- Kızılbaş
Transkript
- Kızılbaş
kızılbaş N i s a n 2 0 12 s a y ı 13 kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü! 24. nisan 1915 ermeni soykırımı! kızılbaş veröffentlicht generaldirektor freizugeben. sakine polat genelyayın yönetmeni ali ülger tr. hukuk danışmanları: av. nadide metin erdoğan av. erdal doğan av. hıdır özcan ankara temsilcisi: hatice çevik tel: 0506 818 66 55 kizilbasankara@hotmail.com av. birliği hukuk danışmanı: av. ertekin ceylan adres: bergheimer str 51 d - 47228 duisburg almanya tel: +49 (0) 177 502 88 53 http://www.kizilbas.biz kizilbasdergisi@kizilbas.biz kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve ilanların sorumluluğu sahiplerine aittir. kızılbaş’ta imzasız ve kaynaksız yazılar yayınlanmaz. yayın tarihi: 15 Nisan 2012 sayı: 13 yeni web sayfamız: http://www.kizilbas.biz kızılbaş’ın eski sayılarını bize vereceğiniz e-mail adresinize pdf dosya olarak gönderebiliriz. k izilbasdergisi@k izilbas.biz gönüllü katkı formu adı soyadı :.................................................................................................. adres :.......................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 5000 Sparkasse Duisburg 6 sayı 25 € - 12 sayı 50 € kızılbaş - sayfa 3 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 içindek i ler: Sayfa 04 can cana .................................................................................... ali ülger Sayfa 05 sistemin kendine uygun bir alevilik yaratma inadı tepki çekiyor .................................... hüseyin demirtaş Sayfa 07 tarihe tanık belgeler Sayfa 08 Alevi katliamcısı Kuyucu Murat’ın mezarı restore ediliyor... Sayfa 09 kızılbaş aleviler bu halleriyle onun bunun kapısında durmaktan vazgeçmeli!.. ................................................... sakine polat Sayfa 10 Dersimli Zümrüt babasıyla niye evlendi! ............................ aziz üstel Sayfa 11 Adalet ve hakikat yolundan sapmayacağım .................. Cafer Solgun Sayfa 12 ZAZACA DERS - 2 .................................................... ilhami sertkaya Sayfa 14 xweparastına zımanê maderî .................................... mehdi tanrıkulu Sayfa 15 biz tanışıyor muyuz? ......................................................... hatice çevik Sayfa 16 KENDİNE YETEMEYEN KİŞİ KUŞAK LANETİ OLUR ............................................................................. Sabahattin Şerif Meşe Sayfa 19 12 Eylül; Tanrı’yı öldürdü, Peygamberi tatile çıkardı . Cennet Bilek Sayfa 20 Berfo Ana’nın Ağıtı ..................................................... serhat korkmaz Sayfa 21 DOMONENİYA MADE ODETU, TOREU KULTURE KIRMANCİYE ................................................................ SAİT BAKŞİ Sayfa 22 Protestan Din Adamına Saldırı Sayfa 22 Nükleer Neden Aceleye Getiriliyor? Sayfa 23 «DİNDAR GENÇLİK» TE AMAÇLANAN NEDİR? .. F. KARTAL Sayfa 25 Özerklik Kürt-Türk katliamı getirir (söyleşi) .................................................... Prof. Taner Akçam / NEŞE DÜZEL Sayfa 28 Taner Akçam Röportajı Üzerine ............................ Dr. İsmail Beşikci Sayfa 30 Beşikci tarihe tipik bir “solcu” görüşle bakıyor. ........... Toros Sarian Sayfa 31 Mustafa Kemal ve Ermeni Meselesi’ne Dair Naçizane Bir Katkı .......................................................................................... Said Çetinoğlu Sayfa 32 ‘Milli Sermaye Ermeni Tehcirinden’ ................ SEVAN NİŞANYAN Sayfa 34 Kürtlerin Ermenistan’da yayılması ................... NICOLAI ADONTZ Sayfa 37 Bir İstisna Mı Yoksa Devlet Politikası Mı? Ermeni Kadın ve Çocukların Müslümanlara Dağıtılması ........................ Osman Köker Sayfa 39 TEHCİR KANUNU BAŞLIBAŞINA BİR ETNİK TEMİZLİK, YANİ SOYKIRIM DEMEKTİ! Sayfa 41 19 Mayıs 1919: Pontus Soykırımını Anma Günü Sayfa 42 OSMANLI SONRASI İLK İCRAAT: KOÇGİRİ KATLİAMI .................................................................................. Dr. Ali K. Yıldırım Sayfa 44 Şeyh Said’den Dersim’e ......................................................... Ayşe Hür Sayfa 46 Utanc ve Onur ......................................................................... Sait Çiya Sayfa 48 Dersim ve 1915 ........................................................ Etyen Mahcubyan Sayfa 49 insanlık adına ermenilerden özür diliyorum... ......... AB KOMAZAN Sayfa 50 D E R S İ M G İ Z E M İ ! ............................... Sarkis HATSPANIAN Sayfa 53 seyid rıza ve dersim dosyasındaki bazı ayrıntılar üzetine ...................................................................................... Hovsep Hayreni Sayfa 56 Mardin Ermeni Olayları (1895) Sayfa 57 SÜRYANİLERDE PASKALYA BAYRAMI VE HAZIRLIKLAR Sayfa 62 dindar nesil: 4+4+4- eğitim: 0+0+0 ............................ Fırat Yurtsever Sayfa 64 gitme oğlum kürtsün, solcusun, alevisin vururlar seni soykır ımlar ını lanetliyor u z kızılbaş - sayfa 4 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Madımak katliamını devlet zaman aşımına uğratarak bu dosyayı da kapattı. Osmanlı tarihindeki katliam ve terteleleri bir kenara bırakalım. TC tarihindeki kırım ve tertelelerin hiç birinin hesabı mazlumlar tarafından açık ve de demokratik degerler dahilinde sorgulanmadı. Peki neden sorgulanmadı? bu soruya açık ve samimi yanıtını vermedin mi hiç bir talebin samimi ve hiç bir “kazanımın” kalıcı olmaz. Bu soruya cevap veremeyen beyaz Alevi vakıflarının oluşumu ve siyasetleri devletten bağımsız olmadıklarından devlet ile açık hesaplaşmaya da giremediler. Sivas’a müze yapılsaydı, üç-beş katile de ömür boyu hapis verilseydi beyaz aleviler fit olacaklar mıydı? biraz mızıkçılık yaparak zamanaşımını kendileri de yaparlardı... Koçgiri, Dersim, Maraş, Çorum... örnekleri ortada... Kızılbaş Alevi meselesi dernekle, vakıfla, beyaz alevilerin çözebilecekleri iş değildir. Kızılbaş Alevi meselesi toplumsal bir sorundur. Siyasal öz örgütlülüğüyle çözülebilir. Bütün eksikliklerimizi gidererek kendi partimizi kurup demokrasi mücadelesine katılmadığımız da el kapılarında el partilerinde marabalıktan kurtulamayız. Ya kendi demokratik partimizi kurup siyasal sorumluluklarımızın gereğini yapacağız ya da dolap beygirliğine marabalığa devam edilecek... Ermeni soykırımını yapan İttahatçı ırkçılığıyla açık hesaplaşmayan hiç bir siyasal örgütlenmenin sağlıklı bir gelecek önermesi üretmesi asla mümkün değildir. Buna TC. tarihinde yer alan örgütlenmeler örnektir. Bu alanda alevilerin hiç bir ciddi bir çıkışı olmamıştır. Bugün bir bütün olarak beyaz alevi can cana ali ülger hareketinde Ermeni soykırımından dolayı soykırımcıları eleştiren, soykırımda tetikçi olan atalarından dolayı kendini tenzih eden özür dileyen hiç bir alevi örgütlenmesi yoktur. Bu onur kırıcı durumdan çıkılmadan Kızılbaş Alevi demokratik hareketi oluşturulamaz. Diğer yandan devşirme beyaz “sol” cuların da beyaz alevi örgütlenmesinden pek de farklı değiller. Temel bozuk olunca üstüne neyi yapsan bozuktur. Türk “sol”u temelindeki ittihatçılıkla malüldür. Bundan dolayıdır ki ittihatçı kuramın dışına çıkamadılar CHP’ye marabalık yaptılar. TC. tarihinde yapılmış olan katliam sürgün asimilasyon ve terteleleri yapan ordu/devlet partisi yeni ittihatçı CHP dir. Referandumda CHP kanatları altında hayır oyu kullanan beyaz aleviler beyaz “sol”cular ittifakı yapılmıştı unutuldu mu? 12 Eylül ittihatçılarını ve paşalarını desteklemediler mi?!... 12 Eylül İttihatçı paşalarının ne olduğunu anlatmaya ne hacer var ki! * * * İttihatçı diktatörler yargılansın, gasp ettikleri iktidarları ellerinden alınsın. 100. Yıllık işledikleri suçların günahların kırımların sürgünlerin asimilasyonun tertelenin hesabı sorulsun... Gönül isterdi ki bu hesap sorma işinde mağdur olan zulüm gören her bir kesim yer alsaydı. Ne yazık ki yoktur. Bu hesabı sadece İslami kesmin bir kesimi sormaya çalışıyor. Tabii ki kendi adına kendi hesabını görüyor bu gayet normaldir. Müslümandan Kızılbaşlar adına, Kürtler adına, “Azınlıklar” adına, Zazalar, adına, Solcular adına Devrimciler adına, komünistler adına... hesap sormasını istemek ve beklemek abesle iştigaldir!.. Siyaset sahasına kendi adına çıkıp yetki talep etmeden ciddiye alınmak mümkün değildir. * * * Osmanlı sömürgeciliği işgallerini kanla gerçekleştirdi. Osmanlı sömürgeci işgalleri kanla zorla kovuldular. İttihatçılık da bu kanlı ortamın ürünüdür. Bugün tc. den bağımsız olma mücadelesi de aynı olacaktır. Bunun için tarihe objektif bakmak gerekiyor. * * * Ermeni soykırımında samimi açık yüzleşmeden kaçınanların özgürleşmesi insanlaşması asla mümkün olamaz. Kürtlerin özgürlük mücadelesinin başarısı Ermeni soykırımındaki açık samimi demokratik tutumlarında bağlıdır. Kızılbaş Alevilerin özgürleşmesi demokratikleşmesi de Ermeni soykırımındaki suç ve günahlarıyla yüzleşmesinden geçmektedir. Koçgir önderlerimiz Ermeni direnişiyle neden dayanışmadı?!.. Aynı soruyu Şeyh Said ve Seyh Rıza’ya da sormalıyız!... can cana kızılbaş - sayfa 5 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 sistemin kendine uygun bir alevilik yaratma inadı tepki çekiyor sa, devlet orada doğrudan ilgili halkın yasal temsilcileriyle toplantılar yapar, sorunları müzakere eder ve bir çözüm yolu bulmaya çalışır. Türkiye Cumhuriyeti’nin çok tuhaf ve emsallerine benzemeyen bir devlet olduğuna giderek daha da ikna olmaya başladım. Hep söylenir ya, “biz bize benzeriz.” Bilmiyorum, aslında ulus olarak ele aldığımızda bu cümle yanlış olur ama devlet söz konusu olduğunda pek çok hususta nev-i şahsına münhasır bir devlete sahip olduğumuz söylenebilir. Diyeceksiniz ki, düğün değil bayram değil, nereden aklına geldi Türkiye’de devletin tuhaflıkları? Malum son zamanlarda devlet ve hükümetimiz bir açılım furyasıdır tutturmuş gidiyor. 1 Ocak’ta TRT 24 saat Kürtçe yayına başladı. Deneme yayınları zaten bir hafta önceden devreye girmişti. Gelen ilk tepkilere bakılırsa, Kürtlerin önemli bir bölümü bu açılımdan pek memnun görünmüyor. Alevilere gelince de durum pek farklı değil. Yine TRT bu yıl ilk defa Muharrem ayında 12 boyunca çeşitli programlar yapıyor. Alevilerin matem orucunun anlamı, önemi ve tarihi ile ilgili filmler, belgeseller ve dedelerle gerçekleştirilen sohbet programları ekranlara gelecek. 10 Ocak’ta ise Aşure Günü dolayısıyla üç büyük kentteki üç cemevinden canlı yayın yapılacak ve buralardaki etkinlikler kamuoyuna sunulacak. Ne güzel değil mi? Tam değil maalesef işte… Bu Alevilere de bir şey beğendiremiyorsunuz! Acaba Aleviler rahmetli Özay Gönlüm’ün bir halk türküsünde tanıttığı gelin gibi, “hamama gider kurna, düğüne gider zurna beğenmez” “istemezükçü” bir toplum mu? Alevilerin bir ölçüde hemen her şeye razı olmayan bir toplumsal yapı sergiledikleri söylenebilir. Fakat Türkiye Cumhuriyeti devleti ve hükümeti de çok tekin değil… Muharrem ayının ilk günü akşamındaki haber bültenlerinde TRT’nin Alevilere dönük “Muharrem Açılımı”na ilişkin haberleri dinledim. Temsil gücü yüksek bazı Alevi çatı örgütlerinin liderleri bu gelişmeden memnun olmadıklarını belirtmişler. Buna sebepse TRT’nin, bu programa ilişkin hiçbir Alevi kurum ve kuruluşuna danışmamış olması dışında, Hüseyin DEMIRTAŞ Aşure Günü Ankara, Istanbul ve Izmir’deki üç cemevinden yapılacak canlı yayın konusunda da her hangi bir görüşmede bulunmamasıymış. Bu cemevlerinin hangileri olduğu ve hangi Alevi kurumuna ait olduğu da henüz netleşmiş değil. Bir şeyler yapılıyor ama gizli-kapaklı ve yangından mal kaçırır gibi. Bu da haliyle tepki topluyor. HALKA RAĞMEN HALKÇILIK GELENEĞI Yapılanlara bakınca, insan Türkye’deki kadim devlet geleneği olan “halka rağmen halkçılığı” hatırlamadan edemiyor. Açıkçası devlet, burada TRT “Bu millete Alevilik lazımsa onu da biz getiririz” diyor. Mantık aynen şöyle; diyelim ki, bir kentte manavların sorunları var ve bunların devletin önayak olmasıyla çözülmesi gerekiyor. Bu ilin valisi, sorunu çözmek için harekete geçiyor. Güzel… Ama vali, o ilde bulunan ve kendi sorunlarını en iyi bilecek bir örgüt olan Manavlar ve Kabzımallar Odası’nı ‘teğet’ geçerek, sokakta kayıt dışı çalışan ve derme çatma el arabasıyla sebze-meyve satan birini muhatap seçip, mevcut sorunları o kişiyle çözmeye yelteniyor. TRT’nin mantığı bundan hiç farklı değil. Her ilin valiliğinde dernekler masası var. O yüzden her hangi bir Alevi çatı örgütünün ve ona bağlı derneklerin kaç üyesi olduğu çok iyi biliniyor. Nerede cemevi var ve oraya ne kadar sayıda halkın gittiği de eminim yakından takip ediliyordur. Çağdaş ve demokratik bir ülkede, eğer halkın bir bölümünün belli sorunları varsa ve bunlar çözülmeye çalışılıyor- Ya bizde nasıl oluyor? Bunun tam tersi… Örneğin TRT, aslında takdir edilecek bir ilke imza atıyor ama bunu Alevilerin önemli örgütlerinin hiç haberi olmadan yaptığından ne Isa’ya ne de Musa’ya yaranabiliyor. En iyiyi ve doğruyu ben bilirim mantığıyla hareket ederek, hiçbir temsiliyeti olmayan kişi ve kurumlarla ilişkiye geçip, kendince bir iş kotarıyor. Tam bir “ben yaptım oldu” anlayışı bu! O nedenle de Aleviler devletin attığı her adıma, “Acaba altında bir Çapanoğlu mu yatıyor?” şüpheciliğiyle yaklaşmaktan bir türlü kurtulamıyorlar. Çok haklılar da bu kuşkucu tavırlarında, zira devletin/hükümetin tek yanlı ve gerekli bilgilenme, danışma olmaksızın gündeme getirdiği her icraat fiyaskoyla sonuçlanıyor. Küçük bir örnek; geçen yıl hükümetin Alevi açılımı çerçevesinde Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da katılıp konuşma yaptığı bir Muharrem Iftarı (!) verildi. Iftara davet edilen Alevi örgütlerinin beşte dördü haklı olarak “Bizim inancımızda böyle tantanalı iftar törenleri yoktur” diye protesto edip katılmadı. TRT’nin asıl muhataplarına danışmadan hazırladığı yayınların ne derece sağlıklı, düzeyli ve Alevi öğretisine sadakatle yapılıp yapılmadığını, Muharrem Matemi geçtiğinde göreceğiz. Bakalım, bu yayınlar Aleviliğin çarpıtılmasına ve Alevilerin asimilasyonuna mı hizmet ediyor yoksa gayet tarafsız ve samimi niyetlerle mi ekranlara taşınmış izleyip göreceğiz… İÇE SİNMEYEN GİRİŞİMLER KUŞKU YARATIYOR Gel gör ki, Alevilerin içi yine de pek rahat değil. Çünkü TRT’nin yapılanışı belli. Muharrem Orucu gibi özellikle Alevileri ilgilendiren ve yıllardır tabu olan bir alanda ilk kez bir yayın söz konusu olduğundan, TRT’nin yeterli personel ve bilgi altyapısı olmadığını söylemek pek abartı sayılmasa gerek… kızılbaş - sayfa 6 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Tekraren söylersek, Alevilerin kuşkuları yersiz değil. Yapılan hiçbir açılım bir türlü içe sinmiyor. Zira devletin her öne çıkan topluluğa müdahale ederek, onu kendi istediği gibi yönlendirmeye çalıştığını tarihi tecrübelerimizle çok iyi biliyoruz. Bu devletin Tek Parti Dönemi’nin Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın, “Ülkeye komünizm gerekiyorsa, onu da biz getiririz. Sizlere ne oluyor?” diye gençlere çıkıştığını henüz unutmadık. Yine bu devletin gizli Türkiye Komünist Partisi’ne (TKP) karşı emirle başka bir komünist parti kurdurduğu da hafızalarımızda. Keza aynı devletin/sistemin kendisine halk içinde taban edinmek için 1965’lerde Alparslan Türkeş’in Osman Bölükbaşı’nın CKMP’sini ele geçirerek, MHP’ye dönüştürmesine ve bu parti sayesinde Anadolu’da devlete hala kuşkuyla yaklaşan Sünni Türkmen ve Yörükleri kazanma operasyonuna göz yumduğunu; bunların bir bölümünü sola ve sosyalistlere karşı vurucu güç olarak kullandığını biraz siyaset bilimi ve tarih okuyan herkes çok iyi öğrenmiş durumda… Daha ilginç bir müdahale ise Islamcı harekete yapıldı. 1960’ların sonunda Islamcılar/şeriatçılar etkili bir hareket halini alıyor ve artık DP-AP çizgisi onlara yeterli gelmediğinden Anadolu’daki esnaf kesiminin de desteğiyle hızla büyüyüp geniş bir taban buluyordu. Devlet baktı ki, kontrolden çıkacaklar, hemen başka bir operasyonla sisteme sadık ama mütedeyyin yanı öne çıkan Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ı daha önce kurulmuş olan Milli Nizam Partisi’nin (MNP) başına geçirerek, zaman içinde Islamcıları ve onların temsil ettiği dindar kesimleri kendisine bağlamayı bildi. Kurduğu MNP-MSP-Refah partileriyle katı laiklik uygulamaları nedeniyle devlete küsmüş geniş bir Sünni-Müslüman kesimi sisteme kazandıran Erbakan, her ne kadar 1997’de 28 Şubat Süreciyle koltuğundan edilse bile, yine de bir seneye yakın bir süre başbakanlık koltuğuna oturmasına müsaade edilerek ödüllendirildi. Halen Başbakan olan Erdoğan da aynı çizgiden geliyor ve hocasından farklı olarak daha da geniş bir kesimi mevcut rejime başarıyla adapte etti sayılır. Erdoğan’ın hocası Erbakan gibi “100 bin tank yapma” hayali yok ama yüksek sivil-asker bürokrasinin vesayetine dayanan militarist sisteme dini bir takım çekinceleri olmakla beraber pek bir itirazı olmadığı geçen son bir yılda iyice anlaşıldı. O nedenle gerek Kürt sorunun çözümünde, gerekse Alevilerin taleplerinin karşılanması yolunda attığı adımlar ilgili kesimler arasında büyük şüpheler oluşturuyor ve doğal olarak buralardaki samimiyeti sorgulanıyor. Kürtlerin büyük bölümünün TRT’de Kürtçe yayınların başlamasına, Alevilerin hükümetin Alevi açılımı ve TRT’de Muharrem ayı vesilesiyle yer verilen programlara gösterdikleri tepkiyi de bu tarihi arka plan çerçevesinde anlamak gerekiyor. SİSTEME DÂHİL OLMA KRİTERLERİ DEĞİŞTİRİLSİN Alevi ve Kürtlerin bir diğer ve belki de en önemli itirazı da kendilerinin diğer toplum kesimlerinin aksine devletten kendi kimlik ve inançları adına tavizler alarak değil de, devletin istediği kılığa girmek şartıyla sisteme dâhil edilmek istenmelerinden kaynaklanıyor. Unutulmasın ki, şeriatçı, tarikatçı ve dindar kesimler laiklikten çok büyük tavizler verilmesi, Diyanet’in güçlendirilmesi, zorunlu din dersleri, binlerce imam-hatip okulu, Kuran kursu ve ilahiyat fakültesi açılması yanında; devlette kadrolaşma, kendilerine kamu kaynaklarından daha fazla pay aktarılması vs. gibi kazanımlarla sisteme önemli ölçüde sadık gönüllü vatandaşlar oldular. MHP’nin temsiline soyunduğu Sünni Türkmen ve Yörükler ise Türk-Islam Sentezi’nin resmi ideoloji haline getirilmesi, devlette geniş kadrolaşma imkânı ve daha milliyetçi bir milli eğitim müfredatı vb. tavizlerle sisteme entegre edildiler. Kısaca devlet/sistem Türk-Müslüman-Sünniler söz konusu olunca, kuruluş aşamasında belirlediği kırmızı çizgileri çiğnemekte bir sakınca görmezken, iş Alevi ve Kürtlere gelince renk değiştiriyor. Devlet, onlara “Seni içime alırım ama kimliğin ve inancını ben tanımlayacağım. Ben değil, sen benim çizgime geleceksin ve orada duracaksın!” diyor. Yani Alevi ve Kürtlere yukarıdan bir elbise dikilip, bunu uysa da uymasa da giymeleri bekleniyor. Onlardan vermeden bir şeyler alınmak isteniyor. Hâlbuki bu iki kesim, sisteme kazanılırken Türk-Müslüman-Sünni halka nasıl esnek davranıldıysa, kendilerine de ne eksik ne fazla benzer bir muamelenin yapılması arzusundadır. YAPAY AYRIMCILIK VE BÖLÜCÜLÜKTEN GINA GELİNDİ Sonuç olarak, Aleviler ve Kürtlerin kıymeti kendinden menkul girişimlere ve kendileri üzerinde toplum mühendisliği yapılmasına karınları tok. Artık devletin içlerinden en marjinal kesimleri yanına alarak kimlik ve inançlarını saptırmasına, kendine göre yeniden tanımlamasına pek tahammülleri kalmadı. Nitekim yanlı medya tarafından pek yansıtılmasa da, hükümetin Alevi açılımını çok geniş bir tabana sahip Alevi Bektaşi Federasyonu’nu (ABF) bir kenara iterek temsil gücü çok düşük Cem Vakfı aracılığıyla yürütmesi, başka pek çok alanda Kürtçe yasağının sürmesinin yarattığı çelişki bir tarafa TRT’de Kürtçe yayınlardan sorumlu dairenin başına eski bir istihbaratçıyı getirmesi benzeri hususlar her iki kesimde de büyük bir öf ke ve hayal kırıklığına neden olmuş durumdadır. Gerek yapılan toplantılara gerekse Muharrem Iftarı’na (!) Aleviliği Islam dışı gördükleri öne sürülen Alevi örgütlerinin çağırılmayacağının ilan edilmiş olması da AKP’nin Alevi açılımında samimiyetsizliğinin bir diğer kanıtı olarak algılanıyor. Bir de böyle bir kategori çıktı; Islam içi Aleviler ve Islam dışı Aleviler… AKP Hükümeti üzüm mü yemek istiyor yoksa bağcıyı mı dövecek? Belli ki bağıcıyı dövecekler. Tersi olsa Aleviler arasında bu tür suni (yapay) ayrımlara gidilmezdi... Oysa atılan adımlarda çözüm odaklı, diyalojik ve samimi davranmak suretiyle karşı tarafta bir güven oluşturulmak isteniyorsa tabandaki bu hissiyatın görülmesi bir zorunluluktur. Aksi takdirde yine dağ fare doğuracak, dayatmacı mantıkla hayata geçirilen pek çok proje yeni ve devasa boyutta zincirleme başka sorun ve reaksiyonlar yaratacaktır. Bundan kaçınmanın tek yolu, şiddete bulaşmamışlık temelinde ayrımsız tüm Alevi ve Kürt örgütleriyle, kendileriyle ilgili atılacak her adım öncesinde ve icra sürecinde daima diyalog halinde olmaktan geçiyor. Tarafları ciddiye almak, aralarında var olan çelişkileri derinleştirmek ve bunları suiistimal etmek yerine getirecekleri her türlü öneriyi hafife almadan tartıştırmak ve ortak bir çözüme ulaşacak kanalları sonuna kadar açık tutmaktır. Bunun dışında izlenecek her yol “azınlık içinde azınlık”, “öteki içinde yeni ötekiler” yaratmaktan başka bir sonuç vermeyecektir. Kaynak: www.alevi.com kızılbaş - sayfa 7 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 tarihe tanık belgeler GİRESUN ĞUR KÖYÜ’NDEKİ RAFİZİLER’İN CEZALANDIRILMASI YAZI: Gurre (1–10) Rabiyülâhir sene 976 (Eylül 1568) Padişah 2. Selim (Sarı Selim) dönemidir, o yıl Lehistan ile yapılan BARIŞ yenilendi, Avusturyalılarla yapılan 8 yıllık BARIŞ yenilendi. KİMDEN: Divan–ı Hümâyun’dan KİME: Arz–ı Rum (Erzurum) Beylerbeyi’ne HÜKÜM KONU: Giresun Kadısı’nın haberine göre UĞUR adındaki köyde sapık ininçta kişilerin olduğu, bunlar namaz kılmayıp oruç ta tutmadıkları gibi Ramazan’da içki kullandıkları. Bunların yakalanıp mahkeme edilmeleri söylenenlerin gerçek olduğu anlaşılırsa lâyık olduğu cezalarının verilmesine ilişkin Buyrultu. BELGENİN MEÂLİ Yazıldı Mektub götüren Mustafa’ya verildi. Arz–ı Rum (Erzurum) Beylerbeyi’ne HÜKÜMKİ, Giresun Kadısı mektup gönderüb a’yân–ı vilâyeden hatîb ve imâm ve müezzin ve sâir sipâh ve gayr–i kimesneler meclis–i şer’a (mahkemeye) gelüb UĞUR nâm karyeden Hacı Bin Abbas veReceb Bin Ramazan ve Yusuf Bin Ramazan ve Mustafa Bin Hasan ve Bayram Bin Pîr Ali ve Mehmed Bin Torlak ve Mehmed Bin Musâ ve Mehmed Bin Mûsâ nâm kimesneler Râfıziyü–l–mezheb (Ebu Bekir ve Ömer’in halifeliğini kabul etmeyen) olub birbirinden avretlerin kaçurmayub nâ–mahremlerle (nikâh düşmeyen) mahlût (karma karışık) olub halîfeleri olmağla gice ile bâ– mahremânlar (en yakın teklifsiz dostlar ile) cem’ olub (toplanıp) nâ– meşrû fiilden (şeriata aykırı) hâli olmayub aslâ namaz kılmayub ve Ramazan–ı şerîfi tutmadıklarından gayri şürb–i hamr idîb (şarab içip çihâr–ı güzînaşâ sebb idîb (sövüp sayma) saadet üzeredir deyû bildirmeğin BUYURDUMKİ, (boşbırakılmış) varıcak bu bâbda erkân–ı vechle mukayyed olub mezkûrleri (adı geçenler) emîn vechile ele getürib dahi toprak kadısı ma’rifeti ile a’yân–ı vilâyetden ve mu’temedün– ileyh (kendisine güvenilen) kimesnelerden hak üzere erkân–ı vechile dikkat ve ihtimâm (özenle işgörme) teftiş idîb göresin arz olındığı üzere râfıziyü–l–ilhâdları var mıdır ahvâlleri nîcedür temâm–ı sıhhatı üzere ma’lûm idinüb râfıziyü–l– İlhâd üzere oldıkları sâbit ü zâhir olanları habs idîb sübût u zuhûr bulân ahvallerin hakikatı üzere yazub bildiresin emrim eveccühle olursam ûcibi ile amel eyliyesin temâm–ı hakk üzere olub hilâf–ı vâkı’ (gerçeğe uymayan) nesne arz itmekden hazer eyliyesin (sakınma). Fî Gurre–i (1–10) Rebîü–l–âhir sene 976 (Eylül 1568) BELGE: BOA– Mühimme Defteri, cilt: 7, s. 779 kızılbaş - sayfa 8 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Alevi katliamcısı Kuyucu Murat'ın mezarı restore ediliyor... 30 bin Aleviyi kuylara doldurarak katleden katil Kuyucu Murat'ın mezarını İstanbul Büyük şehir Belediyesi restore ediyor. İstanbul Vezneciler'de bulunan mezarın resterasyonuna Aralık ayında başlanmış... Kuyucu Murat Kimdir, Kuyucu ismi nereden gelir…(1) Bosnalı Hırvat'tir. Devşirme olarak Enderun mektebine girmiş, oradan çıkmasından sonra çeşitli saray hizmetinde bulundu. Sonra saraydan çıkıp diğer devlet işleri ile vazife aldı. Sadrazam oldu. Kuyucu Murat Paşa sadrazamalık döneminde Anadolu'da çıkan Celalı Ayaklanması'na karışan isyancıları idam ettirmesi ile tanınmaktadır. 1607 ilkbaharindan 1608 sonlarına kadar Kuyucu Murat Paşa Anadolu'da sefer yapıp Anadolu'yu Celalileri temizleme operasyonları yapmıştır. Bu arada Canbolatoğlu, Kalenderoğlu, Kara Said gibi büyük isim yapmış Celalı eşkiyasını tepelemiştir. Yaşı epeyce ileri olduğu için Anadolu'nun birçok yöresini kapsayan bu kampanyasında uzun zaman at üzerinde bulunması yaşına göre zor olduğu için kendini ata bağlattırdığı bildirilmektedir. "Kuyucu" lakabını öldürttüğü Celalı isyancılarının ve onların destekçilerinin cesetlerini derin kuyulara gömdürmesi nedeni ile almıştır. Yıllarca Anadolu'da öldürttüğü kişilerin kellelerinden yaptırdığı pirarmitler kurdurması bir korku hikayesi olarak anlatıldı. Bu eşkıya takibinde çok soğuk kanlı, çok gaddar ve amansız olduğu bilinmektedir. Yaşa başa bakmadan erkek kadın Celalı eşkiyasına destek verdiğini kabul edilen herkesi, özellikle Doğu Anadolu'da buluan Kızılbaşları, öldürtmeyi şiar edinmişti. Bu kampanya sırasında Anadolu'da öldürdüttüğü kişi sayısının 30.000 kişiyi geçtiği bildirilmektedir. Kendisinin yaptırdığı Muratpaşa Camii' den kaynaklı olarak camiinin bulunduğu Antalya'nın Muratpaşa ilçesi onun adını taşımaktadır. bir öykünün özeti, Naima tarihinden: (2) Kuyucu Murat Paşa, Celalî ordularından birini yenmiş. Ölen ölmüş, kalanlar da esir. (Tutuklu mu deseydim?) Paşa bir çadır kurmuş, esir Celalîleri yargılıyor. Yanında da kadı oturmuş. Gelen kısaca sorguya çekiliyor. “Celalî olma” suçunu işlemişse hakkındaki kararı paşa, baş- mamıştır. Kalkar, kendi samur boyunluğuyla o sabinin boğazını sıkar. Cinayeti işlerken bağırmaktadır: “Bunları küçük yaşta böyle yok etmezsek, büyüyüp babaları gibi isyancı kesilirler.” ka bir suçu var ise kadı verecek. Kararı kimin vereceği kararı da elbette paşaya ait. Elinde saz, çelimsiz biri getirilir. Öyküsünü anlatır: “Kıtlık vardı. Köyde herkes bir yana savuştu. Ben de oğlumu aldım kır bayır gezdim. Yaprak yedik, kök yedik. Bir gün bu adamlar geldi bizi tuttu. Kılıç kullanır mısın dediler, hayır dedim. Ne işe yararsın peki dediler, saz çalarım dedim. Çal bakalım dediler. O gün bugündür ben saz çalarım onlar bize ekmek verir.” Paşa, “Celalîyi eğlendiren de Celalidir. Giderilsin!” emrini verir. Cellatlar adamın işini görürler. Ardından bir emred sabi getirilir, 12-13 yaşında bir çocuk. Paşa sorar, sabi adamın anlattığı öykünün aynısını anlatır. Az önce katledilen saz şairinin oğludur. Kendisinin de saz öğrendiğini söyler. Paşa “Giderin” emrini verir. Çünkü çocuk büyüyünce Celalîleri eğlendirecektir, bereket, çocuğu tutup bu tehlikeyi de gidermişlerdir. Fakat olağanüstü bir şey olur: Cellatlar, “Paşa, boynumuz kıldan ince ya biz sabi kanına girmeyiz” derler. Emri uygulamayı reddederler. Osmanlı tarihinin belki de en kanlı isminin yüzüne söylerler laflarını. Paşa hiddetten delirir. Emri uygulayacak kimse bula- kızılbaşları kesen katilin adına antalyada yapılan kuyucu murat paşa camiisi !?!.. Tarihsel bir sabit: kutsal devlet Kuyucu Murat Paşa, kişisel sadizmiyle onbinleri kuyulara dolduran sıradan bir zalim değildir. Olayın özü psikolojik değil çünkü, politik. Kuyucu Murat Paşa bir devlet fonksiyonunun tarihin bir döneminde somutlaşmış kişisidir. Namazını kaçırmaz, cumasını aksatmaz, orucunu bırakmaz ama “devlet” denilen varlığın aklı ne gerektiriyorsa onu da ardına komaz: Şeriatı, yani hukuku kenara kaldırır, devletin lehine çalıştığı kesimlerin çıkarları dışında çıkar tanımaz. “Nizam-ı alem” adı verilen ve toplumu devlet aklının gerektirdiği sıra düzeninde tutacak her tedbiri gözünü kırpmadan uygular. Kuyucu Murat Paşa, olağan Osmanlı hukukunun rafa kaldırıldığı, olağanüstü hal hukukunun uygulandığı dönemin olağanıdır. Bugün çoluk çocuk dahil, Kürtler başta olmak üzere, devletin hoşuna gitmeyen politikalar yapan herkesin cezaevlerine doldurulması, Kuyucu Murat Paşa fonksiyonunun modern zamanlardaki gereği. Yani olağanüstü hal hukukunun. O günden bugüne kurumların görünümlerinin değişmesi yanıltıcı olmamalı. İhtimali bile cezalandırırdı Tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı, Murat Paşa için şu ifadeleri kullanmıştır: “Doksanındaki devletlu vezir bir müfettiş paşaydı. Osmanlı İmpataorluğu’ndan sonra cumhuriyet devrinde dahi izlenen fevkalade yetkili, vali ve komutanların ünvanıydı. Kuyucu Murat Paşa bazen düşmesin diye atının eyerine kendini bağlatırdı, ama aklı yerindeydi ve sertti. Görevini mistik bir şiddet ile yerine getirirdi. Sadece suçluyu değil, suç ihtimalini, hatta kabiliyeti olanı bile cezalandırırdı. Muhaliflerin başlarını vurdurup, kellereni kuyulara doldurduğu için bu ünvanla anılmıştır.” Kaynaklar: 1http://tr.wikipedia.org/wiki/Kuyucu_Murat_Pa%C5%9Fa 2http://www.haberlink.com/haber. php?query=71246 (Ali Topuz (Radikal) kızılbaş - sayfa 9 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kızılbaş aleviler bu halleriyle onun bunun kapısında durmaktan vazgeçmeli!.. Beyaz alevilerin müslüman düşmanlığı yapmaları için hiç bir haklı gerekçeleri olamaz. müslümanlar ile var olan sorunlarımızın çözümlerine yönelik sağlıklı kalıcı adımların atılması gerekirken nefrete kine küfüre varan siyaset, alevilerin ve müslümanların zararına siyasal sonuçlar çıkartır!.. beyaz alevi dernek ve vakıflarıyla siyasetçileriyle bir bütün olarak tarih ve siyasetleriyle yüzleşmeleri gerekir. açık yüzleşmeden kaçanlar asla kendilerini vebalden suçtan günahtan ve inkardan kurtaramazlar. davacı oluyorlar?... yaz alevilerin. tarafların birbirlerine karşı samimi olmadıkları ortada; şöyle ki; Sivas madımak katliamının birincil dereceden sorumlu olan devlet erkanından davacı olmuyor olmadı!. Tc. in dersim kırımı sonrası uyguladığı asimilasyon yabancılaştırma siyasetinden kurtulmayanların maraba kalmaya mahkum kalacaklar. Dönemin cumhurreisi, başbakan, genelkurmay başkanı, içişleri bakanı, mit müşteşarı... kısacası hükümet ve devlet erkanıdır. bunlara dava açıldı mı? açılmadı peki acaba neden açılmadı? Sivas madımak katliamının tüm belgeleri ortalıkta. gerek devletin gerek müslümanların gerekse be- Kalkıp basit katliam aracı olarak kullanılan tetikçi/katillerden ‘müslüman’ güruhundan elbette bugünün devlet erkanı da akp hükümeti de sorumludurlar. Bunları korumak için asla geri adım atmadan işe başından ve sağlıklı başlanmalıdır. Bu yapılmadı bunun hesabını beyaz alevilerin vermesi gerekiyor?!?!.. Hasbel kader akp Sivas’a bir müze yapsaydı ne olacaktı?... sorun bitmiş mi olacaktı peki? Fit mi olacaktı beyaz aleviler? Kanımca asıl sorun kızılbaş alevilerin kendi sorunlarına sahip çıkıp siyaset alanına kendi özgül partisiyle çıkmalıdır. Siyaset aracından yoksun olan kızılbaş aleviler bu halleriyle onun bunun kapısında durmaktan vazgeçip, bize ait olmayan asimilasyoncu inkarcı kırımcı partileri terk etmeli kendi davalarının temsilcisi sorumlusu olmalıdırlar. S. Polat kızılbaş - sayfa 10 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dersimli Zümrüt babasıyla niye evlendi! Aziz ÜSTEL 19 Aralık 2011 Kaynak: star gazetesi Kendi hesabıma Dersim’i çocukken öğrenmiştim” diye başlıyor bu tüylerimi diken diken eden, gerçek yaşamdan alınma öykü: “Bahçe komşumuz yaşlı, emekli albayın üç yetişkin çocuğu vardı. Karısı yıllar önce bir başkasına aşık olup gidince, adamcağız bir başına büyütmüştü üç çocuğu da. Çocuklarından ikisi evli, küçük kızı Zümrüt’se bekardı; babasıyla oturuyordu. Yemyeşil gözleri vardı, onun için babası adını Zümrüt koymuştu... Hiç evlenmedi; hep yaşlı babasının yanındaydı, ona bakardı. Sonra bir gün, ihtiyarın ölümüne yakın eve bir nikah memuru geldi ve baba kızın nikahını kıydı! “ Efendim meğerse Zümrüt’ün bir ömür boyu “baba” dediği adam, Doğu’da görevdeyken ailesini yok eden askerlerden biriymiş. Mağaranın birinde, anası babası kanlar içinde yatarken, bir küpün içine gizlenmiş yavrucak. Albay bir tıkırtı duymuş, elini daldırmış küpün içine gözlerinde yemyeşil şimşekler çakan bir kız çıkmış ortaya; atının terkisine attığı gibi getirmiş kendi evine. Albay kendi çocuklarıyla birlikte büyütmüş Zümrüt’ü. Kızı nüfusuna geçirmek için uğraşmışsa da kimi yasal engeller nedeniyle bir türlü becerememiş. Sonra, geleceğini güvenceye almak için, ölümüne çeyrek kala, kıza basmış nikahı. Albay ölünce başka bir kente göçmüş Zümrüt. Belki gerçek kimliğini arıyordu. Belki de baba bildiği adamla ailesini öldürenin aynı kişiler olduğunu anlamanın dayanılmaz acısıyla hesaplaşmak için kaçmıştı İstanbul’un Moda’sından! Dersim, kimi öldürenlerin hiçbir şey olmamışcasına yaşamlarını sürdürdükleri, kimilerinin de günahlarını bağışlatmak için çırpındıkları ortak bir karabasan aslında. Halkın açlık, yokluk ve bu acılarla yaşama tırnaklarını geçirerek tutunmaya çalıştığı yıllarda, lapiska saçlarına taç takıp balolarda dans eden kafanın anlayabileceği bir basit bir ruh hali değil! Dünya tarihi egemenlerin suçlarını attıkları, gizledikleri bataklıklarla dolu. Ve bu bataklıktaki cesetleri ortaya çıkarmaya uğraşanlara hep sövülüyor. Amaaaan, varsın sövsünler; bunca yıl utanmamışlar, bizim yazdıklarımız mı utandıracak bunları arkadaş! (Sevgili Necef’e bu öyküyü yolladığı için şükranlarımı arz eder, özlemle yanaklarından öperim.) kızılbaş - sayfa 11 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Cafer Solgun Adalet ve hakikat yolundan sapmayacağım Samsun’dan gönderilen “KATASAMO GENÇLİĞİ” imzalı tehdit mektubu Solgun’un başkanlığını yaptığı Yüzleşme Derneği’nin kapısına sıkıştırılmış halde bulunmuştu. Demokrat Haber editör ve yazarlarından, Yüzleşme Derneği Başkanı Cafer Solgun bugün bir suç duyurunda bulundu ve açıklama yayınladı. Kadıköy Cumhuriyet Savcılığı’na yapılan suç duyurusunda posta yoluyla gönderilen mektubu yazan kişi, twitter. com adresli internet sitesinden “uyolcu” takma adıyla yazan şahıs ve facebook.com adresli internet sitesinden “Turgut Yiğit” adlı kişinin gerçek kimliklerinin tespit edilmesi, hakaret, iftira ve tehdit içeren eylemleri nedeniyle haklarında soruşturma açılması ve şüpheliler hakkında kamu davası açılması talebi dile getirildi. Uluslararası Yazarlar Kulübü PEN Türkiye Merkezi üyesi bir yazar olan Cafer Solgun, aynı zamanda Toplumsal Olayları Araştırma ve Yüzleşme Derneği’nin başkanı. Cafer Solgun, Yüzleşme Derneğine geldiği 20 Aralık 2011 günü, kapı arasına sıkıştırılmış bir mektupla karşılaşır. Gönderen kısmında “KATASAMO Gençliği” yazan ve 9 Aralık 2011 günü Samsun PTT tarafından damgalanmış görünen zarfın içerisinde yer alan söz konusu mektupta çok sayıda ağır itham, hakaret, küfür ve iftira yanı sıra hem Cafer Solgun’a hem de ailesine yönelik ölüm tehditleri yer almaktadır. “Adımını denk al! Peşindeyiz! Bir daha Atatürkümüze ve cumhuriyet’e ve kahraman Mehmetçiğe ve Cumhuriyetin diğer kahramanlarına dil uzatırsan dilini koparacağız! (…) Son kez yazıyoruz ve uyarıyoruz! Aklını başına al!” gibi ifadelerle dolu mektup bilgisayardan yazılarak çıkartılmış olmasına karşın mektubun çeşitli yerlerinde gönderen şahsın el yazısı ile yazmış olduğu kısımlar da mevcut. 5 Aralık 2011 günü ise twitter.com adresli internet sitesinde “uyolcu” takma adıyla yazan bir başka kişi Cafer Solgun’un aynı sitede gerçek kimliği ile yer alan hesabına “O resim kalkmaz, senin bedenin ortadan kalkar” şeklinde bir mesaj yazar. Solgun’u öldürmekle tehdit eden bu şahıs kimliğinin “Veli Yolcu” olduğunu ifade etmiştir. Her ne kadar bu kişi yukarıda belirtilen mesajını silmiş olsa da aynı takma isim ve aynı twitter hesabı ile saldırı mahiyetinde yazılar yazmaya devam eder. 26 Aralık 2011 günü ise facebook.com adresli internet sitesinde ismi “Turgut Yiğit” olarak gözüken kişiden de “Bilip bilmediğin konularda ahkam kesme, seni uyarıyorum. Atatürk bizim kırmızı çizgimizdir. Ben bir adama iki defa konuşmam” şeklinde yine “ölüm tehdidi” içeren bir mesaj gelir. SOLGUN’DAN AÇIKLAMA Cafer Solgun gelişmeler üzerine yaptığı açıklamada, “ülkemiz son yıllarda kendine özgü bir “yüzleşme” süreci yaşıyor”, diyerek şöyle devam etti: “Bu sürecin önünü açan en önemli gelişmenin, sürmekte olan “Ergenekon” dava ve soruşturmaları olduğu inancındayım. Ülke olarak nihayet Kürt sorununun adını doğrudan telaffuz ederek, Dersim katliamına “Dersim katliamı” diyerek, “Tek Parti” zihniyeti ve uygulamalarını konuşarak, Alevilerin eşit yurttaşlık istemlerini gündeme getirerek ve sorunlarını, demokratik istemlerini korku ve endişelere kapılmadan, “takiyye” yapmadan tartışabiliyoruz. Kuşkusuz sorunlarımız sadece konuşuyor, tartışıyor olmakla çözülecek gibi değildir. Ancak korkusuzca konuşabilmenin anlam ve önemini, değerini, hiç kimse bugüne değin korku politika ve konseptleriyle susturulanlar kadar iyi bilemez.