş tuğları .. Mecal mi kalmadı? Tuğları kaldıracak bileklerde Atlar doludizgin gitmiyor Kinle çakan yıldırım, şimşek Asla gönüller avutmuyor .. Bir şeyler dolaşır gibi göklerde, Rengi al mı, ak mı? İçimize düşen aydınlık Hasret kaldığımız şafak mı? Desen: Garipkafkaslı, Bakü 1991 40 YAŞLI KADINLAR Dulat İsabekov* olup bacamızın tüttüğüne şükür. Çocuğum ölüp, gelinim gitse de biricik torunum yanımda kaldı. İsyan etsem yeridir. Fakat karşı gelirsem beni affet ya Rabbim! Bu dünyada tek başıma kalsaydım ne yapardım? Torun sevdirip it büyüttürdüğün için sana şükürler olsun!” diye Allah’a kadere razılığını belirtti. Sabah olup güneş çıktığı zaman onlar da başkaları gibi kendi işlerine başladılar. İkisi birlikte konuşarak avludaki üç malı doyurup köpeğe yal kaynattılar. İşler böyle devam ederken yan taraftaki semaver de kaynayınca ninesi sofrayı hazırladı. Her zaman olduğu gibi bugün de sofranın başında iki kişi vardı. Birisi yüzünde yılların izi olan nine, ikincisi küçücük torun. Bir tarafta bütün gençlik çağı ile güzel günlerini torununa adayan nine, diğer tarafta ninenin arkasında hiçbir zaman yetimlik çekmeyen sevimli bir çocuk vardı. Biraz sonra komşu evin yaşlı ninelerinden birisi gelip sohbet başladı ve “Çay iç!” diye devam etti. Kazak küçük de olsa evin çatısı altında misafir gelmeden oturamaz. Yaşı nineler bir evde toplanıp, susamasalar da sohbet etmek için demli çay içip otururlar. Hepsinin konuştukları memleket meselesi, çocuklarının ve torunlarının geleceği. Kadınlar bazen birbirlerine gönül koyarak “Taşkent’ten oğlum geldi de bir kuru yemiş bile getirmedin kurnaz yaşlı kadın,” diye başkasının olmasa da kendi sevincini belirtirler. Kendisinin de kızının olduğunu, gelin olacağını belirtip şakalaşarak günlerini kötüleyerek, bazen de güzelliklerini anlatarak vakit geçiriyorlar. “Küçük gelinim, diye yukarıda oturan şal giymiş yaşlı nine sesini yükselterek, çok gezme, evde otur, Sarsengül’ün uyanma saati geldi,” diye sesleniyor. Sarsengül’ün uyanma vakti geldi, diyerek bana sesleniyor. Boş ver, ben sana kal diyorum. Ben de “İş çok! diye cevap verdim. Yemek aramaya gelmiş gibi senin yaptığın doğru değil. Ne yani ben geziyorsam aç olduğum için mi geziyorum diyorsun bana. Tabii ki sohbet edeceğim, oturacağım. Ama sen bana ölene kadar burada oturma diyorsun, ne demek istiyorsun? Sarsengül’ün uyanma vakti geldi diyor bana, Bizim köyün kıyı tarafında küçücük, fakat o kadar da güzel olmayan bir ev var. O evin başka evler gibi her zaman temizlenip beklenen misafiri de olmuyor. Önemsiz ve pek fazla işi de yok. Bu evin keçe ile kaplanmış siyah kapısından biri büyük biri küçük iki kişi, nine ile torunu girip çıkıyor. İkisi yakın bir arkadaş gibi, bir aile gibi yaşıyorlar. Ninenin en büyük dileği küçük torununun gelecekte mutlu ve büyük adam olması. Bu ailenin bütün varlığı, iki koyun, bir keçi, ala