sayi 47 k - Sağlik Ve insan Dergisi
Transkript
sayi 47 k - Sağlik Ve insan Dergisi
Gelişim Yolunda Bir Adım Daha İleri Avrupa Patentli Pronutra Anne sütü bebeğiniz için en iyisidir. Anne sütü ile beslenmenin mümkün olmadığı durumlarda doktorunuza danışınız. Pronutra, Avrupa patentli bir bileşendir. *Nielsen Türkiye 2012-2014 devam sütü pazar payı araştırma sonuçlarına göre. YAYIN DANIŞMA KURULUMUZ Prof. Dr. Ahmet Oğul ARAMAN İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ahmet SERPER Hacettepe Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ali İhsan DOKUCU Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Cerrahisi ve Çocuk Ürolojisi Klinik Başkanı Bülent AKARCALI Eski Sağlık ve Sosyal Güvenlik Bakanı Eski Turizm Bakanı Prof. Dr. Bülent ZÜLFIKAR İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü Pediatrik HematolojiOnkoloji Bilim Dalı Başkanı / Türkiye Hemofili Derneği Başkanı Prof. Dr. Cevdet ERDÖL Sağlık Bilimleri Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Haydar SUR Biruni Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. İskender PALA Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Metin DOĞAN Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. M. İhsan KARAMAN Medeniyet Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Murat TUNCER Hacettepe Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa SOLAK Afyon Kocatepe Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mücahit Öztürk Türkiye Yeşilay Cemiyeti Başkanı Prof. Dr. Necdet ÜNÜVAR TBBM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşleri Komisyonu Başkanı Adana Milletvekili Osman GÜZELGÖZ Sağlık Bakanlığı İletişim Koordinatörü Öznur ÇALIK TBMM Nüfus ve Kalkınma Grubu Başkanı Malatya Milletvekili Prof. Dr. Sabahattin AYDIN Medipol Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Tevfik ÖZLÜ Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Farabi Hastanesi Başhekimi, Hasta Hakları ve Sağlıklı Yaşam Derneği (HAKSAY) Başkanı Prof. Dr. Tuncay DELİBAŞI Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi Klinik Şefi Prof. Dr. Yunus SÖYLET Üniversite Hastaneleri Birliği Derneği Başkanı EDİTÖRDEN Diyabete Dikkat Edelim… Bağışlayalım… İz Bırakalım… Sağlık ve İnsan Dergimizin Kasım sayısını sağlığımız ve hayatımız için çok önemli iki konuya ayırdık. Bunlardan birisi diyabet; diğeri ise organ bağışı ve organ nakli… Bu iki konunun da önemini çok iyi bildiğimiz için kapsamlı 2 Kapak Dosyası hazırladık ve dikkatinize sunduk. Diyabete bir kere daha dikkat çektiğimiz Kapak Dosyamızda Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Eyüp Gümüş yapılan çalışmaları, hedefleri ve diyabetle mücadeleyi kaleme aldı. Prof. Dr. İlhan Satman bu konuda yapılan ortak çalışmaların sonuçlarını sizler için değerlendirdi. Türkiye Diyabet Vakfı Başkanı Prof. Dr. Ahmet Kaya da yazısında diyabetle mücadelede hekimin önemine dikkat çekti. Prof. Dr. Şükrü Hatun’un yazısı da diyabetle mücadele adına dikkat çekici detaylar içeriyor. Diyabete Destek Programına koşulsuz destek veren Sanofi’nin yürüttüğü çalışmaların anlatıldığı röportajla DİYABET konulu kapak dosyamızı noktaladık. Bu sayımızın diğer önemli Kapak Dosyası Organ Nakli ve Organ Bağışı konusunu yeniden ve farklı bir biçimde aktarıyor. Sağlık Bakanlığı Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü adına yıllardır bu çalışmaları yürüten Genel Müdür Yardımcısı Arif Kapuağası bu konuda atılan adımları ve Bakanlığın hedeflerini yazdı. Uzm. Dr. Mehmet Ali Aydın yine Bakanlığın yürüttüğü çalışmalar ışığında Türkiye’nin Organ Nakli konusunda Avrupa ve Dünya’daki yerini kaleme aldı. Türk Böbrek Vakfı Başkanı Timur Erk, Yrd. Doç. Dr. Volkan Turunç, Prof. Dr. Deniz Süha Küçükaksu, Prof. Dr. Yalçın Polat, Prof. Dr. İbrahim Berber, Doç. Dr. Cemal Asım Kutlu, Prof. Dr. Koray Acarlı, Doç. Dr. Burak Koçak, Doç. Dr. Birkan Bozkurt organ bağışı ve organ nakli konusunda kapsamlı yazı ve görüşleri ile dosyaya katkı sundular. Kapak Dosyalarımızı ve dergimizde klasikleşmiş sağlık ve sosyal hayat içerikli tüm yazıları yine beğeni ile okuyacağınızı umuyoruz. Doç. Dr. Sinan Gürel ve Prof. Dr. Serdar Kula’nın birlikte kaleme aldıkları Doktor Gibi Düşünmek yazısının yanısıra Gezelim-Görelim, Film ve Kitap bölümlerimiz de bu bağlamda dikkatinizi çekecek çalışmalardan. Kapak Dosyalarımıza ve diğer bölümlerimize katkı sunan yetkili isimlere, bilim insanlarına, yazarlarımıza ve emeği geçen herkese teşekkür ediyor; sağlıklı, huzurlu, mutlu bir yaşam diliyoruz. Sevgi ve saygılarımızla… AYLIK SAĞLIK VE YAŞAM DERGİSİ Yıl: 4 Sayı: 47 • KASIM 2015 ®ISSN: 2146-829X ÜCRETSİZDİR. EsasMedya Ltd. Şti. adına /saglikinsandrg Ayşe Aydın /saglikveinsandergisi www.saglikveinsandergisi.com www.saglikveinsandergisi.com dergi@saglikveinsandergisi.com Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: M. Suat GÜZELGÖZ Genel Yayın Koordinatörü: Ayşe AYDIN Yayın Editörü: Esra ÖZ Hukuk Danışmanı: Av. Bekir EREN Kurumsal İletişim ve Reklam: Ensar ÜSTÜN Görsel Yönetmen Mustafa HORUŞ Grafik Tasarım: EsasMedya Tasarım Yayın İdare Merkezi: Aşağı Öveçler 1328. Sokak 15/3 Çankaya / Ankara Tel : 0312 472 44 63 Faks: 0312 472 44 83 Yayın Türü: Yaygın Süreli Basım Yeri: Şen Matbaa Özveren Sok. 25/B Demirtepe/ANKARA Tel : 0312 229 64 54 Basım Tarihi: Kasım 2015, ANKARA Kaynak gösterilmeden yazılar iktibas edilemez, alıntı yapılamaz. Yazılar yayınlansın, yayınlanmasın yazarlarına iade edilmez. Yazılarda kısaltma yapılabilir. Hukuki sorumluluk yazarlarına aittir. Yayınlanan reklamların hukuki sorumluluğu reklamverenlere aittir. 08 Diyabet Salgınını Durduralım: Türkiye Diyabet Programı 2015-2020 Diyabetle Arkadaş Olmak, Sorunsuz ve 14 Başarılı Bir Hayat Sürdürmek Mümkün mü? 36 28 Türkiye’de Organ Bağışı ve Organ Nakli Röportaj Türk Böbrek Vakfı Başkanı TİMUR ERK 66 Tıpta Farklı Bir Bakış: BİYOREZONANS Türkiye’nin Organ Nakli Başarısı 46 Dünya Ortalamasının Üzerinde 74 Gezi: BURDUR haber SAĞLIK BAKANI MÜEZZİNOĞLU: TÜRKİYE ARTIK DÜNYA İLE YARIŞTA “BEN DE VARIM DİYEBİLECEK” Sağlık Bakanı Dr. Mehmet Müezzinoğlu, İstanbul’da düzenlenen II. Türk Tıp Dünyası Kurultayı’na katıldı. Kurultaya Bakan Müezzinoğlu’nun yanı sıra kurultay üyeleri, tıp dünyasından tanınmış ünlü isimler ile davetliler katıldı. Kurultay’da konuşan Bakan Müezzinoğlu, “Çocuklarımız 0-5 yaş grubu 5-10 yaş ve 10-15 yaş grubu… Bu gruplarla ilgili bizim onların sağlıklı bir yaşam bilinci ve sağlıklı bir yaşam kültürüne sahip olabilmeleri için neler yapabileceğimizi konuşmamız ve burada çok daha güçlü projeler üretmemiz gerektiği inancındayım. Yoksa karşımızda kartopu gibi büyüyen ve muhtemelen ekonomisi ülkeleri veya o ülkelerin insanını ezip geçecek büyüyen bir devle karşı karşıya kalacağız” dedi. Müezzinoğlu, kamu yatırımları alanında da 40 bin yatak kapasiteli 250’nin üzerinde hastane inşaatının devam ettiğini belirtti. Müezzinoğlu, hedeften uzaklaşmayan, buna kilitlenen, o hedefin gereklerini yapan bir anlayışla ülkeye, millete ve insanlığa yapmaları gereken katkılar ve artılar olduğuna inandığını vurguladı. Milletin bunu başarabilecek iradeye, dinamizme ve fıtrata sahip olduğuna inandığını kaydeden Müezzinoğlu, geleceğin Türkiye adına çok daha aydınlık ve güçlü olacağını anlattı. Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığını 6 enstitü ile kurduklarını anlatan Müezzinoğlu, özellikle kronik hastalıklar konusunda gelecekte çok önemli çalışmalar yapılması gerektiğini belirtti. Türkiye’nin dinamiklerinin, dünyanın çok farklı noktalarında, üretken, aklını ve beynini üretime sevk eden gücü ve dinamiğinin olduğunu söyleyen Müezzinoğlu, bu güç ve dinamikten Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Sağlık Bakanlığı olarak istifade ederek, bu organizasyonların altyapısını hazırladıklarını bildirdi. Fiilen işi yapan değil, işi veya üretimi yapacaklara uygun zemin hazırlayan bir noktayı oluşturmaya çalıştıklarını ifade eden Müezzinoğlu, şöyle konuştu: “İnanıyorum ki Sağlık Enstitüleri Başkanlığı önemli bir rol üstlenecek. Önümüzdeki günlerden itibaren bu çalışmaların sorumluluğu o kurumumuzun başkanlığına tevdi edilecek. Biz destek olmak, kapı aralamak, 4 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 ihtiyaç olunduğunda yanınızda olduğumuzu hissedecek noktada olmayı kendimiz için daha doğru olduğuna inanıyorum. Türkiye, ne yazık ki belki 150 yıldır sıkıntıları çekişimizin, zorlukları yaşayışımızın, dar tünellere girişimizin zaman zaman milletçe ağır bedeller ödeyişimizin temelinde ne yatıyor diye sorulduğunda açıkçası önemsediğim bir iki kelime var. Genelde bize 150 yıldır hep şu cümleyi söylüyorlar. ‘Alın teri kutsaldır’. Evet alın teri kutsaldır ama akıl ve beyin teri, alın teri kadar hatta ondan daha da kutsaldır. Akıl ve beyin terini önemsemez, hak ettiği değeri vermezsek, akıl terini önemseyenlerin bizim alın terimizi sömürmelerine, istismar etmelerine zemin hazırlarız.” “78 milyon insanımızın hakkaniyetli sağlığa ulaşımını sağlıyoruz” . Müezzinoğlu, Türkiye’nin artık dünyayla yarışta “ben de varım diyebilecek” stratejileri planladığını, bununla Cumhuriyetin kuruluşunun 100. yıl döneminde çok daha farklı noktalarda olunacağını anlattı. Prof. Dr. Aziz Sancar gibi Türk bilim adamları ve insanlarının dünyanın farklı noktalarından, millet, bilim ve kendi şahısları adına mesajlar verdiğini dile getiren Müezzinoğlu, “İnşallah ülkemiz adına da Türkiye’nin dinamikleriyle de özellikle sağlık alanında da farklı başarıların imzaların atıldığı süreçler olacaktır” dedi. Gelecek dönemlerin Türkiye adına çok daha güçlü ve dinamik olacağına inandığını aktaran Müezzinoğlu, hükümet tarafından sağlık alanının stratejik alan olarak belirlendiğini söyledi. Son olarak bilinçlenmeye gereksinim duyulduğunu belirten Müezzinoğlu, “Halbuki kolay olan insanın hastalanmadan sağlıklı bir yaşam sürecini, bilincini oluşturacak alanlara destek vermek diye düşünüyorum. Ama ne hikmetse ne toplumumuz bizi oraya bırakıyor ne de belirli güç odakları bizi oraya bırakıyor. Bizde bir bakıyoruz bunu konuşuyoruz ama kürsüden inince yine hastane, yine ilaç, yine daha çok reçete, daha çok MR, daha çok tomografi, daha çok laboratuvar ve oraya doğru sürüklenip gidiyoruz. Bence büyük bir problemdir” diye konuştu. Bakan Müezzinoğlu, konuşmasının ardından kurultay çalışmalarının hayırlı olmasını temenni ederek Kurultay’dan ayrıldı. SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 5 haber Artan terör saldırıları nedeniyle sağlık çalışanları ortak basın açıklaması yaptı: KARDEŞLİK DİYEN GÖNÜLLER, ŞİFA VEREN ELLER KAZANACAK Son dönemlerde meydana gelen terör olaylarının sağlık hizmetlerini de hedef almasına sağlık çalışanlarından ortak tepki geldi. Şemdinli Devlet Hastanesinde terör örgütü PKK tarafından yapılan saldırı sağlık çalışanları tarafından protesto edildi. Nevşehir Devlet Hastanesi’nde yapılan protestoya, Nevşehir Sağlık İl Müdür Yardımcısı Dr. Mehmet Kayacan, Nevşehir Halk Sağlığı İl Müdürü Dr. Mahmut Aydın, Nevşehir KHB Genel Sekreterliği İdari Hizmetler Başkanı Mehmet Gizligider, Mali Hizmetler Başkanı Bircan Yaman, Nevşehir Devlet Hastanesi Yöneticisi Dr. Yücel Şal, Nevşehir Ağız ve Diş Sağlığı Merkezi Başhekimi Dt. Murat Alp, Sağlık İl Müdürlüğü, Genel Sekreterlik, Halk Sağlığı Müdürlüğü, Nevşehir Devlet Hastanesi, Nevşehir Ağız ve Diş Sağlığı Merkezi yöneticileri, personelleri ve hasta yakınları katıldı. Nevşehir Sağlık İl Müdür Yardımcısı Dr. Mehmet Kayacan, sağlık çalışanları adına yaptığı basın açıklamasında, “Haziran ayından bu yana tırmanışa geçen saldırılarla genç, yaşlı, çocuk, bebek demeden tüm halkımızı hedef alan eli kanlı terör örgütü, sağlık çalışanlarımıza, ambulanslarımıza ve hastanelerimize yönelik alçakça saldırılarına devam ediyor. 3 sağlık çalışanımız terör örgütünün 6 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 gerçekleştirdiği alçakça saldırılarda hayatını kaybetti. Aile Hekimimiz Dr. Abdullah Biroğul memleketi Diyarbakır’da, Sağlık Memurumuz Eyüp Ergen ve Ambulans Şoförü Şeyhmus Dursun memleketleri Şırnak’ta uğradıkları silahlı saldırı sonucu şehit edildiler. Onlarca çalışanımız alıkonuldu, ambulanslarımıza, hastanelerimize ateş edildi; sağlık hizmetleri aksatılmaya çalışıldı. Çalışanlarımızın ve masum insanların hayatlarına kastedilerek gerçekleştirilen bu eylemler, terör örgütünün insani değerlerden ne kadar uzaklaştığının da kanıtı niteliğindedir. Son olarak Hakkari Şemdinli’deki Devlet Hastanemiz bombalı saldırı sonucunda neredeyse kullanılamaz hale getirildi. En büyük zararı Şemdinli’de bizlerden sağlık hizmeti bekleyen halkımız gördü” dedi. Hastanelerimizde çalışanlarımızın güvenliği için gereken tedbirler alınıyor, güvenlik güçlerimiz terör örgütüne yönelik operasyonlarına aralıksız devam ediyor. Ancak unutmayalım ki teröre karşı en büyük cevap, en büyük mücadeleyi birlik ve beraberlik içinde hareket ederek, birbirimize sımsıkı kenetlenerek verebiliriz. Vatandaşımızın en temel haklarından olan sağlık hakkının engellemesine yönelik bu çirkin saldırıları planlayanları ve gerçekleştirenleri şiddetle lanetliyoruz. Tek amaçları hayat kurtarmak, insanımızın sağlığına hizmet etmek olan çalışanlarımızın bu tür saldırılara maruz kalması asla kabul edilemez. Sağlık hizmetlerini engelleyerek devlet kurumlarını itibarsızlaştırmayı amaçlayan bu saldırılar en çok da bölge insanımıza zarar vermekte, onların en temel ve en doğal insani hakkı olan sağlık hizmetlerine ulaşımını güçleştirmektedir. Hiçbir dinde, hiçbir kültürde yeri olmayan acizlik göstergesi bu saldırılar ve bu çağdışı anlayış, dünya medeniyetine önderlik etmiş bu topraklarda kendine yer edinemeyecektir. Bizler tüm engellemelere rağmen; din, dil, ırk ayrımı gözetmeden insanımıza hizmet etmeye devam edeceğiz. Bu topraklarda binlerce yıldır kardeşçe yaşayan insanımızın sağlığını daha ileriye taşıma gayreti içinde olacağız. Terör bizi asla yıldırmayacak ve asla amacına ulaşamayacaktır. “Terör değil; kardeşlik diyen gönüller, şifa veren eller kazanacak” ifadelerini kullandı. 26. Dönem Milletvekili Genel Seçimleri 1 Kasım’da yapıldı. Adalet ve Kalkınma Partisi’ni yeniden tek başına iktidara taşıyan 1 Kasım seçimlerine büyük oy kaymaları damgasını vurdu. Türkiye geneli resmi olmayan geçici sonuçlara göre, AK Parti yüzde 49.37 oy oranı ile 317 milletvekili, Cumhuriyet Halk Partisi yüzde 25.41 oy oranı ile 134 milletvekili, Milliyetçi Hareket Partisi yüzde 11.95 oy oranı ile 40 milletvekili ve Halkların Demokratik Partisi yüzde 10.75 oy oranı ile 59 milletvekili çıkararak meclise girdi. Milliyetçi Hareket Partisi ve Halkların Demokratik Partisi toplamda 3 milyona yakın seçmen kaybetti. AK Parti sadece üç ilde milletvekili çıkaramazken, Cumhuriyet Halk Partisi’nin birinci olduğu il sayısı 10’dan 6’ya geriledi. Seçime katılım oranı 3 puan arttı; geçersiz oy sayısı da 7 Haziran’a kıyasla neredeyse yarı yarıya azalarak 600 bine indi. Seçimin en büyük kazananı olan ve 5 milyona yakın ilave oy almayı başaran AK Parti’ye yeni oyların önemli bir kısmı Halkların Demokratik Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi’nden gel- di. 7 Haziran’da sandığa gitmeyenlerin önemli bir kısmı da 1 Kasım’da AK Parti’yi tercih etti. Seçimde en ciddi oy erimesi yaşayan parti ise Milliyetçi Hareket Partisi oldu. 7 Haziran’a kıyasla milletvekili sayısı yarı yarıya azalan Milliyetçi Hareket Partisi, artık meclisin en küçük parti grubu. Batı illerinin yanı sıra Doğu’da da AK Parti’ye oy kaybeden Halkların Demokratik Partisi ise seçimin bir diğer kaybedeni. 7 Haziran’a kıyasla 1 milyona yakın seçmenin terk ettiği Halkların Demokratik Partisi, yine de meclisteki üçüncü parti grubu konumuna yükseldi. Başbakan Davutoğlu: Kazanan Bütün Türkiye’dir. AK Parti Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu 1 Kasım seçimleri sonrası yaptığı açıklamada şu hususlara değindi; Bugünün kazananı yoksullardır, kimsesizlerdir, kısık seslerdir. Bugün sandıktan çıkan sonuç adaletin, barışın, istikrarın zaferidir. Bugün sadece AK Parti değil, AK Parti’ye gönül verenler değil, bütün Türkiye, geleceğimiz, umudumuz, gelecek nesil kazanmış- haber AK PARTİ YENİDEN TEK BAŞINA İKTİDAR tır. Bu aziz millet her türlü kutuplaşmaya, gerginliğe son vermiştir. Hiç merak etmeyin biz mesajınızı aldık. Sizlere seçimi kazanmış AK Parti’nin genel başkanı olarak değil, 78 milyonun başbakanı olarak hitap ediyorum. Herkesi kucaklayacağız. Bu topraklara sevgi tohumları ekeceğiz. Sevgi çınarları büyüteceğiz, 78 milyonu kardeş, dost kılacağız. AK Parti 7 bölgenin, 81 ilin, her yerin tek ve muzaffer partisidir. 63 ilde birinci olduk, diğer illerde büyük zaferler kazandık. Bütün vatandaşlarımızın haklarını ayrım gözetmeden korumaya kararlıyız. Demokratik kazanımlardan geri adım atılacağını kimse düşünmesin. Türkiye’nin bütün kimliklerinin Türk’ünün, Kürt’ünün, Çerkez’inin, Sünni’nin, Alevi’nin teminatı olmaya, her meselenin çözümünün iradesi olmaya devam edeceğiz. Özgürlüğü de, güvenliği de teminat altına alan yeni Türkiye’yi hep beraber inşa edeceğiz. Bütün vatandaşlarımızın düşünce ve fikir özgürlüğü, can ve mal güvenliği teminatımız altındadır. SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 7 kapakkonusu DİYABET SALGININI DURDURALIM: TÜRKİYE DİYABET PROGRAMI 2015-2020 Prof. Dr. Eyüp GÜMÜŞ Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Diyabet, tüm dünyada ve ülkemizde sıklığı gittikçe artan önemli bir halk sağlığı sorunudur. Dünya Sağlık Örgütü tarafından bir salgın (epidemi) olarak nitelendirilen diyabet, birçok sistemi ilgilendiren komplikasyonlara yol açmakta ve önemli bir morbidite nedeni olarak karşımıza çıkmaktadır. Diyabet ve diyabete bağlı sorunlar dünyada ölüm nedenleri arasında 8. sırada yer almaktadır. İnsan sağlığına karşı bir tehdit olmasının yanında, diyabet hem kişilere hem de ülkelere önemli bir mali yük getirmektedir. Ulusal Diyabet Federasyonu raporuna göre dünyada 382 milyon diyabetli hasta yaşamakta ve 2035 yılında bu sayının 592 milyona ulaşacağı tahmin edilmektedir. Ülkemizde ise diyabet sıklığı %14’e yaklaşmıştır ve 12 yıl içinde yaklaşık 2 kat artığı bilinmektedir. Bu şekilde hızla artan ve ciddi morbidite ve mortaliteye neden olan diyabetin önlenmesi ve 8 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 etkin yönetimi tüm dünyada önem kazanmıştır. Ülkemizde de diyabet sıklığı 1997 yılında %7.4 bulunmuşken 2011 yılında %12 olmuştur. Hastalık yükünü oluşturan ilk 5 nedene bakıldığında 2013 yılında yapılan çalışmada bu nedenlerin tamamının bulaşıcı olmayan hastalıklar olduğu görülmektedir. İlk sırada % 7,4 ile iskemik kalp hastalığı, 2. Sırada % 6,1 ile bel ağrısı, 3. Sırada % 4,1 ile serebrovasküler hastalıklar yer almaktadır. Bunu sırasıyla diyabet ve KOAH (% 3,8, % 3,6) takip etmektedir. Diyabete bağlı harcamalar önemli bir yekun tutmakta olup ülkemizde diyabetle mücadele edilmesi önemlidir. Birçok ülke gibi bu önemli halk sağlığı sorunu ile mücadele etmek amacıyla ülkemizde de sağlık politikaları geliştirilmektedir. İlk olarak 1994 yılında Bakanlığımız önderliğinde “Ulusal Diyabet Programı” hazırlanmıştır. 2003 yılında bu program “Ulusal Diyabet-Obezite-Hipertansiyon Kontrol Programı” adı ile yayımlanmıştır. Daha sonra T.C. Sağlık Bakanlığı Türkiye Halk Sağlığı Kurumu tarafından “Türkiye Diyabet Önleme ve Kontrol Programı 2010-2014” hazırlanmıştır. Bu programın amaçları, toplumda diyabet farkındalığını arttırmak, gelecek nesilleri diyabetten korumak ve tanı alan hastalara sunulan diyabet bakım kalitesini yükseltmek, komplikasyonları ve diyabete bağlı ölümleri azaltmak olarak belirlenmiştir. “Türkiye Diyabet Programı 2015-2020” bir önceki program kapsamında elde edilen tecrübeler ışığında ve bu program ile ilgili geri bildirimlerden yola çıkılarak Sağlık Bakanlığı Türkiye Halk Sağlığı Kurumu tarafından güncellenmiştir. Bu program ile bir önceki program aracılığıyla elde edilen kazanımların genişletilmesi ve yaygınlaştırılması amaçlanmıştır. “Türkiye Diyabet Programı 20152020”de diyabet hastalığı ile ilgili genel bilgiler özetlenmiş, diyabetin Dünya’da ve Türkiye’de mevcut durumu ortaya konmuş ve diyabetle etkin mücadele edilebilmesi için ulaşılması gereken 5 amaç belirlenmiştir. Bu amaçlar; etkin diyabet yönetimi için politika geliştirmek ve uygulamak, diyabetin önlenmesini ve erken tanı konmasını sağlamak, diyabet ve komplikasyonlarının etkin tedavisini sağlamak, çocukluk çağında diyabet bakım ve tedavisini geliştirmek, Tip 2 diyabet ve obeziteyi önlemek ve diyabet ve diyabet programını etkin izlemek ve değerlendirmektir. Her bir amacın hedefine ulaşması için geliştirilecek stratejiler ve somut eylemler önerilmiştir. Bu programın hazırlanması esnasında oluşturulan taslak, öncelikle ülkemizde bu konuda çalışmalar yapmakta olan değerli öğretim üyeleri ve bilim insanlarına, farklı kurum ve kuruluşlara ve sivil toplum örgütlerine gönderilerek geri bildirimler alınmış ve gerekli düzenlemeler yapılarak son haline kavuşturulmuştur. Ekim 2014 tarihinde yayımlanan bu program, ülke çapında konu ile ilgili tüm kişilere kamu kurum, kuruluşlarına ve sivil toplum kuruluşlarına ulaştırılmıştır. Programın yayım tarihinden itibaren geçen sürede programda yer alan aksiyonların bir kısmı gerçekleştirilmiş, bir kısmı ile ilgili çalışmalar ise başlatılmış ve devam etmektedir. Bu aksiyonlardan bazıları aşağıda özetlenmiştir: • Hasta eğitimlerinde kullanılmak üzere diyabet eğitim hemşirelerine yönelik olarak “Diyabet Eğitim Setleri” hazırlanmış ve tüm ülkedeki sağlık kuruluşlarına dağıtılmıştır. Hastanelerde verilen eğitimlerin standart olması sağlanmıştır. • Birinci ve ikinci basamakta görev yapmakta olan hekim, hemşire ve diyetisyenler için hizmet içi eğitimler kapsamında eğitici eğitimleri verilmektedir. Toplam 450 hekim/hemşire ve diyetisyene eğitim verilmiştir. • Diyabetin birinci basamakta ko- runma çalışmalarının önemli bir parçası olarak Birinci basamak sağlık kuruluşlarında obezite ve diyabetin aile sağlığı elemanları tarafından takibi için rehber ve danışmanlık kılavuzu geliştirilmiştir. Bu kapsamda aile sağlığı elemanlarına yönelik 2.5 milyon danışmanlık rehberi ve 5000 adet broşür basımı devam etmektedir. Aile Sağlığı Elemanlarını illerde eğitecek eğiticilerin eğitimi 9-10 Prof. Dr. Eyüp GÜMÜŞ Kasım 2015 tarihinde Ankara’da yapılacaktır. • Aile hekimleri için hazırlanan peri- yodik tarama rehberinde diyabet taraması yer almıştır. • Aile hekimleri için hazırlanacak diyabet tanı ve tedavi rehberi basımının 2016’da tamamlanması planlanmaktadır. • Diyabet konusunda farkındalığın arttırılması için çeşitli kamu spotları hazırlanmış ve televizyonlarda gösterilmektedir. Tip 1 diyabet kamu spotu gösterime devam etmektedir ve Tip 2 diyabetli bireylerde farkındalık kamu spotunun 14 Kasımdan itibaren gösterimine başlanılacaktır. • ‘Okulda Diyabet Programı’ kapsa- mında öğretmenleri teşvik etmek için Tip 1 diyabetli öğrencilerin öğretmenlerine teşekkür belgesi hazırlanmıştır. • Her yıl 14 Kasım Diyabet Gününde Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi” ve “Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğü Eczacılık Fakültesi Dekanlığı” ile protokol imzalanmıştır. • Glukometre Cihaz Sistem-leri’nin analizi sonucunda 2013-2014 yıllarında 17 adet cihazın kontrolü yapılmış, 13 cihaz uygun bulunurken, 4 cihaz uygun çıkmamıştır. 2015 yılında 12 adet “Glukometre Cihaz Sistemleri”nin analizi sonucunda, 9 sistemin analiz sonucu uygun bulunurken, 3 sistemin de uygun çıkmamıştır. 2015 yılı kapsamında 12 adet “Glukometre Cihaz Sistemleri”nin de analizleri sırasıyla devam etmektedir. • Tıbbi Cihaz Piyasa Gözetim ve Denetimi kapsamında piyasadan numune toplanarak cihazların analitik performanslarının değerlendirilmesine yönelik çalışmalar devam etmektedir. Denetim çalışmalarımızla piyasada satılan bütün cihazlar denetlenip bütün cihazlar güvenli hale gelecektir. belirlenen diyabet teması hakkında birtakım bilgilendirici materyaller hazırlanarak etkinlikler düzenlenmektedir. • 2016 yılında yapılacak olan ‘Bes- sektör çalışmaları desteklenmekte olup sektörle yapılan iş birliği protokolleri kapsamında düzenlenen halk eğitimleri devam etmektedir. • www.diabet.gov.tr; • Özel • Diyabetin en önemli izlem para- metresi olan HbA1c tayin yöntemleri ve kendi kendine izlemde önemli bir yere sahip olan glukometrelerin standardizasyonu çalışmaları kapsamında “Ankara lenme Araştırması’nda diyabet taramasına yer verilmesi planlanmaktadır. www.beslenme.gov.tr adreslerinden güncel bilgilendirme ve sosyal medya yoluyla paylaşımlar yapılmaktadır. “Türkiye Diyabet Programı 20152020”’nin kapsadığı 5 yıllık dönem boyunca, belirlenen amaçlara ulaşabilmek için programda yer alan eylemlerin hayata geçirilmesi devam edecektir. SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 9 kapakkonusu TÜRKİYE’DE DİYABET, HİPERTANSİYON VE OBEZİTENİN DEĞİŞEN TRENDİ TURDEP-I VE TURDEP-II ÇALIŞMALARININ SONUÇLARI Prof. Dr. İlhan SATMAN İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Bilim Dalı Ülkemizi de etkileyen yaşam tarzındaki hızlı değişim ile birlikte, tüm dünyada diyabet sıklığı artmaktadır. Uluslararası Diyabet Federasyonu (IDF) tarafından 2014 yılı sonunda 387 milyon olarak hesaplanan dünya diyabet nüfusunun, önümüzdeki 20 yıl sonunda %53 oranında artarak 592 milyona ulaşacağı tahmin edilmektedir. Ülkemizde de karşı karşıya kaldığımız sorunun boyutu10 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 nu belirlemek üzere toplum genelini yansıtan yüksek katılımlı saha çalışmalarında diyabet ve eşlik eden hastalıkların epidemiyolojik değişimi araştırılmaktadır. Bu bağlamda 19971998 yıllarında Türkiye genelinde 540 merkezde yapılan ve %85 katılım oranı ile 24.788 kişinin katılımı ile tamamlanan ‘Türkiye Diyabet Epidemiyoloji Çalışması’ (TURDEP-I), Türk erişkin (20 yaş ve üzeri) toplumunda yaş ve cinsiyet dağılımna göre standardize edilmiş diyabet prevalansının %7.2 ve bozulmuş glukoz toleransının (BGT) %6.7 olduğunu göstermişti. Diyabetlilerin yaklaşık olarak üçte biri (%32) diyabetli olduklarının farkında değildi. Diyabet sıklığı, kentsel bölgelerden katılanlarda kırsal bölge katılımcıların- dan ve kadınlarda erkeklerden daha yüksek saptanmıştı. Ayrıca toplumda obezite prevalansı %22.3, santral obezite %34 ve hipertansiyon ise %28.9 bulunmuştu. TURDEP-I’den yaklaşık 12 yıl sonra, ‘Türkiye Diyabet, Hipertansiyon, Obezite ve Endokrinolojik Hastalıklar Prevalans Çalışması (TURDEP-II) yapılmıştır. İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi tarafından Sağlık Bakanlığı’nın lojistik işbirliğinde gerçekleştirilen çalışmanın saha araştırması 18 Ocak 2010 ile 15 Haziran 2010 tarihleri arasında 15 ilden 540 merkezde tamamlanmıştır. Çalışmaya güncel TÜİK verileri baz alınarak Türkiye’deki yaş grubu ve cinsiyet dağılımına uygun şekilde rastgele seçilip çalışmaya davet edilen 20 yaş ve üzerinde 26.499 kişi katılmıştır (16.696 kadın, 9.327 erkek; 15.783 kentsel, 10.441 kırsal). Katılım oranı %87 civarında gerçekleşen bu çalışma, 1997-98 yıllarında yapılan TURDEP-I çalışmasının tekrarı niteliğinde planlanmış olup aynı merkezlerde yapılmış ve güncel geçerli yöntemlerin yanı sıra TURDEP-I’deki yöntem ile de değerlendirilmiştir. TURDEP-I‘den itibaren geçen 12 yıllık süreçte erişkin nüfusumuzun yaş ortalaması her iki cinste de yaklaşık olarak 4 yıl artmıştır (sırası ile TURDEP-I ve TURDEP-II’de medyan yaş 41.8’e karşılık 44.9 bulunmuştur). Yine her iki cinste boy ortalaması 1’er cm uzamıştır. Ek olarak kadınlarda ortalama vücut ağırlığının 6 kg, bel çevresinin 6 cm ve kalça çevresinin 7 cm arttığı; erkeklerde ise bu parametrelerde sırası ile ortalama olarak 8 kg, 7 cm ve 2.8 cm artış olduğu dikkati çekmiştir. Çalışmada standardize edilmemiş (ham) diyabet sıklığı %16.5 bulunmuş olup popülasyon, TURDEP-I’e göre standardize edildiğinde, Türk erişkin toplumunda diyabet prevalansının %13.7’ye ulaştığı görülmüştür. Kentsel bölgelerde standardize edilmemiş diyabet sıklığı %17, kırsal bölgelerde ise %15.5 bulunmuştur. Daha önceki çalışmanın aksine, kentselde diyabet sıklığı biraz daha yüksek olmakla birlikte, TURDEP-II çalışmasında kentsel ve kırsal diyabet sıklığı arasında çok anlamlı bir fark kalmadığı görülmüştür. Hem kentselde hem de kırsalda bilinen ve yeni diyabet oranları birbirine yakındır (%54.5’e karşılık %45.5). Diyabet sıklığı erkeklerde kadınlardan hafifçe daha düşük bulunmuş olup kadın ve erkekler arasında çok anlamlı bir fark görülmemiştir (erkeklerde %16, kadınlarda %17.2). Bölgesel diyabet prevalansı Kuzey Anadolu’da %14.5 ile en az, Doğu Anadolu’da ise %18.2 ile en fazladır. Bilinen diyabetlilerin toplam (bilinen + yeni) diyabetlilere oranı şeklinde ifade edilen “Diyabet Farkındalığı”, Batı Anadolu’da en yüksek (%61.6), Doğu Anadolu Bölgesi’nde ise en düşüktür (%47.2). TURDEP-II çalışmasında 40-44 yaş grubundan itibaren nüfusun en az %10’u diyabetlidir. TURDEP-I’de ise %10’nun üzerindeki diyabet sıklığı 45-49 yaş grubunda başlamaktaydı. Buna dayanarak Türkiye’de diyabet açısından riskli yaşların, 1998 yılına göre yaklaşık olarak 5 yıl daha erken, yani 40 yaşından itibaren başladığı düşünülebilir. Standardize edilmemiş diyabet sıklığı Bursa ve Malatya’da %20’nin üzerinde; Diyarbakır, İstanbul, Antalya, Adana, Gaziantep, İzmir, Denizli, Eskişehir, Ankara ve Konya’da ise %15’in üzerindedir. Diyabet farkındalığı Bursa’da en yüksek, Diyarbakır’da ise en düşüktür. Ülke genelinde prediyabet sıklığı incelendiğinde; izole bozulmuş açlık glukozu (i-BAG: Açlık plazma glukoz: 100-125 mg/dL ve OGTT-2.st plazma glukoz <140 mg/dL) sıklığı %15.9, izole bozulmuş glukoz toleransı (i-BGT: Açlık plazma glukoz <100 mg/ dL ve OGTT-2.st plazma glukoz: 140199 mg/dL) sıklığı %7.7 ve kombine glukoz tolerans bozukluğu (KGTB= BAG+BGT: Açlık plazma glukoz: 100125 mg/dL ve OGTT-2.st plazma glukoz: 140-199 mg/dL) ise %8.5 bulunmuş olup kadınlarda, erkeklere göre, i-BGT (%9’a karşılık %5.7) ve KGTB (%10.4’e karşılık %5.6) oranları daha fazladır. TURDEP-II popülasyonu, TURDEP-I’e göre standardize edildiğinde, i-BAG, i-BGT ve KGTB prevalansları, sırası ile %14.5, %7.1 ve %6.7 bulunmuş; ayrıca kentsel ve kırsal bölgelerde yaşayan katılımcılar arasında prediyabet açısından anlamlı bir fark saptanmamıştır. Çalışmamıza göre Türkiye’de standardize edilmemiş obezite sıklığı %35.9, fazla kilolu (overweight) %32.5 ve bel çevresine göre santral obezite sıklığı ise %52.6 bulunmuş olup TURDEP-I göre standardize prevalanslar sırası ile obezite %31.2, fazla kiloluluk %37.5 ve santral obezite %46.3 olarak hesaplanmıştır. Erkeklerde kilo fazlalığı sıklığının, kadınlarda ise obezite sıklığının daha yüksek olduğu dikkati çekmektedir. Genel olarak erişkin yaşlardaki Türk toplumunun 2/3’ü kilolu veya obezdir. Kentsel ve kırsal obezite prevalansları birbirine yakın bulunmuştur. Hipertansiyon için standardize edilmemiş prevalans önceki çalışmada olduğu gibi %31.3 civarında olup ka- dın-erkek ve kentsel-kırsal farkı kaybolmuştur. TURDEP-I’e göre standardize prevalans %25.6 bulunmuştur. Erişkin yaştaki Türk toplumunda sigara içenlerin oranı azalmıştır. Halen erkeklerde sigara kullanımı %30’un