Bilim Kurgu Türünün Üç Filmi - İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü
Transkript
Bilim Kurgu Türünün Üç Filmi - İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü
Uzak’tan EDEBİYAT, KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ Yıl: 7 | Sayı: 10 | Bahar 2016 İmtiyaz Sahibi İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü Sağlık, Kültür ve Spor Daire Başkanlığı Adına, Bahattin TAYANÇ Genel Yayın Yönetmeni ve Yazı İşleri Sorumlusu Yasemin ÖZCAN GÖNÜLAL Grafik Tasarım ve Uygulama Evrim YAKUT EVECEN Yayın Kurulu Müge ALGAN Polatkan ÖZCAN Zeynep SAYLIK Anıl İNCEL Canan ÜÇÜNCÜ Gizem GEÇGİL Uygar UYSAL Redaksiyon Polatkan ÖZCAN Uygar UYSAL Baskı Bilim Ofset Basım Yayın ve Tic. Ltd. Şti. Tel&Fax: 0 232 441 71 15 Baskı Tarihi: Nisan 2016 İletişim Yasemin ÖZCAN GÖNÜLAL yaseminozcan@iyte.edu.tr İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü Sağlık, Kültür ve Spor Daire Başkanlığı 35430 Gülbahçe - Urla / İZMİR “Bu dergi İYTE Edebiyat Topluluğu öğrencileri tarafından hiçbir kâr amacı güdülmeden çıkarılmaktadır. Yayımlanan yazıların fikrî ve yasal sorumluluğu yazarına aittir. Uzak’ta yer alan yazılar kaynak belirtilmeden alıntılanamaz.” Sevgili Uzak Okurları, Uzun bir aradan sonra 10. sayımızla tekrar Merhaba! UZAK’ı yayımlamaya başladığımızda hedefimiz yılda iki sayı çıkarmaktı ancak yayın kurulumuzun mezuniyetler dolayısıyla sürekli değişmesi, planlanan yazıların zamanında gelmemesi, tasarımın gecikmesi, bütçeyle ilgili problemler gibi sebeplerden ötürü bu hedefimizi gerçekleştiremediğimizi üzülerek belirtmeliyiz. Çünkü “nitelikli” bir süreli yayıncılıkta sürekliliğin ne kadar önemli olduğunun bilincindeyiz. Tüm bunlara rağmen dergimizi ayakta tutma azmimizin bir gram dahi eksilmemiş olması en büyük tesellimiz. Elinizdeki sayının tasarım işini üstlenen, bizi kırmayıp mesaisini bir de bu işe ayırmayı seve seve kabul eden Evrim Yakut Evecen’e teşekkür borçluyuz, aramıza hoş geldi. Yeni sayımızda, dosya konusu olarak Bilim-Kurgu ve Fantastik temasını özellikle edebiyat ve sinema alanlarındaki örnekleriyle ele almaya çalıştık. Fantastik edebiyat türünün ustası J.R.R.Tolkien’in mitolojisi ve edebî dünyası üzerine M. Bahadırhan Dinçaslan ile yapılan ilgi çekici bir söyleşi de sayfalarımız arasında bulunuyor. Türk resim sanatında rengârenk dünyaların hüzünlü anlatıcısı olarak anılan Fikret Muallâ, bir içe dönüş yöntemi yahut içsel bir yolculuk olarak meditasyon, öyküler, şiirler, kitap ve öğrenci toplulukları tanıtımı, bu sayıda yer verdiğimiz diğer konular arasında yer alıyor. Bundan tam yedi yıl önce bir hayalle yola çıkmıştık. Burası bir teknoloji enstitüsü olsa da edebiyat, kültür ve sanat dergisi olan UZAK’ı var edebilmek… Çünkü Tolkien’den aldığımız ilhamla tek bir hayal, binlerce gerçeklikten çok daha güçlüdür, biliyoruz. Yasemin Özcan G. İYTE Edebiyat Topluluğu İçindekiler 16 52 7 3 Gerçeklikten Kaçışın Edebiyatı Uğurcan Kılıç 7 Bilim Kurguda Bir Kült Eser: Vakıf Dizisi Polatkan Özcan 11 M. Bahadırhan Dinçaslan* ile Söyleşi Ahmet Afşin Küçük 16 Bilim Kurgu Sinemasında Geleceğe Dönüş Müge Algan 21 Bilim Kurgu Türünün Üç Filmi Polatkan Özcan Öyküler 23 Mr. Crowley’in Doğumu Orkan Dal 26 Zamir Bey’in Sizsizliği Kubilay Ergül 28 Maalesef Canım Tek Başınasın Sanem Ezgi Kınal 33Kırılma Yavuz Selim Öztürk 42[isimsiz] Haki Arteş Özışıklar Şiirler 25 Peşinden Gelmeyeceğim Serdar Hakan Argüz 27 “…” Ayçanur Ergökten 41 Her Şey’in Başı Şu Melih Karaduman 45 “Büyük’’ ile Sohbet Baha Gencay 46 Bir Kralın Anıları Derviş Hikmet 50 Oluksuz Kaldırım Ayçanur Ergökten 50 Korkak Mükremin Karabulut 51 Haikular Derviş Hikmet Portre 52 Resim, şarap ve biraz da özgürlük: Fikret Muallâ İbrahim Küçükkaya Tanıtım 57 Bir Ordan, Bir Burdan Zeynep Saylık 60 Meditasyon Üzerine Dane Rusçuklu 63 Topluluk Tanıtımı Ceren Eylem Melemşe Bahar 2016 Gerçeklikten Kaçışın Edebiyatı Uğurcan Kılıç S anayi devriminin ardından başlayan makineleşmenin karanlık ve soğuk çağının içinde insanın içini ısıtabilen heyecanın kaynağı neydi? Peki, çoğu filozofa göre bütün toplumsal yanlışlıkların sorumlusu olan “sahip olma içgüdüsü”nü kullanan ilk bireyin yarattığı süreçte, insanoğlunu bu melankolik halinden kurtaran arayış nasıl başladı ve nasıl ifade edildi? Bana göre bu soruların cevapları sırası ile bilim-kurgu ve fantezi edebiyatıdır. Bedenin büyük travmalar ve acılar içinde kalması durumunda beyin kontrolü ele geçirir ve bireyin bütün algılarını kapar, algılar yerini hayallere bırakır. Benim için insanların ilk bilimkurgu ve fantezi edebiyatına olan ihtiyaçları da bu şekilde oluşmuştur. Evrenin ve doğanın bütün yasalarının göz ardı edildiği insanlar tarafından kurulan yeni düzende, insanın uyumsuzluğunu görüp bundan acı duyan sanatçıların gerçekliğe gözlerini kapaması ile doğmuştur bu edebi türler. Bir çeşit inkârdır, daha güzel bir yerde olmayı isteyen insanların kaçış noktasıdır. Bu türün günümüzde bu kadar popüler olmasının en büyük nedeni şüphesiz ki J.R.R. Tolkien’in yarattığı etkidir. Tolkien ilk defa tamamen yeni bir alternatif evren kurma fikrini ortaya atmıştır. Günümüzdeki fantastik romanlar çok büyük oranda kendisinin bıraktığı miras üzerinden yazılmaktadır. Yeni ırklar, yeni türler ve çağlar boyu süren koskoca bir tarih bırakmıştır bize Tolkien. Ancak İngiltere’nin kırsal bölgesinde gerçek bir “hobbit” gibi yaşayan küçük bir çocuğun hayallerinden çok daha fazlasıdır orta dünya. Binlerce romana, video oyunlarına, filmlere, hayran kurgularına, tiyatrolara ilham vermiş, insanların hayatlarını adamış olduğu bu evren, aynı zamanda insanoğlunun kendine karşı yaptığı en büyük öz eleştirilerden de biridir. Tolkien bize bencilliğimizi (insan ırkı ile), sonsuz kibrimizi (elf ırkı ile), maddiyata olan düşkünlüğümüzü (cüce ırkı ile), şiddete olan akıl almaz yatkınlığımızı (mordor ile), doğaya olan 3 İYTE Edebiyat Topluluğu düşmanlığımızı (isengard ile), evrene olan nankörlüğümüzü (değerlerin yok edilmesi ile), güce olan zaafımızı (tek yüzük ile), en çok da inançsızlığımızı (ırkların her fırsatta Eru’ya sırtlarını dönmeleri ile) anlatmıştır. Elindeki tahta kılıçla hayalî troller ile savaşan genç Tolkien’i okyanuslar ötesindeki bir savaşa götüren İngiliz ordusunun başlattığı bir süreçtir bu. Hâlâ kafasının içindeki hayalî evrende yaşamakta olan genç Tolkien’in savaş sırasında gerçek ile hayali ayırt edememesi ile başlar her şey. Başta sadece Shire’da barış içinde yaşayan hobbitler varken savaştan sonra orta dünya büyük nüfus kırılmalarına uğramıştır. Tolkien, savaşın içinde kayboldukça Sauron’un orduları daha çok güçlenmiş, orta dünya daha çok şiddetle dolmuştur. Büyük travmalar içindeki Tolkien, her şeyi katbekat daha çok orta dünyada yaşamıştır ve sonunda eve döndüğünde bütün felsefi ve siyasi çözümlemelerini destanlarında anlatmaya artık hazırdır. Çocukken yarattığı masum dünyanın kirlenişi, büyümenin en güzel tanımıdır. 4 J.R.R. Tolkien İnsanların beynine giden yolun kalplerinden geçtiği, fantezi edebiyatı sayesinde bu şekilde anlaşılmıştır. Durdurulması artık mümkün değildir. Her ne kadar yaşadığı sıralarda yazıları hiç değer görmese ve bir sandığın içinde terk edilmeye bırakılsa da bir süre sonra Tolkien’in yarattığı şeyin bir çocuk masalından çok daha fazlası olduğu görülmeye başlanmıştır. Oğlu tarafından yazıları sandıktan çıkarılıp kitaplaştırıldığında ise artık bu akımın geri dönüşü yoktur. Kısa bir süre içinde sokaklar gandalf kostümlü anarşistler tarafından doldurulmuştur. İnsanlar bu hikâyelerin arkasındaki fikri görebilmiştir. Tolkien’in etkisinin en güçlü hissedildiği yıllarda onun çizdiği yoldan bu sefer çok daha sert bir şekilde geçecek bir başka yazar vardır: George Orwell. Yaptığı toplumsal eleştirileri dünyaya olabilecek en iyi şekilde sunmuştur George Orwell. “1984” ve “Hayvan Çiftliği” gibi kitaplarını bütün dünyaya okutmasının yanında çok ilginç bir de literatür oluşturmuştur. Yazardan sonra artık politikacılar “domuz”, polisler “köpek” ve halk “koyun” olarak akıllara kazınacaktır. Çeşitli alt kültürde yapılan çalışmalar artık onun ifadeleri ile sürdürülmektedir. İdeolojiler yeni ve güçlü semboller kazanmıştır. Özellikle “1984” romanında yakaladığı üslûp, birçok insanın içinde bazı duyguları harekete geçirmiş ve algılarını değiştirmiş, fantezi edebiyatının önemi bir kez daha anlaşılmıştır. Tolkien’in belki de tahmin edemediği ayrıntı ise insanları bu kadar etkileyen şeyin bütün bu acıları çekip bu çözümlemeleri yapanların, aslında onların çok sevdiği ve bağlandığı karakterler olmasıdır. 90’ların sonuna gelindiğinde ise bu sefer fantastik edebiyat, gerçekten de çocukları hedef almış ancak derinliğinden ödün vermemişti. Kirasını ödeyemeyen bir annenin yazdığı Harry Potter serisi tüm George Orwell dünyadaki çocukların bir anda bütün hayatı oluvermişti. Yaşıtları bir çocuğun tıpkı kendileri gibi normal bir dünyada yaşarken aniden sihir ve sihirli yaratıklar ile dolu bir dünyaya geçiş yapması kalplerin Harry ile atmasına yol açtı. Özellikle İngiltere’de en yoğun şekilde yaşanan bu çılgınlık, elbette arkasında yine önemli fikirler barındırıyordu. Ülkedeki her çocuğun en sevdiği arkadaşlarından biri olan Hermione’nin uğradığı ırkçı saldırılar, infial yaratmıştı. Artık o çocukların büyüyüp toplum tarafından kirletildiklerinde bile herhangi bir ırkçı tavır sergilemeleri mümkün değildi. Ailesinin mali durumu yüzünden çok zor durumlarda kalan ve aşağılanan Ron ise okuyucu kitlenin bilinçaltında yer edinmişti. Harry Potter okuyarak büyüyen hiçbir çocuk, insanları gelirlerine göre değerlendiremezdi. Dolores Umbridge, her çocuğun içindeki potansiyel faşist kişiliği öldürmüştü. J.K. Rowling, bir kuşağa hiçbir lekeden etkilenmeyecek güzel ahlâkı aşılamıştı bile. J.K, Rowling Bahar 2016 Bilim-kurgu ise insanın içindeki çocuk ile yetişkinin ilk defa uzlaşması ile oluşmuş bir edebi türdür. En büyük örneklerini şüphesiz ki Jules Verne vermiştir. Korsanlara büyük hayranlık duyan ve daha 14 yaşında evden kaçıp bir gemiye sızmaya çalışan bir çocuktu Jules Verne. Büyüdükçe iki tutkusundan hiç vazgeçemedi: edebiyat ve bilim. Sürekli hikâyeler yazıyor, aynı zamanda dönemin önemli bilim adamları ile tartışmalara katılıyordu. Bir yazar olmasına rağmen bilim dünyasında çok fazla saygı görüyordu; çünkü sınırsız hayal gücü ile her bilim adamının hayallerini süsleyen başarıları getirebilecek makineler yaratabiliyordu. Nitekim gerçekten de bazı bilim adamlarına bu başarıları kazanmalarında yardımcı oldu. Bilimkurgu türünün yaratıcısı olarak bilinen Jules Verne, birçok icadın temellerini hikâyelerinde atmıştı. Denizaltılarını, dolaylı yoldan televizyonu, roket modellemelerini, video konferansı, uçaklar ile gökyüzüne yazılan yazıları, şok tabancalarını, paraşütü ve daha birçok şeyi icat edilmeden çok önce hikâyelerinde tanımlamıştı. Tıpkı Leanardo da Vinci gibi beyninin iki tarafını da kullanabilen ender insanlardan biriydi Jules Verne. 5 İYTE Edebiyat Topluluğu Denizler Altında 20.000 Fersah Yine bilim-kurgu denince akla ilk gelecek isimlerden biri de Arthur C. Clarke’dır. Aynı zaman bir mucit olan Arthur, “Bir Uzay Macerası” (A Space Odyssey) serisinin ilk kitabında daha aya gitmek bile sadece bir hayalken uzaya çıkabilmeyi düşlemiş ve müthiş bir iç uyumla en ünlü bilimkurgu serilerinden biri yazmıştır. Başta Isaac Asimov, Robert A. Heinlein olmak üzere birçok yazar bilim-kurgu ile bilim dünyasına yıllarca yön vermiştir. 6 Ancak bilim-kurgu türü belki de en güzel halini 70’lerin ortasında Douglas Adams ile alacaktı. Sarhoş bir şekilde ülkesinden çok uzakta, bir tarlanın ortasında yatıp gökyüzüne bakmakta olan bir gencin hayali bilim-kurgu ile komedi türlerini birleştirecek ve milyonlarca insanı etkileyecekti. Yabancılar tarafından pek de anlaşılmayan İngiliz mizahını, uzayın bilinmeyenlerini aydınlatmakta kullanmak belki de ilk başta parlak bir fikir değildi. Fakat bir radyo programı olarak başlayan “O t o s t op ç u nu n Galaksi Rehberi” (The Hitchhiker’s Guide to the Galaxy) serisi ne kadar zenginleşirse zenginleşsin takipçi kitlesini doyuramıyordu. Douglas Adams’ın yarattığı bu evren, radyo programından birkaç yıl sonra başlayarak en kapsamlı şekli ile bir kitap serisi haline getirildi. Okuyucular için birinin hayal gücünü bu şekilde takip edebilmek çok etkileyici idi; çünkü Douglas Adams tıpkı 2000’lerde sinema dünyasına girebilmeyi başarmış Kevin Smith gibi tam olarak ulaştığı -büyük ihtimal ile tam olarak ulaşmak istediği- kitlenin mizacına sahipti. Bu şekilde bilim-kurgu ve fantezi edebiyatı, mükemmel bir uyum içinde günümüze kadar insanları etkilemeye devam etti. Bu türdeki yapıtların ilk ortaya çıktıklarında değerleri hiç anlaşılamadı; günümüzde ise popüler kültürde içleri boşaltılıyor. Ancak iyi yazarlar her zaman kitlelerine ulaşmayı başardı ve umarım ulaşmaya devam edecekler. Çünkü dünyanın buna tahmin edemeyeceğimiz kadar çok ihtiyacı var. Bu insanlar her zaman bulundukları toplumlara kendileri hakkında ne kadar yanıldıklarını ispat ettiler. Eserlerini oluşturup en sonunda saygı görene kadar gündelik hayatları onlar için bir kâbustu belki. Toplumların farklılıklara karşı olan tutumları onları bu hale getirmişti ve bu kâbus gibi hayatlar, onları gerçeklikten kaçmaya itmişti. Fakat önünde sonunda insanlara farklılıkların ne kadar büyüleyici ve özel şeyler olabileceğini kanıtladılar. Bu değerli yazarlar, yönetmenler, komedyenler, ressamlar kısaca tüm sanatçılar, yaratıcılığın dünyayı döndürdüğünü her gün, her saat, her dakika, her saniye kanıtlamaya devam ediyor. Bahar 2016 Bilim Kurguda Bir Kült Eser: Vakıf Dizisi Polatkan Özcan İyi bilim kurgu iyi edebiyattır. Bilimkurgu, lazer tabancalı delikanlıların metal sütyenli kızları kurtardıkları “ucuz” uzay filmlerinden ibaret değildir. Theodor Sturgeon The Mule (Katır) Karakteri/Michael Whelan 7 İYTE Edebiyat Topluluğu A Babasının şekerci dükkânında satılan magazin dergilerindeki bilim kurgu hikâyelerini daha çok küçük yaştayken okumaya başlamıştır. Babası bu dergilerin çöp olduğunu düşündüğü için onları okumasını yasaklamasına rağmen içinde bilim kelimesi geçtiği için bu hikâyelerin eğitici olduğuna babasını bir şekilde ikna etmeyi başarmıştır. Yaklaşık 11 yaşındayken de kısa bilim kurgu hikâyeleri yazmaya ve 19 yaşına geldiğinde ise dergilere yazdığı bilim kurgu hikâyelerini satmaya başlamıştır. Her konuda ve türden yayımladığı 500’ü aşkın kitabın içerisinde belki de en çok Vakıf dizisiyle bilinen Prof. Dr. Isaac Asimov, aynı zamanda 1984 yılında American Humanist Association’da da başkanlık yapmıştır. Galaktik Ansiklopedi 8 Asimov, Ateş’in Kara Keşiş’i isimli kısa öyküsünü 1941 yılında uzun hikâye olarak tekrar kaleme aldığında Astounding Science Fiction dergisinin kapısını çalarak dergi sahibi John W. Campbell’a hikâyeyi satar. Ancak Campbell, kitapta kesinlikle insandan üstün zeki canlı olmamasını ister. Bu yüzden Asimov hikâyeyi buna göre tekrar düzenler. Isaac Asimov Portresi/ Rowena Morrill Vakıf Kurulurken simov, Isaac, 4 Ekim 1919 ile 2 Ocak 1920 tarihleri arasında bilinmeyen bir günde Rusya’nın Smolensk Yahudi özerk bölgesinde Anna Rachel ve Judah Asimov adındaki iki değirmencinin ilk çocukları olarak dünyaya gelmiş, 1923 yılında ailesiyle birlikte New York, Brooklyn’e taşınmıştır. Yidiş ve İngilizce konuşan ailesi ona iki dili de öğretmiş ancak hiç Rusça konuşmamıştır. Campbell’ın serideki önemi ve etkisi büyüktür. Galaktik İmparatorluğun çöküş aşamaları başta olmak üzere birçok yeri Asimov’la birlikte kurgular. Serinin büyük kitlelere ulaşması da yine en çok Campbell sayesinde olur. Vakıf Hari Seldon isimli genç matematikçinin geleceği matematiksel olarak öngörebileceğini iddia etmesiyle başlar her şey. 25 milyondan fazla gezegene Roma İmparatorluğu misali yayılmış Galaktik İmparatorluğun, pek kısıtlı kaynaklara sahip Helicon gezegeninde yaşayan Hari, elbette bunun pratik olarak mümkün olmayacağını öngörür. Çünkü bir durumun 5 dakika sonrasını hesaplamak için yapacağı hesapların 5 dakikadan fazla süreceği çelişkisi onun için yeterince gözler önündedir. Bu yüzden yayımladığı çalışmasının teoride kalacağını düşünür. Bir şekilde yıllar geçer ve 1942’de basılan ilk hikâyenin başında, Psikotarih isimli bilim dalının kurulduğunu ve Galaktik Bahar 2016 İmparatorluğun 300 yıldan daha az ömrü kaldığını öğreniriz. Galaksinin her köşesinde yaşayan trilyonlarca insan 30 bin yıllık barbarlık dönemine girmek üzeredir; dahası nükleer savaşlar ve bilimsel bilginin çoğunun yok olması da gündemdedir. zekâsı ve hayatta kalma içgüdüsüyle şiddeti reddedeceği ve uzayın, galaksinin, derinliklerine açılacağını umut ediyor. Nükleer silahların tiksinilecek çareler olduğuna inanıyor ve hümanizmayı en üst noktaya taşıyor. Seldon Planı, ustalıkla devreye sokulur ve en sonunda bilimi ve insanlığı kurtarmak için hayatlarını dahi feda etmeye hazır yüzlerce insan, başkent Trantor’u terk ederek Terminus isimli galaksinin öbür ucundaki küçük ve kurak gezegene Galaktik Ansiklopedi’yi yazmaya gider. Orada, Hari Seldon’ın temelini attığı Psikotarih biliminin yol göstermesiyle kurdukları Vakıf’ı koruyacak ve yücelteceklerdir, tabii eğer her şey yolunda giderse… Vakıf ’ın Sınırı Elbette, 25 milyon gezegene yayılmış insanlığın tek bir imparator tarafından yönetilmesi ve bunun 300 yıl içerisinde önlenemez bir biçimde Roma İmparatorluğu’nun dağılışı gibi gerçekleşmesi oldukça tutarsız bir fikir gibi gelmiş olabilir ya da başka bir akıllı canlı türünün var olmaması da belki sizler için tamamen mantıksız olabilir. Ancak Vakıf, bu küçük bilimkurguya dair ayrıntılardan ibaret değil. Tıpkı tarih bilimi içinde şöyle olmasaydı böyle olurdu demek ne kadar anlamsızsa, bilimin her alanına değinen bir paralel evren kurgusunu bu şekilde yargılamak kısmen anlamsızdır. 