tedbirat-ı ilahiyye
Transkript
tedbirat-ı ilahiyye
ِ﷽ْﱠ BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM İçindekiler Önsöz…………………………………………………………………………......... Önbilgi…………………………………………………………………................... Mukaddime………………………………………………………………………… Fasıl……………………………………………………............................................ Fihrist…………………………………………………............................................. 1.Bölüm Vücûdun Halifesi Hakkında…………………………………………….. 2.Bölüm Halîfenin Mâhiyyeti ve Hakîkatine Dâir…………………………......... 3.Bölüm Cisim Şehri ve Onun Halîfeye Mülk Olması………………………....... 4.Bölüm Akıl ile Hevâ Arasındaki Savaşın Sebebi………………………….......... 5.Bölüm Yalnız İmâma Mahsûs Olan İsim ve Onun Sıfatları ve Halleri............... 6.Bölüm Adâlet Hakkındadır ………………………………………….................. 7.Bölüm Yardımcının ve Rabbanî ve Hikmetlere âit Cereyân.............................. 8.Bölüm Hikmetlere âit Firâser ve Şerî^Firâset Hakkında.................................... 9.Bölüm Kâtibin ve Sıfatlarının ve Kitâblarının Bilgisi Beyânındadır…............. 10.Bölüm Vergi Toplama Reîslerinin ve Me’mûrlarının Beyânındadır…........... 11.Bölüm Toplanan Vergilerin İlâhî Hazrete Yükseltilmesi........................……. 12.Bölüm Beden Şehrindeki Bozuculara Yönelik Elçiler............……………….. 13.Bölüm Kumandanlar ve Ordular ve Onların Mertebeleri.......………………. 14.Bölüm Düşmanla Karşılaşma Anında Savaşların İdaresi..............……………. 15.Bölüm Bu Mertebe Sayılarının Gâlib Olduğu Sır Beyânında..………………. 16.Bölüm Mevsimlere Göre Rûhâniyyet ve Rûh İçin Gıdâ Tertîbi....................... 17.Bölüm İnsana Yüklenmiş Olan Sırların Özellikleri............................………... 18.Bölüm Aklın, Yakîn Nûrunu Kalb Sahası Üzerine Feyzlendirmesi.........……. 19.Bölüm Yakîn Gözünün İdrâkinden Engelleyen Perdeler...........…………….. 20.Bölüm Levh-i mahfûz Hakkında…………………………………………….... 21.Bölüm Âh Etmelerin ve Sînede Olan Fıkırtıların Sebebleri…………………. 22.Bölüm Vasiyet ve Tavsiyeler.....……………………………………………….. 1 29 49 64 70 72 106 112 137 157 201 204 222 250 300 307 319 327 338 346 354 379 428 432 438 443 450 Tedbirât-ı İlâhiyye Önsöz ÖNSÖZ Hamd olsun Allâhü Zü’l-Celâl’e ki, insanı ilmî vücûttan aynî vücûda çıkardı. Onun vücûda getirilmesinin öncesinde bir cevher var idi. O cevhere Celâl ayn’ı ile baktı. O cevher onun bakışının tahakkuk ettiği şey indinde ondan hayâ ederek eridi. Şimdi onun kadîm ilminin cevherlerinden ve incilerinden onda gizli olan su akmaya başladı. (1) Bilinsin ki, (Sav) Efendimiz buyururlar ki: “Allah Teâlâ büyük bir beyaz inci hálk etti; Celâl ve heybetle baktı; hayâdan eridi. Onun yarısı su ve yarısı ateş oldu. Ondan bir duman hâsıl oldu. Semâvâtı dumandan ve arzı onun köpüğünden hálk eyledi. Şimdi O’nun Arş’ı su üzerinde oldu”. “Allah Teâlâ”dan kasıt mutlak vücûdun vahdet ya’nî birlik mertebesidir. “Hálk etmenin” ma'nâsı açığa çıkma ve açığa çıkarmadır. “Büyük bir beyaz inci”den kasıt insânî hakîkat mertebesi olan ilk akıldır ki, buna vâhidiyyet ya’nî birliksellik mertebesi de derler. İlk akla “Celâl ve heybetle bakmasından” kasıt ilk aklın gayrılığın mebde’i olan rûh mertebesine tenezzülüdür; ve bu tenezzülden hâsıl olan gayrılık perdesi ile mutlak vücûdun örtülmesidir. Çünkü Cemâl bakışı Hakk’ın vechinin kendi nûru ile tecellîsidir ki, bunda örtünme yoktur. Celâl bakışı Hakk’ın vechinin gayrılık elbisesi ile örtülmesi olduğundan, tabi'ki bunda örtünme vardır. Ve gayrılıktan kasıt mutlak olmaklıktan kayıtlı olmaklığa tenezzüldür; ve mutlak olanın kayıtlıda gizlenmesidir. “Büyük beyaz incinin hayâdan erimesi” bir olan vücûdu ikilikle kayıtlayarak kendi nefsinde yok hükmünde olduğu anda ona “rahmânî nefes”i ile hâricî vücût bahşetmesini; ve bu rahmânî nefes ile ona fezâda hâricî vücût bahşedilmesini tâkiben merkezin ateş ve çevresinin soğuma ile su olmasına işarettir. Ve “yedi kat gökler” denilen yedi gezegenimizin bu duman hâlindeki parlak bulutsudan ve Dünyâ’nın da onun yoğunlaşmasından mahlûk olduğu; ve Arş kelimesinin “taht ve dünyâ mülkü” ma‘nâsına geldiği için ve şehâdetsel âlemler de ilâhî mülklerden bulunduğu için ve bu parlak bulutsunun Arş’ın temeli oluşu yönüyle ilâhî Arş’ın su üzerinde olduğuna işâret olunur. Cenâb-ı Şeyh (r.a) ibârelerinde bu hadîs-i şerife işâret buyururlar. Çünkü ilâhî ilimde sâbit olan insan, yeryüzünün hálk edilmesinden sonra maddesel elbise ile tahakkuk ederek açığa çıktı; ve Hak Teâlâ hazretleri onu zât cennetinden gayrılık elbisesi ile hârice çıkardı. 1 Tedbirât-ı İlâhiyye Önsöz Ondan sonra karışabilirlik dalı meşrebesine bir oluk akıttı; o sebeple onun düzenini yerleşik kıldı. Ve bu dala “insan” ismini verdi. Ve onu tasvir edip kulağını ve gözünü açtı. Ve büyük âlemde olan her şeyin tertîbini onda muhkem kıldı ve onu idâreci kıldı. Ve onu her bir şeyin ihsânının açığa çıkmasına vâkıf etti. Ve onu karar eyledi. Ve onun akıl semâsını ayırdıktan ve yardıktan sonra bitiştirdi. Ve kendi vücûdunu var ettiklerinde beyân eyledi. Şimdi onu açığa çıkardı. Ve en gizli olan şey sebebiyle onu kendi sırrından perdeledi ve örttü. Dikkâtle inceleyen ve iyi düşünen kimse için onda apaçık hikmet vardır. (2) Bilinsin ki, güneş sistemimizin oluşumunun uzun devirler içinde geçirdiği değişimler neticesinde olduğu ve bu sistemin bir parçası olan yeryüzünün bugünkü hâle gelmesinin de yine değişimler ile olduğu ve üzerindeki bitkiler ve hayvanlar ve insanın silsile ile birdiğerinden şûbelenerek var olduğu eski ve yeni bilim adamları tarafından açık delîller ile beyân olunmuştur. Beşerin bu şekilde var olduğuna inanmak Kur’ân’ın hükümlerine aykırı değildir. Tefsîrcilerin ve âlimlerin arasında bu husûsta olan ihtilâflar muhtelif anlayışların Kur’ân’ın sözlerinden çıkardıkları muhtelif ma'nâlardan ibârettir. Bundan dolayı bu ihtilâflar anlayışa âit bir mes’eledir. Yoksa Kur’ân-ı Kerîm’de aslâ ihtilâf yoktur. Nitekim buyurulur: “Ve lev kâne min indi gayrillâhi le vecedû fîhihtilâfen kesîrâ” ya’nî “Ve eğer Allah'tan başkasının indinden olsaydı, onun içinde mutlaka pekçok ihtilâf bulurlardı” (Nisâ, 4/82). Bilakis Kur’ân âyetleri bilim adamlarının incelemelerini te’yîd buyurmaktadır. Bu konudaki îzâhlar hakîrâne tarafından Fusûsu’l-Hikem Şerhi’ne yazılan “Önsöz”de “Âdem’in hálk edilişi” bahsinde bir nebze verilmiştir. Hiç şüphe yoktur ki, her gün görüldüğü şekilde yeryüzünün sâkinleri yeryüzünün cevherinden çıkmakta ve yine yeryüzünde çözülüp dağılmaktadırlar. Bitki olsun, hayvan ve hayvanın bir türü olan insan olsun, hepsi bir takım haller ve şartlar çerçevesinde unsurların ve elementlerin birdiğeriyle karışmasından var olurlar. Bu karışım neticesinde var olan şeye “mizâc” derler. Ma’denler ve bitkiler ve hayvanlar arasındaki bu karışımlar ve uyuşmalar peyderpey bir ağacın dalları gibi silsile ile aktığından cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a) bu değişimlere ve akışa “Ondan sonra karışabilirlik dalı meşrebesine bir oluk akıttı” ibâresiyle işaret buyurdu. Ve işte bu sebeple onu en güzel sûret üzere tesviye edip değişim dalları neticesinde peydâ olan bu dala “insan" ismini verdi. Ve bu insâni dal, ma’den ve bitki ve ba'zı hayvanât dalı mertebesinde iken, kulağa ve göze sâhip olmadığı halde, 2 Tedbirât-ı İlâhiyye Önsöz hayvânî dalın en mükemmeli olmak üzere onun kulağını ve gözünü cisminin en uygun olan mahallerinde açtı. Ve insan varlık ağacının meyvesi olduğundan bir meyvede, nasıl ki kendinin bittiği ağaçta olan sûretlerin ve özelliklerin benzeri mevcût ise, Hak Teâlâ insanın bittiği büyük âlemde mevcût olan her bir şeyin benzerini insan vücûduna koydu; ve onu idâreci kıldı. Ya'nî ona öyle bir bakış ihsân eyledi ki, o bakış ile kendi âkıbetini ve muhitinde olan eşyânın âkıbetlerini görür. Ve onu rahmânî tecellîleri ile âlemin zâhirinin tamâmına olan ihsanına vâkıf kıldı. Çünkü insan türünden açığa çıkan bu kadar keşifler onun eşyânın esâslarına vâkıf olmasındandır. Vâkıf olması ilerledikçe keşifler de ilerleyerek yenilenir. “Ve insanı karar eyledi.” Ya'nî zâhiri ve bâtıni duyularını yerli yerine koymak sûretiyle insânî mertebede kararladı. Ve insanın bütün zâhiri ve bâtıni kuvvetlerini birdîğerinden şakk edip ayırdıktan sonra daha fâziletli oluşu dolayısıyla hepsinin üstünde olan akıl kuvvetini bu kuvvetlere bitiştirdi. Çünkü bütün kuvvetlerde tasarruf edici olan akıldır. Nitekim âlemin kuvvetlerinde tasarruf edici olan da akl-ı kül ya’nî bütünsel akıldır. Ve âlemde küllî akıl ve insanda cüz'i akıl “semâ”; ve diğer tasarruf edilen kuvvetler “yeryüzü” mesâbesindedir. “E ve lem yerellezîne keferû ennes semâvâti vel arda kânetâ retkan fe fetaknâhüma” ya’nî “İnkâr edenler, semâların ve yerin bitişik olduğunu görmediler mi? Sonra Biz, o ikisini ayırdık” (Enbiyâ, 21/30) âyet-i kerîmesinde “ratk ya’nî bitişik”in “fetk ya’nî ayırmak”tan evvel söylenmesi bu beyâna aykırı değildir. Çünkü bu “ratk" ve “fetk” âlemin sûreti hakkındadır. Hz. Şeyh (ra) efendimizin “fetk ya’nî ayırma”dan sonra “ratk ya’nî bitiştirme”yi beyân buyurmaları âlemin ve Âdem’in ma’nâsı hakkındadır. Çünkü bu süregelen sûretler ma’nâlarından dolayı açığa çıkmışlardır. Bundan dolayı ma’nâlar “semâ" ve sûretler ise “yeryüzü” mesâbesindedir. Sûretlerin var olduktan sonra bağlandıkları ma'nâlara bir esâs ve kâideye dayanmaksızın bitişmeleri vardır. Bu bitişme ise “ayrılma”dan sonra olan “bitişme” ve “yarılmalar”dır. “Ve Hak Teâlâ vücûdunu var ettiklerinde beyân eyledi.” Çünkü Hakk’ın vücûdu sonsuz latîfin en latîfidir ve latîf oluşunun kemâlinden dolayı en gizlidir; idrâki mümkün değildir. Bu latîf vücûd kesîf olmadıkça idrak edilmez. Ve kesîf vücûd latîf vücûdun izâfelerinden olduğundan var edilmişler âlemine “izâfî vücûd” demişlerdir. Bu izâfî vücûd latîf olan hakîki vücûdun işâretleri ve alâmetleri ve delîlidir. Fakat hakîkî vücûd insandan açığa çıktığı kadar hiç bir görünme yerinden açığa çıkmadı. Çünkü Âdem’i kendi sûreti, 3 Tedbirât-ı İlâhiyye Önsöz ya‘nî sıfatları, üzerine hálk etti. Bundan dolayı toplayıcı varlık olan Âdem’de kendi vücûdunu en âşikâr ve en zâhir kıldı. “Şimdi onu açığa çıkardı. Ve en gizli olan şey sebebiyle onu kendi sırrından örttü ve perdeledi.” Ya‘nî insan hakîkî vücûtta gizli iken onun ilâhî ilimde sâbit olan sûretine ve hakikatine, o hakîkî vücûd kendi latîf vücûdunu kesîf kılmak sûretiyle bir elbise giydirerek onu açığa çıkardı. Ve kendi hakîkatinin gizliliği sebebiyle rubûbiyyet ya’nî Rabb olmaklık sırrından örttü; ya‘nî Âdem’in en açık bir şekilde görülen kesîf taayyünü, rubûbiyyet sırrından ibâret olan kendi hakikatine perde oldu. Ve onu bu insânî kesîf sûret örttü. Dikkatle inceleyen ve iyi düşünen Allah’a ârif olanlar için bu açığa çıkarmaklıkta ve gizli olmaklıkta apaçık hikmet vardır. Çünkü ilâhî işler âlemin ve Âdem’in vücûdu ile tahakkuk eder. Ondan önce ma‘nâ mertebesindedir. Ma‘nâ ise tahakkuk için sûret ister; ve sûret zâhir ve ma‘nâ ise o sûrette örtülüdür. Daha sonra ona iktidâr hazretinden tecellî eyledi. Şimdi ona üstün geldi. Heybet ateşinden kaçarak acele koştu. Böyle olunca onu kattı ve kahretti. Ve onun şuuru olmaksızın onu yemyeşil denize bir daldırış daldırdı. Şimdi ilâhî kudret işe giriştiğinde onun beşeresi karışık oldu. (3) Ya‘nî insanın ma'nâsı sûretine bağlandıktan sonra “e lestü birabbiküm” ya’nî “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” (A'râf, 7/12) hitâbıyla onun ma'nâsına ve rûhuna iktidâr hazretinden tecellî eyledi. Çünkü Rab iktidâr sâhibi ve kendisine muhtâc olunandır. Ve kul âciz ve muhtâcdır. Bu kudreti idrâk edince onun karşısında mağlûp oldu; ve içine heybet ateşi düştü. Ondan kurtulmak için acele koştu. Fakat “eynel meferr” ya’nî “kaçacak yer nerede?” (Kıyâmet, 75/10). İlâhî kudret pençesinden kaçıp kurtulacak bir sığınak olmadığından, Hak Teâlâ hazretleri “Ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı ve konuşan dili olurum……” hadîs-i şerîfinde işâret buyrulduğu üzere onun izâfî olan kuvvetlerini hakîkî kuvvetlerine kattı. Ve onun izâfî ve vehmî olan zâhir ve bâtın kuvvetlerini bu şekilde kahretti. Ve bu kahır esnâsında şuûru olmaksızın onu yemyeşil denize bir daldırış daldırdı. “Yemyeşil deniz”den kasıt “rûh mertebesi”dir. Çünkü “lâ ilâhe illlallah” gayrılığın kaldırılması ve “Muhammedü’r-resûlullah” gayrılığın ispâtıdır. Ve mutlak vücûdun gayrılık bağıntısıyla açığa çıkması rûh mertebesinden başlar. Ve 4 Tedbirât-ı İlâhiyye Önsöz vücûd arşının istikrârı bu iki nûrânî satır ile olmuştur. “Lâ ilâhe illallah” satırı bembeyaz nûr ve “Muhammedü’r-resûlullah” satırı yemyeşil nûrdur. Hz. Şeyh “yemyeşil nûr”a burada “yemyeşil deniz” ta‘bîr etmişlerdir. Ya'nî insan şehâdet âleminde vücûda âit kesîfliği ile gezdiği ve yediği içtiği halde, Hak Sübhânehû ve Tealâ onun bu madde beden vücûdunu rûha tebdîl edilmiş kıldı. Ve bu değişim onun şuûru olmaksızın gerçekleşti. Bir halde ki, sûreti yine şehâdet mertebesinde sâbit olarak bir taraftan etrâfında bulunan kimseler ile sohbet etti; ve diğer taraftan rûhlar âleminde olanlar ile münâsebette bulundu. Bundan dolayı ilâhî kudret onu istilâ etmeye giriştiğinde onun beşeresi, ya‘nî vücûdunun zâhiri ve cismi, rûhu ile karışık oldu. Ve onda hem rûha âit eserler ve hem de cisme âit eserler açığa çıktı. “Yevme tubeddelül ardu gayrel ardı ves semâvâtu ve berezû lillâhil vâhidil kahhâr” ya’nî “O gün yeryüzü ve semâlar, başka bir hale döndürülür. Ve onlar, Vâhid ve Kahhâr olan Allah'ın huzûruna çıkmış olurlar” (İbrâhım, 14/48) âyet-i kerîmesinde bu hakikate işaret buyrulur. Çünkü bu hâl kıyâmet türlerinden bir türdür. Daha sonra ona dâimilikten açtı. Şimdi bu sebeple onun ömrünü tahakkuk ettirdi. Ve onun katkısı olmaksızın ve onu bir emir sınırlamaksızın ona ebedî hayât örtüsünü giydirdi. Ve meleklere karşı onun makâmını yükseltti. Ve onun özrünü apaçık kıldı. Şimdi ona isimler ile yardım ettiği ve onu aydınlattığı zaman secde ile bîat etmeyi emretti. Ve onu cisimler arzında halîfe kıldı. Bundan dolayı onu te’yîd etti ve ona yardım etti. (4) Ya'nî Hak Teâlâ hazretleri insanı ilâhî kudreti ile istilâ buyurduktan sonra ona dâimilik perdesini açtı. Çünkü bu perdenin keşfi ilâhî kudretin istilâsının netîcesidir. Şimdi bu dâimilik perdesinin keşfi ile onun ömrünü tahakkuk ettirdi. Bilinsin ki, bütünsellik i‘tibârı ile insanın üç tür ömrü vardır: Birisi; zât mertebesinden şehâdet mertebesine kadar olan ömrü. İkincisi; şehâdet mertebesinden âhiret mertebesine kadar olan ömrü. Ve üçüncüsü; âhiret ömrüdür. Cüz’i oluşluk i‘tibârı ile bu mertebelerin her bir yurdunda bir çok ömürleri vardır. Örneğin şehâdet mertebesinde ilk önce basit, daha sonra birleşik, daha sonra ma’den, daha sonra bitki, daha sonra hayvan, daha sonra nutfe, daha sonra anne rahmi yurtlarında bir çok ömürler sürer. Diğer iki mertebe de böyledir. Hz. Şeyh’in (ra) burada “ömür” kelimesinden yüce kasıtları beyânın akışına bakılarak uhrevî ömürdür. Çünkü ilâhî kudretin istîlâsı ile insanın kıyâmeti ko- 5 Tedbirât-ı İlâhiyye Önsöz pup ona dâimilik perdesi açılınca, o artık âlemlerin Rabb’inin civârında şen ve sevinçli olur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de işaret buyrulur: “Fî mak’adi sıdkın inde melîkin muktedir“ ya’nî “Kudret Sahibi Melîk'in huzurunda, sâdıklar makamındadır” (Kamer, 54/55). Bu, hâs cennettir; ve kâmillerin makâmıdır. Ve her kim bu cennetin içinde bulunursa, mutlak lezzet ve râhat içindedir. Hakîkat ehli buna “ebedî hayât” ta'bîr ederler. Nitekim cenâb-ı Şeyh (ra) devâmındaki cümlede: “Onun katkısı olmaksızın ve onu bir husûs sınırlamaksızın ona ebedî hayât örtüsünü giydirdi” buyururlar. Çünkü bu mertebede bütün bağıntılar kalkmış olduğundan katan ve katılan ve katkı bağıntıları yoktur. Ve insân-ı kâmili emirlerden bir emir de sınırlamaz. Çünkü mutlaklık mertebesine ulaşmıştır. Sınırlama ise kayıtlamaktır. Ve “mutlak” “kayıtlı”nın zıttı olduğundan bir mahalde bir arada olmazlar. Ve kâmilin dışında olan mü’minler ise henüz bağıntı ve kayıt ve sınırlama içindedirler. Nitekim Azîz Nesefî hazretleri şöyle buyururlar: “Çünkü bu hâs cennet içinde değildirler. Onlar cennet derecelerinin diğer mertebelerindedirler. Bu derecelerde olanlar mutlak lezzet ve râhat içinde olmazlar. Ve mutlak elem ve zahmet içinde de olmazlar. Cehennemden geçmişler ve cennet derecelerden bir dereceye ulaşmışlardır. Bu yönden lezzet ve râhat içindedirler. Ve fakat Zü’l-Celâl Hazretlerinin yakınlığından mahrûmdurlar. Ve âlemlerin Rabb’i Hazret’inden nasîpsizdirler. Bu yönden ayrılık âteşi içindedirler. Ve ebedlerin ebedi bu ayrılık âteşi içinde kalırlar. Ve bu cennetler noksanların makâmıdır. Eğer azâb ilim noksanlığından olursa asla azâbtan kurtulmazlar. Ve eğer azâb temizlik noksanlığı yönünden olursa günlerin geçmesiyle ile o azâbtan kurtulurlar.” Şimdi insân-ı kâmilin ömrünün dâimilik mertebesinde tahakkuku ve bu sebeple bütün isimlere görünme yeri oluşu dolayısıyla Hak Teâlâ hazretleri onun makâmını yükseltti. Ve melekler: “Yâ Rab sen yeryüzünde bozgunculuk eden ve kan döken kimseleri nasıl halîfe buyurursun?” dedikleri zaman: “yâ âdemu enbi’hum bi esmâihim” ya’nî “Ey Âdem! Bunları onlara, isimleriyle haber ver” (Bakara, 2/33) celîlü’ş-şân hitâbı ile Âdem’in bütün isimlere mazhar oluşunu isbât buyurunca ve bu şekilde özrünü apaçık beyân buyurunca ve ona bütün isimleriyle yardım edince ve “Ve alleme âdemel esmâe kullehâ” ya’nî “Ve Âdem'e, isimlerinin hepsini öğretti” (Bakara, 2/31) âyet-i kerîmesinde işaret buyrulduğu üzere onu ilim nûru ile aydınlatınca meleklere Âdem’e secde ve boyun eğme ve itâat ile bîat etmeyi emretti. Ve onu cisimler arzında halîfe kıldı. Cenab-ı Şeyh’in (ra) “cisimler arzında halîfe kıldı” buyurması insân-ı kâmilin yalnız cisimler arzındaki halîfeliğinin 6 Tedbirât-ı İlâhiyye Önsöz umûmi olduğuna delîldir. Rûhlar arzındaki halîfeliği umûmi değildir. Çünkü Âdem'e karşı boyun eğmeye ve itâat etmeye me’mûr olmayan rûhlar da vardır ki, ona “âlîn melekler” derler. Nitekim: “em künte minel âlîn” ya’nî “Yoksa sen âlîn meleklerden mi oldun?” (Sâd, 38/75) âyet-i kerîmesinde işâret buyrulur. İşte Hak Teâlâ hazretleri insân-ı kâmili böylece cisimler arzında bütün isimlerine görünme yeri oluşu ve bu isimler ile tasarruf etmeye kudret vermek sûretiyle onu halîfelik makâmında te’yîd etti ve ona yardım etti. Daha sonra ona aklı yardımcı olarak îcâd etti; ve aklı kendine yardımcı etti. Ve ona ağaçtan ateş sûretinde hitâp sırrını hîbe etti. Ve ona mu‘cize olarak asâ verdi. Bundan dolayı onunla sihirbazların hâtıralarını helâk etti. (5) Bilinsin ki, genel olarak insanlar iki hâl içindedirler: Birisi, sarhoşluk ve diğeri ayıklık hâlidir. Sarhoşluk hâli ya nefisten veyâ rûhtan olur. Nefsânî hallerden sarhoş olanlar dünyâ ehlidir. Onlar akıldan istifâde edemezler. Nefislerinin hükmü akıllarına gâliptir. Rûhî hallerden sarhoş olanlar da âhiret ehlidir. Onlar da akıldan istifâde edemezler. Çünkü rûhlarının hükmü akıllarına gâliptir. Kâmiller bunların dışındadır. Onlar ne dünyâ ile âhiretten ve ne de âhiret ile dünyâdan perdeli olmazlar. Nefsin hükmünü ve rûhun hükmünü şer'îat hükümlerinın sınırları içerisinde ma‘kûl olarak yerine getirirler. Çünkü onlar hakîmdirler; herşeyi yerli yerine koyarlar. Bundan dolayı onlar akıldan istifâde eden sınıftır. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) buna işâretle buyururlar ki: “Fenâdan sonra bakā mertebesine gelen kâmiller için Hak Teâlâ aklı yardımcı olarak îcâd buyurdu. Ve cisimler âleminde ilâhî tasarrufları insân-ı kâmil vâsıtası ile olduğu için onun aklını kendine vezîr ya’nî yardımcı edindi.” Ondan sonra insân-ı kâmilin cismini Mûsâ’nın ağacına ve onun hayvânî rûhunu da “ateş”e benzetti ki, bu benzetmede bir çok benzetme yönleri vardır. Îzâhı uzun olur. Ve ârif kesîf taayyününün ağacında zâhir olan hayvânî rûhu içinde Hak Teâlâ hazretlerinin hitâbını işitir. Çünkü Hakk’ın Zât’ı onun hüviyetidir. Ve ona hak ve bâtılı ayırt edecek bir kudret verdi ki, asâ mesâbesindedir. O asâ ile bâtılı uzaklaştırır; ve vücûd ikliminde sihirbazlar gibi hayâli sûretler gösteren nefsânî ve şeytânî hâtıraları helâk eder. 7 Tedbirât-ı İlâhiyye Önsöz Daha sonra kısımlanmış mizân indinde onu korkuttu ve sakındırdı. Ve onun mevâridini onun üzerine dağıtıp ayırarak taksîm etti. Ve ona sınırlanmamış olan ilâhî işâret askerlerini sıraladı. Ve onun hazret kapısı üzerine talihli ve talihsiz olan hâtıraları gönderdi ki, onlardan ba'zıları işâret kaynaklarını kabûl edicidir. Ve onlardan ba‘zıları da kaçınılacak olanlardır. Ve orta yol üzere olan medînesini ya’nî şehrini ma'mûr kıldı. Ve onu ondan ihrâc etti. Ve onu melekût sırlarının mütâlâasıyla ganî kıldı. Ve o sebeple onu muhtâc kıldı. Ve onun için var edilmişlerde tasarrufu mubâh kıldı ki, onunla onu ondan men’ etti. Ve îman edenle küfreden kimseler arasındaki alışı onun kabzasında eşit kıldı. Ve bu kabza üzerinde açığa çıkardı. Ve onu kararladı. Ve onun mülkünde geçmek için bir köprü tâyin etti. Şimdi onu geçen kimseye ne mutlu! (6) Hz. Şeyh (ra) yukarıda “Onun akıl semâsını ayırdıktan ve yardıktan sonra bitiştirdi” buyurmuş idi. Şimdi de “Ves semâe refeahâ ve vedaal mîzân. Ellâ tatgav fîl mîzân. Ve ekîmul vezne bil kıstı ve lâ tuhsırûl mîzân” ya’nî “Ve semâyı yükseltti ve mîzânı koydu. Mîzânda haddi aşmayın. Ve ölçüyü adâletle yapın ve mîzânı eksiltmeyin” (Rahmân, 55/7-9) âyet-i kerîmelerine işâretle “kısımlanmış mîzân indinde halîfeyi korkuttu ve sakındırdı” buyurur. Çünkü akıl insan bedeninde vehim verici kuvvetten daha fazla bütün kuvvetler üzerine hâkimdir; ve bütün kuvvetleri idâre edici olan akıldır. İnsan kuvvetlerini aklın hükmü ile kullandığı takdîrde fiilleri ve hareketleri kendi muhîti için faydalı olur. Nitekim (Sav.) Efendimiz: “Mü’min menfaattir” buyururlar. Ve bütün kuvvetlerini aklın hükmü ile kullanan ancak insân-ı kâmildir. Çünkü onun vehim verici kuvveti aklına boyun eğmiş ve “şeytanımı islâm ettim” hadîs-i şerifinin sırrı halîfe olan insân-ı kâmilde ortaya çıkmıştır. Noksan insanın vehim verici kuvveti ise aklına hâkim olduğundan kısımlanmış mîzân indinde azgınlık ve hüsrân içindedir. Çünkü vehim verici kuvvet varı yok ve yoku da var gösterir. Bu ise kısımlanmış mîzân indinde azgınlık ve hüsrândır. Hak Teâlâ hazretleri insân-ı kâmilde dahi vehim verici kuvvetin varlığı dolayısıyla onu kısımlanmış mîzân indinde: “Ellâ tatgav fîl mîzân. Ve ekîmul vezne bil kıstı ve lâ tuhsırûl mîzân” ya’nî “Mîzânda haddi aşmayın. Ve ölçüyü adâletle yapın ve mîzânı eksiltmeyin” (Rahmân, 55/8-9) âyet-i kerîmesiyle korkuttu ve sakındırdı. Ve mîzân gerek kâmil ve gerek noksan için Ahmedî tertemiz şerîatın aynıdır. Kâmil ile nâkıs arasındaki fark budur ki, kâmil şerîatı içtihât koyucuların içtihâtlarından değil, Kitap ve Sünnet’ten Allâh’ın murâdına ve Resûlullâh'ın murâdına uygun olarak doğrudan doğruya hakîkat-i muhammediyyeden alır. Noksan ise içtihât koyucuların içtihâtlarına tâbi’dir. Ve şerîat bütün kuvvetlerin vazîfelerini 8 Tedbirât-ı İlâhiyye Önsöz taksîm etmiştir. Akıl bu kısımlanmış mîzâna riâyet etmez ve vehim verici kuvvete tâbi’ olursa vücût memleketi bozuk ve harâp olur. “Onun mevâridini onun üzerine dağıtıp ayırarak taksîm etti.” İnsanın “mevârid”i “on duyu” dedikleri zâhir ve bâtın duyularıdır. Hak Teâlâ hazretleri onun “mevrid”leri olan bu “on duyu”yu vücûdunun üzerine dağıtmak sûretiyle taksîm etti. Görme mevzi’ bir yerinde; ve işitme mevzi’ diğer bir mahallinde; ve koklama mevzi’ de başka bir tarafındadır. Diğer duyularının yerleri de böylece muhtelif mevzi’lere taksîm edilmiştir. “Ve ona sınırlanmamış olan ilâhî işâret askerlerini sıraladı.” Gerek zâhir duyular ile algılanan ve gerek bâtın duyular ile idrâk edilen sûretlerin hepsi ilâhî işâret ve âyetlerdendir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de: “inne fî zâlike le âyâtin li kavmin yetefekkerûn” ya’nî “Muhakkak ki; bunda tefekkür eden kavim için elbette âyetler (işâretler) vardır” (Ra’d, 13/3) “inne fî zâlike le âyâtin li kavmin ya’kılûn” ya’nî “Muhakkak ki; bunda akıl eden kavim için elbette âyetler (işâretler) vardır” (Ra’d, 13/3) ve “inne fî zâlike le âyâtin li ulîn nuhâ” ya’nî “İşte bunda nehiy sahipleri için mutlaka âyetler (işâretler) vardır” (Tâ-hâ, 20/128) buyrulur. Bu ilâhî işâretleri kemâliyle ancak insân-ı kâmil anlar. Çünkü her şeyin hakîkatlerini müşâhede eder. Bunlar noksan insâna oyun gelir. Nitekim: “Ey Allâh’ım oyun ve eğlenceden ibâret olan eşyâdan bizi uzaklaştır. Ve bize eşyânın hakîki mâhiyetini göster” buyrulmuştur. Ve sıfatların görünme yerleri ve ilâhî isimlerden ibâret olan bu işâretler ilâhî askerler olup “külle yevmin hüve fî şe’nin” ya’nî “O her an bir iştedir” (Rahmân, 55/29) gereğince onların ne başlangıcı ve ne de bitişi vardır. Nitekim buyrulur: “ve mâ ya’lemu cunûde rabbike illâ hüve” ya’nî “Ve Rabbinin ordularını, kendisinden başkası bilmez” (Müddessir, 74/31). Bu i‘tibâr ile ilâhî işâret askerleri sınırsızdır. Cenâb-ı Hak halîfenin zâhir ve bâtın duyularına bu ilâhî işâret askerlerini sıralamıştır. Bu işâretler gereğince Zâhir ismi ile Bâtın isminin hükmünü verir. “Ve onun hazret kapısı üzerine talihli ve talihsiz olan hâtıraları gönderdi.” 9 Tedbirât-ı İlâhiyye Önsöz İnsan kalbinde heyecan yapan şey dört mertebe üzerinedir: Eğer çabuk gelip giderse “hâcis ya’nî endişe” derler. Ve eğer biraz kalırsa “vâcis ya’nî vesvese” derler. Ve eğer şiddet ve kuvvet ile gelip yerleşirse “hâtır” ve ‘'hâtıra” derler. Ve kalbte yerleşmiş olarak devam ederse “fikir” derler. Ve dışarıdan gelene de “vârid ya’nî ulaşan” derler. Ve vâridin mevridleri yukarıda bahsedildiği üzere zâhir ve bâtın duyulardır. Bu hâtıraların ba‘zısı talihli ve ba'zısı talihsizdir. Bu hâtıralar zâhir ve bâtın duyulara dâhil olmadan önce halîfenin kapısı olan ve ilâhî huzûrda hâzır bulunan kalbine gelir. Mîzâna uygun olan kabûl ile zâhir ve bâtın duyuların yerlerine ulaştırılır. Uygun olmayanlar o yerlere ulaştırılmazsızın kaldırılır. “Ve orta yol üzere olan medînesini ya’nî şehrini ma‘mûr kıldı.” Medîne”den kasıt “şehâdet âlemi”dir. Ve şehâdet âlemi iniş ve çıkış mertebelerinin kesişme noktası olması i'tibârı ile “orta yol”da olan bir medînedir. Ve şehâdet âlemi medînesinin ma‘mûr olması Hakk’ın halîfesinin vücûduyladır. İnsân-ı kâmil olmaksızın âlemin vücûdu rûhsuz bir cesed hükmündedir. Nitekim cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) Fusûsu’l Hikem’de Âdemî Fass’da bu ma‘nâyı îzâh buyurmuşlardır. Ve Kur’ân-ı Kerîm’de bu hakikate işâretle buyrulur: “Ve iz kâle rabbüke lil melâiketi innî câilun fîl ardı halîfeh“ ya’nî “Ve Rabbin meleklere: “Muhakkak ki Ben yeryüzünde bir halife kılacağım” demişti” (Bakara, 2/30) ve “Sümme cealnâküm halâife fîl ardı” ya’nî “Sonra sizi yeryüzünde halîfeler kıldık” (Yûnus, 10/14). Ve Hakk’ın halîfesi olan insân-ı kâmilin vücûdunun kesilmesi hâlinde âlemin ma'mûr oluşu harâb oluşa yüz tutar. Nitekim hadîs-i şerifte buyrulur: “Yeryüzünde Allah Allah diyen bulundukça kıyâmet kopmaz.” Ve cenâb-ı Şeyh-i Ekber bu ma‘nâyı da Şît Fassı’nın sonlarında beyân buyurmuşlardır. “Ve onu ondan ihrâc etti. Ve onu melekût sırlarının mütâlâasıyla ganî kıldı. Ve o sebeple onu muhtâc kıldı.” Ya‘nî Hak Teâlâ hazretleri halîfeyi bu şehâdet mertebesi medînesinin hükümlerinden ihrâc edip,hakîkat âleminden ibâret olan melekût sırlarının mütâlâasıyla bu âlemin ahkâmına tâbi olma ihtiyâcından ganî kıldı. Çünkü bu âlem tabîat hânesidir. Buradan çıkmadıkça hakîkat âlemine gitmek mümkün değildir. Nitekim Hâce Hâfız (ks) buyurur: Beyt: Tercüme: “Sen ki tabîat hânesinden dışarı çıkamıyorsun; hakikat mahallesi- ne sefer edebilmen nerede!” 10 Tedbirât-ı İlâhiyye Önsöz Şimdi halîfe bu âlemin hükmünden çıkıp melekût sırlarını mütâlaa etmesi sebebiyle “Lâ mevcûde illallah” ve “Lâ fâile illallah” sırrına ve “Vallâhu halakaküm ve mâ ta’melûn” ya’nî “Ve sizi de, yaptığınız şeyleri de Allah hálk etti” (Sâffât, 37/96) âyet-i kerîmesinin hakîkatine vâkıf olur. Ve kendinin Hakk’ın kudret elinde bir âlet olduğunu görüp, bilir. Ve bir âlet, nasıl ki bir üstâdın kullanmasına muhtâc ise halîfe de öylece Hakk’ın kullanmasına muhtâc olur. Halk onu kendi irâdesiyle hareket eder zannederler. Oysa o Hakk’ın irâdesiyle hareket eder; ve onu çevirip döndüren Hakk’tır. Nitekim âyet-i kerîmede işâret buyrulur: “Ve tahsebühüm eykâzan ve hüm rukûdun, ve nukallibühüm zâtel yemîni ve zâteş şimâli” ya’nî “Ve onlar, uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırsın. Ve onları sağa ve sola doğru çeviririz” (Kehf, 18/18). “Ve onun için var edilmişlerde tasarrufu mubâh kıldı ki, onunla onu ondan men’ etti. Ve îman eden ile küfreden kimse arasındaki alışı onun kabzasında eşit kıldı. Ve bu kabza üzerinde açığa çıkardı.” Ya’nî Hakk Teâlâ halîfeye aklın düzeni üzere şehâdet mertebesinde tasarrufu mubâh kıldı. Ve bu tasarruf Zâhir isminin hükümleri altında olur. Ve onun bu tasarrufu Hakk’ın tasarrufu olduğundan Bâtın isminin hükmüne göre halîfe tasarruftan men’ edilmiştir. Çünkü hakîkatte halîfenin vücûdu yoktur; “lâ mevcûde illallah.” İlâhî halîfe yeryüzünde ilâhî hazînenin emîni olduğundan Zâhir ve Bâtın isminin tecellîleri âlemin bütün zerrelerine halîfenin kabzasından olur; ve o kabzadan dağıtılır. Ve îmân ve küfür isimlere âit tecellîlerden ibâret olup, bu her iki işin gerekleri onların görünme yerleri olan mü’minler ile kâfirlere taksîm olunur. Ve küfür ile îmânın dağıtılması ve onların görünme yerlerinden küfür ve îmân eserlerinin açığa çıkışında onların alışı, ya‘nî mü’mine îmânının mükâfâtını ve kâfire küfrünün azâbını ulaştırma husûsu halîfenin kabzasında eşittir. Çünkü mükâfât ve azâp bu görünme yerlerinin hallerinden bir hâldir. Îmân hâlini mükâfât hâli ve küfür hâlini azâp hâli ta'kîp eder. Bunlar hakîkatte o görünme yerlerinin sâbit ayn’larının hallerinden bir hâl ve önceki hâllerini ta'kîp eden sonraki hâlleridir. Bir i'tibâr ile cezâ ve azâptır; bir i‘tibâr ile de hâldir. Ve isimlerin tecellîleri dolayısıyla görünme yerlerinin hallerinin dağıtılması halîfenin kabzasından eşit olarak olur. Herkes hakkını eşit seviyeden alır. Hiç bir kimseye hakkından ne fazlası ve ne de noksanı verilmez. 11 Tedbirât-ı İlâhiyye Önsöz “Ve onu kararladı. Ve onun mülkünde geçmek için bir köprü tâyin etti. Şimdi onu geçen kimseye ne mutlu!” Ya’nî halîfeyi Hak Teâlâ mülk âleminde ve melekût âleminde mekânlanmış kıldı, aslâ makâmından sarsılmaz. Ve onun mülkünde, ya'nî vücûdunda, mülk âleminden melekût âlemine geçmek için bir köprü tâyin etti ki, halîfe Zahir ismi ile Bâtın isminin gereklerine göre o köprüden her iki tarafa geçiş yapar. Ve aynı şekilde halîfenin tasarruf kabzasında bulunan mü’minler de onun ma'nevî terbiyesiyle terbiye görüp onun mülkündeki bu köprüden geçerler. Şimdi bu köprüden geçip hakîkat âlemine ulaşan kimselere ne büyük saâdettir! Daha sonra Hak Sübhânehû temiz kıldığı şey sebebiyle alış kabzasını kirletmeyi murâd eyledi. Şimdi onu kâfirleri ve sâlihleri toplamış olarak bir berzah kıldı. Ve onu terkîb âleminde ve tezkire minberleri üzerinde da’vet edici olarak yerleştirdi. Ve onu ilâhî ilimler ile te’yîd etti ve onu örttü. Ve zuhûru ile emrettiği şeyin ifşâ edilmesinden onu yasakladı. Şimdi buyurdu ki: Âlemlerinizde olan göklere, onların emre âmâde olan feleklerine ve denizleri doldurulmuş olan yerlere ve dolu gemilere bakmaz mısınız ki, o dolu gemileri taşıttığı ve i‘mâr ettiği şey indinde varlık denizinde icrâ eyledi. Şimdi o iki ayak arasında hareket eder ki, ümît ve korkudur. Kadîm San’atkâr onun üzerine ihâta edici kalemi ile yazdı. Sağ ayakta “Fe men ya’mel miskâle zerretin hayren yereh” ya’nî “Artık kim zerre kadar hayır işlerse onu görür” (Zelzele, 99/7) ve sol ayak üzerinde de “Ve men ya’mel miskâle zerretin şerren yereh” ya’nî “Ve kim zerre kadar şerr işlerse onu görür” (Zelzele, 99/8) vardır. Şimdi iki yola hidâyet eden ve basîretini açan zât için tâata girişsin; ve ona taksîm ettiği rızık üzerine şükretsin. Şimdi onu hem kolay, hem de güç yaptı. Ve defineyi kazsın ki, onu cismânî duvar ile örttü ve perdeledi. Sonra düşünsün ki, onu kabre konulduğu esnâda nasıl diriltti. Ve onu neşrettiği vakitte öldürdü. Ve onu aydınlık kıldığı nûr gaybları elbiselerinin şiddetli karanlığı örtüsüyle gizledi. Ve görünmeyen örünen âyetlerini dost ve düşman üzerine delîl kıldı. (7) “Alış kabzası”ndan kasıt zamânının eşsizi olan insân- kâmildir ki, “büyük insan” denilen güneş sistemimizin tamâmının benzeridir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Allâhullezî halaka seb'a semâvâtin ve minel ardı mislehunn” ya’nî “O Allah ki, yedi kat gökleri ve yerden de onların benzerini hálk etti” (Talâk, 65/12). Şimdi Hak hakîkati dolayısıyla âlemin “ayn”ı ve taayyünü dolayısıyla gayrı olduğu gibi, insân-ı kâmil de böyledir. Nitekim su hakîkatı dolayısıyla buzun aynı ve taayyünü dolayısıyla gayrıdır. Ve bu taayyünler Hakk’ın mutlak vücûdunun tenezzülünden ve isimleri dolayısıyla kayıtlanmasından ortaya çıkmıştır. 12 Tedbirât-ı İlâhiyye Önsöz Bundan dolayı bütün zemmedilmişler ile kötü ve fenâ şeyler varlıksal taayyünlere bağlanır. Her ne kadar “kul küllün min indillâhi” ya’nî “De ki: “Hepsi Allah'ın indindendir” (Nisâ, 4/78), “ve ileyhi yurceul emru küllühu” ya’nî “İşlerin hepsi O'na döndürülür” (Hûd,11/123) âyet-i kerîmeleri gereğince bütün övgüler ve yermeler hakikatte Hakk’a dönük ise de, “Mâ esâbeke min hasenetin fe minallâh” ya’nî “Sana iyilikten ne isâbet ederse, işte o Allah'tandır” (Nisâ, 4/79) âyet-i celilesi gereğince övgülerin Hakk’a; ve “ve mâ esâbeke min seyyietin fe min nefsike” ya’nî “ve sana kötülükten ne isâbet ederse, o taktirde o, kendi nefsindendir” (Nisâ, 4/79) âyet-i kerîmesi gereğince de yermelerin kulun kesîf taayyününe bağlanması lâzımdır. Çünkü vücûdun tenezzülleri neticesinde efendi ile köle ayrılmıştır. Ve vitr ya’nî tek olan vücûd şef ya’nî çift olmuştur. Ve kuldan zemmedilmiş şeylerin açığa çıkması Hakk’a nispeten hikmettir; ve kula nispeten fenâ ve çirkindir. Mesnevî: Tercüme: “Kazâ olması yönünden ben küfre râzıyım. Bizim çekişmemiz ve fenâlığımız olması yönünden râzı olucu değilim. Küfür dahi Hâlık’a nispetle hikmettir. Eğer bize nispet edersen küfür âfettir.” Şimdi varlıksal taayyünler yeryüzü cinsinden mahlûktur. Ve yeryüzü cinsi ise temizdir. Nitekim şerîat hükümlerine göre onunla teyemmüm olunur. İnsân-ı kâmilin taayyünü de bu temiz olan yeryüzü cinsindendir. İnsân-ı kâmil “Allah” zât isminin görünme yeri olduğundan ve zât ismi ise bütün isimleri toplamış bulunduğundan, Hakk’a âit sıfatlar ile halka âit sıfatlar arasında toplayıcı berzahtır. Bundan dolayı alış kabzası olan insân-ı kâmilin bu berzah oluşu, Hak Teâlâ’nın temiz kıldığı şey, ya‘nî yeryüzü, sebebiyle onun kiri demek olur. Çünkü insanın kesîf taayyününün gereği olan varlıksal sıfatları rûhânî sıfatlarına göre kir ve pas düzeyindedir. Ve küfür ile îmânın alış kabzasından dağıtıldığı daha önce îzâh edilmiş idi. Şimdi mülkündeki köprüden dilediği vakit mülk âlemine ve istediği vakit melekût âlemine geçmeye kādir olan insân-ı kâmili, Hak Teâlâ terkîb âleminde, ya‘nî unsurlardan terkîb olarak, taayyün etmiş olan ve hitâbı kabûl edici olarak en güzel sûret üzere tesviye edilmiş bulunan insanları tezkire minberleri, ya‘nî akıl ve fikir minberleri üzerinde, kendi ma'rifeti tarafına da'vet edici olarak yerleştirdi. Ve akıllı olanları da‘vet husûsundaki çalışması etkili olmak üzere Hak Teâlâ insân-ı kâmili ilâhî ilimleri ile te’yîd ve takviye etti ki, mübârek kalbine ulaşan bu ilimler ile akıl ehlini îkâz eder ve inkâr edenleri susturur. Ve Hak Teâlâ beşerî sûretiyle onun bâtınına olan ilâhî tecellîlerini örttü. Çünkü insân-ı kâmili beşerî taayyününe bakarak bilmek mümkün değildir. Onun için inkâr edenler (Sav) 13 Tedbirât-ı İlâhiyye Önsöz Efendimiz hakkında: “mâli hâzer resûli ye’kulit taâme ve yemşî fîl esvâk” (Furkân, 25/7) ya‘nî “Bu nasıl Peygamber’dir ki, yemek yer ve sokaklarda gezer!” dediler. Ve cenâb-ı Mevlânâ (ra) efendimiz de Mesnevî-i Şerif’lerinde bu ma‘nâyı beyânen buyururlar: Mesnevi: Tercüme: “Nebîler ile eşitlik da‘vâsında bulundular. Evliyâyı da kendileri gibi zannettiler ve dediler ki: İşte onlar da beşer, biz de beşeriz. Biz de, onlar da uyku ve yemek kaydındayız. Onlar körlüklerinden bunu bilmediler ki, arada sonsuz bir fark vardır. Bu yer, hep darlık ve hased olur. Oysa o yer, bütün Ahad nûru olur. Pâk olanların işini kendinden kıyâs etme. Nitekim arslan ma‘nâsına gelen ‘şîr’ ile süt ma‘nâsına gelen ‘şîr’ kelimeleri yazılışta birbirlerine benzer.” “Ve zuhûru ile emrettiği şeyin ifşâ edilmesinden onu men’ etti.” Hak Teâlâ hazretlerinin zuhûru ile emrettiği şey Hakk’a ma‘rifettir. Nitekim “Ve mâ halaktul cinne vel inse illâ li ya'büdûn” ya’nî “Ve Ben, insanları ve cinleri Bana kul olsunlar diye hálk ettim” (Zâriyât, 51/56) buyurur. “Li-ya‘büdûn ya’nî kul olsunlar”ı “li-ya‘rifûn ya’nî ârif olsunlar” ile tefsîr etmişlerdir. Çünkü bilinmeyen şeye ibâdet olunmaz. Ve Hakk’a ma‘rifet, ancak vahdet-i vücûd ya’nî vücûdun birliği sırrının insan nefsinde ve âfâkta açığa çıkması ile kâmil olur. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “Se nurîhim âyâtinâ fîl âfâki ve fî enfüsihim hattâ yetebeyyene lehüm ennehül hakk” ya’nî “Âyetlerimizi âfâkta ve enfüste onlara göstereceğiz. O'nun hak olduğu onlara açıkça belli olsun diye” (Fussilet, 41/53) ve “Va’bud rabbeke hattâ ye’tiyekel yakîn” ya’nî “Sana yakîn gelinceye kadar Rabb’ine ibâdet et!” (Hicr, 15/99). İnsân-ı kâmil halkı Hakk’a ma‘rifete da’vet edicidir. Çünkü Hak Teâlâ onun zuhûrunu emretmiştir. Fakat zevka ya’nî bizzât hakîkatini idrâk ederek yaşamaya bağlı olan vahdet-i vücûd sırrının avâma ifşâ edilmesinden men’ etmiştir. Çünkü vahdet-i vücûd “hakîkat”tir. Bu hakîkatin sözler ile ifşâ edilmesi zayıf akıllara sâhip olanlar indinde yoldan çıkmaya ve şerîatın devre dışı bırakılmasına sebep olur. Onun için “Şerîat hakîkatin zâhiri, hakîkat ise şerîatın bâtınıdır” denilmiştir. Ve şerîat tevhîde da’vet eder. Çünkü şerîat ikilik üzerine dayalıdır. Çünkü “tevhîd” “bir kılmak” demektir. Ve tevhîd için “birleyen”in ve “birlenen”in vücûdları ve “birlemek” husûsu gerekir. Bunlar ise kesrettir. Fakat “ittihâd” tevhîd gibi değildir. Onun ma‘nâsı “bir olmak”tır. Bu makâm tevhîdden daha yüksektir. Ve bir olmaktan maksad, bakışları kusurlu olan kimselerin zannettikleri gibi “hulûl ya’nî dâhil olma” değildir. İki vücûdun “birleşmesi” de değildir. Evha- 14 Tedbirât-ı İlâhiyye Önsöz düddin Kirmânî (ks) bu ma‘nâyı beyânen bir rubâîlerinde şöyle buyururlar: Rubâî: Tercüme: “Bu yolda o kadar yürü ki ikilik kalksın! Eğer sen iki isen seyr-i sülûkta kalksın! Sen O olmazsın. Fakat sülûkunda çalışırsan bir makâma gelirsin ki, senliğin kalkar.” Şimdi bu makâm bir insân-ı kâmilin husûsî terbiyesiyle sülûk ve mücâhedeler neticesinde sâlikin nefsinde açılan bir hâl ve zevk olduğundan, insân-ı kâmil bu vahdet-i vücûd sırrının genele ifşâ edilmesinden men’ edilmiştir. Fakat seçkinlere ifşâ edilmesinden men’ edilmemiştir. Nitekim Ebû Hureyre (ra) buyurur ki: “(Sav) Efendimiz’denı iki kab ilim aldım. Birini dağıttım. Diğerini boğazımı keserler korkusuyla sakladım.” Çünkü ilâhî yasak hikmete dayalıdır. Halkın tahammül edemeyeceği bir şeye da‘veti haklarında zararlıdır. Onların da’veti eserden eseri yapanadır. Nitekim bu tarz da‘vete ilişkin olan Kur’ân âyetleri pek çoktur. Hz. Şeyh-i Ekber (ra) bu da’vete işâret olarak buyururlar ki: “Âlemlerinizde olan göklere ve onların emre âmâde olan feleklerine bakmaz mısınız?” Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur: (Ra’d, 13/2) “Allâhullezî refeas semavâti bi gayri amedin terevnehâ sümmestevâ alel arşı ve sehhareş şemse vel kamere, küllün yecrî li ecelin müsemmâ, yüdebbirul emre yufassilül âyâti lealleküm bi likâi rabbiküm tûkınûn” “Allahü Zül’l-Celâl hazretleri ki, semâvâtı direksiz olarak yükseltti. Daha sonra Arş’a istivâ etti. Ve güneşi ve ayı emre âmâde kıldı. Hepsi belirlenmiş bir süreye dönerler ve hareket ederler. İşleri düzenleyip idâre etti ve âyetleri ayrıntılandırdı. Umulur ki Rabb’inize kavuşmaya îkânımz ola!” “Ve denizleri doldurulmuş olan yerlere bakmaz mısınız?” “Yer”lerden kasıt gezegenlerdir. Çünkü her bir gezegen, yörüngeleri kendisini kuşatmış gezegenlerin yeri mesâbesindedir. Ve onu kuşatmış olan gezegenlerin yörüngeleri onun “göğü”dür. Onun için “gök” çoğul olarak söylenir. Ve yeryüzümüzün dörtte üçü denizlerle çevrilmiş olduğu gibi, her bir gezegende de denizler vardır. Nitekim astronomi bilginleri bir çok tetkiklerde ve görüşlerde bulunmuşlardır. “Bahr-i mescûr” “doldurulmuş deniz” ma‘nâsına gelir. Çünkü yeryüzünün ve gezegenlerin etrâfı denizler ile doldurulmuştur. 15 Tedbirât-ı İlâhiyye Önsöz “Ve dolu gemilere bakmaz mısınız ki, onu taşıttığı ve i‘mâr ettiği şey indinde varlık denizinde icrâ eyledi.” “Fülk” “gemi ve gemiler” ma'nâsınadır. “Meşhûn" “doldurulmuş ve sevk edilmiş” ma'nâlarına gelir. “Fülk-i meşhûn” “doldurulmuş veyâ sevk edilmiş gemiler” mânâsınadır.Nitekim âyet-i kerîmede:“Ve âyetün lehüm ennâ hamelnâ zürriyyetehüm fîl fülkil meşhûn” (Yâsîn, 36/41) buyrulur. Ya‘nî her birisi doldurulmuş gemi mesâbesinde olan gezegenlere bakmaz mısınız ki, “Ve min âyâtihî halkus semâvâti vel ardı ve mâ besse fîhimâ min dâbbeh” ya’nî “Gökleri ve yeri hálk etmesi ve orada hareket edenlerden çoğaltıp yayması, O'nun âyetlerindendir” (Şûrâ, 42/29) ve “Ellâ yescüdû lillâhillezî yuhriculhab’e fîs semâvâti vel ardı” ya’nî “Nasıl secde etmezler; O Allah ki göklerde ve yerde saklı olanı çıkarır” (Neml, 27/25) âyet-i kerîmelerinde beyân buyrulduğu şekilde onun her birini bitkiler ve hayvanlar ile doldurarak vücûd denizinde işlek kıldı. Bunların hepsi âyetlerden ve âfâkî ya’nî dışa dönük eserlerden olup uyanıklık sâhipleri bu eserler ile te’sîr edicinin vücûduna delîl çıkartırlar. Ve yukarıda îzâh edilen “Allâhullezî halaka seb'a semâvâtin ve minel ardı mislehunn” ya’nî “O Allah ki, yedi kat gökleri ve yerden de onların benzerini hálk etti” (Talâk, 65/12) âyet-i kerîmesinin yüce ma‘nâsı gereğince, büyük insan olan güneş sistemimizin benzeri olarak yeryüzünden mahlûk olan küçük insan da bir âlemdir. Ve fertlerden her bir ferdinin “göğü” aklıdır. Ve onların “emre âmâde olan felek’leri de zâhiri ve bâtıni duyularıdır. Ve herbirinin cisimsel sûreti “yeryüzü”dür. Ve onların “deniz”leri ‘‘kalb”leri olup su gibi akıcı olan türlü hâtıralar ile doldurulmuştur. Ve her birisi doldurulmuş bir gemi mesâbesinde olup maddî ve mânevî şeylerle doldurulmuş bir halde vücûd denizinde belirlenmiş zamanlarına kadar döner ve hareket ederler. Bunların hepsi de âyetler ve enfüsî ya’nî içe dönük eserler olup uyanıklık ehli, varlığından zevkî ya’nî bizzât hakîkatini yaşama ilmi ile haberdâr oldukları bu eserler ile Te’sîr Edici’nin vücûduna delîl çıkarırlar. Şimdi doldurulmuş gemi mesâbesinde olan beşer fertlerinden her biri ümît ve korkudan ibâret olan “iki ayak” arasında hareket eder ki, Kadîm San’atkâr onların isti‘dâd lisânlarıyla gerçekleşen talepleri üzerine bir kısmına ihâta edici ilim kalemi ile hidâyet ve bir kısmına da dalâlet yazdı. Hidâyet ehli olan sağ taraf ashâbına “Fe men ya’mel miskâle zerretin hayren yereh” ya’nî “Artık kim zerre kadar hayır işlerse onu görür” (Zelzele, 99/7) ve dalâlet ehli olan sol taraf ashâbına da “Ve men ya’mel miskâle zerretin şerren yereh” ya’nî “Ve kim zerre kadar şerr işlerse onu görür” (Zelzele, 99/8) berâtını verdi. Kazâ ve kader ve hidâyet ve dalâlet bahislerinin burada ayrıntılı olarak anlatılması uzundur. Kazâ ve kader bahsi Fusûsu’l-Hikem’de Üzeyr Fassı’nda ve 16 Tedbirât-ı İlâhiyye Önsöz hidâyet ve dalâlet bahisleri de İsmâil Fass’ı ile Hûd Fassı’nda ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Şimdi “Ve lisânen ve şefeteyn / Ve hedeynâhun necdeyn” (Beled, 90/9-10) ya'ni “Biz insan için iki göz ve bir lisân ve iki dudak hálk edip ona iki yol göstermedik mi?” âyet-i kerîmesi gereğince zâhiri ve bâtıni duyularına hidâyet ve dalâlet yollarını gösteren ve bunları ayırt etmek üzere basîretini ve akıl gözünü açan Hakk’ın zâtı için, insan tâata girişsin; ve onun hakkında kazâ eylediği maddî ve ma'nevî rızık, ya‘nî tecellîler, üzerine şükretsin; şikâyet etmesin. Çünkü ilâhî kazâya rızâ lâzımdır. Nitekim hadîs-i kudsîde: “Benim kazâma râzı olmayan başka bir Rab bulsun” buyrulmuştur. Şimdi o rızkı bir takım sebep perdeleri arkasında örtmüş olduğu için ve insan kendi maddî ve ma‘nevî rızkının neden ibâret olduğunu ona ulaşmazdan önce bilemediği için onu güç yaptı. Ve “Allah bir şeyi istediğinde sebepleri ona göre hálk eder” hadîs-i şerîfi gereğince takdîr edilen rızık, zannetmediği mahalden her hâlükârda kendisine geleceği için; ve Hak Teâlâ kulu hakkında murâd ettiği rızkın sebeplerini de meydana koyacağı için kolay yaptı. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “Yâ büneyye innehâ in tekü miskâle habbetin min hardalin fe tekün fî sahretin ev fîs semâvâti ev fîl ardı ye’ti bihâllâh” ya’nî “Ey yavrum! Muhakkak ki o, bir hardal tanesi kadar dahi olsa ve o, bir kaya içinde veya göklerde veya yerde bile olsa, Allah onu getirir” (Lokmân, 31/16). Rızık mâdemki sebepler perdesi arkasında saklıdır, insan sebepleri ortaya getireni müşâhede etmek sûretiyle sebeplere teşebbüs ederek kendisinde türlü türlü rızıklar gizli olan defineyi kazsın. Çünkü Hak Teâlâ o defîneyi cismânî duvar perdesi arkasına koyarak örttü. Daha sonra insan kendi nefsine akıl gözü ile bakıp düşünsün ki, yeryüzünden mahlûk ve ma’den türünden olan ve kabir mesâbesinde bulunan cesedine onun rûhunu ve ma'nâsını bağladığında, o cesedde nasıl hayat ve hareket açığa çıkardı. Ve onu bir insân-ı kâmilin terbiyesi altında seyr-i sülûk ettirmek sûretiyle ilâhî sıfatlar ile donanmış olan rûhî eserlerini ortaya çıkardığı zaman, onun nefsânî sıfatlar ile kirlenmiş olan hayvânî hayâtını nasıl kesti. Ve onu bu sûretle öldürdü. Hz. Şeyh-i Ekber (ra)’in bu yüksek beyânları: “Kutilel insânu mâ ekferah / Min eyyi şey’in halakah / Min nutfetin, halakahu fe kadderah / Sümmes sebîle yesserah / Sümme emâtehu fe akberah / Sümme izâ şâe enşerah” ya’nî “İnsan kahroldu, o ne kadar çok nankör / (Allah) onu hangi şeyden hálk etti? / Nutfeden , sonra da ona kader tâyin etti / Sonra yolu ona kolaylaştırdı / Sonra onu öldürdü, böylece onu kabire koydurdu / Sonra onu dilediği zaman diriltecek” (Abese, 80/17-22) âyet-i kerîmelerinin bâtınî ma’nâlarını tefsirdir. 17 Tedbirât-ı İlâhiyye Önsöz “Ve onu aydınlık kıldığı nûr gaybları elbiselerinin şiddetli karanlığı örtüsüyle gizledi.” “Nûr gaybları elbiseleri”nden kasıt “beşerî taayyün”dür. Çünkü bu taayyünler zâtın nûrunun, onların sûretinde kayıtlanmasından ibârettir. Nitekim “Allâhu nûrus semâvâti vel ard” ya’nî “Allah, göklerin ve yerin nûru'dur” (Nûr, 24/35) buyrulur. Bu taayyünlerin her birerleri birer karanlıksal perde ve örtülerdir. Çünkü nûr latîf ve bu taayyünler kesîftir. Ve kesîf olan şey karanlıksaldır. Ve arkasında olan şeyin perdesi ve örtüsüdür. Ve nûr gayblarının bu taayyün örtülerini ve perdelerini aydınlık kılması, onları izâfî yokluktan çıkarıp izâfî vücût sâhasında açığa çıkarmasından ibârettir. “Ve görünmeyen ve görünen âyetlerini dost ve düşman üzerine delîl kıldı.” Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) bu ifâde ile “fe mehavnâ âyetel leyli ve cealnâ âyeten nehâri mubsıraten” (İsrâ, 17/12) ya‘nî, “Biz gecenin âyetini görünmez ettik ve gündüzün âyetini görünür kıldık” âyet-i kerîmesine işâret buyururlar. “Gece” görünmeyen âyettir, çünkü karanlıktır; ve karanlıkta eşyânın sûretleri görünmez. İşin aslında o eşyâ mevcût iken karanlık his bakışı önünde onları görünmez eder. Ve “gündüz” görünen âyettir; çünkü nûrdur. Ve nûr kendi gözüktüğü gibi eşyayı da gösterir. Gece görülmeyen eşyâ, gündüz görülür. Şimdi burada rûh “gündüz”e ve kesîf taayyün “gece”ye benzetilmiştir. Bunlar görünmeyen ve görünen âyetleridir. Çünkü cesedin karanlık hükümlerinin üstün gelmesi hâlinde, eşyânın hakîkatleri akıl bakışında görünmez olur. Ve rûhun nûrânî hükümlerinin üstün gelmesi hâlinde de eşyânın hakîkatleri basîret gözü önünde açılır. Şimdi cismânî karanlık hükümler, insanı hakîkatlere vâkıf olmaktan engellediği için, düşman üzerine delîl olan bir görünmez âyettir. Ve rûhun nûrânî hükümleri hakîkatlere vâkıf olmaya rehber olduğu için dost üzerine delîl olan bir görünen âyettir. Daha sonra görünmeyen âyeti ara sıra nurlandırıcı kıldı. Ve bunun misâli her ikisinin kürede karşılığı indinde ay ışığı ile aydınlanmış gecelerdir. (8) Ya‘nî karanlıksal olduğu için görünmeyen âyet olan kesîf cisim, görünen âyet olan latîf rûhran aldığı nûr sebebiyle nûrânî olur. Ya‘nî kendisinden rûhun hükümleri ve eserleri gözükür. Ve kendisi de nûr verici bir halde bulunur. Nitekim ay güneşe karşılık olup ondan ışık alışı yönüyle kendisi nurlandırıcı olur. Ve yeryüzünde tamâmen güneşe karşılığı görülen mahallerde bedir hâlinde olarak arzın o karanlık olan mahallerini aydınlatır; ve o mahallerin geceleri ay ışığı ile aydınlanmış olur. 18 Tedbirât-ı İlâhiyye Önsöz Daha sonra bu sırrı, imtihan asâsı ile sırlar taşını darb eden kimsede açığa çıkardı. Şimdi onu yardı. Şiir: “Taşa te’sîr eden ağaca bak! Ve perdeler arkasından darb edene bak.” Tenzih ederim o zât-ı ecell-i a‘lâyı ki, mukaddes ve tertemiz olan hazret-i insanın vücûduna bu sırları yerleştirdi. Şimdi ne acâîbdir ki, o onun şükrüyle kıyâmından gâfil oldu. Onu inkâr eden insan helâk olsun! Ve vücûdundan ibret almaktan yüz çeviren ve onu küçük gören kimsenin vay hâline! Ve zillet, onu zelîl ve küçük gören kimsenin olsun! Artık vaz geçsin de onu inkâr ettiği gibi ona şükretsin. Sâlih amele diğer kötü amel karıştıran kimselerden olsun. Bâkî âhiret yurdunda boyunları bükük olarak ümît etme ipinde dizilmiş bulunsun. Ve salât Seyyidimiz Muhammed üzerine ve onun Âl ve ashâbı üzerine ve tâbi'i ve muâvini üzerine olsun ki, onlar müşehher ma’sûmluk ilmiyle süslenmiş ve bezenmiş olan rabbânî ma’rifetler elbiselerine bürünmüşlerdir. O ilim meleğin Rabb’ine tesbîh eylediği ve zikrettiği şeydir. Ve inâyet ehli hazret tatlılıkları hakkında perhîz eyledi. (9) Ya‘nî en güzel sûret üzere mahlûk olup kendisine yukarıda bahsedilen ilâhî sırlar konulmuş bulunan insanların içinde “sırlar taşı”na, ya'nî kalbe, imtihan asâsı ile, ya'ni bu beşerî taayyünün hükümlerine muhâlef ederek mücâhede asâsı ile, darb eden kimselerin nefsinde, o sırlar taşını yarmak sûretiyle bu sırları açığa çıkardı. Katı olan kalb “Sümme kaset kulûbüküm min ba’di zâlike fe hiye kel hicâreti ev eşeddu kasveten” ya’nî “Sonra, bunun arkasından kalpleriniz katılaştı, öyle ki taş gibi hattâ daha da katı oldu.” (Bakara, 2/74) âyet-i kerîmesinde “taş”a benzetilmiş olduğundan cenâb-ı Şeyh (ra) “sırlar taş"ı ile katı kalbi kasteder. Ve Hak yolundaki çalışma ve mücâhedeyi o taş üzerine asâ ile darb etmeye benzetir. Kendisinde su menba‘ı olan taşın yarılması hâlinde ondan nasıl su çıkarsa, kalpte bulunan sırlar suları da bu darb neticesinde öylece açığa çıkar. Katı kalbe “sırlar taş”ı buyrulması, onun mücâhede asâsı ile yarılması hâlinde, âfâktaki ya’nî dışarıdaki seçkin kıymetli taşlara karşılık, bir takım havâs ve sırların açılmasından dolayıdır. Nitekim bu kitâbın on yedinci bölümünde bu taşların seçkinleri beyan buyrulmuştur. “Taşa te’sîr eden ağaca bak! Ve perdelerin arkasından darb edene bak!” Ya‘nî âyet-i kerîmede bildiriliği üzere katılıkta taştan daha katı olan şu kalbe te’sîr eden ve ağaç gibi yumuşak olan mücâhede amellerine bak! Ve “Vallâhu halakaküm ve mâ ta’melûn” ya’nî “Ve sizi de, yaptığınız şeyleri de Allah hálk etti” (Saffât, 37/96) âyet-i kerîmesinde işâret buyrulduğu üzere kulun kesîf taayyün perdesi arkasından o mücâhede amelleri asâsını darb eden Hakk’ı müşâhede et! Ve “Bunu kendim yaptım; ve bu lütfa nâil olmak kendi çalışmam ile gerçekleş- 19 Tedbirât-ı İlâhiyye Önsöz ti” deme! “ve mâ tevfîkî illâ billâh” ya’nî “benim başarım ancak Allah iledir” (Hûd, 11/88) de! Ve bunun ilâhî fazîlet ve rabbânî inâyet olduğunu yakînen bil! Şimdi cenâb-ı Şeyh (ra) insân-ı kâmil olup gark olduğu ilâhî zâhir ve bâtın ni’metlere şükrü içinde barındırıcı olarak hakîkî Ni’met Verici’yi tesbîh ve tenzîh ederek buyururlar ki: “Tenzîh ederim o zât-ı eceli ü a'lâyı ki, mukaddes ve tertemiz olan hazret-i insanın vücûduna bu sırları yerleştirdi.” Yukarıda geçen bahislerden anlaşılacağı üzere insan nefsânî sıfatların kirlerinden pâk ve mukaddes olmadıkça onun vücûduna ilâhî sırlar verilmez. Çünkü bu sırlar ilâhî emânettir. Emânet ise emîn olanlara verilir. Hz. Şeyh ni’metlere şükür için kendi üzerlerine düşen olan tesbîh vazîfesini yerine getirdikten sonra gaflette olan insanın hâlini acâip bularak buyururlar ki: “Ne acâiptir ki, o onun şükrüyle kıyâmdan gâfil oldu. Onu inkâr eden insan helâk olsun!” Ya‘nî insanın emâneti taşıyıcılık ehliyetinin şükrüyle kâim olması lâzım gelirken bundan gaflet etmesi acâip bir şeydir. Şükrün kemâli, insanın bütün a‘zâ ve organlarını Allah indinden onlara verilen vazîfeler dâiresinde kullanmasıdır. Ve vazîfeler şer'îat hükümlerinin sınırlarından ibârettir ki, faydası insanın kendi nefsine âittir. Onu aşıp geçen kimse nefsine zulmeder ve nefsini helâk eder. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “ve men yeteadde hudûdallâhi fe kad zaleme nefseh” ya’nî “Ve kim Allah'ın hudutlarını aşarsa, o taktirde kendi nefsine zulmetmiş olur” (Talâk, 65/1). Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) bu ni‘metin şükrünü yerine getirmeyen insanı azarlayarak âyet-i kerîmeden alıntı ile “Kutilel insânu mâ ekferah” ya’nî “İnsan kahroldu, o ne kadar çok nankör” (Abese, 80/17) buyururlar. Ya'nî rûhî kemâlâtını nefsânî noksanlık kirleri örten ve onu fiilen inkâr eden insan helâk olsun, demektir. Ve yine buyururlar ki: “Vücûdundan ibret almaktan yüz çeviren ve onu küçük gören kimsenin vay haline! Ve zillet onu zelîl ve küçük gören kimsenin olsun!” Ya‘nî “Allah Âdem’i sûreti üzere hálk etti” gereğince insan kendi vücûdunda olan hayat, ilim, sem‘, basar, irâde, kudret, kelâm ve tekvin sıfatlarından; ve her an zâhiren ve bâtınen vücûduna olan Hakk’ın aralıksız tecellîlerinden ibret almaktan yüz çevirir. Ve tecellîlere görünme yeri olan vücûdunu hakîr ve yok şey görürse böyle insana yazıklar olsun! Ve Hakk’ın, kulun zannına göre tecellî edici 20 Tedbirât-ı İlâhiyye Önsöz oluşu yönüyle, zillet kendi vücûdunu zelîl ve küçük zanneden ve böyle inanan kimseye mahsûstur, demek olur. Hz. Şeyh-i Ekber’in bu îbâreleri bedduâ değil, belki azarlama yoluyla hakikati beyandan ibarettir. Çünkü nebîler ve onların vârisleri olan evliyâ Allâh’ın kullarına bedduâ etmezler. Onların bedduâ şeklindeki ifâdelerinin arkasında çok çok hayır vardır. Nitekim Nûh (as)’ın: “rabbi lâ tezer alel ardı minel kâfirîne deyyârâ” ya’nî “Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden dolaşan bir kimse bırakma” (Nûh, 71/26) suretindeki olan bedduâsının hayır duâdan başka bir şey olmadığını cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) Fusûsu’l Hikem'de Nûh Fassı’nda îzâh buyururlar. Burada ayrıntılı olarak anlatılması uzundur. Cenab-ı Şeyh-i Ekber daha sonra nasihate başlayıp buyururlar ki: “Artık vazgeçsin de, onu inkâr ettiği gibi ona şükretsin. Sâlih amele, diğer kötü amel karıştıran kimselerden olsun. Bâkî âhiret yurdunda boyunları bükük olarak ümît etme ipinde dizilmiş bulunsun.” Ya‘nî insan artık bu gafletten ve gafletin verdiği bozuk zanlardan vazgeçsin de, a‘zâ ve organlarını nefsânî hükümlere mağlûp kılmak sûretiyle ilâhî ni’metleri fiilen inkâr ettiği gibi, o a‘zâ ve organlarını şerîat ölçüsüne tatbîk ederek kullanmak sûretiyle o ni'metlere fiilen şükretsin! Böyle yapan kimse “Ve âharûna’terefû bi zunûbihim haletû amelen sâlihan ve âhare seyyien, asâllâhu en yetûbe aleyhim” ya’nî “Ve diğerleri, günahlarını i’tirâf ettiler. Sâlih ameli, diğer kötü (amel)le karıştırdılar. Umulur ki; Allah, onların tövbelerini kabûl eder” (Tevbe, 9/102) âyet-i kerîmesi gereğince iyi amele diğer kötü amel karıştıran kimselerden olur. Bâkî âhiret yurdunda “boyunları bükük olarak ümît etmek” ipinde dizilmiş bulunanlardan olur. “Boyunları bükük olarak ümît etme” ibâresiyle Hz. Şeyh (ra) iki âyet-i kerîmeye işâret buyururlar. “Asâllâhu en yetûbe aleyhim” ya’nî “Umulur ki; Allah, onların tövbelerini kabûl eder” (Tevbe, 9/102) ve diğeri “ve küllün etevhu dâhırîn” ya’nî “ve hepsi boyunları bükük olarak O’na geldiler” (Neml, 27/87) âyet-i kerîmesidir. Çünkü insan iyi ameline karşılık mükâfâtı ümît eder ve kötü ameline karşılık da azâplandırılmaktan korkar. Birisi hidâyete ve diğeri dalâlete bağlanır. Nitekim insanın ümît ve korkudan ibâret olan “iki ayak” arasında hareket ettiği yukarıda îzâh edilmiş idi. Şimdi iyi ameline kötü amel karıştıran kimse, ilâhi huzûrda hor ve zelîl olarak kâimdir. “Asâllâhu en yetûbe aleyhim” ya’nî “Umulur ki; Allah, onların tövbelerini kabûl eder” (Tevbe, 9/102) âyet-i kerîmesi gereğince belki Hak Teâlâ hazretleri hakkımda kötü amelimin cezâsından vazgeçer, diye ümît içindedir. 21 Tedbirât-ı İlâhiyye Önsöz “Ve men ya’mel miskâle zerretin şerren yereh” ya’nî “Ve kim zerre kadar şerr işlerse onu görür” (Zelzele, 99/8) âyet-i kerîmesi gereğince de belki hakkımda cezâ ile hükmedilir, diye korkar. Ve böyle olan kimselerin hâli “ve küllün etevhu dâhırîn” ya’nî “ve hepsi boyunları bükük olarak O’na geldiler” (Neml, 27/87) âyet-i kerîmesine tamâmen uygundur. Zelîl bir şekilde boyunlarını büküp haklarındaki hükmü bekleyici olurlar. Bu hal bir mahkemenin lehde ve aleyhdeki hüküm ve karârını bekleyen suçluların hâline benzerdir. İşte Hz. Şeyh-i Ekber efendimiz bu ibâre ile bu hâle işâret buyururlar. Bu geçen ibâreler Hz. Şeyh’in Allâh’ın kulları hakkındaki hayır duâları ve yüksek temennîleri cümlesinden bulunduğundan ve duâların salavât-ı şerîfe ile tamamlanması kabûl sebebi olacağından daha sonra salât getirip buyururlar ki: “Salât Seyyidimiz Muhammed üzerine ve onun Âl’i ve ashâbı üzerine ve tâbi‘i ve muâvini üzerine olsun ki, ismet-i müşehhere ilmi ile müzeyyen ve mutarraz olan maârif-i rabbâniyye libâslarına bürünmüşlerdir. O ilim meleğin Rabb’ine teşbih eylediği ve zikr ettiği şeydir.” Avârifü’l- Maârif’te beyân buyrulduğu üzere: “Ma’rifet ya’nî ilâhî bilgi icmâl olarak bilineni ayrıntılanmış sûretlerde zorlanmadan açıkça bilmekten ibârettir.” Eğer ilim ve zekânın sürüklemesi ile uzun araştırmalar ve incelemeler neticesinde bilinirse ona “öğrenme” derler. Bundan dolayı ma’rifet ya’nî ilâhî bilgi söylenemeyen ve yazılamıyan vicdânî bir husûstur. Fakat ma'rifetin başı ilimdir. İlimsiz ma'rifet muhâl ve ma‘rifetsiz ilim vebâldir. Şimdi rubûbiyyete ya’nî rabblığa ma‘rifet sâlikte vicdânî bir husûs olduğu için ledünnî ilimdir. Ve ledünnî ilimde ma’sûmluk vardır. Ona vehmin musallat oluşu yoktur. Fakat ledünnî olmayan ilim dâimâ vehmin musallat oluşu altında bulunduğundan muhafazalı ve ma‘sûm değildir. Çünkü binlerce felsefeci ilim yüzünden dalâlete düşmüştür. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “ve edallehullâhu alâ ilmin” ya’nî “ve Allah onu ilim üzere dalâlette bıraktı” (Câsiye, 45/23) buyrulur. İşte bu önbilgiden anlaşıldığı üzere (Sav) Efendimize tâbi’ olanların rubûbiyyete ma’rifetleri, müşehher ma’sûmluk ilmi ile süslenmiş ve bezenmiş olur. Ve meleklerde tercîh olmayıp onlar me’mûr oldukları şeyde ma‘sûm olduklarından Hak tarafından kendilerine aktarılan ilim onların tesbîhi ve zikridir. Kendilerine ledünnî ilimler hîbe edilen kimselerin halleri de melâike-i kirâmın hallerine muâdil bulunduğundan, onların ilmi meleğin Rabb’ine tesbîh ettiği ve zikrettiği şey olmuş olur. 22 Tedbirât-ı İlâhiyye Önsöz “Ve inâyet ehli hazret tatlılıklarından perhîz eyledi.” “Hazret tatlılıkları”ndan kasıt dünyâ ve onun geçici mülküdür. Çünkü dünyâ mutlak vücûdun beşinci tenezzül mertebesi ve bütün mertebelerin en birarada toplanmışı olduğundan tatlılığı ve acılığı toplamıştır. Ve ni’metler içinde yaşama ve azâb ve kötü ve iyi karışıktır. Ve bu şehâdet mertebesinin ilâhî tertîbât ve donanımları gâyet güzel ve şirindir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Züyyine lin nâsi hubbuş şehevâti minen nisâi vel benîne vel kanâtîril mukantarati minez zehebi vel fıddati vel haylil musevvemeti vel en’âmi vel harsi, zâlike metâul hayâtid dünyâ” ya’nî “İnsanlara, "kadınlara, oğullara, kantar kantar biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, hayvanlara ve ekinlere olan sevgiden oluşan" şehvetleri (aşırı düşkünlükleri) güzel gösterildi. Bunlar, dünyâ hayâtının menfaatleridir” (Âl-i İmrân, 3/14). Ve Mesnevî-i Şerif’te Hz. Mevlânâ (ra) bu âyet-i kerîmeye işâreten buyururlar. Mesnevî: Tercüme: “Hak Teâlâ “Züyyine lin nâsi…” âyet- i kerîmesinde beyân buyurduğu üzere âlem görünme yerlerini ve özellikle kadını güzellik ile bezemiştir. Hakk’ın bezediği şeyden nasıl kurtulabilirler? Hak Teâlâ hazretleri “ve ceale minhâ zevcehâ li yeskune ileyhâ” ya’nî “ve sükûn bulması için ondan onun eşini kıldı” (A’râf, 7/189) âyet-i kerîmesinde buyurduğu şekilde, Havvâ’yı Âdem’in sükûn bulması için hálk etmiş olduğundan, Âdem Havvâ’dan ne vakit ayrı olur? Âlem o kâinâtın efendisi (sav) Efendimiz hazretlerinin latîf kelâmından mest olurken, o Hazret, Âişe-i Sıddîka (r. anhâ) vâlidemize hitâben: “Kellimînî yâ Humeyrâ” ya‘nî “Ey rengi penbe ve beyaz olan, söyle de dinliyeyim!” buyururlar; ve onun dağıttığı şeker sözlerden zevk edici olurlar idi.” Şimdi dünyâ ve onun geçici mülkü ilâhî bezeme ile bezenmekle berâber onun hakkında “e radîtüm bil hayâtid dünyâ minel âhireti, fe mâ metâul hayâtid dünyâ fîl âhireti illâ kalîl” ya’nî “Âhiretten (vazgeçip) dünyâ hayâtına mı râzı oldunuz? Dünyâ hayâtının metaı (malı, faydası), âhiretten daha azdır” (Tevbe, 9/38) buyrulmuş ve (Sav) Efendimiz de “Dünyâ uyuyan kimsenin rü’yâsı gibidir” buyurmuş olduğundan Nebiyy-i zî-şâna tâbi’ oluşlarının kemâlinden dolayı, inâyet ehli zümresine dâhil olan zâtlar “ezhebtüm tayyibâtiküm fî hayâtikümüd dünyâ” ya’nî “(Ey kâfirler) Siz dünyâ hayâtınızda güzel şeylerinizi tükettiniz” (Ahkâf, 46/20) âyet-i kerîmesine uygun olmak üzere şehâdet mertebesinin tatlılıklarından elini çekmek ve yüz çevirmek ve onun acılığına tahammül buyurmuşlardır. 23 Tedbirât-ı İlâhiyye Önsöz Bundan sonra Allah Teâlâ senin sırrını hakîkatlere ulaştırmak ile tahakkuk ettirsin; ve seni kendisine sabah ve akşam secde edenlerden kılsın! Şimdi ben hacmi latîf, cüssesi çok büyük, faydası çok, ledünnî ilimden ve adnânî lâkablardan çıkarılmış olup kendisine şüphe ve tahmin dâhil olmayan İmâm-i Mübîn’de İnsan Memleketinin Islâhı Hakkında İlâhî Tedbîrler olarak isimlendirilen bu küçük kitâbı ortaya çıkardım. Ve o, hikmetlerin tedbîri ve ilâhî düzen üzere olup münkariz olmayan mülkün tedbîri hakkındaki tevhîdden bir Önsöz’ü ve bir Önbilgi’yi ve yirmi bir bölümü içinde bulundurmaktadır. Ve onun şanında beyânın işâretleri karışık olarak garîb geldi. Onu özel ve genel ve en aşağı çukurda olan ve kendisini saygı ve ikrâm kuşatmış olan kimse okuyabilir. Ve insanların her birisi meşreblerini bilir. Ve onda seçkinler için düşünülmüş işâretler ve avâm için açık bir yol vardır. Ve o, tasavvufun lübâbı ya’nî içi ve şeref ve lütuf hazretini, öğrenmenin sebilidir. Ulaşmış ve sâlik onunla hırslanır. Ve tâbi’ olan ve mâlik ondan hazzını alır. İnsânî hakîkati ve onun diğer hayvânât üzerine mevkiinin yüksekliğini beyân eder. Ve o insan ihâta edici âlem cinsinden bir kısaltmadır. Çünkü o, kesîf ve basîttan oluşmuştur. İmkânda onun menşeinin evvelinde ve başlangıçlarında ona verilmeyen bir şey yoktur. Nihâyet kemâl gâyesi üzere açığa çıktı. Ve Celâl ve Cemâl arasında berzahlarda zâhir oldu. Şimdi cömertlikte cimrilik ve kudrette de noksan yoktur. Bu delil ve burhân ile önde gelen akıl sâhibleri indinde sâbit oldu. Ve işte bunun için ba‘zı imâmlar, imkânda bu âlemden daha güzeli yoktur, dedi. Ve Allah Teâlâ bizi ma’sûmluk ile ve hikmetin latîfi île desteklesin! Çünkü O ni‘met feyz edici ve rahmeti herşeyi kuşatmıştır. (10) Ya‘nî, ey okuyucu, buraya kadar bahsedilen rabbânî ma’rifetleri zekâ ve kavrayışınla anladıktan sonra Allah Teâlâ senin sırrını bunların hakikatlerine ulaştırmak ile seni bu ma’rifetler ile tahakkuk ettirsin! Ve seni sabah ve akşam secde edenlerden kılsın! Çünkü tahakkuk müşâhede makâmıdır. Ve işitmekle görmek arasında çok büyük bir fark vardır. Ve bu müşâhede, kendi nefsinde olan şeyi müşâhededir. Bundan dolayı hıbret ya’nî tecrübe etme ve zevkî ve vicdânî ilimdir. Mesnevi: Tercüme: “Kıyâmet ol, kıyâmını gör! Her şeyi görmek için bu şarttır.” Kulun “sabah ve akşam secde edenlerden” olması salât-ı dâim ya’nî dâim olan namaz içinde bulunmasıdır ki, “Ellezîne hüm alâ salâtihim dâimûn” ya’nî “O kimselerki işte onlar dâim namaz üzeredirler” (Meâric, 70/23) ve “Ve lillâhi yescüdu men fis semâvâti vel ardı tav’an ve kerhen ve zilâlühüm bil guduvvi vel âsâl” ya’nî “Yerdekiler ve göktekiler ve onların gölgeleri, sabah akşam, isteseler de istemeseler de Allah'a secde ederler” (Ra‘d, 13/15) âyet-i kerîmelerinde işâret buyrulmuştur. Ve salât-ı dâim odur ki, insan nefis kirlerinden soyutlanarak ve onun sıfatlarından uzaklaşarak müşâhede ehli olan ulaşmışlar sınıfına 24 Tedbirât-ı İlâhiyye Önsöz dâhil olduğunda, onun rûhu salât içindedir. Çünkü müşâhede rûhun salâtıdır. Onlar müşâhedelerinin devâmında nefisten ve sıfatlarından ve görüşlerinde olan mâsivânın hepsinden gâib olurlar. Ve “sabah” rûh güneşinin doğmasıyla nefsânî sıfatlar karanlığının yok olmasıdır. Ve “akşam” nefsânî sıfatların gereklerinin istilâsıyla rûh güneşinin örtülmesidir. “Kâmillerin hâli tecellî ve örtünme arasıdır” dedikleri budur. Onlar da noksanlar gibi nefsânî sıfatların gerekleri olarak yiyip içerler ve uyurlar ve evlenirler. Fakat kâmiller ile noksanlar arasındaki fark yukarıda îzâh edilmiş ve Mesnevî-i Şerif’in beyitleri de konulmuştur. Kâmiller bütün görünme yerlerinde Zâhir’i müşahede edip görünme yerlerini onun gölgesi bilirler. Bundan dolayı onlar sabah ve akşam isteyerek secde edenler sınıfına dâhildirler. Noksanlar ise bunun aksinedir. Onlar Zâhir’den gâfil olup görünme yerlerini müşâhede ederler; ve onları ayrı ve bağımsız vücûtlara sâhip zannederler ve vehmederler. Fakat “fe eynemâ tüvellû fe semme vechullâh” ya’nî “Artık ne tarafa yönelirseniz Allah’ın vechi oradadır” (Bakara, 2/115) âyet-i kerîmesi hükmünce nereye yönelirlerse yönelsinler, hakikatte yine Hakk’a yönelmiş olurlar. Ya'nî onların istekleri Hakk’ın mâsivâsına yönelmek olduğu halde, hakikatte isteklerinin tersine olarak Hakk’a yönelmiş olurlar. İsteme ve istememenin esâsı ise ilim ile cehâletten başka bir şey değildir. İlim ile cehâletin bir çok mertebeleri vardır ki, burada ayrıntılı olarak anlatılması uzun olur. Şimdi salât, Hakk’a yönelmektir. Kâmiller gerek rûhun doğuş vakti olan sabahda ve gerek onun nefsânî sıfatlar ile örtülmesi zamânı olan akşamda hep isteyerek Hakk’a yönelmiş oldukları için dâim salât içindedirler. Şeyh-i Ekber (ra) bu kitabın okuyucusuna bu şerefli mertebeye ulaşmak için duâ buyururlar. Daha sonra cenâb-ı Şeyh buyururlar ki: Ben gayb tarafından hâricî vücûtta açığa çıkışı latîf ve ma'nevî cüssesi çok büyük ve faydası çok ve ledünnî ilimden, ya'nî Allah indinden hîbe olunan ilimden ve adnânî lâkablardan ya'nî ulaştığım makâmın gereği olan meşrebden, çıkarılmış olup kendisine şüphe ve tahmîn dâhil olmayan “İmâm-ı Mübîn”de, ya'nî ilmî ilâhî sûretler mertebesinde, İnsan Memleketinin Islâhı Hakkında İlâhî Tedbîrler ismi verilmiş olan ve görünüşte şekli küçük olan bu kitabı ortaya çıkardım. Bilinsin ki, ilâhî isimlerin ve sıfatların sûretlerinin birdîğerinden ayrılmış olarak ostay çıktığı ilk mertebeye “vâhidiyyet ya’nî birliksellik mertebesi” derler. Bunlar ilmî sûretlerdir. Âlemin kalbi mesabesinde bulunan Levh-i Mahfûz’a inen her bir sûret bu mertebeden gelir. Bu mertebede sâbit olan her bir sûrete “sâbit 25 Tedbirât-ı İlâhiyye Önsöz ayn” derler ki, varlık âleminde açığa çıkan sûret onun yansımasından ve gölgesinden ibarettir. Ve sâbit ayn gölgenin sâhibidir. İlmî ilâhî sûretlerde aslâ değişim olmadığı gibi sâbitlikleri de kat'îdir. Varlık âleminde açığa çıkan her bir şeyin hakikati ve sâbit ayn’ı bu âlemde mevcûttur. “Ve külle şey’in ahsaynâhu fî imâmin mubîn” ya’nî “Ve herşeyi İmâm-ı Mübîn'de saydık” (Yâsîn, 36/12) âyet-i kerîmesinde buna işâret edilir. Evliyâullâhın kâmillerinin bakışları sâbit ayn’lar âlemine olduğundan onların ilimi alışlarına şüphe ve tahmin dâhil olamaz. Şimdi buna “Ümm’l-Kitab” da derler. Ve her sûret buradan levh-i mahfûza ve levh-i mahfuzdan misâl âlemine ve misâl âleminden de şehâdet âlemine iner. Hz. Şeyh (ra) bu kitabı aynen Ümmü’l-Kitab’dan aldıklarını ve bundan dolayı içeriğine şüphe ve tahminin dâhil olmadığını beyân buyururlar. “Ve o hikmetlerin tedbîri ve ilâhî düzen üzere olup münkariz olmayan mülkün tedbîri hakkındaki tevhîdden bir Önsöz’ü ve bir Temhîd’i ve yirmi bir bölümü içinde bulundurmaktadır. Ve onun şânında beyânın işâretleri karışık olarak garîb geldi; ilh...” Ya‘nî bu kitap hakîmlerin sözleri ile Hak Teâlâ hazretlerinin beyân buyurduğu düzenden bahsedilmek sûretiyle yazıldı. Ve onun şânında ve hâlinde bir gariplik vardır. Ve o gariplik de bir takım hakîkatlerin ibârede işâret sûretiyle açığa çıkarılmasıdır. Bundan dolayı onda gizleme ve ifşâ karışıktır. Bu kitabı, Zü’l-celâli ve’l-ikrâm hazretlerine yakın olan seçkinler okuduğu zaman onda bulunan zâhiri işâretleri anlar. Ve en aşağı çukurda, ya’nî bilgisi aşağının en aşağısında, olan sıradan kişiler okuduğu zaman, onda bulunan açık bir yolu görür. Sonuç olarak insanların her bir sınıfı meşreblerine göre bir ilim hâsıl ederler. Ve o tasavvufun lübâbı, ya‘nî içidir. Ve tasavvufun içi Allah Teâlâ hazretlerine sadâkat ile yönelmektir. Ve bu kitap şeref ve lütuf hazretini, öğrenmenin sebilidir. Ya‘nî ilâhî isimlerin ve sıfatların görünme yerlerinde açığa çıkışının esaslarını ve geçerli hükümlerini ve isimlerin lütuflarını ve görünme yerlerinde açığa çıkanın kim olduğunu derin düşünme ve tefekkür yolu üzere bilmenin ve anlamanın yoludur ki, bu öğrenme sebebiyle gerek ulaşmış ve gerek sâlik olanlar ilâhî muhabbete hırsın kemâliyle girişirler. Bu kitaptan mâlik, ya'ni hüküm sâhipleri, ve tâbi’ olan, ya‘nî hükme tâbi‘ olan kimseler, hazlarını alırlar. Ya‘nî mâlik ne için hükmettiğini ve tâbi’ olan ne için hükme tâbi‘ olduğunu bilir ve anlar. 26 Tedbirât-ı İlâhiyye Önsöz Ve bu kitap insânî hakîkati ve insanın diğer hayvânât üzerine üstünlük sebebini açık bir şekilde bildirir. Ve insan ihâta edici âlem, ya‘nî melekût ve mülk âleminin tamâmı cinsinden bir kısaltma ve bir özettir; ve o tamâmın bir numunesidir. Çünkü o insan kesîf ve basîtten oluşmuştur. Ve kesîfi mülk âlemine ve basîtı melekût âlemine karşılıktır. İmkânda, ya‘nî imkân dâhilinde olan ve izâfî varlıklar âleminde, onun menşeinin evvelinde ve başlangıçlarında, ya‘nî onun vücûda getirilmesinin başlangıcında, kendisine verilmeyen bir şey yoktur. Çünkü “Muhakkak Allah Âdem’i kendi sûreti üzere hálk etti” ve “Rahmân sûreti üzere hálk etti” gereğince Hak Teâlâ hazretleri Âdem’i bütün sıfatlarına ve isimlerine görünme yeri olmak isti‘dâdı ile hálk etti. Çünkü “Allah” ve “Rahmân” isimleri birer toplayıcı isimdir. Nitekim buyrulur: “Kulid’ullâhe evid’ur rahmân” ya’nî “De ki: “Allah diye çağırın veyâ Rahmân diye çağırın” (İsrâ, 17/110). Bundan dolayı Âdem, bütün ilâhî isimlerin ve sıfatların görünme yeri olan varlık âleminin özeti olduğundan onun toplayıcı olmadığı bir şey yoktur. İşte insan bu sebeple sonuçta kemâl gâyesi üzere açığa çıktı. Ve Celâl ve Cemâl arasındaki berzahlarda zâhir oldu. Çünkü onun hakikati Hakk’n vechi ve mutlak zât olup aslâ helâk olucu değildir; bu yönü Cemâl’dir. Ve taayyünü ise Hakk’ın mâsivâsı denilen izâfi vücûd olup helâk olucudur; ve Hakk’ın vechinin örtüsüdür; bu yönü de Celâl’dir. Bundan dolayı insan Cemâl ve Celâl arasında berzahtır. Ve “berzah” iki cihete yüzü olan şeye derler. İnsan fertlerinden her bir ferd bu isti'dâd üzere mahlûktur. Fakat insân-ı kâmil bu hakîkati zevkan ya’nî bizzât yaşayıp idrâk ederek vücûdunda ârif olur. Ve noksan insân ise cehâleti ve gafleti sebebiyle kendi kıymetini bilemeyip vücûdunda gizli olan hazîneyi keşf edemez. Şimdi bu kitabı tefekkürün kemâli ile okuyanların ilâhî feyizlere mazhar olmaları kuvvetle muhtemeldir. Çünkü cömertlikte cimrilik yoktur. Ve mutlak Cevâd (Çok Cömert) hazretleri dâima tecellîdedir. Ve onun açığa çıkan kudretinde aslâ âcizlik söz konusu olamaz. Kul tecellîyi kabûl etme isti‘dâdını gösterdikten sonra ilâhî feyizler dâimâ hâzırdır. Bu hakikat önde gelen akıl sâhipleri indinde delîl ve burhân ile sâbit bir şeydir. Bu konudaki delîl ve burhân varlık âleminde his ile görülen ilâhî tecellîlerdir ki, bu hakikat aşağıdaki beyitte îzâh buyrulmuştur: Halkın isti'dâdına bağlıdır feyz eserleri Nîsan ayından sadef inci, yılan kapar zehiri Ve işte bunun için ba‘zı imâmlar, ya‘nî tahkîk ehlinin büyüklerinden ba‘zıları, imkân dâhilindekiler âleminde bu şehâdet hazreti mertebesinden daha güzeli 27 Tedbirât-ı İlâhiyye Önsöz yoktur, demişlerdir. Çünkü şehâdet âlemi gâyet eşsiz güzel düzendir; çünkü Rahmân görünme yeridir. Ve rahmânî tecellîde Celâl ve Cemâl; ve tatlılık ve acılık; ve gam ve sevinç; ve gülme ve ağlama vb... gibi zıtlar karışıktır. Bundan dolayı şehâdet âlemi en topludur; âhiret âlemi ise daha geniştir, daha toplu değildir. Çünkü cemâlî ve celâli mazharlar orada karışık olmayıp ayrılmıştır. Ve bu şehâdet âleminin taayyünü açığa çıkmalarına müsâit olmayan cemâlî ve celâlî görünme yerleri âhiret âleminde açığa çıkabilir. Nitekim buyrulur “ferîkun fîl cenneti ve ferîkun fîs saîr” ya’nî “Onların bir kısmı cennette ve bir kısmı alevli ateştedir” (Şûra, 42/7). Mâdemki bu âlemde Celâl ve Cemâl karışıktır, böyle olunca Allah Teâlâ hazretleri bizi ma’sûmluk ile, ya‘nî cemâl himâyesi ile ve hikmetin latîfi ile desteklesin! Çünkü bu âlemde Hak sûretinde bâtıllar ve ilaç sûretinde zehirler vardır. Eğer ilâhî ma’sûmluk olmazsa, Hakk’a yöneleyim derken insan dalâlete düşer. İbâdet içinde dalâlete düşen bir çok ibâdet ediciler vardır. Ve aynı şekilde hikmetin maddiyyât âlemine isâbet eden kısımları vardır ki, evhâm ile karışmış olduğundan insanı dalâlete düşürür. Fakat Hak Teâlâ hazretlerinin “ve men yu’tel hikmete fe kad ûtiye hayran kesîrâ” ya’nî “ve kime hikmet verilmişse böylece ona çok çok hayır verilmiştir” (Bakara, 2/269) buyurduğu hikmet ilâhî vâridâtlardan olduğundan latîftir. Şimdi bir kimse sadâkat ile Hakk’a yönelirse, ni'met feyz edici ve rahmeti herşeyi kuşatmış olan Hakk’ın maddî ve ma‘nevî ni'metleri ve feyizleri ve rahmeti o kimseye ulaşır. 28 Tedbirât-ı İlâhiyye Önbilgi KİTÂB ÖNBİLGİ Allah Teâlâ seni tâate muvaffak etsin! Bilesin ki, muhakkak Allah Sübhânehû ve Teâlâ sübhân olan zâtı vitr ya’nî tek olmaklıkla münferid olmak için âlemi şef’iyyet ya’nî çift olmaklık içinde meydana çıkarmayı murâd etti. Bundan dolayı Vâhid, Ferd ismi sâbit oldu. Ve Efendi köleden ayrıldı. (11) Ya'nî ey okuyucu, Allah Teâlâ seni tasavvufun özü olan bu hakîkatleri anlayıp hazmetmeye ve bu doğru anlayış neticesinde zevkan ya’nî bizzât yaşayarak kulluğunu idrâk edip o kulluğun gerekleri olan ma'rifetullâha ve tâate muvaffak etsin! Çünkü çok kimseler Hz. Şeyh-i Ekber’in beyân buyurduğu hakîkatlerden ve ilâhî bilgilerden ürküp onları inkâr ederler. Ve birtakım kimseler de anladıklarını zannedip kulluğun gerekleri olan tâatten ayrılmakla dalâlet vâdîsine düşerler. Bu hakîkatler ve ilâhî bilgiler kıldan ince ve kılıçtan keskin bir sırât-ı müstakimdir. İlâhî yardım rehber olmadıkça akıl ayağının kayması korkusu bulunduğundan cenâb-ı Şeyh (ra) okuyucuya duâ ettikten sonra buyururlar ki; “Allah Sübhânehû ve Teâlâ sübhân olan zâtının vitr olmaklıkla ferd olması için âlemi şef’iyyet ya’nî çift olmaklık içinde meydana çıkarmayı murâd etti.” Bilinsin ki, vücûd iki nevi'dir: Birisi “hakîki vücûd,” diğeri “izâfî vücûd”dur. Hakîki vücûd bütün kayıtlardan ve izâfelerden münezzeh olup Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin özüdür. Ve hakîki vücûdu idrâk etmek mümkün değildir. İzâfî vücûd ise hakîki vücûdun isimleri ve sıfatları dolayısıyla taayyününden ve kayıtlanmasından ibâret olup bu vücûd idrâk edilir. Âlemin ve âlemdeki eşyânın vücûdu gibi. Onun için hadîs-i şerifte “Allâh’ın zâtını tefekkür etmeyiniz. Ancak Allah’ın sıfatlarını tefekkür edin” buyrulmuştur. “Hakîki vücûd” kendi mertebesinde isimlerden ve sıfatlardan ve bütün niteliklerden mukaddes ve münezzeh ahadiyyet ya’nî teklik zâtından ibârettir. Hakîki vücûdun, hakîkat-i muhammediyyeden ibâret olan vahdet ya’nî birlik mertebesine tenezzülü meşiyyet ya’nî irâde ile değildir; belki bu tenezzül onun zâtî gereğidir. Örneğin gark hâlinde bulunan bir insanın uyanıklık hâline gelmesi kendisinin irâdesiyle değildir; belki onun zâtî gereğidir. Ve “vahdet ya’nî birlik mertebe”si ulûhiyyet ya’nî ilâhlık mertebesi olup bu mertebe bütün isimleri ve sıfatları toplamıştır. Hakîkî vücûdun, bu mertebenin altında olan “vâhidiyyet ya’nî birliksellik,” “ervâh ya’nî rûhlar” ve “misâl” ve “şehâdet” mertebelerine tenezzülü irâde iledir. Ve vahdet ve vâhidiyyet mertebelerine tenezzülde gayrılık bağıntısı yoktur. Gayrılık bağıntısı ile vücûdun zuhûru, rûhlar mertebesinden başlar. Nitekim “e lestü birabbiküm” ya’nî “Ben, sizin 29 Tedbirât-ı İlâhiyye Önbilgi Rabb’iniz değil miyim?” (A‘râf, 7/172) hitâbı rûhlar mertebesinde olmuştur. Ve Rab ile merbûb ya’nî Rabb’i olan bu mertebede ayrılmıştır. Şimdi hakîkî vücûd ahadiyyet ve vahdet ve vâhidiyyet mertebelerinde gayrılık bağıntısından münezzeh olan vitriyyetle, ya‘nî teklik ile, münferiddir. Merbûbiyyetin ya’nî Rabb’i olmaklığın tahakkuku gayrılık bağıntısını hâiz bulunan izâfî vücûda bağlı olduğundan, vitr ya’nî tek olan hakîkî vâhid vücûd tenezzül ile şef’iyyetle ya’nî çift olmaklıkla açığa çıktı. Ve bu tenezzül latîfin en latîfi olan hakîkî vücûdun kesîflik mertebesine tenezzülünden ibârettir. Nitekim Ebu’lHasen Gûrî hazretleri buyurur: “Tenzîh ederim şu en celil ve a’lâ zâtı ki, nefesini (nefsini) latîf kılıp ona Hak dedi ve nefesini (nefsini) kesîf kılıp ona da hálk edilmişler dedi.” Vücûdun ulûhiyyet ya’nî ilâhlık mertebesinden vâhidiyyete, ya‘nî ilmî sûretler mertebesine; ve daha sonra rûhlar mertebesine tenezzülü irâde ile olduğundan cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) “Allah Sübhânehû ve Teâlâ sübhân olan zâtı vitriyyetle ya’nî teklikle münferid olmak için âlemi şef’iyyet ya’nî çift olmaklık içinde meydana çıkarmayı murâd etti” buyurur. Çünkü vitriyyet ya’nî teklik, şef’iyyet ya’nî çiftlik ve münferidlik çokluk karşısında tahakkuk eder. Çünkü eşyâ zıddı ile belli olur. İşte bu çokluk ve çift görünen izâfî vücûtlar karşısında ulûhiyyet zâtı için Vâhid ve Ferd isimleri sâbit olur. Ve Efendi ile köle, ya‘nî Mevlâ ile kul, bir diğerinden ayrılır. Hakîkî vücûdun ismi ulûhiyet mertebesinde “Seyyid ya’nî Efendi” ve “Mevlâ”dır. Ve çift olmaklık mertebesi olan rûhlar ve misâl ve şehâdet mertebelerinde isimleri dolayısıyla taayyün ettiği ve kayıtlandığı sûretlerde “kul”dur. Nitekim bu mertebelere işâret olarak Hz. Mısrî buyurur: Bilinmez nişânsızdır, bulunmaz nıekânsızdır Heman ancak sana kuldur, senin ehl ü ıyâlindir Ve her mertebenin bir hükmü vardır. Şerîat kulluk mertebesinin zâtî gereği olduğundan şerîatın devre dışı bırakılması, hakîkatlerden ve ilâhî bilgilerden cehâlettir ve kâfirliktir. “Efendi” hakîkatiyle “kul”un “ayn”ıdır. Ve kul taayyünü ile Efendi’nin gayrıdır. Bunun varlıklara dönük örneği şöyledir: Buhar yoğunlaşınca bulut olur. Ve bulut yoğunlaşınca su olur. Ve su donarak yopunlaşınca buz olur. Buhar kendi hakîkatiyle buzun aynıdır; ve buz taayyünü ile buharın gayrıdır. Buhar her mertebeye indikçe ve yoğunlaştıkça başka bir isim ile isimlenir. Ona bulut, su ve buz denemez. Ve bunların hakîkatleri aynı olduğu halde kendilerine buhar denemez. Ve suyun hizmetini buz göremez. 30 Tedbirât-ı İlâhiyye Önbilgi Allah Teâlâ sizi nefislerinizin hakîkatlerine vâkıf etsin! Ve hikmetinin latîfinden ve san'atının garîbinden sizlere emânet verdiği şeye sizi vâkıf kılsın! Allah Teâlâ’nın: “Ve hüvellezî meddel arda ve ceale fîhâ revâsiye ve enhâren, ve min küllis semerâti ceale fîhâ zevceynisneyni yugşil leylen nehâre, inne fî zâlike le âyâtin li kavmin yetefekkerûn” (Ra’d, 13/3) ya‘nî “O Allah Teâlâ arzı döşedi. Ve onda dağlar ve nehirler ve semerelerin her cinsinden kıldı. Ve onda iki kısım çiftler kıldı. Geceyi gündüz ile örter. Muhakkak bunda tefekkür edenler için alâmetler vardır” mübârek sözüne vâkıf olduğun vakit, bu âyet hakkında fikir ve i'tibâra başladın. İnsanı semerelerin içinden bir semere gördün. Semerelerin gelişmesi gibi gelişir; ve onlardan alındığı gibi, ondan da faydalar alınır. Daha sonra insan o semerelerin nakşı gibi nakşa başlar. Daha sonra onların ihtiyarlığı gibi ihtiyarlar. Daha sonra onların ölmesi gibi ölür. İnsan o semerelerin doğurması gibi doğurur. O semerelerden tohum alınır, ekilir, o semerelerinin hâlinin misli oluncaya kadar. Onda onun gibi tâzesi yeniden olur. Şimdi ba'zen onlardan alındığı gibi insandan da alınır. Ve ba'zen terk olunup bu belirlenmiş semerenin nesli kesilir. Bunun gibi insan da doğmada ve üremede bu gerçekleşen şekil üzeredir. Bundan dolayı biz ona bir şecere ya’nî ağaçtır dedik. Şimdi onun hemşîresi nerededir ki, onun sebebiyle fikir ve i'tibâr olarak onun çift olmaklığı ve onun üzerine bu âyetin mutlaklığı geçerli olsun? Bundan dolayı biz insanda vücûdun hikmetini ve onun diğer hayvan üzerine üstünlüğünü tetkîk ettik. Ve sırlarını ve hikmetini ve latîfliğini teftiş eyledik. Ve onları ayn’larıyla ihâta edici en büyük âlemde kadem kadem gördük. Harfen harfen ve ma'nen ma'nen onun karşılıklı oluşu zâil değildir. Biz gûyâ ki onu, o bulduk. Muhakkak ihâta edici en büyük âlem bir olan semeredir. Ve diğer semere ise insandır ki, en küçük âlemdir. Bunun üzerine Kitâb-ı âzîzden bir tenbîh aradık. Nurlu âyetlere vâkıf olduk. “Ve fî enfüsiküm, e fe lâ tubsirûn” ya’nî “Ve kendi nefslerinizde de (âyetler) vardır. Hâlâ görmüyor musunuz?” (Zâriyât, 51/21) “Se nurîhim âyâtinâ fîl âfâki ve fî enfüsihim” ya’nî “Âyetlerimizi âfâkta ve enfüste onlara göstereceğiz” (Fussılet, 41/53), “Ve mâ halaknes semâe vel arda ve mâ beynehumâ bâtıla” ya’nî “Ve gökyüzünü, yeri ve ikisi arasındaki şeyleri bâtıl olarak hálk etmedik” (Sâd, 38/27), “E fe hasibtüm ennemâ halaknâkum abesen” ya’nî “Öyleyse Bizim, sizi boş yere hálk ettiğimimizi mi zannettiniz?” (Mü’minûn, 23/115), “yetenezzelul emru beynehunne” ya’nî “emir onların arasından durmaksızın iner” (Talâk, 65/12) o âyetlerdendir. (12) 31 Tedbirât-ı İlâhiyye Önbilgi Hz, Şeyh (ra) yüksek eserlerini okuyup inceleyen hakîkate susamışlara duâ edip “Allah Teâlâ sizi nefislerinizin hakîkatlerine vâkıf etsin!” buyururlar. Çünkü hakîkat yolunun yolcusu nefsini bilmedikçe Rabb’ini idrâk edemez. Nitekim “Men arafe nefsehû fakad arafe Rabbehu” buyrulmuştur. Ve Hz. Şeyh “Men arafe nefsehû fakad arafe Rabbehû” yüce kelâmını başlı başına bir risâlelerinde tefsir ve îzâh buyurmuşlardır ki, bu risaleye Ahadiyye Risâlesi de derler. Ve nefsin hakîkatine vâkıf olmak, kâmil bir mürşidin seyr ü sülûk ettirmesi ve sülûk esnasında sâlike açılan hallerin anlatılması ile mümkün olur. Ve bu konuda tefekkür ve tedbîrli olmak sâlikin en mühim vazîfesidir. Ve ikinci duâ olmak üzere de: “Hikmetinin latîfinden ve san'atının garîbinden sîzlere emânet verdiği şeye sizi vâkıf kılsın” buyururlar. Çünkü kendi vücûdunu idrâk eden insan “Ben neyim?’' diye düşündüğü zaman, kendisini sûret ile ma‘nânın bir arada olmasından oluşmuş bulur. Ma'nâsı hayat, ilim, sem’, irâde, kudret, kelâm ve tekvin gibi bir takım küllî ya’nî bütünsel sıfatlar; ve sûreti de bu sıfatların görünme yerleri olan a'zâ ve organlarıdır. Çünkü insanın cisim sûreti olmasa hayat; ve kulağı ve gözü olmasa sem‘ ve basar denilen ma'nâlar açığa çıkmaz idi. Şimdi Hak Teâlâ’nın “hikmetinin latîfi” insana emânet verdiği bir takım sonsuz ma’nâlardır. Ve “san‘atının garîbi” de cisminin tamâmıdır ki, her bir a'zâsını yerli yerinde hálk etmiştir. Anatomi ilmine vâkıf olanlar onun garîpliklerine hayran olurlar. Şimdi sen Allah Teâlâ’nın Ra'd sûresinde olan, “Ve hüvellezî meddel arda ve ceale fîhâ revâsiye ve enhâren, ve min küllis semerâti ceale fîhâ zevceynisneyni yugşil leylen nehâre, inne fî zâlike le âyâtin li kavmin yetefekkerûn” (Ra’d, 13/3) ya‘nî “O Allah Teâlâ arzı döşedi. Ve onda dağlar ve nehirler ve semerelerin her cinsinden kıldı. Ve onda iki kısım çiftler kıldı. Geceyi gündüz ile örter. Muhakkak bunda tefekkür edenler için alâmetler vardır” mübârek sözünü okuyup ma'nâsına vâkıf olduğun zaman, bu âyet-i kerîme hakkında tefekküre ve ibret almaya başladın. Çünkü yeryüzü üzerinde mevcûd olan taayyün etmiş sûretlerin hepsi yeryüzünün semereleri cinsindendir. Ve yeryüzünden mahlûk olan insan da o semerelerin özel bir türüdür. Semereler nasıl gelişip büyüme bulursa insan da öylece gelişip büyüme bulur. Ve o semerelerden nasıl bir takım faydalar hâsıl olursa, insandan da öylece faydalar alınır. Daha sonra o semerelere bulaşan noksan gibi, insana da noksan bulaşır. Zamânın geçmesiyle meyve nasıl buruşur, suyu çekilir ve ihtiyarlar ise, insan da öylece buruşur ve teni gevşer ve ihtiyarlar. Sonra da onun çürümesi ve ölmesi gibi ölür ve çürür. 32 Tedbirât-ı İlâhiyye Önbilgi Ve aynı şekilde insan, o semerelerin kendi benzerini doğruması gibi, üreme yolu üzere kendi benzerini doğurur. O semerelerden tohum ve çekirdek alınıp ekildiği ve onun hâline benzeyen, onun gibi bir tâzesi peydâ olduğu gibi, insanın da nutfesinden kendi hâline benzeyen, onun gibi bir tâze insan ortaya çıkar. Ve aynı şekilde semerelerin ba'zısının tohumu ekilmeyip terk olunduğu zaman nesli kesilir. İnsanın da nutfesi kadının rahmine ulaşmazsa nesli öylece kesilir. İşte doğmada ve üremede insan da semerelerin şekli üzere olduğundan biz ona bir “şecere ya’nî ağaç”tır dedik. Şimdi âyet-i kerîmede “İki kısım çiftler kıldık” buyruluşu yönüyle onunla berâber bir anadan süt emen hemşîresini aramak lâzım geldi. Çünkü biz onun hemşîresini bulur isek, onun sebebiyle fikir ve i'tibâr olarak onun çift oluşu ve onun üzerine bu âyet-i kerîmenin mutlaklığı geçerli olur. Şimdi onun hemşîresi nerededir? Onun hemşîresi ihâta edici en büyük âlemdir. Çünkü ihâta edici en büyük âlem bir olan semeredir. Ve onun çifti olan diğer semere ise insandır ki, en küçük âlemdir. Çünkü biz insanda olan vücûd hikmetini, ya’nî delîllerin esaslarını ve oluşumunu; ve onda bulunup açık ve gizli olan husûsları ve onun fiillerini ve te’sîrlerini tetkîk ettik. Bunların hepsini akla hayret veren şeyler bulduk. Onda olan üstünlüklerin başka mahlûklarda olmadığını gördük. Ve hakîkat ehli indinde sâbit olan sırlarını ve hikmetini ve latîfliğini teftîş ettik. Ve insanda olan bu şeylerin aynını ihâta edici en büyük âlemde kadem kadem gördük. Harfen harfen ya‘nî sûret olarak ve ma‘nâ olarak bunlar devâmlılık üzere birdiğerine karşılık olur. Biz gûyâ ki en küçük âlem olan insanı aynen ihâta edici en büyük âlem bulduk. Bundan dolayı “ihâta edici en büyük âlem = insan olan küçük âlem” olmakla bunlar birdiğerinin benzeri olan bir çift semere oldular. Bu tefekkür ve i’tibâr üzerine, acabâ bizim bu hükmümüze uygun olan ve bu hakikati bize beyân eden Kur’ân âyetleri var mıdır? diye araştırdık. Aşağıdaki nurlu âyetlere vâkıf olduk. “Ve fî enfüsiküm, e fe lâ tubsirûn” ya’nî “Ve kendi nefslerinizde de (âyetler) vardır. Hâlâ görmüyor musunuz?” (Zâriyât, 51/21) ………….. Bu âyet-i kerîmelerin birer birer tefsir edilmesi burada uzun anlatımları gerektirir. Yalnız “yetenezzelul emru beynehunne” âyet-i kerîmesini tefsir etmek maksâdı îzâh etmeye yeter. Âyet-i kerîmenin tamâmı budur: “Allâhüllezî halaka seb'a semâvâtin ve minel ardı mislehünne, yetenezzelül emru beynehünne li ta'lemû ennallâhe alâ külli şey'in kadîrun“(Talâk, 65/12J. Ya‘ni “Hâlik-ı Zü’l-celâl hazretleri öyle Allah’dır ki, yedi gökleri ve 33 Tedbirât-ı İlâhiyye Önbilgi yerden de onların benzerini hálk etti. Onların arasına emr indirdi. Tâ ki Allah Teâlâ’nın her şeye kādir olduğunu bileler.” Bilinsin ki, yedi gök ile yerin tamâmı bizim güneş sistemimizi teşkil etmektedir. Bunların tamâmı ihâta edici en büyük âlemdir. Bunların tâmâmı mutlak vücûdun delili ve âyeti olan bir olan semeredir. Şimdi Hak Teâlâ hazretleri bu bir olan semerenin benzerini yeryüzünden hálk buyurdu ki, o da küçük âlem olan insandır. Ve insan mutlak vücûdun celâ kemâli ya’nî mutlak vücûdun bütün ilâhi ve varlıksal işlerde ezelen ve ebeden zuhûru ve isticlâ kemâli ya’nî mutlak vücûdun kendisini, bu işler dolayısıyla müşâhede edişi için tam bir ayna olmak üzere hálk edilmiştir. Hz. Şeyh-i Ekber (ra) bu konudaki ayrıntıları Fusûsu’l-Hikem'de Âdem Fassı’nda beyân buyurmuşlardır. Bundan dolayı insan ilâhî sıfatlar üzere mahlûktur. Ve “hayat”tan sonra ilâhî sıfatların fazîletlisi “ilim”dir. İnsan-ı kâmilde zâhir olan ilim bağıntısının derecesi mahlûk olan diğer fertlerde yoktur. Onun için âyet-i kerîmede “li ta'lemû ennallâhe alâ külli şey'in kadîrun“ ya’nî “Tâ ki Allah Teâlâ’nın her şeye kādir olduğunu bileler.” (Talâk, 65/12) buyrulmuştur. Çünkü insan ilâhî ma’rifet ya’nî bilgi için vâr edilmiştir. Ve ma‘rifetin dayanağı ilimdir. İlimsiz ma‘rifet düşünülebilir değildir. Ve mâdemki ihâta edici en büyük âlem mutlak vücûddan açığa çıkan bir semeredir; ve küçük âlem olan insan da o en büyük âlemden çıkan bir semeredir; Bundan dolayı her ikisinin arasında işlerin bağlantılarının olacağı açıktır. “Yetenezzelül emru beynehünne” ya’nî “Onların arasına emr indirdi” (Talâk, 65/12) mübârek sözüyle bu bağlantılara işâret buyrulur. İşte nûrlu âyetlerden olan bu âyet-i kerîme insanın ihâta edici en büyük âlemin benzeri ve onun çifti olarak yerden mahlûk olduğunu ve aralarında işlerin bağlantılarının bulunduğunu göstermeye yeterlidir. 34 Tedbirât-ı İlâhiyye Önbilgi Şimdi biz Allah Sübhânehû hazretlerine, ilhâm eylediği şey üzerine hamd eyledik. Ve muhakkak bizim ilmimiz bilir olmadığımız şey idi. Allah Teâlâ senin basîretini nurlandırsın! Şimdi sen en büyük âlemde türlü türlü olan şeye dikkat et! Mülk ve melekût cinsinden onu insanın âleminde bulursun. Hattâ sana âlemde gelişip büyüyenler gözüktüğü zaman, onu insanda bulursun. Kıl ve tırnak ve bunun örneği... Ve âlemde nasıl ki tuzlu ve tatlı ve tatsız ve acı su varsa, bu insanda da mevcûddur. Şimdi tuzlu su onun iki gözlerinde; ve tatsız burnunun deliklerinde; ve acı su kulaklarında; ve tatlı su ağzındadır. Ve âlemde nasıl ki toprak ve su ve havâ ve ateş varsa, bunlar ayniyle insanda da vardır; ve onlardan mahlûktur. Ve Hakîm Sübhânehû hazretleri Kitâb-ı azîzde ona tenbîh buyurur. Ve o Hak Teâlâ’nın “Hüvellezî halakaküm min turâbin” ya’nî "O ki sizi topraktan hálk etti” (Mü’min, 40/67) mübârek sözüdür. Ve diğer bir yerde de “Ve lekad halaknal insâne min sülâletin min tîn” ya’nî “Ve andolsun ki Biz, insanı balçığın özünden hálk ettik” (Mü’minûn, 23/12) buyurur. Ve o suyun ve toprağın karışımıdır. Sonra, ismi Celîl olan Hak Teâlâ “min hamein mesnûn” (Hicr, 15/26,28) ya'nî “Yıllanmış çamurdan” buyurdu. Ve o değişken havadır. O da onda olan havasal parçadır. Daha sonra “Halakal insâne min salsâlin kel fehhâr” ya’nî “İnsanı fehhâr gibi salsâlinden hálk etti” (Rahmân, 55/14) buyurur. Ve o ateşsel parçadır. Ve işte bu Hak Sübhânehû ve Teâlâ tarafından bir hikmettir. O dilediği şeyi hálk eder. Ve o Alîmü’l-Kadîr’dir. Ve âlemde kuzeyden ve güneyden ve doğudan ve batıdan esmekten ibâret nasıl ki dört rüzgâr varsa, insanda da çekimden, tutmaktan, hazmetmekten ve uzaklaştırmaktan ibâret olan dört kuvvet vardır. Ve âlemde nasıl ki yırtıcılar ve şeytanlar ve canavarlar varsa, insanda da parçalamak ve kahretmek talebi üstün gelmek ve gazab ve kin ve hased ve günah ve yemek ve içmek ve nikâh ve kazanma hırsı vardır. Nitekim Hak Teâlâ (azze ve celle) buyurur: “yetemetteûne ve ye’kulûne kemâ te’kulül en’âmu ven nâru mesven lehüm” ya’nî “faydalanırlar ve hayvanların yediği gibi yerler. Ve ateş, onların mekânıdır” (Muhammed, 47/12). Ve âlemde nasıl ki iyilikleri yazıcı melekler var ise, insanda da temizlik ve tâat ve istikâmet vardır. Ve âlemde nasıl ki gözlere gözüken ve gizli olan şeyler varsa, insanda da zâhir ve bâtın vardır ki, algılanabilir âlem ve kalb âlemidir. Şimdi onun zâhiri mülk ve bâtını melekûttur. Ve âlemde nasıl ki gökler ve yer var ise, insanda da yücelik ve aşağılık vardır. Âlem üzerinde bu i'tibâr dâhilinde yürü! Dorğu olan bir ilâhî nüsha bulursun ki, bir harfi bozuk ve bir ma'nâsı noksan değildir. Ezel mukabilinde onu ebedin gayrı bulmazsın. Çünkü o şerîat hükümlerine göre âhiret tarafı sonsuz olandır. Ve Allah (azze ve celle) hazretlerinin kadîm ilmi onun bâkî kılmasıyla öne geçti. (13) En büyük âlemin misâli olarak yeryüzünde mahlûk olan insân-ı kâmil ilâhî sıfatlardan olan ilmin en mükemmel görünme yeri olmakla diğerlerinden ayrılmış olduğu için, cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra): 35 Tedbirât-ı İlâhiyye Önbilgi “Şimdi biz Allah Teâlâ hazretlerinin ilhâm eylediği şey, ya‘nî ilim üzerine, hamd eyledik. Ve muhakkak bizim ilmimiz bizim bilmediğimiz şey idi ki, Hak Teâlâ onu bize ilhâm eylediği için bilir olduk” buyurur. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “ve mâ ûtîtüm minel ilmi illâ kalîlâ” ya’nî “Ve size, ilimden ancak az biraz verildi” (İsrâ, 17/85). Hz. Şeyh-i Ekber’in şeyhi Ebû Medyen Mağribî (ra) bu âyet-i kerîmenin ma'nâsında buyurmuştur ki: “Bu az olan ilmi dahi bize Hak Teâlâ vermiştir; o da bizim değildir, belki bizde emânettir. Ve o ilmin çoğuna da ulaşamadık. Bundan dolayı biz devâmlı olarak câhilleriz.” Şimdi, mâdemki az bir ilim dahi Hak Teâlâ’nın ihsânıdır, bunun için cenâb-ı Şeyh (ra) bu kitabın okuyucusuna duâ edip “Allah Teâlâ senin basîretini nurlandırsın!” buyurur. Çünkü ilim nûrdur. Nûr kendi zâhir ve eşyâyı gösterici olduğu gibi, ilim dahi öylece eşyânın hakîkatlerini bâsîret gözüne gösterir. Ve Hak Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de ilmi nûr ile vasfedip “E ve men kâne meyten fe ahyeynâhu ve cealnâ lehü nûren yemşî bihî fîn nâsi” (En'âm, 6/122) buyurur. Ya'nî “Bizim ilim ile dirilttiğimiz kimse ölü müdür ki, biz onun için ilmi bir nûr kıldık; insanlar arasında onunla yürür.” Bundan dolayı sen basîret gözü ile en büyük âlemdeki türlü türlü şeylere dikkat et! Gerek mülk, ya'nî zâhir, ve gerek melekût, ya'nî bâtın, cinsinden olmak üzere onu insanın âleminde bulursun. Hattâ âlemde gelişip büyüyen bitkiler gibi, insan vücûdunda da gelişip büyüyen kıl ve tırnak gibi şeyler vardır. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) zâhir gözü ile ilk bakışta idrâk olunabilecek şeyleri örnek olarak vermiş ve bunları okuyucuya numûne olmak üzere göstermiştir. Yoksa sonradan yapılan bilimsel keşifler neticesinde bunun gibi binlerce örnek verilmesi mümkündür. Bu cümleden olarak yeryüzünde irili ufaklı sayısız ve hesapsız hayvânât yeryüzünün maddesinden var olup gelişip büyüme bularak yaşar ve ölür. Ve aynı şekilde insanın vücûdunda da onun vücûdunun maddesinden sayısız ve hesapsız mikroskopik hayvânât bu şekilde var olur ve yaşayıp ölür. Ve yeryüzü üzerinde tuzlu ve tatlı ve tatsız ve acı su olduğu gibi bunların benzeri insanda da vardır. Tuzlu su gözlerinde; ve tatsız su burnunda; ve acı su kulaklarında; ve tatlı su ağzında bulunur. Ve aynı şekilde yeryüzünde toprak ve su ve havâ ve ateş olduğu gibi bunlar ayniyle insanda da vardır; ve onlardan hálk edilmiştir. Ve her şeyi yerli yerinde tertîb eden Hak Sübhânehû hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de ona işâret buyurmuştur. Ve o işaret dahi Hakîm-i mutlak olan Hak Teâlâ’nın “Hüvellezî halakaküm min turâbin” (Mü’min, 40/67) ya'nî “Allah sizi topraktan hálk etti” mübârek sözüdür. 36 Tedbirât-ı İlâhiyye Önbilgi Ve Kur’ân-ı Kerîm’in diğer bir mahallinde de “Ve lekad halaknal insâne min sülâletin min tîn” (Mü’minûn, 23/12) ya'nî “Biz insanı çamur cinsinden olan sülâleden hálk ettik” buyurur. Ve çamur su ile toprağın karışımından oluşur. Bundan sonra ismi Celîl olan Hak Teâlâ “innî hâlikun beşeren min salsâlin min hamein mesnûn” (Hicr, 15/28) ya'nî “Ben yıllanmış çamur cinsinden olan salsâlden beşerin Hâlik’ıyım” buyurur. “Hame-i mesnûn”, üzerinden seneler geçmiş ve havası değişmiş çamur ma'nâsınadır ki, bilim adamları indinde karbonik birleşimlerden ibârettir. Çamurun temiz havâ ile karışmasından oluşur. Bununla ondaki havasal ve gazsal parçaya işâret buyrulur. Ya'nî su ile toprak karıştıktan sonra senelerce temiz havaya ma'rûz kalmış ve havâ ile karışarak bu çamur kokmuş bir hâle gelmiştir. Ve ondaki hava parçası karbonik asittir. Ondan sonra da “Halakal insâne min salsâlin kel fehhâr” (Rahmân, 55/14) buyurur. Ya‘nî su ile karışıp kokmuş bir çamur hâline gelmiş olan salsâl, ki karbonik birleşimlerden ibârettir, güneşin ısısı ile “fah-hâr,” ya'nî “çömlek yaptıkları çamurun kurusu” gibi, kurumuş bir hâle geldikten sonra “ve bedee halkal insâni min tîn / Sümme ceale neslehu min mâin mehîn / Sümme sevvâhu ve nefeha fîhi min rûhihî” (Secde, 32/7-9) ya'nî “Hak Teâlâ insanın hálk edilmesine çamurdan başladı. Daha sonra onun neslini mâ’-i mehînden, ya‘nî zayıf sudan, ibâret olan nutfeden kıldı. Daha sonra onun sûretini tesviye edip kendi rûhundan ona üfledi” âyet-i kerîmesinde beyân buyrulan değişimler çerçevesinde insanı hálk etti ki, bu değişimler ilk önce mâden, ikinci olarak bitki, üçüncü olarak hayvân ve dördüncü olarak insan mertebelerinden ibârettir. Ve Hak Teâlâ’nın insanı böyle değişimler çerçevesinden geçirerek hálk etmesi onun tarafından bir hikmettir. Ve o hikmet dahi budur ki, latîf olan hakîkî vücûd zâtî zuhûrunun gereği olarak her bir mertebeyi müşâhedesel zevk ile kat‘ etmek sûretiyle insan mertebesine inmiştir. Ve o her mertebenin hallerinden habîr ya’nî haberdardır. Ve hibret zevkî ya’nî bizzat hakîkatiyle yaşanan ilimdir. Nitekim buyurur: “Elâ ya’lemu men halaka, ve huvel latîful habîr” ya’nî “Hálk eden bilmez mi? Ve O, Latîf ve Habîr’dir” (Mülk, 67/14). Ve bu tenezzül ve zuhûr ulûhiyyet ya’nî ilâhlık mertebesinden i‘tibâren meşiyyet ya’nî üst irâde ile olduğu için Cenâb-ı Şeyh (ra) “O dilediği şeyi hálk eder” buyurur. Ve açığa çıkma işine üst irâde bağlanınca, daha sonra Kudret sıfatının bağlanması lâzım geldiğinden ve mertebelerde açığa çıkmak hibreti, ya'nî zevkî ilmi gerektirdiğinden “Ve O Alîmü’l-Kadîr’dir” buyurur. Şimdi cenâb-ı Şeyh (ra) en büyük âlemde olan şeyleri bir takım misaller ile insana tatbîk ettikten sonra buyururlar ki: “Âlem üzerinde bu i‘tibâr dâhilinde yürü; doğru olan bir ilâhî nüsha bulursun ki, bir harfi bozuk ve bir ma'nâsı noksan değildir.” Ya'nî âlem ile insanı mukayese husûsunda içinde yaşadığın 37 Tedbirât-ı İlâhiyye Önbilgi varlık âlemine dâimâ ibret bakışı ile bak! Âlemin hallerini ve işlerini, kendindeki hallere ve işlere tatbîk et! Âlemi ve insanı birer ilâhî nüsha bulursun ki, yukarıda ayrıntılı olarak anlatıldığı üzere insan âlemin çiftidir ve onun benzeridir. Âlemde ne varsa, onun benzeri insanda da tamâmen mevcûddur. Bir harfi bozuk ve bir ma'nâsı eksik değildir. “Ezel mukabilinde onu ebedin gayri bulmazsın.” Bilinsin ki, bir “ezellerin ezeli” bir de “ezel” vardır. “Ezellerin ezeli” ahadiyyet ya’nî teklik mertebesidir. Çünkü vücûdun bundan yukarı bir mertebesi yoktur. Ve bütün mertebeler bu mertebenin altındadır. Ve “ezel” sâbit ayn’lar âlemidir ki, vücûdun vâhidiyyet ya’nî birliksellik mertebesine tenezzülünde sâbit olur. Ve eşyânın bütün hakîkatleri, ya'nî eşyanın ilmî sûretleri, bu mertebede birdîğerinden ayrılır. Şimdi bu hakîkatlerin sâbitliğinden sonra onlar için tamâmı ile yok olma ve birdîğerinden ayırt edilmeme hâli yoktur. Çünkü sâbit ayn’lar âleminden sonra bu ayn’lar vücûdun her bir mertebesinde ve her bir yurdunda bir taayyün elbisesi ile açığa çıkarlar. “Ruhlar” mertebesinde soyut cevherler suretinde; ve “misâl”de hayâlî sûretlerde; ve “şehâdet âlemi”nde elementsel sûretlerde; ve elementsel sûretlerin bozulmasından sonra da berzaha âit sûretlerde; ve ondan sonra, rûhânî neş’e gâlib olmak üzere cismânî uhrevî sûretlerde, ya‘nî yeniden dirilme ve haşr ya’nî toplanma ve a‘râf ve cennet ve cehennem yurtlarında, bu yurtların gereklerine göre verilen bir elbisede zâhir olurlar ki, şerîat cismânî cennet ve cehennemin dâimiliği ve ebediliğini haber verir. Bundan dolayı bu önbilgilere vâkıf olduğun zaman, sen insanı ezelin mukabilinde ebedin gayrı bulmazsın. Çünkü Allah Teâlâ hazretlerinin kadîm ilmi, (ki sâbit ayn’lar o kadîm ilmin ayrıntılanmış sûretlerinden ibarettir) bu hakîkatlerin bütün mertebelerinde ve yurtlarında bâkî olmalarıyla öne geçti; ya’nî Hak ezelî ilminde onların bâkî olmasına ve âhiret taraflarının sonsuz olmasına hükmetti. 38 Tedbirât-ı İlâhiyye Önbilgi Kul der ki, mutasavvıflar (rızvânullâhi aleyhim) hazretlerinin âdeti bu bakış ve i‘tibârda, aralarında az bir benzerlik ve cüz’i bir sıfat sebebiyle istiâreler ya’nî benzetmeler ve mecâz türünden Arab’ın sözlerindeki mecrâsında geçerli oldu. Ve Kur’ân’da bu türden çoktur. Çünkü Kur’ân Arapça lügatı üzerine geldi. Nitekim (Sav) Efendimiz “Kur’ân benim lisânımla indi ki, apaçık olan Arapça lisânıdır” buyurdu. Ve onun misâli Hak Teâlâ’nın “veştealer re’su şeyben” ya’nî “ve baş ihtiyar olarak tutuştu” (Meryem, 19/4) ve “ke serâbin bi kîatin” ya’nî “çöllerdeki serap gibidir” (Nûr, 24/39) ve “ke remâdinişteddet bihir rîhu” ya’nî “şiddetli rüzgârın savurduğu kül gibidir” (İbrâhim, 14/18) ve “ke meseli safvânin aleyhi turâbun” ya’nî “onun misâli düz kaya üzerindeki toprağa benzer” (Bakara, 2/264) ve “cidâren yurîdu en yenkadda” ya’nî “yıkılmayı irâde eden bir duvar” (Kehf, 18/77) ve “Ves’elil karyetelletî künnâ fîhâ vel îrelletî akbelnâ fîhâ” ya’nî “Ve içinde bulunduğumuz beldeye ve bizimle berâber olan kāfileye sor” (Yûsuf, 12/82) ve “fe lemmâ tecellâ rabbühü lil cebeli” ya’nî “Rabb’i dağa tecellî ettiği zaman” (Arâf, 7/143) sözüdür. Allah Teâlâ onlardan râzî olsun! Sûfiler i‘tibârlarında bu yol üzere devâm etti. Şimdi biz daha önce bahsedildiği üzere, insan hakkında âlimin nasıl baktığını, sana kısaca ve yaklaşık olarak anlatırız. Ve bu, senin mevcûtlardan, senden hâriç olan şeye bakmandır. Ne zamanki senin gözün her hangi bir mevcûd üzerinde o mevcûda gâlib olan sıfat üzerine oldu ki, o sıfat sebebiyle tanındı. Ve ne zamanki ondan haber veren ve ona delîl olan bu sıfatı ârif oldun, gerek onun nefsî ya’nî kendine âit sıfatı olsun ve gerek onun üzerine gâlib olan sıfat olsun... Daha sonra bu sıfata ayniyle bakarsın, ister istemez onu insanda bulursun. Şimdi ondan insana gidilir. Bu sıfatın müşâhedesi onun sıfatı olan bir isimdir. Ahmaklık gibi ki, o eşek üzerine gâliptir. Hayvandan ondan başkasında yoktur. Şimdi biz onu “ahmak” olarak gördüğümüzde, insan hakkında, eşektir, deriz. Yâhut onu şiddetli olarak parçalamaya istekli gördüğümüzde, arslandır, deriz. Ve bu bakış açısının benzeri aynı şekilde mübârek sırlar hakkında da vardır. Meselâ güneş ve aya bakarsın. Güneşi rûh ve ayı nefis için yaparsın. Ve bunun beyânı budur ki, bu kitab dâhilinde bildirilen şey gereği üzere, nefis kemâl ve noksan sâhibidir. Onun kemâli akıl ve ilim iledir. Ve noksânı cehâlet ve şehvetler iledir. Ve nitekim ayın noksânına yeryüzü sebep olur. Ve o, âlemden en aşağı olandır. Aynı şekilde nefsin noksânı ancak şehvetlere girişmektendir. Ve onun mahalli aşağıların aşağısıdır. Ve yeryüzü güneşin nûru ile parladığı gibi cisimler de, rûhun nûru ile parlar. Şimdi bunun benzerlerine varıncaya kadar, eşyâyı olduğu hâl üzere keşf edersin. Bu, zikri uzun olan şeydir. (14) “Kul der ki” ta'bîriyle Hz. Şeyh (ra) kendi mübârek nefislerine işâret buyurur. Çünkü tasavvuf ehlinin en son makamı “Abdullâh” olmaktır. Ve zâhirî ve 39 Tedbirât-ı İlâhiyye Önbilgi bâtınî bağlantılardan kurtulmadıkça “Abdullâh” olmak mümkün değildir. Ve insan, kalbinin bağlı olduğu şeyin kuludur. Kalbinde nefs muhabbeti olanlar “nefsin kulu” ve mâl muhabbeti olanlar “mâlın kulu” ve makâm ve mevkî’ muhabbeti olanlar “makâm ve mevkî’nin kulu”dur. Diğerlerini de buna kıyâs et! Beyt: Tercüme: “Bir kıl ucu kadar bağlılık olursa mahrûmluk yerindedir. Her kimin bu bağlılık kuşağı varsa, ilâhî haremde nâ-mahremdir.” İşte bu sebeple şân-ı âlîlerinde “Mâ zâgal basaru ve mâ tegâ” ya’nî “Bakış kaymadı ve haddi aşmadı” (Necm, 53/17) buyrulan (Sav) Efendimiz hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de “Subhânellezî esrâ bi abdihî” ya’nî “Sübhandır O ki kuluna esrâ ettirdi (gece yürüttü)” (İsrâ, 17/1) ve “E leysallâhu bi kâfin abdehu” ya’nî “Allah kuluna kâfi değil mi?” (Zümer, 39/36) ve “Tebârekellezî nezzelel furkâne alâ abdihî” ya’nî “Ne mübârektir O ki kuluna Furkân’ı indirdi” (Furkân, 25/ 1) buyrulmuştur. Ve Hz. Şeyh (ra) “Kul der ki” ta‘bîriyle kendilerinin “Mâ zâgal basaru ve mâ tegâ” ya’nî “Bakış kaymadı ve haddi aşmadı” (Necm, 53/17) vasfında (Sav) Efendimiz’in vârisi olduğuna işâret buyururlar. Ve diğer taraftan da yukarıda “Allah Sübhânehû ve Teâlâ sübhân olan zâtı vitr ya’nî tek olmaklıkla münferid olmak için âlemi şef’iyyet ya’nî çift olmaklık içinde meydana çıkarmayı murâd eyledi. Bundan dolayı Vâhid, Ferd ismi sâbit oldu; ve Efendi köleden ayrıldı” ibâresinde beyân buyurdukları ma'nâyı ihtâr ederler. Ya'nî salt ilâhî kul olan bu kitabın yazarı der ki: Allah Teâlâ hepsinden râzî olsun, mutasavvıflar hazretlerinin âdetleri bu bakış ve i'tibârda, ya‘nî âlem ile insana bakmakta ve bu bakış neticesinde ibret almakta, Arab’ın sözlerinde riâyet ettikleri mecrâda geçerli oldu. O mecrâ da budur ki, Araplar az bir benzerlik ve cüz’î bir sıfat sebebiyle sözlerinde istiâre ya’nî benzetme ve mecâz kullanırlar. Ve Kur’ân’da bu tür benzetme ve mecâz çok kullanılmıştır. Çünkü Kur’ân Arapça lisânı üzere indi. Ve Arab’ın âdeti, kelâmda benzetme ve mecâz kullanımı olduğundan Kur’ân’da da bu âdete riâyet buyruldu. Kur’ân’daki misâllerden birisi Meryem sûresinde olan: “veştealer re’su şeyben” (Meryem, 19/4) ibâresidir. Zekeriyya (as)’dan naklen buyrulur ki “Baş ihtiyar olarak tutuştu.” Bundan “saçlarım ağardı” ma‘nâsı murâd olunur. Saçların ağarması ateşin tutuşmasına benzetilmiştir. Benzetme yönü beyazlıktır. Bu ise az bir benzerliktir. 40 Tedbirât-ı İlâhiyye Önbilgi Ve diğer bir misâl, “Vellezîne keferû a’mâlühüm ke serâbin bi kîatin yahsebühüz zam’ânu mâe” (Nûr, 24/39) âyet-i kerîmesidir ki Nûr sûresindedir. Ma’nâsı “Kâfirlerin amelleri çöllerdeki serap gibidir ki, susayan kimseler onu su zannederler” demektir. Burada kâfirlerin amelleri “serâb”a benzetilmiştir. Benzetme yönü istifâde etmeyi ummaktır. Çünkü susamış olan kimse sudan istifâde umar; ve kâfirler de amellerinden istifâde etmeyi ümîd ederler. Serâbı su zannedip ondan istifâde etmeyi ümîd edenlerin amelleri nasıl boşa çıkarsa, amellerinden istifâde etmeyi ümît eden kâfirlerin ümîdleri de öylece boşa çıkar. Ve diğer misâl, İbrâhîm sûresinde olan “Meselüllezîne keferû bi rabbihim a’mâlühüm ke remâdinişteddet bihir rîhu fî yevmin âsıfin, lâ yakdirûne mimmâ kesebû alâ şey’in, zâlike hüved dalâlül baîd” (İbrâhim, 14/18) âyet-i kerîmesidir. Ma'nâsı “İnkâr edenlerin hayırlı amelleri fırtınalı günde külün fırtına ile savrulmasına benzer ki, hiç bir şey kazanamazlar. O çalışma, uzak şaşkınlıktır.” Bu ibârede kâfirlerin hayırlı amelleri savrulan küle benzetilmiştir. Benzetme yönü eserin dâimiliğinin olmayışıdır. Çünkü rüzgâr ile külden eser kalmadığı gibi fırtınaya benzetilen küfür ile kül gibi olan hayırlı amellerden eser kalmaz. Ve diğer misâl, Bakara sûresinde olan “Yâ eyyühellezîne âmenû lâ tubtılû sadakâtiküm bil menni vel ezâ, kellezî yunfiku mâlehu riâen nâsi ve lâ yu’minu billâhi vel yevmil âhıri, fe meselühü ke meseli safvânin aleyhi turâbun” (Bakara, 2/264) âyet-i kerîmesidir. Ma‘nâsı “Ey mü’minler, malını insanlara gösteriş olarak infâk eden ve Allâh’a ve âhiret gününe îmân etmeyenler gibi, sadakalarınızı başa kakmak ve eziyet etmek sûretiyle geçersiz kılmayın! Onun durumu, düz kaya üzerindeki toprağa benzer.” Bu ibârede geçersiz sadaka düz kaya üzerinde bulunan toprağa benzetilmiştir. Benzetme yönü düz kaya üzerindeki toprakta zirâat ve istifâde olunamamasıdır. Çünkü biraz şiddetli yağmur gelse toprakları süpürür, düz kaya kalır. Ekilen tohumlar da onunla berâber yok olur. Bundan dolayı geçersiz sadaka ile böyle bir toprak üzerine zirâat boşuna bir ameldir. Ve diğer misâl, Kehf sûresinde olan “fîhâ cidâren yurîdu en yenkadda” (Kehf, 18/77) âyet-i kerîmesidir. Ma'nâsı “Mûsâ ile Hızır (aleyhime’s-selâm) orada bir duvar buldular ki yıkılmayı irâde eder.” İrâde akıl sâhiplerinde olur. Duvarda ise akıl yoktur. Bundan dolayı hakikatte yıkılmayı irâde etmez. Burada duvarın meyli irâdesiz meyleden insanın meyline benzetilmiştir. Mahallin zikrinden hâlin anlatılmak istenmesi türünden mecâz-ı mürsel ya’nî mecâzî ma’nâ ile asıl ma’nâ dışında bir alâka bulunmasıdır; veyâhut benzetme vardır. Ve diğer misâl, Yûsûf sûresinde olan “Ves’elil karyetelletî künnâ fîhâ vel îrelletî akbelnâ fîhâ” (Yûsuf, 12/82) âyet-i kerîmesidir. Ma'nâsı “Bizim içinde 41 Tedbirât-ı İlâhiyye Önbilgi bulunduğumuz beldeye ve bizimle berâber olan kāfileye sor!” demektir. Belde ve kāfile kelimeleri civârında oluşluk alâkasıyla mecâz-ı mürsel ya’nî mecâzî ma’nâ ile asıl ma’nâ dışında bir alâkadır. Belde ve kafilenin civârında olan kimselerden sor, demek olur. Ve diğer misâl, A'râf sûresinde olan ““fe lemmâ tecellâ rabbühü lil cebeli” (A‘râf, 7/143) âyet-i kerîmesidir. Ya’nî “Ne zamanki onun Rabb’i dağa tecellî buyurdu” demektir. Oysa dağın Allah’ı görmeye kudreti yoktur. Ve görmeyi talep eden Mûsâ (as) idi. Ve tecellî de dağ için değil, Mûsâ (as) için idi. Sonuç olarak Kur’ân-ı Kerîm’de böyle benzetme ve mecâz yoluyla pek çok yüce beyânlar mevcûttur. Allah râzî olsun, sûfîyye hazarâtı da sözlerinde böyle benzetme ve mecâz kullanmakta devâm etti. Şimdi biz yukarıda “Allah Teâlâ senin basîretini nurlandırsın! Şimdi sen en büyük âlemde türlü türlü olan şeye dikkat et!” ibâresinden itibâren zekî ve çabuk kavrayan ve reşîd olan bir âlimin insan hakkındaki bakışının nasıl olduğunu sana kısaca ve yaklaşık anlatarak deriz ki: Bu bakış, senin çevrende ve senin vücûdunun hâricinde bulunan mevcûtlardan bir şeye bakmandır. Ne zamanki senin gözün senden hâriç olan her hangi bir mevcûd üzerinde o mevcûdun kendisine gâlip ve tanınmasına sebep olan bir sıfat üzerine olur; ve ne zamanki o mevcûttan haber veren ve o mevcûda delîl olan bu sıfatı bilirsin; o sıfat, ister onun kendine âit sıfatı olsun, arslandaki yırtıcılık gibi; ister onun üzerine gâlip olan sıfat olsun, eşekteki ahmaklık gibi, sen o mevcûttaki sıfata ayniyle baktığın zaman, onu şüphesiz insanda bulursun. O mevcûttan insana geçilir. Ve insanda bu sıfatın müşâhedesi bir isimdir ki onun sıfatıdır. Çünkü isim sıfatın zâhiri ve sıfat ismin bâtınıdır. Bundan dolayı isim sıfat ile zâhir olur. Örneğin ahmaklık sıfatı eşek üzerine gâliptir. Onun gayrı olan hayvanlar üzerine bu sıfat gâlip değildir. Biz insanda ahmaklık sıfatını gördüğümüz zaman, ona “eşek” deriz. Ve bu ahmaklık sıfatından dolayı, ahmak ismiyle isimlendirilmiş olan eşek olduğu için, mevcûtlardan bir mevcût olan eşekten insana geçilerek insan hakkında da, “eşek” deriz. Yâhut insanı şiddetli olarak parçalamaya istekli gördüğümüzde, yukarıdaki sebeplere dayanarak “arslan”dır deriz. Bu bakış sıradan mevcûtlarda böyle olduğu gibi mübârek sırlar hakkında da vardır. Meselâ güneşe ve aya bakarsan “güneş”i insanın mübârek bir sırrı olan “rûh”a ve “ay”ı da “nefs”e benzetirsin. Benzetme yönü budur ki, bu kitapta verilen îzâhlar gereğince, nefis hem kemâl ve hem de noksân sâhibidir. Nefsin kemâli akıl ve ilim iledir. Ve noksanı da cehâlet ve şehvetler iledir. Nitekim ay tutulması vaktinde ayın ışığının azalmasına yeryüzü sebep olur. Çünkü astronomi bilginleri indinde bilindiği üzere ay tutulması, dünyânın güneş ile ay arasına girmesiyle dünyânın gölgesinin ayın yüzüne düşmesi sebebiyle olur. Ve buna benzer şekilde 42 Tedbirât-ı İlâhiyye Önbilgi ay önce hilâl olur, sonra yavaş yavaş bedir hâline gelir. Daha sonra gittikçe noksana meyleder. Oysa ay dâimâ güneşe karşılık olup bedir hâlini korur. Fakat dünyânın çevresinde dönmesi dolayısıyla muhtelif vaziyetler kazanmasından dolayı ay böyle noksan ve tam şekillerde görünür. Gerçi ayın dünyâ etrâfında dönmesi de te’sîrli ise de, Hz. Şeyh-i Ekber’in yüksek maksadı dünyânın te’sîrini beyân buyurmaktır. Ve ay tutulmasında dünyânın başlı başına te’sîri açıktır. Ve dünyâ “ahadiyyet” ve “vahdet” ve “vâhidiyyet” ve “ruhlar” ve “misâl” âlemlerine göre “şehâdet âlemi” mertebesinde olup aşağıların aşağısıdır. Aynı şekilde nefsin noksanı ancak şehvetlere girişmektendir ki, onun mahalli aşağıların aşağısı olan şehâdet âlemidir. Çünkü ruhlar şehvetlerden pâk ve temizdirler. Nitekim Mesnevî-i Şerîf’te buyrulur: Tercüme: “Elbise bedenden ve can da tenden haberdar değildir. Rûhun dimâğında Allah gamından başka bir şey yoktur.” Şimdi süflî olan dünyâ ulvî olan güneşin nûru ile parladığı gibi, süflî âlemden olan kesîf cisimler de, ulvî âlemden olan rûhun nûruyla parlar. Bundan dolayı sen kavrayış kemâli ile bunun benzeri olan sıradan şeylere ve mübârek şeylere bu bakış ile bakarsan o şeyleri olduğu hâl üzere keşfedersin. Bunları birer birer saymak ve insana uyarlayarak ayrıntılamak pek uzundur. 43 Tedbirât-ı İlâhiyye Önbilgi Kitabın yazarı der ki, biz mutlaka genele ve özele dönük bütün sırlarda, iki nüsha karşılığında büyük ve küçük âlemi almayı istediğimizde bunun uzayacağını gördük. Oysa bizim gâyemiz ilimlerden âhirette kurtuluşa ulaştıran şeydir. Çünkü dünyâ fânîdir ve izi yoktur. Böyle olunca biz kendisinde kurtuluş olan husûsa geçtik. Ve kitabımızda beyân ettiğimiz murâd onunla berâber gider. Ve o da budur ki, biz insana baktık; onu mükellef olarak va’d ve va’îd ya’nî tehdit arasında kalmış bulduk. Bundan dolayı bizim çabamız onunla tehdit olunduğu şeyden onun kurtuluşu ve Allâh’ın vaadine ulaştırılması hakkındadır. Böyle olunca onun üzerine en büyük âlemden mîzân ikâmesine hâl olarak mecbûr kaldık. Büyük âlemden nerede hitâptan ve va’d ve tehditten hikmet gözüktüğünü söyledik ise, biz bunu imâmlık hazreti ve hâlîfelik karargâhının emir ve yasağı hazretinde gördük. Bundan dolayı biz halîfeyi, kendisinde hikmet ve isimlerin eserleri açığa çıkar ve onun iki eli üzerinde Bârî Teâlâ için mahlûk olan var edilmişlerin ekserisi edilgen olur bulduk. Ve eseri teftiş ettik. Bu imâmlık hazretinden insanın hazzı hakkında bakışta ihtimam gösterdik. İnsanda da halîfe ve vezîr ve kadı ve kâtib ve harâc toplayıcı ve vergiler ve yardımcılar ve askeriye ve öldürme ve esir etme ve verâset mahalli olan halîfelik hazretine lâyık bulunan şeyden bunun benzerlerine varıncaya kadar bulduk. Oysa nebîlerin bayrakları açıldı ve âlemleri zâhir oldu. Ve herkes onun kuvvetini anladı. Daha sonra nebîler (salavâtullâhi aleyhim) hazarâtından sonra gizlendi. Kıyâmet gününe kadar genele dönük ebeden zâhir olmadı; lâkin özele dönük zâhir oldu. Böyle olunca kutub belirsiz bilinendir. Ve o zamânın halîfesi ve bakış ve tecellî mahallidir. Ve âlemin zâhirine ve bâtınına eserler ondan çıkar. Ve rahmet edilen kimseye onun sebebiyle rahmet edilir; ve azâb olunan kimseye onun sebebiyle azâb olunur. Ve onun sıfatları vardır. Eğer asrın halîfesinde toplanırsa, o kutubdur; ve ilâhî işlerin dönmesi onun üzerinedir. Ve eğer toplamazsa onun gayrıdır. Ve bu asrın hükümdârına madde ondan var olur. Ve bunun hepsi insanda mevcûttur. Ve biz inşâallâh bu kitapta hepsini ayrı ayrı, yeterince, iknâ edici olarak güzel bir şekilde anlatırız. Ve Allah Teâlâ kastettiği şey sebebiyle kula fayda verir. Ve o sebeple en doğru olan yola ulaştırır. (15) Kitâbın yazarı Hz. Şeyh-i Ekber (ra) buyurur ki: Biz iki nüshanın karşısında büyük ve küçük âlemi almak ve bu iki nüshada mevcûd olan genele ve özele dönük sırları mutlaka birdiğerine tatbîk etmek istediğimiz vakitte, bunları birer birer anlatmanın ve saymanın epey uzayacağını ve bunun da usanç getireceğini ve asıl isteğimizin yok olacağını gördük. Oysa bizim gâyemiz, ilimlerden âhirette kurtuluşa ulaştıran şeyleri bu kitapta beyân etmek idi. Ve en büyük âlemdeki zâhiri ve bâtıni eserleri tetkîk ile uğraş ancak âhirette fayda verecek olacak ilmin oluşması için câizdir. Tabîî ilimler ile uğraşan felsefeciler gibi, ancak bu âlemde kalacak olan zâhirî ilimler ile uğraşmak bizim mesle- 44 Tedbirât-ı İlâhiyye Önbilgi ğimiz değildir. Çünkü dünyâ buz üzerine yazılmış nakışlar gibi fânîdir. Bir zamanda mevcût olan ve görülen sûretler diğer zamanda yok olur ve izi kalmaz. İşte bunun için bir çok felsefeciler “Hakîkati anlayamadık” diye çırpınıp dururlar; ve zihni yorarlar. Hak Teâlâ bunlar hakkında “Ya’lemûne zâhiren minel hayâtid dünyâ, ve hüm anil âhıreti hüm gâfilûn” ya’nî “Onlar, dünyâ hayâtının zâhirini bilirler. Ve onlar, âhiretten gâfil olanlardır” (Rûm, 30/7) buyurur. Böyle olunca biz dünyânın fânî sûretlerini birer birer anlatmaktan ve saymaktan vazgeçerek kendisinde âhiret için kurtuluş olan husûsa geçtik. Ve kitabımızda beyân ettiğimiz murâd o husûs ile berâber seyreder. O husûs da budur ki, biz âlemin fânî sûretlerinden bir sûret olan insana baktık; onu Hak tarafından çeşitli teklîflerle mükellef ve ağır yükler ile yüklenmiş bulduk. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “İnnâ aradnel emânete ales semâvâti vel ardı vel cibâli fe ebeyne en yahmilnehâ ve eşfakne minhâ ve hamelehal insânu” (Ahzâb, 33/72) ya'nî ‘‘Biz emânetleri göklere ve yere ve dağlara arz ettik. Onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular ve onu insan yüklendi.” Ve aynı şekilde biz o mükellef insanı, güzel amellerine karşılık va’d ve kötü amellerine karşılık da va‘îd ya’nî tehdit arasında kalmış bulduk. Bundan dolayı o dâimâ korku ve ümît içindedir. Böyle olunca bizim çabamız, va’îd ya’nî tehdit olunduğu âhiret azâbından onun kurtuluşu ve va'd olunduğu âhiret ni’metlerine ulaşmasıdır. İşte bunun için biz insanın üzerine en büyük âlemden mîzân ikâmesine hâl olarak mecbûr kaldık. Ya‘nî büyük âlemdeki şerefli olan şeylere ve sıradan, en aşağı olan şeylere baktık. Onların ilâhî isimlerden hangisine görünme yeri olduğuna dikkat ettik. Daha sonra büyük âlemden onun çifti ve benzeri olarak mahlûk olan insana geçtik. İnsanda bunların karşılığını bulup iki âlemi tarttık. Ve büyük âlemden nerede teklife işâret eden hitâptan ve va'd ve va'îd ya’nî tehditten hikmet gözüktüğünü söyledik ise, biz bunu imâmlık hazreti ve halîfelik karargâhının emir ve yasağı hazretinde gördük. Şöyleki; - Büyük âlem ilâhî işlerin görünme yerlerini toplamıştır. Ve küçük âlem olan insan da bu işleri tamâmen toplamıştır. - Oysa büyük âlem emir ve yasak ile mükellef değildir ve va’d ve tehdit ile muhâtab değildir. İnsan ise mükellef ve muhâtabdır. - Büyük âlem, gerçekleşen isimlere âit tecellîleri kabûl eder ve bir kayıt ile kayıtlanmaksızın zorunlu olarak açığa çıkarır. Fakat insan her tecellîyi kabûle isti’dâdlı olmakla berâber bir kayıt ile kayıtlanmış olarak isterse açığa çıkarır. Meselâ şehvet hayvânâta sirâyet eden ilâhî tecellîlerden bir tecellîdir. Hayvânât bu tecellîyi kabûl eder ve mutlaka zorunlu olarak açığa çıkarır. Hayvanın bir türü olan insan da bu tecellîyi kabûle isti’dadlıdır. Fakat bu tecellîyi vücûdunda fiilen açığa çıkarmak için bir kayıt ile kayıt- 45 Tedbirât-ı İlâhiyye Önbilgi lanmaktadır. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Vellezîne hüm li furûcihim hâfizûn / İllâ alâ ezvâcihim ev mâ meleket eymânühüm” ya’nî “Ve onlar, iffetlerini koruyanlardır / Eşlerine veyâ ellerinin altında sahip oldukları hâriç” (Mü’minûn, 23/5-6). Ve aynı şekilde hayvânât yeme ve içme ile vasıflanmıştır. Fakat onlar için bu husûsta bir sınır yoktur. Onlar bu ilâhi tecellîleri mutlak olarak fiilen açığa çıkarırlar. İnsan da bu sıfatla vasıflanmıştır. Fakat kayıtlanarak açığa çıkarmak ile mükelleftirler. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “uhılle lekümüt tayyibâtu” ya’nî “temiz olanlar size helâl kılındı” (Mâide, 5/4) ve “lâ yestevîl habîsu vet tayyibu” ya’nî “Habîs olan ile temiz olan bir değildir” (Mâide, 5/100) ve “İnnemâ harrame aleykümül meytete ved deme ve lahmel hınzîri” ya’nî “Fakat (Allah) size, sâdece ölü hayvan etini, kanı ve domuz etini haram kıldı” (Bakara, 2/173) ve “Li yemîzallâhul habîse minet tayyibi“ ya’nî “(Bu) Allah’ın habîs ile temizi ayırması içindir” (Enfâl, 8/37) bu gibi ilâhî sınırlar çoktur. Sonuç olarak ilâhî isimlerin tecellîlerini açığa çıkarmada tercih kullanmasından dolayı, insan bir sınır içerisine dâhil edilmiş ve büyük âlem mutlak bırakılmıştır. Şimdi büyük âlemde zâhiren ve bâtınen habîs ve temiz olduğu gibi, onun çifti ve benzeri olan insanda da öylece zâhiren ve bâtınen habîs ve temiz vardır. İnsan habîsten yasaklanmış ve temiz ile emrolunmuştur. Bundan dolayı Hak Teâlâ habîsten kaçınmayanlara va'îd ya’nî tehdît ve temizi tercîh edenlere va'd etmiştir. Bunun için âlem ile insanı tartmak lâzım gelmiştir. Hitâbın ve va‘d ve tehditin imâmlık hazreti ve halîfelik karargâhının, ya'nî asrın insan-ı kâmili ve kutbu olan zâtın emir ve yasak hazretinde görülmesi budur ki: Bu kitabın başından beri çeşitli sûretler ile îzâh edildiği üzere, en büyük âlemde ne varsa insanda da vardır. Ve en büyük âlemde isimlere âit tecellîlerin eserleri fiilen açığa çıkar. İnsan-ı kâmilde de o isimlerin eserleri tamâm olarak fiilen açığa çıkar. Noksan insanda ba‘zıları fiilen zâhir ve ba'zıları bâtındır. Onda açığa çıkmanın toplanmışlığı yoktur. Oysa Hak Teâlâ kendi işlerinin ba'zısından râzîdır, ba'zısından râzî değildir. Rızânın olmayışının delîli: “ve lâ yerdâ li ibâdihil küfra” ya’nî “ve O kulları konusunda küfre râzî olmaz” (Zümer, 39/7) ve “ve gadiballâhu aleyhim” ya’nî “ve Allah, onlara gazaplandı“ (Feth, 48/6) âyet-i kerîmeleridir. Ve rızânın delîli: “radıyallâhu anhüm ve radû anhu” ya’nî “Allah onlardan râzî ve onlarda O’ndan râzîdırlar” (Mücâdele, 58/22) âyet-i kerîmesidir. 46 Tedbirât-ı İlâhiyye Önbilgi Fakat Hakk’ın râzî olduğu ve olmadığı işlerin açığa çıkması zâti gerek olduğundan açığa çıkmayı terk söz konusu olamaz. Çünkü zâtî gereklilik meşiyyet ya’nî üst irâde ile ilgili değildir. Örneğin insanın aksırması onun zâti gereğidir; irâdesi ve meşiyyeti ile değildir. Büyük âlemde bu ilâhî işlerin fiilî olarak açığa çıkması bir sınır ile sınırlı olmadığı halde, onun benzeri ve çifti olan insanda bunların fiilî olarak açığa çıkması bir sınır ile sınırlanmıştır. Böyle olunca imâmlığa sâhip olan ve halîfelik karargâhı olan insân-ı kâmilin vücûdu emir ve yasağın çıkış kaynağıdır. Ve ilâhî hitâb ile insanın fiilleri sınırlandırılmış; ve emre karşılık va'd ve yasağa karşılık da va'îd ya’nî tehdît ikâme buyrulmuştur. Şu halde biz halîfe olan zamânın kutbunu kendisinde hikmet ve isimlerin eserleri açığa çıkar ve Hak Sübhânehû hazretlerinin Bârî mübârek isminin tahakkuku için mahlûk olan var edilmişleri o halîfenin iki eli, ya'nî Cemâl ve Celâl elleri üzerinde edilgen olur bir halde buluruz. Çünkü zamânın kutbu yeryüzünde ilâhî hazînenin emînidir. İlâhî tecellîleri kabûl eder ve mevcûtlara dağıtır. Nitekim bu konudaki îzâhlar bu kitabın başlarında geçmiş idi. Ve biz insân-ı kâmildeki eseri teftîş ettik. Onun dışında olan insanların bu imâmlık hazretinden ne gibi hazları olduğunu tetkîk eyledik. Gördük ki, büyük âlemde, nasıl bir halîfe ve vezîr ve kadı ve kâtib ve harâc toplayıcı ve vergiler ve yardımcılar ve askerî güç ile birbirleriyle savaşmak ve öldürme ve esîr almak husûsları, kısaca eş mahall olan halîfelik hazretine lâyık ne gibi şeyler varsa, onların hepsinin insanda mevcût olduğunu gördük ve bunları onun vücûdunda tamâmen bulduk. Kendi zamanlarının zâhiri halîfesi ve âşikâr kutbu olan peygamberlerin bayrakları açıldı ve âlemleri zâhir oldu. Ve o herkes onların kuvvetlerini zâhiren görüp boyun eğdi. Fakat onlardan sonra zamânın kutbu gizlendi. Genele dönük şekilde kıyâmete kadar aslâ zâhir olmadı. Bundan dolayı ümmetin avâmı zamanın halîfesinin ve kutbunun kim olduğunu bilemezler; fakat ümmetin seçkinlerine zâhir olur. Evliyâullâhın seçkinleri zamânın kutbunun kim olduğunu bilirler. Böyle olunca evliyanın seçkinleri indinde bilinir olan kutub, avâm indinde belirsizdir. Ve o saâdet sofrası zât zamânın halîfesi ve ilâhî bakış ve rabbânî te- cellî mahallidir. Ve âlemin zâhirine ve bâtınına ilâhî isimlerin verişleri ondan çıkıp herkese dağıtılır. Çünkü o yeryüzünde ilâhî hazînenin emînidir. Nitekim Mesnevî-i Şerîf’te buyrulur: Tercüme: ‘‘Muhakkak cihan o bir kimsedir ve haberdardır. Felek üzerinde her bir yıldız ayın cüz’üdür. O zât kâmil ve ferd olan cihandır. Küll olan vücûd nüshası onun için olmuştur. Muhakkak cihan o bir kimsedir. Ve geri kalanları hep tâbi’ olanlar ve taklittir ey dinleyici!” 47 Tedbirât-ı İlâhiyye Önbilgi Örneğin bir kimseye rahmet olunsa, onun sebebiyle rahmet olunur. Ve bir kimseye azâb olunsa onun sebebiyle azâb olunur.Ve zamânın kutbunun bir çok sıfatları vardır. Eğer bu sıfatlar asrın halîfesinde, ya‘nî zamanın zâhir hükümdarında toplanırsa, o mübârek zât zamânın kutbudur. Ve ilâhî işlerin dönmesi onun üzerinedir. Ve eğer bu sıfatlar o zatta toplanmazsa, zamânın kutbu bu zâhiri hükümdarın gayrı olup insanların geneli indinde belirsizdir. Ve evliyânın seçkinleri onu bilirler. Ve asrın hükümdârına madde, ya‘nî idâre işindeki kudret ve tasarruf, ondan var olur. Ve bunu ne halk, ne de o zâhir hükümdâr idrâk edemez. İşte âlemde nasıl zamânın kutbu ve zâhir hükümdâr mevcût ise, insanın vücûdunda da bunun benzeri vardır. Biz bu kitapta inşâallâhü Teâlâ bunların hepsini, ayrı ayrı ve yeterince ve iknâ edici olarak güzel bir şekilde anlatırız. Allah Teâlâ kastettiği şey sebebiyle kula fayda verir. Hz. Şeyh (ra) “kul” sözünden ya kendi mübârek nefsini veyâhut okuyucunun nefsini murâd eder. Hz. Şeyh’in mübârek nefsi oluşuna göre ma‘nâ şöyle olur: “Bu kitaptan maksad, zekâ ehlinin irşâd ile cehâletinin giderilmesi ve bakışının hakîkate döndürülmesidir. Bu değerli kasıt sebebiyle Allah Teâlâ bu ben salt kula ma‘nevî fayda ihsân eder; ve bu yüzden en doğru olan ilâhî bilgileri beyan yoluna sürükler; ve bu kitapda hatâ ve noksan olmaz.” Ve eğer okuyucunun nefsi murâd olunmuş ise ma‘nâ şöyle olur: “Okuyan kulların maksadı, hakîkati anlamak ve ilâhî bilgi öğrenmek ise, Allah Teâlâ ona doğru anlayış ve selîm zevk ya’nî hakîkat yaşantısı ihsânı sûretiyle fayda verir. Ve bu hâlis niyeti sebebiyle ilâhî bilgi yolunun en doğrusuna sevk eder.” 48 Tedbirât-ı İlâhiyye Mukaddime MUKADDİME Allah Teâlâ seni sâf kılsın! Tasavvufun emri acâîb ve şânı garîb ve sırrı latîftir. Ancak inâyet ve sadâkat ayağı sâhibine ihsân olunur. Onun, üzerlerine ikrâr ve inkâr örtülen işleri ve sırları vardır. Ve biz tasavvuf ilmi için bu mukaddimeyi mutlaka anlatmak istediğimiz maksâdımızı destekleyici olarak sevk ettik. Çünkü onun üzerine inkâr şiddetlidir. Ve bizim sevk ettiğimiz şey üzerine onun muhâlif şeytânı vardır ki, kuvvetlidir. Biz bu kitapta bu ilimlerden ancak azın da azını sevk ettik. Ve bu şerefli yolun sırlarının haddine bizim yazdıklarımızdan vâkıf olmak isteyen kimse Menâhicü’l-İrtikā ilâ İftizâzı Ebkâri’n-Nukā el-Muhadderât bi-Hayemâti’l-Likâ ismindeki kitabı incelesin! Ve biz onu üç yüz bölüm ve üç bin makām üzerine beyân ettik ki, her bir bölüm on makām içindir. O makâmların hepsi, ba'zısı ba'zısının üstünde olan sırlardır. Allah Teâlâ seni başarıya ulaştırsın! Bu kitaba ilâve gibi olan bu mukaddimenin üslûbunda biz ilk olarak sâlikin ona vâkıf olmasını ümît ettik ki, onun için tarîkat ehlinin sözü üzerine inkârdan ma’sûmluk oluşur. Ve bu kitapta üzerine vâkıf olması olmayan şeye ondan teslîm gerçekleşir. Ve çok kere indinde vâkıf olduğu sır ona açılır; ve onu teslîm eder. İşte onu bunun için söyledik. Ve Allah Teâlâ bizleri İslâmı güzel olan ve ilmi ulaşamadığı şeyi teslîm eden kimseler kılsın! (Âmîn bi- izzetihî!). Allah Teâlâ senin sadrını açıp genişletsin ! Bilesin ki, bu tarîkat teslîm ve tasdîk üzerine dayalıdır. Hattâ ba‘zı önder efendiler demişlerdir ki: “Bin sıddîk onun hakkında zındık olduğuna şehâdet etmedikçe insan hakîkat derecesine erişemez.” Daha sonra bu efendinin sözü Ali b. Ebî Tâlib’in evlâdı (r. anhümâ) hazretlerinin mübârek sözü ile te’yid olundu: “Nice ilim cevheri vardır ki, eğer ben onu açıklasam, bana sen puta tapan kimselerdensin denilir idi. Müslüman erkekler kanımı helâl sayarlar idi de, onlar delîl getirdikleri şeyin en çirkinini güzel görürler idi.” Şimdi bu nefîs olan alâkanın inkârında “müslümanlar” denilen erkekleri hemfikir oldu ki, onlar hayâl ve ikilem ile vâkıf oldular. Oysa bu yol nasıl inkâr edilmez; ve Hakk’ın zuhûru indinde bâtılın eseri kalır mı? Şimdi Hak’tan sonra ne kalır? Ancak dalâl!.. Ve Hak geldi bâtıl gitti, de!” (İsrâ, 17/81). (Şiir:) “Görmez misin muhakkak Allah Teâlâ sana bir derece verdi ki, sen onun altında olan her bir mülkü kararsız görürsün. Çünkü sen güneşsin ve yıldızlar pâdişahlardır. Güneş doğduğu zaman onun te’sîrinden yıldızlar gözükmez.” 49 Tedbirât-ı İlâhiyye Mukaddime Sen “Allah!” de, daha sonra onları bırak! Varsın kendi dedikodularında oynasınlar! Ebrârın hasenâtı mukarreblerin seyyiâtıdır. “Ba‘zı vakitlerde kalbime perde geldiğinden ben günde Allah’a yüz kere istiğfar ederim.” Şimdi his âleminde sınırlanma zilleti altına dâhil olan bu iki şeye dikkât et! Artık melekût âlemi nasıldır? Şimdi bu makâmın dışından başka bir şey konuşan kimse muhakkak tâbire sığmayan perîşan rü’yâlar sâhibidir. Cüneyd’in: “Sonradan olan Kadîm'e ulaştığında onun için eser kalmaz” sözüne dikkât etmez misin? Ve kendi zannından ve nefsinden söyleyen kimse ile Rabb’inden söyleyen kimse arasında fark vardır ve hevâdan söylemez. (16) Hz. Şeyh (ra) okuyucuya duâ edip “Allah Teâlâ seni sâf kılsın!” buyururlar. Çünkü kalb mülk ve melekût âlemi bağlantılarından kurtulmadıkça sâf olmaz. Ve her iki âlemin bağlantılarından kalbin sâf olması son derece zordur. Çünkü nefsânî bağlantılardan kurtulan kalb rûhânî bağlantılara meyleder. Nitekim sâlik riyâzâta ve mücâhedelere ve zikirlere devâm ettiğinde kendisine rûhânî tecellîler olur. Ve kalbinde bu tecellînin devâmına meyl ve cezbe peydâ olur. Ve tecellînin kesilmesi hâlinde kendisinde ıztırâb oluşur. Bu ıztırâb o tecellîlere bağlılıktan doğar. Sâlik bundan geçmedikçe rabbânî tecellîye nâil olmaz. Ve rabbânî tecellî gerçekleştiğinde de sâlikte iki tarafa bağlılık kalmaz; ve pâk ve sâfileşmiş olur. İşte Hz. Şeyh himmetlerinin yüksekliği dolayısıyla okuyucu hakkında bu mertebeyi temennî buyurur. Şimdi sâlikin bu makamda müşâhedeye dayalı olan ilmi tasavvuf ilmi olur. Onun için tasavvuf ilminin emri acâîptir ve şânı garîptir. O makāma ulaşmayan kimseler bu ilmi işittiklerinde acâip bulurlar ve onda garîplik görürler. Ve sırrı gâyet latîf olduğu için, kesîf nefsânî perdeler ile perdeli olan kimselerin kalbleri o latîf sırrı idrâk edemez. Bundan dolayı o tasavvuf ilmi, ancak ezelî ilâhî inâyete mazhar olan ve sadâkat ayağı sâhibi bulunan kimselere ihsân olunur. Çünkü tasavvuf ilminin bir takım işleri ve sırları vardır ki, o işler ve sırlar üzerine ikrâr ve inkâr perdeleri örtülmüştür. Bu ilmin hakîkatini müşâhede edemeyen kimseler, müşâhede ehlinden bu ilmi işittikleri zaman, kimi ikrâr ve kimi inkâr eder. Çünkü tasavvuf ilmi Kur’ân’ın özü olup sâf olmuş kalplere Allah indinden inmektedir. Kur’an-ı Kerîm hakkında “yudıllu bihî kesîran ve yehdî bihî kesîran ve mâ yudıllu bihî illel fâsıkîn” ya’nî “onunla birçoğunu dalâlette bırakır, birçoğunu da onunla hidâyete erdirir. Ve onunla fâsıklardan başkasını dalâlette bırakmaz” (Bakara, 2/26) buyrulduğu gibi, tasavvuf ilminin şânı da Kur’ân gibidir. Bu ilmi işiten kimselerin bir kısmı hidâyet bulur, bir kısmı da dalâlete düşer. Ve dalâlete düşenler ise, körlerin değneklerine güvenmeleri türünden olarak, cüz’î 50 Tedbirât-ı İlâhiyye Mukaddime akıllarına güvenen ahmaklar ve câhillerdir. Ve ikrâr edenler ise: “Bu ilim, herbirerleri zekâ ve kavrayışta eşsiz olan kulların sâlihlerinin beyânlarıdır; onlar yalana tenezzül etmezler ve hakîkati olmayan şeyi söylemezler. Ve zekîlikleri ve kavrayışları vehimleri ve hayâlleri hakîkatten ayırt edebilecek kadar kuvvetlidir. Ve bizim idrâkimizin yokluğu onların beyân ettikleri ilmin bâtıllığına delîl olamaz” diyen insâf ehlidir. Ve bu insâf ehli inâyet ehlidir; ve kalblerinde sadâkat eseri bulunan zâtlardır. Bundan dolayı biz bu mukaddimeyi, inkâra meydan kalmamak üzere, tasavvuf ilmi için umûmî bir destekleyici olarak sevk ettik. Çünkü tasavvuf ilmi üzerine inkâr edenler şiddetle inkâr ederler. Ve onun için muhalefet şeytânı vardır ki, bizim sevk ettiğimiz şey üzerine kuvvetli ve inâtçıdır. Ya‘nî tasavvuf ilmi Kur’ân’ın bâtınına bağlı olduğu için ve cüz’î aklın ötesinde bulunduğu için Kur’ân’ın zâhir yönü ile kayıtlı ve cüz’î akıl dâiresinde mahsûr olanlar onu bir takım vehmî delîller ile bâtıl kılma gayretine düşüp kuvvetle ve şiddetle inkâr ederler. Ve kendileri hakikatten uzak oldukları gibi başkalarını da uzaklaştırırlar. Ve bu uzaklaşma ve uzaklaştırma vehim veren kuvvetin hâlidir ki, bu kuvvet cin şeytanlardan, ya‘nî görünmeyen şeytanlardandır. Ve bu vehmin te’sîri altında bulunup onun hükmünü açığa çıkaran insanlar ise insan şeytanlardan, ya‘ni görünen şeytanlardandır. İşte bu insan şeytanlar tasavvuf ilmini inkâr edici olup muhâlefetlerinde inâtçıdırlar. Bunlardan ba‘zıları onun bâtıl olduğu hakkında bir takım kitaplar yazmışlar ve onlara bir takım saçma sapan sözler koymuşlar; ve irfân ehli o saçma sapan sözleri onların yüzlerine birer birer çarpıp kendilerini rezîl ve rüsvây etmiş oldukları halde, yine onlar insâf edip inâtlarından geri dönmemişlerdir. Çünkü şeytanın önemli sıfatlarından biri de inâttır; ve hak ve hakikati kabûllenmeyişte inâtçılıktır. Şimdi biz bu kitapta tasavvuf ilminden azın da azını sevk ettik ki, sonuçta işâretler araya girdi. Ya‘nî gâyet az olarak bahsettiğimiz ve beyân ettiğimiz tasavvuf ilminin arasına bir takım gizli sırlar hakkındaki işâretler girdi. İşte bu mukaddimeyi de bu araya giren işâretler için sevk ettik. Ve bu şerefli yolun sırlarının haddine vâkıf olmak isteyen kimseler bizim yazdığımız eserlerden olan Menâhicü’l-İrtikā ilâ İftizâzı Ebkâri’n-Nukā el-Muhadderât bi-Hayemâti’l-Likâ ismindeki kitâbımızı incelesin! Bu kitâba ilâve gibi olan bu mukaddimenin sevkinde bahsedeceğimiz tasavvuf ilmine sâlikin daha incelemeye başladığında vâkıf olmasını ümît ettik. Bunu okuduğu zaman yol ehlinin sözlerini kötülemekten ve inkârdan korunur. Ve bu kitapta hakîkatine ulaşmadığı sözleri hiç olmazsa teslîm ve tasdîk eder. Vâkıf olamadığı sırlar, insâf ederek tasdîği sebebiyle, ona açılıp bu açılımın sürüklemesiyle o sözü teslîm etmeye mecbûr olur. İşte bu mukaddemeyi onun için yazdık. 