“ Yıllardır bugüne değin “konuşulamayan” ya da konuşulması kırk türlü belayı davet etmek anlamına gelen konularla ilgili, yazıp, konuştuğunu belirten Solgun, “Bu ülkenin hasbelkader Alevi, Kürt kökenli bir yurttaşı olarak, içerisinden geçtiğimiz normalleşme ve demokratikleşme sürecine tümüyle entelektüel bir vicdani duruştan güç ve güven alarak katkıda bulunmaya gayret ediyorum. Sorumlu bir yurttaş olmanın gereğinin de bu olduğunu düşünüyorum. Ve bu sorumluluğun özünde de çocuklarımıza korku ve kaygılardan uzak, herkesin özgürce kendi gibi yaşayabileceği bir Türkiye için uğraş vermeye inancım bulunmaktadır” dedi. Şiddet içermeyen/ önermeyen her türlü görüş ve düşünceye saygısı olduğunun altını çizen Solgun, hiç kuşkusuz kimse kimse gibi düşünmek, aynı görüş ve düşünceleri olduğu gibi paylaşmak durumunda değildir. Demokratik bir tartışma adabı içerisinde farklı görüş ve düşüncelerin varlığından rahatsız olmak değil, hoşnut olmak gerekir” dedi. Cafer Solgun, son dönemde gündemleşen Dersim 38 katliamı ve Alevi meselesiyle ilgili tartışmalarda, temel demokratikleşme sorunlarımızın kaynağı olduğunu düşündüğü resmi ideoloji zihniyetine ilişkin eleştirel düşüncelerinin, “bazı çevreleri” harekete geçirmiş gibi göründüğünü belirtti. Uzun süredir mail veya sosyal paylaşım sitelerinden küfür, hakaret mesajları aldığını söyleyen Solgun, bunlara gülüp geçmeyi yeğlediğini, ancak çalışma ofisinin kapısına sıkıştırılmış ölüm tehdidi mesajları almaya başlayınca, yasal haklarını kullanmanın kaçınılmaz olduğu sonucuna vardığını ifade etti. “ADALET VE HAKİKAT YOLUNDAN SAPMAYACAĞIM” “Hrant Dink başta olmak üzere düşünceleri nedeniyle canına kastedilmiş insanları olan bir ülkede yaşadığımızı bize unutturmuyorlar” diyen Solgun, “Gücüm, nefesim, aklım ve enerjim yettiğince ülkemizin normalleşmesinin sorumluluğunu çocuklarımız hatırına omuzlarımda hissedecek, iyilik ve doğruluk, adalet ve hakikat yolundan sapmayacağım. Bunun için yaşayacağım” dedi. Solgun, “Ayaklarının altındaki zeminin kaymasından duydukları telaş nedeniyle saldırganlaşanlar meydanı boş sanmasınlar diye” bugün itibarıyla Cumhuriyet Savcılığına maruz kaldığı tehditlerle ilgili olarak suç duyurusunda bulunduğunu belirtti. Kaynak: http://www.alevigundem.com kızılbaş - sayfa 12 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İlhami Sertkaya ZAZACA DERS - 2 Bazi kelimeler-Tayê çekuyî (Eril ve dişil kelimeleri, karşılarında kısaltılmış haliyle belirtilmektedir. Eril-Nêri-(N),dişil-Maki-(M) şeklinde) --------------------Name-İsim (N) Goşt-Et-(N) Vaş-Ot-(N) Genim-Buğday-(N) Hêga-Tarla-(N) Non-Ekmek-(N) Merge-Çayır-(M) Wesayît-Taşıma aracı-(N) Wendene-Okumak-(M) DormeÇevre,etraf-(N) Werd-Yiyecek-(N) Veng-Ses-(N) Ko-Dağ-(N) Pird-Köprü(N) Cîya-ayrı-(M) Şane-Tarak-( Pîya-Berbaber, birlike-(M) AdirAteş-(N) Raye-Yol-(M) Awe-Su-(M) Koçike-Kaşık-(M) Laser-Sel-(N) Nêweşîye-Hastalık-(M) Va-Rüzgar (N) Wele-Toprak-(M) Sond-Yemin-(N) Dare-Ağaç-(M) Sîndor-Sınır-(N) Dewe-Köy-(M) Reng-Renk-(N) Ware-Yayla-(N) Merdene-Ölüm-(M) Zewac-Evlilik-(N) CiwînayeneYaşamak-(M) Tase-Tas-(M) Tizbîye-Tasbih-(M) Kinc-Elbise-(N) Welat-Ülke,vatan, memleket-(N) Zern-Altın-(N) Fîtike-Düdük-(M) Xalî-Halı-(N) Sole-Tuz-(M) Quşxane-Tencere-(N) MerasAyakkabı-(N) Çime-Kaynak-(N) Puç-Çorap-(N) Hene-Kına-(N) Ron-Yağ-(N) Bir-Orman-(N) Qeder-Kader-(N DERS -3Bazı birden fazla anlamlı kelimelerTayê çekuyê ke, ju ra zêde manê xo estê 1-Ma-a-Biz-b-(-peki, öyleyse-… bu anlamda cümle başına geldimi, cüm- leyi soruya çevirir) Örnek-Numune; Ma şîmenime-Biz içiyoruz Ma şima ? Peki siz? Ya siz? Ma vêşanîme-Biz acız Ma ewro dişeme niyo?-Peki bugün pazartesi değil mi? --------------------------2- War- 1-Var olmak, sağ olmak anlamı 2-Bir yerden, bir yükseklikten aşağıya inmek, oradan aşağısı anlamında Örnek-Numune; Weş u war be- Sag ve war olasın Dare ra bê war-Ağaçtan in ---------------------------------3-Weşîye-1-sağlık, 2-Hoşluk-3-iyilik Örnek-Numune; Ti weş a?-Sen iyi misin?(sağlık anlamında hoş musun?) Na saye weş a-Bu elma hoştur Weşîye de bimane-Hoşca kal ------------------------------------4-1-Bê-(Emir anlamında) Gel -2- (sizsız edatı) Bênon-Ekmeksiz, Örnek-Numune; Bê şıme-Gel gidelim Bêkes-Kimsesiz -----------------------------5-Rast-1-(Yer, şekil anlamında)Düz 2-(Yön anlamında, düz, direk) 3-Doğru Örnek-Numune; No ca rast o-Bu yer düzdür Raste rast şo-Düz, direk git Vateyê to rast o-Sözün(söylediğin) doğrudur --------------------------------------6-Va 1-Rüzgar-2-(-yakın geçmiş zamanda-söylemiş olmak) Örnek-Numune Ewro va es to-Bugün rüzgar var Mi va no çik o-Ben dedim bu nedir --------------------------------------7-Bîya 1-(Getirmek fiilinde ikinci tekil şahıs için emir) Getir 2- (dişil hallerde, şahıslarda 'olmuş' anlamında) Örnek-Numune Mi ra pere bîya-Bana para getir Gule bîya malime-Gü, öğretmen olmuş Dewe bîya xirabe- köy harabe olmuş -------------------------------------8-Hişk-1-Kuru, kurumuş-2-Sert Örnek-Numune Na dare hişk a-Bu agaç kurudur Destê mi hişk şidêna- Elimi sert sıktı ----------------------------------------9-Vêyve-1-Düğün-Festival-2- (evlenmiş) Gelin Örnek-Numune Ewro vêyve est o-Bugün düğün,(festival) var Nameyê vêyve Milkînaz a-Gelinin adı Mılkinazdır ------------------------10-Misnayene-1-Öğretmek-2Göstermek Örnek-Numune Derse bimisne lajekî-Oğlana ders öğret Raya dewe bimisne mi-Bana köyün yolunu göster 11-3- Her 1- Eşşek 2- Her (defa) DERS -4A-Sayılar(Bazı temel prensipleri)- Humari (Tayê prensibê bıngehê humaran) 1-Ju (yew) 40-Çewres 2-Di 50-pancas 3-Hîrê 60-Şeştî 4-Çar 70-Hawtay 5-Panc (Ponc) 80-Hêyştay 6-Şeş 90-Neway 7-Hawt 100-Sed 8-Hêyşt 200-Dised 9-New 300-Hîrêsed 10-Des 400-Çarsed 11-judes(yewendes),des u ju 500Pancsed 12-Dides(duyes)des u di 600-Şeşsed 13-Hirês-des u hirê 700-Hawtsed 14-Çarês-des u çar 800-hêyştdes 15-Pancês-des u panc 900-Newsed 16-Şîyês-des u şeş 1000-Hazar 17-Hawtês-des u hawt 10.000-Deshazar 18-Heyştês-Des u hêyş 20.000-Vîsthazar 19-Newês-des u new 30.000-Hîrishazar 20-Vîst 40.000-Çewreshazar 21-Vîst u ju(yew) 50.000-Pancashazar 22-Vîst u di 60.000-Şêştîhazar 23-vîst u hîrê 70.000-Hawtayhazar 24-vîst u çar 80.000-Hêyştayhazar 25-Vîst u panc 90.000-Newayhazar 26-Vîst u şeş 100.000-Sedhazar 27-Vîst u hawt 28-Vîst u hêyşt 29-Vîst u new 1930-Hazar u newsed u hîris 30-Hirıs 10020-Deshazar u vîst B-a-Juyîn (yewın)- Birinci Desin- Onuncu Sedin- Yüzüncü Newin- Dokuzuncu Vîstin- Yiriminci kızılbaş - sayfa 13 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 b- (Dişil durumlarda kelimenin sonuna ‘e’ harfi gelir- Hale maki de, herfa ‘e’ yêna pê çekuye) Örnek- Numune Juyîne(yewine)- birinci Desîne- Onuncu Sedîne- yüzüncü Vîstine- yirminci Piling-Kaplan-(N) Qertale-Kartal(M) Pilinge-Kaplan-(M) Leyleg-Leylek(N) Çeqel-Çakal-(N) Leylege-leylek-(M) Çeqele-Çakal-(M) Juje-Kirpi-(N) DERS -5- A-İŞARET ZAMİR KELİMERİ, ERİL, DİŞİL VE ÇOĞUL HALLERİNDEN BAZI ÖRNEKLERZEMİRÉ İŞARETAN DE, HALÉ NÉRÎ, MAKÎ U ZAFHUMAR DE, TAYÉ NUMUNEYÎ BAZI HAYVAN İSİMLERİ- NAMÉ TAYÉ HÉYBANAN Astor- At-(N) Mayine-At-(M) Kerge-Tavuk-(M) Her-Eşek-(N) Çuçik-Milçık-Kuş-(N) Here-(M)-Eşek Çuçike-Milçike-Kuş(M) Ga-Öküz(N) Bilbil-Bülbül-(N) Manga-İnek-(M) GogercîneGüvercin-(M) Bize-keçi-(M) Qijike-Karga-(M) Mîye-koyun-(M) Qulinge-Turna-(M) Bizêke- Keçi yavrusu-(M) QaqlibazeMartı-(M) Bizêk-(N) Oğlak Zaranc-Keklik(N) Vareke-Kuzu-(M) Zarance-Kewekeklik(M) Varek-Kuzu-(N) Ordeg(N)-ÖrdekOrdee-(M)Ördek Boxe-Boğa-(N) Qaz-(N)- Qaze-(M)Kaz Qantir-Katır-(N) Eleyle-Deve kuşu(M) Gamêş-Camus-(N) HechecikeKırlangıç-(M) Madaxe-Camus-(M) Kerga misrîElok-Hindi-(N) Gavokî-Geyik-(N) Mar-Yılan (N) Xezale-Ceylan-(M) MilawunKertenkele(N) Xinzîr-Domuz-(N) MilawuneKertenkele-(M) Xinzîre-Domuz-(Ma) Malik-Solucan(N) Kurik-Eşek sipası-(N) MalikeSolucan-(M) Kurike-Eşek sipası-(M) Lulik-Böcek(N) Cuyane-At yavrusu-(N) BuxukeBöcek-(M) Cuyanîye-At yavrusu-(M) BeqKurbağa-(N) Heş-Ayı-(N) Beqe-Kurbağa-(M) Heşe-Ayı-(M) Masu-Balık-(N) Verg-Kurt-(N) Masuye-Balık-(M) Verge-(M) Hut-Balina-(N) Kutik-Kelp-Köpek-(N) Hute-Balina(M) Dele-Köpek-(M) Kuse-Tosbağa-(M) Şêr-Aslan-(N) Perperıke-Kelebek-(M) Şêre-Aslan-(M) Helî-kartal-(N) DERS -6- (Bu zaman fiil çekimi ile ilgili, kısa örnekler, birinci periyodun 3. dersinde vermiştik, biraz daha genişletelimAntena karê nê demî ra, ma periyodê verênî de, dersa 3. de kilmek numune dayîbî.Tayêna hîra bikime) A-ERİL HALLERDE; ----------------------------NO çik O?- Bu nedir?--- NO non OBu ekmektir NO çik O?- Bu nedir?---NO Biroş O-Bu Kovadır NO çik O?-Bu nedir?----NO şit O-Bu süttür NO çik o?-Bu nedir?-----NO pere wOBu paradır NO Çik O?-Bu nedir?----NO Kolî yOBu odundur NO çik O?-Bu nedir?-----NO boxe wO-Bu boğadır O çik O?- O nedir?----O por O-O saçtır O çik O?- O nedir?----O kinc O-O elbisedir O çik O?-O nedir?-----O werd O-O yiyecektir O çik O?-O nedir?-----O juje wO-O kirpidir O iık O?-O nedir?----O kîse wO- O torbadır O çik O?-O nedir?----O masu yO-O balıktır B-DİŞİL HALLERDE; -----------------------NA çik A?---Bu nedir?- NA Koçik A-Bu kaşıktır NA çik A?...Bu nedir?-NA dar A- Bu ağaçtır NA çik A?---Bu nedir?-NA gul A-Bu güldür NA çik A?---Bu nedir?-NA kardî yABu bıçaktır NA çik A?---Bu nedir?-NA balîşna wA-bu yastıktır NA çik A?---Bu nedir?-NA masa wA A çik A?-----O nedir?-A derzîn A- O iğnedir A çik A?----O nedir?- A sol A- O tuzdur A çik A?----O nedir?-A kaxit A-O kağıttır A çik A?---O nedir?-A şema wA-Bu şemadır A çik A?---O nedir?-A perde wA-bu perdedir A Çik A?---O nedir?-A tu yA-O duttur C-ERİL VE DİŞİLLERİN ÇOĞUL HALLERİNDEN; (İşaret zamirlerlerinde, eril ve dişilin çoğul halleri aynıdır-zemîre işaretan de, nêrî u maki, zê juminî yê) ERİL HAL;HALÉ NÉRİ; NÉ çik É?---Bunlar nedir?-NÉ Kinc É-Bunlar elbisedir NÉ Çik É?---Bunlar nedir?-NÉ Por É-Bunlar saçtır NÉ çik É?---Bunlar nedir?-NÉ Kitab É-Bunlar defterdir É çik É?---Onlar nedir?-É Xalî yÉOnlar halıdır É çik É?---Onlar nedir?- É ga yÉonlar öküzdür É çik É?---Onlar nedir?-É dest É-onlar ellerdir DİŞİL HAL; NÉ çik É?---Bunlar nedir?-NÉ manga yÉ-Bunlar inektir NÉ çik É?---Bunlar nedir?-NÉ Kardi yÉ-Bunlar bıçaktır NÉ çik É---Bunlar nedir?-NÉ dar É-Bunlar ağaçtır É çik É?---Onlar nedir?-É qelem ÉOnlar kalemdir É çik É?---Onlar nedir?-É çît É-Onlar başörtüdür É çik É?---Onlar nedir?-É çîçeg É-Onlar çiçektir ----------------------------Aşağıdaki kelimeleri, eril, dişil ve tekil, çoğul hallerine göre sorun cevaplayın-Çekuyê ke cêr de rê, gorê halê nêrî, makî u juhumar, zaf humar pers bikerê, cuwab bikerê1-Ev- Kê(Çê)-2-Boyun-Vile- 3- OtVaş- 4-Ateş- Adir-5-Diş- Didan-6Pirnike-Burun- 7-Buğday- Genim- 8Hamur- Mîşte- 9- Ayran- Do- 10- Yoğurt- Mast (devamı gelecek sayıda) kızılbaş - sayfa 11 - sayı 14 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 xweparastına zımanê maderî Ji bo mirovan zagon an ji bo zagonan mirov!..? Di destpêka avakirina Komara Turkiyeyê de, hinek zagon weke destûra zilmê hatine destnişankirin. Bi giranî, zagonên li hember pêşveçûna civaka Kurd, li hember baweriyên demokratîk hatine destnîşankirin, tekane armanca wan pişaftina civaka Kurd û radestgirtina azadiyê ye her wiha ev zagon hemû ne rewa ne. Zilm ne rewa ye, astengkirina mafên mirovane ne rewa ye, astengkirina zimanê maderi û çanda xweser ne rewa ye; berxwedana li hember zilmê tekane tevgera civakî ya rewa ye. Ev berxwedan, hemû kirêtiyên li hember pêşveçûna civakê paqij dike, hemû xitimandinan vedike. Weke di dîroka hemû gelan de hatiye jiyandin, civaka Kurd jî guherînên dîrokî dijî. Her ku di ber xwe dide, kirêtiyên dîrokî zelal dibin li pêşiya wî. Gel, wan kirêtiyan bi berxwedanê dibuhurîne. Gele Kurd, di destpêka avakirina Komara Turkiyeyê de, weke vînek diyarde tevlî xebata avakirinê bû. Li her deverê Turkiyeyê xweyna xwe da ji bo avakirina Komarê. Bû xwediyê berxwedana herî mezin ya veşartî ya ji bo avakirina komarê. Heke tevlîbûna civaka Kurd nebûna, her kes baş dizane ku avakirina Komarê ne pêkan bû. Kurd, bi xiyalên paşerojek azadtir û xweştir, li ser hîmê hevgirtina bi gelê Turk re, bi tevlîbûnek diyarde ya Gelê Kurd, wek komarek hevpar Komara Turkiyeyê hate damezirandin. Meclîsa hevpar hate avakirin û zagona bingehîn hate destnîşankirin. Kurd bi ziman û çanda xwe ya xweser tevlî vê meclîsê bû. Ev rengînî, hêviya hevgirtinek mezin ya gelê Kurd û Dengê Amed Mehdi Tanrıkulu Turk dida xuyakirin. Kurtedemek şûnde, helwesta îxanetkar hin bi hin derkete pêş. Zagonên ku hemû cudahiyan tune bike, bipişêfe; bike Turk hatin çêkirin û bi awayek trajî komîk, zagonên faşîst hatin çêkirin û hatin serdestkirin. Li vê gorê baweriyên olî hatin astengkirin. Di serî de Qizilbaş, baweriyên oldar bi awayekî tund, bi êrîşkarî, bi zilmeke mezin hatin astengkirin. Komara Turkiyeyê bi xiyalên azadiyê hatibû damezirandin lê hema tavilê ev xihal beriya ku bikevin jiyanê hatin fetisandin. Zagonê pişaftinê ango, zagonên tunekirinê ango, zagonên fetisandina gelan hatin amadekirin. Êdî hemû karên sosret û tevkujî, bûn “zagonî!..” Yek ji van sosretiyan; xala 222yemîn e. “Zagona 222yemîn; Zagona şewqe û tîpên Turk!..” di sala 1925an de hatiye pejirandin û niha dibe sedema cezadayinan. Zagonên bi vî rengî ku êdî derbasbariya wan bi guman e û rayedarên dewletê jî wateya wan nizanin, bi şîroveya hin dadgeran dibe sedema cezakirinan. Li gor vê zagona fosîlbûyî, hin dadger ji bo kesên ku bi Kurdî daxwazname binivîse ji bo dadgehê; şeş meh cezayê girtîgehê dibirrin, hin dadger jî vê yekê eletewş dibînin, bi navê dadê ji vê dozê şerm dikin û dozê betal dikin. Bêguman eletewşiyek heye: dadger, daxwaznameya rangihandina sûc a di derheqê dozger û rayedarên dewletê de hildide dest, lê dozê berevajî vedike. “Çima ev daxwazname bi Kurdî hatiye nivîsîn!.. Li gor zagona 222yemîn sûc hatiye kirin, ê ku nivîsiye divê ji du mehan hetanî şeş mehan cezayê girtîgehê lê bê birrin!..” lewre ev daxwaznameyên ragihandina sûc, di dreheqê dozger û rayedarên dewletê de ne. Dadger bi vê ferasetê dozê vedike. Lê ji ber “bersûc!..” dîsa bi Kurdî parstina xwe dike û xweparastina xwe ya bi zimanê maderi dinivîse, pêşkêşî dadgehê dike, di dawiya dadgehê de piştî şeş meh ceza lê tê birrîn şûnde, ji bo vekirina dozekî din dadger; “… ji ber ku di dadgehê de bi israr bi Kurdî axifiye divê dîsa dozekî din lê bê vekirin… ragihandina sûc divê bê kirin!..” Dîsa doz vedibe û dîsa bi Kurdî bi israr tê axaftin… û dîsa dozek din!.. Wek çîrokê ev helwest di dadgehên Turkiyeyê de berdewam dikin diçin… Bêguman zagon ji bo mirovan in. Zagonên ku li hember pêşveçûna civakan asteng in, ji aliyê civakan ve bi têkoşîna vînî, bi berxwedana vînî û rewa tên buhurandin. Lewre, helwesta civakê ji hemû zagonan rewatir e. Zagonekî ku bersiv nede pêdiviyên civakê û gel bixwaze vê zagonê biguherîne, helwesta kesên bi tundî li hember bisekinin ne rewa ye. Helwest û sekana astengirinê ya li hember axaftin û xweparastina bi zimanê maderî, kivş e ku ne rewa ye, faşîstî ye. Astengkirina çand û ziman, îxaneta bi gelan re ye. Ev yek jî weke ku Turkiye tê de dibuhure, ewê bi berxwedana gel û xwedîderketina demokrasiyê, bi şêweyek hevpar ya hemû cudahiyan, hemêzkirina hemû rengîniyan, wek serkeftina gel pêk tê. Lewre êdî hemû mirovên cîhanê, rengîniyên çandî yên cîhanê, li pergalek ku bi hemû rengîniya xwe tê de bi awayekî demokratîk, hurmetkar, hevkar û hevpar bijîn digerin, dibînin û wê daxwaz dikin da ku tê de bijîn. kızılbaş - sayfa 15 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 hatice çevik biz tanışıyor muyuz? Evet! Birbirimizi ne kadar tanıyoruz? Hayır, tanışıyoruz ama birbirimizi tanımıyoruz. Yanıbaşımızdaki halktan bihaber yaşıyor ve birbirimizin kültüründen acılarından kulaktan dolma bilgilerle… Ya da hani devlet size ne kadarını öğretmişse o kadar .Yalan yanlış bilgi beraberinde duyarsızlığı da getiriyor elbette.. Ortadoğu ve özellikle Anadolunun kadim halkları yüzyıllardır katliamlar, kırımlar ve sürgünler yaşıyor. Bugün çok farklı değil. Kullanılan teknik değişmiş olsa da aynı.. Üstelik bizler ortak acılar yaşamış olsak da çözüm noktasında ortaklaşamıyoruz. Yalnızlaştırılmanın önüne geçmenin tek yolu birbirimiz iyi tanımalıyız. Birbirimizin varolma direnişine ancak böyle ortak olabiliriz. Öteki olarak görmeye devam ettiğimiz sürece tarih tekerrürden ibaret olacak hepimiz için. Geçenlerde AKA-Der de çok güzel bir söyleşi tam da bu düşüncemi pekiştirdi. Meleklerin halkı Yezidiler üzerine belgesel ve görüşler paylaşıldı. Bir yezid bir ziyarete gidiyor. Evsahiblerinden biri birkaç kilo- metre ötede oturan halkı boynuzlu falan garip yaratıklar olarak biliyor. Karşısında bir insan görünce şaşırıyor. Gülümsetirken düşündüren ama bir okadar da kendimizi sorgulamamız gereken bir durum kanımca..Hatırlayın bizler yaşamıyor muyuz aynı durumu bugün bile hala elimizden ekmek yemeyenler var… Düşünün her türlü sosyal ve siyasal bir baskıyla karşıkarşıya bir halk diğer ötekiler gibi yani bizler gibi. Sistem zaten bizi öteki ilan etmiş yüzyıllardır. Bizlere düşen birbirimizi tanımak ve anlamaya çalışmak. Siyasi otoriteye biat etmeden, kişisel çıkarları gözetmeden halkların dayanışması ancak ayakta kalmayı sağlayabilir. Aleviler, Kızılbaşlar, Kürtler, Ermeniler, Yezidiler,Süryaniler ve Türkler birbirini iyi tanımalı.. Önce tarihleri ile yüzleşmeli ! Artık bilinen gerçek var, bugün yaşanan ve geçmişin uzantısı olan siyasal süreç bu halkların birbirine destek vermesini istemiyor. Aralarına kin tohumlarını atmak için bütün gücünü kullanıyor. Bize düşen geçmişte yaptığımız hataları hatırlayıp tekrar etmemek. Acılarımıza sırt çevirdiğimiz sürece ne katliamlar, ne kırımlar ne de asimilasyon biter. Sesime ses verilsin istiyorsak, çığlımız duyulsun istiyorsak birbirimizin sesini duymak zorundayız. ÜÇ MAYMUN Siyasi rant ve çıkar peşinde olan kişiler, dernek ve siyasi partilerde yer edinebilmek adına kendi halkına ve halklara ihanet etmekte sakınca görmüyor. Bilsinler ki atalarının katline ortak oluyorlar ne acı değil mi? Görünen o ki vicdanları rahat.. Geçmi- Kitaptan Bir ara Kasap Artin sözü ortasından kesti: - İbrahim, İbrahim, biz ne zaman yola çıkacağız, zamanımız gelmedi mi? - Bunu şimdilerde asla düşünme. Çok Ermeni varmış çoook! Hala kafileler götürüyorlar. Kendi gözlerimizle görüyoruz. Kızılhan’dan her gün Ermeni geçişleri oluyor. Aç sefil ve perişanlar. Ben hiçbir kafilenin yerine varacağına inanmıyorum. Çalı arkasına götürülenler de çok oluyormuş. Ölen en çok bu durumlarda oluyormuş. Yaşlı ve çocuklar ancak belli mesafelere kadar yürüyebiliyormuş. Ondan sonrası meçhul son… Bu çocuklarla sınıra varacağını sanıyorsan aldanıyorsun. Sadece torunlarının ölümünü izlersin. Dağdan gitsen ki ne yazar. Bu çocuklarla mı dağdan gideceksin. Ovada Osmanlı hâkimiyeti varsa dağlarda da eşkıya var. Her eşkıya vicdanlı değil. Dağlardaki ölümler az değil. Kasap Artin sessizdi. İbrahim devam etti: - Kalan Ermeni sınıra ulaşamayacak Kıriv. Bu mümkün değil. Sen yemek verme… Yemek verdirme… Sınıra kadar yürü de ha..! Bu mümkün mü? Hem de yol boyu şini unutan geleceğe nasıl yön verir ? Geçmişin yaraları hala kanamakta iken en son İzmir’de, Adıyaman’da ve Erzincan’da Alevi Kızılbaş evlerine işaretler konularak düşmanlık devam ediyor. Kürtlere Zerdüşt bunlar zaten diyen başbakan kendince aşağılamaktan geri kalmıyor. Baskının her türlü yöntemi uygulanmaya devam ediyor. Ana muhalefet partisi ise hala halkları sömürmeye devam ediyor. Halkların ortak sesi olmaktan ise çok uzak .. Yakın tarihimizde Maraş, Çorum katliamları yaşanırken CHP vardı dediğiniz de ne şiş yansın ne kebap misali yanıt demeçleri veriyor. Sivas davası zaman aşımına uğradı. Bu noktaya gelene kadar nerdeydiniz? CHP vekili Akkiraz diyor ki önerge veriyoruz basın toplantısı vs yapıyoruz sonuç yok diyor. Yeri geldiğinde MHP ile yan yana gelmekte sakınca görmeyen ana muhalefet BDP ile çözüm noktasında neden birleşemiyor. Kemalist duruşu yıllarca oy aldığı halka sırt çevirmesi için yeterli olsa gerek. 2007 de yapılan cumhuriyet mitinglerinde yürüyen herkesi kendilerine oy verecek sanan CHP 31 Mart 2012 de yapılan Kadıköy büyük alevi mitingine katılan herkesi de seçmeni olarak görme yanlışlığına düşmez umarım. Üç maymunu oynamaya devam ettiğiniz sürece ezilen halklardan rızalık almanız mümkün olmayacak. Ve halk sandıkta sizi sınıfta bırakmaya devam edecektir. Aşık Mahsuni Şerif bir deyişinde der ki; Al birini vur birine, Koydu bizi heç yerine. Vay boynumuz devrileydi, İnandık körü körüne. seçilenleri öldür. Sınıra kadar kaç kişi kalır ki. İki büklüm yaşlı kadın, bastonunu kendine üçüncü ayak yapmış, İbrahim’in hayvanlarının geçmesini bekliyordu: - Kurban, sen bunları nereye götürüyorsun? - Satmaya götürüyorum. - Kime satacaksın kurban? Kimse kalmadı ki. İbrahim sustu. Kadın söylendi: - Yok kurban, yok. Kimsecikler kalmadı. Kimi vuruldu. Kimi kırıldı. Kimi de suya atıldı. Her şey durdu. Geriye dönecek kimse kalmadı. Kervan yok artık. Her taraf tarumar. Kiliselerin bile içi boşaltıldı. Camları ve kapları kırık hayalet evleri gibiler. Zinzin deresi feryatla akar. Ermeni dedelerinin, ninelerinin ruhlarının gözyaşları ile akar. Kimse kalmadı kurban. Kiliselerde kimse kalmadı. Hoş geldin ama boşuna geldin kurban… söyleşi için Kaynak http://www.agos.com.tr/saklamadananlattim-siz-de-saklamayin-1144.html kızılbaş - sayfa 16 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 KENDİNE YETEMEYEN KİŞİ KUŞAK LANETİ OLUR “Tanrı Kabil’i lanetleyerek yeryüzünde dolaşmaya mahkûm etti. Kabil’in bu yolculuğu, şiddetin insan ruhunu esir alma yolculuğudur...” Cennet Bilek, Kabil’in Gölgesi Kişi olamayan, kendine yetemeyen, kendi aklının vesayetini başkalarına veren ve yaratıcılığını yitiren insanlar önce kendinden nefret ederler. Bu yetmezlik duygusu o insanları bir üst kimlik edinmeleri için zorlar. İşte ulus ya da ulus olma gerekliliği de böyle bir yetmezliğin sonucudur ve biraradalık değerine aykırıdır. Çünkü biraradalık insan doğasına ait ve insanın neliğini oluşturan bir değerdir. Ulus ise toplumu biçimlendirme uzmanlarının zorlama kavramlarla insanları belli bir toprak parçasına zincirleyerek daha kolay yönetmek için pozitif hukuka dayanarak onları köleleştirme sürecidir. Alman düşünürleri Herder ve Fichte’ye kadar siyaset felsefesi tarihinde “ulus” kavramının tanımı yoktur. Herder, Aryan ırkının belirsiz bir geçmişte, Altın Çağ’da saf kan Almanlar olarak görkemli bir medeniyet içinde yaşadıklarına inanmıştı ve ortaya attığı Volksgeist (ulusal ruh) kavramıyla bunun yeniden mümkün olabileceğini savunmuştu. Altın çağa geri dönüşü işte bu ulusal ruh sağlayacaktı. Herder’e göre; “Benim yeryüzünde bulunduğum noktanın sınırlılığı, bakışımdaki körlük, hedeflerimdeki yanlışlıklar. İşte tüm bunlar, benim bir hiç olduğumu, ama bütünün her şey olduğunu gösterir.” Yine Fichte, “Alman doğulmaz, Alman olmak hak edilir.” Diyordu. İşte tamda bu “kendinden nefret et ve Ulus olmayı hak et” algılayışı Herder ve Fichte’nin ardılları olan felsefecileri ve sanatçıları etkisi altına aldı ve bunlar gerçekten de Altın çağı var sandılar. Sadece Nietzsche, “Böyle Buyurdu Zerdüşt” adlı eserinde bu yeni put üstüne şöyle yazdı; ”Bazı yerlerde uluslar ve süreler vardır, ama bizde yoktur kardeşlerim: burada devletler vardır. İşte bu ‘Kendinden nefret‘ hareketi milliyetçiliğin yolunu açmış ve tüm dünya bireylerin kendinden nefret etmeleri ile üst kimliklerin kurulmasının yolunu açmıştı. Kendini karşıtına göre tanımlayan bu hareket o dönemde tüm kötülüklerin kaynağı olarak Yahudileri görmüş ve bu nefret hareketi önce Yahudiler karşı başlatılmış ve daha sonra tüm Avrupa’ya yayılmıştı. Sabahattin Şerif Meşe Devlet mi? O da ne? Peki! Şimdi bana kulak verin, size ulusların ölümünden söz açacağım. Bütün soğuk canavarların en soğuğuna devlet denir. Soğuk soğuk yalan söyler o ve ağzından şu yalan sürüne sürüne çıkar: “Ben devlet - ulusum ben.” Yalan! Yaratıcılardı ulusları yaratanlar ve onların üstüne bir inanç ve sevgi asanlar: böylece hayata hizmet ettiler.” İşte bu yalan yaratıcıları Almanya’daki milliyetçi akımları inandırdılar. Oysa İÖ 98’de Cornelius Tacitus ünlü Germania adlı kitabının 9. bölümünde Aryanlar için şunları yazmıştı: “Ormanları ve karanlık kuytulukları kutsal kabul ediyorlar. Günah nedir bilmiyorlar ve Tanrılarına insan kurban etmeyi yadırgamıyorlar.” Ve ne yazık ki o yıllardaki Prusya farkında olmadan, Herder ve Fichte’nin Altın çağ için Alman olmayı hak et parolası ile iki dünya savaşının tohumlarının ekildiği topraklar olmuştu. Bu durum Avrupa’nın tümünde hüküm sürmüş ve kendilerine yetemeyenlerin kendilerinden nefret etmelerini sağlamış ve onlara yetmezliklerinin üstesinden gelmek için uluslaşmaları gerektiğinin yolunu göstererek ancak ulus ulursanız Altın çağı yakalayabilirsiniz demişti ve ulus kavramını gelecekte kurulacak Altın Çağı göstererek temellendirmişlerdi. Yahudi asıllı Karl Marx bile bu sanal kurama inanmış ve o da Yahudileri bir sorun olarak gördüğü için “Yahudilik Sorunu” adlı bir kitap yazmıştı. Anatolia’da ise bu hareket kendine Ermenileri, Rumları, Yahudileri, Kızılbaşları ve Süryanileri hedef seçmişti. Çünkü Osmanlının kötüye doğru gidişinin sebebi bunlardı elbette bu bilinçli seçilen bir hedefti çünkü mimari, sanat, ekonomi bunların elindeydi. Kötülüklerin kaynağı da bunlardı. Böylece kendinden nefret et ve uluslaş parolası birinci dünya savaşında yirmi milyon insanın ölümüyle imparatorlukların sonunu getirmişti. Ne gariptir ki kendine yetmezlik duygusunun yarattığı uluslaşma üniversitelerde de kendine yer bulmuş buralarda Enstitüler kurularak ekonomik çıkarlar ve jeopolitik nedenler göz önüne alınarak resmi tarih yazıcılığı ve yapma diller oluşturulmuştur. Anatolia da bu rüzgârdan nasibini almıştır ve uzak geçmiş; Petersburg, Paris ve Lozan merkezli enstitülerde yeniden yazılmıştır. Bu yazım süreci tarihsel varlık alanından olup bitenden ve bu varlık alanında olup bitenlerin yorumlanmasından bağımsız olarak sadece inançla yazılmıştır. Bu gerekçeyi Etienne Copeaux’un 1993’te Paris VII Üniversitesi’nde sunduğu; “De l’Adruatique a la mer de Chine : les representations turques de monde turc d’apres les manuels scolaries d’histoire (1931-1993) başlıklı dok kızılbaş - sayfa 17 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 tora tezinde şöyle açıklar; “Dönemin tarihyazımı vurguyu Asyalı kökenler üzerinde yapıyordu, ancak Yunanlılar ve Ermeniler de Anadolu üstünde kendi vatanları olarak hak iddia ederlerken, bu uzak kökleri öne çıkarmak riskli bir girişimdi. Bu nedenle, ilk işgal eden haklıdır söylemi uyarınca, Anadolu’da Türk atalar bulmak gerekiyordu. Kısacası Ermeniler katledildikten ve Yunanlılar yenilip sürüldükten sonra onların toprak istemelerinin tüm tarihsel dayanaklarını ellerinden almak ve Anadolu’nun Yunan ya da Ermeni olmadan önce Türk olduğunu kanıtlamak zorunluydu.” Bugün Türk ve Kürt tarih tezi de işte bu kaygılarla yazılmıştır. Elbette bu kaygının amacı yine yazarın aktardığı gibi; “Türk Tarih yazımın arka planında yatan kaygıların neredeyse hepsi, komşu halklar tarafından da paylaşılmaktadır. Yunanlılar 19 yüzyıl sonunda, Antik kültürün sürekliliği düşüncesine dayalı bir söylem oluşturmuşlardır ve Ermeni kimlik söylemi de aynı tema üzerine kurulmuştur.” Yine bugün Anatolia’da çoğunlukta olan Kürtler ve Türkler bu topraklarda önce biz vardık diyerek aynı kaygıyla tarihlerini yazmaları Türk ve Kürt tarih tezinin Petersburg, Paris ve Lozan hattından geçmesi de manidardır. Bu ön yazıyı “Usulünce gömülme hakları” ellerinden alınan Anatolia’nın kadim halkını anlatan Sayın Cennet Bilek’in “Kabil’in Gölgesi” kitabında arka planında anlattığı “Kuşak lanetlerinin” de bu uluslaşmanın bir sonucu olduğunu yazması ve bu kuşak lanetlerinden kurtulmanın yolunun da cehaletin ve katillerin ideoloji olan “ulusçuluğu” geride bırakmamız gerektiğidir. Zamanın tanrısı Kronos insanları çağırmış ve onlara şöyle buyurmuştu: “Gölgenizden ve sizden öncekilerin gölgelerinden korkun ve o gölgelerin sizi yönetmelerine izin vermeyin yoksa o gölgeler kuşak lanetleri olur ve peşinizi bırakmaz.” Hans Christian Andersen’in öyküsündeki gölgesinin hizmetkârı olan adam olursunuz ve gölgenizin size; “Zavallıcık deli, kendisini insan, beni de gölgesi sanıyor.” Demesine dilsiz kalırsınız. İşte bu gölge ruhumuzu parçalayıp bizi ulus olmaya zorlamıştır. Artık gölgemizin başkaldırısına esiri düşmemek hepimizin ortak sorunudur. Tanrı ilk cinayeti işleyen Kabil’i yurdundan kovarken şöyle buyurdu; “Kabil’i kim öldürürse ondan yedi kat intikam alınacaktır.” Dedi. Rab Kabil’i öldürtmeyerek tüm insanlığı bu ilk cinayetin ruhuyla lanetledi. Kabil’de bu laneti gittiği her yere taşıdı. Bu “Kuşak Laneti” savaşları, savaşlar da sürgünü ve soykırımları yarattı. Bu trajedilerin ortasında kalan insanların ruhu ise şiddet ve ilk cinayetle işlendi hep. Bu olgu ne yazık ki tarihsel varlık alanı içinde her çağa damgasını vurdu. Çoğu zaman çağların mührü olan bilimsel buluşların, felsefi devlet tasarımların ve roman kahramanlarının düşsel dünyalarını kirletip “Kabil Kompleksi”ni hiç unutturmadı beleklerde. “Kuşak Lanetleri” sosyolojik bir olgu, bu sosyolojik olgunun her çağda eğitim ve öğretimle beslenmesi toplumların ruh hallerini biçimlendirmesi açısından her zaman tehlikeli olmuştur. Toplumların belleklerinde travmalar yaratan bu olgunun çözülmesi sosyal psikolojiyi, nasıl bir toplum ve nasıl bir devlet tasarımı ise felsefeyi ilgilendirir. Elbette bu durumu yani “Kuşak Lanetleri”ni; sosyolojik, psikolojik ve felsefi bir sorun olarak görüp görmemekte de yine bu alanları ilgilendirir. Bu alanların bunu nasıl gördüğünü bilmiyorum ama dünyanın doğusundan batısına yolculuklar yapan yazar Cennet Bilek, son kitabı “Kabil’in Gölgesi”nde, “Kuşak Lanetlerini” bir sorun olarak görüyor ve o sorunu okuyucuya göstermek istiyor. Bu bir taraftan tarihte uğradıkları “Büyük Felaket”le, usulünce “Gömülme Hakkı” ellerinden alının bir ulusun acılarının devam eden trajik yanı, diğer taraftan “İttihatçıların yarattığı” “Kuşak Lanetleri”nden kurtulamayan ve “bebeklerden katil yaratan” sosyolojik bir kastın devamı. Sayın Bilek, Mezopotamya’dan ve Anadolu’dan sürülüp Suriye çölündeki Ermenilerin Auschwitz’i olan “Deir Ez-Zor”a zincirlenen ve “gömülme hakları” ellerinden alanın insanların çığlıklarına kulaklarını kapatmıyor. Artık bu topraklarda sadece fiziksel olarak yaşayan ve buna geç kalmış bir sürgün yolculuklarını anlatıyor. Kitap; toplulukları ayakta tutan dina- mikleri ve o toplulukta eğitim ve öğretimin kuruluş tarzına da yer vermeye çalışıyor. Bu toplulukta öne çıkan kahramanlardan biri olan, Düğme Gözü de ayakta tutan “Kuşak Lanetleri”dir. Yine, “Kuşak Lanetleri”nin devam etmesini sağlayan eğitim süreci de suikaste hazırlanan gruptakilerin eğitilmesinde çok etkili olarak kullanılıyor. Bu eğitim sürecinde güçsüzlük ve yetmezlikten başka bir grup sorumlu tutuluyor ve grubun tüm gölgesi bu iç düşmana yöneltiliyor. Bu kuşak lanetlerinin eğitilme süreci çok eskiye dayanır. Son yüzyılda bu lanetler İttihatçıların grup gölgelerini Ermenilerin üzerine yansıtması ya da Nazilerin grup gölgelerini Yahudilerin üzerine yansıtmaları ve tüm sorunlardan bunları sorumlu tutmaları, sosyoloji, sanat, felsefe ve bilim alanlarında gelişme gösterememelerinde bunları sorumlu tutmaları sonucunda Ermenileri “Medz Yeghern”le, Yahudileri de Soykırımla baş başa bıraktır. Sayın Bilek’in kitabında bu yetmezlik lanetleri, katliam ve öldürme dürtüsünden besleniyor ve bu bazen bir Papaz oluyor, bazen köyleriyle birlikte yakılan zavallı insanlar, bazen dağlarda savaşan gömülme hakları ellerinden alınan Kürt savaşçılar ve bazen de sadece yazıya sığınarak atalarının gömülme hakkını savunan Ermeni bir aydın. Kitapta bu laneti devam ettiren ve her şeyi kontrol etmeye çalışan Düğme Göz, bu kastın içinde hem bir sembol hem eğitime yön veren Büyük Gözdür. Düğme Göz; sembol olarak “Tanrının gözünün daima insanlar üzerinde olduğunu simgeler ve geçmişin yükünü hep sırtında taşır ve şöyle der;“Atalarımızın kanları canları pahasına bugünlere geldik. Atalarımızın bize emanet ettikleri şanlı mirasın çar çur edilmesine seyirci kalamayız… (sf.189)” Bu yaklaşımla, verilen eğitim sonucunda kişilerin her zaman ve her yerde durumdan görev çıkarmaları sağlanır. Ayrıca Düğme Göz, bireysel ve toplu cinayetleri de organize edendir. Bu lanetlerin devamı Düğme Göz’ün savaşçılarına söylediği; “İnsanlar sembollerle yaşarlar, bunu sakın unutmayın…(sf.191)” sözü de devraldığı lanetin hem devamı hem de denetleyici işlevini görüyor olma- kızılbaş - sayfa 18 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 sıdır. Düğme Göz de öldürdüğü “Kürt savaşçılarının” gömülme hakkını gasp edip devraldığı mirası devam ettiriyor. “Kuşak Lanetlerini” yönetenlere Rusya’da ve şimdi Amerika’da çocuklukta maruz kalınan “psikolojik sarsıntılar” üzerine önemli çalışmalar yapan Olga Khariditi; “bellek şeytanları” diyor ve bu bellek şeytanları daha önce Büyük İskender’i, Cengiz Han’ı ve Timur’u yönetmişlerdi. 