kasım-aralık 2015 düşün dergi
Transkript
kasım-aralık 2015 düşün dergi
kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 1 ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ KARŞIYAKA ŞUBESİ TARAFINDAN İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR KASIM-ARALIK 2015 ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ KARŞIYAKA ŞUBESİ ADINA İMTİYAZ SAHİBİ ŞUBE BAŞKANI TUNA ARSLAN GENEL YAYIN YÖNETMENİ VE SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ TUNA ARSLAN YAYIN KURULU M. FEVZİ YILMAZ MEHPARE ÖZKABAN ÜMRAN KEBABÇIGİL VOLKAN ACAR AYÇIN TANUK ÖMER BAYRAM ENİS MUSLUOĞLU DÜZELTİ MEHPARE ÖZKABAN - ÜMRAN KEBABÇIGİL GRAFİK TASARIM UYGULAMA AYÇIN TANUK YÖNETİM YERİ ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ KARŞIYAKA ŞUBESİ Bahriye Üçok Mah 1766 Sk. No: 10/3 Yekta Apt. Karşıyaka / İZMİR Telefon: 0 (232) 323 40 40 elektronik posta: addkarsiyaka@gmail.com Yazılarınız için elektronik posta: adddusundergi@gmail.com web adresimiz: www.addkarsiyaka.com Baskı Yeri: Kanyılmaz Matbaacılık, Kağıt ve Ambalaj Sanayi Tic. Ltd. Şti. kanyilmazmat@gmail.com Baskı Tarihi: Aralık 2015 Başyazı Merhaba (Tuna Arslan)...................................................................................................................... 2-3 Editörün Köşesi Bizden Size! (M. Fevzi Yılmaz) ....................................................................................................... 4 Ayın Konusu I Devrim Yasaları ve Günümüzdeki Durumu (Mehpare Özkaban) ............... 5 Ayın Konusu II Büyük Erzincan Depremi (İnci Sarıgöl) ............................................................................ 6-8 Ayın Konusu III İkinci Adam İsmet İnönü (Erdoğan Bakkalbaşı) ........................................................... 9 Ayın Röportajı Kent A.Ş.’yi Ziyaret Ettik! İrfan Akça’ya Merak Ettiklerimizi Sorduk . 10-11 Konuk Yazar Cumhuriyet Devrimi’nin Yetiştirdiği Bilimci: Aziz Sancar (Mustafa Solak) ................................................................................................. 12-13 Konuk Yazar Teorisiz Pratik; Stratejisiz Taktik Olmaz! Olursa Savrulursunuz! (Cem Gürdeniz) ...................................................................... 14-15 Konuk Yazar Demokrasi Şehitlerimiz (Ahmet Gürel) .............................................................................. 16 Konuk Yazar Kültürümüz ve Batıcılık (Erdoğan Bakkalbaşı) .................................................. 17-18 DÜŞÜN’ce Ütopya ve Barış ............................................................................................................................... 20-21 Yerel Karşıyaka Belediyesi Gençlik Eğitim Merkezi (Kargem)’de Sınıflar Arası Münazara ....................................................................... 22-23 Gençlik IŞİD / DAEŞ ve Arada Kalan Gerçek(!) Müslümanlar (Tamer Özşeker) ............................. 24-26 Reklam Kent A.Ş. ...................................................................................................................................................... 27 Ekonomi Dünya Eko-politiğine Bakış (Enis Musluoğlu) .............................................................. 28 Atatürk ve Çevre Ağrı’lı Bir “Öğretmenler Günü” Yazısı (Metin Erdoğan) ................................. 29 Cumhuriyet Tarihi Menemen Olayı 23 Aralık 1930 (Ömer Bayram) ........................................... 30-31 Edebiyat 10 Kasım’ı Bayram Yapacaklara Armağan (Hidayet Karakuş) ......... 32-33 Kadın Gözüyle Türk Kadınının Siyasal Özgürleşme Tarihi ve Seçme/Seçilme Hakkı (Mehpare Özkaban) .......................................................... 34-36 Kitap Köşesi Öteki Mehmet Akif - Vaiz (Ümran Kebabçıgil) .......................................................... 37 Kültür Sanat Çağdaş Türk Resim Sanatı (Evrim Gökçelik) ........................................................ 38-39 Türk Dili Harf Devrimi (Ümran Kebabçıgil) ............................................................................................ 40 1 kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 2 MERHABA!.. 2015 yılını bitirirken, geriye dönüp baktığımızda Türkiyemizin ne kadar çok olayı bir yıla sığdırdığına bakıp şaşırmak mümkün. Elbette dünya üzerindeki her ülkede toplumu meşgul eden sorunlar vardır ve bunlar gündemi oluştururlar. Ancak, sözünü ettiğimiz; ülkemizde gündemi oluşturan ve toplumu uğraştıran sorunların nicelikleri kadar nitelikleri. Belli bir düzeni olan hangi toplumda bizdeki olaylar ve gelişmeler normal karşılanabilirdi? 2015 yılına beş ay arayla iki genel seçim sığdırdık ve ikisinin sonuçları birbirinden çok farklı. İleride, belki de yakın gelecekte, üzerlerine bilimsel araştırmalar yapılacak, dahası yüksek lisans ya da doktora tezleri yapılacak türden. Okuyuculara iddialı gelebilecek olan bu görüşün doğru olup olmadığını ise zaman gösterecek. 2015 yılında yaşanan gelişmeleri yalnızca çok sayıda önemli olaylar dizisi olarak göremeyiz. Bunlar aynı zamanda hem ülkemizde hem de içinde bulunduğumuz coğrafyadaki köklü değişikliklerin habercileridir. Geçen sayıda, 1 Kasım genel seçimi değerlendirildiği için tekrar ele almaya gerek duymuyoruz, ancak 1 Kasım’dan sonra olanlar üzerinde elbette durulmalıdır. 1 Kasım’ın yarattığı hevesler AKP’nin, aslında Tayyip Erdoğan demek gerekir, bir süre sus pus olduğu 7 Haziran seçim sonuçları, açılım ve yeni anayasa taleplerini rafa kaldırmıştı. 1 Kasım seçim sonuçları ise bu konuları tekrar gündeme getirdi. Olabilir mi? Bu sorunun yanıtını bu konuda talepleri olanlar değil bunlara direnenler verebilir. 2013 yılında bölünme anayasası girişimlerini çöpe atan Gezi Direnişi’ydi. Şimdi de açılımı sürdürme, anayasayı “sivilleştirme” ve Tayyip Erdoğan’ın fiilen uygulamaya çalıştığı başkanlık sistemini yasallaştırma, daha yalın bir anlatımla Cumhuriyetimizi ortadan kaldırma çabaları Gezi ruhuna çarpmaya mahkumdur. Sonucun ne olacağını ise daha önce gördük, biliyoruz. O bakımdan, 1 Kasım’ı herşeyin sonu gibi görüp dövünenlere, umut vermek için değil ancak gerçeği dile getirmek adına, durumun yalnızca biraz daha zorlaştığını, mücadelenin daha çetin geçeceğini söylemekle yetinelim. Bu durumun en çok farkında olanlar da o bölünme cephesinde yer alan her türden Amerikancılar aslında. Ergenekon, Balyoz vb. tertiplerin etkili olduğu, Tayyip Erdoğan’ın gücünü yanlış hesaplayıp pervasızlaştığı dönemde bile anayasayı değiştirmeyi “başaramayanların” şimdi o gücün çok uzağındayken hiç şansları yok. Peki, AKP eski gücünün çok uzağında mı gerçekten? Yanıt, kesinlikle “Evet” tir. Oy oranlarının yanıltıcı ve değişken olduğunu beş aylık arada gördük. Yakın 2 gelecek, yukarıdaki yanıtı doğrulayacaktır. Sağlaması da yakın geçmiştedir. PKK mı IŞİD mi? Atatürk’ün önderliTuna ARSLAN - Şube Başkanı ğinde başlatılan ancak tamamlanamayan aydınlanma devrimini kaldığı yerden sürdürmeyi görev edinenlere en çok yöneltilen eleştiri, 1920’ler ile 2015’in koşullarının çok farklı olduğudur. Elbette koşullar değişmiştir, ancak Türk Milleti’nin bağımsız yaşama iradesi değişmemiştir. Bu irade bugünün koşulları gözetilerek gerçeğe dönüştürülecektir. Türkiye, 2015 yılının Temmuz ayında, bölücü terör örgütü ile mücadele etmeye karar verdi ve halen de bu karar geçerli. Bu nesnel bir durum. Tayyip Erdoğan’ın seçim kazanma taktiği olduğunu ileri sürenler var. Diyelim ki öyle! PKK’nın üzerine gidilmesi ve gücünün azaltılması Türkiye için iyi midir, kötü müdür? Bölücü terör ile mücadeleyi “o yaparsa desteklemeyiz”, “bu yaparsa destekleriz” denilebilir mi? Böyle dersek, o çok severek ve sıkça yinelediğimiz, “somut durumun somut tahlili” söylemini nereye koyabiliriz? Her ülke, kendi somut çıkarları doğrultusunda davranır. Bugün Türkiye’ye yönelen bölünme tehdidinin aleti PKK’dır ve Türkiye bununla mücadele etmektedir. ABD ve AB ise ısrarla, PKK ile değil, IŞİD ile mücadele edilmesi gerektiğini söylemektedir. Kendileri de yaklaşık iki yıldır IŞİD’e karşı savaşmaktadırlar, ancak ne hikmetse IŞİD bu işten ciddi ölçüde bir zarar görmemiştir. Onlarca ülkenin oluşturduğu “koalisyon” uçaklarının attığı tonlarca bomba IŞİD’e yaramış gibi görünüyor. Demek ki IŞİD öncelikle yok edilmesi gereken değil, bir süre daha ABD ve AB’ye Suriye ve Irak’ta var olma nedeni sağlayan bir olgudur. Geçen sayımızdaki başyazıda IŞİD’den söz etmediğimiz için eleştiren arkadaşlarımız oldu. Bugün ABD ve AB ülkemizin bütünlüğünü PKK’yı kullanarak tehdit ediyorlar. Zaman zaman da IŞİD Reyhanlı’da ya da Ankara’da olduğu gibi canımızı yakan terör eylemleri gerçekleştiriyor. Biz, her ikisinin de Batı emperyalizminin güdümünde olduğunu, duruma göre bazen birisine bazen diğerine görev verildiğini söylüyoruz ve tekrarlıyoruz; bölücü terör örgütü ile mücadele etmek önceliklidir. Günümüzde Atatürk gibi davranmak Madem ki Atatürk’ün yolundan gidiyoruz ve bunu söylemekle yetinmeyip eyleme dönüştürmek zorundayız, zaman zaman “O ne yapardı?” diye sormamız kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 3 gerekmez mi? 1930 yılı 2015’e yol gösterir mi? Elbette! Menemen’deki yobaz kalkışma Cumhuriyetin demir yumruğu ile ezildiğinde, devrimci yönetim dosta düşmana bir mesaj veriyordu: “Cumhuriyete kastedenler ezilir!” Mustafa Kemal Atatürk ve devrim hükümeti gericilik ve arkasındaki İngiliz emperyalistleri ile nasıl savaşılması gerektiğini biliyordu ve en küçük bir duraksama gösterilmedi. Cumhuriyet’e ve ülkenin bütünlüğüne 1930’da yönelen tehdit nasıl yok edildi ise, günümüzde de aynı yöntem geçerlidir. O gün, devrimci Cumhuriyet kendisini yıkmaya kalkışanlar ile “müzakere” etmedi. Bugün o kadrolar işbaşında değil, ancak bölücülere karşı mücadelenin yöntemi aynıdır. Kubilay’ın kişiliğinde Cumhuriyetimize kastedenler ve dayandıkları güç emperyalizmdi. Bugün de fark yoktur. Atatürk gibi davranmanın gereği bugün bölücülük ile mücadele etmektir. Bu ister PKK, ister IŞİD isterse de FETÖ şeklinde ortaya çıksın. Kim ki bu konuyu sulandırmaya kalkar bilin ki Atatürk’ün yolundan gitmemektedir. “Barış, hemen şimdi” gibi İngilizce’den çeviri sloganlara da bu gözle bakabilirsiniz. Gövdemizin üstündeki kafa Atatürk gibi düşünmenin örnekleri ile devam edelim. Atatürkçülük, her şeyden önce tam bağımsızlık demektir, yani her alanda bağımsız olmayı gerektirir. Halâ büyük ve güçlü bir ülke olduğu kabul edilen Türkiye, bağımsızlığını yitirdiği için kendi geleceğini de belirleyememektedir. “Ülkelerin dostları değil çıkarları vardır,” sözünü ülkemizi yönetenler tersine çevirmiş durumdalar. Üstelik de dostluk uğruna değil, “müttefik” saydıklarımız uğruna. Atatürk gibi davranmak Türkiye’nin NATO’dan çıkmasını gerektirir. Aynı şekilde AB tiyatrosuna derhal son vermeyi gerektirir. Bunları yapmak için de ABD ve AB ile karşı karşıya gelmeyi göze almak gerekir. Demek istediğimiz, ulusal çıkarlarımız öyle gerektiriyorsa kafa tutacağımız ülkenin ya da ülkelerin boyu posu, gücü düşünülmez. Maceraya atılmak için değil ama bağımsızlığımızı korumak için gerekirse “yedi düvele” meydan okunur. Tahmin ettiğiniz gibi konuyu Rus uçağının düşürülmesine getireceğiz. Suriye ile olan sınırımız yıllardır her türlü teröriste açık hale getirilmişken, 17 saniyelik bir sınır ihlali nedeniyle Rus uçağını düşürmemizin ulusal çıkarlarımız açısından nasıl bir açıklaması olabilir? AKP’nin ABD ve AB’ye göre biçimlendirilmiş iç ve dış politikaları nedeniyle her gün biraz daha saplandığımız bataklıktan bizi çıkarabilecek tek ülke olan Rusya ile düşmanlık yaratmak ülkemize ne kazandırır? Bu soruların doğru yanıtlarını bilmek için engin bir diplomasi deneyimine gerek yok. Ekonomimizin içinde bulunduğu durum da önemli olmakla birlikte, mesele yalnızca Rusya ile olan ekonomik ilişkilerimiz de değil. Bundan çok daha önemli olan, içinde bulunduğumuz coğrafyada yaşananlar ve değişen güç dengeleri. Ortadoğu yeniden şekillendirilirken, Irak ve Libya örneklerinde olduğu gibi, bazı ülkelerin varlıklarını koruyamadığı ve emperyalist talana uğradıklarını gördük. Öte yandan, Hafız Esad önderliğinde azgın emperyalist saldırıya direnen Suriye’nin egemenlerin masa başında yaptığı planları sahada bozduğu da bir gerçek. Bir başka gerçek de bağımsız ve başı dik bir ülke olmanın öz güvenine sahip olan İran’a kimsenin yan gözle bakamadığıdır. Biz PKK ile açılım masallarına razı edilmeye zorlanırken, emperyalist saldırıları püskürtmüş olan İran’da PEJAK teslim bayrağını çekmiştir. İşin kötüsü “molla” diye küçümsemeye kalktığımız İran’ın, bağımsızlıkçı ve onurlu dış politikası bizim emperyalistlerce güdülen politikalarımız ile çatışmaktadır. Ulusal çıkarlarımız İran, Irak ve Suriye ile dayanışma ve dostluğu gerektirmesine karşın, bu ülkeler ile ilişkilerimiz dostluk şöyle dursun, düşmanlığa dönüşmüş durumda. Neden böyle diye düşündüğümüzde, yukarıdaki ara başlığa dönüyor ve kendi aklımızla davranmadığımızı görüyoruz. Suriye’ye düşmanlık, İran’a sırtımızı dönmek, Irak’ın toprak bütünlüğünü hiçe saymak bizim değilse kimin ya da kimlerin işine yarar? Yanıtı biliyoruz. Mesele doğru yanıtı yaşama geçirmekte. 2016… 2015 böyle geçti diyelim de 2016’da bizi neler bekliyor? “İşimiz zordu, biraz daha zorlaştı” demiştik. Bundan umutsuzluk çıkarmak Atatürkçülere yakışmaz. Olaylar kendi koşulları içinde sürüp gidecek. Biz olayları nasıl yönlendireceğiz, koşulları nasıl değiştireceğiz? Bu işi birileri bizim adımıza yapmayacak. Ne yapılacaksa biz kendimiz yapacağız. O halde, geçmişimizden güç alarak geleceği kuracağız. Geçmişimizde ne var? Tarihin ilk ulusal bağımsızlık savaşı var. “O günün koşulları” söylemini bir tarafa bırakalım ve o gün yapılanları bugüne uyarlayalım. Tarihimize ve çözüm üretme yeteneğimize güvenelim. Hatırlarsanız AB Komiseri Karen Fogg diye birisi vardı, “Türklerin tarihinin hakkından gelmek gerekir” demişti. Gerçi Türkler Karen Fogg’un hakkından gelmiş, görev süresinin bitmesine bir hayli zaman varken ülkesine dönmek zorunda kalmıştı. Demek ki emperyalistleri korkutan bir tarihimiz var. Değerini bilelim ve örnek alalım. 2016’da ve sonrasında olacak herşeyi belirleme gücüne sahip değiliz, ancak bize dayatılacak olanları tümden kabullenecek de değiliz. Görevlerimizi biliyoruz: Örgütleneceğiz, kendimize güveneceğiz, çalışacağız ve sonunda öğüneceğimiz işler başaracağız. 3 kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 4 BİZDEN SİZE! Elinize ulaşan “DÜŞÜN” dergisi, 2015 Yılı’nın son dergisidir. Derneğimizin (Atatürkçü Düşünce Derneği Karşıyaka Şubesi) yaklaşık iki yıldır aralıksız yayımlamayı başardığı dergimiz, karşılığını siz değerli okurlarımızın takdirini ve Basın Yayın ve İlan Kurumundan ilan alma hakkını kazanarak almıştır. Bu başarıda, Yönetim Kurulumuzun, derneğimizin geçen dönemden kalan borçlarına karşın maddi kaynak ayırma çabaları etkili olmuştur. Bunun yanısıra her türlü hava koşullarında kermes düzenleyen, rozet ve benzeri objeler satan ve bağışlarıyla dernek gelirlerine katkı veren, dolayısıyla “DÜŞÜN” dergisinin siz değerli üyelerimize ulaştırılmasında emeği ve katkısı olan herkese teşekkür ederiz. “DÜŞÜN” ortak ürünümüzdür. Bizlere yazı, resim, fotoğraf, grafik ve görsel malzeme gönderen, eleştirileriyle bize yol gösteren, yüreklendirici katkılarıyla güç veren üye ve gönüllü arkadaşlara teşekkür ederiz. Bizi Zor Günler Bekliyor Önümüzde çok zor günlerin, ayların hatta yılların olduğunu söylemek zorundayız. İçerde açılım, dışarda Suriye politikalarıyla başlayan güdümlü yanlış politikalar; PKK’yı ABD’nin kara gücü, Rusya’yı düşmanımız yaptı. Dost komşu bırakmadık, kaldırdığımız tüm taşları ayağımıza vurduk. Etrafımızı, kendimizin yarattığı “düşmanlar” sardı. ”Şerefli” yalnızlık, “stratejik” derinliğimiz oldu. Yalnızlığın getirdiği saldırganlığın, kendini içerde ve dışardaki politikalarda hissettirmeye başlaması kaçınılmazdır. Dış politika iç politikaların devamı değil mi? İçerde halkına güvenmeyen, dışarda başka güçle yoluna devam etmek zorunda kalır. ATATÜRK boşuna mı YURTA BARIŞ DÜNYADA BARIŞ dedi? Özellikle Rusya’ya ait savaş uçağının düşürülmesini fırsat bilenler, başta NATO ülkeleri olmak üzere ülkemizin hava üs ve alanlarını işgal edercesine savaş uçağı ve yabancı askerlerle doldurdular. Siyasi olarak hırpalanmış Türkiye, ekonomik açmazla da karşı karşıya kalmıştır. Bunu fırsata çeviren, başta ABD, yeni Anayasa çalışmalarında rol üstlenmeye hazırlanıyor. ABD Büyükelçisi John Bass ile İstanbul Başkonsolosu Charles Hunter’ın “Yeni Anayasa” da PKK’ya yer açmaya çalıştığı, siyasi gündemde yerini aldı. Umudumuzu Yitirmedik! Bütün bunlara karşın gelecekten umutluyuz. Mustafa Kemal Atatürk öğretisinde umutsuzluğa yer yok. Bu öğreti geleceğe umutla bakan insanların rehberi olmuştur. Bu düşüncelerle yılın son dergisini beğenilerinize sunuyoruz. Bu sayıda neler var? Başyazıda Şube Başkanı Sn. Tuna Arslan’ın yurt içindeki PKK ve yurtdışında da ayrılıkçı terör örgütü ile işbirlikçi gerici terör örgütü IŞİD’in ülkemiz için ne anlam taşıdığı üzerine somut verilere dayanan bir analizini bulacaksınız. 4 Her iki örgütlenme modelinin de “Büyük Ortadoğu Projesi” için üretilmiş alt projeler olduğu ortaya çıkmaya başladı. Her iki model de M. Fevzi YILMAZ - Orm. Yük. Müh. ülkemizin bağımsızlığı, laik demokratik hukuk devletinin geleceği için yaşamsal önemde tehlikelidir. Öncelik ise somut koşulların tahlili ile daha belirginleşecektir. Ancak AB ve ABD, IŞİD’le mücadeleye öncelik veriyorlarsa biraz düşünmek gerekmez mi? Ayın konusunda: İnci Sarıgöl 27 Aralık Büyük Erzincan depremi ve sonrasını anlatıyor. Metin Erdoğan “Ağrı’lı bir öğretmenler Günü” yazısında 24 Kasım günlerinin öğretmenlerin maddi ve manevi sorunlarının çözüldüğü, değerlerinin bilindiği ve hak ettikleri saygınlığın gösterilmesi için adımların atıldığı günler olması dileğini duygu dolu bir ifadeyle dile getiriyor. Ekonomi sayfasında Enis Musluoğlu, hepimizin endişeyle izlediği dünya ekonomisinin bugünkü durumu ve bu bağlamda ortadoğudaki gelişmelerin ve 21. yüzyıl tarzı bir dünya savaşına girip girmediğimizin sorgulamasını yapıyor. Mehpare Özkaban, ayın konusunda Devrim Yasaları ve günümüzdeki durumu inceliyor. Tekke, zaviyeler ve türbelerin kapatılması yasasının çıkarıldığı 30 Kasım 1925’ten günümüze değişen bir şey var mı diye soruyor. Kadın gözüyle köşemizde Mehpare Özkaban, Kadınlarımızın siyasal haklarından olan seçme ve seçilme hakkının alınışını anlatıyor. Düşün’cede, “ütopyalar ve demokrasi”de, ütopya tarihindeki mükemmel toplum idealini demokrasiye bağlama çabalarını okuyacaksınız. Konuk Yazar, Cem Gürdeniz’in, ” Teorisiz pratik; stratejisiz taktik olmaz” başlıklı yazısı 24 Kasım’da Rus uçağının düşürülmesi üzerine kaleme alınmış, öğretici içeriğiyle önem taşıyor. Unutmadıklarımızdan; Aydınlanma Savaşçısı Prof. Dr. Server Tanilli; Türkiye için geçişin pusulası “Atatürk’ün düşünceler’dir” diyen Cavit Orhan Tütengil; Bölücü Terör Örgütleri, Alman Vakıfları, Gülen Harekâtı ve askeri ihalelerdeki Yolsuzlukları açıkladığı için canına kastedilen yazar, akademisyen Dr. Necip Hablemitoğlu’nu andık. Gençlik sayfamızda Tamer Özşeker; IŞİD, DAEŞ ve arada kalan gerçek (!) Müslümanlar ve 3 Mart 1924’de çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla başlayan “laikleşme“ mücadelemizin gelgitlerini kronolojik bir sıralamayla anlatıyor. Zorluklarımız ve umutlarımızla yeni bir yıla daha giriyoruz. Yaşanabilir, barış ve mutluluklarla dolu bir yılda buluşmak dileklerimizle esen kalın. kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 5 DEVRİM YASALARI VE GÜNÜMÜZDEKİ DURUMU Mehpare ÖZKABAN Atatürk, Türkiye’yi “Çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak” amacıyla bir dizi devrim yapmıştır. Türk devrimi “ ulusal egemenlik ”e dayanan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 23 Nisan 1920’de kurulması ile başlamıştır. Evet, bu olay; yönetim gücü demek olan egemenliğin binlerce yıl bir kişiden çıkması geleneğinin yıkılması ve bu gücün kaynağının “Ulus”a dayandırılmasıdır. Burada söz konusu olan olay “reform” değil, eskinin yıkılıp yerine yenisinin konulması olayıdır, kısaca bir “Devrim”dir. Türk Devrimi, Atatürk’ün koyduğu ilkelerden oluşmaktadır ki tüm bu ilkeler “yasal düzenlemeler” şeklinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden geçerek, Cumhuriyet’in özünü oluşturan “Devrim Yasaları” haline gelmiştir. 1 Kasım 1922’de “Saltanatın Kaldırılması”, 29 Ekim 1923’te “Cumhuriyet’in İlanı” gibi... Kaldı ki, Türk Devrimi sadece ulusal egemenliğe dayalı Cumhuriyet’in kurulmasından ibaret değildir. Devrimin yürütücüsü Atatürk, bu büyük adımlardan sonra devletin teokratik yani dine dayalı yapısını yıkarak bütün kamu işlerinin laiklik esasına göre düzenlenmesini sağlamak üzere 3 Mart 1924’te halifeliği kaldırdı. Doğulu bir toplum yapısından kurtulup, batı modeline uygun bir yapıya gitmek kaçınılmazdı ama bunun duyarlılıkla ele alınması gerekliydi; çünkü bu yöneliş büyük bir kesim tarafından derhal dindışlılık, tanrı tanımazlık, tapınanlara karşı bir saygısızlık olarak değerlendirilebilirdi. Bu nedenle, batılı bir toplum yapısını oluşturmayı sağlayacak yeni kurumlara, ilkelere, kavramlara ve bunların içselleştirilmesine gereksinim vardı. Yani yüzlerce yıl devlet yaşamına yön veren ilkeler bir yana bırakılmalı, salt “akılcılık” temeli üzerine yeni kurumlar konulmalıydı. Bundan sonra yapılan atılımlar da başlı başına devrim hareketleridir: Türklerin bin yıl kullandığı Arap yazısının sökülüp atılması; toplumun dişi ve erkek bireyleri arasında yüzlerce yıl egemen olan eşitsizliğin sona erdirilmesi; çağdaş bilim ve tekniğin, eğitim yöntemlerinin benimsenmesi; evrensel düşünceye ve sanata açılış, hepsi başlı başına “eski”nin yerine “yeni”nin konması demek olan hareketlerdir. Atatürk, toplumun dış görüntüsünü bile değiştir- miştir. Aslında temel bir devrim hareketi sayılamayacak olan kılık-kıyafet değişiklikleri bile, toplumun çağdaşlaştırılması bakımından asıl devrimi tamamlayan atılımlardır. 