1 YAMAN DEDE Yrd. Doç. Dr. Osman Nuri KÜÇÜK Bildiriye
Transkript
1 YAMAN DEDE Yrd. Doç. Dr. Osman Nuri KÜÇÜK Bildiriye
1 YAMAN DEDE Yrd. Doç. Dr. Osman Nuri KÜÇÜK Bildiriye başlamadan önce Nur Artıran Hanımefendi’ye Düzenleme Kurulu adına huzurunuzda teşekkür etmek istiyorum. Bu teşekkürün benim açımdan iki mücbir nedeni var. Birincisi Âşıklar Sultanı Hz. Mevlânâ’nın gönül oklarından biriyle avlayıp aşka düşürdüğü ve yaktığı bu Zat-ı Şerîfin hayatını sizlerle paylaşma fırsatını teklif etmeleri, ikincisi de Hz. Mevlânâ’nın seyr ü sülûk anlayışına ilişkin edindiğim bazı teorik bilgilerin ete kemiğe bürünmüş müşahhas bir numunesini görmeme vesile olmalarıdır. Hüsameddin Çelebi, Hz. Mevlânâ’dan Mesnevî’nin yazılmasını istirham ederken malum olduğu üzere şöyle der: “Yazılacak bu eser, bütün insanlar arasında hatıra olarak kalsın, âşıkların ve dertlilerin de can yoldaşı olsun”.1 Hz. Mevlânâ da Mesnevî’nin bu misyonuna “Bizden sonra Mesnevî rehberlik edecek ve arayanlara doğru yolu gösterecektir” sözüyle işaret eder.2 Bu girizgâhı yapmamızın nedeni, yukarıdaki ifadelerin tarihi aşan tanıklığının Yaman Dede’nin şahsiyetinde bir kez daha ete kemiğe bürünmesidir. Hz. Pîr evliyânın bu âlemden göç ettikten sonraki himmetini inkâr edenlere der ki; Velinin cânı kınındaki kılıca benzer, kılıç kınından çıkınca elbet daha iyi iş görür. İşte anlatmaya çalışacağımız Yaman Dede, Âşıklar Sultanının himmetinin zaman ve mekânı aşıp istidatlı bir gönlü nasıl mayaladığına ilişkin tipik bir örnektir. Hak dostlarının yaşam sürecinde iki veçhe dikkat çeker. Biri yatay düzlemde vuku bulan kronolojik seyir, diğeri dikey boyutta yaşanan tekâmül ve mi’rac. Bildiride Yaman Dede’nin yaşamının kronolojik seyri yanında hayatının dikey boyutuyla ilgili yansımaları üzerinde imkânım elverdiği ölçüde durmaya çalışacağım. Yaman Dede’nin asıl adı Rumcada elmas anlamına gelen Diyamandi’dir. Diyamandi 1887’de Kayseri’nin Talas ilçesinde dünyaya gelir. Aile Rum Ortodoks kilisesine mensuptur. Babası iplik ticaretiyle uğraşan Yuvan, annesi Afurani Hanımdır. Yaman Dede kendini “Rum Ortodoks camiasından bir Anadolu çocuğu” diye tanımlar.3 Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi. Menakibu’l-Arifin, II, 125. 2 Sipehsâlâr, s. 75. 3 Özdamar, Yaman Dede, s. 387. 1 2 Diyamandi on aylık iken babasının işlerinden dolayı aile Kayseri’den Kastamonu’ya göç eder. Diyamandi’nin duygusal kişiliği çocukluğundan itibaren temayüz etmiştir. Çocukken annesinin anlattığı bir hikâyeden etkilenip günlerce ağladığını belirtir.4 İlk tahsilini Rum Ortodoks mektebinde yapan Diyamandi, 1901 yılında Kastamonu İdadisine günümüz ifadesiyle orta öğrenime başlar. Gayr-ı Müslimlerin din derslerine katılma mecburiyeti olmamasına ve herhangi bir teşvik görmediği halde Diyamandi derslere devam eder. Yedi yıllık Kastamonu İdadisi tahsili, Diyamandi’deki mayalanmanın başladığı dönem olması bakımından gayet önemlidir. “Nasıl Müslüman oldum” başlıklı hatıratında Yaman Dede, ilk hidayet tohumunun o yıllarda kalbine nasıl düştüğünü şöyle anlatmaktadır: “1901 senesindeyiz.5 Kastamonu İdadi mektebi’nin ikinci sınıfına girelim. Yani rüşdi 2. Farisiye bu sınıfta başlıyorlar. Farisi hocası İskilipli Osman Efendi biraz Gülistan okutuyor, sonra müteferrik metinlerden parçalar veriyor. Bir gün tahtaya yazdığı birkaç beyit beni tutuşturmaya kafi geldi. Dershaneyi ve siyah tahtanın bulunduğu noktayı, daha dün olmuş gibi, hatta şimdi oluyor gibi pek güzel hatırlıyorum. Şöyle bir sernâme yazdırıyor: Mevlânâ Celâleddin-i Rumi kaddesellahu sirrehussami fermayed: “Bişnev in ney çün şikâyet mi koned Ez cüdâyîhâ hikâyet mi koned Kez neyistân ta merâ bobrideend Ez nefîrem merd ü zen nâlideend Sîne hâhem şerha şerha ez firak Tâ begûyem şerh-i derd-i iştiyâk Talebe arasında sessiz, çelimsiz bir çocuk var. Tabiatı hüzne mail, dert ve gam müptelası bir çocuk. Adı Diyamandi. Anadolu söylenişiyle ona Yemandi diyorlar. Şahlar güzelinin güzel ismi söylenir söylenmez Yemandi’nin içinde ani bir infilak oluyor, çocuk derinden sarsılıyor ve o andan itibaren tatlı tatlı yanmağa başlıyor. Yanmaya başlıyor, fakat bunu seneler geçtikten sonra anlıyor. Anlıyor ki yanmaya başlamış da haberi yok. ”6 Mevlânâ ismi bana pek tatlı geldi. Beyitler beni pek derinden sarstı. Son beyit sinemi hakikaten şerha şerha etmişti. O andan itibaren tatlı tatlı yanmağa başladım. Şiddetle yakan fakat anne bûsesi kadar tatlı gelen alevler iç âlemimi kaplamıştı. Bunu hiçbir kelime ile anlatamayacağım.”7 “Demek oluyor ki aşkın Sultanı, mübarek isimleri tahtaya yazılırken mübarek nazarlarını gönlüme çevirmiş, orada hiç sönmeyecek yangını yakmış, aşkının oklarını sineme saplamış. Bu macera kelimelere sığmaz. “Kanlı yol”un maceralarıdır.” 8 İdadi’deki edebiyat hocası Sıddık Efendi Diyamandi’deki şiire olan kabiliyeti sezer ve onunla özel olarak ilgilenir. Bir ders Diyamandi’nin sırasına şu beytin yazılı olduğu bir kağıt koyar; 4 Özdamar, Yaman Dede, s. 328. Yaman Dede bir mektubunda tam olarak yaptığı hesaplamaya göre o zaman on dört yaşında olduğunu belirtir. (Özdamar, Yaman Dede, s. 317). 6 Özdamar, Yaman Dede, s. 427. 7 Özdamar, Yaman Dede, s. 17-8. 8 Özdamar, Yaman Dede, s. 388-9. 5 3 “Müsteidd-i feyzi Allâm zerrede ekvân görür Hubb-i fillâh nazrasıyla herkesi canân görür” Bu beyte birkaç beyit ilave ederek bir gazel meydana getirmesini ondan ister. Gazeli birkaç gün içinde yazan Diyamandi’nin o gazelden hatırında kalan iki beyit şöyledir: “Atf-ı enzar eyleyince âsumana, kevkebe Beht-ü hayret bâdesinden âlemi sekrân görür. Seyreder zâhirde gerçi kainâtı her bakan Hep bu ulviyyâtı ammâ bence çeşm-i can görür.”9 Gazeli okuyan hocasının Diyamandi’ye cevabı şöyle olur: Aferin yavrum güzel, hem de pek güzel Manevi sûrî füyuzun berter etsin Lemyezel (Manevi sevinç ve ilhamlarını artırsın Allah) Hz. Mevlânâ’dan aldığı üveysi feyiz bu yıllarda Diyamandi’nin duygu hassasiyetine, estetik zevkine ve şiire yönelik istidadına da tesir eder. Daha sonraki yıllarda bu dönemdeki şiirleriyle ilgili şu değerlendirmede bulunur: “Hidayet nurunu aldıkça halim değişmeye başladı. 15-16 yaşlarında yazdığım şiirler baştanbaşa hüznü ve elemi terennüm eder... Bir misal de 20-21 yaşların ilhamlarından veriyorum. Mektep arkadaşlarımdan birine vermiş olduğum resmimin arkasına şu mısraları yazmıştım: “Mahvolur bir gün vücûdum, nûr-i çeşmim söner. Mahvolur ekdâr-i dil, ma’dum olur âlâm-ı can. İntifa bulmak bilir mi şûle-i hubb-ü vedâd. Perde-i zulmetle mestur olsa zîr-ü âsümân. Resm-i hüznâlûduma atfeyle gâhi bir nazar Muhterik bir kalbi yâd et, rûh-i zârı şâdmân. (Bir gün vücudum mahvolur, gözlerimin nuru söner, gönlün kederleri mahvolur, canın elemleri yok olur. Yer ve gök karanlığın perdesiyle örtülmüş olsa sevginin ve dostluğun alevi söner mi? Hüzünlü resmime bazen bak, yanık bir kalbi hatırla. Ağlayan ruhu şâd et)” 10 Diyamandi, Kastamonu İdadisini birincilikle bitirir. İdadi yıllarında Arapça ve Farsça derslerine çok düşkün olduğundan kendisine Diyamandi/Yemandi11 Molla ve Hoca Yemandi denilir.12 Bu dönem iki yıl kadar da medrese eğitimi alır. İdadi’nin son yılında yapılan Arapça imtihanı ile ilgili şu hatırasını nakleder: Arapça’ya düşkünlüğümü bildiklerinden iyice imtihan etmek için beni en son imtihana aldılar. İmtihan komisyonundaki üyelerden (o zamanki adıyla mümeyyizlerden) Nasrullah Medresesi Müderrisi Hacı Mümin Efendi adeta hatamı bulmak için epey uğraştı. Sınav tam bir buçuk saat sürdü. Sorulara verdiğim doğru cevaplar neticesinde aferin dedi. Aynı zamanda medreseye de giderek kendisinden ders alabileceğimi söyledi. Diyamandi bu fırsatı kaçırmaz. Mümin Efendi’nin medresesine devam eder, okutulan ilimleri tedris eder. Altı ay daha devam etmesi halinde icazetnâme almış olacağını belirtir. Ancak Hukuk tahsili için İstanbul’a hareket etmesi gerektiğinden Kastamonu tahsili burada sona erer.13 9 Özdamar, Yaman Dede, s. 19. Özdamar, Yaman Dede, s. 84. 