üzerinde olmakla beraber, genel toplumda sigara içme oranı 1998’de %29.8’den 2010’da %17.3’e gerilemiş; sigarayı bırakanlar ise %3.8’den %12.1’e yükselmiştir. Bu rakamlar kadın ve erkeklere göre standardize edildiğinde 1998’de %28.7 olan sigara içme sıklığının 2010’da %21.8’e gerilediği; bir başka deyişle Türkiye’de sigara içenlerin oranının 12 yılda yaklaşık %25 oranında azaldığı görülmüştür. Bu durum ulsal/uluslararası otoriteler ve IDF’in de dikkatini çekmiş olup 6. Diyabet Atlası’nda Türkiye, hem prevalans hem de nüfus açısından Avrupa’da diyabetin en sık görüldüğü ilk beş ülke içinde gösterilmektedir. Ek olarak aynı yayında Türkiye’nin önümüzdeki 20 yıl içinde diyabetin en sık görüldüğü ilk 10 ülke listesine gireceğine işaret edilmektedir. Sonuç olarak 1998’de yapılan TURDEPI’e göre, TURDEP-II çalışmasında Türkiye’de 12 yılda diyabet sıklığının %90, obezitenin ise %44 arttığı görülmüştür. Bu rakamlar, ülkemizde obezite ve diyabetin en önemli toplum sağlığı sorunları konumuna ulaştığını göstermektedir . Gelecek kuşaklarımızda bu sorunların azaltılabilmesi için obezite ve diyabeti önlemeye yönelik, sağlıklı yaşam tarzını özendirici ülke çapında acil bir eylem planı oluşturulması ve derhal uygulamaya konulması gerekmektedir. Prof. Dr. İlhan SATMAN SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 11 kapakkonusu Türk Diyabet Vakfı Başkanı Prof. Dr. Ahmet Kaya: “BAŞARILI BİR DİYABET TEDAVİSİNDE EN ÖNEMLİ YARDIMCINIZ HEKİMİNİZDİR” Diyabetli kişilerin % 90’ında görülmekte olan “Tip” 2 diyabet, riskli olmakla birlikte yaşam tarzını ve beslenme düzenini değiştirerek bu riski en alt seviyeye indirmek mümkün. Türkiye Diyabet Vakfı Başkanı Prof. Dr. Ahmet Kaya Tip 2 Diyabetin ayrıntılarını dergimize anlattı. Tip 2 diyabetin belirtileri nelerdir? Tip 2 diyabeti olan ve kan şekeri yüksek olan kişilerde; sık idrara çıkma, ağız kuruluğu, çok su içme, açlık hissi, cilt yaralarının geç iyileşmesi, kuru ve kaşıntılı bir cilt, sık sık infeksiyon gelişmesi, ellerde ve ayaklarda uyuşma, karıncalanma görülür. Ancak bu belirtiler zaman içinde yavaş yavaş ortaya çıkar. Tip 2 diyabet riski kimlerde daha fazladır? Tip 2 Diyabet, herkeste, her yerde, her yaşta teşhis edilebilir. Ailesinde diyabetli olanlar, şişman kişiler, 4 kg’dan daha ağır bebek doğuran kadınlar, stres altında yaşayan kişilerde diyabetin görülme riski daha yüksektir. Ayrıca pankreasın kronik iltihabı, pankreas tümörleri ve ameliyatları 12 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 ile hipertiroidi, akromegali gibi bazı hormon hastalıkları Tip 2 diyabete yol açabilir. Tip 2 diyabet tedavisinin esasları nelerdir? Birinci basamak tedavi planında medikal beslenme tedavisi yani beslenme alışkanlıklarının düzenlenmesi, yaşam tarzının değiştirilmesi, egzersiz programlarının uygulamaya koyulması yer almaktadır. Eğer, bu tedavi planına uyulmasına rağmen kan şekeri normal sınırlar içinde tutulamazsa ağızdan hap olarak alınan şeker düşürücü ilaçlar tedaviye eklenir. Ancak bazı Tip 2 diyabetliler kan şekeri düzeyini normal sınırlar içinde tutabilmek için insüline ihtiyaç duyulabilir. Bu durumlarda uygun dozda yapılan insülin enjeksiyonları ile tedavi desteklenir. Ağızdan şeker düşürücü hap veya insülin tedavisi alan Tip 2 diyabetlilerin haftanın belirli günlerinde kan şekerini ölçmeleri son derece önemlidir. Beslenme tedavisinde nelere dikkat edilmelidir? Diyabette, beslenme alışkanlıklarının düzenlenmesinin amacı diyabetli bireyin hayatı boyunca uygulayabileceği en ideal beslenme programını oluşturarak, kan şekerini normal sınırlar içinde tutmak, hiperglisemi (kan şekeri yüksekliği) ve hipoglisemi (kan şekeri düşüklüğü) gibi akut komplikasyonları önlemek ve ideal vücut ağırlığını sağlamak ve korumaktır. Bunun için tip 2 diyabetli bireye, bireysel özelliklerine uygun, yeterli miktarda ve uygun zamanda yemek yemesi, kan şekeri kontrolü için ge- reksinimine uygun miktarda karbonhidrat içeren besin tüketmesi, besin tüketiminde çeşitliliğinin sağlanması, besinlerle alınan posa miktarını arttırması, basit şekerleri (toz ve kesme şeker, bal, tatlı, meyve suyu v.s.) diyetisyen kontrolünde tüketmesi önerilir. Egzersizde Dikkat Edilecek Hususlar Nelerdir? Diyabet tedavisinde kişiye uygun olan egzersiz tipi ve programı uygulanmalıdır. Egzersize başlarken süre kısa tutulmalı (günde 5-10 dakikayla başlanmalı) ve giderek arttırılmalıdır. Egzersiz her gün düzenli olarak yapılmalı, egzersiz sırasında pamuklu çoraplar tercih edilmelidir. Egzersiz esnasında aktif olarak çalışacak kasların olduğu bölgelere insülin yapılmamalı, aç karnına egzersize başlanmamalıdır. Egzersiz sırasında meydana gelebilecek kan şekeri düşmelerine karşı dikkatli olunmalı ve kan şekeri ölçülmelidir. Egzersiz sırasında oluşabilecek hipoglisemi riskine karşın mutlaka basit şeker içeren besinler; (Kesmeşeker, şeker tableti veya meyve suyu v.s.) bulundurmaya dikkat edilmelidir. Evde Kan Şekeri Takibi Nasıl Yapılmalıdır? Haftanın belirli günlerinde kan şekerinizi ölçmeniz doktorunuza kan şekeri düzeninizin iyi gidip gitmediği hakkında bilgi verir. Ölçümler, diyetisyeninizin beslenme tedavisini ayarlaması ve yediğiniz besinlerin kan şekeri üzerindeki etkisi ile ilişkili olarak size bilgi vermesi açısından da önemlidir. önce olmak üzere günde dört kez veya farklı günlerde farklı öğünlerde öğün öncesi ve öğünden iki saat sonra glukometre (kan şekeri ölçüm cihazı) ile kan şekeri ölçümü yapması gerekir. Bu ölçümün haftada kaç kez yapılması gerektiği doktorunuz/diyetisyeniniz tarafından belirlenir. İnsülin kullanmayan Tip 2 diyabetlilerin genelde haftada iki gün, günde iki kez kan şekerini ölçmesi yeterlidir. Hastalığınıza ve yaşam şartlarımıza en uygun kan şekeri ölçüm programının hazırlanmasında sağlık ekibinizden yardım alabilirsiniz. Başarılı bir diyabet tedavisi için kimlerden profesyonel yardım alınmalıdır? Tip 2 diyabet vücutta damarın olduğu her organı etkileyen ve ömür boyu süren bir hastalık olduğu için, Tip 2 diyabetli bireylerde iyi bir bakım sağlanmasının ön şartı bir ekip gerekliliğidir. Günlük özen ve bakımı öğretmek için pek çok kişi diyabetlinin yardımcısıdır. Yardımcıların başında da bu konuda uzmanlaşmış hekimler gelir. Hekim diyabetli bireye özgü bir medikal tedavi programı uygular. Beslenme uzmanı tedavinin temel taşı olan sağlıklı beslenme planının düzenlenmesi, sağlıklı beslenme alışkanlıklarının kazanılması için yardımını isteyeceğiniz kişidir. Diyabet hemşiresi insülin uygulama tekniği, kan şekeri ölçüm yöntemi, hipoglisemi, ayak bakımı ve benzeri konularda size yardımcı olacaktır. Diyabet eğitimcisi ise diyabetli kişilere diyabet konusunda eğitim veren sağlık çalışanlarıdır. Hemşire, beslenme uzmanı ya da pratisyen hekim diyabet eğitimcisi olabilir. Diyabet eğitimcileri özel durumlarda hastalık hallerinde ya da kan şekeri düştüğünde neler yapılması gerektiği konusunda eğitim verirler. Ayrıca kronik hastalıklarda eğitim veren bazı gönüllü kuruluşlar, dernek ve vakıflar da diyabetlilere yol gösteren diğer yardımcılardır. Tip 2 diyabet genellikle 40 yaşın üzerindeki kişilerde görülen diyabet tipidir. Pankreasın yeterli miktarda insülin salgılayamaması veya salgılanan insülinin yeterli derecede kullanılmaması nedeniyle kan şekerinin yükselmesi durumudur. Bu tip diyabetiklerde rahatsızlık uzun yıllar klinik olarak belirti vermeyebilir. Yaşamın ilerki yıllarında araya giren bir infeksiyon, stres, ameliyat, gebelik ya da fazla kilo alınması zaten azalmış olan beta hücre rezervinin daha da düşmesine neden olarak diyabeti klinik olarak ortaya çıkarabilir. Tip 2 diyabetli kişilerin pankreası insülin üretir fakat etkili olarak kullanamazlar. Tip 2 diyabetin görülme sıklığı daha fazladır, diyabetli kişilerin %90’ı Tip 2 diyabetlidir. İnsülin kullanan Tip 2 diyabetlilerin kahvaltı, öğlen ve akşam yemeği ile gece öğününden SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 13 kapakkonusu DİYABETLE ARKADAŞ OLMAK, SORUNSUZ VE BAŞARILI BİR HAYAT SÜRDÜRMEK MÜMKÜN MÜ? Prof. Dr. Şükrü HATUN Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji ve Diyabet Bilim Dalı Başkanı Çocuk Diyabet Grubu Başkanı Okulda Diyabet Programı Koordinatörü Basına yansıyan bir çok haber ve TV’lerdeki bazı programlardan anlaşılacağı üzere Tip 1 diyabetlilerin yaşamı toplum tarafından yeterince bilinmiyor. Oysa Tip 1 diyabet, 6 aydan sonra görülen bir diyabet türü ve çoğunlukla “otoimmün” (bağışıklık sistemi hücrelerinin pankreasın insülin üreten beta hücrelerini zedelemesine bağlı) bir hastalık. Daha çok çocuklarda ve gençlerde görülüyor ve pankreastaki insülin üreten hücreler zedelendiğinden çocuklar yaşam boyu insüline bağımlı yaşamak zorunda kalıyorlar. İnsülin olmayınca besinlerle alınan şeker hücrelerin içine giremiyor, dolayısıyla enerji kaynağı olarak da kullanılamıyor. Tip 1 diyabet olan çocuklarda çok su içme, çok ve sık idrar yapma, geceleri bir kaç kez uykudan uyanıp idrar yapma (bazen uykuda idrar kaçırma) ve 14 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 en önemlisi kilo kaybı gibi bulgular aniden ortaya çıkıyor ve erken tanı konmazsa “diyabetik ketoasidoz” adı verilen komaya varan tablolar oluşabiliyor. Diyabetlilerde esas sorun glikoz metabolizması ile ilgili olmakla birlikte, hastalığın seyrinde protein ve yağ metabolizması da bozuluyor ve uzun dönemde kılcal damarların duvarlarında zedelenme olabiliyor. Daha çok şişmanlığa bağlı oluşan Tip 2 diyabetten farklı olarak Tip 1 diyabet seyrek görülen bir hastalık. Dünya Diyabet Federasyonu verilerine göre , dünyadaki 400 milyon diyabet hastasının % 10’unu Tip 1 diyabetliler oluşturuyor. Ülkemizde de 7 milyon civarında Tip 2 diyabetliye karşın 50.000 civarında Tip 1 diyabetli var ve bunların da yarısı çocuk. Yakın zamanda yapılan çalışmalara göre ülkemizde 20.000 dolayında diyabetli çocuk var ve her yıl yaklaşık 1.700 çocuğa Tip 1 diyabet teşhisi koyuluyor. Tekrar söyleyecek olursak seyrek görüldüğü için özellikle çocuklarda diyabet olabileceği kimsenin aklına gelmediği gibi, tip 1 diyabetlilerin herkes gibi normal bir yaşam sürdürebileceklerine de pek kimse inanmıyor. Diyabet çocuklarda da görülür mü? Sanıldığının aksine diyabet çocuklarda da görülür ve bir çocuk diyabet olduğunda her şey sarsılır. Önce yaşamında önemli olan sözcüklerin anlamı değişir. Örneğin, en çok sevdiği yiyeceğin adı olan şeker, bir hastalık adı olmuştur artık ve bebekliğinden beri korkutulduğu “iğne” ise herkes tarafından sevimli gösterilmeye çalışılır. İçinde birikmiş iğne korkusunu yenmek için bütün ruhsal güçlerini seferber eder ve sonunda “insülin iğnesi”ni kabullenir. Peki şimdi ne olacaktır? Geçmişte sessizce çalışan pankreasın yerine ne konacaktır? Onlar için “İnsülin hayat demektir”, bu nedenle önce insülin yerine konacaktır . Ama insülin yetmez. Onun yanında “kendi kendine bakım” bilgisi ve esas önemlisi pankreasın yerine geçecek bir “diyabet bakım bilinci” gereklidir. Çocuklarda etkili bir diyabet tedavisi için kan şekerlerinin günde en az 4 kez ölçülmesi, bu ölçümlerin değerlendirilmesi ve buna göre yeterli insülin verilmesi gereklidir. Çocuklar ya kendilerini bilmedikleri küçük yaşlarda ya da ergenlik dönemi başlangıcında diyabetle tanışırlar. Her iki durumda da önlerinde büyümek için uzun bir süre bulunur ve bu süreyi diyabetle birlikte yaşarlar. Aslında diyabetle birlikte büyürler; diyabet büyümelerini, büyüme de diyabetlerini etkiler. Diyabetle büyümenin zorluklarını göğüslemeye çalışsalar da çocukların birçok sorunu vardır. İstanbul’da yaşayan, 3 yıldır tip 1 diyabetli 13 yaşındaki Gizem gibi bazı çocuklar, diyabetlerini uzunca bir süre çevrelerinden, arkadaşlarından gizlemek zorunda kaldıklarını üzülerek anlatır: “Diyabeti ilk öğrendiğimde korkmuştum; çünkü arkadaşlarımın yapabildiklerini yapamayacağımdan çok korkmuştum. Anlamıyordum, çünkü küçüktüm. Ama şu anda daha iyiyim çünkü ben farklı değilim. Mesela, o zamanlar her gece ağlıyordum, farklı olduğumu düşünüyordum. Ama şu anda bunları atlattım, çünkü ben de her şeyi yapabiliyorum ama ölçülü yapıyorum, bu beni rahatlatıyor. Çünkü gelecekte daha sağlıklı bir hayat, daha uzun bir ömür yasayabilirim. Okulda ilk başta arkadaşlarıma söylemiyordum çünkü utanıyordum, benden uzaklaşırlar diye. İnsülinimi bir köşede arkadaşlarımdan ayrı gözlerin görmediği bir yerde yapıyordum. Ondan sonra korkuyordum sınavda bir şey oluyordu, öğretmenlerime söylemediğim için dışarı çıkamıyordum. Ama bir süre sonra doktorlarla konuştum, daha sonra diyabetli arkadaşlarım oldu. Onları gördükten sonra ben de söyleme kararı aldım. Bu yüzden şimdi daha rahatım. Sınavlarda kendimi iyi hissetmediğim zaman dışarı çıkıyorum, ailemi arıyorum. Bence insan söylemeli bunu, utanmamalı”. Diyabetli çocukların bu zorlukları yaşamasının temel nedeni toplumun tip 1 diyabet konusundaki bilgisizliği. İlk kez tip 1 diyabetli bir çocukla karşılaşanlar çoğu zaman onlara acıyarak bakıyor ve onların normal bir yaşam süremeyeceklerini, örneğin herkes gibi evlenip çocuk sahibi olamayacaklarını düşünüyor. Eski yıllarda bazı çocuklar arkadaşlarının diyabet bulaşıcı olabilir diye kendi elini sıkmadıklarını acıyla hatırlarlar. Bunun dışında okullarda arkadaşlar arasında yaşanan rekabet ve ergenliğin zaten zorlu bir dönem olması da çocukların diyabetlerini gizlemesine yol açıyor. Bazı çocuklar diyabetli oldukları bilinirse kendilerine farklı davranılacağı düşüncesinden kur- tulamıyor. Oysa diyabeti gizlemek oldukça tehlikeli. Diyabet tedavisi sırasında ani kan şekeri düşüklükleri oluyor ve bu durumda çocuğun arkadaşlarının yardımına ihtiyacı var. Bu nedenle diyabetli çocukların yakın arkadaşlarının diyabetle ilgili acil durumları bilmeleri gerekiyor. Çocuklarda Tip 1 diyabet hangi belirtilerle ortaya çıkıyor? Çocuklarda da erişkinlerde olduğu gibi en sık görülen bulgular çok ve sık idrar yapma, çok su içme ve her zaman görülmese de iştah artmasıdır. Aileler önce çocukların her zamankinden daha çok su içmeye başladığını, yanlarında sürekli su şişesi bulundurduklarını, suya doymadıklarını, sanki yalnızca suyla beslendiklerini söylerler. Çok idrar yapma gün içinde çocukların dikkat çekici sıklıkta tuvalete gitmesi ile belli olur. Bu nedenle ders sırasında tuvalete gitmek için izin istemeye başlayan çocuklarda diğer bulgular araştırılmalıdır. Bunun yanında daha önce gece idrar yapmak için uyanmayan çocukların 1-2 kez idrar yapmak için uyanması ve bazen gece altını ıslatması dikkat çekicidir. Küçük çocuklarda ise anneler sık bez değiştirmeye başladıklarını fark ederler. Çocuklar iştahlarının artmasına rağmen kilo kaybederler, annelerin deyimiyle süzülürler. Kız çocuklarında genital bölgede mantar enfeksiyonu olabilir ya da bebeklerde inatçı pişiklerin görülebilir. Bazı çocuklar halsizlik, hafif ateş, karın ağrısı gibi özelliği olmayan bulgularla doktora giderler ve aileler diyabete özgü bulguları söylemeyebilirler. Çocukların okul performansında azalma, çabuk yorulma gibi yakınmaları olabilir ve eskisine göre daha sık devamsızlık yapmaya başlayabilirler. Bu nedenle çocukların beklenmeyecek şekilde devamsızlık yapmaya başlaması öğretmenler tarafından incelenmelidir. SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 15 Yukarıdaki bulgularla hekime getirilmeyen çocuklarda bir süre sonra insülin eksikliğinin şiddetlenmesine bağlı olarak bulantı, kusma, karın ağrısı, gözlerde çöküklük, derin ve hızlı nefes alma (solunum sıkıntısı), ağızda aseton kokusu gibi diyabet komasına doğru gidişin belirtileri başlar. Diyabet bulgularının erken fark edilmemesi ya da sağlık kuruluşlarında diyabet tanısının atlanması ile diyabet koması gibi tehlikeli bir tablo ile başvurma arasında yakın ilişki vardır. Tip 1 diyabet olduktan sonra iyileşme şansı var mı? “ Mucize tedaviler” var mı? Ameliyatla Tip 1 diyabet düzelir mi? Tip 1 diyabetin iyileştirilmesi ve insülin tedavisinden kurtulmak bütün diyabetlilerin en büyük özlemidir ama ne yazık ki günümüzde henüz “diyabetten kurtulmayı” sağlayacak ve pankreasın eskisi gibi insülin salgılamasını sağlayacak bir tedavi yoktur. Henüz dememizin nedeni bu konuda hala araştırmaların sürüyor olmasıdır. Özellikle balayı dönemini uzatmak, mümkünse kalıcı hala getirmek için vücudun bağışıklık sistemi üzerine etkili yeni ilaçlar üzerinde çalışmalar sürmektedir. Tip 1 diyabetliler ve aileleri, diyabetin yaşam boyu kalıcı bir hastalık olduğunu kabullenmekte güçlük çekerler ve hep bir mucize olmasını beklerler. Eğer Tip 1 diyabet tanısı doğru ise bir mucize mümkün değildir. Şimdiye kadar Tip 1 diyabet tanısı konan ve “Diyabetten kurtuldum, bitti diye bir mucize ile geri dönen” kimse yoktur. Bu bilgilere 16 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 rağmen hemen hepsi “umut taciri” olan bazı kişiler, çeşitli bitkiler vs. ile diyabeti iyileştirdiğini ileri sürerek diyabetlilerin umutlarını kötüye kullanmaktadır. Bu kişilere karşı dikkatli olunmalı ve hiç bir şekilde mucize tedavilere kanıp diyabet tedavisinin gereklerini yapmaktan vazgeçilmemelidir. Yine son yıllarda Tip 2 diyabetli ve şiddetli obezlerin tedavisinde kısmi olarak kullanılan mideye band koyma ya da mide ile bağırsaklar arasında “kısa yol” oluşturma ameliyatlarının (metabolik cerrahi olarak de isimlendiriliyor) sanki Tip 1 diyabet tedavisinde de kullanılabileceği sanılıyor ama bu bilgi tamamen yanlış. Bu ameliyatlar henüz insülin salgılayabilme kapasitesi olan Tip 2 diyabetlilerde bir işe yarıyor. Oysa Tip1 diyabetlilerin pankreaslarının başlangıçtan itibaren insülin üretemez hale geldiğini biliyoruz. Okulda Diyabet bakımı önemli mi? Diyabetli çocuklar zamanlarının çoğunu okulda geçirirler ve tedavilerinin kesintisiz sürmesi yanında kendi akranları gibi bütün okul aktivitelerine katılmaları için öğretmenlerinin desteğine ihtiyaç duyarlar. Günümüzde, öğretmenlerin diyabet tedavisindeki rolü giderek artmaktadır. Öğretmenler, kan şekeri düşüklüğünde ve diğer acil durumlarda ne yapmaları gerektiği konusunda eğitim almalıdır. Ayrıca diyabetli çocukların ara öğünlerini almaları, insülinlerini yapmaları için kolaylık sağlanmalı ve arkadaşları ile uyumlu bir okul yaşamı için bilgilendirme toplantıları yapılmalıdır. Günümüzde diyabetli çocuklar okullarda bir çok sorun yaşamaktadır. Bunlardan birisi öğretmenlerin tip 1 diyabeti iyi bilmedikleri için “sorumluluğunuzu alamam” diyerek çocukları okul aktivitelerinden uzak tutmalarıdır. Bunu yaşayan bir tip 1 diyabetli çocuk duygularını şöyle anlatıyor: “Okulda karşılaştığım ilk önemli sorun beden eğitimi dersinde oldu. Öğleden sonra beden eğitimi dersi için spor salonuna gittiğimde öğretmenimiz önce bana “ Geçmiş olsun, aramıza hoş geldin Duygu” dedi ama hemen sonra beden eğitimi dersine girmemin sakıncalı olabileceğini, spor yapmayı sevsem de bugün derse girmeme izin veremeyeceğini, bunun sorumluluğunu alamayacağını söyledi. Öğretmenime hissettirmemeye çalışsam da çok üzülmüştüm. Kendimi hemen toparladım ve hastanede bana egzersizin diyabet tedavisinde çok önemli olduğunu, beden eğitimi derslerine özellikle girmem gerektiğini, egzersiz aşırı yapılırsa kan şekerimin düşebileceğini ama benim bu konuda bilgili ve hazırlıklı olduğumu, egzersizden önce gerekirse ek ara öğün alabileceğimi ve kan şekerimin düştüğünü hissedince hemen ölçüp, düşükse meyve suyu içebileceğimi, bütün bunlardan dolayı öğretmenime bir sorumluluk gelmeyeceğini anlattım. Öğretmenim söylediklerimi dinledi ama bugün için derse almayacağını, yarın bu konuyu yeniden konuşmamızı önerdi”. Çocuklarda diyabeti erken teşhis edebilmek ve çocukluk çağı diyabeti konusunda farkındalık yaratabilmek amacıyla 2010 yılında Ulusal Diyabet Kontrol Programı çerçevesinde; Milli Eğitim Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Çocuk Endokrinoloji ve Diyabet Derneği tarafından Sanofi Türkiye’nin de koşulsuz desteğiyle “Okulda Diyabet Programı’’ hayata geçirildi. Bu çerçevede diyabetli çocukların yaşam kalitesini yükseltme konusunda 5 yılda önemli ve somut adımlar attık. Düzenlenen eğitimlerle öğretmen ve veliler diyabet belirtisi taşıyan çocukları teşhis ve tedaviye yönlendirirken, çocuklarda obezite ve sağlıklı beslenmenin önemi konusunda da güçlü bir farkındalık oluşturuldu. Okulda Diyabet projesi ile ülke çapında 60 bin okula, 7,5 milyon öğrenciye, 585 bin öğretmene ve 580 bin veliye ulaşıldı. Bunların yanı sıra, Milli Eğitim Bakanlığı da 24 Şubat 2013 tarihli genelgesinde okul yetkililerini ve öğretmenleri diyabetli çocuklara destek olmaları konusunda uyardı, okulda diyabet bakımı konusunu işleyen rehberler hazırlandı ve çocuk endokrin merkezlerinin taburcu olan her çocuk yoluyla öğretmenlerine mektup gönderilmesi sağlandı. Ayrıca, www.okuldadiyabet.org inernet sitesi kurularak kalıcı bir eğitim platformu yaratıldı. Son olarak ise kendi okullarında diyabetli çocukların erken tanınması ve bakımı konusunda fark yaratan öğretmenlere yönelik bir ödül programı organize edildi ve ödül alan öğretmenlerle Paris’e bir eğitim gezisi düzenlendi. Okulda Diyabet Programı ile ilgili çalışmaları bugünlerde TV’lerde yayınlanan “ Çocuklarda Diyabet Kamu Spotu”, diyabetli çocukları özveri ile destekleyen öğretmenlere teşekkür belgesi verilmesi, toplum sağlığı hemşirelerinin kendi kayıtlarındaki diyabetli çocukların okullarında eğitim yapması ve bu amaçla eğitilmeleri, çocuk endokrin merkezlerinin “öğretmene mektup” gibi “ toplum sağlığı hemşiresine mektup” göndermesi gibi çalışmalarla devam etmektedir. tanışmam 15 yaşındayken oldu. Ailem için de benim için de yepyeni bir tanıydı ve bilinmezlerle doluydu. Şimdiki gibi aslında hastanede diyabetle ilgili etrafta bilgi veren sizi destekleyenlerin sayısı fazla değildi ben insülin enjeksiyonlarını ilk yaptığım zaman kendimi daha iyi hissettim çünkü vücudumda eksik olan hormonları yerine koyup şekerimi dengeledim. Biz diyabeti tedavi ederken aslında atmaya çalıştığımız en önemli adım diyabetimizi hayatımızın bir parçası, arkadaşımız haline getirmek”. Günümüzde bir çok diyabetli kendilerine iyi baktıklarında normal bir ömür sürebiliyorlar. Bütün mesele diyabeti kabullenmek ve gereğini yapmak. Diyarbakır’da yaşayan ve şimdi TED Mersin Koleji’nde okuyan Şeval Ercan diyabetin önüne arkadaşım kelimesini nasıl eklediğini anlatıyor: “ Ben basketbolcuyum. Sivas’ta Türkiye Şampiyonası’ndaydık. Bende aşırı kilo kaybı ve halsizlik vardı sürekli. O anki yoğun tempodan kaynaklandığını düşündüm ama bir anda aşırı kilo kaybı ve halsizlik olunca Diyarbakır’a gelip hastaneye gittik ve diyabet olduğumu öğrendim. Münevver hemşiremiz var. Arkadaşımız gibi. O anlattı bana. Bir zarar vermeyecek sana, onunla iyi geçinirsen onu arkadaşın olarak görürsen o da sana iyi davranacaktır dedi. İlk önce inanmamıştım bunlara. Sonra eve geçtiğimde ve gerçekten Diyabetle arkadaş olmak mümkün mü? Bir çocuk diyabet olduğunda en önemli konu üzüntüleri bir an önce geride bırakıp diyabetle barışık, diyabet tedavisinin gereklerini yerine getiren bir hayatı organize etmektir. Bu bakışı diyabetle arkadaş olmak olarak tanımlayabiliriz. Aslında bu romantik bir kelime gibi gelebilir. Diyabetle arkadaş olmak ne demek gibi. Aslında bu temel olarak diyabet tedavisinde diyabetle barışık olmayı, diyabeti sürekli bir kaygı konusu haline getirmemeyi, insanın arkadaşlarına özenli davranması gibi kendi diyabetine de özenli davranmasını anlatmaktadır. Kendisi de lise yıllarında tip 1 diyabet olan ve şimdi Marmara Tıp Fakültesi erişkin diyabet uzmanı olarak çalışan Doç. Dr. Oğuzhan Deyneli kendi yaşamında “diyabetle arkadaş” olmanın çok önemli bir yer tuttuğunu şu sözlerle anlatıyor: “Benim diyabetle ilk Okuma kendime iyi baktığımda onun da bana iyi karşılık verdiğini öğrendim. Hastaneye yatacağım günün bir sonraki günü turnuvaya gidecektik, küçük kızlar Türkiye Şampiyonası’na. Ama ben gidememiştim ve bütün yıl boyunca ona hazırlanmıştım ve milli takım antrenörleri de gelecekti oraya. Hem hastalığım yüzünden hem de o turnuvaya katılamayacağım için çok üzülmüştüm. O psikolojiyle de iyi olmadığımı gördükleri için beni turnuvaya gönderdi Nuri hoca. Turnuvaya hastaneden hemen sonra gittiğim, kan şekerlerim daha tam düzene girmediği halde çok iyi performans sergiledim. Sayı kraliçesi oldum ve ödülü de getirdim. Tedaviye devam edip, denge kurup eve gittim. Çok zor bir psikoloji içindeydim çünkü hazırlandığım o yıl içinde çok şey vardı gidemeyeceğim korkusunu yaşadım. Ama aslında hayatım boyunca hiç beni yalnız bırakmayacak bir arkadaş olduğunu hissettim aslında bir anda. Basketbol oynadığımda da diğer farklı faaliyetlerde de hiçbir şey de engel olmadığını anladım. Diyabetlilerin arasında Şeval gibi başarılı birçok sporcu var. Bunlardan birisi de Geçen yıl İznik’teki “Diyabetli Çocuklar Kampı”na katılan Trabzonspor Basketbol Takımı oyuncusu ve 5 yıldır Tip 1 diyabetli Alper Saruhan. ri erile n Ö e m zle ve İ tu. amu spo fU27RDvGtH0 k tıyor. t e b a rını anla a diy h?v= la d tc r k a la lu w / r k o u m z c o Ço be.c uldaki ww.youtu ını ve ok ifk r la https://w m a ş r ya t-xzkv 1028526 tch?v=dA li çocukla ktup_var. e p m u _ t re Diyabet w.youtube.com/wa k le e lere m w ogretmen https://w ğretmen tli_bir_cocuktan_ ö n a t k elgesi. u m/diyabe li bir çoc ilgili gen etlrencler.pdf le r e il c Diyabet .radikal.com.tr/yoru 7_dyab mayı li öğren w diyabet 2013_02/2704442 ışık yaşa r http://ww a ın b ’n ı le ğ t lı n alar/ diyabe im Baka iys_dosy larını ve p m Milli Eğit .meb.gov.tr/meb_ a k k gm li çocu http://do Diyabet : ” t e b a g şım Diy mu z18GHHo “Arkada ir belgesel. şması. n-acikgoz-un-sunu h?v=GY_ u b tc n a n o w a k / t n m la an be.co göz’ü u-gurka ww.youtu rkan Açık i-maraton-kosucus ü G u https://w c n o itesi. t etl etişim s tli mara .org/c/tip-1-diyab il e e b v a iy im d ti Tip 1 emiye in eğit w.diabetc aileleri iç e v r le http://ww ç lar, gen li Çocuk diyabet.com/ t e b a iy D dasim http://ww w.arka SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 17 Kampın son gününde çocuklara, yalın, içten, etkileyici ve ilham verici bir konuşma yapan Alper Saruhan “TV’lerdeki ‘Survivor’ programlarındaki hayatın değil diyabetli çocukların hayatının esas ‘Survivor’( zor koşullara rağmen hayatta kalan kişi) sıfatını hak ettiğini, kendi yaşamının diyabetli olarak başarılı bir sporcu olunabileceğini gösterdiğini, hedeflere ulaşmada diyabetin bir engel olmadığını, diyabetle arkadaş olarak tüm zorlukların aşılabileceğini” diyerek çocukların ruhunu yüceltti. Benzer şekilde yine geçen yıl Diyarbakır Diyabetli Çocuklar Kampı’na katılan maratoncu ve tip 1 diyabetli Gürkan Açıkgöz, sporun diyabetlilerin yaşamındaki önemini “Koştuğu için diyabetini daha iyi yönettiğini, diyabetini iyi yönettiği için de daha iyi koştuğunu” sözleri ile anlattı. Diyabet kampları ve “ Arkadaşım Diyabet” belgeseli... Biz, yani çocuklardaki diyabetle uğraşan bir grup doktor, beslenme uzmanı, hemşire, tıp öğrencisi 1997’den beri her yıl bir grup diyabetli çocukla İznik gölü kenarında, 2011’den beri Diyarbakır’da Diyabetli Çocuklar Kampı için Hazar Gölü kenarında toplanırız. Diyabet kampları, hem diyabet eğitimi hem de diyabetli çocukların diyabetle barışık ve arkadaş bir yaşam sürmesi için eşsiz fırsatlar sunar. Kamplarda diyabetli çocuklar, deneyimli diyabetli abi ve ablaları, doktorlar, hemşireler, diyetisyenler, psikologlar ve tıp öğrencileri ile 1 hafta birlikte yaşarlar. Kamplarda ak- 18 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 ran etkileşimi ve diyabet tedavisinde ustalaşmış kişilerle karşılaşma ve onları örnek alma diyabetli çocukların yaşamlarını değiştirebilir. Bunların ötesinde diyabetli çocuklar kamplar sayesinde yalnız olmadıklarını, diyabetin üzüntü kaynağı olmadığını, ailelerinden uzakta kendi kendilerine yaşayabileceklerini deneyimleri ile görürler ve evlerine değişmiş olarak dönerler. Kamplarda eğitim ve arkadaşlık kadar eğlence ve spor da vardır. Çocuklar kamplarda kendilerine olan güvenlerini yeniden kazanırlar ve yaşamlarına yeni bir başlangıç yaparlar. Bütün bunları göz önüne aldığımızda diyabetli çocukların en az bir kez diyabet kamplarına katılmaları sağlanmalıdır. Ülkemizde İstanbul Tıp Fakültesi, Kocaeli, Ege, Dokuz Eylül ve Akdeniz Tıp Fakülteleri ile Diyarbakır Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Diyabet ekipleri her yıl düzenli kamp yapmaktadır. Kamplardaki Amacımız pankreaslarının bir bölümü çalışmadığı için kan şekeri dengeleri “otomatik” olarak ayarlanamayan çocukları bir hafta süren kampta eğitmektir. Onlara diyabetle birlikte yaşamayı ve onunla baş etmeyi, kan şekerlerini izlemeyi ve iyileştirmeyi, kendi kendine tedaviyi, çeşitli durumlarda insülin dozlarını ayarlayabilmeyi, diyabet komplikasyonlarından korunmayı, sosyal yaşamda kendine güvenli ve katılımcı olmayı, yeni arkadaşlıklar kurmayı, neşeli ve rahat olmayı öğretmek için hep birlikte çalışırız. Kampa giderken arkadaşlarımız “ iyi tatiller” diler ama kamptaki herkes çok çalışır ve iliklerine kadar yorulur. Ama bu insanı iyileştiren bir yorgunluktur; yani hemen herkes çocuklarla ancak yaşayanların bilebileceği eşsiz bir sevgi, dayanışma, özveri, arkadaşlık, iyimserlik ve yaşama sevinci deneyimi yaşar. Hepimiz çocuklarla birlikte değişiriz; günler geçtikçe içimizdeki koyulaşmayı hissederiz ve içimizden yeni bir insan çıkarma duygusunu, daha çok insan olma halini yaşarız. Geçen yıl kamplarda oluşan duyguları ve çocukların diyabetle arkadaş olma deneyimlerinden bir belgesel film yaptık. “Arkadaşım Diyabet” adını taşıyan belgesel, İznik ve Diyarbakır diyabetli çocuk kamplarında çekilen görüntülerde oluşuyor; kamplardaki çocukların yaşamını anlatmanın yanı sıra esas olarak diyabetle barışık yaşamayı anlatıyor. Çocuklardaki diyabet toplumda daha az biliniyor ve bu nedenle de çocuklar gündelik yaşamlarında zorluklar çekiyorlar. Bu belgesel diyabetli çocukların toplum, öğretmenler ve sağlık ekibi tarafından daha iyi anlaşılmasını amaçlıyor. Belgeselin ana aktörlerinden birisi kendisi de Tip 1 diyabetli olan Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Endokrin bilim Dalı öğretim üyesi Doç. Dr. Oğuzhan Deyneli. Belgesel onun hayatı ile çocukların hayatını birlikte anlatıyor. Bu yazıyı belgeselin diyabetli kardeşlerimizin yaşamına umut ve iyimserlik vermesini dileyerek onun sözleri ile bitirmek isterim: “Eğer biz diyabetimizle gerektiği kadar ilgilenirsek sorunsuz ve başarılı bir hayat sürdürebiliriz”. kapakkonusu SANOFİ’DEN DİYABET İLE MÜCADELEYE DESTEK Son yıllarda sık karşılaşılan sağlık sorunlarının en önemlileri arasında yer alan “diyabet” ilaç sektörünün de üzerinde durduğu konuların başında geliyor. İlaç sektörünün önde gelen şirketlerinden Sanofi Türkiye’de bu anlamda çalışmalar yürütüyor. Diyabeti ve Sanofi Grubunun diyabet projelerini Sanofi Diyabet ve Yenilikçi Ürünler İş Birimi Direktörü Pelin Yunusoğlu ve Kurumsal İlişkiler ve İletişim Direktörü Hande Göksoy ile konuştuk. Diyabet neden önemli? Pelin Yunusoğlu: Dünya Sağlık Örgütü, özellikle orta gelir seviyesindeki ülkelerde enfeksiyon dışındaki ilk 10 ölüm nedeni arasında diyabeti sayıyor. Her yıl diyabet hastalığı sebebiyle milyonlarca kişi körlük, böbrek yetmezliği, diyabetik ayak, kalp hastalığı, inme ve bunlara bağlı ölüm gibi diyabetin sebep olduğu ciddi sağlık sorunları ile karşılaşmaktadır. Diyabet dünyada ve Türkiye’de her geçen gün daha fazla insanı etkisi altına alıyor. 