semih_esen_celebi_ile_bir_omur
Transkript
semih_esen_celebi_ile_bir_omur
SEMİH ESEN Çelebi İle Bir Ömür 1 Yayıma hazırlayan: Erol Büyükmeriç Tasarım Birinci Basım : Serap Deliorman ./…/ 2011 İSBN Basımevi bilgileri (Yayınevi adresi vb.): Ön kapak fotoğrafı : Zafer Özer Arka kapak karikatürü : Pertev Ertün ( 1958 ) 2 Çelebi İle Bir Ömür Semih Esen Yazıları 3 4 A Başk çıdan; Uzun zamandır yazılarımın toplandığı bir kitabımın yaşama geçmesini düşünüyordum. Sevgili Erol Büyükmeriç’e bu düşüncemi açtığımda “Olur, tertip1” dedi, “Ancak, yazıları ben seçeceğim; olacaksa Eskişehir belleğini ilgilendiren yazılarından oluşmalı bu kitap.” “Evet” deyip tertibe, O’nun seçimine, beğenisine bıraktım gayri… Gördüm ki seçtiği yazılar; yıllar boyu içimde taşıdığım yazma coşkumun içten bir yansıması olmuş. Ve de benim iç konuşmalarım… Yeniden yaşadım sanki; çocukluk ve gençliğimdeki Eskişehir’i, çocukluk arkadaşlarımı, hayallerimi ve kimibelki sıradan ama- sıcacık insanlarını. Buradan, candan çabası için dostum Erol’a özellikle teşekkür ediyorum Okurlarımın arkadaşım Çelebi2 ile tanışacaklarının heyecanını taşıyarak!.. Semih Esen 1 Biz Erol’la hem kırk ikiliyiz, hem de askerliğimizi yedek subay öğretmen olarak yapmışız. 2 Kendimi bildim bileli birlikte yol aldığım, barışık ya da kimi zaman kavgalı olduğum can arkadaşım, yoldaşım... 5 Sevgili eşim Gülşen’e… 6 HAMAMYOLU Hamamyolu`nun dününü anlatmalıyım size. Bir dönemler bu yolun Yunak (Hamam) caddesi olduğu günleri... Bir söylentiye göre, şimdi park olan alanın sahibi varmış. Bir kadının üzerine tapuluymuş. Kadın yaşlanınca varisi de olmadığı için bu geniş alanın park yapılmasını istemiş ve Belediye’ye bu koşulla bağışlamış. Şimdiki Yediler ile Yılmaz Taksi arası parktı ben çocukken. Çevresi mazılarla duvar gibi örülüydü. Ortasından da sıra sıra çam, akasya ve çınar ağaçları arasından Akarbaşı deresi geçerdi. Derenin suyu Akarbaşı değirmeninden gelir, bir kol da Deliklitaş Caddesi’ne giderdi. Amaç Deliklitaş Caddesi boyunca verimli toprakları sulamaktı. Yediler’de yolun altından geçen dere, Deliklitaş Caddesi’nin girişinde kanaldan çıkardı, bu yüzden o caddeye Deliklitaş dendi. Dönelim Hamamyolu’na; park oldukça güzeldi. Hangi akla hizmetle pazaryeri olarak yok edildi bilemiyorum... Çarşamba ve Cumartesi günleri burada yakın köylerden getirilen sebze meyve ve doğal ürünler satılırdı. Evet, koca çınara kadar toprak ürünleri, sonra Asarcıklı Caddesi başına kadar tepeden tırnağa giyecek tezgahları sıralanırdı. İlaveten ev araç ve gereçleri sergileri… Yazın pazar kurulmayan günlerde kavun-karpuz tezgâhları devamlı durur, hatta sıcak yaz geceleri yine kavun ve karpuz yenilirdi bu tezgâhlarda çömerek veya ayakta... Eğer hava elverişli ise Sakarya Vadisı’nden köylüler katırlarla ürünlerini getirirdi. Tereyağından tutun süt, yumurta ve tüm toprak ürünleri sabahın ilk saatlerinde yerlere serilen örtülerin üzerinde yerini alırdı. Kaçırmamam gereken bir nokta var; “koku”... O yerli domatesin, biberin, patatesin ve tüm toprak ürünlerinin; ayrıca tereyağı, peynir, yoğurt, lor gibi süt ürünlerinin kendine özgü kokusu… Mis gibi mi? Evet! Üstelik ne 7 alırsan elinle seçerdin. Eski gazete kâğıdından yapılmış kese kağıdına teker teker doldurup tartıya verirdin. Aklımda kaldığınca; on-on beş veya yirmi beş kuruştan... Pembemsi iki buçuk lira ile iki file dolardı. Veya bir file ya da de sepet… Artardı bile