11 Diyamandi isminin Anadolu’da bu şekilde söylendiğini belirtir. (Özdamar, Yaman Dede, s. 18). 12 Özdamar, Yaman Dede, s. 145, 320.. 13 Özdamar, Yaman Dede, s. 21. 10 4 Diyamandi, 1909’da 22 yaşındayken İstanbul Hukuk fakültesindeki tahsiline başlar ve 1913’de Hukuk mektebinden mezun olur.14 Avukatlık yapmaya başlar. Fakülteden mezun olur olmaz oğullarının dini durumundan endişe duyan anne ve babası Diyamandi’yi Fener Rum Patrikhanesi cemaatinden dindar bir Hıristiyan ailenin kızı ile evlendirirler. Bağlarbaşında oturan ailenin bu evlilikten bir kızları olur. Diyamandi bu esnada ilim tahsiline devam eder. Kassâm müşavirliği15 yapan Tevfik Molla’dan Arapça ve fıkıh dersleri almaya devam eder. Hanefi fıkhının temel kitaplarından biri olan Mültekâ’yı bu zattan okuduğunu belirterek şöyle der: Hocam dersi takrir ederken Kudurî ve Dürer ismindeki eserlere de bakıyordu. Ben de dersimi hazırlarken Damad adındaki şerhten faydalanıyordum.16 Bu arada Diyamandi’nin yolu Ahmet Remzi Dede ile kesişir.17 Ondan Mesnevî okur.18 Diyamandî bu süreci şöyle anlatır: Merhum ve mağfur Ahmet Remzi Dede’den Mesnevî okudum. Ufkum son derecede genişledi. İmanım da o nispette kuvvetlendi. Koca Mevlânâ’nın büyüklüğü karşısında ürpermeye başladım. Koca Sultan, Mesnevî’de mikrobu serumu haber veriyor, bu hayata gözlerini kapayacağı yılı da (ebced hesabıyla) bildiriyordu. Bu itibarla, maneviyat âleminin yüce bir sultanı olduğu muhakkaktır. Mesnevî’nin görebildiğim derinlikleri karşısında gözüm kararıyor, korkuya benzer hisler bütün benliğimi kaplıyordu. Bütün derinliğini görmenin imkânı yoktu. Bu hususta en ziyade salahiyet sahibi olanlar bile acze düşmüşlerdi. Evet gözüm kararıyordu... derken, aşkın alevden ummanı beni alıp götürüyordu. Bu umman ortasında adeta ceviz kabuğu idim. Aşkın sultanı birden susuyor. Bu defa sanki varlık, derin iniltilere inkılap ediyordu.. Mesnevî’yi bitirdim. Daha doğrusu Mesnevî beni bitirdi. Hazret-i Şârihin (Ankaravî’yi kast ediyor) şerhini de tamamladım. 19 “Zaten Mevlânâ’yı biraz okuyup da O’na akmamanın imkânı yok. İslamiyetin güzelliklerini öyle almış öyle aksettirmiş ki insan adeta buhara inkılab ediyor…”20 Mesnevî hocası Ahmet Remzi Dede ile aralarında özel bir bağlılık bulunmaktadır. Remzi Dede kendisine Yamandi Molla diye hitap eder. Yamandi Molla’ya vakti gelince Mesnevîhanlık icazetini ve Yaman Dede unvanını veren de Ahmet Remzi Dede’dir.21 Yaman Dede üstadı Ahmet Remzi Dede’ye pek çok şey borçlu olduğunu çeşitli vesilelerle ifade eder.”22 Yaman Dede bu süreçte imanının tahkike erişmesinde ve kuvvetlenmesine vesile olan bazı olaylardan bahseder. Örnek olarak bunlardan bir kaçını zikredelim. 14 Özdamar, Yaman Dede, s. 67. İslam hukukunda mirasın taksimini tespit ve karara bağlayan vazifeli. 16 Özdamar, Yaman Dede, s. 22. 17 Zira Ahmet Remzi Dede 1909 yılında Kastamonu Mevlevihanesi şeyhliğine 1919’da da Üsküdar Mevlevihanesi postnişînliğine getirilir. 18 Özdamar, Yaman Dede, s. 412. 19 Özdamar, Yaman Dede, s. 24-5. 20 15.12.1959 tarihli “Tarih Coğrafya Dünyası” adlı aylık dergide Sadi Borak’ın Yaman Dede ile yaptığı röportajdan. Özdamar, Yaman Dede, s. 145. 21 Özdamar, Yaman Dede, s. 413. 22 Özdamar, Yaman Dede, s. 448. 15 5 Yaman Dede Galata Mevlevihanesinin son şeyhi Ahmet Celaleddin Dede ile ilgili bir hatırasını şöyle nakleder: “Mevlevi şeyhi Ahmet Celaleddin Dede Efendi’yi arada sırada ziyaret ederdim. Bir gün mutlakiyet devri paşalarından olan bir zattan bahisle paşanın davetlerine pek icabet etmediğini anlattı. Aklımdan şöyle bir sual geçti. “Acaba niçin icabet buyurmuyorlardı?” Derhal bana döndüler: “Efendim, malum ya o devirde bu gibi ziyaretler jurnal mevzuu olurdu; bu sebeple icabet etmek ihtiyata muvafık düşmezdi, değil mi efendim?” dediler. Aklımdan geçen sualin kendilerine malum olduğu besbelliydi.” 23 Yine başından geçen bir başka olayı şöyle anlatır: “Bir gün ziyaretine gittiğim bir dost evinde başka misafirler de vardı. Bir aralık yandaki odaya gittim namaz kıldım. Odada benden başka kimseler yok. Duada Cenab-ı Hakk’a: Yarabbi, filan kulunun üzerindeki belayı ondan al, bana ver! diye yalvarıyorum. Sonra hep birlikte oturduğumuz odaya geçince, hazirundan bir zat bana şu ihtarda bulunuyor: Evladım, senin yaptığın dua yanlıştır. Doğrudan doğruya belanın kaldırılması için dua etmen lazımdır!24 Yaman Dede merhum Avni Konuk (1868-1938) ile de görüşme fırsatı bulmuştur. Vefatından sonra Konuk hakkında mektupcu Osman Bey’den dinlediği bir olayı Yaman Dede şöyle anlatır: “Avni Bey merhum, gençliğinde merhum ve mağfur Esad Dede’den Mesnevî okuyor, sohbetinden feyiz alıyordu. Derse başlamadan önce Dede’nin kahvesini Avni Bey pişirirdi. Bir sabah boy abdestine ihtiyacı olduğu halde temizlenmeden derse gider. Kahveyi hazırlamaya teşebbüs edeceği sırada Dede hemen müdahale eder: “Bugün ben pişireyim, sen elini sürme!” der. Kahveden sonra Dede Avni Bey’e döner: “Her gün Mesnevî okuyoruz. Bugün başka bir kitap okuyalım. Şu dolaptan bir kitap çekiver!” der. Avni Bey bir kitap çeker. Çekilen kitap ilm-i hâl kitabıdır. Gelişi güzel bir sayfa açmasını emreder. Avni Bey açar: Guslün farzları! Avni Bey o zamana kadar üstadının ilmî mertebesinden haberdarmış. Aynı zamanda manevi kemalat sahibi büyük bir zat olduğunu bilmiyormuş.”25 Hz. Mevlânâ Allah dostlarının cevasisu’l-kulub (kalp casusları) oluşundan bahseder. İşte yukarıda anlatılanlar bu niteliğin vakıalarıdır. Yaman Dede bu tür kerametlerden bahsetmesinin gerekçesini şöyle açıklar: “Keşif ve keramet vadisinde çok daha muazzam tecellileri kitaplarda okudum ve başkalarından da işittim. Fakat bu satırları evliya menakıbından bazılarını hikâye etmek için değil, önce de işaret ettiğim gibi bu tecellilerin imanı takviye hususunda büyük tesirlerini arz etmiş olmak için yazıyorum. Bu kadar misal herhalde kâfidir sanırım. 26 Yaman Dede’nin bu ifadeleri yine Âşıklar Sultanının şu tavsiyesinin 20 asırdan yükselen feryadından başka bir şey değildir: “Ey to cûyâ-yi nevâdir-i dâstân Hem fesâne-yi ışkbazân ra behân” (Ey duyulmamış, eşsiz hikâyeler arayan, âşıkların hikâyesini oku). 27 Yamandede 20 yıla yakın avukatlık yapar. Yaman Dede daha sonra avukatlığı bırakarak öğretmenliğe başlar. 