temmuz/ağustos 2011/04 fiyatı 2 tl ıssn 1302
Transkript
temmuz/ağustos 2011/04 fiyatı 2 tl ıssn 1302
Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! İKİ AYLIK SİYASİ / TEORİK GAZETE Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var! TEMMUZ/AĞUSTOS 2011/04 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X152 • Değerli okuyucu, Öncelikle; 151. sayımızda, Ali Osman Başeğmez adlı okurumuzun “Ciddiyet talebine önce kendimiz uyalım!” başlıklı eleştiri yazısına yer vermiş, tavrımızı bu sayıda yayınlayacağımızı açıklamıştık. Konu hakkında kendi içimizde tartışma henüz sonuçlanmadığı için tavrımızı gelecek sayımızda yayınlayacağız. Bu gecikme için siz okurlarımızdan özür diliyoruz. Bu sayımızın başyazısını 12 Haziran'da yapılan genel seçim sonuçlarının değerlendirmesine ayırdık. Geniş emekçi kesimlerin nasıl seçim oyunu ile aldatıldığını ortaya koymaya çalıştık. Barış, Demokrasi, Özgürlük Blok’u adaylarından KCK tutuklusu altı milletvekilinin tahliye talebi reddedilirken seçime girdiği Amed'de bağımsız adaylar içerisinde en fazla oyu alan Mehmet Hatip Dicle’nin de milletvekilliği YSK tarafından düşürüldü. Egemenler Barış, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun seçim başarısının intikamını almaya, provokasyon yaratmaya çalışıyorlar. Halkların Kardeşliği sayfalarımızda Kürt halkına yönelik bu saldırıları kınayan ve Kürt ulusunun da gerçek çıkarlarının bu düzeni yıkmakta olduğunu vurgulayan bir değerlendirmeyi bulabilirsiniz. Yine aynı sayfalarda demokratik özerklik üzerine ve Çerkeslerin anadil talebi üzerine iki makale okuyabilirsiniz. Kadın sayfalarımızda genel seçimler öncesinde K ADER'in yür üt tüğ ü seçim kampanya sını değerlendiren ve 2011 genel seçimlerinin kadın milletvekilleri açısından sonucu ortaya koyan bir yazıya yer verdik. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz. Bu sayımızın Panorama bölümünde Sudan'da iki ayrı devlet oluşumunu değerlendiren, bu sürecin arka planını ele alan bir yazı ve Yemen'de ortaya çıkan halk ayaklanması ve ardından yaşanan gelişmeleri değerlendiren yazılar bulabilirsiniz. Sayfalarımızın devamında, Mayıs ayında çeşitli bölgelerde okurlarımızın kendilerinin düzenlediği yada kimi devrimci dost kurumlarla birlikte düzenledikleri İbrahim'i anma toplantılarının değerlendirmelerini okuyabiliriniz. Uluslararası alandan ise Berlin'de, geçtiğimiz günlerde Hopa'da yaşanan devlet terörünü protesto eden bir etkinlik haberine, Enternasyonal Forum'un notlarına, Uluslararası Af Örgütüne yer verdik. Eylül sayısıyla tekrar buluşmak üzere.... Yeni Dünya İçin Çağrı Haziran 2011 ✓ Üç Ay Süren, Günlük Dizi “Yalan, Demagoji, Küfür Fırtınası” nın Sezon Finali 12 Haziran’da Yapıldı gündem editörden - içindekiler EDİTÖRDEN İÇİNDEKİLER GÜNDEM Sezon Finali 12 Haziran’da Yapıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 10 soruda Boykot.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14 PANORAMA Afrika kıtasında yeni bir devlet! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 35 Salih’in yerine kim gelecek? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 39 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN SAVAŞ İSTEYENLER PROVOKASYON YAPIYOR! . . . . . . . . . . . . . . . . . 16 Demokratik özerklik üzerine bir kez daha. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 19 Çerkesler: “Ana dilimizi bilmiyoruz!” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 24 GÜNCEL En çılgın proje…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 42 SUSMADIK, SUSMAYACAĞIZ! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 43 Berlin’den “eşkiya” Hopa’ya selam!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 44 İbrahim Kaypakkaya, DHB ve YDİ Çağrı tarafından anıldı . . . . . . . 46 Komünist önder İbrahim Kaypakkaya anıldı . . . . . . . . . . . . . . . . . . 47 İbrahim Kaypakkaya’yı Adana’da andık. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 48 GÜNCEL Enternasyonal Forum’dan Notlar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 25 Uluslararası Af Örgütü 50 Yaşında. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 29 YENİ KADIN DÜNYASI KADER'e bak... Meclis yine erkek!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 33 2 YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ Liselilerden YGS protestosu. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 50 Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt / İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 152 Temmuz/Ağustos 2011 • ISSN 1301-692X152• Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.org • mail@ydicagri.org S on üç aydır hangi kanalı açsak karşımıza hep aynı dizi çıkıyordu: Oyuncularının her biri, bir diğerinin kuyusunu kazıp, onu küfürlerle aşağılayarak kendini yücelttiğini sandığı küfür fırtınası dizisi. Alçak, namussuz, şerefsiz, müfteri, yiyici, vatan haini, vs. bu dizi oyuncularının birbiri hakkında bolca kullandığı “iltifat”lardı. Bunların her biri bir yandan birbirlerine küfür yağdırırken, diğer yandan da rakiplerini küfür ettikleri için suçlayacak, onları edebe davet edecek kadar yüzsüzleşebiliyorlardı. Öyle bir dizi ki, oyuncularının her birinin en güçlü silahlarından biri demagoji idi. İnsanların içgüdüsel duygularını kendi lehine, rakibinin aleyhine harekete geçirmeyi sanat haline getirmek, bu sanatta “ustalaşmak” bu oyuncuların temel özelliklerinden biri idi. Kendilerini takım taraftarlığı düzeyinde izleyen milyonların önünde, her gün bu konuda en ustanın kimi olduğu sorusu demagoji fırtınası dizisinin en önemli sorularından biri idi. Dizinin baş oyuncusu ile ikinci oyuncu arasında bu konuda kıyasıya bir rekabet yaşanıyor, ikinci oyuncunun birinciye “ gel gel yiğitsen karşıma çık, istersen bütün yardımcı oyuncuları da al, gel karşıma, yüz yüze tartışalım, ben seni ve takımını tek başıma mahvedeyim” meydan okumalarına, baş oyuncu “sen daha amatör ligdesin, biz dünya liglerinde başa oynuyoruz, büyü de gel!” cevapları veriyordu. Bu çok seviyeli demagojileri de taraftarlar çılgınca alkışlıyor, “vur vur inlesin”, “ bir daha, bir daha” çığlıkları demagogları daha da azdırıyor, demagojinin dozu her gün daha da artıyordu. Dizinin başrolünde ise kuşkusuz ve rakipsiz ola- 3 yan sonuçlar şöyledir: 12 Haziran 2011 Genel Seçiminin Resmi olmayan sonuçları: PARTİLERE GÖRE TÜRKİYE GENELİ OY DAĞILIMI Parti Toplam Oy AKP 21.466.446 CHP 11.147.692 MHP 5.576.116 BGSZ 2.826.031 SP 535,532 327,306 HAS BBP 315,919 DP 280,862 HEPAR 122,308 DSP 106,324 64,213 DYP TKP 61,224 MP 59,830 MMP 36,914 EMEP 31,562 LDP 15,457 Oy Oranı 49.95 % 25.94 % 12.98 % 6.58 % 1.25 % 0.76 % 0.74 % 0.65 % 0.28 % 0.25 % 0.15 % 0.14 % 0.14 % 0.09 % 0.07 % 0.04 % MV sayısı 326 135 53 36 Kazanılan Milletvekillikleri sayısı konusunda 15 Haziran itibarıyla henüz açık olmayan iki nokta var: 1. 15 Haziran’da MHP’nin itirazı üzerine yapılan yeni sayım sonucu İstanbul 1. bölgede bir milletvekilliğinin AKP den MHP’ne geçtiği MHP sözcüleri tarafından açıklandı. AKP adına yapılan açıklamada ise bunun doğru olmadığı açıklandı. Bu konuda kararı YSK verecek. Eğer MHP açıklama yaptığı doğrultuda karar çıkarsa, MHP’nin Milletvekili sayısı 55’e yükselecek. Buna karşı AKP’nin milletvekili sayısı bir eksilecek. 2. Şu anda KCK davası nedeniyle hala tutuklu bulunan ve bağımsız Milletvekili seçilen Hatip Dicle hakkında bir başka davadan verilmiş olan 1 yıl 8 aylık ceza Yargıtay tarafından 9 Haziran’da onaylanarak kesinleşti. YSK 10 Haziran’da yaptığı açıklamada zaman geçtiği gerekçesiyle Hatip Dicle’nin isminin listelerden silinmeyeceğini açıkladı. Seçimlerden sonra da Hatip Dicle’den 1 hafta içinde savunma istedi. Hatip Dicle’nin avukatları “cezanın mahsup edilmesi” için Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’ne başvurdu. Mahkeme, Dicle’nin KCK davası kapsamında tutuklandığı 24 Aralık 2009 tarihinden bu yana ceza- evinde yattığı süreyi 1 yıl 8 aylık cezaya saydı. Bu karar ile Hatip Dicle’nin Milletvekilliğinin önünde bir engel kalmadı. Fakat yine de son kararı YSK verecek. YSK’nin listelerin kesinleştirilmesi aşamasında bir dizi bağımsız adayın adaylığını güya hukuki gerekçelerle engelleme kararı aldığı; bu kararın objektif olarak seçim ortamını germe işlevi gördüğü ve ancak halkın ayaklanması ertesinde geri çekildiği bilindiğinde, şimdi Hatip Dicle’nin Milletvekilliğinin iptali yönünde karar çıkması yüksek bir ihtimaldir. Böyle bir kararın ne anlama geleceği de bellidir: halkın kimi seçtiği değil, yargıçların kimin seçildiğine karar vermesi belirleyicidir ülkelerimizde. Bu kuralı yalnızca halkın ayaklanması, zoru bozabilir. 22 Temmuz 2007 seçimleri ile karşılaştırma: Partilerin bu seçimlerde başarısını ölçmek açısından bir önceki genel seçimle karşılaştırma doğru olur. 22. Temmuz 2007’deki kesin resmi sonuçlar şöyle idi: idi. 1 Milyon 606.602 oy geçersiz sayıldı. Geçersiz oy % 4,46 idi. Oy kullanmayan, geçersiz oy toplamı tüm seçmenin % 19.88 idi.) Partilerin aldıkları oylar ve çıkardıkları milletvekili sayısına gelince durum şöyle idi: AKP 16,327.291 46.58% 341 CHP 7.317.808 112 20.88 % MHP 5.001.869 70 14.27 % BGSZ 1,835.486 26 5.24 % SP 820,289 2.34 % HAS (Bu parti 2007 seçimlerinde SP içinde idi.) BBP ( Seçimlere parti olarak katılmadı. Yalnızca başkanı Sivas’ta Bağımsız olarak katıldı ve seçildi) DP 1.898.873 5.42 % HEPAR (Yoktu) DSP (CHP listelerinde yer alarak girmişti.) DYP (DP saflarında katılmıştı) TKP 79,258 0.23 % MP (2007 seçimlerinde yoktu) MMP (2007 seçimlerinde yoktu) gündem gündem 4 rak yalanlar, yalan vaatler duruyordu. Dizinin bütün oyuncuları, izleyicilere kendilerinin dizinin birincisi seçilmesi halinde (ki bu oyun dizisinin sonunda izleyicilerin oyu ile seçilecek olan birinciye iktidar öngörülüyordu) “yok yok” u vad ediyorlardı. Biri örneğin her yoksul aileye 600 liradan başlayan hibeden söz ediyor, diğeri bunu kendilerinin zaten çoktan verdiğini söylüyorlardı. Biri mazot fiyatını 1,5 liraya indireceğini vaad ediyor, diğeri kaynağı nerede diye soruyor, “benim adım bilmem ne” cevabını alıp, oturuyordu. Birilerinin hilalli kartı ile halkımıza bedava alış veriş vaat ediliyor, öteki İstanbul’a ikinci boğaz getiriyor, Ankara’ya yeni bir Ankara, İzmir’e ikinci bir İzmir ekliyordu. Çılgın projelerden geçilmiyordu Yalan Fırtınası dizisinde! Neyse 11 Haziran’da bu üç aylık günlük dizinin finali yayınlandı. Sonra 12 Haziran’da toplam 50 Milyon 339 bin 596 seçmen sandık başına çağrıldı. Bunlardan 43,913,276’sı, yani tüm seçmenlerin % 87.23 ü bu çağrıya uyarak oy kullandılar. Bu aslında çok yüksek düzeyde yoğun katılım dizinin izleyicilerinin bu diziyi ve bu dizi sonunda kendilerine biçildiği söylenen aslında çok yanıltıcı olan hakem/seçmen rolünü çok ciddiye aldıklarını gösteriyor. Ülkelerimizde siyasete soyunan her aktörün bu olguyu çıkış noktası alması, ülkelerimiz gerçeklerine uygun bir siyaset geliştirilmesinin ön şartıdır. Kullanılan bu oyların 42,973,736’sı, yani % 97.86’sı geçerli sayıldı. Geçersiz sayılan oyların bu kadar düşük olması- hele hele bu seçimlerde oy pusulasında 15 parti yanında bağımsızların yer aldığı, yanlışlık olasılığının oldukça yüksek olduğu bilindiğinde- aslında seçmenin gayet bilinçli tercihler yaptığının işaretidir. Sonuç olarak katılmayanlar, geçersiz sayılan oyların toplamı 7,365,860’tır. Bu tüm seçmenlerin % 14.63’üdür. Bu bundan önceki genel seçimlerle karşılaştırıldığında görece düşük bir orandır. Yani yalan, demagoji, küfür fırtınası dizisinin yapımcıları izleyicileri bu dizinin kurmaca değil, belgesel olduğuna inandırmada başarılı olmuşlardır. Bir kez daha illüzyon, gerçekmiş gibi kavranmıştır. Soruna genel yaklaşıldığında şu tespit edilmek zorundadır: 2011 Genel Seçimleri Türkiye egemenleri açısından büyük bir zaferdir. Onlar ezilen halk yığınlarına kendi sömürü düzenlerini, demokrasi olarak yutturma konusunda giderek ustalaşmakta, milyonlarca emekçiyi kendi iktidar dalaşlarının bir aracı olan seçimlerle avutma ve uyutmayı başarmaktadırlar. Verilen ve geçerli sayılan oylar bazında resmi olma- Son üç aydır hangi kanalı açsak karşımıza hep aynı dizi çıkıyordu: Oyuncularının her biri, bir diğerinin kuyusunu kazıp, onu küfürlerle aşağılayarak kendini yücelttiğini sandığı küfür fırtınası dizisi. Alçak, namussuz, şerefsiz, müfteri, yiyici, vatan haini, vs. bu dizi oyuncularının birbiri hakkında bolca kullandığı “iltifat”lardı. Bunların her biri bir yandan birbirlerine küfür yağdırırken, diğer yandan da rakiplerini küfür ettikleri için suçlayacak, onları edebe davet edecek kadar yüzsüzleşebiliyorlardı. Toplam kayıtlı seçmen sayısı: 42.799.303 ( Buna göre 4 yıl içinde seçmen sayısında 7 Milyon 540 bin 293 artış söz konusudur. Bu anormal, ortalama nüfus artışı vs. ile açıklanamayacak bir artıştır. Bu artış Adrese Dayalı Nüfus Sayımına geçişle, E devlete geçişle, her TC vatandaşına bir vatandaşlık numarası verilmesi ile vs. açıklanmaktadır. Eğer 2011 rakamları doğru ise, 2007 de milyonlarca oy kullanma hakkı olan insanın doğru sayım yapılmadığı için oy kullanamadığı çıkar ortaya.) Toplam oy kullanan seçmen sayısı: 36.056.295 (Yani %15.43 oy kullanmadı. Seçime katılım oranı % 84.53 EMEP 26.292 0.08 % LDP 35,364 0.10 % 2007 seçimlerinde ayrıca 2011’de seçimlere katılmayan Genç Parti 1.064.871 oyla oyların % 3.04’nü almıştı. 2011 seçimlerine katılması YSK kararıyla engellenen ÖDP’nin 2007 de aldığı oy 52.055 oran olarak % 0.15 di. Bunun dışında İşçi Partisi 128.148, % 0.37; Bağımsız Türkiye Partisi 182,095 ,% 0.52; Halkın Yükselişi Partisi 179.010 ,%0.51 oy almıştı. Aydınlık Türkiye Partisi isimli partinin de aldığı oy 100.982, oy oranı % 0.29 idi. 2007 seçimlerinde 26 bağımsızın 21’i, şimdiki 5 BDP’nin öncülünün desteklediği bağımsızlardı. Bu iki tablo karşılaştırıldığında aslında egemenler arasındaki iktidar dalaşı açısından, onların kendi düzenlerine meşruiyet kazandırma açısından önemli olan seçim sonuçlarında görülenler şunlardır: 1.AKP bu genel seçimlerde gerek oy sayısı, gerekse oy oranı açısından en iyi sonucunu almıştır. AKP’nin seçmen nezdindeki desteği, mutlak egemenliği perçinlenmiş, onaylanmıştır. 2011 seçimine tek başına hükümet partisi olarak giren AKP, seçimlerden yine çok rahat bir biçimde tek başına hükümet kuracak bir çoğunlukla çıkmıştır. 326 Milletvekili, tek başına hükümet kurmak için gerekli olan mutlak çoğunluktan (276) 50 fazladır. Yani Türkiye’yi 4 yıllık yeni bir tek başına AKP hükümeti dönemi beklemektedir. Ve bu seçimlerde AKP’nin ve onun rakibi partilerin performansları göz önüne alındığında 4 yıl ertesinde de AKP hükümranlığının – demokratik onaydan geçerek- sürmesi-, evet AKP’nin 2023’te de iktidar olma iddiasının gerçekleşmesi hiç de küçümsenecek bir ihtimal değildir. AKP 2011 seçimlerinde, 2007 seçimlerindeki oyunu 5 Milyon 139 bin 152 arttırmıştır. Oy oranındaki artış % 3.37’dir. AKP, üçüncü dönem seçimlerle işbaşına gelen, seçmen tarafından onaylanan bir parti olarak, hükümet olmanın getirdiği normal oy yıpranmasını yaşamamıştır. Tersine 2002 seçimlerinde % 34.28 olan oy oranını, 2007 de % 46.58’e, 2011 de ise % 49.95 ‘e çıkarmayı başarmıştır. Bu seçimlerle işbaşına gelen hükümetler açısından kural dışı bir durumdur. AKP 2011 seçimlerinde geçerli her iki oydan birini alarak da, bugün bütün dünyada seçimlerle işbaşına gelen hükümetler açısından gıpta edilen bir sonuç almıştır. 2. AKP’nin oy ve oy oranı artışı, Milletvekili sayısına yansımamış, Milletvekili bazında AKP’nin meclisteki temsil sayısı düşmüştür. AKP Anayasayı – otomatikman halkoyuna götürme kaydıyla- tek başına değiştirecek çoğunluğunu kaybetmiştir. Partilerin çıkardığı milletvekilleri sayısı konusunda her şeyden önce şu bilinmelidir: 12 Eylül rejiminden miras kalan ve hükümet partilerinin hiçbirinin hiçbir dönemde değiştirmek için ciddi bir girişimde bulunmadığı aşırı adaletsiz seçim sistemi (% 10 ülke barajlı, d’Hont sistemi) Ülke barajını aşan partilere oy oranlarının üzerinde temsil Bunda birden fazla faktör rol oynadı. Bunun en baştaki nedeni, bu seçimlerde “küçük” partilerin unufak olması, % 10’u geçemeyen partilerin oy oranlarının en büyüğünün bile % 1’lerde sürünmesi, bunun sonucunda kayıp oy sayısı ve oranının, geçen genel seçimlere göre çok düşük olmasıdır. Yani % 10 barajı sonucu, barajı geçen partilere eklenen haybeden gelen oylar düşmüştür. Sonuç olarak üç parti yüzde beş kayıp oyu paylaşmıştır aralarında. Bunun dışında YSK’nın her ilin çıkaracağı milletvekili sayısını belirleyen kararı bu gerilemede rol oynadı. YSK Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) verilerine dayanarak her ilin çıkaracağı milletvekili sayısını yeniden belirledi. Bunu yaparken aynı zamanda en az nüfuslu illerde de, nüfus sayısı ne olursa olsun en az iki milletvekili çıkacağı kuralını değiştirdi. ADNKS sonuçlarına 28 ilde nüfus sayısı azalırken 53 ilde nüfus artmıştı. Bu yeni rakamlara göre 12 ilin milletvekili sayısında artış olurken 25 ilin milletvekili sayısında düşme oldu. Artış olan iller, İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Diyarbakır, Kayseri, Sakarya, Şırnak, Tekirdağ, Van, Gaziantep Kocaeli fazla milletvekili çıkarma imkanı elde etti. 70 milletvekili çıkaran İstanbul 85 milletvekili sayısına ulaştı. Ankara’da Milletvekili sayısı 29’dan 31’e, İzmir ise 24’den 26’ya çıktı. Buna karşı Konya, Tokat, Trabzon, Yozgat, Afyonkarahisar, Ağrı, Aksaray, Aydın, Bitlis, Çankırı, Çorum, Erzincan, Erzurum, Giresun, Isparta, Karabük, Karaman, Kastamonu, Kırşehir, Kütahya, Kırıkkale, Malatya, Ordu, Sinop ve Sivas gibi illerde ise milletvekili sayısı eksildi. Önceki seçimlerde uygulanan oy sayısı düşük olan illerde en az iki milletvekili çıkarma hakkının elinden alınması sonucu Bayburt’un milletvekili sayısı da 1’e indi. Milletvekili sayısı azalan illerde AKP’nin güçlü olması, AKP açısından kayıp anlamına geliyordu. Nüfusun arttığı şehirlerde ise genelde şimdiye kadarki seçimlerde AKP’nin oy oranının, Türkiye genelinde aldığı oydan düşük olması, buna karşılık CHP’nin oy oranının da –yine genelde- CHP’nin Türkiye genelinde aldığı oy oranından yüksek olması (Örneğin bu seçimlerde CHP’nin Türkiye genelinde aydığı oy % 26 iken, İstanbul’da aldığı oy % 31) sonucu bu yeni düzenleme AKP’nin aleyhine bir rol oynadı. CHP’nin oy sayısını ve oy oranını arttırması, milletvekili sayılarına 2007’ye göre artı 23 milletvekili olarak yansıdı. Üçüncü olarak, 2007’de edilen yeni laflar ve atılan kimi adımlar sonucu AKP’ye belli bir umut bağlayan Kuzey Kürdistan ve Kürt oylarının bir bölümünün bu seçimlerde BDP merkezli “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku”na yönelmesi –bir anlamda geri dönmesi- de, AKP’nin Kürtler arasındaki - en başta da Kuzey Kürdistan’daki- gücünü zayıflattı. Bunların sonucunda % 3,3’ü aşan oy oranı artışına rağmen, AKP’nin meclisteki temsil gücü azaldı. Böyle bakıldığında AKP’nin seçim zaferi buruk, AKP’nin seçim hedeflerinin en önemlisine varamamış olduğu bir seçim zaferidir. 3. 12 Haziran 2011 Genel Seçimlerinde BDP merkezli “Barış, Demokrasi, Özgürlük Bloğu” nun desteklediğini ilan ettiği 43 ilden 66 bağımsız adayın 36’sı seçilmiş; Blok hedeflediğini ilan ettiği 30-35 milletvekili sayısına fazlasıyla ulaşmıştır. Kürt sorununun BDP( ve tabii PKK) siz çözümünün olmadığı, olamayacağı bir kez daha kanıtlanmıştır. Bilindiği gibi BDP açık antidemokratik % 10’luk ülke barajının kaldırılması için mücadele yürüttü. Ancak AKP hükümeti 12 Eylül askeri faşist rejiminin koyduğu bu olağanüstü yüksek barajı aşağıya çekmeyi reddetti. Bu seçimlere de % 10 barajı ile gidileceği ve CHP ve Saadet Partisi gibi partilerle de ittifak imkanı olmadığı kesinleştikten sonra, BDP bu seçimlere bağımsız adaylarla girme kararı aldı. Seçimlere girerken PKK’nin legal görünümü imajından kurtulabilmek için de hem PKK dışındaki Kürt milliyetçisi güçlere, hem de Türkiye Sol’unda Kürt ulusal mücadelesine olumlu yaklaşan gruplara bir blok oluşturma çağrısında bulundu. Sonuçta 17 küçük örgüt BDP merkezli “Barış, Demokrasi, Özgürlük Bloku” nu oluşturdular. Blok 43 ilden 66 bağımsız adayı destekleyeceğini ilan etti. İlan edilen bağımsız adaylar listesine seçilme şansı olan kimi seçim bölgelerinde BDP’liler dışında kişiler de kondu. Örneğin İstanbul’da EMEP başkanı Levent Tüzel; Yönetmen Sırrı Süreyya Önder; Mersin’de Dev Genç yöneticilerinden ve THKP-C kurucularından Ertuğrul Kürkçü; Kuzey Kürdistan’da Şerafettin Elçi, Altan Tan gibi BDP’li olmayan Kürt siyasetçiler listelerde yer aldılar. Bu bloğun seçim başarısı, seçimlerden oylarını ve bağımsız Milletvekili sayısını arttırarak çıkması egemen sınıfların istemediği bir şeydi. Blok reformcu bir temelde de olsa, T.C.nin bugüne kadarki yapılan- gündem gündem 6 Sonuçlardan Sonuçlar: hakkı sağlamaktadır. % 10 barajı nedeniyle meclise giremeyen partilerin oyları+ yeterli oy alarak meclise giremeyen bağımsız adayların oyları, aldıkları oy oranı ölçüsünde, % 10 barajını aşan partilerin oylarına eklenmektedir. Yani % 10 barajı nedeniyle “kayıp” oy sayısı ve oranı ne ölçüde yüksekse, barajı aşan partiler açısından bu onların o ölçüde lehine olmaktadır. (Bu seçimlerde kayıp oy oranı oyların dört merkezde yoğunlaşması sonucu % 5 civarında oldu. Bir önceki seçimlerde bu oran % 13 civarında idi. ) Bu sistemde en fazla oy oranına sahip parti en büyük avantaja sahip olmaktadır. Milletvekili sayısı bazında, örneğin bu seçimlerde AKP’nin oy oranı % 49,9 iken, bunun meclise yansıması Milletvekilinin % 59’u biçimindedir. Adaletsizlik kayıp oy oranının daha yüksek olduğu 22 Temmuz 2007 seçimlerinde çok daha büyüktü. AKP oyların % 46.58’ni almıştı, fakat Mecliste Milletvekillerinin %62’sine sahipti. Bilindiği gibi mevcut geçerli Anayasanın 175. maddesine göre Anayasa maddelerinin değiştirilmesi için (dolayısı ile yeni bir Anayasa yapılması için de) en az “Meclisin üye tam sayısının beşte üç çoğunluğunun gizli oy”u – yani en az 330 oy- gereklidir. Ve “Meclisçe üye tam sayısının beşte üçü ile veya üçte ikisinden az oyla -yani 330 ile 367 oy aralığı- kabul edilen Anayasa değişikliği… Cumhurbaşkanı tarafından meclise iade edilmediği taktirde halk oyuna sunulmak üzere Resmi gazetede yayınlanır.” (Anayasa, madde 175) AKP 2007 seçimlerinde % 46,58 oy oranı ile 342 milletvekili çıkarmıştı. Yani Anayasayı tek başına değiştirecek çoğunluğa sahipti. Ve o bu çoğunluğunu bilindiği gibi 2010 yılında sonuç olarak tek başına yaptığı ve 12 Eylül 2010’da halk oyuna sunulup % 58 oyla onaylanan değişikliklerde kullandı. AKP, 2011 seçimlerine girerken kuşkusuz Meclisteki bu beşte üçlük çoğunluğunu korumak, hatta arttırarak halkoyuna gitme zorunluluğunun kalktığı 2/3 çoğunluğu (367 Milletvekili) sağlamak hedefleri ile de girdi. Nitekim bu hedef Erdoğan’ın kimi mitinglerinde halktan oy taleplerinde dile de getirildi. Ancak sonuç olarak AKP’nin oy sayısı 5 milyonun üzerinde, oy oranı % 3,3 den fazla arttığı halde, AKP 2007 seçimlerinden daha az milletvekili çıkardı. Milletvekili sayısı Anayasayı –halkoyuna götürme şartıyla- tek başına değiştirmek ya da tek başına yeni Anayasa yapmak için gerekli 3/5 çoğunluğun (330) altına, 326’ya düştü. AKP 2007’ye göre 5 milyondan fazla oy aldığı 2011 seçimi sonucunda, 2007’ye göre 16 milletvekilliği kaybetti. Bu nasıl oldu? 7 leme girişiminde bulunabilir. Diğerlerinin de KCK davasından hüküm giymeleri ve bunun onaylanması halinde bu yasama döneminde engellenmeleri ihtimali –az da olsa- vardır. *Blok’un Erzurum, Dersim, Malatya, Antep, Maraş ve Adıyaman hariç Kuzey Kürdistan’daki bütün adayları Milletvekili seçildiler. Ayrıca İstanbul’a, bu kez Adana ve Mersin’de kazanılan Milletvekillikleri de eklendi. *Blok, oylarını Bitlis’te %18, Ağrı’da %19, Bingöl’de %9, Van’da %17, Hakkâri’de %23, Şırnak’ta %21, Mardin’de %22, Urfa’da %6, Batman’da %12 ve Amed’de %15 artırdı. *Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu İstanbul’da toplam 350 binin üstünde oy toplayarak bugüne kadar bu ilde BDP ve öncüllerinin aldığı oylarda, en yüksek seviyeye ulaştı. İstanbul’daki oy sayısı Amed’in ardından BDP ve öncüllerinin seçimlerde aldığı en yüksek oy sayısı olarak da tarihe geçti. Blok İstanbul’da yüzde 5.3’lük bir oy oranı elde etti. Bu sonuçla Blok İstanbul’da üç milletvekili çıkardı. Blok adayları arasında en çok oyu İstanbul üçüncü bölgeden aday gösterilen EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel aldı. Tüzel 137 bin 660 oy topladı. Birinci bölge adayı Sırrı Süreyya Önder 120 bin oy, üçüncü bölge adayı Sebahat Tuncel ise 93 bin oy aldı. Bu aynı zamanda Blok’un batıda BDP tabanından daha geniş bir tabana oturduğunu da gösteriyor. *Blok, Adana ile Mersin’de de büyük bir başarı kazandı. Adana’da Bloğun adayı Murat Bozlak yüzde 8’e yakın oyla Meclis’e girerken, Mersin’de Blok adayı Ertuğrul Kürkçü, 2007 seçimlerinde BDP adayının aldığı oy oranının yaklaşık yüzde 30 üstünde bir oranla Meclis’e girdi. Ertuğrul Kürkçü, 96.000 küsur oyla seçildi. Blok’un bu başarısı aynı zamanda BDP’nin tabanına ne kadar hakim olduğunun da bir göstergesidir. Bloğun özellikle birden fazla bağımsız adayla seçimlere katıldığı illerde adayların hemen her birinin birbirine yakın sayıda oy alarak seçilmesi yürütülen disiplinli çalışmanın ve tabanın BDP’ye bağlılığının açık göstergesidir. Bloğun birden fazla adayla seçimlere katıldığı illerde durum şöyle: Hakkari’de: AKP’nin vekil çıkaramadığı ilde, Selahattin Demirtaş, Esat Canan ve Adil Kurt neredeyse birbirine eşit oy alarak seçildi. Demirtaş 31 bin 927, Canan 31 bin 765, Kurt ise 30 bin 977 oyla seçildi. Batman’da: ise iki adaydan Ayla Akat Ata 57 bin 302, Bengi Yıldız ise 56 bin 691 oy aldı. Dağılımın en zor olacağı kent ise kuşkusuz 6 adaylı Amed’di: Bu ildeki blok adayları da birbirlerine yakın oyla seçildiler: Hatip Dicle 78.220, Leyla Zana 71.231, Altan Tan 69.292, Şerafettin Elçi 66.119, Nursel Aydoğan 65.138 ve Emine Ayna ise 61.232 oyla seçildiler. Mardin’de: Ahmet Türk 60.023, Gülseren Yıldırım 56.129, Erol Dora 52.582; Muş’ta Sırrı Sakık 36.567, Demir Çelik 39.318 gibi çok yakın oylar alarak seçildiler. 