İndir
Transkript
İndir
ÇUKUROVAS ANAT Aylık Fikir Sanat Edebiyat Dergisi Yıl:1 Sayı:3 Mart 2010 ÇukurovaSanat’tan... Üçüncü sayımızla tekrar merhaba; Bahar geldi. Tabiat, tüm güzelliği ile yine aklımızı karıştıyor. Yeni filizler, yeni çiçekler, yeni meyveler vermek için toprakta alabildiğince gayretli, ağaçlar da. Her çiçeğin başında bir arı, çiçeğin özünü toplamanın peşinde. İnsanın bunları görüp de gıpta etmemesi, insanlığının gereğini hakkıyla yerine getirememekten dolayı üzüntü duymaması mümkün değil. Bir şeyler ters gidiyor... Bir şeyler gerektiği gibi yapılmıyor... Ve bizler, unuttuklarımızı hatırlamamak, bilmediklerimizi öğrenmemek dahası kendimiz olmamak adına sebepsiz bir telaşın içerisinde bocalayıp duruyoruz. Nevruz’u kutluyoruz. Ağaçların, çiçeklerin velhasıl tabiatın kendine gelmesini, titremesini, yeni tomurcuklar açmasını kutluyoruz. 18 Mart Çanakkale Zaferi’ni, o savaşta kahramanlık gösteren şehit ve gazileri rahmetle ve minnetle anıyoruz, hızımızı kesemeyip mayın gemisini de unutmuyoruz. Ama bir yanımız eksik, bir yanımız garip. Ağaçlar çiçek açıyor, silkinip kendine geliyor da biz niye yapamıyoruz. Bizim de köklerimiz yok mu? Bizim köklerimiz yeniden çiçek açtıracak, filiz verdirecek kadar güçlü değil mi? Bu toprakların YURT olmasında kahramanlık gösterenleri özel günlerde hatırlıyoruz da, onların o imkansızlıklar içerisinde başardıkları, bizim bu uzay çağında yaptıklarımızla ve uğraştıklarımızla kıyaslanınca, acaba biraz daha utanmak, mahcup olmak gerekmiyor mu? Nevruz’unuz kutlu olsun... Saygılarımızla... Abdullah Beyceoğlu ÇukurovaSanat Aylık Kültür Sanat Edebiyat Dergisi İmtiyaz Sahibi Abdullah BEYCEOĞLU Yazı İşleri Müdürü Ömer Faruk BEYCEOĞLU Genel Koordinatör Selim ONAY Hukuk Danışmanı Av. Ahmet AHİOĞLU Danışma Kurulu Yrd. Doç. Dr. Ahmet Ali ARSLAN(Garipkafkaslı) Prof. Dr. Mustafa ARGUNŞAH Prof. Dr. Erman ARTUN Doç. Dr. Şener DEMİREL Doç.Dr. İsmail DOĞAN Yrd. Doç. Dr. Türker EROĞLU Yrd. Doç. Dr. Şevkiye KAZAN Yayın Kurulu Öğr. Gör. Cengiz ATLAN Öğr. Gör. M. Ali NALBANT F. Kaya KUZUCU Ayşe TEKİN Feridun DALGINLI Yunus ERİK Emete GÖZÜGÜZELLİ M. Ali ARSLAN İletişim P.K 1077 Cemalpaşa/ADANA omerfarukbeyceoglu@hotmail.com cukurovasanatdergisi@hotmail.com 0 539 332 58 79 Baskı/Cilt Kuşak Ofset Kapak Deseni: Garipkafkaslı Yıl : 1 Sayı : 3 Mart 2010 İÇİNDEKİLER 3 ÇukurovaSanat‘tan 6 Fikirlerimin Atası... Bahtiyar Vahapzade Dr. Ahmet Ali ARSLAN 11 Atmaca Uçurumu Yetik OZAN 12 “Sevgi”li Bahtiyar Vahapzade Sedat YURTSEVEN 14 Gülüstan Bahtiyar VAHAPZADE 17 Bahtiyar Vahabzade’nin Şiirlerinde Aşk Yard.Doç.Dr. Hüsniye MAYADAĞLI 26 Şimdiki Zaman Çekiminde Bir Mahkuma Mektup Dilaver CEBECİ 27 Gençosmanoğlu ve Şiirleri İsa KOCAKAPLAN 33 Geri Gelen Mektup H. Nihal ATSIZ 34 Amerika Kızılderili Kabileleri ve Türk Dünyasında Nevruz Merasimlerindeki Benzerlikler Dr. Ahmet Ali ARSLAN 43 Ay Pişik Emin Garabağlı GÜZELSOY 44 Kargayı Öldürdüler Şerif BENEKÇİ Abone Şartları: (Yıllık) Yurt İçi : 60 TL Yurt Dışı : 90 TL Posta Çeki: Ömer Faruk BEYCEOĞLU-6090548 Fiyatı: 5 TL Gönderilen yazılar basılsın basılmasın iade edilmez. ÇukurovaSanat Dergisi’nde yayımlanan yazılar izin alınmadan yayımlanamaz veya iktibas edilemez. FİKİRLERİMİN ATASI… BAHTİYAR VAHAPZADE Ağlayarak geldi dünyaya… Adın aldı Bahtiyar oldu… Azad olan ülkesinde Bahtiyar yaşadı… Bahtiyar öldü… Bir tabutta “iki bayrağa” sarılıp göçtü… Dr. Ahmet Ali Arslan aaarslan2002@yahoo.com izler bırakan unutulmaz o akşamı bugünmüş gibi hatırlıyorum. Aradan otuz yıl geçti, “madalya meselesi” aklıma geldikçe kendimi gülmekten alamıyorum. Mutlaka, o zaman Üniversite öğrencisi olan ve Gorki Parkında gülmekten karınlarını tutarak yerlerde yuvarlanan Rus gençleri de hala gülüyorlardır. O zamanlar, Moskova’dan İstanbul’a her gün uçak seferleri yoktu. Vatan’a uçacağımız günü sabırsızlıkla bekliyorduk. Bizimle, tanınmış Azerbaycan tarihçisi rahmetli Hamit Araslı’nın oğlu, Elman Araslı Bey Yıl 1979… Dağcı arkadaşım Dr. Mecit Doğru ile birlikte gittiğimiz Pamir’79 seferinden Moskova’ya geri dönüp, tıraş olup, temizlenip, temiz gömleklerimizi giyip ve Gorki Parkında akşam serinliğinde gezintiye çıktığımız güzel bir Moskova akşamıydı. Pamir’de, dünyanın en yüksek yaylası, “Dünyanın Damı” denilen yerde bir Kırgız Anasından satın aldığım ve ne olduğunu bilmeden “On Çocuk Doğuran” analara verilen “Kahraman Ana” madalyasını yakama takıp, Gorki Parkı’nda gülmesini unutmuş Rusları güldürdüğüm, hayatımda manalı ve derin 6 ilgileniyordu. Bir akşam, kaldığımız otele geldi ve “Uçağınız hazır, artık vatana uçuyorsunuz… ama, Ahmet Ali bey Baku’ye uçacak bu akşam. Pasaportunu bize verilen talimata uyarak Baku’ye gönderdik,” dedi. Atatürk Üniversitesindeki genç akademisyenlerin hepsinin o zamanki “Akademik Atası” Prof. Dr. Abbas Zamanov Bey benim mutlaka Baku’ye uğramamı istemişti. Türkiye’ye dönüşüm bir hafta daha uzamıştı. Yüreğime büyük bir ateş düşmüştü, tarifi imkânsız bir hararet basmıştı bedenimi. Uğruna ömrümü tükettiğim, fikirlerimin “Kâbe”si Baku’ye uçağımız indiğinde, saat gece yarısını çoktan geçmişti. Sulhay Hesenov Bey beni hava alanından aldı ve Azerbaycan Oteli’ne yerleştirdi. Mihmandarım artık belli olmuştu. Bize tahsis edilen bir Volga arabayla şiirlerini yolumu aydınlatan bir ışık gibi görüp kabul ettiğim, “Gülistan Poeması”nın şairi Bahtiyar Vahapzade’yi görmek için onun doğup büyüdüğü Şeki şehrine doğru yol alıyorduk. Doğrusunu söylemek gerekirse, o güne kadar bu sözü edilen şiirin tamamını Türkiye’de gören “birkaç seçkin göz” vardı. Bahtiyar Vahapzade’ye “bir şey yaparlar” korkusuyla Türkiye’de yayınlanmasına sıcak bakılmıyordu. Şeki’ye doğru giderken, sanki Azerbaycan’ın “kalbi”nden geçiyorduk. Göz alabildiğince uzanan, üzüm bağlarının arasından geçiyorduk. O zamana kadar bu kadar güzel ve “asker gibi” hizalı dizilmiş üzüm bağları görmemiştim. Bunu itiraf etmekte bir sakınca görmüyorum; o zaman gördüklerim bana çok tesir etmişti. “Azerbaycan bu konuda Türkiye’den çok önde” şeklinde düşünmekten kendimi alamamıştım. Şeki’de Bahtiyar Vahapzade’yi, Şekililerin kendisi için yaptırmış oldukları yeni evinde ziyaret ettik. Bu eve yeni taşınmıştı. Dışarıya kurulan masada, oğlu da vardı. Nişanlıydı, daha düğünü olmamıştı. İlk defa bu sofrada Bahtiyar Vahapzade’nin hanımının kendi elleriyle hazırladığı “mürebbe”, yani, reçelle çay içtim. Hazırlanışı, sunuş şekli ve en önemlisi, Japonlar gibi, “eskiye bağlılığın, modernizm” olarak kabul edilmesini görüp yaşamak çok hoşuma gitmişti. Sohbet bir aile havasına bürünmüştü. Ben sadece konuşulanları dinliyordum ve bana soru sorulduğunda kısa ve öz cevap verip susuyordum. Daha çok dinlemek, asırların biriktirmiş olduğu hasretin yarattığı susuzluğumu gidermek ve kana-kana bu bulak başında serinlemek istiyordum. Bahtiyar Vahapzade “Borçalı Terekeme”lere değinince, ben de Çıldır, Zurzuna, Keçebörk, terekemelerinden derlediğim orijinal ve hiç “rüzgâr değmemiş” ve “kırışığı açılmamış” fıkralardan anlatıyordum. O zaman henüz “doktora öğrencisiydim”, doktoram için hala malzeme derlemekle meşguldüm. Söz döndü-dolaştı Televizyon yayınlarına, keyfiyetine ve programların kalitesine geldi. Bahtiyar Vahapzade bizzat kendisinin yaşamış olduğu bir hatırasını anlattı.“Bir gün Baku’de benim Televizyonda filmimi çektiler ve sonra yayınlamak üzere üzerinde çalışmağa başladılar. Yayın günü geldiğinde bana telefon ettiler. Evde ailecek toplandık seyretmeğe başladık. Birden ekrana benim portrem geldi. Ne kadar kötü olduğunu anlatamam. Hemen,’Televizyondaki bu çirkin adam kim? Kapatın, görmek istemiyorum,’ dedim. Hanımım hemen atıldı, ‘Bahtiyar, ama o senin fotoğrafındı. Kendi kendine televizyonda bile olsa bir dakika bakmağa tahammül edemiyorsun. Bir de benim ne çektiğimi düşün. Bunca yıldır, senin o beğenmediğin, çirkin yüzüne bakıp duruyorum,’ dedi.“ Hanımı da kahkahalarla bize katılıp bu kısa hatıraya uzun-uzun güldü. Hep beraber kalktık, Bahtiyar Vahapzade, benimle birlikte Şeki şehrinin kuzeyindeki dağlara doğru yüz tuttu. Beni bir kalenin surlarının önüne getirdi. “İşte bu, ‘Gelersen-Görersen’ kalesidir. Bu kaleyi elinde tutan Şeki Hanları düşmanlarıyla giriştiği amansız savaşların hepsinden galip ayrılmıştır,” diyerek sözlerine, daha doğrusu halkını bana anlatmayı devam ettirdi. Kaleden geri dönerken dağlardan kopup gelen buz gibi derenin kenarında olgunlaşmış Böğürtlenler gördüm. Bir avuç toplayıp büyük bir iştahla yedim. “Türkiye’de bu meyveye ne diyor- Desen: Garipkafkaslı-1973 7 lar?” diye sordu ve ben de “Böğürtlen,” diye karşılık verdim. “Herhalde etrafını saran dikenlerden olacak, bizim buralarda buna Böğrütikan diyorlar,” şeklinde konuyu “karşılaştırmalı Türk Kültür Tarihi” ne getirdi. Yurdunun her köşesini, her taşını, her çalısını tanıyordu ve biliyordu. Bereketli toprak kokusu geliyordu, ağzından kendi yurdu ile ilgili dökülen kelimelerden. Şeki’de Bahtiyar Vahapzade ile geçirdiğim günler boyunca, büyük vatan şairini dinledikçe ne kadar boş ve kültürsüz olduğumu gördüm. Bu boşluğumu dolduracağıma Bahtiyar Vahapzade’nin doğduğu şehirde, Şeki’de söz verdim. Türkiye’ye döndükten sonra, kendi milletimi ve kendi milli kültür hazinelerimi okuyup araştırmama hız verdim. Şeki’de akşam üzeriydi. Caddede büyük bir kalabalığın dağa doğru yürüdüğünü gördük. Biraz sonra bunun bir cenaze merasimi olduğunu gördük. Başta Şeki’in müftüsü arkada cemaat mezarlığa gidiyorlardı. Omuzlarında bir tabut vardı. Ben hiç sormadan fotoğraf makineme davrandım ve 3 kare fotoğraf çektim. Başta benim mihmandarım Sulhay Hesenov olmak üzere yanımdakilerin bundan rahatsız olduklarını gördüm. “Türkiye’de bazı çevreler, Azerbaycan’da ölülerin yakılıp, küllerinin gübre olarak kullanıldığını iddia ediyorlar. Bu fotoğrafları Üniversitedeki konferansımda ve derslerimde gösterip, Şeki’de de bizim gibi cenazeyi imam eşliğinde hayır dua ile mezarlığa gömüldüğünü anlatacağım. Onun için çektim,” diyerek fotoğraf makinemdeki filmi kurtarmıştım. Vatan şairi Bahtiyar Vahapzade ile ilk tanışmam ve ilk sohbetim 1979 yılının Ağustos ayında Şeki şehrinde olmuştu. O zaman Şeki’de bulunan resmi Rus Haber Ajansı TASS muhabiri Şeki’nin güzel şeftalilerini göstererek “Bunlardan Türkiye’de de var mı?” diye sormuştu. Bu soruya Azerbaycan insanını incitmeden nasıl cevap vereceğimi bilememiştim. Bunun cevabını bulurum ümidiyle Bahtiyar Vahapzade’nin yüzüne baktım. O anda, Türk’ü, özellikle Türk adıyla çağrılan yegane devlet olan Türkiye’yi küçük düşürecek kim olursa olsun, bir çırpıda silkeleyip atacak, bir fikir devinin sert bakışlarıyla karşılaştım. TASS muhabiri bu soruyu sorup soracağına pişman olmuştu. “Türkiye’de de var bunlardan. Hürriyetlerinden mahrum yetiştikleri için, sizin şeftaliler bizimkilerden daha tatlı” diyebilmiştim. O zaman Bahtiyar Vahapzade, evinde nasıl bir “yabancı”yı misafir ettiğini daha iyi anlamıştı. Aradan çok geçmeden ben 1980 yılının Temmuz ayında “Doktora”mı Ankara Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesinde savundum. Aynı yılın Aralık ayında, Washington’da Amerika’nın Sesi Radyosu bünyesinde “Azerbaycan Bölümü”nü kurmak için giden ilk öncü ben oldum. Ne kadar bela, musibet ve zorluklar varsa benim başıma geldi. “İnsan yüzlü ejderha”larla burada karşılaştım. Büyük baskı ve çektiğim sıkıntılardan bıktığım günler oldu, ama Şeki’de, Bahtiyar Vahapzade’yle tanışmamdan sonra kendi-kendime verdiğim “şeref sözü” buna mani oldu. “Azerbaycan’ın bağımsız olduğunu mutlaka görmeliyim… Azad ve hür Azerbaycan’ın helal lokmasından kırıp, tuz-çöreğinden yemeliyim. Sefalı bulaklarından kana-kana su içmeliyim…” diyerek mücadele gücümü, savaşma gücümü yeniliyordum. Gün geldi dayandı Azerbaycan’ın “Moskova”nın “buyruk” çemberinden kopup-ayrılmasına. Azerbaycan’ın Sovyetler Birliğinden kopmasını düşünmek bile istemeyen Kremlin tankları Baku’ye yürüttü. O “kara” günlerde Amerika’nın Sesi Radyosundan Elçibey’i ve Bahtiyar Vahapzade’yi arayıp, seslerini kaydedip onları Azerbaycan halkına ulaştırıyorduk. Bahtiyar Vahapzade’nin Baku’den Amerika’nın Sesi vasıtasıyla Moskova’ya haykırışlarını ve hakaretlerini duyduktan sonra, Azerbaycan’ın kesin kez Azadlık yolunda dönüşü olmayan bir yola girmiş olduğunu anlamıştım. Bahtiyar Vahapzade ile bu sefer Baku’deki evinde görüştüm. Takvimler 24 Ocak 1991 tarihini gösteriyordu. Yanımda, Baku’lü bilim adamlarından Dr. Yunus Memmedli, Azerbaycan’ın “Bağımsızlık Savaşçı”larından Oruç Şirinov ve Güney Azerbaycan’ın batı Almanya’da yaşayan Cemiyet üyelerinden Mehemmed Pelahenk vardı. Bahtiyar Vahapzade’nin hanımı, devamlı taze çay ikram ediyordu. Masada 1979 yılında Şeki’de tatma fırsatı bulduğum aynı “mürebbe” lerden vardı. Bahtiyar Vahapzade 20.Ocak. 1990 tarihinde Rus tanklarının yarattığı vahşeti anlatan şiirlerinden okuyordu. Uğursuz gece… Bahtiyar Vahapzade, Cumartesi’ni Pazar’a bağlayan bu geceyi böyle adlandırmıştı. Bu katliam ve bu vurgunlar ne için yapılmıştı? Azerbaycan’ın suçu veya günahı neydi? Baku, Moskova’nın payını az mı tutmuş, yoksa geç mi göndermişti? Türk olmaları tek günahlarıydı. En azından Bahtiyar Vahabzade böyle düşünüyordu: Anladık halkların beraberliği, Kâğız üzerinde bir kuru sözmüş. Bu katlden sonra bildik çok şeyi, Bizim günahımız Türklüğümüzmüş. 8 Milletler dostluğu astar yüz imiş, Bunun neyi varmış sözünden özge? AtaTürk düz demiş, vallah düz demiş, ‘Yokdur Türkün dostu özünden özge.’ Onlar sübut etti her kara zulmün, Eli uzunsa da ömrü gödekdir. Halkın azadlığı sabah, biri gün Şehit yarasından göğerecekdir. Türk öz menliğini bilenden beri, İblis de gelecek kasdini bildi. Karaçay, Ahalsık, Kırım Türkleri, Balkarlar, Mesketler sürgün edildi. Şenbe gecesinde gecikdi seher, Zaman yitirmişdi o gün sağ solu. Ömürden geçerek geçdi şehitler, Bir kanlı gecede bin yıllık yolu. İki yanağı var ama bir yüzü, Türk öz anasından bele doğulmuş. Anlayabilmirem niye Türk sözü, Kiminse başına düşen taş olmuş? Adımız dolaşdı bütün dünyanı, Çok da ki akımız kara yozuldu. Bizim şehitlerin dökülen kanı, Hakkın kitabında imzamız oldu. Azadlık verilmir, alınır, dayan! Onun elçisidir ölüm, kan kada. Ölüme, cefaya hazır olmayan, Millet hazır değil azadlığa da. Sebep Azerbaycan’ın ahalisinin Oğuz Türklerinden ve tek kelimeyle Türk olmalarıydı. Bahtiyar Vahapzade başka sebep bulamıyordu. Volkan yüreğinden saçılan sözünün eriydi: Başına min oyun açan Litvaya, Merkez gözün üste kaşın var demir. Menimse başımı salıp halkaya Akan kanıma da bakmak istemir. Merkez değiştirir günde rengini, Merkez meni görür, hiç onu görmür. Bizden yığışdırıp kuş tüfengini, Ama Ermeninin topunu görmür. 20 Ocak 1990 saldırısı, bağımsızlık yolunda arkasına bakmadan ileriye yürüyen Azerbaycan tam bağımsızlık hareketini yok etme amacı güdüyordu. Ama Moskova bu konuda yanıldığını çok geçmeden anlamıştı. Bahtiyar Vahapzade, vatanı uğrunda toprağa düşen şehitleri yad için yüreğinin sızısını satırlara dökmektedir: Katil güllesine kurban giderken, Gözünü sabaha dikdi şehitler. Üç renkli bayrağı öz kanlarıyla, Veten göklerine çekdi şehitler. 