1931’de Üsküdar Rum karma ilkokulunda Türkçe Kültür 23 Özdamar, Yaman Dede, s. 83-4. Özdamar, Yaman Dede, s. 82-3. 25 Özdamar, Yaman Dede, s. 83. 26 Özdamar, Yaman Dede, s. 84. 27 Mesnevî, c. VI, b. 1778. 24 6 derslerine girer. Bu yıllar Yaman Dede’nin çok sevdiği hanımı, kızı ve muhitiyle irtibatının zayıfladığı yıllardır. Yaman Dede geçirdiği bu dönüşümün en yakınındakiler tarafından anlaşılamaması nedeniyle kendi evinde gurbeti yaşar. Bir mektubunda bu döneme dair şöyle der: “Muhitimin iç âlemime tamamıyla yabancı olmasından bir gurbet meydana geldi. Gurbetlerin en acısı… Etrafımda benim için canlarını vermek isteyen iki mahlûk. Ben de derdi bilinemeyen bir hasta. Mevlânâ aşkıyla yanmakta olduğumu biraz anlıyorlardı. O Sultanın mübarek ve tatlı isimleri zaman zaman bir inilti halinde sinemi kanatır, kavrulan dudaklarımı tutuştururdu. Etrafımda da az çok akisler bırakıyordu. Fakat bu akisler güzel bir sözün, güzel bir şiirin bıraktığı akislerden ileri gitmiyordu. Mevlânâ’yı sevmek de onların sevgisinden alıp o Sultana vermek, onların gönlümdeki yerinden o Canan’a yer ayırmak mahiyetinde görülüyordu. Allah aşkı mefhumunu yalnız biz anlıyoruz. Allah’a âşık olmayı zâhir uleması veya rusûm uleması diye andığımız hocalar da kavrayamıyorlar.”28 Yaman Dede’nin belirgin hususiyetlerinden biri hiç kimseye yük olmak istemeyişi ve külfetsizliğidir. Yaman Dede bu hususiyetini şöyle ifade eder: “Size zaman zaman kendisinden bahsettiğim bestekâr bir dostum var; iki manzumemi bestelemiştir. Onun Edebiyat fakültesine devam eden kızı bu fakire “kırk vesvese Dede” der. Ben de, kırkbin vesvese Dede olayım da hiçbir kimseyi kırkbinde bir bile rahatsız etmeyim. Yine aynı endişe iledir ki dostlarımla aramda lokma kavgası vardır. Dünyadaki ekmek kavgasının makûsu olarak lokmadan kaçma kavgası. Herhangi bir ziyaretimde isterim ki hiçbir şey ikram olunmasın. Benim için ikramın en büyüğü hiç olmamasıdır. Kahveyi nasıl arzu ettiğimi sordukları zaman: Şekersiz, kahvesiz, susuz… derim. Yerine göre kahveye çoktan sulh oluyorum ama, bu mevsimde uzak mesafeli ziyaretlerde –hayfa ki- yalnız kahve ile yakayı kurtarmak mümkün olmuyor. Lokmasız kurtulmak için binbir mazeret kullanıyorum, bazen tutuyor, bazen de tutmuyor. Derdimi anlatabilmek ve bir fikir verebilmek için Üsküdar’daki çocuğumdan şimdiye kadar bir bardak su istememiş olduğumu söylüyorum. Üzüldüğümü sezenler pek üzerime varmıyorlar, beni serbest bırakıyorlar, geniş bir nefes alıyorum. Geçenlerde bir zat kaleyi içinden aldı; yemek yiyelim demedi de lokma edelim dedi. Âşıklar sultanının tabirini kullandı. Boynumu bükerek (dahilek) dedim. Arz-ı dehalet; arz-ı teslimiyet ediyorum demek.”29 Başlangıçta ailesini üzmemek için ibadetlerini gizlice yapmaya çalışır. Öğrencilerinden gelen mektuplar ailesinde sıkıntıya sebep olduğundan ailesini üzmemek için mektup adresini halinden anlayan bir komşusunun adresi üzerinden dolambaçlı yollardan vermektedir. Vasıtalı adres vermesinin sebebi bilinmeyince öğrencilerini kırma endişesinden dolayı öğrencilerimi kırarım endişesiyle bunu da onlara izah etmektedir. Ayten adındaki öğrencisine yazdığı mektubunda bu süreçle ilgili şu satırları okuyoruz: “… Evde telefonda var; aynı sebepten telefon numarası da veremiyorum. Size evden telefon etmiştim, adımı söylemeksizin edebiyat muallimi demekle iktifa etmiştim. Kalp kırmamak için sıkıntılara katlanmak lazım; ne çare. Kedinin kalbini kırmak istemem. İnsan kalbi nasıl kırılır? Halimi anlayamadıkları ve hazmedemedikleri için sonsuz ıstıraplara düştüler. Bu fakire de başkalarının ıstırabı da saadeti de artarak pek çok artarak akseder. Şunu da söylemek isterim ki ıstırabın pek muazzam bir nimet olduğunu anladım. Bu derin bir mevzudur… Manzum ve mensur bazı yazılarımın daha iyi anlaşılması için bu maceranın bilinmesi lazımdır. Onun da zamanı gelir. (Hâl-i sekrim zâil olmaz târumar olsam da ben) mısraı ile başlayan gazel ve (Bahtiyar sürgün) başlıklı nesir parçası bu 28 29 Özdamar, Yaman Dede, s. 314-6. Özdamar, Yaman Dede, s. 280-1 7 sonsuz ıstıraplarımın eşsiz zevklerini terennüm eder. Onlara ıstırap vermemek için evde sahura kalkmadan gizli oruç tuttum, gizli namaz kıldım. Herkesin uğramadığı camilerde namazlar kıldım. İstanbul’un sapa yerlerindeki camileri belki benim kadar bilen yoktur. Bazen bu camilerde de beni tanıyan birini görerek namaz kılmadan boynum bükük yetimâne geri döndüğüm olurdu. Gerçi işi resmiyete ve aleniyete dökmeden de namaz kılmakta dinen bir mahzur yoktur. Fakat bunu herkese nasıl anlatmalı. 30 Yaklaşık kırk yıl dinini etrafından gizlemek zorunda kalan Yaman Dede o yılları anlatırken en zorlandığı şeylerden birinin Ramazan’da akşam yemeklerini iftar vaktine denk getirmeye çalışmak olduğunu belirtir. Yaman Dede’nin bu yıllardaki dostlukları da genelde Müslüman Türklerden ibaretti. Kendisi bu durumu şöyle anlatır: “… İstanbul’da uzun bir müddet yakın dostlarım arasında Molla Bey diye anıldım. Zaten bütün dostlarım Müslüman Türklerdi. Üsküdar’daki evimize paskalya tebrikine gelenler de ekseriyetle İmamlar ve Hocalar olmak üzere hep onlardı. Refikam böyle ziyaret günlerinde, misafir gelir demezdi de, bugün Şeyhler, Hocalar gelir derdi.”31 Yaman Dede 20 Mayıs 1939’da Hz. Mevlânâ’nın türbesini ziyaret eder. Bu ziyaretle ilgili şöyle der: “Âşıklar kabesini ziyaret ettim. Ziyaret bahsini geçiyorum. Orada duyduklarımı, hissettiklerimi nasıl anlatabilirim? Kelimeler aciz. Bu fakir, naçiz ne söyleyebilirim? 32 Yaman Dede’nin bu ziyaret esnasında içten içe yanan duyguları bir müddet sonra iki manzume ile ruhundan patlayan bir volkan gibi taşar. İşte o iki manzume: Canânımın33 Harîminde34 (Mevlânâ’nın Huzurunda) Geldim sana kan ağlayarak, sızlayarak bak Aşkınla yanan benliğime durma, hemen ak Ak, sönmesin ateş, alevim dinmesin ancak Ağlat beni, inlet beni, ta haşre kadar yak. Artır, ne olur, ateşini bağrımı dağla Yansın bu vücudum, fakat eksilmesin asla Hicran ile yak, vasl ile yak, aşkına bağla Ağlat beni,inlet beni,ta haşre kadar yak!... Aşağıdaki manzume ise yukarıdakini tamamlar mahiyettedir. Ağlatma Beni Yak sinemi ateşlere, efgânıma bakma Ruhumda yanan ateşe nîrânıma bakma Hiç sönmeyecek aşkıma imanıma bakma Ağlatma da yak, hal-i perişanıma bakma!... Ağlatma ki âlamımı tahfîfe de başlar, Ağlatma, serinletmededir bağrımı yaşlar; Rahmetme sakın, gerçi dayanmaz buna taşlar; Ağlatma da yak, hal-i perişanıma bakma. Yaşlar akarak belki uçar zerresi aşkın Ateşle yaşar, yaşla değil yaresi aşkın 30 Özdamar, Yaman Dede, s. 277. Özdamar, Yaman Dede, s. 64. 32 Özdamar, Yaman Dede, s. 25. 33 Yaman Dede Hz. Mevlânâ için kullandığı Canân tabirini Şeyh Galib’den aldığını belirtir. (Özdamar, Yaman Dede, s. 158). 34 Sevgilimin özel odasında. 