20.yüzyılın başında ise önce İttihatçıları daha sonra ise Nazileri ve diğer diktatörleri yönetti. Bellek şeytanlarına teslim olan bu insanlar da çocukluk dönemlerinde korkuyu öğrenmiş ya da birileri tarafından onlara bu korku öğretilmişti. Çocukluk dönemindeki sarsıntıları iyileştiremedikleri için de bellek şeytanlarına teslim olmuş ve kuşak lanetlerini devam ettirmişlerdi. Sayın Cennet Bilek kitabı şu satırlarla başlar; “Buğdayın hikâyesi toprağa, insanın hikâyesi ana rahmine düşünce başlar.” Bu hareket noktası belek şeytanlarının bizi ana rahminden itibaren takip etmeye başlaması ve öğrendiğimiz korku ile yaralar almamız, bu yaraları iyileştirmediğimiz zaman da kuşak lanetlerine teslim olup yaralar almamız sürecidir. Kitaptaki katil de böyle bir durumda, o da bebekken tertemizdi ama ona öğretilen korku hikâyeleri onu kuşak lanetinin devamı yaptı ve atalarının yazgısını paylaşan Arat’ı haince öldürdü. Aslında Arat tek bir kişi değildir, o kişinin kimliğinde tarihin en büyük felaketine uğramış bir halkın yok edilmeye çalışılmasıdır. Arat, Prometheus’un cesareti ile sadece atalarının usulünce gömül- me hakkını savunan çağının vicdanı olan bir aydındır. Arat, Ararat’ın çığlığıdır. Arat’ın öldürmesi ise Düğme Göz’ün devam ettirmek istediği ittihatçılardan kendisine aktarılan kuşak lanetleridir. Bu kuşak laneti ise halen korku imparatorluğu peşinde koşmaya devam ediyor. Hem bunlar hem de bellek şeytanlarına teslim olanlar kuşak lanetlerini gittikleri her yere kendileriyle birlikte taşıyor. Doğrusunu isterseniz bellek şeytanlarının hüküm sürdüğü coğrafyalarda yaşamak bir gün bizim de bu şeytanlara teslim olmamızı daha da kolaylaştırıyor. Büyük Alparslan’la Anadolu’ya gelen bellek şeytanları son yüzyılda İttihatçılarla yeniden ortaya çıktı ve ne ilginçtir ki İttihatçıları eğiten Alman generallerle; birinci ve ikinci dünya savaşı ile Almanya’da Nazilerin “Kuşak Lanetleri”ni yönetti. Korku romanları çoğu zaman insanları daha kolay yönetmek onları güçsüzleştirmek için yazılır. Sayın Cennet Bilek’in romanı bir aşk romanı yani korku romanı değil. Ama bir tarafta aşk öbür tarafta süren “Kuşak Lanetleri” var. Romanda ruhları yorgun yolcuların Ararat’tan Olymhos’a koşarken Anadolu’ya değen gölgeleri var. Zamanın tanrısı Kronos’un usulünce gömülme hakları ellerinde alınan Ermenilerin çığlığına sessiz kalması var. Her kitabın bir kaderi vardır, dilerim “Kabil’in Gölgesi” kitabının kaderi kitabın kahramanlarının ve kuşak lanetti taşıyıcılarının kaderine benzemez. Herkese iyi okumalar diyorum ve ne olur bellek şeytanlarınızı kovun artık. “Kuşak Lanetleri”ne teslim olmayın. “Çerağı yak! Şaraba su, hamura maya katma. Sadece yazgına inan ve gizli kal..!” “…Herkesin bir “Akıl Çağı”, bir “Yaşanmayan Zaman”ı bir de “Yıkılış” zamanı vardı. Sartre, “Özgürlüğün Yolları” dedi buna. “Akıl çağı”, Cennet, “Yaşanmayan Zaman”, Araf ve “Yıklış”, Cehennem. J.P.Sartre, bu üçlemesinde cenneti, a`rafı ve cehennemi yazdı. Kahramanı Methiu, ”Akıl çağı”nda bohem, ”Yaşanmayan Zaman”da stoik ve “Yıkılş”ta cephede intiharı bekleyen bir direnişçi. Edebiyatın ve felsefenin sürekli üzerinde durduğu bu üç kavram özgürlük, direniş ve intihar aynı kişide sürekli kavgaya durdu hepimizde olduğu gibi…” “…Kadın, İbrani mitolojisinde evcilleşmeyen ayrılık, Antik Grek’te ceza, Aden`de yalnızlık, Sodom- Gomora diyarında tuzdan heykeldi. Her yerde tanrının öfkesiyle sınanıp, gazaba uğrayan Eyüp sabrı ve meçhule giden gemilerin içinde evcilleşmeyen umuttu, onlardı yalnız ve üşüyen ruhlarını, sonsuz sevişmelerle örs tezgâhına bırakıp giden…” sabahattinserif@gmail.com Kızılbaş Yayınevi K i t ap - D er g i -A f i ş - D i z g i Ta s a r ı m - G r a f i k D iji t a l ve O f s e t ba sk ı i ş l e r i n i z i t i n a i l e yapı l ı r. kitapevlerinde Te l: + 49 (0) 177 5 0 2 8 8 5 3 k i z i l ba s yay i nev i @ k i z i l ba s . bi z kızılbaş - sayfa 19 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 12 Eylül; Tanrı’yı öldürdü, Peygamberi tatile çıkardı. Ankara adliyesinin önünde gezinirken aklım mahkeme salonunda değildi. Benim için önemli olan salonun dışındakilerdi. Çünkü onların samimiyeti, vicdanı içeridekilerden daha adildi. Keşke cuntacıları halk yargılasaydı. Sözgelimi; Berfo Ana, Mazlum Doğan’ın ailesi, Erdal Eren’in ailesi ve diğer devrimcilerin ailesi gözlerinin içine bakarak, “Bizden af dile.” Deselerdi Kenan Evren’e ve diğer cuntacılara. “Sen 17 yaşındaki çocuğu astın ama biz seni asmayacağız. Hiç değilse zindana girdiğini görelim.” Deselerdi. Adliyenin önünde toplanan insanların gözlerinde 12 Eylülden kalan acıların izleri okunuyordu. Belki de yıllardır birbirini görmeyenler orada kucaklaşmanın heyecanını yaşıyordu. Birbirlerine gördükleri işkenceleri gülümseyerek, sanki şaka anlatıyorlardı. “Bu günleri gördük ya!” diyenlerin sayısı küçümsenemeyecek kadar çoktu. 12 Eylül 1980 yılında sevdiklerini kaybede nlerin, işkenceden geçenlerin ruh halini tahmin edebiliyorum. Ben o yıl Eskişehir’deydim. Hastanede nöbetçiydim. Sabaha karşı hastane bahçesinde oradan oraya koşanları görünce kalbim delice çarpmaya başladı. Çünkü biz devrimciydik ve devrimciler gölgesinden bile kuşkulanırdı. Hemen bahçeye çıktım. Kapının önündeki asker buz gibi bakışlarıyla duvar gibi karşıma dikilmiş, “Yassak!” diyordu. “Ne yasağı anlamadım.” Dedim. “İhtilal oldu, gir içeriye!” dedi asker. İhtilal sözcüğü beynimde dalgalanıyordu. Devrimi biz yapacaktık, bu askerler de neyin nesi diye düşünüyordum. Çünkü rüyalarımda hep kızıla boyalı bir Eylül vardı. Kızıl bir Eylül sabahı devrimciler dağlardan kentlere, kentlerden dağlara doğru yürüyecek ve o herkesin özlediği sosyalist düzeni kuracaklardı diye beklemiştim. Halen bekliyorum… Ama o sabah uyandığımda gördüğüm tanklar ütopyalarımı ezip geçmişti. Kızıl Eylül’e yine geç kalmıştık. Devrimcilerin yerinde tanklar vardı sokağımızda. Tanklar kan revan içinde kızıl Cennet Bilek bir Eylül bıraktı belleğimde, belleğim o kadar nankördü ki bana karşı, her tank ve asker gördüğümde, her telsiz sesini duyduğumda beni hep o sabaha götürdü, telsiz sesleri, tanklar hiç unutmama izin vermedi 12 Eylül sabahını. Sonrası daha vahimdi. Gökyüzü hep gri kaldı. Kurşun kadar ağırdı havadaki koku, hiç silinmedi silemedi kimse bu ağır kokuyu. Bildiğim bütün renkler silinmişti. Yasaklarla kuşatılmış bir toplumduk artık. Birbirimizi tanımamışlıktan geldik sokaklarda yürürken! 12 Eylül de Diyarbakır zindanında kalan bir dostum; “Artık Tanrısız yürüyorum yolları, çünkü ruhumda açılan yaraları Tanrı’lar iyileştirmiyor.” Demişti. 12 Eylül karanlığının cezaevlerinde uyguladığı zulmün parolasının halen beyninin bir yerlerinde çınladığını söylerken o parolayı mırıldandı. “Burada Tanrı yok. Peygamber’se tatile çıktı.” Bu parola ve ırkçı marşlar sosyalist beyinlere zorla zerk edilmişti zindanlarda. Tanrıyı öldüren ve Peygamber’i tatile çıkran 12 Eylül cuntası hem o dönemi yaşayanların ruhunda hem de onların yakınlarının ve sonradan doğan çocuk- larının ruhlarında da derin yaralar açtı. Eminim ki 12 Eylül de Tanrıyı öldürenler bugün aynı tanrıdan onlara merhamet etmeleri için yalvarıyorlar. Ben kendi adıma 12 Eylül 2010’da yapılan referandumda cuntacıların yargılanmasına “Yetmez ama evet” dediğimde amacım Akp Hükümetinden adalet beklemek değildi elbette. Ben inanıyorum ki hangi hükümet olursa olsun adaletleri daima kendilerine olmuştur. Türkiye’nin hukuk sisteminde yargılanmış biri olarak yüzüme tüküren hâkimler tanıyorum. Hemen hemen her davanın kararının hukuki değil siyasi sonuçlandığını biliyorum. Cuntacı Evren hiç düşünür müydü adının adliye koridorlarında geçeceğini? Bir gün gelip; yüzüne katil diye haykırılacağını? Aklına bile gelmemiştir çünkü bu ülkede dokunulmazlıkları vardı onların. Yıllar önce, o tankları sokağınızda gördüğünüz sabah ne hissettiğinizi bilmiyorum; ama ben hem o tankları gördüğüm sabahı hem de onlarla birlikte yaşadığım yılları çok iyi anımsıyorum. Hiç iyi şeyler hissetmediğimi biliyorum. O tankların ve postalların rüyalarımı böldüğü geceleri, sokağa çıkma yasaklarını, yakınımdakilerden duyduğum işkence hikâyeleri halen belleğimde canlılığını koruyor. Gördüklerimin ve yaşadıklarımın her hücreme pusu kurarak beni yavaş yavaş esir alıp çarmıha germelerini de unutmadım. O tankları, askerleri, telsiz seslerini ve işkencecileri sokağıma salanlarla yine bir eylül sabahı hesaplaşacağımı o 12 Eylül sabahında hiç düşünmezdim. Çünkü cuntacıların belleklerimize saldığı korku tahmin edilemeyecek kadar derindi. Meğer tarihin de vicdanı varmış ve insanların ortak belekleri istedi mi bazı şeyler olanaklı olabilirmiş. Ben kendi adıma bir gün gelecek, devran dönecek cuntacılar yargılanacak diye hep bekledim. Evimizin duvarlarındaki kurşun deliklerine her baktığımda, okuduğum her işkence öyküsünde “göstermelik” te olsa adaletten umudumu kesmedim. Adalet, bir gün adil insanların yapacağı yasalarla bizlere ihtiyaç duymadan kızılbaş - sayfa 20 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 bunu yapacaktı bunun için adalet duygum hep bekle dedi ben de bekledim. Şimdi mezarsız ölülerin, zindanların karanlığında kafalarına çivi çakılanların, zorla asimilasyona tabi tutulanların, cinsel organlarına ip bağlanarak köy ortasında dolaştıranların, bok yedirilenlerin, faili meçhule gidenlerin… Ölülerin ve zulme uğrayanların ortak bellekleri cellâtları sokağa salanların yargılanması için bizden yardım bekliyor. Nedir bu yardım derseniz çok basitti. Cuntacıların yargılandığı sabah Ankara Adliyesinde buluşmaktı. Çünkü gerçekten “tarihi bir gün” yaşanıyordu. Adliye önüne gittiğimde ise yine “solun” hastalığıyla karşılaştım. 12 Eylül faşizminden en çok zarar gören örgütler, kurumlar orada değildi. Ellerinden orak çekiçi düşürmeyenler yoktu. Ama Berfo ana güvercin adımlarla yürüyerek hesap sormaya gelmişti. Mazlum Doğan’ın ailesi oradaydı. Ve daha nice devrimcinin ablası, kardeşi, ağabeyi, anası babası oradaydı. Yurt dışına mülteci olmuş devrimcilerden bazıları oradaydı. İllahi adalet, halkın adaleti buydu işte. Mağdurların adliye önünde toplanması, “Katil Cuntacılar!” diye haykırmasıydı. Kusura bakmayın devrimci kardeşlerim; Eğer 100 yaşındaki Berfo ana geldiyse sizde bir zahmet orada olmalıydınız. Berfo ana kadar mı yanık yüreğiniz? Mazlum’un ablası kadar mı derin acınız? Bu yargılamanın göstermelik olduğuna ve Akp nin böyle bir derdi olmadığına inanıyorlardı bu orak çekiç i elinden düşürmeyenler. 12 Eylül’ün gerçekleşmesi tabii ki sadece birkaç Generalin işi değildir, Abd desteğiyle gerçekleştiği herkes tarafından biliniyor. Ergenekon belgelerinde ortaya çıkan şu dipnotu anımsatmak isterim. “Eğer ABD desteği olsaydı yine darbe yapıp Akp yi indirebilirdik.” Diyen paşalar halen aramızda. Berfo Ana'nın Ağıtı Artık söz sırası Berfo Ana'da. Hakim "Annemiz Türkçe biliyor mu?" diye soruyor. Salon sus pus oluyor. Berfo Ana konuşmaya başlıyor: "Kenan Evren sen hiç utanmadın mı benim çocuğumu öldürürken?" Serhat KORKMAZ korkmazserhat7@gmail.com 12 Eylül davasının ikinci duruşması görülüyor. Düne göre daha akıcı sürüyor dava. Bireysel müdahillik talepleri dinleniyor. Saat 15.00'e yaklaşıyor. Söz sırası yazar Orhan Miroğlu'na geliyor ve duruşma salonunun kapısı açılıyor. Bir kadın giriyor içeriye elinde fotoğraf, yanında kızı ve oğluyla birlikte. Salondan alkış sesleri yükseliyor. Bu davanın belki de en unutulmayacak anlarından biri yaşanıyor. Berfo Ana giriyor içeriye. Evlatlarının yardımıyla oturuyor. Ardından Orhan Miroğlu konuşmasına başlayacağı sırada bir avukat" İsterseniz önce Berfo Ana konuşsun" diyor. Miroğlu "Olur tabi. Ama biraz dinlensin bence" diyor. Berfo Ana dinleniyor, Miroğlu konuşmasını bitiyor. Artık söz sırası Berfo Ana'da. Hakim "Annemiz Türkçe biliyor mu?" diye soruyor. Salon sus pus oluyor. Berfo Ana konuşmaya başlıyor. "Kenan Evren sen hiç utanmadın mı benim çocuğumu öldürürken? Evin yıkılsın, ocağın sönsün. Sen benim evimi yıktın" diyor. Evren sanık sandalyesinde oturuyormuşçasına oraya bakıyor. Ve devam ediyor: "Elin ayağın titremesin Evren, buraya gel!" Ardından hakime dönüyor: "Sen o namussuzu neden buraya getirmedin" diyor. Öyle içten, dokunaklı konuşuyor ki salonda gözyaşlarını tutamayanlar oluyor. Konuşması bitiyor. Oğlu ve kızının arasında öylece oturuyor. Bir süre sonra yorulmuş olacak ki, elinde oğlunun fotoğrafı salonu terk ediyor. Duruşma boyunca ve sonrasında sesi kulaklarımdan hiç gitmiyor Berfo Ananın. Benim için 12 Eylül davası tarihinde unutulmayacak bin an. Bir oğlu sürgüne giden ve bir oğlunu da işkencede kaybeden 105 yaşındaki Berfo Ana ambulansla Ankara'ya geliyor salona giriyor. Ama Evren ve Şahinkaya salona gel(e)miyor. Davanın ikinci günü bitiyor, evime geliyorum. Hala Berfo Ana'yı düşünüyorum. Acaba diyorum kendi kendime yüz beş yıllık hayatının hangi evresinde içten gülebildi ki? Hangi hatırası vardı gülümseyerek anımsadığı? Nice savaşlara, nice yoksulluklara tanık olmamış mıydı o gözler? Bırakın 12 Eylül'ü diğer iki darbenin de tanığı değil miydi o? İstiklal Mahkemeleri'ni de görmüştü, takrir-i sükûnları da. "Kart", "kurt" sesinin de tanığıydı o nice katliamların da... Dersim Katliamını da bilirdi, Zilan Deresi'nin oluk oluk kan aktığını da... Nice ağıtlar yakmıştı kim bilir nice kaybedilenlere... Kısacası kimliği yok sayılmış, ruhu hırpalanmıştı. Ama o inatla yaşamaya devam ediyor. Oğlu Cemil Kırbayır'ın mezarını istiyor. Yüz beş yaşındaki bir kadının ağıtını, isyanını duymalı. Yoksa ortak olunur bu coğrafyadaki her türlü zulme. Kaybetmek bir ruhu, bir bedeni, nerde olduğunu bilememek, her gün gelecekmişçesine beklemek ve gel(e)mediği her gün biraz daha yok olmak. Bu bir anneye reva görülebilir mi? 12 Eylül davası tarihi bir dava olacaksa eğer bu ağıtları duymalı ve gerçek bir yargılama gerçekleştirilmelidir. İnsanlarda oluşan "umudun" boşa çıkması yaraların yeniden ve yeniden sağaltılmasından öteye gitmeyecektir. kızılbaş - sayfa 21 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 QISIM: JU DOMONENİYA MADE ODETU, TOREU KULTURE KIRMANCİYE Na nustaiste odetu toreu, kulture Kırmanciya ma sero wındenu. Domoneniya made odetu, tore ma çutiriwi,itiqate ma çutiriwi. Qalıgune ma, piyune ma, maune ma na odetu, toreu, kultur çutır berdene çutır raa itiqate xo ramıtene, ma dinera çı di çı mısayime. Nayera gore mı çıqe dinura diyo hesno, dinura mısayime, çıqe aqıle mıde mendo bınusni, qesey bıkerime qe, domone ma, torne ma horte ma bıwane bımıse, wair wejiyene qe, na odetu, toreu, kulture xo wini mekerene, ze mau, piyu qalıqune xo bıkere ber devam kerene. Odetu, toreu, kulture kırmancıya ma, rındeqeniya, isaneniya, zuwinira giredayena, heqa deru ciraniya heqa mordemeniya, heqa iqraru imaniya, heqa piru rayweriya, heqa jaru diyaruna, heqa cemu cematiya, heqa ceniye u camerdiya, heqa mau, piyu, evladiya. Ez kılm vaji. Heqa raa desu de imamune deste kerbelawa. Çıra niya wanu, tene arıste keri. Kırmanciya made, ma piyune xora, qalıqune xora niya diyo, niya zoneme. Qurban, niyaz, germiya desu dı imamu, loqme heqi teyna newerdene. Deru ciranira bare kerdene, kerdene wıla, kes be bare u be loqme heqi newerdene. Çıme keş towade nemendene. Piru raywerqe amene, pirire qurban kerdene, o qurban ardene oda piri, piri duwa qurbani deneci hona berdene sarabırnene. Qurban potene werdene, ora dıme cem giredene. Ceni,camord zu cade pero piya biyene top. Cemat qe ame ne peser piri desu dı xısmeture, mordeme xısmete tayin kerdene, duwa xısmetçü qe denecı. Cematira pers kerdene watene, werte sımade kamo qe zuwinira here dano, xamo qe jüde heqa xo esta, heqa deyi cido, xora raji kero. Heredanıqi zuwinira hastwene. Hata qe zuwinira raji newiyene zuwinira hast newiyene verte cemi neguretene. Zuwini kele kerdene zuwinira biyene raji. Piri hona cem giredene, ibadet kerdene. Ceni, camordi, domoni pörine piya zu feqra Hallah Hallah watene, taye qi berwene. Cem qe qediya SAİT BAKŞİ her keşi xatır wastene, lew nene piri desta, şiyene çeune xo. Odetu, tore kırmanciye zafiye.Zu nusdayisde perune, nusnayene zaf zor beno. Nayere gore qısım qısım binusnine qe tenena rınd ma na odetu toreu, kulture xo nejdira nas bıkerime, biyamera xo wiri. Na nusdayis de Gaxan u roze Xızıri çıko, çutır biyene. Gaxan, asma zımıstoniya werena. Na asmera asma gaxani wajiyene. Hesawe qelemera yane teqwimo newera eqe desu hire roji şi, endi paiz qedino. Hesawe teqwime kamira zımıston jü wayino endi na rozera gaxan mordene. Yane hesawo qanra qaxan jü wajiyene. Asma gaxani (14 Aralık-14 Ocak) çor heştiyo. Heşte çorinede roza posemiye, sone yeni gaxan kerdene. Kırmanciye de gaxan sera newiya. Sera qane qedina endi kune sera newiye. A sera newiye sa bene,piroz kene. Tabi Dersimde dı heştide, taye caude hire heştide, taye caude qi çor heştide kene. Deva made heşte çorinede kerdene. Keşi nas nekerdene qe kamejiyo. Ewe o torera çewe çera feteliyene, mılet fistene wais, mılet waisde merdene. Zaf rındeq kaykerdene. Zeqe nıqa tiyatro kaykene heniwi.Nıqa qal kaykerdene wurna. Dı camordi kaykene. Halbıqe hen neweno. Zu odet qe çutiriyo, çutır amo na rozu, hen bımano, henı qi bıramiyo şero. Qal sera qana, weywıqe qi sera newiya. Sera qane biya kokıme waxte xo werdora şiyo, weywıqe qi sera newiya, hureniya sera newiyedera endi isan kuno sera newiye. Coqa cenca ze weywıqa newiya. Gaxan de lozıne bonu kerdene pak. Uwe etsene zere çeyira, tewerıqu werde çıley fisteneracı, pilune ma duway kerdene. Heşte çorinede roza posemiye sone yeni, sare dewa ma pero biyene top amena mazra Balıxi. Balıx mazrade Cıwraq’iya, a mazrade, çe Uşene mexsudi de ewliyaye esta. O çede ewliyayi werde biyene top. Qurban qe werd, xora qe pir esto, oda ewliyayede cem giredene. Cem qe qediya, mıleti were ewliyayede her keşi çıley nena pa duway kerdene. Amene sızde kele xo bırnene, çıralıx estene bımbareqe wer. Ora dıme pirira xatır wastene, lew nene destra şiyene çeura biyene wıla, Balıxde meyman mendene, sodır biyene wıla şiyene çeune xo. Asma gaxani de, zeyi keşi xo wira nekerdene. Kami qe zeyiye xo este, bızıqe potene, ya qi hedigar cıre guretene şiyene diyare zeyu. Roze Xızıri Gaxan qe qediya, asma roze Xızıri der heq mordene. Asma roze Xızıri qi ze asma Gaxani çor heştiya, Wertalıxe desu ponce çeli u desu ponce Guze dero (15 Ocak-15 Şubat) züyo qe qurban kerdene, qurbane xızırira gore malade xo wadnene (niyet etmek, belli etmek) estene mereqe ser, xususi kerdene weyiye, rındek qayit kerdene hata qe roza qurwani ame. Heşte çorinede qale gaxani kay kerdene. O waxt qe qal kaykerdene, zu ceniye, zu qi camord wi, piya kaykerdene. Ceniye kınce camordu kerdene pay, pırçra herdise wırastene nene riye xora, sapqa nenero xo sare, biyene ze camordi. Camordi qi fistane cenü (entari) kerdene pay, fose nenero xo sare, waley, çiti, ya qi leçegi etsene xo ser, werdene ro (salmak, indirmek) riye xo guretene, keşi nezonene qe camordo. Asma roze xızıride tayine zu roze, tayine dı roji, tayine qi hire roji roze guretene. Çenequne azewu, xortune azewu roze qe guretene a sewe uwe newerdene, hewne xode qe di, şi koti uwe henide werde, watene sone uza zewejine, noqi netode rındeqwi. Domoni, cenci şiyene dewera Xıdliyas kerdene are. Ciranu tayine perey denecı, tayine qi zowina hedigar denecı. Poseme sone yeni were tewerıqude çı- kızılbaş - sayfa 22 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ley nene ro duway kerdene.Duaye xo qi niya kerdene. (Ya Xıxıre sata tenge,tı hazıru nazıra, sata tengede be comerdiye, daru imdade mau azu uze made bırese, tenganiyede mewerde.Tı Xızıre sere dengızu deyrayiya, cano qe tenge dero, be comerdiye bıxelesne. Tı her cade hazıru nazıra. Tore nejdiyu, duri çino, koti wazene uza resena. Xızıre sata tenga.) Watene hemı qi berwene, duwa xo qedenene. Mılete maye wereni qe duway kerdene ewe zero wesra duway kerdene. Qome mawo weren itiqate xo zaf gırswi. Raa xora piru, raywere xora, jiyaru, diyarune xora zaf giredaye wi. Ez naye qi wajine, itiqate mılete maye wereni, nıqa kırmanciya made nemendo. Na bere (nesil) mao peyen hem itiqate xora, hemı qi odetu, toreu kulture xora xele duri mendo,zone xo qi xo wira kerdo. Roze xızıri poseme çorinede sewa sone yeni, kamiqe qurwane xo esto, hona qe zereqe tiji koura nedariyo we, qurbane xo ardene tewer, wera jiyaru diyaru çıley nene pa, duway kerdene, ya Heq, ya Heq, ya Xızıre sere dengızu deyrayi, ya Xızıre sata tenge, kurwane ma qewul bıke, dergaye xode bıwiyarne, azu uze ma wer çarne, zayi mewe, watene, hona karda qurwani untene. Qurwan bare we bare bırnene kerdene hazır, potene, sodır niyazi qi potene, berdene deru ciranura kerdene wıla. Asma roze xıxıri niya wiyarnenera. Na odetu, toreu, kulture kırmanciyu rındequ sero, watena mı zafa, çıxa qe ez zonenu, nusdayisune xuyo binude tepiya anura zon, qome made bare kenu. k a ye n i set ç ı k çi l tı ere d Tı Xızıra Xızıra, hazıru nazıra. Xızıre sata tenga, isanire wayira. Kamo qe zerera wenga to dano. Nisenoro ostore qıri uza hazıra. Protestan Din Adamına Saldırı İstanbul Bahçelievler Protestan Lütuf Kilisesi'ne giden dört saldırgan, Kilise pastörü 58 yaşındaki Semir Sertek'in kelime-i şahadet getirmesini isteyerek tekmeledi. 58 yaşındaki Semir Serkek, Ortodoksların Paskalya Bayramı'nı kutladığı 7 Nisan Cumartesi günü yaşanan saldırıyı Radikal gazetesinden İsmail Saymaz'a şöyle özetledi: "Olay gecesi kilisenin kapısına birileri hızla vurdu. Telaşlı halleri vardı. Kapıyı açtığımda 'Bize anlat' diyerek içeri girmek istediklerini söylediler. Alaylı ve küçümseyici sözler sarf ediyorlardı." "Bu durum bende tedirginlik yarattı. Sabah gelmelerini, olumsuz konuşmamalarını ve burasının kilise olduğunu söylediğim halde hakaret ettiler. 'Burası Müslüman mahallesi, burada kilisenin ne işi var?' diyerek son dini kabul etmezsem toprağın altında gebereceğimi defalarca tekrarladılar." "Başında beyaz takkesi olan genç, kelime-i şahadet getirerek benim de söylememi isted. Göğsüme tekme attı. Sonra kaçtılar. Ben tekmenin şiddetiyle merdivenden düştüm." Semir Sertek, saldırının ardından Bahçelievler Karakolu'na giderek saldırganlar hakkında suç duyurusunda bulundu. Sertek ayrıca Bakırköy Sadi Konuk Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nden de darp raporu aldı. (EKN) İst - BİA Haber Merkezi Nükleer Neden Aceleye Getiriliyor? Greenpeace, Akkuyu’da kurulması planlanan nükleer santral projesi için hazırlanan Çevresel Etki Değerlendirmesi dosyasına yasal itirazda bulundu. ÇED dosyasının hukuka aykırı olduğu söylendi. Mersin Akkuyu'da yapılması planlanan nükleer santral projesine karşı olan çevre örgütleri ve bölge halkı, yarın Akkuyu'da protesto eylemi gerçekleştirecek. 21 Mart'ta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 2013'de başlaması planlanan Mersin Akkuyu nükleer santral projesi için genelge yayınlayıp daha hızlı çalışılması konusunda uyarıda bulundu. Bunun üzerine Greenpeace, Mersin Akkuyu'da kurulması planlanan nükleer santral projesi için hazırlanan Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) dosyasına yasal itirazını sundu. İtirazda, ÇED dosyasının hukuka aykırı olduğu kaydedildi. ÇED dairesine yapılan yasal itirazın nedeni, santrali kurması planlanan Rosatom firmasının hazırladığı dosyanın yasal gereklilikleri karşılamaması ve içeriğinin yetersiz olması. Akkuyu nükleer santrali için hazırlanan ÇED başvuru dosyasının ciddiyetten uzak olduğunu söyleyen Greenpeace Akdeniz iklim ve enerji kampanyası sorumlusu Cenk Levi "Akkuyu ÇED Başvuru Dosyası, bizzat Bakanlık tarafından hazırlanan Rehber'de belirtilen içerikten yoksun. Bu haliyle de ÇED sürecinin başlatılması için yeterli değil. Kaldı ki Mersin'de halkın yüzde 70'i nükleer santral istemiyor. Böyle bir durumda halkın katılımından söz etmek mümkün değil. Bu hukuksuz ÇED süreci bir an önce iptal edilmelidir" dedi. İstanbul - BİA Haber Merkezi kızılbaş - sayfa 23 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bir yerde eleştiri öz eleştiri yoksa orada hiç bir gelişme yok demektir… «DİNDAR GENÇLİK» TE AMAÇLANAN NEDİR? Amaçlanan piyasa islami - islam suretinde neoliberalizmidir?! Sayın T. C. Başbakanı R.Tayip ERDOĞAN «Dindar gençlik yetiştireceğiz » diyor ve bu söylem televizyonlarda ve basında epeyce tartışıldı, karşı eleştiriler olduğu gibi, karşı olmayan eleştirilerde vardı. Bu çok güzel bir durumdur ki, toplumları ileriye götürmenin mihenk taşlarından biridir eleştiri -öz eleştiri… Önce Din nedir sorusuna cevap arayalım. Dinin bir genel tanımı vardır. Hiristiyanlar içinde Müslumanlar içinde [yani ben kendime göre yalın bir dil kullanarak anladığım kadarıyla anlatmaya çalışacağım] Allâh’a inanmak peygamberler araciliği ile insanlığa gönderilen buyruklara güvenmek; iman etmek. Bu buyruklar 1) yaşama ait buyruklar 2) maneviyata ait buyruklar 2. buyruklar öbür dünya ile ilgilidir ki, öbür dünyada herkes yaptığının ettiğinin iyi yada kötü cezasını yada mükafatını alır. Yaşamla ilgili yanına yaşayan din öldükten sonra ahiretle ilgili yanına ölümden sonraki yanı diyebiliriz yani ölüm öncesi ölüm sonrası yanlarıyla ilgili… Din, dinlere göre Allâh’ ın peygamberler aracılığı ile kullarına şöyle şöyle yaşayınız böyle böyle oturup kalkacaksınız. İslâm da olduğu gibi İncil de, Tevrat ta da insanliğin özel ve toplumsal yaşamının düzenlemesine dair A dan Z ye ayetler (…) vardır. Konu burada İslâm suretinde neoliberalizm olduğu için ben burada iktisadi yanı ekonomik yanı ile ilgilenmeye çalışacağım. İslâm dininin iktisadi yanına girmeden önce şu hususlara değinmeyi konu ile ilgili gerekli görüyorum ki, birde “aydınlanma”nın pozitifist din inancı tanımı vardır. Aydınlanma dini bir inanç olarak görür. Bütün büyük dinler ise Dini bir yaşam biçimi olarak görür.Allah ile kul arasındaki bir inanma biçimidir ve daha sonraları aydınlanma din ile devlet işlerini yerine göre ayırmış yerine göre kotrol altına almış. Aydınlanmanın zenginler ve egemen sınfları başkalarına karşı dini çıkarlarına alet ederek savaşlar çıkarıp, soykırımlar yapıp sömurgeler yaratmıştır. Aydınlanmayı kendisine reva gören devletler ABD, İngiltere si, Fransa sı, Fe v z i K A RTA L şu devleti bu devleti… Aydınlanmayı kabül eden devletler in söylemleri ile pratikleri farklı farklı olmustur; dini çıkarlarına alet ederek amaçları için kullanmışlardır bu nedenle Marks “din sömürücülerin elinde bir afyon dur demiştir“ Yine bu sözüm ona “aydınlanma”nın zengin, sömürücüler sınıfı Marks ı kötülemek için “bakınız Marks dine afyon diyor” yalanını ortaya atmışlardır. Aksine Marks Feurbach ın tezlerinin eleştirisi kitabinda aşırı bir şekilde dine çatanlara siz kendi teolojinizi yaratıyorsunuz, ateistler teolojisi, diyerek karşı çıkmıştır. Hegel ilk çağ felsefecilerinin ve daha sonrası dinlerin bize kazandırdıkları eşitlikci çabaların, dil, soy, ırk ,eşitliği; Allah ın huzurunda herkes eşittir, insanin iyi ahlak öğretileri kavramlarından hareketle doğu sözcüğünü coğrafi bir kavram olarak değilde sosyolojik bir kavram olarak ele alıyor ve bütün bunlardan hareketle her şey doğudan geliyor yazıyor… Daha sonraları kendilerine marksistim diyen ama Marks ın düşünceleri ile ilşkisi olmayan bürokratik reel sosyalist devletlerde dine yer yer baskıcı davranmişlardır aydınlanmayı egemen sınıfların çıkarına gore ayarlayan sözüm ona aydınlanmayı kabül eden devletler gibi baskıcı olmuşlardır. Günümüz 21. YY sosyalistleride dini şöyle tanımlamaya çalışıyorlar,” Din insanların icat ettiği ve insanlara hizmet için varedilen bir felsefi kavramdır. Özünde insanın hayvanlardan ayıran çağa uygun karakter yapısı kazanmasına hizmet için oluşmuştur. İnsanları insani değerlerle buluşturmak, ehlileştirmek, zararsızlaştırmak için düşünülmüştür. Mistiktir. Kişinin kendi içine doğru seyr-ü seferidir. Geç- mişte her dönemde dönemine uygun yozlaşma ve haksızlaşmaya karşı bir mücadele düşüncesidir Her dönemde çıkış itibariyle başarılıdır ve ilericidir. Ta ki hakim zümrelerin eline geçip onu hükmedenlerin ellerine bir kırbaç olarak dolatıp hükmetmeleri sınıflara baskı aracı olarak kullanıncaya kadar. O andan itibaren özünü ve amacını süreç içerisinde yitirip gericileşir ve yeniden bir keşifle etkisizleşmeyi hakeder” Bir de burada büyük dinlerden öncede var olan eşitlikçi köylü toplumları dini Batini inanç dinlerinin Alevilk, Bektaşilik, İsmaililik vede Hiristiyanlık taki Bogomolilik, Budizmin reformcu kanadı da kendi aralarında faklılıklar olsada, nüans farklılıklar, Dini bir yaşam biçimi olarak görürler insanlar ve topluluklar toplumlar arasında eşitlikci anlayışa sahipler ama Allah’ı, yaratıcıyı, Hz Alinin “Enal” anlayışına uygun ve ya benzeri bir anlayışıyla değerlendirirler… Büyük dinlerin bu dünya ile ilgili, yaşama dair eşitleyici büyük çabaları vardır.” Bütün bu büyük dinler insanları iki yönde eşitlemeye çalışırlar topluluk ve sınıfsal olarak. Sınıfsal olmayan aidetler vardır örneğin insanlar herhangi bir aşirete bağlıdırlar. Ticari ekonomik ilişkiler gelişince o aşiret ilişkileri onun önünde bir engel olmaya başlar. Mekkeyi ele alalım. Kureyşliler Mekkenin zenginleriydi. Aşiretlerde aşiretsizlerde vardı. Totemler yani putlar bu aşiretlerin ayrılığının ve eşitsizliğinin sembolleriydi. Allah ı kabul etmek, Al lah a şirk koşmamak eşit olmak anlamına geliyordu. Allah büyük ölçüde eşitleyici bir varlıktır Bütün farklı aşiretleri bir tek Allah ın kulluğu ile eşitler Bu bir biçimsel eşitliktir”. Gerçek bir iktisadi ya da sınıfsal eşitlik olması yönünde dinlerin gayreti vardır. İslâm da komşun aç iken sen tok yatma. Maum suresi:” yoksulu doyurmak, öksüzü kayırmak namaz kılmaktan iyidir”. Velet suresi:” bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmak yoksulun karnını doyurmak imandan önce gelir”. Necm suresi : emeğin kadar al.” Kella suresi: kainattaki nimetleri koru ve bölüş buyuruyor. İslâm daki mülki- kızılbaş - sayfa 24 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yet vesayet ilişkileri Sayın Başbakanımızın yaptıkları ile bağdaşmıyor vede benim görebildiğim kadarıyla Sayın T. ERDOĞAN mezarla ilgili bölümüyle ilgileniyor diye düşünüyorum Din bir vicdani olaydır. Din Allaha inandırmak için değil Allah a güvenmek içindir Kuran da inandirmak sözcüğünün yerine ona güveniniz, nimetlerini koruyunuz, hakkaniyet içerisinde kullanarak bölüşünüz (…) yazıyor. “Hiristiyanlıkta komşunu kendinden önce düşün denir. İslamiyette faizin haram edilmesi başkalarıyla elindekini paylaşmak gibi davranışlar her zaman övülmüştür hatta farzdır. AMA bütün tarih bize şunu gösterir dünyanın en iyi ahlaki öğretileri bile filiyatta gerçekleşememiştir. Bir süre sonra zenginler elindekileri vermemeye başlamişlardır Bu başarısızlık neden kaynaklanıyor? Sorunun özü şurada aslında tüketim ve bölüşüm aracılığıyla eşitlik çağrıları başarısız kalmaya mahkümdur çünkü bunlar eşitsizliğin nedenlerine girmez onların sonuçları ile uğraşır. Sınfları yok etmez sınıfları veri olarak onların arasındaki farkı tüketim ve bölüşüm farklılıklarını ılımlandırmaya çalışır” Bütün bu büyük dinlerin mirasına sahip çıkılarak şu çözümü ileri sürmek ve de nedenlerine girerek çözüm üretmek bence daha mantık sonuçlarına varmış olunur diye düşünüyorum. Eşitliği üretim ve mülkiyet ilişkileri aracılığı ıle sağlamakta çözüm bulmak gerekir diyorum.” Sınıfları kabül ederek değil sınıfları var eden koşulları ortdan kaldırarak sınıfları yok ederek eşitlemek çünkü zenginler belli bir süre sonra elindekini vermiyorlar” Cami dibinde dilenciye az bir para veriyorlar, kömür, şeker dağıtarak oy toplamaya çalışıyorlar ki buda eşitliği sağlamıyor. Eski Roma da zenginler sınıfı iktidarı alarak Hz Isa nın büyük idali olan ETRE (olmak) ou (ya da) AVOIR (sahip olmak) seçeneğinden ETRE in önüne geçmişlerdir ve de özünü boşaltmışlardır. Muavıye de İslamın tüketim alanındakı paylaşım anlayışının içini boşaltmıştır. Bence Dindar gençlik yetiştirmek anlayışıyla aranan ve yapılan islam suretinde neolıberalizdir. Aşırı sağcı neocon ların W. BUCH ların A.B.D.de yaptıkları gibi. Okuyan, araştıran yalın bir şekilde görecektirki Türkiye de sadece sayın Başbakan ve F, GÜLEN çevresi bunu yapmıyor yine hepsi ABD de eğitimli İslâm coğ- rafyasında kuveyte Tarık al Suvaidan, Birleşik Arap Emirliklerin den Najip al Rifati, Mısır da Youssif al Qaradawi, Yemen de şu Magreb ülkelerinde bu, bu şahıslar kı, hepsinin isimlerini yazmaya gerek yok. Bunların hepisinin amacı islam suretinde neolıberalızmdir. Piyasa islamı. Şu anda Türkiye de yeni bir anayasa ile şunlar yapılsa daha iyi olmazmı? “1 Yeni Anayasayla insanların Din özgürlüğü güvence altına alınmalıdır. İsteyen istediği gibi inanmakta ve yaşamakta kişi haklarına saygılı olmak koşulu ile özgür olmalıdır 2 İbadetle ticaretin yanyana olması Dine bir hakaret olark algılanıp yasaklanmalı ve tacirlerin Dini kirletmesi ve çıkar amaçlı kullanılması önlenmelidir. 3 Seçmeli Vergi Hanesiyle çalışanların vergilerinden makul bir oran direkt Din işlerine aktarılmalıdır. İsteyenin bu vergiden muaf tutulmasıyla inanmayanlarında hakları güvence altına alınmalıdır. 4 Devlet Dini serbest bırakmalı ve her Dine eşit mesafeli davranmalıdır Yünlendirme, korumakollama etkileme veya kullanma adaletsizliğine tenezzül etmemelidir. Aksi durumlarda çatışmalı ortamlara Devlet bizzat kendisi sebebiyet verir. Adaletin olmadiği yerde çatışma doğar. İnanan insanların inançlarına ne denli samimi ve dürüst oldukları onların yapacakları fedakarlıklarla ortaya çıkacak “Münkirle” “Münafık “ orada belli olacaktır. Dini kendi pis çıkarları için kullanmalarının önüne geçilmiş olunacaktır. İbadethane gerekiyorsa Cemaat kendi olanaklarıyla inşa edecek bu anlamda yapacakları fedakarlıklarında bir değeri ve anlamı olacaktır. Bir Din önderi eğer çıkar için değilde içinden geldiği ve gönüllülük esasında hizmet verirse makul ve içten olacaktır Hak ettiği için toplum tarafından kabül edilip itaat edilirse Din adamı özelliği olur aksi taktirde paralı bir memurdan farkı kalmaz. O zaman yüzyıllardır hasreti çekilen daha nice Mevlanalar, Yunuslar, Hoca Nasrettinler çıkacaktır. Dindar bir gençlik Dini ancak özgür bırakmakla mümkündür Yoksa hakim sınıfların hizmetinde bir Dinle olsa olsa ancak “Kuzu” gibi gençlik ve” Koyun” gibi sağılmaya mahkum bir toplum yaratılır Zaten A.K.P. ve T. ERDOĞAN larında kastettiği bu dindarlık olsa gerek. Karar Halkımızındır” 17 Şubat 2012 DESİM’de: devletin asimilasyon aracı olarak kullanılan paşalar camisinden!.. günlük 5. vakit okunan ezana son verilsin! Desim inancımıza sayğılı olmalarını ve ezan okunmasının durdurulmasını talep ediyoruz!.. SAKİNE POLAT - ALİ ÜLGER kızılbaş - sayfa 25 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Özerklik Kürt-Türk katliamı getirir Prof. Taner Akçam NEŞE DÜZEL: Siz, PKK hareketini, bir zamanlar yakından tanımak fırsatı buldunuz. PKK ne istiyor? Kendisi tarafından kontrol edilmek şartıyla bağımsız devletten başlayarak otonomiye kadar uzanan her şeyi isteyebilir PKK. Bu yüzden, “PKK devlet istemiyor ya da PKK devlet istiyor” sözleri çok anlamlı değildir. PKK yöneteceği bir idari birim istiyor. Yöneteceği bir toplum mu istiyor? Evet. Bunu da, demokratik mekanizmanın bir sonucu olarak istemiyor. “Bu işi bu noktaya ben silahımla getirdim. Bundan sonrasını da silahımla alacağım” diyor. Şu anda uluslararası konjonktür izin verse, PKK, yeni bir devlet kurar ama dünya ulus-devletlerin kurulmasına artık izin vermiyor. Bu yüzden PKK, Türkiye’de otonom bölgeyle idare eder. Ama böyle bir çözüm, yani “etnik kimlik esasına göre bir idari yapılanma” demektir. Bu etnik temelde bölünme de bu ülkede çok büyük katliamlara yol açar. PKK çizgisindeki Kürt siyasetinin çatı kuruluşu olan Demokratik Toplum Kongresi, özerklik ilan etti. Özerklik, etnik temelde bir çözüm arayışı mı? Evet... Özerklik, etnik temelde bir çözüm arayışıdır. Bu, ulus-devletin çekirdeğidir. Light ulus-devlettir bu. Böyle bir çözümle, bölgede kan gövdeyi götürür. Bölgede yeni sınırları gündeme getirecek çözümleri değil, sınırları anlamsızlaştıracak çözümleri düşünmemiz gerekiyor bizim. Otonomi çerçevesinde bir çözüm, hem Türklerle Kürtler, hem de Türk devletiyle Kürtler arasında kitlesel katliamlara zemin hazırlar. Kısacası Kürt özerk bölgesinin kurulması, çatışma getirir. na vurulan bir dipçik ise, bu genç niçin ayrılmasın? Kafasına bir daha vurmamız için mi? Meselenin nasıl çözüleceğine gelince, bence birey ekseninde çözülmeli. Kürtçe eğitim veren okullar açma gibi, çift dillilik gibi haklar, ademimerkeziyet bireysel haklar temelinde pekâlâ gerçekleşebilir. Bakın... Ortadoğu’da yapılması gereken üç şey var. Nedir o üç şey? Bir, etnik temeli esas alan bir siyasallaşmadan uzak duracaksınız Ortadoğu’da! İki, mevcut sınırlarla fazla oynamayacaksınız! Üç, demokratikleşmeyi, bireysel eksende yapacaksınız! Kürt meselesini çözmek için de, yerel yönetimlere Avrupa Birliği’nin şartları uygularsınız ve bireysel hakları sağlarsınız. O zaman bu iş çözülür. Dolayısıyla, Kürt açılımına ve demokratikleşmeye ilişkin hiçbir konu PKK’nın tekelinde değildir. Devlet bütün bu açılımları kendisi kolaylıkla yapabilir. Ayrıca ayrılıkçılığı isteyen parti de özgür bırakılır. Seçimleri kazanırsa, demokratik yoldan ayrılma da gerçekleşebilir. Sizce Kürt sorunu nasıl çözülür? Siz Apo’yla bir zamanlar görüşmeler yapmıştınız sanıyorum. Apo nasıl biri sizce? Önce şunu söyleyeyim. Türkiye’de Kürt meselesini tartışan her kişi, kendisini Hakkâri’de kafasına dipçikle vurulan gencin yerine koymak zorundadır. Eğer bu gence verebileceğimiz kafası- Son derece akıllı bir insan. Ankara’da öğrenci hareketinde beraberdik. Ankara’da yüksek öğrenim derneğinin yönetim kurulu üyesiydik. O, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin temsilcisiydi. Ben, ODTÜ’nin temsilcisiydim. Bizler, Mahir Çayan’a yakın düşünen gençlerdik. Türk ve Kürt halklarının silahlı mücadele temelinde birlikte Türkiye’de sosyalizmi kuracağına inanırdık. Apo, “Mahir Çayan’ın söyledikleri en iyi Kürdistan’da uygulanır. Batıda şehirlerde olmaz bu. Kalkın Kürdistan’a gidelim bu işi oradan başlatalım” derdi. Silahlı mücadelenin Kürdistan’da örgütlenmesi gerektiğini savunurdu. Nitekim Ankara’yı terk etti. Sonra hiç karşılaşmadınız mı? 1981sonrasında Suriye’de karşılaştık. O dönemde hem Avrupa’da hem Türkiye’de e askerî rejime- faşizme karşı bütün solun içinde olduğu birleşik direniş cephesi kurduk. Öcalan’la 1984’e kadar öyle bir beraberliğimiz oldu. Ama biz siyasi hareket olarak 1984’ten sonra Suriye’yi terk ettik. Mesela 1980’de 12 Eylül’den ya birkaç ay önce ya da sonraydı... Kendisinden bir mektup aldım. Mektubunda ne diyordu? Kafasındaki model gene 1975’te söylediklerine yakındı. O cümleleri hiç unutmam. “Mustafa Kemal, Anadolu’ya çıktığında yaptığı ilk iş, Kürt aşiret reislerine mektup yazıp, onları Kurtuluş Savaşı’na davet etmek oldu. Burjuva ve feodal önderlerimizin o zaman yapabildiği şeyleri biz sosyalistler bugün niçin yapmayalım? Siz yukarıdan ben aşağıdan Türkiye’de faşizme ve askerî kızılbaş - sayfa 26 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 rejime karşı mücadeleyi örgütleyerek Türkiye’de demokrasiyi ve özgürlüğü kuralım” demişti bana. Sonra görüşmediniz mi bir daha Apo’yla? Çok görüşmeler oldu. Dedim ya... 198183 yıllarında Türkiye’deki bütün sol siyasi hareketler olarak faşizme karşı birleşik direniş cephesi diyebileceğimiz bir organizasyona gittik. Yılmaz Güney de bunun içindeydi. Askerî rejime karşı mücadele ederek askerî rejimi yıkacak ve sosyalizmi getirecektik. Öcalan ve PKK güçlü müydü o dönemde? Kendi çapında güçlüydü. Silahlı bir hareketti. Suriye ve Lübnan’daki kamplarda silahlı eğitimler yapılıyordu. İnsanlar oralarda eğitilerek Türkiye’de eyleme gönderilecekti. Böylece silahlı mücadele başlayacaktı. Ben de o dönemde Suriye’ye gidip geldim. O sırada Suriye’de Apo’yla ve PKK’yla, “bu ay gideceklerdi gene gidemediler” diye alay ediliyordu. Ben bunu, Öcalan’ın probleme ne derece uzun erimli bakan biri olduğunu, diğer Kürt hareketindeki insanların görememesi olarak değerlendiriyorum. Sonra da zaten 1984 ağustosunda Eruh baskını oldu. Size iki anekdot anlatayım. Biri, 1982’de Öcalan’ın Mesut Barzani ile görüşmesidir. Apo ve Barzani ne görüştüler? Apo, Barzani ile buluşmasından sonra benimle konuştu. “Taner” dedi, “bu iş bitmiştir”. “Ne oldu?” dedim. “Mesut, Kuzey Irak’a yerleşmemize izin verdi. Bunu bir kenara yaz. Bu, Kürt hareketi açısından bir dönüm noktasıdır. Bundan sonra benim sırtım yere gelmez” dedi. Ben o sırada Devrimci-Yol hareketi içindeki insanlardan biriyim. Gençlik liderlerinden birisiniz... Apo, Irak’a yerleşmenin, PKK hareketini kurtaracağını daha 1982 yılında gördü ve oraya yönelik hareket etti. İkinci anekdot ise şu... İsrail, Lübnan’ı kuşattıktan sonra, Suriye devleti, 1982 yılında Türkiye’den gelen devrimci örgütlerle doğrudan ilişkiye geçti. Daha önce ilişkinin kurulmasında Filistin örgütleri aracılık yapıyordu. Öcalan’ın grubu Habbaş’ın Filistin Cephesi’yle ilişkideydi. Bizim arkadaşlar ise El Fetih üzerinden Suriye’yle ilişki kuruyorlardı. Suriye, Türkiye’den gelen örgütlerle hem gizli servisi Muhaberat hem de dışişleri bakanlığı kanalıyla doğrudan ilişki kurmaya ve birtakım şartlar ileri sürmeye başladı. Suriye, Türkiyeli sol örgütlere nasıl şartlar ileri sürdü? Bu şartlar, açıkça Türkiyeli sol örgütlerin Türkiye’ye karşı kullanılması anlamına geliyordu. Türkiye’de bazı işleri yapmanı isteyebilecek şeyler söylüyordu Suriye. Biz bağımsızlıkçı bir harekettik. “Sonuçta kullanılacağız. Bizim burayı terk etmemiz lazım” dedik ve Suriye’yi terk ettik. Ben bu konuyu Öcalan’la konuştum. Ona, “Biz Suriye’den çıkıyoruz. Terk etme kararı aldık. Biz kendimizi kullandırtmayız. Senin yerinde olsam, Suriye’yi terk ederim. İsveç’e ya da başka bir yere gidersen iyi olur” dedim. Ne cevap verdi? “Beni kullansınlar, çok önemli değil. Bana birkaç yıl lazım” dedi. “Ben birkaç yıl sonra yapacağımı yaparım, o zaman da atı alan Üsküdar’ı geçmiş olur. O zaman da beni Suriye’nin kullanıp kullanmaması artık ayrıntı haline gelir” dedi. Zaten Öcalan, Türkiye’ye geldiğinde de aynı stratejiyi izlemeye başladı. Kendini gene kullandırtıyor. Bizim Ankara’dakiler de Öcalan’ı kullandıklarını zannediyorlar. Şimdi Öcalan’ı kullanıyorlar ama uzun vadede Öcalan galip gelecek. Şöyle söyleyeyim. PKK’nın ilk kurucu kadrosu Ankara’da benim de beraber olduğum öğrenci çevresidir. Bunların hepsini tanırım. Bizler, Siyasal Bilgiler, Gazi ve ODTÜ gibi hep aynı üniversitelerin ve aynı kuşağın insanlarıyız. Ama daha sonra Öcalan’ın kendi hareketi içinde benim de tanıdığım insanları tutukladığı ve bunlara işkence yapıldığı ve bu insanların öldürüldükleri haberleri geldi bize. 1984 başlarıydı... O Suriye’deydi, ben Almanya’daydım... Bunun üzerine aramızda çok sert birkaç mektup değiş tokuşu ve telefon görüşmesi oldu. “Askerî rejime, işkenceye ve baskıya karşı savaşan bir hareketin işkenceyi ve baskıyı hayata geçiremeyeceğini söyledim. PKK dergisinde “Küçük Enver, Küçük Kemal” olarak suçlandım. Bana karşı saldırıya geçildi. Neler yaşadınız? O zaman PKK’nın Avrupa sorumlusu Dersimli bir genç vardı. “PKK içinde demokrasi lazım” dedi ve öldürüldü. Diğer Türkiyeli solcularla birlikte biz bunu kınayan bir kampanya başlattık. İşte bunun üzerine PKK beni ölüm listesine aldı. Devrimci-Yol’dan Kürşat Timuroğlu Hamburg’da öldürüldü. 