20 Ocak. 1990 tarihinde Azerbaycan’ın günahsız insanları, çocukları, kadınları, yaşlıları gülle-baran edilmişti. Cadde ve sokaklar onların temiz kanlarıyla, Türk kanıyla sulanmıştı.Bütün bu insanlar boşuna mı öldüler, gereksiz yere mi toprağa kavuştular? Bu sorunun cevabı kesinlikle hayırdır. Onlar boşuna ölmediler, ölümleriyle bir halkın ölmediğini gösterdiler. Bağımsızlık uğruna, azaldık uğruna bu cesur insanlar Azerbaycan’ı kanlarıyla suladılar, Azerbaycan’ın tarihte kalan “lekesi”ni kanlarıyla yıkadılar. Bahtiyar Vahapzade bu gerçeği dile getiriyor: Tarihi yaşadıp dileğimizde, Bir yumruğa döndük o gece biz de. Yıkıp köleliği yüreğimizde Cesaret mülkünü dikdi şehitler. Bilirik bu bela ne ilkdir, ne son Ölürken uğrunda bu ana yurdun. Kuzu cildindeki o koca kurdun, Doğru, düz şeklini çekdi şehitler. Bu ölüm, bu kırgın ders olsun bize, Demeyek boş yere candan geçdiler. Onlar şehit olup milletimize, Korkmamak dersini talim geçdiler. İnsan insan olur öz hüneriyle, Millet millet olur hayrı, şeriyle. Toprağın bağrına cesetleriyle Azadlık tumunu serpdi şehitler. Yaman dözümlüdür oda kül atır, Her zulme, cefaya dayanır millet. Soyula soyula o susur, yatır Kurban vere vere uyanır millet. Azerbaycan’ın Rus tanklarıyla işgâl edilmesinin birinci yıl dönümünde Baku’ye geldiğimde, Bahtiyar 9 Türkiye’de neşr ettirmiştim. Ahmet Ali Arslan bu hadiseleri öz gözü ile görmese de, hadiselerin şahidi olan insanların, Azerbaycan’ın ve dünyanın tarafsız ve objektif haber ajanslarının, en önemlisi, delil olan yerinde çekilmiş fotoğraflara dayanarak, sonunda hakikati yüze çıkarabilmiştir. Kitabın objektif bir cepheden yazıldığını gösteren başka bir delil de, Ermenilerin Karabağ’a 19. yüzyılda nakledilmesi ile ilgili tarihi belgelerin Ermeni, Gürcü ve Rus kaynaklarına dayandırılması olmuştur. Ben bu kitabın Avrupa dillerine de tercüme edilmesinden yanayım. Çünkü, Avrupa ve Amerika’da Ermeni lobicilerinin yaymakta olduğu yalan malumatlar, Avrupa ve Amerika’da yaşayan insanları, yanlış yola sevk etmiş ve hakikatlerin üzerinin örtülmesine sebep olmuştur. Hangi millete mensup olursa olsun, bu kitabı okuyan bir insanın, hakikatleri göreceğine bu felaketlerin Azerbaycan halkının başına haksız yere getirildiğini kolayca anlayacağına ve tarihin en eski çağlarından beri bir Türk toprağı olan Azerbaycan’ın, hiçbir zaman bir Ermeni toprağı olmadığını öğreneceğinden katiyetle eminim. Vahapzade’yi evinde ziyaret etmiştim. O zaman “Azerbaycan’ın Demokrasi Yolunda Çektiği Çile… DAR GEÇİT” adlı kitabım henüz matbaaya girmemişti. Bahtiyar Vahapzade’den kitabın el yazmasını okuyup, eğer uygun görürse bir Önsöz yazmasını rica etmiştim. Benim bu ricamı yerine getirmiş gece geç saatlere kadar kitabımın el yazmasını okumuş ve aşağıdaki “Önsöz” ü yazarak beni şereflendirmişti: “Ahmet Ali Arslan’ın 20 Ocak Katliamına ve milleti bu katliama getirip çıkaran yolların tahliline vakfedilmiş kitabını yüreğim kan ağlayarak okudum. Azerbaycan halkının başına getirilen belalara ve Ermeni terörüne karşı yardımsız kalmış bir milletin tek başına verdiği mücadelesini anlatan bu kitabı hakikatleri aydınlatan bir ayna olarak adlandırmak mümkündür. Kitabın en iyi taraflarından biri, müellifin uzun uzun devam eden faraziyelere ve münakaşalara yer vermeyerek, her fikrin ve onunla ilgili olayın ispatı için tamamen delillere dayanmasıdır. Sözde Karabağ problemine ve bizi 20 Ocak faciasına sürükleyen olaylar, bu olaylarda Moskova’nın iki yüzlü siyaseti hakkında hadiselerin içinde olan biri olarak ben de “Tavşana Kaç Tazıya Tut” bir kitapçık yazmış ve Bahtiyar Vahapzade 20 Ocak 1991 – Baku “ 10 ATMACA UÇURUMU Yetik Ozan Sarı Uygurların ardından Orda, Kansu’daki o yalçın yarda Bir aylak atmaca döner bunalır, Yorulup diplere doğru ağar da İnsan kokusuna konar bunalır. Bir sarı karanlık bastı basacak, Humma gibi sinsi, soluksuz, sıcak Yılan deliğine gizlenen bıçak Son diri ışıkta yanar bunalır Bir dilsiz gece tek tanığı günün, Bakır yüreklerde paslanan kinin, Kanlı gerçeğini örtünce Çin’in Afyonlu düşüne iner bunalır. O düşte br yıldız azar, açılır, Beş ucundan kızıl hışım saçılır, Yeryüzü bir haşhaş kadar küçülür, Çizildikçe pınar pınar bunalır. İnsanlığa yumak çapaklı gözler Kara fenerlerle şeytanı izler, Ölüm bayramınca maskeli yüzler Çirkin gülüşlerde donar bunalır. Kötürüm dağlara çarpan kör yollar, Sessizlik içinde boğulan göller, Uçurum başında titreyen güller O sonsuz düşüşü anar bunalır. Gerçek bu, sanmayın bir Çin masalı, Beyaz güvercinler ürkek, tasalı, Atmaca ağzında bir defne dalı Kırılmış yerinden kanar bunalır. Desen: Garipkafkaslı-1973 11 “SEVGİ”Lİ BAHTİYAR VAHABZADE Sedat Yurtseven sedatyurtseven@gmail.com “Min yol de ki, sev! Sevgidir insanı ucaldan, Yox faydası, yoxsa eger canda mehebbet.” Şikayet ediyoruz.. lerden üzerinize huzur yağmurları yağacak. “Sevgim mene qanad verdi, uçurdu, Men özümden yuxarıyam, aman, hey.” Günden, güneşten, zamandan, zeminden, halden, elden, dilden şikâyet. Sanki kuşatılmış gibiyiz. Yol, iz bulmakta zorluk çekiyoruz. Nefesimiz daralıyor. Susuzluğumuz sahralarca artıyor. Çok büyük kalabalıklarda yapayalnız kalmışız. Anlatamıyor, anlaşılamıyoruz. İşte kanatlandınız, kuşatıldığınız çeperin dışına çıktınız. Şimdilik o kehkeşandan, o rüya âleminden payınıza BAHTİYAR VAHAPZADE düştü. Anam sütü kadar helal ve temiz dilinden kendimizi okumaya başladık. Tahlile, takdime gerek kalmadan kulak verelim Ezelden haqiqat aşiqiyem men. Başqa cür yaratmış tebiet meni. Eserem, coşaram derya teq, ancaq, Yaşatmaz kin meni, küduret meni. Fuzuli asırlar öncesi sanki bugünü tarif eylemiş; “Dert çok, derman yok, düşman kavi, tali zebun.” Evet, şekvanın sonu yok. Belki bunlar kısmen doğru ama galiba biraz işin kolay tarafı. Ne murada yetdi, ne kama çatdı, Özge qapısına kim ki, daş atdı. Ömrün yollarında meğrur yaşatdı, Ehdime, sözüme sedaqet meni. Oysa esbaba tevessül etmek diye bir keyfiyet var. Esbaba tevessül etmiyoruz gibi geliyor bana. Susuzluğumuzu kandıracak pınarlar aramak zor geliyor. Hal ehlinin haliyle hallenmek, ehl-i dil ile yoldaş olmak kısaca kâmil manada tefekkür etmek zor geliyor. Könüller dil açır her xoş bestede, Bülbülle qocalmaz gül qefesde de, İller qocaltsa da, son nefesde de, Qocaltmaz dünyada mehebbet meni. Aşk ile sevmek, Yaradan adına yaratılanı sevmek, aşk ile cümle eksikleri tamam görmek, Yunus Emre’ye uzak olduğumuz için zor geliyor. Zamanla söyleşirken, zarafeti elden bırakmıyor hem tariz hem sual var. Qocaldır insanı, qocaldır zaman; Üreyin ateşi, közü qocalmır. Dağları, daşları qocaldan zaman, Bilmirem, bes niye özü qocalmır? Ve elbette Hz. Mevlana’ya, Hünkâr Hacı Bektaşi Veli’ye, Hoca Ahmed Yesevi’ye ve bu uluların çerağı ile aydınlanan o muhteşem medeniyete, düşünce dünyasına uzak olduğumuz için zor geliyor. Getdi baharımız, yer qışa qaldı. Düzler qara qaldı, yağışa qaldı. Bizimki bir quru baxışa qaldı, Neyleyek, arzunun gözü qocalmır. Oysa o aydınlık yola çıkın göreceksiniz. Büyülü bir kehkeşan altına uzanın gökten yıldızları birer birer indirmeye başlayın. Göreceksiniz, maveradan, öte12 Bextiyar, düşünek biz derin-derin. Xeyallar möhteşem, arzular şirin. Esl senetkarın, esl şairin, Özü qocalsa da, sözü qocalmır. Min yol de ki, sev! Sevgidir insanı ucaldan, Yox faydası, yoxsa eger canda mehebbet. Hem zövqüdür, hemcövrüdür ömrün, o, heyatın; İnsanı ucaldan da, qocaldan da mehebbet. Mana âleminde gezinirken, o içten, o samimi yakarışı her dem tekrarlanasıdır. Dünyanı gözelleşdirir öz cilveleriyle, Xoşdur duyan insana xeyaldan da mehebbet. Ulu Tanrı, kömeyim ol, Arzuma adaxla meni. Meni insan yaratmısan, İnsan kimi saxla meni. Men Bextiyar oldum o zamandan ki, sevildim, Min Can yaşadır ezmle bir canda mehebbet! Dedem Korkut dili ile, o, ezeli ebede bağlayan millî vicdan sesiyle, Bakü’den Hazar’ın nazlı dalgalarına emanet edip gönderdiği şu mısralar geleceğimize, ümidimiz, kıvancımız, öğüncümüz, gençlerimize hediye diye verilen paha biçilmez mücevherler gibidir. Göl olmuşam dama-dama. Melhem qoyma sen yarama. Bu sevdaya bu merama, Daha beter bağla meni. Fikirlerim qatar-qatar, Biri atar, biri tutar. Yaxınlara elim çatar, Qovuşdur uzaqla meni. Qelbine baş vurmasa, İnsan ucalmaz, oğul. Sehvini görmek qeder, Merifet olmaz, oğul. Ey ümidim, ey gümanım, Sözüm haqsa, nece danım? Qurban olsun haqsa, nece danım? Nahaq işden saxla meni. “Haqq” deye çarpan ürek, Haqqını tapsın gerek. İçden oynanmış çiçek, Yaz boyu solmaz, oğul. Soruşdular: Kimdir menim Yaxşıma da pis deyenim? Hem dostum, hem de düşmenim, Gösterdi barmaqla meni. Xoşdusa ilk arzular, Sonrası gülşen olar. Dağda bulanmış sular, Bağda durulmaz, oğul. “El” deye candan keçen, Qesdini ölçüb-biçen, Eyri yolu düz keçen, Yolda yorulmaz, oğul. Ve “Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız.” Hükmünce amel eden, sevgi ikliminde cevelan eden, hasbice seven, sevdikçe yücelen, sevdikçe güzelleşen ve sevilen Bahtiyar Vahapzade. Sevgi adamı, muhabbet adamı Bahtiyar Vahapzade. Ve bengütaş gibi yüreğimizin derinliklerine kadar işleyen bir muhabbetnamesi; Türk’ün gönül coğrafyasını gönüllere etmemişsek şikâyet hakkımız yok. En ülvi, temiz duyğudur insanda mehebbet, Ömrün yoluna nur sepir her anda mehebbet. nakş Aramak, araştırmak, taşımak, yaşamak ve yaşatmak gibi asla göz ardı edilemeyecek sorumluluklarımız var. Bahtiyar Vahapzade şimdi Kara Ozan ile Yunus Emre ile Mehmet Akif, Yahya Kemal, Şehriyar, Pir Sultan Abdal, Âşık Veysel ve dahi sonsuz sayıdaki hem derdi ile -ki terennüm edilen Türk’ün dertleridirRahmet-i Rahman’da dertleşmektedir. Ve inanıyorum ki mekanları cennettir. Dünya da mehebbetle dönür, fırlanır ancaq Mehver de mehebbetdi, bu dövran da mehebbet. Ad-san da, şeref-şan da bir övladıdır eşqin, Şövket de mehebbetdi, gülüm şan da mehebbet. 13 GÜLÜSTAN Bahtiyar Vahabzade Azərbaycanın birliyi və istiqlaliyyəti uğrunda çarpışan Səttar xan, Şeyx Məhəmməd Xiyabani və Pişəvərinin əziz xatirəsinə İpək yaylığıyla o, asta-asta Silib eynəyini gözünə taxdı. əyilib yavaşca masanın üstə Bir möhürə baxdı, bir qola baxdı. Babaların şəni, şərəfi, əlbət, Bizə əmanətdir, böyük əmanət... Yoxmu qanımızda xalqın qeyrəti? Belə saxlayarlar bəs əmanəti? Qoy ildırım çaxsın, titrəsin cahan! Ürəklər qəzəbdən coşsun, partlasın. Daim haqq yolunda qılınc qaldıran İgid babaların goru çatlasın. Kağıza həvəslə o da qol atdı, Dodağı altından gülümsəyərək. Bir qələm əsrlik hicran yaratdı, Bir xalqı yarıya böldü qılınc tək. Qoy əysin başını vüqarlı dağlar, Matəmi başlandı böyük bir elin. Mərsiyə söyləsin axar bulaqlar, Ağılar çağırsın bu gün qız, gəlin!.. Öz sivri ucuyla bu lələk qələm Dəldi sinəsini Azərbaycanın. Başını qaldırdı, Ancaq dəmbədəm Kəsdilər səsini Azərbaycanın. Tərəflər sakitdir, qəzəbli deyil, Məhv olan qoy olsun, onlara nə var. İmzalar atılır bir-bir, elə bil, Sevgi məktubuna qol çəkir onlar. O güldü kağıza qol çəkən zaman, Qıydı ürəklərin hicran səsinə. O güldü haqq üçün daim çarpışan Bir xalqın tarixi faciəsinə. Atıb imzasını hər kəs varağa, əyləşir sakitcə keçib yerinə. Eynəkli cənabla, təsbehli ağa, Qalxıb əl də verir biri-birinə. Əyləşib kənarda topsaqqal ağa, Hərdən mütərcimə suallar verir. Çevrilir gah sola, baxır gah sağa, Başını yellədib təsbeh çevirir. Qoyulan sərtlərə razıyıq deyə, Tərəflər qol çəkdi müahidəyə... Tərəflər kim idi? Hər ikisi yad! Yadlarmı edəcək bu xalqa imdad?! Onların birləşən bu əllərilə Ayrılır ikiyə bir el, bir Vətən. Axıdıb gözündən yaş gilə-gilə, Bu dəhşətli hala nə deyir Vətən? Bir deyən olmadı, durun ağalar! Axı, bu ölkənin öz sahibi var. Siz nə yazırsınız bayaqdan bəri,Bəs hanı bu yurdun öz sahibləri? Qoy qalxsın ayağa ruhu Tomrisin, Babəkin qılıncı parlasın yenə. Onlar bu şərtlərə sözünü desin, Zənciri kim vurdu şir biləyinə? Bəs hanı həqiqət, bəs hanı qanun? Qocadır bu yurdun tarixi, yaşı. Bəs hanı köksünə sərhəd qoyduğun, Bir vahid ölkənin iki qardaşı? Hanı bu ellərin mərd oğulları? Açın bərələri, açın yolları. Bəs hanı bu əsrin öz KoroğlusuQılınc Koroğlusu, söz Koroğlusu? 14 Görək bu hicrana, bu müsibətə, Onların sözü nə, qərəzi nədir? Bu xalq əzəl gündən düşüb zillətə, Öz dogma yurdunda yoxsa kölədir? Cənablar, bir anlıq düşündünüzmü? Verdiyiniz hökmün ağırlığını? Bu hökmün dəhşəti əllimi, yüzmü? Biz necə götürək bu göz dağını?.. Necə ayırdınız dırnağı ətdənÜrəyi bədəndən, canı cəsəddən? Axı, kim bu haqqı vermişdir Sizə, Sizi kim çağırmış Vətənimizə? Başı kəsiləndə bu məğrur elin Qəlbin ağrısını hiss etdinizmi Qoca Füzulinin, igid Babəkin Etiraz səsini eşitdinizmi? Cənablar, bir damcı mürəkkəblə siz Düsünün, nələrə qol çəkmişsiniz? Neçə vaxt səngərdə hey ulaşdılar, Gülüstan kəndində sövdalaşdılar. Bir ölkə ikiyə Ayrılsın deyə!.. Bir damcı mürəkkəb, bir vətəndaşı Qanına bulayıb ikiyə böldü. Bir damcı mürəkkəb olub göz yaşı İllərlə gözlərdən axdı, töküldü. Göy də guruldamış deyirlər o gün, Çölləri, düzləri buludlar sarmış. O göy gurultusu ulu Babəkin Ruhuymuş, hönkürüb fəryad qoparmış. Min ləkə vurdular şərəfimizə Verdik, sahibimiz yenə “ver” - dedi. Lap yaxsı eləyib doğrudan, bizə Biri “baran” - dedi, biri “xər” - dedi. Bizi həm yedilər, həm də mindilər, Amma dalımızca gileyləndilər. Gülüstan kəndinin gül-çiçəkləri Bir günün içində soldu-saraldı. “Gülüstan” bağlandı, o gündən bəri, Bu kəndin alnında bir ləkə qaldı. Hökmü gör nə qədər böyükmüş anın Möhür də basdılar varağa təkrar. Yox, varağın deyil, Azərbaycanın Köksünə dağ boyda dağ basdı onlar. Bağrı köz-köz oldu “Yanıq Kərəmin” Tellər inildədi, yandı, nə yandı. Aşığın sazında daha bir həzin, Daha bir yanıqlı pərdə yarandı. İmzalı, möhürlü ey cansız varaq, Nə qədər böyükmüs qüvvətin, gücün. Əsrlər boyunca vuruşduq, ancaq Sarsıda bilmədik hökmünü bir gün. Həmin gün ölkəni apardı sel, su, Tutuldu çöhrəsi günün, ayın da. Qoca Nəbatinin eşqi, arzusu, O gün batmadımı Arpa çayında? Ey kağız parçası, əvvəl heç ikən, Yazılıb, qollanıb yoxdan var oldun. Böyük bir millətin başını kəsən, Qolunu bağlayan hökmdar oldun. Ağlayıb dağlardan əsən küləklər, Bu məşum xəbəri aləmə yaydı. Sanki dilə gəldi güllər, çiçəklər: “Bu isə qol qoyan qollar sınaydı”. Bir eli ikiyə paraladın sən Özün kağız İkən paralanmadın. Köksünə yazılan qəlb atəşindən, Niyə alıçmadın, niyə yanmadın? Arazın suları qəzəbli, daşqın, Sirin nəğmələri ahdır, haraydır. Vətən quşa bənzər, qanadlarının Biri bu taydırsa, biri o taydır. Araz sərhəd oldu, əsdi küləklər, Sular yatağında qalxdı, köpürdü. Üstü dama-dama taxta dirəklər, Çayın kənarında səf çəkib durdu. Quş iki qanadla uçar, yüksələr, Mən necə yüksəlim tək qanadımla? Ürəklər bu dərddən tüğyana gələr, Axar gözümüzdən yaş damla-damla. 15 Sular, sizdən təmiz nə var dünyada? Ləkədən xalidir axı qəlbiniz. Bağrınız alışıb niyə yanmadı Bu çirkin əmələ qol qoyanda siz? Böl, kağız üstündə, böl, gecə-gündüz, Torpağın üstünə dirəklər də düz, Gücünü, əzmini tök də meydana, Qosundan, silahdan sədd çək hər yana. Torpağı ikiyə bölərsən, ancaq Çətindir bədəni candan ayırmaq! Ey Araz, səpirsən göz yaşı sən də, Keçdikcə üstündən çölün, çəmənin. Səni arzulara sədd eyləyəndə, Niyə qurumadı suların sənin? Ayırmaq kimsəyə gəlməsin asan Bir xalqın bir olan dərdi-sərini. O taydan bu taya Mustafa Payan Oxuyur Vahidin qəzəllərini. Dayanıb Arazın bu tayında mən “Can qardaş” deyirəm, o da “can” deyir. Ey zaman, sorğuma cavab ver, nədən Səsim yetən yerə, əlim yetməyir?.. Dolandı zəmanə, döndü qərinə, Şairlər od tökdü yenə dilindən. Vurğunun o həsrət nəğmələrinə Şəhriyar səs verdi Təbriz elindən: Qarışıb gözümdə, qarışıb aləm Dərd-dərdi doğrayır, qəm-qəmdən keçir. Arazın üstündən keçə bilmirəm, Araz dərdim olub sinəmdən keçir. “Heydər baba, göylər qara dumandı, Günlərimiz bir-birindən yamandı. Bir-birindən ayrılmayın, amandır, Yaxşılığı əlimizdən aldılar, Yaxşı bizi yaman günə saldılar. Taxta dirəkləri torpağa deyil, Qoydular Füzuli divanı üstə. Yarıya bölündü yüz, yüz əlli il Gəraylı, bayatı, muğam, şikəstə. Bir uçaydım bu çırpınan yelinən, Qovuşaydım dağdan aşan selinən, Ağlaşaydım uzaq düşən elinən. Bir görəydim ayrılığı kim saldı, Ölkəmizdə kim qırıldı, kim qaldı”. Dəmir çəpərləri eşqim, diləyim, Tarixim, ənənəm üstə qoydular. Yarıya bölündü canım, ürəyim, Yarıya bölündü Arazda sular. Bakı -1959 Taxta dirəkləri qoydular ax, ax! Qəlbimin, ruhumun, dilimin üstə. Biz güldük, ağladıq, yenə də ancaq Bir sazın, bir telin, bir simin üstə. Ürəkdən ürəyə körpü? Bir dayan! Dərdimiz dinirsə, bir sazın üstə Şəhriyar yaralı misralarından Körpü salmadımı Arazın üstə?! Bu taydan o taya axışdı sel tək Gözə görünməyən könül telləri. Bu selin önünü nə çay, nə dirək Kəsə bilməmişdir yüz ildən bəri. Ağalar bilmədi birdir bu torpaq Təbriz də, Bakı da Azərbaycandır. Bir elin ruhunu, dilini ancaq Kağızlar üstündə bölmək asandır. 