1950’ye kadar yazılan üçleme boyunca Galaksi ve Vakıf ’a izlerini fark ettirmeden bırakan insanları görüyoruz. Bunlar arasında dengeleri bozan anti-kahramanlar ile ne olursa olsun Seldon’ın izinden giden insanlar da bulunuyor. Asimov, bu insanların aslında tek başlarına bir anlam ifade etmediklerini adeta gözümüze sokuyor. Bir bütün olarak insanlığın önemini ve insanı insan yapanın bilim ve bilmek olduğunu beynimize işliyor. Arkady,1985/Michael Whelan 1981’de Asimov, üçlemeye devam olarak 4 kitap daha ekler. Bu 4 kitabın ikisi üçlemenin nasıl başladığını anlatırken, diğer ikisi de üçlemeyi hatta Asimov’un diğer önemli iki serisi olan İmparatorluk ve Robotlar serilerini birleştirip bitirir. Bunu yaparken R. Daneel Olivaw gibi önemli karakterlere de yer verir. Vakıf, silahların ölüm kustuğu ve şiddetin, içinde bulunduğu paralel evreni kavurduğu bilimsel kurgulara tepki olarak doğmuştur. Asimov, insanlığın 9 15 İYTE Edebiyat Topluluğu Psikotarih biliminin olabilirliği ise çok daha çetrefilli bir konu. Soft Determinizmin dişli bir savunucusu gibi gözükse de Psikotarih, içeriğinde daha çok insanın yönelimlerini ve içgüdülerini barındırmaktadır. Zaten bu yüzden küçük insan topluluklarına değil de gezegen hatta gezegenlerden oluşan galaksi büyüklüğünde insan topluluklarına uygulanabilmektedir. İnsan için bir şeyler başarmanın o kadar da kolay olmadığının da bir göstergesidir bu aynı zamanda. yatırım yaptıktan sonra projeden vazgeçmiştir. İlginçtir ki, bunun en büyük sebeplerinden biri olarak şirketin Yüzüklerin Efendisi üçlemesi için anlaşma yapmış olması sayılabilir. Vakıf ve Dünya Asimov’un kurduğu Vakıf evreni (Robotlar, İmparatorluk ve Vakıf’ı topluca Vakıf şeklinde adlandırabiliriz), teknoloji, edebiyat ve bilimkurgu dünyasında büyük etkiye sahiptir: Douglas Adams’ın Otostopçunun Galaksi Rehberi serisinde Galaktik Ansiklopedi’ye sıkça göndermelerde bulunulması, teknolojide önemli yere sahip olan Robotik’in ismini seriden alması gibi. Ancak yeni gelen haberlere göre Christopher Nolan, Vakıf’ın dizi versiyonu için çalışmalara başladığını geçen sene bir röportajında bahsetmiştir. Birkaç yıl içerisinde izleyeceğimizi ümit ediyorum. Vakıf’ın ne kadar önemli olduğunu bir kez verilen en iyi seri ödülünü (Hugo Award, Best All-Time Series, 1966) kazanıp birçok iyi seriyi geride bırakmasından da anlayabiliriz aslında. Bu seriler arasında J.R.R. Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi serisi de vardır. Ayrıca J.R.R. Tolkien’in Asimov’un serilerini okumaktan zevk aldığını söylediğini de belirtmek gerek. Fakat yine de Vakıf, tüm diğer bilim kurgular içerisinde hep konuşulan, okumuş olmayı dilediğiniz ancak bir türlü başlayamadığınız kitaplar arasında belki de en az hak ettiği değeri görmüş, ne yeterince anlaşılabilmiş ne de popüler kültür aracı ile daha çok insana ulaşması sağlanabilmiştir. 10 New Line Cinema, 1998’de Vakıf’ın film adaptasyonu için 1.5 milyon dolarlık Ayrıca Star Wars’un da Vakıf serisinden etkilenerek çekildiğini belirtmek lazım. Benzer öğeleri iki seri içinde de rahatlıkla görebilirsiniz. Temel fark, ana Vakıf evreninde robotların ve insan olmayan uzaylıların olmamasıdır. Vakıf Nasıl Okunur? Böyle bir başlık açmanın saçma olduğunu düşünebilirsiniz belki, ancak Vakıf’ın uygun bir sırayla okunması gerçekten büyük öneme sahip. Tıpkı Star Wars’un kronolojik olarak izlenmemesi gerektiği gibi Vakıf da o şekilde okunmamalıdır. Her ne kadar Asimov hikâyedeki kronolojik sıranın takip edilmesini uygun görüyor olsa da, kitapların basım sırasını takip etmek seriyi daha çekici hale getirecektir. Türkiye’de Asimov’un kitapları gerçekten çok sancılı zamanlar geçirmiştir. Kötü çeviri ve baskılarla basılan kitaplardan tutun, yayın hakları alınıp basılmayanlara kadar Asimov kitapları hak ettiği değeri bulamamıştır. İthaki, Vakıf’ı basarak ciddi anlamda ilk adımı atmış oldu. Sıralamaya sadık kalsalardı ve çeviriye biraz daha dikkat etselerdi, gerçekten güzel bir iş yapmış olacaklardı. Bu yüzden İthaki’nin basım sırasıyla değil, kitapların orijinal basım sırasıyla okunmasını önerdiğimi hatırlatmam gerekir. Bahar 2016 J.R.R. Tolkien’in Yarattığı Edebi Dünya Üzerine M. Bahadırhan Dinçaslan* ile Söyleşi Ahmet Afşin Küçük “Tolkien, edebiyatın ufkunu kendisinden önce çok az kalemin yapabildiği ölçüde genişletmiş; onlarca, belki yüzlerce ozanın ve bilgenin zihninden beslenen destanlar ayarında bir çalışma ortaya koyarak ‘onlarca adamın yüzlerce yılda yaptığını bir ömre sığdıran adam’ olarak sanat tarihine geçmiştir.” Tolkien’in kişiliği nasıl tasvir edilebilir? Edebi yönünün yanında, karakteri, yaşam tarzı, görüşleriyle bir bütün olarak nasıl bir portre çiziyor? Tolkien her şeyden evvel bir dil bilgini. Eski İngilizce şiir yazabilecek, destan kalıntılarını nazma çekebilecek kadar Anglo-Sakson dil ve kültürüne bütün yönleriyle hâkim. Bu yönüyle Tolkien müthiş bir profesör, ancak aynı zamanda çok kudretli bir edebiyatçı. İyi bir şair, muhteşem bir nesir yazarı. Bu açıdan diyebiliriz ki, ülkemizden örnek verecek olursak Tolkien, Fuat Köprülü ile Yahya Kemal’in, biraz da Atsız’ın bir karışımı. Tolkien, kesinlikle romantik bir adam. Bütün “Legendarium”unun, yani Yüzüklerin Efendisi en çok öne çıkan metni olmakla birlikte “Tolkien Mitolojisi”nin ana öyküsünü Beren ve Luthien’in öyküsü oluşturuyor ve bugün Tolkien’in mezarında Beren, karısınınkinde Luthien yazıyor. Karşı cinse yönelik duyguların romantizminin yanında, Tolkien’de inkâr edilemez bir “geçmiş özlemi” var, dünyanın daha basit ancak daha yüzeysel olmadığı geçmiş yıllara dair bir özlem. Ortaçağ romantizmi popüler kültürde oldukça yaygın, belki buna benzetebiliriz. 11 İYTE Edebiyat Topluluğu J.R.R. Tolkien “Tolkien’in mitolojisini, diyebiliriz ki, “öykü” olarak Yüzüklerin Efendisi, “masal” olarak Hobbit, “Kutsal Kitap” olarak Silmarillion, destan olarak Lay of Leithian oluşturur. Yüzüklerin Efendisi, tür olarak bir romandır ama yarı manzum, yarı mensur Dede Korkut ya da daha büyük bir isabet payıyla Battal Gazi anlatılarına benzer. Hobbit, Ural Batır ya da Keloğlan masallarını andırır. Silmarillion, bir nevi İncil’dir.” Tolkien, arkasında birçok eserin katkıda bulunduğu bir evrim süreci yatsa da, kulvarı tamamen değiştirip özgün ve farklı bir “yapı” yaratarak öyle müthiş bir eser ortaya koymuştur ki, biz Türk Tolkienseverlerin aşina olduğu “İnsanlar ikiye ayrılır; Yüzüklerin Efendisi’ni okumuş olanlar ve okuyacak olanlar” sözünü zerre Acem mübalağası olmadan hak etmiştir. Bana kalırsa Tolkien, edebiyatın ufkunu kendisinden önce çok az kalemin yapabildiği ölçüde genişletmiş; onlarca, belki yüzlerce ozanın ve bilgenin zihninden beslenen destanlar ayarında bir çalışma ortaya koyarak “onlarca adamın yüzlerce yılda yaptığını bir ömre sığdıran adam” olarak sanat tarihine geçmiştir. Bunu nasıl başardı? Fantastik edebiyatın öncüsü olmak, neden bu kadar önemli olsun ki? 12 Fantastik edebiyatın köklerini Tolkien’den öncesine götürebiliriz. Ancak Tolkien’in yaptığı iş öyle basit bir “fantazya”dan ibaret değil: Tolkien, dil ve mitoloji yarattı. Yoğunluktan fırsat bulduğumda yayımlayacağım bir kitap var; “Tolkien Ne Yaptı?” başlıklı. Orada bunu delilleriyle ispatlamaya çalışacağım: Tolkien’in “Legendarium”u, yani Yüzüklerin Efendisi, Hobbit, Silmarillion gibi kitapların, notların, şiirlerin bileşimi, bütün karakteristik özellikleriyle bir mitoloji arz eder. Bunun yanında, kudretli bir dil bilimci olarak, hem dilbilimsel hem de estetik açıdan şahane iki dil yaratmıştır Tolkien. Bütün bunlar göz önüne alınınca, kulvarında hâlâ aşılamamış bir öncü. Tolkien’in mitolojisini, diyebiliriz ki, “öykü” olarak Yüzüklerin Efendisi, “masal” olarak Hobbit, “Kutsal Kitap” olarak Silmarillion, destan olarak Lay of Leithian oluşturur. Yüzüklerin Efendisi, tür olarak bir romandır ama yarı manzum, yarı mensur Dede Korkut ya da daha büyük bir isabet payıyla Battal Gazi anlatılarına Bahar 2016 benzer. Hobbit, Ural Batır ya da Keloğlan masallarını andırır. Silmarillion, bir nevi İncil’dir. Tolkien, gerçek dünyayı mı anlatıyor? Orklar Türk mü? Ya da 2. Dünya Savaşı’ndan esinlenmiş olabilir mi? Tolkien, gerçek dünyanın etkili olduğunu söyler, ancak kaçınılmaz olarak kendini gösteren bu etkinin kasıtlı “alegoriler”e dönüşmediğini ve alegoriden tiksindiğini belirtir. Yani, “mitoloji yaratmak isteyen” bir adam Tolkien. Hatta daha doğru tarif edersek, Tolkien bir dil yaratmak istiyor, kendi beyanlarına göre ve her dile belli özellikleri veren “şey”in, o dilin öyküsü, yani mitolojisi olduğunu keşfediyor. Bu amaçla, yıllar süren bir evrim seyriyle Legendarium’un parçalarını kaleme alıyor. Bunu yaparken, elbette kendi yaşamının kaçınılmaz etkisini görüyoruz: Tolkien, II. Dünya Savaşı’nda arkadaşlarını kaybetmiştir, Beren de yoldaşlarını kaybeder. Tolkien, karısını ilk defa ormanda görmüştür, Beren de Luthien’i ilk defa ormanda görür. Ya da, Tolkien’in dâhil olduğu kültürün kolektif bilinçaltında, “doğulu, çekik gözlü, monoton ve sert diller konuşan barbarlar” kötülüğü simgeler, bu yüzden Orklar doğuda, çekik gözlü ve monoton, sert bir dil konuşurlar. Ama bunu kasten yapmıyor. Kasıtlı olarak yaptığı durumlar da var tabii ki, örneğin Cüce Dili’ni oluştururken İbraniceden ilham aldığını söyler. Fakat bu durumlar eblehçe “Orklar aslında Türk” ya da “Yüzüklerin Efendisi aslında bilmem ne savaşını anlatıyor” yorumlarıyla özetlenemez. Tolkien’in eseri bir mitoloji olduğundan, Propp’un “Masalın Biçimbilimi” ilkelerine, Jung’un arketiplerine ve karşılaştırmalı mitoloji disiplinine uygunluk gösteren motifler içerir. Orta Dünya Haritası Tolkien’in okunmalı? kitapları hangi sırayla İlk olarak edebi lezzete ulaşmak ve Tolkien’i bütün ihtişamıyla tanımak için Yüzüklerin Efendisi okunmalı. Türkçe çevirisi muhteşem, gerçekten Çiğdem Erkal İpek güzel bir iş çıkarmış. Fakat şiir çevirileri çok kötü diyebilirim. Yüzüklerin Efendisi’nden sonra, Hobbit okunmalı, peşinden Silmarillion. Diğer kitaplar daha fazlasını isteyen trivia meraklıları tarafından okunabilir. Geçen yıllarda Sigurd ve Gudrun Efsanesi isimli Tolkien çalışması Türkçeye çevrilerek yayımlandı, Tolkien’in beslendiği arka planı içeriyor. Daha ötesini de öğrenmek isteyen okur o eseri de okumalıdır. Sinema uyarlamasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Tolkien mitolojisinde en sevdiğiniz karakter hangisidir? Peter Jackson’dan nefret ediyorum. Tabii film açısından Yüzüklerin Efendisi üçlemesi şahane bir film serisiydi. Ancak Tolkien açısından oldukça kötü olduğu söylenebilir. Daha geniş bir kitleye hitap etmek için sulandırıldığını düşünüyorum ki Hobbit filmlerinde cüce-elf aşkı gibi saçmasapan, çıtkırıldım ve yapmacık popüler kültür “ırkçılık karşıtları”na hoş 13 İYTE Edebiyat Topluluğu görünmek ve vıcık vıcık bir aşk öğesi eklemek için getirdiği yenilikler bir Tolkien severi çıldırtacak şeyler. Tolkien mitolojisinde sevdiğim çok fazla karakter var. Boromir, Turin, Finrod… Ama herhalde en sevdiğim Feanor’dur. Tolkien genellikle eserlerinde iyileri salt ve mutlak iyi, kötüleri salt ve mutlak kötü tasvir etmesiyle eleştirilmiştir. Kanımca (tezimi destekleyen bir tespit sunmak gerekirse, Tolkien öyle bir İngilizce kullanır ki, tam manasıyla Norman istilası öncesi İngiltere, biraz Cermenik, biraz Keltik İngiltere havasını solursunuz. Latin kökenli kelimeler yok denecek kadar azdır.) Tolkien bunu kasten, erken ortaçağ-ortaçağ öncesi druid mitolojisi/menkıbeler yumağı havasını yakalayabilmek için yapmıştır. Karakterlerin biraz buğulu ve mistik kalmasını da bu sebebe bağlayabiliriz. Feanor ise, bizim dünyamızdan kaçıp Tolkien evrenine sızmış bir adam gibidir. Ne iyidir, ne kötüdür; yaptığı işin amacı sadece kendini bağlayan sebeplerle alakalıdır; 1. çağdan başlayarak 4. çağa kadar süren olaylarda herkesin bir tarafta olduğu, bir şekilde kozmik düzenin iki yakasının bir elemanı olduğu evrende, sadece kendine ait olan ve kendi için işler yapan tek adamdır. Feanor, her ne kadar elf olarak tasvir edilse de, tek gerçek insandır Tolkien evreninde. Feanor, en has ve kâmil haliyle, şairdir. Şairler ümmeti az peygamberlerdir ve şairin sadakati yalnızca şiirine, sanatınadır. Şair Necip Fazıl gibi, sırf “ne şehrayin amma!” diyebilmek için baskı makinesi bileşenlerini odada yanan mangala atıp çıkan rengârenk alevi izleyip mest olur ve yarın umrunda değildir. Koskoca bir yalandır şairin tutunduğu, amma ne yalan. “Şaire laf-ı riyayı satamazsın zahid/ ki yalanı bilir elbette ki yalan ehli” diyen Necati Bey gibi, kendi yalanına o kadar vakıftır ki şair, başka yalanlara ihtiyaç duymaz. O yüzden Feanor, “manası yok” der, zahide; Valar’a, ona buna pabuç bırakmaz. Onun kendi yarattığınadır yegâne sadakati, zira Godhlausslardır Feanor’u yaratan Tolkien’e ilham veren, ancak iki elinin yaptığı ile alakadardır Feanor. Sadakati kendinedir, kendisi de o yalandadır, sizin kanunlarınız işlemez ona, en kallavisinden bir rest çekmiştir nesnel gerçekliğe. Son olarak, diğer fantastik eserlerle Tolkien’i karşılaştırırsak nasıl bir manzara çıkıyor karşımıza? Fantazya tek bir tarzda ilerlemiyor, Ursula K. Le Guin, C. S. Lewis, George R. R. Martin, hepsi farklı karakteristik özellikler gösteren tarzlarıyla farklı kalemler. Ancak şunu söylemek isterim, Tolkien’in “dört başı mamur, dili, pantheonu, yan öyküleri 14 Tolkien’in Orijinal El Yazması, Yüzüklerin Efendisi Kitabından/Bodleian Kütüphanesi Bahar 2016 ile tam bir mitoloji” arz eden bir eser yaratması, türü etkiledi. Aynı kalitede değil diğer eserler, çünkü hiçbir yazar maalesef Tolkien gibi “edebi yetenek” ile “bilimsel birikim”i şahsında tevhid etmiş değil. Ancak Ejderha Mızrağı serisi ya da World of Warcraft, çeşitli masa oyunları vs. Tolkien’in bu tavrının daha yüzeysel örneklerini gösteriyorlar. Tolkien kadar derin, tutarlı ve işlenmiş değil, ancak bunlar da birer “suni mitoloji”ye yakınsayan öykü içeriyorlar. Elder Scrolls oyun serisi de buna örnek verilebilir. En çok, George R. R. Martin’i Tolkien’le karşılaştırmak isterim. Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi yapıtı, Martin’in de A Song of Ice and Fire (Game of Thrones) yapıtı film endüstrisi tarafından işlendi ve daha geniş kitlelere yayılıp popüler kültüre girdi. Tolkien bir “mitoloji” yaratırken, Martin bir “roman” yazıyor, farkları budur. Tolkien’in dünyasında, mitoloji ve masallarda olduğu üzere, karakterler siyah beyaz olmaya meyillidir, daha epik, insansılıktan ve “gerçek hayat”tan uzak bir anlatım vardır, realist değildir. Ancak Martin, bir “tarih fantazyası” yazıyor, tam bir romancı, düşük dozlu fantastik motifler içerse de yapıtı, aslında onlar küçük bir önemi haiz araçlar. Martin ekonomisi, griliği, “insani kötülüğü” ile gerçek benzeri bir dünya kurarken; Tolkien, mitolojilerdeki gibi “göksel” bir dünya kuruyor, farkları buradadır. İkisinin birbirine üstünlüğünü konuşmak abes, verdikleri tat çok farklı. * M. Bahadırhan Dinçaslan kimdir? M. Bahadırhan Dinçaslan, 2.8.1990’da Kayseri’de doğdu. Kayseri Sarız ilçesine meskûn Avşar Türkmenlerindendir. Liseyi Nevşehir Fen Lisesi’nde yatılı okudu. Yıldız Teknik Üniversitesi’nde Biyomühendislik eğitimini yarıda bırakarak derece bursuyla Kültür Üniversitesi İletişim Sanatları bölümüne geçti. Bir süre e-learning sektöründe metin yazarı olarak çalıştı. Halen İstanbul’da gazetecilik ve çevirmenlik yapmaktadır. Tarih, mitoloji, etimoloji, linguistik ve antropoloji ile ilgilenen Dinçaslan, Siyah Beyaz KSP Derneğinin kurucu başkanlığını, dernek yayını derginin editörlüğünü ve Vaktiyle Bir Atsız Varmış isimli kitabın yayıncılığını üstlendi. Boğaziçi Sohbetleri başlığı altında tarih, edebiyat, mitoloji ve siyaset konulu sohbetleri organize etmekte, çeşitli mecralarda “başına buyruk gazeteci” formatıyla köşe yazıları yazmaktadır. 15 İYTE Edebiyat Topluluğu Bilim Kurgu Sinemasında Geleceğe Dönüş Müge Algan “Science fiction is really sociological studies of the future, things that the writer believes are going to happen by putting two and two together.” - Ray Bradbury (bilim kurgu yazarı) G eleceğe dair öngörüleriniz var ise, mutlaka endişeleriniz de vardır. Dikkat edecek olursanız, neredeyse bütün bilim kurgu romanları ya da senaryolarında kaos ortamı ve mücadele öyküleri vardır. İnsanoğlu astronomi, fizik, matematik gibi alanlarda bilgi sahibi olmaya başladığından beri düşünmeye başladı; şimdi bu ise, ya sonra? Jules Verne’leri, H.G.Wells’leri, Lovecraft’ları anlamaya aklım, anlatmaya nefesim yetmeyeceği için bilim kurgu hakkında konuşmaya gelin 20. yüzyıldan başlayalım. 16 Sinema ile edebiyatı birbirinden ayırmakta zorlanıyorum, özellikle bilim kurgu türü söz konusu olduğunda. O yüzden salt sinema üzerine konuşmak niyetinde değilim. Adlarını anmışken, tarihin ilk bilim kurgu filmi (kısa metrajlı da olsa) Jules Verne’in Ay’a Seyahat ve Wells’in Ay’daki İlk İnsanlar romanlarından esinlenerek 1902 yılında Georges Méliès tarafından çekilen Le Voyage Dans La Lune (Ay’a Seyahat)’dür. Film birkaç yıl sonra her karesi tek tek elle boyanarak renklendirilmiş ki bu kopyası neredeyse 90 yıl sonra bulunmuştur. Méliès’nin çektiği yüzlerce filmin büyük çoğunluğu savaş döneminde kaybolmuş hatta film makaralarını kendi elleriyle yaktığı da söylenir. Çekildiği inzivadan, savaş bittikten yıllar sonra izini süren gazeteciler tarafından çıkarılmış. Aşina gelir belki size de, Martin Scorsese’in Hugo (2011) filminde Georges Méliès’nin gizemli hayatına ışık tutulmuştu. Aya Seyahat Bahar 2016 tutun da, Maschinen-Mensch’in yaratılışını pentagram ile süsleyen sahnelere kadar pek çok ifadeyle isyancı olmak şeytanlık olarak gösteriliyor ve nitekim isyan felaketlerle sonuçlanıyor. Sonuç olarak baş ve eller olan otorite ile işçileri arabulucu Freder birleştiriyor. İşçiler makinelere, patronlar masalarına dönüyor, hayat devam ediyor. Hitler’in Metropolis’i çok beğendiği ve takdir ettiği bilinmektedir, bunu da not etmek isterim. Metropolis-El, Kalp, Beyin Sanayi devrimi sonrası değişen dünya düzeni, toplumsal sınıflar ve ardından savaş yılları geleceğe dair korkuları da beraberinde getirmiştir. Bunun sinemaya yansıyan ilk örneği 1927 Alman yapımı Metropolis’tir. 1.Dünya Savaşı’ndan yenik ayrılmış ve yoksul düşmüş, otorite özlemi ile otoriteye isyan etme ikilemindeki, Nazi Partisi döneminin ilk yıllarını yaşayan Almanya’nın izlerini görüyoruz bu siyah-beyaz, sessiz filmde. Onca yoksulluk içinde, binlerce oyuncu ve koca bir stüdyoyla, günümüz parasıyla 200 milyon dolarlık bütçeyle nasıl çekmişler filmi, anlamak kolay değil. Yönetmen Fritz Lang, New York Şehri’nin silüetini ilk gördüğünde kafasında Metropolis gibi bir şehrin canlandığını söylüyor, Babil Efsanesi’nden de esinlenerek senaryosunu yazıyor (hatırlarsınız belki siz de, Queen’in Radio Ga Ga şarkısının klibindeki siyah beyaz görüntüler Metropolis’ten alıntılanmıştı). Gelişmişliğin son noktasında, düzeni korumak için yer altında otomaton gibi çalışan işçileriyle ve onları yöneten, yer üstünde varlık içinde sefa süren elit sınıfıyla, devasa bir şehirdir Metropolis. Bu iki dünyayı, yani baş ve elleri birleştiren arabulucu ise kalp olacaktır. Bu noktada, Maria ve Freder’in aşkı öyküye yön verecektir. Filmdeki çılgın bilim adamının eseri robot-insan (Maschinen-Mensch, ki bu arkadaşın robot hâli bizim C-3PO’nun anneannesi sayılır) Rosa Luxemburg’a atıfta bulunarak ama esasen Babil Fahişesi gibi resmedilir. İşçileri isyana teşvik edecek, otoriteye inançlarını yok edecektir. Filmde, Hristiyanlık’taki Yedi Ölümcül Günah’ın sembollerinden Epey spoiler vermiş olduğumun farkındayım, affedin. Fakat 20. yüzyılın ortalarına kadarki pek çok bilim kurguda toplumsal sınıfların keskin çizgilerle ayrıldığı, bireyselliğin ve benlik kavramının toplum içinde eritildiği distopyalar kurgulandığını anlatmak istedim. Yevgeniy Zamyatin’in Biz (1920) kurgusunu takiben Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya (1932), Ayn Rand’ın Anthem/Ben (1938), George Orwell’ın BinDokuzYüzSeksenDört (1949), Ray Bradbur y’nin Fahrenheit 451 (1953), Ursula K. Le Guin’in Mülksüzler (1974) romanları, totaliter rejimlerin kollarının uzanabileceği uç noktaları resmetmiştir. Bazıları beyaz perdeye de uyarlanmıştır. 