4 adaylı Van’da Kemal Aktaş 65.447, Özdal Üçer 51.357, Aysel Tuğluk 49.339, Nazmi Gür 41.212 oyla seçildi. Hesabın ‘şaşar gibi’ olduğu tek il ise Urfa’ydı. Bu kentte İbrahim Ayhan 77.416 oy alırken, seçimi ancak son anlarda kesinleşen İbrahim Binici 42.463 oy aldı. Blok İstanbul 3. bölgede de iki aday göstermiş, ancak eski BDP İl Başkanı Mustafa Avcı, seçime iki hafta kala EMEP lideri Levent Tüzel lehine çekilmişti. Bu bölgede Tüzel 137.725 oy alırken, çekilmesine rağmen Avcı’ya da 4.294 oy çıktı. Bu sonuç, çekilme kararının da ne kadar doğru olduğunu gösterdi. Zira alınan toplam oy muhtemelen iki adayın da seçilmesine yetmeyecek, belki ikisi birden Meclis dışı kalacaktı. Bu sonuçlarla ortaya bir kez daha çıkan gerçek nettir: BDP Kürt sorununun çözümünde, tabanının desteklediği bir parti olarak, olmazsa olmaz bir siyasi aktördür. BDP siz (ve PKK siz) çözüm yoktur. 4. CHP seçimlerden bugünkü yönetimin, her şeyden önce de Kılıçdaroğlu’nu şişiren kimi medyanın beklentisinin altında bir oy oranı ile çıkmıştır. Alınan sonuç 2007’ye göre “anlamlı bir artış” dolayısı ile başarı olarak değerlendirilmeye de, iddialı çıkışlarla ve pompalanan hava ile karşılaştırıldığında başarısızlık olarak değerlendirilmeye de açık bir sonuçtur. Kendisine “Yeni” sıfatını yakıştıran Kılıçdaroğlu/ Tekin ekibinin CHP’si 12 Haziran seçimlerinden bundan önceki genel seçime göre oylarını sayı olarak 3 milyon 830 bin civarında; oran olarak ise % 5.8 arttırarak çıktı. Milletvekili sayısı açısından ele alındığında, CHP’nin Milletvekili sayısı 23 artarak 112’den 135’e çıktı. Bu Milletvekili sayısının % 20 civarında artması anlamına geliyor. Geçen dönem parlamentoda yer alan güçler açısından ele alındığında, BDP/ Bağımsızlar dışında Milletvekili sayısı artan tek parti CHP’dir. Bunu başarı olarak görmek ve göstermek isteyenler açısından bu sonuç küçümsenmeyecek bir başarıdır. Nitekim Kılıçdaroğlu seçim sonuçları belli olduktan sonra CHP Merkezinin önünde yaptığı açıklamada tam da oyların, oy oranının ve milletvekili sayılarının arttığına vurgu yaparak, ne kadar “başarılı” olduklarını açıkladı. Ancak bir de madalyonun diğer yüzü var: “Yeni CHP”nin seçimlerdeki –aslında seçim ertesi ilk açıklamalar dikkate alındığında görünen odur ki kendinin de fazla ciddiye almadığı iddiası-, tek başına iktidar olma iddiası idi. Sorulan bütün sorulara parti yönetimi, tek başına iktidar olmak istiyoruz cevabını veriyordu. Bunu hemen bütün partiler, büyüklükleri yüzdelerle değil bindelerle ifade edilen partiler de söylüyordu. Dilin kemiği yok. Oranlar bağlamında ise yüzde kırklara yakın oranlar ifade ediliyor; seçimden iki gün önce Gürsel Tekin, AKP ile aradaki farkın 1-2 puan olduğunu, seçimin sonucunun herkesi şaşırtacağını söylüyor; CHP’nin % 40’dan aşağı almayacağı konusunda iddiaya giriyordu. Kılıçdaroğlu başarı çıtasını genelde tek başına iktidar olarak koyduktan sonra; yüzde 40 oranını telaffuz ediyor; başarısızlık durumunda yönetim olarak çekip gideceklerini söylüyor; başarısızlık oranı bağlamında somut soruya somut cevap vermekten kaçınıyor “anlamlı bir oy artışı olmazsa” ile yetiniyor, seçim sonrası için gardını alıyordu. Parti yönetimi açısından durum bu iken, ne olursa olsun AKP gitmeli medyası Kılıçdaroğlu ve CHP’ni cilalıyor, parlatıyor, şişirdikçe şişiriyor, beklentileri yükseltiyordu. “Yeni” CHP kemik Kemalist oyların % 20 civarında olduğunun ve bunların her şart altında zaten CHP’ne gideceğinin hesapları temelinde, oy arttırmak için, bir yandan olağanüstü popülist bir seçim kampanyası yürütüyor (Kılıçdaroğlu’nun bu seçimlerdeki vaatlerinde yok yoktu!), diğer yandan partiye AP-DYP-DP çizgisinden Demirel’ci adayları alarak, bu çizginin oylarını kendine eklemeye çalışıyordu. CHP kendi yaptırdığı seçim anketlerinde yüzde otuzların epey üstünde görünüyordu. Hiçbir gerçek değeri olmayan moral anketleri medyaya CHP’nin gücünü gösteren belgeler olarak servis ediliyordu. Bunun yanında AKP 9 yıldır hükümet idi. Türkiye’deki bütün olumsuzlukların siyasi sorumlusu AKP hükümeti idi. Ve AKP hükümeti CHP’nin propagandasına göre ülkeyi tek parti tek kişi yönetimine “sultanlığa”, faşizme sürüklüyordu. Tam bir korku imparatorluğu kurmuştu. AKP’ye muhalif herkes Silivri’ye atılıyordu.vs. AKP 9 Milyon emeklinin, bütün emekçilerin, 1,7 milyon sınav mağduru gencin haklarının yenmesinin sorumlusu idi. Kürtler ve Aleviler zaten AKP’ye oy veremezdi. Kitlesel gündem gündem 8 masını en açık sorgulayan, özellikle Kürt sorununda mevcutlar içinde en ileri, burjuva anlamda en demokratik çözüm programına sahip olan; bunun yanında kadın sorununda, çevre sorununda, emekçi hakları sorunlarında da seçime katılan mevcutlar içinde en ileriyi temsil eden ve seçilme şansı olan siyasi güç konumunda idi. Verili şartlarda Kuzey Kürdistan’da –öncelikle Güney Doğu Anadolu’da – birinci siyasi güç konumunda idi ve bölgede tek rakibi hükümet partisi AKP idi. Bloğun seçim başarısı, partiler arası rekabet açısından Kuzey Kürdistan’da AKP’nin gerilemesi anlamına gelirken, T.C. devleti açısından Kürt nüfusun devletten daha da uzaklaşmasının teyidi anlamına gelecekti. Bu yüzden Bloğun seçim başarısının engellenmesi için onun karşısına büyük engeller dikildi. BDP’li siyasetçilere yönelik KCK operasyonları seçim kampanyası döneminde hız kesmeden sürdürüldü. YSK sudan bahanelerle aldığı bir kararla, BDP’nin sembolleşmiş kimi isimlerinin adaylığını engellemeye kalktı. Fakat halkın ayaklanması sonucu tükürdüğünü yalamak, aldığı güya “hukuki” kararı kaldırmak zorunda kaldı. AKP seçim kampanyasında stratejisini Kuzey Kürdistan’da kaybedilmesi oyları, batıda fazlasıyla telafi etmek, öncelikle de MHP oylarını geriletmek üzerine kurduğundan, ırkçılık konusunda adeta MHP ile yarışan, BDP ile PKK’ni aynı kefeye koymaya ağırlık veren bir söylem tutturdu. Blok adaylarının ve BDP’nin seçim bürolarına saldırılar, mitinglere polis müdahalesi, çatışmalar seçim kampanyasının sürekli yol arkadaşı oldular. Bütün bu olumsuz şartlara rağmen, Blok (dolayısı ile BDP) oy oranını %1 civarında (% 6.58’ lik bağımsız oy içinde seçilemeyen Ergenekoncuların, Kuzey Kürdistan’da seçilemeyen kimi feodallerin, Abdullatif Şener gibi siyasetçilerin oyu da vardır. Bağımsız olarak seçime katılanlar içinde bu kez, Blok adayları dışında seçilmiş olan tek bağımsız yoktur.) milletvekili sayısını ise 22 den 36’ya çıkararak % 64 civarında arttırmıştır. Bu büyük başarıdır. BDP, AKP’nin yanında bu seçimden galip çıkan partidir. Blok’un seçim başarısı konusunda şunları not etmek gerek: Blok’un seçilen 36 vekilinden altısı KCK operasyonu kapsamında tutuklu bulunan isimler. Bunlar: Hatip Dicle (Amed), Selma Irmak (Şırnak), Faysal Sarıyıldız (Şırnak), Gülseren Yıldırım (Mardin), İbrahim Ayhan (Urfa) ve Kemal Aktaş (Van). Bunlardan Hatip Dicle konusunda YSK onun Milletvekilliğini engel- 9 eylemlerde halk AKP’ye tepkisini dile getiriyordu. 1 Mayıs’ta batı dünyasının en büyük katılımlı 1 Mayıs gösterisi, aynı zamanda AKP hükümetine karşı bir gösteri idi. Yani görünürde bütün veriler AKP’nin bu kez baş aşağı gideceğini gösteriyordu. Bunun tersini söyleyen anketler filan “ısmarlama” anketlerdi, gerçeği yansıtmıyordu. Seçimler öncesinde CHP’nin ve CHP yanlısı medyanın bastığı hava bu idi, beklenti CHP’nin en az yüzde otuzun üzerine çıkması; AKP’nin ise % 40 civarına gerilemesi idi. 13 Haziran’da “Yeni” CHP’nin “Yeni” Türkiye’si düşü görenler hiç de az değildi. Bu hayal balonları ilk sonuçlar gelmeye başladığı zaman patladı. Sonuç yukarıda: CHP bırakalım tek başına iktidar olacak oyu almayı, gerçekçi hedef olarak düşünülen % 30’nun yanına bile yaklaşamadı. AKP ile CHP arasındaki fark, nerdeyse CHP oyu ve oranı kadar. Şu anda ancak iki CHP, bir AKP ediyor. AKP dışındaki bütün partiler + bağımsızlar ancak AKP’ nin boyuna erişebiliyorlar. 12 Haziran seçimlerinin sonucu bu. Ve bu bağlamda esas önemli olan AKP’nin küçülmediği, tersine büyüdüğü. Bu sürdüğü sürece, AKP dışındaki bir partinin veya bir koalisyonun hükümet olması hayaldir. Bu gerçek karşısında bir muhalefet partisinin çıkıp “başarılı” olduk değerlendirmesi yapması, gerçekte kendi kendini avutmadan başka bir anlam taşımaz. Kılıçdaroğlu’nun ve bugünkü “yeni” CHP yönetiminin “başarıdan” söz etmesi öncelikle CHP içine, CHP içi iktidar dalaşının muhalif tarafına mesajdır. Biz buradayız, gitmiyoruz, istifa etmeyeceğiz vs. mesajıdır. Nitekim seçim sonuçlarının belli olmasının hemen ardından CHP içinde, Kılıçdaroğlu ve ekibinin “Partinin DNA’sı ile oynadığı” “eksenini kaydırdığı”nı düşünen ve söyleyen, o ekibe göre çok daha tutucu-ideolojik Kemalist olan kesim “başarısızlık” değerlendirmesi, ve olağanüstü Kongre talebiyle ortaya çıktı. Her iki kesime de “haklılık” sağlayan bu seçim sonuçları, önümüzdeki dönemde CHP içinde –seçimler için ertelenen– iktidar dalaşının sonlanmadığını, sertleşerek süreceğini gösteriyor. Bu iktidar dalaşının belli bir noktasında CHP’nin yeni partiler doğurması ihtimali de vardır. Şu anda CHP içinde merkezi elinde tutan ve CHP’yi belli bir anlamda AKP siyasetleri ile ona alternatif yapmaya çalışan Kılıçdaroğlu-Tekin ekibi yanında; Baykalcılar, Sav’cılar, açık Ergenekoncular, Demirelciler, Sarıgülcüler ve daha bir dizi hizip vardır. Seçimler için bir kenara konan iç kavgalar şimdi yavaş yavaş gündeme gelecektir. 5. MHP seçimlerden kan kaybederek çıktı. Seçim sonuçları MHP içinde yürüyen iktidar dalaşını daha da sertleştirecektir. MHP 12 Haziran seçimlerinden oyları % 1,29 oranında, Mecliste temsil açısından da 70’den 53’e düşe- önemli ölçüde bu tema üzerine oturttu ve mağduriyet zırhına bürünerek seçmenden inadına oy istedi. Kimileri bu konudaki komplo teorisini bu kadar ilerletmediler. Yalnızca MHP’nin % 10’nun altında kalması en çok kime yarar sorusuna “AKP’ye yarar”; bu kadar profesyonel bir işi Türkiye’de kim becerebilir sorusuna “önemli devlet kurumlarını elinde bulunduran AKP” cevaplarını vererek bu işi AKP’nin yaptığını açıkladılar. Olamaz mı? Neden olmasın? Bütün burjuva partileri gibi AKP’de her türlü üç kağıdı yapar. Yapar da, ispatı nerede? Hem eğer kime yarar sorusundan sonuca varılacaksa, birincisi, MHP’nin meclis dışında kalması durumunda bundan CHP’de aldığı oy oranında yararlanır. Yani onun da çıkarı vardır. İkincisi, anketlerin büyük çoğunluğunda AKP’nin tek başına iktidarı kesindi. Tek başına iktidar olan bir AKP açısından, % 10’a yakın ve fakat 10’dan az bir oyla Meclis dışında kalıp, iyice azgınlaşan ve kontrol dışına çıkması mümkün olan bir MHP’mi daha iyidir yoksa zayıflayarak da olsa mecliste olan ve oyunu meclis kuralları içinde oynama durumunda olan bir MHP mi daha iyidir? Yani bu işi AKP’nin yapma ihtimali olduğu kadar, yapmama ihtimali de vardır. Kuşkusuz AKP bu kaset krizinden MHP’yi zayıflatmak için elinden geldiğince yararlanmıştır. MHP’nin de elinden geldiğince mağduriyet zırhına bürünerek yararlandığı gibi. Kaset krizinde, kasetlerin kaynağı/amacı bağlamında bir başka teori, “derin devlet” içinde yer alan “birileri” tarafından CHP ertesinde, MHP’nin de yeniden dizayn edilmek istendiği üzerine kurulu. Buna göre, askeri darbe ve yargı darbesi ile AKP’nin işbaşından uzaklaştırılması ihtimali azaldığı ölçüde, onu götürmenin tek yolu olarak seçimler, AKP’nin alternatifinin yaratılması kalıyor. Bunun için CHP ve MHP’nin seçilebilir alternatifler haline getirilmesi gerekiyor. CHP’nin Baykal yönetiminde ilerleyip gerçek alternatif olması mümkün değildi. Baykal ile CHP sınırına dayanmıştı. Ve bu sınır AKP’nin en ileri noktasında AKP’nin yarısı oylan bir sınırdı. Bu durumu değiştirmek için CHP de kaset operasyonu başarıyla gerçekleştirildi. Bahçeli yönetimi için de CHP’deki Baykal yönetimine benzer bir durum var. Onunla MHP’nin daha fazla gelişmesi mümkün değil. O zaman MHP’yi büyütecek bir alternatif için bu yönetimin değişmesi gerek. Bunun için CHP’de başarı ile denenmiş kaset operasyonunun bir benzeri MHP’ye karşı uygulamaya kondu. Bunu yapanlar aynı zamanda bunun AKP’ye mal edileceğini, bunun gündem gündem 10 Kaset krizinde, kasetlerin kaynağı/amacı bağlamında bir başka teori, “derin devlet” içinde yer alan “birileri” tarafından CHP ertesinde, MHP’nin de yeniden dizayn edilmek istendiği üzerine kurulu. Buna göre, askeri darbe ve yargı darbesi ile AKP’nin işbaşından uzaklaştırılması ihtimali azaldığı ölçüde, onu götürmenin tek yolu olarak seçimler, AKP’nin alternatifinin yaratılması kalıyor. Bunun için CHP ve MHP’nin seçilebilir alternatifler haline getirilmesi gerekiyor. CHP’nin Baykal yönetiminde ilerleyip gerçek alternatif olması mümkün değildi. Baykal ile CHP sınırına dayanmıştı. rek ( YSK yeni sayımı geçerli sayarsa 54 olma ihtimali var) 17 (veya 16) % 24 oranında eksilerek, küçülerek çıktı. Neresinden bakılırsa bakılsın MHP yönetimi açısından bu seçim bir başarısızlık, bir yenilgidir. MHP yönetimi şimdi bu yenilgiyi, belli bir dönem MHP’ni % 10 sınırında gösteren anket sonuçları ile karşılaştırıp, biz dimdik ayaktayız, bütün komplolara vs. rağmen halkımız MHP’ne destek vererek, baraj sorunu olduğunu söyleyenlere gereken cevabı vermiştir vs. teraneleri ile başarı gibi satmaya çalışsa da, yenilgi gerçeğinin üzerini örtemez. Bu yenilginin boyutu, MHP’nin seçim kampanyasını üzerine kurduğu “tek başına MHP iktidarı” “gümbür gümbür geliyoruz” palavraları ile karşılaştırıldığında, çok daha büyüktür. Kuşkusuz MHP’nin Türk ırkçılığı konusunda en azgın konumdaki parti olduğu bilindiğinde bu yenilgi olumlu bir gelişmedir. Seçim kampanyası sırasında kendilerini bugünkü MHP yönetiminin muhalifi, gerçek ülkücüler olarak tanımlayan bir grup adına internet ortamında patlatılan “Kaset krizi” sonuç olarak Bahçeli’nin 15 kurmayından 9’nu devre dışı bıraktı , Bahçeli’yi de bu kurmaylarla çalıştığı için çok zor duruma düşürdü. Bu “Kaset krizi” – illegal yollarla dinleme, izleme sonucu üretilmiş olan ve çok planlı ve bilinçli bir şekilde servis edilen kasetlerin gerçek kaynağı kimdir ve amacı nedir konusu açıklığa kavuşmadığı sürece- bir dizi spekülasyonun, komplo teorisinin konusu oldu, olmaya devam ediyor. MHP’nin bugünkü yönetimi açısından da, her şeyden AKP hükümetini sorumlu tutanlar açısından da, bu kasetlerin kaynağı AKP’ dir. AKP (kimi için Gülen Cemaati/Gülen Cemaati bunlara göre zaten AKP’dir, onların arkasında da zaten Amerika vardır. Amerika’da da zaten Yahudi lobisi egemendir. Vs vs. ) Üçte iki çoğunluk elde edebilmek için MHP’yi % 10’nun altına düşürmek amacıyla bu kasetleri üretmiş ve piyasaya sürmüştür. Bu kaset krizi, AKP’nin MHP’ne ve Türkiye’ye karşı alçakça bir komplosudur. Çünkü bilindiği gibi, AKP ABD’nin emrinde, PKK ile Türkiye’yi bölme konusunda anlaşmıştır. Bunun için Anayasa değişikliği yapmak istemektedir. Anayasa konusunda bu gidişe dur diyecek tek güç MHP’dir. Bu yüzden AKP (Gülen Cemaati- Amerika–Yahudiler!) MHP’ni meclisten uzak tutmak istemektedir. Bunun için MHP’ye karşı kaset komplosu kurmuşlardır. (Bu arada kimi kişisel zaafları olan arkadaşlarımız da bu tuzağa düşmüştür. Kendimizi onlardan ayırmak zorunda kalmışızdır!) MHP kaset krizi patladıktan sonra kampanyayı 11 olduğu görülmüştür. Geriye kalan CHP ve MHP yi alternatif haline getirmektir. Ancak bu, bu partilerin bir bölümünün –belki birleşerek- marjinal gruplar olarak varlığını sürdürmeyecekleri ve hatta yenilerinin kurulmayacağı anlamına gelmiyor. Bilindiği gibi “umut” en son ölecek olan şeydir. 7. 12 Haziran seçimleri Türkiye’de açık askeri vesayet ve darbe savunucusu, Ergenekoncu anlayışın seçmen tabanının oldukça dar olduğunu gösterdi. 12 Haziran seçimlerinde seçime katılan ve % 10 barajını aşan partilerden hiçbiri gelinen yerde açıkça askeri vesayet ve darbeyi savunamadı. Tersine partilerin tümü resmi açıklamalarında askeri vesayet ve darbelere karşı çıktılar, lanetlediler. Tabii ki bu lafta lanetleme partilerin pratik tavırları göz önüne alındığında relative oluyor. Örneğin iktidar partisi AKP güya askeri vesayet ve darbelere en fazla karşı olan parti görünümünde. Fakat işine geldiği zaman askeri darbenin dayattığı sistem parçalarını sonuna kadar savunuyor. Seçim sisteminde % 10 barajını savunduğu gibi. Ya da “Yeni” CHP’nin başkanı bir askeri darbe karşısında “tankın üzerine ilk çıkan ben olurum” diyor. Fakat aynı “yeni” CHP listelerinin baş köşelerine Haberal gibi, Balbay gibi, Cihaner gibi Ergenekon sanıklarını yerleştirmekte bir sakınca görmüyor. MHP, biz askeri vesayete karşıyız diyor, fakat İstanbul’da yine Ergenekon tutuklusu emekli bir generali listesinin birinci sırasına yerleştiriyor. CHP ve MHP listelerinde seçilecek sıralara yerleştirilen Ergenekoncular böylece bu partilerin kontenjanından seçilerek meclise taşındılar. Bu kişilerin onları aday gösteren partilere artı oy getirip getirmediklerini ölçecek bir verimiz yok. Fakat her halükarda bunların bağımsız adaylık koymaları halinde, onlara giden oyların CHP ve MHP’den eksilen oylar olacağını söylemek, bu anlamda bu partilerin bu kişileri aday göstermesinin bir mantığı olduğunu söylemek mümkün. 12 Haziran seçimlerine CHP ve MHP listelerinde yer bulamayan kimi Ergenekoncular da bağımsız aday olarak katıldılar! Ve her biri çok “meşhur” olan bu adaylar Doğan’lar, Özkan’lar, Perinçek’ler vs. yüzlerce kişinin fedakarca seferber olduğu bir kampanya ertesinde seçmenler nezdinde boylarının ölçüsünü aldılar. Tuncay Özkan’ın Cumhuriyet mitingleri döneminde toplumun çoğunluğunu oluşturduklarını göstermek için başlattığı “Biz kaç kişiyiz” kampanyasının ilginç sorusu seçmenden cevabını aldı: Bir taneninizin bile bir seçim bölgesinde bağımsız olarak seçim kazanmanızı mümkün kılmayan kadarsınız! 8. 12 Haziran Seçimleri bir kez daha Kuzey Kürdistan/Türkiye’de devrimci-radikal sol’un olduğu gibi, sınıf siyasetini temel aldığını söyleyen reformist-legalist solun seçmen tabanının çok dar olduğunu; bu tabanın oy bazında % 1-2 yi geçmediğini gösterdi. Türkiye’de devrimci-radikal illegal örgütlerin bir bölümü bu seçimlerde de boykot çağrısı ve çalışması yürüttüler. Bu yüzden bu örgütlerin bu seçimlerde kaç oy aldığı, seçmen bazında desteklerinin oranının ne olduğunu somut verilerle söylemek mümkün değil. Ancak şu net: Bu örgütlerin seçmen bazında etkisi ve cürümü esasta kendi örgütlü tabanları ve belki onların en yakın akrabaları, eş dost kadardır. Bu ise en iyi halde onbinli kesirlerle ifade edilebilecek bir büyüklüktür. Reformist-legalist sola gelince: Şimdi Blok listelerinden seçilen üç kişiye bakıp, bunların illegal sol örgütlerden ciddi bir şekilde daha güçlü olduklarını vs. savunanlar, evet iktidar alternatifi olunduğu, seçim sonuçlarının bunu gösterdiği vs. i savunanlar olacaktır. Var da! Bu kendi kendini kandırmaktan başka bir şey değildir. Gerçekte reformist, legalist örgütlerin en güçlüleri olan Emep ve ÖDP’nin kendi adlarına yalnız başlarına seçime girmeleri halinde alacakları oy, onların da meclise girmesini mümkün kılmayan bir büyüklükte/ daha doğrusu küçüklüktedir. Bu bağlamda önümüzde bir TKP örneği var. Toplumsal harekette öneminin oy sayısından çok daha fazla olduğunu iddia eden, bu iddia ile Türkiye çapında seçimlere girip –bunu eleştirdiğimiz sanılmasın, tabii ki seçimlere devrimci bir program ve propaganda ile katılınabilinir, eleştirdiğimiz bu değil, eleştirdiğimiz yürütülen propagandanın reformist içeriği ve kendini dev aynasında görüp gösteren sübjektivizm500 bin oy toplama hedefini iddialı bir şekilde ortaya koyan TKP’nin aldığı oy Türkiye çapında 60.224. Bu oran olarak Binde 14 anlamına geliyor! Ve bu seçimlere 500 bin oy hedefi ile giren TKP’nin 8 milyona yakın artı seçmenin olduğu seçimlerde aldığı oyun geçen seçimlere göre çoğalmadığını, tersine 19 bin eksildiğini görüyoruz. Bu aslında solun halktan kopuk, halktan habersiz halinin pür melalinin mikro düzeyde bir örneği yalnızca! Ve esas sonuç: Burjuvazinin bir seçim sahtekarlığı komedisi daha başarıyla sahnelendi. Biz İşimize Bakalım! Bu son bölümde anlattıklarımızdan çıkan bir sonuç var: Biz henüz burjuvazinin seçim sahtekarlığı oyununda, bu oyundan zengin taktiklerle fazla yararlanabilecek düzeyde bir güce sahip değiliz. Yaptığımız en uç noktada, gücümüz ölçüsünde seçim ortamından yararlanarak, ilkesel kimi doğruları işçi ve emekçilere daha fazla taşımak oluyor. 