1982-87 döneminde, Türk solunu susturmak için Avrupa’da sol örgütlerden 20’den fazla insanı öldürdü PKK’lılar. Tipik bir Stalinist harekettir, Kamboçya’da Pol Pot’a benzer bir harekettir zaten PKK. Siz silahlı saldırıya uğradınız mı? Öcalan ne isterse yapmak zorunda kalacaklar. Sonuçta Ankara’dakiler Kürt meselesinin çözülmesini Öcalan’a fiksleyerek ve onu kullanarak meseleyi aşabileceklerini zannediyorlar. Büyük bir tarihî hata yapıyorlar. Çünkü Apo kendisini kullandıra kullandıra, hedefine doğru emin adımlarla yürüyor. Öcalan, kendi adına yazılan Devrimin Dili ve Eylemi kitabında bunu kendisi de söylüyor. “Düşünün, devlete Kürt Partisi kurduruyorum... Biz devrimci Kürt Partisini nasıl MİT’e dayandırarak kurduysak, Kürt devletini de Türk devletine dayandırarak kuracağız” diyor. Ben saklandım. Ben bulunamadığım için Hamburg’da benim yerime bir arkadaşımın öldürüldü. Bunu şimdi söyleyebilirim. O zaman Yeşiller Partisi’yle de irtibatlıydım. Yeşiller Partisi üzerinden Alman güvenlik görevlileri bana yüz operasyonu yapılmasını, başka yere gidip yaşamamı önerdiler. Size şimdi açıklayayım. Benim babam bir yıl boyunca Alman polisi tarafından korundu. Çünkü PKK tarafından babama yönelik de suikast yapılacağı ihbarı alındı. Babam, bir yıldan fazla evden işe her sabah polis nezaretinde gitti geldi. Bu, babamı kahretti. PKK bütün bunları, eleştirildiği için yaptı. Yani sindirme hareketi sadece Kürt siyasi hareketine yönelik yapılmadı. Türk soluna yönelik de yapıldı. Öcalan’la görüşmeleriniz sürdü mü? Apo nasıl biri? Nasıl galip gelecek? kızılbaş - sayfa 27 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bence ne istediğini, ne yaptığını çok iyi bilen biri. Mesela Apo, eşi Kesire’nin babasının MİT elemanı olduğunu biliyordu. Nereden biliyorsunuz bildiğini? Bana kendisi söyledi. Suriye’de ilk karşılaştığımızda; bana, “Bizim de Kesire’nin babası Milli İstihbarat’tandır. Bizi kullanmaya kalktılar. Zor attım kendimi Suriye’ye” dedi. Belki ilk başlarda, öteki Kürt örgütlerine karşı Apo’yu kullanmaya kalkmışlardır ve o da kendini kullandırtmıştır ama sonuçta kusura bakmasınlar, kendi eşekliklerini şimdi marifetmiş gibi söylemeleri anlamlı değil. Apo’nun sonuçta kendine göre belli bir çizgisi ve programı var. Abdullah Öcalan’ı bir tek şeyle yenebilirsiniz. O da demokratikleşmeyle! Öcalan’ı ancak demokratikleşmeyle yenebilirsiniz! Öcalan’ın bugünkü yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz? Elbette Öcalan’la görüşülmeli. Söylemlerinde, PKK’daki en aklı başında insan gibi duruyor ama, Kürt meselesinin bütünü Öcalan’la görüşülerek halledilemez. Kürt meselesi demokratikleşmeyle halledilir. Yalnız şu da var. Eğer bir tek kişinin kanının dökülmesi, Öcalan’ın evde gözaltında tutulmasıyla önlenecekse, bu yapılmalıdır. Neden Kürtler, demokratik bir hareket yaratamadılar da, tek önderli, tek partili çağdışı bir düzeni savunan bir hareket çıkarabildiler ancak? Üç önemli nedeni var bunun. Bir, Kürtler asırlar boyunca ezildiler, horlandılar. Köleliğe ve sömürgeciliğe karşı bütün mücadelelerde benzer eğilimleri görürsünüz. Ezilen gruplar, büyük ölçüde kendilerini ezenlere benzeyen bir siyasi kültür geliştirirler. Bu yüzden PKK hareketinin Öcalan’ın önderliğinde yaratılmış olması çok da Kürtlere özgü bir şey değildir. İki, Türk devleti Kürt siyasetinin demokratikleşmesine izin vermedi. PKK’yla birlikte bunu engelledi. Üç, sol hareket olarak bizler de epey milliyetçiydik. Bizler de Kürt demokratikleşmesine yeterince alan tanımadık. Niye? Çünkü Türk solu da büyük ölçüde İttihat-Terakki geleneği üzerinden yük- seldi ve Türk milliyetçiliğini tercih etti. Dolayısıyla PKK’nın karşısında olabilecek demokratikleşme girişimlerine çok sıcak bakılmadı. Kendimden biliyorum... Avrupa’da ben, “Türk sol hareketlerinde demokrasi gerekir” dediğim için Türk sol örgütleri tarafından hedef gösterildim. Türk solu da maalesef büyük ölçüde klasik Leninist-Stalinist bir çizgi üzerine oturdu. Diktatoryal ve totaliter bir zihniyet dünyasına sahip oldu. Ama aradan yıllar geçti. Neden Kürtler bugün hâlâ demokratik bir hareket yaratamadılar? Söylediğim nedenler bugün de geçerli. Ayrıca PKK’nın ulaşmış olduğu silahlı güçten korkuyor insanlar. Niçin korkmasınlar ki? Tehdit ediyor, öldürüyor. Ayrıca AKP dönemindeki bazı açılımlara kadar, devlet de demokratik Kürt siyasetine müsaade etmedi... Peki, PKK’nın bu anlayışıyla, demokratikleşme talebi Kürtlerin arasında yayılabilir mi? Eğer PKK kendi tarihiyle yüzleşmezse hayır yayılmaz! Eğer PKK’yı eleştiren ve Kürtlerin son 30 yıllık tarihiyle yüzleşen bir Kürt hareketi yaratılamazsa, Kürt siyasetinde demokratikleşme açısından çok yol alınamaz. Anlayacağınız, onlar da zihniyet dünyalarının duvarına çarpıyorlar. İç demokratikleşmeyi esas almayan, sadece bir liderin ve bir partinin hegemonyasına dayanan bir toplum projesine sahipler. 17 bin iç infazı konuşmayan bir örgüt demokrasi kuramaz! Bu bakımdan Türkiye’de devletin demokratikleşmesi PKK’dan biraz daha ileride. Devlet hangi açıdan daha ileride? ht t p:// hye ter t .blogspot .de Dersim ve faili meçhuller konusunda devlet sınırlı bazı açılımlar yapıyor. BDP ise devletin işlediği faili meçhullerin üzerine gitmeyerek, hiç hoş olmayan bir çizgi izliyor. BDP’nin, devletin işlediği faili meçhullerinin üzerine yeterince gitmeyen bu tutumunu nasıl açıklıyorsunuz? Çünkü PKK’nın kendi faili meçhulleri var. Devletin faili meçhullerine aktif olarak asıldığı zaman, “PKK’nınkiler ne olacak” sorusuyla karşı karşıya gelirler. PKK’nın infazlarıyla yüzleşmek zorunda kalırlar. Kürt meselesi çözülmeden Türkiye demokratikleşebilir mi? Hayır demokratikleşemez. PKK, Kürt meselesinin çözümünün önünde, Türkiye’nin demokratikleşmesinin önünde bir engeldir. PKK’yla demokratikleşme görüşmeleri yapılarak Kürt sorununun çözebileceğini düşünenler hayal dünyasında geziyorlar. Aslında Türkler ve Kürtler, aşırı milliyetçi tutumlarıyla birbirlerini kilitleyip, demokratikleşmenin önünü birlikte mi kesiyorlar? Evet, böyle bir damar var. Aslında Türkiye’de daima Kürt hareketi içinde PKK’yı eleştiren demokratik bir damar vardı ama devlet bunun ortaya çıkmasını engelledi. Silahsız siyaseti savunan Kürt demokratları devlet tarafından engellendiler. Onlar, Avrupa’ya gitmek zorunda kaldılar. Anlayacağınız devlet, her dönemde ve her aşamada, sonuçta muhatabının PKK olmasını istedi... Kaynak: Taraf Gazetesi, 13.03.2012 www.istanbulrumazinligi.com kızılbaş - sayfa 28 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Taraf Gazetesi’nde, 12-14 Mart 2012 tarihleri arasında, Neşe Düzel’in Taner Akçam’la yaptığı bir röportaj yayımlandı. Bu röportajı şaşırarak okudum. Hrant Dink’in katledilmesinde, Hrant Dink Davası’nda, Ergenekon’u eleştiren, İttihat ve Terakki’den bu yana, Ergenekon politikalarına şiddetle kaşı çıkan Taner Akçam, konu Kürdler olduğunda Ergenekon politikalarını ve uygulamaların aynen benimseyerek Kürdleri korkutmaya çalışıyordu. “Bireysel haklarla yetinin, daha fazlasını istemeyin, yoksa ortalık kan gölüne döner” diyordu. Bu tam anlamıyla Ergenekon söylemidir. “Özerklik, etnik temelde çözüm arayışıdır. Bu, ulus devletin çekirdeğidir. Light devlettir bu. Böyle bir çözümle bölgede kan gövdeyi götürür.” “Otonomi çevresinde bir çözüm, hem Türklerle Kürtler, hem de Türk devletiyle Kürtler arasında kitlesel katliamlara zemin hazırlar. Kısaca, özerk bölge kurulması çatışma getirir.” “Etnik temelde bölünme, ülkede katliamlara yol açar.” “Dünya, ulus devletlerin kurulmasına artık izin vermiyor.” Kürdlerin, Kürd toplumu olmaktan, Kürd ulusu olmaktan doğan haklarını talep etmeleri neden ortalığı kan gölüne çeviriyor. Aslında, Kürdlerin, doğal haklarını gasbeden devletin eleştirilmesini gerektirmez mi? Bu tutumun ırkçı sömürgeci bir tutum olduğu da çok açıktır. Taner Akçam’ın, bu konuda, devlete, resmi ideolojiye hiçbir eleştiri yönetmemesi, doğal haklarını talep eden Kürdleri korkutmaya çalışarak, bu taleplerinden vazgeçmeleri- ni istemesi dikkate değer bir tutumdur. Taner Akçam “ röportajda “dünya ulus devletlerin kurulmasına artık izin vermiyor” diyor. Bu da sağlıklı bir değerlendirme değildir. Bu, Kürdlerin aklını çelmek, Kürdlerin zihnini bulandırmak için imal edilmiş bir Türk aydın görüşüdür. Bu konuda, Türk aydınlarının çok önemli bir kısmi, ırkçı, sömürgeci devletin yanında yet tutmaktadır. Henüz geçen yıl 2011 de, Güney Sudan, Sudan’dan ayrılıp kendi bağımsız devletini kurdu. Kosova ve Karadağ, birkaç yıl önce, Sırbistan’dan ayrılıp kendi ulus devletlerini kurdular. Filistinli Arapların İsrail egemenliğinden kurtarılıp kendi bağımsız devletlerini kurmaları için uluslar arası camia yoğun bir çaba içinde. Bunu, Arap devletleri de, Avrupa devletleri de destekliyor. Eritre’nin Etiyopya’dan ayrılıp kendi bağımsız devletin kurması 20 yılı bile bulmadı. 2004 Atina Olimpiyatları’na 204 devlet katılmıştı. 2008 Pekin Olimpiyatları’na 206 devlet karıldı. 2012 Londra Olimpiyatları’na daha çok devletin katılacağı biliniyor. Bu neyi gösteriyor? Ulus devletlerin zamanla çoğaldığını gösteriyor. Uluslar arası ilişkilerde, “kardeşlik” denen süreç de ancak ancak, böyle bir ortanda gerçekleşir. Uluslar, eşit egemenlik haklarına sahip olmadan, “birlik-bütünlük” gerçekleşmiyor. Dünyada bugün 2008 devlet var, Bunlardan 192 si Birleşmiş Milletler üyesi. Bu devletlerden, belki 40’ının nüfusu bir milyonun altındadır. Dünyada, nüfusu bin, onbin, 30 bin rakamla- rıyla ifade edilen devletler bile vardır. 47 üyeli Avrupa Konseyi’nde, Andora, San Marino, Monaco, Liechtenstein nüfusları 30 bin, 40 bin civarında olan devletlerdir. Bu devletler Birleşmiş Milletler’in de üyesidir. 27 üyeli Avrupa Birliği’nde, Luxemburg, Malta, Kıbrıs gibi devletlerin nüfusu bir milyonun altındadır. Luxemburg’un ve Malta’nın yarım milyon civarında nüfusları vardır. Kıbrıs’ta, Rumlar artı Türkler bir milyon etmemektedir. AB’de, Slovenya, Sovakya, Estonya, Letonya, Litvanya, gibi devletler, 2-3 milyon nüfusa sahip olan devletlerdir. Kürdlerse, Ortadoğu’da 40 milyondan fazla nüfusuyla, uluslararası ilişkilerde geçerli olan bir statüye sahip değildir. Güney Kürdistan’da, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin durumunu ayrıca değerlendirmek gerekir. AB’de, sadece, Almanya, Fransa, İtalya, İngiltere ve İspanya’nın nüfusu, Kürdlerin Ortadoğu’daki toplam nüfuslarında fazladır. Belki, Polonya’nın Kürdlerin nüfusuna eşit bir nüfusu vardır. AB’de, geriye kalan 13 devletin, Belçika, Hollanda, Danimarka, Yunanistan, Portekiz, İrlanda, Bulgaristan, Romanya, Avusturya, Macaristan, İsveç, Finlandiya, Çekya gibi devlerin nüfusları Kürdlerin Ortadoğu’daki toplam nüfusunun yarısı, bazı yerlerde, üçte biri bile değildir. Bütün bunlara rağmen, bu kadar büyük nüfusuna rağmen, Kürdlerin bir statüsünün olmaması, Kürdlerin, hala, hak, hukuk, adalet, özgürlük, eşitlik talepleriyle değil, “terör” kavramlarıyla, değerlendirilmesi dikkatlerden uzak bir konu değildir. Öte yandan, bu ülkelerden bazılarının sahip olduğu toprak genişliği, Kürdistan’ın bir beldesi kadar bile değildir. O zaman bu anti-Kürd politikaların nasıl oluştuğu, Kürdlerin başına neden lanetli bir çorap geçirildiği elbette önemli bir konu olmaktadır. Kürdler ve Kürdistan, 1920’lerde, Cemiyet-i Akvam (Milletler Cemiyeti) döneminde bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştır. Dönemin iki emperyal devleti, Büyük Britanya ve Fransa, bu projeyi oluşturan ve yaşama geçiren iki önemli güçtür. Bu projeyi oluşturan ve yaşama geçiren Büyük Britanya ve Fransa, Yakındo kızılbaş - sayfa 29 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ğu’daki ve Ortadoğu’daki Türk, Arap ve Fars yönetimleriyle işbirliği içinde olmuştur. Dünyada önde gelen iki emperyal devlet Büyük Britanya ve Fransa ve Ortadoğu’nun iki köklü devleti, Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olarak Türkiye Cumhuriyeti, İran İmparatorluğu’nun devamı olarak Yeni İran Şahlığı, birlikte ve organize bir şekilde Kürdlerin, Kürdistan’ın üzerine çullanmışlardır. soruyor: “Neden Kürdler, demokratik bir hareket yaratamadı?” “Aradan uzun yıllar geçti. Neden Kürdler hala demokratik bir hareket yaratamadı?” Bu sorular kanımca yanlıştır. Temel soru şu olmalıdır: “Neden Türkiye demokratik bir siyasal sistem oluşturamıyor? “Türkiye, aradan uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen neden demokratik bir siyasal rejim oluşturamadı” 1920’lerde, Milletler Cemiyeti, uluslar arasında barışın kurulması, anlaşmazlıkların barışçıl yollara çözülmesi gibi amaçlarla kurulmuştur. Kürdistan ve Kürdler, böyle bir ortamda, bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştır. Kürdler ve Kürdistan, Sovyetler Birliği liderleri tarafından, ABD başkanı, Woodrow Wilson tarafından, ulusların kendi geleceklerini tayin hakkının en çok konuşulduğu bir dönemde, bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştır. Prof. Taner Akçam, Kürdlere zulmeden devlete, zulümkar devlet politikalarına, resmi ideolojiye küçücük bir eleştiri bile getirmemiş. Kürd toplumu olmaktan doğan, Kürd ulusu olmaktan doğan haklarını talep eden Kürdler eleştiriliyor. Kürdler, devlet adına korkutularak, bireysel hakların ötesinde hak talebinde bulunmamaları konusunda uyarılıyor. Milletler Cemiyeti, uluslar arası barışın kurulması konusunda kendisinden beklenenleri gerçekleştirememiş, İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesine engel olamamıştır. Uluslar arası camia, savaştan sonra, uluslar arası barışı kurmak için yine çaba harcamış,Birleşmiş Milletler böyle kurulmuştur. Birleşmiş Milletler kurulduktan ve çalışmaya başladıktan sonra, dünyanın siyasal çehresinde çok büyük değişiklikler olmuştur. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı’ndan önce, Afrika’da, sadece iki bağımsız devler vardı. 1950’lerin sonlarında, 1960’larda bu sayı arttı. Bugün Afrika’da 57 bağımsız devlet var. Ama, Kürdistan’da hiçbir şey değişmedi. Kürdlerin, Kürdistan’ın statüsüzlüğü aynen devam etti. Halbuki Kürdler, 1920’lerde de, 1940’larda da ayaktaydı. 1920’lerde, Şeyh Mahmud Berzenci, Güney Kürdistan’da, 1940’larda Kadı Muhammed, Doğu Kürdistan’da, Kürd milli hareketi yaratmışlardı. Ama, ne 1920’lerde, ne 1940’larda, Kürdler seslerini uluslararası camiaya duyuramadılar. Kürdlerin, Kürdistan’ın devletlerarası sömürge durumu, statüsüzlüğü, sömürge bile olmayan yapısı aynen korundu. Uluslar arası camia bu durumu korumak için yoğun bir çaba içinde oldu. Neşe Düzel, Prof. Dr. Taner Akçam’a Yukarıda temel sorunun, Kürdlerin/ Kürdistan’ın, 1920’lerde bölünmesiyle, parçalanmasıyla, paylaşılmasıyla ilgili olduğu vurgulanmıştı. Uluslar arası nizamın, bu konulardaki anlayışıyla ilgili bir sorgulama yapmaması, Prof. Taner Akçam’ın dikkate değer bir tutumudur. Hak, hukuk, adalet, özgürlük, eşitlik istemleri karşısında, “ortalık kan deryasına döner”, “kan gövdeyi götürür” vurgusu yapmak, devletin dilini, Ergenekon’un dilini kullanmak şaşırtıcı bir durumdur. Sorun tam da bu noktada düğümlenmektedir. Doğal istemlerin, hak-hukuk istemlerinin, adalet, özgürlük istemlerinin ortalığı “kan gölü”ne çevireceği vurgulanıyor. O zaman, devletdeki, resmi ideolojideki bu anti-demokratik tutumun eleştirisi gerekmez mi? Doğal hak istemleri neden, “kan gölü” “kan deryası” ortaya çıkarıyor? Bunlar aynı zamanda Neşe Düzel’e de sorulması gereken sorular olmalıdır. Kürdlerin geleceklerini belirleme haklarını tanımayıp, “Kürdü ille de ben yöneteceğim” demek, Recep Maraşlı’nın dediği gibi, Kürd’ü, Türk’e zimmetli sayan bir anlayıştır. Önemli olan Kürdlerin geleceklerin özgürce belirleyecekleri toplumsal ve siyasal ortamın hazırlanmasıdır. Kürdlerin nasıl bir siyasal sistem oluşturacakları Kürdlerin bileceği bir iştir. Bu konularda Kürdlere müdahale etmek, ağabeylik yapmaya çalışmak yanlıştır. Kürdlerin / Kürdistan’ın 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması bize şunu gösteriyor. Bir toplum, bir ulus, tarihin belirli bir döneminde bölünmeye, paylaşılmaya uğradığı zaman, bu, artık kendini sürekli olarak üreten, çoğaltan bir süreç. yaratmaktadır. Şüreç, ülke topraklarının bölünmesi yanında, giderek, aşiretlerin, ailelerin bölünmesini, hatta, aynı aile içinde kardeşlerin bölünmesini de getirmektedir. Temmuz 1943 de, Van’ın Özalp İlçesi’nde meydana gelen, “33 Kurşun, Org. Mustafa Muğlalı Olayı”, Aralık 2011 sonlarında, Qılaban’da Robeske’de gerşekleşen 34 Kürdün uçaklarla bombalanarak katledilmesi olayı bu durumun çarpıcı örnekleridir. Kürdler/Kürdistan ilk olarak 16, yüzyılın ilk çeyreğinde, Osmanlı İmparatorluğu ve İran İmparatorluğu arasında fiilen bölünmüş ve paylaşılmıştır. Bu durum 17. yüzyılın ilk yarısında, 1639 Kasr-ı Şirin Anlaşması’yla resmileşmiştir. İran kesimindeki Kürdistan ise 1812-1813 ve 1826-1828 Rusİran savaşları sürecinde bölünmüştür. Doğu Kürdistan’ın kuzey kesimleri Rus İmparatorluğu’nun denetimi altına bırakılmıştır. 1920’lerde Milletler Cemiyeti döneminde bölünme, parçalanma ve paylaşılma Kürdlerin, Kürdistan’ın üçüncü bölünmesidir, paylaşılmasıdır. Bu durum, Kürdlerde, bir insanın iskeletinin parçalanması gibi, beyninin dağılması gibi bir etki yaratmıştır. bölünme, parçalanma ve paylaşılma sadece Kürdlerin değil, örneğin Ermenilerin de sorunudur. Ermenilerin, Ermenistan’ın, Osmanlı İmparatorluğu, Rus İmparatorluğu, İran İmparatorluğu arasında bölünmesi ve paylaşılması dikkatlerden uzak tutulmaması gereken bir süreçtir. 1923-1928 yılları arasında, yaşayan, Karabağ ile Ermenistan arasında yer alan Kızıl Kürdistan yine dikkate değer bir örnektir. Laçin, Qelbecer, Kubatlı, Cebrail, Zengilan toprakları üzerinde kurulan Kızıl Kürdistan’ın nasıl yıkıldığı, neden yıkıldığı, Kürdlerin neden, Orta Asya’daki Türki Cumhuriyetlerin alanlarına sürgün edildikleri, elbette üzerinde durulması gereken, önemli konulardır. Bu da, bölünmenin, parçalanmanın ve paylaşılmanı, farklı bir boyutudur. kızılbaş - sayfa 30 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kürd/Kürdistan sorunu ile Ermeni/ Ermenistan, Süryani, Rum-Pontus sorunu arasında çok yoğun ilişkiler de vardır. Bu, ayrı bir yazının konusu olmalıdır. Burada, önemli bir konuya daha dikkat çekmekte yayar vardır. O da şu. Türk aydını Taner Akçam, Prof. Dr. Taner Akçam Kürdler karşısında, Kürd/Kürdistan sorunları karşısında neden bu kadar futursuzdur? Neden, Hrant Dink’in katledilmesinde, Hrant Dink Davası’nda, Ermeni, Ermenistan sorunlarında, Ergenekon eleştirilirken, Kürdler gündeme geldiği zaman, Ergenekon söylemi benimsenmekte, içselleştirilmektedir. Bunun temel nedeni, Kürdlerin, özellikle Kürd aydınlarının kendi özleri konusunda, Kürdlerin, Kürd toplumu olmaktan, Kürd ulusu olmaktan doğan hakları karşısında duyarlı davranmamaları, “kardeşlik” söylemine kanmalarıdır. Ama, gelecek Kürd nesilleri böyle olmayacaktır. Onlar, Kürdlerin hak-hukuk, adalet, özgürlük, eşitlik istemleri karşısında daha duyarlı, daha ısrarlı olacaklardır. Bu çok açıktır. To r o s S a r i a n Beşikci tarihe tipik bir "solcu" görüşle bakıyor. Sevres antlasmasının 62'ci ve varvar Kürtlerle ve64'ci 64'cimaddeleri maddeleri Kürtilgili. 1920-23 dönemidönemi üzerineüzerine Beşiklerle ilgili. 1920-23 cinin bilgisibilgisi az. Aynısı Beşikcinin az. "Kızıl Aynısı "Kızıl Kürdistan" üzerine de gecerli. Tarihi ve tarih sürec içinde olanları siyasi degirlendirmek için çok geniş bilgi gerekiyor. Bunları Beşikci'de göremiyorum. Anlatıkları bildigim "sol" şablonu içinde. Diger mesele de: Taner dedikleri yanlışm mı? Türk egemenleri halkların özgürlük isteklerini sanki kana boğmadılar mı? Son 100 yıl içinde yaptıklarını hatırlarsak gelecekte neler mümkün olabilicegini göstermiyor mu? Yani bunları görmek için Ergenokoncu tipi tehtidlerle Kürtleri korkutmaya kalkmaya hic gerek yok ki. Türk egemenlerin siyaseti her zaman katliam ve soykırım siyasetiydi. Taner'de çok iyi biliyor bunu ve uyarıyor. Kaynak: http://www.gelawej.net yeni çıktı Kaynak: http://www.gelawej.net İsmail Beşikci Vakfı Kuloğlu Mah. Ayhan Işık Sok. No: 21/1 Beyoğlu/İstanbul, ismailbesikcivakfi@gmail.com Telefon: (+90 212) 245 81 43 s ip a r i ş iç i n : n-y a lc i n k ay a @ w i ndow s l i ve .c om Hrant Dink Vakfı Adres: Halaskargazi Cd. Sebat Apt. No: 74 Daire 1 Osmanbey 34371 Şişli İstanbul Telefon: +90 212 2403361 +90 212 2403362 +90 212 2403365 Faks: +90 212 2403394 E-Posta: info@hrantdink.org Pencere Yayınları Pavlonya Sok. Nuhoğlu İşhanı No: 10/6 Kadıköy İstanbul Tel: 0216 414 64 41 pencereyayinlari@hotmail.com kızılbaş - sayfa 31 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Mustafa Kemal ve Ermeni Meselesi’ne Dair Naçizane Bir Katkı Sait Çe t inoğlu Mustafa Kemal’in Ermeni Meselesi üzerine görüşlerini, muhaliflerinin düzmece İzmir ve Ankara yargılamaları sırasında LA Times’te 1926’da yayınlanan mülakatı çerçevesinde değerlendirmelerine ve burada kullandığı argümanlara –fezahat- dayandırılmaktadır. Bu mülakatın yanında Mustafa Kemal’in ayrıca çok bilinen Adana konuşmasında da Ermenilerin bu coğrafyada bir hakkının olmadığının altı çizilir. Kürt egemenlerine yazdığı mektuplarda da Ermeni meselesine değinerek bu egemenleri Ermenilerin geri döneceği korkusunu işleyerek milliyetçi hareketin yanına çekmeyi başarır. M. Kemal asker kökenli ittihatçı gelenekten gelen politikacıdır. Değerlendirme yapılırken bu husus gözden kaçırılmamalıdır. Politikacı veçhesi unutulmamalıdır. M. Kemal iyi bir politikacıdır. Ve sözleri bu çerçevede değerlendirilmelidir. Biz bu yazımızda M. Kemal’in askerlikle ilişkisinin kesilmediği bir dönemindeki Türkiyeli okurlar tarafından bilinmeyen bir dönemindeki konuşmasına ve değerlendirmesini aktaran Klaus Kreiser’in Atatürk Eine Biographie[1] adlı çalışmasındaki bir perioda odaklanacağız. Özellikle vurgulamamız gerekir ki Kreiser’in çalışması özünde M. Kemal’e yazılmış bir güzellemedir ve argümanları da güçlüdür. Bu bakımdan Kreiser’in çalışmasına dikkat edilmesi gerektiği düşüncesindeyiz. Yıl 1917 ve M. Kemal şehzade Vahdettin’in yurt dışı gezilerine özel yaveri olarak eşlik etmektedir. Burada sözü uzatmadan Kreiser’e bırakıyoruz ki Kreiser’in sözleri başkaca yorum yapmamızı gerektirmeyecek kadar açık olduğu kadar Mustafa Kemal’in sözleri de son derece açıktır. Vahdettin ile seyahatinin Strassburg ayağındaki yemekte M. Kemal Alman valiyi paylarken, İttihat ve terakki’nin Ermeniler ile ilgili sıradan düşüncelerini paylaşmaktadır. “Gezinin öteki etabı Strassburg'ta o zaman vali olan Nikolaus von Dallwitz'le sürdü. -Ki Dallwitz sonraları Prusya içişleri bakanı oldu - Mustafa Kemal'le Dallwitz arasında sofra sohbetinde konu Ermeni Sorununa geldi .- Mustafa Kemal yanlış olarak Dallwitz'i askeri vali sanmışM Kemal 1926 de bu sohbeti şöyle özetliyor. ‘Alman Vali bana Ermenilerin iyi niyetli insanlar olduğunu ve Türklerin Ermenilere karşı epey kötü saldırıları olduğunu söylemeye yeltendi.çok şaşırdım. Yüksek bir valinin -ki ben misafiri idim- ve biz savaş müttefiki idik. - Bütün ciddiyetiyle bana geleceğin Türk yöneticisine böyle bir şeyi sorması çok garipti. Ben dedim ki evvela ben sizden şunu öğrenmek istiyorum siz neden Ermenilerin lehine bir düşünceye kapılıyorsunuz, tarihin bilinmeyen bir zamanında millet olduğunu iddia ederek ve bu milletin varlığını ispata kalkışanlara böylece dünyayı kandırarak Türkiye'ye zarar vererek maddi ve manevi her türlü desteği veren bir savaş müttefikinizin desteğini riske sokuyorsunuz. Ben anladım ki bizden pek haberi yoktu. Bu konuşmada kendimi tutamadım.Ve alaycı bir tonla konuşmaya devam ettim. Bu kadar kurban vermemize rağmen Türkiye topraklarında bir Ermeni milletinin olabileceğini düşünmesini garip buldum.Bunun üzerine Dalwittz cevabında söylediklerinin sadece duyduğu şeyler olduğunu kendisinin bir iddiada da bulunmaktan uzak olduğunu söyledi, Bende kendimi tutup yumuşatmaya çalıştım. Konuyu bitirmek için: - Ben buraya Ermeni meselesini konuşmak için değil ,müttefikimiz Alman ordusunun durumunu öğrenmeye geldik. Ve biz bu müttefikimizi destekliyoruz. Bunu öğrendiğimde ülkeme geri döneceğim.‘ Mustafa Kemal 1926 de Ermeni sorununda görüslerini sansürliyebilirdi ama yapmadı. Türk kamuoyu icin bu bilgiler katliam ve tehcirin bitmesinden bir yil sonra cahil Almanin haddini bildirmiş olmak yeterli olabilirdi. Fakat kendisi yabanci elciliklerde de okunan HAKİMİYET-I MİLLİYE gazetesinde yayınlanmasında bir beis görmedi . Gerçekten de fransizca metin kısa bir zaman sonra uzman dergi REVUE DU MONDE MUSULMAN‘da (MÜSLÜMAN DÜNYA DERGİSİ) yayınlandı. Mustafa Kemalin görüsü korkunç bir basitlikteydi .‘ Ermeniler uzun yüzyillar boyunca birsey yapmayip ulus insa hakkını kaybettiler.TEHCİR EMRİ VE NETİCELERİ İLE İLGİLİ BURDA SUSUYOR . -Sonra da sustu- Insan tabii zor düsünüyor 1917 aralık‘ında resmi görüş olan Ruslarla işbirliği yaptıkları için tehcir edildiler görüsünü söylemeyi ihmal ettiğini . Ancak bu tip meşru gösterme jön türklerin kaçışı ve savas sonrasinda Ermeni yargılamalarından dolayi izahı biraz zor olurdu onun icin susuyor. Zaten Ruslar çekildikten sonra , artık bir güvenlik rizikosu teşkil etmiyen Ermenilerin evlerine dönmelerine izin verilmesine karsi çıkılmayabilirdi. Mustafa Kemal 1917 de açıkça Ermenilerin ‚TARİHSİZLİĞİNİ kendi tezi yapmış bu yüzden devletleri olmaması gerektiğini savunmustur .Onun ‘ERMENİ ULUSUNUN‘ varlığı konusunda görüsleri açıkça söyledir : ‘Uzak bir tarihte hatırlanmayan devirlerde Ermenilerin devleti olmuş olsa bile bu arzuyu günümüzde gerçekliştirmek mümkün değildir günümüzle de iliskisi yoktur.‘ Bu analiz Starassburgtaki sofra konusmasinda açıkça belli oluyor .Geç Osmanli ve modern Türk milliyetcileri kendilerine devlet hakkı görüp bu hakkın eski ve meşru olduğunu fakat Ermeniler gibi sonra ulusal ajitasyon yapan kürt gibi halkların böyle bir hakkı olmayacagını savunur. Romantik, konsept , devlet öncesi ‘ULUSLAŞMA’gibi böyle düsüncelere burada yer yoktur . Bu görüşü daha da vazih hale getirmek icin mart 1919 da toplanan ERZURUM KONGRESİNDE ŞARK VİLAYETLERİNiN MÜDAFFAYİ HUKUK CEMİYETİNİN BİLDİRİSİ ZİKREDİLEBİLİNİR: ‘Bu toprakların gerçek sahiplerinin kim olduğunu çifte minare ve türbeler açık bir dille, gelecekte hakem olacaklara çok açık bir dille belirtmektedir . Ermeni iddialarına gelince Ermeni toprak ağalarına dayanmakta ki bunlar bir kültür ve medeniyet yaratamamışlardır. Ve geriye bir Anıt bırakmamışlardır. Tarihin karanlık devirlerinde bir ulus seviyesine ulaşmamış dolayisiyle bu iddialar bir hiçtir.‘ Mustafa Kemal bu görüşü süphesiz paylasmıştır. Her ne kadar Ermenilerin bir sürü anıt bıraktığını bildigi halde Bu anıtların tahribi doğu vilayetlerinin sahipliğinin tartışmasız olduğunun ispati için gerekliydi . Strassburg sofra konusmasının son sözleri sevdigi bir konu ile bitiriyor ‘ALMAN ORDUSUNUN ZAAFLARI VE KOMUTANLARININ YETERSİZLİĞİ‘.“ * Kriser’in aktarmalarına karşı herhangi herhangi bir yoruma gerek duymuyoruz. Zaten gerek de bırakmadığını düşünüyoruz. Kreiser’den çeviri için İbrahim Seven’e teşekkürler [1] KLAUS KREISER ATATÜRK, EINE BIGRAPHIE, C. H. BECK Yayinevi, Sahife 118 http://www.gelawej.net kızılbaş - sayfa 32 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 1915 öncesinde Anadolu'daki Ermeni nüfusunun 1.5-2 milyon arası olduğu söyleniyor. Soykırım iddialarını bir kenara bırakır ve Anadolu Ermenileri'nin sürgününe de iyimser bir yaklaşımla “Zorunlu Göçe” tabi tutulduklarını var sayarsak; bu yoğunluklu nüfusun savaş sonrası Türkiye'ye dönmemesi nasıl açıklanabilir? S E VA N N İ Ş A N YA N 'Milli Sermaye Ermeni Tehcirinden' (Söyleşi): Sevan Nişanyan, Türkiye’de oluşturulan "Milli sermaye" ile Koç ve Sabancı gibi şirketlerin sermayelerinin, Ermeni tehcirinden elde edilen kapitalin eseri olduğunu belirtti. Ermeni asıllı Türkiye vatandaşı, dil bilimci ve gazeteci Sevan Nişanyan, Türkiye'de oluşturulan "Milli sermaye" ile Koç ve Sabancı gibi şirketlerin sermayelerinin, Ermeni tehcirinden elde edilen kapitalin eseri olduğunu belirtti. 1919'da örgütlenen Kuvay-i Milliye'nin asıl amacının, İngilizFransız işgaline direnmek değil, sürülmüş Ermeniler'in dönmesine engel olmak olduğunu söyleyen Nişanyan, Anadolu Ermenileri ve Kürtleri'nin kaderlerinin, tarihin her döneminde farklı vesilelerle kesiştiğini ifade etti. "Soykırım, 1915'te olup biten bir hadise değildir. 1913 civarında başlayıp günümüze kadar aralıksız devam eden bir devlet politikasının adıdır" diyen Sevan Nişanyan, Ermenistan ile ilişkilerin geliştirilmesi amacıyla yapılan çalışmaları ve her yıl Nisan ayının ülke gündeminde yadsınamaz bir yeri olan Ermeni sorunu hakkında AKnews'in sorularını yanıtladı. Suriye'de hayatta kalan yarım milyon mültecinin bir bölümü 1918 Kasımı'ndan sonra döndü veya dönmeye teşebbüs etti. Ancak bunlar 1919 Mayısı'ndan itibaren çeşitli baskı ve saldırılarla tekrar kaçırıldılar. 1919'da örgütlenen Kuvay-i Milliye'nin asıl amacı, İngiliz-Fransız işgaline direnmek filan değildi: Ermeniler'in dönmesine engel olmak ve Rumlar'ın da Ermeniler'in peşinden defolup gitmesini sağlamaktı. Ermeni mallarının yağmasından pay almış olan yerel mütegallibenin çoğu Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri'ne katıldı, dönen mültecileri kovmayı bir “vatan meselesi” olarak halka benimsetmeyi başardı. 1919 sonunda Fransız güçleriyle beraber Adana-MaraşAntep bölgesinde yurtlarına dönen Ermeniler, Ankara'nın örgütlediği silahlı çetelerin saldırısına uğradı. Aynı yıl Kuzey Irak'tan Hakkâri'ye dönen Nasturi Hıristiyan aşiretleri, 1924'te Cumhuriyet Hükümeti'nin düzenlediği bir askeri operasyonla imha edildi veya tekrar sınır dışına kaçırıldı. Nihayet, tam tarihini hatırlamıyorum, yanılmıyorsam 1924'te çıkarılan bir yasayla Milli Mücadele yıllarında (kendi iradesiyle olsun, mecburiyet dolayısıyla olsun) yurt dışında bulunanların TC vatandaşlığını kazanması engellendi. 1927'de çıkarılan bir kanunla, geriye kalanların seyyar satıcılıktan şimendifer memurluğuna kadar, bin çeşit işi yapması yasaklandı. Vakıf ve cemaat mallarına el kondu. Hemen her gün uyduruk bir gerekçeyle azınlık mensupları vatan hainliğiyle, casuslukla, vergi kaçakçılığıyla suçlandı; basında terörize edildiler; ekonomik açıdan çökertildiler. İstanbul ve İzmir dışındaki illerde yaşamaları imkânsız hale getirildi. Soykırım, 1915'te olup biten bir hadise değildir. 1913 civarında başlayıp günümüze kadar aralıksız devam eden bir devlet politikasının adıdır. Ermeni tehcirine yol açan olayların gelişimi ve sonrasına bakıldığında sürekli olarak İttihat ve Terakki Partisi suçlu gösteriliyor. Bu görüşün doğruluk payı nedir? Doğru değildir. Ermenilere yönelik zulüm ve katliam politikasını başlatan İttihat ve Terakki değil Abdülhamit'tir. Ermeniler ilk başta İttihat ve Terakki'ye, kendilerini Abdülhamit zulmünden kurtaracak bir umut olarak baktılar. Bu durum 1909 ile 1913 yılları arasında, tam olarak araştırılmamış bir sürecin sonunda, tersine döndü. İttihat ve Terakki Partisi'ni tek suçlu olarak kabul edersek, zorunlu göçe tabi tutulduğu söylenen Ermeniler'in, yeni kurulmuş Cumhuriyet tarafından topraklarına geri dönmeleri bir jest olarak sağlanamaz mıydı? 