1980’de dünya genelinde 30 milyon insan diyabetliydi. Bugün 382 milyon kişinin diyabetli olduğu tahmin ediliyor ve Uluslararası Diyabet Federasyonu 2030’a gelindiğinde diyabetli insan sayısının yarım milyarı aşacağını öngörüyor. Türkiye’de diyabetin ortalama başlangıç yaşı 49’dur. Bu, üretken çağda olan nüfusun gelecek dönemde daha erken bir zaman diliminde komplikasyonlarla mücadele ede20 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 ceğine ve gerek tedavi gerekse de iş gücü kaybına bağlı maliyetlerin artacağına işaret ediyor. Dolayısıyla diyabetli hastaların yaşam kalitesini yükseltecek önlemler almak hem hasta sağlığı hem de ekonomik yükün azaltılması açısından hayati önem taşıyor. Diyabetin kontrolünde neler önemlidir? Pelin Yunusoğlu: Diyabetli insanların hastalıklarını yönetmeleri ve kan şekeri düzeylerini kontrol altına almaları yaşam boyu süren bir yolculuktur. Erken tanı ve sıkı HbA1c kontrolü, komplikasyonları ve hastanede tedaviyi önleme potansiyeli gösterirken, tedaviye uyumu sürdürmek elde edilen sonuçları iyileştirebilir. Amerikan Diyabet Birliği’nin (ADA) ve Avrupa Diyabet Çalışmaları Birliği’nin (EASD) önerdiği gibi, diyabet bakımında hasta merkezli bir yaklaşıma ihtiyaç vardır. Kişiye özel çözümler sunulması ve tedavi seçe- Pelin Yunusoğlu SANOFİ Grubu Diyabet ve Yenilikçi Ürünler İş Birimi Direktörü yaklaşmayı hedefliyor ve hastaların hayatına dokunarak fark yaratmanın sorumluluğunu, tüm ciddiyeti ama aynı zamanda da heyecan ve gururuyla taşıyoruz. Sanofi olarak diyabet ürünleriniz dışında diyabetin kontrolü için de katkıda bulunuyor musunuz? nekleri karşısında ortak karar verme yaklaşımının benimsenmesi, hastalığın etkin bir biçimde yönetilmesine ve tedavinin sürdürülmesine yardımcı olacaktır. Sanofi Diyabet’ten bahseder misiniz? Pelin Yunusoğlu: Dünyanın en büyük sağlık kuruluşları arasında yer alan Sanofi, 100 ülkede 100 binden fazla çalışanıyla faaliyet göstermekte; yaşadığımız topluma ve ülke ekonomisine pek çok alanda katkıda bulunmaktadır. Bu kapsamda dünyanın mücadele ettiği diyabetle ilgili öncü çözüm ve tedavi yöntemleri geliştiriyoruz ve bu alanda Ar-Ge’ye önemli yatırımlar yapıyoruz. Her yaştan diyabet hastaları için hem enjekte edilebilir hem de oral tedavi çözümleri sunuyoruz. Tedavi süreçlerinin yanı sıra sosyal sorumluluk projelerimizle de diyabet konusunda farkındalık yaratacak çalışmalar yürütüyoruz. 360 derece hastalık yönetimi yaklaşımı ile diyabet hastalarının ihtiyaç ve beklentilerine odaklanarak diyabetli hastalara bütüncül bir yaklaşımla hizmet etmeyi, hayatlarını kolaylaştıracak tedavi ve çözüm yöntemleri geliştirerek fark yaratmayı ve faydalı olmayı amaçlıyoruz. Sanofi Diyabet olarak, ayrıca Türk hekimlerine, tıbbi tanıtımlar, eğitim programları, araştırmalara destek, bilimsel sempozyumlar, araştırma ödülleri ve eğitim bursları, klinik çalışmalar ve hastalık bilinçlendirme projeleri ile de hizmet veriyoruz. Pelin Yunusoğlu: Evet, bugün Sanofi Diyabet olarak Diyabete Destek Programı kapsamında diyabetli hastalara kişiye özel çözümleri, hekimleri vasıtası ile sunuyoruz. Diyabete Destek Programı ile birlikte, doğru ve akılcı ilaç kullanımını desteklemeyi, hekimlerin Tip 2 diyabetli hastalarının etkin tedavilerini sağlamalarına yardımcı olmayı, hastaların yaşam kalitelerini ve tedavi memnuniyetini artırmayı uzun vadede komplikasyon gelişimini azaltmayı hedefliyoruz. Diyabete Destek Programı hekimlerin seçtiği hastalara, diyabet eğitim sertifikalı hemşirelerce diyabet eğitimi, çağrı merkezi ile doz ayarlama ve takip, web platformu üzerinden takip ve SMS ile hastalık hakkında bilgilendirme hizmetleri vermektedir. Hizmetleriniz sadece Sanofi diyabet ürünü kullanan hastalar için mi? Hande Göksoy SANOFİ Grubu Kurumsal İlişkiler ve İletişim Direktörü “Sınıf ve Bireysel eğitim ve hizmetleri” çerçevesinde, Sanofi Diyabet olarak, hemşire hizmeti verdiğimiz şehirlerde Türkiye Halk Sağlığı Kurumu’nun belirlediği yerlerde haftada bir tüm diyabetli hastalara diyabet eğitimi vereceğiz. Hedefimiz sadece diyabetli hastalara ulaşmak değil, sağlıklı bireylere de ulaşıp diyabetin ne olduğunu, korunmak için neler yapılması gerektiğini ve doğru tedavi edilmezse komplikasyonlarının ne olacağını anlatmak. Bunun için kamu spotu desteğinde bulunuyoruz ve kapsamlı bir internet sitesi hazırladık. Pelin Yunusoğlu: Hayır, Diyabete Destek Programı çerçevesinde Türkiye Halk Sağlığı Kurumu ile imzalanmış bir protokolümüz bulunmakta. Sanofi diyabet alanında sosyal sorumluluk projeleri olarak neler yapıyor? Diyabete Destek Programı kapsamında, Türkiye Halk Sağlığı Kurumu ile yaptığımız protokol; sağlıklı bireylerin diyabetten korunması amacıyla “Diyabetten Korunma Eğitimleri”, Tip 2 Diyabetli bireylerin diyabet eğitimlerini sağlamak üzere “Sınıf ve Bireysel eğitim ve hizmetleri” ve tüm diyabetli ve sağlıklı popülasyonun farkındalığını artırmak üzere oluşturulacak bir “Web Sitesi”ni içermektedir. Hande Göksoy: Pelin’in detaylarını aktardığı Diyabete Destek Programı’ndan da anlaşılacağı gibi, Sanofi Grubu, diyabet konusunda yeni ve etkili tedavi yöntemlerinin yanı sıra sosyal sorumluluk projeleriyle de farkındalık yaratacak önemli çalışmalar yürütüyor. Dünyada sadece etkin ve yenilikçi diyabet tedavi seçenekleri ile değil aynı zamanda oluşturduğumuz hasta destek programları, hasta ve hastalık odaklı Sanofi olarak, ürünlerimiz, hizmetlerimiz ve sosyal sorumluluk projelerimizle, diyabet tedavisine bütünleşik SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 21 sosyal sorumluluk, farkındalık projeleri ile de diyabet konusunda öncü rolümüzü sürdürüyoruz. Sanofi’nin diyabet alanında sahip olduğu global tecrübesinden de faydalanarak, ülkemizde, diyabetin önlenmesi ve diyabet komplikasyonlarına dikkat çekerek sağlıklı insanlarda diyabet hakkındaki farkındalığı artırmayı hedefleyen bir çok projeye imza attık. Türkiye’nin şart ve ihtiyaçlarına göre geliştirdiğimiz Kamu-Özel Sektör İşbirliği ve Hasta Destek programlarımızın yanısıra global arenada yürütülen çalışmaları da Türkiye’ye getiriyoruz. Sevinerek ifade edebilirim ki, Türkiye’de başlattığımız bazı projelerimiz Sanofi merkez ofisi tarafından diğer ülkelerde de uygulanmak üzere örnek gösterildi ve ödül kazandı. Kurumsal Sosyal Sorumluluk (KSS) projelerimizi tasarlarken, paydaşlarımızla işbirliğine çok önem veriyor, konu bazında kamu, öncü dernekler ve fikir liderleriyle birlikte çalışıyoruz. T.C. Sağlık Bakanlığı’nın önemli bir halk sağlığı sorunu olarak gördüğü diyabetle mücadele etmek amacıyla geliştirdiği ve uyguladığı sağlık politikalarını yakından takip ediyoruz. Bu nedenle, 1994 yılında Bakanlık önderliğinde hazırlanan “Ulusal Diyabet Programı”ndan itibaren oluşturulan strateji belgeleri ve programlarını ve son olarak da “2015-2020 Türkiye Diyabet Programı”nı titizlikle inceliyor ve belirlenmiş program hedeflerine katkı sağlayabileceğimiz konu ve alanları ilgili paydaşlarla belirlemeye büyük önem veriyoruz. Böylelikle, ciddi emek ve kaynak ayırdığımız Sanofi KSS programlarımızın önemli bir ihtiyaca cevap veren ve somut fayda sağlayan nitelikte olmasını temin ediyoruz. Bu açıdan verebileceğimiz bir örnek, 2010’dan bu yana T.C. Milli Eğitim Bakanlığı, T.C. Sağlık Bakanlığı ve Çocuk Endokrinoloji ve Diyabet Derneği tarafından yürütülen “Okulda Diyabet Programı”. Bu programa Sanofi Türkiye olarak koşulsuz destek veriyoruz. Çocukluk çağında görülen Tip 1 diyabet konusunda Türkiye’de ilk ve tek olan bu proje ile, okul çağındaki Tip 1 diyabetli çocuklarda diyabetin erken teşhis edilmesi ve çocukluk çağı diyabeti konusunda farkındalık yaratılması amaçlanıyor. Proje kapsamında bugüne kadar 60.000 okul, 585.000 öğretmen, 580.000 ebeveyn ve 7,5 milyon öğrenciye ulaştık. Sanofi Türkiye olarak başlattığımız “Okulda Diyabet Programı”, Sanofi bünyesinde hedef ve kapsamı açısından oldukça başarılı bulundu ve Uluslararası Diyabet Federasyonu işbirliği ile Hindistan ve Brezilya’da uygulanmak üzere örnek uygulama olarak Türkiye’den ihraç edildi. Biraz da Türkiye’de Sanofi Grubu’nun faaliyetleri hakkında bilgi verir misiniz? Pelin Yunusoğlu: Yürüttüğümüz bir diğer önemli çalışma ise, Türkiye Diyabet Vakfı ve Sanofi işbirliği ile başlatılan “Sen Bul Diyabet Kolaylaşsın” proje yarışması. Diyabetli hastaların günlük hayatlarını kolaylaştıracak fikirler üretilmesi ve üniversite öğrencilerinin bu sürece dahil edilmesi hedefiyle başlatılan yarışmanın bu yıl ikincisini düzenledik. Bu yıl yarışmaya, Tıp Fakültesi, Beslenme ve Mühendislik bölümleri yanı sıra, Psikoloji, Sosyoloji, Sinema ve TV ve Mimarlık gibi farklı birçok bölümden toplam 199 başvuru yapıldı. Yarışma sonucunda diyabetli hastaların hayatını kolaylaştıracak projeler “ürün” ve “hizmet” kategorilerinde değerlendirip ödüllendirilecek. Hande Göksoy: Sanofi Grubu, ilaç, aşı ve yenilikçi tedavi çözümleri sunan, sağlık ürünlerinin araştırılması, geliştirilmesi ve üretimi için çalışan, hasta ihtiyaçlarına odaklanmış global bir sağlık şirketi. Merkezi Fransa’da olan Sanofi Grubu, dünya çapında yaklaşık 100 ülkede 110 binden fazla çalışanı ve 41 ülkedeki 112 üretim tesisi ile hastaların ihtiyaçları doğrultusunda tedavi çözümleri keşfedip, geliştirerek hizmete sunuyor. İnsan sağlığı konusunda faaliyet gösteren global firmalar sıralamasında ilk beş içinde yer alan Sanofi Grubu hasta diyabet çözümleri, beşeri aşılar, yenilikçi ilaçlar, tüketici sağlığı, gelişen pazarlar, nadir görülen hastalıklara yönelik biyoteknolojik ürünler ve hayvan sağlığı alanlarında dünya nüfusunun potansiyel sağlık ihtiyaçlarına cevap vermek için çalışmaktadır. Hande Göksoy: Son olarak, Sanofi olarak global vizyonumuzun da KSS bilincini iş stratejilerimize dahil etmek ve paydaş beklentilerine yanıt vermek olduğunu vurgulamak isterim. Bu vizyonun somut sonucu, globalde ve Türkiye’de sürdürülebilirlik vizyonu ile gerçekleştirdiği projeler ile Sanofi’nin, dünya çapında en saygın sürdürülebilirlik endeksi olan Dow Jones Dünya Sürdürülebilirlik Endeksi (DJSI)’ne 9. kez girmesidir. Ayrıca, Sanofi bu yıl ilk defa Dow Jones Avrupa Sürdürülebilirlik Endeksi’nde yer alarak, bu endekse girmeyi başaran 5 ilaç firmasından biri oldu. Sanofi Grubu, Türkiye’de ise, 16 terapötik alanda 150 ürünle daha sağlıklı bir yaşam için 60 yılı aşkın süredir hizmet veriyor ve hastaların etkin ve yenilikçi tedavilere erişimi için çalışıyor. Birçok ürünümüz, Lüleburgaz’daki Türkiye’nin en büyük ve modern ilaç fabrikası olan tesisimizde üretiliyor. Lüleburgaz’da üretilen ürünlerimiz elliye yakın ülkeye ihraç ediliyor. Bu tesiste ayrıca, 78 kişinin çalıştığı ve 2009 yılında Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı tarafından tescillenen bir Ar-Ge Merkezi’miz de bulunmaktadır. Dow Jones Sürdürülebilirlik Endeksi (DJSI) Geleneksel finansal analizlere sürdürülebilirlik kriterlerinin eklenmesiyle, şirketlerin potansiyellerinin daha doğru değerlendirilebileceği mantığıyla oluşturulan endeks, küresel yatırımcılar için de önemli bir referans noktası oluşturmaktadır. Dünya genelinde tüm sektörlerden en yüksek finansal performansa sahip şirketler dahil edilerek her yıl gerçekleştirilen değerlendirme sonucunda en yüksek sürdürülebilirlik performansını gösteren şirketler listelenmeye hak kazanmaktadır. 22 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 analiz DOKTOR GİBİ DÜŞÜNMEK! Doç. Dr. Sinan GÜREL Orta Doğu Teknik Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Prof. Dr. Serdar KULA Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Sağlık Bilişimi Anabilim Dalı Bir doktora muayene olmak için gittiğinizde neler olur birlikte gözden geçirelim isterseniz. Öncelikle, muayene için size verilen saatten önce orada olmanız ve gerekli kayıt işlemlerini yaptırmanız lazım. Ondan sonra bekleme salonunda sıranın size gelmesini bekleyeceksiniz. Ancak, bu bekleyiş sizin için belirlenen randevu saatini aşabilir. Zira bu yazıyı okuduğunuzda neden her hastanın aynı sürede muayene olamayacağını, her hasta için muayene sürelerinin neden değişiklik gösterebileceğini ve randevu saati uygulamasının sağlık 24 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 sektöründe kesin ve esnetilemez olamayacağını anlayacaksınız. Nihayet sizin sıranız geldiğinde doktorunuz sizi karşılayacak ve sizi ona getiren yakınmalarınızı öğrenmek için sorular sormaya başlayacaktır. Bu sorular bazen hiç tahmin edemeyeceğiniz kadar detaylı olabilir. Örneğin, ishal yakınmasıyla gittiğiniz bir doktor size, ishalinizin ne kadar süredir var olduğunu, günde kaç kere tuvalete gittiğinizi, dışkınızın yumuşak mı yoksa su gibi mi olduğunu, dışkınızın rengini, dışkınızın içerisinde kan ya da sümük olup olmadığını, dışkınızın kokusunun her zamankinden farklı olup olmadığını ve daha tahmin bile edemeyeceğiniz birçok soruyu sorabilir. Oysa siz sadece ishalsinizdir! Çoğu zaman bu kadar çok soruya yanıt verecek kadar olaya dikkat etmemiş ve sizin için büyük bir rahatsızlık olan dışkınızdan kurtulmak yerine onu detaylıca incelemeyi akıl edememişsinizdir! Ancak, doktorunuzun soruları durmaksızın devam etmektedir. En son ne yediniz? Ailenizde sizin gibi ishal yakınması olan başka kişiler var mı? İş yerinizde benzer yakınmaları olan kişiler var mı? Bunun için ilaç kullandınız mı? Soruların bitiminde sizi birçok tahlil bekleyecektir. İşte ardı ardına gelen ve sizi bazen yanıtlamakta zorluğa düşüren bu sorularla dolu ve hiçbir şey anlamadığınız bu süreçte doktorunuz hastalıklara dair tıbbi bilgilerini, sizin özel durumunuzu, eldeki tetkik yöntemleri ve olası tedavi stratejilerini de düşünerek hastalığınızı teşhis etmek ve en uygun tedaviyi önermek için profesyonel bir mantık yürütmektedir. Hastalığınızın teşhisi ve önereceği tedavi konusunda bazen doktorunuz çok hızlı bir şekilde karar verebilir. Bu durum çoğunlukla hastadaki tablonun doktorun yıllar içinde edindiği tecrübe ışığında son derece güve- nilir bir teşhise ve uygun bir tedavi yaklaşımına işaret etmesi ile mümkündür. Örneğin doktorların hemen hepsi belli işaret ve belirtileri ortaya çıktığında miyokard enfarktüsü (kalp krizi) teşhisini çok çabuk koyabilirler. Bu yaklaşım tıbbi karar verme literatüründe “sezgisel yaklaşım” olarak adlandırılır. Sezgisel yaklaşım hızlı, ekonomik, çoğu zaman güvenlidir. Kimi durumlarda ise hastadaki tablo çok daha karmaşıktır, doğrudan bir hastalığa işaret etmez. Baş ağrısı şikayeti kas geriliminin neden olduğu basit bir ağrıdan beyin kanaması gibi ciddi rahatsızlıklara varan pek çok durumu akla getirir. Böyle durumlarda doktorunuz hastalığınıza karar verme noktasında büyük bir belirsizlikle karşı karşıyadır. Olası hastalıkları sistematik bir tarama ile tek tek eleyerek doğru teşhise ulaşmaya çalışması gerekir. Bu tarama analitik bir yaklaşımla uzun zaman gerektiren, sağlık personelinin uzun mesaisini alan, yüksek teknoloji ürünü, maliyetli tetkiklerin gerekebildiği bir süreçtir. Literatürde bu yaklaşım “analitik yaklaşım” olarak adlandırılır. Bu pahalı yaklaşım hata payını düşürse de pratikte her zaman uygulanması mümkün olmayabilir. Her gün çok sayıda hasta görmesi beklenen doktorların, her zaman doğru karar vermesi ve bunları kısıtlı zaman, kısıtlı imkânlar ile yapması beklenir. Doktorlar, her hasta için çok karmaşık karar verme problemlerini, üzerlerine aldıkları bir başka yaşamın sorumluluğundan doğan ağır stres altında ve zaman karşı çözmek zorundadırlar. Şartlar doktorları zaman ve kaynak gerektiren analitik yaklaşım yerine sezgisel yaklaşımları uygulamaya zorlamakta ve bu durum tıbbi hata riskini de beraberinde getirmektedir. İşte bu yazıda bu yazı ile doktorların kafasında durmaksızın işleyen bu karar verme süreçlerini anlamak için, tıbbi karar verme problemlerini matematikçilerin/karar bilimcilerin nasıl modellediklerinden biraz bahsetmek istiyoruz.. İnsan, doğal yapısı gereği sürekli değişen ve dinamik bir yapıdır. En basit örnekle, kan basıncımız sabah, öğlen ve akşam farklı farklı değerlere sahiptir. Hatta otururken ve ayaktayken ölçülen kan basınçlarımız bile birbirin- den oldukça farklıdır. Doktorlar çoğu zaman vücudumuzla ilgili bir zaman kesitine ait veriler üzerinden kararlar verir. Bazen de farklı zamanlarda veriler toplar ve süreci takip ederek tekrar tekrar kararlar verirler. Bu kararlar çok sayıda faktörden anlık olarak etkilenir ve her zaman bir belirsizlik söz konusudur. Böylesi karmaşık bir durum matematiksel olarak nasıl anlatılabilir? İşte bu noktadan sonra bunu bir matematikçi gözüyle aktarmaya çalışacağız. Matematikçiler karmaşık olayları olabildiğince basit modellerle açıklamaya çalışır. Bu modeller olabildiğince basit olmalı fakat gerçek durumu da yeterince temsil etmelidir. Şimdi, “karar ağacı” modellerinin tıbbi kararlarda nasıl kullanılabileceğini gösterilebileceğine bir göz atalım. Doç. Dr. Sinan GÜREL/Prof. Dr. Serdar KULA Zarin ve Pauker (1984)’in çalışmasından alınan basit bir tıbbi örnekle bir Bir doktorun mesleğinin temeli olan karar ağacının tıbbi kararlar için nasıl tıbbi karar verme durumu Şekil1’de- kullanılabileceğini anlatmaya çalıki gibi bir karar ağacıyla ifade edile- şacağız. Bu örnekte, karın ağrısıyla bilir. Bu karar ağaçlarında durumları gelen ve mezenterik iskemi (bağıranlatan bir takım semboller kullanı- sakları besleyen damarların tıkanıklır (Tablo 1). Karar ağacındaki Karar lığı) şüphesi bulunan bir hasta için düğümünde dallarla gösterilen olası cerrahi ve medikal (sadece ilaçla yaseçeneklerden birine karar verilir. pılan) yaklaşımları karşılaştırmak isHer seçenek için ise şans düğümle- tiyoruz. Hastanın aynı zamanda kalp rinden çıkan dallarla gösterilen belirli yetmezliği de bulunuyor. Bu nedenle sonuçlar ortaya çıkar. Genellikle şans cerrah ameliyat riskinin ortalamadan düğümünden çıkan sonuçlar belirli yüksek olduğunu düşünüyor. Şimdi olasılıklarla ortaya çıkar. doktorun karar verme sürecini birmatematiksel olarak yaşayalım. Karar likte Düğümü: Şekil 2’de, en solda bulunan karar düTablo 1. Karar Ağacında kullanılan Şans Düğümü: ğümü cerrahın yaşadığı karar durusemboller Dal: munu temsil ediyor. Karar ağacında Sonuç: bulunan şans düğümleri ise cerrahın Karar Düğümü: ya da hastanın kontrolünde olmayan Şans Düğümü: şansa bağlı durumları temsil ediyor. Dal: Her şans düğümünden çıkan dalların altında ya da üstünde ise dalın temsil Sonuç: ettiği olayın gerçekleşme olasılığı bu Tıbbi karar modeli Matematiksel model Şekil 1. Karar AŞekil ğacı 1.GKarar österimi Ağacı Gösterimi SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 25 Zarin ve Pauker (1984)’in çalışmasından alınan basit bir tıbbi örnekle bir ağacının tıbbi kararlar için nasıl kullanılabileceğini anlatmaya çalışacağız lunuyor. Örneğin cerrahi müdahale seçildiğinde hastanın ameliyata bağlı nedenlerle kaybedilme olasılığı %30, hayatta kalma şansı ise %70. Hastada damar tıkanıklığı olma ihtimali %75 olarak değerlendiriliyor. Tıkanıklık durumunda cerrahi tedavinin olumlu sonuçlanması ihtimali ise %60 olarak değerlendirilsin. Medikal tedaviden olumlu sonuç alma olasılığı ise %20 olsun. Bu basit ve sıkça karşılaşılan durumda uygulanacak karar ağacında bile iki farklı karar fakat yedi farklı sonuç var. Her sonuç durumu için hastaya olan yarar sayısal bir değerle ifade edilmiş durumda. Ölüm durumuna 0 değeri, tıkanıklık olmaması durumuna 100 değeri atanmış durumda. Ameliyat olan hasta için 5 puan, tıkanıklık tespit edilmesi durumu için bir 5 puan daha indirilmiş ve Şekil 2’de sonuç düğümlerinde verilen yarar değerleri elde edilmiştir. Bu tablo karşısında bir cerrah hangi kararı vermeli, hastasına hangi yöntemi önermelidir? Bazılarınıza eğlenceli gelebilir ama bu karar ağacını zamana karşı ve sorumluluk yükü altında yürüttüğünüzü ve bir karar vereceğinizi tekrar hatırlatmak isteriz. Her iki karar sonrası ortaya çıkabilecek senaryolar ve sonuçlar belirlen- miş ve her sonucun hasta için ifade edebileceği fayda değerlendirilmiş durumda. Karar teorisine göre kullanılabilecek en iyi yaklaşımlardan biri beklenen yararı maksimize edecek seçeneği seçmektir. Verdiğimiz örnekte Medikal yaklaşımın beklenen yararı “%25 x 100 + %75 x %20 x 95 = 39,25” iken, cerrahi yaklaşımın beklenen yararı “%70 x %25 x 95 + %70 x %75 x %60 x 90 = 44,975” olarak hesaplanır. Dolayısıyla cerrahi yaklaşımın beklenen yararı daha yüksektir ve tercih edilebilir. Biraz kafanızın karıştığını sezer gibi olduk. Oysa bu matematiksel model ile anlatılmaya çalışılan durum, bir doktor için sıradanlaşmış gündelik bir davranış modelidir. Doktor karar analizi için size yazımızın başında belirttiğimiz gibi bir çok soru sorar ve öncelikle var olan problemi tanımlamaya çalışır. Ardından yapacağı muayene ve tetkikler ile sorunu yüksek kesinlikle belirlemeye çalışarak tedavi için eldeki karar alternatiflerini örneğin ilaçla tedavi mi, cerrahi tedavi mi, yoksa hastanın durumunu takip etmek mi gibi alternatifleri belirlemek isteyecektir. Bütün bunları yaparken her karar alternatifi için olası sonuçları listelemesi gerekecektir. Farklı kararlarda ortaya çıkabilecek yeni karar durumları ve sonuçlar ye- niden sıraya konulacaktır. Her sonuç için olasılıklar belirlenmesi gerekecektir. Son olarak ise sonuçta elde edilecek çıktının değeri (yarar, ölüm riski, yaşam süresi, vb.) değerlendirilmelidir. Her stratejinin beklenen değeri hesaplanarak en iyi strateji seçilir. Karar ağacı oluşturarak yapılan analizler kararları etkileyen tüm varsayımlar, faktörler ve beklenen çıktıları görsel olarak ortaya koymayı ve sunmayı kolaylaştırır. Tüm karar sürecini gözden geçirmeye yarar. Çoğunlukla yapılan karar analizi çalışması sırasında edinilen kavrayış, kullanılan sayısal değerlerden daha önemlidir. Sonuçta karar analizi/karar ağacı yaklaşımı hata yapma riskini azaltır. Karar ağacı kullanımında zorluklar ve kısıtlar da mevcuttur. Sıklıkla karar ağacında kullanılan olasılıkların belirlenmesi mümkün değildir. Veri kümelerine dayanmayan öznel olasılık tahminleri ise sağlıklı olmayabilir. Elde edilecek sonuçların yarar değerinin belirlenmesi zor olabilir. Ayrıca karar ağaçları basit durumlar için uygulanabilir görünse de daha karmaşık ve dinamik karar durumlarını modellemek için yeterli olmayabilir. Dinamik karar verme durumları için daha karmaşık matematiksel ve hesaplamalı modeller bulunmaktadır. Karar analizi matematikçiler, psikologlar, ve pek çok disiplinin ilgilendiği bir araştırma alanı ve bu alandaki gelişmelerle birlikte doktorlara karar analizi konusunda destek olacak araçlar gelişecektir. Doktorlar tüm bu matematiksel modellemesi güç karar durumlarını en basit durumdan en karmaşığına kadar her gün onlarca kez deneyimlemekte ve hastaları için en iyisini yapmaya çalışmaktalar. Mesleklerindeki yılları ve deneyimleri arttıkça sezgileri güçlenmekte daha iyi birer karar verici haline gelmektedirler. Şekil 2. Cerrahi ve Medikal Tedavi Seçeneklerinin Karşılaştırılması 26 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 Zarin, D. A. & Pauker, S. G. (1984). Decision Analysis as a Basis for Medical Decision Making: The Tree of Hippocrates. Journal of Medicine and Philosophy 9 (2):181-214. kapakkonusu TÜRKİYE’DE ORGAN BAĞIŞI VE ORGAN NAKLİ Arif KAPUAĞASI Sağlık Bakanlığı Sağlık Hizmetleri Genel Müdür Yardımcısı Tedavisi sadece organ ve doku nakli ile mümkün olan hastalıklar dünyada olduğu gibi, ülkemizde de önemli sağlık sorunlarından birisidir. Böbrek ve Karaciğer nakilleri canlı vericilerden de yapılabilmesine rağmen, kalp, kalp kapağı, akciğer, pankreas, ince barsak, kornea gibi birçok organ ve dokunun tek kaynağı kadavradır. Bu nedenle kadavradan organ bağışının artırılması Bakanlığımızın öncelikli hedefleri arasındadır. Ülkemizde organ nakli çalışmalarının verimliliğini arttırmak amacıyla 2000’li yılların başlarında Bakanlığımız koordinasyonu ve denetiminde “Ulusal Organ ve Doku Nakli Koordinasyon Sistemi” kurulmuştur. Bu Sistemin amacı; ülke genelinde organ ve doku nakli hizmetleri alanında 28 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 çalışan kurum ve kuruluşlar arasında gerekli koordinasyonu sağlamak, kısıtlı imkânlarla temin edilebilen organ ve dokuların, bilimsel kurallara ve tıbbi etik anlayışına uygun olarak, adaletli bir dağıtımla, en uygun hastalara, en kısa süre içerisinde naklini sağlamaktır. 2011 yılı Şubat ayında devreye giren Türkiye Organ ve Doku Bilgi Sistemi (TODS) ile nakil yapılabilen tüm organlar bu sisteme entegre edilmiş ve organların bu sistem üzerinden dağıtımı sağlanmıştır. Ayrıca tüm canlı vericili nakillerin de sisteme kaydı zorunlu hale getirilmiş, vericilerin ve nakledilen organların takibi sağlanmış ve bu sistem; anlık olarak istatistiksel verilerin de elde edilebildiği dünyadaki emsallerinden eksiği olmayan bir bilgi sistemi haline getirilmiştir. Özellikle organ nakli alanında dünya tarafından kalitesi ve geçerliliği kabul edilen verilere sahibiz. Verileri pasif olarak sonradan toplamak yerine aktif bir veri topla- ma sistemine geçmemizin bunda büyük rolü vardır. 09 Şubat 2013 tarihinde ise gönüllü organ bağışçısı bilgilerinin kayıt altına alındığı “Türkiye Organ ve Doku Bağış Bilgi Sistemi (TODBS)” programı devreye sokulmuştur. Bu sistemde kişilerin bağışı iki kişinin şahitliğinde vasiyet formatında güvenli bir ortamda bakanlık merkez sisteminde Arif KAPUAĞASI niyle Bakanlığımız tarafından birçok çalışma yapılmıştır. 2009 yılından bu yana beyin ölümü tespit kurulunda yer alan uzman hekimler, organ nakli koordinatörleri ve yoğun bakım personelinden oluşan yaklaşık 6000 kişiye eğitimler verilmiştir. Bakanlığımızın katılımları ve destekleriyle, 9 Bölge Koordinasyon Merkezimiz kendi bünyesindeki illerde düzenli olarak etkinliklere ve eğitimlere devam etmektedirler. kayıt altına alınmaktadır. Türkiye Organ ve Doku Bağış Bilgi Sistemine (TODBS) kayıtlı gönüllü bağışçı sayımız 150.000’e yaklaşmıştır. Özellikle son 5 yılda ülkemizde, organ nakli konusunda büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Hemen hemen tüm nakiller artık ülkemizde yapılabilmekte olup vatandaşlarımızın organ nakli yaptırmak amacıyla yurtdışına gitme zorunluluğu en aza indirilmiştir. Ülkemizde organ nakli için gerekli tüm donanımlar Sağlık Bakanlığımızca sağlanmış durumdadır. Mevzuat alt yapımız, coğrafi olarak dengeli dağılım sağlanmış yeterli sayıda tam donanımlı nakil merkezlerimiz, her türlü nakli Avrupa Standartlarında bir başarıyla gerçekleştiren deneyimli organ nakli ekiplerimiz, adaletli ve şeffaf organ dağıtımı sağlayan veri sistemimiz, organların temininden hastalara nakline kadarki tüm süreci kapsayan Ulusal Koordinasyon Sistemimiz, nakil ekiplerinin veya organların transportunda gerekli desteği sağlayan 3 uçak ve 18 helikopterle faaliyet gösteren Hava Ambulans sistemimiz ve kara ambulanslarımız, yeterli sayıda ventilatörlü yoğun bakım yatağımız ve uzman hekim kadromuz, kısacası donörün tespitinden organın nakline kadarki süreçte gerekli tüm donanım mevcuttur. En büyük eksiğimiz ise, organ bağış oranlarının yetersizliğidir. Potansiyel donör tespiti ve beyin ölümü tespitindeki yetersizlikler nede- Yapılan çalışmalar neticesinde 2002 yılında 148 olan beyin ölümü tespit sayısı on kat artış göstererek 2014 yılı sonunda 1810’a yükselmiştir. 2002 yılında 111 olan kadavra donör sayısı ise dört kat artış ile 2014 yılı sonunda 407’ye ulaşmıştır. Ancak tüm bu çalışmalara ve sağlanan artışa rağmen, kadavra organ bağışı oranları henüz istenilen düzeylerde değildir. Avrupa’da %75 olan aile bağış oranı ne yazık ki ülkemizde %23 seviyesindedir. Bugün ülkemizde yaklaşık 25.000 kişi bekleme listesinde organ beklemektedir. Her yıl yaklaşık 4.000 yeni hastamız bu listeye eklenirken, kadavra organ bağışındaki yetersizlik nedeniyle yılda yaklaşık 2.000 vatandaşımız organ nakli olamadan hayatını kaybetmektedir. Kadavradan bağış oranının yetersiz olmasından dolayı ülkemizde canlı vericili nakiller ağırlıklı olarak yapılmaktadır. Dolayısıyla da ülkemizde yapılan nakillerin %75’ini canlı vericili nakiller oluşturmaktadır. SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 29 3318 3500 3190 3000 2500 2000 1500 1000 377 407 500 0 2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 KADAVRA 2009 2010 2011 2012 2013 2014 CANLI Donör Sayıları 2002 2014 Nakil Merkezi Sayısı 44 123 Beyin Ölümü Bildirim Sayısı 148 1.810 Kadavra Donör Sayısı 111 407 Kadavradan Nakil Sayısı 307 1.073 Canlıdan Nakil Sayısı 438 3.190 Toplam Nakil Sayısı 745 4.263 Bakanlığımız ve Avrupa Birliği tarafından ortaklaşa yürütülen ve Mart 2015’te tamamlanan “Organ Bağışında Uyum için Teknik Yardım” projesi kapsamında eğitimler, mevzuat uyum çalışmaları, toplumsal farkındalığın artırılmasına yönelik etkinlikler, kamu spotları, din adamları ve medya ile yakın ilişkiler, uluslararası sempozyumlar gibi birçok aktivite profesyonel ekiplerce yürütülmüştür. Proje dışında da Bakanlığımız tarafından, toplumun organ bağışı konusunda bilinç ve farkındalığını artırmaya yönelik halk eğitimleri, sağlık çalışanları eğitimleri, ülke çapında düzenlenen “3-9 Kasım Organ Bağış Haftası etkinlikleri”, sempozyumlar, kongreler, din adamları ve medya ile yaptığımız çalışmalar her yıl dü- zenli olarak yürütülmektedir. Ayrıca 9 Bölge Koordinasyon Merkezimiz tarafından da kendi bünyesindeki illerde düzenli olarak etkinlikler ve eğitimler yapılmaktadır. Son 5 yıl içerisinde yapılan bu yoğun çalışmalar neticesinde, milyon nüfus başına 2,7 civarında olan kadavra bağış oranı, 2014 yılı sonunda milyon nüfus başına 5,4’e yükselmiştir. Avrupa ülkelerinde bu oran milyon nüfus başına 20-25 civarındadır. Ülkemizde eğitim düzeyi yüksek ve sosyokültürel olarak gelişmiş olan bölgelerde bu rakam milyon nüfus başına 10’lara kadar yükselmişken, eğitim ve sosyokültürel düzeyi düşük olan bölgelerde bu rakamlar milyon nüfus başına 1-2 düzeylerindedir. Avrupa ülkelerinde organ bağışının artışını sağlayan toplumsal bilinç düzeyi yaklaşık 20 yıl gibi bir zaman diliminde oluşmuştur. Ülkemizde de sürdürülen ve yapılacak olan çalışmalarla 5 yıl sonra milyon nüfus başına 10’un üzerine çıkılması kadavra nakil oranımızın da en az 2 katına çıkarılması hedeflenmektedir Sonuç olarak özetlemek gerekirse; • Organ nakli konusunda deneyimli ve nitelikli yeterli sayıda insan gücüne sahibiz ve daha fazla sayıda nitelikli insan gücü yetişmesi konusunda Bakanlığımızın katkı ve destekleri devam etmektedir. • Yoğun bakım servislerimizle ilgi- li yaptığımız modernizasyon ve iyileştirme çalışmalarımız devam etmekte olup, yoğun bakım ihtiyacı olan hastalarımızın tedavisine yönelik her türlü imkânlar sağlanmıştır. • Bakanlığımızca ruhsatlandırılmış ve ülke sathına yayılmış ve yeterli sayıda nakil merkezi ile hizmet verilmektedir. • Organ nakli konusundaki en önemli sorunumuz organ bağışındaki yetersizliktir. Toplumumuzun organ bağışına yönelik farkındalığının artırılması amacıyla, medya da dahil olmak üzere herkesin üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmesi ile, belirli bir süreçten sonra bu sorunların aşılacağı düşünülmektedir. 