para... Pazara sebze-meyve çıkaran kentin çevresindeki bahçıvanlar tanınırdı. Kızılyer’in (Vişnelik) üreticileri çoğunluktaydı. Filesi veya sepeti kolunda gelen müşterisini tanırdı, müşteri ile ayaküstü sohbet ederlerdi. Sonbahar yaklaşmışsa turşuluk veya kurutmalık siparişi yapılırdı. Senelerce babamla çıktığımız pazardan asla beğenilmedik bir şey aldığımızı anımsamıyorum. Ayrıca bahçıvanlar avucuma meyve koyarlardı; zerdali, ayva, kiraz veya her ne satıyorlarsa, “ikram” diye… Bir de Mihalıççık’ın ünlü “Karakılçık” adı verilen pirincini tembihlerdik, en az otuz kilo. Çok su kaldıran ama lezzeti başka pirinçlerde bulunmayan bir cins idi... Sepetle zerdali alırdık, serip kurutmak için. Zamanı gelince de domates; salça yapmak üzere… Ah! O salçanın yapılırken çevreye yayılan kokusu yok mu… Cumartesi ve Çarşamba kentin yegâne açık pazarı Hamamyolu idi. Manavlar vardı, bir de at ve eşek koşulan iğreti arabalar. Sokak sokak gezerek sebze ve meyve ihtiyacına cevap verirlerdi. Evet, seyyar yoğurtçu, evet kış geceleri güğümle sokak sokak dolaşan bozacı... “Ekşisi makbul” derlerdi bozanın. Neyse bir gün geldi bu pazar kaldırıldı, “Kurtuluş Pazarı” denilen yere konduruldu. Hamamyolu’nun şimdiki parkı oluştu. Yanından geçen dere yol oldu. Bir de parkın ortasında havuz peyda oldu. Hamidiye sokağın başında bir tek ıhlamur kaldı… Çiçeklendiğinde birisi gelip dallarını kırar, alır götürürdü kokusunu… 8 BİR UMUT “Küçük istavrit balığı oltaya takılmış, sonra yeşil leğene düşmüştü. Yarık dudağının acısına katlanırken hep merak ettiği mavi ve sonsuz gökyüzüne bakıyordu… Bir süre sonra n’olacağını kestirememişti. Çırpınıp dururken bir el uzanıverdi. İki parmağıyla kavradı bedenini. Fırlattı denize. Küçük istavrit daldı gitti suya. Onu denize kavuşturan, yaşama döndüren ele, teşekkür olarak bir kaç parlak pul bırakarak. Bir gün bulursanız kendinizi yeşil bir leğenin içinde çaresiz. Tıpkı bu küçük istavrit gibi, sizin de son anınızda bir kurtuluş umudunuz olsun…" Yukarıdaki yazı, "Küçük İstavritin Öyküsü" başlığında yayınlanmış yazımdaki bir şiirden yorum. Bana sevgili Necdet Etik kestiği küpürü vereli altı ay olmuş. O`na, "Her şeyini yitir, umudunu asla yitirme!" demiştim. Dün dosyamda gazete küpürünü görünce bu umut olayını sizlerle paylaşmam gereğini düşündüm. Çünkü hepimizin yaşamında zaman zaman çaresiz kaldığımız anlar olmuştur; ya da karşımıza aşılması imkânsız görülen duvarlar çıkmıştır. Ancak; bir ışık, bir el, bir çıkış yolu bulmuşuzdur, umudumuzu yitirmediğimizde. Tıpkı küçük istavriti denize atan el gibi… Sözümün özü: Son ana kadar umudunu yitirme. İnsan, umudunu yitirince biter. 9 BENİM GÜNDEMİM Bir zamanlar basında yaşları bizim yaşımızı üçe dörde katlayanla ilişkilerimizi anımsayıp şimdi çevremdeki gençlere bakıyor, kendimi o günlerin yaşlıları yerine koyuyorum. Ve geçen yarım asırlık zaman kesiminin dökümünü yapıyorum. Tıpkı seneler devrilirken bir müessesenin kâr ve zararını ortaya dökmesi gibi. Öncelikle teknolojide akıl almaz gelişmeler olmuş. Bu gelişmeler uzun vadeyle yayılmış, ama farkına bile varamamışız. Kimimiz buna alışmış, kimimiz uzak kalmakta ısrarlı davranmış. Uzun zaman dilimizde teknoloji yerini alırken sistemimizde beklenilen değişim ve gelişme için biraz endişelendim. Nedeni yine devletin zirvesinde yaşananlar ve Güney-Doğu’nun hal-i ahvali... Bir de geçmişte okulda öğretilen büyüklere saygı ile küçüklere sevgi