51 Tedbirât-ı İlâhiyye Mukaddime Ve Allah Teâlâ bizleri teslîmiyeti ve boyun eğmeyi mahalline sarfeden ve bilmediği şeyleri kötülemeyip ve inkâr etmeyip onu tasdîk ve teslîm eden kimselerden eylesin! (Âmîn bi-izzetihî!) Cenâb-ı Şeyh (ra) yine sâlike duâ edip “Allah Teâlâ senin sadrını açıp genişletsin!” buyururlar. Çünkü "sadrın açılıp genişletilmesi” ilâhî inâyetlerdendir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur: “E fe men şerehallâhu sadrehu lil islâmi fe huve alâ nûrin min rabbihi, fe veylun lil kâsiyeti kulûbuhum min zikrillâhi, ulâike fî dalâlin mubîn” ya’nî “Allah kimin göğsünü İslâm için açıp genişletmişse artık o, Rabb’inden bir nur üzere olur, değil mi? Allah'ın zikrinden kalpleri katılaşanların vay haline! İşte onlar, apaçık dalâlet içindedirler” (Zümer, 39/22). Çünkü keşf erbâbı olan tahkîk ehlinin sözü Kur’ân’ın özü ve hadîslerdir. Ve onları kötülemek ve inkâr ise açık bir şaşkınlıktır. Nebîlerin vârisleri olan tahkîk ehli âlimlerin sözlerine boyun eğmek ve onları kabûl ise hidâyet eseri olup, bu da rabbânî taraftan boyun eğen kimsenin kalbine inen bir ilâhî nûrdur. Dalâlet ehlinin kalbleri katı olduğundan, Kur’ân’ın özü olması i'tibâriyle salt Allah’ın zikrinden ibâret olan tahkîk ehlinin sözlerini kabûl edemezler. Onların hâli “hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveh” ya’nî “Ve onun işitmesini ve kalbini mühürledi. Ve onun görmesinin üzerine perde çekti” (Câsiye, 45/23) âyet-i kerîmesine uygundur. Bundan dolayı sâlik hakkında cenâb-ı Şeyh’in duâları pek büyük bir duâ olmuş olur. Ondan sonra buyururlar ki; Bilesin ki, bu tarîkat teslîm ve tasdîğe dayalıdır. Hattâ ba'zı önder efendiler, ya'nî halkın önlerine düşüp onları yöneten ba'zı efendiler efendisi, buyurmuşlardır ki: “Bin sıddîk onun hakkında zındık olduğuna şehâdet etmedikçe insan hakîkat derecesine erişemez.” Bilinsin ki, zâhiri ile bâtını birdiğerine eşit olan kimseye “sıddîk” derler. Ya'nî meselâ böyle bir kimsenin bâtınî halleri, fikirleri ve maksatları ve bütün aklından geçenler halkın bakışında birdenbire ortaya çıkıp gözükse ve halk bâtınî hallerine vâkıf oluverse, o kimse aslâ değişmez ve halktan utanacak bir hâli bulunmaz. Ve “zındık” sözlükte nûr ve zulmet kendilerinden zuhûr eden iki Yaratıcı’ya inanan putpereste derler ki, birine “Yezdân,” diğerine “Ehrimen” demişlerdir. Ve Hak Teâlâ’ya ve âhirete îmân etmeyen kimseye de derler. Ve sûfî terimlerinde kendilerinin hâli olmadığı halde fenâ denizinde gark olmuş ve tevhîd ayn’ında helâk olmak da'vâsında bulunarak hareketlerini ve sükûnlarını aslâ kendilerine bağlamayan kimselere derler. Onların bu da'vâları hakikatte geçerlidir. Fakat kendilerinin hâli olmadığı için yalancı da'vâdır. Bu davâyı kendi nefislerinden isyân ayıbını kaldırmak kastıyla ederler. 52 Tedbirât-ı İlâhiyye Mukaddime Sehl b. Abdullah Tüsterî hazretlerine dediler ki: “Bir şahıs kapıların hareketinin hareket ettirene nispeti ne ise benim fiilimin de Hakk’ın irâdesine nispeti öyledir” diyor. Bu şahıs hakkında ne buyurursunuz? Cevap verdiler ki: “Eğer bu sözü söyleyen kimse şerîata riâyet ediyor ve kulluk hükümlerini muhâfaza ediyorsa sıddîklerden birisidir. Ve eğer şerîat hükümlerine muhâlefet eder ve bu sözü kendi nefsinden rezilliği kaldırmak için, kendini ma‘zûr göstermek için söylüyorsa zındıklardan birisidir.” İşte sûfîlerin indinde “zındık” bunlara derler. Ve bu sınıf ulaşıp cezbelenmişlerin şerîat hükümlerini devredışı bırakanlara benzeyenidir. Fakat ulaşıp cezbelenmişlerin şerîat hükümlerini devredışı bırakanlara benzeyeni, hakîkaten fenâ denizinde gark olan ve tevhîd ayn’ında helâk olan kimselerdir. Bunlar bu gark olma hâli içinde bütün hareketlerinde ve sükûnlarında ma’zûrdurlar. Kendilerden ve çevrelerinde olan eşyâdan habersizdirler. Bunlardan ba‘zıları sözlü ve fiili olarak şerîat hükümleri dâiresinde korunmuştur. Ba'zıları da hikmete dayalı olarak muhafaza olmazlar. Önceki sınıf ile bunların örneği, eli bir hastalık sebebiyle titreyen kimse ile, elini göstermelik olarak titreten kimse gibidir. Eli hastalık sebebiyle titreyen kimse mağlûp ve ma‘zûrdur. Kendi irâdesiyle elini titreten kimse ise mağlûp ve ma‘zûr değildir. Şimdi bunlardan şerîat hükümlerine muhalefet hallerinin ve hareketlerinin çıktığını gören sıddîklar, ki fenâ-fillâh makāmını geçip bakâ-billâh mertebesinde mekân sâhibi olmuşlardır, bunlar kendi mertebelerine nazaran bu sınıfa “zındık” derler. İşte bin sıddîk, bir kimse hakkında “zındık” olduğuna şehâdet etmedikçe insanın hakîkat derecesine ulaşamayacağının ma'nâsı budur. Ve bunun özeti sâlik fenâ-fillâh makamına ulaşmadıkça hakikat mertebesine ulaşamaz demek olur. Ondan sonra bu “Bin sıddîk onun hakkında zındık olduğuna şehâdet etmedikçe insan hakîkat derecesine erişemez” sözünü söyleyen seyyidin sözü, Ali b. Ebî Tâlib (ra) hazretlerinin evlâdı Zeyne’l-Âbidîn (ra) hazretlerinin aşağıdaki mübârek sözü ile te’yid edilir. Onlar buyurlar ki: “Ey kimse, nice ilim cevheri ilim vardır ki, eğer ben onları açıklasam bana puta tapan adamlardan birisisin derler. Ve benim küfrüme hükmederek kanımı helâl sayarlardı. Ve benim kâfirliğim ve kanımın helâl sayılması en çirkin bir şey olduğu halde, oh ne güzel bir iş yaptık, diye memnûniyyetlerini beyân ederler idi.” Nitekim Hâllâc-ı Mansûr hazretleri hakkında bu hal aynen böyle gerçekleşti. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) bu mübârek beyitleri Fütûhât-ı Mekkiyye’lerinin otuzuncu bölümünde nakledip “vesen,” ya'nî “put”tan kastın “râbıta” olduğunu ay- 53 Tedbirât-ı İlâhiyye Mukaddime rıntılı bir şekilde beyân buyururlar. Ve cenâb-ı Mevlânâ (ra) efendimiz de Mesnevî’lerinde bu ma'nâya işâreten şöyle buyururlar: Tercüme: “Benim yârimin hayâli, Halîl gibi geldi. Onun sûreti puttur. Velâkin onun ma'nâsı put kırıcıdır.” Ve Kur’ân-ı Kerîm’de İbrâhîm (as)’ın kıssasında “bel fealehu kebîrühüm hâzâ” ya’nî “ (Enbiyâ, 21/63) ya‘nî “Belki büyük put küçük putları kırdı” buyrulmasıyla bu ma'nâya işâret olunur. Çünkü insân-ı kâmilin sûretinin hayâle getirilmesi kalbdeki sûrî alâkaların giderilmesinde etkildir. Sâlik bu râbıta sebebiyle varlıksal alâkalardan kurtulup kalbini boşalttıktan sonra onun kalbi ilâhî tecellileri kabûle isti’dâdlı olup bu râbıtaya ihtiyâç kalmaz; kendisine ilâhî hakîkatler açılır. Fakat zâhir âlimleri bu râbıtayı “put”tur deyip inkâr ederler. Onun için cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) buyururlar ki, bu nefîs olan alâkanın inkârında Zeyne’lÂbidîn hazretlerinin “Benim kanımı müslüman erkekler helâl sayarlardı” sözünde, hayâl ve ikilem içinde kalan müslümanları zikretti. Çünkü hakîkate ulaşamamış olan bu müslümanlar varlığın ne olduğunu anlamamışlar ve Hak ile halkın ne olduğunu bilmediklerinden kendi hayâllerinde îcâd ettikleri Hakk’a tapmışlardır; ve Hak ve hakikati hayâl elbisesiyle örtmüşlerdir. Hakîkat erbâbı buldukları ve bildikleri hakîkatten onlara bir şey açıklasalar bu ma‘nâ onların hayâllerine uymadığı için derhal kâfirliğine hükmederler. Ve her birinin hayâli birdiğerine uymadığı için birbirlerinin de kâfirliğine hükmederler. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “yekfuru ba’düküm bi ba’dın ve yel’anu ba’düküm ba’dan ve me’vâkümün nâru ve mâ leküm min nâsırîn” ya’nî “bir kısmınız bir kısmınızı inkâr edecek ve bir kısmınız da bir kısmınızı lânetleyecek. Sizin dönüş yeriniz ateştir. Ve sizin için bir yardımcı yoktur” (Ankebût, 29/25). İşte böyle hayâllerine tâbi’ olan kimseler salt hakîkat olan bu yolu nasıl inkâr etmezler? Elbette inkâr ederler. Ve Hakk’ın zuhûru indinde bâtılın eseri kalır mı? Nitekim Hak Tealâ buyurur; “Bel nakzifu bil hakkı alel bâtıli fe yedmeguhu” (Enbiyâ, 21/18) ya'nî “Biz Hakk’ı bâtıl üzerine atarız. Bundan dolayı o Hak o bâtılı kahreder.” Çünkü hakîkat ortaya çıkıca bâtıl hayâl gider. Ve Hak’tan sonra ancak dalâl kalır. Ve “Hak geldiğinde bâtıl gider.” “Câel hakku ve zehekal bâtıl “(İsrâ, 17/81). [Şiir:] “Görmez misin ki, Hak Teâlâ sana bir ma'rifet mertebesi ihsân eyledi ki, sen o mertebenin altında olan bütün mertebeleri kararsız görürsün.” Çünkü ﺭﺗﺒﺔ ﺍﻧﻌﻠﻢ ﺍﻋﻠﻲ ﺍﺭﺗﺐbuyrulmuştur. Ve sen kendi hakîkatine ulaştığın zaman kendinin güneş olduğunu basîret gözüyle müşâhede edersin. Çünkü senin bir bâtıl hayâl olan “senliğin” gidince hakîkat güneşi doğar. Ve yıldızlar 54 Tedbirât-ı İlâhiyye Mukaddime mesâbesinde olup kendi dâirelerinde tasarruf edici olan zâhir ve bâtın duyuların meliklerdir. Güneş doğduğu zaman onun te’sîrinden yıldızların ışığı nasıl kapanırsa, senin vücûdunda da hakîkat güneşi doğunca, duyularının tasarrufu ve eserleri öylece kapanır. Nitekim bu hâle işâreten cenâb-ı Mevlânâ (ra) buyururlar: Mesnevî: Tercüme: “Hissiz ve kulaksız ve fikirsiz olunuz. Tâ ki “Yâ eyyetühen nefsül mutmainneh / İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardiyyeten” ya’nî “Ey mutmain olan nefs! Rabb’ine dön râzı olarak ve râzı olunmuş olarak!” (Fecr, 89/27-28) hitâbını işitesiniz.” “Kulillâhu sümme zerhüm fî havdıhim yel’abûn” (En‘âm, 6/91) ya‘nî “Sen Allâh’ın vücûdundan gayrı vücûd yoktur, de! Varsın onlar hayâlî çoklukların dedikodusuyla oynayıp dursunlar! “Ebrârın hasenâtı mukarreblerin sevyiâtıdır.” Çünkü ebrâr henüz hayâl mertebesindedir. Onların hayallerine uyarak iyi yaptıklarını zannettikleri şeyler, basîret gözleri hakîkate açılmış olan mukarrebîn indinde seyyiâttan ibârettir. Ve bu ma'nâya işâreten (Sav) Efendimiz buyururlar:“Ba‘zı vakitlerde kalbime perde geldiğinden ben günde Allah’a yüz kere istiğfâr ederim.” Ya‘nî büyük enbiyâ hazarâtı da’vet esnâsında kader sırrından örtülü olduklarından nebîlik yönleriyle halkın hakîkatlerine bakmaksızın onları dâ‘vet ederler. Bu onların teklifî emirlere olan hizmetleri olup “Yâ eyyüherresûlu bellıg mâ ünzile ileyke” ya’nî “Ey Resûl! Sana indirileni tebliğ et” (Mâide, 5/67) emrine uymakla olan bu da'vetleri hasenâtın aynıdır. Fakat, ne zamanki velâyetleri yönüyle, irâdî emre bakıp da‘vet ettikleri kimselerin, bu daveti kabûle isti’dâdları olmadığını görürler, önceki bakışın perde ve örtü olduğunu görürler. Ve hakikatten perdelenmeyi seyyie sayıp istiğfâr ederler. Her ne kadar kader sırrından perdelenmek nebîlik mertebesinin gereğinden ise de, bu bakışın hakîkat güneşinin önüne gelen bir perdeden ibâret olduğuna şüphe yoktur. Bu perde ise nebîlik mertebesinin kemâlidir. Nitekim gözün kapakları gözün kemâlidir; ve kapaksız göz noksandır. Bundan dolayı bundan nebîlerin ma'rifetine noksan gelmez. Çünkü nebîlik zâhire ve velâyet bâtına bağlanır. Nebîler (aleyhimü’s-selâm) ise her iki yönü de toplamışlardır. “Şimdi his âleminde sınırlanma zilleti altına dâhil olan bu iki şeye, ya‘nî tasdîk ve inkâra, dikkât et!” Çünkü his âlemi sınırlanmıştır. Örneğin görme duyusu pek uzak olan bir şeyi göremez; ve pek yakın olan şeyi de göremez. Nitekim bir kitabı gözümüze temâs ettirecek derecede yaklaştırsak okuyamayız; ve uzak olan bir cismi aslî büyüklüğü üzere göremeyiz. Nitekim güneş yeryüzünden pek büyük iken gözümüz onu bir kalkan büyüklüğünde görür. Ve aynı şekilde işitme duyusu pek uzakta olan bir sesi işitemez; ve pek hafîf olan sesi de hissedemez. 55 Tedbirât-ı İlâhiyye Mukaddime Nitekim bir karıncanın ayaklarının hışırtısı mevcût olduğu halde kulaklarımız onu duymaz. Ve görmediğimiz, duymadığımız şeyleri akıl ve irfânımız erişmediği zaman, inkâr ederiz. Bu inkâr ise duyularımızın bir çok hallerde bizi yanıltmasındandır. Çünkü his âlemi sınırlanma zilletliği altına dâhildir. Ve his âleminde vehim iblîsi hâkimdir. Vehmin şânı ise ikilemdir, aldatmaktır. Ve vehim veren kuvvetin hükmü ise hakîkatin ortaya çıkmasına kadardır. Hakîkatin ortaya çıkmasından sonra vehmin hükmetmesi kalmaz. Onun için Hak Teâlâ hazretleri İblîs’e hitâben “Ve inne aleyke la'netî ilâ yevmid dîn” (Sâd, 38/78) ya'nî “Benim senin üzerine olan la'netim kıyâmet gününe kadardır” buyurur. Çünkü kıyâmet günü hakikatin ortaya çıkması ve tabîat hükümlerinin yok olması vaktidir. Ve vahdet-i vücûdu ya’nî vücûdun birliğini ilim olarak ve hâl olarak idrâk eden tahkîk ehlinin indinde kıyâmet kâim olup, hakîkat zâhir olmuştur. Bundan dolayı onlarda vehmin musallat olması yoktur. Nitekim onlar hakkında Hak Teâlâ “İnne ıbâdî leyse leke aleyhim sultânun” ya’nî “muhakkak ki; benim kullarım üzerinde senin bir gücün yoktur” (Hicr, 15/42) buyurur. Şimdi his âleminin hâli böyle olunca, artık melekût âleminin nasıl olacağını sen düşün! Melekût âleminin hallerine vâkıf olup ondan bahseden bir tahkîk ehlinin sözlerini, henüz his ve tabîat âleminde mahsûr kalan bir zâhir âlim ve bir filozof işittiği zaman, derhal “Hurâfelerdir ve evhâmdır” deyip inkâr eder. Nitekim zamânın câhilleri Kur’ân’ın haberlerine “in hâzâ illâ esâtîrul evvelîn” ya’nî “Bu ancak evvelkilerin masallarından başka bir şey değildir” (En’âm, 6/25) dediler. Ve Cenâb-ı Hak onlar hakkında “Ya’lemûne zâhiren minel hayâtid dünyâ, ve hüm anil âhıreti hüm gâfilûn” ya’nî “Onlar, dünyâ hayâtının zahirini bilirler. Ve onlar, âhiretten gâfil olanlardır” (Rûm, 30/7) buyurdu. Böyle olunca hakîkat makāmının gayrı olarak, his âlemine ve tabîat âlemine bakarak konuşan kimseler muhakkak, ta'bîre sığmayan perişan rü’yâ sâhibidirler. Bunun delîlini istersen Cüneyd (ra) hazretlerinin “Sonradan olan Kadîm’e ulaştığında onun için eser kalmaz” sözüne dikkât et! Çünkü senin senliğini sonradan yapan şey sonradan olan bu kesîf taayyünündür. Senin hakikatin ise, latîfin en latîfi olan hakîkî vücuddur ki, sana şâh damarından, ya'nî içindeki ve dışındaki a‘zâdan, daha yakındır. “Ve nahnu akrebu ileyhi min hablil verîdi” ya’nî “Ve Biz, ona şah damarından daha yakınız” (Kāf, 50/16) ve “Ve nahnu akrebu ileyhi minküm ve lâkin lâ tubsirûn” ya’nî “Ve Biz, ona sizden daha yakınız fakat siz görmezsiniz” (Vâkıa, 56/85) âyet-i kerîmeleri bunun delîlidir. Sen kendi hakîkatini ilim olarak ve hâl olarak idrâk ettiğin vakit senliğin kalmaz. Ve senliğin kalmayınca da “benim” diyecek kendinde bir vücûd göremezsin; ve kendin- 56 Tedbirât-ı İlâhiyye Mukaddime de bir eser isbât edemezsin. Gerçi bu kesîf taayyünün yine yerinde durur. Fakat sen “Allah” ma'nâsında gark olursun. Bundan dolayı idrâkin başı ilim, sonu gark olmaktır. Ve gark olmak ise halden ibâret olup ne gibi bir şey olduğunu ibâre ile ta'rîf mümkün değildir. Çünkü idrâk nefsîdir. Şu takdirde duyular dâiresi içinde mahsûr kalan bir kimsenin kendi zannından ve vehminden ve kesîf taayyününün gereğinden söz söylemesi başka; tabîat ve duyular dâiresinden çıkıp izâfî ve kulluksal vücûdu hakîki vücûdda fânî olan kimsenin söz söylemesi başkadır. İlk sınıf hakkında Cenâb-ı Hak “ve mâ lehüm bi zâlike min ilm(ilmin), in hum illâ yezunnûn” (Câsiye, 45/24) buyurur. Ve ilim olarak ve hâl olarak Nebiyy-i zî-şâna tâbi' olan ikinci sınıf hakkında da “Ve mâ yentikü anil hevâ” ya’nî “Ve o, hevâsından konuşmaz” (Necm, 53/3) buyurur. 57 Tedbirât-ı İlâhiyye Mukaddime Şimdi hâriçten delîl talebinden sakın! Basamaklara muhtâc ol! Ve delîli, zâtın için zâtından talep et! Hakk’ı zâtında bulursun. Görmedin mi ki, Resûlullah (sav) Efendimiz’in nebîliği sâbit olduğu ve aklı çalışan nefislerde (Sav) Efendimiz’in nefsinin hevâsından değil, Allah Teâlâ tarafından söylediği karar kıldığı vakit boyun eğerek kulluğa ve teslîme dâhil oldular. Ve onlar üzerine teklîf edilen vâzifeler tasarruf edici oldu. Ve onlar “Delîli nedir ve sebebi nedir?” diye soru sormadılar. Ve sahâbe (rıdvânullâhi aleyhim) hazretlerinden ba'zıları Hak Teâlâ’nın “Yâ eyyuhellezîne âmenû lâ tes’elû an eşyâe in tubde lekum tesu’küm” ya’nî “Ey mü’minler, ba‘zı şeylerden soru sormayınız! Eğer o size açıklanırsa fenâ olursunuz” (Mâide, 5/101) sözünde, ondan yasaklanıncaya kadar, ona eşyâdan soru sordular. Sahâbe-i kirâm, Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve âlihî ve sellem) hazretlerinden soru sormaktan yasaklandık, dediler. Şimdi ey irşâd edilmek isteyen kardeşim! Seni yoldan nefret ettiren bir kimse sana sataşıp derse ki, onlardan delîl ve burhân talep et! Ya'nî bu yol ehlinin ilâhî sırlardan söylediği şeyde. Şimdi sen ondan yüz çevir! Ve bunun karşısında ona cevâben de ki: Balın tatlılığına ve cimâ'ın lezzetine ve onların benzerlerine delîlin nedir? Ve bana bu eşyânın mâhiyetinden haber ver! O elbette sana: Bu ancak zevk ile ya’nî bizzat yaşanılarak öğrenilen bir ilimdir; ta'rîf altına girmez ve onun üzerine delîl getirilemez, der. Şimdi sen ona: İşte bu da onun gibidir, de! Ve ona diğer bir misâl beyân edip de ki: Senin kendi elin ile binâ ettiğin bir evin olsa, ve senden başka ona bir kimsenin haberi olmasa; ve onun bahsi edilip haberi insanların kulaklarına ulaşsa; ve sen seçkinlerinden birini seçip o hâneye ancak onu soksan ve onu incelese; ve insanlardan onu oraya soktuktan sonra, senin ona vâkıf olduğun şeyi müşâhede ile ihâta etse; sonra insanlara çıksa ve oturup onlara onda gördüğü şeyi vasfetse; onun: O bu sıfattadır, diye anlattığı şey üzerine bu makāmda delîlin nedir, denilmesi doğru olur mu? Bu doğru olmaz. Birisi buna niyetlense, insanlar ona ahmak ve akılsız derler. Ve bu, üzerine delîl getirilmeyen şeydir, derler. Nihâyet biz hâne sâhibinin içeri aldığı bir adamı gördük; çıkıp gördüğü şeyi vasfetti. Şimdi ona güzel zannı olan ve indinde adâleti sâbit bulunan kimse, onu sözünde tasdîk eder. Ve tasdîk etmeyen kimse buna delîl gösterip susturmaz. Bir kimse onun söylediği sözü inkâr etmeyi iyi görmez. Ve eğer sen bu adamın iddiâsı üzerine vâkıf olmak istersen evin sâhibini isteklendir ki, seni de ona dâhil eylesin. Bundan dolayı sen de göresin. Bundan başka çâre yoktur. Şimdi ey kardeşim, takvâ netîcesi olan bu yüce ilim de bunun gibidir. Biz bir adamı Allah Teâlâ’ya takvâ ile amel etmiş; ve onun hudûdu indinde vâkıf olmuş; ve zühd ve vera' ve onun benzerleri ile vasıflanmış; daha sonra bu vasıflardan sonra akıllarımıza sığmayan bir ilim ile konuşmuş görür isek, ki Allah Sübhânehû hazretleri ledünnî ilmi ancak ona hîbe etmiştir, şimdi iddiâ 58 Tedbirât-ı İlâhiyye Mukaddime ettiği şeyde teslîm ve tasdîk ve ona iyi zan etmek ve i'tirâzı terk üzerimize vâcib olur. Çünkü Allah Teâlâ kullarından dilediğini ilimlerinden ba'zılarına mahsûs kılar. Nitekim “Yu’til hikmete men yeşâu” ya’nî “Hikmeti dilediğine verir” (Bakara, 2/269) buyurur. “Ve allemnâhu min ledünnâ ilmâ” ya’nî “Ledünnümüzden ilim öğrettiğimiz” (Kehf, 18/65) buyurur. Ve onun hakkında Musâ ve Hızır (sallallâhü aleyhimâ) mes’elesi yeterince iknâ edicidir, ya‘nî tahsîsde. “Lâ yus’elu ammâ yef’alu ve hüm yus’elûn” ya’nî “O, yaptığı şeylerden mes’ul değildir. Ve onlar, mes’uldür” (Enbiyâ, 21/23) Sahâbeden asla çıktı mı? Yâhut Nebi (s.a. ve âlihî ve sellem) hazretlerine öğle ve akşam namazlarının sebebi nedir? Ba‘zısında sessiz ve ba‘zısında sesli okunur, diye sordukları işitildi mi? Biz işitmedik ve bu olmadı. Çünkü onun ma’sûmluğu sâbit ve doğruluğu açık ve onun nefsinden söylemediği anlaşıldı. Şimdi biz seni, her ne vakit Nebî’nin vârisi olan, ve Resûl’ün doğruluğuna mu‘cizenin delîl oluşu gibi, ilminin sıhhatine delîl olan takvâya sarılmış bulunan kimse üzerine, delîl ve sebep talep eder görür isek; biliriz ki, senin indinde doğruluk sıfatı karar kılmış değildir. Ve senin için ondan az bir şey zâhir olmadı. Şimdi onların hallerini onlara teslim et ve onların sözlerini inkâr etme! Ve “Rabbî zidnî ilmen” ya’nî “Rabb’im ilmimi arttır” (Tâhâ, 20/114) de! Sana onun indinden bir kapı açılması umulur. (17) Ya‘nî kendi vücûdunun hâricinden delîl talep etme! Çünkü ne ararsan sende mevcûttur. “Basamaklara muhtâc ol!” Ya‘nî hakikatine yükselmek için sende bir takım merdiven basamakları vardır ki, onlar nefis yönünden “emmâre nefs,” “levvâme nefs” ve “mülhime nefs,” “mutmainne nefs” ve “râzıyye nefs” ve “marzıyye nefs” ve “kâmile nefs”dir. Ve rûh yönünden “hayvânî rûh” ve “kalb” ve “izâfî rûh” ve “sır” ve “sırrın sırrı” ve “hafî” ve “ahfâ”dır. Bunların hepsi her insanın kendi vücûdundadır. Ve insanın mi'râcı bu sûretle gerçekleşir. Ve her basamakta bir zevkî ilim ya’nî hakîkat yaşantısı peydâ olur ki, bu ilmi hâriçten almak mümkün değildir. Bundan dolayı “delîli, zâtın için zâtından talep et!” Hakk’ı “kâmile nefs” ve “ahfâ” mertebelerine ulaştığında kendinde bulursun ve zevkî ilim ile bilirsin. Ve zevkî ilimden söz söyleyenleri gördüğün zaman, onlardan delîl talep etme! Çünkü buna delil getirilmesi mümkün değildir. Onun delîli o sözlerin hakîkatini kendi nefsinde bulmandan ibârettir. Böyle olunca onların sözlerini kabûl et, inkâr etme! Görmedin mi ki, (Sav) Efendimiz’in nebîliği zâhirî halleri ile sâbit olduğu zaman ve Hak tarafından söylediğine aklı çalışan kimselerin nefislerinde kuvvetli bir ilim peydâ olduğu zaman, boyun eğdiler ve teslim oldular. Teklîf edilen vâzifelerden her ne tebliğ buyurdu ise, üzerlerine aldılar. Bu teklîfin sebebi nedir? Ve lüzûmuna delîl getir, demediler. Ve ashâbdan soru soranlar da var idi. Fakat 59 Tedbirât-ı İlâhiyye Mukaddime Mâide sûresinde olan: “Yâ eyyuhellezîne âmenû lâ tes’elû an eşyâe in tubde lekum tesu’küm” (Mâide, 5/101) ya‘nî “Ey mü’minler, ba‘zı şeylerden soru sormayınız! Eğer o size açıklanırsa fenâ olursunuz” âyet-i kerimesinin inişiyle, (Sav) Efendimiz’e soru sormaktan yasaklandık, dediler; ve sorudan vazgeçtiler. Bu âyetin iniş sebebini şöyle rivâyet ederler ki; Surakâ b. Mâlik (ra); “Yâ Resûlallah, her sene üzerimize hac vâcib midir?” diye soru sordu. “Ömründe ancak bir kerredir. Eğer sana her sene vâcibdir desem vâcib olurdu. Oysa ona tâkat getiremez idiniz. Bundan dolayı böyle şeylerden sormayı terk edin! Çünkü geçmiş ümmetlerin helâki peygamberlerine çok soru sormalarından ve ihtilâflarından oldu” buyurdular. Çünkü çok soru sormak, sorana külfet yükler. Bu hâl dünyevî işlerde de böyledir. Örneğin bir efendi hizmetkârına: “Git, çarşıdan bir okka üzüm al!” dese, hizmetkâr tahmîni olarak yenebilecek kadar bir üzüm almakla vazifesini yerine getirmiş olur. Eğer hizmetkâr: “Üzüm hangi türden olacak?” derse, efendi üzümün türünü ta'yîn eder. Ve hizmetkâr tekrar ‘"Kaç kuruşa kadar alayım?” dese, efendi değerini belirler. Eğer hizmetkâr soru sormasaydı kolaylıkla bir okka üzüm tedârik edip getirebilecek idi. Arka arkaya soruları sebebiyle türü ta'yîn edilmiş ve değeri belirlenmiş olan üzümü aramak için dolaşmak mecbûriyyetinde kaldı. Ve bu sorular zorluk ve külfet doğurdu. Nitekim bu hâl Bakara sûresinde bakara (inek) kesilmesi kıssasında açıkça hikâye buyrulmuştur. Sonuç olarak zevkî ya’nî bizzat hakîkatini yaşama müşâhedelerine dayanarak söz söyleyen hakîkat ehlinin sözlerine delil getirmesini istemek selîm akıl indinde münâsib değildir. Şimdi ey irşâd edilmek isteyen yol kardeşim! Seni bu yoldan nefret ettirmek ve sülûktan vazgeçirmek teşebbüsünde bulunan bir kimse sana derse ki: “Canım, bu yol ehlinin bir takım sözleri vardır ki, onları akıl kabûl etmiyor. Bunlardan delîl iste, söyledikleri sözleri aklen ispât etsinler! Onlara körükörüne teslîm olma! Sen böyle yok kesicilerden yüz çevir! Çünkü o hamâkatinden nâşî tâlib-i hakikat olmak lüzûmunu idrâk edemiyor. Ve seni de tenfîr edip kendisinin düştüğü kuyuya çekiyor. Sen o ahmağı susturmak ve irşâd için cevâben de ki: “Balın tatlılığına ve cimâ'ın lezzetine ve onların benzerlerine delîl getir! Çünkü balın tatlılığı ve cimâ'ın lezzeti mevcûttur. Henüz bal görüp yememiş ve henüz yetişkin olup nefsinde cimâ lezzetini tatmamış olan kimseye bunların vücûdunu isbât et!” dersen, bunların isbâtı mümkün değildir. O kimse balı tatmak ve yetişkin değilken bülûğ çağına ulaşıp cimâ‘ etmek ile bunların varlığına vâkıf olur. Ve aynı şekilde ona metinde tasvir ve îzâh edilen ev örneğini ver! 60 Tedbirât-ı İlâhiyye Mukaddime İşte takvâ netîcesi olan ve yüce tasavvuf ilmi de bu örneklere uygundur. İlâhî azametten korkarak, ilâhî kelâmında beyân buyurduğu emirler ve yasaklar dâiresini geçmeyen ve zühd ve vera‘ ve övülmüş ahlâk ile vasıflanmış olan bir kimsenin bizim akıllarımıza sığmayan bir ilimden bahsettiğini görür isek, onu tasdîk ve teslîm etmek ve ona iyi zan edip i'tirâz etmemek bizlere vâcib olur. Çünkü Allah Teâlâ ledünnî ilmin ancak bu vasıfları taşıyan kimselere ihsân eder. Bilesin ki, “akıl” dediğimiz ilâhi ni‘metin ihâta ve idrâk edemeyeceği bir şey yoktur. Ancak akl-ı külle kadar aklın muhtelif mertebeleri vardır. En düşük mertebesi “akl-ı maâş ya’nî geçimlik akıl”dır. Bu akıl tabîat âleminde mahsûr kalan kimselerin, ya'nî zâhir ehlinin aklıdır. Akl-ı maâş ya’nî geçimlik akıl ancak kendi dâiresinde tasarruf edicidir; ve şehâdet âleminin hallerini idrâk edicidir. Şehâdet âleminin üstündeki âlemin hallerini idrâk edemediği için onları uzak görür. “Bel kezzebû bimâ lem yuhîtû bi ilmihî” ya’nî “Hayır, ilmini ihâta edemedikleri şeyi yalanladırlar” (Yûnus, 10/39). Eğer akıl ilim ve irfan ile terbiye edilip yükselirse “akl-ı ma'âd ya’nî sonu düşünen akıl” olur. Bu akıl şehâdet âleminin üstündeki âlemlerin hallerini de idrâk eder. Şimdi akl-ı maâş kendi mertebesinde çeşitli olduğu gibi, akl-ı ma'âd dahi öylece çeşitlidir. Akılların minberlerinin çeşitli oluşu i'tibâriyle, sonsuz mertebeleri vardır. Ancak bu çeşitlilik akl-ı külle ulaşınca ortadan kalkar. Çünkü akl-ı kül mertebesi akılların bütün mertebelerini toplamıştır. Çünkü onun mertebesi “şehâdet,” “misâl,” “rûhlar” ve “sâbit ayn’lar’’ mertebelerinin üstü olan “vahdet ya’nî birlik mertebesi”dir. Ve onun üstü “salt ve sırf zât”tır ki, bütün vasıflar orada yok hükmündedir. Ve onun üstü yoktur; ve bu mertebenin akıl ile münâsebeti yoktur. Nebîler (aleyhimüVselâm) ile onların vârisleri olan tahkîk ehlinin kâmilleri hazretlerinin akılları “akl-ı kül”dür. Onun için onların idrâk ettikleri şeyi süflî mertebelerde olan akıllar idrâk edemez. Ve bu idrâk yokluğu sebebiyle i'tirâz ve inkâr ederler. Ancak akılların bu mertebelerini ârif olan kimseler, onların haber verdikleri şeyin hakikatini idrâk edemeseler bile, onları tasdîk ve teslîm eylerler. Bu hâli bir örnek ile îzâh edelim; Henüz okuma öğrenmekle uğraşan bir çocuğa fizik problemlerinden bahsedilse idrâk edemez. Çünkü henüz aklı o mertebeye yükselmemiştir. Ve aynı şekilde trigonometri ilmine vâkıf olmayan bir kimseye: “Galata Kulesi’nin kaç metre uzunluğunda olduğunu yanına gitmeden ölçmek mümkündür” denilse inkâr eder. Çünkü onun akıl mertebesine göre kuleleri böyle ölçmek mümkün değildir. Bu âlemde bunun örnekleri çoktur. İşte cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) hazretlerinin “Bizim akıllarımıza sığmayan” ifâdesinin ma‘nâsı budur. Yoksa hakîkatte aklın dışında hiçbir şey yoktur. Akıl ve onun mertebeleri bir ilâhî hîbedir. Bu mertebeleri ve aklın bu mertebelerine mahsûs olan ba‘zı ilimleri, Hak Teâlâ kullarından dilediğine ihsân eder. Nitekim 61 Tedbirât-ı İlâhiyye Mukaddime “Yu’til hikmete men yeşâu” ya’nî “Hikmeti dilediğine verir” (Bakara, 2/269) ve “Ve allemnâhu min ledünnâ ilmâ” ya’nî “Ledünnümüzden ilim öğrettiğimiz” (Kehf, 18/65) buyurur. Ve bunun çalışıp kazanmakla olmayıp hîbe ile olduğu bu âlemdeki haller ile âşikârdır. Nitekim bir okula devâm eden çocukların seviyesi öğrenme husûsunda eşit değildir. Ba'zıları çok çalışır, az şey öğrenir; ba‘zıları az çalışır çok şey öğrenir Bu ancak ilâhî hîbedir. Kehf sûresinde geçen Mûsâ ve Hızır (aleyhime’s-selâm) kıssası Hak Teâlâ’nın kullarından ba'zılarına ba‘zı ilimleri has kıldığına yeterince iknâ edici bir delîldir. “Lâ yus’elu ammâ yef’alu ve hüm yus’elûn” (Enbiyâ, 21/23) ya‘nî “Hak Teâlâ hazretlerine işlediği şeyden suâl olunmaz. Kendilerine hitâp gerçekleşenler mes’ûldürler.” Çünkü Hak Teâlâ mutlak cevâd ya’ni çok cömerttir; ve onun tecellîleri dâimdir. Kul kendi isti’dâdına göre onun tecellîlerini kabul eder. Bundan dolayı “Niçin ihsân ettin?” diye Hakk’a soru yöneltilmez. Belki “Niçin isti'dâdının noksanlığından dolayı ilâhî tecellîleri kabûl etmedin?” diye kullara soru yöneltilir. Ve aynı şekilde “îsti’dâdı dahi Hak vermiştir; kul ne yapsın?” denemez. Çünkü ezelî isti‘dâdlar yapılmış değildir; ilâhî isimlerin gerekleridir. İlâhî isimler yapılmış olmadığı gibi, onların gerekleri de yapılmış değildir. Burası sırf vahdet ya’nî birlik makāmıdır. Bundan dolayı soru ve cevâp kesilir. Soru ve cevap çokluklar içinde olmaktadır. Ve çokluklar i’tibârî gayrılıktır. Nitekim bu kitabın başlarında şerh yoluyla îzâh edilmiştir. Şimdi yukarıda îzâh edilen hakîkate vâkıf olan ashâb-ı kirâm hazretlerinden soru çıkmadı. (Sav) Efendimiz’e öğle ve akşam namazlarının sebebi ve illeti nedir? Niçin öğle ve ikindi namazlarında gizli ve sabâh ve akşam namazlarında âşikâr olarak Kur’ân okunur? diye soru sorulmadı. Biz böyle soru sorulduğuna dâir bir rivâyet işitmedik. Çünkü olmadı. Çünkü aklı çalışanlar indinde onun ma’sûmluğu sabit ve doğruluğu açık ve teblîğlerini kendi nefsinden uydurup söylemediği anlaşıldı. Fakat kalblerinde doğruluktan eser olmayan bir takım ahmaklar Kur’ân-ı Kerîm hakkında “in hâzâ illâhtilâk” ya’nî “bu ancak uydurmadır” (Sâd, 38/7) dediler. Şimdi ey dinleyici! Biz seni Nebî’nin vârisi ve takvâya sarılmış olan kimsenin ilâhî hikmetlerden söylediği sözler üzerine delîl talep eder bir hâlde görür isek, bu talebinden sende doğruluk sıfatının karar kılmadığını biliriz. Çünkü bir kimsenin takvâya devâmı ve ilâhî sınırları koruma gayretinde bulunması ilminin sıhhatine işâret eder.Nasıl ki, Peygamber’in mu'cizesini gördüğün vakit inkâra mecâlin kalmaz ve onun doğruluğunu mecbûren teslim eder isen, takvâ ehlini de öylece tasdîk etmelisin. Çünkü nefsânî sıfatlar, insan vücûdunda mutlaka şiddetle ortaya çıkmayı ister. Hak Teâlâ hazretleri ilâhî hükümleri ile onu sınırlamış ve kayıtlamıştır. Eğer 62 Tedbirât-ı İlâhiyye Mukaddime sınırlamamış ve kayıtlamamış olsaydı, insanlar aşağıların mutluluğu ve nefsânî ve hayvânî sıfatlar içinde boğulup aslî maksadı olan ilerleme ve yükselmeden mahrûm kalırlar idi. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: (Tîn, 95/4-6) “Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm. Sümme redednâhu esfele sâfilîn. İllellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti fe lehüm ecrun gayru memnûn” “Andolsun ki Biz, insanı, en güzel sûret içinde hálk ettik. Sonra onu, aşağıların aşağısına iâde ettik. Îmân edenler sâlih amel işleyenler hariç. İşte onlar için kesintisiz mükâfat vardır” Böyle olunca ilâhî hükümlere hürmet ile nefsi ilâhî sınırlar dâiresinde kullanmak gâyet güçtür. Şiddetle açığa çıkmayı isteyen nefsin hükümlerine muhalefetle, bunu başaran kimse şüphesiz kerâmet sâhibidir. Nitekim Hak Teâlâ “inne ekremeküm indallâhi etkâküm” ya’nî “muhakkak Allah indinde en kerîm olanınız en çok takvâ sâhibi olanınızdır” (Hucurât, 49/13) buyurur. Fakat nefsin hîleleri ve oyunları sebebiyle zâhirde takvâ sâhibi görünenler ile sâdece Allâh’ın vechi için takvâ sâhibi olanları ayırt etmek lâzımdır. Evvelkiler vehim yolunun sâlikleri olup Allâh’ın kullarının yol kesicileridir. İkinciler ise hakikat yolunun sâlikleri olup Allâh’ın kullarının kılavuzudur. Bunların her ikisi de sözlerinden ve fiillerinden anlaşılır. Mısra: Sözünden olur ma’lûm kişinin kendi miktârı Ve diğer mısra’: Aynası iştir kişinin lâfa bakılmaz Ya‘nî bir kimsenin sözünden irfan derecesi ve fiilinden de sözünün eri olup olmadığı anlaşılır. Cenâb-ı Şeyh (ra)’in tavsiyeleri, hakîkat yolunun yolcusu olan takvâ ehlinin sözlerini inkârın olmayışıdır. Yoksa henüz nefsinin hîleleri ve oyunları altında zebûn olanların sözleri zâten belli olduğundan, tamamıyla reddedilir. Doğruluk ehli olan önceki sınıfın sözlerini inkâr edersen sende doğruluk sıfatından bir parça bile bir şey yoktur. Bu gibi kerem sâhibi zâtların hallerini kendilerine mahsûs bilip teslim et! Sözlerini inkâr yönüne gitme! Ve “Yâ Rabbi bu hâs kuluna verdiğin ilimden beni de nasîplendirerek ilmimi arttır!” diye niyâz eyle! Belki sana da Hak tarafından böyle bir ilmin kapısı açılır. 63 Tedbirât-ı İlâhiyye Fasıl BUNDAN BİR FASILDIR Allah Teâlâ seni muvaffak eylesin! Allah Teâlâ’nın senin için belirlediği algılanabilir misâle olan îmânın ile berâber, onlar üzerine, gayb ile söylediklerini inkâr etme! Muhakkak ayna silindiği ve cilâ verildiği zaman ondan pas gider; ve bakanın sûreti onda görünür. O kimse nefsini güzel veyâ çirkin olarak görmez mi? Onun arkasına birisi geldiği vakit ona baktığında sûreti aynada gözükür. Kendisiyle berâber hâzır olanlara arkamda bir insan vardır; yâhut şöyle ve böyle sûrette bir şey vardır, der. O onu bilinen görüş ile görmediği halde, gördüğü şeyi yeterli derecede vasfeder. Oysa onu tasdîk etmek vâcibdir; çünkü o algılanmıştır. İdrâk edilen dahi bu şekilde algılananın benzeridir. İnsan kalbinin aynasına kast edip onu gayrılar pasından temizleyip cilâlar. Ve türlü riyâzât ve mücâhedeler sebebiyle, onu idrâk edilebilirlerin ve gayb ile ilgili şeylerin sûretlerinin tecellîsinden örten bütün perdeler ondan uzaklaşır. Şimdi sâfî ve cilâlanmış olduğu vakit, gayb ile ilgili şeylerden ona tekābül eden her bir şey onda görünür. Gördüğü şeyden söyler; ve gördüğü şeyi vasfeder. (Kalbin gördüğü şey yalan değildir). Ve işte bu yaklaştırma üzere bir misâldir. Ve eğer uzamasa biz keşfettiklerimizin kısımları ve sınıfları üzerine söylerdik. Lâkin bu kadar yeterlidir. Onun envâ'ına kemâl üzere vâkıf olmayı isteyen kimse yazdığımız eserlerden Cilâü’l-Kulûb’a vâkıf olmaya peydâ eylesin. Daha sonra bu müşâhede ilmi üzerine delîl talep eden kimse, bakalım kitâbın ma’nâlarını ilim olarak ihâta etti mi? Tâ ki ona o bundandır denilsin. Yâhut ona akıl delîli mi perde oldu? Şimdi kendisine teklîf aklı hâsıl olan ve onun hükümleri indinde vâkıf olan aklı olanın gâyesi, vâcib ve câiz ve imkânsız cinsindendir. Bu sûfînin söylediği şeyi câiz türünden kabûl etmek ona lâzımdır. Oysa bu sûfî câiz olan ile veyâhut akılların tereddüt ettikleri ile geldiği zaman, onun nefsi yönünden değil, ancak kadîm ilim yönünden, onların indinde vâcibdir. Çünkü nebîlik ve velîlik aklın tavrının üstüdür. Akıl ancak ya tereddüt eder veyâ câiz görür. Çünkü sûfî tevhîdin rükûnlarından bir rüknü ve şerîatın rükûnlarından bir rüknü yıkan bir şeyi delîl getirmez. Şimdi dinleyeni, inkâr hastalığında, ancak tasdîğin azlığı doğruluktan mahrûm etti. Sıfat ise ona dönüktür. Oysa sûfî kendisine nispet olunan şeyden münezzehtir. Ey çok dikkâtli olan kardeşim, helâke dâhil olmadan önce araştırıp bul! Ve insan bulunduğu hâl üzere ölür ve öldüğü hâl üzere haşr olunur. Bu sırların elden kaçırılmasından sakın, sakın! Bu nûrlar ile ziyâlan! Ey sevgili tâlib, teslim kilimini yay ve hürriyet ile inkâr esâretinden çık! Ve fikir kürsîsi üzerine 64 Tedbirât-ı İlâhiyye Fasıl otur! Ve mücâhede ağırlığını üzerine al ve muvâfakat ve müsâade tâcını başına koy! Ve hitâb mahallinin gayrından söylenene bak, Hakk’ı bulursun. Ve dinleyene bak! Onu dinleyen ve dinleten ve hitâb eden ve hitâb edilen bulursun. Şimdi o söyleyici ve dinleyici olduğu vakit, sen mevcût olduğun halde yoksun. Nitekim yok hükmünde olduğun halde hâzırsın. Ve işte bunun için (Sav) Efendimiz, Rabb’i azze ve celle hazretlerinden haber vererek: “Kul ben onu sevinceye kadar nâfilelerle bana yaklaşmaktan ayrılmaz. Ne zamanki Ben onu severim, onun işitmesi ve görmesi olurum” sözünde işâret buyururlar. Şimdi “görmesi” Hak olan kimse üzerine bir şey nasıl gizli olur? Ve “lisân”ı O olan kimsenin sözü nasıl son bulur? Şimdi bu mukaddimede tahakkuk edici ve onun indinde vâkıf ol ki, irşâd olunasın. Ve inşâallâhû Teâlâ âkıbetin mahmûd ola. Bundan dolayı sebeplerini çoğalt! Allah Teâlâ seni bu kitapta sana söylenen şeye muvaffak eylesin. Ve Allah Teâlâ bizi ve seni ilim ile faydalandırsın. Ve bizi onun ehlinden kılsın (bi-izzetihî!). (18) Bu bahis, zikredilen mukaddimeden bir fasıldır. Allah Teâlâ bu be- yânlarımızı anlamaya ve anladıktan sonra tasdîk ve teslîme seni muvaffak eylesin. Allah Teâlâ hazretleri his ve şehâdet âleminde, melekût âleminin hallerine işâret etmek üzere bir takım algılanabilir misâller belirlemiştir. Ve sen de onları inkâr edemeyip tasdîk edersin. Çünkü algılanabilen bir şeyin inkârını akıl kabûl etmez. Şimdi mâdemki bu gibi algılanabilir misâle îmânın vardır, bu îmânın ile berâber, tahkîk ehlinin gayb âlemine âit olan sözlerini işittiğin vakit onları inkâr etme! His ve şehâdet âlemindeki algılanabilir misâlden birisi budur ki, tozlu ve paslı olan bir ayna silindiği ve parlatıldığı zaman onun tozu ve pası gider. Ve bakanın sûreti o aynada gözükür. Ve o kimse güzel veyâ çirkin olan sûretini aynen aynada müşâhede eder. Bakanın arkasına birisi gelse aynaya bakınca onun sûretini de görür. Orada bulunanlara “arkamda bir insan var”; yâhut “şu biçimde ve şöyle bir sûrette bir şey var” der. Bakan onu bilinen görüş ile görmediği halde, ya'nî yüzünü arkasına çevirip o insana veyâ o şeye bakmadığı halde, aynada gördüğü sûreti tamâmı ile vasfeder ve ta‘rîf eder. Onun bu vasfetmesini ve ta'rîfini tasdîk etmek vâcibdir. Çünkü isteyen bir aynadaki sûrete ve bir de sûretin aslına bakarak bu vasfı ve ta‘rîfî tatbîk edebilir. Çünkü her ikisi de algılanabilirdir; ve inkârı mümkün değildir. İşte idrâk edilebilir olan şeyler dahi böylece algılanabilir olan şeylerin benzeridir. Şöyleki insanın kalbi aynaya benzemektedir. Ve onun pası ve tozu, tahkîk ehli indinde “mâsivâ” ta'bîr edilen varlıksal nakışlardır. Nitekim mürşidim Mevlevî Es’ad Dede hazretleri buyurur: Beyt: 65 Tedbirât-ı İlâhiyye Fasıl Gönül Hudâ’nın vechinin aynasıdır Onun pası mâsivâ nakışlarıdır Ne zamanki insan, kalbinin aynasına kastedip gayrılar ve mâsivâ pasını ondan siler ve kalb aynasından gayb ile ilgili idrâk edilebilir şeylerin, ya‘nî melekût âleminin sûretlerinin tecellîsine mâni’ olan bütün örtüler ve perdeler,türlü riyâzât ve mücâhedeler sebebiyle kalkar; onun bu sâfîlik hâli vaktinde gayb ile ilgili şeylerden ve melekût âleminden ona akseden her bir şey ve her bir sûret onda görünür. Kalb aynasına akseden şeye rûh gözü ve akıl gözü ile bakıp gördüğü şeyden söyler ve gördüğü şeyi vasfeder. Nitekim bu kitabın yazarı bu idrâk edilebilir ma’nâları ilk önce kalb aynasında müşâhede etmiş ve daha sonra harfler ve zarflar kisvesiyle his âlemine ihrâç etmiştir. Bu hakikate işâretle Hak Teâlâ hazretleri “Mâ kezebel fuâdu mâ reâ” ya’nî “Kalbi gördüğünü yalanlamadı” (Necm, 53/11) buyurur. İşte bu beyânlar idrâk edilebilir olanı algılanabilir olana yaklaştırmak için bir misâldir. Ve eğer sözü uzatma olmasa biz keşfettiklerimizin kısımları ve sınıfları üzerine bir çok şeyler söyler idik. Fakat bu kadar yeterlidir. Keşfettiklerimizin envâ‘ına kemâl üzere vâkıf olmak isteyen kimse yazdığımız eserlerden olan Cilâü’l-Kulûb ismindeki kitabımızı incelesin. Bundan sonra ma‘lûm olsun ki, kalb aynalarına aksetme sûretiyle müşâhede ettikleri gaybî ilimlerden bahseden tahkîk ehlinin sözlerine delîl talep eden kimsenin hâline bakarız. Eğer o kimse Kur’ân-ı azîmü’ş-şânın zâhir ve bâtın ma’nâlarını ilim olarak ihâta etmiş ise, ona, bu sözün delîli Allâh’ın kitâbından falân âyetin ma‘nâsıdır, denilerek cevap verilmesi mümkün olur. Eğer o kimse Allâh’ın kitâbının ma’nâlarını ihâta edememiş ve ona akıl delîli perde olmuş ise, böyle kendisine teklîf aklı hâsıl olan ve teklîf hükümleri indinde vâkıf olan kimsenin hükmünün üç şeyin dışında olmaması lâzım gelir ki, bunlar da “vâcib,” “câiz” ve “imkânsız”dır. Akıl indinde bunun dördüncüsü yoktur. Bu sıfatta bulunan bir akıllı kişi, tahkîk ehlinden olan bir sûfînin sözünü işittiği zaman, mademki Allâh’ın kitâbının ma’nâlarını ihâta edemediğinden onun delîline vâkıf olamadığı için “vâcib” saymıyor; hiç olmazsa onu “imkânsız” saymayıp “câiz” türünden görmesi ve inkâr etmemesi gerekir. Çünkü bu sûfî ilâhî emirler ve yasaklar dâiresinin dışına çıkmaz; ve zühd ve vera' ve övülmüş ahlâk ile vasıflanmıştır. Ve ilâhî sınırlar içerisinde hareket ettiğine hükmedilen bir kimsenin aynı zamanda yalancılığı tercih ederek ilâhî sınırlar dışında da hareket ettiğine hükmetmek, iki zıddın bir arada olmasına hükmetmek demek olacağından akıl bunu olabilir bir şey olarak görmez. 66 Tedbirât-ı İlâhiyye Fasıl Oysa bu sûfî aklen câiz görülmesi veyâ tereddüt edilmesi lâzım gelen bir şeyi beyân ettiği zaman, o sözü kendi nefsinden değil, ancak kadîm ilimden aldığı için bu söz onların indinde aklın hükmü gibi câiz olmaya veyâ tereddütte kalmaya şâyân değildir, belki vâcibdir. Çünkü nebîlik ve velîlik cüz’î akıl tavrının üstündedir. Fakat küllî akıl tavrının üstü değildir. Nitekim aklın mertebeleri yukarıdaki şerhde îzâh edildi. Cüz’î akıl ya tereddüt eder veyâ câiz görür. Çünkü sûfî beyân ettiği gaybî ilimlerde tevhîd rükûnlarından bir rüknü ve şerîat rükûnlarından bir rüknü yıkan bir şeyi getirmez. Bu sebeple cüz’î aklın o sözü ya câiz görmesi veyâ tereddüt edip inkâr etmemesi lâzım gelir. İşte doğruluk sâhibi olan cüz’î akıllar sâhiplerinin tavrı budur. Böyle olunca dinleyeni doğruluktan mahrûm eden şey, inkâr hastalığında ancak tasdîğin azlığıdır. Ve tasdîğin azlığı ise cüz’î aklın gereğine muhâlefet ve vehim şeytânına uymaktır. Ve bu sıfat dinleyene dönüktür, sûfîye dönük değildir. Oysa sûfî, böyle cüz’î aklın hükmüne muhâlefet eden kimse tarafından kendisine nispet edilen yalancılıktan münezzehtir. Bundan dolayı yalancılık sıfatı, sûfîyi yalanlayan böyle bir dinleyiciye dönük olur; ya'nî yalancı olan sûfî olmaz, belki onu inkâr eden dinleyicinin kendisi olur. Ey idrâki çok olan insânî sûret kardeşim! Bu beşerî taayyünün ölüm ile bozulma zamânı gelmezden evvel, ondan sonra kat' edeceğin mertebeler için hazırlan! Çünkü hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere insan şehâdet âleminde ne hâl üzerine bulunursa o hâl üzere ölür; ve ne hâl üzere ölmüş ise o hâl üzere haşr olur. Toprak zerrelerinin milyarlarda biri bitki mertebesine gelir. Ve bitki mertebesine gelen toprak zerrelerinin milyarlarda biri hayvân mertebesine intikâl eder. Ve hayvân mertebesine intikâl eden toprak zerrelerinin milyarlarda biri insânî sûrete gelir. Ve insânî sûrette peydâ olan nutfenin binlerde biri diğer bir insânî sûrete döner. Ve insânî fertlerin milyonlarda biri hak dîn ve doğru inanç sâhibi olur. Ve bunların yüzbinlerde biri “idrâki geniş” olur. Ve idrâki geniş olanların binde biri hakîkat tâlibi ve ilâhi bilgiye susamış olur. Mâdemki sen bu kadar mertebeleri kat' ile idrâki geniş ve hakîkat tâlibi bir insan oldun; hayâtta iken bu sırlara vâkıf olmak fırsatını yitirmekten sakın, sakın! Ve bu ilâhî bilgi nûrları ile ışıldayıcı ol! Ey bu sırların sevgili tâlibi, tahkîk ehlinin sözlerini teslîm ve tasdîk kilimini yay! Ve akıl ve fikrini hür bırakıp onları inkâr etme ve yalanlama esâretinden çık ve fikir kürsîsi üzerine otur: Mesnevî: Tercüme: “Ey birâder, sen ancak bir düşünceden ve fikirden ibâretsin. Üst tarafın kemik ve sinirler ve adaleler ve liflerden ibârettir.” Ve bu kesîf taayyünün gerekleri olan hayvânî sıfatların ortaya çıkmasına muhâlefet ederek mücâhede ağırlığını üzerine al! Ve tahkîk ehlinin kadîm ilimden aldıkları kelâma muhâlefet etmekten vazgeçip muvâfakat ve müsâade tâcını 67 Tedbirât-ı İlâhiyye Fasıl başına koy! Ve hitâb mahalli olan zâhir lisâna bakıştan fikrini çevirip sözün aslî çıkış yerine bak, Hakk’ı bulursun. Çünkü insânî sûret yukarıda îzâh edildiği üzere mâdenden ibâret olan maddesel zerrelerin bir arada toplanmasından oluşan bir terkîbdir ki, onda mevcût olan göz, kulak, dil vb. Hakk’ın sem‘, basar ve kelâm gibi sıfâtının açığa çıkması için konulmuş pencerelerdir. Ve bu ilâhî bilgiyi kendine düstûr edinip dinleyen kimseye baktığın zaman, onu dinleyen ve dinlettiren ve hitâb eden ve hitâb edilen bulursun. Nitekim güneş bir olduğu halde muhtelif pencerelerden, o pencerelerin şekillerine ve büyüklüğüne göre ışığı geçer. Pencerelerin çokluğu güneşin çok olmasını gerektirmez. Şimdi Hak söyleyen ve dinleyen olduğu vakit, sen her ne kadar maddesel sûretin itibariyle mevcût isen de, hakîkatte bu sıfatlar, o maddesel sonuk sûretin olmadığından, sen yok hükmündesin. Söylemeyi ve dinlemeyi kendine bağlaman vehminden doğmaktadır. Ne zamanki Hakk’ın bu sıfatlarının, senin bu maddesel sûretine yansıması ölüm ile senden kesilir ve duyu pencereleri kapanır; kendine bağladığın bu sıfatların senin olmadığı ve bu husûstaki da’vânın vehimden olduğu fiilen ortaya çıkar. Nitekim senin kırk yaşında olduğunu farz ettiğimiz vakit, kırk sene evvel ortada yok idin. Ve ömrünü yetmiş sene farz ettiğimizde ondan sonra yine yok olursun. Ve bu iki yokluk hâli içinde “hayat” dediğimiz sıfat senin olmayıp Hakk’ın olduğu için, her ne kadar hâzır görünmekte isen de, hakîkatte yine yoksun. İşte (Sav) Efendimiz Rabb’i azze ve celle hazretlerinden haber verip: “Kul ben onu sevinceye kadar nâfileler ile bana yaklaşmaktan ayrılmaz. Ne zaman Ben onu severim, onun işitmesi ve görmesi olurum” sözünde işâret buyururlar. Bilinsin ki, yukarıdaki îzâhlara bakarak Hak Teâlâ hazretleri hakîkatte bütün kullarının işitmesi ve görmesi ve lisânıdır. Fakat kullarının çoğu bu sıfatları vehmî vücûtlarına bağlayıp bu hakîkatten habersizdirler. Bundan dolayı onların kendi zanlarınca Hak, kendilerinin işitmesi ve görmesi ve lisânı değildir. Bu vehmin onlardan kalkması ve hâlin hakîkatine vâkıf olmaları, ancak nebîlere ve onların getirdikleri hükümlere tamâmıyle tâbi' olarak nefsânî sıfatlarının örtünmesiyle mümkündür. Ve bu hâl ilâhî ezelî muhabbetin onlar hakkında tecellîsi sebebiyle onların da Hakk’a muhabbetleriyle meydana gelir. Nitekim Hak Teâlâ “yuhıbbühüm ve yuhıbbûnehû” ya’nî “(Allah) onları sever, onlar da O’nu severler” (Mâide, 5/54) buyurur. Ve kulların nâfile ibâdetleri hiç ayrılmadan yapmaları, Hakk’a olan muhabbetlerinden dolayı dosdoğru olarak Hakk’a yönelmeleriyle mümkün olur. Çünkü ibâdetlere devâm mutlaka muhabbetin sürüklemesiyle olur. İbâdet eden ya doğrudan doğruya Hakk’a muhabbet ile onun emrine hürmet için ibâdet eder; bu şekilde onun bakışında cennet lezzetleri ve cehennem elemleri bulunmaz. 68 Tedbirât-ı İlâhiyye Fasıl Veyâhut cennet lezzetlerine muhabbet ve cehennem elemlerinden korku ile Hakk’a ibâdet eder. Bu ise ancak kendi nefsine muhabbetten kaynaklanır. Bundan dolayı her iki şıkta da yapılan ibâdetin sürükleyicisi, muhabbet olur. Fakat ilk muhabbet seçkinlere ve ikincisi mü’minlerin avâmına mahsûstur. Şimdi seçkinlerin nâfile ibâdetlere ara vermeden devâm etmesi hâlinde Hakk’ın ezelî muhabbeti onlar hakkında fiilen zuhûr ve tahakkuk eder. Ve bu tahakkuk neticesinde vehmî vücûtlarının hakîkî vücûtta fenâsını müşâhede ederler; ve bu fenâ içinde kendilerinden çıkan sıfatların kendilerinin olmadığını bilirler. Bundan dolayı görmesi Hak olan böyle bir kimseden bir şeyin gizli olması mümkün olur mu? Ve lisânı Hakk’ın lisânı olan böyle bir kimsenin sözü son bulur mu? İşte ey hakîkat tâlibi, bu mukaddimede beyân edilen ma’nâları kalbine sindirip o ma'nâlar ile tahakkuk edici ol! Ve o ma'nâların üzerinde günlerce dur ve iyice araştır ki, doğru yolu bulasın! Ve inşâallah âkıbetin mahmûd olur. Böyle olunca hakîkate vâkıf olma sebeplerini çoğalt! Allah Teâlâ seni bu kitapta sana bildirdiğimiz şeyleri anlamaya ve hakîkatine ermeye muvaffak eylesin! Ve Allah Teâlâ bizi ve seni ledünnî ilmi ile faydalandırsın. Ve bizi ve seni ledünnî ilimlerin ehlinden kılsın! (Âmîn bi-izzetihî!) 69 Tedbirât-ı İlâhiyye Fihrist KİTABIN FİHRİSTİ Kitâbın yazarı der ki, bu mukaddime ve önbilgiyi yazıp bitirdiğimizde, onlardan belirli bir sırra vâkıf olmayı isteyen kimseye kolaylık olsun diyerek, bölümlerin fihristi hakkında bir fasıl takdîmini uygun gördük. Fihristte olan bölüme bakar, ona isteği kolaylaşır, inşâallahü Teâlâ. Birinci bölüm : Bedenin hükümdârından ibâret olan vücûdun halîfesi; ve sûfîlerin onun hakkında garazları; ve onların ta'bîri beyânındadır. İkinci bölüm : Onun mâhiyyeti ve hakîkati hakkında âlimlerin ihtilâfı beyânındadır. Üçüncü bölüm : Cisim medînesinde (şehrinde) ikâmet ve onun bu halîfeye bir mülk olması yönünden ayrıntılanması beyânındadır. : Kendisinden dolayı akıl ve hevâ arasında savaşlar olan sebebin zikrine dâirdir. Dördüncü bölüm Beşinci bölüm : Bir imâma hâs olan isim ve onun sıfâtı ve halleri beyânındadır. Altıncı bölüm : Bu medînenin (şehrin) kadısı olan adâlet beyânındadır ki,onun hükümlerini ve tedbîrlerini bilicidir. Yedinci bölüm : Vezîr ve onun sıfatları beyânındadır. Sekizinci Bölüm : Hikmetlere ve şerîate âit firâset beyânındadır. Dokuzuncu bölüm : Kâtib ve onun sıfatları ve kitapları beyânındadır. Onuncu bölüm : Vergi toplama ve harâc ashâbı olan reîslerin ve memurların beyânındadır. On birinci bölüm : Toplanan vergilerin ilâhî hazrete yükseltilmesi ve kudsî imâmın onlara vâkıf oluşu ve onları Melik-i Hak Sübhânehû hazretlerine yükseltmesi beyânındadır. : Bozgunculuk edenlere yönelik elçiler ve resûller beyânındadır. On ikinci bölüm On üçüncü bölüm : Kumandanlar ve ordular siyâseti ve onların mertebeleri beyânındadır. On dördüncü bölüm : Düşmanla karşılaşma ânında savaşların idâresi ve orduların tertîbi beyânındadır. 70 Tedbirât-ı İlâhiyye Fihrist On beşinci bölüm : Bu mertebeye gâlib olan sırrın zikrine ve onun üzerine tenbîhe dâirdir. On altıncı bölüm : Rûhâniyyetin, ya‘nî rûhun mevsimlere göre gıdâ tertîbi beyânındadır. : İnsana yüklenmiş olan sırların özellikleri beyânındadır; ve o beş bölüm üzerinedir. On yedinci bölüm Birinci bâb: Aklın feyzlendirme esâsı beyânındadır ki, kitâb bölümlerinin on sekizincisidir. İkinci bâb: Engelleyici perdeler beyânındadır ki, kitâb bölümlerinin on dokuzuncusudur. Üçüncü bâb: İmâm-ı mübînden ibâret olan levh-i mahfûz ve mahv ve isbât levhi beyânındadır ki, kitâb bölümlerinin yirmincisidir. Dördüncü bâb: Âh etmelerin sebepleri, ya‘nî sevinçten veyâhut kederden şiddetli teneffüsün sebepleri beyânındadır ki, kitâb bölümlerinin yirmi birincisidir. Beşinci bâb: Sâlik olan mürîde vasiyet beyânındadır. Bu da fasıllar üzerine olup onunla kitap sonlanır. 71 Tedbirât-ı İlâhiyye Birinci Bölüm BİRİNCİ BÖLÜM Bedenin Hükümdârından İbâret olan Vücûd Halîfesi ve Sûfîlerin Onun Hakkında Garazları ve Onları Ta‘bîri Beyânındadır. Bilinsin ki, muhakkak bu halîfe “küllî rûh”tur. Ve Allah Sübhânehû ve Teâlâ ona: “Ve iz kâle rabbüke lil melâiketi innî câilun fîl ardı halîfeh” (Bakara, 2/30) ya‘nî “Yâ Habîbim, zikret şu vakti ki, Rabb’in meleklere ben yeryüzünde bir halîfe kılıcıyım, dedi” mübârek sözünde dikkât çekti. Ve en küçük âlemde onun karşılığı beden arzında “rûh”un halîfe kılınmasıdır. Biz bu kitabın başında ona işâret ettiğimiz şeyde kastettik; ve bu kitabın tamâmında onun meydana çıkarılmasına azmettik. Ve dünyâ hayâtının zâhirini bilen ve âhiretlerinden gâfil olan kör tenkîdçilerin kötüleme ve tenkîd etme korkusunu önbilgide yazdık. Ve tenkîdçinin ona bir yol bulamaması için murâd ettiğimiz şeyin hakîkatini ortaya koyduk. Şimdi biz Allah Teâlâ’nın bereketi üzerine söyleriz. Allah Teâlâ ise hakkı söyler ve doğru yola irşâd eyler. Bilinsin ki, bu kitabın başlarında şerh edildiği üzere bir olan hakîki vücûdun gayrılık elbisesi ile zuhûru rûh mertebesinde olmuştur. Ve bu mertebe ferd ve vâhid ya’nî birdir. Çünkü birden ancak bir çıkar. Tahkîk ehli buna “küllî ya’nî bütünsel rûh” ve “ilk halîfe” derler. Ve küllî rûh emr, ya‘nî ilâhî küllî iştir. Nitekim âyet-i kerîmede “kulir rûhu min emri rabbî” ya’nî “De ki: “Ruh, Rabbimin emrindendir” (İsrâ, 17/85) buyrulmuştur.. Ve bu küllî ya’nî bütünsel rûhun cüz’leri ve tâbi‘leri sonsuzdur. Çünkü ilâhî küllî işin sonsuz cüz’leri ve tâbi’leri vardır ki, bunlara “ilâhî işler” ve “ilâhî bağıntılar” derler. Birin bağıntıları türündendir. Çünkü birin yarım, üçte bir, çeyrek, beşte bir ve diğerleri gibi sonsuz bağıntıları vardır. Ve küllî rûh, “hakîkat-i muhammediye”nin küllî olarak rûhî mertebede tenezzülünden başka bir şey değildir. Nitekim hadîs-i şerifte “Allah ilk önce benim rûhumu hálk etti” buyrulmuştur. Şimdi bu rûh ve onun tâbi‘leri ve cüz’leri rûhî mertebede kaldıkça, halîfeliğin fîilî eserleri ortaya çıkamayacağından, daha sonra bu küllî rûhtan ilâhî ilimde sâbit olan ilâhî isimlerin sûretlerinin görünme yerleri ayrıldı. Nitekim hadîs-i şerifte: “Ben Allah’tanım, mü’minlerde benim nûrumdandır” buyrulmuştur. Mesnevî şerh edicilerinden, Bahr’ul-ulûm Mevlânâ Abdü’l-Aliyy (ks) Risâle’lerinde buyururlar ki: “Rûhlar iki kısımdır: Bir kısmının tasarruf ve tedbîr dolayısıyla bedenlere bağlantısı yoktur; cismimizde olan konuşan nefsin tedbîr ve tasarrufu gibi. Ve onlara “Kerûbiyân” derler. Bunlar da iki kısımdır: Bir kısmının cisimler âleminden haberi yoktur. Çünkü bunlar “mecnûnlar”dır. Vahdet 72 Tedbirât-ı İlâhiyye Birinci Bölüm ya’nî birlik tecellîleri kahrı onların ilimlerini yakmıştır. Âdem’e secdeye ve boyun eğmeye me’mûr olmadıklarının sebebi budur. Onlar Hak Teâlâ’nın azametinde kendinde geçmiş ve dîvâne ve Hakk’ın cemâlini mütâlaada yegânedirler. Ve onlara “müheyyem melekler” derler. Ve bir kısmının da her ne kadar cisimler âlemine bağlantısı yok ise de, onların her bir ferdi cisimlerden bir cisim üzerinde idâre edicidir. Zeyd’in cismini Zeyd’in rûhunun idâre edici olması gibi. Bunlar Kayyûmiyyet’in müşâhedesi içinde kendilerinde geçmiş ve hayrette kalmışlardır. Fakat onlar ulûhiyyet ya’nî ilâhlık bârigâhının kapıcıları ve rubûbiyyet ya’nî rabblık feyzinin vâsıtalarıdır. Ve akdes ve a’lâ feyz hazreti iki kısım üzerinedir: Biri “hâs vech feyzi” ve diğeri “tertîb silsilesi feyzi”dir. “Hâs vech feyzi” Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin sirâyet etmesi yönünden kulun kalbine, gayrın vâsıtası olmaksızın, dolup taşan bir feyzden ibârettir. Ve “tertîb silsilesi feyzi” bahsedilen kapıcılar vasıtasıyla olur. Ve onlara “ceberûtî melekler” derler. Ve onların reîsine “rûh-i a‘zam” derler. Ve diğer bir itibâr ile “kalem-i a‘lâ” derler. Nitekim “Allah Teâlâ ilk önce kalemi hálk etti” buyrulmuştur. Ve diğer bir i'tibâr ile de “akl-ı evvel” derler. Nitekim “Allah Teâlâ ilk önce aklı hálk etti” buyrulmuştur. Ve “rûh-i a'zam” bu sınıfın ilk saffındadır. Ve “rûhu’l-kuds,” ki ona “Cebrâîl” derler, onların son saffındadır. Ve diğer kısmı, her biri bir cisimde tedbîr ve tasarruf i'tibâriyle, cisimler âlemine bağlanırlar. Ve onlara “rûhâniyân” derler. Ve bunlar da iki kısımdır: Bir kısmı göklere dönük olarak tasarruf ederler; ve onlara “a’lâ melekût” derler. Ve diğer kısmı yere dönük olarak tasarruf ederler; ve onlara “ednâ melekût” derler. Ve her bir şey üzerine bir melek vekîl tâyin edilmiştir. Ve hadîs-i şerifte “dağların melekleri” ve “rüzgâr melekleri” ve “gök gürültüsü melekleri” ve “şimşek melekleri” ve “bulut melekleri” olarak bize ulaşmıştır. Tâ ki “Fe subhânellezî bi yedihî melekûtu külli şey’in” ya’nî “İşte O, Sübhan'dır. Herşeyin melekûtu O'nun elindedir” (Yâsîn, 36/83) hakikati perdesini kaldırmaya. Bu ma‘nâyı hakikati ile bilmek mümkün değildir. Ve “cin” ve “şeytanlar” denilen ateşsel rûhlar “en aşağı melekût” cinsindendir. Ve onlardan ba'zıları insânî tür üzerine musallat edilmiştir. Ve “İblîs” onların reisidir. Ve onlardan ba'zıları teklîf ve vahyi kabûl edicilik ile muhâtaptır. Yolun imâmları ve tahkîk ehlinin seyyidleri indinde onlar hakkında bir çok ihtilâf vardır. Ve her biri kendi makāmından haber vermiştir. Ve onun şerhi uzundur.” Rûhlar ve melâike-i kirâmın hakîkati hakkında fakîr tarafından Fusûsu’lHikem’e yazılan şerhin önsözünde bir takım esâsa âit bilgiler verilmiştir. Burada tekrârı sözü uzatmak olur. Şu kadar îzâh edelim ki, melek “kuvvet” ve “şiddet” ma'nâsınadır. Rûhlar ilâhî sıfatlardan birer sıfat olan Hayat ve Kudret sıfatlarının gayrılık elbisesi ile açığa çıkan görünme yerleridir. Vücûd mertebelerinde ilâhî 73 Tedbirât-ı İlâhiyye Birinci Bölüm fiiller onlar ile açığa çıkar. Çünkü bir vücûdda hayat ve kudret olmasa, ondan aslâ bir fiil çıkmaz. Ve ilâhî fiillerin en belirgin mertebesi şehâdet âlemidir. Bundan dolayı vücûdun halîfesi olan bu “küllî rûh”un birdîğerinden ayrılmış olan tâbi'lerine hitâben Hak Teâlâ “innî câilun fîl ardı halîfeh” (Bakara, 2/30) ya‘nî “Ben yeryüzünde bir halîfe kılıcıyım” (Bakara, 2/30) buyurmuştur. Ve en büyük âlem olan şehâdet hazretinde halîfe “Âdem”dir. Ve en küçük âlem olan “Âdem”de onun karşılığı beden arzında “rûh”un halîfe kılınmasıdır. Nitekim bu kitabın başında “Hamd olsun Allâhü Zü’l-Celâl’e ki, insanı ilmî vücûttan aynî vücûda çıkardı” ibâresinde işâret ettiğimiz ma‘nâda bunu kastettik. Ve bu kitabın tamâmında o vücûd halîfesinin meydana çıkarılmasına azmettik. Ve “Ya’lemûne zâhiren minel hayâtid dünyâ, ve hüm anil âhıreti hüm gâfilûn” ya’nî “Onlar, dünya hayâtının zâhirini bilirler. Ve onlar, âhiretten gâfil olanlardır” (Rûm, 30/7)âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu üzere, dünyâ hayâtının beş duyu ile algılanan zâhirini bilip ve basîret gözlerinin kör olmasından dolayı işlerin âkıbetlerini göremeyip gaflet içinde bulunan tenkîdçilerin kötüleme ve tenkîd etmeleri korkusunu bu bölümden önce geçen “Önbilgi” adı altındaki bahiste ayrıntılı bir şekilde îzâh ettik. Ve cüz’î akıllarının dâiresinde mahsûr kalan fikirleri sınırlı resmî âlimler ile tabîat ilimleri filozoflarından ibâret olan bu a‘mâ tenkîdçilerin bu kitaptaki beyânlara bir kötüleme ve tenkîd yolu bulamamaları için, beyânlarımızda murâd ettiğimiz ma'nânın hakîkatini delîller ile ortaya koyduk. Şimdi biz Allah Teâlâ’nın bereketi ile söylüyoruz. Ya'nî bizim sözümüz Cenâb-ı Hak’tandır. Ve Hak Teâlâ ise hakkı söyler ve doğru yola irşâd eyler. 74 Tedbirât-ı İlâhiyye Birinci Bölüm [KİTÂBIN YAZIM SEBEBİ] Bu kitâbı yazma sebebimiz bu idi ki, sâlih bir şeyh olan Ebû Muhammed el-Mûrûrî’yi ziyâret ettiğim zaman onun indinde “Hakîm”in, Zü’l-karneyn için, onunla berâber yürümeye kudretinin olmadığı zamanda, tasnif ettiği Sırru’l-Esrâr kitabını buldum. Ebû Muhammed bana dedi ki: “Bu yazar bu dünyevî memleketin idâresine nazar etmiştir. Ve ben senden kendisinde saadetimiz bulunan ve ona tekabül eden insan memleketinin siyâsetini isterim.” Şimdi ben ona icâbet ettim. Ve hakîmin ona koyduğundan daha çok mülk idâresi ma‘nâlarını bu kitaba koydum. Ve onda “Hakîm”in büyük mülkün idâresi hakkında gaflet ettiği bir takım şeyleri de ortaya koydum. Ve onu Mûrûr şehrinde, dört günden daha az bir zaman içinde tamamladım. Ve kitabın büyüklüğü, bu kitabın büyüklüğünün çeyreği ve üçte biri kadar idi. Şimdi bu kitap mülklerin hizmetkârlarına onun hizmetinde; ve âhiret yolu sâhibine de onun kendi nefsinde menfaat bahşedicidir. Ve herkes kendi niyyeti ve kasdı üzerine haşrolur (Vallâhü’l-müste‘ân). Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) bu kitabın yazım sebebini beyân ederek buyururlar ki: “Şeyh Ebû Muhammed el-Mûrûrî’yi ziyaret ettiğim zaman, onun nezdinde Sırru’l-Esrâr isminde bir kitap gördüm. “Mûrûr” “mîm”in ve ilk “râ”nın zammı ile Kuzey Afrika’da olan bir şehrin ismidir. Cenâb-ı Şeyh (ra) İspanya’dan oraya geçip seyahat buyurmuş ve o diyârın ehlullâhı ile sohbet eylemiştir. Hz. Şeyh-i Ekber (ra) bu Sırru’l-Esrâr kitabını yazan “Hakîm”in ismini zikretmemiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de kıssası beyân buyrulan İskender Zü’l-karneyn’in devrinde yaşayan bir zât olduğu ve bu kitabı yaşlılık zaafından dolayı onunla berâber seyâhate kudreti olmadığı vakitte, dâimâ nezdinde bulundurarak hükümet idâresinde içeriğinden istifâde etmesi niyetiyle Zü’l-karneyn için yazdığı anlaşılmaktadır. İhtimâl ki, bu kitabın bir nüshası Kuzey Afrika’da bulunan kütüphânelerin bir köşesinde mevcûttur. İçeriği dünyevî memleketin idâresine dâir olduğuna göre bir idâre hukûku kitabı demek olur. Hz. Şeyh buyururlar ki: Ebû Muhammed bana hitâben şöyle dedi: Bu yazar, ya‘nî bu Zü’l-karneyn’in Hakîm’i, bu kitabında dünyevî memleketin tedbîrinden ve idâresinden bahsetmiştir. Ve ben senden bu kitaba karşılık olarak insânî memleketin siyâsetini isterim ki, bu siyâseti bilmekte bizim uhrevî saâdetimiz oluşur. Ya'nî dünyevî memlekette, nasıl ki hükümdâr ve onun vezîri vesâir idâreye bağlı olanlar varsa, bir memleket hükmünde olan insan vücûdundan da öylece bir hükümdar ve vezîri vesâir idâreye bağlı olanlar vardır. Bunlar nelerden ibârettir ve nasıl tasarruf ve idâre ederler? Bunları beyân et! 75 Tedbirât-ı İlâhiyye Birinci Bölüm Ben Ebû Muhammed’in bu talebini kabûl ettim. Ve Zü’l-karneyn’in Hakîm’inin o kitaba koymuş olduğu mülk idâresi ma‘nâlarından daha çoğunu ona karşılık olarak yazdığım bu kitaba koydum. Ve Zü’l-karneyn’in Hakîm’inin kendi kitabında büyük mülkün, ya'nî dünyevî memleketinin, idâresi hakkında gaflet ettiği bir takım husûsları da beyân ettim ve ortaya koydum. Ve bu kitabımı Mûrûr şehrinde dört günden daha az bir zaman içinde bitirdim. Ve Hakîm’in kitabının büyüklüğü, benim kitabımın büyüklüğünün yaklaşık çeyreği veyâ üçte biri kadar bir şey idi. Şimdi benim bu kitabımda dünyevî memleketin idâre tarzı bulunduğundan hükümdârların hizmetinde bulunan kimselerin işine yarar. Ve aynı şekilde onda insan vücûdunda, ilâhî düzen dâiresinde tasarruf ve idâre husûsları da bulunduğundan, âhiret yolu sâhiplerine, kendi nefislerinde istifâde sebebidir. Ve her bir kimse benim bu kitabımdan bir niyyetle istifâde eder. Ve her kişi kendi niyyeti ve kastı üzerine haşrolur. (Vallâhü’l-müsteân), Allah Teâlâ senin basîretini nurlandırsın! Bilesin ki, Allah Teâlâ hazretlerinin, irâdesiyle ve tercihiyle, ilk tercih eylediği mevcût, tahkîk ehli anlayışında, rûhânî basît, ferd ve maddî olarak bir yer kaplamayan bir cevherdir. Ve diğerlerinin anlayışında yer kaplar. Onun mâhiyyeti hakkında, üzerine söz söylenecek olan şeyin gereği üzerine olan bahis bu kitabın ikinci bölümündedir. Ve eğer Hak Sübhânehû istese idi, ba'zı insanların “Birden ancak bir çıkar” sözünden ibâret olan iddiâsına muhâlif olarak, bir def’ada birden fazla mevcût vücûda getirir idi. Ve eğer böyle olsa, irâde kusurlu ve kudret noksan olur idi. Çünkü bir def’ada birden fazla eşyânın vücûdu kendiliğinden mümkündür ve imkânsız değildir. Ve mümkün kudretin bağlantı mahallidir. Şimdi eğer ilk mevcûdun vâhid ya’nî bir olduğu sâbit oldu ise, Hak Teâlâ tarafından tercîhdir. Bu halîfeyi, yazar ve hakîkatlerin ehilleri muhtelif ibâreler ile söyler ve ta'bîr eder. Onlardan her bir ibârenin bir ma‘nâsı vardır. Onlardan ba'zısı ona “imâm-ı mübîn” ta‘bîr eder. Ve onlardan ba'zıları ona “Arş” ta‘bîr eyler. Ve onlardan ba'zıları da ona “Hak aynası” ve buna benzer şeyler ta‘bîr eder. Şimdi biz onların, onun hakkındaki ta'bîrlerini ve Allah Teâlâ’nın ancak ona hîbe eylediği ve ona tahsîs ettiği, onun sıfatlarındaki i'tibârlardan zâhir olan şey gereği üzerine, bu ibâreler ile hangi ma'nânın ona hâs olduğunu zikrederiz. Allah Teâlâ senin kalb ve rûh ve akıl gözünü ma‘rifet nûru ile nurlandırsın! Bilesin ki, Allah Teâlâ hazretlerinin irâdesi ve tercîhi ile ilk önce vücûda getirdiği mevcûd, tahkîk ehlinin anlayışına göre öyle bir cevherdir ki, onda terkîb yoktur, basîttir. Çünkü terkîb cisimlerin şânıdır. Ve kimyâ ilminde her ne kadar unsurlar “basît” ve “bileşik” olarak iki kısma ayrılmış ise de, bu kısımlandırma o bilim dalının bakış açısına göredir. Çünkü basît elementler de “ma‘nâ” ile “sûret”ten bileşiktir. Ve her birinin ma‘nâları kendilerine hâs olan vasıflardır. Örneğin basît olan 76 Tedbirât-ı İlâhiyye Birinci Bölüm hidrojenin vasıfları oksijene benzemez. Ve azotun vasıfları da bunlara benzemez. Diğer taraftan sonradan yapılan keşiflere göre elektron teorisi her bir basît elementin dahi bileşik birer madde olduğunu beyân etmektedir. Bundan dolayı bu ilk cevherin basît oluşu bunlar gibi değildir; hakîki basîttir ve rûhânîdir, ya‘nî ma‘nevîdir. Çünkü ma‘nâda terkîb yoktur. Ve bu rûhânî basît cevher ikilikten pâk olan bir ferddir. Ve maddî olarak yer kaplamaz, ya‘nî fezâda belirli bir mahalli işgâl etmez. Nitekim insanın beyin hücreleri gâyet küçük olduğu halde onda sonsuzluğun ma‘nâsı ve diğer sonsuz durmaksızın devâm eden ma’nâlar vücûd bulur. Bu küçük hücrelere bu ma’nâların bağlanması onların maddî olarak yer kaplamamasından dolayıdır. Eğer yer kaplasa bu çok büyük ma’nâların o kadar küçük bir mahalde vücûd bulmaması lâzım gelir idi. İşte “rûh” hakkında tahkîk ehli âlimlerinin anlayışı budur. Fakat akıl dâiresinde mahsûr kalan âlimlerin ve filozofların anlayışında bu cevher maddî olarak yer kaplayıcıdır; ya‘nî fezâda bir mahal işgal eden türdendir. Onun mâhiyyeti hakkında ne gibi bir söz söylemek gerekirse bu kitabın ikinci bölümünde zikredilmiştir. Bu rûhânî basît cevherin ferd olarak vücûda getirilmesi hakkında ba'zı kimseler, ya‘nî filozoflar ve felsefeciler, “Birden ancak bir çıkar” düstûrunu sebep gösterirler. Oysa ulûhiyyet mertebesinde, ya'nî mutlak vücûdun vahdet ya’nî birlik mertebesinde, meşiyyet ya’nî üst irâde sâbittir. Ve diğer sıfatlar gibi bir sıfat olan irâde sâbit olunca, vücûda getirme emri’nde böyle bir düstûra tâbi’ olma mecbûriyyeti yoktur. Bundan dolayı Allah Teâlâ hazretleri istese idi, ilk önce böyle bir ferd cevheri vücûda getirmeyip, bir def’ada birden fazla mevcûdu vücûda getirir idi. Eğer filozof ve felsefecilerin zannettiği gibi olsa idi, Hak Teâlâ irâdesini icrâ etmede kusurlu ve âciz ve kudreti de noksan olur idi. Böyle olunca “Birden ancak bir çıkar” sözü vahdet ya’nî birlik mertebesi için doğru değildir. Belki bu söz bütün sıfatlardan ve bağıntılardan ve niteliklerden münezzeh olan ahadiyyet mertebesi için doğrudur. Nitekim Hz. Şeyh İbrâhîm Şettârî (ks) Ayîne-i Hakâyıknümâ risâlesinde şöyle buyurur: "Ne zamanki taayyünsüz zât taayyün sûreti ile açığa çıkar, onun ilk tenezzülüne ‘ilk taayyün’ ve 'mutlak ilim’ ve ‘mutlak vücûd’ derler. Çünkü zâtın şuûru ve zâtın vicdânı, bu mertebede kayıtsız olarak bilinendir ve gayrılık, mutlaktır. Bu mertebe ikinci mertebenin tersinedir. Çünkü o mertebede zâtın ilmi 'sâbit ayn’lar’ bilinen kaydı ile kayıtlıdır. Ve bu mertebeye ondan dolayı ‘hakîkî birlik’ derler ki, bu ‘ilk taayyün nefsi’nin ismidir. Bu mertebede sayma ve çokluk sayıları ve ferdler yoktur.” İşte bu îzâhlardan anlaşılır ki, bu sözün, kendisinde irâde sâbit olan birlik mertebesi için söylenmesi irâdeye acz ve kudrete noksan isnâd edilmesini gerektirdiğinden Hz. Şeyh (ra) bu mertebe hakkında bu sözü tamâmıyla kaldırırlar. 77 Tedbirât-ı İlâhiyye Birinci Bölüm Zâten bir def’ada birden fazla eşyânın vücûdu kendiliğinden mümkündür ve imkânsız değildir. Ve mümkün olan bir şey de kudretin bağlanacağı bir şeydir. Böyle olduğuna şâhit bu âlemde bir çok örnekler vardır. Örneğin bir tas içine sabunlu su koyup üzerine sabunlanmış bez örtülüp gergin bir şekilde tutulsa ve kenarından üflense bir def’ada binlerce köpük peydâ olur. Bu ise bir asıldan bir üfleme ile bir def’ada birden fazla sûretlerin meydana çıkmasından başka bir şey değildir. Şimdi eğer ilk mevcûdun vâhid ya’nî bir olduğu sâbit oldu ise, bu birin sâbitliği husûsu ancak Hak Teâlâ hazretlerinin üst irâdesi ve tercihi ile olmuştur. Hak Teâlâ onu böyle dilemiştir. Bu halîfe hakkında gerek yazarın ve gerek diğer hakîkat ehlinin muhtelif ibâreler ile bir takım ta‘bîrleri vardır. Ve bu ta'birlerden her bir ibârenin de birer ma‘nâları vardır. O hakîkat ehlinden ba'zısı o halîfeye “imâm-ı mübîn” derler. Ve ba'zılar “Arş” ta‘bîr ederler. Ve ba'zıları da “Hak aynası” derler. Ve buna benzer diğer ta‘bîrleri kullanırlar. Bundan dolayı biz o hakîkat ehlinin o halîfe hakkındaki ta'bîrlerini ve Allah Teâlâ hazretlerinin ancak o halîfeye bahşettiği ve ona tahsîs ettiği bir takım sıfatlardaki i'tibârlardan zâhir olan şeylere bakıp bu ibâreler ile hangi ma'nânın ona tahsîs edilmiş olduğunu zikr ve beyân ederiz. Ya'nî o “halîfe”nin hangi sıfatına göre “imâm-ı mübîn” demişlerdir; ve hangi sıfatına göre “Arş” ta'bîrini kullanmışlardır? Bunları beyân ederiz. 78 Tedbirât-ı İlâhiyye Birinci Bölüm FASIL [RÛH HAKKINDAKİ BEYÂNLAR] Yazar dedi: Kavm (radıyallâhü anhüm) şöyle zikr eyledi ki: Ebû Hâmid elGazzâlî (ra) onlardandır, muhakkak “Rûh”dan ibâret olan bu “halîfe” emr âlemindendir; ve terimlere göre hálk âleminden değildir. Bunlar Hak Teâlâ’nın “kulir rûhu min emri rabbî” ya’nî “De ki: “Ruh, Rabbimin emrindendir” (İsrâ, 17/85) sözüyle delîl gösterdiler; ve beyân etmek için lafzı buradan edindiler. Ve emr âlemi ile Allah Teâlâ’dan vâsıtasız ancak Azîz’in emrinin müşâfehesiyle ya’nî “Kün-Ol!” emrini söylemesiyle çıkmış olan her bir şeyi murâd ettiler. Ve o mutlak olan vücûda izâfe ile ikinci sebeptir; ilk sebep kayıtlı mevcûda izâfe etmek iledir; o da îcâdlardır. Ve hálk âlemi öne geçen sebepten emrin müşâfehesi ya’ni “Kün-Ol!” emri olmadan çıkan her bir mevcûttur ki, o da “kelime”dir. Âlemin efendisine ve onun Hâlik’ına ve terbiyecisine işâret olarak Hak Teâlâ “e lâ lehül halku vel emru, tebârekallâhu rabbülâlemîn” ya’nî “hálk etme ve emir O’nun değil mi? Âlemlerin Rabb’i olan Allah mübârektir” (A'râf, 7/54) buyurdu. Şimdi ne zamanki bu karâr eyledi, hakîkat bilindiğinde sözler arasında cimrilik yoktur. Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola irşâd eyler. Bu kitabın yazarı olan Hz. Şeyh-i Ekber (ra) buyurur ki: Tahkîk ehli sınıfı (r. anhüm) “halîfe” hakkında şöyle beyân ederler; ve Ebû Hâmid Gazzâlî (ra) o sınıftandır: Muhakkak “küllî rûh”tan ibâret olan bu “halîfe” emr âlemindendir, çünkü ilâhî küllî iştir; ve ilâhî iş ise ma'nâdır. Ve tahkîk ehli sınıfının belirlediği terimlerin gereğince hálk âleminden değildir. Bu kerem sâhibi sınıf rûhun emir âleminden olduğuna “kulir rûhu min emri rabbî” ya’nî “De ki: “Ruh, Rabbimin emrindendir” (İsrâ, 17/85) âyet-i kerîmesini delîl olarak gösterirler. Ve maksâdı beyân için “emr âlemi” terimini buradan aldılar. Ve “emr âlemi” ta‘bîri ile, Allah Teâlâ tarafından, mertebelerden hiç bir mertebenin ve hilkat tavırlarından hiç bir tavrın aracılığı olmaksızın, ancak Azîz’in emrinin müşâfehesiyle, ya'nî “Kün-Ol!” emriyle çıkmış olan her bir şeyi murâd ettiler. Nitekim Hak Teâlâ “İnnemâ kavlünâ li şey’in izâ erednâhu en nekûle lehü kün fe yekûn” ya’nî “Bir şeyin (olmasını) istediğimiz zaman Bizim sözümüz, ona sadece: “Ol!” dememizdir. O, hemen olur” (Nahl, 16/40) buyurur. Ve o emr âlemi mutlak vücûda izâfe ile ikinci sebeptir. Çünkü emr âlemine göre ilk sebeb mutlak vücûddur. Eğer mutlak vücûd olmasa “Kün-Ol!” emrinin kaynağı bulunmaz idi. Kaynak ise çıkan şeyin sebebidir. Fakat yine o emr âlemi, kayıtlı vücûda, ya‘nî hálk edilmişler âlemine izâfe ile “ilk sebeb”dir. Çünkü kayıt- 79 Tedbirât-ı İlâhiyye Birinci Bölüm lı vücûdun kaynağı emr âlemidir. Ve kayıtlı vücûd dediğimiz şeyler ilâhî îcâdlardır. Nitekim Hak Teâlâ “Bedîus semâvâti vel ard” ya’nî “gökleri ve yeri eşsiz olarak vücûda getirendir” (Bakara, 2/117) buyurur. Gökler ve yer îcâdlardan ve hálk edilmişler âlemindendir. Ve kerem sâhibi tahkîk ehli hazretleri “hálk âlemi” ta'bîrinden emrin müşâfehesi, ya‘nî “Kün-Ol!” emri, olmaksızın öne geçen sebepten, ya‘nî ilk sebeb emr âleminden çıkan her bir mevcûdu murâd ederler ki, bu mevcûd da kayıtlı mevcûddur. Ve bu kayıtlı mevcûda “kelime” ta‘bîr ederler. Çünkü kelime, nasıl ki bir ma‘nâyı taşıyıcı olarak zâhir ve algılanabilir ise, o kayıtlı mevcûd dahi öylece bir ma‘nâyı taşıyıcı olarak zâhir ve algılanabilirdir. İşte bu i‘tibâr ile senin ve benim kayıtlı vücûdlarımız birer “kelime”dir. Hak Teâlâ hazretleri küllî ma‘nâyı taşıyıcı olarak zâhir olan “âlemin efendisine” ve onun Hâlık’ına ve terbiye edicisine işâret olarak Kur’ân-ı Kerîm'de “e lâ lehül halku vel emru, tebârekallâhu rabbülâlemîn” ya’nî “hálk etme ve emir O’nun değil mi? Âlemlerin Rabb’i olan Allah mübârektir” (A'râf, 7/54) buyurdu. Şimdi ne zamanki emr âlemi ve halkın ma'nâları bu îzâhlar ile karâr eyledi, bu hakikat bilindiği zaman istediğin sözler ile ma‘nâyı beyân edebilirsin. Ve sözler arasında darlık ve cimrilik yoktur. Biz bu ma‘nâyı Kur’ân-ı Kerîm’den elde ettik. Allah Teâlâ hazretleri ise Hakk’ı söyler ve doğru yola irşâd eyler. Bundan dolayı beyânlarımızı inkâr vâdîsine gitme! 80 Tedbirât-ı İlâhiyye Birinci Bölüm ONLAR ÜZERİNE KONULMUŞ TERİMLERİN İBÂRELERİ Yazar der ki, ma’nâların ehlinden ba‘zı tahkîk ehli (r. anhüm) hazretlerinin ona “ilk madde” demesine gelince, sonradan olanlar hakkında ona “ilk yardım edici” dediklerinden “ilk”tir. Lâkin onlar Allah Teâlâ’nın onu, onunla vücûda getirdiği sıfat ile isimlendirdiler. Ve bir şeyin böyle sıfâttan kâim olduğu şey ile isimlendirilmesi akla uzak bir şey değildir. Ve ancak ona “ilk madde" ile ta'bîr olundu. Çünkü Allah Teâlâ eşyâyı iki nevi' üzerine hálk etti: Biri sebep vâsıtası olmaksızın hálk ettiği; ve onu diğer bir şeyin hálkına sebep kıldığı şeydir. Ve doğru olan inanış budur ki, Hak Teâlâ eşyâyı, Hakk ehline muhâlif olanların tersine olarak, sebepler ile değil, sebepler indinde yapar. Ve doğru olan budur ki, muhakkak ilk mevcûd öne geçen sebep olmaksızın mahlûktur. Ve daha sonra onun dışındakilere bir sebep ve onun içinde madde oldu. Ve bu onun dışındakiler öne geçen akd üzerine, ona bağlıdır. Açlığın yemeye ve susuzluğun içmeye alışılagelmiş uygunluğu gibi; ve âlimin ilme ve dirinin hayâta aklen uygunluğu gibi ve bunun benzerleri; ve sevâbın itâatlı fiillere ve azâbın günaha şer‘îat hükümleri gereğince uygunluğu gibi... Ne zamanki bu ma’nâları mütâlaa ettiler, ona “ilk madde” ismini verdiler. Ve o güzeldir; ve onlar üzerine şer‘îat hükümlerine ve akla göre hatâ yoktur. Ve ba'zıları ona “Arş" ta'bîr etti. Buna dayandıranların beyânı budur ki, ne zamanki bir sözde “Arş” âlemi ihâta edicidir; ve diğer bir sözde de âlemin hepsidir; ve emirlerin ve yasakların kaynağıdır; ve daha önce zikredilen bu mevcûdu bu yönden, ya‘nî birliktelik ve ihâta yönünden, “arş”a benzer buldular. Nasıl ki Arş âlemi ihâta etmiştir ve o dokuzuncu felektir. Kendini övmenin arz olunmasında Hak Teâlâ’nın “Er rahmânu alel arşistevâ” ya’nî “Rahmân Arş’ın üzerine istivâ etti” (Tâhâ, 20/5) sözüne dikkat etmez misin? Eğer mahlûklar içinde ondan daha büyüğü olsa idi, bu kendini övme olmaz idi. Seçkinlere özel bir sır vardır. Lâkin burada bizim işâret ettiğimiz bir sır vardır. Onun sâhibi ona vâkıf olduğu zaman onunla zevklenir ya’nî bizzat hakîkatini yaşar. Ve o “Er rahmânu alel arşistevâ” ya’nî “Rahmân Arş’ın üzerine istivâ etti” sözüdür. Şimdi bu âyette zikredilen Arş Rahmân tarafından istivâ edilmiştir. Ve o sıfatın mahallidir. Ve bizim isimlendirdiğimiz “halîfe” bu beyâna dayanarak bir “Arş”tır. Allah (celle celâlühû) hazretlerinin istivâ edilmişidir. Şimdi iki “Arş”ın arasıdır ki, “Allah” ve “Rahmân” arasıdır. Her ne kadar “eyyen mâ ted’û fe lehül esmâül hüsnâ” ya’nî “Nasıl çağırırsanız hepsi O'nun Esma’ül-hüsnası'dır” (İsrâ, 17/110) ise de; ve bizim bahsettiğimiz şeyde sırlar ehli indinde gizlilik yoktur. Bu işâretle anlatılan arştan istivâ haddi (Sav) Efendimiz’in “Muhakkak Allah Teâlâ Âdem’i kendi sûreti üzere hálk etti” sözüdür. Şimdi “Arş” zâtın taşıyıcısıdır ve sıfatların kendisine yüklenmişidir. Ey ârif tahakkuk edici ol; ve ey vâkıf aklını başına alıcı ol; ve ey vâris ni’metlenici ol! Ve Allah Teâlâ hakkı söyler ve O doğru yola irşâd eyler. 81 Tedbirât-ı İlâhiyye Birinci Bölüm Kerem sâhibi tahkîk ehli hazretlerinin “halîfe” hakkında koymuş oldukları terimlerin beyânındadır: Hz. Şeyh-i Ekber (ra) buyurur ki, ma’nâlar ehlinden olan tahkîk ehlinin ba‘zıları “halîfe”ye “ilk madde” terimini koydular. Bu terimin koyuluş sebebi budur ki, sonradan olanların, ya'nî izâfî ve imkân dâhilindeki mevcûtların mebdei olduğu için o halîfeye “ilk yardım edici” dediklerinden “ilk” ta'bîrini uygun buldular. Ve onlar bu “halîfe”yi, Hak Teâlâ nasıl bir sıfat ile vücûda getirmiş ise, bu sıfat ile isimlendirdiler. Ve bir şeyin sıfattan kâim olduğu şey ile isimlendirilmesi akla uzak bir şey değildir. Nitekim tabîblik ve hikmet ve kâtiblik ilh... sıfatlarıyla kâim bulunan bir kimseye tabîb, hakîm ve kâtib denilmesi câizdir. Ve işte ancak bu ma‘nâ sebebiyle “halîfe”ve “ilk madde” ta'bîr olundu. Çünkü kitâbın başından beri geçen îzâhlardan anlaşıldığı üzere, Allah Teâlâ eşyâyı iki nevi üzerine halk etmiş ve açığa çıkarmıştır: Birisini sebep vâsıtası olmaksızın hálk etmiş ve onu diğer bir şeyin hálk edilmesine sebep kılmıştır. Ve ilk mevcûd olan “halîfe’yi, mertebelerden hiç bir mertebenin ve hilkat tavırlarından hiç bir tavrın aracılığı olmaksızın ancak “Kün-Ol!” emrinin müşâfehesiyle ya’nî söylenmesiyle açığa çıkardı. Ve bu ilk mevcûdu, diğer sonradan olanların halk edilmesine ve vücûda getirilmesine sebep kıldı. Ve doğru inanış budur ki, Hak Teâlâ eşyâyı, Hakk ehline muhâlefet eden Mu‘tezile ve Kaderiyye ve Cebriyye gibi bir takım sınıfların inanışlarının tersine olarak sebepler ile değil, sebepler indinde yapar. Çünkü eşyânın mutlaka sebepler ile hálk edilmesine inanmak Hakk’ın kudretini bir kayıt ile kayıtlamak demek olur. Ve kayıt altında olan ise acz içinde bulunur; ve sebeplerin vücûdunu beklemeye mecbûr olur. Hak Teâlâ ise eşyâyı hálk etmede sebeplere muhtaç değildir. Fakat eşyâyı sebepler perdesi arkasında hálk eder. Bu ise eşyâyı hikmet üzerine tertîp etmiş olmasındandır. Ve bu tertîb rahmetin aynıdır. Meselâ Hak Teâlâ hazretleri bir kimseyi sebeplerine teşebbüs etmediği halde hiç ummadığı bir şekilde zengin edebilir. Nitekim buyurur: “Ve yerzukhu min haysu lâ yahtesibu, ve men yetevekkel alâllâhi fe hüve hasbuh” ya’nî “Ve hesap etmediği bir yerden onu rızıklandırır. Kim Allah'a tevekkül ederse, artık ona O kâfidir” (Talâk, 65/3). Ve bunun bu âlemde bir çok zâhiri örnekler görülmüştür; inkâra mecâl yoktur. Fakat zenginliği, ticâret gibi bir sebep perdesi arkasına koymuştur. Bu da zengin olmayı arzu edenlerin ne yolda hareket etmeleri lâzım geleceğini bilmeleri içindir. Ve aynı şekilde açlık gibi bir derdin giderilmesini yemeğe bağlı kılmıştır; ve yemek sebebi bir perdedir. Karnı acıkan bir kimsenin ne yapacağını bilmesi için, tokluğu yemek sebebi perdesi arkasına koymuştur. Eğer böyle bir sebep olmasa insan açlık hâli içinde ne yapacağını bilemeyip 82 Tedbirât-ı İlâhiyye Birinci Bölüm şaşırır kalır idi. Oysa Hak Teâlâ hazretleri tokluk hâlini sebeplerin vücûdu olmaksızın da hálk eder. Nitekim hallerinin tercümeleri incelenen binlerce evliyâullâhın bir çok zamanlar yemeğe ve içeceğe ihtiyâcı olmaksızın yaşadıkları ve vücûdlarına da zaaf gelmediği olmuştur. Bundan anlaşılır ki, Hak Teâlâ eşyâyı sebepler ile değil, sebepler indinde ve sebepler perdesi arkasında yapar. Ve doğru ve sâbit olan budur ki, muhakkak ilk mevcûd, kendisinden evvel bir sebep mevcûd olmaksızın hálk edilmiş ve açığa çıkarılmıştır. Ve daha sonra bu ilk mevcûd kendinin dışındakilere bir sebep ve onun için bir madde olmuştur. Ve bu onun dışındakiler, ya‘nî ilk mevcûttan sonra sonradan olan şey, öne geçen akd üzerine bu ilk mevcûda bağlıdır. Ve bu bağlanış da âdî ve aklî ve şer'îdir. Âdî bağlanış açlığın yemeğe ve susuzluğun içmeye; ve aklî bağlanış da âlimin ilme ve dirinin hayâta ve kâdirin kudrete ve müridin irâdeye ve benzerlerine; ve şer'î bağlanış da sevâbın itâatli fiillere ve isyânın günâha bağlanışları gibidir. İşte kerem sâhibi tahkîk ehli hazretleri bu ma‘nâları mütâlaa ettiklerinden dolayı o ilk mevcûd olan “halîfe”ye “ilk madde” ismini verdiler ve bu terimi koydular. Ve bu isimlendirme ve terim güzeldir. Ve bu isimlendirmelerinden dolayı onlara şer‘îat hükümlerine göre ve aklen hatâ isnâd edilemez. Ve tahkîk ehlinden ba‘zıları o “halîfe’ye “Arş” ta‘bîr ettiler. Ve “küllî rûh” olan o “halîfe”ye “Arş” ismini vermelerinin beyânı budur ki, bir sözde Arş âlemi ihâta edicidir; ve bir sözde de âlemin hepsidir. Ya'nî bir söze göre Arş, âlemi ihâta etmiş olan dokuzuncu felektir. Ve bir söze göre de âlemin tamâmıdır. Ve o Arş emir ve yasağın kaynağıdır. Bilinsin ki, “Arş” kelimesinin bir takım sözlüksel ma’nâları vardır: “Taht,” “hânenin çatısı” ve “kıymet ve mākam” ve “kıvâm” ve “bir işin sıhhati” ve “bir şeyin kuvvetli tarafı” ve “yükseklik” ve “binâ” ma'nâlarına gelir. Tefsîr ve hadîs ehli Kur’ân ve hadîslerin ma’nâlarından “Arş” hakkında iki ma‘nâ çıkarmışlardır: Bir söze göre Arş âlemi ihâta etmiştir. Ve onun hakîkatini ancak Hak Teâlâ bilir. Ve bu ma‘nâ “hânenin çatısı” sözlüksel ma'nâsına uygun olur. Ve diğer söze göre Arş, mutlak vücûdun bütün mertebeleri ile berâber şehâdet âleminin tamâmıdır. Ve bu ma‘nâ da “taht” sözlüksel ma‘nâsına uygun olur. Ve bunda birliktelik ma'nâsı vardır. Ve emir ve yasağın ulaştığı yer şehâdet âlemi olduğundan, bunların kaynağı şehâdet âlemini ihâta etmiş olan veyâhut mutlak vücûdun bütün mertebeleriyle berâber şehâdet âleminin tamâmı olan Arş’tır. İşte kerem sâhibi tahkîk ehli hazretleri daha önce zikredilen bu ilk mevcûdu ve bu halîfeyi bu birliktelik ve ihâta yönünden Arş’a benzer buldular. Nitekim zikredilen bir söze göre Arş âlemi ihâta etmiştir; ve o Arş’ı dokuzuncu felek i'tibâr etmişlerdir. Ve felekler hakkındaki ayrıntılar eski ve yeni astronomiye göre İbrâhim Hakkı hazretlerinin Ma’rifetnâme’sinde ve Hz. Şeyh’in Fütûhât-ı Mek- 83 Tedbirât-ı İlâhiyye Birinci Bölüm kiyye’lerinde beyân edilmiş olduğundan burada beyânı sözü uzatmak ve maksattan dışarı çıkmak demek olur. Şimdi Hak Teâlâ hazretlerinin sübhân olan zâtı hakkında kendini överek buyurduğu “Er rahmânu alel arşistevâ” ya’nî “Rahmân Arş’ın üzerine istivâ etti” (Tâhâ, 20/5) sözüne dikkat etmez misin? Eğer mahlûklar içinde ondan daha büyük bir şey olsa idi, bu kendini övme olmaz idi. Ve bu sözünde seçkinlerin anlayacağı bir sır vardır: O da budur ki: Mutlak olan Zât kendi kemâlâtını açığa çıkarmak için kayıtlı ve kesîf vücûtlara istivâ edici olmuştur. Lâkin burada bizim işâret ettiğimiz bir sır vardır ki, o sırrın sâhibi ve mâliki ona vakıf olduğu zaman, o sırrın açılmasından oluşan zevk ile bizzat hakîkatini yaşayıcı olur. O da budur ki, bu âyet-i kerîmede zikredilmiş olan Arş Rahmân’ın istivâ ettiğidir; ve o Arş sıfatın mahallidir, ya‘nî rahmâniyyet sıfatının tecellî mahallidir. Ve rahmâniyyet sıfatının Arş’ı “rubûbiyyet ya’nî rabblık”tır. Ve rubûbiyyet ya’nî rabblık mevcûtları gerektirir; çünkü rubûbiyyet ya’nî rabblık merbûb ya’nî rabbı olanı ister. Bundan dolayı rubûbiyyetin Arş’ı da kayıtlı vücûdlardır ki, onun ilk mertebesi “rûhlar mertebesi”dir. Ve rahmâniyyet isimlerin ve sıfatların hakîkatleri ile açığa çıkmaktan ibâret olup bütün Hakk’a âit mertebelere mahsûs olan bir isimdir. Halka âit mertebelerin onda payı yoktur. Ve ulûhiyyet ya’nî ilâhlık Hakk’a âit ve halka âit hükümleri toplamıştır. Bundan dolayı rahmâniyyet ulûhiyyetten daha özele dönük ve ulûhiyyet rahmâniyyetten daha genele dönük olur. Ve “halîfe” hakîkati itibâriyle Rahmân isminin görünme yeri; ve hakîkat ve taayyünle, büyük âlem misâli “Allah” isminin görünme yeridir. Ve bizim isimlendirdiğimiz “halîfe” bu beyâna dayanarak bir “arş”tır; ve Allah (celle ve celâluhû) hazretlerinin istivâ edilmişidir. Bundan dolayı “halîfe”nin vücûdu Rahmân isminin görünme yeri olan “mecîd Arş” ile “Allah” isminin görünme yeri olan büyük âlemden ibâret olan iki Arş’ın arasıdır. Ya'nî “Allah” ve “Rahmân” arasıdır. Her ne kadar Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin “eyyen mâ ted’û fe lehül esmâül hüsnâ” ya’nî “Nasıl çağırırsanız hepsi O'nun Esma’ülhüsnası ya’nî güzel isimleridir” (İsrâ, 17/110) âyet-i kerîmesinde işâret buyrulduğu üzere bir çok güzel isimleri var ise de, bu iki isim diğer isimlerin imâmıdır. Ve bizim zikrettiğimiz bu ma'nâda sırlar ehli indinde gizlilik yoktur. Bu âyet-i kerîmede işâret buyrulan Arş’a Rahmân’ın nasıl istivâ edici olduğunu ta‘rîf eden bir delîl istersen, o delîl (Sav) Efendimiz’in “Muhakkak Allah Teâlâ Âdem’i kendi sûreti üzere hálk etti” yüce sözüdür. Çünkü “Rahmân” Hak Teâlâ’nın zâtî isimlerine ve ma'nevî sıfatlarına dönük olan bir isimdir. Ve onun zâtî isimleri “ahadiyyet” ve “vâhidiyyet” ve “samediyyet” ve “azamet” ve “kuddûsiyyet” ve benzeri olup ancak varlığı zorunlu zâtına mahsûstur. Ve 84 Tedbirât-ı İlâhiyye Birinci Bölüm ma'nevî sıfatları da “hayat,” “ilim,” “kudret,” “irâde,” “kelâm,” “sem’” ve “basar”dan ibâret olup bunlar hálk edilmişlik mertebelerinde gözükmektedir. Şimdi bu isim sebebiyle onun rahmeti Hakk’a dönük ve hálk edilmişlere dönük bütün mertebelere kapsam olur. Çünkü O’nun Hakk’a dönük mertebelerde açığa çıkışı sebebiyle hálk edilmişlere dönük mertebeler açığa çıktı. Bundan dolayı rahmet, rahmânî hazretten bütün mevcûtlar hakkında umûmi oldu. Ve bundan dolayı onun açığa çıkışı mevcûtlarda sirâyet etti. Ve kemâli âlemin parçalarının fertlerinden her bir parçasında ve ferdinde zâhir oldu. Şimdi izâfî vücûdlar mutlak vücûdun tenezzüllerinden husûle gelmiş ve zâtında gizli olan ilâhî bağıntıların ve sıfatların hükümleri, gayrılık elbisesiyle açığa çıkan bu izâfî vücûdlar Arş’ını istilâ eylemiştir. Ve bu hükümlerin istîlâsı onun Arş’a istilâsıdır. Ve kayıtlı ve izâfî vücûdlara “mahlûk” ismi verilmiştir. Ve bu isim buna âriyet hükmüyledir; hakîkatte hepsi Hakk’ın vücûdudur. Yoksa ba'zı kimselerin zannettiği gibi mahlûkun vücûdu bağımsız olup duyma ve görme ilâhî sıfatlar onda âriyet değildir. Bu hal yukarıdaki şerhlerde îzâh edildiği üzere bir olan vücûdun latîflik ve kesîflik hükmüyle tecellîsidir. İzâfî vücûdların özü ve hulâsası “âdem ya’nî insan”dır. Bundan dolayı “âdem” Hakk’a dönük ve hálk edilmişlere dönük mertebelerin taşıdığı her şeyi taşıyıcıdır. Böyle olunca Hak Teâlâ hazretleri “Âdem”i kendi sûreti üzere hálk etmiş ve açığa çıkarmıştır. Ve bütün ilâhî vasıfların hükümleri ona istilâ eylediğinden o “Rahmân’ın Arş”ıdır. O, hakîkati ile zâtı taşıyıcıdır; ve ilâhî vasıfların da yüklenmişidir. Ey insânî sûrette açığa çıkıp bizim bu sözlerimize ârif olan kimse! Kendi vücûduna ve işlerine dikkat edip tahakkuk edici ol! Ve ey bu ilâhî bilgiye vâkıf olan kimse, gayrılık gafletinden uyan! Ve ey nebevî ledünnî ilimlerin vârisi, bu ilâhî bilgi ni‘meti ile ni’metlenici ol! Bizim sözlerimiz Hakk’tan ulaşanlardır. Ve Hak Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola irşâd eyler. 85 Tedbirât-ı İlâhiyye Birinci Bölüm Ve ba'zıları ona “ilk muallim” ta'bîr etti. Ve buna yükleyenlerin beyânı budur ki, ne zamanki onların indinde onun halîfeliği tahakkuk etti; ve o muhakkak ilâhi emânetin yüklenicisidir. Ve onun en küçük âlemden olan nispeti, en büyük âlem olan Âdem’e nispetidir. Ve Âdem hakkında “Ve alleme âdemel esmâe küllehâ” (Bakara, 2/31) ya'nî “Âdem’e isimlerin hepsini öğretti” denildi. Bu mevcûtta böyledir. Daha sonra meleklere hitâp edip “fe kâle enbiûnî bi esmâi hâulâi in küntüm sadikîn” (Bakara, 2/31), “Eğer siz sâdıklardan iseniz şu isimleri haber veriniz, dedi.” “Kâlû subhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ” (Bakara, 2/32). “Biz seni tenzih ederiz; biz ancak senin bize bildirdiğini biliriz, dediler.” Böyle olunca bilmediklerini bildirmesini “halîfe”ye emretti. Bundan dolayı Allah Sübhânehû onlara muallimlerine secde etme ile emretti. İbâdet için secde etmek değil, insanların Ka’be’ye secde etmesi gibi emir ve şeref verme secdesidir. Allâh’a sığınırız. Ben ona bir kimseyi ortak koşmam. Ve bu insânî âlemde secde etmenin nefsi değil, secde etmenin semeresi mevcûttur ki, o da ancak tevâzu ve alçak gönüllülük ve öncelikli olarak ve acz ile kabûl etmektir. Ve onun şerefi ve önde oluşudur. Ve bir makāmda mevcûd oldu ki, meleklere ondan öğretir. Bundan dolayı onlardan daha lâyıktır. Ve bu Allah’dan şereflendirmedir. Onun irâdesinin sâbitliğine kesin delîl “Yahtassu bi rahmetihî men yeşâ’” (Âl-i İmrân, 3/ 74)’dır. Ya'nî “Allah Teâlâ rahmetini kullarından- dilediğine tahsîs eder.” Seçkinler için burada bir sır vardır. Ve o isimleri söylediği esnâda isimlendirilenleri görerek mi söyledi yoksa görmeden mi söyledi? Ve illâ isimlendirilen olmaksızın isim verilmesi nasıl geçerli olur? Ve bu üzerinde durup düşünülecek bir yerdir. Ve secde etmenin sırrı buradadır. Onun îzâhı mümkün değildir. Ve biz onu Matâli’u’l-Envâri'l-İlâhiyye’de zikrettik. İsimleri söylerken isimlendirilenleri görüp görmediğine gelince Bârî Teâlâ buna “bi esmâi hâülâi” ya’nî “bunları isimleri ile” (Bakara, 2/31) da dikkat çeker. Şimdi “hâ” ya’nî “bu” işâret ve tenbîh içindir. Ve her ne kadar işâret bu yolda uzaklığın sebebi ortaya çıkararak ve yapılan talep ve illet ayn’ını ortaya çıkararak gerçekleşti ise de, işâret ancak hâzıra gerçekleşir. Biz deriz ki o, isimlendirilenleri görerek söyledi, lâkin bir sûret nev’i üzerine. Ve bunun beyânı budur ki, o onları kendi nefsinde hüviyyeti yönünden görerek isimleri söyledi. Ve onu âlemin sırlarının toplanma yeri ve onun küçük nüshâsı ve toplayıcı fihristi ve onun faydaları için kıldı. Ve bu, Hak Teâlâ’nın bizim hakkımızda “hâülâi” sözünde işâretin faydasıdır. Ve o, bu kitapta anlatılmak istenen gâyedir. Tahkîk ehlinden ba‘zıları bu ilk mevcûda “ilk muallim” ta‘bîr etti. Ve ona “ilk muallim” diyenlerin îzâhı budur ki: Bu tahkîk ehlinin indinde o ilk mevcûdun halîfeliği tahakkuk etti; ve onun ilâhî emânetin, ya‘nî ilâhî nefsî vasıfların, yüklenicisi olduğu anlaşıldı. Çünkü onun işitmesi ve görmesi Hakk’ın işitmesi ve görmesi; ve onun ilmi ve irâdesi Hakk’ın ilmi ve irâdesidir. Nitekim yukarıdaki şerh- 86 Tedbirât-ı İlâhiyye Birinci Bölüm lerde îzâh edildi. Ve bu halîfenin en küçük âlemden olan nispeti, en büyük âlemden olan Âdem’e nispetidir. Ya‘nî en büyük âlemden açığa çıkan Âdem bu en büyük âleme nispetle ne halde ise, en küçük âlem olan insan cinsinden açığa çıkan halîfe ve insân-ı kâmil de bu en küçük âleme nispetle o haldedir. Çünkü Âdem’siz âlem silinmemiş bir ayna mesâbesindedir. Ve aynı şekilde insân-ı kâmilsiz insâniyyet dahi öylece paslı bir ayna mesâbesindedir. Ne zamanki en büyük âlem bütün müştemilâtıyla hálk edildi; bunların fertleri arasında, isimlere âit toplayıcılığı taşıyan ve bütün ilâhî isimlerin eserlerini kendi nefsinde müşâhede edebilecek bir ferd yok idi. Meselâ melekler hakkında “lâ ya’sûnallâhe mâ emerehüm” ya’nî “Allâh’a âsi olmazlar ve emrolundukları şeyi yaparlar” (Tahrîm, 66/6) buyruluşu yönüyle onlarda ilâhî emre muhâlefet mümkün değildir. Ve muhâlefet ve isyân olmayınca tâbi’ki Gaffâr ve Gafûr isimlerinin tecellî mahalli olamazlar. Ve İblis ve şeytanlar celâlî isimlerin görünme yerleri olduklarından cemâlî isimlrin tecellî mahalli değildirler. Ve aynı şekilde mâdenler ve bitkiler ve hayvânların taayyünleri bir çok ilâhî isimlerin kendilerinde eserlerinin ortaya çıkmasına müsâit olmadığından, onlar da bu isimlerin tecellîsi mahalli değildirler. Ancak Âdem bu toplayıcılığa sâhip olarak açığa çıkarıldı. Nitekim Âdem hakkında Hak Teâlâ “Ve alleme âdemel esmâe küllehâ” (Bakara, 2/31) ya'nî “Âdem’e isimlerin hepsini öğretti” (Bakara, 2/31) buyurur. Ne zamanki en büyük âlemden âdemî ferdler ortaya çıktı, bu ferdlerden her hangi biri kâmil olmadıkça bu ilâhî isimleri kendi nefsinde müşâhede edip haber veremedi. Bundan dolayı isimleri öğrenme husûsunda Âdem âleme göre nasıl ise, âdemiyyete göre de insân-ı kâmil böyledir. Ve bilinmektedir ki, Hak Teâlâ meleklere hitâben: “Ben arzda halîfe hálk edeceğim” (Bakara, 2/30) buyurduğu vakit, melekler “Yâ Rab sen yeryüzünde fesad eden ve kan döken kimseyi halîfe yapar mısın? Oysa biz seni teşbîh ve takdîs ediyoruz" (Bakara, 2/30) dediler. Hak Teâlâ “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” (Bakara, 2/30) buyurdu. Ve daha sonra melekleri da‘vâlarında delîl göstererek susturmak için “Ey melekler, da‘vânızda sâdık iseniz, şu isimleri haber veriniz!” (Bakara, 2/31) buyurdu. Onlar da “Biz mazhar olduğumuz Sübbûh ve Kuddûs isimlerinin gereklerini biliriz. Ve senin bize öğrettiğin bunlardır; biz ancak bunları biliriz” dediler. Daha sonra Hak Teâlâ Âdem’e: “yâ âdemu enbi’hüm bi esmâihim” (Bakara, 2/33) ya‘nî “Ey Âdem, onlara isimleri sen beyân et!” buyurdu. Ve Âdem onları beyân etti. Bundan dolayı melekler o isimleri kendi nefislerinde müşâhede etmekle değil, Âdem’in kendi nefsinde müşâhedesi üzerine olan beyânı ile öğrendiler. Bundan dolayı onların isimlere olan ilimleri bizzât hakîkatlerini yaşayıp idrâk ederek ve müşâhedeli olarak değil, işitsel oldu. Ve bu halde de Âdem onların “muallim”i oldu. Ve Hak Teâlâ meleklere muallimleri olan Âdem’e secde etmek ile emretti. Bu secde etme, ibâdet secde etmesi 87 Tedbirât-ı İlâhiyye Birinci Bölüm değil, insanların Ka'be’ye secde etmesi gibi emir secde etmesidir; ve Âdem’i şereflendirmek ve üstün kılmaktır. Ancak Hakk’a tahsîs edilmiş olan ibâdet secde etmesini onun dışında bir şeye kapsam etmekten, gerek melekler ve gerek biz insanlar Allah’a sığınırız. Ve ben Hakk’a kimseyi ortak koşmam. Bilinsin ki, secde mutlaka alnını yere koymak değildir. Meleklerin secdesi, Âdem’e boyun eğmelerinden ve itaâtkâr olmalarından ibârettir. Ve bu husustaki îzâhlar fakîr tarafından Fusûsu’l-Hikem’e yazılan şerhin mukaddimesinde ve Âdem Fassı ile Îsâ Fassı’nda beyân edilmiş olduğundan burada tekrârından kaçınıldı. Şimdi bu insânî âlemde secde etmenin nefsi değil, secde etmenin semeresi mevcûddur. Ya'nî şerefi ve fazîleti sâbit olan kimseye karşı, secde etmek câiz değildir. Belki o kimseye karşı secde etmenin semeresi olan tevâzu' ve alçak gönüllülükte bulunmak ve onun kendisinden ileride bulunduğu ve kendisinin ondan daha âciz olduğunu kabûl etmek ve onun şerefini ve önde oluşunu isbât eylemek lâzımdır. Ve bunlar insanın güzel ahlâkından ve övülmüş sıfatlarındandır. Ve bunların aksi olan dikbaşlılık ve bencillik ve fazîlet erbâbıbı hor görmek zemmedilmiş ahlâktan ve şeytânî sıfatlardandır. Nitekim İblis üstünlüğü sâbit olan Âdem’e secde etmedi ve boyun eğmedi; ve ind-i ilâhîde kovulmuş ve lânetlenmiş oldu. Ve Âdem kendisinden ortaya çıkan bu secde etme semeresi sebebiyle ulûhiyyet dergâhının makbûlü oldu. Şimdi halîfenin makāmı meleklere öğretim makāmı olduğu için onlardan daha lâyık ve daha şereflidir. Ve halîfenin bu makamda sâbitliği ve vücûdu Hak Teâlâ’nın irâdesiyledir. Ve onun irâdesinin sâbitliğine Kur’ân-ı Kerîm’den kesin delîl istersen “Yahtassu bi rahmetihî men yeşâ’” (Âl-i İmrân, 3/ 74) ya'nî “Allah Teâlâ rahmetini -kullarından- dilediğine tahsîs eder” şerefli sözüdür. Bu beyânlarımızda seçkinlere mahsûs bir sır vardır. Ve o sır da budur ki: İsimlerin söylenmesi esnâsında acabâ o halîfe isimlendirilenleri gördü mü, yoksa görmedi mi? İsimlendirilen görülmeksizin isim verilmesi nasıl doğru olur? Ya‘nî Hak Teâlâ Âdem’e: “Ey Âdem, onlara şu isimleri haber ver!” buyurduğu ve Âdem de isimlerden haber verdiği vakit, o isimlerin sâhipleri olan görünme yerlerini gördü mü, yoksa görmedi mi? Eğer Âdem isim sâhiplerini görmemiş ise bunları nasıl beyân etti? Çünkü meselâ, kitap ve kalem ve hokka isimleri birer sûrete işâret olarak konulmuştur. Bu sûretler görülmeyince, şu kitaptır, bu kalemdir, o hokkadır, demek nasıl doğru olur? 88 Tedbirât-ı İlâhiyye Birinci Bölüm İşte burası tetkîk ve tefekkür edilecek bir yerdir. Ve secde etmenin sırrı da buradadır. Ve bu sırrın îzâhı burada uzayacağından mümkün değildir. Biz bu hakîkatleri ve ma’rifetleri Matâliu’l-Envâri’l-İlâhiyye ismindeki kitabımızda anlattık. Âdem’in isimlendirilenleri, ya'nî isim sâhipleri olan görünme yerlerini ve sûretleri, görüp görmediğine gelince, Bârî Teâlâ hazretleri bu görme husûsuna “bi esmâi hâülâi” ya’nî “bunları isimleri ile” (Bakara, 2/31) sözünde işâret buyuruyor. Çünkü “hâülâ’ ya’nî (bunlar)”da “hâ’(bu-n-)” yakına dikkat çekme ve “ülâ’(-lar)” uzağa işâret içindir. Şimdi bu makamda her ne kadar işâret uzaklığın sebebini ve illetin ayn’ını ortaya çıkararak gerçekleşti ise de, esâsen işâret mutlaka hâzıra olur. Çünkü gerek yakın ve gerek uzak olsun, hâzır olmayan şey hakkında “şu” veyâ “bu” ta‘bîri kullanılmaz. İlletin ayn’ının ortaya çıkarılması, burada melekler tarafından Âdem’in halîfeliğine gerçekleşen i'tirâz üzerine onların âcizliklerinin ortaya çıkarılmasıdır. Çünkü Hak Teâlâ hazretlerinin bu makamda yüce irâdesi “şu isimler” hitâbı ile o makamda gören ile görmeyeni ayırmak; ve görenin üstünlüğünü ve görmeyenin aczini ortaya çıkarmak ve isbât idi. İşte bu hakikate dayanarak biz deriz ki: Halîfe o isimlendirilenleri bir sûret türü üzerine görerek isimlerini söyledi ve onları kendi nefsinde hüviyyeti yönünden müşâhede etti. Çünkü yukarıdaki şerhlerde îzâh edildiği üzere “küllî ruh” mertebesi, mutlak vücûdun tenezzüle âit mertebelerinden bir mertebedir. Bundan dolayı ilim mertebesinde sâbit olan bütün ilâhî isimsel sûretler, ya‘nî sâbit ayn’lar, bu mertebeye bütünüyle tab’ edilmiştir. Nitekim Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (kuddise sırrıhu’s-sâmî) efendimiz Mesnevî-i Şerif’’lerinde bu hakikate işâret olarak buyururlar: Tercüme ve îzâh: “O hayâller ki, evliyânın tuzağıdır; Hudâ bostanı ay yüzlülülerinin yansımasıdır.” "Hudâ Bostân”ından kasıt “Hudâ ilmi”dir. Ve onun “ay yüzlüleri”nden kasıt ilâhî isimlerin gölgeleri olan “sâbit ayn”lardır ki, bunlar kapsadığı mertebe beyâna sığmayan muhammedî vârislerin yüce kalplerine ilmî ve hayâlî sûretlerde tamâmı ile yansır. Ve onlar bu müşâhedelerinden haber verirler. İşte seçkinlerin seçkininin özü olan evliyâullâhın bu müşâhedeleri hü- viyyetleri yönünden gerçekleşir. Ve “halîfe”nin müşâhedesi de bu şekilde olmuştur. Bundan dolayı Hak Teâlâ bu halîfeyi âlemin sırlarının toplanma yeri ve onun küçük nüshâsı ve toplayıcı fîhristi ve onun faydaları için kılmıştır. Ve onun âleme olan faydaları bu kitabın başlarında îzâh edildi. Ve biz âdem olduğumuz yönle “hâülâi” sözündeki işâret altına dâhiliz. Ve bu kitaptaki maksad ve gâye de bunları beyândan ibârettir. 89 Tedbirât-ı İlâhiyye Birinci Bölüm Ve ba’zıları, ya‘nî ulaşmış olanlar, ona “Hak ve hakkıyye aynası” ta'bîr ettiler. Buna yükleyenlerin beyânı budur ki, ne zamanki onu hakîkatlerin ve ilâhî ilimlerin ve rabbânî hikmetlerin tecellî mahalli gördüler. Ve muhakkak bâtılın ona yolu yoktur. Ve bâtıl ancak salt yokluktur. Ve yoklukta tecellî ve keşf geçerli olmaz. Bundan dolayı vücûdda açığa çıkan her şey Hak’tır. Ve bizim murâd ettiğimiz şeyi apaçık olarak ortaya koyan delîllere karşı çıkan şüphelerin getirilmesi vardır. Seçkinler için bir sır vardır. Onun “Hak aynası” oluşunu gerektirici sebep (Sallallâhu aleyhi ve âlihi ve sellem)’in “Mü’min kardeşinin aynasıdır” sözüdür. Ve “kardeşlik” burada sözlüksel benzetmeden ibârettir. Ve Hak Teâlâ’nın sözünde “leyse ke mislihî” (Şûrâ, 42/11)’dir. Ve bu benzerlik, bu mevcûdun olan en sâf olanda veyâhut olacak olan en sâf ve en cilâlı olanda gözükmesi indindedir. Onda Hak nefsî sıfatlarıyla değil, zâtıyla ve ma‘nevî sıfatlarıyla gözükür ve ona cömertlik hazretinden tecellî eder. Ve bu kerîm olan açığa çıkış hakkında, Hak Teâlâ “Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm” ya’nî “Andolsun biz insanı en güzel sûret içinde hálk ettik” (Tîn, 95/4) buyurdu. Şimdi bu işâreti çok iyi düşün! Çünkü o, ma‘rifetin güzîdesi ve hikmetin pınarıdır. Ve Hakk’a ulaşmış olanlardan ba‘zıları o “halîfe”ye “Hakk’ın veyâ hakkıyyetin aynası” dediler. Çünkü Hak Teâlâ hazretleri onun hakkında “innî câilun fîl ardı halîfeh” ya’nî “muhakkak ben yeryüzünde halîfe kılacağım” (Bakara, 2/30) buyurmuştur. Ve halîfe kendisini halîfe kılanın en mükemmel görünme yeridir. Çünkü halîfe kendisini halîfe kılanın sıfatlarını taşımadıkça halîfe olamaz. Örneğin herhangi bir ilmin öğretmeni, talebeye öğretmesi için yerine bir kimseyi halîfesi olarak ta’yîn etse, o halîfe mutlaka o öğretmenin ilmini taşıması lâzımdır; olmazsa, talebeye ders okutamaz. Bundan dolayı öğretmenin onu halîfe yapması ve onun da halîfeliği geçerli olmaz. Ve bu ulaşmış olanların ona “Hak aynası” ve “hakkıyyet aynası” ta'bîrini yüklemelerinin sebebi budur ki, bu ulaşmış olanlar o halîfeyi hakîkatlerin ve ilâhî ilimlerin ve rabbânî olan hikmetlerin tecellî mahalli gördüler. Bundan dolayı o “Allah” toplayıcı isminin görünme yeri olduğundan Hak aynasıdır. Ve mutlak vücûdun bütün sıfatlarıyla berâber gayrılık elbisesiyle küllî rûh mertebesine tenezzülü dolayısıyla sâbit olan bu ilk mevcûd “hakkıyyet aynası”dır. Şimdi mâdemki bu halîfe vücûd dâiresine dâhildir, salt yokluktan ibâret olan bâtılın ona yolu yoktur. Çünkü vücûd Hak; ve yokluk bâtıldır. Ve Hak ile bâtıl birdiğerinin zıddı olduğundan ebedî olarak bir araya gelemezler. Ve salt yokluk karanlıksal vehmedilmiş bir ma‘nâ olduğundan onda ne tecellî ve ne de keşf sâbit olmaz. Çünkü zuhûr ve açıklık ancak varlık içinde olur. Yoktan hiç bir şey çıkmaz. Şimdi mâdemki yoktan bir şey çıkmıyor, gerek melekût âleminde ve gerek mülk âleminde açığa çıkan her bir şey Hak olur. 90 Tedbirât-ı İlâhiyye Birinci Bölüm SORU: Âlemde nefis ve şeytan gibi şerîat hükümlerine göre; ve vehmî vücûdlar gibi aklen bâtıl olan şeyler vardır. Açığa çıkan her bir şey nasıl Hak olur? CEVAP: Bu şeylerin bâtıl oluşu i’tibârî işlerdendir; her birerleri izâfî olarak bâtıldır, hakîkî bâtıl değildir. Ve Hakk’a göre hikmet; ve şerîat hükümlerine ve akla göre ve bize göre bâtıldır. Bundan dolayı hakîkatte bâtıl yoktur, hep Hak’tır. İşte bizim murâd ettiğimiz şeyi apaçık ortaya koyan delillere karşı çıkan bu gibi şüphelerin getirilmesi vardır. Ya'nî biz deliller getirmekle vücûdda açığa çıkan her şey Hak’tır dedik. Bu deliller, her şeyin Hak olduğunu îzâh etti. Fakat bu delillere karşı çıkarak birisi çıkıp yukarıda anlatılan soruyu sorar; ve meselâ, ilâve olarak: “Bu âlemde köpek ve domuz ve pislik gibi fenâ tabîatlı şeyler vardır. Bunlara da mı Hak diyelim?” der. Bu sorularıyla delillere karşı gelen şüpheler ortaya koyar. Oysa bu sorular hakîkate vâkıf olmamaktan kaynaklanır. Çünkü vücûdda kötü oluş ve iyi oluş i‘tibârî ve göreceli işlerdendir. Örneğin gül dediğimiz çiçek insanlara göre iyidir; fakat pislik böceğine göre kötüdür. Çünkü onun kokusundan bu hayvancık helâk olur. Bundan dolayı insana göre pislik ne ise, bu hayvana göre de gül öyledir. Ve diğer şeyler de buna kıyaslanabilir. Şimdi halîfenin Hak aynası olmasında seçkinlere mahsûs bir sır vardır: Şöyle ki, onun Hak aynası oluşunu gerektirici sebep (Sav) Efendimizin “Mü’min kendi kardeşinin aynasıdır” hadîs-i şerifidir. Burada “kardeşlik” sözlüksel benzetmeden ibârettir. Çünkü araplar “ah ya’nî kardeş” kelimesini “misil” ve “benzer” ve “nazîr” ma'nâsında kullanırlar. Ve meselâ “Bedrin kardeşi” derler ki, bedrin nazîri ve misli ve benzeri demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de de bunun örnekleri vardır. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri “leyse ke mislihî” (Şûrâ, 42/11) buyurur. Ve bu söz ile kendisini hem tenzih ve hem de teşbîh eder ve vasıflandırır. Çünkü “ke mislihî” deki “kâf” cümlede anlamı kuvvetlendirici olarak kabûl edildiğinde “Onun benzeri bir şey yoktur” demek olur ki, bu, avâmın anlayışına göre sırf tenzîhtir. Çünkü bütün eşyâdan O’nun benzerinin oluşu kaldırılmış oluyor ve Hak onlardan münezzehtir deniliyor. Fakat “kâf” kuvvetlendime olarak sayılmadığında “leyse ke mislihî”nin ma‘nâsı “leyse misli mislihî” ya‘nî “O’nun benzeri bir benzer yoktur” demek olur. Bu da seçkinlerin anlayışına göre teşbîh ve vasıflandırmadır. Çünkü Hak hakkında ilk önce “benzer” isbât olunuyor; daha sonra o benzerden şeylerin benzerliği kaldırılıyor. Bu ise vücûdda ikilik ve benzerlik isnâdından başka bir şey değildir. Ve aynı şekilde bu âyet-i kerîmenin devâmı “ve hüves semîul basîr” ya’nî “O işitendir, görendir” (Şûrâ, 42/11) sözü de hem teşbîh ve vasıflandırmayı; ve hem de tenzîh ve ferd kılmayı içinde bulundurmaktadır. Çünkü bu söz işitilince ilk anda avâmın aklına gelen man‘â, işiticilik ve görücülükte Hakk’ın halka ortak 91 Tedbirât-ı İlâhiyye Birinci Bölüm olmasıdır. Çünkü halk da işitir ve görür. Demek ki, işitmek ve görmek hassâlarını taşıyıcı olarak bir Hakk’ın ve bir de halkın vücûdu vardır. Bu vasıflandırmadır. Ve görmek ve işitmekte Hakk’ın halka benzemesi de benzetmedir. Fakat bu âyet-i kerîmede seçkinlerin anladığı tenzîh ve ferd kılma ma‘nâsı vardır. Çünkü “hüve ya’nî o” zamîrinin ilk önce söylenmesi ve “haber ya’nî o zamîrin sıfatları” olan “Semî’(İşitici)” ve “Basîr(Görücü)” kelimelerinin ta‘rîf harfi (el) ile söylenmesi tahsîslik ifâde eder. Bu şekilde ma'nâ “Semî' ve Basîr olan ancak Hak’tır; başka semî‘ ve basîr yoktur” demek olur ki, bu da tenzih ve ferd kılmaktır. İşte yukarıda îzâh edilen Hakk’ın benzerliği bu küllî rûhun şehâdet âleminde mevcûd olan en sâf olanda veyâhut mevcûd olacak olan en sâf olanda ve en cilâlı olnda gözükmesi ve zuhûru indinde gerçekleşir. Ve o en sâf ve en cilâlı olan insân-ı kâmilin şehâdet âlemine âit taayyününde, Hak nefsî sıfatlarıyla değil, zâtı ile ve ma‘nevî sıfatlarıyla açığa çıkar. Çünkü imkân dâhilinde olan varlıklar sâfileşme ilâhî kânûnuna tâbi‘dir. Mâden bitki; ve bitki de hayvan; ve hayvan da insan; ve insan da insân-ı kâmil mertebelerine yükselmedikçe hayat ve ilim ve sem' ve basar ve irâde ve kudret gibi ilâhi ma‘nevî sıfatların kâmil tecellî mahalli olamaz. Bundan dolayı Hakk’ın benzerliği, hakkıyyet aynası olan bu ilk mevcûdun, sâfileşme kânûnuna tâbi’ olarak, gâyet sâflaşmış ve cilâlanmış olan gelmiş ve gelecek insân-ı kâmilde gözükmesi ve açığa çıkması indinde gerçekleşir. Ya'nî bu hakikati insân-ı kâmilin şehâdet âlemine âit kesîf taayyünü yüklenir. Ve Hakk’ın onda açığa çıkışı dâhil olma ve birleşme yoluyla değildir. Çünkü bir olan hakîkî vücûdda adetlenme yoktur. Belki o latîf olan hakîkî vücûd zâtı ile ve sıfatlarıyla varlıksal mertebelerde kesîflikle açığa çıkar. Ve latîf bir şey’in kesîf mertebelerinde dâhil olma ve birleşme yoktur. Çünkü dâhil olma ve birleşme iki ayrı şey’in vücûdunu gerektirir. Hakk’ın varlıksal mertebelerde bu açığa çıkış nefsî ve zâtî sıfatlarıyla değildir. Çünkü kuddûs oluş ve samed oluş gibi ilâhî nefsî sıfatlar, vücûdu zorunlu olana mahsûstur. İmkân dâhilinde olanın Vâcib’e ayak basabilmesi, imkân mertebesinde bulundukça imkânsızdır. Ve Hak Teâlâ hazretleri o halîfeye cömertlik hazretinden tecellî eder, ya'ni ona ma'nevî sıfatlarıyla tecellîsi indinde aslâ cimrilik ve kesinti olmuş değildir. Bundan dolayı bu sıfatlardan hiç birisi onda noksan kalmaz. Ve onda bir sıfat noksan kalsa en mükemmel bir görünme yeri olamaz idi. Oysa insân-ı kâmil bir tâm ayna ve en mükemmel görünme yeridir. Nitekim bir kimse bir boy aynasına karşılık dursa, onun tamamen sûreti ve bütün halleri onda gözükür ve hiç birisi noksan kalmaz. Çünkü ayna gammâzdır. Mesnevi: Tercüme: “Aşk, bu sözün dışarıya çıkmasını ister. Aynanın gammâz olmaması nasıl olur? Bilir misin, senin aynan niçin gammâz değildir? Çünkü onun yüzünden pas giderilmemiştir. Alâyiş pasından kurtulmuş olan ayna, Hudâ güneşi 92 Tedbirât-ı İlâhiyye Birinci Bölüm nûrunun ışığından dolu olur. Git, yüzünden pası temizle; ondan sonra o nûru idrâk et!” Hak Teâlâ hazretlerinin bu kerîm olan açığa çıkışı hakkında Kur’ân-ı mecîdinde “Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm” (Tîn, 95/4) ya'nî “Biz insanı gâyet güzel bir taayyünde ve bir şekilde hálk ettik” buyurur. Çünkü onun taayyünü ve insânî sûreti, Hakk’ın isimlerine âit toplayıcılık ile açığa çıkmasına müsâittir. Sen bu âyet-i kerîmedeki işâreti çok iyi düşünüp ma’nâsını derinlemesine araştır! Çünkü o ilâhî ma‘rifeti özleridir; ve ilâhî hikmetin pınarlarıdır. Her ne zaman sana ilâhi ma'rifette bir zorluk olursa insanı tetkîk et! O zorluğun n hallolur. “İkra’ kitâbek, kefâ bi nefsikel yevme aleyke hasîbâ” (İsrâ, 17/14) ya‘nî “Kendi kitâbını oku! Hesap görücü olarak o kitap nefsine bugün yeter.” 93 Tedbirât-ı İlâhiyye Birinci Bölüm Ve Şeyh-i ârif Ebu’l-Hakem ibn Berrecân (ra) ona “imâm-ı mübîn” ta‘bîr etti. Ve o Hak Teâlâ’nın “Ve ketebnâ lehü fîl elvâhı min külli şey’in” ya’nî “Ve ona levhâlarda her bir şeyden yazdık” (A‘râf, 7/145) sözünde “külli şey’in” ya’nî “her bir şey” ile ta‘bîr olunan “levh-i mahfûz ya’nî muhafazalı levhâ”dır. Ve bu levh-i mahfûz her bir şeyin nasîhatı ve ayrıntısıdır. İşte Şeyh Ebu’lHakem (rahimehullâh)ın o levhâya “her bir şey” demesinin delîli budur. Ve onun buna yüklemesi, Hak Teâlâ’nın “ve külle şey’in ahsaynâhu fî imâmin mübîn” ya’nî “Ve her bir şeyi İmâm-ı Mübîn'de saydık“ (Yâsîn, 36/12) sözüne dayanmaktadır. Biz âlemin tamâmını, en aşağısını ve en üstünü insanda sayılmış bulduk. Bundan dolayı onu “imâm-ı mübîn” dedik. Ve onu Allah Teâlâ’nın indinde olan “imâm-ı mübîn”den tenbîh olarak aldık. Şimdi işte bu bizim ondan hazzımızdır. Onu tefekkür et ve iyice incele! Seçkinlere mahsûs bir sır vardır. Hak Teâlâ “mâ farratnâ fîl kitâbi min şey’in” ya’nî “Biz kitapta hiçbir şeyden eksik bırakmadık” (En’âm, 6/38) buyurur, “min şey’in”den onun i'tibârı olan şey ancak insandır ki, âlemde herşeye üstün olur. Ve bu kendisi için lügatsal furkânî benzerlik sâbit olmayan bir mevcûd için ve bir mevcûdda geçerli olmaz. Şimdi benzerlik sâbit olduğunda “imâm”ın vücûdu geçerli olur. Ve imâmın vücûdu sâbit olduğunda da onun gayrı hakkında “imâmlık” bâtıl olur. “Lev kâne fîhimâ âlihetun illâllâhu le fesedetâ” (Enbiyâ, 21/22) ya‘nî “Yerde ve gökte Allah’tan gayrı ilâhlar olsa idi, fesâda uğrarlardı.” Şimdi biz imâmlığı zorunlu olan şey sebebiyle bu “imâm-ı mübîn”e baktığımızda biz onu üzerinde bulunduğu sırları ve sıfatları zorunluluk arz eder bulduk. Böyle olunca biz dedik ki, o onun nefsinden midir, yâhut onun gayrından mıdır? Biz onu onun elinde emânet bulduk. Bundan dolayı “İnnallâhe ye’murüküm en tueddûl emânâti ilâ ehlihâ” ya’nî “Muhakkak Allah Teâlâ emânetleri ehli olanlara teslîm etmenizi emreder” (Nisâ, 4/58)’i okuduk. Şimdi bizim için başlarda geçen Hak aynası parladı. Biz ”mü’min kardeşinin aynasıdır” sözünde “imâm-ı mübîn” sözünü bir araya getirdik ve meze eyledik. Ve bizim için hâriçte vâhid ya’nî bir çıktı. Şimdi ona ba'zıları “ayna” ve ba'zıları “imâm” dedi. Kitabî olarak “imâm” ve sünniyye olarak da “ayna”dır. Ya'nî batı tarafının kutublarından biri olan ârif-i billâh Şeyh Ebu’l-Hakem b. Berrecân (ra) bu halîfeye “imâm-ı mübîn” ta‘bîr etti. Ve o imâm-ı mübîn Hak Teâlâ’nin “Ve ketebnâ lehü fîl elvâhı min külli şey’in” (A'râf, 7/145) ya'nî “Biz onun için levhâlarda her bir şeyden yazdık” sözünde “her bir şey” ta'bîr edilen “levh-i mahfûz ya’nî muhafazalı levhâ”dır. Çünkü halîfenin vücûduna her bir şeyin hakîkatinin yansıdığı yukarıda îzâh edildi. Ve bu levh-i mahfûzda her bir şeyin nasîhatı ve ayrıntısı vardır. Çünkü onda ilâhî isimlerin gölgeleri olan sâbit ayn’lar yansımıştır. Bu sâbit ayn’lar bütün eş- 94 Tedbirât-ı İlâhiyye Birinci Bölüm yânın hakîkatleridir. Ve her bir sâbit ayn, görünme yeri olduğu ismin hazinesinde mevcûd olan ayrıntısal hükümleri yüklenmiştir. Ve o hakîkatler kendilerine bağlanan eşyâyı kendi taraflarına da’vet edici olan nasîhatları kapsamıştır ki, bu nasîhatlar her birinin kendi bâtınından ve hakîkatinden şehâdet âleminde açığa çıkan görünme yerine ilhâm yolu üzere ulaşır. Nitekim bu hakikate işâreten Kur’ân-ı Kerîm’de “Ve evhâ rabbüke ilen nahli” ya’nî “Ve Rabb’in arıya vahyetti” (Nahl, 16/68) buyrulmuştur. Ve bu vâridât şehâdet âleminde ilâhî hazînenin emîni olan insân-ı kâmil eliyle varış yerlerine dağıtılır. İşte Şeyh Ebu’l-Hakem (rahimehullah) hazretlerinin o “levh”e “her bir şey” ismini vermesinin delîli budur. Ve onun bu levhi “imâm-ı mübîn”e yüklemesine gelince, bu ma'nâyı Hak Teâlâ’nın “ve külle şey’in ahsaynâhu fî imâmin mübîn” (Yâsîn, 36/12) ya'nî “Biz her bir şeyi imâm-ı mübînde saydık” sözünden alınmıştır. Mâdemki levh-i mahfûzda her bir şeyin nasîhatı ve ayrıntısı vardır; ve aynı şekilde her bir şey mâdemki imâm-ı mübînde sayılmıştır; ve halîfenin vücûdunda ise bütün eşyânın hakîkatleri yansımıştır; ve âlemin tamâmı, en aşağısı ve en üstü insanda sayılmıştır; bundan dolayı o insana “imâm-ı mübîn” denilmesi câiz olur. Ve işte biz bu ta'bîri Allah Teâlâ’nın indinde olan “imâm-ı mübîn” sözünden tenbîh olarak aldık. Ve bizim insan sûretinde taayyün edip, bu tecellîye mazhar olmaklık isti'dâdında mahlûk olduğumuz, o “imâm-ı mübîn” ta'bîrinden hazzımızdır. Bilinsin ki, insan iki kısımdır: Biri kâmil, diğeri noksandır. İnsân-ı kâmilde bütün ilâhî isimlerin eserleri ve hükümleri fiilen açığa çıkar. Ve noksan insânda ise ba'zı isimlerin eserleri ve hükümleri fiilen zâhir ve ba'zıları nefsânî ve hayvânî sıfatları altında örtülü ve bâtındır. Bunlar, bir insân-ı kâmilin terbiyesi altında gerçekleşen seyr ü sülûk ve mücâhede neticesinde, nefsânî ve hayvânî sıfatlarının giderilmesiyle ortaya çıkar. Bundan dolayı bu kitapta bahsedilen “insan” ta'bîri “insân-ı kâmil”e dönüktür. Çünkü noksan insân her ne kadar sûrette insan ise de, sırette henüz hayvâniyyet mertebesindedir. Şimdi sen bu ma'nâyı kendi nefsinde tefekkür et ve iyice incele! Bu beyânlarımızda seçkinlere mahsûs bir sır vardır. O da budur ki: Hak Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de “mâ farratnâ fîl kitâbi min şey’in” (En‘âm, 6/38) ya'nî “Biz kitapta hiç bir şeyden eksik bırakmadık ve zâyi' etmedik” buyurur. “Min şey’in”den ibret alınacak olan şey ancak insandır ki, âlemde herşeye üstün olur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “Ve lekad kerremnâ benî âdeme ve hamelnâhüm fîl berri vel bahri ve razaknâhüm minet tayyibâti ve faddalnâhüm alâ kesîrin mimmen halaknâ tafdîlâ” (İsrâ, 17/70) ya'nî “Biz Âdemoğlunu kerem sâhibi kıldık. Ve onu karada ve denizde taşıdık. Ve onu, hálk ettiğimiz şeylerin çoğu üzerine mübâlağa ile üstün kıldık” buyrulur. Ya'nî hálk edilen şeylerin azı üzerine üstün kılmadık demek olur. Ve hálk edilen şeylerin azı ise 95 Tedbirât-ı İlâhiyye Birinci Bölüm bizim âlemimizin hâricindedir. Bundan dolayı bizim âlemimize göre insan gerek âlemimizde ve gerek âlemimizin hâricinde bulunan mahlûkların pek çoğu üzerine üstün kılınmış olur. Ve bu her şeyin mevcûd bulunması husûsu kendisi için lügatsal furkânî benzerlik sâbit olmayan bir mevcûd için ve bir mevcûdda geçerli olmaz. Çünkü “Allah” bütün isimleri toplamış olan bir isimdir. Ve yukarıda îzâh edilen “Allah Âdem’i kendi sûreti üzere hálk etti” hadîs-i şerifi gereğince Allah Teâlâ hazretleri insân-ı kâmilde zâtı ile ve ma'nevî sıfatları ile zâhirdir. Ve hakîkatte bütün mertebeler Hakk’ın vücûdundan ibâret olduğundan kur’ânî benzerlik sâbit değildir. Bu makam tenzîh makâmıdır. Velâkin mutlak zâtın gayrılık elbisesi ile açığa çıktığı insân-ı kâmil mertebesinde lügatsal furkânî benzerlik sâbittir. Ve bu makam da teşbîh makâmıdır. Çünkü insân-ı kâmilde eşyânın bütün hakîkatleri yansımıştır. Nitekim yukarıda çok kereler îzâh edildi. Ve insân-ı kâmil için lügatsal furkânî benzerlik sâbit olunca âlemde imâmın vücûdu geçerli ve sâbit olur. Ve imâmın vücûdu geçerli ve sâbit olunca da, o insân-ı kâmilden başkası için “imâmlık” bâtıl olur. Çünkü her bir asırda “imâm” birdir, fazla olmaz. Çünkü âlemde tasarruf Hakk’ın vekîli olan insân-ı kâmile tevdî edilmiştir. Ve iki tasarruf edicinin varlığı câiz değildir. Nitekim bu ma'nâyı Hak Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de “Lev kâne fîhimâ âlihetun illâllâhu le fesedetâ” (Enbiyâ, 21/22) ya'nî “Eğer yerde ve gökte ilâhlar olsa ve her biri bir yön ile tasarruf etse, yerin ve göğün intizâmı bozulur idi” buyurur. Bundan dolayı iki tasarruf edicinin varlığının câiz olmadığı bu âyet-i kerîme ile sâbittir. Ve apaçık bir şeydir ki, dünyevî işlerde dahi akıllı kimseler bir işe iki müdür atanmasını uygun görmezler. Şimdi biz imâmlığın îcâblarını gerektiren şey sebebiyle, ya'nî tasarruf kudreti sebebiyle bu imâm-ı mübîne baktığımız zaman, biz o imâmlığı, üzerinde bulunduğu sırları ve sıfatları zorunluluk arz eder bir halde bulduk. Çünkü tasarruf kudreti, ilâhî nefsî sıfatların dışında olan ilim, sem‘, basar, irâde ve kahır ve lütuf gibi bütün ilâhî ma‘nevî sıfatları taşımadıkça ve Muhyî ve Mümît ve Dârr ve Nâfi' ve Mâni' ve Mu'tî gibi isimlerin eserleri kendisinden fiilen açığa çıkmadıkça mümkün olmaz. Böyle olunca biz iyice bir düşünüp, acabâ bu tasarruf kudreti onun kendi nefsinden ve zâtından mıdır? Yoksa onun gayrından mıdır? dedik. Ve bu derin düşüncemiz neticesinde biz onu imâmın elinde Hakk tarafından tevdî edilmiş emânet bulduk. Bu ma'nâya binâen “İnnallâhe ye’murüküm en tueddûl emânâti ilâ ehlihâ” (Nisâ, 4/58) ya'nî “Allah Teâlâ hazretleri emâneti ehline teslîm etmeyi size emreder” âyet-i kerîmesini okuduk ve anladık ki, bize bu şekilde emir buyuran Hak, kendisinin emânetlerini de ehli olan halîfeye tevdî' buyurmuştur. 96 Tedbirât-ı İlâhiyye Birinci Bölüm Şimdi bu beyânlardan yukarıda bahsi geçen “Hak aynası” âşikâr olup parladı. Biz “mü’min kardeşinin aynasıdır” sözü ile “imâm-ı mübîn” sözünü alıp bir araya getirdik ve birdîğerine meze eyledik. Bu bir araya getirme ve mezeden bizim için hâriçte, ya'nî âlemde vâhid ya’nî bir çıktı ki, o da insân-ı kâmildir. Şimdi o insân-ı kâmile ba‘zıları “ayna” ve ba'zıları da “imâm” dedi. Kitâbî olarak, ya'nî Allah’ın kitâbında geçen “ve külle şey’in ahsaynâhu fî imâmin mübîn” ya’nî “Ve Biz herşeyi imâm-ı mübînde saydık” (Yâsin, 36/12) âyet-i kerîmesinden alınarak “imâm”; ve sünniyye olarak ya'nî “mü’min kardeşinin aynasıdır” hadîs-i şerifinden alınarak da "ayna” denildi. 97 Tedbirât-ı İlâhiyye Birinci Bölüm Ve onlardan ba'zıları ona “mufîz ya’nî feyz verici” ta'bîr etti. Ve şeyhimiz ve reisimiz Ebû Medyen şeyhlerin şeyhi (ra) onu söyleyicidir. Kendisine i'timâd edilen kimselerden bir çokları da bana onunla haber verdi. Buna yükleyenler, ne zamanki cisimleri karanlık hâneler ve karanlığı yoğun siyah bölgeler gördüler, onu rûhun nûru kapladığı zaman ışık verdi, güneşin nûrunun kapladığı vakitteki bölgeler gibi parıldadı. Ve zarûri olarak biliriz ki, Bağdâd’da olan nûr Mekke’de olan nûrun gayrıdır. Ve herhangi bir yerde olan nûr onun gayrında olan nûrun gayrıdır. Daha sonra bu nûrların varlığı için sebebe baktık, ki Allah Teâlâ onları onunla değil, onun indinde hálk etti. Şimdi biz onu küre şeklinde, nûrânî bir cisim bulduk, ki ona güneş denir. Şimdi yeryüzünden ona karşılık gelen her bir yerde Allah Teâlâ bir nûr hálk eder ki, “güneş” olarak isimlendirilir. Şimdi güneşe karşılık olarak yeryüzünde hálk edilen her bir nûra “güneş” denildiği gibi, kendisiyle madde bedenler arzı parlamış olan her bir nûra da “rûh” denilmesi uzak ve imkânsız değildir. Nasıl ki her bir mekânın farklılığından dolayı, mekânların bu nûru kabûlü muhtelif olur, parlak cisimlerin nûru kabûlü donuk ve paslı cisimlerin kabûlü gibi olmaz. İşte böylece madde beden mekânlarının rûhun feyizlerini kabûlü, onların farklılığından dolayı muhtelif olur. Hayvanların onun feyizlerini kabûlü, insanın kabûlü gibi; ve insanın kabûlü de meleğin kabûlü gibi olmaz. Eğer biz güneşe “mufîz ya’nî feyz verici” dersek doğru söyleriz. Ve ifâza ya’nî feyz vermenin hakîkati su hakkındadır; ve o, onun dışındakilerde mecaz olarak kullanılır. Ve onların indinde bu rûhların küllî rûha nispeti, şehirlerin vâlîlerinin “imâm ya’nî ülkenin önderine” nispeti gibidir.Ve bu şekilde eğer adâletle hareket ederlerse sevâp kazanırlar; ve eğer eziyet ile hareket ederlerse azâplandırılmış olurlar. Seçkinlere mahsûs bir sır vardır: Senâsı celîl ve isimleri mukaddes olan Allah Teâlâ hazretleri “Ve eşrekatil ardu bi nûri rabbihâ” (Zümer, 39/69) ya'nî “Yeryüzü Rabb’inin nûru ile aydınlandı” buyurur. Burada rubûbiyyet i’tibârı, “ilk muallim”in efendiliğidir ve onun terbiyesi ve sebeb olmaklığının te'sîridir. Ve o Hak Teâlâ hazretlerinin tenbîh yolu üzere buyurduğu “Yâ eyyetühen nefsül mutmainneh / İrciî ilâ rabbiki” (Fecr, 89/27-28) ya‘nî “Ey mutmainne nefs, Rabb’ine dön!” sözünde kendisine döndürülmüş olandır. Ve bu Rabb’in nûru onun üzerine tenbîh olunmuştur. O da hayvânî rûhtur ki, hayvan ve insan onunla müşterektir. Ve onda ölümün i‘tibârı bulutun örtmesi ve uykunun i'tibârı güneşin batmasıdır; ve gafletin i'tibârı hilâlin örtmesidir. Bundan sonra bil ki, “imâm” gâib olduğunda ona bedel vezîr geriye kalır; geceleri ayın feyz verişi gibi memleket üzerine feyz verir. Ve vezîrin maddesinin feyzi ve onun feyz verme- 98 Tedbirât-ı İlâhiyye Birinci Bölüm si mutmainne nefsin maddesine perde olan bitkisel nefse bakarak feyz verse de, imâmlığın feyz vermesi gibi değildir. Ve her ikisi, ya‘nî imâm ve vezîr, gâib oldukları vakit hükümlerin ilimlerinin yıldızları olan fıkıh âlimleri geriye kalır. Şimdi onların hayvânî nefsin ve yırtıcı nefsin ve onların kuvvetlerinin istilâsının kahrına feyz vermeye takâtları olmaz. Şimdi sen bu sırrı iyice düşün ve araştır! Sana ilâhî hikmet zâhir olur. Ve tahkîk ehlinden ba'zıları o halîfeye “mufîz ya’nî feyz verici” ta'bîr etti. Ve şeyhimiz ve reisimiz Ebû Medyen şeyhlerin şeyhi (ra) da bu halîfeye “mufîz ya’nî feyz verici” ta'bîr buyurmuştur. Ebû Medyen Mağribî (ra) Hz. Şeyh-i Ekber’in şeyhidir. Şerefli ismi Şuayb bin Hasan’dır. Kendileri tahkîk ehlinin en büyüklerindendir. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) yazdığı bir çok eserlerinde onların isimlerini bir çok yerde zikretmiştir. Hicretin beş yüz doksanında vefât etmiştir. Hz. Şeyh-i Ekber buyururlar ki: Bu “mufîz ya’nî feyz verici” ta'bîrini yalnız Ebû Medyen hazretleri gibi bir tahkîk ehlinden işitmedim. Bu ta'bîri diğer tahkîk ehlinden de işittim. Ve halîfeyi bu “mufîz ya’nî feyz verici” ma'nâsına yükleyenler, ne zamanki cisimleri, karanlık hâneler mesabesinde ve karanlığı çok siyâh bölgeler olarak gördüler, o cisimleri rûhun nûru kapladığı zaman ışık verdi. Güneşin nûru kapladığı zaman yeryüzündeki bölgeler nasıl parıldar ve ışık verirse, karanlık cisim de rûhun nûruyla öylece parıldadı. Ve gerçi ışığın kaynağı olan güneş bir olmakla berâber, zarûrî olarak biz biliriz ki, Bağdâd arâzîsi üzerine yayılan nûr, Mekke arâzîsi üzerine yayılan nûrun gayrıdır. Çünkü her ne kadar kaynak; bir ise de muhtelif mekânlara temâs eden ışık huzmeleri birdiğerinin aynı değildir. Bundan dolayı her hangi bir yerde olan nûr, o yerin dışında olan yerdeki nûrun gayrıdır. Daha sonra biz bu nurların nasıl hâsıl olduğunu anlamak için onların icâb ettirici sebebine baktık ki, Allah Teâlâ o nûrları o sebeple değil, o sebebin indinde hálk etti. Ya‘nî güneş yeryüzündeki yerlerde gözüken nurların sebebidir. Fakat bu nûrların vücûdu için mutlaka güneş lâzım değildir. Hak Teâlâ güneş olmaksızın da nûr hálk eder. Fakat ilâhî âdet eşyâyı sebepler indinde ve sebepler perdesi arkasından hálk etmektir. Nitekim ayrıntısı yukarıda geçti. Bu nurların varlık sebebine baktıktan sonra onların sebebini yuvarlak ve nûrânî bir cismin vücûdundan ibâret bulduk ki, ona “güneş” denir. Ve yeryüzünün bu cisme karşılık gelen her bir yerinde Allah Teâlâ bir nûr hálk eder ki, ona “güneş” denilir. Ya‘nî işin aslında küre şeklinde ve nûrânî olan güneş denilen cisim bir maddeden ibâret olduğu halde, yeryüzünün muhtelif yerlerinde bu cisim sebebiyle hálk olunan 99 Tedbirât-ı İlâhiyye Birinci Bölüm muhtelif nurlara da “güneş” denilir. Örneğin şurada güneş var, burada yok ve orada var gibi ta‘bîrleri dâimâ kullanırız. Oysa güneşin zâtı o yerlerde değildir. İşte bunun gibi kendisiyle madde bedenler arzı parlamış olan her bir nûra da “rûh” denilmesi câizdir; uzak ve imkânsız değildir. Her ne kadar “küllî rûh” birden ibâret ise de çok olan bedenlere onun nûru yansımış olduğundan onun her bir bedendeki yansımasına da “rûh” denir. Ve muhtelif mekânlar güneşin nûrunu muhtelif sûretlerde kabûl eder. Ve parlak cisimlerin nûru kabûl etmesi, donuk ve paslı ecsâmın kabûlü gibi değildir. İşte böylece madde beden mekânlarının rûhun feyiz verişini kabûlü, onların muhtelif oluşu dolayısıyla muhtelif olur. Örneğin rûhun feyiz verişini hayvânî bedenlerinin kabûlü insânî bedenlerin; ve insânî bedenlerin kabûlü de melekî bedenlerin kabûlü gibi değildir. Bilinsin ki, güneş sistemimizi aydınlatan güneş bir olduğu gibi, bunları terkîb eden mâdenlere ve bitkilere ve hayvanlara ve insana yansıyan “rûh” dahi birdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “güneş” gibi “rûh” dahi tekil olarak zikredilmiştir. Ancak bu “rûh”un nûrunun yansıması hepsinde aynı eşit şekilde hissedilmez. Mâdenlerde hiç hissedilmez. Çünkü onların taayyünleri bu yansımayı kemâliyle kabûle müsâid değildir. Bundan dolayı rûhun eserleri onlarda bâtındır. Bitkilerde büyüyüp gelişmeleri dolayısıyla bir dereceye kadar hissedilir. Hayvânlarda daha belirgin ve insanda en belirgindir. Ve aynı şekilde insanın cismi kesîf ve melekler latîf olduğu için rûhun feyizlerini kabûlde eşit değildirler. Meleklerde rûha âit eserler insandan daha fazla belirgindir. İnsanda mekân ve yön kaydı olduğu halde meleklerde bunlar yoktur. Bu îzâhlara göre, eğer biz güneşe “mufîz ya’nî feyz verici” dersek doğru söylemiş oluruz. Ve “ifâza ya’nî feyz verme”nin hakîkî ma’nâsı “taşırmak” demek olup su hakkındadır. Ve bu ta'bîr “su”dan başka olan şeyler hakkında “bol bol etrâfa dağıtmak” ma'nâsına olarak mecâzen kullanılmaktadır. Örneğin güneş ışığını bol bol etrâfına yaydığı için “ifâza ediyor” denildiği gibi, kendisine de “mufîz ya’nî feyz verici” denilir. Ve aynı şekilde “küllî ruh” eserlerini madde bedenler arzına bol bol yaydığı için “ifâza” ve “mufîz” ta'bîrleri onun hakkında da kullanılır. Ve “küllî rûh”un her bir bedende gözüken eserine bir “rûh” denildiğinden, kerem sâhibi tahkîk ehli indinde bu rûhların küllî rûha nispeti, şehirlerin idâresine me’mûr olun vâlîlerin, memleketin tamâmı üzerinde bütünsel olarak tasarrufa sâhip olan “imâm ya’nî önder”e nispeti gibidir. O vâlîler kendilerine imâmdan yansıyan tasarruf sâyesinde, eğer halk üzerinde adâlet ve insâf çerçevesinde muâmele ederlerse sevâp kazanırlar. Ve eğer bu yansıyan tasarrufu kötü kullanıp eziyet ve zulüm ederlerse azâplanırlar ve mes‘ûl olurlar. Bu ifâdeler herkesin anlayacağı bir tarzdadır. 100 Tedbirât-ı İlâhiyye Birinci Bölüm Fakat burada seçkinlere özel bir sır vardır. O da budur ki: Hak Teâlâ hazretleri “Yeryüzü Rabb’inin nûruyla aydınlandı” (Zümer, 39/69) buyurur. Âyet-i kerîmedeki “Rab” ta‘bîrinin kullanılmasından anlaşılan “rubûbiyyet” yukarıda ta‘bîr sebebi îzâh edilen “ilk muallim”in efendiliğidir. Ve onun âlemin en aşağısını ve en yukarısını terbiye etmesi ve halk üzerinde ilk sebep oluşunun te’sîridir. Şimdi “ilk muallim” olan “halîfe”nin efendiliği ve rubûbiyyeti sâbit olunca, o halîfe Hak Teâlâ’nın tenbîh yolu üzere buyurduğu “Ey mutmainne nefs, Rabb’ine dön!” (Fecr, 89/27-28) sözünde kendisine döndürülmüş olandır. Ya‘nî mutmainne nefisler o halîfeye döner. Çünkü madde bedenler arzına yayılmış olan nûr, ondandır. Ve o “halîfe” ve “küllî ruh” asıldır. “Herşey aslına döner” kâidesince elbette fer‘in asla dönmesi gerekir. Ve “bi nûri rabbihâ” ya’nî “Rabb’inin nûru ile” (Zümer, 39/69) halîfeden yayılmış olan nûra tenbîh eder. Ve “İrciî ilâ rabbiki” ya’nî “Rabb’ine dön!” (Fecr, 89/28) emriyle de aslî olan rubûbiyyeti dolayısıyla bu nûrun ona dönüşüne tenbîh buyrulur. Ve ona dönecek olan nûr, hayvânî ruhtur ki, hayvan ve insanın o rûhta müşterek oluşu vardır. Ve bu rûh sebebiyle karanlık kesîf cisim nurlanır. Ve insanın hayvânî rûhunda üç i'tibâr vardır ki, birincisi “ölüm,” ikincisi “uyku” ve üçüncüsü “gaflet” halleridir. Ölüm dediğimiz itibâr güneşin önüne bulutların perde olmasına; ve uyku dediğimiz i‘tibâr da güneşin batmasına; ve gafletin i'tibârı da ayın yuvarlağının astronomi bilginlerince malûm olan örtmeden dolayı hilâl şeklinde görülmesine benzemektedir. Bu üç i'tibârdan her birinin bir çok ayrıntıları ve netîceleri mevcût ise de burada hepsinin anlatılması çok uzun olur. Bundan sonra bilesin ki, “imâm ya’nî önder” gâib olduğu vakit onun makamına “vezîr”i geçer. O vezîr gecede ay gibi memleket üzerine feyz verir. Fakat vezîrin maddesinin feyzi ve onun feyz verişi mutmainne nefsin maddesine perde olan bitkisel nefse bakarak feyz verse de “imâmlığın” feyz verişi gibi değildir. Bilinsin ki, insanda “tabîî nefs” ve “bitkisel nefs” ve “hayvânî nefs” vardır. Tabîî nefs cismin parçalarını birbirinden ayrılıp dağılmaya bırakmayan bir kuvvettir. Ve bitkisel nefs cismi üç eb‘âda, ya‘nî boy ve genişlik ve derinlik ve altı yöne çekip büyüten bir kuvvettir. Ve hayvânî nefs cisme tercihte bulunma ile hareket veren bir kuvvetten ibârettir. Ve tabîî ve bitkisel nefs bütün hizmetkârlarıyla berâber hayvânî nefse hizmet ederler. Ve her birinin hizmetlerini ve vazîfelerini burada saymak ve îzâh etmek uzun olur. Detaylarını isteyenler tahkîk ehlinin eserlerini ve bilhassa İbrâhîm Hakkı hazretlerinin Ma’rifet-nâme'siyle Mahmûd Şebüsterî hazretlerinin Mir’ât’ül-Muhakkıkîn ismindeki eserini incelesinler. 101 Tedbirât-ı İlâhiyye Birinci Bölüm Şimdi bunlardan başka insanî nefste kazanacağı sıfatlar i‘tibârı ile yedi mertebe vardır ki, bunlar da “emmâre nefs,” “levvâme nefs,” “mülhime nefs,” “mutmainne nefs,” “râziyye nefs,“ “marzıyye nefs,” “kâmile yâhut bâkıyye nefs”dir. Her bir alttaki mertebe, kendi üstündeki mertebenin perdesidir. Şimdi emmâre, levvâme, ve mülhime mertebelerinde olan nefislerde hayvânî sıfatlar mevcût olduğundan i‘tidâl ölçüsünün dışına çıkarlar. Mutmainne nefs mertebesi ise bunların tersinedir. Bu mertebe bütün muâmelelerinde i‘tidâle yakındır. Şimdi yemeye ve içmeye yatkın olan bitkisel nefs —ki bunda tabîî ve hayvânî nefs ve diğer nefisler dâhildir— mutmainne nefsin maddesine perde olur. Ve bunların hepsine feyz yukarıda îzâh edildiği üzere “ilk yardım edici” olan “halîfe” ve “imâm”dan gelir. O gâib olduğu zaman, onun vekîli ve vezîri olan kimseden gelir ise de, vezîrin alışı halîfeden olup zâtından olmadığından, onun feyzi, güneşten ışık almak sûretiyle yeryüzünü aydınlatan aya benzer. Ve ayın aydınlatması tabi’ki güneşin aydınlatması gibi değildir. Ve her ikisi, ya'nî imâm ve vezîr, gâib olduğu zaman şerîat hükümleri ilimlerinin yıldızları mesâbesinde olan fıkıh âlimleri onların makāmına geçer. Ve gece karanlığında yıldızlar yeryüzünü aydınlatamadıkları ve karanlığı gideremedikleri gibi, o fıkıh âlimleri de gece karanlığına benzeyen hayvânî nefsin ve yırtıcı nefsin kahrına ve yırtıcı hayvanlara mahsûs olup insanlarda gözüken kuvvetlerin istilâsını gidermeye güçleri yetmez. Çünkü onlar yalnız harf ve ses ile hükümleri teblîğ edebilip ma‘nevî tasarruflara kādir değildirler. Şimdi sen seçkinlere özel olan bu sırrı iyi düşün ve araştır; ve bu verdiğimiz düstûru fikren derinleştir ve netîcelerini idrâk eyle! Sen bu çerçevede tefekkür ettikçe gerek dünyevî memleketin ve gerek insânî memleketin idâresinde sana ilâhî hikmet zâhir olur ve açılır. İlgisi dolayısıyla: Yeryüzü sâkinlerinde senelerden beri hayvânî nefsin ve yırtıcı nefsin hüküm sürdüğüne bakılırsa günümüzde “imâm”ın ve vezîrin gaib olduğu ve yalnız hüküm âlimlerinin geriye kaldığı ve onların da nasîhatlarının etkili olamadığı ve bundan dolayı Hz. Şeyh-i Ekber (ra)’ın Ankâ-i Muğrib ismindeki değerli eserlerinde ortaya çıkışına işâret buyurdukları “imâm”ın ve Fütûhâtı Mekkiyye’lerinin üç yüz altmış altıncı bölümünde beyân ettikleri vezirlerinin yakın bir zamanda ortaya çıkmaları beklenmektedir. (Vallâhü a'lem!). 