30 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 Doç. Dr. Birkan BOZKURT Cumhuriyet Üniversitesi Organ Nakli Merkez Müdürü Ülkemizde 25000 hasta, hayata tutunabilme umuduyla organ nakli bekleme listesinde organ beklemektedir. 2015 yılının ilk 10 ayında Türkiye genelinde 5 bin’in üzerinde nakil gerçekleştirildi; ancak nakil için sırada bekleyen hastalardan yüzlercesi yaşam mücadelesini kaybetti. Yıl içinde beyin ölümü gerçekleşen vakalardan yalnızca yüzde 23’ünün organları bağışlandı.“3-9 Kasım Organ Bağışı Haftası” öncesinde bu ürkütücü tabloya dikkat çekerek, organ bağışı konusunun önemi bir kez daha vurgulamak gerekiyor. Yılda 3 bin organ bağışı gerekiyor Ülkemizde organ nakillerinin büyük bir çoğunluğu canlıdan canlıya gerçekleştirilmektedir. Avrupa ülkelerinde, organ nakillerinin yüzde 80’i kadavra, yüzde 20’si canlı kaynaklıyken, Türkiye’de yüzde 75 oranında canlı, yüzde 25 de kadavra kaynaklı nakiller yapılmaktadır. Batılı ülkelerle aynı seviyeye ulaşmak ve hastaların organ beklerken hayatlarını kaybetmelerine seyirci kalmamak için Türkiye’de bir yılda 2–3 bin arasında kadavra donör bağışının olması gerekmektedir. Bazı hayatlar yoksun kalıyor bir şeylerden, Sihirbaz Çocuk Bir yerlerde yoksun kalmış hayatları yeniden döndürmek ister miydiniz? Çocukluğunda bir an olsun sihir yapabileceğine inanmıştır birçok çocuk. Yüreğinde yalnızca sevginin olduğu küçücük yürekler. Etrafta olup biten onca kötülükten, sahtelikten, düşmanlıktan habersiz!! Bilmeden umut etmek gibi sihir yapabilmek... Oysa çocukluğumuzun dilekleri aslında yerine getirilmesi ne de kolay olanlarıydı: Bir avuç misket Bir bebek Bir paket çikolata Bazen öyle yoksun kalıyor ki susuz kalmış bir bitki gibi toprağa geri dönüyor. Sihir yapma şansınız olsaydı yapar mıydınız? Organ bağışı ile organ yetmezliği nedeni ile hayatla mücadele eden binlerce insan var. Organlarını bağışlamadığı için, birilerinin hayatlarına dokunma şansı varken yaşamı sonlanan organlar, ziyan oluyor. Hadi Organ Bağışı yaparak sizin de bir değneğiniz olsun: Sihrinizi taşısın ölene dek, Birilerine umut olsun, yıldız olsun, ışık olsun... Bir bisiklet... Organ naklinin gerçek kahramanları Hayat bize verilmiş en değerli hediye hani: Organ naklinin gerçek kahramanları olan, beyin ölümü gerçekleşen yakınlarının organlarını bağışlayarak yeni hayatlar sağlayan donör ailelerinin önünde saygıyla eğiliyorum… Hayat... Nefes alabilmek, yaşayabilmek. kapakkonusu “3-9 KASIM ORGAN BAĞIŞ HAFTASI” SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 31 kapakkonusu TÜRKİYE’NİN ORGAN NAKLİ KONUSUNDA AVRUPA VE DÜNYADAKİ YERİ Uzm. Dr. Mehmet Ali AYDIN Sağlık Bakanlığı Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü Organ Doku Nakli ve Diyaliz Hizmetleri Daire Başkanlığı 32 Mevzuat alt yapımızın yanı sıra özellikle son 5 yılda organ nakli konusunda kaydedilen önemli gelişmeler, ülkemizi Avrupa’da organ nakli alanında söz sahibi ülke konumuna getirmiştir. Türkiye, Avrupa’da ve dünyada en fazla organ nakli yapan ülkelerden birisi haline gelmiştir. Ülkemizde organ naklinin tarihçesi 1968 yılında yapılan ilk kalp nakli ile başlamıştır. Ardından 1975 yılında canlı vericiden yapılan ilk böbrek nakli ve 1978 yılında yapılan ilk kadavradan böbrek nakli gerçekleştirilmiştir. Organ nakline neden olan hastalıkların artması, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de organ yetersizliği sorununa neden olmaktadır. Bekleme listelerindeki hasta sayılarının günden güne artması nedeniyle, organ bağışının önemi de sürekli artmaktadır. 1979 yılında yürürlüğe giren 2238 sayılı Organ ve Doku Alınması, Saklanması, Aşılanması ve Nakli Hakkında Kanun, dünyada organ nakli alanındaki ilk yazılı kanunlardan birisi olarak kabul edilmektedir. Organ Bağışı konusunda önemli düzeyde toplumsal bilinç oluşturmayı başarmış olan Avrupa’da yaşlı nüfusun artması, kadavradan organ bağışı oranları yüksek olsa bile, kul- SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 lanılabilen organ sayıları ve organ kalitesi konusunda sıkıntı yaşanmasına neden olmaktadır. Bu nedenle Avrupa ülkeleri canlıdan organ bağışının artırılması amacıyla son yıllarda yoğun çaba göstermekte ve çeşitli çalışmalar ve projeler yürütmektedir. Uzm. Dr. Mehmet Ali AYDIN Ülkemizin organ nakli alanındaki başarıları ve özellikle canlı vericili organ nakilleri konusundaki deneyimleri, Avrupa ülkeleri tarafından ilgiyle takip edilmektedir. Türkiye, organ nakilleri sayısı bakımından Avrupa ve dünya’da en üst sıralarda yer almaktadır. Nakil kalitesinin önemli bir göstergesi olan hasta sağ kalımı ve greft sağ kalımı açısından da ülkemiz, Avrupa ülkelerinin birçoğundan önde gelmektedir. Ülkemizde organ nakli, Avrupa standartlarının üzerinde bir başarıyla gerçekleştirilmektedir. Bu sebeplerle Türkiye, organ nakli olmak amacıyla yurt dışından gelen yabancı uyruklu hastalar için de en çok tercih edilen ülkelerden birisi konumuna gelmiştir. Mevzuatlarımıza uygun şekilde canlı vericisiyle birlikte başvuran yabancı uyruklu hastalara başarıyla gerçekleştirilen organ nakilleri, sağlık turizmi açısından da ülkemize önemli katkılar sağlamaktadır.. Ülkemiz organ nakli alanındaki başarılı çalışmaları nedeniyle Avrupa ve dünyada takdirle karşılanan bir ülke konumuna gelmiş ve kendisini temsil edecek düzeye ulaşmıştır. Sağlık Bakanlığımız, Amerika Birleşik Devletleri’nin San Francisco kentinde 26-31 Temmuz 2014 tarihleri arasın- da gerçekleştirilen Dünya Transplant Kongresi’ne ulusal nakil istatistiklerimizden derlenen beş farklı posterle katılım sağlamış ve bu beş posterden üç tanesi, Kongre Hakem Heyeti’nin oylarıyla, “Ayrıcalıklı Poster - Poster of Distinction” şeklinde sınıflandırılan gruba dahil edilmiştir. Dünya Transplant Kongresi sırasında Bakanlık heyetimizle temasa geçen Texas Transplant Cemiyeti’nin daveti üzerine, Sağlık Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Prof. Dr. İrfan Şencan ve beraberindeki Sağlık Bakanlığı heyetimiz tarafından, 28 Şubat-07 Mart 2015 tarihleri arasında Amerika Birleşik Devletleri’ne resmi bir ziyaret gerçekleştirilmiştir. Bu ziyaretler esnasında ülkenin önde gelen tıp merkezlerine, Organ Nakli Bölge Koordinasyon Merkezine ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki tüm organ dağıtımını ve organ nakli faaliyetlerini organize eden Ulusal Nakil Merkezi’ne (UNOS) ziyaretler düzenlenmiştir. Yetkililerden, merkezlerinin işleyişleri ve ülkedeki organ nakli aktiviteleri hakkında bilgiler alınmış ve kendilerine de ülkemizin organ nakli aktivitelerine yönelik bilgiler verilmiştir. Oldukça verimli geçen ziyaret sırasında Bakanlık Heyetimiz, ilgili ku- rumların üst düzey yöneticileri tarafından karşılanmış ve ağırlanmıştır. Ülkemizin sağlık sistemi ve özellikle organ nakli alanında detaylı bilgi verilen Amerikalı yetkililerle, ortak çalışmalar ve iki ülke arasında işbirliği sağlanması konusunda önemli adımlar atılmıştır. Ziyaretimize, ilgili kurumların web sitelerinde ve sosyal paylaşım ağlarında da yer verilmiştir. Ülkemiz, organ nakli alanında Avrupa’daki gelişmeleri de yakından takip etmektedir. Kurucu üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi’nin yılda iki kez yapılan Organ Nakli Komisyonu toplantılarına ve tam üyelik sürecinin devam ettiği Avrupa Birliği’nin yılda iki kez yapılan Avrupa Komisyonu Organ ve Doku Nakli Yetkili Otoriteler Toplantılarına düzenli olarak katılım sağlanarak ülkemiz temsil edilmektedir. Bu toplantılar sırasında ülkemizin organ nakli alanında yürütmekte olduğu çalışmalar, organ nakli istatistiklerimiz ve mevzuat alt yapımız katılımcı ülke temsilcileri ile paylaşılmakta ve Avrupa’lı yetkililer tarafından ilgiyle ve takdirle karşılanmaktadır. Ülkemiz, Avrupa Konseyi tarafından yayınlanan “Organ Kaçakçılığıyla Mücadele Sözleşmesine” ilk imza atan 14 ülkeden birisi olmuştur. 25 Mart 2015 tarihinde İspanya’nın Santiego SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 33 de Compostela kentinde düzenlenen imza töreninde, ülkemiz adına Sağlık Bakanlığı Müsteşarımız Prof. Dr. Eyüp Gümüş sözleşmeyi imzalamıştır. Ülkemiz, anlık olarak istatistiksel verilerin elde edilebildiği ve dünyadaki emsallerinden eksiği olmayan bir bilgi sistemine de sahiptir. Özellikle organ nakli alanında dünya tarafından kalitesi ve geçerliliği kabul edilen verilere sahip olan ülkemizin nakil istatistikleri düzenli olarak Avrupa ve dünya ile paylaşılır hale gelmiştir. Avrupa Konseyi’nin katkılarıyla yıllık olarak yayınlanan ve dünya nakil istatistiklerinden derlenen “Newsletter Transplant” isimli dergide ülkemizin verileri düzenli olarak yer almaktadır. 8-10 Ekim 2015 tarihinde Portekiz’in Lizbon kentinde Avrupa Konseyi üyesi ülkelerin organ nakli alanındaki üst düzey yetkililerinin yanı sıra, Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Dünya Nakil Cemiyeti (TTS), Avrupa Transplantasyon Cemiyeti (ESOT) ve Avrupa Doku Bankaları Birliği (EATB) gibi dünya çapındaki kuruluşların temsilcilerinin de katılım sağladığı toplantı sırasında ülkemiz önemli bir başarıya daha imza atarak, 2016 yılında düzenlenecek olan Avrupa Organ Bağış Günü etkinliklerine ev sahipliği yapmaya hak kazanmıştır. Avusturya’nın Türkiye lehine adaylıktan çekildiğini belirtmesi üzerine Türkiye ile Polonya arasında kapalı oylama yapılmıştır. Oylamayı, Avrupa Konseyi Üyesi Ülke temsilcilerinin oy çokluğu ile Türkiye kazanmış ve 6-8 Ekim 2016 tarihleri arasında yapılacak olan toplantıya ve Avrupa Organ Bağış Günü etkinliklerine “İstanbul Kıtaları, Organ Bağışı Yaşamları Birleştirir” Sloganıyla, İstanbul’un ev sahipliği yapmasına karar verilmiştir. Birincisi 1996 yılında İsviçre’nin Cenevre kentinde düzenlenen Avrupa Organ Bağış Günü etkinlikleri, 1998 yılında Avrupa Konseyi’nin aldığı kararla her yıl farklı bir ülkede olacak şekilde, Ekim ayının 2. Cumartesi günü düzenlenmektedir. Son olarak 17.’si Portekiz’in Lizbon kentinde düzenlenen Avrupa Organ Bağış Günü kutlamalarına 2014 yılında İtalya, 2013 yılında ise Belçika, 2012 yılında 34 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 ise Macaristan ev sahipliği yapmıştır. Halkın organ bağışı konusundaki duyarlılığının ve farkındalığının artırılması amacıyla düzenlenen Avrupa Organ Bağış Günü etkinlikleri, Avrupa ülkeleri ve Avrupa medyası tarafından önemli bir etkinlik olarak görülmekte ve ilgiyle takip edilmektedir. Bu önemli etkinliğe ev sahibi olarak Türkiye’nin seçilmiş olması, organ nakli konusunda Avrupa’da her açıdan söz sahibi olan ve tercih edilir bir ülke haline gelen ülkemizin ulaştığı başarının da bir göstergesidir. haber KANSER TEDAVİSİNİN GELECEĞİ BU TESTLER İLE BELİRLENECEK Tülay Karabağ / ntv.com.tr Tümörün genetik profiline bakarak tedavi planlaması onkolojinin geleceği gibi görünüyor. Teknoloji ürünü yöntemlerle kanser hücresinin genetik haritası çıkartılıyor ve o genetik yapıya etki eden akıllı ilaçlarla tümör yok ediliyor. Yani artık kanserde tedaviyi kişiye özelleştirmek yetmiyor, biyolojik olarak tümöre de özelleştirmek gerekiyor. Moleküler biyoloji ve genetik alanları baş döndürücü bir hızla ilerliyor. Bu gidişat, yine teknolojinin negatif etkileri nedeniyle tüm dünyada hızla artan kanser hastalığı ile mücadeye de yeni ufuklar açıyor. Kanser tedavisinde son 10 yılda heyecan yaratan gelişmeler yaşandığını belirten Türk Tıbbi Onkoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Gökhan Demir, özellikle genetik ve moleküler biyoloji alanındaki bu gelişmelerin, sadece kanserde kişiye özel tedavileri başlatmakla kalmadığını, tümöre özel tedavilerin de yolunu açtığını söyledi. Prof. Demir’in işaret ettiği gelişmelerden biri de kanser hücresinin bütün genetik özelliklerini gözler önüne seren, tedavi protokollerine yeni yeni girmeye başlayan next generation sequencing yöntemi. Kanserin Çıktığı Organa Göre Değil, Hücreye Göre Tedavi Demir’e göre yöntem kanser tedavisi açısından çok önemli, çünkü: “Next generation sequencing yöntemiye tümörün genetik haritası çıkartılıyor, böylece bazen sadece böbrek tümörlerinde var olduğunu düşündüğümüz bir mutasyonun, meme tümörlerinde de olduğunu görüp bu mutasyona özgü akıllı ilacı kullanabiliyoruz. Artık tümörler çıktıkları organdan ziyade genetik özelliklerine göre tedavi edilmeye başlıyor.” Hasta Gereksiz ve Etkisiz İlaç Yükünden Kurtuluyor Demir’in anlattıkları, hastaya gereksiz ve dolayısıyla etkisiz ilaç yüklenmesinin önüne geçmek, tümörün genetiğine göre onu darmadağın edecek en etkili ilaçları kanser hücresinin üzerine salmak açısından son derece önemli. Böylece hasta hem gereksiz ilaç ve yan etki yükünden kurtuluyor hem de doğru ilaçla etkin tedavi şansı yakalıyor. Zaten Prof. Demir’e göre de geleceğin kanser tedavisi, bu tür yöntemlerle şekillenecek: “Tümörün genetik profiline bakarak tedavi planlaması, onkolojinin geleceği gibi görünüyor. Bu alanda hızla yeni yöntemler geliştiriliyor ve bunlar son 3-4 yıldır giderek artıyor.” “Her Tümörün Kendine Özgü Bir Canlı Olduğu Fikri Gelişti” Bahçeşehir Üniversite’nden Beyin Cerrahı Prof. Dr. Türker Kılıç da geçtiğimiz günlerde İstanbul’da yapılan Uluslararası Beyin Mikrocerrahi Anatomisi Kongresi’nde tümöre özel tedaviler konusuna değindi. Kılıç, “Geldiğimiz noktada sadece her hastanın değil, her tümörün de kendine özgü bir canlı olduğu fikri gelişti. Bu nedenle cerrahiyi anatomik olarak kişiye özelleştirmek yetmez, tedaviyi biyolojik olarak tümöre de özelleştirmek gerekir. Bu alandaki klinik uygulamaların beyin tümörleri ve hipofiz adenomlarının tedavisinde yakın gelecekte yer bulacağına inanıyoruz” değerlendirmesinde bulundu. Yakında Genetik Testler Kan İle Yapılacak Kanser hücresinin genetik yapısının biopsi veya ameliyat materyallerinden alınan doku örneklerinde saptandığını belirten Acıbadem Üniversitesi’nden Medikal Onkolog Prof. Dr. Özlem Er ise “Yakın gelecekte kan ile de bu testleri yapmak mümkün olacak, çünkü dolaşımdaki bir veya iki hücrenin saptanması bile genetik testlerin yapılması için artık uygun. Sıvı biopsi (Liquid biopsy) diye adlandırılan yöntem ile dolaşımdaki kanser hücreleri ve DNA’sı test edilebiliyor” dedi. Türkiye’de Her Hasta Bu Yöntemlerden Yararlanamıyor Tümörün genetik haritasını ortaya koyan ve tedavi başarısını etkileyen bu tür yöntemlerin ülkemizdeki kullanımı ise biraz gecikmeli oluyor. Mesela gelişmiş ülkelerde özellikle meme kanserinde kullanılan ve tümörün parmak izini ortaya çıkaran next generation sequencing yöntemi, ülkemizde sadece bazı merkezlerde kullanılıyor ve henüz SGK’nın ödeme kapsamında değil. Sgk Geniş Profilli Testleri Ödeme Kapsamına Almalı Bu tür testlerin, özellikle tedavi seçeneği kısıtlı olan tümörlerde yeni geliştirilen moleküllerin kullanılmasına imkan sağladığını vurgulayan Prof. Er, “Kolon kanseri için RAS mutasyonları, melanom için BRAF mutasyonu, akciğer kanseri için EGFR, ALK testleri ilaç seçimine faydalı olacak testlerdir ve SGK kapsamında yapılabiliyor. Ancak meme kanserinde kemoterapi seçimi ile ilgili olan moleküler testler ve diğer kanserlerdeki geniş profilli testler henüz SGK kapsamında değil” açıklamasında bulundu. Sağlık Bakanlığı Onkogen Projesi İçin İlk Adımı Attı Sağlık Bakanlığı da geçtiğimiz günlerde Harvard Medical School arasında yapılan işbirliği kapsamında, tümörün moleküler yapısı ve kişinin genetik özellikleri incelendikten sonra etkin ilacın uygulanacağı Onkogen Projesi için altyapının kurulduğunu ve bunu için ilk adımın atıldığını açıklamıştı. SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 35 kapakkonusu Türk Böbrek Vakfı Başkanı Timur Erk: VİZYONUMUZ BÖBREK SAĞLIĞI DENİLDİĞİNDE AKLA GELEN İLK KURULUŞ OLMAK Türk Böbrek Vakfı ne zaman kuruldu? Türk Böbrek vakfı 30 Mayıs 1985 yılında kurulmuş olup, kamu yararına çalışmalarından dolayı, Bakanlar Kurulunun 22.11.1989 tarih ve 89/14784 sayılı kararı ile “vergi muafiyeti” tanınmıştır. Vakfın misyonu nedir? Böbrek sağlığında yoğunlaşarak, sağlık hizmetleri vermek. Ağırlıklı olarak koruyucu hekimlik, böbrek hastalıklarının konservatif tedavisi ve replasman (diyaliz ve transplantasyon )tedavisi alanlarında çalışmak. 36 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 Etik ve bilimsel kurallara öncelik vermek. Hastaların eğitimini, toplumun bilinçlendirilmesini ve bu alanda insan gücü yetiştirilmesini sağlamak. Böbrek sağlığı politikalarının oluşmasında katkıda bulunulan bir sivil toplum kuruluşu olarak faaliyetlerde bulunmak. Böbrek sağlığı denildiğinde akla gelen ilk kuruluş olmak. Hizmetlerinizden bahseder misiniz? Türk Böbrek Vakfı, resmi senedinde de yazdığı üzere, başlıca üç temel hizmeti bulunmaktadır. 1-Ülkemizde böbrek sağlığının korunması ve hastalıklarının teşhisi için, halkı bilgilendirme, bilinçlendirme ve farkındalığın arttırılması faaliyetleri. 2- Böbrek hastalıklarının ve eşlik eden hastalıkların nitelikli tedavisi. 3-Son dönem kronik böbrek yetmezliği hastalığının en seçkin tedavi yöntemi olan böbrek nakillerinin sağlanması için, kadavradan organ bağışının arttırılması. Yapılan bilimsel araştırmalara göre, nüfusumuzun % 17,6 ‘sı ( 1/7 si ) “kronik böbrek yetmezliği” hastalığı riski altındadır. Dünyadaki oran ise 1/10 dur. Ülkemizdeki bu yüksek risk oranı genel olarak beslenme alışkanlıklarımızdan kaynaklanmaktadır. Özellikle hipertansiyon( yüksek tansiyon) ve diyabet( şeker hastalığı) kronik böbrek yetmezliği hastalığının en önemli nedenlerinden olup, hipertansiyonu ve diyabeti en fazla tetikleyen aşırı tuz ve şeker tüketimidir. Yetişkinlerin günde kişi başı ortalama 6 gr tuz tüketmesi gerekirken ülkemizde ortalama kişi başı tuz tüketim 18 gr. dır. Yine yetişkinlerin günde kişi başı ortalama 50 gr, şeker tüketmesi gerekirken, ülkemizde kişi başı şeker tüketimi günde 150 gr. bulunmuştur. Bu gerçeklerden yola çıkan Türk Böbrek Vakfı, ülkemizde böbrek sağlığının korunması faaliyetlerine yeni bir boyut kazandırarak, yaklaşık beş yıldır öğrenci ve yetişkin versiyonlarında, il il, okul okul dolaşarak “böbrek sağlığı için sağlıklı beslenme ve hayat tarzı önerileri” isimli saha eğitimleri vermektedir, aşırı tuz ve şeker tüketiminin zararlarını anlatan video ve kamu spotları yayınlatmaktadır. Bilinçsiz ağrı kesici kullanımının zararları, günlük 2-2,5 lt su tüketilmesinin faydaları konularında da yaptığı kamu spotları ile halkı bilgilendirmektedir. Çeşitli kurum ve kuruluşlara seminerler düzenlemektedir, böylece halkın bilgisi ve farkındalığı arttırılmaya başlamıştır. Bu yöndeki faaliyetlerle hem kişilerin yaşam kaliteleri arttırılmakta, hem de sağlık giderlerinde tasarruflar sağlanarak, kamu yararı oluşturulmaktadır. Türk Böbrek Vakfı sahibi olduğu diyaliz merkezleri ve hastanesinde, böbrek hastalıklarının son/ 5. Evresi olan “son dönem kronik böbrek yetmezliği” hastalarına nitelikli tedavi hizmetleri vererek, onları yaşam sürelerinin uzamasını sağlamaya çalışmaktadır. Diyaliz tedavisi yaşatmaya yönelik bir tedavi olup, eşlik eden diğer hastalıkların da bu hastalar için yaşamlarında önemli bir faktör olması nedeni ile Vakıf Hastanesinde diyaliz hastalarına diğer branşlarda da tedavileri gerçekleşmektedir. Son dönem kronik böbrek yetmezliği hastalığının en seçkin tedavi yöntemi böbrek naklidir. Türk Böbrek Vakfı, son dönem kronik böbrek yetmezliği hastalarında böbrek nakillerinin sağlanması için, özellikle kadavradan organ bağışının artması yönünde ciddi çalışmalarının yanı sıra, sahibi olduğu Vakıf Hastanesinde de canlı ve kadavra vericilerden yılda ortalama 100 böbrek naklinin gerçekleşmesini sağlamaktadır. Organ bağış konusunda ne gibi çalışmalar yapılıyor? Organ bağışları, böbrek, karaciğer, kemik iliği gibi organların canlı vericilerden de bağış olarak nakilleri gerçekleştiği gibi, bu belirtilen organlar ile diğer organlar kadavra vericilerden yapılan organ bağışları ile gerçekleşmektedir. Kendi branşımız olan Böbrek nakilleri, 4. dereceye kadar yakınlardan bağış olarak canlı vericiden/donörden sağlanan böbreğin nakli ile beyin ölümü gerçekleşmiş kadavra donörden sağlanan böbrek bağışı olarak, nakiller ikiye ayrılır. Türk Böbrek Vakfı özellikle, kadavradan organ bağışının arttırılması yönünde, yaklaşık dört seneden beri verdiği “organ bağışı” eğitimleri ve seminerleri çerçevesindeki saha çalışmalarının yanında, hazırladığı kamu spotu ile de halkı bilinçlendirmeye çalışmaktadır. Türk Böbrek Vakfı tarafından çekimi gerçekleştirilmiş biri 15 dk. ve diğeri 33 dakikalık iki video ile kadavradan organ bağışının yer yönü ve tüm sü- reçleri anlatılmış, organ bekleyen ve nakil olmuş hastaların hayatları kayıt altına alınmıştır. Bu videolar, ilgili tüm kamu kurumlarına ve özel kurumlara gönderilmiş, T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı bu videonun tüm il müftülüklerine gönderilmesini sağlamıştır. Son 10 yılda Türkiye’de ne gibi mesafeler kat edildi? Kadavradan organ bağışı, hastanelerin yoğun bakım servislerinde, beyin ölümü gerçekleşmiş hastaların yakınları tarafından organlarının bağışlanması halinde gerçekleşmektedir. Tıp teknolojisinin gelişmesi, teşhis cihazlarının yaygınlaşması ve hekimlerin bu konuya önem vermesi ile birlikte beyin ölümü teşhis sayışı, 2004 yılında 220 den 2014 yılında 1816 ya çıkmıştır. 2015 yılında bu güne kadar tespit edilen beyin ölümü sayısı 1560 dır. Beyin ölümü tespitindeki bu gelişmelere rağmen, organ bağışı için gerekli olan aile izni, her ne kadar rakamsal olarak son 10 yılda nispi artma eğilimde görülse de, hiçbir zaman % 22-23 oranını geçmemiştir. Kadavra donörden organ bağışı için gerekli aile izinlerinin yetersizliği nedeni ile de, yıllar itibari ile organ nakillerinde fazla bir artış sağlanamamıştır. Son beş yılda yapılan böbrek nakillerine bakıldığında, toplam nakil sayısının 2500- 3000 adet aralığına sıkıştığı son dört yılda ise 2950 ler civarında seyrettiği görülmektedir. Bu nakillerin ancak % 18-19 ‘ u kadavradan, geri kalanı canlıdan gerçekleştirilmiştir. SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 37 TBV’nin önderliğinde yürütülen çalışmalarla ülke genelinde değişikliğe gidilen konular nelerdir? Türk Böbrek Vakfı, böbrek hastalıklarının ana nedenlerinden olan hipertansiyonun tetikleyicisi olan aşırı tuz tüketimine yönelik, saha eğitim çalışmaları, kamu spotlarının yanında farklı önemli çalışmalarda da bulundu. Özellikte T.C. Büyük Millet Meclisi Sağlık Komisyonu’na yaptığı gerekçeli müracaatlarla, ekmek yapımında kullanılan tuz oranının azaltılması yönündeki kamu oyununa açıklamaları dikkate alınarak, Türk Gıda Kodeksinde ekmek yapımındaki tuz oranı % 50 indirildi. Paketli gıdalardaki tuz oranlarına dikkat edilmesi yönündeki çalışmaları sonuç vererek, yaratılan kamuoyu vasıtası ile birçok paketli gıdanın ambalajlarına içlerindeki tuz miktarları yazılmaya başlandı. Türk Böbrek Vakfının aşırı şeker tüketiminin azaltılması yönündeki, saha eğitimleri ve kamu spotlarının yanında kamu ve özel sektöre yazdığı yaptığı bilgilendirmeler ve çalışmalar netice vererek, halk bilinçlenmeye başladı ve üreticiler kullandıkları şekerli mamullerin ambalajlarına içerisinde bulunan şekerin cinsi ve miktarı ile ilgili bilgiler yazmaya başladı. Organ bağışı için sırada bekleyen hasta sayıları nedir? Kadavradan organ bağışının yeterli 38 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 seviyelere ulaşmaması nedeni ile T.C. Sağlık Bakanlığı “ ulusal organ bekleme listesi” ndeki hasta sayısı her yıl artmaktadır. Ayrıca sırada organ beklemekte olan pek çok hastada vefat etmektedir. Bu gün itibari ile 22.000 den fazla böbrek, 600 den fazla kalp, 2.200 den fazla karaciğer beklen hasta bulunmaktadır. Yılda en fazla 3.000 böbrek nakli yapıldığı gerçeği ile bakıldığı zaman, 22.000 organ bekleme listesine yazılmış, toplam 60.000 son dönem kronik böbrek yetmezliği hastası, diyaliz tedavisi ile yaşamlarını sürdürmek zorunda olduğu görülecektir. Hastaların yaşam sürelerinin uzatılabilmesi için, bu tedavi yönteminin nitelikli olarak verilme zorunluluğu bulunmaktadır. Bunun içinde tedavi hizmetinin tek geri ödeme kurumu olan “ Sosyal Güvenlik Kurumunun”, tedavi maliyetini göz önüne alarak, yeterli bir bedel ödemesi gerekmektedir, ancak maalesef bu gün SGK nın ödediği bedel gerçek maliyetlerin altında kalmaktadır. Organ bağışı konusunda ülkemizdeki tutuculuğun temel nedeni nedir? Ülkemizde organ bağışı sayısı, milyonda 4 olup, bu konuda en fazla yol kat etmiş bulunan İspanya’nın organ bağış sayısı milyonda 40’dır. Ülkemizde organ bağışı sayısının arttırılması için çok geniş çalışmalar gerekmektedir. Organ bağışında bulunacak kişi veya ailelerin sadece bilgilendirilmesi ve bilinçlendirmesi yetmemektedir. Ayrıca bu konuda sorumluluk üstelenmekte olan kişilerin, Hastanelerdeki “organ bağışı koordinatöründen”, beyin ölümü tespitini yapan “doktora”, adli yargı mensuplarından din görevlilerine kadar pek çok aktörün inançla ve istekle organ bağışına eğilmesi gerekmektedir. Halkın kadavradan organ bağışlarına “mahalle baskısı” dediğimiz gerçekleri yansıtmayan olumsuz görüş ve düşüncelerin etki ettiği görülmektedir. Beyin ölümü halen halk tarafından yeterince bilinmemektedir. Başta T.C. Sağlık Bakanlığı olmak üzere, T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı, ilgili Sivil Toplum Kuruluşları, halka ve konunun ilgililerine, beyin ölümünün ne olduğunu, beyin ölümünden geri dönüşün olmadığını, organların bağışlanması ile sağlanacak kazanımları, bu ihtiyacın bir gün kendilerinin veya yakınlarının da başına gelebileceğini, sürekli ve etkin olarak anlatmalı ve eğitmelidir. kapakkonusu ORGANLARINIZI BAĞIŞLAYIN, ÖLDÜKTEN SONRA DÜNYADA BİR İZ BIRAKIN Yrd. Doç. Dr. Volkan TURUNÇ Bahçeşehir Üniversitesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı Vücutta görevini yerine getiremeyen bir organın yerine sağlam bir organın cerrahi işlemlerle nakledilmesine “organ nakli” denir. Organ naklinin gerçekleşebilmesi için, organ bağışına ihtiyaç vardır. Organ bağışı, bir kişinin serbest iradesi ile doku ve organlarının başka hastaların tedavisi için kullanılmasına izin vermesidir. 2 türlü organ bağışı söz konusu olabilir: Kişi hayattayken, tıbben yaşamı sona erdikten sonra doku ve organlarının kullanılmasına izin verebilir veya hayattayken bu tarz bir beyanda bulunmamışsa yine tıbben yaşamı sona erdikten sonra yakınları tarafından bağışta bulunulabilir. Bu duruma, “kadavradan organ bağışı” diyoruz. Ayrıca kişi hayattayken, serbest ira40 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 desi ile bir böbreğinin ya da karaciğerinin bir kısmının başka hastaların tedavisinde kullanılmasına izin verebilir. Bu duruma da “canlı vericiden organ bağışı” diyoruz. Organ bağışının tarihçesiyle ilgili ilk bilgiler, her ne kadar mitoloji ve efsanelere dayansa da, milattan önceye kadar uzanır. Bu bilgilere göre M.Ö. 5. yüzyılda bir insandan diğer bir insana organ ve doku nakli yapılmıştır. M.S. 3. yüzyılda Aziz Cosmas ve Aziz Damian, bir bacağını kaybeden bir misyonere, ölen bir siyahın bacağını nakletmişlerdir. Modern anlamda ilk doku nakli denemeleri 17. Yüzyılda başlamıştır. Bu yüzyılda ilk deri nakli denemeleri yapılmıştır. İlk başarılı böbrek nakli, 1954 yılında Amerika’da Joseph Murray tarafından gerçekleştirilmiştir. İlk başarılı kalp nakli 1967 yılında Güney Afrika’da Christian Bernard tarafından yapılmıştır. Aynı yıl içinde Thomas Starzl tarafından ilk başarılı karaciğer nakli de gerçekleş- tirilmiştir. Ülkemizdeyse ilk böbrek ve karaciğer nakillerini, sırasıyla 1975 ve 1988 yıllarında Mehmet Haberal ve ekibi yapmıştır. Organ nakilleri, özellikle organ reddini önleyen ilaçların bulunmasıyla birlikte tüm dünyada ciddi artış gösterse de organ teminindeki sorunlar nedeniyle yeterli seviyeye ulaşama- Yrd. Doç. Dr. Volkan TURUNÇ mıştır. Organ bağışında, özellikle kadavra vericiden bağışta, dünyanın her yerinde yetersizlik mevcuttur. Bu nedenle, organ yetmezlikleri nedeniyle bekleme listelerine yazılarak organ ve doku nakli bekleyen hastaların sayısı hızla artmaktadır. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinde dahi, organ nakli için ortalama bekleme süreleri çok uzundur. Örneğin Almanya’da böbrek nakli için bekleme süresi ortalama 7 yıldır. Kalp, karaciğer ve akciğer nakli için bekleme listelerinde olan birçok hasta, zamanında organ bulunamadığı için ölmektedir. Ülkemizde durum biraz daha vahimdir. Gelişmiş ülkelerde örneğin her 4 kronik böbrek yetmezlikli hastadan biri böbrek nakli olabilirken, Türkiye’de bu oran sadece % 11’dir. Ülkemizde son verilere göre toplam 22.152 kişi böbrek, 623 kişi kalp, 2220 kişi karaciğer, 47 kişi akciğer, 5 kişi ince barsak, 4 kişi kalp kapağı, 265 kişi pankreas ve 2950 kişi kornea nakli için beklemektedir. Özellikle son 10 yılda canlı vericilerin kullanılabildiği böbrek ve karaciğer nakillerinde ciddi artış olmasına rağmen, kadavradan organ bağışındaki yetersizlik nedeniyle bekleme listesindeki hasta sayısındaki artışın önüne geçilememektedir. Ülkemizde organ nakli sayısının artmasının önündeki ana engel, kadavradan organ bağışı sayısındaki yetersizliktir. Canlı vericili nakillerde belli bir seviyeye gelinmiş olunsa da sadece canlı vericiler kullanılarak organ nakli bekleyen hasta sayısının azaltılması mümkün değildir.Gelişmiş ülkelerde organ nakillerinin % 50’den fazlası kadavra vericilerden alınan organlarla gerçekleştirilirken, ülkemizde bu oran sadece % 20’dir (Tablo 1). Türkiye, ne yazık ki kadavradan organ temini açısından, dünyanın en geri kalmış ülkeleri arasında yer almaktadır (Tablo 2).Yoğun bakımlarda beyin ölümü gerçekleşmiş, yani tıbben öldüğü kanıtlanmış bir yakınları olan ve kendilerine “yakınınızın organlarını bağışlar mısınız” sorusu yöneltilen her 5 ailemizden 4’ü, bu soruya “hayır” yanıtını vermektedir. Bir başka deyişle, beyin ölümü gerçekleşmiş her 5 hastanın 4’ünün organları, başka hastaların tedavisinde kullanılabilecekken, göz göre göre toprağa gitmektedir. Bireylerin ya da ailelerin organ bağışına soğuk bakmalarının en önemli nedenleri; bilgisizlik, önyargılar, korkular, umursamazlık, sağlık çalışanlarına güvensizlik ve dini kaygılardır. İnsanların kafasında, “eğer organ- larımı bağışlarsam, yoğun bakıma düştüğümde bana iyi bakmazlar mı, organlarımı almak için iyi sağlık hizmeti sunmazlar mı” gibi kuşkular belirmektedir. Bu kuşkuları giderebilmek için kadavradan organ alınabilmesinin birinci şartı olan “beyin ölümü” kavramının iyi bilinmesi gereklidir. Beyin ölümü, beyin fonksiyonlarının geri dönüşümsüz kaybıdır ve tıbben ölümdür. Beyin ölümü, koma ve bitkisel hayatla karıştırılmamalıdır. Koma ve bitkisel hayatta bilinç kapalı olsa bile ölüm söz konusu değildir. Bazen günler-aylar sonra kişilerin komadan çıkması mümkün olmaktadır. Beyin ölümü geliştiği andaysa kişi ölmüştür; ancak solunum cihazı yardımıyla soluyabilmekte ve ilaçlar yardımıyla kalbi çalışmaktadır. Bazı insanlar beyin ölümünün tespitine kuşku ile bakmaktadırlar. Bunlar organların alınması uğruna, beyin ölümünün erken tespit edilmiş olabileceği endişesini taşımaktadırlar. Oysa ki beyin ölümü tanısı koymak, çok teferruatlı bir iştir. Beyin ölümü tanısı ancak, yoğun bakımda yatmakta olan bir hastaya uzman doktorlardan oluşan bir heyet tarafından bazı muayenelerin ve tetkiklerin yapılması ile mümkündür. Tablo 1. Ülkemizde yıllara göre canlı verici-kadavra verici dağılımı (%). SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 41 Heyette bulunan kişiler, organ nakli ekibinde çalışan insanlar değildir. Bu uzmanlar muayeneleri ve istedikleri tetkiklerin sonucunda beyin ölümü saptadıkları zaman bir tutanağa imza atmaktadır. Beyin ölümü gerçekleştikten sonra kalbin çalışıyor olmasının anlamı yoktur; kısa bir zaman içinde kalple birlikte diğer organların çalışması da duracaktır. İşte organların alınması açısından önemli olan zaman da beyin ölümü gerçekleştikten sonra diğer organların fonksiyonunu kaybetmesinden önceki o kısa zamandır. İnsanları organ bağışından uzak tutan bir diğer neden de dini kaygılardır. Oysa ki hiçbir büyük din, organ naklinin önüne bir engel koymamıştır. Mantık çerçevesinde düşünüldüğünde, hasta bir insanın sağlığına kavuşmasına vesile olmanın, işlenebilecek en büyük sevaplardan biri olduğu açıktır. Din İşleri Yüksek Kurulu’nun 6 Mart 1980 tarih ve 196 sayılı kararına göre organ bağışı İslam dinine göre caizdir. Kur’an-ı Kerim’de de organ naklini destekler nitelikte ayetler bulunmaktadır. Maide Suresi, Ayet 32’ye göre “bir kişiye hayat vermek, bütün insanlara hayat vermeye eşdeğer sevaptır”. Ülkemizde her yıl 3-9 Kasım tarihleri arası Organ Bağışı Haftası olarak kutlanmaktadır. Organ ve doku naklinin gelişebilmesindeki en büyük etken, organ ve doku bağışının artırılmasıdır. Bağışın artırılabilmesi için de kamuoyunda organ bağışı bilincinin geliştirilmesi, bu konudaki bilgi eksikliklerinin giderilmesi ve halkın organ ve doku bağışı konusunda teşvik edilmesi gereklidir. Sağlık bakanlığı, il sağlık müdürlükleri, sivil toplum kuruluşları ve organ nakliyle uğraşan ekipler, her yıl 3-9 Kasım tarihleri arasında kutlanan Organ Bağışı Haftası’nda halkın bilinçlendirilmesi ve organ ve doku bağışının artırılması adına yoğun faaliyetler yürütmektedir. 