31 8 Yanmaktır efendim biricik çaresi aşkın Ağlatma da yak, hal-i perişanıma bakma!.. Yaman Dede âşıklar Kabesini ziyaretinden üç gün sonra 23.5.1939 tarihinde Ankara Radyosunda Galata Mevlevîhanesi hücrenişînlerinden ve Şeyh Gâlip Dede’nin yakın dostu olan Esrâr Dede’yi (ö. 1796) anlatan bir konuşma yapar. Dönemin siyasi konjonktürü itibariyle bu tür bir konuşmanın Ankara Radyosunda yapılmış olması hayli önemli ve dikkat çekicidir. Yaman Dede’nin resmi olarak henüz Diyamandi ismini taşıyan bir Hıristiyan olarak görülmesi olumsuz tepkilerin önüne geçmede zahiri sebeplerden biri olarak etkili olmuştur denilebilir. Konuşma birçok olumlu tepki alır. Daha sonra bir mecmuada yazılı olarak neşredilir. Dönemin tanınmış edebiyatçı ve şairlerinden biri olan İbrahim Alaaddin Gövsa, Yaman Dede’nin Esrâr Dede’yi anlattığı konuşmasını ve bazı şiirlerini okur. Akabinde 3.9.1940 tarihli Yedigün mecmuasında Yaman Dede’ye açık bir mektup yazarak ona olan takdir ve iltifatlarını belirtir. Yaman Dede İbrahim Alaaddin’e yazdığı cevabi mektubunda şöyle der: “… O büyük iltifatlarınız o Ulu Sultan’a racidir. Ben, bir kamış parçasından başka bir şey değilim. Bin bir yaralı bir ney. Dudaklar Onun, O üflüyor. Yaralı bir gönülden hazin ve dertli bir ses geliyor. … Her şeyden ve candan geçtim. Bir damla su, bir damla göz yaşı idim, denize intikal ettim. Fatiha istiyorum. Hüvelbaki! 13, 14 yaşlarında bir çocuktum. Ona aktım: Mesnevî’nin baş tarafından bazı beyitleri vermişlerdi. Mevlânâ ismi bana hiç de yabancı gelmemişti. Tatlı yakışlarla ruhuma nüfuz etti. Bundan bir yangın çıktı. O yangından ben çıktım. (Velba’su ba’de’l-mevt) sırrına erdim. En büyük âşıka en büyük aşk ile bağlandım. Artık, yalnız O’nu söylemek istiyorum. Heyhat! Söylemeğe mecalim, susmaya tahammülüm yok. Geçen gece rüyada anlatıyordum. Galiba ömrüm sonuna kadar artık yalnız O’nu söyleyeceğim. Başka her ne söylemek istesem, ağzımdan Mevlânâ çıkıyor.” 35 Yaman Dede birçok manzumesinin ilhamını Âşıklar Sultanı’ndan aldığını açıkça ifade eder. Yaşadığı bir vakıayı Dede’nin kendi ifadelerinden misal olarak dinleyelim: “30 Mart 1941 Pazar sabahı erken uyandım. Ortalık henüz ağarmaya başlamamıştı. İçimde şiddetli bir teessür, fakat sebebi meçhul!.. kalbimden dan damlıyor, bütün benliğimi tatlı bir alev yakıyordu. Sabaha kadar ağlamış gibiydim… gözlerimi tekrar yumdum. İç âlemime gömülmek, hiçbir şey düşünmeden saatlerce hareketsiz kalmak istiyordum… sanki kalbim durmuştu, sanki nefes almıyordum!.. Aradan ne kadar zaman geçti, bilmiyorum. Gözlerimden yakıcı damlalar fırlamaya, ruhuma şu mısralar damlamaya başladı. Anladım ki benim ulu cananım geceden gelmiş, ruhumu neşterlemişti. Ruhum kanıyordu!.. ve bu kanama neticesinde “Didarını göster” başlıklı manzume doğuyordu. 36 Manzumenin bir dörtlüğünü okuyalım: “Sultan Veled’in pâyina düştüm de geçende Sordum seni ahım yanarak kalb ü dehende Bir kerrecik olsun gelerek hâbıma sen de Göster bana didârını gel ey Ulu Sultan.” 35 36 Özdamar, Yaman Dede, s. 55-6. Özdamar, Yaman Dede, s. 58. 9 Anlattığı diğer bir vakıasından Yaman Dede’nin bu isteğine Ulu Sultan’ın icabet ettiğini anlıyoruz. Bu vakıasını yine Yaman Dede’mizin kendi ifadelerinden okuyalım: “Korkunç bir karanlık! Ben nerdeyim. Sonsuz karanlıklar beni çekiyor. Yuvarlanıyor gibiyim. Şimdi bembeyaz bir âlem… Yükseklerdeyim başım dönüyor. O karanlık yerlerden bu bembeyaz âleme nasıl geçtim’ O derinliklerden bu yüksekliklere nasıl çıktım? Ne zaman çıktım? Yıldızlar yerde kaldı. Ben onların üstündeyim. Onlar yeryüzüne iliştirilmiş kandiller gibi görünüyor. ....... Rakseden bir nur ve renk alemi… … Bir hayal belirdi. Sonra yine silindi ve yine belirdi… ve işte bütün şaşaası, bütün ulviyet ve ihtişamıyla Mevlânâ göründü!.. Başını yana eğmiş, gözleri kapalı nayını üflüyordu. Aman Allahım, o ne dilsuz lahin-ilahi!.. Neyin derinliklerinde inleyen nağmelerin ateşten daha acı olduğunu orada anladım. Kirpiklerinin ucunda bir elmas37 pâre göründü, parıldadı, titredi. İşte yavaş yavaş süzülüyor ve işte tabahhür etti. Firak ve hicranın en sûzişli maceralarından birini anlatıyor. Davudi bir lahn ile pest perdeden söyledi, söyledi. Hatıratını sıralayabilmek ve hıçkırıklarını yenmek için tevakkuflar geçiriyor. … Niyazkar nağmeler, hıçkıran nağmeler… Nihayet yavaş yavaş indi, indi hafif cevelanlar yaptı, teslimiyet ve feragat ifade eden nağmelerle söndü. O anda nazarlarımız karşılaştı. Sabit ve derin bakışlarla beni uzun uzun süzdü… Gözlerinde her an değişen manaları kavramaya uğraşıyorum! .... Bu nazarlardan yağan kıvılcımlar ruhumu tutuşturuyor. Feryat etmek istedim, sesim çıkmadı. Başımı çevireyim dedim, kıpırdayamadı. Yıldırım darbesine uğramış gibi sendeledim. O başını arkaya doğru kaldırdı, nayı ile bana geriyi gösterdi. Geri dönmemi emretti. Çağrılmadan gelmişim, dönmek lazımmış bunu anladım. … Etrafımı rengârenk sis tabakaları kapladı, yine rengârenk kandillerin tenvir ettiği sis tabakaları… Sonra, kanat darbelerinden çıkan garip bir musiki. Gidiyor muyum, duruyor muyum, fark edemiyorum. Kanat darbeleri uzaklaşıyor. Sisler yavaş yavaş sıyrılıyor... yeryüzündeyim. Nasıl gittiğimin farkında olmadığım gibi, nasıl döndüğümü de anlayamadım. Dünya ile ahret arasındaki yolları ve gidiş geliş tarzını anlamaya ruhsat yok. Kim bilir ne için? Şimdi içimde ince bir yaranın derinden gelen sızılarını, ruhumda ağlayan bir hicranın hıçkırıklarını seziyorum:”38 Yaman Dede 1940 ve 41 yıllarında Sen Lui Fransız Ruhban okulunda Türkçe derslerine girmektedir. Ruhban okulundaki rahip adaylarına Mevlânâ sevgisini nasıl aşıladığını şöyle anlatıyor: “Öğrenciler arasında Mevlânâ aşıkları, Fuzuli hayranları yetişti. Dersten çıkma zili çalınca hançer darbesine uğramış gibi derinden ah çekenler olurdu. Mesnevînin baştaki 18 beytini ve diğer bazı beyitlerini yanarak okuyorlardı..... 37 Yaman Dede’nin Rumcadaki Diyamandi ismi elmas anlamına gelmektedir. Acaba Mevlânâ’nın kirpiğinde görülen bu elmasın bununla irtibatı kurulabilir mi? 38 Özdamar, Yaman Dede, s. 43-7. 10 Onlara şu yolu gösterirdim: Mesele imam veya papaz olmakta değil, imam camide, papaz kilisede vaaz verirken taşlar dile gelmeli. Çalışın böyle bir vaaz verin, bu fakir hocanız iftiharla gelir elinizi öperim.” 39 Yaman Dede derslerde Hz. Pîr hakkındaki hassasiyetini de bir mektubunda şöyle ifade eder: “Derslerimde, çocuklarım tarafından bir arzu gösterilmeden bu bahsi (Mevlânâ bahsini) açmaya çekiniyorum; korkuyorum ki sıkılanlar olur O Sultanın ruhu incinir. Onun büyük ruhunu bir an için ve pek cüz’i bir derecede incitmektense diri diri yanmama razıyım, can atarım.”40 Ve tarihler 12 Şubat 1942’yi gösterdiğinde Yaman Dede yaklaşık 40 yıl önce gönlüne düşen hidayet tohumunu artık resmiyete dökme ihtiyacı hisseder.41 Diyamandi Keçeoğlu Mehmed Kadir Keçeoğlu olur.42 Kendisi bu süreci şöyle anlatır: “İşte böyle saklı devam ederken Himalaya dağı kadar bir dalga geldi beni aldı götürdü. Yunus Emre’nin dediği gibi beni benden aldılar. O hale gelmiştim ki Müslümanların diri diri yakıldığı bir vahşet diyarında bulunmuş olsaydım ortaya atılacak ve zevk ile yanacaktım.”43 Yaman Dede’nin Müslüman oluşunu 15.2. 