1919 yazından itibaren Anadolu'da iktidarı ele geçiren Müdafaa-yı Hukuk hareketi çok büyük oranda İttihat ve Terakki kadrolarından oluşmaktaydı. Az önce belirttiğim gibi tehcir ve katliam zenginleri, bunların arasında önemli bir pay tutmaktaydı. “Kurtuluş Savaşı” adı verilen hadise büyük ölçüde 1913-1915'te başlatılan tehcir politikasının sürdürülmesi ve sonuca ulaştırılmasından ibaret bir olaydır. Ermeniler'in Anadolu'dan sürülmelerinin ardından yeni kurulan Cumhuriyetin aldığı ilk kararlardan biri de,"kaçak ve yitik kişilerle, başka yerlere nakledilenlere ait gayrimenkullerin Devlete intikaline dair Nisan 1923 tarihli kanun"un yürürlüğe konulması ile ilgili. Söz konusu kanunda, "gerçekleşecek hak taleplerinde de Lozan Antlaşması'nın yürürlüğe girdiği 6.8.1924 tarihinde malının başında bulunması şartına bağlıdır" hükmünün getirilmiş olması, yaşanan trajedinin salt kışkırtma ya da bağımsızlık hevesi olmadığının; ekonomik temellerinin de olduğuna bir kanıt olarak gösterilebilir mi? 1913-1922 yılları arasında gerçekleşen Rum/Ermeni yağması esnasında, Türkiye'deki menkul ve gayrımenkul servetin en az üçte biri el değiştirdi. kızılbaş - sayfa 33 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bu varlığa el koyanlar, doğal olarak, öncelikle İttihat ve Terakki rejimine yakın olan, tehcir ve katliam olaylarında aktif katkısı bulunan kişilerdi. Aralarında özel bir gayreti olmadan tesadüfen mala konan ve bu sayede ekonomik durumunu düzelten kişiler de olabilir belki, ama şüphesiz bunlar azınlıktadır. Bu kişilerin 1919’da, hem yeni edinilmiş servetlerini savunmak, hem de kendilerini muhtemel suçlamalardan korumak için büyük bir gayret içine girmiş oldukları şüphesizdir. Cumhuriyetin ilk iki kuşağında ortaya çıkmış olan servetlerin tamamına yakını, incelenirse, Rum ve Ermeni mülklerinin gaspına dayanır. Buna Koç, Sabancı vs. gibi, 1946 sonrasında Türk kapitalizminin belkemiğini oluşturan isimler dahildir. Daha önemlisi, Atatürk döneminde siyasi iktidara kavuşan Cumhuriyet elitinin neredeyse tümü dahildir. Başta Atatürk dahildir. Düşünün ki Çankaya köşkü sonuçta Kasapyan çiftliğidir. Memleketin dört bir yanındaki “Atatürk evlerinin” tümü, bazısı demiyorum HEPSİ, gayrımüslimlerden ele geçirilmiş ganimet malıdır. Birkaç yıldır “Ortak tarih komisyonu” önerileri gelmekte. Bu komisyonun kurulması durumunda, bugüne kadar bir muhasebeci edasıyla kimin kimden daha fazla katlettiğini iddia eden tarafların bir araya gelerek, net bir karara varması muhtemel midir? Temel ahlaki değerlerde uzlaşma olmadıktan sonra komisyon filan boş işlerdir. Önce açık yürekli ve samimi bir barışma iradesi olacak ki, oturup konuşmak bir işe yarasın. Amacınız eğer kan davasını çözmek değil sürdürmekse, oturup konuşmak barışa hizmet etmez; eski yaraları tekrar kaşıyıp durumu büzbütün içinden çıkılmaz hale getirmeye hizmet eder. Ermeniler’in son derece örgütlü ve ağır silahlı oldukları iddialarına karşılık, 1.5-2 milyon “son derece iyi silahlanmış ve örgütlü Ermeni”nin topluca katarlara katılması ve sağsalim Suriye’ye vardırıldıkları iddiaları gerçekçi midir? Resmi ideoloji tellallarının, tutarlı olmak veya inandırıcı olmak gibi bir derdi olduğunu sanmıyorum. Kurt kuzuya “suyumu bulandırdın” demiş. “Ama sen derenin yukarısındasın” deyince, “vay sen bana cevap verdin” deyip kuzuyu yemiş. Hesap, işte o hesap. Türkiye’de kalan az sayıda Ermeni için soykırımın olmadığını kabullenmeleri dayatılırken, bir yandan da okul kitaplarında ya da günlük hayatta (üzülerek söylüyorum bunları) hain, çapulcu gibi aşağılayıcı sözlere katlanmak mı daha zordu? Irkçılık, cumhuriyet ideolojisinin en temel vasfıdır. Eğitim sisteminin, devlet söyleminin, egemen basının her hücresine ırkçılık sinmiştir. Her gün, her an, her yerde karşınızdadır. Adeta soluduğumuz hava gibi etrafınızı sarmıştır; çoğu kişinin artık farkına bile varmayacağı şekilde doğallaşmıştır. Tabii, ilkokuldan beri o ırkçılığın hedefi olanlar için bunun bıkkınlık verici bir şey olduğunu takdir edersiniz. Ama ben şahsen bunu kendim adına olumsuz bir şey olarak hissetmedim; aksine hep beni güçlendirdiğini düşündüm. Benim kadar inatçı olmayanlar ise, ilk fırsatta memleketi bırakıp gitmekten başka çıkış yolu göremiyorlar. ayrıntılarıyla tekrar tekrar sahnelendiğini görürsünüz. Toplum liderlerini ayırıp sürmeler, suikastler, idamlar, köy baskınları, provokasyonlarla insanları isyana zorlayıp “tedip” etmeler, köy meydanlarında toplu katliamlar vs. Özellikle Dersim olayında ortada mantıklı bir sebep de yoktur; adeta bir kez kötü yola düşmüş bir caninin aynı suçu tekrar işlemeden duramaması gibi psikolojik bir durum sözkonusudur. 1960 darbesinden sonra gene aynı hastalık nükseder. 1980-83’ten sonra bir daha nükseder. “Atalarımız bunları kesti, bizim neyimiz eksik” gibi ruh haleti içindeler sanırsın. Günümüzde koşulların biraz değişmiş olması kimseyi aldatmasın; ben Kürtler’in ciddi bir tehlike ile karşı karşıya olduklarına inanıyorum. “Açılım” vs. klasik aldatmacadır. Unutmayın, 1914’te de “Ermeni Açılımı” yapılmıştı, bir sürü reform vaadi ortaya atılmıştı. Sonunu biliyorsunuz. Ne tavsiye ederim? Güzel soru. Nisan ayı sürekli bir “Soykırım sendromu” ile geçiyor. Bu korkuyu ve soykırım depresyonunun yaşanmaması için yapılması gerekenler nelerdir? Ermeniler’in yaşadığı felaketlerin bir benzerini Cumhuriyet sonrası Kürtler’in yaşadığını düşünüyor musunuz? Düşünüyorsanız, Kürtlere tavsiyeleriniz nelerdir? A) Uluslararası güvencelere bel bağlamayın, işlerine geldiği gün sizi satacaklardır. B) Hazırlıklı olun, ama silahlı mücadeleye güvenmeyin. Silahlanmak provokatiftir; tepki doğurur. Askeri açıdan daha güçlü olanın ekmeğine yağ sürer. C) Cephenin önünü değil arkasını düşünün. Türk kamuoyunu elde etmeye çalışın. Türk siyasi hayatında ben Kürtler’in çok daha aktif ve olumlu bir rol oynayabileceklerine inanıyorum. Maalesef o alanda şu ana kadar pek başarılı görünmüyorlar. Tüm siyasi eylemlerinde kendilerini marjinalleştiren, dışlayan bir tutum içindeler. Tabii. 1925’te Sünni Kürtler, 193638’de Dersimliler aynı şeyleri yaşadılar. Ermeni tehcirinin sanki tüm Hişyar Barzan Şeref hanoğlu A. Knews Kaynak: haberdiyarbakir.com Sevan Nişanyan/Siyaset ve Tarih Yazıları İlk başlarda buraya sadece siyaset ve tarih yazılarımı koyuyordum. Bir ara anayasa tartışmalarına daldım. Son zamanlarda aklıma ne gelse yazıyorum. http://nisanyan1.blogspot.de kızılbaş - sayfa 34 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kürtlerin Ermenistan'da yayılması NICOLAI ADONTZ (çeviri: Sako Zulalyan) Hamidiye alaylarında aktif yer alan kürt aşiret kuvetlerinden bir görüntü!:. KÜRTLERIN ERMENİSTAN'DA YAYILMASI I. Dağlık Ermenistan ülkesini egemenlikleri altina almak için kapışan iki rakip ülke, İngiltere ve Rusya'nin Türklerin Kürt yanlısı siyasetletine göz yumduklarini, aci da olsa kabul etmeliyiz. Ermeniler, Osmanli eğemenliğine karşı kalkıştıkları mücadelede, Türklerin boyunduruğu ve zulümunden kurtulabilmek için, Ruslarin yardimci olabilecegini düsleyerek, yüzlerini kuzeye çevirmislerdi. Yüzyillarin etkisiyle Ermeniler de gelisen russeverlik, Ingiltere'nin gözünde, Asyadaki çikarlarindan dolayi kabullenilmez bir egilimdir. Ingiltere, Ermenilerin Rus karsiti manevralarda kullanilamayacagina sonunda tamamen ikna olup, agirliklarini Kürtlerden yana koymuslardir. Ayni zamanda, Rusya'nin ittifaki ve dogal yurttasi niteledikleri Ermenilere karsi, Kütlerin öne sürülmesini öngörmüstür. Rus yayilmaciligina karsi, Kürdistan'in siyasi bir alet haline dönüstürülmesi fikri, yani "kürdistan karti", Ingiliz elçisi Palker'a aittir. Gerçi halefi, Tailor, 18 Mart 1869 tarihinde kaleme aldigi raporunda; "Kürtlerin de Rusya'ya yönelebileceklerini" öne sürmüs, Palker'in harcini koydugu "kürt karti" için "onaylanamaz ve gerçeklestirilemez" diyerek serh koydugu dogrudur. Bu rapora ragmen, Ingiliz ajanlari Ermenistan da Kürt yanlisi girisimlerini sürdürmüslerdir. Burda, Erzurumdaki elçiliklerini; "Kürdistan Ingiliz Elçiligi" lâkâbiyla andiklarini vurgulamamiz aslinda fazlaliktir. Türkler de kendi paylalarina, haritalarindan "Ermenistan" adini silip yerine Kürdistan yazarak 'ermeni karsiti' siyasetlerini temellendiriyorlardi. Türklerin gelistirdigi, "Ermenistani yok sayma" siyasetinin Ingilizlerin koruyucu semsiyes altinda gizlenebilmesi, Ermeniler için saskinlik vericiydi. Onaylamadiklari bu tür adimlara karsi Patrikleri araciligi ile seslerini yükseltmeken öte gidemediler. Ingilizlerin Ermenistan'a düsmanca bakmalarinin asli nedeni olan Ruslar'in Kürtlere yônelik girisimlerini yorumlamak ise mümkün degil. Ruslar Ermenistan' daki mevkilerini saglamlastirmak yerine, bölgede Kûrt kartini öne süren Ingilizlerin etkisini bertaraf etmek için, bu karti ele geçirmeye çalisiyorlar. Rus ajanlari, askeri raportörler, seyahlar bölgede Ermenilerin belirleyici varliklarini yadsiyip, Kürtlerin üstünlüklerinden söz ediyorlardi. Ermenilerin üzerinde yasadiklari topraklarin Ermenistan oldugunu yadsiyor, kitaplarinda ve makalelerinde Kürdistan diye geçiyorlardi. Erzurum ve mahaline 'Kuzey Kürdistan', Bitlis (Van) ve civarina 'Güney Kürdistan' deniyordu. Bunlardan bir kaçi laubaliliklerinde öylesine ileri gitmislerdi ki, Kürtlerin Ermenistan'in asli yerli halki oldugu ve Ermenistan'in ise her zaman Kürtlerin vatani oldugu görüsünü ortaya atip, çirkin siyasetlerine malzeme hazirliyorlar. II. Kürtler ne antik ne de ilk çaglarda Ermenistan da tesekkül etmemmisler aksine, Osmanli Türk idaresi zamaninda bu topraklara nakledilmislerdir. kızılbaş - sayfa 35 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Osmanlilar, 1514 Caldiran meydan muharebesinde, henüz tekellerinde bulundurduklari toplar sayesinde, Iran hükümdari Sah Ismail'in güçlerini yenilgiye ugrattiktan sonradir ki Bati Ermenistan'i egemenlik alanlarina dahil olmustur. Iranlilar ve Osmanlilar arasindaki Ermenistan'in bütününü kontrolleri altinda tutabilme mücadelesi, Caldiran muharebesinden sonra da araliksiz sürmüs, sinirlar ise günümüze dek degismez kalmistir. Bitlis'in yerlisi, bölgeyi iyi taniyan Kürt Molla Idris, Sultan Selim'in muharebe hazirliklarinda önemli yararliliklar göstermistir. Sultan'in ugruna kalkistigi islerde, ondan beklenilecegi gibi, bölgedeki daginik küçük Kürt asiretlerinin çikarlarini gütmüstür. Iranlilar, Ermenistan'daki egemenliklerini saglamlastirmak için konar-göçer Kürt asiretlerini bölgeden uzaklastirarak basari kazanirken, Osmanli sultanlari Iranlilar'in ilerlemesine engel olacak bir cephe kurmak için tam aksi siyaset izleyip, göçebe Kürt asiretlerine egemelikleri altinda tutabilecekleri topraklar bahsediyorlardi. Molla Idris, Nizip'ten Dersim'e kadar uzanan genis bir eyaleti kontrol ediyordu. Diyar-i bâkir diye anilan eyaleti, Molla Idris 19 sancaga bölmüs, 'eben an cedd' (babadan ogula) hakkiyla sekizini Kürt asiret beylerine birakmisti. Bu Kûrt öncüler, Dicle havzasindaki verimli topraklari özel mülk ya da 'hokümat' edindiler. Sultan Selim, Kürtlerin hizmetlerinden dolayi hediye ettigi yirmi bin Düka altini, Molla Serif Kürt beylerine dagitti. Ayrica yetmis 'Seref Kaftani' (Khalat) ve yetmis mühür, irili ufakli tüm beylerin gönüllerini cezb etmek için ortaliga saçilmisti. Akabinde, bazi Kûrt asiretlerini Erzurum vilayetine nakledince, Ermenistan'in bu yöresindeki ilk Kürt etnik unsurlar belirdi. Mürekkep yalamis olan Idris gibi oglu Abulfazi de, yaptiklari firsatçiliklari yaziya dökmüslerdir. Bugün bizler, onlarin özgün kayitlarindan tarihin bu dönemindeki gelismeleri ögreniyoruz. 1597 yilinda Bitlis’in yöneticisi Sarafettin, Kürt zenginliklerinin tarihini yazdi. Bu eseri, akademisyen ........ 1886 yilinda Saint Petesburg da “Seref-Nâme” adiyla yayimladi. Fransizca çevirisi ise, bir yil sonra 1887 yilinda Paris’te gün isigina çikti. Kürt tarihçinin bu eseri, ilk milli tarih örneklerinde görülen ek- sikleri aynen barindirmaktadir. Kronolojik tarihsel konularin eksikliginden kaynaklanan bosluklar, hayali yaradilis ôyküleriyle sakinilmaksizin doldurulmustur. Herhangi bir sülalenin dogusunu kanitlamak için farazi rakamlar en eski zamanlarla karsilanmis, kayitli tarih olmadigi gibi, olaylarin geçtigi yüzyillar da belirtilmemistir. Kimi zavalli Kürt asiretleriyle, önemli tarihsel kisilikler arasinda hayali akrabaliklar kurulup, asiret boylarindan bir kaçi ilk halifelerin torunlari olarak sayilir. Sarafettin, iddialarina kanit diye mitolojik destanlara basvurur. Ne var ki, bu destanlarin ayrintili incelemesi yapildiginda, destanlardaki kisiliklerin, soy adlarinin halk dilindeki etimolojik yapisi üzerine kuruldugunu görmekteyiz. Binaenaleyh, destanlarin bizzat eserin yazari tarafindan uydurulmus olma ihtimali su yüzüne çikiyor. Ne vakit zamane tarihçi, uyduruk dogus öykülerinden, içi bos tahminlerden, Kürt beyleriyle ilgili somut verilere geçmesi gerekiyor, o vakt; eski çaglardan süzülüp Selim ve Idris dönemine konmasi gerekiyor. Timur döneminde otaya çikmis, Van ve Bitlis yöresindeki hanedanlar disinda, Dicle boylarina kosullanmis asiretlerin istisnasiz tümünün teskkülü 15. yüzyilin sonu 16. yüzyilin basina, Osmanli-Iran savaslari dönemine denk düser. Van ve Bitlis deki egemen sülalelere gelince, atalarinin Kürtler oldugu tartismalidir. Tarihçi Sarafettin geçmisini arastirirken atalarinin damarlarindaki kani Araplara ya da Kürtlere degil ‘Ermenilere’ baglayabilecek daha fazla dayanaga sahipti. “Dersim Kürtleri” olarak anilan Dujigler’in dogus meselesi de ayni sekilde incelenmelidir. Hasili, Dujigleri Kürtlerin hanesine kaydedenler dahi onlari temiz Kürt olarak kabullenmiyorlar. Kürt tarihçi, bütün bu egemen beyliklerin adlarini verirken Dersim’den Diyarbekir’e dek uzayan bölgede yasayan ahaliden bir kelime dahi söz etmiyor. Bu sancaklarin beyleri Kürt oldugu için ahalinin Kürt sayilmasi hangi akla hizmettir? III. Yeni sancak beylerinin ceddlerince isgal edilmis eyaletlerde oldugu gibi, Ermenistan’in diger bölgelerinde de, Osmanli-Iran çarpismasindan önce Türkmensahlar’in akarabalari, Akkoyunlu ve Karakoyunlu beyler hüküm sürmekteydiler. Bu beyler, mogollarin gelisinden önce bölgeyi idare eden Ishanlarin (°) sürdürücüleriydiler. Hatta Ishanlarin önemli kismi varliklarini, Timur’un saldirilarina dek korumustu. Selçuklu akincilar, Daglik Ermenistan’ akmaya basladiklarinda, Bizans Imparatorlugu bu zorlu düsmani karsisinda sanki daha baska çare kalmamis gibi, Ermeni kiraliklarini ve egemen hanedanlari Firatin batisina, Küçük Hayk’a (°°) dogru, Firat boyunca yeni bir cephe açmak amaciyla sürmüstür. Bir yandan Sivas’tan Adana’ya, diger yandan Dersim’den Urfa’ya uzanan Ermeni komutanlarin kontrolündeki burçlardan olusmus iki savunma hatti kurumustur. Van bölgesindeki Artzruniler, Bizans’in kontrölüne biraktiklari topraklar karsiliginda, Sivas’tan Firat’a uzanan genis arazinin zilliyet hakkini edinmislerdi. Ani’deki Bakraduniler, Ligan’a simdiki Maras sancagi içinde kalan bölgeye, Kars’taki Bakraduniler ise Klikya’nin vadilerine yerlestiler. Artzrunilerin Tornavan kolu, Tarsus, Adana, Mersin bölgesinde belirdiler. Pahlavilerin bir kolu, Kesan Malatya sancagina yerlesti. Firat-Dicle arasidaki bölgeyi bir baska kol kontrölüne almisti? Urfa zaten Ermeni hükümdarlarin egemenligi altindaydi. Öteyandan, Bizans Imp. 9. yüzyilda acimazis katliamlarla sindirdigi Paulakianlar’in (Paulitiens, Pavlikler diye de anilirlar) torunlari, Dersim mahalinde özerkliklerini koruyorlardi. Bütün bu irili ufakli feodal beyler mogollarin rüzgar gibi engellenemez saldirilari karsisinda sindirildiler. Timur’un firtinali seferi de, mogol beyliklerini de yerlerinden ederken, savasci Türkmen boylarina zemini hazirladi. 15. yy da Ak ve Karakoyunlu beyler Ermenistan’da soylarina has kayitsizlik ve gönülsüzlükle hüküm sürdüler. IV. Ermenilerin yasadigi topraklardaki yönetici beylerin kimligindeki degisiklik, feodal üretim iliskilerindeki yapisal çarpiklik, ayni zamanda etnik temelde etkilenmeye yol açti mi? Üst yapidaki tahrifat acaba alt yapiya da yansidi mi? Etnik yapinin bazi, Mogollarin egemenliginde mogolasmadi. Ne de Türkmen beyleri zamaninda Türkmenlesti. Yönetim Kürt beylerine devredildiginde de Ermenistan Kürtlesmedi. Yerle- kızılbaş - sayfa 36 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 sik çalisan toplumun temel unsurunu Ermeniler olusturuyordu, hali hazirda Ermeniler olusturmaktadir. Uygar dünyada agirligi olan hiç bir ülke yalnizca daglar, vadiler, akarsulardan mütesekkil degildir. Her bir ülke tabî görüntüsünün yanisira manevi özelliklere de haizdir. Manevi nitelikler birini digerinden ayirir. Realitede, manevi etkenler âmâ tabîatin artiklari olmayip, insanin yaratici özgün çalismasinin ebedilesen eserleridir. Zihinsel üretkenligin vûcuda tahavvül etmesi (dönüsmesi), kültürlerinin ulastigi düzeyin disavurumudur.Bu ruh kime aittir? Ya da ne zamandan beri bu ruh ait oldugu bedenden kopmustur? Bu bedenin yaratici isçileri ve mirasçilari kimlerdir? Ermenistan, insanin üretken gücünün labaratuari olarak Ermani idi ve Ermeni olarak da kalmaya devam ediyor. Ermenistan, Ermeninin elleriyle insan için yapilmis barinaklarin kendisidir. Diger bütün geler geçerler bu topraklarda konaklayacaklari hanlar aramaislar, kültürel zenginligini har vurup harman savurmuslar. Kimileri geçici misafir olmus, bazilari alinyazilarinin degismezligiyle savaçi birimler olmaktan öteye geçememis, bir kismi onlara egemenlik sunuldugu halde yagmalamaktan, yakip yikmaktan usanmamislardir. Bunlardan hiç biri manevi bir miras ya da kültürel yapi birakmamislardir. Ne bir Türkmen, ne bir Kürt bu ülkenin mimari sanatsal zenginligine katki olabilecek tek bir tas bile koymamistir. Mimarinin görkemli yapilari saraylar, kaleler, kiliseler ve vanklar (manastir) inanç ve sabirla islendikleri daglarin oyuklarinda çogalip, çevrelerine kültürel zenginligin isigini saçmis eserler, bugün tozlarin arasina gömülüdürler. Fakat onlarin ruhlari yikintilar arasinda yasiyor, geçmisin gölgeleri göz nuruyla yontulmus taslarin arasinda araliksiz dolanmaktadirlar. O gölgeler ki, her an vücut bulmaya hazirdirlar. Ermeni halkinin Ermenistan’i “yikintilar arasinda oturan genç kiz” halinde canlandirip simgelestirmeleri yerindedir. Calismanin ruhu ve yikinti halindeki kültürel miras, Kürt çobanlarin sürülerinden daha fazla yakismiyor mu bu ülkeye? Ermenistan’in bütün sehirlerindeki Ermeni kiliselerinin ve diger yöredekilerin girisine mimari zevkten yoksun minareler dikildiginde, erme- ni kimligini yitiriyor mu? Ermenistan, gelismis medeni bir ülke olarak bütün bir organizmadir. Onun yüregindeki en güçlü vuruslar ve en derin soluklar ermenidir. Yasayan bir organizm olarak Ermenistan geçmisinden ve geleceginden vaazgeçemez. O yarali, sürekli kan kaybediyor olabilir. Ama henüz katledememislerdir. Yaralarini iyilestirmek, agrilarini dindirmek, közden canli atese dönüstürmek siyasi tabiplerin borcudur. Yüzyillardir Ermenistan’in yanip tutusan, bagimsizlik askini görememek, Ermenistan’in canli vücudundaki karmasik etnik uru bahane ederek onu yok saymak, siyasilerin isledikleri suçtur. ‘Ermeni Sorunu’u yarim yüzyildir süründürdükleri ve kanli bir rejimin çiz- meleri altinda, bu topraklara tamamen yabanci düsman unsurlarin, vücudunda yayilmasina izin verdikleri için, bütün o diplomatlar yargilanmalidir. NOTLAR: °- Ermeni kiraliklarinin ve hanedanlarin Bizans Imp.’nun karariyla sürülmesinin ardindan beliren yerel yönetim otoriteleridir. °°- Küçük Hayk, Firatin bati kiyilarindan Sivasa, güneyde Malatya’ya kadar uzanan bölgeye verilen addir. Bu bölgenin ahalisinin önemli kesimi dogudan beslenen Ermeniler olmasina ragmen, bati merkezli yönetimlerce idare edilmisitir kızılbaş - sayfa 37 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bir İstisna Mı Yoksa Devlet Politikası Mı? Ermeni Kadın ve Çocukların Müslümanlara Dağıtılması 1915 baharından başlayarak uygulanan tehcir sırasında, kocaları ya da babaları sevkedildiği, öldü(rüldü)ğü ya da Osmanlı ordusunda askerlik görevini yapmakta olduğu için "sahipsiz kalan" Ermeni kadın ve çocukların Müslümanlara dağıtıldığına ya da sistemli olarak Müslümanlaştırıldığına dair Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde birçok belge var. Bunların bir kısmına ulaşmak için arşivde uzun araştırmalara girmeye bile gerek yok. Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nin yayınlarından ya da internet sitesinden bile bazılarına ulaşmak mümkün. Dahiliye Nazırı Talat Paşa'nın Halep Valiliğine 9 Ağustos 1915 tarihinde yolladığı emirde, sahipsiz kalan kız ve erkek çocukların teker teker Müslüman köylerine dağıtılması isteniyor.Yine Talat Paşa'nın 30 Nisan 1916 tarihinde çeşitli vilayet ve mutasarrıflıklara gönderdiği telgrafta, bu uygulamaya "erkekleri askerde olan Ermeni aileleri"nin de dahil olduğu açıkça belirtiliyor. Bir başka belgede Ankara Vali Vekili Atıf, "Kalecik'te bulunan 257 ve Keskin'de bulunan 1.169 Ermeni'nin çok büyük bir kısmının Müslüman köylerine dağıtılacak olan kadın ve çocuklardan ibaret olduğunu" Dahiliye Nezareti'ne bildiriyor. Arşivde yine Müslümanlığa geçen Ermeni kızlarının bir suiistimale meydan vermeden Müslümanlarla evlendirilmelerinin uygun olduğuna ve Müslümanlığa geçtikten sonra evlendirilen veya güvenilir Müslümanlara emanet edilen kadın ve çocukların, eğer Ermeni anne-babaları ölmüşse mal-mülklerinin kendilerine [dolayısıyla onları alan Müslüman ailelere] verilmesine dair, Talat Paşa'nın emirlerini içeren telgraflar da var. cik ve Keskin'deki Ermenilerin çok büyük kısmının Müslüman köylerine dağıtılacak olan kadın ve çocuklardan ibaret olduğuna dair, 22 Eylül 1915 tarihinde Dahiliye Nezareti'ne gönderdiği bilgi: Bab-ı Ali Dahiliye Nezareti Osman Köker sesiz Ermeni çocuklarının Müslüman köylerine dağıtılmasına dair Halep Valiliği'ne yolladığı 9 Ağustos 1915 tarihli emir: Bab-ı Ali Dahiliye Nezareti Emniyyet-i Umumiyye Müdiriyyeti Şifre Kalem-i Hususi: 4963 Mahremdir Haleb Valisi Bekir Sami Bey'e C. 15 ve 20 Temmuz sene [1] 331. Erkekleri olmayan Ermeni a'ile ve kadınların büyük şehirlere tevzi'i münasib olamaz ancak küçük yaşta ve bi-kes kalan kız ve erkek çocukları müteferrik suretde İslam karyelerine verilebilir. Fi 27 Temmuz sene 1331 Nazır BOA.DH.ŞFR [Başbakanlık Osmanlı Arşivi Dahiliye Nezareti Şifre Kalemi] nr. 54-A/325. Belge I: Belge II: Dahiliye Nazırı Talat Paşa'nın, kim- Ankara Vali Vekili Atıf'ın, Kale- Mahreci Şifre Kalemi Ankara 4 Eylül sene [1] 331 tarihli ve 125 numrolu şifre telgrafnameye zeyldir. Gayr-i ez sevk merkez-i vilayetteki Ermeni nüfusu kadın ve çocuk olmak üzere yedi yüz otuz üçe baliğ olup bunlar da yevmi iki yüz elli kadar kafile kafile Eskişehir tarikiyle mıntıka-i mu'ayyeneye gönderilmekde olduğu ve Kal'acık'da bulunan iki yüz elli yedi ve Keskin'deki bin yüz altmış dokuz Ermeni nüfusdan çok kısmının kura-yı İslamiyye'ye tevzi'i icab eden nisvan ve sıbyan kabilinden bulunduğu ma'ruzdur. Fi 9 Eylül sene [1] 331 Vali Vekili Atıf BOA.DH.EUM.2.Şb. [Başbakanlık Osmanlı Arşivi Dahiliye Nezareti Emniyet-i Umumiye Müdüriyeti İkinci Şube] 68/79 Belge III: Müslümanlığa geçen Ermeni kızlarının Müslümanlarla evlendirilmelerinin uygun olacağına dair, 18 Ağustos 1915 tarihinde Dahiliye Nezareti'nden kızılbaş - sayfa 38 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Niğde Mutasarrıflığı’na gönderilen telgraf: Bab-ı Ali Dahiliye Nezareti Emniyyet-i Umumiyye Müdiriyyeti Şifre Hususi:5112 Bi’z-zat hall olunacakdır. Niğde Mutasarrıflığı’na Ermeni kızlarından ihtida edenlerin su-i isti’male kat’iyen meydan verilmemek şartıyla İslamlara tezvici münasibdir. Fi 5 Ağustos sene [1]331 Nazır BOA.DH.ŞFR nr. 55/92 Belge IV: Erkekleri sevkedilen ya da “askerde olan” Ermeni ailelerinin Müslüman köylerine dağıtılıp mahalli adetlere alıştırılmalarına, genç ve dul kadınların evlendirilmelerine, çocukların “bizim” yetimhanelere yerleştirilerek ya da Müslümanlara dağıtılarak mahalli adetlerle yetiştirilmelerine dair,30 Nisan 1916 tarihinde Dahiliye Nazırı Talat Paşa’nın çeşitli vilayet ve mutasarrıflıklara ve Harbiye Nazırı Enver Paşa’ya gönderdiği telgraf: Bab-ı Ali 1-Erkekleri sevkedilip veyahud ‘askerde bulunup’ da kimsesiz ve velisiz kalan a’ileler’ ecnebi ve Ermeni bulunmayan kura ve kasabata müteferrikan tevzi’ ve muhacirin tahsisatından i’aşeleri te’min edilerek adat-i mahalliyye ile istinaslarına. güvenilir kimselere emanet edilen Ermeni çocukların mallarının “korunması” ve ailelerinden miras kalanların “kendilerine” verilmesine dair, 11 Ağustos 1915 tarihinde Dahiliye Nazırı Talat Paşa’nın çeşitli vilayet ve mutasarrıflıklara gönderdiği telgraf: 2-Genç ve dul kadınların tezviclerine. Bab-ı Ali Dahiliye Nezareti 3-On iki yaşına kadar olan çocukların bizim darü’l-eytam ve öksüz yurdlarına tevzi’ine. İskan-ı Aşayir ve Muhacirin Müdiriyyeti İstatistik Şu’besi 4-Darü’l-eytamların mevcudu kifayet etmediği takdirde sahib-i hal Müslümanlar nezdine verilerek adab-ı mahalliye ile terbiye ve temsillerine. 5-Bunları kabul ve terbiye edecek sahib-i hal Müslümanlar bulunmadığı takdirde muhacirin tahsisatından ayda otuz kuruş i’aşe masrafı verilmek şartıyla köylülere tevzi’ine gayret edilmesi ve suver-i sabıka dahilinde vaki’ olacak icra’at ve teşebbüsatdan aded ve erkama müstenid olarak peyder-pey ma’lumat i’tası. 17 Nisan sene [1] 332 Nazır (I) Enver Paşa Hazretlerine; Zeyl Fi 17 Nisan sene [1] 332. Vilayat ve elviyeye vuku’bulan tebliğat zire derc olunmuştur. BOA.DH.ŞFR nr. 63/142 Belge V: Müslümanlığa geçen, evlenen ve Dahiliye Nezareti İskan-ı Aşayir ve Muhacirin Müdiriyyet-i Umumiyyesi Umumi:158 Şifre Adana, Erzurum, Edirne, Haleb, Hüdavendigar, Sivas, Diyarbekir, Ma’muretü’l-aziz, Konya, Kastamonu, Trabzon vilayetleriyle, İzmit, Canik, Eskişehir, Karahisar-ı Sahib, Mar’aş, Urfa, Kayseri, Niğde mutasarrıflıklarına Bir sureti Başkumandan Vekili Enver Paşa Hazretlerine (I) altan tan Umumi:451 Şifre Adana, Ankara, Erzurum, Bitlis, Haleb, Hüdavendigar, Diyarbekir, Suriye, Sivas, Ma’muretü’l-aziz, Musul,T rabzon, Van vilayatıyla, İzmit, Urfa, Eskişehir, Zor, Canik, Kayseri, Mar’aş, Karesi, Kal’a-i Sultaniyye, Niğde, Karahisar-ı Sahib mutasarrıflıklarına, Adana, Haleb, Mar’aş, Ma’muretü’laziz, Diyarbekir, Trabzon, Sivas, Canik, İzmit Emval-i Metruke Komisyon Riyaseti’ne İhtida eden veyahud izdivac edenlerle beray-ı teslim ve terbiye şayan-ı i’timad zevat nezdine bırakılan çocukların emlak-i zatiyyeleri ibka ve murisleri vefat etmiş ise hisse-i irsiyyeleri i’ta olunur. Fi 29 Temmuz sene [1] 331 Nazır Tal’at BOA.DH.ŞFR nr. 54-A/382 Kaynak: Toplumsal Tarih, sayı: 197 Mayıs 2010, s.43-44. kızılbaş - sayfa 39 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 TEHCİR KANUNU BAŞLIBAŞINA BİR ETNİK TEMİZLİK, YANİ SOYKIRIM DEMEKTİ! Prof. Halil Berktay, "Tehcir emri, bütün Ermeni tebaasını hedef alıyordu. 1915, Doğu'yla sınırlı değil. 'Öldürme' unsuru hariç bu kadarı dahi 'jenosit' tanımına giriyor" diyor. Osmanlı'nın son dönemindeki 1915 olaylarını bir tarihçi olarak nasıl değerlendiriyorsunuz ? 1. Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı'nın ruh hali nasıl gözüküyor ? Dışarıya karşı çok endişeli. Kendisini hep mazlum ve kurban olarak gören çok öf keli ve patlamaya hazır bir Türk milliyetçiliği oluştu. 1912 - 13 Balkan savaşları bu açıdan çok büyük bir dönüm noktası oldu. Yunan ve Bulgar orduları ilerlerken İstanbul'daki azınlıklar Pera'da zaferi kutluyorlardı. Birinci Dünya Savaşı patlak vermeden Yunanlılara, Rumlara yönelik etnik temizlik başladı. Osmanlı Mebusan Meclisi Reisi Halil Menteşe anılarında bunu anlatıyor. Trakya'dan sürgün Balkan Savaşı'nda Osmanlı'ya ihanet edenlere karşı önlem alınmış... Trakya'daki Rumlara yönelik bir temizlik. 'Cemiyet'in teşkilatı' (Teşkilat-ı Mahsusa) eliyle Rumların ürkütüleceğine dair bir talimat dahilinde hareket başlıyor. Halil Menteşe anılarında 100 bine yakın Rum burunları kanamaksızın Yunanistan'a gittiklerini yazıyor. İzmir civarında benzer şeyler oluyor. Yarı açık, yarı gizli politikayla etnik temizlik yapılıyor. Bu olaylar Ermeni katliamlarının silahsız provasıdır. O sırada Ermeni tehciri planlanmıştı demiyorum ama sonuç olarak böyle bir tecrübe vardı. 1912'de İstanbul'un düşme tehlikesi belirmiş. Enver Paşa, Harbiye nezaretinin boşaltılarak, Anadolu'ya geçme emrini vermek durumundaydı, hiç olmazsa Anadolu ihanet edebilecek unsurlardan temizlenmeli ve güvenli olmalıydı. Tehcir kararı böyle bir halet-i ruhiye içinde alınmıştı. Emir Talat Paşa'dan Ermeni tehciri emrini kim çıkarıyor? Tabii ki Talat, bana göre Talat Enver'den çok daha önemli bir insandır. İttihatçıların esas beynidir. Napolyon döneminin bir gizli polis şefi vardır Fuşe, Talat biraz ona benziyor. Her şeye 'hikmeti devlet' diye bakıyor. Ermenilere karşı Enver'i, Cemal'i Talat ikna ediyor. Ermeniler de büyük bir hesap hatası yapıyorlar. Aldırmayalım, bunlar 'blöf'tür diyorlar. Tehcir emri, imparatorluğun bütün Ermeni tebaasını sırf Ermeni oldukları için hedef alıyordu. Yani tehcir kanunu şöyle demiyordu: Sadece Doğu Anadolu'yu boşaltacağız! Hayır. 1915, Doğu Anadolu'daki savaş bölgesiyle sınırlı değildir. Tehcir kanunu başlı başına bir etnik temizliktir. Tehcir emri nasıl uygulanıyor ? Devletin yasal aygıtı eliyle, Dahiliye Nezareti'nden doğrudan doğruya yollanan emirlerle, 'Bölgenizdeki Ermenileri derhal toplayacaksınız' deniliyor: 'Konvoylar halinde Güneydoğu'ya, oradan Suriye'deki, Irak'taki bazı şehirlere yollaya kızılbaş - sayfa 40 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 caksınız, orada iskân edilecekler.’ Mesele Doğu bölgesiyle sınırlı değil. İznik’ten, İzmit’ten, Çorlu’dan alınanlar var. Ermeni oldukları için tehcir ediliyorlar. Günümüzde ‘öldürme’ unsuru hariç bu kadarı dahi ‘jenosit’ tanımına giriyor. Bir etnik grubu topluca yok etme, sürüp atma kategorisine giriyor. Resmi söylem şudur: ‘Efendim, maalesef açlıktan ölmüşler!’ Ermenilerle ne savaşı var? İlk katliamlar bir sinyal. Yerel nüfus içindeki en kötü unsurlar, Ermenilerin artık ‘avlanmasının serbest’ olduğu sinyalini alıyor. Katliamların ikinci türevsel dalgası başlıyor. Size bunun kanıtını sunmak istiyorum. Dahiliye Nazırı Talat’ın telgrafı... Evet, Talat Paşa’ın Diyarbakır Valisi’ne çektiği (29 Haziran) 12 Temmuz 1915 tarihli telgrafı okuyorum: Diyarbakır’dan sevk edilen Ermenilerden ve diğer Hıristiyan ahaliden bazılarının geceleri şehirden çıkarılıp öldürüldüğü ve çevredeki Müslü- man ahalinin topluca kıyam ederek tüm Hıristiyanları katletmelerinden korkulduğunun istihbar edildiğini bildiriyor Talat. Diyarbakır Valisi’ni, ‘Ermeniler’e yönelik tedbirlerin diğer Hıristiyanlara asla uygulanamayacağı’ konusunda uyarıyor. Talat tedbir derken neyi kastediyor, tehciri mi, katliamı mı? Söylemiyor. Hedef Ermeniler Telgrafı başka türlü okumak mümkün değil mi? Diyelim ki, Talat bütün katliamların önlenmesini ve sadece Ermenilerin tehcirinin kan dökülmeksizin sürmesini istiyor. Ne derdi ? Her çeşit katliam derhal önlensin. Talat bunu demiyor. Ama Diyarbakır Valisi’ne dolambaçlı yoldan, ‘Diğer Hıristiyanlara dokunmayın, Ermenilere bildiğiniz gibi yapmaya devam edin’ demeye getiriyor. Gizli emirler var. Devlet Ermeni muhacirlerin yanına koruma birlikleri verdi diyorlar. Askeri korumaya rağmen saldırı oluşmuşsa bu çatışmanın bilgileri nerede? Kürtleri de mi kullandılar ? 1915 Ermeni olayları sırasında Kürtlere yönelik benzer emirler çıkarılıyor mu? Niye sadece Ermeniler sürülüyor? - O tarihte henüz Kürt milliyetçiliği yok. Ermeniler, Anadolu’nun tek ve büyük Hıristiyan nüfusu. Yarısı Doğu Anadolu’da yaşıyor. Ermeni milliyetçiliği Taşnak Sütyun ciddi bir mesele. Geçmişte Osmanlı, Bulgarlara karşı Pomakları kullandığı gibi Ermeni kıpırdanışlarına karşı da Kürtleri kullanıyor. Hamidiye alayları meşhur. Kürt aşiretleri de arkasına alıyor. Türk milliyetçi söyleminde zaman zaman ‘Biz öldürmedik, Kürtler öldürdü’ denir. Kürtler Osmanlı’nın emrindeydi. Sonuç şu tabii: TEHCİR KANUNU BAŞLIBAŞINA BİR ETNİK TEMİZLİK, YANİ SOYKIRIM DEMEKTİ! Kaynak: http://www.facebook.com/1938.Soykirimdir#!/photo.php?f bid=23724507 6372120&set=a.121275731302389.228 34.100002598872715&type=1&theater Yetkili Kişiler Payline Tomasyan Hayastan İnfo ht t p://w w w.ar men ien i nfo.net İstiklal Cad. Hıdivyal Palas No. 465/Z. Tünel BEYOĞLU - İSTANBUL TEL : (212) 252 65 18 FAX : (212) 252 65 19 E-mail : info@arasyayincilik.com Internet : www.arasyayincilik.com kızılbaş - sayfa 41 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 19 Mayıs 1919: Pontus Soykırımını Anma Günü İşgal kuvvetlerinin verdiği nota üzerine, Mustafa Kemal, Padişah VI. Mehmet Vahdettin tarafından olağanüstü yetkilerle donatılarak Vilayet-i Sitte'deki (Altı Vilayet) Hıristiyan ahaliyi korumakla görevlendirildi. Mustafa Kemal, Samsun'a çıkar çıkmaz katil çetelerini kendi komutasına aldı. Azılı bir katil olan Topal Osman, Kuvay-ı Milliye kimliğiyle Karadeniz gayrimüslimlerini soykırıma tabi tuttu. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin milli devlet kurmak için uygulamaya koyduğu "Anadolu'yu Türkleştirme" projesinin bir ayağı olan Ermeni soykırımı gerçekleştirildikten sonra, sıra diğer "rahatsızlık verici" unsurların ortadan kaldırılmasına gelmişti. Özellikle Karadeniz kıyılarında yoğun olarak yaşayan gayrimüslim nüfusun katledilmesi için çeşitli çeteler görevlendirmişti. Bunların en zalimi ve en korkuncu olan Topal Osman çetesi, Giresun ve civarında Rumları ve gayrimüslimleri soykırıma uğratıyordu. Osmanlı İmparatorluğu'nun 1. Dünya Savaşı'nı kaybetmesi üzerine, yurt dışına kaçan İttihatçıların "A Kadrosu", yerini başını M. Kemal'in çektiği "B Kadrosu"na bıraktı. Topal Osman, Samsun'a çıkan Mustafa Kemal'le görüştü, Kuvay-ı Milliye adı altında yeniden örgütlenme ve başladığı işi bitirme emrini aldı. Topal Osman bir yandan bu yeni destekle Pontus soykırımını tamamladı, öte yandan Mustafa Kemal'in özel muhafızlığını yaparak muhaliflerine kan kusturdu. İşi bitince de M. Kemal tarafından gözden çıkartıldı, II. Grup mensubu muhalif milletvekili Ali Şükrü Bey'i katletmesinden sonra yakalanarak öldürüldü ve cesedi meclis önünde asılarak teşhir edildi. Pontus'da soykırım 1916'da başladı ve 1919'da doruğuna ulaştı. Yaklaşık 300350 bin kişi sistematik bir şekilde ve devlet erkinin katılımıyla katledildi. Sağ kalmayı başaran az sayıda gayrimüslim, Lozan mübadelesiyle yerinden yurdundan edilerek kovuldu ve soykırım tamamlanmış oldu. 19 Mayıs, bu anlamda Pontus Soykırımını Anma Günü'dür. 19 Mayıs'ın milliyetçi gösterilerle bir bayram olarak kutlanması, 1937 yılına denk düşüyor. Cumhuriyet 1923'te ilan edilmesine rağmen, "Gençlik ve Spor Bayramı" olarak aradan 14 sene geç- tikten sonra kutlanmaya başlanmasının nedeni olarak, güya Atatürk'ün birdenbire "yahu Samsun'a bu gün çıkmıştık, bari bayram olarak kutlayalım" demesi gösteriliyor. Oysa gerçekte Almanya'da nazilerin ırkçı ayin-törenlerinin birebir kopyasıyla karşı karşıyayız. Naziler, Alman (ya da Aryan) ırkının ne kadar üstün olduğunu göstermek için seçtikleri güzel vücutlu genç kadın ve erkeklere spor gösterileri yaptırıyor, böylece cümle âleme ne kadar üstün olduklarını, gerekirse bu gençliği düşmanların üzerine salmaktan çekinmeyecekleri tehdidiyle birleştirerek sergiliyorlardı. 19 Mayıs'ın Türkiye'de gençlik ve spor bayramı olarak kutlanmasının altında yatan neden de bu. Kemalist diktatörlüğün "Benim fikrim, kanaatim şudur ki, dost da düşman da dinlesin ki, bu memleketin efendisi Türk'tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır" diyebilen Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, bu ifadesiyle resmi devlet politikasını ifade ediyordu. Özellikle 30'lu yıllardan sonra ırkçı politikalar iyice ayyuka çıktı, Yahudilere karşı hareketler başladı, Türk Tarih Tezi gibi ipe sapa gelmez teorilerle ırkçılık kurumsallaştırıldı. 