17 İYTE Edebiyat Topluluğu A space odyssey 2001 - Apeman 18 Yeni dünya düzenini ve kapitalizmin mutlak hükmünü insanlığın bilinçaltı kabullenmeye başladığında, teknolojinin patlarcasına gelişmesi de yeni arayışlar getirdiğinde, bu endişeli bilim kurguların yerlerini yavaş yavaş heyecan verici uzay maceralarına bıraktığını görüyoruz. O yıllarda iki siyasî kutup arasındaki çekişme kendini kanıtlama yolunda uzaycılık oyununa dönüşmüş, Laika ve Yuri Gagarin’in uzaya çıkması, Neil Armstrong’un Ay’a ayak bastığının tüm dünyaya yedirilmesi vs. de bilim kurgu dünyasına yön vermiştir. Benim de hastası olduğum pek çok film, film serisi ve dizinin yanı sıra bir film var ki, ismi “Bir Uzay Destanı” olmasına rağmen, sıradan bir uzay hikâyesi olmanın çok ötesinde. Tabiî ki 2001: A Space Odyssey’den bahsediyorum. Senaryosunu Arthur C. Clarke 1948 yılında öncelikle kısa öykü olarak yazıyor. Tekrar 1968 yılında, Stanley Kubrick ve Arthur C. Clarke senaryoya birlikte el atıyorlar. Roman hâline geldiğinde Clarke son noktayı koyup yayımlıyor, Kubrick ise bilim kurgu sinemasının kurallarını koyan bir filme imzasını atıyor. Apollo 11 yalanından bile 1 yıl önce çekilen filmde, bugün kullandığımız bütün teknolojik aletleri görüp şoka girmek mümkün. Görüntülü konuşma, tablet, ince ekranlı akıllı televizyon ve tadı kaçmasın diye saymadığım niceleri… 2015’te uzay filmi çekmek kolay, yıl 1968! Bin dokuz yüz altmış sekiz… Kısmen bizim Death Star’a benzeyen uzay gemisi ve diğer bütün uzay görüntüleri, siyah fon önünde asılı duran minyatürlerle çekilmiş. Tabii, bunlar filmin janjanlı tarafı. 140 küsur dakikalık filmin en fazla yarım saatinde diyalog var ve fakat Kubrick’in dehası bize sahneleri fotoğraf gibi inceleterek ayrıntıları keşfettiriyor. Bu sırada bazen Johann Strauss’un Mavi Tuna Valsi bize eşlik ediyor. Güneşin doğuşu sahnesiyle akla kazınan müziği ise Richard Strauss’un Also sprach Zarathustra (Böyle Buyurdu Zerdüşt) Op. 30’un giriş bölümü. Bazen üç dakika boyunca bir astronotun nefes alıp verişini dinliyoruz sadece, sıkılıp sahneyi ilerletesimiz geliyor, ama elimiz de varmıyor hani. Ve anlıyoruz ki insanoğlu uzayda karadaki balık gibidir; teknolojik aletler olmadan yaşayamaz. Aletlerin ise nefes almaya ihtiyacı yoktur. İzlediğimiz sahneler bize insanoğlunun, kendi icat ettiği “alet”lerin kontrolünü uzayda yaşarken kaybettiği mesajını veriyor. İnsanların ise uzayda yürümeyi, yemeyi, tuvalet yapmayı yeniden öğrenmesi gerekiyor. Dünyadaki ortama adaptasyonu milyonlarca yıl süren insan ırkı için uzayda her şey sıfırdan başlıyor. Film de zaten teknolojinin insan evrimini nasıl etkilediğini anlatıyor bize. A space odyssey 2001 - Monolith Bahar 2016 Hikâye, maymun-insanların ilk alet yani bir kemik parçasını kullanarak güç elde etmesiyle başlıyor ve yapay zekânın kullanıldığı günlere kadar geliyor. Burada gizemli bir devasa yekpare taş (monolit) metaforu kullanılmış, maymun-insanlar bu taş parçasını gördüğünde korku ve merak içerisine giriyorlar. Daha sonra aynı monolite 1999 yılında, alınan bir sinyal üzerine Ay’a yapılan bir ziyaret sırasında rastlanıyor. Homo-sapiens’e evrimleşmiş insan ise korkudan uzak, rasyonel bir tavırla yaklaşıyor. Monolitin Jüpiter’e sinyal gönderdiğini keşfeden bilim adamları böylelikle 18 ay sonra Jüpiter Görevi’ne başlıyor ve filmin adı bu sebepten 2001 oluyor (evet 2001 yılında uzayda gezemesek de, otuzüçon’da yılan oynandığını deneyimledik hepimiz). Bilim adamlarına bu görev sırasında teknolojinin son kusursuz eseri HAL9000, yani insan gibi düşünüp konuşabilen bir bilgisayar eşlik ediyor (izlemeyenler için söylemeliyim; izlediğim en korkunç karakter, insanı gerim gerim geriyor, zaten Sauron’a benziyor). Geminin kontrolü ve misyonunun bütün iradesi HAL’in elinde. Yolculuk boyunca, homo-sapiens’lerin kendi yarattığı yapay zekâyla girdiği savaşı ve bu en teknolojik alet ile başa çıkmak için en basit alete dönüşünü izliyoruz. Filmin son bölümünde ise; insanın kendiyle yüzleşmesi sahnelenmiş. İnsanın varlığı kadeh içerisinde şarap metaforuyla anlatılmış. Kadeh kırılır, şarap hâlâ şaraptır. Ağzı açık izleme garantili 2001’i listenin başına koyduktan sonra Star Wars serileri hakkında konuşmayı çok isterdim, ancak ağzımı hiç açmayacağım, dergimizin sayfa sayısı sınırlı çünkü. Saygı duruşunda bulunmadan yanından geçmenin çok ayıp olacağı, Tarkovsky’nin Solaris’i, Spielberg’ün Close Encounters of the Third Kind’ı, James Cameron’ın Terminator’leri (özellikle ikinci film), Wachowski kardeşlerin Matrix üçlemesi (özellikle ilk film) gibi filmler derken Cuarón’un Gravity’si ve Nolan’ın Interstellar’ına kadar geldik günümüz itibariyle bilim kurgu sinemasında. Hatta bu sırada bizim de klişeler silsilesi ile güldüren bir G.O.R.A’mız bile oldu, komedi momedi idare edeceğiz artık! Wall-e de animasyon türünde (Japon animelerini es geçersek) en etkileyici yapım oldu, verdiği mesaj ile de beklentimin üstündeydi. Fakat ben kapanışı pek görsel efekt içermeyen bir bilim kurguyla yapmak istiyorum. Milenyum itibariyle nüfus patlaması, doğal kaynakların tükenmeye yüz tutması, ekosistemin göz göre göre çöküşe sürüklenişi geleceğe dair umutsuzluk algısını oluşturdu kafalarda. Bahsedeceğim film, 2027 yılının Londrası’nda geçiyor. Filmin 2006 yapımı olduğunu ve senaryosunun dayandığı romanın kadın yazar P.D. James tarafından 1992 yılında yazıldığını da düşünürsek, teknolojik anlamda günümüz dünyasından bile çok bir farkı yok diyebiliriz, velhasıl ciuv ciuv diye ses çıkaran aletler pek görmüyoruz. Esasen roman 2021 yılında geçiyor, ama filmde tarihi 6 yıl daha ötelemeyi uygun görmüşler. Tükenmiş bir dünyada başlıyor Children of Men’in öyküsü; İngiltere hariç hiçbir ülkenin devleti ve ordusu kalmamış, İngiltere sokakları ise savaş alanına dönmüş. Yolda yürürken kurşunların altından kafanızı eğerek geçiyorsunuz, az önce çıktığınız bina patlıyor ve siz tepkisizce yolunuza devam ediyorsunuz. Dünyanın dört bir yanından kaçıp İngiltere’ye sığınan insanlar, buna karşın mültecilere karşı savaşan faşist bir rejim, aşırı dinci bir kesim, bunların sonucunda ulu orta mülteci kafesleri ve arka sokaklarda Auschwitz’i çağrıştıran mülteci kampları… Az biraz canlanmıştır sanırım kafanızda. 19 İYTE Edebiyat Topluluğu Children of Man 20 Tüm bunlara ek olarak insanlık büyük bir tehdit altında; senaryoda açıklanmayan bir sebepten ötürü insan ırkı üreme yetisini kaybetmiş durumda. Yıllardır dünyaya bebek gelmiyor, üstüne üstlük savaş her yerde. Genç bir kadın ise insanoğlunun son umudu, bir grup insan da onun güvenliğini sonuna kadar sağlamak zorunda. Bu filmi, içeriği hakkında hiçbir fikrim olmadan “Neee Clive Owen mı? Ooo Julianne Moore? Vaay Michael Caine de varmış!” diyerek izlemiştim. Ne iyi etmişim! Oyunculuklar kusursuz, tam olması gerektiği gibi; gözlerinde ışıltı kalmamış ve umut yüzlerini terk edeli çok olmuş (Éomer’e de selam olsun burdan “Hope has forsaken these lands”). Fakat sinematografi beni bitirdi. Kameralar mükemmel kullanılmış, uzun sekanslar halinde çekilmesi gözünüzü kırpmanıza fırsat vermiyor. Bir çatışma sahnesinde kameraya sıçrayan kan dakikalarca görüntüde kalıyor ve el kamerasıyla çekildiği için de, sanki kan gözlüğünüzün camına sıçramış da orada siz de canınızı kurtarmaya çalışıyormuşsunuz gibi hissettiriyor. Ayrıntılar da çok etkileyici ve tamamlayıcı. Kahramanlarımız yolda yürürken duvarlarda gördüğümüz Banksy karikatürleri, konuşurlarken arkada beliren Battersea Power Station silüeti ve pembe domuz uçan balonuyla Pink Floyd’un Animals albüm kapağı canlandırması… Beklemediğiniz bir anda fonda King Crimson’dan In The Court of Crimson King çalmaya başlayınca yaşadığınız mutlu dumur… Şunu da eklemek istiyorum; bir sahnede Michelangelo’nun Davut heykelini görüyoruz. Bunca kaosun içinde bu ne lahana turşusu şimdi diyoruz içimizden. Sonra Picasso’nun Guernica’sını da görüyoruz yemek salonunun duvarında ve konuşmaların da atmosferinden anlıyoruz ki anlatılmak istenen de lahana turşusunun ta kendisiymiş zaten. O sırada da sahneye Händel’in Alexander’s Feast eserinden War, He Sung, is Toil and Trouble aryası eşlik ediyor, ki librettosunu dikkatli dinleyince ortamla ne kadar uyumlu olduğunu anlıyoruz. Toparlayacak olursak; kurgunun temel unsuru kısırlık niçin baş göstermiş, tıp neden bir çare bulamamış bilmiyoruz. Sadece ‘Yarın’ların umut olması ihtimali ile başbaşa bırakılıyoruz. Konuyu elimden geldiğince az dağıtarak, geçen zaman içerisinde günün toplum koşullarıyla gelecek öngörülerinin bilim kurguya yansıyışı üzerine konuşmaya çalıştım. 40’ar yıllık aralıklarla çekilmiş üç filmi incelemeyi denedim. Bu üç filmin anahtar kelimelerine dikkat ettiniz mi? Sırasıyla; endişe, heyecan, umutsuzluk… Sizce de dünyayı bu kadar tüketmişken, geleceğe dair umutsuzluğun tam ortasında değil miyiz? Bahar 2016 Bilim Kurgu Türünün Üç Filmi: 12 Monkeys, Hardware, Source Code Polatkan Özcan 12 Monkeys Y önetmenliğini Terry Gilliam’ın yaptığı ‘95 yapımı film, 1996 yılında 5 milyar insanın ölümüne yol açacak olan bir virüsün, 12 Maymun isimli aktivist bir örgüt tarafından dünya üzerine yayılması ve gelecekten gelen James Cole (Bruce Willis) isimli “zorunlu gönüllü” tarafından önlenmeye çalışılmasını anlatıyor. 2035 yılında insanlık, sahip olduğu bilgiden ödün vermeden yer altına sığınmış ve umutsuzca yeniden gökyüzünü görebilmeyi hayal ediyor. Bunun gerçekleşmesi için uğraşırken de kendi seçtikleri “gönüllüleri” geçmişe gönderip 12 Maymun örgütünü durdurmaya çalışıyor. Fransız kısa film La Jeteé’den (Chris Marker, 1962) esinlenerek uyarlanmış olan filmde, Jeffrey Goines (Brad Pitt), Kathryn Railly (Madeleine Stowe) gibi ustalıkla oynanmış karakterler de mevcut. 2 Oscar’a aday gösterilen filmin 2015 Ocak ayında yayınlanmaya başlamış bir televizyon dizisi de vardır. 21 İYTE Edebiyat Topluluğu Hardware Richard Stanley’in 1990 yılında çektiği, yönetmenlik hatalarıyla dolu olmasına rağmen coşturucu bir biçimde ilham verici bulduğum, düşük bütçeli olmasına rağmen Transformers’tan daha güzel olduğunu düşündüğüm, içeriğiyle öne çıkmış ancak hatalarıyla çoğu kişinin beğenisini kazanamamış bir distopyadır. Biraz iç karartıcı, biraz beyin yakıcı fikirleriyle gelecekte yaşam şartlarının ve doğa koşullarının çığırından çıktığı, anti-ütopik bir dünyada geçiyor. Yaşamın neredeyse olmadığı, sınırlandırılmış, yasak bölgelerde gezip topladıklarını şehirde satan bir göçebenin (Carl Mccoy) şans eseri parçalanmış bir robotun arta kalanlarını toplayıp Moses Baxter (Dylan Mcdermott) isimli uzay askerine, sevgilisi Jill (Stacey Travis) için satmasıyla başlıyor hikâye. İnsanlığın yok olmamaya çalışırken bile sahip olduğu bencilliği ve tüketim tutkunluğunu olağanüstü bir biçimde anlatan Hardware, Angry Bob (Iggy Pop), Alvy (Mark Northover) gibi enteresan karakterlere de yer veriyor. 22 Source Code Duncan Jones’un yönettiği 2011 yapımı film. Bir askerin deneysel bir program dâhilinde beklenen bir terör saldırısını önlemek amacıyla başka bir insanın vücuduna girip araştırma yapmasını anlatıyor. Günümüz dünyasına benzer bir ortamda, Sean Fentress isimli bir öğretmenin geçmişinde, DNA kodlarının kendisine Source Code isimli yeni bir teknoloji ile uygulanması sayesinde gelecekteki saldırı için ipuçları arayan Colter Stevens (Jake Gyllenhaal), durumun gördüğünden biraz daha farklı olduğunu zamanla kavrıyor. Film eleştirmenlerinden yüksek not almış olsa da Source Code, herhangi bir ödüle sahip değildir. Bahar 2016 Mr. Crowley’in Doğumu Orkan Dal Tanrıça kadar soğuk bir aralık akşamı. Canım sıkılıyor ve dışarı çıkıyorum. Yağan kar, ufak bir sis oluşturmuş şehirde. Kafamın içinde bir müzik var, sözlerini duyuyorum. Bir kısmını hatırlıyorum ama. Sanırım, iki dizesi şöyle olmalı: “Mr. Crowley, what went down in your head, Mr. Crowley, did you talk to the dead?” Ellerim üşüyor. Üzerime giydiğim kahverengi, biraz da eski montun ceplerine sokuyorum. Ellerim daha da üşüyor. Soğuğun etkisini azaltmak için salgısını artırmış burnum akıyor. Ucu da kırmızıdır diye düşünüyorum. Hızlı adımlarla yürüyorum. Gittikçe hızlanıyor adımlarım. Titreyen ve yatacak sıcak bir yer bulmak için çabalayan köpekleri görüyorum. Kafamı çeviriyorum mecburen, benim de kalacak yerim yok çünkü. Hızlanan adımlarım ısıtıyor biraz da olsa. Geniş bir yoldan yürüyorum ve bu yolda gözümü alan farlar, kulağımı tırmalayan kornalar ve insanların o iğrenç, yüksek sesleri yok. Zemin, hızla giden bir arabanın ani freniyle ısınamıyor diye üzülüyorum. Yürümekten başka çarem yok. Yürümezsem donabilirim. Ne kadar süre yürüdüğümü bilmiyorum. Yerde kırık bir şişenin cam parçalarını görüyorum, almak için eğiliyorum. Aldığımda yüzümü görüyorum. Sonra saçlarımdan çıkan ve ancak kaynayan bir suda görülebilecek buharı fark ediyorum. Uzun süredir yürüdüğümü anlıyorum. Doğrulmadan kırık cam parçasını aldığım yere koyuyorum. Doğrulduğumda basıncın etkisiyle daha fazla üretilen ter damlacıklarının alnımdan süzüldüğünü hissediyorum. Kirli montumun sağ koluyla siliyorum yüzümü ve alnımı. Yüzüm kirlenmiş olmalı; fakat aldırış etmiyorum. Üzerimi düzeltip devam ediyorum yürümeye. Kulağımdaki müzik, kendini ayyaşların türkülerine* bırakıyor. Isınmak için yaktıkları ateşi de görüyorum üstelik. Yürüdükçe ses daha iyi geliyor. Düşünüyorum hangisi daha iyi diye. Ah, kararsızlık! Yanlarından geçerken bir şey söylüyorlar. Çok yuvarlak konuştukları için anlamıyorum. Selam verdiklerini sanıyorum. Soğuktan morarmaya yüz tutmuş sağ elimi çıkartıyorum ve onlara doğru kaldırarak fakat onlara bakmayarak yürümeye devam ediyorum. İçtikleri şarabın içinde bulunan alkolün ilk olarak kılcal damarları daraltarak onları ısıtacağını ve daha sonra alkol miktarı arttıkça alkolün bir takım hormonları uyararak kılcal damar geçirgenliğini arttıracağını ve sabaha kalmadan sızıp donarak öleceklerini düşündüğümde aniden duruyorum ve yanlarına gitmek için dönüyorum. Yanlarına giderken, şarap içtiklerini nereden bildiğimi sorguluyorum. Yanlarına gittiğimde içtiklerinin şarap değil konyak olduğunu görüyorum. Üç kişi var. İkisi yerde yarı yatar pozisyonda oturuyorlar ve altlarında kalın ve bazı yerleri ezilmiş, kirli uzun bir mukavva olduğunu görüyorum. Biri ayakta karanlığa doğru işiyor ve sidiği buharlaştıkça kokusu burnuma kadar geliyor. Kar tabakasında ince bir delik de oluşturduğunu tahmin ediyorum. Yerde duran avare kılıklı adamlar şaşkınlıkla 23 İYTE Edebiyat Topluluğu bana bakıyorlar. Şaşkınlıklarını gizlemek için ellerindeki kanyak şişelerini ikisi birden aynı anda bana doğru uzatıyorlar. Ateşe doğru yaklaşıyorum, topuklarımın üzerine oturarak, sol elimi kanyak şişesine, sağ elimi ateşe doğru uzatıyorum. Kanyağı alıyorum ve irice bir yudum alıyorum. Dilimdeki papillalar ölene kadar ağzımda tutuyorum, yutmuyorum. Nefes alıp vermemi zorlaştırınca boğazımdan yavaşça süzerek yutuyorum. Kanyak yemek borumdan mideme giderken ayrı, mideme indiğinde ayrı hissettiriyor kendini. Bir yudum daha aldıktan sonra şişeyi geri veriyorum. Biraz ısınıyorum, sadece biraz. İşeyen adam otururken haşır huşur sesler çıkarıyor. Biraz utanarak bana “Kâğıt parçaları, soğuktan koruyorlar adamım” diyor. Montunun sol cebinden zulaladığı gümüş renkli fakat tenekeden yapılma kabı çıkartıyor. Dişleriyle açıyor ve kapağını bir kenarı atıyor. Su gibi içiyor kanyağı âdeta. Ellerimi ısıttıktan sonra pek de ısınmış sayılmazlar, soğukken vücudunuz sıcak bir şey elinize değdiğinde yaşadığınız uyuşma hissine benzer bir hisle kalkıyorum. 