1942 tarihli Tasvir-i Efkâr Gazetesi şöyle haber verir: Yaman Dede İhtida Etti Mevlânâ Celâleddin-i Rumi’ye adeta âşık derecesinde merbut ve küçüklüğünden beri Mevlânâ’yı tetkik ile tanınmış olan Kayserili Diyamandi Keçeoğlu, edebiyat âlemimizce tanınmış bir simadır. Mevlânâ’ya olan aşkını, yazdığı bütün şiir ve nesirlerini tasavvuf cezbesiyle kaleme almıştır. Kendisi Yaman Dede lakabıyla anılır. Şimdiye kadar kalben tam bir Müslüman olan Yaman Dede, hükümete müracaatla resmen ihtida ederek muamelesini ikmal etmiş ve Mehmed Kadir ismini almıştır.” 44 İsminin değişmesiyle birlikte girilen yeni dönemi ise Yaman Dede şöyle anlatır: “İsmimle birlikte aile hayatım da değişti. Bir çile devresi başladı. Şikayet değil, hikayet. Kimseye söylenecek tek bir kelime yoktur. Zalike takdirül Azizil Alim” 45 “Ondan sonra Ortodoksluk çevresinden bir kin tufanıdır koptu.” 46 “Bana çok bağlı olan refikam ve kızım bu vaziyeti hazmedemediler. Patrikhane bu haberi alınca altüst olmuş. Refikama telefon ederek bildirmişler ki, kendi dinleri, bir Müslüman ile bir tavan altında yaşamaya müsait değildir.” 47 Bu durumu Yaman Dede’ye bildirdiklerinde Dede yuvasını bozmamak için farklı evlerde yaşayabileceklerini söyler. “Hatta dinleri aynı şehirde bulunmamıza da müsait değilse onlar üzülmesin diye, İstanbul’dan da ayrılabileceğimi, Erzurum’a kadar yolumun açık olduğunu söyledim.” 48 Ancak Dede’nin bu teklifleri kabul görmez. Aileye etraftan gelen baskılar sonunda Yaman Dede evi terk etmek zorunda kalır. Olayı şöyle anlatır: 39 Özdamar, Yaman Dede, s. 368-9. Özdamar, Yaman Dede, s. 3-4. 41 Özdamar, Yaman Dede, s. 79 42 Özdamar, Yaman Dede, s. 79 43 Özdamar, Yaman Dede, s. 277. 44 Özdamar, Yaman Dede, s. 66-7. 45 Özdamar, Yaman Dede, s. 64. 46 Özdamar, Yaman Dede, s. 369. 47 Özdamar, Yaman Dede, s. 65. 48 Özdamar, Yaman Dede, s. 65. 40 11 “Vaziyetim başkalarını feda etmek şeklinde değildir. İdealim için kimseyi feda etmedim. Diri diri yakacaklarını bilsem içimdekini saklayamaz hale geldim. Bundan dolayı benimle birlikte yaşamayı kendi dinlerine aykırı buldular. Bizde illallah yok, eyvallah var dedim. Dinleri, bir şehirde bulunmamıza da müsait değilse İstanbul’dan da uzaklaşabileceğimi, Erzurum’a kadar yolumun açık olduğunu söyledim. Şubat ortalarında, karlı bir gecenin saat dokuzunda Üsküdar’ın Selamsız yokuşundan bir gölge gibi iskeleye doğru süzüldüm, aktım. İçimden de kanlar aktı, uzun zaman aktı. Başka bir şey için değil, onlar ıstıraptadır diye. Başkalarının ıstırabı da, sevinci de bana büyüyerek aksediyor. Ben bir ceviz kabuğu gelen ise Himalaya kadar muazzam bir dalga. (Dest-ü payi bağlıdır biçare kurban neylesin.) Tepeme bir yıldırım düştü, alevler içinde kaldım. Kimseyi feda etmedim, yalnız yandım.”49 “Hal-i sekrim zâil olmaz, Târumar olsam da ben!.. gazelini şimdi daha iyi anlayacaksınız.” 50 Şimdi Dede’nin bu ıstırap dönemine ait duygularını terennüm eden bu gazelini okuyalım: “Hâl-i sekrim zâil olmaz târ-ü mar olsam da ben Neşvedârım, gussa bilmem dâğzâr olsam da ben. .... Bir harâb ender harâbım şehriyâr51 olsam da ben. Kabrimin topraklarından bûy-i müskir yükselir. Bitse ömrüm, dursa kalbim, hâksâr olsam da ben.”52 Yaman Dede ailesinin durumunu da şöyle anlatır: “Refikam ve çocuğum, ölümümün vereceği acıdan çok daha ziyade elem ve ıstırap duydular, refikam o kadar ağladı ki gözlerinde yaş kalmadı.” 53 Evinden ayrıldıktan sonra Yaman Dede kızkardeşinin yanında kalmaya başlar.54 Cemaat ve aile çevresinin ihtidasına ilişkin bakışlarını ve kendi değerlendirmelerini ise Yaman Dede şöyle aktarır: “O (kızım) kendi zaviyesinden beni şöyle görüyor: Mecnunane hareketiyle kızının şeref ve haysiyetini kırmış şefkatsiz bir baba. Ona nazaran ben buyum. İşte ben buyum. Çünkü içinde bulundukları camiaya göre bir kimse hangi dinde doğarsa o dinde kalmaya mecburdur; kalmayıp da çıkanlara son derece kötü nazarla bakarlar; kızını kimse almaz… Annesi de en ziyade onun için üzülüyor: benim kızımı kim alır? .... Galiba oynattı demişler. Dedim ki: Eyvallah! Elhamdülillah ki gayr-ı ifakat bir cünuna müptela oldum. Fakat cinnetin böylesine canlar kurban. O zaman bir taharri memuru (mefettiş) tahkikata gelmiş, bizimkilerden sormuş, niçin Müslüman oldu diye. Arada bir aşk macerası olup olmadığını sormuş; hayır demişler, öyle bir sebep yok. Sarımtırak kâğıtlara basılmış kitaplardan başını kaldırmazdı, bu hal oldu. Anlaşıldı, kafası çatlamış. Kafam çatlamadı, bir kılıç darbesiyle uçurdular onu. Bir elde kılıç, bir elde kefen yıllarca dolaştım durdum, yıllarca inledim. İdadi arkadaşlarım ta o zamandan farkına varmışlar, bana şimdi söylüyorlar. Onlar, yandığımı anlamışlar, sebebini sezmişler. Ben yandığımın bile farkında değildim, alevler içinde kalınca anladı ki çok evvelden yanmaya başlamışım.”55 Bu dönem Yaman Dede’nin hayatında ağır çile ve ıstırapların hissedildiği dönemdir. 49 Özdamar, Yaman Dede, s. 264-5. Özdamar, Yaman Dede, s. 65-6. 51 Şehriyâr: Hükümdar, padişah 52 Özdamar, Yaman Dede, s. 91. 53 Özdamar, Yaman Dede, s. 390. 54 Özdamar, Yaman Dede, s. 369. 55 Özdamar, Yaman Dede, s. 338-9. 50 12 Bu ıstırap süreci Yaman Dede’yi sufi literatüründeki mutu kable en temutu seviyesine yani biyolojik ölümden önce tahakkuk ettirilen iradi mevte ulaştırır. Artık ıstırap ve keder gibi yatay boyuta ait arizi şeyler silinmiştir. Dedenin lisanından bu döneme ilişkin değişik tarihte yazdığı mektuplarındaki duyguları şöyledir. “Dünyanın en bahtiyar mahluku ben, en mustarip fanisi yine ben. Saadet ve ıstırabı aynı kadehten içiyorum. Mutu kalbe en temutu’yu tattım. Her şeyden ve zandan geçtim. Bir damla su, bir damla gözyaşı idim, denize intikal ettim. Fatiha istiyorum, hüve’l-baki”56 “Cihanın bütün hazzını, zehrini, hüznünü, şetâretini, en coşkun neş’esiyle en derin elemlerini, en sessiz hıçkırıklarını bir hamlede içtim. Bütün kainat yekpâre bir iştiyak.”57 “Hiçbir hadise yok ki saadetimi artırmasın. Volkanın içine fırlatsalar, zevkten başka bir şey duymam.”58 “Bir müddet şu kocaman küreyi adeta omuzlarımda taşıdım. Sonra bir an içimde ıstırabım dindi. Demek ki kâfi gelmiş. Her derdi veren O, alan O. Her bir hadisede binbir hikmet vardır amma biz anlayamayız da kederleniriz. Bugün kederlenmek istesem de kedelenemem, hamden sümme hamden.”59 “Bir insan Mevlânâ’yı severse onun keder ve hüzün duyma kabiliyeti mahvolur. … Mevlânâ sevgisi beni acının ve tatlının üstüne çıkarmıştır.”60 Yaman Dede’nin mahv ü fenası tam olarak tasavvufî literatürdeki fena aşamalarıyla örtüşür. Fena fi’ş-şeyh, fena fi’r-Resul ve fena fillah. Onun Hz. Mevlânâ ile yaşadığı aşk ve inkılap onda Resulullah aşkını ve fena fillah’ı intaç etmiştir. Diğer bir ifadeyle aynı ilahi nurun aşkı, her mertebede Yaman Dede’yi farklı bir mazhardan yakmıştır. Şimdi onun fenâ fi’r-Resûl aşamasının terennümünden bazı örnekler verelim: “Mirac-ı risalet-penâhîyi düşünüyor, inliyor, ağlıyorum. Ciğersûz bir iştiyak ile harap ve perişanım. Dimağım yanıyor, mefhumlar yanıyor, kelimeler yanıyor! İfade nerede âşık-ı şeydâ nerede. O mefhar-ı mevcudatı tahayyül ve tefekkür bile dünyaları yakmaya kafi! Hayaliyle bu kadar yakan bir cemal, visaliyle ne kadar yakar?!.. … Son nefesim, O’nun aşkıyla ağlayarak, sine döverek sönse idi.” 61 “Hayatımın kitabı” başlıklı Aynur adlı öğrencisine yazdığı mektubunda da konudaki duygularını şöyle dile getirir: “Ya Habib-i Huda! Ya Şefi-i ruz-ı ceza! Ey yaralı gönüllerin şifası! Ey dertlilerin devası! Ehl-i kebaire şefaat tebşir buyuran Mahbub-ı Kibriya! Senin aşkınla nasıl yandığımı biliyorsun. Ruhlarımızdaki aşkını, sinelerimizdeki derdini her ân-ı gayr-i münkasımda sayısız derecede artır Ya Habib-Allah! Son nefesimize kadar artır, son nefesimizi Senin aşkınla verelim. Senin Nam-ı mübarekinle tezyin-i cenan-ü zeban ederken iştiyakınla da korku ile titriyoruz. Korkuyor ve titriyoruz ki bir hataya düşmeyelim. Seni bir ân-ı gayr-i münkasım için, yalnız o kadarcık devam etmek ve derhal silinmek üzere bile iğne ucunun milyonda 56 12.5.1943 tarihli “Kurb-ü bu’de irağdır gönlüm” başlıklı mektubundan (bkz. Özdamar, Yaman Dede, s. 242). Haline pek muvafık olduğu için Yaman Dede’nin en çok sevdiği mısra da Şeyh Galib’in “Kurb-ü bu’de irağdır gönlüm!” ifadesidir. (Özdamar, Yaman Dede, s. 433). 