3 Mart 1924’te “Eğitim ve Öğretimin Birleştirilmesi” yasası çıkarıldı. 25 Kasım 1925’te “kılık kıyafette devrim” yapılarak sarık, fes, şalvar, peçe, potur kaldırıldı; yerine çağdaş batılı giyim türleri benimsendi. Laikleşme sürecine hız verilerek 30 Kasım 1925’te “Tekke, zaviye, türbeler kapatılarak tarikatlar yasaklandı”. Ulus kimliği pekiştirildi. Bu amaçla dil ve tarih çalışmalarına ağırlık verildi. 1 Kasım 1928’de “yeni Türk harfleri” kabul edildi. Zaman ve ağırlık ölçülerinden dilin sadeleştirilmesine kadar pek çok değişiklik ve yenilik O’nun imzasını taşır. Bütün bu köklü yenilikler yapılırken Atatürk toplumun ruhuna insancıl nitelikli bir “Milliyet” duygusunu aşılamayı başarmış, böylece Türk toplumuna tek ulus olmanın kıvancını tattırmıştır ki, bu Osmanlı toplum düzeninde bilinmeyen bir özellikti. Bundan dolayı “milliyetçilik/ulusçuluk” duygusunun toplumun itici gücü durumuna getirilmesi de bir “devrim”dir. Görüldüğü gibi Atatürk, Osmanlılar gibi “reform” yapmamış; eskiyi, toplumun tüm yaşamından atıp yerine yeniyi koymuştur. Böylece, Türk tarihinde ilk kez 1920 yılından itibaren bir devrim başlatıldığını kabul etmek yerinde olacaktır. Her ne kadar “çağdaşlaşma” için yapılan devrim hareketiyle alınan kurumların hemen hepsi Batı’da yüzyıllarca önce denenmiş ve uygulanmış olsa da Atatürk, bütün bu düşünce ve kurumları, onlara hemen hemen bütünü ile ve kökten yabancı, kendine özgü fakat artık iflas etmiş yaşam kalıpları olan bir topluma sokmuştur. Doğu toplumlarının hiçbirinde böylesine köklü bir değişme görülmemiştir. Bu bakımdan doğu toplumları ve gelişmesini henüz tamamlamamış toplumlar açısından Türk devrimi “özgün”dür ve “örnek alınası”dır. Oysa bugün, 30 Kasım 2015 tarihinde, Atatürk ve arkadaşlarının “Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması Yasası’nı çıkardıkları tarihten tam 90 yıl sonra her yer tekke, zaviye, türbe. Ve tarikatlar yine halkı sömürüyor, devleti yönetiyor… Yazık… Gerçekten çok yazık!”(1) (1) Mustafa Mutlu, Aydınlık, s.3. 5 kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 6 BÜYÜK ERZİNCAN DEPREMİ 1939 yılının 26 Aralık’ı 27 Aralık’a bağlayan gecesi, saat 02’de, merkez üssü Erzincan olan 7,9 büyüklüğündeki deprem, Anadolu’yu 52 saniye boyunca sallamıştı. Deprem Erzincan’dan Amasya’ya, Sivas’tan Karadeniz’e kadar olan bir bölge içinde büyük bir tahribata yol açmıştı. Ama en büyük yıkım Erzincan’da yaşanmıştı. Kerpiç ve ahşap evlerin çoğunlukta olmasına bir de ağır kış koşullarının getirdiği olumsuzluklar eklenince, yaşanan felaketin boyutları unutulamayacak bir faciaya dönüşmüştü. Depremden kendini kurtaranlar gece yarısı dondurucu soğukta, karlar içinde, göçükler altında kalan yakınlarını elleriyle çekip çıkarmaya çalışmışlardı. Devrilen sobalardan, mangallardan çıkan yangınlar şehri sarmış, yanan binalara yaklaşmak imkansızlaşmıştı. Şehirde zarar görmeyen bina kalmamıştı. Bir yandan da depremin artçıları korku ve zarar vermeye devam ediyordu. Deprem nedeniyle telefon ve telgraf haberleşmesi kesildiğinden, gün boyunca felaketin yaşandığı bölgeden bilgi ulaşmıyordu. Erzincan’ın çevreyle bütün ilişkisi tamamen kesilmiş, şehir acı kaderiyle baş başa kalmıştı. Bölgeyle haberleşmede sadece tren istasyonlardaki demiryolu telgraf hatları kullanılabiliyordu. İlk haber, Erzincan’a 14,7 km uzaklıkta olan Dumanlı İstasyonundan, saat 06.30 da verilmişti. Ancak haber, kent merkezindeki felaketin boyutları hakkında bilgiyi içermemekteydi. Yalnızca Demiryolu hattının, heyelan ve köprülerdeki çatlaklar yüzünden kapandığı, trenlerin istasyonda bekletildiği ve şehrin acil yardıma ihtiyacı olduğu bilgisi iletilmişti. Gece saat 22’de Anadolu Ajansı “Geçici bilgilere göre Erzincan’da yıkım büyüktür. İnsan kaybı yüzleri geçmektedir. Kesin sayı bilinmemektedir” şeklinde haber iletmişti. Erzincan Valisi ‘’İmdat’’ telgrafı çekmiş, bu telgrafı Sivas’ın Zara ilçesi almış ve ilk yardım Kızılay tarafın- 6 dan oradan yola çıkarılmıştı. Meclis o gün toplanmış, ancak depremin yeri ve oluşan feci tablodan henüz haberdar olamamıştı. Ancak Meclis’te, Erzincan valiliİnci Sarıgöl - İnş. Yük. Müh. ğinden gelen ilk telgraf okunduğunda gerçek tablo ortaya çıkmaya başlamıştı: “Çok şiddetli bir deprem oldu. Hükümet Konağı, Ordu Müfettişliği, Orduevi, Postane ve şehrin en sağlam binaları dahil olmak üzere bütün evler ve dükkanlar yıkılmıştır. Şehir baştan başa enkaz halindedir. Kendilerini kurtarabilenler sokaklara dökülmüştür. Birçok ölü ve yaralı vardır. Birçok nüfus enkaz altındadır. Az hasara uğrayan piyade ve topçu kışlalarından gelen askerlerle enkaz altındakilerin kurtarılmasına, yangınların söndürülmesine çalışılmaktadır. Şehirde haberleşme imkanı yoktur. Bu bilgi Dumanlı istasyonundan arz edilmektedir. Şehir tamamen yıkıldığından, ekmek ihtiyacı vardır. Ayrıca ilaç, doktor ve çok sayıda çadıra ihtiyaç vardır. Köylerde de geniş ölçüde tahribat ve kayıp olduğu anlaşılmaktadır. Elde edilecek bilgiler ayrıca arz edilecektir.” Depremde zarar gören yapılar arasında Erzincan Hapishanesi de bulunmaktaydı. Hapishanenin duvarları yıkıldığı için mahkumlar açıkta kalmış, ancak mahkumlardan hiç biri kaçmamıştı. Dönemin Erzincan Savcısı mahkumları bir araya toplayarak onlara kurtarma çalışmalarında görev almak ve çalışmaların bitiminde tekrar cezaevine dönmek üzere serbest bırakıldıklarını bildirmişti. Mahkumlar, büyük fedakarlık göstererek, günlerce depremzedeler için çalışıp, yaklaşık 1000 kişiyi kurtarmışlar ve sonra cezaevine geri dönmüşlerdi. Bir tek mahkum bile firar etmemişti. Kurtarma ve yardım çalışmalarına katılan bu mahkumlar 1940 yılında çıkarılan özel bir kanunla affedilmişlerdir. O sırada yurt gezisinde olan Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Erzincan’a gelmiş ve felaketin gerçek boyutu, Erzincan ve çevresinin haritadan silinmiş olduğunu gösteren gerçek manzara devlet tarafından ancak o zaman anlaşılabilmişti. Yerle bir olan Erzincan’da ve depremin etkilediği diğer illerde, gerek enkaz altında kalarak gerekse soğuktan donarak toplam 32.962 kişi ölmüş, yaklaşık 100.000 kişi yaralanmış ve 116.720 bina yıkılmıştı. Deprem öncesi 20 bin olan Erzincan şehir merkez nüfusu 12 bine düşmüştü. Diğer kayıplar ilçelerde, köylerde ve komşu illerde meydana gelmişti. kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 7 Kızılay o günün şartlarında elindeki bütün imkanları seferber etmiş, vatandaşlar ve kurumlar yardım için büyük duyarlılık ve çaba göstermişlerdi. TBMM tarafından bir Milli Yardım Komitesi kurulmuş, il ve ilçelere kadar her yerde şubeler açılmış, yardımlar Kızılay aracılığı ile depremzedelere ulaştırılmıştı. Yurt genelinde yas ilan edilmişti. Halk çadırlara ve barakalara yerleştirilmiş, ağır yaralılar diğer şehirlere gönderilmiş, hafif yaralılar Kızılay’ın kurduğu 300 yataklı hastanede tedavi edilmeye başlanmıştı. Ancak ölülerin hemen defnedilmeleri mümkün olmadığından şehrin muhtelif yerlerine yığınlar halinde toplanmış, bu durum ise dağlardan inen kurtlarla mücadeleyi zorunlu kılmıştı. Daha sonra büyük bir çukur kazılarak bütün ölüler toplu halde defnedilmek zorunda kalınmıştı. Her ne kadar bu büyük felakete devlet ve millet, birlikte seferber olsa da yaşanan can kaybının ve tahribatın büyüklüğü, o günün imkansızlıkları ve ikinci dünya savaşının gerek ülkede gerekse dünyadaki olumsuz etkileri, yaraların sarılmasını uzun süre geciktirmişti. Depremden kısa bir süre sonra, evsiz kalan Erzincanlılar çeşitli illere gönderilmişler, bu zorunlu ikametgahlarında bir süre yaşamlarını devam ettirmeye çalışmışlardı. Ancak, ana baba yurdundan, toprağa gömdüğü canından ayrı kalmak onlara zor gelmiş, 1941 yazından itibaren Erzincan’a dönüş başlamıştı. Oysa Erzincan’da durum hiç de iç açıcı değildi. Dönenler için barınma sorunları vardı. Erzincan insanı tarlalar üzerine kurulmuş çadırlarda yaşamak zorundaydı. Binbir zorluk ve sıkıntı ile karşı karşıyaydı. Ardından “Muvakkat Şehir” oluştu. Muvakkat Şehir denilen, felaketzede insanların kendi imkanları ile yaptığı barakalardan oluşan iskan alanları idi. Varlığını halen sürdüren Taksim Mahallesi, Kızılay Mahallesi ile yıllar sonra yeniden yapılan Çarşı Mahallesi muvakkat şehrin ta kendisiydi. İnsanlar, yolu, suyu elektriği olmayan bu semtlerde yıllarca çamurlarla boğuşarak yaşamıştı. Fay hattı üzerinde bulunan bu muvakkat şehirdeki barakalarda, yıllarca oturan afetzedelerin sağlam ve fennî evlere taşınması işi ancak 1963 yılından itibaren ele alınabilmiş, depremde kaybolan şehrin kuzeyinde, yeni bir şehir inşaatına başlanarak bugünkü Erzincan şehri meydana getirilmiştir. Yirminci yüzyılda Türkiye’nin yaşadığı en büyük felaket olan Erzincan Depremi, Dünya’nın da yaşadığı en büyük felaketlerden biridir. Dünya tarihinde meydana gelen depremler can kayıplarına göre sıralandığında Erzincan depremi, 27. sırayı almaktadır. Yirminci yüzyıl depremleri göz önüne alındığında ise 8. sıradadır. 1939 depremi, halk arasında “Büyük Erzincan Depremi” diye anılmaktadır. Erzincan depreminin diğer bir önemli tarafı da Türkiye’de deprem zararlarının azaltılmasına yönelik çalışmalara başlanılmasını da berberinde getirmiş olmasıdır. Büyük Erzincan depremi ile başlayan ve yakın zaman aralıklarında başka depremlerin meydana gelmesi ve çok sayıda can ve mal kayıplarına neden olması, devletin o tarihe kadar büyük afetlere karşı herhangi bir tedbir almadığı gerçeğini ortaya çıkarmıştır. O günlerin gazete manşetlerine yansıyan ve kamu binalarının depreme ne kadar dayanıksız olduğunu belirten ifadeler, devleti yönetenleri de harekete geçirmiştir. İlk kez depreme karşı önlemler tartışılmaya, gazetelerde depremle nasıl yaşanması gerektiği konusunda yazılar yazılmaya başlanmıştır. Siyasiler faaliyete geçerek bu konuda yasalar çıkarmışlardır. Bu depremle birlikte ilk defa Türkiye’nin fay haritası çıkarılması kararı alınmış, ilk Deprem Bölgeleri Haritası hazırlanmış, içinde onarım ve güçlendirme kurallarını da içeren bir yönetmelik yayınlanmış, halkla ilgili esaslar, depremden önce ve sonra alınacak önlemlerle ilgili yönetmelikler ve kanunlar yürürlüğe girmiştir. 1939 yılında yaşanan Büyük Erzincan Depremi, o günlerde pek çok şiire, türkülere, ağıtlara da konu olmuştur. Nazım Hikmet, eski bir Erzincan türküsünden yola çıkarak yazdığı şiirini “Kesemde verecek şeyim yok. Yüreğimden verdim.” diyerek bitirmiştir. 7 kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 8 KARA HABER Erzincan’da bir kuş var Kanadında gümüş yok. Gitti yarim gelmedi gayrı bunda bir iş yok. Oy, dağlar, dağlar, dağlar... Aldı ellerine kanlı başını karın ortasında Erzincan ağlar... O ağlamasın da kimler ağlasın... Kar yağar lapa lapa tipidir gelir geçer... Yan yana sırt üstü yatan ölüler... akşam olur tandıramaz ateşini yandıramaz Gün ağarır, şafak söker kimsecikler gitmez suya. Ezilmiş başlarıyla ölüler vardılar uyanılmaz uykuya. Ses edip geceye beyaz taşından kışlanın saati çaldı ikiyi. Ne çabuk, lahzada bitti yaşamak. Kimisi altı aylık, kiminin sakalı ak, kimi on üç, on dört yaşında; kimi yola gidecek, kimisi mektup bekler yan yana sırtüstü yatan ölüler... Yayıkta yağ vardı, dövülemedi, akpeynir torbaya koyulamadı, hasret gitti ölüler dünyaya doyulamadı... Uyanıp kaçamadılar, kuş olup uçamadılar, açıldı kuyular kimse inemez. Erzincan Beygiri rahvandır amma ölüler ata binemez yan yana sırtüstü yatan ölüler... NAZIM HİKMET 8 kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 9 İKİNCİ ADAM- İSMET İNÖNÜ Erdoğan BAKKALBAŞI Ünlü yazar Şevket Süreyya Aydemir’in Atatürk’ün yaşamını anlattığı kitabının ismi TEK ADAM’dı. Aynı yazarın İsmet İnönü’nün yaşamını yazdığı kitabın adı ise İKİNCİ ADAM’dı. Şevket Süreyya’nın Atatürk’e tek sıfatını vermiş olması, benzeri olmayan adam niteliğini taşımaktadır. Durum böyle olunca bana göre İsmet İnönü matematik kurala göre BİRİNCİ olarak nitelenebilir. İsmet İnönü Siirt’li ve Kürt kökenli babası Reşit ve annesi Cevriye’den 1884 yılında İzmir’de dünyaya gelmiştir. İlkokul öğrenimini Sivas’ta tamamlayan İsmet Bey, İstanbul’a gelerek önce mühendishane okuluna ve sonra askeri okula kayıt olmuş, 1903 yılında topçu subayı olarak katıldığı Osmanlı Ordusu’nda bir çok hizmette bulunmuştur. Yemen, Suriye, Filistin, Kafkas cephelerinde komutan olarak görev yapmış, 1920 yılında Atatürk’ün çağrısı üzerine Anadolu’ya geçerek, Kurtuluş Savaşında büyük görevler ve sorumluluklar almıştır. TBMM’de Edirne milletvekili, genel kurmay başkanı sıfatıyla hükümete katılmış, Çerkez Ethem ve yerel ayaklanmaların bastırılmasında rol almıştır. Birinci ve İkinci İnönü savaşlarında Yunan saldırısını püskürtmüştür. Kurtuluş Savaşı sonunda Mudanya Ateşkes Antlaşması’nda ve Lozan Barış Antlaşması’nda, Türkiye’yi temsil eden heyetlerin başkanlıklarında bulunmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ilk başbakanı olarak 13 sene aralıksız görev yapmıştır. Ulu Önder Atatürk’ün 1938’de ölümü ile cumhurbaşkanlığına seçilmiş, 14 Mayıs 1950 tarihine kadar bu görevi yürütmüştür. CHP’nin genel başkanı olarak ana muhalefet görevini 1972 yılına kadar başarıyla sürdüren İnönü’yü, 25 Aralık 1973 tarihinde yitirmiş bulunmaktayız. Yaşamını özetlediğimiz İsmet İnönü, yeni kurulan devletin temelini en iyi biçimde atmış, bürokrasinin kuruluşunda büyük emekleri geçmiştir. CHP’nin genel başkan vekilliğini yürütmekle birlikte, yeni bir devletin kurulmasında karşılaşılan zorlukları ulusal iradeye dayandırarak ülke kalkınmasının ekonomik ve toplumsal temellerini de atmıştır. Siyasal ve ekonomik duruşu; gelişmenin Halkçılık ilkesi temelinde devletin kontrolünde ve planlı bir kalkınma metodu ile gerçekleştirilmesi biçimindedir. Başbakanlık döneminin sonuna kadar bu ilkesinden ödün vermemiş, ithalata dayalı ekonominin yerli sermaye ve devlet sermayesi ile birlikte etkin olmasını sağlamıştır. Bunun için Sümerbank, Etibank ve buna benzer iktisadi devlet teşekküllerini hayata geçirmiştir. Bu tutumu nedeniyle o dönemde “afferristler” olarak anılan yerli sermaye ve onu güçlendiren yabancı sermayenin ortaklığı ile kalkınmayı öneren gruplarla, büyük savaşım vermiştir. 1938’den 1950’ye kadar geçen dönemde İkinci Dünya Savaşı’nın ateş çemberi içinde kalan Türkiye’yi, büyük bir diplomatik ustalıkla savaş dışında bırakmasını bilmiş ve böylece Türkiye’nin her türlü kalkınmasına engel olacak bir felaketi önlemiştir. 1946 yılında çok partili hayata geçme uğraşında inançlı bir demokrasi aşığı olarak, siyasal gücü çok partili bir toplum yaşamına dönüştürmesinde tarihsel bir başarısı vardır. 1950 yılında yapılan genel seçimlerinde başarı kazanan Demokrat Parti yetkililerine devleti sorunsuz devretmiş, cumhurbaşkanlığından yaşamını ölünceye kadar sürdürdüğü Çankaya sırtlarındaki Pembe Köşk’e çekilmiştir. CHP genel başkanı olarak ana muhalefet görevini başarıyla sürdürmüş, bu arada 1960 askeri darbesiyle ortaya çıkan siyasal dönemin başbakanı olarak 1965 yılında yapılan seçimlerde iktidarı yine sorunsuz biçimde Adalet Partisi yönetimine bırakmıştır. 1966 yılında parti içinde filizlenen yenileşme hareketinin liderliğini üstlenmiş, Ortanın Sonu tanımlanmasıyla CHP’nin büyük halk kitleleri gözünde yenilendiğini ilan etmiştir. 1972 yılında CHP’nin başkanlığından istifa etmiş ve siyasi yaşamına Cumhuriyet Senatosu doğal üyesi olarak sürdürürken, 25 Aralık 1973 tarihinde kalp yetmezliğinden hayata gözlerini yummuştur. Siyasal yaşamımda bu büyük devlet adamıyla tanışmak, onunla birlikte olmak, dertleşmek gibi unutamayacağım bir ayrıcalığa kavuşmuştum. İsmet İnönü son nefesini verinceye kadar Türk insanının gönenci, mutluluğu ve güvenliği konusunda kafa yormuş az bulunur kişilerdendi. Atatürk devrimlerinin içtenlikli koruyucusu ve sahibi olarak hepimize örnek oldu. Atatürk’ün İsmet İnönü’ye olan güveni, sevgisi boş bir duygu değildi. Bu iki büyük insanın bir araya gelerek ülkeyi bir çıkmazdan kurtarması ve yeni bir devlet kurarak bizlere armağan etmesi tarihsel bir kaderin son örneğidir. İkinci cumhurbaşkanımız, CHP genel başkanı, ülke aşığı, örnek alınacak insani nitelikleriyle toplumumuzun çok büyük bir kesiminin yüreklerinde yer eden sayın İsmet İnönü’yü minnetle ve saygıyla anıyoruz. O’nun tarihe kazınmış bir cümlesini, bir çok kimsenin ders alması umuduyla, aşağıya alıyorum. BİR ÜLKEDE NAMUS ERBABI LAAKAL (EN AZINDAN) NAMUSSUZLAR KADAR CESARET SAHİBİ OLMADIKÇA, O ÜLKEDE İŞLER İYİ GİTMEYECEKTİR. 9 kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 10 KENT A.Ş.Yİ ZİYARET ETTİK! İRFAN AKÇA’YA MERAK ETTİKLERİMİZİ SORDUK Düşün Dergi’nin bu sayısındaki “Ayın Röportajı” bölümünü KENT A.Ş Genel Müdürü Sayın İrfan Akça ile yaptığımız röportaja ayırdık. KENT A.Ş lokantaları ve çay bahçelerini görüyoruz, zaman zaman oturup birşeyler yiyip içiyor, vakit geçiriyoruz. Ancak, Karşıyaka’nın en güzel yerlerinde bulunan bu tesislere ilişkin çok bilgimiz olduğunu söyleyemeyiz. Aslında bilmemiz de gerekmiyor çünkü müşteri olarak gittiğimiz bu işletmelerde bizi ilgilendiren temizlik, hizmet kalitesi ve fiyatlar oluyor. Atatürkçü Düşünce Derneği Karşıyaka Şubesi olarak biz KENT A.Ş’yi ve Sayın İrfan Akça’yı her 10 Kasım’da Karşıyaka Belediyesi Kent AŞ.’nin Yönetim Kurulu Başkanı Sayın İrfan Akça’nın (ortada) makamında şubemizin yönetim kurulu üyesi Volkan Acar (solda) şube başkanımız Tuna yaptığımız kuru fasulye-pilav ikramı Arslan (sağda) sohbet ederlerken. nedeniyle yakından tanıma olanağı bulSayın İrfan Akça, duk. Bu, artık gelenekselleşmiş bir uygulama ve geç• Bize kendinizi tanıtır mısınız? Kimdir İrfan miş yıllarda Karşıyaka Dolmuş Durakları’nın yanınAkça? daki parkta yapılıyormuş. 2014 yılında bu ikramı, 35’i yöneticilikler olan, 54 yıllık çalışma hayatım var. Cumhuriyet Mahallesinde yapmaya karar verdik. Ticaret Lisesi ve İktisat Fakültesi’nin akşam bölümleOrada uygun bir alan vardı ve daha da önemlisi rinde okudum. İzmir Büyükşehir Belediyesinde 23 yıl Cumhuriyet Mahallesi Muhtarı Sayın Özay Dağhan konuya çok sıcak yaklaşmıştı. hizmetim var. 1966 yılında öğrenci iken müstahdem Yemeklerin KENT A.Ş mutfağında pişirilebilecekadrosuyla başladım. İlerleyen yıllarda çeşitli müdürğini öğrendiğimizde Sayın İrfan Akça’yı ziyaret edip lüklerde bulundum. En son rahmetli Piriştina’nın belekonuyu aktardık. Olumlu yanıt aldık. 10 Kasım 2014 diye başkanlığında bir yıl genel sekreter olarak görev günü, pişirilmiş yemeklerin daha önceleri olduğu gibi yaptım. Tansaş, Birmaş ve Endi (Ankara) perakende birkaç karavana içinde getirilmesi beklerken, zincirlerinin kurucu genel müdürlüğü ve birçok ulusal Karşıyaka Belediyesi’ne ait iki ikram aracı, onlarca ölçekli şirketin genel müdürlüğü, yönetim kurulu üyemasa, yüzlerce sandalye ve bembeyaz kıyafetleri ile likleri ve danışmanlığında bulundum. Halen kendime KENT A.Ş personelini karşımızda görünce açıkçası ait orta ölçekli bir süt işletmeciliği tesisim var. şaşırdık. Doğal olarak çok da mutlu olduk. Bu işe Karşıyaka Belediyesi Kent A.Ş.’nin Yönetim Kurulu Sayın İrfan Akça’nın eli değmişti. Bu arada yüzlerce Başkanı’yım. Real isimli ulusal bir hipermarket zincirikişiye yetecek kadar çok kuru fasulye ve pilavı, yiyen nin yönetim kurulu üyesiyim Karşıyaka ve İzmir herkesin hemfikir olduğu gibi, çok lezzetli olarak Büyükşehir Belediyelerinde meclis üyesiyim. pişiren KENT A.Ş mutfak sorumlusu Murat Ustamızı ve ekibini de unutmak haksızlık olur. Aşçılar genelde fazla ciddi hatta asık suratlı olarak bilinir, ancak Murat Usta’nın güleryüzü yemeklerine de lezzet olarak yansımış. İşte, bu KENT A.Ş’yi ve arkasındaki kişi ve anlayışı okuyucularımıza tanıtmak istedik. Gözlemlediğimiz bir olgu da Sayın Akça’nın göreve gelmesiyle birlikte gerçekleşen olumlu değişimler. 10 • Kısaca KENT A.Ş hakkında bilgi verir misiniz? Kuruluş tarihi, ne amaçla kurulduğu, idari yapısı, işletme ve personel sayısı, ne tür hizmetler verildiği vb. Belediyeler; park bahçe yatırımlarında kafe restoran gibi sosyal alanlar da yaparlar. Buraların işletilme- kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 11 sinin, çoğunlukla ihaleler sonucu, amacından sapması belediyelerin sıkıntısıdır. Karşıyaka Belediyesi 25 yıl önce bu gibi restoran ve kafeteryaları işletmek üzere çok haklı nedenlerle Kent A.