19 Mayıs da milliyetçilik hezeyanının patladığı ırkçı bir gösteri olarak bu günlere geldi. Kaynak: http://www.marksist.org kızılbaş - sayfa 42 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 OSMANLI SONRASI İLK İCRAAT: KOÇGİRİ KATLİAMI Dr. Ali K. Yıldırım/...Dersim katliamı ile ilgili tartışmaların yaşandığı bu günlerde, Koçgiri katliamı’nın sadece kısmi bir boyutunu konu eden bu sohbeti ; insaf sahibi insanlarla paylaşmak, demokrasi isteyen herkesin yararına. Yeterli tepki gösterilmemesi nedeni ile, Dersim katliamına Koçgiri katliamı ile açılan yoldan varılmıştır. Babamın dayısı Nair efendi’nin oglu olan Ali Yıldırım ile agustos 2011 yılında koyumuz Sıddıklar da sohbet etme imkanı buldum.. Nayır Efendi, amca çocuğu dedem Hasangazi, diğer amca oğlu Nazım amca ve Apé Dursun gibi ufak yaşlarda Koçgiri katliamı sırasında büyük ızdıraplar yaşamış isimlerden biri. Ali amca’nın oglu Bezat, TİKKO içerisinde iken karanlık bir şekilde katledildi. Ölüm Kürd’ü hiç yanlız bırakmadı. Dedeler ve torunlar! Değişik tarihlerde aynı kaderi paylaşan insanlar ve onların tarihleri... Dersim katliamı ile ilgili tartışmaların yaşandığı bu günlerde, Koçgiri katliamı’nın sadece kısmi bir boyutunu konu eden bu sohbeti ; insaf sahibi insanlarla paylaşmak, demokrasi isteyen herkesin yararına. Yeterli tepki gösterilmemesi nedeni ile, Dersim katliamına Koçgiri katliamı ile açılan yoldan varılmıştır. Bir noktanın altını çizmekte yarar var: Tek parti dönemini ve de o dönemin diktatörünü eleştirilemez bir tabu olarak görmeye devam etmekle gerçek bir ilerleme sağlanamaz. İttihad Teraki ve tek parti dönemi ile geliştirilen kültür ve terbiye Kürt muhalefeti de dahil herkesi değişik biçimlerde etkiledi. İki tarafta sivillere karşı hoşgörüsüzlük ve saldırganlığın nedeni öncelikle bu ‘ortak’ terbiyedir. Dr. Ali K. Yıldırım (sağda) göçü ile çatısmaya girerler. Bekiranlılar fazla dayanamayıp çoluk çocuk aşağı doğru kaçmaya başlarlar. Bu arada çok kişi öldürülür. Büyük Axdepe’nin dibinde Alisér Efendi’nin konağı ateşe verilir. Anlatılanlara göre bir hafta boyunca konaktan duman çıkar. Osman’ın çeteleri daha sonra ilki Nahala Sur, ikincisi Kevıré Sur, üçüncüsü Tayé Salan olmak üzere tepeleri tutarak üç koldan ilerlerler. Amaçları bir çevirme hareketi ıie hareketin merkezi olarak gördükleri Alişér’in köyü Axızger (Atlıca) ile Haydar Beg’in köyü Karapınar ahalisini ölü veya sağ ele geçırmektir. Büyük deden Apé Nuri Topal Osman kuvvetlerinin yaklaştığını görünce atı Mahina Şére atlayarak komşu köy olan Haydar Beg’in köyü Karapınar’a yönelir. Kendisine kurşunlar isabet etmesin diye eğilerek atına yapışır. Bizimkiler birşeye karışmamış olduklarından önceden kaçmıyorlar. Ayrıca ailesini SIDDIKLI ALİ YILDIRIM ANLATIYOR Sohbetimize Ali amca gülerek “Ali Kemal eski meselere çok ilgi duyuyor” diyerek söze başladı. Ve sonra devam etti: -Topal Osman çeteleri Axtepe’den bizim köye inmeden önce Bekiranlılar’ın kemal paşa, t. osman paşa, sağır paşa çoluk çocuğunu bırakıp nereye gidecekler? O sırada Nizamiye Karapınar’a girmiş, etrafa “Topal Osman’dan kurtulmak istiyorsan Karapınar’a Nurettin Paşa kuvvetlerine sığının” haberleri iletilmiştir. O nedenle halk Karapınar’a akın etmektedir. Karapınar’da çok insan öldürülür, etraf cesetlerle doludur. Ufak bir ihtiyar olan Ağızgerli Medin yoksul ve perişan görünmek için elbiselerini yırtmış ,yüzüne kurum sürmüştür. Tanınmamak ve belkide yoksula merhametli davranırlar diye böyle yapıyor. Medin orada bir ara Apé Nuri ile karşılaşıyor. Medin nasıl yapıyorsa kaçmayı beceriyor, bir süre dağda saklanıyor ve kurtuluyor. Kendisi Sünnü Türk olan Goralis’li Şahsuvaroglu Mahmud Bey de oradadır. O kişilerle ilgili, yetkililere direk bilgi verir. Mahmud Beg bir ara Nuri amca’nın yanına gelir: “Nuri ağırlığın kadar para ver ve ölümden kurtul” der Nuri amca birşey vermez. Nuri amca bir ara karanlığı fırsat bulup gözden kayboluyor. Cesetlerin arasına girerek gizleniyor; fakat bakıyor olmuyor, hava çok soğuk, üstelik gündüzlüyün farkedilme riskide var; oradan çıkıp bir kar kütüğünün dibinde bir süre gizleniyor. Yine bakıyor soğuktan donacak, Türk köyü olan Bapsu’ya kivralarına sığınmaya karar veriyor. Bapsulular o zaman kadar ‘ kivralalarımıza yardım edecegiz’ diyerek bizim köyü boşalatmışlar: Aileler ile birlikte; mal-davar, koyun sürülerini, yatakları, halıları,değerli herne var ise götümüşler. Dedem Mustafa’da oraya sığınmıştır. Aynı Mahmud Beg iki askerle gelip Bapsu’ya sıgınmış insanlardan para topluyor. Dedem Mısté para veriyor. Amcam Nuri de altın ve paraları bulup getirtmek için köye birisini gönderiyorsa da yetişmiyor. O sırada Topal Osman’ın komutanı Kel Hasan, mahiyeindeki 60 çete ile birlikte, Bapsu’ya giriyor;.köyde topladığı Kürtler’i de diğer esirlere katarak Çengelli dağının yolunu tutuyor. Kel Hasan o sıra kızılbaş - sayfa 43 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 çocuk olan Apé Nazim’i önüne kattığı guruptan ayırıyor, bunu gören Ağızgerli baba oğlu İzzet’ide Nazim amcanın yanına gitmesi için o tarafa doğru itiyor. Kel Hasan buna da ses çıkarmıyor. Dedem Mısté bir ahırda saklanıyormuş, gelip orada buluyorlar. Henüz çocuk denecek kadar genç olan babam da aynı ahırda imiş, ahır yıkık olduğundan o diğer tarafta gizlenmiş. Babamı görmüyorlar, o sayede kurtuluyor. Çengelli dağının dibinde, Buğanak köyünün üstlerinde, değirmene yakın bir yere vardıklarında mola veriliyor. Her seferinde iki kişi “komutanın atı suya düştü, yardım edin “ bahanesi ile seçilip götürülüyor ve teker teker süngülenip öldürülüyormuş. Gidenlerin geri gelmediğini gören dedem Mısté bakıyor hepsini öldürecekler bağırıyor: “Bunlar hepimizi öldürecekler, bize taştıttıkları yüklerden zaten belamızı bulduk, kaçın kurtulun diye bağırıyor”. O sırada kaçanlardan Kutan’lı(Gökdere’li) Telli gillerden Hemo kurtuluyor. Diger esir halk kurşun ve süngülerle orada öldürülüyor. Dedem Mustafa vurulduğunda kelim-i şahedet getiriyor. Asker “ulan adam meğerki müslüman imiş ...” diyor. Hemo daha sonra köyünün yukarısında öldürülüyor. Sabahleyin Sünnü Türk köylerinden terteleciler cesetlerin üstüne üşüşüyor, sağ kalanların başını taşlar ile ezip öldürüyorlar; sonra da üzerlerinde ne varsa alıyorlarmış. İçlerinden Kandil köyünden olan biri ölü rolü yaparak kurtuluyor. Oradan te Ağızger’e kadar yürüyor. Burada Medin gil yaralarını dikiyorlar.. Bu olanların hepsini de o adam anlatıyor. İsmini şimdi hatırlamıyorum, ama adam son zamanlara dek yaşıyordu.. Dedem Mısté götürüldükten sonra, babam bakıyor etrafta sesler kesiliyor, kapı aralığına yanaşıp dışarı bakıyor. Bakıyorki ne görsün , deden Hasangazi dışarıda yanlız başına ağlıyor. Babam alçak sesle ‘Hesengazi...! Hesengazi...!’ diyor. Deden amcam Nuri ve dedem Mısté’nin bir yanda götürüldüğünü söylüyor, bir yandan da hıçkırıyormuş. Tabii babam dedemden daha büyük, “gel buradan kaçalım “ diyor. Ve kaçmaya başlıyorlar. O ara onları gören bir kadın “Kürt kaçtı! Kürt kaçtı” diye yaygarayı basıyorsa da Suna Hanım “ulan Kürt uşağı durmayın, durmayın kaçın!” diye bağırarak on- ları cesaretlendiriyor. Yoksa köylüler babam’ı da yakalayıp teslim edeceklerdi. Dedenle babam bir süre bayırda gizlendikten sonra , etrafta kimsenin olmadığından emin olunca köye iniyorlar. Evler yakılmış, ama bir iki ahır tümden yanmamış. Yanık un ve buğdayı kazıp yenilebilecek olanla karınlarını doyuruyorlar. Yani tam bir felaketmiş. Yetişkinler öldürülmüş, ölmeyenlerde ölüme terk edilmiş. Etraf gömülmeyen ve kurtlanan cesetlerin kokusundan geçilmiyormuş. Aç kalan sahipsiz köpekler bu cesetleri yıyor , sonra da kuduruyorlarmış. Dedem Mustafa ve Apé Nuri varlıklı imişler. Dedem bakıyor köy basılacak, önceden odanın duvarını açıyor, oradan yeri duvar boyunca epeyce eşiyor ve ardından dikine eşip eğer (heqip) dolusu altınları ve parayı oraya gömüyor. Duvarı tekrardan yapıp üstünü sıvazlıyor. Vurgun olduğu zaman Topal Osmanı’ın çeteleri gelip yakmadan önce evin her tarafını kontrol ediyorlar. Duvardaki sıvanın eski olmadığı fark ediliyor; duvar açılıyor. Fakat adamlar dikine eşiyorlar, böylece bir şey bulamıyorlar. Sonradan babam gidim onları çıkarıp başka yere gömüyor. Babam dedenin de altın ve paralarını saklıyor. Bu paralarla yeniden ev yapılıyor; hayvan, yiyecek giyecek alınıyor. Paralar gene Turkler’e akıyor. Geçinecek durumda olmayanlar durumu biraz iyi olanların yanına yerleşiyor. En sonunda, deden Apé Hesengazi, Babam Nair, amcam Haydar Yukarı Çulfalı Haci yé Hesen Begé ile birlikte İmranlı da manufatura dükkanı açıyorlar.Goralis köyünden il encümen üyesi olan kişi bunu rapor ediyor. Ceza olarak bu sefer varlık vergisi kesiliyor. Deden 800 altın, babam 500, amcam 500 altın ödüyor. Diğer ortağın ne kadar ödediğini bilmiyorum. Burada Alevi Kürttür diye çok insana bu varlık vergisi cezası geliyor. Bizimkiler cezadan sonra dükkanı işletemiyorlar ve dükkan kapatılıyor. Memlekette varlık sahibi kimse kalmayınca iş için gurbet yollarına düşülüyor. Sonuçta velhasılı kelam hepimiz büyük şehirlerde işçi olduk. Şimdi onu da bulmak zor. Sohbetin sonlarında gözüm Ali dayının taşıdığı Atatürk rozetine takılıyor. Bu anlatılanlardan sonra rozeti takmasına anlam veremediğini söyleyince, Ali amca sorumluluğu Sakallı Nurettin paşa ve Topal Osman ile sınırlandırmayı deniyorsa da olmuyor... Bunun üzerine” canım Mustafa Kemal olmasa idi memleket hacı ve hocaya kalacaktı “diyor. “Niye Sakallı Nurettin Paşa ile Topal Osman hacı ve hoca değilmiydi , üstelik başkomutan tarafından korunmadılarmı? “ diyince Ali dayı gülerek “ne yapalım savaşalımmı?” diye soruyor. Ben şiddeti onaylamadığımı belirttikten sonra doğruları söylemenin yeterli olduğunu vurgulayıp sohbetimizi bitiriyorum. Bu arada Kılıçdaraoğlu ile benzerlik üzerine düşünmekten kendimi alamıyorum. Not: Katliam mıntıkasına komşu olan Giliç köyü’nin eski muhtarlarından Adil amca Boğanak köyünde öldürülenlerin sayısının 70 kişi olduğunu bana söyledi. Yaygın kanı ise sayının daha kalabalık olduğu, birkaç yüz kişiyi bulduğu doğrultusunda. Öldürülen insanlar arasinda Kevenli köyünden, annem’in amcazedeleri Remzi ve Süleyman’da bulunmakta idi. Üst ve yanda İmranlı’nın Pevriziyan (Eskidere) kiyünde bir mağara. Çevre köylerden kaçıp bu mağaraya sığınanlar, Topal Osman güçlerince mağaranın girişine yığılan samanın yakılması sonucunda duman ile boğularak öldürüldü. Bunu bana hiç sormama rağmen köylüler anlattı. Altta Ana Fatma olarak anılan başka bir mağara. Buraya yerleşen Eskidereliler kurtulmayı beceriyor. Mağara’nın girişi dar ve içerisnde su akıyor. Birilerinin buraya saklanacağı tahmin edilmediğinden Eskidereliler kurtuluyor. Bu nedenle buraya Ana Fatma deniliyor ve ziyaret olarak Kabul ediliyor. 43 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kızılbaş - sayfa 44 Şeyh için gereğinin yerine getirilmesi teklif olunmuştur." Said'den Dersim'e Ayşe Hür Aralık 1935'de Tunceli Kanunu çıkarılır ve Dersim'in adı Tunceli olarak değiştirilir. Ocak 1936'da Elazığ, Tunceli, Erzincan, Bingöl, Sivas, Malatya, Erzurum ve Gümüşhane illerini kapsayan Elazığ merkezli Dördüncü Genel Valilik kurulur * * * Resmi tarihe göre, Kürtler 1803'ten 1914'e kadar 12 defa ayaklandılar. Sonuçlardan biri, Türkçü Osmanlı aydınlarından Naşit Hakkı'nın dediği gibi, Osmanlı'nın Alevi Kürtlerin yurdu "Dersim'e sefer edip zafer eyleyememesi" oldu. Sünni Kürtlerle II. Mahmud'un başlattığı zorunlu askerlik uygulaması ve 1858 Arazi Kanunu ile bozulan ilişkileri ise ne Abdülhamid'in Hamidiye Alayları ne de Aşiret Mektepleri düzeltebildi. Cumhuriyet kadroları ise işi kökten halletmeye kararlıydı. Gerçi, 1921 Koçgiri İsyanı'nı "Türkiye'de Zo (Ermeniler) diyenleri temizledik. Lo (Kürtler) diyenlerin köklerini de ben temizleyeceğim" diyen Sakallı Nurettin Paşa komutasındaki Topal Osman'ın gönüllüleri şiddetle bastırdı, ama Mustafa Kemal'in sonraki tutumu gayet yumuşak oldu. İdama mahkum edilen 117 kişiden elebaşları hariç hepsi affedildiği gibi, bazı Dersim ağaları mebus olarak Ankara'ya davet edildi. Ne yazık ki bu barış hali kısa sürdü. Bir süredir Diyarbakır havalisinde "din elden gidiyor" yolunda vaazlar veren varlıklı ve eğitimli Kadiri şeyhi Said'in, 13 Şubat 1925'de Bingöl'ün Piran köyündeki evine sığınan altı asker kaçağını almak üzere gelen jandarma birliğine ateş açmak zorunda kalmasıyla erken patlayan isyan önemli bir dönüm noktası oldu. Şeyh Said'in yandaşlarına şöyle seslendiği rivayet olunur: "Artık bu işi durdurmak elimde değildir. Ne netice verirse versin harekata devam edeceğiz. Kürtlerin bulundukları yerleri Türklerin elinden alacağız. Topraklarımız verimlidir. Madenlerimiz çoktur, bunlardan yararlanacağız." (Uğur Mumcu, Kürtİslam Ayaklanması). Şeyhin konuşmalarındaki ulusal ve dinsel temalara tam o günlerde yerel beylere ödenen Aşar vergisinin kaldırılmasından kaynaklanan feodal öfkeyi de eklersek, bu isyanın arka planını biraz daha iyi kavrarız. İngiliz parmağı mı? Her şeyi dış güçlere bağlamayı seven resmi tarihçiler ise, Şeyh Said'in bir adamının isyan öncesinde İstanbul'da kendisine İngiliz ajanı Mr. Templeton süsü veren Nizamettin Bey adlı bir istihbaratçı ile temasa geçmesini olaylardaki "İngiliz parmağına" kanıt olarak gösterir. Bu iddiayı, Bakanlar Kurulu'nun 3 Mayıs 1341[1925] tarihli kararnamesi yalanlar: "Öson isyan ve irticâ olayının basınımızda ve özellikle İstanbul basınının büyük bir kısmında genel bir Kürt ayaklanması şeklinde gösterilmesi, iç ve dış düşmanlarca propaganda zemini ittihaz edilmekte olduğundan ve esasen sınırlı bir sahada çeşitli emeller ve iğfalât (aldatmalar) neticesi oluşan olayın büyütülmesi uygun olmadığından, isyanın ayrımcılıktan ziyade irticâî cehalet ve aldatma neticesi zemininde yayın yapılması "Sınırlı" olduğu bizzat hükümet tarafından itiraf edilmesine karşın 14 doğu vilayetinde sıkıyönetim ilan edilir. Ardından 1920 tarihli Hıyaneti Vataniye Kanunu'na dinin siyasal kullanımını vatana ihanet suçu sayan bir madde eklenir. Başbakan Ali Fethi (Okyar) Bey'in hükümeti "pasif davrandığı" için düşürülür. Yeni İsmet Paşa kabinesinin ilk icraatı, hükümete iki yıllık bir süre için neredeyse sınırsız yetkiler veren Takrir-i Sükun (Huzur ve Güveni Sağlama) Kanunu ile biri Doğu için Diyarbakır'da, diğeri öteki bölgeler için Ankara'da olmak üzere, iki İstiklâl Mahkemesi'nin kurulması olur. Sonuçta, isyancılar düzenli ordu güçleri karşısında ancak 1,5 ay dayanırlar. 15 Nisan'da yakalanan Şeyh Said, 48 yandaşıyla birlikte 28 Haziran'da Diyarbakır'da yerli ve yabancı erkanın huzurunda idam edilir. Bundan 25 gün önce de muhalif Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası isyana destek verdiği iddiası ile kapatılır. Peki ülkeye huzur ve güven gelmiş midir? Tedip ve tenkil İlginçtir, Genel Kurmay belgelerinde, 1924-1938 döneminde yaşanan 17 Kürt isyanının yarısı "ayaklanma" diye tanımlanırken, diğer yarısı "harekat", "tedip" (terbiye etme) ve "tenkil" (örnek olarak ceza verme) olarak adlandırılır. Tedbir diye akla gelen ise, önde gelen Kürt ailelerini ülkenin Batı vilayetlerine sürmektir. Ancak 1927 ve 1929 tarihli tehcir yasaları caydırıcı olmayınca, Mayıs 1926 ile Eylül 1930 arasında fasılalarla gerçekleşen üç Ağrıayaklanması dolayısıyla son derece sert bir yasa çıkarılır. Olaylara müdahale eden güvenlik güçlerinin nelerden muaf olduğuna dair bir fikir vermek için 1930 tarihli 1850 sayılı yasanın ilk maddesine bakalım: "20 Haziran 1930'dan 10 Aralık 1930'a kadar, devlet ya da vilayet temsilcileri, askeri ya da sivil yetkililer, jandarma ya da korucular ya da üst makamlara yardım eden veya tek başlarına hareket eden siviller tarafından, Erzincan Vilayeti'ndeki Pülümür ve Birinci Müfettişlik bölgesi dahil olmak üzere, Erciş, Zilan, Ağrı Dağı ve çevreleyen bölgelerde meydana gelen isyanların takibi ve bastırılması sırasında tek başına ya kızılbaş - sayfa 45 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 da topluca işlenen cinayetler ve diğer eylemler suç olarak görülmeyecektir.” Yani atış serbesttir! Nitekim üçüncü ayaklanmayı izlemek üzere bölgeye giden yarı-resmi Cumhuriyet gazetesinin yazarı Yusuf Mahzar, 16 Temmuz tarihli haberinde müjdeyi verir: “Ağrı Dağı tepelerinde kovuklara iltica eden 1500 kadar şaki kalmıştır. Tayyarelerimiz şakiler üzerine çok şiddetli bombardıman ediyorlar. Ağrı Dağı daimi olarak infilak ve ateş içinde inlemektedir. Türk’ün demir kartalları asilerin hesabını temizlemektedir. Eşkiyaya iltica eden köyler tamamen yakılmaktadır. Zilan Harekatı’nda imha edilenlerin sayısı 15.000 kadardır. Zilan deresi ağzına kadar ceset dolmuştur...” Zilan Deresi’ni cesetlerle doldurursa sorunu çözeceğini düşünen İsmet İnönü, “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur” derken (Milliyet, 31 Ağustos 1930) Ödemiş’te seçmenlere bir konuşma yapan Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt baklayı ağzından çıkarır: “Biz Türkiye denen dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için buradan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!” (Milliyet, 19 Eylül 1930) “O bölgeye ayıracak zaten fazla para yoktu. Yani ülkenin olanakları bu kadardı ancak, özellikle de fazla yatırımdan kaçınılırdı. ‘Bunları uyandırmamalıyız, yol yaparak, okul yaparak milliyet hissi uyandırılmamalı’ yaklaşımı egemendi. Fevzi Çakmak, ‘ne okulu bunların cahiliyle baş edemiyoruz, okumuşu ile nasıl baş edeceğiz’ demişti”. Bu sözler 1932-1948 arasında emniyet teşkilatında görevler alan, 1965-1978 arasında ise aralıklarla dışişleri bakanlığı yapan İhsan Sabri Çağlayangil’e ait. (Anılarım, 1990) Fevzi Çakmak’ın “o bölge” dediği yer ise şimdiki adı Tunceli olan Dersim. 1928-1932 arasında birkaç kez silahlarını ve bölgeye sığınmış Koçgiri isyancılarını teslim etmeleri için sıkıştırılan Dersimliler yine Naşit Hakkı’nın deyimiyle “kapılarını misilsiz bir inatla içerden kilitleyince”, asırlık kilidi ne pahasına olursa olsun açmaya yeminli olan devletin aklına dahiyane (!) bir fikir gelir: Aralık 1935’de Tunceli Kanunu çıkarılır ve Dersim’in adı Tunceli olarak değiştirilir. Ocak 1936’da Elazığ, Tunceli, Erzincan, Bingöl, Sivas, Malatya, Erzurum ve Gümüşhane illerini kapsayan Elazığ merkezli Dördüncü Genel Valilik kurulur ve başına Dersim Valisi ve Kumandanı sıfatıyla, Koçgiri şahini Sakallı Nurettin Paşa’nın damadı Abdullah Alpdoğan atanır. Tunceli yasak bölge ilan edilir, giriş çıkışlar özel izne tabi tutulur. Ve görünen köy kılavuz istemez, gerginlikler sonucu çıkan küçük çatışmaları Koçgiri isyanının lideri Alişer Bey’le aynı aşiretten olan Şeyh Rıza liderliğindeki kalkışma izler. Diyarbakır’dan kalkan uçaklar (Mustafa Kemal’in manevi kızı Sabiha Gökçen de pilotlardan biridir) yöreye bombalar yağdırır. Sonuçta 31 Ağustos 1938’e kadar isyanın liderleri ele geçirilir ve bölge tümüyle boşaltılır. Çağlayangil anılarında, “Elazığ’da bekleyen beyaz donlu 6,000 Doğulu Pertek’teki Singeç köprüsünün açılışına giden Mustafa Kemal’den Seyit Rıza’nın hayatını bağışlanmasını istemesin diye” her türlü hukuk ilkesini çiğneyerek, tatil günü, gece demeden, otomobil farlarının ışığı altında isyancıların davasını alelacele nasıl sonuçlandırdığını pek güzel anlatır. Mahkemenin verdiği 11 idam cezasının dördü yaşlılık gerekçesi ile 30 yıla çevrilmiş, Seyit Rıza ve altı yandaşının idam hükmü 18 Kasım 1937’de Elazığ Buğday Meydanı’nda infaz edilmiştir. Ölülerin bedenleri ise Elazığ’da dolaştırılır ve “mezarları türbe olmasın diye” yakılır. Yıllardır resmi tarihçilerce tekrarlanan, Seyit Rıza’nın idama giderken “Yaşasın Kürdistan!” dediği meselesine Çağlayangil şöyle açıklık getirir: “Son sözünü sorduk, ‘kırk liram ve saatim var, oğluma verirsiniz’ dedi. Oğlunun asılacağını bilmiyordu. (.) Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama Seyit Rıza meydan insan doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa hitap etti. ‘Evladı Kerbelayıh. Bihatayıh. Ayıptır. Zulümdur. Cinayettir’ dedi. Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap rap yürüdü, çingeneyi itti. İpi boynuna geçirdi. Sandalyeye ayağı ile tekme vurdu infazını gerçekleştirdi”. Kürt beylerinden Nuri Dersimi ise bu sözlerin Zazaca olmadığına dikkat çekerek, Seyid Rıza’nın sadece Zazaca “şerefsiz ve yalancı hükümet” dediğini iddia eder. Başbakan İsmet İnönü idamdan sonra “Dersim müşkilesinden kurtulduk” der. Tahminlere göre 110 bin nüfusu olan Dersim’in 72 bin kişisi ülkenin değişik bölgelerine sürülür. Dağlara sığınanların mücadelesi 1946 affına dek sürer, bölgenin yasak bölge olmasına ise ancak 1948’de son verilir. Hikâyenin devamını anlatmadan bir kez daha soralım: Başımızdaki dert 20 yıllık terör meselesi mi, yoksa 80 yıllık Kürt meselesi midir? Yoksa ortada aynı zamanda bir de Türk meselesi mi vardır? Kaynak: http://ararat-welat.blogspot.de kızılbaş - sayfa 46 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Utanc ve Onur Hırsız, Talancı Devlet Sait Çiya Başbakan Erdoğan´ın Dersim´den özür dilemesi bilinen cepheyi çok rahatsız etti. Rahatsız olanlar nispeten geniş bir kesim. İçinde solcusu da, sağcısı da var. Alevisi, Sunnisi, Türkü, Kürdü de var. Kabul edilmesi zor ama, Dersimlisi de var. sındadır. Neden rahatsızlar? Çünkü bir şekilde Dersim Soykırımı´nı yapan sistemle ilişkileri var. Soykırımın sorgulanmasının kendilerine kadar, içine girdikleri ilişkilere kadar uzanacağını düşünüyorlar. Haksız sayılmazlar. Özür, işin temeline uygun yapılsa, çok şey değişecek. Çok maskeler düşecek. Ankara´da diller, dinler, farklı görüşler yasakken, Dersim çok renkli bir bahçeydi. Kimse dilinden, dininden, görüşlerinden dolayı baskı görmezdi. Kimsenin aklına böyle bir şey de gelmezdi. Ankara korkunun merkeziydi. Tek lider her şeye hakimdi. Herkesten kuşkulanır, işine gelmediğini yok ederdi. Ankara´da tek lider, tek parti, hükmü olmayan ya da Atatürk´ün ve CHP merkezinin dediklerini onaylayan güdümlü bir meclis vardı. Dersim´de nerdeyse her köyün bir lideri vardı. Kararlar halkın, din adamlarının, bilirkişilerin katıldığı Cematlarda alınırdı. Liderler kendi bölgeleri ile ilgili ve ya Dersimle ilgili kararları topluma sorar, daha sonra yapılan geniş Cematlarda ortak kararlar alınırdı. Dersim´de demokrasi, Ankara´da İtalya ya da Almanya gibi faşist diktatörlük vardı. Ankara katliamlara imza atmıştı. Rum techiri, Asur-Süryani Kırımı, Zaza Kırımı, Zilan katliamı, Ermeni Soykırımı´nın mirası Ankara´yı daha da karanlık yapmıştı. Dersim vijdanın sembolüydü. Baht ülkesiydi. Dininden, dilinden dolayı başı derde girenlerin sığındıkları güvenli bir kaleydi. Dersim, Ermeni halkını gücü yettigince korumuş, ölümün pençelerinden kurtarmıştı. Niye Dersim diyenlere cevabtır. Neden, bir Türk dünyaya bedeldir, ne mutlu Türküm diyene anlayışıdır, bu memleketde Türk olmayana sadece hizmetci olmak düşer mantığıdır. Dersim´in hizmetçi olmayı kabul etmemesidir. Dersim, Dersim olduğu için, Dersim gibi yasadığı için hedef seçilmiştir. ırk sistemine, faşizme uymadığı için çıban ilan edilmis ve kesilmiştir. Medeni Dersim, Barbar Kemalizme Karşı Faşistler soruyor, neden Dersim? Devlet niye katliam yapsın ki? Dersim adına konusan Kamer Genc(türk) gibilere, MHP ve CHP´nin faşistlerine bakılırsa devlet medeniyet getiriyormuş, Dersimliler karşı çıkmış, Oğuz soyundan geldiğini söyleyen Kılıçdaroğlu´na göre de „her devrimin başında böyle sıkıntılar oluyor“muş. Medeniyet nedir, barbarlık nedir? Örneğin otoyollar yapan, modern sanayi tesisleri kuran, yeni silahlar üreten Hitler mi medenidir, yoksa Yahudiler, Çingeneler mi? Libya´yı isgal eden Mussoloni mi, yoksa çöllerde yasayan bedevi Araplar mı medenidir? Amerika´nın yerlileri mi medenidir, yoksa onları kırıma uğratanlar mı medenidir? Medeniyet nedir? Tank, top, uçak, fabrika mıdır? Yoksa hak-hukuk, demokrasi, vijdan mıdır? Medeniyet tank, top, uçak, fabrika ise, en büyük medeniyet Hitlerin, Mussoloninin, köle tacirlerinin, Saddam´ın, Stalin´in, Atatürk´ün hanesine yazılmalıdır. Yok eğer medeniyet hak-hukuk, vijdan, demokrasi ise, medeniyet bu değerleri koruyan, yasatanların hanesine yazılmalıdır. Dersim bu hanenin ilk sıra- Ankara, hilenin, zorbalığın, işkencenin, darağaclarının merkezi iken, Dersim´de ölüm cezası dahi yoktu. En ağır ceza, toplumun vijdanında verilirdi. Yanlızca Osmanlı değil, Cumhuriyet´de Dersim´den vergi adı altında harac istemiştir. Karşılanamayacak bedeller belirlemiş, alamayınca da Dersim´e talan seferleri düzenlemiştir. Hem Osmanlı ve hem de modern Cumhuriyet her saldırısında yalnızca köyleri, tarlaları yakıp-yıkmakla kalmamış, ele gecirdiği taşınabilir değerleri, yiyecekleri, hayvanları talan edip götürmüstür. Saldırılar arkasında sadece kan ve gözyaşı bırakmamış, açlık, sefalet de bırakmıştır. Halkın 10 yılda, ş0 yılda biraraya getirdiği her şey talan edilmiştir. Binlerce keçi, koyun, sığır, at, katıra el konulmuş, bir kısmı orduya yiyecek yapılmıs, bir kısmı da saldırılara katılan Türk milislere dağıtılmıştır. Sadece bir örnek. Devlet 19ş6´da Koçan bölgesine saldırıyor. Köyleri yakıp, insanları öldürmekle yetinmiyor, eline geçirebildiği her şeye el koyuyor. Genel Kurmay Belgelerinde bunun itirafları da var: „Koçusağı tedip harekátının başlangıcından bu yana, Kuzey Cephesi Birliklerinden (10., 1ğ. Alaylar), bir subay, ğ1 er sehit, bir subay, 5ğ er yaralı verilmiş, ayrıca 10 er de kaybolmuş ve buna karşılık asilere bir hayli zayiat verdirilmiş ve 108ı küçük baş, ğış büyük baş hayvan ganimet alınmıştı.“ Bu nedir? Bunun adı nedir? Hemen her saldırıda böyle yapılmıştır. Dersim ganimet için yağmalanmıstır. Aç kalan, perisan olan insanlar ölmemek için komşu bölgelere Dersimlilerin deyimiyle qola gitmişlerdir. Devletin götürdügü ile, Dersimlinin canını tehlikeye atarak geri aldıkları arasında korkunc bir esitsizlik vardır. Aynı devlet sebebi olduğu bu durumu, Dersim´i ortadan kaldırmanın gerekçelerinden birine dönüstürmüştür. Yasanmış, büyüklerimizden dinlediğim bir olayı anlatayım. 19ş6 saldırısında her şeyini kaybeden aşiret üyeleri Eğin´e, Elazığ´ın köylerine, Erzincan´a qola gitmişler. Eğin´e gidenler milislik yapan, Dersim saldırılarıyla zenginleşen birisinin Konağını basarlar. Mallarının bir kısmına el koyarlar. El koydukları mallar içinde bir inek de vardır. Qola katılan aşiret üyelerinden birisinin çok sevdiği tek inegi askeri hareket sırasında ganimet olarak alınmıştır. Manga Bore (Zazaca´da kırmı kızılbaş - sayfa 47 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 zıya yakın sarı renge bor denilir) tek varlığıdır. Onu kaybetmesi çok zoruna gitmiştir. Qola katılanlar bunu bildikleri için, inek senindir, derler. Henüz karanlıktır. Hızla bölgeden uzaklaşırlar. Dersim dağlarına ulaştıklarında safak vaktidir. Ortalık aydınlanınca fark ederler ki, inek ganimet olarak alınan Manga Bore´dir. Qola giden, kendi inegini yeniden “çalmış”tır. Devletin her seferinde gasp ettigi binlerce hayvanı, yaktığı tarlaları, yıktığı evleri, götürdüğü buğdayı, yağı-peyniri, yiyeceği görmeyip, “Dersimliler de rahat durmuyorlardı” diyen faşistlerin ve onların yalakalarının durumu budur. Hırsız devleti anlatacaklarına, can derdine düşmüş, malı yağmalanmış Dersimliyi suçlamaları beyin yıkamanın sonucu değilse, suc ortaklığındandır. Ölüm Seferleri Dersim´e karşı yapılan saldırılar çok vahşidir. Kaçamayanlar, esir düşenler vahşice katledilmişlerdir. Kadınlara tecavüz edip, öyle öldürmüslerdir. Ṣimdi bunun belgeleri tek tek yayınlanıyor. 19ğ7-ğ8 saldırısında ise toplu kırım yapılmıştır. 19ğ7´de belli aşiretlere karşı yapıldığı söylenen hareket, ğ8´de tüm halkı hedef almıştır. Artık düsman aşiret, yandas asiret ayrımı yoktur. Her kes hedeftir. Saldırıya karşı istenilen düzeyde bir direnc de gösterilememistir. Bunun bir çok nedeni var. Birinci nedeni güçler dengesizligidir. Sivil halk ile modern ordu karşı karşıyadır. Silahların büyük kısmı 19ğ6´da teslim edilmiştir. 19ğ7´de hareket başladığında bunun sadece belli aşiretlere karşı yapıldığı söylenmiştir. Halkın önemli bir bölümü de bu inanctadır. Önceki saldırılardan tecrübe de bu yöndedir. 19ğ8´de toplu kırım başladığında büyük çoğunluk köylerindedir, kaçmamıştır. Kendilerine karışılmayacağını düşünmektedirler. Ne varki onlar da toplu kıyımın hedefi olurlar. Faşistler yer yer kırıma karşı verilen direnişi örnek gösterek, bakın devlete silah çekilmiş, devlet de karşılık vermiştir, diyorlar. Zulüm varsa, zulme karşı direnmek en tabii haktır. Dersim hazırlıksız yakalandı. Devletin, Dersim´i ortadan kaldırmak niyetinde olduğunu farkedemedi. Etseydi de sonuç değişirmiydi, bilinmez. Kemalist rejim her seyi göze almıstı. Dersimlilerin karşı direnişleri çok doğal, savunulması gereken tepkilerdir. Ne yapsalardı, hepsi sıraya girip ölüme mi gitselerdi? İsgal için gelen, öldüren, talan eden saldırgana karşı direnmek kadar doğal bir şey yoktur. Bu direniş de örgütlü, planlı, proğramlı değildi. Mağaralara, ormanlara kaçanlar bulabildikleri silahlarla kendilerini korumaya çalışıyorlardı. Saldıranı, öldüreni değil, kendini, çocuklarını savunmaya çalışanı suçlamak ancak canilere, faşistlere yakışır. Dersim silahı nerden buldu, diyorlar? Bunlar kendi tarihini de bilmiyor. Rus isgali başladığında, Osmanlı ordusu bölgeyi boşaltdı. Erzurum, Erzincan, Rusların eline geçti. Rus ordusu Munzur´a dayandı. Dersim´e girmek istiyorlardı. Dersimliler bu dönemde Osmanlılardan silah aldılar. Bölgeyi savundular. Geri çekilen Rus birliklerinden de silahlar ele geçirdiler. Dersimliler, Türk ordusundan önce Erzincan´a girdiler. Yani devlet vergi isterken, asker isterken vardı, Ruslar gelince kaçtı. Bölge halkını, Ruslarla baş başa bıraktı. Dersim ele geçirdiği silahlarla topraklarını korudu. Ki bu silahlar omuzda taşınan piyade silahlarıydı. Büyük bir kısmını da 19ğ6´da teslim etti. Yabancı Parmağı Bu parmak teorisi çok meşhur. Dersim izole edilmiş bir durumda. Sınırda değil. Dış devletlerle ilişki kurmasının koşulları yok. Bu yönde bir çaba da yok. Yabancı parmağı Anakara´da. Kemalist rejim, Batılı kapitalist ülkelere karşı Sovyet kozunu, Sovyetlere karşı da İngiltere kozunu öne çıkarıyordu. Sonradan bunun adı “denge politikası” oldu. Türk dış politikası her kese yaranmak üzerine kuruluydu. Bazen de santaj yaparak istediklerini elde etti. Dersimliler kendilerıne karşı gelistirilen saldırıda yabancı ülkelerden yardım isteselerdi ne olurdu? Hiç bir şey? Dersim, ne İngiltere, Fransa için ve ne de Sovyetler için bir anlam ifade etmiyordu. Dersim´i anlatacak, diplomasi oluşturacak bir güç de yokdu. Zaten Sovyetler Kırım´a destek verdi. İngiltere, Fransa bu işle hiç ilgilenmedi. Suriye´den Hoybun adına gönderilen başvurular da Kürtlük temelinde ya pılmıstı. Gerçek durumla bir alakası yoktu. Onlar hayali savaslar çıkartıp, burdan kendilerine destek bulmaya çalışıyorlardı. Hoybun´a ve Batılı ülkelere bilgi veren Baytar Nuri´dir. Baytar Nuri çift taraflı calısan birisidir. Devlet memurudur. Birinci Müfettişliğin emrinde çalısmıstır. Bunun için ödüllendirilmiştir.Kendisi 19ş6´dan Suriye´ye çıktığı tarihe kadar Diyarbakır ve Elazığ´daki Kırım Merkezi´nin emrinde bir memurdur. Sonradan Suriye´de yazdıkları kendini Hoybun´a pazarlama, büyük gösterme, kabul ettirme çabasıdır. Biz belgeler açıklansın derken, çalıştırdığınız istihbarat elamanlarının da açıklanmasını istiyoruz. Dersimlilerin elbet de talepleri vardı. Bunu görüşmelerde, yazışmalarda açıkladılar. Bu belgeler de açıklanmalı ki kim ne istiyordu anlaşılsın. Dersim Kırımı Türk devletinin utancıdır. Ṣimdi yarım-yamalak da olsa bir özür dilendiğine göre, bu utanc onura dönüştürülebilinir. Devlet geçmişiyle yüzleşirse, işin hukukuna uygun özür dileyip gereklerini yerine getirirse, bugünkü nesil dedelerinin, babalarının utancını onura dönüştürebilir….. Kaynak: http://www.jarudiyar.com kızılbaş - sayfa 48 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 E t y e n Ma h c u b y a n Dersim ve 1915 Vesayet sisteminin bitirilmesi AKP acisindan hayati bir konu. Çünkü Uludere katliaminin gösterdigi üzere, vesayetin tam anlamiyla bitmemesi halinde herhangi bir demokratik hükümetin tam anlamiyla iktidar olmasi da mümkün degil. Öte yandan vesayet sistemi Cumhuriyet'in uzantisi, ulus-devlet rejiminin günümüzdeki 'dogal' hali. Dolayisiyla bu süreç ideolojik baglamda Cumhuriyet'in de elestiri masasina yatirilmasini ima ediyor. AKP'nin bu açidan en önemli çikisi Dersim özrü oldu... Detaylarina girmeye gerek yok, ama kimliksel farkliligi olan bir kesimin denetlenemeyen bir cografyada enterne edilmeleri ve siddet yoluyla bastirilmalari örneklerinden biriydi Dersim. Görüntüde mesruiyet saglanmasi amaciyla bazi çete olusumlari sanki yekpare bir isyan varmis gibi gösterilmis ve nihayette kadin ve çocuk dinlemeden binlerce insan göz göre göre imha edilmisti. Hiçbir ölçüte göre insanliga sigmayan bu vahsetin temel nitelikleri de gizlenebilir gibi degildi. Ortada salt Alevi/Kürt olduklari için grup halinde imha edilen ve devletin merkezi kararla, planli bir biçimde, kasitli olarak yürüttügü bir askerî operasyon bulunmaktaydi... Yani günümüzün terimleriyle her yönüyle bu adi hak eden bir soykirim yasanmisti. AKP Dersim'e mesafe almak konusunda pek de yabancilik hissetmedi. Ama daha önemlisi, toplum da bundan tahmin edilecegi kadar rahatsiz olmadi. Anlasilan o ki Sünni Islami kesim bir zihni esigi geçmisti. Genelde bu türden esik geçmelerin genel bir zihniyet dönüsümünü ima etmesi nedeniyle belki birçoklari ayni tutum degisikliginin 1915 konusunda da olmasini beklediler ama en azindan henüz öyle bir 'rahatlama' olmadi. Oysa Dersim'de yasananlar 1915'in dar bir zaman ve mekâna sikistirilmis 'konsantre' halinden ibaret. Yani ne devlet eyleminin niteligi, ne üretilen gerekçeler ne de magdurlarin maruz kaldigi kosullar açisindan esasta bir fark yok. Dolayisiyla soru su: Acaba Dersim konusunda gerçegi kabullenmeye bu denli hazir olan AKP ve Islami kesim, 1915 konusunda niçin böylesine tutuk? Bunun nedenlerinden biri 1915'in tazminat ve toprak talebi gibi tartismalari ima etmesi olabilir. Ama toprak talebi açikça uydurulmus, hukuki zemini hiç olmayan bir konu. Tazminat ise belirli ölçülerde hem Dersim için geçerli hem de bu tür tazminatlar zaten sembolik bir adim olarak gelecegin insasi açisindan islev görüyor. Yani sonuçta Türkiye'nin kendi halki ve tarihsel mirasi için yapacagi bir harcamadan söz etmis oluyoruz. Tabii AKP'nin Dersim özrünün arkasinda CHP'yi zora sokma niyetinden de söz edebiliriz, ama dogrusu CHP'nin hükümete rakip olma özelligi o kadar yipranmis durumda ki, bunun temel bir neden olarak öne sürülmesi mümkün degil. O halde soruya dönelim... Benim görebildigim kadariyla AKP'nin ve Islami kesimin Dersim'e iliskin gösterdigi nesnelligi 1915'e iliskin gösterememesinin dört nedeni var. Birincisi Dersim'de fail devletin kendisi ve halkin bu fiile katilimi yokken, 1915'te halkin önemli bir bölümü devletin yaninda saf tutarak katliamin parçasi olmus durumda. Dolayisiyla 1915 bir suç ortakligini ima ediyor ve hatirlanmasi ya da hatirlatilmasi rahatsiz edici oluyor. Ikincisi Dersim'de bir yeniden bölüsüm meselesi yokken, 1915 Ermeni kisi ve kurumlarina ait çok büyük bir servetin yeniden paylasilmasini ve yerel esrafin da bundan nemalanmasini ifade ediyor. Ayrica bu yeniden dagitimin devletle isbirligi içinde, olayi hukuksal kilifa uydurarak yapilmasi söz konusu. Diger bir deyisle katliamin parçasi olanlarin mükâfatlandirildigi, bu süreçte devletle organik bag kurdugu bir konsolidasyon üretiliyor. Nihayet bu genis çapli nemalanmadan dogrudan yararlanmayanlarin bile, Ermenilerin terk ettigi siradan isleri ve gayrimenkulleri devralarak hayatlarinda ekonomik bir siçrama yasadiklari açik. Dolayisiyla hatirlama kimsenin isine gelmiyor. Üçüncü olarak, Dersim'de suçu 'rejime' yüklemek mümkünken, 1915'te fail 'kurulus halindeki devlet'. Rejim Islami kesimin kendisini yakin hissetmesi bir yana, çatisma içinde oldugu bir ideolojiye karsilik gelmekte. Oysa 'kurulus halindeki devlet' Islami kesimin de devleti ve neredeyse kutsallastirilmis durumda. Dolayisiyla Islami kesim rejimin yipranmasindan gocunmazken, devletin korunmasi gerektigi duygusuyla yasiyor. Dördüncüsü, Dersim'de gerilim asayisçi ve bagnaz rejimle bir kisim vatandas arasinda. Yani bu bir 'iç mesele'. Buna karsilik 1915 emperyalizm ve Hiristiyanlik kabugu altina alinarak 'dissallastirilmis', 'biz ve onlar' seklinde ayrimlastirilmis bir mesele. Nitekim Dersim'in 'gayrimilli' savunuculari yok, ama 1915'in var... Böylece bizatihi 1915'i 'milli' olanin disina ve karsisina konumlandirmak ve bu sayede Ermenileri yabancilastirarak hafizayi ertelemek mümkün. Görüldügü üzere Dersim, mesafe almayi kolaylastiran özelliklere sahip... Oysa 1915'te hem paylasilmis bir suç ve nemalanma var hem de bu suçun üzerinin ideolojik olarak örtülmesini mümkün kilan bir biçimde 'devletlesme'... O nedenle de gerçek bir demokratiklesme zemini 1915'e iliskin hafizaya muhtaç. Kaynak: http://www.zaman.com.tr kızılbaş - sayfa 49 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 insanlık adına ermenilerden özür diliyorum... AB KOMAZAN 28 Ağustos 1789-1799 FRANSIZ DEVRİMİ tüm dünyada ilk ve yepyeni bir düşünce sistematiği nin temelini attı. On yıllık bir meltem rüzgarıyla insanlığa ulusal eşitliğin olabileceği sinyalini verdi. Bu tarihten sonra Avrupa başta olmak üzere diğer alanlarda Despotik Çok Uluslu İmparatorluklara karşı MilliUlusalcı savaşımlar zaferle taçlanmaya başladı... İlk kıvılcımlar 1804-1815 NAPOLYON istilasındaki Almanyada görüldü... Aynı yıllarda Rus işgalindeki Polonyada Fransız Devriminin Milliyetçi rüzgarı etkisini hissettiriyordu 25 Mart 1821 de başlayan Dünya Medeniyetinin Beşiklerinden; GREEKLAND da OSMANLI Despotizmine karşı oluşturulan ÖZGÜRLÜK Kalkışması Avrupa tarafından büyük Manevi ve maddi destek gördü. Sekiz yıl süren Özgürlük Savaşı 1829 da zaferle taçlandı... 