57 Özdamar, Yaman Dede, s. 108. 58 Özdamar, Yaman Dede, s. 280. 59 Özdamar, Yaman Dede, s. 392. 60 Özdamar, Yaman Dede, s. 147. 61 Özdamar, Yaman Dede, s. 76. 13 biri kadar gücendirmektense diri diri yanmaya razıyız. Ya Resulallah. Bizi diri diri yak Ya Resulallah. Ah Ay-nur!.. Haraboldum..”62 Yaman Dede’nin Hz. Peygamber sevgisine işaret eden ve Efendimize yazılmış en güzel naatlardan biri kabul edilen meşhur “Dahîlek Ya Rasulallah” başlıklı na’tından birkaç dörtlüğü tekrar okuyalım: Gönül hûn oldu şevkinden boyandım yâ Resûlallâh Nasıl bilmem bu nîrâna dayandım yâ Resûlallâh Ezel bezminde bir dinmez figândım yâ Resûlallâh Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallâh Yanan kalbe devâsın sen, bulunmaz bir şifâsın sen Muazzam bir sehâsın sen, dilersen ru-nümâsın sen Habîb-i Kibriyâsın sen, Muhammed Mustafâ’sın sen Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallâh Fenâ fi’r-Resûl oluşunun Yaman Dede’deki tezahürlerinden birisi Dede’nin Eyyub elEnsarî bağlılığıdır. Eyüp Sultan ziyaretlerinin Dede’nin yaşamında özel bir yeri vardır. Eyüp el-Ensari hazretlerini ziyaret etmeyi haftalık haccı olarak görmektedir. 63 Yaman Dede bir yakınının Eyüp el-Ensarî’nin himmetine mazhar oluşuyla ilgili bir hatırasını şöyle nakleder: “Eniştem zatürreeden ümitsiz bir halde yatıyordu. Doktor da ümidi kesmişmiş. Gittim Sultana yalvardım, dua etmesini niyaz ettim. Döndüğüm zaman hastayı yüzde yüz farklı buldum. O akşam doktor da çok farklı buldu. Kendisi Hıristiyan olmakla beraber Hazret-i Halid’in himmetine nail olduğuna inandı. Bir Cuma günü benimle birlikte ziyarette bulundu, şükranlarını arz etti, zaman zaman ziyarette bulunacağını söyledi.” 64 Yaman Dede Eyüp Sultan camiinde kıldığı bir Cuma namazından sonraki bir vakıasını ise Ayten adlı öğrencisine yazdığı mektupta şöyle dile getirir: “Cuma namazından evvel Kur’an-ı Kerim okunurken içimde şu emel yanmaya başladı. Kendi kendime dedim ki: Namazdan sonra herkesten evvel camiden çıkayım, kendimi kaldırıp mermere atayım ve şöyle feryat edeyim: Ey Müslümanlar! Allah’ı, Resulullah’ı seven beni çiğnemeden geçmesin!.. Bu saadeti hayalen yaşadım, bütün ehl-i İslam adeta beni çiğnedi geçti, bunun sonsuz ifadesi imkansız saadetleriyle mest-ü harap oldum. Taşlar saadetime gıpta etti, güvercinler bu saadeti uhrevi nağmelerle bestelediler. Ayten! Bu satırları kalbimin kanı ile yazıyorum. Çocuklarım içinde bu satırları en ziyade anlayacak sensin… Ben, kendi yazdıklarımı da anlayacak halde değilim. Bir Sultanın eşiğinde boğazlanmakta olan bir kurbanda anlayıştan zerre kalır mı? Bu iş haşre kadar sürecek, haşre kadar beni boğazlayacaklar, kanım haşre kadar akacak, hamden sümme hamden. Ulu bir Sultanın kudsi kılıcı kanlı boynumda işledikçe dayanılmaz zevkler ve saadetlerle can veriyorum, her an bir can veriyorum, Allah’ım yeni bir can gönderiyor, canlar geldikçe birer birer o Sultana sunuyorum. Karşınızda gördüğünüz Ulu bir Sultanın kılıcı ile, Ulu bir Sultanın eşiğinde kalıbından ayrılmış olan ruhumdur, o canlardan biridir. Size söz söyleyen odur. Asıl şahsiyetim o Ulu Sultanın ayakları ve kılıcı altında hiç durmadan can veren kurbandır, bir geda-yi can be lebeb)dir.”65 Bakın yukarıdaki halleri Yaman Dede’nin rehber-i kamili Hz. Mevlânâ Mesnevî’de nasıl ifade ediyor: “Yâ kiramî irhemû ehle’l-hevâ Şe’nuhum virdu’t-tevâ be’de’t-teva 62 Özdamar, Yaman Dede, s. 317. Özdamar, Yaman Dede, s. 266. 64 Özdamar, Yaman Dede, s. 286. 65 Özdamar, Yaman Dede, s. 282-3. 63 14 (Ey azizler, âşıklara acıyın. Onların şanı, helak olduktan sonra bile helak olmaya hazır bulunmaktır.)”66 Aşağıda iktibas ettiğimiz örnekler ise Dede’nin varlıktaki vahdeti zevk ettiği fena fillah aşamasının terennümleridir: “Aman Ya Rab! Her şeyde her hadisede vahdet tecelli ediyor. Enine inkılap eden mevcudat ile “Lebbeyk” hitab-ı ulvisinde tecelli eden varlığın, azamet ve kudreti bir seste birleşiyor. Bütün kainatın bir damla nar-ı müzaba intikal ettiğine şahit oldum. O damla ney sesi oldu. O ses de cama düştü. Bezm-i elestin bağından bir cur’a. Bütün beşeriyeti, bütün kainatı, yanardağları, yıldızları, Kehkeşanlarıyla 67 birlikte bağrıma basmak iştiyakıyla yandım, yandım, yandım!” 68 “Aşk diyarında emeller söner. Sevgiliden başka bir şey kalmaz. Her şey O. Sen de O!” “Hiçbir şey yok. Her şey siliniyor, ne dünya kalıyor ne ahret. Yalnız kaleme gelmeyen divânelik ilk mertebe olsa gerek. Divane için yalnız aşk var, aşkın bin bir tecellileri var. Bir an gülen… bir an ağlayan, hıçkıran aşk. Bir an gözyaşı halinde coşan, bir an neşe halinde kükreyen aşk. Her ses cananın sesi, bütün varlıklar onu söylüyor.” 69 “Gelecek her an, sana yeni bir kadeh, zehirle dolu bir kadeh sunabilir. Zehrin her katresi, senin için şerab-ı ilahinin bir ummanıdır. Cânânın eliyle sunuluyor, O’nun cemâlinden akisler getiriyor. Onun rayihasını getiriyor sana… … Dağlar, denizler, çiçekler, kuşlar hep cânân, Tulû ve gurub cânân. Yıldızlar cânân. Rüzgâr O, ses O, ahretin bütün sahraları, Kevserleri ve bütün nimetleri O. Azabı da O gazabı da O, Bütün mevcudatın bütün tecelliyatı O. … Var olan, hayatı ve ölümü, dünyayı ve ukbayı kaplayan muazzam bir varlık. Akıllar O’nu idrakten acizdir. Sen yoksun var olan O’dur. Bütün tecelliyatı, dünya ve ukbası, cennet ve cehennemiyle (her şey, o olmaksızın) O’dur. Menfa ve feyfa yok. Var olan yalnız O.” 70 Yaman Dede bu yıllarda öğretmenliğe devam etmektedir. 1942’de Note Dame Lisesinde Edebiyat ve Din Dersi, Sen Benua Fransız Kız ortaokulunda Türkçe dersi, Avusturya Kız ortaokulunda Türkçe, Pangaltı lisesinde Türkçe-Edebiyat, 1943’lerde Saint Michel Fransız Lisesinde Türkçe-Edebiyat, Özel Yeni Kolej’de Edebiyat derslerini yürütür. Bu dönemde öğrencilerine yazdığı mektuplarının her biri aşk ve irfanının ilhamlarıyla doludur. Her bir mektup müstakil olarak üzerinde durulması gereken etütler içermektedir. Bilindiği gibi tasavvuf tarihinde bir mektubat geleneği mevcuttur. Ehlullahın bazısı irfanından yansıyanları ehline mahsus mektuplar şeklinde kayıt altına almaktadır. Mektubât-ı İmam-ı Rabbani, Mektubât-ı Halid Bağdadi, Mektubât-ı Mevlânâ bunların bazılarıdır. Yaman Dede’nin ilhamlarının da mektuplar şeklinde zuhur ettiği anlaşılmaktadır. Bu hususu bir mektubunda şöyle dile getirir: “… Şunu arz edeyim ki bu mektupların yazılması bu fakir için bir nevi ibadettir. İbadetin ruhani ve uhrevi zevkini tadıyorum, kalbim Allah’ın huzurunda –ibadette- duyulan huşuu yaşıyor.”71 66 Mesnevî, c. V, b. 3548. Kehkeşan: Samanyolu. 