bir kedi ve bundan üç ay önce büyütmek için aldıkları bir enik. İkisine bunlardan başka zenginliğin de dünyanın da gereği yok. Tek istedikleri; herkesle birlikte biricik torunun mutlu olması. Memleketin iyi olması ikisi için de yeter.Kulakları dikilmiş siyah enik sabaha kadar havlayarak onları koruyor. Kendi zayıf haline bakmadan evi koruyor. Çünkü onun için de bu ev çok önemli. Nine gece rahat uyuyamadığı için “Hey gevezelik yapma!” diye bağırıyor. Fakat ninenin bu bağırışı onu azarlamak için değil, tam tersine “Ev *DULAT İSABEKOV 1942 yılında Çimkent vilayeti, Sayram bölgesinde doğdu. Kazak Sovyet şairi, piyes yazarıdır. 1966 yılında Kazak Devlet Üniversitesini bitirdi. 1967-68 yıllarında Kazakistan Sovyet Cumhuriyeti’nin Televizyon ve Radyo Kurumu’nun haberler bölümünde baş redaktör oldu. 1968-69 yıllarında Kazak Sovyet Ansiklopedisi’nde ilmi redaktör olarak çalıştı. 1970-76 yıllarında Culdız dergisinde bölüm başkanı, 197680 yıllarında da Kazak Sovyet Cumhuriyeti’nin Kültür Bakanı olarak çalıştı İlk hikayeleri “Yolda”, “Zamandaşlar” 1963 yılında yayımlandı. 1966 yılında “Beket”, 1960 yılında “Aşı bol”, 1970’de “Sabırsız”, 1975’de “Dirlik” hikayeleri ve diğer e-serleri yayımlandı. 1983te Kargın romanı basıldı. 1083’te İki yirmi adlı eseri çıktı. 1979’da Polan ve 1986’da Sleteniya adlı hikaye kitapları yayımlandı. Diğer eserleri Macar, Alman ve başka dillere tercüme edildi. Dukat İsabekov’un “Rektörün çalışma günleri” (1975), “Abla” (1977), “Yarını beklemek” (1979), “Miraslar” (1982), “Uzaktan gelen anne” (1984) ve “Küçük köy” (1986) gibi piyesleri sahnelendi. Ayrıca eserlerinden “Cevke taş” (rejisör Ş. Beysenbayev) 1975, “Dermene” (rejisör A. Aşimov) 1986’da film yapıldı. “Miraslar” piyesi için yazara Kazakistan Yazarlar Birliği’nin “M. Avezov” ödülü verildi. 41 Gözü dolup gitmişti. O sırada kimin vurduğu belli olmayan bir cam tıkırtısıyla uyandı. - Kim o? - Hey ihtiyar müjde, müjde! diye bağırdı dışarıdaki kişi. Onun Kabira olduğunu hemen anladı. - Müjde sende. Ne oldu? - Caybasar’ın karısı oğlan doğurdu. - Ah canım ay! Sağ salim doğurmuş ya. Oy vay, eve girsene niye duruyorsun? - Yok ben gideyim. Kaynanası hastaydı, hemen gitmesem olmaz. Göbek bağını kestikten sonra, sana haber vermek için koştum geldim. Sen hemen giyinip gel. Fakat müjdemi unutma, sonra torunum Turdubek evlendiğinde geri getirip veririm. İhtiyarın kalbi duracak gibi oldu. Bir yandan giyinerek “Allah dilediğini versin Kabira.” dedi içinden. “O güzel dileğine melekler amin desin. Çocuklarının iyiliğini görsün, niyetin ne kadar güzel.” Torununu uykulu uykulu kaldırıp kucağına alarak kapıyı bile kapatmadan doğum yapan kadının evine doğru köyün ortasından yola koyuldu. Caybasar, bu köydeki, traktörcü genç. Evleneli on dört yıl olmasına rağmen karısı hamile kalmamıştı. Kaynanasının gelinini götürmediği hekim, götürmediği