16 Desen:Garipkafkaslı-1973 BAHTİYAR VAHABZADE’NİN ŞİİRLERİNDE AŞK Yard.Doç.Dr. Hüsniye Mayadağlı* I- AŞK, MUHABBET, SEVGİ Vahabzâde aşk ve muhabbet şairidir. Onun iki aşkı, iki sevdası vardır. Biri, bir ve bütün olarak görmek istediği Azerbaycan, diğeri ise şiirlerinde “gülüm” diye seslendiği. o, aslında aşkın kendisine de aşıktır. aşktan başka bir söz tanımaz; ................................. Çıhmag isteyirik yerin her zaman Bizi yere çeken cazibesinden. Bes çıhan oldumu? Tek-tekdir hele Dünya gaygısından azad olanlar. Göyde kosmonavtlar Yerde eşg ile Yaşayıb dünyada heyran galanlar. Eşgdir eşiden. şgdir gören. Eşg der ayrı söz tanımıram men. Biz eşgin cezbile çıharıg yalnız Yerin de ebedi cazibesinden. Heyranam bu üç harfin hökmüne güdretine, Odur menim sinemde ateş olub hey yanan, Ayın şin ve bir de gaf! bu üç herfden yaranan. Eşg sözü sözlerin sultanıdır, tacıdır. Eşg heyat ağacıdır. Sen de men de leyla da bu ağacın barıyıg. Torpagdan ateş alan eşgin alovlarıyıg. Gara torpag olsa da ilk ve ahır yerimiz. Eşgdir, tinetimiz, eşgdir cövherimiz. (Şeb-i Hicran, s.101) (Payız Düşünceleri, s.67) Aşk sözünü diğer bütün sözlerden üstün tutan Bahtiyar Vahabzâde, aşk muhabbet mefhumlarına mücerret bir gözle de bakmaz. Aşkı iki farklı cinsten, iki kişinin birbirine karşı hissettikleriyle açıklamak da, ona göre insanın en büyük hissini sırnırlamak, basite indirmektir. Halbuki “sevgi insanın en yüce, en yüksek ve en mukaddes hissidir. Sevgi insan hayatının ziyneti, güneşi ve şiiriyetidir. Muhabbet insan yüreğinde daima yanan bir ateştir. O yanar bizi ısıtır, heyecanlandırır ve yaşatır. Onun yangısı iliklerimize kadar işler. Işığı ise hayat yolumuza “nur” seper. Biz bu ışığın yolu ile gider, arzularımıza çatarız. İnsan muhabbet ile yaşar, muhabbetle mübareze eder, muhabbetle yücelir, dünyanın ve kâinatın sırlarını derk eder.” sevgisiz yaşanmaz fikrindedir. Ona göre “ölüm bile sevgisiz hayattan hoştur.” Aşkın yolunda ölmek başka bir hayattır. “Muhabbetsiz yaşamak ölümdür insan için.” Yeryüzündeki bütün güzellikleri muhabbetin birer neticesi olarak değerlendiren Bahtiyar Vahabzâde der ki: “Muhabbet her türlü kahramanlığın ve fedakârlığın anasıdır..” Muhabbetten mahrum olan adam akideden de, meslekten de mahrumdur. Böyle adamlar yalnız kendileri için yaşayan cılız tabiatlı, yoksul maneviyatlı sürünen adamcağızdırlar. Başkası için yaşamak, onun kederi ile kederlenmek, sevinci ile sevinmek, onun derdiyle dertlenmek nihayet, lâzım gelirse, onun saadeti yolunda şahsi saadetinden vazgeçmek ne kadar güzeldir. Büyük Fransız yazar Balzak’ın dediği gibi: “Sevgi insanlığın bütün güzel keyfiyetlerinin toplamıdır.” Büyük Rus düşünürü Çermişevski de “Sevgi insanın bütün dahili kuvvetlerini seferber eder. Kim bu imtihandan geçmemişse sevginin manasını anlayamaz.” der. “Sevgi hissinden mahrum adamları, yahşı adam” kabul etmeyen Bahtiyar Vahabzâde için en büyük sevgi ise vatana duyulan sevgidir. “Bu mukaddes histen mahrum olanlar ne öz ailesini sevebilir, ne de başkalarını.” Başkalarını sevmekse yeri gelince “başkaları için yaşamak” “şahsi saadeti İndi men anlayıram eşgimiş her ne varsa Beli kimin gelbini eşg ateşi yaharsa, Dünyanı derk eyleyer, eşg bir amal imiş, Senin mene verdiyin “elm ü geyl-ü gal” imiş (Şeb-i Hicran, s.101-102) “Şeb-i Hicran” poemasında Leyla’nın diliyle, dünyada aşktan kudretli bir şeyin daha olmadığını söyleyen Bahtiyar Vahabzâde’ye göre “sevgi” hayatın manası, insan varlığının mahiyeti, hilkatin mayasıdır... Hayatın cevheri süsü ve dünyadaki bütün güzelliklerin esası sevgidir.” Bahtiyar Vahabzâde *Amasya Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğr. Üyesi 17 Ey ayağımdan çeken, men seni de sevirem Senin varlığın mene heyat dersi öyreder. düşünmemek” anlamına gelir. Böylelikle insanın en âli, en yüksek keyfiyeti” olan muhabbet “insanın en güzel sıfatlarını yüze çıkartır, insanı temizler, yükseltir, yüceltir.” Demek ki “muhabbet insanın karakterini de değiştirebilmek kudretine maliktir.” Sevginin tılsımlı cazibesine kapılan şair “Sevgi nedir, nefret nedir?” sorularını kendine sorar; “kalbin telâtumu, hislerin tufanı, aklın isyanı olmadan, sevmeden, “sevgi hakkında yazılamayacağına inanır. Bir şiirinde de sevgiden doğan hoşbahtlığını şöyle dile getirir: (Aylı Geceler, s.24) “Mehebbettir, yaşatan bu dünyada insanı! Sevgisiz yaşanmaz, dünyanın her halini de sevmek, karını, yağmurunu, yazını, kışını, milletini, vatanını, ana dilini, çiçekleri, gülleri, ..... de ancak sevgiyle mümkündür. Eniş enmek isteyen yohuşu çıhsın gerek, Sevgidir ömür yolum beşikten mezara dek... Men hem garı sevirem hem de gışı sevirem, Men sevirem yurdumu, men sevirem elimi, Bülbül teranesi tek, şirin ana dilimi. Men sevirem çayların, bulagların sesini. Sevirem çiçeklerin, güllerin nefesini. Sevirem gözellerin garasını ağını; Sevirem sevgilimin nazını, şıltağını. Sevirem gülüşünü balaca körpelerin, Duyuram derin-derin, sevirem derin derin. Saatleri günleri, arzu deyirmanında Sen öyütmek istedin Vahtı ötmek istedin Hoşbehtem ki üreyin Çılgın duygularıyla Yaşadıram seni men. Başgasını yaşatmag Daha güzel olurmuş yaşamağın özünden. (Ahı Dünya Fırlanır, s.61) (Aylı Geceler, s.23) Sevgi, güzellik aşkından doğar. “Güzellik aşkıyla, hayat aşkıyla dünya da güzelleşir.” Bu güzel ve güzellik vatan da, sevgili de, anne de, evlât da olabilir. “Sevgi ve güzellik duygusunu hayır ve kazançla ölçmek büyük bir manevi yoksulluktur.” Sevgi, öz benliğini öz kudretini hiçe saymak, çıkar ummamak olmalıdır. Sevmeyi başaran insansa dünyanın en güzel insanıdır: Sevmek yaşamaktır. Muhabbet sevenin “şerefidir, şanıdır,” “sonsuz asümanıdır.” Men sevirem mehebbet şerefimdir, şanımdır. Men bir guşam, mehebbet sonsuz asımanımdır! Men sevirem, sevgisiz açılmaz gül-çiçekler. Men sevirem, sevgisiz döyünermi yürekler? Men sevirem, nurlanır üreyim sevgilerden, Men sevirem, sevirem yaşayıram demek men. Men sevirem, sevgisiz guş da bala uçurmaz. Men sevirem, sevgisiz ne gış olar ne de yaz! Men sevirem, çölü de men sevirem dağı da, Gülmek geder sevirem dolup ağlamağı da. Öz böyük eşgimle fezadayam men Meni endirmeyin yere, amandır. Dünya çoh kiçikdir mehebbetimden. Her arzum bir cahan, bir asımandır. Verir arzularım göyde ses sese, Demeyin yerde üç, yer bes deyil mi? Yanan bir üreye, seven bir kese Asıman özü de gefes deyil mi? (Aylı Geceler) Güllerin çiçeklerin açması, kuşların yavrulaması, mevsimlerin oluşmasında da “sevgi”nin bulunmasına yukaradaki mısralarda dikkat çeken Bahtiyar Vahabzâde âlemin yaratılışındaki sebebi yani “aşk”ı belirtmektedir. Tasavvufi anlayışa göre de alemlerin yaradılış sebebi aşktır. Seve biliremse eger ürekden Dünyanın en gözel adamıyam men! (Bir Ürekde Dört Fasıl, s.112) İnsana yaşamak için can veren, hayatı sevdiren; ışığı da gölgeyi de sevdiren “sevgi”dir. Bahtiyar Vahabzâde de bunu şiirlerinin bir kaç yerinde belirtir. İnsanların bu dünyaya sevgiden geldiklerini, Sevgidir yaşamagçın insana can veren de, Sevgidir mene ancag heyatı sevdiren de Işığı da sevirem, kölgeni de sevirem, Sevgiden gelirik bu dünyaya biz Doymamış gedirik, 18 Beledi gayda. Onları böyle yaratan Allah’tır. Bu sevgiyle iki kişi bir olmuştur. (Payız Düşünceleri, s.254) Halıgımız bizi bele yaradıb Heyat bize kemend atıp, tor atıb Hissimizi günü günden parladıb Aglımızı kor eledi bu sevgi bu yüzden insanoğlunun ezelden aşka yar olduğunu söyler. İnsan oğlu ezelden eşge yar olmuş Sevgi olan ürekde ilkbahar olmuş Sevenlerin gismeti goca dünyada Sevinç olmuş, gem olmuş, intizar olmuş (Vetendaş, s.161) Sevmek insan tabiatında karekterinde olduğundan ondan ayrılınmaz. Nasıl od yürekten, sıcaklık ateşten ayrılmaz, öyle: (Aylı Geceler, s.96) Aşağıdaki mısralarda olduğu gibi: Bu sevgi- öz meğzim, öz fitretimdir, Bu sevgi- özüme sedagetimdir Bu sevgi- kelmeyi şehadetimdir Bu sevgi- zövgümden öteri degil Duruşum da mehebbet yerişim de mehebbet, Gülüşüm de mehebbet her işim de mehebbet Hilgetin de anası ezelden sevgi olmuş İnsan goca dünyanı sevmek için doğulmuş! (Ümide Heykel Goyun, s.103) (Aylı Geceler, s.23-24) Bahtiyar Vahabzâde, kendi sevgisi için şunları söylüyor: “Benim sevgim sevmek ihtiyacından meydana geldiğine göre bu ihtiyacın, ömrümün sonuna kadar beni yandırıp yaşatacağına inanıyorum.Çünkü bu sevgi fıtrattan gelir. Eğer hedefin özü de sevgiye lâyık olursa , sevgi aradaki maniye kadar tutar kazanır.” İnsanı yaratan “aşk”tan yaratmıştır onu. Aşk kelimesinin sarmaşık manasından yola çıkarak aşıkların sarmaşık gibi sarıştıklarını söyleyen Bahtiyar Vahabzâde Gelbimizi yaman açdıg Sarmaşıg tek çoh sarışdıg, Gâh küsüşdük gah barışdıg İndi mene şirin geler Ölen acı hatireler. 1- Aşk Hayranlıkla Başlar: Uçmak Arzusu Verir: Aşk, sevilen varlığın sihriyle hayran olmaktır. Gelbimde beslenen ,arzu kam senin, Menim bu arzumla sen yanmasan da. Sehrine, sirrine heyranam senin. Buna inansan da inanmasan da. (Aylı Geceler, s.81) sevenlerin bir ve bütün olduklarını da sık sık dile getirir: (Özümle Söhbet, s.71) Sen menim ruhumun aşkardaki öz tımsalısan Sen hümayundaki sesler selinin son halısan Menim iç dünyamı çöl dünyamı görmek dileyen Sene bahsın, seni görsün o da sensen bu da sen. Hayran olan aşkın gücüyle göklere yükselir. “Muhabbet yeri de göğe kaldırır.” İnsan bulunduğu mekândan başka yerlere gitmek, arzularının peşine takılmak ister. Yer ona dar gelir.Hedef hayallerden de ötededir: (Özümle Söhbet, s.74) Uçmag isteyirem, Sevmekten vazgeçmek mümkün değildir. Çünkü sevmek, aşk, insanların yaratılış esasında mahiyetinde vardır. Dolayısıyla onu inkâr özünü inkârdır. Yalnız zirveden Seyr edim bu günü , öten çağları. O geder ucalım , yükselim ki men, Görmeyim yerdeki hırdalıgları. Sevgimden döndümse, könlüm yetimdir, Sevgi cövherimdir, mahiyetimdir. Meger mümkünmüdür özünü danmag? Özüne şekk edib, yada inanmag. Uçmag isteyirem arzu dalınca Özümü sesleyim,hay verin mene, (Nağıl Heyat, s.128) 19 Heyaldan o taya men ucalınca Yer mene dar gelir,göy verin mene tanımaz. Aslında “sevgiye sınır koymak da günahtır.” Sevgiye hadd goymag, düzü günahtır, Cahilin her işi, sözü günahdır. Eşgi günah saymag özü günahdır, Kim deyir eşgimde günahkâram men? Uçmag isteyirem eseblerimi, Esrin öz kökünde çekib tarıma Uçmag isteyirem, derdi-serimi Dermana yetiren nağıllarıma, (İnsan ve Zaman, s.122) 3- Sevgi Ölümsüzdür: “Güneşten ışığı, nağmeden odu, çelikten sağlamlığı, baldan tatlılığı, kardan aklığı, yerden çekimi, kayadan sertliği, mertten mertliği ayırmak” olmayacağı gibi yürekden de aşkı çıkarmak olmaz. Seven yüreğe unut denemez. Çünkü sevgi sönmez, unutulmaz. Ama lafla “unut” demek kolaydır. Unut dense de, kınansa da, aşk muhabbet yürekten silinip atılamaz. Bahtiyar Vahabzâde, bu durumu bizzat yaşamış ve yaşadıklarını şiire çevirmiştir: (Payız Düşünceleri, s.55-56) Gerçekte kanadı olmayan insan, aşka tutulunca uçmak, dünyayı kucaklamak arzusuyla dolar. “Mehebbet kanat” olmuş her yeri gezmektedir. Aşıka da olmayan kudreti o verir. “Böylelikle, muhabbet sayesinde gözle görülmeyen derinlikler” gözle görülmeye başlanır. Zaten arzu edilen de hayellerin ötesiydi. Muhabbet insana özünü derkettirirken “onu” yerden alıp gökyüzüne kaldırır.” Aşağıdaki mısralar özünden yukarıya çıkmış, kendini aşmış bir aşk ehlinin sözleridir: Bir yollug könlünden sil mehebbeti Deyenler könlümü ne sanır menim? Gelbim bu sevdadan ne keçe bilir, Ne atır, ne tutur, ne danır menim. Mecnuna ne var ki, o düşdü derde. Gınayan olmadı onu bu yerde. Gör nece bedbehttem, bu çek-çevirde Eşgim, mehebbetim gınanır menim, Deyirler, möhkem ol bu govgalarda, İrade insanı goyarmı darda? Men nece bedbehtem, görün bir harda İradem, merdliyim sınanır menim. Sevgim mene ganad verdi,uçurdu. Men özümden yuharıyam,aman hey Sen gelbimde gelbim kimi vurmasan, Bütöv deyil,men yarıyam aman hey. (Ahı Dünya Fırlanır, s.83) Yine aşıklar için sığınma yeri, ümit kaynağı aşktır. “Aşk özünü aşmadır.” 2- Aşk Hudut Tanımaz: Bahtiyar Vahabzâde “Mesafede Mesafesizlik” şiirinde mesafece uzak olsa da sevgililerin ayrı sayılmayacaklarını söyler. Çünkü her an sevgilinin aksi yanında, sesi kulaklarındadır, bakışı da her yandan onu gözler, yatsa rüyalarında onu görür. Bunun için, sevgiyi “mesafede mesafesizlik” olarak tanımlar. (Açılan Seherlere Salam, s.109) Buna rağmen zaman zaman muhabbetini boğmayı da denemiş Boğmaya çalışdım mehebbetimi Deyişmek istedim tebietimi Gördüm ki galmışam olduğum kimi, Evvel ne idimse yene oyam men Arzumun başına dönüb-dolanmag Adi verdişimdir... Ne imiş anmag? Işıg süretinden min defe tezlik! Sevmek mesafede mesafesizlik. (Özümle Sohbet, s.73) ve başaramamış olan şair, sevgisinin ölümsüzlüğünü kavuşamamakla açıklar: (Ümide Heykel Goyun, s.116-117) Seslenib könlümde sen bir neğmetek Goru bu şerefi, bu temizliyi. Can atmag ucalmag çata bilmemek! Aşkla birlikte vakit ölçüsü de bozulur. Artık muhabbetin derecesi ve ölçüsü vakit ölçüsü olur. Sevgi sınır da tanımaz yıldan yıla artar; “Sevginin serhaddi sevgidir yine. Sevenler hudutları yıkar. Âlemin hudutsuz olduğu gibi “telâtumlu hislerin kaynağı aşk da hudut 20 Seven günden yaşamağa başlamısan Bu günden de hesablanır tevellüdün. Eşgımızın on yaşı var, Derya geder gözyaşı var. Budur sevgimizin ölmemezliyi. (Özümle Sohbet, s.70, Ahı Dünya Fırlanır, s.63) 4- Muhabbet Yaşlanmaz: Sevenler yaşlanır, sevgi yaşlanmaz.”Yaş geçse de ruhun direği aşktır.Aşk ateşi vardırsa, can elden düşebilmez.” Sevgiliyle her görüşme insana bahar mevsimini yaşatır,aşk da çıçek açar Şair de bunun için hiç bir yaşının aşksız geçmesini istemez. (Menim Şer’im, s.223) Dağlardaki seller bulanır, durulur, nesiller değişir, yıllar geçer ama muhabbet devam eder, aşık “gocalmaz.” Aşk ateşi olduğu sürece, insan diridir, gençtir. Aslında “sevgi, aşk” kavramının kendisi “gocadır”, fakat her “seven yürekte o gençleşir.” Bulunduğu mekân tuttuğu yüreği de gençleştirir. Ömrün son baharında da olsa yüreğe baharı yaşatır: Sevdasız ötmesin bir yaşım menim Ne baharım menim,ne gışım menim. Tegvime bahmagdan bahışım menim Kağız parçasını gabar eyledi. Bu yaşda, bu başda sevdaya düşdüm Könül ele bildi nubar eyledi. Cavanlıg duygusu, cavanlıg eşgi Bu hezan sinemi bahar eyledi. (Açılan Seherlere Salam, s.105) Çok insan sevdalarla saç ağartsa da sevgi yaş tanımaksızın kalbi yandırır,seven insan doksanında bile gençtir,sevmeyense otuzunda da yaşlıdır. (Açılan Seherlere Salam, s.105) Sevgi yaş tanımır...Gelbini yandır Yanarak yaşasan yaş düşmez yada Seven dohsanında hele cavandır, Sevmeyen gocadır otuzunda da... Ürek alışırsa günahkâr mı yaş ? Seveni gınama ,sevecek seven ! Yaş ile üreyi değil a gardaş, Boş ile dolunu çekiye goy sen ! Fakat muhabbete düşen, bu yolda çok cefalar çeken için durum bundan biraz daha farklı olur. Ağardı saçları mehebbetimin Amma gurumadı gözünün yaşı. Gocaldım yolunda deyanetimin Her il cevanlaşdı özümün yaşı. Muhabbet gocalmış onu daşıyan Kövrek üreklerin halına vay vay. Sübhe ne çaldısa oynadı güman, Mehebbet gopartdı haray, hay haray! (Payız Düşünceleri, s.128) Aşkı ömrünün manası bilenler,aşk üzerine verdikleri sözden dönmezler.Böyleleri için hayat aşık oldukları zaman başlamıştır : (Payız Düşünceleri, s.270) Men eşgimi ömrümün menası bildim, Öz ehdimden ne döndüm ne de çekildim. Doğulurken bilmedim doğulduğumu, Men sevirken heyatda,heyata geldim. İnsanın yaşı geçse de sevdalansa, sevdası da vuslata eremezse aşk yine de vazgeçilmezdir -Ya Rebbim, bu yaşda bu sevda nedir?Deye ellerimi açdım göylere. Yer mene cehennem, Göy biganedir, Könlümden fışkıran bu gıleylere, Bu sevda nelere duruş getirmiş, Bu sevda çekecek ne geder Allah? (Aylı Geceler, s.97) Sevda hangi yaşta ise seven de aynı yaştadır. Üreyim bahmadı e’tirazıma Könüllü getmişem öz güdazıma Bu sevda dönübdür alın yazıma Sevdam ne boydaysa ,o boydayam men. (Nağıl-Heyat, s.132-133) (Özümle Sohbet, s.73) Sevda yaşlılık gençlik dinlemez: Senmi gocalırsan? Sevmeye başlanılan yıl da doğum tarihidir. 21 Yoh, ola bilmez! Sevgilim mehebbet gocala bilmez. Sevgiden uzagdır gocalıg, ölüm Orda ne ölçü var, ne yaş, ne çeki. İnan ki bu gün de görürem, gülüm Men seni ilk defe gördüyüm teki. Sevenler aşk oduna yanmaktan memnundur. Hatta aşkın oduna dünyayı da yandırmak, “muhabbet ünvanlı yeni dünya” kurmak isterler. Seven, aşk ateşine düşen “yanıp kül olmaz yanıp ayılır.” Muhabbetin oduna seven yanarken, sevilen de bu ateşte “ısınır”. Her halükârda bu “od” da pişen kişilerin canları birbirine kaynar, aşk onları bir bütün haline getirir, artık ölüm de onları ayıramaz olur: (Açılan Seherlere Salam, s.119) Sevgi asla “gocalmaz” ama insan “gocalır.” Sevgi olan kalpse insana yaşlılığı hissettirmez. Gel, gel ki deyirman daşı tek fırlanalım biz, Eşgin başına, sel suyu menden deni senden Bir odda bişib gaynag olub canına canım Ölmek de ayırmaz seni menden meni senden Eşgin seni insan eledi, eşg yolunda Neylim ki menimlik ayırıb insanı senden. 