sloganı Estram’da anons edilmesini yadırgamaktayım. Koskoca yarım asır geçmiş, bunu algılayamamışız. Artı; yerli malı kullanımı için yapılan yoğun çalışma ters tepmiş, istisnasız yabancı marka ve yabancı mallara boğulup kendi ana dilimizi dışlamaktan bile geri kalmamış olmamız düşündürüyor beni. 10 BİR VARMIŞ, BİR YOKMUŞ Bu gün Pazar, hava da uygun. Doğaya çıkıp bakacağım, acaba leylekler geldi mi diye. Belki kenarda köşede kalan birkaç evin çatısını ve çatısındaki bacasına yuva kuran leyleğe rastlarım. Belki de su birikintisinde kararlı adımlarını izlerim… Aklıma Tavuklarımız Düştü Hani bahçeli evlerimiz vardı, bacasında Leylek yuvası olan. Bahçesinde mutlaka yarısı tel örgülü kümesler ve sokağa açılan deliklerden tavuklar gezer gezer yine de dönerlerdi kümeslerine. Eski bir kap suları için, bir-iki tünek ve el uzatabilecek yerdeki folluklarına yumurtlamak için. Çocukluğumda tavuklarımız yumurtlayacaklarını haber verirdi kendilerine özgü seslerle… Ve sabahın gündoğumunda horozlarımızın sesleriyle uyanırdık. Ellili yıllarda Deliklitaş ve çevresi tek veya iki katlı bahçeli evlerden oluşuyordu. Mutlaka kümes ve dut ağaçlı, kenarda da “tulumbalı” evlerden... Bahçe kapısı, kömürlük ve odunluk da olmazsa olmazlardan... Yumurta verimi dolayısıyla biz kümesimize Ligorin denilen cinsinden beş-altı adet aldık. Bir de efre dayı gibi gezinen gösterişli horoz... Bir çuval kırık buğday ve evden artan yemek ile kuru ekmekleri ıslatarak beslerdik, ama kümes dışına çıkıp eşinmelerine asla engel olmamak şartıyla. “Gorg” olmalarını bekledik. Yani “kuluçkaya” yatacakları zamanı!.. Kuluçka zamanı geldiğinde evde yumurta tüketimi azaltılıp kuluçka için yumurta biriktirimi başlardı. “Kaç yumurta?” belki on, beş belki daha fazla, ama kuluçka döneminin yirmi bir gün olduğunu anımsıyorum. Bu arada yumurtlayacağını haber vermesi üzerine kümesin önünde bekler ve folluğa düşen yumurtayı sıcak sıcak elime alıp sevinirdim... 11 Sonra tepesini kırıp hüüüp içerdim, çiğ, çiğ. Sanırım Nisan olmalı veya Mayıs başı... Kuluçka tavuğumuzun altından altın renkli mini mini civcivler peyda olur, gün be gün sayıları artardı civcivlerin. Çok sevimli şeylerdi ve ana tavuk tarafından onurla, sevgiyle yönlendirilirlerdi… Civcivler için bir sahana yiyebilecekleri şeyleri koyardı annem. Yavrularının itişe kakışa yiyeceğe ulaşma savaşını ana tavuk gururla izlerdi. Yavrular, horoz efendinin umurunda bile değildi. Her geçen her gün yavrular biraz daha gelişirdi. Avucumuza alıp okşardık onları. Başta horoz-tavuk oldukları belli olmazdı, bir süre sonra ibiklerinden tanımlardık… Şimdi Vitrin Malı Oldular, Soyunup Dökünüp Evden çıkıp yollara düşüyorum. Marketlerde ve birçok şarküteride tavukların kesilip biçilip ve parçalar halinde satışa sunulması karşısında ne yapayım, eskiyi anımsayıp geçip gidiyorum. Kim derdi ki; horozumuz, tavuğumuz sanayi ürünü olacak, kim derdi ki bu canlarımızı çarşıdan bakkaldan kilo ile alacağız, diye. 12 EMEKLİLİĞİ YOK BUNUN Devlet memurluğunun, işçiliğin, esnaflığın bir yerde emekliliği var. Emekli oluyor, köşenize çekiliyorsunuz. İstisnalar bir kenara… Bildiğim şu siyaset mesleğinin emekliliği yok. Diğer taraftan siyaseti de tanımlayamıyorum. Meslek mi, topluma hizmet aşkı mı? Yoksa, yoksa benim anlayamadığım, tanımlayamadığım bir başka şey mi? Her neyse sunumu sizlere bırakıp geldim önceki günün gösterdiği manzaraya… Taaaa, geçen yılın son