18 yaşını doldurmuş, akli dengesi yerinde olan herkes, organlarının bir kısmını ya da tamamını bağışlayabilir. Kalp, akciğer, böbrek, karaciğer, pankreas ve ince barsaklar gibi organlar; kalp kapağı, gözün kornea tabakası, kas, tendon ve kemik iliği gibi dokular bağışlanabilir.Organ bağışı; sağlık müdürlüklerinde, hastanelerde, emniyet müdürlüklerinde (ehliyet alımı sırasında), organ nakli yapan merkezlerde, organ nakli ile ilgilenen vakıf, dernek vb. kuruluşlarda yapılabilir. Türkiye’de 1980 tarih ve 2238 sayılı yasa gereği organ ba- Tablo 2. Ülkelere göre kadavradan organ temini 42 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 ğışının iki tanık önünde, sözlü olarak yapılması, ayrıca bunun bir hekim tarafından tasdik edilmesi yeterlidir. Bunun için en yakın sağlık kuruluşuna başvurarak “Doku ve Organ Bağış Belgesi” alınabilir. Ülkemizde organ nakli sayısının artabilmesi için, önümüzdeki yıllarda Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinin kadavra verici oranlarını yakalanmalıdır. Tespit edilen beyin ölümü sayısı ve beyin ölümü tespit edilmiş hastalardan bağış arttırılmalıdır. Sağlık Bakanlığı’nın koymuş olduğu hedefe göre, 2017 yılı sonuna kadar her yıl verici sayısının bir önceki yıla göre %25 artırılması hedeflenmektedir. Ayrıca yeni yasal düzenlemeler yapılıyor. Örneğin kornea gibi ceset üzerinde bir değişiklik yapmayan dokular, aksine bir vasiyet ibraz edilmediği takdirde artık izin alınmadan kullanılabilecek. Birey olarak bizlere düşense, bir gün kendimizin, çocuklarımızın ve yakınlarımızın da organ yetmezliği nedeniyle organ nakli ihtiyacı olabileceği gerçeğini aklımızdan çıkarmadan, organlarımızın biz öldükten sonra toprağa gitmesine mani olarak, organlarımızı bağışlamak ve bu sayede ihtiyacı olan insanlar için kullanılmalarını sağlayarak, hayatta bir iz bırakmaktır. kapakkonusu SON YILLARDA GELİŞTİRİLEN MİNYATÜR YAPAY KALPLER İLE KALP NAKLİ TARİH Mİ OLACAK? Prof. Dr. Deniz Süha KÜÇÜKAKSU Kalp Nakli ve Yapay Kalp Uzmanı Bahçeşehir Üniversitesi Tıp Fakültesi Kalp ve Damar Cerrahisi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Son 50 yılda kalp hastalıklarının teşhis ve tedavisinde sağlanan büyük gelişmelere rağmen kalp krizinden ölümler azalırken kalp yetersizliğinde önemli artış gözlemlenmektedir. Buna yönelik yeni ilaçlar ve cerrahi teknikler geliştirilse de hastaların %5-10’unda çok kısa sürede hayatlarını kaybettikleri “son evre” gelişmektedir. Bu evrede aylar hatta günlerle sınırlı olan yaşam beklentisine yönelik belli başlı iki tedavi metodu bulunmaktadır. Bunlardan biri 1967’de ilk kez Dr.C.Barnard tarafından yapılan ve günümüze kadar yaklaşık 40 yılda 120.000 hastada uygulanmış Kalp Nakli, diğeri ise son 10 yılda kul44 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 lanıma giren ve 40.000 civarında hastada kullanılan yapay kalplerdir. Kalp Nakli, eğer uygun şartlarda gerçekleştirilirse en iyi biyolojik çözüm olarak düşünülebilir. Genellikle hastalarda ortalama 15 yıllık (30 yıl civarında yaşayan hastalarda bulunmaktadır) yaşam beklentisinin gerçekleştiği görülmektedir. Kalp naklinde en önemli zorlukların başında donör organ bağışının yetersiz olması ve uygulama için çok özel şartlar gerektirdiğinden sınırlı sayıda hastaya çözüm olarak sunulabilmesidir. Kalp nakli organ bekleme süreleri çoğu ülkede 1 yılı aşmakta, böylece listedeki hastaların %30’u 1 yıl içinde hayatlarını kaybetmektedirler. Zaten en iyi sağlık organziasyonlarında bile kalp bekleyen hastaların sadece % 10’u o yıl içinde organ bulabilmektedir. Ayrıca Kalp nakli ameliyatları yüksek riskli olup hastaların %10’u erken dönemde (Ameliyat dahil ilk 30 gün) kaybedilmekte, bir o kadarı da ilk 2 yıl içinde infeksiyon ve red olaylarıyla kaybedilmektedirler. Sonuç olarak, son evreye gelmiş kalp yetersizliğindeki hastalar için Kalp nakli yetersiz kalmakta, bir çok hasta hayatını bir şey yapılamadan kaybetmektedir. Bu tıbbi ve sosyolojik gerçeğin yıllar önce görülmesi nedeniyle yapay kalp çalışmaları başlatılmıştır. İlk yıllarda insan dolaşım fizyolojisine uygun ve kalbi birebir taklit eden poliüretan bazlı malzemelerden yapılan vücut içi ve vücut dışı yapay kalple kısmi başarılar elde edilmiş, ancak karşılaşılan sorunlar nedeniyle uzun vadeli başarıları sonuçlara ulaşılamamıştır. 1990’ların başında Dr.M.Debakey ve arkadaşlarının Amerikan Havacılık Uzay Dairesi (NASA) mühendisleriyle yürüttükleri ortak çalışmaların sonucunda, ilk anda insan dolaşım fizyolojisine ters gibi gözüken minyatür metal (titanyum) elektromotor’lu otomatik kalp pompaları üretilmiştir. Bir insan parmağı boyutunda olan minyatür pompa, kalp yetersizliğinde en çok (%90) hasar gören kalbin ana motor odacığı olan sol ventrikülün içine yerleştirilmekte ve buradan aldığı kanı insan ana atardamarı olan aorta içine pompalamaktadır. Yapılan çalışmalar göstermiştir ki insan dolaşımını nabızsız hale getiren bu sistem ile kısa ve orta vadede fizyolojik ciddi sorunlar yaşanmamakta, çoğu insan vücudu bunu iyi tolere edebilmektedir. Sistemin enerji kaynağı uzun yıllar küçük bir kablo ile vücut dışında hastanın belinde taşıdığı 1-2 kg’lık bir üniteye bağlanmaktadır. Sistemin küçük olması ve kan pompalama tekniği sayesinde yapay dolaşım ve kalbe ait bir çok eski ciddi komplikasyonların (yan etkiler) ortadan kalktığı hatta oluşmadığı görülmüştür. Hırvatistan Dubrovnic’te geçtiğimiz eylül ayında yapılan son dünya kongresinde ortaya konduğu gibi, minyatür yapay kalpler ile kalp nakli olan hastaların yaşam oranları ilk 3 yıl içinde hemen hemen birbirine eşit olmakta ve halen 10 yıldır gayet kaliteli hayat süren kalp pompalı hastaların sayısı hızla artmaktadır. Yapay kalp pompalarının kalp nakline alternatif olmaları yönündeki bu gelişmeler yanında belki de en önemli avantajları, her an elde edilebilir ve hastanın ihtiyacı olduğunda derhal kullanılabilir olmasıdır. Zaten hayat kurtarıcı ve uzatıcı olanda bu etkidir. Son Dünya kongresinde verilen bir müjdeli haber; çok yakın bir zaman sonra hastanın yanında taşıdığı enerji ve kontrol ünitesini tamamiyle ortadan kaldıran sistemlerin yapılmış ve insanlarda kullanıma hazır hale getirilmiş olmasıdır. Özellikle 1960 yılında Amerikan Havacılık Uzay Dairesi (NASA) mühendislerinin üzerinde çalıştığı, insan cildinden kablosuz enerji transferinin, minyatür yapay kalp motorlarına uygulanması işleminin başarıldığı bildirilmiştir. Kablosuz (wireless) enerji transfer teknolojisi sayesinde minyatür yapay kalp takılan hastalar vücuduna bir kablo ile bağlı çanta (halk arasındaki deyimi ile Çanta Kalp) taşımak zorunda kalmayacaklar. Bu sistem sayesinde gece boyunca hastanın giyeceği bir yelek ile cilde temas etmeden yapay kalbin şarj edilmesi sağlanacak. Kablosuz yapay kalpler sayesinde hastaların her türlü fiziksel aktiviteleri mümkün olabilecek ve rahatça denize girip yüzme imkanları sağlanmış olacak. Hatta daha ileri dönemlerde; yapay kalbin ortamlarda bulunan umumi wireless sistemlerinden de şarj olmasının teknolojik olarak mümkün olacağı öngörülmektedir. merkezsel planlamalardaki yetersizliklerdir. Kalp nakli uygulamalarını arttırmak amaçlı 2010 yılında Türkiye’de ilk kez İstanbul’da özel bir hastanede Sağlık Bakanlığı onayı ve desteği ile tarafımca “Kalp Nakli ve Yapay Kalp Merkezi” kurulmuş, 3.5 yıl boyunca bir çok hastaya başarılı kalp nakli ve yapay kalp uygulamaları yapılmıştır. Hatta bu hastalardan biri Türkiye’de yapay kalple evinde uzun süreli (4 yıla yakın) yaşayan ilk hasta olarak Türk ve Dünya literatürüne geçmiştir. Ancak Özel sektör hastaneciliğinin organ naklindeki özellikle kalp naklindeki finansal zorluklarla baş edebilme yetenek ve mantığındaki yetersizlikler nedeniyle program yürütülememiştir. Bu tip programların ülke genelinde pür özel hastaneler yerine özel üniversite hastanelerinde yürütülmesinin önü açılmalıdır. Bu nedenlerle organ naklinin yeterince etkin olmadığı ülkemizde, bu hastaların yaşatılması açısından minyatür ve total yapay kalp uygulamaları ilk seçenek haline gelmektedir. Resim 1. Enerji Transfer Ceketi Resim 2. TET sistemi (Transcutaneous Energy Transmission System) Ülkemizde kalp nakli uygulamaları 1968 yılında hocam Dr.Kemal Bayazıt ile başlamış ve son 20 yılda giderek artan bir düzeye ulaşmıştır. Nüfusunun çoğunluğunu Müslüman bir ülke olmasına ve dini açıdan olumsuzluk bildirilmemesine rağmen organ bağışında yetersizlik devam etmekte ve Türkiye organ bağışında Dünya ülkeleri sıralamasında sonlarda yer almaktadır. Zaten en iyi şartlarda bile yılda toplam 100 kalp nakli yapılabilmişken son yıllarda bu sayının giderek azalması da Tıbbi-organizasyonel, sosyal ve finansal ayrı bir sorunlar yumağını oluşturmaktadır. Ülkemizde bir diğer sorunda, kalp nakli uygulamalarında bölgesel ve Türkiye’de ilk kez 2001 yılında içinde bulunduğum cerrahi ekip tarafından Dr.M.Debakey’in ve zamanın sağlık bakanın özel desteği ile az sayıda hastada kullanımına başlanan ve çok pahalı olan (200.000 TL) olan bu sistemlerin, 2012 yılında kongre başkanlığını yaptığım ve halen yönetim kurulu üyesi olduğum Uluslararası Yapay Kalp Derneğinin (ISRBP) İstanbul’da gerçekleşen toplantısından sonra Sosyal Güvenlik Kurumunca (SGK) ödeme planları oluşturulmuş ve günümüze kadar 800 civarında hastada başarılı uygulamalar yapılmıştır. Bir yanda 25 yılda toplamda 700 civarında kalp nakli, bir yanda 3 yıl içinde 800 civarında yapay kalple hayata tutunan hastaların varlığı zaten ortaya konulan tıbbi ve sosyal gerçeği fazlasıyla yansıtmaktadır. Son 10 yılda yapay kalp maliyetlerinde %100 azalma olsa da halen finansal boyutlar çok ciddi rakamlardadır. Önümüzdeki yıllarda kullanıma sunulacak bir iki yeni yapay kalp sistemleriyle, maliyetlerin daha da azalarak ülkemizde ve Dünya’da çok daha fazla insan için umut olacakları beklenmektedir. SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 45 kapakkonusu TÜRKİYE’NİN ORGAN NAKLİ BAŞARISI DÜNYA ORTALAMASININ ÜZERİNDE Prof. Dr. K. Yalçın POLAT Memorial Ataşehir Hastanesi Organ Nakli Merkezi Başkanı Organ nakli neden önemlidir? Organ nakli, organ yetmezlikli hastalar için yaşam kalitesini artıran en önemli tedavi şeklidir. Başarılı bir şekilde gerçekleştirilen organ nakilleri ile kişiler yeniden yaşama tutunuyor, sosyal ve iş yaşamlarına kaldığı yerden devam edebiliyorlar. Bugün organ nakli, tıp dünyası için oldukça önemli bir alandır. Ülkemizde neden canlı vericili nakiller daha fazla? Türkiye’de organ nakli daha çok canlı vericili nakiller şeklinde yapılmaktadır; çünkü kadavra organ bağışının yeterli düzeyde olmaması sebebi ile 46 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 canlı vericili nakiller ön plana çıkmaktadır. Kısacası organ bağışının az olması bunun en önemli nedenidir. Batılı ülkelerde organ nakillerinin yüzde 80’i kadavra, yüzde 20’si canlı kaynaklıyken; Türkiye’de tam tersine nakillerin yüzde 75‘i canlı, yüzde 25’si kadavradan yapılmaktadır. Batılı ülkelerle aynı seviyeye gelmek için Türkiye’de bir yılda 2000-3000 arasında kadavra organ bağışının olması gerekmektedir. Bu rakam günümüzde yalnızca 300-400 ile sınırlıdır. Yani bu şartlar altında 10 kat daha fazla bağışa ihtiyaç olduğu görülmektedir. Bugün baktığımızda Türkiye’de yılda toplam 4-5 bin nakil gerçekleştiriliyor; ama bunun kaç katı hasta da organ nakli olabilmek için organ bekliyor. Kadavra organ bağışındaki yetersizlik bekleme listesindeki hastaların sayısını günden güne artırıyor. Organ nakli için Dünya başarı oranlarına bakıldığında ülkemizde durum nedir? Türkiye de organ nakil ameliyatları yüksek başarı oranları ile yapılıyor hatta Dünya standartlarının bile üze- Prof. Dr. K. Yalçın POLAT rinde olduğunu söyleyebiliriz. Organ nakli için sayısal verilere bakıldığında başarı oranları açısından Dünya’da ilk beşteyiz. Artık organ nakli olabilmek için hastalar yurtdışına gitmiyor, tam tersi yurtdışından hastalar organ nakli olabilmek için Türkiye’ye geliyor. Buna ek olarak dünyanın pek çok ülkesinden organ nakli ekipleri bu konuda eğitim almak için de Türkiye’yi tercih ediyor. Artık organ nakli rutin ameliyatlar arasında görülüyor. Ülkemizde teknolojik altyapı oldukça iyi ve hekimlerimiz oldukça deneyimli. Bu ameliyatlar ne kadar çok yapılır ve insanların hayatı kurtulabilirse iyi sonuçlar ve deneyim de giderek artacaktır. Son verilere göre ne kadar kişi organ bekliyor? Sağlık Bakanlığı’nın 2015 verilerine göre şu anda 22.00 böbrek, 2.200 karaciğer, 600 kalp, 260 pankreas, 50 akciğer, 4 kalp kapağı, 5 ince bağırsak hastası kadavradan nakil olabilmek için bekliyor. Organ bağışının istenilen düzeyde olmaması sebebiyle birçok kişi bu bekleyiş sırasında hayatını kaybedebiliyor. Birçok kişi de kadavradan organ bağışı olmadığı için aile ya da yakınlarından alınan organlar ile sağlığına kavuşabiliyor. Organ nakli için başarı grafiğinin günden güne yükseldiğini söyleyebilir miyiz? Son 10 yılda organ naklinde başarı grafiği yükseldi ve Türkiye’de organ nakli için önemli adımlar atıldı. Kamu ya da özel hastane fark etmeksizin organ naklinde tüm giderlerin devlet tarafından karşılanarak nakiller gerçekleştiriliyor. Türkiye’de diyalize giren ve karaciğer nakli olmayı bekleyen birçok hasta var. Bundan 15-20 yıl önce bu hastaların birçoğu tedavi olamadığı için hayatını kaybederken şimdi organ nakli ile eski sağlıklı günlerine tekrar kavuşabiliyorlar. Organ naklinde en önemli sorun nedir? Organ nakli için Türkiye ve Dünya’daki en önemli sorun yeterli organ bağışının olmamasıdır. Batılı ülkelerde Türkiye’ye göre organ bağışı daha yüksek oranlardadır. Türkiye’de organ bağışının istenilen düzeye ulaşmamasında ve toplumda yeterli duyarlılığın oluşmamasında bilgi eksikliği, önyargılar ve yanlış inanışlar önemli rol oynuyor. Organ bağışı ve naklinde doğru zannedilip inanılan yanlışlar ile yıllarca diyalize bağlı kalan ya da organ bağışında bulunmayan birçok insan bulunmaktadır. Organ bağışı konusunda yeterli ve doğru bilginin aktarılması çok önemlidir. Toplum bilinçlendikçe organ bağışına yaklaşım da daha pozitif hale gelecektir. Organ nakli uygulamalarında denetim nasıl? Organ nakli süreçlerinde Sağlık Bakanlığı’nın sıkı denetim programları ile olabilecek yanlış uygulamalar tümü engellenmektedir. Herhangi bir hastaya ruhsatı olmayan bir hastanede kısacası legal olmayan bir yol ile nakil yapılması söz konusu değildir; çünkü organ nakli yapacak hastaneler ruhsatlandırılmaktadır. Teknik ve teknolojik alt yapı gerekliliğinin sağlanması ve organ nakli merkezinin sorumlusunun bu konuda yeterli olması gereklidir. Nakil olacak kişiler Sağlık Bakanlığı tarafından T.C. kimlik numaraları üzerinden takip edilmekte ve sonuçlar birebir izlenmektedir. Dolayısıyla yasadışı bir ameliyatın yapılması söz konusu değildir. Nakil süresince tüm işlemler resmi belgeler ile kayıt altına alınmaktadır. Organ nakli ile ilgili olarak en çok neler merak ediliyor? Organ nakli konusunda en çok merak ve endişe edilen durumlardan biri organın reddedilip, edilmeyeceğidir. Günümüzde gerek nakil öncesi gerek nakil sonrası yapılan tüm tetkikler ile bu risk minimuma indirilmiş durumdadır. Yeni kullanıma giren ilaçlar ile de bunların önemli bir kısmı tedavi olabilmektedir. Bunun dışında canlı verici olabilme koşulları merak edilen bir diğer konudur. 4. dereceye kadar akraba olanlar verici olabilmektedir. 4. derece ötesi ve akrabalık dışı durumlarda bölgesel etik kurul kararı ile verici olunabilmektedir. Nakil sonrası hastaların eski hayatlarına dönüp dönemeyeceği de en çok merak edilenler arasındadır. Nakil olan kişinin doktorunun belirleyeceği istirahatten sonra kişi günlük, iş yaşamına dönebiliyor. Bu genel olarak ortalama 3 aylık bir süre olabiliyor. Doktorunun kararı ile yine kontrollü olarak kişi spor yaşamına da geri dönebilir. Organ bağışında bulunan kişi hayattayken kendisi ya da ölümü sonrası ailesi, organın kime ya da kimlere verileceği konusunda karar yetkisine sahip değildir. Bu konu da tıbbi kurallar geçerli olup bu durumu Sağlık Bakanlığı düzenlemektedir. Organ nakli sonrası onları nasıl bir hayat bekliyor? Nakil olan kişiler kısa bir süre sonra normal hayatlarına dönebiliyorlar. Organ nakli ile yeniden hayata kazandırılan kişiler ortalama 3 ay sonra sosyal, iş yaşantılarına geri dönüp tekrardan çalışan, üreten insanlar olabiliyorlar. Nakil olan kişileri düşündükleri gibi zor günler değil daha sağlıklı günler bekliyor. Nakil sonrası dönemde neler ön plana çıkıyor? Nakil sonrası dönem nakil süreci kadar önemlidir. Organ nakli sonrası hastalara, bundan sonraki yaşamları için özel bir eğitim verilir. Nakil sonrası hastalar sağlıklarını korumak için bazı ilaçları kullanmak durumundadırlar. Bu ilaçlarını aksatmadan zamanında almalıdırlar. Özellikle ilk bir yıl kontrollerini asla ihmal etmemelidirler. Organ bağışının artması için neler yapılmalı? Organ bağışının artmasında en önemli faktör toplumun bu konuda bilinçlendirilmesidir. Eğitim her alanda olduğu gibi bu konuda da önemlidir. Organ nakli ve bağışının hemen her platformda konuşulması, tartışılması gerekir. Kitlesel iletişim araçları ile sürekli gündemde tutulmalıdır. Organ bağışı yapmak isteyenler nereye başvurmalı? Organ bağışı yapmak için bağışı yapan bireyin, kamu ve özel hastanelerinin “Organ Nakil Koordinatörlüğü”ne başvurması ve gerekli formları doldurması gerekir. Organ bağışı sonrası kişinin bilgilerini içeren “Doku ve Organ Bağış Belgesi” kartı hazırlanmaktadır. Bu kartın yanında taşımasını önerilmektedir; ancak kişi ailesini de bu konuda mutlaka bilgilendirmelidir. Tüm bu bilgiler Sağlık Bakanlığı kayıtlarında tutulmaktadır. SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 47 kapakkonusu ORGAN NAKLİ Prof. Dr. İbrahim BERBER Acıbadem International Hastanesi Organ Nakli Merkezi Başkanı Genel Cerrahi Uzmanı derecede hasar gören organların yerine, canlı veya kadavradan alınan yeni ve sağlam organın nakledilmesine organ nakli deniliyor. Dünyada organ nakli tarihi Hasta insanı iyileştirmek, yaşam süresini uzatabilmek, kaliteli bir yaşam sağlayabilmek, insanlığın sürekli üstünde durduğu konular. Tıp ve teknolojide yaşanan gelişmeler sayesinde insanların daha uzun ve kaliteli yaşamasına olanak sağlanıyor. Organ nakli bu gelişmelerden etkilenen en önemli sağlık konularından biridir. Kronik organ yetmezliğinde, organ nakli bazen hastalar için tek tedavi seçeneği olabiliyor. Organ nakli ile hastalar sağlıklı ve daha uzun yasama şansını elde ediyor. Nakil alanındaki gelişmelere karşın transplant edilecek yeterli organ sayısının olmayışı organ naklinin önündeki en önemli sorun olarak duruyor. Organ nakli vücutta fonksiyonunu yerine getiremez hale gelmiş hücre, doku veya bir organın yerine aynı veya farklı canlıdan alınan hücre, doku veya organın nakledilmesi. Diğer bir deyişle kronik organ yetmezliği nedeni ile görev yapamayacak 48 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 İnsanlık tarihinde organ nakli çalışmaları çok eski çağlardan beri yer alıyor. Hindistan’da eski devirlerde suçluların burunları kesilirdi. Hintli cerrahlar, kesik burunları hastanın kolundan aldıkları ince bir deri ve derialtı otogrefti ile tamir ederlerdi. Hintli bir cerrah olan Sushruta milattan önce ikinci yüzyılda otogreft tekniği ile cilt transplantasyonu yaptı. Ancak bu girişimlerin sonucunun başarılı olup olmadığı kayıtlı değil. Yüzyıllar sonra İtalyan Cerrah Gaspare Tagliacozzi başarılı cilt otogreftleri gerçekleştirdi. Ancak allogreflerde başarısız oldu ve bu nedenle organ reddi mekanizması konusunda tartışmaları başlatmış oldu. Organ nakli konusunda çalışmalarını sürdüren bilim adamları, önce hayvandan hayvana daha sonra da insandan insana organ nakillerini denediler. İlk başarılı kornea nakli Eduard Zirm tarafından 1905 yılında yapıldı. Emerich Ulmann 1902 yılında ilk böbrek ototransplantasyonu gerçekleştirdi. 1912 yılında Alexis Carrel’in vasküler sütür tekniklerini geliştirmesi transplantasyon cerrahisine büyük katkısı oldu. Carrel, köpekler üzerinde yaptığı böbrek, kalp ve dalak nakil deneylerinde cerrahi başarı sağlamış olsa da on yıllarca aşılamayan organ reddi konusunda çaresiz kaldı. 1950 yılının başlarında Medawar ve arkadaşları farelerde üzerinde rejeksiyonu ve önlenmesini tanımladı. Bu da cerrahları insanlar üzerinde böbrek transplantasyonu yapmaya teşvik et- Prof. Dr. İbrahim BERBER miştir. İlk başarılı böbrek naklini 1954 yılında Joseph Murray tek yumurta ikizleri arasında yaptı. Daha sonraları rejeksiyonu önlemek için tüm vücut ışınlama ve steroid ile böbrek nakilleri gerçekleştirildi. Zamanla önce azatiopirin daha sonra siklosporinin klinik kullanıma girmesi sayesinde kalp, karaciğer gibi organ nakillerinin araştırma safhasından klinik kullanıma girmesini ve böbrek transplan- nesinde Kemal Beyazıt, daha sonra İstanbul’da Siyami Ersek tarafından yapıldı. Ancak her iki hasta da uzun süre yaşamadı. İlk canlı donörden böbrek nakli 3 Kasım 1975’de ve ilk kadavra donörden böbrek nakli 1978’de Mehmet Haberal tarafından yapıldı. İlk kadavra donörden karaciğer nakli de 1988’de yine Mehmet Haberal tarafından gerçekleştirildi. Bu aynı zamanda Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da gerçekleştirilen ilk ka- lar arasında veya etik kurul onayı ile akraba dışı organ nakilleri gerçekleştiriliyor. Kan grubu uyumu olmayan alıcı verici varlığında çapraz nakil yapılabiliyor. Trafik kazası, kurşunlanma, beyin kanaması gibi benzeri nedenlerle yoğun bakımda tedavisi devam ederken, beyin ölümü denilen geri dönüşümsüz beyin hasarı gelişmiş kişilerin organları bağışlandığı tak- dirde bunlar kadavra donör olarak tanımlanıyor. Kadavra donörden tüm organ ve dokuların transplantasyonu gerçekleştirilebiliyor. tasyon başarı oranlarının dramatik şekilde artmasını sağladı. HLA tiplendirme, immünsüpressif tedavide, organ saklanmasındaki ilerlemeler ve klinik tecrübelerin artması sayesinde böbrek dışında diğer hayatı organların da transplantasyonunu başarılı şekilde yapılmasına imkan sağladı. Dünyada, ilk başarılı karaciğer nakli, 1967’de Thomas Starzl tarafından gerçekleştirildi. İnsandan insana ilk başarılı kalp nakli 1967’de Christiaan Bernard tarafından gerçekleştirildi. Türkiye’de Organ Nakli Tarihi Türkiye’de ilk kalp nakli 1968’de önce Ankara Yüksek İhtisas Hasta- davra karaciğer nakli olma özelliğini de taşıyor. İlk canlı donörden karaciğer nakli yine Mehmet Haberal tarafından 1990 yılında yapıldı. Bu da aynı zamanda Avrupa, Ortadoğu, Afrika’da ilk canlı donörden karaciğer nakli olma özelliğini taşıyor. Donör Çeşitleri Organ nakli canlı ve kadavra donörden gerçekleştirilebiliyor. Canlı donörlerden kan, deri gibi kendini yenileyebilen dokular, vücutta çift olarak bulunan organlardan (böbrek) biri veya tek organın bir parçasının (karaciğer, ince bağırsak, pankreas) nakledilmesi mümkündür. Ülkemizde 4. Dereceye kadar akraba- Beyin ölümü (tıbbi ölüm) beyin fonksiyonlarının geri dönüşümsüz olarak kaybolmasıdır. Beyin ölümü gerçekleşen kişide solunum ve dolaşım yoğun bakım koşullarında ventilatör gibi destek makinelerine bağlanarak sürdürülebilirken, beyin fonksiyonları yapay olarak sürdürülemez. Bu nedenle beyin ölümü gerçekleştiğinde, kişi tıbben ölü kabul ediliyor ve beyin ölümü tanısı almış kişilerin hayata dönmesi mümkün değil. Buna karşılık bitkisel hayattaki hastaların solunumları ve kalp çalışması devam ediyor, yani beyin sapı sağlamdır. Beyin fonksiyonları azalmış ya da tamamen kaybolmuş olabiliyor. Ama tam anlamıyla ölüm oluşmamıştır. Bu hastalar aylarca ya da yıllarca hareketsiz yaşamaya devam etmekte ve bazen de düşük bir olasılıkla iyileşerek normale SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 49 dönebiliyor. Bitkisel hayattaki insanların organları asla organ naklinde kullanılmıyor. Canlı vericili organ naklinin ameliyat zamanlamasının yapılması, alıcı ve vericinin optimum hazırlanması, kısa iskemi süresi, düşük oranda primer non fonksiyon ve daha iyi kısa ve uzun dönem sonuçları gibi avantajları vardır. Ülkemizde kadavradan organ bağışı gelişmiş ülkelere göre çok düşük seviyede. Milyon nüfus başına kadavra organ bağışı ülkemizde 5 civarındayken bu sayı gelişmiş ülkelerde 25-35 arasında. Bu nedenle Türkiye’de yapılan nakillerin yüzde 80’ini canlı vericiden yapılan nakiller oluşturuyor. Türkiye milyon nüfus başına canlı vericili organ naklinde dünyada birinci sırada yer alıyor. Organ Naklinin Yasal Dayanağı Türkiye’de organ ve doku nakli hizmetleri 1979 yılında çıkarılan 2238 sayılı Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli Hakkında Kanun ile yürütülüyor. Bu kanunda bazı önemli maddeler aşağıdaki gibidir; 1) Canlıdan organ nakli için kişinin 18 yaşını doldurmuş bulunması, akli dengesinin yerinde olması şarttır. 2)Canlıdan organ naklinde, verici kişinin maddi bir çıkarı olması ve/ veya bunu bilen doktorun organ nakli yapması şuçtur. 3)Kadavradan organ naklinin yapılabilmesi için beyin ölümü belgesinin hazırlanmış olması, kişinin sağlığında organlarını bağışlaması, bağışlandığına dair bir belge yoksa yakınlarının rızası alınması şarttır. 4)Ölünün fiziki bütünlüğünü değiştirmeyen organlar,(örneğin kornea) herhangi bir bağış ya da izin alınmaksızın nakil için alınabilir. 5)Organ alımı, satımı, bunun ticaretinin ya da reklamının yapılması ağır ceza gerektiren bir suçtur. Ulusal Koordinasyon Sistemi (UKS), 1 Haziran 2000 tarihinde yürürlüğe giren Organ ve Doku Nakli Hizmetleri Yönetmeliği ile kurulmuştur. Ulusal 50 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 Organ ve Doku Nakli Koordinasyon Sistemi’nin (UKS) amacı; organ ve doku kaynağına işlerlik kazandırmak, basit yapıda, hızlı isleyen bir sistem içinde, uygun organ ve dokuyu, uygun hastaya, uygun zamanda organ ve doku naklini gerçekleştirmektir. Yönetmelik ve yeni Yönergeye göre, UKS’ nin başında Sağlık Bakanlığı Tedavi Hizmetleri Genel Müdürlüğüne bağlı olan Ulusal Organ ve Doku Nakli Koordinasyon Merkezini (UKM) vardır. Sonra Organ ve Doku Nakli Bölge Koordinasyon Merkezleri gelmektedir. Yönergenin Ek.2’ sinde yer alan listeye göre Bölgeler Ankara, İzmir, İstanbul, Bursa, Diyarbakır, Erzurum, Samsun ve Adana’ da kurulmuştur. Organ ve Doku Nakli Merkezleri ise, organ ve doku nakillerinin uygulandığı tıbbi tedavi merkezlerini, Organ ve Doku Kaynağı Merkezi, beyin ölümü kriterlerini tespit edebilecek donanım ve personele sahip resmi ve özel hastanelerini, Doku Tipleme Laboratuarı ise, verici adayı ile alıcıların doku tiplemelerini yapabilecek donanım ve personele sahip Bakanlıkça ruhsatlandırılmış laboratuarlarını ifade etmektedir. Organ Bağışı Kişi hayatta iken, serbest iradesi ile tıbben yaşamı sona erdikten sonra doku ve organlarının başka hastaların tedavisi için kullanılmasının izin verilmesine organ bağışı denir. 29/05/1979 tarih ve 2238 sayılı ‘‘Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli’’ hakkındaki kanunda: ‘‘18 yaşından büyük ve akli dengesi yerinde olan herkes organlarının tamamını veya bir bölümünü bağışlayabilir’’ denmektedir. Organ bağışında bulunabilmek için; organ bağış senedini iki tanık huzurunda doldurup imzalamak yeterlidir. Ayrıca bu belgede nakline izin verdiğimiz organlarımızı da seçebilmekteyiz. Organ bağış senedi imzalandıktan sonra organ bağış kartı doldurulur ve bağış yapan kişiye verilir. Organ bağışında bulunan kişilerin organ bağış kartını daima yanında taşıması organ bağışı işleminin karışıklık ve gecikme olmaksızın yerine getirilmesini sağlaması açısından önemlidir Organ Bağışının Dini Yönü Organ bağışının dini yönden sakıncası yoktur. Bütün büyük dinler organ bağışını onaylamakta ve desteklemektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu organ bağışını insanın insana yapabileceği en büyük yardım olarak tanımlanmıştır ve 6.3.1980 tarih ve 396/13 sayılı kararı ile organ naklinin caiz olduğunu açıklamıştır. Diğer islam ülkelerinde de ve bütün büyük dinlerde de benzer kararlar mevcuttur. Kur’an-ı Kerim’de de (Maide Suresi, Ayet 32) “KİM BİR KİMSEYE HAYAT VERİRSE, ONUN SANKİ BÜTÜN İNSANLARA HAYAT VERMİŞÇESİNE SEVAP KAZANACAĞI “ beyan olunmuştur. Transplantasyon Cerrahisi Cerrahi tekniklerdeki ve teknolojideki gelişmeler sayesinde transplantasyon cerrahisi klasik açık ameliyatlardan minimal invaziv şekilde yapılan ameliyatlara doğru ilerlemiştir. Günümüzde artık hem verici hem de alıcı ameliyatları minimal invaziv yöntemlerle (Laparoskopik, robotik) yapılmaktadır. Hatta uygun kişilerde doğal açıklık cerrahisi (NOTES), tek port cerrahisi (LESS-SILS) uygulanabilmektedir. Doğum yapmış kadın vericilerde donör nefrektomi yapılırken böbrek vajinal yoldan çıkarılabilmektedir. Bu sayede vericinin karın duvarında böbreğin çıkarılması için kesi yapılmasına ihtiyaç kalmamaktadır. Vajinal yoldan böbrek çıkarımlı donör nefrektomi ameliyatı sayesinde vericiler ameliyat sonrası daha az ağrı çekmekte, daha çabuk ayağa kalkmakta ve daha erken işlerine dönebilmektedirler. Karın duvarında sadece laparoskopik aletlerin gireceği kadar küçük (1-2 cm) kesilerin olması daha iyi kozmetik sonuçlar doğurmaktadır ve kesi yerinde fıtık, enfeksiyon gibi komplikasyonlar daha az olmaktadır. İmmünsupresyon Organ ve doku nakli sonrası transplante edilen organ ve dokuya karşı alıcıda tolerans gelişmesini sağlayarak immün sistem tarafından rejeke edilmesini engellemek için immünsupresif ilaçlar kullanılması gerek- mektedir. Rejeksiyon oluşmasının engellenmesi gretin ve dolayısı ile alıcının yaşam süresini arttırmaktadır. dır. Rejeksiyonlar oluş mekanizmaları göre alt gruplara ayrılabilmektedir. İmmünsupresyon ile antijen tanırarak red olayının oluşmasında kilit pozisyonda rol alan T hücrelerinin antijeni saptama ve çoğalma, farklılaşma ve antikor yapım işlevi baskılanmaktadır. Hiperakut Rejeksiyon Temel olarak nonspesifik ve spesifik olmak üzere iki türlü immünsupresif tedavi vardır. Nonspesifik immünsupresyon ile immün sistem fonksiyonu her aşamada antijene bağlı olmaksızın baskılanır Bu nedenle alıcı enfeksiyonlara karşı duyarlı hale gelir. Nonspesifik immünsupresyon amacı ile ensık kullanılan ilaçlar steroid, azatiopirin ve anti-lenfosit globülinlerdir. Spesifik immünsupresyon ise alıcıyı enfeksiyona karşı duyarlı hale getirmeden grefte karşı oluşabilecek rejeksiyonu baskılamak için yapılan immünsupresyondur. 