102 Tedbirât-ı İlâhiyye Birinci Bölüm Ve onlardan ba'zıları ona “dâirenin merkezi” ta‘bîr etti. Bu eserin yazarı der ki; Buna yükleyenler ne zamanki bu halîfenin mülkünde adâletine ve onun tamâmı üzerinde ta’kîp ettiği yolun ve hükümlerinin istikâmetine baktılar, onun sebebiyle adâletin varlığından dolayı ona “varlık dâiresinin merkezi” ismini verdiler. Ve onu ancak kürenin merkezine yüklediler ki, onların bakışı sâhibine eşit seviyede olarak noktadan çevreye çıkan her bir hattadır. Bunu adâletin gâyesi gördüler de bu ma'nâdan dolayı ona “dâirenin merkezi” dediler. Seçkinler için bir sır vardır. O da budur ki, dâirenin noktası çevrenin vücûdunda asıldır. Ve her ne zaman varlığıyla veyâ farazî olarak bir küre takdir etsen, senin için bir nokta takdiri lâzımdır, ki o da onun merkezidir. Ve noktanın vücûdundan çevrenin vücûdu lâzım gelmez. Ve bu dâireden fâil olan vücûd pergel denilen âletin başıdır. Ve vücûdda dâire yoktur. “Allah Teâlâ mevcûddu; ve onunla berâber bir şey yoktu.” Ve pergelin iki bacağı lütuf olarak ve vücûda getirici olarak onun açılmış olan elleridir. Ve bacağın biri noktaya âittir ki, “gayb eli ve a’lâ olan melekût”tur. Ve bacağın biri de çevreye âittir ki, “mülk ve şehâdet âlemi” elidir. Şimdi biri “emr” için ve diğeri “halk” içindir. “Ve kânellâhu bi külli şey’in muhîtâ” (Nisâ, 4/126) ya'nî “Allah Teâlâ her şeyi ihâta edicidir.” Âyet-i kerîmede “ve kad halaktüke min kablü ve lem tekü şey’â” ya’nî “Sen bundan evvel bir şey değil iken ben seni hálk ettim” (Meryem, 19/9) buyrulur. Şimdi merkez eli, yönleri kat' eden hareketten pâktır. Ve çevreyi çizen eli ise hareketlidir. Bundan dolayı iyi düşün! Allah Teâlâ senin basîretini bu işâretler için nurlandırsın. Ben sana yolu gösterdim. Ve eğer halîfenin eserlerini teftiş etsem ve onun özelliklerini araştırıp tetkîk eylesem ve bu cinsten olan lakapları ona versem, onları büyük bir kitap içine alırdı. Diğer sonradan olanlar arasından onun şerefine ve güzîdeliğine ve bununla işâret etmesi için, bu az sözle çok şey anlatma dâiresinde bu kadarla yetindik. Ve tahkîk ehlinden ba'zıları o halîfeye “dâirenin merkezi” ta'bîr etti. Bu kitabın yazarı olan Hz. Şeyh-i Ekber (ra) der ki: Halîfeye “dâirenin merkezi” diyenler, ne zamanki onun mülkünde adâletine ve mülkünün tamâmında ta'kîp ettiği yolun ve koyduğu hükümlerin istikâmetine baktılar, halîfenin vücûdu sebebiyle adâletin hâsıl oluşundan dolayı, o halîfeye “varlık dâiresinin merkezi” ta'bîrini yüklediler. Bilinsin ki, cenâb-ı Şeyh (ra) bu kitabın Önsöz’ünde halîfe hakkında “Orta yol üzere olan medînesini ya’nî şehrini ma'mûr kıldı” buyurmuş idi. “Medîne”den kasıt, iniş ve çıkış mertebelerinin kesişme noktası olması i'tibârı ile, “şehâdet âlemi”dir. Ve halîfenin varlıksal vücûdu şehâdet âleminde taayyyün edip ulvî mertebelerden aldığını süflî mertebelere dağıtır ve taksîm eder. Ve bu dağıtma ve 103 Tedbirât-ı İlâhiyye Birinci Bölüm taksîmde küfür ve îmân ve iyileştiricilik ve bozgunculuk onun indinde eşittir. Nitekim yine Önsöz’de Hz. Şeyh (ra): “îmân eden ile küfreden kimse arasındaki alışı onun kabzasında eşit kıldı” buyurmuş ve bu konudaki îzâhlar şerh edilerek geçmiş idi. Şimdi mâdemki mevcûd olan ferdlere isti'dâdları dolayısıyla, isimlere âit verişlerden gerçekleşen her bir şey eşit seviyede halîfenin vücudundan kaynaklanmaktadır; o halde onu bir dâirenin merkezine yüklediler ve benzettiler. Ve tahkîk ehli, ne zamanki noktadan ibâret olan merkezden çevreye çıkan her bir hattın ve her bir yarı çapın, âit olduğu kavise eşit olarak çıktığını gördüler, bu çıkıştaki eşitliği adâletin gâyesi gördüler de bu ma‘nâdan dolayı o halîfeye “dâirenin merkezi” dediler. Çünkü adâletin bir ma'nâsı da “bir şeyi bir şeye eşit kılmak”tır. Bu yüklemede ve benzetmede seçkinlere özel bir sır vardır. O da budur ki: Dâirenin noktası olan merkez, o dâirenin çevresinin oluşmasında ve vücûdunda asıldır. Ve her ne vakit sen bir kağıt üzerinde vücûda getirmek ve çizmek veyâhut kağıt üzerinde resmetmeyip de zihninde tasavvur etmek sûretiyle bir küre veyâ dâire farz etsen ve takdîr eylesen, senin için işin başında bir nokta takdiri lâzımdır ki, o nokta da o kürenin merkezidir. Çünkü geometri usûlü bunu gerektirir. Ve her bir noktayı vücûda getirmekle veyâ farz etmekle mutlaka çevrenin vücûdu lâzım gelmez. Ya'nî her bir nokta mutlaka çevrenin merkezi değildir. Fakat her nerede bir dâire olursa mutlaka onun merkezi olan noktanın vücûdu lâzımdır. Şimdi geometri usûlü üzere bir dâire çizilmesinde fâil olan vücûd pergel dediğimiz âletin baş tarafıdır. Ve dâireyi çizmezden önce pergelin bacaklarını birleştirdiğimiz zaman, onu ikilikten kurtulmuş bir vücûddan ibâret görürüz ki, bu hal dâireyi çizecek fâilin vücûdu mevcûd olmakla berâber, henüz meydanda bir dâirenin mevcûd olmadığına işârettir. Bundan dolayı fâil vücûd olan Hak mevcûd olmakla berâber âlemimiz olan kürenin ve diğer âlem kürelerinin taayyünleri böylece yok idi. “Allah Teâlâ mevcûd olduğu halde onunla berâber bir şey yok idi.” Tahkîk ehli “El an kemâ kân” ya’nî “Şu an dahi yine öyledir” manâsını da ilâve ederler. Bu ma‘nâ sırf vahdet-i vücûdu ifâde etmek içindir. Oysa burada Hz. Şeyh (ra) hem vahdeti ve hem de ikiliğin esâslarını ifâde etmek için pergel örneğini verirler. Çünkü taayyün âlemi ikiliği gerektirir. Şimdi taayyün etmiş olan vücûdlara göre pergelin bacakları açıldığı zaman, onun bir olan vücûdu iki ayak sâhibi olarak görünür ki, bu iki bacak lütuf olarak ve vücûda getirici olarak onun açılmış olan elleridir. Ve bu iki bacaktan biri çizilecek olan dâirenin vücûdunun merkezi bulunan noktaya mahsûstur ki, “gayb ve a’lâ olan melekût eli”dir. Ve bacağın biri de çev- 104 Tedbirât-ı İlâhiyye Birinci Bölüm reye mahsûstur ki, “mülk ve şehâdet eli”dir. Ya‘nî pergelin başı Hakk’ın vücûduna karşılıktır. Hakk’ın vücûdunda gizli olan isimlerin görünme yerlerinin vücûda getirilmesi için, o başa bağlı olan etken el ve edilgen el birdîğerinden ayrıldılar. Birlikten ikilik çıktı. “Gayb ve melekût eli” pergelin merkezde sâbit olan ayağı mesâbesindedir. Ve “mülk ve şehâdet âlemi eli” de pergelin hareketli olan ve çevresi dediğimiz eli çizen diğer ayağı mesâbesindedir. Şimdi merkezde sâbit olan ayak çevreninin çizilmesini emreder. Ve diğer ayak ise merkezden çıkan bu emir üzerine çevreyi hálk eder ve takdir eyler. Bundan dolayı ayağın biri “emr” için ve diğeri “halk” içindir. Ve pergelin başı ise “emr” ve “halk”ı ihâta etmiştir. Nitekim âyet-i kerimede “Ve kânellâhu bi külli şey’in muhîtâ” ya'nî “Allah Teâlâ her şeyi ihâta edicidir” (Nisâ, 4/126) buyrulur. Ve aynı şekilde “ve kad halaktüke min kablü ve lem tekü şey’â” ya’nî “Sen bundan evvel bir şey değil iken ben seni hálk ettim” (Meryem, 19/9) buyrulur. Nitekim dâire evvelce mevcûd değil iken pergelin her iki ayağına hâkim olan baş, onu hálk etmiş ve takdîr eylemiştir. Şimdi pergelin merkez eli, fezâda mesâfeler kat’ etmeyip hareketten pâk ve sâbit bir halde durur. Ve dâirenin çevresini çizen el ise fezâda mesâfeler kat’ ettiği için hareket eder. Ve bu hareketten bizim âlemimiz ile sonsuz şehâdetsel âlemlerin taayyünleri vücûd bulucu olur. Bundan dolayı bu verdiğimiz esâslar doğrultusunda iyice düşün ve tetkîk et! Allah Teâlâ senin akıl ve rûh ve kalb gözünü nurlandırsın da bu işâretlerden ne gibi şeyleri murâd ettiğimizi anla! Ben sana bu düstûru beyân etmekle derin düşünme yolunu gösterdim. Ve eğer halîfenin eserlerini teftiş ve onun özelliklerini araştırıp tetkîk eylesem ve bunlara benzeyen bir çok lakablarını söylesem büyük bir kitap yazmak lâzım gelirdi. Diğer sonradan olanlar arasından onun şerefine ve onun güzîde oluşuna işâret etmek üzere az sözle çok şey anlatma yoluyla bu kadarla yetindim. Meselâ halîfeye “âlemin kalbi” lakabı da verilebilir. Ve “kalb” ma‘nâsına yüklendiğinde benzerliğin îzâhı budur ki, insan vücûdunun fiilleri ve hareketlerini ortaya getiren şey “hâtıralar”dır. Kalb kendisine ulaşan “hâtıra”yı aldıktan sonra o hâtıraların türüne göre beş duyudan her birerlerine onları dağıtır. Ve insan beş duyusunu kullanmak için a'zâlarını hareket ettirir. Örneğin kalb “Sağ tarafa bak!” der. İnsan başını çevirip o tarafta bakma duyusunu kullanır. Veyâhut kalb “Şu meyvenin lezzetine bak!” der. İnsan elini hareket ettirip o meyveyi ağzına alarak tadma duyusunu kullanır. İşte diğerleri de buna kıyaslanabilir. Şimdi hâlîfe de cenâb-ı Hak’tan ulaşan bir emri alıp duyular mesâbesinde olan meleklere verir. Ve melekler de a‘zâ mesâbesinde olan âlemin taayyünlerini gereğine göre harekete geçirir. Halîfenin buna benzer lakabları pek çoktur. İlâhî ârifler ma‘rifet kapasiteleri derecesinde onları bulup halîfeye yüklerler ve bu lakablarla yâd eylerler. 105 Tedbirât-ı İlâhiyye İkinci Bölüm İKİNCİ BÖLÜM Halîfenin Mâhiyyetine ve Hakîkatine Dâir Olan Söz Hakkındadır. Halîfe ta‘bîr ettiğimiz bu “rûh” hakkında âlimler (r. anhüm) ihtilâf ettiler. Onlardan ba‘zıları ferd ya’nî tektir, boşlukta yer kaplayan bir cevherdir, dedi. Onun hayvânî cisim ile kâim olan hayâtın tersi ve ma'nevî sıfatları taşıyıcı olduğu şeklinde düşündüler. Ve bir sınıf da yine düşündüler ki, muhakkak idrâkler mahallerine mahsûstur. Lâkin Allah Teâlâ onları cisme tutturdu. Ve onların devamlılığı rûhun devamlılığıyladır. Şimdi madde bedenin rûhu ayrıldığı zaman, onun gidişinden dolayı idrâkler de gider. Ve bir sınıf da düşündüler ki, bedenin parçalarına teşebbüs etmiş olan bir latîf cisimdir ki, suyun yüne tahallülü ( )ﺗﺨﻠﻞveyâ tahallülü ( )ﺗﺤﻠﻞgibi ona tahallül etmiştir ve tahallül etmiştir; ve onun için madde bedenden ona hâs olan bir mahal yoktur. Ve Abdülmelik b. Habîb dedi ki, o cismin sûreti üzerine olan latîf bir sûrettir. Cismin dâhilinde onun iki gözü ve iki kulağı ve iki eli ve iki ayağı vardır. Bedenden her bir uzva ve parçaya karşılık olarak onun benzeri vardır. Ve işte bunların hepsi onun araz olmasını olmayacak bir şey gördüler. Şimdi onlara, bundan engelleyen şey nedir? denildi. Dediler ki: “Bizim indimizde bu, aslında uzak değildir. Lâkin “Muhakkak rûhlar ni’metlenici ve azâp duyucu olur; çünkü onlar bâkîdir” sözünde işittiğimiz bundan engelledi. Oysa bu iki sıfat arazın sıfatından değildir. Çünkü ni’metlenme, ma‘nânın ma'nâ ile kâim olmasını gerektirici olur. Bu ise akıllı olanların ekserisi indinde aklen olması muhâl olan birşeydir. Şerîat hükümleri ise muhâl ile gelmedi. Ve rûhun bâkî oluşu hakkındaki hadîs dahi aklın delîlini bozar. Eğer araz olsa, arazın bâkî olması mümkün olurdu. Çünkü arazlar her bir zamanda yenilenir. Ve bu söz üzerine, canlı için zamanların adedi sebebiyle, ya‘nî onun üzerine zamanları madde olması sebebiyle, adetlenmiş rûhlar olur idi. Oysa bunların hepsi bâtıldır. Hz. Şeyh-i Ekber (ra) “halîfe” ta‘bîr edilen “küllî ya’nî bütünsel rûh”un mâhiyyeti ve hakîkati hakkında kerem sâhibi âlimlerin türlü ihtilâflarını beyân ederek buyururlar ki: Bu âlimlerden ba'zıları o rûha, ferddir ve tektir, ya'nî bir ikincisi yoktur. Onun vücûdu yer tutucudur, ya‘nî fezâda bir yer işgal eder. Kendisi iki zamanda 106 Tedbirât-ı İlâhiyye İkinci Bölüm dâimi kalmayan araz türünden olmayıp, zamanlarda dâimi olan cevherdir, dedi. Ve böyle söyleyenler bu rûhun hayvânî cisim ile kâim olan hayâttan, ya'nî hayvanî rûhtan başka bir şey olduğunu ve hayat ve ilim ve sem' ve basar ve diğerleri gibi ilâhî ma’nevî sıfatları taşıdığını düşündüler. Ve âlimlerden bir sınıf da idrâklerin mahallerine, ya'nî cisimde mevcûd olan dimağ, kalb, kulak ve göz gibi a'zâlara mahsûs olduğunu ve Allah Teâlâ hazretlerinin bu idrâkleri cismin bu gibi mahallerine tutturduğunu ve bu idrâklarin devamlılığının rûhun devamlılığı ile bulunduğunu ve rûh cesedden ayrıldığı vakit, bu rûhun gitmesi sebebiyle idrâklerin dahi berâberce gittiğini düşündüler. Ve yine âlimlerden bir sınıf bu rûhun bedenin parçalarına bağlanan latîf bir cisim olduğunu ve su bir yüne veyâ yünden ma'mûl bir kumaşa nasıl nüfûz ederse ve dâhil olursa, o rûhun da öylece bedenin parçalarına nüfûz ettiğini ve dâhil olduğunu ve cisimde rûha mahsûs bir mahal olmadığını düşündü. Ve âlimlerden Abdülmelik b. Habîb dahi dedi ki: Rûh cisim sûretinde bir latîf sûrettir. Cismin içinde bulunduğu halde, cisim gibi onun da iki gözü ve iki kulağı ve iki eli ve iki ayağı vardır. Bedenin her bir uzvuna ve parçasına karşılık olmak üzere o latîf olan sûrette de bu uzuv ve parçaların benzeri mevcûddur. İşte bu beyânlardan anlaşıldığı şekilde bahsedilen âlimler rûhun araz olmasını olmayacak bir şey gördüler; ya'ni “rûh” araz türünden olamaz dediler. Şimdi bu beyânların sâhiplerine denildi ki: Bundan, ya'nî rûhun araz olduğuna hükmetmekten engelleyen şey nedir? Onlar cevâben dediler ki: İşin aslında rûhun araz olması bizim indimizde uzak görülen bir şey değildir. İlâhî kudret indinde bu mümkündür. Velâkin (Sav) Efendimiz’in şerefli sözünde işittiğimiz ma'nâ bizi bu rûhu araz saymaktan engelledi. O hadîs-i şerîf de: “Rûhlar ni’metlenir ve azab duyucu olur. Çünkü onlar bâkîdir” meâlindedir. Oysa bu iki sıfat, arazın sıfatından değildir. Çünkü rûh, araz olduğu halde ni’metlense ve azab duyucu olsa, ma'nânın ma'nâ ile ve arazın araz ile kâim olması lâzım gelir. Çünkü ni'met ve azâb birer arazdır. Bunların bağlanması için bir cevhere ihtiyaç vardır. Rûhun araz olduğunu kabûl edince bir araz diğer araz ile kâim olmuş olur. Bu ise akıllı olanların çoğu indinde aklen muhâl olan bir şeydir. Oysa şerîat muhâl olan bir şey getirmemiştir. Belki mümkün olan şeyi beyân etmiştir. Böyle olunca rûhun, arazın gayrı olması îcâb eder. Rûhun bakası hakkındaki ikinci hadîs, ya'nî “onlar bâkîdir” sözü onun araz olmasına aykırıdır. Aklın delîli onu bozar. Çünkü rûh araz olsa, arazların bâkî olması mümkün olurdu. Çünkü arazlar iki zamanda bâkî kalmaz, her bir zaman- 107 Tedbirât-ı İlâhiyye İkinci Bölüm da yenilenir. Ve rûh da araz olursa eğer her bir zamanda yenilenmesi gerekir. Ve bu şekilde de bu söze göre her bir canlı için zamanların adedince adetlenmiş rûhlar olması îcâb eder. Çünkü arazın maddesi, üzerinde bulunduğu zamanlardır, ya‘nî arazı ortaya çıkaran zamandır. Oysa bunların hepsi bâtıldır. Ve o kimse ki onun cevher olmadığını düşündü, onun bunun üzerine delîli cevherin benzerliğidir. Şimdi eğer bir olan cevherin bir rûh olması câiz olsaydı, her bir cevher rûh olur idi. Ve delîl, akıl mes’elesinde bunun bâtıl oluşuna getirildi. Şimdi rûhun cevher olduğunu düşünen kimse, benzerlikten dolayı aklın cevher olmasını muhâl gördü. Ve cevher olması bâtıl olduğu zaman, cisim olması da bâtıl olur. Çünkü cisim iki ve daha fazla cevherlerden oluşan cevherlerdir. Ve bir sınıf düşündü ki, o kendi nefsi ile kâim, boşlukta yer tutmayan sonradan meydana gelmiş bir cevherdir. Ve o İmâm Ebû Hamid el-Gazzâlî’nin onun hakkındaki sözlerinden biri olan bu sözdür. Ve o cismin dâhilinde değildir; ve ondan hâriç de değildir; ve ona bitişik de değildir; ve ondan ayrılmış da değildir; ve bu boşlukta yer tutmamasından dolayıdır ki, o da bitişiklik ve ayrı oluş için geçerli şarttır. Ve onlara onun bir şeyden veyâhut onun zıddından hâlî olmadığı beyânı ile i'tirâz edildi. Şimdi onlar dediler ki, ikisinden ârîdir. Onlardan her birinin vücûdu olduğu zaman, onun için şart kılınan bir şartlılık vardır. Bundan dolayı her ne zaman, şart ortadan kalkarsa ârî olma câiz olur. Nitekim sen mâdenler hakkında âlim değildir, câhil de değildir dersin. Çünkü ilmin veyâ zıddının kâim olması için geçerli şart ancak hayâttır. Oysa mâdenlerde hayât yoktur. Şimdi buna araz olmasını engelleyen şey nedir? denildi. Bundan dolayı ona cevher diyen ve araz olmasını iptâl eden kimsenin delîli ile delîl getirdi. Ona boşlukta yer tutan bir cevherdir denildi. Bundan dolayı ona araz diyen boşlukta yer tutan cevher ve araz hakkında sonradan olmaklığına hasretme inancıyla berâber onun cevher olmasını iptâl eden kimsenin delîli ile delîl getirdi. Ondan sonra onlara denildi ki: Boşlukta yer tutan bir cevher bâtıl oldu; ve araz olması da bâtıl oldu. Oysa o mevcûttur. Ve o Allah Sübhânehû ve Teâlâ değildir. Bundan dolayı sizin bu hasretmeniz bâtıl oldu. Ve bir beşinci mevcût ortaya çıktı ki, o da bizim bahsettiğimiz şeydir. Ve biz bahsedilen söze ilmimiz olmakla berâber, Hak onların birisindedir diye bu sözlerin birini tercih etmedik. Çünkü halîfe kaçındı; ve bir şeyden kaçındığı zaman, ben de ondan kaçınırım. Lâkin biz bunu bu kitabın dışında anlattık. 108 Tedbirât-ı İlâhiyye İkinci Bölüm Biz dedik ki, ne zamanki onun vücûda getirilmesinin gerekliliği üzere bu halîfeyi vücûda getirdi, ona dedi ki: Sen aynasın ve mevcûtlar seninle bana bakar. Ve isimler ve sıfatlar bana sende zâhir olur. Sen kendi âleminde halîfe olarak kendi hakîkatin üzerine delîlsin. Onlar da senin verdiğin şey sebebiyle açığa çıkar. Benim nurlarım ile onlara yardım edersin. Ve benim sırlarım ile onları gıdâlandırırsın. Ve mülkte açığa çıkan her şeyin talep ettikleri sensin! YANLIŞ ANLAŞILMA İHTİMÂLİNE KARŞI: Biz deriz ki, bu, zarar vermeyen ve şerîat rükûnlarından bir rüknu yıkmayan bir ihtilaftır. Çünkü her biri kendi mezhebinde onun hakkında, muhakkak o sonradan olmadır, dedi. Ve bu olduğu vakit, ancak murâd olan odur. Ve Allah Teâlâ hepsini muvaffak eyleye!... Ya‘nî rûhun cevher olmadığını düşünen kimsenin delîli de cevherin benzerliğidir. Ya'nî o kimse fiilde ve özellikte rûh cevhere benzer midir, değil midir? Bu benzerliğe bakar da der ki: Eğer vâhid ya’nî bir olan cevherin bir rûh olması câiz olsaydı, her bir cevher rûh olurdu. Ve akıl mes’elesinde, ya‘ni akıl cevher midir, değil midir? diye bahis konusu olan mes’elede getirilen delîl, aklın cevher olduğu davâsının bâtıl olduğunu orta koydu. Rûhun cevher olduğunu düşünen kimse, cevherler arasındaki benzerliğe bakıp o benzerliğin akılda olmadığını müşâhede ettiğinden, aklın cevher olmadığına hükmetti. Ve aklın cevher olması bâtıl olduğu zaman, cisim olması da bâtıl olur. Çünkü cisim iki veyâ daha fazla cevherlerin birleşmesinden oluşan cevherlerdir. Ya‘nî cisimler basît cevherlerin bir araya gelmesinden oluşan birleşik cevherlerdir. Şimdi akıl, bu delile göre cevher olmayınca, akla benzer olan rûh da böylece cevher değildir. Ve bir sınıf da düşündü ki, rûh kendi nefsiyle kâim ve yer tutmayan, ya‘nî fezâda bir mahal işgâl etmeyen sonradan olma bir cevherdir. Ya‘nî kadîm olmayıp sonradan hâsıl olan bir cevherdir. Ve bu söz İmâm-ı Gazzâlî hazretlerinin rûh hakkındaki sözlerinden birisidir. Ve bu söyleme göre rûh cismin dâhilinde değildir; ve cismin hâricinde de değildir; ve ona bitişik değildir; ve ondan ayrı da değildir. Ve rûhun bu özellikleri yer tutmamasından, ya‘nî fezâda kendisine mahsûs bir mahall işgâl etmemesinden dolayıdır. Ve bu boşlukta yer tutuculuğunun olmaması da, rûhun cisme bitişikliği ve ondan ayrı oluşu için geçerli bir şarttır. Ya'nî mâdemki rûh fezâda kendisine mahsûs bir mahal işgâl etmemek özelliğini taşıyan bir cevherdir; şu halde onun bağlandığı şeyin dâhilinde olmaması ve bağlantısı dolayısıyla ondan hâriç de olmaması lâzım gelir. Bundan dolayı bitişme ve ayrı olma esasları için, boşlukta yer tutuculuğunun olmaması bu hükmü geçerli ve sâbit kılan bir şart olur. Nitekim bir odada beş mum yakılsa, beşinin ışığı da 109 Tedbirât-ı İlâhiyye İkinci Bölüm odanın her noktasına yayılır. Her birinin ışığı kendisine mahsûs, bir mahal işgâl etmez. Ve bu ışıklar ayrıca birer mahal işgâl etmek için birdiğerini engelleyici olmazlar. Ve bu sözün sâhiplerine i'tirâz olarak denildi ki: Rûh bir şeyden ve onun zıddı olan diğer bir şeyden hâlî değildir. Ya‘nî biz rûha ilim ve cehâlet ve saâdet ve şekâvet gibi şeyler isnâd ederiz. İlim ve saâdet birer şeylerdir. Ve cehâlet ve şekâvet dahi onların zıddı olan şeylerdir. Bundan dolayı rûh bu ve benzeri şeylerden hâlî değildir. Onlar cevaben dediler ki: Rûh işin aslında bu şeylerden ârîdir; ve o soyuttur. Rûha bir şey veyâ onun zıddı isnâd edildiği zaman o isnâd edilen şeyin vücûdu için şart kılınmış olan bir şartlılık vardır. Örneğin rûhâ saâdet isnâd edildiği zaman, onun geçerli şartı îmân ve sâlih ameldir. Ve onun zıddı olan şekâvet isnâd edilidği zaman, onun geçerli şartı da küfür ve kötü ameldir. Şimdi bu şartların vücûdu indinde rûha bir şey isnâd olunur. Ve her ne vakit şart ortadan kalkarsa, onun ârî ve soyut oluşu câiz olur. Nitekim emir ve yasakların geldiği yer şehâdet âlemi olduğundan saâdet ve şekâvetin şartları bu âlemde sâbit olur. Ondan evvel bu şartlar, ya‘nî îmân ve küfür sâbit olmadığından rûh soyut âlemdedir. Sonuç olarak rûha bir şey isnâd edilebilmesi için geçerli şart lâzımdır. Nitekim sen mâdenler hakkında, âlim değildir, câhil de değildir, dersin; ve mâdenlere ilim ve cehâlet isnâd edemezsin. Çünkü ilmin ve onun zıddı olan cehâletin kâim olması için geçerli şart ancak hayâttır. Mâdenlerde ise hayât yoktur. Ve şart bulunmayınca şartlılık da bulunmaz; bu bir genel kâidedir. Şimdi bu sözü söyleyen ve bu delilleri getiren kimseye: Şu halde o rûhun araz olmasına mâni' olan şey nedir? denildi. O kimse bu soruya cevâben rûha cevher diyen ve onun araz olmasını iptâl eden kimsenin delilini getirdi ki, yukarıda bahsedilmiş idi. Ve rûha boşlukta yer tutan cevherdir denildi. Bu defa da rûha araz diyen ve hem cevherin ve hem de arazın aklen ve naklen sonradan olduğuna inanmakla berâber, o rûhun cevher olmasını iptâl eden kimsenin delîli getirildi. Ya'nî rûhun araz olduğuna delîl getirenler cevher olduğunu iptâl ettiler. Ve cevher olduğuna delîl getirenler de araz olduğunu iptâl ettiler. Bu delillerin getirilmesinden sonra, her iki sınıfa hitaben denildi ki: Rûhun boşlukta yer tutan bir cevher olması bâtıl oldu; araz olması da bâtıl oldu. Oysa o rûh mevcûttur. Ve, o araz ve cevher olmaktan münezzeh olan Allah Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri değildir. Bundan dolayı kiminizin o rûhu cevhere ve kiminizin araza hasretmesi bâtıl oldu. 110 Tedbirât-ı İlâhiyye İkinci Bölüm Ve bu îzâha bakarak bir beşinci mevcût ortaya çıktı ki, o da bizim bu kitabın başında bahsettiğimiz şeydir. Ve biz bahsedilen sözün hakîkatini bildiğimiz halde, en doğrusu şu sözdür, diye bu muhtelif sözlerden birisini tercih etmedik, Çünkü bu sözleri beyân ettiğimiz sırada halîfe olan “küllî rûh” onun îzâhından kaçındı. Çünkü bu kitabın mevzûu bu değildir. Ve birşeyden halîfe kaçındığı zaman, ben de ondan kaçınırım. Bu sebebden dolayı bu bahiste lâzım olacak îzâhları vermedim. Velâkin biz bunu bu kitabın dışında anlattık. Çünkü mevzûya uygunluk dolayısıyla izinli olmuş idim. Bu hakîr şerh edici dahi Hz. Şeyh-i Ekber (ra)’e tâbi’ olarak burada onların rûh hakkındaki yüce mezheblerini îzâh etmekten vazgeçti. Biz deriz ki, ne zamanki Allah Teâlâ hazretleri o “küllî rûh”u ne sûretle vücûda getirmek gerekti ise o sûretle onu vücûda getirdi. Ona dedi ki: “Sen aynasın; ve mevcûtlar senin ile Bana bakar.” Nitekim demişlerdir. Beyt: Bir aynadır âlem her şey Hak ile kâim Muhammed aynasından Allah görünür dâim “Ve isimler ve sıfatlar Bana sende zâhir olur.” Çünkü insân-ı kâmil, yukarıda geçen şerhlerde îzâh edildiği üzere bütün ilâhî isimlerin ve sıfatların görünme yeridir. Sen kendi âleminde, ya'nî taayyünün âleminde Hakk’ın halîfesi ve vekîli olarak kendi vechine, ya‘nî kıblen olan hakîkatine delîlsin. Çünkü âlemin ve Âdem’in kesîf olan taayyünleri ve onlarda zâhir olan eserler latîf olan hakîki vücûdun ve onda gizli olan sıfatların ve isimlerin delîlidir. Onlarda, ya'nî mahlûklarda, zâhir olan şeyler benden sana gelen isimlere âit verişlerden onlara verdiğin şey sebebiyle zâhir olur. Benim nûrlarım ile onlara yardım edersin; ve Benim sırlarım ile onlara gıdâ verirsin. Ve mülk ve şehâdet âleminde açığa çıkan herbir şeyin talep ettikleri sensin. Çünkü sen hakikî vücûd ile izâfî vücdlar arasında çok büyük bir rûhsun. Onlar senden geçmedikçe bana ulaşamazlar. Bundan dolayı sen bu şekilde talep edilensin. YANLIŞ ANLAŞILMA İHTİMÂLİNE KARŞI: Biz deriz ki, âlimlerin rûh hakkındaki bu ihtilâfları, zarar vermeyen ve şerîat rükûnlarından bir rüknu yıkmayan bir ihtilâftır. Çünkü her birisi kendi anlayışında rûhun sonradan olduğunu beyân ediyor. Ve rûh hakkında “bu sonradan olmadır” hükmü olduğu zaman, şerîat hükümlerinin murâdı sâbit olur. Bundan dolayı bu ihtilaf ile berâber âlimler esâsta müttefiktir. Ve Allah Teâlâ hepsini rûhun hakîkatine ulaşmaya muvaffak eylesin! 111 Tedbirât-ı İlâhiyye Üçüncü Bölüm ÜÇÜNCÜ BÖLÜM Cisim Şehrinde İkâmet ve Onun Bu Halîfeye Bir Mülk Olması Yönünden Ayrıntılanması Beyânındadır. Bilesin ki, muhakkak Allah Teâlâ yukarıda bahsettiğimiz bu halîfeyi vücûda getirdiği zaman, Hak Sübhânehû onun için bir şehir binâ etti; onun tâbi’ olanlarını ve devlet erbâbını yerleştirdi ki, “cisim hazreti” yâhut “beden” olarak isimlendirilir. Ve o boşlukta yer kaplar, diyen kimsenin sözü üzere, istikrârlı olması için halîfeye ondan bir mevzi‘; yâhut o boşlukta yer tutuculuğu ile kâimdir, diyen kimsenin sözü üzere onda bir mahall ta'yîn eyledi. Boşlukta yer tutmadığını ve boşlukta yer tutuculuğu ile kaim olmadığını ispât eden kimsenin sözü üzere, bu belirtilen mevzi‘ ona mahsûs olarak onun emir ve hitâb ve hükümlerinin etkisini geçirme mevzi’idir. Şimdi onun için cisim şehri dört esas üzerine ikâme etti ki, o da “ustukussât” ve unsurlardır. Hak Sübhânehû ve Teâlâ ondan halîfeye mahsûs olan bu belirlenen mevzi’yi “kalb" olarak isimlendirdi. Ve ihtilaftan bizim bahsettiğimiz şey üzere onu halîfenin meskeni veyahut emir mevzi‘ kıldı. Bir kısım onun mevzi'i beyindir, dedi. Oysa bizim indimizde, delîl yönünden değil, tenbîh ve tümevarım yolundan, Peygamberimiz (aleyhi ve âlihi’s-salâtü ve’s-selâm) efendimizin Rabb’inden haber verici olarak olan “Yerime ve göğüme sığmadım; kulumun kalbine sığdım” sözünden dolayı, şerîate göre “kalb” olduğu çok açıktır. Ve “Allah Teâlâ sizin sûretlerinize ve amellerinize bakmaz; belki kalblerinize bakar” buyurdu. Ve bunun beyânı budur ki, çünkü ancak ona taklîd ettiği şeyde, şu şeyi ki işler, kendisini halîfe kılanın bakışı ebeden halîfesindedir. Ve Allah Sübnânehû rûhları cisimler üzerine halîfe kıldı. Ve Hak Teâlâ’nın “lâ ta’mal ebsâru ve lâkin ta’mal kulûbulletî fîs sudûr” ya’nî “gözler a’mâ olmaz. Lâkin sînelerdeki kalpler a’mâ olur” (Hac, 22/46) sözü bizim düşündüğümüz şeyi te’yîd eden şeydendir. Ve işâret bitkisel kalb için değildir. Çünkü hayvanlar bunda bize ortaktır. Lâkin emânet bırakılma sırrı ondadır. Ve o halîfedir. Ve bitkisel kalb onun köşküdür. Ve (Sav) Efendimiz “Muhakkak cesedde bir parça vardır. Sâlih olduğu zaman, cesedin diğer parçaları da sâlih olur ve bozuk olduğu zaman, cesedin diğer parçaları da bozuk olur. Haberin olsun ki o kalbdir” buyurdu. Şimdi bitkisel kalbin kendisine hitâb yönelmiş olan bu mutlak sırra mekân olması yönünden başka bir ifâdesi yoktur. Ve soru sorulduğu zaman îcâbet edicidir. Ve cisim ve bitkisel kalb fânî olduğu zaman, bâkîdir. Şimdi biz bunun gibi deriz ki, imâm sâlih olduğu zaman, tâbi’ olanlar sâlih olur; ve bozuk olduğu zaman, bozuk olur. Bununla âdet geçerli oldu ve ilâhî hikmet bağlandı. 112 Tedbirât-ı İlâhiyye Üçüncü Bölüm Bu üçüncü bölüm halîfenin cisim şehrinde ikâmeti ve bu cisim şehrinin halîfeye bir mülk olması yönünden onun ayrıntılanması beyânındadır. Allah Teâlâ yukarıda bahsedilen bu halîfeyi vücûda getirdiği zaman, o halîfe için bir şehir binâ etti. Onun tâbi’lerini ve devlet erkânını bu şehirde iskân eyledi ki, o şehre “cisim hazreti” veyâhut “beden” denilir. Hz. Şeyh-i Ekber (ra) halîfenin cisim şehrinde ikâmetini ikinci bölümde bahsedilen muhtelif sözlere dayanarak beyâna başlayıp buyururlar ki: O halîfe, ya‘nî “rûh,” boşlukta yer tutar ve bir mahal işgâl eder, diyen kimsenin sözü üzere, onun istikrârı için “halîfe”ye cisimden bir mevzi’ ta‘yîn etti. Yâhut o halîfe, ya‘nî rûh, nefsiyle kâim olan boşlukta yer tutucudur, diyen kimsenin sözü üzere, o cisimde onun kâim olması için bir mahal ta‘yin etti. Boşlukta yer tutucu olmadığını, ya'nî fezâda bir mahal işgâl etmediğini ve boşlukta yer tutuculuk ile, ya‘nî bir mahal işgâl eden şeyle kâim olmadığını ispât eden kimsenin sözü üzere, cisimde bu halîfeye tahsîs edilmiş olan belirtilen mevzi‘, o halîfenin emrinin ve hitâbının ve hükümlerinin etkisini geçirme mevzi'dir. Ya‘nî rûh, bu belirlenen mevzi‘den cisim şehri üzerinde tasarruf eder. Şimdi Hak Teâlâ hazretleri bu cisim ve beden şehrini dört esas üzerine ikâme etti ki, bunlar da “ustukussât” ve “unsurlar”dır. “Ustukussât,” “ustukuss”un çoğuludur ve Yûnânca sözdür. Bir kaç ma'nâsı vardır: “Gökyüzü cisimleri” ve “her şeyin aslı ve maddesi;” ve “sıcaklık, soğukluk, rutûbet ve kuruluğun tamamından ibâret olan tabîat” ma‘nâlarınadır. Burada “tabîat”ın bahsedilen dört rüknü murâd olunur. Ve “unsurlar” da burada cismi oluşturan dört rükûndan ibârettir ki, onlar da cisimlerin katı ve sıvı ve gaz halleri ve bir de vücûdun normal ısısıdır. Ya'nî Cenâb-ı Hak beşerin cismini tabîatın sıcaklık, soğukluk ve rutûbet ve kuruluk rükûnlarıyla, cisimlerin katı, sıvı ve gaz halleriyle vücûdun normal ısısı rükûnları üzerine ikâme ve binâ etmiştir. Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri cisimde halîfeye tahsîs ettiği bu belirtilen mevzi‘ye “kalb” ismini verdi. Ve bu kitabın ikinci bölümünde bahsedilen ihtilâfa göre, o kalbi ya halîfenin meskeni veyâhut emir mevzi'i kıldı. Halîfenin cisimdeki mevzi‘i husûsunda da ihtilâf vardır. Bir sınıf onun mevzi‘i beyindir, dedi. Çünkü gelen fikirlerin beyinden çıkışına kapıldılar. Gerçi “beyin fizyolojisi” uzmanları düşünce kaynağının beyin hücreleri olduğunu beyân etmekte iseler de, “hâtıralar” ilk olarak kalbe ulaşır. Ve kalb o “hâtıra”yı beyne verir. Ve beyin o hâtıra ile meşgûl olur. Bu bir ma‘nâdır ki, maddî tetkîklerle anlaşılamaz. Nitekim mecâzî aşka tutulanlar aşk ateşini göğüslerindeki kalblerinde hissettiklerini vücûdlarında bizzât yaşayarak ve vicdânen bilirler. Bu ma‘nânın maddî delîlini getirmek mümkün değildir. Bu ma‘nânın delîli yine ma'nâdır. O ma‘nâ da zevk ya’nî bizzât yaşanması ve vicdandır. Beyt: 113 Tedbirât-ı İlâhiyye Üçüncü Bölüm Tercüme: “Birisi, âşıklık nedir? diye sordu. Benim gibi ol ki bilesin, diye cevap verdim.” Onun için Hz. Şeyh (ra) buyururlar ki: “Bizim indimizde delîl yönünden değil, tenbîh ve istikrâ’ ya’nî tümevarım yolundan, (Sav) Efendimiz’in Rabb’inden haber verici olarak buyurdukları “Ben yerime ve göğüme sığmadım; kulumun kalbine sığdım” kudsî hadîsine bakarak halîfenin meskeninin veyâ emir mevzi‘inin şerîata göre “kalb” olduğu çok açıktır. Çünkü Hak halk ettiği şeyin hakîkatini haber verince onu kabûl etmek zarûrîdir. “Elâ ya’lemu men halaka, ve huvel latîful habîr” ya’nî “Halk eden bilmez mi? Ve O Latîf’tir, Habîr’dir” (Mülk, 67/14). Onun tersini düşünmek vehmî düşüncelerdir, hakîkat değildir. Ve aynı şekilde (Sav) Efendimiz “Allah Teâlâ sizin sûretlerinize ve amellerinize bakmaz; belki kalblerinize bakar” buyurdu. İşte bu iki hadîste olan tenbîh ve istikrâ’ ya’nî tümevarım yoluna bakarak halîfenin meskeni veyâ emir mevzi‘i kalbdir. “İstikrâ’” muhtelif ma'nâlara gelir. Bir ma‘nâsı “bir cinsin fertlerinin ekserisinde görülen husûsları, bahsedilen cinsin geneline isnâd ve isbât etmek”; ve diğer bir ma‘nâsı “avı tutmak ve tuzak kurmak;” ve bir ma'nâsı da “çok araştırma yapmak”tır. Ve diğer ma'nâları da vardır. Burada kastedilen ilk ve sonuncu ma‘nâlardır. Ya‘nî bir çok araştırma netîcesinde kendi nefsinde zevkan ya’nî bizzât hakîkatini yaşayarak ve vicdânen bulduğu ma‘nâyı diğer insanlara da genelleştirmek ve daha sonra halîfenin meskeninin veyâ mevzi‘inin “kalb” olduğuna hüküm vermektir. Bundan dolayı bu hüküm, akılsal ve bilimsel delîl yönünden değil, belki hadîs-i şerîflerin tenbîhine ve bu tenbîh üzerine olan bir çok derin tetkîklere dayanmış olur. Ve bunun beyânı budur ki: Allah Teâlâ’nın taklîd ettiği ve yüklediği şeyde, her ne işler ve yaparsa, kendisini halîfe kılan Hakk’ın bakışı ebeden halîfesindedir. Çünkü Hak Teâlâ halîfeye hayat ve ilim ve sem’ ve basar ilh... gibi ma‘nevî sıfatlarını taklîd etmiş ve yüklemiştir. Ve ilâhî fiiller ve kemâlât bu halîfenin vücûdu ile açığa çıkar. Ve Hak halîfe aynasında kendi isimlerini ve sıfatlarını müşâhede eder. Bundan dolayı onun bakışı kendi cemâlini müşâhede için dâimâ halîfesindedir. Ve şeffaf olan bir camda kemâliyle sûretler gözükemeyeceğinden, tam bir ayna olması için o cama kesîf bir sır lâzımdır. Latîf rûh sırsız cam mesâbesindedir. Bundan dolayı Allah Sübhânehû rûhları, kesîf cisimler üzerine halîfe kıldı. Ve bu kesîf cisimler vâsıtasıyla ilâhî fiillerin sûretleri kemâliyle açığa çıkar. Beyt: Tercüme: “Ey Sâib, latîf olan meleklerden kesîf cisim sâhibi olan insanın mertebesini arama! Çünkü arkasında kesîf bir sır olmayan bir ayna ne sûret gösterebilir?” 114 Tedbirât-ı İlâhiyye Üçüncü Bölüm Ve Hak Teâlâ’nın ““lâ ta’mal ebsâru ve lâkin ta’mal kulûbulletî fîs sudûr” ya’nî “Gözler a’mâ değil, lâkin sînelerde olan kalbler a’mâdır” (Hac, 22/46) sözü, bizim düşündüğümüz şekilde halîfenin meskeninin veyâ mevzi'inin “kalb” olduğunu te'yîd eden şerîata âit delîllerdendir. Ve ilâhî ve nebevî sözdeki işâret, bitkisel kalb ile ya'nî yemek ve içmek ile gelişme bulan et parçası için değildir. Çünkü bu et parçası hayvânlarda da vardır. Ve bunda onlar da bizim ile müşterektir. Lâkin ilâhî sır o bitkisel kalbe emânet bırakılmıştır ki, o sır da “halîfe”dir. Ve bitkisel kalb halîfenin köşküdür. Bilinsin ki, bitkisel kalbe emânet bırakılan sır, hem insan ve hem de hayvânlarda mevcûttur. Ve ilâhî vahiy ve ilhâm bu sırra ulaşır. İnsana ulaşan vahiy ve ilhâm açık olduğu için ispâta gerek yoktur. Ve hayvana ulaştığının delîli “Ve evhâ rabbuke ilen nahli” ya’nî “Ve Rabb’in arıya vahyetti” (Nahl, 16/68) ve benzeri Kur’ân âyetleridir. Velâkin insan, hayvânâtın kemâle ermiş bir sûreti olduğu için bu sır onda kâmildir. Ve en güzel sûret üzere mahlûk olduğu için, ilâhî isimlerin ve sıfatların eserleri ve hükümleri onda kemâl üzere açığa çıkar. Hayvânî sûretler ahsen-i takvîm ya’nî en güzel sûret üzere olmadığından onlarda ilâhî isimlerden ve sıfatlardan ba'zılan zâhir ve ba'zıları bâtındır. Ve zâhir olanları da kâmil değildir. Meselâ hayvânlar kendi işlerine bakanları ve ikâmetgâhlarını bilirler ve kendi kendilerine bulurlar. Fakat onların bu ilmi insanların ilminin mertebesinde değildir. Ve aynı şekilde ba'zılarında sezgi gâlip ve ba'zılarında pek noksandır. Fakat bu sezgi insandaki sezgi derecesine yetişemez. İşte küllî ya’nî bütünsel rûhun ve halîfenin, gerek insanın ve gerek hayvanâtın bitkisel kalblerindeki tasarruf eserlerini buna kıyâs et! Efendimiz (sav) “Muhakkak cesedde bir et parçası vardır; iyi olduğu zaman cesedin diğer parçaları da iyi olur; ve bozulduğu zaman cesedin diğer parçaları da bozulur. Haberin olsun ki o et parçası kalbdir” buyururlar. Şimdi bitkisel kalb olan et parçasının ancak bir faydası vardır. O da kendisine ilâhî hitâb yönelmiş olan olan bu mutlak sırra, ya'nî bir kayıt ile kayıtlanmış olmayan “halîfe”ye mekân olmasıdır. Nitekim güneş kendi âleminde mutlaklık üzere nûrlarını yayar; ve onun ışığı her tarafa eşit seviyede ulaşır. Fakat onu pencerelerin şekilleri ve ölçüsü kayıtlar. Ve bu kayıtlama güneşe âit değil, belki pencerelerin hallerine bağlanır. Şimdi o mutlak sır soru sorulduğu vakit cevap verir; ve cisim ve bitkisel kalb olan et parçası ölüm ile çürüyüp bozulduğu vakit bâkîdir. Nitekim kendisine ışık ulaşan bir hânenin pencereleri bozulup yıkıldığı vakit güneş yine bâkî ve nûrlarını yaymaya devâm eder. Çünkü rûh mutlak vücûdun mertebelerinden bir mertebe olup kesîf bir sûret sâhibi değildir. Bozulma ve fenâ kesîf sûrete bulaşan bir hâldir. Ve hattâ kesîf sûretler bozulmakla onu oluşturan parçalar için dahi fenâ 115 Tedbirât-ı İlâhiyye Üçüncü Bölüm yoktur; belki bir sûretten diğer sûrete dönüşürler. Örneğin insanın cisminin sûretini oluşturan bir çok basît unsur zerreleri vardır. Bu sûret bozulunca o zerreler dağılıp başka cisimlerin sûretini oluşturur. Kimi mâdene ve kimi bitkiye ve kimi hayvana ve kimi insana gider. Ve bu zerreler fenâ bulmayıp böylece devr-i dâim ile toplanıp dağılma içinde bulunur. Ve bu bozulan cisme bağlanan mutlak sır da, eğer sâhibi olan cisim tarafından mâsivâ kayıtları ile kayıtlanmış ise kayıtlı olarak; ve eğer sâhibi olan cisim tarafından mâsivâdan yüz çevirmek ile mutlak olan Hakk’a yönelmeyle kendi mutlaklığı üzere bırakılmış ise, mutlak olarak kendi âleminde bulunur. “Allahüm mahşurnâ fî zümret’il mutlakîn” ya’nî “Allah’ım bizi mutlakîn ya’nî kayıtlardan kurtulmuşlar zümresinden olanlarla haşret” Şimdi eğer bitkisel kalbe bağlanan o sır, küfür ve bozuk niyetler ile bozulmuş olursa, insanî cesedden çıkan fiiller dahi bozuk olur. Ve îmân ve sâlih inançlar ile ma'mûr olursa insânî cisimden çıkan fiiller daha iyi olur. İşte biz bunun gibi ve buna kıyâsen deriz ki: Zâhirî hükümette imâm sâlih olursa onun tâbi’leri de sâlih olur; ve bozuk olursa onlar da bozuk olur. Çünkü “ennâsu alâ sülûki mülûkihim” ya’nî “insanlar melîklerin yolu üzeredir” denilmiştir. Âlem suretinde ilâhî âdet böyle cereyân eder. Ve ilâhî hikmet de âlem sûretine böyle bağlanmıştır. Bir sır vardır. Onun bozuk olması ve sâlih olması tâbi’ olanların sâlih olmasına ve bozuk olmasına bağlıdır. Ve sebebi budur ki, muhakkak Allah Teâlâ bir kavme bir halîfe yönetici kıldığında, ona onların sırlarını veyâ akıllarını verir. Böyle olunca bu, tâbi’ olanlarının tamâmı olur. Şimdi imâm, ne vakit onların sırları hakkında hıyânet ederse, bu onlarda gözükür. Ve eğer bunda Allah Teâlâ’dan sakınırsa, bu onların üzerinde gözükür. Ve onun tâbi’ olanlarının sırları ona verildiğinde ba'zen rezele-i nâkısa olur. Ve “Sizin üzerinize, olduğunuz gibi idâre olunur”; ve bir rivâyette “Olduğunuz mekân mislinde sizin üzerinize idâre olunur” hadîs-i şerîfi buna işarettir. Ve eğer onların üzerinde imâmın sâlih oluşu gâlip olursa, sâlih olur. Ve bunun eserleri ilâhî adâletli üst irâde ile, tâbi’ olanlarda ve devlet erbâbında gözükür ki, insan onu, mevcûd olmadıktan sonra kendi nefsinde bulur. Ve onun üzerine nereden ulaştığını ve kendisine nasıl hâsıl olduğunu bilmez. İşte bu (aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm ve âlîhî) Efendimiz’in “Sâlih olduğu zaman, cesedin diğer parçaları sâlih olur” sözünün sırrıdır. Tâbi’ olanlar içinde imâm, cesed içinde kalb gibidir. Nitekim Hz. Sezâî buyurur. Beyit: Tâbi’lerdir bütün a‘zâ Sezâî Vücûd ikliminin şâhı gönüldür 116 Tedbirât-ı İlâhiyye Üçüncü Bölüm Kalb sâlih veyâ bozuk olduğu zaman, eserleri a'zâdan çıkan fiillerde gözüktüğü gibi, imâm da sâlih veyâ bozuk olursa, eserleri hükümetin idâresinde ve tâbi’ olanlar üzerinde gözükür. Bunda zekâsı ve kavrayışı iyi olanların vâkıf olması gereken bir sır vardır. O da budur ki: İmâmın bozuk oluşu ve sâlih oluşu tâbi’ olanların sâlih oluşuna ve bozuk oluşuna bağlıdır. Ya‘nî tâbi’ olanlar sâlih olursa, imâmda da sâlih olma eseri görünür; ve bozuk olursa, imâmdan da bozukluk eserleri çıkar. Onun için hadîs-i şerifte “Amilleriniz ve vâlîleriniz sizin amellerinizdir” buyrulmuştur. Ve bu hakîkate vâkıf olan Avrupa hukukçularından biri de “Her millet lâyık olduğu hükümete nâil olur” demiş ve hadîs-i şerîfin ma’nâsını tasdîk etmiştir. Ve imâmın sâlih oluşunun ve bozuk oluşunun tâbi’ olanlarının sâlih oluşuna ve bozuk oluşuna bağlı oluşunun sebebi budur ki: Muhakkak Allah Teâlâ bir kavim üzerine bir halîfe atadığında, o halîfeye o kavmin sırlarını ve akıllarını verir. Bundan dolayı bu halîfe tâbi’ olanlarının tamâmı olur. Bilinsin ki, ilâhî isimlerden ba'zıları küllî ve ba'zıları cüz’îdir. Her bir küllî isim kendisine münâsib olan cüz’î isimleri ihâta etmiştir. Bundan dolayı sâbit ayn’lar âleminde, ya‘nî ilâhî ilmî sûretler mertebesinde, bu isimlerin ilmî sûretleri birdîğerinden ayrıldığı gibi bu ayrım şehâdet âleminde, ya'nî dünyâda onların görünme yerleri arasında da olmuştur. İşte bu hakîkate dayalı olarak, her birerleri birer ilâhî küllî ismin görünme yeri olan büyük nebîler ve kerem sâhibi resûl hazretlerinin küllî rûhları kendilerine tâbi' olan ümmetlerin rûhlarını ihâta etmiştir. Ümmetlerinin gayr-i mec’ul ya’nî yapılmamış isti‘dâdları, risâlet ilminden ne miktârı talep etmiş ise, bu kendisine tâbi’ olunan kerem sâhibi resûle de risâlet ilminden o miktâr verilmiştir. Çünkü eğer onların isti'dâdından fazla verilse tâkât getirilemez teklîf olur. Oysa Hak Teâlâ hazretleri “Lâ yukellifullâhu nefsen illâ vus’ahâ” ya’nî “Allah hiçbir nefsi kapasitesini aşanla mükellef kılmaz” (Bakara, 2/286) buyurur. Ve isti'dâdlarından noksan verilse, hakları verilmemiş olur. Oysa Hak Teâlâ hazretleri “a’tâ külle şey’in halkahu” ya’nî “herşeye halk edilişini vermiştir” (Tâhâ, 20/ 50) buyurur. Şimdi onların ma'nevî vârisleri olan evliyâullâh ile sûrî vârisleri olan hükümet erbâbı dahi böyledir. Bundan dolayı bir kavme atanan imâm, bu husûsta görünme yeri olduğu küllî isim dolayısıyla, kendi tâbi’ olanlarının görünme yeri oldukları isimleri ihâta eder. Amma tâbi’ olanlarından ma'nevî verâsete nâil olanları, her yönle ihâta edici değildir, yalnız zâhirî kudret i‘tibârı ile ihâta edicidir. Nitekim Zekeriyyâ ve Îsâ (aleyhime’s- selâm) ve benzeri üzerlerine zâhirî olarak üstün gelişleri gerçekleşmiştir. Ve Mûsâ (as) gibi ba‘zı kerem sâhibi resûller onların zâhirî kuvvetleriyle senelerce uğraşmışlardır. Bundan dolayı nebîlere (aleyhimü’s-selâm), risâlet ilminden ümmetlerinin gayr-i mec‘ûl ya’nî yapılmamış isti’dâdlarının talep ettiği şey verildiği gibi, bir kavim üzerine atanmış olan imâma dahi hükümet idâresi ilminden kendi tâbi’ olanlarının yapılmamış isti‘dâdlarının 117 Tedbirât-ı İlâhiyye Üçüncü Bölüm talep ettiği şey verilmiştir. Bundan dolayı tâbi’ olanlarının sırlarını ve akıllarını taşımaktadır. Ve tâbilerden açığa çıkan fiiller de gerek bozuk oluştan ve gerek sâlih oluştan ilâhî ilimde sâbit olan sâbit ayn’larının gerektirdiği şeylerdir. İşte imâmın, tâbi’lerinin tamâmı olmasının sırrı budur. İLGİSİ DOLAYISIYLA: Bilinsin ki, imâm bir kavmin idârî ve siyâsî işlerini yürütmeye me’mûr olan hükümet reîsinden ibârettir. Bu hükümet reîsliği ister kavmin kendisini seçmesi ile olsun, ister verâset yoluyla kendisine geçmiş olsun farketmez. İmâmın hulefâ-i râşidîn (rıdvânullâhi aleyhim ecma‘în) hazretleri zamânında olduğu gibi, kavmin tamâmının seçip biât etmesiyle olması verâset usûlünden daha iyidir. Hükümet şekilleri idâre hukûku kitaplarında ayrıntılı olarak îzâh edilmiş olduğu üzere üç tür üzeredir: Birisi “mutlak olan hükûmet," diğeri “meşrût olan hükûmet” ve üçüncüsü “cumhûrî olan hükümet”tir. Mutlak olan hükümet ile meşrût olan hükümette hükümet reîsi verâset yoluyla belirlenir. Cumhûrî olan hükümette ise hükümet reîsi kavmin genelinin seçmesi ve bîatı ile olur. Mutlak olan hükûmette hükümet reîsi idârî ve siyâsî işleri kendi arzûsu çerçevesinde yürütür; ve kendisini bir kayıt ile kayıtlanmış görmez. Eğer bu idârenin mutlaklığında sâlihlik bulunursa, tâbi’lerinin isti'dâdından dolayıdır. Çünkü tâbi’lerin isti'dâdı sâlihliğe meyilli iken idâre bozukluğa meyletse, tâbi’lerin bu idâreye tahammülü kalmaz; onu bulunduğu makâmdan indirirler. Ve eğer idârenin mutlaklığında bozukluk bulunursa, yine tâbi’lerinin isti‘dâdından dolayıdır. Çünkü tâbi’lerin isti'dâdı bozukluğa meyilli iken idâre sâlihliğe meyletse, tâbi’lerin bu idâreye de tahammülü kalmaz; aynı şekilde onu da indirirler ve kendilerine bozuk bir hükümet reîsi bulurlar. Meşrût olan hükûmette verâset yoluyla ta‘yîn olunan hükümet reîsi, millet tarafından seçilen üyeler ile idâre edilen bir meclisin hüküm ve karârı çerçevesinde reîslik icrâ eder. Kavmin isti'dâdının sâlihliğe veyâ bozukluğa meyletmeleri hükümetin bu şeklinde daha bârizdir. Çünkü isti'dâdlarında sâlihlik veyâ bozukluık gâlip olan kavim, meclis üyelerini de kendi ahlâklarına uygun kimselerden seçer. Ve kendi üzerine, sâlihlik veyâ bozukluk türünden olan şeyi kendisi hükmeder. Cumhûrî olan hükûmette hükümet reîsi, aynı şekilde millet tarafından seçilen üyeler ile idâre edilen bir meclisin seçilmesiyle ta'yîn olunur. Ve hükümetin bu şeklinde de yukarıda bahsedilen hâlin hakîkati cereyân eder. Sonuç olarak hükümetler her hangi şekilde olursa olsun, idâre işinde kavmin isti‘dâdları etkilidir. Ve cenâb-ı Şeyh (ra) hazretlerinin beyân buyurdukları hakîkatlerin hükümet şekillerinin her bir türü hakkında tatbîk edilmesi mümkündür. 118 Tedbirât-ı İlâhiyye Üçüncü Bölüm Şimdi imâm tâbi’lerinin sırları hakkında hıyânet ederse, bu hıyânetin eseri onların üzerinde fiilen gözükür. Ve aynı şekilde bu sırlarında Allah Teâlâ’ya karşı sakınır ve Hak’tan korkup doğru yola giderse, bunun eseri o tâbi’lerin üzerinde fiilen gözükür. Ve onların sırları sâbit ayn’larının gerekleri olan hallerdir. Ve imâmın tâbi’lerinin sırları o imâma verildiğinde ba‘zen rezele-i nâkısa, ya'nî kötü ahlâk ve insânî kemâlâta aykırı olan noksanlıklar olur. Çünkü onların isti'dâdları budur. Ve imâm, hükümet ilminden tâbi’lerinin isti'dâdlarının kendisine verdiği şeye sâhiptir; ondan ne fazla ve ne de noksandır. İşte a‘ref-i enbiyâ (sav) Efendimizin ‘‘Sizin üzerinize, olduğunuz gibi idâre olunur”; ve bir rivâyette “Olduğunuz mekân mislinde sizin üzerinize idâre olunur” hadîs-i şerîfi bu hakîkate işârettir. Ya‘nî siz ne isti‘dâd üzere bulunursanız, üzerinize seçilen imâm da sizi o isti'dâdınız çerçevesinde idâre eder. Veyâhut üzerinize seçilen imâmın idâre işindeki ma‘nevî mekânı, sizin ma'nevî mekânınızın mislidir, demek olur. Ve eğer onların üzerinde imâmın sâlih oluşu gâlip olursa, tâbi’ler de sâlih olur. Çünkü tâbi’lerin isti'dâdları sâlihliği gerektirdiğinden imâm da sâlih olur. Ve imâm sâlih olunca tâbi’lerinden nefsin sürüklemesiyle ârızî fesâda meyledenler de bu fesâdı icrâ edemez olur. Bu şekilde bu sâlihliğin eserleri ilâhî adâletli üst irâde ile tâbi’lerde ve devlet erbâbında gözükür. Ve tâbi’ fertlerde bu sâlihlik öyle bir halde ortaya çıkar ki, insan, ya‘nî tâbi’ fertlerden herhangi bir fert, beşeriyeti dolayısıyla fesâda meyilli olup kendisinde sâlihlik görmez iken, daha sonra kendi nefsinde bir sâlihlik bulmaya başlar. Ve bu sâlihliğin nefsi üzerine nereden ulaştığını ve kendisinde ne şekilde oluştuğunu bilmez; ve fesâda olan meyli kesilir. İşte bu hâl (Asv) Efendimizin “Kalb sâlih olduğu zaman, cesedin diğer parçaları da sâlih olur" sözünün sırrıdır. 119 Tedbirât-ı İlâhiyye Üçüncü Bölüm Kitabın yazarı der ki; Daha sonra Allah Sübhânehû ve Teâlâ bu şehir içinde mekânın en yükseğinde onun için yüksek ve seyirli acâip bir gezintilik binâ etti ki, ona “beyin” ismini verdi. Onda onun için pencereler ve kapılar açtı ki, onlardan mülküne bakar. Ve onlar kulaklar ve gözler ve burun ve ağızdır. Daha sonra onun için bir hazîne binâ edip “hayâl hazînesi” ismini verdi. Ve onun vergilerinin karar bulma mahalli ve hissin verdiği şeyin çıkış mevzi’i kıldı. Ve onda görülen ve işitilen ve koklanan ve tadılan ve giyilen şeyler ve onlara bağlı olan şeylerin gelirlerine bir mahzen yaptı. Uyuyanın uyurken gördüğü şeyler ve rü’yâlar bu hazîneden ortaya çıkar. Vergilerde nasıl ki helâl ve harâm varsa, uyurken görülen şeylerde de böylece sâdık rü’yâlar ve ma’nâsız rü’yâlar vardır. Bu gezintiliğin ortasında “fikir hazînesi”ni binâ eyledi ki, ona hayâlden hâsıl olan şeyler çıkar. Şimdi onlardan doğru olanını kabûl eder ve bozuk olanını reddeder. Ve beyinden bu mevzi'i vezîrin ya’nî yardımcının meskeni kıldı ki, o “akıl”dır. Ve kitabın içinde ona mahsûs bir bölüm vardır. Burada bahsini söyledik. Daha sonra onun için “nefs”i vücûda getirdi. Ve o değiştirme ve temizleme mahalli ve emir ve yasağın karargâhıdır. Ve o mübârek olan gecedir ki, Hakîm’in emrinin her biri onda ayrılır. Ve onun hazzı ulvî âlemden “Kürsî”dir. Nitekim “rûh”un mahalli bu âlemden “Arş”tır; ve nefis “kerîme”dir; bu halîfenin kerîmesidir ve onun hurresidir ya’nî hür kadınıdır. Ve İmâm Ebû Hâmid: “Muhakkak rûh nefsi nikâh etti. İkisinin arasında cisim doğdu” sözünde buna işâret etti. Şimdi Lübâbü’l-Hikme kitabının başlarında buna işâreten: “Rabb’imiz; ve ulvî babalarımızın ve süflî analarımızın Râbb’i” dedi. Lâkin tasavvuf ehli, kendisinde hazz olan varlıklardan bir varlığa dönük her bir fiil üzerine “nefsî,” ya'nî “nefsin emrindendir” terimini koydular. Bu fiilin övülmüş veyâ yerilmiş olması farketmez. Ve kendisinde hazz olmayan her bir şey ancak Allah Teâlâ’ya hâstır. O da rûhtur. Ve muhakkak insan için üç nefis, vardır ki, “bitkisel nefs”tir; ve onun sebebiyle madenlerle müşterektir. Ve “hayvânî nefs”tir; ve onun sebebiyle hayvanlarla müşterektir. Ve “konuşan nefs”tir; ve onun sebebiyle bu iki mevcûttan ayrılır. Ve onun üzerine insâniyyet ismi geçerli olur. Ve onun sebebiyle melekûtta ayrılır. Ve o bizim bahsettiğimiz “kerîme olan nefs”tir. O da halîfenin altındadır. Kitabın yazarı (ra) buyurur ki: Allah Teâlâ hazretleri bu cisim şehri içindeki mekânların en yükseğinde o halîfeye mahsûs olarak yüksek ve seyre sâhip ve acâip bir gezinti mahalli binâ edip bu mahalle "beyin” ismini verdi. Bu gezintilikte o halîfe için bir takım pencereler ve kapılar açtı ki, onlardan mülküne bakar. Ve bu pencereler ve kapılar da iki göz ve iki kulak ve burun ve ağızdır. Daha sonra onun için bir hazîne binâ edip ona “hayâl hazînesi” dedi. Ve bu hazîneyi cisim şehrinden halîfeye âit olarak toplanan vergilerin ve haraçların karar bulma ve toplanma mahalli ve beş duyunun verdiği şeylerin çıkmalarına mahsûs bir mahal edindi. Ve bu hazînede, görülen ve işitilen ve koklanan ve tadılan ve giyilen şey- 120 Tedbirât-ı İlâhiyye Üçüncü Bölüm ler ile bunlara bağlı olan duyuların toplanmasına mahsûs olmak üzere bir mahzen yaptı. Uyuyan kimsenin gördüğü sûretler ve rü’yâlar bu hazîneden ortaya çıkar. Zâhiri hükûmetin topladığı vergilerde, nasıl ki helâl ve harâm varsa, bu mahzene toplanmış olan vergilerde de böylece helâl ve harâm bulunduğundan uyuyan kimsenin gördüğü sûretlerde ve rü’yâlarda da “sâdık rü’yâ;” ve “ma’nâsız,” ya'nî ta‘bîre gerek olmayan bir takım perîşân rü’yâlar vardır. Hak Teâlâ hazretleri bu gezintiliğin ortasında da “fikir hazînesi”ni binâ eyledi ki, bu hazîneye hayâlden hâsıl olan şeyler çıkar. Ve bu hazîne kendisine çıkıp gelen hayâlden hâsıl olan şeylerden doğru olanlarını kabûl eder; ve bozuk olanlarını da reddedip girmesine müsâade etmez. Ve beyinde olan bu mevzi‘i Hak Teâlâ “vezîr ya’nî yardımcı”nın meskeni edindi. Ve o “vezîr ya’nî yardımcı” da “akıl”dır. Ve bu kitâbın içinde vezîr olan akla mahsûs özel bir bölüm vardır. Burada ilgisi dolayısıyla bahsedildi. *** “Hayâl hazînesi” ve “duyular” ve “fikir hazînesi” ve sâire hakkında burada biraz îzâhlar verilmesine lüzûm görüldüğünden Gülşen-i Râz kitabının sâhibi Mahmûd Şebüsterî hazretlerinin Mir’ât-ı Hakâyık ismindeki risâlesinden alınarak özet bilgiler verilecek: Bilinsin ki, “nefis”te dört itibâr vardır ki, onlar da “tabîî nefs” ve “bitkisel nefs” ve “hayvânî nefs” ve “konuşan nefs” yâhut “insânî nefs”dir. “Tabîî nefs” cismin parçalarına dağılmasına engel olup onları bir arada tutan bir kuvvettir. “Bitkisel nefs” cismi üçlü ölçüye, ya‘nî uzunluğa ve genişliğe ve derinliğe doğru büyüten bir kuvvettir. “Hayvânî nefs” cisme kendi tercîhi ile hareket veren bir kuvvettir. Her bir nefse hizmet eden bir takım kuvvetler vardır. Ve tabîî nefs ile bitkisel nefs kendilerinin hizmetçileri olan bütün kuvvetler ile berâber hayvânî nefsin hizmetine mahkûmdurlar. Hayvânî nefsin de ayrıca kendisine mahsûs on iki hizmetçisi vardır ki, bu kuvvetlerin her birisi kendisine âit olan hizmetler ile meşgûldür. O on iki hizmetçinin beşi zâhir beş duyu ve beşi bâtın beş duyu ve ikisi de şehevî kuvvet ve gazabî kuvvettir. Zâhir beş duyu: Görme, işitme, tadma, koklama ve dokunmadır. Bâtın beş duyu: Müşterek his, hayâl, vehim, fikir ve hâfızadır. “Konuşan” veyâ “insânî nefs,” bu kuvvetlerin kemâli veyâ i'tidâlidir. 121 Tedbirât-ı İlâhiyye Üçüncü Bölüm Ve tabîî ve bitkisel ve hayvânî nefs bütün hizmetçileriyle berâber insânî nefsin hizmetine mahkûmdur. Bahsedilen on iki kuvvette hayvânî nefs ile insânî nefs müşterektir. Örneğin görme kuvveti hayvanda da ve insanda da vardır. Fakat hayvan gördüğü şekilleri ve renkleri ayrıntısıyla fark edemez, insan fark eder. Örneğin insan bir küre, bir prizma ve bir piramit şekillerini görse bunları ayırt edip vasıflarını bilir. Hayvan yalnız bir cisim görür. Ve aynı şekilde insan yeşil ve kırmızı, mavî ve sarı ve diğer renkleri görse vasıflarını bilir ve birdîğerinden ayırt eder. Ve hayvan bunları görürse de idrâk edemez. Bundan dolayı bu kuvvet insânî nefsde kâmil ve hayvânî nefsde noksandır. Diğer kuvvetler de buna kıyâs olunsun. Zâhir beş duyudan her birerlerinin hizmetleri bilindiğinden îzâhına gerek görülmedi. Bâtın beş duyudan birincisi “müşterek hiss”tir. Müşterek hiss zâhir duyuların sonu ve bâtın duyuların başıdır, ve zâhir ve bâtın kuvvetlerin müşterek bağlantı yeridir. Vazîfesi gözlerin gördüğü sûretleri ve kulakların işittiği sesleri birleştirip bâtına yol verir, ya'nî bâtın duyuların kapıcısıdır. İkincisi “hayâl”dir. Vazîfesi zâhir duyular ile bilinen şeylerin sûretlerini ve misâllerini zabtetmektir. Örneğin gözler bir şahıs veyâ bir şehri görür. Ve müşterek his onların sûretini hayâle ulaştırır. Ve bu sûret ve misâller orada muhâfaza edilir. O adam veyâ şehir gözden kaybolsa insan onu tekrâr göz ile görmeye muhtaç olmaksızın hayâl hazînesinde onu dilediği zaman müşâhede eder. Üçüncüsü “vehim veren kuvvet”tir. Bunun vâzîfesi diğer kuvvetleri dalâlette bırakmaktır ve onların üzerine musallat olmaktadır. Varı yok ve yoku var gösterir. Cüz’î duyularla idrâk edilenlerden cüz’î ma’nâları da idrâk eder. Örneğin Zeyd’in sadâkatini ve Amr’ın düşmanlığını idrâk eder. Bu idrâkte ba'zen isâbet eder, ba‘zen de hatâ eder. Gördüğü ve görmediği şeyleri insan nefsine gösterir. Dördüncüsü “fikrî kuvvet”tir. Eğer akla tâbi’ olursa ona “zâkire-i mütefekkire”; ve eğer vehme tâbi’ olursa ona “mütehayyile” derler. Bunun vazîfesi zâhir ve bâtın duyulardan “hâfıza kuvveti”ne ulaşan şeyleri müşâhede etmektir. Ve onların sûretlerinde ve ma’nâlarında sentez ve analiz ile tasarruf eylemektir. Örneğin sûretten sûreti ayrıntılandırır. Ba'zen sûreti sûret ile ve ma’nâyı ma‘nâ ile birleştirir. Bu kuvvete “kuvvet-i mutasarrife ya’nî tasarruf edici kuvvet” dahi derler. Beşincisi “hâfıza kuvveti”dir. Vazîfesi zâhir ve bâtın duyulardan gelen her ma‘nâyı muhâfaza eder, zâyi’ etmez. Özetle hâfıza kuvveti levhe benzer. “Kuvvei zâkire-i mütefekkire ya’nî akla tâbi’ olan fikir” onun okuyucusudur; ve “kuvve-i hayâliyye ya’nî vehme tâbi’ olan fikir” onun yazıcısıdır; ve “vehim veren kuvvet” âfâktaki ya’nî dıştaki şeytanın benzeri olup bu işi karıştırır. Ve “müşterek hiss” her taraftan akıp gelen nehirleri ve ırmakları birleştiren denize benzer. 122 Tedbirât-ı İlâhiyye Üçüncü Bölüm Hayvânî ve insânî nefsde ortak olan on iki kuvvetten “şehevî kuvvet” hayvan veyâ insanı menfaat kazanmaya ve lezzet hâsıl etmeye meylettiren kuvvettir. Ve “gazabî kuvvet” bu kuvvetin zıddı olarak hayvanı zararları def’ etmeye ve acının giderilmesine meylettiren kuvvettir. Bu iki kuvvete zâhir ve bâtın duyuların hepsi veyâ ba‘zıları yardımcı olurlar. Bu iki kuvvetin aşırı çokluğu ve azlığı hayvânî sıfat; ve i‘tidâli ya’nî normâl hâli insânî sıfattır. Örneğin gazabî kuvvetin aşırı fazlalığı sonunu düşünmeden korkusuzca hareket etmektir ve aşırı azlığı ürkekliktir. İkisi de zemmedilmiştir. İkisinin ortası ve i‘tidâli yiğitliktir. Ve aynı şekilde şehevî kuvvetin aşırı fazlalığı hırs ve açgözlülüktür; ve azlığı donukluk ve soğukluktur. Her ikisi de zemmedilmiştir. İkisin arası iffettir ki, insânî nefse mahsûstur. *** Daha sonra Hak Teâlâ hazretleri “halîfe” için nefsi vücûda getirdi ki, o onun “konuşan nefsi”dir ve “insânî nefsi”dir. Ve o nefis değiştirme ve temizleme mahalli ve emir ve yasağın karargâhıdır. Eğer bu konuşan nefs olmasa hayvânî nefs ile kalır ve hitâbı anlamak mümkün olmaz idi. Şimdi insânî nefs hayvânî nefs ile ortak olan kuvvetlere sâhip olduğundan ve yukarıda îzâh edildiği üzere hayvânî nefsde bu kuvvetlerin zemmedilmiş olan aşırı çokluğu ve azlığı bulunduğundan, insânî nefs bu aşırı çokluğun ve azlığın değiştirme ve temizleme mahallidir. Ve onların bu sıfatları bozulup yerlerine mu‘tedili ya’nî normâli gelir. Ve hayvânî kötü ahlâktan temizlenir. Bu da o nefsin emir ve yasak karargâhı olduğundan kaynaklanır. Çünkü kötülenmiş ve övülmüş şeyler emir ve yasaklar ile bilinmiştir. Bundan dolayı yasaktan kaçınmayanların ve emre uymayanların nefisleri hayvânî mertebeden insânî mertebeye gelemez. Onlar sûrette insan, sîrette hayvandırlar. Hz. Şeyh-i Ekber (ra) nefsi “mübârek gece”ye benzetip: O mübârek gecedir ki, Hakîm’in emrinin her biri onda ayrılır. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri Duhân sûresinde “Fihâ yufreku küllü emrin hakîm” ya’nî “Hikmetli işlerin hepsi onda (o mübârek gecede) ayırt edilir” (Duhân, 44/4) buyurur. Çünkü nefis zulmânî tabîî kesîflik içindedir. Ve Hakîm olan Hak Teâlâ hazretlerinin emir ve yasağı bu zulmânî nefsde ayırt edilmiştir. Ve nefsin hazzı ulvî âlemden, ya'nî ulvî mertebelerden, “Kürsî’dir. Ve Kürsî tabîat sahasıdır. Çünkü bütün şehâdetsel âlemlerin işlenmiş olduğu mahal tabîat tezgâhıdır. Nitekim âyet-i kerîmede Hak Teâlâ “vesia kursiyyuhus semâvâti vel ard” ya’nî “O’nun kürsîsi gökleri ve yeri kaplamıştır” (Bakara, 2/255) buyurur. Ve göklerin ve yerin var edildiği tabîat fezâsının sonsuz kapasitesi vardır. İşte âlemin numûnesi olan insânî nefs dahi bu tabîat tezgâhında dokunmuş ve var edilmiştir. Ve nitekim rûhun mahalli bu ulvî âlemden, ya'nî ulvî mertebelerden, “Arş'"tır. Ve Arş’a dâir olan ayrıntılar, halîfe 123 Tedbirât-ı İlâhiyye Üçüncü Bölüm olan “küllî rûhun” hakkında olan mevzû' terimlerin yukarıda beyânı sırasında bir nebze îzâh edildi. Ve nefis “kerîme”dir, ya‘nî kız evlâddır; ve halîfenin kerîmesidir. Burada nikâhlı eşi kastedilir. Ve onun câriyesi değil, hurresi ya’nî hür kadınıdır. Ve İmâm Ebû Hâmid Gazzâlî hazretleri: “Muhakkak rûh nefsi nikâh etti; ikisinin arasında cisim doğdu” sözünde, nefsin halîfenin kerîmesi, ya'nî nikâhlı eşi ve hurresi ya’nî hür kadını olduğuna işâret etti. Ve Lübâbü’l-Hikme ismindeki kitabının başlarında rûhlara ve nefislere işâret olarak: “Rabb’imiz; ve ulvî babalarımızın ve süflî analarımızın Rabb’i” dedi. Çünkü “ulvî babalarımız” ta'bîri “rûh”a; ve “süflî analarımız” ta'bîri de “nefs”e dönüktür. Ve fiillerin hepsi, şehâdet âleminde rûh ile nefsin bir arada olmasından çıkar. Ve nefsin hareket ettiricisi rûhdur. Rûh olmasa nefis donuk bir halde bulunur. Fakat tasavvuf ehli kendisinde haz olan varlıklardan bir varlığa dönük her bir fiil üzerine “nefsî”dir, ya'nî “nefse mensûp”tur; ve “nefsin emrinden”dir, ya'nî “nefsin şânından”dır terimini koydular. Örneğin yeme hazzı varlık âlemine dönük bir fiil olduğundan nefse âit bir şeydir. Fakat nefsi yemeğe sevkeden şey hayattır. Hayat olmasa, yeme hazzı da olmaz. Böyle olmakla berâber bu hazza tasavvuf ehli “ruhî”dir demediler de “nefsî”dir dediler. Çünkü varlık âleminin gereğidir. Ve varlıksal diğer hazlar da buna kıyaslanabilir. Bu varlığa dönük olan fiil ister şerîat hükümleri gereği nikâh gibi övülmüş olsun, ister zinâ gibi zemmedilmiş olsun farketmez. İkisinin de kaynağı insânî nefstir. Çünkü yukarıda îzâh edildiği üzere, birisi şehevî kuvvetin i'tidâli ya’nî normal hâli olan “iffet,” ve diğeri aşırısı olan “hırs ve aç gözlülük”tür. Ve kendisinde nefsin hazzı olmayan her bir şey ve her bir fiil ancak Allah Teâlâ hazretlerine mahsûstur. O da rûhdur. Örneğin nefsin emre uymaktan ve yasaklardan sakınmakta hazzı yoktur. Nefis şehevî ve gazabî kuvvetini mutlaka kullanmak ister; onun hazzı bundadır. Ve namaz ve oruç gibi ibâdetten nefret eder. Çünkü onun bunlarda hazzı yoktur. Ve emre uymak ve yasaktan sakınmak rûhun emriyle hâsıl olur. Ve insanın üç nefsi vardır ki, “bitkisel nefs" ve “hayvânî nefs” ve “konuşan nefs”dir. Nitekim yukarıda îzâh edildi. Hz. Şeyh-i Ekber (ra) tabîî nefs bitkisel nefsde mevcût olduğundan ikisini bir sayıp tabîî nefsten bahsetmedi. Şimdi insan bitkisel nefsi sebebiyle mâdenlerle ve hayvânî nefsi sebebiyle hayvanlarla müşterektir. Ve konuşan nefsi sebebiyle bu iki mevcûddan, ya‘nî mâdenlerden ve hayvânlardan ayrılır. Ve bu nefis sebebiyle ona “insâniyyet” ismini vermek doğru olur. Ve onun sebebiyle melekûtta, ya‘nî semâvât ve arzın melekûtunda ayrılır. Ve o nefis bizim bahsettiğimiz “kerîme nefs”dir ki, o da halîfenin idâresi altındadır ve onun haremi içindedir. 124 Tedbirât-ı İlâhiyye Üçüncü Bölüm Kitabın yazarı der ki: Daha sonra Allah Sübhânehû insan üzerine ni'metinin tamâmından ve nüshanın tamamlanmasından dolayı, bu memlekette yerine getirmesi için kuvvetli, kendisine itâat edilen, adamları çok ve tâbi’leri sayıca kuvvetli olarak bir emîr vücûda getirdi. Ve bunlar halîfeye karşıdır ki, ona hevâ” ismini verdi. Ve bir yardımcı vücûda getirip ona da “şehvet” ismini verdi. Şimdi o bir gün ordusu ve tâbi’leri içine çıkarak bostanlarının ba'zısında gezintiye çıktı. Ve halîfenin hurresi ya’nî câriye olmayan hür eşi olan nefis onun üzerine doğdu ve birdîğerini gördü. Ve onlardan her biri kendi sâhibine baktı. “Hevâ” ona âşık oldu. Bundan dolayı onunla bir araya gelme sebepleri hakkında hîle yaptı. Böyle olunca dâimâ ona geldi. Ve onun gönlünü almak istedi ve ona hazretini yaydı. Ve indinde olan şeyin en güzelini ona hediye etti. Ve emellere yönelik elçiler ve asılsız şeylerin elçileri onların arasında gidip geldi. Sonuçta ona meyletti. Ve ona boyun eğdi. Ve cebretmeyi ve ihsânı ona temlîk eyledi. Oysa halîfe bundan gâfildir. Ve onun yardımcısı olan akıl buna vâkıftır. Ve o, belki halîfe buna vâkıf olmaz ve nefis üzerinde olduğu şeyden geri döner diye bu husûsu idâre eder. Şimdi nefis kuvvetli ve kendisine itâat edilen iki emîrin arasında olur. Ve onu o da, çağırır, bu da çağırır. Ve hepsi Allah Teâlâ’nın izniyledir. “Kul küllün min indillâhi” ya’nî “De ki: hepsi Allah’ın indindendir” (Nisâ, 4/78) ve “Küllen numiddu hâulâi ve hâulâi min atâi rabbike” ya’nî “Bunları herkese veririz ve bunlar Rabb’inin verişlerindendir” (İsrâ, 17/20). “Fe elhemehâ fucûrehâ ve takvâhâ” ya’nî “sonra ona (nefse) fücûrunu ve takvâsını ilhâm ettik” (Şems, 91/8) onun sözünün eseri hakkında “ve nefsin ve mâ sevvâhâ” ya’nî “ve nefse ve onu tesviye edene (andolsun)” (Şems, 91/7). Ve işte bunun için biz onu değiştirme ve temizleme mahalli yaptık. Şimdi eğer hevâya uyarsa değiştirme gerçekleşir; ve onun için “kötülük ile emmâre ya’nî emredici” ismi hâsıl olur. Ve eğer akla uyarsa temizleme gerçekleşir. Ve onun için şerîat hükümlerince “mutmainne” ismi geçerli olur. Ve bu emrin gerçekleşmesi latîf olan hikmet sebebiyledir ve acâib bir sırdır. O da budur ki: Muhakkak Allah Sübhânehû ve Teâlâ bu halîfeyi kemâl cinsinden bizim vasfettiğimiz şey üzere vücûda getirdi. Hak Sübhânehû bununla berâber ona kendisinin “fakîr” olduğunu ve onun için güç ve kuvvetin ancak Rab Teâlâ olan onun Efendi’si ile olduğunu bildirmeyi istedi. Şimdi bunun için ona muhâlif olarak vücûda getirdi ki, ona taklîd ettiği şeyde ona karşı çekişir. Ne zaman gördü ki, rûh çağırır ve nefis ona uymaz. Oysa ona “o senin mülkündür” denilmiş idi. Yardımcısına dedi ki: “Onun bana uymasına engel olan sebep nedir?” Böyle olunca akıl ona dedi: "Ey kerîm olan Efendi, senin karşında bir emîr mevcûddur ki, kuvvetli, kendisine itâat edilen, erişilmesi güç, erişilmeye değerdir. Ona “hevâ” denir. Verdikleri hemen verilen ve görünendir.” Ona yardımcısını gönderdi. Ona hazretini yaydı. Ve ona istediğini en kısa ve yakın zamanda çabuk olarak verdi. Bundan dolayı o onun da'vetine uydu ve ona boyun eğdi ve onun kahrı altında oldu. Ve ordularının ve tâbi’lerinin köy- 125 Tedbirât-ı İlâhiyye Üçüncü Bölüm leri ona tâbi' oldu. Ve memleket erbâbından senin için, ancak senin hakîkatlerin ile tahakkuk etmiş olan ve sana tahsîs edilmiş olan devlet erbâbın kaldı. Ve işte o onu tahrîb etmek ve seni mülkünden çıkartmak için köşkünün önüne kadar geldi. Ve senin tahtını kuşattı. Helâk olmadan evvel çabuk çâresine bak!” Kitabın yazarı der ki: Şimdi rûh, Allâhü Kadîm Sübhânehû’ya şikâyete döndü. Böyle olunca nefsinde ihtiyaç ve acz ve zillet ile onun ubûdiyyeti ya’nî kulluğu onun için sâbit oldu. Ve ayırım tahakkuk etti. Ve değerini bildi. Ve istenen de bu idi. Şimdi insan eğer hayır ve ni‘metlenme üzerine yaşasa, sıkıntıya düşünceye kadar, ömrü boyunca onun hakkında olan şeyin değerini bilmez. Bundan dolayı onu zarar dokunduğu zaman ni’metlenme ve hayırlar cinsinden kendi hakkında olan şeyin değerini bilir. Böyle olunca bunun indinde de Mün‘im’in değerini bilir. Kitabın yazarı der ki; Ne zamanki rûh Rabb’ine şikâyet ile mürâcaat etti, Hak Sübhânehû nefsin ve onun arasında vâsıta oldu da ona buyurdu ki: “Yâ eyyetühen nefsül mutmainneh; İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeh; Fedhulî fî ibâdî; Vedhulî cennetî” ya’nî “Ey mutmain olan nefs; Rabbi’ne dön, râzı olarak ve râzı olunmuş olarak; o zaman kullarımın arasına gir; ve cennetime gir” (Fecr, 89/27-28-29-30). Ne zamanki ona sesleniş geldi, vâsıtalar kalktı. Meyletti ve geldi ve iştiyaklı oldu.Bundan dolayı icâbet etti.Ve ilâhî inâyete döndü. Kitabın yazarı (ra) buyurur ki: Allah Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri ilâhî halîfe kılmaklığıyla vasıflandırdığı insan üzerine, bu cisim memleketinde lâzım olan her şeyi yerine getirmesi için, ni’metini tamamladı. Ve büyük âlemin nüshası olan bu küçük âlemi tamamladı. Ve ni’metini tamamlayıcı olarak ve bu nüshayı tamamlayarak cisim şehrinde bir emîr vücûda getirdi ki, o emîr kuvvetlidir, kendisine itâat olunur. Ve hizmetkârları çoktur; ve sayıca kuvvetlidir. Ve bu sayıca fazla olan tâbi’ler ve hizmetkârlar halîfeye karşı ve muhâliftir. Ve o emîre “hevâ” denilir. Ve Hak Teâlâ hazretleri o hevâ emîrine uygun olarak bir de yardımcı vücûda getirip ona “şehvet” ismini verdi. Şimdi hevâ emîri bir gün ordusu ve hizmetkârları içine çıkıp bostanlarının ve bahçelerinin ba'zısında gezintiye çıktı. Ve halîfenin nikâhlı eşi nefis, hevâ denilen emîre doğdu ve gözüktü; ve birbirini gördü; ve birdîğerine baktılar. Hevâ denilen emîr ona âşık oldu. Bu âşıklık üzerine hevâ nefis ile bir araya gelme sebepleri hakkında çâreye ve hîleye başvurdu. Bundan dolayı hevâ dâimâ onun yanına gelmeye başladı. Ve nefsin gönlünü almak istedi de onun önüne hazretini, ya'nî dünyevî lezzetleri yaydı. Beğendiklerini al! dedi. Nitekim hadîs-i şerifte “Dünyâ hazretlerin hoş ve tatlısıdır, dâimâ onlardan hediye eder” buyrulur ki, dünyâ bir takım hâzır ve hemen gerçekleşen lezzetleri içinde barındırır, demek olur. Ve hevâ kendisinde bulunan şeylerin en 126 Tedbirât-ı İlâhiyye Üçüncü Bölüm güzelini ona hediye etti ki, bunların esâsı ”Zuyyine lin nâsi hubbuş şehevâti minen nisâi vel benîne vel kanâtîril mukantarati minez zehebi vel fıddati vel haylil musevvemeti vel en’âmi vel harsi, zâlike metâul hayâtid dünyâ” ya’nî “İnsanlara, "kadınlara, oğullara, kantar kantar biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, hayvanlara ve ekinlere olan muhabbetlerinin" şehvetleri süslü gösterildi. Bunlar, dünya hayâtının menfaatleridir” (Âl-i İmrân, 3/14) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulan yedi şeydir. Onların en başında kadın vardır. İkinci olarak evlâd; daha sonra altın; ondan sonra gümüş; sonra atlar; ve sonra deve ve koyun ve keçi ve inek gibi hayvânlar; yedincisi ekinlerdir. Bunların dışında olan eşyâ bunların fer’lerindendir. İşte bu yedi şey dünyâ menfaatinin esaslarıdır. Ve bunlardan ekinler ve hayvanlar ve atlar, altın ve gümüş elde etmek içindir. Ve altın ve gümüşün elde edilmesi de kadına olan muhabbetten dolayıdır ki, ondan hem hoşlanılır ve hem de evlâd ve yeni nesil doğar. Ve bunların hepsi hevânın ve onun yardımcısı olan şehvetin tasarrufu altındadır. Ve hevânın nefse en güzel hediyesi erkek için güzel kadın ve kadın için de yakışıklı erkektir. Çünkü dünyevî lezzetlerin en büyüğü cinsel ilişkidir. Onun üstünde olarak nefsin meyledeceği diğer bir lezzet yoktur. Şimdi şehvetin aşırı fazlalığından cisim şehri harâb olacağı gibi, her hangi bir beşerî topluluğu oluşturan kişilerin büyük çoğunluğunun şehvette aşırıya kaçmaları yüzünden o topluluk harâb olur. Şimdi hevâ nefse âşık olunca onların arasında emellere yönelik elçiler, ya’nî istekleri ve emelleri tebliğ eden elçiler ve asılsız şeylerin elçileri, ya‘nî histeki lezzetli şeylerin elçileri gidip geldi. Örneğin hevâ nefse: Kumar oyna hem eğlenir ve hem de para kazanırsın ve zengin olursun. Ve zengin olunca falan kadına nâil olursun diye telkînler uygular. Ve aynı şekilde şimdi bahar mevsimidir. Cami‘ye ve dergâha kapanacağına biraz gezinti yerlerini dolaş! Hem havâ alır ve hem de güzelleri seyredersin, diye hisse âit türlü lezzetler tebliğ eyler. Sonuçta nefis kendisine sunulan bu hazları ve lezzetleri görüp hevâya meyletti. Ve ona boyun eğip, artık hevâ tarafından gerçekleşen her türlü aktarımları kabûl ederek icrâya başladı. Ve hevâ emîri kendisine meyleden nefse cebretmeyi ve ihsânı temlîk eyledi ya’nî arttırdı. Çünkü herhangi bir kuvvetli emîr, isteklerini ya cebren veyâ ihsân yoluyla yerine getirir. Bundan dolayı kuvvetli bir emîr olan hevâ da isteklerini yerine getirmek için nefis üzerinde cebrîliğini ve ihsânı arttırdı. Oysa halîfe, hevâ ile nikâhlı eşi olan nefis arasındaki bu halden gâfildir. Fakat onun yardımcısı olan akıl buna vâkıftır. Ve o akıl, belki halîfe buna vâkıf olmaz ve nefis de bu yaptığı şeyden geri döner, diye bu husûsu gizler. Böyle olunca nefis kuvvetli ve kendisine itâat edilen iki emîrin arasında kalır. 127 Tedbirât-ı İlâhiyye Üçüncü Bölüm Ve nefsi bir taraftan halîfe ve bir taraftan hevâ çağırır. Ve nikâhlı eşi olan nefsi, rûhun hevâya kaptırması ve nefsin böyle ikisinin arasında kalması hep Allah Teâlâ hazretlerinin izniyledir. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri “kul küllün min indillâhi” (Nisâ, 4/78) ya‘nî “Ey Resûlüm, her şey Allah Teâlâ indindendir, de!” “Küllen numiddu hâulâi ve hâulâi min atâi rabbike” (İsrâ, 17/20) ya‘nî “Hepsini bunlara biz imdâd ederiz. Ve bunlar senin Rabb’inin verişleri cinsindendir” buyurur. Ve aynı şekilde Hak Teâlâ buyurur: “Fe elhemehâ fucûrehâ ve takvâhâ” (Şems, 91/8) ya‘nî “Hak Teâlâ nefse fücûru ve takvâyı ilhâm etti.” Ve onun bu sözünün eseri hakkında da “ve nefsin ve mâ sevvâhâ” (Şems, 91/7) âyet-i kerîmesinde nefis üzerine ilâhî yemîn olmuştur. Ya'nî “Nefis ve ona a‘zâ ve duyulardan tesviye ettiği şey hakkı için” demek olur. Bilinsin ki, her bir nefis kendi sâbit ayn’ının gölgesi ve sâbit ayn’ı da bir ilâhî ismin gölgesidir. Bundan dolayı nefis gölgenin gölgesi olur. Şimdi sâbit ayn hangi ilâhî ismin gölgesi ise, o ismin hazînesinde gizli olan hükümler ve eserler bu varlık âleminde kendisinin gölgesi olan nefiste açığa çıkar. Çünkü gölge gölgenin sâhibine tâbi‘dir. Örneğin yuvarlak bir şeyin gölgesi yuvarlak; ve uzun bir şeyin gölgesi de uzun olur. Bu tabîî bir haldir. Böyle olunca her bir nefse fücûr ve takvâdan ilhâm olunan şey, kendi hakîkati olan sâbit ayn’ından ve ona da görünme yeri olduğu ismin hazînesinden gelir. Ve isimler ise isimlendirilenin “ayn”ı olduğundan bunların hepsi Hak Teâlâ tarafından gelir. Ba'zen bir nefsin hakîkati saâdet görünme yeri iken bu varlık âleminde çevresinin kendisine verdiği bir hal sebebiyle geçici olarak fücûra meyleder. Fakat görünme yeri olduğu ismin hükümleri ve eserleri üstün gelmekle ve kendisine takvâyı ilhâm etmekle fücûrdan takvâya döner. Ve aynı şekilde bunun aksi olarak bir nefsin hakîkati şekâvet görünme yeri iken, bu varlık âleminde çevresinin zaman zaman olan te’sîrlerine uyarak kendisinden takvâ açığa çıkar. Fakat sonrasında görünme yeri olduğu ismin hükümlerinin ve eserlerinin üstün gelmesi ve kendisine fücûru ilhâm etmesiyle takvâdan fücûra meyleder. Ve fücûrun en küçüğü küçük günahlar; ve ortası büyük günahlar; ve en büyüğü küfürdür. Ve takvânın en küçüğü farzları yerine getirmek; ve ortası farzlarla berâber nafi’leleri yerine getirmek; ve en büyüğü izâfî vücûdu hakîkî vücûdda fânî kılmaktır. Ve işte bunun biz nefsi fücûr ile değiştirme ve takvâ ile temizleme mahalli yaptık. Şimdi eğer nefis hevâya uyarsa fücûr ile değiştirme gerçekleşir. Ve bu halde de o nefse “kötülük ile emmâre ya’nî emredici” ismi verilir. Ve eğer akla uyarsa takvâ ile temizlenme gerçekleşir. Ve ona şerîat hükümlerince “mutmainne” ismini vermek geçerli olur. Ve nefsin böyle kuvvetli ve kendisine itâat edilen iki emîrin arasında olması, Hak Teâlâ hazretlerinin latîf olan hikmeti sebebiyledir. Ve acâib bir sırdır. O sır da budur ki, muhakkak Allah Teâlâ hazretleri bu halîfeyi zâhiren ve bâtınen kemâl cinsinden bizim vasfettiğimiz şey üzere vücûda getirdi. 128 Tedbirât-ı İlâhiyye Üçüncü Bölüm Nitekim âyet-i kerîmede “ve esbega aleyküm niamehu zâhireten ve bâtıneten” ya’nî “Ve sizin üzerinize zâhiren ve bâtınen ni’metlerini tamamladı” (Lokmân, 31/20) buyurur. Ya'nî Hak Teâlâ hazretleri halîfeyi hayat, ilim, sem‘, basar ilh... gibi ma'nevî sıfatlarını taşımaya müsâit olarak halk eyledi ki, bunlar bâtın ni’metlerdir. Ve aynı şekilde duyular ve a‘zâ ve bunların eklerini ve gereçlerini kabûle müsâit olarak vücûda getirdi ki, bunlar da zâhir ni’metlerdir. Ve bunların hepsi kemâl cinsinden olan şeylerdir. Şimdi böyle ilâhî ma‘nevî sıfatları taşıyıp kendisinin aslından gayrılık elbisesi ile açığa çıkan bu halîfe, kendi nefsinde kuvvet ve kudret göreceği ve bu görüş ile aslından perdeleneceği için Hak Teâlâ hazretleri o halîfeye işin aslında kendi nefsinin fakîr ve aslına muhtaç olduğunu ve kendisinde bulunan güç ve kuvvetin ancak yüce terbiyecisi bulunan kendisinin seyyidi ve efendisi ile mevcûd olduğunu bildirmeyi istedi. İşte bu maksad ile onun tasarruf edici olduğu cisim şehri içinde kendisine karşı ve muhâlif olarak vücûda getirdi ki, ona yüklemiş olduğu tasarruf kudretinde ona muhâlefet eder. Ne zamanki halîfe olan rûh gördü ki, nefsi çağırır ve nefis onun da'vetine uymaz. Oysa rûha, o nefis senin mülkündür, denilmiş idi. Rûh nefsin kendi mülkü olmasıyla berâber da'vetine uymadığına hayret edip yardımcısına dedi ki: Bu nefis benim mülküm olduğu ve kendisini da'vet ettiğim halde niçin uymuyor? Bu uymasını engelleyen sebeb nedir? O soruya cevâben akıl rûha dedi: “Ey kerîm olan efendi!” Çünkü rûh halîfe olup kendisini halîfe kılanın aynıdır. Bundan dolayı kerem sıfatını da taşıyıcıdır. Akıl bu sebeple ona “kerîm” diye hitâb etti. Ve vücûd mülkünün tasarruf edicisi olduğundan “efendi” diye hitâb etti. “Senin karşında bir emîr vardır ki, kuvvetlidir ve kendisine itâat edilendir; ve erişilmesi güçtür; ve nâil olduğu şeyler pek büyüktür. Ve o emîre “hevâ” denir. Verişlerini ve ihsânını duyulara gösterir ve hemen verir. Senin verişlerin gibi duyulardan gizli ve âhiret âlemi için sonraya bırakılmış değildir. Ve o emîr, nefse yardımcısı olan şehveti gönderdi. Ve onun önüne bu hemen olan algılanabilir lezzetlerin türlüsünü yaydı. Ve nefsin bu lezzetler ve hazzlar içinden beğendikleri şeyleri pek az ve pek yakın bir zaman içinde acele ona verdi. Nefis de böyle isteklerini çabuk veren hevâ emirinin da'vetine uydu; ve ona teslîm oldu ve onun kahrı altına girdi. Ve cisim şehri içindeki orduların ve tâbi’lerin köyleri ve kasabaları ona tâbi' oldu. Ve memleket erbâbından senin için ancak senin hakîkatlerin ile tahakkuk etmiş ve sana tahsîs edilmiş olan devlet erbâbın, ya‘nî kemâlî sıfatlar kaldı. Ve işte o hevâ emîri senin köşkün olan kalbin önüne kadar geldi. Onu tahrîb edecek ve seni mülkünden çıkaracaktır. Ve senin tahtını kuşattı. Helâk olmadan önce çabuk onu def’etmenin çâresine bak!” 129 Tedbirât-ı İlâhiyye Üçüncü Bölüm Kitabın yazarı cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) buyururlar ki: Gayrılık elbisesiyle sonradan olmuş olan rûh, yardımcısı olan akıldan bunları dinledikten sonra kendisinin kadîm aslı olan Allah Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerine şikâyete döndü. İşte bu şikâyeti sebebi ile, rûhun nefsinde ayrı ve bağımsız olmayıp aslına ihtiyâcı ve aczi ve zilleti ve aslı indinde ubûdiyyeti ya’nî kulluğu tahakkuk etti. Ve Hakk’ın samed oluşu ve rûhun muhtaç oluşu; ve Hakk’ın kudreti ve rûhun aczi; ve Hakk’ın izzeti ve rûhun zilleti; ve Hakk’ın efendiliği ve rûhun kulluğu birdîğerinden ayrıldı ve tahakkuk etti. Ve netîcede rûh kendi değerini ve derecesini bildi. Ve ilâhî istek de ancak bu idi. Bunun delîli his âleminde de açıkça gözükmektedir. Çünkü insan bütün ömründe türlü râhat ve ni‘met içinde yaşasa, aslâ Mün‘im’e ya’nî ni’metleri verene şükretmek hâtırına gelmez. Çünkü bu nimetlerin değerini bilmez. Ancak bunların zıddı olan elem ve azâba düştüğü zaman râhat ve ni‘metin değerini ve kıymetini bilir. Nitekim “Cefâyı çekmeyen âşık safânın değerini bilmez” demişlerdir. Ömrü boyunca hiç hastalık çekmemiş olan kimse sıhhatin değerini bilmez. Hastalık gelince sıhhatin geri gelmesine hasret çeker. Çünkü eşyâ zıddıyla belli olur. Bundan dolayı insan ni’metlere dalmış iken kendisine zorluklar gelince Mün‘im’in değerini bilip ona şükreder. Kitabın yazarı (ra) buyurur ki: Rûh Rabb’ine şikâyet ile mürâcaat ettiği zaman, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri rûh ile nefis arasında vâsıta oldu. Ve koca ile karısının arasını bulmaya teşebbüs edenlerin vazîfesini üzerine aldı da nefse şöyle hitâb etti: “Ey mutmainne nefs, râzı olduğun ve râzı olunmuş olduğun halde Rabb’ine dön de benim kullarıma ve cennetime dâhil ol!” (Fecr, 89/28-29). Cenâb-ı Şeyh (ra) bu âyet-i kerîmeyi aşağıda gelecek ibârelerinde tefsîr buyururlar. Ne zamanki nefse bu ilâhî sesleniş geldi, rûha meyletmesine engel olan vâsıtalar kalktı, o tarafa meyletti. Ve koşa koşa rûh tarafına geldi. Ve onda iştiyâk hâsıl oldu. Bundan dolayı Rabb’inin da'vetine uydu etti. Ve ilâhî inâyete döndü. 130 Tedbirât-ı İlâhiyye Üçüncü Bölüm Soru: “Niçin o nefse “mutmainne” denildi; ve Hak Teâlâ “râzıyye ya’nî râzı olarak ve marzıyye ya’nî râzı olunmuş olarak” buyurdu; oysa o şimdiki halde “kötülük ile emmâre ya’nî emredicidir?” denilir ise, biz deriz ki: Onun îmânının tahakkuk etmiş olmasından dolayı ona “mutmainne” dedi. Hevâ seslenici olmadı, ancak Mûcid’i sebebiyle seslenici oldu. Şimdi nefis Hak Teâlâ’nın “kul küllün min indillâhi” (Nisâ, 4/78) ya‘nî “Ey Resûlüm, her şey Allah Teâlâ indindendir, de!” “Küllen numiddu hâulâi ve hâulâi min atâi rabbike” (İsrâ, 17/20) ya‘nî “Hepsini bunlara biz imdâd ederiz. Ve bunlar senin Rabb’inin verişleri cinsindendir” sözünün ma'nâsını bilişi yönünden öncelik ile tahakkukundan dolayı sesleniş için “mutmain” oldu. Sebep ve illet ise daha önceleri beyân olundu. Ve Hak Teâlâ’nın “râzıyye ya’nî râzı olarak, marzıyye ya’nî râzı olunmuş olarak” sözü seslenmeyi murâd eder. Îmânının ve tevhîdinin tahakkukundan dolayı indimizde “marzıyye ya’nî râzı olunmuş”tur demektir. “Fedhulî fî ibâdî; Vedhulî cennetî” “Benim kullarım içine gir; Cennetime gir!”(Fecr, 89/29-30) ya'nî seçkin kılınmış kullar ki, ilâhî hazret ehlidir; halîfenin ni’metlerinden ibâret olan kerîh görülen şeyleri murâd eder. Çünkü şehvetler kâfirin cennetidir; ve o hakîkatte ateştir. Onların zâhiri cennet ve bâtını cehennemdir. Ve Resûlullah (s. aleyhi ve âlihî ve sellem) Efendimiz “Cennet mekrûhlar ile örtülmüş; ve ateş de şehvetler ile örtülmüştür” buyuruşuyla buna dikkât çekti. Ve Allah (azze ve celle) hazretleri Deccâl’in çıkışı indinde bunu gösterir. Ve Nebî (sav) Efendimiz bu konuda buyurdular ki: “Muhakkak onun ateşten ve sudan iki vâdîsi vardır. Kim ateşe kastederse su bulur; ve kim suya kastederse ateş bulur.” Şimdi eğer denirse ki, nefis aklın da’vetine böylece uyar; ve onu senin zikrettiğin gibi Hak’tan işitir; şimdi niçin hevânın da’vetine uyup yüz çevirdi? Cevâben deriz ki, bu iki yöndendir: Onların birini sözlerin başında söyledik. Şöyleki muhakkak Hak Teâlâ bahsettiğimiz şeyden dolayı rûhun değerini bildirmeyi diledi ve ona hevânın seslenişini işittirdi. Ve Hak Sübhânehû istediği şeyi gerçekleştirmek için aklın da’vetine karşı onu sağır kıldı. Ve diğer yön budur ki, muhakkak nefis rûhun ba'zısıdır. Nitekim Havvâ Âdem’in bir parçasıdır. Ve rûhun seslenişi aslen onun kendi nefsinden oldu. Ve hevânın seslenişi ise ona yabancıdır. Şimdi asıl olan hâsıl ve yabancı olan hâsıl değildir. Bundan dolayı bilmediği şeyi öğrenmeye iştiyâk duydu. Olan şeyi bilmek için uydu. Nitekim Havvâ ağacın meyvesini yemede İblîs’e uydu. Ve insânî mülkde hevâ ve akıl arasındaki hâdiseler ve savaşların ve fitnelerin olması buradandır. Ve ba'zen birinin gâlip gelişi olur ve onu elde eder. Bundan dolayı ona üstünlük kurar ve onu esîr eder ve genellikle katleder. Her bir şahıs hakkında, 'arz-ı ekbere kadar ilâhî hikmet böyle sürer. Ve genellikle biri köyü ve diğeri şehri kendisine mülk edinir. Ve ba'zen biri mülkün zâhiren ve bâtınen hepsini sâhiplenir. 131 Tedbirât-ı İlâhiyye Üçüncü Bölüm Şimdi âsîlere gelince, hevâ sultânı onların köylerinin sâhibidir. Ve akıl sultânı onların baş şehrinin sâhibidir. Ve münâfıklara gelince, akıl onların köylerinin sâhibi ve hevâ şehirlerinin sâhibidir. Ve ma'sûm ve korunmuş olan mü’minlere gelince, akıl onların köylerinin ve şehirlerinin sâhibidir. Ve kâfirlere gelince, hevâ onların köylerinin ve şehirlerinin sâhibidir. Âhiret yurdunda olduğu vakit ölüm boğazlanır. Âsîler ma'sûm olan mü’minlere dâhil edilip onlar için dâimi olan ni’metler hâsıl olur. Ve münâfıklar kâfirlere dâhil dilip onlar için gerekli azâb hâsıl olur. Bundan dolayı münâfıkın ameli Hak tarafından bir hüküm çıkmasına sebep olmaz. Şimdi muhakkak tevhîd asıldır, amel fer'dir. Böyle olunca fer‘ hakkında onu bozan ve helâk eden bir şey tesâdüf ederse, asıl onu cebreder, âsîler gibi. Ve asıl harâb olduğu vakit, fer‘ onu cebretmez, münâfık gibi. Şimdi insanî mülk dünyâda dört tabaka üzerine döner. Her bir şahıs hakkında onlardan biri lâzımdır: Ya ma’sûm mü‘mîn ve korunmuş mü‘mindir; veyâ aslen kâfir ve müşriktir; veyâhut münafıktır; veyâ âsîdir. Ne zamanki bu karar buldu ve sâbit oldu, şimdi biz, akıl ve hevâ arasında onun için fitneler çıkan ve savaşlar olan sebebi zikrederiz. Çünkü bu onun mevzi'idir. Ve Allah Teâlâ hakkı söyler ve o doğru yola irşâd eyler. Ya'nî henüz hevâ emîrinin idâresi altında olup rûhun şikâyetine sebep olan bu nefse niçin “Ey mutmainne nefs!” diye hitap buyruldu; ve Hak Teâlâ onu “râzıyye ya’nî râzı olmuş ve marzıyye ya’nî râzı olunmuş” sıfatlarıyla vasıflandırdı; oysa hevâya tâbi’ olduğu için şimdiki halde fenâlıklar ile emredip durur? Biz bu soruya cevâben deriz ki, ona “mutmainne” denilmesi, îmânının tahakkukundan kaynaklanmıştır. Çünkü nefsi da'vet eden hevâ emîri, ancak Mûcid’i ya’nî kendisini vücûda getirmiş olan Hak sebebiyle nefsi da'vet etti. Çünkü ilâhî ilimde her şeyin hakîkati sâbit olduğu gibi, eşyâdan bir şey olan hevânın da hakîkati sâbit oldu. Ve o da ilâhî isimlerden bir ismin gölgesidir. Ve o isim onun hâs Rabb’idir. Ve onun sırât-ı müstakîmi ya’nî istikâmeti üzere olduğu yolu o ismin gerekleri üzerinde yürümektir. Ve her bir rabb-ı hâs kendi merbûbundan ya’nî rabbi olandan râzî ve o merbûb ya’nî rabbi olan da kendi rabb-i hâssı indinde marzî ya’nî râzı olunmuştur. Ve ilâhî isimlerin karşılıklı olmasından dolayı sırât-ı müstakîm ya’nî istikâmeti üzere olunan yol ikidir: Birisi Hak ve diğeri bâtıldır. Nitekim Fâtiha sûresinde “Sırâtallezîne en’amte aleyhim gayril magdûbi aleyhim ve lâd dâllîn” ya’nî “O yol ki; üzerlerine ni’met verdiklerinin yoludur, üzerlerine gazap olunmuşların ve dalâlette kalmışların yolu değildir” (Fâtiha, 1/7) mübârek sözüyle bunlara işâret buyrulur. Ve hevâ emîri bâtıl üzerinde yürür. Ve bu hakîkate göre bâtıl kendi tavrında inkâr edilmez. Nitekim Hz. Şeyh-i Ekber efendimizin şeyhi Ebû Medyen Mağribî (radıyallâhü anhümâ) aşağıdaki beytinde beyân buyururlar: 132 Tedbirât-ı İlâhiyye Üçüncü Bölüm Tercüme: “Bâtılı kendi tavrında inkâr etme! Çünkü o da Hak Teâlâ hazretlerinin ba'zı isimlerinden açığa çıkmıştır.” Şimdi nefis Hak Teâlâ’nın “Her şey Hak indindendir” (Nisâ, 4/78) ve “Her şeyi onlara biz imdâd ederiz. Ve onlar senin Rabb’inin verişlerindendir” (İsrâ, 17/20) sözünün ma'nâsını tabî olarak zâten bilişi yönüyle, ilâhî ilimde öncelik ile tahakkukundan dolayı sesleniş için mutmain oldu. Ya'nî nefis şimdiki halde her ne kadar “kötülük ile emredici” olsa bile, mâdemki başlangıç olarak ilâhî ilimde ezelî saâdeti tahakkuk etmiştir. Ve bunu çocuğun memeyi ve sütü bilmesi gibi tabî olarak zâten bilir. İşte bu tahakkuk ve bilişinden dolayı “Ey mutmainne nefs” seslenişinde kendisine sesleniliş gerçekleşmiştir. Ve onun hevâ emîri tarafından gaflete düşürülmesindeki sebep ve illetin beyânı daha önce yapıldı. Ve Hak Teâlâ’nın “râdıyeten mardıyyeh” ya’nî “râzı olarak ve râzı olunmuş olarak” sözü seslenmeyi murâd eder. Ya‘nî “Ey îmânının ve tevhîdinin ezelî tahakkukundan dolayı indimizde marzıyye ya’nî râzı olunmuş” olan nefis demektir. “Fedhulî fî ibâdî” (Fecr, 89/29) “Benim kullarım içine gir!” ya‘nî ilâhî hazret ehli olan seçkin kullarım arasına dâhil ol! demektir. Çünkü mahlûkların hepsi Allâh’ın kullarıdır. Fakat onların ba‘zısı rahîmî rahmet ile kendisine rahmet edilendir ki, Hak Teâlâ onlar hakkında “vallâhu yahtassu bi rahmetihî men yeşâu” ya’nî “Allah rahmetini dilediği kimseye tahsîs eder” (Bakara, 2/105) buyurur. Ve bunlar rahîmî rahmetine tahsîsli kıldığı kullardır ki, ilâhî ilimde saâdetleri sâbit olmuştur. “Vedhulî cennetî” (Fecr, 89/30) “Cennetime gir!” Bu mübârek söz ile Hak Teâlâ hazretleri halîfenin ni’metlerinden ibâret olan kerih görülen şeyleri murâd eder. Çünkü var edilmişler âleminde nefsin kerîh gördüğü ya’nî kendisine hoş gelmeyen şeyler ve bunun yanında hazz duyduğu şeyler vardır. Aç durmak ve uykusuz kalmak ve abdest alıp vaktinde namazı kılmak ve mal infâk etmek gibi bir çok ameller nefse kerîh gelir. Ve bunların aksi olan, nefis yemekler yemek ve kaba döşeklerde uyumak ve namazı terk etmek ve mal biriktirmek nefse hoş gelir. Ve şehvetler kâfirin cennetidir. Oysa onlar hakîkatte ateştir. Ve onların zâhiri bir takım ni’metler ve lezzetlerdir. Fakat bâtınları cehennemdir. Ve Resûlullah (sav) Efendimiz hazretleri “Cennet kerîh görülen şeylere örtülmüş ve ateş şehvetler ile örtülmüştür” buyurmasıyla bu îzâh edilen hakîkate işâret etti. Ve Allah Teâlâ hazretleri bu hadîs-i şerifte beyân buyrulan hakîkati Deccâl’in çıkışında hissen gösterir. Nitekim (Sav) Efendimiz Deccâl hakkında buyurdular ki: “Onun ateşten ve sudan iki vâdîsi vardır ki, kim ateşe kastederse o ateşi su bulur; ve kim suya kastederse o suyu ateş bulur.” 133 Tedbirât-ı İlâhiyye Üçüncü Bölüm Bilinsin ki, “Deccâl" mübâlağa ile “yalan söyleyen” ma‘nâsınadır. Âhir zamanda dînî hakîkatleri gösterecek olan Mehdî’nin ortaya çıkışını tâkiben ona karşı gelen ve onu yalanlayan bir çete başı çıkar. “Deccâl” onun zâtî ismi değil, sıfatıdır. Ve halkı nefsânî şehvetlere da‘vet; ve ibâdetler ve sâlih ameller gibi nefse kötü gözüken şeylerden kaçınmaya da’vet eder. Ve Hz. Mehdî ise insân-ı kâmil ve yeryüzünde Allâh’ın halîfesi olup bunun aksi olarak nefse kötü gelen ibâdetlere ve sâlih amellere da’vet eder ve şehvetlerden de kaçınmaya da'vet eder. Ve bu muhâlefetin çıkışı isimlerin ihtilâfından dolayıdır. Çünkü Hz. Mehdî Hâdî isminin ve Deccâl Mudill isminin kâmil görünme yeridir. Bu sebeple birdiğerine aykırı olurlar. Ve Hz. Mevlânâ (ra) bu hâle işâreten Mesnevî-i Şerîf’lerinde şöyle buyururlar: Tercüme: “Ne zamanki renksizlik renge esîr oldu, Mûsâ (as) Mûsâ-yı Sâmirî ile çekişme içinde oldu. Ne zamanki evvelce sâhip olduğun renksizliğe erişesin Mûsâ (as) Firavun ile barış ve birlik içindedir.” Hz. Mehdî hârikalar ve kerâmetler ile ortaya çıktığı gibi Deccâl da hârikalar ve istidrâclar ya’nî dînen kabûl edilmeyen kerâmetler ile ortaya çıkar. Bundan dolayı Deccâl’in nezdinde biri su ve diğeri ateş ile dolu iki vâdî bulunur. Deccâl kendisine tâbi’ olanları suya girmeye ve ateşten kaçınmaya da‘vet eder. Ve yapılan da‘vete uyarak suya girenler kendilerini ateşte bulurlar. Ve da'vete muhâlefetle ateşe kastedenler kendilerini suda bulurlar. Bu hal o vakit Allah’ın kulları için çok büyük bir ilâhî imtihân olur. Çünkü sıcak bir havada suya girmek nefse hoş gelir. Ve ateşe girmek ise ölümle sonuçlanacağından nefis ondan kaçınır. Daha ba'zı hârikalar vardır ki, bunlar Deccâl’in fitnesidir. Ve ayrıntıları hâdîs kitaplarında bulunmaktadır. Cenâb-ı Şeyh (ra) bu hakîkati beyân buyurduktan sonra bunun üzerine tertiplenen bir soruyu getirip derler ki: Mâdemki nefsin ezelde saâdetinin ve îmânının tahakkuk etmesinden dolayı, senin îzâh ve beyân ettiğin gibi, kendisinde aklın da'vetini Hak’tan işitme kuvveti vardır; şu halde niçin hevânın da’vetine uyup aklın da'vetine uymaktan yüzçevirdi? Biz cevâben deriz ki, bunda iki yön vardır: Birisini yukarıda îzâh edip dedik ki, Hak Teâlâ kendi halîfesi olan rûha tasarrufta aczini ve ruhun kendi tasarrufunun Hakk’ın kudreti ile olduğunu bildirmek ve bu sûretle kendi değerini ve derecesini anlatmayı murâd etti de nefse hevânın seslenişini işittirdi. Ve bu murâdının gerçekleşmesi için aklın da'vetini işitmekten nefsin kulaklarını sağır kıldı. İkinci yön budur ki, muhakkak nefis rûhun ba'zısıdır. Nitekim nefsin nev’ileri ve vasıfları bundan önceki şerhlerde îzâh edilmiş idi. Bundan açıkça anlaşılır ki, her nefis rûhdur; fakat her rûh nefis değildir. Nitekim Havvâ Âdem’in bir parçasıdır ve Âdem’in dişisidir. Ve her kadın 134 Tedbirât-ı İlâhiyye Üçüncü Bölüm “âdem”dir; fakat her “âdem” kadın değildir. Şimdi mâdemki nefis rûhun bir parçasıdır; ve seslenici olan rûh nefsin aslıdır; ve seslenici olan hevâ ise nefse nazaran yabancıdır; ve parçanın bütün ile dâimî ilişikliği bulunduğundan parça indinde küll hâsıldır; ve ayrıca onu öğrenmeye lüzûm yoktur; ve o parçanın yabancı ile ilişikliği olmadığından o yabancı onun indinde hâsıl değildir. Bundan dolayı nefis bilmediği şeyi öğrenmek için o yabancıya meyilli ve iştiyâklı oldu. Bu hakikatin eseri dâimâ zâhirde de görülmektedir. Nitekim her bir kavmin erkekleri yabancı kadınlara ve kadınları da yabancı erkeklere meyillidir. Ve bu meyletme hâli onların hâl ve şânından bilmediği şeyi öğrenmek merâkından kaynaklanmaktadır. İşte nefis de kendisine yabancı olan hevânın indinde lezzetlerden ve hazzlardan olan şeyleri bilmek için ona uydu. Nitekim Havvâ ağacın meyvesini yemede İblîs’e uydu. Çünkü İblîs Âdem cinsinden olmayıp Havvâ’ya yabancı idi. Ve işte insânî mülkte hevâ ve akıl arasında hâdiseler ve savaşlar ve fitneler çıkmasının kaynağı budur. Ve ba‘zen akıl ve hevâdan birinin gâlip gelişi olur. Ve hangisi gâlip gelmiş ise onu elde eder; ve onun üzerinde izzet sâhibi olur; ve onu esîr eder; ve genellikle de katleder. Onda aslâ tasarruf eseri bırakmaz. İnsân fertlerinden herbir şahıs hakkında ‘arz-ı ekbere, ya‘nî kıyâmet gününe kadar ilâhî hikmet böylece devâm eder. Çünkü kıyâmet günü tabîî hükümlerin ortadan kaldırıldığı bir gündür. Ve bir örtü makâmında olan tabîî hükümler ortadan kaldırılınca her şeyin hakîkati gözüküp artık çekişme kalmaz. Ve genellikle akıl ve hevâdan biri köyleri ya'nî halîfenin tâbi’lerinin sâkin olduğu köyleri; ve diğeri şehri, ya'nî idâre merkezini mülk edinir. Ve ba'zen biri mülkün zâhiren ve bâtınen hepsini, ya'nî hem köyleri ve hem de şehri sâhiplenir. Şimdi hevâ sultânı, âsîlerin köylerini ve akıl sultânı onların baş şehrini zabtedip sâhiplenmiştir. Ve onların köyleri zâhiri beş duyu ve vücûda âit a'zâlarıdır. Ve baş şehri kalb ve fikirleridir. Bundan dolayı âsîler, hevâ sultânına tâbi' olan zâhiri duyularını ve a'zâlarını hevânın hükmü ile günâh işlemekte kullanırlar. Fakat baş şehri olan kalbleri ve fikirleri henüz akıl sultânın tasarrufu altında olduğundan îmânları ve inançları işgâl edilmiş değildir. Münâfıklara gelince akıl onların köylerinin ve hevâ şehirlerinin sâhibidir. Bundan dolayı onların duyularından ve a'zâlarından müslümanları aldatmak ve onların hukûkuna sâhip olmak için şerîat hükümlerine uygun ameller çıkar. Fakat kalbleri ve fikirleri hevânın hükmü ile bu zâhiren yaptıkları amellerini yalanlayıcıdır. Ve ma'sûm olan nebîlere ve korunmuş olan evliyâya gelince, akıl onların köylerinin ve şehirlerinin sâhibi olduğundan kalbleri îman nûru ile dolu; ve fikirleri ve inançları ilâhî bilgiler ile meşgûl; ve duyularından ve a'zâlarından güzel ameller çıkmaktadır. Kâfirlere gelince, hevâ onların köylerinin ve şehirlerinin sâhibidir. Bundan dolayı onların kalbleri ve fikirleri fesatlıklar ve bâtıl şeylerle doludur. Ve a'zâ ve organlarından bozuk ameller çıkar. 135 Tedbirât-ı İlâhiyye Üçüncü Bölüm Bunların hepsi âhiret yurdunda oldukları vakit, ölüm denilen hâl bir koç sûretinde cisimlenerek boğazlanır. Çünkü kıyâmet gününde arzlar ve amellerin her biri birer uygun sûrette zâhir olurlar. Şimdi âsîler, câmi'alarının yönü dolayısıyla ma'sûm olan mü’minlere, ya'nî nebîlere (aleyhimü’s-selâm) dâhil edilip onlar için dâimi olan ni’metler hâsıl olur. Ve asıl olan şehirleri kâfirler ve müşrikler gibi hevânın sâhipliği altında bulunduğu için, câmi'alarının yönü sebebiyle, münâfıklar da kâfirlere ve müşriklere dâhil edilip kendileri için gerekli azâb hâsıl olur. Bundan dolayı münâfıkın ameli Hak tarafından bir hüküm çıkmasına sebep olmaz. Çünkü muhakkak tevhîd asıldır ve amel fer'dir. Böyle olunca fer' olan ameli, hevâ emîrinin tasarrufu sebebiyle bozan ve helâk eden bir şey olursa, asıl olan tevhîd yitirilmiş olan şeyi telâfî eder. Nitekim âsîlerin hâli böyle olur. Ve asıl olan tevhîd harâb olduğu vakit, fer' olan amel yitirileni telâfî etmez. Nitekim münâfıkların hâli böyle olur. Şu halde insânî mülk dünyâda dört tabaka ve sınıf üzerine döner. Her bir şahıs hakkında mutlaka onlardan birisi lâzımdır. Birinci tabaka ma’sûm mü’min olan nebîler ile korunmuş mü’min olan evliyâdır. İkinci tabaka onların tamâmıyla zıddı olan kâfirler ve müşriklerdir. Üçüncü tabaka münâfıklardır. Dördüncü tabaka âsîlerdir. Ne zamanki bu îzâhlar karar buldu ve delîller ile sâbit oldu; şimdi de biz kendisi yüzünden insânî mülkte fitneler çıkan ve savaşlar olan sebebi anlatmaya başlarız. Çünkü bu aşağıdaki bölüm bu sebebin beyânının mevzi'idir. Bu beyânlarımız ise ilâhî vâridâttır, teoriksel aklın mahsûlü değildir. Ve Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola irşâd eyler. 136 Tedbirât-ı İlâhiyye Dördüncü Bölüm DÖRDÜNCÜ BÖLÜM Akıl ile Hevâ Arasında Kendisi İçin Savaş Olan Sebebin Zikri Hakkındadır Allah Teâlâ seni muvaffak eylesin de onun husûsu açılsın. Bilesin ki, kendisi için fitneler çıkan ve savaşlar olan sebep ve bu memleketin taraflarında ve onların dışındaki yerlerin hepsinde hâdiselerin yayılması, elinde olan kimsenin onu kurtuluşa erdirmesi için, bu insânî mülk üzerinde efendilik talebidir. Çünkü hükümlerinde zıtlık olan iki emîr arasında mülkün idâresi aklen ve şer'an geçerli olmaz. Nitekim bunun delîli Allâh’ın Kitâb’ında onun “Lev kâne fîhimâ âlihetun illâllâhu le fesedetâ” (Enbiyâ, 21/22) ya'nî “Yerde ve gökte iki ilâh olsa idi onların idâresinin intizâmı bozulurdu” sözüdür. Ve eğer iki mahlûk hakkında irâdede birlik düşünülürse, bu iki emîr hakkında bunu âdet ve şer' hükmü men' eder. Ve onların dışına çıkılmış bir şeyi aslâ bir şahıs hakkında biz işitmedik. Ve böyle olduğu zaman, Hak Teâlâ bu mülkü ancak vâhid ile idâre etmeyi murâd eder. Ve bunu Resûl’ü (sallallahü aleyhi ve âlihî ve sellem)in lisânı üzerinde açıkladı. “İki halîfeye bîat olunduğu vakit onlardan birini katlediniz!”. Ve halîfelik, zâhiren ve bâtınendir. Ve zâhiren olan halîfelik anlatılıp bildirilmiştir ve sabittir. Ve burada bizim sözlerimiz, noktası noktasına ve bu üslûb üzere geçerli olarak, zâhiren olan yönü üzerine bâtınen olan halîfelik hakkındadır. Ve sırların açılması için bir i'tirâz vardır. Ve genellikle çekişmeci olan için bu hadîsten, bir şeyden müsterih olmak vardır. Şimdi der ki: “(Sav) onlardan diğerini katlediniz!” buyurdu. Ve ne bilirsiniz? Belki hevâ öne çıktı ve akıl arkada kaldı. Bundan dolayı hevâ halîfelik sâhibi oldu?” Biz deriz ki: Burada öne geçmek ve arkada kalmak zamân ile değildir. Burada öne geçmek ancak şartların, ya'nî imâmlığın şartlarının sayılmasıyladır. Şimdi kimde bulunursa imâmlık için öne çıkar. Ve onda bu şartlar kemâle ermeyen kimse tahtından indirilir. Ve eğer ayak direyip üstün gelenin emrine dâhil olmazsa katledilir. Bundan dolayı zamâna iltifât olunmaz. Bu dördüncü bölümde rûhun yardımcısı olan akıl ile hevâ emîri arasında olan savaşların ve çekişmelerin sebebi beyân olunmuştur. Ey kavrayan ve düşünen okuyucu, Allah Teâlâ hazretleri sana yardım ihsân eylesin de o savaşların ve fitnelerin husûsu sana açılsın! Bilesin ki, insanî mülkte akıl ve hevâ arasındaki savaşların ve fitnelerin sebebi ve bu memleketin taraflarında ve onların dışındaki yerlerin hepsinde bir takım hâdiselerin yayılması, elinde ve tasarrufunda olan kimseden onu kurtarıp, kurtuluş yoluna sevk etmek için, efendilik talebidir. Ya'nî bu kavgaların ve çekişmelerin sebebi, insânî mülkü iki muhtelif tasarruftan kurtarmak ve bu tasarruftaki ihtilâf sebebiyle idâre işinde ortaya çıkan bozukluğu gidermek için, akıl ve hevâdan birinin efendilik makâmına geçme arzûsudur. 137 Tedbirât-ı İlâhiyye Dördüncü Bölüm Çünkü akıl reîs olursa sâlihlik yolu üzerinde; ve eğer hevâ reis olursa fesâdlık yolu üzerinde tek düzen bir idâre kurulmuş olur. Oysa ikisinin tasarrufu hâlinde idârede kâh sâlihlik ve kâh fesâd gözükür. Ve insânî mülkte aslâ çekişme eksik olmaz. Çünkü hükümlerinde birbirine aykırı olan iki emîr arasında mülkün idâresi aklen ve şer'an geçerli olmaz. Aklen geçerli olmaz: Çünkü idârede kararsızlık oluşur. Ve akl-ı selîme uygun olan, şerîat hükümlerine göre de geçerli olmaz. Çünkü Hak Teâlâ hazretleri buna delîl olarak Kur’ân-ı mecîdinde: “Eğer yerde ve gökte iki ilâh olsa idi, onların idâresinin intizâmı bozulur idi” (Enbiyâ, 21/22) buyurur. Ve eğer iki mahlûk arasında irâdede birlik düşünülürse, ya‘nî birisi çıkıp: iki emîrin müzâkere ile birlikte ortaklaşa alacakları karâr çerçevesinde bir mülkü idâre etmeleri mümkün olmaz mı? diye bir soru sorsa, biz buna cevaben deriz ki: Böyle iki emîrin irâde birliğini âdetin ve şerîatın hükmü men’ eder. Âdetin hükmü men' eder: Çünkü iki şahıs fıtratta birdîğerinin aynı değildir. Fikirlerinde ve hislerinde ve bütün hallerinde ve işlerinde eşit olmaları âdeten düşünülebilir değildir. Ve şerîat hükmü de men' eder: Çünkü Hak Teâlâ hazretleri “ve lekad faddalnâ ba’dan nebiyyîne alâ ba’dın” ya’nî “Andolsun ki ba’zı nebîleri ba’zılarına üstün kıldık” (İsrâ, 17/55) ve “Tilker rusulü faddalnâ ba’dahüm alâ ba’din” ya’nî “İşte Biz o resûllerden ba’zısını ba’zısına üstün kıldık” (Bakara, 2/253) buyurur. Ve nebîler (aleyhimü’s- selâm)’ın hepsi ümmetlerinin reîsi idiler. Ve onlar arasında üstünlük olduğu ve birinin diğerine benzemediği açıktır. Çünkü ilâhî isimler arasında üstünlük olunca onların görünme yerleri arasında da üstünlük olacağı âşikârdır. Ve bu hüküm bütün görünme yerlerine kapsar. Ve bu âdet öyle bir sağlamdır ki, bunun dışına çıkılmışını ve değişmesini şimdiye kadar aslâ bir şahıs hakkında işitmedik. Şimdi âdet ve şerîat hükmü bu şekilde idârenin birliğini men' ettiği vakit, Hak Teâlâ âdet ve şerîat hükmüne dayanarak bu mülkü ancak vâhid ya’nî bir el ile idâre etmeyi murâd eder. Ve bu murâdını Resûl’ü (sav) Efendimiz’in mübârek lisânından çıkan şu hadîsi ile açıkladı. O da: “İki halîfeye bîat olunduğu vakit, onlardan birini öldürünüz!” ma'nâsındaki mübârek sözüdür. Ve halîfelik iki nevi‘ üzerinedir: Birisi zâhiren olan halîfelik ve diğeri bâtınen olan halîfeliktir. Ve zâhiren olan halîfelik dünyevî işleri idâre eden hükümet reîsidir ki, bu hükümet reîsi her milletin işlerini idâre eden bir kişi olmak üzere sâbit ve kararlaşmıştır. Yanî hükümet reîsi olmayan bir kavim yoktur. Ve bu hükümet reîsinin iki kimse olması görülmüş ve işitilmiş bir şey değildir. Biz bundan bahsedecek değiliz. Burada bizim sözümüz zâhiren olan halîfeliğin noktası noktasına ve onun üslûbu üzerine geçerli olarak bâtınen olan halîfelik hakkındadır. 138 Tedbirât-ı İlâhiyye Dördüncü Bölüm Ya'nî bâtınen olan halîfeliği beyân ederken, onun hallerini zâhiren olan halîfeliğin hallerine tatbîk edeceğiz. Ve bu hadîs-i şerifte mevcût olan bir sırrın açılması için bir i‘tirâz ileri sürülebilir. Ve genellikle i’tirâzcı ve çekişmeci olan kimse için bu hadîs-i şerîfin lafzı altından dolaylı yoldan bir manânın çıkarılması vardır. Şimdi i’tirâzcı der ki: “(Sav) Efendimiz onlardan birini öldürünüz!” buyurdu. Ve ne bilirsin, belki insânî mülte hevâ öne çıktı ve akıl arkada kaldı. Ya‘nî hevâ emîri reîslik makâmına geçti ve akıl ona mağlûb oldu. Ve bundan dolayı insânî mülkte hevâ halîfelik sâhibi oldu?” Biz bu i’tirâzcıya cevâben deriz ki, öne çıkmak ve geride kalmak zamân ile değildir. Burada öne çıkmak ancak imâmlığın şartlarının sayılmasıyla, yanî imâmlıkta bir takım şartlar vardır, onları sayarız; ve iki emîrden hangisinde bu şartlar bulunursa imâmlık için o öne çıkar. Ve kendisinde bu şartlar mevcûd olmaz veyâ kemâle ermiş olmazsa, ya'nî ba'zıları bulunup ba'zıları bulunmazsa, o kimse reîslik makâmında bulunsa dahi tahtından indirilir. Ve eğer reîslik makâmından çekilmekte inâd eder ve üstün gelenin emrine boyun eğmez ise katledilir. Bundan dolayı zamana, yanî birinin daha evvel reîslik makâmına geçmiş olmasına iltifât edilmez. 139 Tedbirât-ı İlâhiyye Dördüncü Bölüm Ve âlimlerin anlattığı üzere imâmlığın şartları ondur. Onlardan altısı halk edilişe âittir ki, sonradan kazanılmaz; ve onlardan dördü sonradan kazanılandır. Halk edilişe âit olanlara: “Bülûğ” ve “akıl” ve “hürriyet” ve “erkek olmak” ve “Kureyş soyundan gelmek” —ki onda ihtilâf vardır ve âlimlerin ba‘zısı onu dikkâte almaz— ve “işitme ve görme duyusunun selâmeti”dir. Ve sonradan kazanılan dörde gelince: “Necdet” ve “ilim” ve “kifâyet” ve “vera‘”dır. Ve bu şartların hepsi bu ilâhî halîfede mevcûttur. Ve hevâ onlardan uzaktır. Allâh’a, sığınırız. Ona hiç bir kimseyi ortak koşmayız. Şimdi bize yetecek kadar biz onların şartlarını birer birer anlatır ve beyân ederiz. Muhakkak rûh onları topladı. İlk şart “bülûğ”dur. Çünkü imâmlık çocuk için mümkün olmaz. Allah Teâlâ senin basîretini nurlandırsın. “Bülûğ”un rûhdaki i'tibârı şer’î emirdir. Ve rûhun bülûğu onun ilâhiyyete vâsıl olmasıdır. Ve onun vâsıl oluşu bizim bahsettiğimiz şey üzerine sâbit oldu. Onun üzerine mîsâk aldığında kerîm makâma bülûğudur ki, şeref ve yüksek derece vâsıl oluşudur. Şimdi Hak Teâlâ “e lestü birabbiküm” ya’nî “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” (A'râf, 7/172) buyurdu; “belâ” ya’nî “evet” dedi. Eğer rûhlar bülûğa ermemiş olsaydı, onlardan bu cevap beklenilmez ve onlar üzerine bu hitâb yönelmezdi. İkinci şart “akıl”dır. Muhakkak imâmlık aklı yerinde olmayan için mümkün olmaz; çünkü o muhâtab değildir ve onun üzerine teklîf yoktur. Oysa imâm mükelleftir. Onun rûhda i'tibârı budur ki, Allah Teâlâ’dan üzerine ulaşan şeyi akleder. Ve bunun için “Belâ” ya’nî “Evet” dedi. Ve o onunla kâim olan bir sıfattır ki, inşâallâhü Teâlâ gelecek olan şeyde, bizim rûh için yardımcı yaptığımız akıl ondan çıktı. Üçüncü şart “hürriyyet"tir. Muhakkak imâmlık köle için mümkün olmaz. Ve beyânı budur ki, çünkü imâmlık imâmın bütün vakitlerini halkın işlerinde kullanmasını gerektir; ve bu köle için bu uygun olmaz. Çünkü onun efendisi onun sâhibidir. Meşgûliyetleri ve tasarrufları ile onun üzerinde halka lüzûmlu şeylerle ilgilenmeyi keser. Rûhdaki i'tibârı budur ki, hürriyyeti ondan şiddetli ve mükemmel olan bulunmaz. Çünkü onun üzerinde Allah Teâlâ’dan başka hiç bir kimsenin mülkü yoktur. Ve bu nasıl düşünülür ki, o sonradan olanların ilkidir. Ve imâm halka lüzûmlu olan şeylere dalmıştır. Aynı şekilde rûh da mülkünün lüzûmlu işlerine dalmıştır. Hak Teâlâ buyurur: “Yusebbihûnel leyle ven nehâre lâ yefturûn” (Enbiyâ, 21/20) ya‘nî “Gece gündüz tesbîh ederler, aslâ usanmazlar.” Dördüncü şart “erkek olmak”tır. Muhakkak imâmlık kadın için mümkün olmaz. Bundan men‘ eden şey budur ki, hükümetlerin ekserisinde onun için hâkimlik ve şâhitlik mevkii yoktur. Onun bu i'tibârı açıktır, kendi içinde şerh edilmeye muhtâc değildir. Her ne kadar kemâl sıfâtı ile vasıflanmış olsa da, 140 Tedbirât-ı İlâhiyye Dördüncü Bölüm nefsi imâm olmaktan men‘ eden şey budur ki, o varlıkta sûretlerin perdesi altındadır. Ve o bu imâmın kerîmesi ve halîlesi ya’nî nikâhlı hür kadınıdır; ve o fücûr ve takvâ mahallidir. Ve illet iki halîfelikte de berâberce birliktedir. Ya‘nî âlimler ve içtihad verenler hazarâtı imâmlık için on şartın varlığının lâzım olduğunu şerîat kitaplarında beyân etmişlerdir ki, bunlardan altısının imâm olacak kimsenin halk edilişinde mevcûd olması lâzımdır. Çünkü bunlar çalışmakla kazanılmaz. Bunlardan dördü çalışmakla kazanılır. Halk edilişte mevcûd olması lâzım gelen şartlar “bülûğ,” “akıl,” “hürriyyet” ve “erkek olmak” ve “Kureyş kabilesi soyundan gelmek”tir, ki bu soy husûsunda âlimlerin ihtilâfı vardır. Ba'zıları, bu soydan gelme şartı imâmlığın şartından değildir, derler. Ve “işitme ve görme duyularının selâmeti”dir. Ve çalışmakla kazanılan dört şart da “necdet” ve “ilim” ve “yeterlilik” ve “vera‘”dır. Aşağıda îzâh edileceği üzere bu şartların onu da ilâhî halîfe olan rûhda mevcûddur. Ve hevâ emîrinde bu şartların hiç birisi yoktur. İlâhî halîfe olan rûhun bu sıfatlarına biz gayrı ortak koşmaktan Allâh’a sığınırız. Çünkü bu sıfatları mahalline isnâd etmemekle zulmetmiş oluruz; ve şirk en büyük zulümdür. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri buyurur: “inneş şirke le zulmün azîm“ ya’nî “muhakkak zulüm en büyük zulümdür” (Lokmân, 31/13). Şimdi biz rûhun topladığı bu şartları zihninde hiç bir ukde kalmayacak şekilde birer birer anlatır ve beyân ederiz. Şöyleki: Birinci şart “bülûğ”dur. Çünkü zâhirde henüz bülûğ çağına ulaşmayan bir çocuk için imâmlık mümkün olmaz. Sebepleri selîm akıllar indinde çok açık olmakla berâber şer‘î kitaplarda da ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Ey okuyucu, Allah Teâlâ hazretleri senin basîretini ve akıl gözünü nurlandırsın da bu beyânlarımızı iyi anla! Bülûğun rûhdaki i‘tibârı aşağıda îzâh edileceği üzere şer'î emirdir, ya‘nî rûhun bülûğu şer'an sâbittir. Ve rûhun bülûğu onun ilâhiyyete vâsıl olmasıdır ki, bu vâsıl olma husûsu bizim yukarıdan beri rûh hakkında olan beyânlarımız ile sâbit oldu. Ve bu husûsa işâreten Hz. Mevlânâ (ra) Mesnevî-i Şerîflerinde buyururlar: Tercüme: “Elbise tenden, can da tenden haberdâr değildir; onun dimâğında Allah gamından başkası yoktur.” Ve aynı şekilde diğer bir beyitte de buyururlar: Tercüme: “Rabbü’n-nâsın insanların cânına bir esâsa dayanmaksızın ve kıyâssız bir vâsıl oluşu vardır.” A'râf sûresinde “Ve iz ehaze rabbüke min benî âdeme min zuhûrihim zürriyyetehüm ve eşhedehüm alâ enfüsihim, e lestü birabbiküm, kâlû belâ, şehidnâ” (A’râf, 7/172) ya‘nî “Ne zamanki Hak Teâlâ Benî Âdem’in sırtlarından 141 Tedbirât-ı İlâhiyye Dördüncü Bölüm zürriyyetlerini aldı; ve onları nefisleri üzerine şâhid edip: Ben sizin Rabb’iniz değil miyim? dedi; onlar da: “Evet, şâhid olduk” dediler” buyrulduğu üzere Hak Teâlâ rûhlardan mîsâk aldığında rûhlar kerîm makâma, ya‘nî ilâhiyyete, vâsıl idi ki, bu vâsıl oluş şeref ve yüksek derecelere vâsıl oluştur, yoksa iki şeyin birleşmesi türünden değildir. Çünkü rûhlar mertebesi hakîkî vücûdun gayrılık elbisesiyle açığa çıkma mertebesidir. Şimdi bu mîsâkın alınışı esnâsında Hak Teâlâ “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” buyurdu. Rûhlar da “Evet!” deyip tasdîk ettiler. Eğer rûhlar bülûğa ermemiş olsaydılar bu hitâba ehil olmazlar ve bu hitâbın hassas ma‘nâsını idrâk edip “Evet” cevâbı ile tasdîk etmezlerdi. Çünkü rubûbiyyet ya’nî rabblık, ancak hakîkî vücûdun gayrılık elbisesiyle açığa çıkmasıyla merbûbun ya’nî rabbı olanın vücûduna bağlıdır. Rûhlar bunu idrâk ettikleri için hakîkî vücûdun Rab ve kendilerinin merbûb ya’nî rabbı olan olduğunu bilip tasdîk ettiler. Bu idrâk ise bülûğa erme eseridir. İkinci şart “akıl”dır. Muhakkak imâmlık akıldan mahrûm olan deli için mümkün olmaz; çünkü o muhâtab değildir. Aklı olmayan kimseye bir şey söylenmez ve ona bir şey teklîf edilmez. Oysa imâm kulların işlerini yönetmek ile mükelleftir. Ve “akl”ın rûh hakkındaki i'tibârı budur ki, Allah Teâlâ tarafından kendi üzerine ulaşan hitâbı akleder; ve bu akledişi sebebiyle hitâba cevâben “Evet!” dedi. Ve akıl rûh ile kâim olan bir sıfattır ki, inşâallâhü Teâlâ ileride gelecek olan bir bahiste biz aklın rûhun yardımcısı olduğunu beyân ettik; ve aklı bu bahiste rûhun yardımcısı yaptık. Çünkü akıl rûhdan çıktı. Ve aklın aklediş şekli bülûğ hakkındaki şerhde îzâh edildi. Üçüncü şart “hürriyyet”tir. Ve muhakkak imâmlık köle için mümkün olmaz. Bu hürriyyet zamânımızda insanlar arasında anlaşılan "hürriyyet” değildir; belki köleliktir ki, soya bağlıdır. Ve soy ise çalışarak kazanılan bir şey değildir, halk edilişe âittir. Onun için cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) bunu halk edilişe âit şeyler meyânında saymıştır. Bu husûs bir çok soru ve cevâbı doğurur. Burada onların anlatılması sözü uzatmayı gerektireceğinden anlatımından vazgeçildi. Şimdi köle için imâmlığın mümkün olmamasının beyânı budur ki, imâmın bütün vakitlerini halkın işlerine ayırması gerekir. Oysa bu, köle için mümkün değildir. Çünkü onun efendisi, onun sâhibidir. Vakitlerinin büyük bir kısmında ona bir takım işler emreder; ve köle vakitlerini bu işlere harcamak zorundadır. Bundan dolayı aynı zamanda halkın işleri ile meşgûl olamaz ve hakkıyla vazîfesini yerine getiremez. “Hürriyyet”in rûh hakkındaki i'tibârı budur ki, hürriyyetçe rûhdan daha kuvvetli ve mükemmel olan bir şey düşünülemez. Çünkü onun üzerinde Hak Teâlâ’dan başka hiç bir kimsenin tasarrufu yoktur; ve onun sâhibi ancak Hak’tır. Çünkü o sonradan olanların ilkidir. Ve Hakk’ın hakîkî vücûdu ondan evvel gayrılık elbse- 142 Tedbirât-ı İlâhiyye Dördüncü Bölüm siyle hiç bir mertebede açığa çıkmış değildir. Bundan dolayı altında olan eşyâya bakarak ondan daha hür hiç bir şey yoktur. Ve imâm halkın işlerine nasıl dalmışsa, rûh da kendi mülkü olan cismin işlerinin idâresine öylece dalmıştır. Tedbîrlerini ve tasarruflarını cisim üzerinden bir an kesse ölüm dediğimiz hâl oluşur. Nitekim Hak Teâlâ Kur’ân-ı kerîmde "Gece gündüz tesbîh ederler, aslâ usanmazlar” (Enbiyâ, 21/ 20) buyurur. Bu onun gark oluşunun delîlidir. Dördüncü şart “erkek olmak”tır. Muhakkak imâmlık kadın için mümkün olmaz. Kadını imâmlıktan men' eden şey budur ki, hükümetlerde genellikle şer'an ve kânûnen kadınlara hâkimlik ve şâhitlik mevkii verilmemiştir. Çünkü anatomi ilmine göre ve tıbben ve idâreten ve ahlâkan kadınlara erkeklerin vazîfelerini vermek o beşerî cem‘iyyetin yavaş yavaş yok olmasını îcâb ettirir. Bunun maddî sebepleri hakkında anlatılanı anlayabilen selîm akıl sâhiplerine özet olarak îzâhlar verilmesine lüzûm görülür. 1. Kadınların bünyesi çocuk doğurmaya yönelik oluşumlar çerçevesinde mahlûktur. Bundan dolayı bu bünyeye savaş ve çarpışma gibi erkeklere âit vazîfeler yüklenemez. Halk edilişine karşı gelinerek bunlar ona yüklenirse o vazifeyi lâyıkıyla yerine getiremez. Hem vazîfe ve hem de bünye bozulur. 2. Kadın bünyesel oluşumları itibâriyle erkeğin döllemesini kabûlle ve tabîi olarak terbiye vazîfesiyle görevli; ve döllenmeden sonra erkeğin nutfesini sağlıklı bir şekilde muhâfaza vazîfesiyle mükelleftir. Tıbben kadın gerek hâmileliğinde ve gerek doğumdan sonra lohusalık hâlinde hastadır. Bu hastalığı esnâsında kendi vücûdunun ârızalarıyla meşgûl ve asabî olup hislerine hâkim değildir; muhâkemesinde selâmet yoktur. Bu müddet zarfında zâtî husûslarını bile yerine getirmekte zorlanan bir kadının halkın işleri ile uğraşması mümkün değildir. Özellikle def’alarca bu hâmilelik hâlinin gerçekleşmesi vücûdunun tabîî kâidelerinin gereğindendir. 3. Kadın erkekten daha fazla tabîatı gereği olarak ekseriyetle gösterişe ve ziynetler ile güzelliğini göstermeye meyillidir. Bu hâlin isbâtına gerek yoktur. Çünkü gerek târîhe baktığımızda ve gerek zamânımızda hissen görülür. Bunun tersini iddiâ etmek güneşi inkâr etmek türündendir. Ve kadınların ekseriyetle bu meyilleri pek kuvvetli ve şiddetli olup zamânımızda “moda” denilen iktisâdî belâ her memlekette bunun şâhididir. Ve bu hissi tatmîn etmek için mâsûmiyet sermâyesini fedâ eden kadınlara her memlekette bölük bölük rastlanır. Şimdi bu hisse üstün gelen kadınlar istisnâdır; ve istisnâ ise kâide değildir. Bundan dolayı kadının halkın işleri üzerinde bu hissi ile tasarruflara kalkışması idâreten câiz değildir. 4. Tabîatları gereği ekseriyetle gösterişe ve ziynetler ile güzelliğini göstermeye meyilli olan kadınların erkeklerin vazîfelerine iştirâkleri ahlâk yönünden uy- 143 Tedbirât-ı İlâhiyye Dördüncü Bölüm gun değildir. Çünkü erkek ile yakınlaşmaya sebeptir. Ve bu yakınlaşma esnâsında tarafların hislerine hâkim olabilmeleri nefislerinin ölmüş ve mutmain olmuş bulunmalarına bağlıdır. Böyle bir nefis, insana yıllarca süren mücâhedelerden ve riyâzâtlardan sonra bile oluşmaz. Gece gündüz nefsânî arzûları peşinde koşan insanlarda böyle bir hâlin düşünülmesi mümkün müdür? Kadında güzelliği gösterme isteği ve işve ve naz ve edâ meyli bulundukça hangi bir erkek ona karşı metânetini muhâfaza edebilir? Ve bir kadının, halk edilişinde sâbitleşmiş olan bu hissi ile reîslik makâmında bulunması hâlinde, Rus ve İngiliz melikeleri Katerina ve Viktorya’nın târihlerde kayda geçmiş olan hallerini temsîl edeceği açıktır. Ve zamânımızda fuhuşların her memlekette çoğalmasına tek sebep yakınlaşmaların sıklığıdır. Diğer sebepler onun altında örtülü teferruâttır. Şimdi bu esâslara zamânımızın kadın-sever erkekleri ve erkek-sever kadınları bir takım safsatalar ile i‘tirâz edebilirler. Fakat bizim sözümüz insâf sâhiplerine ve selîm akıl sâhiplerinedir. Hayvâniyyet duygularının üstüne yaldızlı perdeler çekmek isteyenlere değildir. SORU: Hz. Şeyh-i Ekber bu kitapta kadınlar için imâmlığın mümkün olmayacağını buyuruyor. Oysa Fusûsu'l-Hikem’de Süleymân Fassı’nda Süleyman (as) ile Yemen melikesi Belkıs’ın kıssasında hükümet siyâsetine vâkıf olmada Belkıs’ın erkekler üzerine üstünlüğünü beyân etmiştir. Bu kıssa Kur’ân-ı Kerîm’de de zikredildiğine göre kadın için imâmlığın bağlanmasının geçerli olması lâzım gelmez mi? CEVAP: İlk olarak bu kitapta cenâb-ı Şeyh (ra) mülkün idâresi hakkındaki genel kâideleri açıklıyor ve bundan dolayı genel kâide olarak kadın için imâmlığın bağlanamayacağını beyân buyuruyorlar. Fusûsu’l-Hikem’deki beyânları ise bu genel kâidenin istisnâsıdır; ve istisnâ ise genel kâideler arasında zikredilmez. İkinci olarak Süleyman (as)ın Yemen melikesini da‘veti ve imâmlığı kendi nübüvvet-penâhîlerine tahsîsi ve kıssanın Kur’ân-ı Kerîm’de zikri, kemâlî sıfatlar ile vasıflanmış olsa bile, Allah indinde kadın için imâmlığın bağlanmayacağına delîldir. Böyle olunca Hz. Şeyh-i Ekber’in yüksek beyânlarında birbirine zıtlık yoktur. Şimdi kadının zâhirî hükûmetlerin ekserisinde imâm olamamasının insânî vücûttaki i'tibârı açıktır; ve işin aslında îzâha muhtaç değildir. Ve o da insânî nefstir. Ve insânî nefs her ne kadar kemâlî sıfatlar ile vasıflanmış olsa da insânî vücûtta imâm ve hâkim olamaz. Onu imâmlıktan men' eden şey budur ki, nefis dediğimiz kuvvet varlık âleminde sûretlerin perdesi altına gizlenmiştir. Bir sûrete bağlanmaksızın onu görmek mümkün değildir. Ve nefis imâm olan rûhun kerîmesi ve halîlesi ya’nî nikâhlı hür eşidir ki, yukarıdaki şerhlerde îzâh edildiği üzere, o fücûr ve takvâ mahallidir. Ya'nî ona ezelî isti’dâdına göre fücûr ve takvâ 144 Tedbirât-ı İlâhiyye Dördüncü Bölüm cinsinden olan şeyler ilhâm olunur. Ve bu dişilik illeti hem zâhirî ve hem de bâtınî halîfelikte birlikte mevcûttur. Beşinci şart “neseb” ya’nî “soy”dur. Onun i'tibârı muhammedî makâmlara dâhil olmaktır. Ve o evvelliği ve âhirliği içine alan ilâhî ikinci devredir ki, “âhir” olarak gönderildi. Ve (Sav) Efendimiz’e: “Ne vakitten beri nebîsin?” denildi. (Sav) Efendimiz “Âdem su ile toprak arasında iken nebî idim” buyurdular. Şimdi Âdem’den olan devre Îsâ (as) hakkında sona erdi. Ve Hak Teâlâ kitabında onu böyle yaptı. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “İnne mesele îsâ indallâhi ke meseli âdem” (Âl-i İmrân, 3/59) ya'nî “Îsâ’nın durumu Allah indinde Âdem’in durumu gibidir.” Şimdi başladığı şeyi benzeriyle sona erdirdi. Ve ihâta edici muhammedî küll üzerine hâkim olan ikinci devre cevâmi'u’lkelime tahsîs edildi. Ve o doğudan batıya olan bir devredir. Şimdi Muhammed (aleyhi ve âlihi’s-selâm) nasıl ki herkese gönderildi ise, rûh da öylece bütün bedene gönderildi. Ve bunda acâip bir sır vardır ki, biz onu bu kitabın dışında anlattık. Şimdi bu, rûha nesebin ya’nî soyun faydasıdır. Altıncı şart “işitme ve görme duyusunun selâmeti”dir. Çünkü a‘mâ ve sağır olan kimse kendi kendini idâreden âcizdir; başkasını nasıl idâre eder? Rûhun i'tibârı onun Hak ile işitmesi ve Hak ile görmesidir. Bundan dolayı âfetten uzak ve pâktır. (Sav) Efendimiz Rabb’inden haberci olarak buyurur: “Ben ona muhabbet edinceye kadar kulum nâfileler ile bana yaklaşmaktan ayrılmaz. Ne zamanki Ben onu severim. Onun işitmesi Ben olurum ki, Benim ile işitir; ve onun görmesi olurum ki, Benim ile görür.” Burada kendinden bahsedilen bir sır vardır. Şimdi o da böyle oldu. Bundan dolayı işitmesi ve görmesi Hak olan kimse, nasıl kendi nefsini ve onun dışındakileri idâre etmez! Beşinci şart “neseb” ya’nî “soy”dur. Yukarıda anlatıldığı üzere zâhiren olan halîfelikte soy şartının varlığında âlimler arasında ihtilâf vardır. Bâtınen olan halîfelikte cenâb-ı Şeyh (ra) hazretleri bu şartı sâbit kılıp buyururlar ki: Nesebin rûh hakkındaki i'tibârı onun muhammedî makâmlara dâhil olmasıdır. Ve o muhammedî makâmlar evvelliği ve âhirliği içine alan ilâhî ikinci devredir. Bilinsin ki, ahadiyye zâtının vahdet ve vâhidiyyet mertebelerine tenezzülünde gayrılık i'tibârı yoktur. Küllî rûh mertebesine tenezzülü ise gayrılık elbisesiyle zuhûr mertebesidir. Bundan dolayı ulûhiyyet ya’nî ilâhlık mertebesi olan vahdet mertebesinden Hakk’ın mutlak vücûdunun insânî hakîkat ve ilmî sûretler mertebesi olan vâhidiyyet mertebesine tenezzülü ilâhiyyetin ilk devresidir; ve küllî rûh mertebesine tenezzülü de ikinci devresidir. Ve bu tenezzül mertebeleri fakîr tarafından Fusûsu’l-Hikem’e yazılan şerhin mukaddimesinde ayrıntılı olarak beyân edilmiştir. Şimdi küllî ya’nî bütünsel rûh mertebesi, vahdet ya’nî birlik mertebe- 145 Tedbirât-ı İlâhiyye Dördüncü Bölüm sinden ibâret olan hakîkat-ı muhammediyyenin ikilik tavrı ile zuhûrundan ibâret olup bütün çoklukların kaynağı ve evvelidir. Ve kendi hakîkatini taşıyan Muhammed (sav)’in taayyünü varlık âleminde en son gönderilip nübüvveti sonlandırmıştır. Bundan dolayı o ilâhî ikinci devre evvelliği içine aldığı gibi, âhirliği de içine almıştır. Nitekim (Sav) Efendimiz’e “Ne vakitten beri nebîsin?” denildiğinde, saâdetle cevap verip, “Âdem su ile çamur arasında iken nebî idim” buyurdular. Ve küllî rûh mertebesindeki nebîliklerine işâret ettiler. Ve varlık âleminde zuhûr eden insân-ı kâmillerin neseb yönünden taayyünlerinde üç devre vardır: Birincisi Âdem devresidir ki, Âdem (as)’ın ortaya çıkması kendisi gibi âdemden değildir. Babasız ve annesiz mahlûktur. Bu devre Îsâ (as)’a kadar gider ve orada son bulur. Çünkü Îsâ (as)’ın neseb yönünden ortaya çıkışı başkadır. Anne yönünden maddesel ve baba yönünden rûhsaldır. Bundan dolayı madde babasız mahlûktur. Ve bunu Hak Teâlâ varlık kitâbında, ya'nî fiilî Kur’ân’da böyle yaptı. Nitekim Kur’ân-ı kavlîsinde buyurur: “İnne mesele îsâ indallâhi ke meseli âdem” (Âl-i İmrân, 3/59) ya'nî “Taayyün devresi ve neseb yönünden zuhûru husûsunda Îsâ (as) Allah indinde Âdem’in benzeridir.” Bundan dolayı Hak Teâlâ hazretleri Âdem’in hilkatine nasıl müstesnâ bir tarz ile başladı ise, Îsâ (as)’ın hilkatinde de istisnâ bir tarz ortaya koymakla öylece o devreyi sonlandırdı. İşte ikinci devre de budur. Üçüncü devre (Sav) Efendimizin yüce taayyünlerinin ortaya çıkış tarzıdır. Bu da onların varlığın tabîî kâideleri üzere baba ve anneden doğmalarıdır. Ve şerefli taayyünlerinin bu şekilde açığa çıkması onların i‘tidâl yönünden kemâle sâhip olmalarından dolayıdır. Çünkü kâidede i’tidâl vardır; ve istisnâda i'tidâl yoktur. Ve yukarıda bahsedilen ilâhiyyetin ikinci devresi ihâta edici muhammedî küll üzerine hâkim olup her biri bir “kelime” olan nebîlerin (aleyhimü’s-selâm) hakîkatlerini toplamaya tahsîs kılındı. Ya'nî hakîkat-i muhammediyyeden ibâret olan vahdet mertebesinin üzerine ilâhiyyetin ikinci devresi olan ve bütün rûhları ihâtâ etmiş olan muhammedî küllî rûh hâkimdir. Çünkü muhammedî küllî rûh ma'nâ olan vahdet mertebesinin sûretidir. Ve sûret ma‘nâ üzerinde hâkimdir; çünkü sûretsiz ma‘nânın zuhûru yoktur; ve ma’nâ sûret olmadıkça görünmez. İşte bu ilâhî ikinci devre doğudan batıya olan bir devredir. Ya‘nî Muhammed (s.a.v)’in gönderilmesinden sonra bütün şerîatların hükümleri kaldırılmıştır. Çünkü ondan sonra doğudan batıya kadar, gelen bütün yeryüzü sâkinleri Kur’ân’a âit hükümlere muhâtab olmak isti'dâdını taşımaktadır. Günümüzde batılıların hükümlerine sarıldıklarını iddiâ ettikleri îsevî şerîat yoktur. Çünkü onlar îsevî şerîat hükümlerine tâbi’ olma isti‘dâdında değildirler. Her ne kadar onlar sözlü olarak Kur’ân’ı inkâr ederler ise de, fiilen farkına varmaksızın onun hü- 146 Tedbirât-ı İlâhiyye Dördüncü Bölüm kümlerine riâyet ederler. Bu hâlin burada bir kaç delîlinden bahsetmek uygundur: 1. Îsevî şerîatte birisi yanağına bir tokat vursa, diğer yanağını çevirmek lâzımdır. Muhammedî şerîatte “fe meni’tedâ aleyküm fa’tedû aleyhi bi misli ma’tedâ aleyküm” (Bakara, 2/194) ya’nî “Size saldıran kimseye, size saldırdığı kadar saldırın!” buyrulmuş olduğundan kısâs ve karşılık vardır. Batılıların hiç birisi yediği tokat karşılığında diğer yanağını çeviremez, belki derhâl karşılık verir; ve hattâ ağır bir söz karşılığında düello teklîf eder. 2. Îsevî şerîatte hükümdâra vergisini kendi eliyle mütevâzi bir şekilde götürmek lâzım. Oysa hükümdarlarına karşı tevâzu' şöyle dursun, batılılar onların zorla olan hükmetmelerine tahammül edemediler de tâc ve tahtlarını alt-üst ettiler. Haksızlığa ve râzı olunmayan şeylere karşı koymak muhammedî şerîatın gereğindendir. Çünkü hadîs-i şerîfte “Sizden biriniz râzı olunmayan bir şey görürse eli ile ve gücü yetmezse dili ile men’ etsin. Ve eğer buna da gücü yetmezse kalbiyle buğz etsin” buyrulur. 3. Kur’ân-ı Kerîmde “Kul sîrû fîl ardı fânzurû keyfe bedeel halka” (Ankebût, 29/20) ya'nî “Yeryüzünde geziniz, halk edilme husûsuna nasıl başladı, bakınız!” buyrulur ki, bu tavsiye yeryüzünün ve bitkilerin ve hayvanların ve insanların halk edilme husûslarını araştırmaya teşvîktir. Bundan dolayı batılılar yeryüzünü bucak bucak dolaşıp yer katmanlarının ve fosillerin ilimlerini vücûda getirdiler; ve fiilen bu teşvîk dâiresinde amel ettiler; çünkü isti'dâdları budur, başka türlü hareket edemezler. 4. Batılılar birisinin odasına gireceği zaman kapıyı vurup girmek için izin isterler. Ve onlar söz ile inkâr ettikleri Kur’ân-ı Kerîm’in şu “Yâ eyyühellezîne âmenû lâ tedhulû buyûten gayra buyûtiküm hattâ teste’nisû ve tusellimû alâ ehlihâ” (Nûr, 24/27) ya'nî “Ey mü’minler, ehlinden izin almadıkça ve selâm vermedikçe, kendi hânenizden başka kimsenin hânesine girmeyiniz!” âyet-i kerîmesinin hükmüne riâyet ederler. Çünkü isti'dâdları budur, başka türlü yapamazlar. 5. Batılılar Kur’ân-ı Kerîm’in eşlerin sayısı hakkındaki müsâadesini fenâ görüp inkâr ederler. Oysa fiilen, gayr-i meşrû' olarak bir çok metresler edinirler. Ve bu hâle olan düşkünlükleri o kadar açıktır ki, kendi içlerinde koydukları kanûnlarına, “tabîî çocuk” ta'bîr ettikleri, zinâ çocukları hakkında hükümler koymaya mecbûr olmuşlardır. 6. Kadınlara ve güzel kokulara meyilleri pek şiddetlidir. Bu ise varlıksal muhammedî nisbettir ki, eserleri ümmetinde de gözükmektedir. Çünkü (Sav) Efendimiz “Bana sizin dünyânızdan üç şey sevdirildi ki, kadın ve güzel kokulardır; 147 Tedbirât-ı İlâhiyye Dördüncü Bölüm ve benim gözüm nûru namazda kılındı” buyururlar. İşte namaz hâriç olmak üzere batılılar bu varlıksal muhammedî nisbetlerin ikisine şiddetle meyillidirler. Çünkü kendileri ümmet-i Muhammed’den olmak isti'dâdındadırlar, başka türlü yapamazlar. Sonuç olarak batılıların söz ile inkâr ancak fiilen icrâ ettikleri muhammedî şerîatın hükümlerini birer birer saymak lâzım gelse başlıbaşına bir kitap olur. Bu kadarı insâf sâhiplerine numûne olarak gösterildi. Ve bu numûneler ile anlaşıldı ki, muhammedî şerîat doğudan batıya kadar olan bir devredir. Ve âhir zamanda ortaya çıkacak olan Mehdî (as)’ın etkisiyle batılıların söz ile ve fiilen Kur’ân’ın hükümlerini kabulleri kuvvetle beklenmektedir. İşte Muhammed (as) nasıl ki herkese gönderildi ise, rûh da öylece herkese gönderildi. Ve bunda acâîp bir sır vardır ki, biz onu bu Tedbîrât-ı İlâhiyye kitabının dışındaki eserlerimizde anlattık. Ya'nî bu acâip sır muhammedî makâmlara dâhil ve muhammedî vâris olmakla varlık âleminde bâtınen halîfeliği taşıyan zâtın varlık âleminin tamâmında tasarruf edici olmasıdır. Ve bu mübârek zât her asırda bir tâne olup ma’nevî tasarruf sâhibidir. Ba'zen bu zât sûrî ve ma‘nevî tasarruf sâhibi olur. Nitekim âhir zamanda ortaya çıkacağı haber verilen Mehdî (as) zâhiren ve bâtınen halîfeliği taşıyıcı olur. Ve aynı şekilde rûh da bedende vâhid ya’nî birdir; bedenin zâhirinde ve bâtınında tasarruf eder. İşte bu bahsettiğimiz şey rûha nesebin faydasıdır. Altıncı şart “işitme ve görme duyusunun selâmeti”dir. Çünkü gözü görmeyen ve kulakları işitmeyen kimse kendi nefsini idâre etmekten âcizdir; başkalarını nasıl idâre edebilir? Rûhun bundaki i'tibârı, onun Hak ile işitmesi ve Hak ile görmesidir. Ve Hak ile işiten rûhun işitmesi ve görmesi elbette âfetlerden uzak ve pâk olur. Ve bunun delîli (Sav) Efendimiz’in Rabb’inden haberci olarak beyân buyurduğu kudsî hadîsidir. O da şudur: “Ben onu sevinceye kadar kulum nâfilelerle bana yaklaşır. Ben onu sevdiğim vakitte de onun işitmesi olurum, Benim ile işitir; ve görmesi olurum, Benim ile görür.” Şimdi buna tahkîk ehli terimlerinde “nâfilelerle yaklaşma” derler ki, “cem’ makâmı” demektir. Ve bu makamda kul Hakk’a âlet olur. Ve bu makamın üstü “farzlarla yaklaşma”dır ki, ona da “cem'ü’l- cem‘ makâmı” derler; “bakâ-billâh” demektir. Bu makâmda da Hak kula âlet olur. Burada kendinden bahsedilen bir sır vardır. O da budur ki, mâdemki kulun izâfî vücûdu kesîflik mertebesinde bulunduğu halde, Hak onun işitmesi ve görmesi olmakla Hakk’a âlet oluyor, elbette kesîflikten ârî olan rûh böyle olmaya daha lâyıktır. Ve o halk edilişinin başlangıcından beri böyle oldu. Bundan dolayı işitmesi ve görmesi Hak olan kimse, elbet kendi nefsini ve kendi nefsinin dışındakileri idâreye yeterli ve halîfeliğe daha lâyık olur. 148 Tedbirât-ı İlâhiyye Dördüncü Bölüm Yedinci ve sekizinci şart “necdet” ve “kifâyet”tir. Ve bunlar rûhların sıfatlarındandır. Görmez misin, Allah Teâlâ kullarının başarısını irâde ettiği vakit onlara melekleriyle yardım eder ve onları onunla destekler. Nitekim Hak Teâlâ “ennî mumiddüküm bi elfin minel melâiketi murdifîn” (Enfâl, 8/9) ya‘nî “Muhakkak ben size bin melek ile peyderpey yardım ediciyim” buyurdu. Ve yine buyurur: “ve eyyedehüm bi rûhin minhu” (Mücâdele, 58/22) ya‘nî “Onları kendisinden bir rûh ile destekler.” Dokuzuncu şart “ilim”dir. Ve bu isimlerin hepsini öğrendiğinde Âdem (as) hakkında zâhir oldu. Şimdi biz onun zikrine muhtaç değiliz. Onuncu şart “vera‘”dır ve onun kaynağıdır ve onun mürâcatı onadır. Çünkü şerîat onun ridâsı ve hakîkat izârıdır. Ve şartlar bu halîfe hakkında tamamlanmış oldu ve onun halîfeliği geçerli oldu; ve imâmlığı da bağlandı. Hz. Şeyh (ra) halîfeliğin halk edilişe dönük olan altı şartını yukarıda beyân buyurduktan sonra, sonradan kazanılır olan dört şartını beyâna başlayarak buyururlar. Bu sonradan kazanılır olan yedinci şart “necdet” ve sekizinci şart “kifâyet”tir. “Necdet” aslâ korkmaksızın yiğitlik ve kalb kuvveti ve gayret ile durmadan çok çalışmak ve sebât ya’nî dayanıklı olmak demektir. Halîfenin idâre işinde bu sıfatta olması lâzımdır. Ve bu sıfat bulunmazsa idâre çarkı zayıf döner ve sonuç bozuk olur. Ve bu sıfat sonradan kazanılır. Çünkü çok çalışarak kazanılan maharet ile kuvvet bulur. Örneğin deniz yolculuğuna alışık olan kimse korkar. Fakat üzerinde devamlı çalışmakla bu korku gider. Ve aynı şekilde hiç savaş görmemiş olan bir kimse son derece korkar; fakat savaştıkça alışır. Korku gidip yerine cesâret gelir. Sekizinci şart “kifâyet”tir. Bu da idâre kudretidir ki, uzun süre devamlı çalışmakla oluşan bir sıfattır. İdâre işinde yeni olan bir kimsede tabi’ki kifâyet olmaz. İşte bu iki sıfat rûhların ezelî sıfatlarındandır. Rûhun necdet ve kifâyetine delîl istersen, bak gör ki, Allah Teâlâ mü’min kullarına kâfirler ile savaş esnâsında sıkıldıklarında onlara yardım etmeyi murâd ettiği vakit, latîf rûhlar olan melekleriyle yardım eder. Ve bu yardım husûsunu Kur’ân-ı Kerîm’de “Muhakkak ben size bin melek ile peyderpey yardım ediciyim” (Enfâl, 8/9) ve “Onları kendisinden bir rûh ile destekler” (Mücâdele, 58/22) buyurdu. Çünkü latîf olan rûhlar bir sûrette sûretlendikleri zaman, onların o sûretleri, cismânîlerin sûreti gibi yırtılma ve kapanma kabûl etmez. Bundan dolayı onlarda ölüm korkusu; tabi'ki cesâretli olurlar. Ve me’mûr oldukları işte kifâyetleri vardır. Çünkü irâdeleri ve kuvvetleri Hakk’ın irâde ve kuvvetidir. Ve kendi irâdeleri olmadığından Hak Teâlâ onlar hakkında “lâ ya’sûnallâhe mâ emerehüm” (Tahrîm, 66/6) ya‘nî “Al- 149 Tedbirât-ı İlâhiyye Dördüncü Bölüm lah Teâlâ’nın emrettiği şeye isyân ve muhâlefet etmezler” buyurmuştur. Beşerde irâde olduğundan onlardan Hakk’ın emrine muhâlefet çıkar, bundan dolayı beşer hakkında işlerin idâresinde kifâyet ve kifâyetsizlik söz konusu olabilir. Dokuzuncu şart “ilim”dir. Ve ilim Âdemî sıfatlardan olup çalışarak kazanılır. Ve bu sıfat, isimlerin hepsini öğrendiğinde, ilk olarak Âdem (as)da gözüktü. Bundan dolayı âdemî fertlerin her birinin rûhunda bu sıfat halk ediliş yönünden mevcûttur. Fakat taayyün âleminde rûhunda sâbit olan bu sıfatın parlaması için çalışmak lâzımdır. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri “Ve en leyse lil insâni illâ mâ seâ” ya’nî “Ve insan için, çalışmasından başkası yoktur” (Necm, 53/39) buyurur. Ve bu sıfatın varlığı insanda açık ve âşikâr bulunduğu için onun ayrıntılı olarak beyânına gerek yoktur. Onuncu şart “vera‘”dır. “Veri’” (râ harfinin kesriyle) “ittikâ eden” demektir. Hak Teâlâ’nın haram kıldığı şeylerden sakınmak ve haram olduğundan şüphe edilen şeylerden kaçınmaktan kinâyedir. Ve “vera‘” ve “ittikâ” halîfenin feyiz kaynağıdır. Ve halîfenin bütün işlerinde mürâcaat edeceği makam vera‘ ve takvâdır. Çünkü şerîat halîfenin ridâsıdır; ve onun beşerî ayıplarını örter; ve üstüne giydiği elbisedir. Ve hakîkat onun gömleğidir ki, ridâsının altındadır. Ve bu hakîkat izârı, beşeriyyete hâs olan ikilik ayıbını örter. İşte halîfe hakkında gerekli olan on şartın sayılması ve îzâh edilmesi tamamlandı. Bu şartları taşıyan zâtın halîfeliği geçerli ve imâmlığı da bağlanmış olur. Ve biz ikisinin arasında, kendisi için savaşlar ve fitneler olan sebebin anlatımına döneriz. Şimdi ben derim ki, bunda sebep, bu insânî mülk üzerinde efendilik talebidir. Bundan dolayı ikisinden birinin onun üzerinde efendiliği sâbit olduğu zaman, onun kurtuluşuna ve ikâmesine çalışır ve ona yakınlığını himâye eder ve alâmetlerini yükseltir. Ve onu kendisi için hayâl ettiği veyâ bildiği şey gereği üzere iki yurtta onun helâkini gerektirecek sebeplerden men‘ eder. Ve bil ki, her bir helâke sürükleyici husûstan onun kurtuluş sebebi hâriçten bir da’vetçinin emrine onun itâatidir ki, ona “şerîat” denir. Rûh onu âriftir. Çünkü o onun cinsindendir. Ve hevâ câhildir. Şimdi hevâ onun için kurtuluşu kendi tarafında hayâl eder. Oysa rûh muhakkak kurtuluşun kendi tarafında olduğunu bilir. Bundan dolayı anlaşmazlık ortaya çıkar ve ayrılık gerçekleşir. Ve buna da'vet eden iki emîrin hakîkati farklıdır. Şimdi ne zamanki da’vetçi hâriçten gelir, bu emrin neticesine bakarak kendisi için iki netîce bulur: Birisi helâk ve diğeri kurtuluştur. Bundan dolayı onlardan her biri, ilâhî hikmetin ve onun hakîkatinin gerektirdiği şey dolayısıyla, kurtuluş yolunu talep etti ve helâk edici şeylerden sakındı. Ve eğer her biri terk etmiş ve özür beyân etmiş ise, onların delîllerinden bir delîli vardır. Lâkin ismi Celîl olan Hak Teâlâ’nın “İşlediğinden suâl olunmaz, onlar suâl olunurlar” (Enbiyâ, 150 Tedbirât-ı İlâhiyye Dördüncü Bölüm 21/23) ve “Bunlar cennete mahsûstur, ve kayırmam yoktur. Ve bunlar cehenneme mahsûstur ve kayırmam yoktur. Ve kalem kurudu” buyuruşu yönüyle onları apaçık kuvvetli delîliyle halleder ve kat’i olarak sonuca bağlar. Ya‘nî biz rûhun yardımcısı olan “akıl emîri” ile “hevâ emîri” arasında, ne sebepten dolayı savaşlar ve fitneler olduğunun anlatımına döneriz. Şimdi ben derim ki, bu kavgaların ve fitnelerin sebebi bu insânî mülk üzerinde efendilik talebidir. Bundan dolayı akıl ve hevâdan birinin insânî mülk üzerinde efendiliği ve hükmünü geçirmesi sâbit olduğu zaman, onun kurtuluşuna ve onu bulunduğu hâl içinde kâim kılmaya çalışır ve kendisinin ona yakınlığını ve bağlılığını himâye ve muhafaza eder. Ve efendiliğin ve hükmetmesinin alâmetlerini ve nişanlarını yükseltir. Ve o alâmetleri gören kimse bilir ki, bu insan üzerinde akıl ve hevâdan birisi gâliptir. Ve hevâ kendisi için hayâl ettiği ve akıl da yakînen ya’nî kesin bir şekilde bildiği şey gereği üzere, o insânî mülkü dünyâda ve âhirette onun helâkini gerektirecek sebeplerden men’ eder. Örneğin hevâ hayâl eder ki, şerîat âlemin düzeni içindir. Bundan dolayı akılsal ölçülerin bozulmaması şartıyla şarâb içmekte ve karşısındaki zorlamaksızın zinâ gibi hayvânî hazları yapmakta bir zarar yoktur. Ve aynı şekilde oruç nefsin dikbaşlılığını kırıp halkın hukûna tecâvüzünü engellemek üzere onu zayıf kılmak içindir. Halkın hukûkuna riâyet ettikten ve nefsi terbiye ettikten sonra oruçla nefse eziyet vermenin anlamı yoktur. İşte hevânın buna kıyaslanabilecek bin türlü hayâlleri vardır ki, insânî mülkün kurtuluşunun bunlar ile olabileceğini hayâl eder. Bunlar onun hakîkate aykırı olan hayâlleridir. Ve helâkı gerektireceğini zannettiği ve hayâl ettiği bu sebeplerden onu men’ eder. Fakat işlerin hakîkatini bilen akıl der ki, şerîat yalnız âlemin düzeni için değildir. Belki dünyâda ve âhirette helâk olmaktan kurtuluşa sebeptir. Dünyâda kurtuluşa sebeptir. Çünkü şerîat çerçevesinde nefse hayvânî hazları bir sınır ve kayıt içerisinde verilir. Kötü yönde kullanım derecesini bulup nefis helâk olmaz. Çünkü hayvana fazla yem verilse çatlayıp helâk olur. Ve âhirette kurtuluşa sebeptir. Çünkü âlemin zâhirinde olan ilâhî teklîf bâtında var etmek içindir. Şerîat hükümlerine uymakla sâlih amel işleyen kimselerin bu amelleri âhiret âleminin bünyevî oluşumları gereğince güzel sûretlerde gözükür. Ve sâlihler bu güzel sûretlerle ni’metler içinde olur ve yaşarlar. Ve nebîler (aleyhimü’s-selâm) ve evliyâ (kaddesallâhü esrârahum) hazretleri her türlü kötü hallere meyletmeyeceğinden emîn oldukları nefisleriyle şerîat hükümlerine son derece riâyet ettiler. Ve takvâ âhiret azığının hayırlısıdır. İşte aklın da buna kıyaslanabilir bir çok bildikleri vardır ki, insânî mülkün kurtuluşunun bunlar ile olabileceğini yakînen bilir. Ve bu helâk olma sebeplerinden onu men‘ eder. 151 Tedbirât-ı İlâhiyye Dördüncü Bölüm Ve bil ki, her bir helâke sürükleyen husûstan insânî mülkün kurtuluş sebebi kendisinin hâriçten bir da’vetçinin emrine onun itâat etmesidir ki, o da’vetçinin emrine de “şerîat” denir. Rûh bunu ariftir. Çünkü o şerîat rûhun cinsindendir. Çünkü şerîatın doğrudan doğruya çıkış yeri Hak'tır. Ve yukarıdaki şerhlerde îzâh edilmiş olduğu üzere rûhun da çıkış yeri doğrudan doğruya Hak’tır. Gerçi hakikatte hevâ da Hak’tan çıkmakta ise de onun çıkışı doğrudan doğruya değildir; arada bir çok vâsıtalar vardır. Bundan dolayı hevâ vâsıtalar perdesi arkasında bulunuşu yönüyle şerîat cinsinden olmadığı için câhildir. Şimdi hevâ insânî mülk için kurtuluşun kendi tarafında olduğunu hayâl eder ve öyle zanneder. Oysa rûh muhakkak kurtuluşun kendi tarafında olduğunu yakînen bilir. Böyle olunca akıl ile hevâ arasında anlaşmazlık ortaya çıkar ve ayrılık gerçekleşir. Ve kurtuluşa da‘vet eden iki emîrin, ya‘nî akıl ile hevânın hakikatleri farklıdır. Şimdi da’vetçi hâriçten geldiği vakit, bu da'vet işinin netîcesine bakarak kendisi için iki netîce bulur: Birisi helâk ve diğeri kurtuluştur. Bilinsin ki, ilâhî emir ikidir: Birisi irâdî emir, diğeri teklîfî emirdir. İrâdî emir, kulun sâbit ayn’ının isti‘dâd ve kâbiliyyetine göre saâdet ve şekâveti hakkında Hakk’ın irâdesidir. Bu yön kader sırrına bağlanır. Ve teklîfî emir Nebî (as)ın Hak tarafından getirdiği şerîattır ki, apaçık delîl için saîd olana ve şakî olana eşit seviyeden tebliğ edilir. Karşı gelenler teklîfî emre karşı gelmiş ve irâdî emre uygun hareket etmiş olurlar. Da'vet esnâsında kendilerine usanç gelmemesi için kader sırrı nebîlerden (aleyhimü’s-selâm) örtülüdür. Onlar da’vetlerinin netîcesine bakarlar. Ve karşı gelenlerin sonunun helâke ve uyanların sonunun da kurtuluşa olduğunu görürler. Çünkü irâdî emir gereğince sonu helâke çıkanların, da'vet edildikçe Ebû Cehil gibi şekâveti artar. Bundan dolayı nebîler (aleyhimü’s-selâm) bu hususta doktorlara benzerler. Doktor sonu kesin olarak ölüme çıkacak bir hastayı tedâvî ettikçe hastalığı daha da şiddetlenir. Bu bahsin ayrıntısı Fusûsu’l-Hikem’de Ya'kûb Fass’ındadır. İşte bu hakîkate dayalı olarak akıl ve hevâdan her biri ilâhî hikmetin ve kendilerinin hakîkatlerinin gerektirdiği şey dolayısıyla kurtuluş yolunu talep etti; ve helâklardan sakındı. Ve hiç şüphe yok ki saîd olanın helâki şekâvette ve kurtuluşu saâdettedir. Ve şakînin helâki de saâdette ve kurtuluşu şekâvettedir. Ve aklın tarafında saâdet ve hevânın tarafında şekâvet vardır. İlk bakışta garîp görünen bu hükmün hakîkatini cenâb-ı Şeyh (ra) biraz aşağıda îzâh buyururlar. Şimdi akıl ve hevâdan her biri diğerinin gidiş yolunu terk etmiş ve kendi gidiş yolunda özür beyân etmiş ise, onların delîlinden, kuvvetli bir delîli vardır ki, o kuvvetli delîller de sâbit ayn’larının isti'dâd ve kâbiliyyetidir. Ve Hak Teâlâ hazretleri sâbit ayn’lara kendi kâbiliyyetleri ve isti‘dâdlarına göre vücûd feyzi verdi. Onlara kendi tavır ve gidiş yollarında zorlamada bulunmadı. İsti‘dâd 152 Tedbirât-ı İlâhiyye Dördüncü Bölüm lisânlarıyla ne istemiş iseler onu ihsân etti. Bundan dolayı Celîl ismi olan Hak Teâlâ’ya “Niçin vücûd feyzi verdin ve niçin istediklerini ihsân ettin?” diye soru sorulmaz. Belki soru isti‘dâd lisânı ile saâdeti bırakıp şekâveti talep etmiş olanlara yönelir. İşte bu hakîkate dayalı olarak Hak Teâlâ “Lâ yus’elu ammâ yef’alu ve hüm yus’elûn” ya’nî “İşlediğinden suâl olunmaz, onlar suâl olunurlar” (Enbiyâ, 21/23) ve “Bunlar cennet içindir; ve kayırmam yoktur. Ve bunlar cehennem içindir ve kayırmam yoktur” buyurur. Ne zamanki âhiret âleminde Hak Teâlâ herkesin sâbit ayn’ını kendisine açar, o kimse görür ki, saîd ise saâdeti kendinindir; ve şakî ise şekâveti yine kendinindir. İşte bu sâbit ayn’ların açılması Hakk’ın apaçık kuvvetli delîlidir ki, onların terklerini ve i'tirâzlarını bu kuvvetli delîl ile halleder ve kat’i olarak sonuca bağlar. Şimdi biz deriz ki, muhakkak rûhun hakîkati nûrdur ve hevânın hakîkati ateştir. Ve onlardan her biri kendi vücûdunda vecihlerden bir vecih ni’metlenir. Çünkü o, onun nefsî sıfatıdır. Ve yoksa eğer kendisi hakîkatinin ateş olduğunu yakîn olarak bilse, onunla azaplanır. Ve muhakkak fâil, eğer onda kurtuluş tahakkuk etse bile, nûrun vücûdunun mahalline kaçış talebi için buna kādirdir; lâkin onu câhil kıldı. Şimdi her biri kendi makâmına da'vet etti. Bundan dolayı ateş ateş ile azaplanmaz. Belki ateş nûr ile azap duyucu olur. Nitekim pislik böceği gül kokusuyla zarâra uğrayıcı olur. Şimdi nûr ile azaplandığı zaman, bu insânî mülkün de aynı şekilde nûr ile azap duyucu olduğunu hayâl eder. Böyle olunca o, ebeden nurdan hâriç olmayı talep eder. Ve onu ondan hâriç tutmaya sebep olan fiiller ile ondan engeller. Ve o da şehvetlerdir ki, ateş onunla örtülmüştür. Kim ki onlara erişti, muhakkak ateşe erişti. Ve nûrdan ibâret olan rûh da aynı şekilde bunun benzerini talep eder. Şimdi onlardan her biri bu insânî mülkün eriştiren sebeplerinde kendi cemâatine bakar. Bundan dolayı onun üzerine onları tasarruf edici kılar. Ve ona onlar ile hîle eder. Ve ikisinin indinde onun donandığı veyâhut bu vasfın sâhibi için mülk olan bir vasıf ile vasıflandığı sâbit olduğunda, onun üzerine istilâ edici olur. Böyle olunca fitneler ve savaşlar olur. Ve onlardan her biri kendi nefsine bakmayı terk etseydi; ve şerîat getiriciden ibâret olan hâriçten bu da’vetçiye baksaydı; ve ben hâriçten bir da’vetçi buldum ki, onun doğruluğu ve ma’sûmluğu sâbittir; kurtuluş onun dediği şeydedir ki, o da budur; ve helâk onun dediği şeydedir ki, o da budur, diye idi teslîm ve boyun eğmenin gerçekleşmesinden dolayı fitne kalkar ve mülk kurtuluş cemaâti içinde olur idi. Lâkin bu, ancak hevâ yok olup gittiği zaman geçerli olur. Çünkü o muhâlefetin aynıdır. Eğer yok olursa o da yok olur. Lâkin bunda Allah Teâlâ’ya mahsûs acâip bir tedbîr vardır ki, dilediği kimseyi ondan perdeler ve dilediği kimseye de onu açar. “Lâ yus’elu ammâ yef’alu ve hüm yus’elûn” (Enbiyâ, 21/23) ya‘nî “İşlediği şeyden ona suâl olunmaz ve onlar suâl olunur.” Ve apaçık kuvvetli 153 Tedbirât-ı İlâhiyye Dördüncü Bölüm delîl onun içindir. “Ve lev şâe rabbüke le cealen nâse ümmeten vâhideten” ya‘nî “Eğer Rabb’in dileseydi, insanları tek bir ümmet kılar idi.” “Ve lâ yezâlûne muhtelifîn” (Hûd, 11/118) ya’nî “Onlar dâima muhteliftirler.” ”İllâ men rahime rabbüke” (Hûd, 11/119) ya‘nî “Rabb’inin rahmet ettiği kimseler hâriç.” Ve onlar cem' ehlidir. Ve onları bunun için halk etti, tâ ki vücûdda isimleri açığa çıksın. Ve Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola irşâd eder. Ve hamd, Rabbü’l-âlemîne mahsûstur. Ya'nî biz deriz ki, muhakkak rûhun hakîkati nûrdur. Çünkü Hak’tan vâsıtasız olarak zuhûr etmiştir. Ve Hak Teâlâ hazretleri “Allâhu nûrus semâvâti vel ard” (Nûr, 24/35) ya'nî “Allah Teâlâ göklerin ve yerin nûrudur” buyurur. Ve hevânın hakîkati ateştir. Çünkü vâsıtalı olarak zâhir olan tabîat âlemindendir. Ve aşağıların en aşağısı olan tabîat âlemi ise cehennemdir ve ateştir. Çünkü fıtrî kesîfliğiyle, latîf olan aslından uzaktır. Ve rûh ile hevâdan her biri vecihlerden bir vecih ile kendi vücûdunda ve varlığında ni’metler içinde olurlar. Çünkü rûhun nefsî sıfatı nûr olduğu gibi, hevânın nefsî ve zâtî sıfatı da ateştir. “El-cinsü meal cinsi” ya’nî Cins cinsiyle berâberdir” hükmünce her biri kendi cinsi ile ünsiyet edip ni’metler içinde olur. Ve hem-cinsinin dışında birşeyle ünsiyet edemez, azap çeker. Nitekim münâfıklar ve kâfirler mü’minin huzûrunda olmaktan ve sohbetinden eziyet duyarlar. Ve eğer hevâ kendi hakîkatinin ateş olduğunu bizzât hakîkatini yaşayarak ve tecrübe ederek yakînen bilse onunla eziyet çekici olurdu. Fakat kendi hakîkatinde ve sıfatında gark olmuş olduğu için bunu idrâk edemez ve yakînen bilemez. Belki kendi tavrında meşrebinde yaşar. Ve mutlak fâil olan Hak Teâlâ, nûrun mevcûd olduğu mahalde kurtuluş tahakkuk etse bile, ateş mahalline kaçış talep etmesine kādirdir. Lâkin hevâya nûr mahallinde kurtuluş olduğunu bildirmedi. Onu hâl olarak ve yaşantı olarak câhil kıldı. Böyle olunca akıl ile hevâdan her biri kendi makāmına da'vet etti. Bundan dolayı ateş kendi cinsi olan ateş ile azap duymaz. Belki ateş nûr ile azap duyar. Bunun örneği zâhir âlemde mevcûttur. Pislik böceği gül kokusuyla zarâra uğrar ve azap duyar. Şimdi hevâ nûr ile azap çekici olunca bu insânî mülkün de kendisi gibi nûr ile azap çektiğini hayâl eder. Ve böyle hayâl edince de o hevâ ebeden nûrdan hâriç olmak ister; ve insanî mülkü de nûrdan hâriç tutmaya sebep olan fiiller ile o nûrdan engeller. Ve o fiiller de şehvetlerdir ki, ateş o şehvetler ile örtülmüştür. Kim ki şehvetlere erişti, muhakkak ateşe erişti. Ve nûrdan ibâret olan rûh da, aynı şekilde insânî mülkü hâriç tutmaya sebep olan fiiller ile o ateşten engeller. Ve onlar da nefse fenâ gibi gözüken ilâhî emirlerdir ki, cennet onlar ile örtülmüştür. 154 Tedbirât-ı İlâhiyye Dördüncü Bölüm Kim ki bu fenâ gibi gözüken ilâhî emirleri tercih etti, muhakkak nûru ve cenneti tercih etti. Şimdi rûh ile hevâdan her biri bu insânî mülkü kendi makāmlarına eriştiren sebeplerde kendi cemâatine bakar. Bundan dolayı o insanî mülk üzerine cemâatini musallat kılar ve ona onlar ile hîle eder. Ve rûh ve hevâdan birinin indinde, o insânî mülkün donandığı veyahut onlardan birinin sâhip olduğu bir vasıf ile vasıflandığı sâbit olunca, artık onun üzerine istilâ edici olur. Ve birinin istilâsı üzerine diğeriyle fitneler ve savaşlar çıkar. Ve akıl ve hevâdan her biri kendi nefsine ve nefsinde hâsıl olan yaşantıya bakışı terk edip de şerîat getiriciden ibâret olan bu da’vetçiye baksaydı; ve “Ben hâriçten bir da'vetçi buldum ki, onun da'vetinde doğruluğu ve ma’sûmluğu sâbittir; kurtuluş benim zevkimde değil, belki onun dediği şeydedir ki, o da budur; ve helâk onun dediği şeydedir ki, o da budur” diyeydi; teslim ve boyun eğme sebebiyle fitne kalkar ve insânî mülk kurtuluş cemâati içinde bulunurdu. Lâkin bu hâl, ancak hevâ yok olup gittiği vakit sâbit olur. Ve hevâ bulundukça bu hâlin oluşması mümkün değildir. Çünkü o hevâ muhâlefetin aynıdır. Ya'nî mâdemki ilâhî emir ve bu ilâhî emri tebliğ eden bir da’vetçi vardır, elbette hevâ buna muhâlefet eder. Ve kendisi bilhassa buna muhalefet için mahlûktur. Çünkü ilâhî ilimde sâbit olan hakîkati, bu muhâlefeti gerektirir. Eğer hevâ yok olursa fitne de yok olur, gider. Lâkin bu insânî mülkte fitne ve savaşın olmasında Allah Teâlâ’ya mahsûs acâip bir tedbîr vardır ki, o acâip tedbîrden dilediği kimseyi perdeye düşürür ve onun hakîkatini bildirmez; ve dilediği kimseye de onu açıp bildirir. Ve bu tedbîri Hak Teâlâ niçin ba’zılarından saklar ve ba’zılarına açar? diye soru sorulmaz. Çünkü bu tedbîrden ba’zılarının perdelenmesi ve bunun ba’zılarına açılması onların sâbit ayn’larının gereğindendir. Ve ilâhî tecellîler kulun isti‘dâd ve kâbiliyyetine göredir. Çünkü Hak Teâlâ hakîmdir ve hakîm her şeyi yerli yerine koyana derler. Bundan dolayı Hak Teâlâ bu acâip tedbîri kâbiliyyeti olmayanlara açmaz, onlardan saklar. Böyle olunca isti'dâda göre ihsân eden Hak Teâlâ’ya soru yöneltilmez. Belki soru noksan isti‘dâdların sâhiplerinedir. Onun için Hak Teâlâ “Lâ yus’elu ammâ yef’alu ve hüm yus’elûn” (Enbiyâ, 21/23) ya‘nî “İşlediği şeyden ona soru sorulmaz ve onlara soru sorulur” buyurur. Ve aynı şekilde “fe lillâhil hüccetül bâligah“ ya’nî “artık apaçık kuvvetli delîl Allah’ındır” (En’âm, 6/149) buyurur. Çünkü her bir kulun sâbit ayn’ının kâbiliyyet ve isti'dâdı Hak Teâlâ hazretlerinin kudret elinde apaçık kuvvetli delîldir. Şâyet bir kimse Hakk’a "Niçin beni böyle yaptın” diye soru sorarsa, Hak Teâlâ ona, onun hakikatini açıverir. Ve bu açılım netîcesinde o kul görür ki, kendinin böyle olması yine kendinden 155 Tedbirât-ı İlâhiyye Dördüncü Bölüm imiş ve Hak Teâlâ tarafından zorlama olmamış. Belki zorlama kendisine yine kendisinden olmuştur. Ve yine Hak Teâlâ bu hakîkate işâreten “Ve lev şâe rabbüke le cealen nâse ümmeten vâhideten” ya’nî “Eğer Rabb’in dileseydi, insanları tek bir ümmet kılar idi” (Hûd, 11/118) buyurur. Çünkü Hak Teâlâ’nın irâdesi ilmine ve ilmi de ma'lûma ya’nî bilinene tâbi‘dir. Ve “malûm ya’nî bilinen” kulun sâbit ayn’ıdır. Ve sâbit ayn’lar Kâbız ve Bâsıt; ve Dârr ve Nâfi‘; ve Hâdî ve Mudill gibi karşılıklı ilâhî isimlerin gölgeleridir. Şimdi mâdemki isimler muhteliftir, elbette onun gölgeleri de muhtelif olur. Ve ma‘lûmât ya’nî bilinenler muhtelif olunca Hakk’ın ilmi de muhtelif olur. Ve sâbit ayn’lar muhtelif olunca ma‘lûmât ya’nî bilinenler de muhtelif olur. Ve Hakk’ın ilmi muhtelif olunca ilâhî irâde de muhtelif olur. İbâredeki “lev” ya’nî “eğer” “imtinâ’ ya’nî olumsuzluk” içindir. Ya‘nî Hak dileseydi, insanları ihtilâflardan pâk, tek bir ümmet kılardı. Ancak eşyânın hakîkatleri muhtelif olduğu için, bunu dilemek imkânsız olduğundan, dilemedi. “Ve lâ yezâlûne muhtelifîn” ya’nî (Hûd,11/113) “Onlar dâimâ muhteliftirler.” Ve bu ihtilâftan Rabb’inin rahîmsel rahmetiyle rahmet ettiği kimseler müstesnâdır; çünkü onlar cem‘ ehlidir. Bunlar bir takım insân-ı kâmillerdir ki, bütün ilâhî isimlerin ve sıfatların görünme yeridirler. Bundan dolayı her bir kâmil bu isimlerin cem‘iyyetine görünme yeri olmaklık i‘tibârı ile birdiğerinin aynıdır. Gerçi (Sav) Efendimiz müstesnâ olmak üzere, bunlarda da bu cem'iyyet içinde bir ismin hükümlerinin üste çıkışı var ise de, kâmiller arasındaki birlik ve aynılık, isimlerin cem‘iyyeti bakış açısındandır; yoksa hakîkatte aynılık yoktur; çünkü tecellîde tekrâr yoktur. Ve Hak Teâlâ bütün mahlûkları izâfî vücûdlar âleminde muhtelif isimlerinin hükümlerinin açığa çıkması için halk etti. İşte bu hakîkate dayalı olarak yeryüzünde sâkin olan muhtelif milletlerin bir olmasına çalışan “Bâbîler” ile benzerlerinin, bu hususta harcanmış olan himmet ve gayretleri anlamsızdır. Ve bunun oluşacağını mümkün görmek hâlin hakîkatine câhil olmaktan kaynaklanmaktadır. Bu anlattığımız sözler Kur’ân âyetlerinden alınmadır ki, onları Hak söyler; ve Allah Teâlâ söylediği vakit hakkı söyler ve doğru yola irşâd eyler. Bundan dolayı biz “Duânın en üstünü el hamdu lillâhi’dir” hadîs-i şerîfi gereğince bu ilâhî bilgiye erişmekten dolayı Rabbü’l-âlemîne hamdın hakîkati ile hamd ederiz. 156 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm BEŞİNCİ BÖLÜM Yalnız İmâma Mahsus Olan İsim ve Onun Sıfatları ve Halleri Beyânındadır Muhakkak imam, ancak dörtten biri olur. Âlemde ilâhî hikmet geçerlidir ki, muhakkak onun üzerinde yalnız halîfeye tahsîs edilmiş bir isim vardır. Onun dışında hiç bir kimsenin onunla isimlendirilmesine yol yoktur; tâ ki zikrolunduğunda diğerlerinden ayırt edile ve biline. Ve onu halîfe yapan kimseye tâbi oluşundan dolayı kelime, âdet oluşu üzere, kendisinden imâmın dışında birini ve müşterek oluşu sebebiyle, bin bile olsa, onun isimlerinin geri kalanından onun üzerine anlaşılmayı vermez. Ve onu halîfe kılan Allah Teâlâ’dır. Çünkü Hak Sübhânehû “ilâhiyyet” ismine mahsûstur. Hattâ biri “Allah” dediği zaman bu söylediğinden, Fâil Sübhânehû’dan başkası anlaşılmaz. Görmez misin? Onun ”a’budûllâhe” ya’nî “Allah’a ibâdet ediniz” (Nisâ, 4/36) sözü indiği zaman, “Allah” nedir? demediler.Ve ne zamanki onlara “uscudû lir rahmâni” ya’nî Rahmân’a secde edin” (Furkân, 25/60) denildi, “Rahmân” nedir? dediler. Biz deriz ki bu imâma hangi ismin mahsûs olduğuna bakarız, ve onu ona onu söyleriz. Şimdi biz Allah Teâla’nın “Ve iz kâle rabbüke lil melâiketi innî câilun fîl ardı halîfeten” (Bakara, 2/30) ya‘nî “Zikret şu vakti ki, Rabb’in meleklere yeryüzünde ben bir halîfe kılıcıyım, dedi” sözünde onu isimlendirdiği bir şeyin gayrını bulmayız. Ve Hak Sübhânehû bir zamân içinde ondan ikiyi men' eyledi de, bunu “İki halîfeye bîat olduğu vakit diğerini katlediniz” sözüyle kat’i olarak sonuçlandırdı. Şimdi ikisinin irâdesi birlikte olsa bile iki idâreci arasında mülkün idâmesi geçerli olmaz. Hak Teâlâ “Lev kâne fîhimâ âlihetün illâllâhu le fesedetâ” (Enbiyâ, 21/ 22) ya‘nî “Yerde ve gökte Allah’dan başka ilâhlar olsa idi, yer ve gök fesâda uğrar idi” buyurdu. Çünkü muhakkak iki halîfeden biri, diğerinin yasakladığı şeyin aynı ile emreder. Oysa onlardan birinin emrine uymak lâzımdır. İki emre uymak mümkün olmadığından, eğer terk ederlerse cezâya çarptırılırlar. Ve eğer onlardan birine itâat ederlerse, diğeri onları cezâya çarptırır. Ne zamanki birine itâat ettikleri şeyin nefsiyle diğerine âsî olurlar, şimdi âsî oldukları kimse onları cezâya çarptırır. Bundan dolayı kendisine itâat ettikleri kimse üzerine onların yardımları zorunlu olur. İşte bu savaşlar ve fitneler sebep olup mülkü idâreden başka işlerle meşgûl eder. Böyle olunca savaşlar çıkar. İşte bunun için tek bir halîfe üzerine kat’i ve kesin olarak haber verdi. 157 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm Bu beşinci bölüm yalnız imâma hâs olan isim hakkında ve imâmın sıfatları ve halleri beyânındadır Muhakkak imâm, ancak dört vasfı taşıyan meliklerden biri olur ki: Bunlardan biri hem kendine ve hem de idâresi altındakilere cömert; ve biri hem kendine ve hem de idâresi altındakilere cimri, ve biri kendine cömert ve idâresi altındakilere cimri; ve biri kendine cimri ve idâresi altındakilere cömert olur. Bunların beyânı ileride başlı başına bir bölümde gelecektir. Alemde ilâhî hikmet böyle geçerlidir ki, muhakkak âlem üzerinde yalnız halîfeye tahsîs edilmiş bir isim vardır ki, o isim başkasına verilemez. Halîfenin bu isim ile tek oluşu, zikredildiği zaman diğer insanlardan ayırt edilmesi ve bilinmesi içindir. Ve imâma mahsûs isim olmak üzere konulan kelimeden, âdet oluşu üzere imâmdan başkası anlaşılmaz. Ya‘nî geçerli olan âdet imamdan başkasının anlaşılmasına mâni'dir. Ve imâmın diğer insanlarla müşterek bir çok isimleri olsa bile, imâmlığı yönünden âdet olarak kendisine mahsûs olan kelime bu diğer isimlerden hiç birisi üzerine söylenmez. Ve o isim “halîfe”dir. Meselâ halîfenin “Ahmed ve Mahmûd ve Ali” gibi diğer halk ile müşterek olan isimleri vardır. Fakat “halîfe” ismi ancak kendisine mahsûstur. Ve bu ismin, bu müşterek olan diğer isimler ile münâsebeti yoktur. Ve halîfenin bu tekliği, kendisini halîfe kılan Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerine tâbi olaraktan ve benzerlikten olmuştur. Çünkü Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri “İlâhiyyet” ismine mahsûs kılınmıştır ki, bu isimde kendisine aslâ iştirâk eden bir ferd yoktur. Hattâ biri “Allah” dediği zaman o kimsenin bu söylediğinden hakîkî fâil olan Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinden başkası anlaşılmaz. Görmez misin? Hak Teâlâ’nın ”a’budûllâhe” (Nisâ, 4/36) ya‘nî “Allâh’a ibâdet ediniz!” sözü indiği zaman, halk “Allah kimdir ki ona ibâdet edelim?” demediler. Fakat ne zamanki “uscudû lir rahmâni” (Furkan, 25/60) ya'nî “Rahmân’a secde ediniz!” denildi, Rahmân’ın rahmetten türemesi ve rahmetin kullara da kapsam oluşu i'tibârı ile halk “Rahmân nedir ki ona ibâdet edelim?” dediler. İşte bunun gibi halka “Halîfeye itâat ediniz!” denilse, “Halîfe kimdir?” demezler. Fakat halîfenin ismi, farz edelim Abdullah olsa ve halka “Abdullâh’a itâat ediniz!” denilse, “Abdullah kimdir?” diye sorarlar. Bundan dolayı biz deriz ki, bu imâma hangi ismin hâs olduğuna bakıp, o ismi ona söyleriz. Böyle olunca Allah Teâlâ’nın “Ve iz kâle rabbüke lil melâiketi innî câilun fîl ardı halîfeten” (Bakara, 2/30) ya‘nî “Zikret şu vakti ki, Rabb’in meleklere yeryüzünde ben bir halîfe kılıcıyım, dedi” (Bakara, 2/30) sözünde ona verdiği bir ismin gayrını bulmayız ki, o isim de “halîfe”dir. Ve Hak Teâlâ hazretleri o ismi ferd olarak sâdece kendisi için kullandığı için, bir zaman içinde halîfe cinsinden iki şahsın varlığını men’ eyledi de, bu husûsu 158 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm Nebiyy-i zî-şânının lisânıyla “İki halîfeye bîat olunduğu vakit diğerini katlediniz!” sözüyle halletti ve kat’i olarak sonuçlandırdı. Şimdi iki şahsın irâdesi birlikte olsa bile iki idâreci arasında, ya'nî idâre makâmında bulunan iki kimse arasında, mülkünü idâme etmek ve mülkün idâresini ayakta ve nizâm içinde tutmak geçerli olmaz; çünkü mümkün olmaz. Bu imkânın olmadığını Hak Teâlâ hazretleri “Lev kâne fîhimâ âlihetün illâllâhu le fesedetâ” (Enbiyâ, 21/ 22) ya‘nî “Yerde ve gökte Allah’dan başka ilâhlar olsa idi, yer ve gök fesâda uğrar idi” (Enbiyâ, 21/22) âyet-i kerîmesinde beyân buyurdu. Açık sebebi budur ki, muhakkak iki halîfeden biri diğerinin yasakladığı şeyin aynı ile emreder. Örneğin halîfenin biri “Falan şeyden şu kadar kuruş vergi alınsın” diye emreder. Diğeri “Bu câiz değildir, alınmasın!” der. Bu ise birinin yasakladığı şeyin gayrı ile emretmektir. Oysa idâre altındakilerin bunlardan birinin emrine uyması gerekir. Bir şeyin hem yapılması ve hem de yapılmaması mümkün olmadığından birinin emrini ve diğerinin yasağını terk ederlerse cezâlandırılırlar. Ve eğer birinin emrini tutup diğerinin yasağını dikkâte almasalar, diğeri onları cezâlandırır; çünkü kuvvet sâhibidir. Sonuç olarak birine itâat ettikleri şeyin nefsiyle ve zâtıyla diğerine âsî olmuş olurlar. Bu durumda da kendisine isyân ettikleri kimse onları cezâlandırır. Eğer birinin emrini beğenip kendisine itâat ederlerse, diğerinin cezâlandırmasına engel olmak için, itâat ettikleri kimse üzerine onların yardım etmeleri zorunlu olur. İşte bu hâl tabi'ki savaşların ve fitnelerin çıkmasına sebep halîfeyi mülkün idâresinden başka işlerle meşgûl eder. Ve mülkün idâresi ihmâl edilmiş bir halde kalınca o mülk harâb olur. İşte bu açık ve tabîi sebeb için Hak Teâlâ hazretleri gerek âyet-i kerimede ve gerek Nebiyy-i zî-şânının lisânıyla ulaşmış olan hadîs-i şerîfte tek bir halîfe üzerine kat’i olarak haber verdi. Şimdi eğer denilirse ki, biz işittik ki Allah Teâlâ “Ve huvellezî cealeküm halâifelardı” (En‘âm, 6/165) ya'nî “O Allah Teâlâ sizi yeryüzünün halîfeleri kıldı” buyurur. Oysa sen, o şer'an birdir, dedin, bundan dolayı ikisini birleştirmek nasıl olur? Biz deriz ki muhakkak halîfelik sırrı birdir ve o verâset yoluyladır; bu şahıslar onu mîras yoluyla edinir. Şimdi bir şahısta zâhir olduğu vakit, onunla vasıflanmış olan bu şahıs dâim oldukça, bu zaman içinde onun aynı ile diğer şahısta bu türden mevcûd olması şer‘an muhâl cinsindendir. Ve eğer o iddiâ ederse, o geçersizdir; ve onun iddiâsı reddedilmiştir; ve o bu zamânın deccâlıdır. Şimdi bu şahsın mevcûdiyeti kalktığında bu sır diğer şahsa geçer. Bundan dolayı onunla berâber “halîfe” ismi de geçer. İşte bunun için “halîfeler” denildi. Şimdi bu bölüme dikkat et ki, ben onda sırlar üzerine tenbîh ettim. Onların îzâhı üzerine tenbîhi kastettim. Bu kararlaştığı ve sâbit olduğu vakit, bu halîfe için onu halîfe bırakan kimsenin isimleriyle ahlaklanmak olur, tâ ki onun idâresi altındakilerin ahlâkında ve onların fiillerinde 159 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm zâhir ola. Ve biz rabbânî isimler ile ahlaklanmanın ma'nâsını Keşfü’l-Manâ ‘an Sırri Esmâi’llâhi’l-Hüsnâ ile tercüme edilmiş olan kitabımızda anlattık. Ya‘nî bizim beyânlarımıza i'tirâz olarak, birisi çıkıp da: “Sen şer'an halîfe bir olur, dedin; ve bunların şer’î delîlini de getirdin. Oysa biz Allah Teâlâ hazretlerinin ““Ve huvellezî cealeküm halâifelardı” (En‘âm, 6/165) ya'nî “O Allah Teâlâ sizi yeryüzünün halîfeleri kıldı” sözünü işittik. Bu şer’î delîle göre de halîfenin birden fazla olması gerekir. Birdiğerine aykırı görünen bu iki delîlin arasını birleştirmekle bu zâhirî tezat nasıl giderilir?” diyecek olursa, biz bu i'tirâza cevâben deriz ki: Muhakkak halîfelik sırrı birdir, ya‘nî bölünmesi mümkün olmayan bütünsel bir ma'nâdır; ve o verâset yoluyladır, bu şahıslar onu mîras yoluyla edinir. Ya'nî ma'nâ sûret ile görüneceğinden, o bütünsel ma‘nâ bu sûretler âleminde bir şahıstan bir şahsa geçmek sûretiyle mîras yoluyladır. Ve bu mîras yolu evlâddan evlâda geçmek sûretiyle değil, belki yukarıda îzâh edildiği üzere zâhiren ve bâtınen imâmlığa mahsûs olan şartları taşıyan şahıslar arasında birdiğerine geçmek suretiyledir. Şimdi bütünsel bir ma'nâdan ibâret olan bu halîfelik sırrı, şartları taşıyan bir şahısta gözüktüğü zaman, bununla vasıflanmış olan bu şahıs hayatta bulundukça, bu zaman içinde aynı ile diğer bir şahısta da bu halîfelik sırrının gözükmesi şer'an ve hakîkaten ve aklen muhâl cinsinden olan bir şeydir. Ve bunun şer'an ve aklen ve hakîkaten muhâl oluşu yukarıda îzâh edildi. Ve eğer şartları taşıyan bir şahıs mevcûd iken, diğer bir şahıs çıkıp da halîfelik iddiâ ederse, o şahıs geçersizdir; ve onun da'vâsı reddedilmiştir; ve o şahıs bu zamanın deccâlıdır. Ve “deccâl” “mübâlağa ile yalan söyleyen” ma'nâsınadır. Ve âhir zamanda böyle deccâlların ortaya çıkacağı nebevî hâdîslerde haber verilmiştir. Şimdi halîfeliği taşıyan kimse bu şehâdet âleminden intikâl etmek sûretiyle yok ve gâib olduğunda, bu halîfelik sırrı diğer şartları taşımakta olan diğer şahsa geçer. Ve bu sırrın geçişiyle berâber o şahsa “halîfe” ismi de geçer. Ve bu hâl böylece silsile şeklinde devâm eder. Bundan dolayı yeryüzünde bir çok halîfeler gelip gider. İşte halîfelerin bu şekilde birden fazla oluşundan dolayı “Ve huvellezî cealeküm halâifelardı” (En‘âm, 6/165) ya'nî “O Allah Teâlâ sizi yeryüzünün halîfeleri kıldı” âyet-i kerîmesinde çoğul kelime ile “halîfeler” buyruldu. Şimdi ey zekî okuyucu! Bu bölüme dikkat et ki, ben bu bölümde ve bu bahiste bir takım sırlara işâret ettim; ve işâret ettiğim bu sırların ayrıca îzâhına girişmedim. Bizim beyânlarımızı idrâk eden zekî kişiler bunları çıkartabilir; ve yaşadığı zaman içindeki olayların akışına bakıp hâlin hakîkatini idrâk eder. Ve bu sırları dışına ve içine tatbîk eder. Her hangi bir şahısta bu halîfelik sırrı karar kıldığı ve sâbit olduğu zaman, bu halîfe kendisini halîfe kılmış olan Hak Teâlâ hazretle- 160 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm rinin ilâhî isimleriyle ahlaklanır. Ve bu ahlaklanma o halîfenin idâresi altındakilerin ahlâkında ve onların fiillerinde o ilâhî isimlerin hükümlerinin ve eserlerinin açığa çıkması içindir. Çünkü âlemin tamâmı ilâhî isimlerin ve sıfatların açığa çıkmasına mahsûs bir aynadır. Ve biz ilâhî isimler ile ahlaklanmanın ma‘nâsını Keşfü’l-Ma‘nâ ‘an Sırri Esmâi’llâhi’l-Hüsnâ ismindeki kitabımızda anlattık. Ey kerîm olan efendi şerîatın üzerine koruyucu ol! Ve mülkünü ona hizmetkâr kıl ve aksini yapma ki, senin üzerine aksi olur. Ve insanda bahsettiğimiz âlemlerin tabakaları üzerine, kendisinden Allah Teâlâ’nın sana hîbe ettiği doğmakta olan zâhir hükümlere ve bâtın sırlara bakmaktan bir an bile gâfil olma! Daha sonra emir, yardımcısına doğru ilerler. Bundan dolayı kâtibine ve memleketinde olan her bir vâlîye bakış bu hâl üzerine olur. Öfkeyi yenmeyi ve büyüğe saygıyı ve küçüğe rahmeti ve ihsânda bulunanın ihsânını takdîri ve fenâlığa gözü kapamayı ve küçük günahları ve istemeden işlenen kusurları görmemezlikten gelmeyi üzerine lâzım kıl! Ve bu da gözün bir ân fuzûlî olarak bakmasıyla veyâhut dilin fuzûlî olarak söylemesiyledir. Şimdi öfke, istiğfâr ile ve kendisinde olan şeyden vazgeçmekle yenilir. Senelerce gözlerini yummayan veyâhut zamanlarca istiğfârsız duran kimse gibi olma! Ve büyüğe saygıya gelince, bâtında yaş için hazz yoktur. Ve büyüklük ancak şeref ve mertebe iledir. Ve küçüklük dahi bu ölçü üzeredir. Ve ihsânda bulunanın ihsânının takdîr edilmesine gelince, göz ve kulak gibi senin vâlilerinden bir vâli sana ihsân eylediği vakit, bunun üzerine onun makāmından ona bir çok lütufta bulunmak senin için olsun. Ve ona onun hatırlatılması yakışmaz. Ey kerîm olan efendi, sana şunu da vasiyyet ederim ki, mülkünde bir işi hemen yerine getirme, tâ ki bu işin âkıbetine bak! Eğer âkıbeti hayır ise icrâ et ve değilse kes! İşlerinde, ya'nî tâatta acele etme; çünkü illetler çoktur. Muhakkak nefis kendisine muhalefet edilmesi gereken emirden bir emir için tâat ile emreder. Ve bu nefs erbâbı indinde kendisinde ibret olan geniş bir kapıdır. “Ey kerîm olan efendi” hitâbı “rûh”adır. Çünkü rûh “halîfe” olup kendisini halîfe kılanın aynıdır. Bundan dolayı kerem sıfatını da taşıyıcıdır. Bu sebeple “kerîm” diye hitâb edildi. Ve halîfelik dolayısıyla vücûd mülkünün tasarruf edicisidir. Ve bütün kuvvetlerin reîsi olduğundan “Efendi” diye hitâb edildi. Varlık âleminin zâtî gereği ve isti'dâdının talebi olan ahmedî şerîatı muhâfaza et; ve mülkün olan insânî vücûdu onun muhâfazasında hizmetkâr kıl! Aksini yapma ki, senin üzerine aksi olur. Ya'nî şerîat hükümlerini muhâfaza etmekten sapma ve mülkün olan insânî vücûdu onun dışında bir hizmette kullanma! Eğer böyle aksini yaparsan, aslî makâmın ulvî âlem iken bu aslî makâma dönemeyip, o makamın aksi olan süflî derecelerde kalırsın. Çünkü nefis, vazîfesi şerîat hükümlerine muhalefetten ibâret olan hevâ emîrine tâbi’ olup da, sen de “Halîlem ya’nî nikâhlı 161 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm hür eşimdir” diye nefis ile berâber olursan ilâhî yardımdan mahrûm olma çukuruna düşer ve hasret ve pişmanlık içinde kalırsın. Ve bir an bile zâhir hükümlere ve bâtın sırlara riâyet husûsunda bakıştan gâfil olma ki, o zâhir hükümlerden ve bâtın sırlardan insanda bizim bahsettiğimiz âlemlerin tabakaları üzerinde, Allah Teâlâ’nın sana hîbe ettiği şeyler doğmaktadır. Ya‘nî insânda zâhir ve bâtın duyular vardır ki, bunlar hakkındaki ayrıntılar yukarıda beyân olundu. Ve bunlar halîfeye mahsûs bir takım pencereler ve kapılardır ki, zâhir duyulara bir takım zâhir hükümler ve bâtın duyulara da bâtın sırlar bağlanır. Ve bunların ikisinden de insanda mevcût olan âlemlerin tabakaları üzerinde Allah Teâlâ’nın sana hîbe ettiği şeyler, ya'nî isimlere âit verişler, doğar ve açığa çıkar. Bundan dolayı sen zâhir beş duyundan çıkan hükümlere ve bâtın beş duyuna ulaşan sırlara dikkat et! Bu isimlere âit verişler Hâdî ismi hazretinden mi, yoksa Mudill ismi hazretinden mi ulaşıyor? Böylece onların mâhiyyetlerine bakıştan gâfil olma! Senin bu teftîşlerinden ve devamlı süren iç gözlemlerinden sonra, bu gözlemlerin yardımcın olan akla ilerler, ya‘nî ona işler ve geçer. Bundan dolayı kâtibine, ya‘nî hayâl kuvvetine ve memleketinde olan her bir vâlîye, ya’nî tasarruf edici kuvvetlerine, olan bakış ve dikkat bu hâl üzerine olur. Eğer çevrenin fiillerinden ve hareketlerinden sana hiddet istilâ ederse bu öfkeyi hazmetmeyi; ve büyüklere saygıyı; ve küçüklere merhameti; ve ihsân edici olan kimsenin ihsânını görüp takdîr etmeyi; ve gördüğün fenâlıklara karşı göz yummayı; ve halkın küçük günahlarından; ya‘nî yapmakta ısrar etmemek üzere onlardan çıkan kabahatlerden ve istemeden işlenen kusurları görmemezlikten gelmeyi üzerine vâcib kıl! Ve küçük günah ve istemeden işlenen kusurların îzâhı budur ki, göz bakılması câiz olmayan bir şeye fuzûlî olarak bakar; veyâhut dil söylenmesi uygun olmayan bir sözü fuzûlî olarak söyler. Şimdi öfkeyi hazmetmenin çâresi istiğfâr ve kendisinde hiddet olan şeyden vazgeçmektir. Sen senelerce gözünü yummayan veyâhut zamanlarca istiğfârsız duran kimseler gibi olma! Ve büyüklere saygıya gelince, büyüklük her ne kadar zâhirde yaş itibarı ile olur ise de, bâtında yaş için haz yoktur; ya‘ni bâtında ve ma'nâda gençlik ve ihtiyarlık yoktur. Bâtında büyüklük ancak şeref ve mertebe iledir. Bâtındaki küçüklük dahi aynı şekilde bu ölçü üzeredir. Ve ihsânda bulunanın ihsânını görüp takdîr etmeye gelince göz ve kulak gibi senin memleketinin vâlîlerinden bir vâlî sana ihsân ettiği, ya'nî şerîat hükümlerine uygun amel ettiği zaman, bu amel ve ihsân üzerine onların kendi makamlarından bu vâlîlere bir çok lütuflarda bulunmayı üzerine vâcib bil! Ve bu lütufların onlara hatırlatılması sana yakışmaz. Çünkü bundan nefsini temiz bilmeyi doğu- 162 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm rur. Oysa Hak Teâlâ hazretleri “fe lâ tuzekkû enfüseküm” ya’nî “Öyleyse nefslerinizi temize çıkarmayın“ (Necm, 53/32) buyurmuştur. Ve halîfenin insânî memleketteki kulak ve göz gibi vâlîlerinin ihsânına karşı, onun bol lütufları fiilen şükrüdür. Ve Seriyy Sakatî hazretleri Cüneyd Bağdâdî hazretlerine “Şükür hakkında ne dersin?” diye sordu. O hazret “Şükür Hak Teâlâ’nın verdiği ni'metler ile günahlara girmemendir” cevâbını verdi. Kulak ve göz gibi kuvvetler insânî vücûtta Hak Teâlâ’nın zâhirî ni’metleridir. Bunları şer’î sınırlar içerisinde kullanmak fiilî şükürdür. Ve onların her ânda şerîat hükümlerine uygun amellerde kullanılması devamlı olan fiilî şükür ve sürekli olan ihsândır. Ve daha çok lütfun bir ma'nâsı da budur ki, bu gibi kuvvetlerin şer’î sınırlar içerisinde amelleri sağlam bir şekilde yerine oturunca, artık onların riyâzât ve mücâhedeler ile terbiye edilmesine ve “ve lâ tense nasîbekemined dunyâ ve ahsin kemâ ahsenallâhu ileyke” (Kasas, 28/77) ya'nî “Dünyâdan nâsibini unutma; ve Allah Teâlâ’nın sana ihsân eylediği gibi ihsân eyle!” âyet-i kerîmesi gereğince mubâh şeylerle ni’metlenmekten men' edilmelerine lüzûm kalmaz. Bu hâl onların ilâhî zâhirî ni’metlerle lütuflandırılmaları demek olur. Ey kerîm efendi olan halîfe! Sana şunu da vasiyyet ederim ki, mülkünde işlerinden bir işin hükmünü derhâl uygulama ve icrâ etme! İlk olarak bu işin âkıbetini iyice düşün! Eğer bu düşünce netîcesinde, o işin âkıbetinin hayır olduğunu görürsen icrâ et! Aksi halde o işin icrâsından kaçın! İcrâsına me’mûr olduğun işlerinde, ya'nî tâat ve ibâdetlerde acele teennî eyle! Her hâtıra gelen ibâdeti icrâ edeyim diye acele etme! Çünkü illetler çoktur; ya'nî zahiri tâat ve ibâdet ve bâtını günah olan işler pek çoktur. Muhakkak nefis, zâhiri tâat ve bâtını günah olduğu için kendisine muhâlefet edilmesi gereken işlerden bir iş ile emreder. Bu vasiyyet nefis erbâbı, ya'nî nefsin illetlerini bilen kimseler indinde kendisinde ibret olan geniş bir kapıdır. Meşhurdur ki, İmâm-ı Alî (kerremallâhü vechehû ve radıyallâhü anh) efendimiz bir savaşta kâfirin birini yatırıp öldürmek istedi. Kâfir gazâbından Hz. Alî (k.a.v) efendimizin pâk yüzüne tükürdü. Bu hâli müteâkip cenâb-ı Alî kâfirin öldürülmesinden vazgeçip onu serbest bıraktı. Kâfir bu hâle hayret edip dedi ki: “Yâ Alî, beni öldürmekten niçin vazgeçtin? Bunun sırrını bana îzâh et!” Sultânü’lMuhlislerin sultânı İmâm-ı Alî efendimiz buyurdular ki: “Kâfirler ile savaş farz ve ibâdettir. Ve seni öldürmeye kalkıştığım zaman ancak bu farzı yerine getirecektim. Oysa sen yüzüme tükürünce nefsimde bir hiddet peydâ oldu. Eğer nefsimin bu hiddeti esnâsında seni öldürmüş olsam, ibâdet işin nefsimin arzûsunu da ortak yapmış olacaktım. Hak Teâlâ hazretleri ise “ve lâ yuşrik bi ibâdeti rabbihî ehadâ” (Kehf, 18/110) buyurup kendi ibâdetine hiç bir şeyin ortak koşul- 163 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm mamasını emreder. Bundan dolayı sûrette tâat ve ibâdet ve bâtında şirk ve günah olan bu işi icrâdan vazgeçtim.” Kâfir: “Yâ Alî, ne yüce dinin vardır!” deyip müslüman olmuştur. Bu kıssa Mesnevî-i Şerîf’in birinci cildinde cenâb-ı Mevlânâ (ra.) efendimiz tarafından hakîkatleri ve incelikleriyle beyân buyrulmuştur. Sonuç olarak zâhirde tâat ve bâtında günah olan bir çok işler Tezkiretü’l Evliyâ ve Nefehâtü’l-Üns ve Reşehâtü Ayni’l-Hayât gibi kitaplarda ev- liyâullâhdan naklen îzâh edilmiş ve ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Ey kerîm olan efendi! Sana şununla da vasiyyet ederim ki, idâren altındakiler için lemha-i bârık ve hayâl-i târikin gayrı tahallî etmeyesin ya’nî ziynetlenmeyesin! Çünkü onlar kusurlarından dolayı halîfeliğin değerini bilmezler. Bundan dolayı çok kere ziynetlenmenin devamlı oluşu sebebiyle edebsizlik ederler. Belki bunun dışında başka bir şey olmaz. Ve Allah Teâlâ rızkı kullarına bollaştırsa yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Velâkin dilediği miktâr ile indirir. Şimdi kabz makâmı üzerine tenbîh eyledi. Ve tahallî ya’nî ziynetlenme burada arasıra veyâ her bir hâdisede değil, ba'zı hâdisede tevhîdi zâhire çıkarmaktır. Çünkü sürekli olarak ziynetlenme hükümlerin ve din ile ilgili şeylerin devre dışı kalmasına sebep olur. Ve böyle olunca da mülk eninde sonunda harâb olur. Şimdi tevhîdden lemha-i bârıkın dışındakilerden sakın, sakın! Ey kerîm olan efendi! (Rûh’a hitaptır ve zâhirdeki halîfe için de ma‘nâya hisse vardır) Sana şununla da vasiyyet ederim ki, idâren altındakiler ve tâbi’lerin için lemha-i bârık ve hayâl-i târikin dışında bir şey tahallî etmeyesin! “Lemha” “bir şeyin ansızın az görülmesi” ma'nâsınadır. “Bârık” “sür'atle şimşek gibi çakıp kaybolan şey”dir. “Hayâl-i târik” “gece göze görünüp sür'atle yok olan hayâl”dir. “Tahallî” “ziynetlenmek” ma‘nâsınadır. Ve biraz aşağıda beyân edileceği üzere cenâb-ı Şeyh (ra) burada tahallî ya’nî ziynetlenmek kelimesini “tevhîdi zâhire çıkartmak” ma'nâsında kullanmışlardır. Şimdi rûhun idâresi altındakilerin kuvvetler ve a‘zâ ve organlar olduğu yukarıda îzâh edildi. Zâhirî halîfenin idâresi altındakiler de ona tâbi’ bulunan halktır. Zâhirî halîfenin ziynetlenmesi, diğer fertlerin ziynetlenmesine benzemeyeceği için böyle bir ziynetlenme ile zâhir olduğu vakit, kendi makāmının vahdetini zâhire çıkartmış olur. Bu ziynetlenme ve tevhîd dâimî olmamalıdır. Çünkü halk ilâhî bilgilerdeki kusûrlarından dolayı halîfeliğin değerini bilmezler. Bu ziynetlenmenin devamlılığı sebebiyle, kendilerinde bu hâle ülfet ve alışkanlık peydâ olacağından çok kere o makāmın yüce şânına hürmette ve riâyette edebsizlik ederler; ve belki dâimâ bu hâle cür’et ederler. Bundan dolayı idâre altındakilere karşı ziynetlenme ancak şimşek gibi bir anda çakıp kaybolan ve gece göze görü- 164 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm nüp sür'atle yok olan hayâl türünden olmalıdır ki, o makāmın heybeti idâre altındakiler üzerinden gitmesin. Rûhun ziynetlenmesine gelince, halîfeliği dolayısıyla kendisini halîfe kılmış olan Hakk’ın sıfatlarıyla zâhir olmasıdır. Ve bu zâhir oluş indinde kuvvetlerden zâhir olan sıfatların ve a'zâ ve organlardan çıkan fiillerin onlara izâfe edilmesi ve onların bunlara vehmî olan sâhip olmaklıkları kalmaz. Ve bu halde sıfatlar tevhîdi ve fiiller tevhîdi zâhir olur. Ve bu hâl varlık âleminde hakîkatin zâhir oluşudur. Ve bu hâlin devamlılığı şerîat ve hükümler mertebesi olan varlık mertebesinde aslâ câiz değildir. Çünkü kuvvetler ve a'zâ bu tevhîdin zâhire çıkarılması karşısında kendilerine mahsûs olan vazîfeleri yerine getiremez olurlar. Nitekim ilâhî meczubların hâli meydandadır. İşte bu zâhire çıkarma ve tevhîdin zâhir oluşu ilâhî rızıklardan bir rızıktır. Eğer bu rızkı Hak Teâlâ kullarına bollaştırsa yeryüzünde azgınlık ederlerdi, ya'nî bu varlık mertebesinin hükümlerine riâyet edip kuvvetlerinin ve a'zâlarının konuluşları doğrultusunda kullanamazlardı. Velâkin Allah Teâlâ bu rızkı dilediği miktâr, ya'nî kulun isti'dâd ve kâbiliyyeti kadar indirir. Bu hâl Kābız isminin gereğidir. Bundan dolayı bu “Ve lev besetallâhur rızka li ibâdihî le begav fîl ardı ve lâkin yunezzilu bi kaderin mâ yeşâu“ ya’nî “Ve eğer Allah, kullarına rızkı genişletseydi, yeryüzünde mutlaka azarlardı. Fakat O, dilediği kadarını indirir” (Şûrâ, 42/27) ayet-i kerîmesi kabz makâmına işâret buyurur. Ve bu bahiste bahsedilen tahallîden ya’nî ziynetlenmeden kasıt, arasıra veyâhut her bir hâdisede değil, hâdiselerden ba'zı hâdisede tevhîdi zâhire çıkartmaktır. Çünkü dâimâ ziynetlenmek ve tevhîdi zâhire çıkartmak yukarıda bahsedildiği üzere şerîat hükümlerinin ve dîn işlerinin devre dışı bırakılmasına sebep olur. Çünkü tahkîk ehli hazretleri “Eğer hakîkat zâhir olsa şerîat bâtıl olurdu” buyurmuşlardır. Bunun böyle olduğu hâl ve zevk ehli indinde güneş gibi bellidir. İlmî beyânı şudur ki, şerîat ikilik üzerine kurulmuştur. “Mürsil ya’nî Gönderici,” “resûl ya’nî gönderilen,” “mürselün-ileyh ya’nî kendilerine resûl gönderilen” gibi çokluklar lâzımdır. Bu ise Hakk’ın sıfatları ve fiilleri karşısında kula da sıfatlar ve fiiller isnâd edilmesini gerektirir. Ve irâde, ilâhî sıfatlardan bir sıfat olduğu gibi, kula bağlanan sıfatlardan da bir sıfattır. Ve şerîat bakışında kul irâde sâhibidir; ve irâdesinden dolayı mes’ûldür. Bundan dolayı varlık âleminde ve bu şehâdet mertebesinde Hakk’ın irâdesi karşısında kula da irâde isbâtı lâzım gelir. Bu ise sıfatların tevhîdine aykırıdır. Fakat vücûdun varlık mertebesine tenezzülünün gereği bu hâl olduğundan şehâdet mertebesinde ikilik asıl ve tevhîd geçicidir. Ve geçici olan hâlin devâmı ise câiz değildir. 165 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm Ne zamanki kulun şehâdet mertebesindeki taayyünü ölüm dediğimiz hâl ile ortadan kalkar, bu taayyüne bağlı olan ibâdetler ve şerîat hükümleri de kalkar. Nitekim “Va’bud rabbeke hattâ ye’tiyekel yakîn” ya’nî “Ve yakîn gelinceye kadar Rabb’ine ibâdet et!” (Hicr, 15/99) âyet-i kerîmesinde bu hakîkate işâret buyrulur. Sonuç olarak bu taayyün âleminde sürekli bir şekilde tevhîdi zâhire çıkartmak câiz değildir. Eğer olursa şerîat hükümleri devre dışı kalır. Ve şerîat hükümleri devre dışı kalınca, bu insânî mülk derhal, veyâhut yavaş yavaş harâb olur. Mülkün derhal harâb olması budur ki, kuvvetler ve a‘zâ düzenli bir şekilde hareket edemeyip çevresiyle uyumsuz olur. Ve bu uyumsuzluklar Hz. Mansûr ve Hindli Sermed-i Sermest ve benzerleri hakkında revâ görülen hallere sebep olur. Ve yavaş yavaş harâb olması budur ki, düzeni ve intizâmı bozulan kuvvetlere ve a'zâya günden güne bozukluk bulaşır. Ve bu bozukluk onun günden güne fenâsına sebep olur. Böyle olunca tevhîdden lemha-i bârıkın ya’nî şimşek gibi bir anda çakıp kaybolmanın dışındakinden, ya'nî tevhîdi devâmlı olarak zâhire çıkartmaktan sakın, sakın! 166 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm SİYÂSET Ey kerîm efendi! Sana refâkat eden şefkâtli kardeşinden şehrin siyâsetini dinle! Memleket ehline ibrâz etmeyi ve melekût ve ceberût ve şehâdet âleminden senin vâsıl olmuşluk âleminde ve ayrılmışlık âleminde zâhire çıkarmayı istediğinde, sana lâzım olur. Şimdi yardımcı olan aklı (razıyallâha anh) bütün memleketinde takdîm eyle ki, onların arasında senin makāmına geçsin. Ve senin onlara olan tecellîni bildirsin. Ve onların nefislerinde senin heybetini ve celâlini ve ezici kuvvetinin azametini takdîr ve tesbît eylesin. Onun sebebiyle onların nefisleri senden nefret etmesin. Ve aynı şekilde onların kalblerinde senin şefkatini ve lütfunu ve rahmetini ve cömertliğini ve senin üzerine nazlanmaya sebep olmayan minnetinin büyüklüğünü bildirsin. Böyle olunca onlar sana salt itâatkâr ve salt sapmışlar olarak değil, belki ikisinin ortasında olarak, i'tidâl ölçüsünde mülâki olurlar. Eğer onlar sana karşı gevşeklik hâlinde olmayı isterlerse, senin ceberûtundan ve ezici kuvvetinin azametinden onların nefislerinde olan şey, onları kabz eder. Ve eğer kabz hâlinde olmayı murâd ederlerse, senin acımandan ve şefkatinden onların nefislerinde karar kılmış olan şey onları rahatlatır. Şimdi onlar heybet ve üns makāmında korku ve ümît arasında olup şiddetli azâbdan emîn ve azametten korkar olurlar. Gûya onların başına kuşlar konmuştur. Onlarda zulüm korkusu değil, velâkin azamet korkusu vardır. Bu makam ancak tâife-i melekûtiyye-i kerûbiyye hakkında geçerli ve sâbit olur. Ve onların dışındakilere gelince, şiddetli azâbın müşâhedesi onları nazlanmaktan engeller. Hak Teâlâ buyurur: “Kalblerin ve gözlerin döndüğü günde onlar korkarlar” (Nûr, 24/37). Ve yine buyurur: “Onlar üstlerindeki Rabb'lerinden korkarlar” (Nahl, 16/50). Ey efendi, sana isyân edene, onun mertebesi ve derecesinin yakınlığı kadar azâb eyle! Bâyezîd Bistâmî (ra)yi görmez misin? Allah Teâlâ için murâd eylediği bir emre mânî olduğunda, nefsine azâb için nasıl tam bir sene su içirmedi. “Ey kerîm efendi!” (Bâtında rûha, zâhirde şartları kendisinde toplamış olan imâma hitâbdır). İşlerinde sana refâkat eden şefkâtli kardeşinden şehrin siyâsetini, ya‘nî memleketin zâhiren ve bâtınen düzenine bağlanan idâre usûlünü, dinle! Rûhun memleketi cisimdir ve imâmın memleketi bellidir. Memleketindeki ahâlîye bir şey ibraz etmeyi ve melekût ve ceberût ve şehâdet âleminden, senin vâsıl olmuşluk âleminde ve ayrılmışlık âleminde bir şey zâhire çıkmasını istediğin zaman, o idâre usûlü sana lâzım olur. Rûhun memleket ehli zâhir ve bâtın kuvvetleridir. Zâhir kuvvetler şehâdet âleminden ve bâtın kuvvetler melekût ve 167 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm ceberût âlemindendir. Rûhun vâsıl olmuşluk âlemi yukarıda “şehir” ta‘bîr olunan kalb; ve ayrılmışlık âlemi “köy” ta‘bîr olunan duyulardır. Şimdi yardımcın olan aklı (ki Allah Teâlâ o akıldan râzi olsun) bütün memleketinin ahâlîsine takdîm eyle ki, onların arasında senin makāmına geçsin. Ve senin onların üzerine tasarrufla olan tecellîni bildirsin. Onların nefislerinde ve zâtlarında senin heybetini ve celâlini ve ezici kuvvetinin azametini bildirsin. Fakat bu ihtâr ve bildirim o şekilde olsun ki, onun sebebiyle onların nefisleri ve zâtları senden nefretle senin heybet ve celâlinden kaçacak yer aramasınlar. Belki bu tecellîn onları, senin muhabbetine ve senden yardım talebine sevk etsin. Bundan dolayı yardımcın onlara senin heybet ve celâlini bildirdiği gibi, onların kalblerinde senin şefkatini ve lütfunu ve rahmetini ve cömertliğini ve keremini; ve sana karşı nazlanmalarına sebep olmayacak şekilde, senin onlar üzerine olan ihsanının büyüklüğünü bildirsin. İşte bu iki şekil çerçevesinde olan tecellîn sebebiyle onlar sana büsbütün ümîtsiz veyâ büsbütün lâubâlî ve nâz ehli olarak değil, belki bu iki duygu kendilerinde orta halde olarak, i'tidâl ölçüsünde mülâki olurlar. Eğer onlar sana karşı gevşeklik dâiresinde muâmeleye meyletseler, onların kalblerinde yerleşen ceberûtun ve çok büyük olan ezici gücün onları kabz eder ve sıkar; ölçüsüz gevşeklikten engeller. Ve eğer onlar senin heybet ve celâlinin üstünlüğüyle sürekli sıkı bir halde olmaya meyletseler, senin acımanın ve şefkatinin dikkâte alınması onlara rahatlama bahşeder. Bu şekilde onlar heybet ve üns makāmında korku ve ümît arasında olup şiddetli azâbdan emîn ve azametten korkar bir halde bulunurlar. Bu hâl içinde onların hareketlerinde öyle bir sükûnet ve yavaşlama olur ki, gûyâ onların başına kuşlar konmuştur da az bir hareket ile uçacaklarından korkaklar. Onlardaki korku zulüm korkusu değil, azamet korkusudur. Ya'nî Efendi’mizin bize haksız yere kahrı yönelir diye korkmazlar; belki acıma ve şefkatini ve türlü ihsânını bildikleri halde, azametinin kemâli karşısında titrerler. Bu makām beşerî kesâfetten sıyrılıp birlik denizinde gark olmuş olan ve kudsî hadîste beyân buyrulduğu üzere, Hak Teâlâ onların işitmesi ve görmesi ve diğer kuvvetleri ve a'zâsı olup mukarreb ya’nî yakınlaşmış meleklerin sıfatlarıyla vasıflanmış olan sınıf hakkında geçerli ve sâbit olur ki, onlara tâife-i melekûtiyyei kerûbiyye denir. Ve “E lâ inne evlîyâ allâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hüm yahzenûn” ya’nî “Muhakkak ki Allah'ın evliyâsına, korku yoktur. Onlar, mahzun olmazlar, öyle değil mi?” (Yûnus, 10/62) âyet-i kerîmesi gereğince onlarda korku ve hüzün yoktur. Kulluksal vücûdları hakkânî vücûdda gark olmuştur. Fakat bu sınıfın dışında olan kimselere gelince, şiddetli azâbın müşâhedesi onları nazlanmaktan, ya'nî gevşemeye meylederek nazlanmaktan engeller. Nitekim Hak 168 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm Teâlâ buyurur: “Kalblerin ve gözlerin döndüğü günde onlar korkarlar” (Nûr, 24/37). Ve yine buyurur: “Onlar üstlerindeki Rabb’lerinden korkarlar” (Nahl, 16/50). Buradaki “üst,” mekânsal olarak üst değil “Ve hüvel kâhiru fevka ıbâdih” ya’nî “O, kullarının üstünde kahhardır” (En'âm, 6/18) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu üzere ma'nevî üsttür. Ey efendi olan rûh! Sana isyân eden kuvvetlere ve duyulara onların mertebesi gereğince ve derecesinin yakınlığı kadar cezâ et! Bâyezîd Bistâmî (ra)i görmez misin ve onun menkıbesini işitmedin mi? Bârî’nin rızâsı için yapılmasını istediği bir işe muhâlefet ettiği zaman, nefsine azâb ve cezâ için tam bir sene nasıl su içirmedi! 169 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm HİKMETLERİ KEMÂLE ERDİRME Ey kerîm efendi! Nefsini dünyâdan ve onun ihtiyâcından tenzîh et; ve onu kendine ve idâren altındakilere hizmetkâr kıl! Allah Teâlâ’nın seni ona ehil kıldığı mevkînin yanında dünyâ nedir ki, o mevkî kendisine iki âlemin bağlılığından mukaddestir. Şimdi dünyânın bağlılığı nasıl olur ki! Allah Teâlâ ona buğz etti ve halk edilişinden beri ona bakmadı. Ve Nebî (sav)’in onu leşe ve çöplüğe benzetmesi sana kâfidir. Ve onun verdiği haber ile Allah Teâlâ’nın indinde o, sivrisineğin kanadı kadar değildir. Ve o lânetlenmiştir; ve onda olanlar lânetlenmiştir. Ancak Allah’ın zikri cinsinden olan şey müstesnâdır. Allah Teâlâ’nın zâhir bir nûr cevheri olarak halk ettiği senin gibi bir halîfenin himmetine, tamâmen veyâ göz ucu ile leşe veyâ çöplüğe bakmak veyâ ona saldırmak yakışır mı? Ve Hak Teâlâ buyurdu ki; “Ey dünyâ bana hizmet edene hizmet et; ve sana hizmet edeni hizmetinde çalıştır!” Şimdi Allah Teâlâ seni muvaffak eylesin! Senin mevkîni sana halîfelik veren tarafından, sana takdîr edilen şey, sana vefâ edinceye kadar dünyâ sana tâliptir. Bundan dolayı idâren altındakilere şefkat ile bezenmiş ol! Sana itâatkar kıldığı şeyi talep etmekte kısa kes! Ve kurtuluşuna ve emirler ve yasaklar ve sınırlardan sana teklîf ettiği şeyle meşgul oluşun sebebiyle nefsinin kurtuluşuna çalış! Böyle olunca dünyâdan yüz çevirmeyi üzerine gerekli kıl; Sen ona yönelsen de ondan sana gelen şey, ister istemez hizmetkâr olarak sana gelir ve sana ulaşır. Ve sen ondan yüz çevirsen de yine sana ulaşır. Ka‘bu’l-Ahbâr beyân eder ki, Allah Teâlâ Tevrât’ta zikretti ki: “Ey Âdemoğlu, eğer benim sana kısmet ettiğime râzî olur isen kalbin ve bedenin râhat olur ve sen de övülen olursun; ve eğer benim sana kısmet ettiğime râzî olmazsan sana dünyâyı musallat ederim. Sahrâda vahşilerin hareketi gibi onda hareket edersin. Daha sonra yüceliğim ve celâlim hakkım için, sen zemmedilmiş olduğun halde ondan ancak benim sana takdîr ettiğim şeye nâil olursun.” Şimdi beden ile kalbe râhatı yerleştir! Çünkü irâdesiz bir şeyin talep edilmesi geçerli olmaz. Çünkü araştırıp inceleme için o harekete geçiricidir. Ve irâde, senin âmmen için tasarruf eden hâssandır. Ve eğer mazmûnda bütünsel tasarruf ile tasarruf ederse, onun üzerine olan emirlerine uymaya hâzır olmaz. Ve onun bunlara uymaması durumunda, sen bu bölümde anlatılacak olan şey üzerine idâren altındakilere leîm ya’nî fenâ olursun. Ya‘nî ey kerîm efendi olan rûh! Zâtını dünyâdan ve dünyânın ihtiyâcından serbest kıl; ve o dünyâyı zâtına ve idâren altında olan kuvvetlerine ve a‘zâna hizmetkâr eyle! Çünkü senin şehâdet mertebesinde açığa çıkman sendeki kemâlâtın açığa çıkartılması içindir. Ve hakîkatte dünyânın varlığı bu maksada hizmet 170 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm içindir. Eğer sen dünyânın hükümlerine dalıp gidersen bu yüce maksad yitirilir. Oysa Allah Teâlâ’nın seni ehil kıldığı halîfelik mevkîine göre dünyâ nedir? Bu halîfelik mevkîi kendisine dünyâ ve âhiretin bağlılığından pâk ve mukaddestir. Çünkü hakîkatte seninle Hak arasında varlıksal mertebelerden hiç bir mertebe yoktur. Eğer dünyâya ve âhirete ilgi duyarsan, bunlar Hak ile senin aranda perde olur. Nitekim “Dünyâ âhiret ehline haramdır; ve âhiret dünyâ ehline haramdır; ve her ikisi de Allah ehline haramdır” buyrulmuştur. Hal böyle iken Allah Teâlâ’nın buğz ettiği ve halk ettiğinden beri hiç bir kıymet vermediği dünyâya bağlılığın nasıl olur? Ve o dünyânın hiç bir kıymeti olmadığına delîl istersen, Nebî (sav) Efendimiz’in onu leşe ve çöplüğe benzetmesi kâfidir. Nitekim hadîs-i şerîfte “Dünyâ leştir; ve onun tâlipleri köpeklerdir” buyrulmuştur. Ve yine (Sav) Efendimiz’in “Eğer dünyâ Allah indinde bir sivrisineğin kanadı kadar olsaydı, ondan bir kâfire bir içim su vermezdi.” Ve “Dünyâ lânetlenmiştir, ve onda olan da lânetlenmiştir. Ancak Allah zikir cinsinden olan şey lânetlenmiş değildir” hadîs-i şerîfleriyle olan haberleriyle, Allah Teâlâ’nın indinde o dünyâ sivrisineğin kanadı kadar değildir. Ve o lânetlenmiştir, ya‘nî Hak’tan uzaktır; ve onda olan şeyler de lânetlenmiş ve uzaktır. Ancak dünyâda Allah zikri cinsinden olan şeyler lânetlenmiş ve uzak değildir. Bilinsin ki, dünyânın lânetlenmiş ve uzak olması maddî uzaklık değildir, belki ma'nevî uzaklıktır. Çünkü dünya Hakk’ın vücûd mertebelerinden bir mertebedir. Ve Hak Teâlâ “fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh” ya’nî “Artık hangi tarafa dönerseniz dönün, Allah'ın vechi oradadır”(Bakara,2/115) âyet-i kerîmesi gereğince onda zâtı ve sıfatları ve isimleri ve fiilleri ile zâhirdir. Ve Hak Teâlâ “ve huve meaküm eyne mâ küntüm” ya’nî “Ve siz nerede iseniz O, sizinle beraberdir” (Hadîd, 57/4) âyet-i kerîmesi gereğince bütün görünme yerleri ile beraberdir. Bundan dolayı Hakk’ın berâber olduğu bir yerde lânet ve uzaklık yoktur. Uzaklık ancak bu hakîkatten câhil ve gâfil olanlara göredir. Çünkü câhil kendinin ve âlemin vücûdunu müstakil ve Hakk’ın vücûdundan ayrı görür. Ve bu görüşten tabi’ki uzaklık hâsıl olur. Ârif ise bu hakîkati bilişi ve onun bu bilgisinin Allah zikri cinsinden oluşu ve bu bilginin öğrenme mahallinin ise dünyâ oluşu yönünden, ona göre dünyâ için lânet ve uzaklık yoktur. Çünkü hadîs-i şerîf gereğince dünyâda Allah zikri cinsinden olan şeyler lânetlenmiş değildir. Şimdi ârifin bakışı böyle olunca onun dünyâ ile münâsebeti dünyânın “ayn”ı için değil, ancak Hak için olmuş olur. Şimdi ey kerîm efendi! Allah Teâlâ’nın zâhir bir nûr cevheri olarak halk ettiği senin gibi bir halîfenin himmetine, göz ucu veyâ tam bakış ile sâdece aynından dolayı leş ve çöplük olan dünyâya kıymet verip bakmak ve ona köpekler gibi 171 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm saldırmak yakışır mı? Ve dünyâya aynından dolayı kapılıp ona hizmetler etmek yakışır mı? Hak Teâlâ hazretleri “Ey dünyâ bana hizmet edene hizmet et; ve sana hizmet edeni hizmetinden çalıştır!” buyurmuştur. Çünkü dünyânın halk edilişinden kasıt olan şey kâmil ârifin zuhûrudur. Ve dünyâ bütün gereçleri ve ilâveleri ile ona hizmetkâr olmak için mahlûktur. Nitekim Hz. Sa'dî buyurur. Beyt: Tercüme: “Bulutlar, rüzgârlar ve felekin ayı ve güneşi, eline bir miktar ekmek geçirmen ve gaflet ile yememen için hizmet içindedirler. Ve hepsi senin için hayranın ve itâatkârındırlar. Senin me’mûr olduğun hizmeti yerine getirmemen insâfın şartı değildir.” Şimdi insanın me’mûr olduğu hizmet, ilâhî bilginin öğrenilmesi ve bu bilgi içerisinde ma'bûduna ibâdettir. Eğer bu istenileni terk edip çocuk eğlencesi mesâbesinde olan dünyâ işleriyle meşgûl olursan, dünyâ sana hizmetkâr olmaz, sen dünyâya hizmetkâr olmuş olursun. Oysa madde bedensel vücûdunun olgunlaşması için, dünyâdan sana lâzım olan şey ne ise, sana halîfelik mevkîini bahşeden ve seni halîfe kılan Hakk’ın ezelde kendi cânibinden sana takdîr etmiş olduğu o şey, sana yetecek miktarda gelip seni bulur. Bundan dolayı idâren altında olan duyulara ve a'zâna şefkât ile bezen; ve onları dünyâ işlerinde fuzûlî olarak zâlimâne işgâl edip yorma! Fakat “Mâdem ki dünyevî ihtiyaçlarım bana ezelde takdîr olunmuştur ve mutlaka bana gelecektir; o halde sebeplere teşebbüsü terk edeyim!...” de deme! Hakk’ın sana itâatkâr kıldığı bu ihtiyâçların talebinde kısa bir şekilde sebeplere teşebbüs eyle; ve bu talebde zahmet ve mübâlağa etme! Çünkü takdîr edilmeyen şey hakkında ne kadar zahmeti ve mübâlağayı tercih etsen sana gelmez, boşuna yorulmuş olursun. Dünyânın hallerine bakarsan bu hâlin binlerce örneğini görürsün. Ve insan doğduğu günden beri hallerini muhâsebe edecek olursa görür ki, binlerce isteğinden ancak bir kaçına nâil olmuştur. Diğer halleri aklından ve hayâlinden geçmemiş olan şeylerdir. Mâdemki hâlin hakîkati budur, o halde talebde kısa kesip kurtuluşuna ve emirlerden ve yasaklardan ve sınırlardan Hakk’ın sana teklif ettiği şeyle meşgûl oluşun sebebiyle nefsini kurtarmaya çabala! Böyle olunca dünyevî görünme yerlerinden yüz çevirmeyi üzerine zorunlu kıl; ve külfeti tercih etmekle dünyâyı ısrarla talep etmekten vazgeç! Çünkü sen tam bir muhabbetle dünyâya yönelsen ezelde takdir edilmiş olan şey ne ise, ister istemez sana hizmetkâr olarak gelecek olan ancak odur. Ve ondan yüz çevirip zorâki olarak ve kısa keserek sebeplere teşebbüs etsen yine gelecek olan odur. Bu hâli îzâh olarak, ashâb-ı kirâmdan Ka‘bü’l-Ahbâr (ra) Hak Teâlâ hazretlerinin yukarıda tercüme edilen Tevrât-ı şerîfteki hitâbını beyân eder. Şimdi sen bu hakikati bilerek, talepte kısa kesip idâren altında olan kuvvetler ve a‘zân hakkında şefkat ile muâmele edersen tabi’dir ki hem beden ve hem de kalb râhat eder. 172 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm Şu halde sen beden ile kalbe râhatı yerleştir! Sen böyle yapınca ilk olarak kalbde bir takım boş emeller kesilir ve daha sonra o emellerin oluşması irâdesi gider. Çünkü irâdesiz bir şeyin taleb edilmesi geçerli olmaz. Ve irâde araştırma ve incelemeye sebep olmak için harekete geçiricidir. Örneğin gönülde zenginlik emeli olunca, irâde onun oluşması için gerekli sebeplere sarfedilir. Ve irâde senin âmmende, ya‘nî kuvvetlerinde ve a'zânda tasarruf eden hâssandır, ya‘nî kalbindir. Ve eğer hâssan mazmûnda, ya'nî herhangi bir ma‘nânın oluşmasında gark olup bütünsel tasarruf ile tasarruf ederse âmmen, ya'nî kuvvetlerin ve a‘zân, o tasarruf altında zebûn olur. Ve sen hâssan olan kalbine emirlere ve yasaklara ve ilâhî sınırlara âit bir takım emirler vermiş olsan da, artık ona uymaya hâzır olamaz; çünkü başka bir ma’nâda gark olmuştur. Ve o senin emirlerine uymayınca, sen bu bölümde geçen ve ileride îzâh edilecek olan dört sınıftan, idâren altındakiler için leîm ya’nî fenâ sayılan sınıfa dâhil olursun. Sakın sakın, emrin zâhirî yönünden mahbûbun ve matlûbun olan Hakk’ın isteğinin dışında bir şeye irâdenin bağlanmamasına çalış! Ve bâtının irâdesi, ilme sebep olan isteğin gerçekleşmesinden sonradır ki, bu gerçekleşen ilimde bunun üzerine öne geçmeseydi ve ona irâde bağlanmasaydı, bu vasıf ve esâsın dışında bir şey üzerine onun gerçekleşmesinde kendi nefsinde onun değişmesi câiz olmakla berâber, bu vasıf üzerine olmaz idi. Şimdi ne zamanki bu karar kıldı, biz dünyânın talebini ve ondan yüz çevirmeyi ve ondan olan kuvveti zarurî kılan rızık talebi cinsinden daha önce bahsedilen şey hakkında, senin âleminden ve vâlîlerinden anlamayan kimseye bir örnek verelim. Ve Hak Teâlâ “ve lillâhil meselul â’lâ, ve huvel azîzul hakîm” ya’nî “Allah Teâlâ için yüce mesel vardır ve O Azîz’ül Hakîm’dir” (Nahl, 16/ 60) buyurur. Şöyleki bir adam yüzünü güneşe çevirir, onun gölgesi arkasına düşer. Güneş tarafına yürüyünce gölgesi ona tâbi’ olur ve ona erişmez ve ona nâil olmaz. Ve tam dik olduğunda, ya'nî güneş tam dik olduğunda, feleğin kubbesi onun başı üzerindedir. Bir sır vardır ki, açılmaz ve yazılmak sûretiyle bırakılmaz. Ve o Hak Teâlâ’nın “Sümme kabadnâhu ileynâ kabdan yesîrâ” ya’nî “Sonra da onu yavaş yavaş kısaltarak, Kendimize çektik” (Furkân, 25/46) sözünde mevcûddur. Daha sonra misâle dönüp deriz ki: Ondan sonra bu adam, eğer yüzünü gölgesine çevirip güneşe arkasını döner ve gölgesine yetişmek için yürürse o kimse gölgeye yetişemez. Ve güneşten olan hazzını da yitirir. Ve onlar şunlardır ki, Allah Teâlâ (celle zikruhû) haklarında: “erci’û verâeküm fel temisû nûrâ” (Hadîd, 57/13) ya'nî “Arkanıza dönünüz de bir nûr arayınız!" buyurdu. Ve o kimse gölgeden ancak iki ayakları altında olan şeye ulaştı. Ve o da onun güneşe arkasını döndüğünde kendisi için oluşur. Şimdi muhakkak bu adam ve güneş, Hakk’ın vücûdu ve dünyâ gölgesidir. Ve iki ayağının altında olan şey de, 173 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm varlığı zarûrî olan yaşam gıdâsıdır. Ey kerîm efendi! Dünyâ ancak senin için halk edildi; ve Hak Sübhânehû seni onun için halk etti ve onun için vücûda getirdi. Ve eşyâyı senin için vücûda getirdi. Tevrât’ta indirdi ki: "Ey Âdemoğlu, eşyâyı senin için halk ettim; ve seni de kendim için halk ettim. Şimdi kendim için halk ettiğim şeyi, senin için halk ettiğim şeyde rezîl etme!” Ve Hak Teâlâ Kur’ân-ı azîminde buyurur: “Ve mâ halaktül cinne vel inse illâ li ya'budûn” (Zâriyât, 51/56) ya'nî “Cinleri ve insanları ibâdet etmeleri için halk ettim.” Benim onlardan istediğim şey rızık cinsindendir. Ve yine Hak Teâlâ buyurur: “Ve onun rahmetindendir ki geceyi sükûn ve râhat; ve gündüzü fazlından kazanç ve ticâret talebiniz için halk etti” (Kasas, 28/72). Ve yine Hak Teâlâ buyurur: “O Allah Teâlâ sizin için, sizin binmeniz ve onlardan yemeniz için en'âmı; ve binmeniz için zînet olarak atları ve katırları ve hımârları halk etti” (Mü’min, 40/79). Ve bunun benzeri sayılamayan şeylerden Kur’ân’da çoktur. Ya‘nî ey kerîm efendi olan rûh! Emrin zâhiri yönünden, ya'nî şerîat olarak Nebî (as)’ın teblîğ buyurduğu teklîfî emir yönünden, mahbûbun ve matlûbun olan Hakk’ın isteği ne ise, senin de irâden, memleketin olan insânî cisimde o isteğe bağlansın! Sakın ve Allah’dan kork! Ve irâdenin Hakk’ın isteği olan teklîfî emrin ve şerîatın dışında bir şeye bağlanmamasına çalış. Ve bâtının irâdesi, ya'nî Hakk’ın irâdî emri, Hakk’ın ilmine sebep olan isteğin, ya'nî kulun sâbit ayn’ının, ilâhî ilimde bilinmiş olan sûretinin sâbitliğinden sonradır. Bu olan, ya'nî kulun sâbit ayn’ı, ezelde ilâhî ilimde sâbitlik bulan hâl üzerine öne geçmeseydi ve o hâl üzerine ilâhî irâde bağlanmasaydı, bu sâbitlik bulan vasfın ve hâlin dışında bir şey üzerine o isteğin gerçekleşmesinde, işin aslında o isteğin değişmesi câiz olmakla berâber, zâhir âlemde bu vasıf üzerine olmaz idi. Bilinsin ki, ilâhî ilimde her bir mevcûdun bir hakîkati ve bir sâbit ayn’ı vardır. Bu ayn’lar ilâhî isimlerin ilmî sûretleridir. Bunların ilâhî ilimde sâbitliği Hakk’ın mutlak vücûdunun kendi zâtında, kendi zâtına, kendi zâtıyla tecellîsi neticesinde olur. Ve bu tecellî netîcesinde ilâhî ilimde peydâ olan ayn’lar, hangi ismin sûreti olarak sâbit olmuş iseler, rûhlar ve misâl ve şehâdet mertebelerinde de onların o sûretle zuhûr etmelerine ilâhî irâde bağlanır. Çünkü Hakk’ın kudreti Hakk’ın irâdesine ve Hakk’ın irâdesi de Hakk’ın ilmine ve Hakk’ın ilmi de Hakk’ın bilinenlerine tâbi'dir. Şimdi bir sâbit ayn ne vasıf ve esas ile Hakk’ın bilineni olmuş ise, onun şehâdet mertebesinde de, o sûretle açığa çıkması için Hakk’ın irâdesinin bağlanmasına “irâdî emir” derler. Bu irâdî emir ilâhî kazâdır. Ve ilâhî kazâ da, ya mübrem ya’nî kaçınılmaz veyâ muallak olur. Mübrem ya’nî kaçınılmaz kazânın değişmesi mümkün değildir; fakat muallak kazânın değişmesi câizdir. Şimdi ilâhî kazâ, kaçınılmaz olsun muallak olsun, mâdemki eseri şehâdet âleminde kul 174 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm üzerinde ortaya çıkmıştır, işte bu zuhûra bakıp deriz ki, bu kulun sâbit ayn’ı, ilâhî ilimde bu vasıf ile sâbit olmuş ve ilâhî irâde de bu vasıf üzerine bağlanmıştır. Bu bahsin ayrıntıları Fusûsu'l- Hikem’de Üzeyr ile Ya'kûb Fassı’ndadır. Ve kulun bütün halleri içinde maddî ve ma'nevî rızkı da dâhildir. Ne zamanki bu îzâhlar karar kıldı, şimdi biz dünyâ talebini ve ondan yüz çevirmeyi ve dünyâdan olan kuvvet ve ihtiyâçları zarûrî ve lâzım kılan rızık talebi cinsinden evvelce anlatılan şey hakkında, senin memleket reîslerinden anlamayan kimselere bir misâl getirelim. Ya‘nî insânın madde beden vücûdunun hayâtının devâmı rızka muhtâç olduğu için ve rızık dünyâ cinsinden bulunduğu için, insan dünyâyı hâsıl etmeye meyleder. İşte biz yukarıda bu meylin meşrû olan çerçevesini ve o meşrû olan çerçevenin dışında kalan hallerden yüz çevirmeyi ve dünyâyı talepte kısa kesmeyi îzâh etmiş idik. Şimdi de bu rızık talebi hakkındaki îzâhların daha iyi anlaşılması için bir misâl getirelim. Çünkü Hak Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’inde “ve lillâhil meselul â’lâ” ya’nî “Allah Teâlâ için yüce mesel vardır” (Nahl, 16/ 60) buyurur. Bu âyet-i kerîme baş tarafıyla berâber şöyledir: “Lillezîne lâ yu’minûne bil âhıreti meselüs sev’i, ve lillâhil meselül â’lâ, ve huvel azîzül hakîm” ya‘nî “Âhirete îmân etmeyen kimse için fenâ mesel vardır. Ve Allah Teâlâ için yüce mesel vardır; ve O azîz ve hakîmdir.” Ya‘nî işlerin âkıbetini idrâk edip îmân etmeyen kimselerin halleri fenâ misâller ile izâh edilir. Ve Allah Teâlâ’nın koyduğu hakîkat hükümleri ise yüce misâller ile anlayışlara yaklaştırılır. Ve Hak Teâlâ işlerini yerli yerine koyan Azîz’dir. İşte Hz. Şeyh-i Ekber (ra) bu âyet-i kerîmeyi fenâ misâl ile yüce misâli toplamış olarak aşağıda açıklar ve tefsîr buyururlar: Şöyle ki bir adam güneşe yüzünü çevirdiği vakit gölgesi arkasına düşer. Güneş tarafına yürüdükçe gölgesi kendisine uyarak hareket eder. Bu gölge aslâ kendisine ulaşmaz. Bu hâl takdîr edilmiş rızkın nerede olursa olsun kendisiyle berâber bulunduğunu idrâk etmeyen ve boş yere koşup yorulan kimse için fenâ bir misâldir. Ne zamanki güneş tam ortada, feleğin kubbesinde onun başı üzerinde bulunur, gölgesi uzamayıp ayağının altında kalır. Şimdi güneş Hakk’ın vücûdu ve gölge kulun vücûdu; ve güneşin tam tepede bulunması Hakk’ın zâtî tecellîsi olunca, bu tecellî indinde kulun gölge hükmünde olan vücûdu fânî ve Hak bâkî kalır. Ve Hak kulun gölge hükmünde olan vücûdunu kendi tarafına çekmiş olur. Hz. Şeyh buyururlar ki: Burada bir sır vardır ki, konuşarak açılamaz; ve yazılmak sûretiyle de bırakılmaz. Çünkü zâtî tecellî hâlindeki fenâ bizzât hakîkatini yaşamaya âit bir mes’eledir. Bizzât hakîkatinin yaşanmasına âit olan bir hâli sözlerle ve yazmakla ile ifâde etmek mnümkün değildir. Örneğin cinsel gücü olmayan bir kimseye cinsel ilişkiyi söylemek ve yazmak ile anlatmak mümkün değildir. Ve bu zevkî ya’nî 175 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm bizzât hakîkatinin yaşanması sırrı Hak Teâlâ’nın: “Sümme kabadnâhu ileynâ kabdan yesîrâ” (Furkân, 25/46) sözünde mevcûddur. Bu âyet-i kerîme öncesiyle berâber şöyledir: “E lem tere ilâ rabbike keyfe meddez zılle, ve lev şâe le cealehu sâkinen, sümme cealneş şemse aleyhi delîlâ / Sümme kabadnâhu ileynâ kabdan yesîrâ (Furkân, 25/45-46) ya'nî “Rabb’ini görmez misin? Gölgeyi nasıl uzattı? Ve eğer dileseydi onu sâkin kılardı. Gölgeyi uzattıktan sonra o gölge üzerine güneşi delîl kıldık. Ondan sonra da onu kendi tarafımıza yavaş yavaş kısaltarak çektik.” Bilinsin ki, bu şerhin muhtelif yerlerinde de îzâh edildiği üzere Hakk’ın mutlak vücûdunun kendi zâtına, kendi zâtında, zâtı ile tecellî buyurmasıyla ilâhî isimlerinin ve sıfatlarının sûretleri ilminde peydâ oldu. Bu sûretler isimlerin gölgeleridir. Daha sonra mertebe mertebe tenezzül ile bu ilmî sûretlerin gölgeleri şehâdet âleminde en zâhir olarak ortaya çıktı. Âlem sûretlerinden her bir sûret hangi ismin görünme yeri olmuş idiyse, o ismin hazînesinde gizli olan hâller ve hükümler bu dünyâ âleminde ondan zamanla açığa çıkar. Ve bu hükümler ve eserler her görünme yerinin kendi hakîkatinin gölgesidir. Ve bu gölgeler bu âlemde ilâhî işlerden başka şeyler değildir. Ve Hakk’ın vücûd güneşi bunlar üzerine delîldir. Ne zamanki tercihli ölüm veyâhut kaçınılmaz olan ölüm ile kulun vücûdu hükmen veyâ fiilen fânî olur, bu ilâhî işler kendi aslı tarafına yavaş yavaş kısaltılarak çekilir. İşte bu misâl, Hak Teâlâ için yüce bir misâldir. Daha sonra cenâb-ı Şeyh (ra) misâle dönüp buyurur ki: Daha sonra bu adam yüzünü gölgesine ve arkasını da güneşe dönüp gölgesine yetişmek için yürüse tabi'ki gölgesine yetişemez. Çünkü ortada iki gibi görünen ancak bir vücûd vardır. Ulaşma ise iki vücûd arasında olur. Ve o kimse gölgesine doğru yürüyünce güneşe yönelmekten olan hazzını da yitirmiş olur. Ya‘nî dünyânın vücûdunu bağımsız zannedip güneş gibi zâhir ve âşikâr olan Hakk’ın vücûduna yönelişini terk ederek bu vücûdun gölgesinden ibâret olan dünyânın arkasından koşan adam iki yönden eli boş kalır: Birisi ebeden gölgeye yetişemez; diğeri de Hakk’a yönelişinden olan hazzını da yitirir. İşte bu gaflet hâli için fenâ bir misâldir. Ve bunlar o kimselerdir ki, Hak Teâlâ onlar hakkında ““erci’û verâeküm fel temisû nûrâ” (Hadîd, 57/13) ya'nî “Salt nûr olan Hakk’ın vücûduna arkanızı çevirip gölge olan dünyâya yönelip eli boş kaldınız. Bu halden kurtulmak için yüzünüzü Hakk’a çevirip O’ndan bir nûr arayınız!” buyurur. Böyle bir kimse gölgeden ancak iki ayakları altında olan şeye ulaşmıştır. Ve gölgeden kendisinin yetişebildiği miktâr, ister güneşe dönsün, ister arkasını çevirsin, her hâl ve zamanda kendisi için zâten hâsıl olmuş bir şeydir. Ve bundan fazlasına yetişmesine imkân yoktur. Eğer yetişmek için koşarsa, zâten elde olanı elde etmek için koşmuş olur ki, bu da abestir. İşte bu yüce ve fenâ misâl içinde güneş Hakk’ın vücûdu ve bu adam dünyâ gölgesidir. Ve iki ayağının altında olan şey de hayâtın 176 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm devâmı için varlığı zarûrî olan yaşam gıdâsı ve rızıktır. İşte ey zekî okuyucu, bu misâle göre kendi hâlinin hakikatini iyice düşün. Ey kerîm efendi olan rûh! Dünyâ ancak senin için halk edildi. Çünkü sen ma'nâsın; senin zâhir olman için sûret lâzımdır. Dünyâ ise sûrettir. Ve sûret ma'nâsız olamayacağı için Hak Teâlâ hazretleri seni o sûret olan dünyâ için halk etti; ve o sûrete bağlantın için vücûda getirdi. Ve sen isimlere âit toplayıcılığa mazhar olduğun için eşyâyı sana hizmetkâr kılmak üzere vücûda getirdi. Nitekim yukarıda îzâh edilmiş idi. Bu ma'nâyı te’yîd edici olarak Hak Teâlâ Tevrât-ı şerîfte indirip buyurdu ki: “Ey Âdemoğlu, eşyâyı senin için halk ettim; ve seni de kendim için halk ettim. Şimdi kendim için halk ettiğim şeyi, senin için halk ettiğim şeyde rezîl etme!” Çünkü insan isimlere âit toplayıcılığa mazhar olduğu için ilâhî sûret üzerine mahlûktur. Ve bu mazhar oluşu dolayısıyla Hakk’ın cemâline bir aynadır. Bundan dolayı Hak Teâlâ kendi cemâlini insân-ı kâmil aynasında müşâhede eder. Böyle olunca onu kendi için halk etmiş olur. Ve onun çevresindeki bütün eşyâ onun vücûdunun devâmı için hizmetkârdır. İnsan bu isti‘dâd üzere mahlûk iken, kendi hizmetkârları olan eşyâya kapılır ve Hakk’a arkasını çevirirse, tıpkı bakanın karşısına konulan bir aynanın bu bakana arkasını çevirmesi gibi olur. Ve netîcede kendi varlığından amaçlanmış olan gâye yitirilir. Ve Hak Teâlâ bu hakîkati “Ve mâ halaktül cinne vel inse illâ li ya'budûn” (Zâriyât, 51/56) ya‘ni “Ben cinleri ve insanları ancak ibâdet etmeleri için halk ettim” âyet-i kerîmesinde beyân buyurur. Ve ibâdet bilgiye bağlıdır. Çünkü bilinmeyen şeye ibâdet edilmez. Ve ilâhî bilginin anahtarı kişinin kendi nefsine olan bilgisidir. Ve kişinin kendi nefsine olan bilgisi, yukarıda anlatıldı. Ya‘nî bu âlemde kendisi, kendi hakîkatinin gölgesidir. Ve hakîkati olan sâbit ayn’ı ilâhî isimlerin gölgeleridir. Ve ilâhî isimler isimlendirildikleri Hakk’ın aynıdır. Şimdi kişiye kendi hakîkatinden, maddî olsun ma‘nevî olsun, zaman içinde inen şey, onun bu âlemdeki rızkı cinsindendir. Onun için cenâb-ı Şeyh (ra) “Benim bu beyânlardan kastettiğim şey rızık cinsindendir” buyurur. Ve bu rızık cinsinden olan şeyleri beyân eden Kur'ân âyetleri sayısızdır. 177 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm TAMAMLAMA Ey kerîm efendi, idâren altındakilere muhabbet et! Ve her bir sınıfın kendisinin işine yarayacak olan verişleri onlara esirgemeden ver! Ve bu seni harâm olan şeylerden men’ eder. Mümkün olduğu kadar tâat hîbelerini onlara esirgemeden ver! Ve seni hâlife edeni hatırla ki, bir gün onların dilleri ve elleri ve ayakları onların aleyhine şehâdet eder. Muhakkak kulak ve göz ve kalbin her birinden sâhibinin ameli sorulur. İşte bu iki âyet sana tahsîs edilmişleri ve âmmeni kapsamına almaktadır. Ve yeryüzünde kibirlenerek yürüme! Ve şerîatın makbûl kıldıkları ile emret ve kabâhat ve haram olarak bildirdiklerinden men’ et! Ve emmâre ve levvâme nefsi soruştur! Ve yardımcını her bir ânda onlara lütfedici kıl! Ve mülkünün ve memleketinin köylerinin idâresini onları yönetir kıl! Çünkü onlar duyulara, ancak kendilerine aktarılan şeyi aktarırlar. Eğer hayır ise hayır olur; ve eğer şer ise şer olur. Şimdi bunun indinde memleketin sâlih olur; ve topladığın vergilerin artar; ve düşmanlarına karşı zafer kazanırsın. Şimdi himmetini ebeden en yakın olanın ıslâhına sarf et ki, çekişme ve kavgan ve zahmetin az olsun. Ve sâlihi fesatçının üzerine musallat et ki, onu ıslâh ede. Ve bunun şiddetli korku ile olmasından sakın ki, onların nefretleri artar. Şimdi Allah Teâlâ tarafından sana bu rahmettir ki, sen onlara mülâyim oldun. Ve eğer kötü ahlâklı olup kalbi katı ola idin, elbette onlar senin etrafından dağılırlar idi. Böyle olunca onları affet ve onlar için istiğfâr eyle! Ve onları hoş etmek için bu husûsta istişâre et! Çünkü nefisler kendisine ihsân eden kimsenin muhabbeti üzere yoğrulmuştur. Ya'nî ey kerîm efendi ve ey halîfe olan rûh, idâren altında olan zâhir ve bâtın kuvvetlerine muhabbet et! Ve bunlardan her sınıfın işine yarayacak olan verişleri, onların her birine ayrı ayrı esirgemeden ver! Ve bu muhabbet ve verişler seni haram işlere girişmekten men’ eder. O kuvvetlere mümkün olduğu kadar tâât hîbelerini bol bol ihsân et! Ve bütün hallerde seni halîfe kılan Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerini hatırla ve yâd eyle ki, Kur’ân-ı Kerîm’de haber verildiği üzere, günlerden bir günde halîfe kılınan kimselerin idâresi altındakiler, ya‘nî dilleri ve elleri ve ayakları, onların icrââtı hakkında kendi aleyhlerine şâhidlik eder. Ve aynı şekilde Kur’ân’ın haberlerine bakarak muhakkak kulağın ve gözün ve kalbin her birinden, bunların sâhibi olan halîfenin ameli sorulur. İşte bu bahsedilen “Yevme teşhedü aleyhim elsinetühüm ve eydîhim ve ercülühüm bimâ kânû ya’melûn” ya’nî “O gün onlara, onların dilleri, elleri ve ayakları yapmış olduklarına şâhitlik edecek” (Nûr, 24/24) ve “innes sem’a vel basara vel fuâde küllü ulâike kâne anhu mes’ûl” ya’nî “Muhakkak ki kulağın, gözün ve kalbin, onların hepsi, ondan mes’ûldürler” (İsrâ, 17/36) âyet-i kerîme- 178 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm leri sana tahsîs edilmiş olan kuvvetlerin ve âmmen olan a'zânın hallerini kapsamına almaktadır. Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin halîfeliğin dolayısıyla sana ihsân eylediği kudret ve tasarrufa mağrûr olup yeryüzünde kibirli bir şekilde yürüme! Ve idâren altındakilere şerîatın emrettiği bilinen şeylerle emret; ve şerîatın yasakladığı kabâhat ve haram şeylerden onları men’ et! Ve emmâre nefs ile levvâme nefsin hallerini dâimâ soruşturarak gözetim altında tut! Çünkü emmâre nefsin meyli dâimâ fenâ şeylerin tarafınadır. Ve levvâme nefs her ne kadar fenâ şeyleri kötülemek ve onlardan pişmanlık duymak sıfatını taşımakta ise de, yine fenâ şeylere bakmaktan kurtulmamıştır. Ve yardımcın olan aklı devâmlı olarak sana tahsîs edilmiş olan kuvvetlerine ve âmmen olan a'zâna lütuf ile muâmele eder bir halde bulundur. Ya'nî şerîatın izin verdiği ni’metlerden ve mubâh olan şeylerden men' etme! Ve mülkün ve memleketin olan insânî vücûdun köylerinin idâresini, ya'nî köylerin olan a'zânı idâre eden bâtın ve zâhir kuvvetlerini, onları yönetir bir halde bulundur. Ya'nî vücûd a’zâlarından her hangi biri ilâhî sınırları aşarsa, onu o aştığı işten geri çekmek için kuvvetlerini o a‘zâ üzerinde tasarruf edici kıl! Örneğin gözün nâmahreme baktığı zaman tefekkür etme kuvvetini ona musallat et! Çünkü o köylerin olan a‘zâ duyulara, ancak kendilerine aktarılan şeyi aktarırlar. Bilinsin ki, insan bu kesâfet âleminde çevresindeki mevcûdları ancak zâhirî beş duyusuyla hisseder. Ve bunlar insânî vücûdda mevcûd olan a‘zâlara bağlanırlar. Görme hissi göze; ve dokunma hissi vücûdun tamâmına; ve işitme hissi kulağa; ve koklama hissi buruna; ve tadma hissi ağıza bağlanır. Bundan dolayı duyulara aktarılan şey, çevrelerinden bu uzuvlara aktarılan şeydir. Bu aktarımlar, ya şerîat hükümlerine uygun olur veyâ aykırı olur. Şerîata uygun olması hâlinde bunun engellenmesi için akıl ve fikrin tasarruflarına gerek yoktur. Aykırılık hâlinde, o uzvu, ilâhî sınırlar içerisine çekmek için aklın ve fikrin vazîfesi, çâre tedârik etmek ve hîle yolunu kullanmaktır. Şimdi eğer kendi çevresinden a‘zâlara aktarılan şey meşrû‘ ve hayır ise duyulara da hayır aktarılır; ve eğer meşrû‘ olmayan ve şerr ise şerr aktarılır. Böyle olunca sen yukarıdaki îzâhlar içerisinde hareket ettiğinde vücûd memleketinin idâresinde sâlihlik hâsıl olur. Ve topladığın vergilerin, ya‘nî sâlih amellerin artar. Ve sâlih amellerin artınca, düşmanların olan hevâya ve onun yardımcısı olan şehvete üstünlük kazanmış olursun. Şimdi himmetini ebeden en yakın olanın ıslâhına sarf et ki, mülkünde çekişme ve kavgan az olsun. Ve sana en yakın olan kalb ve ondan sonra bâtınî kuvvetler ve daha sonra a'zâdır. Ve sâlihi fesatçının üzerine musallat et ki, onu ıslâh etsin. İlk olarak kalbi ıslâh edersen bu sâlih olan kalbi fesatçı kuvvetler üzerine musallat edersin, onları ıslâh eder. Çünkü kalb sâlih olursa, kendisine ulaşan bozuk 179 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm fikirlerin icrâsına meydân vermez; netîce olarak fikir ve inanç da doğru olur. Ve bâtıni kuvvetler sâlih olduğunda zâhiri kuvvetleri ıslâh ederler; ve onlar da a'zâyı ıslâh ederler. Ve bu ıslâh husûsunu i’tidâl üzere yap, onları şiddetli korku vâsıtasıyla yapma! Çünkü şiddetli korkudan onların nefretleri artar. Ve nefret ile olan amelde ihlâs bulunmadığı için fayda oluşmaz. Rivâyet edilir ki, bir kimse Hz. Ömer (ra) efendimizin halîfeliği zamânında namaz kılar idi. Hz. Ömer onun çok acele kıldığı namazı beğenmedi; ve elinde kamçı bulunduğu halde ona, celâl ile, namazın olmadığını ve iâdesini emretti. O kimse korkusundan rükûnları düzgün olarak namazı iâde etti. Hz. Ömer onu seyretmekte idi. Namazın bitiminden sonra ona sordu: “Bak, şimdi namazı güzel edâ ettin! Evvelki namaz mı iyi oldu, şimdiki mi?” O kimse cevâben dedi: “Elbette evvelki namaz daha iyi idi.” Hz. Ömer: “Niçin?” diye sordu. O kimse: “Ben evvelki namazı Allah Teâlâ’nın rızâsı için gönlümün arzûsuyla edâ etmiş idim. Sonraki namazı kamçı korkusundan kıldım” dedi. Ve Hz. Ömer (ra) sükût buyurdu. Şimdi ey halîfe! Kur’ân-ı Kerîm’de küllî rûh ve aslî halîfe olan (Sav) Efendimiz’e hitâben beyân buyrulan sıfattan senin dahi nasîbin vardır. O da budur ki, sana tahsîs edilenler ve âmmen hakkında olan muâmelende mülâyim olman Allah Teâlâ tarafından sana rahmettir. Ve eğer kötü ahlâklı olup kalbi katı olsaydın, elbette onlar senin etrâfından dağılırlar ve senin tasarrufun altına girmezler ve her biri bildiğini işler idi. Böyle olunca eğer onlardan muhâlefet olursa haklarında şiddetle siyâset etmeyip affet; ve onlar için istiğfar eyle! Ya'nî fenâlıklarının güzellikler ile örtülmesini taleb eyle! Ve onları hoş etmek için icrââtında onlar ile istişâre et! Ve tâkatlarine göre iş buyur! Eğer böyle yaparsan bu muâmele onlara güzel ve hoş gelir. Ve nefisler kendisine güzel muâmele eden kimsenin muhabbeti üzere yoğrulmuştur. 180 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm SİYÂSET Ey kerîm efendi! Sana bir şeyi kendi yerinin dışına koymamak ve onların indinde bilinen vaktin dışında bir şey göstermemek yakışır. Ve belki o senin üzerine sağlam kılınmıştır. Ve alışılmışın dışında olağanüstü şeylerden sakın! Onun kabûlünün kuvvetli olması için, ancak ona ihtiyaç duyulması indinde âdetin dışına çık! Çünkü âdet, bu takdîr edilmiş işin açığa çıkması için, bu vakte şartları arttırır. Örneğin Allah Teâlâ yağma vaktinin dışında yağışla ve vaktinin dışında bulutu izâle etmede devamlılık üzere olarak âdetin dışına çıksa, bu ümîdsizliğe ve şükürsüzlüğe sebep olur. Şimdi onlar ihsân ile yeryüzünde azgınlık derler. Fenâ bir durumda nasıl olur? Ve eğer bir senede her hangi bir husûs için bunun benzeri gözükür ve âdetten vazgeçerse, sen onu tetkîk ile bulursun. Böyle olunca bu vasıflar ile ahlâklan! Senin için dünyâ yönünden ve âhiret yönünden selâmet oluşsun. Bir işe himmet eylediğin zaman “inşâallah” de! Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Ve lâ tekûlenne li şey'in innî fâilün zâlike gadâ / İllâ en yeşâallâhu” (Kehf, 18/23-24) ya‘ni “Birşeye azmettiğinde ‘ben onu yarın yaparım,’ deme! Belki ‘Allah Teâlâ dilerse yaparım,’ de!” Ve Allah üzerine yemîn etme! Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “ve lâ tenkudûl eymâne ba’de tevkîdihâ” (Nahl, 16/91) ya‘nî "Yemînlerinizi sağlamlaştırdıktan sonra o yemîni bozmayın!” Ve aynı şekilde buyurur: “Ve lâ tettehızû eymâneküm dehalen beyneküm” (Nahl, 16/94) ya‘nî “Yemînlerinizi aranızda mekr ve hîle edinmeyin!” Kötü arkadaşlardan kendini koru! Çünkü onlar paranı yerler ve senin etini ve kanını ateşe yaklaştırırlar. Sen ancak onunla dîninde artış bulduğun bir dosta arkadaş ol! Eğer dîninde onun sohbeti ile noksanlık olursa, şimdi o ne fenâ arkadaştır; ve o senin için en büyük düşmandır. Mülkünde ondan sakın! Çünkü o mülkünün harâb olmasına sebep olur. Ve senin hakkında bu kötü arkadaş senin hevândır. Hevâna cihâd eyle; çünkü o düşmanlarının en büyüğüdür. Ve Hak Teâlâ buyurur: “kâtilûllezîne yelûneküm minel küffâri” (Tevbe, 9/123) ya'nî “Size en yakın kâfirler ile savaşın!” Ve o sana kâfirlerin en yakınıdır. Şimdi onunla meşgûl ol! O seninle meşgûldür. Çünkü yırtıcı hayvanlar memleketinin köylerini yıkar ve sana dâimi ni’metlenme verir; hevâ ise senin dînini yıkar. Ey kerîm efendi olan rûh! Sana yakışan, belki senin üzerine sağlam kılınmış olarak en lâzım olan şey budur ki, bir şeyi kendi yerinin dışına koymayasın! Ve idâren altındakiler indinde bilinen ve belirlenmiş olan vaktin dışındaki vakitlerde onlara bir şey göstermeyesin! Çünkü onlar alıştıkları şeye aykırı bir durum ve hareket görürlerse şaşırırlar. Çünkü âdet, bu sebepler âleminde, takdîr edilmiş bir işin açığa çıkması için bu vakte lâzım olan sebepleri ve şartları arttırır. Örneğin açlık yemek yemeye ve yemek yemek vücûdun kuvvetine ve vücûdun kuvveti 181 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm dünyevî ve uhrevî mesâiye sebebdir. Ve bunların hepsi bu âlemde âdettir. Ve bu hallerin açığa çıkması ise takdîr edilmiş iştir. Bundan dolayı açlık vaktinde âdet olarak yemek yenilmesi lâzımdır. Böyle olunca âdete riâyet gerekir. Ve âdetin dışında çıkmaktan kaçınmalıdır. Çünkü bu âlem rûhânî neş’e üzerine değil, belki nefsânî neş’e üzerine mahlûktur. Örneğin rûhun görme ve konuşma husûsu her yönden olduğu halde, cismin görmesi ve konuşması ancak gözden ve dilden olur. Şimdi ey kerîm, cisim âleminde sen kendi hâlini göstererek görme ve konuşma husûsunu, bilindiği şekilde göze ve dile vermeyip de, farz edelim elden ve ayaktan ve diğer a'zâdan gösterirsen onlar şaşırırlar; ve şaşkınlık kendi çevresine de yayılıp âlemin düzeni bozulur. Çünkü bu şeyleri kendi yerinin dışında koymuş olursun. Ve bir şeyi kendi yerinin dışına koymak ise zulümdür. Ve kerîm olana zulüm yakışmaz. Ve idâren altındakilerin indinde bilinen ve belirlenmiş olan vaktin dışında onlara bir şey gösterme! Ve örneğin uyku vaktinde uyanıklık hâli gösterme! Bundan dolayı âdete aykırı hâl ve hareketten sakın! Ancak âdete aykırı bir şey gösterilmesine ihtiyaç duyulduğu vakit; ve örneğin senin hâl ve şânını inkâr eden ve fakat hidâyete isti’dâdlı olan kimseyi gördüğün zaman, âdetin dışında çık! Çünkü her zaman gözükmeyip böyle ihtiyaç hâlinde gerçekleşen bir hâlin kabûlü, bunu görenler üzerinde kuvvet ve şiddetle te’sîr eder. Örneğin Allah Teâlâ yağma vaktinin dışında, ya'nî yaz günü, devamlı bir şekilde kar ve yağmur yağdırarak âdetin dışında çıksa; veyâhut vaktinin dışında, ya'nî kış vaktinde, bulutu devâmlı bir şekilde izâle edip hiç yağmur veyâ kar yağdırmasa, bu âdetin dışına çıkma kulların ümîdsizliğine ve şükürsüzlüğüne sebep olur. Şimdi kullar kendilerine Hakk’ın bol bol ihsânı geldiği vakit bile yeryüzünde azgınlık ve fesâd eder oldukları halde, böyle vaktinin dışında aşırı yağış veyâ hiç yağışın olmadığı fenâ bir durum olursa, artık onların hâli neye sürüklenir? Var kıyâs et! Ve eğer bir senede yeryüzüne ve gökyüzüne âit hallerden her hangi bir husûs için bu beyân ettiğimiz şeyin benzeri gözükür ve Hak Teâlâ o husûsta âdetten vazgeçerse, sen onun netîcelerini tetkîk et! Kulların üzerinde nasıl te’sîrlerinin oluşacağını bulur ve anlarsın. Böyle olunca “Allâh’ın ahlâkı ile ahlâklanınız” yüce emrine uyarak seni halîfe kılan Hakk’ın bu vasıfları ve ahlâkı ile ahlâklan ki, senin için dünyâ yönünden ve âhiret yönünden selâmet oluşsun. Bir işi yapmaya himmet ettiğin ve kastettiğin zaman “inşâallâh” de! Çünkü bu sözün söylenmesi ilâhî üst irâdeden gaflette olmadığına işâret eder. Ve ilâhî kudret üst irâdeye ve ilâhî üst irâde de ilme ve ilâhî ilim de bilinenler olan sâbit ayn’ların kâbiliyyetlerine ve isti'dâdlarına tâbi‘dir. “Hakk’ın üst irâdesinin bağ- 182 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm landığı şey mevcûd olur; ve üst irâdesinin bağlanmadığı şey mevcûd olmaz” demektir. Şimdi bir şeye himmet ettiğin ve kastettiğin zaman, bu sırrı hatırlar ve düşünürsen o şeyin var edilmemesinden sıkıntı duymazsın ve mahzûn olmazsın. Çünkü bilirsin ki, o şeye Hakk’ın irâdesi bağlanmamıştır. Ve bu hakîkati Hak Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de “Ve lâ tekûlenne li şey'in innî fâilün zâlike gadâ / İllâ en yeşâallâhu vezkur rabbeke izâ nesîte” (Kehf, 18/23-24) ya‘nî “Bir şeye azmettiğinde ben onu yarın yaparım deme; belki Allah Teâlâ murâd ederse yaparım de! Ve gafletle o irâdeyi unuttuğun vakit Rabb’ini zikret!” buyurur. Ve Allah Teâlâ üzerine yemîn etme! Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “ve lâ tenkudûl eymâne ba’de tevkîdihâ” (Nahl, 16/91) ya'nî “Yemînlerinizi sağlamlaştırdıktan sonra o yemîni bozmayın!”Ve aynı şekilde buyurur:“Ve lâ tettehızû eymâneküm dehalen beyneküm” (Nahl, 16/94) ya'nî “Yemînlerinizi aranızda mekr ve hîle edinmeyin!” Çünkü bir şeyin takviyesi için Allah Teâlâ üzerine yemîn etmekte mahzûrlar vardır. Örneğin bir işi yapacağına yemîn ettiğin vakit, her işin gerçekleşmesinin ve açığa çıkmasının ilâhî üst irâdeye bağlı olduğunu unutmuş olursun; belki de senin yemîn ettiğin o işin gerçekleşmesine ilâhî üst irâde bağlanmamıştır. Bu şekilde o işi yemîn ile kuvvetlendirdiğin halde, engelleri ve yolunun kapalı oluşu sebebiyle yemînini bozmuş olursun. Ve mâdemki her işin gerçekleşmesi ve gerçekleşmemesi Hakk’ın irâdesine bağlıdır; ve bu husûstaki ilâhî üst irâde senden perdelidir; bu perdelilik ile her hangi bir iş hakkında yemîn ettiğin vakit, o yemîni muhâtabını iknâ' etmek için ona karşı mekr ve hîle edinmiş olursun. Ve bu hâller ise yukarıdaki ilâhî emirlere aykırı bir hareket olur. Bu düştüğün çukurdan kurtulmak için Allah Teâlâ üzerine yemîn etmemek irfân yolu olur. SORU: Ba‘zı hâdis-i şerîfler yemîn ile kuvvetlendirilmiş olduğu gibi, ba‘zı büyüklerden de sözlerinde yemîn olmuştur. Bunların yönü nedir? CEVAP: Bunda iki yön vardır: - Birisi ilâhî üst irâdenin o husûsa bağlanması kendilerine açılmış olduğu için onu kuvvetlendirmek için yemîn buyrulmuştur. - Diğeri işin aslında gerçekleşmiş olan ve gerçekleşmesine ilâhî irâdenin bağlanması zâhir âlemde açığa çıkmasıyla anlaşılmış bulunan bir husûs için yemîn buyrulmuştur. Şimdi Resûlullah (sav) Efendimiz’e eşyânın hakîkatlerini açılmış olduğuna şüphe yoktur. Bundan dolayı ba‘zı hâdis-i şerîfler bu sebepten yemîn ile kuvvetlendirilerek söylenmiştir. Ve ba‘zı büyüklerden de gerçekleşen bir husûs yemîn ile kuvvetlendirilerek beyân olunmuştur. Bu cümleden olarak İmâm-ı Alî (ker- 183 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm rem’Allâhü vecheh) efendimiz Hayber kalesini kendi kuvveti ile koparmadığına yemîn edip “Vallâhi Hayber kalesinin kapısını koparan ben değildim” buyurur. Ve Hayber kalesinin bir insânî ferdin kuvvetiyle koparılamıyacağı herkesin görüşünde açık bir husûs idi. Ve bununla berâber bu hârika herkesin gözü önünde gerçekleşmiş idi. Ve aynı şekilde şerîatte bir husûsun yapılmayacağına yemîn câizdir. Nitekim “Beyânlar iddiâ eden için ve yemîn inkâr eden kimse üzerinedir” kaidesi meşhûrdur. Çünkü iddiâcının gerçekleşeceğini iddiâ ettiği bir husûsun gerçekleşmeyeceğini beyân etmek ve onu yemîn ile kuvvetlendirmek, o husûsun gerçekleşmesine ilâhî üst irâdenin bağlanmamış ve bundan dolayı zâhir âlemde de açığa çıkmamış olduğunu beyân etmek demektir ki, bu yemînin bozulması düşünülemez. Kötü arkadaşlardan kendini koru ve onlardan kaç! Çünkü onlar senin paranı yerler; ve etini ve kanını uzaklık ateşine yaklaştırırlar. Sen öyle bir dosta arkadaş ol ki, onun sohbeti sebebiyle dînindeki kuvvet artsın. Eğer kendine arkadaş edindiğin bir dostun sohbeti sebebiyle dîninde noksan ve bozukluk görürsen, o kimse sana pek fenâ bir arkadaştır; ve o kimse en büyük düşmanındır. Mülkünde ondan sakın! Çünkü o kimse mülkünün harâb olmasına sebep olur. Ve senin hakkında bu en fenâ arkadaş senin hevândır. Hevâna cihâd eyle ve onunla dâimâ çarpışan ol! Çünkü o senin mülkünde düşmanlarının en büyüğüdür. Nitekim Hak Teâlâ “kâtilûllezîne yelûneküm minel küffâri” (Tevbe, 9/123) ya'nî “Size en yakın kâfirler ile savaşın!” buyurur. Ve senin hevân sana kâfirlerin en yakınıdır; çünkü mülkün olan cismindedir. Ve cisminin hâricinden sana aktarımlarda bulunan kâfirler tabi'ki ondan daha uzaktır. Böyle olunca gaflet etmeyerek dâimâ onunla meşgûl olup hallerini gözet; ve dâimâ gözetim altında tut! Çünkü o hevâ seni hiç bir vakit terk etmeyip seninle meşgûl olmaktadır. Bu hevâ âdî yırtıcı hayvanlardan daha zararlıdır. Çünkü âdî yırtıcı hayvanlar senin memleketinin köyleri olan a'zâlarını ve madde bedenini yıkar ve netîcesinde ölüm denilen hâl oluşur. Ve bu yüzden şehitlik mertebesine erişmen dolayısıyla dâimi ni’metlenme verir. Ve bu hevâ düşmanı ise, senin şehrin ve karargâhın olan kalbini bozarak dînini kökünden koparır. 184 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm Ey kerîm efendi! Yardımcına ve kapıcına vasiyyet ederim ki, senin vergilerinden ibâret olan sıfât cinsinden senin üzerine ancak kendisinde tahakkuk ettiğin bir sıfat dâhil olsun ki, o sıfat doğru ve zarurî olan iki önermenin neticesidir; ve kerîm ve dosdoğru olan iki asıldan bir fer'dir. Çünkü sıfât, onlar ile seni helâk etmek için, hevânın kendisine verdiği şeylerden, nefsin senin üzerine verdiği şeydir. Şimdi nefis onları, sana güzel bir sûrette olarak getirir. Oysa onların bâtını bunun tersidir. Hattâ eğer sen tecrübe edersen onun sıhhatini bulursun. Böyle olunca kendini muhafaza et! Sana bir sıfat geldiği ve sana dâhil olduğu zaman, apaçık delîller ve şerîat yönünden ve akıl yönünden ve âdet yönünden onun öncesine ve sonrasına bak; ve onu aklî görüş mihenkinde ve fikir mecrâlarında tecrübe et; ve onu ilim ölçeği ile tart! Ve firâset için belirlenmiş olan delîllerin sana verdiği şeyi onun hakkında sezinle! Şimdi eğer bir hayrı ta‘kîp ederse onunla hallen; eğer bunun tersi olursa onu katlet! Şimdi bu sıfat Resûlullah (sav)in “Dünyâdan ve onun sahte süslerinden sakınınız!” sözüyle dikkâtimizi çektiği sıfattır. Böyle olunca şey, ancak kendi aslının gereğini ta‘kîb eder ve ona döner. Ey kerîm Efendi olan rûh! Yardımcın olan akla ve kapıcın olan fikre şunu vasiyyet ederim ki, senin beş duyundan hayâl hazînene bir takım vergiler toplanıp gelir ki, bu vergiler sıfât cinsinden olan şeylerdir. Sen bunlardan ancak hakikatine ulaşmak sûretiyle kendisinde tahakkuk ettiğin bir sıfatı hayâl hazînene koy! Çünkü senin bu tahakkuk ettiğin sıfat, doğru ve zarûri olan iki mantıksal önermenin geçerli netîcesidir. Ve biri Kur’ân-ı Kerîm ve diğeri hâdîs-i şerîfler olmak üzere kerîm ve dosdoğru olan iki asıldan bir fer‘dir. Örneğin kalabalıkta birisi ayağına basıp seni incitse, sende derhal bir gazab sıfatı peydâ olur; ve o kimsenin sûreti hayâl hazînene üzerine gazab olunmuş olarak dâhil olur. İşte sen bu vakit mantıkî bir kıyâs yapıp demelisin ki: “Gazab sıfatıyla tahakkuk zemmedilmiştir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm gereğince öfekyi bastırmak övülmüştür. Ve her şer'îat hükümlerinden övülmüş olanların zıddı zemmedilmiştir. Öyle ise gazab sıfatı şer'îat yönünden zemmedilmiştir; ve bununla tahakkuk câiz değildir.” Veyâhut aksine bir kıyâs yapıp demelisin ki: “Hilim ya’nî ağırbaşlılık ve nezâket sıfatı ile tahakkuk makbuldür. Çünkü bu sıfat Kur’ân’da ve hâdîslerde övülmüştür. Ve Kur’ân ve hadîste her övülen sıfatla tahakkuk makbûldür. Öyle ise hilim sıfatı ile tahakkuk makbûldür.” İşte görülüyor ki, gazab sıfatı ile tahakkuk etmemek ve ağırbaşlılık ver nezâket sıfatı ile tahakkuk, hükümleri anlatılan mantıkî kıyâslarda verilen ikişer önermenin netîcesi olur. Ve bu netîce de Kur’ân ve Hadîs gibi dosdoğru ve kerîm olan iki asıldan bir fer' olmuş olur. Sana gelen sıfatlardan her bir sıfat hakkında uyanık olup, eğer böyle mantıkî kıyâs ile doğru bir hüküm vermeyecek olursan, sana dâhil olan fenâ sıfatlara yol vermiş ve onlar ile tahakkuk etmiş olursun. Bu 185 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm ise senin hakkında zarardır. Çünkü sıfat dediğimiz şeyler öyle hallerdir ki, nefis onları senin düşmanın olan hevâ emîrinden alıp sana verir. Ve hevâ o sıfatlar ile seni helâk etmek ister. Ve nefis o sıfatları sana verdiği vakit, onları zâhiren sana güzel bir sûrette gösterir. Oysa onların bâtını ve hakîkati bunun zıddıdır ve çirkindir. Hattâ bu bizim sözümüzün sıhhatini, eğer sen kendi nefsinde tecrübe edersen sâbit bulursun. Böyle olunca nefsin verdiği sıfatlardan kendini koru; ve sakın onlar ile tahakkuk etme! Şimdi sana bir sıfat geldiği ve sana dâhil olduğu zaman, apaçık delîller ve şer'îat yönünden ve akıl yönünden ve âdet yönünden onun öncesine ve sonrasına bak; ve onu aklî görüş mihenkine vur! Ve fikir mecrâlarında tecrübe et ve onu ilim ölçeği ile tart! Ve firâset ya’nî sezgi için belirlenmiş olan mantıkî delîllerin sana verdiği netîceyi o sıfat hakkında sezinle! Örneğin nefis sana der ki: “Ramazan geldi, vücûdun zayıftır. Sana oruçlu olma sıfatı ile kıvam zarardır. Ve oruç tuttuğun zaman vücûdun büsbütün zayıf düşer, diğer farzları da edâ edemezsin.” Bu görünüşte ma'kūl ve güzel görünür. Şimdi sen, nefsin bu hükmünü şerîata ve akla âit apaçık delîle tatbîk edersen çirkin bulursun. Ve meselâ nefse dersin ki: “Ey nefis, ben şimdiye kadar her gün yedim içtim; vücûdum aynı zayıflık içinde idi; ve yemek ve içmek bu zayıflığa çâre bulamadı. Ve oruç büsbütün yemeyi ve içmeyi terk olmayıp bir günlük bir mes’eledir. Ondan sonra iftar edip vücûdu yeme ve içme ile takviye mümkündür. Özel olarak bende bir hastalık yoktur ki, oruç tutmamak câiz olsun. Hastalık olmadan oruç tutmamak kat’i olarak gelen habere aykırı bir harekettir. Ve kat’i habere aykırı her bir hareket ise isyandır. Öyle ise oruç tutmamak benim için isyân etmektir.” Ve aynı şekilde, örneğin nefis der ki: “Vücûdunu takviye için şarab iç! Çünkü dünyâ ve âhiret işleri bu vücûdun kuvveti ile olmaktadır. Ve şarâbın faydası ise Kur’ân’da geçmektedir. Ve her ne kadar hürmeti var ise de “zarûretler yasak olan şeyleri yapılabilir kılar” genel kâidesince senin için şerîat yönünden engel de yoktur.” Sen bu hükmü aklî görüş mihenkine vurur ve fikir mecrâlarında iyice araştırır ve onu ilim ölçeği ile tartar da dersin ki: “Ey nefis, Hak Teâlâ hazretleri “kulû minet tayyibâti“ ya’nî “temiz olanlardan yiyiniz” (Mü’minûn, 23/51) buyurur. Ve şarâb fenâdır, temiz değildir. Temizler arasında vücûdu takviye edecek birçok faydalı yiyecekler vardır. Bundan dolayı şarab içmek benim için aslâ zarûrî bir şey değildir ki mubâh olsun. Belki benim için şarab içmek isyandırr. Çünkü kat’i haberler ile yasaklanmıştır. Ve her kat’i haber ile yasaklanmış olan şeyi işlemek isyandır. Öyle ise şarab içmek is- 186 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm yandır. Ve şarabın faydası her ne kadar Kur’ân-ı Kerîm’de geçmekte ise de “ve ismuhumâ ekberu min nef’ihimâ“ (Bakara, 2/219) kat’i haberi ile günâhının faydasından daha büyük olduğu açıkça bildirilmiştir. Ve fenâlığı daha büyük olan faydalı bir husûsu tercih etmek, âhirette şiddetli azâba sebep olduğundan elbette onun terk edilmesi daha iyidir. Bundan dolayı şarab içmekten vazgeçmek daha iyidir.” İşte görülüyor ki, nefsin hükümleri zâhirde faydalı ve güzel görünür. Fakat dikkâtli incelenirse onun tam tersi olan çirkin sonuçlar ortaya çıkar. İşte nefsten gelen her bir sıfatı bu numûnelere tatbîk ederek düşün! Eğer bir hayrı ta‘kîp eder ve kıyâsın neticeleri hayırla netîcelenirse onunla tahakkuk et ve ziynetlen! Ve eğer dünyâ yönünden ve âhiret yönünden hayrın tersi olan şerr ile netîcelenirse, sakın o sıfatla tahakkuk etmeyip onu katlet ve imhâ et! İşte katledilmesi gereken sıfat (Sav) Efendimiz’in “iyyâküm ve hazrâu'ddimeni” ya’nî “Dünyânın sahte süslerinden sakınınız!” hadîs-i şerîfinde bize tenbîh buyurduğu sıfattır. “hazrâu'ddimeni” aslında fenâ bir çevrede yetişmiş “güzel kadın”a söylenir ki, dış görünüşü gâyet güzel ve fakat bâtını olan ahlâkı gâyet çirkindir. Dünyâ da bunun gibidir. Zâhiri bezenip süslenmiş, fakat bâtını pistir. Bu nedenle “iyyâküm ve hazrâu'ddimeni” hadîs-i şerîfi dünyâdan ve onun sahte süslerinden dolaylı anlatım olur. Böyle olunca her hangi bir şeyin aslı ne esâsta ise o şey, kendi aslının o esâsını ta‘kîp eder ve ona döner. Ya‘nî başı hayır ise sonu da hayır olur. Çünkü Hâdî ismi hazretinden ulaşan bir sıfat, bu aslın gerekleri ne ise onu, ve Mudill ismi hazretinden gelen bir sıfat da bu aslın gereklerini ta‘kip eder. Ve her birisi kendi aslına döner. Çünkü bu iki asıl birdiğerinin zıddıdır. Bundan dolayı birinin gerekleri ve esâsı da diğerinin zıddı olur. Ve “İki zıt birarada olmaz” kâidesince onlardan çıkan hallerden hiç birisi diğerine dönmez, yine kendi aslına gider. 187 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm TENBÎH Şerefli rûhânî zâtının üzerine koruyucu ol! Ve onun kıymetine ve ne için vücûda getirildiğine ve ondan amacın ne olduğuna ârif ol! Ve mümkün olduğu kadar, ayakta ve otururken ve harekette ve sükûnda ve bütün fiillerinden bunun gibilerinde, onu ancak ilâhî ulvî işte tasarruf eyle! Şimdi tahakkuk edici ol! Hızır “ve mâ fealtuhu an emrî” (Kehf, 18/82) ya'nî “Ben onu kendi emrimden işlemedim” dedi. “Yıldızlara bir bakış baktı da ben hastayım dedi” (Saffât, 37/88-89) “Ve mâ yentiku anil hevâ” (Necm, 53/3) ya‘nî “Hevâdan söz söylemez.” Ve mülkünde bir işi hemen yerine getirmekten sakın, tâ ki onun hakkında yardımcınla istişâre et! Çünkü senin onunla istişâre etmen onun kalbinde senin dostluğunu tesbît eder. Ve dostluk şefkati verir; ve şefkat nasihatı verir; ve nasihat adâleti verir. Ve memleketin devamlılığı adâlet iledir. İşte imâmın sıfatlarının ve hallerinin böyle olmak lâzımdır; yoksa helâk olur ve helâk eyler. Ey Hakk’ın halîfesi olan rûh! Şerefli ve rûhânî olan zâtını nefsânî te’sîrlerden koru ve zâtının kıymetini bil! Çünkü onu halîfe kılan Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri onu kendi cemâlini müşâhede için vücûda getirmiştir. Ve onun kesâfet âlemine bağlantısı ve cisme olan ve bir esâsa dayanmayan irtibâtı, vücûd mertebelerinin hepsinde ilâhî işlerin açığa çıkması ve bâriz olması içindir. Bundan dolayı onun vücûda getirilmesinden olan ilâhî murâd celâ ve isticlâdır ve "celâ" mutlak vücûdun bütün ilâhi ve varlıksal işlerde ezelen ve ebeden zuhûrudur. Ve "isticlâ" da mutlak vücûdun kendisini, bu işler dolayısıyla müşâhede edişidir. Böyle olunca mümkün olduğu kadar, ayakta ve otururken ve harekette ve sükûnda ve bütün fiillerinden buna benzeyen şeylerde, zâtını ancak ulvî ilâhî işte tasarruf et! Yoksa süflî ilâhî işte tasarruf etme! Ve süflî ilâhî iş nefsânî iştir. Bundan dolayı nefsânî hükümler ile değil, rûhânî hükümler ile tahakkuk edici ol! Çünkü şerefli zâtın, hevâ emîrine kapılmış olan nikâhlı eşin olan nefse meyletmekten ve onun rengine boyanmaktan kaçınınca, aslî sâflığı ve temizliği sebebiyle ulvî ilâhî işi, ya'nî ulvî olan rûhânî hükümleri, kabûl eder. Nitekim Kehf sûresinde hikâye buyrulan Mûsâ ve Hızır (aleyhime’s-selâm) kıssasında cenâb-ı Hızır yaptığı işleri, süflî nefsânî işten yapmadığını beyânen “ve mâ fealtuhu an emrî” ya’nî “Ben onu kendi emrimden işlemedim” (Kehf, 18/82) buyurmuştur. Ve aynı şekilde İbrâhîm (as)’in “Yıldızlara bir bakış bakıp da ben hastayım dedi”ği (Saffât, 37/88-89) Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılmaktadır. O hazretin bu sözü ise “Ve mâ yentiku anil hevâ” ya’nî “Hevâdan söz söylemez” (Necm, 53/3) âyet-i kerîmesi gereğince, hevâ emîrinin nefse aktardığı bir şey olmayıp “in huve illâ vahyun yûhâ” ya’nî “Ona sâdece vahyolunan vahiydir” 188 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm (Necm, 53/4) âyet-i kerîmesi kriterine göre, nebîlere (aleyhimü’s-selâm) hâs olan ulvî ilâhî işten bir tasarruf idi. Şimdi ey halîfe, mülkün olan cisimde bir işi yapacağın zaman, yardımcın olan akıl ile istişâre et! Onunla istişâre etmezden önce işi yapmaktan sakın! Çünkü senin akıl ile istişârede bulunman onun kalbinde sana karşı onun dostluğunu tesbît eder; ve dostluğun sâbitliğinden şefkat oluşur; ve şefkat nasîhati gerektirir; ve nasîhat adâlete sebep olur; ve mülkün devamlılığı adâlet iledir. Çünkü işlerin idâresinde vasatın üstünde aşırıya kaçmak ve vasatın altında kalmak intizâmı bozar. Ve idârenin intizâmı ancak işlerde i‘tidâl ile gerçekleşir. İşte cisim mülkünde halîfe olan rûhun idâresi bu şekilde olduğu gibi, zâhir hükûmette kulların işlerini çevirmeye me’mûr olan imâmın sıfatları ve hallerinin de aynen böyle olması lâzımdır. Aksi halde o imâm helâk olur, ya‘nî imâmlık makâmı hükümsüz olur. Ve imâmlık makâmında kaldıkça mülkünü harâb ve idâresi altındakileri helâk eder. Adâletten ayrılan hükûmet reîslerinin gerek kendilerinin ve gerek teb'alarının maddî ve ma'nevî helaklarının eski tarihlerde yüzlerce örneği vardır. 189 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm FASIL İmam dörtten biri olmaktan hâriç değildir. Ve mevcûd cömertlik ile açığa çıkar ve dâim olur. Hakîmler derler ki, melikler dörttür, onun beşincisi yoktur: Kendisine cömert, idâresi altındakilere cömert; ve kendisine cimri, idâresi altındakilere cimri; ve kendisine cömert, idâresi altındakilere cimri; ve kendisine cimri, idâresi altındakilere cömerttir. Ve bir melik bu vasıfların birinden hâriç değildir. Bunun gibi bu ilâhî halîfe de onların birinden hâriç olmaz. Ve i'tibâr iki nüshanın tashîhi içindir. Şimdi biz deriz ki, insanî vücûdda bizim için ilim zâhir oldu; ve o cem’ makâmıdır. Ve amel zâhir oldu; ve o ayrılık makâmıdır; o da Kürsî’nin sınırıdır. Ve önceki Arş’ın sınırıdır. Şimdi vitr ya’nî tek, iki ayak yerinden ibâret olan Kürsî’ye ulaşır. Yeryüzüne ikiliği yazar. Ve bu mülk mübârek gecedir ki, onda her bir hikmetli iş ayrılır. Şimdi ey efendi! Eğer sen ilim ve amel sâhibi isen kendine cömertsin, idâren altındakilere de cömertsin. Ve eğer ilim ve amel sâhibi değilsen, kendine cimrisin, idâren altındakilere de cimrisin. Ve eğer ilim sâhibi olup amel sâhibi değil isen kendine cömertsin, idâren altındakilere cimrisin. Ve eğer amel sâhibi olup ilim sâhibi değilsen kendine cimrisin, idâren altındakilere cömertsin. Ve burada bir sır vardır ki, onun açılmasından men’ edildik. Onu zevk ya’nî bizzât hakîkatini yaşayanlara ve tahakkuk ehline terk eyledik. Ya‘nî zâhir hükûmette imâm ve halîfe dört nevi'dir. Bu dört nev‘in biri olmaktan hâriç değildir. Ve mevcûd olan görünme yerleri ilâhî cömertlik ile, ya‘nî isimlere âit verişler ile açığa çıkar ve dâim olur. Çünkü Hak Teâlâ hazretleri isimleri dolayısıyla dâimî tecellîdedir. Bu ilâhî tecellîler bir ân devre dışı kalmayı kabûl etmez. Eğer bir ân kesilse görünme yerlerinin vücûdları yok olur. Ve ilâhî isimler birdîğerinin zıddı olarak karşılıklıdır. Bundan dolayı âlemde bu sebeple muhtelif zıdlar olur. İmâmın dört nevi’ olması da bu sebeptendir. Hakîmler derler ki, melikler ve hükümdârlar dört nevi'dir, onun beşincisi yoktur. Şöyle ki: (1) Kendisine karşı cömert ve idâresi altındakilere karşı da cömerttir (2) Kendisine karşı cimri ve idâresi altındakilere de cimdir (3) Kendisine karşı cömert ve idâresi altındakilere karşı cimridir (4) Kendisine karşı cimri ve idâresi altındakilere karşı cömerttir İşte âlemde mevcûd meliklerden her hangi birisi bu sayılan vasıfların birinden hâriç değildir. Bunun gibi bâtın hükûmette bu ilâhî halîfe de bu vasıfların birinden hâriç olmaz. Bu ilâhî halîfe insanın cisim mülkünde tasarruf edici olan rûhdur. 190 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm Bu anlatılan sözdeki i'tibâr, iki nüshanın, ya’nî “büyük âlem” olan şehâdet âleminin tamâmı ile, “küçük âlem” olan insanın tashîh ve tesbîti içindir. Çünkü yukarıdaki şerhlerde geçtiği üzere büyük âlemde her ne mevcûd ise küçük âlemde de onun benzeri mevcûddur. Şimdi biz deriz ki, insânî vücûdda bizim için ilim nisbeti zâhir oldu. Ve o ilim nisbeti cem’ makâmıdır. Çünkü ilim ilâhî sıfattır. Ve insân ferdlerinde gözüken ilmin o küllî ilme vâsıl olmasını ve onda toplanmasını îzâha gerek yoktur. Ve aynı şekilde insânî vücûdda amel zâhir oldu; ve o amel ayrılık makâmıdır. Çünkü amel için âlet lâzımdır. Ve âlet insânî madde bedendir. Ve eşyânın kesîf sûretleri gayrılık elbisesiyle Hakk’ın vücûdunun açığa çıkışından ibâret olup ayrılık mertebesidir. Ve bu ayrılık mertebesi Kürsî’nin sınırıdır, ya‘nî tabîattır ki, küllî nefs bu tabîat tezgâhında var edilmiştir. Ve önceki cem’ makâmı Arş’ın sınırıdır, ya'nî vahdet-birlik mertebesidir ki, o mertebede gayrılık yoktur. Şimdi vitr ve tek olan Hakk’ın vücûdu, iki ayağın, ya'nî Cemâl ve Celâl’in, açığa çıkma yerinden ibâret olan Kürsî’ye, ya'nî küllî nefsin var olduğu tabîat sâhasına ulaşır. Ve yeryüzü dediğimiz izâfî vücûd âlemine ikiliği yazar. Ve bu mülk, ya‘nî izâfî vücûd mertebesi, mübârek gecedir ki, “Fihâ yufreku küllü emrin hakîm” ya’nî “Hikmetli işlerin hepsi onda (o gecede) ayrılır” (Duhân, 44/4) âyet-i kerimesi gereğince o mübârek gecede her bir hikmetli iş ayrılır. Çünkü nefis karanlıksal tabîî kesîflik içindedir. Ve Hakîm olan Hak Teâlâ hazretlerinin her bir ilâhî işi, ya'nî gerek cemâlî isimlerinin ve gerek celâlî isimlerinin hükümleri, o mertebede birdîğerinden ayrı bir sûrette gözükür. Ve vahdet-birlik mertebesi ahadiyyet mertebesinin istivâ ettiği bir Arş’tır. Ve o “hakîkat-i muhammediyye”den ibârettir. Ve bu mertebeye “ulûhiyyet” mertebesi de derler. Ve Arş ve Kürsî’ye âid olan diğer ayrıntılar üçüncü bölümün şerhinde geçti. Şimdi ey zâhir hükûmette imâm olan efendi, veyâ ey insânî vücûd mülkünde halîfe olan rûh! Eğer sen ilim sâhibi olup idâren altındakiler üzerinde bu ilmin gereklerine bağlı olarak âdilâne amel icrâ edersen hem kendine ve hem de idâren altındakilere cömertsin. Ve eğer bunun aksi olarak, câhil ve âdilâne ve âlimâne amel sâhibi değil isen, hem nefsine ve hem de idâren altındakilere cimrisin. Ve eğer ilim sâhibi olup da bu ilminle amel edici değilsen, kendini ilim ile süslemiş olduğun için nefsine cömert ve idâren altındakilere cimrisin. Ve eğer amel sâhibi olup da ilim sâhibi değil isen nefsine cimrisin, fakat idâren altındakilere cömertsin. Hz. Şeyh (ra) buyururlar ki: Bu dörlü kısımlandırmaya bağlanan bir sır vardır ki, o sırrı ehlinin dışındakilere açmaktan men’ edildik. Çünkü o sır hâl olarak ve zevk olarak ya’nî bizzât hakîkati yaşanarak idrâk olunabilir. Bundan dolayı onu 191 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm zevk ehline ve ilâhî hakîkatlerle tahakkuk edenlere terk ettik. Çünkü hâle ve zevka âid ilâhî sırları söylemek ve yazmak ile anlatmak mümkün değildir. Ve kısımlar sınırlandı. Ve belki bir i’tirâz edici der ki: “İki kısmı kabûl edelim. Ve onlar senin ilim ve amel sâhibi sözündür. Şimdi o amel yapan âlimdir. Ve ilim ve amel sâhibi olmayan onun aksidir. Ve diğer iki kısmı kabûl etmeyiz.” Şimdi biz ona deriz ki, kısımlama doğru ve açıktır. Ve beyânı budur ki: Muhakkak rûhların ni’metlenmesi ilimler ve açılımlar iledir. Ve cisimlerin ni’metlenmesi yiyecekler ve içecekler cinsinden hissedilebilir olanlarladır. Ve onların azâbı bunun zıdları iledir. Şimdi sen iki kısmı kabûl ettiğin zaman, sana diğer iki kısmı da kabûl etmek lâzım gelir. Ve beyânı budur ki, o kimse ki amel sâhibidir, ilim sâhibi değildir, o taklîd edicidir ve amel sâhibidir; ve onun rûhu için ilimler yoktur ki onunla lezzet duysun. O ancak hapsedilmiştir. Ve kendisine döneceği şeye bakış ile kayıtlıdır. Ve onun yeri cennet ni’metlenmeleri cinsindendir. Ve biz buna ilim sâhibidir demeyiz. Ve diğer kısma gelince: O ilim sâhibidir, amel sâhibi değildir. Şimdi o şehvetleri işleyen ve haramlar içinde kalmış olan âlimdir. Onun rûhu ilimlerden kendisine açılmış olan şey ile ni’metlenmektedir. Ve onun idâresi altındakiler helâk yurduna girmeye sebep olan haramlardan işlediği şey sebebiyle azâbtadır. Şimdi bu kısımları tefekkür et, apaçık hikmeti göresin! Ya‘nî meliklerin kısımlanması dört ile sınırlandı; ve beşinci bir hal düşünülemez. Ve olabilir ki, bir i’tirâz edici çıkıp bu sayılan kısımlara i‘tirâz ederek der ki: “Bu bahsettiğin dört kısımdan ilk iki kısmı kabûl ve tasdîk edelim. Ve kabûl edebileceğimiz kısımlardan birincisi, meliklerden ba'zılarımn ilim ve amel sâhibi olduğu sözündür ve bu kısım ilmi ile amel eden âlimdir. Ve ilim ve amel sâhibi olmayan bu kısmın aksidir. Bunları kabûl ve tasdîk ederiz. Fakat diğer iki kısmı tasdîk etmeyiz ki, onların birisi ilim sâhibi olup amel sâhibi olmayan; ve diğeri de amel sâhibi olup ilim sâhibi olmayandır.” Şimdi biz bu i’tirâz ediciye cevâben deriz ki: Bizim beyân ettiğimiz dört kısım doğru ve sâbit ve açıktır. Ve beyânı budur ki, muhakkak rûhlar ilimler ve açılımlar ile ni’metlenici olur.Çünkü kendisinin latîf oluşu yönüyle ni’metlenmesi de latîflik âleminden olur. Ve cisimlerin ni’metlenmesi de yiyecek ve koklayacak ve görülecek ve işitilecek şeylerden bir takım kendisine uyan hissedilebilir şeylerle olur. Çünkü kendisinin kesîf oluşu yönüyle ni’metlenmesi de kesîflik ve hissedilebilirlik âleminden olur. Ve rûhun azâbı ilmin zıddı olan cehâlettendir. Ve cismin azâbı da yemenin zıddı olan açlıktandır. Ve fenâ manzaralar ve fenâ kokular gibi hissedilebilirler kendisine uymayanlardandır. 192 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm Şimdi ey i’tirâz edici, bahsedilen iki kısmı kabûl ettiğin zaman, diğer iki kısmı da kabûl etmen lâzımdır. Çünkü amel sâhibi olup ilim sâhibi olmayan kimse taklîdçidir; bu kimse ancak amel sâhibidir; ve onun rûhu için lezzet duyacağı bir ilim yoktur. O ancak taklîd içinde hapsedilmiştir. Ve döneceği şeye bakış ile kayıtlıdır. Ve o bakışın yeri cennet ni’metlenmeleri cinsindendir. Ya'nî amel sâhibi olan taklîdçi, sırlara vâkıf olmayıp gözünü ameller cennetine ve o cennetteki ni’metlenmeye dikmiştir. Ameli, ancak cennete gideceğim ve cennetin ni'metlerine kavuşacağım diye yapar. Biz amelin sırlarına ve cennetlerin sırlarına vâkıf olmayan bu taklîdçiye, ilim sâhibidir demeyiz. Ve diğer dördüncü kısma gelince, o amel sâhibi olmayıp ilim sâhibi olan kimsedir. Bu kısma dâhil olan kimse sırlara vâkıf olmakla berâber henüz nefsinin hazzlarını terk edememiş olduğundan şehvetleri işleyen ve haramlar içinde kalmış olan âlimdir. Onun rûhu, ilimlerden kendisine açılmış olan şey ile ni’metlenmektedir; fakat onun idâresi altında olan kuvvetler ve a‘zâsı helâk yurduna girmeye sebep olan haramlardan işlediği şey sebebiyle azâbtadır. Şimdi insânî mülkte ilim ve amel sâhibi olan kâmil, rûhen ve cismen mutlak râhat içindedir. Ve onun zıddı olan ilimsiz ve amelsiz kimse rûhen ve cismen azâbtadır. Ve amel sâhibi olup ilim sâhibi olmayan kimse rûhen azâbta ve cismen ni’mettedir. Ve ilim sâhibi olup amel sâhibi olmayan kimse rûhen ni’mette ve cismen azâbtadır. Ve zâhir hükûmette imâmın ilim ve amel sâhibi olması hem kendisi ve hem de idâresi altındakiler için ni‘mettir. Çünkü kendisinin imâmlık makâmında bulunmasına ve mülkünün devamlılığına ve idâresi altındakilerin rahâtının devâmına sebeptir. Ve ilim ve amel sâhibi olmaması hem kendi ve hem de idâresi altındakiler için azâbdır. Çünkü kendisinin imâmlık makâmında devamlılığının olmamasına ve mülkünün yitirilmesine ve idâresi altındakilerin râhatının gitmesine sebeptir. Ve yalnız amel sâhibi olup ilim sâhibi olmaması, gördüğü kâideleri taklîd ederek hükümeti idâre ettiği ve yaptığı işlerin zevkine vâkıf olmadığı için şahsen zahmet eziyet içindedir. Fakat taklîd olarak sâlih ameli dolayısıyla mülkü bâkî ve idâresi altındakiler râhat olur. Ve yalnız ilim sâhibi olup amel sâhibi olmaması, meşrû’ ve gayr-i meşrû' olarak yaptığı işlerin zevkine vâsıl olduğu için imâmlık makâmında kendisine ma‘nevî zevk oluşsa da, sâlih amel olmaması yüzünden mülkü harâb ve idâresi altındakiler perîşan olur. 193 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm Daha sonra bu kitaba konulan bu âlem hakkında bu bahiste sehâ ve lü’m ve murâd ettiğimiz şeyi açıkça anlatmak bize vâcib oldu. Şimdi biz deriz ki, muhakkak “sehâ” “ihtiyâc ânında ne eksik ve ne fazla bir şeyin verilmesi”dir. Ve “lü’m” “ihtiyâc olmaksızın bir şeyin verilmesi”dir. Şimdi geçen ifrât etti ve kısan tefrît etti. Ve işlerin iki taraftan birine kastı zemmedilmiştir. Ve bunun hakkında ben derim: “Zamanın akışı üzerine eskimiş olan bir mesel geçerlidir ki, ona akıl ile kulak vermek delîl olur. Şöyle ki: Bir şeyi istediğin zaman vasatlık üzere ol! Çünkü bir işin vasatının iki tarafı zemmedilmiştir.” Şimdi Allah Teâlâ sana rahmet eylesin! Bu sınırlama indinde dur, bekle! Böyle olunca halîfenin zâhiri amel ve onun bâtını ilimdir. Ve zâhiri sınırı ve bâtını doğuş yeridir. Ve idâre altındakiler iki kısımdır: Köy ve şehirdir. Ve köy muhammedî tâbî olunan hakkında ayrılmış şehâdet âlemidir. Ve şehir iki kısım üzerinedir: Seçkinler ve avâmdır. Şimdi avâm insanda a'zâ ve organlar cinsinden bitişik şehâdet âlemidir. Ve o muhammedî tâbî olunanın gayrı hakkında köydür. Ve seçkinler iki kısımdır: Akıl âlemi ve nefs âlemidir. Nefs âlemi iki kısma ayrılmıştır: İtâatkâr ve âsîdir. İtâatkâra “ceberût âlemi” denilir. Ve âsî, bahsettiğimiz bu şehrin düşmanlarıdır. Ve akıl âlemi iki kısım üzerinedir: Perdeli ve perdesizdir. Şimdi vasıf sâhipleri perdelilerdir; ve onlar melekût âlemidir. Makām sâhipleri Allah Teâlâ’nın “Ve mâ minnâ illâ lehu makâmun ma’lûm” (Saffât, 37/164) ya'nî “Bizden her birinin ancak bilinen makâmı vardır” buyurduğudur. Ve perdesiz olanlar ashâb-ı selbdir ki, onlar Allah Teâlâ’nın gelinleri olup O’nun gayb hazînelerinde, O’nun indinde gizlenmişlerdir. Onların üzerine kıskanmaktan dolayı onları örtmüştür, tâ ki O’nun dışında kimse onları bilmez. Çünkü onlar ancak O’nu bilirler. Ve onlar bir makāmdadır ki, tahkîk ehli ona “küllî muhakkak üçüncü fenâ” derler.Ve onlar bu şehrin seçkinleridir. İşte bu kısımlar hakkında nazar et, inşâallah reşîd olursun! Ya‘nî meliklerin kısımlarını beyân ettikten sonra bu Tedbîrât-ı İlâhiyye kitabına konulan bu âlem hakkında, bu bahiste “sehâ” ve “lü’m” ile ne gibi halleri kastettiğimizi açıklamak ve îzâh etmek bize vâcib oldu. Biz deriz ki, “Sehâ”; “bir şeye ihtiyâç duyulduğu zaman o şeyin ne fazla ve ne de noksan olarak verilmesi”dir. Ve “lü’m” “kendisine ihtiyâç olmadığı halde bir şeyin verilmesi”dir. Bunlar sûreti ve ma'nâyı içine alır. Sûrete örnek: Bir ziyâfette misâfirlerin doyabileceği kadar yemek hazır edilmesi “sehâ”dır. Ve misâfirlerin ihtiyâcından daha fazla yemek hazırlanarak isrâf 194 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm edilmesi; veyâhut onların aç kalmalarına sebep olacak kadar az yemek tedârik edilmesi “lü’m”dür. Ma'nâya örnek:Henüz elifbâ öğretilen bir çocuğa harfleri onun anlayabileceği ta‘bîrler ile anlatmak “sehâ”dır. Fakat harflerin şekillerini öğretirken harflerden kelime oluşturmanın öğretilmeye kalkışılması; veyâhut harflerin şekillerinin kısa kesilmesi “lü’m”dür. Bundan dolayı bir şeyin verilmesinde ihtiyâc derecesini geçen ifrât ve ihtiyâc miktârını azaltan tefrît etti. Ve her bir işin biri ifrât ve diğeri tefrît olmak üzere iki tarafı vardır. Bu iki taraftan birine kastetmek ve yönelmek zemmedilmiştir. Ve bunun hakkında ben nazmen şöyle derim: Zamanın geçmesiyle eskimiş olan bir darb-ı mesel hâlen dahi geçerlidir ki, o darb-ı meseli kulak işitir ve akıl sıhhatine hükmeder. O da budur ki: Bir şeyi istediğin zaman vasatlık üzere ol, o işin ortasını seç! Nitekim “İşlerin hayırlısı vasat olandadır” buyrulmuştur. Çünkü bir şeyin ortasının iki tarafı zemm edilmiştir. Çünkü bir tarafı “ifrât” ve diğer tarafı “tefrît”tir. Şimdi Allah Teâlâ senin anlayışına rahmeti ile tecellî buyursun. Yukarıda anlatıldığı üzere meliklerin dört sınıfla sınırlandırılması indinde dur! Başka bir sınıflandırma da var mıdır, yok mudur? diye fikrini yorma! Bu sınırlama tahakkuk edince anlaşılır ki, halîfenin zâhiri amel ve bâtını da ilimdir. Ve diğer ta’bîrle, zâhiri sınırı ve bâtını doğuş yeridir. Çünkü amel ilmin netîcesidir. Ve ilim amele sebeptir. Bundan dolayı amelin sebebi olan ilim bâtında doğmadıkça sınır olan cisimde amel ortaya çıkmaz. Ve idâre altında olanlar iki kısımdır: Birisi "köy,” diğeri “şehir”dir. Ve köy muhammedî tâbî olunan hakkında ayrılmış şehâdet âlemidir “Muhammedî tâbî olunan”dan kasıt her bir zamanda mevcûd ve varlıkta tasarruf edici olan “kutb-i a‘zam”dır. Bütün mahlûklara ilâhî feyz onun vâsıtasıyla dağıtılır. Nitekim bu kitâbın baş taraflarında şerh ve îzâh edildi. Bundan dolayı bütün mahlûklar onun köy ehlidir. Ve onlar “ayrılmış şehâdet âlemi”dir. Çünkü sûret âleminde onların izâfî vücûdlarıyla kutb-i a'zamın izafî vücûdu birdîğerinden ayrıdır. Ve o zât muhammedî kemâlâtın vârisi olduğu için hepsinin tâbî olduğudur. Ve şehir de iki kısmıdır: Birisi seçkinler, diğeri avâmdır. Avâm insânî vücûdda a‘zâ ve organ cinsinden “bitişik şehâdet âlemi”dir. Ya‘nî insandaki a‘zâ ve organlar kendi izâfî vücûduna bitişik olup onun hissî bakışından gâib değildir, dâimâ hâzırdır. Ve bu avâm muhammedî tâbî olunanın gayrı olan insân ferdleri hakkında köydür. Ya'nî muhammedî tâbî olunan olan kutub hakkında diğer insan ferdleri ayrılmış şehâdet âleminden olarak, nasıl ki köy ise, a‘zâ ve organlar da bitişik şehâdet âleminden olarak, diğer insân ferdleri için öylece köydür. Çün- 195 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm kü kutb-i a'zamın köylerine, nasıl ki kendi feyzi ulaşırsa, muhammedî tâbî olunanın gayrı olan insân ferdlerinde de kendi a'zâ ve organlarına öylece feyz iner. Ve onların muhammedî tâbî olunanın gayrı olması muhammedî kemâlâta mazhar olamayışlarından dolayıdır. Ve seçkinler de iki kısımdır: Akıl âlemi ve nefs âlemidir. Çünkü gerek âlemde ve gerek âdemde bu iki âlem sâbittir. Nefs âlemi de iki kısma ayrılmıştır. Biri itâatkâr ve diğeri âsîdir. Ve nefs âleminin itâatkâr olan kısmına “ceberût âlemi” ismi verilir. Çünkü akıllar ve soyut nefsler mutlak vücûdun yedi küllî mertebesinden dördüncü hazrettir, ki ona “ceberût âlemi” denilir. Ve bu mertebede meleklerin nefsleri sâbittir ki, onlar itâatkârdırlar. Ve onlar hakkında Hak Teâlâ “lâ ya’sûnallâhe mâ emerehüm” (Tahrîm, 66/6) ya'nî “Onlar emrolundukları şeyde isyân etmezler” buyurur. Ve nefs âleminin âsî olan kısmı, yukarıda bahsettiğimiz bu medînenin ya’nî şehrin düşmanlarıdır. Onlar hevâ emîri ve onun yardımcısı olan şehvet ve onların tâbîleri olan kuvvetlerdir. Ve akıl âlemi akıl de iki kısım üzerinedir: Birisi perdeli olan kısımdır ki, onlar “vasıf sâhipleri” olup melekût âlemindendir. Bilinsin ki, Mir’ât-ı Hakayık’da geçmektedir ki: “Âlem ya mülk âlemi veyâ melekût âlemidir. Bu ikiden hâriç değildir.” “Mülk âlemi”ne “zâhir âlem” ve “şehâdet âlemi” de derler. Ve “melekût âlemi”ne “bâtın âlem” ve “gayb âlemi” de derler. Bu iki âlemin her birinde dokuz en büyük âyet karar kılmıştır. Birisi “nefs-i küll”ün melekûtudur, ya'nî bâtınıdır. Ve dördü yakınlaşmış melek olan Cebrâîl ve Mîkâîl ve İsrâfil ve Azrâîl (aleyhimü’s-selâm)dır, ki dört unsurun bâtınıdır. Ve biri insanın bâtınıdır. Ve üçü mevâlîd-i selâseden (üç doğurganlar ya’nî mâden, bitki ve hayvanın) her birinin bâtınıdır.” Ve bunların cümlesi “vasıf sâhipleri”dir. Şu halde “ceberût âlemi” “melekût âlemi”nin mertebelerinden bir mertebe olur. Ve bunlar makām sâhiplerinden olup bilinen makāmlarını geçemezler, ya'nî ilerideki makāmlardan perdelidirler. Nitekim Hak Teâlâ onlardan naklen “Ve mâ minnâ illâ lehu makâmun ma’lûm” (Saffât, 37/164) ya'nî “Bizden her birinin bilinen makāmı vardır.” Ve akıl âleminin ikinci kısmı olup perdesiz olanlar “ashâb-ı selb”dir ki, onlar Allah Teâlâ’nın gelinleri olup, O’nun gayb hazînelerinde, O’nun indinde gizlenmişlerdir. Bir dâmâd kendi gelinini, kıskanmaktan dolayı, yabancılardan nasıl gizlerse, Hak Teâlâ da kendi gelinleri mesâbesinde bulunan “ashâb-ı selb”i, kıskanmaktan dolayı, öylece örtmüştür. Onları Hak Teâlâ’dan başka hiç bir kimse bilemez. Sebebi budur ki, bu “ashâb-ı selb” Hakk’ın dışındakileri unutmuşlardır, onlar ancak Hak Teâlâ’yı bilirler. Ve bu ashâb-ı selb bir makāmdadır ki, tahkîk ehli o makāma “küllî muhakkak üçüncü fenâ” derler. Ve onlar bu şehrin, ya‘nî şehâdet âleminin seçkinleridirler. 196 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm Ve şehâdet âleminden olan insânî mülkte melekût âleminin dokuz en büyük âyetinin benzeri beş duyudur ki, beş zâhir a’zânın bâtınıdır. Ve dördü de düşünce kuvveti ve hâfıza ve vehim veren ve hayâl veren kuvvettir. Şimdi bu anlatılan kısımlar hakkında akıl gözüyle bak, inşâallah doğruluk yolunu idrâk edip reşîd olursun! Ey kerîm efendi! Bunu tahkik ettiğin zaman, her bir âleme, biraz evvel sana sınırlanan şey gereği üzere, muhtâç olduğu şeyi ver; ve kendin için de böyle yap! Bundan dolayı muhammedî makâmda ilim ve amel sâhibi olursun; ve o, kemâl ve cömertliktir. Her cömertlik insanların ellerinde olan şey hakkında zühddür. Şimdi idâre altında olanlar meliklerini, kendi indlerinde olan şey hakkında zâhidlik etmedikçe sevmezler. Ve cömertlik muhabbet verir; ve muhabbet yakınlık verir; ve yakınlık vuslatı verir; ve vuslat cem' verir. Ve burada kıskanarak perdeleme altında muhafâza edilen bir işâret vardır. İşte böylece bütün sözlerinde ve fiillerinde ve inanışlarında sana zâhidlik etmek lâzımdır. Beyti binâ et; ve lambayı yak; ve perdeyi indir; ve sûretleri ibraz et; sana ilâhî hakîkatler zâhir olsun! Ve hakîkatler sana olduğu hâl üzere âşikâr olsun! Ve Kitâb-ı azîzde bunun yeri “Vallâhu halakaküm ve mâ ta’melûn” ya’nî “Sizi ve amellerinizi Allah halk etti” (Saffât, 37/96)’dır. Şimdi insan insanlar için olan şeyi terk edince nasıl insanların en sevgilisi olursa, Allah için olan şeyi terk edince de Allah indinde böyle olur. Ve onun hakkında tama' etmez ve bütün fiillerinde bir şeyi nefsine izâfe eylemez isen, hakîkatte Allah üzerine zâhid ve tevhîd üzerinde de râşid olursun. Ey kerîm efendi olan rûh veyâhut zamanın imâmı! Sehâ ve lü’mü tahkîk ettiğin zaman bitişik ve ayrılmış şehâdet âleminden ibâret olan köyüne ve şehrine muhtaç oldukları şeyi biraz evvel sınırlanan şey gereği üzere, ifrât ve tefrît olmadan ver! Ve kendin için de böyle yap! Eğer böyle yaparsan, muhammedî verâset makāmında ilim ve amel sâhibi olmuş olursun. Ve bu tarz, kemâl ve cömertliktir. Ve her cömertlik insanların ellerinde bulunan şeyden zâhidliktir, ya'nî o şeylere tama‘ etmemektir. Ve idâre altında olanlar, hükümdârlarını ellerinde bulunan şeyden tama‘ını kesmedikçe sevmezler. Ve ellerinde ne var ne yok hepsini alan hükümdârlardan ahâlî nefret eder. Bundan dolayı sen idâren altındakilere karşı cömert ol; çünkü cömertlik muhabbet verir. Ve muhabbet de yakınlık; ve yakınlık vuslat; ve vuslat cem' verir. Çünkü kişi sevdiğine yakın olur. Ve yakın olunca da ona vâsıl olmuş olur ve vâsıl olunca da sevdiği kimse ile bir arada olmuş olur. Bu sözlerde kıskanma perdesi altında gizli olan bir işâret vardır ki, kula nâfilelerle yaklaşma mertebesinde açılır ve kul bunu hâl olarak ve zevk olarak ya’nî bizzât yaşantısını tadarak anlar. Bu da “Kulum Bana nâfileler ile, Ben onu sevinceye kadar, dâimâ yaklaşır. Ne zamanki Ben ona muhabbet ederim, onun 197 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm işitmesi ve görmesi ve lisânı ve eli Ben olurum. Şimdi Ben’imle işitir, Ben’imle görür, Ben’imle söyler, Ben’imle tutar, ilh...” hadîs-i kudsîsinde beyân buyrulan haldir. Ve Hz. Şeyh-i Ekber (ra) bu işâreti ma'rifet yoluyla aşağıda beyân buyururlar. Şöyle ki: İşte böylece bütün sözlerinde ve fiillerinde ve inanışlarında, gerek Hakk’a ve gerek halka karşı zâhidlik et! Halka karşı olan zâhidlik beyân olundu. Şimdi de Hakk’a karşı olan zâhidlik anlatılır. Şimdi kalb hâneni binâ et; ve ma'rifet lambasını yak; ve ayn’lar perdesini as; ve o perde üzerinde sûretlerin çeşitlerini göster! Nitekim hayâl oynatanlar önce oyuna mahsûs bir mahal binâ edip perdeyi asarlar ve arkasında kandîl yakarlar; daha sonra o perdede çeşitli sûretler ve oyunlar gösterirler. Sen de böyle yap ki, sana ilâhî hakîkatler âşikâr olsun; ve bu hakîkatler sana olduğu hâl üzere âşikâr ve zâhir olsun. Şimdi Hak hakkında zâhidliğin Kur’ân-ı Kerîm’de yeri “Vallâhu halakaküm ve mâ ta’melûn” (Saffât, 37/96) âyet-i kerîmesidir. Ya'nî “Allah Teâlâ sizi ve amellerinizi halk etmiştir.” Şimdi insanın gerek zâhiri olan cismi ve gerek bâtını olan rûhu ve onlardan ortaya çıkan eserler ve fiiller Hak Teâlâ’nın tecellîlerinden ibâret olunca, kul ortada bir hayâl mesâbesinde kalır. Ve kendi nefsini ve nefsine izâfe edecek bir şey göremez. Şimdi insan insanların tasarruf ettiği şeyi terk edince nasıl insanların muhabbetini kazanır ise, Allah Teâlâ’nın tasarrufunda olan kendi nefsini ve kendinden çıkan fiilleri, kendi nefsine izâfe etmeyip Hakk’a terk ettiği zaman, Allah Teâlâ’nın indinde de böyle olur. Ya'nî tasarruf işinde Hakk’a iştirâk etmekten vaz geçtiği için, Hak Teâlâ ona muhabbet eder. Eğer sen böyle yaparsan hakîkatte Allah Teâlâ hazretlerine karşı zâhid ve kendi nefsini ve fiillerini Hakk’ın tecellîlerinden ibâret bildiğin ve bu ilâhî bilgi ile çokluğu kaldırmış olduğun için tevhîd üzerinde de râşid olursun. 