kıyametin eşiğinde - Matbuat Yayın Grubu
Transkript
kıyametin eşiğinde - Matbuat Yayın Grubu
KIYAMETİN EŞİĞİNDE Amerika, Hindistan ve Pakistan Sarmalı Bruce Riedel Çeviren: Arzu Birkan Matbuat Yayın Grubu: 5 İyidüşün Dizisi: 1 Kıyametin Eşiğinde: Amerika, Hindistan ve Pakistan Sarmalı Bruce Riedel © 2013 Avoiding Armageddon: America, India, and Pakistan to the Brink and Back, by The Brookings Institution The Brookings Institution Press, Washington DC, USA tarafından lisanslıdır © 2014 Kitabın Türkçe yayım hakları Akçalı Telif Hakları Ajansı aracılığıyla Matbuat Yayın Grubu’na aittir. Sertifika No: 30908 Çeviren Arzu Birkan Editör Hasan Basri Özkat Kapak fotoğrafı © Narinder Naru, Getty Images Turkey Kapak Tasarımı Samet KÖSE Dizgi Ali Toplu Baskı ve Cilt Alemdar Ofset ve Matbaacılık 212 544 23 09 Sertifika No: 22953 Kapak Baskısı Ten Ofset 212 482 65 38 ISBN: 978-605-65524-3-4 Bu kitabın tüm yayın hakları saklıdır. Tanıtım amacıyla, kaynak göstermek şartıyla yapılacak kısa alıntılar dışında gerek metin, gerekse görsel malzeme hiçbir yolla yayınevinden izin alınmadan çoğaltılamaz, yayımlanamaz ve dağıtılamaz. Matbuat Yayın Grubu Tic.Ltd. Şti. Asmalımescit Mah. Meşrutiyet Cad. No: 11/3 Beyoğlu 34430 İSTANBUL Tel.: 212 243 63 23 Fax: 212 243 63 26 www.matbuat.com.tr info@matbuat.com.tr KIYAMETİN EŞİĞİNDE Amerika, Hindistan ve Pakistan Sarmalı Bruce Riedel Çeviren: Arzu Birkan Oğlum Christopher için. Oğlum Christopher için. İÇİNDEKİLER 1 Önsöz 7 Mumbai Ateş Altında Amerika, Raj ve Bölünme33 Soğuk Savaşın Gölgesinde: İlk Kırk Yıl53 89 Carter ve Reagan Yılları 113 Bir Krizden Diğerine: Bush ve Clinton 147 Bush, Mush ve Sonia 171 Obama ve Güney Asya Güney Asya’da Oyunun Kurallarını Değiştirmek 191 Dizin 213 ÖNSÖZ SEÇİLMİŞ BAŞKAN BARACK OBAMA ilk önemli telefon görüşmesini, korkunç bir trajedi sonrasında, 28 Kasım 2008 tarihinde yabancı bir liderle yaptı. Dünyanın en büyük demokrasisi Hindistan, Pakistanlı on terörist tarafından ülkenin finans başkenti Mumbai’de gerçekleştirilen, 160’tan fazla kişinin ölümüne ve yüzlerce kişinin yaralanmasına neden olan saldırının şokunu yaşamaktaydı. Hayatını kaybedenler arasında altı Amerikan vatandaşı da vardı. Obama iki hafta önce kendisini arayıp seçim zaferini kutlayan Başbakan Manmohan Singh ile yaptığı görüşmeye taziye mesajıyla başladı: “Keşke daha mutlu bir zamanda görüşseydik. Amerika bu zor günlerinizde sizin yanınızdadır. Bugün benim ve Amerika’nın tüm duaları ve umutları sizinledir.” Başbakan Singh bu mesajın hem kendisi hem de Hindistan için çok anlamlı olduğunu belirtti. “Bu görüşme böyle bir zamanda bir sağduyu ışığı gibi” dedi ve ülkelerinin “terörizm lanetine karşı birlikte savaşması” gerektiğini ekledi. Singh, seçilmiş başkan Obama’ya şunları da söyledi, “Tüm işaretler bu saldırının Karaçi’den yöneltildiğini gösteriyor. Bunu Pakistan Cumhurbaşkanı Asıf Ali Zerdari’ye de söyledim”. Obama henüz başkanlık yemini etmediğini belirtti ama göreve başlar başlamaz, “Böyle bir trajedinin bir daha asla yaşanmaması için sizinle iş birliği yapacağım,” şeklinde bir söz verdi. 