5- Aşk Ateşi: Aşk ateştir; “od”dur. Aşk oduna yanarak yaşamak “duya duya, gana gana” yaşamaktır. Bu yangı aşkın mekânı olan gönüldedir, yanan gönülde de ateşin kırmızılığıyla al-elvan güller açmıştır. Aşık bu yüzden bağda bahçede bulunan gülleri aramaz. (Özümle Sohbet, s.74) Sevenlerin, sevgiden ne kazandıklarını da tahlil eden Bahtiyar Vahabzâde, seven bir insan olarak, “alışıb yanmaktan, ömür boyu inlemekten” başka bir şey elde edilmediğini söyler. Yine de sevginin gamı, işkencesi üzerine Mecnun’da başlayıp Kerem’e kadar türlü destanlar yazılmıştır. Açmışken könlümde al-elvan güller. Bağçada açılan gülü neylerem? Könlümde ebedî odum var menim, Ocagda garalan külü neylerem. (Menim Şer’im, s.285) Sevenler sevgiden ne gazandılar? Sevib alışdılar, yanıb gandılar. Seven ömür boyu ancag inledi, Bu odun içinden keçenler dedi Kaş ezelden sevib sevilmeyeydim. Onun dadını da heç bilmeyeydin. Sevginin geminden, işkencesinden Zinhar olmayanı görmemişem men. Mecnun’dan başlayıb Kerem’e geder Sevenler sevgiden nale çektiler. Dastanlar bağlandı bu müşkül oda, Bunu göre göre çohlarını da Sevgi hesretile men yanan gördüm. Seve bilenlere gısganan gördüm. Bu “ebedî od” kurulan ocakta alevlendikten sonra dumanı sis kalmaz; bir kere tutuşmaya görsün. Sordun-Niye susdun? Niye feryadın ucalmaz? Yarpagları tökmüşse budaglarda ses olmaz. Üstün gelib inkâr eledi nalemi eşgim Tongal ki, alov tutdu, onun tüstüsü galmaz. (Ahı Dünya Fırlanır, s.62) Yalnız bu odu ancak yananlar bilir, anlar. Sevgi ahdardılar. Sevda gezdiler Tapdılar, Ertesi ondan bezdiler. Gördüler, üreye işlemiş bu od Yananda bildiler, ne imiş bu od. (Ahı Dünya Fırlanır, s.39) Vahabzâde’nin aşk şiirleri de kendi gönül destanından başka bir şey değildir. Onun aşkı, ıztırabıyla daha çok Fuzûlî’nin aşkına yaklaşır: (Ahı Dünya Fırlanır, s.39) Gönül ateşe koşan ama ateşte, ışıkta ölen “semender” gibi yanar, yandıkça aşkın yaşaması sağlanır. Öz könül dünyama seyahetimde Susur, ne danışır, ne dinirem men Derdimde tapıram hegigetleri Kederim artdıgca sevinirem men. Ey könül, sen de yan semender kimi Yaşat dileyimi, yaşat eşgimi. (Özümle Sohbet, s.45) (İnsan ve Zaman, s.25) 22 6- Aşk; Benzetmeler, Mazmunlar: Aşkın başlaması, Menim bilmediyim tek budur, gülüm: Senmi menimçün Menmi senimçün? İlk görüşden gelbimizde özüne Derin-derin yer eledi bu sevgi Getirmedi ömrümüze bir fereh Heyrimizi şer eledi bu sevgi. (Payız Düşünceleri, s.238) Başında bin sesli sevdaları; gönlünde bin renkli hülyaları; uykuda bin türlü rüyaları taşıyan, sevda âleminde yaşayanlar için muhabbet “en şirin nağme” dir. (Vetendaş, s.161) Sevgime. hissime dodag büzenim, Mehebbet en şirin neğmemdir menim, Sevinç ahtarırsan sen bu heyatda Menese çoh görme seçdiyim gemi aşkın ilk ateşinin yüreğe düşmesi için öncelikle sevgilinin görülmesi lâzımdır; Meler çıhmasa da üreyin sesi, Ele ki, havada gözler öpüşür Eşgin de ilk odu, ilk şeraresi Evvelce üreye gözlerden düşür. (Ahı Dünya Fırlanır, s.72) Sevgi bazen aşığın kendini içine hapsettiği bir “kale”; (İnsan ve Zaman, s.105) Sevgimden özüme bir gala gurdum. Ömrü bu galada men başa vurdum. Dünyanı özüme haram buyurdum Yaşadım heyatı tek bir şertle men. Yüreğe düşen aşk ateşi akla da hükmetmeye başlar. Sevenler, her türlü kınamadan, tuzaktan çekinmez; kalpte gam bir ney gibi sızıldar ama “sevgi yükü” hevesle taşınır; dertleriyle aynı yaşta olan sevgililer bir bütün olurlar. Sevgileri de açık aşikar olur. Sevdikçe “sevdanın sırrı” kat kat açılır., sevenler sevginin her rengini, her yönünü yaşamak isterler, çünkü, böylece muhabbet tazelenecektir. (Ahı Dünya Fırlanır, s.87) bazen beslenmesi, kurutulmaması gereken bir ağaçtır; Mehebbet ağacı gurusa kökden Yarpaglar solacag, yüz yağış yağa. Ehtiyac varmıdır ürek boş iken Sevgi havasına el-gol atmağa Sevgin kökü yanan bir kola benzer, Behanen atdığın el-gola benzer. Açılır sevdanın sirri gatbegat, Amma möhtacıyam yene sevginin Yoh, doya bilmirem... her gün, her saat Göster bir rengini mene sevgimin, Tezele sevgimi bu renklerle sen Çırpınag al- elvan duygularla bizBir yerde durmasın, goy dillenmesin. Her gün tezelensin mehebbetimiz. (Ahı Dünya Fırlanır, s.65) Bazen de eski bahara, yeni bahar getirir, eski ağaçlarda yeni yeni yapraklar çıkartır; kışın ardından baharın gelmesi gibidir sevgi. Sevginin hedefi doğru seçilmelidir. Ancak bu takdirde de aşk, aşığın gönlüne kucak kucak nur yağdırır, ona “servet, devlet, varlık” bağışlar., (Payız Düşünceleri, s.263) Aşkın “her yüzünü”, “gecesini gündüzünü” “hem dünyayı hem özünü” görenler kendilerini yenilemiş, tazelemiş olurlar. Sevgi mayasıyla mayalanan, sevmeyi öğrenen insanın kalbinde sevgilinin kalbi durur, iki yürek aynileşemezse aşık bütün değil yarım olur; o, ancak sevgiliyle bir bütündür. Sevgili yoksa öz özüyle kalan aşık o gelince dertlerini unutur: Menim öz eşgimin öz ulduzları Dağıdır, könlüme nur, gucag-gucag... Ahı bu serveti, dövleti varı Mehebbet behş eder insana ancag. (Bir Ürekte Dört Fasıl, s.111) Bazen de seveninin yüreğindeki bu “gizli sır”: Ürek her derdini unudur gülüm Sen varsan Gözeldir her anı ömrün. Deşer üreyimi gizli sirr menim, Üreyim seslener her söhbetimde, 23 Orta yolum yohdur, derindir menim Sonsuz nifretim de mehebbetim de Bir eşg ile men düşmüşem yollara, Niyyet hara, menzil hara, yol hara? İçimdedir gece, günüdüz, ağ, gara, Öz ağlımdan öz garama elçiyem. (Menim Şer’im, s.22) onu kendine düğümler yahut kilit olur onu kendine bende der, esir eder. Onun esiri olan da asla azad olsun istemez. Sevgi “uyku, ninni, rüya” ile birlikte de düşünülür zaman zaman. Muhabbet “şirin bir uyku”dur. Aşık bu uykuya, “Sevgi layla”sıyla yatar, uykuda gördüklerine de inanır. (Ahı Dünya Fırlanır, s.87) Sevgi yollarının kanunu, kaidesi yoktur. Seven bu yola göre önüne çıkan engelleri kendisi aşmak zorundadır, zaman zaman kazaya da uğrayacaktır: Sevdinse... Eşginde itib yoh oldun, Çaşbaş salacagsan günü, ayları. Sevgi yollarında ne gayda-ganun? Özün aşmalısan bu dolayları. Ehdini sözünü gerçek sanırdım, Ürek ne çekmedi sevginden yana, Rüyada nece de men inanırdım O şirin, mehebbet yuhularına Ne geder ki, yatır, yattığı zaman Gördüyü yuhuya inanır insan. Eriyib, özünü yoh sayacagsan, Bu derdin olmayıb özge çaresi Sen tez-tez “gezaya” uğrayacagsan, Yohdur bu yollarda yol işaresi. (Açılan Seherlere Salam, s.125) Ömrün büyük bölümünde de bu tatlı uykuda geçer: (Açılan Seherlere Salam, s.125) Uydum laylasına sevginin, neynim Yatdım, yuhu gördüm, şirin bir yuhu. Ötdü bir an kimi ötdü, sevgilim, Hemen bu yuhuyla ömrümün çohu. Muhabbet yolunun dönemeçlerinde yıkılınır, durulur, inlenir; çünkü sevda yolu, izdırap doludur, inişleri yokuşları çoktur. Aşık bu yolları kirpikleriyle süpürür, sevgilisiz yapamadığı için bu yolda çok çabalar. (Açılan Seherlere Salam, s.125) Senin sevda yollarını Kirpiyimle süpürenem. Bu eşgsiz, bu sevdasız Ne sen sensen, ne men menem ............................................... Biz ki bütöv olmamışıg Ne sen mensiz, ne men sensiz. Sevgiliyi ilk görüşte başlayan aşk daha sonra da sevgilinin hayaliyle, rüyalarla beslenir, gelişir. Gönle “ebedî olarak giren sevda, ömrün bedeli olur; Bu sevda nelere duruş getirmiş. Ömrün bahasına döndü bu sevda. Bu sevda könlüme ebedi girmiş, Bu giley-güzarın içinde bele Könlümde guş kimi dindi bu sevda... (Payız Düşünceleri, s.222) Aşk yolunda insan “insan” olmayı öğrenir; “benimlik” hissinden vazgeçer. Bu yol ona “inam” bahşeder; onu “kıblegâh”a, sevgiliye ulaştırır: (Nağıl-Heyat, s.133) Aşk, “hakikate giden doğru yol”dur. Fakat bu yolda her türlü dert ve gam vardır. İnam behş eleyir bu yol, her kese Ele ki, tanıdın yönü, gıbleni Bu yoldan azmaram ömür bitmese Yönüm gıblegâha aparır meni. Sevgi-hegigete geden doğru yol. Bu yolda her derde, geme hazır ol. İlde nece defe, günde neçe yol Bulanır, durulur seli dünyanın. (Payız Düşünceleri, s.273) Aşk, bir başka yerde sevenin ulaşmak istediği ama bir türlü ulaşamadığı “amma”larla engellenen bir “âmâl”idir: (Payız Düşünceleri, s.137) Bir aşk ile yollara düşen, niyetini de menzilini de yolunu da şaşırır. 24 Eşgim menim âmâlim olubdur, bunu danmam, Bes neyleyerek âmâlimiz ammaye düşende? Eşgim-şübhem ile hemyaşdır menim Ne şübhem gocalır, ne sevgim ancag. (Deniz-Sahil, s.65) (Özümle Söhbet, s.66) Aşığın binbir lezzetle içtiği tatlı bir “şerbet” olan muhabbet onun gönlünün derinliklerinde yatar. Sevgi bir “kitap” olunca sevgiliye duyulan muhabbet de bu kitapta yer alan “iri bir nida” olarak anlatılır. Bu sevgi, sevgili öyle büyük, öyle güçlüdür ki, yarın bir gün “hak dünyasında Mecnun’un Leylâsı onu karşılamağa önüne çıkacaktır.” Her haliyle, her yönüyle acısıyla tatlısıyla anlatılan muhabbet için hâkim olan vasıf onun “şirinlik”idir. Şirin bir sevdaya düşen için hayat da çok şirindir. Aşağıdaki mısralar bu tatlılığı, zıddı bir durumla, ayrılık acısıyla karşılaştırarak dile getirir: Sevgi kitabında iri bir nida Senini mehebbetin, senin giymetin! Mecnunun Leylisi hagg dünyasında. Senin pişvazına çıkacag yegin. “Ayrılag” sözüne ağladı göyler, Yolu deyişmemiş yolumu azdım Şirin olmasaydı sevgi bu geder, Ona acı-acı men ağlamazdım! (Nağıl-Heyat, s.215) Görüşler özü de dadıma gelmir Bu geder yahınlıg o geder uzag. Birce görüşümüz yadıma gelmir, Ne vaht birleştik ki, indi ayrılag? Bu kitabın sayfaları arasında gam, keder, aşk, ıztırap ve hatta “şüphe” de olacaktır. Gismetim ebedi telaşdır menim. Sevgi kitabında bu da bir varag. (Payız Düşünceleri, s.233) Desen: Ali Güzelsoy 25 ŞİMDİKİ ZAMAN ÇEKİMİNDE BİR MAHKUMA MEKTUP Dilaver Cebeci Sana bu mektubu bir gece yarısında yazıyorum Azatlığın zirvesinde sohbete dalmış yıldızlar Zühre bir aşkı tutturmuş Bâbil’ de kalan Zavallı dünya habersiz, zavallı dünya sağır Bir Hârût’la Marut bir de ben dinliyorum Derken kayıp gidiyor yıldızlardan birisi Bir intikam fişeği gibi saplanıyor karanlığın karnına Senin namına yıldızları kıskanıyorum. Kim bilir kaç ışık yılı uzakta Öfkeyle kollarını çeviriyor yalancı fecir İmanım gibi biliyorum vakit asılmak vaktidir Ve taksim gazinolarında trahomlu şairler Mısra arıyorlar masaların altında Kanını içiyorlar bilmeden “Cennet atları” nın Ben yurdumun en sert tütününden bir sigara sarıyorum Dumanı ciğerlerime değil iliklerime çekiyorum Ne kadar ürkek ceylan varsa Asya çöllerinde Domaniç yaylasında ne kadar dizginsiz at Başlıyorlar koşmaya kılcal damarlarımda Sıcak solukları yalarken alnımı Toynaklarını hissediyorum alyuvarlarımda. Sana bu mektubu evimin balkonunda yazıyorum Sağ elimi koyuyorum tam yüreğimin üstüne Çankaya yokuşunda söylediğimiz marşı duyuyorum Ulu kayalar parçalanıyor beynimin bir yerinde Bir yerinde demirden dağlar eriyor Atlas yelkenli gemileri unutmuş birkaç levent Viski kokulu bulvarlarda yavaş yavaş ölüyor İstediğin o seccadeyi hemen gönderiyorum Üstünde Kabe resmi ve anamın duaları var Ve bildiğin sebeplerden ben gelemiyorum. Yine biliyorsun ki, Sevmedim ülküden başkasını Başı dumanlı dağları, dolunayı, ufukları Bir de Çankaya yokuşunda rüzgara tutulmuş saçlarını Önce Allah, sonra genlerim şahit. Sevgimi üç bin yıl sonra doğacak torunuma yolluyorum Trahomlu şairler doğruluyorlar masaların altından Elleri fahişelerin karanlık saçlarında Benim kalemimden kan değil süt damlıyor Geceler boyu böyle geleceği emziriyorum Kahrolayım sevmedim ülküden başkasını Bir de seni çok seviyorum 26 GENÇOSMANOĞLU VE ŞİİRLERİ İsa Kocakaplan* Torun günlerdir okumakta olduğu tarihi romanı bitirmişti. Önce isteksiz okumaya başladığı bu kitap, sonradan kendisini iyiden iyiye sarmıştı. ... Torun oturduğu sedirden hızla kalktı. Atalarının doğup büyüdükleri; yayılıp bürüdükleri coğrafyayı incelemek, gözden geçirmek istiyordu.. Eski dünyayı gösteren haritayı buldu, dikkatle incelemeye başladı. Çin Seddi’nden Avrupa ortalarına kadar uzanan sıradağları şahadet parmağını üzerinde gezdirerek takip etti. Birden ataları Alperenler bu defa hayalinde daha kuvvetle canlandılar... Alperenler Destanı, s. 21-22 Roma’nın şarkını fethettiğin andan sonra, Yüce dağlar gibidir gördüğün iş, Türk oğlu! Yazımızın başına aldığımız bu satırlarda geçen tarihî romanı, Nihal Atsız’ın “Bozkurtların Ölümü” adlı eseri; torunu da Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu olarak değerlendirmek hatalı olmaz. söyleyişi ile Yahya Kemal, fetihler başlangıcını ve Türk milletinin kurucu gücünü, İstanbul’un alınışına kadar çıkarır. Gençosmanoğlu, üstadının bu mısralarını elbette biliyor ve yüreğinde duyuyordu. Ancak, onun gönlündeki Türklük taa Oğuz Handan başlıyordu. Böylece onun Türk milletine bakışı, İslâm öncesini de kucaklıyor ve 1980’li yıllara kadar geliyordu. Eserini Türk tarihini, Türk kahramanlarını, Türk zaferlerini ve Türk’ün çektiği zulümleri anlatmaya adamış bu destan şairinin vefatıyla millî konular da yetim kalmıştır. Yeni Gelenekçilerin arasında bulunan Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun önemi bu noktada ortaya çıkar. Eserlerinin isimlerini ve kapsamlarını saymak bile, bu geniş perspektifi belirleyebilmek için yeterlidir: Gençosmanoğlu, geleneksel edebiyata ait bir vezni benimsemişti: Hece... Şiirlerindeki koçaklama tavrı da gelenekten geliyordu. Başlangıçta öztürkçe yazmaya çalışmasına rağmen, sonraları bunun Marksistler tarafından Türk kültürünü zayıflatmak üzere kurgulandığını anlamış ve kullandığı dilde de bin yıllık Türkçeye, yani geleneğe yaslanmıştı. Şiirlerinde ele aldığı konular da millî idi. O, Kür Şad’dan bu yana Türk milletinin ve Türk kahramanlarının şiirini söylüyordu. 1.Bozkurtların Destanı (Göktürklerin Çin esareti altına girişleri ele alınır) 2.Kür Şad İhtilali Destanı ( Göktürk Prensi Kür Şad’ın kırk arkadaşı ile birlikte Göktürkleri bağımsızlıklarına kavuştur-mak için Çin sarayını basması anlatılır) 3.Malazgirt Destanı (1071 Malazgirt Zaferi ve Anadolu’nun fethi anlatılır) 4.Destanlarda Uyanmak (Anadolu’nun Türkleştirilmesi üzerine yazılan şiirler yer alır) 5.Boğaç Han Destanı (Aynı adlı Dede Korkut hikâyesinin nazma çekilmiş şeklidir) 6.Salur Kazan Destanı (Aynı adlı Dede Korkut hikâyesinin nazma çekilmiş şeklidir) 7.Gençosman Destanı (IV. Murat devrinin ünlü kahramanı Genç Osman anlatılır) 8.Bozkurtların Ruhu I-II-III ( Türk ülkelerini işgal altında tutan ve Türkiye’deki Komünist faaliyetleri destekleyen Rusya aleyhinde ve Kore savaşı hakkında yazılmış şiirler yer alır) 9.Destanlar Burcu ( Tarihî şahsiyetler, olaylar ve eserler ile tanıdığı şahısların vefatları üzerine yazılmış Yahya Kemal’in; Şi’re aksettirebilseydin eğer, dinlerdin, Yüz fetih şi’ri, okundukça, çelik tellerden mısraları, kahramanlıklarımızın şiire yansımayışından duyulan bir üzüntüyü dile getiriyordu. Roma’nın şarkını fethettiği zamandan itibaren gösterdiği kahramanlıklar şiire aksetseydi, Türk gençleri bu şiirleri okudukça cedlerinin fetihlerini, kopuzu çelik telli bir ozanın dilinden dinleyeceklerdi. *Kültür Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğr. Gör. 27 Acunda savaşmaktan özge kaygusu yoktu; Atını, evdeşini, kılıcını severdi. şiirler; Rus işgaline karşı Afgan direnişi; Kerkük’te yapılan katliamlar; şehit olan ülkücü gençler için yazılan şiirler; Doğu Türkistan için yazılan şiirler yer alır) 10.Alperenler Destanı (Hoca Ahmet Yesevi, Dede Korkut, Yunus Emre, Mevlana, Ahi Evren, Ede Balı, Hacı Bektaş Veli, Hacı Bayram Veli, Ak Şemseddin, Anadolu’yu Türkleştiren ilk kumandanlar ile Ertuğrul Bey ve Osman Bey hakkındaki şiirler yer alır) 11.Kopuzdan Ezgiler (Harput-Elazığ çevresi şiirleri, ağıtlar ve koçaklamalar yer alır) Korkağı bağışlamaz; düşmanı olsa bile, İyi vuruşanları yüksünmeden överdi. En çok yalandan, bir de Çinliden tiksinirdi, Bunları her anışta öfkelenir, söverdi. Görkemli gövdesiyle, bir dev gibiydi Yamtar; Uzun saçları, omuz başlarını döverdi. Göktürkler devrinden başlayıp, Karahanlı, Selçuklu, Osmanlı devrelerini geçerek 1990’lara gelen bir tarihî perspektif. Kişiler için yazılmış kısa şiirler yanında, tarihî olay ve kişilere ait gerçekten her biri ayrı bir kitap hacmindeki destanlar. Ve elbette bu birikimi nazma çekmeye yetecek zengin bir Türkçe, onları kalıcı kılacak şairlik kudreti... Yarı aç yaşamıştı dirliği boyunca hep “Ölüm Tanrı buyruğu, açlık olmasa” derdi. Pek neşeli olurdu akında, şölenlerde; Bulsaydı her öğünde bir öküz budu yerdi. (Bozkurtların Destanı, s. 13) Bu 1300 yıllık perspektif edebiyatımıza kalıcı eserler kazandırmıştır. 