198 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm Şimdi bu vasıfları kazanmaya çalış ki, insâf ehlinden olasın! Eskiden beri insanlar bana haber verdi ki, bizim vatanlarımızda ve onların vatanlarında, onların indinde, onların içinde, sessizliği uzun ve hikmetle konuşsa bile kelâmı az olan kimselerden kıymetçe çok büyük ve i’tibâr olarak en büyük ve en celîl bir kimse görülmemiştir. Çünkü o cinsten azlık, çoktan daha güzeldir. Ve usanmak korkusunu onların nefisleri için kabûl et! Ve o daha önce bahsedilen cömertliğin sınırıdır. Ve Resûlullah (sav) ashâbına nasîhatta, onlar üzerine gelebilecek usanma korkusundan dolayı, aralık verirdi. Ve vârislerin de böyle olması gerekir. Ve aynı şekilde onların ellerinde olan şey hakkında zâhidlik eden ve onlardan kendini gizleyen ve onlara, ancak onların ihtiyâc duyduğu bilinen şey indinde, o ihtiyaca bakarak ortaya çıkan bir adamdan onların indinde daha azîm ve onların nefisleri arasında daha celîl olanı görmedim; şimdi bu vakitte, bölümün başında sana takdîm ettiğimiz şey üzere, onlar için zâhir olur. Şimdi biz her bir şeyi, nefislerin ona susaması için, bu söz makâmında söyledik. Böyle olunca sana dünyâlarından bir şey ile yönelirlerse, onlardan yüz çevir! Ve onların fukarâsı üzerine çevir! Eğer çekinip ancak seni aracı yaparlarsa onlardan kabûl et; ve onların bilgisi dâhilinde olmak üzere, onların fukarâlarına çevir! Ve imâmın hâli de böyle olur. Ve o sebeple memleketinin ehli indinde çokbüyük olur. Sen bu bahsedilen vasıfların kazanılmasına, ya'nî işlerde ifrât ve tefrîtten kaçınmaya ve onların vasatı olan cömertlik ve zühd ile vasıflanmaya, çalış ki insâf ehlinden ya'nî adâlet ehlinden olasın. Aksi halde ifrât ve tefrîte düşüp zulüm ehlinden olursun. Bu ifrât ve tefrît insanın bütün hallerini kapsar. Örneğin kelâm bir insânî sıfattır. Bunun da ifrâtı ve tefrîti vardır: Kelâmı lüzûmundan fazla söylemek ifrât; ve lüzûmu hâlinde söylememek tefrit; ve ihtiyaç nisbetinde söylemek cömertliktir. Nitekim insanlar, eskiden beri gerek bizim vatanlarımızda ve gerek kendi vatanlarında bulunan kimselerin arasında onların indinde, sessizliği uzun süren ve hikmetle konuşsa bile, sözü az olan bir adamdan kıymetçe çok büyük ve i’tibâr olarak en büyük, en celîl bir kimse görülmediğini haber vermişlerdir. Çünkü hikmetle konuşmanın azı çoğundan daha güzeldir. Çünkü insanlarda usanma ve bıkma hassası vardır. Bundan dolayı usanma korkusunu onların nefisleri için kabûl et ki, insanlara karşı bu şekilde muâmele, daha önce îzâh edilen cömertliğin sınırıdır ve zâhiridir. Nitekim (Sav) Efendimiz, usanmaları ve bıkmaları mahzûrunu göz önünde bulundurdukları için, ashâb-ı kirâmına (rıdvânullâhi aleyhim ecmâ'în) nasîhatlarda aralık verirdi. Bundan dolayı nebevî vâris olan insân-ı kâmillerin de, terbiye ettikleri mürîdlerine karşı, nasîhatlarında ve diğer muâmelelerinde böyle yapmaları lâzımdır. Ve aynı şekilde insanların ellerinde bulunan şey hakkında zâhidlik eden ve onlardan sûrette ve ma'nâda kendini giz- 199 Tedbirât-ı İlâhiyye Beşinci Bölüm leyen, ya'nî gece gündüz onların arasında bulunmayan; ve bulunduğu zaman da, dâimâ hakîkatlerin sırlarını ve ilâhî bilgileri esirgemeyip, onlara ancak ihtiyaç duydukları bilinen bir şeyin gerçekleşmesinde, o ihtiyâca bakarak sûret ve ma'nâca gözüken bir adamdan, o insanlar indinde daha büyük ve onların arasında daha celîl olan bir kimseyi görmedim. Şimdi insân-ı kâmil ihtiyaç duyulan bir sebebe dayalı olarak insanlar arasında gözüktüğü zaman, bölümün başlarında sana takdîm ettiğimiz şey üzere, ya'nî ihtiyâç miktârından ne fazla ne de noksan olmamak üzere gözükür. Ve onların ihtiyâcını te’mîn etmekle yetinir; aslâ ifrât ve tefrit eylemez. Şimdi biz gerek insânî vücûdda halîfe olan rûha ve gerek zâhiri hükûmette imâm olan kimseye her bir şeyi, nefislerin ona susaması, ya‘nî şiddetle meyli için bu söz makâmında ve ma’nâlara bağlı olan kelâm âleminde söyledik. Çünkü söz ma‘nâyı ifâde ederse de hâl bahşetmez. Hâl ancak o ma’nâlar ile amele çalışmak sûretiyle nefislerde oluşan bir melekeden ibârettir. Bu melekenin tafsîli ise, Hakk’ın inâyetiyle sâlikin himmet elindedir. Şimdi mâdemki zâhidlik cömertliktir; böyle olunca insanlar sana dünyâlarından, ya‘ni mallarından, bir şey ile yönelirlerse onlardan yüz çevir, o getirdikleri malı kabûl etme! Fukarâya veriniz, de! Eğer kendileri fukarâya sadaka vermekten çekinip, ancak bu hususta seni aracı yapmak isterlerse, o malı onlardan al; ve onların bilgisi altında, onların fukarâlarına dağıt ve sadaka olarak ver! İşte insânî vücûdda rûhun hâli böyle olduğu gibi, zâhiri hükûmette imâmın hâli de böyle olur. Ve bu sıfât ile vasıflanmış olan imâm, bu sebeple memleketinin ehli ve teb‘ası indinde hürmete ve muhabbete lâyık olur. 200 Tedbirât-ı İlâhiyye Altıncı Bölüm ALTINCI BÖLÜM Adâlet Hakkındadır. Ve O Bu Şehrin Hükümlerini ve Tedbîrlerini Bilen Kadıdır Adâletli ve mükemmel olan himmetli efendi, Allah Teâlâ seni desteklesin! Eğer sen üzerinde mülkünün devamlılığını ve düşmanlarına zaferi istersen idâren altındakilerin hükümlerinin tasarruf edicisinin ve senin hükümlerinin infâz edicisinin adâlet olması lâzımdır. Şimdi muhakkak Allah Teâlâ onu senin üzerinde bâkîleştirdi. Bir şehire ve memlekete yöneldiğinde onlarda bereket ortaya çıktı ve rızıklar arttı. Ve bütün mîzân yayıldı. Ve o, zamanların ve eserlerin geçeceği yer üzerinde övülmüş, sevgili olan bir mevcûddur. Ve o, yeryüzünde konulmuş bir mîzândır. Ve en büyük arzda kulların ayrımı onunla olur. Ve o, bu günde dahi hâkimdir. Ve o şerîata göre kendisiyle emrolunandır. Ve muhakkak hükümdâr ceseddir; ve onun rûhu adâlettir. Ve her ne zaman adâlet olmazsa mülk harâb olur. Ve hakîmler demişlerdir ki: “Sultanın adâleti zamânın bolluğundan daha faydalıdır.” Ve Allah Tebâreke ve Teâlâ kullarına emredip ”İnnallâhe ye’muru bil adli vel ihsâni” (Nahl, 16/90) ya‘nî “Allah Teâlâ adâlet ve ihsân ile emreder” buyurdu. Ve onunla vasıflanmayan kimseyi zemmetti. Ve onu, onun üzerine hâkim kılmadı da buyurdu ki: “Veylun lil mutaffifîn; Ellezîne izektâlû alen nâsi yestevfûn; Ve izâ kâlûhum ev vezenûhum yuhsirûn; Elâ yezunnu ulâike ennehüm meb'ûsûn” (Mutaffifîn, 83/14) / ya'nî “Vay eksik tartanların hâline! Ki insanlardan aldıklarım tastamam ölçerler; ve kendileri ölçtükleri veyâ tarttıkları zaman eksik yaparlar. Acabâ onlar azîm gün için diriltileceklerini zannetmiyorlar mı?” Ve Lokman oğluna dedi: "Yürümende ne pek hızlı, ne de pek aceleci ol; sesini vasat derecede çıkar!” (Lokman, 31/19). Ve Allah Teâlâ buyurdu: ”ve lâ techer bi salâtike ve lâ tuhâfit bihâ vebtegı beyne zâlike sebîlâ” (İsrâ, 17/110) ya‘nî “Namazında sesini yükseltme, çok da kısma; bunun arasında bir yol seç!” Ve o adâlettir. Ve yine Hak Teâlâ buyurur: “Ve lâ tec’al yedeke maglûleten ilâ unukıke ve lâ tebsuthâ kullel bastı fe tak’ude melûmen mahsûrâ” (İsrâ, 17/29) ya'nî “Elini boynuna bağlanmış kılma; ve onu büsbütün de açma!” Ve Sallalâhü aleyhi ve sellem, Ebû Bekir (ra)’e “Sesini yükselt!” buyurdu. Ve Ömer (ra)’e “Sesini düşür!” buyurdu. Ve Sallalâhü aleyhi ve sellem, o cinsten adâleti işledi. Ve iki ayakkabısından birisi koptuğu zaman diğerini de çıkarıp çıplak yürürler idi, tâ ki ayakları hakkında adâlet buyura. Ve Allah Teâlâ onu onun üzerine inşâ eyledi ve tasvîr etti. Ve ba'zı hakîmlerin vasiyetlerindendir ki: “Tatlı olma, seni yutarlar; ve acı olma senden nefret ederler!” Şimdi adâlet bütün eşyâya sirâyet etmiştir. Bundan dolayı adâleti, kendine ve ehline ve adamına ve hizmetkârlarına ve kölelerine ve ashâbına ve sana yönelenlerin hepsine; ve vekillerin hakkındaki hükmüne; ve zâhiren ve bâtınen fiiline hâkim kıl! 201 Tedbirât-ı İlâhiyye Altıncı Bölüm Ey himmeti yüce ve adâletli ve mükemmel olan efendi! Allah Teâlâ seni bu sıfatlar ile desteklesin! Eğer sen vücûd mülkünün devamlılığını ve mülkünde olan düşmanlarına zafer kazanmak ve üstün gelmek istersen idâren altındakilerin ve tâbi’lerinin hükümlerine adâleti tasarruf edici kıl! Ve senin hükümlerini icrâ eden ancak adâlet olsun! Bunu üzerine vâcib bil! Şimdi muhakkak Allah Teâlâ o adâleti senin üzerinde bâkîleştirdi. Ancak adâletin yöneldiği bir şehir ve bir memlekette bereket ortaya çıkar ve rızıklar artar. Ve bütün işlerde mîzân ve intizâm yayılır. Ve o adâlet zamanların ve asırların geçeceği yer üzerinde övülmüş ve sevgili olan bir mevcûddur. Yeryüzünde ya'nî şehâdet âleminde, Hak tarafından konulmuş bir mîzândır ki, bütün işlerin fazlalığı ve noksanlığı ve ifrâtı ve tefrîti onunla ölçülür. Ve en büyük arzda, ya'nî kıyâmet gününde, Hak Teâlâ kulların sınıflarını ve derecelerini o adâlet ile ayırır. Ve o adâlet bu günde, ya'nî dünyevî hayâtta da hâkimdir. Ve dünyâ teklîf mahalli olduğundan, o adâlet şerîata göre kendisiyle emrolunandır. Ve şerîat onun uygulanmasını emreder. Ve muhakkak bir mülkün hükümdârı cesed; ve o hükümdârın rûhu da adâlettir. Ve adâlet olmadığı zamanlarda mülk harâb olur. Ve hakîmler demişlerdir ki: “Hükümdârın ve sultânın adâleti zamânın bolluğundan ya‘nî rızıkların bol ve yiyecekle içeceğin ucuz olmasından daha faydalıdır.” Çünkü bir memlekette adâletin zıddı olan zulüm hükümrân olursa bolluk halka refâh ve saâdet bahşetmez. Zulüm bu refâhı azâb ve ıztırâba çevirir. Ve Allah Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de kullarına “Muhakkak Allah Teâlâ adâlet ve ihsân ile emreder” (Nahl, 16/90) buyurur. Ve adâlet ile vasıflanmayan kimseyi zemmeder. Ve zulmü adâlet üzerine hâkim kılmadı da Kur’ân-ı Kerîm’de buyurdu ki: “Vay eksik ölçenlerin hâline ki, insanlardan aldıklarını tastamam tartarlar; ve onlara ölçtükleri veyâ tarttıkları vakit, eksik yaparlar. Acabâ onlar azîm gün için diriltileceklerini zannetmiyorlar mı?” (Mutaffîfîn, 83/1-4). Bu ölçü, kulların maddî ve ma'nevî hallerini kapsar. Çünkü bir çok kimseler vardır ki, insanlardan kendilerine karşı güzel ahlâk beklerler; fakat kendileri onlara karşı kötü ahlâk ile vasıflanırlar. Ve cenâb-ı Lokman oğluna nasîhat edip dedi ki: “Hafif meşrebâne yürüme, kibirlenerek de yürüme! Bunların arasında vasat bir şekilde yürü! Ve konuştuğun zaman çok bağırma, güç işitilecek kadar da yavaş söyleme; belki sesini lüzûmu kadar çıkar!” (Lokman, 31/19). Ve Allah Teâlâ “Namazında sesini yükseltme, çok da kısma; bu ikisinin arasında bir yol seç!” (İsrâ, 17/110) buyurdu. Ve sesli ile sessiz arası, i’tidâl üzere bir yol olduğundan bu hususta adâlettir. Ve yine Hak Teâlâ buyurdu: “Elini boynuna bağlanmış kılma; ve onu büsbütün de açma!” (İsrâ, 17/29). “Elini boynuna bağlamak” cimrilikten; ve “büsbütün açmak” isrâftan dolaylı anlatımdır. Ve cimrilik ile isrâf arası ancak i‘tidâl 202 Tedbirât-ı İlâhiyye Altıncı Bölüm ve adâlettir. Ve bu adâlet ve i'tidâle işâret olarak Sallalâhü aleyhi ve sellem, Efendimiz Ebû Bekir Sıddîk (ra)’e “Sesini yükselt!” buyurdu. Çünkü cenâb-ı Sıddîk “Ya eyyühellezîne âmenû lâ terfeû asvâteküm fevka savtin nebiyyi” (Hucurât, 49/2) ya‘nî “Ey mü’minler, seslerinizi Nebî’nin sesinin üstüne çıkarmayınız!” emri geldikten sonra, bu emre muhâlefet etme korkusundan dolayı, (Sav) Efendimiz ile konuşma esnâsında sesini gâyet az çıkarır idi. Bu ise tefrît idi. Ve aynı şekilde Hz. Ömer ibnü’l-Hattâb (ra) tabîatının celâdetli oluşlarından dolayı konuşma esnâsında sesini çok çıkarırdı. Efendimiz ona da “Sesini düşür!” buyurdu. Çünkü bu ifrât idi. Ve (Sav) Efendimiz bu bahsedilen türden adâleti tatbîk ve icrâ buyururlar idi. Örneğin mübarek ayaklarından birisinin tokası koptuğu vakit, ayakları hakkında adâlet buyurmak maksadıyla diğerini de çıkarıp çıplak yürürler idi. Ve Allah Teâlâ hazretleri (Sav) Efendimiz’in saâdetli mîzâclarını adâlet ve i‘tidâl üzerine inşâ buyurdu; ve şerefli cisimlerini i'tidâl üzerine tasvîr eyledi. Bundan dolayı adâlet ve i'tidâl onların yüce oluşumlarının gereklerinden idi. Çünkü Hak Teâlâ Nebiyy-i zî-şân Efendimiz’i beşerî kemâlde numûne olmak üzere açığa çıkardı. Ve her insanı bu yüce numûneye benzemeye da'vet etti.Ve hakîmlerden ba‘zıları vasiyyet edip demişlerdir ki: “Tatlı olma, seni yutarlar; ve acı da olma, senden nefret ederler.” Çünkü hiç gereği olmayan bir yerde hilm ve tatlılık tefrîttir; ve insânî nefse zarardır. Ve aynı şekilde herbirşeye hiddet ve gazab ise ifrâttır; ve insanların nefret etmesine sebeptir. Şimdi verilen îzâhlara göre anlaşıldı ki, adâlet ve i'tidâl bütün eşyâyâ sirâyet etmiştir. Bundan dolayı adâleti kendine ve ehline ve evlâdına ve adamına ve hizmetçilerine ve kölelerine ve arkadaşlarına ve ashâbına ve sana yönelip seninle münâsebette bulunanların hepsine; ve hükümdâr isen işlere vekîl bıraktıkların hakkındaki hükmüne ve zâhirî ve bâtınî fiillerine hâkim kıl! 203 Tedbirât-ı İlâhiyye Yedinci Bölüm YEDİNCİ BÖLÜM Yardımcının ve Onun Sıfatlarının ve Rabbanî ve Hikmetlere âit Cereyânın Nasıl Olması Gerektiğinin Zikrine Dâirdir Âdette, melîkin işinin mülkte, ancak mâlik ile memlûk arasında vâsıta olan idâreci yardımcı ile olması doğru olur. Şimdi hikmet böyle gerektirir ki, biz bu bahsedilen halîfeyi ibraz ettiğimizde, ona “akıl” ismi verilen bir yardımcı edindirelim. Ve Allah Teâlâ tarafından ilâhî hitâb ona yönelir. Çünkü o memleketin idâre edicisidir. Allah Tebâreke ve Teâlâ “Muhakkak bunda (...) ülü’l-elbâb için alâmetler vardır” (Al-i İmrân, 3/190), “ülü’n-nühâ için” (Tâhâ, 20/54 ve 128), “Muhakkak bunda kendisi için kalb olan veyâ söyleneni işitebilen ya'nî akleden kimse için öğüt ve nasîhat vardır” (Kâf, 50/37) buyurdu. Allah Sübhânehû bu imâm için bu yardımcıyı vücûda getirdi ki, ona “akıl” denir. Ve ancak “akıl” olarak isimlendirdi; çünkü Allah Teâlâ’dan kendisine aktarılan her bir şeyi anlar. Ve o memleket üzerinde, hayvan üzerindeki bağ gibidir ki, onu firâr etme korkusundan korur. Ve işte bunun için “akıl” denildi. Ve onu onun için yardımcı olarak seçti. “Faîl” vezninden “vizr”den veyâ “vezer”den türemiş olması muhtemeldir. Ve onların ikisi de onda mevcûddur. Şimdi eğer “ağırlık”tan ibâret “vizr”den olursa, o memleketin ve onun mühimmâtının şekillerini taşıyıcıdır. Ve eğer “sığınılacak yer”den ibâret olan “vezer”den olursa, o bütün eşyâda kendisine iltica edilendir. Çünkü o halîfenin lisânıdır. Ve onun emirleri ondan infaz olunur. Şimdi bu ma‘nâdan dolayı ona “yardımcılık” ismi geçerli olur. Aynı şekilde bu sözün ma'nâsının vücûdu lâzım olduğu için ona öyle denildi. Ve o acâip bir mevcûd ve latîf îcâddır, ki Bârî Teâlâ onun imâmdan ikinci makāmda îcâd eyledi. Ve onu halîfeden, yardıma ihtiyâc duyma ile söyleyici olanların mezhebi üzerine, güneşten ay derecesine indirdi. Ve işte bundan dolayı melikin huzûru ve onun tecellîsi indinde, onun için bu sûretin sâbit olmadığını ve görülmediğini görürsün. Çünkü emir, vâsıtalar kalkmış olarak ve çok büyük bir müşâhede ile burada sana imâmdan çıkmaktadır. Ve Allah’ın Kitâb’ında onun hazzı “li menil mülkül yevm, lillâhil vâhidil kahhâr” (Mü’min, 40/16) ya'nî “Bugünde mülk kimindir? Vâhid-i Kahhâr olan Allâh’ındır” sözüdür. Ve perdelenme vaktinde da'vâlar olur. Da’vâ perdesinden Allah’a sığınırız. Şimdi halîfe ne zaman gizlenirse yardımcı için açığa çıkma ve emirleri yerine getirme ve verme ve men’ etme olur. Çünkü o halîfenin lisânıdır ve ondan tercüme edicidir. Ve bu, ay ile güneşin rûhâniyyetinin sırrında mevcûddur. Görmez misin? Ay güneşin kabzasında olunca, onun üzerine güneşin istîlâsından dolayı, onun için nûr ve zuhûr yoktur. Ne zamanki dolunay olur, bakanların gözünden güneşin kaybolması sebebiyle, onun için tâm zuhûr gerçekleşir. Şimdi ay, bu vakitte güneşi müşâhede edicidir. Âlem ve insanlar ise ancak ayı müşâhede ederler. 204 Tedbirât-ı İlâhiyye Yedinci Bölüm Ya'nî bir hükümdârın memleket işlerini idâresinde geçerli âdeti budur ki, mâlik ile memlûk, ya'nî tasarruf eden ile üzerinde tasarruf edilen arasında, işlerin idâresine vâsıta olan bir yardımcı lâzımdır. Ve idâre işleri memlekette bu tarzda icrâ olunursa doğru olur. Nitekim hükümetlerde mes’ûl birer “başbakan” bulunur. Zâhiri hükûmette idâre usûlü böyle olduğu gibi, insânî vücûdda halîfe olduğunu anlattığımız ve isbât eylediğimiz “rûh” için de bir yardımcı edinmesi lâzım gelir. Çünkü hikmet bunu gerektirir. Ve Allah Teâlâ tarafından ilâhî hitâb akla yönelir. Bundan dolayı akıl ni‘metinden mahrûm olan çocuklar ve deliler ilâhî teklifler ile mükellef değildirler. Çünkü akıl insan memleketinin idârecisidir. Ve aklı olmayanların veyâ aklı noksan olanların fiilleri ve hareketleri düzgün değildir. Onun için Allah Tebâreke ve Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de “Muhakkak bunda (...) akıl sâhibleri için âyetler ve alâmetler vardır” (Al-i İmrân, 3/190) buyurur. Ve diğer bir âyette de “li ulîn nuhâ“ (Tâhâ, 20/54, 128) buyurur ki “nuhâ“ “akıl” demektir. Ve aynı şekilde diğer bir âyette de “Muhakkak bunda kendisi için kalb olan veyâ söyleneni işitebilen, ya'nî akleden kimse için öğüt ve nasîhat vardır” (Kâf, 50/37) buyurur. Bundan dolayı Kur’ân-ı Kerîm’e muhâtab olanlar ancak akıl ehlidir. İşte bu hikmete dayalı olarak, Allah Sübhânehû hazretleri insan memleketinde halîfe ve imâm olan bu “rûh” için böyle bir yardımcı vücûda getirdi ki, ona “akıl” denir. Ve o yardımcıya ancak “akıl” ismini verdi. Bu ismin verilme sebebi budur ki, o yardımcı, Allah Teâlâ tarafından kendisine aktarılan her bir ma'nâyı anlar, ya'nî o ma’nâların kaydıyla kayıtlanır. Ve o akıl insan vücûdu üzerinde, hayvanın vücûdu üzerindeki “bağ ve yular” gibidir ki, o yular o hayvanın kaçması korkusundan muhâfaza eder. Ve akıl da böylece insan vücûdu üzerinde bir “bağ”dır ve “yular”dır ki, onu tabîat uçurumlarına ve helâk vâdilerine firârdan engeller. İşte bu sebepten dolayı Hak Teâlâ rûhun yardımcısına akıl ismini verdi. Ve aklı rûh için yardımcı olarak seçti. “Vezîr ya’nî yardımcı” kelimesi “fâil” vezninde olarak “zâ” harfinin sükûnu ile “vizr”den, veyâhut “zâ” harfinin fethi ile “vezer”den türemiştir. Ve her ikisinin ma‘nâsı da “akıl”da mevcûddur. Eğer “yük ve ağırlık” ma'nâsına olan “vizr”den türemiş olursa doğrudur. Çünkü o akıl insan memleketinin ve onun mühimmâtının şekillerini ve yüklerini taşıyıcıdır. Ve eğer “sığınılacak yer” ma'nâsına olan “vezer”den türemiş olursa yine doğrudur. Çünkü o akıl her şeyde kendisine ilticâ olunan bir şeydir. Nitekim insan ilmî, ictimâî ve ticârî olan her bir işlerinde akla yönelir ve ilticâ eder. Çünkü o insan vücûdunda halîfe olan rûhun lisânıdır. Ve rûhun emirleri akıl vâsıtasıyla infâz olunur. İşte bu ma‘nâdan dolayı ona “yardımcılık” ismi geçerli olur. Ve aynı şekilde bu sözün ma‘nâsının vücûdu akla lâzım olduğu için ona “vezîr ya’nî yardımcı” 205 Tedbirât-ı İlâhiyye Yedinci Bölüm denildi. Ve o akıl acâip bir mevcûd ve latîf bir îcâddır ki, Bârî Teâlâ hazretleri onu imâmdan ikinci makāmda îcâd eyledi. Çünkü tasarruf işinde birinci makāmın sâhibi insan vücûdunda rûhtur. Ve ikinci tasarruf edici de akıldır. Ve akıl hayât ile kâimdir. Bundan dolayı tasarruf makāmında akıl ikincidir. Ve yardıma ihtiyâc duyma husûsunda aklın halîfeye nisbeti, ayın güneşe nisbeti gibidir. Ya'nî ay, ışık alma husûsunda nasıl güneşe muhtaç ise, akıl da böylece, ışık alma husûsunda rûha muhtaçtır. İşte bu nisbete dayanmaktadır ki, hükümdârın huzûru ve onun zuhûru indinde yardımcısı için bu tasarruf sûretinin sâbit olmadığını ve görülmediğini müşâhede edersin. Çünkü imâmın huzûru ve zuhûru indinde vâsıtalar kalkar ve çok büyük bir müşâhedenin heybeti ortaya çıkar. Emir burada sana vâsıtasız ancak imâmdan çıkar. Bu kısmın faydasının tamamlanması için burada seyr ü sülûk ehline faydalı olacak ba‘zı îzâhlar verilmesi lâzım geldi: Bilinsin ki, insan vücûdunda halîfe olan rûh bu kitâbın mukaddimesinde îzâh edildiği üzere, Hak tarafından halîfe kılınmıştır. Bundan dolayı insan vücûdunda hakîkatte tasarruf edici olan Hakk’tır. Nitekim âyet-i kerîmede “Vallâhu halakaküm ve mâ ta’melûn” ya’nî “Sizi ve amellerinizi Allah halk etti” (Saffât, 37/96) buyrulmuştur. Bu i'tibâr ile birinci tasarruf edici Hak; ve ikinci tasarruf edici rûh; ve üçüncü tasaruf edici de akıldır. Ya'nî rûh Hakk’ın halîfesi ve akıl bu halîfenin yardımcısıdır. Şimdi rûhun tecellîsi indinde aklın tasarrufu gider. Ve vâsıtasız Hakk’ın tecellîsi indinde de rûhun tasarrufu örtülür. Zât-ı Bârî’nin tecellîsi ile rûhun tecellîsi arasında çok büyük farklar vardır. Bir çok sâlikler bu makāmda aldanmışlar ve Hakk’ın tecellîsini bulduklarını zannetmişlerdir. Eğer şeyh kâmil ve tasarruf sâhibi olmazsa sâlik için bu düştüğü çukurdan kurtulmak çok zor olur. Gönül aynası, beşeriyyet sıfatından ve tabîat paslarından riyâzât ve mücâhede ve ibâdette devamlılık sebepleriyle, sâflaştığı zaman kalbe bir takım rûhânî sıfatlar tecellî eder. Ve bu hâl rûhânî nûrların üstün gelişinden olur. Çünkü rûh, tamâmı ile beşerî sıfatlardan dışarı çıkmıştır. Ve bir vakit olur ki, rûh bütün sıfâtıyla tecellî eder. Ve bu hâl beşerî sıfatların eserlerinin tam olarak mahvolmasından kaynaklanır. Ve ba'zen Hakk’ın halîfesi olan rûhun zâtı tecellî eder. Ve halîfeliği sebebiyle “Ene’l-Hak” da‘vâsında bulunur. Rûhânî tecellî ile rabbânî tecellî arasındaki farkın biri budur ki, rûhânî tecellî sonradan olma rengi taşır ve onun fânî etme kuvveti yoktur. Gerçi zuhûr vaktinde beşerî sıfatları giderir, velâkin fânî edemez. Tecellî örtülünce derhal beşerî sıfatlar ortaya çıkar. Fakat Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin tecellîsinde sâlik bu âfetlerden emîn olur. Ve diğer fark budur ki, rûhânî tecellîden gönül rahatlığı zâhir olur ise de, sâlik şek ve şüpheden kurtulamaz. Ve bu tecellî tam ma‘rifet vermez. Fakat Hz. 206 Tedbirât-ı İlâhiyye Yedinci Bölüm Hak Sübhânehû ve Teâlâ’nın tecellîsi bunun tersinedir. Ve diğer bir farkı daha budur ki, rûhânî tecellîden gurûr ve böbürlenme zâhir olur; ve kendini beğenmişlik ve varlık artar; ve talebde noksan olur; ve korku ve niyâz azalır. Ya'nî kendisinin kâmil mürşid olduğunu ve bir mürşide ihtiyâcı kalmadığını ve bundan dolayı amaçladığı rabbânî tecellîler oluştuğundan evliyâullâh’ın mükemmelleri sırasına geçtiğini zanneder. Kendisini asrın şeyhleri ile mukāyese edip Hakk’ın ihsânı ile onlardan daha büyük olma da‘vâsında bulunur. Çünkü bakışında gerek kendisinin ve gerek diğer şeyhlerin vehmî vücûdları sabittir. Fakat Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin tecellîsinde bunların hepsi kalkar; ve varlık yokluğa dönüşür; ve onda taleb artar, ve susamışlık fazlalaşır; ve korku ve niyâz çoğalır; kendini beğenmişlik ve varlık kalkar. Şimdi rabbânî tecellî müşâhede ve rûhânî tecellî keşfetmedir. Ve müşâhedede aslâ hatâ olmaz; keşfetmede ise hatâ olur. Onun için rûhânî tecellîye mazhar olan sâliklerin keşiflerine dayanarak beyân ettikleri şeylerin ba'zısı doğru ve ba'zısı hatâ olur. Ve kendilerinde nefsin gurûru olduğundan bu hatâlara karşı uyanık olamazlar. Te’vîllere kalkışırlar; ve hatâ içinde hatâya düşerler. Rabbânî tecellîde Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri kuluna her hangi sıfatla tecellîyi murâd buyurursa, o sıfatla tecellî eder. Hayât sıfatı ile tecellî ederse, bâkî olan hayâtı bulur. Kelâm sıfatı ile tecellî ederse, Hak Teâlâ hazretleriyle karşılıklı konuşma olur. Rezzâk oluş sıfatı ile tecellî ederse, gayb tarafından rızık bulur. Hallâk oluş sıfatı ile tecellî ederse, mahlûk halk etmeye kudreti yetebilen olur. Ve öldürme sıfatı ile tecellî ederse, bakışının isabet ettiği kimseyi öldürür. Hayât verme sıfatı ile tecellî ederse, o kimsenin bakışı ölüye yönelse derhâl dirilir. Ve diğer ilâhî sıfâtlar da böyledir. Fakat rûhânî tecellî sâhiblerinde bu kudret yoktur. Şimdi rûhun tecellîsi indinde aklın hükümleri örtülür. Ve Hakk’ın tecellîsi indinde de rûhun sıfatları gizlenir. Ve bu örtünme ve gizlenmenin Allah’ın Kitâb’ından hazzı “li menil mülkül yevm, lillâhil vâhidil kahhâr” (Mü’min, 40/16) ya’nî “Bugünde mülk kimindir? Vâhid-i Kahhâr olan Allâh’ındır” sözüdür ki, bu söz rabbânî tecellîde rûhânî hükümlerin ve sıfatların mülkte tasarrufunun zâil olduğuna delîldir. Ve Hakk’ın perdelenmesinde rûh; ve rûhun perdelenmesinde de aklın da‘vâları gerçekleşir. Bu da‘vâ ise perdenin aynıdır. Bundan dolayı da‘vâ perdesinden Allâh’a sığınırız. Şimdi halîfe ne zaman örtünürse yardımcı o vakit ortaya çıkar. Ve emirlerin yerine getirilmesi ve verme ve men‘ etme yardımcıdan olur. Çünkü o halîfenin lisânıdır. Ve kendisi işlerde hükmedici değil, belki nâkil ve tercümandır. Ve bu îzâh ettiğimiz gözükme ve gizlenme husûsları, ay ile güneşin rûhâniyyet sırrında mevcûddur. Görmez misin? Ay güneşin kabzasında olunca, ya‘nî ay dünyânın bir kısmına karşılık iken, dünyâ o sırada güneşe karşılık bulununca, 207 Tedbirât-ı İlâhiyye Yedinci Bölüm ayın üzerine güneşin istîlâsı sebebiyle ay görünmez. Ve onun için nûr ve zuhûr yoktur. Dünyâya güneşin ışığı kaplar. Fakat güneşin batışıyla dünyânın bir kısmı gece olup, ay dünyânın bu kısmına yönelik olsa, güneşten aldığı ışık sebebiyle tam zuhûr hâlinde görülür. Ve ay bu vakitte güneşi müşâhede edicidir. Âlemin o kısmı ve o kısımda bulunan insanlar ise, ancak ayı dolunay hâlinde müşâhede ederler. Ve tabi‘ki güneşi görmezler. Bu hâl astronomiye vâkıf olanların indinde tasdîk edilmiş olan bir hakîkattir. Bunun gibi zât güneşinin doğması vaktinde aya benzer olan rûh örtülür. Ve aynı şekilde güneşe benzer olan rûhun tecellîsi vaktinde, ay mesâbesinde olan akıl örtülür. Ve aksi olarak zât güneşinin gizlenmesi hâlinde rûhun nûru parlar. Ve aynı şekilde rûh güneşinin gizlenmesi vaktinde de aklın nûru ortaya çıkar. Ve bu acâip bir sırdır; ve bu, kendisinde dolaşılacak yer ve genişlik bulunan çok büyük bir kapıdır. Ve onda kalb sâhipleri için dürülme ve açılma arasında i'tibâr vardır. Çünkü hikmet, üçe üç olarak onun sırlarından haberdâr kılmak husûsunda garîbdir. Ve biz bu sırrı bu yerin dışında, Müsellesât kitâbımızda yeterli derecede anlattık. Ve onun azîz Kitâb’dan hazzı “Kul eûzu bi rabbin nâs; Melikin nâs; İlâhin nâs” (Nâs, 114/1-3)’dır. Ve şeyhimiz Ebû Medyen (ra)e muhammedî tecellî indinde vücûd sırrı ancak “meliki’n-nâs” makāmında hâsıl oldu. Ve bunun için Kur’ân’dan “Tebârekellezî bi yedihil mülkü” (Mülk, 67/1) sûresini gösterir idi. Ve “ilâhi’n-nâs” makāmıyla “kutub” tek kalır. Ve bundan dolayı Ebû Medyen âlemde mevcûd olan iki imâmın birisidir. Daha sonra geriye dönüp deriz ki: Ne zamanki Hak Teâlâ o aklın beyânlarını îcâd eyledi; ve onun cevherini tesviye etti; ona güzel idâreyi ve siyâseti ve kendi makāmından, idâresi altındakilerden en aşağıdaki mevcûda varıncaya kadar, memleketinde lâyık olan bütün işleri bıraktı. Ve şerîatlar bu doğru yol üzerine geldi. Daha sonra Hak Sübhânehû ve Teâlâ onun zâtının cevheresinde, bütün ilimleri nakşetti. Bundan dolayı o onların nereden tasarruf olunduklarını ve onları tasarruf eden halleri bilmediği halde, ilimler için mahal oldu. Ve bu halîfeye mecbûr olması için Allah Teâlâ tarafından bir hikmettir. Nitekim halîfe hakkında, nefsine ve değerine ârif olması ve kendisi tarafından onun vücûda getirildiğini bilmesi için, daha önce bahsettiğimiz şeyi yapmış idi. Daha sonra Hak Sübhânehû halîfeyi vahdâniyyet arşı üzerine oturttu. Ve onu ferdâniyyet ridâsı ile örttü. Ve onu ilâhî sıfatlarıyla cilâladı. Bundan dolayı ona büyüklük ve heybeti ve azameti giydirdi. Ve onlardan bir şeyi, eğer iğne deliği kadarı, şehâdet âlemi için gözükseydi, onlar hayran kalırlar idi; ve vakitlerini idrâk etmekten za‘fa düşerler idi; ve nefislerinden kaldırılırlar idi. Şimdi halîfenin makāmı işte budur. Bundan dolayı kerâmet yurdunda Hak Sübhânehû’nun müşâhedesiyle ne hâl olur? Allah seni muvaffak eylesin! Âhi- 208 Tedbirât-ı İlâhiyye Yedinci Bölüm ret yurdunda, Celle Celâluhû hazretlerine nazar indinde bizim idrâkimizdeki bu acâip kudret ne büyüktür ki, Allah Teâlâ onu bize îcâd eyledi! Ya‘nî yukarıda îzâh edilen Hakk’ın zâtının, rûhu halîfe kılması ve aklı halîfeye yardımcı yapması ve bunlardan birinin zuhûrunda diğerinin onda dürülerek tasarrufunun gitmesi ve bunların dışarıdaki güneş ve ay misâli acâip bir sırdır. Ve bu acâip sır da, gâyet geniş ve enine ve boyuna istenildiği kadar dolaşmaya müsâid olan büyük bir kapıdır. Ve çok büyük bir kapı olan bu sırda maddiyâtın dar arsasında mahbûs kalanlar için değil, ma‘nânın geniş sahasında kanat açan kalb sâhipleri için, bahsedilen dürülme ve açılma ya‘nî gizlenme ve açığa çıkma husûsları arasında dışsal ve içsel olarak ibret alınacak bir çok şeyler vardır. Çünkü bu dürülme ve açılmanın, gerek dışsal olarak ve gerek içsel olarak üçe karşılık üç olarak olan sırlarının kudret ve azametine hakîkate tâlip olanları haberdâr ve vâkıf kılmak husûsundaki hikmet garîb ve acâiptir. Ve biz üçe karşılık üç olarak olan bu sırrı bu yerden başka yerlerde yanî başka eserlerimizde ve özellikle Müsellesât ismindeki kitabımızda, yeterli derecede anlattık. Fakîr şerh edici der ki: “Biz üçe karşılık üç olarak gerçekleşen” bu sırlara bağlı hikmeti, Hz. Şeyh-i Ekber (ra) efendimizin rûhâniyyetlerinden yardım istemekle aşağıda biraz îzâh ederiz. Şöyle ki: Fusûsu’l-Hikem’de Sâlih Fass’ında beyân buyrulduğu üzere, var etmenin esâs üçlü ferdiyyet üzerine dayanmaktadır. Bu üçlü ferdiyyet, vücûda getirici Hakk tarafından ilk olarak “zât,” ikinci olarak “irâde,” üçüncü olarak “söz”dür. Ve vücûda getirilen şey tarafından da, ilk olarak onun ilâhî ilimde sâbit olan “şey’ oluş”u, ikinci olarak “Kün-Ol!” ilâhî sözünü işitmesi, üçüncü olarak kendi vücûdunun îcâdında var edicisi ve vücûda getiricisi tarafından olan “emre uymasıdır.” Çünkü vücûda getirici zâtın üçlü ferdiyyetine karşılık, şeyin de üçlü ferdiyyeti olmasa idi, ilâhî ferdiyyetin te’sîri olmaz idi. Çünkü te’sîr edicinin karşısında bir te’sir alıcı olmayınca hiçbir eser ortaya çıkmaz. Bundan dolayı te’sîr edicideki te’sîrin sâbitliği, te’sir alanın vücûdu ile olur. Bundan anlaşıldı ki, var etme işinde “üçe karşılık üç” sâbittir. Şimdi var etme esâsı böyle olunca, bu üçlü ferdiyyet bütün ilâhî mertebeleri içine alır. Ve dışsal ve içsel olarak bu sır zâhirdir. Nitekim bu üçlü ferdiyyet ma’nâları îcâd etmede de geçerlidir. Örneğin bir mantıkî kıyâs yapıp: “Âlem değişkendir; her değişken sonradan olmadır; öyle ise âlem sonradan olmadır” desek, burada birisi “Âlem değişkendir,” diğeri “Her değişken sonradan olmadır” tarzında iki önerme vardır. Bu önermelerin her birinde ikişer tek mevcûddur ki, bunlar: “âlem, değişken,” “değişken, sonradan olma” kelimeleridir. Fakat ikinci önermede “değişken” kelimesi tekrârlanmıştır. Bu tekrârın sebebi de iki önermeyi birdîğerine bağlamaktır. Bu tekrâr edileni terk edince “âlem, değişken, sonradan olma” kelimelerinden ibâret üç tek kalır. Ve 209 Tedbirât-ı İlâhiyye Yedinci Bölüm kıyâsın netîcesi ma‘nânın var edilmesinden ibâret olup, bu üç tek üzerine binâ edilmiş olur ki, bu da üçlü ferdiyyettir. Ma'nânın var edilmesinde bu üçe karşılık olarak onun vücûda getiricisi ve var edicisi olan insanda da üçlü ferdiyyet mevcûddur ki, o da “rûh” ve “akıl” ve “söz”dür. Bu bahsin ayrıntısını isteyenler Sâlih Fass’ını incelesinler. “Dürülme” ve “açılma”ya gelince, bunun da örnekle îzâhı şöyledir ki: Üç sayısı sayı mertebelerinin ilk ferdidir. Çünkü onun altı “iki” ile “bir”dir. “İki” çift sayıdır. Ve “bir” ise sayılardan sayılmayıp, bütün sayıların kaynağıdır. Nitekim matematik âlimleri indinde bu hakîkat sâbittir. Ya'nî bütün sayı mertebeleri “bir”den oluşur. Çünkü sayı mertebeleri “bir”in tekrârlanmasından başka bir şey değildir. Meselâ 1 + 1 = 2 olur. Ve “iki” mertebesinde “bir” bulunmakla berâber âşikâr ve zâhir değildir, onda gizlidir. Ve aynı şekilde 1 + 1 + 1 = 3 olur. Ve “üç” tek olan sayı mertebelerinin birincisidir. Şimdi “üç” zâhir olunca “bir” gizlenir. Ve 1 + 1 + 1 - 1 = 2 şeklinde “üç” mertebesi bozulur, “iki” mertebesi kalır. Ve 1 + 1 - 1 = 1 şeklinde de “iki” mertebesi bozulup “bir” kalır. Bundan dolayı “iki” sayı mertebesi, aslı olan “bir”e döner. Ve bu zamanda o mertebeler için “bir”de dürülme ve “bir” için de “açılma” sâbit olur. Şimdi dışta ve içte olan bu üçlü ferdiyyetin özeti ve özü budur ki, vücûd mertebelerinin hepsinde muhtelif te’sîr ediciler ve te’sîr alıcılar vardır. Ve her bir te’sîr edicide üçlü ferdiyyet mevcûd olduğu gibi, te’sîr alıcılarda da buna karşılık üçlü ferdiyyet vardır. Bunların örneği sonsuzdur. Bir örneği şudur ki, çocuğun oluşmasında erkek te’sîr edici ve kadın te’sîr alıcıdır. Ve çocuk te’sîr edici ile te’sîr alıcının netîcesidir. Erkekteki üçlü ferdiyyet kadındaki üçlü ferdiyyete karşılık gelir. Çocuktan önce babanın vücûdu ortadadır. Ve çocuk babanın nutfesinden olur. Ve nutfe babanın vücûdunun aynıdır. Ne zamanki nutfe çocuk olur, çocuk zâhir ve âşikâr olur. Babanın vücûdunun aynı olan nutfesi onda “dürülür.” Çekirdek ile ağaç dahi bu misâle uygundur. İyice düşün ve incele! Bu kanudaki diğer ayrıntılar Fusûsu’l-Hikem’de “ferdiyye hikmeti”ne ilişkin olan Muhammedî Fassı’ndadır. Burası fazla ayrıntıya müsâid değildir. Bu kadar îzâhât yeterlidir. Ve bu hikmetin azîz Kitâb olan Kur’ân’dan hazzı “Kul eûzu bi rabbin nâs; Melikin nâs; İlâhin nâs” (Nâs, 114/l-3)’dır. Ve bu, vücûdun üçlü mertebelerini gösterir. Ya'nî “insanların Rabb’i,” “insanların Melik’i,” “insanların İlâh’ı” mertebelerini haber verir. “Rabb’ün-nâs” sıfatlar mertebesi; ve “Meliki’n-nâs” isimler mertebesi; ve “İlâhi’n-nâs” mutlaklık mertebesini bildirir. Ve şeyhimiz Ebû Medyen (ra)’e muhammedî tecellî indinde, vahdet-i vücûd sırrı, ancak “Meliki’n-nâs” makamında hâsıl oldu. Ya'nî muhammedî zevklerin ya’nî yaşantıların açılması esnâsında vahdet-i vücûd sırrı ancak isimler ve fiiller mertebesi olan ‘'Meliki’n-nâs” makamında hâsıl oldu. Çünkü vahdet mertebeleri 210 Tedbirât-ı İlâhiyye Yedinci Bölüm üçtür: Zâtî vahdet, sıfâtî vahdet, fiilsel vahdettir. Bunun için Hz. Ebû Medyen’in okumaya devâm ettiği Kur’ân sûresi “Tebârekellezî bi yedihil mülkü” (Mülk, 67/1) idi. Ve “İlâhi’n-nâs” makāmıyla “kutub” tek kalır. Ya'nî bu makām ancak kutba mahsûstur. Ve “Meliki’n-nâs” makāmında kâim olduğu için, Ebû Medyen hazretleri âlemde mevcûd olan “iki imâm”ın birisidir. Bilinsin ki, bu kitabın başlarında geçtiği üzere, âlemde ilâhî tasarruflar yeryüzü için Allâh’ın halîfesi olan “kutub” vâsıtasıyladır. Onun bakış mahalli ancak Hak Sübhânehû hazretleridir. Ve bütün ilâhî feyizler âleme onun vâsıtasıyla iner. Ve onun ma'nevî ismi “Abdullâh”dır. Bundan dolayı o, “İlâhi’n-nâs” makāmında kâimdir. Ondan sonra “iki imâm” vardır ki, birisi kutbun sağında olup, bakışı mülk âleminin bâtını olan melekût âleminedir. Ve mülk âlemi isimlere âit taayyünlerden ibâret olup ilâhî fiillerin tecellî-gâhıdır. İsimlerin bâtını ise sıfatlardır. Bundan dolayı melekût âlemi sıfatlar âlemidir. Ve bu imâm “Rabbü’n-nâs” makamında kâim olup ma'nevî ismi “Abdü’r-Rab”dır. Ve imâmın diğeri kutbun solundadır. Bakışı mülk âleminedir. Onun için “Meliki’n-nâs” makāmında kâim olmuştur. Ve ma'nevî ismi “Abdü’l-Melik”tir. Ve bu imâm mertebede “Abdü’rRab”den daha üstündür. Çünkü mülk âleminde melekût âlemi bulunmaktadır. Ve “İlâhi’n-nâs” makāmında kâim olan “kutub” ise bütün mertebeleri taşıdığından hepsinden daha üstündür. Şimdi üçlü ferdiyyet âlemin tasarruf emrindeki te’sîr edicilerde de sâbit oldu ki, onlar “kutub” ile “iki imâm”ın vücûdudur. Ve onların nisbetleri zât, sıfât ve isimleredir. Ve bu üçlü ferdiyyete karşılık te’sîr alıcılarda da üçlü ferdiyyet sâbittir ki, onlar da rûhlar mertebesi, melekût mertebesi, mülk mertebesidir. Bu îzâhları verdikten sonra konumuza geri dönüp deriz ki: Ne zamanki Hak Teâlâ aklın ma'nevî bünyesini îcâd etti; ve onun nûrânî cevherini tesviye eyledi; ona güzel idâreyi ve siyâseti ve insan vücûdunda kendi makāmı olan beyinden i'tibâren, onun idâresi altında ve tâbi’si olan kuvvetlerin ve a‘zânın en aşağısına varıncaya kadar, insan memleketinde lâyık olan bütün işleri bıraktı. Ve şerîatlar bu aklın doğru yolu üzerine geldi. Çünkü şerîatte aklın kabûl etmeyeceği bir şey yoktur. Ancak aklın, küllî akla varıncaya kadar bir çok mertebeleri vardır. Noksan akıllılardan ba'zılarının hikmetini idrâk edemediği şerîat hükümlerini kabûl etmemeleri, o hükümlerin aklın doğru yolu üzere olmadığına hüküm vermek için kâfî sened değildir. Bunun hikmetini ancak o noksan akıllar idrâk edememiştir. Onun üstündeki akıllar idrâk edebilirler. Daha sonra o aklın nûrânî cevherinde bütün ilimleri nakş eyledi. Bundan dolayı o akıl, o ilimlerin nereden tasarruf olunduklarını, ya‘nî kendisine devamlı olarak nereden verildiğini ve o ilimlere ne gibi hallerin tasarruf edici olduğunu bilmediği halde, o ilimlerin nakış mahalli oldu. Ve aklın bunu bilememesi, aklın 211 Tedbirât-ı İlâhiyye Yedinci Bölüm bu rûh dediğimiz halîfeye karşı mecbûr olması için Allah Teâlâ tarafından kendisine bir hikmettir. Çünkü cehâlet aczi ve kendisinin üstündekine ihtiyâcı gerektirir. Nitekim halîfe hakkında da Hak Teâlâ hazretleri, o halîfenin nefsine ve değerine ârif olması ve onu kendisi için vücûda getirmiş olduğunu bilmesi için, daha önce anlattığımız şekilde kendi nikâhlı hür eşi olan nefsi hevâ emîrine kapılmış kılmış ve rûh onu kendi tarafına çekmeye bir çâre bulamayıp, kendi mûcidi olan Hak Teâlâ’ya dönmüş ve niyâz etmiş idi. Daha sonra Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri halîfe olan rûhu insan vücûdunda vahdâniyyet arşı ve tahtı üzerine oturttu. Çünkü vücûdun bütün hareketlerine ve sükûnetine etki edici olan ancak rûhdur. Ve bu husûsta onun ortağı yoktur. Ve onu ferdâniyyet ridâsı ile örttü. Çünkü insan vücûdunda zât olarak ve sıfat olarak ve fiil olarak onun benzeri ve onun ikincisi yoktur. Rûh bu husûsta ferd ve tektir. Ve o rûhu insan vücûdunun mülkünde ilâhî sıfatlarıyla açığa çıkardı. Çünkü halîfe kendisini halîfe kılanın aynıdır. Bundan dolayı onun sıfatlarını taşımak lâzım gelir. Böyle olunca Hak Teâlâ ona kendi sıfatlarından büyüklük ve heybeti ve azameti giydirdi. Ve eğer bu sıfatlardan, iğne deliği kadar az bir şey, şehâdet âlemi ehline gözükseydi, akılları başlarından gidip hayran kalırlar idi; ve vakitlerini idrâk etmekten akılları za'fa düşer idi; ve nefislerinden kaldırılırlar, ya‘nî kendilerinin kendiliklerini kaybederler idi. İşte halîfenin makāmı budur. Şimdi halîfenin sıfatlarının açığa çıkışıyla hâl böyle olursa, kerâmet yurdu olan âhiret âleminde o halîfeyi halîfe kılıcı olan Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin müşâhedesiyle bize ne hal olacağını artık sen düşün! Allah Teâlâ hazretleri seni bu ma‘nânın idrâkine muvaffak etsin! Âhiret yurdunda Hak (celle celâlühû) hazretlerinin, bizim kendisine nazarımız indinde, idrâkimizde vücûda getirdiği bu acâip kudret ne büyüktür! Biz bu acâip kudret sâyesinde âhiret âleminde Hak Teâlâ hazretlerini müşâhede ederiz. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Vücûhun yevme izin nâdıreh; İlâ rabbihâ nâzıreh” ya’nî “Kıyâmet günü pırıl pırıl yüzler vardır; Rabb’larına nazar eden” (Kıyâmet, 75/22-23). 212 Tedbirât-ı İlâhiyye Yedinci Bölüm Şimdi halîfe bu makamda kâim olduğunda ona akıl dâhil edildi. Ne zamanki ona dâhil oldu, aklın sûreti ve onun cevherliği, halîfenin zâtında tecellî etti. Şimdi ona kendisinde nakşedilmiş olan sırlar ve ilimler zâhir oldu. Oysa insanlar bu makāmda hatâ ederler de, kendilerinde olan o şeyi hâriçten talep ederler. Bundan dolayı zahmet çekerler. Ve eğer Hak Teâlâ’nın “Ve fî enfüsiküm, e fe lâ tubsirûn” (Zâriyât, 51/21) ya'nî “Nefislerinizde dahi vardır, görmüyor musunuz?” sözü indinde vâkıf olsa idiler, onun için rahatlık duyarlardı. Kişi isteği için sefer eder; oysa isteğinin sebebi sefer edendedir. Şimdi akıl mülkün idâresi ve onun ıslâh edilmesi hakkında bir şeyin bilgisini istediği zaman, bunun indinde imâmın müşâhedesine muhtâc olur. Müşâhede indinde de ona kendisinde olan istek zâhir olur. Şimdi onun için tecellî, melikten yardımcısına hitâb menzilesinde kâim olur. Çünkü istek ilmin oluşmasıdır. Ve buna “idrâk edilebilir hitâplaşma” denilir. Çünkü onlar kendisinde sesler ve harfler olan cisimler ile değildirler. Ve delîllerden sesler ve harfler ve rakamlar ve sâire mevcûd olmadığı zaman, işitenin kalbinde seslerden ve sâireden olan bu delîllerin kendisine sebep olan şeye bakman sana lâzımdır. O da ma'nânın oluşmasıdır. Ve hitâp edenden kelâmın eseridir. Şimdi böylece akıl için, onun kalbinde, küllî rûh feyzinden ilimlerin eserleri oluştuğunda, biz ona “kelâm” ve “söz” ve “hitâb” ta'bîr ederiz. Ne zamanki Hak Teâlâ onu bu sıfat üzerine vücûda getirdi, onun meskenini memleketin her tarafı üzerine bakıcı olan beyin yaptı. Ve köylerin vergilerinin karargâhı olan hayâl hazînesini ve fikir hazînesini ve hafızayı yakın olarak yaptı, tâ ki bütün mühimmâtına bakmak ona yakın olsun. Ya'nî halîfe yukarıdaki şerh de îzâh edilen makāmda kâim olduğunda, onun huzûruna akıl dâhil edildi. Ve dâhil olma vaktinde aklın sûreti ve onun cevherliği halîfenin zâtında tecellî etti. Bilinsin ki, gerek rûh ve gerek akıl, her ikisi de ma'nâdır. Ve ma'nâların hissedilebilir sûretleri olmadığından, onların vücûdları sûretler âlemi üzerindeki te’sîrleriyle bilinir. Hissedilebilir sûretlerde ayrım olduğu gibi, ma'nâ âleminde de her ma'nânın birdîğerinden ayrımı vardır. Bundan dolayı ma'nâ i’tibâriyle rûh ile akıl birdîğerinden ayrılırlar. Ve akıl rûha bir sıfat olarak dâhil olur. Ve bu sıfatın da ma'nâ âleminde bir cevherliği ve kendisine mahsûs ayırt edici duyuları vardır. İşte akıl bu cevherliği ve kendisinin sûreti olan vasıfları ile halîfe olan rûhun zâtında tecellî eder. Çünkü bedenden rûh ayrılınca akıl da kalmaz. Ve fakat aklın bağlantı mahalli olan beyin bozulunca, bedende rûh kâim olduğu halde, akıl gider. Bu hâl, aklın rûhdan başka bir ma'nevî cevherlik sâhibi olduğuna delîldir. 213 Tedbirât-ı İlâhiyye Yedinci Bölüm Şimdi halîfenin zâtında tecellî eden akla, işin aslında kendisinde nakşedilmiş olan sırlar ve ilimler zâhir oldu. Oysa insanlar bu makāmda hatâ ederler de, aslında kendilerinde mevcûd olan o sırları ve ilimleri, hâriçten talep ederler; boş yere zahmet çekerler. Eğer Hak Teâlâ’nın “Ve fîl ardı âyâtün lil mûkınîne; Ve fî enfüsiküm, e fe lâ tubsirûn” (Zâriyât, 51/20-21) ya'nî “Yeryüzünde yakîn hâsıl edenler için alâmetler vardır. Ve nefsinizde de vardır; görmez misiniz?” sözü indinde durup onun ma'nâsını iyice araştırıp inceleyerek anlamış olsaydılar, o sırların ve ilimlerin öğrenilmesi için zahmet çekmeyip rahatlık duyarlardı. Nitekim şâir aşağıdaki beyitte bu ma‘nâya işâret eder. Bu beyti Cenâb-ı Şeyh (ra) Fütûhât-ı Mekkiyye’nin ilk cildinde İbrâhîm b. Mes‘ûd el-Elberî nâmındaki zâttan nakl eder. Ya'nî “Herkesin sefer zahmetini seçmesi, isteği olan bir şeyi öğrenmek içindir. Oysa o istenilen şey, o kimsede bir sebep altında istenilen olmuştur. Ve o sebep de sefer eden kimsenin kendi zâtında bulunmaktadır ki, o da istenilene muhabbetten ibârettir. Bundan dolayı sevk eden aşk ve muhabbettir; ve o da tâlibin kendisindedir.” Bilinsin ki, ilim öğrenmek görünüşte hâriçten olmuş gibi görünür. Oysa hakîkatte böyle değildir. Örneğin şimdiye kadar âlemde ortaya çıkan keşifler ve tabîî sırlara âit ilimler ve fenler, hep akılların mahsûlüdür. Bunların varlığı, daha önce ortaya çıkmış değil idi ki, akıl bunları hâriçten alabilsin. Bu ilimler ve sırlar işin aslında aklın kendisinde nakşedilmiş idi. Muhtelif sebeblerin etkileriyle ortaya çıktı. Fakat her zaman mevcûd olan akıllarda, bunların birdenbire keşfedilmeyip yavaş yavaş ve zamân içinde keşfedilmesinin sebebini akıl idrâk edemez. Ve o ilimlerin nereden tasarruf olunduklarını ve o ilimlere ne gibi hâllerin tasarruf edici olduğunu bilemez. Şimdi o ilimler göğüslerden satırlara ve daha sonra yine satırlardan göğüslere intikâl eder. Ve bunlar işin aslında aklın kendisinde nakşedilmiş ilimlerden ve sırlardan ibârettir. Ve bütün ilimler Hak Teâlâ hazretlerinin “Alîm” mübârek isminin hazînesinden, Hakk’ın halîfesi olan rûha iner. Bundan dolayı akıl mülkün idâresi ve onun ıslâhı hakkında bir şeyin bilgisini istediği zaman, bu isteği indinde, imâm ve halîfe olan rûhun müşâhedesine muhtaç olur. Çünkü akıl rûhun sıfatıdır. Aklın rûhu müşâhedesi indinde de ona kendisinde olan istek zâhir olur. Ya‘nî akıl rûha Alîm ismi hazretinden inen ve kendisinin isteği olan ilmi, rûhdan alır. Bundan dolayı akıl için tecellî, melikten ve hükümdardan yardımcıya hitâb mesâbesinde olur. Her ne kadar burada harf ve ses mevcûd değil ise de, istek ancak ilim oluşmasıdır. Bu da harfsiz ve sessiz olur. Onun için bu hâle “idrâk edilebilir hitâplaşma” denilir. 214 Tedbirât-ı İlâhiyye Yedinci Bölüm Ve ma'nâya işâret eden sesler ve harfler ve rakamlar ve diğer hissedilebilir işâretler mevcûd olmadığı zaman, işitenin kalbinde seslerden ve sâireden hâsıl olanın kendisine sebep olan ma‘nâya bakman lâzımdır. Ve hitâp eden tarafından çıkan kelâmın eseri ma'nâdır. Ve mâdemki bu ma’nâ harfsiz ve sessiz rûhdan akla ulaşıyor, elbette melikten yardımcısına hitâb menzilesinde olur. İşte böylece akıl için, onun kalbinde küllî rûh feyzinden, ya'nî hakîkat-i muhammediyye mertebesinden, ilim eserleri hâsıl olduğunda, biz ona “kelâm” ve “söz” ve “hitâb” ta’bîr ederiz. Hak Teâlâ onu bu sıfat üzerine vücûda getirdiğinde, o aklın meskenini insan vücûdu memleketinin her tarafı üzerine bakıcı olan beyin yaptı; ya‘nî akla mesken olmak üzere beyni tahsîs etti. Ve insânî memleketin bütün işlerine ve mühimmâtına yakından bakabilmek için, a'zâ ve organlardan açığa çıkan şeylerin karar kıldığı hayâl hazînesini ve fikir hazînesini ve hafızayı beyne yakın yaptı. Nitekim beynin ve hayâl hazînesinin ve fikir hazînesinin ve hafızanın insân vücûdundaki yerleri ve vazîfeleri yukarıda ayrıntılı olarak îzâh edildi. Ey kerem sâhibi halîfe! Senin için yardımcın üzerine muhâfız olmak ve onu idâre etmek ve ona muhabbet etmek gerekir. Çünkü mülkünün ve şehrinin iyiliği onun devamlılığındadır. Görmez misin? Akıl bir şeye tesâdüf ettiği ve onun mahalli bir bozukluk ile helâk olduğu zaman, cisim şehri nasıl harâb olur? Ve rûh onu derleyip toparlamaya kādir olamaz. Şimdi yardımcın üzerine muhâfız ol ki, seni nefsin üzerinde korusun. Bundan dolayı o, senin elindir ki sen onunla tutarsın; ve gözündür ki onunla görürsün. Şimdi her ne zaman mülkünde bir işin icrâsına girişirsen, aklı yaklaştır ve onunla berâber tefekkür et; ve onu danışman kıl! O iş hakkında ondan çıkan şeye bak; ve sana işâret ettiği şeyi işle! Çünkü Allah Teâlâ onun görüşünde doğruluğu verdi. Ve vehimden sakın! Çünkü vehim öyle bir mevcûddur ki, nefse akıl sûretinde görünür. Böyle olunca sende tereddüt olur. Ve o, kendisine itâat edilen bir yardımcıdır ki, insanda çok büyük te’sîri vardır. Ve o insanlar üzerine istilâ etmiştir; ve fenâ fikirlere sebep olur; ve o, vesvese verir. Bundan dolayı ondan sakın! Ve yardımcını aynen ve ismen ayırt et; ve nefsin ile yalnız kalma! Aklın idâre etmediği bir işte ve mülkte hayır yoktur. Ve ne zamanki yardımcı, hepsinde değil, birçok yönde ve sıfatlarında ona benzedi, kâmil nitelikler ile onu nitelendirmeye mecbûr olduk ki, kemâl üzere vehmin ona benzemesi mümkün değildir. Şimdi inşâallahü Teâlâ benim sana beyân edeceğim niteliklere dikkat et! Bundan dolayı her hangi bir mevcûdda onun kâim olduğunu gördüğün zaman, bil ki, bu senin yardımcındır; ve istenen ancak odur. Onu muhafaza et ve onu öğren ve onu sapasağlam et ki mutlu olasın! Vallâhü’l-hâdî. 215 Tedbirât-ı İlâhiyye Yedinci Bölüm Ey kerem sâhibi halîfe olan rûh! Sana lâyık olan şey budur ki, yardımcın olan akıl üzerine muhâfız olasın; ve onu güzel idâre edesin ve ona muhabbet eyleyesin! Çünkü akıl senin sıfatındır. Bakışın dâimâ bu sıfatın üzerine olursa, insânî vücûdunda onun eserleri ortaya çıkmaya başlar. Ve mülkün ve şehrin olan insânî vücûdunun iyiliği o aklın devamlılığındadır. Görmez misin? Akıl bir şeye tesâdüf edip onun mahalli olan beyin bir bozukluk ile helâk olduğu zaman, cisim şehri nasıl harâb olur? Örneğin nefis içkiye mübtelâ olsa, onun te’sîriyle aklın meskeni olan beyin bozulur. Ve bu durumda a‘zâ ve organlardan çıkan fiiller ve hareketler ve sözler akıl düzeninden uzak olur. Ve esrar ve afyon gibi diğer keyif verici şeyler de böyledir. Bundan dolayı şerîat aklın meskeni olan beyni tahrîb eden her şeyi men’ etmiştir. Bunlar beyni tahrîb eden maddî sebeblerdir. Ma‘nevî sebeblerden birisi vehim veren kuvvetin harekete geçirmesiyle nefsin hevâya olan meylidir. Ve beyni vehim veren kuvvetin istilâsı bozduğu zaman, maazallah cinnet hâli ortaya çıkar. Ve cinnet, vehim veren kuvvetin aklı örtmesinden başka bir şey değildir. Şimdi bu sebepler ile insan vücûdu harâb olduğu zaman, rûh bedende kâim olduğu halde onu derleyip toparlamaya ve ıslâhına kādir olamaz. Böyle olunca sen yardımcın üzerinde muhâfız ol ki, o da seni nefsin üzerinde koruyabilsin! Bundan dolayı o akıl, senin elindir ki sen tuttuğun şeyi onunla tutarsın; ve senin gözündür ki gördüğün şeyi onunla görürsün. Şimdi her ne zaman mülkünde bir işin icrâsına girişsen ve yönelsen, aklı yaklaştırıp ona mürâcaat et; ve o iş hakkında onunla berâber tefekkür et ve iyice düşün; ve onunla istişâre et! O iş hakkında akıl ne hüküm verirse, o hükme bak! Ve sana işâret ettiği o hüküm ile amel et! Çünkü Allah Teâlâ hazretleri aklın görüşünde doğruluğu verdi. Ya‘nî akıl verdiği hükümlerde dâimâ doğruluk ve hak üzeredir; onun hükümlerinde eğrilik bulunmaz. Ve vehimden sakın; ve onun te’sîrlerinden kendini koru! Çünkü vehim öyle bir mevcûddur ki, nefse akıl sûretinde görünür.Ve insana bir takım husûsları akla ve mantığa uygun gibi gösterir. Fakat onun gösterdiği şeylerin aslı ve esâsı yoktur. Böyle olunca sende tereddüt olur. Ya'nî her hangi bir mes’elede bir şekilde hükmeden akıl mıdır, yoksa vehim midir? diye sende tereddüd ortaya çıkar. Ve o vehim kendisine itâat edilen bir yardımcıdır ki, insânî vücûdda büyük bir te’sîri vardır. Ya'nî akıl rûhun yardımcısı olduğu gibi vehim de şehvet gibi, hevânın yardımcısıdır; ve nefsânî kuvvetler üzerine musallattır. Nefis hevâ emîrine kapılınca insânî vücûd vehim vezîrinin hükmü altında zebûn olur; ve bu zamanda akıl geri durur. Ve vehmin tasarrufunun te’sîrleriyle sonuçta insânî memleket harâb olur. 216 Tedbirât-ı İlâhiyye Yedinci Bölüm Ve dünyâ âlemi nefsânî neş’e üzere mahlûk olduğundan o vehim insanların üzerine istilâ etmiştir. Ve onun istilâsı ve tasarrufu fenâ fikirlere sebep olur. Ve şânı dâimâ vesvese vermektir. Bundan dolayı bu zararlı yardımcının tasarrufundan kendini koru! Ve yardımcın olan aklı aynen ve ismen vehimden ayırt et! Ve aklın danışmanlığını terk edip nefsin ile yalnız kalma! Çünkü aklın idâre etmediği bir işte ve mülkte hayır yoktur. Ne zamanki yardımcı olan akıl, hepsinde değil, bir çok yönde ve sıfatlarda vehme benzedi. Bundan dolayı kâmil niteliklerle biz onu nitelendirmeye, ya'nî aklı kâmil güzel vasıflarla nitelendirmeye ve vasıflandırmaya mecbûr olduk. Çünkü bu güzel vasıfların kemâli üzere vehmin akla benzemesi aslâ mümkün değildir. Böyle olunca inşâallâhü Teâlâ aşağıda benim sana anlatacağım ve beyân edeceğim bu güzel vasıflara dikkat et! Kendi yardımcın olan aklı aynen ve ismen vehimden ayırt etmeye muvaffak olasın. Şimdi her hangi bir mevcûdda bu bahsettiğimiz güzel niteliklerin ve vasıfların kâim olduğunu görürsen, bil ki bu akıldır; ve senin yardımcındır; ve istenen ve murâd olan ancak odur. Onu güzelce muhafaza; ve onu öğrenmeye çalış; ve onu kuvvetlendir ki, insânî vücûddaki idârelerin en güzel şekilde cereyânını görüp mutlu olasın! Ve doğru yola irşâd eden Allah Teâlâ hazretleridir. 217 Tedbirât-ı İlâhiyye Yedinci Bölüm FASIL YARDIMCININ HUYUNUN VE SIFATLARININ TAFSÎLİ BEYÂNINDADIR Allah Teâlâ sana rahmet eylesin! Bilesin ki, muhakkak adâlet onun şahsıdır; ve himmet başıdır; ve cemâl yüzüdür; ve muhafâza onun kaşlarıdır; ve hayâ gözleridir; ve açık dil alnıdır; ve izzet burnudur; ve sıdk ağzıdır; ve hikmet lisânıdır; ve hayran olmak boynudur; ve genişlik ve ezâya tahammül onun göğsüdür; ve cesûrluk bâzûsudur; ve tevekkül dirseğidir; ve mâsûmluk bileğidir; ve kerem avuç içidir; ve îsâr ya’nî tercîh parmaklarıdır; ve cömertlik elidir; ve bereket sağıdır; ve kolaylık soludur; ve vera‘ karnıdır; ve iffet fercidir; ve istikâmet bacağıdır; ve ümîd ve korku ayaklarıdır; ve zekâ kalbidir; ve ilim rûhudur; ve emânet hayâtıdır; ve zühd giysisidir; ve tevâzu' tâcıdır; ve yumuşaklık yüzüğüdür; ve üns evidir; ve hüdâ yoludur; ve şerîat kandilidir; ve anlayış cübbesidir; ve nasîhat işâretidir; ve firâset ya’nî sezgi ilmidir; ve fakr kazancıdır; ve akıl ismidir; ve hak onun işitmesidir. Şimdi sen onun hakkında bu vasıfları gördüğün zaman, onu yardımcın ve gecen için arkadaş edin! Ve ne zamanki firâset bu bahsedilen yardımcının ilmi ve hâtırâların mümkünlükleri ve işlerin gayb ile ilgili oluşuna onun vâkıf olma ve onun keşif mahalli oldu, biz bu bölümün arkasından bakışı başlı başına bir bölüm olarak onun hikmetselliğine ve şer'iyyetine bağlamaya muhtaç olduk, inşâallahü Teâlâ, vallâhü a‘lem! Ya'nî bu fasıl yardımcı olan aklın huyunun ve sıfatlarının ayrıntılı olarak beyânına dâirdir. Ey okuyucu, Allah Teâlâ sana rahîmî rahmetiyle tecellî buyursun! Bilesin ki, muhakkak adâlet insânî vücûdda aklın şahsıdır. Ya‘nî bir insanın fiillerinde ve sözlerinde i’tidâl gördüğünde bil ki, o kimsede akıl hükümrândır. Çünkü aklın şahsiyyeti eserleriyle mümkün olur. Ve adâlet aklın kendisine şahsiyyet verecek olan bir huyudur. Ve himmet onun başıdır. Çünkü yüksek ve derin düşüncelere yönelmek aklın zâtının gereğidir. Ve bir kimsenin yüksek himmet sâhibi olması aklının kemâlindendir. Nitekim “Kuşlar kanatlarıyla ve insan himmetiyle uçar” denilmiştir. Ve cemâl aklın yüzüdür. Çünkü cemâl görenlerin hoşuna giden bir şeydir. Ve aklın adâletle kemâli gözüktüğü zaman, bu adâlet ve kemâl herkesin bakışında sevilir ve beğenilir. Ve muhafâza aklın iki kaşıdır. Ya‘nî insanın kaşları, başından ve alnından gözünün üzerine akıp gelen terlerin, nasıl ki gözüne akmasına engel olur ve onu 218 Tedbirât-ı İlâhiyye Yedinci Bölüm muhafâza ederse, akıl bir şeye himmet ettiği ve kastettiği zaman, bakışı üzerinde bulunan muhafâza da, onun gözüne bâtıl şeylerin akıp girmesine engel olur. Hayâ aklın iki gözüdür ki, insânî vücûdda onun gözüktüğü yer his gözleridir. Nitekim insan âr ve hayâ gerektiren bir şeye rastladığı zaman, ona bakış atmaktan hayâ eder. Ve böyle bir şeye pervâsızca bakan ve onda mahzûr görmeyen kimsenin akıl gözü kör olup kendisi hayâ denilen ma'nevî cevherden mahrûmdur. Ve açık dil ve açık beyân aklın alnıdır. Ya‘nî akıl vasıflarıyla açık bir şekilde gözükür; ve onun beyânında aslâ anlaşılmazlık bulunmaz. Kasdı ne ise onu belirsizlik ve anlaşılmazlık olmaksızın ortaya koyar. Ve izzet onun burnudur. Ya‘nî akıl bütün beşer ferdleri arasında izzet mevki’inde bulunur. Ve aklın kemâli ile vasıflanmış olan kimse herkes tarafından azîz kılınır. Hiç bir zaman aşağılanmaya ve hakarete ma‘rûz kalmaz. Her ne kadar noksan akıllı olan ilâhî hakîkatlere karşı câhiller, ona karşı hürmette kusûr etseler bile, hakîkatte bu hâl aklın izzetine zarar vermez. Çünkü ilâhî hakîkatlere karşı câhil olanlar hayvan zümresine dâhildirler. “Ulâike kel en’âmi bel hüm edallu” ya’nî “Onlar hayvanlar gibidir. Hattâ daha çok dalâlettedirler” (Arâf, 7/179). Ve sıdk ve doğruluk onun ağzıdır. Çünkü aklın ma'nevî ağzından çıkan her bir husûs doğruluğun aynıdır. Ve yukarıda beyân edildiği üzere Hak Teâlâ hazretleri onun görüşüne doğruluğu yerleştirmiştir. Her hangi bir mes’eleye olan hükümde insandan çıkan hatâ akıldan değil, belki vehimdendir. Ve hikmet aklın lisânıdır. Ya'nî akıl her bir şeyin hakîkatini söyler; aslâ bâtıl şey söylemez. Ve hayran olmak aklın boynudur. Çünkü akıl, hakîkatlere olan ilmi ile berâber ilâhî sırlarda hayrandır. Ve bu hayret ilme dayalı olan bir hayret olduğundan övülmüş hayrettir. Ve (Sav) Efendimiz bu hayrete işâret olarak “Yâ Rab, senin hakkındaki hayretimi arttır!” buyurmuşlardır. Cehâlete dayalı olan hayret ise zemmedilmiştir. Aklın hayreti bu türden değildir. Ve genişlik ve ezâya tahammül onun göğsüdür. Ya'nî akılda genişlik vardır. Ve bu genişliği, câhillerin ve noksan akıl erbâbının türlü ezâlarına tahammül etmesine sebep olur. Ve bu ma‘nevî yükü yüklenip sabreder. Nitekim (Sav) Efendimiz “Hiç bir nebiye benim gibi ezâ edilmedi” buyururlar. Ve cenâb-ı Fahr-i âlemin yüklendikleri ezâ, ma'nevî ezâ idi. Çünkü kendileri küllî akıl sâhibi olduklarından, etrâfındaki insanların kendi akıllarına uyarak yaptıkları işlerden ezâ duyarlar ve onlara karşı sabır buyurup, tam bir güleryüz ve yumuşaklık ile sözlü olarak ve fiilen onlara doğru yolu gösterirlerdi. Bu ezâya tahammül gös- 219 Tedbirât-ı İlâhiyye Yedinci Bölüm termenin ne gibi bir şey olduğunu, câhilleri ve çocukları terbiyeye me’mûr olan öğretmenler bizzât yaşayarak idrâk ederler. Ve cesûrluk aklın bâzûsudur. Ya'nî akıl görüşünde ve hükmünde cesûrdur. Korkaklık onun şânından değildir. Ve tevekkül dirseğidir. Ya'nî insan bâzûsunu nasıl dirseğine dayayıp oturursa, akıl da cesûrluk bâzûsunu tevekkül dirseği üzerine dayandırır. Ve mâsûmluk aklın bileğidir. Ya'nî akıl yapacağı ve yöneleceği her hangi bir işi, bu işte vebâl ve isyân var mıdır, yok mudur diye ma'nevî eliyle yoklar, hayır sezerse işler; şer hissederse çekinir. Ve kerem aklın avucunun içidir. Ya'nî keff-i akıldan dâimâ kerem zâhir olur. Ve îsâr ya’nî tercîh aklın parmaklarıdır Ya'nî akıl ikrâm ve ni’metlendirme husûsunda başkalarını kendisinin önüne geçirir ve tercih eder. Ve cömertlik aklım elidir. Ve bereket sağı ve kolaylık soludur. Ya'nî aklın sağı bereket ve solu kolaylıktır. Ve her iki tarafı faydalarla doludur. Ve vera‘ karnıdır. Ya'nî akıl perhîzkâr olduğundan onun ma'nevî gıdâsı temizdir. Bundan dolayı onun karnı ma'nevî temizlikler ile doludur. Ve iffet fercidir. Ya'nî akıllı olan kimse fercini meşrû' olmayan bir şekilde kullanmaz. Çünkü akıl buna engeldir. Bundan dolayı zinâ, noksan akıl erbâbının kârıdır. Ve istikâmet aklın bacağıdır. Ya'nî akıl doğrulukta sâbittir. Ve ümîd ve korku ayaklarıdır. Ya'nî akıl işlerde güzel bir sonu ümîd etmekle berâber kötü sondan da emîn olmayıp korkar. Ve zekâ kalbidir. Ya'nî akıl zekâ kaynağıdır. Ahmaklık aslâ onun şânından değildir. Ve ilim rûhudur; ve emânet hayâtıdır. Ya'nî akıl ilim ile kâim olup hayâtı ve yaşaması emânet dâiresindedir. Cehâlet ve hiyânet onun şânından değildir. Ve zühd giysisidir. Ya'nî akıl nefsânî heveslere meyletmez; ve bu hâl onun giysisidir. Ve tevâzu’ tâcıdır. Ya'nî akıl kibirlenmekten ve gururdan berîdir. Bu kadar güzel vasıflarının olmasıyla berâber kendisini beğenip kibirlenmez ve övünmez. Ve yumuşaklık yüzüğüdür. Ya'nî hükmünde öfkeli değildir. 220 Tedbirât-ı İlâhiyye Yedinci Bölüm Ve üns evidir. Ya'nî akılda kanâatsizlik sebebiyle olan ıztırâb yoktur. Kendi güzel vasıfları içerisinde sâkinlik ve râhat içindedir. Ve hüdâ yoludur. Ya'nî doğru yola irşâd onun alışılmış yoludur. Ve şerîat kandilidir. Ya'nî tabîat karanlığı içinde alışılmış yolunu şerîat kandilinin yaydığı ışık ile kat' eder. Ve anlayış cübbesidir. Ya'nî aklın zühd elbisesi üzerine giydiği cübbe anlayıştır. Çünkü akıl nefsânî hevesleri idrâk etmede çok serîdir. Ve nasîhat işâretidir. Ya'nî nasîhat ile hayırlı işlere teşvik onun işâreti ve alâmetidir. Ve firâset ya’nî sezgi ilmidir. Ya'nî ilim aklın rûhu ve firâset de onun ilmi olduğundan firâset aklın rûhunun rûhu olur. Ve fakr kazancıdır. Ya'nî akıl bu bölümde daha önce îzâh edildiği üzere halîfe olan rûha ihtiyâç duymaktan hâlî değildir. Çünkü onun kazandıkları kendisine rûh halîfesinden ulaşır. Ve akıl ismidir. Ve akıl denilmesinin sebebi yukarıdaki metin ve şerhlerde îzâh edildi. Ve hak onun işitmesidir. Ya'nî akıl bâtıl olan işlere aslâ kulak asmaz, ancak hak ve doğru olan şeyleri dinler. Şimdi ey okuyucu, sen kendisinde bu vasıflara sâhip olarak vücûdunda gördüğün şeyi yardımcı edinip, her bir işi onunla istişâre et! Ve nefsânî karanlık içinde onu gecen için arkadaş edin! Ve bu anlatılan ve sayılan vasıfların zıddını taşıyan vehmin aktardığı şeylere asla bakma ve ondan sakın! Ve ne zamanki firâset ya’nî sezgi, bu anlatılan yardımcının ilmi ve hâtırâların mümkünlükleri ve işlerin gayb ile ilgili oluşu üzerine onun keşif ve vâkıf olma mahalli oldu ya'nî bu yardımcı kalbe gelip yerleşen bir takım hâtıraların mâhiyyetlerini ve hissedilebilir olmayan bir takım işleri firâset vâsıtasıyla bildi ve firâset onun keşif mahalli oldu, biz bu yedinci bölümün arkasından aklî bakışı başlı başına bir bölüm olarak o firâsetin hikmetlere âit ve şer'î kısımlarını bağlamaya muhtaç olduk. İnşâallâhü Teâlâ, vallâhü a'lem! 221 Tedbirât-ı İlâhiyye Sekizinci Bölüm SEKÎZİNCİ BÖLÜM Hikmetlere âit ve Şer‘î Firâsetin Beyânındadır Allah (azze ve celle) “İnne fî zâlike le âyâtin lil mütevessimîn” (Hicr, 15/75) ya'nî “Muhakkak bunda ibretle bakanlar için alâmet vardır.” Ve (Sav) “Mü’minin firâsetinden sakınınız! Çünkü o Allâh’ın nûruyla bakar” buyururlar. Allah sana ikrâm eylesin! Şimdi firâset, Allah (azze ve celle) hazretlerinin nurlarından bir nûrdur ki, kullarını ona hidâyet eyler. Ve halkın zâhirinde onun için delîller vardır ki, ilâhî hikmet o delîllere onların delîl oldukları şeylerin irtibâtı sebebiyle cereyân eder; ve ba'zen istisnâlar olur; velâkin hikmetlere âit firâsette nâdirdir. Çünkü o, sıradan ve zayıf delîller üzerinde durmaktadır. Ve şer'î olana gelince istisnâlar olmaz. Çünkü o, ilâhî emirdendir. Nitekim Hak Teâlâ, bunun Allah Teâlâ’nın emriyle olduğunu beyânen “ve mâ fealtuhu an emrî” (Kehf, 18/82) ya'nî “Ben kendi emrimden işlemedim” buyurur. Şimdi o, onun ehli indinde dâimdir. Çünkü onun delîlleri bununla kâim olan kimsenin kendisindedir. Hikmetlere âit olanın tersinedir. Çünkü onun delîlleri idrâk edilmek istenen şeydedir. Şimdi biz bu bölümde iki firâseti birlikte mümkün olan şeyin en husûsîsi ve onun mükemmeli üzerine sevk ettiğimizi gördük. Ya'nî Allah azze ve celle hazretleri sûre-i Hicr’de “İnne fî zâlike le âyâtin lil mütevessimîn” (Hicr, 15/75) buyurur. “Mütevessimîn,” “müteferrisîn” ma'nâsınadır. Ya'nî “Bu âlâmetlerden ibret alanlar ancak firâset sâhibleridir” demek olur. Ve (Sav) Efendimiz “Mü’minin firâsetinden sakınınız! Çünkü o mü’min Allah’ın nûruyla bakar” buyururlar. İşte Kitâb ve Sünnet’ten firâsetin delîli bunlardır. Şimdi ey okuyucu, Allah Teâlâ hazretleri sana firâset nûrunun ihsânıyla ikrâm eylesin! Firâset, Allah (azze ve celle) hazretlerinin muhtelif nurlarından bir nûrdur ki, “yehdîllâhu li nûrihî men yeşâu” ya’nî “Allah dilediğini nûruna hidâyet eder” (Nûr, 24/35) âyet-i kerîmesinde beyân buyurduğu üzere, kullarından dilediği kimseleri o nûra hidâyet eyler. Ve bu nûr sebebiyle o kimsenin basîreti açılıp, eşyâyı zâhir gözü ile görüşünden daha mükemmel olarak görür. Ve halkın zâhirinde, ya‘nî kesîf eşyâda ve hissedilebilir maddesel sûretlerde, o firâset için bir takım delîller vardır ki, ilâhî hikmet, o delîllere onların delîl oldukları şeylerin irtibâtı sebebiyle cereyân eder. Örneğin: Hak Teâlâ hazretleri geçmiş ümmetlerden bir kısmını, peygamberlerinin getirdiği hükümlere muhâlefet ettikleri için, bir takım tabiî hâdiseler ile helâk etti. Ve peygamberleri, eğer muhâlefetten vaz geçmezlerse, bu gibi hâdiselerin gerçek- 222 Tedbirât-ı İlâhiyye Sekizinci Bölüm leşeceğini ümmetlerine evvelce haber verdiler. Bu hâdiselerin işâretleri ve öncüsü olan belirtileri ortaya çıkınca, onlar bunu sıradan gerçekleşen hâdiselerden zannedip hallerin âkıbetini anlayamadılar. Ve halkın zâhiri olan bu tabîî hâdislerdeki aşırılık, onun delîl olduğu şey olan helâke delîl iken, bu delîli o kendisine delîl olunan şeye bağlayamadılar. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri Lût kavminin helâkini beyândan sonra Kur’ân-ı Kerîm’de ümmet-i Muhammed’e hitâben: “İnne fî zâlike le âyâtin lil mütevessimîn” (Hicr, 15/75) buyurdu. Ya'nî “Ey ümmet-i Muhammed, eğer sizler de indirilen hükümlere muhâlefet ederseniz, size de böyle tabîî hâdiseler musallat ederim” demektir. Ve tabîî hâdiselerdeki aşırılık, hiç şübhe yok ki eziyetlere alâmettir. Örneğin hiç yağmur yağmaması sebebiyle ekinlere ve meyvelere ve sebzelere noksan gelmesi; veyâhut aşırı derecede yağmur yağmasıyla ekinlerin ve meyvelerin ve sebzelerin ve evlerin harâb olması; ve yeryüzünde peşpeşe depremlerin olması; ve yokluk ve genel olarak fakîrlik ve bulaşıcı hastalıkların yayılması bir takım delîllerdir ki, onların delîl oldukları şeyler çeşitli kötü ahlâkların cezâsıdır. Mesnevi: Tercüme: “Zekât verilmez olunca yağmur bulutları gelmez olur. Ve zinâdan da her tarafta vebâ ve bulaşıcı hastalıklar yayılır.” Şimdi firâset nûru sahibleri bunları idrâk eder. Ve firâsetten uzak ve hayvânî hisler ile dolu olanlar ise, firâset ehlinin bu isâbetli idrâklerini onların cehâletine ve ahmaklıklarına yükleyerek alay ederler. Nitekim Nûh kavmi de başta böyle alay etmiş; ve Sâlih kavmi de azâbın öncüsü olarak ortaya çıkan kara bulutu gördüklerinde “hâzâ âridun mumtırunâ” (Ahkâf, 46/24) ya'nî “Bu bize yağmur getiren bir buluttur” diyerek, daha önce kendilerine haber verilen azâbı uzak bir ihtimâl olarak görmüşler; ve daha sonra hepsi helâki hâkederek serilmiştir. Bu anlattığımız genel bir beyândır. Firâset bütün özel işlerde ve muâmelelerde de cereyân eder. Örneğin bir firâset sâhibi, arkadaşı olan kimsenin sözlerinden ve fiillerinden onun ne istediğini anlar. Ve bu fiiller ve sözler delîl; ve o kimsenin istediği şey ise kendisine delîl olunan olur. Ve delîl ile kendisine delîl olunan arasında da irti’bât bulunması çok doğaldır. Buna hikmetlere âit firâset derler. Ve hikmetlere âit firâsette ba'zen delîlin kendisine delîl olunan şeye irtibâtında istisnâlar olur, velâkin nâdirdir. Çünkü hikmetlere âit fîrâset sıradan ve zayıf olan delîller üzerine durmaktadır. Örneğin Zeyd Amr’a sohbet sırasında acı bir söz söyler veyâ karşısında suratı asık bir şekilde durur. Amr bu sözden ve bu duruştan Zeyd’in kendisine düşmanlığı ve kini olduğuna hükmeder. Oysa gerçekte Zeyd’e karşı böyle bir düşmanlığı olmayabilir. Bundan dolayı kendisine delîl 223 Tedbirât-ı İlâhiyye Sekizinci Bölüm olunan düşmanlığa delîl sayılan o söz ve fiilin irtibâtı olmamış olur. İşte hikmetlere âit fîrâsette ba’zen böyle istisnâlar olur. Ve ileride geleceği şekilde hakîmler indinde kişilerin şeklinden ve huylarından delîl olarak getirilen ahlâk dahi böyledir. Şer’î firâsete gelince bunun istisnâsı yoktur; ve bu firâset aslâ değişmez. Çünkü o zâhirî delîl vâsıtasıyla olmayıp doğrudan doğruya ilâhî emirdendir. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri Mûsâ ve Hızır (aleyhime’s-selâm)’ın aralarında olan kıssayı beyânen Kur’ân-ı Kerîm’de cenâb-ı Hızır’dan naklen “ve mâ fealtuhu an emrî” (Kehf, 18/82) ya'nî “Oğlan çocuğunu öldürmeyi ve gemiyi delmeyi ve duvarı tâmir etmeyi ben kendi emrimden işlemedim” buyurur. Ve bu kıssa tefsîr kitaplarında bulunduğundan burada ayrıntılı olarak anlatılması sözü gereğinden fazla uzatmak olur. Şimdi o şer’î firâset bu firâsetin ehli indinde dâimdir. Çünkü onun delîlleri, ilâhî emir ile kâim olan kimsenin kendisindedir. Ve bu kimsenin kalbi mâsivâ nakışlarından temizlenmiş olduğu için, idrâk edilmek istenen halk edilmişlerin zâhirinden delîl elde etmeye muhtaç değildir. Onun kalbi ilâhî ilhâmların iniş yeri ve ilâhî emirlerin varış yeridir. Bundan dolayı böyle bir kimse, bütün işlerinde ilâhî emir içerisinde hareket eder. Ve onun nefsi ancak ilâhî emir ile kâim olur. Bu hâl hikmetlere âit firâsetin tersinedir. Çünkü hikmetlere âit firâset sâhiblerinin bakışından halkın zâhiri örtülmediğinden, onların delîlleri idrâk edilmek istenen mâsivâ nakışlarındadır. Ve delîllerini halkın zâhirinden elde ederler. Şimdi biz bu sekizinci bölümde bu iki firâseti ya'nî hikmetlere âit firâseti ve şer'î firâseti, mümkün olduğu kadar beyânda en husûsi ve mükemmel bir biçimde sevk ettiğimizi gördük. 224 Tedbirât-ı İlâhiyye Sekizinci Bölüm FASIL HİKMETLERE ÂİT FÎRÂSET Allah Teâlâ seni azîz eylesin! Bu kitapta tefekkürden hâsıl olan bilgilere ve bakıştan hâsıl olan ilimlere ve tecrübeye dayalı hükümlere lüzûm görüldü. Çünkü Allah Teâlâ herkese yakîn nûrunu hîbe etmedi ve onun basîret gözünden perdelerin örtüsünü kaldırmadı ki, şer’î firâset ehli ipinde dizilmiş olsun. Şimdi bu, Allah Teâlâ tarafından hîbe edilmesinden dolayı, her bir kişiye mahsûs olmayınca, onun kullarından ancak seçkinler ona erer. Oysa bizim bu kitabımız, muhtaç oldukları şey hakkında seçkinler ve avâm için mevzû'dur. Ve bu bölüm kendisine ihtiyâç duyulan şeyleri içine almaktadır ve ona âiddir. Çünkü insan diğer insanlarla berâber yaşamaya ve onların dostluğuna mecbûrdur. Ve her insan kendi sınıfında ve kendi âlemindedir. Ne zamanki bu mecbûriyet mevcûd oldu ve onun indinde şer’î firâsetten, çevresindekilerin arasını onunla ayırt edecek şey olmadı, işte bundan dolayı biz insanın onun indinde vâkıf olması ve mühimmâtında tasarruf eylemesi ve tââtın aksâmı ile meşgûl olması için hikmetlere âit firâsetten yeteri kadar bir faslı sevk ettik. Belki Allah Teâlâ ona kendi indinden yakîn nûruna ve melekût-i a‘lânın tetkîkine bir kapı açar. Şimdi ey birâder! Bilesin ki, Allah Teâlâ bizi ve seni görünüş özelliklerinin en güzeline ve oluşumların en i’tidâl üzere olanına muvaffak eylesin! Sana öyle bir kimseyi halîl ya’nî dost ve gecen için arkadaş ve mülkün için yardımcı edinmek yakışır ki, o kimse uzun olmaya, kısa da olmaya. Eti sertlik ve yumuşaklık arasında mülâyim ve nâzik ve mâsûmâne şefkâtli ve solukluk ile beyazmeşreb ola. Ve saçının uzunluğu normal olup düz ve kısa kıvırcık olmaya. Saçında kızıllık olup bununla berâber siyâhlık olmaya, ya'nî kumral ola. Gözleri geniş ve gözbebeği büyük olup normal bir çukurluğa ve sîyâha meyilli ola. Baş büyücek ola. Omuzları boynunda ne pek yüksek ve ne de düşük ola. Ve kaynakları ya’nî sırt etlerinin but etlerine yapıştığı yer ve onların arası şişman olmaya. Alçak sesle konuşan ola. Parmaklarının uzunluğu, inceliği i'tidâlde olmakla berâber kalınlık ve incelikten sâf olup kalınlığı ve inceliği makbûl olan türden ola. Eli dörtgen ve ortası biraz tümsek ola. Konuşması ve gülmesi az olup ancak ihtiyâç kadar ola. Tabîatının meyli safrâya ve sevdâya ola. Bakışında ferah ve sevinç ola. Mala hırsı az ola. Senin üzerine hükmetmeyi istemeye ve gösteriş yapar olmaya. Aceleci ve çok yavaş olmaya. İşte hakîmlerin hilkatin en dengelisi ve en sağlamı olarak dediği budur. Ve Efendi’miz Muhammed Resûlullah (Sav), kendisinin zâhiren ve bâtınen kemâlinin sâbit olması için, bu hilkatte halk edildi. Şimdi eğer sen bunun benzerinin dışında arkadaş edinmemeye gücün yeterse onu yap! Ve Allah Teâlâ senin basîretini nûrlan- 225 Tedbirât-ı İlâhiyye Sekizinci Bölüm dırmadığı zaman, şehvetinle vâkıf olma! Eğer ilâhî nûr seni rızıklandırırsa, sen bu vakitte iki âlemin sultânı ve iki hakîkatin sâhibi olursun. Varlık senin kahrın ve reîsliğin ve emrin altında olur. Ey birâder! Bilesin ki, muhakkak hakîmler firâset hakkındaki sözlerinde zanda bulundular. Ben ise bunu tecrübe ile gördüm ki, muhakkak halkın en dengelisinin vasfının misâli yukarıdaki gibidir; ve onların sözlerinde bahsedilen şeydir. Muhakkak GÖZ’ün pek mâvî ve saçın kızıl ile siyâh karışık renkte olması hîleye ve hâinliğe ve günâh işlemeye ve aklın hafifliğine delîldir. Ve eğer bununla berâber alnı geniş, çenesi dar ve köse ve yanakları etli ve başında saçı çok olursa, hakîmler der ki, bu sıfatı taşıyan kimseden öldürücü engerek yılanlarından korunur gibi korunmak lâzımdır. KIL: Bilesin ki, hakîmler derler ki, sert saç cesûrluğa ve beynin sıhhatine ve yumuşak saç korkaklığa ve beynin soğukluğuna ve kavrayışın azlığına işâret eder. Ve omuzların üzerinde ve boyunda çok kıl olması anlayış kıtlığına ve cür’ete delîldir. Ve göğsünde ve karnında çok kıl olması tabîatının vahşi oluşuna ve anlayışın azlığına ve cefâya muhabbete delîldir. Ve kılların siyâh ve kızıl renkte karışık olması anlayış kıtlığına, gazabın çokluğuna ve sür‘atine ve sataşmaya delîldir. ALIN: Hakîmler derler ki, kendisinde buruşukluk olmayan açık alın husûmete ve insanlar arasında fesatlığa ve kibre ve haddini aşmaya işâret eder. Ve genişlikte alnı normal olan ve onda buruşukluklar bulunan kimse doğru sözlü, sevgi dolu, âlim, uyanık, tedbirli ve mahâretlidir. KULAKLAR: Kulakları büyük olan kimse câhildir. Ancak onun hâfızası kuvvetli olur. Ve kulakları küçük olan taklîdçi anlayışı kıttır. KAŞ: Kılların çokluğu âcizliğe ve sözünün bozukluğuna işâret eder. Eğer kaşlar şakaklara kadar uzarsa onun sâhibi kibirli ve anlayışı kıttır. Ve kaşların uzunluğu ve kısalığı normal ve ince ve siyâh olan kimse anlayışta uyanıktır. GÖZ: Muhakkak gözün en fenâsı mâvîdir. Ve mâvinin en fenâsı da fîrûze rengindedir. Şimdi kimin gözleri büyük ve fırlak olursa o kimse hâlis hasedçidir, tenbeldir, güvenilmezdir. Ve eğer mâvi de olursa en şiddetli olur. Ve ba‘zen de hâin olur. Ve kimin gözleri normal çukurluğa ve kudretten sürmeli ve siyâha meyilli olursa o kimse anlayışta uyanıktır, güvenilirdir, sevimlidir. Eğer beden boyu keskin olursa (ya'nî küçüklüğü ve uzunluğu ile berâber bakışı keskin olursa) onun sâhibi fenâdır. Ve kimin gözü donuk, hareketi az ve hayvanlar gibi ölü bakışlı olursa o câhildir, kaba tabîatlıdır. Ve kimin gözünde sür'atle hareket ve bakışında keskinlik olursa o hîlekâr, hayırsız, vefâsızdır. 226 Tedbirât-ı İlâhiyye Sekizinci Bölüm Ve kimin gözü kırmızı olursa o yiğit, gâyet cesûrdur. Eğer çevresinde küçük noktalar olursa onun sâhibi insanların şerlisi ve onların en fenâsıdır. BURUN: Eğer ince olursa sâhibi çeviktir. Ve eğer uzun olup ağzına girmeye yakın olursa o kimse cesûrdur. Eğer burnu enli olursa, o kimse cinsel ilişkiye çok düşkündür. Ve kimin burnunun deliği büyük ise o gazablıdır. Ve ortası kalın ve enliliğe meyilli olursa o kimse çok yalancı ve boş söz söyleyicidir. Ve burunların en dengelisi, boyu iri olmayandır. Ve kimin burnunun kalınlığı vasat ve tümsekliği aşırı olmazsa, o akıla ve anlayışa delîldir. AĞIZ: Kimin ağzı geniş olursa o cesûrdur. Ve kimin dudakları kalın olursa o anlayışı kıttır. Ve kimin dudakları çok kırmızı olmakla berâber kalınlıkta vasat olursa o mu'tedildir. DİŞ: Kimin dişleri birbirine dolaşık ve çıkık olursa o kimse düzenbaz ve hîlekâr, güvenilmezdir. Ve kimin dişleri hafif olarak açık ya’nî araları açık olursa, o akıllı, idrâkli, güvenilir, tedbirlidir. YÜZ: Kimin yüzü şişman ve yanakları şişkin olursa o câhil, kaba tabîatlıdır. Ve kimin yüzü çelimsiz ve çok sarı olursa o fenâ, düzenbaz, cimridir. Yüzü uzun olan kimse hayâsızdır. Ve sen kimin yüzüne bakıp da o kızarır ve utanır ve ekseriyâ gözleri sulanır veyâhut istemediği bir tebessümle tebessüm ederse o kimse senin için dostluk gösterendir; nefsinde senin içindir, senin hakkında dosttur. Yüksek SES’in heybetli oluşu cesûrluğa delîldir. Acz ile teenni ve kalınlık ile incelik arası akla ve tedbîre ve doğruluğa delîldir. İnce ses ile hızlı konuşma hîleye ve yalan söylemeye ve cehâlete delîldir. Sesin kalınlığı gazaba ve kötü huya delîldir. Sesin genizden gelmesi anlayış kıtlığına ve kavrayışın azlığına ve nefsin kibrine delîldir. Hareketin çokluğu kibir ve anlayış kıtlığına ve ma‘nâsızlığa ve düzenbazlığa delîldir. Toplantılarda ağırbaşlılık ve söz ve konuşma tedâriki sırasında elini hareket ettirmesi aklın tamâm oluşuna ve tedbîre ve sözünde durmaya delîldir. BOYUNun kısalığı fenâlığa ve hîleye delîldir. Ve boynun uzunluğu ve inceliği anlayışının zayıflığına ve ürkekliğe delîldir. Ve başın küçüklüğü belirgin olduğu vakit, bağırmak hamlığa ve akılsızlığa delîldir. Ve boynun kalınlığı cehâlete ve çok yemek yemeye delîldir. Ve uzunlukta ve kalınlıkta boynun normal olması akıl ve tedbîre ve dostluğunun hâlis oluşuna ve itimâda ve sadâkate delîldir. BÜYÜK KARIN: Hamlığa ve cehâlete ve ürkekliğe delîldir. Karnın inceliği ve göğsün darlığı aklın güzelliğine ve güzel görüşe delîldir. Omuzların ve belin genişliği cesûrluğa ve aklın hafifliğine delîldir. 227 Tedbirât-ı İlâhiyye Sekizinci Bölüm Ve SIRTın kavisli olması huyun kötülüğüne delîldir. Ve sırtın normal olması övülmüşlüğe alâmettir. Ve OMUZLARın kalkık olması niyyetin kötülüğüne ve mezheb ve meşrebinin meflûciyyetine delâlet eder. KOLLAR avucunun içi dizlere değecek kadar uzun olursa cesûrluğa ve kereme ve nefsin izzetine işâret eder. Ve eğer kısa olursa onun sâhibi korkaktır ve şerri sever. PARMAKLARın uzunluğu ile berâber avucun uzun olması san’atta etkili olmaya ve amellerde sağlamlığa ve reîslikte idâreciliğe delîldir. AYAKtaki etin kaba olması cehâlete ve fenâlığa muhabbete delîldir. Zayıf ve küçük olan ayak günâha işâret eder. Ökçenin inceliği ürkekliğe delîldir. Ve kalınlığı cesûrluğa delîldir. Baldırlar ile berâber bacakların kalınlığı düşüncesizliğe ve hîleye delîldir. Ve bu adımları geniş ve ağır olan kimse bütün işlerinde ve amellerinde murâdına muvaffaktır ve işlerin sonunu düşünendir. Ve zıddı, zıddı için sâbittir. Şimdi Allah Teâlâ seni muvaffak eylesin! İşte hakîmlerin koydukları şey üzere firâsetin kısacası budur. Bundan dolayı onu incele ki insanlar hakkında bilgi sâhibi olmakta, inşâallâhü Teâlâ, rüşd sâhibi olasın. Ve biz bu fasılda, bu bölümün başlarında hakîmlerin bahsettiği i'tidâl üzere olan oluşumu kasteder ve elbette onun üzerine yürürüz. Ya'nî rûhânî oluşumu da harfi harfine onun üzerine sevk ederiz. Hz. Şeyh-i Ekber (ra) hikmetlere âit fîrâsete dâir olan bu fasılda buyururlar ki: Bu Tedbîrât-ı İlâhiyye kitabında tefekkürden hâsıl olan bilgileri ve akıl gözünün bakışından hâsıl olan bir takım ilimleri ve eşyânın dış görünüşündeki tecrübelere göre hâsıl olan hükümleri beyâna lüzûm gördü. Çünkü Allah Teâlâ hazretleri, kâbiliyyetlerinin olmaması dolayısıyla, herkese yakîn nûrunu hîbe ve ihsân etmedi. Ve onların basîret gözlerinden ruyûn örtüsünü kaldırmadı ki, onlar şer’î firâset ehli ipinde dizilsinler ve onların zümresine dâhil olsunlar. “Ruyûn,” “râ” harfinin üstünlü okunuşuyla “reyn’” kelimesinin çoğuludur. Ve “reyn” günahların işlenmesi sebebiyle kalbi kaplayan perdeye derler. Nitekim Hak Teâlâ “Kellâ bel râne alâ kulûbihim” ya’nî “Hayır, bilakis kalplerinin üzerini örttü” (Mutaffifîn, 83/14) buyurur. Şimdi bu şer’î fîrâset, Allah Teâlâ hazretlerinin emîn olan kullarına hîbe edilmiş oluşuyla, her bir kimseye mahsûs olmayıp, ancak o firâsete kulların seçkinleri erer ve nâil olur. Bizim bu kitabımız ise, seçkinlerin ve avâmmın muhtâç oldukları hakîkatler ve bilgiler için yazılmıştır. Bu sebebe binâen bu bölüm, beyânına lüzûm görülen şeyleri içine almaktadır ve onlara âiddir. Çünkü insan 228 Tedbirât-ı İlâhiyye Sekizinci Bölüm diğer insanlar ile berâber yaşamaya ve onlar ile dostluk içerisinde yaşamaya mecburdur. Oysa her insân ferdi, görünme yeri olduğu ilâhî isim dolayısıyla kendi sınıfında ve kendi âleminde hayâtını geçirir. İlâhî isimler muhtelif ve hükümleri başka başka olduğundan, insân ferdlerinin sınıfları ve âlemleri de birbirine benzemez. Ne zamanki her bir insân ferdi diğer insanlar ile berâber yaşamaya mecbûr oldu ve berâber yaşadığı çevresindekilerin arasını, fikren ve ahlâkan ayırt edebilmek için kendisinde şer’î firâset bulunmadı; bundan dolayı biz insanın, halkın zâhirinde delîllere vâkıf olması ve işlerinde ve mühimmâtında bu delîllere göre tasarruf etmesi ve bu delîllerden oluşan ilme göre insanların fe- nâ olanlarından kaçıp, iyi olanlarıyla birliktelik etmesi sebebiyle tââtın aksâmı ile meşgûl olması için hikmetlere âit firâsetten yeterli bir faslı ilâve ettik. İşe yaramazlardan kaçıp sâlihler ile sohbetlerin sebebiyle hayırlı amellere muvaffak olmandan olayı, belki Allah Teâlâ kalbini kaplamış olan perdeleri açarak sana kendi indinden yakîn nûru tarafına ve melekût-i a’lânın ya‘nî gayb âleminin tetkîkine ve müşâhedesine bir kapı açar. Şimdi ey birâder! Sen bizim bu fasılda hakîmlerin sözüne göre görünüş özelliklerinin en güzeli ve oluşumların en i’tidâl üzere olanından olmak üzere bahsettiğimiz vasıflardaki ve şekillerdeki insanları kendine arkadaş edin! Ve Efendi’imiz Muhammed Resûlullah (sav), kendisinin zâhiren ve bâtınen kemâlinin sâbit olması için, bu bahsedilen hilkatte halk edildi. Ve kendileri ilâhî kemâlâtın numûnesi idi. Şimdi bu kemâlâtın numûnesine benzer olan kimseden başkasını arkadaş edinmemeye gücün yeterse, hiç durma öyle yap! Ve Allah Teâlâ senin basîret gözünü yakîn nûru ile nurlandırmadığı ve sende şer’î firâset mevcûd olmadığı zaman, sakın şehvetinle, ya‘nî nefsinin irâdesi ve hükmü ile insanlardan her önünden geleni ve nefsinin isteğine uygun olanı, kendine arkadaş ve dost edinme! Böyle bir durumda bu bahsettiğimiz hikmetlere âit firâset ile amel et! Eğer bu amelin sebebiyle ilâhî nûr seni rızıklandırırsa, sen bu nûra nâil olduğun zaman iki âlemin, ya'nî şehâdet âlemi ile gayb âleminin, sultânı ve bu iki âleme mahsûs olan hakîkatin sâhibi olursun. Ve her iki âlemin mevcûdları senin kahrın ve reîsliğin ve emrin altında olur. Çünkü sen bu hâl içinde senliğin ile olmayıp Hak ile bâkî bulunursun. Senin kahrın Hakk’ın kahrı ve senin reîsliğin Hakk’ın reîsliği ve senin emrin Hakk’ın emri olur. Ey birâder! Bunu dahi bilesin ki, hakîmler hikmetlere âit firâset hakkındaki sözlerini kendilerine gâlib olan zan üzerine binâ ettiler. Ben ise onların bu söyleyip yazdıklarını tecrübe ölçeğine koymadan kabûl etmedim. Ve bu tecrübem sonucunda gördüm ki, muhakkak halkın en dengelisinin vasfı evvelce bahsettiğimiz şey gibidir. Ve hakîmlerin anlattıkları hikmetlere âit firâset tecrübe ile sâbit ve tahakkuk etmiştir. 229 Tedbirât-ı İlâhiyye Sekizinci Bölüm Bundan dolayı insân a’zâlarından her birinin muhtelif şekillerindeki delîller birer birer sayıldı. İşte hakîmlerin belirlediği üzere hikmetlere âit firâsetin kısaca beyânı bunlardır. Sen insanlar arasında yaşarken bunları tatbîk et ve incele ki, bu delîller sâyesinde insanların hallerine bilgi oluşturabilesin. Ve tatbîkatın netîcesinde de inşâallâhü Teâlâ rüşd sâhibi olasın. Ve biz bu fasılda ileride, bu bölümün başında hakîmlerin bahsettiği i’tidâl üzere olan oluşumu kasteder ve ona yönelir ve elbette bu maksad üzerinde yürürüz. Ya‘nî zâhirî ve nefsânî oluşuma karşılık olarak kelime kelime bâtınî ve rûhânî oluşumu da bu firâset üzerine sevk ederiz. Şimdi ben derim: Bilesin ki, muhakkak insânî rûhun bir yüzü salt nûra ve bir yüzü tabîattan ibâret olan salt karanlığadır. Onun zâtı nûr ile karanlık arasında ortadadır. Ve sebebi şudur ki o, madde bedensel tabîî oluşumu idâreci olarak halk edildi. Hebâ’ ve akıl arasında olan küllî nefs gibi. Şimdi hebâ’ salt karanlıktır; ve akıl salt nûrdur; ve nefis onların ikisinin arasında nûr ile karanlık karışık olan bir şeydir. Şimdi ne zaman insânî latîflik üzerine iki vasıftan biri gâlib olmazsa i’tidalde olur; her bir hak sâhibinin hakkını verir. Ve ne zaman onun üzerine salt nûr ve salt karanlık olan şey gâlib olursa, üzerine gâlib olan şey sâbit olur. Nitekim hissî oluşumda aşırı uzunluk veyâ aşırı kısalık ve aşırı beyâzlık ve aşırı siyahlık anlatıldı. Ve her iki zıd, iki tarafın birinde farklılık üzeredir. Ben derim ki: Aşırı beyâzlık, kendi tabîat âlemini idâre ettiği şey kendisinde geriye bir şey kalmayacak şekilde, bakışın nûr âlemine sarf edilmesidir. Şimdi nûru sarf ettiği vakit diğer şıktan tabîatı idâreden yana kusurlu olur. Bundan dolayı kemâlin oluşmasından önce serî’ bir şekilde bozulup zemmedilmiş olur. Ve diğer taraf hakkında da böyledir. Ve o tabîatında nûr âleminden bakışı kesmesi yönüyle aşırı siyahlıktır. Şimdi bu da zaman zaman olsa bile zemmedilmiştir. Nitekim (Asv) Efendimiz “Benim bir vaktim vardır ki, ona Rabb’imin gayrı sığmaz” buyurur. Oysa onun ashâbı ile berâber bir vakti ve ehliyle berâber de bir vakti var idi. Ve onun iki tarafından birine olan bakışındaki onun ikâmet süresinin uzunluğu ve kısalığı da böyledir.Bundan dolayı sürenin ihtiyâç kadarınca olması gerekir. Ve etin rutûbette kalınlığı ve inceliği arasındaki i'tidâli, cild ve kemik arasındaki et gibi, ma'nâ ve his arasında onun berzah oluşlardaki i'tidâlidir. Ve kıldaki i'tidâle gelince, onun kabz ile bast arasında bulunmasıdır. Ve onun parlak yüzlü olması güzel konuşma ve güler yüzlülüktür. Ve gözün geniş ve gözbebeğinin büyük olması işlerde bakışın sıhhatidir. Ve onun gözlerinin çukurluğa ve siyâha meyilli bulunması, gizli işlere ve gaybî işlere netîce çıkarmasıdır. Ve onun normal bir şekilde başının büyük olması akıl çokluğudur. Ve onun omuzlarının ne pek çıkık ne de pek düşük olması, etkilenmeksizin ezâya tahammüldür. Ve onun boynunun düz olması, onlara meyli olmaksızın eşyâya vâkıf olmasıdır. Ve 230 Tedbirât-ı İlâhiyye Sekizinci Bölüm onun, seslerin doğru çıkmasına mahsûs nefes mecrâsı olan gerdanının normal bir şekilde olması, hitâb etmede muhâtaba lâyık olan şey ile kelâmın doğruluğudur. Ve kaynakların ve onların arasının etli olmaması mecbûr olduğu ve üzerinde oturduğu işlere bakarak iki taraftan birini seçmesidir. Çünkü o her ne kadar berzahî ise de, o sebeple işlerin gâlib oluşunda ma'zûr olur. Ve avucunun dörtgen ve içinin biraz tümsek olması, bağlantısı olmaksızın dünyâyı atmaktır. Ve az gülmesine ve konuşmasına gelince, onun bakışı hikmet mevkîlerinedir. İhtiyâç kadar söyler ve güler. Ve tabîatının safrâya ve sevdâya meyli olması, ulvî âleme meylin onun üzerine gâlib olmasıdır. Ve onun bakışında ferah ve sevinç olması diğer nefislerin muhabbet ile kendi üzerine çekilmesidir. Ve onun mal hakkında hırsının az olması âileden uzaklıktır. Ve onun senin üzerine hükmetmeyi ve efendilik yapmayı istemez oluşu, onun meşgûliyetinin senin ile değil, nefsin kemâli ile olmasıdır. Ve onun aceleci ve çok ağır olmaması, kudret ile berâber, alışının serî ve âciz olmaması demektir. Daha önce hakîmlerden naklen anlattığımız i’tidâl üzere olan tabîî oluşum üzerine kelime kelime karşılık olarak insânî latîf oluşumun i'tidâli, işte bu bahsettiğimizdir. Daha sonra sen bu misâl üzerine, onda doğru bakışın üzerinde durduğu şey kadar, a'zânın tafsîlini alırsın. Ve biz kitabın uzamaması için onu buraya koymadık. Ve şimdi şer’î firâsete döneriz. Hz. Şeyh-i Ekber (ra) nefis ile rûhun huylarını karşılaştırma ve mukāyese için buyururlar ki: Muhakkak insânî rûhun bir yüzü salt nûra ve bir yüzü de tabîattan ibâret olan salt karanlığa olduğundan, o rûhun zâtı nûr ile karanlık arasında ortadadır. Ve onun ortada oluşunun sebebi şudur ki, o insânî rûh, madde bedensel tabîî oluşumu idâre etmek üzere halk edildi. Onun durumu, heba’ ile akıl arasında olan küllî nefsin durumuna benzer. “Hebâ’" maddesel zerre parçalarından ibâret olup, salt karanlıktır.Ve bu maddî zerreleri muhtelif şekillerin oluşumu için idâre eden akl-ı kül salt nûrdur. Çünkü “nûr,” kendi zâhir olan ve eşyâyı zâhire çıkaran şeye derler. Ve “akl-ı kül” ise, muhtelif idâreleriyle eşyâda zâhir ve maddî zerre parçalarını terkîb etmek sûretiyle eşyâyı zâhire çıkarıcıdır. Ve bütün eşyâ sûretlerini yüklenmiş olan “nefs-i kül” onların ikisinin arasında olup nûr ile karanlık karışık olan bir şeydir. Şimdi her ne zaman insânî latîfliğin ya'nî insânî rûhun üzerine, nûr ve karanlıktan ibâret olan iki vasıftan biri gâlib olmazsa, o insânî rûh i’tidâlde olur. Her bir hak sâhibinin hakkını verir, ya'nî icâbında gerek karanlıksal olan kesîf sûretin ve gerek nûrânî olan aklın hükümlerini i’tidâlli bir şekilde yerine getirir. 231 Tedbirât-ı İlâhiyye Sekizinci Bölüm Ve her ne zaman, o rûh üzerine salt nûr ve salt karanlıktan ibâret olan bir vasıf gâlib olursa, o rûh kendisine gâlib olan vasıf ile vasıflanır. Ya'nî insân ferdlerinden her bir ferde bakılır: - Eğer bütün fiilleri ve hareketleri nefsânî ve hayvânî gereklere tâbi’ olarak cereyân etmekte ise, ona “zulmânî ya’nî karanlıksal” denir. - Ve eğer nefsânî gereklerden uzak ve zâhirî hükümlerden sakınan ve bilakis melekût âlemine yönelmiş ise, ona “nûrânî” denir. Bu âlemde bunların ikisi de i'tidâl değildir. Nitekim hissî oluşumda, ya'nî insanın kesîf sûretinde, aşırı uzunluk ve kısalık; ve aşırı beyâzlık ve siyahlık hakkında yukarıda îzâhlar verilmiş idi. Ve her iki zıd, iki tarafın birinde farklılık üzeredir. Ya'nî aşırı derecede olan uzunluklar ve kısalıklar ve beyazlıklar ve siyahlıklar arasında farklı farklı dereceler olduğu gibi, rûhun salt nûra ve salt karanlığa olan yönelişinin de farklı farklı dereceleri vardır. Ben rûhun aşırı derecede beyaz olmasının ma‘nâsı hakkında derim ki: Rûh kendi tabîat âlemini, ya'nî bağlandığı kesîf sûreti, idâre ettiği şey kendisinde geriye bir şey kalmayacak şekilde bakışını tamâmen nûr âlemine sarf etmesidir. Bu bakışın sarf edilmesi vaktinde, salt karanlıktan ibâret olan diğer şıktan tabîatı idâreden kusurlu olur. Ya‘nî rûh kudret bakışını tamâmı ile nûr âlemine sarf ettiği için salt karanlık cinsinden olan kesîf sûretin tabîatını idâre edemeyecek bir hâle gelir. Gıdâ lâzım iken zamanında cisme gıdâyı veremez. Nikâh lâzım iken, zamanında nikâhı yapamaz. Sonuç olarak tabîat âleminin hükümlerini şerîatın çizdiği sınır içerisinde yerine getiremez. Bundan dolayı beşerî kesîf sûret, hakkı verilmediği için, serî' bir şekilde bozulup zemmedilmiş olur. Bu hakîkate işâreten nebîlerin en ârifi (sav) Efendimiz “Nefis senin binek hayvanındır; ona nezâket ile muâmele et!” buyururlar. İki taraftan birisi olan salt karanlık dahi böyledir. Ve bu taraf, rûhun bağlandığı kesîf sûretin tabîatında nûr âleminden bakışı kesmesi yönüyle, aşırı siyahlıktır. Ve kesîflik âlemine yönelmekten ibâret olan aşırı siyahlık zaman zaman olsa bile zemmedilmiştir. Ya'nî zaman zaman kesîflik âlemine olan yöneliş, bütünsel bir sarfiyat ile olmamalıdır. Belki bu yöneliş nûr âleminden perdelenmeyi gerektirmeyecek şekilde olmalıdır. Nitekim bu hâle işâreten Hak Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de “Ricâlun lâ tulhîhim ticâratün ve lâ bey’un an zikrillâhi” (Nûr, 24/37) ya'nî “Erler vardır ki, onları ticâret ve alışverş, Allâh’ın zikrinden meşgûl etmez” buyurur. Ve nitekim (Sav) Efendimiz “Benim bir vaktim vardır ki, ona Rabb’imin gayrı sığmaz” buyurur. Bu da nûr âlemine yönelişe işârettir. Oysa nebîlerin en ârifi Efendimiz (s.a.v)’in ashâb-ı kirâmıyla sohbet buyurdukları 232 Tedbirât-ı İlâhiyye Sekizinci Bölüm bir vakti ve ehli ve âilesiyle bulundukları bir vakti var idi. Bunlar da karanlık âleme yöneliştir. Ve rûhun iki taraftan birine, ya'nî aşırı beyâzlık olan nûr âlemine ve aşırı siyahlık olan karanlık âleme olan bakışında, bu taraflarda ikâmet süresinin uzunluğu ve kısalığı da bahsedilen hükümlere tâbi'dir. Bundan dolayı bu bakışın zemmedilmişlik dâiresinden kurtulması için bu sürenin ihtiyâç kadarınca olması gerekir. Cismin etinin rutûbet, ya'nî sert olmayıp yumuşaklık dâiresinde kalınlık ve incelik arasında i'tidâline karşılık, rûhun bu vasfı, cilt ve kemik arasındaki et gibi, ma'nâ ve his arasında onun berzah oluşlardaki i'tidâlidir. Ya'nî rûhun, ne büsbütün ma'nâda ve ne de tam olarak histe gark olmayıp berzah oluşlardan ibâret olan bu ikisinin arasında i'tidâlini muhâfaza etmesi lâzımdır. - Rûhun kabz ile bast arasında bulunması, cismin kılının i'tidâline karşılıktır. - Ve onun güzel konuşması ve güler yüzlülüğü cismin yüzünün düz olmasına karşılık gelir. - Ve rûhun gizli ve gaybî işlerde netîce çıkarması, cismin gözlerinin çukurluğa ve siyâha meyilli olmasına karşılıktır. - Ve işlerde bakışın sıhhati, cisim gözünün geniş ve gözbebeğinin büyük olmasına karşılık gelir. - Ve rûhun akıl çokluğu cismin başının büyüklüğüne karşılıktır. - Rûhun asla etkilenmeksizin câhillerin ezâya ve cefâya tahammülü, cismin omuzlarının ne pek çıkık ve ne de pek düşük olmamasına karşılık olur. - Ve rûhun meyli ve muhabbeti olmaksızın eşyâya vâkıf olması cismin boynunun düz olmasına karşılıktır. - Ve rûhun hitâb esnâsında, muhâtabına lâyık olan ma’nâlar ile kelâmının doğruluğu, seslerin doğru çıkmasına mahsûs nefes mecrâsı olan cisim gerdanının i‘tidâline karşılıktır. - Ve rûhun mecbûr olduğu ve üzerlerinde oturduğu işlere bakarak ifrât ve tefritten ibâret olan iki taraftan birini seçmesi, cisim kaynaklarının ve onların arasının etli olmamasına karşılıktır. Gerçi rûhun i'tidâli her ne kadar berzahî, ya'nî iki taraftan birini terk etmekle, vasatı tercih etmesi ise de, mecbûriyyet sebebiyle, iki taraftan birine meyil gâlib olan işlerde ma‘zûr olur. Ve metinde sayılan ve îzâh edilen vasıflar da bunlara kıyaslanabilir. 233 Tedbirât-ı İlâhiyye Sekizinci Bölüm İşte daha önce hakîmlerden naklen anlattığımız i’tidâl üzere olan tabîî oluşum üzerine kelime kelime karşılık olarak insânî latîf oluşumun i'tidâli bu bahsettiğimiz vasıflardır. Bu beyândan sonra sen bu misâle tatbîk ederek, doğru bakışın vâkıf olabildiği şey kadar, a'zâya ilişkin olan hükümlerin ve vasıfların tafsîlini alabilirsin. Ve biz bu kitabın uzamaması için bu tafsîlâtı buraya koymadık. Bilinsin ki, hakîmler ve tahkîk ehli “kıyâfetnâme”ler yazmışlardır. Bu cümleden olarak İbrâhîm Hakkı hazretleri Ma’rifet-nâme’sine bir de “kıyâfetnâme” koymuştur. Ayrıntısını isteyenler bu gibi eserlere mürâcaatla daha geniş bilgi edinebilirler. Ve biz şimdiki halde şer’î firâsetin beyânına döneriz. 234 Tedbirât-ı İlâhiyye Sekizinci Bölüm FASIL ŞER’Î FÎRÂSET Allah Teâlâ sana rahmet eylesin ve basîretini nurlandırsın! Bilesin ki, melekût âlemi, ki şehâdet âleminin hareketlendiricisidir ve Allah Teâlâ tarafından hikmet olarak onun kahrı ve itâatı altındadır, bunu hakedişi kendi nefsinden dolayı değildir. Şehâdet âleminden hiç bir hareket ve sâkinlik ve yeme ve içme ve konuşma ve sessizlik çıkmaz, illâ ki gayb âleminden çıkar. Ve beyânı budur ki, hayvan ancak kast ve irâdeden hareket eder; ve onlar kalbin amelindendir; o da gayb âlemindendir. Ve hareket ve onun şekilce benzeri şehâdet âlemindendir. Ve bizim indimizde şehâdet âlemi âdet olduğu üzere his ile ondan her bir idrâk ettiğimiz şeydir. Ve gayb âlemi, âdet üzere hisse zâhir olmayan şeyde bizim şer’î haberle ve fikrî bakışla, ya‘nî basîret ile idrâk ettiğimizdir. Şimdi biz deriz ki, şehâdet âlemi nasıl madde bedenin gözü ile idrâk edilir ise, gayb âlemi de basîret gözüyle idrâk edilir. Ve nitekim göz kendisinden karanlık perdeleri ve mâni’lerden bunun benzerleri kalkmadıkça idrâk etmez. Şimdi mâni'ler kalkıp ve nurlar hissedilebilir şeylerin üzerine yayıldığında, göz görülen şeyleri idrâk eder. Bundan dolayı onun idrâki gözün nûruna ve güneşin nûruna veyâ ışığa ve nurlardan bunların benzerlerine yakındır. Basîret gözü de böyledir. Ve onun perdesi işlenen günahlar ve şehvetlerdir ve gayrıyı düşünmelerdir ve perdelerden bunun gibilerdir. Onunla melekûtun ya'nî gayb âleminin arasına mâni’ olur. Ve insan, kalbinin aynasına kastettiği ve onu, ondan perdeyi izâle edinceye kadar türlü mücâhedeler ve riyâzât ile parlattığı zaman, onun nûru gayb âlemine yayılan nûr ile bir araya gelir; ve onunla melekût ehlini yavaş yavaş görür. Ve o hissedilebilir şeylerdeki güneş derecesindedir. Bunun indinde basîret gözünün nûru, ayırt etme nûru ile bir araya gelip gayb ile ilgili şeyler bulundukları hâl üzere açılır. Şu kadar var ki, ikisinin arasında bir incelik vardır. Ve beyânı budur ki, muhakkak hisse, ya'nî bildiğimiz görmeye, duvar ve aşırı uzaklık ve aşırı yakınlık ve kesîf cisimler perde olup, idrâk etmeyi isteyen kimse ile onun arasına mâni’dir. Ve bu âdet olarak kusurdur. Ve nebî veyâ velî ba'zen âdeti yırtar. “Ben sizi arkamdan görürüm” sözü gibi. Ve Hakk’ın evliyâsında açılımların başlaması, onların seyr ü sülûklarının başındadır. Ve muhakkak mürîde en önce açılan şey hissedilebilir şeylerdendir. Şimdi o, gelmek üzere olan bir adamı görür; yâhut onu her hangi bir hâl üzere görür. Oysa Mekke’de görüşü yönüyle aralarında aşırı uzaklık ve kesîf cisimler vardır. Ve Batı’nın en uzağında olduğu halde Kâbe’yi görür. Halleri- 235 Tedbirât-ı İlâhiyye Sekizinci Bölüm nin başlarında mürîdler indinde bu çok olur. Allah Teâlâ’ya hamd olsun ben bunu bizzât yaşadım. Eğer inâyet ve nebevî verâset ile seçkin kılınmışlık ehlinden olursa, daha sonra bundan intikâl eder. Ve eğer sürekli, ya'nî âdetin yırtılması devâm üzere olursa, onlara “budelâ” ta'bîr edilir. Ve eğer bu, zaman zaman onlara aralık verirse, o kimse yâ vâris veyâ feterât sâhibi olan âbiddir. Ve basîret âlemine gelince, ona perde yoktur. Çünkü gayb âlemiyle basîret gözünün arasında mesâfe ve uzaklık ve aşırı yakınlık yoktur. Ve onun perdesi ancak kalbe gelen örtü ve gaflet ve kibirdir. Ve mücâhede ile kaldırıldığı ve kalb aynası parladığı ve kendisine karşılık duran şeyin zâhir olmasına istidâdlı bulunduğu vakit, gayb alâmetleri âşikâr olur. Lâkin bizim bahsedeceğimiz bir husûs olur ki, o da beyân ettiğimiz gibi, her ne kadar basîret gözü nüfûz ederse de, şimdi diğer bir ilâhî perde olur ki, o da muhakkak varlık mertebelerinde gayb ile ilgili olanların üzerine cömertlik hazretinden yayılan nûrdur ki, onlara umûmî olmaz. Ancak senin aynan gâyet sâf ve parlak olmak ile berâber, Allah Teâlâ’nın murâd ettiği şey kadar, onlardan sana açılır. Ve bu, vahiy makâmıdır. Buna kendimiz için delîlimiz, onu bizzât yaşamamızdır. Ve bizim dışımızdakiler için Hak Teâlâ’nın: “Kul….. ve mâ edrî mâ yuf’alu bî ve lâ biküm, in ettebiu illâ mâ yûhâ ileyye” (Ahkâf, 46/9) ya'nî “Ey Habîbim, de ki: Ben benim ile ve sizin ile ne işlenir bilmem. Ben, ancak bana vahyolunan şeye tâbi' olurum” sözüdür. Nebevî sâflık son derecede olmakla berâber böyle olursa, iğne ucu kadar kendisine yol açılmamış olan velî nasıl olur? Ve işte bu ancak ilâhî perdedir. Ve o azîz Kitâb’da vardır: “Ve mâ kâne li beşerin en yukellimehullâhu illâ vahyen ev min verâi hıcâbin ev yursile resûlen fe yûhıye bi iznihî mâ yeşâu” (Şûrâ, 42/51) ya'nî “Allah Teâlâ’nın beşere söylemesi ancak vahiy ile, yâhut perde arkasından, yâhut bir resûl göndererek oldu. Şimdi o dilediği şeyi kendi izni ile vahyeder.” Onun “Ben ancak bana vahyolunan şeye tâbi'yim” sözü gayb âleminden kendisine açılan şey kadardır. Bundan dolayı şehâdet âleminde onun te’sîrini görür. Bu kadarı üzerine onunla söyler de “Böyle olacak; ve böyle olmayacak; ve onun işinin âkıbeti bunadır” der. Açılan kadarı üzerinedir. Ve bu ilâhî perdedir ki, kişi delîl ile son derece mükemmellik üzere olsa da, aklen onun kaldırılması mümkün değildir. Muhakkak bu perde ancak sonsuz bilinenlere bağlı olan ezelî ilimdir. Ve vücûdun sınırladığı her bir şey sonludur. Ve basîret gözü, ancak vücûd mertebelerinin o cihetten her hangi bir vechi ile vücûdda dâhil olan şeyi keşfeder. Ve Hak Teâlâ’nın “ve külle şey’in ahsaynâhu fî imâmin mubîn” (Yâsîn, 36/12) ya’nî “Ve herşeyi İmâm-ı 236 Tedbirât-ı İlâhiyye Sekizinci Bölüm Mübîn'de saydık” sözü senin için delîl olmaz. Allah Teâlâ “Allâh’ın kelimeleri tükenmez” (Lokmân, 31/27) buyurur. Ve “Rabb’imin kelimeleri tükenmezden evvel elbette deniz biter” (Kehf, 18/109) buyurur. Ve bu, nihâyetin olmayışından dolayıdır. Ne zamanki bu karar kıldı ve bizim için gayb âleminden açılım haddi sâbit oldu; şimdi bu makāmda olan kimseden her hangi bir şahıs hakkında, zâhiri üzerine bundan bir şey zuhûr etse, bu şer’î firâsettir; ve o keşfetme ya’nî açılım derecelerinin a'lâsıdır. Ve Kitâb-ı azîz-i mübînden hazzı da “İnne fî zâlike le âyâtin lil mütevessimîn” ya’nî “Muhakkak bunda ibret alanlar için delîller vardır” (Hicr, 15/75) âyet-i kerîmesidir. Çünkü onlar için histe alâmetler ve onlarla gayb âlemi arasında irtibât vardır. Ve bu hikmetlere âit firâsetin tersine olarak zevka ya’nî bizzât yaşamaya bağlı olan bir ilimdir. Çünkü hikmetlere âit firâset tecrübe ve âdet üzerinedir; ve ba‘zen doğru olmaz. Bu ise bu şânın ehli indinde onun yalanlanmasına yol olmayandır. Çünkü Allah Teâlâ’nın nûrudur ve ancak hakîkatleri verir. İşte şer’î firâset böyle olur. Ve onun hâsıl olma sebebi bizim anlattığımızdır. Ve ba'zen Allah Teâlâ şer’î firâseti öğrettiği âlime, mevcûdların zâhirinde alâmetler kılar. Nitekim kendisine helâl olmayan bir şeye bakması hakkında bir adamı azarladığında Osmân (ra)’dan haber ulaştı. O adam ona “Resûlullâh (sav)den sonra vahiy mi vardır?” dedi. “Hayır, velâkin Resûlullâh (sav): “Mü’minin firâsetinden sakınınız çünkü Allâh’ın nûru ile bakar” buyurdu. Ben bunu senin gözlerinde gördüm” diye cevap verdi. Ve bu alâmetler ancak perdelerdir ki, Allah Teâlâ zayıf kalplerin alıştırılması ve mutmain olmak üzere onların cezbedilmesi için diğerlerinin gözlerine diker. Ve eğer sana nebîden başkası söylerse, sen ancak bunu yakîn nûrunun muhafazâlı kitâb üzerine yayılmasından dolayı görürsün. Şimdi onun hakkında fiiline bakarsın, aleyhine hükmedersin. Bunda onun doğruluğu ile berâber kulaklar atar ve nefisler ondan sıkıntı duyar. Şimdi zâhirî alâmetler bağlandığı zaman zayıf kalb ve hâtır “Mü’minin firâsetinden sakınınız” sözündeki şer'î delîlin kuvveti ile berâber buna sâkin olur. Ve bundan dolayı ba‘zı inanışlarla berâber ithâm edip, belki kâhindir, yâhut görüş ve zekâ sâhibidir, denir. Ya'nî Allah Teâlâ sana rahîmsel rahmetiyle tecellî edip basîret gözünü yakîn nûru ile nurlandırsın! Bilesin ki, âlem genel sûrette iki kısımdır. Birisi hiss ile görülen âlemdir ki, ona “şehâdet âlemi” ve “mülk âlemi” denir. Ve diğeri hiss ile görülmeyen âlemdir ki, buna da “gayb âlemi” ve “melekût âlemi” denir. Ve bu kısımlandırma bizlere göredir. Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin indinde “gayb âlemi” yoktur. Belki bütün âlemlerin mertebeleri Allah indinde hâzır ve 237 Tedbirât-ı İlâhiyye Sekizinci Bölüm müşâhede edilirdir. Nitekim “âlimul gaybi veş şehâdeti, huver rahmânur rahîm “ ya’nî “Gaybı ve şehâdeti bilir. O; Rahmân'dır, Rahîm'dir” (Haşr, 59/22) buyrulmuştur. Şimdi bizler açısından melekût âlemi şehâdet âleminin hareketlendiricisidir. Ve şehâdet âlemi, Allah Teâlâ hazretleri tarafından hikmet olmak üzere, melekût âleminin kahrında ve itâatı altındadır. Melekût âleminin bu tasarrufa hak kazanışı, kendi nefsinden ve zâtından değildir. Belki ilâhî tedbîrlerdeki hikmet bunu gerektirmiştir. Şehâdet âleminden hiç bir hareket ve sâkinlik ve yeme ve içme ve konuşma ve sessizlik çıkmaz, illâ ki gayb âleminden çıkar. Ve bu hükmün îzâh olarak beyânı budur ki; Hayvânın hareketi ancak kast ve irâdeden kaynaklanır. Ve kast ve irâde ise kalbin amelinden olup his âleminde görülmez. Bundan dolayı bu kalb ameli gayb âlemi cinsindendir. Ve hisle müşâhede edilen hareket ve onun benzerleri şehâdet âlemi cinsindendir. Ve bizim indimizde “şehâdet âlemi,” alışılmış olarak his ile, o şehâdet âleminin cinsinden her bir idrâk ettiğimiz şeydir. Ve “gayb âlemi” ise, alışılmış olarak hissimize gözükmeyen şeyde bizim şer'î haberle ve fikrî bakışla, ya‘nî basîret gözüyle idrâk ettiğimizdir. Şimdi biz deriz ki, şehâdet âlemi nasıl zâhir gözü ile görülürse, gayb âlemi de basîret ve bâtın gözüyle görülür. Ve zâhir gözü karanlık olduğu ve önüne kesîf cisimler mâni’ olduğu zaman göremez; bunlar ona perde olur, ancak bu perdeler kalktığı zaman görür. Ve ancak bu mâni’ler kalkınca ve aydınlık hissedilebilir olan şeylerin üzerine yayılınca, göz görülen şeyleri idrâk eder. Bundan dolayı zâhir gözünün idrâki gözün nûruna ve güneşin ışığına veyâ diğer ışıklardan bir ışığa yakın olur. Basîret gözü de his gözü gibidir. Ve o basîret gözünün perdesi, günahların işlenmesi sebebiyle kalbe bulaşan örtüdür; ve nefsânî şehvetlerdir; ve Hakk’ın vücûdunun gayrı olarak i‘tibâr edilen hissedilebilir sûretlere ilgi duymaktır; ve diğer bunlara benzeyen perdelerdir. İşte bunlar, basîret gözüyle melekût idrâki, ya‘nî gayb âlemi arasına perde olur. Ve insan, kalbinin aynasına kastedip yönelerek, ona bulaşmış olan her bir perde ortadan kalkıncaya kadar, türlü mücâhedeler ve riyâzât ile onu parlattığı ve sildiği zaman, o kalb aynasının cilâsı gayb âlemine yayılmış olan nûr ile bir araya gelir; ve bu toplanma sebebiyle melekût ehlini yavaş yavaş görür. Ve gayb âlemine yayılan o nûr, hissedilebilir şeyler âleminde güneş gibidir. Bu nûr indinde, basîret gözünün, ya'nî kalb gözünün nûru, ayırt etme nûru ile bir 238 Tedbirât-ı İlâhiyye Sekizinci Bölüm araya gelip gayb ile ilgili şeyler olduğu hâl üzere açılır. Şu kadar var ki, his gözüyle kalb gözü arasında ince bir fark vardır. O farkın beyânı budur ki: Muhakkak his gözünü, ya‘nî bildiğimiz gözü, duvar ve aşırı derecede uzaklık ve aşırı derecede yakınlık ve kesîf cisimler perdeleyip, idrâki isteyen kimse ile idrâk edilecek olan şey arasına perde olur. Ve bu hâl his âleminde âdet olarak ortaya çıkan bir kusûr ve âcizliktir. Örneğin bakmak istediğimiz bir manzaranın önüne bir adam gelse, onun kesîf vücûdu gözümüze perde olur. Bakışımız o kesîflikten geçipte o manzarayı göremez. Bu görememe cisim gözü için bir kusûr ve âcizliktir. Fakat his âleminin âdeti böyledir. Ve nebî veyâhut velî ba‘zen bu his âleminin âdetini yırtar. Nitekim (Sav) Efendimiz “Ben sizi arkamdan görürüm” buyurdular. Oysa his âleminin âdeti bir insanın önünden gözleriyle görmesiydi. Arkadan görmek ise âdeti yırtmaktır. Ve zamânımızda parlak fikirlerin sahiplerinden olduklarını iddiâ eden bir çok câhiller bu âdeti yırtmayı inkâr ederler. Oysa bilimsel buluşlar bu ahmakların câhilce inkârlarına peyderpey cevap vermekte ise de, onlar bunun dahi farkında değildirler. Örneğin gözün önüne bir kesîf cisim gelince ilerisini görmemesi his âleminde bir âdet iken, röntgen ışınlarının keşfi bu âdeti bir dereceye kadar yırttı. Demek ki his âleminde olan âdetlerin ba'zı vâsıtalar ile yırtılması mümkün imiş. Şimdi bu âdetin yırtılması için daha bir çok gizli kalmış vâsıtalar vardır ki, onlar bu inkârcı câhillerin bilinmezidir. Şimdi evliyâ hakkında açılımların başlaması, onların seyr ü sülûklarının başlarındadır. Ve muhakkak mürîde ilk önce açılan şey hissedilebilir şeyler âlemindendir ki, o mürîd gelmekte olan bir adamı görür; yâhut onu ne halde bulunuyorsa o hâl üzere görür. Oysa o mürîdin kendisi Mekke-i Mükerreme’de iken onu görüşünde, kendisiyle o görülen kimsenin arasında aşırı derecede uzaklık ve kesîf cisimler vardır. Ve örneğin kendisi Fas gibi Batı’nın en uzağında bulunduğu halde Ka'be’yi görür. Bu görüşe aşırı uzaklık ve kesîf cisimler mâni' olmaz. Bunlar ise âdet olarak his âleminde görüşe mâni' idiler. Aşırı uzaklık olduğu halde sesin işitilmesi de böyledir. Bu âdetin yırtılmasını inkâr eden dînsiz câhillere de, aynı şekilde en son bilimsel keşifler cevap vermektedir. Nitekim İstanbul ile Londra ve Pâris aralarında aşırı uzaklık bulunduğu halde telefon vâsıtasıyla İstanbul’da, oralardaki konuşmaları ve konserleri dinlemek mümkün olmaktadır. Ve ihtimâl ki çok yakın gelecekte uzak mekândaki bir adamı da diğer bir vâsıta ile görmek de mümkün olacaktır. Fakat bilimin vâsıtaları külfetli ve küçük bir tabîî ârıza ile bozulabilecek bir şeydir. Ancak yukarıda îzâh edilen kalb görüşü tabîî ârızlar ile bozulabilecek mâhiyette değildir. Hallerinin başlarında mürîdler indinde bu gibi âdet yırtılmaları çok olur. Hz. Şeyh-i Ekber (ra) “Allah Teâlâ’ya hamd olsun, ben bunu bizzât yaşadım” ve kendi nefsimde bu gibi bir çok harikâlar oldu, buyururlar. Ve eğer kendisin- 239 Tedbirât-ı İlâhiyye Sekizinci Bölüm den harikâlar ortaya çıkan mürîd, ilâhî inâyet ve nebevî verâset ile seçkin kılınmışlık ehlinden olursa, daha sonra bu hissedilebilir şeyler âleminden olan açılımdan ileriye geçip ve intikâl edip melekût ehlini yavaş yavaş görür. Ve eğer bu âdeti yırtma husûsu mürîdden kesilmeyip devâm üzere olursa, böyle kimselere tahkîk ehli terimlerinde “budelâ” ta'bîr edilir. Bilinsin ki, “budelâ” yedi kimseden ibâret olup bunlar yeryüzünde ilâhî me’mûrdurlar. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) Fütûhât-ı Mekkiyye’in 198.bölümünün otuzuncu faslında bunlara “abdâl” diye de isim vererek buyurmuşlardır ki: “Hak Sübhânehû ve Teâlâ yeryüzünü yedi iklîm yapmıştır. Ve has kullarından yedi kimseyi seçmiştir. Ve onların adını “abdâl” koymuştur. Ve her iklimin vücûdunu o yedi kimseden biri ile muhafâza eder. Ben Mekke-i Mükerreme hareminde onlar ile bir araya geldim. Ve onlara selâm verdim ve onlar bana selâm verdiler; ve onlar ile konuştum.” Ve eğer bu âdeti yırtma mürîde zaman zaman aralık ve fâsıla verirse, böyle olan kimse ya vâris veyâ feterât ya’nî fâsılalar sâhibi olan âbiddir. “Vâris”den kasıt huy olarak ve irfân yönünden muhammedî kemâlâta nâil olan kimsedir. Ve bu saâdet sofrası zâtlar genellikle Allâh’n kullarını irşâd etmeye me’mûr olduğundan, vazîfesi dolayısıyla kendisine hârikâların devâmı lâzım değildir. İrşâd edilmeye isti’dâdlı olan zayıf kalbleri terbiye etmek ve tatmîn için, arasıra kendisinden âdetin yırtılması olur. Ve “feterât sâhibi” olan âbidden kasıt da, henüz nûrânî perdelerden kurtulamamış âbid olan sâliktir ki, onda âdet yırtmaktan lezzet duyma vardır. Bu lezzet duymaya olan meyli dolayısıyla, âdeti yırtma kesildikten sonra yenisini gözleyerek çalışmasını ve ibâdetlerini arttırır. Bundan dolayı bu âdeti yırtma Allah tarafından kendisine bir şevk vâsıtası olur. Bu bahsedilen âdeti yırtma hissedilebilir şeyler âlemine âid olan kısımdır. Basîret âlemine gelince ona perde yoktur. Çünkü gayb âlemi ile basîret gözü arasında mesâfe ve aşırı uzaklık ve aşırı yakınlık yoktur. Ve basîret gözünün perdesi ancak kalbi istilâ eden örtü ve gaflet ve kibirdir. Ve bu perdeler mücâhede ile kalktığı ve kalb aynası silinerek parladığı ve pastan temizlenip kendisine karşılık duran şeyin yansımasına isti’dâdlı bulunduğu zaman, gayb âleminin sûretleri âşikâr ve zâhir olur. Lâkin bahsettiğimiz gibi, her ne kadar basîret gözü her bir şeye nüfûz eder ve ona her şey açılır; ve basîret âlemi için perde olmaz; ve basîret gözü gayb ile ilgili şeyleri müşâhededen kesilmez ise de, burada başka bir ilâhî perde olur. Bu perde de, nûrânî bir perdedir. Ya'nî bu perde vücûd hazretlerinde, ya‘nî mutlak vücûdun mertebelerinde, var olan gayb ile ilgili şeylerin üzerine “Cevâd-Cömert” 240 Tedbirât-ı İlâhiyye Sekizinci Bölüm ismi hazretinden yayılan, fakat bu gayb ile ilgili şeylerin hepsine umûmî olmayan nûrdur. Ya'nî basîret gözü nûrlanan bir kimse gayb âlemine baktığı zaman, gayb ile ilgili şeylerin hepsini birden müşâhede edemez. Ancak senin kalb aynan, son derece sâf ve parlak olmakla berâber, Allah Teâlâ sana gayb ile ilgili şeylerden ne kadarını göstermeyi dilemiş ise, onlardan sana o kadarı açılır. İşte bu hâl gayb âlemini müşâhededen basîret gözünün kesilmemesiyle berâber, o basîret gözüne Hak tarafından çekilmiş olan diğer bir perdedir. Ve bu hâl, vahiy makāmıdır. Ve bu hâle delîlimiz kendimiz için bizim onu bizzât yaşamamızdır. Ya‘nî bu hâlin bizim nefsimizde oluşu ve bu hâli bizim bizzât yaşayarak bilişimiz yönüyle böyle hükmettik. Bu hâl ancak bizim kendimize delîl olur, başkalarına delîl olamaz. Ve bizim dışımızdakiler, ya'nî bu hâle bizzât yaşayarak vâkıf olmayanlar, için delîl Hak Teâlâ’nın“Kul….. ve mâ edrî mâ yuf’alu bî ve lâ biküm, in ettebiu illâ mâ yûhâ ileyye” (Ahkâf, 46/9) ya'nî “Ey Habîbim, de ki: Ben benim ile ve sizin ile ne işlenir bilmem. Ben, ancak bana vahyolunan şeye tâbi' olurum” kavlidir. Şimdi nebevî sâflık son derecede olmakla berâber, işlerin gayb ile ilgili husûsları Hak Teâlâ’nın kendisine bildirdiği ve açtığı kadar olursa, kendisine iğne ucu kadar yol açılmamış olan bir velînin hâli nasıl olur? Var kıyâs et! Ve işte bu ancak ilâhî perdedir. Ve bu ilâhî perde azîz Kitâb’da beyân buyrulmuştur. O da şu âyet-i kerîmededir. “Ve mâ kâne li beşerin en yukellimehullâhu illâ vahyen ev min verâi hıcâbin ev yursile resûlen fe yûhıye bi iznihî mâ yeşâu” (Şûrâ, 42/51) ya'nî “Allah Teâlâ’nın beşere söylemesi ancak vahiy ile, yâhut perde arkasından, yâhut bir resûl göndererek oldu. Şimdi o dilediği şeyi kendi izni ile vahyeder.” Ve âyet-i kerîmedeki “fe yûhıye bi iznihî mâ yeşâu”ya'nî “Dilediği şeyi kendi izni ile vahyeder” sözü, basîret gözünün müşâhededeki haddine işâret olduğu gibi “in ettebiu illâ mâ yûhâ ileyye” ya’nî “Ben ancak bana vahyolunan şeye tâbi'yim” (Ahkâf, 46/9) sözü de aynı şekilde gayb âleminden kendisine açılan şeyin mikdârına işârettir. Şimdi o muhterem zât açılan şeyin te’sîrini şehâdet âleminde görüp bu had ve mikdâr üzerine söz söyler de “Böyle olacak; ve böyle olmayacak; ve onun işinin âkıbeti bunadır” der. Bu verdiği haberlerin hepsi kendisine olan açılım mikdârı üzerinedir. Ve bu beyândan anlaşılır ki, evliyâullâhın şehâdet âleminde kıyâmete kadar gerçekleşecek olan olaylar hakkındaki haberleri ancak kendilerine olan açılım kadardır. Ve işte bu basîret gözü açık olan muhterem zâtlara karşı bir ilâhî perdedir ki, kişi kalb aynasını parlatmada son dereceye mükemmel olsa bile bu perdenin kal- 241 Tedbirât-ı İlâhiyye Sekizinci Bölüm dırılması delîl ile aklen olunamaz. Ya‘nî böyle bir kimse aklen ne kadar düşünürse düşünsün bu perdenin kaldırılmasını ma‘kūl gösterebilecek bir delîl bulamaz. Buna imkân olmamasının sebebi şudur ki, bu perde ancak sonu olmayan bilinenlere bağlı olan ezelî ilimdir. Ya‘nî ilâhî isimler ve sıfatlar sonsuzdur. Ve ilâhî ezelî ilimde sâbit olan bu isimlerin ve sıfatların ilmî sûretleri de tabi'ki sonsuzdur. Oysa i'tibârî gayrılık ile açığa çıkan kayıtlı vücûdda sınırlı bulunan her bir şey sonludur. Çünkü o vücûd bir sınır ve bir kayıt sâhibidir. Bundan dolayı o kayıtlı vücûdun basîret gözü, mutlak vücûdun mertebelerinin vecihlerinden her hangi bir vechi ile, o vücûdda dâhil olan şeyi keşfedebilir. Ya‘nî kayıtlı vücûd mutlak vücûdun bütün işlerini ihâta ile keşfedemez. Belki onda dâhil olan ilâhî işlerin vecihlerinden her hangi bir vechi keşfedebilir. Küllî ya’nî bütünsel bir ihâta ancak, bu işlerin sâhibi olan Allâh zü’l-celâl hazretlerine mahsûstur. Ve sonradan olma olan kulun ilmi Kadîm’in ilmini aslâ ihâta edemez. Şimdi burada bir soru akla gelip denilir ki: Sen bu kitabın birinci bölümünde halîfeye “imâm-ı mübîn” demiş idin. Ve onun “imâm-ı mübîn”e hamledilmesi Hak Teâlâ’nın “ve külle şey’in ahsaynâhu fî imâmin mubîn” ya’nî “Ve herşeyi İmâm-ı Mübin'de saydık” (Yâsîn, 36/12) sözüne dayanmaktadır, demiştin. Şimdi bu delîle göre Hak Teâlâ’nın halîfe olan insân-ı kâmilde her bir şeyi saymış olması ve ondan hiç bir şeyi örtmemiş olması gerekmez mi? Cenâb-ı Şeyh (ra) bu akla gelebilecek soruya cevâben buyururlar ki: Bu âyet-i kerîme bahsettiğimiz ilâhî perdenin olmayışına karşı bir delîl olamaz. Çünkü “külle şey’in”den kasıt, insân-ı kâmilin kendi zâtına âit toplayıcılığa mazhar olma sâhibi olduğuna işârettir. Yoksa ezelden ebede açığa çıkmış ve çıkacak olan ilâhî işlere vâkıf olacağına işâret değildir. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) Fusûsu’lHikem’de Uzeyr Fass’ında buyururlar ki: “Ayn’ları Allah Teâlâ’dan başka bir kimsenin bilmesi muhâldir. Çünkü ayn’lar gaybın anahtarlarıdır ki, onları Allah Teâlâ’dan başka kimse bilmez. Ve ba'zen Allah Teâlâ bundan ba'zı işlere kullarından dilediği kimseleri vâkıf kılar.” Şimdi Hak Teâlâ’nın ezelen ve ebeden tecellî edici oluşu ve insân-ı kâmilin ise öncelik ve sonralık ile kayıtlı oluşu yönüyle, sınırlının sınırsızı ihâtası mümkün değildir. Hak Teâlâ o insân-ı kâmile, sâbit ayn’lardan ancak dilediği şeyleri açar. Ve Allah Teâlâ ilâhî tecellîlerinin sonlu olmadığını “Allâh’ın kelimeleri tükenmez” (Lokman, 31/27) ve “Rabb’imin kelimeleri tükenmezden evvel elbette deniz tükenir” (Kehf, 18/109) âyet-i kerîmelerinde beyân buyurmuştur. Ne zamanki bu son bulmanın olmayışı karar kıldı ve bizim için gayb âleminden keşfedilen şeyin sınırlı oluşu sâbit oldu; şimdi bu keşif makāmında olan kimseden her hangi bir şahıs hakkında, onun zâhiri üzerinde bundan, ya'nî onun 242 Tedbirât-ı İlâhiyye Sekizinci Bölüm sâbit ayn’ına bağlı olan gayb âleminden, bir şey zuhûr etse, buna “şer’î firâset” denir. Ve o keşfetme derecelerinin a‘lâsıdır. Çünkü keşfetmenin dereceleri vardır. Ba'zıları misâl âleminden olur. Ve bu âlemden olan keşf muhakkak ve sâbit olmaz. Çünkü burada imhâ etme ve sâbit kılma vardır. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Yemhûllâhu mâ yeşâu ve yusbit” ya’nî “Allah dilediğini imhâ eder, dilediğini sâbit kılar” (Ra‘d, 13/39). Ve sâlik bu misâl âleminde gördüğü bir şeyin oluşundan haber verdiği halde, o şey şehâdet âleminde açığa çıkmayabilir. Sâbit ayn’ların keşfi ise, aslâ değişmez; çünkü kaçınılmaz kazâdır. Ve azîz Kitâb’dan bu keşfin hazzı “İnne fî zâlike le âyâtin lil mütevessimîn” ya’nî “Muhakkak bunda ibret alanlar için delîller vardır” (Hicr, 15/75) âyet-i kerîmesidir. Çünkü onlar için, ya'nî gayb âleminden olan şeyler için, histe alâmetler ve hissî ve zâhirî sûretler ile gayb âlemi arasında irtibât vardır. Çünkü “Allah Âdem’i kendi sûreti üzere halk etti” hadîs-i şerîfinin bir ma‘nâsı da Âdem’in rûhu sûretinde ve rûhunun da sâbit ayn’ı sûretinde halk edilmiş olmasıdır. Ve “sûret”ten kasıt onun “ma‘nâ”sıdır. Ve bu şer’î firâset hikmetlere âit firâsetin tersine olarak zevka ya’nî bizzât yaşamaya bağlı olan bir ilimdir. Ya'nî okumak ve ders almakla ve kitapları tetkîk etmekle öğrenilemez. Fakat hikmetlere âit firâset tecrübe ve âdete dayalı olduğundan eğitimle öğrenilebilir. Ve eğitimle öğrenilen bu hikmetlere âit fîrâset ba‘zen doğru olmayabilir. Oysa şer’î fırâset bu şânın ehli indinde, ya'nî şer’î firâset ehlinin indinde, onun yalanlanmasına yol olmayan bir firâsettir. Çünkü Allah Teâlâ’nın nûrudur; ve ancak eşyânın hakîkatlerine vâkıf olmayı verir. İşte şer’î firâset böyle olur. Ve onun hâsıl olma sebebi bizim yukarıda anlattığımız gibi, kalb aynasına cilâ vermektir. Şimdi şer’î firâset, basîret gözünde perde olmaması sebebiyle, gayb âlemini müşâhededen ibâret ise de, Allah Teâlâ hazretleri ba'zen bu şer’î firâseti bildirdiği bir âlime, mevcûdların bâtınını gösterdiği gibi, o mevcûdların zâhirinde de alâmetler kılar. Nitekim harama bakmış olan bir kimseyi Hz. Osman (ra) efendimizin azarladığı haberi bize ulaştı. Azarlama esnâsında o kimse Hz. Osman efendimize hitâben: “Resûlullâh (sav) Efendimiz’den sonra vahiy mi geliyor?” dedi. Hz. Osman efendimiz cevâben: “Hayır, velâkin Resûlullâh (sav) “Mü’minin firâsetinden sakınınız çünkü Allâh’ın nûru ile bakar” buyurdular. Ben senin bu harâma bakışını gözlerinde gördüm” buyurdu. Ve bu alâmetler ancak bir takım perdelerdir ki, Allah Teâlâ bu firâset sâhiblerine karşı zayıf kalblerin alıştırılması için ve bu kalblerin onlara meyletmesi için, diğerlerinin gözlerine diker. Çünkü eğer sana Nebî (as) dan başkası, ben ancak bu keşfettiğim şeyi, yakîn nûru muhafazâlı kitâb, ya'nî levh-i mahfûz, üzerine 243 Tedbirât-ı İlâhiyye Sekizinci Bölüm yayıldığı vakit gördüm; onda senin fiiline baktım ve aleyhine hükmettim, dese bu sözde söyleyenin doğruluğunu görmekle berâber, kulaklar atar ve ehemmiyet vermez; ve nefisler ondan sıkıntı duyar. Çünkü söyleyen sırf bâtınî hallerden haber verdi. Fakat bu haberler, zâhirî alâmetlere bağlandığı zaman, zayıf kalb ve hâtır “Mü’minin firâsetinden sakınınız” sözündeki şer’î delîlin kuvveti ile sâkin olur. Ya'nî bunu işiten der ki: “Bu zâtın haberi doğrudur; ve bu gibi bâtın hallerin keşfedildiğine dâir şer’î delîl de vardır.” Ve işte bundan dolayı şer’î firâset sâhiblerine karşı ba'zı inanışlarla berâber, “Belki bu adam kâhindir, yâhut görüş ve zekâ sâhibidir. Benim bu hâlimi kehânet veyâ görüş ve zekâ ile bildi” diye onu ithâm eder. 244 Tedbirât-ı İlâhiyye Sekizinci Bölüm TENBÎH HİKMETLERE ÂİT VE Ş'ER'Î FİRÂSETİN KARŞILAŞTIRMASI Anlatmak istediklerimiz hakkında bu bölümde bizim için bir şey daha kaldı ki, o da şer'î firâset ve hikmetlere âit firâset hakkında karşılaştırma ile iki nüshada tesbîtidir. Ve beyânı budur ki, muhakkak birisi çıkıp, ‘Sizin indinizde karşılaştırma vardır. Şimdi bu şer’î firâsetten kızılın ve mâvinin ve burnun büyük oluşunun ve gözün sürmesinin i’tidâlde oluşunun hazzı nerededir? diyebilir. Biz deriz ki, sen bir ârif sorusu sordun. Ve biz inşâallâhü Teâlâ senin sorunu kolaylıkla sana işin özünden anlatırız. O da budur ki, biz hikmetlere âit firâsete baktık. Onun erbâbını ve onu söyleyenleri ve onun hükmü ile kât’î hüküm verenleri iki tarafa ve vasata dönük gördük. Ve onlar, eşyâyı zemmedilmişler ve övülmüşler olarak kısımlara ayırıp, vasatta olanın hepsini hayır ve övülmüş kıldılar. Ve vasatın iki tarafındakileri zemmedilmiş ve şer kıldılar da şiddetli beyaz ve şiddetli mavi ve kızıl hakkında zemmedilmişten işittiğin şeyi söylediler. Ve o övülmüş değildir. Ve aynı şekilde şiddetli siyâh ve şiddetli sürmeli göz ve burnun ince olması bunun hepsi cidden zemmedilmiştir. Ve iki tarafın birisine tam bir meyille meyletmeyip, onların arasında i’tidâlde olan, hikmetlere âit firâsette daha önce geçen şey dolayısıyla övülmüştür. Ne zamanki biz onları, bu eşyâyı bu derece üzerine sınırladıklarını ve kısa kestiklerini gördük, bu âlemde şuna baktık ki, güzellik ve çirkinlik nerede gözükür. Böyle olunca biz dedik ki, güzellik ve çirkinlik ancak şer'îata göre mevcûddur. Bizim için buna delîl mevcûd oldu. Ne zamanki biz muhakkak övmenin ve övülmenin ve zemmedilmenin şer'îata göre her hangi bir cihetten fiil üzerine olduğunu gördük. İki tarafı ve vasatı nasıl topladığımıza bakarız. Ve iki tarafı zemmedilmiş yapmaya ve i'tidâl mahalli olan vasatı da övülmüş kılmaya kastederiz. Şimdi biz deriz ki, insan salt bâtınî olmaktan soyutlanmış değildir. O da bizim indimizde hâl ve fiil olarak sâdece tevhîd ile söyleyici olandır. Ve bu şerîat hükümlerinin devre dışı kalmasına sebep olur. Ve biz deriz ki, bu bizden uzaktır. Ve dîn kāidelerinden bir kāideyi yıkan her bir şey mutlak bir şekilde zemmedilmiştir. Allah Teâlâ bizi ve sizi bundan korusun! Veyâhut insan salt zâhirî olmaktan soyutlanmayıp varlık gösterme ve teşbîhe sebep olma yönünden söz söyler. Şimdi bu da onun gibi şerîata göre zemmedilmişlere dâhildir. Veyâhut sözden açılan ma’nâ üzere şerîat ile yürümekten soyutlanmış değildir. Adım adım şerîatı getirenin yürüdüğü yönde yürür ve şerîatı getirenin durduğu yönde durur. Ve işte bu vasattır. Ve onun için Allâh’ın muhabbeti 245 Tedbirât-ı İlâhiyye Sekizinci Bölüm bununla geçerli olur. Hak Teâlâ “fettebiûnî yuhbibkumullâhu ve yagfir leküm zünûbeküm” (Âl-i İmrân, 3/31) ya'nî “Bana tâbi' olunuz ki, Allah Teâlâ size muhabbet etsin ve günâhlarını affetsin!” buyurur. Şimdi şerîatı getirene tâbi’ olmak ve onun yolunu yeterli bulmak kul için Allâh'ın muhabbetini geçerli kılar; ve günahları örter; ve dâimî saâdet hâsıl eder. Allah Teâlâ seni azîz eylesin! İşte iki nüshanın karşılaştırma yönü budur. Eğer birisi çıkıp derse ki: “Bu karşılaştırmayı kabûl ettik; ve o geçerlidir. Namaza ve cemâate hâzır olan ve sâkin bir şekilde duran adamı gördüğüm zaman ta'yîn üzere insanlardan onu nasıl ayırt edelim? Oysa o, bununla berâber ısrarlı bir münâfıktır.” Biz deriz ki, bu konu ile ilgili daha önce bir yer geçti. Fakat yine de sorduğun şey üzerine bizim sana cevap vermemiz lâzım geldi. Ve beyânı budur ki, muhakkak sâkinlik ve namaza hâzır olmak ve onların benzerleri gayb âlemindendir. Ve onun kâfir oluşu onun sırrındadır. O da gayb âlemindendir. Ve bizim için şer’î firâset hâsıl olduğu zaman, kendi nefislerimizde onun kâfir olduğuna hükmeder ve onu bırakırız. Ve kelime-i tevhîdî söylediğinden dolayı, onun malı ve kanı şerîata göre muhâfazalıdır. Onun için bizim muâmelemiz bu tarz üzeredir. Ve bunun dışında bir şey ile mükellef değiliz. Allah Teâlâ seni muvaffak eylesin! İşte şer’î firâset ve hikmetlere âit firâsetin özeti budur. Onları sana son derece açık bir şekilde îzâh ettim. Ve onların hâsıl olma sebepleriyle nefsinde amele ve onlara vâkıf olmakla ziynetlenmeye Efendi’miz Allah Sübhânehû muvaffak eder. Çünkü o buna kādirdir. Ve bununla zenginleştirir. Ya‘nî bu sekizinci bölümde anlatmak istediklerimiz hakkında bizim için beyânı gerektiren bir şey daha kaldı ki, o da hikmetlere âit firâsette bahsedilen hallerin şer’î firâsete tatbîk edilmesi ve bunların iki nüshada karşılaştırılmak sûretiyle tesbîtidir. Ve beyânı budur ki: Birisi çıkıp: “Sizin indinizde karşılaştırma usûlü vardır. Bundan dolayı hikmetlere âit firâsette bahsettiğiniz kızılın ve mâvinin ve burnun büyük oluşunun ve gözün sürmesinin i’tidâlde oluşunun şer’î firâsetteki hazzı ve karşılığı nerededir?” diyebilir. Biz cevâben deriz ki: “Sen bir ârife lâyık olan soruyu sordun. Ve inşâallâhü Teâlâ biz senin sorunu sana kolaylıkla özünden anlatırız. Ve o da budur ki: Biz hikmetlere âit firâsete baktık. Onun erbâbının ve onu söyleyenlerin ve o firâsete göre kat'î hüküm verenlerin, ifrât ve tefritten ibâret olan iki tarafa ve i'tidâlden ibâret olan vasata dönük olduklarını gördük. Ve onlar eşyâyı zemmedilmişler ve övülmüşler olarak 246 Tedbirât-ı İlâhiyye Sekizinci Bölüm kısımlara ayırıp, vasatta olanların hepsini hayır ve övülmüş saydılar. Ve vasatın iki tarafındakileri zemmedilmiş ve şer kıldılar da, pek beyaz ve pek kızıl ve mâvi hakkında zemmedilmişlik kısmından yukarıda işittiğin şeyi söylediler ki, o övülmüş değildir. Ve aynı şekilde pek siyâh ve pek kudretten sürmeli göz ve burnun ince olması bunun hepsi cidden zemmedilmiştir. Ve iki tarafın birisine tam bir meyille meyletmeyip, onların arasında i'tidâlde olan, hikmetlere âit firâsette daha önce bahsi geçtiği üzere övülmüştür. Ya'nî gözün siyaha meyilli kestâne renginde olması ve kudretten olan sürmesinin pek şiddetli olmaması ve burnun ne ince ve ne de kalın olmaması övülmüştür. Ne zamanki biz hikmetlere âit firâset ehlinin bu eşyâyı bu değer ve derece üzerine, ya'nî ifrât ve tefrit ve i'tidâl üzere sınırladıklarını ve kısa kestiklerini gördük, bu sûret âleminde güzellik ve çirkinliğin nerede gözüktüğüne baktık. Bu bakış netîcesinde dedik ki, güzellik ve çirkinlik ancak şerîata göre mevcûddur. Ve vücûdun hakîkatinde güzellik ve çirkinlik yoktur. Çünkü güzellik ve çirkinlik sıfatları kesîf vücûdların gerekleridir. Ve vücûdlar ise müstakil olmayıp îzâfî olduklarından, onlardan açığa çıkan sıfatlar da yokluksal işlerdendir. Ve sûret âlemi, teklîf âlemidir. Bundan dolayı insan sûretinden açığa çıkan fiillerden şerîatın “güzel” dediği güzeldir; ve “çirkin” dediği de çirkindir. Böyle olunca, güzellik ve çirkinlik şerîata göre mevcûd olmuş olur. Nitekim cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) bu ma‘nâyı te'yîd edici olarak Fusûsu’l- Hikem’de Yûnus Fass’ında şöyle buyururlar: “Şerîatın zemmettiği şeyin dışında zemmedilmiş yoktur. Çünkü şerîatın zemmetmesi hikmetten dolayıdır ki, onu Allah bilir; yâhut Allâh’ın bildirdiği kimse bilir.” Şimdi mâdemki güzellik ve çirkinlik ancak şerîatın çizdiği dâireye göredir; o halde şerîatın ta‘yîn ettiği kâideler bizim için mevcûd bir delîl olur. Ve şerîat insânın fiillerinin ifrât ve tefrîtini zemmedilmiş ve i'tidâlini övülmüş olarak göstermiş olduğundan, biz insanın zâhirine bağlanan fiiller üzerine şerîatın verdiği bu hükmü, bâtına bağlanan şer’î firâset ile karşılaştırarak ve tatbîk ederek iki tarafı, ya'nî ifrât ve tefrîti; ve vasatı, ya'nî i'tidâli nasıl topladığımıza bakarız. Ve şer’î firâsette de bu iki tarafı ya’nî ifrât ve tefrîti zemmedilmiş ve i'tidâl mahalli olan vasatı da övülmüş yapmaya kastederiz de deriz ki: İnsan salt bâtınî olmaktan soyutlanmış değildir. O da bizim indimizde hâl ve fiil olaran sâdece tevhîd ile söyleyici olandır. Ya'nî bizzât hakîkatini yaşayıp tadarak vahdet-i vücûdu idrâk etmiş olup bütün fiillerinde bu tada göre hareket eden kimsedir ki, ilâhî cezbelenmişlerdendir. Ve bu hâl şerîat hükümlerinin devre dışı kalmasına sebep olur. Çünkü şerîat ikilik yaşantısı üzerine dayanmaktadır. Oysa sâdece tevhîdi söyleyici olan kimselerin bakışında ikilik kalmamıştır. Söz olarak 247 Tedbirât-ı İlâhiyye Sekizinci Bölüm ve ilim olarak vahdet-i vücûdu idrâk etmiş olanların bu bahiste yeri yoktur. Ve biz deriz ki: Sırf bâtınî olup şerîatı devre dışı bırakmak çukuruna düşmek bizden uzaktır. Çünkü dîn kâidelerinden bir kâideyi yıkan her bir şey, mutlak bir şekilde zemmedilmiştir. Allah Teâlâ bizi ve sizi bu çukura düşmekten korusun! Çünkü bu his ve şehâdet âlemi, teklîf ve ameller yurdudur. Veyâhut insan, sırf zâhirî olmaktan sıyutlanmayıp varlık gösterme ve teşbîhe sebep olma yönünden söz söyler. Ya'nî Hakk’ı sûretle kayıtlar ve sınırlar. İşte bu da sırf bâtınî olmak gibi şerîat tarafından zemmedilmiş şeylere katılmıştır. Bu iki halden ilki “sırf tenzîh” ve ikincisi “sırf teşbîh” olmakla ikisi de şerîata göre zemmedilmiştir. Ve bunun birisi ifrât ve diğeri tefrîttir. Veyâhut insan, kelâmdan açılan ma'nâ üzerine şerîat ile yürümekten soyutlanmış değildir. Şimdi o kimse Kur’ân ve Hadîs’e bakıp adım adım şerîatı getirenin yürüdüğü yönde yürür ve durduğu yerde durur. Ya'nî şerîatı getiren tenzîhden ne kadar beyân etmiş ise onu alır; ve teşbîhden ne tebliğ etmiş ise onu tebliğ eder. Bundan dolayı tenzîh ve teşbîh arasını birleştirir. Ve işte bu vasattır. Nitekim Hz. Şeyh (ra) Fusûsu’l-Hikem’de Nûh Fass’ında beyân buyururlar: Tercüme: “Eğer sen tenzîhi söyleyici olursan kayıtlayıcı olursun. Ve eğer teşbîhi söyleyici olursan sınırlamış olursun. Ve eğer bu iki husûs ile söylersen doğru yola sevk etmiş olursun; ve ilâhî bilgilerde imâm ve efendi olursun.” Ve böyle kimse için bu tarz hareket ile Allâh’ın muhabbeti sâbit ve geçerli olur. Hak Teâlâ “fettebiûnî yuhbibkumullâhu ve yagfir leküm zünûbeküm” (Âl-i İmrân, 3/31) ya‘nî “Bana tâbi' olunuz ki, Allah Teâlâ size muhabbet etsin ve günahlarınızı affetsin!” buyurur. İşte bu âyet-i kerîmeye göre şerîatı getirene tâbi’i olmak ve onun yolunu yeterli bulmak, kul için Allâh’ın muhabbetini sâbit kılar; ve böyle bir kimseyi Allah Teâlâ sever ve onun günahlarını örter. Ve Allah Teâlâ’nın muhabbet ettiği kimse elbette dâimî saâdete nâil olur. Allah Teâlâ seni azîz etsin! İşte iki nüshanın, ya'nî hikmetlere âit firâsetin ve şer'î firâsetin, karşılaştırma yönü budur. Eğer birisi çıkıp derse ki: “Pek a‘lâ, hikmetlere âit firâsetteki iki tarafla vasatı, ya'nî ifrât ve tefrît ile i'tidâli ve buna karşılık şer’î firâsetteki ifrât ve tefrît ile i'tidâli anladık ve kabûl ettik; ve onun sıhhati bakışımızda sâbit oldu. Fakat namaza ve cemâate hâzır olan ve kendisinde sükûnet bulunan bir adamı gördüğüm zaman, saâdet veyâ şekâvetini ta‘yîn etmek üzere insanların içinde onu nasıl ayırt edelim? Halbuki o bu şekilde zâhirde şerîatı getirenin yolu ile yetinmekle beraber, bâtınında ısrarlı bir münâfıktır. Bundan dolayı onun zâhirine bakarak verdiğim hüküm yanlış olacaktır.” 248 Tedbirât-ı İlâhiyye Sekizinci Bölüm Biz cevâben deriz ki: Bu konudaki beyânlarımızında üstü kapalı olarak bir yer geçti. Çünkü biz bu bölümün başında dedik ki: “Herkese Allah Teâlâ yakîn nûrunu hîbe etmedi; ve onun basîret gözünden perdeyi izâle etmedi ki, şer’î firâset ehli ipinde dizilmiş olsun. Onun kullarından ona ancak seçkinler erer. Bu kitabımız ise hem seçkinler ve hem avâm içindir. Şer’î firâset sâhibi olmayanların istifâdesi için zâhir alâmetlere bağlı olan hikmetlere âit firâseti beyân ettik.” Şimdi senin sorun bu sözlerde üstü kapalı olarak cevâplanmıştır. Fakat bu soruna daha açık bir cevap da vermemiz de lâzım geldi. O da budur ki: Muhakkak sâkinlik ve namaza hâzır olmak ve onlara benzeyen fiiller şehâdet âlemindendir. Ve onun kâfir oluşu, o kimsenin sırrındadır; o da gayb âlemindendir. Ve bizim için şer’î firâset hâsıl olup da onun sırrına vâkıf olduğumuz zaman kendi nefislerimizde onun kâfir olduğuna hükmeder ve onu kendi hâlinde terk ederiz; ve onun bâtınını ifşâ etmeyiz. Ve o kimse zâhirde kelime-i tevhîdî söylediği için, onun malını ve kanını şerîat gereği olarak muhâfaza ederiz. İşte zâhirde mü’min ve bâtında kâfir olan münâfık hakkında bizim muâmelemiz bu tarzdadır. Ve şerîata göre bunun dışında bir şey ile mükellef değiliz. Husûsî muamelelerimize gelince, onun bu hâli hikmetlere âit fîrâsette gösterilen zemmedilmiş huylar ile alâkadâr olacağından, görüşmek ve dostluk yapmak husûsunda da hikmetlere âit fîrâsetin gösterdiği düstûra göre hareket ederiz. Allah Teâlâ seni zâhirde hikmetlere âit firâsete ve bâtında da şer’î fîrâsete muvaffak eylesin! İşte şer’î fîrâset ve hikmetlere âit firâsetin özeti budur ki, bunlar esâs düstûrlardır. Onları sana pek açık bir şekilde beyân ettim. Ve bu iki fîrâsetin hâsıl olma sebepleriyle nefsinde amele ve onlara vâkıf olmakla ziynetlenmeye Efendi’miz Allah Sübhânehû muvaffak buyurur. Çünkü Allah zü’l-celâl hazretleri her şeye kādir olduğu gibi buna da kādirdir. Ve bu iki firâseti sana ihsân ile zengin kılar. 249 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm DOKUZUNCU BÖLÜM Kâtibin ve Sıfatlarının ve Kitablarının Bilgisi Beyânındadır Huylarında güzîde olan akıllı ve endâmı güzel ve zekî bir kâtibi üzerine lâzım kıl, ki uzaktan bakışın ile sır söylersin; o senin göz ucu ile bakışının cevâbını işâretle anlar. Allah Teâlâ imâmı muvaffak eylesin! Ve onu arka ve ön olmayan cihete sâlik kılsın! Kâtib, latîf ve kerîm ve şerefli olan bir mevcûddur. Gayb âlemi onun şerefine ve yüksek rütbesine en mutâbıktır. Sır sâhibi İdrîs nebî (as)’dır. Ve o, ilk kalem ile yazı yazan kimsedir. Ve o ortası boştur. Ve onun dış kabuğu vardır. Ve hayrın men' edilmesinin ve verilmesinin yuları onun elindedir. Ve o onun apaçık olan ışığı ve onun yüksekliği arasında dolaşır. Ve onun şuâ‘sı ve ışığı arasında gidip gelir. Uzak ve yakın üzerine emirlerin infâz edicisidir. Önce ve sonra emir sâhibi olan kimsenin sırrını bilicidir. Zengin yapar ve fakîr kılar; tutar ve dağıtır. Ve onun defteri küllî nefsdir ki, o imâmın mutmainne ve râzıyye ve merzıyye ile vasıflanmış olan tertemiz haremidir. Onun neşrolunmuş sayfasında berzâha âit ilimler yazılmıştır. Şimdi cisimler sayfalarının safhaları üzerinde eserleri açığa çıkan şey indinde, buna imâmın emrinin “nüfûz”u ta'bîr olunur. Ve biz inşâallah bu bölümde iki fasılda kâtibin sıfatlarını ve kitâbını anlatır ve beyân ederiz. (Muvaffak eden Allah Teâlâ’dır. Ve ondan başka merbûbu terbiye edecek Rab yoktur) Bu bahsi îzâh için bir ön bilgi verilmesi îcâb eder. Bilinsin ki, Âdem’in âlemin özü olduğu ve âlemde her ne mevcûd ise hepsinin Âdem’de bulunduğu yukarıda geçen bahislerde îzâh edilmiş idi. Âlemin rûhu ve halîfesi Muhammedî (sav) küllî rûhtur. Ve âlem olan küllî nefs o küllî rûhun mutmainne ve râzıyye ve merzıyye sıfatlarıyla vasıflanmış ve pâk ve tertemiz olmuş olan nikâhlı eşidir. Ve küllî rûh “hakîkî Âdem”dir; ve küllî nefs “Havvâ”dır ki, bunlar Hakk’ın hakîkî vücûdunda bulunan vehim veren küllî kuvvetin te’sîriyle zât cennetinden, ikilik âleminden ibâret olan kesîf taayyünler mertebesine “ihbitû” ya’nî “ininiz” (Bakara, 2/36) emriyle indiler. Ve küllî rûh ile küllî nefsin birleşmesinden sayısız ve hesapsız rûhlar ve cüz’î nefisler doğup birdiğeriyle birleştiler. Ve bunların birleşmesinden de onların benzerleri olan rûhlar ve cüz’î nefisler birbiri ardınca açığa çıktı ve çıkagelmekte bulundu. 250 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm Şimdi küllî nefse ulaşan hükümler küllî rûhtan gelir. Ve küllî nefs sıfatlarına âit hükümlerine değil, belki küllî rûha tâbi’ olduğundan bu hususta mutmainnedir. Ve eşi olan küllî rûhun hükmünden râzıdır; ve indinde eşi de ondan râzıdır. Bundan dolayı kendisi tabîatın kirlenmiş sıfatlarından pâk ve temizdir. Fakat cüz’î nefisler vehim veren kuvvetin, ya'nî cinnî şeytanların, te’sîriyle tabîat karanlığına meyilli ve cüz’î rûhların da'vetinden gâfil olduklarından, onlara işin hakîkatini telkin edecek bir da’vetçi lâzımdır. Ve bu da’vetçiler de nebîler (aleyhimü’s-selâm) ile onların kâmil vârisleridir. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) bu da’vetçilerden biridir ki, bu kitabıyla Allâh’ın kullarını hakîkatlere da'vet buyururlar. Şimdi; - “Kalem-i a'lâ,” “akl-ı küll”den ibârettir. Ve o amâ cevherinde melekûte âit taayyündür ki, onda bütün eşyâ dizilidir. - "Levh-i mahfuz,” “küllî nefs”den ibârettir. Ve o melekî taayyünden ibârettir ki, “kalem”de mevcûd olan şeyin tafsîli, onda kalemin aktarması ile tahakkuk etmiştir. Ve bu levh “ümmü’l-kitâb”dır. Ve burada işâret yönünden yazma, ya'nî hissedilebilir işâret yoktur; belki ma’nâlar yönünden yazma vardır ki, akıldan nefse aktarılır. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “li külli ecelin kitâb; Yemhûllâhu mâ yeşâu ve yusbit, ve indehu ümmül kitâb” (Ra'd, 13/38-39). Ya'nî “Mahlûkların ecellerinden her bir ecel için bir kitap vardır ki, Allah Teâlâ dilediği şeyi mahveder ve isbât eder. Ve ümmü’l- kitâb onun nezdindedir ki, onda mahv ve isbât dâhil değildir.” Çünkü o levh kendilerinde mahv ve isbât olan diğer kitapların tersine değişimden yana mahfuz ya’nî korumalıdır. - Ve “kalem-i a'lâ” mevcûd olması îcâb eden şeyleri “levh-i mahfûz”a yazdı. Ve yazmaktan ferâğat eyledi. Ve (Sav) Efendimiz’in “Kalem yazdı ve kurudu” buyurduklarının ma'nâsı budur. Ve ilâhî kudretin görünme yerlerinden ibâret olan rûhânî kuvvetler, ya'nî melâike-i kirâm çoktur. Onların ba'zısı “kalemler”dir ki, ka’lem-i a'lâda olan şeyden bir mikdâr ondadır. - Ve onların ba'zısı “levhâlar”dır ki, her “kalem” kendisine âid olan levhâya harflere âit nakışlar mesâbesinde olan hissedilebilir sûretleri yazar. Ve bu “kalemler” her zaman yazma içindedir. Ba'zen yazdıkları mahvolur ve ba'zen de sâbit kalır. Ve server-i âlem (sav) Efendimiz Mi'râc’da bu “kalemler”in cızırtılarını işittiler. Fakat “kalem-i a'lâ” ise kurumuştur; ve artık hâlen yazmaz. Bu îzâhlardan anlaşılır ki, “akıl” halîfe olan “rûh”un yardımcısı olduğu gibi, onun kâtibi olan hayâle âit kuvvetin sağ elinde “kalem”dir ki, halîfeden hayâl 251 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm kâtibine ulaşan husûsu küllî nefs levhâsı üzerine yazar. Fakat “akıl” ile “nefis”ten başka daha bir çok “kalemler” ve “levhâlar” vardır ki, onlar da sırası geldikçe ileride yavaş yavaş îzâh edilir. Ve şu da bilinsin ki, izâfî vücûdların ve çokluğun aslı hayâldir. Ve bütün ilâhî isimlerin ve sıfatların açığa çıkış mahalli ancak hayâl âlemidir. Ve bu hayâl Hakk’ın hakîkî vücûdunda gerçekleştiğinden dolayı onda dâimâ hakîkat tecellî etmektedir. Bundan dolayı büyük âlemin kâtibi “hayâl”dir. Ve küçük âlem olan insânî vücûddaki “kâtib” de ondaki “hayâl veren kuvveti”dir. Çünkü insanın bütün inanışlarını tesbît eden hayâl veren kuvvetidir. Şimdi hayâlin hak yönü olduğu gibi, bâtıl yönü de vardır. Ve hak olan hayâlin var edicisi “akıl”dır; ve bâtıl olan hayâlin var edicisi “vehim veren kuvvet”tir. Çünkü “fikir kuvveti” akla tâbi‘ olursa ona “zâkire-i mütefekkire” derler; ve eğer vehme tâbi’ olursa ona “mütehayyile” derler. Beyt: Tercüme: “Yâ Rab, kudsî âlemden gönlüme bir feyz dök, tâ ki gönlümden bâtıl hayâl gitsin ve mahvolsun!” Mâdemki kâtibin iyisi ve fenâsı vardır, o halde sen ma‘nâda huyları güzîde ve endâmı güzel olan hak olan hayâli; ve sûrette de hikmetlere âit firâset bahsinde beyân olunan vasıfları taşıyan zekî bir kâtibi seç ki, sen onunla uzaktan sır söyleşesin; ve o kâtib zekîliğinin kemâlinden senin göz ile olan işâretindeki kastını hemen anlasın! Allah Teâlâ imâm olan rûhu hayâlî engellerde bırakmayıp zâtına mazhar olmaya muvaffak eylesin; ve onu ön ve arka olmayan cihete, ya‘nî “taayyünsüzlük” âlemine sâlik kılsın! Çünkü ön ve arka taayyünler âleminin gereklerindendir. Ma‘nâ kâtibi bir mevcûddur ki, - Latîftir, kesîf bir şey değildir. - Ve kerîmdir, çünkü vücûd verme husûsunda aslâ cimrilik etmez. - Ve şereflidir, çünkü mertebesi alçak olan zâhir duyulardan değildir. - Onun şerefine ve yükselmesine gayb âlemi çok uygundur. Çünkü şehâdet âlemi süfli âlemdir. Ve gayb âlemi ulvî âlemdir. Ve hayâl veren kuvvet de bu sıfatı taşımaktadır. - Âfâkta bunun nazîri sır sâhibi olan İdrîs (as)’dır. Çünkü İdrîs (as) eziyetli riyâzâtlar ile nefsini hayvânî sıfatlardan ve tabîat bulanıklığından ve geçici noksanlıklardan temizlemiş ve soyut akıl hâline gelmiştir. 