1 Şimdi artık Mumbai saldırısının üzerinden dört yıl geçmişken olayın failleri ve amacı hakkında, Obama ve Singh’in 2008 yılında sahip olduğu bilgiden çok daha fazlası biliniyor. Bu saldırı, ölümcül aktörlerin dâhil olduğu son derece karmaşık bir komplonun sonucuydu. Aynı zamanda, Amerika’nın Hindistan’la ilişkilerinde bir dönüm noktası oldu. Amerikan ve Hindistan vatandaşları ilk kez küresel cihat hareketinin hedefi haline gelmişti. Amerika ve Hindistan arasında 200 yılı aşkın bir süredir uzak ve soğuk bir dostluk vardı. Amerika Birleşik Devletleri, Hindistan’ın Büyük Britanya’dan bağımsız olma savaşını ve yakın geçmişte de küresel bir güç olarak yükselişini hayranlıkla izlemişti. Öte yandan, Washington ve Yeni Delhi arasında uzun yıllardır devam eden bir gerginlik de vardı. Şimdi artık ilk kez bu iki ülke ortak bir düşmanla karşı karşıyaydı. Obama’ya seçim kampanyası ve geçiş sürecinde Güney Asya konusunda danışmanlık yapan ve bu görüşmenin notlarını tutan kişi olarak, tarihin gözlerimin önünde değişmekte olduğunu hissettim. Bu aynı zamanda bir deja vu gibiydi. Hindistan ve Pakistan, bağımsızlıklarını kazandıktan sonraki kısa dönem içinde birbirleriyle dört kez savaşmışlar ve birçok kez de savaşın eşiğinden dönmüşlerdi. 2008 yılında Mumbai’de yaşanan dehşetin beşinci bir savaşa yol açacağı endişesi yaygındı. Neyse ki böyle bir şey olmadı ama Hindistan’da kitlesel ölümlere yol açan bir terörist saldırı daha olursa, nükleer silahlara sahip bu iki ülke arasında savaş patlak verebilir, hatta böyle bir savaş nükleer boyuta da ulaşabilir. Güney Asya’da savaş riski son derece gerçekçi bir olasılık. Hindistan ve Pakistan’ın Kargil için yaptıkları son savaş, nükleer boyuta ulaşma tehdidi yaratmıştı. Kargil savaşından sonra bu iki ülke arasında çok sayıda tehlikeli kriz yaşandı. 2001 ve 2002 yıllarında savaş seferberliği yaptılar. Sonra, 2008 yılında Mumbai’de bombalı saldırı oldu. Ama bu iki ülke Güney Asya’da daha iyi bir gelecek de yaratabilir -isterseniz buna Nirvana deyin. Hindistan ve Pakistan aralarındaki anlaşmazlıklara bir son verip hem gerçek hem mecazi anlamda bir köprü kurarak, yirmi birinci yüzyılda dünyanın en refah bölgelerinden biri haline gelebilirler. Hindistan on beşinci yüzyılda, yani Avrupalıların Afrika kıtasının etrafından dolaşıp Hindistan’a ve Atlas Okyanusu üzerinden Batı Yarımküre’ye ulaşmayı başardıkları dönemde, dünyanın en zengin ülkesiydi. O dönemde Hindistan ve Çin, dünya gayrisafi hasılasının yaklaşık yüzde 40’ını üretiyordu. Fakat Hindistan’a ulaşmayı başaran Vasco da Gama ve 2 Kuzey Amerika’yı keşfeden Christopher Columbus gibi kâşiflerin ardından, Avrupa’daki imparatorlukların yükselişe geçmesi, dünya ekonomisinin eksenini değiştirdi ve 1900 yılına gelindiğinde Hindistan ve Çin dünya gayrisafi hasılasının sadece yüzde 20’sini üretir hale geldi. Şimdi üçüncü milenyumun eşiğinde sarkaç yine yön değiştirdi. Asya kıtasının bu iki devi, 2030 yılında yine dünya gayrisafi hasılasının yüzde 40’ını üretiyor olacak. Bu kitap kısmen, Amerika’nın bu iki dev ülkeden biriyle ilişkilerini konu alıyor: Dünyanın en büyük demokrasisi ve yakında gezegenin en yoğun nüfuslu ülkesi haline gelecek olan Hindistan. Hindistan’ın yükselişi veya başka bir deyişle küresel güç statüsüne yeniden kavuşması iyi bir haber konusu oluşturuyor. Son yıllarda Hindistan’daki yüz milyonlarca insan yoksulluktan kurtuldu ve önümüzdeki on yıl içinde daha fazlası da kurtulacak. Demokratik bir ülke olan Hindistan, dünyanın en geniş kapsamlı seçimlerini gerçekleştiriyor ve her seçimde tarihteki en kapsamlı organize insan faaliyeti rekorunu kırıyor. Hindistan bugün çok başarılı bir ülke. Amerika ve Hindistan genellikle doğal müttefikler