14’lü hece ile yazılmış tam kafiyeli bu mısralar, bir Göktürk yiğidini tasvir etmektedir. Romanda çok daha rahat yapılacak bu tasvir, nazım için hayli zordur. Mısralara baktığımızda, şairin bize Onbaşı Yamtar portresini başarı ile verdiğini görürüz. Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun yazdığı binlerce mısra arasında vasat seviyede olanları da bulunabilir. Ancak Basri Gocul’dan sonra bir Türk destanı yazmaya teşebbüs eden ve bunu büyük ölçüde başaran bir şair olması, onun edebiyatımız ve kültürümüz açısından önemini arttırmaktadır. Çeşitli şiir anlayışlarına mensup eleştirmenler ve şairlerin değerlendirmeleri değişebilir. Fakat edebiyat tarihi veya şair-yazar sözlüğü hazırlayanlar, edebiyata daha geniş bir açıdan bakmak zorundadırlar. Şiirleri bin sayfa tutan bir şairin, sırf millî konuları işlemesi sebebiy-le bazı sözlüklere girmemesi üzücüdür. Hele bunların arasında adı tarafsıza çıkan “Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü” isimli esere, Behçet Necatigil’in ölümünden sonra da sözlüğü genişletenler tarafından inatla Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu isminin alınmayışı skolastik anlayışın ilginç bir örneğidir. *** Bu notlardan sonra Gençosmanoğlu’nun şiir dünyasının kapılarını aralayabiliriz. Onu en fazla etkileyen ve âdeta satır satır ezberlediği “Bozkurtların Ölümü” isimli eserini, nazma çekmek düşüncesini açtığında, Nihal Atsız’ın büyük teşvikini gördüğünü söyleyen Gençosmanoğlu, destanını yazmaya, 630 yılında Batı Göktürk Hakanlığının çöküşünden başlar. Atsız’ın roman kahramanları onun destanına girerler. Onbaşı Yamtar’ı anlatan şu mısralar bir destana yakışır sadelik, güzellik ve vuruculuğu taşırlar: Yapma destanlar, halkın yüzlerce yılda kollektif şuur ve sanat gücünün bir ürünü olarak ortaya koyduğu anonim destanlara nazaran daha zor vücuda gelirler. Binlerce yılın mecazlarını, istiarelerini, mübalağalarını yapma destanlarda aramak boşunadır. Neticede, yapma destan bir şairin, yani bir kişinin ürünüdür. Onlarda kolektivitenin birleşik gücünü elbette bulamayız. Ama Gençosmanoğlu, belirli bir teknik içinde Yamtar’ın savaşa düşkünlüğünü; atına, karısına ve kılıcına olan sevgisini; korkaklardan nefretini, yalandan ve Çinliden tiksinmesini; fiziki yapısını ve oburluğunu bize verebilmektedir. 640 Yılında Göktürk Prensi Kür Şad ve kırk arkadaşı Çin imparatorunu tutsak edip, esarete son vermek ister, ancak işler ters gider. Sonunda muhafızlar bu kırk yiğidin peşine düşerler. Hepsi vuruşa vuruşa ölürler. Son olarak Kür Şad, Çin askeri ile Vey ırmağı arasında sıkışıp kalır. Gençosmanoğlu bu sahneyi şu mısralarla anlatır: Bumin Kağanın torunu, Çuluk Kağan oğlu Kür Şad, Kırkların başı... 28 Ölü Çinli yığınları üstünde Vuruşuyordu. Çin devletine karşı! Güneş, Sıradağlar çizgisindeydi. Yükselmiyordu!.. Hey! Hey! Yine de hey! Hey! Susamıştı... Bağrı yanmıştı... Bir dolu sağrak sundu Ölüm meleği... Eğilerek atının yelesine, Uzandı... Bir yanda Çin ordusu, Diğer yanda Vey!.. Ortada Kür Şad! İçti son damlasına dek!.. İçti... Ve kandı! Olmaz böyle şey! Kim derdi ki Kür Şad, Kemikle etti? Bozkurt ocağının sönmeyen odu; Çuluk Kağan oğlu Kür Şad... Ölmüştü!.. Ölmüştü fakat yenilmemişti!... O bir kişi değil O bir devletti!.. (Bozkurtların Destanı, s. 296-298) Bayraktı, vatandı... Bir özge candı... Bu mısralarda Kür Şad’ın adım adım ölüme gidişi tasvir edilmektedir. Gençosmanoğlu hece ile yazar, seyrek olarak da serbest ölçüyü kullanmıştır. Ama görüldüğü üzere hece ile rahatça oynamaktadır. Anlatacağı duruma göre, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 11 heceli mısraları rahatlıkla kurmaktadır. Tepeden tırnağa Kıpkızıl kandı! Tanrı Kut soyunun Altın halkası... Aynı oynamayı mısra sayılarında da yapmakta-dır. 1,2, 3 mısradan meydana gelen birlikleri başarı ile kullanmaktadır. Onun vazgeçemediği tek şey sağlam kafiyedir. Mısraların vurucu hük-münü taşıyan kelimeler, bu kafiyeli kelimelerdir. Dikkatli bakılırsa kafiyelerle oynadığı da görülür. Anlattığı duruma göre şiire başladığı ayağa birkaç mısra ara verir ve tekrar döner. Bu, onun kafiye-yi bir araç olarak kullandığını gösterir. Aksi hâlde kafiyeye takılıp tıkanmak tehlikesi mevcuttur. Yedi iklim üzre Düşer gölgesi... Çinliye ölümdü, Türk’e kalkandı! Bin üç yüz elli yıl Önceki dünden Odu gönlümüze Düşen volkandı! Aldığımız bölümde duygu akışını bozan mısra; sahnenin bittiği, yani duygunun zirveye ulaştığı noktadan sonra söylenen, “Ölmüştü fakat yenilmemişti” şeklindeki kalıplaşmış ifadedir. Bozkurt ocağının sönmeyen odu, Çuluk Kağan oğlu Kür Şad, Korku bilmiyordu! Gençosmanoğlu’nun Göktürklerden başlayan destan coğrafyası, en fazla Anadolu’nun Türkleştirilmesi safhasında tevakkuf eder. Artuklu bölgesinin çocuğu olan şair, bilhassa Doğu Anadolu’nun Türkleşmesini sağlayan Selçuklu kumandanlarına hayrandır. Sultan Alparslan’dan başlayarak, fethedilen her kalenin Ölümcül yaralar almıştı, Ölmüyordu!.. Yanıbaşındaydı ölüm meleği, Gelmiyordu!.. 29 içinde barındırır. Kılıç sıyırırken çekilen besmeleler, mecaz yoluyla silahın yerini alırken; karşımızda elleri kılıçlarının kabzalarında, dudakları besmele mırıldanan askerlerden oluşan bir tabloyu da canlandırır. Orduya yardıma gelen melekler, gökteki burçların yere eğilmesi, nal şakırtısı ve kanat seslerinden meydana gelen bir hengâme… bu mübalağalı anlatımlar da destanın bir gereğidir. Destana konu olan kahramanlar, normal insanlardan çok üstün işler yaparlar. zafer şarkısını, yirminci yüzyıldan onlara katılarak söyler. Karahanlı dönemini Satuk Buğra Hanın Müslüman olması ile Türklüğe Müslümanlık mayasının çalınışı ola-rak gören şair, bu devreyi Malazgirt Destanı isimli eserinin girişinde; “Türk Hakanı Satuk Buğra Hanın rüyası.. Rüyasında Müslüman olup uyanması ve Müslümanlığı Türk illerine yaymasıdır..” açıklaması ile girdiği uzunca bölümde anlattıktan sonra, hemen Alparslan’ın kumandanlarından Afşın Beyin, Malazgirt Zaferinden iki yıl önce İzmir’e kadar uzanan akınını büyülenmiş gibi aksettirir: Ve mehterin vuruşunu aksettiren şu mısralar, o ahengi yakalamaları bakımından gerçekten etkileyicidir: Sonsuzdan, derinden, yüceden… Şafaktan gündüzden geceden… Ses gelir üç bin yıl önceden, Tanrı tek… Tanrı tek… Tanrı tek… Bismillah diyerek baştan, Süzüldüm güneye Muş’tan… Atım hoşlanmaz yavaştan! Fatihi benim Maraş’ın, Adım Türkenoğlu Afşın! Dokuz kat tiz vurur, pes vurur. Dokuz kat davlumbaz, kös vurur. Yürekten yüreğe ses vurur, Tanrı tek… Tanrı tek… Tanrı tek… Göz koydum Anadolu’ya Sevdikçe döndüm deliye… Geçtim Sivas’tan Bolu’ya… Yol teperim yazın kışın… Adım Türkenoğlu Afşın! Can kuşu kafesten kurtulur. Gizlilik perdesi yırtılır… Nal şakır, at kişner, kurt ulur, Tanrı tek… Tanrı tek… Tanrı tek… … Tuğ budur, tef budur, zil budur, Elli bin kabzada el budur… Mete’den Mehmed’e yol budur, Tanrı tek… Tanrı tek… Tanrı tek… (Destanlar Burcu, s.231-232) Ardından Alparslan’ın Malazgirt Zaferi gelir. Bizans ordusu ile Türk ordusunun iç içe geçtiği sahne ve bu esnada mehterin vuruşu cenk mey-danını andıran ses oyunları ile verilir: Vurdu iri davullar, vurdu çağrı kösleri… Yerde nal şakırtısı, gökte kanat sesleri (Destanlar Burcu, s. 245-246) Kucaklaştığı anda, kabzalar geçti ele Ve sıyrıldı kınından, tam ellibin besmele! Her kıtanın sonunda yer alan “Tanrı tek” söyleyişleri, mehterdeki kös seslerinin ritmik tekrarını şiire taşırlar. Destanlardaki tahkiye bölümleri, kahramanların yüceltildiği bölümler ile kişi hareketlerinin tasvirlerinin, şiiri tekdüzeliğe düşürme tehlikesi vardır. Bunu kırmak isteyen şair mehteri anlattığı ve yukarıya bir bölümünü aldığımız bu mısralarda, yarım kafiyeleri redifler ve bazan cinaslarla güçlendirerek ahengi sağlar. Dokuz kat mehterin vuruşunu 9’lu hece ile anlatması da manidardır. Mısraların her hecesi, mehterin bir katını karşılar. Aldığımız bölümün son kıtasında bulunan “Mete’den Mehmed’e yol budur!” mısrası hem devamlılığın hem de şairin geçmişte yaşamadığının bir göstergesidir. Türkmen alperenleri uçarken yalınkılıç Eğildi yere doğru, gökteki on iki burç… Görmek için Tanrı’nın “Türk” dediği erleri, Öpmek için onların bastıkları yerleri… Bozkurtlar ondusuna karıştı kırbin melek… Malazgirt ovasında neler görmedi felek!... (Destanlar Burcu, s. 244) Hücuma geçen orduyu tasvir eden bu mısralar, Türklerin, İslam’ın ordusu oluşuna ait unsurları da 30 inde y e r alır. Hicret I-II şiirleri Hz. Peygamberin h i c retini anlatır. Yaşayan Destan Afganistan şiiri 80’li yıllarda Afganistan’ı işgal eden Ruslara karşı direnen yiğitlerin destanıdır. Şu mısralar o destandan seslenirler: Moskof tanklarına göğüs gerende Ali duruşlu. Düşman saflarına hamle kılanda Hamza vuruşlu. Ezan okuyanda Bilâl çehreli, Namaza duranda hilâl çehreli, Ak donlu yiğit! Sahabi meşrebli, Saf kanlı mücahit! Artuk Bey, Balak Gazi, Alparslan, Ertuğrul Bey, Osman Bey, Fatih Sultan Mehmet, Genç Osman gibi kahramanlar; Hoca Ahmet Yesevi, Dede Korkut, Yunus Emre, Mevlana, Ahi Evren, Ede Balı, Hacı Bektaş Veli, Hacı Bayram Veli, Ak Şemseddin gibi milleti manevi yönden besleyen gönül erleri… Gençosmanoğlu’nun destanlarına tarihî açıdan baktığımızda, bu eserlerde İslam öncesi ve İslâm sonrası Türklüğünün manevî değerleri ve kahramanları ile nazma çekildiğini söyleyebiliriz. Bin sayfaya yaklaşan bu şiirlere büyük ölçüde sehl-i mümteni (kolay gibi görünen sadelik) hakimdir. Üslubunda Dede Korkut Türkçesinin de önemli etkisi ve katkısı vardır. Boğaç Han ve Salur Kazan gibi iki Dede Korkut hikâyesini nazma çeken Gençosmanoğlu için bu temiz Türkçe, kullanılması ve geliştirilmesi gereken değerli bir kültür unsurudur. Onun; (Destanlar Burcu, s. 60) Burada, Dede Korkut dilinden Oğuz yiğitleri-nin mücadelelerini okur gibi oluruz. Şair Afganlı mücahitlere öylesine yakın hisseder kendini. Müslüman Zenci (DB, 71) şiiri de zorlama değil, samimi hislerin terennümüdür. Şiir şu beyitle biter: Şol gökleri kaldıranın Donatarak dolduranın Ol deyince olduranın Doksan dokuz adı ile veya; Asr-ı Saadet’te sandım kendimi Namaza dururken Müslüman Zenci.. (Alperenler Destanı, s.109) Gençosmanoğlu’nun ilgi alanının genişliğini göstermesi bakımından ölenlerin ardından yazdığı şiirleri de önemlidir. Kıyamet günü ıssının İsrafil ünü ıssının Muhammed dini ıssının Doksan dokuz adı ile Destanlar Burcu’nun “Asım’ın Nesli” adını taşıyan bölümünde yer alan şiirler, 12 Eylül 1980 öncesi yıllarda Komünist ve Bölücü anarşinin Türkiye’yi kasıp kavurduğu; sokakların kan gölüne döndüğü, ordu ve polis dahil devletin bütün güçlerinin güvenlik işlerinden ellerini çektiği 5-6 yıllık sürede, bu güçlere canlarını siper eden ve Âkif’in “ Âsım’ın nesli diyordum ya nesilmiş gerçek/ İşte çiğnetmedi nâmûsunu çiğnetmeyecek” diyerek tebcil ettiği, Çanakkalle’de döğüşen Mehmetçik benzeri bir misyonu yüklenen ülkücü gençler için yazılmıştır. Yusuf İmamoğlu, Dursun Önkuzu, Süleyman Özmen başta olmak üzere beş bin genç, bu milletin mukaddesleri için kara toprağa girdiler. Tekrar edelim, o dönemde güvenlik güçleri sokakları tamamen boşaltmışlardı. Milletine âşık bir şairin bu duruma kayıtsız kalması elbette düşünülemezdi. Onun şu mısraları, kıyamete kadar milletin hafızasında yazılı kalacak ve Bilge Kağanın; “ Kanın sel gibi aktı, kemiğin dağ gibi yığıldı. Beylik evladın köle oldu, hanım-lık kızların cariye oldu” uyarısı ile birlikte, Türk milletinin şuurunu uyanık tutmaya devam edecektir: (Alperenler Destanı, s.109) şekillerinde nazma çektiği besmele, ne kadar millî ve ne kadar Dede Korkutçadır… *** Gençosmanoğlu’nun üzerinde durulması gere-ken ve kanaatimizce yanlış anlaşılan bir başka yönü de yaşadığı dönemdeki olaylara, kişilere ve millî kültür unsurlarına yaklaşım tarzıdır. Onun sadece TürkçüMilliyetçilerin şairi gibi görülmesi; millî kültüre düşman olanların tabiî tepkisinin yanında, İslamiyeti referans olarak alan grupların da tepkisine sebep olmuştur. Doğu Türkistan, Kerkük, Batı Türkistan ve Kafkaslardaki Türklerin uğradığı zulümleri konu alan şiirleri, zamanında Turancılık olarak damgalanmıştır. Ama işte bugün, oralarda bulunan kardeşlerimizin pek çoğu ile bağlantı kuramama acemiliği, o zaman yapılan yanlış değerlendirmelerin bir sonucudur. Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun yazdığı son şiirler genellikle Destanlar Burcu isimli eser31 Kurudu göze pınarlar Nice gül fidanım gitti… Devrildi iri çınarlar, Canım içre canım gitti: Bölünmesin diye millet, Bâki kalsın diye devlet, Dağlar gibi kemikle et, Seller gibi kanım gitti. … Sakarya nesli yiğitler… Bağrı kan süslü yiğitler… Süphan göğüslü yiğitler Gitti ise benim gitti… (Destanlar Burcu, s. 95) Gençosmanoğlu bu şiirleri ile, kendini milleti için feda eden Âsımların unutulmasını önleyen belki de tek şâir olmuştur. Ve ona bu yüzden soğuk duranlar, inançlarını ve kimliklerini mutlaka gözden geçirmelidir. Onun, ölümleri ardından ağıtlar yazdığı başka kişiler de vardır: Yahya Kemal, Nihal Atsız, Âşık Veysel, Fikret Memişoğlu, Dündar Taşer, Arif Nihat Asya, Mehmet Kaplan, Necip Fazıl Kısakürek, Fethi Gemuhluoğlu, Samiha Ayverdi vb… Bu isimler gözden geçirildiğinde, Gençosmanoğlu’nun, milletin değerleri ile bütünleşen her çevreden insana sevgi duyduğu ve onları şiir dünyasının içine taşıdığı görülür. Son söz olarak diyebiliriz ki o, Oğuz Han devrinden 20. yüzyıl sonun kadar Türklüğün bütün devrelerinin; yetiştirdiği kahramanlarının, değerli insanlarının ve kültür atlasının şairidir. Türklüğün mefahirini onun çelik sadasından okumak, uğradığı zulümleri onun ağıtları ile hafızalara yerleştirmek, bu millete ve değerlerine bağlı her kişi için vazgeçilmez bir görevdir. Desen: Garipkafkaslı-2010 32 GERİ GELEN MEKTUP Hüseyin Nihal Atsız Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden? Bilmem bu yanardağ ne biçim korla tutuştu? Pervane olan kendini gizler mi hiç alevden? Sen istedin ondan bu gönül zorla tutuştu. Gün, senden ışık alsa da bir renge bürünse; Ay, secde edip çehrene, yerlerde sürünse; Her şey silinip kayboluyorken nazarımdan, Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse... Ey sen ki kül ettin beni onmaz yakışınla, Ey sen ki gönüller tutuşur her bakışınla! Hançer gibi keskin ve çiçekler gibi ince Çehren bana uğrunda ölüm hazzı verince Gönlümdeki azgın devi rüzgarlara attım; Gözlerle günah işlemenin zevkini tattım. Gözler ki birer parçasıdır sende İlahın, Gözler ki senin en katı zulmün ve silahın, Vur şanlı silahınla gönül mülkü düzelsin; Sen öldürüyorken de vururken de güzelsin! Bir başka füsun fışkırıyor sanki yüzünden, Bir yüz ki yapılmış dişi kaplanla hüzünden... Hasret sana ey yirmi yılın taze baharı, Vaslınla da dinmez yine bağrındaki ağrı. Dinmez! Gönülün, tapmanın, aşkın sesidir bu! Dinmez! Ebedi özleyişin bestesidir bu! Hasret çekerek uğruna ölmek de kolaydı, Görmek seni ukbadan eğer mümkün olaydı. Dünyayı boğup mahşere döndürse denizler, Tek bendeki volkanları söndürse denizler! Hala yaşıyor gizlenerek ruhuma ‘Kaabil’ İmkanı bulunsaydı bütün ömre mukabil Sırretmeye elden seni bir perde olurdum. Toprak gibi her çiğnediğin yerde olurdum. Desen:Atanas Karaçoban Mehtaplı yüzün Tanrı’yı kıskandırıyordur. En hisli şiirden de örülmez bu güzellik. Yaklaşması güç, senden uzaklaşması zordur; Kalbin işidir, gözle görülmez bu güzellik... 