1950’lerde tüm vücut ışınlaması ve steroidler immünsupresyon yöntemi olarak kullanılmaktaydı. Rejeksiyonu önleme konusunda faydalı olmasına rağmen hastalar enfeksiyon veya kemik iliği aplazisinden kaybedilmekteydi. 1962 yılında azatiopirin (AZA) immünsupresif tedavi protokolüne katılması ile ilk etkili immünsupresyon yapılmış oldu bu sayede greft sağ kalımının uzaması sağlandı ve böbrek nakli yapan merkez sayısı arttı. 1970’lerde poliklonalantikorlar olan ALG-ATG, 1978’de siklosporin kullanılmaya başlanması ile üçlü ilaç (steroid+ Azatiopirin+ Siklosporin) tedavi protokolleri kullanılmaya başlandı. Sonraki yıllarda immün sistemdeki reaksiyon mekanizmalarının daha iyi anlaşılması ve yeni keşfedilen ilaçlar sayesinde böbrek dışında diğer organ transplantasyonları başarılı bir şekilde yapılabilir hale geldi. 1990-2000 yıllarda Tacrolimus, MycophenolateMofetil, Mycophenolicacid, Basiliximab, Cyclosporine Microemulsion (Neoral), Daclizumab (Zenapax), Sirolimus(Rapamune), Everolimus (Certican) gibi ilaçlar klinik kullanıma girmiştir. Rejeksiyon İmmünsupesyondaki tüm gelişmelere rağmen organ nakli sonrası zaman zaman rejeksiyonlarla karşılaşılmakta- Transplantasyon sonrası çok kısa bir sürede (dakikalar-saatler) içinde ortaya çıkan ve alıcının kanında dolaşan vericinin dokularına karşı hazır antikorlar (humoral immünite- sitotoksik antikorlar) aracılığı ile meydana gelir. Antikorlar genellikle daha önceki transplantasyon, kan transfüzyonu, otoimmün hastalıklar ve hamilelikten sonra oluşmaktadırlar. Antikorların greft endoteline yapışması sonucu kompleman sistem aktive olur ve endotel hasarı oluşur. Trombosit aktivasyonu sonucu vasküler oklüzyon ve greftte iskemiye yol açarak greft kaybı ile sonuçlanır. Plazmaferez ve pulse steroid tedavide kullanılabilir fakat bu tip rejeksiyonu geri döndürmek pek mümkün değildir. Greft kaybı kaçınılmazdır. Akselere Akut Rejeksiyon Transplantasyondan sonra birkaç gün (1-4 gün) içinde ortaya çıkan alıcının donör antijenlerine karşı sensitize olduğu (geçirilmiş hamilelik, kan transfüzyonu) hücresel ve hümoral hafıza hücreleri aracılığı ile gerçekleşir. Hiperakut rejeksiyona benzemekle birlikte akselere akut rejeksiyonda transplantasyon anında kanda fazla miktarda dolaşan verici dokularına karşı antikorlar yoktur. Alıcıda daha önce verici dokuları ile karşılaşmış hafıza hücreleri vardır. Bu hücreler verici dokuları ile temas ettikleri anda hücresel ve/veya hümoral immün sistem grefte karşı reaksiyon gösterir. Anti-rejeksiyonn tedavileri ile organ kaybı önlenebilir. Akut Rejeksiyon Akut rejeksiyon organ nakli sonrası çoğunlukla ilk birkaç hafta içinde %10-20 oranında görülen hücresel immünite ile oluşan bir rejeksiyondur. Bu tip rejeksiyonların %80-90’nı nakil sonrası ilk bir ay içinde oluşur. İlk 6 aylık dönemde akut hücresel rejeksiyon açısından risk yüksektir. Birinci yıldan sonra risk azalır. Akut hücresel rejeksiyonda alıcı daha önceden verici dokularına karşı sen- sitize olmamıştır. Doku uyumunun az olduğu veya yetersiz immünsupresif tedavi alan hastalarda daha sık görülür. Aktif T lenfositler aracılığı ile gerçekleşir. T lenfositleri greft antijenlerini ya kendileri direkt tanıyarak ya da antijen prezente eden (APC) hücreler aracılığı ile yabancı doku olarak tanıdıktan sonra aktive olurlar. Bunun sonucu hücresel ve humoral immün sistem grefte karşı reaksiyon gösterir. Akut hücresel rejeksiyon sonucu transplante edilen greft fonksiyonlarında azalma, ateş, greftte ödem ve ağrı meydana gelebilir. Anti-rejeksiyon tedavisi ile akut hücresel rejeksiyon tedavi edilebilir ve greft normal fonksiyon görmeye devam eder. Kronik Rejeksiyon Transplante edilen organ fonksiyonlarında yavaş ve ilerleyici bozulma ile karakterizedir. Transplantasyon sonrası aylar içinde ortaya çıkabilmektedir. Hücresel ve humoral immün sistem rol almaktadır. Greftte interstisyel fibrozis ve düz kas proliferasyonuna bağlı vasküler oklüzyonlar görülür. Tedavi ile kronik rejeksiyonu geri döndürmek mümkün değildir ve greft kaybı ile sonuçlanmaktadır. Kaynaklar Lock, M. (2002) Twice Dead: Organ Transplants and the Reinvention of Death. Berkeley, CA: University of California Press. Morris, PJ. Transplantation — A Medical Miracle of the 20th Century. N Engl J Med 2004;351:2678-80. Tülay Kılıçarslan Ayna, Hayriye Şentürk Çiftçi, Hilmi Tozkır, Mehmet Gürtekin, Mahmut Çarin. İmmunsupresif ilaçların etki mekanizmaları. Gaziantep Tıp Dergisi 2009; 15(3): 42-47. Darla K Granger, Suzanne T Ildstad. Transplantation Immunology and Immunosuppression. Chapter 27, Sabiston Textbook of Surgery 18th Edition (2008). Elsevier, Philadelphia. James F Markmann, Heidi Yeh, Ali Naji, Kim M Olthoff, Abraham Shaked, Clyde F Barker. Transplantation of Abdominal Organs. Chapter 28, Sabiston Textbook of Surgery 18th Edition (2008). Elsevier, Philadelphia. Cumhur Uluğ ELDEGEZ, Yalçın SEYHUN. Türkiye’de ve Dünyada Transplantasyonun Tarihçesi. Turkiye Klinikleri J Gen SurgSpecial Topics 2013;6(1):1-6. Öznur Uludağ. Beyin ölümü tanısının önemi. Adıyaman Üniv Sağlık Bilim Derg 2015; 1(1) : 34-38. Ergün Yılmaz. Organ ve Doku Nakli. Ankara Barosu Sağlık Hukuku Digestası Dergisi 2012; 2(2): 203-230. SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 51 kapakkonusu AKCİĞER NAKLİNDE MERAK EDİLEN HER ŞEY Türkiye’de ilk başarılı akciğer naklini gerçekleştiren Yeniyüzyıl Üniversitesi Tıp Fakültesi, Gaziosmanpaşa Hastanesi’nden Doç. Dr. Cemal Asım Kutlu, bu zamana kadar gerçekleştirdiği 76 nakille edindiği tecrübelerini paylaştı. 52 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 Hayatımızda derin derin nefes almak çok önemlidir. Bunu en çok akciğer hastalarının yaşadığı zor süreç ve hastalık dönemlerinde hatırlanır. Sigara içmenin zararları sürekli hatırlatılsa da günümüzde daha uzun yaşamak istemiyorum diye yanıtlarla karşılaşılabiliyor. Peki uzun yaşamanın ötesinde sağlıklı yaşamanın önemini anlamanın ötesinde, başkalarına da umut olmanın ne demek olduğunu yani organ bağışını da hatırlamak gerekir. Hayatı daha sağlıklı yaşayıp, hem de başkalarına umut olmak için organ bağışına destek olmak çok önem taşıyor. Akciğer bekleyen hastaların neler yaşadığı ve süreçte neler olduğunu merak ediyorsanız. Uzun yıllar bu alandaki çalışmaları ve birçok soruyu Türkiye’de ilk başarılı akciğer naklini gerçekleştiren “Yeniyüzyıl Üniversitesi Tıp Fakültesi, Gaziosmanpaşa Hastanesi’nden Doç. Dr. Cemal Asım Kutlu yanıtladı. Neden akciğer nakline ihtiyaç duyulur? Akciğer nakli birçok sebepten akciğerlerin artık vücudun ihtiyaçlarını karşılayamadığı durumlarda söz konusu olur. Çünkü o aşamaya gelindiğinde zaten diğer yöntemlerin tümü denenmiş, başka bir tedavi yöntemi kalmamış olur. Akciğer nakli kimlere yapılır? Hastanın akciğer nakli gibi büyük bir cerrahi girişimi de kaldırabilecek kadar iyi olması gerekir. Akciğer dışında diğer organların; kalp, böbrek karaciğer gibi hem cerrahi girişim sırasında gelişebilecek olaylarda hem de verilecek ilaçların etkilerini tolere etme kapasitelerinin yeterli düzeyde olması son derece önemlidir. Bu zamana kadar kaç nakil yaptınız? Ekip olarak biz toplam 76 adet nakil yaptık. İlk yıllarda karşılaştığımız zorlukların hemen tamamını geçtiğimizi düşünüyorum. Artık oturmuş bir ekip ile belli bir rutin içinde nakilleri yapıyoruz. Akciğerleri etkileyen hastalıklar nelerdir? Bu hastalıklar temelde 4 grupta değerlendirilir: Akciğer sertleşmesi, DOÇ. DR. CEMAL ASIM KUTLU KOAH, akciğerin iltihabi hastalıkları ve akciğer dolaşımında yüksek tansiyona neden olan hastalıklar. Akciğer nakli gerektiren durumlar nelerdir? Bu hastalıkları elbette pek çok şekilde tedavi etmek veya süreci yavaşlatmak mümkündür. Bu sebeple tüm gruplarda nakil gerekliliği ancak küçük bir alt grup için söz konusu olur. Tüm desteğe rağmen ilerleme durdurulamıyorsa, nakil gündeme gelmektedir. Akciğer nakli ne zaman yapılmalıdır? Akciğerlerin kaybettiği işlev dolayısıyla yaşamın tehlike altına girdiğini gözlemlemek nakil zamanının geldiğini gösterir. Bu açıdan bakıldığında naklin kime yapılacağı kadar ne zaman yapılacağını da belirlemek nakil ekiplerinin çok dikkatli davrandığı noktalardan birisidir. Akciğer nakli için organ kaynakları nelerdir? Akciğer için doğal olarak tüm kadavra donörleri önemli bir kaynaktır. Ancak dünyada çok çeşitli sebepler- den bu donörlerin ancak yüzde 2530’unda akciğer kullanılabilmektedir. Çeşitli ülkelerde organ sayısındaki yetersizlik sebebiyle iki vericiden birer lob alınarak canlıdan akciğer nakli de yapılmaktadır. Kimler nakil adayı olabiliyor? Nakil adayı olabilmek için bir nakil merkezinde değerlendirilmek, o merkezlerde Sağlık Bakanlığı tarafından belirlenen kurallarla oluşturulmuş “Nakil Konseyi” toplantısında bulunan uzmanlarca nakle uygun bulunduğu belgelenmiş olmak gerekir. Bir de son aşama olarak Bakanlığın resmi olarak kabul ettiği ‘nakil bekleyen hasta listesi’ne kaydedilmiş olmak gerekir. Genellikle organ nakli koordinatörleri haftalık yapılan konsey toplantısının hemen ardından uygun hastaları bu listeye kaydederek çıkacak ilk fırsatta onların da değerlendirmeye alınmasını sağlarlar. Yasal olarak adı bu listede bulunmayan kimseye organ nakli yapılamaz. Aday olduktan sonra hastaları neler bekliyor? Nakil olduktan sonra bazen bıktırıcı olabilen bu bekleme sürecinde hasSAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 53 talarımızın hem tıbbi açıdan hem de moral ve kondisyon açılarından kendilerini her an hazır tutmaları en büyük arzumuz. Elbette ekipler çeşitli zamanlarda hastalarla iletişime geçerek bu zor dönemi biraz daha kolaylaştırmaya çalışırlar. Eğer süre daha da uzarsa bazen bazı incelemeleri tekrarlamak planlanan girişimi tekrar gözden geçirmek gerekebilir. Canlı vericiden akciğer naklinin avantajları nelerdir? Canlı vericinin en büyük avantajı işlemin planlanan bir şekilde hem vericilerin hem de alıcının olabileceği en iyi durumda yapılabiliyor olmasıdır. Burada elbette alıcının henüz bekleme süresi varken canlı nakil yapılmasını kastetmiyorum. Söylemek istediğim bazı desteklerin günler hatta bazen saatler öncesinden başlatılabilmesi fırsatını belirtmek istiyorum. Bazen çok kısa bir ön hazırlık dahi ameliyatın başarısını önemli ölçüde etkileyebilir. Daha teknik bir vurgu da; beyin ölümü olduğunda kaçınılmaz olarak tüm organlar başta akciğer olmak üzere bir hasar görür. Canlı verici de bu hasar oluşmamış bir akciğer kullanılabildiği için sonuçlar kadavra donörlere göre daha iyidir. Akciğer nakli için kan grubu uyumu gerekli mi? Tüm solid organ nakillerinde olduğu gibi şart değil. Ancak uygun gruplarda yapılan nakillerin uzun dönemde daha iyi sonuçlar verdiği de bir gerçek. Akciğer nakli için doku uyumu gerekli mi? Dünyanın hiçbir ülkesinde akciğer nakli sırasında doku uyumuna bakılmıyor. Çünkü başarılı bir nakil için gerekli süreler çoğu zaman böyle bir araştırmanın yapılmasına fırsat vermiyor. Akciğer nakli olmak için ne yapmalıyım? Son dönem akciğer hastalarının tümünü takip eden bir klinik bulunmaktadır. Bu klinikler aracılığıyla bir nakil merkezine yönlendirilmek en doğru yol olur düşüncesindeyim. 54 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 Akciğer bekleme listesinde ne kadar zamanda sıra gelir? Bizim pratiğimizde bu süre ortalama 3,5 ay olarak saptandı. Sabah listeye girip akşam nakil olan bir hastamız da var, iki yıl bekleyen hastamız da. Akciğer nakli ameliyatı kaç saat sürmektedir? Bir nakil ameliyatı süreci toplam olarak 15-16 saat sürmektedir. Bu süreye ekiplerin organizasyonu ve ameliyat hazırlığı da dâhil. Cerrahi işlem genellikle 8 saat civarında tamamlanmaktadır. Akciğer naklinde her iki akciğer de değiştiriliyor mu? Genellikle iki akciğer de değişiyor. Tek veya çift yapmanın çeşitli avantaj ve dezavantajları var. Ancak hastalığa bağlı olarak bazen tek akciğer nakli yapmak da mümkün. İltihabi bir sebepten nakil yapılıyorsa çift taraflı yapmak kaçınılmaz oluyor. Akciğer naklinden sonra çocuk sahibi olunabilir mi? Yurdumuzda henüz örneği yok ama dünyada pek çok akciğer nakli olan kişinin çocuk sahibi olduğunu biliyoruz. Ancak gebeliğin sürecin tümüne nasıl etki edeceğinin iyi düşünülmesi ve planlanması gerekiyor. Bu hassas konuda hasta ile onu takip eden ekip arasında iyi bir iş birliği şarttır. Akciğer nakli olduktan sonra ne kadar zamanda taburcu olunur? Bizim pratiğimizde en erken taburcu olan hastamız 14. gün evine gitti. Bu tıbbi iyilik kadar sürece uyumla da ilişkilidir. Ortalama olarak 20-25 gün diyebiliriz. Akciğer nakli sonrası sürekli ilaç kullanılıyor mu? Evet. Akciğer naklinden sonra yaşam boyu kullanılması gereken ilaçlar vardır. Akciğer nakli sonrası taburcu olduktan sonra diyet uygulanabiliyor mu? Özellikle ilk aylarda verilen yüksek kortizon nedeniyle sıkı sayılabilecek bir diyet önerimiz oluyor. Ancak süreçte bu kısıtlamalar büyük ölçüde kalkıyor. Doğal olarak tüm bireyler için zararları bilinen ve ne yazık ki toplumda yaygın kullanılan bazı ürünler açısından ise sınırlama asla kalkmıyor. Akciğer nakli sonrası kişisel bakım açısından neler önemlidir? Temel hijyen kuralları dışında fazla bir şey söylemeye gerek yok. Nakilden sonraki erken dönemi saymazsak, sonrasında yapılması gerekenler toplumdaki tüm bireylerin dikkat etmesi gerekli olan kurallardır. Akciğer nakli sonrası çalışma hayatına dönülebiliniyor mu? Elbette. Bu çok istenilen bir şey. Amerika’da hastalar büyük oranda yaklaşık yüzde 80, nakilden sonra çalışmaktadırlar. Ancak bu kişilerin bir bölümü yarı zamanlı bir iş tercih etmektedir. Birçok çarpıcı örnek var bilinen, ama ben çok hayran kaldığım örneği burada söylemek isterim: İngiltere’nin önemli bir merkezinde araştırmacı olarak çalışan bir doktor yüksek akciğer tansiyonu nedeniyle kalp-akciğer nakli olmak durumunda kalır. Ardından tekrar işine döner ve bu sefer ilgisini akciğer nakline çevirir. Ameliyattan 8 yıl sonra kendi ameliyatını yapan doktoru ile birlikte editörlüğünü yaptığı “Akciğer Nakli” kitabını yayımlar. Akciğer nakli sonrası emekli olunabiliyor mu? Bizim yasalarımız böyle bir işlemden sonra emekli olmaya uygundur. Akciğer nakli sonrasında spor yapılabiliyor mu? Günlük aktivite olarak spor yapanlar dışında yurt dışında yarı maraton koşan, 20 kilometre bisiklete binen birçok hasta var. Akciğer nakli sonrası okul hayatına ne zaman dönülebiliyor? İlk aylarda yoğun ilaçlar nedeniyle kalabalık yerlerden kaçınılmasını öneriyoruz. Ancak olumsuz bir koşul yoksa 6. aydan sonra okula dönmek son derece uygundur. Akciğer nakilinin faydaları ve riskleri nelerdir? Fonksiyonel kapasiteyi normal sayılabilecek düzeye çıkartması en önemli faydasıdır diyebilirim. Cerrahi riskler kısa dönemde, kullanılan ilaçlara bağlı riskler de uzun dönemde söz konusu olabilir. Ama fayda ve zarar oranına bakarsak bu her zaman ve büyük ölçüde hastadan yanadır. Bir hasta akciğer programına kabul edildiğinde neler olacak? Böyle bir programa kabul edilen hastanın tıbbi durumundaki en küçük bir değişikliği bildireceği bir desteği olacak. Hastaya bazı öneriler yapılacak ve elbette bu önerileri tamamıyla yapması beklenmeyecek. Ancak bunun için çabalaması veya ne kadar çabaladığı ekip için büyük bir önem taşıyacak. Çünkü bu çaba sonraki dö- nemde göstereceği uyumun da bir göstergesi kabul edilecek. Verici akciğerini nasıl alıyorsunuz? Bildirilen bir donör kabul edildiğinde bir ekip ameliyat hazırlığı yaparken, diğer ekip de donör akciğeri almaya gidiyor. Bu iki işlem paralel olarak yürütülerek en kısa zamanda akciğerlerin tekrar işlevine başlamasına çaba sarf ediliyor. Cerrahi prosedür nedir? Cerrahi işlem göğüs kafesi açılarak yapılıyor. Her iki tarafta bir geniş kesi ile açılıyor. Hasta akciğerler çıkartılıp yerine yenileri yerleştiriliyor. Bu işlem çoğunlukla kalp çalışırken sırasıyla yapılıyor. Bazı durumlarda da kalbi destekleyici destek sistemlere ihtiyaç oluyor. Çok nadir olarak kalp durdurulup hasta tamamen kalp-akciğer pompasına bağlanıp işlem gerçekleştiriliyor ve ardından tekrar kalp çalıştırılıp pompa desteği kesiliyor. Taburcu edildikten sonra neler olur? Taburcu edildikten sonra belirli kurallar içinde kalmak koşulu ile hastalarımızın hızla normal hayata dönmesine çalışıyoruz. Ne kadar hızlı o kadar iyi. Kurallar gevşedikçe de hayat kendiliğinden tamamen normale dönüyor. Kısaca sizi tanıyabilir miyiz? 1985 yılında İstanbul Tıp Fakültesi’nden mevzun oldum ve 1987 yılının Şubat ayında Göğüs Cerrahisi ihtisasına başladım. Uzman olmadan önce, 1990 yılında, 3 aylık bir süre için ABD’nin en önemli merkezlerinden biri olan Mayo Kliniği’ndeki Kalp-Akciğer Nakil Bölümüne gittim. Orada gördüğüm akciğer nakli tüm yaşamım boyunca peşinden koştuğum bir amaç oldu. Yıllar yılları kovaladı ve arkadaşlarımla birlikte 2009 yılında bu ameliyatı yurdumuzda da yapma şansı yakalanabildi. Ne mutlu ki, o hasta yurdumuzdaki ilk başarılı akciğer nakli oldu. SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 55 kapakkonusu KRONİK KARACİĞER YETMEZLİĞİNİN ÇÖZÜMÜ NAKİL Bir anda ortaya çıkabilen ya da hepatit, siroz gibi nedenlere bağlı olarak yıllar içinde gelişebilen karaciğer yetmezliği, tedavi edilmediğinde kişinin yaşamını tehdit edebiliyor. Hastaları yetmezliğe götüren süreç ise vücut fonksiyonlarının bozulmasına kadar belirti vermeyebildiği için karaciğer sağlığının korunması büyük önem taşıyor. Prof. Dr. Koray Acarlı, karaciğer nakli ile ilgili sorularımızı yanıtladı. Vücudumuzdaki karaciğerin ne tür görevleri bulunmaktadır? Erişkin bir insanın karaciğeri kiloya bağlı olarak ortalama 1000- 1500 gram ağırlığındadır. Yaşamın sürmesi için vücudun ihtiyacı olan proteinlerin üretilmesi, gıdaların işlenerek enerji elde edilmesi, yağların ve yağda eriyen A,D,E ve K vitaminlerinin emilimi için gerekli safrayı üretmek ve bağırsağa akmasını sağlamak, kanın pıhtılaşmasında çok önemli rol oynayan pıhtılaşma fak56 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 törlerinin sentezini gerçekleştirmek karaciğerin görevidir. Bazı mineraller, vitaminler ve şekerin eksikliği hissedilmesin diye depolanması, vücutta dolaşan bakterilerin ortadan kaldırılmasına yardımcı olarak enfeksiyonlarla mücadele edilmesi ve vücuda giren hemen her türlü zararlı kimyasalın zararsız hale getirilmesi de bu hayati organın sorumluluğundadır. bir durum ise, daha önce karaciğer hastası olduğu bilinmeyen bir kişide günler-haftalar içerisinde karaciğer yetersizliğinin gelişmesidir. Bu tabloya da “Akut karaciğer yetersizliği” adı verilir. Yani her insan doğduğu andan itibaren her yaşta karaciğer hastası olabilir veya başka bir deyişle her yaşta insan da karaciğer yetersizliği görülebilir. Karaciğer yetmezliği kimlerde görülür? Karaciğer yetmezliği genellikle karaciğerin büyük bir bölümünün geri dönüşümsüz hasara uğraması ile ortaya çıkan ve bu organın gerekli ve yeterli şekilde işlevini yerine getirememesi ile sonuçlanan bir durumdur. Karaciğer yetersizliği genellikle hayatı tehdit eder ve bu nedenle acil tıbbi destek gerektirir. Sıklıkla karşılaşılan durum, hastalanan karaciğerinin yavaş yavaş bozulması ve yıllar içerisinde yetersizlik gelişmesidir. Bu duruma “Kronik karaciğer yetersizliği” adı verilir. Daha nadir karşılaşılan Prof. Dr. Koray Acarlı Karaciğer yetmezliğinin belirtileri nelerdir? Hepatit B ve C, pek çok hastalık sonucu gelişebilen sirozlar, uzun dönem fazla alkol tüketilmesi, karaciğere ait bazı damarlarda tıkanıklık, beslenme bozukluğu, bazı safra yolu hastalıkları, demir metabolizma bozukluğu gibi kalıtsal bazı hastalıklar, alfa-1 antitripsin eksikliği ve Wilson hastalığı (bakır metabolizma bozukluğu) kronik karaciğer yetersizliğine neden olur. Hepatit A,B ve C virüslerine bağlı hepatitler, bazı ilaçların yüksek dozda kullanımı, çeşitli bitkisel ilaçlara karşı gelişen reaksiyonlar, zehirli mantarların yenmesi ise akut karaciğer yetersizliğine neden olur. Basit gibi görülen ciddi halsizlik, yorgunluk, iştah kaybı, bulantı, kusma ve ishal karaciğer yetersizliği gibi önemli bir hastalığın habercisi olabilir. Sarılık, karın şişliği, karında su toplanması, anlamlandırılamayan burun, diş eti veya basit yaralanma kanamaları, şuur bulanıklığı, uykuya eğilim ve koma hali hastalığın daha ciddi boyutlara ulaştığının habercisi olabilir. Hangi önlemleri almalıyız? Doğumsal hastalıklardan korunmak genellikle pek mümkün değildir. Ancak Türkiye şartlarında akraba evliliklerinden kaçınmak, hamilelik sırasında dikkatli olmak ve çocuğun anne karnındaki tetkiklerini yaptırmak bazı hastalıklar konusunda fikir verebilir. Bunun dışında en etkili yol aşı yaptırarak hepatitlerden ve sirozdan korunmaktır. Doğru beslenme, temizlik, alkol tüketiminin sınırlanması, ilaçlarla alkol alınmaması, kan ve kan ürünlerine temasta dikkatli olunarak başkasının kanına temas etmiş tıraş bıçağı, iğne, manikür pedikür aletlerin kullanılmaması, cinsel ilişkide mutlaka korunmak, dövme yaptırırken aletlerin temizliğine çok dikkat edilmesi ve yaban mantarından uzak durmak olarak sıralayabiliriz. Nakil ne zaman yapılmalı? Akut karaciğer yetersizliği durumlarında, eğer belli bir eşik geçilmedi ise, yani karaciğerin tamamı geri dönüşümsüz hasar görmedi ise yoğun tıbbi destek ile durum geçiştirilebilir ve karaciğerin kendini toplaması için zaman kazanılabilir hatta tamamen iyileşme sağlanabilir. Kronik gelişen yani artık hasarın geri dönmesinin beklenmediği durumlar ile iyileşmeyen akut yetersizliklerde tek etkili tedavi karaciğer naklidir. Karaciğer değerlerinin kritik seviyelere düşmesi veya yükselmesi, ciddi sarılık, geçmeyen kaşıntı, önlenemeyen varis kanamaları, karında tedaviye rağmen sıvı toplanması gibi nedenler karaciğer nakli zamanının geldiğini gösteren işaretlerdir. Konularında uzman olan hekimler zamanı geldiğinde ve gecikmeden hastalarını bir karaciğer nakli merkezine yönlendirmelidirler. Hastanın kendi sağlığı konusunda bilinçlenmesi ve şikayetleri olanların yönlendirmeyi beklemeden başarılı olduğunu düşündükleri ve güvendikleri bir karaciğer nakli merkezine bir an önce başvurmaları çok önemlidir. Kronik karaciğer yetmezliği canlıdan ya da kadavradan yapılan nakil sayesinde sağlıklı bir şekilde iş ve sosyal yaşamlarına dönebilmektedir. SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 57 kapakkonusu ÇAPRAZ BÖBREK NAKLİNDE “HİBRİT YÖNTEM” Türkiye’de kronik böbrek yetmezliği ile yaşayan 60 binin üzerinde hasta nakil için sıra bekliyor. Yetersiz organ bağışı nedeniyle pek çok hastaya canlıdan böbrek nakli yapılıyor. Donörü yani böbrek vericisi ile az uyumlu ya da uyumsuz olan çiftler hibrit yöntemi sayesinde birbirleriyle çaprazlanarak, nakledilen yeni böbreği vücutlarının daha çabuk kabul etmesi sağlanıyor. Doç. Dr. Burak Koçak, çapraz nakildeki uygulanan yeni yöntemlerle ilgili sorularımızı yanıtladı. Resmi rakamlara göre Türkiye’de ne kadar böbrek hastası bulunuyor? Çağımızın en sinsi hastalıklarından olan ve hiçbir belirti vermeden ortaya çıkabilen böbrek yetmezliği her geçen gün hızla yaygınlaşmaktadır. Dünya genelinde 2 milyon, ülkemizde ise 60 binin üzerinde hasta diyalize bağlı yaşamakta ve nakil için sıra beklemektedir. Yeterli organ bağışı olmadığı için hastalara kadavradan uygun böbrek bulunması çok uzun zaman alabilmektedir. Bu nedenle de 58 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 binlerce böbrek hastası uygun böbrek bulunana kadar diyalizle yaşamını sürdürmektedir. Aile bağları güçlü olan ülkemizde hastalara akrabaları gönüllü olarak organ verebilmekte ve böbrek yetmezliği hastaları yaşamlarını sağlıklı bir şekilde sürdürebilmektedir. Vücut yeni böbreği hemen kabul ediyor mu? Canlıdan böbrek nakillerinin cerrahisi dışında başka özellikleri de bulunmaktadır. Vücudu dış etkenlere karşı korumaktan sorumlu bağışıklık sistemi her insanda bulunmaktadır. Dolayısıyla başka bir vücuttan alınan böbreğin bir başka vücuda nakledilmesi savunma mekanizmalarını harekete geçirmektedir. Savunma mekanizması vücuda giren yabancı organı düşman olarak algılayarak bununla savaşmak ister. Bu nedenle vücuda nakledilen organı reddetmemesi için bağışıklık sistemini baskılayıcı bazı ilaçlar kullanılmaktadır. Böylelikle vücudun yeni böbreği reddetmesi engellenmektedir. Nakledilen böbrek ömrü ne kadar uzatıyor? Her ne kadar vücuda nakledilen böbreği yabancı bir madde olarak görüp reddetmesi ilaç tedavisi ile engellense de belli bir zaman sonra vücudun bağışıklık sistemi “antikor” adı verilen bazı maddeler üreterek nakledilen böbreği reddedebilir. Bu nedenle hastaya nakledilen bir böbrek ile hayatı boyunca sağlıklı yaşamak ana hedeftir. Günümüzde nakledilen böbreklerin ömrü geçtiğimiz yıllara göre çok daha iyi bir seviyededir. Önümüzdeki yıllarda gelişecek teknoloji ve ilaçlarla hastaların nakledilen böbrek ile yaşam kalitesi ve süresinin daha da artmasının sağlanması amaçlanmaktadır. Neden çapraz nakil bu kadar önemli? Geçmiş yıllarda sadece kan uyumsuzluğu olan çiftlere çapraz nakil yapılması düşüncesi bulunmaktayken, gelişen teknoloji sayesinde günümüz şartlarında olaya daha farklı bir pencereden yaklaşılmaktadır. Hastanın bağışıklık haritası çıkarıla- bilmektedir. Alıcının kanında vericinin dokularına karşı bu antikor denilen vücudun bağışıklık sistemini ürettiği maddelerin varlığı tek tek ölçülebilmektedir. Antikorlardan bir kişinin vücudunda binlerce olabilmektedir. Bunlar tek tek tanınıp isim verilmekte, kan düzeylerinin ne olduğu belirlenmektedir. Bu nedenle artık rahatlıkla bir kişinin kanında nakledilecek böbreğe karşı antikor maddelerin olup olmadığı rahatlıkla görülebilmektedir. Alınan kanda bulunan tüm bu antikor maddelere rağmen nakil yapıldığı takdirde nakledilen böbreğin kısa ve uzun vadede başarısız olma ihtimali yüksektir. Bu nedenle artık bazı hibrit yöntemler kullanılmaktadır. Hibrit yöntem konusunda örnek olarak kişi böbrek hastası olan eşine böbreğini vermek istiyor. Ancak yapılan tetkikler böbrek hastası eşin kanında eşinin böbreğine karşı antikor maddeler belirleniyor. Bu şekilde yapılan naklin başarısız olma ihtimali yüksektir. Bu hastalara belli bir ilaç tedavisi verilip antikor düzeyleri düşürülerek de nakil işlemi yapılabilir. Ancak bu antikorlar belli bir düzeyin üstündeyse nakil yine başarılı olmaz ya da bir süre sonra vücut yine de böbreği reddedebilir. Bu nedenle Hibrit yöntemi uygulanmaktadır. Yine bu şekilde olan bir çift bulunmakta ve iki uygun çift birbirleri ile çaprazlanmaktadır. Bu kişilerin kanlarındaki antikor düzeyleri daha tedavi edilebilir noktalara getirilmektedir. Daha sonra da uygulanan ilaç tedavisi ile bu antikor düzeyleri tamamıyla ameliyat için güvenli bir noktaya getirildiğinde nakli başarılı bir şekilde yapılmaktadır. Hibrit yöntem ile birbirlerine uygun olan hastalara yapılan böbrek nakilleri bu sayede daha risksiz ve başarılı olmaktadır. Doç. Dr. Burak Koçak SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 59 sektörden Teva Pazar Erişim ve İş Geliştirme Direktörü Elif Aslan: BÜYÜK OLMAK TEVA’NIN DNA’SINDA VAR Teva hakkında bilgi verebilir misiniz? Teva’nın küresel yapılanmasından söz etmek gerekirse, 1901 yılında kurulan Teva bugün dünyanın ilk 10 ilaç şirketi arasında yer almaktadır. İleriye dönük küresel bir ilaç şirketi olan Teva, ihtisas, jenerik ve OTC ilaçların, etkin farmasötik bileşenler (API) ve yeni terapötik maddelerin geliştirilmesi, üretimi ve pazarlanmasına öncülük etmektedir. Teva, Kuzey Amerika, Avrupa, Türkiye’nin de içinde bulunduğu Büyüme Pazarları, Japonya ve Güney Kore bölgelerindeki yapılanmasıyla faaliyetlerini yürütmektedir. Teva’nın 54 bitmiş ilaç üretim tesisi, 21 etkin farmasötik bileşen (API) tesisi ve 34 araştırma ve geliştirme merkezi bulunmaktadır. Teva, yüzde 20 Pazar payı ile Amerika’da ve dünyada jenerik ilaç pazarında liderdir. Amerika’da her 6 jenerik reçeteden birinde ve Avrupa Birliği’nde günde 2.7 milyondan fazla reçetede Teva’nın ilaçları tercih edilmektedir. 114 yıl önce kurulan Teva, bugün 45.000 çalışanı ve 60 ülkedeki aktif faaliyetleri ile dünyanın en büyük jenerik ilaç şirketi konumundadır. Teva, 2007 yılından beri Türkiye ilaç 60 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 Röportaj: Ensar ÜSTÜN Elif Aslan, kariyer hayatına 1994 yılında Pfizer’de başladı. Farklı jenerik ve inovatif ilaç şirketlerinde satış ve pazarlama, iş geliştirme ve pazar erişim alanlarında çeşitli roller üstlendi. Şubat 2015’ten itibaren Teva’da Pazar Erişim ve İş Geliştirme Direktörü olarak görev yapıyor. pazarına yenilikçi ürünler ve yeni tedavi imkanları sunuyor ve daha geniş kitlelerin bu tedavi olanaklarına erişimini artırmak için çalışıyor. Teva’yı rakiplerinden ayrıştıran faktörler nelerdir? Teva’nın dünya pazarındaki diğer ilaç firmalarından temel farkı, insan sağlığına sunduğu hizmetleri inovasyon, kalite ve erişilebilirlik üçgeninde, hasta ihtiyaçlarını gözeten bir dengede sağlıyor olmasıdır. Global sağlık sistemindeki lider oyuncularından biriyiz. Teva, entegre inovasyon yapabilme kabiliyeti ile yüksek kaliteli ilaçlar geliştirip, bunları pazara sunabiliyor. Ve bunu hızlı bir şekilde yapıyor. Entegre inovasyon olarak tanımlanan AR-GE felsefemiz sayesinde, Teva olarak belirli bir hastalığın veya semptomun sadece tedavisine değil, tedavinin hastaların hayatlarına nasıl uyum sağladığına da odaklanıyoruz. Hastaların ilacı nasıl, nerede ve hangi sıklıkla aldıkları ve tedavinin etkinliği ile de ilgileniyoruz. Bu bütünsel yaklaşım işi farklı yapabilmemizden kaynaklanıyor. Teva’nın araştırma-geliştirme fonksiyonu, var olan moleküller üzerinde inovasyon yapabilen, jenerik ve OTC ilaçlar üzerinde çalışabilen, endüstrinin önemli entegre ar-ge yapılanmalarından biridir. Bu yapı, araştırma ve geliştirme sürecimize taze fikirler, farklı bakış açıları ve daha kapsamlı bilgi getiriyor. Bütünsel yaklaşımımız sayesinde, hastaların ihtiyaçlarını karşılayan yeni tedavi olanaklarını keşfetmemizi sağlıyor. 