1848 lerde Avusturya Despotizmine karşı HUNGARYA özgürlük ateşi görüldü... Diğer taraftan Çek ve Sırplar aynı yıllarda ÖZGÜRLÜK etkileşiminden ayrı tutmadılar kendilerini... GABRİALDİ önderliğindeki Milli Birlik 1860-1870 yıllarında İTALYA da sonuçlanırken Fransız Devrimine methiye göndermeleri gönderiliyordu... Uzun soloklu Rus Şavaşlarında nefesi tıkanan Osmanlı; çağdaş devlet örgütlenmesini idame ve teknolojik yenilikten yoksun; eskide ısrarcı oluşu,ekonomik gelişiminin uzun soluklu savaşları kaldıracak yetkinlikte olmaması nedenlerinden, BALKANLARDAN süratle atılıyordu... Yapay İDEOLOJİLER le ayakta tutunulma girişimleri hayat bulmuyor, bu temelde oluşturulan uyduruk Felsefeler tez zamanda iflas ediyordu... Pan Osmanlıcılık, Pan islamcılık, Pan Türkçülük ve Turancılık hayat bulmuyordu... Jön Türklerin Pan Osmanlıcılık ve Pan İslamı Türk ve Müslüman olmayan HALKLARI boyunduruk altında tutmaya yeterli olmuyordu... 1839 da ilan edilen TANZİMAT FERMANI yutturmacası da tutmayınca, Pan Türkizme soyunuldu... o da tutma- yınca TURAN ucubesi yaratıldı... Fransız Devriminin oluşturduğu Ulusal Özgürlük rüzgarı Osmanlı Despotizmi altında inleyen Halkları etkilediği gibi; Osmanlı egemenlerini ve bilhassa Devşirme Subayları da etkiliyor, dağılmakta olan Osmanlıyı geciktirme eğilimi; çeşitli kümelenmeler oluşturan bu devşirmeleri çeşitli *teorik* üçkağıtçılıklara itiyordu... Namık Kemal öncülüğündeki Genç Osmanlılar; İslam Milliyetçiliği temelinde Gayrı MÜSLÜM lerired ettiler... 1850 lerde ağırlık kazanan bu akım 1860 larda doruk noktasına ulaştı... Bu tarihten sonra Müslüman olmayan Halklar arasında ayrılıkçı Milliyetçilik hayat ve başarı buldu... 1878 Osmanlının RUS yenillgisi sonrası; bu akım başta Greekler olmak üzere diğer Balkan Halkları arasında büyük sempati buldu... Avrupanın da desteğiyle Balkanlardaki tüm Ulusal oluşumlar Osmanlıyı kovarak bağımsızlıklarını elde ettiler.. Bu etkileşim Anadoludaki Müslüman olmayan halktan ERMENLERİ oldukça etkiliyordu... Özgürlük erekli çeşiti örgütlenmeler içine girmişlerdi... Ancak Avrupadan da destek alamıyorlardı. Daha ABDÜLHAMİD zamanında ZEYTUN ve VAN da kısmi katliamlara uğramış; HAMİDİYE ALAYLARI Armenlere karşı büyük suçlara itilmişti... Balkan Savaşları sonucu büyük hezimetlere uğrayan ve atılan Osmanlı çırpındıkça batıyordu. TURANCI-IRKÇI-FAŞİST olan İTTİHAT ve TERAKİ Devşirme subaylar kanalıyla kendi ideolojik formülünü oluşturmuştu: *İSLAM OLMAYANI YOK ETMEK* Birinci Paylaşım Talan Savaşına katılan Osmanlı bu puslu ortamda ne yapacağını, içeride ne denli *Etnik Temizlik* yapacağını formüle etmişti zaten... Kendi tabirleriyle yedi cephede savaşırken; hiç savaşa sokulmayan zinde *Kuvvet* Kazım KARABEKİR güçleri ARMEN SOYKIRIMI ile iştigaldi... Kısa sürede yenilgiye uğrattıkları *savunma* refleksli ARMEN milislerini püskürttükten sonra SİVİL HALKA yönelinmiş; kadın-çocuk ve yaşlılardan oluşan savunmasız ARMEN HALK Katmanlarını tarihin en büyük jenosid ine uğratarak affedilmez insanlık suçu işlemiş; HİTLERE ilham kaynağı olmuşlardır... Yapılan ve hayata geçirilen *SOYKIRIM* M.Kemal'in de üyesi olduğu İttihat ve Teraki vede TEŞKİLAT-I MAHSUSA nın plan ve projesi temelinde hayata geçirilmiştir... Bu Teşkilat-ı Mahsusa ki: KURUCULARI Enver PAŞA, Başkanı Hüsamettin Bey (ERTÜRK); Fevzi ÇAKMAK, Rauf ORBAY, Süleyman ASKERİ, Eşref KUŞCUBAŞI ve M.KEMAL dir.... Fransızların hiç kimseye haber vermeden ve atların ayaklarına ses çıkarmasın diye keçe bağ layarak MARAŞ tan ayrıldıklarının sabahında; durumu fark eden ve kiliselere sığınan YİRMİBİN ARMEN Halkı; Kahraman(!!!?) MARAŞ'lılar tarafından yakılarak yok edilmişlerdir... Ellerinde eleklerle; yerde iki santimlik yağ tabakası oluşturan insan sızıntısına basarak kiliselere girmiş ve külleri eleyerek: *Ermeni Pistir Ama Altını Temizdir* söylemleriyle bulduğu altına şehvetle atılmışlardır... Tüm Ülke Çapında *Birbuçuk Milyon ARMEN* yok edilmiş; Müslümanlık gereği olsa gerek kalan birbuçuk Milyon ARMEN de Suriye çöllerine sürülmüştür... 24 Nisan ARMEN Halkının *SOYKIRIM ANMA GÜNÜ* Tarihin en dramatik soykırımını lanetle anıyor; sadece İNSAN olduğum için bu İNSANLIK DIRAMI nedeniyle utanç duyuyor ve ARMENLERDEN bir buçuk milyon kez af diliyorum... Tarihin Yüzkarası Türk Yönetiminden de Aynı Özrü bekliyor; Dünyanın Çeşitli YÖRELERİNE Dağıtılmış ARMENLERİ Kayıtsız Şartsız Geri Çağırmalarını ve İstedikleri Yerlere Yerleşmelerini Sağlayarak; Arzuladıkları SÜTATİKOYU Vermelerini Salık Veriyorum... Tarih; Zor Ama Belki Sizi Affeder... kızılbaş - sayfa 50 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 DERSİM GİZEMİ! Sarkis HATSPANIAN Son yılların toplumsal yaşam gündemine göz atacak olursak, onun belirlenmesinde önemli rol oynayan faktörlerden birinin çevremizdeki birçok halktan tarihsel gerçeklerle yüzleşme ihtiyacı duyan insanlarının etnik ve inanç kimliği arayışlarına endeksli olduğunu görürüz. Bu gündemin günümüzde ilk olmasa da akılalmaz bir tırmanışla, hem de kalıcı olmak üzere üst sıralara yerleşmesi ihtiyacına temel teşkil eden ve kendini ortak bir söylemle genelde DERSİMLİ adlandıran insan sayısındaki artışın reddedilmez bir gerçek olduğunun farkındayız. Sözkonusu çevrelerde fakat, buna paralel olarak geçmişin araştırılmasının en «olmazsa olmazı» tarihsel yazılı kaynaklara ulaşma iyiniyet ve çabasının, enva-i türden sebepler nedeniyle arzulanan ivedilikte olmayışının yarattığı reel bir hayal kırıklığı yaşandığını da farketmekteyiz. Ancak, kabul edilmesinde zorlandığım bu durumun temelinde konuyla ilgilenen kesimlerin bilimsel araştırı ve incelemeler için gereken dil ve kaynakça bilgilerine vakıf olabilme yetersizliğinin yarattığı olumsuzluklardan ziyade, izlenmesi gereken yol haritasını belirleyememeleri yatmaktadır. Dünyanın neresinde bulunursa bulunsun, kendini Dersimli tanımlayan bu çevrelerdeki hemen her insanın son on yıllarda kendine yönelttiği ["Kimiz biz?" Ma kamime? "Nereden geldik, ne zamandan beri buradayız?" Ma koti ra ameyme, çı wext ra nat etıya derime? "Etnik kimliğimiz nedir, inançlarımızın hamuruna çalınan maya nereden geldi?" Ma kamci mılet rayme, mirazo ke şanao mirê itıqatanê ma, koti ra ameo?] türü daha onlarca soruya yanıt arayanlardan bir kısmı da, kötü zamanların dayanılmaz şartları altında salt fiziksel varlıklarını koruyabilme kaygısıyla zoraki kimlik değiştirmeye maruz bırakılmış Ermeni soydaşlarımızdır. Dersim bölgesine ilk yerleşimin M.Ö 6 binlere kadar uzandığını bize ileten ta- rihsel verilere istinaden Subari-Khurri evrelerinden başlamak üzere Ermeni etnisitesinin oluştuğu Mittani ve Urartu-Van Krallığı’ndan bu yana sözkonusu coğrafyanın en eski ve yerleşik toplumu olarak aralıksız olarak bu topraklarda yaşayan bir halkın evlatlarının asıl kimliklerini öğrenmek ve özlerine dönebilmek için son yıllarda gösterdikleri çaba çok büyük bir saygıya layıktır. İnsanın kendi geçmişiyle ilgili bilgilenmeye duyduğu açlıkla-susuzluğu giderecek en önemli bilim dalı tarihtir tabii de, yaşadığımız topraklarda hüküm süren politik iktidarların varoluşunun belki de en temel, en vazgeçilmez sebebini teşkil eden ve yaşamımızın her alanında, her an şahidi olduğumuz haddi hesabı olmayan asılsız yalanlardan oluşan devasa bir engeli, o uydurmaları bilimsel olarak çürütebilmek için ihtiyaç duyulan kaynaklara ulaşma zorluğuyla karşı karşıya bulunduğumuz da gözönünde bulundurulmalıdır. Osmanlı’dan miras edinilen ve sadece kanlı katliamlarla, ateşe ve savaşa, görülmemiş yağma-talanla, haraca ve işgale, dahası sömürgeye dayalı resmi tarih söylemlerinin TC devleti eğitim sisteminde neredeyse beyin yıkamasına varan insanlıkdışı bir metodun hiç durmaksızın uygulanmış ve uygulanıyor olmasının yarattığı bir realite karşısında, deprem felaketzadesini andıran bir örneklemeye bire-bir uyan, enkaz altında, üzerine yığılan molozların kaldırılıp-temizlenmesi çabalarına dahi duyumsuz ve duyarsız, yüreği yaralı, ruhu ezik, yapayalnız ve yardımsız durumda bulunan birisinin hal-i ruhiyesini gözlemlemekteyiz. Bence bu reel durumun tesbitinin doğruluğu temelinde, insanların maruz kaldığı bu felaketten asgari zararla kurtulabilmesini sağlayacak en sağlıklı yol, küreselleşme ortamının en güçlü aleti internet olanaklarından olabildiğince yararlanarak, bilim ve çağdaş teknolojilerin artık her yer ve herkese ulaşılırlığı sayesinde, kişisel kullanım amaçlı bilgisayarlara yüklenebilecek tüm bilgilerin aranıp-bulunması, incelenip-araştırılması, elde edilen bulgu ve belgelerin toplumsal yaşamımızın ihtiyaçlarına karşılık verecek şekilde değerlendirilmesi olmalıdır. Ancak, tarihsel doğruların bulunupöğrenilmesi sürecinde yaşanan zorluklarla, aşılması gereken engeller kadar, o bilgi ve bulgulara ulaşma sürecinde rastlanan ve neredeyse o veriler kadar bilinmesi gereken en önemli etken, araştırılması kararlaştırılan alanı boydan boya bir mayın tarlasına dönüştüren önyargılardır. Zararlı bu olgunun, bir doğa vergisi olarak insanın ömür boyu taşımak zorunda olduğu kamburuna eşdeğer bir handikap, yani engellilik-özürlülük halinin yaratacağı en başta sosyal ve kültürel sorunlar olmak üzere, çözümsüz olarak algılanan daha onlarca problemin omuzlanmasını da beraberinde getireceğini bilmek ve ona hazırlıklı olmak gerekir. Kaydedilmesi mutlak olan gerçek, karşılanması olağanüstü, neredeyse insanüstü bir çaba gerektiren bu zorlu sürecin kendi doğasında barındırdığı bilinmeyenler girdabına gönüllü olarak atılanların sahip olduğu medeni cesaretin, olası her türden engel ve tehlikenin üstesinden gelme inanç ve azminin saygıya layık olduğudur. Bu sorumlulukla hareket eden insanlar bulundukları toplumda azınlıkların azınlığı durumunda bulunmakta, o kesime özgü karakteristik değerlerle yaşamaya zorlanmaktadırlar. Küçüklüğümde tanıdığım Dersimli Zaza Alevi-Kızılbaşlarının biz Ermenilere gösterdiği yakınlıkla, dostluğunun samimiyet derecesini henüz sorgulayabilecek yaşta bulunmadığım yıllardan çok seneler sonra, Dersim Mamekan aşiretinden olup hamuru Alevi-Kızılbaş kimliğiyle en az dörtbeş nesil boyu yoğrulmuş evlatlarından, 25 yıldan beri Avrupa’da yaşayan birisinin, Ermenistan’a henüz yerleştiğim 1990 yılı sonbaharında bana ulaştırdığı uzunca bir yazısında Hacı Bektaşi Veli’nin “ilimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” sözlerini hatırlatarak «bizleri karanlıktan aydınlığa çıkaracak yolun ilim sayesinde olacağına inandığımdan, geçmişimiz hakkında değerli bilgiler barındırabilecek her tür kaynağın bilimsel olarak incelenmesinde çoktan karar kılmış olduğumdan, Ermenice dilini bilmediğimden varolası kaynaklara ulaşmada değerli yardımlarınızı rica ediyorum» kızılbaş - sayfa 51 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 dizelerini ciddiye almam sonucu elime geçirebildiğim onlarca kitapla tanışma olanağım oldu. Bu vesileyle elde ettiğim kaynaklar sayesinde hem tarihsel Ermenistan’ın Dzopk bölgesinin yerlisi soydaşlarım, hem de bu bölgeye 13.üncü yüzyıl başlarından itibaren İran’dan gelip yerleşen Zazalarla ilgili hiç de yabana atılmayacak bilgi birikimim oldu diyebilirim. O günlerden bu yana da her olanakta bilgi dağarcığımı zenginleştirmeye çalıştığım Dersim bölgesinin asıl yerlisi olan Ermeni insanlarının acı kaderiyle ilgili elde ettiğim tarihsel verilerin son beşyüz yıllık tarih dilimini kapsadığını ve bu çağlarda yaşanan buhranlar sırasında, başlarına gelen facialardan kurtulabilmek için önce dinsel, sonra dilsel, kültürel ve daha sonra da etnik kimlik kaybına uğratıldıklarını öğrenmiş oldum. Osmanlı İmparatorluğunun 1501’den itibaren İran’a açtığı ve 1746’ya kadar tam 245 yıl süren 10 kanlı savaş, 1520’de Gürcistan’a açılan ve 1774’e dek aralıklı olarak devam eden 5 ayrı savaş esnasında en büyük felaketlere maruz kalarak, en fazla derbeder edilen halk, binyıllardan beri o coğrafyada yerleşik olarak yaşayan Ermeniler olmuştur. Bahsi edilen dönemin Ermeni halkı için en acılı zamanlar oluşunu, halkın kitleler halinde bir inanç ve kimlik depremine maruz bırakılmasından anlıyor, görüyoruz. Bu felaket yıllarının, 1512’den başlayarak 1514 ocağına dek öz babası ve kardeşlerini katletmek yoluyla Osmanlı hanedanlığı tahtına oturan ve tarihte I.Selim veya Yavuz Sultan Selim olarak tanınan padişahın hükümdar olduğu ve sadece 8 yıl süren saltanatı döneminde başladığını kaydetmek zorundayız. Osmanlı İmparatorluğunda merkezi iktidara karşı, tarihe özelde Kızılbaş Celal, genelde de Celali isyanları adıyla geçen ve (15071632) tarihleri arasında vuku bulan (1507-1513, 1520, 1526-27, 1596-1610 ve 1616-1632) tam beş önemli başkaldırı olmuştur. Batı Ermenistan’da Dersim ve onu çevreleyen geniş bölgede zorla veya «gönüllü» müslümanlaştırma örneklerinin yığınsal bir karaktere büründüğü yüzyıl zarfında Ermeni nüfustan onbinlercesinin «tercihi» olarak çoğunlukla Alevi-Kızılbaş, fakat bazen yer yer de sünni islam dinine geçmek zorunda bırakıldığı değişik dillerde yayımlanmış yazılı kaynaklarda belirtilmektedir. Bu konuda en önemli şahadet Dersim bölgesinde yaşayan Ermenilerin dini lideri olan Der Simon adlı ruhbanın, toplumuna karşı ardı arkası kesilmeyen ve durmak bilmeyen saldırıların artık herkesin canına tak dediği zamanlardan 1604 yılında onlarca Ermeni köyün ahalisiyle yaptığı görüşmelerde onlara «Ya Hristiyanlığımızdan vazgeçmeyip, şehit olup-ölmeyi tercih edeceğiz ya da gönüllü olarak islam dinine geçmeyi kabul edip, Alevi-Kızılbaş olarak yaşamayı sürdüreceğiz» ikilemi arasında seçim yapılmasını önererek, halkın çoğunluğunun tercihini Alevileşerek Dersim’de yaşaması yönünde yapmasının hemen ardından dost Kureyşan aşiretine katılıp DER SİMON papazlık adını değiştirerek, Seyid Ali adıyla bu kez de Alevi din adamlığı yapmaya devam etti. Kureyşanların Pir’inin az zaman sonra rahmetli olmasının ardından da onlar tarafından dini rütbelerin en yükseğine layık bulunarak Pirler Piri, Pire Piran dini ünvanıyla anıldı ve sadece Kureyşan aşireti tarafından değil, Dersim çevresindeki tüm Alevi-Kızılbaş toplumunun hem çok sayıp-sevdiği, hem de ulu bir bilge vasfıyla kabul ettiği dini önderi oldu. Der Simon’un soyundan gelen yüzlerce insan Alevi Dedesi, Seyidi, Şeyhi ve Pir’i olarak şimdiye kadar da atalarının izinden yürüyerek, Dersim halkına dini hizmet sunmaya devam etmekteler. O zamandan beri Osmanlı resmi kayıtlarına MÜHTEDİ, yani «başka bir dinden İslamlığa geçmiş» olarak kaydedilmiş, halk dilindeyse dönme olarak tanımlanan bu insanlar hakkında 2007 yılı yazında Türk Tarih Kurumu başkanı olan Yusuf Halaçoğlu beşyüz yıllık gerçeği itiraf etmiş ve «Eğer devlet isterse bu listeyi açıklar, Alevi kimliğiyle yaşayan yüzbinlerce insanın Ermeni asıllı olduğunu belgelerim» demişti. İşin ilginci, Osmanlı arşivlerine vakıf, devleti temsil eden bu şahsın beyanatının, aslının ne olduğunu herkesten gizleyerek yaşayıp da bilenlerin de içlerinde bulunduğu kesimler adına yapılan yalanlamalara meydan vermesiydi. Yakın dostlarımdan biri, Yusuf Halaçoğlu’nun kuru gürültü koparan açıklamasına karşı tavır alıp, sertçe açıklamalarda bulunan kurum ve kuruluşlardan onlarca kişinin seceresini yakından tanıdığından olsa gerek ki, tam da o günlerde bana «şeytan diyor kalk bu beyzadelerin cinsini-cibiliyetini detaylı olarak açıkla da, onlardan her kim ki daha yüksek sesle bağırıp-çağı- rıyorsa, asıl onların Ermeni asıllı olduklarını herkes bilsin de seslerini kessinler artık !» diye yazıyordu. Ermeni olduklarını dededen toruna ser verip sır vermeden saklamayı bir yaşam biçimi olarak algılayıp-omuzlayagelmiş bu kişilerin 21.inci yüzyıl koşullarında bile hala maruz kaldığı diskriminasyon politikasının mağduru olması anlaşılır değildir. Kendilerini diğer halk ve inançlardan ayırmaya özen gösteren Dersimli Alevi-Kızılbaşlar’dan bir kısmı bir zamanlar Ermeni etnik kimliğiyle yaşayan soyun öz be öz evlatlarıdırlar ve bu gerçeklik TC devletinin şu an gizli tuttuğu belge ve tutanaklarda ayrıntılı olarak mevcut olduğu gibi, aşağıda bibliografyası verilen onlarca kitap sayfaklarında da yer, zaman, aşiret, inanç, isim, nüfus ve nüfuz belirlemelerine parmak basılıp, bildirilerek, o eserleri yaratan emektarlar tarafından tarihsel bir şahadetin belgesi olarak, katıksız birer anlatımla bize ulaştırılmıştır. Bu matbuatın eski tarih bölümlerinden birçoğunda özellikle belirtilen bu olgu, değişik zamanlarda hemen tüm bölgeyi gezmiş Avrupalılar tarafından hazırlanıp, yayınlanan kitaplardaki birçok kaynakta da ‘Erken Dersimliler’ denilen Kırmanclar ‘proto-Ermeni’ olarak tanımlanmaktadırlar. Onların anlatımlarına göre, Ermeniler tarih içinde büyük ölçüde Aleviliğe geçmiş, ama hem Pagan dönemi, hem de Hristiyanlığın izlerini taşıyan Surp Sarkis, Gağant, Zadik, Vartavar gibi eski inanç ve geleneklerini kendi içlerinde yaşatmaya devam etmişlerdir. Ğukas İnciciyan’ın Tarihsel Olaylar (1799-1802-Venedik), Dünyanın Dört Tarafının Coğrafyası (1804-1806-Venedik), Eski Ermenistan İmzası (1822-Venedik), Ermenistan dünyasının coğrafyası hakkında Eski Sözler (1835-Venedik), Andranik’in Dersim, Seyahat ve Topografya notları (1901-Tiflis), Taparakan-Kevork Halacyan’ın Tebi Gakhağan (1932-Boston), Harutyun Sarkisyan’ın Palu (1932-Kahire), G.Sürmenyan’ın Yerznka-Erzincan (1947-Kahire), Manuk Çizmeciyan’ın Kharberd ve Evlatları (1955-California), Vahe Hayk’ın Kharberd ve Onun Altın Ovası (1959-New-York), Mesrop Krayan’ın Palu (1965-Antilias), Pağinliler Araştırma Birliği tarafından yayınlanan Pağin-Palu Evleri (1966-Boston), Gevorg S.Yerevanyan’ın Çarsancak Ermenileri Tarihi (1956-Beyrut), Arşak kızılbaş - sayfa 52 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Alboyacıyan’ın Tarihsel Ermenistan’ın Sınırları (1957-Kahire), Hambartsum Y. Gasparyan’ın Çmşkadzak ve Köyleri (1969-Boston), Kevork Halacyan’ın Dersim Ermenileri Etnografyası (Yerevan-1973), Ruben Ter-Minasyan’ın Bir Ermeni Devrimcinin Hatıraları – 7 cilt (1990-Yerevan), Garnik Stepanyan’ın Eski çağlardan Günümüze Yerznka-Erzincan (Yerevan-2005) adlı eserler Ermenice dilinde yayınlanmış ve Dersim ve yakın çevresiyle, komşu bölgeleri içeren genişçe coğrafyayı yakından tanımak isteyen, araştırma-inceleme çalışmalarında bulunan insanlar tarafından neredeyse hiç incelenmemiş, ancak pek değerli bilgiler içeren kitaplardan sadece bir kısmıdır. Son yıllarda Türkçeye çevrilerek basılan ve üç Ermeni din adamı V.Bardizaktsi, B.Natanyan, K.Srvantsyants’ın Çarsancak, Çemişgezek, Çapakhçur, Erzincan, Hizan ve civar bölgelerdeki sosyal, ekonomik ve etnik durumla ilgili genişçe raporlarını içeren iki ciltlik Palu-Harput 1878 adlı kitabı da bizlere pek değerli veriler iletmektedir. Bunların dışında Farsça, Gürcüce ve Rusça dilinde de sayısız kaynak bulunduğu bilindiği halde bu kaynaklar, eminim kendi araştırmacılarını bekle- mektedir. Konuya ilişkin Avrupalı bazı yabancı gezgin, coğrafyacı, asker ve diplomatların da belgesel özellikte yazılı şahadetleri, mektupları ve kitapları da vardır. Bunlardan bir kısmı aşağıda belirtilmektedir. The Religion of the Dersim Kurds, Henry H. Riggs, The Missionary Review of the World – (1911), “The Kurdish tribes of the Ottoman Empire”, Mark Sykes, Journal of the Royal Anthopological Institute 38 (1908), “Journal of a tour in Armenia, Kurdistan, and Upper Mesopotamia, with notes on researches in the Dersim Dagh, in 1866″, J.G.Taylor, Journal of the Royal Geographical Society 38 - (1868), Elisée Réclus, Nouvelle Géographie universelle, 19 volumes, Hachette, Paris (1876-1894), H.F.B. Lynch, Armenia, travels and studies - (1901), “A Journey in Dersim”, L. Molyneux-Seel, The Geographical Journal 44, no.1- (1914), Martin van Bruinessen, The Suppression of the Dersim Rebellion in Turkey (1937-38) - (1994). Dersim denince akla bilinen 126 aşiret ve boyun birleşmesi geliyor. Bunların hepsi Zaza Alevi-Kızılbaş değil, çünkü içlerinde istemediğin kadar Ermeni soyundan olanlar da var. Hatta bu aşi- retlerden birçoklarının tarihsel hikayesi farklı olduğu için, hepsini ayrı ayrı ele almak ve bölgeye geliş tarihlerinin bile farklılıklar göstermesini gözönünde bulundurarak, onların Dersim’in has yerlisi Ermeni halkıyla tüm ilişkilerinin olabildiğince ayrıntılı bir şekilde araştırılıp-incelenmesi de gerekir diye düşünüyorum. Tarihe ve bilime hizmet açısından, doğru olan budur ! Platon’un «Adaletsizliği işleyen çekenden daha sefildir» diye çok güzel bir sözü var, ama ben “Aslanlar kendi hikayelerini yazmadıkça, avcıların hikayelerini dinlemek zorundayız” diyen Afrika yerlilerinin sözünü daha anlamlı buluyorum.. Bana kalırsa, aslanların kendi hikayelerini yazma zamanı gelmiştir ve yakın gelecek de, bunu gerçekleştirmek isteyen insanların onurlu çabaları üzerine kurulacaktır diye inanıyorum. Zaman aşımı olmayan tek insanlık suçunun mağduru olmuş halkımın, zamana karşı direnişinin en büyük sırrı da, bize geleceğin kapısını açacak anahtar da bence DERSİM GİZEMİ’nde saklıdır. Yerevan, 21. mart. 2012 DOĞU ERMENİSTAN ZALIMO XINZIR PAŞA Berxwedêr Pîr Sultan Abdalo, Sirbûna te ra, çitan rabirt Pênsed sale, Ku jî bîrnebû, wer jî navê te ye, Tu wekî gulo, tim dilê me da, zîldide ye, Wekî bîna çîçegan, timê tê pozê me ye, Pîro talîb te qicik mezinan va, Heq ra terin semê´ye,, Şîngirêdana dewûdu îmaman ra, Seyîd girêdidin, Heq ra demê ye Jin û mêr qîz û lawan va, giştîk li cemê ye, Civata me zelale, yêrmîşdibî wekî Kanîye, Posti û Pîrê me heye, yê xayînan jî çiyêxwe heye, Mêrasa Şax Meradan, ji mera maye, Riya me tim ronîhye, nay pêşîya me ewr û sîye, Karaman Ercan dibê wiha gotin, Alî Şer û Eslanê Xwedê´ye, Kanê ku nexuyaye. nizam ew li kûye, Bila wan nezan û yobazan ra bibê, Ser me mekin tarî ye, Me çî mekujin. çi dibî carik bibin meri ye, Alî Alî Pîro Alî, bibîne me bi vê halî, Xwedê me xelaske, mera mêyne tenganî, Ercan Qereman sipar iş içi n: kocg i r i l iercan@yahoo.de kızılbaş - sayfa 53 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 seyid rıza ve dersim dosyasındaki bazı ayrıntılar üzetine seyid rıza’ların idamı ve mezarlığı hangi yüksek iradenin eseri? Hovsep Hayreni ........... 4. Bölüm: deniyet” savaşı verdiğinin propagandası yapılmış. SEYİT RIZA'YI KARALAMA MALZEMESİ YAPILAN MÜSADERE EDİLMİŞ ERMENİ KÜLTÜR DEĞERLERİ 7 Ekim 1937 tarihli Ulus gazetesi Seyit Rıza'nın yakalanmasından sonra onun “çadırında” ele geçirildiğini öne sürdüğü çoğu Ermeni-Hristiyanlık eseri eşyalardan söz ederek onu “DİN HOKKABAZI” diye teşhir etmeye çalışmış, diğer Kemalist gazeteler de benzer yayınlar yapmışlar. Ulus'un haberinde “Hayali en geniş olanlar bile, şu din hokkabazı Seyid Rıza'nın çadırında Ermenice kitaplar, Almanca lügat, çeşid çeşid, boy boy, renk renk istavroz, üzerinde Ermenice yazılar olan taçlar, içinde İsa'nın başparmağının kemiği olan eizzei nasara'dan birine aid bir kutu, diş tedavisi için bir kerpeten serisinin bulunacağını nasıl tahmin edebilir?” denildikten sonra bir yığın uyduruk iddiayla rencide edici yorumlar yapılmış. Dökümü yapılan bazı eşyalar ve yorumları şöyle: “Ermenice kitaplar ve Almanca diksiyoner: Seyid Rıza'nın çadırında bir sürü Ermenice kitab çıkmıştır. Bunlar, en çok din kitaplarıdır. Bir kaç şiir kitabı da vardır. Bu kitapların ele alınmış, okunmuş olduklarına dair birçok deliller var. Sayfalarının içlerinde bazılarına işaretler yapılmıştır. Notlar vardır. Yarıda kalanların kenarları bükülmüştür. Almanca lügate gelince: Seyid Rızanın yakınları, şeyhin bu büyük kitabı -lügat gerçekten beşyüz sayfadan fazladır- ancak başı pek sıkıya geldiği zaman açıp okuduğunu söylüyorlar. İstavrozların hikayesi: Rivayete göre Seyid Rıza; gümüş, altın kaplama, demir ve çeşid çeşid maden, muhtelif boylarda, üzerinde türlü tür- Sayılıp dökülen eşyaların nerede ve nasıl ele geçirildiği belli değil. Ama haberdeki bazı ayrıntılara bakarak bunların hiç değilse bir kısmının Halvori Surp Garabed Vankı'na (18) ait eşyalar olduğunu ve asker eliyle oradan müsadere edilip Seyid Rıza hissesine yazıldığını tahmin edebiliriz. sey riza lü resim olan istavrozları, bir talandan sonra ele geçirmiştir. Her eline geçeni istismarı pek iyi bilen Seyid Rıza, bu istavrozları da her bir ucunda saadet getiren bir vasıta, sıhat, para, kuvvet ve hayat dağıtan birer kaynak halinde kullanmıştır. Her derde deva taç: Masallarda bir dudağı yerde bir dudağı gökte bir arab vardır. Efsanenin kahramanı başı sıkıya gelince elindeki tavus tüyünü yakar, karşısında çıkan araba bir saniyede saraylar yaptırır, Hind'den, Çin'den haberler alırdı. Seyid Rıza da bu arab yerine kendisine bir taç bulmuş ki, başına giydiği zaman fena giden bütün işler düzelirmiş. Bu tacın üzerinde ermenice bazı yazılar vardır. Tacı kim yaptırmış ve neden yaptırmıştır? Malum değil... Fakat onun da bir talan malı olduğu besbellidir. Cumhuriyet kuvvetleri kendisini sıkıştırmaya başladığı zaman, şeyh, başına bu süslü demir kavuğu geçirmiş ve gece gündüz çıkarmadığı halde cumhuriyet adaletine hesab vermekten kurtulamamıştır. Taç ele geçtiği zaman Seyid Rıza'nın başına uygun gelmemiş olacak ki, bir köşesi genişletilmiştir.” (17) Daha fazlası da olan bu suntursuz yalanlarla Cumhuriyet'in nasıl bir “me- Zira Halvori Vankı Seyit Rıza'nın yaşadığı mıntıkada hem Ermeniler hem de Kızılbaş Kürtler tarafından kutsal sayılan, kendi azizlerine ait “masunk” (beden kalıntısı) bulunduğuna inanılan ve kurbanlarla ziyaret edilen bir mekandır. Ermeniler bir efsaneye bağlı olarak manastırda Surp Garabed'in (19) sağ kolunun gömülü olduğuna inanırlarmış. Zamanla Kızılbaşlar da İmam Hüseyin'in bir parmak kemiğinin burada saklı olduğuna inanır olmuşlar. M. Kalman bunu şöyle yorumluyor: “Surp Garabet Vank’ı Alevi Kürtlerince de kutsaldı. Çünkü Ermeniler, manastırda Hazreti Ali’nin çocuklarından Kerbela’da öldürülen Hüseyin’in orta parmağının uç kısmının bulunduğunu söyleyerek altı çeşit renkli, üzeri özel bir koruyucuyla -mumya gibi- korunan bu kemik parçası aracılığıyla manastırlarının kutsal bir yer olarak görülmesini sağlamışlardır... Hangi Ermeni bu hileyi düşünmüşse son derece akıllıcaymış. Halk kutsal olarak bildiği yerlere dokunmuyor.” (20) Mümkündür ki geçmişte yaşanan hırsızlık olayları üzerine bir daha kimse manastırın eşyalarına dokunmasın diye böyle bir söylentiyi Ermeni din adamları uydurmuş ve Kızılbaş Kürtler de inanmış olsun. Yine mümkündür ki manastıra eskiden Ermeni olarak bağlı bulunan bir kısım yerliler zamanla Kızılbaş Kürt kimliğine bürünüp oranın mucizeler yarattığına dair eski inançlarını bu kez Surp Garabed yerine İmam Hüseyin adına kızılbaş - sayfa 54 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 adapte etmiş olsunlar. Bunun nasıl olduğunun fazla önemi yoktur. Konumuz açısından önemli olan, Seyit Rıza şahsında “din hokkabazlığı” karalaması yapanların bu yerel inanışlara paralel, fakat Hz. İsa’ya mal edilen bir “parmak kemiği”nden söz etmeleri. Haberin ayrıntısında yapılan tasvir bunun ne kadar dönüştürülmüş bir şey olduğunu hemen ele veriyor: “Seyid Rıza’nın çadırında bulunan eşya arasında İsa’nın baş parmağının kemiği vardır. Bu baş parmak, kapalı bir kutu içindedir. Kutu hiç açılmamıştır. İçinde ne olduğu malum değildir. Fakat Seyid Rıza buna bir hikaye uydurmakta gecikmemiştir: elinde İsa’nın bu parmağı olan kabilesine, İsa ümmetinden gelecek bütün kötülükleri de önlemiştir” (21) Kendi kendini yalanlayan bu tuhaf iddia farklı ihtimalleri akla getiriyor. Belki sözü edilen türden bir kutu hiç ele geçirilmemiş, fakat Vank’ta o türden birşey olduğu bilgisinden hareketle eşyalar içine bir kutu eklenerek Hz. İsa adına bu haber uydurulmuştur. Belki de ele geçirilen eşyalar içinde neyin nesi olduğu bilinmeyen bir kutuya böyle bir yakıştırma yapılmıştır. Zira “hiç açılmamış, içinde ne olduğu malum değil” sözleri boş bir şeyden bahsedildiğini ele veriyor. Gazete haberinde ismi geçmeyen Vank’ın dava iddianamesinde genişçe konu edilmesi de ilginçtir. Bu durum devletin Vank’ı çok iyi tanıdığını ve içinde ne var ne yoksa bildiğini gösteriyor. Bakın iddianamede neler yazılı: “Seyit Rıza’nın Sosan kalesine yakın Vank isminde bir köyü vardır. Bu köyün müstahkem kilisesinde alt tarafı gümüş savatlı, üst tarafı altın yaldızlı tahminen iki kilo sikletinde bir haç vardır. Bu haçın ortasında muhaddep bir cam içinde fındık tanesi kadar bir nesne vardır. Bu nesne İmam Hüseyin’in baş parmağının kemiğidir. Dersimli çapulcu başı sıkıştıkça bu haçtan istiane için kiliseye girer, huzu ve huşu ile haçı öper, hamlinde müşkilat çeken kadın, derdi devasız kalan hasta gene Vank’a gider, papaza yalvarır ve haçı öper. Seyit Rıza bile hastalandıkça bu kiliseyi ziyaret etmiştir. Bir köy papazı kim bilir ne vakitten beri bütün Dersim’e böylece haça tapmayı öğretmeye uğraşıyordu. İzzettin İlter’in bir tahta kutu, bir çocuk takunyası ve bir de fener pili ile Dersim içinde yaptığı marifetleri burada nelere inanılabileceğinin başka bir misali olmak üzere tekrar hatırlayabiliriz. Hala Erkan ağacı tuhaflıklarına inanan fikirsizler içinde viyalıktan çıkan yalanlara kapılanların bulunması da mümkündür. Bu propagandalardan sonra çapulcuların hissiyatını muayyen istikametlere tevcih edebilmek artık kolaylaştığından tasavvurdan fiiliyata geçilmiş ve cemaatların faaliyeti başlamıştır. Dersimin isyan tarihi sadece bu cemaatların hazırladığı bir eser, bir çapulnamedir(...)” (22) Bu minvalde eylemler sayarak devam eden iddianame Dersim’i yargılayan zihniyetin bazı parametrelerini çok güzel sergiliyor. Üstüne yorum yapmak gereksiz. Fakat özellikle dikkat çekmek istediğim, iddianamenin Vank’daki haç ile içindeki başparmak kemiği tasviri ve ardından bir tahta kutu ile Dersim’de ne marifetler yapıldığına dair sözleridir. Bu satırlar ve “başı sıkıştıkça” vb tabirler, Ulus gazetesinin Seyit Rıza’ya atfettiği eşyalarla ilgili yakıştırmalarının iddianameden kes-kopyala-yapıştır usulü devşirilmiş veya zaten savcı-asker eliyle servis edilmiş olduğunun inkar edilemez kanıtlarıdır. Haberde Vank’ın sözünün edilmemesi ise kitaplardan haçlara, kutudan taça her şeyi Seyit Rıza’ya mal etme amacının mantıki gereğidir. Seyit Rıza’nın emirberi F. Doğan döneme ilişkin sözlü tanıklığında tıpkı iddianamedeki adlandırma gibi “Vank Kilisesi” diye andığı Halvori manastırından ve keşişinden söz ederek şöyle devam eder: “Bu keşiş, çok güvenilir birisiydi. Seyit Rıza’nın önemli evrakları ve parası hep ondaydı. İsyan sırasında keşiş emaneti olduğu gibi korudu. Fakat asker keşişin oğlunu yakalayıp işkenceyle konuşturuyor. Sonra da gelip evraklarla paralara el koyuyor. Ardından Vank Kilisesi’ni yakıp yerle bir ediyor. Ama söylenene göre kıymetli emanetlerin bir kısmı hala belli yerlerde gömülüymüş.” (23) Bu bilgilerden hareketle, gazete haberinde sayılıp dökülen Ermenice dinsel kitap, haç, taç ve benzeri eşyala- rın tamamen veya büyük çoğunlukla Vank’tan müsadere edilmiş olma ihtimali kuvvetlidir. Bunun yanında keşişin oğlunun gösterdiği yerden Seyit Rıza’nın emanetleri arasında ele geçirilmiş bir iki kitap da olabilir. Başka bazı Dersim seyitleri gibi Seyit Rıza ile de yakın tanışıklık ve görüşmelerinden söz eden Kevork Halacyan, onun babası Seyit İbrahim’den devraldığı bir kısmı eski el yazması çok sayıda Ermenice eserleri kendi denetimindeki gizli bir yeraltı geçidin “Mübarek” denilen özel bölümünde titizlikle sakladığını belirtiyor. Aşiretler arası anlaşmazlıkları giderme, tarafları barıştırma yada direniş için ortak karar alma gibi durumlarda bu kitaplardan birinin ortaya çıkarılıp üzerine yemin edildiğini anlatıyor. (24) Bunların hangi devirlerden nasıl miras kaldığı ayrı bir sorun, fakat bir çok vesileyle varlıklarından söz edilmesi dikkate değer olup, devletin Seyit Rıza’ya ait gösterdiği kitaplardan bazıları pekala o gizemli mirasın parçası da olabilir. İster manastıra, ister seyitlere ait olsun bölgeden müsadere edilmiş o eserlerin yerel tarihe ışık tutacak nitelikte bilgiler içermeleri de muhtemeldir. Halvori’deki manastır Dersimli Kızılbaşların Ermenilerle kutsallığını paylaştıkları tek mekan değil. Pek çok yerde yıkık manastır ve kiliselerin kalıntıları ziyaret yerlerine dönüşmüştür. Ayrıca iki halkın belli inanç ve gelenekleri arasında ortaklığa varan paralellikler görülür. Bunların arka planında, bir kısım Ermenilerin Kızılbaş-Zaza kimliğine dönüşmüş olma ihtimali kadar ve belki daha fazlasıyla, Pagan inancının paylaşıldığı antik devirden, eski İrani ve Ermeni geleneklerden, Hristiyanlık sürecindeki çeşitli muhalif akımlardan gelen kültürel mirasın da rolü vardır. Bu tarihsel damarlardan beslenmiş olmanın üzerine şeklen bağlandığı İslam içinde egemen İslama karşı mücadeleyle son evrim sürecini yaşayan ve bunun şekillendirdiği temel argümanları ile Şii mezhebine dahil gözüken Kızılbaşlık, öz olarak ondan da farklı, oldukça özgün bir sentez ürünüdür. Tanrı ve peygamberlerden çok doğaya tapan, insani erdemleri destur eden, fanatizmden kızılbaş - sayfa 55 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 uzak, özgürlüğe tutkun, farklılıklara nispeten açık ve kucaklayıcı bir inanç tarzı olmuştur. Komşu halklarla birarada yaşamayı kolaylaştıran bu olumlu karakter barışsever ve yapıcı Ermeni köylüsüne genelde sıcak gelmiş, uzun tarihsel ilişkilerin taşıdığı pürüzlere ve kısmi husumetlere rağmen ağır basan dostane iklim içinde kirvelik bağlarına varan güzel bir kaynaşma yaşanmıştır. İnsanlık adına takdir edilmesi gereken bu kaynaşmanın tezahürleri, hem dinsel hem de etnik planda farklı kimliklere tahammülsüz hakim ideoloji tarafından işte öyle nefret dolu bir yaklaşımla kendi meşrebine uygun küstahlık içinde teşhir edilmeye çalışılmış. Yavuz Selim’den itibaren “gavurdan da beter” sayılan Kızılbaşlığın üzerine bir de son dönemin “en lanetli” kimliği olarak Ermeni tüyünü dikmek ve “iki melaneti bir arada idare eden demir kavuklu hokkabaz” resmini çizmek, Türk toplumunu ırkçı ajitasyonla şerbetleme ve katliamların sürmesi lehine tezahüratı besleme gayretindeki Kemalist basının dünya tarihine geçecek bir yaratıcılık şaheseri olmuştur. Ulus gazetesinin haberi şöyle bitirilmiş: “Seyid Rıza’nın bu hepsi mucize dolu eşyası, şimdi Dersim’de değildir. Ankara’dadır. Bugün açılacak olan polis enstitüsündeki müzenin bir köşesinde yer alacaktır. Bu köşeyi muhakkak ziyaret ediniz: Bir hokkabazlığın tarihini seyretmek az mı enteresandır?” (25) Bu aşağılayıcı satırlardan anlaşılıyor ki sözkonusu eşyalar birer suç unsuru gibi de teşhir edilmiş. Öyle ise halen devletin gözetiminde saklıdırlar. Şimdi o sürecin aydınlatılma ihtiyacı katliam boyutuyla sınırlı bir şey değilse eğer, devletin yalnız gizli arşivleri ve kayıp mezarları değil, zamanında spekülatif karalama malzemesi yaptığı sözkonusu eşyalar gibi sır perdesi altında kalan herşeyi de açması gerekir. Bu, Seyit Rıza’ya yapılmış manevi saldırıların hakkıyla karşılanabilmesi yanında, müsadere edilmiş tarihsel ve kültürel değerlerin bütün ayrıntılarıyla bilinebilmesi için de önemlidir. Ortaya çıkartılması halinde o kitaplar ve eşyaların dilinden anlayan uzmanlarca incelenmesi, sonra da örneğin yakılıp yıkılmış Halvori Surp Garabed Vankı anısına onun minyatürü gibi inşa edilecek sembolik bir yapı içinde korunması çok yerinde olur. Seyit Rıza ve arkadaşlarının anıt mezarları yanında Dersim Tertelesi adına bir müze kurulabilirse, Vank’ı sembolize eden maketin de kutsal eşyalarıyla birlikte -kültürel soykırımı sergileme yönüyle- o müze içinde yer alması çok anlamlı bir hatırlama ve yaşatma örneği olacaktır. Evet, o tarihsel-kültürel değerlerin yeri Ankara’nın polis müzesi değil, Dersim’in jenosid müzesidir. DİPNOTLAR: 17) M. Kalman, age, s. 340-341 18) Vank: Ermenice manastır. Dersim’in iç bölümünde Halvori köyüne yakın ve Munzur vadisi kenarındaki bir yükselti üzerine kurulu bu manastır bölgede Ermenilerin daha yoğun bulunduğu Osmanlı öncesi yüzyıllardan kalmadır. 