24 Dolunayın önünden çekilince bulutlar, bulunduğumuz yerin bir mezarlık olduğunu anlıyorum. İrkiliyorum aniden. Bunu gören avare arkadaşlarım gülüyorlar. Mezarların üzerinde isimler beliriyor. Fosforlu yeşil bu isimler. İsimleri tek tek okumaya çalışıyorum; Mrs.Layne, Mr.Rob… Ve uzaktan fosforlu sarı gibi gözüken bir mezar dikkatimi çekiyor. Bu mesafeden ne yazdığını okuyamıyorum; korkarak yanına gidiyorum. Gördüğüm isim karşısında bir kez daha irkiliyorum. Mr. Crowley yazıyor. Aniden mezar parlıyor ve retinam rahatsız olmaya başlıyor. Kolumla gözlerimi kapatmaya çalışıyorum. Soluma bakıyorum bir süre. Vücudum fazla epinefrin salgılamış olacak ki kalbim göğüs kafesimi zorluyor ve damarlarımdan geçen hayat sıvısının, damar çeperlerinde meydana getirdiği sürtünmeyi hissediyorum. Işık yok olunca kolumu indirip mezara doğru dönüyorum; bir sırrın bakış açısından esinlenerek. Gördüğüm manzara karşısında donup kalıyorum. Karşımda bembeyaz bir atın üzerinde kuzguni renkte giyinmiş, uzun kızıl saçları olan bir kadın görüyorum. Mr. Crowley’in mezarından bir kadın çıktığına inanamıyorum. Biraz da trajik geliyor. Çok kısa bir süre sonra; koşuyor atlı kızıl kadın. Hâlâ Mr. Crowley diyemiyorum ona. Merak ederek biraz da içgüdüsel olarak peşinden koşuyorum. Yer parlıyor ve yanıyor âdeta. Ay’ın ışığı altında büyük bir sarsıntı meydana geliyor. Toprak, güzel bir kelebeğin sahip olduğu zarafetle ve görkemli bir şekilde kabarıyor. Ufak bir tepe meydana geliyor. Atlı kızıl kadını o tepede görüyorum. Koşacak gücüm kalmıyor. Kadın bana bakarak “Neyi bekliyorsun şeytanın çağrısını mı?” diyor. Cevap veremiyorum. Zaman olması gerekenden daha akıcıymış gibi geliyor. Sesimi tepeye kadar ulaştırabilmek için tüm gücümle avazım çıktığı kadar bağırıyorum: “Neyi kastediyorsun?” Yüzü beyazlaştığında gülümsemesini görebiliyorum. Aniden yok oluyor. Tepe hâlâ duruyor. Birkaç kez daha güçlü bir şekilde bağırıyorum. “Neyi kastettiğini bilmek istiyorum.” diye. Cevap kendi sesim oluyor. Dolunayın önünü kaplıyor bulutlar yine. Gece daha da grileşiyor. Parlayan mezarlar yok oluyorlar. Sıradan bir mezarlığa dönüşüyor burası. Avarelerin seslerini duyuyorum yeniden. Arkamı dönüp hızlı bir şekilde koşuyorum. Mezarın başına geldiğimde açık olduğunu görüyorum. Korkmadan mezarın içine giriyorum. İçine yatıyorum. Avarelerin seslerini duyuyorum. Önceki seslerine göre daha ince ve pürüzsüz. Bahar 2016 Görüyorum onları, görünüşleri değişmiş halde mezarın başına geliyorlar. Kırmızı tenleri ve tamamı beyaz olan gözleri var. Üzerlerinden sıcak bir şey akıyor. Tam filmlerdeki sahneler gibi. “Behemoth!” bu kelimeyi duyuyorum sadece, bir manifesto ya da kutsal bir şey gibi geliyor. Sonra ağızlarının olmadığını fark ediyorum. Ağzı olmayan bir nesnenin sesini nasıl duyduğumu sorguluyorum. Bilinç o kadar savunmasız ki beyindeki ufak kimyasal değişikliklerden bile etkileniyor. Ellerini görüyorum. Büyük. Ellerin değiştiğini fark ediyorum, adeta birer kürek oluyorlar. Bilinçaltı yine oyun oynuyor. Mezardayken düşünebileceğim şeyler sınırlı. Toprak atıyorlar. Üşümem kesiliyor, toprak sıcak. Nefes almakta güçlük çektiğimi hissediyorum; doğum sonrası sancı gibi. Ağırlık, yıllardır olmadığı kadar çöküyor üzerime. Tamamen toprakla kaplandıktan sonra bir cümle duyuyorum, gece dostça yaşanmış bir ilişkiden sonra: “Yüce Lucifer sizi korusun Bay Crowley.” *Balat Peşinden Gelmeyeceğim Bu gece, gölgesini yitirecek ayak bilekleri Nice karanlık sokaklar var yürünecek Seyrek bir yağmur gibi gideceğiz bir yere Gitmek, sokak lambalarınca bilinecek Ve son kez öpecek beni dudakların Son kez değecek birbirine tenlerimiz Alelade birkaç laf edip çekeceksin ellerini Her zamanki gibi ürkek olacak bedenin Fırtınalar kopacak içimde Peşinden gelmeyeceğim Ne zaman günlerden yarın olsa Kalkıp haytalığa meyledeceğim Her nereye dönük değilse yüzün Oraya mülteci gideceğim. Ne zaman dönecek olsam yetim Muhakkak bir adam öldüreceğim. Gözlerim, kurumayacaklar Peşinden gelmeyeceğim Altında o sokak lambasının Çağıracak beni tüm gece ve kaldırımlar Girip koca bir karanlığa Olduğu gibi son param şarap Bir vakit işsizlik çekeceğim Hangi dost yeltenirse teselliye Ağız dolusu küfredeceğim. Ciğerim yanacak Fakat Peşinden gelmeyeceğim Serdar Hakan Argüz 25 İYTE Edebiyat Topluluğu Zamir Bey’in Sizsizliği Kubilay Ergül Hiç kar yok. Çok soğuk, rüzgâr fırtınaya dönmek üzere... Kafamda kafama çok büyük gelen bir kar maskesi. Üstelik görebilmem, konuşabilmem ve burnumdan da rahatça nefes alabilmem için ayrı ayrı olmaları gereken delikler dünyanın parça pinçikliğine inat bir biçimde birleşmişler ya da kimliği belirsiz kişilerce birleştirilmişler. Lüzumsuz bir birleşme olmuş. Böylesine de razıyım ve fakat kar maskesi kafama çok büyük geldiğinden birleşik delikler burundan boyuna dekolte. Dünyayı, minikten az büyükçe nüfus sayımlarını yapmadığımdan sayıları belirsiz ve birleşik deliklerden bağımsız diğer delikler sayesinde görüyorum. Kalabalık sokaklardan bu kılıkta geçmek istemiyorum. Elimde olmayan nedenlerle istemediğim şeyi yapıyorum. Beni buna zorlayan somut ya da soyut nedenleri merak etmiyorum. Çünkü bugünümü merak etmeme günüm olarak belirledim. Caddede beni görenler uzun uzun süzmek zorunda kalıyorlar. Çok dikkat çekiyorum. Milletin zamanının hırsızı oluyorum. Hep o kafamdaki kar maskesi yüzünden oluyor bu. 26 —Ulan adi kar maskesi! Beni kötü biri yaptın, diyorum ve kafamı kar maskesizleştiriyorum. Artık kimseye köstek değilim. Tabii ki kar maskemsi de bana köstek değil. Sanki özgürlüğümü kısıtlayan tek şey bu kar maskesiymiş gibi ondan kurtuluşuma sevinecek pek bir şeyim olmadığından haddinden fazla seviniyorum. Aslında beni soğuktan koruma görevini yerine getiriyordu kar maskem. Ancak bu koruma işini yaparken başka işlerimi engelliyordu. Kar maskem gibi çok şey var hayatımda. Hepsinden kurtulsam bir türlü, kurtulmasam bir türlü... —“Savulun lan kar maskemin işbirlikçileri!” diyesim var ama… Az sonra beni her gördüğünde formaliteden hâl hatır sormayı kendisine iş edinmiş Semih’le karşılaşıyorum. — Ooo merhaba. Sen Bey nasılsınız? —Teşekkür ederim, ya siz Semih Bey? —Allah’a şükür, teşekkür ederim. İkimiz de müteşekkir olduktan sonra yollarımıza devam ediyoruz. Semih’le aramızda geçen bu diyaloğumsu şey hakkında o ne düşünüyor bilmiyorum ama ben çok saçma sapan buluyor ve kızıyorum. Tamam, her diyalog kendi içinde diyalektiktir, fakat bizimkisi fasulyeden diyalog. Fasulyeden diyaloğun diyalektiği de fasulyeden oluyor. Fasulyelerin gereksiz çocuksu heyecan içinde israf edildiğini düşünüyorum. Fasulyelere yazık. Hayatımda fasulyesel şeylerden de çok var. Zaten fasulye ülkemizde çok tüketilen bir baklagil, varın siz düşünün durumun gazsal hâlini. Bir gün başaracağım arkadaş! Bir gün fasulyenin patlayan yeri fidan olacak ve ziyan olan fasulyelerin telafisini hasat zamanı gidereceğim ya da Semih’le ben bir daha fasulye sucuklandırmayacağız mesela Bahar 2016 şöyle: — Ooo merhaba Sen Bey nasılsınız? —Çok mu merak ediyorsun lan, formalite Semih! Kabak gibi kalacak tabii. Aslında kimseyi kırmak istemem ama Marks Amca’ya da ayıp oluyor. Ne demiş eskiler ‘Küçüklerini sev, büyüklerini say.’ Marks Amca Semih’ten büyük ve Semih küçüğüm de değil, yaşıtım. Yaşıtlarıma nasıl davranabileceğimi bana bırakmış eskiler. Kalabalıktan sıkılıyorum. Biraz da kimsesiz sokaklarda dolaşayım, diyorum. Hızla ve hışımla dalıyorum kimsesiz olduğunu tahmin ettiğim bir sokağa. Bu sokakta bir cami var. Camiye yaklaştıkça kedi çığlıklarının sesi yükseliyor. “Acaba bu caminin cemaati satanist mi?” “Yok canım daha neler!” Hemen ardından bu günümü ‘merak etmeme günüm’ seçtiğimi hatırlıyor ve herhangi bir şeyi umursamayarak yola devam etme kararı alıyorum. Amaçsızca ilerlemek istiyorum. Ancak kendimi meraktan alıkoyamıyorum. Kendi koyduğu kuralı delmenin hukuksuzluğuyla camiye hızla varıyorum. Camide kimse yok. Sadece iki kedi avluda mart çığlığı atıyor mart olmadığı hâlde. Kedileri kimseden saymıyor kimse. Böylesi daha iyi... —İlâhi kediler! Millet sokakta sevgilisinin elini tutamıyor. Siz gel keyfim git keyfim, diyorum kendi kendime. Kedileri daha fazla röntgenlememek gerek beni merak ederlerse iş yarım kalabilir. Hem kimsenin özel hayatı beni ilgilendirmez. Hemen uzuyorum oradan kısadan az uzun boyumla. “…” Kelimeler kifayetsiz olur o an Saniyelerin ucuna bir dizi olan, uzayan saatlere sığmayan… Bekleten, bekletilen; bir yığın sözcük onlar, umarsız, yardımsız. Hissizleştiren, onların anlamsızlığında biraz da ben anlamsızlaşan, biz… Biz; süregelen, zaman zamanda biz bekleyen Biraz harften yoğrulan, yorulan, yolsuzlaşan. Yani biz; benden sen, senden ben olamayan. Kifayetsiz kelimeler kuyruğunda Biz ne demek olan? Bir senedir, Tavanın beyazında sarıyı gören biz, gün ışıyor ya. Hep susan biz. Çarşılara uğrayan az buz, bekleyen bekletilen Kaldırım taşlarında filizlenen bu kifayetsizleri fark eden, başımız eğik Bir yığın harf kalabalığında susan biz. Bulutların beyazlığında laciyi gören, martılar bu kentten geçmiyor ya … ve biraz da biz, iyi akşamlar. Harflerin anlamının yer ettiği biraz merhabalar, biraz sizler bizler Hani ben olan “biz”. Ya da en kısası “siz” olan ben… Ayçanur Ergökten 27 İYTE Edebiyat Topluluğu Maalesef Canım Tek Başınasın Sanem Ezgi Kınal Gece vızır vızır akıyordu. Avukat A. taksiden indi, kravatını gevşetti, gömleğinin kollarını sıvadı. Davayı kazanmıştı. Üç yıl iğneyle kuyu kazmış ama o doktorun suçlu olduğunu kanıtlamıştı. Savaş Gemisi’nin “roof ”una çıktı. O davayı kazanmasa bu kadar keyiflenmeyecek, parayı ezmek zorunda kalmayacak ve Orhan’ı görmeyecekti. Orhan… Kuşadası’nda, yazlıkta, arka komşunun oğlu. On yıl var görmeyeli. KK’nın kadim âşıklarından… Kim değildi ki? “Şahtın şahbaz olmuşsun” diyecekti, demedi. En son nikâhında görmüştü. Siyah takım elbisesinin yakalarına iliştirilmiş çeyrek altınlar, mor-kahverengi Atatürk başları arasında sırıtıp duruyordu. Kara kuru bir oğlanken evli erkeklerin makûs talihini o da kıramamıştı. Şişmanlamış, memeleri geçen ay yattığı hatununki kadar olmuştu. İçi bulandı. Niyeti “merhaba” ve “iyi akşamlar” deyip neşesine bakmaktı. Bu garip, savaş gemisine benzetmek için dünyanın demir-çeliği yığılmış ‘avm’de ne konuşacaklardı ki? “Hadi denize gidelim, Ferahlar da orada” dedikleri zamanlarda da değillerdi… Hem ne yapsındı raşitik Ferah’ı? KK sahilde olmadıktan sonra koskoca deniz bile fazlalıktı. Hey gidi hey… 28 “Ya otursana”lara, “Ne zamandır görmedik”lere daha fazla dayanamadı. Keyfi de yerindeydi. Bir bira, hadi bir tane daha… Yak bir sigara. Satılan arabalar, alınan arabalar… Çekiştirilen eşler, sevgililer… En güzeli fıkralardı. Orhan’ın en sevdiği tarafı buydu. Öyle bir anlatırdı ki herkes masal dinleyen çocuklar gibi onun ağzına bakardı. KK bile… Ulan ne diye aklına gelip duruyordu şimdi? Hayırlısı bakalım… Bir de Orhan’ın her kahkahadan sonra barın penceresinden görünen hastaneye kaçamak bir bakış atıp sonra A.’yı sorguya çeken, yoklayan çipil gözleri olmasaydı… Fazla dayanamamış; baklayı çıkarmıştı ağzından. “KK hastanedeymiş abi, fare zehri içmiş.” “Hangi hastane!?” “Şu karşıdaki.” Üst geçidin arkasında kalan hastaneyi gösteriyordu. Avukat A. zaten kolay parlardı. Sesinin ayarı pek yoktu, bu sefer elinin ayarı da kaçmıştı. Orhan’ın suratında patlayan tokada bira bardakları bile şaşırmıştı. Orhan diklenmedi, anlıyordu. Avukat A. tükürür gibi “ Yuh olsun sana” dedikten sonra soluğu caddenin karşı tarafındaki hastanede aldı. Âşıktım kızım ben sana! Bilmiyordun değil mi? Al işte öğrendin. Yani herhalde öğrenmişsindir. Suratın hala dümdüz de ondan içime bir kuşku düştü. Ne bekliyorsam sanki… Ana haber bültenine çıkacak değiliz, hoş… Gölgendim kızım ben senin. Nerede ne yapıyorsun annen bilmez ben bilirdim. O fırıldakla yaptığın tatilleri kimse bilmiyor sanıyordun değil mi? Kalbimi bir sana açıyorum derdin hatırlıyor musun? Suratın hâlâ dümdüz. Bu kadın, yani kalemi elinde tutan; beni buldu çıkardı bir yerlerden. Çok ayak sürüdüm ama vaktim gelmiş, öyle dedi. Seni böyle göreceğimi bilseydim… Tövbe yarabbi… Ne diyordum… Ha, kalbini Bahar 2016 açma meselesi… Ayak kızım bunların hepsi bilmiyor muyum sanıyorsun? Sen koca bir yalancıydın. Bir gönülde bin tane kalbin vardı senin. Herkese ayrı birini açardın. Her şeyin farkındaydım sen hiç merak etme. Ama şu canına yandığım dünyada tek gerçeğim sendin, sensin. Nerden çıktı şu di’li geçmiş… Allah korusun. Biliyordun kızım sana âşık olduğumu. Ta Kuşadası’ndan, sesimin çatlak horoz gibi çıkmaya başladığından beri biliyordun. Ama kıyamadın bana, diğerlerine yaptığın gibi çırılçıplak ortalıkta bırakmadın. Razı oldum ben de. Nasıl almışlar bu kadar çiçeği buraya? Benim bildiğim yasak hâlbuki. Burnun falan kaşınır gözün sulanır senin bu can çekişen çiçek kokusundan. Ama bakıyorum umurunda değil. O fırıldaktan alışmışsındır belki de. Yediği haltları, yaptığı öküzlükleri ölü çiçeklerle sıvayan bir orospu çocuğunu sevdin ya ne diyeyim ben sana. Senin de harcın bu kadarmış. Yalancısın da en çok kendine yalancısın biliyor musun? Evlenme bu herifle; gözü göz değil” dedim diye sildin attın beni. Bir de üstüne kıskanıyorsun dedin ya… Tıynetsizmişsin. O an anladım ama yediremedim kendime. Eline o fırıldağın bir vesikalığını al; Maltepe’de, cadde üstündeki otellere sırayla sor; bakalım ne oluyor? Hepsi biliyor kızım, hepsi. Memleketinden gelen burs paraları kimlere, nelere meze oldu bilmiyorsun tabii. İnansaydın bana keşke. İnanmak bir kenara ufacık bir karaltı bile düşüremedim içine. Helal olsun o fırıldağa ama. Heey! Kalemi tutan! Daldın gittin bakıyorum. O telefona baktın şaftın kaydı. Çıkmam lazım daraldım ben. Avukat A. kazandığı davaya lanet ederek attı kendini dışarıya. Başım ağrıyor, yok ağrımıyor; resmen acıyor. Alnımda ucu iğneli bir tırmık tarla sürüyor sanki. Bip bip o ses yaptı beni böyle. Ruhsuz gri dijital kutu uçurumun kenarındaki canın uçmasın diye hava pompalayıp duruyor farkında mısın? Neyse dışarısı ılık; iyi geldi. “Her şeyi yaptık senin için” dedi sabo terlikli, yeşil önlüklü kel. Uyanmaman için bir neden yokmuş. Savaşmıyormuşsun. Adam bilmiyor tabii bunun tam senlik bir tepki olduğunu. Hayatı hep birilerinin sırtına yükleyip durduğunu nereden bilsin garibim? Çok yalnız kalmışsın çocukken, hep mezar resimleri çizermişsin o yüzden, hiç yalnız kalamazmışsın. O yüzden bu kadar kolay yüzüstü bırakabiliyorsun değil mi? Yalnız kalanlar yanı başındakileri yalnız bırakıveriyor değil mi? Güya çok parasızlık çekmişsin. O yüzden sokaktaki dilencilere bir kuruş bile verilmesine karşısın değil mi? Maalesef canım, bu sefer hayatla baş başasın; tek başınasın. Eve gitmem lazım. Eve gidip uyumam lazım; yoksa başımı şu durağın demirlerine çarpa çarpa parçalamam an meselesi. Kalemi Elinde Tutanın Notu-Mavi renkli gövdesi kırmızı beyaz şeritli ODTÜ amblemli otobüs durağa yanaşmaktadır. Avukat A.’nın başı gerçekten çok ağrımakta. Öyle olmasa otobüsün geldiğini çoktan fark etmişti. Allah belanı versin! O nasıl korna birader! Gecenin on ikisinde personel servisinin ne işi var? Gitmiyor da... Selektör yapıp duruyor. Tam da dibimde durdu. Ne oluyor anlamıyorum. Hah, kapı da açıldı. Hayırlısı bakalım. Bana bak elinde kalemi tutan... Hakkını helal et. Şoför bana içeri gir diyor. Geride kalanların şaşkın bakışları altında mavi otobüs kırmızı ışık seline kapıldı. Avukat A. sarsıntıdan uyuya kalmıştı. Sert fren sesiyle uyandı. Kendinden başka yolcu yoktu. Kapı açıldı. Şoföre hoşça kal demek istedi ama mumya 29 İYTE Edebiyat Topluluğu selamdan anlamazdı ki. Hazırlık binasının önünden yürümeye başladı. Özlemişti. Yıllar var gelmemişti. Sırf sana daha yakın olabilmek için rahatımı bozup Uluslararası İlişkiler’de mastır yaptım biliyor muydun? Bence o zaman dank etti kafana zaten, o zaman anladın sana âşık olduğumu. Ben mastır yaparken sen o fırıldağı buldun, ben de bu diploma sayesinde parayı. Atkestaneleri iki yanda kuzguni kahverengi göz kırpıyorlardı. Akşam olmak üzereydi kampüste. Yürüdükçe başının ağrısı hafifliyordu. Ortalık ders çıkışı gibi kalabalıktı. Acelesi yoktu kalabalığın. Sarmaş dolaş çiftler, Türkilizce konuşup gülüşen gruplar yanından akıp gidiyordu aheste. Üzerinde yürüdüğü yaşam yolunun iki yanına bahar şenliği flamaları asılmıştı. Kalabalığın üzerine sinmiş esrikliğin sebebi anlaşılıyordu. Yemekhaneye gelmişti. Kapıda afişlere bakanı tanıyordu. Aynı sırt çantası, aynı ayakkabılar, atkuyruğu yağlı saçlar… Bir beyaz mantosu eksikti. Oğuz Atay görse atıverirdi omzuna bir tane. Acıdı gençlik haline. Yaklaştı gençliğine, yan yana durdular. Hatırlıyordu o günü (Yani bugünü… Amaaan…) Yeni Türkü konseri vardı bugün stadyumda bahar şenliği için. Yazlıkta gazinonun duvarında oturur; gece yarısı “Ya içindesindir çemberin ya da dışında” diye böğürüp, baş ve işaret parmaklarıyla çember yapıp, yere yapışıncaya kadar gülerlerdi. Şimdi Derya’nın gülen mavi gözlerine bakarken utandı. Ama ne gülerlerdi… Pürüzsüz umutlu mutluluk oydu işte. Gençliği döndü baktı Avukat A.’ya “Siz de seviyorsunuz ?” “Çok severim, hele de Çember” 30 Gençliği de güldü. Oğuz Atay görse başarısız gülümseme derdi galiba. Bir de Amerikan beziyle sarıp afişin önüne assa bütün Ankara yığılırdı konsere. Bir kere daha utandı Derya’dan. Sümüklü gençliğini takip etti. Bir şey demedi, gene üzüldü bir saat sonra olacaklara. Elinde kalemi tutan olaylara müdahaleden pek hoşlanmıyor. Avukat A. da bunu bildiğinden gençliği önde, kendisi arkada stadyuma gittiler. İkisine gençliğinden daha yakın bir yere oturdu. “Telli Telli, Vira Vira, Yeşilmişik, Mamak’a Sonbahar Geldi” geçti. O fırıldak da senin içine düşecekti. Yamuk yumuk Türkçesi, bet sesiyle yüz karasıydı stadyumun. Cebinden bir yüzük çıkarıp parmağına takışını gördüm şimdi. Gençliğim görmemişti, atkuyruğunu düzeltiyordu o sırada. Kalabalıklar içindeydi ve başarısızdı. Üstat görse ne kadar ebedi bir cümle kurduğunu anlardı. Demek yere göğe sığdıramadığın o kıtıpiyos yüzük buydu. Kaybettim sanıp anneni tüm gün arattırmışsın yerlerde emeklettirerek. Çekmecenin dibinde bulunca dönüp kadının yanağından bile öpmemişsin. Hatırladın mı? Evden denize gidiyorum deyip çıkıp gittiğin için annenin tansiyonunun 22’ye vurduğunu da bilmiyordun tabii. Annem dilaltı vermişti de öyle kendine gelmişti Şefika Teyze. İçi kaldırmadı daha fazla. Dizlere sürtüne sürtüne, bira şişelerinin, köpek öldüren kokularının arasından sıyrılıp Bilgisayar Mühendisliği’nin önünden yukarı doğru yürümeye başladı. Derya’nın yumuşacık sesi, Fuat’ın kadife flütü iğde çiçeklerine takılıp kokulanıyordu. Görsen sen de acırdın halime. İkinizin yanında kıymık gibi duran beni görebilseydin sen de üzülürdün. O fırıldaktan gözünü alabilseydin tabii. Tövbe yarabbi… Hızını alamamış Jeoloji Mühendisliği’ne gelmişti. Üç yılı geçmişti bu kampüste Bahar 2016 ama hiç gelmemişti buraya kadar. Ağaçlar sıktı burada. Binanın arka tarafındaki patikayı takip etti. Dalgaların hışırtısını duyuyordu sanki. Hep hayal etmişti, “Ulan şu kampüste bir deniz olsa” demişti hep. Aferin kalemi tutan… Hem de benim denizimi getirmişsin, nur ol! Tamam, çatma kaşlarını. Benim denizim bu. Nerede olsa tanırım bu hışırtıları. Hücreye koyup sadece bu sesi dinletseler gündüz mü yoksa gece mi oldu bilirim. Sabah bir aceleyle kumsala vurur, çakıl taşlarından bir makas alıp açıktaki martılara yetiştirir köpüklerini. Akşamki yorgunluğunu ise dalgalarının makyaj artığı gibi kalmış güneş kremi tabakasının altında ağırlaşmasından anlarım ben. Hava çoktan kararmıştı. Ay görünmüyordu. Yıldızlar her zamanki gibi zarif ışıltılarını eksik etmiyorlardı. Samanyolu da sağ olsun arzıendam etmişti Avukat A.’nın şerefine. Ayakkabılarını çıkardı kumsalda. Denize doğru ilerlemeye başladı. Kumların üstü soğuk, parmaklarının arasına dolan kısımları sıcaktı. Eski bir tanıdıkla tokalaşmak gibiydi. Önce seni tanımaz da sonra hatırlar, sıkıca sarar, ısıtır elini hani, işte öyle. Fahir Amca’nın sandalı denize paralel ters çevrilmiş duruyordu. Gece vakti ne zula yerdi. Sitenin gençlerinin “okul” uydu bu eski emektar. İki tane birbirine değmiş baş seçiyordu. Bir tanesi kıpır kıpır hareket halindeydi. Biraz daha yanaştı. Boğuk hıçkırıklar duyduğuna emin oldu. Bir el kıpır kıpır olan başı okşuyordu devamlı. “Ağlama güzel kızım, sabah ola hayrola” Şefika Teyze’nin sigara dumanlı sesi hiç değişmemişti. Gene öksürme isteği gelmişti. Saçlarını topuz yapmışsın. O iğrenç, kelebek dedikleri Serpil Çakmaklı tokalarıyla tutturmuşsun. “Göstermez çocukları artık, para da gitti” Hıçkırıklar, sümkürmeler… Titreyen, şişmanlıktan genişlemiş omuzların… En fenası da onlardı. İnce pes sesin de olmasa… Gene tanıyamazdım, yani inkâr ederdim seni. Şefika Teyze’nin sesi yüzünden onu da yapamadım. Çocuklar? O fırıldakla evlendiğini biliyordum. Gölgen olmaktan o gün vazgeçmiştim. Benim için hep karanlıktaydın artık. Of Allah’ım… Demek bir de o fırıldağın kaypak gözlerinin altına yatıp çocuklar yaptın. Offf… Yaptın da o hâle nasıl geldin? A. sandalın yanına daha fazla yanaşmak istediyse de devriye gezen jandarmanın kendisine dik dik baktığını fark edince izinin üstüne geri döndü. Ben buraya nasıl geldim? Bu nasıl bir kâbus? Jeoloji Mühendisliği binasını görünce rahatladı. Gömleğinden bir düğme daha açtı. Bomboş hissediyordu kendini. Duvarların içinden geçecek kadar boş. Uzaktan bir motor homurtusu duydu. Mavi otobüs tam önünde durdu. Avukat A. o kadar bitkindi ki şoföre sormayı düşündüğü soruların hiçbirini soramadı. Gene fren sarsıntısıyla uyandı. Odaları savaş gemisi kılıklı ucubeye bakan hastanenin önünde durmuştu otobüs. Ne demekti şimdi bu? Trafik yok olmuş, şehir nefes almaya başlamıştı. Saate baktı, üç buçuktu. Gelip bir daha görsem mi seni? Neye yarar bilmiyorum. Bir şeye yarayacağından değil de… Bin bir rica minnetle yukarı çıktı Avukat A. Odaya girdiğinde Şefika Teyze’yi KK’nın saçını okşarken bulunca kalakaldı. Bu sefer hem boş hem de saydam hissediyordu kendini. Şefika Hanım başını çevirip önce boş gözlerle baktı A. ‘ya. Sonra ısındı bakışları. Gülümsedi. 