Ş.’ni kurmuştur. • Kuruluş tarihindeki yapılanma ile günümüzdeki durumu arasında ne gibi değişimler yaşanmıştır? Yıllar içinde sosyal tesis ve sosyal hizmet olarak görülen ve belediyece sübvanse edilen bu hizmetlerde, 3 yıl önce çıkarılan bir yasa ile kamu şirketlerinin Sayıştay denetimine tabi olması nedeniyle sübvansiyon olanakları ortadan kalkmıştır. Yüksek maliyetleri ve sosyal görevleri Sayın İrfan Akça’ya şubemize yaptığı katkılarından dolayı şube başkanımız Tuna Arslan tarafından Teşekkür Belgesi sunuldu. Başkanımız belgeyi sunarken nedeniyle belediye şirketleri zarar etmektedir. görülüyor. • KENT A.Ş işletmelerinde nasıl bir hizmet anlayışına sahipsiniz? Sayın belediye başkanımız Hüseyin Mutlu AKPINAR liderliğinde amacımız kendine yeten bir Kent A.Ş. ‘ni kurumsal özelliklerle oluşturmak ve Karşıyaka’ya kazandırmaktır. • KENT A.Ş işletmelerinde nasıl bir sınıflandırma (lokanta, kafe, banket vb.) uyguluyorsunuz? Bunların dışında belirtmek istediğiniz hususlar var mı? Şirketimizin görev sahası iki ana başlıkta ifade edilebilir: Karşıyaka Belediyesi’ne kalifiye personel, araçiş makinaları taşeronluğu ve sosyal tesis işletmeciliği. Restoranlar, kafeteryalar, çay bahçeleri, büfeler, düğün salonları, banket ve organizasyonlar olmak üzere 29 noktada Karşıyaka halkına hizmet vermekteyiz. 20 aydır görev yaptığımız yönetimde stratejimizi; satışlarımızı artırmak ve tasarruf etmek olarak belirledik. Karşıyaka’nın en güzel lokasyonlarında bulunan tesislerimizin fiziksel özelliklerini estetik ve fonksiyon olarak iyileştirdik, ürün kalitemizi artırdık, çeşitlendirdik ve eğitime önem vererek hizmet kalitesini artırıyoruz. Bu iyileştirmeler satış grafiğimizi çok yükseltti. Henüz mükemmele ulaştık diyemeyiz ama gayretlerimiz sürüyor. Tesislerimizde tüm indirimleri kaldırdık, harcama kalemlerinde azami titizlikte dikkatliyiz, israfı önlemeyi çok önemsiyor, gereğini yapıyoruz. Toplantılarımızda ve personelle görüşmelerimizde “Kent A.Ş. sizlersiniz, şirket sizsiniz. Burada çalışıp geçiminizi sağlıyorsunuz. Buradan emekli olmak için şirketinizi sahiplenmelisiniz” sözleriyle emekçilerimize aidiyet duygusu ve otokontrolü benimsetiyoruz. • Restoranlarınızda nasıl bir fiyat politikası uyguluyorsunuz? Fiyat politikası olarak amacımız sektörümüzde ve Karşıyaka’da fiyat dengesini sağlamak, piyasada belirleyici olmaktır. Türkiye’nin en mükemmel balık restoranlarına sahibiz. Bu iddialı sözü bilinçli olarak söylüyorum. Bu bağlamda, Karşıyaka İzmir’in balık restoranları arasında fiyat konusunda tüm ilçelerinden daha ucuzdur. Çay bahçelerimiz ve self servis kafeteryalarımızda çay 1,00 TL’dir. Sandviç ve benzeri aperatifler çok uygun fiyatlardadır. Düğün salonlarımız, banket ve organizasyon fiyatlarımız İzmir’in en uygun fiyatlarındadır. • KENT A.Ş’nin geleceğine ilişkin ne gibi planlarınız var? Kent A.Ş. ‘nin geleceği ile ilgili en önemli projelerimiz yönetsel ve denetsel konularda kurumsal bir sistem kurup Kent A.Ş.’e yönetimler değişse de sistemin değişmediği bir yapı kazandırmaktır. İkinci önemli projemiz ise, bu günlerde çalışmaları hızla devam eden, Kent A.Ş. değişim projesidir. Ocakbaşı Et Restoran olarak bilinen alanda kooperatiflerin, ürettikleri sağlıklı gıdaların, uygun fiyatlarla Karşıyaka halkına ulaştırılacağı Kent-Koop Gıda Market’in oluşturulması, aynı alanda gün boyu kilo ile kahvaltı, akşamları da kilo ile et başlığıyla inanılmaz lezzetlerin, inanılmaz fiyatlarla halkımıza sunulması ile gerçekleştirilecek yepyeni iki hizmet türü. Bu çalışmalarımız 2016 yılının ilk aylarında hizmette olacaktır. 11 kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 12 CUMHURİYET DEVRİMİ’NİN YETİŞTİRDİĞİ BİLİMCİ: AZİZ SANCAR “DNA onarımı” konusundaki çalışmasıyla dikkat çeken Prof. Dr. Aziz Sancar, hücrelerin hasar gören DNA’ları nasıl onardığını ve genetik bilgisini koruduğunu haritalandıran araştırmaları sayesinde Nobel ödülü kazandı. Nobel ödülü alan ilk Türk bilim adamı oldu. Aziz Sancar okuma yazma bilmeyen ancak eğitime önem veren sekiz çocuklu bir anne-babanın çocuğu olarak doğar. İstanbul Tıp Fakültesi’ni bitirerek yurtdışında yaptığı çalışmalarla Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi’ne kabul edilen üç Türk’ten biri olur. ABD Kuzey Carolina Üniversitesi Biyokimya ve Biyofizik Bölümü’nde görev yapan Prof. Dr. Aziz Sancar, 300’e yakın bilimsel makale ve bu makalelere yapılan 12 binden fazla atıfla, önemli bir başarıya imza atar. 2005’te Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi’ne, 2006’da Türkiye Bilimler Akademisi’ne seçilir. Prof. Dr. Aziz Sancar, kanser tedavisinde “sirkadiyen saat (ritmik saat)” buluşuna imza atar. Hatta kendisi kanser mekanizmasının 10 yıl içinde çözüleceğine inanır. “Beni bu noktaya getiren ülkemde aldığım eğitimdir” Sancar Nobel ödülü almaktan özellikle Türkiye adına çok sevindiğini şu sözleriyle belirtir: “En çok memleketim için sevindim. Çünkü Türkiye için bence bilim lazım, Türkiye’nin kalkınması için, bu güç durumdan çıkıp Avrupa düzeyine varması için bilim gerekli. O yönden katkı sunduğum için çok sevinçliyim.” Sancar, “ödülü ülkemin gençlerine adıyorum. Hikayem, inanıp da başarılamayacak hiçbir şeyin olmadığıdır. Beni bu noktaya getiren ülkemde aldığım eğitimdir” diyerek ülkesine vefasını belirtmeyi de eksik etmez. Prof. Dr. Aziz Sancar bu sözüyle aslında başarılarımızı en temelde milletimizin bize sunduğu olanaklara borçlu olduğumuzu vurgular. “Özellikle kızlarımızı okutmak lazım” Sancar, özellikle kız çocuklarının okula gönderilmesini savunur: “Özellikle kızlarımızı okutmak lazım. Kızlarımızı okutmazsak insan gücümüzün yarısını kaybetmiş oluyoruz.” “Cumhuriyet devri eğitimine borçluyum” Sancar, Cumhuriyet Devriminin nitelikli insan yetişme çabalarının sonucu eğitim alanlardandır. Köydeki çocuğun bilim adamı olma öyküsünü, eğitimini Cumhuriyet’e borç- lu olduğunu şu şekilde Mustafa SOLAK - Araştırmacı, açıklar: Yazar “Annem, babam okuma, yazma bilmezdi. Onların çocuklukları Cumhuriyet’in ilk yıllarıydı. Annem ve babam bizi okutmak için ellerinden geleni yaptı. Çok iyi öğretmenlerimiz vardı. Bizi çok iyi eğittiler. Benim sınıfımdan sanırım 10 veya 15 kişi Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinde profesör oldular.”(1) Cumhuriyet’in özellikle ilk 20 yılında eğitime verilen önemle yetişen anne-babasının etkisiyle “bilim tutkusu” ve insanlığa hizmet aşkı edinen Sancar’ın, kendisini Nobel’e götüren sürecin temelinin ABD’de değil, Türkiye’de atıldığını vurgulaması hem bir gerçeğin teslimidir hem de “her güzel olan şeyin Batı’da olduğu” iddiasına yanıttır: “Biz genelde memleketimizi tenkit etmeyi severiz. Fakat bizim memlekette çok güzel bir eğitim var. Türkiye’de ilkokulumuz, ortaokulumuz, lisemiz, üniversitelerimiz bedavadır. Bana bu imkânlar sağlandı. Türkiye’de üniversitede okurken, orada gördüğüm eğitim, buradaki üniversitelerin seviyesindeydi. Türkiye bizlere çok güzel eğitim sağlıyor. Bunu Amerika’da yapamazsınız. O bakımdan ben bu ödülü memleketime ve Cumhuriyet devrinin başlattığı eğitime borçluyum. Ben buraya geldim başarılı oldum ama bana bu temeli veren Türkiye’deki eğitimdi. Ben buraya 1974’te geldim, o geldiğim dönemde Türkiye’nin bugünkü imkânları yoktu. Fakat Türkiye beni hazırlamıştı. Buraya geldiğimde araştırma yapabilecek düzeydeydim.”(2) Gençlere önerisi: “Türkiye’ye dönsünler” Gençlerden “hiç yılmamaları”nı isteyen Sancar, gençlerin dış ülkeleri görmelerini fakat bilimsel çalışmalarını yapmak için Türkiye’ye dönmelerini önerir: “Ben dönemezdim. Askerliği yaptıktan sonra Dicle Üniversitesi’nde bir hekimle görüştüm, oradaki imkanlara baktım, sadece Dicle Üniversitesi’nde değil Hacettepe’de bile, o dönem istediğim araştırmaları yapamazdım. O nedenle dönmedim. Ama şimdi Türkiye çok değişti. Tavsiyem, evet buraya gelin, burayı görün ama sonra Türkiye’ye dönün.” “Neden yurtdışına gidiyor ki, Türkiye’de hizmet verseydi” diyenlere de Prof. Dr. Aziz Sancar bu sözleriyle (1) http://www.songundem.com/haber/17155954/ (2) http://www.ensonhaber.com/aziz-sancar-gencler-benim-yaptigimi-yapmasin-2015-10-09.html 12 kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 13 açıklık getirir. Bilim yapmak tutkusu, bilimsel olanakların yetersizliğinden dolayı Sancar’ı ülkesinden ayırmak durumunda kalmıştı. Bu tutkuyu anlamak, dahası hak vermek gerekiyor. Sonuçta bu tutku; ülkesine, aile çevresine hasret kalmak pahasına bilimin gelişmesine hizmet ederek ülkesine ve insanlığa fayda sağlamıştır. Kanser alanındaki çalışmasıyla milletimizin yeteneğini göstermekte, gençlerimize “bilim yapma” tutkusu vermektedir. Kimlik siyaseti ayrıştırır, yurttaşlık birleştirir Mardin Savur ilçesi doğumlu olması sebebiyle BBC muhabirinin “Arap mısınız?” sorusuna Sancar, sinirlenerek etnik köken tartışmalarına tepkisini şu cümleleriyle yansıtır: “Bana ‘Arap mısınız, kısmen mi Türk’sünüz’ diye sorarak saygısızlık yaptılar. BBC’ye söyledim, ‘Arapça konuşmuyorum, Kürtçe konuşmuyorum, ben Türk’üm’ dedim. Ben Türk’üm, o kadar. Mardin’de doğmuşsam, Cizre’de de doğmuşsam, Kars’ta da doğmuşsam ben Türk’üm”(3) BBC muhabiri üzerinden Batı’nın, Sancar’ın ağzından herhangi bir etnik, dinsel gruba ait olması üzerinden millet ve yurttaşlık anlayışını zedeleyici cümle duyma isteği başarısız olur. Etnik, dinsel-mezhepsel, cinsel kimlikler üzerinden Cumhuriyet yurttaşlarını bölen “kimlikçi siyaset” anlayışında olanlara Sancar esaslı bir ders vermiş. Kendisini Türk sayması, yurttaşlık ve millet temelinde tarif etmesi Batı’yı rahatsız ediyor. Kişinin elbette çeşitli aidiyetleri vardır ama bunlar Cumhuriyet’in özgür, eşit, laik yurttaşlığının, millet kavramının önüne konulamaz.(4) Edebiyatçı Orhan Pamuk gibi “Ermenilere soykırım yapıldı” demeyen Sancar, Mardin’de Arap ve Kürt kökenli yurttaşlarımızın olması sebebiyle “Kürtler ve Araplar katliamlara maruz kaldı, okutulmadı, ekonomik olarak geri bırakıldı” gibi cümleler de sarfetmeyerek Batı’nın milletimizi ayrıştırıcı amacına teşne olmaz. Her devrim gibi Cumhuriyet Devrimi de kendini çocuklarının kaderinde ortaya koymuştur. Aziz Sancar Mardinli bir çoban çocuğuydu. Cumhuriyet Devrimimiz çobanı okuttu ve bilim adamı yaptı. Devrim sadece Türk milletinin değil, dünyanın aydınlanmasına katkı sunan bir insan yetiştirdi. Devrimimizi yeniden ayağa kaldırma mücadelesinde yeni Azizler yetiştireceğiz. (3) http://www.internethaber.com/aziz-sancar-kimdir-kurt-mu-arap-mi-turk-mu-818256h.htm (4) Kimlik siyasetinin ayrıştırıcılığı ile ilgili şu yazımıza bakılabilir. http://add.org.tr/madimak-katliami-ve-kimlik-siyaseti/ UNUTMADIK... ERDAL EREN Erdal Eren ismini yeni kuşaklar pek bilmez. Ancak, 12 Eylül döneminin akıllarda kalan uygulamalarından daha doğrusu suçlarından birisi olarak orta yaşın üstündeki nesiller çok iyi anımsarlar. Erdal Eren, Gümüşhane’den Ankara’ya, ablasının yanına okumaya gelen ve Yapı Meslek Lisesi öğrencisi iken, 13 Şubat 1980 tarihinde Ankara’da meydana gelen ve bir inzibat erinin öldürülmesiyle sonuçlanan bir olayın suçlusu olarak yakalandı ve yargılanması sonucu Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından idama mahkum edildi. Erdal Eren, idam edileli 35 yıl oldu. 13 Aralık 1980 günü saat 2:57 de idam edilen Erdal Eren, resmi kayıtlara göre 25 Eylül 1961 doğumluydu. Ailesi, yaşının nüfusa büyük yazıldığını ve gerçekte 18 yaşından küçük olduğunu ileri sürse de ne yargılamayı yapan sıkıyönetim mahkemesi ne da Askeri Yargıtay Daireler Kurulu fizyolojik yaşının saptanması için gerekli olan kemik ölçümü yapılmasını kabul ettiler. Kenan Evren, “asmayalım da besleyelim mi?” diyordu. Beslemediler, astılar. 12 Eylül adaleti de “bir sağdan, bir soldan” diyordu. Bu iki söylemin gereği Erdal Eren’in asılmasıydı. Asıldı. Erdal Eren, annesinin anılarında ve rüyalarında 14-15 yaşlarında kaldı. Hani, Nazım Hikmet, “büyümez ölü çocuklar” der ya, O da büyümedi. Biz de onu çocuk yüzü ve sırtındaki kürklü paltosu ile gördük. Aklımızda hep öyle kalacak. Erdal Eren, öldürüldüğünde 18 yaşından küçüktü. 12 Eylül adaletine göre ise “asılabilecek yaştaydı.” Suçlu muydu? Suçu idamlık mıydı? 35 yıl sonra bu soruları yanıtlamak neredeyse olanaksız. Kesin olan, bir genç insanın yaşamına son vermeye karar veren devletin bu işi hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak bir biçimde gerçekleştirmesinin zorunlu olduğudur. Öyle yapılmadı ve geriye o çocuk yüzü kaldı. Erdal Eren çocukken asıldı. Kenan Evren 97 yaşında eceliyle öldü. Erdal Eren’i unutmadık, unutmayacağız. Kenan Evren’i de unutmadık ama unutmak istiyoruz! DÜŞÜN DERGİ 13 kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 14 TEORİSİZ PRATİK; STRATEJİSİZ TAKTİK OLMAZ! OLURSA SAVRULURSUNUZ!.. 1878 yılında Yeşilköy’e kadar gelen Rus ordularının işgalini önlemek için İngiliz Donanması’nı Marmara’ya sokarsınız. Karşılığında Kıbrıs ve Mısır’ı verirsiniz. 1913 yılında Balkan Harbinde, 5 yıl önce bağımsızlığını kazanan Bulgaristan’ın işgal ordusu ile Çatalca’ya kadar gelmesini seyredersiniz. 29 Ekim 1914’te Almanya’nın ve Kayzer’in ucuz kanı olarak Goeben ve Breslau gemilerinin emrivakisi ile Rus limanlarını bombalar ve bir anda kendinizi Birinci Dünya Savaşı’nın kanlı ve karanlık tünelinde bulursunuz. Sonunda, 3 milyon kilometrekare imparatorluktan, Sevr ile dayatılan 200 bin kilometrekarelik Ege’siz, Marmara’sız ve Akdeniz’siz bir toprak parçasına sıkışıp kalırsınız. 1962 yılında Türk milletinin haberi olmadan orta menzilli Amerikan nükleer Jüpiter füzelerini topraklarınıza yerleştirtir ve nükleer karşı saldırının açık hedefi olursunuz. Aynı yıllarda topraklarınızdan Amerikan stratejik U2 istihbarat uçaklarının kalkmasını bile kontrol edemez ve Sovyet topraklarında düşürülen uçağın pilotu Türkiye’den kalktığını söyleyince pişkince “Bize haber verilmedi” dersiniz. Kuzey Irak Kürtlerini koruyacağız diye, 1991 yılında “Provide Comfort” isimli Çekiç Güç harekatına izin verir ve güneydoğumuzun anavatandan kopma sürecine su taşırsınız. 4 Temmuz 2003 günü Süleymaniye’de özel kuvvetlerinize çuval geçirilir, ellerine kelepçe takılır ve namusları olan silahları alınır; içlerinden bir kişi bile direnmeden teslim olduğunda, “Stratejik ortağımızla bir çatışmayı önlediler” dersiniz. 1 Haziran 2010 gecesi İsrail deniz komandoları Mavi Marmara gemisine saldırıp katliam yaptığında “Gemi, Türk bayrağı taşımıyordu, Kiribati bandırasına sahipti” dersiniz. Kara sınırlarınız delik deşik olmuş, giren çıkan teröristlerin sayısı bile bilinmezken, 24 Kasım 2015 günü size açık tehdit teşkil etmeyen Rus savaş uçağını “Hava sahamızı ihlal etti” diyerek düşürür ve 21. yüzyılın başında her açıdan karşılıklı işbirliğine ihtiyacımız olan Rusya ile ilişkileri dinamitlersiniz. NATO TARİHİNDE BİR İLK Bu yaşanan NATO tarihinde bir ilktir. Ne soğuk savaşın en karanlık günlerinde ne de Balkan krizinde (NATO’nun 24 Mart 1999 Kosova müdahalesi dahil) NATO’nun düşürmediği bir Rus uçağını düşüren ülke, tarihe Türkiye olarak geçmiştir. Türkiye soğuk savaş 14 döneminde Küba füze Cem GÜRDENİZ - Amiral krizi gibi en kritik dönemde bile bırakalım Sovyet jetleri ile it dalaşını, Karadeniz’de bir kez bile NATO tatbikatına izin vermemişti. Bugün, nükleer bir dünya gücüne ve aynı zamanda ticaret, enerji (Mavi Akım, Türk Akımı), turizm ve bilimsel işbirliği (Akkuyu Nükleer Santral) ortağımıza yapılan bu müdahale, angajman tedbirleri uygulanıyor gerekçesine sığınılarak izah edilemez. NATO tabiri ile “Political Position Indicator” (Siyasi Durum Göstergesi) dikkate alınarak, angajman tedbirleri mevcut hassas duruma göre uyarlanabilirdi. Yani stratejik ve hatta jeopolitik sonuçları olacak kritik bir alanda tetiği her önüne gelene çekmeyecek bir mekanizma tesis edilebilirdi. BENZERİ SOĞUK SAVAŞTA YAŞANMADI Bu yaşananın bir benzeri ne soğuk savaş döneminde ne de sonrasında yaşanmıştır. 1 Mayıs 1960’ta Sovyetler üzerinde ve 27 Ekim 1962 günü füze krizi esnasında Küba üzerinde Amerikan U2 istihbarat uçaklarının düşürülmesi bile bu olaya benzemez. Eğer NATO’ya güvenerek bu uçak düşürülmüşse, NATO’da çalışanların çok iyi bildiği bir gerçeği hatırlatalım. Ne ABD’li Johny, ne İngiliz Tommy, ne de Fransız Pierre, Türkiye’nin çıkarları ve savunması için ölür. GEÇMİŞTEN BİR ANI Deniz Harp Akademisi öğrencisi iken strateji ve deniz gücü öğretmenimiz E. Deniz Kurmay Albay Mert Bayat, 60’lı yıllarda bir kurmay subay olarak katıldığı NATO Komuta Yeri Tatbikatı’nda (CPX) yaşadıklarını anlatmıştı. Tatbikat senaryosuna göre; Sovyet Karadeniz Filosu’nun Bulgar kuvvetlerinin desteği ile İstanbul Boğazı kanatlarını işgal etme girişiminde bulunduğu bir durum yaratılmıştı. Tatbikata katılan NATO Komutanlığı temsilcisi Amiral, Türk donanmasının yoğun Sovyet Hava Kuvvetleri saldırıları ile imha edilmiş olması ve Boğazların düşme tehlikesinin belirmesi üzerine İstanbul Boğaz yaklaşma sularındaki ve amfibi hedef sahasındaki Sovyet donanmasına karşı uçaklardan atılan taktik nükleer silahların kullanılmasını önerir. Türk tarafı bu duruma şiddetle karşı çıkar. Zira bu silahların kullanılması, yaratacağı radyasyon ve Sovyetlerin mukabil nükleer saldırısı ile onbinlerce kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 15 sivil İstanbullunun da ölmesi demektir. Amerikalı Amiralin cevabı şöyledir: “Boğazların düşmesi daha mı iyidir?” TARİH YOL GÖSTERİR, LİYAKAT KAZANDIRIR Osmanlı İmparatorluğu 2 Ağustos 1914 günü çok büyük bir gizlilik içinde sadece Enver, Talat, Sait Halim Paşa ve Büyükelçi Hans von Wangenheim’ın bilgisi ve iradesi ile Almanya ile ittifak antlaşması imzalamıştı. Bahriye Nazırı Cemal Paşa bile ittifak anlaşmasından bir gün sonra haberdar olmuştu. Bu antlaşmadan 3 ay sonra bu kez Goeben (Yavuz) muharebe kruvazöründe bulunan Alman Amirali Souchon’un Enver Paşa’yı “Karadeniz’de bir tatbikat yapacağız” aldatmacası ile kandırıp Rusya ile savaşı başlatan emrivaki saldırısı gerçekleşmişti. Osmanlı donanmasından da Gayret-i Vataniye ve Muavenet-i Milliye, Taşoz ve Samsun muhriplerinin de yer aldığı 29 Ekim 1914 gece saldırısında Odesa, Novorosysky, Sivastopol limanları bombalanmış, 2 Sovyet savaş gemisi batırılmıştı. Bu harekattan Osmanlı kabinesinin haberi yoktu. Sonuçta bu savaşta yenildik, milyonlarca gencimizi kaybettik. Savaşı, sonunda Batı emperyalist devletleri kazandı. Osmanlı İmparatorluğu, Sevr Antlaşması ile Anadolu’da küçük bir toprak parçasına mahkum edildi. Bu makus kaderi strateji ve taktik ile teori ve pratiğe sahip bir eşsiz bir lider, asker ve devlet adamı bozabildi. Onun liderliği kadar yanındakilerin sadakat ve en az onun kadar önemli olan liyakatleri de bu başarıda rol oynadı. Bugün ihtiyacımız olan da budur. Mustafa Kemal’e sadakat ve liyakat. Zaman tarihten ders alma zamanıdır. İç ve dış tuzaklara düşmeme zamanıdır. UNUTMADIK... AYDINLANMA SAVAŞÇISI PROF. DR. SERVER TANİLLİ Prof. Dr. Server Tanilli’yi 29 Kasım 2011 günü 80 yaşında kaybettik. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak “Anayasa Hukuku” ve “Uygarlık Tarihi” dersleri veren Tanilli 7 Nisan 1978 gecesi İstanbul Kadıköy’deki evine giderken uğradığı saldırı sonucu ağır yaralandı. Acil müdahale sonucu hayatı kurtulan Doç. Dr. Tanilli, belinden aşağı kısmı felç olarak yaşamını bu şekilde sürdürmek zorunda kalmıştı. Saldırıdan sonra Strazburg Üniversitesi’nde (Fransa) 2000 yılına kadar çalışmıştı, yurda döndükten sonra Cumhuriyet gazetesinde çalıştı. 1980 sonrası düşün ortamını ve özellikle gençliği etkilemiş olan “Uygarlık Tarihi (1973)”, “Devlet ve Demokrasi: Anayasa Hukukuna Giriş” gibi 16 kitabın yazarı olan Tanilli’ye 2006 yılında “Sertel Demokrasi Ödülü” de verilmiştir. “Yaratıcı Aklın Sentezi: Felsefeye Giriş” adlı kitabında onun felsefe, din, eleştirel aklın önemi, insanca bir topluma ulaşma ve benzeri sorunlar üzerindeki düşünceleri yansıtılırken Prof. Dr. Alpaslan Işıklı, Tanilli hakkında “…bilimsel, toplumsal ve siyasal açıdan büyük değer taşıyan yapıtlar ortaya koymuş ve çok önemli, anlamlı ve kalıcı nitelikteki katkılarını heyecanla ve hummalı bir çalışma temposuyla sürdürmüştür” değerlendirmesini yapmıştı. Talip Apaydın ise Öğretmenler Dünyası dergisinin Nisan 1991 sayısında Tanilli için şunları yazmıştı: “Server Tanilli’den öğrenecek çok şeyler var. Kişisel acıların üstüne çıkabilmek, çalışkan ve üretici olmak, insana ve insan aklına inanmak, uygarlıktan yana olmak, hep aydınlığa doğru yürümek. Tüm zorluklar aşılacak. Gelecek güzel olacak.” Fakir Baykurt Yazın dergisi Ocak 1991 sayısında şöyle yazıyor: “Tanilli üstüne sıkılan kurşunlarla ölüp gitseydi, ulusça bütün bu güzelliklerden yoksun kalacaktık. Öldürülen onca insanla hangi güzelliklerden yoksun kaldığımızı siz düşünün.” . . Prof. Dr. Server Tanilli’nin diğer eserleri de şunlar: Nasıl Bir Eğitim İstiyoruz?,. Yüzyılların Gerçeği ve Mirası (6 cilt), Candide ya da İyimserlik, Değişimin Diyalektiği ve Devrim, Dünyayı Değiştiren On Yıl, Fransız Devriminden Portreler, Anayasalar ve Siyasal Belgeler, Nasıl Bir Demokrasi İstiyoruz?, İslam Çağımıza Yanıt Verebilir mi?, Din ve Politika, Voltaire ve Aydınlanma, İnsanlığı Nasıl Bir Gelecek Bekliyor?, Çağdaşımız Victor Hugo. DÜŞÜN DERGİ 15 kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 16 DEMOKRASİ ŞEHİTLERİMİZ Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasından yaklaşık bir ay sonra, 23 Aralık 1930 günü, İzmir’in Menemen ilçesinde Cumhuriyet tarihimizin en önemli devrim karşıtı hareketlerinden biri meydana gelmiştir. Esarete son verip yurdu kurtaran bir ordu mensubuna karşı canavarca işlenen cinayete yöre halkının seyirci kalışı üzüntü vermiştir. Bu nedenle, Cumhuriyete ve Atatürk devrimlerine sahip çıkanlar, her yıl 23 Aralık’ta Kubilay’ın anıtına çıkarak, bu irticai kalkışmayı nefretle anarlar. 