12 Haziran seçimleri başta Türkiye’nin devrimci bir durumdan ne kadar uzakta olduğunu, iktidar mücadelesinin ne yazık ki burjuvazinin değişik kesimleri arasında bir mücadele olarak yürüdüğünü, devrimci–radikal solun iktidardan çok çok uzaklarda olduğunu, iktidar mücadelesinde şimdilik dikkate alınmaya değmez bir büyüklük olarak hareket ettiğini bir kez daha gösterdi. Bu gerçeği, bu bize acı verse de, olduğu gibi tespit etmek, bu gerçeği devrimci tarzda değiştirmenin ilk ve ön şartıdır. Ne yazık ki, bu çıplak gerçeği kendine devrimci diyen örgütlerin büyük çoğunluğu görmemekte, devrimcilik adına reddetmekte devam ediyor. Fakat istekleri gerçeğin yerine koymakla gerçeklik değişmiyor! Gerçekleri olduğu gibi tespit etmek, aynı zamanda bugün nelerin mümkün olduğunu görmek, “başarısızlık”lardan moral bozukluğuna kapılmamak anlamına gelir. Yapılması gereken, tespit edilmiş doğru yolda, sağa sola sapmadan yürümeye, işçi sınıfının partisinin inşasını işletmeleri temel alarak ilerletmeye devam etmektir. Bu arada güncel siyasi gelişmelerde takınılacak tavırlarda çıkış noktamız hep, anda esas görevimiz olan işçi sınıfının ileri kesiminin bilinç seviyesini yükseltmek ve onları parti inşasına kazanmak olmalıdır. Şimdi seçimler ertesinde Anayasa tartışmaları gündeme gelecektir. Bizim bu tartışmalara katkımız, gerçekten demokratik bir Anayasa talebidir. Sömürü düzenlerinin en demokratik Anayasası bile, son çözümlemede sömürü düzenlerinin sürmesini garanti altına alan Anayasalardır. Bunlar gerçek anlamda, yani işçilerin, emekçilerin, yani toplumun çoğunluğunun çıkarlarını merkeze koyma anlamında demokratik değildir. Bizim Anayasa önerimiz, Halkın Demokratik Diktatörlüğünün programı ile örtüşen bir Anayasadır. Anayasa tartışmalarında bizim yapacağımız, elimizdeki tüm imkanları kullanarak bu düşünceleri emekçilere taşımak olacaktır. İşimiz budur. İşimize bakacağız! 16 Haziran 2011 ✓ gündem gündem 12 AKP’ne karşı tepki yaratacağını da biliyorlardı. Vs.vs. teori bu. Olmaz mı? Olur! Olur da ispatı nerede? İlk teorideki gibi bunun da ispatı kendinden menkul! Yok! Biz bu teoriler yerine şu an olanları tespit edip geçelim: *MHP’nin Bahçeli’nin 15 kişilik yönetiminin 9 “güvenilir” ismi geri çekilmek zorunda bırakılmıştır. *Bahçeli’nin güvenilirliği sarsılmıştır. *Kaset krizi MHP içinde alttan alta yürüyen iktidar dalaşını su yüzüne çıkarmıştır. *Seçim sonuçları ile bu iktidar dalaşının daha da serleşeceği kesindir. MHP’nin içindeki iktidar dalaşında kavgaların, bölünmelerin gündeme gelmesi kimseyi şaşırtmamalıdır. 6. 12 Haziran seçimleri burjuvazinin % 10 barajının altındaki “küçük” partilerini bütünüyle önemsiz, hesaba katılması gerekmeyen büyüklükler seviyesine geriletti. Bunların büyük bölümü için bu seçimler tabela indirme sonucunu verecektir. 12 Haziran seçimlerinin yukarıda belgelenen resmi olmayan sonuçlarına göre, % 10 barajını aşan üç egemen sınıf partisi –AKP, CHP, MHP- dışındaki burjuva partilerinden yalnızca SP % 1’i aşmış (%1,25) durumdadır. SP dışındaki burjuva partileri yüzde değil, binde ve onbindelik kesirlerle ifade edilen partiler durumundadır. SP’de , HAS Partinin ondan ayrılması ile küçülen, oy kaybeden bir parti konumundadır. 2007 seçimlerinde % 5.42 oy alarak, varlığını sürdüren DP , 2011 deki % 0.65 oyla silindi. DYP % 0.15’lik oyunun DP’ye eklenmesi halinde de bu iki partinin büyüklüğü % 0.80’le dikkate alınmaya değmez bir büyüklük olmaktan çıkmıyor! Bu AKP’nin seçmen nezdinde artık geçmişte merkez sağ olarak adlandırılan akımın oylarını bütünüyle kendi içinde erittiğini, AKP çok büyük hatalar yapmadığı ve bölünmediği vb. sürece (ki ufukta böyle bir şey görünmüyor) bu alanda yeni güçlü bir alternatifin mümkün olmadığını gösteriyor. SP dışındaki partiler ( o diğerlerinden belli ölçüde farklı, kendine özgü din ideolojisini temel alan bir parti. Şeriata en yakın legal parti. O maksimal % 2-3 partisi olarak varlığını sürdürecektir.) partiler siyasi parti olarak varlık nedeni kaybolmuş olan partilerdir. Normal olan bunların tabelayı indirmeleri, kendilerine en yakın partiye katılmalarıdır. Bir bölümünün bunu yapması mümkündür. Burjuvazinin AKP’ye “merkez sağda yeni bir alternatif” çıkarma çabalarının boş 13 Araç olarak kullanmak derken ne demek istiyoruz? Seçim döneminde kitleler siyasetle yakından ilgilenmeye başlarlar. Bu dönemde canlı ve yararlı tartışmalar yürütülür. Bu nedenle seçim süreci kapitalist sistemin, seçimlerin, meclisin ve burjuva partilerin teşhiri ve devrimin, halk iktidarının propagandası için kullanılmalıdır. Aynı şekilde meclise girebilmenin koşulları gerçekleştiğinde meclis kürsüsü de işçi ve emekçilerin, ezilenlerin çıkarları doğrultusunda kapitalist sistemin, burjuva partilerin, meclisin teşhir edildiği, devrimin gerekliliğinin propagandasının bir araç olarak kullanılmalıdır. Seçimlere hangi koşullarda katılabiliriz? 12 Haziran Genel Seçimlerinde sandığa gitmemeyi, seçimleri boykot etmeyi, hiçbir parti ve adaya oy vermemeyi savunduk ve bu tavrın çağrısını yaptık. Boykot tavrımızın daha iyi kavranabilmesi için 10 soruya verdiğimiz cevaplar şeklinde boykot tavrımızı açıklıyoruz. Boykot demekle ne kastediyoruz? Seçimleri Boykot etmek dediğimizde sandığa gitmemeyi, hiçbir parti veya adaya oy vermemeyi kastediyoruz. Bu anlamda andaki tavrımız pasif boykottur. Bu sınıf içerisindeki gücümüze ve güç dengelerine bağlı bir şeydir. Güce ve etki alanımıza bağlı olarak aktif boykotta savunabiliriz. Seçimleri neden boykot ediyoruz? 14 Bunun birçok nedeni var. Burjuva Kapitalist ülkelerde seçimler kitleleri aldatmanın bir aracı olarak kullanılır. Alınan kararlar sermayenin istek ve talepleri doğrultusunda alınır. Parlamento sermayenin çıkarları doğrultusunda alınan kararlara bir demokrasi maskesi örter. Bu sistem içinde geçerlidir. Kapitalist sistemde sömürenler yönetir, sömürülenler yönetilirler. Sömürenler zaman zaman sömürülenlerin hoşnutsuzluğu arttığında sus payı için bazı kırıntılar verirler. Ama kapitalist sistem bu çarkın dışına çık- maz. İşte bu kaba sömürü çarkını maskelemek için sömürenler seçimlere ve parlamentoya gereksinim duyarlar. Böylece sömürülenleri her şeyin demokrasi çerçevesinde yürütüldüğü masalı ile kandırırlar. Sömürülenler de 4-5 yılda bir sandığa giderek bu demokrasi oyununa alet olurlar. Böylece sömürenlerin parlamentodaki temsilcileri meşruiyet kazanırlar. Bu çark kendi döngüsü içerisinde kırılamaz. Yani sahte demokrasi oyununa aday veya seçmen biçiminde alet olarak bir şey değiştirilemez. Bu çarkı tamamen kırmak ve ortadan kaldırmak gereklidir. Bunun için bir devrim gereklidir. Kitlelere seçimlerle ve parlamentoyla bir şeylerin değiştirilebileceği inancını yaymak devrimin çıkarlarına terstir. Bu nedenle seçimleri boykot ederek, demokratik halk devrimin, halk iktidarının, sosyalizmin propagandası yapılmalıdır. Seçimler ve parlamento bu amaç için sadece kullanabilecek araçlar olarak görülmelidir. Seçimleri ve meclisi tamamen reddediyor muyuz? Hayır reddetmiyoruz. Reddettiğimiz şey seçimlerin ve meclisin, işçi ve emekçilerin, ezilen ulus ve milliyetlerin demokrasi yalanıyla kandırılmalarının bir aracı olarak kullanılmasıdır. Oysa seçimler ve meclis milyonlarca sömürülen kitlelerin temsilinin ve ger- Seçimlere devrimci bir program temelinde, devrimci adaylarımızla katılabilecek gücümüzün olduğu koşullarda katılabiliriz. Bunun için işçi sınıfı içinde güç olmak, bağımsız siyaset ve adayların işçi sınıfı tarafından desteklenmesi, sahiplenilmesi gerekir. Ayrıca böyle bir programa sahip devrimci parti ve bağımsız adayları destekleme şeklinde de seçimlere katılabiliriz. Blok veya diğer devrimci grup ve partileri ne şekilde değerlendiriyoruz? Blok ezilen Kürt ulusunun ulusal talepleri etrafında kurulmuş ve bu temelde de en temel talebi Kürt ulusunun ulusal talepleri olan bir oluşumdur. Biz bu oluşuma karşı değiliz, olumsuz değerlendirmiyoruz. Ancak blok devrimci bir program sunmamaktadır. Blok işçi ve emekçilerin, Kürt ulusunun ve diğer ulus ve ezilen milliyetlerin gerçek alternatifi değildir. Çünkü Kürt ulusu da dahil, işçi ve emekçilerin, ezilen ulus ve milliyetlerin gerçek kurtuluşu devrimdedir. Bu nedenle Bloğu ve (kimisi devrimci de olsa, devrimci bir program sunmadıkları sürece) blok adaylarını desteklemiyoruz. Diğer devrimci örgütlerin bağımsız adaylarla seçime katılmalarında da sık sık aynı sorun var. Seçime giden adaylar devrimci bir program sunmuyorlar. Seçimler Boykot edildiğinde oyların burjuva partilere gittiği iddia ediliyor? Şu andaki seçim sistemine göre bu doğru değildir. Verilmeyen veya geçersiz sayılan oylar hesap içerisinde alınmaz. Verilen ve geçerli sayılan oylar partilerin oy oranlarını ve milletvekili sayılarını belirler. %10 barajını aşamayan partilerin, seçilmek için yeterli sayıda oy alamayan bağımsız adayların oyları, barajı aşan partilerin oy oranlarına bağlı olarak dağıtılır. Yani gerçekte sandığa gitmeyenlerin oyları ve geçersiz sayıların oylar değil, barajı aşamayan partilere ve seçilemeyen adaylara verilen oylar burjuva partilere gider. gündem gündem 10 soruda Boykot... çek sorunlarının çözüm araçları olmalıdır. Bu kapitalist sistemde bu mümkün değildir. Çünkü kapitalist sistemde meclis burjuva diktatörlüğünün gizlemenin bir aracıdır. Tüm seçimleri mi boykot ediyoruz? Hayır. Her seçim döneminde yapılan seçime, seçimde aday olanlara ve gücümüze göre bir değerlendirme yapıyoruz. Farklı koşullar altında seçimlere katılmayı ve oy vermeyi propaganda edebiliriz. Boykot kararı merkezi olarak ve tüm bölgeler için mi alınıyor? Hayır. Yerel seçimlerde yerelde aday olan kişilerin niteliği o bölgedeki yoldaşlarımız tarafından değerlendirilir ve ona göre tavır belirlenir. Yani bir bölgede seçimlere katılıp bir adaya oy verirken, diğer bölgelerde seçimleri boykot edebiliriz. Varolan adayları değerlendirmek yanında gücümüzün olduğu bölgelerde kendi adaylarımızı çıkarabilir ve seçmenlerden devrim ve sosyalizm için adayımıza oy isteyebiliriz. Aynı durum Genel Seçimlerde de ortaya çıkabilir. Genel seçimlerde gücümüzün olduğu bölgelerde bağımsız olarak kendi devrimci adaylarımızı gösterebileceğimiz gibi, devrimci programa sahip başka bir devrimci adayı da destekleyerek seçimlere katılabiliriz. Bu durumda da bir bölgede bağımsız aday için seçim çalışması yürütülürken diğer bölgelerde seçimleri boykot edebiliriz. Boykotun amacı nedir? Boykotun amacı bu sistem içerisinde gerçek bir çözümün olmadığı, bu nedenle sandığa gidilerek sistemin sahte demokrasi oyununa meşruiyet kazandırılmaması gerektiğini savunuyoruz. Boykot nedeniyle sandığa gitmeyen her bir oy bu sistemin bütününe güvenmemeye verilmiş bir oydur. Boykot burjuvazinin seçim sahtekarlıklarına alet olmamak, seçimin figüranları olmayı reddetmektir. Boykot devrimden yana seçimini yapmaktır. 20.06.2011 ✓ 15 ✌ SAVAŞ İSTEYENLER PROVOKASYON YAPIYOR! “Y 16 üksek Seçim Kurulu”, 12 Haziran seçimlerinin üzerinden 11 gün geçtikten sonra, 12 Haziran Seçimlerinin “kesin sonuçları”nı resmen açıkladı. Yüksek Seçim Kurulu resmi sonuçları açıklamasının bir gün öncesinde de Barış, Özgürlük ve Demokrasi Bloğu Bağımsız Adayı olarak Amed’de seçime katılıp bağımsızlar içinde en yüksek oyla seçilen Hatip Dicle’nin milletvekilliğini iptal ettiğini ve milletvekilliğinin onun yerine sıradaki en fazla oy alan adaya verileceğini açıklayan kararını Resmi Gazetede yayınlayarak duyurmuştu. Sıradaki en fazla oy alan milletvekili adayı ise AKP den Oya Eronat idi. YSK MHP’nin İstanbul’da yaptığı itirazı da görüşüp karara bağlamış, gümrük oylarının dağılması temelinde MHP’nin itirazının da geçersiz olduğuna hükmetmişti. Böylece ilan edilen resmi kesin sonuçlara göre önümüzdeki dönemde Millet Meclisinde AKP 327; CHP 135; MHP 53 Milletvekili tarafından temsil edilecek. Yeni Mecliste yer alacak, BÖD Bloku Milletvekili sayısı YSK’nın kesin sonuç açıklamasına göre 35 olacak. YSK’nın kararları bilindiği gibi YSK dışında hiçbir kurum tarafından değiştirilemiyor. Hatip Dicle’nin avukatlarının hemen yaptığı karar düzeltme talebi de YSK tarafından reddedildi. YSK’nın Hatip Dicle’nin Milletvekilliğini iptal etme kararı bir dizi yasaya dayandırılarak, bunun hukuki bir karar olduğu izlenimi yaratılmaya çalışılıyor. Gerçekte alınan kararın hukukla – hele hele adaletle!- bir ilgisi yoktur. Karar açıkça siyasi, hukuk kılıfı geçirilmeye çalışılan, guguki bir karardır. YSK Hatip Dicle’nin Milletvekili seçilme yeterliliğine sahip olduğuna, aday olarak seçimlere katılabilir olduğuna karar vermiş olan kurumdur. YSK, Yargıtay ve Danıştay Genel Kurulları tarafından seçilen 11 hakimden oluşan, yüksek yargının bir parçası olan bir kurumdur. Şimdi bu kurum, Yargıtay’ın 22 Mart’ta aldığı bir onama kararı, kendi eline 9 Haziran’da ulaştığı gerekçesiyle, ortaya yeni bir durum ortaya çıktığını ilan ederek, Hatip Dicle’nin milletvekilliğini iptal etme kararı alıyor. 9 Haziran, seçimlerden üç gün önceki tarihtir. Ve artık Hatip Dicle’nin yerine bir başka bağımsız adayın listelerde yer alması mümkün değildir. Yani adı “yüksek” olan yargı hile ile, Hatip Dicle’nin milletvekili seçilmesi halinde onu meclise sokmayacak bir tuzak kurmuştur. Olan budur. Bu tuzak, aslında objektif olarak Kürt sorununda barışçıl bir çözüm istemeyen güçlerin bir edimidir. Savaşı yükseltmek isteyen güçlerin açık bir provokasyonudur. Bu tavırla Barış Özgürlük ve Demokrasi Bloğu adaylarına oy veren seçmenlere, öncelikle de Kürt ulusal kimliklerine sahip çıkan ve bölgedeki adaylarını kendi adayları olarak kavrayan Kürt seçmenlere verilen mesaj açıktır: Sizin kimi seçtiğiniz önemli değildir. T.C.nin “yüksek!!!” yargısı olarak biz kimin seçilmiş olduğuna kendimiz karar veririz! Alınan bu karar aslında Kürt ulusuna karşı sürdürülen savaşta ısrar ve kararlılık ilanıdır! Burada T.C.nin gözünde Hatip Dicle’yi seçip meclise gönderen 80.000 oyun değeri, 11 yüksek hakimin iki dudağı arasından çıkan söz kadar değildir. Olgu budur. Burada üzerine çok konuşulan, büyük laflar edilen “halkın iradesi” hiç değerindedir. Ve yüksek yargı bu guguki kararı, Barış Özgürlük ve Demokrasi Bloğu’nun seçilmiş Milletvekili adına yapılmış olan, “İçimizden birinin bile engellenmesi halinde Meclis’e gitmeyiz. Ya hep beraber, bütün seçilmiş arkadaşlarımızla birlikte gideceğiz. Ya hiçbirimiz meclise gitmeyeceğiz” açıklamasının ertesinde, bu tavrın bilgisi temelinde almıştır. Aldığı karar açıkça, siz meclise gelmeyin, sizi mecliste istemiyoruz kararıdır. Barış Özgürlük ve Demokrasi Bloğu adına seçimle- re katılıp, Milletvekili seçilen adayların guguki engellenmesi yalnızca Hatip Dicle’nin Milletvekilliğinin iptali ile sınırlı değil. Onun dışında seçilmiş bağımsız Milletvekillerinden 5’i daha; KCK davası nedeniyle tutuklu. Bunlar da henüz seçmen onları bütün engellemelere rağmen milletvekili seçmiş olmasına rağmen, serbest bırakılmış değil. Ve Savcı mütalaasında bunların serbest bırakılmasına karşı çıktı. Nitekim Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi, Milletvekili seçilen Selma Irmak, Kemal Aktaş ve Faysal Sarıyıldız ile milletvekilliği düşürülen Hatip Dicle'nin tahliye taleplerini reddetti. Burada da seçmen iradesi hiç, belirleyici olan irade egemen sınıfların, T.C.nin yargısı. Bu yargı bir yandan adayların seçilme hakkı olduğunu tasdikliyor, fakat diğer yandan onları seçilmeleri halinde, tutuklu tutmaya devam etme hakkını kendinde görüyor! Ve bunun hukuki olduğunu söylüyor. Bunun adı hukuk değil guguktur! Ben yaptım oldu tavrıdır. Benzer bir guguki tavır CHP ve MHP listelerinden seçime girip seçilen üç Ergenekon tutuklusu için de yaşanıyor. Bunlardan CHP’li ikisi ve MHP’li olan hakkında tutukluğun kaldırılması talebi ilgili mahkeme tarafından reddedildi. Burada da, bir yandan birileri tutuklu halde iken Milletvekili adaylığına baş vuruyor. Yargı seçilmelerinde sakınca yoktur diyor. Söz konusu adaylar seçime katılıyor halk oyuyla seçilip Milletvekili oluyor. Fakat yargının bir başka bölümü, seçilmiş olsanız da fark etmez, tutukluluk haliniz devam edecektir kararı alıyor. Yani güya halkın oyuna başvurulmuş olan seçimler bu somutta gerçekte hiç değerinde, bir göz boyamadan başka bir şey değil. Bugün barıştan, demokrasiden yana olan bütün güçler, bu kararlara karşı çıkmalıdır. Milletvekili seçilmiş olup ta, tutuklu olan herkes serbest bırakılmalıdır. Hatip Dicle’nin Milletvekilliliğinin iptali, yalnızca ona, BDP’ne; Kürtlere değil, barıştan, demokrasiden, özgürlükten yana olan herkese açık saldırı ve savaş ilanıdır. Demokrasiden yana olan, Kuzey Kürdistan Türkiye’de akan kanın durmasından,barıştan yana olan herkes bu karara karşı çıkmalı, kaldırılması talebini eylemlerle yükseltmelidir. Bu kararlar evet yargı kararlarıdır. Fakat hiçbir siyasi güç, en başta da her iki seçmenden birinin oyu ile yeniden hükümet olacak olan AKP, “Bu yargı kararıdır”, “Yasalar herkes için geçerlidir”, “Hukuki süreç işliyor” vs. ile sorumluluğu başkalarının üzerine atıp, kendini kurtaramaz. AKP bugün bütün ✌ halkların kardeşliği için halkların kardeşliği için Guguk son sözünü söyledi! 12 Haziran seçimlerinin resmi kesin sonuçları açıklandı! 17 ✌ Hatip Dicle’nin Milletvekilliliğinin iptali, yalnızca ona, BDP’ne; Kürtlere değil, barıştan, demokrasiden, özgürlükten yana olan herkese açık saldırı ve savaş ilanıdır. Demokrasiden yana olan, Kuzey Kürdistan Türkiye’de akan kanın durmasından,barıştan yana olan herkes bu karara karşı çıkmalı, kaldırılması talebini eylemlerle yükseltmelidir. Bu kararlar evet yargı kararlarıdır. Fakat hiçbir siyasi güç, en başta da her iki seçmenden birinin oyu ile yeniden hükümet olacak olan AKP, “Bu yargı kararıdır”, “Yasalar herkes için geçerlidir”, “Hukuki süreç işliyor” vs. ile sorumluluğu başkalarının üzerine atıp, kendini kurtaramaz. AKP bugün bütün gelişmelerin siyasi sorumlusudur. 18 somut adımlarla, yapılacak, yasa değişiklikleri vs. ile sağlayabilir. Onun bu konudaki tavrı önümüzdeki dönemin gelişmeleri açısından turnusol kağıdı işlevi görecektir. Bütün gelişmelerin gösterdiği gerçek şudur: Eğer demokratik haklar elde etmek istiyorsak, bunları egemen sınıf partilerinden ve diğer kurumlarından beklememeliyiz. Onların her birinin ağzında gevelediği demokrasi, en iyi halde kendileri için demokrasidir ve bizim kendilerine inanıp onların peşinden gitmemiz için kullandıkları bir araçtır. Demokratik her bir hak için kararlı olarak mücadele etmeliyiz. Demokratik haklar, barış, özgürlük vb. Demokratik Özerklik üzerine bir kez daha ancak mücadeleyle, isyanla egemen sınıflardan söke söke kazanılır. Bunu örneğin YSK’nin daha aday listelerinin hazırlanması sürecinde kimi BDP adaylarını engelleme yönünde aldığı karara karşı kararlı halk direnişinde gördük. Ve demokratik hak mücadelemizde şunu da hiç unutmamalıyız: Sömürücü sınıfların egemen olduğu bütün sistem- lerde, elde edilmiş olan bütün demokratik haklar sonuçta sınırlıdır ve her zaman geri alınma tehdidi altındadır. Gerçek demokrasi, işçiler, köylüler, bütün emekçiler için güvence altına alınmış en geniş demokrasi ve özgürlükler, ancak işçi sınıfı önderliğinde, halkların kendi iktidarlarında mümkündür. Bu yüzden demokrasi barış özgürlük mücadelemizi, işçilerin köylülerin emekçilerin kendi iktidarları için devrim mücadelesinin bir parçası olarak kavrayıp yürütmeliyiz. 25 Haziran 2011 ✓ D üzen partilerinin bol vaatli, bol gürültülü bir seçim oyununu daha geride bıraktık. İşçi ve emekçilerde bu vaatlere inanarak sandık başına gitti. Doğru bulduğu parti ve bağımsız adaylara oy verdi. Bu seçim döneminde Kürt sorunu konusunda düzen partileri neredeyse devletin geleneksel politikasının ötesine geçen bir açıklama yapmadılar. AKP “Kürt sorununda milli birlik ve beraberlik projesine” indirgediği siyasetinde, “Kürt sorunu yok, benim Kürt kardeşlerimin sorunu var” geleneksel statükocu siyasetine geri döndü. “Yeni” olduğunu söyleyen CHP Kürt sorunun da geleneksel siyasetini devam ettirirken, “Yerel yönetimlerde özerkliğin” olabileceği mesajını verdi. Bu mesajı verirken Anayasanın ilk üç maddesinin “değiştirilmesinin dahi teklif edilemeyeceğini” Genel Başkanları Kemal Kılıçdaroğlu tarafından net bir biçimde açıklandı. MHP de bilinen geleneksel tavrını devam ettireceğini, Amed’de yaptığı mitingde de dile getirdi. Bu seçimde BDP’nin desteklediği Emek, Özgürlük, Demokrasi Bloğu adaylarının seçim gündeminin ana eksenini Kürt sorunu oluşturuyordu. Ağustos 2010 tarihinden itibaren daha da yoğun bir temelde gündemde tutulan “Demokratik Özerklik Projesi” Newroz kutlamaları ve sivil itaatsizlik eylemlerinde daha da yoğun bir şekilde gündeme getirildi. Aynı zamanda Blok adaylarının seçim propagandalarının ana gündemini oluşturdu. Önümüzdeki dönemde seçimin ikinci galibi olan BDP’nin, Anayasa tartışmalarında yeni Anayasaya destek vermek için ölçüsü Demokratik Özerklik olacağı kesin. “Demokratik Özerklik” üzerine 2010 EylülEkim’de çıkan 147. sayımızda tavır takınmış şu değerlendirmeyi yapmıştık: “DTK’nin demokratik özerklik projesi aslında ulusların kendi kaderini tayin hakkının sulandırılmış halidir. Bu ulusal hakkın rafa kaldırılması, Kürt halkının mücadele azminin reformist talepler uğruna heba edilmesidir. Talep bugün var olan zoraki birliğin bir miktar yumuşatılması talebidir. Çünkü her sorunu çözebilecek sihirli bir değnek gibi gösterilen Demokratik Özerklik kapitalist-emperyalist sistem içerisinde getirilen, zoraki birliği kültürel hakları tanıyan zoraki bir birlik haline dönüştüren bir taleptir. Bu yanıyla da proje Türk ve Kürt burjuvazisinin uzun vadeli çıkarlarına hizmet etmektedir.” ✌ halkların kardeşliği için halkların kardeşliği için gelişmelerin siyasi sorumlusudur. Yüksek yargının Hatip Dicle’den hile ile boşalttığı koltuğa hemen bir AKP milletvekilinin oturmaya kalkması, bu bağlamda AKP’nin “ileri demokrasi” söylemlerinin nasıl sahtekarlık olduğunun açık bir kanıtıdır. AKP eğer isterse, YSK kararı ve Ağır Ceza Mahkemeleri kararları ile çıkarılmış olan bu krizin yükselen bir savaşa yol açmamasını, yapılacak açıklamalarla, atılacak 19 ✌ Demokratik özerk yönetimlerin gerçekte kendi kendilerini yönetebilmesi için demokratik bir düzenin olması lazım. Kapitalizmin egemenliği koşullarında bu tam anlamıyla mümkün değil. Bazı Avrupa ülkelerinde bunun kısmen uygulanması, o ulusların her türlü hakka sahip olduğu anlamına gelmiyor. Kaldı ki buralarda da sermayenin iktidarı tehlikeye girdiğinde, sermaye gerçek yüzünü gösterecektir. Sermayenin egemen olduğu bu ülkelerde esas olan sermayenin çıkarlarıdır. Unutulmamalıdır ki sermaye çıkarlarına ters olan hiçbir şeye müsaade etmeyecektir. Ulusal sorunun çözümünü salt özerkliğe indirgemek onun özgürlük alanını daraltmaktır. Bugün ortaya konan demokratik özerklik de, devleti ve sistemi sorgulamadığı, devleti yıkmayı hedeflemediği için gerçekte TC devletinin varlığını güçlendirmek anlamına gelmektedir. Demokratik Özerklik; ana dilde eğitim ve bölgesel özerkliğe indirgenerek “87 yıllık cumhuriyetin demokratikleşmesinde de büyük bir hamle anlamına gelecektir.” değerlendirmesi yapılıyor. Yazının devamında toplumsal gelişmeleri anlatırken kölecilik döneminde ortaya çıkan dinlere övgüler dizmekten de geri durulmuyor. Kürt sorunu nasıl çözülecek? Hatip Dicle geçerken Ekim Devrimi’nin devlet olgusu ile bütünleşerek nasıl yozlaştığını anlatıyor. Önce şunun bilinmesi lazım. Ekim devrimi, Paris Komününün ilk deneyimini dışta tutarsak bir ilk deneyimdi. Lenin’in deyimi ile “Buz kırıldı yol açıldı.” Sovyetlerdeki yozlaşma 1960’ların başında Kruşçev ile başlayıp Gorbaçov’la biten dönemi kapsayan bir yozlaşmadır. Lenin-Stalin dönemini aynı kefeye koyarak yapılan bir değerlendirme ayakları yere basmayan bir değerlendirmedir. Aşağıda bu soruna tekrar değineceğimiz için geçiyoruz. Yine Hatip Dicle’ye bakalım; “Tüm Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşadığı aslında tarihten ders çıkararak, ulus-devletçilikten demokratik ulusçuluğa dönüşümdür. ABD zaten her zaman demokratik ulusların ulusu olarak kalmayı başardı. SSCB’de ise, ulus devletçilik ve demokratik ulusçuluk iç içe yaşadı. Hindistan’da da demokratik ulusal eğilimler hep güçlü oldu. Afrika ve Latin Amerika’da demokratik ulusal eğilimler her zaman ağır bastı. Katı ulus-devletçilik, Ortadoğu başta olmak üzere bazı ülkelerle sınırlı kaldı. Bunların da hızla çözülüş sürecine girecekleri kesindir. Unutmayalım ki “farklılık içinde birlik” halinin en uygun formasyonu demokratik ulus yapılanmasıdır.” Hatip Dicle bu yazısında “Demokratik Özerklik” konusunda nereyi örnek aldığını tarihte örnekler vererek açıklıyor. En çok üzerinde durduğu örnek ise, İspanya örneği. İspanya bütün yazıda önemli bir yer tutmaktadır. Hatip Dicle ulus devletçiliğe karşıdır ve fakat demokratik ulustan yanadır. Peki demokratik ulus içinde burjuvazi de olacak mı? Olacaksa işlevi ne olacaktır? Sömürü olacak mı? Tüm bunlar bütün yazı içerisinde tartışılmamaktadır. Dünyanın en büyük haydutlarından biri olan ABD olumlu örnek olarak verilmektedir. Bu da Demokratik Toplum Kongresi ve onu temsil eden Hatip Dicle’nin soruna burjuva demokrasisi çerçevesinde baktıklarını gösteriyor. Dicle “Devlet+Demokrasi formülü, Demokratik Özerklik statüsünün en özlü ifadesi olmaktadır. Bu formüldeki demokrasinin temel politik biçimi ise Demokratik Konfederalizmdir. Bunu devlet olmayan siyasi yönetim biçimi olarak da tanımlamak mümkündür.