31 İYTE Edebiyat Topluluğu “Hoş geldin, önce tanıyamadım seni.” Avukat A. kadının elini öptü, sarıldı: “Çok üzüldüm Şefika Teyze, yeni haberim oldu.” İçini çekerek, sesi boğularak anlattı Şefika Hanım. O anlattıkça Avukat A.’nın gençliği öldü. Aldı götürdü kızımı çöllere. Saygılı çocuk, müslüman çocuk deyip verdik kızı. İlk başlarda çalışıyordu orada badem gözlüm. İlk torun doğunca sen bakacaksın demiş. Allah’ı var saygıda hiç kusur etmezdi bize. Peşine ikinci torun olunca eve tıkılıp kaldı kınalı kuzum. Geçen yaz geldiğinde “Boşanıyorum” dedi. Bütün ev kafama geçti sanki. Bizde boşanmak yoktur oğlum. Bilirsin sen de… Kimseler duymasın diye Fahir’in sandalın orada denize baka baka kustu her şeyi. Yok, ben delirmemişim. Bir yıl öncesine gidip gelmişim. Normal bir şeymiş gibi mantık yürüttüm bir de. Hey yarabbi… Çocuklar kendilerini kurtaracak yaşa gelince bu sefer de bakıcı parasına karışmam deyip kenara çekiliyormuş. Oralarda kreş, bakıcı dünyanın parasıymış. Kazandığım buna gidecekse evimde otururum anne demişti bana. Çok severdi kocasını Bize de öyle saygılı, efendiydi Allah için. Bir dediğimizi iki etmezdi. Avukat A. KK’nın elini tuttu. Kemirilmiş, kenarları kıpkırmızı şiş tırnaklar Şefika Teyzenin sözlerinden utanıyorlardı. En çok da yüzük parmağının tırnağı. Tırnak eti neredeyse ortasına kadar açıktaydı. Şefika Teyze iyice boşalmıştı artık. Gözyaşları sicim gibi olmuştu. 32 Hâlbuki en baştan beri “Sana ben bakıyorum” der dururmuş. Bu da kocasından gizli yüz bin lira biriktirmiş. “Çocukları da parayı da alıp geleceğim” demişti geçen yaz. Evlat işte… Tamam dedik… Ama damat çocukları almış. Parayı da avukatlar bulmuş çıkarmış. Bir de onun için dava açmış damat, benim param diye. İşte şimdi bu hâldeyiz oğlum… Sahi… Sen avukattın. Bu kadar kolay mı bu işler? Yaşlı kadın cılız bir umutla baktı komşu oğlunun esmer, yorgun gözlerine... “Bakarım Şefika Teyze. Kalkayım artık, siz de uyuyun biraz.” Elini öptü, sarıldı çaresiz kadına ve çıktı. Asansöre doğru yürürken kafasını içi allak bullaktı. Evlilik bir akittir. Sözleşme kimler arasında olur? Birbirine pek güvenmeyen insanlar arasında. Bir arkadaşı niye evlenmediğini böyle açıklamıştı. Buna içilir deyip bir büyükte sarhoş etmişlerdi bu lafı. Az önce çıktığı yer bir tavan arası değildi, bej renk steril bir hastane odasıydı. KK bir hayal değildi ama unutulmuştu. O orospu çocuğu bir tane ot bile göndermemişti. Asap bozucu bir makine nefes al nefes ver diyordu ona. Hamam böcekleri çıkar mıydı mesela göz pınarlarından? Ne dersin Atay’cım? Alayım ben bu davayı. Bizim kız, Şefika Teyze’yi aradığında söyler fiyatımı. Sözleşme de imzalarız. Tam asansöre binip asansörün kapıları kapanırken incecik kalan şeritte kadını koridorda umarsızca koşarken gördü. “Doktor çağırın, kızım parmaklarını oynattı.” Bahar 2016 Kırılma Yavuz Selim Öztürk Hava giderek soğuyordu. Üstelik bahar gelmişti. Güneşi çok sık görür olmuştuk. Üzerine bina dikilmemiş, yol yapılmamış her toprak parçası yemyeşil bir elbiseye bürünmeye başlamıştı. Köpekler eskisi gibi acı acı ulumuyor, miskin miskin yatıyorlardı gün içinde. Bütün bir kış bitmeyen rüzgârın uğultusu yerini tatlı okşamalara bırakmıştı. Güneş gözlüklü ve tişörtlü insanlar sokağa çıkmaya başlamışlardı. Dışarı çıktığınızda paltonuzun yakasını çekiştirerek boynunuzu kapatmaya uğraşmıyordunuz. Artık ince bir hırka dışında üzerinize bir şey almanıza bile gerek kalmıyordu. Onu da güneş batana dek elinizde taşımak zorunda kalıyordunuz. Güneş ışıdıkça, buz tutmuş renkler de açığa çıkıyor gibiydiler. Ağaçların dallarındaki yaprakların parıltısı gözünüzü alabiliyordu, deniz hemen oracıkta soyunup suya girme isteği uyandıracak kadar iştah açıcı görünüyordu ve avuçlarınızın içinin artık buz kesmediğini fark ediyordunuz. Hatta belediye otobüslerinin camları artık illa ki açık bırakılıyordu. Eğer klima varsa klima çalıştırılıyordu. İnsanlar her akşam ve her hafta sonu bir yerlere gitmek için yollara dökülüyorlardı. Trafik, içinde çocuklu aileler ve çiftlerin olduğu araçlarla doluydu. İnsanlar el ele tutuşarak yürümeye başlamışlardı ve gülüyorlardı. Asfaltın sıcaklığını hissedebiliyordunuz, kuşların ötüşlerinde bir ağaç altı sığınağının yalnızlığı yoktu, salyangozlar kapılara kadar tırmanıyor, çiçekler çeşit çeşit renklerde açmaya başlıyor, güneş daha erken doğuyor ve daha geç batıyor, balıkçı teknelerinin ağlarına yakalanmış balıklar bile evet onlar bile ölüm korkusu bütün benliklerini doldurmuş olmasına rağmen ölümü neşeyle karşılıyor, sanki dans ederek ölüyorlardı ve gökyüzü kışın üzerinden çıkarmadığı bütün kıyafetlerini çıkarmış ve yalnız bembeyaz bulutlarla mahrem yerlerini kapatarak, bütün güzelliğiyle ve bütün çıplaklığıyla gözlerimizin önünde soyunuyordu. Bahar gelmişti. Ama hava giderek soğuyordu. Yaşlı bir adam gecenin bir yarısı yoldan oldukça uzak bir yerde elinde kürek, köpük gibi kabarmış toprağı kazıyordu. Adamın başında bir kasket ve ağzında, uzaktan bir ateşböceğini andıran, arada bir ışıldayan bir sigara vardı. Hava zifir gibi karanlıktı. Adam arada durup dinlenerek, zaman zaman sigarasından derin nefesler çekerek toprağı kazıyordu. Ancak çukur bir türlü derinleşmek nedir bilmiyor gibiydi. Yanında giderek yükselen toprak kümesine rağmen, küreği her seferinde aynı derinliğe saplıyor ve her seferinde aldığı kadarı ve belki daha da fazlası çukura doluyordu. Yine de adamın buna aldırdığı yoktu. Sıcak bir bahar gecesiydi. Ama rüzgâr soğuk bir bıçak gibi esiyordu. Yaşlı adam hiç yüksünmeden, aynı yeri kazmaya devam ediyordu. Bu esnada şehrin bir başka noktasında bir kadın lüks bir restoranda oturmuş, sipariş vermek üzere elindeki menüyü gözden geçiriyordu. Yorucu bir günün adından eşiyle geldikleri bu hoş mekânda halinden memnun ve mutluydu. Karşısında 33 İYTE Edebiyat Topluluğu 3 yıldır evli olduğu adam oturuyordu. O da kendi elindeki menüden yiyecek bir şeyler seçmek için bakınıyor, arada eşine fikrini soruyordu. Karşılıklı neler yiyeceklerine karar verdikten sonra adam garsonu çağırdı ve siparişleri vererek eşine döndü. “Biraz para bırakırım sana da yurt dışına çıkmadan. Ne olur ne olmaz.” Kadının bakışları ürkekti ama ciddi kıyafeti ve kendinden emin hareketleriyle bir tezat oluşturuyordu bu. Başının arkasında topuz şeklinde toplanmış sarıya çalan saçları, koyu kırmızı ruju ve incecik bedeniyle hem etkileyici, hem de dokunsan kırılıverecek kadar nazik bir görünüşü vardı. Adama ne gerek var der gibi bakıp telefonuna gelen mesaja odaklandı. “Öyle deme. Lazım olur belki. Dursun.” 34 Başını salladı kadın. Gözü hâlâ telefonundaydı. Adam bu esnada çevre masalardaki insanlara göz gezdirdi. Tam yanlarındaki masada üç çocuklu bir aile vardı. Baba oldukça göbekli ve kıyafetine bakılırsa varlıklıydı. Duruşuyla masanın ve etrafına yağdırdığı emirlerle neredeyse tüm restoranın sahibi olduğu düşünülebilirdi. Hâlbuki karşısında oturan, kendinden hayli zayıfça ve yine aynı eşi gibi iyi giyimli olan kadın bunların hiçbirine aldırmıyor gibiydi. Arada yanındaki ufak çocuğun yemeğinden lokmalar kesip ona yediriyor, sonra ciddiyetle kendi yemeğini yemeye devam ediyordu. Kadının üzerindeki bu ciddiyet öylesine ağırdı ki, idamından önce son yemeğini yiyen biri sanabilirdiniz. Bununla beraber onların arkasında genç bir çift oturmuş gülerek ve heyecanlı bir şekilde konuşuyorlardı. Bakışları sık sık karşılaşır ve elleri bir araya gelmek için bahane ararcasına masanın üzerine döner dururken, kendi dünyalarında kaybolmuş gibiydiler. Ancak bu hallerine rağmen, garsonlara ve etraflarına karşı çekingen davranışları, bu tip lüks restoranlara çok fazla gelemedikleri izlenimini de uyandırıyordu. Kadın telefonunu elinden bırakıp merakla eşini süzdü. Sahi kimdi bu adam? Kollarını genişçe açarak masaya koyduğu elleri sabit ve masanın ucunda bir mücevher gibi parlayan lüks arabasının anahtarıyla gurur duyan bir yabancı duruyordu sanki karşısında. Aslında, nasıl ki o telefon kadın için yalnızca elektronik bir cihaz değilse, o anahtar da göründüğünden daha çok şey ifade ediyordu. Anahtar paranın sağladığı güveni temsil ederken telefonun ifade ettiği şeyler daha çok heyecan olarak düşünülebilirdi belki. İnsan bu sahne karşısında neden kadınlar sadakate erkeklerse güce daha çok önem verir gibi bir soru sorabilir. Bunun aslında tam tersi olduğunu düşünerek, kadınların güce ve erkeklerin sadakate önem verdiğini ve her birimizin bunun farkında olarak karşımızdaki kişiyi etkileyebilmek ve kendimize çekebilmek için gücü temsil eden parayı ve güveni temsil eden sadakati kullandığımızı düşünebiliriz. Belki de bu yüzden adam arabasının anahtarını ortaya bırakıyor, kadınsa yemek boyunca sevgilisiyle mesajlaşırken, arabanın anahtarına hiçbir şey belli etmemeye gayret ediyordu. “Kiminle mesajlaşıyorsun?” diye soracaktı adam. Ama daha önceden bunun tartışmasını yaşamışlardı. Güvensiz olduğu, çok kıskanç olduğu için özür dilemek zorunda kalmıştı en sonunda. Neyse ki güzel bir çiçek demeti bütün sorunlarını çözmeye yetiyordu. Ne ilk ne de son olan bu tip tartışmalarında en çok sözü edilen şey yani güven, nedense hep böyle zamanlarda ortaya atılırdı. Zaten sıradan bir günde kimsenin güveni ciddiye aldığını sanmıyorum. Zira adam çalıştığı Bahar 2016 yerdeki çekici bir kadınla “biraz fazla” samimi olurken ya da kadın kendisine içeceğini getiren garsonla flört ederken, hiçbirinin güven konusunu açmaya istekli olduğunu görmezdiniz. Bunu biraz daha genelleyebiliriz. Bildiğimiz anlamlarıyla erdemlerin, günlük alışkanlıklarımızdan ayrı ve izole bir biçimde ve yalnız birer araç olarak kullanılıyor olduğunu görüp, buna rağmen ısrarla erdemli olmaya çalışan bir avuç idealist ve romantiğin değil de, bu erdemleri ederleri kadarını ödeyerek satın alan ve üzerlerinde hak sahibi olan insanların erdemli olarak kabul ediliyor olması, hayatımızın her alanında yalnız bizim kazanmamıza izin verdiği sürece var olmasını istediğimiz adaletle bağdaşmıyor diye üzülmeli miyiz? Yoksa toplum ve hatta tümden insan ırkı olarak, doğamız gereği ikiyüzlü olduğumuzu kabul edebilecek kadar dahi erdemli değil miyiz? Yemekleri gelince, sakince yemeye başladılar. Çatalı ete sapla, bıçakla kes, lokmayı sosa batır, ağzına at. Üzerine bir parça ekmek yemeden önce biraz tadını çıkar, yavaşça çiğne. Ardından bir yudum şarap al. Çiğnemeye devam et. Yut. Sıcak etin boğazından geçişini, kaliteli şarabın damağında bıraktığı tadı hisset. Et öyle yumuşak ki dişlerin kamaşıyor. Allahım bu ne lezzet. İşte parayla mutluluğun satın alınamayacağını söyleyenlere en güzel cevap. Bir araba parasına, erkek için gömlek, pantolon, ceket, kravat ve kadın için güzel bir elbise parasına, iki çift ayakkabı parasına, biraz benzin, biraz makyaj malzemesi, güzel bir kol saati, saç kremi, parfüm, bir çift küpe, pırlanta bir yüzük, zümrüt taşlı bir kolye ve iki porsiyon yemek parasına mutluluk. Yalnız lokmalarla sınırlı olmasına belki üzülebilirsiniz. Ne önemi var? Bir porsiyon daha istersiniz. Sonra? Sonra eve gider ve sevişirsiniz. Biraz daha mutluluk. Gece temiz çarşaflar üzerinde uyursunuz, mutluluk. Güneşin perdelerin arasından sızarak yüzünüze vurduğu bir sabaha uyanırsınız, mutluluk. Dünyanın en mutlu insanları sizlersiniz. Çoktan bitip sönmüş olmasına rağmen ağzından atmadığı sigarasıyla yaşlı adam, toprağı kazmaya devam ediyordu. Yanında biriken toprak yığını ufak bir tepe halini almıştı artık. Birkaç dakika daha böyle devam ettikten sonra küreğin sert bir şeye çarpma sesi duyuldu. Adam küreği toprağa saplayıp, saatlerdir kazıyor olmasına rağmen bir kaç karıştan fazla derinleşememiş olan çukura eğilip içinden bir nesne aldı. Oldukça eski ve kirli, tahta bir kutuydu bu. İşin aslı, bu kutunun nasıl başından beri orada olup ortaya çıkmadığına şaşırmamak elde değildi. Bununla beraber, çıkan bunca toprağın yalnız bir karış derinliği doldurabiliyor olması da bir o kadar şaşırtıcıydı. Bu kutuyu buraya gömen her kimse, belli ki onu saklamak için oldukça uğraşmış ve üzerine bunca toprağı atmıştı. Ancak yine belliydi ki, bu kişi için bir karıştan daha derin bir çukur açmak mümkün olmamıştı. Yaşlı adam yanındaki toprak yığınına yaslanarak elindeki kutunun üzerindeki, sağındaki, solundaki toprağı temizlemeye girişti. Ancak bunu öyle ağır ve ayrıntılı yapıyordu ki sanki kutuyu elinde bu şekilde açılmamış tutmaktan zevk alıyor bile diyebilirdiniz. Kalın parmaklarıyla kutunun üzerine şekiller işliyormuş gibi dikkatli çalışışından, bütün o kiri çıplak elleriyle temizleyebileceği yanılgısına düşmüş bir bunak olduğunu düşünebilirdiniz. 10-15 dakika kadar kutuyla uğraşıp, etraflıca toprağından temizledikten sonra ufak bir mıknatısla tutturulmuş kapağını kaldırdı. Kutunun içinde, gecenin karanlığına rağmen yeşil ve mavi tonlarda parlayan, camdan yapılma bir yüzük vardı. Toprak 35 İYTE Edebiyat Topluluğu altında kaldığı süre boyunca tertemiz kalmış ve pürüzsüzlüğünden hiçbir şey kaybetmemişti. Boyutuna bakılırsa bir kadının eli için yapılmıştı bu yüzük. Adam titreyen elleriyle yüzüğü eline aldı. Yüzük öylesine hafifti ki, gözleriyle görmese elinde hiçbir şey olmadığını düşünecekti. Daha yakından bakmak için yüzüne yaklaştırırken tam, yüzük çıt etti, kırılıverdi ve dağılıp yere düştü. Yüzük öylece kırılınca afallayan yaşlı adam elindeki kutuyu kenara koyup, ağır ağır hareket ediyor gibi görünse de telaşla, yüzüğü aramaya girişti. Biraz önce ışıl ışıl parlayan o yeşil renk, yüzüğün kırılmasıyla beraber karanlığa karışmış gibiydi. Işıltısını veren yapıldığı malzeme değil, bütünlüğüydü diyebilirdiniz. Uzunca bir süre toprağı eşeleyip aradıysa da, bulamadı. Sonunda kaderine razı olup omuzlarını silkerek toprağa sapladığı küreğini aldı ve karanlığın içinde gözleri yerde bir şeyler arar gibi dolaşarak kayboldu. 