1999 yılından beri, devrim şehitlerini; “Kubilay’dan-Uğur Mumcu’ya; sonra “Kubilay’danKışlalı’ya” ve son olarak da “Kubilay’dan-Özbilgin’e” diyerek hazırladığım belgeselle andık. Ucu açık olan bu belgeseli bitirmek olası değil, devrim her gün yeni şehitler vermektedir. Tüm “Devrim Şehitlerini” yaklaşan “Kubilay” etkinliği içerisinde sizlere anımsatmak istiyorum: Genç öğretmen Mustafa Fehmi Kubilay, Menemen 43. Piyade Alayı’nda görev yapan bir yedek subaydır. 23 Aralık 1930 günü, O, cihat çığlıkları atan, gözlerini kan bürümüş Nakşibendi müritleri ile karşı karşıyadır. Onları dağıtmak isteyen Kubilay’ın insan sevgisi ile dolu kocaman yüreği, yobaz sürüsünü ikna etmeye yetmemiştir. Yeşil bayrağın sopasına geçirilen kesik başının ve dökülen kanların hesabı onlardan derhal sorulur. Derviş Mehmet ile arkadaşları asılırlar. Bu olay, Cumhuriyet tarihinin faili meçhul kalmayan tek irticai olayıdır. Çünkü Mustafa Kemal hayattadır. Belgeselde yer alan diğer Devrim Şehitleri’nden bazılarını birlikte analım. Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde öğrenci olan Taylan Özgür, 23 Eylül 1969 günü; Hacettepe Üniversitesinde öğretim üyesi olan Dr. Necdet Güçlü, 13 Nisan 1970 günü; Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisi olan Hakan Yurdakuler, 8 Nisan 1976 günü; Erzurum Atatürk Üniversitesi Öğretim görevlisi Doç. Dr. Orhan Yavuz, 15 Haziran 1977 günü; Savcı Doğan Öz, 24 Mart 1978 günü; Hacettepe Üniversitesi Öğretim görevlisi Doç. Dr. Bedrettin Cömert ise 11 Temmuz 1978 günü katledilmişlerdir. İstanbul Teknik Üniversitesi Rektörlerinden Ordinaryüs Profesör Dr. Bedri Karafakioğlu, 20 Ekim 1978 günü; Karadeniz Teknik Üniversitesi Elektronik Bölümü Öğretim üyesi olan Dr. Necdet Bulut ise 8 Aralık 1978 tarihinde katledilmişlerdir. 1 Şubat 1979 günü, Atatürk’ün “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesini amaç haline getirmiş ve hayatını buna adamış bir gazeteci olan Abdi İpekçi; 7 Mart 1990 günü ise kale16 miyle karanlıkla savaşan yürekli bir gazeteci olan Çetin Emeç’i şehit ettiler. Yine aydınlıktan ve aydınlanmadan korkanlar, Ahmet GÜREL - ADD Bilim Danışma Kurulu Üyesi 24 Ocak 1993 günü ise araştırmacı gazeteci Uğur Mumcu’yu arabasına bomba koyarak katlettiler. Adana Emniyet Müdürü olan Cevat Yurdakul, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Öğretim üyesi Prof. Dr. Ümit Yaşar Doğanay, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil, İstanbul Radyosu’nda halkın sesi olan Ümit Kaftancıoğlu, laik bir müftü olan, yazar Turan Dursun, şair, yazar, düşünce adamı Onat Kutlar, Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan, Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu ve Danıştay İkinci Daire Üyesi Mustafa Yücel Özbilgin diğer devrim şehitlerimizdir. 1 Temmuz 1993 günü Sivas olayında 35 “Devrim Şehidi”ni de yanarak, unutulmazlar arasına gönderdik. Ankara Barosu eski Başkanı, Siyasal Bilgiler Fakültesi Hukuk Profesörü, Atatürkçü Düşünce Derneği’nin Kurucu Genel Başkanı Prof. Dr. Muammer Aksoy’u 31 Ocak 1990 tarihinde alçakça kurşunlayarak katlettiler. Aydın bir ilahiyatçı ve laikliğin korkusuz savaşçısı, Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucu üyesi Doç. Dr. Bahriye Üçok’u 6 Ekim 1990 tarihinde; Atatürkçü Düşünce Derneği’nin Genel Başkan Yardımcısı, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi, Cumhuriyet Gazetesi’nde köşe yazarı, yürekli, yiğit insan Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’yı 21 Ekim 1999 tarihinde bombalayarak şehit ettiler. Kubilay’ın katilleri derhal yakalanıp cezasını görürken, diğer olaylar hala çözülememiş, şehitlerimizin kanı yerde bırakılmıştır. Burada anamadığım tüm devrim şehitlerinin ışığı yolumuzu aydınlatmakta ve aydınlatmaya devam edecektir. Saygılarımla. kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 17 KÜLTÜRÜMÜZ VE BATICILIK Yaşadığımız zaman parçası içinde birey ve toplum olarak algıladığımız olaylardan bir çok sonuç çıkarabiliyoruz. Ulusal devlet yapımıza Erdoğan BAKKALBAŞI - Hukukçu kavuştuktan sonra çağdaş uygarlık düzeyini yakalamak, gerektiğinde onu aşabilmek ülkümüze neler oldu, bu yazımızda irdelemeye çalışacağız. Soru şu; 1923 yılında kavuştuğumuz Cumhuriyet yönetimi bir harabe haline gelmiş olan toplumu çağdaş uygarlıklar düzeyine çıkarmayı emrettiği halde, Türkiye olarak 2015 yılında bir çok konuda neden geri kaldık? Bu sorunun yanıtı tarihsel bir özeti zorunlu kılmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu 1699 Karlofça Antlaşması(1) sonunda batı ile ya da başka bir deyimle Hıristiyan alemi ile savaşmak için, batının askerlik yöntemlerini almak, silahlarını kullanmak gereksinimi duydu. Ancak ağır aksak yürüyen bu yenileşme çabasına rağmen 1774’de savaş yenilgisinden sonra imzalanan Küçük Kaynarca(2) Antlaşmasıyla konunun ne kadar önemli olduğu ortaya çıktı. Bu akım ister istemez Avrupa’nın gelişmişlik göstergesi olan modern yaşam biçimlerinin Osmanlı toplumunu etkilemeye başlaması sonucunu doğurdu. Ancak bu etki sadece İstanbul içinde, padişaha yakın elit tabakanın konaklarında kullanılan eşyaların Avrupa modellerini taklit etmesine ve çok dar bir kesimin Avrupalı gibi davranmasına neden oldu. İmparatorluğun diğer eyaletlerinde ve özellikle Anadolu’da çağdaşlaşmanın ( asrileşmenin ) en ufak bir kırıntısı bile yoktu. Yeniçeri ocaklarını kaldırıp, Nizam-ı Cedit ordusunu kuran ve batıdan bir çok örnekleri topluma kabul ettirmek için çaba gösteren 2. Mahmut dönemi ve 1839 Tanzimat, 1856 Islahat fermanlarıyla batılılaşmanın gerekli olduğuna dair devlet belgeleri ortalığa saçıldı. 1857 yılında Teşkilat-ı Esasiye yasasının (ilk Anayasa) kabulü ile parlamenter sisteme geçildi. 2. Abdülhamit’in meclisi feshederek 1909 yılına kadar hükümdarlığı içinde bile batılılaşma ve eğitim, ulaşım konularında, toplumda bir çaba görülmektedir. İttihat ve Terakki Partisi’nin yüzünün batıya dönük olduğunu biliyoruz. Bu batılılaşma çabaları 1923 yılında kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin itici gücü olarak tarihin tanıklığına sahiptir. Batılılaşma isteği Tanzimat’tan sonra Jön Türkler’in çabalarıyla halka mal edilmek istendi. Bu alanda bilinen iki ismi belirtmek gerekir. Birisi Namık Kemal, diğeri ise Ziya Paşa’dır. Bu ikisinin önderlik ettiği batılılaşma akımının özelliği şöyleydi. ‘Batının icatlarını, tekniğini, makine ve diğer unsurlarını alalım; ancak başta İslam şeriatı olmak üzere milli örf ve adetlerimizi (geleneklerimizi) koruyalım’ biçimindeydi. Bu akım çok az bir elit tabakasının aksini düşünmesine karşın kamu oyunda kabul edildi. Bu konu Cumhuriyet’in İlanından sonra Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün başlattığı ve devrim niteliğini taşıyan fikirlerine kadar devam etti. Atatürk ve arkadaşları batının teknolojisiyle birlikte onun düşünce ve davranışlarını almak, asrileşmek için gereklidir savını ileri sürüyorlardı. Tek partili, daha doğrusu 1938’de Ata’nın ölümüne kadar geçen dönem içinde gerçekleştirilen devrimler, batılılaşmak için gerekli alt yapıyı hazırlayacaktı. Saltanatın ve hilafetin kaldırılması yerine milletin kayıtsız şartsız egemen olduğu bir yönetim biçiminin ve Latin harflerinin kabulü, kadınlara oy hakkının, şeriat hukuku yerine laik bir hukuk ve eğitim düzeninin sağlanması gibi önde gelen devrimler, batının asli düşünce unsurlarının birer parçasıydı. Bazı din çevreleri ve zamanımızda aydınlar ocağı kalıntılarının öne sürdüğü gibi bu devrimler Türk toplumunun geleneklerine aykırı değildi. Bunun kanıtı, toplumun bunlardan hiç birinden şikayetçi olmamasıdır. Bir halk oylaması yapılabilse padişahlık ve hilafet dönemine geçilmesi, eski Arap harflerinin kabulü, medeni yaşamda özellikle miras hukukunda şeri kuralların kullanılması, kadınların haklarının( oy hakkı dahil) ellerinden alınması gibi isteklerin nasıl bir yanıtla karşılanacağını tahmin etmek zor değildir. Toplum bilim açısından değerlendirmeye gelince; batılılaşmanın kültürümüze ne ölçüde olumsuz bir etki yaptığı konusunda, din çevrelerinin ve tutucu aydınların ileri sürdükleri savların doğru olmadığı anlaşılmıştır. Başka bir deyimle İslamiyet’in Türk kültürü, yaşamı üzerinde öncelikli bir öge olduğu bilimsel olarak kanıtlanmamıştır. Çünkü çağdaş toplum bilimde kültür, bireylerin birbirleriyle anlaşarak üzerinde karar verdikleri bir yaşam biçimi değildir. Dünyaca tanınan sosyolog Durkheim’e ve onun Türkiye’de takipçisi olan Ziya Gökalp’e göre, bireylerin anlaşmaları üstünde maşeri vicdan olarak kabul edilen bir oluşumun etkisi daha güçlüdür. Vicdanların toplum yararına yönelmesi (1) 1699 Karlofça Antlaşması padişah II. Mustafa döneminde, Lehistan, Avusturya, Venedik ve Rusya ittifakına karşı yenilgiyle biten savaş sonucu yapılan antlaşma, 2. Viyana kuşatması sonucunda Osmanlı Devleti’nin ilk toprak kaybına uğradığı antlaşma. (2) 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması padişah 1. Abdülhamit döneminde Rusya ile yapılan savaş sonucunda ve büyük toprak kayıplarına uğradığımız antlaşma. 17 kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 18 ve gelişmesi biçiminde tercüme edebileceğimiz maşeri vicdan elle tutulmayan, gözle görülmeyen ama toplumu ayakta tutan davranış ve manevi ögelerdir. Bu geçerli sava göre, batının Türk kültürüne zarar vereceği ve yozlaştıracağı konusundaki günümüzde bile savunulan düşünceden kurtulmak gerekir. Batının kültürümüze yapacağı etkilerin kabul veya reddi, kişilerin düşüncelerine göre değil, maşeri vicdanın kabul ve reddine göre düzenlenir. Batının Hıristiyan dinine bağlı geleneklerinin, sahip olduğumuz Türk kültürüne yapacağı etkinin reddi, kültürümüzün bir parçası olan İslam dininin reddi değildir. Burada asıl olan kültürdür. Kültürün kabul etmediği bir öge İslam kurallarına uygun olsa dahi kabul görmez. Türklük tarihi bunun örnekleriyle doludur. Türk kültürü Çin-Asya, sonradan Hazar denizi kültürü ve en son olarak Mezopotamya İslam kültürünün etkisinde kalmıştır. Bütün bu devrelerde kültürümüz zenginleşerek devam etmiştir. Bu kültürün devamında din ve diğer unsurlar değil, Türk dilinin ve geleneklerimizin korunması etken olmuştur. Bu tartışmalar ve tarihsel sonuçları bize, batının kültürümüze uyan konularında hoşgörü göstermek korkusunu bir tarafa atmak zamanının geldiğini söylemektedir. Günümüzde; demokratik yaşam içinde, siyasi partilerin iktidarları süresince kabul ettikleri ilkeleri topluma dayatmak gibi bir alışkanlıklarını yaşamaktayız. Geleceğimiz açısından son derece tehlikeli olacağına inandığım bu akımı siyaset yoluyla önleyebileceğimiz kanısında değilim. Zira, oy alma düşüncesinin öncelikli olduğu bir parti anlayışının böylesine ciddi ve önemli bir konuda kesin tavır alabileceğini sanmıyorum. Türk kültürünün yaşaması, gelişmesi ve dünya ile yarışabilmesi, ancak halka ve onun örgütü olan sivil toplum kuruluşlarına düşmektedir. Atatürkçü Düşünce örgütlerinin bu konuda ivedililikle bir tasarım ile toplumun karşısına çıkmaları öncelikli görevleri olmalıdır. Sonuç: Türk kültürü dünya kültürleri arasında özel yeri olan bir kültürdür. Toplumumuzun yeniliğe, güzelliğe, dayanışmaya dayanan bu zenginliğinin gücüne ilk önce bizler inanmalıyız. İslam dininin Türk kültürüne katkılarını inkar etmeden, ancak uluslar arası bir uygarlık projesi niteliğini de göz ardı etmeden, bu dinin kültürümüzle bağdaşan kurallarını içselleştirmeye dönük çabalara ışık tutmalıyız. Batının kültürümüzle bağdaşacak ögelerini ve özellikle bilim, insan hakları, kadın hakları, hayvan hakları, çevre ve doğa bilincini geliştirecek etkilerinden yararlanmamız gerektiğini halkımıza anlatmalıyız. Çünkü Ulu Önder Atatürk tarih önünde bir kez daha haklı çıkmıştır. M. LEVENT GEDİZLİOĞLU 19 Mayıs 1952’de Denizli-Babadağ’da doğdu. İlk, orta, lise öğrenimini Denizli’de tamamladı. İki yıl sürdürdüğü ODTÜ İnşaat Mühendisliği öğrenimini bırakıp, 1976 Şubat’ta, E.Ü. Güzel Sanatlar Fakültesi, Mimarlık Bölümü’nü bitiren Gedizlioğlu, evli olup, Deniz adında kızı ve Çınar adında oğlu vardır. Çeşitli dönemlerde Mimarlar Odası Denizli Temsilciliği ve İzmir Şubesi Yönetim Kurulu üyeliklerinde, Mimarlık, Ege Mimarlık dergileri yayın kurulu üyeliklerinde ve Mimarlar Odası’nın çeşitli komisyonlarında görev aldı. İzmir Serbest Mimarlar Derneği Yönetim Kurulu üyeliği ve bir dönem Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini üstlendi. 1998-2003 yılları arasında Bilim ve Ütopya dergisi İzmir temsilciliğini yürüttü. 2003 yılı sonundan itibaren de Bilim ve Gelecek dergisi İzmir temsilciliğini yürütmektedir. 2013 yılına kadar, Karaburun Ütopyalar söyleşilerinin tertipleyenlerinden olmuştur. 1983’den bu yana fotoğraf çalışmalarını da sürdüren Gedizlioğlu, 10’u aşkın kişisel fotoğraf sergisi ve yirmiye yakın slayt gösterileri gerçekleştirdi. Mimarlık çalışmaları, Mimarlar Odası İzmir Şubesi tarafından, “Mimarlık Hayatım Retrospektif Sergi 1975-2009” başlığıyla sergilendi. 18 kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 19 1981-82 yıllarında, Denizli Mimarlık Mühendislik Akademisi, İnşaat Mühendisliği son sınıf öğrencilerine, üç yarıyıl “Şantiye Tekniği” dersi verdi. 1990-95 yıllarında, İzmir yerel tv kanallarında ve yerel bir radyoda, “Mimarlık ve Plan” kavramına ilişkin programlar hazırlayıp, sundu. 2010 yılından bu yana, bilgisayar destekli resim çalışmalarını sürdürmektedir. Bu çalışmalar, “Geometrinin Dili” başlığıyla bir kez sergilendi ve 6 kez müzikle eşgüdümlü gösteri olarak sunuldu. Ege Mimarlık, Mimarlık, Bilim ve Ütopya, Bilim ve Gelecek, Cumhuriyet Ege gibi değişik dergi ve gazetelerde 100’ü aşkın makale ve incelemesi yayınlanan Gedizlioğlu, Mimarlık Vakfı ve ADD Karşıyaka Şubesi üyesidir. Bu sayıdan başlayarak, Mimar Levent Gedizlioğlu’nun hazırladığı “Anadolu’dan Evler” başlığı altında, her sayı “Konut Mimarisi”nden örnekler sunulacaktır. Bu sayıda yer alan yapı, Karşıyaka’da “Konut Mimarisi”nde modernizmin tipik örneğini oluşturmaktadır. Geniş saçaklar, Anadolu Türk Mimarisi’ne bir göndermedir. 19 kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 20 ÜTOPYA ve BARIŞ “Demokrasi insan ırkının ümididir” M. Kemal Atatürk Ütopya tarihinin ilk örneklerini oluşturan yapıtların ortak özelliği mükemmel toplum ideallerini demokrasiye bağlama çabalarıdır. Olumlu ütopyalar arasındaki bu benzerlikte insanoğlunun ulaşılabilir amaçlarının yanı sıra ütopik amaçlarında da demokratik taleplerinden vazgeçemediğini görürüz. Beyaz elbiseli, gözleri bağlı güzel kadınla temsil edilen demokrasi, yüzyıllardır bir elindeki terazi ve diğer elinde kılıcıyla eşitliği, özgürlüğü, adaleti ayakta tutmaya çalışmaktadır. Demokrasi tartışmalarının sistematiği, yönetenler ve yönetilenler ekseninde kurulur. Demokratik/iyi dünya ütopyalarını da bu düalizmle çözümlemek gerekir: İdeal dünyada devlet-halk ilişkisi nasıl kurgulanmıştır? Olumlu ütopya geleneğinde “terazi” ve “kılıç” sembollerine yüklenen anlam beklentilerimiz kadar demokratik midir? DEVLET (MÖ 372), Platon “Devlet” ütopyası bir demokrasi tartışmasıdır. Sokrates’in düşüncelerinden dolayı öldürülmesi, genç Platon’u iyi devletin, iyi yöneticilerin nasıl ve kimler olacağını sorgulamaya itmiştir. Diyaloglar “Devletimizde yönetenler ve yönetilenler kimler olacak?” sorusuyla başlar. İlk yanıt, yönetenlerin yaşlılar (iyi yaşlılar!), yönetilenlerin gençler (iyi gençler!) olması gerektiğidir. “İyi” olmanın anlamı en iyiyi bilen ve “yapılması gereken şey devlet için en yararlı olan şeydir” ilkesine sadık insanlar olmaktır. Platon, halkı demokrasinin erdemlerine “bir Finike masalı” ile inandırmaya çalışır: “Bu bir çeşit rüyadır: Gerçekte siz toprağın altında yetiştiniz. Toprak sizi büyüttükten sonra yeryüzüne çıkarttı; o sizi emziren büyüten ananızdır. Sizler birbirinizin kardeşisiniz; bu “hamur birliği” içinde önder olarak yaratılanlarınızın mayasında altın, yardımcıların mayasında gümüş, çiftçi ve işçilerde ise demir ve tunç vardır. Doğan çocuklara bu madenlerden hangilerinin katılmış olduğunu araştırmak gerekir. Mayasında tunç ya da demir olanların önderlik edeceği gün şehrin yok olacağını tanrı buyurmuştur”. Masal, ideal devlette yöneticilerin doğuştan üstün özellikleri olduğunu, demokrasinin aristokrasiyle mümkün olabileceğini anlatmaktadır. “Yöneticiler kendilerine benzer yurttaşlar yetiştirdikten sonra mutluluklar ülkesine göç edecekler ve devlet onlar için anıtlar dikecek!”. Bu “Devlet demokrasisi” içindeki “yurttaş”ların durumunu da tanımlamak gerekir. Platon’a göre demokrasi eğitimsiz kitlelerle, oligarşik diktatörlüğe dönüşecektir. Devletin “iyi devlet” olmasında en önemli değer, en iyilerin belirlediği kuralların öğretildiği eğitimle kazanılır. Kuralsızlık, demokrasi değildir: “Çiftçilere toprağı ister 20 işleyin ister işlemeyin, çömlekçilere ister çömlek yapın ister yapmayın mı diyeceğiz?”. Yöneticilerin kural koyması ve cesurca uygulaması önerilir; bunu yapamayan yöneticilere Platon “demogoglar” ya da “halk avcıları” der. “Halk alkışladı diye kendilerini büyük politikacı sananlar vardır!”. Halktan söz ederken kadınların ve kölelerin oy hakkı olmadığını vurgulamak gerekir. ÜTOPYA (1516), Thomas More İngiliz hümanizmasının temsilcisi ve ütopya kavramının sahibi More’un ütopik ülkesi Abraxa adasıdır. Adanın en yüksek tepesindeki askerlerle dolu kale, ütopya okurunda “askersiz demokrasi olur mu?”, (olmaz mı?) sorusunu akla getirir. Ütopya adasının yerleşim planı demokratik-eşitlikçi gibi görünse de aslında sayısal düzende matematikseleşitlikçi bir yapı oluşturulduğu anlaşılmaktadır. Adada aynı planlamayla kurulu 54 şehir vardır, şehirlerin arası 24 mildir. Her şehirde altı bin aile yaşar. Şehirler dörde bölünmüştür, her bölgede bir meydan ve iki pazar vardır. Millet meclisi başkent Amaurote’dedir; her yıl her şehirden üç temsilci burada toplanır. Başkente giriş çıkışlar denetimlidir. Bu denetim konut düzeninde de sürer; üç katlı evlerin iki kapısı vardır, kapılarda kilit yoktur! Aile yaşamı ve çalışma düzeni yine sayılarla uyarlanmıştır: Her çiftçi birliğinde kadın-erkek kırk kişi ve iki köle vardır. İki yılda bir, yirmi çiftçi ailesi şehirden yirmi aileyle yer değiştirir. İş ve dinlenme saatleri; günde altı saat çalışmak, iki saat dinlenmek, akşam sekizde yatmak şeklindedir. Kadınların 18, erkeklerin 22 yaşından önce evlenmesi ve yöneticilerin izni olmadan boşanması yasaktır. Evde yemek pişirmek kabul edilemez bir saçmalıktır. Belirlenmiş saatlerde boru sesiyle toplanılır; erkekler duvar yanında, kadınlar karşılarında oturarak yemek düzeni oluşturulur. Her masaya gelen yemek dört kişiliktir, ayrı bir yemek saati yoktur. Ütopyalıların bir örnek ve doğal kumaşlardan giysileri vardır. Şehri izinsiz terk etmek ve kurultaylar dışında bir araya gelip memleket işlerini konuşmak ağır cezalık bir suçtur. Bu kurallar, Ütopya toplumunun antidemokratik olduğunu düşündürebilir; oysa More, ideal devletin anayasasının yurttaşların düşüncelerini ve yetilerini özgürce geliştirmek olduğunu belirtir. Ütopyalılar için yasaları çiğnemeden mutlu olmak, dürüst olmak şartıyla hoş bir hayat sürmek amaçlanmıştır. More’un uğrunda başını verdiği ideallerine haksızlık yapmamak için adadaki yaşamın demokratik özelliklerini de sıralamak gerekir: “Abraxa’da isteyen istediğini yapabilir” mottosu, bu kuralcı disiplin içinde bazı demokratik fırsatlar sağlamaktadır: Çiftçiliği çok seven bir kişinin tarım nöbeti değişimi kuralının dışında kalma hakkı, çiftçilerin tükettiklerinden fazlasını üret- kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 21 meleri kuralına karşı üretim araçlarını devletten parasız alabilmeleri, her şehrin ekonomik durumunun izlenip geliri yüksek olan şehirlerden diğerlerine aktarılarak, halkın refah payının eşitlenmesi gibi. YENİ ATLANTİS (1624), Francis Bacon Atlantis, Atlantik Okyanusu’nda (ve başka birkaç yerde daha) battığına inanılan kayıp kıtadır. Yunan, Mısır, Arap (ve başka birçok kültürün) sahiplendiği bu efsanenin gizemli gerçekliğine duyulan merak, ütopyacılar için esin kaynağı olmuştur. Yeni Atlantis, Bacon’un bilim temelli ideal toplumudur. Devleti yönetenler tanrısaldır; baş yönetici olan Kral Salomon’un bilgeliği ve doğaüstü nitelikleri yüceltilir. Adını verdiği eğitim merkezinde “Doğaya ilişkin tüm bilgilerin sahibi olmak ve insanın hakimiyet alanının sınırlarını genişletmek” amacıyla bilimsel çalışmaları denetlediği anlatılır. Ütopya yorumcuları Salomon Evi’ni günümüzün üniversite yerleşkelerine ya da dünyanın kaderinin belirlendiği bilim kurgu merkezlerine benzetirler. Bu kural bir kez bozulur; eserin sonunda Salomon Evi’nin başrahibi bilimsel sırları anlattıktan sonra şöyle der: “ Tanrı sana verdiğim sırları kutsasın! Başka ulusların yararlanması için bu bilgileri açıklamana izin veriyorum. Çünkü biz dünyanın tanımadığı bir ulus olarak Tanrı’nın kucağında yaşıyoruz”. Ben Salem halkı geleneklerine bağlı insanlar olarak betimlenir; ama öncelikli özellikleri hükümdarlarına