33 Amerika Kızılderili Kabileleri ve Türk Dünyasında Nevruz Merasimlerindeki Benzerlikler Dr. Ahmet Ali Arslan* aaarslan2002@yahoo.com “folklor” malzemelerini tahlil ederek, meselenin üzerindeki esrarı kaldırmağa çalışacağız. Bu çalışma, Amerika’ya adım attığımız 1980 yılından başlayarak kökü otuz yıl öncesinden başlatılmış bir araştırmanın ileriye doğru atılmaya başlanan ilk adımlarından sayılabilir. Amerika yerli Kızılderili Kabilelerinin “soy kütüğü” ile ilgili çalışmalar ve münakaşalar asırlardır devam etmektedir. Son yıllarda bağımsız araştırmacı uzmanların, Sibirya ve Alaska’da ve Alaska’nın daha güneyinde bulunan insan kemikleri ve toprağa yayılmış insan “yağı” kalıntıları üzerinde yaptıkları “gen” araştırmaları Amerika ve Asya kıtalarında vakti ile yaşamış bu insanların birbirleri ile yakın akraba olduklarını tespit etmesine rağmen, Amerika’ya Avrupa üzerinden gelenler bu gerçeklere sırt çevirmektedirler. Amerika’nın toprakla ve tarımla uğraşan Kızılderili kabileleri arasında dinî ağırlıklı merasimlerle kutlanan mevsimlik bayramların başında Mart ayında “Yeni Yılın Başı” için yapılan kutlama törenleri ve şenlikleri gelir. Kaliforniya eyaletinde geçimini topraktan temin eden yerleşik–şehirli Kızılderili kabileleri, göçebe bir hayat sürerek, yazın serin dağ yamaçlarına ve kışın ise daha ılık ve mülayim bölgelere göç eden ve geçimini avcılıkla temin eden Kızılderili kabilelerine kıyasla “Yeni Yılın Başı” kutlamalarına daha büyük bir bağlılık göstermektedirler. Amerika’daki Amerika yerli Kızılderili kabileleri ile Sibirya Saka–Altay–Hakas–Televit ve Tuva bölgesinde yaşayan eski Türk âdetlerinin ve mevsimlik dinî merasimlerinin birbirine benzemesi ve büyük paralellikler göstermesinin sebeplerine ışık tutmak gayesi taşıyan bu araştırmamızla bir kültürün ve kökü asırlara dayanan yaşanmış bir medeniyetin “gen”leri olarak kabul edilen * Selçuk Üniversitesi, Eğitim Fakültesi İngilizce Öğretmenliği Öğretim Üyesi, Konya 34 Kızılderili kabileleri arasında mevsimlik “Yeni Yılın Başı” kutlamaları, “Eski yıldan yeni yıla geçişi, ölümden sıyrılıp yeniden dirilişi, kısırlıktan kurtulup yeniden üremeye dönüşü kutlamak maksadıyla yapılmaktadır.”(Hultkrants, 1967, 108) sup insanların toplu olarak katıldıkları merasimde kabilenin Şamanı bu direğe tırmanır. Köyün orta yerine dikilen bu “direk” ölümlü dünya ile ahiret arasında kurulan mistik bağı ve ruhî köprüyü, bazen de kainatı “Bir”den yaratan ve her şeyi sonunda yeniden “Bir”de bir araya toplayacak olan “Bir”in, yani “Gök Tanrı”nın yer yüzündeki sembolü olarak kabul ediliyor. Kuzey Amerikan yerli Kızılderili kabilelerinden Kutenai ve Crow (Karga) kabileleri de köyün ortasına dinî merasimler maksadıyla dikilen bu mukaddes “direği” kabile ile “Gök Tanrı” arasında kurulan bağ ve mukaddes bağlılığın köprüsü olarak kabul ediyorlar.Hultkrants, 1967, 109-110) Kaliforniya ve etrafındaki topraklarda dağınık olarak yaşayan Amerika yerli Kızılderili kabilelerinden Yurok, Karuk, Hupa, Yuki, Pomo, Modoc ve Maidu kabileleri yeni yılın başlangıcı olarak kabul edilen “Mart” ayında, Bahar Bayramını sözün tam manasıyla ifade edecek olursak, tabiatın yeniden canlanması ve uyanmasına bağlı olarak “Yeniden Doğuş”un bir sembolü şeklinde kabul ederek kutluyorlar. Bununla ilgili dinî merasimlere diğer Kızılderili kabilelerinde olduğu gibi, yine kabilenin Şamanı öncülük etmekte ve yönetmektedir. “Great Spirit” (Büyük Ruh), “Manitu” (Tanrı), “Wakan–Tanka” (Kutsal Ruh) olarak adlandırılan “Gök Tanrı”ya daha yakın olma ve O’nunla konuşma, O’ndan yardım dileme maksadıyla dünya ve kâinatın orta direği ve “ekseni” olarak kabul edilen ve köyün orta yerine dikilen “direk” ve bu “direğe tırmanma” merasimine Orta Asya, Sibirya, Altay, Hakas, Tuva Şamanizm’i ve bu bölgelerde yaşayan Türk topluluklarının ve boylarının dinî geleneğinde de yaygınca rastlanmaktadır.(Havra, 1922, 133) Orta Asya Türk boyları arasında yapılan dinî maksatlı merasimlerde Tanrı’ya daha yakın olmak maksadıyla köyün ortasına dikilen direğe tırmanma merasimi ile ilgili olarak diğer Batılı âlimler ve araştırmacılar da katkılarda bulunmuştur.( Paulson, 1962, 132) Yeni yılın başlangıcı olan Mart’ta kutlanan “Diriliş” kutlamaları ile ilgili Kızılderililerin yaptığı merasimlerde kabilenin yaşadığı köy veya kampın tam orta yerine uzun ve düzgün bir “direk” dikilir. New Mexico, Arizona ve Kaliforniya eyaletlerinde yaşayan Kızılderili kabileleri köyün orta yerine dikilen bu “direğin” kâinatın “ekseni” olduğuna ve dünyayı yaratan “Bir”i temsil ettiğine inanırlar. Bu inanç yerleşik ve şehirle manasına gelen “Pueblo” yerli Kızılderili kabileleri arasında da aynı şekilde yaygındır.(Hultkrants, 1967, 109) Kızılderililerin yaptığı merasim ve kutlamaların en ilginç yanlarından birisi kabilenin Şamanı’nın “Gök Tanrı” olarak kabul edilen “Ulu Ruh”a (Great Spirit) daha çok yaklaşmak ve kabilesi için O’nun yardımını ve rahmetini talep etmek maksadıyla, bu düzgün “direğe” tırmanmasıdır. Dinî maksatlı bu merasimi yöneten Şaman’ın bu direğe tırmanması, mensubu olduğu kabilesini kötü ruhlardan ve onların sebep olabileceği hastalıklardan koruması, yeni yılda kabilesine bol mahsul bahşetmesi konularında görüşme talep etmek maksadıyla “Gök Tanrı”yı daha yakın olma amacı taşımaktadır. Direğe tırmanma merasimi Kaliforniya eyaletindeki Camella Kızılderilileri arasında oldukça yaygındır.(Hackel, ICA, 229-243) Amerika’nın Batısında, Kaliforniya toprakları içinde yaşayan Yurok Kızılderili kabilesi, “Mart”ta düzenlenen “Yeni Yılın Başı” merasimlerini özel olarak hazırlanan ve “Big House” (Büyük Ev) olarak adlandırılan yerde yapıyorlar. Amerika’nın Delaware eyaletindeki Lenape Kızılderili kabilesi ve Cheyenne (Çayan) Kızılderilileri, yine “Big House” dedikleri yerde Yeni Yıl kutlamaları ile ilgili merasimleri eksiksiz yerine getirirler. Baharın gelişi ve tabiatın yeniden canlanarak hayat bulması ile ilgili merasimlerin yapıldığı “Büyük Ev”in dinî açıdan mistik bir manası vardır. Bu “Büyük Ev”in kendisi, Gök Tanrı’nın yarattığı kâinatı, onun dört köşesindeki “dört direği” ve üzerine oturtulan “kubbesi” Gök Tanrı’nın kudretini, bu “Büyük Ev”in orta yerine dikilen “direk” ise, “Gök Tanrı”nın yer yüzüne koyduğu “ayağı”nın yerini sembolize etmektedir.(Speck,1931, 22) Amerika’nın Kaliforniya eyaletinde yaşayan Maidu Kızılderili kabilesinde de Ulu Ruh’a yaklaşmak ve ondan Yeni Yıl’da kabileye sağlık, saadet ve bol gıda bahşetmesi için “Yakarış” merasimi düzenlenir. Bu yakarışla ilgili olarak bütün kabileye men- Güney Amerika’da Chile (Şili)’nin Diaguita Kızılderili kabilesi arasında mevsimlik ve diğer 35 dinî merasimleri idare eden Şaman, diğer bölgelerdeki Şamanlardan farklılık göstermektedir. Buradaki Şamanlar, kabilenin diğer fertlerinin yaşadığı yerden uzakta yaşar. Güney Amerika’da Bolivya’nın Aravak Kızılderililerinin Majo boyuna mensup Kızılderili kabilesinde de durum aynıdır. Şaman burada da toplumdan biraz uzakta ayrı yerde yaşar. Şaman her merasimi idare etmez. Aravak Kızılderili kabilesi dinî merasimleri yönetmesi için bazen başka kişileri görevlendirir. Asıl Şamanı her işte kullanmayarak, özel mevsimlik merasimler için birisini tayin etme âdeti Aravak Kızılderililerinin komşusu ve yine Bolivya’da yaşayan Manası Kızılderili kabilesinde de görülür.(Hultkrants, 1967, 126) girmesine mani olmak ve onu kabilenin sınırlarından kovup çıkarmaktır.(Bunczel, ARBAE, 467- 544) Kuzey Amerika’da “Günana” veya “Kün–anaa” (Gün–ana) Kızılderili grubuna bağlı, Athapascan (Atabaşkan) Kızılderililerinin Beaver (Kunduz) boyuna bağlı Kızılderililerin inanışlarına göre Gök Tanrı dünyayı üç kademeli olarak yaratmıştır: (a) Gökyüzü, (b) Yeryüzü, (c) Yeraltı dünyası. Dünya bu kabilenin inanışına göre “dört” köşelidir. Her köşeden bir başka rüzgâr eser. New Mexico’nun başkenti Albaquarke şehrinde yapılmış “Pueblo Kızılderilileri Kültür Merkezi”nin orta yerine dikilmiş olan “Direk” Gök Tanrı’nın eşi ve benzeri olmayan, “Tek” ve “Yalnız” olduğunu ve dünyanın merkezini temsil etmektedir. Kızılderililer, hep o “Bir”in etrafında dönerek mevsimlik danslarını ve merasimlerini sergilerler. Pueblo Kızılderili grubuna bağlı ons sekiz Kızılderili kabilesi, “Bir”den yaratıldıklarına ve sonunda yine bu “Bir”e kavuşacaklarına, bedenleri çürüse ve yok olsa bile, ruhlarının ölmeyeceğine inanırlar. Merasimin yapıldığı yer bir daire şeklindedir ve üzeri açık, “Gök Tanrı”ya bakmaktadır. Bu “Bir”in etrafında doğup–büyüyüp ve uçmaya varılacağını anlatmaktadır. Bu merasim daha çok, New Mexico eyaletinin Tewa Kızılderili kabilesinin mevsimlik dinî merasimlerinde görülür. “Amerika Kızılderili kabileleri arasında “yerin yaratılışı” ile ilgili destanlar ve efsaneler Ortay Asya’nın kuzeyinde yaşayan Türk topluluklarının destanlarındaki yerin yaratılışı ile ile ilgili kayıtlarla paralellikler gösterir. Dünya, “Ulu Yaratan” tarafından suyun altından getirilen bir çamur parçasından yaratılmıştır. Ulu Yaratan ona “Toprak Ana” adını vermiştir. Ağaçlar, toprak, dereler, dağlar hep Ulu Yaratan’ın vücudunun parçalarından oluşmaktadır.(Hultkrants, 1967, 30) Kuzey Amerika Kızılderili kabilelerinden New Mexico eyaletinde yaşayan Zuni ve Arizona’da yaşayan Hopi Kızılderili kabileleri yerleşik hayat yaşayan Pueblo Kızılderililerinin klasik iki kabilesi olarak bilinmektedir. Zuni Kızılderililileri ulu ataları “Koko” için yaptıkları mevsimlik merasimleri, diğer Kızılderili kabilelerinden farklı olarak büyük Şamanların eşliğinde “gizli” merasim odalarında yerine getirirler. Zuni ve Hopi Kızılderililerinin Şamanları kendileri ile birlikte 15 tane dinî ayinleri yöneten “Ashiwanni” ile beraber dans edip ilahiler söyleyerek yağmur “yağdırma” görevini yüklenirler. Arıkara Kızılderili Şamanı Bahar’da ilk gök gürültüsünü duyduğu zaman kabilenin özel fetişini boynuna takarak köyün sokaklarında dolaşır, yağmurun yağmasını temin etmeye ve Baharın gelişini, toprağın canlanmaya bağladığını ve toprağa tohum atma zamanı olduğunu haber verir.(Howard, 1974, 241–271) Zuni Kızılderili kabilesinin özel mevsimlik merasim için seçilmiş erkekleri “Kiva” denilen merasim odasında bir araya gelirler. Bu merasime kadınları ve yabancıları almazlar. Bundan dolayıdır ki, Zuni ve Hopi Kızılderili Kabilelerinin gizli mevsimlik merasimlerinin bazı sırları hâlâ çözülememiştir.(Stevenson, 1904, 63) Hopi Kızılderili kabilesinin en iyi organize edilmiş iki grubu vardır: onların birisi otların ve bitkilerin sıhhatli ve sağlıklı büyümesini temin için Antilop (Geyik) dansını yaparlar. Diğerleri ise “Snake” (Yılan) grubudur: o da tabiatın korunmasını temin eden danslar yaparlar ve ağızlarında zehirli ve canlı yılanlar taşıyarak meydanda dans ederler. Bunların mevsimlik danslarına 12 tane Şaman katılır ve her bir Şamanın görevi belirli bir hastalıkla mücadele ve onu doğuran kötü ruhların kabilenin topraklarına Dünyanın dört köşesinin olduğu ve her köşesinin kendisine has bir renk ile anıldığı Ziya Gökalp’ın Türk Medeniyeti Tarihi’nde belirtildiği şekilde, özellikle Navajo Kızılderililerinin hayatında da aynen görülür. “Türkler seneyi dört cihetin totemleri ile ifade ettikleri gibi senenin aylarını da yine dört cihetin totem isimleri ile ifade ederlerdi.” (Gökalp, 1967, 57) Orta Asya, Sibirya Türkleri, Saka, Altay, Hakas, Tuva Türklerinde “Mart” ayı “Yeni Yılın Başı”dır. Hakas Türkleri “Yelin Yılın Başı” olarak bilinen Mart ayında, çeşitli merasimleri büyük bir dikkatle yerine getirirler. Bu merasimler, bugün Amerikan 36 Amerikan yerli Kızılderili kabileleri arasında da canlılığını korumaktadır. Şamanizm geleneğine bağlı olarak yapılan dinî maksatlı bu mevsimlik merasimler, Amerika Yerli Kızılderili kabileleri ile Orta Asya Türk boyları arasında birbirinin aynısı denecek kadar benzerlik ve paralellikler gösterir. Hakas Türkleri “Mart” ayında yaptıkları merasimi şöyle anlatmaktadırlar: “Hakasya eski Türk halklarından birisidir. Bunu Hakasların örf ve âdetleri ispatlıyor. Örnek olarak Yeni Yılın Başı bayramını alabiliriz. Bizim halkımız Yeni Yılı 22 Mart’ta kutlar. Adı Yılbaşı. Gün saatleri ile gece saatleri eşit olduğu zaman, o gün güneş doğarken ona tapıyorlar. Daha sonra kutsal ateş anaya tapılır. Dünyadaki bu kutsal ateş, küçük güneş gibi sayılır. Bu kutsal ateşte Kara Çalama (ipek) yakılıyor. Bu Kara Çalama yakılmadan önce üç bohçaya bağlarlar. Bir bohça ile hastalıklar, ikinci bohça ile acılar, üçüncü bohça ile dertlerin, hastalıkların hepsinin bağlanması demektir. Daha sonra Izıh (kutsal) Ak Ağaca (Akça Kayın) yeşil, kırmızı beyaz bezler asılır. Böylece Göğe hayat için dua ediyoruz. Yeşil “hayatın” rengi, kırmızı “kan damarı kurumasın”, beyaz ise “hayat temiz olsun” anlamındadır. (Galina, 1995, 23) “Amerika’nın Sub–Arktik bölgesinde yaşayan Kızılderili kabileleri yılda bir defa, “Mart” ayında, “Feeding the Fire” (Ateşi Doyurma) merasimi yaparlar. Bunun Kızılderililerin ölen yakınlarının ruhlarını tatmin edeceğine inanılır. “Beawer” (Kunduz) Kızılderilileri, bu merasime çok önem verirler ve Amerika’nın kuzeyinde yaşayan Kızılderililer arasında ateşe “et” atarak onu doyurma ve tatmin etmek merasimini en ciddi şekilde takip ederler. Bunun yanında yine Baharın başlaması ve Solmon balığının nehirlerin kaynağına doğru ilk göçleri başladığı zaman British Colombia’da yaşayan Kuzey Amerika Kızılderili kabilelerinden Tanaini Kızılderilileri, ateşe et atma merasimi yaparlar. Bu merasimle tabiatta hayatın yenileneceğine inanırlar. Mart ayında insan vücudunu yenilemek ve canlandırmak için Fin Hamamına benzeyen “Sweat Lodge”lara terlemek için girilir. Sonra yeni elbiseler giyilir. Güzel kokulu yaban otlarının ateş üzerinde yakılması ile elde edilen dumanlarından teneffüs edilerek, ciğerlere çekilir.”(Eliade, 1987, 742) Şamanist gelenekleri ve inançlarına göre, ateş bütün pislik ve kötülükleri temizler, kötü ruhları kovar. VI. yüzyılda Batı Göktürk Kaanına gelen Bizans elçilerini huzura almadan önce onları iki ateş arasından geçirirlerdi. Bu tören elçilerle gelmesi muhtemel kötü ruhları 37 kovmak maksadıyla yapılırdı. Bu inanca Türklerde de rastlıyoruz. Başkurtlar ve Kazaklar bir yağlı bezi yakarak onu hastanın etrafında “alas... alas” diyerek gezdirirler. Buna Kazak ve Başkurtlarda “alaslama” Anadolu’da ise “alazlama” denir.(İnan, 1986, 66) Kuzey Amerika’daki Sioux (Su) Kızılderili Kabilesinde “ateşe” “Ulu Ruh’un (Gök Tanrı’nın) yeryüzündeki ebedî temsilcisi olarak hürmet edilir. Amerika’nın Gök Tanrı tarafından yaratılan büyük bir ada olduğuna inanan Sioux Kızılderilileri, “Mukaddes Ateş” ebedî olara yanacağına ve insanları bütün günahları ve kötü ruhların tesirinden koruyacağına inanırlar. Ateşten geçip temizlendikçe, Ulu Ruh’a daha çok yakınlaşacağına inanan Sioux Kızılderilileri, ateşi “Ebedî ve Sonsuza kadar yanan” bir kuvvet ve kudret kaynağı olarak kabul ediyorlar.( Brown, 1938, 32) Sioux (Su) Kızılderili kabilesinde, Yeni Yılın Başlangıcı için yapılan merasimlerde “Ateş”e büyük önem verilir. Bu merasimler Sioux topraklarında “Ot Biten Ay” olarak adlandırılan “Mart” ayında yapılır. Yeni yıl “Ot Biten Ay”ı ile başlar. Sioux’ların hayat düzeni mevsimlere ve mevsimler de aylara (Moons) göre nizama koyulmuştur. Yeni yılın başını kutlamak çeşitli merasim ve dinî ayinlerle korunur ve devam ettirilir. Mart ayının (Otlar Biten Ay) girmesiyle Sioux kabilesinde büyük bir canlanma ve hazırlık başlar. Atlara çok önem verilen bu Kızılderili kabilesinde, iki yıllık “damdan çıkma” taylara artık eğer vurulmaya başlanır. Bu ayda, yılkının içinde içinde döllenmeye müsait olmayan atlar artık “idiş” edilir. Kabilenin “aksakalları” özellikle kabiledeki atların döllenme ve çoğalmaları ile ilgili mevsimlik işlere büyük önem verir ve onunla uğraşırlar. “Otlar Biten Ay”da kıştan kalan “Tee–Pee” (Tipi) dedikleri çadırlar bir önceki kıştan hazırlanan derilerle tamir edilir, yamalanır veya yenileri yapılır. Bir önceki yıl özel olarak tütsülenmiş ve “Otlar Biten Ay”a saklanmış “gön”ler çıkarılır, hasıl edilir ve Yeni yılın başında yapılacak merasimlerde giyinmek için “Mokasen” (Maccosin) yapılır, “çekmeler” ve çizmeler hazırlanır. Mart ayının girmesi ve yeni yılın başlamasıyla Sioux Kızılderili kabilesinin bütün fertleri, kıştan çıkmanın vermiş olduğu yorgunluktan ve tembellikten bir an önce kurtulmaya çalışırlar. Gelecek kış için hazırlıklara başlarlar. Kabilenin erkekleri avlanmaya çıkar, at yarışları yaparlar. Kabilenin kadın ve genç kızları ve gelinleri ise dağlara ve ovalara yayılır, evlerinin ihtiyacı olan yaban “pancarları” ve faydalı otlardan toplar, kış için kurutulurlar. Bunların bir kısmını günlük hayatlarında kullanılırlar. Güzel kokan ve faydalı otların, kökleri, yaptıkları bu ayda toplanır ve kurutulur.