“ diyor. Devamında ise, “devlet+demokrasi formülüyle barış içinde bir arada yaşayabilirler. Diyalog, ilkeli uzlaşı ve demokratik müzakere yoluyla, ilkeli barışı kalıcı kılabilirler.“ diyor. Burada “devlet olmayan” “Konfederalizm” “Devlet+demokrasi” nasıl olacak belli değil. Ezenle ezilenin olduğu bir yerde “barışı kalıcı” nasıl kılabiliriz diye insan sormadan edemiyor. Tarihsel olarak baktığımızda ilkel komünal toplumdan sonra sınıf savaşımları her zaman olmuştur. Dicle‘nin örnek verdiği İspanya‘nın Katalon bölgesinde de, “sağlık ve bazı sosyal alanlarda kesinti yapılmasını öngören” (Kaynak 16 Haziran Özgür Gündem) yasalara karşı parlamento önünde gösteriler yapılmaktadır. Dicle’nin Katalan değerlendirmesi şöyledir: “ÖZCESİ; İspanya Anayasası ve Katalan Statüsü ile ilgili olarak belirtilen bu hususlar, Devlet+Demokrasi formülasyonunun ve Devlet ile Devlet olmayan siyasi bölgelerin demokratik uzlaşısının nasıl gerçekleştirilebileceğine, somut ve çarpıcı bir örnektir. Kürtlerin demokrasi ve özgürlük taleplerinin böyle bir çerçeve içinde çözülebileceğine ilişkin de, somut bir yanıt olmaktadır.” Hatip Dicle’nin Kürtler için istediği “Demokrasi” sömürü sisteminin de devam ettiği bir demokrasidir. Belli reform talepleri kabul edildiğinde sorun görmüyor. İkincisi demokrasi sınıflar üstü bir kavram değildir. Burjuvazinin egemen olduğu yerde en fazla burjuva demokrasisi vardır. Bu demokrasi işçi ve emekçiler üzerinde diktatörlük, açlık yoksulluk işsizlik demektir. Yani Kürtler başta olmak üzere, diğer ulus ve azınlıklar için istenen gerici burjuva diktatörlüğüdür. Hatip Dicle ve DTK bu konuda net tavrını ortaya koymalıdır. Devamla şöyle diyor: “Türkiye ve Kürdistan coğrafyasında her açıdan çok renkliliği yansıtan bu gerçek fotoğraf, aslında büyük bir zenginliği de ortaya çıkarmaktadır. Herkesim özgürce demokratik tarzda örgütlenip sorunlarını tartışarak ortaya koyduğunda ve kendi çapında çözümlere ulaştığında katılımcı demokrasinin gerçekleştirilmesinde büyük mesafeler alınacağı açıktır. Bu durum, gerçek manada demokratik toplum ve Demokratik Özerkliği yaşamsallaştırma anlamına da gelmektedir. Devletin de zihniyet ve idari yapılanma alanında kendini demokratik reformlara tabi tutarak, bir demokratik anayasa temelinde yeniden reorganizasyonu Devlet+Demokrasi formülasyonunun hayat bulması demektir. Örnek olarak anadilde eğitim hakkının kullanılması, bir Kürt bireyi açısından hem Diyarbakır’da hem de İstanbul’da BÖLGE YÖNETİMLERİ tarafından karşılanacak; aynı şekilde bir Türk çocuğunun kendi anadilinde eğitimi, Edirne’de ne kadar kolaysa, Hakkari’de de o derece kolay olacak ve herkes resmi dil Türkçe’yi öğrenerek ortak iletişim diline de kavuşmuş olacaktır. Benzer biçimde bir Alevi inançlı yurttaşın kendi cemevlerinde ibadeti, Türkiye’nin hangi bölgesinde olursa olsun, özgür ve bu hakkı kullanabilecek olanakları olacaktır. Şüphesiz ki bu örnekler daha da çoğaltılabilir. Aynı zamanda bu model “Demokratik Türkiye Cumhuriyeti, Demokratik Özerk Kürdistan” formülasyonu ile Kürt sorununun demokratik çözümü ve Kürtlerin kendi kendilerini yönetme, kendi geleceklerini özgürce belirlemelerine de demokratik bir zemin sunacak; 87 yıllık cumhuriyetin demokratikleşmesinde de büyük bir hamle anlamına gelecektir. Bu demokratik zemin üzerinden Türk ve Kürt halklarının kardeşliğinin güçlenmesi ve bir bütün olarak Türkiye toplumunun barış içinde, 2023 yılındaki Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. kuruluş yıldönümüne esenlikle ulaşması bir hayal olmaktan çıkıp gerçeklik kazanacaktır. Ve bu anlamda bu yol takip edilmeye değer bir yoldur.” Bu görüşü savunanların sosyalizmle hesaplaşmaması düşünülemez. Dicle Avrupa’daki yaklaşımı överken sosyalizmle şöyle hesaplaşıyor: “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, uzun yıllar salt devlet kurma hakkı olarak algılandı. Lenin ve ✌ halkların kardeşliği için halkların kardeşliği için 20 Biz bu sayımızda Hatip Dicle’nin kaleme aldığı 10 bölüm halinde Günlük gazetesinde yayınlanan “Demokratik Özerklik üzerine” yazısı üzerine duracağız. Hatip Dicle bu yazı dizisini kaleme alırken şu notu düşüyor. “Bu denemeyi yazarken eserlerinden geniş ölçüde yararlandığım Sayın Abdullah ÖCALAN, Sayın Prof. Dr. Oktay UYGUN ve Sayın Prof. Dr. Atilla NALBANT’a teşekkürü borç bilirim”. Bu yazı dizisine Özgür Gündem’in internet sitesinde de erişilebilir. Hatip Dicle Demokratik Özerklik kavramını şöyle açıklıyor: “Özerklik” esas olarak, Arapça “muhtariyet”, Yunanca “Otonomi” kavramlarının Türkçesidir ve “kendi kendini idare etme” durumunu anlatır. Aynı şekilde “Demos” halk ve “Kratiya”, kendini yönetme anlamına geldiği dikkate alındığında; Demokratik Özerklik, “halkın kendi kendini yönetmesi” demektir. Bu nedenle de demokrasiden ayrı düşünülemez…. Şu da bir gerçek ki, kendi öz çıkarlarını sağlam bir düşünsel zemine, politik çizgiye, örgüt ve eylem gücüne kavuşturamayan; kavuşturduğunda ise sürekli kılmayan ya da yozlaşıp zıddına dönüşmesini engelleyen, ulusal, sınıfsal veya cinsel anlamda ezilenler; tarih boyunca yönetim nesnesi olmanın ötesine geçememişlerdir.” Doğrudur. “Demokratik Özerklik halkın kendi kendini yönetmesi demektir” soruna salt bu bakış açısı ile baktığımızda sorun yok. “Sağlam bir düşünsel zemine” oturan bir özerkliğin politik çizgisi, özerkliğin sürekli kılınması için önemli. Bu politik çizgi nasıl bir çizgi olacak, hangi sınıfsal, ekonomik temellere dayanacak bunun tartışılması lazım. Hatip Dicle devamla şöyle diyor: “Eğer günümüzde demokratik, özerk yerel yönetim kavramından söz edebiliyorsak, bunun halk kitlelerinin, devlet olgusu karşısında, bir başka yaklaşımla toplumun devlet karşısında, “kendi kendini yönetmek” için verdiği uzun ve özverili mücadelelerinin ürünü olduğunu kavramak durumundayız. Zaten demokratik özerk yönetimlere esas meşruiyet kazandıran ve onu günümüzde demokratik toplumlarca tercih edilen bir yönetim tarzı olarak gündemleştiren de, temeldeki bu niteliğidir. Sözü edilen yönetimler, kitlelerin özyönetim gücünü açığa çıkarabildikleri, demokrasinin beşiği ve okulu olabildikleri ölçüde gerçek tanımlarına kavuşmaktadır.” Toplumun devlet karşısında kendi kendini yönetmesi burjuva devlete rağmen nasıl mümkün olacak? Bu devlet hangi sınıfın devleti? Bu sorulara cevap verilmediği sürece, burada bu haliyle bir şey anlatmıyor. 21 ✌ tıklarına bakalım. Stalin; “SERMAYE EGEMEN OLDUĞU SÜRECE, ÜRETİM ARAÇLARINDA ÖZEL MÜLKÜYET SÜRDÜKÇE VE SINIFLAR VAROLDUKÇA, ULUSLARIN EŞİTLİĞİ GÜVENCELENEMEZ. SERMAYENİN İKTİDARI SÜRDÜKÇE VE ÜRETİM ARAÇLARINA SAHİP OLMAK İÇİN SAVAŞILDIKÇA, ULUSLARIN EŞİTLİĞİ VE ULUSLARIN EMEKÇİLERİNİN BİRLİĞİ SAĞLANAMAZ. TARİH ULUSAL EŞİTSİZLİĞİN YOKEDİLMESİ, EZİLEN VE EZİLMEYEN ULUSLARIN EMEKÇİLERİNİN KARDEŞÇE İŞBİRLİĞİ REJİMİNİN KURULMASI İÇİN TEK ÇARENİN KAPİTALİZMİN TASFİYE EDİLMESİ VE SOVYET DÜZENİNİN KURULMASI OLDUĞUNU SÖYLEMEKTEDİR.” Stalin burada açık bir dil kullanıyor. Sermayenin egemenliği koşullarında ulusların eşitliği güvencelenemez diyor. Ulusal sorunun gerçek çözümünün demokratik devrimde, sosyalizmde olduğunu, burjuvazinin önderliğindeki çözümlerin gerçek çözümler olmadığını gösteriyor. Biz bir kez daha soruyoruz ülkelerimizde yaşayan farklı ulusların eşit olmamasının nedeni ne? Bu yazıda buna cevap yok. Tam tersine sorunun nedenini ortaya koyanlara, “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, uzun yıllar “salt devlet kurma hakkı olarak algılandı. Lenin ve Stalin’in bunu aşırı bir şekilde devlet kurma ilkesi olarak ele almaları tarihi felaketler getirdi.” diye saldırılıyor. Sosyalizm ezilen uluslara ne getirdi ona bakalım. Ekim Devrimi ile birlikte bir halklar hapishanesi olan Çarlık Rusya’sında uygulanan acımasız ulusal baskı bir çırpıda ortadan kaldırıldı. Rusça’nın resmi dil olmasına son verildi. Bütün ulusların kendi anadillerinde eğitimi ve özerk yaşamaları için (illa da ulusların ayrılıp ayrı devlet kurmaları propaganda edilmedi) yasalar çıkarıldı. Bu yasalar kısa zamanda hayata geçirilmeye başlandı. Zorunlu bir devlet dilini savunmak gericilik olarak adlandırıldı, zorunlu devlet dili olan Rusça, zorunlu olmaktan çıkarıldı. Bütün dillere eşit davranıldı. Resmi dil konusunda Hatip Dicle ne savunuyor; “herkes resmi dil Türkçeyi öğrenerek ortak iletişim diline de kavuşmuş olacaktır.” diyerek resmi dile karşı çıkmıyor. Ulusların kendi kaderini tayın hakkı nedir? Hatip Dicle bu hakkı salt devlet kurma hakkı olarak gördüğü için yani bilinçli olarak tahrif ederek eleştiriyor. Peki, nedir Ulusların Kendi Kaderini Tayın Hakkı? Ulusların kendi kaderlerini kendilerinin be- lirlemesi demek, bir ulusun nasıl örgütleneceğine kendisinin karar vermesi demektir. Açıktır ki bir ulus kendi özgür iradesi ile nasıl örgütleneceğine kendisi karar verebilecek imkâna sahip olduğunda, bu imkânı çok değişik biçimlerde kullanabilir. Ulus olarak bütünü ile ayrı örgütlenme, ayrı devlet olarak ortaya çıkma, bir başka devlet ile konfederatif biçimde birleşme, bir devlet çatısı içinde federatif bir cumhuriyet olma, özerk bölge olma vb. vb. Sorun şudur ki, ayrılma, kendi kaderini tayin hakkının kullanımının en üst biçimi, uç noktasıdır. Ayrılma hakkı savunulmadığı noktada, ulusun kendi kaderini tayın hakkının savunulmasından söz edilemez, çünkü bu hak sınırlanmıştır. Özgür birlik, ancak özgürlüğe sahip ve eşit olan halklar arasında mümkündür. Eğer bir halk ayrılma hakkına sahip değilse, o her halükarda ancak birlik biçimlerinden birini seçmek durumu ve zorundaysa, o zaman onun kendi kaderini kendisinin özgürce belirleme hakkından söz etmek sahtekârlık olur. Bu yüzden komünistler programatik olarak ayrılma hakkı ile kendi kaderini belirleme hakkını haklı olarak eşitlerler. Bu bağlamda Lenin’in “Ulusların Kendi Kaderini Tayın Hakkı ve Sosyalist Devrim” başlıklı makalesinde ulusal sorunda sosyalizmin amacının ne olduğu bağıntısında şöyle denmektedir: “Sosyalizmin amacı yalnızca küçük devletlere (bölünmenin ÇN) ve ulusların her türlü tecridinin ortadan kaldırılması değil, sadece ulusların yakınlaştırılması değil, aynı zamanda onların kaynaştırılmasıdır da. Ve tam da bu amaca ulaşmak için biz bir yandan kitleleri Renner ve Otto Bauer’in fikrinin (“ulusal kültürel özerklik” denen şey) gerici karakteri konusunda aydınlatırken, öte yandan, ezilen ulusların kurtuluşunu, genel boş sözlerle, içi boş laf ebelikleriyle, sosyalizmle avutarak değil, bilakis berrak ve tam bir şekilde formüle edilmiş siyasi bir programla, hem de ezen ulus sosyalistlerinin ikiyüzlülüğü ve korkaklığı üzerinde özellikle durarak talep etmeliyiz. Nasıl ki insanlık, sınıfların ortadan kalkmasına ancak ezilen sınıfın diktatörlüğünün geçiş dönemi ile ulaşabilirse, ulusların kaçınılmaz kaynaşmasına da ancak tam kurtuluşun, yani tüm ezilen ulusların ayrılma özgürlüğünün geçiş dönemi ile varabilir.” (age., s.75) Bir diğer önemli mesele de Sovyetler Birliğinde 5.12.1936’da 8. Sovyet Kongresi tarafından onaylanan Anayasa üzerine tartışmadır. Burada anayasa taslağının 17. maddesine ilişkin bir değişiklik önerisi üzerine bir tartışma yürür. Öneri, Birlik Cumhuri- “Demokratik Özerklik” gerçekte merkezi devletin yetkilerinin azaltılması, yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılmasıdır. Bu biçimi ile demokratik özerklik dünyanın bir dizi ülkesinde var. Türkiye’de de olması, andaki duruma göre ileri ve olumludur. “Demokratik Özerklik Projesi’nde karşı çıktığımız yan bu değildir. Tam tersine bunun ana göre olumlu bulduğumuzu ifade ediyoruz. Karşı çıktığımız, itiraz ettiğimiz nokta, demokratik özerkliğin gerçekleşmesi durumunda Kürt ulusal sorunun çözüleceğinin propaganda edilmesi, ulusal sorunda çözüm olarak sunulmasıdır. yetlerinin, Sovyetler Birliği’nden gönüllü ayrılması hakkının korunmasından söz eden 17. maddenin tamamen çıkarılması yolundadır. Öneriyi getirenlerin gerekçesi; Sovyetler Birliği’nden ayrılmak isteyen tek bir cumhuriyet bile olmadığı, o nedenle 17. maddenin pratikte bir anlamı bulunmadığı yönündedir. Stalin bu önerinin doğru olmadığına ve Kongre tarafından kabul edilmemesi gerektiğine inandığını belirterek “17. maddenin çıkarılması birliğin gönüllülük karakterini zedeleyecektir” diye karşı çıkıyor. Bu temelde anayasanın 17. maddesi olduğu gibi kalıyor. İlgili madde şöyledir: “Madde 17) Her Birlik cumhuriyeti, SSCB’den özgürce ayrılma hakkına sahiptir.” (Stalin Eserler cilt 14 s. 110, İnter Yayınları) Biz bir kez daha “sermaye egemen olduğu sürece, üretim araçlarında özel mülkiyet sürdükçe ve sınıflar var oldukça, ulusların eşitliği güvencelenemez” diyoruz. Sosyalizmin yolunu açacak olan Demokratik Halk iktidarı; Kürt ve Arap ulusunun ayrılıp ayrı devlet kurma hakkını kullanacağı ortamı yaratacak, azınlık uluslara tam hak eşitliği sağlayacaktır. Diasporadaki Ermenilerin Batı Ermenistan’a dönme, yerleşme, ayrılma hakkının kullanılmasının teminatı olacaktır. Bizim anladığımız demokrasi budur. 18.06.2011 ✓ ✌ halkların kardeşliği için halkların kardeşliği için 22 Stalin’in bunu aşırı bir şekilde devlet kurma ilkesi olarak ele almaları tarihi felaketler getirdi. Oysa demokratik konfederalizm, demokratik ulus seçeneğinin yönetme şekli olarak, bir halkın kendi geleceğini özgür ve demokratik yollarla belirleyebilmesinin de bir biçimi olmaktadır. Ancak bunun için devletin (bn. Hangi devletin?) demokrasiye duyarlı olması şarttır. (…) Ancak 1950’lerden sonra Avrupa’da bu yaklaşım yumuşatılarak demokratikleştirilmiş ve etnisite temelli bir ulus tanımı yerine demokratik-ulus anlamında İspanyol ulusu, İsviçre ulusu gibi kapsayıcı ulus tanımları geliştirilmiştir.” Öncelikle Hatip Dicle Lenin ve Stalin’e dayandırdığı bu görüşler için kaynak belirtmeli. Yoksa ben söyledim oldu mantığında mı? Dicle’nin Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’na (UKKTH) burjuvazinin bakış açısı ile saldırması anlaşılırdır. Çünkü Dicle Kürt sorununun çözümünü burjuva dar sınırlar içerisinde görmektedir. Hatip Dicle devlet olgusuna böyle saldırırken, devletin nasıl bir kurum olduğuna pek değinmiyor. O zaman biz söyleyelim. Devlet toplumun sınıflara ayrılması ile birlikte ortaya çıkan bir baskı aracıdır. Köleci toplumdan günümüze kadar ezenlerin ezilenler üzerinde bir baskı aracı olarak varlığını sürdürmüştür. İlk defa Rusya’da Bolşevikler önderliğinde işçi ve emekçiler burjuvazinin iktidarını alaşağı etmiş, işçilerin emekçilerin iktidarını kurmuştu. Bu seferde işçilerin emekçilerin devleti olan Sovyetler ezenler üzerinde baskı uygulamış, ezilenler için ise en geniş demokrasi uygulamıştı. Bu diktatörlük ezilenler için gerekli miydi, değil miydi? Sorunun özü budur. Bu söylem yeni de değil. Burjuvazi bu düşünceyi hep savundu ve geniş emekçi yığınlara propaganda etti. Geldiğimiz noktada önemli ölçüde başarılı da oldu. Ama bu başarı geçici bir başarıdır. Hatip Dicle’nin 1950’ler sonrası Avrupa örneğini vermesi, tamda burjuva bakış açısının bir örneğidir. “Demokratik Özerklik” gerçekte merkezi devletin yetkilerinin azaltılması, yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılmasıdır. Bu biçimi ile demokratik özerklik dünyanın bir dizi ülkesinde var. Türkiye’de de olması, andaki duruma göre ileri ve olumludur. “Demokratik Özerklik Projesi’nde karşı çıktığımız yan bu değildir. Tam tersine bunun ana göre olumlu bulduğumuzu ifade ediyoruz. Karşı çıktığımız, itiraz ettiğimiz nokta, demokratik özerkliğin gerçekleşmesi durumunda Kürt ulusal sorunun çözüleceğinin propaganda edilmesi, ulusal sorunda çözüm olarak sunulmasıdır. Şimdi Lenin ve Stalin’in ulusal soruna nasıl yaklaş- 23 halkların kardeşliği için 24 “Ana dilimizi bilmiyoruz!” T ürkiye’de yaşayan Çerkesler son yılların en büyük mitingini düzenlediler. 15.000’i aşkın kitle ile Çerkesler İstanbul Beşiktaş’taki Barbaros Meydanı’nda 21 Mayıs’ta bir araya geldiler. 21 Mayıs 1864’te Çarlık Rusya’sında verdikleri bağımsızlık savaşını kaybedince, 1,5 milyon Çerkes Türkiye’ye sürülmüştü. Bu sürgünde on binlerce Çerkes Karadeniz’in sularında ya da hastalık ve açlıktan ölmüştü. Bu sürgünün 147. yıldönümünde Çerkesler Beyoğlu’nda bulunan Rusya Konsolosluğu önünde Rusya’yaya “soykırımı tanı” çağrısında bulundular. Konsolosluk önünde yapılan eylemde açılan, “21 Mayıs 1864 Çerkes sürgününü unutmadık, unutmayacağız, unutturmayacağız” ve “İnsan soykırımı tanır. 21 Mayıs sürgündür, soykırımdır” gibi pankartlarla taleplerini dile getirdiler. Barbaros Meydanı’ndaki etkinlikte taleplerin dile getirildiği dövizler taşındı. Bu dövizlerden birinin üzerinde “Biz bu topraklar için savaşırken Türkçe bilmiyorduk, bugün anadilimizi bilmiyoruz” yazısının yer alması dikkat çekti. Kafkas Dernekleri Federasyonu Genel Başkanı Cihan Candemir, bir açıklama yaparak, 19. yüzyıl başlarından itibaren yıllar süren Kafkas savaşlarında milyonlarca Çerkes’in soykırıma uğradığını, 1,5 milyon Çerkes’in ise vatanından sürgün edildiğini dile getirdi. Candemir, “Sürgün ve soykırıma uğrayan Çerkesler yerleştirdikleri yerde de yaşam savaşına devam etmişlerdir. Bugüne kadar Türkiye’yi yönetenler farklı dili konuşan farklı gelenekleri olan bütün diğer halklar gibi, Çerkesleri de yok saydılar. Dilimizi, kültürümüzü yok ettiler. Çerkesleri katledenler, sürgün edenleri ve halkımıza yapılanları asla unutmadık, unutmayacağız. Sürgün ağıtımız ise, dönüş bayramımızdır “ dedi. Çerkesler sıklıkla attıkları sloganlar ile Türkiye’deki bütün kültürlerin güvence altına alınmasını, kimlik ve kültürel haklar, çiftte vatandaşlık hakkı, anadilde eğitim, anadilde radyo ve televizyon yayını, Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlığının Türkiye tarafından tanınmasını istedi. Sürgünde hayatını kaybedenler için Abhazca duaların edilip, Çerkesce Çerkesler’in taleplerinin birinci sırasında, insan haklarına saygılı bir Anayasa yer alıyor. Bu ülkede yaşayan tüm halkların kimliklerinin ve kültürel haklarının güvence altına alınmasını talep ediyorlar. Çok kültürlülüğü tehlike olarak gören “bölüneceğiz” fobisine kapılmış hastalıklı Türk şovenisti mantık, ‘Kürtler bölünmek istiyordu, şimdi de Çerkesler çıktı başımıza’ diye saldırıya geçecekler. ağıtların mırıldandığı anma etkinliğinde, yaşamını yitirenler için denize karanfiller bırakıldı. 1918-1923 yılları arasında Beşiktaş Akaretler’deki bir okulda Çerkesler anadillerinde eğitim görmüşler. Daha sonra bu okul kapatılarak Çerkesler’in asimilasyon süreci başlatılmış. Çerkesler’in taleplerinin birinci sırasında, insan haklarına saygılı bir Anayasa yer alıyor. Bu ülkede yaşayan tüm halkların kimliklerinin ve kültürel haklarının güvence altına alınmasını talep ediyorlar. Çok kültürlülüğü tehlike olarak gören “bölüneceğiz” fobisine kapılmış hastalıklı Türk şovenisti mantık, ‘Kürtler bölünmek istiyordu, şimdi de Çerkesler çıktı başımıza’ diye saldırıya geçecekler. Çerkesler, “Biz bu toprakları korumak için savaştığımızda henüz Türkçeyi bilmiyorduk. Anadilimiz bize unutturuldu” diyerek, çocuklarına kendi isimlerinin verilmesini ve ana dilde eğitim hakkı istiyorlar. Ülkelerimizde yaşayan bütün uluslara ayrılma hakkı ve ulusal azınlıklara tam hak eşitliği, ancak demokratik halk devrimi ile kurulacak olan demokratik halk iktidarı koşullarında garanti edilecektir. Halkların Kardeşliği için tek yol devrim! 