olan derin sadakatleridir. Atlantis ülkesinde, yönetilenlerin devlete bağlılığını sağlamak için halkın eğitim düzeyi de yüksek tutulur. Aile düzeni de devlete bağlılığı pekiştirici ataerkil düzendedir. Bu erkin yansıtıldığı “aile şenliği” törenlerini kendi soyundan en az otuz evladını görecek kadar yaşamış aile büyükleri, “tirsanus”lar yönetir. Tirsanus bütün çocuklarıyla birlikte, erkekler önde kızlar arkada olmak üzere avluya girer. Bütün bu çocukları doğuran anne tahtın sağında üstü örtülü bir kafesin içinde oturur. Tirsanus onur işareti olarak altından yapılan üzüm salkımını “asma oğlu” olarak seçilmiş olan oğluna verir. Günlük yaşamda beyaz giysiler, bu törenlerde siyah pelerin giymeleri zorunlu olan köleler kutlamalarda hizmet ederler. Yeni Atlantis, bir bilim toplumu ütopyasıdır; ideal toplumu kurmak için eğitim ve bilimin güçlendirilmesi idealleriyle kurgulanmıştır. Bu nedenle, eserde anti demokratik unsurlar pragmatik özelliklerinin ardına gizlenmiştir. Bacon’un “Tanrının aynası” olarak armalaştırdığı Ben Salem ütopyası yaklaşmakta olan yakın çağın kurgusu olarak da yorumlanabilir. GÜNEŞ ÜLKESİ (1643), Tomasso Campanella Sosyalist ütopyacı Campanella “filozofça bir devlet tasarısı” olarak adlandırdığı eserinde demokrasinin; eşitlik, özgürlük ve halk egemenliği olduğunu vurgular. Ancak, eserin başında misyoner Ospitalario’nun “nasıl yönetiliyor bu kent, anlatıverin lütfen?” sorusunun yanıtı, ütopyada en bilgili, en yetenekli yurttaşların koşulsuz yönetimini savunan “sofokratik demokrasi”nin kurgulandığını gösterir. Ülkenin baş yöneticisi olan Hoh, yetkileri mutlak ve kimsenin karşı çıkamadığı bir liderdir. Hoh’un üç yardımcısı olan “güç” “akıl” ve “sevgi”, bu kararlara sadece uymak zorundadırlar. Diyaloglar ilerledikçe ütopyadaki demokratik unsurların tek başlı/monark bir sistemin içinde erimekte olduğu görülür. Başkan Hoh, “insanoğlunun bilme yetisinde olduğu her şeyi bilen” üst insan olarak betimlenir. Bilgi, baş yöneticiyi kötü ve zorba olmaktan alıkoyacaktır. Hoh’un yardımcılarının işbölümü kesindir: “Akıl”ın yönettiği işler; gramer, mantık, fizik, hekimlik, politika, ahlak, iktisat ve sanattır. “Sevgi” üreme, eğitim, giyim, tarım, hayvan yetiştirme işlerinden, “Güç” ise yargılama, savaş, para, mimarlık ve askerlikten sorumludur. Erdemli olma özelliklerini kim daha çok taşıyorsa yöneticilik görevine o seçilir. Eğitimciler de bu ortak anlayışı öğretmek ve denetlemekle görevlidirler. Ütopik eğitimde demokrasi, derslerde herkesin düşüncelerini söylemesi ve tartışılması olarak anlaşılır; kimin haklı olduğuna öğretmen karar verir. Hayatın diğer alanlarındaki eğitim, yine yöneticilerin denetiminde verilir. Yönetici; kitap okuma seanslarında okumayı durdurmak, sorular sormak ve gelenek görenekleri kontrol etmek haklarını kullanır. Güneş Kent’lilere göre önce toplumun sonra insanların yararı gözetilmelidir. Güneş Devleti’nde toplumcu ideallerin hümanizmadan uzaklaşması diğer kurumlara da yansımıştır. İnançlar konusunda, Campanella “insanın özgürlüğü Tanrı’ya dil uzatacak kadar ileriye gidebilir” der, ancak, eserin bütününde Hıristiyanlık ilkelerinin demokrasiden üstte tutulduğu görülür. Ekonomi yönetimi “Güneş kentliler tembelliği sevmezler; çalışmak zorunludur” ifadesiyle özetlenmiştir. İş gruplarını “kral” yani o işin ustası yönetir. Kadınlar ve erkekler krallarının ardı sıra, düzenli kümeler halinde işlerine giderler. Hukuk düzeninde, suçun oluşma koşullarının yok edildiğine inanıldığı için Güneş Devleti’nde çok az yasa vardır. Suç varsa, cezalandırılmasına Hoh karar verir; uygulanması halka bırakılır! Sonuç olarak, Campanella’nın uğruna ağır bedeller ödediği ütopyası, çocuklarına yabancılaşan bir “devlet ana”ya dönüşmüştür. Eserin sonunda Ospitalario sormaktadır: “Devleti halk mı aristokratlar mı yönetir?”. Uzun anlatılardan çıkan yanıt şudur: Devleti yöneticiler yönetir! SONSÖZ Ütopya yazarları umutsuzluklarını ideal dünya umutlarına dönüştürmeyi tercih etmiş insanlardır. Ütopyalarını demokratik olmamakla eleştirebiliriz belki, ama, bu eleştiri “son umudumuz” olan demokrasinin, Nazım’ın şiirindeki, “yapıyla yapıcılar” gibi bir paradoksu olduğunu kavrayarak yapılmalıdır: “Yapıcılar türkü söylüyor/ Yapı türkü söyler gibi yapılmıyor ama/ Bu iş biraz daha zor”. 21 kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 22 KARŞIYAKA BELEDİYESİ GENÇLİK EĞİTİM MERKEZİ (KARGEM)’DE SINIFLAR ARASI MÜNAZARA(*) Derneğimizin geçmiş yıllardaki etkinlikleri içinde Karşıyaka ilçesinde yer alan okullar arasında münazara düzenlenmesi de vardı. Ne yazık ki bu güzel etkinlik son birkaç yıldır yapılamıyordu. Şubemiz Eğitim Kolu bu eksikliği gidermek için harekete geçti. Ancak Resimaltı..... geçen sene Karşıyaka İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü nezdindeki girişimlerimiz sonuçsuz kaldığından biz de önce Karşıyaka Belediyesi ile iletişim kurduk. Sosyal Yardım İşleri Müdürü Sn. Zafer Çalışkan her zaman olduğu gibi konuya içtenlikle yaklaştı ve süreci başlattık. Ardından, Karşıyaka Belediyesi Gençlik Eğitim Merkezi müdürü Sn. Fevzi Cem Yüksel ile görüştük ve süreç devam etti. Çalışmaların gelişimini anlatmayı sürdüreceğiz, ancak belirtmemiz gereken husus, sözkonusu etkinliğin, başta yukarıda isimlerini belirttiğimiz yetkililer olmak üzere konuyla ilgisi olan her düzeyden kişinin canla başla çalışması ile gerçekleştirilebildiğidir. Bu arada, yazının başlığında “sınıflar arası,” yazının içinde de “okullar arası” sözlerini kullandık. Geçmişte, Milli Eğitim Müdürlüğü ile işbirliği yapabildiğimiz dönemde münazara okullar arasında yapılıyordu. Bu mümkün olmayıp da münazara KARGEM bünyesinde yapılmak zorunda kalınınca, “sınıflar arasında” oldu. Malum KARGEM, çeşitli okullardan öğrencilerin oluşturduğu bir eğitim kurumu. Örneğin 9. sınıfta çok farklı okullardan gelen öğrenciler bir arada bulunuyorlar. “Atatürk Gençliği Düşünüyor” başlığı altında düzenlenen münazara için Eğitim Kolu üyelerimiz KARGEM yetkilileri ile bir araya gelerek ayrıntılı bir program belirlediler. Yarışmacı ekipleri değerlendirecek jüri oluşturuldu. Katılımcılara verilecek ödüller ve konular belirlendi ve başvurular değerlendirilerek yarışmacı ekipler oluşturuldu. Yukarıda belirttiğimiz nedenden ötürü ekipler Lise I. (9), Lise 2. (10) ve Lise 3. (11) sınıflardan oluştu. Devam etmeden önce, ödüllerden de söz edelim. Karşıyaka Belediyesi Sosyal Yardım İşleri Müdürlüğü, katı(*) 22 lımcıları özendirmek için öğrencilere küçük para ödülleri belirledi ve kaynak sağlama işini üstlendi. Atatürkçü Düşünce Derneği Karşıyaka Şubesi olarak biz de Reşat Nuri Güntekin’in “Yeşil Gece” adlı romanını ödül olarak koyduk, ülkemizin üstüne yeşil geceler çökmemesini dileyerek elbette. 9. sınıfların tartışma konusu, “Büyük adamlar büyük olaylar yaratır / Büyük olaylar büyük adamlar yaratır,” 10. Sınıfların tartışma konusu, “Cumhuriyetin Türk kadınlarına sağladığı kazanımlar günümüzde uygulanmaktadır / Cumhuriyetin Türk kadınlarına sağladığı kazanımlar günümüzde uygulanmamaktadır” ve 11. Sınıfların tartışma konusu da, “Günümüz gençliği Atatürk’ün emanet ettiği Türkiye ve Cumhuriyet’e sahip çıkmaktadır / Günümüz gençliği Atatürk’ün emanet ettiği Türkiye ve Cumhuriyet’e sahip çıkmamaktadır” şeklinde belirlendi. Burada dikkatimizi çeken bir konu ise, hangi ekibin hangi tezi savunacağının önceden belirlenmiş olmasıydı. Aslında alışılmış münazara uygulaması, konuların ekiplere kura ile dağıtılmasıdır. Çünkü münazaranın ana amacı, hangi tezin doğru ya da haklı olduğu değil, hangi tezin daha başarılı olarak savunulduğunun belirlenmesidir. Başka bir deyişle, münazara söz ustalığına dayanan bir uygulamadır. Durum böyle olunca, yani hangi ekibin hangi tezi savunacağı önceden belirlenince, yarışmacılar da hazırlıklarını önceden yapmışlardı. Bazıları önceden hazırladıkları notları okudular. Hatta, teknoloji kullanıp notlarını cep telefonundan okuyan öğrenciler bile oldu. Yukarıda seçici kuruldan söz etmiştik. Üç kişiden oluşan seçici kurulun iki üyesi KARGEM’de görev yapan öğretmenler arasından seçilmişti, üçüncüsü ise derneğimiz üyesi Zehra Özçelik’ti. Değerlendirme ölçütleri 100 puan üzerinden; “Konuyu anlama, konuya hakim olma” - 20; “İnandırma yeteneği ve savunma gücü” – 25; “Karşı takımın görüşlerini eleştirme ve çürütme” – 25; “Doğru ve etkili konuşma (vurgu ve tonlama)” – 20; “Zamanı verimli ve uygun kullanma” – 10 şeklinde belirlendi. Münazara sözcüğü için “artışma” diye bir Öztürkçe karşılıktan sözediliyor, ancak Türk Dil Kurumu sözlüğünde böyle bir karşılığa yer verilmemiş. kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 23 Üç kişiden oluşan her ekipten birer kişi üç dakikalık birer konuşma yaptıktan sonra, gurup sözcüleri bir konuşma daha yaptılar. Karşılıklı konuşmalar yapıldıktan sonra seçici kurul, yukarıda belirttiğimiz esaslara göre değerlendirmelerinin sonuçlarını açıkladı. Kazananlar sevindi, kaybedenler üzüldü. Bazı kaybedenler çok üzüldü, bazı kazananlar ise çok sevindi. Burada “çok” yerine “fazla” da denebilir. Münazara kavramı, bir fikri ya da görüşü etkili bir şekilde savunmak ve karşınızdakinin görüşlerine üstünlük sağlayıp dinleyenleri inandırmak anlamının yanısıra, hoşgörü anlayışının geliştirilmesini de içermelidir. Toplumumuzun, Cumhuriyet Devrimi’nin kazanımlarını yitirdikçe, bir başka deyişle uygarlıktan uzaklaştıkça hoşgörü kavramından da uzaklaştığı üzücü bir olgu olarak karşımızda durmakta. Bu münazara, bu durumun yansımalarını görmemizi de sağladı. Eğitim sistemimizin içinde bulunduğu çöküntüye karşı uğraş vermek, akıntıya kürek çekmek midir acaba? Öyle de olsa bizler, Atatürkçüler olarak akıntıları yenmek üzere yola çıkmış insanlarız. Bu münazara da bu konudaki çabalarımızın bir örneği olarak akıllarda kalacaktır. UNUTMADIK... MEHMET AKİF ERSOY (20 ARALIK 1873-27 ARALIK 1936) “Bana anlat bakayım şimdi; şu biçare ocak, Zorbalar saltanatından ne zaman kurtulacak? Hiç bu mantıkla, a divâne, hükümet mi yürür? Bir cemâ’at ki erenler işi yumrukla görür, Ya kuzum, zaptiye ruhuyla hükümet sürenin, Yeri altındadır, üstünde değil kürenin!” Mehmet Akif ERSOY, Safahat Şair, gazeteci, öğretmen, milletvekili, veteriner hekim. Saydığımız mesleklerin hakkını vererek çalışan, mücadele eden, “vatan şairi” ünvanıyla anılan M. Akif, 27 Aralık 1936’da, İstanbul’da Mısırlı Apartmanı’nda 63 yaşında siroz hastalığından yaşama veda etti... Ulusal Marş’ımızın, Çanakkale Destanı’nın büyük şairiyle ilgili, ölümünden günümüze yazılanlar, olumlu olumsuz, hiç bitmedi. Kimdir M. Akif ERSOY? İstanbul’da, Fatih ilçesinde dünyaya geldi. İlköğrenimine Fatih Emir Buhari mahalle mektebinde başladı, sonra da Fatih Merkez Rüştiyesi’ne devam etti. Bu arada babasından Arapça öğrendi. Rüştiyede okurken Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızca’da hep birinci oldu. Rüştiye’den sonra Mülkiye İdadisi’ne yazıldı, yüksek kısmına devam ederken babasını kaybetmesi, ardından Büyük Fatih Yangını’nda evlerinin yanıp kül olması onu bir an önce meslek sahibi olmaya itti. Okulu bıraktı; Ziraat Baytar Mektebi’ne kaydoldu. 1893 yılında okulu birincilikle bitiren M. Akif memuriyetini 1893-1913 yılları arasında sürdürdü. Rumeli, Anadolu, Arnavutluk ve Arabistan’da bulundu. Bu, onun, Osmanlı topraklarında yaşayan halkı daha yakından tanımasına, anlamasına-anlatmasına, yazmasına vesile oldu. 1912-1913 Balkan Savaşları, ülkenin içine düştüğü durum, onu, umutsuzluğa düşmeden halkı nasıl uyandırmak gerektiği üzerine düşündürdü. 2 Şubat 1913-17 Şubat 1913 tarihlerinde Beyazıt ve Süleymaniye camilerinde vaazlar verdi, daha sonra bu vaazların metinlerini “Sebilürreşad” dergisinde yayımladı. 1914 yılı sonlarında Teşkilat-ı Mahsusa görevlendirmesiyle Berlin’e gitti. Berlin, ona Batı’nın çağdaş, uygar yüzünü gösterdi. Memuriyet yıllarında gittiği Doğu ile Batı’yı karşılaştırma fırsatını yakaladı. Bu, onu, bağnaz, hurafe ve batıl inançlara dayanan; ilerlemenin, bilimin, fennin önünü tıkayan müslümanlığa karşı durmaya, onunla mücadele etmeye itti. Safahat’taki şu dizeler yüzlerce yıllık geleneksel İslam anlayışını bozan bir karşı çıkıştır: Lafzı muhkem yalınız, anlaşılan, Kur’an’ın; Çünkü kaydında değil hiçbirimiz manânın: Ya açar Nazm-ı Celil’in, bakarız yaprağına; Yahud üfler geçeriz bir ölünün toprağına. İnmemiştir hele Kur’an, bunu hakkıyle bilin, Ne mezarlıkta okunmak , ne de fal bakmak için. Mustafa Kemal ATATÜRK’ün kendisini Anadolu’ya bizzat davet etmesi Kurtuluş Savaşı’nın manevi liderlerinden biri olmasında etkili oldu. 1920 Mayıs ayında Burdur milletvekili oldu. Vaazları Sebilürreşad ve Hakimiyet-i Milliye’de basılıp elden ele dolaştırılarak halkın bağımsızlık mücadelesine katılmasında etkili oldu. 23 Ocak 1920’de Balıkesir’de Zağanos Paşa Camisi’ni dolduran halka, Akif şöyle sesleniyordu: “Bu namert taarruza karşı koymak kadın, erkek, çoluk çocuk, genç, ihtiyar her fert için farz-ayn olduğu bir an olsun hatırdan çıkarılmamalıdır. Başta din-i namus ve vatan olmak üzere bütün varlığımız tehlikeye düşmüş, düşman kapılarımıza kadar dayanmıştır. Bu durumda yapılacak şey, ayrılık, gayrılık gibi küçük meseleleri bir tarafa bırakmak ve el birliğiyle bu namert istilayı bir an önce geri püskürtmektir.” 12 Mart 1921’de yazdığı İstiklal Marşı T.B.M.M.’ce oybirliğiyle kabul edildi. O günlerde maddi açıdan büyük sıkıntılar içinde olmasına rağmen ödül olarak verilen 500 Lira’yı bir hayır kurumuna bağışladı... 23 kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 24 IŞİD / DAEŞ ve ARADA KALAN GERÇEK(!) MÜSLÜMANLAR... Dünya’nın birçok yerinden İŞİD’e katılan var. İnsan haliyle merak ediyor. Bu katılımlar eğer din adına ise başka dine inanan, bu din için neden savaşsın? “Yok canım, aslında dindışı çıkar sağlanıyor, bize din adına diye yutturuyorlar” diyebilirsiniz. Kendi ülkesinin çıkarıysa, ülkesinin bundan haberi var mı? Kişisel çıkarı ise, başka dine inananın boynunu kesmek ne gibi bir çıkarın sonucu olabilir ki? Belki de sosyologlar ya da teologlar bunun yanıtını biliyordur ve bize söylemiyorlardır. Ben şimdilik cevap bulamadım. Bu karmaşık sorular içinde asıl çözemediğim, “gerçek Müslümanlık bu değil” diyen grup. Bunun için çok yazı okudum ve çok kişi dinledim. Daha çok aklım karıştı. Bize sunulan görüntülerde 80 yaşında IŞİD’çilerin gözüme hiç çarpmaması beni gençlere yöneltti. Demek ki bu iş, gençlerin işiydi. Genç denilince aklıma doğal olarak okullar geliyordu. Ben de oturdum, ülkemiz adına Milli Eğitim’in, din ile kesiştiği noktaları araştırdım. Öyle ya, okula gitmesi ve en önemli eğitimi okuldan alması gereken genç, nasıl olur da IŞİD’i destekler ya da desteklemeyenler de hangi bilgisine dayanarak “Gerçek Müslümanlık bu değil” derdi. Sonuç; Turgay GÜNDÜZ’ün Uludağ Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Sayı: 7, Cilt: 7, 1998 yazısı dikkatimi çekti. Birkaç ilave de kendim yaptım. Aslında Hasan Ali Yücel'in, “Cumhuriyet maarifinin inkılap safhası bu prensibin ilanıyla başlamıştır” ifadesi bana başlangıç noktasını tarif etmekteydi. Bu yüzden sıralamayı Cumhuriyet dönemi eğitim sisteminin başlangıcı olan, 3 Mart 1924'te çıkarılmış olan Tevhid-i Tedrisat Kanunuyla başlatıyorum. Buyurun… 1924: 20 Nisan 1924'te yürürlüğe giren 1924 Anayasası, Teşkilât-ı Esasîye Kanunu'nu yürürlükten kaldırmıştır. (1. maddesine göre Türkiye Devleti’nin hükümet şekli Cumhuriyet’tir. 2. maddeye göre ise “Devletin dini İslam, resmi dili Türkçe’dir.” 75. maddesine göre: “Hiçbir kimse mensub olduğu felsefi içtihat, din ve mezhepten dolayı muaheze edilemez. Asayiş ve umumi muaşeret adabına ve kanunlar hükümlerine aykırı bulunmamak üzere her türlü dini ayinler yapılması serbesttir.” 80. Maddesine göre: “Hükümetin nezaret ve murakabesi altında ve kanun dairesinde her türlü tedrisat serbesttir.”) Aynı yıl, Tevhid-i Tedrisat Kanunu (430 sayılı) TBMM tarafından kabul edildi, bu kanunun amir hükmü gereği; Türkiye’deki bütün eğitim-öğretim kurumları Maarif Vekâlet'ine (Milli Eğitim Bakanlığına) bağlandı. Yine aynı tarihte, Şer’iye ve Evkaf Vekâleti kaldırıldı. Bunlar tarafından yönetilen bütün medrese 24 ve mektepler Maarif Vekâleti'ne devredildi, “Dinî hizmetlerin ifasıyTamer ÖZŞEKER - Tiyatro Sanatçısı la görevli memurları yetiştirmek üzere ayrı mektepler (İmam ve Hatip Mektepleri) açılması” ile “Darülfünun’da bir İlâhiyat Fakültesi açılması” kabul edildi. (İstanbul’da Dârû’l-Fünûn’a bağlı bir İlahiyat Fakültesi ile 29 yerde ilk İmam ve Hatip Mektepleri açıldı.) 1925: 1341 tarih ve 677 sayılı “Tekke ve zaviyeler ile türbelerin kapatılmasına ve türbedarlıklar ile bazı ünvanların men ve ilgasına dair kanun” kabul edildi. Bunun ardından Türkiye’de bulunan ve öğrenci yetiştirme görevini de üstlenen(!) bütün tekke ve zaviyeler kapatıldı. 1926: Yeni “Türk Ceza Kanunu” kabul edildi. Türkiye’de ilk defa Türkçe hutbe okundu; âyet ve duaların Türkçe mealiyle namaz kıldırıldı. Aynı yıl okullarda Türk Musikisi adıyla dini müziklerin öğretilmesi yasaklandı. 1927: Köy Muallim Mektepleri ile, Kız Muallim Mektepleri açıldı. Programlarına, bir sınıfta yalnız bir saatlik din dersi konuldu. Orta mektep ve lise müfredat programlarına ek yapılarak ortaokul programından din bilgisi dersleri çıkarıldı. Diyanet İşleri Reisliği, ilk kez bir hutbe dergisi hazırladı ve Türkçe olarak yayınladı. 1928: Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk anayasasının ikinci maddesinde yer alan “Türkiye devletinin dini, Dini İslâm’dır” ifadesi çıkarıldı. Teşkilat-ı Esasiye’de yer alan “Ahkam-ı şer’iyye’nin tenfizi (dini hükümlerin uygulanması)”, TBMM’nin görevleri arasından çıkarıldı. İstanbul Dârû’l-Fünûn’a bağlı İlâhiyat Fakültesi’nden bir grup hoca tarafından, “İslâmiyeti Islah” veya “İbadet Reformu” olarak bilinen ve dinde reform teklifleri içeren bir proje hazırlandı. 1353 sayılı yasa ile Arap alfabesi kullanımdan kaldırılarak Latin harfleri kabul edildi. Bu kanunla Türkçe kitapların eski harflerle basım ve satışı yasaklandı. 1929: Öğrenci yokluğu nedeniyle Kütahya ve İstanbul dışındaki tüm İmam Hatipler ile Kur’an Kursları resmen kapatıldı. İlkokulların programlarındaki din bilgisi dersleri kaldırıldı. (Örgün öğretim kurumlarında, “Din Bilgisi” dersi 1948 yılına dek, ders programlarından çıkarıldı ve din eğitimi veren bütün eğitim kurumları kapatılmış oldu.) kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 25 1930: Kütahya ve İstanbul İmam ve Hatip Mektepleri de resmen kapatıldı. Bakanlıkça, perşembe günleri öğleden sonra isteyen 5. sınıf öğrencilerine Din Bilgisi derslerinin okutulabileceği bildirildi. Diyanet İşleri Reisliği bilgisi dahilinde, İstanbul Müftülüğü’nün 10.12.1930 tarihli tamimi ile, İstanbul’da “12 yaşından küçüklere hiçbir şey öğretilmemek, büyüklere ise sadece Kur’an-ı Kerim ve namaz sure ve dualarını öğretebilmeleri” için bazı hoca efendilere izin verildi. 1931: İbtida-i Daru’l-Muallimîn ve İbtida-i Daru’lMuallimatlar’ın programlarındaki din dersleri programdan çıkarıldı. 1932: Tekbir, Ezan ve Kamet Türkçe tercümeleriyle okunmağa başlandı. Ezan, Tekbir ve Salavât-ı Şerîfeleri bu yeni şekillerine göre okumayanlar için Türk Ceza kanununun 526. maddesi gereği ceza öngörüldü. Halkevleri açıldı. Kütahya ve İstanbul İmam ve Hatip Mektepleri son mezunlarını vererek fiilen kapanmış oldular. Ama aynı tarihte 9 Kur’an Kursu açıldı. 1933: 2252 sayılı kanunla Dârû’l-Fünûn’a ait İlâhiyat Fakültesi kapatıldı. Yerine İslâmî Tetkikler Enstitüsü kuruldu. Maarif Vekâleti, “İstanbul Üniversitesi” adıyla bir müessese kurmakla görevlendirildi. Maarif Vekâleti (Milli Eğitim Bakanlığı), “ilkokul müfredat programındaki din derslerinin okutulacağı, ancak öğrencilerin imtihana tabi tutulmayacakları” şeklinde bir karar aldı. 1934: İlâhiyat Fakültesi profesörlerinden M. Şerafettin Yalıtkaya tarafından “Kur’an’ın Türkçe Tercümesiyle Namazda Okunması” başlıklı bir rapor hazırlandı ve devlet yetkililerine sunuldu. 1936: İslâm Tetkikleri Enstitüsü öğrenci yokluğu ileri sürülerek kapatıldı. Bunun yerine Edebiyat Fakültesi programına İslâm Dini ve Felsefesi adlı okunması mecburi olmayan bir ders konuldu. 1937: Anayasaya “Türk devletinin laik olduğu” cümlesi eklendi. Anayasanın 75. maddesinde tarikat seçme hakkı, “hiç kimse mensup olduğu din, mezhep, tarikat ve felsefi inancından dolayı kınanamaz” diye güvenceye alınmıştı. 5 Şubat 1937’de yapılan değişiklikle anayasanın bu hükmünden “tarikat” kelimesi çıkarıldı ve tarikatları yasaklayan kanunla anayasa arasındaki çelişki giderildi. 1939: Köy ilkokullarının programlarından da Din Bilgisi dersleri çıkarıldı. 1940: 3803 sayılı “Köy Enstitüleri Kanunu” çıkarıldı ve bu kanuna dayanarak Köy Enstitüleri açılmağa başlandı. Bu okulların programlarında Din Dersleri yer almadı. 1943: 2. Maarif Şûrâsı toplandı. Bu toplantıda “Okullarda ahlâk eğitiminin geliştirilmesi” ve “ilkokullarda bu ilkelerin gerçekleştirilmesini sağlayacak tedbirlerin düşünülerek programa alınması” konusuna yer verildi. 1948: TBMM, İlkokulların 4. ve 5. sınıflarına program dışı ve isteğe bağlı okutulmak üzere Din Bilgisi dersleri konulması kararı aldı. Maarif Vekilliği Milli Talim ve Terbiye Heyeti’nin 247 sayılı kararı ile 10 ilde 10 haftalık İmam ve Hatip Yetiştirme Kursları açıldı. 