olarak tanımlanıyor. Bu bir bakımdan doğru. Dünyanın karşıt taraflarında yerleşik oldukları için aralarında toprak anlaşmazlığı yok. Her ikisi de vatandaşlarının sivil haklarına ve özgürlüklerine değer veren demokratik ülkeler. Ayrıca, müreffeh bir orta sınıfın oluşmasını sağlayan dâhi girişimciler yetiştirmiş olan ülkeler. Fakat bu iki ülkenin arasındaki ilişkiler doğal müttefiklerin arasında olması gereken türdeki bir ilişkiden farklı seyretti. Her ikisi de, tarih boyunca dünyanın büyük bölümüne hükmetmiş olan Britanya İmparatorluğu’ndan doğdu ama Amerika bağımsızlığını ilan ettiği sırada Hindistan İngilizler tarafından fethedilmişti. Hindistan bağımsızlığını kazandığında ise (Washington’ın perde arkasından sağladığı az bir destekle), Hindistan ve Amerika Birleşik Devletleri’nin arasındaki ilişki yakın ve sıcak olmaktan çok uzaktı. Aslına bakarsanız, Hindistan ilk elli yıllık tarihi boyunca Amerika’ya hep muhalif oldu. Soğuk savaşın sona ermesi bile bir uzlaşma getirmedi. Hindistan 1998 yılında nükleer silah denemelerine başlayınca iki ülke arasındaki ilişkiler en düşük seviyeye ulaştı. Bugün doğal müttefiklikten sıkça bahsediliyor ama pratikte aralarındaki iş birliği hala çok zayıf. Yani gerçek olmaktan ziyade abartı olduğu söylenebilir. İki ülke arasındaki ilişkilerde daha fazla potansiyelin ortaya çıkarılması gerektiği kesin. 3 ABD-Hindistan arasında yaşanan anlaşmazlıkların en büyük ve belki de en önemli nedeni, üçüncü bir taraf, yani Pakistan. Bugün dünyanın en büyük altıncı ülkesi ve yakında beşinci sıraya yükselecek olan Pakistan, tıpkı Hindistan gibi, 1947 yılında Britanya Hindistanı’ndan koparak doğdu. Güney Asya’nın bu iki büyük gücü daha en başından itibaren ölümcül düşman oldular. Pakistan da başlı başına yükselen bir güç konumunda ama komşu Hindistan’ın yükselişi karşısında büyülenenler bu gerçeği genellikle fark edemiyorlar. Eğer Pakistan Hindistan’a komşu olmayıp dünyanın başka bir yerinde olsaydı, bugün en az Türkiye, Brezilya veya Endonezya gibi etkili bir güç olduğu anlaşılırdı. Aslında, dünyanın en hızla büyüyen nükleer cephanesine sahip olduğu düşünülürse son derece önemli bir ülke. Ama bu gerçek Hindistan ve Pakistan’ın tıpatıp aynı ve eş değer güçler olduğu anlamına gelmiyor. Hindistan tabii ki çok daha büyük ve bugüne kadar birçok açıdan çok daha başarılı olmuş bir ülke. Diğer yandan Pakistan ise terörizmin merkezi haline gelmiş bir ülke, terörün hem mağduru hem de destekçisi konumunda. Ama her ikisi de çok önemli ülkeler ve onların geleceği Amerika Birleşik Devletleri’nin geleceğini de önemli oranda etkileyecek. Dolayısıyla, Amerika’nın yirmi birinci yüzyılda Güney Asya’da karşı karşıya olduğu en büyük zorluk, bu iki gücün, Hindistan ve Pakistan’ın yükselişiyle baş edebilmektir. Amerika bugüne kadar her ikisiyle de iyi ilişkiler içinde olmaya gayret etti ve her birine gerektiği gibi farklı şekillerde davrandı. Amerika’daki Güney Asya gözlemcilerinin jargonunda bu politikaya “ilişkileri birbirinden bağımsız olarak yürütmek” deniyor. Bu takdire şayan bir hedef olsa da coğrafi anlamda bir hayal. Bu iki düşman ülke birçok önemli açıdan birbirinden ayrılamaz, ayrıca ABD politikası da coğrafyayı değiştiremez. Bu iki ülkeye özel politikaların geliştirmesi ve ikili ilişkilerin ayrı olarak, her birine özgün şekilde yürütülmesi gerekiyor. Washington gerek olmadıkça bu iki ülkeyi bir bütün olarak