36 Sonraki günlerden birinde, gün ortasında, şehrin bir başka noktasında bir adam kaldırımın kenarında bir duvara yaslanmış, hemen yanındaki büfeden aldığı karışık tostu yemekle meşguldü. Belki bir de ayran içebilirdi yanında. Ama ayran uyku getirir. Gereği yok. Ne olurdu sanki? Bir de kahve içerdi ardından bir yere oturup. Bir de sigara yakardı ki değmeyin keyfine. Ama acelesi vardı. Bir yerlere yetişecekti. Böyle sokakta, ayaküstü karnını doyurmasından belliydi bu. Akan insan trafiğine karışmak için sabırsızlanır gibiydi duruşuyla. Bu halinde çocuksu bir telaş vardı. Hâlbuki ayaküstü karışık tost yiyen birinden beklenmeyecek bir sıkıntı gözlerinden okunabiliyordu. Sıkıntı değil pervasızlıktı oysa ondan beklenen. Eğer bir dernek olsaydı bu insanlar için, örneğin Ayaküstü Karışık Tost Yiyenler Derneği diye, derneğin kısaltmasının yeniden düzenlenmesine gerek olup olmadığından sonra en hararetli tartışmaların, dernek üyeleri olarak ayaküstü karışık tost yerken takınmaları zorunlu olan tavır üzerine olacağı su götürmez bir gerçekti. Böyle bir durumda çoğu umursamazlıkta hemfikir olacakken, birkaç kişi çıkacak ve telaşlı olmayı isteyecekti. Telaş belki birkaç oyla desteklenecek ama umursamazlık kadar destek göremeyeceği için çabucak geçilecekti. Hâlbuki umursamazlığı savunanlardaki kazanma telaşı ve telaşı savunanlardaki umursamazlık bu duruma bir tezat oluşturuyor bile denebilir. Devlet teşvikiyle, dernek üyelerinin denetlenmesi için gereken altyapının sağlanması ve akabinde sokaklarda asayişi sağlamakla yükümlü olan Ayaküstü Karışık Tost Yiyenleri Denetleme Timi’nin ne renk üniforma giyip kural ihlalleri karşısında nasıl bir tutum takınacağı meseleleri de gözden geçirilmeliydi. Günler boyu sürecek hararetli tartışmalar sonunda kuvvetle ihtimal, umursamazlık dışında bir tavır görüldüğünde dik dik bakılmasına ve asayişin bu şekilde sağlanması gerektiğine karar verilecekti. Üniforma hususu çok çetrefilli olduğundan bir sonraki oturuma ertelenecek, o zamana dek bütün üye ve görevlilerin sivil kıyafetlerle görev yapması kararına varılacaktı. İşin aslı şuydu ki, kahramanımız tostunu yemekle meşgulken ne zaman huzursuzca kıpırdansa, illa birileri gözlerini ona dikerek bakıyordu. Kimi zaman kısık, kimi zaman kocaman açılmış bu gözler, içinde alaycı, kindar, öfkeli ya da umursamaz mermiler bulunan birer silah gibi adamın üzerine ateşleniyordu sanki. Haliyle böyle bir derneğin akla uygunluğu ya da mevcut olup olmadığına dair kesin bir şey söylemek oldukça zordu. Nihayetinde insanlar sanki böyle bir dernek gerçekten varmış gibi davranıyorlardı ve çok iyi bilinir ki, yine insanlar, tek başlarına değil, gruplar ve kalabalıklar Bahar 2016 olarak var olma arayışı içindedirler. Eğer Beşiktaşlılık, Müslümanlık ya da Türkiyelilik gibi seçeneklerimiz olmasaydı, Ayaküstü Karışık Tost Yiyenlerden olmanın mühim bir durum olduğu bir gerçeklikte yaşayamayacağımızı söyleyemezdiniz. Doğrusu bu ya, ayaküstü karışık tost yemenin, bugün kendimizi tanımlayabilmemizi sağlayan diğer seçeneklerden çok daha fazla irade gerektirdiği görülebilir. Nihayetinde, eğer aklı başında bir yetişkinseniz, anneniz dışında hiç kimse size neyi nasıl yiyeceğini söyleyemez ve bunun kararı da yalnız size kalmıştır. Acıktınız mı? Canınız ne yemek istiyor? Nerede ve nasıl yemeyi tercih edersiniz? Tamamen keyif meselesi. Adam tostunu bitirip kâğıdını buruşturdu ve büfenin yanındaki plastik çöp kutusunun içine attı. Sıcak bir bahar günü olmasına rağmen göğü kaplamaya başlayan gri bulutlara endişeli bir bakış attı. Büfeciye yarım ağız bir selam verdikten sonra iki yönlü bir nehir gibi akıp duran kalabalığa karıştı. Sürekli hareket halinde olan bir trene atlamış gibiydi. Makasları kaçırmadan, gerektiği yerde gerektiği şekilde yön değiştirerek, ana yoldan sonra giderek tenhalaşan ara sokaklara girmeye başladı. Yürüdükçe daralan bu sokaklarda, sonunda arasından geçemeyeceğiniz kadar darlaşacak izlenimi veren tehditkâr bir hava vardı. Birkaç dönemeçten sonra bir açıklığa çıktı. Dar sokağın açıldığı bu meydanda işportacılar, sokak satıcıları ve envai çeşit takı aksesuar tezgâhları sıralanmış, çoğunluğu bayanlar ve genç kadınlardan oluşan bir kalabalık meydanı doldurmuştu. Tek tük sokak kitapçıları da görülüyordu. Adam hızını kesmemeye gayret ederek kalabalığın içine daldı. Dışarıdan bir pazar yerini andıran bu yer, içine girdiğinizde bir panayıra dönüşüyordu. Yaşlı, genç, çeşit çeşit insan ya bir tezgâhın önünde satılanlara göz gezdiriyor, ya eline almış inceliyor, ya yanındakilerle ya da satıcılarla bir şeyler konuşarak bir karar vermeye çalışıyordu. En çekingen ve ağırkanlı olanların bile, istediğini bulabilmek ve onu ucuza alabilmek için nasıl kırk yıllık tüccar kesildiklerini görmek şaşırtıcı olabiliyor. Bununla beraber satılan ürünlerin insanı cezbeden çeşitliliği ve renkliliği, bu kalabalığın içinden hiçbir yere dikkat etmeden geçmeyi de zorlaştırıyordu. Haliyle kahramanımız da, bir yandan kalabalığı hızlıca yarmaya çalışırken, bir yandan göz ucuyla tezgâhlara bakmayı ihmal etmiyordu. İnsanlara çarpmamaya özen göstererek ve pardonlar eşliğinde yürürken, uzak uçtaki bir tezgâhın üzerindeki bir parlaklık nasılsa dikkatini çekti. Yosun gibi açık yeşil bir şey, ne olduğu pek seçilemiyordu, etrafındaki tüm renkleri soldururcasına renklerini saçarak tezgâhın üzerinde duruyordu. Merak ve bu her halleriyle bir şeyle meşgul oldukları izlenimi uyandıran bunca insan arasında hissettiği yersizlik duygusunun da etkisiyle o dikkatini çeken tezgâha doğru seğirtti adam. Tam bu sırada önünü iyi giyimli ve kelimeleri tane tane seçerek, oldukça anlaşılır bir şekilde konuşan yaşlı bir adam kesti. “İyi günler delikanlı.” Yaşlı adamın tıraşlı yüzüne, dikkatle seçilmiş ve gündelik sayılamayacak ölçüde iyi giyimine bakarak, biraz da şaşkınlıkla, sorar gibi cevap verdi adam. “İyi günler?” “Ben buranın yerlisi sayılırım. Bu pazar ilk kurulduğu günden beri burada satış yaparım. Daha önce de pek çok başka yerlerde bulunmuşumdur. İşin doğrusu baba ve dede tarafından mesleğim budur. 37 İYTE Edebiyat Topluluğu Tüccarlık. Benim büyük büyük dedem buralara Kırım tarafından ilk geldiğinden beri alım satım bizim işimiz olmuştur. Bizimkiler oradayken ne yaparlardı onu pek bilmem ama kulağıma hep orada kalan akrabalarımızın da bu tür işler yaptığına dair laflar gelir. Heyhat! Fırsatımız olamadı, onlarla da bağlantıya geçemedik. Doğru mudur yanlış mıdır öğrenmeye bir türlü fırsatımız olmadı. Türkiye’deki bütün şehirlere gidip gelmişimdir. Biraz eski usul gelecek ama benim mesleğim işim budur. Öyle sipariş verip de bana ne gönderirlerse onu alıp satmak geleneğimizde yok. Haliyle neredeyse her hafta başka bir şehirde başka bir yerde müşterisini bulabileceğim şeyler arar, bulur onları burada ya da başka pazarlarda, sergilerde satarım. Şu gördüğün tezgâhların bir çoğu benimdir. Arkadaşlar bizim için çalışıyor. Diğerleri de burada kendi müşterilerini arıyor. Onlarla beraber güzel güzel geçiniyoruz. Diyeceksin ki neden bir dükkân açmadın da yaz kış sokaklarda çile çekiyorsun?” 38 Yaşlı adam telaşsız, sakin bir sesle ve karşısındaki kişinin gözlerinin içine bakarak konuşuyordu. Kendinden oldukça emin ve ne dediğini bilir bir hali vardı. Hareketsiz gibi duran kolları, konuşma boyunca neredeyse hiç sezdirmeden hareket ediyor, seyreden kişinin zaman zaman şaşırmasına yol açıyordu. Bununla beraber anlattıklarının hiçbiri bir anlam ifade ediyor ya da bir yere bağlanacak gibi değildi. İlk birkaç dakika yaşlı adamı sabırla dinleyen adam, yavaştan sabırsızlanmaya ve ne desem de başımdan atsam diye düşünmeye başladı. Ancak ne zaman lafa girecek gibi olsa, yaşlı adam ya ona bir soru soruyor, ya da kolunu omzuna atacak gibi yaparak, elini sıkacak gibi eğilerek dikkatini dağıtıyor, lafa girmesine mani oluyordu. Bu durum sinirlerini de bozmaya başlamamış değildi. Dilenci mi yoksa deli mi diye düşünmeden de edemiyordu. Bütün bunlara rağmen lafın nereye varacağını da içten içe merak ediyordu. Adamın konuşmasında ve hareketlerinde çok önemli bir sırrı paylaşır gibi bir hal mevcuttu. Yine de bu yaşlı adamın durup dururken karşısına çıkıp, insanların ortasında böyle bir muhabbetin içine zorla dâhil etmiş olması garibine gidiyordu. Yaşlı adam hiç aralık vermeden anlatmaya devam ederken, bizimki adamın gelip kendisine takılmasının sebebini kendi halinden, duruşundan çıkarmaya çalışıyordu. Çok mu temiz yüzlüydü, çok mu safça duruyordu, dışarıdan bakıldığında zengin, hemen her şeye para harcayabilecek biri gibi mi görünüyordu? Yoksa tek başına buraya girmiş ve bir an önce çıkmaya çalışışındaki güvensizlik, o telaşlı ve kendinden emin olmayan hava çabucak kandırılabileceği izlenimi mi uyandırıyordu? Bu şekilde bir muamelenin düşüncesi bile sinirlerini zıplatmaya yetti. Zaten sabrı da taştığından yaşlı adama patladı. “Amca söyle ne söyleyeceksen. İşim gücüm var hadi.” Yaşlı adam konuşmasını aniden keserek adamın yüzüne birkaç saniye baktı. Sonra biraz önceki anlamsız konuşmalardan tamamen apayrı bir hal içinde, sanki çok önemli bir cevap bekler gibi dikkatlice sordu. “Adın ne delikanlı?” Yaşlı adamdaki bu ani değişiklik şaşırtıcıydı. Biraz önceki öfkesinin üzerine toprak atılmış gibiydi ama bir yandan da bu zorlama samimiyetten rahatsız olmuştu. “Ne yapacaksın adımı? Sen söylesene ne diyeceksen amca. İşim gücüm var.” Bahar 2016 Bu iş güç lafını oldu olası sevmezdi. Söylerken de ağzına eğreti durduğunu düşünürdü ama bazı insanlar da yalnız bundan anlıyordu. Bu ters cevaba içerlemiş gibi görünmemesine rağmen, yaşlı adamın konuşması artık dikkat çekmeye çalışmaktan ziyade babacan bir uyarı şeklindeydi. “Bugün senlik bir şey yok burada. Senin yüzük kırıldı.” Böyle bir cevabı hiç beklemeyen adam yarı öfkeli yarı meraklı sordu. “Ne yüzüğü?” “Görünce bileceksin. Yalnız onu almaya niyetlenme. Satmayacaklar sana. O sana ait değil.” Yaşlı adam son sözüyle birlikte ani bir şekilde dönüp kalabalığın içine daldı ve gözden kayboldu. Başına gelen olayın etkisiyle bir yandan sesli sesli söylenip bir yandan da böyle divaneler neden hep beni bulur diye düşünüyordu adam. Şimdi işin yoksa buna kafayı tak. Ne dedi, ne demeye getirdi, neden durup dururken beni çevirdi. Bu esnada elleriyle ceplerini kontrol ediyordu. Olur ya, yaşlı adam lafa tutarken başkaları pekâlâ cüzdanını ya da telefonunu çalmış olabilirlerdi. Görünürde bir kayıp yoktu. Kaşlarını çatarak sağına soluna baktı. Hemen herkes, hiçbir şey olmamış gibi kendi işiyle meşguldü yine. Ötede, elinde eski bir oyuncak bebeği sımsıkı tutan hafif kilolu bir kadının çığlık gibi yükselen kahkahası ve ardından ufak hıçkırıklarla gelen gözyaşları bu anlamsız durumunu kamufle etmişti belli ki. Belki kimse onları görmemişti bile. Birkaç saniye daha o şekilde dikildikten sonra, düşünceli bir şekilde yürümeye devam etti. Kalabalığın içinde yarı dalgın bir süre gittikten sonra yaşlı adamla karşılaşmadan önce dikkatini çeken tezgâhın hemen önünde olduğu fark etti. Tente gibi bir yerdi burası. Kumaş bir güneşlik tezgâhın üzerini kapamıştı. Arkadaki duvarda güzel bir çerçeve içinde, usta bir hattatın elinden çıktığı belli olan bir yazı vardı. “Sizin olanı size getiririz.” İlginç bir slogan diye düşündü adam. Göbekli ve kirli sakallı satıcı tezgâhın önünde dikilen adama yaklaştı ve bastırılmış bir şiveyle sordu. “Buyrun, ne bakmıştınız?” “Hiç, bakıyorum öyle.” diye geçiştirdi satıcıyı adam. Bu sırada o az evvel gözüne takılmış olan nesneye bakıyordu. Üzerinde beyaz gölgeler olan yeşil, cam bir yüzüktü bu. Bu yüzük, adamın oldukça ilgisini çekmişe benziyordu. Zira önünde oldukça dalgın bir beş dakika kadar durdu. Biraz önceki ürkek ve aceleci hali yerini düşünceli ve etrafına karşı kayıtsız bir tavra bırakmıştı. Hatta satıcının birkaç kez sorduğu soruları duymamış, yalnız eliyle bir işaret yaparak geçiştirmişti. Bir süre daha böyle kaldıktan sonra elini yüzüğe doğru uzatacak oldu. Bu ufak nesneyi eline alıp daha yakından bakmak istiyor gibiydi. Tam elini uzatıp yüzüğe dokunacakken bir el sıkıca bileğini kavradı. Kendisiyle ilgilenmiyor gibi görünen satıcıydı bu. “Gardaşım o satlık değil.” Satıcının sesindeki ve konuşma 39 İYTE Edebiyat Topluluğu tarzındaki değişiklik de bileğini yakalayıp ona engel olması kadar şaşırtıcı geldi adama. Şaşkınlıkla, bir yandan bileğine yapışmış ele bakarak sordu. “Nasıl? Anlamadım?” Elini bir hamlede kurtardı ve kaşlarını çatarak satıcıya baktı. “Onun sahibi var, gelecek alacak. Sen şu ötekilere bak!” Satıcının sesindeki buyurgan ton ağrına gitmiş olacak ki, işi biraz da inada bindirerek konuşmaya başladı. “Madem sahibi var ne diye buraya ortaya koyuyorsunuz kardeşim? Kaldırın kenara dursun!” “Hadi uzatma bas git!” “Sabahtan beri abuk abuk tipler karşıma çıkıp duruyorsunuz. Ne cins adamlarsınız lan siz?” 40 Son cümleyi oldukça yüksek sesle ve bağırarak söylemişti adam. Onun bağırışıyla birden etraflarındaki bakışların kendisine döndüğünü fark etti. Dikkati dağılmış, ne için bağırdığını bile unutmuştu bir anda. Yalnız kaşları çatılı ve bakışları karşısındaki satıcıya saplı bir şekilde duruyordu. İçinden temiz bir dayak yiyeceği düşüncesi geçti bir an. Korkmalı mıydı? Bütün bu satıcıların ahbap olduğunu söylemişti o yaşlı adam. Şimdi üzerine gelseler belki kaçacak şansı bile olmazdı. Olmayıversin. Kaçacak değilim zaten. Kaçacak fırsatı olduğunda da kaçan biri değildi. Kaybettiğini bile bile, inatla yerinde durur ve direnirdi hep. Hep direnmişti. Her şeye, her değişime, hayatına edilen her müdahaleye karşı direnmişti. Kimi zaman sessizce, kimi zaman küfürler ederek... İnatçı mıydı? Evet. Bu aptalca mıydı? Biliyordu öyle olduğunu. Herkes zarar görmekten kaçınırken o üzerine üzerine gidiyorsa da bir bildiği vardı elbet. Hem bu yüzükte bir şey vardı. Hatırlıyordu bunu. Tam olarak bu da değildi ya aslında hatırladığı. Yaşlı adam haklı mıydı ne? Böyle bir yüzük almıştı bir zamanlar bir kadına. Camdan, yeşil, üzeri beyaz alacalı. Ne olduysa kırılmıştı sonra. Cam ya kırılır. Yeşil rengi de solmuştu kırılınca. Renk bu solar. Kadın da gitmişti hem onu bırakıp. Kadın bu gider. Sonra o kadını aramıştı çok defa. Özlem bu aratır. Kadın cevap vermemişti hiç. İnsan bu unutur. Kafasındaki sorular yüzünden uyuyamamıştı birçok geceler. Bazı sorular durup dururken bile uyandırır. Sonra başka kadınlarda teselli aramıştı. Kadın bu teselli de eder. Ona hep unutmak en iyi intikam demişlerdi. El bu konuşur. Ama ne unutabilmişti adam, ne de intikam almak istemişti, aslında içten içe onun hep mutsuz, kendisinden ayrı, hep zavallı ve ona muhtaç, onu özler, onsuz yapamaz olmasını diler olmasına rağmen. İntikam almanın, insanı intikama götüren nefretin, o pervasız ve cüretkâr yakıp yıkma arzusunun, kendini yakacağını dahi bilerek, kendini ayaklar altına alacağını bilerek her şeyi, yaşanmış ve yaşanacak olan her şeyi bir kalemde silip atmanın, her şeyden vazgeçmenin, bütün canlılığıyla oynanmış bir oyunun sonunda bütün gerçekliğiyle önümüzde duran sahneyi bir anda bizden alıp koparan o kalın perde olduğunu, filmin sonunda aklımızda ne kalırsa kalsın her şeyin bittiğini söyleyen o kararan ekran olduğunu, bir hikâyenin sonuna konmuş, ucu açık bir üç nokta bile değil, cevap bekleyen bir soru işareti bile değil, öfkeyle haykıran bir ünlem bile değil, yapayalnız bir nokta, bir bitiş olduğunu, son demek olduğunu bildiği için yapamamıştı bunu. Çünkü sevmişti adam. Adam bu, sever. Bahar 2016 O esnada yaşlı adam çıktı kalabalığın içinden tekrar. Sakince kolundan tutarak uzaklaştırdı adamı oradan. Kalabalığı hızlıca yarıp bir açıklığa çıktılar. “Bakıyorum.” der gibisinden bir bakış attıktan sonra yüzüğü eline aldı. Evirdi çevirdi. Olacak iş mi? Birebir aynısı. Bu kadar olur. “Senin yüzüğü de bulduk aslında. Ama kırıldı, getiremedik.” dedi yaşlı adam şefkatli bir ses tonuyla. “Kaç para bu?” diye sordu. Bir cüzdan açma pahasına satın aldı yüzüğü. Yemyeşil parlıyordu elinde yüzük. Üzerindeki beyaz gölgelerde, bir falcı gibi, kendi geçmişinden imgeler görüyordu. Teşekkür ederek ayrıldı tezgâhın yanından. “Canını sıkma delikanlı. Yaşın genç. Buraya daha çok gelir gidersin.” Yaşadıklarının da etkisiyle kafası karmakarışık halde olan adamın artık olayları doğru düzgün idrak edecek hali kalmamıştı. Zaten hava kapanıyordu. Sıcak bir bahar günüydü ama rüzgâr keskin bir bıçak gibi soğuk, esiyordu. Yaşlı adama yarı şaşkın ve yarı öfkeli bir bakış atıp, tek kelime bile etmeden yürüyüp gitti. Bu esnada kadın, park edecek yer bulabilmek için aşağı yukarı 20 dakikadır dolandığı sokaklardan birinde bir boşluğa arabasını park etmeye uğraşıyordu. Bir süre uğraştıktan ve kenara yeterince yanaştığına emin olduktan sonra, beyaz rengi inci gibi parlayan lüks aracından indi. Araçtan iner inmez ilk işi camdaki yansımasından üstüne başına bakıp kıyafetini düzeltmek oldu. Kendinden emin olduktan sonra ilerideki kalabalığın toplandığı yere doğru yürümeye başladı. Bir seminere mi gelmişti? Sempozyum mu vardı? Yoksa görüşeceği birileri mi? Kim bilir. Bir sebepten, bugün, buraya gelmesi gerekmişti onun da. Kalabalığa yaklaştıkça, kendini biraz daha güvende hissederek yürümeye devam etti. Bir sürü tezgâhlar, daha uzaktan gözünü alan çeşit çeşit takı, aksesuar... Şöyle hoşuna gidecek, beğeneceği bir şeyler alıp mutlu olmak onun da hakkıydı ya. Daha ilk baktığı tezgâhta gördü o yüzüğü. Önce çok benzettiğini düşündü. Göbekli satıcıya, “İyi günler.” Sıcak bir bahar akşamüzeriydi. Ama hava giderek soğuyordu. İnce ince bir yağmur başlamıştı. Her Şey’in Başı Şu İşte bunlar hep sanat müziği Bunlar yani biz Çıldırasıya bir aşkın Hüzün rençperleri Biz yani şu Maskeleriyle sınırlarda dolaşanlar İşte şunlar hep arabesk Şunlar yani siz Güngörmemiş bir kederin Müzmin hamalları Siz yani şu Jilet kesiğinden hayata haykıranlar İşte onlar hep caz Onlar yani O Gönlü içkin bir melodinin İpsiz takipçisi O yani şu Dinleyene anlatacak çok şeyi olan şarkı sözleri Melih Karaduman 41 İYTE Edebiyat Topluluğu [isimsiz] Haki Arteş Özışıklar Annesi, babası tarafından üç kurşunla öldürülmüştü. Babası, karısını öldürürken hissettiği nefret ve şiddetini içerken buluyor; oğluna, meyhanedeki öteki ayyaşlara harcıyordu. Nefretin sebebini ayyaşlar anlayamazdı. Ayıklar sebebini bildiği için içmezdi meyhanelerde. Asıl olaydan bir gün önce, her zamanki kavga başlayıp bittikten sonra, en büyük yara kaşındaydı. Küçük bir lamba ile masasını aydınlattığı odada parasını sayıyordu. Okuldan sonra altı saat işte çalışıyor, kazandığı paranın aslan payını babasına veriyordu. Babası her zamanki gibi parayı az bulup dövüyordu oğlanı. Kendi işinden kazandığı para ile evi geçindiriyordu. Fakat mutluluğu oğlunun başında, kollarında bulmak yerine parasında ve içkide buluyordu. Oğlan ise kalan parasını karnını doyurmak yerine biriktiriyordu. Karnını doyurması sorun olmuyordu. Çalıştığı yerlerdeki abileri, ablaları ona acıyor, her biri, onu doyuruyordu. Garsonluk yaptığı zamanlarda patron yüzünde herhangi bir yara gördüğünde onu çalıştırmıyordu. Babası çocuğun elinde para görmedikçe daha çok vuruyordu. 