1949: Öğrenci velilerinin veya anne babaların yazılı müracaatı şartıyla ders saatleri dışında ve sınıf geçmeyi etkilemeyecek şekilde İlkokulların 4. ve 5. sınıflarına konulan haftada 2 saatlik, isteğe bağlı, Din Bilgisi dersleri okutulmaya başlandı. Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nin açılması TBMM’nce kabul edildi. 1950: 5634 sayılı kanun kabul edildi, böylelikle teşkilatın adı “Diyanet İşleri Başkanlığı” şeklinde değiştirildi. Camilerin ve cami görevlilerinin idaresi Diyanet’e iade edildi. Bütün vaizler maaşlı kadrolara geçirildi. Türk Ceza Kanunu’nun Arapça ezan, kamet, tekbir ve salavat-ı şerife okuma yasağı getiren ve okuyanları cezalandıran 526. maddesi vicdan hürriyetine ve laikliğe aykırı bulunarak değiştirildi. Arapça ezan okuma yasağını kaldıran 5665 sayılı kanun TBMM’nde kabul edildi ve devlet radyolarında ilk kez, Kur’an-ı Kerim yayını yapıldı. TBMM’nde 19 türbenin tekrar açılma kararı alındı. İlkokul öğretmenlerine Din derslerini verme mecburiyeti getirildi. İlkokulların 4. ve 5. sınıflarında program dışı okutulan Din Dersleri’nin programa dâhil edilmesi Bakanlar Kurulu’nca kabul edildi. Din derslerini almak istemeyenlerin, velilerinin veya anne babalarının yazılı müracaatı ile durumu okula bildirmeleri gerektiği ve bunların imtihanlardan muaf tutulacağı bildirildi. Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki, İmam-Hatip Okulları’nın açılmasında önemli rolü olan ve dini hayatta o dönemde yaşanan sıkıntıları ve çözüm önerilerini içeren, “Din Tedrisatı ve Dini Müesseseler Hakkında Bir Rapor” başlıklı çalışmasını yayınladı. 1951: Müdürler Komisyonu, “İmam-Hatip Okulları” açılması kararı aldı. İmam-Hatip Okulları (ilkokul sonrası 4 yıllık olarak) yedi ilimizde (Ankara, Adana, Isparta, İstanbul, Kayseri, Konya ve Maraş’ta) tekrar açıldı. 173 sayılı Talim ve Terbiye Kurulu Kararı ile köylere öğretmen yetiştiren Köy Enstitüleri’nin 3. ve 4. sınıflarına haftada birer saat din dersi konuldu. 1953: 5. Milli Eğitim Şurası toplandı. Bu şurada din dersi için not takdiri lüzumlu görüldü ve din dersinin ehil öğretmenler tarafından verilmesi gerektiği ifade edildi. İlk kez Ankara Radyosunda “Din ve Ahlâk Saati” programı yapıldı. Öğretmen okullarının 9. ve 10. (Lise 1. ve 2.) sınıflarına haftada 1 saat mecburi Din Dersleri konuldu. 25 kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 26 1954: 4 yıl olarak tasarlanan İmam-Hatip Okulları’na 3 yıllık lise kısımları ilave edilerek öğretim süresi 7 yıla çıkarıldı. 6234 sayılı kanunla Köy Enstitüleri ile Öğretmen okulları “İlköğretmen okulları” adıyla birleştirildi. 1955: İlk defa açılan İmam-Hatip Okulları’nın üç yıllık ikinci kısımları öğretime başladı. 1956: Ortaokulların 1. ve 2. sınıflarına haftada bir saat isteğe bağlı Din dersleri konuldu. Diyanet İşleri Başkanlığı ilk süreli yayın faaliyetine “Reislik Mecmuası” adlı bir dergi ile başladı. 1958: İmam-Hatip Okulları ilk mezunlarını verdi. İlk defa açıldıklarında Özel Okullar Müdürlüğü’ne bağlı olan İmam Hatip Okulları bu yılda Ortaöğretim Genel Müdürlüğü’ne bağlandılar. 1959: Yüksek İslâm Enstitüsü adıyla yeni bir dinî yükseköğretim kurumu açılması kararlaştırıldı. İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nün açılmasına ilişkin 7344 sayılı kanun kabul edildi ve İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü açıldı. 1960: Diyanet İşleri Başkanlığı ilk kez bir Kur’an-ı Kerim basımı gerçekleştirdi. Türk Dil Kongresi ezanın tekrar Türkçe okunması için karar aldı. Fakat bu karar, 27 Mayıs 1960 ihtilali ile birlikte kurulan Milli Birlik Komitesi’nce onaylanmadı. Yukarıda görüldüğü gibi; Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile yeni devletin eğitim sistemi kurgulanması adına radikal girişimlerde bulunulmuş, fakat buna rağmen, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile başlayan 1924-1948 yılları arasını kapsayan ilk dönem, birbirinin zıddı iki farklı din eğitimi anlayışına sahne olmuş görünümündedir. Başlangıçta, bu kanunun ruhuna uygun bir yaklaşım gözlenirken, daha sonra bu yaklaşımdan gittikçe uzaklaşma hatta tamamen o anlayışı terk etme eğilimi gözlenmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarından itibaren en hassas tartışma konularından birisi ise “laiklik” ilkesidir ki, siyasi iktidarların laiklik anlayışlarındaki değişimler, din derslerinde yaşanan dönüşümleri doğrudan etkilemiştir. Kısacası, devlet de “gerçek Müslümanlık” hangisi sorusunu cevaplayamamış görünümdedir. Ne denir ki? UNUTMADIK... TÜTENGİL’E GÖRE TÜRKİYE İÇİN GEÇİŞİN PUSULASI: ATATÜRK’ÜN DÜŞÜNCELERİ Cavit Orhan Tütengil 7 Aralık 1979 tarihinde, 12 Eylül 1980 darbesine giden süreçte, evinden üniversiteye giderken silahlı bir saldırı sonucu öldürüldü. Unutmadık!.. 1921 Tarsus doğumlu olan Cavit Orhan Tütengil, ilk ve orta öğrenimini doğduğu ilde tamamladıktan sonra lise eğitimini Haydarpaşa Lisesi’nde aldı. 1944 yılında mezun olduğu İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nden sonra 1944-53 yılları arasında Antalya ve Diyarbakır liselerinde Felsefe grubu dersleri öğretmenliği yaptı. Kepirtepe ve Aksu Köy Enstitüleri’nde de çalıştı. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından incelemelerde bulunmak üzere iki yıllığına İngiltere’ye gönderildi. 1953 yılında Sosyoloji asistanı olarak İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde başladığı akademik çalışmalarını “Montesquieu’nun Siyasi ve İktisadi Düşünceleri” konusundaki doktora çalışması ile sürdürdü. 1960 yılında doçent oldu. Temel ilgi alanı “Gelişme Sosyolojisi” olan Tütengil’e göre Türkiye bir “geçiş” ülkesidir. Bu geçişte pusula ise “Atatürk’ün Düşünceleri”dir. Atatürk’ün gençlere öğütleri arasında yer alan: “Benim yapmak istediklerimi tamamlayınız!” sözü onun yaşamında özel bir yere sahip olmuştur. 10 yıla varan öğretmenliği sırasında eğitim 26 sorunlarına sadece kuramsal değil, uygulama düzeyinde de öneriler getirmiştir. Uzun yıllar Cumhuriyet gazetesinde denemeler yazan Tütengil’in yaklaşık yirmi tane de kitabı yayınlanmıştır. Kronolojik sıralamayla kitapları şunlar: Köy Enstitüsü Üzerine Düşünceler (1948), Ziya Gökalp Bibliyografisi (1949), Prens Sebahattin (1954), Montesquieu’nun Siyasi ve İktisadi Fikirleri (1954), Ziya Gökalp Üzerine Notlar (1956), İçtimai ve İktisadi Bakımdan Türkiye’nin Kara Yolları (1961), Dr. Rıza Nur Üzerine (1965), Diyarbakır Basını ve Bölge Gazeteciliğimiz (1966), Azgelişmiş Ülkelerin Toplumsal Yapısı (1966), Köy Sorunu ve Gençlik (1967), Ağrı Dağındaki Horoz /Denemeler (1968), İngiltere’de Türk Gazeteciliği (1969), Türkiye’de Köy Sorunu (1969), Sosyal Bilimlerde Araştırma ve Metot (1969), Azgelişmenin Sosyolojisi (1970), 100 Soruda Kırsal Türkiye’nin Yapısı (1975), Temeldeki Çatlak (1975), Atatürk’ü Anlamak ve Tamamlamak (1975), Prens Lütfullah Dosyası (Vedat Günyol ile birlikte) (1977). DÜŞÜN DERGİ kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 27 kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 28 DÜNYA EKO-POLİTİĞİNE BAKIŞ Ortadoğu’da devlet ve toplum yapıları erime noktasına doğru ısınmaya devam ediyor. Üstelik bu ısınma yalnızca Suriye, Irak gibi savaş yaşayan ülkelere, bu savaşlarla ilişkili İran, Lübnan, Ürdün, Mısır, Türkiye, Suudi Arabistan gibi ülkelerdeki kısa dönemli istikrarsızlık olasılıklarıyla da sınırlı değil. Ortadoğu’nun stratejik önemi esas olarak iki özelliğinden kaynaklanıyor. Birincisi, burası Avrasya’nın altındaki bölge. İkincisi de dünyanın en büyük enerji kaynakları tarihsel olarak burada. Her iki özelliğinden dolayı da 19. yüzyılın son çeyreğinden bu yana Ortadoğu büyük güçler arası sert rekabete sahne olmaya devam ediyor. Enerji kaynakları açısından karşımıza, ABD’nin bölgedeki enerji güvenliği mimarisinin temel taşları olarak “Körfez ülkeleri” diye bilinen monarşiler çıkıyor. Bu enerji kaynaklarına sahip ülkeleri, toprak-enerji rantları ve bundan elde ettikleri mali sermayenin gelirleriyle ayakta tutmaya devam eden aileler yönetiyor. Ancak, genel nüfus içindeki oranı artmaya devam eden, istihdam edilemediği, bir gelecek projesi geliştirecek konumdan yoksun olduğu için huzursuz ve öfkeli bir genç nüfus söz konusu. Bu monarşiler genç nüfusun rejime karşı bir demokratik isyana ya da radikal İslamcı akımlara yönelmesini önlemek için iki yönteme başvuruyorlar: Devlet bütçelerinden gittikçe artan harcamalarla rızayı satın almaya çalışıyorlar. İkinci ve en 1929 Ekonomik Bunalımının Türkiye’ye yansıdığı günler. 28 basit yöntem olarak da yoğun bir şiddetle gelişen fikirler bastıEnis Musluoğlu - Ekonomist rılmaya çalışılıyor. Bu rejimleri ayakta tutan mali kaynaklar artık eriyor. Beş yıl önce toplam 500 milyar dolar bütçe fazlası yaratan bu monarşilerin bütçe açıklarının gelecek beş yıl içinde 700 milyar dolara ulaşacağı hesaplanıyor. Bu ülkelerin ekonomik yapılarında bir çeşitlenme gerektiğini söyleyebiliriz. Ama bu monarşilerin egemenleri, bir çeşitlenmenin getireceği sınıf şekillenmelerinin iktidarlarını tehdit edeceğini çok iyi biliyorlar. Bu nedenle gelişmelere direniyorlar. Öyleyse yine bir rejim değişikliği senaryosuna gelmiş oluyoruz. Uzun ve orta dönemde çöküş olasılığı bence çok güçlü. Suriye ve Irak, Güneyde Yemen, Sina yarımadası üzerinden Mısır, Filistin-İsrail kazanında taşma noktasına doğru ilerleyen bir kaynama söz konusu. Kısa dönemli gelişmeler de bu çöküşün olasılığını güçlendiriyor. Bölgedeki sıcak noktalara baktığımızda, iki gelişme ekseni görüyoruz. Birincisi, Şii-Sünni çelişkisi üzerinden vekalet savaşları. İkincisi yine bu zeminde bölgedeki varlıklarını artırma eğilimi sergileyen büyük güçler. ABD, Afganistan’dan çıkma sürecini erteledi. Suriye ve Irak’a özel birlikler, silah, helikopter gönderiyor, hava saldırılarını yoğunlaştırıyor. Rusya’nın Suriye’de en az dört bin araç, kara ve hava silahları, elektronik istihbarat sistemleri var. Bir Rus yolcu uçağının Sina üzerinde düşürülmesinden sonra Rusya’nın Suriye’deki varlığını artıracağı da aşikar. Önümüzdeki dönemde Ortadoğu’da sıcaklığın daha da artacağını düşündüren başka gelişmeler de yaşanabileceğini düşünürsek, 21. yüzyıl tarzı bir dünya savaşı içersine girdiğimizi açık ve net olarak söyleyebiliriz. Aydınlık bir ay dileklerimle... kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 29 AĞRI’LI BİR “ÖĞRETMENLER GÜNÜ” YAZISI Bir öğretmenler gününü daha geride bıraktık. Kür-sülere çıktık, bolca Metin Erdoğan - Emekli Ateşe nutuklar attık, mangalda kül bırakmadık. Bu yöntemle biraz “gaz aldık” ve öğretmenlerin gerçek sorunlarına çözümü yine bir başka bahara erteledik. Aklıma Orhan Veli’nin o ünlü şiiri geldi: “Neler yapmadık şu vatan için, kimimiz öldük, kimimiz nutuk söyledik.” Şimdi kısaca öncelikle öğretmenlik mesleğinin önemine değinelim: Biliyoruz ki; taş, maden, tarım, sanayi devirleri geride kaldı. Şu an bilgi çağındayız. Günümüzde kaliteli yaşamın yolunun bilgiden geçtiğine tanık olmaktayız. Bilgi ise eğitimden geçer, eğitim süreci de öğretmenin elinde yoğrulur ve işe yarar hale getirilir. Yani öğretmenler, her devirde ve özellikle bilgi çağında toplumların olmazsa olmazlarıdır. Durum bu iken, günümüzde eğitime ve öğretmenlerimize önem verdiğimiz söylenemez. Geçmişe baktığımızda, sadece Mustafa Kemal Atatürk’ün söylem ve eylemleri ile öğretmenlere çok değer verdiğini görüyoruz. Bir meslek grubuna değer vermenin göstergelerinden biri de sağlanan maddi olanaklardan geçmektedir. Ulu önderin bir sözü var ki, keşke bunu altın harflerle tüm duvarlara yazabilsek ve anlamını her düzeyde sıkça tartışabilsek: “Milletvekillerinin maaşları öğretmenlerden yüksek olmamalıdır!” Ne yazık ki, ülkemizde bu maaş durumu Atatürk’ün işaretinin tam tersi doğrultusunda cereyan etmektedir. Ülkede iyi para kazanan sanatçıları, sporcuları, popçuları, mühendisleri, milletvekillerini vs. yetiştiren öğretmenler bugün, en düşük aylığı almakta ve en kötü koşullarda hizmet vermektedirler. Ailesini geçindirmek için pazarda limon satan öğretmenlere bile rastlıyoruz. Çok acıklı bir somut olaydan hareketle konunun bir de manevi yönüne bakalım: Aysun (23) ve Burçin (24) isimli iki idealist ÖĞRETMEN, Ağrı’nın yoksul bir köyünde görev yaparlarken, 24 Aralık 2003 günü sınıfta aniden soba patlar. Çocuklar zarar görmesin diye bu öğretmenler sobayı kucaklayarak dışarı atarlar ve biri hariç tüm çocuklar yanmaktan kurtulur. Ancak her iki öğretmen de feci şekilde yanarak ölür! Bu feci olay nedeniyle akla gelen sorular: Neden öğrenci veya öğretmenler soba yakmakla meşgul olmak zorunda bırakılırlar? Neden medyamız bu olaya gereken önemi vermez ve kamuoyu bu feci durumdan habersiz kalır? Toplum veya birey olarak bizler bu kahramanlar için ne yaptık? Bir birey olarak kendi adıma neler yaptığımı kısaca örnek olsun diye yazmak istiyorum: Tesadüfen de olsa bu olayı duyar duymaz, yurtdışından 2008 yılında T.C. Milli Eğitim Bakanlığı’na çok sayıda dilekçe gönderdim ve konu hakkında neler yapıldığını, kahraman öğretmenlerin isimlerinin yaşatılması için okullara verilip verilmediğini sorguladım. Yıllar sonra, ülkeme döndüğümde ilk işim rahmetli Aysun öğretmenimin öğretmen emeklisi babası Abdullah Karalar’ı telefonla aramak oldu. Bu yıl acılı babayı ‘Öğretmenler Günü’nde Akhisar’da ziyaret ettim. Bu iki şehidimizi unutmadığımızı ve kendilerini minnetle ve rahmetle andığımızı söylemeye çalıştım. Abdullah hocamla uzunca dertleştik, çok şey anlattı ama yeni öğrendiğim iki konu bir kez daha içimi yaktı: Aysun öğretmenin Akhisar’dan Ağrı’ya göreve giderken, sınıfta soba yakabilmek için her defasında evden yanında çam parçaları götürürmüş. Diğer konu ise, Milli Eğitim Bakanlığı bu kahramanları henüz (tam) şehit saymamış! Bu yeni bilgileri sosyal medyada paylaştım. Yazımdan etkilenen ismi aşağıda kayıtlı bir duyarlı vatandaşımız, Aysun ve Burçin öğretmenlerin, görev malülü değil, doğrudan şehit sayılmaları için change.org’da hemen bir imza kampanyası başlattı. Kampanya devam ediyor, umarım başarılı bir sonuç elde edilir ve acılı ailelerin yüreğine bir damla su serpilir? Özetle diyorum ki; 24 Kasım günleri kürsüye çıkıp “canım öğretmenim, cici hocam vs.” nutukları atmak çözüm değildir. Çözüm; konunun önemini kavrayarak, öğretmenlerin maddi ve manevi sorunlarının çözülmesi, idealist öğretmenlerin kıymetinin bilinmesi ve özellikle tüm şehit öğretmenlerin acılı ailelerine hak ettikleri saygınlığın gösterilmesidir. Bu vesileyle Aysun ve Burçin öğretmenlerim başta olmak üzere, tüm şehit öğretmenlerimizi tekrar saygıyla anıyorum. 29 kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 30 MENEMEN OLAYI 23 ARALIK 1930 Menemen Belediye Meydanı’nda Derviş Mehmet ve beş arkadaşının, 23 Aralık 1930 günü sabah namazından sonra yeşil bayrak açarak, şeriat ilan ve çağrısında bulunması ve önce yedek subay Kubilay’ı sonra bekçi Hasan ve bekçi Şevki’yi öldürmeleriyle başlayan, askeri birlik tarafından dağıtılan hareketleri Cumhuriyet tarihimize “Menemen Olayı” veya “Kubilay Olayı” olarak geçmiştir. Bu olay inkılap karşıtlarının dini duyguları bu maksatla kullanmasından kaynaklanmaktadır. Esasında yaşanılan bu olayın Menemen merkezli olduğu görünse bile ülke çapında bu gidişatın olduğu, İnkılapları ve Cumhuriyeti kabullenmeyenlerin edindiği gücün geldiği noktayı ifade etmektedir. Ancak burada Menemen’in seçilmesi rastlantı değildir, çünkü 1924 yılında ortaya çıkan, avukat arap Süleyman Sırrı ismine kadar dayanmaktadır. 1925 yılında tutuklanmış ve Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmıştır. Bu dönemlerde irtica faaliyetlerinin devam ettiği görülmektedir. Bu olaylar, Menemen olayının halk tarafından kabullenilmesi olayın burada cereyan etmesine neden olmuştur. Menemen olayında elebaşı olarak seçilen Mehdi rolündeki Giritli Derviş Mehmet’in yanına mali durumları perişan dört garip de katmışlardı. Nalıncı Hasan, kahveci çırağı Mustafa, eskici Ali ve posta sürücüsü İsmail birlikte, dini kurtarmak üzere yola çıkan düzmece Mehdi ile Manisa’ya gelmiş ve evvelce Laz İbrahim Hoca’nın sağladığı para, yiyecek ve silah yardımlarıyla Menemen’e varmışlardır. Laz İbrahim hoca askeri hastanede imamlık yapmış, oradan ayrıldıktan sonra her türlü irtica zehrini yayan birisidir. Mehdi Mehmet ve arkadaşları Şamdan Mehmet, Emrullahoğlu Mehmet Emin, Nalıncı Ali oğlu Hasan, Nalıncı Küçük Hasan ve Çakıroğlu Ramazan, Keçili Köyü’nden Çırak Mustafa’nın kahvehanesinde toplanarak zikir yapmışlar, Çırak Mustafa’nın kahvehanesi hükümet tarafından kapatılınca da zikirlerine Tatlıcı Hüseyin ve Mutaf Süleyman’ın evlerinde devam etmişlerdir. Mehmet ve arkadaşları herkesi dine çağırmanın zamanının geldiğini söyleyerek yola koyulmuş, 6 Aralık 1930 Cumartesi akşamı Tatlıcı Hüseyin’in evinde yaptıkları toplantıda buna karar vermişlerdi. Bu toplantı sırasında ayrıca Menemen hadisesi hakkında görüşmeler yapılmış, hadisenin nasıl cereyan edeceği ve silahların nasıl tedarik edileceği de kararlaştırılmıştır. Mehdi Mehmet ve arkadaşları peyderpey geldikleri Paşa Köyü’nden Bozalan’a gitmişler ve burada bir süre kaldıktan sonra rahat edemedikleri gerekçesiyle dağda köylülere yaptırdıkları bir 30 kulübeye çekilmişler ve 15 gün kadar orada zikirlerine devam Ömer BAYRAM - Hv. Asb.(E) etmişlerdir. Derviş Mehmet lakaplı Giritli Mehmet, Bozalan Köyü’nde mehdiliğini ilan ettikten sonra 23 Aralık 1930’da Menemen’e gitmek için gün doğarken yola çıkmışlardır. Menemen Olayı, 23 Aralık 1930 günü saat 6.20’de Menemen Kazaz Camii önünde başlamış, saat 9.00 sularında sona ermiştir. Sanıkların olay sonrasında gerçekleşen duruşmalarda verdikleri ifadelere göre, örgütlenmenin altı yıl önce tekke ve zaviyelerin kapatılması, sarık ve cübbe gibi dinsel giysilerin yasaklanması ve şapka devrimi üzerine başladığı anlaşılmaktadır. Mehmet ve arkadaşları sabahleyin Menemen’e girerek Kazaz Camii’ne girerler. Bu sırada halk sabah namazını kılmaktadır. Camide Nalıncı Hasan, caminin kapısında açmış oldukları sancağı eline alır ve hep birlikte caminin içinde beklerler. Mehmet, camiye gelenlere kendisinin Mehdi olduğunu söyler. Bunu kanıtlamak için “Kıtmir” adını verdikleri köpeği halka gösterir. Camide namaz kılındıktan sonra sahte Mehdi cemaati bayrak altında toplanmaya çağırır. Kendisine katılan bazı Menemenlilerle birlikte camiden ayrılarak belediye meydanına doğru gider. Sahte mehdi ve arkadaşları belediye meydanında bir süre kaldıktan sonra bayrağı omuzlayıp hep birlikte tekbir getirerek şehri dolaşmaya başlarlar. Yolda rastgeldikleri Menemenlilere de: “Müslüman mısınız? İtikadınız var mı?” diye sorup, kendilerinin bayrağın altına girmelerini aksi takdirde kılıçtan geçirileceklerini; ortada hükümet olmadığını, herkesin dükkanlarını kapayarak kendilerine katılmalarını, arkalarından 70.000 evliya ve meleğin gelmekte olduğunu; top tüfek bütün kuvvetlerin bir iş göremeyeceğini bağırarak söylerler. Kafile Menemenli Hoca Saffet Efendi’nin evinin önüne gelince durmuş ve Mehdi Mehmet de onunla konuşmuşsa da, Hoca Saffet onlara yardım etmemiştir. Mehmet ve arkadaşları bir süre daha Menemen sokaklarında dolaştıktan sonra tekrar belediye önüne gelirler. Mehdi ve arkadaşları Kazaz Camii’nden aldıkları bayrağı Menemenli Arabacı Hasan’a kazdırdıkları çukura dikerler. Bundan sonra 200 kişi tekbirlerle başlayıp, ellerinde silahları olduğu halde sancak etrafında dolaşırken, bir kısmı da yerden aldığı toprağı etrafa serpmiştir. Olay yerine ilk önce jandarma yazıcı Ali Efendi gelmiş ve arkadaşı olan dört jandarmaya silahla- kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 31 rını almalarını tembih etmişse de onları beklemeden doğruca Giritli Mehmet ve arkadaşlarının yanına giderek ne istediklerini sormuştur. Bunun üzerine Mehmet de ona, “Git, kumandanına haber ver de o gelsin. Bana top, kurşun işlemez” demiştir. Ali Efendi geri dönerek, jandarma bölük kumandanı Fahri Bey’i durumdan haberdar eder. Asilerin yanına giden Bölük Kumandanı Fahri Bey, Mehdi Mehmet’e: “-Ne istiyorsunuz? Buradan derhal dağılın.” deyince, Mehmet de bu soruya “kendisinin Mehdi olduğunu, şeriatı ilan edip dini yaydığını, kimsenin kendisine karşı koyamayacağını söyleyerek “çekil” diye cevap verir. Jandarma bölük komutanı Fahri Bey de tedbir almak üzere olay yerinden uzaklaşır. Hükümet binasına giderek telefonla Alaydan askeri yardım ister. Alay Komutanlığı da asıl mesleği öğretmenlik olan yedek subay Asteğmen Kubilay’ı bir müfreze asker ile olay yerine gönderir. İhtiyat zabit vekili Kubilay süngü takmış olan askerlerini belediye meydanlığındaki kahvehanenin önünde bıraktıktan sonra kendisi öne atılarak asilere dağılmalarını söyler. Bununla da kalmaz, Giritli Mehdi Mehmet’i yakasından tutarak çeker. Mehdi Mehmet de silahını ateşleyip Kubilay’ı yaralar. Komutanlarının yaralandığını gören askerler kaçışırlar. Ağır yaralı olan Kubilay camiye sığınmak istemişse de ancak avluya kadar gelebilmiş ve orada düşmüştür. Ne askerlerden ne de halktan bir yardım gelmemesinden cesaret alan Giritli Mehmet, Ali oğlu Hasan’ın torbasından bir bıçak alıp Şamdan Mehmet ile birlikte yaralı Kubilay’ın yanına giderek daha ölmemişken, boynunu keser. Daha sonra da Kubilay’ın kesik başını caminin içindeki bir taşın üstüne koyup “Gördünüz