evliya kalmadı. Arslanbab ile Türkistan’a kaç defa götürüp getirdi. Götürmediği büyük doktor da kalmadı. Allah’tan da insanlardan da ümit kestiği bir vakitte gelini yürük oldu (hamile kaldı). Ondan sonra bütün köyün ağzında Caybasar’ın hanımı oldu. “Allah dilediğini verip, kesilen ümidini tekrar verdi biçarenin. Bir atadan kalan tek çocuktu. Caybasar bir çok evliya ve enbiyanın sevabını almış olmalı,” diye herkes her türlü sevincini belirtti. İhtiyar kadın Caybasar’ın evine geldiğinde toplanmış olan bütün köylü, gelini giydirip oturmuşlardı. O torununu başka bir odaya yatırıp içeri girerek toplanmış halkın üstüne biriktirdiği gümüş paraları serpiştirdi. - İşte Kabira müjden bu olur. Şimdilik bundan başkasına gücüm yetmedi, diye onun başına da bir şal kapatıp eline güzel bir gömlek tutuşturdu. - Hepsinden iyisi bu ihtiyar oldu, diye Kabira kendi gelini doğurmuş gibi sevinerek söyledi. Daha sonra ihtiyar, yatan Serdagül’ün yanına gitti. varıp kendi istesin. Bir değil, beş çocuğu büyüttüm, şimdi rahat etmeyeyim mi? diye kapıyı hızla kapatıp çıktım geldim. Bazen böyle yapmasam olmuyor. Beş çocuk büyüttüm, beş gelin aldım, hala çocuk bezi mi yıkayayım? Bana ne? Eniklerini kendileri büyütsünler. Onlar bana büyüdüklerinde rahat mı verirler, iyilik mi yaparlar diyorsun? - Hey Kadira tövbe de, tövbe, dedi ev sahibi ihtiyar. Torunun olmasa sen nasıl kadirli olacaksın? Allah’ın verecek çocuğu da var, belası da. Ne yaparsın? - Ne gereği var bana bunları söylüyorsun? Estağfirullah, büyük söylediysem sen beni affet Allah’ım. Kız, seni gidi ihtiyar, ihtiyarladıkça bazen kırılıyorum, bazen gülüyorum. Demin “Sarsengül’ün kurusun!” diyerek çıkıp gittiysem de içim içimi yiyor. Affet, affet yarabbi. Bunların hepsi de kendi acizliğimizden, diyerek oturan Kadira’nın suya düşen bir şeyin erimesi gibi eriyen gözlerine yaş geldi Ev içerisinde oturarak bu şekilde toplanıp ihtiyarların sırlaşması, konuşması, birbirleriyle arkadaş olmaları onların en güzel zamanları değil mi? Kaç defa ev içerisinde üzülseler de burulsalar da kovulsalar da sevinseler de her şeye çocukları için katlanıp her zaman onlar için Allah’tan rahatlık, sağlık, mutluluk dileyip oturuyorlar. Bu sohbetten sonra ihtiyar nine torununu da alarak evine doğru yola koyuldu. Önceleri, yüreğinin ta derinliklerinde bir durum hasıl oluyordu. Bu sezgi evlerine gelene kadar devam etti. Özellikle gece yarısında sessizlik durumunda uyuyamayanlar neler düşünmüyor ki. Bir gün mutlaka öleceğiz. Bir gün gözlerimi yumup ölsem şu biricik yavrumun hali ne olur? diye düşününce sanki ciğerleri doldu, gözlerinden yaş geldi. Canımı şimdi alsa bile genç öldüm diye söylenmem, fakat şu küçük torunum kendini bilinceye kadar yaşasam bana yeter, diye o günkü ihtiyarlarla konuşmalarını hatırlamaya çalıştı. O sırada içinde bilinmeyen bir kıskançlık peyda oldu. Niçin bize kimse gelmiyor? Niye her zaman bir eve misafir oluyoruz, niye bize misafir gelmiyor, veya niçin biz misafir davet etmiyoruz? Akrabalar nerede, başkaları gibi niye biz de ilişkilerimizi devam ettirmiyoruz, yoksa rahatsız etmeyelim diye mi korkuyoruz, diyerek kendi kendine hayrete düştü. Allah korusun, şu torunumun bir günlük sevinci eksik olmasın. 