görmemeli ama aynı zamanda coğrafyanın ve tarihin hiçbir etkisi yokmuş gibi de davranmamalıdır. Bu iki faktör arasındaki etkileşim göz ardı edilemez. Hindistan’ın ekonomik ve stratejik anlamda küresel bir güç haline gelmesi yirmi birinci yüzyıla damgasını vuran olaylardan biridir. Amerika’nın Hindistan’la nasıl bir etkileşim içinde olacağı Washington’un karşı karşıya olduğu en önemli dış politika meselelerinden biridir ve birçok insanın sandığının aksine daha da zor bir hal alacaktır. Bu iki 4 ülkenin geçmişi zannedildiğinden daha sorunlu. Üstelik Pakistan da bu ilişkinin üzerine karmaşık ve tartışmalı bir gölge düşürüyor. Hindistan ve Amerika’nın Pakistan’a karşı “birlik olması” yönündeki basit öneriler ise felakete davetiyedir. Bu meseleyi göz ardı etmek ise tam bir çılgınlık. Bu kitap, Amerika ve Hindistan’ın 1500 yılından bu yana olan ilişkisini, daha yakın dönemlere vurgu yaparak ele alıyor. Aralarındaki doğal ittifakın aslında hiç de doğal olmadığını, bunun için çok çaba sarf etmek ve taviz vermek gerektiğini ortaya koyuyor. Aynı zamanda, Amerika’nın Pakistan’la olan sıkıntılı ilişkisini ve özellikle de Pakistan’ın, ABD ve Hindistan arasında güçlü bir iş birliği kurulması ve ABD-Afganistan politikasının yönetilmesi karşısında ortaya koyduğu zorlukları anlatıyor. Ve son olarak, Washington, Yeni Delhi ve İslamabad’ın, bir felaket yaşanmadan, geçmişteki ilişkilerinde yaşadıkları sorunlara bir an evvel bir çözüm bulmaları gerektiğine dikkat çekiyor. Kitap, Mumbai’ye yapılan terör saldırısıyla ilgili olarak bugün sahip olunan bilgilerin detaylı bir analiziyle başlıyor. Bu olay, 11 Eylül’den sonra dünya üzerinde yaşanan en dehşet verici saldırı olmasının yanında, Hindistan-Pakistan arasındaki bir krizde Amerika’nın uyguladığı diplomasiyle ilgili son derece önemli bir vaka incelemesi konumundadır. Kitap ayrıca tarihsel bir bakış açısı sunmak amacıyla, Hindistan, Pakistan ve Amerika’nın aynı ebeveynden, yani Britanya İmparatorluğu’ndan nasıl doğduğunu da anlatıyor. Devamında ise, 1947 yılından itibaren bu üç ülke arasındaki ilişkilere odaklanıyor ve on iki Amerikan başkanının Hindistan ve Pakistan meselesini nasıl ele aldıklarını inceliyor. Bu üç ülke arasındaki ekonomik ilişkiler hakkında anlatılabilecek çok şey olsa da, ben bir ekonomi uzmanı değilim ve bu yüzden bu konuyu başkalarına bırakıyorum. Bu kitabın odak noktası diplomasi, terörle mücadele ve nükleer meselelerdir. Hindistan ve Pakistan insanların ilgisini çekiyor ve gözlerini kamaştırıyor ama bazen de şaşkına çeviriyor ve kafalarını karıştırıyor. Bana göre dünyanın en ilginç ve heyecan verici ülkeleri. Bu iki ülke pek çok açıdan Amerika’dan çok farklı ama bazı açılardan da çok benzer; müthiş bir hızla değişiyorlar ama aynı zamanda da kadim ve ebediler. Hayatımın büyük bir bölümünü Hindistan’ı anlamaya ve Hindistan’la ABD arasında “doğal” bir müttefiklik kurmaya çalışarak geçirdim. Bir o kadar zamanımı da Amerika’yla Pakistan arasında ortak bir payda bulabilmek için harcadım 5 ki iki ülke arasında kalıcı bir iş birliği oluşabilsin. Dört Amerikan başkanı Hindistan ve Pakistan meselesini çözmeye çalışırken, Beyaz Saray’da onlarla birlikte çalışma onuruna sahip oldum. Ve sonuçta bu kitap ortaya çıktı. Son birkaç yıldır Georgetown Üniversitesi’nin Dış Politika Okulu ve Johns Hopkins Üniversitesi’nin İleri Uluslararası Çalışmalar Okulu öğrencilerine, Amerika’nın