mü, kafirlerin akıbeti işte budur” diye konuşur. Mehdi Mehmet ve arkadaşları buradan meydana giderek halktan kesik başı bayrak direğine bağlamak için ip de istemişlerdir. Bu sırada olay yerine gelen iki kır bekçisi isyancıların üzerine ateş açarlar. Çatışma sırasında bekçilerden Mustafa şehit olur. Tam bu sırada alaydan diğer bir müfreze gelerek havaya ateş etmeye başlayınca halk kaçışır. Mehmet de “bize kurşun işlemez, biz dervişiz, biz şeyhiz kaçmayın” diye bağırarak halkın kaçışmasına engel olmaya çalışmışsa da başarılı olamamıştır. Bunun üzerine müfreze komutanı da asilerin üzerine ateş etme emrini verir. Asilerden Giritli Mehmet, Şamdan Mehmet ve Sütçü Mehmet vurulup ölürken, diğer Bekçi Hasan da bu sırada vurulup ölür. Asilerin geri kalanları hemen orada yakalanmıştır. Ancak Nalıncı Hasan ve Alioğlu Hasan halk arasından geçerek kaçmışlarsa da, Manisa’da yakalanmışlardır. Olay esnasında ve sorgulama aşamasında Menemen’de bulunan kişilerle yapılan mülakatlarda gerek olayın oluş anı gerekse Menemen’in bu olayların merkezi değil isyanın aşamalarından biri olduğu ortaya çıkar. Olaydan sonra hükümet bir resmi bildiri yayınlayarak konuyu kamuoyuna duyurur: “Kendine mehdi süsü veren Derviş Mehmet namında bir mürteci; cahil beş silahlı arkadaşıyla Manisa’dan çıkmış ve köylerin dışında dağlarda bir çardakta barınarak bu sabah Menemen’e gelmiş; “Şeriat İsteriz” diye “innafetahneke” yazılı bir bayrak çıkararak halkı kendilerine iltihaka davet etmişlerse de halk reddetmiştir. Kendilerini ihata eden müfrezelerimizin teslim tekliflerini kabul etmeyerek müfreze üzerine ateş açan bu melun çete üçü ölü, birisi ağır yaralı olarak silahlarıyla tutuklanmıştır. Ağır yaralı; arkadaşlarını ihbar etmiştir. Vilayet makamınca derhal tedbir alınmış, bu maksatla olay mahalinde görev yapacak bir zabit kumandasında müfreze, vali muavini, savcı yardımcıları otomobillerle gönderilmişlerdir. Olay hakkında sadece İzmir vilaayetince tedbir alınmamış aynı zamanda Manisa vilayetimizle ortak haraket edilmiştir. Bu çete içinde olay gününden sonra kaçan iki çete üyesi, takip sonucu yakalanmıştır. Aynı gün akşamı gazetelere şu bildiri gönderilmiştir: “Bu sabah Menemen’de ifa edilmek istenen ve Manisa’da tarikat ve tekke hayatını gizlice yaşayan bazı irtica şakileri tarafından idare edilen irtica hareketi tepelenmiştir. İdare ve Adliye Makamatı büyük bir sür’at ve şiddetle tahkikata girişerek geç vakte kadar bu irtica, şekavet ve gizli tekkelerle alakadar adamları celp ve isticvap ve tevkif etmiş ve işle alakası görülen bazı maznumlar Manisa Vilayeti’nden, Menemen’e sevk edilmişlerdir. Tahkikatın icap ettirdiği her icraat yapılacaktır. İki firari üzerinden vilayetlerin müşterek takibatı şiddetle devam ediyor. Her tarafta tedbirler alınmıştır Olayın ardından 25 Aralık 1930 Perşembe günü şehitlerin cenazeleri defnedilmiştir. Tören olarak devlet merasim töreni düzenlenmiştir. Menemen Olayı’nın ilk değerlendirilmesi 28 Aralık 1930 günü Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in başkanlığında Dolmabahçe Sarayı’nda oldu. Bu toplantıda Menemen Olayı değerlendirilmiş ve alınacak tedbirler görüşülmüştür. Bu toplantı sonrasında Umum Erkan-ı Harbiye Reisi Fevzi Paşa Ankara’ya, Dahiliye Vekili Şükrü Kaya Bey ise hadisenin tahkiki için Menemen’e hareket etmiştir. Mustafa Kemal ATATÜRK ise, Menemen hadisesinden ve Kubilay Bey’in şehadetinden duyduğu üzüntülerini ve taziyelerini orduya, Umum Erkan-ı Harbiye Reisi Fevzi Paşa vasıtasıyla bir taziyetname yayınlanmıştır 23.12.1930’da sıkıyönetim ilan edilmiştir. İstiklal Mahkemesi kurularak 15.01.1931 yılında göreve başlayan mahkeme bu olayı tüm yönleriyle ele almış 105 sanığa değişik cezalar verilmiştir. İnkılap düşmanlarına karşın 24 Aralık 1934 yılında abide yapılarak devrim şehitleri anma günü olarak bugüne anlam katılmıştır. 31 kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 32 10 KASIM’I BAYRAM YAPACAKLARA ARMAĞAN 1. İSMET PAŞA - Efendim biliyorsunuz, asker kaçaklarıyla ilgili kanun mecliste kabul edildi. M. KEMAL - Memnun oldum İsmet Bey. Yalnız bu konuda çok dikkat edilmeli. İSMET PAŞA - Ne gibi? Neye dikkat edilecek? Biliyorsunuz savaşta kaçan askerin cezası bellidir: Kurşuna dizilmek. M. KEMAL - Savaş mahkemeleri bu mantıkla çalışırsa ölüm makinesine döner. İSMET PAŞA - Ne yapmalı efendim? Asker kaçaklarının önüne nasıl geçeriz? M. KEMAL - Askerden kaçan Mehmetçik, köyüne dönünce neyle karşılaşacağını kestiremez ama köydeki durumu görünce… İSMET PAŞA - Köydeki durum ne olabilir Mustafa Kemal Paşa? M. KEMAL - Köyde kadınlardan, çocuklardan, yaşlılardan başkasını bulamaz. Onlardan utanacaktır. İSMET PAŞA - Utanması neyi değiştirir? M. KEMAL - Ben Mehmetçiği tanırım. Utanmak onu cepheye döndürecektir. İSMET PAŞA - Sizce ne yapılmalı? M. KEMAL - Önce kaçaklarla konuşmak, cepheyle Savaş Mahkemesi arasında bir seçim yaptırmak yerinde olur. İSMET PAŞA - Köyüne gidemeden yakalananlar da mı seçim yapacak paşam? M. KEMAL - Evet onlar da… Kardeşim İsmet Bey, kımıldayan cana ihtiyacımız var, biliyorsunuz. İSMET PAŞA - Anladım paşam. Bunu, Savaş Mahkemelerinde görevlendireceğimiz arkadaşlarla konuşacağım 2. VALETTAS - (Üzgün) Generalim haberler kötü. HACİANESTİ - (Canı sıkkın) Ne kadar kötü General Valettas? Çok mu kötü? VALETTAS - (Üzgün) General Franges’in emrindeki birlikler Uşak’a çekiliyor. Bazı askerlerin birliklerinden ayrılıp öbekler halinde batıya doğru kaçtıkları bildiriliyor. HACİANESTİ - Trikupis ne yapıyor? VALETTAS - (Üzgün) Ondan hiçbir haber yok General Hacianesti. HACİANESTİ - İki gündür kararsızdım General 32 Valettas; Uşak’a gidip gitHidayet Karakuş - Şair, Yazar memekte kararsızdım. VALETTAS - Artık çok geç generalim, çok geç. Mustafa Kemal dize getirdi bizi. HACİANESTİ - Peki İngilizlere yaptığımız öneri ne oldu? Hani onlar aracılığıyla ateşkes isteyecektik? 3. L. GEORGE - (Şaşırmış) Ne Yunanlılar ateşkes mi istiyorlar? Hayır, bin kere hayır! Ne yapmak gerekir? Tanrı’m bu benim iflasım demektir. General Rumbold, bir şeyler söyleyin. H. RUMBOLD - Sayın Lloyd George, General Harington bana, “Sürpriz beklemediğinizi” söylemişti. HARİNGTON - Öyle ama Türkler bizi gafil avladılar sayın başbakan. H. RUMBOLD- Bu adamları durdurmak için bir şey yapmalıyız. Yoksa Yunanlılarla birlikte biz de yenilmiş olacağız. Ne önlem aldınız General Harington? HARİNGTON - Yunanlılara cesaret vermesi için İzmir’deki subayımıza telgraf gönderdim. Hacianesti, Trakya’dan bir tümen çekti. Bu tümen yardımıyla Türkleri Alaşehir hattında durdurabileceklerini sanıyorum. H. RUMBOLD - (Umutsuz) Umarım… 4. BAGORCİ - Filipos, kaç yangın taburu kurduk? FİLİPOS Sayın Bagorci, merak etmeyin efendim. Üç bin kişilik bir kuvvet ayırdık bu iş için. BAGORCİ - Peki planınız nedir? Ne yapacak bu üç bin kişi? FİLİPOS Komutanım, Manisa’yı ve halkını yok etmek için bu üç bin kişinin bini şehri yakacaktır. BAGORCİ - Peki öteki iki bin ne yapacak? FİLİPOS Bin asker şehri kuşatacak; dışarı çıkanlar imha edilecek. Kalan bin kişi de evleri tek tek arayıp saklananları bulacak. BAGORCİ - (Memnun) Güzeeel! Peki yangın müfrezelerini ötekilerden ayırmak için bir şeyler kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 33 FİLİPOS - M. KEMAL - TRİPUKİS M. KEMAL TRİPUKİS - M. KEMAL TRİPUKİS M. KEMAL TRİPUKİS M. KEMAL TRİPUKİS - yaptınız mı? Bir işaretleri filan var mı Elbette. Türkleri yanıltmak için yangıncıların hepsi kalpaklı olacak. Anlarsınız ya, Mustafa Kemal’in kalpağından esinlendik. Ayrıca yangıncıların göğüslerine kırmızı şeritler takılacak; onların yangıncı oldukları bilinecek. Bu şehrinizi biz değil, M. Kemal yaktı, demek olacak. 5. (Sakin) Hacianesti yerine başkomutanlığa atandığınızı biliyor musunuz General Trikupis? (Gergin) Hayır! Bildirmek için sizi telsizle arıyorlardı. (Üzgün) İşte durumumuz bu mareşalim. Yönetim her zaman olayların gerisinde kaldı. Üzülmeyin general; siz görevinizi yaptınız. Siz cephede neredeydiniz mareşalim? Süngülerin parladığı yerde. Savaş uzakta değil içinde kazanılır elbette. Sizin için bir şey yapabilir miyim general? (Duygulu) Eşime sağ olduğumun bildirilmesini rica ederim. M. KEMAL - Gereken yapılacaktır general. Siz artık bizim konuğumuzsunuz. ……… “29 Ekim’i yas günü, 10 Kasım’ı Bayram yapacağız” diyen zavallı milletvekili adayına yukarıdaki sahneler de bir şey anlatmayacaktır biliyorum. Ataları, Bagorci gibi katillerin eline düştü belki de. Ancak nankörlüğün sınırı yok. Einstein “İki şey sınırsızdır: evren ile ahmaklık. Birincisinden yine de kuşkuluyum” diyor ya bunlara hainliği de ekleyebilirsiniz. Ucuz kahramanlıklarla, savaş koşullarında bile insancıllığı elden bırakmayan, gerçekçiliği en üst düzeyde olan Büyük Atatürk’e düşman parti önderlerinin gözüne girmek için ettikleri bu sözler, onların beyince ne denli küçük, ahlâkça ne düzeyde olduklarını gösteriyor elbette. Kendilerinin yukarıdaki sahnelerde yer alan komutanlardan hangileriyle akraba olduklarını düşünmelerini isteyecektim ama düşünmek bilgi ister. En küçük bir tarih bilgisinden, yurt sevgisinden, insanlık bilincinden yoksun olanlara ne dense azdır. Kurtuluş Savaşı’ndan seçtiğim bu beş sahne, onların nankörlüklerine armağan olsun! S O N DA K İ K A . . . AZİZ SANCAR Dergimizin bu sayısında Sayın Mustafa Solak, 2015 yılının Nobel Kimya ödülünü kazanan Prof. Dr. Aziz Sancar ile ilgili bir yazı yazdı. Bu yazıyı tekrarlamak niyetinde değiliz. Aziz Sancar’ın bir bilim dalında Nobel ödülü kazanması ülkemiz için elbette bir gurur meselesidir. Bunlar çok yazıldı, çizildi. Onları da tekrarlamak niyetinde değiliz. “Son dakika” da ele alacağımız Aziz Sancar’ın en yeni davranışıdır. Aslında, biraz öncesine gidersek, batı basını özellikle de BBC Aziz Sancar’ın etnik kimliği ile çok ilgilendi. Onu Kürt ya da Arap olarak tanımlayamayınca, hiç değilse “Türkiyeli” olmaya ikna etmeye çalıştı. Başaramadılar. Aziz Sancar, herşeyi cumhuriyete borçlu olduğunu belirterek bu çabaları yanıtlamış oldu. Gelelim “son dakikaya”; Aziz Sancar, Nobel madalyasını ve sertifikasını 19 Mayıs 2016’da Anıtkabir’de sergilenmek üzere Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’a teslim etti. Türk Ordusu’nun PKK terör örgütüne karşı kararlı bir mücadele yürüttüğü bir dönemde bu davranışı oldukça anlamlı bulundu. Öte yandan, hemen arkasından eşi ve kızı ile birlikte Cumhurbaşkanı’nı ve Başbakan’ı ziyaret etmesi ve Cumhurbaşkanı ile yemek yemesi bazı çevrelerin eleştirilerine uğradı. Biz kendisini hiç sevmeyiz, ancak nesnel bir gerçek var: Tayyip Erdoğan bu ülkenin cumhurbaşkanı. Nasıl seçildi bu makama? “Çatı adayı” olarak Ekmeleddin İhsanoğlu cumhurbaşkanı adayı olarak gösterilmeseydi, bugün ne Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olarak başımızda olacaktı ne de kaçak saray gibi bir sorunumuz olacaktı. Yanı bir “kendim ettim kendim buldum” durumu. Gelelim başbakana; 2015 genel seçiminde AKP ve HDP dışındaki partiler, elbette cumhuriyetten yana olanlar birleşebilselerdi, Tayyip Erdoğan’ın seçim taktiklerini boşa çıkarabilselerdi, bugün Davutoğlu gibi “kifayetsiz” bir başbakanımız olacak mıydı? Alın size bir başka “kendim ettim kendim buldum” durumu daha. Biz, cumhuriyetçiler şekille uğraşacağımıza ortak paydalarda birleşmeyi öğrendiğimizde hem Aziz Sancar’larımız çoğalacak hem de onlara haksızlık etmemizi gerektirecek bir durum olmayacak. Çünkü o zaman ne Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı ne de DÜŞÜN DERGİ Davutoğlu başbakan olacak! 33 kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 34 TÜRK KADINININ SİYASAL ÖZGÜRLEŞME TARİHİ VE SEÇME/SEÇİLME HAKKI Tarih sırasına göre Kemalist devrimin kadınlara en son tanıdığı haklar siyasal alanla ilgili olanlardır. Bu haklar hangileri ve kadınlar bunları nasıl kazandılar? Siyasal yaşam için gösterdikleri ilgi ve katılım hangi ölçülerdeydi? Tüm bunlar Türk kadınının siyasal özgürleşme uğraşında tek tek incelenmesi gereken önemli konular. Sayfamızın izin verdiği ölçüde üzerinde düşünmeye başlayalım!.. Türk kadınları siyasal hakların kullanılmasında erkeklerle tam bir eşitliğe üç aşamada ulaşmışlardır: 3 Nisan 1930’da Belediyeler Yasası’nın 23.maddesi 18 yaşındaki kadınlara oy hakkı tanırken 24. madde seçilebilme hakkını getiriyordu. Oysa, milletvekillerine hükümetin sunduğu ilk tasarıda bu haklardan söz edilmemekteydi.(1) Bu haklar tasarıya Mustafa Kemal’in isteği üzerine eklenmişti. Belediyeler Yasası tasarısının kadın haklarıyla ilgili olarak değiştirilmesini isteyen önerge İçişleri Bakanı Şükrü Kaya tarafından verildi. Önergeyi sunuş konuşmasında Türk kadınının yaşamın her alanında oynadığı rolü öven Bakan, kadının seçmen ve yerel temsilci ödevlerini ciddiyet ve yeterlilikle yerine getireceğine kesin inancı olduğunu belirtti. Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında kadının erkek savaşçılarla yan yana ve omuz omuza çarpıştığını uzun uzun anlatan Şükrü Kaya: “İstibdat ve cehalet devirlerinden arta kalan kötü ve sakat zihniyetlerin, geri ve çürük düşüncelerin Cumhuriyet ve inkılabın temiz ve erdemli muhitinde yeri yoktur. Kadınlarımızın yakın yıllarda yasama meclislerinde de erdemli yerlerini alacaklarına şüphe yoktur” dedi. Daha sonra söz alan Kars millet- vekili Ahmet Ağaoğlu ve Eskişehir milletvekili Emin Bey de uzun uzun bu görüşleri savundular.(2) Büyük Millet Meclisi’nin bu kararına koşut olarak o zamanın tek partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi kadınlardan da üye kabul etmeye başladı. Partiye ilk yazılan kadın, Parti Müfettişi Hakkı Şinasi Paşa’nın kızı Resmiye hanım İstanbul il örgütü üyesi oldu.(3) Yerel seçimler çerçevesinde kadınların haklarının parlamentoda oylanması nedeniyle; kurulduğu 1924 (1) İkdam, 25 Kasım 1929. (2) Afet İnan, Atatürk ve Türk Kadın Haklarının Kazanılması, s.129-137, İstanbul, 1968. (3) Milliyet, 7 Nisan 1930. (4) Milliyet, 12 Nisan 1930. 34 tarihinden itibaren kamuo- Mehpare ÖZKABAN - Eğitimci, yunun zihnini kadınların Sosyolog siyasal hakları lehinde evrimleştirmeye çalışan Türk Kadın Birliği 11 Nisan 1930’da Sultan Ahmet meydanında bir açık hava toplantısı düzenledi. Toplantının sonunda bir kadın yürüyüş kolu Taksim alanına yürüyerek Atatürk anıtına çelenk koydu.(4) Türk Kadın Birliği Başkanı Nezihe Muhittin hanım, daha 1926’da birkaç yıl içinde yaşamın tüm alanlarında, en alçak gönüllü işlerde olduğu kadar çok büyük uzmanlık ve beceri gerektiren mesleklerde de yeteneklerini kanıtlamış olan kadınların, özellikle seçme ve seçilme haklarının elde edilmesiyle siyasal yaşama tam olarak katılmasının kabul edilmesini istediğini belirtiyordu.(5) 1927 Mart ayında Türk Kadın Birliği İstanbul’da bir kongre yapmaya karar verdi. Oturumlara başkanlık eden Nezihe Muhittin hanım çalışmalar sırasında; kadınlar için oy hakkı ve onların yerel seçimlere katılmalarını istedi. Oysa, 1924’de kurulduğunda Türk Kadın Birliği, zamanın çok özel koşulları nedeniyle ve kuruluşuna karşı çıkabilecek engelleri önlemek için, siyasal nitelikli tüm maddeleri tüzüğünden çıkarmıştı. Şimdi ise Türk Kadın Birliği yeni bir yön benimsemiş oluyordu.(6) Bu durumda da derneğin tüzüğünün değiştirilmesi gerekiyordu. İstanbul valisi bu değişikliği yapmayı reddetti. Kadınların görevlerinin esas olarak çocuk doğurmak ve yetiştirmek olduğunu ileri süren vali, onların ne siyasal haklara sahip olmalarını, ne de kamu görevi yapmalarını uygun buluyordu. Kadın Birliği bu tavır karşısında isyan ederken hükümet, valinin tutumunu benimsemedi, tüzüğü onaylamasını istedi.(7) Aynı yıl içinde, yapılması beklenen seçimler Kadın Birliği’nin istemlerini yoğunlaştırmasına neden oldu. “Devrimleri doğuran, çabalar ve savaşımdır. Biz de seçimden seçime her yurttaş gibi haklarımızı alacağımız güne değin savaşmayı sürdüreceğiz. Yasalar, er geç toplumsal yaşamın gereklerine uymak zorundadırlar.”(8) (5) (6) (7) (8) Cumhuriyet VI, S.19, 1926. Cumhuriyet, 26 Mart 1927. Milliyet, 25 Nisan 1927. T. Taşkıran, Kadın Hakları, s.124, İstanbul, 1965. kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 35 Bu ve benzeri çalışmalarla Türk kadınının siyasal bırakmaktaydı. Dolayısıyla Anayasa’da yapılan değişikyaşamda yer alışının kazanılmasından sonra ikinci liklerle uyumlu olarak bu maddelerin de değiştirilmesi aşama 26 Ekim 1933’de aşıldı. 1924 tarihli Köy gerekiyordu. Yasası’nın 20 ve 25. maddeleri değiştirilirken ihtiyar Tasarıyı sunuş konuşmasında Başvekil İsmet İnönü, heyeti seçiminde ve “Muhtar”ın belirlenmesinde kadına siyasal haklarının tümünü tanımakla kadınlara da seçme ve seçilme hakkı tanındı.(9) Türkiye’nin, ona eski yetkilerini geri vermekten başka Anımsatalım ki; köylerde yönetme yetkisi, medeni ve bir şey yapmadığını söylüyor ve şöyle sürdürüyordu: siyasal haklara sahip 18 yaşındaki tüm köylülerin üyesi bulunduğu Köy Derneği, Köy Derneği tarafından seçilen ve nüfusu bin kişiden az köylerde 8, binden çok olan köylerde ise12 üyeden oluşan İhtiyar Heyeti ve son olarak da yine Köy Derneği Genel Kurulu tarafından seçilen “Muhtar” eliyle kullanılırdı.(10) En önemlisi olan üçüncü aşama ise Türk kadınlarının siyasal özgürleşmesi yapıtını taçlandırma aşamasıdır. Bu amaçla ilk adım daha 1923 yılında, Nezihe Muhittin hanım önderliğinde ilk kadın partisi olan “Kadınlar Halk Fırkası”nı kurma isteğiyle atılmıştı. Fakat bu girişim, 1909 Seçim Yasası gerekçe gösterilerek, Kadınlar Halk Fırkası’nın “Türk Kadın Birliği” adlı derneğe dönüşmesi ile sonuçlanmıştı. 1924 Anayasası hazırlanırken de kadınların milletvekili seçme ve seçilme hakkına sahip olması gündeme gelmişti ancak Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu’nda bu hakların yalnızca erkeklere tanınması fikri ağır basmış ve kadınlar bu konuda hak sağlayamamışlardı. Şimdi bu aşama onlara, 4 Aralık 1934’te yasama seçimlerinde genel oy hakkını veriyordu. 3 Nisan 1930 tarihli oturumda TBMM kadınlara belediye seçimlerine katılma, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde o gün, seçme ve seçilme hakkı tanıyan yasayı kabul etti. 8 Şubat 1924’te kurulan Kadınlar Birliği kazanılan hakkı kutlamak için 11 Nisan’da Anayasa’nın ve genel oyu erkeklerle sınırlaya- Sultanahmet’te büyük bir “Kadınlar Mitingi” düzenledi. Taksim Anıtı’na çelenk koyrak kabul eden seçim yasasının ilgili maddele- maya giden Türk Kadınlar Birliği üyeleri Yeni Cami önünde. rinin değiştirilmesi lehinde pek çok önemli konuşmalar yapıldı. “Türk kadınının hakkı olduğu yerden ayrılıp bir süs gibi, memleket işine karışmaz bir varlık gibi bir 191 milletvekilinin imzasını taşıyan tasarı, eski 10 köşeye konması, Türk töresinin ve Türk anlayışının ve 11. maddenin yerine aşağıdaki maddeleri öneriyorzıddı olan bir usuldür ki onun Türk memleketlerindu: - “22 yaşını bitiren kadın erkek her Türk, milletvekili seçme hakkına sahiptir.” - “30 yaşını bitiren kadın erkek her Türk milletvekili seçilebilir.” de yerleşmesi, asırlarca geçirdiğimiz felaketlerin başlıcalarından ve esaslılarından birini teşkil eder.” Tasarı ayrıca seçim yasasının 2. maddesini değiştirerek her 20.000 nüfusa bir milletvekili ilkesi yerine “her 40.000 nüfusa bir milletvekili” ilkesini getiriyordu. Ayrıca, Seçim Yasası’nın 5, 11, 16, 28 ve 58. maddeleri, tıpkı Anayasa’nın 10 ve 11. maddelerindeki deyimleri içerdiğinden kadınları siyasal haklar dışında Şebinkarahisar milletvekili Sadri Maksudi de Başvekil’i destekliyor ve Türk tarihinin her döneminde kadının siyasal yaşama katıldığı görüşünü doğrulayarak; “Kadının siyasete katılması, tartışmasız olarak, Türklerde bir gelenektir” diyordu. Türklerin tüm tarihleri boyunca kadının erkeğin yanında oynadığı siyasal rol nedeniyle olduğu kadar Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda kadınların da kavgalara (9) Cumhuriyet, 28 Ekim 1933. (10) E. Ergin, Köy İdaresi, Sivas, 1945. 35 kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 36 katılmış olması nedeniyle İsmet İnönü şöyle diyordu: “Türk kadınına bu hakkı bir lütuf olarak veriyoruz kanaatinde asla değiliz ve kimse bu kanaatte olamaz. Bizim kanaatimiz, bizim ananemiz, Türk kadını için böyle vazifelere girmek, esasen hakkı olduğu ve yanlış olarak, zulüm olarak, çoktan beri geri bırakıldığı merkezindedir.” Başvekil için Kemalist Devrim kadını gerçekten özgürleştirmiştir: “Türk inkılabını tarih anlatırken bunun bir “Kurtuluş” olduğunu en başta söyleyecektir. Türk inkılabı denildiği vakit bunun “kadının kurtuluş inkılabı” olduğu beraber söylenecektir. Şimdi almakta olduğumuz teşebbüs, bu kurtuluş istikametinin tamamlanması, sonuçlanması ve en verimli hale getirilmesidir.” Öteki konuşmacılar gibi İsmet İnönü için de tüm Türk halkı ve Büyük Millet Meclisi, kadının devlet işlerine katılmasından geniş ölçüde yararlanacaklardır. “Gelecek Büyük Millet Meclisi’nde kadın saylavlarla beraber çalışmak, Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşundan beri, bu memlekete getirdiği feyizlerin daha çok genişlemesini, daha iyi verimlerde bulunmasını temin edecektir kanaatindeyiz.” Başvekil İsmet İnönü kadının kurtuluşunun Mustafa Kemal’in ulusa yaptığı büyük hizmetlerden biri olarak anılacağını ve şimdiki meclisin en büyük övüncünün de kadınlara erkeklerin sahip olduğu siyasal hakların aynını tanımış olmaktan geleceğini belirterek sözlerini tamamladı. Bu konuşmalardan sonra yapılan oylamada tasarı; 317 milletvekilinden 258’inin olumlu oyu ile kabul edilirken 53 kişi çekimser kalmış, 6 boş oy kullanılmıştı.