68 Özdamar, Yaman Dede, s. 76. 69 Özdamar, Yaman Dede, s. 300. 70 Özdamar, Yaman Dede, s. 103. 67 15 “… Bütün bu tafsilatı niçin yazdığımı siz pek mükemmel anlıyorsunuz, şüphesiz. O anların bütün çizgileriyle kağıt üzerinde kalmasını istiyorum da ondan. İlhamlar bu fakire mektup şeklinde gönderiliyor. Benim gönlümle aynı dalga uzunluğunda işleyen gönüllere ve ruhlara bu ilhamlar akıp gidiyor. Tanınmış edebiyatçı ve şairlerimizden İbrahim Alaaddin Bey’e bir mektup yazmıştım. Ankara’ya gittiğim zaman hemen herkesten o mektubun hikayesini dinledim. Kalbi pek cömert olan dostum onu bütün dünyaya göstermiş. Bir gün konsoloslarımızdan bir zat Hariciye vekâletinde bir çok zevatın bu mektubu gördüklerinden bahsederek (Bana mektup yaz yahu) dedi. Yaz demekle yazılmıyor; dalga uzunluğunun bir olması lazım.” 72 Ancak dikkat edilirse Yaman Dede’nin mektuplarındaki seslenişinin onunla gönül bağı kurabilen herkese yönelik olduğu anlaşılır. Bir mektubunda kendisi bu hususu şöyle ifade eder: “Benim aziz çocuklarım... Gönlümün sururu, vicdanımın gururu, gözümün nuru çocuklarım! Size hayatımın kitabını.. ıstırabımın kitabını yazmak istiyorum. İstiyorum ki ruhumun sesli ve sessiz feryatları, gönlümün yaşadığı iç âlemi benimle birlikte uçup gitmesin. Onları size yadigâr bırakmak istiyorum. Beni anarken onları da düşünürsünüz. Tahmin ediyorum ki bundan manevi kazancınız olur. Ruhumu da şad edersiniz.” 73 Anlaşılan o ki bu mektuplar Dede’nin amel defterini kapamayan birer sadaka-yı cariye işlevi görmektedir. Buna işaretle bir mektubunda der ki: “Size hatlarımı gösteren birer resim bırakmakla iktifa edemem. Alemlerimin bütün anılarını da bırakmalıyım. Tanrımdan ümit ederim ki bunlar size sonsuz hazların, sonsuz saadetlerin verilmesine vesile olur. Benden sonra çocuklarımdan birinin bir an duyacağı bir sevinçle toprağımın her zerresi güler, elemiyle de inler.” 74 1944-6 yılları Dede’nin aşk u cezbesinin taştığı dönemlerdir. Bu dönemde yazdığı bir mektubunda halini şöyle tasvir eder: “Koca Yunus’un dediği gibi (Baştan ayağa yâreyim. Ağlaya ağlaya gözlerini kaybetmiş bir dilenci gibiyim... Aklımı benden aldılar, beni benden aldılar. Dünyanın bütün cünununu kafama, bütün içkilerini kalbime ve bütün zerrelerime doldurdular. Her zerrem bir meyhane oldu. Kalbim pürhun, gözlerim Ceyhun, omuzlarımda zincir-i cünun diyar diyar dolaşırım. İbrahim Hakkı hazretleri (aşkın yetmiş iki divaneliği ve her iki cihandan biganeliği vardır) buyuruyor. Yine bir yerde buyuruyor ki, âşık bazen karşısındakini göremez. Bu fakir de olur ki çocuğumun yazdığı mektuba cevap vereceğim diye başka bir çocuğuma yazarım. Bir gün olur ki çocuğumu görürüm de tanımam, veya tanırım da hatırlayamam. (Dîvânerâ kalem nist) demişler, divânenin hali kaleme gelmez.”75 Yaman Dede’ye göre insanı hedefine götüren aşk ibadetle bütünleşmelidir. Bunu öğrenmesinin yıllarını aldığını belirttiği ifadelerinde şöyle der: “Sanıyordum ki aşkın alevleri beni canana ulaştırabilir. Zaman ile öğrendim ki aşk, yalnız kaldıkça tek kanattır. Kitabullah’ın çizdiği yolda fiilen de yürümek lazım. Ateş gemiyi yürütür. Fakat ummanın nihayetsiz sularında, ulaşmak istediğimiz noktaya yönelmek için pusulaya ihtiyaç vardır. Bunları öğrendim. Elhamdülillah.”76 “Şu hakikate kuvvetle iman etmiş bulunuyorum. Yükselmek için iki kanat lazım: Aşk ve ibadet. İbadetsiz aşk ve aşksız ibadet tek kanattır. Tek kanatla yükselemeyiz. Bu hakikati öğrenmek hayatımın en büyük mazhariyeti oldu.” 77 71 Özdamar, Yaman Dede, s. 308. Özdamar, Yaman Dede, s. 303. 73 Özdamar, Yaman Dede, s. 314. 74 Özdamar, Yaman Dede, s. 314-5. 75 Yaşar adlı öğrencisine yazdığı 18.9.1945 tarihli mektuptan (bkz. Özdamar, Yaman Dede, s. 292). 76 Özdamar, Yaman Dede, s. 75. 77 Özdamar, Yaman Dede, s. 244. 72 16 Dede’nin bu yıllardaki aşk u cezbesi öğrencilerine yönelik sevgisinde ve hizmet iştiyakında kendini gösterir. Bu iştiyak Dede’yi evrensel bir sevgiye, bu sevgiden beslenen ve bir nevi ibadet saydığı öğrencilerine hizmete sevk eder. Yaman Dede bu süreçte sevme kabiliyetinin nasıl geliştiğini çeşitli öğrencilerine yazdığı mektuplarında şöyle anlatır: “… Sizden hayli küçük bir yaşta idim; sevgi ölçümü genişletmeye başladılar, hiç durmadan genişlettiler, genişletiyorlar. Daha doğrusu ölçüyü artırdılar. Ölçüye gelen sevginin en şiddetlisi, en yakıcısı ile dağları taşları sever oldum. Bütün kâinatı kalbimin içine hapsetmek istiyorum. Bütün varlıkları ve onların Ulu Yaratıcısını kalbimin içine, ruhumun derinliklerine çekmek istiyorum. İnsan sevgisinde ölçüyü aldılar. Bu fakirden manevi bir gıda bekleyen çocuklarımla karşı karşıya gelince yalnız ölçüyü değil, kendimi de kaybediyorum. Yavrularıma bir şey vermek ihtiyacıyla tutuşuyor, adeta kendimi yerden yere vuruyorum. Kalbimden bu ihtiyaç ve iştiyakın kanları damlaya damlaya giriyor ve çıkıyorum. Çocuklarımı her ziyaretimde kürsüye ayak atarken, Ulu Cananına kanını ve canını vermeye giden bir kurbanın iştiyaklarıyla sarsılıyor, onun kılıcında can vermenin doyulmaz ve dayanılmaz zevklerinin yaşamaya başlıyorum. Orası kürsü değil, kurbanın boğazlandığı yer. Oraya boğazlanmak için çıkıyorum… Boğazlanıyorum. Ondan sonra Cananına kavuşan ruhumun sesini işitiyorsunuz. Ruhumda mefhumlar yanıyor, milyonda biri şuurumdan geçebiliyor, üst tarafını şuur almıyor, ufuklara dağılıyor. Şuurdan geçenler kelime kalıplarına dökülüyor, kalıplar yanıyor. Mefhumlar kelimeleri, mazruf zarfı yakıyor. Yanmıyan birkaç kelime sizlere varabiliyor. Beni boğazlıyorlar, sonra yine geri çeviriyorlar. Hayata gönderiyorlar. Bir gün sonra aynı iştiyak ile kurban yerine çıkıyorum, yeniden kurban oluyorum. Kurban olmanın lahuti zevkini her gün yeniden yaşıyorum. Bakalım bu devr-i dâim ne kadar sürecek, ne zaman (eh… artık gitme… kal) diyecekler.”78 Yaman Dede’nin tahayyülümüzü aşan sevgisinin gerekçesine ilişkin ise yine değişik mektuplarında şu satırları okuyoruz: “İnsanın ruhu bir kere aşk-ı ilahi ile tutuşunca Allah’ın kullarına hizmet etmek, hatta her canlıya elden gelen yardımda bulunmak bir nevi ibadet oluyor. Mektep de, oraya karşı mukavele ile deruhde edilmiş vazife de silinip kayboluyor, yalnız çocuklarımla karşı karşıya kalıyorum. Ana kuş yuvaya geldiği zaman minicik ağızlarını açarak gıda isteyen yavru kuşlar gibi kalplerini ve ruhlarını bana doğru açarak benden manevi bir gıda bekleyen çocuklarıma –mümkün olsa- fakirane ne sermayem varsa bir anda vermek, o sermayeyi, ve o sermaye ile birlikte bütün ruhumu o taze ruhlara boşaltmak isterim. Bu ihtiyaç ile yanarım.”79 “Bu hizmetler benim için bir nevi ibadettir.” 