2012 yılında araştırma-geliştirme grubumuz, karşılanmayan hasta ihtiyaçlarına yanıt vermek ve farklı seçeneklere acilen ihtiyaç duyan belirli hasta popülasyonlarına yardımcı olmak amacıyla New Therapeutic Entities® (NTE) kavramını geliştirdi. Bu konuyu biraz açmak gerekirse, alınan ilaç miktarını veya yan etkileri azaltmak için farklı molekül kombinasyonları geliştirmekten söz ediyorum. Örneğin günde 3 kez hap alınarak, bir yıl boyunca yürütülen HIV tedavisinde, üç kez ilacını almayı unutan bir hasta ciddi bir sorunla karşı karşıyadır. Oysa belli bir tedavi dozunun tek bir hapa indirgenmesi hem hasta hem de hekim için kolaylık sağlar. Dozlama planlarını uzatmak veya ilacın buzdolabında saklama zorunluluğu gibi lojistik sorunlar doğuran kısıtlamalardan kaçınmak için yeniden formülasyonlar yapmak gibi örnekler NTE önceliğimizi daha net ortaya koyabilir. Ayrıca, Teva’nın başarısının altında güçlü bileşenlerden oluşan bir temel de var: örneğin ihtisas ilaçları, jenerik ilaçları, hammadde ve OTC alanlarındaki dengeli iş modeli, stratejik birleşmeler ve iş ortaklıkları nedeniyle elde ettiği endüstri ve Pazar liderliği, global tesisleri, her geçen gün büyüyen coğrafi dağılımı gibi. Teva’nın iş modeli nedir? Dünya ölçeğinde, Teva organizasyonel açıdan iki ana birim tarafından yönetilir. Biri Teva markası ile özdeşleşmiş “Global Jenerik İlaçlar” bölümüdür. Diğer tarafta inovatif ve yetim ilaçlar gibi özel ihtisas gerektiren konuları kapsayan “İhtisas İlaçlar” bölümü vardır. Bu yapılanma bile Teva’nın yenilikçi ürünlere verdiği önemi gösterir. Teva tüm bilimsel kaynaklarını, global liderliğinden gelen gücünü ve inovatif ilaçlar üretmekteki ölçeğini insan sağlığı üzerinde fark yaratacak sonuçlar için odaklamaktadır. Bir hastalığı tedavi edebilecek yeni bir organik molekül, peptit veya proteinin keşfi için 5,000 ile 10,000 arasında bileşenin üzerinde bilimsel çalışmalar yapmak gerekir. Inovatif bir ürünü geliştirmek 10-15 yılı alabilir ve 1 milyar dolardan fazla yatırım gerektirir. Bilimadamları inovatif ilaçların varolan ilaçlara göre belirgin avantajlar oluşturduğunu kanıtlamışlardır. Teva kaynaklarını etkin kullanmak için, stratejisi gereği, ihtisas ilaçlarının araştırma-geliştirme sürecindeki keşif safhasına odaklanmaz. Teva, TIV (Teva Innovative Vendors) adı verilen özel bir yapılanma içinde ileri araştırma safhalarında bulunan ve gelecek vaad eden moleküllere sahip firmalarla işbirliğine gider. Teva olarak şirket konumlandırmamızı şu şekilde özetleyebilirim: • Hastalara hatta tüm insanlara yö- nelik etki yaratan bir sağlık şirketiyiz. Dünya çapında milyarlarca insanın hayatına dokunuyoruz. Bu çok büyük bir sorumluluk ve çok büyük bir ayrıcalık. • Öncü olmayı istiyoruz ve bu an- lamda kendimizi konumlandıracak çok stratejik satın almalar yapıyoruz. • Büyük olmak Teva’nın DNA’sında var. Büyük olmak şirket olarak önemli rekabet avantajları sağlıyor. Kendimizi sağlık sistemlerini düzenleyen otoriteleri destekleyen bir partner olarak konumlandırıyoruz. Dünya çapında büyük olmamızın verdiği avantajla, katma değer yaratacak değişimi başlatabiliyoruz. Teva olarak işimizi ve stratejik yönelimimizi yeniden tarif ettik. Teva artık sadece bir ilaç şirketi olarak kendini konumlandırmıyor. Teva olarak amacımız sağlığı geliştirmek ve insanların daha iyi hissetmesini sağlamak. Burada kritik değişim şurada: Sadece hastaları değil insanları odağımıza koyuyoruz. Bu amacı başarmak için tarif ettiğimiz 6 unsur var. Her biri birbirinden önemli olmakla birlikte, Teva’nın Pazar Erişim fonksiyonunun da varlık sebebini oluşturan “Gerçek anlamda hasta ve maliyeti üstlenen kurumları dikkate almak” unsurunu biraz açmak istiyorum: Sağlık ve geri ödeme kuruluşları, yeni ilaçların ve tıbbi cihazların maliyet/ fayda açısından ekonomik analizlerini ve bütçeye etkisini görebilmek istiyorlar. Güvenlik ve etkinlik çalışmaları artık pazar erişiminde tek başlarına yeterli olmadığından, bu kurumların ihtiyacına en uygun çözümleri etkin ve zamanında sunmayı hedefliyoruz. Bu doğrultuda sadece kurumlardan değil hekimlerden de aldığımız geri bildirimleri bu süreçte değerlendiriyoruz. Teva’nın odaklandığı tedavi alanlarından bahsedebilir misiniz? Teva global anlamda, Merkezi Sinir Sistemi (MSS) hastalıklarının tedavisinde, başta Multipl Skleroz (MS), Parkinson hastalığı ve uyku bozuklukları tedavisinde bütünleyici tedavi alternatifleri sunmaktadır. Diğer yandan Onkoloji alanında kronik lenfositik lösemi, non-Hodgkinlenfoma dahil çeşitli kanser türlerinin tedavisine yönelik ilaçları ve farklı biyolojik tedavi alternatifleri mevcuttur. Ağrı alanında da kanser tedavisinden, migren tedavisine kadar farklı hastalıkların tedavisine odaklanmış durumdayız. Kadın sağlığı, solunum ve transplantasyon alanlarında da farklı tedavi alternatifleri sunmaktadır. Teva, Onkoloji, MSS, Solunum ve Kadın Sağlığı başta olmak üzere çeşitli tedavi alanlarında 2020 sonuna kadar 30 yeni ürün sunmak üzere çalışmaktadır. Teva, Türkiye pazarında hangi alanlarda faaliyet gösteriyor? Teva Türkiye olarak biz de, Teva’nın stratejik alanlar olarak konumlandırdığı MSS ve Onkoloji alanlarına odaklanıyoruz. İhtisas ilacımız olan Copaxone, Türkiye’de MS tedavisi için en önemli alternatiflerden biridir. Teva’nın bu terapötik alanlardaki hasta ve kamu yararına olacak tüm ürünlerini, hekimlerimizin kullanımına sunmayı hedefliyoruz. Yapılanmamızı ve stratejilerimizi bu yönde oluşturduk ve hedef pazarlarımızda lider konuma gelmek istiyoruz. Türkiye pazarında bizi diğer firmalardan SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 61 Türk ilaç sektörü dünyada, hacim bakımından, 16. sırada yer almaktadır. O nedenle Teva dahil pek çok global firma Türkiye’yi “Büyüme Pazarları” bölgesinde değerlendirmektedir. Türk ilaç sektörü geçtiğimiz sene yüzde 8,8 civarında büyüdü. Türkiye’de halka bir çok tedavi hizmeti sağlanmış, ilaca erişim artmıştır. Kişi başı hekime başvurma sayısı 20 yıl önce 1,7 iken, bugün bu rakam yaklaşık beş katına yükselmiştir. Aile hekimliği uygulaması, birinci basamak sağlık kuruluşları aracılığı ile sağlık hizmetleri ücretsiz alınabilmektedir. Bu örnekler ve benzer pek çok uygulama sayesinde hastaların ilaca erişimi artmış ve Pazar büyümüştür. Diğer yandan Pazar koşullarının sürekli değişmesi ve ödemeyi yapan kurum tarafında maliyetlerin temel kriter olması nedeniyle ilaç şirketleri çeşitli zorluklar yaşamaktalar. Oysa Teva gibi inovatif, yetim ve jenerik ilaçlar konusunda ihtisas oluşturan firmaların portföylerini pazara hızlı verebilmeleri kritiktir. Bunun için regülasyonların da hızlı işlemesini sağlayacak altyapıların oluşturulması gerekmektedir. Ülkemizin yeni açılımlar sağlaması, 2023 vizyonuna güvenle ulaşabilmesi için ilaç sektörüne çok önemli bir rol düşmektedir. Hızla gelişen dünya ilaç pazarında söz sahibi olabilmek için, endüstride verimliliği arttıracak önlemler alarak müstahzar ilaç, ilaç hammaddesi ve biyoteknoloji ürünlerinde teknoloji transferi konularında somut adımlar atılmalıdır. ayrıştıran temel nokta, portföyümüzde hem inovatif hem de jenerik ilaçları aynı anda barındırıyor olmamızdır. Türkiye pazarındaki hedefimiz, henüz karşılanmamış tedavi olanaklarını hızla kullanıma sunmak ve en önemli paydaş olan hastaların yaşam refahını yükseltmektir. Teva Türkiye olarak neyi başarmayı hedefliyorsunuz? Odaklandığımız tedavi alanlarında hasta odaklılık konusundaki yaklaşımız ile en bilinen firma olmayı hedefliyoruz. Bunun zor bir hedef olduğunun ve hasta odaklılık konusunda pek çok ilaç firmasının ciddi çalışmalar yürüttüğünün bilincindeyiz. Bu nedenle kendimizi farklılaştırarak hedefine ulaşan bir firma olmak istiyoruz. Aamcımız, çevik ve esnek bir şekilde, porföyümüzdeki ürünleri, hasta, sağlık otoriteleri ve hekim üçgenindeki faydaları gözeten bir partner bilinciyle Türk pazarına sunmak. Hasta ihtiyaçlarına odaklanarak, ilaçlarımızın kalitesini, etkinliğini ve güvenilirliğini geliştirmek ve dünya çapında hastalara uygun fiyatlı jenerik ürünler sunmak için çalışmalarımıza devam edeceğiz. TEVA Türkiye’nin Pazar erişim stratejisini anlatabilir misiniz? Bize göre, pazar erişim fonksiyonu şirketin ticari önceliklerine değil sistemin ihtiyaçlarına odaklanmalıdır. Geri ödeme sistemleri ile senkronize edilmiş bütünsel bir bakış açısı içerir. Biz Pazar erişim stratejimizi şöyle tanımlıyoruz: Türk sağlık sisteminde firmamızdan kaynaklanan gereksiz iş yükünü azaltmak, hastalık tedavisinde ve hastaya ulaşma konusundaki maliyetleri optimize edecek öneriler, ürünler ve çözümler sunan stratejik bir ortak olmak. Biz burada sadece Teva’nın değil, aynı zamanda sağlık sisteminin de sorumluluğunu taşıyoruz. Önümüzdeki dönemde pazara yeni girecek olan ürünleriniz bulunuyor mu? Elbette var. Ancak önümüzdeki dönemde pazara vereceğimiz ilaçlarda şu ön şartları gözeteceğiz: • Karşılanmamış bir hasta ihtiyacına cevap vermek, • bilinen bir molekülü alışılmışın dışında özgün bir yolla formüle etmek ve kullanmak. • Sağlık sistemi ve geri ödeme ku- rumunun öncelik ve ihtiyaçlarına cevap vermek. Gelecek dönemde Türkiye’de MSS ve Onkoloji pazarlarındaki odağımızı güçlendireceğiz. Kendimizi daha çok hasta ihtiyaçlarının karşılanmadığı alanlara konumlandırmak istiyoruz. Yani kitlesel pazarlara değil, az sayıda insanı etkileyen hastalıkların tedavisine yönelik alternatifler sunacağız. Örneğin, genetik bir nörolojik hastalık olan Huntington hastalığı, hastalarda bazı hareket bozukluklarının yanı sıra mental gerilik görülmesine sebep olan kalıtsal bir hastalık. Prevelansı düşük olduğu için, tedaviye yönelik ilaç sayısı oldukça az ve hastaların sıkıntısı çok fazla. İşte biz Teva olarak şimdiye kadar öncelik verilmemiş bu gibi alanlarda da çare olmak ve hasta ihtiyaçlarına cevap vermek istiyoruz. Tüm taraflar için artı değer yaratmayan ürünü ruhsat sürecine kesinlikle sokmuyoruz, Teva için ticari değeri olsa bile. Bu bizim ana stratejimizin vazgeçilmez bir parçasıdır. Ruhsat sürecine sokacağımız ürünlerin, hasta ve doktorun sağlık sisteminin de ihtiyaçlarını gözetmesini ve tüm taraflara fayda sağlamasını ÖN ŞART olarak değerlendiriyoruz. 62 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 gündem BASIN DANIŞMANLARI KAÇA AYRILIR? Esra ÖZ Biyolog, Sağlık Habercisi ve Sosyal Medya Uzmanı Bütün gün toplantılara katıldım, özellikle son röportaj için gittiğim hastanenin koridorlarında hastaları gördükçe içim acıdı. Havasız koridorlardan geçerken nefesimi tuttum, gözlerimi kaçırdım hastalardan. Röportajı yaptığımız hocanın odasını bulduğumda derin bir nefes aldım. Bilimselliğin dışında insani konuları da konuştuk. Sohbet bitince yine aynı koridorlardan geçerek ofise döndüm. Yorgunluğun dışında konuşulanları düşünüyordum, gözlemlediklerimi aklımda karşılaştırıyordum ki telefon çaldı bir basın danışmanıydı karşımdaki. Nasılsınız, iyi misiniz faslından sonra “Esra Hanım, az önce size bir mail gönderdim, elinize ulaştı mı? Yayınınızda kullanırsanız çok seviniriz” dedi. “Henüz incelemedim, okuyucu kitlemize uygun olup olmamasına göre karar verir ve size bilgi veririm” dedikten sonra konuşma bitti. Bu aralamalar sıklaştıkça ve tanıştıkça iletişim güçleniyor. Zamanla, tecrübeyle basın danışmanlarını öğreniyorsunuz. Deneyimlerimden yola çıkarak üç farklı grupta basın danışmanı olduğunu söyleyebilirim. ciyi kukla gibi oynatabiliyor muyum?” diye bakar. Eğer kuklası olmazsanız sizi tanımaz. Bunlar sadece konumu olan gazetecilerin dostudur. Onun dışındaki gazetecilerle konuşmaz. O gazeteciler işten ayrıldığı anda arkadaşlığı biter ya da o gazeteciyi iyi bir yere gelmesi için destekler ve kendi baskısı altına alır. Sizin etik olup olmamanız önemli değildir, onun için önemli olan işini yapıp yapmadığınızdır. Hatta etikseniz, sizi demoralize etmek için elinden geleni yapar. Üçüncü grup basın danışmanlarına gelince, bunlar sizin nerede çalıştığınızdan çok kaleminize önem verir. Siz nasıl gazetecisiniz? Etik misiniz? Herkes ile görüşür ancak başarılı gazetecilerin ayrımını çok iyi yapar. İşten ayrılsanız da ayrılmasanız da yanınızdadır. İşinin yanında insani özelliklerini sonuna kadar hissettirir. Önemli olan işin değil, sensin demekten öte yaşatır. Aslında basın danışmanlarının önem vermesi gereken husus, kalemleri güçlü gazetecilerdir. Bu durum çalıştıkları hekim ve bilim insanlarının da bilinçli davranmamasından da kaynaklanır. Önemli olan haberin uzman gazeteciler tarafından yapılmasıdır. Basın toplantılarındaki kuru kalabalık ya da haber yazmaktan bir haber kişilerin olması, o basın danışmanını başarılı yapmaz! Bununla ilgili dikkat edilecek hususlara daha sonra değineceğim. Basın danışmanlarını bizlerde zamanla daha iyi tanıyoruz. Bazıları iyi ki var derken bazılarının maillerini okumadan siliyoruz. İlk grupta yer alanlar, profesyonellerdir ve sadece gazetecinin çalıştığı kuruma bakar. Yani sizin kim ya da ne olduğunuz önemli değildir. Onun bültenlerini, özel haberlerini yayınlamanız ve toplantılarına katılmanız önemlidir. İşini yaparsanız sizden iyisi, yapmazsanız da sizden kötüsü yoktur. Size sorun yaşatsalar bile, her zaman kendileri haklıdır. İşleri bitince de arkalarına bile bakmazlar, hatta işlerine gelmezse tanımazlar bile. İkinci grup basın danışmanları, profesyonelliğinin dışında birde “gazete- SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 63 analiz KARIN İÇİ KANSERLERİNDE SICAK KEMOTERAPİ UYGULAMASI Prof. Dr. Koray TOPGÜL Medical Park Ankara Hastanesi Genel Cerrahi Bölümü Kemerburgaz Üniversitesi TF Genel Cerrahi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Neden karın içine kemoterapi uygulanır ? Karın içinde hem karın duvarını içten hem de organların yüzeyini örten periton zarı, karın içi organlardan köken alan pek çok kanser de tutabilir. Periton , ince, az miktarda sıvı salgılayarak organların kayganlığını sağlayan bir dokudur hatta bir organdır. Karın içi organlardan kaynaklı bir kanserde, kanser hücreleri komşuluk ya da karın içine dökülme yoluyla peritonu tutar. Aslında periton tümör hücrelerini tutarak kendini feda etmektedir. Bu durum genellikle kanserin son evreye geçtiğini gösterir. Peritonun tutulduğu kanserlerde sistemik kemoterapiler yetersiz kalmaktadır, ilaçlar peritona tam ulaşamamakta, dokuda istenilen düzeyde anti kanser etkisi sağlayamamaktadır. Sıcak kemoterapi tedavisindeki temel prensip, peritonu bir organ olarak kabul etmek ve peritonun tutulduğu kanser durumlarında tutulmuş peritonu ve hastalıklı organ ya da organları çıkarmak (sitoredüktif cerrahi) ve karın içine sıcak ya da ısıtılmış kemoterapi uygulamak ve sonuçta geride kalmış mikroskobik yayılmaya en etkili darbeyi vurmaktır. Yani toplam bir kanser hücre avı söz konusudur. 64 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 Sıcak Kemoterapinin (HİPEK=Hipertermik İntraperitoneel Kemoterapi) mantığı nedir? Kemoterapik madde neden ısıtılarak verilir? Sıcağın etkisi nedir? Öncelikle burada sıcağın direk kendi etkisinden söz etmek lazım. Isının kendisi antitümör etkiye sahiptir. Yine ısı ilacın doku içine nüfuz etmesini kolaylaştırmaktadır. Yine gösterilmiştir ki ısı seçilmiş kemoterapik ajanın kanser hücresini öldürme etkisini artırır. İntraoperatif kemoterapi elle manüple edilerek karın içinde yayılabilir ve ısı karın içindeki tüm yüzeylere ilacın eşit dağılımına katkı sağlar. Yine bu uygulamada ameliyat süresince ilacın böbrek üzerine olumsuz etkileri ve idrar çıkışı çok iyi monitörize edilebilir ve gerekli önlemler alınabilir. HİPEK süresince geçen zaman zarfında hastanın birçok fizyolojik parametresi (vücut ısısı, pıhtılaşma, hemodinami..) normalize edilebilir. HİPEK süresince ki bu genellikle 60 dk’dır, tümör hücreleri ince bağırsak yüzeylerinden ve pıhtı-fibrin tabakaları içinden mekanik olarak temizlenir. HİPEK hangi hasta ya da hastalıklarda uygulanabilir? En sık kadınlarda over kanserlerinin tedavisinde kullanılmaktadır. Bunun yanında kalın bağırsak (kolon-rektum), mide, apendiks kanserlerinde ve peritonun kendi kanserlerinde (psödomiksoma peritonei) kullanılır. Son yıllarda pankreas kanserlerinde de kullanılmaya başlamıştır. Periton tutulumunda sıklıkla karın içinde sıvı (assit) birikimi olur. Bu sıvı hem hastanın karnının şişmesine hem de kanser hücrelerinin diafragma ve diğer karın içi alanlara yayılımına neden olur. Bazen hastalarda yatma pozisyonuna izin veremeyecek kadar assit toplanır. Bu sıvılar zaman zaman dışarıdan boşatılsalar da çözüm olmaz. Altta yatan neden var olduğu sürece assit devam eder. Bu hastaların birçoğu hastalığın son evresinde oldukları ve yapılacak birşeyin kalmadığı söylenerek evlerine yollanırlar. Bir kısım hasta da sistemik kemoterapiye devam edilir. Ancak bu çaba da genellikle yetersiz kalır. İşte sitoredüktif cerrahi ve HİPEK yukarıda söz ettiğimiz hastalarda ve klinik durumlarda gündeme gelir. HİPEK tek başına yeterli mi ? Hayır. HİPEK tek başına yeterli değildir. HİPEK tedavinin bir parçasıdır. Bu tedavinin 3 temel ayağı vardır. Öncelikle karın içinde tutulmuş periton ve organların (kalın bağırsak, over, safra kesesi, midenin tutulu kısmı…) çıkarıldığı ve tüm tümörlü dokuların temizlendiği tam ya da tama yakın bir sitoredüksiyon sağlanan bir ameliyat gerekir. Bu ameliyatta karın orta hattan boydan boya açılır ve tüm karın değerlendirilir. Tutulmuş periton ve organlar çıkarılır. Bu sırada kalın ya da ince bağırsakların bir kısmının çıkarılması ve bağırsağın karın duvarına ağızlaştırılması gerekebilir (kolostomi vaya ileostomi). Bu uygulama genellikle geçici bir uygulamadır ve tedavileri bittikten sonra bağırsak tekrar içeri alınır. Bu cerrahi uygulanmadan HİPEK uygulamanın bir anlamı yotur. Ya da HİPEK uygulaması olmadan bu cerrahiyi uygulamanın bir yeri yoktur. Sitoredüktif cerrahi ve HİPEK uygulamasını sistemik kemoterapi takip etmelidir. Yani “Sitoredüktif Cerrahi + HİPEK + Sistemik Kemoterapi” üçlüsü. Unutmamak gerekir ki bu hastalar son derece komplike ve gellikle 4. Evre hastalardır ve tedavideki her basamak önemlidir. HİPEK hangi durumlarda uygulanamaz ? Bu çok önemli bir soru. HİPEK’in karın dışında tutulum (beyin, akciğer, kemik metastazları..) durumunda yeri yoktur. Hastalığın karın içinde sınırlı olması gerekir. Ayrıca çok sayıda karaciğer metastazı (yayılım), ya da çıkarılamayacak karaciğer metastazı olanlarda HİPEK tedavisinin yeri yoktur. Üç ya da daha az sayıda ve çıkarılabilecek karaciğer metastazı varsa HİPEK için engel değildir. Çok yaygın ve yoğun ince bağırsak tutulumu olan hastalarda ince bağırsakların çoğunun çıkarılması yaşamla bağdaşmayacağı için HİPEK tedavisine uygun değildir. Bu hastaların çoğunu ameliyat öncesi yapılan tetkiklerle saptamak mümkün olmamakta, hasta ameliyat için açıldığında görülmektedir. Yani son karar, bazen masada verilmek durumunda kalınmaktadır. HİPEK’in tek başına kullanıldığı durumlar var mıdır ? Bazı hastalarda sadece assiti tedavi edip hastanın konforuna yardımcı olmak üzere HİPEK, cerrahi uygulamadan laparoskopik olarak karın içine yerleştirilen kateterlerle uygulanabilir. Ancak genellikle palyatif bir tedavidir. Hastanın sağkalım süresine çok katkısı olmaz. Literatürde özellikle meme kanserine bağlı peritoneal tutulumlarda daha iyi sonuçlar verilmiştir. HİPEK nasıl uygulanıyor? HİPEK uygulaması ameliyat sürecinin bir parçasıdır. Uzun ve zorlu bir ameliyatın sonunda, karın içi tümör temizliğini takiben, hasta halen anestezi altındayken yapılır. Karın kapatılmadan önce karın alt ve üst kadranlarına ikişer adet diren konulur. Bu direnlerle kemoterapi sıvısını ısıtan özel cihaz arası bağlantı kurulur ve karın alt ve üst kısmına ısı düzeyini takip etmek için 2 adet ısı probu yerleştirilir. Bu proplar kemoterapi verildiği sürece ısının istenen düzeyde sabit kaldığını görmeyi sağlamaktadır. Isı 41-43 derece arasında olmalıdır. 42 derece ısının tümör hücrelerini öldürücü etkisinin olduğu bilinmektedir. Kemoterapi süresi ilaca göre farklar gösterse de genelde 60 dakikadır. Karın içine 3.5 litre kadar kemoterapili sıvı verilir. Bu sırada kemoterapinin karın içinde heryere ulaşması için karın dıştan elle manüple edilir, çalkalanır. Bu sürenin sonunda karın içindeki sıvı geri alınır ve işlem sonlandırılır. Eğer bağırsak rezeksiyonu yapılmışsa, anastomozlar sıcak kemoterapi sonrası karın yeniden açılarak yapaılır. Sitoredüktif Cerrahi ve HİPEK uygulayacak ekip kimlerden oluşmalıdır? Ameliyat 6-10 saat kadar sürmektedir. Hem pelvik hem de hepatobilier cerrahide deneyim gerektirmektedir. Bu nedenle ekipte hem genel cerrahi uzmanları hem de jinekolog onkolog gereklidir. Ayrıca cerrahi öncesi görüntüleme için deneyimli radyologlar, hastaların kemoterapi programlarının ve tedavilerinin düzenlenmesi için tıbbi onkologlar, tanıların doğruluğu açısından deneyimli pataloglar, PET tomografi ve değerlendirecek nükler tıp uzmanı, beslenmelerinin düzenlenmesi için uzman diyetisyenler, yoğun bakımda hastaların takibini yürüten deneyimli anestezi doktorları, deneyimli ve donanımlı yoğun bakım ve servis personel ve hemşireleri bu geniş ekibin olmazsa olmaz parçalarıdır. Bu tedavi multidisipliner bir yöntem olduğu hem tedavi kararlarında hem de tedavi süreçlerinde unutulmamalıdır. HİPEK’in sağkalım süresine (ömür) etkisi nedir ? Bu tedaviye aday hastaların büyük çoğunluğu ileri evre hastalıklı ve yaşam beklentisi aylarla sınırlı olgulardır. Bu nedenle sağkalım süresi konuşulurken bu önemli detay unutulmamalıdır. HİPEK uygulaması farklı kanserlerde farklı uzun dönem sonuçlarına sahiptir. En çok faydalanan over kanserleridir ve 5 yıllık sağkalım %50 civarındadır. Kalın bağırsak kanserlerinde bu oran %30 civarındadır. Mide kanserlerinde bir yıllık %43, 5 yıllık %11 sağkalım süresi bildirilmişitir ki bunlar en iyi sürelerdir. Halen mide kanserinde çok iyi sürelere ulaşılamamıştır. Ama yine de ileri evre, peritona metastaz yapmış mide kanserlerinde normalde yaşam süresinin 6 aydan az olduğu düşünülürse verilen oranların başarısı görülebilir. En şanslı gurp ise Psödomiksoma peritonei olgularıdır. 5 yıllık sağkalım oranı %66-97’dir. Bu nedenle hekimlerin bu grup hastaları dikkatle yönlendirmesi gerekir. HİPEK tedavisinde riskler nelerdir? Bu bir kompleks bir tedavidir. Ayrıca bu hastaların çoğu, bu tedavi öncesinde ciddi cerrahi ya da onkolojik tedavi almakta, yıkıcı süreçlerden geçmekte ve ileri evre hastalığın yükü altında bulunmaktadırlar. Dolayısıyla risk oranı standart ameliyatlardan fazladır. Ancak kompleksliğine karşın ameliyat öncesi iyi hazırlanan, ameliyat sırasında iyi gözlemlenen ve iyi yönetilmiş hastalarda sonuçlar iyidir. En sık komplikasyon mide bağırsak sisteminin bir süre durmasıdır(fonksiyon kaybı) . Bu hem ameliyatın uzunluğuna, hem de bağırsakların aşırı manuplasyonuna bağlıdır. Ayrıca sıcak kemoterapi uygulamasının da yan etkisi olabilir. Ameliyat sırasında kanama, tedaviye bağlı böbrek yetmezliği, akciğer ya da beyne pıhtı atması, kemoterapiye bağlı kemik iliği yetmezliği, yara yeri enfeksiyonu, yara ayrışması, anastomoz kaçağı gibi komplikasyonlar görülebilir. Ancak bunların büyük çoğunluğu deneyimli merkezlerde alınan tedbirler ve iyi hasta yönetimi ile aşılır. Değişik çalışmalarda değişik oranlar verilmekle birlikte hastaları bu tedavi sonrası kaybetme riski %0-7 arasındadır. Komplikasyon oranları da küçüğünden büyüğüne %40’ları bulabilmektedir. Hastalığın evresi ve ciddiyeti göz önüne alındığında ve risk-yarar değerlendirmesi yapıldığında komplikasyon ve ölüm riski kabul edilebilir düzeydedir. SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 65 sağlığımıziçin TIPTA FARKLI BİR BAKIŞ; BİOREZONANS Dr. Bilge GEÇİOĞLU Galvani 1700’lerde kasların elektriksel özelliklerini çalışmış, 1800’lerde de Volta elektrik kondansatörü ve pili icat etmiştir. Ohm voltaj, akım ve direnç arasındaki ilişkiyi tanımlayıp Ohm kanunu olarak bilinen matematiksel denklemi oluşturduğunda elektronik bilim haline gelmiştir. (Voltaj=AkımxDirenç). 1907‘lerde deri iletkenliği elektriksel tekniklerle değerlendirildi ve nörojenik lezyon- 66 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 ların ölçümünde ve psikiyatrik hastalıklardan ayrımında kullanıldı. Akupunktur yaklaşık 4000 yıllık geçmişi olan bir tedavi yöntemidir. Bu yöntem vücutta bir takım dış ve iç patojenlerin hastalıklara sebep olduğunu destekler. Vücutta 12 çift meridyen ve diğer ekstra meridyenler vardır. Bu meridyenler üzerindeki belirli noktalar iğnelenerek veya uyarılarak tedavi sağlanır. Akupunktur Avrupa’ya yayıldıktan sonra bazı araştırmacılar bu yöntem üzerinde daha detaylı araştırmalar yapmışlardır. Dr. Voll vücut direncinin homojen olmadığını, tüm meridyenlerin elektriksel alanlar olduğunu ve derinin yarı iletken olduğunu keşfetti. Vücuda yarı iletkenlik özelliğini veren iyonlar ve elektron hareketleridir. Bu iyonlar elektron akışını düzenler ve vücut sıvılarında, enzimlerde, amino asitlerde, hormonlarda ve fosfat bileşiklerinde bulunur. Dr. Voll ile birlikte teknik olarak 1953 yılında mühendis Dr. Werner metoda uygun tüp tarzı ölçüm cihazını geliştirmiş ve ‘’Diatherapuncteur’’ ismini vermiştir. İsminden de anlaşıldığı üzere cihaz hem teşhis hem de tedavide kullanılabil- mektedir. Voll yöntemine göre Elektroakupunktur klasik Çin Akupunkturu ile modern elektronik olanakların tanı ve tedavi için kombinasyonudur. Cihaz ilk kez 1955 yılında medikal profesyonellere tanıtılmıştır. Daha sonra cihazlar teknolojik olarak geliştirilerek günümüz cihazlarına ulaşılmıştır. Tüm bu araştırmalar sürecinde Dr. Voll klasik akupunktur noktaları dışında çok sayıda yeni nokta tespit etmiştir. Bu keşiflerinin en son aşaması ise EAV (Electroacupuncture according to Voll’s) cihazları ile ilaç testi yapmasıdır. Son yüzyıl içerisinde yapılan araştırmalarda titreşim bilgileri yani elektromanyetik frekansların maddeler ve biyolojik sistemlerde önemli rol oynadığı ve her sistemin kendine has frekansı olduğu ortaya konmuştur. Dr. Voll’un öğrencilerinden Alman Dr. Morell bu testlerdeki ilaç bilgilerini kişiye uzaktan aktarabilecek bir cihaz geliştirdi. Bu cihazı geliştirerek kişiden elektromanyetik bilgileri alacak ve modülasyondan sonre geri verecek bir hale getirdi. Bu yeni terapi yöntemine Biorezonans veya Bio-enformasyon ismi verilmiştir. İsminden de anlaşılacağı üzere biyolojik sistemlerde enformasyon(bilgi) aktarımı ile oluşan rezonans fenomenleridir. İlerleyen yıllarda Biorezonans cihazları oldukça gelişmiştir. Bu cihazların çalışma prensibi vücut ve organ spesifik elektromanyetik titreşim bilgilerinin algılanması ve modüle edilmesi temeline dayanır. Cihaza giren titreşimler sağlıklı ve patolojik olarak iki farklı şekilde algılanır. Bu titreşimler ya daha da güçlendirilecek ya da invert yani ters titreşim haline getirilerek vücuda geri verilir. Bazen de hiç modüle edilmeden geri verilebilir. Biorezonans yöntemi ile birçok akut ve kronik hastalığın semptomları düzeltilebilir. Işınsal yüklerin, yara izlerinin, enfeksiyonların vücutta oluşturduğu blokaj olarak adlandırılan tedaviyi engelleyen etkileri, organ ve meridyen fonksiyonlarının dengesizlikleri olumlu yönde desteklenebilir. Biorezonans ile ile ilgili olarak alerjik durumlar başta olmak üzere, spor hekimliğinde, ağrı terapisinde, bağışıklık sistemi ve hormon sistemi dengesizliklerinde, kronik toksin yüklenmesinde ve daha birçok durumda uygulayıcılar tarafından pozitif tecrübeler bildirilmiştir. Herkesin sorunlarını çözecek bir tıbbi yöntem henüz dünyada yoktur. Her birey birbirinden farklıdır. Fiziksel, ruhsal ve sosyal çevreler de hastalık- ların gelişiminde etkilidir. Dolayısıyla sosyal çevreden kaynaklanan sorunlar, ağır ruhsal travmalar, eksik organlar, genetik hastalılıklar gibi birçok durum biorezonans ile düzeltilemez. Biorezonans genellikle klasik tıbbi tedaviler ile birlikte yürtülmektedir. Biorezonans hastalıkların semptomlarını hafifleten, iyileşme için destek olabilen bir teşhis ve terapi yöntemidir. Sonuç olarak biorezonans hastalıklarda destekleyici bir tedavi olarak uygulanabilen ve üzerinde daha çok bilimsel araştırma yapılması ve geliştirilmesi gereken bir yöntemdir. Referanslar Voll R. The phenomenon of Medicine testing in EAV Amer. J. Acupuncture, Vol. 18, No 2, 1980: April-June. Boucsein W, Schaefer F. and Neijenhuisen H. Continuous recordings of impedance and phase angle during electrodermal reactions and the locus of impedance change. Psychophysiology, Vol. 26, No 3, 1989; 369376 Fundamentals of Electroacupuncture According to Voll, H. Leonhardt, S 13-14 Bioresonance:a new view of medicine , Jürgen Hennecke, 2012 The Bio-resonance According to Paul Schmidt Peter Schumacher, Biophysikalische Therapie der Allergien SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 67 haber “DÜNYANIN EN BÜYÜK YATAK SAYISINA SAHİP HASTANE KAMPÜSLERİ OLUŞUYOR” Uluslararası hastane yöneticileri, hukuk danışmanları, iletişim uzmanları ve hekimler 2. Annual Turkey Hospital Expansion Summit’te bir araya geldi. Katılımın yüksek olduğu etkinlikte hastane kampüsleri nasıl yönetilecek, nasıl bir yönetim modeli oluşturulacak, hastane yönetiminde dijitalin etkisi, medya yönetiminin etkisi gibi konu başlıkları ele alındı. Son 10 yılda Türkiye’de sağlık hizmetleri açısından oldukça hareketli geçti. Esas olarak var olan hastane yataklarının yenilenmesi, bir miktar da yeni yatak yaratılmasını hedefleyen Şehir Hastaneleri ise adım adım hayata geçiyor. Hastane bina stoğunun yenilenmesinin dışında, tıbbi cihaz, ekipman ve diğer ürünlerle hizmetler açısından sektörün müthiş bir hareketlilik yaşayacağı net olarak görülüyor. Hastanelerini daha ayrıntılı tanımak için düzenlenen 2. Annual Turkey Hospital Expansion Summit’te Uluslararası hastane yöneticileri, hukuk danışmanları, iletişim uzmanları ve hekimler bir araya geldi. Açılış konuşmalarını toplantının başkanlığını yapan Dr. Hasan Kuş ve Sağlık Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Şuayip Birinci gerçekleştirdi. Dr. Hasan Kuş, konuşmasında son 10-12 yılda sağlıkta çok yol kat edildiğini ve özel hastane sayısının da 40’ı uluslararası akreditasyonu olmak üzere 550’ye ulaştığını kaydetti ve Akreditasyon Enstitüsü’nün de kurulduğunu ekledi. Türkiye’de “Şehir hastaneleri ile artık her şey değişecek” 68 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 diye konuşan Dr. Hasan Kuş, şunları dile getirdi: “Şehir hastaneleri ile başka bir önemli kavşağa geliyoruz. Türkiye’de ve bölgede sağlık hizmet sunumu önümüzdeki 30-40 yılı için bu projelerle değişecek. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Dolayısıyla çok önemli boyutu var. Yaklaşık 10 milyar dolarlık bir ekonomik büyüklükten bahsetmiyoruz sadece, daha fazlasını konuşuyoruz. 