42 - Gelinin doğum yaptı. Torunlu oldun. Senin yatman ne demek? Biz sevinip geldik. Sen de şükür torununu gördün. Hayırlı olsun, her zaman analı babalı büyütsün. - Allah’ın imanı yağmış sana ihtiyar. Allah’ın emrine kulluk işte böyle olur. Şimdi ölsem de gam yemem. Büyük yastıkta yatmakta olan Serdagül’ün gözlerinden yaşlar süzülüp yastığı ıslattı. Evin içine yaşlı ihtiyar doldu. Patırtı gürültü, abuk sabuk sözler devam edip gitti. İki üç günden sonra Serdagül’ün evinin sevinci unutulup tekrar yaşlıların hayatı başladı. Bu sevinçten sonra ihtiyarın hayatında küçük bir olay oldu. Serdagül’ün evinden dönüp yataklarını serip yatmışlardı. Biraz sonra torunu, - Nine, dedi. - Ne oldu yavrum? - Köpek niye havlamıyor? - Uyumuştur belki. - İtler uyuyor mu? - Evet uyur. - Biz ona yemek vermedik. İhtiyarın aklına köpeğe akşamdan beri yemek vermediği geldi. - Yazık biçare yemek yemediği için sessiz duruyor. Verip gel, tez yürü! Turlubek dışarı çıkıp eniğini yanına çağırdı, fakat ses yoktu. - Sırttan, Sırttan gel gel. Eniğin nerede olduğu belli değildi. Gerçekten uyumuş mu diye yuvasına baktı. Fakat yok, çıkıp eve doğru “Nine!” diye bağırdı. Ninesi dışarı çıkıp onu hemen kucağına aldı. - Ne oldu? Dışarı yalnız çıkma demedim mi sana diye kızdı. - Nine, Sırttan ölmüş. - Vah yavrum. - Bir daha hiç bir yere gitmeyelim. - Pekala güzelim, tamam. - Nine, dedi biraz sonra - Ne oldu canım? - Bizim eve niye kimse gelmiyor? - Uyu yavrum sen, uyu. Sonra hepsi gelir. İhtiyar sabaha kadar uyumadı. O geceden sonra ninenin gönlü gerçekten üzgündü. Fakat torununa bu durumunu göstermiyor, hatta sözleriyle onu sevindirmeye, gönlünü almaya gayret ediyordu. Gitmesem gönül koyuyorlar diye yine torununu alıp ihtiyarların toplantılarına katıldı. Gürültü patırtının içine girince böyle bir toplantının da kendi evinde olmasını ümit etti. Fakat gelecek hiç kimsenin olmaması onun tekrar tekrar üzülmesine sebep oluyordu. Her şeye rağmen misafir gelmesini bekledi. Nihayet istekleri kabul oldu. Bir gün yeni aldıkları enik havlamaya başladı. Bu da kim diye ihtiyar kadın yerinden kalktığında “İyi akşamlar,” diye bir erkek ile bir kadın içeri girdi. Onları hemen tanıdı. Bundan on yıl önce ölmüş olan dayısının ablasının kızının kızıymış. - Yaşıyor musun, Demetken misin? Seni de görebilecek miymişim yavrum? diye onu kucakladı ihtiyar. - Yapmayın nine, ağlamayın. - Ne yapayım işte yavrum dedi ağlayarak. Hiç bir iz bırakmadan gitmeniz neyin nesi? Sessizce gittiniz. Kendim gidip bulayım