Güney Asya ülkeleriyle politik ilişkileri ve tarihi konularında ders verme onuruna da sahip oldum. Öğrencilerim bu meselelere daha akıllı ve dikkatli bir şekilde yaklaşmamı sağladılar ve bunun için onlara müteşekkirim. Bu muhteşem kurumlarda ders vermemi isteyen Dan Byman ve Walter Andersen’e de minnettarım. Ayrıca bu kitabıma yaptıkları katkılar ve yorumlar için Brookings Enstitüsü’ndeki meslektaşlarıma da teşekkür etmek istiyorum. Amerika’daki Güney Asya kürsüsünün dekanı Stephen Cohen, benim için müthiş bir esin ve bilgi kaynağı oldu. Akıl hocam ve dostum olarak gördüğüm Strobe Talbott ve Martin Indyk ile hükümette birlikte çalışmıştım. Beni 2007 yılında Brookings’le tanıştıran kişiler de onlardır. Brookings Dış Politika bölümünün araştırma direktörü Michael O’Hanlon, kitabımın taslak aşamasına müthiş katkılarda bulundu. Muhteşem araştırma asistanları Aysha Chowdhry ve Irena Sargsyan ise bu projede bana inanılmaz derecede destek oldular. Ayrıca, Brookings Institution Press ve özellikle de direktörü Robert Faherty’ye ve editörüm Eileen Hughes’a dostlukları ve yaptıkları harika işler için teşekkür ediyorum. Kitabımda ABD, Hindistan ve Pakistan arasındaki diplomatik ilişkilere doğrudan dâhil olmuş olan Amiral Nimitz, John Kenneth Galbraith, Strobe Talbott ve Rick Inderfurth’un kendi ifadelerine ve anılarına yer vermeye çalıştım. Tabii ki, gerçekle bağdaşmayan hatalar veya çıkarımlar varsa bunlardan tamamen ben sorumluyum. Merkezi İstihbarat Teşkilatı, gizli bilgilerin ifşa edilmediğinden emin olmak için kitabımı gözden geçirdi. Bu kitabın içeriği bir kanıt olarak yorumlanmamalı veya hükümetin herhangi bir bölümünün burada yer alan bilgileri doğruladığı veya benim görüşlerimi onayladığı sonucuna varılmamalıdır. Burada yer alan tüm ifadeler ve görüşler tamamen bana aittir. Bu kitabı, beni her zaman çok gururlandıran oğlum Christopher’a adıyorum. Son olarak, bu yolculuğu bu denli keyifli bir hale getiren eşim Elizabeth’e derin şükranlarımı sunuyorum. 6 BİRİNCİ BÖLÜM MUMBAİ ATEŞ ALTINDA OBEROI OTELİ’ndeki odamdan gün batımı çok güzel görünüyordu. Güneş masmavi Umman Denizi’nde batarken, Mumbai’nin sahil şeridi boyunca kıvrılarak devam eden Marine Drive caddesinde trafik akıyordu. Akşam olup ışıklar yanınca, Hindistan’ın finans başkenti olan bu şehrin caddelerinde hareketlilik tüm hızıyla devam etmekteydi. Hindistan’ın en yoğun nüfuslu, dünyanın ise altıncı en yoğun nüfuslu kenti olan Mumbai’de (eski adıyla Bombay) 20 milyonun üzerinde insan yaşıyor. Dünyanın en zengin milyarderlerinden tutun da dünyanın en yoksul insanlarına kadar hepsi bu şehirde. Amerika Birleşik Devletleri’nin kırk ikinci başkanı William J. Clinton’un, yani patronumun beklenen ziyareti öncesinde Mumbai’ye gitmiştim. Başkanın özel asistanı ve Ulusal Güvenlik Konseyi’nin Yakın Doğu ve Güney Asya kıdemli direktörü olarak görevim, Clinton’un Mart 2000’de Hindistan, Bangladeş, Pakistan, Umman ve İsviçre’yi kapsayan seyahatinde gözlemcilik yapmaktı. Çeyrek asırdır ilk kez bir Amerikan başkanı Güney Asya’yı ziyaret ediyordu. Oberoi Oteli ve en büyük rakibi olan Taç Mahal Sarayı, şehre yapacağı ziyarette başkanı ağırlamak için yarış halindeydi. Her ikisi de başkanın kendi otellerinde ağırlanması gerektiğini bana anlatmaya çalışıyordu. Mumbai Ateş Altında Bundan sadece sekiz yıl sonra hem Oberoi hem de Taç, 11 Eylül’den sonra meydana gelen en ölümcül