80 “Çocuklarımın gönüllerini kazanabilmekle hacc-ı ekbere nail olmuş oluyorum. Gönlünü kazandığım her çocuğum bana bir hacc-ı ekber kazandırmış oluyor.”81 “Allah, baha Allah’ı değil, bahane Allah’ıdır. Olabilir ki bizim en kıymetsiz hizmetlerimizden hoşnut olur da bizleri rızasına dahil eder.”82 “Bütün ömrünü Kur’an-ı Kerim’i yazmakla geçirmiş olan bir zata rüyasında tebşir etmişler ki cennete nail olmuş, fakat rızasını kazanmaya şu hareketi sebep olmuş: Yazarken kalemine sinek konmuş, o da sabrederek beklemiş.. sinek de nasibini alsın diye…. Rızanın nerede olduğu, ne suretle kazanılacağı bilinemiyor ve bilinemediği için rıza ümit edilen hiçbir fırsatı kaçırmamak lazım geliyor. … Hasılı güzel işlerimizin hepsi rızaen lillah olacaktır. Kim bilir, çocuklarımdan birine hizmet ettiğim, onun derdini hafiflettiğim bir anda rızaya nâil oluveririm. Allah cümleye nasip etsin… Kim bilir; bir damla gözyaşı rızayı kazandırabilir bir gün. Çocuklarımın yüzlerinde rıza-yı ilahi müjdesini okuyorum... Evet herhangi bir canlı bize rızayı kazandırabilir. O 78 Özdamar, Yaman Dede, s. 257-8. Özdamar, Yaman Dede, s. 274. 80 Özdamar, Yaman Dede, s. 293. 81 Özdamar, Yaman Dede, s. 290. 82 Özdamar, Yaman Dede, s. 280. 79 17 büyük müjde beni çocuklarıma o kadar bağlamıştır ki ruhen ve kalben en yakınlarınız kadar size yakınım. Kendi çocuğuma (kendi çocuğum) diyemez oldum, sizleri ondan ayırt edemez oldum. Ona (Üsküdar’daki çocuğum) diyorum. Bunu ifade etmek için bu tabiri kullanmağa mecbur olduğum zaman üzülerek kullanırım.”83 Yaman Dede 1946 yılından sonra ikinci evliliğini yapar. Eşi Hatice hanım ilk okul öğretmenidir. Okulda ve etrafında çok sevimli bir kadın olan Hatice hanıma çevresindekiler Pamuk anne diye hitap ederlermiş. İkinci eşiyle birlikte Çamlıca Acıbadem’de otururlar. 1950’li yıllarda İngiliz Kız ortaokulunda Türkçe derslerine giren Yaman Dede, 1950’lerden sonra İstanbul İmam Hatip okulunda Türkçe-Farsça, 1960-61 yıllarında Çamlıca Kız lisesinde Din Dersleri ve Türkçe derslerine girer. Yaman Dede yine bu yıllarda İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünde Edebiyat ve Farsça derslerine girer. Marmara İlahiyat Fakültesinin genel sekreterliğini de yapmış olan Ahmet Kahraman Dede ile ilgili şöyle bir anısını anlatmaktadır: “Bir gün dersler bitti, okuldan çıktık, saat öğle vakti, bir suları filan. Taksim’e doğru gidiyorum. Alman sefâreti civarında orada bir mescid var. İşte oradan yukarı doğru gidiyorum. Tek başınayım, yanımda kimse yok. Bir baktım, Yaman Dede!.. O mescidin duvarına yaslanmış sanki son nefesini veriyor gibi bir hali var. Halsiz, mecalsiz, başı hafif sağ öne doğru düşmüş, boynu bükülmüş, öyle duruyor. Hemen koşarak yanına gittim. Ve hocam hayırdır, geçmiş olsun neyiniz var, hasta mısınız? Dedim. Baktım Hoca ağlıyor: Hocam niçin ağlıyorsunuz, başınıza bir şey mi geldi? Dedim. Şöyle çok ince, çok tiz, ipil ipil dökülen bir sesle: Hayır yavrum hayır, dedi. Rasulullah aklıma geldiği zaman, kendimi kaybediyorum, ayakta duracak mecalim kalmıyor, ya bir yere dayanmam gerekiyor, ya da oturmam icap ediyor. Aradan yıllar geçti, o hali hiç gözümün önünden gitmiyor Dede’nin...” 84 Yaman Dede ile 72 yaşında iken röportaj yapan kişinin “Üç saattir konuşuyoruz. En ufak bir yorgunluk emâresi göstermiyor. Kafası ve vücudu zinde. Mevlânâ aşkı sanki onu dünyevi bütün arazdan mahfuz kılmış, hafızası da dipdiri. Sözüne Dede şöyle mukabelede bulunur. Evet hafızam hala çok kuvvetlidir. Talebelerim arasında bile hafızası benim kadar kuvvetli olan yok”85 Dede son dönemlerinde çok hasta ve bitkin olmasına rağmen Yüksek İslâm Enstitüsündeki derslerini aksatmamaya çalışır. Dede’nin öğrencilerinden Prof. Bekir Topaloğlu bu hususla ilgili şu bir hatırasını anlatmaktadır: “Çok rahatsız olduğu halde takatini zorlayarak mecalinin son kertesine gelinceye kadar dersleri terk etmedi. Bir gün yine rahatsız olduğu halde derse gelmişti. Sınıfta baygınlık gibi bir şey geçirdi. Ben aldım Hocayı Acıbadem’deki evine götürdüm. Bir daha derslere gelemedi”86 83 Özdamar, Yaman Dede, s. 309-10. Özdamar, Yaman Dede, s. 191-2. 85 Özdamar, Yaman Dede, s. 151. 86 Özdamar, Yaman Dede, s. 196. 84 18 Yaman Dede’nin “yanan kalbe devasın sen” na’tının bestekarı olan ve 2003 yılında vefat eden merhum Doktor Ali Kemal Belviranlı, Yaman Dede’yi hasta olduğu son döneminde ziyaret etme fırsatı bulur. Bu ziyareti şöyle anlatmaktadır: “Konya’da Lise talebesi olduğum günlerde Hazreti Mevlânâ ile ilgili toplantıda bir konuşma dinlemiş, Yüce Peygamberimiz (sav) ile Hz. Mevlânâ hakkındaki şiirlerini göz yaşlarıyla okuyan bir zata şahit olmuştum. Yıllar sonra İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinden mezun olup Konya’ya yerleştim. Bu devre içinde adı geçen muhteremi, bir daha görmek imkanını bulamamıştı. Gün geldi bu Zat’ın (Yanan kalbe) mısraıyla başlayan Na’tini bestelemek şerefine nail oldum. Bir vesile ile gönüldaşlarım Diş tabibi Nuri Yılmazgil ve Fevzi Özçimi ile birlikte İstanbul’a gelmiştik. Yanar Dede’mizi ziyaret etmek istedik. Hazretin evinde bulunduğunu rahatsız olduğunu öğrendik… Dede’nin devlethanesine gittik. Zayıf, nahif, ruhani ve gerçek manada bir derviş hüviyetindeki bu zatın huzurunda bulunmak bahtiyarlığına eriştik. Konya’dan geldiğimizi söyledik. Konya kelimesini duyunca (Vay… sizler Hünkâr’ın diyarından mısınız… ) feryadını duyduk. Sükûnet avdet edince: Efendim zat-ı âlinizin –Yanan Kalbe- diye başlayan Na’tinizi huzuru âlinizde okumama iltifat buyurur musunuz? Dedim. Estağfirulllah buyurun dediler. Okumaya koyulduğum anda, o süzgün gözlerden yaşlar dökülmeye başladı… Yüksek müsamahasından cesaret alarak (Bir de bunu bestesiyle okumamıza ne buyurursunuz?) dedim. Müsaadeyi alınca gönüldaşlarımızla birlilkte Rast makamındaki bu besteyi okumaya başladık. O andan itibaren artık olan oldu. Hazret feryat etmeye başladı. O yorgun ve bitkin haline rağmen ayağa kalktı, vecd halinde kendini duvardan duvara vurmaya koyuldu… İşte bu esnada refika-i muhteremeleri: Ne olur lutfedin okumaya devam etmeyin; hastadır, yakında kalp krizi geçirdi, böyle bir hale tahammülü yoktur, dedi. Bir müddet sonra ellerini öperek, dualarını alarak huzurlarından ayrıldık. Şunu samimiyetimle arzedeyim ki, uzun yıllar geçmesine rağmen bu tabloyu tasvire, halimin, kalemimin, ifademin yetmediğini itiraf ederim. 87 Nihayet Yaman Dede 3 Mayıs 1962 Perşembe günü saat 2:15’de Çamlıca’daki evinde Hakk’a yürümüştür. Merhum Karacaahmet mezarlığında Küçük Selimiye/Çiçekci Camii’nin karşısında medfundur.88 Merhum Yaman Dede’mizin mektuplarında öğrencilerine yaptığı dua şudur: “Dilerim Bari-i Huda’dan cümlenizin bütün zerreleri aşkın birer volkanı olsun.” 89 “Sizler için dua da budur: İki dünya saadetine, rıza ve cemâl-i ilahiye nailiyyetiniz için dua etmekteyim. Sizden de aynı duayı reca ederim.” 90 Bizler de Şeyh Galib Dede’nin dostu Esrâr Dede için söylediği mersiyenin son beytini Yaman Dede için söyleyerek bitirelim. “Olsun mübarek ol mehe kabr-i saadeti Mevlâ müyesser eyleye makam-ı şefaati” 87 Özdamar, Yaman Dede, s. 229-30. Mustafa Özdamar, Yaman Dede, Marifet Yayınları, İstanbul 1994, s. 11-12. 89 Özdamar, Yaman Dede, s. 410. 90 Özdamar, Yaman Dede, s. 308. 88