252 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm - Ve âlemde “küllî akıl” “kalem-i a‘lâ”dır; ve Âdem’de cüz’î akıl “kalem-i esfel”dir. Bundan dolayı İdrîs (as)ın beşer arasında ilk defa “kalem” ile yazı yazması bâtının hükmünün zâhirde açığa çıkmasından ibâret olur. - Ve akıl, kâtib olan “hayâl”in sağ elinde “kalem” mesâbesindedir; - Ve “nefis,” “levha” mesâbesindedir. - Ve akılsal kânûn ile nefiste var olan fikrî hükümler levh-i mahfûzda yazılmış olan vücûda âit sûretler mesâbesindedir. İşte bunun için (Sav) Efendimiz “Allah ilk önce aklı halk etti” ve “Allah ilk önce kalemi halk etti” buyurdu. - Ve “kalem,” “akl-ı evvel”den ibârettir. Ve hayâlin vücûdun aslı olduğu yukarıda anlatıldı. Çünkü hayâlin vücûdu olmasa, aklın tasarruf mahalli bulunmaz. - Ve o kalemin ortası boş ve dış kabuğu vardır. Ya‘nî akıl kaleminin zâhirdeki kamış kaleme benzerliği vardır. Çünkü zâhirdeki kalemin içi boştur ve dışı da kabuk ile örtülüdür. Akıl da böyledir. Ortası boş ve sâlimdir. Ve vehim ve diğer kuvvetler gibi muhtelif perdeler ile örtülmüştür. - Ve hayrın men' edilmesinin ve verilmesinin dizgini o kâtibin elindedir. Çünkü kâtib ilâhî isimlerin ve sıfatların tecellî mahallidir. Elindeki kalemi kader sırrı dâiresinde dolaştırır. “Mâni'” isminin hükmü ile men' eder ve “Mu'tî” isminin hükmü ile verir. Ve “Mudill” isminin hükmüyle hayrı men' eder ve şerri verir. Ve “Hâdî” isminin hükmüyle şerri men' eder ve hayrı verir. - Ve akıl kalemi, hayâl kâtibinin apaçık olan ışığı ve onun yüksekliği arasında dolaşır. Çünkü hayâl mertebesi aslâ karanlık kabûl etmeyen bir rûhânî âlemdir. Bunun için o sahâda var olan ma'nevî sûretler aslâ basîret gözünden örtünmez. Ve zâhir âlemde ise nûr ve karanlık birdiğerini ta'kîb ettiğinden, hissedilebilir sûretler zâhir gözüne kâh bâriz ve kâh gizli olur. Ve onun mertebesi hissedilebilir şeyler âlemine göre yüksektir. - Ve akıl kalemi onun şuâ'ı ve ışığı arasında gidip gelir. - Ve o akıl kalemi kâtibin halîfeden aldığı emri uzak ve yakın üzerine infâz eder. Çünkü uzaklık ve yakınlık cismânî özelliklerdendir. Ma'nâ âlemi olan hayâlde yakınlık ve uzaklık aynı şeydir. - Ve o akıl kalemi, önce ve sonra kendisine emir ulaşan kimsenin sırrını bilicidir. Ya'nî ilâhî ilmî sûretler hayâlî sûretlerdir; hâriçte vücûdu yoktur. Ve aynı şekilde Hakk’ın vücûdunun isimleri dolayısıyla mertebelere tenezzülünde i'tibârî gayrı oluşu taşıyıcı olarak açığa çıkan taayyün etmiş sûretle- 253 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm rin hepsi hayâldir. Nitekim Hz. Şeyh-i Ekber (ra) Fusûsu’l-Hikem lerinde Süleymân Fassı’nda buyururlar. Beyt: Tercüme: “Muhakkak varlık hayâldir. O da hakîkatte Hak’tır. Ve bunu anlayan kimse yolun sırlarını taşıyıcıdır.” Ve aynı şekilde Mevlânâ Câmî (ks) buyurur. Tercüme: “Evet, âlem bütün hayâldir; fakat onda dâimâ bir hakîkat tecellî edicidir.” Ve ilâhî emrin ilim mertebesine inmesi tek seferdedir. Nitekim buyrulur: “Ve mâ emrunâ illâ vâhietun ke lemhin bil basar” ya’nî “Ve Bizim emrimiz, tek bir emirden başka bir şey değildir, gözün bir anlık bakışı gibidir” (Kamer, 54/50). Ve o mertebeden varlıksal mertebelere inişi derecelerledir. Nitekim buyrulur: “Ve in min şey’in illâ indenâ hazâinuhu ve mâ nunezziluhû illâ bi kaderin ma’lûm” ya’nî “Hazînesi bizim yanımızda olmayan hiçbir şey yoktur. Bilinen bir kaderi olmaksızın onu indirmeyiz” (Hicr, 15/21). Şimdi “önceden” ile Hz. Şeyh-i Ekber kader sırrına bağlanan sâbit ayn’ları; ve “sonradan” ile de varlıksal mertebeleri kasteder. Ve ilmî tecellî akla olduğundan bu akıl emir kendisinde olan hayâlin sırrını bilmiş olur. - Şimdi kader sırrı dolayısıyla akıl kalemi zengin yapar ve fakîr kılar; ve tutar ve dağıtır. Ya‘nî o isimlere âit tecellîlerin mahkûmudur. - Ve onun defteri, küllî nefsin zâtıdır ki, o hakîkî Âdem olan küllî rûhun Havvâ’sıdır. Ve yukarıda îzâh edildiği üzere imâm olan küllî rûhun mutmainne ve râzıyye ve merzıyye sıfatlarıyla vasıflanmış olan tertemiz pâk haremidir. Ve bu sıfatlar ile vasıflanmasının sebebi ve cüz’î rûhlar ile onların nikâhlı eşleri cüz’î nefisler arasındaki münâsebet yukarıda îzâh edilmiştir. Ve âyet-i kerîmede “Ve küllü şey’in fe alûhu fîz zubur; Ve küllü sagîrin ve kebîrin mustetar” (Kamer, 54/52-53) ya‘nî “İşledikleri her bir şey kitaplardadır; ve her bir küçük ve büyük yazılmıştır” buyrulması bu mertebelere işârettir. - Şimdi küllî nefsin neşrolunmuş olan sayfasında berzaha âit ilimler yazılmıştır. Bilinsin ki, Hakk’ın mutlak vücûdu, hakîkat-i muhammediyyeden ibâret olan vahdet mertebesinden, vâhidiyyet mertebesine tenezzül ettiğinde, bütün eşyânın ilmî sûretleri birdîğerinden ayrılır. Bu mertebede gayrılık yoktur. Fakat vücûdun küllî rûh mertebesine tenezzülünde bu ilmî sûretler gayrılık elbisesine bürünerek soyut ve nûrânî cevherler hâlinde var olurlar. Ve bunlar bu âlemde sûretsiz iken vücûdun misâl mertebesine tenezzülünde, her birerleri şehâdet âleminde kazanacakları kesîf 254 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm sûretlere uygun olarak birer hayâlî sûretlere bürünürler. Vücûdun şehâdet âlemine tenezzülünde de, bu hayâlî sûretler birer kesîf sûret hâlini kazanırlar. Ve misâl âlemi rûhlar âlemi ile şehâdet âlemi arasında bir berzahdır. Şimdi kesîf olan küllî nefs, hissedilir olan neşrolunmuş bir sayfadır ki, bu sayfada berzahdan ibâret olan misâl âlemine nakşedilmiş olan ilim yazılmıştır. Ve âlem böyle olduğu gibi Âdem de böyledir. Âdem’in hayâlî kuvveti rûhu ile nefsi arasında bir berzahtır. Ve kesîf olan nefsini oluşturan zâhir duyuları ve a‘zâları hayâlinde nakşedilmiş ilimlerin neşrolunmuş sayfasıdır. Çünkü hayâli ne ise fiilleri de ona göre açığa çıkar. - Şimdi gerek âlemde ve gerek Âdem’de kâğıt mesâbesinde olan cisim safhaları üzerinde ne gibi eserler açığa çıkarsa, bu eserlere âlemde imâm olan küllî rûhun ve Âdem’de imâm olan cüz’î rûhun “emrinin nüfûz etmesi” ta'bîr edilir. Ve rûh sâbit ayn dolayısıyla emreder. Ve sâbit ayn’lar ilâhî üst irâdeye tâbi‘dir. “Ve mâ teşâûne illâ en yeşâallâh” ya’nî “Ve siz dileyemezsiniz, Allah dilemedikçe” (İnsan, 76/30) hükmünce hakîkatte her şey ilâhî meşiyyette ya’nî üst irâdeye tâbi‘dir. Ve biz, eğer ilâhî meşiyyet bağlanırsa, bu bölümde iki fasılda “Kâtibin sıfatlarını ve “kitâb”ı anlatır ve beyân ederiz. Ve muvaffık, ya‘nî tevfîk bahşeden Allah Teâlâ’dır. Ve ondan başka merbûbu terbiye edecek Rab yoktur. 255 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm FASIL KÂTİP HAKKINDADIR Allah Teâlâ seni muvaffak eylesin! Bilesin ki, muhakkak Allah Sübhânehû en büyük memleket bir muhâfazalı levhanın ve hokkanın mürekkebi içinde bir ma’lûm ya’nî bilinen kalem vücûda getirdi. Ve onda dâim oldukça tafsîl kabûl etmez. Ne zamanki mürekkeb ondan kaleme geçer, onunla harfler levhada tafsîllenir. Ve ilim onunla, kendisi için bir son olmayan şeye kadar tafsîllenir. İnsanın maddesi olan nutfe gibi ki, Âdem’in belinde dâim oldukça insânî sûretlerin hepsi onda toplu idi, ve onda oldukça tafsîl kabûl etmez. Ne zamanki rahim levhasına insânî kalem ile intikâl eder, insânî sûret tafsîllenir. Yücedir; ve onu başka bir şeyle karışmaktan ve değişimden yana mukaddes olan yemîn ya’nî sağ el ile var etti. Şimdi Hak tarafından ilim sebebiyle olan irâde emri muhâfazalı levhanın yüzeyi üzerine kalemi harekete geçirmekle, mevcûd olan ve olmayan ve mevcûd olacak ve olmayacak olan şeyin ilmi sağ ele geçer. Ne zamanki bu kitâb iki nüshanın karşılaştırması üzerine ve onların karşılaştırması da iki oluşum üzerine binâ edildi, “kâtib”in bizden nerede olduğunu ta‘rîf etmeyi murâd eyledik. İlâhın kalemi ve onun muhâfazalı levhası, benim kalemim ve levhama yardım eder. Ve benim elim onun melekûtunda Allâh’ın sağıdır. Ben dilediğim şeyi icrâ ederim. Ve resimler hazlardır. Allah Teâlâ seni bu beyân ettiğimiz hakîkatleri anlamaya muvaffak eylesin! Bilesin ki, Allah Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri en büyük memlekette, ya'nî büyük insân olan âlemde, bir “levh-i mahfûz ya’nî muhâfazalı levha” ve hokkanın mürekkebi içinde bir “malûm kalem” vücûda getirdi ki; - O muhâfazalı levha büyük âlemin “küllî nefs”i; - Hokka “tabîat;” - “Mürekkeb” unsurlardan oluşmuş olan “madde”dir. - Ve “ma'lûm kalem,” “akl-ı evvel ya’nî ilk akıl”dır. Ve bu ilk akıl vâhidiyyet mertebesinden ibâret olan “insânî hakîkat”tir. Ve bu kalemin “ma'lûm” vasfı ile vasıflanması vâhidiyyet mertebesinin, ilâhî ma’lûmât ya’nî ilâhî bilinenler olan “sâbit ayn’lar”ı taşıyıcı olmasındandır. Çünkü sâbit ayn’lar ilmî sûretlerden ibârettir. Ve ilâhî ilim bu ma‘lûmâta tâbi'dir. - Ve “kalem” hokkanın mürekkebi içinde bulundukça, harfler ve kelimeler o mürekkebden ayrılıpta tafsîl kabûl etmez. Mürekkeb hokkadan kaleme 256 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm geçtiği zaman, o kalem sebebiyle harfler ve kelimeler cisim kâğıtları üzerinde tafsîllenir. - Ve isimlere ve sıfatlara âit ilim, mürekkeb mesâbesinde olan basît unsurlardan akıl kalemi vâsıtasıyla o kadar tafsîllenir ki, küllî nefs levhası üzerinde yazılmış olan maddî sûretlere aslâ bir son ve nihâyet bulunmaz. Ve icmâlî ilim o kalem vâsıtasıyla tafsîlî ilim olur. - Küçük âlem olan Âdem’de bunun karşılığı “nutfe”dir. İnsanın maddesi olan nutfe Âdem’in belinde bulundukça insânî sûretlerin hepsi onda topludur. Ve Âdem’in belinde bulundukça tafsîl kabûl etmez. Ne zamanki insan kendi benzerini var etmeye meyledip muhabbetin sürüklemesiyle nutfesini, belinden bilinen kalemi ile rahim levhasına nakleder, o zaman rahim levhasında kendi benzeri var olarak insânî sûret icmâlden tafsîle gelir. Çünkü nutfede insanın bulunduğu icmâlî olarak bilinmekte idi. Fakat onun kaşı, gözü, boyu ve endâmının biçimi ve halleri ve işleri gizlide idi. Ne zamanki kuvvetlerin muhtelif kalemleri, onu tabîat sayfaları üzerinde unsurlar mürekkebi ile devamlı olarak yazdı, nutfedeki icmâlî ilim tafsîle geldi. Ve insanın bütün eşkâli ve halleri ve işleri ayrıntılı olarak bilindi. - Ve aynı şekilde büyük âlemin maddesi fezâda rahmânî nefesden var olan “amâ’,” ya'nî parlak bulutsu ki, güneş sistemimiz onda gizlide idi. Ve bu âlemin küllî nefsinden ibâret olup dünyâ ile diğer gezegenler ve onların üzerlerinde var olmuş ve olacak olan bütün sûretler, kalem-i alâ ile bu levh-i mahfûz üzerine yazılmıştır. - Ve varlıkların tafsîline vâsıta olan bu kalem vasıftan yana yücedir. Onun için kendisine “kalem-i alâ” denilmiştir. - Ve o kalemin vücûdu başka bir şeyle karışmaktan ve değişimden yana mukaddes ve temiz olan “yemîn” iledir, ya'nî Hakk’ın irâdesi iledir. “Yemîn” sağ el ma'nâsınadır. Burada “Hakk’ın cemâli”nden kinâyedir. Çünkü irâde vücûda getirmeye bağlanır, ortadan kaldırmaya bağlanmaz. Ve meşiyyet ya’nî ilâhî üst irâde hem vücûda getirmeye ve hem de ortadan kaldırmaya bağlanır. Ve îcâd lutuf ve cemâl; ve i‘dâm kahr ve celâl olduğu için Mürîd ismine taalluk eden irâde, “yemin” ile ta‘bîr buyrulmuştur. Ve bir şeyin îcâdına irâde-i ilâhî taalluk edince, o irâde te’lîf ve değişimden mukaddestir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “İnnemâ kavlünâ li şey’in izâ erednâhu en nekûle lehu kün fe yekûnu” ya’nî “Bir şeyin (olmasını) istediğimiz zaman Bizim sözümüz, ona sadece: “Ol!” dememizdir. O, hemen olur” (Nahl, 16/40). Ve irâdenin vücûda getirmeye bağlandığına bu âyet-i kerîme delîldir. Çünkü “yekûnu” kelimesindeki “kâne” vücûd kelimesidir. 257 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm - Şimdi Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri ilâhî ilminde sâbit olan ayn’lar sebebiyle vücûda getirmeyi istediği şeylerin açığa çıkmasını “Kün-Ol!” sözüyle emreder. Ve bu irâde emri Hak’tan sağ ele, ya'nî vücûda getirme eli olan cemâl eline, geçer. Ya'nî “kâtib” mesâbesinde bulunan ve hayâlden ibâret olan sâbit ayn’lar mertebesinin “sağ el”ine, ya'nî vücûda getirme eline geçip, bu kâtib kalemi harekete geçirmekle, akl-ı küllün fa‘âliyeti ile levh-i mahfûzun, ya‘nî küllî nefsin, yüzeyi üzerine; • Mevcûd olan, ya'nî zâhir âlemde izâfî vücûd kazanmış olan; • Ve henüz rûhlar âleminde ve misâl âleminde olup zâhirde mevcûd olmayan; • Ve sâbit ayn’lar mertebesinden diğer mertebelere tenezzül edecek olan; • Ve olmayacak olan, ya'nî ebedlerin ebedi gayb örtüsünde kalacak olan, şeyin ilmini yazar. Biz burada “kâtib”e sâbit ayn’lar ve ona da “hayâl” dedik. Nitekim cenâb-ı Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (ra) efendimiz Mesnevî-i –Şerîf’lerinde şöyle buyururlar: Tercüme: “Evliyâ tuzağı olan o hayâller, Hudâ bostanının ay yüzlülerinin yansımasıdır.” “Hudâ bostanı”ndan kasıt, “ilâhî ilmî sûretler” mertebesidir. Ve onun “ay yüzlüleri” isimlerin gölgeleri olan “sâbit ayn’lar”dır. Ve sâbit ayn’lar ilâhî isimlerin gölgeleri, ve gölgeler ise hayâldir. Şimdi bu hayâllerden Cenâb-ı Hakk’ın dilediği kadarı evliyâullâhın şerefli kalblerine yansıyıp kader sırrına vâkıf olurlar. Ve biz yine yukarıda “kâtib” ve “levha” ve “kalem”in türleri çoktur, demiş ve sırası geldikçe îzâh edileceğini söylemiştik. Burada bu îzâhların verilmesi uygundur: Azîz Nesefî hazretleri “levha” ve “kalem” ve “hokka” hakkında yazdıkları Risâle’de der ki: “Mâhiyetler ve hissedilebilirler ve akledilebilirler ve basîtler ve bileşikler ve cevherler ve arazlar ceberût âleminde idiler. Bu yönden ceberût âlemine “hokka” derler. Ve büyük âlemin hokkası olduğu gibi küçük âlemin de hokkası vardır. Ve küçük âlemin hokkası “nutfe”dir. Çünkü küçük âlemde mevcûd olan her şey tam olarak onun nutfesinde mevcûd idi. Fakat hepsi örtülü ve icmâl bir halde idi; ve birdiğerinden ayrılmamış idi. Bu yönden “nutfe”ye “hokka” derler. Bu her iki hokkanın kâtibi ve levhası kendisiyle berâberdir ve kendinindir. Ve her iki kâtib, 258 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm yazmayı hâriçte bir kimseden öğrenmemiştir. Yazmak her ikisinin zâtı ile berâberdir. Ne zamanki büyük âlemin hokkasına “Yarıl!” diye bir hitâb geldi, iki şâh oldu. - Bir şâhı “akl-ı evvel ya’nî ilk akıl” oldu ki, bu Hudâ’nın “kalem”idir; - Ve bir şâhı “felek-i evvel ya’nî ilk felek” oldu ki, Hudâ’nın “Arş”ıdır. Bundan dolayı; • İlk akıl, büyük âlemin kalemi; • Ve Hudâ’nın Arş’ı büyük âlemin levhasıdır. İlk akla melekût âleminin “ilk cevher”i derler; ve ilk feleğe de mülk âleminin “ilk cevher”i derler. - Ve ilk akıl nûr deryâsı idi. O deryânın azametini ancak Hak Teâlâ bilir. - Ve ilk felek karanlık deryâsı idi. Onun da büyüklüğünü ancak Hak Teâlâ bilir. Hudâ’nın kalemi olan bu ilk akla: “Kendi üzerine ve ilk felek üzerine yaz!” diye hitâb geldi. Göz açıp kapama içinde yazdı. “İnnemâ emruhû izâ erâde şey’en en yekûle lehu kün fe yekûn” ya’nî “O, bir şey irade ettiği zaman O'nun emri, sadece ona: "Ol!" demektir. O, hemen olur” (Yâsîn, 36/82). Sonrasında akıllar ve nefisler ve tabîatlar, ilk akıldan zâhir oldu. Ve felekler ve yıldızlar ve unsurlar ilk felekten peydâ oldu; ve tabakalar hâline geldi; bir diğerinden ayrıldı. “E ve lem yerellezîne keferû ennes semâvâti vel arda kânetâ retkan fe fetaknâhüma, ve cealnâ minel mâi külle şey’in hayy, e fe lâ yu’minûn” ya’nî “Kâfirler, göklerin ve yerin bitişik olduğunu görmediler mi? Sonra Biz, o ikisini ayırdık. Ve her canlı şeyi sudan halk ettik. Hâlâ inanmazlar mı?” (Enbiyâ, 21/30). Hakîr şerh edici ben derim ki, göklerin ve yerin halk edilmesi hakkındaki ayrıntılar bu âyet-i kerîmeye dayanarak fakîr tarafından Fusûsu’l-Hikem’e yazılan şerhin Önsöz’ünde îzâh edilmiştir. Bu îzâhlara göre âlemde ve Âdem’de “kâtib” ve “kalem” ve “levha”nın bâtınîsi olduğu gibi, zâhirîsi de vardır. Bâtınî olanların mertebeleri olduğu gibi, zâhirî olanların da mertebeleri vardır. Âlemde bir mertebeye göre; - Bâtınî kâtib isimlere âit sûretlerden ibâret olan “sâbit ayn’lar”; - Ve bâtınî kalem “akl-ı kül;” - Ve bâtınî levha “küllî rûh;” 259 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm ve diğer bir mertebeye göre; - Kâtib “küllî rûh;” - Ve kalem “melekler;” - Ve levha “küllî nefs”dir. Ve âlemde; - Zâhirî kâtib “Tabîî kuvvetler;” - Ve zâhirî kalem “unsurlar;” - Ve zâhirî levha “tabîat sâhası”dır. Ve Âdem’de bir i’tibârâ göre; - Bâtınî kâtib “akıl;” - Ve bâtınî kalem “fikrî kuvvet;” - Ve bâtınî levha “kalb”dir. Ve diğer bir i‘tibâra göre; - Bâtınî kâtib “akıl;” - Ve bâtınî kalem “vehim veren kuvvet;” - Ve bâtınî levha “kalb”dir. Ve diğer bir i'tibâra göre de - Bâtınî kâtib “hayâl;” - Ve bâtınî kalem “kalb;” - Ve bâtınî levha “beyin”dir. Ve Âdem’de; - Zâhirî kâtib “zâhir duyular;” - Ve zâhirî kalem “a‘zâ ve organlar;” - Ve zâhirî levha fiillerin tecellî sâhaları olan her bir “mahal”dir. 260 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm Bunlar bütünselliğe dönük yönleri i’tibârı iledir. Cüz’e dönük yönleri i‘tibârı ile daha bir çok kâtib ve kalem ve levha vardır. Bu kâtiblerin kimi iyi ve kimi fenâ yazar. Ve bâtın ile zâhir arasında daimî bir ortaklık vardır. Ya‘nî kâtib ve kalem bâtınî; ve levha zâhirî olur. Ve bunun aksi de olur. Çünkü ma‘nâdan sûrete ve sûretten ma‘nâya dâimâ inişler ve çıkışlar vardır. Örneğin, insanın inanışı kâtib, a‘zâ ve organları kalemdir. İnanışının a‘zâ ve organları ile yazdığı amellerin sûretleri ma‘nâ âlemi olan berzahda işlenir ya’nî kelime elbiselerine bürünür. Bundan dolayı insânî vücûdda bir çok kâtib ve kalem ve levha vardır. Hz. Şeyh-i Ekber (ra), bu Tedbîrât-ı İlâhiyye kitâbında ta‘kîb edilen kāide; - “İki nüsha”nın, ya‘nî âlem ile âdem, nüshalarının karşılaştırılması üzerine; - Ve onların karşılaştırılması da iki oluşum, ya‘nî bâtın ve zâhir oluşumları, üzerine dayanmakta, olduğu için, bizde, ya‘nî “âdem”de, “kâtib”in nerede olduğunu ta‘rîf etmeyi murâd ettik, dedikten sonra işâret yoluyla aşağıdaki ma’nâları beyân buyururlar: “İlâhî kalem ve onun muhâfazalı levhası benim kalemime ve levhama vücûdda yardımcı olur.” Ya‘nî Hudâ kalemi olan “ilk akıl” benim cüz’î aklıma ve ilâhî muhâfazalı levha olan “küllî nefs” de benim cüz’î nefsime bu izâfî vücûd mertebesinde yardım eder. Çünkü küllî nefs üzerine “akl-ı kül” ile yazılacak olan sûretlerden bir çoklarının resmedilmesinde, insânî akıl kalemleri vâsıta olur. Örneğin, âlemde açığa çıkmış olan bunca buluşların, küllî nefs üzerine akl-ı kül kalemiyle yazılması gerektiği zaman, beşer akılları bunları îcâd eder ve açığa çıkartır. Bundan dolayı bu îcâd ve açığa çıkarmada Hudâ kalemi olan akl-ı kül ile ilâhî levh-i mahfûz olan küllî nefs, cüz’î akıllara ve nefislere yardımcı olmuş olur. Yukarıda îzâh edildiği üzere küllî aklın, küllî nefs üzerine yazdığı şeyler kazâ edilmiş husûslar olduğundan, bu ilâhî levha mahvolmadan ve isbâttan muhâfazalıdır. Örneğin cenâb-ı Meryem’in eşi olmadan bu zâhir âlemde Cibrîl’in üflemesi ile Hz. Îsâ (as)’a hâmile kalması kazâ edilmiş bir husûs idi. İlâhî kalemin bir nev‘i olan Hz. Cibrîl ile, levha mesâbesinde olan Meryem’in rahmine îsevî sûret yazılmış oldu. Bunun olmaması imkânı yok idi, çünkü kazâ edilmiş bir husûs idi. Mahvolma ve isbât, küllî nefsde açığa çıkan hissedilebilir sûret levhalarında olur. Bu hissedilebilir sûretler de ilâhî kazânın tafsîli olan kaderdir. Ve hadîs-i şerîf gereğince, “Kader kader ile çevrilir”. Örneğin tabîatta soğukluk ve sıcaklık vardır; ve aynı şekilde aydınlık ve karanlık vardır. Soğukluğun çevrilmesi sıcaklık ile; ve sıcaklığın çevrilmesi soğukluk ile; ve aynı şekilde aydın- 261 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm lığın çevrilmesi karanlık ile ve karanlığın çevrilmesi nûr iledir. Bundan dolayı akıl soğukluğun veyâ karanlığın çevrilmesi için bir ısıtma veyâ aydınlatma usûlü bulup sıcaklık ve aydınlık hâsıl eder. Ve netîce de mahvolma ve isbât vücûda gelir. Ve aynı şekilde demir demir ile ve hîle hîle ile çevrilir. Ve diğerleri de buna kıyâs olunur. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) ikinci beyt-i şeriflerinde buyururlar: “Benim elim onun melekûtunda Allâh’ın yemîni ya’nî sağ elidir.” Ya‘nî benim elim olan hakîkatim O’nun melekûtunda O’nun vücûda getirme elidir. “Melekût”dan kasıt şehâdet âleminin üstünde olan gayb âlemi mertebeleridir, ya‘nî rûhlar ve misâl âlemi mertebeleridir. “Benim elim”den kasıt ilâhî ilimde sâbit olan kulun hakîkatidir ki, vücûd tecellîleri rûhlar ve misâl ve şehâdet mertebelerinde bu sâbit ayn’lar dolayısıyla olur. Çünkü Hak malûmu ya’nî bilineni olan şeyi murâd eder. Ve malûm ise kulun sâbit ayn’ı ve hakîkatidir. Bundan dolayı kulun sâbit ayn’ı Allâh’ın melekûtunda O’nun vücûda getirme eli. “Ben dilediğim şeyi icrâ ederim. Ve resimler hazlardır.” Ya'nî ben ilâhî ilimde sâbit olan hakîkatimin ve sâbit ayn’ımın isti'dâdına uyarak murâd ettiğim şeyi varlıksal mertebelerde icrâ ederim. Ve izâfî vücûdumdan açığa çıkan resimler ve fiiller, ezelî olan hazlar ve nasîblerdir. Bilinsin ki, kudret irâdeye ve irâde ilme ve ilim malûma tâbi'dir. Ve malûm kulun sâbit ayn’ıdır. Ve sâbit ayn’lar isimlere âit sûretlerden ibârettir. Şimdi her bir ismin hazînesinde gizlide olan şeylerin, fiiller mertebesi olan varlıkta açığa çıkması lâzımdır. Ve kul “Kün-Ol!” emrine uyarak Hakk’ın hakîkî bir olan vücûdunda kendi vücûdunu var eder. Bundan dolayı var olma fiili kula izâfe olunur. Ve bu husûsta Hak tarafından cebir yoktur, ancak emir vardır. Bu bahsin ayrıntısı Fusûsu’l-Hikem’de Sâlih Fassı’ndadır. “Ve mâ teşâûne illâ en yeşâallâh” ya’nî “ve siz dileyemezsiniz, Allah dilemedikçe” (İnsan, 76/30) irâdenin birliğine; “Vallâhu halakaküm ve mâ ta’melûn” ya’nî “Sizi de, amellerinizi de Allah halk etti” (Sâffât, 37/96) fiillerin birliğine dönüktür. Ey zekî okuyucu bu bahsi iyi düşün! 262 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm Şimdi kâtib ilmî latîf bir sıfattır; “yemîn ya’nî sağ el” denir. Ve onun maddesi illiyyîndendir. Ve o ebrâr makāmıdır. Ve onun sâhibi karışmış içecektir. Şimdi imâm şehâdet âleminde melekûttan bir emri açığa çıkarmayı murâd eylediğinde kalbe tecellî eder de sadr açılır. Ve bu, örtünün açılmasından ibârettir. İmâmın murâdı onda yazılır. Ve bu kalb aklın aynasıdır. Şimdi akıl bundan evvel görmediği şeyi kendi aynasında görür de imâmın murâdının o olduğunu bilir. Şimdi kâtibi çağırıp onu murâdına vâkıf kılar. Ve ona, kendi zâtına şunu, şunu yaz! der. Şimdi nefiste hâsıl olunca organlar üzerine doğru yükselir. İşte bunun için biz onun hakkında karışmış içecektir dedik. Çünkü o yakınlaşmışların çeşmesi ile karıştı; ve o akıldır. Şimdi bunun için onun hakkında ona tam bir şeref hâsıl oldu. Bilinsin ki, her insânî ferdin ilâhî ilimde sâbit olmuş bir hakîkati vardır. Ve bu hakîkat ilâhî isimlerden bir ismin gölgesel ve hayâlî sûretidir. Ve bu hakîkatler, hakîkî vücûdun vâhidiyyet mertebesine tenezzülünde sâbit olur. Ve vâhidiyyet mertebesi hakîkat-i muhammediyyeden ibâret olan vahdet mertebesinin ayrıntılanmışıdır. Ve bu mertebeye “insânî hakîkat” ve “ilk akıl” da derler. Ve bu sâbit olan hakîkat hangi ilâhî ismin gölgesi ise, o isim o insânî ferdin Rabb-i hâssı olup, kendi görünme yeri olan o ferdi bütün mertebelerde alnından çekerek kendi doğru yolu üzerinde yürütür. Bundan dolayı o ismin hazînesinde gizlide olan ilâhî işler nelerden ibâret ise, dünyâda ve âhirette ve bütün duraklarında, bunlar o kulun görünme yerinden açığa çıkar. Şimdi; - O Rabb-i hâssın gölgesi olan sâbit ayn “kâtib;” - Ve ilk akıl “kalem;” - Ve kulun her bir duraktaki izâfî vücûdu “levha”dır. Ve o sâbit ayn ilmî latîf bir sıfattır; ve emir ve şe’n âlemindendir. Âlemde “imâm” muhammedî küllî rûhtur. - Ve “kâtib” bütün ilâhî isimlerin gölgesel sûretlerini toplamış olan “insânî hakîkattır.” - Ve “kalem” onların sûretlerini muhtelif mertebelerde yazan “ilk akıldır.” - Bu mertebelerin ilk levhası “küllî nefs”dir ki, “levh-i mahfûz”dur. Ve Âdem’de “imâm” onun cüz’î rûhu; - Ve kâtib onun “hayâlî kuvveti”; - Ve kalem onun “cüz’î aklı”; - Ve levha izâfî vücûdu olan “cüz’î nefs”idir ki, mahvolma ve isbât levhasıdır. 263 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm Şimdi vücûd tecellîleri isimler dolayısıyla olduğundan; ve isim sıfatın zâhiri ve sıfat ismin bâtını bulunduğundan, bu ilmî latîf sıfattan ibâret olan kâtibe “yemîn,” ya'nî vücûda getirici el olan “sağ el” denir. Ve bu kâtibin maddesi illiyyîn âlemindendir, ya'nî Rahmân’ın istivâ etmiş olduğu Arş’tandır. Ve o Arş sıfatın mahallidir, ya'nî rahmâniyyet sıfatının tecellî mahallidir. Ve o Arş ebrâr makâmıdır. Ve o makāmın sâhibi “karışmış içecek”tir. Nitekim ebrâr hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur “İnnel ebrâra yeşrebûne min ke’sin kâne mizâcuhâ kâfûrâ” ya’nî “Muhakkak ki ebrâr olanlar, içinde kâfur bulunan kadehlerden içecekler” (İnsân, 76/5). Ve âlem ikidir: Birisi illiyyîn âlemi ve diğeri siccîn âlemidir. - “İlliyyîn” emr âlemi ve - “Siccîn” halk âlemidir. Ve emr âlemi, şe’n âleminden ibâret olup latîftir. Ve siccîn âlemi, açığa çıkma âleminden ibâret olup kesîftir. Ve illiyyîn, bahsedildiği üzere ebrârın makâmıdır. Nitekim “inne kitâbel ebrâri le fî illiyyîn” ya’nî “Muhakkak ebrârın kitapları elbette illiyyîndendir” (Mutaffifîn, 83/18) buyrulur. Ve siccîn, tabîat âlemi olup günahkârların makâmıdır. Nitekim “inne kitâbel fuccâri le fî siccîn” ya’nî “Muhakkak günahkârların kitapları elbette siccîndedir” (Mutaffifîn, 83/7) buyrulur. Ve ebrârın rûhları, şerîat hükümleri gereğince amel etmeleri sebebiyle tabîat hükümlerinden kurtulduklarından illiyyîne yükselirler. Ve günahkârların rûhları, şerîat hükümlerini terk etmekle ve nefsânî hazlara meyletmekle tabîat hükümlerinde gark olduklarından illiyyîne yükselemeyip siccînde kalırlar. Şimdi gerek ebrârın ve gerek günahkârların kâtibinin maddesi illiyyîndendir. Bundan dolayı imâm ve halîfe olan rûh şehâdet âleminde melekûttan, ya'nî gayb âleminden, ilâhî ilimde sâbit olan bir husûsu açığa çıkarmayı istediğinde, kalbe tecellî eder de sadr açılır. Ve bu “sadrın açılması” örtünün açılmasından ibârettir. Ve bu hâli tâkiben imâmın murâdı kalbde yazılmış olur. Ve bu kalb yardımcı olan aklın aynasıdır. Bundan dolayı akıl bundan evvel görmediği hayâlî sûreti kendi aynası olan bu kalbde görür; ve imâmın isteğinin bu hayâlî sûretin açığa çıkarılması olduğunu bilir. 264 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm Şimdi akıl, kâtib olan hayâlî kuvveti çağırıp onu isteğine vâkıf kılar. Ve ona: - Kendi zâtına şunu ve şunu yaz! der. Ve hayâlî kuvvetin nefsânî kuvvet üzerinde tesbît ettiği bu sûretler a'zâ ve organların üzerine doğru yükselir. İşte bunun için biz bu kâtib hakkında “karışmış içecek”tir dedik. Çünkü o yakınlaşmışların çeşmesi ile karıştı. Ve o ise akıl dediğimiz yakınlaşmış olandır. Çünkü yardımcı oluşu yönüyle halîfeye onun müntesiblerinin hepsinden daha yakındır. Ve kâtib akıldan yardım alıp ma'nâyı a'zâ ve organlar kalemi vâsıtasıyla sûret âlemine açığa çıkarır. İşte içilecek olan şeyin bu karışımından dolayı kâtib hakkında kendisine tam bir şeref hâsıl oldu. Şimdi eğer bu Arş yâhut Kürsî veyâhut onların arasının kâtibinin makâmı nedir? denirse, biz daha önce geçen mevzûlarda bildirdik ki, muhakkak Kürsî furkân ya’nî ayırma mahallidir; ve o da nefistir. Hak Teâlâ “Ve nefsin ve mâ sevvâhâ; Fe elhemehâ fucûrehâ ve takvâhâ” ya’nî “Nefse ve onu tesviye edene; sonra ona fücûrunu ve takvâsını emretti” (Şems, 91/7-8) buyurdu. İşte bu, kâtibin furkânıdır. Ve onun mertebesi hallerin ihtilâfı üzerine övülmüş ve zemmedilmiş hakkında yazmaktır. Ve onun makāmı kâtibliğinin mahallinde değildir. Böyle olunca bana haber ver ki, bu nasıl olur? Biz deriz ki, sözün doğrudur. Şimdi muhakkak bilesin ki, Arş’tan Kürsî’ye kadar, mukaddes olan ilimlerden ve vasıflanmaktan ve furkândan nezih olan tenezzüllerden başka, övme ve zemmetme yoktur. Ve Arş imâmın makâmıdır. Ve Kürsî nefsin makâmıdır. Ve o hâl olarak ve makâm olarak değişim ve temizlenme mahallidir. Şimdi emr kâtibe geçtiği zaman, o mukaddes olarak tek yönlü olarak geçer; zemmetme ve övme ile vasıflanmaz. Bundan dolayı kâtib ancak muhammediyye hazînesinden yazar. Ve o kendisinde her bir hakîm emir ayrılan hazînedir. Böyle olunca bu emri bağlanışına mevzû‘ olan şey üzere muhammediyye hazînesinden alır. Eğer hamd ise o budur. Bunun indinde kâtibe ilmen ve aynen hâsıl olur, hâl olarak ve makâm olarak değil. Çünkü o yazdığı şeyin üstüdür. Ondan ancak güzellik çıkar. O bi-zâtihî irâde iledir. Ve onun tasarrufu muhammedî hazîne ile kâtiblikten ibâret olan kendi işindedir. Şimdi hâsıl olan emir ona iki emir olarak ulaşır. O ancak bu emir ile resûl ve muhâtabdır. Bundan dolayı yazmak onun zâhirindendir; ve kâtib onun bâtınındandır. Ve resûlün hakîkati kâtibin hâlinde ve makāmında kâtibin hâline yardım edicidir. Ve onun hâli yâhut onun hakkı, onun yazılarında ve fiillerinde onun için yardım edicidir. Şimdi o şerefli olması yönünden üsttür. Ve o zâtı yönünden vâhid ya’nî birdir. Ve bunun hepsi onun kendi nefsi için değildir. Çünkü Allah Teâlâ onu takdîs ile değiştirmekle yâhut illiyyîn ile siccînen değiştirmeyi isterse, bundan bir mâni’ onu men’ edemez idi. Lâkin burada bir sır vardır ki, 265 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm himmetin onun talebine yükselmesi için biz onu soru tarzında getiririz. Ve o da: “Bu kâtibin siccînde olması muhâlden midir? Tâ ki muhakkak Ebû Cehil ve onun gayrı olan Fir'avn’ların bir cüz’ü, ya'nî onun kâtibi, ve hakîkati illiyyîndedir; ve bir cüz’ü de siccîndedir. Yâhut her ne kadar onun yüksekliği aklen muhâl ise de, Hakk’ın meşiyyeti îtinâ gösterilenlerde onun kâtibini takdîs eder oldu. Ve îtinâ gösterilmeyenlerde de siccînde kıldı, diyebilelim!” dememizdir. Şimdi şakî, muhakkak bütünselliği ve tâbi’leri ile şakîdir. Bundan dolayı bu örtülü sırrın açılmasına dikkat ediniz! Ve bu kilitli konu sizin dışınızdan değil, içinizden açılır. Bilinsin ki, mutlak vücûdun gayrılık elbisesiyle zâhir olan ilk mertebesi “küllî rûh” mertebesidir. “Küllî nefs” mertebesi ondan zuhûr etmiştir. Ve onun hakîkati vâhidiyyet mertebesinden ibâret olan insânî hakîkat mertebesidir. Ve insânî hakîkat mertebesi vahdet mertebesinden ibâret olan hakîkat-î muhammediyyenin tafsîlidir. Ve Kürsî, küllî nefsdir. Ve onların arası misâl âlemidir. Şimdi Arş’tan misâle ve misâlden âlemin küllî nefsine bir takım nakışlar yazılır. Bundan dolayı bunlarda da kâtib vardır. Acabâ Arş’ın ve Kürsî’nin ve onların arasının kâtibinin makamı nedir? diye sorulursa biz cevâben deriz ki: Bu kitabın üçüncü bölümünde nefsi “mübârek gece”ye benzetip, Hakîm’in emrinin her birinin onda birbirinden ayrıldığını, ya'nî Hak Teâlâ hazretlerinin emrinin ve yasağının bu zulmânî nefsde ayrıldığını ve onun hazzının Kürsî olduğunu bildirdik. Ve nefsin furkân ya’nî ayırma mahalli olduğuna delîl Hak Teâlâ’nın “Ve nefsin ve mâ sevvâhâ; Fe elhemehâ fucûrehâ ve takvâhâ” (Şems, 91/7-8) ya'nî "Nefse ve ona a'zâ ve organlardan tesviye eylediği şey hakkı için, şimdi o nefse fücûru ve takvâyı ilhâm eyledi” mübârek sözüdür. Ve işte bu nefis kâtibin furkân mahalli, ya'nî ayırma vâsıtasıdır. Ve kâtibin mertebesi, muhtelif hallere göre nefsin üzerine övülmüş ve zemmedilmiş şeylere dâir yazmaktır. Ve kâtibin makāmı, kâtibliğinin mahallinde değildir, belki kendi âlemindedir. Örneğin güneş dünyâyı aydınlatır. Fakat onun makāmı aydınlık verdiği mahalde değildir; belki kendi âlemindedir. 266 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm Bilinsin ki, her bir nefis kendi sâbit ayn’ının gölgesi ve o sâbit ayn da bir ilâhî ismin gölgesidir. Bundan dolayı nefis gölgenin gölgesi olur. Şimdi sâbit ayn hangi bir ismin gölgesi ise, o ismin hazînesinde gizlide olan hükümler ve eserler bu varlık âleminde kendisinin gölgesi olan nefiste açığa çıkar. Çünkü gölge, sâhibine tâbi'dir. Böyle olunca her bir nefse fücûr ve takvâdan ilhâm olunan şey, kendi hakîkati olan sâbit ayn’ından; ve ona da görünme yeri olduğu ismin hazinesinden gelir. Ba'zen bir nefsin hakîkati saâdete mazhar iken, bu varlık âleminde çevresinin verdiği hâl sebebiyle, geçici olarak fücûra meyleder. Fakat mazhar olduğu ismin hükümlerinin ve eserlerinin üstün gelmesiyle ve kendisine takvâyı ilhâm etmesiyle fücûrdan takvâya döner. Ve bunun tersi de olur. Bundan dolayı nefis fücûr ile değiştirme ve takvâ ile temizleme mahallidir. Ve fücûr ya’nî günahkârlık zemmedilmiş ve takvâ övülmüştür. Şimdi birisi çıkıp: “Kâtibin makāmının kâtiblik mahallinde olmaması ve ovülmüş olanı ve zemmedilmiş olanı yazması nasıl olur?” diye bir suâl sorabilir. Biz cevâben deriz ki: Sorduğun soru yerindedir ve doğrudur. Bunun îzâhı şudur ki, Arş’tan Kürsî’ye kadar aslâ övme ve zemmetme yoktur. Ancak mukaddes ilimlerden ve vasıflanmaktan ve furkândan nezîh ve pâk olan tenezzüller vardır. Ya'nî Hakk’ın mutlak vücûdunun nezîh tenezzülleri ve vücûd mertebeleri hakkındaki mukaddes ilimleri vardır. Bu ise hayrın ta kendisidir. Nefsânî i’tibârlardan yana şer yoktur. Bundan dolayı bu hayırdır, bu şerdir, diye ayırım da yoktur. Ve Arş imâmın makâmıdır, ya'nî küllî rûhun makāmıdır. Ve küllî rûh ile ünsiyyeti olan ebrârın makâmıdır ve illiyyîndir. Ve Kürsî ise nefs makâmıdır. Ve o nefs, hâl ve makām i'tibârı ile değiştirme ve temizleme mahallidir. Nitekim yukarıda îzâh edildi. Şimdi emir, kâtibe geçtiği zaman, o mukaddes ve sâdece hayır olarak tek yönlü olarak geçer. Ve hayır ve şerden ibâret olan ikilik ile geçmez. Bundan dolayı bu emir tabi'ki hayır ve şer ile de geçmez. Böyle olunca kâtib ancak muhammediyye hazînesinden, ya'nî insânî hakîkat mertebesinde kulun sâbit olan hakîkatinden inmiş olan hükmü yazar. Ve o insânî hakîkatten ibâret olan muhammediyye hazînesi kendisinde Hakîm’in her bir emri ayrılan bir hazînedir. Çünkü bu mertebede hakîkatler bir dîğerinden ayrılmıştır. Küfür ve îmân; ve fakirlik ve zenginlik; ve günahkârlık ve takvâ hakkında ilâhî kazâ öne geçmiştir. Böyle olunca kâtib bu emri bağlanışına, ya'nî sâbit ayn’ın gölgesi olan kulun nefsi üzerine, mevzû' olan şey yönüyle, muhammediyye hazînesinden alır. 267 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm SORU: Arş’tan Kürsî’ye kadar ancak mukaddes ilimler ve nezîh tenezzüller vardır denildiği halde, hakîkat-i muhammediyyenin tafsîli olan insânî hakîkat mertebesinde, kulun hakîkatinde küfrün ve îmânın sâbit olduğu beyân olundu. Küfür zemmedilmiş ve îmân övülmüş değil midir? Ve küfür emri gelince kâtibe zemmedilmiş hakkında emir geçmiş olmuyor mu? CEVAP : Bu sorunun cevâbını Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (ra) efendimiz Mesnevî-i Şerif’lerinde aşağıdaki mübârek beyitler ile verirler: Tercüme: “İlâhî kazâ olması yönünden küfre râzıyım. Yoksa bizim fenalığımız yönünden râzı değilim. Küfür dahi Hâlık’a nisbetle hikmettir. Eğer bize nisbet edersen küfür âfettir.” Bilinsin ki, bir “kazâ” ve bir de “makzî ya’nî kazânın gerçekleşmesi” vardır. Çünkü ilâhî kazâ isimlere âit tecellîlerin gereği olduğundan ve bu tecellîler ise kemâlin aynı olduğundan Hâlık’a nisbetle hikmettir. Bundan dolayı kemâl ve hikmete râzı olmamak cehâlettir. Fakat bu kazâ hükmünün nefs âlemindeki sûreti “makzî ya’nî kazânın gerçekleşmesi” olduğundan buna râzı olmak ve bundan hoşlanmak câiz değildir. Bu mes’eleyi lâyıkıyla izâh etmek için bir örnek verelim: Gayet usta bir ressâm son derece güzel bir kadın resmini tam bir ustalıkla resimlediği gibi, görünüşü gâyet çirkin olan bir dilenci resmini de resimler. Ressâm dilencide gördüğü bütün çirkinlikleri fırçasıyla öyle ustaca tasvîr eder ve bu çirkinlikleri en inceliklerine varıncaya kadar öyle bir ustalıkla resimler ki, görenler ressamın ustalığına hayrân olurlar. Bundan dolayı ressamın kazâsından ibâret olan tasvîr güzel; ve makzîden ibâret olan sûret çirkin olur. Oysa ressamdan çıkan ancak kemâl ve hikmet ve san'attır; bu ise ancak güzeldir. Ve bu resmedilen hârici sûret ise çirkindir. Şimdi levhayı görenler ressamın kemâlinden ve san’atının hikmetinden râzı olup hoşlanırlar. Ve fakat o çirkin sûretten hoşlanmazlar, bakışlarına iğrenç görünür. Gerçi ressamın ilminde güzel ve çirkin hayâl sâbit idi. Fakat ondan, gerek güzel ve gerek çirkin, tabloya yansıyan şey, ancak san’atının kemâli ve hikmeti oldu. Bu ise ondan resimlemenin mukaddes ve vâhid ya’nî tek yönlü ya’nî sâdece hayır yönlü olarak inişidir. Çünkü onun nazarı ancak kemâle ve hikmetedir, yoksa çirkinliğe değildir. Çirkinlik, sûretten sonra olan göreceli ve i’tibârî işlerdir. Şimdi bu örneğe uygun olarak kâtibin muhammediyye hazînesinden aldığı emir sûret âleminde övgüyü gerektirirse, o ancak övmeden ibârettir; ve eğer zemmetmeyi gerektirirse, o da ancak zemmetmeden ibârettir. Ve bu alış indinde bu emrin mâhiyyeti kâtibe ilmen ve aynen hâsıl olur. Hâl olarak ve makām olarak hâsıl olmaz. Çünkü onun hâli ve makāmı zemmetme ve övme ile vasıflanmaktan berîdir. Çünkü o zemmetmeden ve övmeden yana yaz- 268 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm dığı şeyin üstüdür. O ancak ilâhî kemâli ve hikmeti açığa çıkarttığı için ondan ancak güzellik çıkar. Ve o bi-zâtihî irâde iledir, ya‘nî emr-i irâdîyi yazar. Çünkü irâde ilme ve ilim ma'lûma tâbi'dir. Ve ma'lûm ise sâbit ayn’dır. Ve ilâhî kazâ kulun sâbit ayn’ının isti‘dâd lisânı ile olan talebi üzerine iner. Ve Hak Teâlâ bu ma’lûmun açığa çıkışını onun talebi yönüyle irâde eder. Bundan dolayı kâtib, muhammediyye hazinesinden ancak emr-i irâdîyi yazar. Ve onun bu husûsta aslâ tasarrufu yoktur. Onun tasarrufu muhammediyye hazînesi ile yazmaktan ibâret olan kendi işindedir. Ya'nî onun tasarrufu yazmak meşgalesindedir. Şimdi muhammediyye hazînesinden alışı indinde kâtibe aynen ve ilmen hâsıl olan emir, iki emir olarak, ya'nî geçirgenliği gereği ya’nî emri a’zâ ve organlara tebliği etmesi gereği üzerine ve geçirgenliğin olmayışı ya’nî emre sâdece kendisinin muhatab oluşu ile gelir. O kâtib bu emir ile bir taraftan resûl, diğer taraftan kendisine hitâb edilendir. Kâtib onun bâtınından ve yazmak zâhirindendir. Ya'nî, - Emr-i irâdî bâtından kendisine gelince bu emre karşı muhâtabdır. - Ve bu emri açığa çıkarmak için a'zâ ve organlara tebliği yönünden resûldür. Ve resûl olan kâtibin hakîkati, ya'nî sâbit ayn’ı, hâlinde ve makâmında kâtibe yardım eder. Ve onun hâli veyâ hakkı da zâhirdeki yazılara ve fiillere yardım eder. Şimdi o ma'nâ olması yönünden şereflidir; ve şerefli olması yönünden de üsttür. Ve o zâtı ve hakîkati yönünden vâhid ya’nî birdir, çoğalma kabûl etmez. Fakat sıfatı yönünden çoğalma kabûl eder. Çünkü bir taraftan sâdece kendisine hitâb edilendir ve bir taraftan resûldür ya’nî gelen emri a’zâ ve organlara ulaştırır. - Ve ilâhî kazâya tabi’ oluşu yönünden zâtı şerefli olup vahdetle vasıflanmıştır. - Ve makzîyi açığa çıkarması yönünden, ya'nî güzel ve çirkin sûretleri yazması yönünden, iyilik ve fenâlık ile vasıflanmıştır. Ve kâtibin bu anlattığımız sıfatlarının hepsi kendi nefsi için değildir. Çünkü Allah Teâlâ fenâ yazan kâtibi takdîs ve temizleme sebebiyle iyiye; ve illiyyîn sebebi ile iyi yazan kâtibi de siccîne ve fenâya değiştirmeyi isterse, bu değiştirme işinden onu men' eden hiç bir şey bulunmaz idi. Çünkü Allah Teâlâ hazretleri 269 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm “yef’alu mâ yeşâ’; yahkümü mâ yurîd” ya’nî “Dilediğini yapan; Dilediğine hükmeden”dir. Çünkü kâtibin nefis levhası üzerine yazdığı şeyler mahvolma ve isbât türündendir; ve çünkü nefis mahvolma ve isbât levhasıdır. Bilinsin ki, yukarıda da îzâh edildiği üzere kulun sâbit ayn’ı ve hakîkati ilâhî isimlerden bir ismin gölgesidir. Ve bu isim onun Rabb-i hâssıdır. Bütün bulunduğu yurtlarında kulu alnından tutup kendi doğru yolu üzerinde yürütür. Ve ilâhî isimler Hâdî ve Mudili ve Nâfî‘ ve Dârr ve Mu‘izz ve Müzill ve diğerleri gibi karşılıklı ve zıddır. Ve her bir isim bütün isimleri taşıyıcıdır. Örneğin, zehir Dârr isminin görünme yeridir; fakat hastalara ayarlı bir dozda verilecek olursa Şâfî isminin hükümleri de kendisinden açığa çıkar. Ve aynı şekilde çok verilirse hayât sâhibini öldürür. O vakit Mümît isminin görünme yeri olur. İşte böylece her bir ismin görünme yerinden diğer isimlerin hükümleri ve eserleri de açığa çıkar. Çünkü her bir isim diğer isimleri de taşımaktadır. Fakat Dârr isminden zarar çıkması asıldır; ve bu asıl aslâ değişmez. Ondan açığa çıkan diğer isimlerin hükümleri fer'dir. Bundan dolayı Dârr ismi bütünselliğiyle zarar vericidir. Ve aynı şekilde Mudill ismi de bütünsellik yönüyle dalâlet vericidir. Şimdi Mudill isminin görünme yeri olan bir sâbit ayn’ın gölgesi olan kulun kesîf vücûdundan, kendi sâbit ayn’ından onun hayâl veren kuvvetine gelen emrin hükümleri çıkar. Hayâl veren kuvvet emr-i irâdîye karşı muhâtabdır ya’nî emr-i irâdî olarak sâdece kendisine olan bir hitâb vardır. Ve bu emri a‘zâ ve organlara tebliğ etmesi yönünden resûldür. Ve vazîfesi bu kalemler ile yazmaktır. Bundan dolayı yazmak zâhirinden ve kâtiblik bâtınından olur. Hz. Şeyh-i Ekber (ra) bu yüce beyânlarından sonra buyururlar ki: Bu anlatılan ma‘nâların içinde bir sır vardır. Biz onu soru tarzında getiririz. Çünkü bu gibi ince ma'nâlarda, okuyucunun önüne kilitli bir kapı mesâbesinde olan bir soru konulursa, okuyucuda o kilidi açma arzûsu oluşur. Ve onun himmeti bu sorunun cevâbını bulma talebine yükselir. O soru da şudur: “Yukarıda kâtib, ilmî latîf bir sıfâttır; ve onun maddesi illiyîndendir, denilmiş idi. Bu kâtibin siccînde olması muhal bir şey midir? Acabâ biz Ebû Cehil ve Nemrûd gibi diğer Fir‘avn’ların bir cüz’ü, ya‘nî kâtibi, ve hakîkati illiyyîndedir; ve bir cüz’ü de siccîndedir diyemez miyiz? Veyâhut her ne kadar siccînde olan şakînin illiyyîne yükselmesi aklen muhâl ise de; İlâhî meşiyyet ya’nî üst irâde - Îtinâ gösterilen işlerde onun kâtibini takdîs eder oldu. 270 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm - Îtinâ gösterilmeyen işlerde de onun kâtibini siccînde kıldı diyemez miyiz?” Biz cevâben deriz ki: Şakî muhakkak bütünselliği ve tâbi'leri ile şakîdir. Ya‘nî ezelde sâbit ayn’ı, celâlî isimlerden olan Mudill isminin görünme yeri olan her bir kimsenin sâbit ayn’ından i'tibâren rûhu ve misâl ve şehâdet ve berzah ve uhrevî âlemlerine âit sûreti, bütün bu yurtlarındaki tâbi‘leri ile şakîdir. Bundan dolayı bir şakînin bir kısmının sa‘îd ve bir kısmının şakî olması, ya‘nî bir kısmının illiyyînde ve bir kısmının siccînde olması mümkün değildir. Bu örtülü olan sırrın açılmasına dikkât ediniz! Bu kilitli kapıyı kendi vücûdunuzun dışından değil, ancak kendi içinizden açabilirsiniz. “Ikra’ kitâbek, kefâ bi nefsikel yevme aleyke hasîbâ” ya’nî “Kitabını oku! Bugün hesap görücü olarak nefsin sana yeter” (İsrâ, 17/14). Acabâ bu sır bizim içimizden nasıl açılır? Biz kendi nefsimizde zevkan ya’nî bizzât yaşayarak biliriz ki, îmân ve küfürden ve isyân ve tâattan hangi ma‘nâ da gark olmuş isek, onda gark oluşumuz bütünseldir. Çünkü bunlar birbirine zıd olan şeylerdendir. “İki zıd bir arada olmaz” kâidesince îmânda gark olduğumuzda bir kısmımızın küfrü düşünülemez. Şakâvet ile saâdet dahi bir diğerinin zıddıdır. Bir kısmının şakî ve bir kısmının sa‘îd olması düşünülemez. Çünkü vâhid ya’nî bir olan şey zıddını içinde toplamaz. Bu zâhir hallerde de böyledir. İnsanın bir gözü ağlarken diğeri gülmez, ikisi birden ağlar. Çünkü vücûdun gark olduğu hal ağlamaktadır. SORU: Kâfirlerden sadaka vermek ve yetîme bakmak ve va‘dini yerine getirmek ve doğru konuşmak gibi îtinâ gösterilmiş olan bir takım güzel ameller çıkar. İlâhî meşiyyetin ya’nî üst irâdenin; - Bütün bunları yazan onların kâtibini takdîs ederek illiyyînde kılması; - Ve bunların aksi olan kötü amelleri yazan kâtibi de siccînde kılması mümkün değil midir? CEVAP: Hak Teâlâ kâfirlerin ve münâfıkların hakkında buyurur: “Ulâikellezîneşterevûd dalâlete bil hudâ, fe mâ rabihat ticâretühüm ve mâ kânû muhtedîn” (Bakara, 2/16) ya'nî “Onlar hidâyete karşılık dalâleti satın aldılar. Bundan dolayı onların ticâretlerinde hiç kâr yoktur. Ve onlar hidâyete ermiş değildirler.” Ve diğer bir âyet-i kerîmede buyurur: “Ulâikellezîne habitat a’mâlühüm fîd dünyâ vel âhirati, ve mâ lehüm min nâsırîn” (Âl-i İmrân, 3/22) ya'nî “O küfür edenler amellerini dünyâda ve âhirette bâtıl kıldılar. Ve onlara yardımcı yoktur.” Bundan dolayı kâfirlerin îtinâ gösterilmiş olan amelleri bütünsellik yönünden şakî oluşları i'tibârı ile bâtıldır. Onların bu amellerine karşılık bir kârları yoktur. 271 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm Biz deriz ki, bu kâtib, halîfenin kendi nefsi için seçtiği şerefli bir mevcûddur. Ve ünsü için onu arkadaş edindi. Bundan dolayı ezâya çok sabır göstermesi ve dayanıklı ve melekûte âit sırları saklayıcı olarak huyunun güzel olması onun üzerine vâcib olan şeydendir. Kısa ibâreler içinde bir çok ma’nâları düzgün ve anlaşılır olarak derecelendirip onlardan açıkça haber verir. ‘Ikabından emîn olduğu makāmın dışında kitâbına bir kesinlik yazmaz; eğer emîn olmazsa, kitâbında sözlerden iki ve daha fazla ma‘nâlara ihtimâli olan şeyi yazar, tâ ki imâma onun kitablarının ba'zısından bir şey zâhir olup, sözün ihtimâl dâhilinde olan şeylerinden birisi o şeyi verir ve imâm bunu çirkin görürse, imâm bu sözün ihtimâl dâhilinde olduğu ikinci ihtimâle dönsün. Ve Allah kesîrü’l-afv ve’t-tecâvüzdür. Şimdi ihtimâl dâhilinde olduğunda, onun belirli bir şey’ üzerine delîl oluşu düşer. Ve işte bu, kâtibin mahâreti ve zekî oluşudur; ve harflerin ve ma’nâlarının i'tidâli arasını cem‘ etmesidir. Ve o yazmasında ancak açık alışılmış hitâb sözlerini kullanır ki, onların nefse uygunluğu ve kalbe bağlantısı vardır. Ve eğer kitaplarına hamd ve senâ ve salât ile başlarsa, daha sonra imâmın adâletini ve onun şerefli güzel vasıflarını ve yüksek makâmını beyâna başlar ve ona rağbet ettirir. Daha sonra, gerek rağbet edilmiş olan hayır olsun ve gerek bunun gayrı olsun, emrolunduğu şeyi zikreder. Ebû Yezîd’e: “Ârif isyân eder mi?” denildi. “Ve kâne emrullâhi kaderen makdûrâ” ya’nî “Allâh'ın emri, takdîr edilmiş bir kader idi (yerine getirildi)”(Ahzâb, 33/38) buyurdu. Ey birâder bilesin ki, kâtib bizim anlattığımız şey üzerine olduğu vakit, o doğruluk kapısını çalar. Bu, kime olursa ona “Bir şeyi görmedim, illâ ki o şeyden evvel Allâh’ı gördüm” hâli hâsıl olur. Biz kâtibin sıfatları hakkındaki beyânlarımıza devâm ile deriz ki: Bu kâtib halîfe olan rûhun kendi nefsi için seçtiği şerefli bir mevcûddur. Ve kendisine arkadaş olarak onu arkadaş edindi ki, o kâtib halîfenin nefs-i nâtıkası ya’nî konuşan nefsidir. Bundan dolayı o kâtibe, ezâya çok sabretmesi ve tahammüllü olması ve melekûte ve gayba âit sırları saklaması sûretiyle huyunun güzel olması vâcib olan işlerdendir. Kısa ibâreler içinde bir çok ma'nâları düzgün ve anlaşılır olarak derecelendirir de, o ma'nâlardan açık bir şekilde haber verir. ‘Ikabından, ya'nî fitne çıkmasından, emîn olduğu makāmın dışında kitabına, ya'nî sûret âlemine, kesin bir şey yazmaz. Fitne çıkmasından, emîn olmadığı yerde sûret âlemi olan kitâbına sözlerden iki veyâ daha fazla ma'nâlara ihtimâli olan şeyi yazar. Nitekim (Sav) Efendimiz bir gün ashâb-ı kirâmı arasında buyurdular ki: “Cehennem dağlarının birinin zirvesinden bir kaya kopup yuvarlandı. Yetmiş yılda cehennemin dibine ulaştı.” 272 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm Anlayanlar anladılar; anlamayanlar cehennem dağlarının iriliğine hayret ettiler. Daha sonra yetmiş yaşında olduğu halde münâfıkların reîsinin ölüm haberi duyuldu. Ve (Sav) Efendimiz bu mübârek sözleriyle bunu haber buyurmuşlar idi. Fakat münâfıkın ölümünün fitne çıkarmasından çekinerek kesin olarak haber buyurmadılar da, ikinci ihtimâle geçilmesi mümkün olan sözü kullandılar. Ve muhammedî vârislerden olan kâmiller de böylece cevâmi'u’l-kelimdir. Onlar da sözlerini Resûlullâh (s.a.v)’in izine uyarak, îcâb eden hallerde ve makamda çeşitli ma'nâlara yüklenmek üzere söylerler. Tâ ki imâm olan rûha, onun kitapları olan sûret âleminin ba'zısında bir şey zâhir olup, sözün ihtimâli dâhilinde olduğu ma'nâların birisi, o zâhir olan şeyi verdiği zaman ve imâm da bu zâhir olan şeyi çirkin gördüğü zaman, imâm bu sözde bulunan ikinci ihtimâle geçsin! Bu hâl evliyâullâhın hakîkatlere dâir söz söyledikleri veyâ yazdıkları zaman çok gerçekleşir. Nitekim Ebu’l-Vefâ hazretlerine birisi: “Mansûr’un Ene’l-Hak demesi hakkında ne buyurursun?” diye bir soru sormuş; hazret de: “Ene’l-bâtıl mı desin?” buyurmuşlardır. Şimdi, “Ene’l-Hak” sözündeki “Hak” kelimesinden “zorunlu vücûd” hazretleri kastedilebileceği gibi, “bâtıl”ın karşılığı olan “doğru” ma'nâsı da kastedilebileceğinden; ve soruyu soranın isti'dâdı, veyâhut o andan çevrede olanların varlığı Mansûr’un sözünü îzâh etmeye müsâid olmayıp, fitne çıkması ihtimâl dâhilinde olduğundan, cenâb-ı Ebu’l-Vefâ “hak” kelimesindeki ikinci ihtimâle yöneldiler. “Ve Allah Teâlâ kesîrü’l-afv ve’t-tecâvüzdür ya’nî affetmesi ve geçmesi çok olandır.” Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) hazretlerinin bu ibârelerinde de üzerinde konuşmakta olduğumuz bahse uygun olarak iki ihtimâl düşünülür. Birinci ihtimâl şudur ki: İmâmdan kader sırrı gereğince fitne ve dalâlete sebep olan bir söz çıkarsa, kesîrü’l-afv ya’nî affetmesi çok olan Allah Teâlâ imâmın mâ'zeretine dayanarak onu affeder ve ondan geçer, demek olur. İkinci ihtimâl şudur ki: Halîfe kendisini halîfe kılanın aynıdır. Bundan dolayı halîfenin yaptığı gibi kendisini halîfe kılmış olan Hak Teâlâ da, hakîkat-i muhammediyye mertebesinden indirdiği ve muhammedî taayyünün saadetli ağzından çıkardığı kelâmında, bir çok yönler ve ihtimâller derecelendirmiş; ve onu kısa ibâreler ve sözlerin en iyisi ile ulaştırmıştır. Ve “afv” sözlükte “bir şeyin en iyisi ve en güzîdesi” ma‘nâsına da gelir. Bundan dolayı Efendimiz (s.a.v)’in saadetli ağızlarından söz elbiselerine bürünerek çıkan Kur’ân’da, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri bol bol ibârelerin en iyisini kullanmış ve tarz olarak ihtimâllere geçmiştir, ma‘nâsı da ulaşmıştır. Mesnevî: 273 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm Tercüme: “Gerçi Kur’ân Peygamber (s.a.v)in saadetli ağzından çıkmıştır. Her kim Hak söylemedi derse, o kâfirdir ve hakîkati örtücüdür.” Şimdi sözlere ihtimâl dâhil olduğunda o sözün belirli bir şey’ üzerine delîl olması düşer. Örneğin Kur’ân-ı Kerîm’de kadına temâsın temizlenmeyi gerektirdiği beyân buyrulmuştur. Oysa “temâs” sözünde iki ihtimâl vardır: Birisi, kadının vücûduna dokunma ile olan temâstır; diğeri cinsel ilişkiden kinâyedir. Bundan dolayı bu söz temâs ve cinsel ilişkiden birinin üzerine belirli olarak kat’î delîl değildir. Bu sebeple mezhepler arasında ihtilâf çıkmıştır. Şâfiîler “temâs” ma‘nâsına alıp temâs olduğunda tahâret yenilerler. Ve Hanefîler “cinsel ilişki” ma‘nâsına alıp, temâs ile abdest ve tahâret yenilemezler. İşte bu bahsedilen haller kâtibin yazma işinde mahâreti ve zekî oluşudur. Ve harflerin ve ma’nâlarının i’tidâli arasını cem' etmesidir. Kâtib yazmasında nefse uygunluğu ve kalbe bağlantısı olan açık alışılmış hitâb sözleri kullanır. Nefsin hallerine uymayan ve tuhaflığı dolayısıyla kalbe bağlantısı olmayan alışılmamış sözleri kullanmaz. Aksi halde yazmaktan ve hitâbdan amaçlanan şey oluşmaz. Nitekim Arab’ın çok güzel ve süslü hitâbı olanlarından birisi acâib bir kıyâfet ile eşeğe binmiş ve acâib görünüşü seyretmek için halk etrâfına toplanmış. Îmâ edilen bu çok süslü hitâb ile onlara alışılmadık sözler ile hitâb edip: “Size ne oldu ki, bir delinin başına toplandığınız gibi toplandınız? Dağılınız!” ma’nâsına gelen süslü kelimeler kullanmış. Halk bu alışılmamış sözleri işitince bu adama cinnîler musallat olmuş diyerek gülüşmüşler, ne demek istediğini anlamamışlardır. Kâtibin yazma işinde kendine mahsûs bir üslûbu vardır. İlk olarak kitâbına hamd ü senâ ve salât ile başlar. Daha sonra imâmın adâletini ve onun güzel ve şerefli olan vasıflarını ve yüce olan makāmını beyân eder. Ve imâma ve onun makāmına yönelmeye rağbet ettirir. Ondan sonra da, gerek rağbet edilmiş olan hayır olsun ve gerek zemmedilmiş olan şer olsun, emrolunduğu şey ne ise onu zikreder. Ya'nî kâtib kitâbına kulun yakınlık gösterdiği ilâhî isim ne ise ilk olarak onunla başlar. - Sonra isimlere âit rubûbiyyeti ya’nî her bir ilâhî ismin kendine âît rabblığı dolayısıyla, âlemleri terbiye eden kendisiyle isimlenilene hamd edip "Elhamdü lillâhi rabbi’l-âlemîn” yazar. - Daha sonra zâtî rahmet ve genele ve özele dönük sıfatlarıyla tecellî edici olan Allahü zü’l-celâl hazretlerini “er-Rahmâni’r-Rahîm” sözleriyle senâ eder. - Daha sonra “İnnallâhe ve melâiketehu yusallûne alen nebiyyi, yâ eyyuhellezîne âmenû sallû aleyhi ve sellimû teslîmâ” ya’nî “Muhakkak 274 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm ki Allah ve melekleri, Nebî'ye salat ederler. Ey îmân edenler, siz (de) O'na salât edin! Ve teslîm olmuş olarak salât edin!” (Ahzâb, 33/56) emrine uyarak salât ile başlar. Çünkü salât, Hak tarafından “rahmet,” ve meleklerden yana “istiğfâr” ve mü’minlerden yana “duâ”dır. Bu konudaki ayrıntılar Esrâr-ı Salât hakkında ben fakîrin yazdığı risâlede bulunduğundan, bu ayrıntıların burada verilmesi sözü gereksiz yere uzatmak olur. - Daha sonra imâm olan rûhun insânî memleketteki adâletini ve güzel ve şerefli vasıflarını ve onun makāmı olan illiyyîni beyân eder. - Ve ondan sonra onun şehirini ve köyünü imâm tarafına yönlendirmeye ve onun makāmı olan illiyyîn âlemine rağbet ettirir. - Ondan sonra da kulun sâbit ayn’ının ve hakîkatinin gereği üzere rağbet edilmiş olan hayırdan ve zemmedilmiş olan şerden her ne ile emrolunmuş ise onu zikreder. Ebû Yezîd Bistâmî (kAs) hazretlerine: “Ârif isyân eder mi?” diye sordular, “Ve kâne emrullâhi kaderen makdûrâ” ya’nî “Allâh'ın emri, takdîr edilmiş bir kader idi” (Ahzâb, 33/38) âyet-i kerîmesini okuyarak cevap verdi. Ubeydullâh Ahrâr (kAs) hazretleri Risâle-i Vâlidiyye’lerinde şöyle buyururlar: “Şeyh-i Ekber Muhyiddîn ibn Arabî (ks) ba'zı kitaplarında yazmışlardır ki, keşif erbâbının ba'zılarına isti'dâdlarında olan şey açılıp, kendi isti'dâdlarından âsilik çıkacağını görürler. Evliyâya göre ma’sûmluk şart olmayıp “kazâ ve takdîr olunan geri çevrilemez” hükmü gerçekleşeceğinden isyân zulmetinin gözükmesinden ve onun perde oluşundan rahatsız olurlar. Tövbe ve istiğfârın, o zulmeti yok edeceğini yakînen ve tahkîkan bildiklerinden, tövbe ve istiğfâr ile o zulmeti gidermek için, o sûretin hemen olamsını arzû ederler; ve o âsiliği işlerler. Şeyh Rükneddîn Alâü’d-devle hazretleri: “Bu söz insanı cür’etkâr kılar. Hallerini muhâfaza eden ve kendilerini karışıklıktan koruyan kimselere bu sırrı açmak câiz değildir” diye i'tirâz etmiştir.” Ey birâder bilesin ki, kâtib bizim bu fasılda beyân ettiğimiz vasıflar üzere olduğu zaman, o doğruluk kapısını çalar. Ve bu vasıftaki kâtib her kime zâhir olur ve gerçekleşirse o kimseye “Bir şeyi görmedim, illâ ki o şeyden evvel Allâh’ı gördüm” deme hâli oluşur. Çünkü o kimse yukarıdan beri îzâh edildiği yönle bilir ki, varlığın vücûdu hayâlden ibârettir. Ve bu hayâlî sûretlerde zâhir olan Hakk’ın hakîkî vücûdudur. Bundan dolayı eşyânın sûretlerine baktıklarında irfânın tâm oluşu dolayısıyla ilk önce Hakk’ın hakîkî vücûdunu müşâhede eder; daha sonra eşyâ sûretlerini müşâhede eder. Bu ise cenâb-ı Sıddîk-ı Ekber Ebû Bekir (ra) efendimizin ârifâne meşrebleridir. 275 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm FASIL KÎTAB HAKKINDADIR Sağ kâtib olduğu zaman, biz hokkaya ve kaleme ve mürekkebe ve kendisine yazı yazılacak olan levhaya muhtaç oluruz. Hokka ve sağ ve “nûn” ve kalem-i a‘lâ ve levh-i mahfuz gibi; ve hâlde çizgi çizme benzeri olan şey gibi ve levhada benzerinin üst üste sıralanması ve levhada benzerleri yazılmışlardan çıkıp âlemleri vücûda getiren şeyin benzeri gibi. Şimdi burada levh-i mahfûzu ya’nî muhâfazalı levhayı ve mahvolma ve isbât levhasını iyi anla! Ve bizim onun yazısında sonu olmayan şey için onu ihtivâ edici olarak nasıl isbât ettiğimize bak! Oysa vücûda dâhil olan her şey sonludur. Bundan dolayı sonsuzun ve kutub gibi en küçük âlemde olan şeyin nasıl olduğunu tetkîk et! Ve belki bir çok sırlar gönülde ola. Ve o bir mevzi‘dir ki, ârif ilâhî bilgide oraya sığınmaya muhtâc olur. Şimdi levha yazma mahallidir. Biz ona “kitâb” ismini veririz. Ve deriz ki, o iki kısma ayrılmıştır: "Kitâb-ı merkūm” ve “kitâb-ı mastûr”dur. Allah Teâlâ “Vet tûri; Ve kitâbin mestûrin” (Tûr, 52/1-2) buyurur. Ve yine “Kitâbun merkūm” (Mutaffifîn, 83/9) buyurur. “Mastûr”a yemîn eder ve “merkūm”dan haber verir. Ve o siccînde ve illiyyîndedir. Şimdi “mastûr” rûhlar âlemindedir; ve “merkūm” gayb âleminde ve şehâdet âlemindedir. Ve Hâlık tarafından “merkūm,” doğru keşif yönünden ondan “mastûr”dur. Lâkin mele-i a‘lâ onu muâyene etmediği için onları kabûl edeni ancak tek bir yön olarak görür. Ve o emr âlem için “mastûr”dur. Ve ne zamanki insan ulvîliği ve süflîliği toplayıp iki yönde de vâkıf oldu; Bundan dolayı onun için “merkūm” oldu. Şimdi yazanın yönelip tasarruf ettiği şey ancak mastûrdur. Ve o zor bir yerdir; ipliklerin düğümlenme yeridir. Ve onun ba'zısı ba'zısına dâhil olur. Ve kitaptan yeryüzüne yönelik tasarruf edilen şey aynı şekilde “mastûr” oldu. Ve onları müşâhede edici olan kimse de yazıcının yönelip tasarruf ettiği yön i'tibârı ile “merkūm” oldu. Şimdi bu yeryüzüne dönük mastûr, hükümlere âit ilimlerin sâhibleri olan fıkıh âlimlerinin ilmidir ki, onların kalbleri dünyâ muhabbeti sebebiyle melekûtu görmekten örtülüdür. Şimdi melekler ulvî emr âleminden “mastûr”dadır. Ve fıkıh âlimleri süflî halk âleminden mastûrdadır. Ve tahkîk ehli iki yönü müşâhede sebebiyle “merkūm”dadır. Şimdi yeryüzüne yönelip tasarruf edilen şeyi hissen müşâhede ederler. Ve yazıcının yönelip tasarruf ettiği şeyi ki, o, muhakkak olan sır hakkında Arş’ın üstüdür; ve emr âlemlerinin ba'zısı hakkında semânın üstündedir. Onu kalben ve aklen müşâhede ederler. “Hattâ izâ fuzzia an kulûbihim kâlû mâzâ kâle rabbüküm, kâlûl hakk” (Sebe’, 34/23) ya'nî “Hattâ onların kalblerinden korku kaldırıldığında: Nedir? derler. Rabb’inizdir, diye hitâb gelir. Haktır derler.” Onlara tecellî eder. O’na hitâb ederler; onlara hitâb eder. Bundan dolayı onlar perdeli olurlar. Perde yırtıldığı ve onlar hakkında sebepler ortadan kalktığı zaman 276 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm halk edilmişler hakkında kader sırrının nasıl hükmettiğine bakarlar. Ve emri çıkış yeri üzerine tetkîk ederler. İsterlerse susarlar; ve isterlerse söylerler. Şimdi o onlara hitâb eyler. Onun kitâbı onların kalblerindedir. Ve o muhâfazalı levhalardır ki, her bir şey için vaaz ve tafsîl olarak her bir şey onda yazılmıştır. Ve onda okurlar; ve ondan haber verirler. Ve bu rabbânî hâtırlardır. Ya'nî sağ el yazıcı olduğu zaman, biz hokkaya ve kaleme ve mürekkebe ve üzerine yazı yazılacak olan levhaya muhtaç oluruz. Çünkü “Ve huvellezî cealeküm halâifelardı” ya’nî “Ve O ki sizi yeryüzünün halîfeleri kıldı” (En'âm, 6/165) âyet-i kerîmesi ve “Muhakkak Allah Âdem’i sûreti üzere halk etti” hadîs-i şerîfi gereğince, biz yazmakta dahi bizi halîfe kılmış olan Hakk’ın sıfatları üzerineyiz. Nitekim âlemin vücûda getirilmesinde; - Bizim kayıtlı vücûdlarımıza karşılık “Hakk’ın mutlak vücûdu;” - Ve bizim sağ elimize karşılık “Hakk’ın vücûda getirme eli;” - Ve hokkamıza karşılık “nûn,” ya'nî isimlere âit bütün sûretlerin bir dîğerinden ayrılması olmaksızın bir arada oldukları hakîkat-i mu- hammediyye ve vahdet mertebesi; - Ve kullandığımız kaleme karşılık da “akl-ı kül;” - Ve mürekkebe karşılık da “madde”; - Ve kağıdımıza karşılık da “levh-i mahfûz,” ya'nî âlemin küllî nefsi vardır. Ve aynı şekilde fiilde değil hâlde, ya'nî ilimde, çizgi çizme benzeri olan şey; ve levhada, ya'nî hâriçte, benzerinin üst üste sıralanması ve yazılması ve levhada yazılmış olan benzerden çıkarak âlemlerin vücûda getirilmesinden gerçekleşen şeyin benzeri, Âdem’in cüz’î nefsinde fiilen değil, hâl olarak bulunan çocuğunun sûretine; - Ve daha sonra o sûretin Âdem’in ma’lûm kalemi ile rahim levhasında yazılmasına; - Ve bu rahim levhasında yazıldıktan sonra doğan, âdemin benzerî sûretinden silsileler hâlinde çıkan onun benzerine karşılık gelir. İşte burada levh-i mahfûzu, ya‘nî büyük ve küçük âlemin küllî ve cüz’î nefsinin bâtını olan ilmî sûretleri ve onların zâhiri olan mahvolma ve isbât levhasını iyi anla! Ve bizim yazısında sonu olmayan şeyi ihtivâ edici olarak o levhayı nasıl isbât ettiğimize aklî bakış ile bak! Çünkü biz ilmimizde olan ma’nâlara, hokkanın içinde tek vücûd olan bir çok harfler ve kelimeler elbiselerini giydirerek kalem vâsıtasıyla kağıt üzerine nasıl sonu gelmeyecek şeklide yazar ve o kağıt üzerinde na- 277 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm sıl mahv ve isbât edersek, Hak da ilminde olan sûretleri öylece cisim kağıtları üzerine, unsurlar elbiselerini giydirerek sonsuz bir şekilde yazıp mahv ve isbât eyler. İşte bu îzâhtan sen levh-i mahfuzu ve mahv ve isbât levhasını iyi anla! Nitekim Hak Teâlâ “Yemhûllâhu mâ yeşâu ve yusbitu, ve indehu ümmül kitâb” ya’nî “Allah, dilediği şeyi mahveder ve dilediği şeyi sâbit kılar ve ümmül kitap, O'nun indindedir” (Ra’d, 13/39) buyurur. Şimdi varlıksal sûretler tabîat levhasında bir taraftan mahvolur ve bir taraftan peydâ olur. Nitekim âyet-i kerîmede “Mâ nensah min âyetin ev nunsihâ ne’ti bi hayrin minhâ ev mislihâ” ya’nî “Biz bir âyetten neyi kaldırırsak veyâ neyi unutturursak, ondan daha hayırlısını veyâ onun benzerini getiririz” (Bakara, 2/106) buyrulur. Bundan dolayı tabîat sâhasında dokunmuş olan bir sûret bozulunca, onun benzeri peydâ olur. Ve hayâl levhası da böyledir. Ve sonsuz fezâda, ya‘nî Hakk’ın mutlak vücûdunun aynında, var olan âlemlerin sonsuz olan tamâmı böyle olduğu gibi, onlardan her birinin üzerinde var olan sûretler de sonsuz bir şekilde böyledir. Oysa izâfî vücûda dâhil olan her şey sonludur. Çünkü her birinin öncesi ve sonrası vardır. Böyle olunca sonsuz fezâda ezelden ebede var olan sonsuz âlemlerin ve izâfî vücûdda taayyün etmiş olan “kutub” gibi en küçük âlemdeki çizgi çizmenin benzeri olan şeyin ve onun levhasındaki benzerlerinin yazılmasının nasıl olduğunu mukâyese ile tetkîk et! Belki bu tetkîkin esnâsında onlara âit bir çok sırlar gönül levhanda gerçekleşir ve nakşedilmiş olur da bu husûsta sende zevkî ya’nî bizzât hakîkatini yaşamaya âit ilim ve muhammedî irfân oluşur. Ve o gönül levhası öyle bir mevzi’dir ki, ârif o sırları bilmek husûsunda bu mevzi'ye sığınmaya muhtâç olur. Beyt: Ne istersen yürü var ondan iste Hudâ’nın ulu dergâhı gönüldür Çünkü ârifîn gönül levhası kendi kitâbıdır. “Ikra’ kitâbek, kefâ bi nefsikel yevme” ya’nî “Kitabını oku! Bugün nefsine o yeter” (İsrâ, 17/14). Şimdi “levha” yazma mahallidir. Biz o yazma mahalline “kitâb” ismini veririz. Ve deriz ki, o kitap iki kısma ayrılmıştır. - Birisi “kitâb-ı merkūm”; Ve diğeri “kitâb-ı mastûr”dur. Nitekim Allah Teâlâ “Vet tûri; Ve kitâbin mestûrin” (Tûr, 52/1-2) ve aynı şekilde “Kitâbun merkūm” (Mutaffifîn, 83/9) buyurur. - Bu âyetlerde “kitâb-ı mastûr”a yemîn eder; ve “merkūm”dan haber verir. - Ve o kitâb-ı merkūm hem siccînde ve hem de illiyyînde olur. 278 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm - Kitâb-ı mastûr rûhlar âleminde ve kitâb-ı merkūm gayb ve şehâdet âlemindedir. Bilinsin ki, henüz gayrılık elbisesiyle taayyün etmemiş olan vâhidiyyet mertebesinde sâbit, isimlere âit sûretler soyut cevherler hâlinde olarak gayrılık elbisesiyle taayyün etmiş olan küllî rûh levhasında mastûr ya’nî satırlanmış olur. Ve ondan sonra gayb âlemi olan mutlak misâl levhasında; ve daha sonra tabîat levhası olan şehâdet âleminde merkūm ya’nî yazılmış olur. Mastûr ile merkūmun farkı budur ki; - Mastûr mahv kabûl etmez; - Ve merkūm mahv ve isbât kabûl eder. Ve doğru keşif yönünden, Hâlık tarafına göre merkūm olanlar O’nun yönünden mastûrdur. Çünkü mahv ve isbât dahi Hâlık’ın meşiyyetine ya’nî üst irâdesine göre olur. Lâkin mele-i a'lâ, ya'nî melâike-i kirâm, mastûr ve merküm i'tibârlarını muayene etmediği için, gerek mastûru ve gerek merkūmu kabûl edeni, ancak tek bir yön görür, ya'nî bir âlem görür. Ve o tek bir yön de rûhlar âlemidir ki, isimlere âit sûretler onda mastûrdur ya’nî satırlanmıştır. Çünkü mele-i a'lâ indinde zaman ve mekân i'tibârları yoktur. Fakat insan mele-i a'lânın tersinedir. Çünkü insan ulvîliği ve süflîliği toplamış olduğu için, emr âlemi ile halk âleminden ibâret olan iki yöne de vâkıf olduğundan melekler indinde mastûr ya’nî satırlanmış olan şey, insan için merkūm ya’nî yazılmış oldu. Beyt: Tercüme: “Ey Sâib, insanlık mertebesini meleklerden arama! Çünkü sırsız bir ayna ne sûret gösterebilir!...” Şimdi yazıcının, ya'nî “külle yevmin hüve fî şe’n” ya’nî “O her an bir iştedir” (Rahmân, 55/29) gereğince ilâhî isimlerin yönelip tasarruf ettiği şey ancak mastûr ya’nî satırlanmış olandır. Ve ilâhî isimlerin tecellîleri her içinde bulunulan yurda göre başka bir rengi taşıdığından, yazıcının yönelip tasarruf ettiği tecellî mahalli zor bir yerdir. Ve o yer ipliklerin düğümlendiği mahalle benzer ki, ba'zısı ba'zısına dâhil olur. Ya'nî mastûr ile merkūm, o zor yerde bir diğerine girift bir haldedir. Nitekim ümmü’l-kitâbdan yeryüzüne yönelik tasarruf edilen şey mastûr ya’nî satırlanmış oldu. Çünkü his gözü bunların menşe’ini ve kaynağını göremez, ancak hissî sûretleri görür. Fakat bu hissî sûretlerin kaynağını basîret gözüyle görür. Keşif ehli indinde, yazıcı olan ilâhî isimlerin yönelip tasarruf ettiği yön 279 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm i'tibârı ile bu yeryüzüne dönük mastûr ya’nî satırlanmış olan, merkūm ya’nî yazılmış olan oldu. Ve bu yeryüzüne dönük olarak mastûr olan, hükümlere âit ilimlerin sâhibleri olan fıkıh âlimlerinin ilmidir ki, onların kalbleri dünyâ muhabbeti sebebiyle perde içinde olup melekûtu, ya'nî zâhir âlemin bâtınını, müşâhede ve muâyene edemezler. Şimdi; - Melekler yukarıda beyân edildiği şekilde ulvî emr âleminden mastûrda kâimdirler; - Ve fıkıh âlimleri süflî halk âleminden mastûrda kâimdirler. - Ve tahkîk ehli ise iki yönü, ya'nî hem melekût âlemini ve hem de mülk âlemini müşâhedeleri sebebiyle merkūmdadır. Bundan dolayı yeryüzüne yönelip tasarruf edilen şeyi ve onda var olan sûretleri hissen müşâhede ederler. Ve yazıcının, ya'nî ilâhî isimlerin, her yurdunda yönelip tasarruf ettiği şey ki, o şey ezelde tahakkuk etmiş olan sır, ya'nî sâbit aynlar hakkında Arş’ın üstüdür. Ya'nî cismâniyyetin ve izâfî vücûdların üstüdür. Ve emr âlemlerinin, ya‘nî şe’n âlemlerinin, ba'zısı hakkında semânın üstüdür. Ya'nî halk âleminin üstünde olan mutlak misâl âlemidir. O şeyi kalben ve aklen müşâhede ederler. Hattâ kalblerinden korku ve ürküntü kaldırıldığında: - “Bu zâhir olan nedir?” derler. - Hak Teâlâ’dan “Rabb’inizdir” diye hitâb gelir. - Onlar da: “Bu keşif bâtıl değil, haktır” derler. Bu “Hattâ izâ fuzzia an kulûbihim kâlû mâzâ kâle rabbüküm, kâlûl hakk” (Sebe’, 34/23) ya'nî “Hattâ onların kalblerinden korku kaldırıldığında: Nedir? derler. Rabb’inizdir, diye hitâb gelir. Haktır derler” âyet-i kerîmesi Sebe sûresinde olup, cenâb-ı Şeyh (ra) burada bâtın ma’nâsını tefsîr olarak verirler. Şimdi Hak onlara tecellî eder. Onlar tecellî etmiş olan Hakk’a hitâb ederler; Ve Hak Teâlâ da onlara hitâb eder. Bundan dolayı bu tecellî içinde varlıklardan ve eşyâdan perdeli olurlar. 280 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm Ve bu varlıklar ve izâfî vücûdlar perdesi yırtıldığında ve onların indinde sebepler ortadan kalktığı zaman, halk edilmişler hakkında kader sırrının nasıl hükmettiğine bakarlar; ve emri çıkış yeri üzerine tetkîk ederler. Ya'nî şehâdet âleminde var olmuş olan halk edilmiş ferdlerin sâbit ayn’larını müşâhede edip, ezelde ve başlangıçta hangi ilâhî ismin görünme yeri olduğuna vâkıf olurlar. Mesnevî: Tercüme: “Kâmiller senin adını uzaktan işitirler. Senin atkı ve çözgünün dibine kadar vâkıf olurlar. Ya'nî senin madde beden kâlıbında bulunan isimlere âit tecellîleri ve misâl alemine âit sûretini ve rûhunu ve sâbit ayn’ını ve sâbit ayn’ının hangi ismin görünme yeri olduğunu görürler. Belki senin doğmandan nice senelerce önce seni her yurdundaki hallerin ile berâber görmüş olurlar.” Ve bu kader sırrının onlar üzerinde sebepler perdesi arkasından nasıl hükmettiğini görüp, onları bütün fiillerinde ve hareketlerinde ma'zûr görürler. Çünkü bu eşyânın hepsi ilâhî isimlerin görünme yeri olup, hakîkatte bütün hareketlerin ve sâkinliklerin hakîkî vücûda âit olduğuna vâkıf olmuşlardır. Bu keşif ehli isterlerse bu müşâhedelerinden bahsetmeyip sessiz kalırlar; ve isterlerse hâlin gereğine göre söylerler. Çünkü onların söylemeleri de söylememeleri de Hakk’ın tecellîlerinin gereğindendir. Bu gibi zâtların sözleri kendilerinden değildir. Şimdi O, ya'nî Hak Teâlâ, harfsiz ve sessiz onlara, ya'nî basîret gözlerinden perde kalkmış olan keşif ehline, hitâb eder. Hakk’ın kitâbı bu gibi saâdet sofrası zâtların kalblerindedir. Çünkü isimlerine âit toplayıcılıyla Hak Teâlâ kâmillerin kalblerine tecellî edicidir. Nitekim hadîs-i kudsîde “Yerime ve göğüme sığmadım; velâkin mü’min kulumun kalbine sığdım” buyrulur. Bu halde olan kâmillerin kalbleri bir takım levh-i mahfuzlar ya’nî muhâfazalı levhalardır. Her şeye âit vaazı ve tafsîli ihtivâ edici olduğu halde, her bir şey onda yazılmıştır. Çünkü Hak Teâlâ’nın isimlere âit toplayıcılıyla tecellî ettiği bir kalbde, isimlere âit görünme yerlerinden ibâret olan her bir şeyin tafsîlâtıyla berâber bulunması ve yazılmış olması tabiîdir. Ve isimlere âit sûretler basılmış olan kalbler muhâfazalı levhalardır. Çünkü isimlere âit sûretler sâbit ayn’lardan ibâret olup hepsi eşyânın hakîkatleridir. Ve hakîkatler ise aslâ değişim kabûl etmez. Ya'nî örneğin Mudill ismi Hâdî ismine, ve Dârr ismi Nâfi' ismine değişemez. Bundan dolayı bu kâmiller, her bir şeyi tafsîlâtıyla berâber, muhâfazalı levhalardan ibâret olan kalblerinde okurlar; ve bu Hak kitâbı içeriğinden haber verirler. Ve bu haber verdikleri şeyler rabbânî hâtıralardır. 281 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm Bilinsin ki, bu müşâhede bu kitâbın beşinci bölümünde beyân edildiği üzere tahkîk ehlinin “küllî muhakkak üçüncü fenâ” dedikleri makām sâhiblerine mahsûstur. Onlar nefy etme ashâbı olup Hakk’ın gayrını unutmuşlardır. Ve cenâb-ı Mevlânâ (ra) efendimiz Mesnevî-i Şerif’lerinde onların hâline işâreten buyururlar. Mesnevî: Tercüme: Hissiz ve kulaksız ve fikirsiz olunuz, tâ ki “İrci'î!” ilâhî hitâbını işitesiniz." Ve bu makāmın altında bulunanların kalblerine olan ilâhî tecellîlere, his ve şehâdet âleminin görülür ve işitilir olan sesleri ve bunlardan hâsıl olan aklî tefekkürler karıştığından, onların kalbleri muhâfazalı levhalar değil, belki mahv ve isbât levhaları olur. Ve onların hâtıraları sırf rabbânî hâtıralar olmayıp, melekî ve nefsânî ve şeytânî hâtıralar ile karışık olur. Bundan dolayı onların verdikleri haberler de ona göre olur. Şimdi ey efendi, bu kâtibi idrâk et! Çünkü senin için imâmlık mevki’i varsa, onun için hitâb etme mevki’i vardır ki, o hitâb etmenin dışında bir şeyle bağımsız değildir. O hitâb etmede imâmdır. Eğer sen hitâb etmesinde onunla berâber olursan, ona hizmet içindir. Fakat senin ihâtandaki imâmlığa Hakk’ın yerleşmesi için, bu ve onun cemâatinde olan onun dışındakiler dâhildir. Bundan dolayı onun hürmetine riâyet et! O senin mühürdârındır; ve senden hitâb edilendir. Ve ona muhabbet et, yoksa senin üzerine mülkünü bozar. Çünkü yardımcı ona muhtaçtır. Senin ve yardımcının gâyesi meskeninin idâresidir. Ve onun yazdıkları, köyün hakkında, sen istesen de, senin istediğin şey sebebiyle değil, ona ulaşmış olan şey sebebiyle cereyân eder. Ve bilesin ki, muhakkak hazret için, ancak köyü sebebiyle ma‘nâ vardır. Şimdi eğer köy bozulur ve senin üzerine hücûm ederse, bu mülkün bozulmasına sebep olur. Ve senin için onun telâfisi nasıl olur? Ve o fücûr ve takvâ üzerine emîndir. Ve senin mülkün ise bu iki sıfatı berâberce kabul eder. Ben sana nasîhat ettim, buna sarıl! Ya'nî ey efendi olan rûh! Yukarıda îzâh ettiğimiz kâtibin vasıflarını idrâk et! Bu idrâk sana pek lâzımdır. Çünkü halîfeliğin dolayısıyla senin için vücûd mülkünde imâmlık mevki’i varsa, onun için de hitâb etme mevki’i vardır. Ve o kâtib hitâb etme mevki’inin dışında olan işlerde bağımsız değildir, belki sana tâbi'dir. Fakat hitâb etme işinde imâm olduğundan bağımsızdır. Sen vücûdu harekete geçirici oluşun yönüyle eğer onunla berâber olursan, onun hitâb etme vazîfesini lâyıkıyla yerine getirebilmesine hizmet içindir. 282 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm Fakat Hakk’ın hükümlerini yerleştirmek için, bu kâtib ve onun cemâatinde olan o kâtibin dışındakiler, senin ihâtandaki imâmlığa dâhildir. Çünkü vücûd mülkü senin işlerinin açığa çıkması için sonradan olmuştur. Ve sen o mülkün hâkimisin. Şimdi mâdemki kâtib senin mülkünde hitâb etme işinde imâmdır ve bu vazîfe ona verilmiştir, sen ona hürmette kusûr etme! O kâtib senin mühürdârındır. Ve idâren altındakilere olan hitâbı, senin tarafından ve sana izâfe edilerek gerçekleşir. Ve ona muhabbet et ve hoş tut, kabalık ile muâmele etme! Aksi halde senin üzerine mülkünü bozar. Çünkü yardımcın olan akıl işleri çevirmekte ona muhtaçtır. Oysa senin gâyen ile yardımcının gâyesi ve maksadı, meskeninin, ya‘nî mülkünün işlerini güzel bir şekilde idâre etmektir. Ve kâtibin yazdığı şeyler, sen her ne kadar murâd edersen et, senin istediğin şey sebebiyle değil, ona görünme yeri olduğun isim hazretinden ulaşan şey sebebiyledir. Ve o köyün, ya‘nî senin tâbi’lerin olan a‘zâ ve organların hakkında bu kendisine ulaşan şeyleri yazar. Bilesin ki, muhakkak hazret için ancak köyü sebebiyle ma'nâ vardır. Ya‘nî senin şehrin olan idâre merkezin için tasarrufun ma’nâsı, ancak köyün, ya‘nî tâbi’lerinin sâkin olduğu köyler sâyesindedir. Ve onlar senin a‘zâ ve organlarındır. A‘zâ ve organlar olmasa fiiller açığa çıkmaz ve tasarruf belli olmaz. Şimdi eğer köyün bozulur ve isyân ederek senin üzerine hücûm ederse, bu hâl mülkünün bozulmasına sebep olur. Ve bu bozulma ve isyân karşısında nasıl işlerini tanzîm ederek yitirileni telâfî edersin? Ve o kâtib günah ve takvâ üzerine emîndir. Ya‘nî bu şerhin başlarında geçtiği üzere, nefis günah ile değiştirme ve takvâ ile temizleme mahalli olup kâtib bunların her ikisini de yazar. Ve senin mülkün olan nefis bu iki sıfatı da berâber kabûl eder. Bundan dolayı yukarıdan beri ben sana nasîhat ettim. Bu nasîhatım içerisinde muâmele icrâ etmeye devâm et! 283 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm RABBÂNÎ TEZKÎRE (FERMÂN-HATIRLATIŞ) Bu insânî halîfe, benliğim ve hüviyyetim arasında gidip gelici olan ulûhiyyet sırrım kendisinde yayılmış olan kendisine itâat edilen ilâhî emirdir. Ve ben vechimi irâdesiz olarak murâd eden kimseye mubâh kıldım. Ve perdeleri bir yırtış yırttım ki yama ve eklenti kabûl etmez. Ve kalblerden korku kaldırılır da gayb alâmetleri ile ziynetlenir. Hazretimde secde edici olarak sebât et! Çünkü sen devâm üzere müşâhede edicisin. Muhakkak secde etmede görme ve durmada perde vardır. Muhakkak ben kazandığı şey sebebiyle her bir nefis üzerine kâim olan kayyûmum. Şimdi yazdığım şeyi iyi anla; ve resmettiğim şeye bak! Çünkü görüşte hitâb ve hitâbda da görüş yoktur. Ve selâm ve müşâhede rahmeti ve vücûd bereketleri senin üzerine ve senden ayrılmayan kimsenin üzerine olsun; ve sana ulaşmayana değil! Bilinsin ki, her bir ma‘nâ ilk önce kalbe gelir. Ve ondan sonra beyne yansıyıp akıl o ma’nâlarda tefekkür eder. Ve ma’nâların hatıra gelmesi insanın kendi irâde ve arzûsuyla gerçekleşen bir şey değildir. Bu ma’nâlar irâdesiz olarak kalbe gelir. Bu hâtıralar dört kısımdır: 1. Rabbânî veyâ rahmânî hâtıralar 2. Melekî hâtıralar 3. Nefsânî hâtıralar 4. Şeytânî hâtıralar. Cenâb-ı Şeyh (ra) bu kâtib bahsinde “tevkî’” ismi altında bu dört çeşit hâtıranın esâslarını beyân buyururlar. Fakîr “tevkî’” kelimesini kâtibler arasında kullanılan “fermân” (hatırlatış) kelimesiyle tercüme ettim. Bu fermânlarda (hatırlatışlarda) her bir vücûd mertebesinin gereği üzerine esâs kâideler ve toplu emirler bulunmaktadır. Rabbânî fermânın içeriği şudur: Bu rabbânî fermân, insânî halîfe olan kâmile benliğim ile, ya'nî zâtî rütbem yönünden aynî vücûdumun tahakkuku ile, hüviyyetim ya'nî bütün hakîkatleri içine almış olan mutlak hakîkatim, arasında gidip gelici olan ulûhiyyet sırrım kendisinde yayılmış olan kendisine itâat edilen ilâhî emirdir. Bilinsin ki, vücûd mertebeleri hakkında yukarıda geçen îzâhlardan da anlaşılmış olacağı şekilde Hakk’ın mutlak vücûdunun “taayyünsüzlük,” ya'nî “zâtî ahadiyyet ya’nî zâtî teklik” mertebesinde bütün nitelikler ve sıfatlar yok olmuştur. Ne zamanki mutlak olan zât isimleri ve sıfatları dolayısıyla mertebelere tenezzül ederek görünme yerlerinin sûretleriyle taayyün edici olur, “vahdet merte- 284 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm besinde” sâbit olan ulûhiyyet sırrı, bu taayyün âlemine ulaşan kendisine itâat edilen ilâhî emirde yayılır. Çünkü ilâh me’lûhu ya’nî ilâhı olanı gerektirir. Ve me’lûh ya’nî ilâhı olan onun taayyün mertebeleridir. Bundan dolayı bu kendisine itâat edilen ilâhî emir “taayyün” ile “taayyünsüzlük” arasında gidip gelir. Şimdi insân-ı kâmil hüviyyeti i'tibârı ile Hak’tır; ve taayyünü i'tibârıyla da kuldur. Bundan dolayı bu emirler kâmilin kendi hakîkatinden kendi taayyününe iner ve ulaşır. Ve asâleten insân-ı kâmil (Sav) Efendimiz olduğundan “Beni gören muhakkak Hakk’ı gördü” yüksek kelâmı ile yüce hüviyyetlerinin Hakk’ın zâtı; ve taayyünlerinin de zâtıyla berâber sıfatlarının Hak olduğuna işâret buyururlar. Ve Kur’ân-ı Kerîm, kendilerinin hüviyyetleriyle taayyünleri arasında gidip gelici olan kendisine itâat edilen ilâhî emirdir. Ve Kur’ân-ı Kerîm’de kendi hüviyyetlerinin Hak olduğuna; - “Ve mâ remeyte iz remeyte ve lâkinnallâhe remâ” (Enfâl, 8/17) ya'nî “Attığın zaman sen atmadın, velâkin Allah attı” âyet-i kerîmesinde; Ve taayyünlerinin kul olduğuna da; - “Kul innemâ ene beşerun mislüküm“(Kehf, 18/110) ya'nî “Yâ Habîbim de ki: Ben de ancak sizin gibi bir beşerim” âyet-i kerîmesinde işâret buyrulur. Bu hakîkat bütün eşyâ hakkında da böyledir. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de mü’minlerin genelini içine alacak şekilde “Fe lem taktulûhüm ve lâkinnallâhe katelehüm” (Enfâl, 8/17) ya’nî “Onları siz katletmediniz, velâkin Allah katletti” buyurur. Ve Hz. Şeyh-i Ekber (ra) Fütûhât-ı Mekkiyye’lerinde: “O Allâh’ı tesbîh ederim ki, zâhir ettiği eşyânın ayn’ıdır(hakîkatidir)” tesbîhi ile bu hakîkate işâret buyururlar. Ancak insan, isimlere âit toplayıcılığa mazhar olduğu için ve onun ahsen-i takvim üzere ya’nî en güzel kıvamda mahlûk olan taayyünü bu isimlerin hükümlerinin açığa çıkmasına müsâid olduğu için, diğer eşyâdan daha fazîletli ve mükemmeldir. Bu sebeple rabbânî fermânda buyrulur ki: “Ben vechimi murâd eden kimseye irâdesiz olarak mubâh kıldım.” Ya'nî mâsivâ sayılan sıfatlarıma ve isimlerime âit görünme yerlerinde ve eşyâda vücûdunu bağımsız zannetme vehminden yüz çevirip, bunların kayyûmu olan zâtıma yönelen kimselere, ilâhî irâdem ve meşiyyetim bağlanmaksızın vec- 285 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm himi ve zâtımı mubâh kıldım. Çünkü bu mubâh kılışım onun yönelmesinin tabîî ve zarûrî netîcesidir. Ve bu gibi netîcelerin oluşmasına tabi'ki irâde bağlanmaz, irâde yönelenindir. Ve sıfatlara ve isimlere âit perdelerimi bir yırtış yırttım ki yama ve eklenti kabûl etmez. Şimdi bu perde yırtılınca kalblerden, isimlere âit tecellîlerden hâsıl olan korku kaldırılır. Ve artık böyle kalbler gayb alâmetleriyle ziynetlenir. Ve benim vechime perde olan isimler ve sıfatlar perdeleri yırtılınca, benim i'tibârî olan gayb oluşum senin bakışından kalkar; ben senin karşında hâzır olurum. Bundan dolayı bu halde sen benim huzûrumda secde edici olarak sebât et! Çünkü sen artık benim vechimi devâm üzere müşâhede edersin. Muhakkak secde etmede görme ve durmada perde vardır. Nitekim bir azîmü’ş-şân pâdişâhın huzûrunda bulunan kimse huşû’ ve tevâzu' hâlindedir. Bundan dolayı secde ve huşû' hâlinde görme vardır. Ve o pâdişâhın azametini bilmekle berâber, huzûrdan hâriç olanlar, huşû' ve secde işinde perde içindedir. Muhakkak ben kulun bulunduğu bütün yurtlarında kazandığı şey sebebiyle her bir nefis üzerine kâim olan kayyûmum. Çünkü kulun ilk olarak isti'dâd lisânı ile taleb ettiği şey ilmim sûretinde; ve daha sonra rûhlar âleminde; ve daha sonra misâlde; ve daha sonra sâbit ayn’ı gereğince kazandığı şeyler şehâdet âleminde peydâ oldu. Bundan dolayı onun nefsi her bir yurdunda benim hakîkî vücûdum ve zâtım ile kâimdir. Ve ben onun bütün mertebelerinde ve yurtlarında kayyûmuyum. Şimdi bu fermânımda yazdığım şeyi iyi anla! Ve senin izâfî vücûdunda ve hayâlinde ve fiillerinde ve amellerinde resmettiğim şeye dikkatle bak! Ve bu müşâhede hâli içinde benden hitâb bekleme! Çünkü görmede ve huzûrda hitâb olmaz; ve hitâb olan mahalde de görme ve huzûr bulunmaz. Ya'nî görülenin ve hâzır olanın vücûdundan ve vasıflarından bahsedilmez. Ve vücûd ve vasıflarından bahsedilen şey de görülür ve hâzır değildir. Ve Selâm ismi ile tecellîm ve müşâhede rahmeti ile zuhûrum ve mutlak vücûdumun bereketleri senin üzerine olsun; ve senden ayrılmayan kimselerin üzerine olsun. Ve sana ulaşmayarak huzûrumdan uzağa düşenler, bu tecellilerimden mahrûm olsunlar. 286 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm MELEKÎ TEZKÎRE (FERMÂN-HATIRLATIŞ) Bu muhkem emir, kerîm olan meleğedir. İnsânî halîfenin kalbi üzerine nâzil ol! Muhakkak sen onu üç hâlin birisi üzerinde bulursun: Ya benim iledir; ya nefsi iledir; yâhut düşmanı olan İblîs iledir. Şimdi onu benim ile bulursan bu fermânda sana bildirdiğim şeyden bir şeyi ona nakletme! Çünkü ben ona nefsim ile yöneticiyim. Bana yönelen ve benim gayrım olan her bir kimse üzerine beni tercîh eden kimse bana ağırlık vermez. Bundan dolayı kulumun kalb idâresine yönetici olurum. Şimdi ey kerîm melek, edebli ol! Ve onu nüzûl edişine vâkıf kılma ki farka düşer. Ve onun bilgisi için senden öğrenmek ister. Çünkü sen isimlerden bir isim yönünden benim indimdesin. Ondan saklı ol; ve onu onun nefsinden ve şeytandan koru! Ve gücün yettiği kadar onlar ile mücâhede et! Ve eğer sen onu nefsi ile bulursan, kendi tarafından söyleyerek ona ihtâr eyle! Yakını olan düşmanı ve nefsi sana vâkıf olmaksızın, ki seni yalanlar; nefeslerin senin üzerine sayılı ve vakitlerin senin üzerine şâhiddir. Mubâhdan sakın ki, pişmân olursun. Ve mekrûh ve yasak olandan sakın ki, şakî olursun. Geniş yolu üzerine lâzım kıl! Ve farzları, ya‘nî Allah’ın sana farz kıldığı şeyi edâ et! Mubâh olanlardan yeme ve içme ve uyku ve bunun gibi mubâh bir fiili yapmayı istediğin vakit, onu herkesin yaptığı gibi yapma ki, pişmân veyâ şakî olursun. Velâkin onu tenzîh ve ibâdet ile yap! Tenzîh senin noksanının ve onun hakkında Hakk’a muhtâc oluşunun ve Hakk’ın buna ihtiyâç duymasından tenzihini görerek yapmaktır. Nitekim Hak Teâlâ “ve hüve yut’ımu ve lâ yut’am” (En‘âm, 6/14) ya'nî “O doyurur(yemek yedirir), doyurulmaz” buyurur. Şimdi sana tenbîh etti ve bildirdi. Ve ibâdete gelince, senin bunun hakkında lâyık olan yönden bakmandır. Şimdi onu ibâdetine yardımcı kıl! Namaz ve cihâd ve bunlar gibi farzların yerine getirilmesine kuvvet için yemek yemek gibi; ve gece kalkmaya kuvvet için uyumak gibi; ve şehvet için değil, fakat sâlih çocuk için, veyâhut harâma düşmekten korunmak için nikâh gibi; ve ibret almak için seyâhat etmek; ve ezâ veren şeyleri temizlemek ve dalâlette olanları irşâd ve mazlûma yardım ve bunun benzerleridir. İşte ilâhî fermân ile kerîm olan meleğin hâtıraları budur. Yukarıda îzâh edildiği üzere insan, bütün ilâhî mertebeleri toplamıştır ve isimlere âit toplayıcılığı taşıyıcıdır. Bundan dolayı onun hüviyyeti yönünden hakkıyyeti olduğu gibi, melekiyyeti ve nefsâniyyeti ve şeytâniyyeti de vardır. Ve her bir mertebesinden kendisine hâtıralar ve nakiller olur. Râbbânî hâtıralar yukarıda geçti. Şimdi de melekî hâtıralar beyân buyrulur. Şimdi cem' makāmından melekî mertebeye gelen tezkirenin(fermânın) ya’nî hatırlatışın içeriği de şudur: Bu emr-i hatm, ya'nî bu muhkem emir, kerîm olan meleğedir. 287 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm Ey kerîm melek, insânî halîfenin kalbi üzerine in! Bu inişinde sen, onu muhakkak üç hâlin birisi üzerinde bulursun. Ya'nî sen onu ya benim ile; veyâ nefsi ile; veyâhut düşmanı olan İblîs ile berâber ve meşgûl bir hâlde bulursun. Eğer sen, onu bütün mâsivâdan yüz çevirip bana yönelmiş ve benim ile meşgûl olmuş bir hâlde bulursan, sana bu fermânda bildirdiğim şeylerden hiç bir şeyi ona nakletme! Çünkü ben ona nefsim ve zâtım ile yöneticiyim ve yöneliciyim. Ve bana yönelen ve beni, benim gayrım olan her bir kimse ve her bir şey üzerine tercîh eden kimseye benim devâm üzere yönelişim bana yorgunluk ve ağırlık vermez. Nitekim âyet-i kerîmede “vesia kursiyyühüs semâvâti vel arda, ve lâ yeûduhu hıfzuhumâ” ya’nî “O'nun kürsîsi gökleri ve yeri kaplamıştır. Ve o ikisini muhafaza etmek kendisine zor gelmez” (Bakara, 2/255) buyrulur. Bundan dolayı ben kulumun kalbinin siyâsetine, ya'nî kalbinin idâresine, kesinti olmaksızın yönelici olurum. Şimdi ey kerîm melek, benim yönelmiş olduğum kalbe karşı, edebli ol ve onu inişine vâkıf kılma! Çünkü eğer inişine vâkıf olursa, cem'den farka düşer. Ve senin naklettiklerinin ma'nâsını anlamak için sana yönelmek için acele eder. Osya sen asıl değilsin. Çünkü sen, benim isimlerimden bir isim yönünden, asıl olan zâtımın indinden bir fer'sin. Bundan dolayı ondan saklı ve örtülü ol! Ve onun bakışından örtünmekle berâber onu, onun nefsinden ve şeytandan koru! Ve gücün yettiği kadar onun nefsi ve şeytanı ile mücâhede et ve savaş; ve onları mağlûb etmeye çalış! MENKIBE: Sadreddîn-i Konevî (ks) hazretlerinin mürîdlerinden birisi kendisinden izin almadan halvete girer. Ve tabi'ki bir kaç gün ortadan kaybolur. Hz. Şeyh onun nerede olduğunu çevresindekilere sorar. Halvette bulunduğunu haber verirler. Cenâb-ı şeyh onun halvet-hânesine gider. Bir çok yazılar yazmakla meşgûl bulur. - “Bu yazdığın nedir? diye sorar. Mürîd cevâben der ki: - “Şeyhim, ne zamanki halvete girdim, önümde birisi belirip Hz. Cibrîl olduğunu söyledi; ve “sana ledünnî ilimler nakledeceğim” dedi, ve ağzıma tükürdü. Bu hâli tâkîben bende bir çok ma’nâlar doğdu. Şimdi kaybolmaması için o ilimleri tesbît etmekle ve yazmakla meşgûlüm.” Hz. Şeyh tebessüm edip buyurdular ki: - “Sen Cibrîl’in belirmesinden önce ne ile meşgûl idin?” Mürîd: - “Allah zikri ile meşgûl idim” dedi. Hz. Şeyh irşâd için buyurdular ki: 288 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm - “Hiç Hz. Cibril, Hakk’a yönelip edip Allah zikri ile meşgûl olan bir kimsenin kalbine ayrılık verir mi? Beliren Cibrîl değil, seni Hak’tan uzaklaştırmak için lânetlenmiş şeytân idi. Sen benim iznim olmaksızın halvete girdiğin için bu fitneye tutuldun. Şimdi halvetten çık; ve bu şeytânî nakilleri de imhâ et!” Ey kerîm melek! İnsânî halîfenin kalbine inişinde, eğer sen onu nefsânî sıfatlarında gark olmuş ve onlar ile meşgûl bulursan, kendi tarafından ona gereken sözler ile ihtârda bulun! Seni yalanlamaması için, onun yakını olan düşmanı ve şeytanı ve nefsi vâkıf olmayacak şekilde bu ihtarını yap! Ey insânî halîfe, nefeslerinin ne gibi inançlar ve ameller içinde harcanacağı sayılıdır; - Ve vakitlerin amellerin ve fiillerin üzerine şâhiddir. Mubâh olan fiillerin çokluğundan sakın ki, hesâbı olduğu için pişmân olursun. - Ve mekrûh ve yasak olan amellerden fiillerden sakın ki, onlarda ısrâr, şakî olmayı gerektirir. - Geniş bir yol olan şerîat caddesinde yürümeyi üzerine lâzım kıl! - Ve farzları, ya'nî Allah Teâlâ’nın sana farz kıldığı şeyi, edâ et! - Mubâh olan şeylerden yeme ve içme ve uyku ve buna benzer olan fiillerden mubâh olan bir fiili yapmak istediğin zaman, onu avâmın yaptığı gibi yapma ki, ya pişmân veyâ şakî olursun. - Velâkin onu seçkinler gibi tenzîh ve ibâdet kasdı ile yap! • Tenzîh sûretiyle yapmak budur ki, sen kendini yeme ve içme ve uyku olmaksızın yaşayamayacağın noksan bir hâl içinde ve Hakk’a muhtaç ve Hakk’ı bu ihtiyâçlardan münezzeh görerek yaparsın. Nitekim Hak Teâlâ “ve hüve yut’ımu ve lâ yut’am” (En‘âm, 6/14) ya'nî “O doyurur(yemek yedirir), doyurulmaz” buyurur. Ve bu âyette sana tenzîh ile yapmayı bildirir; ve seni îkaz eder. • Ve ibâdet sûretiyle yapmaya gelince o da budur ki, sen yeme ve içme ve uyku hakkında lâyık olan yönden bakarsın. Ya‘nî bu gibi mubâh olan şeyleri ibâdetine yardımcı edinirsin. Örneğin namaz ve cihâd ve bunlara benzer farzların edâsına kuvvet oluşması için yemek yersin. Ve gece kalkmaya kuvvet için uyursun. Ve şehvet için değil, ancak sâlih bir çocuk için veyâhut şehvetin gâlib gelmesiyle harama düşmekten korunmak için nikâh edersin. Ve ibret almak için seyâhat etmek; ve imâta-i ezâ, ya‘nî yol- 289 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm lar üzerinde halkın geçmesine engel olan ve zahmet veren şeyleri temizlemek; ve yolunu şaşırmış olan kimselere doğru yolu göstermek; ve mazlûma yardım etmek ve bunun benzeri olan işlere kuvvet oluşması için yer içer ve uyursun. İşte bu ilâhî fermân ile kerîm olan meleğin hâtıraları budur. Ve bunlar melekî hâtıraların esâsları olup teferruâtı sâlikin zekâsı ve kavrayışı ile açılır. NEFSÂNÎ TEZKÎRE (FERMÂN-HATIRLATIŞ) Berzâha âit nefse gelmeyen ilâhî emir geçerli oldu. Dünyâda kendisinin râhatı onda olan ve âhirette onun hakkında onun üzerine taleb olmayan ve onun için bizim indimizde mükâfât bulunmayan şeyi işlememeyi insânî halîfeye ihtâr et! Eğer sana icâbet ederse o senin içindir, benim için değildir. Ve eğer senden yüz çevirirse o benim içindir, senin için değildir. Yâhut vaktine göre onun için olan kimse içindir. Ve muhakkak sen onu, üçün biri üzerine bulacaksın. Ya benim ile; ya melek ile; yâhut şeytan ile. Şimdi onu benim ile bulursan ona git! Çünkü senin fariğ olman bir meşgâle olur ve perdesini kaldırır ve onu saîd eder. Eğer onu melek ile bulursan edebli ol! Ve melek azarlamayla ya onun gaflet ve hatâsı ile ayrılıncaya kadar, bekle! Ve bu durumda bunu ona ihtâr et! Ve eğer onu şeytân ile bulursan şeytana zahmet verip ikisinin arasına gir ve levm etme ile gel! Ve sen onun üzerine şeytanı gâlib kılma! Onun hakkında kuvvetini kullan ve ona hîle et! Çünkü onun hîlesi zayıftır. Ve getirdiğin şey üzerine sâbit ol; ve onun üzerine çeşitlenme! Çünkü o sana dönecektir. Ya'nî bu nefsânî fermânda, latîf olan berzâha âit nefse değil, belki kesîf olan dünyevî nefse ilâhî emir geçerli oldu. O emir de şudur: Ey nefis, sen insânî halîfeye öyle bir şey ihtâr et ki, o şey içinde onun dünyada râhatı ve lezzeti vardır. Ve insânî halîfe dünyâda kendisinin râhatı ve lezzeti olan o şeyi yaptığı zaman artık âhirette o şey hakkında ve onun yapılması üzerine bir bedel taleb edemez. Ve o şey için bizim indimizde aslâ mükâfât yoktur. Örneğin, insan ben dünyâda tam bir iştihâ ile lezzetli yemekler yedim; ve lezzetli şerbetler içtim; ve kaba döşeklerde rahat rahat uyudum. Bundan dolayı âhirette de bu fiillerimin bedelini beklerim, diyemez. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur: “Ve men kâne yurîdu harsed dünyâ nû’tihî minhâ ve mâ lehu fîl âhireti min nasîb” (Şûrâ, 42/20). Ya'nî “dünyâ kazancını murâd eden kimseye biz onu veririz. Ve onun için âhirette nasîb yoktur.” 290 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm Eğer o insânî halîfe, senin bu ihtârlarını kabûl ederse, o sana mahsûs olur; ve senin tasarrufun altında bulunur. Benim için değildir, ya'nî o kimse nefsin kuludur, Allâh’ın kulu değildir. Ve eğer senin dünyevî râhat ve lezzete olan da'vetine icâbet etmeyip de, şerefli rızâm için senden yüz çevirirse, o kimse bana mahsustur, senin için değildir. Ya'nî o, Allâh’ın kuludur, nefsin kulu değildir. Yâhut senden yüz çevirmesi ve senin ihtârlarını kabûl etmemesi ve yapmaması, bir kimsenin te’sîrinden dolayı olursa, bu insan kendisine te’sîri olan kimse içindir. Bu bahsi îzâh etmek için cenâb-ı Mevlânâ (ra) efendimizin Fî-hi Mâ-fih ismindeki yüce eserlerinden aşağıdaki yüksek beyânlar yeterlidir: “Peygamber’imiz (sav) Efendimiz “Âlimlerin şerlisi emîrlerin ziyâretine gidenler; ve emîrlerin hayırlısı âlimleri ziyâret edenlerdir. Fakîrin kapısına giden emîr ne güzel emîrdir; ve emîrin kapısına giden fakîr ne fenâ fakîrdir!” buyurmuşlardır. Halk bu hadîs-i şerîfin zâhirini alıp âlimlerin şerlilerinden olmamak için, bir âlimin emîrin ziyâretine gitmesinin câiz olmadığını söylerler. Oysa bu yüksek sözün şerefli ma‘nâsı onların zannettikleri gibi değildir. Ve belki onun ma‘nâsı budur ki, âlimlerin şerlisi emîrlerden yardım uman ve salâhı ve doğruluğu emirler vâsıtasıyla olan ve onların korkusundan salâha gayret eden kimsedir. Ve onun emîrleri ziyâret husûsunda bildiği niyyet, emîrlerin kendisine ihsân etmesi ve hürmet eylemesi ve mevki’ vermesidir. Bundan dolayı o âlim, emîrler sebebiyle salâh kazanır ve cehâletten ilme gider. Ve âlim olunca onların idâresinin korkusundan dolayı edebli olur. Ve ister istemez bu hâle uygun olan yol üzerinde yürür. Görünüşte, gerek emîr onun ziyâretine gelsin ve gerek o emîrin ziyâretine gitsin; her şekilde o, emîri ziyâret eden ve emîr onun tarafından ziyâret edilen olur. Fakat bir âlim, emîrler sebebiyle ilim ile vasıflanmış olmayıp, belki onun ilmi evvelen ve âhiren Hak Teâlâ hazretleri için olmuş olursa, gidişi ve çalışması doğru yol üzerinde olur. Çünkü onun tabîatı ancak budur. Balıklar sudan başka bir mahalde yaşayamadıkları gibi, o âlim de o tavırdan başkasına kādir olamaz. Ve ondan o hâl gözükür. Böyle bir âlimin aklı tedbirli ve koruyucu olur. Çünkü onun zamanındaki bütün halk, gerek bilsinler gerek bilmesinler, onun heybetinden korunmuş olup yansıyan ışığından yardım isterler. Eğer böyle bir âlim, görünüşte emîrin ziyâretine gitse bile, emîr ziyâret eden ve o âlim ziyâret edilen olur. Çünkü bütün hallerde emîr ondan istifâde eder ve yardım görür. Ve o âlim ise emîrden ganîdir; güneş gibi nûr bahşedicidir. İşi lütuf ve bahşiştir.” İşte yukarıdaki îzâhlar gereğince, böyle bir kimse salâh ve doğruluk yolunda sâlik olsa bile “Allâh’ın kulu” değildir; belki kendi üzerinde te’sîr edici olan kimsenin kuludur. Şimdi ey nefs, sen insânî halîfeyi üç hâlin birisi içinde bulacaksın: Ya‘nî ya benim ile; veyâ melek ile; veyâ kendi şeytanı ile berâber bulacaksın. 291 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm - Eğer onu benim ile berâber bulursan ona git ve yönel! Çünkü senin sıfatından fariğ olman bir meşgale teşkîl eder; ve perdeni kaldırır, ve o sebeple saîd olursun. Ve insânî yükselmeler nefs sebebiyledir. İnsan durmaksızın kendisine saldıran nefsî sıfatlar ile mücâhede ettiği için ilâhî yakınlığa nâil olur. - Eğer onu melek ile bulursan edebli ol; ve aralarına girme! Bekle ki, melek azarlamakla, ya‘nî “Bu fiilin hoş değildir, niçin yaptın, bu fiil sana lâyık değil idi?” tarzında nakillerde bulunsun; veyâhut dünyevî tantana gafletine dalsın ve işlerinde hatâlı olsun da melek ondan ayrılsın ve naklettiklerini katletsin. Bundan dolayı melek ondan ayrılınca, sen bu nakilleri ona ihtâr et; ve onu gaflet ve hatâdan îkaz eyle! - Ve eğer onu şeytan ile bulursan şeytana zahmet verici ol; ve ikisinin arasına gir! Ve levvâme sıfatı ile zâhir ol! Ya‘nî onun şeytânî nakillere uyarak işlediği fiilinden dolayı ona pişmanlık naklet! Ve onun üzerine şeytanı gâlib kılma! Ve onu şeytanın tasarrufu altında bırakma! Ve onun hakkında kuvvetini kullan ve ona hîle eyle! Çünkü şeytanın hîlesi ve tuzağı zayıfıtr. Nitekim “inne keydeş şeytâni kâne daîfâ” ya’nî “Muhakkak ki şeytanın hîlesi zayıftır” (Nisâ, 4/76) buyrulur. Bilinsin ki, şeytan zâhir değildir ve onun fiili ancak naklettiklerinden sâbittir. Nefs ise zâhirdir. Bundan dolayı nefs amellerini şerîat hükümlerine uydurdukça şeytana üstün gelmesi muhakkaktır. Örneğin şehvete âit kuvvet kendisine gâlib olan bir kimseye şeytan zinâyı nakleder. Bu ancak bir hâtıradır. Nefs şehvetini nikâhlısıyla kazâ ettiği takdîrde, hem şeytana üstün gelir ve hem de mükâfât kazanır. Diğer fiiller de buna kıyaslansın. Şimdi ey nefs sen bu şekilde insânî halîfeye getirdiğin şey ne ise onun üzerine sâbit ol! Onun üzerine çeşitlenerek ve halden hâle geçerek zâhir olma ki, ne yapacağını bilemeyerek şaşırıp kalmasın. Çünkü bütün mertebelerde onun dönüşü sanadır. Ya'nî senin nefs-i emmâre, nefs-i levvâme, nefs-i mülhime ve nefs-i mutmainne ve nefs-i râzıyye ve nefs-i marzıyye ve nefs-i kâmile mertebelerinde, o insânî halîfe hep seninle berâberdir. 292 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm ŞEYTÂNÎ TEZKİRE (FERMÂN-HATIRLATIŞ) Emrî değil, ilâhî irâdî emir geçerli olur. İnsânî halîfe üzerine sınırların aşılması ile ve haramları içe saymakla ve küfür ve şirk ve zulüm ve hased ve meşrû olmayan şeylerle ve benim gayrıma ibâdet ile in! Eğer her hangi bir emirde sana vefâ ederse, ondan diğer bir emre geç! Sen onu elbette üç halden birisi üzerine bulursun: Ya benim ile; ya melek ile; ya nefs ile. Eğer benim ile bulursan o hangi kısımda ve hangi isimdedir? Ona bak! Ve mülkün olan memleketinden in; hakîkat cinsinden olan hayâl âleminden sakın ki, o onda benim ile berâberdir, tâ ki evliyâm için mâsumluğumun ve onlar için korumamın ve onlar üzerine olan kıskanmamın nasıl olduğunu göresin. Şimdi fiillerime ve sıfatlarıma tenezzül ettiği vakit, fermânında olan şeyden ona naklet! Eğer kabûl ederse, bu vakitte o senin içindir. Daha sonra tövbe edip döndüğünde onun günâhı senin üzerinedir ki, sen onunla cehennem ateşinde dâimî olarak ebedî azâb görücü olursun. Ve eğer bana şirk koşarsa o senin içindir. Ve onun azâbı onun ve senin üzerinedir. Ve eğer onu melek ile berâber bulursan, onunla savaş! Eğer üstün gelirsen, ben kalırım. Eğer kulumu zelîl edersem, onun nâsıyesi senin mülkündür. Ve eğer onu yardım görücü kılarsam iki husûs olur: Ya senden kabûl etmemesi, yâhut kabûl edip ondan dönmesidir. Ve ben onun için bana yakınlık olarak uzaklık ta’yin etmem. Ve senin hîlen sana döner. Ve eğer onu nefs ile berâber bulursan, o nefse hemen olacak şeyleri süslü göster ve ona emeli kolaylaştır! Ve eğer onunla meşgûl olursa naklet! Çünkü o senin için bu hâl içinde itâat edici kuldur. Oysa ben yardım etmekle etmemek arasında onunla berâberim. Onun hakkında ilmim ile hükmederim. Ve ben Alîm ve Kadîr’im. Ya'nî bu şeytânî fermân, teklîfî emrin değil, ilâhî irâdî emrin geçerliliği içindir. Bilinsin ki, cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) efendimizin Fusûsu’l-Hikem’de Ya’kûb Fassı’nda beyân buyurdukları üzere emir ikidir: - Birisi teklîfî emirdir ki, bu emir enbiyâ (aleyhimü’s-selâm) vâsıtasıyla şehâdet âleminde kullara tebliğ buyrulur. - Diğeri irâdî emirdir ki, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri kulların sâbit ayn’larının isti'dâdlarıyla taleb ettikleri hâlin açığa çıkmasını irâde buyurur. Kulun isti'dâd lisânı ile taleb ettiği hâl saâdet ise saâdetine ve şekâvet ise şekâvetine ilâhî hüküm bağlanır. Da'vet esnâsında enbiyâ (aleyhimü’s-selâm)dan kader sırrı örtülü olduğu için, onlar teklîfî emri herkese eşit düzeyde teblîğ ederler. Onlar da'vet ettikçe şakîlerin şekâveti ve saîdlerin de saâdeti artar. Bundan dolayı enbiyâ (aleyhimü’s selâm) hazarâtı tabîbler gibidirler. Bir hastanın sonu kesin olarak helâke ise, tabîb onu tedâvî ettikçe hastalığı şiddetlenir; ve tabîb hayrette kalır. 293 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm Şimdi Hâdî isminin görünme yeri olan enbiyâya teklîfî emir ulaştığı gibi, Mudill isminin görünme yeri olan İblîs’e de aynı şekilde teklîfî emir ulaşır. Ve her iki tarafta da bu teklîfî emir değil, ilâhî irâdî emir geçerli olur. Çünkü hakîkatte hidâyet enbiyâ (aleyhimu s-selâm)’ın ellerinde olmadığı gibi, dalâlete sürüklemek de İblîs’in elinde değildir. Nitekim Nebiyy-i zî-şân hakkında Hak Teâlâ hazretleri: “İnneke lâ tehdî men ahbebte ve lâkinnallâhe yehdî men yeşâ’” (Kasas, 28/56) ya'nî “Ey Habîbim, sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin; velâkin Allah Teâlâ dilediğini hidâyete ulaştırır.” Ve aynı şekilde İblîs hakkında buyurur: “İnne ibâdî leyse leke aleyhim sultânun” (Hicr, 15/42) ya'nî “Ey İblîs, benim kullarım vardır ki, onlar üzerinde senin kuvvetin geçerli değildir.” Bu ön bilgiler anlaşıldıktan sonra şeytânî fermânın ifâdesi anlaşılır: Ey İblîs, insânî halîfe üzerine in de, ona şerîat sınırlarını aşmayı ve ilâhî emirlere hürmetsizliği ve küfür ve inkârı ve şirki ve türlü zulmü ve hasedi ve türlü rezîlliği ve meşrû olmayan işleri ve benim gayrıma ibâdeti ihtâr eyle; ve bunları yapmaya teşvik et! Eğer bunlardan her hangi bir emirde sana vefâ eder ve senin ihtârına uyarak bunu yaparsa, diğer bir emre geç! Meselâ ona şarap içmeyi ihtâr et! Eğer buna uyarak içerse zinâyı ihtâr et! Onu da yaparsa birini öldürmeye teşvik et; ve onu da yaparsa nebîleri ve şerîatları yalanlamaya da'vet et; bunu da kabûl ederse Hâlık’ı inkâr etmeyi naklet! Ey İblîs, indiğin vakit, insânîyi elbette üç hâlin biri üzerinde bulursun: Ya benimle; ya melekle; veyâhut nefisle bulursun. - Eğer benim ile bulursan onun hangi kısımda ve hangi ismin tecellîsi altında bulunduğuna bak! Ya'nî benim ile bulduğun insan tevekkül ve sabır ve rızâ gibi muhtelif kısımlardan hangi kısımda benim ile berâberdir. Ve bu kısımlarda ilâhî isimlerimden Mu'izz ve Müzill ve Mu‘tî ve Mâni' gibi hangi isimlerin tecellîsi altında bulunmaktadır. Senin mülkün olan tabîat ve kesâfet memleketinden onun o hâline göre in! Çünkü o her ne kadar benim ile berâber ise de, senin memleketin olan tabîat âlemi içindedir. Bundan dolayı bu maddesel kesâfet içinde, örneğin tevekkül kısmında duran ve Mâni' isminin tecellîsi altında olup fakr ve zarûrete düşmüş olan insana, tevekkülünü bozacak nakillerde bulun. Fakat hakîkat cinsinden olan hayâl âlemine girmekten sakın ki, o insan o latîf olan hayâl âleminde benim ile berâberdir. Çünkü bu insan senin memleketin olan kesâfet ve tabîat âleminden çıkıp hakîkat âlemine dâhil olmuştur. Ve şeytanlar hakikat semâsına çıkamazlar. Ve orada şeytalar için aslâ musallat olma ve ta- 294 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm sarruf yoktur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur: “Ve hafıznâhâ min külli şeytânin recîm; İllâ menisterakas sem’a fe etbeahu şihâbun mubîn” ya’nî “Ve Biz, onu kovulmuş şeytanların hepsinden muhafaza ettik; Ancak kim duyma hırsızlığı yaptıysa, o zaman onu açıkça yakıcı bir ateş parçası tâkip etti.” (Hicr, 15/17-18) Bilinsin ki, yukarıda da ilgisi dolayısıyla bildirildiği üzere, “hayâl” biri hak, diğeri bâtıl olmak üzere iki kısım sayılmıştır. Hak olan hayâl Hâdî isminin ve bâtıl olan hayâl de Mudill isminin etkileri altındadır. İblîs hakîkat cinsinden olan hayâl âlemine giremez ise de, evhâm cinsinden olan hayâl âlemine dâhil olur; ve onda dilediği gibi tasarruf eder. Şimdi evliyâullâhın tuzağı olan hayâller, Mesnevî-i Şerîf’te beyân buyrulduğu üzere, ilâhî ilimde sâbit olan sâbit ayn’ların yansımaları ve gölgeleridir. Mesnevi: Tercüme ve izâh: Evliyânın tuzağı olan o hayâller Hudâ bostanının ay yüzlülülerinin yansımasıdır. Yânî evliyânın hayâller tuzağı nefsânî hevâ olmayıp, belki Hudâ’nın bostanı olan ma’nâlar âleminin ay yüzlülerinin yansıması, yânî ilâhi ilmi sûretlerdir İblîs’in bu hayâllerde aslâ tasarrufu olamaz; çünkü bunlar sâbit hakikatlerdir. Ve ilâhî kıskanma İblîs’i bu âlemden uzaklaştırı. Nitekim fermanda buyrulur: “Tâ ki evliyâm için mâsumluğumun ve onlar için korumamın ve onlar üzerine olan kıskanmamın nasıl olduğunu göresin!” Şimdi ey İblîs, insânî halîfe fiillerimin ve sıfatlarımın mertebesi olan tabîat ve kesâfet âlemine beşeriyeti dolayısıyla tenezzül ettiği vakit, seni bu mertebede tasarrufa me’zûn kılışım yönüyle, fermânında olan şeyden ona bir şey naklet; eğer kabûl ederse, bu vakit o senin içindir. Nitekim biraz yukarıda bu husûsta bunu ifâde eden îzâhlar verilmiş idi. Eğer o kimse senin nakillerinden bir şey kabûl ettikten ve bunu yaptıktan sonra, o âsilikten tövbe edip dönerse onun günâhı senin üzerine olur; ve sen o günâh sebebiyle cehennem ateşinde dâimî olarak ebeden azâb görücü olursun. Ve o, “Günâhından tövbe eden kimse günâh yapmamış olan kimse gibidir” hadîs-i şerîfi gereğince bu âsilikten kurtulur. Ve eğer sen ona şirki nakledersen ve o da onu kabûl ederse, o senin için olur. Ve o şirkin azâbı hem onun üzerine ve hem de senin üzerinedir. - Ve eğer onu melek ile berâber bulursan, o melek ile savaş! Çünkü onun nakilleri senin nakillerinin zıddıdır. İki zıd ise bir arada olmaz. Eğer bu savaş netîcesinde meleğe gâlib gelirsen ve meleğin nakilleri kesilirse, zâtî ihâtam dolayısıyla, Ben kalırım. Ve eğer sana fırsat vererek kulumu senin kahır ve tasarruf elinde zelîl edersem, onun nâsıyesi senin mülkündür. Çünkü sana 295 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm mağlûb olan kullarımın nâsıyeleri Mudill isminin elindedir. Ve bu isim onları kendi doğru yolu üzerinde çekip götürür. Ve eğer kulumu yardım görücü kılarsam iki hâl oluşur: • Ya senin nakillerini kabûl etmez ve yapmaz; • Veyâhut kabûl edip yaptıktan sonra onda ısrâr etmeyerek salâh hâline döner. Ve Ben bu iki halden dolayı onun için Bana yakınlık olarak uzaklık ta’yîn etmem. Ya'nî zâtî ihâtası dolayısıyla Hak Teâlâ her şeye o şeyin kendisinden daha yakındır. Uzaklık, kulun bakışına ve Hakk’ın mâsivâsında gark oluşuna göre, izâfî ve i'tibârîdir. Hakîkatte Hak’tan yakın hiç bir şey yoktur. Bundan dolayı şeytânî nakillere uyarak, kul bir fenâlık yapıp tövbe edince, Hak Teâlâ bu hakîkî yakınlık içinde, ona izâfî ve i'tibârî uzaklığı ta’yîn etmez. Çünkü şeytânî nakilleri kabûl etmeyen; ve kabûl edip yaptıktan sonra da tövbe ve istiğfâr eden kimsenin bakışı Hakk’adır. Bu ise hakîkî yakınlık içinde i'tibârî yakınlıktır. Bundan dolayı o kimse için uzaklık yoktur. Şimdi ey İblîs, kulumun bu hâli içinde senin hîlen sana dönük olur; ve sen onunla azâblanırsın. - Ve eğer onu nefs ile berâber bulursan, o nefse dünyânın hemen olan lezzetlerini süslü bir halde göster. Ve ona bir takım dünyevî amelleri kolaylaştır! Örneğin o nefse de ki: • “Sen fakirsin, nefis yemekler yemeye ve güzel bir evde oturmaya kudretin yoktur. Ticâret et!” Ve ticârete de başlayınca de ki: • “İşte görüyorsun ki, doğruluk içerisinde alıp satmak ancak kendine yetecek kadarına yardımcıdır. Bundan dolayı çok para kazanmak için hîle lâzımdır. Malı müşterilere eksik ver ki, sermâyen artsın!..” O kimsenin eline böyle gayr-i meşrû' şekilde bir miktâr fazla meblağ geçince de, de ki: • “Bu para ile kumar oyna ki, bir anda eline daha çok meblağ girsin!” Kumarda para kazanınca da, de ki: • “İşte bak, şimdi oldukça zengin oldun. Umûmhânelerde güzel kadınlar var. Oraya git ye iç ki, dünyevî hemen gerçekleşen lezzetlerden istifâde edersin. Ve eğer o kulum senin durmaksızın yaptığın nakillerini yavaş yavaş kabûl ederse ve yaparsa, ona istediğin kadar nakillerde bulun! Çünkü o bu hâl içinde sana itâatkârdır. Ben ise o kuluma yardım etmekle etmemek arasında onunla berâberim. Onun hakkında ilmim ile hükmederim. Ya‘nî sen 296 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm kulumu mağlûb ederek onu helâke sürüklediğin zaman, benim onun hakkındaki hükmüm, onun ezelde ilâhî ilmimde sâbit olan hakîkatine ve sâbit ayn’ına göredir. Eğer ezelde isti'dâd lisânı ile şekâveti taleb etmiş ise şekâvetle hükmederim; ve eğer saâdeti taleb etmiş ise, ona yardım edip onun yakasını senin elinden kurtararak saâdetine hükmeylerim. Ve ben Alîm-i Kadîr’im. Ya'nî kudretim irâdeme; ve irâdem de ilmime; ve ilmim de ma'lûm olan kulların sâbit ayn’larına tâbi'dir. VAllâhü’l-Hâdî! “Ey kerîm efendi! Vücûdda Hakk fermânlarıdır, ki onlara “hâtıralar” ta’bîr edilir, onların rütbesini sana îzâh ettim. Ve eğer senin kâtibin onlara insanların ârif olanlarından ise ve bu üçü, onun itâatı altında ise ve Hak Teâlâ onu sır sâhibi olarak kabûl edip ihâtalı ilim ve makām bahşetmiş ise, onun kadrini bil ve onu derecesinden aşağıya indirme! Çünkü bu fermânlar onun eliyledir. Ve onun emri reddedilmez. Ve eskiden beri meliklerin aleyhine arkadaşı gelmedi ve onların hâli değişmedi, ancak çevresindeki görevlilerden geldi. Bundan dolayı çevrendeki görevlileri kerîm olarak araştır sor; ve ondan dost ile düşman arasını ayırt et! Fiilin ile onunla berâbersin. Ve ihsân herkes hakkında bağlar ve doğru yola sevkeder ki, düşmanlığı giderir; ve kîni ortadan kaldırır; ve muhabbet ve gayret meyveleri verir. V’Allâhü’l-muvaffık!” Ey kerîm efendi olan rûh! İzâfî vücûd âleminde bu anlattığımız rabbânî ve melekî ve nefsânî ve şeytânî olan fermânlar, Hakk fermânlarıdır. Onlara tahkîk ehli terimlerinde “hâtıralar” denilir. Ve insan bir an bile hâtıraları hatırlamaktan hârîç değildir. Ve her gelen hâtıra mutlaka bu dördünden birine isâbet eder. Sâlik bu gelen hâtıraların mahiyyetlerine dikkat ederse, bunlardan hangisi olduğunu anlayabilir. Fakat farketmek için pek çok zekâ ve kavrayış lâzımdır. Çünkü ba'zen şeytânî hâtıra, mükâfatı çok büyük olan bir hayırdan men' etmek için, mükâfatı daha az olan bir hayra teşvik eder. Ve bu teşvik melekî hâtıra zannedilir. Nitekim Mesnevî-i Şerif’te geçmektedir ki, Hz. Muâviye sabâh namazına hazır olamadığı için çok üzülür. Hak Teâlâ hazretleri bu üzüntüsüne karşılık çok büyük bir mükâfat buyurduğu için, ertesi sabah İblîs, yine böyle bir üzüntüyle çok büyük bir mükâfat almayıp, sâdece sabah namâzının mükâfatıyla kalması için, Hz. Muâviye’yi namaza uyandırır. Ve aynı şekilde nefs gizli bir maksadına nâil olmak için, sâlike ibâdet hâtırasını nakleder. 297 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm Nitekim Tezkiretü’l-Evliya’da geçmektedir ki, evliyâullâhdan Fudayl bin Iyâz hazretleri zamânında gâzîler savaşa hazır olurlar. Cenâb-ı Fudayl çok yaşlı olduğu için namazın farzlarını oturduğu halde kılarken nefsi ona hitâben - “Ey Fudayl, mü’minler savaşa hazır oldular. Sen niçin bu farzı ayakta edâ etmezsin?” der. Hz. Fudâyl buyurur ki: Bu nefsânî nakil üzerine vücûdumda kuvvet hissettim. Ve daha sonra iyice bir düşünüp nefsime dedim ki: - “Ey nefs! Namazı ayakta kılamadığım halde savaş gibi zor bir işte senin ne zevkin vardır? Özellikle sonucu ölümken. Oysa sen ölümden nefret edersin. Bu nakilde mutlaka senin bir hîlen vardır. Eğer hîleni îzâh etmezsen seni çok büyük bir mücâhede altına sokarım.” Nefis dedi ki: - “Ne zamanki sen savaşa hazır olup silahlanmış olarak halkın huzûruna çıkarsın, herkes beni parmakla gösterip derler ki: Bakınız şu Fudayl’a! Bu yaşında dînî gayretin şevkiyle savaşa gidiyor! Halkın bu beğenmesinden son derece memnûn olurum. Gerçî ondan sonra ölüm gelir. Ama ben senin elinde her gün ölmekteyim. Bir kere ölürüm; ve öldükten sonra da adım dillerde destân olur..” Hz. Fudayl buyurur ki: - “Nefsin bu nakilleriyle benim ihlâsımı kökünden koparmayı ve beni dînden soyutlamayı istediğini anladım. Ve savaştan vazgeçtim.” “Hâtıralar” hakkında evliyâ menkıbelerinde bu gibi misâller pek çoktur. Bunları bir dîğerinden ayırt etmek için pek çok dikkat ve zekâ lâzımdır. Şu kadar ki, bu hâtıraları bir dîğerinden ayırt etmek için tahkîk ehli ba‘zı alâmetler anlatmışlardır: - “Rabbânî” veyâ “hakkânî” hâtıralar hayra teşvîk husûsunda kuvvetli bir şekilde ulaşır. - Ve “nefsânî hâtıralar” da şerre teşvîk husûsunda kuvvetli bir şekilde ulaşır. - Ve “melekî hâtıralar” hayra teşvîk husûsunda zayıf bir şekilde ulaşır. - Ve “şeytânî hâtırlar” şerre teşvîk husûsunda aynı şekilde zayıf bir şekilde ulaşır. Hz. Şeyh (ra) buyururlar ki: Ey insânî halîfe, bu hâtıraların rütbesini ve mertebelerini sana îzâh ettim. Ve eğer senin kâtibin, ya'nî nefs-i nâtıkan; - O hâtıraların mâhiyyetlerini ayırt etmek husûsunda insanların âriflerinden ise; 298 Tedbirât-ı İlâhiyye Dokuzuncu Bölüm - Ve bu üç hâtıra, ya‘nî “melekî,” “nefsânî” ve “şeytânî” hâtıralar, onun itâati altında ise; - Ve Hak Teâlâ senin nefs-i natıkanı ilâhî sırlarını kabûle ehil ve emîn edinip, yukarıda îzâh edildiği üzere, ihâtalı ilim ve makām bahşetmiş ise, o kâtibin kadrini bil! Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) yukarıda dört çeşit hâtıra beyân buyurduğu halde, üçünün itâat altında olabileceğine îmâ buyurmuşlardır. Çünkü rabbânî hâtıra, insânî halîfenin tasarrufu ve itâati altında değildir. Ve bu hâtıralar ona kendisinin Kayyûm’u olan hüviyyetinden ulaşır. Ve onun hüviyyeti Hak olup, hakîkî tasarruf edicidir. Fakat melek ve nefs ve şeytan, izâfî ve mecâzî tasaruf edici oldukların farzlarla yaklaşma makāmında bulunan kişilerin itâati altında bulunurlar. Şimdi nefs-i nâtıkanın mertebesine ve derecesine riâyet edip onu indirme ve zelîl etme! Çünkü bu bahsedilen fermânlar sana bu kâtibin eliyle ulaşır. Ve onun emri ulaşınca reddi mümkün değildir. Ve eskiden beri melikler ve hükümet reîsleri aleyhine onların arkadaşı gelmedi ve onların hâli bozulmadı, ancak onların görevlilerinden geldi ve bozuldu. Ve meliklerin görevlileri, memleketlerinin etrâfına işlerin idâresi için gönderdikleri me’mûrlardır. Bu me’mûrların fenâ olması arkadaşlarının kendi aleyhlerine harekete geçmelerine ve mülkün harâb olmasına sebep oldu. Bundan dolayı sen kendine kerîm görevliler araştırıp seç! Ve o görevlilerden dost ile düşman arasını ayırt et! Çünkü senin fiilin onunla berâberdir. Ve ihsân herkes hakkında bağlayıcı ve doğru yola sevkedicidir. Ya'nî fiilin ihsân olursa, sen bu ihsân sebebiyle bağlar ve doğru yola sevk etmiş olursun. Ve ihsân ve kerem gizli düşmanlığı giderir; ve kalblerde olan kini ortadan kaldırır; ve idâren altındakilerin kalbinde muhabbet meyvesi bitirir; ve senin lehinde onlarda bir gayret peydâ eyler. V Allâhü’l-muvaffık!... 299 Tedbirât-ı İlâhiyye Onuncu Bölüm ONUNCU BÖLÜM Vergi Toplama Reîslerinin ve Me’mûrlarının Beyânındadır Allah Teâlâ senin kuvvetini üzerinde muhâfaza etsin! Ey kerîm efendi! Bilesin ki, muhakkak Allah Teâlâ mevcûdların ba'zısını ba'zısı üzerine yükseltti; ve onları reîs ile reîsliği altındakiler ve mülk sâhibi ile onun mülkü olanlar olarak kıldı. Ve muhakkak Allah Teâlâ kıyâmet gününde, idâren altında olan köylerin ve şehirlerin hakkında senden adâlet ister. Ve muhakkak Allah Teâlâ senden onları sorar. Nitekim buyurur: “innes sem’a vel basara vel fuâde küllü ulâike kâne anhu mes’ûlâ” (İsrâ, 17/36) ya'nî “Kulak ve göz ve kalbin her birinden sâhibinin yaptığı sorulur.” Ve yine buyurur: “Yevme teşhedü aleyhim elsinetühüm ve eydîhim ve ercülühüm bimâ kânû ya’melûn” (Nûr, 24/24) ya'nî “Bir gün gelir ki,dilleri ve elleri ve ayakları yaptıkları şeyle onların üzerine şehadet eder.” Ve hakîkatleri beyân ederek buyurur: “Ve mâ küntüm testetirûne en yeşhede aleyküm sem’uküm ve lâ ebsâruküm ve lâ culûdüküm” (Fussılet, 41/22) ya'nî “Kulağınızın ve gözünüzün ve cildlerinizin aleyhinize şehâdet etmesini örtemediniz;” ve bunun benzeri. Şimdi göz ve kulak ve dil ve el ve karın ve cinsel organ ve ayak senin köy ehlinden me’mûrların ve emînlerindir. Ve onlardan her biri kazandığı mal sınıflarından bir sınıf üzerine reîs ve hazînedârdır. Ve onların reîsi ve imâmı “his”tir ki, bu duyuların hepsi yaptıklarıyla ona döner. Ve muhakkak “his” reîsliği ve memleketi ile hayâl sultânının altında reîsliği altındadır. Ve “hayâl” doğru olarak olsun ve bozuk olarak olsun kendisinde olan şey ile zikir sultânının reîsliği altındadır. Ve “zikir” fikir sultânının reîsliği altındadır. Ve “fikir” akıl sultânının reîsliği altındadır. Ve “akıl” senin yardımcındır. Ve sen “kudsî rûh” olarak ta'bîr edilen imâm olan reîssin. Ey kerîm imâm! Sana ilk olarak yakışan, nefsin ile eşyâya başlayarak mekân tutmandır ki, bu husûsta birliktelik kılar. Bu onuncu bölüm memleketin idâresi için lâzım olan reîslerin ve vâlîlerin ve onların yardımcılarının beyânındadır. Ey insânî vücûd memleketinin kerîm efendisi olan rûh! Seni halîfe kılmış olan Allah Teâlâ sana bahşetmiş olduğu kuvveti ve sultânı senin üzerinde muhâfaza etsin! Bilesin ki, muhakkak Allah Teâlâ mevcûdların ba'zısını ba'zısı üzerine yükseltti ve üstün kıldı. Ve onları reîs ile reîsliği altındakiler ve mülk sâhibi ile onun mülkü olanlar, ya'nî tâbi’ olunanlar ve tâbi’ olanlar sınıflarıyla ayırdı. Çünkü izâfî vücûdlar âleminde var olmuş olan her bir şey isimlere âit görünme yerlerinden birisidir. Ve ilâhî isimler arasında karşılıklı olma ve farklı olma vardır. İsimlerden 300 Tedbirât-ı İlâhiyye Onuncu Bölüm ba'zıları ba‘zı isimlerin reîsi ve imâmı olup kendilerine tâbi‘ olan isimlerin tâbi’ olunanıdır. Ve bu hakîkate işâreten Kur’ân-ı Kerîm’de; - “Tilker rusulü faddalnâ ba’dahüm alâ ba’din” ya’nî “İşte Biz, o resûllerden bir kısmını, diğerlerinin üzerine üstün kıldık” (Bakara, 2/253) - “Ve lekad faddalnâ ba’dan nebiyyîne alâ ba’dın” ya’nî “Andolsun ki ba’zı nebîleri, ba’zılarına üstün kıldık” (İsrâ, 17/55) buyrulur. İşte bu esâsa dayanarak insânî vücûddaki kuvvetlerden ve a'zâlardan ba‘zıları ba'zılarına hâkimdir. Ve rûh onların hepsinin reîsi ve imâmıdır. Ve onun idâresi altında olanlar ve tâbi’leri iki çeşittir: Birisi “köy” ve diğeri “şehir”dir. Yukarıdaki şerhlerde îzâh edildiği üzere; - “Köy” zâhir duyular ile a'zâ ve organlardır; - Ve “şehir” bâtın kuvvetlerdir. Şimdi ey rûh, muhakkak Allah Teâlâ kıyâmet gününde bu her iki kısım tâbi’ olma hakkında senden adâlet ister. Ve onlardan senin tasarrufun ile ortaya çıkan amelleri ve fiilleri birer birer senden sorar. Ve kıyâmet yurdunun, dünyâ yurduna kıyâsı olmayıp, her şeyin hakîkatinin açıldığı bir yurttur. Ve o yurtta arazlardan ibâret olan ameller kendilerine uygun olan sûretler ile zâhir olur. Ve hesap sorma gününde soru genele dönük tek bir ilâhî tecellî ile gerçekleşip, her nefis kendi amellerini ortaya koyarak kendisinin lehinde veyâ aleyhinde şehâdet eder. Ve bu genele dönük tecellî netîcesinde herkes hesâbını verir. Çünkü Allah Teâlâ hazretleri hesâbı serî görendir. Ve bunun delîli aşağıdaki âyet-i kerîmelerdir: - “İnnes sem’a vel basara vel fuâde küllü ulâike kâne anhu mes’ûlâ” (İsrâ, 17/36) ya'nî “Kulak ve göz ve kalbin her birinden sâhibinin yaptığı sorulur” ve - “Yevme teşhedü aleyhim elsinetühüm ve eydîhim ve ercülühüm bimâ kânû ya’melûn” (Nûr, 24/24) ya'nî “Bir gün gelir ki,dilleri ve elleri ve ayakları yaptıkları şeyle onların üzerine şehadet eder” ve - “Ve mâ küntüm testetirûne en yeşhede aleyküm sem’uküm ve lâ ebsâruküm ve lâ culûdüküm” (Fussılet, 41/22) ya'nî “Kulağınızın ve gözünüzün ve cildlerinizin aleyhinize şehâdet etmesini örtemediniz;” ve bunların benzeri başka Kur’ân âyetleri vardır. Şimdi göz ve kulak ve dil ve burun ve el gibi zâhir duyular; ve karın ve cinsel organ ve ayak gibi a'zâ ve organlar senin köyünün ehlinden bulunan memûrların ve emînlerindir. 301 Tedbirât-ı İlâhiyye Onuncu Bölüm Ve fiillerin ve amellerin, zâhir hükümette devlet hazînesine toplanan vergiler mesâbesindedir ki, onları bu duyular ve a'zâlar vergi olarak toplarlar; ve hazîneye koyarlar. Ve bunlardan her biri kazandığı mal sınıflarından, ya'nî mal mesâbesinde olan amellerinin sınıflarından, bir sınıf üzerine reîs ve hazînedâr olmak üzere ta'yîn edilmiştir. - Ve bunların hepsinin reîsi ve imâmı müşterek hisstir. Ve “müşterek ya’nî ortak his” zâhir duyuların sonuncusu ve bâtın duyuların ilkidir. Ve zâhir ve bâtın kuvvetlerin ortak bölümüdür. Bundan dolayı zâhir duyuların hepsi amelleriyle ona döner. Ve hepsinin amelleri onda toplanır. - Ve bu müşterek his, reîsliği ve memleketi ile berâber, ya‘nî reîsi olduğu zâhir duyularla ve idâresi altındakilerle berâber hayâl sultânının reîsliği altındadır, ya'nî hayâl sultânına tâbi'dir. Çünkü “hayâl”in vazîfesi zâhir duyular ile bilinen şeylerin sûretlerini ve misâllerini zabtetmektir. Örneğin gözler bir şahsı veyâ bir şehri görür; • İlk önce müşterek histe toplanır. • Ve müşterek his onları kendi tâbi’ olduğu hayâl hazînesine ulaştırır. • Ve o şahıs veyâ şehir gözden kaybolsa, insan onu tekrar göz ile görmeye muhtaç olmaksızın, onu hayâl hazînesinde dilediği zaman müşâhede eder. - Ve hayâl, doğru olarak olsun ve bozuk olarak olsun kendisinden toplanan şeyler ile zikir sultânının reîsliği altındadır, ya'nî hâfıza kuvvetine tâbi'dir. Ve “hâfıza kuvveti”nin vazîfesi zâhir ve bâtın duyulardan doğru ve bozuk olarak gelen her ma'nâyı zabtetmektir. - Ve hâfıza kuvveti fikir sultânının reîsliği altındadır, ya'ni ona tâbi'dir. Ve fikir kuvvetinin vazîfesi zâhir ve bâtın duyulardan hâfıza kuvvetine ulaşan şeyleri müşâhede etmektir. Ve onların sûretlerinde ve ma’nâlarında terkîbler oluşturarak ve tahlîl yaparak tasarruf etmektir. - Ve “fikir” akıl sultânının reîsliği altındadır, ya'nî fikir kuvveti akıl sultânına tâbi'dir. Bundan dolayı hâfıza kuvvetinde gördüğü şeylerin doğruluğunu ve bozukluğunu aklın tasarrufu vâsıtasıyla ayırt eder. • Şimdi eğer fikir kuvveti akla tâbi’ olursa ona “zâkire-i mütefekkire;” • Ve eğer vehim veren kuvvete tâbi' olursa ona “mütehayyile” derler. - Sonuç olarak “hâfıza kuvveti” kitaba benzer. Ve “zâkire-i mütefekkire kuvveti” o kitabın okuyucusudur. 302 Tedbirât-ı İlâhiyye Onuncu Bölüm - Ve “hayâl kuvveti,” “kâtib”dir. - Ve “vehim veren kuvvet” dıştaki şeytanın benzeri olup bu işi karıştırır ve saptırır. - Ve “müşterek his” her taraftan akıp gelen nehirleri ve ırmakları birleştiren denize benzer. Şimdi ey rûh! Akıl senin yardımcındır. Ve sen insânî vücûdda “kudsî rûh” olarak ta'bîr edilen reîs ve imâmsın. Ey kerîm imâm olan rûh! Sana insânî memleketinin idâresi husûsunda ilk olarak yakışan şey, eşyâya ve işlere nefsin ile, ya'nî bizzât, başlayarak mekân tutmandır ki, bu hâl idâre husûsunda birliktelik kılar. Çünkü halîfe kendisini halîfe kılanın aynıdır. Ve seni halîfe kılmış olan Hak Teâlâ hazretlerinin eşyâya olan tecellîsinde ayrım yoktur. Ayrım gibi gözüken şey eşyânın muhtelif isti'dâdlarından kaynaklanmaktadır. Nitekim: “mâ terâ fî halkır rahmâni min tefâvut” ya’nî “Rahmân’ın halk etmesinde bir ayrımcılık göremezsin” (Mülk, 67/3) buyrulur. Ve isti'dâdlardaki farklılığa âid ayrıntılar da yukarıdaki şerhlerde geçti. Şimdi senin şehrine ve köyüne olan zâtî tecellîlerin de böyle olmalıdır. 303 Tedbirât-ı İlâhiyye Onuncu Bölüm Şimdi aklı kuvvetli olan emîn mu’temede bak ki, bu vergileri idâre altındakilerin ellerinden adâlet ve siyâset üzere toplamaya nezâret eder. Çünkü onların toplandığı bir hazîne olmaksızın senin için devamlılık ve elbette senin için ondan yana doygunluk yoktur. Ve sen onların hepsini istersin. İdâren altındakiler senden nezâket ve güzel bir şekilde geçim ister. Ve seni halîfe kılan da senden emre uymanı ve adâlet uygulamanı ister. Bu iki makāmda uyanık ol! Ve ancak o şeye ârif ve ona istekli olan bir müdürü ve me’mûru ta'yîn et! Çünkü bir iş üzerine birden çok ta’yîn, o işin bozulmasına sebep olur. Çünkü eğer sen birden çok ta'yîn edersen her biri senin indinde sâhibi üzerinde mevki’ ve kendini göstermek ister; bundan dolayı çok fazla gayret gösterirler. Oysa o ahâlî zayıftır. Genellikle taşıyamacakları şeyi onların üzerine yüklerler. Şimdi bu, onların irtibâtlarını kesmesine ve helâklerine bir sebep olur. Bundan dolayı bu uygulamanın bozduğu şey ıslâh ettiği şeyden daha çoktur. Ve Aleyhi’s-Selâm buyurdu: “Kendini çok yoran ne tarla sürebilir ve ne de hayvan bırakır.” Ve yine buyurdu: “Kim ki dîni yöne fazla ağırlık verdi, dîn ona gâlib oldu.” Ve seni halîfe kılan “Ve lâ tec’al yedeke maglûleten ilâ unukıke ve lâ tebsuthâ kullel bastı” ya’nî “Elini boynuna bağlanmış kılma, ya‘nî çok cimri olma, ve tamâmen açıp savurma, ya‘nî elini çok açık tutup isrâf etme!” (İsrâ, 17/29) buyurdu. Şimdi oruç tut ve iftâr et. Ve gece kalk ve uyu! Ben senin için bir doğru yola sevkedici seçtim ki, seninle berâber olan bir hayrı elbette kaybetmezsin. Ve onunla berâber yürüyen onun yoldaşları hakkında ona dikkât edersin. Şimdi onu yoldaşlarıyla bu vergileri toplamaya gönder. Sen onun sîretini beğenirsin ve basîretine şükredersin. Haberin olsun ki, o “ilim”dir. Ve onun yoldaşları “sebât” ve “birikim” ve “sindirmek” ve “nezâket”tir. Çünkü o senin şehrine yoldaşlarıyla berâber dâhil olduğu zaman adâlet ölçüsünü ve güzel idâreyi yerleştirir. Çünkü onun basîret gözü nüfûz edicidir. İdâren altındakilerin fenâlıklarını ve hîlelerini bilip, kendisine lâzım olan şeyi alır. Ve iş ve tâkat mikdârınca teklîf eder ve aşırıya kaçmaz. Şimdi ona güvenip onu, vergi toplama görevlilerinden olan, bahsettiğimiz reîsler üzerine emîr yap! Bundan dolayı sen onun âkıbetine hamd edersin, inşâallâhü Teâlâ. Ya'nî ey insânî vücûd memleketinde halîfe olan rûh! Memleketinin ahâlîsi olan kuvvetlerinin ve a'zâlarının ellerinden vergileri adâlet ve siyâset çerçevesinde toplayanlara nezâret etmek üzere aklı kuvvetli olan emîn mu‘temede bak! Çünkü vergilerin toplandığı bir hazîne olmaksızın mülkün için devamlılık yoktur. Ve elbette sen ondan yana doygun değilsin ve sen o vergilerin hepsini istersin. - Ahâlî de senden nezâket ile muâmele ve güzel bir geçim ister. 304 Tedbirât-ı İlâhiyye Onuncu Bölüm - Ve seni halîfe kılan Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri de emrine uymanı ve adâlet uygulamanı ister. Bu iki makāmda, ya‘nî ahâlînin talebi ile Hak Teâlâ’nın talebi arasında, uyanık ol; ve iki tarafın isteğini yerine getirememekten sakın! Ve bir iş üzerine müdür ve me’mûr ta‘yîn edeceğin zaman, o işi bilen ve onu doğru bir şekilde işlemeye istekli ve hevesli olan bir kimseyi tayîn et! Çünkü bir iş üzerine birden çok ta’yîn bozulmaya sebep olur. Ya‘nî bir iş üzerine iki veyâ daha fazla müdür ve tasarruf edici ta‘yîn edersen, o işin bozulmasına sebep olur; ve idâre işi karışır. Çünkü sen bir işe birden çok kimse ta'yîn edersen her birisi sana karşı o iş üzerinde kendisini diğerlerinden ayırıp, kendini göstermek ister ve fazla gayret gösterirler. Oysa ahâlî zayıftır. Ve genellikle fazla gayret göstererek ilgi çekmek için, zayıf ahâlînin taşıyamacakları bir takım teklîfleri onların üzerine yüklerler. Bu hâl onların senden irtibâtlarını kesmelerine; ve ortaya çıkacak zayıflık ve idâredeki karışıklık da bozulmalarına ve helâklerine bir sebep olur. Bundan dolayı bu bir iş üzerine birden fazla müdür ve tasarruf edici ta'yîni uygulaması o işi ıslâh etmekten ziyâde daha çok bozar. Ve (Sav) Efendimiz hazretleri bu aşırı teklîflerin kötü netîcelerini beyânen buyururlar: - “Kendini çok yoran ne tarla sürebilir ve ne de bir hayvan bırakır, ya‘nî bir hayvan besleyebilir.” Ve yine buyururlar: - “Kim ki bu dîn yönüne ağırlık verdi, dîn ona gâlib oldu.” Ya'nî bu dînin esâsı ifrât ve tefritten kaçınarak ikisinin arası olan i‘tidâle riâyet etme husûslarını şiddetle gerekli kıldı. Bütün işlerinde i'tidâl ona gâlib oldu. Ve seni halîfe kılan Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri de: “Ve lâ tec’al yedeke maglûleten ilâ unukıke ve lâ tebsuthâ kullel bastı” “Ne çok cimri ol; ve ne de isrâf derecesinde harca! Ya'nî ikisinin arası olan i‘tidâl ölçüsünü tercîh et!” (İsrâ, 17/29) buyurdu. Böyle olunca ibâdette dahi ifrât ve tefritten kaçınıp; - Oruç tut; ve iftâr et! Büsbütün açlıkla vakitlerini geçirip vücûdunu zayıf düşürme! Ve büsbütün yemeye ve içmeye dalıp vücûdunu kesîf ve rûhâniyyetten uzak kılma! - Geceleri kalkmakla berâber vücûdun ihtiyâcı kadar da uyku uyu! Ve ben senin için bir doğru yola sevkedici ve bir müdür seçtim ki, bütün işlerinde seninle berâber olacak olan her bir hayrı onun güzel idâresi sâyesinde yitirmezsin. Ve onunla berâber yürüyen o müdürün yoldaşları hakkında onun fiil- 305 Tedbirât-ı İlâhiyye Onuncu Bölüm lerinin netîcelerine bakarsın. Bundan dolayı o müdürü yoldaşlarıyla berâber bu vergilere, ya'nî hazîneye girecek vergilerin toplanmasına gönder. Sen vazifesini yerine getirmede onun sîretini beğenirsin ve basîretine teşekkür edersin. - Haberin olsun ki, o doğru yola sevk eden ve müdür dediğimiz “ilim”dir. - Ve onun yoldaşları da vazîfesini yerine getirmede “sebât” ve “birikim” ve “sindirmek” ve “uyanık olmak” ve “nezâket”tir. Çünkü o ilim müdürü, senin vücûd şehrine yoldaşlarıyla berâber dâhil olduğu zaman, adâlet ölçüsünü ve güzel idâreyi yerleştirir. Çünkü basîret gözü idâren altındakilerin hallerine nüfûz eder. Onların fenâlıklarını ve hîlelerini bilip kendisince alınmasının gerekli olduğunu bildiği şeyi alır. Ve işin gereğine ve ahâlînin tâkatine göre teklîfler icrâ eder; i'tidâli aşmaz. Şimdi o doğru yola sevkediciye güvenip onu yukarıda reîs ve reîsliği altında olanlar bahsinde anlattığımız reîsler üzerine emîr yap! Sen onu bunların üzerine emîr olarak atarsan, onun yerine getirdiği vazîfelerin sonuçlarına hamd edersin, inşâallâhü Teâlâ. 306 Tedbirât-ı İlâhiyye Onbirinci Bölüm ONBİRİNCİ BÖLÜM Toplanan Vergilerin Hazret-i İlâhiyyeye Yükseltilmesi ve Kudsî İmâmın Onlara Vâkıf oluşu ve Onları Melikü’l-Hak Sübhânehû Hazretlerine Yükseltmesi Beyânındadır Ey kerîm efendi, bilesin ki, —bilmediğini öğretmek değil, bildiğini hatırlatmaktır— muhakkak Allah Teâlâ mülklerin Melik’dir ve Rabbü’l-erbâb ya’nî rabbların Rabb’ıdır ve efendilerin Efendisi’dir. Ve kül ise varlığıyla berâber yokluktur. Çünkü mutlaklık üzere mevcûd olan ancak O’dur. O’nun vücûduna bir başlangıç ve devamlılığına bir son yoktur. Onun hakkında, ilminde zâhir ve bâtın yoktur. Belki eşyânın hepsi, kadîmi ve sonradan olanı; evveli ve âhiri; ve suflîsi ve ulvîsi ancak O’nunla açığa çıktı; ve ancak O’ndan O’na döndü. Ve O’ndan çıkan bir şey ancak O’na çıktı. Şimdi Hak Sübhânehû senin bütün hallerine, gizlisine ve açığına, hepsine vâkıftır. Senden çirkin gördüğü bir şeye vâkıf olmasın; ve seni yasak ettiği yönde bulmasın ve seni emri yönünden kaybetmiş olsun! Sen ise işitir ve itâat edersin. Ey kerîm efendi olan rûh! Bu bahse “bilesin ki” diye başlamam, sana bilmediğin şeyi öğretmek için değil, belki bildiğin ve fakat cisme yakınlığından dolayı unuttuğun şeyi hatırına getirmek içindir. Çünkü sen aslın olan Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerini ârifsin. Nitekim Mesnevî-i Şerîf’te cenâb-ı Mevlânâ (ra) buyururlar: Tercüme: “Elbise tenden haberdâr olmadığı gibi, can da tenden ve cisimden haberdâr değildir. Onun dimâğında Allah gamından başkası yoktur.” İşte sana bu cisim âlemi içinde îkâz ve tenbîh olarak derim ki, muhakkak Allah Teâlâ hazretleri mülklerin Melik’idir; ve rabların Rabb’ıdır; ve efendilerin Efendisi’dir. - Ya‘nî Allah Teâlâ “Ve lillâhi mülküs semâvâti vel ard” ya’nî “Ve göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır” (Âl-i İmrân, 3/189) âyet-i kerîmesi gereğince bütün mülklerin Melik’i ve tasarruf edicisidir. - Ve izâfî vücûdlar âleminde bir diğeri üzerinde tasarruf edici ve terbiye edici olan şeylerin Rabb’ıdır. Çünkü bunlar isimlere âit görünme yerleridir; ve her birinin te’sîri başkadır. Bundan dolayı rabblar farklı farklıdır. Onların hepsinden hayırlı olan Rabb'ül-erbâb ya’nî rabbların Rabb’ıdır. “E erbâbun müteferrikûne hayrun emillâhul vâhidül kahhâr” (Yûsuf, 12/39), ya‘nî “Farklı farklı rabblar mı hayırlıdır, yoksa Vâhid-i Kahhâr olan Allah Teâlâ mı hayırlıdır?” - Ve bu i'tibâr ile efendilerin Efendisi’dir. 307 Tedbirât-ı İlâhiyye Onbirinci Bölüm - Ve O’nun vücûduna ve varlığına bir başlangıç ve devamlılığına bir son da yoktur. Ya'nî O’nun varlığının başlangıcı ve sonu yoktur. - Ve O’nun ilminde zâhir ve bâtın i'tibârları yoktur. Ya’nî şu şey Hak Teâlâ’nın ilminden bâtındır; ve şu şey O’nun ilmine zâhirdir denemez. Oysa bizim ilmimizde bu i'tibârlar mevcûddur. Çünkü bize göre ma'lûm vücûd bizim vücûdumuzun gayrıdır. Fakat Hak Teâlâ hazretlerine göre böyle değildir. - Belki eşyânın hepsi, kadîmi ve sonradan olanı; ve evveli ve âhiri; ve suflîsi ve ulvîsi, ancak O’nun vücûdu ile açığa çıktı. Bundan dolayı Hak Teâlâ hazretleri “e lâ innehu bi külli şey’in muhît” (Fussılet, 41/54) âyet-i kerîmesinde buyrulduğu üzere zâtıyla bütün eşyâyı ihâta etmiştir. Ve O’nun mutlak vücûdu bütün eşyâya sirâyet etmiştir. “ve hüve meaküm eyne mâ küntüm” ya’nî “Ve siz neredeyseniz O sizinledir” (Hadîd, 57/4). Böyle olunca O’nun ilminde bâtın olma ve zâhir olma i'tibârları olamaz. Zâhir olma ve bâtın olma i'tibârları ancak O’nun vücûdunun mertebelerine göredir. - Ve aynı şekilde eşyânın tamâmı ancak O’ndan O’na döndü. Çünkü O’nun vücûdundan peydâ olan kâinât bozulduğu vakit, yine kendi aslı olan O’nun vücûduna döner. Ve O’ndan çıkan ve peydâ olan bir şey, ancak yine O’na çıktı. Çünkü O’nun vücûdunun sınırı yoktur ki, O’ndan çıkan şey o sınırı geçip başka bir mahalle çıksın. Bilinsin ki, Hakk’ın mutlak vücûdu latîfin daha latîfinden daha latîftir; ve bu mertebe “zât’ın özü”dür. Tefekkür ile aslâ idrâk edilemez; ve bu mertebeden bahsetmek mümkün olmadığı için câiz değildir. Ve bizim “fezâ” dediğimiz sâha vücûdun aynı olup sonsuzdur. Sayısız ve hesapsız bir şekilde var olup bozulmakta olan âlemler bu vücûdda var olur ve bozulur. Bu vücûdun tenezzül mertebeleri vardır ki, “vahdet mertebesi,” “vâhidiyyet mertebesi,” “rûhlar mertebesi,” “misâl mertebesi,” “şehâdet âlemi mertebesi” ve “insan mertebesi”dir. Bu mertebeler hakkındaki ayrıntılar fakîr tarafından Fusûsu’l-Hikem’e yazılan şerhin Önsöz’ünde açıklanmış ve beyân edilmiştir. Vücûdun “vâhidiyyet” mertebesinden sonraki tenezzüllleri ve tecellîleri, bu vâhidiyyet mertebesinde sâbit olan isimlere âit sûretler dolayısıyla ve i'tibârî gayrılık sûretiyledir. Bundan dolayı her bir mertebe Hakk’ın mutlak vücûdunun kesîfleşmesiyle olmuştur. Nitekim Ebu’l-Hasan Gûrî hazretleri buyurur: “Tenzîh ederim o ecell ve a'lâ zâtı ki, nefsini latîf kılıp ona Hak ismini verdi; ve kesîf kılıp ona da halk ismini verdi.” 308 Tedbirât-ı İlâhiyye Onbirinci Bölüm Bundan dolayı eşyânın hepsi kadîmi ve sonradan olanı, evveli ve âhiri ve suflîsi ve ulvîsi ancak O’nun vücûduyla açığa çıktı. SORU: Sen her şeye Hakk’ın, zâtıyla sirâyet ettiğini söyledin. Oysa vücûdda leş ve pislik vardır. Bunlar da Hakk’ın vücûdu mudur? CEVAP: Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) bu soruya “Men Arefe Nefsehû fakad Arefe Rabbehû” risâlelerinde cevap verip buyururlar ki: “Bizim sözümüz leşi leş ve pisliği pislik görmeyen kimseyedir. Leşi leş ve pisliği pislik gören kimseye sözümüz yoktur.” SORU: Leş, leş olduğu halde onu leş görmemek nasıl olur? CEVAP: Leş insanın taayyününe göre leştir. Leş içinde yaşayan hayvânlara göre leş değildir, belki ni'met ve rızıktır. Nitekim pislik böceği, insan indinde mu‘teber ve güzel olan gülün içine konulursa helâk olur. Fakat pislik içinde yaşar ve ni’metlenir. Bundan dolayı vücûdda mutlak çirkinlik yoktur. Belki çirkinlik ve güzellik i’tibârîdir. Hakîkate bakıcı olan kimse leşi mutlaka leş görmez. Leşi leş gören kimse hakîkatten yana perde içinde kalan kimsedir ki, bu gibi kimselere ilâhî hakîkatleri ve bilgileri açmak câiz değildir. Ve bunlara karşı bu konuda söz söylemek uygun olmaz. Şimdi Hak Sübhânehû senin bütün hallerine, gizlisine ve açığına, kısaca hepsine vâkıftır. Çünkü yukarıdaki îzâhlara göre sâbit oldu ki, Hak Sübhânehû hazretleri seninle berâberdir. Belki senin zâhirin ve bâtınındır. Böyle olunca, senden açığa çıkmasını çirkin gördüğü bir şeye vâkıf olmasın. Ve seni yasak etmiş olduğu şeylerin tarafında bulmasın. Ve seni emrettiği şeyler tarafından kaybolmuş bir halde görmesin. Ey rûh, senin halîfe kılıcın olan Hak Teâlâ sana işitme sıfatı ve itâat koymuştur. Emrini işitir ve itâat edersin. 