(11) 1930’da olduğu gibi tüm yurtta gösteriler düzenlendi. Başkent Ankara’da kadınlar “Halk Evi”nde toplandılar. Bir çok kadın konuşmacıyı dinledikten sonra yürüyüş halinde Büyük Millet Meclisi’ne giderek milletvekillerine ve Gazi’ye minnet ve şükran duygularını ilettiler. Böylece Türk kadını, daha 1934’te, yani tüm Müslüman ülkelerdeki kız kardeşlerinden, hatta batıdaki örneğin Fransız ve İtalyan kadınlarından daha önce, erkekle aynı siyasal hakları elde etmiş oluyordu. Ι. Dünya Savaşı’ndan önce yalnızca üç ülke kadınlara erkeklerle seçim eşitliği hakkını tanımıştı: Yeni Zelanda (1889), Finlandiya (1906) ve Norveç (1913). İki savaş arasında benzer reformları tamamlayan ülkeler ise şunlardı: Güney Afrika Birliği (1930), Seylan (1931-1934), İspanyol Cumhuriyeti (1931), Brezilya (1932), Siyam (1932), Küba (1934), Uruguay (1934), Birmanya (1935), Romanya (1935) ve Filipinler (1937). (12) (11) Afet İnan, a.g.e., s.139-150. (12) Maurice Duverger, Kadınların Siyasal Yaşama Katılması, s.143-144, Paris 1955. 36 3 Nisan 1930’da kabul edilen Belediyeler Kanunu’nda seçme ve seçilme hakkı kazanan kadınlar belediye seçiminde oy kullanırken. Türk kadınları 1935 yılında Büyük Millet Meclisi’nde sandalye sahibi olacaklar ve siyasal haklarını kullanmada erkeklerle kesin olarak eşitliği elde edeceklerdi. Aynı yılın 18 Nisan’ında İstanbul’da “Kadının Oy Hakkı ve Medeni Eşitliği Uluslararası Birliği”nin düzenlediği XII. Uluslararası Kadınlar Kongresi toplandı. Bu kongrede 40 ülke temsil ediliyordu. Türk Kadın Birliği, kadınlara erkeklerle hak eşitliği amacını gerçekleştirdiklerini ileri sürerek kendi kendini dağıtma kararı aldı. Kongre’nin açılışında Birlik başkanı Latife Bekir hanım yaptığı konuşmada, Türk kadınının kurtuluşunun erdeminin Mustafa Kemal’e ait olduğunu vurgulamış ve şöyle demişti: “Türkiye’de kadın, Atatürk tarafından çarşafı çıkarıp atmaya ve erkeğin yanıbaşında kendisine düşen yeri almaya çağırılmıştır. Onca fırtınalar arasında, yarısına kadar batmış bir ulusun yazgısına derin bir inancı korumayı bilmiş ve o bin bir çeşit çelişkiler ortasında Türk kız kardeşlerinin özlemlerini fark edebilmiş bir dahi olarak O; biz kadınlar için yalnızca yurdun kurtarıcısı değil, Türk kadınının da kurtarıcısıdır. Bu nedenledir ki, XII. Kongre’nin toplanma yeri olarak İstanbul’u önermekle, bizlere kendiliğinden verilmiş bulunan ve Türk kadınının haremin parmaklıklarından, parlamento kürsüsüne geçişini bir tek kuşağın görmesine yol açan haklar için, Atatürk’e olan minnet ve şükranlarımızı dile getirmek istedik.”(13) Kongre’nin kendisi de Gazi’ye, Türk kadınına sağlanan hak ve özgürlüklerden dolayı teşekkür eden bir tel çekti.(14) Gerçekten de, o zamana kadar kadının siyasal hakları üstüne görüşlerini açıklamak istemeyen Mustafa Kemal’in Türk kadınının siyasal haklarını kazanmasındaki rolü son derece belirleyici olmuştu.(15) (13) Milliyet, 19 Nisan 1935. (14) Milliyet, 19 Nisan 1935. (15) Afet İnan, a.g.e., s.137-139. kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 37 ÖTEKİ MEHMET AKİF - VAİZ Ümran KEBABÇIGİL SİNAN MEYDAN ÖTEKİ MEHMET AKİF – VAİZ İNKILÂP YAYINLARI – 2015 Düşün Dergimiz’in bu sayısında Mehmet Akif’e geniş yer verdik. Kitap tanıtma köşemizi de O’na ayırdık. Sinan MEYDAN’ın Öteki Mehmet Akif – Vaiz eserini tanıtıyoruz. Bu eseri okurken bir kez daha şunu gördüm. Belgesel niteliği taşıyan bu tür eserleri okumadan önce bir ön çalışma yapmamız gerekiyor. Olayların geçtiği dönemlerin panoraması çok net çizilmeli, kitapta adları geçen kişiler iyi tanınmalı. Bu da ancak farklı görüşlere sahip yazarların, araştırmacıların kaynaklarını okumak ve sentezlemekle oluyor. Yani kendimiz de ciddi bir çalışmadan geçiyoruz. Ben Vaiz’i okumadan önce ve okurken Safahat’ı yanımdan hiç ayırmadım. Şairin dönemlere göre yazdığı şiirleri inceledim, Kazım KARABEKİR’in “Günlükler” ve “İstiklal Harbimiz” eserlerini yeniden okudum. Sinan MEYDAN’ın yazdıklarıyla yararlandığı kaynakları karşılaştırdım. Mithat Cemal KUTAY, Şerif MARDİN, Uğur MUMCU, Dücane CÜNDİOĞLU, kitapta belirtilen kaynaklardan birkaçı. Onlardan yapılan alıntıları tek tek ayrıca okudum. Şuna inandımki olayları bugünden bakarak değerlendirmek yanlış, o günün şartlarıyla değerlendirme yapmalıyız, yoksa doğrulara ulaşmakta çok zorlanırız. Sinan MEYDAN, Vaiz’i “Mehmet Akif’i övmek veya yermek için değil, uydurulmuş M. Akif’e karşı gerçek M. Akif’i göstermek için yazdım.” diyor. Bunu yaparken bize o günün Osmanlı İmparatorluğu’nu, bugüne nasıl kavuştuğumuzu tarafsız, yalın, akıcı bir dille 4 ana başlık altında anlatıyor: 1. Bölüm “ Akif’in medeniyet görüşü ” 2. Bölüm “ Akif’in dine ve düne bakışı ” 3. Bölüm “ Direnişçi Akif “ 4. Bölüm “ Akif’i kullanıp Atatürk’e saldırmak “ Kitapta M. Akif’le yapılan son röportaj da ayrıca yer alıyor. Şair bu röportajda Kurtuluş Savaşı’nı şöyle anlatıyor: “ Allah’ım ne muazzam zaferdi o ! ( Büyük Taarruz ) Ortalık herc-ü merç oldu. 5-6 saat içinde bir başka dünya doğdu... Ve biz mest olduk ! Artık benim, ne düşünecek, ne yazacak, hatta ne yaşayacak takatim kalmıştı... Bizim dilimiz tutulmuştu. Ordu bizzat yazıyordu.” Karşıyaka A.D.D’nin sevgili üyeleri, sizlerin, aydınlık günlere olan özleminizi biliyorum; çünkü ben de sizler gibi laik, demokratik, Atatürk ilkelerine bağlı bir vatandaş olarak ülkemin bugun yaşadıklarından çok büyük endişe duyuyorum. Büyük şair, Safahat’ın 6. Kitabı “ Asım “’da sanki bugünün Türkiye’sini anlatıyor. Kitabımızın yazarı Sinan MEYDAN, sonuç yerine şu dizeleri almış, başka söze gerek yok diyor: “ Bana anlat bakayım şimdi; şu biçare ocak, Zorbalar saltanatından ne zaman kurtulacak ? Hiç bu mantıkla, a dîvâne, hükümet mi yürür ? Bir cema’at ki erenler işi yumrukla görür, Kafa bitmiş demek artık, çekiver kuyruğunu ! Kuvvetin hakkı mıdır enselemek bulduğunu ? Bize, Asım, ne şunun yumruğu lazım, ne bunun; Birinin pençesi ister yalınız: Kanunun. Ver bütün kudreti kanunaki vahdet yürüsün... Yoksa millet değil, ancak dağınık bir sürüsün... Memleket zaten ayol baksana: Allak bullak, Sen de hissinle yürürsen batırırsın mutlak. Ya kuzum, zaptiye ruhuyla hükümet sürenin, Yeri altındadır, üstünde değil kürenin ! “ Bir kitabı okuyanlar kendisine göre sonuçlar çıkarırlar. Beğenirler, beğenmezler ya da bazı bölümleri diğerlerinden daha önemli bulurlar. Ben de bu hakkımı kullanıp kitabın en önemli bölümünün dördüncüsü, “Akif’i kullanıp Atatürk’e saldırmak” olduğunu düşünüyorum. Akif, kitapta anlatıldığı üzere İslami dünya görüşüne sahip bir insan. Ancak, “İslamın Halifesi’ne isyan etmek gerektiği” konusunda Mustafa Kemal ile aynı görüşte. Çünkü bir vatansever. Ülkenin bağımsızlığına olan bağlılığı İslama olan bağlılığından daha az değil. Öte yandan laik bir cumhuriyetçi de değil. Mehmet Akif Ersoy, Atatürk’ün, “arkadaşlarım, inkilap kendi idraklerinin hududuna geldikçe beni terk etmeye başladılar,” sözü kapsamındadır. Belirtilmesi gereken önemli bir nokta da son günlerini yaşamak üzere vatanına dönmüş olmasıdır. Gelecek sayımızda buluşmak üzere hoşçakalın. 37 kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 38 ÇAĞDAŞ TÜRK RESİM SANATI Türk ressamları ancak 19. yüzyılda akademik çalışma yapma imkanı bulmuşlardır. Avrupa’da eğitim görerek veya yabancı hocalarla çalışarak Batı sanatıyla ve kültürüyle birebir tanışabilmişlerdir. Bu modernleşme hareketi devlet isteğiyle olmuş, askeri okullara resim sanatı konulmuştur, bu nedenle ilk ressamlar genelde ünvan sahibi kişilerden çıkmıştır. Bir kısmı da askerî okul çıkışlı oldukları halde, yurt dışına gitmeden sanatsal yeteneklerini ve tavırlarını yurt içindeki öğretmenlikleri sırasında geliştirmişlerdir. Bu dönemin önemli isimleri arasında Ferik İbrahim Paşa, Fahri Kaptan, Halil Paşa, Şeker Ahmet Paşa, Hoca Ali Rıza, Süleyman Seyyid ve Osman Hamdi Bey sayılabilir. 1908’de kurulan Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’nin asker kökenli ressamlarından sivil kuşağa geçiş, 1910 Çallı Grubu olarak bilinen izlenimci ressamlar kuşağıyla gerçekleşmiştir. Türk resminde figür geleneğini başlatan Osman Hamdi’den bu ressamlara geçiş, aynı zamanda modernleşme sürecinin de başlangıcını oluşturur. Bu gruptaki ressamlar fazla renkçi olmayan optik bir izlenimciliğe yönelmişlerdir. Başlıca sanatçıları olarak Hüseyin Avni Lifij, Feyhaman Duran, Hikmet Onat, Nazmi Ziya Güran sayılabilir. İbrahim Çallı ise bu isimlere göre daha akademik bir yol izlemiştir. Yeni başkent Ankara'da kurulan ilk millî hükümet, kültür ve sanat sorunlarına önemle eğilmiştir. Bunu, ilk hükümetin 9 Mayıs 1920 tarihli programında açıkça görebiliriz. Onu izleyen hükümet programlarında sanat konusu, özellikle Atatürk döneminde özel bir yer tutar, milli yaratıcılık ve sanatın gelişmesi üzerinde ısrarla durulmuştur. En eski sanat eğitim kurumu olan Güzel Sanatlar Akademisi köklü değişikliklere gitmiş, konservatuvar ve tiyatro çalışmalarına girişilmiştir. Bu amaçla müzik ve resim başta olmak üzere, sanatın çeşitli dallarında öğrenim görüp yurda dönmeleri için Avrupa'ya öğrenciler gönderildi. Bu öğrenciler yurda dönüşte, sanat eğitim kurumlarında öğretmenlik ve yöneticilik yaparak deneyimlerini aktarmaya başladılar. Böylece ülkemizde sanatsal devinim hız kazandı. Cumhuriyetin kurulması ile sanatın; kültürel gelişimin ve aydınlanmanın temel taşlarından biri kabul edilmesi sonucu, modernleşme hareketiyle Osmanlı İmparatorluğu’nda açılan ilk güzel sanatlar okulu Sanayii Nefise Mektebi 2 Mart 1928’de Güzel Sanatlar Akademisi adını almış, bunun ardından 1929 yılında Bağımsız Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği kurulmuş38 tur. Türk öğretmenlerinin yetiştirdiği bu ilk kuşak, Türk resim sanaEvrim GÖKÇELİK tında da yeni bir dönemin öncüsü olmuştur. Bu sanatçılar Osmanlı Devleti, Kurtuluş Savaşı, Atatürk’ün başlattığı yenilikler ve Cumhuriyet’in ilk yıllarıyla ilgili eserler ortaya koymuşlardır. Cumhuriyet dönemi ve sonrasındaki temel sanat hareketlerini çeşitli başlıklar altında inceleyebiliriz. Müstakil Ressamlar: Cumhuriyet öncesi başlayan sanatsal gruplar daha sonra da devam etmiştir. Bu gruplardan Müstakil Ressamlar Ve Heykeltraşlar Birliği Türkiye’de çağdaş Türk sanatının “devrimci” diye niteleyebileceğimiz büyük adımlarından biridir. Bu birlik 1929 yılında kurulmuş olsa da hareketin fikirsel temeli 1923 yılına dayanır. Öncülüğünü ve kuruculuğunu Zeki Kocamemi (1901-1959) ve Ali Çelebi (1904-1993)’nin yaptığı grup, izlenimcilerin aksine, renkten çok çizgisel kuruluş üzerinde durmuşlar, özellikle de Alman anlatımcı ve kuruluşçu resminden esinlenmişlerdir. Geleneksel Galatasaray sergileriyle isimlerini duyuran derneğin ressamları arasında Refik Epikman, Hamit Görele, Nurullah Berk, Şeref Akdik, Hale Asaf, Mahmut Cuda, Cevat Dereli (1900-1989), Ali Avni Çelebi, Muhittin Seba da vardır. Ayrıca, Ali Çelebi, 1931’de Paris’te açılan “Bağımsızlar Sergisi”ne “Maskeli Balo” (1928) adlı yapıtı ile katılmış, grubun adı uluslararası platformlarda da duyulmaya başlamıştı. Müstakiller, Cumhuriyet döneminin ilk sanatçı topluluğudur. Bunun yanı sıra sanatçının ekonomik özgürlüğünü de savunan ilk sanat birliğidir. Resim sanatını halka sevdirmek için büyük çaba göstermişlerdir. Tüm zorluklara rağmen sergilerini değişik illerde sergilemişler, sergi salonlarının ücretli olmasına karşı çıkmışlardır. Müstakiller Ressamlar Birliği’nin en çarpıcı tarafı ressamların ortak özelliklerinin yok denecek kadar az olmasıdır. Hemen hemen hepsi değişik akımların etkisi altında çalışmışlardır. Bu ressamlarımızın çoğunun renkçi kaygılardan ve optik izlenimlerden çok resimlerinde, desen sağlamlığına ve çizgiye önem verdiklerini fark edebiliriz. Müstakillerin renkten çok desene önem vermelerinin sebebi, o dönemde sanatçıları etkisi altında bırakan akımların ortak özelliğinin de renkten çok desen ve çizgiyi temel almalarıdır. kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 39 D Grubu: Grubu’nun gözlerinden öperim." sözleriyle D Grubu'nun 1933 yılında bazı ressamlar, Türk resim sanatına bildirgesini dolaylı yoldan açıklayarak, sanatın yansıtyeni bir çizgi ve boyut getirmek için “D Grubu' nu macı değil, düşünsel bir alt yapıya gereksinimi olduğukurdular. “D Grubu” nun sanattaki hareket noktası nu vurgulamıştır (SAFA, 1933a: 2) empresyonist (izlenimci) eğilimlerin dışında kalmak Her ne kadar amaçları; resim yaşamını canlandırolmuştur. Bu ressamlar Türk resim sanatının Avrupa mak, sanat olaylarına bir devinim kazandırmak, yaşasanat akımları doğrultusunda gelişmesi gerektiğini yan sanatı sergiler, konferanslar yoluyla halka tanıtmak savunarak “kübist” anlayışın etkisinde kalmışlardır. Bu olsa da bu, D Grubu'nun, Akademizm ile “1914 grubun en önemli temsilcileri; Nurullah Berk, Abidin İzlenimcileri” olarak anılan ve çoğunun hocaları olan Dino, Elif Naci, Cemal Tollu, Zeki Faik İzer ve Zühdü kendinden önceki kuşağa da bir başkaldırısıydı. Müridoğlu’dur. 1934 yılında bu gruba Turgut Zaim ve Bedri Rahmi Eyuboğlu da katılmıştır. Bu sanatçılardan özellikle Nurullah Berk, ressamlığının yanı sıra yazar ve düşünür kimliğiyle de Çağdaş Türk Sanatı’nda etkin bir rol oynamıştır. Doğu ve Batı ikilemi içinde bunalan bir sanat ortamında geometrik-figüratif bir anlayışı geleneksel tasvir sanatlarımızdan yola çıkarak özgün bir temel üzerinde yorumlamayı başarmıştır. Sanattaki gelişmeler ya da değişmeler grup olayları olarak toplumun dikkatini çekmiş; her akım ya da grup, kendi içlerindeki ayrımlar çok daha büyük olsa da, ister istemez karşı çıktığı, eksik gördüğü durumları açıklayarak ortak bir tavır oluşturmuştur. D Grubu'nun 1933'te açtığı ilk sergisi için basİnkilap Yolunda / Zeki Faik İzler - 1933 imzalı. tırılan broşürde de Peyami Safa; "D Grubu manga değil. Ne sağa çark, ne sola. Yeniler (Liman Ressamları ) Grubu: Ne de başçavuş 1940’da akademinin yüksek resim bölümünün faaKendi etrafında dönen altı kafa; liyete geçmesiyle bir grup ressam, toplum yaşamına Altı çift göz ki maddenin üstüne de, içine de bakıyor ve ağırlık veren yeni bir topluluk çevresinde birleştiler. ölüde bile gizlenen canı arıyor gibidir. Yeni resim değil bu; Bu topluluğun adı “Yeniler” ya da “Liman Avrupalı, yahut yerli resim de değil-Resim. Ne Delacroix, Ressamları”grubudur. ne Cezanne, ne Manet, ne Monet, ne Pisarro, ne Picasso. Grubun amacı, toplumla ilişkisi zayıflamış olan Hayır: Abidin, Cemal, Nurullah, Naci, Zeki, Zühtü. sanatı, toplumsal yaşamdan aldığı konulara ağırlık Ne ekol, ne akide. Kaideleri bir kelime: Resim. vererek, insan ve çevre temeli üzerinde geliştirmekti. Ama, öküz ve fotoğraf aynı şeyi görürler. Hiçbir insan Nuri İyem başta olmak üzere Ferruh Başağa, Selim başka bir insanla aynı şeyi görmez. Turan, Turgut Atalay, Agop Arad, Avni Arbaş, Mümtaz Nazariye yapmıyorum. Bilinen şeyler, D Grubunun altı Yener, Fethi Karakaş ve Haşmet Akal’dan oluşan grup, ayrı bakışı olduğunu bir kez daha söylemek istedim. Bu kendisinden önceki “D”grubunun sanat tutumuna Müseddesin dılı'lerini birbirine bağlayan hiçbir şey yok mu? karşı çıkarak İstanbul limanını ve orada çalışanları, gerOlacak. Yahut bir benzol formülü çıkarabilirsiniz. En tabiileçekçi bir gözlemin ışığı altında inceleyerek tablolarına rini alalım: Arkadaşlık. Bir çağdan olmak ve ressam olmak. aktarmışlardır. Kendilerini, içinde yaşadıkları toplumun Hatta bazı estetik bağlar da bulunabilir. bir parçası olarak gören bu ressamlar, klasik ve alışılFakat aman.. Söze ve nazariyeye düşmeyelim ve buymış konuların dışına çıkmaya ve toplumla diyalog kurrun sergiyi gezelim. maya çalışmışlar, sanatımıza toplumsal gerçekçi bir Eğer orada bizim görüşümüze tıpatıp uyan bir eser görüşü egemen kılmak istemişlerdir. 1959’da kurulan varsa kötüdür. Çünkü aynı şeyi görme hassası; aynada, “Yeni Dal” grubu "Yeniler " grubunun devamı olarak fotoğrafta ve öküzde vardır. Bizim gibi görmeyen D kabul edilir. 39 39 kasımaralıkdergifilm_Layout 1 19.12.2015 18:16 Page 40 HARF DEVRİMİ Cumhuriyet tarihimizde 1 Kasım önemlidir. 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılmış, 1 Kasım 1928’de de T.B.M.M. Yeni Türk Alfabesi’ni kabul etmiştir. Geçmişten günümüze çeşitli alfabeler kullanan Türkler (Göktürk, Uygur, Arap, Latin, Kiril) müslümanlığın kabulüyle birlikte yüzyıllar boyunca Arap harfleri ve Arap Alfabesi ile Türkçe yazmaya çalıştılar. Oysa Arap harflerinin söylenişi Türkçe’nin gırtlak yapısına uygun değildir. Bu nedenle Arap Harfler’i ile Türkçe kolay yazılıp okunamıyordu. Osmanlı İmparatorluğu; imparatorluk çatısı altında yaşayan, okuma oranı neredeyse % 2,5’larda olan, cahil, sosyo-kültürel ve bilimsel anlamda geri kalmış insanlardan oluşan bir aşiret görüntüsündeydi. Saray ve çevresi aydın kesimi oluşturuyor, geriye kalanlar, medeniyetten uzak, hurafelerle, günah korkusuyla hayatları hocalar tarafından tahakküm altına alınarak yaşıyorlardı. “Ben yaşayabilmek için mutlaka müstakil (bağımsız) bir milletin evladı kalmalıyım. Bu nedenle milli istiklâl (ulusal bağımsızlık) bence hayat meselesidir.” Çünkü, “Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun, istiklâlden mahrum bir millet, medeni insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye liyakat kazanamaz” diyen Atatürk’ün kafasında bir toplumun “cemaat” biçiminden sıyrılıp, batı tipinde uygar ve çağdaş olabilmesi için, o toplumun kesinlikle bağımsızlığını kazanması gerekmektedir. Bu kazanma ise kendi varlığını bir ulus, bir devlet ve sivil toplum, kısacası uygar ve çağdaş bir yapı olarak kanıtlamaktır. Kanıtlama ise yeni bir “Devletin” doğuşu ve onun geleceğidir. Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’ni oluştururken, aynı zamanda bir kültür politikası da uyguladı. Bu kültür politikası Atatürk devrimleri ve kültür kurumlarının; Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu, vb. gerçeklik kazanmasıdır. Kültür devrimleri eskinin yanlış din anlayışını ve onun kalıntılarını yok etmekle başladı. Çünkü Atatürk, dinin bir engel oluşturması yerine, tam tersine atılımları gerçekleştiren bir yapıyı yansıtmasını istiyordu. Kemal Atatürk dinin insana yönelimine karşı değildir. İnsan bilinci ile din ilişkilerinde aldatıcı olan yabancı ögelere ve dinin yanlış yorumlanış ve kullanılış biçimine karşı çıkmaktadır. Çünkü Atatürk’e göre, yaşamda gerçek yol gösteren “hurafeler” olmayıp, bilimin kendisidir. Çağdaş ve uygar bir insanı ve toplumu biçimlendiren ve yönlendiren de ancak bilim olabilir. Yalnız, halkın öngörülen bilinç düzeyine ulaşabilmesi, onun her şeyden önce okumasına ve öğrenmesine bağlıdır. Bütün bunları gözlemleyen, araştıran Büyük Atatürk, harf devrimine çok önem veriyordu. “Bizim 40 ahenktar, zengin dilimiz yeni Türk harfleri ile kendini, gösterecektir. Yüzyıllardan beri kafalarımızı demir çerçeve Ümran KEBABÇIGİL - Eğitimci içinde bulundurarak, anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak, bunu anlamak mecburiyetindeyiz. Anladığınızın izlerine yakın zamanda bütün kainat şahit olacaktır. Buna katiyetle eminim.” Devrim sadece okuyup yazmayı kolaylaştırmak için yapılmamıştı, asıl önemli olan kolaylaşan okuyup yazma ile Batı medeniyetiyle yakınlaşma sağlanacak ve çağdaşlaşma anlamında çok büyük bir adım atılmış olacaktı. Bu nedenle Atatürk harf devriminin bir an önce yaşama geçirilmesini istiyordu. Falih Rıfkı Atay’ın aktardığına göre: “Bu ya 3 ayda olur ya da hiç olmaz” diyordu. 9 Ağustos 1928’de Sarayburnu’ndaki halk gazinosunda ulusuna şunları söyledi: “Yeni Türk Harfleri’ni çabuk öğrenmelidir. Bunu vatanperverlik ve milliyetperverlik vazifesi biliniz; Yeni Türk Harfleri’ni her vatandaşa, kadına, erkeğe; hamala, sandalcıya öğretiniz. Bu vazifeyi yaparken düşününüz ki bir milletin % 10, % 20’si okuma yazma bilir, % 80’i bilmezse bu ayıptır. Milletin %80’i okuma yazma bilmiyorsa bu hata bizde değildir. Türk’ün karakterini anlamayarak kafasını bir takım zincirlerle saranlardadır. Artık mazinin hatalarını kökünden temizlemek zamanındayız. Hataları düzelteceğiz. Hataların düzeltilmesinde bütün vatandaşların faaliyetini isterim. En nihayet bir sene, iki sene içinde bütün Türk topluluğu yeni harfleri öğreneceklerdir. Milletimiz yazısıyla, kafasıyla bütün medeniyet aleminin yanında olduğunu gösterecektir.” Ne yazıkki bugün hala harf devriminin; bir gecede 20 milyon insanın cahil kalacağı, binlerce kütüphane ve milyonlarca kitabın birdenbire atıl bir hale gelebileceği düşünülmeksizin yapılmış tepeden inme devrim diye yorumlanıp, gerçeklerin çarpıtılması ve buna herkesi inandırmak için yapılan çalışmalar, cahilliğin büyüklüğünü ve tehlikesini bugün çok net, gözler önüne sermektedir. Yapılan resmi istatistiklere göre okuma yazma oranı 1923’te % 2,5, 1927’de % 10,5, 1935’te % 20,4 grafiğini göstermesine rağmen, haksızlığı görmemek vatana ihanettir. Turgut ÖZAKMAN, bu oranın kadınlarda % 0,7’ye kadar düştüğünü söylüyor. O günlerin zihniyeti, bugün de devrimlere, cumhuriyete karşı gelmeyi aralıksız sürdürmekte. Ancak devrimler ve cumhuriyet oturduğu sağlam temeller üzerinde daima ayakta kalacaktır.