1937’ye kadar ayakta, ibadet ve ziyarete açık olmuştur. O tarihte başlayan Dersim’i imha harekatına karşı bir kısım aşiretlerin direniş için kavli karar ettikleri Munzur suyu kenarındaki gözeler bu manastırın aşağısında bulunur. Bilindiği gibi Halvori köyünün halkı Dersim soykırımında topyekün katliama uğratılmıştır. 19) Surp Garabed: Ermenice “Aziz Rehber (Öncü/Klavuz)”, nam-ı diğer Surp Hovhannes Mıgırdiç, İsa Peygamberi vaftiz eden aziz, Türkçe yayınlarda Vaftizci Yahya olarak geçer. 20) M. Kalman, age, s. 68 21) M. Kalman, age, s. 341-342 22) Ali Kaya, Başlangıcından Günümüze Dersim Tarihi, 1999, s. 244 23) F. Bulut, Dersim Raporları, s. 313 24) Kevork Halacyan, Dersim konulu etnografik arşiv dizisi, II nolu fasikül, s. 184-189 25) M. Kalman, age, s.342 duyuru tanıtım için tel: +49 (0) 177 502 88 53 kizilbasdergisi@kizilbas.biz kızılbaş - sayfa 56 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Mardin Ermeni Olayları (1895) 5 Kasım 1895'te Kara Diyarbakır ve civar köylerinde başlatılan ve büyük zararlar getiren acı felaketlerle kıyımın haberi duyuldu. Korkunun dehşeti tüm Ermenileri sardı, herkes kiliselere sığındı. Ermeni ve Kapuçin kiliselerine de 230 hane sığındı. Geriye kalan Ermeniler ise canlarını. kurtarmak için tedirginlik içinde büyük evlere sığındılar. Eşyalarını da evden eve taşıyorlardı. Tam bir karınca dizisi gibi, biri gidip biri geliyordu. Ermenilerin dehşeti özellikle civar köylerden ve TellErmen kazası ile Gölliye köyünden alevin insanları nasıl yuttuğunu gözleriyle görünce arttı. Müslüman liderlerden özellikle Necim-el-Mütevelli ile şeyh olan el-Araç (topal), Hacı Merre ve Ermenilere karşı olanlar sinsi düşmanlıklarını hayata geçirmeyi fırsat bildiler. 9 Kasım cumartesi günü Kürtler saldırıya hazırlanmak için bir nehir gibi kentin batısında kalan Ayn-Sınce çeşmesine aktı. Kadınlar ağlamaya, çocuklar ise sızlanmaya başladı. Korku ve dehşet herkesi ölümün eşiğine getirdi. Bu sırada Mışkeviyelerin liderleri Ahmet ağa ve Sait ağa Mendelkaviyelerin lideri Faraç beg aralarında anlaşıp taraftarları birlikte, tamamen kin ve nefretle dolu olan güçlü Kürtlere karşı koydular. Açtıkları ateş sonucu Kürtler geri çekilmek zorunda kaldılar. Karşı saldırı olmasa Kürtler Mardin kentine saldıracaklardı. Her yeri yağmalayıp ateşe verecek ve insanları öldüreceklerdi. Mişkeviyeler ve Mendelkaviyeler geri geldiklerinde, doğrudan hükümet binasına Mutasarrıfa gittiler. Kürtlere karşı koyabilmek için, yeteri kadar silah talep edilir. Yetkililere Kürtlerin Mardin kentine saldırısı halinde, Müslümanlara bile dikkat etmeyeceklerini söylediler. Uzun tartışmalar sonucu yetkililer kırk tüfek verdiler. Bedelinide de Mardin ileri gelenlerinden İskender Atamyan (Adem) ve Raffı Çermeyan (Çerme) vermeyi kabul ettiler. Alınan silahlara karşılık 280 altın Lira yatırıldı. Silahlar geri verilmedikçe yatırılan para da geri alınamayacaktı. Aynı anda Abdülkadir Paşa, Hacı Göze de yetkililerden silah aldılar. Alınan silahlar Mendelkaviyelere, Mışkeviyelere ve diğer Müslüman liderlere Kürtlere karşı kullanılmak üzere dağıtıldı. Daha sonra yetkililer savaş olacağı uyansını, çarşıda şu sözlerle belirtti- ler: "Devletten ve Hz. Muhammed'ten yanaysanız silahlanın ve Kürtlerle birlikte savaşın". Olası grup avamın silahlanmasını sağladı. Liderleri Necimel-Mütevellinin yaydığı fesat sonucu, Mardin kenti yağmalanmaya uygun hale geldi. Necim-el-Mütevelli halka şu şekilde sesleniyordu: "Madem ki ben bir lider ve imamım, beni dinlemeniz gerekiyor ve Ermenilerin işini bitirin diyorum". Bu söylemler yetkililer tarafından duyulunca bir günlüğüne hapse atıldı. Mışkeviyeler, Ulu cami minare diye adlandırılan ve kentin batısında kalan, stratejik önemi büyük bu noktayı koruyacaklarına dair vaatte bulundular. Burada oturanların çoğunluğunu Ermeniler oluşturuyordu. Mışkeviyeler ve Mendelkaviyeler bu bölgeyi koruma konusunda anlaştılar. Kaleyi koruma görevini ise askeri güç üzerine aldı. Burdan geçiş yapan kimseler aranacaktı. 11 Kasım günü Kürtler kentin giriş kapılarından Buvayre'nin önünde belirdiler. Müslüman ve Hristiyanların oluşturduğu grup Kürtlere karşı koydular. Ateş açılmasına rağmen Kürtler hemen geri çekilmediler. Bunun üzerine Abdurrahmanın oğlu olan Şeyh Hamit Kürtlere geri çekilmelerini öğütler. Kürtlerin yanıtı ise açıktır: "Bizi yağma ve öldürmekten alıkoyamazsınız, çünkü bunu devletin kendisi istedi.Bize engel olmanız, rüşvet aldığınızın göstergesidir". Sonunda geldikleri yoldan geri dönerler. 16 Kasım günü Kürtler kente saldırmak için tekrar gelirler. Aziz Mikail manastırının önünde Kürtler Mışkeviyeler tarafından geri püskürtülürler. Tam bu sırada başkentte büyük vezir görevinden istifa eder. Yerine geçen yeni vezir tüm şehirlere gönderdiği telgrafta tüm kilise, manastır ve Ermenilerin koruma emri yazılıdır. Emir şehre ulaştığında korku ve dehşet biraz olsun kaybolmuştu.Mutasarrıfın temsilcileri olan Cemil efendi, Surri efendi, binbaşı ve diğerleri Ermeni dini liderlerine güvenlik içinde olduklarını ve eskisi gibi güven içinde olacaklarına dair söz verdiler. 20 Kasım Ermeniler işyerlerini nihayet açabildiler. Askerler Ermeni dükkanlarını tek tek dolaşıyor istediklerinı karşılıksız alıyorlardı.Bu rezalet 10 Aralığa kadar devam etti.Bu tarihten itibaren yetkililer her türden tecavüze ve hırsızlığa yasaklar getirdiler. Yasak- lar gelene kadar Ermenilerin zararlarını anlatmak ise mümkün değildir. Tüm bunlara rağmen müslümanlar memnun değildi. Kürtleri yağma ve vurgundan men etmekle nasıl bir zarara sokulduklarına üzülüyorlardı. Ermenilerin mal ve mülklerini" tamamen yağma edebilmenin fırsatını elden kaçırdıklarına hayıflanıyorlardı. Yetkililerin çıkardığı bir emir gereği Kürtler ne çalmışsa iade edilecekti. Bu emri yerine getirmek üzere Ğurs'a ve diğer bölgelere Hüseyin Çelebi, Hacı Marre, Şeyh Muhammed, Ali Ansar, Yusuf Cinenci (Ermeni) ve 30 asker gönderildi. Çalınan maldan çok azı geri alınabildi. Ermeni kiliselerine ait Haçlar ve ayinde kullanılan kadehler Yusuf Cinenci'ye geri verildi. Kutsal eşyaları Hacı Merre aldı. Önce hepsinin içine tükürdü, sonra yere fırlattı. Onları kirli ayaklarıyla ezdi. Tanrı'ya ve Mesih'e (Hz. İsa) ait her şeye küfürler ve hakaretler yağdırdı. Bu çirkin hareketlere Yusuf Cinenci korkup hiç bir şey yapmadı. 24 Aralık 1895'te Mardin'e Şeyh Abdurrahman'ın oğlu Şeyh Muhammed Said ayak bastı. Şeyh 5 yıl evvelki gibi Çerkezlere, Ermenilerin mal ve mülkünü kendilerine mal etmesi için yeşil ışık yakar. Şehre girişinde kendisini bir çok müslüman karşıladı. Bulunduğu bina müslümanlarla dolup taştı. İçlerine yavaş yavaş şeytan girmeye başlamıştı. Amaçları Ermenileri öldürüp daha sonra yağma yoluyla mal ve mülklere el koymaktı. Hacı Hüseyin Çelebi ve arkadaşı Hacı Merre de aynı görüşteydiler. Yeni gelen şeyh de bu görüşe katılıyordu. Mışkeviyelerin iki şeyhini görüşmek üzere çağırdı. Kendilerine iyi bir karşılama yapıldı. Yapılan görüşmede Ermenileri öldürmek ve soymak için baskı yapıldı. Konuşmaların birinde Mışkeviyelere şöyle denildi; "Diyarbakır müslümanları, Mardinli müslümanlara müslüman olmadıklarını tersine Ermeni olduklarını söylüyorlar. Bu rezaleti kendimize kabul ettiremiyoruz. Bize düşen yegane görev Diyarbakır ve diğer yörelerde ki müslümanların yaptığını burada da yapmak". Aralarındaki tartışma devam etti. Ahmet Ağa'nın son sözleri şöyleydi: "Ermenilerin evlerini Mişkeviye giriş kapısından minareye kadar koruyacağımıza dair şeref sözü verdik. Vardığımız bu uzlaşma ve vaad de geri adım atmayacağız. Sizlerden kızılbaş - sayfa 57 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 birinin sınırı geçtiği görülürse hemen kafası kesilecek. Bunun dışında yetkililer ayaklananları araştırıp, soruşturulacaktır. Gece yarısına kadar anlaşma sağlanamadı. Mışkeviyeli şeyhler, bu tehditlerin kanatlarını kırmaya çalışıyorlardı. Nihayet toplantı sona erdi ve herkes evine gitmeye başladı. Ahmet ağa ve kardeşleri evlerine giderken İskender Atamyan'ın evine uğradılar. Bu toplantıya Atamyan'ın komşusu Raffi Çerme'de iştirak etti. Notları yazıya alan bir de katip bulunmaktaydı. İskender'e komploların ardındakiler anlatıldı.Daha sonra Hıdır efendi'nin evine gidildi. Hıdır efendi yanındaki iki şeyhle birlikte Surp Kevork Ermeni kilisesine uğradı. Olan biten hakkında Piskopos Melkon Nazaryan'a bilgi verildi. Piskopos Nazaryan gösterilen dostluk için teşekkür edip onları büyük bir duygu ve bağlılıkla ödüllendirdi. Çelebi Merre, Hasanoğlu Hüseyin, Necim Mütevelli, Topal ve Hacı Kahveci şeyhler, Yusuf Bey ve kardeşi ile onlar gibi birçok ikiyüzlü gaddar amacına ulaşmak için davulla kentte dolaştı. İçlerinde yatan arsızlık geleneği, özellikle de Ermeni Yusuf Cinenci'ye karşı savruldu.Konunun daha fazla büyümemesi için Hıdır efendi, Hacı Hüseyin binbaşı, Ali Ensari ve Şeyğ Muhammed Ermeni metropoliti Sayın Meikon'u ziyaret ederler. Bu görüşmeye Yusuf Cinenci İskender Atamyan, Raffi Çerme ve Sait Kendir de davet edilir. Yapılan görüşme sonucu antlaşma sağlanır. Ermenilerin uğradığı zarar ve haksızlıklara rağmen bazı müslümanlar ağızlarına gelen her türlü çirkin lafı kullanır. Arsızlıklarını şöyle ifade ederler: "Niçin bu din düşmanı, inançsız, lanet olası domuz Ermenileri bağışlayalım? Onları son fertlerine kadar öldürüp mal ve mülklerine el koysak bize kim ne yapabilir? Bunları gerçekleştirirsek bizlere büyük faydası olur". 1896 yılının ilk aylarında sahte bir belge düzenlenir. Bu belgede daha önce olan olaylar üzerine bir sis perdesi çekilir.İçeriğine göre; "Ermeniler için sağlanan güven ve rahat, yüksek makamlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu olaylar esnasında bölgemizde sadece iki köy ateşeverilmiştir". Söz konusu belge Yakubi-Süryani cemaatinin ileri gelenlerinden Abdülmesih Hanaşe'ye [şimdiki soyadları Güzeliş] teslim edilir, o da belgeyi imzalar ve Yakubi-Süryani Dini liderlere belgeyi imzalatır. Abdülmesih Şehristan'da imzalar. Ya- kubi-Süryaniler, Ermenilere karşı her dönemde ihanet içinde olmuşlardır. Bu sırada Abdülmesih Şehristan , Mişkeviyelerin şeyhi Muhammed ağayı ziyaret eder. Ona olup bitenler hakkında bilgi verir. Şeyh korkunç bir şekilde sinirlenir. Yandaşları ile birlikte müslümanlara karşı savaşma kararı alır. Sebebi ise Süryanilerin sahte tanık ifadesinde bulunmuş olmalarıdır. Ermeniler arasında şu sözler söylenmekteydi: Doğan her yeni günde bir önceki günden daha fazla şiddetle bizleri karşılaştırmakta. Muhammed Sait Ağa ve kardeşi Ahmet Ağa, iskender Atamyan'm evine gidip yeni gelişmeleri kendisine aktarırlar. Aralarında geçen uzun tartışmadan sonra Atamyan içlerinde alevlenen öfkeli ateşi söndürmeyi başarır. 1 Şubat 1896 Mardin'e yeni bir Mutasarrıf atanır. Adı Şakir paşaydı. Fesat barınağı yardımcı mutasarrıf Habis (Şerir) Diyarbakır'a yollanır. Böylelikle zalim Enis'in (Diyarbakır valisi) yardakçısı konumuna geliyordu. Birçok defa yüksek rütbelilerin entrikası gereği Ermenileri yok etmeye kalkıştı, fakat başaramadı. Yeni mutasarrıfın gelmesiyle kentte yeniden huzur egemen oldu. Mardin'e ayak bastığı gün Ermeni protestanların piskoposu ve kardeşi Yakub'u cezaevinden dışarı çıkartıp, serbest bıraktı. Bunların dışında protestan okulu öğretmenleri Mecdi Virase ve Said Ambar Aggasi'de cezaevinden salıverildi. Cezaevine girmelerinin nedeni yakın akrabalarına yazdıkları mektuplar idi. 20 Nisan günü Mardin'e iki yeni müfettiş geldi. bunlardan biri Hristiyan (Yorgaki efendi) diğeri ise Müslümandı. Kentte 10 gün kaldıktan sonra Midyat'a hareket ettiler. Her şey eskisi gibi normale dönmeye başladı. Burda yer alan bilgiler 1895 yılında meydana gelen olayları kapsamaktadır. Bilgiler Mahdesi Habib di Jarwe'nin günlüğünden aktarılmıştır. Okuyucuya Türkiye'deki Hıristiyanların tam durumunu öğretebilmek için geçmişteki zarar ve kıyımların getirdiği korkunç olaylara yer verilmiştir. Zararlar şimdi olduğu gibi gelecekte de devam edecektir. Bu durumda oldukları müddetçe, bu böyle sürecektir. Kaynak Yazar; Piskopos Ishak Armale [görgü tanığı] Al-qousara fi Nekebet En-Nasara (Hıristiyarılann Başına Gelen Felaketler) (Arapça) 1919 Kaynak: Nsibin Mecmuası 46/9 sayısından alınmıştır 1987 Södertalje İSVEÇ Adres: Nsibin P.O. Box 6042, 151 06 Södertalje-SWEDEN kızılbaş - sayfa 58 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 SÜRYANİLERDE PASKALYA BAYRAMI VE HAZIRLIKLAR Süryanilerde bayramlar ve onlara ait gelenekler, toplum yaşamında önemli bir yer tutar. Günümüzde her ne kadar bu gelenekler şehirlerdeki yaşam sonucu unutulmaya yüz tuttuysa da, Süryani toplumunun belleklerinde kalan güzel ve anlamlı bayram gelenekleri vardır. Sizlere bu yazıda Hıristiyanlık dünyasının önemli bayramlarından biri olan Paskalya’nın Süryanilerdeki önemini ve bayram öncesi hazırlıklarını anlatmaya çalışacağız. Paskalya bayramı İsa Mesih’in dirilişi nedeniyle Hıristiyanlık dünyasında her sene İlkbahar aylarında kutlanır. Bu bayram öncesi Süryaniler kilise kuralları içinde belirlenen sürelerde oruçlarını tutarlar. Bu süre 50 gündür. Bu süre içinde Süryaniler hiç bir hayvansal gıda kullanmazlar. Sabahtan akşama kadar hiç bir şey yemezler. Uzun süreli bu oruç dışında imanlı süryani halkının da bayram öncesi hazırlıkları olur. Kırsal kesimde yaşayan Süryaniler bayramı şu geleneklerle karşılarlar: Hano Kritho Paskalya'dan önce tutulan 50 günlük orucun başlangıçından önceki son Pazar günü, Süryani gençleri toplanıp kendilerine bir kadın maketi hazırlarlar. Bu maketi, "Hano Kritho" adında bir şarkıyı söyleyerek ev ev gezdirirler. Bu şarkıyı söyledikten sonra ev sahipleri gençlere bulgur, yağ ve yumurta verirler. Gençler bu ev ziyaretlerini bitirdikten sonra topladıkları malzemeyi, kilisenin avlusunda pişirerek geleneksel bulgur yemeği hazırlarlar. Avluya toplanan insanlara bu yemekten dağıtılır ve müzik eşliğinde oyunlar oynanır. Kalan yemekler köyün muhtaç insanlarına verilir. Şölenin sonunda hazırlanan kadın maketi parçalanır. Gulyadlı Naftah ve Kızı'nın hikayesine dayandırılan bu gelenek her sene yapılır. Rozuno (Hamur) Sivaslı Kırk Şehitler'in Günü'nde, ev halkı için hamurdan hazırlanan ve içlerinden bir tanesine madeni para konan Rozuno'lar yapılır. Madeni para saklı Rozuno'yu alan kişinin o yıl şanslı ve bereketli olacağına inanılır. Yapılan Rozuno'lar bereket niyetine tarlalara, bağlara bırakılır ve hayvanlara verilir. Bu geleneğin, Hıristiyanlığın ilk yıllarında şehit düşen Sivaslı Kırk Şehitler'in hikayesi ile bağlantılı olduğunun söylenmesinin yanı sıra, bazı kaynaklar tarafından Süryani kilisesine giren eski bir mezopotamya geleneği olduğu belirtilmektedir. Siboro ( Kırmızı ve Beyaz İpler) Paskalya öncesi oruca denk gelen Meryem Ana'nın Müjdelenme Bayramı Süryaniler arasında Siboro olarak bilinir. Bu bayramın gecesinde ailenin kızı mayasız hamur yoğurur ve bir kaba koyar. Kaba konulan hamurun üstüne de tarlalarında yetişen tüm tahıllardan serper; bunun yanı sıra hamurun üstüne biri kırmızı biri beyaz olmak üzere iki ip koyar. Hazırlanan bu hamuru kızlar dışarı çıkarıp, şu ilahiyi söylerler; Hayat ekmeği benim dedi Mesih Dünyaya yiyecek diye gökten indim Etsiz söz olan baba beni gönderdi Bir çiftçi gibi ekti beni Gabriel Kusursuz bir tarla gibi kabul etti beni Meryem'in karnı İşte elleri üzerinde beni yüceltiyorlar Medbahta kahinler Haleluya meleklerin nizamı ile Tüm bunların ardından, mayalanmış olan hamurdan evdeki eski maya yenisiyle değiştirilir. Evin hanımları her sene bu günde bu işlemi yaparlar. Bereket diye de tahılların arasına ve ambarlara birer parça hamur konulur. Beyaz ve kırmızı ipler birbirine örülüp ev halkına dağıtılır. Bunlardan başka ipleri hayvanların kulaklarına takar, bağların ve ağaçların dallarına sararlar. İnsanlar örülmüş ipleri yüzük gibi parmaklarına veyahut boyunlarına takarlar. Ve bunları Paskalya bayramının ikinci gününe kadar saklarlar. O günde tüm Süryaniler ölülerinin mezarında toplanıp ölüleri için dua ederler. Dualar okunduktan sonra yanlarında getirdikleri yiyecekleri paylaşıp yemeğe başlarlar ve daha önce takmış oldukları Siboro iplerini burada çıkartıp kilisenin bir yerine saklarlar. Paskalya bayramının karekteristik özelliklerinden biri de bu gün nedeniyle hazırlanan yiyeceklerdir. Bu yiyeceklerin en bilinenleri renk renk boyanmış yumurtalar, Süryanilerin kliçe dedikleri paskalya çöreği , sütlaçve Lebeniye’dir. Dilerseniz bu yiyeceklerin ne anlam ifade ettiklerini okuyalım: Yumurtanın anlamı Yumurta hiç bir uyarıcı etki olmadan büyür, gelişir ve öyle bir olgunluğa kavuşur ki, kabuğunu kırarak bir canlı dünyaya gelir. Aynı şekilde Süryaniler de İsa'nın hiçbir dış etkinin altında kalmadan, kendine özgü tanrısal gücü ile mezardan çıkıp dirilmesinin yumurta olayı ile özdeşleştirmişlerdir. Burada yumurtayı kaplayan kabuk Hz. İsa'nın mezarını, yumurta sarısının ortasındaki canlı nokta Hz. İsa'yı, yumurta sarısı o noktanın etrafa saçtığı ışığı ve sarıyı saran tabaka da Hz. İsa'nın kızılbaş - sayfa 59 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 sarıldığı bezleri simgelemektedir. Bu yumurtalar çeşitli renklerde boyanır. Her bir renk ayrı bir anlam ifade eder. Kırmızı renk Hz. İsa'nın fedakarlığını yani insanlar için akıttığı kanları, Mavi renk ise onun gökselliğini yani bulunduğu yer olan gökleri temsil etmektedir. Diğer renkler ise bayram neşesinin daha renkli bir havaya girmesi ve bahis yoluyla tokuşturulan yumurtaların daha hoş bir görünüm kazanmasını sağlamaktadır. Daşışto (Sütlaç) , Lebeniye ve Paskalya çöreği (Kliçe) Paskalya Bayramı genellikle yumurta bayramı olarak bilinir ama bu bayramın diğer önemli yiyecekleri de Sütlaç (Daşışto), Lebeniye ve paskalya çöreğidir. Daşışto ile Lebeniye bayramın vazgeçilmezleri arasındadır. Bayram boyu yani bir hafta kadar, insanlar genellikle süt, yoğurt ve yumurta ile yapılan yiyeceklerle beslenirler. Genellikle yumurtaların yanında sütlaç, lebeniye ve paskalya çöreği de ikram edilir. Lebeniye haşlanmış buğdayın yoğurtla birlikte kaynatılmasıyla hazırlanan ve genellikle üzerine pekmez dökülerek yenen Süryani mutfağına özgü nefis bir yiyecektir. Süryaniler ,Paskalya çöreğininin İsa’nın bedenini ve bereketi temsil ettiğine inanmaktadırlar. Yaptığımız araştırmalarda eskiden Urfa’da külçe gibi ağır manasına gelen Klünçe kelimesinin çörekler için kullanıldığını ve bu kelimenin Mardin şivesiyle Kliçe olarak ses değişimine uğradığını öğrendik. Bayramın ilk üç gününde insanlar birbirlerini ziyaret ederken şu sözlerle bayramlarını kutlarlar; Birinci şahıs: "Kom Moran Men Kabro!" (Rab dirildi!) İkinci şahıs: "Şariroyith Kom!" (Gerçekten dirildi!) Veya Birinci şahıs: "Hedo Briho!" (İyi bayramlar) İkinci şahıs: "Ahluh u halamithaythuh!" (Sana ve rahmetli ölülerine de) Sonuç olarak, Süryaniler her sene bu geleneklerle bayramlarına hazırlanıyorlar. Bu geleneklerin unutulmaması ve yaşatılması dileğiyle... NOT: Fotoğraflar Prof. Dr Hans Hollerweger’in “Canlı Kültür Mirası TURABDİN” isimli kitabından alınmıştır. http://www.suryaniler.com/kultur-sanat.asp?id=366 gazetesabro@hotmail.com Süryanilerin İlk Gazetesi: ’Sabro’ Türkiye’de yaşayan Süryani vatandaşların da artık bir gazetesi var. Süryanice’de ‘Umut’ anlamına gelen "Sabro" adlı gazete resmen yayın hayatına başladı. Başlangıçta aylık olarak yayınlanacak olan gazetenin, daha sonra haftalık olarak yayınlanması planlanıyor. Türkçe ve Süryanice olmak üzere iki dilde yayınlanacak ve İstanbul’da basılacak olan gazetenin merkezi ise mardin Midyat. Halen yaklaşık 25 bin Süryani’nin yaşadığı Türkiye’de Süryanilerin büyük bir bölümü İstanbul’da; beş bini de Mardin, Şırnak ve Batman’da bulunuyor. Yurtdışında Türkiye kökenli 300 bin Süryani var. Tuma Çelik, 25 yıl önce terk ettiği Türkiye’ye bir yıl önce dönmüş ve Sabro gazetesini çıkarmaya karar vermiş. Gazetenin beş gönüllüsü daha var. binaet’e konuşan Çelik, "Süryaniler dünyanın her yerine göçtü; her tarafı dolaştı, her yerde çalıştı. Artık Süryanilerin sorunlarını, taleplerini, yaşama isteğini Türkiye’de dile getirmeliyiz" diyor. Gazete aracılığıyla öncelikle "Süryanilerin tanınmasını" istediklerini belirten Çelik, sözlerini şöyle sürdürüyor: "Süryaniler var mı yok mu? Sürekli Türkiye’nin bir rengi olduğumuz söy- leniyor ama kim olduğumuzu kimse bilmiyor. Halk mıdır, din midir? Lozan Antlaşması’nda azınlıkların hakları belli ancak Süryaniler bu kategoride sayılmıyor; devlet bunu engelledi. Sadece vakıf kurma hakkımız var; ki bu da devletin bizi azınlık olarak tanıdığının teyididir aslında." Anadilde eğitim görecekleri okul dahil, azınlıklara verilen tüm hakları talep ettiklerini söyleyen Çelik, "Türkiye devlet olarak bizi nasıl görüyor artık bu ikircikli durum ortadan kalksın" diyor ve Süryanilerin tüm bu nedenlerle bir gazeteye ihtiyacı olduğunu söylüyor. (imc tv) kızılbaş - sayfa 60 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Qoçgıri Aşiretleri “Sıvas. Qoçgıri Bölgesindeki Aşiretler ve ZERIQİLER “ Mesut Özcan Araştırmacı Yusuf Zeri’nin uzun yıllardan beri üzerinde çalışıp, yoğun emekler sarf ederek hazırladığı “Sıvas. Qoçgıri Bölgesindeki Aşiretler ve ZERIQİLER“ (Dil-tarih-kültürkimlik-inanç-edebiyat) adlı, 400 sayfalık araştırması Kalan Yayınları tarafından yayınlanarak okuyucuların hizmetine sunuldu. Kitapta devletin 70-80 yıldır yok saydığı, inkar etiği, asimle etmeye çalıştığı Kürtlerin ve bilhasa da Qoçgıri bölgesindeki Alevi Kürtlerin kültür ve kimliği araştırılıp derlenmiştir. Devleti geçmişte <<Kürt diye birşey yoktur, Kürt demek dağlı Türk demektir>> söyleminden bugün <<Kürt de vardır, Kürt sorunu da vardır, alın size 24 saat Kürtçe yayın yapan TRT 6 kanalı” diye kanal açtıran ve nihayet <<devlet Dêrsim’de katliam yapmıştır>> dedirtip, devleti dersim katliamı konusunda itiraf noktasına getirtip, göstermelik de olsa özür dileten ve ileride bir gün devleti, Koçgiri’de, Zilan’da , Tendürek’te katliam yapmıştır, dedirtip özür diletecek noktaya getirtecek olan şey Kürtlerin son 2530 yıldır verdikleri mücadele ve ödedikleri bedellerdir. Devlet 90 yıllık eski inkarcı söyemini terk edip Kürtlerin varlığını kabul ettiği halde, resmi görüş taraftarı, asimilasyonun hizmetindeki yazarlar ve onları takip eden bazı kalemşörler Kürtlerin verdiği hak ve özgürlük mücadelesini zayıflatmak, Alevi Kürtleri diğer Kürtlerden koparmak için yıllarca; <<Alevinin Kürdü olmaz, Aleviler öz be öz Türk ve en iyi müslümandır!>> şeklindeki yalan ve demagojilerini Alevi Kürtlerin beynine şırınga etmeye çalıştılar. Maalesef bir çok Alevi Kürt de bu yalanlara kanıp kimliğinden, soyundan şüphe ederek, cedlerinin kemiklerini sızlatacak kadar zavallı duruma düştü. Alevi Kürt gençlerinin kafası allak bullak oldu. Gençler hayatında bir kere dahi camiye uğramayan, evinde Türkçe bilmediği için Kürtçe konuşan Alevi Kürt dedesine, nenesine mi inanacaktı, yoksa üç kağıtçı politikacıların yalanlarına kanıp Kürt olduğu halde Kürt olmadığını iddia edecek kadar kimliğindenkültüründen uzaklaşan, asimlasyon ve inkar politikalarının etkisinde kalmış olan babasına mı inanacaktı? Bu nasıl Müslümanlıktı,nasıl Türklüklüktü? kimin doğru, kimin yalan söylediğini kestiremeyen Kürt-Alevi gençler bu şekilde kimlik bunalımına düşürüldü. İşte bu kitap hariçten gazel okuyarak Alevi Kürtlerin kültür ve kimliğini saptırıp onları kimlik bunalımına düşüren yalancı ve demagokların aksine; Qoçgırilerin, Zerıqilerin, Xor- meqilerin, Dımılilerin, Pewrêzilerin, Çareqilerin, Şadilerin, Riçiqilerin, Qûrmeşilerin, Parçıqilerin,… kısaca Qoçgıri Bölgesinde yaklaşık 280-300 köye yerleşmiş bulunan 30 civarındaki Alevi Kürt Aşiretlerinin gerçek kimliğini ve kültürünü ortaya koyarak kafa karışıklığına son verecek ve gençlerin imdadına yetişecek önemli bir kaynaktır. Kimliği belirleyen kültür ile ilgili ne varsa ; tarih (Sivas’ın-Qoçgıri’nin isminin kaynağı, Sivas’ın ve Qoçgıri’ nin genel tarihi, yetiştirdiği ozanlar)dil-edebiyat-gelenek-görenek, türküler-ağıtlar-sözler-deyimler-atasözleribedualar-dualar, yeminler, ma sallar, yemekler-kıyafetler, düğünler, Zerduştilik inancı ve onun günümüzdeki devamı ve ismi olan Alevilik adetleri; sünnetler,kirvelik , mısayblık , pirlik, taliplik, Cem (cûvat), sema, sabah güneşe yakarış Xzır, Gağand, heftımala mezın (newroz), Ziyaretler, dağlara, çeşmelere tapınma ve kudsiyet izafe etme ... Günümüzdeki değerlendirmeler ışığında Qoçgıri isyanını doğuran nedenler, Qoçgıri İsyanı ve katliamı, Qoçgıri isyanını bizzat yaşayanlarla yapılan röportajlar, isyanda yaşanan trajediler, Alışêr û Zarife, Zerıqi Aşiretinin Anadolu’da geçen 900 yıllık geçmişi, Zerıqilerin Sivas’a sürgün edildiği tarih ve dağıtıldığı bölgeleri de içeren, tarihi vesikalara dayanan, geniş kapsamlı 400 sayfalık büyük boy fotoğraflı araştırma –inceleme kitabı bu alanda önemli bir boşluğu doldurmakta. siparişleriniz için: mamo.baran@googlemail.com kızılbaş - sayfa 61 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kaynak: Sait Çetinoğlu özel arşivi. - Sait Çetinoğlu’nun facebook adresi http://www.facebook.com/home.php#!/profile.php?id=100003147729225 kızılbaş - sayfa 62 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 dindar nesil: 4+4+4- eğitim: 0+0+0 18. milli eğitim şurasının, zorunlu eğitimin on iki yıla çıkarma kararı ne kadar pedagojik gerekçelere dayanmaktadır, ne kadar şeffaf ve uygulanabilir ve ne kadar sorunlara, ihtiyaçlara cevap verebilir niteliktedir? Yangından mal kaçırırcasına alınan bu karar belleklerde kaygı ve şüpheden başka bir şey yaratmıyor. Belirsizlikler siyasal ve ideolojik bir karar olabileceği ihtimalini kuvvetlendiriyor. Eğitimi dinselleştirme, ticarileştirme ya da özelleştirme zemini mi hazırlanıyor? Kur’an-ı Kerim dersinin seçmeli ders olacağı gibi çok ayrıntılı bir nokta tartışılarak gündeme yansıtılırken neden daha genel çerçeve ve hedefler saptırılıyor, neden ana dilde eğitim, fiziki şartlar, bölgesel özellikler, kopyala yapıştır kullanılan eğitim yöntemleri, sınav sistemleri ve en önemlisi sistemin pedagojik gerekçeleri üzerinde çalışılmıyor ya da reforma ihtiyaç duyulmuyor. “Dil konusunu ben de önemsiyorum, bunu söylerken bir şeyi daha söylemek lazım; Gerçekten bir ikinci dili insanların öğrenmesi noktasında kendi dilini öğrenmesi çok çok önemli. Onu öğrenirse ikinci dili öğrenmesi o kadar kaliteli olacaktır…” 2010 yılında Başbakan Erdoğan’ın Almanya Başbakanı Merkel ile yaptığı görüşme sonrasında Almanya da yaşayan Türkler için dile getirdiği sözlerdir. Yine Başbakan Erdoğan “Kimse benden ana dilde eğitim beklemesin.” Demiştir. Bu sözlerse Türkiye’ de Barış ve Demokrasi Partisi ile yapılan görüşmeler sonucunda Başbakan tarafından söylenmişti. İki açıklama arasında nasıl bir zıtlık söz konusu olduğu son derece aşikârdır. Rum suresi 22. Ayet “ Ve min âyâtihî halkus semâvâti vel ardı vahtilâfu elsinetikum ve elvânikum, inne fî zâlike le âyâtin lil âlimîn(âlimîne).” “Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı (farklı ve değişik) olması da, O'nun ayetlerindendir. Hiç şüphe yok bunda, âlimler için gerçekten ayetler vardır.” Kimse benden ana dilde eğitim beklemesin” ifadesi İslam inanıcındaki, hoşgörü ve eşitliği dile getiren bir zihniyet ile ne kadar örtüşür? Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesinde her çocuğun eğitim hakkına sahip olduğu (Madde 28), her çocuğun ailesinin konuştuğu dili öğrenme ve kullanma hakkına sahip olduğu (Madde 30) belirtilir. 21. yy Türkiye’sinde hala dığının örneğidir. fırat yurtsever ırkçılık karşıtı, kültürlerarası bir eğitim sisteminin benimsenmemiş olması Orta Çağı aratmayacak nitelikte bir karanlıktır. Belki yeni eğitim sistemi 4+4+4 ile yetişebilecek tinerci olmayan genç nesil bu ayetin farkına vararak, insanların var oluşunu sağlayan dillerinde eğitim almalarının yolunu din vicdanı üzerinden sağlayabilirler. Gömlek değiştirerek ülke yönetimine geldiklerini ifade eden bu isimlerin gösteremediği samimiyeti ve aidiyeti “gerçekten dindar” olacak nesil farkına varır umarız. Çok açık bir şekilde insanlar farklı dillerde yaratılmıştır denilmekteyken ana dilde eğitimi sadece Almanya’da yaşayan Türk vatandaşları için isteyip bu topraklarda yaşayan milyonlarca insanın bu istekte bile bulunamayacağını dile getiren zihniyet yine bir çelişkiyi sergilemektedir. Zihinsel gelişim ve soyut düşünme yeteneğinin dil ile ilişkili olduğu uzmanlar tarafından açıklanmaktadır, daha anne karnındayken bebek seslere karşı duyarlı hale gelmektedir. İlkokula başlama dönemine kadar çevreyle etkileşim sonucunda dilin temeli oluşur, farklı bir dilde eğitim almak zorunda olan çocuk kendi dünyasından çıkıp anlamadığı bir dilde, çoğu zaman güneydoğu ve doğu da birleştirilmiş sınıflarda, kendisini ifade edemeyeceği, anlama sorgulama yeteneğinden yoksun ezberci bir sistem içinde kendi dilinden ve kültüründen uzaklaştırılır. Ait olduğu toplum düzenine yabancılaştırılarak asimilasyonun yolu başlatılır. Ünlü düşünür Konfüçyüs “Bir milleti yok etmek istiyorsanız işe önce dili ile başlayın” sözünü doğrular nitelikte planlı bir şekilde devam ettirilen asimilasyon politikaları bizzat öğretmenler tarafından evlerinde kimler Kürtçe konuşuyor, evde Kürtçe konuşmayın gibi noktalara kadar gelmişti. Okulda Kürtçe konuşan çocukların sıra dayağından çekilmesi bile insanlarımızın ne tür uygulamalara maruz bırakıl- Said-i Kürdi Sultan Abdülhamit’i ziyaret ederek Türkçe, Kürtçe ve Arapça dillerinde eğitim veren bir üniversite yapmak için başvurmuştur. Said-i Kürdinin Arapça farz, Türkçe vacip ve Kürtçe lazımdır diyerek, kurulacak üniversitede üç dilde eğitim yapılacağını söylemiştir. Bu isteği üzerine Said-i Kürdi Sultan Abdülhamit tarafından tımarhaneye kapatılır. Günümüzde cemaat toplumunda Said-i Kürdi Said-i Nursi olmuş, Amerika’da yaşayan Fettullah Gülen’in yarattığı cemaat ideolojisi sonucunda cemaat evlerinde raflardan Said-i Kürdi’ nin kitapları inmiş yerini Fettullah Gülen’ in kitapları almıştır. Bugün 4+4+4 olarak bilinen yeni eğitim sisteminde dindar nesil yetiştirmek niyetinde olduklarını açık açık dile getiren insanlar cemaat örgütlenmesiyle geldikleri konumlarının belki de borcunu ödemeye çalışmaktalar. Dindar neslin sadece İslam dinine dayalı olması bu ülke de yaşayan başka dinlere mensup insanları, çocuklarının dindar olarak yetişmesini istemeyen insanları göz ardı ederek, dayatmacı tek tipte insan yetiştiren eğitim sisteminin içine biraz da din koyup yola devam etmekten başka bir niyetleri olmadığının göstergesidir. Cumhuriyetin kurulduğu günden bugüne kadar, Milli Eğitim sistemi ile yetiştirilmek istenen tipte yetişmeyen muhafazakâr insanlar tarafından eğitim sistemi değiştirilmektedir. Bugünden yıllar sonra dindar insan yetiştirmek için düşünülen 4+4+4 eğitim sistemi ile dindar olamayacak şekilde yetişebilecek muhalif kesim belki bu eğitim sistemini değiştirebilir. Demokratik, özgürlükçü, eşit, baskıcı olmayan, ırkçılık ve her türlü ayrımdan uzak bir eğitim sistemi bizim için bir rüya mı? BANA KENDİ DİLİNDEN BİR ŞARKI SÖYLE Bana kendi dilinden bir şarkı söyle Kimin adına olursa olsun Yeter ki çığlığı senin olsun Sesine dökülsün isyanın Sesin sel olsun bağırsın Bana bir şeyler söyle Ama kendi dilinden olsun Belki anlamam dediğini Ama senin dilinden olsun Yılmaz Güney kızılbaş - sayfa 63 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kızılbaş - sayfa 64 - sayı 13 - nisan 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 8 Eylül 2011 tarihinde Maraş 5. Zırhlı Tugay 1.Mekanize Taburunda askerlik yaparken öldürülen Eren Özel’in annesi Zeynep Özel oğlunun cinayetiyle ilgili mektup yazdı. “Vatan sağ olsun, demiyorum. Benim vatanım oğlumdu. Vatanımı öldürdünüz işte. Ölüler sağ olur mu? Gitme askere dedim gitme sen Kürtsün, Solcusun, Alevisin vururlar’’ diyen Anne Özel, mektubunu yayınlıyoruz. ‘’Nedense hep bebekliğini hatırlıyorum bugünlerde. Kara gözlerin, tombul beyaz yanakların, alt çenende iki dişinle gül goncası gibi gülen ağzın… Hep bebekliğini hatırlıyorum bugünlerde nedense… Eren, askerde vurulmuş, dediklerinde Pirpirim döndü, Malatya döndü, Beydağları döndü, Fırat nehri döndü… Ben, hepsinin altında kaldım. Yavrum, sen hepsinin altında kaldın. Boğazıma bir taş, göğsüme koca bir kaya oturdu. Soluk alamadım. Almak da istemedim. Bebeğim soluk almayacaksa, Pirpirim sokaklarında yürümeyecekse… Gülen gözleriyle, anne ben geldim, demeyecekse… Sokağın başından dayeeeeee, halteeeey, aneeeey diye seslenmeyecekse… Artık, yürüsem, soluk alsam, konuşsam neye yarar? Ayaklarım, her gün senin üstünü örten toprağa götürüyor beni. Soluğum, senin acınla ağıtlar söyletiyor bana. Göğüs kafesim dar geliyor senin acını taşımaya. Ölüm, beni de al, götür Eren’ime diyorum. Duymuyor sesimi. Eren’im, babasız büyüdü. Eren’im okula çoğu gün aç gitti. Eren’im çocukluğuna, gençliğine doymadı. Gitme, dedim; Eren’im gitme. Sen daha küçüksün; vururlar seni. Sen Kürtsün; vururlar seni. Sen Alevisin, vururlar seni. Sen solcusun vururlar seni… Sen daha çocuksun, vururlar seni… Siyasi hükümlü babanı ziyarete cezaevlerine gittiğimizde itilip kakılarak kendiliğinden öğrenmiştin bu ülkedeki yerini. Bu ülkedeki değersizliğini… Borcumu ödeyeceğim, dedin. Ne almıştın ki borcun olsun? Babanı elimizden alıp seni babasız bıraktıkları mıydı sana verdikleri? Borcun, babasızlığın mıydı? Borcun, okula aç gitmen miydi? Borcun, okulunu yarıda bırakarak ayak işlerinde çalışmak zorunda kalışın mıydı? Borcun, köyünü sevmen miydi? Borcun, aileni, komşularını, akrabalarını, ülkeni sevmen miydi? Eren yaşamayı severdi, neşeliydi. Yavrum süslüydü. Güzel giymeyi severdi. Kefeni de güzel giydirdiler yavruma. Daha 19 yaşındaydı. Nasıl kıydınız yavruma, ben saçının teline kıyamazken? Nasıl vurdunuz gözünden, ben öpmeye kıyamazken? Askerim, çocuk askerim, anan öleydi yavrum… Vatan sağ olsun, demiyorum. Benim vatanım oğlumdu. Vatanımı öldürdünüz işte. Daha niye diyeyim sağ olsun vatanım, diye? Öldürdünüz vatanımı. Ölüler sağ olur mu? Erenim’i vurduranlar, sizin yavrunuz yok mu? Evlat sevgisi tatmadınız mı hadi evlat acısı tatmadınızsa da. Siz hiç gözünden vurulan, yüzünün yarısı parçalanan yavrunuzu kucakladınız mı? Ben indim mezarına yavrumun. Yüzünün, parçalamadığınız yanını öptüm. Ellerini okşadım, öptüm ellerini. Yüzünün sol yanı yoktu yavrumun. Yavrumu vurduranlar, kardeşi kardeşe vurduranlar, siz hiç yavrunuzu toprağın altına koydunuz mu? Çocuğunuzun üstüne toprak attınız mı? Yavrum, diyerek taşı toprağı kucakladınız mı? Ben, artık, taşı toprağı kucaklıyorum. Eren’imin başucuna dikilen bir kalas parçasını öpüp okşuyorum. Artık, böyle yaşamak da istemiyorum…” ANF Dur kadın ne yapıyorsun ! Baksana çocuklar ne güzel uyuyor, uyandıracaksın onları. Bugün birlikte oynamışlar, gün boyu yorulmuşlar. Ne güzel yan yana aynı hizada açık havada tatlı tatlı uykuya dalmışlar. Kim o arkada yatan kocaman adamlar, Sakın horlayıp gürültü yapmasınlar, Bugün Halepce’ de herkes derin uykuda. Bak bir sinek kondu Zilan’ın yanağına. Ama o da hareket etmiyor yapışmış yanağa. Sanırım onunda uykusu geldi, dokunma bırak uyusun serin yanakta… Sen neden ağlayıp ağıtlar okuyorsun be kadın ! Baksana beş bin kişi uyuyor bugün Halepçe’ de… Nurcan Gül