(Hassirck, 1960 175) bir sicime her gün için bir düğüm atarak, bir ayın hangi gününde olduklarını tespit ediyorlar. Amerika’da yaşayan 520 Kızılderili kabilesinin her birinin kendisine göre bir takvim ve yaş hesaplama tarzı var. Mart’ta (Otlar Biten Ay) canlanan ve çalışmaya başlayan Sioux kabilesinin bütün fertleri bu hazırlıklarını Kasım’a (Sığırların Tüy Döktüğü Ay) kadar devam ettirirler. Kasım ayında kabilenin ileri gelen “aksakalları” kışın gelecek “Mart” ayına kadar nerede geçirileceğine karar verir ve kampın kurulacağı yeri eşerler. Black Hills (Karadağlar) etrafında özellikle ormanlık bölgeye yakın yerlerde yazı ve sonbaharı geçiren Sioux Kızılderilileri Aralık ayından (Çadırdan Don Ayı) önce bütün oklarını hazırlarlar, yaylarının kirişlerini değiştirir ve yenilerler. Kabile karar verilen yerdeki kampını kurar ve gelecek Yeni Yılın başını beklerler.(Hassirck, 1960, 177) Kabilenin Şamanı, yeni yılın başı ile ilgili bu merasimlere başlamadan önce ve merasimleri bitirdikten sonra kendisini kötü ruhlardan temizler. “Yeni Yıl” merasimlerini idare eden Şaman, uzun dinî ilahiler söyleyerek, mukaddes bilinen yerleri ziyaret eder. Kabilenin insanları, ulu ruhların gezindiği bu yerleri ziyaret etmekte, tabiatın bahşettiği dünya nimetlerinin azalmadan devam edeceğine inanırlar. Bu merasimde, kabilenin Şamanı “Yeni Ateş”i tutuşturur, “Eski Ateş”i söndürür. Kendisi için hazırlanan toprak tepenin üzerine çıkan Şaman, oradan kabile halkının saadeti için dinî ilahiler okur. Kızılderililer Somon balığının avlandığı nehrin kaynağına doğru Şaman ile birlikte yürürler. Ulu Ruhların şerefine “White Deerskin Dance” (Beyaz Geyi Derisi Dansı) ve Jump Dance (Hop–Hop Dansı) yaparlar.(Spence, 1989, 33) Türk kültüründe de bazı aylar Amerika yerli Kızılderili kabilelerinde olduğu gibi, tabiatta hayvanların hareketine bağlı olarak adlar alırlar. İlk Baharın birinci ayına “Oğlak Ayı”, ikinci ayına “Ulu Oğlak Ayı”, üçüncü ayına “Ulu Ay” denilirmiş. Diğer aylar da yine bu şekilde, yani mevsimlerin totemleri ile adlanırmış.(Mahmud, CI, 347) Sioux Kızılderili kabilesi yılın iki ayını Güneş’e göre değil Ay’ın doğup–batışına göre ayarlamaktadır. Amerikan Kızılderili kabileleri yılın çeşitli mevsimlerinde Şamanizm’in bir parçası olarak muhtelif merasimlerle kutlama ayinleri düzenlerler. Bu merasimlerin bazıları doğrudan doğruya mevsimlerin değişmesi ile ilgilidir. Bazı merasimler vardır ki, bunlar yılın belirli mevsiminde yapılır. New Mexico eyaletinde yaşayan Zuni Kızılderili kabilesi, bir yılı zamanın akışı olarak tanımlıyor ve br yılın içindeki 12 ayı ise “Yıla Dayalı Merdiven” olarak kabul ediyor.(Spence, 1989, 132) Amerikan Kızılderilileri arasında köklerine ve tarihî kültürlerine bağlılıkları ile tanınan Sioux Kızılderili kabilesi yıllık takviminde “hafta” özel olarak ayrılmıyor. Yatıp–kalkma ile bir gün belirlenirken, Güneşin tam diklemesi, yarım gün, güneşin batmasına yakın aldığı vaziyet ise dörtte–bir gün olarak izah ediliyor. Kızılderili kabilelerinin çoğu bugün bile “dörtte–bir”, “yarım” ve “tam gün” hesabına göre işlerini düzenliyorlar. Sioux’ların Doğu’daki topraklarında yaşayan boylarına bağlı kabileler, “Ay”ın günlerini bellerine taşıdıkları deriden 38 Şamanın tazelediği yeni ateşten almak için, evindeki eski ateşi söndüren evin reisi olan “erkeği” veya “kişisi” merasim yerine ateş kabıyla gider. Kadınlar evde kalırlar ve bu törene katılmazlar. O sene evinde “erkeği” ölmüş veya yok olmuş olan evden kimse bu merasime katılmaz ve dolayısıyla Şaman’ın kutsayarak verdiği yeni ateşten alamaz. Bütün evlerde eski ateşler söndüğü için “erkeği” ölmüş olan eve yeni ateş verilmez. Yeni ateşi ateş kabıyla evine getiren evin erkeği veya reisi evinde yeni ateşi tutuşturur ve bütün evlerin bacasından yeniden “tütün” tütmeğe ve dumanlar yükselmeğe başlar. “Erkeği” ölen evde yeni ateş yakılmadığı için o evin “ocağı sönük” kalır. Anadolu ve Kars’ta, “Çıran keçsin”, “Ocağın sönsün” “Evin yıkılsın” sözünün kaynağı budur diye düşünüyoruz. Cherokee (Çeroki) Kızılderili kabilesinin 19. yüzyılın başından beri resmi kayıtlara geçen dinî maksatlı merasim ve kutlamalarının başında “Yeni Yıl” kutlamaları gelmektedir. Cherokee Kızılderililerinin tarihinde en önemli altı dinî bayramın en önemlisi, “First New Moon” (İlk Yeni Ay) veya Bahar kutlamalarıdır. Diğer Kızılderili kabilelerinde olduğu gibi Cherokee’lerde de Güneş’e göre değil, Ay’a göre takvimler hazırlanır. “Cherokee Kızılderilileri Yeni Yıl veya Bahar Bayramını yeni yılın başlangıcı ve ilk ay olarak kabul ettikleri Mart ayında kutlarlar.”(Spence, 1989, 89) Bu merasimlerin hemen arkasından daha önce seçilen 7 kişilik heyet “Gizli Gece Dansı” (Secret Night Dance) düzenler. Bu gizli merasimde kabilenin eski ateşi söndürülmeden önce Yeni Ateş yakılır. Mart ayının gelmesi ile, yeni hayat, yeni kuvvet, dinçlik ve sağlığın sembolü olan “Yeni Ateş”in yakılması ile, Cherokee’ler evlerinde Yeni Ateş’i yakar ve eski ateşi söndürürler. Kabilenin Şamanına yeni geyik derisinden yapılmış kaftan giydirilir. Çeşitli otlardan yapılmış ilaçlar ve şerbetler içilir.(Spence, 1989, 89) Hopi Kızılderilileri arsında Mart ayında yapılan mevsimlik merasimler önemli yer tutar. Beyazlar Avrupa’dan 400 yıl önce gelip burada yaşayan ülkenin asıl sahiplerini katletmelerine rağmen, Hopi Kabilesi hâlâ eski tarihî kültürlerini devam ettiriyor. Türk Dünyasında “Nevruz” veya “Yeni Yıl Başı” olarak kutlanan, tabiatın canlanmasını aynı maksatla fakat kendilerine has bir tarzda kutluyorlar. Hopi Kızılderili kabilelerinin folklorunda ilk sırası “Su” alır. “Ne şekilde olursa olsun, Hopi Kabilesinin hayatında en önemli unsur “su”dur. İçmek için, toprağın bakılıp hazırlanması, ekinlerin sulanması ve tabiatın can bulmasında birinci yeri su alır. Susuz kalan toprakta hayatın devamı için Hopi Kızılderilileri her yola baş vurmuş ve vurmaktadır. Kızılderili kabileleri arasında en çok “Yağmur Duası”na çıkan topluluk Hopilerdir.( Wright, 1982, 2) Türkiye ve diğer Türk Yurtlarında “Godu– Godu” ve çeşitli adlarla anılan “bezeme” insan ve tabiatta bulunan yaratıkların kılığına girerek, baharın gelmesini, tabiatın canlanmasını kutlamak, Amerika yerli Kızılderili kabileleri arasında hayatın önemli bir dilimini teşkil eder. Hopi Kızılderili kabilesi, “Godu–godu”ları kendi kültürleri içinde, “Kachina” (Kaçina) olarak adlandırıyor. Her Kaçina’nın kendine has görevinin olduğuna inanan Hopi Kızılderililerinin, Yıldız, Bulut, Güneş, Toprak, Kurt, Kartal Kaçinaları vardır. Bunların hepsi, doğrudan doğruya tabiat, yeraltı, yerüstü varlıkları ile ilgilidir. İspanyollar 1500 yıllarında Kızılderililerin ülkesini işgal ettiklerinde, Amerika’daki Kızılderililerin Kaçina bebekleri yapıp onlara tapındıklarını zannettiler. “Kaçina Dansı”nı ise, “Şeytan”a tapınma olarak yorumladılar ve bütün Avrupa’ya da öyle yaydılar.(Wright, 1982, 8) Maiudu Kızılderili kabilesinin yaptığı dinî maksatlı 39 merasimlerde tıpkı Türk Dünyasının “Yeni Yıl Başı” olarak kabul ettiğ 21 Mart Merasimlerindeki manası ile “Ateş” unsuru büyük rol oynamaktadır. Maiudu Kızılderili kabilesini “Ateş”in elde edilişi ve korunması ile ilgili halk masalında aşağıdaki gibi anlatılıyor: “Bir zamanlar insan ateşi bulmuş ve onu kullanıyordu. Fakat “Yıldırım” ateşi bu insanlardan geriye almak ve sadece kendisinin sahip olması fikrine kapıldı. Yıldırım, eğer ateşe sadece kendisi sahip olursa bütün insanları öldürebilme kabiliyetini elde edeceğini zannetti. Bir müddet buna sahip oldu ve kendisinde sakladı, onu Güney’e götürdü. Yıldırım, eğer ateşi kendisi ile birlikte Güney’e götürürse insanların pişirecek ateş bulamayarak açlıktan öleceklerini sandı. Fakat insanlar ateşsiz yaşamanın da yollarını buldular. Yiyeceklerini bazen çiğ, bazen de “Toyeskom Kuşunun” bakışlarından istifade ederek etlerini pişirdiler. Toyeskom kuşu, et parçasına dikkatle bakınca onu pişirecek güçteydi. Yıldırım ateşi insanlardan geri aldıktan sonra, onun çalınmasına mani olmak için başına “Woswosim”(Vesvesim) adlı küçük bir kuşu bekçi dikdi. Kabile sıkıntıdaydı, Toyeskom Kuşunun bakışları ile sadece Büyük Reisler etlerini pişirip yiyebiliyordu. Bütün insanlar Dağ büyüklüğünde bir evde toplanarak yaşıyordu. Bu insanlar arasında Kertenkele ile kardeşi de yaşamaktaydı. Güneş doğar doğmaz evin bacasına çıkıp ilk güneşlenen hep bu iki kardeş oluyordu. Bir gün yine erkenden güneşlenirken, Batı’ya, “Coast Range” tarafına baktıklarında bir yerden duman yükseldiğini gördüler. Herkesi çağırdılar ve Batı’da bir yerden duman çıktığını gördüklerini söylediler. Onlara kimse inanmadı. Yaban iti geldi, bunlara arkasını dönerek arka ayakları ile bunların üzerine toz–toprak attı ve onların üstünü berbat etti. Bunlardan bir tanesi Yaban itinin yaptığı bu hareketi beğenmedi. Ona, “Neden insanları hep böyle rahatsız ediyorsun? Neden onları kendi hallerine bırakmıyorsun? Her zaman ilk münakaşayı çıkaran sen oluyorsun. İnsanları hep sebepsiz yere öldürmek istiyorsun.” dedi. Diğer insanlar adama hak verdiler. Onlar bu iki kertenkeleye ne gördüklerini ve gördükleri yeri göstermesini istediler. Onlar da Batı’dan yükselen dumanı gördüler. Onlardan biri “Bu ateşi tekrar nasıl geri getirebiliriz?” diye sordu. “Onu Yıldırımdan, o kötü adamdan nasıl geri alabiliriz? Onu geriye almaya teşebbüs etmemizin iyi olup olmayacağını bile bilmiyoruz” şeklinde konuştu. Bu arada söze Büyük Reis karıştı. “En iyisi, onu geriye getirmek için aramızdan birinin birinin gönüllü olarak bu işi üzerine almasıdır. Yıldırım ne kadar kötü olursa olsun, ateşi tekrar geri getirmek için gerekeni yapmalıyız. Oraya varmamız ne kadar çeker? Onu tekrar nasıl geriye getirebiliriz? Her kim onu getirmeyi aklına koymuşsa, bırakalım denesin,” dedi. Fare, Geyik, Köpek, Yaban iti denemek isteyenlerin arasındaydı, fakat halk da onlarla beraberdi. Onlar giderken yanlarında, gelirken içine ateşi koymak için bir tane de “kaval” götürdüler. Uzun bir müddet yol gittiler. Nihayet ateşin olduğu yere vardılar. Yıldırımın evine varmaya çok az kalmıştı. Ne yapacaklarına karar vermek için durduklarında Yıldırım’ın ateşi beklemekle görevlendirdiği Woswosim Kuşu ötmeye başladı. “Ben hiçbir zaman uyumam... Ben hiçbir zaman uyumam...” diye öttü. Yıldırım bu kuşa bekçilik görevi için boncuk veriyordu. O da bu boncukları boynundan asıyor veya beline doluyordu. Bu kuş devamlı olarak damın üzerinde ateşin yanında duruyordu. Bu gelenler, bir müddet sonra ateşi getirip getirmeyeceğini öğrenmek için fareyi gönderdiler. Fare, Woswosim Kuşuna yaklaşıncaya kadar gizlice dama çıktı ve bir taraftan ötmesine rağmen Woswosim Kuşunun gözlerinin kapalı olduğunu gördü. Kuşun uyumakta olduğunu gören fare kıvrılarak yavaşça içeriye daldı. Yıldırım’ın birkaç kızı vardı ve onların hepsi içeride uyuyorlardı. Fare odaya varınca bunların hepsinin donlarının uçkur bağlarını çözdü. Bunlar bir ses duyup ayağı fırladıklarında donları düşecek ve mecburen onları bağlamak için oldukları yere çöküp kalacaklardı. Bu işi bitirdikten sonra fare “Kaval”ı aldı ve içine ateşi doldurdu. Sonra dışarıda kendini bekleyenlerin yanına tırmandı. Tedbir olarak bu ateşten bir miktarı çıkarıldı ve köpeğin kulağının içindeki boşluğa yerleştirildi. Kaval en süratli koşana teslim edildi. İçine ateş koyulan kavalı ilk önce Geyik aldı. Geyik onu kıçının üzerine yerleştirdi ve bir müddet götürdü. Geyiğin kıçındaki kızarıklık ondandır. Onlar yarı yola kadar ateşi çok iyi getirmişlerdi. Birden Yıldırım uyandı ve bir şeylerin olduğunu fark etti. “Ateşime ne oldu?” diye sordu. Yıldırım büyük bir sinirle yerinden gürledi. Bu sese Yıldırım’ın kızları yerlerinden fırladılar, fakat donları kıçlarından kaydı ve onların hepsi oldukları yere çömelip donlarını giyinmeye koyuldular. Kızlar donlarını giydikten sonra Yıldırım’la birlikte onların peşine düştüler. Onların başına yıldırımlar, dolu, yağmur yağdırmaya başladılar. Bu arada “Shunk” ateş etti ve Yıldırım’ı 40 öldürdü. Shunk “Artık bundan sonra insanların peşine düşmeyecek ve onları öldürmeyeceksin. Gökyüzünde Yıldırım olarak kalacak ve yerinden ayrılmayacaksın,” dedi. Yıldırım ve kızları ondan sonra ilerleyemedi. Onlar Kavalın içindeki ateşle evlerine döndüler. İşte o günden sonra insanlar ateşi serbestçe kullanmaya başladılar.(Thompson, 1929, 40) Amerika’nın Cherokee (Ceroki) Kızılderili Kabilesinin “Yaratılış” destanında “Ateş”in nasıl kabileye getirildiğine dair ilginç bir bölüm vardır. Cherokee Kabilesinin “Ateş”le ilgili efsanesi böyle başlıyor: “Fakat bu ateş nasıl peyda olmuştu? İnsanların olduğu kadar hayvanların da ona ihtiyacı vardı. Rüzgâr soğuk esmeye başladı. O zaman ateş, güneş ve ısınacak bir şey yoktu. Daha sonra gökyüzündeki şimşekler kendi kutsal ışıklarını göstermeye başladılar. Onun ışıklarından biri Çınar ağacının dibine vurdu ve onu dibinden alıştırdı. Onun yanması ile kuşların ve diğer canlıların hayatı tehlikede değildi. Özellikle kuşların kralı orada nelerin olup bittiğini bilmek istiyordu. Onun için Kuşlar Kralı “Kuzgun”u olup bitenleri öğrenmesi için gönderdi. Çünkü kuşlar arasında en güçlü olanı Kuzgun’du. Kuzgun verilen görevi demeye karar verdi. Kuzgun o tarafa doğru uçtu ve yanan ağacın yanına kadar geldi. Ağaç cayır–cayır yanıyordu. Kuzgun yanan ağaca iyice yaklaştığında onun çok güzel olan tüyleri ateş aldı ve yanmaya başladı. O günkü hadiseden sonra Kuzgunun tüyleri hep öyle siyah olarak kaldı. Kuzgun ateşi getirmeyi başaramayınca bu sefer gözler Baykuşa dikildi. O çok meşguldü fakat şu anda yapacak bir işi yoktu. Ondan, eğer başarabilirse bu ateşten bir parça getirmesini istediler. İlk önce Baykuş yanan ağacı tepesine doğru uçtu uzaktan ateşi gördü. O ateşten bir parça ele geçirmek istedi. Eğer o bu ateşten bi parça götürebilseydi, mensup olduğu kuşlar âleminde çok büyük bir hürmetle karşılanacaktı. Ateşe doğru alçalmaya başladı. O ateşe yaklaştıkça, ateşin de parlaklığı artıyordu. Artan bu ışık Baykuşun gözlerini kör etti. O günden beridir Baykuş gündüzleri bile çok zor görür. Daha ziyade o gece çalışır. Daha sonra Su Yılanı ateşi getirmek için gönüllü olduğunu belirtti. “Ben gönüllü olarak gideceğim. Sudan yaratıldığın için bana kâr etmez. Çünkü ateş suyu yakamaz,” dedi. Böylece Su Yılanı yola koyuldu. O ateşin yanmakta olduğu adaya doğru yüzmeye başladı. Fakat göklerdeki Ulu şimşek onun hareketlerini çok yakından izliyordu. Alttan bir delik açarak yılan ateşe yaklaştı. Fakat aniden ağaçtaki ateş daha çok şiddetlendi. Yılan ateşe daha çok yaklaşmaya cesaret edememesi ve ateşten bir parça bile almayı başaramayarak geri dönmek mecburiyetinde kaldı. Sonra sıra herkesin çok sevdiği Su Örümceğine geldi. Ondan bu ateşten bir parça getirmesi istenmişti. Akıllı hareket etmesi ile tanınan Örümceğin bunu denemesini istediler, o da kabul etti. Örümcek ağzından çıkardığı bir ağ ipi ile kendini olduğu yere bağladı ve rüzgârın önünde ateşin yandığı yere gitti. Böylece o ateşle kendisinin yaşadığı yer arasında bir ağ kurmuş oldu. Ulu Şimşek göklerden Örümceği izliyordu. Örümcek her zaman kendisini düşünmezdi. Bu gayreti sonunda o ağaçtaki ateşi kontrol altına aldı ve bütün hayvanlarla beraber, insanlar da ateşi kullanmaya başladılar. Bunu Tanrı’nın en büyük hediyelerinden biri olarak kabul eden Cherokee’ler, onun için Örümceği çok mukaddes bir yaratık ve sembol olarak anıyorlar.(Arslan, 1994, 74) Sioux (Su) Kızılderili kabilesi, kâinatın “Su”, “Toprak”, “Ateş” ve “Hava”dan ibaret olduğuna inanırlar. “Su”, göklerden gelen yıldırımları temsil eder ama hayırlı şeyler getirir, toprağa bereket saçar. “Ateş” ürkütür, korkutur ama “Wakan–Tanka”nın (Ulu Ruh) istekleri ve emirleri doğrultusunda yaşamamızı ve günahlarımızdan, kötülüklerimizden ve kötü ruhlarımızdan arınmamızı sağlar. Mart ayındaki “İlk Yılın Başında” kurulan “Sweat Lodge” (Terleme Otağa)nı hazırlamak için 12 tane genç söğüt ağacı kullanılır. Bu bile bize bir ders verir. Sonbahar gelince bu ağaçların yaprakları yerlere dökülür ve yok olup toprağa karışır. Baharda yeniden canlanır ve hayat bulur. İnsanlar da bu söğüt gibi ölür ve sonra tekrar canlanırlar. İnsanlar öldükten sonra “Wakan– Tanka”nın gerçek dünyasında, her şeyden sıyrılmış temiz bir ruh olarak yaşarlar. Eğer ruhumuzu ve bedenimizi temizler ve Wakan–Tanka’nın huzuruna daha çok yaklaşmayı başarırsak, belki gerçek hayatın derinliğini daha iyi anlayabiliriz.