23 Haziran 2011 ✓ Enternasyonal Forum’dan Notlar 11 /12 Haziran 2011’de Almanya’nın Gelsenkirchen kentinde geleneksel “Pfingstgençlik kampı” yapıldı. Bu yılki etkinliklerin en öne çıkanlarından biri Almanya MLP’nin ICOR üyesi uluslararası davetlilerle düzenlediği Enternasyonal Forum idi. Almanya MLP Başkanı Stefan Engel’in yönettiği Forum’a, Fas’tan Adib, Türkiye’den Alınteri gazetesi temsilcisi, Hollanda GML/Rode Morgen den Halinka, Almanya MLP den Monika, Peru PPP den Ludevico ve ayrıca özel davetli olarak ILPS üyesi Filipinler KP temsilcisi olarak Luis Jalondoni katılmışlardı. Davetlilerin 3 turda 3’er dakikalık konuşmalar yaptığı ve izleyicilerden gelen sorulara yanıt verdiği Forum’u elimizdeki notlar temelinde özetliyoruz. Birinci tur: Ülkelerdeki mücadelenin güncel durumu hakkında bilgi. Ludevico (Peru - PPP): Geçen yirmi yılda Latin Amerika’da anti-emperyalist ve demokrasi mücadelesi yükseldi ve emperyalizme, özellikle de ABD emperyalizmine ağır darbeler indirdi. Bir dizi Latin Amerika ülkesinde bu mücadeleler sonucu anti-emperyalist, özelde de anti- ABD emperyalisti, demokratik hükümetler kuruldu. Bu hükümetlerin renkleri ve bileşimleri farklı olmasına karşın ortak yönleri anti-emperyalist konumlarıdır. Peru’da 1990 yılında ezilen kitlelerin mücadelesi, devrimci ve demokratik mücadele ağır bir darbe aldı, ama gelinen yerde mücadelenin yeniden yükselmesi söz konusu ve ilk meyvelerini vermeye başladı. Son zamanlarda siyasi mücadele yükseliyor ve önde duran seçimler dolayısıyla sol birleşti ve Cana Peru (Peru’yu kazan!) adlı yeni bir cephe oluştu. Peru’da aynı Venezuela’da oldugu gibi demokratik ilerici bir hükümet var. Adib (Fas ): Ekonomik krizin bütün dünya üzerinde büyük bir etkisi oldu. Uluslararası burjuvazi, krizin yükünü işçi sınıfının ve ezilenlerin sırtına yıkarak bu krizden çıkış yolu arıyor. Bunu yaparken hiçbir canilikten geri kalmıyor. Kuzey Afrika ve Orta Doğu’daki sömürünün ikili bir karakteri var. İşçi sınıfı ve ezilenler sadece kapitalist sömürü altında inlemekle kalmıyor, ülkeyi yöneten çete/mafya yapılı, otokrasi altında inim inim inliyor. güncel Çerkesler: ✌ Adib: Arap devrimleri açısından Avrupa medyasına bakılırsa, o ilk günlerin heyecanı yok. Tekelci kitle medyası doğru dürüst haber dahi vermiyor. Ya da Libya ile ilgili olduğu gibi, emperyalist müdahaleyi haklı çıkartacak şekilde propaganda yapıyor. Fas’a baktığımızda kitleler ve özellikle de gençlik baskı ve sömürüye karşı mücadele ediyor, ama burjuvazinin sadık köpeği, tekelci medya bu mücadelelere yer vermiyor. Kriz bizim ülkelerimizde (Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkeleri) önce küçük küçük patlamalar yarattı ve bunlar daha sonra büyük patlamalara dönüştü. Tunus’ta işsiz kaldığı için sokakta sebze satmak zorunda kalan bir genç işçiyi polisin tokatlaması üzerine, bu genç kendisini alenen yaktı. Bu olay, halkın sokağa dökülmesine yol açtı. Egemenler halkın üzerine gitti, onlara ateş açma tehdidi savurdu, ama öğrenciler, işçiler, emekçilerin artık hiçbir şey umurunda değildi. Öfke patlaması gerçekleşmiş ve hükümete karşı yönelmişti. Ve sonunda Ben Ali devrildi. Ve Tunus’tan etkilenen Mısır halkları Mübarek rejiminin yıkılması için yola çıktı. İşçi gençlik yılmadı ve halk Mübarek hükümetin başından çekilinceye kadar Tahir meydanında direndi. Ancak bu devrim sistemin değişmesi anlamına gelmedi. Burjuvazinin tamamen tasfiyesi hala gündemde duruyor. Bizce devrim sürdürülmek zorunda. Tunus’tan başlayan isyan şu an 23 ülkeye sıçramış durumda. İsyan ateşi Libya’ya da sıçradı. Ancak şu bilinmesi gerek: Libya’da işçi sınıfı esasta Libyalılardan değil, Afrikalılardan oluşuyor. Orada farklı bir durum var. 25 kadınların kendi örgütlenmesidir. Bizler bundan 5 yıl önce, 2006 yılında Dünya Kadın Konferansı için ilk inisiyatifi geliştirdik ve bunun üzerine çeşitli ülkelerde kadın grupları oluşturularak hazırlıklar başladı. Biz gördük ki, kadınların gerçek sorunlarına ve bizzat onlara dayanılarak yapılırsa, her ülkede böylesi inisiyatifler gelişebiliyor. Bu süreç içinde bizim birçok kazanımımız oldu, ilişkilerimizi geliştirdik. Örneğin biz ilk defa Amsterdam’da 8 Mart’ta bir kadın yürüyüşü örgütleyebildik. Ve bu süreç içinde enternasyonal ilişkilerimiz de gelişti. Monika (Almanya MLP): Venezuela Dünya Kadınlar Konferansı girişimi çok önemli bir etkinlik oldu. Bu süreç içinde hem uluslararası alanda hem de ülkelerimizde daha önce edinmediğimiz kadar önemli deneyimler edindik. Öncelikle de kadınlarla birlikte iş yaparak, işletmelerde ve farklı alanlarda birlikte çalışarak ve birlikte örgütleyerek ilişkilerimizi geliştirdik ve sağlamlaştırdık. Bunlara bağlı olarak bulunduğumuz ülkelerimizde 8 Mart eylemlilikleri de daha iyi biçimde örgütlendi ve kimi eylemler geliştirildi. Uluslararası alanda kadınların durumuna bakacak olursak, üretimin yeniden örgütlenmesiyle ilgili bir gelişme var. Kadın emeği tarihsel gelişmesi açısından en üst noktaya varmış durumda. Bütün dünyada üretimde yer alan kadınların oranı büyük ölçüde artmış durumda. Uluslararası proletaryanın parçası olarak işçi kadınların oranı artmış durumda –örneğin tekstil alanında. Bütün dünyada kadınların proleterleşmesi ve kadın istihdamının artması söz konusu. Hatta kadınların aileyi esas geçindiren olma durumunda büyük bir artış söz konusu, öyle ki, bazı ülkelerde esas gelir sağlayanlar olarak kadınların oranı erkekleri de geçmiş durumda. Karakas’ta bunları öğrendik. Örneğin, Kolumbiya’da kadınların % 54 oranında esas gelir sağlayıcı konumunda olduklarını öğrendik. Enternasyonal kadın hareketi ilk tarihsel çıkışı itibarıyla sosyalistlerin elindeydi. Daha sonraları revizyonizme bağlı olarak kapitalist restorasyonla birlikte bu geriledi ve işte bu araya BM ve Sivil Toplum Örgütleri girerek kadın hareketine egemen olmaya çalıştılar. Fakat burjuvazi, onun BM gibi örgütleri vs. Kadınların gerçek kurtuluşunu istemiyor. Onların amacı kadın emeğinin kapitalist üretim sistemine entegre edilmesidir. Fakat bugün görüyoruz ki, dünyanın her yerinde kadınlar özgürlükleri ve hakları için mücadele ediyorlar. Ve örneğin Arap ülkelerinde kadınlar devrim içinde devrim yapıyorlar. Sorular: *Alınteri temsilcisine soru: Türkiye’de işçilerin durumları ve mücadeleleri nedir? ML’ler işçiler arasında hangi yöntemlerle çalışıyorlar? *Honduras’da seçimle başa gelen demokratik hükümet ABD’nin desteklediği Contra’lar tarafından devrildi. Bu diğer Latin Amerika ülkeleri açısından bir tehlike değil mi? Honduras olayının diğer ülkelerdeki mücadeleye etkisi nedir? Sindiriyor mu, yoksa daha çok harekete mi geçiriyor? Diğer Latin Amerika ülkeleri üzerindeki etkisi nedir? *Almanya’da proleter gençlik hareketi mücadele etmek istiyor, ama gençlik bölünmüş durumda… Sizin ülkenizde durum nedir? Yanıtlar: Alınteri temsilcisi: Bugün Türkiye’de seçimler var. Çok kritik bir süreçten geçiliyor. Bir sol seçim bloğu kuruldu ve ilk kez Kürt hareketi ile sol/sosyalist gruplar birlikte hareket ediyor. Bunun sonucunu bugün göreceğiz. AKP seçimi kazanacak, ama hangi oranla kazandığı önemli. Belli bir sınırı aşarsa, hem işçi hareketine hem de Kürt hareketine saldırıların artacağını düşünüyoruz. İşçi ve emekçi hareketi son ikiüç yıldan beri daha önceki durgunluktan sıyrılmaya başlamış durumda. TEKEL mücadelesi önemliydi ve diğer alanlarda da işçi ve emekçilere de etkisi oldu. Bu mücadele özellikle değerliydi, çünkü aynı zamanda sendika ağalarına karşı da yönelen bir mücadeleydi. Bugün sosyal güvensizlik sürüyor. Türkiye’deki devrimci ve demokratik hareketler bunlara karşı ortak bir mücadele geliştiremiyor, yön veremiyorlar. Bu önemli bir zaaf. Eğer bu başarılırsa, Kürt mücadelesi ile dayanışma içinde diğer mücadele de ivme kazanacaktır. Ludvico: Başta ABD olmak üzere emperyalistler çok rahatsızlar ve fırsat bekliyorlar. ABD Latin Amerika’yı her zaman arka bahçesi olarak gördü ve komplo ve entrikalarla yeniden etki kazanmak istiyor. Honduras’ta olduğu gibi, Kolumbiya’da olduğu gibi… Bugün Kolumbiya’da 7 ABD askeri üssü kuruluyor. Honduras’ta Selaya ilerici hükümeti darbeyle devrildi. Fakat kitleler bundan ders çıkardılar. Sinme durumu yok, bilakis mücadeleler sürüyor. Latin Amerika’da ezilenlerin birliğinin sağlanması çok önemli. Bu anlamda ICOR çok önemli. Anti emperyalist ve demokratik hareketler kıtada gelişiyor. Bu hareketler ancak demokratik devrimlerde kalmayıp sosyalizmi hedeflerlerse gelişebilirler. Bu mücadele içinde proletarya partileri inşa edilir ve güçlenirse kazanılabilir. Marksist-Leninistlerin çözmesi gereken sorun budur ve biz bunu yapmaya çalışıyoruz. Adib: Arap devrimleri açısından Avrupa medyasına bakılırsa, o ilk günlerin heyecanı yok. Tekelci kitle medyası doğru dürüst haber dahi vermiyor. Ya da Libya ile ilgili olduğu gibi, emperyalist müdahaleyi haklı çıkartacak şekilde propaganda yapıyor. Fas’a baktığımızda kitleler ve özellikle de gençlik baskı ve sömürüye karşı mücadele ediyor, ama burjuvazinin sadık köpeği, tekelci medya bu mücadelelere yer vermiyor. İşçi sınıfı enternasyonaldir. Biz ML parti olarak ICOR içinde yer alıyor ve diğer örgüt ve partilerden karşılıklı öğrenmeye çalışıyoruz. Bizim bir amacımız da Afrika işçi sınıfıyla sıkı ilişkiler geliştirmek ve birliği sağlamaktır. Fas’ta devrimci hedefine ulaşıncaya kadar genç işçi sınıfı mücadelesini sürdürecektir. Son dönemdeki mücadele içinde biz 8 genç yoldaşımızı kaybettik, ancak yılgınlık yok, mücadelemizi sürdüreceğiz. Luis: Gençlik Filipinlerde çok etkin. 75 bin genç Başbakanlık binasını sardı ve bu hükümetin devrilmesine yol açtı. Kırda her gün yeni gençler kitleler halinde Yeni Halk Ordusu’na katılıyor ve 110 gerilla alanında halk savaşını sürdürüyor. Halk örgütlerini koruyor ve kırsal alanda gerçek reformlarına yardımcı oluyor. Okuma-yazma ve halk sağlığı alanında geniş çaplı faaliyetlerini sürdürüyor. Yeni Halk Ordusunda örgütlü gençliğin hedefi önümüzdeki 5 yıl içinde stratejik dengeyi yakalamaktır. Stefan: Almanya’da atom santrallerine karşı mücadele ve işçi sınıfının mücadeleleri artıyor, ama bunlar henüz esas olarak kendiliğindenci hareketler, bunlara nasıl yön vereceğiz sorunu duruyor önümüzde. Monika: Karakas’ta gelecek kadın hareketinin nasıl olacağı tartışıldı. Enternasyonal kadın hareketinin sürekliliği sağlanmış bir koordinasyonunun oluşturulması gerektiği noktasında birleşildi. Ancak, şurası açık: Tek tek ülkelerde mücadeleci kadın hareketlerine dayanabilirse böyle bir koordinasyon işe yarar. Buradan görev çıkıyor: Eylemler içinde mücadeleye ivme kazandırma amacıyla, 8 Mart, 1 Mayıs ve 25 Kasım’da kadına yönelik şiddete karşı koordineli eylemlikler düzenlenilmelidir. Karakas’ta Kadın Konferansı bu kararı aldı. Halinka: Gençlik hareketini güçlendirmeye çalışıyoruz. Almanya’da Rebel ve İspanya gençlik örgütleriyle enternasyonal ilişkiler geliştiriyoruz. Onlardan öğrenmeye çalışıyoruz. Kadın hareketi açısından da güncel güncel 26 (zamanı dolduğu için kesmek zorunda kaldı.) Alınteri temsilcisi: Herkese merhaba. Adib yoldaş hepimizi heyecanlandıran süreci özetledi. Kastettiğim Arap devrimleridir. Tunus’ta, Fas’ta başlayan ve Orta Doğu’ya yayılan, Arap diye her zaman küçümsenmiş, aşağılanmış halkları dünya sahnesine çıkaran bu isyanlar hepimizi coşturdu. Bu bize enternasyonal birlik ve dayanışmanın ne kadar gerekli olduğunu gösterdi. Tarihsel olarak, proletarya doğuşu itibariyle enternasyonaldir. Bu nedenle Marks, Komünist Manifesto’da Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz! Şiarını yükseltir. Bu keyfi bir görev değil, bir zorunluluktur ve bugün kendisini bir kere daha ivedilikle dayatmaktadır. Günümüzde enternasyonal birlik ve dayanışma açısından çok büyük olanaklar gelişti. Yeni liberal politika/küreselleşme proletaryayı enternasyonalleştirdi. Ulaşım ve iletişim alanındaki olanakları muazzam ölçüde genişletti. Diğer taraftan bugün kapitalizmin krizinin derinleştiği bir durumla karşı karşıyayız ve bizim için bir şans oluşturuyor. Ülkelerimizde devrimci mücadeleyi boyutlandırmak açısından bir şans oluşturuyor. Luis Jalandoni (Filipinler): Sizlere Filipinler devrimci hareketinin en sıcak selamlarını getirdim. Proleter enternasyonalizminin bizim için anlamı tek tek ülkelerdeki mücadelelerin en azami biçimde yürütülmesidir. Andaki durumda bizim hedefimiz halk savaşını yürüterek stratejik denge pozisyonunu yakalamaktır. Bu mücadele için yürüttüğümüz devrimci çalışmamız bizim proleter enternasyonalizmine en iyi katkımızdır. Bunun yanı sıra biz tek tek ülkelerdeki mücadeleleri destekliyor ve uluslararası alanda çeşitli parti ve örgütlerle ikili üçlü ve çoklu ilişkiler geliştiriyoruz, uluslararası inisiyatif ve örgütlenmeleri destekliyoruz. Bunlar örneğin ICPMLO, ILPS ve ICOR’dur. Emperyalist güçler baskı ve sömürülerini hızlandırırken, kapitalist kriz derinleşirken, devrimci hareketlerin de kendilerini güçlendirmeleri ve proleter enternasyonalizmin ruhuyla mücadelelerini yükseltmeleri önemlidir. Halinka (Hollanda GML/Rode Morgen): Hepinizi candan selamlıyorum. Burada olabildiğim için çok sevinçliyim. Çünkü burada Venezuela’da birbirimize yakınlaştığımız kadın arkadaşlarla yeniden görüşme olanağına kavuştum. Bu yıl bizler iyi şeyler gerçekleştirdik. Venezuela’da Dünya Kadın Konferansını gerçekleştirdik. Dünya Kadın Konferansı, BM gibi emperyalist örgütlerden farklı olarak işçi ve emekçi 27 yuyorum. ICOR ve ILPS dünya çapında atom santrallerine karşı mücadeleyi ortaklaşa yürütme kararı almıştır. Luis: Biz ILPS olarak ICOR ile atom santrallerine karşı dünya çapında ortak bir kampanya geliştirilmesi önerisini getirdik. Eylül ayında bu kampanya başlayacak. Bu, proletarya enternasyonalizminin somut bir örneğidir. Proleter Enternasyonalizminin gerekliliği uluslararası örgütler yaratmaktır. ILPS, ICOR, Göçmenler Birliği, Kadınlar Birliği… bunlar böylesi örgütlerdir. Filipinler’de yapılacak olan Enternasyonal Kadınlar Birliği’nin konferansına Almanya MLP den Monika katılacak. Irak, Afganistan, Filistin konularında olduğu gibi ortaklaşa kampanyalar yürütmeye devam edeceğiz. Stefan: Yunanistan’da kitlelerin ve özellikle de gençlik hareketinin mücadelesi sürüyor. Bu mücadeleler Yunanistanlı yoldaşlarımızın bütün enerji ve gücünü oradaki mücadeleye yoğunlaştırmasını gerekli kılıyor. Bu nedenle, yoldaşlar bugün aramızda değiller, ancak sıcak selamlarını ve bir de mesaj yolladılar. “25 Mayıs’tan beri IMF ve hükümete karşı mücadelemiz sürüyor, bu amaçla Atina’da meydanlar işgal altında. Ana taleplerimiz: Hükümetin istifası, IMF ile tüm anlaşmaların feshedilmesi, devletin her türden soygunculardan temizlenmesi ve gerçek demokrasi.” Stefan’ın kapanış konuşması: Emperyalizm bir bütündür ve ona karşı mücadele de enternasyonal birlik içinde yürütülmek zorundadır. Tek tek ülkelerde mücadelenin gerekliliği kadar uluslararası alanda da ortak mücadelelerin yükseltilmesi bugün kendini ivedilikle dayatmaktadır. Çok somut olarak çevre sorunu ve atom santrallerine karşı mücadele tek tek ülkedeki mücadelelerle çözülemez. Bu uluslararası mücadelenin, proleter enternasyonalizminin bir parçası olmak zorundadır. ICOR bu açıdan önemlidir. Atom santrallerine karşı ortak tavır geliştiren kampanya bu açıdan önemlidir. Yunanistanlı ve Mısırlı yoldaşların da aramızda olmasını çok isterdik. Bu ne yazık ki mümkün olmadı. Ama kalplerimiz onlarla birlikte. Proleter Enternasyonalizmi açısından hepimize, her birimize büyük görevler düşüyor. Bunun bilincinde olarak hareket etmeliyiz. Yaşasın Birlik ve Mücadele… Yaşasın Proleter Enternasyonalizmi. 13 Haziran 2011 YDİ Çağrı okuru ✓ Uluslararası Af Örgütü 50 Yaşında 1960 yılında Portekiz’in başkenti Lizbon’da iki öğrenci bir kahvede, “özgürlük” uğruna kadeh kaldırırlar. O dönemde Portekiz, Salazar diktatörlüğü ile yönetilmektedir. Portekiz’de ‘özgürlük’ kelimesi yasaktır. Özgürlüğe kadeh kaldıran bu iki öğrenci tutuklanır ve yedi yıl hapis istemi ile yargılanır. 39 yaşındaki İngiliz Avukat Peter Benenson Londra’da metro ile ofisine gitmektedir. Metro’da Portekizli öğrencilerin yargılanmasını gazeteden okur. Düşüncelerinden dolayı baskıya maruz kalan ve hapse atılan ilk insanlar değildi Portekizli öğrenciler. İngiliz avukat bu tür haberleri daha öncede okumuştu. Peter Benenson, artık bu tür haberleri okumadan ziyade bir şeyler yapılması gerektiğini düşünmeye başlar. Metrodan indikten sonra Londra caddelerinde yürür. St. Martin The Fields Kilisesinde, aklına yapılması gerekenler gelir. Eğer tek bir insan protesto gösterisi yaparsa, istenilen sonuç elde edilemez. Ama birçok insan aynı anda protesto gösterileri yaparsa, bu protesto gösterilerinin sonuçları daha etkili baskı mekanizması kurabilir. Peter Benenson 28 Mayıs 1961 yılında ‘The Observer’ gazetesinde “unutulan mahkumlar” başlıklı bir makale yazar. Peter Benenson, İngiltere’de Observer gazetesinde yayınlanan “Unutulmuş Mahkumlar” adlı makalesiyle beraber ‘1961 Af için Çağrı’ adıyla dünya çapında bir kampanya başlatır. Bu çağrısı dünya genelinde yankı bulur ve akabinde Uluslararası Af Örgütü’nün kuruluşu gerçekleşir. İlk uluslararası toplantı Belçika, İngiltere, Fransa, Almanya, İrlanda, İsviçre ve ABD’den katılan delegelerle gerçekleştirilir. Din ve ifade özgürlüğünün savunulmasında sürekliliği olan bir uluslararası hareketin oluşturulmasına yönelik kararlar alınır. güncel güncel 28 aynı şey geçerliydi. Mücadeleci bir kadın hareketini nasıl yarabileceğimizi tartışıyoruz. Stefan: İspanya Madrid’den Pedro yoldaş aramızda, sözü ona vermek istiyorum. Gençlik birbirinden öğreniyor. İspanya’da Tahir meydanı yarattılar. Bu kendiliğindenci hareket nasıl gelişti, Pedro yoldaş? Pedro: Bu gerçekten çok kendiliğinden oldu. 15 Mayıs’ta gerçek demokrasi talebiyle bir yürüyüş yapıldı. 16 Mayıs ve onu izleyen günlerde kitle mücadeleyi sürdürme kararı aldı. Mücadelemizi sürdüreceğiz, sistem değişinceye kadar mücadele edeceğiz ve bunu bütün dünyaya taşıyacağız. Stefan bütün konuşmacılara ICOR’un önemi hakkında söz veriyor: Alınteri temsilcisi: ICOR’la uluslararası dayanışmanın ilk adımları atılıyor. Emperyalizmin barbarlığı artıyor, ama diğer taraftan devrimci hareketlerin dayanışma gereğini de artırıyor. ICOR gelecekteki gelişmiş proleter enternasyonalist birliğin ilk nüvesidir. Bunun için her ülkede sınıf mücadelelerinin güçlendirilmesi gerekiyor. Birbirimizi teşvik etmemizi gerektiriyor. Başlangıçta eylem vardı teziyle hareket edip, ortak faaliyetler geliştirmek ve deneyimlerden karşılıklı öğrenmek zorundayız. ICOR’un kuruluşu ilettiğimiz her yerde coşkuyla karşılandı. Ludvico: Devrimci strateji ve taktiğin temeli işçilerin birliği ve örgütlülüğüdür. Bu anlamda ICOR çok önemlidir. Devrimci güçlerin uluslararası alanda birliğini nasıl ilerletebiliriz: Zamanında Enternasyonal Konferans’ın oluşturulması için de mücadele etmiştik. Enternasyonal Konferans ve ICOR her ikisi de uluslararası birlikler, ama aralarında belirli farklar da var. Enternasyonal Konferans ML parti ve örgütlerin birliğidir. Şimdiye kadar 10 Konferans yapmış olan bu Birlik varlığını sürdürecektir. ICOR’un bileşimi daha geniş ve sosyalizm için mücadeleyi ve proletarya diktatörlüğünü temel alan (ama ML ya da Mao’cu olmak zorunda değil) örgüt ve partilerin birliği. Bu parti ve örgütlerin büyük mü küçük mü olduğu önemli değil. Birlikten güç doğar şiarıyla hareket ediyoruz. ILPS ve ICOR’un birleşmesi daha da anlamlı olacaktır. Bu anlamda yakınlaşma çok önemlidir. Stefan: ICOR öncelikle birlikte pratik ve eylem geliştirerek birliğini güçlendirmeyi hedeflemektedir. Enternasyonal Konferans’a da ihtiyaç vardır. İdeolojik ve siyasi tartışmayı koordine etmek açısından. ICOR öncelikle eylem içinde birbirini tanıma ve birbirine yakınlaşma ilkesini kendisine temel almaktadır. Burada önemli bir şeyi açıklamaktan gurur du- 29 maktır. Uluslararası Af Örgütü’nün dünyanın dört bir yanında 80’den fazla ülkede ofisleri ve daha fazlasında gönüllü grupları, ayrıca 150’den fazla ülkede 3 milyonu aşkın destekçisi bulunmaktadır. Farklı kültürlere, farklı dini ve ideolojik inançlara sahip bu insanlar, temel insan haklarına herkesin sahip olduğu, insan haklarının herkes tarafından benimsendiği, uygulandığı ve korunduğu bir dünya için çalışma kararlılığında birleşiyorlar. Uluslararası Af Örgütü, aktivist, üye ve destekçileriyle birlikte, uluslararası dayanışma temelinde kampanyalar yürüterek, insan haklarını geliştirmek için yılmadan mücadele veriyor. Uluslararası Af Örgütü dünyanın hemen her bölgesinde 150’den fazla ülkede 3 milyondan fazla üye ve destekçiye ulaştı. Uluslararası Af Örgütü 50. yıl dönümünün hemen öncesinde yıllık raporunu açıkladı. Uluslararası Af Örgütü 50 yıllık geçmişi boyunca, küresel olarak insan hakları için çalışmalar yürüttü. Bu çalışmalar arasında uluslararası bir hak olarak tanınan ifade özgürlüğü hakkı da yer alıyordu. Buna rağmen, birçok ülke ifade özgürlüğünü çeşitli yasalar ve gerekçelerle kısıtlamaya devam ediyor. Bazı devletler, Kralı veya devlet başkanını eleştiren herkesi cezalandırıyor. Kimi ülkelerde kadınların başlarını kapatmaları için yasalar çıkarılıyor. 2010 yılında, Uluslararası Af Örgütü dünya çapında 157 ülke ve bölgede yaşanan insan hakları ihlallerini araştırdı ve belgeledi. 2010 yılında, Uluslararası Af Örgütü ifade özgürlüğünün hukuka aykırı olarak kısıtlandığı 89 ülkedeki vakalar üzerine çalışma yürüttü.1961 yılından beri düşünceleri nedeniyle cezaevinde tutuklu bulunan mahkumlar için kampanya yürütülüyor. Şu anda 48 ülkede düşünce mahkumlarının serbest bırakılması için çağrı yapılıyor Uluslararası Af Örgütü 1977 yılında ölüm cezasının kaldırılması için kampanya başlattı. Bu zalimane, insanlık dışı ve onur kırıcı cezanın tamamen kaldırılması için tüm devletlere çağrıda bulunmaya devam ediliyor. Uluslararası Af Örgütü’nden gelen baskı sonucunda Birleşmiş Milletler İşkenceye Karşı Sözleşme’yi 1984 yılında kabul etti. 147 ülkenin sözleşmeyi onaylamasına rağmen, işkence hâlâ yaygın olarak uygulanıyor ve Uluslararası Af Örgütü işkence iddialarını araştırmaya devam ediyor.2010 yılında 98 ülkede özellikle işkence ve diğer kötü muamele vakaları raporlaştırıldı. 1977 yılında sadece 16 ülke ölüm cezasını tüm suçlar için kaldırmıştı. Bu- gün bu sayı 96’ya yükseldi. Bugün ölüm hücrelerinde idam edilmeyi bekleyen 20 bin mahkum var. Sadece Amerika’da 3 bin mahkum ölüm hücrelerinde kalıyor. Ölüm cezaları en çok Çin ve İran’da uygulanıyor. Sadece 2010 yılında İran’da 252 kişi idam edildi. Uluslararası Af Örgütü, tıpkı Peter Benenson’un Af Örgütü’nü kurmak için ilham aldığı Portekizli öğrencilerin yaptığı gibi, dünya çapında özgürlüğün şerefine kadeh kaldırarak 50. yılını kutluyor. Uluslararası Af Örgütü Almanya Seksiyonu, 11-13 Haziran 2011 tarihinde Köln şehrinde yıllık kongresini topladı. Yıllık Kongre her yıl farklı şehirlerde yapılıyor. Bu Haziran’da saat 15’te başladı. Almanya Seksiyonunun yıllık kongresine Mehmet Desde’de davet edilmişti. Mehmet Desde, bu kutlama programında sekiz dakika süren bir konuşma yaptı. Konuşmasında esas olarak, Türkiye’de yaşadıklarını, dayanışma ve hapishanelere gönderilmesi gereken mektupların öneminden bahsetti. Müzik gruplarının söylediği şarkılar ve yapılan konuşmalar ile Af Örgütü’nün kuruluşunun 50. Yıldönümü coşku ile kutlandı. 12 Haziran Pazar günü ülke komisyonları ve özel komisyonların toplantıları yapıldı. İşkenceye karşı grubun davetlisi olarak Mehmet Desde bir sunum güncel güncel 30 Londra Mitre Mahkemesi’nde Peter Benenson’un bürosunda gönüllü destekçiler tarafından küçük bir ofis ve kütüphane açılır. “Üçlü Ağ” her bir grubun coğrafi ve siyasi alanlarda karşıtlıktan üç mahkumun vakasını benimsemesi ve grup çalışmalarının bağımsızlığını vurgulamasıyla kurulur. Af Örgütü’nün ilk mumu, Londra St- Martin’in-The-Fields Kilisesi’nde 10 Aralık İnsan Hakları Günü’nde yakılır. Uluslararası Af Örgütü’nün ilk şübeleri Almanya ve İngiltere’de açılır. “Soğuk savaş”ın hüküm sürdüğü bir dönemde Uluslararası Af Örgütü kuruldu. Batı burjuvazisi bu örgütü özellikle doğu bloğu ülkelerindeki insan hakları ihlallerini ortaya çıkarmak için kullandı. Batı burjuvazisi, doğu bloğu ülkelerini ‘demir perde’ ülkeler olarak adlandırıyor ve bu ülkelerde uygulanan insan hakları ihlallerini kendi çıkarları için kullanıyordu. Batı burjuvazisi tam da bu “soğuk savaş” döneminde Uluslararası Af Örgütü’nü kendi çıkarları için kullanıyordu. Özellikle doğu bloğu ülkelerindeki insan hakları ihlallerine dikkat çekiliyor, batı ülkelerinde uygulanan insan hakları ihlalleri görmezden geliniyordu. Sosyal emperyalist kampın çöküşü ertesinde, Uluslararası Af Örgütü genel olarak insan hakları savunusuna yöneldi. 