terör saldırısının hedefi olacaktı. Bu iki otelle birlikte şehrin tren istasyonu, yabancı misafirlere ve zenginlere hizmet eden bir restoran, İsrailli ve Amerikalı Yahudiler için açılmış olan bir Şabad Evi ve şehir hastanesi, Pakistan merkezli Leşker-i Tayyibe* mensubu teröristler tarafından saldırıya uğrayacaktı. Bu on teröristin gerçekleştirdiği saldırılar yüzünden 26 ve 29 Kasım tarihleri arasında 164 kişi hayatını kaybedecek, 300’ün üzerinde insan yaralanacaktı. Bu dehşet verici olay Hindistan’da 26/11 olarak anılıyor ve teröristleri öldürmek için başlatılan operasyon da Siyah Hortum Operasyonu olarak biliniyor. Leşker-i Tayyibe hedefleri dikkatle seçmiş ve bunlarla ilgili birkaç yıl süren detaylı bir araştırma yapmıştı. Bu süreçte iki kaynaktan büyük yardım aldı: Pakistan İstihbarat Servisi (ISI) ve El Kaide. Her ikisinin de bu operasyonla ilgili farklı amaçları vardı. Ama hedef aynıydı – Hintliler, Amerikalılar ve Yahudiler, yani 1990’ların sonlarında El Kaide tarafından başlatılan küresel cihadın hedefleri. Saldırı Hindistan’da gerçekleştirilmiş olsa da, Amerika da hedeflerden biriydi ve El Kaide ortak düşmandı. Bu noktayı, çeşitli e-posta ve telefon mesajlarında seçilmiş başkan Obama’ya da vurguladım.1 Saldırının amacı Güney Asya’nın geleceğini kökünden değiştirmekti ve belki de, alt kıtada yükselişe geçen bu iki nükleer güç, yani Hindistan’la Pakistan arasında bir savaş başlatmaktı. Mumbai’deki terör saldırısını ve bunun sonuçlarını anlamak, Hindistan ve Pakistan’ın yükselişi karşısında Amerika’nın ne tür zorluklarla karşı karşıya olduğunu anlamak açısından son derece önemlidir. Basit bir şekilde ifade etmek gerekirse, Amerika Birleşik Devletleri bu iki ülkeden birini idare etmeden diğerini de idare edemez. Bu iki ülkede siyasi istikrarı sağlamak ve aralarındaki düşmanlığı azaltmak, yirmi birinci yüzyılda Amerika’nın en önemli ulusal güvenlik meselelerinden biridir. Başkan Obama’nın karşı karşıya kaldığı ilk dış politika krizi olan Mumbai olayı, Hindistan’ın ve Pakistan’ın yükselişinin önümüzdeki yüzyılda Amerika için ne tür zorluklara yol açacağını çarpıcı bir şekilde göstermiştir. 1 Bkz. Hindustan Times gazetesinin saldırıyla ilgili makalelerden yayınladığı derleme: 26/11: The Attack on Mumbai (Yeni Delhi: Hindustan Times ve Penguin, 2009), s. 38-39; saldırı sırasında El Kaide’nin muhtemel rolüne ilişkin olarak yaptığım değerlendirme. Ç.N.:*Saf, Temiz Ordu anlamına gelmektedir. 8 Mumbai Ateş Altında YÜKSELEN KAPLAN HEDEFTE 26/11’deki saldırıda teröristlerin asıl hedefi Hindistan’dı ve saldırı için Mumbai seçilmişti çünkü bu şehir Hindistan’ın son yirmi yılda gerçekleştirdiği yükselişi temsil ediyordu. Hindistan’ı önemli kılan en basit ölçüt nüfusudur. Ülkenin nüfusu inanılmaz bir hızla arttı. 1857 yılında, Hindistan İngiltere’ye karşı ayaklandığında nüfusu 200 milyondu, 1947’de bağımsızlığını kazandığında ise 325 milyon. Oysa bugün, aradan sadece altmış beş yıl geçtikten sonra, son nüfus sayımına göre Hindistan’da 1,15 milyar insan yaşıyor, yani dünya nüfusunun altıda biri. Hindistan şu anda, Çin’den sonra dünyanın ikinci en büyük ülkesi ama 2030’da Çin’den bile büyük olacak. Ayrıca etnik anlamda inanılmaz bir çeşitlilik barındıran, genç bir nüfusu var. Bugün Hintlilerin yüzde altmışı otuz yaşın altında. Hindistan’da 22 farklı resmi dil, 216 etnik dil grubu ve tahmini olarak 1.500 lehçe var. Nüfusun yüzde 80’i Hindu, yüzde 14’ü Müslüman, yüzde 2,5’i Hristiyan ve yüzde 2’si Sih. Hindistan 140 milyonluk Müslüman nüfusuyla, Endonezya ve Pakistan’dan sonra dünyanın üçüncü en büyük Müslüman ülkesi. Ayrıca, İran’dan sonra dünyanın ikinci en büyük Şiî Müslüman ülkesi konumunda. Günümüzde Hindistan’da baş döndürücü bir değişim yaşanıyor. 