desem, mümkün değil bu halimle. Ah, yavrum geri gel, seni tekrar öpeyim. Sanki anne oldu. Aman Allah’ım damadımla selamlaşmadım. Bizi çok görme biz ihtiyarız, iyisiniz ya? - Allah’a şükür anne, iyiyiz. - Haydi üstünüzdekileri çıkarın, şöyle yukarı çıkın. Ev de darma dağınık. Şu Turlubek de olmasa, bu evin durumu daha beter olurdu. O misafirlere minder verip iki yastık dayadı. - E-e, köyde her şey iyi mi? - İyidir. Gördüklerimizin hepsi size selam gönderdi. - Sağ olsunlar. Kaynanan, kaynatan iyiler mi? - Bu yaşlıların hali böyle oluyor. Turlubek sen niye sessiz duruyorsun? dedi ihtiyar torununa bakıp. Dilinden düşmeyen ablan Sağram’dan gelmiş. Gel bakalım, selamlaş. - Aman Allahım bu Turlubek mi? dedi Demetken. Ben başka bir çocuk diye düşünmüştüm. Nasıl da büyümüş. Gel bakalım bana. Ah benim yiğidim. Demetken kolundan çekip, Turlubek’i önüne aldı, gözünden öptü. - Amanım sen niye oturuyorsun, Turlubek koş Serdagül ile Kabira’yı çağırıp gel. Sağram’dan kız kardeşi geldi de, hepsini alıp gelsinler. Ben yemek hazırlayayım. - Rahatsız olmayın nine. Yemeği kendimiz yaparız. 43 Desen : Nuri Can -Hayır olmaz, size yemek yaptırır mıyım? Hemen şimdi. İhtiyar kadın dışarı çıkıp, komşu eve bağırdı. - Kız Erbosın, evde misin? (Dışarı hanımı çıktı) - Gelin Erbosın evde mi? - Suya gitti. - Ne oldu. Sen ne yapıyorsun? - Yemek hazırlıyorum. - Yemeği şimdilik bırak. Bizden alırsınız. Erbosın gelince şu koyunu kessin. Sağram’daki kız kardeşin geldi, kız kardeşim. - Tamam kaynana. Demetken ile damat ne kadar gerek yok deseler de hiç fayda etmedi. - Yapmayın yavrum, öyle demeyin. Sizden neyimi esirgeyeyim. Mal tekrar olur. Turlubek iyi ve sağ olsun yeter ki. Ahırda tek keçi kaldı. Bir saat içerisinde mal kesilip herkes toplandı. Komşu gelinler dışarı ateş yakıp yemekleri hazırlamaya koyuldu. İhtiyar ninede sabır yoktu. - Bu köyün gelinleri nerede, bir yudum su kalmamış. İşkembeyi ne ile yıkayacak bunlar? Hey 44 Kabira nerede senin beş gelinin, birisini suya göndersene. - Acele etme kaynana şimdi alır gelirim, dedi bir gelin. Eline bir kova alıp hızlıca gitti. İhtiyar hala konuşup duruyordu. - Serdagül hala gelmedi mi? Ona birisi gelse biz hemen gidiyoruz ya. Hemen varıp çağırın da gelin, diye çocuklara bağırdı. - Turlubek gelsin, Turlubek gelsin. Kimin çocuğu bu? O ablasının yanındaydı. Çabuk siz kendiniz gidip gelin. Dört çocuk hemen koşup gittiler. Biraz sonra gelen yaşlılara kadın, - Yaşlılar, bugün Serdagül Arıs’a gitmiş. Onun hakkını ayırın, bize gönül koymasın. Evin içini düğün oluyormuş gibi bir gürültü patırtı doldurdu. Desen: Nuri Can 45 EĞER BİR ÜLKENİN TOPRAKLARI, HATALARI BİLEREK YAPIP; HATALARINI İHANET VE HİYANET BOYUTLARINA TAŞIYAN İNSANLARIN BEDENLERİNDEN ARTA KALAN ARTIKLARLA KİRLENMİŞSE, O VATAN TOPRAĞINDA YAD ELLİ CELLAT BALTASINDAN BAŞKA HİÇ BİRŞEY YETİŞMEZ. GARİPKAFKASLI AHMET ALİ