309 Tedbirât-ı İlâhiyye Onbirinci Bölüm Ey kerîm efendi, kalbe ve cisme âit hazretten sana ve senden Allah Teâlâ’ya olan hâsılatın esâsı usûlü üzerine olan tenbîh bizim üzerimizde taayyün etti. Cisme âit hazrete gelince, bu hazret daha önce bahsettiğimiz şekilde duyulardan çıkanları toplar. Ve onun emîri hayâldir; ve onun harâc toplayıcısı histir. Şimdi duyular, izâfî ihtilâf üzere hissedilebilir şeyleri alıp onları harâc toplayıcı olan hisse aktarır. Onları hayâl hazînesine yükseltir. Burada kendisine yükseltilen şey cinsinden bir isim kazanır. Ve onlardan “hissedilebilirler” ismi gidip onlara “hayâl edilebilirler” ismi verilir. Daha sonra hayâl, zikir sultânının altında aynı şekilde harâc toplayıcı olur. Onları muhâfaza eder. Burada “hayâl edilebilirler” ismi onlardan “hâtırlananlar”a yâhut “muhâfaza edilmişler” ismine intikâl eder. Daha sonra fikir sultânı altında harâc toplayıcı olan zikir, onları ona arz eder. Onları tetkîk eder ve ayırır. Ve onlardan idâre altındakilere soru sorar. Ve bunda hak ve bâtılın arasını ayırt eder. Çünkü hissin bir çok yanıltmaları vardır. Ve “hatırlananlar” ismi onlardan “tefekkür edilenler”ismine intikâl eder. Ne zamanki onları tetkîk eder ve kendisinde yanlışlık gördüğü şeyi hisse geri gönderir ve onlardan doğru olan şeyi alır ve onlar ile akıl hazretine dâhil olur. Fikir, akıl sultânının altında harâc toplayıcı olur. Şimdi akıl hazretine ulaştığı ve ona dâhil olduğu zaman, bu kulağın amelidir, bu gözün amelidir, bu dilin amelidir, diye bunların hepsinden çıkan, ayrıntılı bilgilerden ve amellerden getirdiği şeyi ona arz eder. Ve onların ismi “akledilebilirler” ismine intikâl eder. Yardımcı olan akıl onları alır; ve onları kudsî küllî rûha getirir. Şimdi nefs-i nâtıka onun için izin isteyerek dâhil olur. Elleri arasında olan bütün akledilebilirleri koyar da ona der ki: “Kerîm efendi ve halîfe üzerine selâm olsun! İşte vergi toplama görevlilerinin eli üzerinde hazretinin köylerinden sana ulaşmış olan şey budur.” Onları rûh alıp kudsî hazrete girer; secde edici olarak yere kapanır. Ve bu secde yakınlık secdesidir; ve Hakk’ın kabûl hazretinin kapısını çalmaktır. Kapı açılır, başını kaldırır. Bu tecellîde ona hâsıl olan dehşetten dolayı elinden ameller düşer. “Ne getirdin?” diye seslenilir. “Falân çocuğu falânın amelleridir ki, senin sultânın beni onun üzerine halîfe kıldı. Köylerinden bana toplamayı emrettiğin bütün harâcı bana yükseltti” der. Hak da: “Onu imâm-ı mübîne kabûl edin ki, onu halk etmezden evvel Ben onu yazmış idim” der. Bir harf bile eksik olmaz. “Onun yularını İlliyyîn’e çekiniz!” buyurur; yükseltilir. Ve bu Sidretü’l-müntehâdadır. Fakat eğer bu amellerde zulümler ve lâyık olmayan şey olursa, onlara semânın kapıları açılmaz. Ve onların ulaştığı mahal “esîr feleği”dir. Ve yukarıda olan gibi burada da hitâb olur. Daha sonra onlara emredilir de Siccîn’e gönderilir. Hak Teâlâ buyurur: “inne kitâbel fuccâri le fî siccîn” ya’nî “muhakkak günahkârların kitâbları elbette siccîndedir” (Mutaffifîn, 83/7). Ve yine buyurur: “inne kitâbel ebrâri lefî illiyyîn” ya’nî “muhakkak ebrârın kitâbları elbette illiyyîndedir” (Mutaffifîn, 83/18). Ve Hak kudsî rûha Sidre-i müntehâda buyurur ki: “Ey kulum, işte bu ameller seni bize yükseltti; ve seni bu yüksek mahal- 310 Tedbirât-ı İlâhiyye Onbirinci Bölüm le çıkardı. Kardeşine ve arkadaşına semâdan aşağıya bak!” Şimdi ona bakar. Kendi üzerine olan ilâhî ihsâna ârif olur. Bundan dolayı müşâhededen minnet ile meşgûl olur. Böyle olunca perdelenir. Ve eğer bu olmasa idi, bu hazretten ayrılması mümkün olmazdı. Fakat Allah Teâlâ kelimenin tamamlanması için, her bir şeye sebep kıldı. Hak Teâlâ “ve kelimetuhu, elkâhâ ilâ meryeme” (Nisâ, 4/171) ya'nî “Kelimesini Meryem’e nakletti” buyurdu. Ve “ileyhi yes’adul kelimut tayyibu vel amelus sâlihu yerfeuhu” (Fâtır, 35/10) ya'nî “Temiz kelimeler ona yükselir. Ve sâlih amel onu yükseltir”buyurdu. Ve “ameller” ismi rûha ulaştığında “akledilirler“ isminden intikâl eder. Ona “rûh” ismi verilir. Bundan dolayı Hak Sübhânehû ve Teâlâ onlara baktığında güzellik elbisesi giydirir. Ve onları Celâl minberi üzerine oturtur. Ve isimlerini de “rûhlar” isminden “sırlar” ismine nakleder. İşte söyleyenin “Amelleri tezkiye edin!” ya'nî “temizleyin ve yükselin ve geliştirin” sözünün ma‘nâsı budur. Şimdi onların intikâlleri sebebiyle isimler onların üzerine intikâl eder. Oysa onlar zâtında birdir. Ey kerîm efendi olan rûh! Kalbden, ya‘nî ma‘nâdan ve cisimden, ya'nî sûretten, sana ve senden de Allah Teâlâ’ya olan bir takım hâsılât ve gelirler vardır. Bunların asıllarının ne esâsla gerçekleştiğine dâir tenbîh ve îkâz lüzûmu bizim üzerimizde taayyün etti ve onları îzâh etmek lâzım geldi. Şöyle ki; Cisim hazreti, Onuncu Bölüm’de anlatılan duyulardan çıkanları toplar. Ya'nî göz ve kulak ve dil ve burun ve el gibi zâhir duyulardan; ve mide ve cinsel organ ve ayak gibi a'zâ ve organlardan çıkan amelleri toplar. - Ve bu hazretin emîri ve hâkimi hayâldir. Çünkü duyuları sevk ve idâre eder. - Ve harâcı toplayan da müşterek histir. Bundan dolayı zâhir duyular, sınıflarının ihtilâfı üzere muhitindeki hissedilebilirleri alıp onları harâcın ve verginin toplayıcısı olan müşterek hisse aktarır. • Örneğin el buzu tutar ve ateşe temâs eder. Birinin soğukluğunu diğerinin sıcaklığını müşterek hisse nakleder. • Ve müşterek his de onları hayâl hazînesine yükseltir. • Ve bunlar burada kendisine yükseltilen mertebe cinsinden ve o mertebenin hâline uygun bir isim kazanır. • Ve artık onlardan “hissedilebilirler” ismi gidip “hayâl edilebilirler” ismi verilir. Çünkü her ne zaman buz ve ateşten bahsedilse, elin temâs etmesine gerek kalmaksızın onların soğukluk ve sıcaklıklarını insan hayâl edebilir. 311 Tedbirât-ı İlâhiyye Onbirinci Bölüm - Daha sonra hayâl, zikir sultânının, ya'nî “hâfıza kuvveti”nin altında harâc toplayıcı olur, ya'nî vergileri toplayıcı olur. Ve onları muhâfaza eder. - Bu mertebede de “hayâl edilebilirler” ismi “hatırlananlar”a yâhut “muhafaza edilmişler”e intikâl eder. - Daha sonra fikir sultânının tasarrufu altında harâc toplayıcı olan “hâfıza kuvveti” bu hatırlananları veyâ muhâfaza edilenleri bu “tefekkür etme kuvveti"ne arz eder. - Tefekkür kuvveti onların mâhiyyetlerini tetkîk eder; ve birer birer ayırır. Ve bu tetkîk ve ayırma esnâsında onlar hakkında doğru hüküm verebilmek için idâre altındakilere, ya'nî duyulara ve a'zâya, onlardan soru sorara. - Ve daha sonra hak ve bâtıl arasını ayırt eder. Çünkü hissin bir çok yanıltmaları vardır. Örneğin göz hissi güneşi bir kalkan kadar görür. • Bu görüşünü hayâle verir. • Daha sonra hayâl, hâfıza kuvvetine verir; • Ve hâfıza da tefekkür kuvvetine arz eder. • Ve fikir kuvveti güneşin büyüklüğünün bu kadar olduğunu kabûl edip derhâl hükmetmez, tetkîk eder. • Ve güneşin gâyet uzak mesâfede olduğunu ve büyük bir cismin uzaktan küçük görüneceğini düşünür. • Ve bundan dolayı göz hissinin güneşin büyüklüğü hakkında aldandığına hükmeder. - Ve “hatırlananlar” ismi artık “tefekkür edilenler” ismine intikâl eder. - Ve fikir kuvveti onları tetkîk edip kendisinde yanlışlık olan şeyi yalanlayarak âid olduğu hisse geri gönderir; ve ancak doğru olan şeyi kabûl eder. - Ve doğru olarak aldığı şeyler ile aklın huzûruna girer. - Ve fikir, akıl sultânının tasarrufu altında harâc toplayıcı olur. - Ve fikir elindeki şeyler ile aklın huzûruna ulaştığı ve ona dâhil olduğu zaman: “Bu kulağın amelidir; ve bu gözün amelidir; ve bu dilin amelidir” diyerek ve bütün duyuların ve a‘zâların hepsinden çıkan amelleri beyân ederek, ayrıntılı bilgilerden ve amellerden getirdiği şeyleri akla arz eder. - Ve bu şeylerin isimleri artık tefekkür edilenlerden “akledilenler” ismine intikâl eder. 312 Tedbirât-ı İlâhiyye Onbirinci Bölüm - Yardımcı olan akıl da onları alıp kudsî küllî rûha getirir. Ve rûh hakkındaki beyânlar bu kitabın Birinci Bölümün’de geçti. - Daha sonra nefs-i nâtıka, ya'nî insânî nefs, akıl için kudsî küllî rûhdan izin isteyip, müsâadeden sonra akıl huzûra dâhil olur. - Ve ellerinde bulunan bütün akledilebilirleri rûhun önüne koyup ona der ki: “Es- selâmu aleyke ey kerîm efendi ve halîfe olan rûh! İşte vergi toplama görevlilerinin eli üzerinde hazretinin köyleri olan duyular ve a'zâlardan sana ulaşan şey budur.” - Rûh da onları alıp kendisini halîfe kılmış olan kudsî hazrete girer. - Ve secde edici olarak yere kapanır. İşte bu secde “vescud vakterib” ya’nî “secde et, yakın ol!” (Alak, 96/ 19) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulan yakınlık secdesidir. “Ve lillâhi yescüdü men fis semâvâti vel ardı” ya’nî “Yerdekiler ve göktekiler Allah'a secde ederler” (Ra'd, 13/15) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulan ibâdet secdesi değildir. Çünkü evvelki secde huzûrda ve ikinci secde gıyâbda olmuşturr. Ve huzûrda yakınlık; ve gıyâbda ise uzaklık vardır. - Ve huzûrda olan bu secde Hakk’ın kabûl hazretinin kapısını çalmak, ya'nî huzûra konulan şeylerin kabûlünü niyâz etlemektir. - Daha sonra kabûl kapısı açılır. - Ve halîfe olan rûh da başını kaldırır. Bu kabûl tecellîsinde kendisinde oluşan dehşetten dolayı elinden ameller düşer. Çünkü dehşete düşmüş olanda tasarruf kudreti kalmaz. - Kudsî hazretten “Ne getirdin?” diye seslenilir. - Rûh da “Falân çocuğu falânın amellerini getirdim ki, senin kudsî kudretin beni onun üzerine halîfe kılmış idi. Onun duyularından ve a'zâlarından bana toplamakla emrettiğin bütün harâcı ve hâsılâtı görevlilerim vâsıtasıyla bana yükseltti” der. - Hak da “Onu imâm-ı mübîne kabûl edin ki, onu kesâfet âlemine çıkarmazdan önce Ben onu yazmış idim” buyurur. İmâm-ı mübîn hakkındaki îzâhlar Birinci Bölüm’de bulunan terimlerin ibâreleri bahsinde verilmiştir. - Şimdi bu ameller levh-i mahfûzdan ibâret olan “imâm-ı mübîn”de yazılmış olan şeyler olup bir harfi bile eksik olmaz. - Eğer bu ameller sâlih olursa, Hak Teâlâ “Onun yularını İlliyyîn’e çekiniz!” buyurur. 313 Tedbirât-ı İlâhiyye Onbirinci Bölüm - Ve bu ameller emir gereğince oraya yükseltilir ki, bu İlliyyîn makāmı Sidretü’l-müntehâ’dadır. - Ve Sidretü’l-müntehâ sûretler âleminin son bulduğu bir makāmdır. Ve onun üstü sûret âlemi değildir. - Fakat eğer bu amellerde zulümler ve lâyık olmayan şeyler bulunursa, onlara semâ kapıları açılmaz. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “İnnellezîne kezzebû bi âyâtinâ vestekberû anhâ lâ tufettehu lehüm ebvâbus semâi” ya’nî “Muhakkak ki âyetlerimizi yalanlayanlara ve onlara kibirlenenlere gök kapıları açılmaz” (A‘râf, 7/40). - Ve bu gibi sâlih olmayan amellerin ulaştığı mahal “esîr feleği”dir. Ve “esîr feleği,” “tabîat âlemi”dir. - Ve yukarıda beyân edilen hitâb gibi burada da hitâb olur. - Ve daha sonra bu ameller emir gereğince Siccîn’e gönderilir. Nitekim Hak Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de: • “İnne kitâbel fuccâri le fî siccîn” ya’nî “muhakkak günahkârların kitâbları elbette siccîndedir” (Mutaffifîn, 83/7). • Ve yine buyurur: “inne kitâbel ebrâri lefî illiyyîn” ya’nî “muhakkak ebrârın kitâbları elbette illiyyîndedir” (Mutaffifîn, 83/18) buyurur. - Ve Hak Teâlâ kudsî rûha Sidre-i müntehâ’da buyurur ki: “Ey kulum! İşte benim emrime uyarak işlenmiş olan bu ameller seni bize yükseltti; ve seni bu yüksek ve ulvî mahalle çıkardı. Kardeşlerine ve arkadaşlarına, ya‘nî kesâfet âleminde senin gibi madde beden elbisesine bürünmüş olan benzerlerine ve akrânına, semâdan aşağıya bak ki, onlardan sâlih ameller çıkmadığı için senin çıktığın makāma çıkmadılar.” - Rûh bu emir gereğince onlara bakar. Kendi hakkında esirgenmeden bol bol verilen ilâhî ihsâna ârif olur. - Bundan dolayı müşâhede ve hitâb etme hâlinden, Hudâ’nın ihsânına dalıp onu düşünmesi nedeniyle meşgûl olur. - Ve bu meşgûliyyet ile müşâhededen perdelenir. - Ve eğer bu perdelenme olmasaydı, rûhun bu kudsî hazretten ayrılması mümkün olmaz idi; ya‘nî huzûrdan ayrılması mümkün olmaz idi. Fakat Allah Teâlâ kelimenin tamamlanması için her bir şeye bir sebep kıldı. Bilinsin ki, her bir taayyün etmiş sûret ma‘nâsından dolayı nakş edilmiş olan bir “kelime”dir. Ve taayyün eden sûretlerin ezelden ebede sonu yoktur. Nitekim 314 Tedbirât-ı İlâhiyye Onbirinci Bölüm Hak Teâlâ buyurur: ”lev kânel bahru midâden li kelimâti rabbî le nefidel bahru kable en tenfede kelimâtü rabbî” (Kehf, 18/109) ya‘nî “Denizler Rabb’imin kelimelerini yazmak için mürekkeb olsa, Rabb’imin kelimeleri bitmezden evvel denizler biter idi.” İnsânî sûret bu taayyün eden sûretler arasında en mükemmelidir. Ve zâhirde ona ilâhî teklîflerin olması bâtında sûretlerin var edilmesi içindir. Bundan dolayı kudsî hazrette dehşete düşmüş olan rûhun his âlemine dönmesi ve kudsî hazretten perdelenmesi lâzımdır ki, onun taayyün etmiş olan sûretinin bozulmasına kadar, ya'nî takdîr edilen eceli gelene kadar kendisinden açığa çıkması takdîr edilen sâlih veyâ sâlih olmayan ameller kendisinde çıksın. Ve bu sûretle de o vücûd kelimesi tamamlansın. Ve insânî vücûda “kelime” ta'bîr edilmesinin delîli Hak Teâlâ’nın “ve kelimetuhu, elkâhâ ilâ meryeme” (Nisâ, 4/171) ya'nî “Kelimesini Meryem’e nakletti” (Nisâ, 4/71) şerefli sözüdür. Çünkü Hak Teâlâ hazretleri Îsâ (a.s)ın vücûduna “kelime” ta‘bîr buyurmuştur. Ve amellere “kelime” ta‘bîr edilmesinin delîli de “ileyhi yes’adul kelimut tayyibu vel amelus sâlihu yerfeuhu” (Fâtır, 35/10) ya'nî “Temiz kelimeler ona yükselir. Ve sâlih amel onu yükseltir” âyet-i kerîmesidir. Çünkü temiz kelimelerden olan “Lâ ilâhe illallâh” dilin amelidir. - Ve bu kelimeler kudsî hazrete çıkar. - Ve bu sâlih amele yakın olursa, o sâlih amel onu İlliyyîn’e yükseltir. - Ve ameller ismi rûha ulaştığında akledilirler isminden intikâl eder. Artık ona “rûh” denilir. - Ve soyut rûhlar hâlinde olan o amellere Hak Teâlâ hazretleri baktığında onlara güzellik elbisesini giydirir. - Ve onları Celâl minberi üzerine oturtur. - Ve isimlerini de “rûhlar”dan “sırlar”a nakleder. - Ve zâhirde olan ilâhî teklîfler üzerine, bâtında sûretlerin var edilmesi bu şekilde olur. Ve hûrî ve gılmân ve ağaçlar ve nehirler ve cennet köşkleri, gözlerin görmediği ve kulakların işitmediği ve beşer kalbine gelmeyen bir halde olarak, sırlar âleminde bu sûretle taayyün eder. Ve aynı şekilde bunun aksi olarak yılanlar ve akrepler ve zakkûm ve zebânî ve ateş gibi sûretler de fenâ ve faydasız amellerden peydâ olur. Mesnevî: Tercüme: “Gönülde yerleşen her bir hayâl, mahşer gününde bir sûret olacaktır. Senin vücûduna gâlib olan bir sîretin sûretiyle senin haşredilmen îcâb eder. Mahşer gününde her arazın bir sûreti vardır. Her bir arazın sûretinin nöbeti var- 315 Tedbirât-ı İlâhiyye Onbirinci Bölüm dır. Senin elinden bir mazlûma cefâ eriştiği vakit, o zakkûm cinsinden yetişen bir ağaç olur. Senin bu yılan ve akreb gibi sözlerin yılan ve akreb olup senin nefesini keser.” İşte “Amelleri tezkiye edin!” ya'nî “temizleyin ve yükselin ve geliştirin!” sözünün ma'nâsı budur. Ve bu söz zavallı gâfil insanlara büyük bir nasîhattır. Şimdi ameller mertebeden mertebeye intikâl ettikleri için, bu mertebelerin isimleriyle isimlenir. Ya'nî yukarıda îzâh edildiği üzere onlara “hissedilebilirer,” “hayâl edilebilirler,” “hatırlananlar” veyâ “muhâfaza edilenler,” “tefekkür edilenler,” “akledilenler,” “rûhlar” ve “sırlar” isimleri verilir. Oysa o ameller zâtında bir şeydir. Örneğin göz bir sûreti görür. Bu görüş hissedilebilirler mertebesinden “sırlar” mertebesine varıncaya kadar işin aslında gözün amelinden başka bir şey değildir. İsimlerde ihtilâf ancak mertebenin ihtilâfından kaynaklanmaktadır. Şimdi kulun itâat yolunda hareketinin ne kadar şerefli olduğuna bir bak! Ve burada zâhir ve bâtın ve şerîat ve hakîkat ve organların ameli ve kalblerin ameli, ya'nî akıl hazretindeki amel, bir arada toplanır. Ve senin fenâ amellerine gelince, onlar hayâl hazînesinde sâlih amellerden ayrılır; ve ulvî âlemden “esîr feleğin”dedir. Ey efendi, birinci semâvâtı yırtan amelleri üzerine lâzım kıl! Ve ilimlere gelince, bizim anlatmış olduğumuz amellerden değildir. Çünkü ilimler ma‘lûmâtı yönüyledir. Şimdi bilgiler yükseldiği ve her bir bilgi vâkıf olduğu vakit kendi bilineni iledir. Bundan dolayı ilmini “Allah’a” kıl ki, ilmin noksanlıklardan mukaddes ve münezzeh olsun. Ve lillâhi’l- hamd. Ve söyleyen Allah için güzel söylemiştir: Bâkî kıldığın kimsenin fenâsından sonra, Sen zâhir oldun. Şimdi o kimse vücûdsuz oldu. Çünkü Sen, o oldun. Ya'nî yukarıdaki îzâhlardan anlaşılmış olduğu üzere kulun ilâhî emirlere uyması ve yasak olanlardan sakınması sûretiyle itâat dâiresinde hareketinin ne kadar şerefli bir şey olduğuna bir bak; ve onun şerefli oluşunun derecesini iyice düşün! Ve bu itâatte zâhir ve bâtın; ve şeriat ve hakîkat; ve a'zâların ameli ve kalbin, ya'nî akıl hazretinin, ameli hep sende toplanır. Çünkü itâatinde şerîata uygunluk ve zâhir selâmet ve bâtın safâ dolayısıyla hakîkate ulaşma olduğu gibi, organların dürüst olan ameli kalblerin ameli ile birlikte olur. Ve senin fenâ amellerine gelince, onlar hayâl hazînesine kadar giderler ve orada sâlih amellerden ayrılır; ve onların çirkin sûretleri ulvî âlemden "esîr feleği”ndedir. Ve “esîr feleği” yeryüzünü çevrelemiş havânın son bulduğu tabaka olup “tabîat âlemi”dir. Bundan dolayı fenâ ameller bu tabakayı yırtıp birinci 316 Tedbirât-ı İlâhiyye Onbirinci Bölüm semâvâta çıkamaz. Bundan dolayı efendi olan rûh, birinci semâvâtı yırtıp Sidre-i müntehâ’ya yükselen sâlih amelleri üzerine lâzım kıl! İlimlere gelince, bu ilimler bizim anlattığımız cisme âit amellerin cinsinden değildir. Çünkü ilimler, bağlandığı ma'lûmların hâline tâbi'dir. Eğer ma'lûm şerefli ise, o ilim de şereflidir; ve eğer değersiz ise ilim de değersizdir. Bundan dolayı bilgiler yükseldiği ve her bir bilgi durduğu vakit kendi bilineniyledir, ya'nî bilineni nezdine kadar çıkar; ve bilineni nezdinde durur. Böyle olunca ilmini Allah Teâlâ hazretlerinin şerefli zâtına ve sıfatlarına ve isimlerine ve fiillerine tahsîs et ki, ilmin noksanlardan mukaddes ve münezzeh olsun; ve şereflilikte bütün ilimlere üstün eylesin! Ve Hz. Şeyh-i Ekber (ra) efendimizin cümlenin sonunda “ve lillâhi’l-hamd” buyurması kendi ilimlerinin “Allah’a” olduğunu beyândır. Bilinsin ki, ilim ikidir: Birisi "hakîkat ilmi” ve diğeri “hayâl ilmi”dir. “Hakîkat ilmi” nebîlerin ve onların vârisleri olan evliyânın öğrettikleri ilimdir ki, hakîkat ile hayâl arasını toplamıştır. Bu ilmi öğrenenler vücûd hakîkati ile hayâl arasındaki bağlantılara ârif oldukları için hayrete düşerler. Bu hayret “övülmüş hayret”tir. Çünkü hakîkî ilim netîcesidir. Onun için (Sav) Efendimiz "Ya Rabbi, sende olan hayretimi arttır!” buyurdu. Hayâl ilmi de felsefe ile bilim ehlinin meşgûl oldukları tabîî ilimlerdir. Bu sınıf nebîlerin ve evliyânın öğretimlerine iltifât etmeyip maddî şeylerin tedkîki ile vücûd hakîkatini idrâk etmeye çalışırlar. Oysa madde ve maddeden oluşmuş olan muhtelif sûretler hep hayâllerden ibârettir. Bu hayâller ise hakîkî vücûdun isimlerinin gölgelerinden başka bir şey değildir. Ve hayâllere gark olmuş olan kimseler bir hayâli bırakıp diğerine yapışmak sûretiyle değerli ömürlerini kaybederler; ve aslâ doğru yolu bulamayıp hayrete düşerler. Onların bu hayreti “zemmedilmiş hayret”tir. Çünkü hayâlin verdiği bir ilmin netîcesidir. Ve bu ilim cehâletin aynıdır. Çünkü işleri dolayısıyla durmaksızın devâm eden tecellîlerden ibâret olan ilâhî emrin sonu yoktur ki, bir son noktada durması mümkün olabilsin. Hâlin hakîkati böyle iken, hayâl ehli bir gâyeye ulaşmak için gayret sarf ederler. Bunun muhâl olduğunu bilmezler. Kendilerinin yürüdükleri yola bir söz söylense câhillikle suçlarlar. Şimdi hakîkat ilminin yolcuları diridir. Nitekim hadîs-i şerîfte “İlim ile diri olan kimse ebeden ölmez” buyrulur. Çünkü onların malûmları vücûdun hakîkati olan Hak’tır; ve Hak Teâlâ Hayy’dır. Bundan dolayı bu âlimler malûmları olan dâim Hayy ile bâkîdir. Ve hayâl ilmi erbâbının malûmu fânî olan maddiyyâttır. Bundan dolayı onlar da, fânî olan malûmları ile fânîdir. İşte bu ma‘nâya binâen aşağıdaki beyti söyleyen ne güzel söylemiştir. 317 Tedbirât-ı İlâhiyye Onbirinci Bölüm “Ey dâim Hayy olan yüce Rabb’im! Bâkî kıldığın kimsenin fenâsından sonra, Sen zâhir oldun. Böyle olunca o kimse vücûdsuz oldu. Çünkü Sen o kimse oldun.” Çünkü kendisinde hakîkat ilmi hâsıl olan kimse, bütün varlıkları Hakk’ın varlığı görür. Ve izâfî vücûdları Hakk’ın hakîkî vücûdunun isimleri dolayısıyla taayyününden ibâret bilir. Ve kendi vücûdunun da, bu izâfî vücûdlar arasında bir ilâhî zuhûr yeri olup Hakk’ın vücûdundan gayrı olmadığına hakîkatini yaşayarak ârif olur. Bu bizzât hakîkatini yaşadığı ilimde gark olması dolayısıyla kendisinin vehmî vücûdunu kaldırır. Bu vücûdu kaldırdıktan sonra onda Hakk’In hakîkî vücûdu zâhir olur. Ve netîcede o kimse vücûdsuz olur. Ve vücûdsuz olunca kendisinin vehmî tasarrufları kalmaz. Artık onun zuhûr yerinde tasarruf edici olan Hakk’ın hakîkî vücûdu olur. Nitekim hadîs-i kudsîde: “Kulum Ben onu sevinceye kadar nâfileler ile bana yaklaşmaktan ayrılmaz. Ne zamanki Ben onu severim, onun kulağı ve gözü ve dili ve eli olurum. Bundan dolayı Benimle işitir, Ben’imle görür, Ben’im ile söyler, ve Ben’imle tutar, ilh..” buyrulur. 318 Tedbirât-ı İlâhiyye Onikinci Bölüm ONİKİNCİ BÖLÜM Beden Şehrindeki Bozuculara Yönelik Elçiler Beyânındadır Ey kerîm Efendi! Bilesin ki, muhakkak hikmet, meliklerden aklı şehvetine gâlib olan kimse indinde, düşmanlarından bir düşmana ancak kavrayış ve zekâ ve cesâret ve vefâ ve sâdıklık ve dindarlık ve emînlik ve kuvvetli delîl ile ilim sâhibi ve konuşması etkili olan bir elçi gönderilmesini gerektirdi. Çünkü elçi kendisini gönderenin ve onun derecesinin delîlidir. Şimdi eğer bu vasıflar üzere olursa, muhakkak onu gönderenin en az bu derecede ve daha yüksek olduğu bilinir. Çünkü onu gönderen kimse bilmese idi ve onu idrâk etmeseydi, bu elçiyi başkalarından ayırt etmez idi. Ve eğer bizim bu vasfettiklerimizin tersi olarak yalancı ve hâin ve hevesine çok düşkün akılsız olursa, muhakkak onu gönderen ondan daha akılsızdır. Şimdi bu karar kılınca, ey kerîm Efendi, sen şehrin için bozucu olan ve kendisine itâat edilen hevâ melikine elçilerini tevfîk ve hüdâ ve fikir ve i'tibâr ve tedebbür ve sebât ve kasd ve hazm ve istibsâr ve tezekkür ve havf ve recâ ve insaf ve bu vasıfların benzerlerinden yap! İşte elçilerini böyle yapman sana yakışır. Düşmanlarına karşı elçilerini bunlar yapan melik felâh bulur; ve kâr eder; ve muazzam olur. Çünkü o bilir ki, zarûret hâlinde onlar düşmanını kesin kuvvetli delîl ile kahrederler. Ve genellikle şerre kasteden hevâ teslîm olup geri dönerek hayra kasteder. Ve mücâdele ve çarpışma külfetine yardım eder. Eğer senin üzerine bozucu olan ve mülkünün bozulmasına çalışan hevânın elçileri sana gelirse onlara sert muâmele etme! Çünkü elçilere ihânet idâresizliktendir. Ve hırs ve yalan ve hâinlik ve vefâsızlık ve korkaklık ve cimrilik ve câhillik ve kötülük ve âcizlik ve ahmaklık ve bu zemmedilmiş sıfatların benzerleri olan elçilerden biri sana gelirse, onlardan hemen nefret etme; ve onları kovma; ve onlara yumuşak söz ile söyle! Gözlerini sana dikerler ve seni dinlemeye meylederler. Tahtına, ya‘nî vücûd mülkünün tahtına otur; ve meclisinde sâdece aklın kalsın, diğerlerini meclisinden çıkart! Yardımcın olan akla emret, onlara senden tercüman olsun! Çünkü o idâre işine vâkıftır. Bu on ikinci bölüm beden şehrindeki bozuculara mensûb olan elçiler ve bozuculara gönderilmiş olan elçiler beyânındadır. Ey kerîm efendi olan rûh! Zâhir hükümette meliklerden hangisinin aklı nefsânî şehvetine gâlib oldu ise, o kimseyi hikmet, o kimsenin düşmanlarından bir düşmana, ancak çabuk kavrayan ve zekî ve cesâretli ve vefâkâr ve sâdık ve dindar ve emîn ve göstereceği delîli doğru olarak bilen ve etkili söz sâhibi olan bir elçi göndermesini gerektirdi. Çünkü iş görebilecek olan elçi ancak bu sıfatları taşıyan elçidir. Ve hikmet ancak bu vasıfları taşıyan kimsenin elçi olarak gönderilmesini gerektirir. 319 Tedbirât-ı İlâhiyye Onikinci Bölüm Ve elçi kendisini gönderen kimsenin hâline ve onun mertebesine delîldir. Ve elçi bu sayılan vasıflarda olursa, hiç şübhe yoktur ki, onu gönderen kimsenin en az bu derecede ve ondan yüksek olduğu bilinir. Çünkü onu gönderen kimse bu vasıfların ne demek olduğunu hâl olarak ve bizzât yaşayarak bilmeseydi ve bu vasıfları vasıfları idrâk etmeseydi, bu elçiyi bir çok adamların arasından ayırt etmez idi. Ve eğer gönderilen elçi bizim vasfettiğimizin tersi olarak yalancı ve hâin ve nefsânî heveslere düşkün ve akılsız olursa, hiç şübhe yok ki, onu gönderen kimse ondan daha akılsızdır. İşte bu söylediğimiz ma‘nâ karar kılınca, ey kerîm efendi olan rûh: Cisim şehrini bozucu olan ve kendisine itâat edilen hevâ melikine elçilerini, güzel vasıf sâhibleri olan tevfîk ve hüdâ ve fikir ve i'tibâr ve tedebbür ve sebât ve kasd ve hazm ve istibsâr ve tezekkür ve havf ve recâ ve insaf ve bu vasıfların benzerlerinden yap! - “Tevfîk” bir işte muvaffak olmak, - “hüdâ” doğru yolu göstermek, - “fikir” bir işin fayda ve zararını düşünmek, - “i‘tibâr” ibret almak, - “tedebbür” tefekkür ile ilerlemeyi ve hareketi tercîh etmek, - “sebât” ma‘kūl bir işte devâm üzere olmak, - “kasd” niyet edilen husûsun icrâ edilmesine yönelmek, - “hazm” işinde basîret ve olgunlukla hareket etmek, - “istibsâr” işlerde açıklık taleb etmek, - “tezekkür” bir işi tekrâr tekrâr akıl görüşünden geçirmek, - “havf’ zarar ve tehlikeyi düşünmek, - “recâ” fayda ve kurtuluş ümîd etmek, - “insâf’ işlerde ifrât ve tefrîtin ortasını tercîh etmektir ki, adâlet ve i'tidâldir. Ey rûh! Cisim iklîminde kuvvetli ve kendisine itâat edilen bir hükümdâr olan hevâya göndereceğin elçileri böyle sıfatlardan yapman lâyık ve uygun olur. Ve düşmanlarına bu gibi vasıfları elçi olarak gönderen melik zâtında ve idâresinde selâmet bulur, ve mülküne zarar gelmesinden yana rahâtta olmakla kâr eder. Ve idâresi altındakiler ve düşmanları indinde ta‘zîm ve hürmete lâyık olur. Çünkü o hükümdâr bilir ki, zarûret hâlinde her hangi bir düşmanının sal- 320 Tedbirât-ı İlâhiyye Onikinci Bölüm dırması hâlinde, bu elçiler o düşmana gösterecekleri kât’i ve apaçık delîller ile onun saldırısını engellerler. Ve genellikle vücûd mülkünde işi gücü şerre kastetmekten ibâret olan hevâ, o gösterilen delîli kabûl edip, şerre yönelişinden döner ve hayra kasteder. Ve bu dönüşü sebebiyle senin, diğer saldıran düşmanlarına karşı mücâdele ve çarpışmanda da yardım eder. Ve eğer sana karşı bozucu olan ve mülkünün bozulmasına çalışan bu kendisine itâat edilen hevâ melikinin, her biri hükümdârları gibi bozucu olan elçileri sana gelirse, sakın onlara karşı sert muâmele etme! Çünkü elçilere ihânet idâre usûlüne vâkıf olamamaktan kaynaklanır. Nitekim “elçiye zevâl olmaz” atasözü meşhûrdur. Örneğin hevâ tarafından sana hırs ve yalancılık ve hâinlik ve vefâsızlık ve cimrilik ve câhillik ve kötülük ve âcizlik ve ahmaklık gibi zemmedilmiş sıfatlardan bir elçi gelecek olursa, hemen nefret edip onları huzûrundan kovma; ve onlara güzel muâmele edip yumuşak sözle söz söyle! Sen bu sâyede onların işitmelerini ve bakışlarını alırsın, ya‘nî onlar senin sözlerine değer verip dinlemeye meylederler. Ve gözlerini sana dikerler. Durun bakalım, bu güzel şeyler söylüyor, dinleyelim, derler. Bu gibi elçiler gelince, sen vücûd mülkündeki tahtına otur. Meclisinde ancak yardımcın olan aklı bırakıp diğerlerini dışarı çıkar. Ve akla emret ki, senin sözlerini onlara nakletsin ve sana karşı tercümanlık vazîfesini yapsın. Çünkü akıl fazlasıyla idâreye ve siyâsete vâkıftır. Ya'nî ey rûh, vücûd mülkünde senin tahtın kalbdir. Örneğin hırs elçisi geldiği zaman, kalbindeki diğer hâtıraları dışarı çıkar! Kalbinde yardımcın olan aklı ve elçi olan hırsı bırak; ve akıl vâsıtasıyla hırsın naklettiklerin dinle! Şimdi eğer hırs elçilerden biri olup konuşursa, o ancak kendi hakîkati ile söyler. Bundan dolayı sana der ki: “İsmi hevâ olan ve kendisine itâat edilen bu melik kendi kuvveti altına dâhil olman için bizi sana gönderdi. Aksi halde savaş i‘lân et! Ve çok mal kazanmaya ve biriktirmeye hırslı olmanı ve şerîatin getirdiği şeye muhâlefet etmeni sana emretti.” Sen ona dersin ki: “Ey elçi, bizim indimizde senin rütben çok büyük ve derecen kerîmdir!” Çünkü o senden bunu işittiği zaman mutlu olur. Çünkü kendi sultânından bunun benzerini dinlemedi. “Fakat ey elçi, aklın ile buna biraz bak; ve kendinden yana insâf et! Allah hakkında ne dersin? O bizim Rabb’imiz midir, yoksa değil midir?” “Evvet Rabb’imizdir” der. Sen dersin ki: “Ey elçi, bu içinde bulunduğumuz yurttan, ya'nî dünyâ yurdundan, göçer miyiz, yoksa göçmez miyiz?” Der ki: “Biz ondan göçeriz.” Sen dersin ki: “Bizim göçümüz ve dönüşümüz Allâh’a mıdır, yoksa onun gayrına mıdır?” Sana “Allâh’adır” der. Sen dersin ki: “Allah Teâlâ 321 Tedbirât-ı İlâhiyye Onikinci Bölüm şerîatına ve dînine muhâlif olan kimseyi ne ile vasfetti?” “Şakîlik ile” der. Sen ona dersin ki: “Ya kendisine itâat edeni?” “Saâdet ile” der. Ona dersin ki: “Seni Allah’dan bir şey ganî kılar mı?” “Hayır!” der. Sen dersin ki: “Ey hırs, sen bu hevânın gönderdiği bir elçisin. Bil ki, ben seni kendisinde Allâh’ın rızâsı olan şeye da'vet ederim. Farz et ki, mal istemeye karşı hırslı oldun ve olmadın, senin için yazılmış olan şeyin gayrı sâbit olur mu?” “Olmaz” der. Sen dersin ki: “Ey hırs, senin hakîkatin kalıcıdır, değişmez. Fakat onu itâate ve Rabb’ının rızâsı olan husûslara sarf et; ve onlara hırslı ol ki, o sebeplerle saîd olasın! Ve mal azdır; ve azlığı ile berâber fânîdir. Ve âhiret yurdu hayırlı ve çok büyüktür. Sen burada da hırssın, orada da hırssın. Senin derecene noksan gelmez.” “Evet” der; ve boyun eğer. Ve hırs ilim ve dîn yoluna yönelir. Bundan dolayı mülkün kuvvetlenir ve hevânın mülkü zayıflar. Ve onlardan hâinlik ve yalancılık ve günâh vb. her bir elçi ile böyle yap! Ve eğer bahis uzamasaydı onlardan her bir elçiye kendi derecesinin gereklerinden olan şeyle, hepsi teslîm oluncaya kadar, delîlleri nasıl getireceğini anlatırdık. Çünkü islâm asıldır. Onlar senin elçilerinin tersine olarak kendi asıllarına dönerler. Çünkü senin elçilerin ebeden aleyhine dönmezler. Ve onların son noktası hevânın onların sözlerini kabûl etmemesidir. Bundan dolayı onlar elleri boş olarak dönerler. Şimdi bu hakîkatlere ârif ol! Ve ben sana düşmanının elçileriyle konuşmanın esâslarını beyân ettim. Ve bu bir örnekten diğerlerine delîl getirirsin. Ve işte bunun için günümüzde mürîdlerin felâh bulmalarının az olduğunu görürsün. Bu ise bu anlattıklarımıza vâkıf olamadıklarından dolayıdır. Ve onlar ancak sözü, bu elçiler üzerine idârenin dışında sertlikle söylerler. İşte bundan dolayı, sen onun için hayır yoluna girdiğini görürsün. Oysa onun için sâbitlik yoktur. Ve şeytan onunla eğlenir. Ve burada daha geniş hakîkatler vardır ki, onların beyânının sınırı yoktur. Bundan dolayı sözü kısaltmaktan yana olan maksadımızdan bizi dışarı çıkarır korkusuyla onlara dalmayı terk ettik. Ve bu kadarı yeterlidir. Bundan dolayı ondan faydalan! İnşâallâh doğru yolu bulursun!... Ya'nî hırs hevânın elçilerinden biri olarak gelip konuşursa, o ancak hakîkati ile söyler. Çünkü her şeyin bir hakîkati sâbittir. Ve her bir şey hakîkatinin tersine söz veyâ fiil gösteremez. Bundan dolayı hırs da söze başlarsa, ancak hakîkatine lâyık ve uygun olan ma'nâyı gösterir de sana der ki: - “Vücûd mülkünde hevâ denilen ve kendisine itâat edilen melik, kendi kuvveti ve saltanatı altına dâhil olman için, beni sana elçi olarak gönderdi. Ve çok mal kazanmaya ve biriktirmeye hırslı olmanı ve zekât ve sadaka gibi şerîatın getirdiği şeye muhâlefet etmeni sana emretti. Eğer sen bu emri kabûl etmezsen ona karşı savaş i‘lân et!” Sen onun bu sözlerine karşılık hiddetlenmeyip sâkin bir şekilde dersin ki: 322 Tedbirât-ı İlâhiyye Onikinci Bölüm - “Ey elçi, bizim indimizde senin merteben çok büyük ve değerin kerîmdir.” O hırs sıfatı senden bu yumuşak sözleri işittiği zamant, aslî haşinliği sâkin olur ve mutlu olur. Çünkü kendi sultânı olan hevâdan böyle bir söz işitmemiştir. Çünkü hevâ, hırs sıfatını av köpeği gibi kullanır. Sen sözüne devâm ile ona dersin ki: - “Ey elçi, aklın ile şuna bir bak; ve baktığın şeye de kendinden adâlet ve insâf eyle ki, Allah hakkında ne dersin? O bizim Rabb’imiz midir, yoksa değil midir?” Hırs insâf edip - “Evet, Rabb’imizdir” der. Sen yine ona dersin ki: - “Ey elçi olan hırs, bu içinde bulunduğumuz yurttan, ya‘nî dünyâ yurdundan, göçer miyiz, yoksa gömez miyiz?” - “Biz ondan göçeriz” diye cevap verir. Yine ona dersin ki: - “Bizim göçümüz ve dönüşümüz Allâh'a mıdır, yoksa O’nun gayrına mıdır?” Sana - “Allâh’adır” diye cevap verir. Tekrar sen ona dersin ki: - “Allah Teâlâ şerîatına ve dînine muhâlif olan kimseyi ne ile vasfetti?” - “Şakîlik ile” der. Sen yine ona dersin ki: - “Seni Allah’dan bir şey ganî kılar mı?” - “Hayır, kılmaz; ben O’na muhtâcım” der. Sen dersin ki: - “Ey elçi olan hırs, sen hevâ tarafından gönderilmiş bir elçisin. Ve hevânın hakîkati ilâhî emre muhâlefet olduğundan seni de bu işe me’mûr etti. Oysa ben seni Allâh’ın râzı olduğu şeye da’vet ederim. Farz et ki, mal istemeye hırslı oldun, veyâhut olmadın; senin için ezelde yazılmış olan şeyden fazlası sâbit olur mu?” Hırs - “Evet, olmaz” der. Sen tekrâr dersin ki: - “Ey hırs, senin hakîkatin kalıcı ve sâbittir, aslâ değişmez. Fakat o hakîkatini itâata ve Rabb’in rızâsı olan husûslara çevir! Ve saâdetine sebep olacak şeylere hırslı ol. Ve dünyâ malı azdır. Ve azlığıyla berâber devamlılığı yoktur, fânîdir. Farz et ki, milyonlarca altın topladın, sonun ölüm. Ve yaşadığın zamanlardaki nafakan dahi bir kaç lokmadan ibâret değil mi? Bunları toplamak için çektiğin zahmet ve zorluk neye yarar? Ve âhiret yurdu hayırlı ve daha büyüktür; çünkü bakâ yurdudur. Ve ondaki cemâlî tecellîler dünyâ yurdundaki gibi sınırlı olmayıp sonsuzdur. Ve sen burada da hırssın, orada da hırssın. Ya‘nî sen dünyânın süprüntülerini toplamaya 323 Tedbirât-ı İlâhiyye Onikinci Bölüm çalıştığın zaman da sana hırs derler; ve âhirete âit sevâba çalıştığın zaman da sana yine hırs derler. İsmin ve hakîkatin aslâ değişmez. Bundan dolayı senin değerine noksan gelmez.” Hırs, bu hitâbları işittiği zaman: - “Evet, dediklerin doğrudur!” der. Boyun eğerek ilim ve dîn yoluna yönelir. Bu şekilde sende faydalı ilimler ve güzel ahlâk oluşup bu sâyede mülkün kuvvetlenir; ve hevânın mülkü ve tasarrufu zayıflar. Ve onlardan, ya‘nî hevânın elçilerinden olan hâinlik ve yalancılık ve günahtan vb... her bir elçi ile aynı muameleyi yap! Ve eğer bahis uzamasa hevânın relçilerinden her bir resûle, kendi mertebesinin ve değerinin gereği olan şeyle, hepsi teslîm olup boyun eğinceye kadar, onlara karşı ne şekilde delîller getireceğini anlatırdık. Şerh edici ben fakîr de bir örnek vereyim: Örneğin hevânın elçilerinden yalan elçi olarak gelse, ona da yukarıda îzâh edilen ön bilgileri beyân ettikten sonra dersin ki: - “Sen dünyâda da yalansın, âhirette de yalansın. Senin hakîkatin kalıcıdır ve sâbittir, aslâ değişmez. Fakat o hakîkatini itâate ve Rabb’inin rızâsına çevir! Örneğin iki mü’minin arasını ıslâh etmeye çalışıp, gazabın sürüklemesiyle birbirlerinin aleyhinde söyledikleri sözü inkâr et! Belki her birinin mizacına uygun gelecek sözler söylenmiş olduğundan bahisle, o sözleri uydur! Çünkü “İşi ıslâh edecek olan yalan, fitne koparan doğrudan daha iyidir” denilmiştir. İki mü’minin arasını bu şekilde barıştırmaya muvaffak olursan “fe aslihû beyne ehaveyküm” ya’nî “kardeşlerinizin arasını ıslâh ediniz” (Hucurât, 49/10) ilâhî emrine uymuş ve bu sebeple âhiret saâdetine nâil olmuş olursun. Ve sen ister âhiret sevâbına nâil olmak için ve ister dünyevî süprüntüleri elde etmek için zâhir ol, her iki şekilde de yalansın. Fakat dünyânın fânî oluşu yönüyle bu husûsdaki amelin hebâ olmuştur. Ve âhiretin bâkî oluşu yönüyle bu husûsa sarfettiğin amelin korunmuştur.” Yalan sıfatı da bu akla yatkın hüküm netîcesinde sana boyun eğip, sende bir güzel huy ortaya çıkar; ve aynı şekilde mülkün kuvvet bulur. Sonuç olarak hevânın elçileri, insânî vücûd mülkünü harâb edecek olan bir takım zemmedilmiş sıfatlardan ibâret olup onlardan herbirinin hakîkati sâbittir. Bunların tam bir şekilde mahvedilmesi ve ortadan kaldırılması mümkün değildir. Çünkü hakîkatleri değiştirmek mümkün değildir. Ancak onları vücûd mülkünün ıslâh edilmesinde kullanabilmek lâzımdır. Örneğin kimyâda “arsenik” dediğimiz öldürücü bir zehirdir. Fakat tabîbler vücûdun ve hastalığın gereğine göre onu 324 Tedbirât-ı İlâhiyye Onikinci Bölüm belirli bir oran içerisinde devâ olarak kullanırlar. Onun bu şekilde kullanılması, insanı öldürmediği gibi, insan vücûdunun ıslâhına ve hayâtının devâmına sebep olur. Yalnız her şeyde olduğu gibi bunların tatbîkatında da ilim ve zekîlik ve kavrayış lâzımdır. İşte hevânın elçilerine böyle delîl getirilince onlar birer birer teslîm olurlar ve boyun eğerler. Çünkü islâm asıldır; ve “islâm” boyun eğmedir. Nitekim hadîs-i şerîfte “Hiç bir doğan yoktur ki islâm fıtratı üzerine doğmasın! Sonra onu ebeveyni Yahûdî ve Nasrânî ve Mecûsî yapar” buyrulur. Bundan dolayı her şey boyun eğme fıtratı üzere var olmuş olup, çevresinde onu terbiye edenler kendi tavırlarına boyun eğdirirler. Ve hevânın elçileri de kendi hakîkatleri içerinde gerek sana ve gerek hevâya boyun eğme isti‘dâdındadır. Onlar senin elçilerinin tersine olarak kendi asıllarına dönerler. Ve bu dönüşleri hevânın aleyhine geri dönmekle olur. Çünkü sana boyun eğdiklerinde hevâya muhâlefet etmeleri tabîî olur. Fakat senin elçilerin ebeden senin aleyhine geri dönmezler. Çünkü senin elçilerin övülmüş sıfatlardan ibâret olup onları hevâya gönderdiğin zaman, hevâ onlara senin yaptığın gibi onları delîl ile kendine boyun eğici kılamaz. En çok onların sözlerini ve da‘vetlerini kabûl etmez, işte bu kadar! Böyle olunca senin elçilerin elleri boş olarak senin tarafına dönerler. Çünkü onların zemmedilmiş sıfatlara dönüşmeleri imkânsızdır. Ve çünkü zemmedilmiş sıfatlar asıl değil, geçicidir. Ve geçici sıfatlarda asıl olan yokluktur. Şimdi bu hakîkatlere ârif ol! Ve işte ben sana düşmanın olan hevânın elçilerine ne şekilde muâmelede edeceğini ve ne şekilde konuşacağını beyân ettim; ve bir de örnek verdim Ve bu bir örnekten diğerleriyle yapacağın muâmeleye delîller çıkarırsın. Ve bu hakîkatleri bilmek ve gerektiğinde uygulamak mürîdlere çok lâzımdır. Ve işte bu hakîkatlere vâkıf olmadıkları için günümüzde tarîkatta mürîdlerin felâhlarının pek az olduğunu görürsün. Çünkü onlar hevâ tarafından elçi olarak gelen fenâ bir hâtırayı önce güzellikle kabûl edip onu boyun eğdirerek hayır işlerinde kullanma usûlünü bilmezler. Ve böyle bir hâtıra gelince hemen ürküp idâre usûlüne riâyet etmeksizin: - “Def ol, ben senin naklettiklerine kulak vermem!” gibi sertlikle muâmele ederler; ve kaba sofuluk gösterirler. İşte her hangi bir mürîdin böyle muâmelesinden dolayı sen onu, hayır yolu olan bir tarîkata girmiş ve sülûk ettiği halde, yükselmesinde sâbit ayak olarak görmezsin. Ve o kimse kendisini tarikat ve sülûk erbâbından zanneder. Oysa o kimse tarîkattan bir koku almamıştır. Şeytan onunla istihzâ eder; ve onu kukla gibi oynatır. 325 Tedbirât-ı İlâhiyye Onikinci Bölüm “Ne'ûzü billâh!...” Ve bu bahisde bir çok mürîdlerin böyle hayır yoluna girmekle berâber sâbitliğinin olmaması, isti‘dâd gereği olması ve bütün zemmedilmişlerin ve övülmüşlerin hakîkatte Hakk’a dönmesi gibi bir çok geniş hakîkatler vardır ki, onların beyânı birbiri ardınca süren ayrıntıları gerektirdiğinden, sınır kabûl etmez. Bizim maksadımız ise kısa kesmektir. Eğer bu geniş hakîkatlerin beyânına girişirsek, maksadımız olan kısa kesme dâiresinden çıkma ve bu sebeple zihinleri karıştırma korkusu vardır. Bundan dolayı bu bahislere dalmaktan vazgeçtik. Zekâsı keskin olanlara bu kadarı yeterlidir. Şimdi ey zekî okuyucu! Sen bizim beyân ettiğimiz şeyler ile amel et! Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin yüce irâdesi bağlanırsa doğru yolu bulursun. 326 Tedbirât-ı İlâhiyye Onüçüncü Bölüm ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM Kumandanlar ve Ordular ve Onların Mertebeleri Beyânındadır Ey kerîm efendi! Bilesin ki, muhakkak ordular, mülk çadırı üzerinde dikili olan rükûnlar ve onu tutan direklerdir. Ve yine bilesin ki, mülk hânedir; onu tutan dört direk lâzımdır. Ve inşâallâhü Teâlâ ben onları sana beyân ederim. Ve onlar senin övülmüş vasıflardan ve yüksek ahlâktandır. Bundan dolayı sen onlardan dört seçkin olanı seç ki, memleket feleklerin onların üzerinde döner; ve saltanatın döner. Orduların geri kalanı bu dördün emri altındadır. Şimdi bakışın sâdece onlara olsun. Ve onların her biri senin mülkünü idâre ettiği bilinen latîflerdir. Ve biz onları iki husûstan dolayı ancak dört yaptık. Husûsun bîri budur ki, muhakkak dört, basit sayılarda ikinci asıldır. Ve basit sayılar sonsuz olarak sayıların oluşumunda asıldır. Ve beyânı budur ki, muhakkak basit sayılar birden ona kadardır. Ve basitler içinde “on”u toplayan ancak dörttür. Çünkü dördün hakîkati dörttür; ve onda üç vardır ki, yedi olur; ve onda iki vardır ki, dokuz olur; ve onda bir vardır ki, on olur. Ve sayılar içinde ondan başka “on”u barındıran sayı yoktur. İşte bu hikmeti barındırdığı için biz onu seçtik. Ve geri kalan kuvvetleri potansiyel olarak taşıyıcıdır. Şimdi biz dördün mülkü ikâme ettiğini bildik. Ve bundan dolayı “Arş’ın Taşıyıcıları” Hak Teâlâ’nın buyurduğu gibi sekiz oldu. Ve onlar Sallallâhü aleyhi ve sellem’in buyurduğu gibi şu anda dörttür. Ve bunun için Allah Teâlâ kıyâmet günün vasfettiği vakit “ve yahmilu arşe rabbike fevkahüm yevme izin semâniyeh” ya’nî “Ve izin günü Rabb’inin arşını üstlerinde taşıyanların sayısı sekizdir” (Hâkka, 69/17) buyurdu. “Yevme-izin” buyurdu ki, kıyâmet gününe işâret eder. Ve biz bu hayvânî âlem mülkünü, ki o senin mülkündür, dört tabîat üzerine yerleşmiş bulduk. Ve büyük âlem dört unsur üzerine yerleşti. Ve bu kırk bölümdür. Ve dört sayısı geniş bir bölüm ki, onun bildirilmesi fayda hakkındaki kastımızdan bizi dışarı çıkarır. Cenâb-ı Şeyh (ra) âfâkî ve enfüsî mülkü “çadır”a; maddî ve ma‘nevî orduları da çadırı tutan “direkler”e ve etrâfınaa dikilen “kazıklar”a benzetmişlerdir. Ve diğer bir benzetme olarak buyururlar ki, mülk bir “hâne” gibidir. Ve “hâne”yi tutan “dört duvar” veyâ “direk” lâzımdır. Ve bunlar insânî vücûd mülkünde övülmüş vasıflar ve yüksek ahlâktır. Bundan dolayı ey kerîm efendi olan rûh, o vasıfların ve ahlâkın seçkinleri ve özü olan dört vasıf ve huyu seç ki, vücûd mülkünün felekleri onların üstünde döner ve saltanatın onların vâsıtasıyla döner. Orduların geri kalanı, ya'nî diğer vasıflar ve ahlâklar, bu dört vasıf ve huyun emri altındadır. 327 Tedbirât-ı İlâhiyye Onüçüncü Bölüm Böyle olunca bakışın sâdece bu dört vasfa çevrilmiş olsun! Ve bu vasıfların her biri senin vücûdunun mülkünü idâre ettiği bilinen latîflerdir ki, aşağıda beyân edilecektir. Ve biz bu vasıfları iki husûstan dolayı ancak dörde sınırlı kıldık. İki husûsun birisi budur ki, muhakkak “dört” sayısı, basit sayılarda, ya'nî tek hâneli sayılarda, ikinci asıldır. Ve birinci asıl “bir”dir. Çünkü bütün sayıların mertebeleri bir sayısından var olur. Örneğin 1+1=2 ve 1+1+1=3 ilh... şeklinde sayıların mertebeleri sonsuz bir şekilde sürer gider. Ve “bir”den “on”a kadar olan basit sayılar sonsuz sayıların oluşumunda asıldır. Örneğin “on” sayısından sonra yine birden başlanıp on bir, on iki ilh... diye gider. Ve aynı şekilde yirmiden, otuzdan, kırktan sonra da yine böylece sürer gider. Basit sayılar içinde dört sayısının ikinci asıl olmasının sebebi budur ki, dört sayısı, on sayısına kadar, altında ve üstünde olan sayıları toplamıştır. Örneğin “dört” kendisinden önce olan 1 ve 2 ve 3 sayılarını toplamıştır. Ve kendisinden sonra gelen 5, 6, 7, 8, 9, 10 sayılarını da potansiyel olarak ihtivâ etmiştir. Ya'nî; - 4 + 1 = 5 ve - 4 + 2 = 6 ve - 4 + 3 = 7 ve - 4 + l + 3 = 8 ve - 4 + 2 + 3 = 9 ve - 4 + 1 + 2 + 3 = 10 olur. Çünkü dört sayısı “bir”i ve “iki”yi ve “üç”ü taşıyıcıdır. Bu taşımış olduğu sayılar kendisine eklendiğinde böylece “on”a kadar kendi üstündeki basit sayıların mertebeleri oluşur. Ve dörtten başka tek hâneli sayılar içinde bu özelliği taşıyan hiç bir sayı yoktur. İşte bu hikmeti barındırdığı için biz “dört”ü seçtik. Bu dört sıfat vücûd mülkünde diğer sıfatları ve kuvvetleri taşıyıcıdır. Böyle olunca bu dört sıfatın, hânenin dört duvarının hâneyi tutuşu gibi, mülkü ikâme ettiklerini bildik. Ve bundan dolayı “Arş’ın Taşıyıcıları” kıyâmet gününde Hak Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerîm’de buyurduğu gibi sekiz oldu. Çünkü kıyâmet gününde bâtın zâhir olur ve potansiyel olanlar fiile gelir. Bundan dolayı şu an dört olarak zâhir olan Arş’ın Taşıyıcıları’nın bâtınları da zâhir olacağından toplamı sekiz olur. Nitekim Allah Teâlâ kıyâmet gününü vasfettiği vakit “ve yahmilu arşe rabbike fevkahüm yevme izin semâniyeh” ya’nî “Ve izin günü Rabb’inin arşını üstlerinde taşıyanların sayısı sekizdir” (Hâkka, 69/17) buyurmuştur. Ve “yevme-izin” sözüyle kıyâmet gününe işâret buyurur. 328 Tedbirât-ı İlâhiyye Onüçüncü Bölüm Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) Fütûhât-ı Mekkiyye’lerinin 371.bölümünün ikinci ve beşinci kısmında “şu an Arş’ın Taşıyıcıları’nın dört olduğuna ve kıyâmet günüde sekiz olacağına” dâir ayrıntılar ve îzâhlar vermiştir. Onların buraya tercüme ve nakli şerhin uzatılmasını gerektirir. Ve biz bu hayvânî âlem mülkünün, ki o senin cisim mülkündür, dört tabîat üzerine binâ edildiğini gördük ki, onlar da “rutûbet,” “kuruluk,” “sıcaklık,” ve “soğukluk”tur. Ve büyük âlem olan güneş sistemimizi oluşturan hey’et dahi dört unsur üzerine kâim oldu. Onlar da “sıvı‘” ve “gaz” ve “katı” ve “âteş” ya‘nî “harâret”tir. Ve burada “unsur” ta‘bîri kimyâgerlerin bahsettikleri basît elementler değildir. Hikmet ehlinin bahsettikleri cisimlerin umûmî esâslarıdır. Bundan dolayı fen erbâbının bu terimlere i‘tirâzları yerinde değildir. Ve hiç şübhe yok ki, bilimsel olarak dahi sâbit olduğu üzere, gerek âlemin vücûdu ve gerek Âdem’in vücûdu, bu dört rükûn ve tabîat üzerine yerleşmiştir. Ve bu tabîatlar ve dört unsurlar bölümü, kırk bölümdür, ya'nî vücûd mertebeleri kırktır. Bundan dolayı dört sayısı geniş bir bölümdür ki, eğer biz onun ayrıntılı bir şekilde îzâh etmeye kalkarsak maksadın dışına çıkmış oluruz. Bu konu hakkında bilgi almak isteyenler Fütûhât-ı Mekkiyye’nin birinci cildinin baş taraflarını incelesin. Ve dörde tahsîs etmeni kılmanı onun sebebinden emrettiğimiz diğer husûsa gelince, çünkü onlardan sana zarar veren ve mülkünü bozan yönler dörttür. Sağ, sol, arka ve ön yönleridir. Şimdi sana zarar vereni Hak Teâlâ beyan buyurur: “Sümme le âtiyennehüm min beyni eydîhim ve min halfihim ve an eymânihim ve an şemâilihim” (A'râf, 7/17) ya‘nî “Daha sonra elbette onlara önlerinden ve arkalarından ve sağlarından ve sollarından geleyim.” Ve daha fazlasını söylemedi; ve geçerli de olmaz. Çünkü gerisi ancak üst ve alt olan ikidir. Şimdi “alt” seni kendisine da'vet eder. Ve “üst” ilâhı tenzîh yolunun mahallidir. Ve onlardan sana zarar ve bozukluk gelmez. Ve onlardan her bir yön üzerine bu dörtten birisini tâbi’leriyle ve ordularıyla dik ki, mülkü himâye etsinler. Ve sen âfiyette emîn ve râhat olarak yaşayasın. Çünkü senin düşmanın hîlekârdır, çarpışmaya kudreti yoktur; ve ancak hâinlik ile tamah ettirir. Bundan dolayı sen lütufları bu dörde dağıttığın vakit işin rahatlık bulur. Ve düşman sana her ne zaman gelse ve hangi taraftan gelse senin hakkında olan murâdına ulaşmaktan kendisini engelleyeni bulur. Böyle olunca sen “korku”yu sağına ve “ümîd”i soluna ve “ilm”i önüne ve “tefekkür”ü arkana dik! Düşman senin sağından geldiği zaman, “korku”yu ordularıyla bulur, onu defetmeye gücü yetmez. Ve diğerleri de bunun gibidir. Ve biz ancak bu tertîbi oluşturduk. Çünkü düşman ancak bu yönlerden gelir. Şimdi “korku”yu sağa tahsîs ettik. Ve beyânı budur ki, muhakkak “sağ” cennet mevzi'idir. Ve “sol” 329 Tedbirât-ı İlâhiyye Onüçüncü Bölüm ateş mevzi'idir. Düşman sağ taraftan geldiğinde, ancak şehvetler ve lezzetlerden ibâret olan hemen gerçekleşenler cenneti ile gelir; ona onları süslü gösterir; ve onları ona sevdirir. Böyle olunca ona “korku’ taarruz edip onlardan onu def’ eder. Ve eğer o olmasa idi, elbette onlara düşerdi. Ve onun gerçekleşmesiyle de senin mülkünde helâk olur. Bundan dolayı korkunun ancak bu mevzi‘de olması îcâb eder. Ve onu diğer yönlerde kullanma ki, ümîtsizlik ortaya çıkar. Eşyâyı mevzi’lerine koymak hikmettendir. Şimdi insan için “korku” süvârî için silâh gibidir. Çünkü o ancak düşmana karşı koyma indinde veyâhut onunla onun gelmesinden yana korur. Ve eğer onu bu yerin dışında alırsa, onunla alay edilir; ve akılsız bir câhil olur. Ve eğer sana düşman sol taraftan gelirse, o ancak sana ümîtsizlik ve Allâh'a kötü zan ile gelir. Ve elbette sana hiddeti üstün çıkarıp seni helâk eder. Şimdi ona Allah (azze ve celle) hazretlerine iyi zan ile ümîd kâim olup onu def’ eder; ve onu kahreder. Ve aynı şekilde o önünden gelirse, sözün zâhir yönüyle gelir. Şimdi o cisimlendirmeye ve benzetmeye sebep olur. Böyle olunca ona ilim gâlib olup bununla sana ulaşmasından onu men' eder. Bundan dolayı hüsrâna uğrayanlardan olur. Ve aynı şekilde arkasından geldiğinde şübhe ile ve bozuk hayâller yönünden işlerle gelir. Bundan dolayı tefekkür kâim olup onu def’ eder. Çünkü eğer o tefekkür etmez ve bu şey’lerin şübhelerden olduğuna vâkıf oluncaya kadar incelemezse mülkünü helâk eder. Senin kuvvetin olan bu şehrinin savaşında düşman için ancak bu dört yönden yol vardır. Şimdi bunları sana anlattığım gibi tertîb ettiğin zaman belden sağlamlaştırılmış olur. Ve sapasağlam kıl ki, düşmanın onları def’ etmeye gücü yetmesin. Şimdi eğer daha fazlası olsa dahi bunlar lâzımdır. Görevlilerinden emrini kendilerine naklettiğin “on” üzerine daha fazla arttırma! Ve biz onları ancak unsurları muhâfaza yönünden “on” yaptık. Çünkü Hakk’ı tenzîhin esâsı olan hudûd “on”dur. Ve onlar da ön, arka, sağ, sol, üst, alt, başlangıç, son, bütün ve parçadır. Bundan dolayı Rabb’ini bu hadlerden tenzîh eden kimse üzerine onlar selâmet vesîlesidir. Ve bakâ yurdunda mülkün bakâsıdır. Tenzîh etti ve ebedî saâdete nâil oldu. Böyle olunca eğer düşman bizim anlattığımız kāidelerimizden bir kāideyi yıkmaya teşebbüs ederse, ondan kendini koru! Ve bu hadden her hangi bir hadde mahsûs olup ordulardan kendisine ihtiyâç bulunan elinin altındaki bu kumandanları oraya dik! Her bir haddin ashâbıyla berâber bir emîri olup onun indinde vekilleriyle ve ârifleriyle berâber vâkıftır. Bundan dolayı düşman geldiği zaman senin üzerine istenileni yapmak kolay olur. Ve sen hangi taraftan geldiğine bakarsın. O tarafta olan emîri da‘vet edip ortaya çıkmasını emredersin. Çünkü onun himmeti sana yeter. Ve her tarafta da böyledir. Şimdi ey kerîm efendi! Bizim resmettiğimiz şeyi tahkik et ve bu tertîbi muhâfaza et! Mes’ûd ve mutlu olursun, inşâallâhü Teâlâ!... 330 Tedbirât-ı İlâhiyye Onüçüncü Bölüm Vasıfları özet olarak dörde tahsîs edip sınırlandırmanı emrettiğimiz diğer sebebe gelince o da şudur ki, senin mülküne ancak dört taraftan zarar ve bozukluk gelir. Onlar da sağ ve sol ve arka ve ön taraflardır. Ve sana zarar veren bu dört tarafı Hak Teâlâ hazretleri Kelâm-ı mecîdinde şöyle beyân buyurur: “Sümme le âtiyennehüm min beyni eydîhim ve min halfihim ve an eymânihim ve an şemâilihim” (A'râf, 7/17) ya‘nî “Daha sonra elbette onlara önlerinden ve arkalarından ve sağlarından ve sollarından geleyim.” Bu âyet-i kerîme Hak Teâlâ hazretlerine karşı edebsizce çekişmeye cür’et eden İblîs’in ifâdesini nakilden ibârettir. Bilinsin ki, İblîs’in hükümrân ve tasarruf edici olduğu yurt kesîflik ve unsurlar âlemidir. Ve yönler ile kayıtlanma, kesîflik ve taayyün âleminin gereğidir. Ve yönler ise altıdır. Onlar da sağ, sol, arka ve ön ve üst ve alttır. Oysa âyet-i kerîmede İblîs’ten naklen ancak dördünden bahsedilmiş ve üst ile alt söylenmemiştir. Sebebi budur ki; - Alt seni kendisine da‘vet eder, ya'nî yeryüzü çekim kuvvetiyle seni üzerinde tutar. Eğer bu çekim kuvveti olmasa, sen onun üstünde duramayıp fezâya doğru fırlar giderdin. Ve yeryüzünün seni bu şekilde kendine da'veti ve seni tutması tabi'ki senin hayâtının devâmını te’mîn içindir. Bundan dolayı bu taraftan sana bozukluk ve zarar gelmez. - Ve üst ise ilâhî tenzîhin yolunun mahallidir. Çünkü Hak Teâlâ hazretleri senin üstünden güneşin ışıklarını indirir. Ve bu ışıklar vâsıtasıyla bir çok hastalıklara sebep olan mikropları helâk eder; ve diğer faydalar verir. Yağmur yağdırır; seller vâsıtasıyla yeryüzünde senin hayâtın için zararlı olan bozuk maddeleri giderir. Ve rüzgâr estirir; bu sûretle senin hayâtına zararlı olan bozuk havayı dağıtır. Daha bunlar gibi senin hayâtına lâzım olan şeyleri peydâ eder ki, bunlar bilim ehlince de sâbit olmuş hakikatlerdendir. Örneğin şimşekler ile havada “ozon” denilen madde var olur. Sonuç olarak üstünden sana zarar ve bozukluk gelmesi şöyle dursun, bu yön ilâhî tenzîhin sana ulaşmasına mahsûs bir yol olmuş olur. Böyle olunca Kur’ân-ı Kerîm’de dört yönden bahsedilmesi, ancak sana bu bahsedilen yönlerden zarar ve bozukluk geldiğine kuvvetli delîldir. Ve bu da senin hayâtında fiilen ve bizzat yaşamakla sâbit ve sana ma'lûmdur. Şimdi mâdemki sana ancak bu dört yönden bozukluk gelebiliyor, o halde aşağıda anlatılacak olan dört özet vasıftan her birini bu dört yönden her biri üzerine tâbi’leri ve ordularıyla berâber dik ki, vücûd mülkünü himâye ve muhâfaza etsinler. Ve sen de âfiyette emîn ve râhat olarak senin için belirlenmiş olan vakte kadar yaşayasın. 331 Tedbirât-ı İlâhiyye Onüçüncü Bölüm Çünkü “yâ benî âdeme en lâ ta’budûş şeytâne, innehu leküm adüvvün mübîn” ya’nî “Ey Âdemoğulları Şeytan’a kulluk etmeyin, muhakkak o size apaçık bir düşmandır” (Yâsîn, 36/60) âyet-i kerîmesinde haber verildiği üzere İblîs senin düşmanındır; ve o “inne keydeş şeytâni kâne daîfâ” ya’nî “Muhakkak ki şeytanın hîlesi zayıftır” (Nisâ, 4/76) âyet-i kerîmesinde haber verildiği üzere de hîlekârdır. Şu kadarki kudreti yoktur, ancak hâinlik ile ve hîle ile tamah eder ve seni aldatır. Bundan dolayı sen maddî ve ma'nevî lütufları bu dört vasıf üzerine dağıttığın zaman işin rahatlık bulur; ve işlerin düzene girer. Ve düşman olan İblîs sana her ne vakit, hangi taraftan gelse, orada senin hakkındaki bozma amacına ulaşmaktan yana kendisini engelleyen bir muhâfız bulur. Böyle olunca bu dört vasıftan biri olan “korku”yu sağından; ve ikinci vasıf olan “ümîd”i de solundan; ve üçüncü vasıf olan “ilmi” de önünden; ve dördüncü vasıf olan “tefekkür”ü de arkandan yana dik! Mülkünün dört hudûduna bu muhâfızlar ile set çekilince düşman sağından geldiği zaman “korku”yu ordusuyla berâber bulur; ve onlar ile çarpışmaya ve onları def’ etmeye gücü yetmez. Diğer üç yön de böyledir. Ve vücûd mülkünü muhâfaza için biz ancak bu tertîbi uygun bulduk. Çünkü düşman ancak bu yönlerden gelebilir. “Korku”yu sağ taraf ta'yîn ve tahsîs etmemizin sebebi budur ki, muhakkak sağ taraf cennet ve sol taraf ateş mevziidir. Bundan dolayı düşman sağ taraftan geldiği zaman, ancak şehvetlerden ve lezzetlerden ibâret olan hemen gerçekleşenler cenneti ile gelir. Bunları ona hoş ve süslü gösterip onları ona sevdirir. Örneğin zinâ ve livâta ve şarap içmek ve kumar ve hırsızlık ve şerîat hükümlerine karşı kayıtsızlık ve hayvânî hürriyet gibi her biri nefsin hazzına ve lezzetine hizmet eden fiilleri gösterir. Ve bunların her birini kabûl ve icrâya teşvik için zihni karıştırır ve safsata verir. Örneğin, çocuk doğmadıktan sonra, şehvetin kazâ edilmesi husûsunda nikâhlı olan ile metresin tasarrufunda ne fark vardır? Ve bu şekilde maksad şehveti kazâ etmek değil mi? Zinâ ile livâta arasında ne fark vardır? Özellikle livâtada çocuk olması korkusu da yoktur. Ve diğerleri hakkında da bunlara benzer türlü türlü zihni karıştırıcı şeyler ve safsatalar nakleder. Şimdi bu nakillere “korku” karşılık gelir. Ve korku iki türlüdür: - Birisi Allah Teâlâ’dan; - Diğeri insanlardan korkmaktır. Makbûl olan Hak’tan korkmaktır. Çünkü halktan korkmak da insanı kötülüklerden men’ edebilirse de pek zayıftır. Örneğin zinâ ve livâtayı halkın ayıplamasından veyâhut kânûnen cezâlandırılacağı korkusundan dolayı icrâ edemez. Fakat kalbinde Hak korkusu olmadığından halkın bunu öğrenemeyeceğine tam bir 332 Tedbirât-ı İlâhiyye Onüçüncü Bölüm kanâati oluşunca pervâsızca icrâ eder. Bu kitapta mevzû‘-i bahs olan korku, ancak Hak korkusudur. Bundan dolayı İblîs cennet mevzi’i olan sağ taraftan nefsânî lezzetleri arz ettiği zaman, kendisine karşılık vermek üzere, Hakk korkusunu ancak sağ tarafa koy ve onu başka tarafta kullanma! Örneğin sol tarafa koyma; çünkü sol taraf ateş mevzi'idir. Ve düşman sol taraftan sana dünyevî hayâtın elemlerini ve ıztırâblarını arz eder. O tarafta “ümîd” yerine korku bulursa ilâhî rahmetten yana ümîtsizlik oluşur. Ve bu ümîtsizliği arttırarak, örneğin intihâra sebep olur. Ve bu şekilde düşman senin mülkünü bozarak amacına ulaşmış olur. Fakat düşman sol tarafta ümîdi tâbi'leriyle berâber bulursa mülküne zarar ve bozukluk veremez. Böyle olunca her şeyi yerli yerine koyman îcâb eder. Çünkü eşyâyı yerli yerine koymak hikmettendir. Şimdi insan için Hak korkusu, süvârî için silâh gibidir. Çünkü süvârî düşmana karşı çıktığı vakit, veyâhut düşmanın gelmesini beklediği zaman silâhını kullanır. Ve eğer bu yerin dışında, ya‘nî lüzûmu olmadan, silâhını alıp uygunsuz haller gösterirse, böyle kimse ile herkes alay eder. Ve kendisini alay konusu yapan kimse ise akılsız ve câhil bir adam olur. Ve eğer düşman sana sol taraftan gelirse, o ancak sana ümîtsizlik Allâh’a karşı kötü zan ile gelir. Ve senin bu haller içinde gark olman senin üzerine kînin ve düşmanlığın ve hiddetin gâlib gelmesini gerektirip seni helâk eder. Örneğin İblîs sana sol taraftan gelip der ki: “Sen kalabalık bir âilesin. Fakîrliğin ve zarûretin son derecede olduğundan onların geçimlerini gerektiği şekilde te’mîn edemiyorsun. Rızık elde etmek için sebeplere teşebbüs ettiğin halde başarlı olamadın. Beş vakit duâ ettiğin halde de, Cenâb-ı Hak senin üzerine bir rızık kapısı açmadı. Sen mü’min olduğun halde bu elîm azâbı çekip duruyorsun. Diğer taraftan Hakk’a küfür ve isyân edenler geniş bir rızık ve râhat içindedir. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de “lev tezeyyelû le azzebnellezîne keferû” (Feth, 48/25) ya‘nî “Eğer siz ayrılmış olsanız, elbette biz kâfirleri azâblandırırdık” buyurduğu halde, kâfirlere iyi muâmele ve mü’minlere azâb ediyor.” Eğer sâlik bu nakilleri kabûl eder ve sıhhatine inanırsa, ilâhî rahmetten ümitsizliğe düşüp, Allah Teâlâ’ya karşı kötü zan sâhibi olur. Bu inanç ise dünyâda ve âhirette helâkine sebep olur. Bundan dolayı sol tarafta ümîd olursa düşman geldiği vakit onu bulur. Ve sâlik onun bu nakillerine karşı der ki: “Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin beni bu hâl içine bırakmasında elbette gizli bir lütfu vardır. Ve kâfirlere ni’metleri bol bol buyurması husûsunda da gizli bir kahrı vardır. Dünyâ hayâtı ne kadar zahmetli olursa olsun serî bir şekilde 333 Tedbirât-ı İlâhiyye Onüçüncü Bölüm zevâl bulur. Ve âhiret bakâ yurdudur. Cenâb-ı Hak kullarına sabır ve tevekkül tavsiye buyuruyor. Ben sebeplere teşebbüs etmeye devâm ile tevekkül ve sabrederim. Elbette Hakk’ın lütfu bir râhat ihsân eder. Eğer ben Hakk’ın rahmetinden ümîdimi kesersem kâfir olurum. Çünkü “innehu lâ ye’yesu min revhillâhi illel kavmül kâfirûn” ya’nî “Muhakkak ki; kâfirler kavminden başkası, Allah'ın vereceği rahatlıktan yana umudunu kesmez” (Yûsuf, 12/87) buyurur. Ve bu cevap düşmanın nakillerini def’ eder. Ve eğer düşman ön taraftan gelirse, sözün zâhiri ile gelir. Ve bu sözün zâhiri ile gelişi cisimlendirmeye ve benzetmeye sebep olur. Ve onun bu sözün zâhiri ile gelişine karşı, “ilim” karşılık verip düşman olan İblîs’in bu vâsıta ile seni mağlûb etmesine engel olur. Örneğin, düşman sana ön tarafından gelip der ki: “Hak Teâlâ “Er rahmânu alel arşistevâ” ya’nî “Rahmân arşın üzerine istivâ etti” (Tâhâ, 20/5); ve cenâb-ı Peygamber (sav)’in “Allah Âdem’i Rahmân sûreti üzere halk etti” buyuruşu yönüyle, Allah Teâlâ hazretleri “İnsan sûretinde olduğu halde Arş üzerinde bağdaş kurup oturmuştur.” İşte bu iki sözün zâhirinden anlaşılan ma'nâlar budur.” Bu inanç ise Hak Teâlâ hazretlerinin cisim ve insan sûretine benzediğini ve bir mekânı bulunduğunu kabûl etmekten ibâret olup açıkça küfürdür. Şimdi sâlik bu sözün zâhirine karşı ilim ile karşılık verip der ki: “Rahmân, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin toplayıcı ismidir ki, onun altında sonsuz isimler vardır. Ve Arş kesîf varlıksal vücûdlardır. Ve bu kesîf varlıksal vücûdlar Hakk’ın vücûdundan ve varlığından zâhir olmuştur. Ve Hak sonsuz isimlerinin görünme yerlerini bu varlıksal mertebede açığa çıkarmıştır. Bundan dolayı izâfî vücûdlar ilâhî isimlerden her birinin Arş’ı ve onların tamâmı da Rahmân’ın Arş’ı ve tahtı mesâbesinde olup, sûretten münezzeh olan Hakk’ın mutlak vücûdu onların bâtınıdır. Ve aynı şekilde Âdem taayyünü i'tibârı ile hayat, ilim, sem‘, basar, irâde, kudret, kelâm ve tekvinden ibâret olan sekiz ilâhî sıfatı taşımaya müsâid olduğundan ve sıfata sûret denilmesi de câiz olduğundan insanın Rahmân sûreti üzerine halk buyrulmuş olmasının ma‘nâsı da budur. Yoksa bundan Hak Teâlâ hazretlerinin Âdem sûretinde olması ma'nâsı çıkmaz.” İşte tasavvuf ilmine dayalı olan bu cevaplara karşı İblîs eli boş olarak döner. Ve aynı şekilde İblîs sâlikin arkasından geldiğinde şübhe ile ve bozuk hayâllere dayalı olan işler ile gelir. Bu şekilde de ona “tefekkür” karşı çıkıp def’ eder. Çünkü sâlik İblîs tarafından nakledilen şeylerin şübhelerden ve bozuk hayâllerden olduğuna vâkıf oluncaya kadar incelemezse, onları hakîkat diye kabûl eder. Ve netîcede de vücûd mülkü zâhiren ve bâtınen helâk olur. 334 Tedbirât-ı İlâhiyye Onüçüncü Bölüm Örneğin tahkîk ehlinin kitaplarını incelemekle meşgûl olan bir sâlike İblîs arkasından gelip der ki: “Âlem, ilâhî isimlerin görünme yerlerinden ibârettir. Ve ilâhî isimler ise ta'tîl kabûl etmez. Bundan dolayı en büyük kıyâmet ile âlemin hey’eti bozulunca ilâhî isimlerin görünme yerleri de kalmaz. İlâhî isimlerin ta’tîl edilmiş olması lâzım gelir. Böyle olunca en büyük kıyâmet hakkında olan Kur’ân âyetlerini başka ma'nâlara yüklemek gerekir. Ve ilâhî isimlerin ta’tîl edilmiş olmaması için senin zannettiğin gibi kıyâmet gerçekleşmez. Ve âlemin sûreti ebeden devâm edip gider.” Hakîkatlerin kâidelerine bakarak ilk anda câzib görünen bu fikrin şübheden ve bozuk hayâllerden ibâret olduğuna şübhe yoktur. Çünkü sâlik şu şekilde tefekkür edip der ki: “Âlem ve Âdem Rahmân sûreti üzeredir. Âdem’in kıyâmeti öldüğü vakit kopar. Oysa âdemî ferdlerden birinin kıyâmetinin kopmasıyla Hak Teâlâ hazretlerinin âdemî sûrette olan tecellîsi kesilmez. Belki birinin kıyâmeti kopar, yerine diğeri kâim olur. Âlem de böyledir. Sonsuz fezâda sayısız ve hesapsız şehâdet âlemleri mevcûddur. Bunlardan birinin sûretinin bozulup kıyâmetinin kopmasıyla Allah Teâlâ hazretlerinin şehâdet âlemleri sûretindeki tecellîleri ta’tîl edilmiş olmaz. Bundan dolayı bu şehâdet âlemlerinden birisi olan âlemimizin elbette kıyâmeti kopacaktır. Ve Kur’ân-ı Kerîm’in açıklığını te’vîl etmeye aslâ mahal yoktur. Ve en büyük kıyâmetin gerçekleşmesiyle yeryüzünün başka bir sûrete geçmesi ve mahlûkların âhiret oluşumu üzerine inşâ edilmesi şek ve şübhe edilecek bir şey değildir. “Kul sîrû fîl ardı fânzurû keyfe bedeel halka, sümmallâhu yunşîun neş’etel âhirete” ya’nî “De ki: "Yeryüzünde dolaşın ve böylece ilk halk edilişin nasıl olduğuna bakın. Sonra Allah, âhiretin oluşumunu inşâ edecek” (Ankebût, 29/20) âyet-i kerîmesi bunun kesin delîlidir.” İşte bu gibi tefekkürler netîcesinde düşman tarafından arkadan nakledilen şeylerin kat’î haberler karşısında şübhelerden ve bozuk hayâllerden ibâret olduğu anlaşılır. Şu yön de gizli kalmasın ki, bütün bu tedbîrler ve muhâkemeler ilim sâyesinde gerçekleşir. Cehâlet her husûsta helâk sebebidir. Şimdi senin kuvvetin ve sultânın olan bu vücûd şehrin için savaşta, düşman ancak bu saydığımız dört yönden yol bulur; ve sana bu taraflardan hücûm eder ve saldırır. Eğer sen bu bahsettiğim dört özel vasfı yerli yerine koyup tertîb edersen belden ve vücûd şehrin sağlamlaşmış olur. Beldenin dört hudûdunu bunlarla sapasağlam kıl ki, düşmanın onları def’ etmeye gücü yetmesin. Şimdi eğer vücûd şehrinin korunması için hudûdu, bu gösterdiğimiz dörtten daha fazla arttırsan bile, yine bu dört özel vasıf lâzımdır. Fakat görevlilerinden 335 Tedbirât-ı İlâhiyye Onüçüncü Bölüm olup, ya‘nî senin taayyünün âleminde olup, emrini kendilerine naklettiğin on hadden fazlasını dikkâte alma! Ve biz bu fazladan olan hadleri, ancak unsurları koruma, ya'nî taayyünün korunması sebebiyle “on”a çıkarttık. Çünkü Hakk’ı tenzîhe esâs olan hudûd “on”dur. Ve onlar da ön, arka, sağ, sol, üst, alt, başlangıç, son, bütün ve parçadır. Bundan dolayı Rabb’ini bu on hadden tenzîh eden kimse üzerine bu hadlerin her biri selâmet vesîlesidir. Bakâ yurdunda mülkün bakâsıdır. Böyle bir kimse Hakk’ı bu hadlerden tenzîh edince, ebedî saâdete nâil olur ve ebedî hayâta ulaşır. Bilinsin ki, Hakk’ın mutlak vücûdu sonsuz isimleri dolayısıyla varlıksal muhtelif sûretlerde açığa çıkmıştır. Varlıksal sûretlerden her birisi bu bahsedilen on had ile vasıflanmıştır. Örnek olarak insânî bir sûreti alalım: Bu taayyün etmiş sûretin önü, arkası, sağı, solu, üstü, altı, başlangıcı ve sonu ve vücûd parçalarına göre bütünselliği ve âlemin sûretine göre kendi vücûdunun parça oluşu sâbittir. Bunların hepsi onun haddidir. Fakat Hakk’ın mutlak vücûdu bu hudûdun hepsinden münezzehdir. Çünkü onun vücûdunun sonsuz oluşu yönüyle önü, arkası, sağı, solu, üstü, altı yoktur. Ve O’nun varlığı kendinden ayrılmaz olduğundan ne başlangıcı, ne de sonu yoktur. Ve varlık sonsuz bir kavram olup parçalanma ve bölünmeyi kabûl edici olmadığından, bütünsellik sıfatı ile de vasıflanmış değildir. Ve kendisine göre bir bütün olup vücûdu ondan bir parça olmadığından parça olma sıfatından dahi münezzehdir. İşte sen Hakk’ı bu hadlerden tenzîh ettiğin vakit, senin alacağın karşılık amelinin cinsinden olur. Ya'nî amelin Hakk’ı bu hadlerden tenzîh olduğundan, sen Hakk’ı her bir hadden tenzîh ettiğin vakit, bu hadlerden her birisi senin için mutlak olan tarafına yükselmene sebep ve senin selâmetine vesîle olur. Ve bakâ yurdunda, ya'nî Hakk’a dönüşün indinde, vücûd mülkünün bakâsını gerektirir. Bu “Fî mak’adi sıdkın inde melîkin muktedir” ya’nî “Kudret sâhibi Melik'in huzûrunda, sâdıklar makāmındadır” (Kamer, 54/55) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulan makāmdır. Ve bu makāma ulaşmak ebedî saâdete nâil olmaktır. Böyle olunca senin bu makāma ulaşmana engel olmaya teşebbüs eden düşman, eğer bizim bahsettiğimiz kāidelerden bir kaideyi yıkmaya çalışırsa, ondan kendini koru! Ve vücûd mülkünün zarar görmemesi ve bozulmaması için her bir hadde mahsûs olarak bahsettiğimiz vasıflardan her birisini tâbi'leriyle berâber gereken hadde dik ki, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri kumandan mesâbesinde olan bahsedilen bu vasıfları sana itâatkâr kıldı. Her bir hadde mahsûs olan muhtelif vasıfların bir emîri vardır. Bu emîr hudûdun başında vekilleriyle ve ârifleriyle berâber durup muhâfızlık eder. Bundan dolayı düşman o hadden geldiği vakit, senin için onu def’ etmek ve maksadına ulaşmak kolay olur. Ve sen dâimâ uyanık olup düşmanın sana hangi taraf- 336 Tedbirât-ı İlâhiyye Onüçüncü Bölüm tan geldiğine bakarsın. Ve o tarafa tahsîs edilmiş olan emîri da'vet edip tâbi'leriyle berâber düşmana karşılık vermesini emredersin. Ve o emîrin himmeti sana yeter. Ve her tarafta da böyle yaparsın. Şimdi ey kerîm efendi olan rûh, bizim beyân ettiğimiz bu hakîkatleri, bu izâfî vücûd âleminde tahkîk edip bizzât yaşayarak ârif ol; ve bilgilerini dâimâ tatbîk ederek bu tertîbi muhâfaza et! İnşâallâhu Teâlâ mes‘ûd ve mutlu olursun. 337 Tedbirât-ı İlâhiyye Ondördüncü Bölüm ONDÖRDÜNCÜ BÖLÜM Düşmanla Karşılaşma Ânında Savaşların İdâresi ve Orduların Tertîbi Beyânındadır. Ey kerîm efendi, şerefli zâtının muhâfaza edilmesinden ayrılma! Bundan dolayı indindeki mevzi'in en nezîhine yönel; ve onu kuvvetlendir; ve onu gerekli kıl; ve onu sâkinliğin için mevzi‘i edin! Haberin olsun, o Kürsî’dir ki, iki ayağı olan mevzi‘dir. Ve bu menzil sünnet mekânıdır. Ve mâni’ olucu ve himâye edici ve zirvesi yüksek olan şerîat kalesidir. Ve bizzât savaşa kalkışma! Çünkü sen helâk olursun, mülkün helâk olur. Ve eğer sen hazretinde kalıp da bahsettiğimiz ve sana tertîb ettiğimiz kumandanların ve emîrlerin ba'zılarını savaşmak için yöneltirsen, onlar hezîmete uğrasalar bile sen kalırsın. Ve mülkün ve senin indindeki erler ve senin yardım ettiğin ordular geriye kalır. Görmez misin? Dal kuruduğu ve kesildiği zaman kök onu telâfî eder ve dallanır. Ve eğer kök bozulursa, ağacın hepsi helâk olur. Şimdi melik mülkün köküdür; ve devlet cisimdir; ve onun rûhu meliktir. Şimdi ne vakit rûh helâk olursa cisim de helâk olur. Ve cisimde bir şey bozulduğu ve rûh geriye kaldığı zaman, tabîb onu ıslâh eder. Ve tedbîr senin tabîbindir. Bundan dolayı kendini muhâfaza et; ve tuzağa düşerek onunla düşmanına karşı çıkma! Düşmanın senin üzerine geldiği ve senin ve onun orduları karşılaştığı zaman ilim sâhilinde dur! Daha sonra himmet asâsı ile bu ilim denizinin yüzüne vur! Sana bir yol açılınca oraya gir! Çünkü düşmanın senin izini ta’kîb edecektir. Çünkü ilim, reislik ve kibir kapısıdır. Ve şeytan ona tamah ettirir. Bundan dolayı düşman arkandan ilim denizinin ortasına gelince, o zarûrî olarak onun üzerine kapanır. Böyle olunca çatışma ve vuruşma olmaksızın boğulur. Ve işte bunun için âlimlerin ba'zısı “İlmi Allah’ın gayrı için taleb ettik, ilim çekindi. Bizi ancak Allâh’a döndürdü” dedi. Ve bu ilâhî hîlenin en güzelindendir; ve Allah Teâlâ hîle edenlerin hayırlısıdır. Çünkü Firavun Mûsâ’nın peşinden gitti; ve Allâh’ın hîlesini görmedi de helâk oldu. Eğer sana düşmanın “İlim taleb et, tâ ki zamânının nebîleri üzerine yükselesin; ve melikler sana karşı alçak gönüllü olsunlar; ve halk sana muhtaç bulunsun” derse bu, şeytânî emirdir, deme! Düşmanını hemen farket; fakat ilim talebini hızlandır! Çünkü şeytan ve senin hevân amel yeri olmayan amelin ile ferahlanırlar. Ve muhakkak ilmin, kendi hakîkatinin verdiğinin dışında bir şeyi kabûl etmeyişi onlardan gâib oldu. Ve bu mes’elede İblîs’te gözüken cehâlet budur ki, o ilim ile dalâlette bırakacağını hayâl etti. Ve “kâle ene hayrun minhu, halaktenî min nârin ve halaktehu min tîn” (A‘râf, 7/12) ya'nî “Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten halk ettin ve onu topraktan halk ettin” sözünü zannetti. Ve muhakkak kulluk yolu üzerinde Allâh’ın gayrı için secde etmek böyledir. Oysa bunun hepsi salt cehâlettir, ilim değildir. O ise onun ilim olduğunu hayâl etti de, ilim ile dalâlette bıraktım, 338 Tedbirât-ı İlâhiyye Ondördüncü Bölüm dedi. İşte bunun için ilim taleb ettirmeye hırslandı. Oysa bilmez ki, ilim onun ayıbını ve cehâletini ortaya çıkarır.” Ey kerîm efendi olan rûh! İlâhî halîfeliği taşıyıcı olması i'tibârı ile şerefli olan zâtının muhâfazasına devâm et! Bundan dolayı nezdinde bulunan mevzi’lerin en pâk ve nezîhine yönel; ve o mevzi'i kuvvetlendir; ve o mevzi'e devâm et! Ve o mevzi'i kendin için sâkin olacağın bir mahal olmak üzere seç ki, orada kendini muhâfaza edebilirsin. Seni îkâz edeyim va haber vereyim ki, o Kürsî mevzi’idir, ya'nî bağlanmış olduğun nefsânî kesîf vücûddur. Ve o Kürsî iki ayağı olan mevzi'dir, ya'nî ilâhî emir ve yasakların bağlandığı bir vücûd mertebesidir. Ve bu menzil sünnet mekânıdır; ve şerîat kalesidir. Ve bu kale seni himâye eder; ve düşmanın saldırmasına engel olur. Zirvesi yüksek olduğundan düşman oraya çıkamaz. Bilinsin ki, şerîatın sonsuz faydalarından biri de rûhun bağlandığı unsûrî kesîf vücûdun sür'atle bozulmasına mâni' olmaktır. Örneğin şerîat sarhoşluk veren içecekleri men' etmiştir. Şerîatın bu yasağından çekinmeyenlerin tutuldukları hastalıklar doktor raporlarıyla sâbit ve binlerce nümûneleriyle meydandır. Ve aynı şekilde şerîat domuz eti yenilmesini yasaklar. Buna devâm edenlerin “tirişin” illetine mübtelâ oldukları tıbbî araştırmalar ile ortaya çıkmıştır. Ve aynı şekilde şerîat şehvetin giderilmesinde isrâf edilmemesini tavsiye; ve zinâ ve livâtayı men' eder. Ve bu isrâfa tutulanların türlü bulaşıcı hastalıklar ile hastalandıkları tıbben sabittir. Ve zinânın çokluğu toplumsal bir belâdır. Ve aynı şekilde şerîat kumarı men' eder. Bu yasaklardan çekinmeyenlerin hayâtta ne ağır cezâlara tutuldukları binlerce numûnesiyle sâbittir. Sonuç olarak şerîatı koymuş olanın emir ve yasakları dünyâ ve âhiretçe, seni düşmanın olan İblîs’in sataşmasından muhâfaza etmek için konulmuştur. Ve bu emir ve yasaklar, bu âlemde taayyün etmiş olup, bütün ilâhî isimlerin hükümlerinin açığa çıkmasına müsâid olan izâfî kesîf vücûdun gereğinden dolayı konulmuştur. Ve bu kesîf vücûdun gereği hayvâniyyete meyildir. O bu âlemde hiç bir kayıt ile kayıtlanmaksızın dik kafalılıkla hareket etmek ister. Ve onun böyle dik kafalılıkla hareket etmesi helâkine sebep olur. Onun helâki hâlinde de, insânî sûretten beklenen ve istenen olan gâye yitirilmiş olur. Düşmanın maksadı da ancak budur. Nitekim ezelde kendisini vücûda getirene karşı böyle ahd ederek “Kâle fe bi izzetike le ugviyennehüm ecmaîn” (Sâd, 38/82) ya'nî “İzzetin hakkı için ben onların hepsini ayartayım ve azdırıp yoldan çıkarayım” demiştir. Ey kerîm efendi olan rûh! Bu unsûrî cisim senin için Kürsî’dir. Ve bu Kürsî îzâh ettiğimiz şekilde emir ve yasakların bağlandığı bir mevzi'dir. Ve bu emir ve yasakların menzili sünnet mekânıdır, ya'nî şerîatı getirmiş olan Hz. Resûlullah 339 Tedbirât-ı İlâhiyye Ondördüncü Bölüm (sav) Efendimiz’in sözlerinin ve fiillerinin ve yüksek hallerinin tatbîk mahallidir. Ve değerli sünnetler düşmanın saldırmasına mâni' olan bir himâye edicidir; ve zirvesi yüksek olan şerîat kalesidir. Şimdi sen bu kaleye sığınıp düşmanın saldırması hâlinde bizzât savaşmaya kalkışma ve savaşı bizzât idâre etme! Çünkü sen helâk olursun, mülkün de harâb olur. Çünkü memleket idâresi çözülmeye uğrar. Ve hükümet reîsinin helâki üzerine memleketin nüfûzlu olanları ayrı ayrı bağımsızlık hevesine düşerler. Ve bu idâre dağınıklığından düşman faydalanarak mülkünü tam ele geçirir. Fakat savaş esnâsında hazretinde, ya'nî kalbgâhda kalıp da yukarıda bahsettiğimiz şekilde sana tertîb ettiğimiz, kumandanlarının ve emîrlerinin îcâb edenlerini savaşmak için düşmana yönlendirirsen, onlar hezîmete uğrasalar bile sen kalırsın. Ve senin indindeki erlerin ve idâre ettiğin ordularının diğer bir kısmı geriye kalır. Daha sonra gereken tedbîri alırsın. Ve mülkün dağılmaktan kurtulur. Görmez misin? Bir ağacın dalı kuruduğu veyâhut kesildiği vakit kök onu telâfi eder ve yeniden dallanır. Ve eğer kök çürüyüp bozulursa, ağacın tamâmı helâk olur ve kurur. Melik ve hükümet reîsi mülkün köküdür; ve devlet cisim mesâbesindedir; ve onun rûhu melik ve hükümet reîsidir. Bundan dolayı ne zaman rûh helâk olursa cisim de helâk olur. Ve cisimde vücûd a’zâlarından biri bozuk olduğu ve rûh geriye kaldığı vakit tabîb onu ıslâh eder. Ve tedbîr senin tabîbindir. Bundan dolayı tedbîr vâsıtasıyla kendini muhâfaza et! Ve tuzağa düşerek bizzât kendin düşmanla savaşma ve bizzât düşmana karşı çıkma! Ve düşman ordusuyla senin üzerine geldiği ve senin orduların ile düşmanın ordusu karşılaştığı vakit, sen ilim denizinin kenârında dur! Ondan sonra himmet asâsı ile bu ilim denizinin yüzeyine vur! Bu ilim denizinden sana bir yol açılınca, hiç tereddüd etme, bu yola gir! Çünkü düşmanın seni ta'kîb edecektir. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber; - “Rûh”u cenâb-ı Mûsâ’ya; - ve İblîs’i de Firavun’a; - ve “ilmi” de “deniz”e benzetmişlerdir. Nitekim Firavun kendi tâbi'leriyle Mûsâ (as)ı Kızıldeniz’in sâhiline kadar ta'kîb etmiş; ve cenâb-ı Mûsâ asâsı ile denize vurup kendisine bir yol açılmakla o yola dâhil olarak karşı tarafa geçmiş; ve Firavun da onu ta'kîben bu yola girmiş ise de deniz kapanıp helâk olmuştur. Rûhun da İblîs’in saldırması hâlinde ilim denizinden açılacak bir yola girmesi îcâb eder. Çünkü “ilim” reîslik ve kibir doğuracağından ve Benî Âdem’in helâki 340 Tedbirât-ı İlâhiyye Ondördüncü Bölüm reîslik ve kibir sebebleriyle olduğundan şeytan Benî Âdem’in ilim tarafına meylini pek fazla arzû eder; ve onu reîslik ve kibir sebepleriyle helâk etmeye çalışır. Bundan dolayı sen ilim sâhiline gelip açılan yola girince düşman da arkandan gelir. Ne zamanki ilim denizinin ortasına gelir, deniz onun üzerine kapanır, çatışma ve vuruşma olmaksızın kolaylıkla boğulur ve helâk olur. Ve işte bu hakikate binâen âlimlerin ba'zıları: - “İlmi, Allâh’ın gayrı için taleb ettik; ilim çekindi ve bizi ancak Allâh’a çevirdi” dedi. Ya'nî biz ilmi reîsliğe nâil olmak ve insanlara üstünlük kurarak bu sâyede dünyevî ni’metlere ve refâha ulaşmak için istedik; ilim tahsîl ettikçe bu maksad kayboldu gitti. Ve ilim bizi Allâh’ın gayrı olan bu maksada ulaşmaktan ferâgat etti. Ve nihâyet bizim elimizden tutup halk edilişimizin aslî maksadı olan ma'rifetullâha sevk etti. Bu sözün doğruluğu bir çok örneklerle açıkça gözükmektedir. Nitekim felsefe, kîmyâ, matematik ve astronomi gibi ilimlerin mütehassısları ve muhtelif meslek erbâbı, bu ilimleri ve fenleri kişisel hırs ve servet kazanmak maksadıyla öğrenmeye niyet ettikleri halde, netîcede hakîkî vücûda getiriciyi idrâk ile vahdet-i vücûdu tasdîk etmeye mecbûr kalmışlardır. Ve bu hâl ilâhî hîlenin en güzelindendir. Ve Allah Teâlâ hîle yapanların hayırlısıdır. Çünkü aslî maksadı olan ma'rifetullâhın gayrına niyet etmek şerrdir; ve şerre ulaşamamak ise hayırdır. Ve şerre kastedildiği halde netîcede hayır çıkması ilâhî mekrin en güzel olan kısmındandır. Bu ise ilmin özelliğidir. Ve Hak Teâlâ hazretlerinin “hel yestevîllezîne ya’lemûne vellezîne lâ ya’lemûn” (Zümer, 39/9) ya'nî “Bilen ile bilmeyen bir olur mu?” buyurmasındaki hikmetin sırrı budur. Şimdi İblîs Benî Âdem’i ilme teşvîk edip, onu o ilim sahasında dalâlette bırakmak için arkasından gelir. Fakat ilmin özelliği netîcede insanı ma'rifetullâha sevk etmek olduğundan İblîs dâlalette bırakma kastını îfâ edemez. Şerri istediği halde netîcede hayır ortaya çıkar. Ve nitekim Firavun Mûsâ’nın izini yeterli görerek denizde açılan yola girdi; ve deniz kapanarak kendisi helâk oldu. Eğer deniz kapanmayıp Hz. Mûsâ’ya yetişseydi, onunla savaşıp çarpışacak idi. Ülü’l-azm bir şân sâhibi peygamber ile çarpışmak ise salt şerr idi. Ve onun, bu şerrin gerçekleşmesine mâni' olan helâki ise hayrın aynı idi. Özellikle boğulacağını idrâk ettiği vakit “âmentu ennehu lâ ilâhe illellezî âmenet bihî benû isrâîle” ya’nî “Îmân ettim, İsrâiloğullarının îmân ettiği o ilâhtan başka ilâh olmadığına” (Yûnus, 10/90) dedi. Ve îmân ettikten sonra boğuldu. Ve bu şekilde Allah’ın mekrinden gâib oldu. 341 Tedbirât-ı İlâhiyye Ondördüncü Bölüm Şimdi eğer düşmanın sana: - “İlim taleb et, tâ ki zamânının nebîlerinin üzerine yükselesin! Ve melikler senin önünde alçak gönüllü ve mütevâzî olsunlar; ve halk sana muhtaç bulunsun!” derse; Sakın, bu şeytânî bir iştir deyip ilim tahsîli yolundan yürümekten yüz çevirme; ve düşmanın bu nakildeki kastını farket ve ilim talebini hızlandır! Çünkü düşmanın olan İblîs ile senin hevânın ferahı ve mutluluğu, ancak senin male yeri olmayan amelin iledir. Ve ilim ise amel yeri olmayan bir ameldir. Ya‘nî sen ilim öğrenmekle meşgûl olduğun vakit, başka türlü amel ile meşgûl olmaya vaktin müsâid olmaz. Vakitlerini ilim öğrenmek işgâl eder. Düşmanların seni başka amelden alıkoydukları için sevinirler. Oysa o zavallılar bilmezler ki, ilim kendi hakîkatinin verdiği şeyin dışında bir şeyi kabûl etmez. Ya'nî ilim öyle bir şeydir ki, yukarıda îzâh edildiği üzere netîcede ma'rifetullâha ulaştırır. Onun hakîkatinin verdiği şey ancak budur. Bundan dolayı bu mes’elede, ya'nî ilme teşvik ve rağbet ettirme mes’elesinde, İblîs’in câhilliği ilim ile dalâlette bırakmayı hayâl etmesidir. Oysa ilmin hakîkatinin dalâlete değil, hidâyete sevk ettiğini İblîs bilemedi. Çünkü İblîs’in bâtın gözü kördür, hakîkate bakamaz. O yalnız zâhir göz sâhibidir. “Şeytanın bir gözü kördür” denilmesi bu i'tibâr iledir. Ve İblîs’in sâdece zâhiri görücü olup hakîkati görmemesini ıspatlayan delîllerden biri de Âdem’e secde ve boyun eğme ile emredildiğinde “kâle ene hayrun minhu, halaktenî min nârin ve halaktehu min tîn” (A'râf, 7/12) ya'nî “Ben Âdem’den hayırlıyım. Çünkü beni latîf olan ateşten ve onu kesîf olan topraktan halk ettin” diyerek ona boyun eğmeyi kabûl etmemesidir. İblîs bu sözünün ilme dayandığını zannetti. Oysa Hak Teâlâ meleklere “innî câilun fîl ardı halîfeh” ya’nî “Muhakkak ki Ben yeryüzünde bir halîfe kılacağım” (Bakara, 2/30) buyurmuş ve İblîs dahi melekler arasında bu hitâbı duymuş idi. Halîfe ise kendisini halîfe kılanın aynıdır. Bundan dolayı geçerli olan şey, Allâh’ın halîfesi olan Âdem’in zâhiri değil, bâtınıdır. Meleklerin Âdem’e secde ve boyun eğme ile mükellef olması, onun hakîkatine göredir. Bâtın gözü kör olan İblîs, Âdem’in hakikatini göremediği için, hakîm ya’nî herşeyi yerli yerinde yapan Mûcid’i olan Allah Teâlâ hazretlerinin emrine muhâlefetle kulluk yolu üzerinde yürüyemedi. Gurur ve kibiri buna da mâni' oldu. Fakat Âdem taştan ve topraktan binâ edilen Ka'be’ye secde ile emredildiği vakit bu, Allâh’ın gayrına secde edilmesi câiz değildir, demedi. Kulluk yolu üzerinde yürüyerek Ka’be’ye secde etti. Ve “Beni halîfe olarak halk ettin; ve sekiz ilâhî sekiz sıfatının mazharı kıldın. Ve ma’denden ibâret olan Ka’be’nin taayyünü ile benim taayyünüm arasında fark vardır. Ben yükseğim, o düşüktür. Niçin ona 342 Tedbirât-ı İlâhiyye Ondördüncü Bölüm secde edeyim” diyerek dik başlılık etmedi. Çünkü Âdem bilir ki, Hak Teâlâ hazretleri Hakîm’dir. Onun emrine karşı kıyâs yapmak kötü edebdir. Kulluk ancak emre uymaktır. Şimdi İblîs’in yukarıdan beri îzâh edilen halleri hep salt cehâlettir, ilim değildir. O ise onun ilim olduğunu hayâl etti de, ben Âdem’i ilim ile dalâlette bıraktım, dedi. Bu sebeple Benî Âdem’i ilim taleb etmeye teşvîk etti. Oysa bilmez ki, eğer Benî Âdem ilminde derinleşirse, bu ilim onun ayıbını ve cehâletini ortaya çıkarır. Ve netîcede Âdem, dalâlete düşmek şöyle dursun, belki hidâyet bulur. SORU: Hak Teâlâ hazretleri “E fe reeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin” (Câsiye, 45/23) ya'nî “Hevâsını ilâh edinen kimseyi görmez misin? Allah Teâlâ onu ilim üzerinde dalâlette bırakır” buyurur. Bundan ilim üzerinde de dalâlette kalınacağı anlaşılır. Oysa ilim hidâyete sevk eder, denildi. CEVAP: Hidâyete sevk eden ilim kâmil ilimdir. Noksan ilim dalâlette bırakır. Nitekim İblîs’in hâlin zâhirine bakarak olan kıyâsı da bir ilim idi. Fakat noksan bir ilim olduğundan cehâlet ile karışık oldu. Bundan dolayı bu noksan olan ilim aslâ ona fayda vermeyip ilâhî huzûrdan kovulmasına sebep oldu. Şimdi hevâsını ilâh ve kendi üzerinde tasarruf edici edinen kimse, noksan ilim ile yetinmiş olacağından, ona bu ilmini tamamlaması tavsiye edilse, kendisini kâmil bir âlim zannetiğinden, bunu kabûl etmez. Nitekim yukarıdaki âyet-i kerîmenin devâmında “ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveh” ya’nî “Ve onun işitmesini ve kalbini mühürledi. Ve onun görmesinin üzerine perde çekti” (Câsiye, 45/23) buyrulmuştur. Ve bu noksan ilim cehâletin aynıdır. Ve bu ilim ile vasıflanmış olan kimse cehl-i mürekkeb sâhibidir. Ya’nî “Bilmez, bilmediğini de bilmez.” 343 Tedbirât-ı İlâhiyye Ondördüncü Bölüm Ve ey efendi, hayırlı isteklerin hepsine, düşmanın seni hırslandırdığı vakit, böyle bozuk maksadlar iledir. Şimdi onlardan vazgeçme! Çünkü riyâkârca yapılan amel, amelsiz muhlisten daha güzeldir. Çünkü amel, hâlis olmasa bile, devâmlı olduğu vakit, elbette kalbe bir nûr hâsıl eder ki, bir an gelir onu ihlâsa döndürür. Bundan dolayı onun geçmişteki bütün amelleri makbûl olur. Ve işte bunun için düşmanın hüznü ve üzüntüsü çok olur. Çünkü o seni, hakkında hasenâta dönen bu amellere hırslandırmıştır, bunu böyle bilesin! Düşmanla karşılaşma ânında orduların tertîbine gelince, bundan önceki bölümde anlattığımız gibidir. Bundan dolayı sen seçkinlerinle berâber kalbde ol! Çünkü bu, manzara düşmana korku veren şeydendir. Çünkü Allah Teâlâ onu uzaklaştırır, ebeden seninle çarpışmaz; ve ancak sana hâinlik yapmayı ister. Ve muhakkak onun çarpışanları, ancak mülk ile berâber olup senin aleyhinde ve lehindedir. Ve kabûl ve red etmek senindir. Ve ayrıntılı bir şekilde tertîb, onun genişliğinden dolayı bu acele yazılmış risâleyi zorlar. Ve düşmanın çarpışmasının yokluğundan dolayı onda fayda yoktur. Şimdi onunla senin gâyen hâinlik mevzi’ilerinden kendini korumandır. İyi anla! Ey kerîm efendi olan rûh! Düşmanın olan İblîs’in bütün hayırlı isteklere seni teşvîk etmesi ve hırslandırması böyle bozuk maksadlara dayalıdır ve şeytânîdir; elbette bozuk bir maksadı vardır, diyerek o hayırlı işten yüz çevirme! Örneğin sana der ki: “Sadaka ver, halk görsün ve sana kerîm desinler. Yâhut halkın sana emânet ettiği mala tecâvüz etme ki, halkın bakışında muhterem olasın. Ve işitenler seni övüp senâ etsinler!” Sen bunları Hak için değil, halk için yapsan bile, şerîatın makbûl saydığı bu amellerde ihlâs yoktur; Bundan dolayı Allah indinde mükâfâtı yoktur, diyerek terk etme! Eğer terk edersen muhlis-i battâl, ya'nî amelsiz bir muhlis olursun. Çünkü riyâkârca amel eden bir kimse, amelsiz muhlisten daha güzeldir. Çünkü amel hâlis olmasa, ya'nî Hak için olmayıp halka hoş görünmek için olsa bile, mâdemki o amel şerîata uygun olan bir ameldir; ona devâm edildiği vakit, elbette kalb için bir nûr oluşturur. Ve o nûr bir an gelir sâhibini ihlâsa döndürür. Ve ihlâsı sebebiyle de geçmiş riyâkârca amellerinin hepsi Allah indinde makbûl olur. Ve düşman nakillerinin boşa gittiğini görmekle çok mahzûn ve üzüntülü olur. Çünkü o bîçâre seni ve mülkünü bozmaya çalıştığı halde seyyiât hasenâta çevrildi. Ey kerîm efendi olan rûh, bunu böyle bil de, her ne kadar riyâkârca da olsa, şerîata uygun olan amelleri kendin terk etme! Düşmanla karşılaştığın vakit, ordunun tertîb şekline gelince, bunu önceki bölümde îzâh ettik. Bundan dolayı oradaki beyânlarımız yönüyle sen seçkinlerin olan kuvvetler ile kalbde ol, bizzât savaşa girme! Bu vaz'iyyet, görünüşü düşmana korku veren bir vaz'iyyettir. Çünkü bu manzaranın verdiği korku sebebiyle 344 Tedbirât-ı İlâhiyye Ondördüncü Bölüm Allah Teâlâ onu kalbgâha hücûmdan uzaklaştırır; ve ebeden bizzât seninle çarpışmaya cesâret edemez. Ve o ancak sana karşı hîle ile hâinlik yapmayı ister. Nitekim hîleleri yukarıda îzâh edildi. Ve muhakkak onun çarpışanları, ya'nî yardımcıları olan kuvvetler, ancak mülk ile berâber, ya'nî senin izâfî kesîf vücûdunda olup, o kuvvetler senin lehine ve aleyhine dönebilir. Örneğin, gazab kuvveti ve şehvetle ilgili kuvvet ve hayvânî nefs hep senin vücûdun ile berâberdir. Bunlar senin aleyhinde olarak düşmana yardım edebilecekleri gibi, senin lehinde olarak da düşmana muhâlefet edebilirler. - Aleyhine oldukları vakit şerîat ölçüsüne vurarak reddedersin; - Ve lehine oldukları vakit yine şerîat ölçüsüyle kabûl edersin. Ve düşmanla karşılaşma ânında, savaş için ordularının tertîb edilmesini ve savaşma usûlünü ayrıntılı bir şekilde anlatmak ve bunların inceliklerinin genişliği, acele yazılmış olan bu risâleyi zorlar. Ve zâten yukarıda beyân edildiği üzere düşmanın bizzât çarpışmaya cesâretinin olmamasından dolayı, bu incelikleri geniş ve ayrıntılı bir şekilde anlatmanın faydası da yoktur. Yalnız hudûdun muhâfazası için orduların tertîb edilmesi hakkındaki bilgiler önceki bölümde kısa bir şekilde beyân edilmiş idi. Bu yeterlidir. Düşmanın işi gücü seni hîle ile aldatarak helâk etmektir. Bundan dolayı senin bakışının gâyesi, hâinlik ve hîle mevzilerinden kendini korumaktan ibârettir. Ya‘nî düşmanının her hangi bir husûsta nakilleri olunca, onu ilim vâsıtasıyla tetkîk etmen ve hîlesini def etmen gerekir. Çünkü onun hîlesi de zayıftır. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri “inne keydeş şeytâni kâne daîfâ” ya’nî “Muhakkak şeytanın hîlesi zayıftır” (Nisâ, 4/76) buyurur. 345 Tedbirât-ı İlâhiyye Onbeşinci Bölüm ONBEŞİNCİ BÖLÜM Bu Mertebe Sayıların Gâlib Olduğu Sır Beyânındadır ve Ona Tenbîhdir Bilinsin ki, muhakkak sayı, vücûdda Allah Teâlâ’nın sırlarından bir sırdır. Ve Kur’ân’da, yâhut şerîatta, her bir sayı ma'nâsından dolayı zikredilmiştir. Ve böylece Allah Teâlâ “iki”den “on iki”ye kadar çeşitli mevcûdları halk etti. Ve sayı mertebelerinin nihâyetini belirtti. Çünkü sayı mertebeleri dörttür. Birler, onlar, yüzler ve binlerdir. Ve dört en kâmil sayıdır. Ve onlardan her birinin nihâyeti “dokuz”a kadardır; ve tekrar başlar. Ve biz ancak “on iki” nihâyettir dedik. Çünkü insânî âlem oluşumunun nihâyeti “on iki”dendir. Çünkü o “dört esâslar”dan ve “dört doğurulmuş”tan ve “nefis” ve “akıl” ve “insan” ve “mertebe”den terkîb oluşmuştur. Ve bir sınıf insan bu sayılara düşkün olup onlardan bir çok ilimler çıkarırlar; ve onlar ile tevhîde delîl gösterirler. Ve bunun şerhi bu kısaca açıklamaya çalıştığımız yerde uzun olur. Biz geri dönüp deriz ki, muhakkak vâhid ya’nî bir “fî” ya’nî “çarpı” vâsıtasıyla değil, “vâv” ya’nî “artı” vâsıtasıyla benzeri üzerine ilâve edilirse “iki”nin vücûdu ortaya çıkar. Ve “bir" sayı değildir; sayı ondan oluşur ve onun yokluğuyla yok olur. Onun “iki”nin üzerine ilâve edilmesi “üç”ün vücûdunu ortaya çıkarır. Ve “üç” üzerine ilâve olursa “dörd”ün vücûdu ortaya çıkar. Ve onu “bin”den çıkarırsan “bin” bozulur. Bundan dolayı o asıldır. Ve çift sayıların ilki “iki” ve tek sayıların ilki “üç”tür. Ve “iki” her bir çift ve eşin aslıdır. Ve “üç” her bir ferdin ve tekin aslıdır. Şimdi çift sayılar tabîî öncelik ile tek sayıların üzerine önceliklidir. Onun tersi mümkün değildir. Çünkü onun önceliği tabîîdir. “Üç”ten evvel senin “dörd”ü ve “dört”ten evvel “beş”i bulman ebeden mümkün değildir. Şimdi bu karar kılınca sayılar, çift ve tek içinde mahsûr olur. Şimdi ba'zı mevtınlarda tek çifte gâlib olur; ve ba'zı mevtınlarda çift teke gâlib olur. Ve insana hevâsıyla ve başkalarının hevâsıyla savaşmak vâcibdir. Şimdi o savaşa giriştiği vakit, mubâh olan bir şeyde veyâ âsilik olan bir şeyde çarpışmaktan hâriç değildir. Şimdi eğer kendi hevâsıyla bir âsilikte veyâ mubâh olan bir şeyde savaşırsa, çift teke gâlib olur. Ve eğer başkasının hevâsıyla savaşırsa tek çift üzerine gâlib olur. Şu kadar var ki, eğer âsilikte olursa çift tek üzerine gâlib olur. Çünkü tevhîd ikidir: Biri ahadiyyet tevhîdidir. Ve o islâmî ümmetten olan âsîlerin tevhîdidir. Ve o bozuk asıl üzerine oluşmuş olan geçerli tevhîddir. Ve diğeri ferdâniyyet ya’nî ferdlik üzere tevhîddir. Ve o Muhammed (s.a.v) ve Mûsâ (a.s)ın ve âriflerin ve islâmî ümmetten olan âlimlerin tevhîdidir. Ve geçerli asıl üzere oluşmuş olan geçerli tevhîddir. Şimdi ahadiyyet tevhîdi her bir mevtında her bir şeye gâlib gelir. Bundan dolayı sen düşmanını onun senin üzerine çekmesinden kendini koru! Ve ferdlik üzere olan tevhîd ba'zı mevtınlarda gâlib olur ve ba'zı mevtınlarda mağlûb olur. Şimdi onun gâlib olduğu mevtınlarda onu gerekli kıl; ve mağlûb olduğu vakit ahadiyyet tevhîdini ge- 346 Tedbirât-ı İlâhiyye Onbeşinci Bölüm rekli kıl! Ve bu bölüm çok büyük sırları ihtivâ edicidir. Biz kısa kesme maksadımızdan dolayı onları terk ettik. Çünkü onların ba'zısı ba'zı şubelere ayrılır ve ba'zısının anlaşılması ba'zısının anlaşılmasına bağlıdır. Ve bu işâret ârife yeterlidir. Ya'nî bu on beşinci bölüm bir sırrın beyânında ve o sır üzerine akılların bakışını çekicidir ki, içinde bulunduğumuz bu şehâdet mertebesinde sayıların hükmü o sır sebebiyle gâlib olur. Bilinsin ki, muhakkak sayı, vücûdda ve varlık içinde, Allah Teâlâ hazretlerinin sırlarından bir sırdır. Ve Kur’ân’da; - “Allâhullezî halaka seb'a semâvâtin” ya’nî “O Allah ki yedi kat gökleri halk etti” (Talâk, 65/12) ve; - “İnne iddeteş şuhûri indallâhisnâ aşere şehren fî kitâbillâhi” ya’nî “Muhakkak Allah’ın kitâbında ayların sayısı Allah’ın indinde on ikidir” (Tevbe, 9/36) ve; - “Ve inne yevmen inde rabbike ke elfi senetin mimmâ teuddûn” ya’nî “Ve Rabb’inin katındaki bir gün, sizin saydığınız bin sene gibidir” (Hac, 22/47) ve benzeri âyet-i kerîmeler ile şerefli şerîatta sabah namazının “iki” ve öğlenin “dört” ve akşamın “üç” rek'at olması; ve namazın “beş” vakitte farz oluşu ve benzeri sayısal hükümlerin zikredilmesi bu sayıların ma'nâlarından dolayı olmuştur. Bu sayılar vücûd sırrı olduğu için ashâb-ı kirâm hazarâtı tarafından sabah namazının niçin “iki” ve akşamın “üç” rek'at olduğu (Sav) Efendimiz’den sorulmamıştır. Çünkü bu sır terakkî edip yükselen nefslerin her birerlerine Hak tarafından açılan ledünnî ilimlerdendir. Ve böylece Allah Teâlâ hazretleri; - “Ve min külli şey’in halaknâ zevceynî“ ya’nî “Ve Biz herşeyden çift halk ettik” (Zâriyât, 51/49) ve; - “Halakal arda fî yevmeyni” ya’nî “Yeryüzünü iki günde halk etti” (Fussılet, 41/9) ve; - “Kaddere fîhâ akvâtehâ fî erbeati eyyâm” ya’nî “Onların rızıklarını dört günde takdîr etti” (Fussılet, 41/10) ve; - “Halakas semâvâti vel arda fî sitteti eyyâmin” ya’nî “Gökleri ve yeri altı günde halk etti” (Hûd, 11/7) ve; - “Halakaküm min nefsin vâhıdetin summe ceale minhâ zevcehâ ve enzele leküm minel en’âmi semâniyete ezvâcin, yahlukuküm fî butûni üm- 347 Tedbirât-ı İlâhiyye Onbeşinci Bölüm mehâtiküm halkan min ba’di halkın fî zulumâtin selâs” ya’nî “Sizi tek bir nefsten halk etti. Sonra ondan, onun eşini. Ve sizin için en’âmdan sekiz çift indirdi. Sizi annelerinizin karnında, bir halktan sonra başka bir halk edişle üç karanlık içinde halk eder” (Zümer, 39/6) ve; - “Fe men lem yecid fe sıyâmu selâseti eyyâmin fîl haccı ve seb’atin izâ reca’tüm tilke aşaratun kâmiletun” ya’nî “Fakat kim bunu bulamazsa, o zaman üç gün hacta, döndüğünüz zaman da yedi (gün) oruç tutması gerekir ki bunların tamamı on olur” (Bakara, 2/196) ve; - “İnne iddeteş şuhûri indallâhisnâ aşere şehren” ya’nî “Muhakkak ayların sayısı Allah’ın indinde on ikidir” (Tevbe, 9/36) âyet-i kerîmelerinde beyân buyrulduğu üzere “iki”den “on iki”ye kadar çeşitli mevcûdları halk etti; ve sayı mertebelerinin nihâyetini belirtti. Çünkü sayı mertebeleri dörttür. Ve onlar; - Birler; - Onlar; - Yüzler; ve - Binler’dir. Ve “dört” en kâmil sayıdır. Ve bu sayı mertebelerinden her birinin nihâyeti “dokuz”a kadardır. “Dokuz” tamam olduktan sonra tekrâr başlar. Ya‘nî; - Tek hâneli sayılar “bir”den “dokuz”a; ve - Onlar hânesi “on”dan “doksan”a; ve - Yüzler hânesi “yüz”den “dokuz yüz”e; ve - “Binler” hânesi “bin”den “dokuz bin”e, ve “on bin”den “doksan bin”e, ve “yüz bin”den “dokuz yüz bin”e, ve “dokuz yüz bin”den “dokuz yüz doksan dokuz bin”e kadardır. Ve ondan sonra “milyon” gelir. Ve “milyon” binlerin tekrarlanmasından ibârettir. Ve Arapçada “milyon” yerine “elfü elf” ta‘bîrleri kullanılır. Ve firenkçede “milyon” kelimesi “bin” ma'nâsına olan “mil” kelimesinden türemiştir. “Milyar” dahi böyledir. Ve biz halk etme işinde sayı mertebelerinin nihâyeti ancak “on iki”dir dedik. Çünkü insânî âlemin oluşumunun nihâyeti “on iki”dendir. Çünkü insan dört esâslardan, ya'nî “katı,” “sıvı‘” ve “gaz” ve “normal vücûd ısısı”ndan ibâret olan dört rükûndan; ve dört doğurulmuştan ya'nî “safrâ” ve “kan” ve “sevdâ” ve 348 Tedbirât-ı İlâhiyye Onbeşinci Bölüm “balgam”dan ibâret bulunan dört karışımdan; ve “nefis” ve “akıl” ve “insan” ve “mertebe”den terkîb olmuştur. - “Nefis”ten kasıt “hayvânî nefs;” ve - “Akıl”dan kasıt “nefs-i nâtıka ya’nî konuşan nefs”; ve - “Rûh;” ve “insan”dan kasıt “hayvânî nefs” ile “nefs-i nâtıka”nın bütün hepsi; ve - “Mertebe”den kasıt da; • Nefsin “kâmil nefse ve diğerleri”ne kadar olan mertebeleri; • Ve aynı şekilde “akl”ın “maâş ya’nî geçimlik akıl” ve “maâd ya’nî ileriyi gören akıl” ve “akl-ı küll”e kadar olan mertebeleri; • ve “insan”ın “insân-ı hayvân” mertebesinden “insân-ı kâmil” mertebesine kadar olan mertebeleridir. Ve bir sınıf insan bu sayıların sırları üzerine meşgûl olup onlardan bir çok ilimler çıkarırlar ki, matematik ilimleri bunların içindedir. Ve bu matematik ilimleri ile meşgûl olanlar bu ilmin işâretiyle vahdet-i vücûdu ve vücûdun sonsuzluğunu idrâk ederler. Ve bu ilmin şerhi uzun ve burada konumuzun dışındadır. Bundan dolayı biz konumuza geri dönüp deriz ki; Muhakkak “bir” “fî” ya’nî “de” vâsıtasıyla değil “vâv” ya’nî “ve” vâsıtasıyla benzeri üzerine yüklenirse “iki”nin vücûdu ortaya çıkar. Ya'nî; - “Birde bir” dediğimiz zaman yine “bir” olduğu için sayı oluşumunda “fî” ya’nî “de”nin vâsıtalığına mürâcaat edemeyiz. - Belki sayı oluşturma kastıyla “bir”e “bir” ilâve etmek için “vâv” ya’nî “ve” kullanarak “bir” “ve” “bir” “iki” deriz. Matematiksel şekillerde “vâv” yerine (+) artı işâretini kullanıp 1 + 1 = 2 yazarız. Ve aynı şekilde “bir” “iki”ye “vâv” vâsıtasıyla ilâve olunursa “üç”ün vücûdu ve “üç” üzerine ilâve olunursa “dörd”ün vücûdu ortaya çıkar. Eğer “biri”i “bin” sayısından çıkarırsak “bin” mertebesi bozulup başka bir sayı peydâ olur. Bundan dolayı “bir” asıldır ve bütün sayıların menşeidir. - Ve 2, 4, 6, 8, 10, 12 gibi çift sayıların ilki “iki;” - Ve 3, 5, 7, 9, 11, 13 gibi tek sayıların ilki “üç”tür. - Şu halde “iki” sayısı, ne kadar çift sayı varsa hepsinin aslıdır. - Ve “üç” de bütün ferd ve tek sayıların aslıdır. 349 Tedbirât-ı İlâhiyye Onbeşinci Bölüm - Çift sayılar, tek sayılar üzerine tabîî öncelik ile öncelikli olmuştur. Tekin çift üzerine önceliği mümkün değildir. Örneğin “iki”den evvel “üç”ü ve “dört”ten evvel “beş”i bulmak mümkün olmaz. - Bundan dolayı çift ve tek tabîî tertîb üzeredir. Kendi sıralarında birini bulmadıkça diğerine geçmek mümkün değildir. Örneğin “üç”ten evvel “dört” ve “dört”ten evvel “beş” bulunmaz. - Bu esâs karar kılınca, sayının çift ve tek içerisinde mahsûr olduğu anlaşılır. Şimdi sayıların hükümrân olduğu mevtın şehâdet mertebesidir. Çünkü şehâdet mertebesi çokluklar âlemidir. Ve çokluklar âleminde sayıların etkileri olduğunu îzâha kalkışmak dahi anlamsızdır. Ve çokluklar adetlenmeyi gerektirir. Böyle olunca bu şehâdet mertebesinde ba‘zı mevtınlarda tek sayı çift sayıya ve ba’zılarında çift sayı tek sayıya gâlib olur. Örneğin eşyâyı tekvînde ya’nî var etmede çiftlilik tabîî öncelik ile öne geçmiş ve bütün var edilenler üzerine gâlibdir. Çünkü tekvîn ya’nî var etmede bir taraftan zât ve diğer taraftan, şeyin şey’liği lâzımdır. Ve çift sayıların aslı “iki”dir. Bundan dolayı var etme de bu asıl üzerine dayanmaktadır. Ve ondan sonra eşyânın tekevvününde ya’nî vücûda gelmesinde ferdiyyet gâlibdir. Çünkü eşyânın vücûda gelmesi üçlü ferdiyyet üzerine dayalıdır. Ve üçlü ferdiyyet de Hak tarafından; - “Zât,” ve “irâde” ve “söz”; ve “şey” tarafından da - Şeyin ilâhî ilim mertebesinde yokluğu hâlinde sâbit olan “zât”ı, ve “KünOl! sözünü işitmesi,” ve “emre uyması”dır. Nitekim Hak Teâlâ “İnnemâ kavlünâ li şey’in izâ erednâhu en nekûle lehu kün fe yekûn” ya’nî “Bir şeyin (olmasını) istediğimiz zaman Bizim sözümüz, ona sadece “Ol!” dememizdir. O, hemen olur” (Nahl, 16/40) buyurur. Şimdi üç “üç”e karşılık gelmekle eşyâdan her biri kendi nefsini Hakk’ın vücûdunda ve Hakk’ın vücûdu ile var eder. Ve aynı şekilde insânî kesîf vücûd mertebesinde de bu esâs geçerlidir. Şöyleki; - İnsana kendi hevâsıyla ve başkalarının hevâsıyla savaşmak vâcibdir. - Ve savaşa girişen insan ya mubâh veyâ âsilik olan bir husûsta hevâsıyla savaşır. Bu şekilde çift teke gâlib olur. Çünkü insan bir tek ayn olup ferddir. 350 Tedbirât-ı İlâhiyye Onbeşinci Bölüm Fakat aklı, hevâsıyla savaştığı için bu ferdiyyetin hükmü kalmaz. Belki vücûdunda olan bu savaşta “iki”nin hükmü geçerli olur. - Ve eğer insan kâmil ve irşâda ehil olup, kendi mürîdlerinin hevâsıyla bir mubâh husûsta savaşırsa, o vakit tek çift üzerine gâlib olur. Çünkü şerîat hükümleri mubâhı men' etmemiştir. Ve şerîat ikilik üzerine dayalıdır. Çünkü şerîat bir taraftan Hak ve diğer taraftan kul ve arada resûl mertebelerini; ve melekler ve kitap ve emir ve yasak gibi vâsıtaları gerektirir. Bunlar ise çokluktur. Şimdi nefsleri kemâle erdirme kasdıyla bir insân-ı kâmil müridin hevâsının, şerîatın müsâade ettiği mubâhlara karşı meylini kırarsa, ferd olan insân-ı kâmil çift üzerine gâlib olur. - Eğer şerîatın men’ ettiği âsilikte savaşırsa, o vakit ferd olan insân-ı kâmil ikilik üzerine dayalı şerîatın hükmü altında olmakla çift teke gâlib olur. Bunun sebebi şudur ki, tevhîd ikidir: • Birisi “ahadiyyet tevhîdi”dir ki, Hakk’ın zâtını birlemekten ibârettir. Ve bu tevhîd islâmî ümmetten olan âsîlerin tevhîdidir. Ve o bozuk asıl üzerine oluşmuş olan geçerli tevhîddir. Bilinsin ki, bu kitabın çeşitli yerlerinde de şerh edildiği üzere hakîkî vücûd birdir. Var edilmişlerin vücûdu bu hakîkî vücûdun tenezzül mertebelerinden başka bir şey değildir. Bundan dolayı hakîkî vücûdu bu eşyânın ötesinde aramak ve hâzır iken onu gâib saymak bozuk bir inanç esâsıdır. Ve insânî inancın esâsı bütün amellerinde asıl olduğundan, bu bozuk inanç esâsı bozuk bir asıl olur. Fakat hakîkî vücûsun zâtını birlemek geçerlidir. Bundan dolayı islâmî ümmetten olan âsîlerin eşyâyı her bir yön ile Hakk’ın gayrı görüp sâdece zâtını tevhîd etmeleri bozuk asıl üzerine oluşturulmuş olan geçerli bir tevhîd olur. • Ve tevhîdin diğeri “ferdâniyyet tevhîdi”dir. Bu da Hakk’ın vücûdda ferd oluşudur. Çünkü hakîkî vücûd onun varlığı olduğu gibi izâfî vücûdlar da onun varlığıdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “Huvel evvelu vel âhiru vez zâhiru vel bâtın“ (Hadîd, 57/3) buyrulmuş ve varlıkların hepsi kendi vücûduna katılmıştır. Ve bu tevhîd Muhammed ve Mûsâ (aleyhime’s-selâm)ın ve âriflerin ve İslâmî ümmetten olan âlimlerin tevhîdidir. Ve bu, geçerli asıl üzerine oluşturulmuş olan geçerli tevhîddir. Çünkü geçerli olan zâtî tevhîd ile yine geçerli olan vücûdun ferdliğini toplamıştır. Ve ferdâniyyet tevhîdinde (Sav) Efendimiz ile Mûsâ (as)’ın zikredilmesi, bu zevkin onlarda gâlib gelmesinden dolayıdır. Diğer nebîlerin (aleyhimü’s-selâm) zikredilmemesi, bu zevkten mahrûmiyyetleri sebebiyle değildir. Çünkü (Sav) Efendimiz 351 Tedbirât-ı İlâhiyye Onbeşinci Bölüm bu zevkin en kâmili ile zevklenen ya’nî bizzât hakîkatini yaşayandır. Nitekim “Eğer ipinizi uzatsanız Allâh’ın üzerine düşerdi; ve “Bu Allâh’ın elidir;” ve “Beni gören muhakkak Hakk’ı gördü” buyururlar. Ve Mûsâ (as): - “rabbi erinî enzur ileyke” ya’nî “Rabb’im göster kendini, Seni göreyim” (A'râf, 7/143) dediğinde Hak Teâlâ: - “len terânî” ya’nî “Beni aslâ göremezsin” (A'râf, 7/143) buyurmakla berâber, Tûr’a tecellî ettiğinde Mûsâ (as)ın kendinden geçip, ayıldıktan sonra; - “subhâneke tubtu ileyke“ ya’nî “Sen suhânsın. Sana tövbe ederim” (A'râf, 7/143) demesi müşâhede zevkine ulaşmaya ve vücûd sırlarına vâkıf olmaya delîldir. Ve aynı şekilde Hak Teâlâ hazretlerinin cenâb-ı Mûsâ’ya “Hasta oldum, ziyâret etmedin: ve acıktım beni doyurmadın” buyurması onun ferdâniyyet tevhîdine kuvvetli delîldir. Şimdi dereceleri üzere bu zevklenmeye ya’nî bizzât hakîkatinin yaşanmasına nâil olan İslâmî ümmetin ârifleri ve âlimleri dahi ferdâniyyet tevhîdi üzeredirler. Bu îzâhlardan anlaşılır ki, ahadiyyet tevhîdi her bir mevtında, ya'nî insânî âlemin “emmâre,” “levvâme,” “mülhime,” “mutmainne” ve diğer mertebelerinde her bir insan üzerine gâlib olur. Ve Hakk’ın zâtını gerek âsî gerek itâatkâr olsun tevhîd etmeyen bir ferd yoktur. Bundan dolayı bu tevhîd sâhipleri, bir olan hakîkî vücûdun ferdliğini idrâk edemedikleri için, vücûd âleminde kendi düşmanları olan hevâlarının hükümlerine tâbi’ olmaktan kurtulamazlar. Böyle olunca bu tevhîdin düşman olan hevâyı kendi üzerlerine çekmesinden sakınıp kendini korumak lâzımdır. Fakat ahadiyyet tevhîdi ile ferdâniyyet tevhîdini cem’ eden bir kâmile göre, bu ferdâniyyet tevhîdi ba’zı mevtınlarda gâlib olur ve ba‘zı mevtınlarda mağlûb olur. Şu halde onun gâlib geldiği mevtınlarda onu gerekli kılmak; ve mağlûb olduğu vakitlerde de ahadiyyet tevhîdini gerekli kılmak lâzımdır. Bilinsin ki, insân-ı kâmilin halleri muhteliftir. Ba'zen bakışında hakîkat ve ba'zen şerîat gâlib olur. Hakîkat şeriata gâlib olduğu zaman, tek çift üzerine gâlib olur. Bunun için “Eğer hakîkat zâhir olursa, elbette şerîat bâtıl olurdu” denilmiş- 352 Tedbirât-ı İlâhiyye Onbeşinci Bölüm tir. Ve şerîat gâlib olduğu vakit, çift tek üzerine gâlib olur. Nitekim Nefehâtü’lÜns’te anlatılmaktadır ki, iki kâmil velî sefer esnâsında tavla oynamakta olan bir gruba rastlarlar. Birisi derhal onlara uyarak oyun oynamaya başlar. Oyun bittikten sonra yollarına devâm ederler. Bir müddet sonra yine tavla oynayan başka bir gruba rastlarlar. Bu defa daha önce tavla oynamış olan zât onlara hiddetle “Niçin oyun ile meşgûl oluyorsunuz?” diye kızarak oyunlarını bozar. Aralarında çekişme çıkar. Daha sonra oradan ayrılıp yine yollarına devâm ettikleri sırada, arkadaşı önceki ve sonraki hâlinden sorar. O zât-ı şerîf de cevâben der ki: “Hakîkat bakışıyla baktığım zaman, iş önceki gördüğün gibi olur. Ve şerîat bakışıyla baktığım zaman sonraki gibi olur.” İşte bu zâtın önceki hâli ferdâniyyet tevhîdinin gâlib gelmesi ve ikincisi mağlûbiyyeti hâlidir ki, bu mağlûbiyyet hâlinde ahadiyyet tevhîdini gerekli kılmıştır. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) Üsbû‘iyyelerinin pazar günkü virdinde ferdâniyyet tevhîdine işâreten: “Ahadiyyet ayn’ında benim vücûdum olmadığı halde ben Sen’i nasıl tevhîd ederim? Benim vücûdum Sen’in hakîkî vücûduna bağlı olan bir vücûd olup, hakikatte benim sûretimle ve her bir şeyin sûretiyle zâhir olan Sen’sin!” buyururlar. Ve yine bu sözün devâmında: “Ben Sen’i nasıl tevhîd etmem ki, tevhîd kullğun sırrıdır. Çünkü benim kulluksal vücûdumun açığa çıkması ahad olan zâtın bilinmesi ve onun tevhîdi içindir” buyururlar. Bu da ahadiyyet tevhîdine işârettir. Kitâbın yazarı Hz. Şeyh-i Ekber (ra) buyururlar ki: Bu bölüm çok büyük sırları içine almıştır. Biz kısa kesmek maksadıyla bu sırların tafsîlini bıraktık. Çünkü o sırların ba'zılarından ba'zı şûbeler doğar. Ve o ba'zıları anlamak ba'zılarının anlaşılmasına, ya'nî bir takım bilgiler verilmesine bağlıdır. Ve bu işâret âriflere yeterlidir. Gerçekten yukarıda bir nebze şerh ve îzâh edilen sırları lâyıkıyla anlamak için cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra)’in yüksek eserlerini ve bu cümleden olarak Fusûsu’l-Hikem’i ile Fütûhât-ı Mekkiyye’sini incelemek lâzımdır. Bu bölümde bu yüksek eserlerindeki îzâhları aktarmanın mümkün olmadığı ortadadır. Şerhde de bu kadar îzâhât ile yetinilmiştir. Anlayanlar anlar. Anlayamayanlara bunların ön bilgilerini öğretmek gerekir. 353 Tedbirât-ı İlâhiyye Onaltıncı Bölüm ONALTINCİ BÖLÜM Mevsimlere Göre Rûhâniyyet ya‘ni Rûh İçin Gıdâ Tertîbi Beyânındadır Bilesin ki, muhakkak gıdâ her bir gıdâlananın devamlılığı için konulmuş ilâhî bir sebebdir. Ondan onun için ihtiyâç dışı kalmak yoktur. Ve bizim ile tabîatçılar arasında eşyâda ancak yeterli miktarda alınması gereken gıdâ ihtiyâcı hakkında fark kaldı. Şimdi biz bir şekilde hayâtın tabîatı olan rutûbet ve sıcaklığın devamlılığı sebebiyle gıdâlananda hayâtın devamlılığıyla berâber, aylarca ve senelerce onun yokluğunu ve kullanımının terk edilmesini câiz görürüz. Bundan dolayı Hak onu gıdâlandırdıkça ve onda hayât halk ettikçe bâkî kalır. Onlar ise indlerinde olan yemekleri hayâtın varlığına sebep görürler. Ve bu bölüm bu konu hakkında muhâlif olanlarla tartışmaya muhtaç değildir. Çünkü tasavvuf yolu muhâlefet edenlerle mücâdele üzerine dayalı değildir. Çünkü tasavvuf yolunda olanlar cem‘ ayn’ında ya’nî “Hakk’ın ahadiyyet ayn’ında olan” bir toplayıcılık içinde olup, bu onlara nasıl lâyık olursa, kalbleriyle o şekilde Allah ile meşgûldürler. Bilesin ki, muhakkak ilkbahar mevsimi rutûbetli sıcaklıktır; ve o hayâtın tabîatıdır. Ve muhakkak nefis onda hareket etmek ve gezmek, dolaşmak ve ferahlamak ve bulunduğu yerden biraz uzaklaşmak için kuvvet bulur. Çünkü bu bütün hayvânât ve bitkiler hakkında tabîî hareket zamânıdır. Bundan dolayı hayvânî nefs bunun sebebiyle haz duyar. Mürîd ona benzerse hatâ eder. Ey kerîm efendi, Allah’dan sakın! İçinde bulunulan zamânın tabîatıyla bir şey verdiği ve sen memleket ehlinin ba‘zısının tabîatını buna benzer gördüğün vakit, sen onu tabîatına bırakma! Yardımcın olan akla emret! Fikir hizmetkârına emretsin ki, Hak Teâlâ’nın “inne fî zâlike le ibreten li ulil ebsâr” ya’nî “Muhakkak ki bunda basîret sahipleri için elbette ibret vardır” (Nûr, 24/44) sözü ve “fe izâ enzelnâ aleyhel mâehtezzet ve rabet ve enbetet min külli zevcin behîcin” ya’nî “Fakat ona su indirdiğimiz zaman hareketlenir ve kabarır ve bütün güzel çiftlerden bitkiler yetiştirir” (Hacc, 22/5) sözü ve “hattâ izâ ehazetil ardu zuhrufehâ vezzeyyenet” ya’nî “Tâ ki yeryüzünde türlü bitkiler biter ve zemîn bezenir” (Yûnus, 10/24) sözü gibi şer’î işlerden onun indindeki şeyi hâfıza kuvvetine alsın! Ve bunu onun hayâtı kıldı. Böyle olunca nefsin hareketi ilkbahar mevsiminde bu zamâna uygun olan gıdânın talebinde olur. Bundan dolayı nefis bu oluşumların sırlarından kendisinde nefis için bu şiddetli mücâhedeler olmayan şeyi alır. Şiddet ve sıkıntı olmaksızın nefis, bu i‘tibârlara ve san’atkârâne yapılan şeyler üzerine tefekkür edip, ve bunlar üzerine göz gezdirdiğinde, Sâni‘ üzerine basîret gözüyle bakış gibi, kendisine yüksek makâmlar bahşeden sünnetlere ve şer'î işlere başlar. Bu bakış ile tahakkuk ettiğinde, gezip ferahlamaya ve nehirlere ve yeşilliklere ve daha önce 354 Tedbirât-ı İlâhiyye Onaltıncı Bölüm görmediği yerlere ve dağlardaki çiçeklere ve ormanlara gitme konusunda aldırış etmez. Şimdi o, çiçekler âleminden ve verimli arâzî ve sahrâlardaki ve nehirlerin kenarlarında gördüğü şeyin çokluğu üzerinde dâimâ i‘tibâr ve fikir ve basîretli olmanın meyvelerini toplar. Ve cennet hakkında ve onda Allah Teâlâ’nın evliyâsı için hazırladığı şey hakkında tefekkür eder. Çünkü bahar zamânı onun zamânıdır. Ve o gerçek hayât yurdudur. Şimdi o, rutûbetli sıcaklık olan hayâtın tabîatıdır. Bundan dolayı bunda ve bunun hepsinde tefekkür ettiği zaman, onu sâlih amellere teşvîk eder. Ve onun zorluğu, Allah indindeki dâim olan ni’metlenmeden umduğu şeyin azametinden dolayı, onun üzerine kolay gelir. İşte bu gençlik ve yönelme zamânıdır. Ve onun sonbaharı ilkbaharı gibi değildir. Bu on altıncı bölüm senenin ilkbahâr, yaz, sonbahar ve kış mevsimlerinden ibâret olan dört bölümünde, cisim nasıl ki mevsime uygun çeşitli gıdâlar ile takviye edilirse, bu mevsimlerde rûh için de her bir mevsime göre çeşitli gıdâlar tertîb edilmesi gerektiğini beyân eder. Bilesin ki, muhakkak cisim için gıdâ, her bir gıdâlananın devamlılığı ve yaşaması için Hak Teâlâ tarafından konuşmuş olan bir sebeptir. Bu sebebin konulması da Hakîm şerefli isminin gereğidir. Çünkü mâdemki insanda açlık dediğimiz bir hâl vardır, eğer böyle bir sebep olmasa idi, insan kendisinde böyle bir hâl ortaya çıkınca, bunu ne şekilde def’ edeceğini bilemeyip hayrette kalır idi. Fakat acıktığı zaman, açlığını gidermeye sebep olan gıdâyı bilişi yönüyle, bu sebebe teşebbüs eder. Ve acıkan kimse bu âlemde gıdâdan yana ihtiyâçsız olamaz. Ve bunun olmayışı zâhir âlemde her bir grubun ve bilhassa tabîatçıların bakışında sâbittir. Fakat bizim ile, ya'nî tasavvuf ve hakîkat ehli ile, bakışları âlemin dış görünüşüne yönelmiş olan tabîatçılar arasında, eşyânın yeterli miktarda gıdâya olan ihtiyâcı hakkında bir fark vardır. Bize göre gıdâ adî bir sebebden ibârettir. Bundan dolayı biz deriz ki, gıdâlanan aylarca ve senelerce gıdâ kullanımını terk etmiş olsa bile yaşayabilir. Ve gıdâlanan cisimde bir şekilde hayâtın tabîatı olan rutûbet ve sıcaklık da devamlı olarak kalır. Ya'nî yeme ve içme olmaksızın onun vücûdunda rutûbet ve normal vücûd ısısı bulunur. Çünkü hayâtın devâmı gıdâdan değil, belki Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin gıdâ ismi arkasında hayâtı halk buyurmasındandır. Bundan dolayı Hak Teâlâ onu gıdâlandırdıkça ve onda hayât halk ettikçe gıdâlanmış olan kimsenin cisminde hayât bâkî kalır. Ve böyle bir kimse gıdâ kullanmaksızn yaşar. İşte bu hüküm tabîatçıların havsalasına sığmaz. Bunu hayâl ve efsâne zannederler. Fakat bu şekilde ömür geçirmiş olan hakîkat ehlinin menkıbeleri yaygındır. Ve bu hâl hakîkat ehli indinde zevkan ya’nî bizzât yaşanmasıyla sâbittir. Tabîatçılar bu yaygın olan menkıbelere de inanmazlar. Onlar indlerinde olan yemekleri hayâtın 355 Tedbirât-ı İlâhiyye Onaltıncı Bölüm varlığına sebep görürler. İşin hakîkati ise böyle değildir. Nitekim Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (ra) efendimiz kendi yüksek hâllerini beyânen şöyle buyururlar: Beyt: Tercüme: “Hak Teâlâ alîmdir ve Resûlullah da şâhiddir ki, benim kuvvetim ve rızkım Allah Teâlâ tarafından gelir. Şimdiye kadar kırk yıl geçti ki ben yemeğe muhtâc olmadım. Mâdemki bende “Rabb’imin indinde gecelerim” hadîs-i şerifinin sırrı gözükmüştür. İşte bu sırrın oluşmasının netîcesi olarak Allah Teâlâ’nın yemeği benim canıma ulaşmıştır.” Ve yine diğer bir beyitlerinde buyururlar: Tercüme: “Gece ‘Kābe kavseyn’ meyhânesinde olan kimsenin sırf nûr olan gözünün içi kuvuşmanın mahmûrluğudur. O meyhânenin adı “Rabb’imin indinde gecelerim”dir ki, Peygamber’imiz Efendimiz (sav) “Beni yedirir, içirir” hakîkat kelâmının nişânı ile nişân vermişlerdir. Çünkü onlar hadîs-i şerîflerinde “Ben Rabb’imin indinde gecelerim. Beni yedirir ve içirir” buyururlar.” Ve insanın gıdâ ile yaşamasıyla, gıdâsız yaşaması bahsini îzâh ve isbât için muhâlifler ile uzun uzadıya mücâdeleye lüzûm görmeyiz. Çünkü tasavvuf ve hakîkat yolu muhâlifler ile mücâdele usûlünü kabûl etmez, belki ondan men' eder. Çünkü tasavvuf ve hakîkat yolunda olanlar çoklukları Hakk’ın ahadiyyet ayn’ında cem' edip, gereği gibi kalbleriyle Allah ile meşgûldürler. Bundan dolayı onlar ne gıdâyı ve ne de gıdâlananı görmezler. Belki her bir görünme yerinde Hakk’ı görürler. Bilesin ki, ilkbahâr mevsimi hem sıcak ve hem rutûbetlidir. Ve sıcaklık ile rutûbetlilik hayâtın tabîatıdır. Ve insanın hayvânî nefsi muhakkak ilkbahârda hareket etmek ve gezmek ve kırlarda dolaşmak ve ferahlamak için kuvvet bulur. Ve bu hâli herkes ilkbahârda kendi vücûdunda hisseder. Çünkü bu haller bütün hayvânât ve bitkiler hakkında tabîî hareket zamânıdır. İşte hayvânî nefs tabîî hareket zamânı olan bahâr sebebiyle haz duyar. Mürîdin hayvânî nefsi bu zamanda, eğer bahârın tabîatına benzerse hatâ eder. Çünkü mürîd hayvâniyyet ve tab‘iyyet mertebesinden insâniyyet ve hakîkat mertebesine yükselmeye niyet etmiştir. Eğer bahâra benzerse fiili niyetine aykırı olur ve süflîlikte kalıp yükselemez. Ey kerîm efendi olan rûh! Vücûda getiricin olan Allah Teâlâ’dan sakın; ve vücûda gelme sebebini iptâl etmeye kalkışma! Zamânın kendi tabîatı ile sana bitkisel ve hayvânî sıfatlardan bir şey verdiğini ve kendi memleket ehlinden, ya'nî kuvvetler ve a'zâ ve organlardan, ba'zılarının tabîatını bahârın tabiatına benzer gördüğün vakit, sen hayvânî nefsini ve kuvvetlerini ve a'zâ ve organlarını bu tabiatlarına bırakma! Yardımcın olan akla emret; kendisine hizmetkâr olan tefekkür kuvvetine, hâfıza kuvvetinde nakışlı ve muhâfazalı olan şer'î işleri almasını emretsin! Örneğin hâfıza kuvvetinde bahârın tabiatının hilkatindeki sır ve hikmeti 356 Tedbirât-ı İlâhiyye Onaltıncı Bölüm beyânen Hak Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerîm’de buyurduğu şu âyet-i kerîmeler muhâfazalıdır - “inne fî zâlike le ibreten li ulil ebsâr” (Nûr, 24/44) ya’nî “Bunda basîret sâhibleri için ibret vardır”; - “fe izâ enzelnâ aleyhel mâehtezzet ve rabet ve enbetet min külli zevcin behîcin” (Hacc, 22/5) ya'nî “Fakat ona su indirdiğimiz zaman hareketlenir ve kabarır ve bütün güzel çiftlerden bitkiler yetiştirir”; - “hattâ izâ ehazetil ardu zuhrufehâ vezzeyyenet” (Yûnus, 10/24) ya'nî “Tâ ki yeryüzünde türlü bitkiler biter ve zemîn bezenir” ve daha buna benzer nice Kur’ân âyetleri. Aklın emriyle, hizmetkârı olan fikir bunları hâfıza kuvvetinden alır ve bahâr mevsimindeki genele dönük ilâhî tecellîyi iyice düşünür. Ve böyle bir genel tecellî ile, ölü mesâbesinde olan yeryüzünü Hakk’ın nasıl dirilttiğini ibret bakışı ile görür. Ve “Fenzur ilâ âsâri rahmetillâhi keyfe yuhyil arda ba’de mevtihâ, inne zâlike le muhyîl mevtâ, ve huve alâ külli şey’in kadîr” (Rûm, 30/50) ya'nî “İlâhî rahmetin eserlerine bak ki, öldükten sonra yeryüzünü nasıl diriltir? İşte bunun gibi elbette ölüleri de diriltir. Ve O herşeye kadirdir” âyet-i kerîmesinin yüksek ifâdesinden kıyâmet gününde yeryüzünün değişiminden sonra ölmüş olan insanların genel bir tecellî ile nasıl diriltileceğine intikâl eder. İşte Hak Teâlâ bu tefekkürleri, insânî nefs-i nâtıkanın bahâr mevsimindeki hayâtı kıldı. Bundan dolayı tabîî hareket zamânı olan ilkbaharda nefs-i nâtıkanın hareketi bu bahâr mevsiminde, bu zamâna uygun olan ma'nevî gıdânın talebinde olur. Ve netîcede nefis bir takım zorlu ve ağır mücâhedeleri tercîh etmeye gerek kalmaksızın, edeblenip bu oluşumlardaki sırlardan bir çok şeyler öğrenir. Örneğin nefis şiddetli mücâhedeler ve zorlu riyâzât olmaksızın, var edilenlerin sûretlerine ibret bakışıyla bakmayı ve ilâhî san’atkârlık üzerinde tefekkürü ve bu san’ât eserlerine baktığı vakit, onların meydana getiricisi olan Hak Teâlâ hazretlerinin sıfatlarına ve isimlerine intikâli alışkanlık edinir. Nitekim Hz. Mısrî Niyâzî buyurur: Âdeme eşyâda esmâ görünür Cümle esmâdan müsemmâ görünür Bu Niyâzî’den de Mevlâ görünür Âdem isen “semme vechullâh”ı bul Kande baksan ol güzel Allâh’ı bul Ve nefs-i nâtıka bu hâli alışkanlık edinince, kendisine yüksek makâmlar bahşeden Risâlet-penâh (s.a.v)’in değerli sünnetlerine ve şer‘î işlere başlayıp, onların 357 Tedbirât-ı İlâhiyye Onaltıncı Bölüm hükümlerine tâbi’ olmaktan ayrılmamaya gayret eder. Bu bakış ile tahakkuk edince, artık bahâr mevsiminde hayvânî nefslerinin hareketiyle seyir yerlerinde koşan hevâ ehli insanlar gibi ferahlama ve nehirlerin akışını seyretme ve yeşillikler ve daha önce görmediği yerler ve dağlardaki çiçekleri seyir ve ormanlara gidip gezmek arzûsundan kesilir. Ve mesîre yerlerine gitmekten yana aldırış etmez. Ve çevresindekilere uyarak veyâ başka zorunlu bir sebeble çıksa bile, o çiçekler âleminden ve verimli arâzîdeki ve sahrâlardaki ve nehirlerin kenarlarındaki san’atkârca yapıldığını gördüğü şeylerin çokluğu üzerinde dâimâ i‘tibâr ve fikir ve basîretli olmanın meyvelerini toplar. Ve Hak Teâlâ’nın ilkbahardaki cemâlî tecellîlerini görüp cennet hakkında ve Allah Teâlâ’nın evliyâsı için cennette hazırladığı şeyler hakkında tefekkür eder. Çünkü bahar zamânı cennet zamânıdır. Ve cennet gerçek hayât yurdudur. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Ve mâ hâzihil hayâtüd dünyâ illâ lehvun ve laibun, ve inned dârel âhirete le hiyel hayevânu, lev kânû ya’lemûn” (Ankebût, 29/64) ya‘nî “Bu dünyâ hayâtı dünyâ ancak oyun ve eğlencedir. Ve âhiret yurdu için muhakkak hayat vardır. Eğer bilseler!...” Ya‘nî bu dünyâ hayâtı gelip geçici bir uğraştır. Ve çocukların oyunu gibi ondan bıkılır ve son bulur bir şeydir. Varlıksal sûretlerden her hangi birisine gönül bağlansa zamânın geçmesiyle bozulur; ve bozulmasıyla gönlün ilgisi gider; ve dünyâ hayâtının tekdüzeliği dolayısıyla usanılır. Fakat âhiret yurdu böyle olmayıp, onun sûretleri dünyâdaki gibi çeşitli unsurlardan oluşmayıp, âhiret âleminin basît cevherine uygun bir rûhânî maddeden mahlûk olduğu için fenâ bulmaz. Ve tecellîlerin sürekliliği sebebiyle bir görülen bir daha görülmediğinden bıkmak ve usanmak da onlara bulaşmaz. Bundan dolayı cennet ebedî hayât mahalli olup ölüm ve fenâ yoktur. İlkbaharın tabîatı rutûbetli sıcaklık olan hayâtın tabîatıdır. İşte ilkbahâr mevsiminde gördüğü şeyin hepsinde bu şekilde tefekkür ettiği vakit, bu tefekkür, tefekkür edenin nefsini sâlih ameller yapmaya teşvîk eder. Ve sâlih amellerin zorluğu ve nefsin hazlarından mahrûmiyyeti, Allah Teâlâ hazretlerinin “Ben sâlih kullarım için gözün görmediği ve kulağın işitmediği ve beşer kalbine gelmeyen şeyler hazırladım” mübârek sözü gereğince dâim olan ni’metlenmeden umduğu şeyin azametinden dolayı, o tefekkür edenin üzerine kolay gelir. İşte bu ilkbahâr mevsimi gençlik ve yönelme zamânıdır. Ve onun âhiri olan sonbaharın hâli evveli gibi, ya'nî ilkbahar gibi değildir. Çünkü ilkbahar görünme ve sonbahar gizlenme zamâmdır. Ve görünme gizlenme gibi değildir. Ve insânî vücûdda ilkbahârın karşılığı gençlik ve sonbaharın karşılığı ihtiyarlıktır. Ve hiç şübhe yoktur ki gençlik ihtiyârlığa benzemez. Gençlikteki kuvvet ve kudret ihtiyârlıkta gider. 358 Tedbirât-ı İlâhiyye Onaltıncı Bölüm Ve yaz mevsimi zamânına gelince, o kuru sıcaklıktır; ateşin tabîatıdır. Ey efendi, bu mevsimde ihtiyârlık hâli ve yaşlılıktan dolayı gücünün yetmeyeceği amellerden yana zayıflık hakkında düşün; ve Hak Teâlâ’nın “Ve izel cahîmu su’ıret” ya’nî “Ve cehennem kızıştırıldığı zaman”(Tekvîr, 81/12) âyetindeki sözüne bak; ve cehennem ve şiddeti ve kızgınlığı hakkında düşün; ve kıyâmetin sıcaklığını ve onun susuzluğunu ve insanların havuzdan uzaklaştırılmasını ve terlere gark olmayı tefekkür etmenin senin üzerine gâlib olması sana yakışır. Bunun benzerlerinin bu mevsimde nefsinin gıdâsı olmak gerekir. Çünkü saâdet âlemine katılman için ona bunlar uygun olur. Ve bu güzel, sâf ve pâk bir hâldir. Ya'nî ilkbahardan sonra yaz mevsimi gelir. Ve bu mevsim sıcak ve kuraktır. Ve sıcaklık ile kuraklık ateşin tabîatıdır. Ey efendi olan rûh! Bu yaz mevsiminde dışarıdaki halleri bırakıp bineğin olan madde bedenine bulaşacak olan ihtiyarlık hâlini düşün, ve yaşının ilerlemesi sebebiyle bu madde bedene gelecek olan zayıflığın, âhiret hayâtına faydası olacak olan sâlih amelleri yapmaya engel olacağını tefekkür et! Ve Hak Teâlâ’nın Tekvîr sûresindeki “Ve izel cahîmu su’ıret” (Tekvîr, 81/12) ya'nî “Cehennem kızıştırıldığı vakit” âyetindeki mübârek söze bakıp cehennemi ve onun şiddetini ve kızgınlığını düşün! Ve kıyâmet gününde yeryüzünün değişmesini ve güneşin yakınlaşması sebebiyle olacak olan sıcaklığın şiddetini; ve o sıcaklık sebebiyle cisimlere gelecek olan susama husûsunu; ve o esnâda susuzluğun giderilmesinin, ancak bir havuzla sınırlandırılıp ve kötü amelleri dolayısıyla bir takım insanların o havuzdan melekler tarafından uzaklaştırılmasını ve bu sıcaklık yüzünden insanların tepeden tırnağa kadar terlere gark olmasını tefekkür et! Çünkü yaz mevsimi, bu hâlin yüz binde birini zevkan ya’nî bizzat kendinde yaşamayı görmen için konulmuş olan bir mevsimdir. Bundan dolayı bu mevsimde bu gibi tefekkürler senin üzerine gâlib gelsin. Ve bunlar bu mevsimde nefsinin gıdâsı olsun. Çünkü bu gibi tefekkürler seni dehşete düşürüp nefsini sâlih amellere sevk eder. Ve bu ameller nefsinin âhiret yurdunda saâdet âlemine katılması için ona uygun olur. Eğer bu mevsimde bu tefekkürlere dalar isen güzel ve sâf ve pâk olan bir hâl içinde olursun. Şimdi ey muhterem okuyucu! Bu nasîhatlar kıyâmete ve onun hallerine ve ürküntü veren durumlarına îmân edenleredir. Buna îmân etmeyenlere hitâb mümkün değildir. Çünkü bu inkârcılar hem kendi nefislerinden hem de dışarıdaki hallerden gâfil ve habersizdirler. Onlar kendi vücûdlarının, babalarının vücûdunda var olan küçük bir canlı olup, nutfe ile anne rahmine aktarıldığını ve anne karnında yavaş yavaş gelişerek cenîn hâline geldiklerini; ve daha sonra 359 Tedbirât-ı İlâhiyye Onaltıncı Bölüm a'zâları tam bir halde annenin vücûdundan çıkıp dünyevî hayâta karıştıklarını; ve daha sonra yavaş yavaş olgunlaşarak bilmediklerini öğrendiklerini; ve ondan sonra kemâle gelip kiminin şâir, kiminin yazar, kiminin mühendis ve kiminin mi'mâr olduğunu; ve bunların hepsinin bir takım değişmelerden ibâret olup bundan sonra yine o değişmelerin devâm edip gideceğini tefekkür edemeyen düşünceleri sınırlı kimselerdir. Onların sınırlı düşüncelerine bu değişmelerin öldükten sonra dahi devâm edeceğini ve güneş sistemimizin de hâlen değişimde olduğunu aktarabilmek mümkün değildir. Çünkü onlar dünyevî ilimlerde ne kadar görünüşte zekâlarını gösterseler bile yine ahmaktırlar. Çünkü geçerli bir ayırt edicilik sâhibi değildirler. Bildikleri şeylerden geçerli netîceleri çıkaramazlar. Mesnevi: Tercüme: “Böyle bir kimse her ne kadar mutlak zekî olsa bile, mâdemki bu ayırt edicilik yoktur, ahmaktır.” Ve sonbahar mevsimine gelince, o üçüncü mevsimdir. O kuru ve soğuktur. Bu da ölümün tabîatıdır. Bu mevsimdeki gıdân da, ölüm ve onun sarhoşluğu ve gamları; ve tevhîd ile mi, yoksa şirk ile mi sonlanacağın; ve düşmanın tarafından sana ne şey nakledileceği ve temiz mi, yoksa pis olarak mı meleğin rûhunu çekip alacağı; ve ona semâ kapısının açılıp açılmayacağı; ve ölümü indinde İlliyyîn’de mi yoksa Siccîn’de mi olacağı hakkındaki tefekkürün senin üzerine gâlib olması gerekir. Çünkü bu, âhiretteki doğuştan ilk mevtındır. Ve muhakkak dünyâ şu an sana hâmiledir. Ve bu cisim, doğacak olan için rahim gibidir; ve ölüm ile bu doğum gerçekleşir. Ve işte bunun için Hak Teâlâ “Vallâhu ahreceküm min butûni ümmehâtiküm lâ ta’lemune şey’en” ya’nî “Bir şey bilmez olduğunuz bir halde sizi ananızın karnından çıkardı” (Nahl, 16/78) buyurur. Ve sen âhiret ilimlerinden sana açılacak şeye izâfet ile şu an böylesin. Ve sen onu ve Allah Teâlâ’nın kulları için va’d ve vaîd ya’nî tehdîtten hazırladığı şeyi gözünle görürsün. İşte sonbahar mevsiminde bunun benzeri olan düşünceler sana gâlib olsun! Ya'nî sonbahar mevsimine gelince, bu zaman üçüncü mevsimdir. Ve bu mevsimin tabîatı kuruluk ve soğukluktur ki, ölümün tabîatı da böyledir. Çünkü ölüm hayvânî vücûddaki normal vücûd ısısının sönmesiyle gerçekleşir. Ve damarlardaki kanlar donup cesede kuruluk gelir. Şimdi ey rûh! Bu mevsimdeki gıdânın aşağıda beyân edilen tefekkürler olması uygun olur: - Ölüm hâlinin verdiği şiddetli elem dolayısıyla gelecek olan sarhoşluk. - Ve ölümün gamları, ya‘nî vücûdda oluşturduğu sıkıntı. 360 Tedbirât-ı İlâhiyye Onaltıncı Bölüm - Ve bu sarhoşluk ve sıkıntı içinde tevhîd ile mi, yoksa şirk ile mi sonlandırılacaksın? Ya‘nî ölüm elemleri içinde düşüncen Hak ile mi, yoksa gayr ile mi meşgûl olacaktır? Çünkü bu ıztırâblar içinde vücûda gelen elemler ile meşgûl olmaktan vazgeçip Hakk’ı ve Hakk’ın huzûrunu tefekkür etmek, eğer Hakk’ın inâyeti olmazsa gâyet zordur. - Ve bu can çekişme hâli içinde düşmanın olan İblîs tarafından seni Hak düşüncesinden çevirmek için ne gibi şeyler aktarılacaktır? Çünkü vehmî vücûdlara alâkası olan insanın, sâdece bu alâkası sebebiyle İblîs’in nakledeceği bozuk ve bâtıl düşünceler pek çoktur. Cenâb-ı Hakk’a sığınırız. - Ve rûhunu çekip almaya me’mûr olan melek onu cesedinden temiz veyâ pis olarak mı çekip alacaktır? - Rûhun çekip alındıktan sonra ona semâ kapısı açılacak mıdır, yoksa açılmayacak mıdır? Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de “İnnellezîne kezzebû bi âyâtinâ vestekberû anhâ lâ tufettehu lehüm ebvâbus semâi” (A'râf, 7/40) ya‘nî “Âyetlerimizi yalanlayıp onlardan kibirlenen kimselere semâ kapıları açılmaz” buyrulur. Ve mâsivâya alâka ise hâlen Hak’tan yüz çevirmek ve kibirlenmektir. Neûzü billâh! - Ölümü indinde çekip alınan rûh İlliyyîn âleminde mi, yoksa Siccîn âleminde mi olacaktır? Çünkü kişinin kendi vehmî vücûduna ve çevresindeki vehmî mevcûdlara olan alâkası rûhu için kuvvetli bir bağ olduğundan, tabîat âleminden ibâret olan Siccîn âleminde kayıtlanıp kalır. Tabîatın ötesinde olan hakîkat âlemine yükselemez. Mesnevi: Tercüme: “Ey oğul, alâkâların bağlarını kopar, âzâd ol! Ne zamâna kadar gümüş ve altın kaydında olacaksın?” İşte ölümü haber veren sonbahar mevsiminde bu gibi tefekkürler sana gâlib gelsin. Çünkü bu ölüm; ● Âhiretteki doğuştan ilk mevtındır ki, rûh berzâhta zâhir olur. ● Ve daha sonra ikinci mevtında zuhûr eder ki, bu da cismânî ba’s olunmadır. ● Daha sonra mîzân ve hesâb ve sırât ve cennet ve cehennem mevtınlarına intikâl eder. ● Bundan dolayı şimdiki hayâttaki hâlinde dünyâ sana hâmiledir. ● Ve bu cisim âhirette doğacak olan rûhun için bir rahim gibidir. ● Öldüğün vakit doğum gerçekleşir; ve rûhun berzah âlemine doğar. ● İşte bundan dolayı Hak Teâlâ hazretleri “Vallâhu ahreceküm min butûni ümmehâtiküm lâ ta’lemune şey’en” “Vallâhu ahreceküm min butûni 361 Tedbirât-ı İlâhiyye Onaltıncı Bölüm ümmehâtiküm lâ ta’lemune şey’en” (Nahl, 16/78) ya'nî “Sizi bir şey bilmediğiniz halde ananızın karnından çıkardı” buyurur. ● Ve sen âhiret ilimlerinden sana açılacak şeye izâfet ile şu an böylesin. Ya‘nî sen cenîn hâlinde iken dünyevî hayâtta türlü lezzetler ve elemler bulunduğunu bilmez ve idrâk etmez idin. Ne zamanki dünyâya doğdun, bunları vücûdunun durmaksızın devâm eden değişimleri içinde peyderpey bizzat yaşayarak bildin ve gördün. Şimdi dünyâda rûhun cenîn hâlindedir. Âhiret hayâtındaki lezzetleri ve elemleri bilmez bir haldesin. Ne zamanki ölüp âhiret âleminde doğarsın, oradaki elemleri ve lezzetleri dünyâda gördüğün ve bizzat yaşadığın gibi görür ve bilirsin. ● Ve sana nebîlerin ve evliyânın haber verdikleri halde inanmadığın hallere vâkıf olursun. ● Ve bu âlemde Allah Teâlâ’nın kulları için va‘d ve vaîdden, ya‘nî ni'met ve azâbdan, hazırladığı şeyleri gözünle görüp müşâhede ederek, dünyevî hayâta aldanıp bunları yalanladığına ve inkâr ettiğine pişmân olursun. İşte sonbaharda bu gibi fikirler sana gâlib olsun! Kış mevsimi zamânına gelince: O rutûbetli soğukluktur; ve o berzâhın tabîatıdır. Bu zamanda berzah hakkındaki düşüncelerin senin gıdân olması gerekir. Şimdi sen iki menzil arasındasın. Acabâ sen Firavun’un âilesi gibi sabah ve akşam ateşe arz olunan kimselerden misin, yoksa kendilerine cennetler arz olunan kimselerden misin ki, mü’mînler gibi cennet bahçelerine bağlanırsın ve onlardan dilediğin mekâna inersin. Ve berzahta ya muhâlefet ettiklerin veyâ mubâh olanlarla harcadığın nefeslerinden ve vakitlerinden ziyân ettiğin şey üzerine seninle berâber olacak hasret hakkında tefekkür et ki, sen bu anda, Allah Teâlâ’nın seni dünyâya geri göndermesini temenni edersin. Ve bu temenni ise sana faydalı olmaz; ve Allah Teâlâ seni geri göndermez. Bundan dolayı hasretlerin çoğalır; ve durmaksızın içini çekersin. Şimdi doğru düşünce ve sağlam ilim ile böyle bir hasret ve aldanma vaktinin olduğunu ve fayda vermediğini bu dünyâda iken tam olarak anladığın vakit hasret çekersen hasretin; ve tövbe edersen tövbenin; ve pişmân olursan pişmanlığın, fayda verecek olan dünyâ hayâtında, bu berzah vakti hakkında seni çok çalışmaya ve gayrete sevk eder. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât” (Furkân, 25/70) ya‘nî “Tövbe eden ve inanıp sâlih amel işleyen kimseler müstesnâdır. İşte Allah Teâlâ onların fenâlıklarını güzelliklere dönüştürür.” Ve yine Hak Tealâ buyurur: “Ve leysetit tevbetu lillezîne ya’melûnes seyyiâti, hattâ izâ hadara ehade hümül mevtu kâle innî tubtul’âne” (Nisâ, 4/18) ya'nî “Fenâlık işleyen kimseler 362 Tedbirât-ı İlâhiyye Onaltıncı Bölüm için tövbe değildir ki, onlardan birisinin ölüm vakti geldiğinde, şu an tövbe ettim, diye!” Çünkü dünyâ hayâtından olan bu cüz’ aslında ondan değildir. Ve ancak dünyâda işlediği şey kendisine fayda vermeyen yurdun cinsinden olan bir berzâhtır. Şimdi bu mevsimde nefsinin gıdâsı, bu gıdâ olsun! İnşâallah o sana faydalı olur. Bundan dolayı iki gıdâ arasını bir arada topladığın vakit, muâmeleler için cismin ve vâridât için de aklın geçerli olur. Ve sen her bir zamanda ilim ve amel sâhibi olursun. O da şerîatın kendisine teşvik ettiği şeydir. Ve sana onunla emreder ve seni ona da'vet eder. Bundan dolayı ey efendi, nefsinin kurtuluşuna ve idâren altındakilerin kurtuluşuna çalış! Dört mevsimden kış mevsimine gelince, bu mevsimin tabîatı soğuk ve rutûbettir; ve bu tabiat berzah âleminin tabîatıdır. Çünkü kış mevsiminde bu soğukluk ve rutûbet ağaçlara ve bitkilere ve ba'zı hayvânâta nasıl bir uzun uyku verir ve onlarda olan hayât eserlerini bahara kadar bâtında gizlerse, berzah da cisimlerdeki hayât eserlerini yeniden dirilme gününe kadar öylece bâtında gizler. Ve berzah sırf rûhânî âlem olup cismâniyyetten hâriçtir. Bundan dolayı yeniden dirilme gününe kadar rûhlar bu hâl içinde olup, onların ni’metlenmesi ve azâbı da rûhânîdir. Ba‘zı kimselerin zannettikleri gibi rûh cisimden alâkasını kestikten sonra diğer bir cisme bağlanmaz. Bu reenkarnasyon fikri bâtıldır. Şimdi sen berzahta iki menzil arasında, ya'nî dünyevî hayât ile uhrevî hayât arasında, bulunursun. Veyâhut dünyevî hayâtta iken berzaha intikâlin vaktinde cennet ve cehennem menzilleri arasındasın. ● Acabâ sen “En nâru yu’radûne aleyhâ guduvven ve aşiyyen ve yevme tekûmus sâatu, edhılû âle firavne eşeddel azâb” (Mü’min, 40/46) âyet-i kerîmesi gereğince, Firavun âilesi gibi sabah ve akşam ateşe arz olunan kimselerden misin? ● Yoksa “ve evresenel arda netebevveu minel cenneti haysu neşâu, fe ni’me ecrul âmilîn” (Zümer, 39/74) âyet-i kerîmesi gereğince, cennetler arz olunan kimselerden misin ki, mü’minler gibi cennet bahçelerine bağlanırsın ve onlardan dilediğin mekâna inersin? Hadîs-i şerifte “Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçedir, veyâhut cehennem çukurlarından bir çukurdur” buyruluşu yönüyle kabre, ya'nî berzaha, intikâlin vaktinde dünyevî hayâtta ilâhî emirlere muhâlefet veyâhut nefsânî hazlara kapılmışlık sebebiyle mubâh olan şeylerin çokluğu ile meşgûl olman yüzünden nefeslerini ve vakitlerini ziyân ve isrâf ettiğin için, sana berzahta müşâhede edeceğin hâl sebebiyle gelecek olan hasreti ve pişmanlığı tefekkür et! 363 Tedbirât-ı İlâhiyye Onaltıncı Bölüm Ve sen bu pişmanlık vaktinde “Ve hüm yastarihûne fîhâ, rabbenâ ahricnâ na’mel sâlihan gayrellezî künnâ na’melu” (Fâtır, 35/37) âyet-i kerîmesi gereğince Allah Teâlâ’nın seni dünyâya geri göndermesini temennî edip “Yâ Rab, bizi dünyevî hayâta geri gönder ki, evvelce işlediğimiz amel yerine sâlih amel işleyelim!” dersin. Ve Hak Teâlâ “e ve lem nuammirküm mâ yetezekkeru fîhi men tezekkere ve câekümün nezîr” (Fâtır, 35/37) ya'nî “Ben size dünyâda düşünüp nasîhat kabûl edecek kadar ömür vermedim mi? Ve size uyarıcı, ya'nî peygamber, gelmedi mi?” buyurur. Ve senin geri gönderilmeyi temennî etmen fayda vermez; ve Allah Teâlâ seni geri göndermez. Böyle olunca hasretlerin şiddet kazanır. Ve durmadan içini çekip durursun. Şimdi dünyevî hayâtta elinde fırsat var iken böyle bir hasret ve aldanma vakti geleceğini ve hasret ve pişmanlığın fayda vermeyeceğini tam olarak anladığın vakit, hasret çekersen hasretin; ve tövbe edersen tövbenin; ve pişman olursan pişmanlığın fayda vereceği bu dünyâ hayâtında, işte bu anlayış ve tefekkür etmen berzah vaktindeki hâlin için seni çok çalışmaya ve gayrete sevk eder. Nitekim Hak Teâlâ pişmanlığın dünyevî hayâtta fayda vereceğini beyânen buyurur: ● “İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât” ya‘nî “Tövbe eden ve inanıp sâlih amel işleyen kimseler müstesnâdır. İşte Allah Teâlâ onların fenâlıklarını güzelliklere dönüştürür” (Furkan, 25/70) ve aynı şekilde diğer bir âyette de ● “Ve leysetit tevbetu lillezîne ya’melûnes seyyiâti, hattâ izâ hadara ehade hümül mevtu kâle innî tübtül’âne” ya’nî “Fenâlık işleyen kimseler için tövbe değildir ki, onlardan birisinin ölüm vakti geldiğinde, şu an tövbe ettim, diye!” (Nisâ, 4/18) buyurur. Çünkü can çekişme hâlindeki tövbe makbûl olmaz. Çünkü can çekişme hâlinde dünyâ hayâtından olan bu kısım, dünyâ hayâtından değildir; belki dünyâ hayâtı ile berzah hayâtı arasında ortak bir bölümdür. Ve genellikle can çekişenlere berzah halleri açılıp, gördükleri şeylerden bahsetmeye başlar. Etrâfında bulunanlar hastalık hâli sebebiyle sayıkladığını ve saçma sapan konuştuğunu zannederler. Bundan dolayı can çekişenin dünyâ hayâtındaki bu kısım, dünyâda işlediği şey hakkında pişmanlığı kendisine fayda vermeyen berzah cinsinden olur. Şimdi bu kış mevsiminde nefsinin gıdâsı bu gibi tefekkürler olsun. İnşâallah bu rûhanî ve ma’nevî tefekkürler sana faydalı seni çok çalışmaya ve gayrete sevk eder. 364 Tedbirât-ı İlâhiyye Onaltıncı Bölüm Ve sen iki gıdâyı, ya'nî cismânî ve rûhânî gıdâyı bir araya topladığın zaman, cismânî gıdâ sebebiyle muâmeleler için cismin; ve bahsedilen rûhânî ve ma'nevî gıdâ sebebiyle de vâridât için aklın geçerli olur. Ya'nî aklın evhâm ve hayâllerden soyutlanmış olarak ilâhî vâridâtları ve rabbânî ma’nâları kabûle isti’dâdlı olur. Ve sen her bir zamanda bu aklın ile ledün ilmi ve cismin ile de sâlih amel sâhibi olursun. Ve bu iki şey tertemiz muhammedî şerîatın kendisine teşvik ettiği şeylerdir. Ve sana ilim ve amel ile emreder; ve seni bu tür ilim ve amele da'vet eder. Bundan dolayı ey efendi olan rûh, ledünnî ilimler ile nefsinin kurtuluşuna ve sâlih amel ile idâren altında olan a'zâ ve organlarının kurtuluşuna çalış! Bilesin ki, muhakkak senin devlet ehlin dünyâda hak ve adâlet ve insâf ile yaşar ve açık şerîat yolu üzerinde onlar ile yürür ise, muhakkak Allah Teâlâ onları senin için kıyâmet gününde adâlet ve güzel fiil ve davranış ve sîret ve yaşantı ile lehine şâhid olarak ikâme eder. Ve eğer onlar muhâlefet yollarına ve yasak olanlara saparlarsa aleyhine yansıyıp, Hak Teâlâ onları kıyâmet gününde sîretin çirkinliğine ve yaşantı ile aleyhine şâhid yapar. Şimdi Allah’dan kork, sakın! Allah Teâlâ buyurur: “El yevme nahtimu alâ efvâhihim ve tukellimunâ eydîhim ve teşhedu erculühüm bimâ kânû yeksibûn” (Yâsîn, 36/65) ya'nî “O günde biz onların ağızlarını mühürleriz. Kazandıkları şeyi bize elleri söyler ve ayakları şehâdet eder.” Ve yine buyurur: “O günde onların dilleri, elleri ve ayakları amel ettikleri şeyler ile onların aleyhine şehâdet eder” (Nûr,24/24). Ve yine buyurur: “innes sem’a vel basara vel fuâde küllü ulâike kâne anhu mes’ûlâ” (İsrâ,17/36) ya‘nî “Kulak ve göz ve kalbin her birinden ameli sorulur.” Ve senenin mevsimlerinden her bir mevsimde bedenlerde ve yaşları dolayısıyla illetler ve hastalıklar meydana geldiği gibi, rûhâniyyette de illetler vardır. Bundan dolayı her bir mevsimde sana ta‘rîf ettiğimiz rûhânî gıdâlara dikkât et! Çünkü seninle onların alınması arasına ve onların alınmasına engel olup sana mâni’ olan şey ki, ta‘yîn edilmeksizin her ne olursa olsun, o senin illetindir. Bundan dolayı sen kendin için onu ta‘yîn et! Çünkü sen seninle kendisinde hayâtın ve sıhhatin ve devâmlılığın olan bu gıdânın arasına engel olan sebebi bilirsin. Ve biz ancak gıdâlardaki ilimlerden bahsettik; ve amellerden yana sustuk; ve ameli gıdâ edinmedik. Çünkü rûh amel sebebiyle değil, ilâhî ilim sebebiyle hayât bulur. Ve ilâhî ilim ise ancak amel ile zâhir olur. Şimdi bu muhtelif zamanlarda ilâhî ilimlerin kazanılmasıyla emrettiğim vakit ameller ile de emretmiş olurum. Nitekim tabîb: “Senin gıdan zîrbâc yemeği olsun!” der. Ve onun “zîrbâc yemeği” sözü ile gıdâlanmak mümkün değildir. Ve zîrbâc yemeğinde ancak sana, onu sebep olan konulmuş bir rûhâniyyet 365 Tedbirât-ı İlâhiyye Onaltıncı Bölüm esâsı vardır ki, cisim ayakta kalır. Böyle olunca sen eti alırsın; ve yanına şeker ve bâdem ve safran ve sirke ve biber; ve et biraz piştikten sonra, mümkün olduğunca temiz cinsinden ve hafîf orta ateş üzerinde bu karışımı yeterli miktarda katarsın. Kıvâma geldiği vakit onu indirip yersin. Sana rûhâniyyetini verir. Ve o Allah Teâlâ’nın kendisinde senin için verdiği emânettir. Bundan dolayı sen onunla canlanırsın; ve sıhhatini takviye edersin. Ve cismin amel ve hizmet ettiği her bir şey fazla olarak dışarı çıkar ki, sen onu tuvalette atarsın. Ameller de böyledir. Onları yaparsın. İlimlerden ve derecelerden onların rûhâniyyetlerini alırsın. Ve zâhiri yemeğin işe yaramayan fazlasını terk ettiğin gibi cehennemde kâfirlere terk edersin ki, onlar da bu amellerde seherlerde kalkmaktan ve mescîdlere gitmekten ve Allah yolunda çalışmaktan ve soğukta abdest almaktan ve bütün nefsine nâhoş gelenleri işlemekten yana nâil olduğun zahmetler ve zorluklardır. Ve onlar bu dünyâda şiddetli şer’î amellerdir. Şimdi onların hepsini terk edersin; ve âhirete ancak Allah Teâlâ’nın onlara verdiği onların latîfliklerini çevirirsin ki, onların kaynaklarını onun “Vellezîne câhedû fînâ le nehdiyennehüm subulenâ” ya’nî “Bizim yolumuzda mücâhede edenleri elbette Biz yolumuza hidâyet ederiz” (Ankebût, 29/69), “vettekûllâhe ve yuallimukumullâhu” ya’nî “Allah’tan sakının ki Allah size öğretsin” (Bakara, 2/ 282) sözünde burada görürsün. Şimdi cismânî gıdânın sebebini yapmadıkça ona ulaşamadığın gibi, aynı şekilde bu rûhânî gıdâyı da bilmedikçe ona ulaşamazsın. Ve onun amellerinin şiddetlisi onu yemendir. Onun yenmesi ameldir. Ve onun ameline, onun hakkında dişleri ve dili ve boğazı ve yemek borusunu ve mi'deyi ve bağırsakları ve ciğerleri etkileyecek cinsinden hizmetkâr lâzımdır. Ondan sana hayât rûhu yayılır. Ve başkaları onu yediğinde sana ondan bir şey hâsıl olmaz. Şimdi bu rûhânî gıdâ da böyledir. Onu ancak bizzat senin alıp yemen lâzımdır. Ve bu durumda Allah Teâlâ onu sana verir. İnsanların geneli bu şer’î amelden olan ilâhî gıdâ sebebiyle bu rûhânî oluşumu ikâme etmekten ne acâib bir şekilde kör oldular. Ve biz kesinlikle bildik ki, muhakkak cisim, kıyâmet gününde amelinin sûreti üzerine; ve nefis de amelinin sûreti üzere haşrolunur. Şimdi saîd iki güzel sûrettendir ve iki kelime arasını toplar. İşte bu ameller yönünden hâsıl olan gıdâdır. Ey rûh bilesin ki, muhakkak senin devlet ehlin, ya'nî a'zâ ve organların, dünyâ dediğimiz fiiller âleminde hak ve adâlet ve insâf içerisinde yaşar ve açık bir yol olan şerîat caddesi üzerinde bu sıfatlar ile yürür ise, Allah Teâlâ o a'zâ ve organları kıyâmet gününde senin için adâletli bir şâhid olarak ikâme edip, senin dünyâdaki güzel fiil ve davranışlarını ve sîretinin güzelliğini ve yaşantının güzelliğini beyân ile lehine şehâdet ederler. Ve eğer bu a'zâ ve organların ilâhî emirlere muhâlefet eder ve şerîatın men’ ettiği yola saparlarsa, bu durumda onların şehâdeti aleyhine yansıyıp, Hak Teâlâ 366 Tedbirât-ı İlâhiyye Onaltıncı Bölüm onları kıyâmet gününde dünyâdaki kötü sîretine ve fenâ yaşantına şâhid yapar. Çünkü a'zâ ve organların, dünyâda unsurlardan oluşmuş olan mâdenden ibârettir. Ve onların hareket ettiricisi sensin; ve sen onları isteğine göre kullanırsın. Onlar senin irâden altında zebûndur. Örneğin sen onları itâat yoluna sevk edersen, onların bu irâdene aykırı olarak âsîlik yoluna gitmeleri mümkün değildir. Böyle olunca ey rûh, Allah’dan kork ve muhâlefetten sakın! Hak Teâlâ hazretleri bu hâli beyânen Kur’ân-ı Kerîm’inde buyurur: “El yevme nahtimu alâ efvâhihim ve tukellimunâ eydîhim ve teşhedu erculühüm bimâ kânû yeksibûn” (Yâsîn, 36/65) ya'nî “O günde biz onların ağızlarını mühürleriz. Kazandıkları şeyi bize elleri söyler ve ayakları şehâdet eder.” Ve yine buyurur: “innes sem’a vel basara vel fuâde küllü ulâike kâne anhu mes’ûlâ” (İsrâ,17/36) ya‘nî “Kulak ve göz ve kalbin her birinden ameli sorulur.” *** Bilinsin ki, ● “Ve eşrekatil ardu bi nûri rabbihâ ve vudıal kitâbu ve cîe bin nebiyyîne veş şuhedâi ve kudıye beynehüm bil hakkı ve hüm lâ yuzlemûn” (Zümer, 39/69-70) ya'nî “Mahşerde arz Rabb’inin nûruyla aydınlanır; ve kitâb konulur; ve nebîler ve şâhidler getirilir. Ve onların arası hak ile kazâ olunur; ve onlara zulmedilmez. Ve her nefse işlediği şeyin tam karşılığı verilir. Ve Allah Teâlâ onların işledikleri şeyi bilir” âyet-i kerîmesi gereğince kıyâmet gününde yeryüzüne öyle bir ilâhî tecellî olur ki, bütün içindekileri zuhûra çıkarır. Çünkü Rabb’inin nûruyla parlar ve aydınlanır. Nûr kendi zâhir olup ve eşyâyı da zâhir edici olduğundan, yeryüzünün Rabb’ının nûruyla aydınlanması da, kendisinin rûhânî oluşumda zuhûrundan ve gizlediklerini de rûhânî oluşumda açığa çıkartmasından ibâret olur. Ve beşer ve diğer cesedler yeryüzünün gizlediklerindendir. Bundan dolayı beşer cesedleri de rûhânî oluşumda açığa çıkar. Ve “kitâbın konulması”ndan kasıt hesâb ve mîzândır. Hesâb ve mîzân denilince zannedilmesin ki, Hak Teâlâ hâkimler gibi bir yerde durup, onun huzûrunda milyarlarca beşer ferdlerinin birer birer hesâbı ve sorgu suâli görülecek ve amel defterleri okunacak ve amelleri dünyâda bildiğimiz şekildeki terâzîlere konulup tartılacak; ve netîce de onların lehinde veyâ aleyhinde hükmedilecektir. Bu, kesinlikle böyle değildir. Hak Teâlâ hazretleri “serî'u’l-hisâb” ya’nî “hesâbı serî görücü”dür. Ve hesâb odur ki, Hak Teâlâ “Mâ halkuküm ve lâ ba’suküm illâ ke nefsin vâhıdetin” ya’nî “Sizin halk edilmeniz ve yeniden diriltilmeniz, ancak tek bir nefs gibidir” (Lokmân, 31/28) âyet-i kerîmesi gereğince tek bir tecellî ile her bir nefiste 367 Tedbirât-ı İlâhiyye Onaltıncı Bölüm gizli olan amellerin sûretlerini onların etrâfında açığa çıkartır. Çünkü ameller ağacın meyvesi gibidir. Nitekim tek bir tecellîden ibâret olan baharda her bir ağaç kendisinde gizli olan yaprakları ve çiçekleri ve meyveleri açığa çıkarır; ve hepsi “Bende bu vardır” diye cevabıyla hesaplarını verirler. Ve mîzân odur ki, her bir amelin sûreti ancak kendi sâhibine bağlanıp sâhibinden başkasına gitmez. ● “Ve lâ teziru vâziretün vizre uhrâ” ya’nî “Kimse bir başkasının yükünü yüklenmez” (En'âm, 6/164) ve; ● “Fe men ya’mel miskâle zerretin hayren yereh; Ve men ya’mel miskâle zerretin şerren yereh” ya’nî “Artık kim zerre kadar hayır işlerse onu görür ; Ve kim zerre kadar şerr işlerse onu görür “ (Zelzele, 99/7-8) âyet-i kerîmeleri gereğince her bir ferde âid olan ameller ve ahlâk ve vasıflardan bir zerre eksik ve fazla olmaz. Bundan dolayı bu genel tecellî netîcesinde “hesâb” ve “mîzân” berâberdir. “Yevme tubles serâir; Femâ lehu min kuvvetin ve lâ nâsır” ya’nî “Gizli şeylerin açıklanacağı gün; Artık onun kuvveti olmaz ve yardımcı da yoktur” (Târık, 86/9-10) âyet-i kerîmesi bu ma‘nâyı haber verir. Nitekim bu hâlin benzeri âlemde görülür. Baharda her bir ağacın yaprakları ve çiçekleri kendisinde gözükür. Kayısının yaprağı ve çiçeği kızılcık ağacında gözükmez. Ve her ağacın meyvesi kendi isti‘dâdı nisbetinde olup fazla ve eksik değildir. Bir elma fidanında beşyüz kilo elma çıkmaz. Ve aynı şekilde meyvesi olmayan kavak ve söğütte meyve olmaz. “Vel veznu yevme izinil hakk” ya’nî “Kıyâmet günü mîzân haktır” (A'râf, 7/8). “Nebîler”den kasıt dünyâda ilâhî emir ve yasakları teblîğ eden saâdetlilerdir ki, onlar kendilerine tâbi’ olan rûhların imâmı olan “küllî rûh”lardır. Ve “şâhidler”den kasıt rûhânî oluşum üzere zâhir olan nefislerin a'zâ ve organlarının ve onların sâbit ayn’larının açılmasıdır. Şehâdet âleminin madde bedenindeki el ve ayak konuşmaz, ancak dil söyler. Çünkü bu âlemin âdeti böyledir. Fakat rûhânî oluşum üzerine taayyün eden bedenlerin elleri ve ayakları konuşur. Çünkü kelâm rûhun özelliklerindendir. Ve aynı şekilde görmek de böyledir. Bu âlemde gören ancak gözdür. Fakat rûh her yönden görür. Bundan dolayı mahşerdeki bedende rûhî hükümler ve eserler zâhir olur. Ve bu hâl dünyâ hayâtında türlü mücâhedeler ve riyâzât ile hayvânî sıfatlardan temizlenmiş olan ve tabîî kesîfliğinden kurtulup cisimleri ile rûhları arasındaki muhâlefeti giderebilen evliyâullah indinde bizzât hakîkatinin yaşanmasıyla 368 Tedbirât-ı İlâhiyye Onaltıncı Bölüm âşikârdır. Hayvânî hükümlerde gark olmuş olan kesâfet ehli bu hâli inkâr ederlerse ma’zûrdurlar. Çünkü onlar bu zâtları da kendileri gibi zannederler. *** Ve senenin dört mevsiminden her bir mevsimde cisimlerde her yaşın gereğine göre bir takım illetler ve hastalıklar meydana geldiği gibi, bu mevsimlerin her birinde rûhlarda da bir takım illetler ve hastalıklar ortaya çıkar. Örneğin ilkbaharda cisimde hayvânî şehvet artar. Ve her yaşın îcâbına göre bu şehvetin şiddeti, rûhu ma’nâları mütâlaadan yana engelleyip şehveti dindirme yoluna meylettirir. Ve bu hâl rûhun hastalığı ve illeti olur. Bundan dolayı her bir mevsimde sana ta‘rîf ettiğimiz rûhânî gıdâlara dikkât et; ve onların tedârik etmekle meşgûl ol! Çünkü senin ile o rûhânî gıdâların alınması arasına giren ve onların alınmasına engel olup rûhunun kuvvetlenmesine mâni’ olan şey, senin illetindir. Ve bu mâni’ler şudur ve budur diye belirlemek ve burada sayıp ve îzâh etmek mümkün değildir. Çünkü o mâni’ler şahsa ve yaşa göre değişir. Örneğin ilkbahar mevsiminde şehvetin şiddeti bir delikanlıyı son derece meşgûl eder. Fakat bir ihtiyara olan şehvet te’sîri başka şekilde olur. Ve onun rûhunu diğer bir takım fikirler ile meşgûl eder. Böyle olunca herkes her mevsimde kendi mâni‘lerini zekâ ve kavrayışına göre kendisi belirler. Çünkü insan kendine basîret üzeredir. Ve sen, seninle rûhunun hayâtı ve sıhhati ve devamlılığı için lâzım olan rûhânî gıdâların arasına engel olarak giren sebepleri çok iyi bilirsin. Ve bunlar bir takım mâsivâya ilgilerdir ki, kalbin perdeleridir. Ve biz bu rûhânî gıdâlar bahsinde ilimleri anlattık, amellere dâir bir şey söylemedik; ve ameli rûhun gıdası edinmedik. Çünkü rûh ameli sebebiyle değil, ilâhî ilmi sebebiyle hayât bulur. Ve ilâhî ilim de ancak amel ile zâhir olur. Ve ilimsiz amel taklîd olup taklîdin âfetleri çoktur. Ve amelsiz ilim ise sâhibine mâl olmamış olan bir ilim olduğu için iğretidir. Ve iğreti olan elbise ölüm hâlinde nasıl ki vücûddan çekip alınırsa, bu ilim de öylece vücûddan çekip alınır. Şimdi bu muhtelîf zamanlarda ilâhî ilimlerin kazanılmasıyla emrettiğim vakit, ameller ile de emretmiş olurum. Çünkü amel ilmin netîcesidir. Ve öncelikle emretmek netîce ile de emretmek demektir. Bunun zâhirî örneği budur ki, tabîb “Senin gıdân zîrbâc yemeği olsun!” der. Oysa tabîbin söylediği “zîrbâc yemeği” sözü ile cismin gıdâlanması mümkün değildir. Çünkü bu sözde ancak ma‘nâ bulunmaktadır. Oysa sûrî olan senin cismin sûrî bir gıdâya muhtaçtır. Bu sözün ma'nâsıyla cismin gıdâlanmaz. Afrika’nın kuzeyi olan Batı tarafında meşhûr bir yemek olan “zîrbâc”a bir rûhâniyyet ko- 369 Tedbirât-ı İlâhiyye Onaltıncı Bölüm nulmuştur ki, yenildiği zaman, cisim o rûhâniyyetle kâim olur. Bundan dolayı ondaki rûhâniyyeti cismine geçirmek için o yemeğin sûretini tedârik etmeye mecbûrsun. Böyle olunca sen bir miktâr et alırsın. Ve bu ete şeker ve bâdem ve safran ve sirke ve biber ve diğer bir takım kokulu baharlar katarsın. Ve bu karışımı, hafif ve orta ateş üzerinde pişirirsin. Kıvâma geldiği zaman ateşten indirip yersin. İşte bu yemeğin sûreti sana rûhâniyyetini verir. Ve o rûhâniyyet Allah Teâlâ’nın bu yemeğin sûretinde senin için verdiği bir emânettir ki, sen o rûhâniyyet ile canlanırsın; ve sıhhatini takviye edersin. Ve cisminde mi‘de ve bağırsaklar gibi organlar o gıdâyı hazmedip cismine lâzım olan maddeleri vücûda yayar. Ve lüzûmsuz kalan maddeleri de dışarı çıkarır. Ve sen bu fazla olan maddeleri tuvalet yoluyla dışarıya atarsın. Ameller de zâhirî yemekler gibidir. O amelleri işlersen ma’nevî ilimler ve dereceler cinsinden olan rûhâniyyetlerini alırsın. Ve âhiret rûhânî oluşumu gâlib olan bir âlem olduğundan, bu zâhir ve şehâdet âleminden gözünü kapadığın zaman, kazandığın ma‘nevî dereceleri o âlemde bulursun. Bundan dolayı bu âlemde zâhirî yemeğin fazlası olan dışkıları, fâre ve pislik böceği gibi, süflî hayvânlara terk ettiğin gibi, amellerin âhirete âit şiddetlerini ve zorluklarını da, azâb ve terbiye yurdu olan cehennemde kâfirlere terk edersin. Çünkü bu amellerin rûhâniyyetini almak için, seher vakitlerinde tatlı uykunu terk ettin. Ve mescîdlere gitmek ve Allah yolunda çalışmak zahmetini tercîh ettin. Ve soğuk havalarda titreyerek abdest üzerine abdest aldın. Ve nefsinin nâhoş gördüğü amelleri işlemek zahmetine ve zorluklarına tahammül ettin. Bundan dolayı “Dünyâ mü’mînin zindanı, kâfirin cennetidir” hadîs-i şerîfi gereğince bu zorlukları seçmekle dünyâyı kendine zindan ettin. Ve gıdâ sıranı savdın. Fakat kâfirler ve günahkârlar dünyâ hayâtına ve onun lezzetlerine güvenmiş ve aldanmış olup râhata meylettiler. Ne zamanki bu zâhir âlemden tabiî ölüm ile gözleri kapandı, şiddet ve zorluk sırası onlara geldi. Böyle olunca amellerin rûhâniyyetlerini almakla sen onların âhirete âit zorluklarını ve şiddetlerini kâfirlere terk ettin. İşte amellerin dışarı çıkarılan fazlası, dünyâda bu şiddetli şer’î amellerdir ki, sen âhiret hayâtı yönünden onların hepsini terk ettin. Ve âhirete ancak Allah Teâlâ’nın onlara verdiği onların latîfliklerini çevirdin. Ve bu latîfliklerin kaynaklarını ve menba’larını Allah Teâlâ’nın; ● “Vellezîne câhedû fînâ le nehdiyennehüm subulenâ” (Ankebût, 29/69) ya‘nî “Bizim yolumuzda mücâhede edenleri elbette biz yolumuza hidâyet ederiz” ve; 370 Tedbirât-ı İlâhiyye Onaltıncı Bölüm ● “vettekûllâhe ve yuallimukumullâhu” (Bakara, 2/282) ya‘nî “Allah’dan sakının ki Allah size öğretsin,” mübârek sözlerinde dünyâda gördün. Ya‘nî Allah Teâlâ bu âyetlerde ulûm ve derecâta nâiliyyetin sebebini sana gösterdi. Şimdi cismânî gıdânın sebebini yapmadıkça ona ulaşamayacağın ve onun rûhâniyyetine nâil olamayacağın gibi, bu rûhânî gıdâyı da bilmedikçe ona ulaşamazsın. Şimdi cismânî gıdânın amellerinin şiddetlisi onu yemendir. Ve onu yemen ise ameldir. Ve yeme ameli için bu cismânî gıdâ hakkında bir takım hizmetkârlar lâzımdır. Onlar da dişler ve dil ve boğaz ve yemek borusu ve mi‘de ve bağırsaklar ve ciğer gibi organlardır. Bu hizmetkârların hizmeti netîcesinde, o yemekten senin cismine hayât rûhu yayılır. Ve başka bir kimsenin yediği yemekten sana bir menfaat hâsıl olmaz. İşte bu rûhânî gıdâ da böyledir. Bu rûhânî gıdâyı ancak bizzât senin alıp yemen gerekir. Ve bu durumda o rûhâniyyeti Allah Teâlâ sana ihsân eder. Ne acâibdir ki, insanların çoğu, bu şer'î amelden hâsıl olan ilâhî gıdâ sebebiyle, ikâme edilecek olan bu rûhânî oluşumdan kör oldular. Bilinsin ki, nebîler ve evliyâ gördüklerini bildiler ve bildiklerini söylediler. Diğer insanların gözleri kapalı olduğundan onlar sâdece dinlediler. ● Ve dinleyenlerin bir kısmı inandı ve amel etti. ● Ve bir kısmı inanmakla berâber, râhat ve nefsânî lezzetlerden geçemeyip ameli terk ettiler. ● Ve bir kısmı da inanmadığı için amel etmedi. Bu son iki kısım dünyâ hayâtına güvenmiş ve aldanmış olanlardır. Bunlar ölüm ile uyandıkları vakit, görüp pişmân olacaklardır. Ve nebîlerin ve evliyânın bu sözlerine şimdi gülüp onları inkâr edenler, âhiret hayâtının şiddetleri içinde âh edip inleyeceklerdir. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra), âhirete âit halleri dünyâ hayâtında müşâhede edenlerden olduğu için, insanların körlüğüne hakkıyla şaşırmışlardır. Ve onlar bu müşâhedelerine dayalı olarak buyururlar ki: Biz kesinlikle bildik ki, muhakkak cisim kıyâmet gününde amelinin sûreti üzere ve nefs-i nâtıka da aynı şekilde amelinin sûreti üzere haşrolunacaktır. Çünkü şu an dahi değişim içinde olan dünyâmız, kıyâmet gününde değişerek bir değişim daha geçirecektir. Ve bu değişiminde rûhânî oluşum gâlib olacak ve beşerî nefs-i nâtıkalar da aynı şekilde rûhânî oluşumun gâlib olduğu cisimlere bağlanacaktır. İşte haşr gününde verilecek olan cisimler amellerinin sûretine uygun ve nefs-i nâtıkalar da kendilerine gâlib olan sıfatların sûretine uygun olacaktır. 371 Tedbirât-ı İlâhiyye Onaltıncı Bölüm Bundan dolayı bu âlemde kendisine türlü hayvânî sıfatlar gâlib olanların sûreti de, bu hayvânî sûretlere dönüşecektir. Böyle olunca bu âlemde sâlih ameller işleyen saîdler iki güzel sûretten var olacaktır ki, birisi cismine ve diğeri rûhuna ve nefs-i nâtıkasına âiddir. Ve iki kelime arasını toplayacaktır ki, birisi cismi ve diğeri rûhudur. İşte bu söylediğimiz güzel yön amellerden olan gıdâdan kaynaklanır. Allah seni muvaffak etsin ve seni doğru yola sevk etsin! Bilesin ki, her bir sonradan olan için bir gıdâ vardır ki, onunla gıdâlanır. Onda onun devamlılığı vardır. Ve bilesin ki, muhakkak Mîkâîl rızıklar ve bütün hissedilebilir olan gıdâlar üzerine emîndir. Ve ona senden bütün beden üzerine gıdâyı veren ciğer karşılık gelir. Ve aynı şekilde İsrâfîl cisimleri rûhlar ile gıdâlandırır. Ve Cebrâîl rûhları ilim ve ma’rifetler ile gıdâlandırır. Şimdi her bir mevcûdun devamlılığı işlerden bir işe bağlı olarak gerçekleşir. Bu iş dahi onun gıdâsıdır. Nitekim cevherin gıdâsı araz iledir. Onsuz onun için devamlılık yoktur. Ve aynı şekilde cisim birleşme iledir. Ve aynı şekilde akıl ba'zı zarûrî ilimler iledir. Ve aynı şekilde heyûlâ sûretler iledir. Şimdi kudsî rûh, kendi vücûdunda dâimâ kendisinin bakāsına susamıştır. Ve onun bakāsı ilâhî ilimler iledir; o onun gıdâsıdır. Ve işte bunun için Allah Teâlâ Peygamber’i (s.a.v)’e “ve kul rabbi zidnî ilmâ” ya’nî “Rabb’im ilmimi arttır, de!”(Tâhâ, 20/114) buyurdu. Daha sonra Buhârî’nin onu Sahîh’inde rivâyet edip dediği şekilde hissedilebilir gıdâ sûretinde gördü ki, (Sav) buyurdu: “Bana gösterildi ki, gûyâ bana bir kadeh süt verildi; ben onu içtim. Doymuşluğu tırnaklarımdan çıktı. Daha sonra artanını Ömer’e verdim.” “Yâ Resûlallah nasıl te’vîl ettin?” dediler. “İlim ile” buyurdu. Ve onu Mi'râc gecesinde içti. Ve ona: “Seninle ümmetine Allah Teâlâ’nın eriştirdiği fıtrattır” denildi. Allah Teâlâ seni hakîkatleri idrâk etmeye muvaffak etsin; ve ma’nâları idrâk etme husûsunda seni vehmin te’sîri altında bırakmayıp doğru yola sevk etsin! Bilesin ki, her bir sonradan olanın gıdâlandığı bir gıdâ vardır ki, bu gıdâ o sonradan olmuş olan şeyin ayakta kalmasına ve devamlılığına sebep olur. Örneğin toprak su ile; ve su hidrojen ve oksijen ile gıdâlanır. Ve bunların gıdâsı rahmânî nefes; ve rahmânî nefesin gıdâsı hakîkî vücûddur. Ve hakîkî vücûd hepsinin Kayyûm’udur. Ve bir olan hakîkî vücûdun bütün âlemi ihâta etmiş olan küllî kudretinin zuhûr yerleri dörttür. Onlar da Cebrâîl, Mîkâîl, İsrâfîl ve Azrâîl (aleyhimü’s-selâm)dır. Bunlardan Mîkâîl (as) rızıklar ve bütün hissedilebilir olan gıdâlar üzerine emîndir. Ya’nî âlemin tamâmında gıdâya muhtâc olan her bir sonradan olanın kendi türüne mahsûs olan gıdâsını, onun bünyesinin ihtiyâcına göre cenâb-ı 372 Tedbirât-ı İlâhiyye Onaltıncı Bölüm Mîkâîl dağıtır. Ve onun idâresi altında ve emrinde sayısız ve hesapsız melekler olup bu hissedilebilir gıdâları dağıtır ve takdîr ederler. Ve onun âlemin tamâmına olan te’sîr yönlerinden her birisi bir kanadıdır. Bundan dolayı “kanatlı melekler” denilince “kuşlar gibi kanatlı” acâib bir sûret hayâl edilmemelidir. Kur’ân ve hadîsler benzetmeler ve istiâreler üzerine gelmiştir. Şimdi sen bir maddeyi ölçtüğün ve takdîr ettiğin zaman cenâb-ı Mîkâîl’in te’sîr yönlerinden bir te’sîr altında ölçersin ve takdîr edersin. Çünkü bu ilâhî küllî kuvvetler varlık âleminin tamâmını çevirmeye me’mûrdurlar. Ve küçük âlem olan senin vücûdunda Mîkâîl’in benzeri “ciğer”indir. Gıdâdaki kanı alıp tasfiye ile kalbe ve damarlara dağıtır. Ve sen bu sâyede gıdâdan istifâde edersin. Ve ilâhî küllî kuvvetlerden biri de İsrâfîl (as)’dır. Cisimleri rûhlar ile gıdâlandırır. Ve bunun senin vücûdundaki benzeri “kalb”dir ki, onun çarpmaları hayvânî rûhun vücûdda kıyâmına sebebdir. Ve onun emrinde sayısız ve hesapsız melekler olup âlemin tamâmında te’sîr yönleri sayısız ve hesapsızdır. Ve bu dört kuvvetten birisi de Cebrâîl (as)’dır ki, rûhları ilimler ve ma’rifetler ile gıdâlandırır. Ve onun emrinde de sonsuz melekler olup âlemin tamâmında te’sîr yönleri sayısızdır. Ve senin vücûdunda onun karşılığı beynine bağlı olan “akıl”dır ki, sen o akıl vâsıtasıyla âlemin sûretlerinden bir takım ma’nâlar çıkarıp rûhunu gıdâlandırırsın. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) dördüncü kuvvet olan Azrâîl (as)’ı burada zikretmemiştir. Çünkü cenâb-ı Azrâîl sûretten ma'nâyı çekip ayırmaya ve fânî etmeye me’mûrdur. Ve fenâda ise gıdâ ile kıyâm söz konusu olamaz. Şimdi her bir mevcûdun devamlılığı işlerden bir işe bağlı olarak gerçekleşir. Bu iş dahi onun gıdâsıdır. Nitekim yukarıda bir miktar îzâh edildi. Ve buna benzer şekilde; ● Cevherin gıdâsı araz iledir. Örneğin genişlik, uzunluk ve derinlik birer arazdır. Bunlar bir maddenin ve bir cevherin vücûdu olmaksızın his ile görülmezler. ● Ve aynı şekilde cismin gıdâsı cevherlerin birleşmesi ve terkîbi iledir. Örneğin hayvânî bir cisim bir çok muhtelif basît unsurlardan oluşurr. Ve bunların zerreleri anbean vücûddan ayrılıp yerine yenileri gelir. Ve bu şekilde cisim bunlarla gıdâlanır. ● Ve aynı şekilde aklın gıdâsı ba‘zı zarûrî ilimlerdir. Örneğin soğuk havada akıl, vücûdun ısıtılmasına ve açlık hâlinde gıdâ tedârik etmesine hükmeder. Bundan dolayı aklın vücûdu bu zarûrî ilimler ile kâimdir. Eğer bir kimsede bu zarûrî ilimler görülmese onda aklın olmadığına hükmedilir. ● Ve aynı şekilde heyûlânın gıdâsı sûretler iledir. Çünkü heyûlâ akılda bir vehmî husûstur. Ancak sûret ile onun varlığına delîl getirilir. Örneğin 373 Tedbirât-ı İlâhiyye Onaltıncı Bölüm “esîr” dediğimiz şey hissedilebilir bir şey değildir. Akılda sâbit olan bir heyûlânî cevherdir. Biz onun varlığına sûretler yoluyla geçeriz. Bundan dolayı bu sûretler o heyûlânî cevherin gıdâsı olur. Şimdi kudsî rûh, ki insânî vücûdda ilâhî halîfe olan izâfî rûhtur, o dahi kendi vücûdunda dâimâ kendisine mahsûs gıdâ ile kendisinin bakâsına susamıştır. Ve onun bakâsına sebep olan gıdâ ilâhî ilimlerdir. Ve işte bunun için Allah Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de Peygamber’i (as)’a “ve kul rabbi zidnî ilmâ” (Tâhâ, 20/114) ya'nî “Yâ Habîbim, yâ Rab benim ilmimi arttır, de!” buyurdu. Daha sonra Buhârî’de bulunan sahîh hadîsler arasında rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte beyân buyrulduğu şekilde, o ilmi hissedilir gıdâ sûretinde ma‘nâ âleminde gördü ki, onu şu hadîs-i şerîfte şöyle beyân buyurdular: ● Bana gösterildi ki, gûyâ bana bir kadeh süt verildi; ben onu içtim. Doymuşluğu tırnaklarımdan çıktı. Daha sonra artanını Ömer’e verdim.” “Yâ Resûlallah nasıl te’vîl ettin?” dediler. “İlim ile” buyurdu. Şimdi ma‘nâ âleminde gördükleri ve içtikleri sütü, “ilim” ile te’vîl ettiler. Ve (Sav) Efendimiz bu sütü Mi‘râc gecesinde içti. Ya‘nî meşhûr olduğu üzere Mi‘râc gecesi kendilerine üç kadeh getirildi. Birisinde “su” ve birinde “şarâb” ve birinde de “süt” var idi; sütü içtiler. Ve sütü tercîh edip içtiğinde: “Yâ Resûlallah, seninle ümmetine Allah Teâlâ’nın eriştirdiği fıtratı tercîh ettin” denildi. Çünkü fıtrat boyun eğme üzeredir; ve islâm ise boyun eğmeden ibârettir. Ve boyun eğmenin zıddı olan muhâlefet İblîs ve tâbi’lerinin hâlidir ki, ârıza işlerdendir. Ve süt mülâyim ve faydalı olan bir gıdadır. Nitekim Hak Teâlâ “lebenen hâlisen sâigan liş şâribîn” ya’nî “içenlere içimi kolay hâlis süttür” (Nahl, 16/66) buyurur. Bilinsin ki, rü’yâ üç tür üzeredir. Birisine “katıksız keşf,” diğerine “muhayyel ya’nî hayâlî keşf” ve üçüncüsüne “katıksız hayâl” derler. “Katıksız keşf”: Görülen rü’yânın uyanıklık hâlinde aynen gözükmesidir. Bu tür rü’yâ ta'bîre muhtâc değildir. Nitekim “Lekad sadakallâhu resûlehur rü’yâ bil hakkı, le tedhulunnel mescidel harâme inşâallâhu âminîne muhallikîne ruûseküm ve mukassırîne” ya’nî “Andolsun ki, Allah Resûl'ünün rü’yâsının, hak olduğunu tasdîk etti. Ve Allah dilerse, siz mutlaka Mescid-i Harâm'a emîn olarak, başlarınız tıraş edilmiş ve (saçlarınız) kısaltılmış olarak gireceksiniz” (Feth, 48/27) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu üzere (Sav) kendilerini başlarını tıraş etmiş oldukları halde Mescid-i Harâm’a girmiş gördüler. Altı sene sonra aynen gerçekleşti. “Muhayyel ya’nî hayâlî keşf”: Bu tür rü’yâ ta‘bîre muhtâcdır. Ve rü’yâ ta'bîrinde belirli bir kâide yoktur. Yûsûf (as) hakkında olduğu gibi, rü’yâ ta‘bîri ilmi ilâhî hîbedir. Rü’yâ ta’bîri genellikle ma'nâda görülen sûretin ma'nâsından 374 Tedbirât-ı İlâhiyye Onaltıncı Bölüm şehâdet âlemindeki sûretlerden uygun bir surete geçmek şeklindedir. İşte hadîs-i şerîfte sütün “ilim” ile te’vîl edilmesi bu türdendir. “Katıksız hayâl”: Bu rü’yâ, uyanıklık hâlinde görülüp beyne işlenmiş olan süflî sûretlerin rûhuna yansımasından ibâreıtir ki, aslâ te’vîli ve ta’bîri yoktur. Buna “perîşân rü’yâ” da derler. Örneğin bir kimse uyanıklık hâlinde bir kadına tutulur. Uyuduğu zaman onun hayâlî gözüküp ihtilâm olur. Veyâhut tuzlu yemekler yer. Uyku içinde şiddetle susar. Akar sular ve çeşmeler görür. İşte tabîblerin bahsettikleri rü’yâ bu üçüncü tür rü’yâdır. Onlar ilk iki rü’yâdan gâfîldirler. Ey kerîm efendi! Sana Hak Sübhânehû hazretlerinin mülkünün köyünde, onun idâre hükmü üzerinde Allah ile berâber olmak ve rûhların gıdâsının tedârikinden yana tenbellik etmemek yakışır. Çünkü sen ondan yana artış talebiyle me’mûrsun. Muhakkak rûhlar ilimden yana aslâ doymaz. Ve biz bunu tahakkuk yoluyla bildik. Şimdi (Sav) Efendimiz “İki aç doymaz: İlim tâlibi ve dünyâ tâlibi” buyurdular. Ve ilimlerden ayağının altının aldığı şeyi taleb etme! Ancak ondan, kendisine seçtiği kullarına tahsîs ettiği rahmeti ve onlara hâs kıldığı ilmi taleb et! Ve o, ledünnî ilimdir. Çünkü muâmelât ilimleri her ne kadar latîf ve yüksek olsa da, onların yüksekliği ve cemâli ve güzelliği ve Ietâfeti, aklî bakışın ve düşüncelerin hükmü ile kirlenmiş olan düşüncelere âit ilimlere bakmak iledir. Ledünnî ilim ise aklın tavrının ötesindedir. Ve onun nûru parlak ve aynası tertemizdir. Fakat öğrenilmesi amele bağlı olmayan ledünnî ilimler amel ile birliktedir. Ve ikisin arasındaki fark açıktır. Çünkü amellere âit ilimler himmetlere ya’nî çok gayret göstermeye bağlıdır. Ve işte bunun için onun yollarından bir yol üzerine gelir. Ve o, saâdet ilimleridir.Ve bu benim sana tenbîh ettiğim ilimler, mahlûkun kazancıyla kirletilmiş olmayan mutlak uymak üzerine bağlı olan ledünnî ilimlerdir. Ve gerçi Hak onu sağlamlaştırıcıdır. Velâkin Hak Sübhânehû’nun rûh aynası üzerine yansıttığı kazanılmış bir latîfe olur. Çünkü muâmelât ilimleri, buharların yükselmesi ve bulutların doğması dolayısıyla hevâ âleminden olan süflî bir oluşumdur. Ve unsurların altına dâhil olan her bir şey sür’at ile bozulur. Meğer ki onun sâhibi denge üzerinde onu korumada kuvvetli ola. Hareketlerinde ve duruşlarında ve yemesinde ve içmesinde bununla i'tidâl derecesini muhâfaza eder. Şimdi bu durumda onun için bu makām hâlis olduğunda saîd olur. Ve bu ledünnî ilimler ise inâyetten dolayı bu beşerî muhâfazadan yana bir şeye muhtâc olmaz. Ey kerîm efendi olan rûh! Bu içinde bulunduğumuz şehâdet hazretinde sana lâzım olan ve yalkışan şey budur ki, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin mülkünün köyü olan bu kesîf zâhir âlemde, onun idâre hükmü üzerinde Allah ile berâber olmalısın. 375 Tedbirât-ı İlâhiyye Onaltıncı Bölüm Ve rûhlara mahsûs olan gıdâyı tedârik etme husûsunda aslâ kusûr ve tenbellik etmemelisin. Köy ve şehir hakkındaki îzâhlar yukarıdaki bölümlerde geçmiş idi. Hak Teâlâ hazretlerinin mülkünün köyü bu şehâdet âlemidir. Ve şehâdet âleminin devâmına ve kıyâmına âid Hak Teâlâ’nın idâre hükmü sonsuzdur. Bir kısmı şerîat ile, bir kısmı akıl ile idrâk edilir. Bundan dolayı sen gerek cisminin ve gerek rûhunun kuvvet ve sıhhatine âid gıdâları bu ilâhî tedbîrler sâyesinde alırsın. Ve sen bunları yaparken Hak’la berâber olduğunu unutmazsın. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de “ve hüve meaküm eyne mâ küntüm” (Hadîd, 57/4) ya'nî “Nerede olursanız olunuz, O sizinle berâberdir” buyrulur. Ve hakîkat ehli indinde âlem Hakk’ın zâhiri ve Hak âlemin bâtınıdır. Beyt: Tercüme: “Hak cihânın cânıdır; ve cihân bütün bedendir. Melekler topluluğu ise bu tenin duyularıdır. Felekler ve unsurlar ve doğmuşlar a'zâdır. İşte tevhîd budur. Bunun dışındakiler hep çokluktur.” Şimdi rûhun gıdâsı ilimdir. Ve sen o ilmin artışını taleb etmekle emrolundun. Çünkü cenâb-ı risâlet-meâb Efendimiz’e “ve kul rabbi zidnî ılmâ” ya’nî “Rabb’im ilmimi arttır, de!” (Tâhâ, 20/ 114) hitâbı geldi. Ve bunun ümmetine de kapsam olduğu; ● “Beşikten mezara kadar ilim taleb ediniz”; ● “İlim taleb etmek her müslümâna farzdır”; ● "En üstün ibâdet, ilim taleb etmektir” ve benzeri hadîs-i şerîfler ile açık olarak belirtilmiştir. Ve muhakkak rûhlar aslâ ilimden yana doymaz. Ve biz bunun böyle olduğunu kendimizde tahakkuk etmiş olarak ve bizzât yaşayarak bildik. Çünkü Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kAs) efendimize gâlib olan ilâhî hâs isim “Alîm” mübârek ismi olup yüksek eserleriyle apaçık olarak görüldüğü üzere kendileri ledünnî ilimlerde sonsuz bir deniz idiler. Ve rûhun ilme doymadığına (Sav) Efendimiz’in “İki aç doymaz: İlim tâlibi ve dünyâ tâlibi” hadîs-i şerîfî kesin delîldir. Ve ilim tâlibi olan rûh ehlidir, dünyâ tâlibi ise nefs ehlidir. Birisi Hakk’ın Cemâl’ine mazhar ve diğeri de Celâl’ine mazhardır. Ve cemâlî tecellîler ile celâlî tecellîlerin sonu olmadığı için, her iki sınıf da doymak bilmezler. Ve ilimler iki kısımdır: ● Birisi süflî âlemden ulaşır ki, ona “zâhirî ilimler” de denir. ● Ve diğeri ulvî âlemden ulaşır ki, ona da “bâtınî ilimler” ve “ledünnî ilimler” denir. 376 Tedbirât-ı İlâhiyye Onaltıncı Bölüm Bundan dolayı sen ilimlerden ayağının altının aldığı şeyi taleb etme! Ya‘nî süflî âlemden ulaşan ilim ile yetinme! Ve ilimlerden ancak bir ilmi taleb et ki, Hak Teâlâ hazretleri kullarından ba‘zılarını milyarlarca kulları arasından ayırıp rahmetini onlara tahsîs etti. Ve bu rahmetin eseri olarak ledünnî ilmi ona ihsân eyledi. İşte onlara mahsûs olan bu ilmi ve onun artışını taleb et! “Vallâhu yahtassu bi rahmetihî men” ya’nî “Ve Allah, rahmetini dilediği kimseye tahsîs eder” (Bakara, 2/105). Çünkü süflî âlemden ve ayağının altından ulaşan muâmelât ilimleri, her ne kadar latîf ve yüksek ise de, onların yüksekliği ve cemâli ve güzelliği ve letâfeti, aklî bakışın ve düşüncelerin hükmü ile kirlenmiş olan fikirlere âit ilimlere göredir. Çünkü fikirler genellikle evhâmın te’sîri altındadır. Ve vehim veren kuvvet, fikirleri doğru gittikleri yollarından ayırıp yanlış yola saptırır. Nitekim aklî bakışın ürünü olan felsefî mesleklerdeki uyuşmazlıklar meydandadır. Ve aynı şekilde bilimsel teoriler de aynı mes’elede ihtilâfa sebep olagelmektedir. Bu ihtilâflar, aklî bakışın ve fikirlerin vehim veren kuvvet ile kirlenmiş olmasından başka bir şey değildir. Fakat ulvî âlemden ulaşan ledünnî ilimler aklın tavrının ötesi olup Hakîm-i Zü’l-Celâl hazretleri tarafından geldiği için ve kendisinde akıl ve fikirlerin bir katkısı olmadığı için nûru parlak ve aynası gâyet temizdir. Onun nûru parlak olduğu için, rûh gözü kör ve yalnız akıl gözü açık olan kimselerin, yarasa gibi gözlerini kamaştırır. Tabi’ki onlar bakamadıkları bu ilmi inkâr edip, süflî âlemin karanlıklarını nûr zannederler. Şimdi bu ledünnî ilimlerin öğrenilmesi amele bağlı değildir; lâkin ameli de barâberinde bulundurmakla olur. Ya'nî zâhirî ilimler gibi öğrenme zorluklarıyla oluşmaz. Fakat buna nâil olanlar amel edenler arasında bulunur. Ve zâhirî ilimler ile bâtınî ilimler arasındaki fark açıktır. Çünkü amellere âit ilimler gayret göstermeye bağlıdır. Ya'nî gayret sarf edilmeyince amellere âit ilimler öğrenilemez. Ve işte bunun için ameller gayret göstermenin yollarından bir yol üzerine hâsıl olur. Çünkü gösterilen gayretler birbirinde farklıdır. Kiminin gayreti şiddetli ve kiminin zayıf ve kiminin orta derecede olur. Hangi derecede olursa olsun, mâdemki şerîatın sâlih amellerine âid bir ilimdir, hepsi saâdet ilimleridir. Bundan dolayı bu ilimlerde mahlûkun kazancının katkısı açıktır. Fakat bu benim sana tenbîh ettiğim ilimler, mahlûkun kazancıyla, riyâ ve gösteriş gibi nefsânî sıfatlarla kirlenmemiş mutlak uyma, ya'nî Hakk’a tam yöneliş, üzerine bağlı olan ledünnî ilimlerdir. Ve gerçi kulunu o ilimlere Hakk sevk eder. Ve kul da Hakk’ın sevk ettiği bu yol üzerinde gayreti ile yürür ise de, burada Hak Sübhânehû’nun rûh aynası üze- 377 Tedbirât-ı İlâhiyye Onaltıncı Bölüm rine yansıttığı kazanılmış bir latîfe olur. Ya'nî ledünnî ilimler için kulun sarf ettiği gayreti aklî bakışına ve fikirlerine dayalı değildir. Belki Hak Sübhânehû hazretleri onun rûh aynasına kazanılmış bir latîfe yansıtır. Kulun ameli ve hareketi de ona göre olur ki, bu ancak ilâhî ilhâmdır. Ve ilhâmda ise evhâmın katkısı ve te’sîri olmaz. Nitekim nebîlerde bu hâle "vahy” derler. “Ve mâ yentıku anil hevâ; İn huve illâ vahyun yûhâ” ya’nî “Ve o, hevâsından konuşmaz; O'na ancak vahyolunan vahiydir” (Necm, 53/3-4) Çünkü zâhir ilimler cismânî gıdâ sebebiyle beyne yükselen buharlar ve beyin semâsında doğan bulutlar dolayısıyla hevâ âleminden olan süflî bir oluşumdur. Bu gibi kimselerin konuşması hevâ âlemindendir, ilhâm yoluyla değildir. Beyt: Tercüme: “Şâirin şiiri tokluk harâretidir; âşıkın şiiri ise ilhâm yoluyla Kur’ân tefsîridir.” Şimdi unsurlar altına dâhil olan her bir şey çabuk bozulur. Ve beyin ise cismânî gıdâ vâsıtasıyla kuvvet ve sıhhat bulan bir şey olduğu için unsurlar altına dâhildir. Bundan dolayı o da sür’atle bozulmaya istidâdlıdır. Meğer ki onun sâhibi, sıhhat ve kuvvetinin dengesini bozmamak için muhâfazasında kuvvetli ola. Hareketlerinde ve duruşlarında ve yiyeceğinde ve içeceğinde gâyet dikkat edip onun i'tidâl derecesini muhâfaza eder. Örneğin vücûdunu çok yormaz; ve unutkanlık verecek gıdâları yemez; ve tıbben beyni zaafiyete uğratacak şeylerden sakınır. İşte bu duruma göre beynini bu şekilde koruyan kimse için zâhirî ilimlerde hâlis bir makâm karar kıldığı zaman saîd olur ki, bundaki zahmet ve külfet îzâh bile istemez. Oysa bu ledünnî ilimler Hakk’ın inâyetinden dolayı bu gibi külfetli beşerî korumadan yana bir takım tedbîrlere muhtâc olmaz. Hattâ âriflerden birisine: ● “Kerâmet mi üstündür, ma'rifet mi?” diye sormuşlar. ● “Elbette ma‘rifet üstündür. Çünkü kerâmet abdest almayı istemekle gider; onun için dâimâ abdestli bulunmak lâzımdır. Ma‘rifet ise abdeste ihtiyâç hâlinde bile âriften ayrılmaz” demiştir. Çünkü birisi amel ve diğeri Hakk’ın inâyetinin neticesidir. 378 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm ONYEDİNCİ BÖLÜM İnsana Yüklenmiş Olan Sırların Özellikleri ve Sâlikin Hallerinde Ne Yönde Olmasının Kendisine Lâyık Olacağı Beyânındadır. Ve Ben Bu Bölüme Benzeşmesini Beyân Ettim. O Beş Bölüm Üzeredir. Ey gayb sırlarına susamış olan kalb sâhibleri, biliniz! Biliniz ki, izâfet yönlerinden hangi bir yön ile olursa olsun, ister şereflendirme ve tahsîs etme izâfetinden olsun ister mülk ve hakediş izâfetinden olsun, bir şeyi bir şeye ancak münâsebetinden dolayı izâfe ettim. Ve her bir delîl bir kendisine delâlet olunana; ve her bir gören bir görülene; ve her bir işiten bir işitilene ancak münâsebetinden dolayı oldu. Şu kadar var ki, o ba'zen zâhir olup yakınlığından dolayı kendisine ârif olunan olur. Ve ba‘zen gizlenip uzaklığından dolayı mechûl olur. Ve o iki kısım üzerine olup zâhir olan ve bâtın olandır. Zâhir ehli baktıkları ve tahkîk ettikleri zaman, zâhir olanlarına ârif olurlar. Bâtın olan ise, aslâ bakış ile bilinmez. Çünkü onlara ârif olmak ilâhî hîbeye bağlıdır. Ve işte bu nebîlik ve velâyet tavrıdır. Ve ikisinin arasındaki farkta gizlilik yoktur. Çünkü Nebî (sav) kendisine tâbi’ olunandır; velî ona tâbi’ olup onun mişkâtinden istifâdeyle alır. Ve zâhir münâsebetten bir tür ile de belli olur. Hitâb gerçekleşti; ve kendisine değer verilen akîdeler sâbit oldu da dediler ki: Allah mevcûddur, biz de mevcûduz. Eğer bizim vücûdumuza ârifliğimiz olmasa idi, vücûdun ma‘nâsını bilmez idik. Tâ ki muhakkak Bârî mevcûddur, diyebilelim. Ve aynı şekilde ne zamanki bizde ilim sıfâtı halk edildi, onun için de ilmi isbât edip “O Âlim’dir” dedik; ve hayâtı da bizim hayâtımız ile; ve işitmesi ve görmesi ve kelâmı seslerimiz ve kelimelerimiz ile değil, nefislerimizin kelâmı ile; Ve kudreti ve irâdesi de böyledir. Ve ganî olma ve kerem ve cömertlik ve af ve rahmet gibi diğer isimlerin hepsi de böyledir. Onların hepsi bizim indimizde mevcûddur. Şimdi ne zamanki kendisini bize onlar ile isimlendirdi, biz onları aklettik. Böyle olunca onun bizde vücûda getirdiği şeyin dışında bir şeyi akletmedik. Ve bunun gibi diğerlerini o sebeple selb ya’nî kaldırma yönünden bildik. Ve o bunun gibi değildir. Kıdem isbât sıfatı değildir. Ve onun ma'nâsı, ancak kendi vücûdunda O’nun evvelinin olmamasıdır. Böyle olunca ilim, ondan evveliyyetin kaldırılmasına bağlandı. Ve yine bizde mevcûd olan gibi bildik ki, evveliyyet bizim indimizde mevcûd olan bir hakîkattir. Ve nefy ya’nî kaldırma dahi bizim indimizde, bizde onların vücûdundan sonra eşyânın kaybolmasından dolayı bilinmektedir. Bir halden bir hâle ve bir mekândan bir mekâna ve bir bakıştan bir bakışa geçişimiz onu îzâh eder. Netîcede biz kaldırmanın hakîkatine ve evveliyyetin hakîkatine ârif olduk. Daha sonra kaldırmayı evveliyyete yükledik ve Hakk’ı onlar ile vasfettik. Ve o selb ya’nî kaldırma sıfatıdır. Ve bir şey muhakkak benzeri ve zıddı ile bilinir. Ve (sAv) 379 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm Efendimiz “Nefsine ârif olan Rabb’ine ârif oldu” buyurdu da onun için bizde sıfatlardan halk edilen şeyi isbât etti, başka sıfatları değil. İşte bu bir ârifliktir. Ve geriye O’nun bizden ayrılmış olduğu selb ya’nî kaldırmaya olan âriflik kaldı. Böyle olunca bizim sonradan olmaklığımız ve kulluğumuz ve yokluktan vücûda çıkarılmamızın kendileriyle sâbit olduğu sıfatları aldık; ve O’ndan onları kaldırdık. Ve onun için indimizde belirli bir isbât sıfatı bulmadık ki, O’nu onunla bilelim. Lâkin, biz onu bir hüküm üzerine biliriz ki, biz onun üzerinde değiliz, onun için sâbittir. Şimdi bu münâsebet olmasa idi, bizim için akîde sâbit olmaz idi. Ve biz aslâ ona ârif olmaz idik. Bundan sonra biz O’nu her ne kadar vasfettiğimiz şeyle bildik ise de, muhakkak bu sıfatları bizim hakkımızda âfetler ve o sıfatların zıdları ta'kîb eder. Oysa onun hakkında bunlar bâkîdir; onları bir zıd ve âfet ta'kîb etmez. Ve biz bunu onların üzerinde iki veyâ daha fazla zamanda devamlılığımız ile bildik. Böyle olunca biz devamlılık sıfatlarına ârif olduk. Ve onu bu nezîh mukaddes sıfatlara sâhib yaptık. Ve bu konu uzundur. Ve biz onu açık olarak İnşâü’l Cedâvil kitabımızda îzâh ettik. Ve o bir şerefli kitâbdır ki, biz onda ilâhî bilgileri anlayışlara yaklaştırmak için şekiller ile beyân ettik. İşte bu zâhir münâsebetten ve ilâhî hazretteki benzeşmeden bir kısımdır. Bu on yedinci bölüm, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin “İnnâ aradnel emânete ales semâvâti vel ardı vel cibâli fe ebeyne en yahmilnehâ ve eşfakne minhâ ve hamelehal insânu” (Ahzâb, 33/72) ya‘nî “Biz emâneti göklere ve yere ve dağlara arz ettik. Onlar onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. Ve onu insan yüklendi” âyet-i kerîmesinde beyân buyurduğu üzere, bu insânî vücûda yüklediği sırların özelliklerini ve sâlikin bu yüklenen emânete hiyânet etmemesi içim hallerinde ne yön üzere olmasının ona lâyık olacağını beyân eder. Ve insanın iki yönü olup biri Hakk’a ve biri halka karşılık bulunduğundan, bu bölümde insanın her iki yöne olan benzeşmesini, ya'nî karşılıklı oluşunu beyân ettim. Ve bu on yedinci bölüm beş bölümü içerip bu bölümlerin her birisi bu kitabın bir bölümü mesâbesindedir. Şu halde bu Tedbîrât-ı İlâhiyye kitabı bu beş bölüm ile berâber toplamda yirmi iki bölüm üzerine tertîplenmiş olur. Ey hissî bakıştan yana gâib olan ve ilâhî sırlara susamış bulunan kalb sâhibleri, biliniz! Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) bu bölümde beyân buyurduğu sırları ve hakîkatleri, kalb sâhiblerine hitâb ediyor. Ve kalb sâhibleri tabîat hükümleri ve hayvânî sıfatlarda gark olan kimseler olmayıp, bu gibi sırları kabûle istidâdlı olan ilâhî âriflerdir. Bundan dolayı “kalb” ancak onların kalbidir. Ârif olmayanların kalbine “kalb” denilmesi mecâz yönündendir, hakîkat yönünden değildir. Beyt: Tercüme: “Kalb dediğimiz şey, rabbânî olan bir seyir mahallidir. Sen şeyta- nın evine niçin kalb diyorsun. O senin mecâzen kalb dediğin şeyi, git de mahalle köpeklerinin önüne at!” 380 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm Ve Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de “İnne fî zâlike le zikrâ li men kâne lehu kalbün” (Kâf, 50/37) ya‘nî “Bu Kur’ân’da kalb sâhibi olan kimse için nasîhat vardır” buyurur. Kalbe âid hakîkatler ve bilgiler, Hz. Şeyh-i Ekber (ra) efendimizin Fusûsu’l-Hikem'lerinde “Kalbiyye Hikmeti”nde beyân olunmuştur. Şimdi biliniz ki, şereflendirme ve tahsîs etme izâfeti veyâ mülk ve hakediş izâfeti gibi izâfet yönlerinden hangi bir yönle olursa olsun, bir şeyi bir şeye izâfe ettiğim vakit, bunu ancak aralarında bir münâsebet mevcûd olduğu için ederim. ● Örneğin “abdü’l-Hâlık” dersem, “kul” ile “Hak” arasında halk edicilik ve halk edilmeklik münâsebetleri mevcûd olduğundan, “Hâlık”ı “kul”a izâfe ederim. Bu, şereflendirme izâfeti olur. ● Ve “Hâtemü’n-nebiyyîn ya’nî nebîlerin sonuncusu” denildiği vakit, “nebîliğin” “sonunculuğu” (Sav) Efendimiz’e tahsîs edilmiş olduğundan bu izâfet “tahsîs etme izâfeti” olur. ● Ve aynı şekilde Kur’ân-ı Kerîm’de “Semalarda ve yerde ve ikisinin arasında ve de nemli toprağın altında olanlar, O'nundur” (Tâhâ, 20/6) buyrulması Hak hakkında “mülk izâfeti” olur. ● Ve aynı şekilde hadîs-i kudsîde belirtildiği gibi, sâlih kullar için hazırlanan “gözün görmediği ni‘metler” onlara olan “hakediş izâfeti”dir. Ve bu izâfetlerin cümlesinde birer münâsebet vardır. Ve yine böylece; ● Her bir delîl ile kendisine delâlet olunan ve; ● Her bir gören ile görülen ve; ● Her bir işiten ile işitilenin aralarında mutlaka bir münâsebet mevcûddur. • Örneğin ışık, kendi kaynağının varlığına delîldir. Ve aynı şekilde gölge, gölge sâhibinin vücûduna delildir. Ve bu deliller ile kendisine delâlet olunanlar arasındaki münâsebet açıktır. Ve yakınlığının şiddetinden dolayı ârif olunan ve bilinen bir şey olup îzâha muhtâc değildir. • Ve aynı şekilde bir kimse bir şeyi görürse veyâ işitirse, ancak münâsebetten dolayı görür ve işitir. Örneğin bir kalabalık arasında bir kimse arkadaşını arasa, o kalabalığı oluşturan kişilerin hiç biri o kimsenin bakışını işgâl etmez. Ne zamanki o kişiler arasında arkadaşı gözükür, gözü ancak onu görür. Çünkü o kimse ile o kalabalığı oluşturan ferd- 381 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm ler arasında bir münâsebet yoktur. Onun münâsebeti ancak arkadaşı iledir. • Ve işitilen sözler dahi böyledir. Şu kadar var ki, bu münâsebet ba'zen zâhir olup yakınlığından dolayı ârif olunan ve bilinen olur. Ve ba'zen gizli olduğundan uzaklığından dolayı mechûl olur. Zâhir ve yakın münâsebet yukarıdaki örnekler ile açıklanmıştır. Gizli ve uzak münâsebete gelince, örneğin bir kimse bir çok dostları arasında ba'zılarına daha fazla muhabbet eder. Hiç şübhe yoktur ki, bu muhabbet bir gizli sebebe dayanmaktadır. Bunu o kimsenin kendisi de îzâh edemez. Ancak derin incelemeler netîcesinde bu gizli olan şey akıl mertebesinde belli olur. Veyâhut bu muhabbet bir uzaklık nisbetinden kaynaklanır. Meselâ muhabbet ettiği kimse vâsıtasıyla muhabbet eden kendisi için maddî veya ma'nevî bir fayda hayâl eder. Bu ise bir uzaklık nisbetidir. Bu bahsedilen münâsebet zâhir olan ve bâtın olan olmak üzere iki kısımdır. Zâhir olan münâsebet, yukarıda anlatılan örneklerden anlaşılacağı üzere, aklî ve hissî bakış, fikrî tetkîk ve tahkîk vâsıtasıyla zâhir ehli tarafından bilinebilir. Fakat bâtın olan münâsebet aslâ bu vâsıtalar ile bilinemez. Çünkü bu münasebetlerin bilinebilmesi ilâhî hîbeye bağlıdır. Ve çünkü ilâhî sırlar içerisindendir. Ve işte bu ma'rifet nebîlik ve velâyet tavrıdır. Ve bu iki tavır arasındaki farkta gizlilik olmadığından îzâha lüzûm yoktur. Ancak bu farkın esâsına âit kâideyi beyânen deriz ki: Nebî (sav) Efendimiz kendisine tâbi’ olunandır. Velî ise zâhiren ve bâtınen ona tâbi' olup onun mişkâtinden istifâdeyle alır. Ve bu bâtın olan münâsebet bize zâhir olan münâsebetten olan bir tür ile de belli olabilir. Ve işte zâhir olan münâsebetten bir tür ile belli olan bâtın münasebete dayalı olarak ayırıcı hitâb, ya'nî hüküm müşâhedeyle gerçekleşti.Ve netîcede kendisine değer verilen akîdeler sâbitlik buldu da ilâhî ârifler dediler ki: “Allah mevcûddur, biz de mevcûduz. Eğer bizim vücûdumuza ma'rifetimiz olmasa idi, vücûdun ma'nâsını bilmez idik. Tâ ki muhakkak Bârî Teâlâ mevcûddur diyebilelim!” Bilinsin ki; ● Bir “vücûd,” ya'nî “varlık” kavramı, bir de “adem,” ya'nî “yokluk” kavramı vardır. ● Bu iki kavram bir dîğerinin zıddıdır. ● “Vücûd” aslâ “yokluk” kabûl etmediği gibi, “adem,” ya'nî “yokluk” da ebedî olarak varlık kabûl etmez. Dîğer bir ta’bîrler ne var yok olur, ve ne de yok var olur. 382 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm Şimdi biz kendi vücûdumuza ve çevremizdeki eşyânın vücûduna baktığımız zaman “varlık” ma'nâsını idrâk ederiz. Biz kendi “vücûdumuzu idrâk edince deriz ki: “Yoktan var çıkmaz; var ancak vardan çıkar. Bundan dolayı bizim izâfî vücûdlarımız hakîkî vücûddan zuhûr etmiştir. Böyle olunca hakîkî vücûd sâhibi olan Allah Teâlâ hazretleri mevcûddur.” Şimdi bu hüküm eserden eser sâhibine geçmek sûretiyle verilmiş bir hüküm olur. Ve aynı şekilde kendi “vücûd”umuza bakıp, onda ilim sıfatını müşâhede ederiz de deriz ki: “Mâdemki biz var olan hakîkî vücûddan zuhûr ettik; ve mâdemki bizde ilim sıfatı mevcûddur; böyle olunca ilim sıfatı da yoktan var olmadı, belki vardan var oldu. Bundan dolayı bu sıfat hakîkî vücûdda mevcûd idi ki, eseri bizde zâhir oldu. Şu halde Allah Teâlâ Alîm’dir.” Ve aynı şekilde ilâhî hayâtı hayâtımızla ve onun “işitme”sini ve “görme”sini, işitmemiz ve görmemiz ile böylece idrâk ederiz. Ve aynı şekilde O’nun “kelâm”ını, bizim seslerimiz ve ağzımız ve dudaklarımız ile telaffuz ettiğimiz kelimeler ile değil, belki nefs-i nâtıkamızın kelâmı ile idrâk ederiz. Çünkü insan kelime ve ses ile konuşmayıp zâhiren suskun bir halde bulunsa da, bâtında harfsiz ve sessiz olarak konuşur. Biz buna “içinden söylemek” deriz. Ve aynı şekilde Hak Teâlâ'nın “kudret”ini ve “irâde”sini, kendi kudretimiz ve irâdemiz ile idrâk ederiz. Ve aynı şekilde “ganî olmâ” ve “kerem” ve “cömertlik” ve “af” ve “rahmet” gibi diğer isimlerin hepsini kendimizde müşâhede etmekle, bunların Hakk’ın hakîkî vücûdunda mevcûd olduğuna hükmederiz. Şimdi ne zamanki Hak Teâlâ hazretleri kendi nefsini ve zâtını bize, bu sıfatlar ve isimler ile vasıflandırdı ve isimlendirdi ve biz bunları kendi nefsimizde de bulduk; Bundan dolayı biz onları zevkan ya’nî bizzât yaşayarak aklettik. Ve bizim aklettiğimiz sıfatlar ve isimler, ancak O’nun bizde vücûda getirdiği şeylerdir. Bizde vücûda getirmediği şeyleri akletmedik. Ve bizde vücûda getirdiği şeylerin diğerlerini, selb ve kaldırma yönünden bildik. Ve sübûtî sıfatlar, selbî ya’nî kaldırmaya âit sıfatlar gibi değildir. Örneğin; ● “Kıdem” isbât sıfatı değildir. Çünkü “kıdem” dediğimiz sıfatın ma‘nâsı, ancak kendi vücûdunda O’nun evveli olmamasıdır. 383 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm ● Bundan dolayı bizim ilmimiz, Hakk’ın vücûdundan evvelliğin kaldırılmasını akletti de, bu ilme istinâden “Hakk’ın vücûdunun evveli yoktur” dedik. ● Ve yine bizde mevcûd olan sıfatlar gibi, bildik ki, “evvellik” bizim indimizde mevcûd olan bir hakîkattir. Ve insânî ferdlerden her birinin vücûdunun bir evveli vardır. Bu sebeple biz evvelliğin ne demek olduğunu zevkan ya’nî bizzât yaşayarak biliriz. ● Ve izâfî vücûdlardan her birinin böyle evveli olduğu gibi, bir de âhiri vardır. Ve evvelikle vasıflanmış olan eşyâdan her birinin âhiri gelince biz o eşyâyı bakışımızda kaybederiz. Bundan dolayı bakışımızda müsbet iken menfî olur. ● Ve aynı şekilde sâbit olan bir hâlimiz bizden kalkar ve menfî olup yerine diğer bir hâl gelir. Ve bir mekânda sâbit olduğumuz halde oradan intikâl edip yeni bir mekâna geliriz. Evvelki mekân menfî olur. ● Ve aynı şekilde bir bakıştan bir bakışa intikâl ederiz. Evvelki bakış menfî olur. İşte bu haller bize nefyin ya’nî kaldırmanın ne demek olduğunu îzâh eder. Netîcede biz kaldırmanın hakîkatine ve evvelliğin hakîkatine bizzât hakîkatini yaşayarak ârif oluruz. Bu âriflikten sonra kaldırmayı evvelliğe yükleyerek Hakk’ın vücûdunu onlar ile vasfederiz. Ve bu sıfat, selb ya’nî kaldırma sıfatı olur. Ve bir şey muhakkak benzeri ve zıddı ile bilinir. Bu hakikate binâen sübûtî sıfatlar zıddı olan selbî sıfatlarla; ve selbî sıfatlar da zıddı olan sübûtî sıfatlarla bilinir. Ve “kadîm” zıddı olan “hâdis ya’nî sonradan olan” ile ve “hâdis ya’nî sonradan olan” zıddı olan “kadîm” ile anlaşılır. Ve Peygamberimiz (sav) bu hakîkate dayalı olarak “Nefsine ârif olan, Rabb’ine ârif oldu” buyurdu da, bizim izâfî vücûdlarımızda sıfatlardan halk edilen şeyi, Hakk’ın hakîkî vücûdu için isbât etti; başka sıfatları isbât etmedi. Çünkü biz hakîkî vücûda göre cüz’ mesâbesinde olan vücûdumuzdaki sıfatlara vâkıf olunca, cüz’ümüzün küllü mesâbesinde olan hakîkî vücûdda da o sıfatların vücûdunu idrâk ederiz. Nitekim ayrıntısı yukarıda geçti. İşte bu bir ârifliktir. Bu isbâta ârif olduktan sonra geriye, Hakk’ın hakîkî vücûdunun bizden ayrılmış olduğu selbe ya’nî kaldırmaya olan âriflik kaldı. ● Kaldırmaya olan ârifliğe ulaşmak için de bizim sonradan olmaklığımız ve kulluğumuz ve yokluktan vücûda çıkarılmamızın kendileriyle sâbit olduğu sıfatları aldık. ● Ve hakîkî vücûddan bu sıfatları kaldırdık. 384 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm ● Ve bu kaldırılanlara ârif olma hakkında Hak için indimizde belirli bir isbât sıfatı bulmadık ki, Hakk’ın o sıfatını bizdeki o sıfat ile bilelim. ● İşte bundan dolayı bizim bu ârifliğimiz, zevkî ya’nî bizzât yaşanan bir ârfilik değil, ancak hükmî ârifliktir. ● Biz bu kaldırılanlara ârifliği bir hüküm üzerine biliriz ki, o hüküm üzerinde bizim bizliğimiz yoktur. Ve bu hüküm ancak onun için sâbittir. ● Örneğin biz deriz ki: • Bizim vücûdumuz sonradan olmadır; Hakk’ın vücûdu ise sonradan olma değildir. • Ve biz kuluz; Hak ise Ma'bûd’dur. • Ve bizim izâfî vücûdumuz ezelde yoklukta idi; O’nun hakîkî vücûdu ise ezelde yok olmayıp mevcûd idi. Şimdi sübûtî sıfatlarda bizim hayâtımız, ilmimiz, işitmemiz, görmemiz, irâdemiz, kudretimiz, kelâmımız, Hakk’ın hayâtına, ilmine, işitmesine, görmesine, irâdesine, kudretine, kelâmına benzer ve karşılık oldu. Ve aynı şekilde selbî ya’nî kaldırmaya âit sıfatlarda; ● Bizim sonradan olmaklığımız O’nun kıdemine ve; ● Kulluğumuz O’nun Ma'bûd oluşuna ve; ● Bizim ihtiyâcımız O’nun Samed oluşuna ve; ● İlâhımızın oluşu O’nun ulûhiyyetine karşılık ve benzer oldu. Eğer bu münâsebet ve benzeşme olmasaydı, bizim için Hak hakkında âkide sâbit olmaz idi. Ve biz aslâ O’na ârif olamaz idik. Bundan dolayı biz nefsimize ârif olmakla Hakk’a ârif olmuş oluruz. Bu beyânlardan sonra deriz ki; Biz Hakk’ı her ne kadar kendimizi vasfettiğimiz şeyle bilir isek de, hiç şübhe yoktur ki, bizdeki bu sıfatları âfetler ve zıdlar ta'kîb eder. Meselâ; ● Hayâtımız ölüm dediğimiz âfet ile kesilir ve zıddına değişir. ● Ve beynimize bir âfet ve illet gelince ilmimiz cehâlete değişir. ● Ve diğer sıfatlarımız da bu şekilde birer âfet netîcesinde zıddına değişmiş olur. Oysa Hak hakkında bu sıfatlar bâkidir. Onun hayâtının ölüme ve ilminin cehâlete ve işitmesinin sağırlığa ve görmesinin körlüğe ve kudretinin âcizliğe ve 385 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm irâdesinin sekteye değişmesi ihtimâli yoktur. Çünkü onları bir zıd ve âfet ta'kîb etmez. Ve biz bunun böyle olduğunu bizim o sıfatların üzerinde iki veyâ daha fazla zamanda devamlılığımız ile bildik. Ya'nî bu sıfatların bizde eserlerinin ortaya çıkmasının, ancak bizim izâfî vücûdlarımızın devamlılığıyla mümkün olduğunu bizzât yaşayarak bildik ve müşâhede ettik. Böyle olunca biz Hakk’ın bakā sıfatlarına ârif olduk; ve Hakk’ı bu nezîh mukaddes sıfatlara sâhib yaptık. Ve bu sıfatlar da Hak ile bizim aramızda bir münâsebet ve karşılıklı oluştur. Ve bu münâsebet ve benzeşme hakkındaki konu uzundur. Ve biz onu açık olarak İnşâü’l- Cedâvil ismindeki kitabımızda îzâh ettik. Ve o bir şerefli kitâbdır ki, biz onda benzeşmeden yana ârifliği anlayışlara yaklaştırmak için şekiller ile beyân ettik. Bu hakîr ve zelîl şerh edici, cenâb-ı Şeyh (ra) hazretlerinin bu değerli kitâbını görmedim. Eğer incelemek nasîb olsa idi, buradaki yüksek beyânlarının esâsına âid özet bilgiler koyulması mümkün olurdu. Bununla berâber cenâb-ı Şeyh (ra) hazretlerinin bu bölümdeki yüksek beyânları gücümüzün yettiği kadar açık bir şekilde şerh edildi. İşte yukarıda îzâh edilen beyânlar, zâhir olan münâsebetten ve ilâhî hazretteki benzeşme ve karşılıklı oluştan bir kısımdır. Bunları anlayanlar diğer sıfatları da bunlara tatbîk ederek ârif olurlar. V’Allâhü’l-hâdî!... Ve bâtın olan münâsebete gelince, onun hakkında seni sana havâle ettik. Çünkü o, mücâhedeler sebebiyle müşâhedelerde idrâk edilir. Ve bizim için geriye insan ile âlem arasında olan ikinci benzeşme yolu kaldı. Biz kitablarımızın çoğunda onun hakkındaki sözü geniş geniş anlattık. Burada da onun hepsini birden ve çeşitlerini ve kendilerinin dışındakilere te’sîri olan onların âmirlerini içine alacak şekilde ona çok yakın bir bölümü, o cinsten olarak anlatırız. Ve eğer bu kitabımızda, işâret ve tenbîh yolunu kastetmeseydik, feleklerin sûreti ve onların oluşumu üzerine onun için dâireler çizer ve âlemde her bir felek için bu feleğin özelliğiyle, insandan ona karşılık gelen şeyi gösterir idik. Zâhir olan münâsebet yukarıda anlatılmış ve îzâh edilmiş idi. Bâtın olan münâsebete gelince bunu aklen ve hissen ve fikren bilmek ve anlamak mümkün değildir. Bu münâsebet ancak kişinin kendi kendinde olan bir hâl olduğu için biz bu husûsta seni sana havâle ettik. Çünkü o münâsebet kişinin hayvânî nefsine karşı olan çeşitli mücâhedeleri sebebiyle, Hak tarafından ihsân edilen müşahedelerle idrâk edilir. 386 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm Hayvânî nefsinin hükümleri ve te'sîrleri altında zebûn olan kimseler, bunu inkâr ederler. Onlar “Ya’lemûne zâhiren minel hayâtid dunyâ, ve hüm anil âhireti hüm gâfilûn” ya’nî “Onlar, dünya hayatının zâhirini bilirler. Ve onlar, âhiretten gâfil olanlardır” (Rûm, 30/7) hükmünü tasdîk edicidirler. Örneğin ömrü boyunca rü’yâ görmemiş olan bir adam farz edilse, ona rü’yâ denilen bir hâlin olduğundan bahsedildiği zaman şaşırır ve belki de inkâr eder. Ve rü’yânın varlığını, kendisinde müşâhede etmemiş olan bu inkârcıya karşı, isbât ve rü’yâyı ona gösterme mümkün değildir. Rü’yâyı inkâr eden, bunu ancak kendi kendinde müşâhede ettiği zaman tasdîk eder. Bundan dolayı bâtın olan münâsebeti burada îzâh etmek mümkün olmadığından, bu husûsta susmayı tercîh ettik. Ve yukarıda Hak ile insan arasındaki karşılıklılık ve benzeşmeye âid zâhir münâsebetler îzâh edilmiş olduğundan, şimdiki halde bizim için geriye insan ile âlem arasındaki zâhir olan münâsebetlere âid ikinci benzeşme ve karşılıklılık kaldı. Biz kitablarımızın çoğunda, insan ile âlem arasındaki benzerliğe âid beyânları geniş geniş anlattık. Burada da o benzerliğin hepsini birden ve çeşitlerini ve kendilerinin dışındakilere te’sîri olan bu benzeşmenin âmirlerini içine alacak şekilde ona çok yakın bir bölümü anlatıp beyân edeceğiz. Ve eğer bu kitâbımızda işâret ve tenbîh yolunu kast ve tercîh etmemiş olsaydık, feleklerin sûretini ve onların oluşumunu işâret edecek şekilde dâireler çizerdik. Ve âlemde her bir felek için, bu feleğin özelliğiyle insandan o feleğe ve onun özelliğine karşılık gelen şeyi gösterir idik. Ve halkın tamâmı dört âlem üzerinde dönmektedir ki, “a’lâ ya’nî en yüksek âlem” ve “istihâle ya’nî başkalaşma âlemi” ve “’imâret-i emkine ya’nî mekânların ‘imârlığı âlemi” ve “niseb ya’nî bağıntılar âlemi”dir. Ve bu âlemlerden her birinin bir gâyesi vardır. Şimdi büyük âlemden en yüksek âlemin ihtivâ ettiği şeyin hepsi yirmi hakîkattir. Ve başkalaşma âlemi on beş hakikattir. Ve mekânların ‘imârlığı âlemi” dört hakîkattir. Ve bağıntılar âlemi on hakikattir. Ve onların hepsi insanda mevcûddur. Ve bunlar ana esâslardır ki, kırk dokuz hakîkattir. Ve insan da böyledir. Ya'nî halkın tamâmı bütünlüğü i'tibârı ile dört âlem üzerine binâ edilmiş ve onun üzerinde dönmektedir. Bunlardan biri halk edilişin başlangıcından i'tibâren yeryüzüne nisbetle gerçekleşen halka dönük mertebeler olup “en yüksek âlem” denilir. Bu yükseklik, maddî ve ma‘nevî yüksekliği kapsamaktadır. 387 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm Örneğin mutlak vücûdun, muhammedî küllî hakîkatten i'tibâren yeryüzünün var edilmesine kadar olan ma‘nevî ve maddî mertebeleri “ulvî âlem” olduğu gibi, yeryüzünün var edilmesinden sonra vücûd bulan ve dünyâya göre gök ve üst sayılan süflî gök cisimlerinden Venüs, Merkür ve Ay dahi “ulvî âlem” olarak i'tibâr olunmuştur. Bundan dolayı bu i'tibârlar yeni astronomi bilginlerinin bakış açısına göre gerçekleşen bir taksîm değildir. Çünkü yeni astronomiye göre Venüs ve Merkür süflî gök cisimlerinden olduğu gibi, Ay da Dünyâ’nın uydusudur. Şimdi bu bakış açılarındaki muhâlefet bu iki i'tibârdan her birinin iptâl edilmesini gerektirmez. Örneğin ilkbahar mevsiminde açılmış bir güle bakan bir şâir ve bir bitki bilimci ve bir kimyâger ve bir bahçıvan başka başka bakışlar ile bakarlar. Ve her biri kendi ilmi çerçevesinde fikir sâhibi olur. Oysa bunların herbiri kendi tefekkürlerinde isâbetlidir. Birisinin diğerinin fikrini çürütmeye hakkı yoktur. İşte astronomi hakkında tahkîk ehli ile bilim adamlarının bakışları da böyledir. Nitekim sırası gelince özel olarak îzâh edilecektir. İkinci âlem “istihâle ya’nî başkalaşma âlemi”dir. Bunlar da Dünyâ’yı çevrelemiş esîr ve harâret ve havâ ve su ve toprak ve diğerleri... felekleridir. Üçüncü âlem, “‘imâret-i emkine ya’nî mekânların ‘imârlığı âlemi”dir. Bunlar da tabîî kuvvetler, bitki, hayvân, ve ma’dendir. Dördüncü âlem “niseb ya’nî bağıntılar âlemi”dir. Bunlar da “makülât-ı aşere ya’nî on kategori” denilen “araz,” “keyfe ya’nî nitelik,” “kemm ya’nî nicelik,” “zaman,” “izâfet ya’nî bağlılık” ve diğerleri...dir. Şimdi hakîkat-i muhammediyyeden i‘tibâren büyük âlem denilen güneş sistemimizin “en yüksek âlemi”nin ihtivâ ettiği şeyin hepsi yirmi hakîkattir. Bunları tahkîk ehli hazarâtı kitablarında bir çok yerlerde beyân etmişlerdir. Bu cümleden olarak Fütûhât-ı Mekkiyye’nin ilk cildinde ve İbrâhîm Hakkı hazretlerinin Ma'rifet-nâme’sinde ve Lâhicî’nin Gülşen-i Râz Şerhi’nde ve Mahmûd Şebüsterî’nin Mir’ât-ı Hakâyık’ında ayrıntılı olarak bulunmaktadır. Ve Hz. Şeyh-i Ekber (ra) dahi aşağıda insan ile âlem arasındaki benzerliği beyân sırasında îzâh ederler. Ve başkalaşma âlemi on beş hakikattir. Ve mekânların ‘imârlığı âlemi dört hakîkattir. Ve bağıntılar âlemi on hakîkattir. Ve mahlûkların özü olan insanda bu hakîkatlerin hepsi mevcûddur. Çünkü insan büyük âlemin bir cüz’üdür. Ve her küllün cüz’ünün, o küllün hükümlerini ve vasıflarını toplamış olacağında şübhe yoktur. Ve bu sayılan olunan kırk dokuz hakîkat, ana esâslar ve asıl olup onların dalları vardır. Ve insan da büyük âlem gibi bu kırk dokuz hakîkati toplamıştır. 388 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm Şimdi âlem, halk edilmesinin gerektirdiği şeyden dolayı, doksan sekiz hakîkat ile sınırlanmıştır. Daha sonra insan büyük âlem üzerine, onun sebebiyle halîfe kılınması sâbit olan, kendisinde yayılmış olan ilâhî sır ve göklerde ve yerde olan şeyin emrine amâde kılınmasıyla arttı. Bundan dolayı bu husûsun tamâmı doksan dokuz geldi. Onları sayan kimse cennete dâhil oldu. Ve doksan dokuzdan sonra koruyucu olan “yüz,” her bir şey üzerinde tamamlayıcı oldu; ve o Hak’tır. Şimdi vücûdun tamâmı “yüz”dür. Onlardan “ism-i a'zam” olan “yüz” tamamlayıcıdır. Ve aynı şekilde cennet dahi yüz derecedir. Onlardan tamamlayıcı olan yüz “kesîb cenneti”dir ki onda ni’metlenme yoktur, ancak görüş vardır. Ve bir mü'min ve mahlûk için ona dâhil olma, ancak bakış vaktindedir; o hazret-i Hak’tır. Ve bu acâib bir esrârdır ki, mevcûdlardan dereceni bilmen için seni bu konuda îkaz ettik. Ve muhakkak ateş dahi yüz alt derecedir ki onlardan “perdelenme alt derecesi” tamamlayıcıdır. Ve o reddolunma ve dönme vaktinde meşhedlerin mahallidir. Çünkü o, kendisinden düştüğü derece karşılığı üzerinden, onun alt derecesine düşer. Bundan dolayı a‘lâyı İlliyyîn “esfel-i sâfilîn”e karşılık gelir. Hak Teâlâ “Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm“ (Tîn, 95/4) ya‘nî “Biz insanı ahsen-i takvimde halk ettik” buyurur ki, ondan sonra daha ahsen yoktur. “Sümme redednâhu esfele sâfilîn” (Tîn, 95/5) ya'nî “Sonra onu esfel-i sâfilîne reddettik” buyurur ki, ondan sonra daha esfel yoktur. Ya'nî âlem, halk edilişinin gerektirdiği mertebelerden ve zuhur yerlerinden dolayı doksan sekiz hakîkat çerçevesinde sınırlanmıştır. Ve bu hakîkatler tahkîk ehlinin kitablarının çoğunda bulunmuş olduğundan burada birer birer sayılması ve îzâh edilmesi şerhin uzatılmasını gerektirir. Bu doksan sekiz hakîkat bütünsellik i'tibârı iledir; cüz’î yönleri sonsuzdur. Ve insan, büyük âlemin özü olduğundan bu hakikatlerin hepsini toplamakla berâber, kendisinde büyük âlemde olmayan bir şey daha vardır ki, o da kendisinde yayılmış olan ilâhî sırdır. Ve bu ilâhî sırrın te’siriyle göklerde ve yerde olan şeylerin üzerinde tsarruf edici olmasıdır. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Ve sahhare leküm mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı cemîan minhu” (Câsiye, 45/13) ya'nî “Göklerde ve yerde olan şeyleri Hak Teâlâ sizin emrinize amâde kıldı.” Ve insanda yayılmış olan ilâhî sır ilâhî emnettir ki, o emâneti büyük âlemin taayyünü kabûle müsâid olmadı. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “İnnâ aradnel emânete ales semâvâti vel ardı vel cibâli fe ebeyne en yahmilnehâ ve eşfakne minhâ ve hamelehal insânu” ya’nî “Muhakkak ki Biz, emâneti göklere, yere ve dağlara arz ettik. Onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. Ve insan onu yüklendi” (Ahzâb, 33/72). İnsanın zâhirî ve bâtınî isti’dâdı, ya'nî yapılmış ve yapılmamış isti‘dâdı, bu emâneti kabûle müsâid olduğu için, onu yüklendi. Bundan dolayı zuhur işinin 389 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm hepsi doksan dokuz hakîkat çerçevesinde sınırlandı. Ve bu hakîkatleri sayan kimse cennete dâhil oldu. Bilinsin ki, ilâhî isimler bütünselliği i'tibârı ile doksan dokuzdur. Büyük âlem bunun doksan sekizinin mazharıdır. Ve insân-ı kâmil ise doksan dokuzunun mazharıdır. Bundan dolayı insân-ı kâmil her bir ismin hükümleri altında örtünür ve kendisinde o ismin hükümleri ve eserleri zâhir olursa, o ismi saymış olur. Çünkü “cennet” “setr ya’nî örtme” ma'nâsınadır. Ve bu sayma fiilî ve zevkî ya’nî bizzât hakîkatinin yaşanmasıyla olan saymadır. Esmâ-i hüsnâyı sözle sayan kimseler, her ne kadar mükâfâta nâil olurlar ise de, dünyâ hayâtında bu hemen gerçekleşener cennetine dâhil olamazlar. Örneğin insân-ı kâmil, “Muhyî” isminin hükümlerinde örtündüğü zaman, ölüyü diriltir; ve “Mümît” isminin hükümlerinde örtündüğü zaman diriyi öldürür. Ve aynı şekilde “Hâlık” isminde örtününce halk eder. Nitekim Îsâ (a.s)’dan ve diğer nebîlerin büyüklerinden ve kerem sâhibi evliyâdan nakledilmiştir. Ve koruyucu olan “yüz” her bir şey üzerinde tamamlayıcı oldu. Ve o koruyucu olan “yüz” Hak’tır. Böyle olunca vücûd ve varlık husûsunun tamâmı yüz mertebe ve hakîkate bâliğ olur. Yüzüncüsü tamamlayıcı olan “ism-i a‘zam”dır. Ya‘nî doksan dokuz ismin hepsini ihâta etmiş ve hepsine istilâ edici olan bir isim daha vardır ki, o “ism-i a‘zam”dır; ve o Hakk’ın mutlak vücûdudur. Çünkü bütün hakîkatlerin ve mertebelerin “Kayyûm”udur; ve bu hakîkatler ve mertebeler onunla kâimdir. Ve aynı şekilde cennet de yüz derecedir. Ve bu cennetlerin tamamlayıcısı olan yüzüncü cennet “kesîb cenneti”dir ki, o cennette ni’metlenme yoktur, ancak görüş vardır. Çünkü bir kimse bahsedilen bu hakîkatlerden birine dâhil olsa ve onun hükümlerinde örtünse cennet derecelerinden birisine dâhil olmuş olur. Ve bu cennetlerin her birinde, kulun bakışında kendi vücûdu zâhir ve Hakk’ın mutlak vücûdu bâtındır. Bundan dolayı onun bakışında kendi vücûduna bağlanan lezzet ve ni’metlenme mevcûddur. Yalnız yüzüncü cennet olan “kesîb cenneti”nde, kulun bakışında izâfî vücûdu mahvolduğu ve Hakk’ın vücûdunda helâk olduğu için; ve bundan dolayı onun vücûdu bâtın ve Hakk’ın mutlak vücûdu zâhir olduğu için onda görüş vardır. Ve burada kul için ni’metlenme ve lezzet yoktur. Belki gören görülenin aynıdır. Ve bu cennette ikilik i'tibârı yoktur. Ve “Cennette bir cennet vardır ki, onda köşkler ve hûrîler ve gılmanlar yoktur. Orada Rabb’imiz gülümseyerek, ya'nî tecellînin kemâli ile tecellî eder” hadîs-i şerîfî bu cenneti haber verir. Ve bir mü’min ve mahlûk için bu cennete dâhil olma, ancak bakış vaktindedir. Ve bu bakış vaktinde bakan ve bakılan tek bir şey’ olur. Ve o hazret-i Hak’tır. 390 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm Ve bu acâib bir esrârdır ki, ey insan, mevcûdlar içinde değerini ve dereceni bilmen için seni bu esrâr hakkında îkâz ettik. Şimdi cennet böyle yüz derece olduğu gibi, ateş dahi onlara karşılık olarak yüz alt derecedir. “Perdelenme alt derecesi” bu alt derecelerin hepsini ihâta etmiş olup onların tamamlayıcısıdır. Ve o “perdelenme alt derecesi” cennet derecelerinden reddedilme ve dönme vaktinde, her iki tarafın müşâhede yerlerine bakan mahallidir. Çünkü o reddedilen ve dönen kimse kendisinden düştüğü derecenin karşılığı olan alt dereceye düşer. Bilinsin ki, dünyâ hayâtında hemen gerçekleşen şeylere dönük kesîb cenneti, kulun Hakk’ın vücûdunda tam bir fenâ ile kendi kendinden fenâsıdır. Ve bu cennet derecelerinin tamamlayıcısıdır; ve onların hepsini ihâta etmiştir. Ve ateşten bunun karşılığı, kulun nefsinin sıfatlarında gark olması ve Hakk’ın vücûdundan tam bir gaflette oluşudur. Ve bu hâl ateş alt derecelerinin her birinde kulu sarmış olan “perdelenme alt derecesi” olduğu için bütün alt dereceleri tamamlayıcıdır. Şimdi kul cennet derecelerinden olan Hakk’ın sıfatlarından bir sıfatta gark olmuş iken, o halden reddolup ve geri dönüp onun karşılığı olan nefsânî sıfatlarından birine dönse, cennet derecelerinden onun karşılığı olan ateş alt derecesine düşer. Örneğin, “Halîm” ilâhî isimlerden biridir. Kul bu ismin hükümleri altında örtünüp, bu ismin cennetine dâhil iken, nefsinden dolayı gazabla vasıflansa, bu cennetin karşılığı olan ateş alt derecesine düşer. Çünkü onun bu nefsânî gazabı Hakk’ın vücûdundan perdelenmesinin gereğindendir. Eğer bu perde kendisini sarmamış olsaydı, vücûdda Hakk’ın gayrını görüp gazab etmeyecekti. Ve güzel ahlâkın her birine karşılık eden zemmedilmiş ahlâkın her biri böylece ateş alt derecelerinden birer alt derecedir. Böyle olunca a‘lâ-yı İlliyyîn, esfel-i sâfilîne karşılık gelir. Nitekim Hak Teâlâ “Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm“ (Tîn, 95/4) ya‘nî “Biz insanı ahsen-i takvîmde halk ettik” buyurur ki, insanın halk edilmesinden sonra bu insânî sûretteki güzellikten daha üstün bir mahlûk sûreti yoktur. Ve yine “Sümme redednâhu esfele sâfilîn” (Tîn, 95/5) ya'nî “Sonra onu esfel-i sâfilîne reddettik” buyurur ki, insanın halk edilmesinden sonra, vücûd mertebesinde, insandan daha düşük bir mahlûk yoktur. Bilinsin ki, bütün ilâhî isimlerin ve sıfatların toplandığı yer olan insânî sûrete yönelik gerçekleşen hakîkî vücûdun mertebeler silsilesine göre insân bütün mevcûdlardan a‘lâdır. Ve mâden hepsinden düşüktür. Bu tertîbe göre ilk olarak 391 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm insân-ı kâmil, ikinci hayvân insân ve üçüncü genel hayvan, dördüncü bitki, beşinci mâdendir. Ve insânî sûrete en yakın olan diğerlerinden âlâdır. Ve insân-ı kâmil ile hayvân insân arasındaki fark, sûrî mertebeler değil, ma‘nevî mertebelerdir. İşte “Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm“ (Tîn, 95/4) ya‘nî “Biz insanı ahsen-i takvîmde halk ettik” âyet-i kerîmesinde bu mertebeye işâret buyrulur. Velâkin aslî tabîatından sapma ve teslîmiyyet ve boyun eğmenin olmayışı yönünden insânî mertebe esfeldir. Bu i'tibâr ile ilk olarak mâden, ikinci bitki ve üçüncü hayvân ve dördüncü hayvân insân gelir. ● Çünkü mâden zâtı ve fıtratı ile Allah’dan başka tasarruf edici olmadığına şehâdet eder. Bundan dolayı keşfen ve hakîkaten Rabb’ini ârif ve tabîatı gereği ve kendiliğinden ona boyun eğici ve itâatkârdır. ● Bitkide ise büyüyüp gelişme ve benzerini üretmek gibi bir tür hareket ve tasarruf vardır. Bu hareket ve tasarruf sebebiyle bitki mâdenden aşağıdır. ● His sâhibi olan hayvân ise bu ikisinden sonra gelir. Çünkü onda nefis ve hüküm ve vehim vardır. Ve nefsini hayvânî kuvvetiyle idrâk eder. Ve kendisinde benlik olup bu benlik ile Hakk’tan perdelidir. ● Noksan insân ondan sonra gelir. Çünkü Rabb’ini bilmez; ve O’na nefsini ve gayrıyı ortak koşar. Ve görüşünde ve özellikle ilâhî ma‘rifette hatâ eder. Ve aklı ve fikri ile kayıtlıdır. İşte “Sümme redednâhu esfele sâfilîn” (Tîn, 95/5) ya'nî “Sonra onu esfel-i sâfilîne reddettik” âyet-i kerîmesinde bu ma'nâya işâret buyrulur. ● İnsân-ı kâmil ise a‘lâ ve esfelin her ikisine de bakıcı olup onun vücûdu berzah makâmındadır. ● A'lâya nazaran (Sav) Efendimiz “Men reânî fekad real Hakk” ya’nî “Beni gören Hakk’ı görmüştür” buyurur. Ve onun vârisleri olan kerem sâhibi evliyâ “ene’l-Hak” ve “Cübbemin altında Allah’tan başkası yok” gibi sözler söylerler. ● Ve esfele nazaran “innemâ ene beşerun mislüküm” ya’nî “Ben sizin gibi bir beşerim” (Kehf, 18/110) buyrulmuştur. 392 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm Daha sonra dönüp deriz ki: A'lâ ya’nî en yüksek âlemin en üstü “istivâ latîfesi”dir; ve o muhammedî küllî hakîkattir. Ve onun feleği “hayât”tır. Ve insandan ona paralel onun “latîfe”sidir ve “kudsî rûh”dur. Ve daha sonra Arş âleminde insandan ona paralel olan “cisim”dir. Daha sonra Kürsî âleminde insandan ona paralel olan kuvvetleriyle “nefis”tir. Ve ne zamanki iki ayağın mahalli oldu, şimdi aynı şekilde nefis de emir ve yasak ve övgü ve zemmetme mahalli oldu. Daha sonra “beyt-i ma'mûr” âleminde insandan ona paralel “kalb”dir. Daha sonra melekler âleminde insandan ona paralel “rûhlar” ve “meleklerin mertebeleri” gibi mertebelerdir. Daha sonra Satürn ve onun feleğinin âleminde insandan onlara paralel “hâfıza kuvveti” ve beynin arka kısmıdır. Daha sonra Jüpiter ve onun feleğinin âleminde insandan ona paralel “aklın düşünme kuvveti” ve “bıngıldak”tır. Daha sonra Mars ve onun feleğinin âleminde insandan ona paralel “asabî kuvvet” ve “karaciğer”dir. Daha sonra Güneş ve onun feleğinin âleminde insandan ona paralel “tefekkür kuvveti” ve beynin orta kısmıdır. Daha sonra Venüs ve onun feleğinin âleminde insandan ona paralel “vehim veren kuvvet” ve “hayvânî rûh”dur. Daha sonra Merkür ve onun feleğinin âleminde insandan ona paralel “hayâl veren kuvvet” ve beynin ön kısmıdır. Daha sonra Ay ve onun feleğinin âleminde insandan ona paralel “hissî kuvvet” ve duyulardır. İşte a'lâ ya’nî en yüksek âlemin tabakâları ve insandan onların benzerleri budur. Ve istihâle ya’nî başkalaşma âlemine gelince; Esîr feleği ondandır. Ve onun rûhu sıcaklık ve kuruluktur. İnsandan onlara paralel “safrâ”dır. Ve onun rûhu “hazmetme kuvveti”dir. Daha sonra havâ feleği âleminde ve onun rûhu olan sıcaklık ve rutûbette insandan onlara paralel “kan”dır. Ve onun rûhu “çekim kuvveti”dir. Daha sonra su feleği âleminde ve onun rûhu olan soğukluk ve rutûbette insandan ona paralel “balgâm”dır. Ve onun rûhu “savunma kuvveti”dir. Daha sonra toprak feleği âleminde ve onun rûhu olan soğukluk ve kurulukta insandan onlara paralel “sevdâ”dır. Ve onun rûhu “tutucu kuvvet”tir. 393 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm Yeryüzüne gelince, yedi tabakadır ki; Siyah ve gri ve kızıl ve sarı ve beyaz ve mâvî ve yeşil yerlerdir. Ve insandan onlara paralel cisim tabakaları ve deri ve yağ ve et ve damarlar ve sinirler ve adaleler ve kemiklerdir. Ve 'imâret-i emkine ya’nî mekânların ‘imârlığı âlemine gelince; “Rûhâniyyûn” ondandır. İnsandan ona paralel kendisindeki kuvvetlerdir. Daha sonra hayvân âleminde insandan ona paralel ondan hisseden şeydir. Daha sonra bitki âleminde ona paralel, insandan büyüyüp gelişen şeydir. Daha sonra mâden âleminde ona paralel insandan hissetmeyen şeydir. Niseb ya’nî bağıntılar âlemine gelince; “Araz” ondandır. İnsandan ona paralel siyah ve beyâz ve buna benzer olan şeydir. Daha sonra “keyfe ya’nî nitelik âlemi”nde insandan ona paralel doğru ve yanlıştır. Daha sonra “kemm ya’nî nicelik âlemi”nde insandan ona paralel olan yaşının on yıl olması ve uzunluğunun bir buçuk metre olmasıdır. Daha sonra “eyne ya’nî neredelik âlemi”nde insandan ona paralel parmağıdır ki, onun yeri eldir; ve dirsektir ki, yeri koldur. Daha sonra “zamân âlemi”nde insandan ona paralel başın hareketi ânında yüzün hareketlenmesidir. Daha sonra “izâfet âlemi”nde insandan ona paralel bu onun yukarısı ve bu aşağısıdır. Daha sonra “vaz' ya’nî duruş âlemi”nde insandan ona paralel lügatı ve dînidir. Daha sonra “en-yefale ya’nî aktiflik” âleminde insandan ona paralel onun yemesidir. Daha sonra “en-yenfa'ile ya’nî pasiflik” âleminde insandan ona paralel “kesildi, öldü”; ve “içti, kandı”; ve “yemek yedi, doydu” gibi halleridir. Daha sonra “ümme-hât ya’nî ana hât âlemi”nde sûretlerin farklılığı âleminde fil ve eşek ve arslan ve ağustos böceği gibidir. İnsandan ona paralel zemmedilmişlerden ve övülmüşlerden ma'nevî sûretleri kabûl eden kuvvettir. Bu zekîdir, şu halde o fildir. Bu ahmaktır, şu halde o eşektir. Bu cesûrdur, şu halde o arslandır. Bu korkaktır, şu halde o ağustos böceğidir. İşte bu yeterli anlatım, özet olarak büyük âlem ile insanın benzeşmesidir. Şimdi o insana ne oldu ki, nefsini şehvetlerin esirliğinden kurtarmaya çaba sarfetmez? Vücûdda kendisine mertebelerin en şereflisi hâsıl olduğu gibi, saâdetli mertebelerin yükseklerini de tahsîl etsin! 394 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm Alem ile âdemin mazhar olduğu hakîkatleri beyândan sonra onların arasındaki paralelliğin ve karşılıklı oluşun kısımlarının kısaca beyânına dönüp deriz ki: A‘lâ ya’nî en yüksek âlemin; ● En üstü “istivâ latîfesi”dir. Ve bu istivâ latîfesi ta‘bîrinden kasıt muhammedî küllî hakîkattir. Bilinsin ki, vücûd mertebelerinin ilk mertebesi Hakk’ın mutlak vücûdudur. Ve o sonsuz olup hiç bir vasıf ve nitelik ve isim ile vasıflanmış ve nitelenmiş ve isimlenmiş değildir. Bundan dolayı bu mertebeden bahsetmek aslâ mümkün değildir. Ve o salt zâttır ve zâtın özüdür. Bu mertebe hakkında (Sav) Efendimiz “Hakk’ın zâtında tefekkür külfetini terk ediniz!” buyurur. Şimdi bu mertebe bütün isimlerin ve sıfatların gizli hazînesidir. Ne zamanki bu gizli hazînede saklı olan sıfatlar ve isimler açığa çıkma talebinde bulundular, Hakk’ın mutlak vücûdu bunları zât hapsinden, sâdece kendilerine rahmet olarak, salıverdi. Ve zuhûr ya’nî açığa çıkma, vücûdu gerektirdiğinden ve oysa Hakk’ın hakîkî vücûdundan başka mevcûd olmadığından, bunların zuhûr yerlerini açığa çıkartmak için kendi mertebesinden tenezzül etmek ve onlara kendi vücûdundan bir varlık vermek gerekti. Ve bu tenezzül hareketi gerektirdi. Ve bu hareket hayât sıfatının te’sîri altında gerçekleşti. Şimdi “sırf zât” mertebesi olan “ahadiyyet mertebesin”den ilk tenezzül "vahdet mertebesi”ne oldu. Bu tenezzül latîfin en latîfinin en latîfi olan mutlak vücûdun bir derece kesîfleşmesi demektir. Ve bu kesîflik bu mertebenin altındaki mertebelere göre daha latîftir. Ve alt âleme göre a'lâ ya’nî en yüksek âlemin en üst tabakasıdır. Ve Hakk’ın mutlak vücûdu ilk tenezzülünde bu mertebe ile berâber olduğu için bu “istivâ latîfesi” olarak ta'bîr edildi. Ve bütün hakîkatleri toplayıcı olduğu ve muhammediyyetle vasıflanmış bulunduğu için ona “muhammedî küllî hakîkat” denildi. Ve Hayât sıfatının te’sîri altında olmakla onun feleği “hayat feleği”dir. Ve insandan ona paralel olan onun sâbit ayn’ı olan latîfesidir ve kudsî rûhudur ki, ona “sultânî rûh” ve “izâfî rûh” da derler. “Ve nefahtü fîhi min rûhî” ya’nî “Ona rûhumdan üfledim” (Hicr, 15/29) âyet-i kerîmesinde ona işâret buyrulur. ● Daha sonra Arş âleminde, ya‘nî izâfî vücûd âleminde, insandan ona paralel olan onun cismidir. Ve “Arş”a dâir olan îzâhlar bu kitabın başlarında şerh edildi. 395 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm ● Daha sonra Kürsî âlemine, ya‘nî nefs-i kül âlemine, insanda paralel olan kuvvetleriyle berâber insânî nefstir. Ve insânî kuvvetler ve nefs hakkındaki ayrıntılar yukarılarda geçti. Ve ne zamanki küllî nefs iki ayağın mahalli, ya‘nî zemmedilmişlerin ve övülmüşlerin, zuhûr ve tecellî mahalli oldu, aynı şekilde insânî nefs dahi emir ve yasağın ve övmenin ve zemmetmenin geliş yeri oldu. Çünkü övülmüşlük emri gerektirdi ve zemmedilmişlik yasağı gerektirdi. Bu konudaki îzâhlar da aynı şekilde yukarılarda geçti. ● Daha sonra büyük âlem olan Beyt-i Ma'mûr’a karşılık ve paralel olan “kalb”dir. Ve Beyt-i Ma‘mûr vücûdun “insânî hakîkat” ve “vâhidiyyet” mertebesidir. Çünkü bu mertebede bütün ilâhî isimlerin ve sıfatların ilmî sûretleri ortaya çıkar. Ve bu ilmî sûretler, daha sonra hâricî ve izâfî vücûdlara yansır. Ve insanda “kalb” buna karşılık olmuştur. Çünkü insan ortaya çıkaracağı bir san‘atın sûretini önce kalbinde hayâl edip, daha sonra kuvvetleriyle beynine verir. Ve beyninde aklıyla güzelliğini ve çirkinliğini etraflı olarak düşünür. Ve bütün gelişler insanın kendi hakîkatinden ve sâbit ayn’ından önce emirde kalbine iner.Bundan dolayı kalb Beyt-i Ma'mûr’a karşılık gelir. ● Ondan sonra büyük âlemde olan melekler âlemine, insanda karşılık ve paralel olan “rûhlar” ve meleklerin mertebeleri gibi mertebelerdir. Ya'nî insânî vücûdda “bitkisel rûh” ve “hayvânî rûh” mevcûd olup, bu rûhların ayrı ayrı mertebeleri vardır. Ve büyük âlemde dahi mâdenlere, bitkilere ve hayvânlara ve insana vekîl ta’yîn edilmiş olan melekler ve onların mertebeleri vardır. ● Ondan sonra Satürn ve onun feleğinin âleminde insana karşılık ve paralel olan “hâfıza kuvveti” ve beynin arka kısmıdır. Bilinsin ki, hesâb ve gözleme âit keşiflere dayalı olan astronomi ilminde güneş sistemimiz, Dünyâ ile berâber sekiz gezegen ve onların uydularından ibârettir. Ve onlar: Neptün, Uranüs, Satürn, Jüpiter, Mars, Dünyâ, Venüs ve Utarid’dir. Ve Güneş bu sistemin kalb-gâhında olup merkezi oluşturur. Ve Ay Dünyâ’nın uydusudur. Bundan dolayı Dünyâ’nın üstünde olan gök cisimlerinin feleğinin sayısı Neptün, Uranüs,Satürn, Jüpiter, Mars, Güneş, Venüs, Utarid ve Ay olmak üzere dokuzdur. Ve diğer gezegenlerin uyduları o gezegenlere göre birer felek sayılsa da Dünyâ’ya göre felek değildir. Ve ateşten bir küre olarak merkezde olan Güneş hepsine ışık saçıcıdır. Ve ay güneşten aldığı ışığı yansıtır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “Ve cealnâ sirâcen vehhâcâ” (Nebe, 78/13) ya‘nî “Biz yanan bir kandil halk ettik;” ve “Huvellezî cealeş şemse dıyâen vel kamere nûren” (Yûnus, 10/5) ya’nî “Güneşi Allah Teâlâ ziyâ ve ayı da nûr olarak halk etti” bu- 396 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm yurur. “Sirâc-ı vehhâc” ta'bîrinden, güneşin bilimsel keşiflere uygun olarak, bir âteş küresi olduğu açıkça anlaşılır. Şimdi cenâb-ı Şeyh (ra) kendi zamânlarında güneş sistemimizin henüz keşfedilmemiş olan Neptün ve Uranüs isimlerindeki iki gezegeni ile onların feleklerinden bahsetmemiştir. Ve bundan bahsetmemesi insandan onlara karşılık gelen bir şey bulunmamasını îcâb etmez. İnsan, mâdemki bu güneş sistemimizin bir özü ve onun hayret verici özeti ve iktidâr sâhibidir, elbette bu iki gezegen ile de onun bir karşılıklılığı ve paralelliği olması lâzım gelir. Fakat bu karşılık ve paralelliğin ne olduğunu bilmek ve anlamak ilâhî ilhâma ve ma'nevî keşfe bağlıdır. Fakîre ise bu konuda bir ma‘nâ gelmedi. Şâyet gelirse Allâh Teâla’nın inâyetiyle ileride şerh edilir. Hz. Şeyh (ra) Ay feleğine kadar olan felekleri “a‘lâ ya’nî en yüksek âlem” sayarak insanda onlara karşılık gelen şeyleri saymış olduğundan açıklığının kemâline dayalı olarak onların şerhine lüzûm görülmedi. İstihâle ya’nî başkalaşma âlemine gelince: • Esîr feleği o bundandır. Bilim ehli indinde bilinmektedir ki, dünyânın çevresindeki havâ katmanının ya’nî atmosferin kalınlığı yaklaşık on bin kilometre kadardır. Havâ yukarıya doğru latîfleşe latîfleşe akışkan esîre dönüşür. Ve bu esîr feleğinden yükselmesi hâlinde kendisine ilk tesâdüf eden felek Ay feleği olur. Şimdi yeryüzünden değişmeyle latifleşerek yükselen maddeler, ancak Esîr feleğine kadar çıkar. Ve aynı şekilde yeryüzünün maddî şeylerine de bu Esîr feleğinden olan kesîflik ile yardım gerçekleşir. Ve bu Esîr feleğinin rûhu sıcaklık ve kuruluktur. Çünkü esîr zerreleri sıcaklıkla harekete geçer. Ve sıcaklık elektronların kuruluğunu gerektirir. Ve insanda buna paralel olan “safrâ”dır. Ve safrânın rûhu tabîblikte sâbit olduğu üzere hazmetme kuvvetidir. • Esîr feleğinden sonra daha kesîf olan havâ gelir. Ve havâ âlemi feleğinin rûhu sıcaklık ve rutûbettir. Çünkü havâ dünyânın çevresinde dâimâ hareket hâlindedir. Ve onun hareket ettiricisi aynı şekilde sıcaklıktır. Ve oksijen ve hidrojen havânın aslî unsurlarından olduğundan onun rutûbetli bulunması tabîîdir. İnsanda havâya paralel olan şey, tabîblik gereğince dört unsurdan olan “kan”dır. Ve kanın rûhu çekim kuvvetidir. • Havâ feleğinden sonra dünyâyı çevrelemiş olan felek su feleğidir. Ve o havâdan daha kesîftir. Ve onun rûhu soğukluk ve rutûbet olup îzâha muhtâc değildir. İnsandan su feleğine paralel olan şey, dört unsurdan “bal- 397 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm gam”dır ki, tabîblikte ona “sümük” de ta‘bîr edilir. Ve balgamın rûhu savunma kuvvetidir. • Su feleğinden sonra dünyâda toprak feleği gelir. Ve onun rûhu soğukluk ve kuruluktur. Ve insanda dört unsurdan buna paralel olan tabîatı soğuk ve kuru olan "sevdâ”dır. Ve sevdânın rûhu tutucu kuvvetir. ● Ve istihâle ya’nî başkalaşma âleminden olan yeryüzü yedi tabakadır. Bunlar da muhtelif terkîbleri gereğince siyah ve gri ve kızıl ve sarı ve beyaz ve mâvî ve yeşil renktedir ki, jeoloji ilmi bunların esaslarından ve dallarından ayrıntılı olarak bahseder. Esîrden i'tibâren sayılan bu feleklerin hepsi başkalaşma âlemindendir. Varlık âlemindeki türlü türlü sûretler bunların başkalaşmasından oluşur. ‘İmâret-i emkine ya’nî mekânların ‘imârlığı âlemine gelince: • Büyük âlemdeki “rûhâniyyûn,” ya'nî tabîî kuvvetler, bu âlemdendir. Ve onlara “unsursal melekler” de denir. Ve bunlar Âdem’e secde etmekle ve boyun eğmekle me’mûrdur. Çünkü insanın âlemde tasarrufu hep bu tabîî kuvvetlerin kendisine boyun eğmesi netîcesinde gerçekleşir. Ve insân vücûdunda bu kuvetlere ve meleklere paralel olan şey, kendisindeki muhtelif kuvvetlerdir ki, şeriatta insan vücûduna 360 meleğin vekîl kılındığının beyân buyrulması bu hakîkate işârettir. • Ondan sonra hayvân âlemi gelir. Ve insanda ona paralel olan şey, insan vücûdundaki “his” dediğimiz şeydir. • Ondan sonra bitki âlemi gelir. İnsandan ona paralel olan şey “büyüyüp gelişme”dir. Çünkü insanın cismi, bitki gibi zamân içinde büyür. • Ondan sonra mâden âlemi gelir. İnsanda ona paralel olan şey, onun vücûdunda hissetmeyen şeydir. Örneğin tırnak ve saç kesildiği zaman insan hiç bir elem duymaz. Niseb ya’nî bağıntılar âlemine gelince: Bunlar da on bağıntıdan olup araz, keyfe(nitelik), kemm(nicelik), eyne(neredelik), zaman, izâfet, vaz‘(duruş), en-yefale(aktiflik), en-yenfa'ile(pasiflik) ve ümmehâtta(ana hatta) sûretlerin farklılığıdır. Bunların hepsinin büyük âlemde mevcûd olduğu ve insan vücûdunda her birine paralel ve karşılık olan şeyler bulunduğu metinde örnekler ile beyân buyrulmuştur. Her birinin tafsîli ve şerh edilmesi sözün uzatılmasını gerektirir. Amaç karşılıklı oluşu beyândır. 398 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm İşte yukarıdan beri anlatılan şeyler yeteri kadar ve özet olarak büyük âlem ile insan vücûdundaki paralelliklerdir. Şimdi o insana ne büyük gaflet gelmiştir ki, nefsini şehvetlerin ve arzûların esâretinden kurtarmaya çalışmaz. Vücûdda kendisine mertebelerin en şereflisi olan insânî mertebe hâsıl olduğu gibi, sâadetli mertebelerin a'lâsı ve yükseği olan aslına dönmektan yana olan en büyük saâdetini de tahsîl etmez de, tabîat âleminden ibâret olan Siccîn’de mahbûs kalır. Çünkü esîr zerrelerinin milyonlarda biri havaya ve havanın milyonlarda bir zerresi suya, ve suyun milyonlarda bir zerresi bitkiye ve bitkinin milyonlarda bir zerresi hayvana ve hayvanın milyonlarda bir zerresi insana ve insanın milyonlarda bir zerresi nutfeye ve nutfenin yüz binlerde bir zerresi cenine dönüşmez. Ve ceninin yüz binlerde biri kemâle gelmez. Ve doğan ceninin yüz binlerde biri âlim ve fâzıl olmaz. Ve âlim olanların yüz binlerde biri geldiği yere ve döneceği yere ârif olmaz. Ârif olanların yüzbinlerde biri aslına dönmeye isti’dâdlı bir insân-ı kâmil olmaz. Ey muhterem okuyucu! Vücûdda insânî sûrete nâil olmak çok büyük bir şerefdir. Bunu tabîat hükümlerinde boğulup netîcesizliğe mahkûm etmek büyük bir hüsrandır. Cidden çok iyi düşün! Ve insana emânet edilmiş olan ilâhî sırlara gelince: Cidden çoktur. Onlardan ba'zısı mizâcına ve tabiî bünyesine, ve ba'zısı hâline ve ilâhî bünyesine dönüktür. Ve biz bu kitabda ilâhî rûhânî sırlarından ba‘zısını anlatmaya muhtâcız. Ve eğer ona mîzâcdan az bir şey karışırsa bizim kastımız bu değildir. Ve biz velâyet sırlarıyla velîye ve nebîlik sırlarıyla nebîye rû‘ ya’nî kalb yüzü üzerine kudsî rûh vâsıtasıyla olan ilâhî tenezzüller ile bu sırların gücünü açıklarız. Her bir kimse kendi salâtını ve tesbîhini bilir. Ve Nebî (aleyhi ve âlihî’sselâm) tenezzüllerin çeşitlerini “nefs” ( )ﻧﻔﺵve “gatt” ile zikretti. Ve melekî nûrun tutuşmasından dolayı, salsala-i ceres(çan sesi), onu ona onda çok şiddetli kıldı. Bu tabîî oluşum zulmeti, tâ ki zâtıyla insanda olan rûhî nûra ulaşa. Bundan dolayı ona nakleder. Rûhun onunla meşgûl oluşu sebebiyle organlar seğirtmeye başlar; ve tabîat normal hâlinden çıkar; ve mîzâc değişime uğrar. Çünkü cisim ondan yana meşgûl olup kendisine nakledilen şeyi muhâfaza edicidir. Şimdi ondan melekî nûr çekildiğinde ondan kurtulur; ve alnı terler ve yüzü kızarır ve bir bağdan çözülmüş gibi durur. Ve o Hak Teâlâ’nın “Nezele bihir rûhul emîn; Alâ kalbike” (Şuarâ, 26/193-194) ya'nî “Vahy ile rûhu’l-emîn kalbine indi” sözüdür. Ve ona bir adam sûretinde gözüktüğü vakit, ona naklettiği şey şiddetli değildir. Bu durumda işitme yönünden alır; ve o konuşmadır. Ve evliyâullah için bunda iştahlandırıcı bir meşreb vardır. Ve insan üzerine hâl şiddetlendiği ve hissî varlığından gâib olduğu zaman, eğer bu gâib oluşunda ona bir ilim hâsıl olup burada onu akleder ve dönüş vaktinde de akle- 399 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm der ve ibârede Allah Teâlâ’nın ona verdiği şey mikdârı üzere onu ta'bîr eder ise bu, ilâhî hâldir. Ve bu hâl geçtikten sonra kalb bir ferahlama bulur. Ve çok kere ona bir serinlik isâbet eder. İşte bu geçerli hâldir. Ve eğer hissî varlığından gâib olduktan ve daha sonra kendine gelip üzerinde kabzdan bir kabza alınmasından başka bir şey bulmazsa, ona bir hayrı olmaz ve faydası yoktur. Fakat histen gâib olmuştur. Şimdi bu hâl mîzâcdandır. Kalb zikir veyâhut hayâl etme sebebiyle harâretlenir. Ondan rûhun büyük boşluğundan beyne bir buhâr yükselir, aklı örter; ve hayvânî rûhu sirâyet etmekten yana engeller; ve sâhibini sar’a tutmuş gibi yerden yere çarpar. Şimdi bu hâl de geçerlidir; fakat mizâcdandır; onda fayda yoktur. Ve işte bunun için sen ona sorarsan sana der ki: “Gûyâ bana siyâh bir bornoz giydirildi. Ve gözümün önüne bir bulut geldi ve ben gâib oldum.” Ve o, bu bizim bahsettiğimiz buhârdır. Ya'nî Hak Teâlâ hazretlerinin insana emânet ettiği sırların beyânına gelince, bu sırlar cidden pek çoktur. O sırların ba'zısı insanın unsurî oluşumundan doğan mizâcına ve tabîat tezgâhında dokunmuş olan bünyesine; ve ba'zısı mazhar olduğu hâs Rabb’inin hazînesinden zamân içinde inmiş olan hâline ve ilâhî duruşuna, ya'nî ilâhî ilimde sâbit olan hakîkatine dönüktür. Ve biz bu kitapta insanın ilâhî rûhânî sırlarından ba'zısını anlatmaya muhtâcız. Çünkü bu kitabın mevzûu bunu gerektirir. Ve eğer insanın bu ilâhî rûhânî sırlarına onun mîzâcından az bir şey karışırsa, bizim kastımız o değildir; ve ondan yana bahsetmeye lüzûm görmeyiz. Ve biz velîye velâyetin sırlarıyla ve nebîye de nebîliğin sırlarıyla rû' üzerine kudsî rûh vâsıtasıyla olan ilâhî tenezzüller ile bu sırların gücünü ve kuvvetini ve tasarrufunu açıklarız. “Rû'”, ''rûh” vezninde “göğüs” ma'nâsınadır ki, kalbin tabîat âlemine dönük olan yüzüdür; ve nefsânî düşünceler ve şeytânî vesveseler mahallidir. Fakat günâhlardan sakınmanın güçlendirilmesiyle rûhî nefse mahal olursa, ilâhî nûr ile nûrlanır ve rezîllikler ondan yok olur gider. Şimdi nebîye vahy ve velîye ilhâm, kudsî rûh vâsıtasıyla onların rûhî nefse mahal olan kalb yüzü üzerine iner. Ve ilâhî tenezzüller kalbin bâtınından nefsin bâtınına ve nefsin bâtınından kalbin zâhirinedir. Ve biz bu sırların gücünü ve tasarrufunu beyân ederiz. Kur’ân-ı Kerîm’de Hak Teâlâ hazretleri “küllün kad alime salâtehu ve tesbîhahu” (24/41) ya'nî “Her bir kimse salâtını ve tesbîhini bilir” buyurur. Bilinsin ki, “musallî ya’nî salât eden” sözlükte “sonra gelen” ma'nâsınadır. Bu durumda âyet-i kerîmenin yüce ma'nâsı “Her şey Rabb’inin ibâdetinde sonradan gelmekten yana rütbesini ve tenzîh çeşidinden kendi isti'dâdının verdiği tesbîhi bilir” demek olur. 400 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm Çünkü kesîf izâfî vücûd ile taayyün edici olan her bir görünme yeri, kendi vücûdunun Hakk’ın vücûdundan sonra geldiğini hâl olarak bilir. Ve aynı şekilde kendi isti‘dâdı tenzîh çeşidinden ne gibi bir tenzîhi gerektiriyorsa onu hâl olarak bilir. Çünkü bu biliş, o görünme yerinin kendi nefsini doğal olarak bilmesi demektir. Ve “salât”, "duâ” ve “taleb” ma‘nâsına geldiğinde, her şey kendi hâs Rabb’inin hazînesinde gizli olan hâli, isti'dâd lisânıyla taleb eder; ve taleb ettiği şeyi bilir. Ve onun tesbîhi bu hâs Rabb’inin hâl olarak ve fiil olarak zikridir. Ve bu zikri onun zâtî isti‘dâdı bilir. Ve o şeyin salâtını ve tesbîhini ilmen ârif olmak gerekmez, ilmen ârif olanlar insân-ı kâmillerdir. Ve Nebî (as) bu ilâhî tenezzüllerin çeşitlerini “nefs” ve “gatt” ta'bîrleriyle beyân buyurdu. - Nitekim hadîs-i şerifte "Ruhu’l Kuds kalbime, hiçbir nefis rızkını tüketmeden ölmeyecektir diye üfledi(nefsetti)" buyrulmuştur. Ve “rûhî nefsetme(üfleme)” rûhânî kelâm sûretidir ki, küllî melekî yüksek rûhlardan nefsin bâtınına nakledilir; ve kalbin zâhirinde peydâ olur. - Ve “gatt” uyku durumundaki hâl gibidir. Ya'nî uyku hâline benzeyen bir hâl içinde gerçekleşen nakildir. - Ve melekî nurun tutuşmasından dolayı salsala-i ceresi(çan sesi), ya'nî melekî nakledilen vahyi (Sav) Efendimiz’e, vahiy esnâsında şiddetli kıldı. Çünkü nakletme rû‘a ya’nî rûhî nefse mahal olan kalb yüzüne olur. Bu şekilde melekî nûrun tutuşmasından dolayı salsala-i ceresin vahyi şiddetli kılması, bu tabîî oluşum zulmetinin, zâtıyla insanda olan rûhî nûra ulaşması içindir. Çünkü “rû‘ ya’ni rûhî nefse mahal olan kalb yüzü,” bu esnâda ilâhî nûr ile nûrlanıp, tabîî hükümlerden pâk olur ve rûh tarafına yüzünü döndürmüş olur. Ve bu hâl içinde de melekî nakle isti’dâdlı bulunur. Ve melekî nakil hâlinde rûh bu nakil ile meşgûl olduğu için organlar ve a'zâlar seğirtmeye başlar; ve tabîat bozulur ve mîzâc değişime uğrar. Çünkü rûh vahy ile meşgûl olup kendisine nakledilen şeyi muhâfaza etmeye çalışıyor olduğundan cisimden yana idâresini keser. Şimdi o kimseden melekî nûr çekildiği zaman o şiddetten kurtulur; ve alnı terler ve yüzü kızarır; ve bir bağdan çözülmüş gibi durur. Dışarıdan onun bu hâlini görenler bir hastalığa tutulmuş zannederler. Çünkü onlar vahy hâlini bilmezler. Onlar mîzâcın değişimini yalnız bir hastalıktan kaynaklanır diye bilirler; başka türlüsüne akılları ermez; tam bir cehâlette oldukla- 401 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm rından inkâr ederler. Ve bu hâl Hak Teâlâ’nın “Nezele bihir rûhul emîn; Alâ kalbike” (Şuarâ, 26/193-194) ya'nî “Vahy ile rûhu’l-emîn kalbine indi” beyân buyurduğu hâldir. - Ve Nebî (as)a rûhu’l-emîn, ya'nî Hz. Cibrîl (as), bir adam olarak sûretlenerek vahyi naklettiği zaman, ona bu naklettiği şey, önceki hâl gibi şiddetli olmayıp daha kolaydır. Bu sûretlenmede Nebî (as) vahyi işitme yönünden alır. Ve o konuşmadır, ya'nî karşılıklı konuşma mâhiyyetindedir. Nitekim (Sav) Efendimiz’e cenâb-ı Cibrîl ba'zen ashâb-ı kirâmdan Dihye sûretinde sûretlenerek gözükür idi. Ve evliyâullâh için bu melekî nakilde onu arzû etmeye lâyık bir meşreb vardır. Çünkü onlar nebevî vâris olup, ilâhî tenezzüller onların rû'u ya’ni rûhî nefse mahal olan kalb yüzü üzerine, kudsî rûh vâsıtasıyla, velâyet sırları ile gerçekleşir. Ve bu sırlar onlara özel muhammedî velâyetinden iner. İnsanda kuvvetli bir hâl oluşup hissî vücûddan gâib olduğu zaman, eğer bu gâib oluşta ona bir ilim hâsıl olarak, o hâl içinde o ilmi akleder ve geri dönme, ya'nî ayılma vaktinde de o ilmi aynı şekilde akleder ve Allah Teâlâ’nın ona ihsân buyurduğu şey kadar ibâre bulup o ilmi beyân etmeye gücü yeterse, bu hâl ilâhî hâldir; diğer te’sîrlerden kaynaklanan bir hâl değildir. Bu hâl geçtikten sonra kalbinde bir sevinç ve ferah bulur; ve genellikle kendisine bir serinlik gelir. İşte bu hâl geçerli hâldir. Eğer hissî vücûddan gâib olup daha sonra ayıklığa gelir ve kendisine ilimden bir şey hâsıl olmayıp, üzerinde ancak kendinden geçtiğini bilme hâli oluşursa, bu hâlin ona semeresi yoktur; ve bundan ona fayda olmaz. Bu hâl mîzâcdan kaynaklanmıştır. - Burada, kalb zikir veyâ sülûkunda ilerleyip, yükseldiğini hayâl etmesi sebebiyle harâretlenir. Kalbinden rûhun büyük boşluğundan beyne buhâr yükselir, aklı örter; Ve hayvânî rûhun sirâyet etmesini engeller; Ve sâhibini sar‘a tutmuş bir adam gibi yerden yere çarpar. Nitekim sesli zikirle türlü hareketlerde bulunan ba'zı dervişlere bu hâl olur. Bu hâl dahi sahte ve yapmacık olmayıp geçerli bir hâldir. Fakat mîzâcdan kaynaklanır. Onda fayda yoktur. Eğer sen bu hâle tutulmuş olan bir dervişe sorarsan, sana cevâben der ki: “Sanki bana bir siyâh bornoz giydirildi; ve gözümün önüne bir bulut geldi; ve ben gâib oldum.” Ve işte bu siyâh örtü ve bulut, bizim bahsettiğimiz buhardır. Hareketlerin çokluğundan ve hayâl etmekten gelir. Nitekim bu gibi haller “babalı” ta'bîr edilen zenciyyelerin bir araya toplanıp “kanfa” dedikleri defi çalarak kendilerinde ortaya çıkar. Ve onlar bu hâle “başa gelmek” derler. Çünkü mîzâcda insanların hepsi müşterektir. 402 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm Ve üçüncüsü olan yalancı hâle gelince, onun sâhibi meclisinin ehlini akleder; ve nefsinden ve hissinden gâib olmaz ve hareket eder. Özellikle semâ’ ve ezgiyle olan meclislerde. Şimdi bu, şeytanın maskaraları olan vesvese ve nefsten ileri gelen sözün sâhibidir. O kendisine nakledilen her bir şeyi ilimler türünden zanneder. Oysa o, semûmdur ya’nî zehirlidir. Bu hâl içinde muhâtab olduğu hiç bir şeyin üzerine gâlib olmaz. Çünkü o şeytânî bir hâldir. Ve şeytanın kuvvetinde seni hissinden gâib edebilmesi yoktur. Daha sonra sana nakleder; ve sen onu akledersin. Ve o ancak biri diğerine karşılık olarak değişen iki yönün biri üzeredir: - Ya senin sar’aya tutulmuş gibi gâib olmandır; fakat sana bir şey nakletmez. Çünkü o kendisinden kaptığı kimseyi orada bulamaz. - Veyâhut senin gâib olmamandır, sen hissinle berâber olduğun halde sana nakleder; ve ba'zen senin bâtınına harâretten ve vehmettiklerinden ve uzak olanları öğrenmeye olan isteğinden ve hitâb etmeye isti'dâdından olan bir türden bir şey gibidir. Senin bu makāmda yerleşmiş olduğunu bildiği vakit sana bir hitâb nakleder. Şimdi sen nefsinde, sana nakledilen şey yönüyle hitâbın ne husûsta olduğunu hissedersin ve bulduğun şeyden haber verirsin. Senin bunu nefsinde buluşun yönüyle verdiğin haber doğrudur. Ve senin bunu Hakk’a bağlaman bâtıldır. Ve çok kere bu hitâb husûslarında sana der: “Ey kulum! Muhakkak ben senin rabbinim. Benim gayrıma bakma ki, perdeye düşersin. Ve bana ancak benim ile bak! Eğer sen bana seninle bakarsan şirke düşersin. Bundan dolayı ben bakanım ve bakılanım.” Hitâbdan buna benzer olan şeyi söyler. Ve İblîs bunun Allah tarafından olduğuna senin inandığına kanaât eder. Bundan dolayı seni kaplar. Ve sen bütün ömrün boyunca ona bir mahal olursun. Şimdi eğer sen bile idin ki, muhakkak Hakk’ın hitâb etmesi sende his diye birşey bırakmaz; ve bu hitâb etme vehim ve hayâl ve isti‘dâd ve beklenti ile değildir. Seninle berâber olan hissinin devâm ettiği sürece bilirdin ki, muhakkak senin gibi sonradan olmuş olan cinsinle ya’nî kovulmuş şeytanla berâbersin; ve o seninle eğlenmeyi murâd eder. Ve bunun çoğunu semâ' ve vecd sâhiblerinden ve üzerine vehim ve hayâl gâlib olan kimselerden bulursun. Bundan dolayı üzerine salt fenâyı lâzım kıl! Eğer bu halde bir şey bulamazsan bile anlattığımız fitneden daha sâlimdir. Ve eğer onda bir şey bulursan, şimdi o istenen şeydir; ve ikilem kalkar. İblîs’in burada sana dâhil olması yoktur. Ey mürîd senin böyle olman ve şu sırları kendi nefsinden bilmen sana yakışır. Başkaları bunu senden bilir oldukları halde, sen kendinde olan şeyi bilmeyecek derecede câhillerden olma! 403 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm Ya‘nî yukarıda ilâhî hâl ile mizâca bağlı hâl hakkında îzâhlar verildi. Üçüncüsü olan yalancı hâlin îzâhına gelince: Bu yalancı hâlin sâhibi o hâl içinde yanında oturanları akleder; ve nefsinden ve hissinden gâib olmaz; ve hareket eder. Ya'nî kendi nefsinde olan halleri idrâk eder. Ve vücûduna bir diken batsa acısını duyar. Ve iki diz üstü otururken dizleri ağrımış olsa vaz‘iyyetini değiştirir. Özellikle ayakta ve oturma hâlinde sesli zikir yapılırken kasîdeler ve ilâhîler okunduğu zaman vücûdun sağa ve sola sallanması ve çarh vurup dönmek hallerinde sâlik ne yaptığını bilir; ve etrâfında bulunanların kendilerini seyrettiklerini görür. Şimdi böyle bir sâlik vesvese ve nefsten ileri gelen sözün sâhibidir. Vesvese ve nefsin sözleri, şeytanın maskaralarıdır. Ve şeytan bu vâsıtalar ile Âdemoğulları ile alay eder. Çünkü onu bunlar vâsıtasıyla yoldan çıkarır. Ve sâlik bu hâl içinde kendisine nakledilen her bir şeyi ledünnî ilimler türünden zanneder. Bunlar ise ilim değil, kalbini öldüren semûm ya’nî zehirdir. Bu hâl içinde muhâtab olduğu hiç bir şeyin üzerine gâlib olmaz. Ya'nî kendisine nakledilen şeyde o sâlik üzerine karar kılma kuvveti yoktur. Çünkü o şeytânî bir haldir. Ve şeytanın kuvvetinde seni hissinden gâib edebilmek yoktur. Çünkü şeytanın hîlesi zayıftır. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri “inne keydeş şeytâni kâne daîfâ” ya’nî “Muhakkak ki şeytanın hîlesi zayıftır” (Nisâ, 4/76) buyurur. Ve şeytan vesveseni ve nefsini harekete geçirdikten sonra sana nakleder. Ve sen o nakledileni akledersin. Ve bu hâl ancak biri diğerine karşılık olarak değişmek sûretiyle, iki yönün biri üzerine olur: - Ya sen sar'aya tutulmuş gibi kendinden gâib olursun. Velâkin bu hâl içinde sana bir şey nakledemez. Çünkü şeytan kendisinden kaptığı kimseyi ve onun idrâkini bulamaz. Ve bu hâl, yukarıdaki bahisde îzâh edilen mîzâcın te’sîri altında gerçekleşir. - Veyâhut sen böyle sar’aya tutulmuş gibi kendinden gâib olmazsın; hissinle berâber olduğun hâlde sana nefsin vâsıtasıyla şeytan bir ma'nâ nakleder. • Ve ba'zen senin bâtınına harâretten olan bir türden bir şey giydirir. Ya'nî hissin devâm ediyorken kalbinde aşk harâreti isti'dâdı bulunduğu için bu harâreti güzel sûretlerden birine meylettirir. Ve sen bir güzelliğe âşık olursun. Ve bu sebeple seni fesâda sevk eder. • Veyâhut bir husûsta vehmettiğin birşey gâlib olur. Örneğin halkı irşâd etmeye ehliyyetin olduğunu vehmedersin. Ve şeytan senin bu isti'dâdını gördüğü için bâtınına bu vehmini destekleyecek bir hâl giydi- 404 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm rir. Eğer bu hâl içinde halkı irşâd etmeye kalkarsan hem sapmış ve hem de saptırmış olursun. • Veyâhut uzak olanları öğrenmeye olan isteğinden olur. Ya'nî keşfe meylin ve talebin bulunur. Bâtınına bir takım yalancı hayâlî şeyler gösterir. Sen onları doğru keşf zannedip: “İleride şöyle ve şöyle olaylar olacaktır” diye haber verirsin. Hiç birisi gerçekleşmez. Bundan dolayı şeytan hem seninle eğlenir ve hem de seni halka maskara eder. • Veyâhut sende ilâhî hitâba isti'dâd vehmi gâlib olur. Senin bu vehim makâmında yerleştiğini bildiği vakit, senin bâtınına bir hitâb nakleder. Bundan dolayı sen nefsinde sana nakledilen şey yönüyle, hitâbın ne husûsta olduğunu hissedersin; ve bulduğun şeyden haber verirsin. Sen bunu nefsinde bulduğun için haberin doğrudur, bunda yalancı değilsin. Fakat senin bunu Hakk’a bağlaman, ya'nî bu Hakk’ın hitâbıdır, demen bâtıldır. Ve çok kere hitâb husûslarında şeytan sana şöyle der: “Ey kulum, muhakkak ben senin rabbinim. Benim gayrıma bakma ki perdeye düşersin. Ve bana ancak benim ile bak! Eğer sen bana seninle bakarsan şirke düşersin. Şimdi ben bakanım ve bakılanım.” Gerçi bu hitâbı hakikatte doğrudur. Fakat hissinden gâib olmayan ve salt fenâ hâlinde bulunmayan sâlik bu ilâhî hitâba ehil değildir. Şeytanın bundan kastı sâliki henüz hâli olmayan ma'nâlara sevk edip sonuçta yoldan çıkarmaktır. Bir mahalde şeytan Îsâ (as)’a hitâben: - “Yâ Îsâ, ‘lâ ilâhe illallah’ de!” der. Îsâ (as) buyurur ki: - “Ey lânetlenmiş! Ben ‘lâ ilâhe illallah’ derim. Fakat senin telkîninle değil!...” Şimdi şeytandan hakîkat dahi olsa, hiç bir şey almak câiz değildir. Çünkü saptırmaya me’mûr olandan hidâyet yoluna sevk etme vazîfesi beklenmez. İşte şeytan hitaplardan buna benzer şeyler söyler. Ve İblîs yukarıda sayılan ve îzâh edilen hallerin Allah Teâlâ tarafından olduğuna senin inandığına kanaât getirince, artık seni kaplar. Ve sende istediği gibi tasarruf etmeye başlar. Ve sen ömrün boyunca onun tasarruf mahalli olursun. Bundan dolayı sâlik değil, Allah korusun helâk olursun. Burada bahsi daha açıklayıcı olması için bir menkıbe verilmesi uygun görüldü. Şöyle ki: Nefehâtü’l- Üns’te bulunduğu üzere Ebû Muhammed Haffâf, Şîrâz şeyhleri ile bir yerde oturmuş idi. Sohbetleri müşâhedeye dâir idi. Herkes kendi hâline 405 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm göre söz söyledi. Ebû Muhammed Haffâf suskun bir halde durur idi. Orada bulunanlardan Müemmil Cassâs ona karşı ısrâr edip: - “Bu husûsta mutlaka sen de bir söz söylemelisin” dedi. Ebû Muhammed Haffâf dedi: - “Sizin söylediğiniz sözler ilmin ta'rîfine dayalı idi; ve müşâhede hakîkatine dayalı değil idi. Ve müşâhede hakîkati odur ki, perde açılmış ola; ve sen Hakk’ı açık bir sûrette göresin.” Ona dediler ki: - “Sen bu sözü ne makāmdan söylersin; ve bu sana nasıl ma'lûm oldu?” Haffâf dedi ki: - Betûk köyünde idim. Çok ihtiyaç ve zorluğa düştüm. Yakarışta idim. Gördüm ki ansızın perde açıldı ve Hakk’ı âşikâr olarak gördüm. Arş üzerinde oturmuş idi. Secde ettim.” Şeyhler bu sözü işitince sessiz kaldılar. Müemmil Cassâs, Haffâf’ı o meclisten alıp hadîs âlimlerinden İbn Sa'dân’ın önüne götürdü. İbn Sa'dân onlara ürmet gösterdi. Müemmil Cassâs dedi ki: “Ey şeyh! Bize (Sav)’den “Şeytan’ın gök ile yer arasında bir tahtı vardır....." hadîs-i şerifini rivâyet et!” İbn Sa'dân, (Sav) Efendimiz’e varıncaya kadar hadîs-i şerîfin senedlerini beyân ederek “Şeytan’ın gök ile yer arasında bir tahtı vardır. Bir kulu fitneye düşürmek istediği vakit onu gösterir” şeklindeki hadîs-i şerîfi beyân etti. Ne zamanki Haffâf bu hadîsi işitti; - “Bir daha tekrar et!” dedi. İbn Sa‘dân tekrâr etti. Haffâf ağlayarak yerinden kalktı ve dışarı çıktı. Günlerce kayıplara karıştı. Daha sonra yine o şeyhlerin huzûruna geldi. Nerede kaldığını sordular: - “O vakitten beri kıldığım namazları kazâ ettim. Çünkü şeytan (la’net üzerine olsun)’a tapmışım. Şimdi o la’netlenmişi görüp secde ettiğim yere gideceğim; ve orada la'net edeceğim” dedi ve çıkıp gitti. Bilesin ki, la’netlenmiş şeytân Hakk’a yönelen sâlikleri saptırmak için türlü hîleler ve oyunlara girişir. Ve dâimâ yalancı nakiller ile saptırmaya çalışır. Ve onları saptırmak için hîlelerini ve oyunlarını kendilerinin gittikleri yola âid şeylerden tedârik eder. Çünkü Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri, kullarını imtihân için, la'netlenmişe hîleler ve oyunlar husûsunda çok kuvvet vermiştir. Sâlik ilerleyip yükselir ve kendisine arzıın sırları açılınca, İblîs hayâlî olarak arz sûretinde görünür; ve semâvî sırlar açıldığında hayâlî olarak semâ sûretinde gözükür. Hattâ zâti tecellîye karışır. Fakat bu sûretlerin hiç birisinde sâliki hissinden kapamaz. 406 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm Bundan dolayı sâlik için en büyük mîzân bu gibi açılımlarda hissine bakmaktır. La'netlenmiş ancak Sallallâhü aleyhi ve sellem sûretinde gözükemez. Çünkü (Sav) Efendimiz Hâdî isminin en kâmil görünme yeri ve şeytan ise Mudill isminin en kâmil görünme yeridir. Ve “iki zıd bir yerde toplanamaz.” Nitekim nûr karanlık ve karanlık nûr olamaz. Şimdi sen eğer bilse idin ki, muhakkak Hakk’ın hitâb etmesi sende his diye birşey bırakmaz, mutlaka seni hissinden gâib kılar; ya'nî sen bu hâl içinde, kendi nefsinden ve çevrendeki eşyâdan gâib olursun; ve bu hitâb etmede yukarıda îzâh edildiği şekilde vehmin ve hayâlin ve isti'dâdın ve beklentinin katkısı yoktur; bundan dolayı nefsinle berâber olan hissin mevcûd iken, böyle bir hitâb etme olduğunda bilirdin ki, o hitâb Hak’tan değildir; belki muhakkak senin gibi sonradan olmaklık sıfâtı ile vasıflanmış olan cinsinle, ya'nî la’netlenmiş şeytân ile, berabersin; seni gittiğin yoldan saptırmak sûretiyle seninle alay etmeyi istediğinden böyle nakillerde bulunur. Ve bu gibi nakiller ile fitneye tutulanların çoğunu semâ' ve vecd sâhiblerinden ve üzerine vehim ve hayâl gâlib olan kimselerden bulursun. Böyle olunca üzerine salt fenâyı lâzım kıl! Ya'nî salt fenâ hâli gerçekleşmeksizin, bâtınına nakledilen ma'nâyı hemen Hak tarafındandır diye kabûl etme! Eğer sende salt fenâ hâli oluşup da, o hâl içinde bir ma'nâ ve hitâb bulmaz isen, bu hâl fitneden daha sâlimdir. Ve eğer o hâl içinde bir şey bulur isen, o şey hakîkat erbâbının isteği olan şeydir. Ve bu hâlde ikilem kalkar. Ya'nî bu ma'nâ ve hitâb, acabâ Hak’tan mıdır, yoksa İblîs tarafından mıdır? diye şübheye mahal kalmaz. Çünkü bu salt fenâ hâlinde sana İblîs musallat olamaz. Çünkü İblîs ezelî ahdinde buraya dâhil olamayacağını “İllâ ibâdeke minhümül muhlasîn” ya’nî “Onlardan Senin muhlîs kulların hariç” (Sâd, 38/83) sözüyle beyân etmiştir. Ey mürîd! Senin bu îzâh ettiğimiz haller ile berâber olman ve bu sırları kendi nefsinden bilmen sana yakışır. Çünkü gerek hidâyet ve gerek dalâlet sana senin nefsinden olur. Ve sırların hepsi ancak senin nefsindedir. Eğer sen bu sırları nefsinden bilmezsen, öyle câhillerden olursun ki, senin nefsinden bilmediğin şeyi başkaları senden bilir. Ya'nî başkaları senin nefsinde olan şeyi bildikleri halde sen kendinde olan şeyi bilmeyecek derecede câhil olursun. Sakın bu câhillerden olma! Bu hâl şuna benzer: Örneğin bir kimsenin elinde bir pırlanta taş bulunur da kıymetini bilmez ve bunu başkaları görüp bilirler. Bu öyle bir cehâlettir ki, netîcesi hüsrân ve ziyândır. Çünkü pırlanta taşın değerini bilmeyen cehâletin sürüklemesiyle onu bir hiçe karşılık elinden çıkarır. 407 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm Daha sonra bilesin ki, muhakkak rûhânîlerin emir ve yasaktan yana nakilleri yoktur. Ve onların ancak teşvîk ve haber vermesi vardır. Çünkü onların emrinin faydası yoktur. Şimdi eğer seni idâre edecek bir rûhâniyyet senin üzerini kapladığı zaman, dikkât et! Eğer sana emreder ve ibâdetlerin bir türünü yasaklarsa, bu şeytânîdir. Ondan kaç! Ve zikri ve âyete’l-Kürsîyi ve Bakara sûresini okumayı arttır! Ve eğer sana emretmez, fakat sana haber verirse, sen onda şeytan ve bunun gayrı olması arasında ihtimâl üzeresin. Ve onların arası bir şeyi, daha sonra diğer bir şeyi, daha sonra diğerini nakletmek sûretiyle olan nakildeki bu çeşitlenmenin sür‘ati ile ayırt edilir. Bundan dolayı o rûh ve şeytandır. Ve eğer tek bir emir devamlı olursa, aynı şekilde sen fitne hâlinde onunla berâbersin. Ve eğer doğru olanı istersen ancak küllî fenâ hâlinde sûretlendirmen ve hissin olmaksızın sana hâsıl olan şeydir. Nakilden olan şeye senin soyut aklın dahi sıhhatten yana müstesnâdır. Ve hayranlık müşâhedesinin sırrı ve ilim keşfi sırrı ve edebin devamlılığı sırrı ve tevhîdde fenâ sırrı ve muhtâc oluştan yana kabz sırrı ve suâlden yana bast sırrı vardır. Ve sırlar çoktur. Ve bizim anlattığımız şeyde onu kullanacak kimse için faydalı devâ vardır. Ya‘nî yukarıdaki îzâhlara ilâve olmak üzere bilesin ki, rûhânîlerin, ya'nî meleklerin, kulların kalblerine emir ve yasak nakletmeleri yoktur. Ve onların naklettikleri ancak teşvîk ve haber vermeye bağlanır. Örneğin hayırlı amellerden bir amelin yapılmasına teşvîk eder; veyâhut muâmelelerinde teşebbüs edeceğin bir fiilin zararlarını haber verir; bunlar melekî hâtıralardır. Sen bunları ister yaparsın ve ister terk edersin; ve melekler senin irâdene hâkim değildirler. Bundan dolayı meleklerin emrinde fayda yoktur. Bu sebepten emretmezler ve yasaklamazlar, yalnız teşvîk ederler ve haber verirler. Seni idâre edecek ve irâdene hükmedecek bir rûhâniyyet senin üzerini kapladığı zaman dikkât et ve onu tedkîk eyle! Eğer sana ibâdetlerin bir türü ile emreder ve yasaklarsa bu melekî değil, şeytanîdir. Ondan kaç! Ve çokça zikrullâh ile meşgûl ol; ve Âyete’l-Kürsî'yi ve Bakara Sûresini çok oku! Örneğin bünyen zayıftır. Oysa sen bu zayıf bünye ile evlâd ve bakmakla yükümlü olduklarının geçimini sağlamak için çalışmaya mecbûrsun. İblîs bu hâlinle berâber sana ibâdetlerin bir türünden olan nâfile oruç ile emreder. Eğer sen bu emre uyarak nâfile olarak oruç tutmaya başlarsan vücûdun büsbütün zayıflayıp farzları yapmaya gücün yetmeyecek ve evlâd ve bakmakla yükümlü olduklarının geçimini sağlayamayacak derecede hasta olursun. La’netlenmiş ise bu emri ile amacına ulaşır. Veyâhut vaktinde farzı yapmaya niyyet ettiğin hâlde dünyâ işlerinden bir husûsun yapılması gerektiğini hatırına naklederek namazın kılınmasından yana engeller. Ve sen o dünyâ işinin yapılmasına teşebbüs edersin, onunla meşgûl iken 408 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm namaz vakti kaçar; namazın kazâya kalır. Ve bu şekilde lânetlenmiş yine amacına ulaşır. Bu gibi emir ve yasaklarda gâyet dürüst bir muhâkeme lâzımdır. Böyle bir hâl gerçekleştiğinde ne gibi çârelere başvurulması lâzım geleceğini cenâb-ı Şeyh (ra) beyân buyurmuştur. Ve eğer bir rûhâniyyet, bu anlatılan şekilde sana emretmeyip de “falan şey böyle olacak” gibi bir şey hakkında sana haber verir ise, bunda iki ihtimâl vardır: - Ya şeytandır; veyâ Şeytanın gayrı olan rûhdur. Bunların farkedilip ayırt edilmesi nakildeki çeşitlenmenin sür'ati iledir. Eğer gelen haber, ilk olarak bir şey, sonra dîğer bir şey ve daha sonra başka bir şey nakledilmesi sûretiyle olursa, o nakli yapan rûh ve şeytandır. Bu haberler arasında ba'zen doğrusu olduğu gibi, bir çok da yalanlar bulunur. Nitekim hadîs-i şerifte şöyle buyrulur: “Cinnî ezberleyip yaklaştığı kimsenin kulağına okuduğu kelimeye yüzden fazla yalan katar.” Cin tarafından olan nakiller hakkındaki dîğer ayrıntılar Âkâmü’l-Mercân fî Ahkâmi’l-Cânn ismindeki kitapda bulunmaktadır. Bu kitap 1326 hicrî senesinde Mısır’da basılmıştır. Artık zamânımızda doğuda ve batıda revâcta olan “rûh çağrılması” usûlündeki bozukluk buna göre tespît edilebilir. Bununla meşgûl olanlar berzaha geçmiş olan zâtların rûhlarıyla buluştuklarını zannederler. Ve bunların ba'zı haberlerinin doğru olduğunu görerek, bu husûsta kalblerinde emînlik oluştururlar. Bu doğru değildir. Gerçi berzahtaki rûhlar ile buluşmak mümkündür. Fakat bu buluşma, nefsânî sıfatlardan kurtulup berzah hayâtı ile münâsebet oluşturan seyr ü sülûk ehline mahsûstur. Sûrî ve ma'nevî tahâretten uzak olanlara yaklaşanlar bahsettiğimiz aldatıcı rûhlar ve şeytanlardır. Amaçları Âdemoğulları ile alay etmek ve onları yollarından saptırmaktır. Cenâb-ı Hak’tan sığınma isteriz. Ve eğer nakilde tek bir emir devamlı ve dâim olursa ve çeşitlenme sür'ati bulunmazsa, yine sen rûh ve şeytân ile fitne hâlindesin. Ve eğer naklin doğrusunu istersen ancak yukarıda îzâh edilmiş olduğu üzere küllî fenâ hâlinde, sana hiç bir sûretlendirmen olmaksızın ve senin hissin bulunmaksızın, hâsıl olan nakildir. Eğer bu nakle senin soyut anlayışın ve aklî bakışın karışırsa, bu da fitneden yana sâlim değildir. Bu hâl dahi sıhhatten müstesnâdır. Mesnevi: Tercüme: “Tabîî olan histen ve kulaktan ve fikirden soyutlanınız ki “Yâ eyyetühen nefsül mutmainneh; İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeh” (Fecr, 89/2728) ilâhî hitâbını işitesiniz.” Şimdi ilâhî sırların türleri çoktur: Hayranlık müşâhedesi sırrı ve ilim keşfi sırrı ve edebin devamlılığı sırrı ve tevhîdde fenâ sırrı ve muhtâc oluştan yana kabz sırrı ve suâlden yana bast sırrı bu sırların türlerindendir. Ve bu sırlardan hangisi olursa olsun, onu kullanacak olan sâlik için, bizim bu bahisde anlattığımız usûl 409 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm ve kâidelerde faydalı devâ vardır. Çünkü sâlik bu sırlara bağlı olan nakillerdeki hak ve bâtılı bu kâidelere göre fark ve ayırt eder. Bâtılı red eder ve hakkı kabûl eder. Şimdi bu sırlar aşağıda taşların özellikleri bahsinde birer birer îzâh edilir. Şimdi biz insânî taşların özelliklerinden bahsedelim. “Hayret taşı” bu cinstendir; ve o azîz bir taştır ve onda esmerlik vardır. Ve yeri karanlıklar denizidir. Ve onun acâib sırları vardır. Ve o kalbde bir zâtî noktadır. Gözde bebek gibidir ki, o görme mahallidir. Cum‘a gününde bir sâat gibidir. Nitekim (aleyhi ve âlihi’s-selâm) buyurdu. Ve ona cum‘a bir ayna olarak temsîl olundu ki, onda bir siyâh nokta var idi. Ve haber verdi ki, o cum'ada olan bir sâattir. Şimdi kalb üzerinde örtü bulunduğu vakit, bu taşın vücûdu zâhir olmaz. Ve insanda akıldan ve onun dışında olan rûhların hepsi, ancak bu noktanın müşâhedesini gözleyicidir. Eğer kalb beklenti ve zikir ve tilâvet ile cilâlanırsa bu nokta gözükür. Ve gözüktüğü zaman, ona Hakk’ın zâtından başka karşılık gelen bir şey yoktur. Bundan dolayı bu taştan bir nûr yayılır, cismin her köşesine sirâyet eder. Akıl ve onun dışındakiler hayrette kalır. Bu taştan çıkan çok büyük ve çok geniş ve çok parıltılı nûr onları dehşette bırakır. Böyle olunca onlar için ne zâhir ve ne de bâtın tasarruf ve hareket gözükmez.Ve işte bunun için “hayret taşı” denildi. Şimdi Allah Teâlâ bu kulun devamlılığını istediği vakit kalb üzerine bir bulut parçası gönderir ki, bu noktadan çıkan çok büyük ve çok geniş nûr ile kalbin arasında perde olur. Nûr ona yansıyarak devâm eder. Ve rûhlar ve organlar serbest kalır. Ve bu ancak sâbitlemedir. Bu durumda kul görüntüsünün devâmı için, bu bulutun arkasından müşâhede edici olarak beşeriyetine devâm eder. Ve tecellî de dâimâ devâm edici olup bu taşta ebeden gitmez. Ve işte bunun için çokları der ki, muhakkak Hak aslâ bir şeye tecellî etmedi ki, bundan sonra ondan perdelenmiş olmasın. Fakat sıfatlar muhtelif olur.Ve bu ma'nâda bizim beyitlerimiz vardır: Ne zamanki Allah kapısını çalmaya devâm ettim, gâfil değil ısrarcı idim; Tâ ki “ayn”e onun vechinin celâli gözüktü, git gidebildiğin kadar,ancak O’dur. Ve Allah Teâlâ’nın kalbine îmân yazdığı kimse de böyledir. Çünkü onu ebeden mahvetmez. Ve bunun için “ulâike ketebe fî kulûbihimül îmâne” (Mücâdele, 58/ 22) ya'nî “İşte kalblerine îmân yazdığı kimseler onlardır” buyurdu. İşte bu faydalı taş istenen birşeydir ki, seni mahbûbun müşâhedesine vâkıf kılar. Şimdi bunu bil! Ve Kur’ân’dan bu sırrın âyeti “hattâ izâ fuzzia an kulûbihim kâlû mâzâ kâle rabbüküm, kâlûl hakka” ya’nî “Onların kalplerinden korku giderilince: "Rabbiniz ne buyurdu?" dediler. (Onlar da) "Hakkı buyurdu" dediler” (Sebe’, 34/23)’tür. Ve taşın özelliği budur ki, her hangi bir vakitte kul ile kâim olduğunda, ona taarruz eden her bir şeyi onun yönelişi ve bilgisi olmaksızın kahreder. 410 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm Şimdi büyük âlemde mevcûd olan kıymetli taşlara karşılık olan, insan vücûdundaki taşların özelliklerini anlatalım: Büyük âlemde üzerlerine ba‘zı sûretler yansımış olmasından dolayı hayret verici ve esmer renkli bir takım kıymetli taşlar olduğu gibi, insanda da buna benzer bir “hacer-i beht ya’nî hayret taşı” vardır. - Ve o taş azîz bir taştır. Onda esmerlik vardır. - Ve onun yeri karanlıklar denizidir. “Karanlıklar denizi”nden kasıt tabîat tezgâhında kesîf unsurlardan dokunmuş olan “kalb”dir. Çünkü unsurlar âlemi “karanlıklar denizi”dir. - Ve “hayret taş”ından kasıt unsurî kalbde olan “süveydâ ya’nî siyah nokta”dır ki, bu süveydâda gizlenmiş sır vardır. Ya'nî ma'nâ sûrete bağlanmıştır. Hünerin ele ve bakışın göze bağlanışı gibi. Bundan dolayı bu ma‘nâ o sûretin ne dâhilinde ve ne de hâricindedir. Niteliksiz ve ta'rîfi mümkün olmayacak şekilde bağlanmıştır. Ve buna “latîfe-i ahfâ ya’nî çok gizli latîfe” bağlanır. Ve bu çok gizli latîfenin rengi ba'zı tahkîk ehline göre siyâhdır. Ve Hak Teâlâ hazretleri hadîs-i kudsîde, “Ben ahfâdayım” buyurur. - Ve o taşın acâib sırları vardır. - Ve o kalbde zâtî bir noktadır. Ya'nî kalbin zâtı olan özel bir noktadır. - Kalbin mevcûd olduğu her mahalde mutlaka o da bulunur. - Gözde görüş mahalli olan göz bebeği gibidir. Göz olan yerde göz bebeğinin bulunmaması mümkün değildir. - Ve aynı şekilde cum'a gününde olan bir sâat gibidir ki, o sâatte her duâ ve istek ilâhî indinde mutlaka kabûl edilir. Nitekim (Sav) Efendimiz hadîs-i şerifinde beyân buyurmuştur. Zât-ı risâlet-penâhîye “cum'a günü” bir ayna şeklinde sûretlendirildi ki, o aynda bir siyâh nokta var idi. O siyâh noktanın cum'a günündeki makbûl bir sâat olduğunu haber verirler. Şimdi kalb üzerinde nefsânî sıfatlardan kaynaklanan fenâlıklar ve günâhlar ve bozuk inançlar örtüsü olduğu sürece, bu taşın vücûdu kalbde ortaya çıkmaz. Oysa insânda akıldan ve onun dışındaki kuvvetlerden mevcûd olan rûhların hepsi, ancak bu noktanın müşâhedesini gözleyicidir. Bilinsin ki, insanın vücûdunda mevcûd olan akletme kuvveti ve hayâl etme kuvveti ve tefekkür etme kuvveti ve işitme kuvveti ve görme kuvveti gibi kuvvetlerin her biri ayrı ayrı birer rûh sâhibidir. Bu rûhların tamâmı insânî küllî rûhu oluşturur. Onun için âyet-i kerîmede bunlardan her birinin ayrı ayrı mes’ûliyyeti zikredilmiştir. 411 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm “İnnes sem’a vel basara vel fuâde küllü ulâike kâne anhu mes’ûlâ” ya’nî “Muhakkak ki işitme, görme ve fuâd, onların hepsi, mes’ûldürler” (İsrâ, 17/36). Bunların mes’ûliyyeti insânî küllî rûhun mes’ûliyyetini doğurur. Şimdi eğer kalb beklenti ile, ya'nî Hakk’ın yardım tecellîsine beklenti ile ve Allah zikri ve Kur’ân okumakla parlatılır ise bu nokta zâhir olur. Çünkü üzerindeki paslar bu şekilde silinir. Ve bu nokta cilâlanıp temiz olduğu vakit, ona Hakk’ın zâtından başka karşılık gelen hiç bir şey yoktur. Çünkü mâsivâdan hiç bir sûretin yansımasını kabûl etmez. Bundan dolayı Hakk’ın zâtının tecellîsi sebebiyle bu taştan bir nûr yayılır. Ve bu nûr cismin her köşesine yayılır. Ve insan vücûdundaki akıl rûhu ve diğer kuvvetlerin rûhları onu görünce hayrette kalırlar. Ve bu taştan çıkan çok büyük ve çok geniş nûr ve onun parıltısı bu rûhları dehşete düşürür. Bu hâlde iken rûhların insân vücûdunda ne zâhiren ve ne de bâtınen tasarruf ve hareketlerinden hiç bir eser kalmaz. Çünkü bu hayret onları faâliyetten alıkoyar. İşte bunun için kalbdeki bu zâtî noktaya “hacer-i beht ya’nî hayret taşı” denildi. Bu tecellîye mazhar olan kulun bütün kuvvetlerinin tasarruftan kalışı yönüyle bunların tamâmı olan küllî rûh dahi hayrete dalar ve o kul küllî fenâ âleminde bulunur. Bu salt fenâ içinde kul dünyevî ve sûrî muâmelelerinden yana devre dışı kalır. Allah Teâlâ bu kulun beşeriyyete döndürülmesi sûretiyle devamlılığını istediği zaman, kalbin üzerine bir bulut parçası gönderir ki, bu noktadan çıkan çok büyük ve çok geniş nûr ile kalb arasında perde olur. Nûr o bulut parçasına yansıyarak devâm eder; ve kuvvetlerin ve organların rûhları serbest olur. İşte bu hâl o kulu tecellî ile örtünme arasında sâbitlemedir. Bu durumda kul beşeriyyet görüntüsünün devâmı için bu bulutun arkasından Hakk’ın zâtını devâm üzere müşâhede ederek beşeriyyet içerisinde kâim olur. Ve tecellî de kesilmeyip bu taşta ebeden gitmez. İşte bunun için tecellîye nâil olan zâtların çokları dediler ki: “Muhakkak Hak, aslâ bir şeye tecellî etmedi ki, bu tecellîden sonra kendisine tecellî edilenden örtünmesin.” Ya'nî Hak tecellîden sonra mutlaka bir sûretle örtünür; ve bu tecellî içinde kulun şöyle kelâmları olur. Beyt: Tercüme: “Ne zamanki kalb Hakk’ın yeri oldu, Hak benim iledir, ben de Hak ileyim. Hak Hakk’a vâsıl olmuştur. Kendimin üzerinde Hû Hû derim.” Fakat sıfatlar muhtelif olur. Ya'nî sıfat tecellîleri ve onun husûsları ihtilâf üzeredir. Çünkü tecellî kābiliyyetlere ve isti'dâdlara göredir. Ve kābiliyyetler ve isti'dâdlar ise muhteliftir. Çünkü ilâhî isimlerde ve sıfatlarda ihtilâf bulunduğunu îzâha bile gerek yoktur. 412 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm Bu ma'nâda bizim beyitlerimiz vardır: Ne zamanki beklenti ve zikir ve Kur’ân okumakla Allah kapısını çalmaya devâm ettim; ve bu kapıyı çalmaktan yana hiç gaflete düşmedim. Ya'nî ben de sülûk sâhibiyim, benim de bu iş ile âşinâlığım vardır, tarzında akrân ve benzerlerime üstünlük güdüsünde değil idim. Belki mâsivâdan tamâmen bakışımı kesip cidden Hakk’ın tecellisinin zuhûrunu gözleyici idim. Sonuçta Hakk’ın yardımı zuhûr edip hayret veren taştan küllî rûhumun “ayn”ına onun vechinin celâli zâhir oldu. Bu zuhûr ebeden kesilmesi. Git gidebildiğin kadar!... Ancak hep onun vechinin celâlidir. Şimdi ey sâlik! “Kim ki kapıyı çaldı, çalmakta ısrâr etti, içeriye girdi.” Ve böylece “Kim ki taleb etti ve talebinde ısrarcı oldu, istediğini buldu” buyrulmuş oluşu yönüyle talebde ciddiyyet ve istikâmet şarttır. Usanç aslâ câiz değildir. Ubeydullâh Ahrâr (ks) Risâle-i Vâlidiyye’lerinde şöyle buyururlar: “Sultân Ebû Yezîd Bistâmî’nin bir mürîdi var idi ki, senelerce zikir ile meşgûl olduğu hâlde ona hiç bir feth ve açılım olmamış idi. Bu hâlden hiç bir şekilde usanmayıp günden güne ciddiyeti ve gayreti artar idi. Diğer mürîdler onun bu hâline hayret ederlerdi. Hz. Sultân buyurdular ki: “Ba'zı kimseler bir takım haller ve olaylar sebebiyle ünsiyeyt ve huzûr hâsıl ederler ve kendilerinde bu sûretlerden hazz peydâ olur. Ve o kimsenin usanmaması bundan dolayıdır. O mürîd ise huzûrun yokluğu ve usanmasına dâir bir çok sebepler olmakla berâber zikrine devâm eer ve çalışır. Onun himmet ve azmi hepsinden daha kuvvetli ve a'lâdır. Ona “sultânü’z-zâkirîn ya’nî zikredicilerin sultânı” diyelim!” buyururlar. Ve bütün ashâbı ondan bu isim ile bahsederler. Ve Hak Teâlâ’nın kalbine îmân yazdığı kimse dahi böyledir ki, îmân nûru onun kalb süveydâsından aslâ ayrılmaz. Bu sebeple âyet-i kerîmede; - “Ulâike ketebe fî kulûbihimül îmâne” ya'nî “İşte kalblerine îmân yazdığı kimseler onlardır” (Mücâdele, 58/22); ve aynı şekilde; - “Ve mâ kânallâhu li yudîa îmâneküm” ya’nî “Ve Allah sizin îmânınızı zâyî edecek değildir” (Bakara, 2/143) buyurdu. İşte insânî vücûdda talep edilen şey bu faydalı taştır ki, seni mahbûbun müşâhedesine vâkıf kılar. Bundan dolayı bu beyân ettiğimiz sırrı bil ve dâimâ onun talebinde ol! Ve Kur’ân-ı Kerîm’den bu sırrın âyeti “hattâ izâ fuzzia an kulûbihim kâlû mâzâ kâle rabbüküm, kâlûl hakka” ya’nî “Onların kalplerinden korku gideri- 413 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm lince: "Rabbiniz ne buyurdu?" dediler. (Onlar da) "Hakkı buyurdu" dediler” (Sebe’, 34/23)’tür. Bu âyet-i kerîmenin yüce ma'nâsı yukarılarda geçti. Ve bu “hacer-i beht”in, ya'nî “hayret taşı”nın özelliği budur ki, her hangi bir vakitte kul ile kâim olduğunda, ya'nî kalbden örtü kalkıp tecellîye mazhar olduğunda, o taş o kula taarruz eden zulmânî ve nûrânî perdeleri kul onlara yönelmeden ve bilgisi dahi olmadan kahreder; ve kulun kalbi mâsivâya bağlanma belâsından hiç külfete girmeden kurtulur. İşte bu hayret müşâhedesinin sırrıdır. Fakîr 1321 rûmî senesinde küllî rûhu hayretli bir hâlde kalmış ve henüz beşeriyyete döndürülmemiş olan bir zâtı Yenibahçe’de oturmakta olduğu evinde, mürşidim Mehmed Es’ad Dede hazretleri ve ba'zı muhterem arkadaşlarla berâber ziyâret ettim. Bu zât hadîs ilmi âlimlerinden ve Şâzeliyye tarîkatının kerem sâhibi şeyhlerinden Tunuslu Mustafa Efendi hazretleri idi. Kendileri sünnet-i seniyye gereğince sağ ellerinin avuç içini sağ yanaklarına koyup kıbleye dönük bir şekilde yatmışlar idi. Mübârek yüzü gâyet parlak, yanakları gül gibi latîf bir kırmızılık içinde; ve gözleri gâyet parlak olup açık bir hâlde kıble tarafına bakıyordu. Yanında bulunduğumuz zaman içerisinde aslâ gözlerini kırpmadı; ve a'zâ ve organlarında hiç bir hareket eseri görünmedi. Eşinden aldığımız bilgilere göre bir şey yemeksizin ve içmeksizin günlerce bu hâl içinde imiş. Kendisinden hiç bir beşerî ihtiyâc gözükmez imiş. Nihâyet bu muhterem zât beşeriyyete döndürülmeksizin âhirete intikâl etmiştir (kaddesallâhu sırrahû!). Ve zümrüd taşı bundandır. Allah Teâlâ’nın Kitâb’ından onun âyeti “İnnellezînettekav izâ messehüm tâifun mineş şeytâni tezekkerû fe izâhüm mubsırûn” ya’nî “O kimseler ki, sakınırlar, şeytandan kendilerine vesvese dokunsa hatırlarlar. Şimdi onlar doğru yolu görürler” (A‘râf, 7/201)’dır. Şimdi zikretme kuvvetinin özelliği İblîs’i o anda hîle düşünmekten yana kör etmek ve onu korkutmaktır. Bundan dolayı ulaşmaz, bakışı ona geri döner. Şu kadar ki, mü’min iki hâlin biri üzerinedir: Ya gaflettedir; böyle olunca tekrar ona yaklaşır. Veyâ huzûrdadır; böyle olunca eğer yaklaşırsa ondan yanar. Allâh’ın la’netine ona olsun, kendisinde ârif-i billâh olan hâneye girmeye cür’et edemez; ârif uyusun veyâ uyanık olsun, farketmez. Ya'nî büyük âlemde mevcûd olan zümrüd taşına karşılık insanda da bir sır ve bir latîfe vardır. Büyük âlemde mevcûd olup yeşil bir taştan ibâret olan zümrüd taşının özelliklerindendir ki, bunu taşıyan kimse perîşân rü’yâlar görmez; ve kalbinde kuvvet olur; ve sar‘a isâbet etmez. Ve tecrübe etmiş olanlar diğer özelliklerinden dahi bahsederler. İnsanda buna karşılık olan latîfe de “zikretme kuvveti”dir. Ve zikretme kuvveti “sır denilen latîfe”ye bağlanır. Ve sır latîfesinin rengi tahkîk ehlinden ba'zıla- 414 Tedbirât-ı İlâhiyye Onyedinci Bölüm rının söylediğine göre yeşildir. Ve büyük âlemdeki zümrüd taşının rengi de yeşildir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu sırrın âyeti “İnnellezînettekav izâ messehüm tâifun mineş şeytâni tezekkerû fe izâhüm mubsırûn” ya’nî “O kimseler ki, sakınırlar, şeytandan kendilerine vesvese dokunsa hatırlarlar. Şimdi onlar doğru yolu görürler” (A‘râf, 7/201) mübârek sözüdür. Büyük âlemdeki zümrüdün özelliği perîşân rü’yâl