42 Çok hikâye geçmişti başından. Çok yerden kovulmuş ve yeniden işe alınmıştı. İş yerlerindeki duygusuz patronlar çocuğa yumuşak davranan insanları kovuyor, zarara uğradığını görünce çocuğu da kovuyordu. Kimse bilmiyordu başından geçenleri. Çocuk yaşlarında bir kızı olan iş arkadaşı bir anne, biraz şefkat görsün diye onu evine götürmüş, iş yerindeki patron ise “İş yerinde sevgili-eleman istemiyorum.” diyerek çocuk ile anneyi kovmuştu işten. “Ucuz işçi seven patronlar böyledir işte.” diye avutmuştu anne, çocuğu. Çocuk bunu zaten biliyordu. Babası onu döverken ara sıra unutuyordu olanları. Karşı koymadığı dayaklardan unutuyordu. Asıl olaydan bir gün önce her para sayarken hatırlardı bunları. İş yerlerinde ona yardım eden abilerini, ablalarını hatırlardı. Ona yardım eden herkesi çok iyi tanırdı. Kalabalık bir caddede her gördüğünde somurturdu. Onlar çocuğa sarılınca içerisindeki köz yine yanar, bir gözyaşı üzerine damlayana kadar mutlu olurdu. O alev her sarılışta, her gülüşte yanar, her yumrukta her gözyaşında sönerdi. Parasını saymayı bitirdiğinde hepsini yastığın altına koydu. Babasının bakmaya üşendiği çantasından bir kutu çıkardı. İçerisine başka şehirlere gitmiş arkadaşlarının resimlerine baktı. En dipte onun yüzünden kovulan Anne ve kızının resmi vardı. Herkes aynı sıcaklığı göstermişti çocuğa fakat bu kız farklıydı. Hiçbir sebep yoktu. Anne’nin kızı olduğu için değil. Diğer kızlardan güzel olduğu için de değil. Onda farklı bir şey vardı. Öğrenmek istiyordu. Ardından tokat sesleri ve uğultular kafasında tekrar tekrar duyuluyordu. Fotoğrafları ve kutuyu çantasına koyduktan sonra uyumaya çalıştı. Bahar 2016 Okulda arkadaşı yoktu. Herkes ondan ölümüne korkuyordu. İlk gününde ona dayılanmaya çalışan belki de kırk kilo daha fazla ve cüsseli üç çocuğun kollarını kırmış ve boyunlarından birer parça koparmıştı. İki hafta nezarette kaldı. Okul müdürü bile o üç kabadayıya karışamazken çocuk yüzünden okuldan attı. Başka kötü hareketi görülmediği için okulda kalmasına öğretmenlerce karar verildi. Kimi derslerde uyuyordu, kimi derslere girmiyordu. Fakat ödevleri tam, sınavları güzeldi. Sebebi ise Anne’nin kızıydı. Annenin kızı başka sınıftaydı. Öğretmenler ile görüşür, ders notlarını fotokopi eder, ödevleri ile birlikte oğlanın sırasına bırakırdı. Çocuk bunun farkında bile olmazdı. İşindeki mesai bittikten sonra başka bir yerde ödevlerini bitirir ders notlarını çalışırdı. Öğretmenlerin susmasını sağlayan tek şey buydu. Büyük günün sabahı ders başlamadan önce kız, oğlanın yanından geçerken kaşındaki yarayı fark etti. Çocuk yarasını saçı ile saklamaya çalışmıştı. Çocuk hakkında en ufak fikri bile olmayan dedikoducular, onun yasal olmayan dövüş kulüplerinde bulunduğunu, kendilerinin de yanında olduklarını söyleyerek kız tavlamaya çalışırlardı. Çocuk en arka sırada oturuyordu. Sınıf küçük olmasına rağmen öğrenciler yanında ya da önünde oturmaya korkuyor, bazı arkadaşları ile üçlü oturuyorlardı. İlk dersin ortasında kız sınıfa geldi ve dersi dinlemek için izin istedi. Öğretmen izin verince kız bir yere oturmak için etrafa bakındı. Uyuyan çocuğun yanına oturdu. Herkesin gözü kız ve oğlandaydı. Oğlan yanına oturduğu kişiyi doğru tahmin etmişti. Doğruldu. Gözler tahtaya döndü. Çocuk uykusunu alamamıştı, dirseklerini sıraya dayayarak kafasını avuçlarının içine aldı. Kız çocuğa yaklaştı: “Annem merak etti seni.” Çocuğun ağzından bir kelime çıkmadı. “İstersen bize gelebilirsin.” Çocuk konuşmayınca kız da sustu. Dersteki ödevini yazıp çocuğun yanına bıraktı. Ders bittiğinde sınıftan ilk çıkan oydu. Kızla bu konuda konuşmak isteyen herkes “Hayır.” cevabı aldı. Annesini arayan kız çocuğun gelemeyeceğini söyleyince: “Tamam. Birkaç gün sonra tekrar sorarsın.” Annesinin huzursuz, üzgün sesine dayanamamıştı. Bu kadar zamandır oğlu gibi saydığı çocuğu göremeyen annesinin duygularını hissetmeye çalıştı. Çocuğu zorla götürecekti eve. Çocuk akşam saati eve giderken kız fark ettirmeden çocuğu takip etmişti. Çocuk evinin önündeyken kız çocuğu kolundan yakaladı. Yavaşça döndürdü: “Gel benimle! Yeter artık!” “Merak etme. Geleceğim. Biraz daha bekle” dedi sakince. “Annem bekleyemez artık! Çok üzgün.” “Yalnızca iki saat daha.” Kolunu kurtarmaya çalışıyordu. “Hayır” kolunu iyice sıktı. Çocuk ondan kurtulamazdı. “Eğer o eve girersen benimle birlikte gireceksin” “Bunu görmeni istemiyorum” “Neyi!” diye bağırdı. “Dayak yemeni mi? Yaraların, morlukların canımı acıtmıyor sanki. Sesini duymak sorun olmaz. Her gün vahşet izliyoruz televizyonlarda. Canlısı hiç sorun olmaz.” 43 İYTE Edebiyat Topluluğu “Pekâlâ. Sen istedin.” dedi oğlan. İçeri girdiler. Salona girmeden çantasını koridora bıraktı oğlan. Odaya girdiler: “Burada bekle.” dedi oğlan. Odadan çıktı. “Aaa kim varmış burada? Yine geç kaldın?” Oğlan cebinden biraz para çıkarttı ve babasının ayaklarına attı. Kız ise oğlanın masasında birkaç gazete kupürü okuyordu, oğlanın annesinin ölümü ile ilgili. Sonra da bir silah resmi gördü. Babasının kullandığı silah olduğunu anlamıştı. Silahın modeli sert köşeli büyük harflerle duvara ve masanın üzerine yazılmıştı. Baba yerdeki paraları aç bir köpeğin yemeğe saldırması gibi aldı. Ağzında salya akarak saydı. Aynı parayı hâlâ sayması çılgıncaydı ama sayıyordu işte. “Yeter artık yine aynı şey!” Oğlan belinden o silahı çıkarttı ve bağırarak üç el ateş etti. Silah sesi odada yankılandı. Kız korkudan sandalyeden düştü. Köşeye çekildi, dizlerini topladı, gözlerini kapattı. On dakika sonra çocuk odaya girdi. Kız hâlâ yerindeydi. Kapı sesinden korkan kız bir çığlık attı. Çocuk işaret parmağını kızın ağzına götürdü. Kızı susturdu. Çocuk yerde titreyen kızı doğrulttu. Parmaklarını şıklatarak kendisine getirmeye çalıştı. Kız kendine geldiğinde salonun ışığını açık bırakarak çıktılar. 44 Çocuk kız ile durağa doğru giderken babasına saplanan mermileri ve yerdeki kovanları aldığını, geldiği eşyalarla gittiğini düşünürken kız, şoku atlatamamış, çocuğa bakıyordu. Bu soğukkanlılığı hiçbir yerde görmemişti. “Burada oturalım.” dedi çocuk. Bankta oturdular: “İyi misin?” “Evet, ya sen?” “Hâlâ kötü hissediyorum.” “Neden?” “Rahatlamam lazımdı.” “Fakat?” “Sanırım bir şey eksik.” “Biliyor musun?” “Hayır” “Ben biliyorum.” “Ne o?” “Şu.” Kız çocuğa sarıldı. İşte oğlanın içinde kirlenen şey bir girdap ile temizlenmişti. Çocuk artık kömüre dönüşen kalbi ile değil kan ile ısınıyordu. Kalbi tekrar ısınırken, iyileşirken beyni alışamadığı için söndürmek istiyordu. Tokatlar ve yumruklar aklına geldi, durmadı. Gözyaşları dindirmeye çalıştı sıcaklığını, olmadı. Bardaktan boşalırcasına, çığlıklarla ağlıyordu. Söndüremedi tabii. Çünkü o sevgiydi, aşktı, şefkatti. Kızı sonunda anlamıştı. Kız ise çocuğu annesi için değil kendisi için istiyordu. Sevgiyi, aşkı şefkati annesinden daha güçlü bir şekilde verebileceğini hissediyordu. Bunu yapabilirdi. Bahar 2016 “Büyük’’ ile Sohbet Çocukluğumuz, Ne kadar önemlidir hiç düşündünüz mü? Aslında provasıdır hayatın, Ya da gerçeğin ta kendisidir. Farkına varamadığımız, Yaşam denen rüyadan uyandığımız nadir anlardandır. Hatırlayın o neşe kokan çocukluğunuzu, Dışarı çıkmak istemenizi, Her şeye rağmen, her düşüşte yeniden ayağa kalkışınızı, Sahiden neydi o? O zaman yeşil daha mı güzeldi? Yoksa biz mi taktık siyah gözlükleri, Neden şimdi her şey sıkıcılaştı, Neden adım atamaz olduk dışarıya, Neden? Biz meraklıydık çocukken, Soru sorardık, En aptalcasını bile, Peki, ne oldu da soru sormaktan korkar olduk, Neden birilerini takip etmek hakikatimiz oldu, Koşulsuz bir halde sürüklenmek istedik, Robot misali, Mide bulandırıcı değil de nedir? Süper kahraman değil miydik biz, Dünyayı kurtaran sen, Kendini iyileştirmekten aciz, Sen, Zayıfsın her zamankinden, Zayıf. Ağlardık biz çocukken, Sonrasında gülerdik de, Peki, ne oldu da, Günlerce ağlamalarımız, Son bulmadı gülme ile Korkmazdık hiçbir şeyden, Kendi dünyamızın kitapsız tanrısıydık, Hükmederdik askerlere de, Susmazdık hakkımızı alana dek, Gökyüzünde süzülür, Hayallerimizde sevişirdik Peki, ne oldu böyle bize? Korkar olduk her şeyden! Kaybetmekten, Düşmekten, Gülmekten, Merak etmekten, Ve belki de en acısı… Sevmekten. Güvenmeyi mi keşfettik sonra Acaba. Bilmem belki de öyledir Ama suna eminim ki Bizim duvarlarımız vardı çocukken Ve biz birilerine çekiç verdik Ve her darbe O duvarı sarstı, Sarstıkça biz ağladık Ağladıkça sarsıldık Ve yıkıldık En sonunda. Parçalarımızı ise Karanlık bir gecede Rüzgâr süpürdü Gökyüzüne, Ve ben çocuk değilim ki Uçabileyim O parçalardan sur yapabileyim Tekrar tekrar. Ama isterim bilirsin Çocuk olmak istemekte bir çocukluktur aslında Yeniden düşmeye davetiyedir. Düşmekten korkuyor musun? Ben korkmuyorum Asla Çocukluğumda olmadığım kadar Çocuk olmak İstiyorum. Peki, sorarım sana Sen istiyor musun? Baha Gencay 45 İYTE Edebiyat Topluluğu Bir Kralın Anıları 1. 46 Bir kez başladın mı yazmaya cesur olacaksın Kelimelerin ve tümcelerin karşısında saygıyla eğilip Umursamazlığı çağıracaksın sofrana Ve imlerle dokunup dünyaya Ellerinle hayal kuracaksın Saat 00.03 Şimdi kentin yalnız şarkılarının vardiya vaktidir. Uzaktan gelen bir derenin sesiyle yanaşır dibimize. Azgın dağlardan korka korka iner, Gökyüzünün umursamaz beyazlığı altında Küçük nefesler haykırır. Şimdi kentin yalnız şaraplarının vardiya vaktidir. Her yudumda enkaz altındaki anılar çıkartılır Yaralı zihinlerden. Her yudum bir kan damlası olur Akar gözlerinden. Hani küçüğüm Hatırlar mısın o eski mutluluklarını? Hiçliğe koşup İlk dumanı içine çektiğin zamanları mesela Ya da uzanıp da bir şeye dokunamadığın günleri Her şey ne kadar da alımsız geliyor şimdi Neydi seni değiştiren, Ya da neydin sen? Bir çiçek, bir bebek patiği, yan yatmış bir balıkçı teknesi Kimsesiz bir kütüphane, Ganj nehri, soğuk bir çay... Cevabını bulamadığım sorular için Sessizliğe Söyleyemediğim Sözlerin AYAK SESLERİNİ DUYUYOR MUSUN? En ilkel karanlıklardan dövüşe dövüşe geliyor. Korkuların sınırsızlığını parçalıyor. Kısacası varlığını örüyor Kadere mihnet etmeden Ama birdenbire Eros çıkıyor ortaya İçi kurumuş defne tohumları ekiyor topraklarımıza Sonra geçip karşıma gülüyor orospu çocuğu “Artık zenginsin” diyor. Ölümün seni bulduğu yerde Çığlık atıyorum. Bahar 2016 2. Güzellik bir sudur. Kendine güveni varsa Bu, Bambaşka akma Özgürlüğüne sevdasındandır. Bilir ve korkmaz Eğilip bükülmez Güzellik; Öznenin her halini bozguna uğratandır Vücudu parçalara bölünüp -ibret olsun diyeAklın dört bir köşesinde sallandırılandır. Hatta güzellik Anlamını düşmanına kendi elleriyle verebilendir. Şimdi ışığının imtihan vaktidir güzelim. Serpiştir gözlerini havaya ve hisset! Çocuklar kullanılıyor alfabeyle, hurafelerle Esrarengiz bir büyüme gösteriyorlar Kan ve katliam şartlarının sağlandığı topraklarda Prometheus -ki insanlığın son bayrağıdırOrgan mafyasına parasını kaptırmış ağlıyor. Sokaktaki sakat kemancı Karşı kaldırımda bıçaklanan travestiyi izliyor Sanılıyor Donarak ölmenin anlamını bilmeyenler tarafından. Tarih şimdi yeniden yazılıyor: Dansöz oynatan işadamlarının Yağlı ve vıcık vıcık alınlarında! Yuvalarından kaçırılıp tutsak edilmiş çiçekler Satılıyor köle pazarlarında. Şaraplarla dolduruluyor küvetler Yani zorla ırzına geçiliyor üzüm gözlü kızların. Burada ağlamak geçmiyor canım benim. Peşin fiyatına bilmem kaç taksitle Umut pazarlanıyor insanlara. Sorarım sana: Kelebek kan emicilerin kullandığı bir terim miydi? Aklın ve gecenin uykuya daldığı Köşedeki sahipsiz çalının altında Bir nine çekirdek satıyor Ve bir tespih tanesiyle tutunuyor bu dünyaya Dualarıyla, içini beyaza boyarcasına Sonsuzluğun ve boyutsuzluğun en güzel resmine Kendini çiziyor. Gidip elini öpesim, ona sarılasım geliyor. 47 İYTE Edebiyat Topluluğu Büyük bir insanlık hayal ediyorum. Onu koruyabileceğim Başımı dizine koyup ağlayabileceğim Büyük bir vicdan kuruyorum. Ve her gün bunları umursamadan Geçip giden insanlara karşı savaş açıyorum Mızraklarımın uçlarında küfürlü yapraklar Görkemli bir sonun susuzluğunu gidermek için Yaşadığımı biliyordum Şimdiyse Bu ölümden gayet eminim. Elime bıçağımı alır almaz Tuz parça oluyor elim yazdıklarımla beraber. Ve bunu yaptığım anda yeniden yazılıyor tarih! Yani, Bütün bunlara güzel dediğim yerde Senin güzelliğinin esamisi okunmuyor güzelim. Şu an Kendinle Dünyanla Sevdiklerinle Sevmediklerinle İmtihan olduğun vakittir. Hissediyor musun? 3. 48 Parıldayan her nesne yıldız değildir. Ve ışığı saklayan yıldızlar da vardır. Şimdi rüzgârların uyanıp Kavramları kaosa sürüklediği vakittir. Gözlerimde ateşi gördüğüm günden beridir Kendimi handiyse yangının kardeşi olarak bilirim. Gittiğim her şehirde ilenildi adıma. Yetmedi denizler bile Öfkemi söndürmeye. Ta ilk günden beri olan Hep yanan Hep patlamaya hazır olandım ben. Geçip gittiğim her yer kurudu Hiçbir canlı barınamadı sınırlarımda Bilinsin: Böyle olmayı ben seçmedim Bana sunulan buydu ve işimi iyi yaptım Ben -yani şeytanKötülüğün aşık şairiydim. Bahar 2016 Sözcükleri özenle seçip Cümlelerimle büyülemeye çalıştım insanları. Sesler yarattım bakışlarından. Serip bunu önlerine Seni seviyorum dediğimde y a l n ı z k a l d ı m . Şimdi rüzgârların külümü Çöp tenekesine savuracağı vakittir. Zamanı gelmişti... 4. Başlangıçta sadece kelam vardı. Sonunda olduğu gibi... Benim savaş alanım şiirdir. Sisli ve yağlı Geçmişinde gördüm İçindeki karanlığı. Ama ben yangının kardeşiydim Fethedilmeyen kaleler kurup Geceyi aydınlatırdım Gökyüzüne fırlattığım Ateşten cümlelerle. Ve başladığım gibi bitirdim Seni sevmeyi. Artık büyük harflerle yazılsın adım Kırık ve tozlu boy aynalarına: “Vi veri veniversum vivus vici*” (*)”yaşadığım sürece hakikatin gücüyle evrene hükmettim” Faust’tan Derviş Hikmet 49 İYTE Edebiyat Topluluğu Oluksuz Kaldırım Korkak Sokaklarını sarı yaprakların ufalanışı kirletir, O dağılmışlık kentinin… Öyle sözcükler dolaşıyor ki damarlarımda Her biri nadide, ayrık ayrık Tüketmeye çırpınıyorum bünyemde Öyle cümleler ki kurmadığım Sakladığım en ücra köşelerine evrenimin Kelimeler uçuşuyor Onlar da ürküyor benim kadar Gözlerimde bir parıltı olur belirirlerse diye Yere bakıyorum Gökyüzüne baktıkça daha çok kıpraşıyorlar zapt edemiyorum Bir, belki birkaç, belki birçok şiir var Okumak istemiyorum yazmaya korkuyorum Okunmasından ödüm kopuyor Tütünümü çekiyorum dumandan dağılıyorlar. Bir, belki birkaç, belki birçok şiir var Hiç hem de hiç merak etmiyorum. Meydanın ortasında bir yığılış, Yaprakların ve bütün o odun yığınlarının ortasında Büyük bir mavilikle… Çünkü o ağaca gökyüzü karışır; Bazı gün dönümlerinde… Meydanı terk eyleyişlerin ardından Sahil yolu peyda olur. Büyük bir martı karmaşasının manidarlığıyla Karşılanır insan, Var olmanın belirginliği… Sonra o oluksuz kaldırımlarda Sıra sıra dizilmiş banklar, Bir gidip bir gelenlerle dolup taşar Yalnızlıkla… … ve çok uzakları, Belki bir geminin dumanını Görebilme hevesinin farkında olmayan Bir balıkçı uyuklar oltasının başında. … ki biraz sisten yoğrulmuşlar, Seyir eylerler kuşları, Çünkü onlar, Maviliğin ortasına nokta nokta yinelenir. Ardından kanat çırpışlarının süregelirliğinde Ufuk dalgalanır bir geminin sanrısıyla. O an, İnsan kendini görür O martının gökyüzüne karışmasında O belirsiz akıntıda. Ayçanur Ergökten 50 Mükremin Karabulut Bahar 2016 Öğrenci ve Öğretim Elemanlarımızdan Haikular Atakan Gürsan Hafif bir meltem Yüzümü ısırıyor Bir bahar günü İsimsiz Kararmıştı gün Patladı kahkahası Sivrisineğin Bahar haberci Eriyen buzlara Yeni aşklara İsimsiz Bergüzar Özbahçeci İsimsiz Havada bulut Yetişmez artık umut Bu işi unut İsimsiz Emre Seyyar Bahar haberci Gelecek yazdan Kıştan habersiz Arzu Yücel Bahar haberci Güneşi kovalayacak Güne bakanlar Sezer Akdemir Yağmur Yağsa da Bir damla aksam sana Dudaklarına Zülküf Demiroğlu Ömrüm ipe bağlı Ruhum damlarken Lacivert gecelerde Furkan Çetin Masmavi deniz Umutlar yeşeriyor Bir yaz akşamı Uğur Altıntaş Uyan annem Gülümsüyor rüzgârlar Öpüyor bizi Kelebekler var Her yerde, uyanmışlar Git bul onları *** Zamanla geldim Bu güzel günlere Yaz mevsimi gibi Erdem Şimşek Gemi giderken Lodosun gözü yaşlıdır Ayrılıklarla Umut verici Karların eriyişi Nehirin çilesi Bir yaz gecesi Rüyasındaymış meğer Kavak sesleri Some people might say Poem is a way of living Which i might be drawn Kokusudur kalan Çiçeği burnunda Güzel gülüşlünün Sinem Bezircilioğlu Mavi bir kitap Gösterir sana yolu Aç pencereni Anlat hikâyemizi Kal burada hep Çal müziğimizi sen İbrahim Çelik Gökteki martı Aşkına uçuyorken Gözünde Umut Gökçen Yakut Çağırdı beni Biraz bahar ve de yaz Koştum onlara Kolları açık, dalları yüce Aksi vurmuştu cama Dut ağacının Gözleri güler Duramazki yerinde Yaz kelebeğim Gözleri güler Duramazki yerinde Bahar gelince Gözleri güler Duramazki yerinde Yarışır tayla Berkhan Ağar Bahar haberci Uçan çekirgelerin Kanat sesine İrfan Oğur Bir bahar günü Ders ingilizceydi Haiku öğrenirken Hayat Gürdal Bahar gelince Açar güzel çiçekler Bu bahçelerde 51 İYTE Edebiyat Topluluğu Resim, şarap ve biraz da özgürlük: Fikret Muallâ İbrahim Küçükkaya “Paris’te sefil bir sonbahar, mor kahve, dumanlı bistrolar, Seine nehri yanında yalnız bir adam, bir paket gauloise, kırmızı şarap, eksilir yudum yudum bu dünyadan…” 52 Moulin Rouge’un Önündeki Zarif Kadın, Guajboya Bahar 2016 Düyun-u Umumiye’nin ikinci müdürü Ekrem Bey ile Emine Nevber Hanım’ın çocuğu olarak 1903 yılında İstanbul’da dünyaya gelir Fikret Muallâ. Ailesi kız çocuk beklediği için bir adı da Muallâ olur. Sanırım bir ressam olarak dünyaya ününün yayılacağını hiç düşünmemiştir. Zira Fikret Muallâ, dünyanın onu futbolcu olarak tanıyacağının hayallerini kuruyordur o zamanlar. Tabii, bu hayallerde dayısının katkısının olduğu ayrı bir gerçek. Çünkü Fikret Muallâ’nın dayısı o zamanlar Fenerbahçe’nin sol açığında oynayan, penaltı kralı, Fenerbahçe’nin hâlâ kullanmakta olduğu ambleminin yaratıcısı Topuz Hikmet’ten başkası değildir. Fikret Muallâ, 12 yaşında geçirdiği bir kaza sonucu topal kalır ve futbol hayallerinin asla gerçekleşemeyeceği gerçeği ile yüzleşir. Bu travmadan sonra yaşayacağı ikinci büyük travma ise Fikret Muallâ’nın hayatını tamamen alt üst eder. Birinci Dünya Savaşı sırasında tüm Avrupa’yı saran İspanyol gribini annesine bulaştırır ve bu nedenle annesini kaybeder. Annesini kaybetmesinin üzerinden henüz öyle çok zaman geçmeden babasının uygunsuz kadınlarla ilişki yaşadığını öğrenen Fikret Muallâ’nın babasıyla ilişkisi kopma noktasına gelir. Babasının daha sonra yaptığı evliliği hiç de sıcak karşılamayan Fikret Muallâ, babası ile ciddi tartışmalar yaşar ve bu tartışmaların neticesinde babası tarafından akıl hastanesine yatırılır. Bu olay Fikret Muallâ’nın ne yazık ki ilk akıl hastanesi deneyimi olmayacaktır. Akıl hastanesinden çıktıktan sonra mühendislik eğitimi alması için İsviçre’ye gönderilir. İsviçre’de geçirdiği kısa zamanın ardından mühendis olmak istemediğini, boyaların, kâğıtların, çizim yapmanın ilgisini daha çok çektiğini fark ederek sanat eğitimi almak için Almanya’ya gider. Münih ve Berlin’de eğitim alır. Berlin Sanat Akademisi’nde Atatürk’ün de portrelerini yapan Prof. Von Arthur Kampf, Fikret Muallâ’nın hocası olur. Aynı akademide ilk Türk kadın ressamlarından olan Hale Asaf ile birlikte eğitim alır. Hale Asaf, kimi kaynaklara göre Fikret Muallâ’nın karşılıksız aşkı ve onun hayatı da en az Fikret Muallâ kadar ilginç. Almanya’da geçen yıllar Fikret Muallâ için sanat ve alkolün harmanlandığı yıllar. Çizim yapmadığı zamanlar içer ama bunda bir zarar görmez çünkü ona göre bir sanatçı mutlaka içmelidir. Fikret Muallâ, Almanya’da yaşamaya başladığı maddi sıkıntılar nedeniyle kısa bir Paris macerasından sonra tekrar yurda döner. Fikret Muallâ Ö yle bir adam düşünün ki Neyzen Tevfik ile akıl hastanesinde beraber yatsın, Picasso’dan hediye tablo alsın, kelimenin tam anlamıyla bohemin yaşandığı zamanlarda, Paris’te sanat çevresi tarafından üstün bir yetenek olarak kabul görmüş, ülkesinde ise hiçbir şekilde tutunamamış biri olsun. Bu tanımlara uyan kişiyi bulmak epey zor olsa da öyle birisi var, Fikret Muallâ. 