1985 yılında tüm ülkede sadece 2 milyon adet telefon vardı, 2011’de ise 600 milyon cep telefonu vardı ve bu sayı her ay 15 milyon artmaktaydı. Yoksulluk hâlâ büyük bir sorun ama bu da hızla değişiyor. Brookings Enstitüsü’nün 2011 tarihli bir raporuna göre, Hindistan’daki yoksulluk seviyesi hızla düşüyor. 2005 yılında Hintlilerin yaklaşık yüzde 41’i yoksulluk sınırının altında, yani, günde 1,25 dolardan az bir parayla yaşıyordu. Oysa 2015’te nüfusun sadece yüzde 7’si günlük 1,25 dolar seviyesinin altında yaşıyor olacak (rakamlar enflasyona göre ayarlanmıştır). 2005 ila 2010 yılları arasında 230 milyon Hintli yoksulluktan kurtuldu. 2015’e gelindiğinde ise 137 milyon kişi daha kurtulmuş olacak. 360 milyon Hintlinin on yıl içinde sefaletten kurtulmuş olması, dünya üzerindeki yoksulluğu azaltma çabalarının tamamını aşan bir başarıdır. Çin bile yoksulluk oranını Hindistan kadar hızlı bir şekilde azaltamadı. Hindistan 1999 yılında Çin’i geride bırakıp dünyanın en yoksul insanlarını barındıran ülke unvanına sahip olmuştu ama 2015 yılında bu unvanı Nijerya’ya bırakacak.2 2 Laurence Chandy ve Geoffrey Gertz, Poverty in Numbers: The Changing State of Global Poverty (Brookings, 2011), s. 12. 9 Mumbai Ateş Altında Bu değişim kolay olmadı. Ağustos 2012’de Hindistan tarihinin büyük elektrik kesintisine sahne olmuş, yazın bu en sıcak günlerinde yaklaşık 640 milyon insan elektriksiz kalmıştı. Komşu Pakistan’daki elektrik kesintisi de çok ağır olmuş ve daha uzun sürmüştü. Hindistan elektrik üretmek amacıyla 2002 ila 2012 yılları arasında kömür tüketimini iki katına çıkardı, petrol tüketimini yüzde 52, doğal gaz tüketimini ise yüzde 131 oranında arttırdı ama bu çabalar bile yeterli miktarda elektrik üretebilmek için azdı. Hindistan’ın 2008 yılında 340 milyon seviyesinde olan şehirli nüfusu, 2030’da yaklaşık 600 milyon seviyesine yükselecek; ülkede 1 milyonun üzerinde nüfusa sahip olan 68 şehir ve 10 milyonun üzerinde nüfusa sahip 6 şehir olacak. 2030 yılında dünyanın en büyük beş şehrinden ikisi Hindistan’ın Mumbai ve Yeni Delhi şehirleri olacak. 3 190 milyonluk nüfusuyla Pakistan da büyük bir ülke. Nüfusun yüzde 97’si Müslüman – Müslüman nüfusun yüzde 77’si Sünni, yüzde 20’si ise Şiî. 1947’de bağımsızlığını kazandığında Pakistan’ın nüfusu sadece 33 milyondu (bu rakama o zamanlar Batı Pakistan denilen bölge dâhil ama bugünkü Bangladeş dâhil değil). Hindistan gibi Pakistan da büyük bir hızla büyüyor. Eğer günümüzdeki doğum oranı (yüzde 3,2) aynı hızla devam ederse, 2050 yılına gelindiğinde Pakistan’da 460 milyon insan yaşıyor olacak; doğum oranı ufak bir düşüş gösterirse, bu sayı 355 milyon civarında olacak. En temkinli tahminlere göre, 2050 yılında Pakistan’ın nüfusu 310 milyon olacak. Bugün Pakistan dünyanın altıncı en büyük ülkesi ve dünyanın ikinci en büyük Müslüman ülkesi konumunda. 2030 yılında ise dünyanın dördüncü veya beşinci en büyük ülkesi ve İslam dünyasının en yoğun nüfuslu devleti olacak. 