1961 yılının Haziran ayında Almanya’nın Köln şehrinde gazeteciler için bir yaz festivali düzenlenir. Carola Stern bu festivalde Erich Baker ile tanışır. Erich Baker, İngiliz Avukat Peter Benenson’un arkadaşıdır. Baker, Peter Benenson’un siyasi tutsakların serbest bırakılması için yürüttüğü çalışmaları anlatır. Yaz festivalinin ana teması, özgürlük ve kültür üzerinedir. Festivale katılan yazar ve gazeteciler, düşünce özgürlüğü ve insan hakları konuları hakkında bir şeyler yapma düşüncesindeler. Aynı gece Uluslararası Af Örgütü Almanya Seksiyonu’nun kurulması kararı alınır. Carola Stern, gazeteci Gerd Ruge ve diğer yazarlarla birlikte Uluslararası Af Örgütü Almanya Seksiyonu’nun temeli bu yaz festivalinde atılır. Gelinen aşamada Uluslararası Af Örgütü Almanya Seksiyonu’nun 110 bin üyesi var. Almanya’da gönüllü çalışan 646 gurup var. Uluslararası Af Örgütü, insan haklarına saygı gösterilmesi, insan hakları ihlallerinin engellenmesi ve bu hakların korunması için çalışan insanların oluşturduğu, uluslararası alanda tanınan küresel bir harekettir. Vizyonu, her insanın İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi tarafından kabul edilen insan haklarına ve diğer tüm uluslararası insan hakları standartlarına erişebilmesini sağla- “Soğuk savaş”ın hüküm sürdüğü bir dönemde Uluslararası Af Örgütü kuruldu. Batı burjuvazisi bu örgütü özellikle Doğu Bloku ülkelerindeki insan hakları ihlallerini ortaya çıkarmak için kullandı. Batı burjuvazisi, doğu bloğu ülkelerini ‘demir perde’ ülkeler olarak adlandırıyor ve bu ülkelerde uygulanan insan hakları ihlallerini kendi çıkarları için kullanıyordu. Batı burjuvazisi tam da bu “soğuk savaş” döneminde Uluslararası Af Örgütü’nü kendi çıkarları için kullanıyordu. Özellikle doğu bloğu ülkelerindeki insan hakları ihlallerine dikkat çekiliyor, batı ülkelerinde uygulanan insan hakları ihlalleri görmezden geliniyordu. Sosyal emperyalist kampın çöküşü ertesinde, Uluslararası Af Örgütü genel olarak insan hakları savunusuna yöneldi. yıl yıllık kongrenin Köln şehrinde yapılmasının özel bir anlamı vardı. Çünkü 50 yıl önce Almanya Seksiyonu Köln’de kurulmuştu. Yıllık Kongre, Yönetim Kurulu adına Stefan Kesler’in açılış konuşması ile başladı. Yıllık Kongre, kamuoyuna açık bir kongre değildi. Kongreye, gurupları temsil eden delegeler ve üyeler katılmıştı. Kongre için hazırlanan karar tasarıları daha önceden üyelerin bilgisine sunulmuştu. Kongreye sunulan karar tasarıları üzerine tartışıldı ve karar tasarılarına son biçim verildi. Gelecek çalışma perspektifi üzerine görüş alışverişinde bulunuldu. Çalışma raporu ve mali raporlar tartışılıp onaylandı. Yeni yönetim kurulu seçildi. Kongreye paralel olarak 50. Yıl kutlamaları yapıldı. Köln Dom Kilisesinin önünde yapılan kutlamalar, 11 yaptı. Mehmet Desde, sunumunda yazdığı kitaptan parçalar okudu. Sorulan sorulara cevap verdi. Türkiye’de işkence yöntemlerinin değiştiğini, işkence yapanlara ceza verilmediğini, ceza alan işkencecilerin çok az olduğunu ve işkencenin sistematik olarak devam ettiğini söyledi. Saat 15.30’da ana salonda, Af Örgütü Almanya Seksiyonu Genel Sekreteri Wolfgang Grenz’in yaptığı konuşma ile kongre başladı. Wolfgang Grenz, Af Örgütünün çalışmaları ve yapılması gereken çalışmalar hakkında bilgi verdi. Gündem maddelerinden bir tanesi de uluslararası misafirlerin tanıtılması ve konuşmaları idi. Bu yıl yıllık kongreye misafir olarak Abel Barrera Hernández ve Mehmet Desde çağrılmıştı. Önce Abel Barrera Hernández’in kim olduğu tanıtıldı. Tanıtımdan son- 31 hakları için mücadele verdiğini düşünerek katkı sunuyorlar. Ama bu örgütün kimi yöneticileri, görevlerini kötüye kullanıyor ve örgütün mali imkanlarını kendi çıkarları için kullanıyor. Andaki durumda Uluslararası Af Örgütü eski genel sekreteri Irene Khan’ın durumu üzerine tartışılıyor. Irene Khan 2001-2009 yılları arasında Uluslararası Af Örgütü Genel Sekreterliğini yaptı. Genel sekreterlikten ayrıldıktan sonra Af Örgütü tarafından Irene Khan’a yaklaşık 800 bin Avro para ödendi. Irene Khan’a yüklü miktarda paranın ödenmesinde üyelerin büyük bölümünün haberi yoktu. Bu durumun ortaya çıkmasıyla birlikte, Af Örgütü seksiyonlarından tepkiler gelmeye başladı. Bu tepkiler sonucu, bağımsız bir komisyon kuruldu. Bu komisyon Irene Khan’a ve yardımcısına ödenen parayı araştıracak ve araştırma sonucunu üyelere bildirecek. Uluslararası Af Örgütü Almanya Seksiyonu her yıl kongre yapıyor. Bu kongrede bir yıl boyunca görev yapacak yedi kişilik yönetim kurulu seçiliyor. Genel sekreter yıllık kongrede seçilmiyor. Genel sekreter yönetim kurulu tarafından profesyonel menejer olarak istihdam ediliyor. 2009-2011 yılları arasında Almanya Seksiyonunun genel sekreteri Monika Lüke idi. Yönetim kurulu Haziran 2011 tarihinde Monika Lüke’nin görevine son verdi. Yönetim kurulu, Monika Lüke ile yönetim sorunlarında anlaşamadığı bilgisini verdi. Görevden almanın arkasında para sorunu var mı? Bu şimdilik bilinmiyor. Ama Af Örgütü Almanya Seksiyonu kongresine, mali hesapları denetleyen denetimcinin bir raporu sunuldu. Bu raporda Monika Lüke’nin giderlerinin bir önceki genel sekretere oranla büyük ölçüde arttığı tespitleri var. Af Örgütü hakkında yaptığımız bu tespitlerden, bu örgütün içinde çalışılmayacağı sonucu çıkarılmamalı. İnsan haklarını savunmak aslında en başında komünistlerin ve devrimcilerin görevidir. Esasında komünistler kendi insan hakları örgütlerini yaratmak zorundadır. İnsan haklarını savunmak gerçek anlamda devrimcilerin işidir. İnsan hakları savunuculuğu pasifist örgütlere bırakılmamalıdır. Pasifist örgütler içerisinde de devrimciler çalışmalı. İnsan hakları mücadelesi, pasifist örgütlerin değil, devrimcilerin mücadelesi olmak zorundadır. Bu anlamda insan hakları mücadelesi, bizim mücadelemizdir. Bu mücadele pasifist ve reformist kurumlara havale edilmemelidir. 16 Haziran 2011 Köln’den bir YDİ Çağrı okuru ✓ KADER'e bak... Meclis yine erkek! 2 011 genel seçimleri öncesinde, Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği (KADER), 12 Haziran seçimlerinde meclise daha fazla kadının girebilmesi amacıyla bir kampanya başlattı. Kampanyanın sloganı meclise girecek olan tüm milletvekillerinin yarısını temsilen “275 Kadın” idi. 2007 Genel seçimleri öncesinde de ’’Meclis’e girmek için erkek olmak şart mı?’’ diyerek ’’bıyıklı kampanya’’ yürüten KADER, 2009 yerel seçimleri öncesinde de Recep Tayyip Erdoğan, Deniz Baykal ve Devlet Bahçeli’yi aynı karede buluşturan posterlerle gündeme gelmişti. Mart ayı başlarında kamuoyuna duyurulan kampanyada hedeflerinin 275 milletvekili olduğunu belirten KADER Başkanı Çiğdem Aydın, "Biz, eşit temsil, gerçek demokrasi, yeni anayasa ve engelleri aşmak için Meclis’te 275 kadın milletvekili görmek istiyoruz’’ dedi. Kampanyaya yazar Ayşe Kulin, televizyoncu Ayşe Özgün, Gülben Ergen, Sertap Erener gibi sanatçılar, köşe yazarı Nihal Bengisu Karaca, Ümit Boyner ve Hürriyet Gazetesi Yönetim Kurulu Başkanı Vuslat Doğan Sabancı gibi kadın patronlar da destek verdiler. Bu kampanyada öne çıkarılan sloganlar “eşit temsiliyet, gerçek demokrasi, yeni anayasa ve engelleri aşmak” şeklinde belirlenmiş. Kampanyanın sloganlarından ve destekçilerinden de anlaşılacağı gibi bir burjuva kadın hareketi olarak KADER’in aslında geniş işçi ve emekçi kadınların erkek egemenliği, şiddet, yoksulluk, işsizlik, açlık gibi gerçek sorunları ile uzaktan, yakından bir ilgisi yok. İşçi ve emekçi kadınların gerçek sorunlarını gündeme taşıyıp talepleri için mücadele vermek gibi bir derdi olmayanların, Vuslat Doğan Sabancı gibi patroniçelerin desteğine dört köşe olanların, kadın olsun da kim olursa olsun mantığı ile yaklaşanların gerçekten kadınların erkek egemen sistemden kaynaklanan sorunlarına çözüm bulmaları beklenemez. KADER, kadın haklarını savunma adına güya sınıflarüstü ve siyasetlerüstü bir çalışma yürütüyor. Kampanyayı tanıtım basın açıklamasında hangi parti daha fazla seçilebilecek yerden kadın aday gösterirse ve meclise en fazla kadını taşımayı vaat ederse o partinin desteklenmesi gerektiği yönlü açıklamalar bu yaklaşımın açık örneğidir. Diyelim ki KADER’in kampanyası tutmuş olsun yeni kadın dünyası güncel 32 ra Hernández kısa bir konuşma yaptı. Abel Barrera, yıllardan beri İndigen halkının mücadelesini yürütüyor. Meksika’nın Guerrero şehrinde oturuyor. Meksika nüfusunun %10’nu İndigen halkı oluşturuyor. Bu ülkede İndigen halkı ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyor. İndigen halkı yoksulluğun pençesinde kıvranıyor, iş bulamıyor ve çocuklar okula gidemiyor. Sadece İndigen halkına Meksika devleti baskı uygulamıyor, aynı zamanda mafya çeteleri de İndigen halkına baskı uyguluyor ve tehdit ediyor. Meksika’da işkence, tecavüz ve göz altında kaybetme olayları devam ediyor. İnsan hakları savunucusu Abel Barrera Hernández ve arkadaşları 1994 yılında, Guerrero şehrinde İnsan Hakları Merkezi’ni (Tlachinollan) kurdular. Yakın iki arkadaşı öldürüldü. Bu yıl Af Örgütü Almanya Seksiyonu, Abel Barrera Hernández’e 27 Mayıs 2011 tarihinde Berlin’de yapılan bir törenle insan hakları ödülünü verdi. İkinci misafiri işkenceye karşı komisyonda çalışan Judith Allert tanıttı. Allert, Mehmet Desde’nin Türkiye’de işkence gördüğünü, adil bir şekilde yargılanmadığını, Türkiye’de yaşadıklarının kitabını yazdığını, kitabın burada satıldığını belirtikten sonra sözü Mehmet Desde’ye verdi. Mehmet Desde, işkence kurbanının sadece kendisi olmadığını, TİHV’in verilerine göre 12 Eylül askeri darbesinden bu yana bir milyon insana işkence yapıldığını, kimilerinin işkencede öldüğünü, kimilerinin sakat kaldığını, kimilerinin de gözaltında kaybedildiğini söyledi. Desde devamla, dayanışmanın bir silah olduğunu, hapishaneye gönderilen her mektubun dışarıya açılan bir pencere işlevini gördüğünü, kendisine gönderilen mektupların, kendisine cesaret verdiğini ve dayanışmanın unutulmaması gerektiğini belirtti. Salonda binin üzerinde insan vardı. Her iki misafirin konuşması ayakta alkışlandı. 13 Haziran Pazartesi gönü öğlen saatlerinde yıllık kongre çalışmalarını tamamladı. Uluslararası Af Örgütü 50. kuruluş yıldönümünü kutluyor. Batı burjuvazisi, bu örgütü 29 yıl boyunca kendi çıkarları için kullandı. Bu örgüt reformist ve sistem içi bir örgüttür. Halkların haklı mücadelesinin şiddet temelinde gelişmesine karşı çıkıyor bu örgüt. Yukarda da aktardığımız gibi, bu örgütün gönüllü destekçileri var. Düzenli aidat ödeyen milyonlarca üyesi var. Düzenli gelirin sağlandığı mali kaynakları var. Bu örgüt kendi içinde nerde ise bir tekel konumuna gelmiştir. Bu durum ise örgütün giderek yozlaşmasına yol açıyor. Bu örgüte destek verenler, insan 33 ve gerçekten hatırı sayılır oranda kadın meclise girmiş olsun. Bu ezilen işçi ve emekçi kadınların sorunlarının çözüleceği yada çözüm için ciddi adımların atılabileceği anlamına gelecek mi? Kuşkusuz hayır! Herşeyden önce eğer bu meclis burjuva sınıfının çıkarlarının korunup kollandığı bir meclis ise, eğer erkek şovenisti bir meclis ise siz istediğiniz kadar bu meclise kadın vekil gönderin özde fazla bir şey değişmeyecektir. Bundan daha önemli olanı ise kadın vekillerin sayısından çok bu vekillerin kimler olduğu, hangi ideolojik yaklaşımlara sahip olduğudur. KADER için bunun hiçbir önemi yoktur. İster MHP’li faşist ideolojinin savunucusu, ister CHP’li Türk şovenisti yada AKP’li liberal dinci olsun. 12 Haziran seçimleri öncesi mecliste bulunan çeşitli CHP kadın milletvekillerinin nasıl Kürt ve azınlık halklara karşı düşmanlık körüklediklerini, nasıl Ergenekoncu, darbe savunucusu olduklarını biliyoruz. Ya da Aileden Sorumlu Devlet Bakanımız Aliye hanımın nasıl kadın düşmanı, kadını erkeğin ve ailenin hizmetçisi olarak gören anlayışlara sahip olduğunu, nasıl eşcinsel düşmanı değerlendirmeler yaptığını henüz unutmadık. Bu örnekler daha da çoğaltılabilir. Egemen gerici-faşist ideolojilerin savunucuları olan kadın milletvekillerinin sırf kadın oldukları için desteklenmesi biz işçi ve emekçi kadınlar açısından olacak iş değildir. Çünkü çok iyi biliyoruz ki kadın sorunu öyle sınıflarüstü, siyasetlerüstü bir sorun değildir. Burjuvazi ve sermaye sınıfı tüm ezilenlere olduğu gibi ezilen cins olarak kadınların da düşmanıdır. Egemenler hergün yaşadığımız ve bitmek bilmeyen baskıların, ayrımcılığın, şiddetin baş sorumluları ve yaratıcılarıdırlar. İşte egemen sınıfın kadınlarının da tüm bu sorunların suç ortakları oldukları unutulmamalıdır. Genel seçimde kadın oranları 34 12 Haziran’da yapılan genel seçimlerde partilerin ka- dın vekil vaatlerinin içinin boş olduğu bir kez daha görüldü. Toplam 550 milletvekilinden, 472 erkek vekile karşılık yalnızca 78 kadın milletvekili meclise girebildi. Geçen dönem mecliste bulunan 50 kadın vekil ile karşılaştırıldığında bir ilerleme kaydedilmiş olsa da 550 sayısı ile kıyaslandığında bu sayı komik bir sayıdır. PA NOR A M A Afrika kıtasında yeni bir devlet! Kadın vekillerin partilere göre dağılımı ise şöyle: AK Parti'nin 326 vekilinden 45’i, CHP'nin 135 vekilinden 19’u, MHP'nin 53 vekilinden 3’ü, BDP’nin desteklediği 36 vekilden ise 11’i kadın. Diğer partilerle karşılaştırıldığında BDP’nin desteklediği ve seçilen kadın vekiller, bağımsızların milletvekili sayısına oranla daha yüksektir. Bağımsızların neredeyse üçte biri kadın milletvekillerinden oluşuyor. 81 ili bulunan Türkiye’de toplam 43 ilden seçilen141 milletvekili arasından hiç kadın milletvekili çıkmadı. 26 ilden birer, yedi ilden ikişer, bir ilden üç, bir ilden de dört kadın milletvekili seçildi. İstanbul, Ankara ve İzmir'den seçilen toplam 142 milletvekilinin sadece 31'i kadın milletvekili. Evet. 12 Haziran genel seçimlerinin kadın vekiller açısından tablosu bundan ibaret. KADER’in kampanyası da pek bir işe yaramadı. Meclis yine erkek çıktı. İşçi ve emekçi kadınların gerçek kurtuluşunun egemenlerin seçim aldatmacasında olmadığını biliyoruz. Biz kadınların gerçek kurtuluşu bu aldatmacaya karşı çıkmak, egemenlerin oyunlarına alet olmamaktır. Kurtuluşumuz kendi alternatifimizi örgütlemekle, erkek egemen kapitalist sisteme karşı emekçi kadın temsilcilerimizi yaratıp ortaya çıkarmakla mümkün olacaktır... Haziran 2011 ✓ - GÜNEY SUDAN CUMHURİYETİ - Bu yazıyı okuduğunuzda, Afrika kıtasındaki devletlerin sayısı “Güney Sudan Cumhuriyeti” ile artmış olacak. Güney Sudan, Sudan’dan ayrılma yönündeki kararını, 9-15 Ocak 2011 tarihlerinde yapılan referandumda, kullanılan oyların yaklaşık %99’u ile verdi. Resmen ayrı devlet olma kararı ise altı aylık geçiş süreci sonrasında, 9 Temmuz 2011 tarihinde ilan edilecek. Bu altı aylık geçiş sürecinde esas olarak resmi kurumların birbirinden ayrılması, taraflar arasında çözülmesi gereken sorunların çözümüne çalışılması gerektiği yönlü tavır belirlenmişti. 2011 Ocak ayından bugüne kadarki gelişmelere bakıldığında, sorunların tümü çözülmemiş de olsa, Güney Sudan Cumhuriyeti adıyla yeni bir devletin kurulacağı kesin görünüyor. Sudan’daki çatışmalar ve iç savaş ile ilgili dergimizde takındığımız tavırlar, esasta Darfur’daki katliamlarla ilgiliydi. Fakat, sözkonusu yazılarda Sudan’ın esas sorunlarından biri olan Güney Sudan ve Güney Sudan’ın özerkliği için merkezi hükümetle silahlı mücadele yürüten Sudan Halk Özgürlük Ordusu (SPLA) ve sonradan partiye dönüşen Sudan Halk Özgürlük Hareketi (SPLM) hakkında da bilgi vermiş, tavır takınmıştık. panorama yeni kadın dünyası 12 Haziran seçimleri öncesi mecliste bulunan çeşitli CHP kadın milletvekillerinin nasıl Kürt ve azınlık halklara karşı düşmanlık körüklediklerini, nasıl Ergenekoncu, darbe savunucusu olduklarını biliyoruz. Ya da Aileden Sorumlu Devlet Bakanımız Aliye hanımın nasıl kadın düşmanı, kadını erkeğin ve ailenin hizmetçisi olarak gören anlayışlara sahip olduğunu, nasıl eşcinsel düşmanı değerlendirmeler yaptığını henüz unutmadık. Bu örnekler daha da çoğaltılabilir. 30 Temmuz 2005 tarihinde içinde bulunduğu Helikopterin düşmesi sonucu Garang öldü. Yerine yine SPLM’den biri olan Salva Kiir geçti. Bu gelişme sonrasındaki dönemde, özerklik talebi yerine giderek “bağımsız” ayrı bir devlet olma talebi ağırlık kazandı. Örneğin dergimizin 86. sayısında, sayfa 19-20’de yayınlanan 15 Ocak 2005 tarihli ve “Darfur’da ölümler sürüyor” başlıklı yazımızda, 9 Ocak 2005 tarihinde SPLA (SPLM) ile Sudan merkezi hükümetiyle yeni bir anlaşmanın imzalandığını yazmıştık. Şimdi Güney Sudan’daki gelişmeler sözkonusu bu anlaşmanın ürünü ve sonucudur. Andaki gelişmeyi daha iyi anlayabilmek için sözkonusu anlaşmaya ve sonrası gelişmelere kısaca da olsa bakalım. “BARIŞ ANLAŞMASI” 9 Ocak 2005 tarihinde imzalanan anlaşma ile Sudan’da 1983 yılından beri yürüyen iç savaşa resmen son verildi. Sözkonusu bu anlaşma esasında başta ABD emperyalizmi olmak üzere “Batılı” emperyalist güçler ve BM gibi emperyalistlerin kurum ve kuruluşlarının dayatmasıyla, Sudan yönetimiyle yaptığı pazarlıklar sonucu gerçekleşmişti. “Tarihi anlaşma” olarak gösterilen bu anlaşma metninin imza töreninde, o dönem ABD emperyalizminin temsilcisi Powell’de boy gösteriyordu… Özellikle 2003 yılından itibaren yoğunlaştırılan “barış görüşmeleri”nin perde arkasında yatan esas şey, 1990’lı yılların sonlarına doğru Güney Sudan’da 35 Anlaşma sonrası gelişmeler… SPLM/SPLA lideri John Garang merkezi Sudan yönetiminde Başkan Yardımcısı ve Güney Sudan’ın da geçici Başkanı olarak Güney Sudan’ın ayrılması siyasetini savunmuyordu. Esasta özerklik temelinde birlikte yaşama ve Sudan’ı demokratikleştirerek “yeni Sudan” haline getirme yönünde tavır takınıyordu. 30 Temmuz 2005 tarihinde içinde bulunduğu Helikopterin düşmesi sonucu Garang öldü. Yerine yine SPLM’den biri olan Salva Kiir geçti. Bu gelişme sonrasındaki dönemde, özerklik talebi yerine giderek “bağımsız” ayrı bir devlet olma talebi ağırlık kazandı. Sudan’a barışın gelmesi sorununda ise SPLM ya da SPLA ile merkezi yönetim arasındaki çatışmalar esasında son bulmuştu. Ama iç savaş biçiminde olmasa da, hem Güney Sudan’da, hem de Kuzeyde farklı biçimlerde çatışmalar son bulmadı. Medyada çoğunlukla aşiret, klan arası çatışmalar olarak gösterildiği olaylarda binlerce insan yaşamını yitirdi. Sözkonusu çatışmaların kaynağı, ya da nedeni ise hemen her somutta farklıdır. Çoğunlukla da arazi, su ve hayvan sürüsü üzerine yürüyen çıkar dalaşı, sözkonusu çatışmaların kaynağı olmaktadır. Örneğin hayvanların otlatılması ve hayvanlara su içirilmesi, hayvancılıkla uğraşan kesimin yaşam kaynağı olma durumunda. Bunun için de sulak arazinin, suyun olduğu alanlar gerekiyor. Böylesi alanların azlığı, Seçimler… Sudan’da 24 sene sonra ilk kez yapılacak bu seçimlerin önemli sorun çıkmadan gerçekleşmesi, hem Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir, hem de Güney Sudan için önemliydi. Beşir için seçimlerin önemi, yeniden Başkan seçilmesiyle kendisi hakkında Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından –Darfur’daki katliamlar nedeniyle–, savaş suçlusu ve insanlığa karşı cürüm işlemekten dolayı 4 Mart 2009 tarihinde alınan tutuklama kararına ve özellikle “Batılı” emperyalist güçler tarafından izole edilme çabasına karşı, kendisini Sudan’ın meşru Başkanı olarak gösterebilmesiydi. Güney Sudan için ise, bu seçimlerin esas önemi, 2011 yılı başında yapılması öngörülen referandumla ilgiliydi. Seçimlerde herhangi önemli bir terslik ol- ması ya da yapılamaması durumunda, Devlet Başkanı Beşir’in eline bahane sunulmuş ve referandumun yapılması tehlikeye girmiş olacaktı. Seçimler, 11-15 Nisan 2010 tarihlerinde, 16 milyon kadar kayıtlı seçmenin (seçmenlerin %80 kadarı) seçim sandığına çağrıldığı ve eş zamanlı çok seçimin gündemde olduğu –başkanlık, parlamento, eyalet valiliği vb.– biçimde gerçekleşti. Güney Sudan’da ayrıca özerk bölgenin parlamento ve başkanlık seçimleri yapıldı. Beşir, kendisi hakkındaki tutuklama kararının Sudan’ın Kuzey bölgesinin Müslüman kesimi üzerinde yaptığı etkiyle de yeniden başkanlığa seçildi. Güney Sudan’ın konumunu belirleyecek referandumun yapılması planı da değişmedi. Böylece dikkatler 2011 Ocak ayı başında yapılacak referanduma yöneldi. panorama panorama 36 petrol yataklarının varlığının keşfedilmesinden öte, petrol üretiminin başlatılmasıdır. 2003-2004 yıllarına gelindiğinde ise Çin’in ve giderek Hindistan ve Malezya’nın da Sudan ile anlaşmalar imzalayarak ABD ve AB içindeki kimi emperyalistlerin pazarını ele geçirmeye başlamasıdır. Anlaşmaya göre Güney Sudan’ın özerkliği kabul ediliyor, SPLA lideri John Garang merkezi Sudan yönetiminde Başkan Yardımcılığı, Güney Sudan’ın da geçici Başkanlığı koltuğuna oturtuluyordu. SPLM parlamentoda milletvekili sandalyelerinin %28’ini elde ediyordu. Ayrıca Güney Sudan’da çıkan petrolün gelirleri de ortak olarak paylaşılacaktı. Bu arada merkezi yönetimin ordusunun Güney Sudan’dan ve SPLA’nın silahlı güçlerinin Kuzey Sudan’a ait sayılan bölgelerden çekilmesi, ordu güçlerinin yeniden yapılandırılması vb. vb. konular da çözülmesi istenen sorunlardı. Altı senelik bir geçiş sürecinden sonra ise –yani savaşın sonlandırılmasından barışçıl bir sürece geçiş sonrasında–, yapılacak bir referandumla Güney Sudan’ın ayrı devlet olup olmayacağı, ya da özerklik temelinde birlikte kalıp kalmayacağı hakkında karar verilecekti. Sözkonusu referandumdan önce ise tüm Sudan’da yapılacak seçimlerin –başkanlık, parlamento, valilikler vb. seçimlerin– gerçekleşmesi gerekiyordu. bu arazilere birçok kesimin –özellikle de belli mevsimlerde– akışını beraberinde getirmektedir. Bu da somutta karşılıklı çatışmalara yol açmaktadır. Güney Sudan bağlamında özellikle 2005 yılından buyana öne çıkan başka gelişmeler ise, özerk yönetimin kitlelerin temel sorunlarına hemen hemen hiç cevap verememiş olması, petrolden ve destekçi kimi emperyalist güçlerden gelen paranın da, yönetim tarafından yiyicilik, rüşvetçilik biçiminde kullanılması vb. tavırlara bağlıdır. Halkın yaşam imkanlarının durumunun savaş dönemi durumundan daha kötü olduğu yönlü tespitler, doğrudan kimi yetkililerin takındığı tavırlarda yapılmaktadır. Bunun yanısıra Güney Sudan’da başlayan iktidar dalaşı da çatışmalara yol açan nedenlerden biridir. Örneğin valilik seçimlerinde seçimi kaybeden SPLA eski komutanı George Athor Deng, seçimde sahtekârlık yapıldığı iddiasıyla SPLA’ya karşı silahlı mücadele başlatmıştır. Bu mücadelenin bastırılma çabasında SPLA’nın insan haklarını ağır biçimde çiğnediği belirtilmektedir. BM Koordinasyon Şefi Giovanni Bosco’nun 2010 yılı başında yaptığı açıklamaya göre, 2009 yılında Güney Sudan’daki çatışmalarda en azından 2500 insan öldürülmüş, 300.000 kadar insan da hayatını kurtarabilmek için yerinden-yurdundan kaçmak zorunda kalmıştır. Özetle aktardığımız bu gelişmelere bakıldığında 2010 yılı Nisan ayında yapılması planlanan seçimlerin, hem genel olarak Sudan’da, hem de özel olarak Güney Sudan’da gerçekleşip gerçekleşmeyeceği, ya da nasıl geçeceği soru işaretiydi. Referandum… 2008 yılı verilerine göre Güney Sudan’ın nüfusu 8,26 Milyondur. Seçmen sayısı ise -bu sayı Kuzey Sudan’da yaşayan Güney Sudanlıları da içermektedir– 4 Milyon civarında gösterilmektedir. Referandumun geçerli kabul edilmesi için önkoşul, seçmenlerin en azından %60’ının referanduma katılmasıydı. Yani %59 katılımlı bir referandumda sonuç %100 evet çıksaydı da, geçersiz sayılacaktı. En az %60 katılımlı referandumda sonucun kabulü için ise %51 oran gerekiyordu. En gecinde 2009 yılında, eğer referandum yapılırsa, sonucun ayrılma yönünde olacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Öyle de oldu. 9-15 Ocak 2011 tarihlerinde referandum yapıldı. Yaklaşık 4 Milyon kayıtlı seçmenin 3,8 Milyonunun referanduma katıldığı ve yine yuvarlak hesapla %99 oranla ayrılma yönünde oy kullandığı resmi yetkililerce açıklandı. Kimi seçim bölgelerinde kullanılan oyların seçmen sayısından çok olması, bu bağlamda seçim sahtekârlığının yapılması da, büyük çoğunluğun ayrılma yönünde oy kullandığı sonucunu ortadan kaldırmadı. Sudan Devlet Başkanı Beşir referandumun sonucunu tanıdığını açıkladı. “Bağımsızlık”, ayrı devlet olmayı ilan etmek ise, 6 aylık geçiş sürecinden sonra 9 Temmuz için öngörülmektedir. 