53 İYTE Edebiyat Topluluğu eserinin olmadığından bahsetmesi üzerine lokantadaki müşteriler tarafından şikâyet edilmiştir. Dönemin siyasi havasının da sonucu olarak geceyi karakolda geçirir. Ömrü boyunca geçmeyecek olan polis korkusu da sorgu ve dayak ile geçen bir gecenin ardından böylece başlamış olur. Daha sonra kaldırıldığı Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde ünlü doktor Mazhar Osman, Muallâ’nın ceza almaması için cezai ehliyetinin olmadığını belirten bir rapor hazırlar. Akıl hastanesindeki oda arkadaşlarından birisi de Neyzen Tevfik olur. “Biraz edebiyat bilgim ve zevkim varsa onu Neyzen Tevfik’e borçluyum” der Muallâ onun için. Hastanede geçen günler Muallâ’nın iyice yalnızlaşmasına sebep olur. Arkadaşlarının ziyarete gelmemesi, ilerleyen zamanlarda mektuplarına da karşılık alamaması Muallâ’yı hayatının sonuna dek orada kalacağı düşüncesine sevk eder. Bu düşünceyle arkadaşlarına daha da sık mektuplar yazar en çok da Fikret Adil’e ve Bedri Rahmi’ye. Bir yılı aşan bir sürenin sonunda hastaneden çıkar. 1938 yılında babasını kaybetmesinin ardından yüklü bir mirasın sahibi olan Muallâ için en iyi yol, yurttan ayrılıp Paris’e gitmektir. Paris’e gitmeden önce Abidin Dino’nun isteği üzerine 1939 Uluslararası New York Fuarı Türk Pavyonu için konusu İstanbul olan 30 kadar tablo hazırlar. Türkiye’deki son işi de bu olur. Ayasofya, Suluboya 54 İstanbul’a gelişinin ardından bir zamanlar eğitim gördüğü Galatasaray Lisesi’nde ders vermeye başlar. Babası ile zaten kötü olan ilişkisi bu yıllarda da düzelmez. Yurtdışında yaşadığı bohem hayatını İstanbul’da da sürdürür. Galatasaray Lisesi’nden istifasının ardından Ayvalık Ortaokulu’nda resim öğretmenliği yapmak üzere İstanbul’dan ayrılır. Fakat Muallâ’nın Ayvalık yaşantısı da fazla uzun sürmez. Öfkesini kontrol edememesi, polislik vakalar ve memuriyete gereken uyumu gösterememesi nedeniyle “Elektriği olmayan şehirde resim hocasına da ihtiyaç yoktur” diyerek verdiği istifa dilekçesi ile bu görevinden de ayrılır. Elektrik belki sadece bir bahanedir zira Fikret Muallâ, sanatının anlaşılamadığını düşünmektedir. İstanbul’a geri dönüşünde ise sanat çevresinden beklediği desteği gerçek anlamda göremeyen Muallâ o dönemde edebiyata yönelir. “Schiller 1759-1805, Hayatı ve Eserleri” adlı kitabı yayımlanır, Ses dergisinde ise birkaç öyküsüne yer verilir. Edebiyat, Muallâ için geçici bir hevestir ve geçimini bununla sağlaması imkânsızdır. O dönemde İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun oyunlarına sahne kostümleri çizen Muallâ, Nazım Hikmet’in de aralarında bulunduğu yazarların kitaplarını resimler. Dönemin İstanbul mebusu Salah Cimcoz’un desteği ile çalışmalarına devam eder. Salah Cimcoz’un çocuklarına resim dersi veren Fikret Muallâ içkili bir gecenin sonunda Salah Cimcoz ile tartışır, bu olayın ardından sipariş üzerine yapmaya başladığı dönemin büyüklerinin bir arada bulunduğu resim panosunu parçalar ve hakaretler eder. İlerleyen zamanlarda buna bir benzer olayın sonucu olarak Atatürk’e hakaretten yargılanır. Aslında Muallâ Atatürk’e hakaret etmemiştir. Bir lokantada gördüğü Atatürk portresinin çok kötü olduğunu söylemesi, bu portrenin usta bir ressamın Bahar 2016 Hayatının hiçbir döneminde işleri rast gitmeyen Muallâ, babasından kalan mirasın kısa sürede bitmesi, İkinci Dünya Savaşı’nın da başlamasıyla birlikte daha büyük sorunlarla karşılaşır. Paris’te yaptığı tabloları satarak geçimini sağlar. Fakat burada bahsettiğim “geçim” bir şişe şarap veya bir akşam yemeğinden ibaret. Her ne kadar tablolarını çok ucuza satmak zorunda kalsa da sanatçı kimliğini Paris’teki sanat çevrelerine kabul ettirdiği için bunu görmezden gelmeye çalışır. O yıllarda Paris’te elinizi nereye atsanız bir sanatçı bulabileceğiniz için bu Muallâ adına büyük bir başarıdır. Polis fobisi, geçimsizlik, alkol bağımlılığı, savaşın da etkisiyle iyice artan gerilimli ortam, günden güne büyüyen para sıkıntısı Muallâ’yı iyiden iyiye bunalımlı bir hayat sürmeye itmiştir öyle ki bunun sonucu olarak tekrar hastaneye yatar. Caz Orkestrasi, Guajboya Hastanede tuttuğu anı defterindeki notlara, çizimlere bakarak ne kadar bunalımlı bir kişiliğe sahip olduğunu görmek hiç de zor değildir. Hastanede kaldığı süre içerisinde birçok eser üreten Muallâ, bunlarla birlikte taburcu olduktan sonra ilk sergisini açar. İlk sergisinde tüm tabloları hem de öyle ucuza değil gayet yüksek fiyatlara satılan Fikret Muallâ’nın eline bu sergiden gelir olarak hiçbir şey geçmez çünkü sergiyi organize edenler tarafından dolandırılmıştır. Fakat bu sergi Muallâ’nın adını Paris’te iyiden iyiye duyurmasını sağlar. Picasso ile tanışıklığı da bu döneme de denk gelir. Açtığı ikinci sergisinin ardından yine bir akıl hastanesine yatırılan Muallâ, buradan taburcu olduktan sonra sanayici Lhermin’le bir anlaşma yapar ve dört tane daha sergi açar. Bu sergilerde Muallâ’nın eserlerinin daimi bir alıcısı vardır, Madame Angles. 55 İYTE Edebiyat Topluluğu siyah beyaz bir hayat yaşamasıdır kim bilir. Hayal ettiği hayatı yaşayamadı ama hayal ettiği her şeyi tuvaline çizdi desem çok da yanılacağımı düşünmüyorum. Sokakları, caddeleri, bistroları, kafeleri, İstanbul’u, Paris’i çizen adamın resimleri ve hayatının ortak noktası şüphesiz her ikisinin de temasının özgürlük olmasıdır. Balonlar, Guajboya Muallâ eğer Madame Angles ile tanışmasa hayatını daha erken yaşta kaybederdi diye tahmin ediyorum. Madame Angles, Muallâ’yı -kelime anlamı tam karşılar mı bilmiyorum fakat- himayesi altına alır. Muallâ, Alp Dağları’nda Reillanne’de bir çiftlik evine yerleşir ve Paris’e veda etmiş olur böylece. Ölümüne dek Madame Angles için 300’den fazla eser üretir. Hayatının belki de en mutlu, en rahat anlarını burada yaşayan Muallâ, 1967’nin 19 Temmuzu’nda gözlerini sonsuza dek kapar. 1974 yılında vasiyetine uygun bir şekilde kemikleri Türkiye’ye getirilir. Bunda en büyük pay dönemin cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün eşi Emel Hanım’ındır. Çünkü Emel Hanım, Fikret Muallâ’nın öğretmenlik yaptığı Salah Cimcoz’un üç çocuğundan biridir. Dünya sanat tarihine adını altın harflerle yazdıran, guaj boya dendiğinde akla gelen ilk isimlerden olan, adına şiirler, şarkılar yazılan, tiyatro oyunları sahnelenen Fikret Muallâ, kendi tarzını oluşturmayı başarmış, belli bir akımın etkisi altında kalmamış gerçek bir sanatçıdır. 56 Fikret Muallâ’nın hayatını okuduğunuz ya da dinlediğinizde pek de keyifli bir yaşam sürmediğini görürsünüz. Rengârenk resimler yapmasının nedeni belki de Tevfik Yalçın’ın da dediği gibi; Bir mor üşümesidir Fikret Mualla’yı sevmek, Biraz yoksulluk, biraz gurbetlik... Biraz da bir şey yapamamak; İnsanlık adına... Özür diliyorum Fikret Mualla’dan; Kendi adıma... Kaynakça: Azamet, A. İ., Fikret Muallâ ve Eserlerine Kuramsal Bakış, Cumhuriyet Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Güzel Sanatlar Eğitimi Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Sivas, 2012. Koloğlu, O., Fikret Muallâ Bir Garip Kişi, Boyut Kitapları, İstanbul, 2003. Topuz, H., Kentler ve Gölgeler, TRT Belgesel Programı, 2010. Toros, T., Fikret Muallâ 1903-1967, Akbank Yayınları, İstanbul, 1986. Vatanartıran, Ö., Notlar - TRT Belgesel Programı, 2011. http://www.biyografi.info/kisi/fikret-mualla-saygi (Alıntılama Tarihi 05.02.2015) İYTE Edebiyat Topluluğu 22 Bir Ordan, Bir Burdan Zeynep Saylık Bu sayımızda, kitap tanıtımının yanı sıra bir de internet sitesi tanıtımını bulacaksınız. Sitenin sahibi fotoğraf sanatçısı Kerstin Stolzenhain. Aynı zamanda seyyah, kıtalararası bir insan. 57 İYTE Edebiyat Topluluğu dieandere.de “Do not dream your life, live your dream.” Upper Antelope Kanyonu/USA Alman sitelerinin biz Türklerin sahip olduğu siteler gibi “tr”den önce “com” takıntısı yok sevgili okurlar. Aslında web sitelerinin daha kolay ulaşılabilir olmasını sağlıyor bu durum. Alman domainleri demişken gmail.de’nin aslında google’a ait olmadığından Almanya dolaylarında internette dolaştığımıza bizlere türlü taklalar attırdığını hatırlatmadan geçemeyeceğim. Tıkladığınızda hiç bilmediğiniz bir diyara düşmüş gibi hissedeceksiniz kendinizi. Aynen öyle hissetmeniz gerekiyor zaten. Site Almanca olabilir, ama fotoğrafın Almancası mı olur? Hem artık internet göz atıcılarımız siteleri anında Türkçeye çevirmiyor mu? Neden aslında zor olmayan şeyleri zormuş gibi karşımıza alıp duruyoruz? 58 Die andere, “diğeri” manasına gelebilecek bir sözcük. Sanatkâr, bu sözcüğü sitesine seçerken bayağı bir ince eleme yapmış, inceleme işlemlerini gerçekleştirmiş. Kim sitenin sahibi? Fotoğraf sanatçısı Kerstin Stolzenhain. Aynı zamanda seyyah, kıtalararası bir insan. Web sitesini dolaştığınızda fark edeceksiniz ki sanatçı eşsiz bir gözlem kabiliyetine, ince bir görüntü algılıma kabiliyetine, muhteşem bir görüntü dondurma yeteneğine sahip. Sitede adres olarak Hamburg’a yer vermiş ama site güncellemesinden önce Augsburg’da konaklamaya başlamış. Mottosu “Do not dream your life, live your dream.” yani “hayal kurma hayalini yaşa.” Hay sen çok yaşa Kerstin. Sitene göz atıp kıtadan kıtaya zıplarken hakikaten bir insanın bu kadar çok yeri gezip görebileceğini, istediğini yapabileceğini kavrıyoruz. Ayrıca belirteyim ki Amerika Birleşik Devletleri hudutlarında çekilmiş “Upper Antelope Canyon” başlıklı fotoğrafın kartpostalına sahip olmak yetmiyormuş gibi çekiliş anının öyküsünü de sanatçıdan dinledim. O ışık huzmesi, günün sadece özel bir zaman diliminde, kısa bir süreliğine görünür hal alıyormuş. Işığın görünebilir hali alması için mağara içerisinde biraz toz çıkarmak gerekiyormuş. Ne mutlu o tozu dumana katana. Bize de bu mutluluktan bir pay düşüyor tabii, dieandere.de adlı siteyi artık biz de biliyoruz, öyle değil mi? Angkor Thom’da bir Rahibe/Kamboçya Bahar 2016 Mütevazı Bir İntikam gelmişti, kurmuştum. Deli Defteri’nin kâğıda basılı (sarı kâğıt) birkaç sayısını birinci elden okudum. Gel zaman git zaman defterler unutuldu... Derken bir internet kitap sitesinden yazlık ucuz alışverişimi yaparken bu sarı siyah kapaklı kitap karşıma çıktı. İsme dikkat ettim, evet, yolu İYTE’den geçmiş bir genç daha ölümsüzlüğe adım atmıştı. Kitabı bir çırpıda okudum, eminim bu akışkanlıkta bir yapıtı herkes bir çırpıda okuyabilecektir. Fakat şöyle bir hatırlatma yapmakta fayda var: kitabın bölüm başlarındaki ikonlara okumaya başlarken dikkat etmek lazım. Kitabın ortalarında bu ikonların anlamını keşfetmiş oluyorsunuz ama bu durum biraz geç kalmış olduğunuz anlamına geliyor. İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü Mimarlık Fakültesi’nden (Şehir ve Bölge Planlama Bölümü) mezun olmuş tanıdık bir simanın, Bahadır Cüneyt Yalçın’ın kitabı bu, April Yayıncılık tarafından 2014 yılında basıldı. Öğrenci İşleri çalışanısın, öğrenciyi tanıman kolay diyenleri duyar gibi oluyorum. Fakat yazarımızı ben öğrenci olduğu dönemde tanımadım. Mimarlık Fakültesi’nin “karşılaştırmalı edebiyat” doçenti (profesörlüğünü almaya ramak kala aramızdan ayrılan - rahmetle, hasretle andığımız) Deniz Şengel, yazarımızın kişisel çabasıyla çıkardığı “Deli Defteri” adlı derginin dijital bir nüshasını elektronik posta yoluyla göndermişti de oradan öğrenmiştim bu yazar-çizer kişiyi. Hocanın vefatından sonra irtibat kurasım Yazarın dünyaya bakış açısı karakterlerin oluşumu ve gelişimini kolaylaştırmış. Aslında hiç de ilk kitap gibi görünmüyor bu eser. Hele karakterlerden “Aleksi Pavloviç” bütün kitapların ta ortasından konuşuyor sanki. Okumaya niyetlenenler için şunu söyleyebilirim: macera dolu bir film gibi bu kitap. İçinde geçen öğüt gibi satırları burada hatırlayarak yazmak için geç kalmış yazar ruhlu insanları dürtelim biraz da, yazmak mühim: “Artık bu yaşadıklarını yazarsın, dedi Ali. Fazla oyalanma. Yetenekli yazar olmak kırk yaşından sonra hiçbir şey ifade etmez.” Yetenekli demişken, şunu hatırlatmakta fayda var: Bahadır Cüneyt Yalçın kitabının sonunda Murat Menteş’e teşekkürlerini iletiyor. Vesilesini bilemeyiz ama bu ünlü yazara imrendiğini düşünebiliriz bu tutumdan hareketle. Bence bu iki yazardan imrenilecek olan, teşekkür edilmesi gereken tevazuya sahip olan. 59 Meditasyon Üzerine Dane Rusçuklu Kendimi tanımak için kendime doğru adım atmaya başladığım andan itibaren hep karşılaştığım ve sonrasında deneyimlediğim bir şey var ki o da her ne ararsam arayayım onun kendimde olduğuydu. 60 Bahar 2016 Flower of Life (Yaşam Çiçeği) Fakat sezen, yaratıcı fikirler üreten, iç görüye sahip sağ yarısını kullanmaya fırsat bulamıyor olabilirsiniz veya haksızlık etmeyelim görece az kullanıyor olabilirsiniz. İşte bu ikisini dengelemek meditasyonla mümkün. Öncelikle müjdelemek istiyorum; hayatta aradığınız huzur da sevgi de Cem Yılmaz’ın dediği gibi İÇİMİZDE. Tek yapmamız gereken bunu fark etmek ve ortaya çıkmasına izin vermek. Mademki o mutlak sevgi ve huzur içimizde, o zaman öncelikle içe dönmek gerekiyor. Türlü türlü yollar var içe dönmek için. Kimilerini farkında olmadan uyguluyoruz zaten. Benim vurgulamak istediğim farkında olarak hatta farkındalığımızı artırarak uygulayabileceğimiz içe dönüşler. Meditasyon adı altında toplayabileceğimiz bu içsel yolculuk, tefekkür, zazen gibi farklı isimlerle hemen her ruhsal öğretide yer alır (1). Ayrım yapıp gruplamadan, çünkü ayrımlar ayrımları doğurur, özüne bakacak olursak da hepsinde ortak olan zihni sakinleştirmek ve hiçbir şey düşünmemektir. Hiçbir şey düşünmemek… Yazarken bile beynimin rasyonel düşünmeye programlı sol lobu uyarı sinyali gönderiyor adeta ve de şöyle diyor “saçmalama!”. Sezgisel sağ lobu da anlıyor ne demek istediğimi. Günlük hayatta eğer sanatla uğraşmıyorsanız büyük oranda beyninizin sol yarısını kullanıyorsunuz demektir. Sınıflıyor, hesap yapıyor, anlamlandırmaya çalışıp mantıksal bağlar kuruyorsunuz kısaca. Hizmeti büyük sağ olsun. Sonuç; iç huzur ve mutluluk hissinde artış ve daha yüksek beyin kapasitesi (2). Daha marifetleri var tabii. En başta stresi azaltmasını sayabiliriz. Sinirbilimcilere göre düzenli meditasyon yaparsanız beyninizde fiziksel değişimler olur ki bu da sinir sistemimizde bazı noktaları harekete geçirerek stresle başa çıkmada yardımcı rol oynar. Meditasyon yapmaya devam ederseniz yaratıcılığınızın artacağı garanti! Yine beyindeki fiziksel değişimlerle ilgili olarak dikkatiniz artar ve otokontrolünüz gelişir. İnsanları olduğu gibi kabul etmeye başlayıp kendinizle de barışık olmanızın doğal bir sonucu olarak sosyal ilişkileriniz gelişir. Şimdi burada nasıl meditasyon yapılır anlatmayacağım, merak eden ve deneyimlemek isteyen varsa İYTE Meditasyon grubumuzun meditasyonlarına gelebilir. Fakat sol lobu rahatlatmak için başka bir deyişle “nasıl oluyor şimdi yani?” sorusunu cevaplamak için konuyu biraz daha açmak isterim (bilimsel ve sayısal verilere ihtiyacı olan sol loblara internet her zaman hizmete hazır). Meditatif haldeki huzur ve mutluluk fiziksel, duygusal ve mental algımızın biraz ötesinde olan haldir. Bir başka deyişle beden algımızdan, duygularımızdan ve de 61 İYTE Edebiyat Topluluğu zihnimizden geçince açığa çıkacak bir hal. Bu halin farkındalığı da daha yüksektir. “Ben” algımız ve farkındalığımız daha meditasyona yeni başladığımızda bile değişmeye başlar. Bedenimiz bir süre hareketsiz kalınca onu hissetmiyoruz. İnanmazsanız şimdi deneyin yani gözlerinizi kapatıp hiç kıpırdamadan bir süre oturun. Bu deneyimden sonra ilk farkındalığımızı yaşadık bile; yani sadece bedenimizden ibaret olmadığımızı... Sıra geldi duygularımıza. Wikipedia tanımıyla duygu, bireyin ruh halinde biyokimyasal (içsel) ve çevresel tesirlerle etkileşiminden doğan kompleks psikofizyolojik bir değişimdir (3). Tanımdan yola çıkacak olursak duygularımız sürekli değişiyor ve “ben” algımızın tam karşılığı olamıyor. Ben kızgın, mutlu, endişeli, sakin olabiliyorum ama bunların hiçbiri ben değilim. İçimizdeki daimi huzur ve mutlulukla pek ilgisi olmayan değişip duran duygularımızı da bir kenara bırakırsak sıra zihnimize geliyor. Düşünen, bazen “vıdı vıdı” eden, yargılayan, sürekli konuşan zihnimizin sesini biraz kısınca içimizdeki gözlemci uyanıyor. Kendimiz sandığımız bedenimiz, duygularımız ve zihnimizin ötesinde bir kendimizle, ÖZümüzle karşılaşıyoruz ve bunların hepsini hiçbir şey yapmadan oturarak, nefes alarak yapıyoruz. Anlatılmaz yaşanır bir hali anlatmaya çalışmamı sabırla okudunuz. O zaman şimdi dilerseniz rahatlayın ve derin bir nefes alın veya gelin bunu birlikte yapalım. (1) http://indigodergisi.com/2013/03/ meditasyonun-temeli-meditasyon-nedir-ve-nasilyapilir/ (2) http://www.brainwave-research-institute.com/ meditation-synchronizes-the-brain.html 62 (3) https://tr.wikipedia.org/wiki/Duygu Kendimiz sandığımız bedenimiz, duygularımız ve zihnimizin ötesinde bir kendimizle, ÖZümüzle karşılaşıyoruz ve bunların hepsini hiçbir şey yapmadan oturarak, nefes alarak yapıyoruz. İYTE Edebiyat Topluluğu 24 İYTE Gastronomi ve Mutfak Sanatları Topluluğu Ceren Eylem Melemşe 63 İYTE Edebiyat Topluluğu Urla-Özbek Köyü Deniz ve Deniz Ürünleri Festivali Yemek üzerine şu ana kadar hiç düşündünüz mü? Yalnızca yaşamsal fonksiyonlarımızı devam ettirmemizi sağlayan bir araç mıdır yemek? İlk yabani çileği koparıp yiyen atamızdan bugüne neler değişti? İnsanlık tarihinin en büyük dönüm noktalarından biri olan ateşin keşfiyle birlikte yiyeceklerimizi pişirmeye başlamamız ve tam o sıralarda beyin evrimimizin müthiş bir ivme kazanması tesadüfî mi? Yemek, insanlığın gelişimine katkı sağlayan en önemli olgulardan biridir. Gastronomi de, yemek ve kültür ilişkisini inceleyen disiplin olarak bu konulara eğilir. 64 Temel Mutfak Eğitimi/İYTE Merkezi Kafeterya İYTE Gastronomi ve Mutfak Sanatları Topluluğu (İYTE GMST) olarak 4 Mart 2014’te resmî olarak kurulmamıza ve dolayısıyla daha çok yeni bir topluluk olmamıza rağmen bugüne kadar pek çok etkinlik gerçekleştirdik. Daha önce okulumuzda benzer alanda bir topluluk olmayışı ve ve gastronomiye ilgi duyan pek çok arkadaşımızın topluluğa emek vermesi bunda elbette çok etkili oldu. Şu an 150 kadar üyemiz ile yeni döneme başlamış bulunuyoruz. Şimdiye kadar yaptığımız atölyeler, temel mutfak eğitimleri, yerel festivallere katılım gibi etkinliklere, ilerleyen günlerde tadım gezileri, restoran değerlendirmeleri, şeflerle söyleşiler ve daha birçok farklı atölyeleri de eklemeyi umut ediyoruz. Farklı insanlara, kültürlere ve fikirlere sonuna kadar açık bir topluluk olarak aramızda göreceğimiz her yeni kişiye, her çabaya ve her desteğe sonsuz önem veriyoruz. Eğer siz de bizlere katılmak isterseniz facebook grubumuz, etkinlik duyurularımız ya da herhangi bir üyemiz aracılığıyla bize ulaşabilirsiniz. https://www.facebook.com/ groups/iytegmst/ Hep birlikte nice “UZAK”lara...