35 projenin 19’unun ihalesi yapılmış durumda. Yatak sayısı açısından ise 45 bin yatağın 30 binine denk geliyor bu durum. Yani yatak sayısı açısından üçte ikisinin ihalesi yapılmış durumda. “Bir Stadyum Dolusu İnsan Sabah Gelecek, Akşam Çıkacak” 3 bin 500 yataklı bir hastanede yatak doluluğunu ortalama yüzde 80 ve ortalama yatış süresini 4,2 gün olarak alırsak; her gün 700 civarında yeni yatış olacak, en az 2 bin 800 yatan hasta, bir o kadar da refakatçi olacak. Yedi bin çalışanı da hesaba katınca büyük bir kasaba nüfusu gece gündüz yaşayacak. Bu hastanelerde 50 bin civarında poliklinik yapılacak her gün. Yani bir stadyum dolusu insan sabah gelecek, akşam çıkacak. Bütün bu sistemin akışı nasıl sağlanacak? Kampüslerde birçok hastane bir arada tasarlanmış. Hizmet sunumu açısından nasıl bir yönetim modeli olacak? Hastaneler arasındaki işbirliği ve uyumun nasıl hayata geçirileceği önemli bir başlık iken, bir başka önemli iş var karşımızda. Sağlık hizmeti kamu tarafından sağlanırken, diğer taraftan çok ciddi yatırım yapmış kar amaçlı bir yapı var. Tüm paydaşların odağında hasta olacak ama bu iş birliği nasıl sağlanacak? “ “Dünyanın En Büyük Yatak Sayısına Sahip Hastane Kampüsleri Oluşuyor” “Sağlık sektörünün yüzünü değiştirecek, dengeleri yeniden oluşturacak bir yapı oluşuyor” diyen Kuş, “Şehir hastanelerinde ölçeğin büyüklüğü de çarpıcı. Listede en yukarıda yer alan Ankara’daki Etlik ve Bilkent hastanelerinin her biri 3 bin 500’ün üzerinde yatak sayısına sahip. Bu şu demek; dünyanın en büyük yatak sayısına sahip hastane kampüsleri oluşuyor” şeklinde konuştu. Türkiye 2023’de 20 Milyar Dolar Sağlık Turizmi Geliri Hedefledi Sağlık Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Şuayip Birinci konuşmasında şunları söyledi: “ Özel sağlık sektörünü kamuya destek olan en önemli paydaş olarak görmeye devam edeceğiz. Bu tarz yatırım modeliyle ülkenin gelecekte fırsatları sağlayacak sonuçlar üretmesini bekliyoruz. Sağlık çok paydaşlı ve yönetimi zor bir sektör, burada PPP yapabiliyor olmak çok büyük bir başarı biz ilk basamaklarını zor da olsa başardık diyebiliriz. Gelecekte PPP Türkiye Modeli kavramının oluşacağını ve bunun ülkemize değer katacağını düşünüyorum. Bu ülkede hangi kaynaklarla neler yapıldığını bildiğimiz için büyük yatırımların ancak bu şekilde yapılabileceğini düşünüyorum. Türkiye 2023’de 20 milyar dolar sağlık turizmi geliri hedeflediği. Bu süreçte özel sektörün gelişiminin yanı sıra şehir hastaneleri de önem kazandı.” “İstanbul’a 2. Şehir Hastanesi Geliyor” İstanbul’da Sancaktepe’ye içinde havalimanı bulunan 2. şehir hastanesinin planlandığını kaydeden Birinci, son 2002 den bu güne hekime başvuru sayısının 3 kattan fazla arttığını belirterek, sözlerini şöyle sürdürdü: Bu süreçte özel sağlık sektörünün büyük katkısı oldu, nitekim sağlık hizmetinin yüzde 30’unu özel sektör gerçekleştiriyor. Bu gün sağlık hizmeti artık boyut değiştirdi. Dün hekime, sağlık tesisine kısacası sağlığa erişim temel sorundu ve dünyadaki en yüksek seviyelere erişti. Bu gün ise tedaviye erişim dolayısıyla klinik kalite en önemli hedef haline geldi. Artık hem tedaviyi hem de hasta memnuniyetini bütün unsurlarıyla ölçmek ve iyileştirmek temel hedef haline geldi. Burada hastayı sürece ortak etmek en önemli politika haline geldi. Bu kapsamda e-Nabız “Kişisel Sağlık Sistemi” projesini başlattık ve vatandaş sağlığıyla ilgili tüm ayrıntılara erişebilme imkanına erişti. Projenin ikinci faydaları ise saymakla bitmeyecek kadar fazla sağlıkta kapasite planlama süreçleri yönetme ve hatta memnuniyeti online değerlendirme seviyesine eriştik. Örneğin kamu hastanelerinde hasta yoğunlu- ğunun en yüksek olduğu saatler sabah saat 9-10 arası ve toplam günlük hasta sayısının %18 ine cevap veriyoruz halbuki özel sektörde aynı saatte başvuru toplam hastanın % 12’sine denk geliyor. Bu bizim randevu planlamasında daha etkin politika üretmemiz gerektiğini gösteriyor. Çünkü başvuru yoğunluğu ve bekleme süreleri memnuniyeti önemli düzeyde etkiliyor. Şu anda memnuniyetin en yüksek olduğu saat dilimi 8-9 arası, çünkü bekleme süresinin en düşük olduğu zaman dilimi. Özel hastane memnuniyeti, kamu hastanesi memnuniyetinden daha düşük. Bu daha kötü hizmet verildiği anlamına gelmiyor para ödeyince memnuniyet azalıyor. Büyük çaplı şehir hastanelerini düşündüğümüzde süreci yönetmek için e-Nabız’dan gelen anonim verilere daha çok ihtiyacımız var ve bu veriler Şehir hastanelerinin işletim senaryolarında işimizi çok kolaylaştıracak. Basit bir örnek verecek olursak günde 40-50 bin arasında ayaktan hastanın geleceği büyük ölçekli şehir hastanelerimizde sonradan engelli olanlarla beraber yüzde 11-12 engelli vatandaşımızın başvuracağını ve onlara erişim engeli yaşatmamak için çok iyi planlama yapmak gerektiğini biliyoruz ve çalışmalarımızı bu yönde yürütüyoruz. Bütün bu yoğunluğu hasta yakınları ile birlikte düşündüğümüzde bu hastanelerin farklı ihtiyaçları önem kazanıyor.” SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 69 haber AB TÜTÜN ÜRÜNLERİ DİREKTİFİ BİRLEŞİK SAĞLIK UYARILARININ BASIMINA İLİŞKİN KURALLAR Avrupa Birliği Resmi Gazetesinde 29 Nisan 2014 tarihinde yayımlanan 2014/40/EU Sayılı ‘AB Tütün Ürünleri Direktifi’ (Direktif ) ile 2012 yılından bu yana paketler üzerinde yer alan resimli sağlık uyarıları Mayıs 2016 itibarıyla değiştirilecek ve belirlenen üç grup birer yıl için dönüşümlü olarak kullanılacak. Yayımlanan direktifle yazılı uyarılarda da bazı değişiklikler yapıldı. Yeni Direktif’in Ek-I’inde yayımlanan ve Mayıs 2016’dan itibaren paketlerin üzerinde yer alacak olan yeni sağlık uyarıları şöyle: (1) Smoking causes 9 out of 10 lung cancers (Sigara içmek her 10 akciğer 70 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 kanserinin 9’unun sebebidir) artırır) (2) Smoking causes mouth and throat cancer (Sigara içmek ağız ve gırtlak kanserine yol açar) (8) Smoking damages your teeth and gums (Sigara içmek dişlerinize ve diş etlerinize zarar verir) (3) Smoking damages your lungs (Sigara içmek ciğerlerinize zarar verir) (9) Smoking can kill your unborn child (Sigara içmek doğmamış çocuğunuzu öldürebilir) (4) Smoking causes heart attacks (Sigara içmek kalp krizine yol açar) (5) Smoking causes strokes and disability (Sigara içmek felç ve sakatlığa yol açar) (6) Smoking clogs your arteries (Sigara içmek damarlarınızı tıkar) (7) Smoking increases the risk of blindness (Sigara içmek körlük riskini (10) Your smoke harms your children, family and friends (Sigara dumanınız çocuklarınıza, aile ve arkadaşlarınıza zarar verir) (11) Smokers’ children are more likely to start smoking (Sigara içenlerin çocuklarının sigaraya başlama eğilimi daha yüksektir) (12) Quit smoking – stay alive for tho- se close to you (Sigarayı bırakın – yakınlarınız için hayatta kalın) (13) Smoking reduces fertility (Sigara içmek doğurganlığı azaltır) (14) Smoking increases the risk of impotence (Sigara iktidarsızlık riskini artırır) Ayrıca, Türkiye’de 2012 yılından beri paketlerin üzerinde yer alması zorunlu olan “ALO 171 Sigara Bırakma Danışma Hattı” benzeri sigarayı bırakmaya ilişkin bilgi, Avrupa Birliği ülkelerinde yeni yayımlanan Direktif’e istinaden Mayıs 2016’dan itibaren zorunlu hale gelecek. Bu kapsamda artık Avrupa Birliği ülkelerinde de sigara paketlerinin üzerinde sigarayı bırakmak isteyen tüketicilere, mevcut sigarayı bırakma programları hakkında bilgi vermek üzere tesis edilmiş telefon numarası, e-posta adresi veya internet sitesi adresi gibi bilgilerin bulunması zorunlu olacak. Sıralı düzen Birleşik sağlık uyarılarının yüksekliği, eninin %20’sinden fazla fakat %65’inden az olduğunda; üreticiler birleşik sağlık uyarılarını karar ekinde (ikinci kısımda) gösterildiği gibi yan yana konumlandırmalılar: 1. Fotoğraf 2. Yazılı uyarı 3. Sigarayı bırakmaya ilişkin bilgi Birleşik Sağlık Uyarılarının Düzeni, Tasarım ve Şekli Yan yana düzen Avrupa Komisyonu Direktif çerçevesinde, tütün mamullerinde birleşik sağlık uyarılarının düzeni, tasarım ve şekline ilişkin teknik şartnameyi içeren Komisyon Uygulama Kararı’nı 9 Ekim 2015 tarihinde yayımladı. Birleşik sağlık uyarılarının yüksekliği, eninin %65’inden fazla fakat %70’inden az olduğunda; üreticiler birleşik sağlık uyarılarını tamamen görünür olması ve bölünmemesi koşuluyla sıralı formatta ya da yan yana formatta konumlandırmayı seçebilirler. Geçtiğimiz yıl içinde yayımlanan 2014/40/EU Sayılı ‘AB Tütün Ürünleri Direktifi’ (Direktif ) ile Avrupa Birliği ülkelerinde 2001 yılından beri yürürlükte olan sağlık uyarılarının, belirlenen geçiş süreleri sonrasında değiştirilmesi hükme bağlanmıştı. Bu çerçevede paketlerin üzerinde yeni yayımlanan Direktifin Ek-I’inde bulunan yazılı uyarılar, Ek II’de yer alan fotoğraf kütüphanesinden yazılı uyarıya karşılık gelen resimli uyarılar ve sigara bırakmaya ilişkin bilgilerin yer alması gerekiyor. Tütün mamulü ambalajında sıralı düzen kullanıldığında, Karar’ın ekinde (birinci kısımda) gösterildiği gibi, fotoğraf birleşik sağlık uyarısının en üstünde, yazılı uyarı ve sigarayı bırakmaya ilişkin bilgi de onun altında olacak şekilde basılmalıdır. Fotoğraf, birleşik sağlık uyarısının siyah sınır çizgileriyle belirlenen alanın içinde kalan yüzeyinin %50’sini; yazılı uyarı %38’ini; sigarayı bırakmaya ilişkin bilgi ise %12’sini kaplamalıdır. 2. Tütün mamulü ambalajında yan yana düzen kullanıldığında, Karar’ın ekinde (ikinci kısımda) gösterildiği gibi, fotoğraf birleşik sağlık uyarısının sol yarısında, yazılı uyarı sağ üstte ve sigarayı bırakmaya ilişkin bilgi de sağ altta olacak şekilde basılmalıdır. Fotoğraf, birleşik sağlık uyarısının siyah sınır çizgileriyle belirlenen alanın içinde kalan yüzeyinin %50’sini; yazılı uyarı %40’ını; sigarayı bırakmaya ilişkin bilgi ise %10’unu kaplamalıdır. 3. Birim paketin ya da kartonun şekli sebebiyle birleşik sağlık uyarılarının yüksekliği, eninin %20’sinden az olduğunda; birleşik sağlık uyarısının Karar ekinde (üçüncü kısımda) gösterildiği gibi yan yana-geniş düzende konumlandırılması gerekir. Bu durumda fotoğraf, birleşik sağlık uyarısının siyah sınır çizgileriyle belirlenen alanın içinde kalan yüzeyinin %35’ini; yazılı uyarı %50’sini; sigarayı bırakmaya ilişkin bilgi ise %15’ini kaplamalıdır. Yan yana-geniş düzen Diğer taraftan Kararın 4üncü maddesinde ise üst tarafında kapak olan sert paket tipleri ile ilgili özel kurallar sıralanıyor. 1. Yukarıda belirlenen kurallara istisna olarak üst tarafında kapak olan sert paket tiplerinin ön tarafına bası- Kararda birleşik sağlık uyarılarının düzeni ve şekline ilişkin belirlenen kurallar şöyle: 1. Birleşik sağlık uyarılarının yüksekliği, eninin %70’inden fazla olduğunda; üreticiler birleşik sağlık uyarılarını karar ekinde (birinci kısımda) gösterildiği gibi sıralı bir şekilde konumlandırmalılar: 1. Fotoğraf 2. Yazılı uyarı 3. Sigarayı bırakmaya ilişkin bilgi SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 71 1. Fotoğraf 2. Yazılı uyarı 3. Sigarayı bırakmaya ilişkin bilgi 4 4 1. 2. 3. 4. lacak birleşik sağlık uyarılarında aşağıdaki kurallar izlenir: a. Kapağın boyutları, sıralı düzende fotoğraf için öngörülen yüzey alanından küçükse ve sıralı düzene uyulması durumunda paket açılırken fotoğraf ikiye bölünüyorsa i. Yazılı uyarı birleşik sağlık uyarısının üst tarafında yer alır, sigarayı bırakmaya ilişkin bilgi ve fotoğraf ekte (dördüncü kısımda) gösterildiği gibi, altta yer alır; ve ii. Fotoğraf birleşik sağlık uyarısı yüzey alanının en az %50’sini, yazılı uyarı en az %30’unu kaplamalıdır. Sigarayı bırakmaya ilişkin bilgi ise en az %10’unu kaplamalı fakat %12’yi aşmamalıdır. b. Kapağın boyutları, sıralı düzende fotoğraf için öngörülen yüzey alanından küçükse ve sıralı düzene uyulması durumunda paket açılırken yazılı uyarı ya da sigarayı bırakmaya ilişkin bilgi ikiye bölünüyorsa i. Fotoğraf birleşik sağlık uyarısının Resimli Sağlık Uyarıları 72 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 Fotoğraf Yazılı uyarı Sigarayı bırakmaya ilişkin bilgi Kapak üst tarafında yer alır, yazılı uyarı ve sigarayı bırakmaya ilişkin bilgi altta yer alır ve; ii. Fotoğraf birleşik sağlık uyarısı yüzey alanının en az %50’sini, yazılı uyarı en az %30’unu kaplamalıdır. Sigarayı bırakmaya ilişkin bilgi ise en az %10’unu kaplamalı fakat %12’yi aşmamalıdır. Üreticiler, birleşik sağlık uyarısının üç bileşeninden hiçbirinin paket açılırken ikiye bölünmemesini sağlamak durumundadır. Hastanelerinizin daha etkin yönetimi ve verimliliği için... gezelimgörelim HadiGaliSendeGel! BURDUR Dr. Bilge GEÇİOĞLU Ankara Üniversitesi Adli Bilimler Enstitüsü Dr. Ersel GEÇİOĞLU Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Akupunktur Birimi Teke yöresinin kültür başkenti olduğu gibi, antik Psidya bölgesi içinde yer alan Burdur ilinin tarihi neolitik çağlara kadar uzanmaktadır. Hacılar’da yapılan arkeoleojik kazılar sonucu M. Ö. 7000’leerin izlerini taşıyan pişmiş toprak figürler ve çanak-çömleklerden, M. Ö. 5400-3000 yıllarının izini taşıyan Kuruçay, Kızılkaya, Karamanlı çamur höyüklerinde maden keski, aletler ve hatta M. Ö. 3000-2000 yıllarına uzanan Yassıgüme höyüğü Tunç çağı bulguları Burdur Arkeoloji müzesinde hala sergilenmektedir. M. Ö. 2000 yıllarında ARVAZA Konfederasyonunun siyasi merkezi olmuştur. 74 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 Psidya bölgesi Friglerin, Lidyalıların, Perslerin hakimiyetine girmiş; M. Ö. 321’de Sagalassos ve Kremna’yı Büyük İskender ele geçirmiş. 1071 Malazgirt Muharebesinden sonra Anadolu’ya yayılan Oğuz boyları Psidya bölgesine yayılmış. Çoğunluğu Kınalı aşiretine mensup Türkmenler 2000’nin üzerinde olan çadır sayıları ile önce bağımsız bir topluluk olarak yaşamışlar daha sonra sırasıyla Selçuklular, Hamitoğulları ve Osmanlı hakimiyetine girmişlerdir. 1522’de Türkmen ilçesi merkezi durumunda olan Burdur’da ekonomi canlanmış ve vergiler artmıştır. Tanzimat hareketlerinin yansıması ile 1872’de bağımsız sancak haline gelmiş;1914’de hem Birinci Dünya savaşı nedeniyle ilan edilen seferberlik hem de yaşadığı büyük deprem nedeniyle 4000 kişi ölmüş, şehrin önemli dini yapıları bu depremde yıkılmıştır. 1920’de doğrudan İstanbul’a bağlanmış, Kurtuluş Savaşı sonrasında Tür- kiye Cumhuriyeti’nde 1923 yılında il olarak yerini almıştır. Göller bölgesinde yer alan il Antalya, Denizli, Muğla, Isparta, Afyon ileriyle çevrilidir. Burdur gölü dışında Salda, Yarışlı, Karataş, Gölhisar gölleri ve ayrıca Karacaören, Onaç 1-2, Karamanlı ve daha birçok irili ufaklı sulama göletleri ve barajları mevcuttur. Su sporları için de oldukça elverişli olan Burdur gölü nesli tükenmekte olan Dikkuyruklar ve endemik olan 85 kuş türü dahil olmak üzere 300. 000’e yakın su kuşuna ev sahipliği yapmaktadır. Salda gölü ise eşsiz kumsalları olan doğal sit alanlarından birisidir. Her biri ayrı ayrı doğa harikası olan bu yapıların yanı sıra İnsuyu Mağarası’da en güzel doğal müzelerden birisidir. Burdur’da bulunan ve görülmesi gereken başlıca yapılar arasında Pazar mahallesinde Ulu Camii, Hamitoğulları döneminden kalan kesme taşlarla yapılmış 30 metre yükseklikteki Saat kulesi, 17. Yüzyıl Osmanlı döne- mi mimarisinin özelliklerini taşıyan Baki Bey Konağı, Taş Oda, 19. yüzyıldan kalan Mısırlılar evi sayılabilir. Ayrıca diğer yapılar arasında Pengere Camii, Dörtayak Türbesi, Pirkulzade Medresesi ve kütüphanesi, Susuz Kervansarayı, İncir Kervansarayı, Rum Kilisesi’ni sayabiliriz. Antik yapılar olarak görülmesi gereken yerler arasında Sagalassos (Ağlasun), Kremna (Bucak, Psidya), Kibyra (Gölhisar, Tedropolisin başkenti) bulunmaktadır. Her yıl düzenlenen İnsuyu Festivali veya Aziziye yayla şenliklerinde geleneksel giysileriyle izleyebileceğiniz halk oyunlarından Teke Zortlatması tamamiyle Burdur’a özgü bir oyundur. Bu halk oyunlarında çalınan enstrümanların başında Sipsi, Cura ve Kabak kemane gelir. Curanın 2 telli, 3 telli ve mızrapsız çalınan parmak curası diye adlandırılan formu yanında Sipsi tamamen Burdur’a özgü bir çalgıdır. Teke yöresine özel Boğaz Havası ayrı bir folklorik renktir. araştırma merkezi ile hizmet vermektedir. Burdur’la ilgili daha detaylı bilgilere Burdur Valiliğince hazırlanan Geçmişten Geleceğe Burdur, Halk Kültürü ve Turizm Sempozyumu (2. Burdur Sempozyumu) Tekeli’nin Dilinden Telinden (Abdurrahman Ekinci) Burdur Geleneksel Giysileri ve Giysi Aksesuarları (Asuman Şenel) Burdur Yöresel Yazma Oyaları (Yaşar Yapıcı Nalcı) Burdur’un Tarihi Kent Dokusu (Seda Şimşek Tolacı) Unutulmayan Burdurlular 1. Sempozyumu ve İl Rehberi kitaplarından ulaşılabilir. Kaynaklar; http://www. burdur. gov. tr http://www. burdur-bld. gov. tr http://www. burdurkentkonseyi. org http://www. burdurkulturturizm. gov. tr http://www. burdurmuzesi. gov. tr Yöreye has olma özelliğini taşıyan halı ve kilim dokuma yakın zamana kadar tarıma alternatif bir geçim kaynağı iken günümüzde daha çok kök boya ve Türk motiflerini taşıyan küçük kilim ve halılar daha çok tercih edilmektedir. Yöresel yemekler arasında Burdur Şiş, Testi kebabı, Ceviz ezmesi ve dolmalık kabaktan yapılan Kabak Helvası sayılabilir. Eğitim-öğretim konusunda oldukça başarılı bir il olan Burdur Fakir Baykurt, İ. Zeki Burdurlu, Mustafa Balbay, Ahmet Yamacı, İsa Kayacan, Abdullah Aşçı gibi tanınmış isimleri de yetiştirmiştir. Burdur’da kurulan Mehmet Akif üniversitesi 3 enstitü, 3 fakülte, 2 yüksekokul, 6 meslek yüksekokulu, 6 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 75 film TÜRK SİNEMASINDA İlk korku filmleri sıklıkla klasik edebiyattaki Drakula, Frankenstein, Mumya, Kurtadam, Operadaki Hayalet ve Dr. Jekyll ve Mr. Hyde gibi karakter ve öykülerden esinlenmiştir. II. Dünya Savaşı sonrası korku filmleri ise, bundan farklı olarak, yaşamda güvensizlik yaratan şeylerden esinlenmiş ve üç farklı korku filmi alt türünün doğmasına yol açmıştır: kişilik korkusu, kıyamet korkusu ve şeytani güçler korkusu filmleri. Son alt tür, dünyaya dehşet salan doğaüstü güçler üzerine daha çok vurgu yapan erken dönem korku filmlerinin modern biçimleri olarak ele alınabilir. George Melies tarafından çekilmiştir. Şeytanın Kalesi adlı film 7. sanat dalının ilk korku filmi olarak tarihe geçmiştir. Yarasanın şeytana dönüştükten sonraki insanlığa hükmetme arzusu ile yaptıklarının anlatıldığı 3 dakikalık bu film, günümüz korku filmlerine öncü olacak niteliktedir. Melies’den 14 yıl sonra ilk Frankenstein filmi Thomas Edison tarafından çekilmiştir. Fakat korku sinemasının kalıcı etkiye sahip ilk türleri 1920’lerde üretilmiştir. Robert Wiene‘in yönettiği 1920 tarihli The Cabinet of Dr. Caligari (Doktor Caligari’nin kliniği) ilk ‘gerçek’ korku filmi olarak tarihe geçmiştir. Film, ışık kullanımı, rüya sahneleri, makyaj teknikleri ve dekorları ile gerçek bir korku modeli yaratmıştır. Filmde kullanılan dekorlar asimetrik bir tasarıma sahiptir. Sinema tanımına uygun ilk film olan Arrival of a Train at La Ciotat’ın 1895 yılında Lumiere kardeşler tarafından çekilmesinden sonra tarihin ilk korku filmi bundan sadece bir yıl sonra Zaman içinde korku filmleri açık şiddet içermelerinden ötürü eleştirilmiş ve düşük bütçeli B filmleri ve sömürü filmleri olarak görülerek eleştirmenler tarafından uzun bir süre ciddiye Dr. E. Mahir GÜLCAN 76 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 alınmamıştır. Bununla birlikte, bazı majör film stüdyoları ve saygın yönetmenlerin bu türde filmler çekmeleri ile birlikte korku filmlerini çözümleyen daha ciddi eleştiri ler yapılmaya başlanmıştır. Bazı korku filmleri bilim kurgu, fantezi, kara komedi ve gerilim türlerinden birtakım unsurları da bünyesinde barındırmaktadır. Türk Sineması’nda ilk korku filmleri, uzun bir aradan sonra özellikle iki binli yılların başlarında tekrar atağa geçti. Korku sinemamızın tarihçesine ve korku sinemamızın serüvenine baktık sizler için bu yazımızda. Ülkemizde sinemacılarımız hiçbir zaman korku filmi çekmeye hevesli olmadı. Çünkü örneklerin tamamının Anglo Sakson kültürüyle yoğrulduğu hikayeleri bize uydurmanın ve oluşacak gülünç durumları önlemenin zorluğunun yanı sıra, teknik kabiliyetler bakımından da bu tür filmler çekmek için çok yetersiz bir iklim mevcuttu. Yine de bir elin parmaklarıyla sayıla- bilecek azlıkta denemeler yapılmadı değil. Drakula İstanbul’da ‘nın sınırlı önemini saymazsak korku türünde kült olmuş bir filmimiz henüz yok. İlk Türk korku filmi Aydın Arakon’un yönettiği, 1949 yılı yapımı “Çığlık” adlı filmdir. Esrarengiz ve boş bir konakta geçen, daha çok atmosfere dayanan bir filmdir ve ne yazık ki hiçbir kopyası günümüze kadar ulaşamamıştır. 1953 yapımı “Drakula İstanbul”da” ise etkili hikaye anlatımı yanında bazı ilklere de imza atmıştır. Dünya sinema tarihi açısından bir ilk olan, sivri dişleri gözüken ve insanları boynundan ısırarak kanlarını emen ilk vampir bu filmdedir. Duman yaratmak için tüm set ekibinin hep birlikte sigara içerek üflemesi gibi acıklı ve zahmetli çarelerle yapılan bu film gişede iyi iş yapmasına rağmen gerektirdiği planlama ve teknik yükler sebebiyle, yapımcıların türe ilgi duymasına değil, bu türde eserler vermekten uzak durmasına yol açtı. Yine farklı eleştirmenler tarafından korku türüne ait olarak kabul edilen ilk yapıtlardan biri, 1954 yapımı, yönetmenliğini Orhan Erçin’in yaptığı “Ölüm Saati” adlı filmdir. 1970 yılında yapımcılığını, yönetmenliğini ve senaristliğini Yavuz Yalınkılıç’ın üstlendiği, “Ölüler Konuşmaz ki”, Türk yapımı bir korku/ gerilim filmi olarak seyirciyle buluştu. Genel izleyici tarafından en çok bilinen ve ilk zannedilen Türk korku filmi ise Metin Erksan’ın 1974’de çektiği Şeytan (The Exorcist) replikası “Şeytan”dır. Türk sineması bu yapıtlardan sonra 1994’de E. Kutluğ Ataman’ın “Karanlık Sularé” filmi dışında 2004’de Orhan Oğuz’un “Büyü” filmine kadar korku temasına 30 yıl gibi uzun bir ara vermiştir. Bu yıldan sonra günümüze kadar korku türünde 40 civarında film vizyona girmiştir. Çığlık, yönetmenliğini ve senaryo yazarlığını Aydın Arakon’un, yapımcılığını Murat Köseoğlu ve Nazif Duru’nun yaptığı, görüntü yönetmeni olarak İlhan Arakon’un imzasını taşıyan, başrollerinde Muzaffer Tema ve Emine Engin’in yer aldığı 1949 yılı yapımı ilk Türk korku filmidir. Film, fırtınalı bir gecede bir köşke sığınan, orada bir miras meselesi yüzünden dayısı tarafından çılgına döndürülen bir genç kızla tanışan bir doktorun öyküsünü ele alıyor. Esrarengiz, karanlık deli kızın dehşet verici çığlıklarıyla çınlayan köşkte doktor öldürülmek istenilecek, fakat yerine genç kız kurban gidecektir. Drakula İstanbul’da, Mehmet Muhtar’ın yönetmenliğini üstlendiği 1953 tarihli korku filmidir. Yapımcılığını Turgut Demirağ’ın üstlendiği filmde başrollerde Annie Ball ve Atıf Yılmaz yer aldı. Ali Rıza Seyfi’nin Bram Stoker’ın romanından uyarladığı Kazıklı Voyvoda adlı romandan uyarlanmıştır. Film orijinalinin Türk versiyonudur. Küçük bir bütçe ile çekilmesine rağmen o zamanların teknoloji-sine göre ustaca çekilmiştir. Filmi konusu şöyle: Azmi isimli İstanbul’lu bir avukat Romanya’da yaşayan Drakula isimli bir kontun avukatlığını üstlenmiştir. Drakula, İstanbul’da Azmi aracılığıyla pek çok ev satın almıştır ve İstanbul’a taşınacaktır. Fakat Drakula Kazıklı Voyvoda’nın soyundan gelen bir vampirdir. Kahramanlarımızın bunu anlamaları fazla sürmez. Drakula İstanbul’da Türk Sinemasında çok az örneğe sahip korku filmlerinin en başarılısı olarak n i t e l e n d i r i l i yo r. Aslında filmin başarısını sadece en iyi Türk korku filmi olarak değil, en iyi Türk filmlerinden biri olarak tanımlayarak nitelendirmek daha doğru olacaktır. Değeri çok geç anlaşılmış bu eser, ABD’de düzenlenen bir korku filmleri festivalinde ayakta alkışlanmış, Bela Lugosi’nin oyunculuğuyla üne kavuşmuş orijinal hikayesini birebir kopyalamadan, öz-gün bir yorumla sunduğu için muadili olan filmler arasında ayrıcalıklı bir yere konmuştur. Usta oyunculuğuyla göz kamaştıran Atıf Kaptan’ın canlandırdığı Drakula, sinemada uzun köpek dişleri gözüken ilk vampirdir. Eski İstanbul görüntülerinin zenginlik kattığı fonuyla ve Özen Sermet’in nefis görüntüleri ile zenginleşen film, türün meraklıları için kesinlikle koleksiyonluk bir eser. 1954 yapımı filmin yapımcıllığı ve müzikleri Nedim Otyam’a ait. Başrol ile beraber filmin senaristi ve yönetmeni olarak Orhan Elçin’i görüyoruz. Diğer rollerde SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 77 Nevin Aypar ve Sadri Karan yer almakta. Sinemaya oyuncu olarak başlayan Elçin ikinci yönetmenlik deneyimini bu tarz bir filmle yapması dönemin Yeşilçam endüstrisini düşündüğümüzde cesaret isteyen bir iş. Zira yönetmen 1955 yılında ise başka bir fantastik filme imza atıyor: “Uçan Daireler İstanbul’da”. Üzücü bir durum da, filmin kayıp statüsünde olması. 1953 yılından 1956 yılına kadar 6 filme imza atan yönetmen 1987 yılına kadar filmlere ara vermiş. Ölümü bekleyen bir adamın öyküsünü anlatan filmde, Vecdi Bey karısı Müjgan ve oğlu Kemal ile mutlu bir yaşam sürmektedir. Elektrik malzemesi satan dükkanına bir akşam yaşlı bir çingene gelerek falına bakar. Falcı Vecdi Beye ölüm haberi verir. Korkak bir adam olan Vecdli bey bir süre sonra tehdit mek-tupları almava başlayınca daha fazla korkmaya başlar. Gelen mektuplarda önce küçük oğlunun sonra karısının öleceği en sonunda kendisini öldüreceğini yazmaktadır. Bir gece küçük Kemal yatağında ölü bulunur Bir süre sonra Müjgan hanım bıçaklanarak öldürülür. Vecdi bey sıranın kendine geldiğini düşünerek polise sığınır. Cinayetlerin faili Müjgan’ın amca oğlu Rıfat’tır. Ruh hastası Rıfat. aşık olduğu Müjgan’a evlenne teklif etmiş reddedilmiştir. Müjgan Vecdi Bey ile evlenmiştir. Bu Rıfat’ın mutlu aileyi yıkm ak için yemin etmesine neden olmuştur. Oyunculuk olarak film dönemin şartlarını da düşündüğümüzde görsel efekt olmadan izleyiciye korku ve merak duygusunu son saniyesine kadar vermiş. Ölüler Konuşmaz ki, yapımcılığını, yönetmenliğini ve senaristliğini Yavuz Yalın-kılıç’ın üstlendiği, 1970 yılı Türk yapımı bir korku/gerilim filmidir. Filmin oyuncu kadrosunda ise Sema Yaprak, Kerem Mertoğlu, Oya Evintan, Doğan Tamer, Jirayir Çarkçı, Giray Alpan, Sırrı Elitaş, Hayriye Gönül, Ali Çolpan, Aytekin Ak-kaya ve Ahmet Sert’i görmekteyiz. Filmin konusu: Adem Bey‘in vasiyetiyle misafirhane olarak hizmet veren malikâne, kasabada tekinsiz olarak anılmaktadır. Koskoca konakta tek başına yaşayan kâhya Hasan, konaklamak üzere gelenleri garip tavırlarıyla ürkütmektedir. Misafirleri bekleyen daha büyük tehlikeyse, her ayın 15’inde mezarından kalkan bir hortlağın malikâneye ziyaretleridir. Gösterime girdiği zaman dikkat çek- 78 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 meyen ve önemsenmeyen yapım zaman içinde doğal olarak unutuldu. Yeniden ortaya çıkışı ve tüm dünyada kült sinema çevrelerinin dikkatini çekmesi ise, şans eseri bulunmasının ardından çıkan DVD baskısıyla gerçekleşti. Gotik atmosferi, vampir ve zombi türlerine göndermeleri filme fantastik bir boyut katsa da, eğlenceli yeşilçam filmleri arasında yerini aldı ve bu sayede kısa sürede kült oldu. Şeytan, (The Turkish Exorcist) 1973 tarihli ABD yapımı Şeytan filminin Türk versiyonudur. Metin Erksan’ın yönettiği film Drakula İstanbul’da gibi Türk korku filmi sinemasının ilk örneklerindendir. Hulki Saner’in yapımcı olduğu filmde Canan Perver, Cihan Ünal, Meral Taygun, Agah Hün ve Erol Amaç rol alıyor. Gerilim-korku türünde çığır açan ‘Exorcist’ filminin yerli ve eğlenceli bir uyarla-ması olan film Metin Erksan imzalı. Sinemamızın en önemli yönetmenlerinden olan Metin Erksan filmin orijinal versiyonuna pek dokunmadan, içerisine kültürümüzü de kattığı bu eserde, fantastik Türk sinemasının en önemli filmlerinden birine imza atmıştı. Gül ve annesi zengin yaşamları olan bir ailedir. Gül’ün annesi ve babası ayrılmanın eşiğine gelmiştir. Gül’ün annesi ile Ekrem evlenmek istemektedir. Ama anne Ekrem ile evlenmeyi fazla düşünmemektedir. Gül’ün doğum günü olur. Gül’ün babası bu doğum gününe gelemez. Yine anne baba arasında şiddetli tartışmalar yaşanır. Gül bu sırada psikolojik sorunlar yaşamaktadır. Doktorlarla birlikte bir imam, Gül’e ne olduğunu anlamaya çalışırken sonunda Gül’ün içine şeytan girdiğini anlayacaklardır. İmam ile Tuğrul Bilge, Gül’ün içine giren şeytanı çıkarmak için bir uğraşa gireceklerdir. Şeytan, Tuğrul Bilge’yi yanıltmak için çeşitli oyunlar oynasa da imam sayesinde bu oyunları boşa çıkacaktır. Şeytan, Gül’ün bedeninden çıktığında, Tuğrul Bilge’nin bedenine girer. Şey-tan, bedenini esir almadan Tuğrul Bilge kendini camdan atar ve ölür. Şeytan ise yine azamlar dünyasına döner. Gül bu yaşananları hatırlamaz ve eski neşesine tekrar döner. kitap YÜZYILLIK YALNIZLIK Yazar: Gabriel Garcia Marquez Çevirmen: Seçkin Selvi Yayınevi : Can Yayınları Sayfa Sayısı: 464 Uzman Biyolog Mert Alkaç kaleminden Biraz fantastik, biraz bilim kurgu, biraz macera ve birazda gerçeklik ile harmanlanmış, yetişkinlerin bir romana ihtiyaç duydukları anda onları alıp hayallerin ötesine taşıyan bir kitap. Hepimizin hayatında yaşadıkları olaylardan birer alıntı ile kimseye yabancı gelmeyen herkesin kendinden bir şeyler bulacağı bir hikâye. Roman Macondo adındaki hayali bir kasabada geçer. José Arcadio Buendia ve arkadaşlarının ailelerini yanlarına katarak denizi bulma umuduyla dağları aşarak vardıkları ve Macondo adını verip kurdukları bu kasaba, romanda çok önemli bir yere sahip. Bu kasaba, hem Kolombiya’yı hem de Latin Amerika’yı temsil etmekte bir bakıma… José Arcadio ve arkadaşları Macondo’yu kurduklarında, kasaba tüm yoksulluklara ve yoksunluklara rağmen, cennetten bir köşe gibidir. Mezarlığı olmayan, kimsenin suça ve ölüme tanık olmadığı kasabada herkes mutlu ve huzurludur. Günün birinde kasabaya bir sulh yargıcının atanması kasabada büyük şaşkınlık Perspektif Yazar: Psikolog Rabia Aksoy Yayınevi: Boğaziçi Yayınları Yayın Tarihi: 2015-10-28 Sayfa Sayısı: 180 Aşk ve Matematik Yazar: Edward Frenkel Çevirmen: Cem Keskin Yayınevi : Paloma Sayfa Sayısı: 416 80 80 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2015 yaratır. José Arcadio, “Öylesine huzur içinde yaşıyoruz ki, içimizde eceli gelen bilen olmadı daha” sözleriyle bir sulh yargıcına hiç de ihtiyaçları olmadığını dile getirir. “Biz bu kasabada yazılı kâğıtla emir vermeyiz” der. Ancak değişim başlamıştır bir kere. Sulh yargıcının ardından ilk papazın gelişi de hoş karşılanmaz kasabada. Kısa sürede bir kilise inşa edilir Macondo’da. Devlet ve kilisenin ardından yabancılar da gelir. Kurulan Muz Şirketi ile sömürüyle tanışır yerli halk. Tepki vermeye kalkışınca bedelini ağır öder. Bir zamanlar mezarlığı bile olmayan kasabada suç da, ölüm de sıradan hale gelir zaman içinde. Kasabanın kurulduğu ilk yıllarda Çingeneler sayesinde yeniliklerden ve dünyanın geri kalanından haberdar olan kasaba, zamanla telefon, tren yolu ve türlü türlü teknolojik gelişmeyle tanışmıştır ama huzur çok gerilerde kalmıştır artık. İç savaş, doğanın yol açtığı yıkımlar, yozlaşma arka arkaya gelmiş, Macondo tüm masumiyetini yitirmiştir. Buendia ailesi ve evi ile Macondo’nun kurul- ması, yükselmesi, düşüşe geçmesi ve yıkılışı neredeyse paralel bir biçimde gerçekleşir. Buendia soyu ortadan kalkarken, Macondo da yok olur. Sanki Buendia ailesinin çılgın öyküsü anlatılabilsin diye bir süreliğine var olmuşçasına sırra kadem basar. Çingene Melquiades’in elyazmalarının sırrı çözülür çözülmez… Yazarın kendi ailesini temel olarak yazdığı ve olayların pek çoğunun gerçeğe dayandığı bu kitapta kendinizi Macondo yerlisi olarak bulacaksınız. Okurken hiç yadırgamadığınız bir dünyada dolaştığınız büyülü bir gerçeklik olacak. Kemerlerinizi sıkıca bağlayın ve zaman makinasında yolculuğa başlayın. Bilim Dedikleri Yazar: Alan Chalmers Çevirmen: Hüsamettin Arslan Yayınevi : Vadi Yayınları Sayfa Sayısı: 264 Oto Pilot Yazar: Andrew Smart Çevirmen: Mehmet Hocaoğlu Yayınevi : Nail Kitabevi Sayfa Sayısı: 200