4 Eğer 26/11’deki saldırılarda teröristlerin asıl hedefi Hindistan ve ülkenin yükselişini engellemek idiyse, Hindistan’ın en büyük kenti, finans merkezi ve yeni milyonerlerinin yuvası olan Mumbai bu saldırı için mantıklı bir hedefti. Mumbai aynı zamanda medya dünyasının merkezi, Hindistan’ın büyük film endüstrisi Bollywood’un yuvası, ayrıca gazeteciler ve televizyon kameralarıyla dolu bir şehirdir. Mumbai, yeni Hindistan’ın yükselişini temsil ediyor ve uluslararası bağlantılarıyla, Leşker-i Tayyibe 3 Niall Ferguson, “Lights Out in India”, Daily Beast, 6 Ağustos 2012. 4 Selim Shaikh, “Need to Contain Surging Population,” Daily Times (Karaçi), 7 Ağustos 2012. Michael Lugelman, “Don’t Drop That Bomb on Me,” Woodrow Wilson Uluslararası Akademisyenler Merkezi’ne sunulan rapor, Washington, 9 Haziran 2010. 10 Mumbai Ateş Altında adlı terör örgütünün ve onun destekçilerinin Hindistan-karşıtı ideolojisine meydan okuyordu. KOMPLO VE ARDINDAKİ MEKANİZMALAR Mumbai saldırısı kapsamlı istihbarat toplandıktan ve teröristler iyice eğitilip donanımlı hale getirildikten sonra planlandı. Terör çetesinin hayatta kalan tek üyesi Muhammed Ecmel Emir Kasap, Temmuz 2009’da Mumbai’de halka açık yapılan duruşmada kendisinin ve diğer dokuz yoldaşının Leşker-i Tayyibe adlı örgüt tarafından görevlendirildiklerini, Pakistan’daki Leşker-i Tayyibe kamplarında komando eğitimi aldıklarını, AK-56 otomatik saldırı tüfekleri (Rus yapımı AK-47’nin Çin versiyonu ve Pakistan ordusunun standart olarak kullandığı model), el bombaları, GPS cihazları, cep telefonları ve diğer malzemelerin kendilerine Leşker-i Tayyibe tarafından temin edildiğini ve Pakistan’ın Karaçi şehrinden Leşker-i Tayyibe’nin üst düzey yetkilileri tarafından küçük bir tekneyle yola çıkarıldıklarını itiraf ederek savcıları şaşırtmıştı. Emredildiği üzere, kendilerini Mumbai’ye götürmesi için Hindistan bandralı bir tekneyi kaçırdılar. Mumbai’ye vardıktan sonra dört gruba ayrıldılar ve bu gruplar önceden planlanan hedeflere saldırdılar – şehrin tren istasyonu, bir hastane, Batılı turistlere ve Hindistan halkının kaymak tabakasına hizmet veren beş yıldızlı iki otel, İsrailli ziyaretçileri ağırlayan bir Yahudi konuk evi ve yine yabancı müşterilere hizmet vermesiyle tanınan meşhur bir restoran. Teröristler, hedef alınan mekânlarda insanlara gelişigüzel ateş açtıktan sonra kargaşa ve terör ortamını daha da alevlendirmek için küçük bombalar da patlattılar.5 Bu birçok açıdan sıra dışı bir saldırıydı. Teröristler şehri abluka altında tuttukları süre boyunca, cep telefonları aracılığıyla Pakistan’daki Leşker-i Tayyibe patronlarıyla devamlı irtibat halinde kaldılar. Saldırıyı yönetenler, bu teröristlere Hindistan’da yayınlanan haber programlarından edindikleri bilgilerle güncel istihbarat sağladılar ve taktik verdiler. Hintli otoriteler sonradan, saldırıyı yönetenlerin bu katillere rehberlik yaptığını ve cesaret verdiğini, hatta bazı rehinelerin öldürülmesi yönünde emir verdiklerini gösteren 5 Saldırıyla ilgili detaylar yaygın bir şekilde yayınlandı. Bunların iyi bir özeti Angel Rabasa ve diğerlerinin çalışmalarında bulunabilir, “The Lessons of Mumbai”, Occasional Paper serisi (Santa Monica, California: RAND, 2009) (www.rand.org/pubs/occasional_papers/2009/RAND_OP249.pdf), bu çalışma olayın kronolojisini de içermektedir. Kasap’ın verdiği ifade BBC tarafından da yayınlandı. Bkz. BBC News, “Excerpts from Mumbai Suspect’s Confession,” 20 Temmuz 2009 (http://news.bbc. co.uk/2/hi/south_asia/8160243.stm). 11