9 Temmuz’da resmen Güney Sudan Cumhuriyeti’nin kuruluşu ilan edilirse, 9 Ocak 2005 tarihindeki “Barış Anlaşması” planı da esasta yerine getirilmiş olacaktır. Fakaaat(!) Güney Sudan ile Sudan yönetimi arasındaki sorunlar bitmiş olmayacaktır! 37 Kalan kimi sorunlar, çelişkiler… yana olduğunu göstermektedir. Bu da Kuzey Sudan’ın şimdiye kadarki gelirlerine göre, petrol gelirlerinden büyük oranda kayba uğraması anlamına geliyor. Bu konuda anlaşıp anlaşamayacaklarını da önümüzdeki süreç gösterecektir. Sınırların belirlenmesi ve petrol gelirlerinin nasıl paylaşılacağı meselesi aynı zamanda devlet borçlarının paylaşımı meselesinde tarafların tavrını belirlemesine de yol açacaktır. Örneğin, eğer Güney Sudan yönetimi bu ilk iki sorunda Kuzey Sudan yönetiminin isteklerine taviz vermezse, o zaman Kuzey Sudan yönetimi Güney’den acısını çıkarmaya çalışacaktır. Sonuçta, başta sınır belirleme ve petrol gelirlerini paylaşma meselesi, eğer müzakere ile çözülmezse, yeni çatışmalara yol açabilecek potansiyele sahiptir. Burada emperyalistlerin rolüne pek değinmedik. Güney Sudan’ın ayrılma hakkını kullanması ile, bu durumu kendi çıkarları için kullanan emperyalist güçlerin sömürgeci emelleri bir ve aynı olmasa da, sonuçta, Güney Sudan Cumhuriyeti’nin gerçekten bağımsız bir devlet olduğu söylenemez. Sorunun temelinde de, emperyalistler arası dalaş, Sudan’a, Sudan’ın zenginlik kaynaklarına egemen olma çabası yatmaktadır. ABD ve AB içindeki kimi emperyalistlerin çabasına rağmen, Çin emperyalizmi sadece Kuzey Sudan’a değil, Güney Sudan’a da yerleşmiş ve diğer emperyalistlerin pazarını ele geçirmeye başlamıştır. Güney Sudan’da hangi emperyalist gücün kazançlı çıkacağını ise önümüzdeki süreçte göreceğiz. Emperyalistlerin şemsiyesi altında kurulan ayrı devletlerde de, işçilerin emekçilerin gerçek kurtuluşu mümkün değildir. Kapitalist sömürü düzeninin ve kapitalistlerin egemenliğinin varlığı koşullarında, kurulan yeni devlet emperyalistlerden bağımsız bile olsa işçilerin, emekçilerin gerçek kurtuluşu mümkün değildir. Ne o, ne o! İşçilerin, emekçilerin, ezilen halkların gerçek kurtuluşu, ancak emperyalizme, kapitalist sisteme karşı mücadele ile, sömürü sistemini yıkıp yerine işçilerin, emekçilerin kendi iktidarının kurulmasıyla mümkündür. Somut olarak Sudan’da, hem Kuzey’inde hem Güney’inde emperyalizme, feodalizme ve gericiliğe karşı demokratik devrim için mücadele, ezilenlerin, sömürülenlerin kurtuluşu ve sosyalizme gidiş için zaruri mücadeledir. Dayanışmamız bu mücadeleyi yürütenlerledir! 13 Haziran 2011 ✓ Salih’in yerine kim gelecek? panorama panorama 38 Kalan sorun ve çelişkiler içinde öne çıkan sorunların başında, Güney Sudan’ın sınırlarının belirlenmesi, petrolden elde edilen gelirin nasıl paylaşılacağı, devlet borçlarının –yaklaşık 34 Milyar dolar– kimin tarafından ya da nasıl üzerleneceği gibi sorunlardır. Özellikle sınırların belirlenmesi meselesi daha şimdiden çatışmalara yol açan bir sorun durumundadır. Örneğin Abyei, Yukarı Nil ve Nuba Dağları bölgelerinin Kuzey’e mi Güney’e mi ait olacağı konusunda her bölgede referandum yapılması kararı alınmış olmasına rağmen uygulanmamıştır. Abyei’de özellikle petrol kaynaklarının bulunması çelişkilerin şiddetlenmesini beraberinde getirmektedir. Abyei’de yapılması gereken referandumun belirsiz tarihe ertelenmesi, tarafların (Kuzey ve Güney’in) Abyei’yi kendi bölgesine ait olarak görüp silahlı güçlerini bu bölgede tutması, Mart ayı başından itibaren çatışmalara yolaçmıştır. Kuzey yönetimi 21 Mayıs’ta Abyei’yi işgal etmiş, Sudan Başkanı Beşir, Abyei’nin Kuzey’e ait olduğunu ilan etmiştir. Bu arada onbinlerce insan yerinden-yurdundan kaçmak zorunda kalmıştır, yüzlerce insan yaşamını yitirmiştir. Abyei sorunu, anda çatışmaların temelini oluşturma durumundadır. Kimi burjuva yorumcular Beşir’in, petrol gelirlerinin paylaşılmasında koz olarak kullanmak için Abyei’yi işgal ettiğini öne sürmektedir. Pazarlıklar için bu iddia kabul edilse de, Abyei’nin Kuzey Sudan’a ait olduğunu savunan Beşir’in, sadece pazarlık için Abyei’yi işgal ettiğini düşünmenin eksik olduğunu söyleyebiliriz. Beşir yönetimi ne Abyei’yi, ne de diğer adı geçen iki bölgeyi Güney Sudan’a vermekten yanadır. Abyei somutunda yürüyen çatışmalar, Kuzey ile Güney Sudan yönetimleri arasındaki çelişkilerin, çatışmaların, kısa sürede son bulmayacağına işaret etmektedir. Güney Sudan’ın ayrılık kararı ile Sudan’da varolduğu söylenen petrol kaynaklarının en azından %75’i, kimi verilere göre %80’den fazlası Güney’de kalmaktadır. Bu durumda petrolün esas sahibi Güney Sudan Cumhuriyeti olmaktadır. Fakat bu petrolün transport yolu ise Kuzey Sudan üzerinden gerçekleşme durumundadır. Çelişki esas olarak Güney Sudan yönetiminin petrol gelirlerini ortaklaşa paylaşıp paylaşmayacağı meselesinde düğümlenmektedir. Andaki görüntü, Güney Sudan yönetiminin transport etme meselesini Kuzey’e fiyatını ödeyerek halletmekten - YEMEN - Yemen’de feodal ilişkilerin dini tavırlarla içiçe geçtiği ve kitleler üzerinde hâlâ önemli bir etkide bulunduğu olgudur. Aşiretler arası çatışmaların yer yer yaşandığı da olgudur. Fakat, Salih’in yönetimine karşı mücadele, Tunus, Mısır ve diğer kimi Arap ülkelerinde olduğu gibi “ekmek ve özgürlük” için mücadeledir. T unus’taki gelişmelerin tetiklediği protesto ve isyan eylemlerinin etkilediği ülkelerden biri de Yemen oldu. 27 Ocak 2011 tarihinden itibaren Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih’in istifasını isteyenlerin eylemleri hâlâ sürüyor. Gelişmeler öyle ya da böyle, Salih’in başkanlığı döneminin son bulacağına işaret ediyor. Açık olmayan şey, Salih’in yönetiminin resmen ne zaman son bulacağı ve onun yerine kimin geleceğidir. Yemen’deki gelişmelere özetle değinmeden önce, burjuva medyanın verdiği haberlerdeki üç noktaya dikkat çekmek istiyoruz. Birincisi, Salih’in Yemen’i 32, ya da 33 seneden beri yönettiği tespitidir. Bu tespit yarı doğru, yarı yanlıştır. Şöyle ki, andaki Yemen, 22 Mayıs 1990 tarihinden beri vardır. Bu tarihten önce Yemen iki ayrı devletten oluşuyordu. Salih, 1978’de o dönemin Yemen Arap Cumhuriyeti’nde (Kuzey Yemen’de) Başkanlık koltuğuna oturmuştur. Ama Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti 22 Mayıs 1990 tarihine kadar Salih tarafından yönetilmemiştir. Salih’in 32, ya da 33 yıldır Yemen’i yönettiği yönlü haberlerde, 1990 yılına kadar iki ayrı Yemen devletinin var olduğu olgusu güme gitmektedir. İkincisi, Yemen’deki protestoların, çatışmaların Tunus ve Mısır’daki gelişmeler sonucu olduğu yönündeki haberlerdir. Özellikle Tunus’taki gelişmelerin Yemen’deki protestoları tetiklediği, kitlelerin giderek daha fazla Salih’in istifasını istediği yönlü haber doğrudur, ama yine sadece doğrunun yarısıdır. Doğrunun diğer yarısı ise, Yemen’deki çatışmaların Tunus’taki gelişmelerden önce var olduğu, ABD emperyalizminin “terörizme karış mücadele” adına, Suudi Arabistanı da işin içine çektiği ve Yemen’de El Kaide’ye karşı mücadele adına savaşı giderek yoğunlaştırmaya çalıştığı gerçeğidir. Bu bağlamda dergimizin 141. sayısında, sayfa 22-24’te ve 26 Ocak 2010 tarihli yazımızda tavır takınmıştık. Yani Yemen’deki çatışmalar Tunus’taki gelişmelerle yoğunlaşsa da, daha önceden vardı. Andaki çatışmaların bir bölümü de, bu önceden varolan çatışmaların devamıdır. Üçüncüsü ise, Salih yönetimine karşı mücadele- 39 Özetle gelişmeler… 40 Burada kendimizi, 27 Ocak 2011 tarihinden itibaren başlayan protestoları ve bu protestoların bugün vardığı noktayı ele almakla sınırlıyoruz. 27 Ocak’ta Başkent Sanaa’da yaklaşık 16 bin kişinin katıldığı bir yürüyüşle, Salih’in yönetimi ve uyguladığı siyaset protesto edildi, Salih’in istifası istendi. Yürüşte dile gelen diğer temel talepler ise, daha iyi yaşam koşulları, işsizliğe karşı mücadele, rüşvetçiliğe, yiyiciliğe son verilmesi, sosyal adaletsizliğin ortadan kaldırılması, eğitim koşullarının düzeltilmesi vb. taleplerdi. 2 Şubat’a gelindiğinde Salih, kitlelerin protestolarını dindirebilmek için bir dahaki seçimde (2013 yılında) aday olmayacağını, koltuğunu oğluna da devretmeyeceğini açıkladı. Bu arada kimi reformlar yapacağı ve ücretleri artıracağı yönlü açıklamalarda da bulundu. Yetmedi! Protesto eylemleri sürdü ve kolluk güçleri eylemcilere saldırdı, kimi protestocular öldürüldü. Bunun üzerine protestolar giderek daha da yoğunlaştı ve katılım yükseldi. 18 Şubat’ta Taizz şehrinde hem muhalefetin hem de Salih yanlısı kesimin iki eylemi vardı. Her birine 10 bin kişinin katıldığı haberi verildi. Sanaa’da da Salih yanlıları, muhalif kesime saldırdı. Yine birkaç kişi yaşamını yitirdi. 21 Şubat’tan itibaren, Mısır’da “Tahrir Meydanı” örnek alınarak “Değişim Meydanı” adını verdikleri meydanda kamp kuruldu. Protestolar, çatışmalar bazen yoğunlaşıp bazen azalırken, 10 Mart’ta yine Salih’in reformlar yapacağı açıklandı. Bunun içinde yeni bir hükümetin kurulması ve bu yeni hükümetin de yeni bir Anayasa hazırlaması, güçler dağılımının yeniden belirlenmesi ve sözkonusu yeni Anayasa’nın yıl sonuna doğru halkın oyuna sunulması gibi vaatler vardı. Bunlara ek olarak da başkanlık seçiminin de 2011 sonu, 2012 yılı başlarında yapılacağı açıklandı. Bu da, kitlelerin protestolarını dindirmeye yetmedi! Salih’in istifası istendi. Bu açıklamadan sonraki dönemde çatışmaların ve protestoların yoğunlaşmasını tetikleyen esas gelişme 18 Mart’ta yaşandı. Cuma namazından sonra başlayan eylemlere kolluk güçleri şiddetli saldırılarda bulundu. Sanaa’da 52 kişi katledildi ve 240 kişi yaralandı. Salih olağanüstü hal /sıkıyönetim ilan etti ve genel olarak silah bulundurma yasağı koydu. Bu olaylar hem kitleler içinde Salih yönetimine karşı gelmeyi güçlendirdi, hem de –Salih’in yönetiminin sonunu başlatan esas şey– Salih yanlısı olan ve orduda yüksek komutanlık görevlerinde bulunan kimi generallerin, subayların, kimi diplomatik temsilcilerin –örneğin ataşe veya konsolosların– Salih’e sırtını çevirip, protestoculardan yana tavır takınmasına yol açtı. Bu aynı zamanda ordunun da ikiye bölünmesi anlamına geliyordu. Ordunun bir kesimi protestocuları korumayı görevi olarak ilan ederken, diğer kesimi Salih’i koruyordu. Aynı biçimde kimi bakanlar da görevinden istifa etti. Sözkonusu bu kesimin önemli bölümü aynı zamanda Salih yanlısı parti olan “Genel Halk Kongre Partisi”nden de istifa ettiler. Bu arada Salih’in hükümeti lağvettiği haberi de kamuoyuna yansıdı. Haşid aşiretinin başı Şeyh Sadık el Ahmar da protestoculardan yana tavır takındı ve böylece Haşid aşi- reti mensupları da Salih’e karşı cephede yerini aldı. Bu gelişmelerle güçler dengesinde yeni bir durum oluştu. Kitleler hem 18 Mart’taki saldırıları kınamak hem de Salih’in istifasını dile getirmek için 25 Mart’ı “Öfke Günü” ilan edip, yine Cuma namazından sonra protestolar gerçekleştirdi. Protestolara onbinlerce insan katıldı. Bu tarihlerde Salih, geri çekilmeye hazır olduğunu açıkladı. Bunun için siyasi diyaloğa gereksinim olduğunu, Yemen’in Somali gibi içsavaşa bulaşmadan bu işi çözmesi gerektiği yönlü açıklamada bulunurken, kendisinin yerine seçilecek kişinin kim olduğunu bilmesi gerektiğini de, bir nevi geri çekilmenin önkoşulu olarak ilan etti. Bu süreçte Salih’in başvurduğu taktiklerden biri de, “ben gidersem El Kaide gelir ve ülke teröristlerin üssü olur” yönlü tavırdı. Bu bağlamda Yemen gizli haber alma örgütünden birilerinin 33 El Kaide üyesi olduğu söylenen kişiyi gizli olarak hapisten serbest bırakması ise, Salih yönetiminin nasıl bir oyun oynadığına işaret ediyordu. Nisan ayı başına gelindiğinde ABD yönetimi, ABD emperyalizminin bugüne kadar desteklediği, El Kaide’ye karşı mücadele adına ortak hareket ettiği Salih’ten vazgeçtiğini açıkça dile getirdi. Salih’in geri çekilmesi yönlü düşünceler, protesto eylemlerinin yoğunlaşmasıyla birlikte dile getirilse de, artık kesin kararını verdikleri kamuoyuna da yansıyordu. Tıpkı Mısır’da Mübarek’e dedikleri gibi, Salih’ten barışçıl eylemlere izin vermesi ve “düzenli biçimde barışçıl demokratik bir geçişin” sağlanması isteniyordu. Bunun Salih tarafından yapılmadığı görüldüğünde arabulucular devreye sokuldu. “Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) (KİK’te Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Umman, Katar ve Bahreyn var.) dışişleri bakanları, ABD ve AB’nin temsilcileriyle de görüşmeler temelinde, Salih’i ikna etmeye çalıştılar. KİK temsilcilerinin öne sürdüğü plana göre Salih görevini en geç bir ay içinde yardımcısına devredecek, muhalefetle anlaşma temelinde geçici bir hükümet kurulacak ve bu hükümetin esas görevi ülkeyi iki ay sonra seçime götürmek olacaktı. Buna karşılık Salih ve ailesine dokunulmazlık garantisi verilecekti. Aynı biçimde bu dönemde muhalefetten protesto eylemleri yapmaması isteniyordu. Muhalefetin imzaladığı bu öneri Salih tarafından, tam imzalayacağı beklenirken, iki kere de (ikincisi 22 Mayıs’ta) imzalanmadı. Bunun üzerine ABD Dışişleri Bakanı Clinton, KİK’in sunduğu plana atfen “Salih iktidarı devretme konusunda sözünde durmalı, halkın meşru isteklerine uymalı” biçiminde açıklamada bulundu. Salih’le ipler kopmuştu artık. Mayıs ayı sonlarına doğru Salih yanlısı güçlerin Şeyh Sadık El Ahmar’ın evine saldırıda bulunması (bombalaması) sonrasında 2 Haziran’da, Devlet Başkanlık Sarayı’na yapılan bir saldırıda kimi görveliler ölürken Salih’in de de yaralandığı söylendi. Saldırının kim tarafından gerçekleştiği belli değil. Salih, El Ahmar yanlılarını suçladı. Salih’in gerçekte yaralanıp yaralanmadığı, yaralandıysa durumunun nasıl olduğu konusundaki haberler, esasta varsayımlara dayanmaktadır. Fakat, yaralandığının haberinden kısa süre sonra, Salih’in, ailesinin büyük bölümünün refakatiyle Suudi Arabistan’a gittiği kesin görünüyor. Salih’i anda Başkan Yardımcısı Hadi temsil ediyor. Yasal olarak vekaleten 60 gün ülkeyi yönetebilme durumu var. Salih’in Yemen’e geri dönüp dönmeyeceği üzerine spekülasyonlar dolanıyor. Gidişat şimdilik dönmeyeceğine işaret ediyor. Kimi haberlere göre sağlık durumu da iyi değilmiş… Mayıs ayı sonunda kısa süreli bir ateşkes durumu yaşandı. Salih’in Suudi Arabistan’a gitmesinden sonra ise Başkan Vekili Hadi ile Şeyh Ahmar tarafından, muhalefetin diğer kesiminin de onayladığı yeni bir ateşkes ilan edildi. Muhalefetin “geçici konsey” oluşturma çabasının nasıl bir sonuca yol açacağı da şimdilik muamma… Yazımız yazılırken El Kaide yanlılarıyla çatışmaların yaşandığı haberleri medyaya yansıdı. Yemen’deki gelişmelerin nasıl bir yol izleyeceğini yakında göreceğiz. Salih’in yönetimine öyle ya da böyle son verileceği artık kesindir. Sorun, bunun nasıl bir yol ve gelişmeleri izleyeceğidir. Salih’e alternatif birilerinin olmaması da muhalefetin eksikliklerinden biridir. Andaki gelişmeler Yemen’de kimi demokratik değişikliklerin yaşanacağını ama sistem içinde kalınacağını gösteriyor. “Batılı” anlamda bir burjuva demokrasisinin Yemen’e yerleşmesi ise daha çok yıllar alacağa benziyor. Kurtuluş için tek yol, Yemenli işçilerin, emekçilerin, yoksul köylülerin, feodalizmin, dinin etkisinden kurtularak sömürü sistemine karşı devrim mücadelesine sarılmalarıdır. İşçi sınıfı önderliğinde demokratik devrim Yemenli ezilenlerin, sömürülenlerin kurtuluşunun yolunu açacaktır. Bunun için mücadeleye değer! 14 Haziran 2011 ✓ panorama panorama nin aşiretler arası çatışma olarak gösterilmesidir. Bu konudaki olgu şöyledir: Daha önceki çatışmaları ve çelişkileri bir kenara bırakırsak, 27 Ocak 2011 tarihinden itibaren Salih yönetimine karış kitleler, giderek daha fazla katılımla, yaşam koşullarının iyileştirilmesi için, rüşvetçiliğe, yiyiciliğe, sosyal eşitsizliğe, işsizliğe karşı vb. içerikli taleplerle mücadeleye, Salih yönetimini protestoya başladılar. Bu arada bu protestoları tetikleyen esas şeyin de, Salih’in planladığı Anayasa değişikliğiydi. Sözkonusu Anayasa değişikliği, Salih’e ömür boyu Başkanlık garantisi vermeyi içeriyordu. Kitlelerin sabrı sınırına varmıştı ve Salih’e ömrü sonuna kadar dayanmak, onlar için artık mümkün görünmüyordu. Salih’in istifasını isteyen ve bu içerikle protesto eden kitlelerin sayısının giderek yükseldiği bir durumda Salih yanlısı kimi ordu mensuplarının protestocuların safına geçmesi ve Haşid aşireti ve taraftarlarının protestoculara katılması, çatışmaların aşiretler arası çatışma olduğu anlamına gelmiyor. Olgu, Haşid aşireti yanlılarının protestocuları desteklemesiyle, Salih ile karşıtları arasındaki güç dengesinin protestocular lehine değiştiğidir. Yemen’de feodal ilişkilerin dini tavırlarla içiçe geçtiği ve kitleler üzerinde hâlâ önemli bir etkide bulunduğu olgudur. Aşiretler arası çatışmaların yer yer yaşandığı da olgudur. Fakat, Salih’in yönetimine karşı mücadele, Tunus, Mısır ve diğer kimi Arap ülkelerinde olduğu gibi “ekmek ve özgürlük” için mücadeledir. Emperyalistlerin yerli işbirlikçileriyle birlikte bu mücadelelere müdahalesi ise, bu mücadelelerin sistem içine hapsedilmesi ve kendi çıkarlarının korunması içindir. 41 B aşbakan Erdoğan “çılgın proje” olarak nitelendirilen projesini açıkladı. Projeye göre Karadeniz Marmara denizine (bir kez daha) bağlanacakmış! Şimdi bu “çılgın” bir proje mi? Elbette hayır! Buna “çılgın proje” denmez, dense dense biraz büyükçe bir kanalizasyon işi denilir… Çok da “çılgın” değil… Biraz büyük ölçekli bir kanal inşaatı sonuçta! Ama öyle yapılmıyor, proje allanıyor, pullanıyor, “çılgın” olarak pazara çıkarılıyor. Hayır bu çılgın bir proje değildir. Dünyanın (ve Kuzey Kürdistan-Türkiye’nin) en çılgın projesi devrimdir! Bu projeyi gerçekleştirecek olanlar da sensin, benim, biziz; işçiler, köylüler, emekçilerdir! Bu proje gerçekleşemez bir proje değildir, hayır biz istersek, bunun için örgütlenirsek, bunun için savaşırsak gerçekleştirebiliriz. Böyle bir “çılgınlık” bize; baskının, zulmün, sömürünün olmadığı, insanın insana kulluğunun ortadan kaldırıldığı, halkların kardeşçe bir arada yaşadığı bir dünya (ve ülkeler) verecek! Kısacası bu çılgınlık yapmaya, gerçekleştirmeye değer bir çılgınlık! Gerekli, zorunlu bir “çılgınlık”! Var mısınız bu “çılgın” projeye katılmaya?! E, haydi o zaman!!! Seçimin mizahı, mizahın seçimi! 42 İnternet denilen şey çıktıktan sonra yaratıcı insanların ürünlerine daha kolay erişim olanağı doğdu. Artık yaratan insan ürününü çok daha geniş bir çevreye yayabiliyor. Mizah alanında da böyle. Malum seçim döneminden geçiyoruz. Liderler- de palavranın bini bir para. Aslında onları buraya “seçmece” diye de aktarabilirdik. Ama mizah biraz da abartı demek olduğu için bir adım ötesine geçelim dedik ve aşağıdaki “seçim geyiğini” sizler için seçtik… Vatandaşın birisi yememiş, içmemiş, “boş oturmaktansa boş çalışmak yeğdir” demiş, politikacı ağzıyla bir vaad listesi çıkarmış. Seçmen yer mi, yer… Bu seçmene neler yedirilmedi ki bugüne kadar! Lafı uzatmayalım, seçtiğimizi sizinle paylaşalım: ‘’Kellere saç hastaya ilaç, -züğürde para sıvacıya mala, -Fener‘e Türkiye Kupasını -Galatasaray‘a feneri yenme garantisi vereceğiz. -Üstüne İşsize iş, dişsize diş, olmayana çocuk -üşüyene gocuk, kahvaltıya sucuk, çaya şeker, -Behlüle Bihter, yemeğe tuz, kolaya buz, -nazar değmişe hoca evde kalmışa koca vereceğiz! Hamilelik 3 aya inecek! Sigara kanser yapmayacak! Düğünlerde halaya kalkmak zoru...nlu olmayacak! Pi sayısı bundan sonra 3 olacak,kalan 0,14 fakir fukaraya dağıtılacak! Hafta sonu tatili 5 gün olacak! Teneffüsler 40 dk, dersler 10 dk olacak! Okeye dördüncü aranmayacak, kahvehaneler sigortalı dördüncü oyuncu çalıştıracak!“ (Kaynak: haberegir.com/secim-geyikleri.html) E, artık bunları yapacak partiye de oy verirsiniz artık! Mayıs 2011 ✓ Yeni Dünya İçin Çağrı’ya yeni bir ceza daha! güncel güncel En çılgın proje… SUSMADIK, SUSMAYACAĞIZ! Yayın hayatına başladığından bu yana, gazetemiz hakkında onlarca ceza davası açıldı. Gazetemize milyarlarca lira para cezası, hapis cezaları, toplatma ve kapatma cezaları verildi. Yargıtay’da görüşülmeyi bekleyen davalarımız var. Bütün bu baskılara rağmen gazetemiz bugüne kadar yayın hayatını sürdürdü ve bundan sonra da sürdürmeye devam edecek. YDİ Çağrı gazetesinin 72. sayısında (Kasım 2003) “Irak’ta işgal ortaklığına hayır!” başlıklı bir yazı yayınlandı. Yazıda, ABD emperyalizmi önderliğindeki koalisyon güçlerinin Irak, Güney Kürdistan’ı işgal etmelerinin nedenleri irdelemekte; hakim sınıfların, AKP hükümetinin, Genelkurmay’ın işgale ortak olmak için ABD emperyalizmi ile yaptıkları kredi pazarlığı, mecliste Irak’a asker göndermek için 7 Ekim 2003 tarihinde kabul edilen tezkere, egemenlerin emperyalist işgale ortak olmak istemelerinin nedenleri ortaya konulmakta, işçiler, emekçiler Irak işgaline ortak olmamak için mücadeleye çağrılmaktadır. Bu yazıya karşı, İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde; “Cumhuriyeti, devletin kurum ve organlarını aşağılama” suçu ve iddiasıyla dava açıldı. Dava mahkumiyet ile sonuçlandı. Sorumlu yazı işleri müdürümüz Aziz Özer’e para cezası verildi. Karar temyiz edildi. 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nin kararını görüşen Yargıtay 9. Ceza Dairesi, mahkemenin kararını “Türk milleti” adına onadı. Sorumlu yazı işleri müdürümüz Aziz Özer, “Cumhuriyeti, devletin kurum ve organ- larını aşağılama” suçu iddiası ile 2.700.00 TL para cezasına çarptırıldı. 