(Brown, 1983, 32) Her bir Sioux (Su)Kızılderili “Tee–Pee” (Ti–pi)si, çadırı, tek başına kurulmuş bir dünyayı temsil eder. Tipi’nin ortasında kurulu ocaktaki sönmez kutsal ateş ise “Wakan–Tanka”yı, yani Gök Tanrı’yı temsil etmektedir. Ortadaki ateşin çok mukaddes olmasından dolayıdır ki, Sioux kabilesi bu ateşi korumak ve devamlı yanmasını temin etmekle görevli özel bir “Ateş bekçisi” tayin etmiştir. Bu ateş bekçisinin Tipi’si, ateşin yandığı çadıra yakın bir yerdedir. Sioux kabilesinin çadırları başka yere göçünce, ateşi koruy41 an bu bekçi, onu bir ağaç kütüğünün içine yerleştirir ve ateşi yanından hiç ayırmadan beraberinde götürür. Bu ateş hiç söndürülmez. Ateş, sadece dini maksatlı “Yeni Yılın Başı” merasiminde söndürülür ve “Yeni Ateş” yakılır. Eğer Sioux Kızılderili kampının tamamı baştan aşağı ruhen temizlenmesi gerekiyorsa, o zaman kabilenin ateşi, “Yeni Yılın Başı”nı beklemeden söndürülür ve “Yeni Ateş” yakılır. Kuzey ve Güney Amerika’da yaşayan Kızılderili kabilelerinin “ateş”e verdikleri değer farklıdır ve birbirinden değişik şekillerde yorumlanmaktadır. Kızılderililerin dağınık ve göçeri olarak yaşayan kabileleri arasındaki ateş anlayışı ile Aztek, Maya ve İnka Kızılderili medeniyetlerinin ateşe verdikleri değer ve anlam birbirinden farklıdır. Gelişmiş yüksek kültüre sahip olan Aztek Kızılderililerinin en büyük dinî merasimlerinden biri “Ateşin Yenilenmesi” merasimidir. Aztekler ateşin yenilenme merasimine “Toxiuhmolpilia” demektedirler ki, bu “yılların birbirine bağlanması” manasına gelmektedir. Aztekler ateşin yenilenmesi merasimini her 52 yılda bir yaparlar. Bu merasim, gece yarısı “Hill of the Starts” (Yıldızlar Tepesi)nde yapılır. Merasime bu tepeden başlarlar. Bütün ülkede, evlerde ve mabetlerdeki ateşler söndürülmesinden sonra, ateşin saklandığı çömlekler kırılır. Yakalanan çok önemli bir savaş esiri, merasimle kurban edilir. Onun kalbi çıkarılarak Güneş Tanrısı’na sunulur. Onun göğsünün içinde bir ateş yakılır. Sonra bu ateş, Aztek İmparatorluğunun toprakları içindeki bütün mabedlere yayılır. Evlerdeki ateş bu mabetlerden götürülen “Yeni Ateş”le tutuşturulur. Bunun imparatorluğun sınırları içinde yaşayan herkese sağlık bahş edildiğine inanılır.(Hinnels, 1984), 231) İran’da “ateşperestler” tarafından tapınılan ateş tamamen Türk ve Kızılderili kültüründe yer alan ateşten farklıdır. Tapınılan bu ateşin adı “Ataş”tır. Bu ateşi tapınakta tam olarak tapınılacak hale getirmek 12 ay süren bir işlemi gerektirmektedir. İran’’a bu tür tapınaklardan 2, Hindistan’da ise 8 tane vardır. Yezidilerin inançlarına göre ikinci dereceli ateşin adı “Adaradır ki, Fars dilinde buna “Dar–i Mihr” denilir ve orta dereceli ateşgahlarda bundan istifade edilir. Ateşin üçüncü derecesi “Dadgah”dır ki, o da normal olarak evlerde yakılan ateştir.”(Hinnels, 1984, 126) KAYNAKLAR 1- Ake Hultkrants, The Religions of the American Indians, California, 1967. 2- J. Hackel, “Zur Problematic des heilegel pfahles pfahles bei den Indianern Brasiliens.” ICA, 31. 3- U. Harva, “Der Baum des Lebens”, Ser:B, Vol: 16, Helsinki, 1922–23. 4- I. Paulson, Die Relegionen der nordasiatichen völker, Stutgart, 1962. 5- F.G. Speck, A Study of the Delaware Indian Big House Ceremony, Harrisburg 1931. 6- J.H. Howard, “The Arıkara Buffola Society Medicine Bundle”, Plains Antropologist, 19 (66), 1974. 7- C. Stevenson, “The Zuni Indians, their Theologic Ceremonies”, ARBAE, 23, 1904. 8- R. L. Bunczel, “Introduction of Zuni Ceremonials”, ARBAE, 47:467–544, 1332. 9- Ziya Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi, 1976, İstanbul. 10- Galina–Melek Kazacı, “Örf ve Adet Birliği”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, No:97, 1995. 11- Mircea Eliade, The Encyclopedia of Religion,Vol:10, New York, 1987. 12- Abdulkadir İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm, 1986, Ankara. 13- Joseph Epes Brown, The Sacred Pine, Oklahoma, 1983. 14- Rolay B. Hassirck, The Sioux, Denver, 1960.. 15- Kaşgarlı Mahmud, Divanu Lugati’t Türk, C.I. 16- Lewis Spence, The Myths of the North American Indians, New York, 1989. 17- Barton Wright, Hopi Kachinas, Arizona, 1982. 18 Stith Thomson, Tales of the North American Indians, Bloomington, 1929. 19- Ahmet Ali Arslan, “Türkiye, Azerbaycan, Orta Asya Türk ve Kuzey Amerika Kızılderili Efsanelerinde Kaplumbağa”, Türk Dünyası Araştırmaları, Sayı:91, İstanbul, 1994. 20- John R. Hinnels, The Facts in File, Dictionary of Religions, New York, 1984. Desen:Garipkafkaslı-1973 42 AY PİŞİK Emin Garabağlı Güzelsoy* Küçelerde gezirdin, tutub seni yekeltdim, Verdim südü-pendiri, bir gözelce kökeltdim, Sığazladım dalını, hervaht sevdim şüşeltdim, Ay kül goyum başına, hanesi harab pişik… Ambarda çuvallarım oyum-oyum olupdu, Heç ağzın açmamısan, boşca tulum olupdu, Bu halga neyi satım, mene zulum olupdu, Bele vezife olmaz, ver mene hesab pişik… No’lardı tek birce gün, sen de sıçan tutaydın, Öz heyrine olardı, oynadaydın udaydın Ovçuluk eliyeydin, servağı nam olaydın, Zeher goyum aşına, ciyarı kabab pişik… Sene yazığım gelir, tükün mehmer kimidi, Mayıl mayıl bahırsan, üzün dilber kimidi, Humar bahan gözlerin, zil kehribar kimidi, Bağışlıram seni men verirem necat pişik… Gör atalar-babalar, bizlere ne deybler, Nece nükteli yolnan nesihhet eliyibler, “Çörek gohusu gelsin, durma çalış” deyibler, Senin ki senetindir, eyle bir savab pişik… İnnen bele getiyyen nanecib olma ginen, Çörek yediğin yere namerdlik etme ginen, Sıçannarı görende, gayıdıp getme ginen, Al yayını-okunu, eyleme ricat pişik. *Hamburg/Almanya 43 KARGAYI ÖLDÜRDÜLER Şerif Benekçi Arkın suyunda ayaklarını yıkayıp, tozlu yolu aşarak bahçe duvarına yaklaştı. İki kadın, küreklerine dayanmış, ayak sohbeti yapıyordu. Evlerden birinin avlu kapısı gürültüyle açıldı, bir horoz uzun uzun öttü. Bahçe duvarının önündeki çocuk, uzayıp giden ayak sohbetini dinlemekten bıkıp, kendine bir oyun uydurmuştu. Kıymıkları çattı, yıktı. Bir daha çattı, gene yıktı. Oyun oynamak istemiyordu canı. Kolayı kavrayabilecek kadar büyümüştü. “ Ağlıcam..” diye mırıldandı. Kararsızlık. Erkek olan ağlar mı? “Minnacıksa göstermeden ağlayabilirmiş.” Büyük ablası söylemişti bunu ona; fısıldayarak, ahırda. Yoldan , yaşlı bir çift geçiyordu. - “Hatun” dedi adam, karısının sırtındaki ot çuvalını ittirerek. “Şu çocuk niye ağleyo, bir sor.” - “Adam sende” diye burun kıvırdı kadın; “Çocuk bu, ağlamadan edemez.” Kimse dokunmadı keyfine. Bir ses, kesik kesik, kulaklarını dolduruyordu. “Vaak! Vaak!” Bahçe duvarındaki taşların arasında bir yeşerme gördü. Taşlar ağlıyor muydu? “Abam bahçeye su saldıydı” diye düşündü. Kulaklarını tıkayıp sesi kovmak istedi. “Böyük erkek olıncam, taşları sıkıp su çıkarcemişim; avucumda ağleceklermiş.” Parmaklarını kulak memelerinden çekti, başını avuçladı. “Vaak! Vaak!” Bir ses onu kucağına almış, okşuyordu. Uyumak geldi içinden. Çocuklara has bir unutuşla silkindi, kendisi oldu. Arkın öte yakasında, toprakla oynayan arkadaşlarını gördü. Köy odasının önündeki boşlukta, bir tekeri kırılmış kağnı duruyordu. Üçgen şeklinde kağnının gövdesinden ayrılan kol, başını kuma sokmuş devekuşunun yanık boynunu andırıyordu. Çocuklar, oyuncak yapmak için kardıkları çamurdan avuçlayabildikleri kadar alıp, bir köşeye çekildiler. İçlerinden biri, çamurunu toprakla katılaştırıp, ayağa kalkmıştı. - “Söyle Ümmü, sen ne yapcen?” Kız, işaret parmağını kıvırarak arkadaşına gösterdi. - “Eşek yapcen - “Ha, eyi. Kuyruğunu unutma, e mi?” Kız Seçme Oyunu’ydu. Denetçi, arkadaşlarına ne yapacaklarını sorar, oyunu başlatırdı. - “Ümmü’nün ardındaki, sen söyle baken. Çam44 urunu emiştirwmwyon sen, gız! Bundan sonra oyuna sokmecen seni, bilmiş ol.” Çakır gözleri vardı. Çapar diye çağırırlardı ama, oyun başı bu yüzden yediği dayağı hatırladı, lakabını söylşeyecekken, sustu. Kız, çamura parmaklarını sokup çıkardı. - “Deyivesene gız, seni mi beklecez! Ça... Ça.. çamurla oynama!” - “Desene len, desene! Çapar decedin, çamur çıktı ağzından. Gorkuyomun benden?” Denetçi, kollarını göğsünde birleştirip, Hatice’ye baktı. İki adım attı, durdu. Aklına bir şey, dayaktan da kötü bir şey gelmişti. Yumuşadı. - “Hacca, söle gız; kuş mu yapcen gene?” Kız, çakır gözlerini kısıp, bir güzel süzdü oyun başını. Sonra eğilip, çamurunu katılaştırmaya devam etti. İki adım daha attı denetçi. Kızın önünde kaya oıluvermişti. Cılız, çarpık bir vücudu vardı. Burçak tarlasında boy atan yoz otlar gibi, arkadaşlarının arasında hemen seçilmişti. Oyunu bitirmek, şenliğini yapmak vardı; sonra alkışlanmak, ardından en güzel kızı seçmek... Denetçinin çevresinde toplananların yaptığı oyuncaklar beğenilirse; büyüklerden biri, “Eyi olmuş, gız seçebilir oyun başı” derse, kız seçilirdi bu oyunda. Kız, başını usul usul kaldırdı, gözlerini kısarak oyun başına baktı. - “Deve!” dedi kısık bir sesle. “Deve yapıcam, seni yapıcam işte!” Diğer çocuklar koşarak Hatice’nin önünde toplandı. Denetçi, kendisini tutan iki arkadaşını bir silkinişte yere fırlatıp, kıza doğru eğildi. - “Öldürcem bu gızı ben! Deve yapcemiş beni, çamur çıkmış ağzımdan! Çamur senin ağzından çıkar, gız! Çapar demedisem, anama söz verdim de ondan. Kim gorkar senin bubandan?” - “Sülalen!” dedi Hatice; “Sülalen gorkar bubamdan.” Oyun başı, yere fırlayan arkadaşlarının kalkıp tekrar kendisini tutmalarını bekledi. Bu kez ikişer kişi tutmuştu kollarından. Sıyrılır gibi yaptı, sonra kendini bıraktı. - “Tutmasınlar, ölürdün şart olsun!” - “Katil!” Çocuklar ağzları açık, Hatice’ye bakıyorlardı. - “De gız, katil bu mu? Ali mi öldürdü kargayı?” - “Ağzını kapa Çamur!” diye gürledi oyun başı. Var gücüyle silkinip, çocuklardan sıyrıldı. Cip sesi duyuldu bir ara. Oyun unutulmuş, denetçi Hatice’den kurtulmuştu. - “Goşun çocuklar, cibin sırtına binelim!” Elindeki çamuru fırlatan, leylek bacaklı arkadaşının peşine takıldı. ;çlerinden biri, gözleri çakır olan, kırık tekerlekli kağnının önünde kalmıştı. Elindeki çamuru tozlu tahtanın üstünde şekilden şekile soktu kız. Deve görmemişti, yaptığı hiç bir şekil, kafasındaki deveye benzememeişti. “Uf” dedi başını kaldırarak, “Uf...” Fırlatıp attı çamuru. Çocuk bahçe duvarından ayrıldı. Arkı geçerken, nedense atlamak gelmedi içinden. Islak ayaklarıyla meydanda izler bırakarak, Hatice’nin yanına vardı. Sokuldu arkadaşına. O da yaklaştı. “Oyun başı sen olsan, beni seçedin” dedi Hatice. “Bubam seni gömüş kargayı tutaken. Bahçede büyütcem, öttürcem demişin. Bubam deyo ki, aklına goyduğunu yapar. Elinle mi goyon, yapacanı başına?” - “Kargayı kim öldürdü?” dedi Orhan. “Gödün mü öldüreni?” - “He ya, gödüm. Ellerin oğlanları geldi, öldürdüler. Gocaman taşı Ali attı, emme. Hepici attı, Ali çok çok attı. Ali öldürdü kargayı.” Avluya, oradan bahçeye girdiler. Tüyleri vücuduna yapışıktı karga yavrusunun, başı ezilmiş, bir ayağı kopmuştu. İki çocuk, nar ağacının dallarını aralayarak kargaya yaklaştılar. Mor bir et parçası, yeni düşen nar çiçekleri arasında kaybolmuş gibiydi. Beyaz bir çakıl, yarı açık ibiklerinin arasınad parlıyordu. Kız yutkundu. Orhan kargaya uzattı elini. Dokunamadı. Kız uzattı, o da dokunamadı. - “Ölüye ağlayam Orhan..” - “Ağlayam.” İki genç kız, Orhan’ın ablaları, avlu kapısının önünde onları seyrediyorlardı. Biri Hatice’yi öbürü Orhan’ı aldı kucağına. Sonra, hıçkırıklar kesilince. yere indirdiler. - “Kargayı gömcen” dedi Orhan. “Hacce, sen eteğini aç.” Kız, eteğini açtı. Orhan, gözlerini yumup, kargayı nar çiçekleriyle birlikte avuçladı, arkadaşının eteğine koydu. İkiyken dört olmuştu çocuklar. Aklı erenler çocukları yalnız bırakmadılar. Armut fidanının dibine küçük bir mezar açıldı. Karga yavrusu, yavru ellerle gömüldü, üstü örtüldü. * 45 Düşler, yeşermiş kurfu ceviz gövdeleri taşıdı odaya. Düşler yeşeriyordu, kuruyordu. Hoyrat bir gövdenin, ot dolu yorgana yıkıldığı an, bütün ev ayağa kalkıyordu. - “Oğlum, Orhan’ım, ne girdi üryana, Ecderler mi gördün?” Babasının göğsü ıslak oluyordu her sabah. Onu kendi yatağına almıştı adam. Sabah olunca, çocuğu annesine bırakıp, gözlerini kapıyordu. Armut fidanının dibindeki küçük mezar açılalı, evin düzeni bozulmuştu. Kızlar, halı tezgahının önünde uyukluyorlardı. O üzeri ağaç desenli seccadeyi iki haftada bitirememişlerdi. Bir tanyerini daha, uykusuz karşılıyordu ev. - “O ağaç üstüme göçtü bubam” diyordu çocuk. “Boğuluyom buba, seviyom deme, gurtarameyon beni...” Annede yürek kalmamıştı parçalanacak. Baba, -hep myledir zaten-, dayanıyordu. Karga sesi, günlerce ninnisi oldu çocuğun. Üzerinde karga yuvası olan kuru ceviz ağacı, düşlerine kök salmıştı. Her gece yıkılıyor, doğruluyor; eziyor, eziyordu. * - “Ne ola bu çocuğa, molla ağam” diye inledi kadın. İmam İbrahim Efendi, üzeri ağaç desenli seccadeyi kadının elinden almış, dokusunu inceliyordu. - “Ellerine sağlık, eyi dokumuşlar; bayramda bahşişlerini kendim veririm.” - “Oğlumu” dedi kadın, “Oğlumu getirsem okur musun?” Götürüp okuttular. “Sakallı amca”nın önünde diz çökerken, kargayı unutmuş, melekleri düşünüyordu. Duvardaki seccadeyi görünce, melekleri unuttu, çığlık çığlığa kendini yere vurmaya başladı. Evin gelini, çay tepsisini yere fırlatıp kaçtı. “Ana olmadı daha” diye düşünüyordu çocuğun annesi. Çocuk, yatıştı. “Bu ağaç göçüyo üstüme” diyordu seccadeyi göstererek. Şaşırıp kalmışlardı. “Ablaları dokudu bunu” dediler, inanmadı. Kimse bilmiyordu yıkılan ağacın bu olduğunu, çocuk bile... “Kargalı ağaç, evimizin içinde böyüyo, böyüyo... pom! Böle göçüyo kargalı ağaç, amca.” Üç “İhlas”, bir “Elham” daha okudu İmam İbrahim Efendi. - “Anlat Emine gadın, anlat şu kargayı. Okumakla yola gelmeyecek bu çocuk.” - “Anlatmaklara ermeyen, Kazanbağ’dan bir karga getirdi eve. Yörüklerin kuru cevizinde tutmuş. Getir- mez olaydı.” Kadın, oğlunu bağrına basıp, anlatmaya devam etti. “Getirmez olaydı devom, Irabbıma garşı gelmek de’l. Dayanamam onun yokluğuna molla ağam. Bir deri, bir kemik etti yavrum. Nesini sevdi onun bilmem kim.” - “Görünüyor encamı” dedi imam, “Sen devam et.” - “Maşaylan govdun ben de. Götür onu, gözüm görmesin, dedim. Günahkar, taş olursun dedim.” Çocuk titremeye başladı. Geçip gitti. Meğersem, bahçeye bırakmıış. Kıymıklan kafes yaptım, dedi aşamına.” - “Ne olmuş, kedi mi yemiş kargasını?” - “Ali enciği, çocukları toplamış, taş yağdırmışlar üstüne. Gelip geçen karga sesi dinlecek de’l ya, bir şey deyemesin elin veletlerine. İş bunla galsa, eyi. Abaları yardım etmiş, bahçeye gömmüşler.” - “Eeee?” dedi imam. Ağzı, sakalla bıyık arasında, mağara gibi açılmıştı. - “Mezarından uçtu, zinhar. Gayıplara garıştı.” - “Neee?” - “Karga” dedi kadın. “Kedi yedi desem ocak başından kalkmaz; köpek desem, İsmi’yi ısıralı bağlı duruyo. Ona yellendi yavrum, aklını yitirdi.” - “Heç de yitirmişe benzemeyor” dedi imam, 46 gülmeye başladı. Kadın, imam İbrahim Efendi’nin güldüğünü ilk defa görüyordu. - “İki cuma evveli, yatsı ezanını okurken, bahçenizde bir karartı görmüştüm” dedi imam. “Ezanı bitirince merak edip bekledim. Yıldın Aşa, o ediyar haliyle, bahçe duvarından sincap gibi indi. Kambur kambur seğirtti evine. Ben de, bahçeden biber topladı, sanmıştım. Zan... Haram bir şey yapmışım, tövbe.” Evdekiler, ağızları açık, çocuğa bakıyorlardı. Bir düğüm çözülmüş, çocuk hiçliğe ağlamıştı bu defa. * Adam, karısını dinliyordu. “Şurda ne galmıştı gurbana” diyordu kadın. “Koçun bir budunu Yılgın Aşa’ya verirdik, pişirip bolca yerdi. Ne alrmi vardı Allasen, çocuğun kargasını yiyip evi mateme boğmanın.” Kızlar, evin küçük erkeğini havaya kaldırmış, iki taraftan öpüyorlardı. - “Eddiyarlık” dedi adam. “Eddiyarlık... Yaşlanıncam, çocuklaşır insan. Yoklukda, tabutluk bu demez, hırsız eder Yılgın Aşa’yı; ölü karga yedirir.” Desen:Atanas Karaçoban Birer Kahve İçelim mi?