21 Şubat 2011 tarihli Yargıtay kararı, İstanbul Basın Bürosu tarafından 15 Nisan 2011 tarihinde Aziz Özer’in avukatına tebliğ edildi. Yayın hayatına başladığından bu yana, gazetemiz hakkında onlarca ceza davası açıldı. Gazetemize milyarlarca lira para cezası, hapis cezaları, toplatma ve kapatma cezaları verildi. Yargıtay’da görüşülmeyi bekleyen davalarımız var. Bütün bu baskılara rağmen gazetemiz bugüne kadar yayın hayatını sürdürdü ve bundan sonra da sürdürmeye devam edecek. Gerçekleri yazmak ve yaymak, bu devletin kurumlarının işine gelmemekte, onlar gerçeklerden, gerçeklerin yaygınlaştırılmasından korkmaktadırlar. Fakat gerçekler inatçıdır! Baskılar, toplatmalar, kapatma cezaları, hapis cezaları, para cezaları, bizi yıldırmadı, yıldırmayacak! YDİ Çağrı gerçekleri yazmaya, işçilerin, emekçilerin uyandırılması, bilinçlendirilmesi, kendi davalarına sahip çıkmalarının sesi olmaya devam edecektir. 1 Haziran 2011 ✓ 43 güncel güncel Berlin’den “eşkiya” Hopa’ya selam! Hopa`da ve sonrasında Türkiye çapında yaşanan direniş aynı zamanda AKP ve onun temsil ettiği kapitalizme ve emperyalizme şunu da gösterdi: Türkiye`nin sadece hırsızları, soyguncuları, gericileri, faşistleri yok. Bu memleketin başı dik, alnı açık, onurlu devrimcileri, demokratları ve sosyalistleri de var. T 44 arih 31 Mayıs 2011. Yer Hopa. ‘İleri demokrasi’ adına devlet terör uyguladı Hopa’da. Recep Tayip Erdoğan, kendisi gibi düşünmeyen, aykırı seslere tahammül edemediğini bir kez daha Hopa’da gösterdi. RTE ve hükümeti ülkede yaşayanları bir kalıba sokmaya çalışıyor. Bu kalıba girmek istemeyen, ‘ileri demokrasi’ adına uygulanan faşizme karşı direnenler üzerinde tam bir terör estiriliyor. RTE, 31 Mayıs Salı günü Sarp sınır kapısına gitti. Sarp sınır kapısında nutuk çektikten ve pembe tablolar sunduktan sonra Rize’ye gitmek için yola koyuldu. Yol Artvin’den geçiyordu. Yol üzerindeki Artvin’in ilçesi Hopa’da miting kararı alındı. Miting için Sarp’tan Hopa’ya kadar sahil yolu gelin gibi süslendi. Yolların bakımı yapıldı. RTE’nin Hopa’da miting yapacağını öğrenen ilerici ve devrimciler, seslerini duyurmak için hazırlık yapmaya başladılar. Hazırladıkları pankartlarının bir bölümünü bir inşaatın duvarına astılar. RTE’yi kızdıran Halkevleri imzalı pankartta “Tek Yol Sokak, Tek Yol Devrim” sloganı yazılı idi. RTE’nin kolluk güçleri bu pankartları indirmek istedi. Arbede çıktı. Hopalılar “Su haktır satılamaz” pankartı açarak, halay çekerek çeşitli sloganlar attılar. Polis müdahale edince olaylar çıktı. Biber gazından etkilenen emekli öğretmen Metin Lokumcu kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. Polis şiddeti nedeniyle bir kişi daha öldü Türkiye’de. Üstelik biliyoruz ki, bu son da olmayacak. Yine biliyoruz ki, bir kez daha, bu ölüme neden olan emniyet görevlileri yargılanmayacak, yargılansa da ceza almayacak. Yasamanın, yürütmenin ve yargının cezasızlık zırhıyla kuşattığı polis, yine, ihlal ettiği hakların, aldığı yaşamların bedelini ödemek zorunda kalmayacak. Bunun bilinciyle de hak arama mücadelesi yürütenlere karşı güç kullanmaya, korumasız sivillerin üzerine biber gazı atmaya, etkisiz hale getirdiği insanları hınçla tekmelemeye devam edecek. Hopalılar gazla bombalandılar, polis tarafından kovalandılar. Metin hocanın, polisin şiddeti sonucu öldüğünü gördüler. Polis terör estirirken, RTE çıkıp konuştu. Sonra Rize’ye gitti ve Hopa’yı “eşkıya” bastığı için geciktiğini söyledi. Birinin kalp krizi geçirerek öldüğünü, kim olduğunu bilmediğini, üzerinde durmaya da gerek görmediğini sözlerine ekledi. Gece olduğunda, polis insan avına çıktı. Gözaltına alınanlar işkenceden geçirildi. Hopa halkı adına açıklama yapan avukatlar, yaşanan hukuksuzluğu kamuoyuna duyurdular. Hopa’da gözaltına alınanlar, Toplumla Mücadele Yasasına (TMK) göre yargılanacaklar. Tarih 5 Haziran 2011. Yer Berlin. Metin Lokumcu’nun katledilmesini ve AKP hükümetinin zulmünü protesto etmek amacıyla Kottbusser Tor meydanında bir basın açıklaması yapıldı. Yapılan Almanca ve Türkçe konuşmalarda, devletin Hopa’da uyguladığı zülme dikkat çekildi. Basın açıklamasına yapılan çağrıda şunlar söyleniyordu: “Berlin`den “eşkiya“ Hopa`ya selam göndermek, Metin lokumcu `nun katlini Protesto etmek için buluşuyoruz 31 Mayıs Salı günü derelerin satılmasını ve çayda yaşanan sömürüyü protesto etmek için Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın miting yapacağı alanla arasında ‘üç karayolu’ olan meydanda toplanan Hopa halkına polis vahşice saldırdı. Saldırı sonucunda devrimci emekli öğretmen Metin Lokumcu katledildi, çok sayıda kişi de yaralandı ve gözaltına alındı. Hopa`da şu anda ilan edilmemiş bir „sıkıyönetim“ yaşanmaktadır. Hopa polisin ve jandarmanın ablukası altıdadır. Evler, işyerleri basılmakta, insanlar gözaltına alınmakta ve işkenceye maruz kalmaktadırlar. Yaşananlar AKP iktidarının „ileri demokrasi“ adı altında Kürt halkına ve devrimci, sosyalist muhalif kesimlere karşı bir süredir uyguladığı baskı, sindirme ve zulüm politikalarının bir devamıdır. Hopa`da yaşananlar Türkiye`nin her yerinde devrimci, sosyalist güçler tarafından güzel bir devrimci dayanışma örneği gösterilerek, hep birlikte protesto ediliyor. Hopa`daki ablukanın dağıtılması, AKP ve devlet baskısının, saldırısının, zulmünün geriletilme- si için Türkiye bir bütün olarak direniş alanı haline geldi. AKP iktidarının taktığı „ileri demokrasi“ maskesi, Hopa saldırısından sonra ülke genelinde protesto gösterilerine yönelik polis şiddeti ve gözaltılar ile bir kez daha düştü. Hopa`da ve sonrasında Türkiye çapında yaşanan direniş aynı zamanda AKP ve onun temsil ettiği kapitalizme ve emperyalizme şunu da gösterdi: Türkiye`nin sadece hırsızları, soyguncuları, gericileri, faşistleri yok. Bu memleketin başı dik, alnı açık, onurlu devrimcileri, demokratları ve sosyalistleri de var. Bizler de, Hopa halkına uygulanan polis terörünü, Metin Lokumcu`nun katlini, Türkiye`de AKP iktidarının ve devletin Kürt halkına, devrimci ve sosyalist güçlere karşı uyguladığı baskıları, şiddeti, zulmü protesto etmek ve Hopa halkıyla, Türkiye`de yaşanan devlet terörüne karşı verilen mücadeleyle dayanışmamızı seslendirmek için buluşuyoruz. Herkesi bu protestoya katılmaya çağırıyoruz.“ Gün gelecek, devran dönecektir. Yapılan zulmün hesabı er geç sorulacaktır. Berlin’den YDİ Çağrı okuru 5 Haziran 2011 ✓ 45 İbrahim’in bize bıraktığı ML mirasın kimi önemli özellikleri var. Kemalizm konusunda İbrahim milattır. Sol içinde Kemalizm hayranlığının egemen olduğu bir dönemde, İbrahim Kemalizmin işçilere, emekçilere düşman, sözde demokratik gerçekte askeri faşist bir diktatörlük olduğunu ortaya koydu. 21 46 Mayıs Cumartesi günü İstanbul Avcılar’da, Faşist katillerce katledilişinin 38. yıldönümünde komünist önder İbrahim Kaypakkaya, Devrimci Halkın Birliği ve Yeni Dünya İçin Çağrı tarafından düzenlenen ortak bir panel ile anıldı. Panel, İbrahim Kaypakkaya yoldaş şahsında dünyada ve Kuzey Kürdistan Türkiye’de devrim ve komünizm mücadelesi içinde toprağa düşen devrimciler, komünistler için yapılan saygı duruşu ile başladı. İlk konuşmayı DHB temsilcisi yaptı. DHB temsilcisi; devrimci hareketin tıkanıklık içerisinde bulunduğunu, daralma ve önderlik krizi yaşadığını anlattı. Komünist hareket içerisinde dogmatizm ve sübjektivizm hastalığı bulunduğunu, İbrahim Kaypakkaya’nın eksiklikleri, yanlışları olduğunu, İbrahim’in işçi sınıfını temel almamakla eleştirildiğini, küçük burjuva devrimcisi olarak görüldüğünü, bu eleştirinin ve değerlendirmenin yanlış olduğunu, İbrahim’in komünist olduğunu aktardı. İbrahim’in önünde örnek alacağı bir deneyim olmadığını, onun kurduğu partinin parti olmadığını, parti öncesi hare- ket olduğunu, komünist hareketin 1972’de çocukluk dönemi yaşadığını vurguladı. İbrahim’in Kemalizm konusunda, ulusal sorun konusunda, parti konusunda eksikliklerine rağmen doğru görüşler ortaya koyduğunu, uluslararası durum ve ülkemiz için sübjektif değerlendirmeler yaptığını açıkladı. İkinci konuşmayı YDİ Çağrı temsilcisi yaptı. YDİ Çağrı temsilcisi konuşmasında kısaca şu noktalara değindi: “Komünist önderleri biz şu şekilde anıyoruz. Komünist önderlere sahip çıkmak, onların doğrularını savunmak ve geliştirmek, hata ve eksiklerini eleştirmek, komünizm mücadelelerini ileriye taşımak Bu temel yaklaşım doğrultusunda İbrahim yoldaşı anıyoruz. İbrahim Kaypakkaya katledildiği zaman 24 yaşında genç bir komünist idi. Kendisine ML bir çizgi bırakan yaşlı bir komünist kuşak yoktu. TKP yozlaşmış, sınıf işbirlikçisi olmuş, Kemalizmi soldan destekleyen, sosyal emperyalizmin uydusu bir parti haline dönüşmüştü. ML eserler daha yeni yeni Türkçeye çevriliyordu. Bir dizi önemli ML eser daha Türkçeye çevrilmemişti. Uluslararası komünist hareket içinde Mao Zedung Düşüncesi egemendi. 1960lı yıllarda modern revizyonizme karşı mücadele içinde Marksizm’in devrimci özüne sahip çıkan MZD, aynı zamanda ağır hata ve yanlışlara da sahipti. MZD’nin yanlışlarına karşı mücadele eden bir parti, kişi de yoktu. Bu şartlarda İbrahim esası doğru, muazzam teorik ML bir eser üretti. İbrahim’in gelişme sürecine baktığımızda sürekli kendisini yenileyen, öğrenen, gelişen bir İbrahim görürüz. Eğer 1972 yılında birileri İbrahim’in yanlışlarını eleştirip İbrahim’e doğruları gösterseydi, İbrahim’in gelişim süreci çok daha farklı olurdu. İbrahim’in yanlışlarını eleştiren hiç kimse yoktu. İbrahim’in yaptığı hatalar, eksiklikler, sıralanan nedenlerden dolayı anlaşılırdır. Ancak bugün Partizan’a ve Halkın Günlüğü’ne yanlışlarını, eksiklerini eleştiren, anlatan, yol gösteren birileri var. İbrahim için anlaşılır olan, bu gruplar için anlaşılır değildir. Biz İbrahim’den öğrenerek, onun doğrularını savunup geliştirerek, yanlışlarını eleştirerek Bolşevizme vardık. Onlar İbrahim’in yanlışlarını sistem- Komünist önder İbrahim Kaypakkaya anıldı F aşist katillerce katledilişinin 38. yıldönümünde, komünist önder İbrahim Kaypakkaya yapılan bir yürüyüş ile anıldı. DHF ile Partizan tarafından organize edilen, çeşitli devrimci kurumların ve bizim de katıldığımız yürüyüş, Beyoğlu Tünel’de başladı. İstiklal caddesi boyunca süren yürüyüş, Taksim Tramvay Durağı’nda yapılan basın açıklaması ile son buldu. Kortejin en önünde “Kaypakkaya’yı savunmak onurdur!” pankartı taşındı. Pankartın arkasında yürüyüşe katılan kurumları temsilen birer flama, “İbrahim Kaypakkaya’yı savunmak onurdur!” yazılı yüzlerce döviz taşındı. Yürüyüş boyunca: “İbrahim Kaypakkaya ölümsüzdür!, Önderimiz İbrahim, İbrahim Kaypakkaya!, Devrim şehitleri ölümsüzdür!, Faşist devlet hesap verecek!, Bedel ödedik, bedel ödeteceğiz!, Yaşasın devrimci dayanışma!, Şehit namırın!, Faşizmi döktüğü kanda boğacağız!, İbo, Mahir, Deniz, sürüyor, sürecek mücadelemiz!” sloganları atıldı. Taksim Tramvay Durağı’nda basın açıklaması okundu. Basın açıklamasından sonra, İbrahim Kaypakkaya’yı “övdüğü gerekçesiyle” 10 ay hapis cezası alan Pınar Sağ ve Avrupa Demokratik Haklar Konfederasyonu adına kısa birer konuşma yapıldı. İbrahim Kaypakkaya’yı anma yürüyüşüne iki bin beş yüz civarında insan katıldı. Partizan ve DHF tarafından ortak kaleme alınan, imzalanması için devrimci, demokrat kurumlara gönderilen, anma yürüyüşünde okunan metni, içeriğinde gördüğümüz bazı sorunlardan ötürü imzacı olmadık. Açıklamada; İbrahim Kaypakkaya yoldaş ile diğer devrimci önderler arasındaki (komünist nitelik ile küçük burjuva devrimci nitelik) niteliksel fark ortadan kaldırılmakta, İbrahim Kaypakkaya bırakalım devrimci önderleri, Babek ile Şeyh Bedrettin ile nesimi ile vs. aynılaştırılmaktadır. “Halkın devrimci ve komünist önderleri de “terö- güncel güncel İbrahim Kaypakkaya, DHB ve YDİ Çağrı tarafından anıldı leştirerek Menşevizme vardılar. İbrahim’in bize bıraktığı ML mirasın kimi önemli özellikleri var. Kemalizm konusunda İbrahim milattır. Sol içinde Kemalizm hayranlığının egemen olduğu bir dönemde, İbrahim Kemalizmin işçilere, emekçilere düşman, sözde demokratik gerçekte askeri faşist bir diktatörlük olduğunu ortaya koydu. Onun Kemalizm hakkındaki görüşleri, Kemalizmin sol içindeki egemenliğine ağır darbe vurdu. Ulusal sorunda, Doğu’nun geriliğinin tartışıldığı bir ortamda, Kürt ulusunun var olduğunu, Kürt ulusu için ayrılıp ayrı devlet kurma hakkını savunması, Türk şovenizmine darbe vurdu. Bu iki noktada, İbrahim’in özelliği buzu kırıp yol göstermesidir. Proletarya diktatörlüğünün sınıfsal niteliği, sosyalizmin inşası için mutlak gerekli konusunda doğru görüşler savunmuştur. Parti konusunda partinin gerekliliği, özellikleri hakkında doğru görüşler savunmuştur. Onun siyasi görüşlerinin esası doğru olmasına rağmen yanlışları da oldu. Çin devriminin deneyimini yanlış bir şekilde genellemesi, MZD’den etkilendiği noktalarda kimi yanlışlar yapmıştır. Onun hataları bir komünistin hatalarıdır. İbrahim’in hataları onu komünist olmaktan çıkarmaz.” Panelin soru cevap, tartışma, son sözler bölümünde; tartışma şu noktalar üzerinde yoğunlaştı. ML parti, parti öncesi hareket, Mao Zedung, Çin devrimi, Enver Hoca, AEP, 1976 yılında yaşanılan HB ayrılığı, MZD’nin gelişim süreci ve İbrahim üzerindeki etkileri. Bu noktalarda DHB temsilcisi DHB’nin görüşlerini aktararak savunurken, YDİ Çağrı temsilcisi, YDİ Çağrı’nın görüşlerini savundu. DHB temsilcisinin soru cevap bölümünde, kendisine sorulan sorulara cevap bölümünü uzun tutması, konuşmalarında kullandığı kavramlara dikkat etmemesi (örneğin iki aşamalı parti öğretisini uyduruk olarak nitelemesi, YDİ Çağrı okurları için “bilmiyorlar, okumuyorlar, araştırmıyorlar” demesi, kapitalist üretim ilişkilerinin hakim olduğu tespitini kendilerinden daha sonra yapanlar için “bir sabah uyandılar, kapitalist üretim ilişkileri hakim olduğunu söylediler” demesi vb.) sonucu olarak tartışma yer yer sertleşti. Çağrılı ve davetli olmalarına rağmen panele hiçbir devrimci yapı katılmadı. Panele 50 kişi katıldı. Panelde yöntem bağlamında yaşanılan olumsuzluk dışında, paneli genel olarak olumlu ve verimli olarak değerlendiriyoruz. 24 Mayıs 2011 ✓ 47 rist” değildir. Babekler, Şeyh Bedrettinler, Nesimiler, Torlak Kemaller, Pir Sultanlar… Deniz Gezmişler, Mahir Çayanlar, Mazlum Doğanlar, İbrahim Kaypakkayalar “terörist” değildir!” Ortak metinde İbrahim Kaypakkaya yoldaşın, “Kaypakkaya, özellikle Kürt ulusal sorunu ve Kemalizm konusunda ortaya koyduğu analizleriyle ülkemiz devrim mücadelesine son derece önemli katkılar sundu.” Denilerek, özellikle de onun Kemalizm konusundaki görüşleri ile devrimci hareket içinde milat olduğu gerçeği ortadan kaldırılmaktadır. “İbrahim Kaypakkaya’yı savunmak onurdur!” başlıklı ortak metni, çok fazla sayıda devrimci, demokrat kurumun imzalamasını sağlama amacını anlamak ile birlikte, İbrahim Kaypakkaya’yı, İbrahim Kaypakkaya yapan değerlerin silikleştirilmesini de doğru bulmuyoruz. İbrahim Kaypakkaya yoldaşın, onu komünist yapan değerlerin silikleştirilmesine ihtiyacı yoktur! Komünist önder İbrahim Kaypakkaya ölümsüzdür! İbrahim Kaypakkaya Bolşevik mücadelede yaşıyor! 18 Mayıs 2011 ✓ İbrahim Kaypakkaya’yı Adana’da andık güncel güncel 48 Açıklamada; İbrahim Kaypakkaya yoldaş ile diğer devrimci önderler arasındaki (komünist nitelik ile küçük burjuva devrimci nitelik) niteliksel fark ortadan kaldırılmakta, İbrahim Kaypakkaya bırakalım devrimci önderleri, Babek ile Şeyh Bedrettin ile nesimi ile vs. aynılaştırılmaktadır. “Halkın devrimci ve komünist önderleri de “terörist” değildir. Babekler, Şeyh Bedrettinler, Nesimiler, Torlak Kemaller, Pir Sultanlar… Deniz Gezmişler, Mahir Çayanlar, Mazlum Doğanlar, İbrahim Kaypakkayalar “terörist” değildir!” 18 Mayıs akşamı saat 16.00’da İbrahim Kaypakkaya’nın devletin faşist cellatları tarafından katledilişinin 38. yıl dönümü dolayısıyla, çeşitli devrimci kurumlarla ortaklaşa bir anma eylemi düzenlendi. Eylem özelde İbrahim Kaypakkaya anması olsa da, Mayıs ayında yitirilen diğer devrimci önderler de sloganlar ve dövizlerle anıldılar. Eylem, yürüyüşlü bir basın açıklaması biçiminde gerçekleştirildi. Yürüyüş sloganlar eşliğinde, 5 Ocak Meydanı’ndan başlayıp İnönü Parkı’nda son buldu. Yürüyüş esnasında “18 Mayıs’ı unutma unutturma!”, “Mahir, İbo, Deniz sürüyor sürecek mücadelemiz!”, “Faşizmi döktüğü kanda boğacağız!”, “ Yaşasın devrimci dayanışma!”,”, “Faşizme karşı omuz omuza!” vb. sloganlar atıldı. İnönü Parkı’na gelindiğinde ise önceden hazırlanan ortak basın metni okundu. Sömürü Düzeni, Kaypakkaya’yı Neden “Suçlu” İlan Ediyor? Okunan basın metninde bu sorunun yanıtı “Kaypakkaya, özellikle Kürt ulusal sorunu ve Kemalizm konusunda ortaya koyduğu analizleriyle ülkemiz devrim mücadelesine son derece önemli katkılar sundu. Kaypakkaya, ideolojik-teorik alandaki keskin sınıf bilincini, devrimci mücadele konusunda da gösterdi. Kaypakkaya’nın; görüşlerini, devrimci bir pratikle buluşturma kararlılığı, O’nun “suçlu” ilan edilmesinin en başat nedeniydi.” şeklinde verildi. Basın açıklamasında ayrıca İbrahim’in işçi sınıfının ve ezilen halkların örgütlü mücadelesiyle sömürü düzenine son vermeyi amaçlayan komünist bir önder olduğuna vurgu yapıldı. Eyleme bizim dışımızda katılan kurumlar şunlardı: DHF, ÖDP, Halk Evleri, Devrimci Yolda Özgürlük, ESP, PARTİZAN, BDP, DİSK, SDP, Dev-Lis, TÖP, Sosyalist Gelecek Hareketi, Sosyalist Parti, Sosyalist Yeniden Kuruluş Parti Girişimi. Kurum sayısı çok olmasına karşın eyleme katılım temsili düzeyde kaldı. Katılımcı sayısı aşağı yukarı 60 - 65 kişi arasındaydı. Fakat önceki yıllara baktığımızda genel olarak kurumlar kapalı alanlarda içe dönük anma etkinlikleri gerçekleştirirlerdi. Bu nedenle yıllardan beri ilk kez çeşitli kurumlarla ortaklaşa ve açık alanda yapıldığı için bu eylem devrimci dayanışma ruhunu yansıtan, çok önemli ve olumlu bir eylemdi. İbrahim’i Anmak Suç Sayıldı 25 Mayıs sabahı saat 05.00 sıralarında Terörle Mücadele Şubesince başlatılan bir operasyonla İbrahim Kaypakkaya’nın ölüm yıldönümü nedeniyle düzenlenen basın açıklamasına katılanlardan 22 kişi gözaltına alındı. Evler basıldı, eşyalar tahrip edildi. Fakültesindeki sınavına yetişmeye çalışan öğrenciler otobüslerden alınarak emniyet müdürlüğüne götürüldüler. Aynı gün 12.30’da İnönü Parkı’nda göz altıları protesto etmek amacıyla bir basın açıklaması düzenlendi. Açıklamada: “Yerel yönetimlerin yönetme karakterinin burada belirleyici olduğunu düşünmekteyiz. Bu anma toplantısı Türkiye’nin her tarafında yapılmış olmasına rağmen Adana’da baskı ve operasyonla karşılanması karşısında bizler emek örgütleri, sendikalar, siyasi partiler ve sivil toplum örgütleri olarak bu baskıları ve sindirme politikalarını şiddetle protesto ediyoruz. Bunlar suç ise bilinmesi gerekir ki bu ve benzeri suçları bizler defalarca işledik ve işlemeye de devam edeceğiz.” denildi.” Açıklama sırasında sık sık “Devrimci önderler onurumuzdur!”, “Baskılar bizi yıldıramaz!”, “Gözaltılar, tutuklamalar, baskılar bizi yıldıramaz!”, “Susma sustukça sıra sana gelecek!” gibi sloganlar atıldı. Gözaltına alınanlar bir gece emniyet müdürlüğünde tutuldular. Ertesi gün ise adliyeye getirilen arkadaşlarımız burada savcıya tek tek ifade verdikten sonra serbest bırakıldılar. Fakat haklarında terör örgütü propagandası yaptıkları gerekçesiyle dava açıldı. Serbest bırakıldıktan sonra konuştuğumuz arkadaşlardan savcılıkta kendilerine “İbrahim Kaypakkaya’nın terörist olduğunu bilmiyor musunuz?”, “Devrimi kanlı mı yapacaksınız, kansız mı?”, “Mazlum Doğan’ı tanıyor musunuz?” gibi sorular sorulduğunu öğrendik. Yasal olarak bu tarz basın açıklamaları, anma ya da yürüyüşler suç teşkil etmediği halde başlatılan bu gözaltılar devrimci kurumların baskı altına alınmaya çalışılmasının bir göstergesidir. Özellikle son dönemlerde demokrasi havarisi kesilenlerin, her iki cümleden birinde mutlaka kullanılan “ileri demokrasi” sözündeki demokrasiden ne anladıkları ortadadır. Devrimcilerin, demokratik hakları olan bir basın açıklamasını yaptıklarından ötürü gözaltına alınmaları, haklarında dava açılması tam da bu “ileri demokrasi”ye yakışan bir uygulamadır. Egemenler “ileri demokratik” bu ülkede devrimcileri, komünistleri terörist olarak yaftalıyor, baskılarla sindirmeye çalışıyorlar. İbrahim Kaypakkaya’dan onun mücadelesini sahiplenen devrimcilerden, komünistlerden korkuyorlar. İbrahim’i anmanın suç olduğu bir yerde İbrahim’i anmaya ve mücadelesini ileriye taşımaya devam edeceğiz. Yaşasın Devrimci Dayanışma! Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz! 30 Mayıs 2011 YDİ Çağrı/Adana ✓ 49 yeni dünya gençliği Liselilerden YGS protestosu Y 50 eni Dünya Gençliği olarak Devrimci Liseliler Birliği, Liseli Direnişçi Gençlik ile birlikte YGS’ye karşı bir basın açıklaması gerçekleştirdik. 15 Haziran Çarşamba günü Avcılar Marmara Caddesi girişinde toplanarak, kısa bir yürüyüşten sonra basın açıklaması yaptık. En önde “Kahrolsun şifreci, elemeci, paralı eğitim sisteminiz! YGS, LYS kaldırılsın!” Türkçe Kürtçe ortak ozalit taşındı. Kısa yürüyüş ve basın açıklaması sırasında; “Eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim!, Kahrolsun eğitim sisteminiz!, YGS, LGS kaldırılsın!, Savaşa değil eğitime bütçe!, Parasız eğitim, sınavsız üniversite!, Eğitim haktır satılamaz!, Yaşasın devrim ve sosyalizm!” sloganları atıldı. Basın açıklaması sırasında çevrede birikenler alkışları ile basın açıklamasına destek verdi. Eğitim sisteminin teşhir edildiği, tüm sınavların kaldırılmasının talep edildiği basın açıklaması şu şekilde bitirildi: “Geleceğimize sahip çıkmaya çağırıyoruz. Bunun yolu eşit, parasız, bilimsel ve anadilde eğitim ve kapılarının emekçi çocuklarına ardına kadar açık olduğu üniversite için mücadele ediyoruz. Temelinde böyle mücadele ile bu yolu yürürsek gerçek anlamıyla bir gelecek kazanımı sağlayabiliriz. Ve biliyoruz ki tüm işçilerin, emekçilerin ve onların çocukları olan bizlerin gerçek ve kalıcı kurtuluşu sosyalizmle gelecektir. Bunun için haykırıyoruz eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim için ‘Yaşasın devrim ve sosyalizm’. Bizler hakkımız olan geleceğin bize bahşedilemeyeceğini iyi biliyoruz. İşte bunun için diyoruz ki ‘Hak verilmez alınır, zafer sokakta kazanılır’. Bunun için bu düzene ve onun çürümüş eğitimine, sınavlarına karşı sokakları doldurmaya, örgütlü mücadeleyi büyütmeye çağırıyoruz.” Basın açıklamasına katılım 15 kişi kadardı. Katılımın az olmasının nedeninin, açıklamanın yapıldığı saatin (saat 13.30) etkili olduğunu düşünüyoruz. Yeni Dünya Gençliği olarak, eşit, bilimsel, demokratik, parasız, anadilde eğitim için mücadeleyi büyütmeye çağırıyoruz. 15 Haziran 2011 YDG/İstanbul ✓ BİZİ SEÇMEKLE NÜKLEERE ONAY VERDİNİZ! O HALDE AKKUYU HAYIRLI OLSUN! TEK VATAN! TEK MİLLET! TEK BAYRAK! TEK DİİİİLL! HIMMK! TEEEKKK... BİİİİİİRRRR! YA ALLAH ... BİSMİLLAH... ALLAHU... Yeni bir dünya gerek ins anlığa... Olmaz de me, bensiz olm az de.... Katılmazs an bekliyor barbarlık ! Temmuz 201 0 Kürt Ulusal Sorunu ve Sivil İtaatsiz Ölümlerde lik Yaşamak Se ninle… İşsizlik reko runu Adan a kırdı! Kürdistan’d a yine çocu k katliamı… Ortak dil m i? Nasıl? Türküm, do ğruyum, ça lışkanım…