aylarından başladı yarış. Yerel yöneticiler seçmemize siyasetin her yönü, siyasetçinin daniskası el attı. Yazılmadık kalmadı, çizilmedik de… Seçim sonuçların henüz belli olmasa da, kendimce bir değerlendirmem vardı ve bunlar bir yana yöneticiler için yaşı ellinin altında olması gerektiğini savunuyordum. Ülkemizde, ülke yönetimini ölünceye dek sürdürme geleneğinin gelenekselliğinde birileri hep “koltuk” der. Koltuk insanı cezbeden bir şey. Bırakmayan, bıraktırmayan ve uğruna nice “şey”ler yapılan!.. Bu koltuktan birisi de şu an benim altımda, kolları iki yana sarkmış, bir yerleri kırılmış. Ne menem ”şey”se, elli bir yıldır bırakmaz beni! “Ben de onu…” Valla, Erhan daha çok bekler… 13 BERBER OLMAK DA VARDI Aradan geçen yarım yüzyıl onların kaybolup yitip gitmesine vesile oldu. Neydi onlar?.. Bir dönemlerin olmazsa olmazlarıydı. O günlerde insanların hayal ve emellerine bir göz atarsak nerden nereye geldiğimizi daha net görebiliriz. Başlayacağım konu meslekler olsun. Bugün olmayan tarihe karışmış işler. Örneğin “Karcı”… Evet yazın kar satmak… Buzdolabının olmadığı dönemde insanların yaz sıcağında bunaldığında ne yaptığını sanırdınız? On kuruşluk kar kestirirdi!.. Oturup Konuşurlardı İlkokulu bitirme aşamasında erkek çocuklar için, ana baba oturup konuşurdu, hangiişe versek, diye? Berber, terzi, kavaf, gibi meslek sahibi olacağı bir iş veya manifaturacı, tuhafiyeci veya lokantaların birinde çıraklık… Simit satabilir, gazete satabilir, gazoz satar, akıllıysa işportacı olabilir... İşin içinde ayakkabı boyama da vardır. Belki bir akraba yanında… Çocuklara sorulmazdı. Ancak, çocuklar arasında bu konu enine boyuna tartışılırdı; “ Ben şu! olmak istiyorum” derlerdi; ancak birbirlerine!.. Sanki istediği olacakmış gibi... Ve derdim büyüktü o sıralar. İlkokul bitiyordu, ve ben ne olacağım üzerine kara kara düşünüyordum. Babam terzi; terzi olmamı istemiyor, iğneyle kuyu kazmaya benzetiyor işini. Taşbaşı’nda Han’ımızda nalbant Hüseyin var, bana sıcak davranan. O’nu düşünüyorum ve nalbant’a çırak olmayı önereceğim babama. Önce Hüseyin’e gidiyorum. Hüseyin; topal… Benim nalbant olma isteğime karşı çıkıyor. Neden olarak da, “Bak; at tepti, topal kaldım”, diyor. Bitişiğindeki meşe kömürü satanı öneriyor. Ama kömürün karasına katlanmak gerek... Sanat öğretmenim de sanatçı olmamı söylüyor. Sanatçı aç kalmazmış!.. Mahallede on-on iki yaş grubu çocuklar toplanıp dertleşiyoruz, ne olacağımızı tartışıyoruz: Örneğin berber çıraklığı… Yalnız, biraz kanlı meslek bu… Yoo, sakal 14 tıraşında değil, sünnet ve diş konusunda: Öyle ya!.. Berberlerin üç işi birden yapması gerekiyor. Saç-sakal tıraşının yanı sıra çocukları sünnet etmeyi ve ayrıca diş çekmeği… Her üç iş de az-çok kanlı… Komuşmalarda sermaye gerektiren işlerden söz edilmiyor!.. Kiremithaneye girsek! Yok, olmaz deniliyor. Hem uzak hem de mevsimlikmiş. Benim için bir yeşil ışık yanıyor; dayımın yanı, yani Ciltcilik!.. forma dikebilirim... Orta Okul ve Lise Gündemde… Gazoz satıp işportacılık derken Ticaret Lisesine kaydedilmişim. Normal ortanın kaydını kaçırmışız. Ama olsun. Ticaret’ten sonra bir bankaya memur olarak girebileceğim veya şartlar elverirse ticaret yapabileceğim söyleniyor. Şimdi bunları bir kenara bırakıp yukarıda değindiğim “berber”lik işine göz atalım. Üç işi birlikte yürüten o dönemin ustalarına… Anımsadığım kadar Büyükşehir nikah dairesinin yakınlarındaydı, berber Hasan ustanın dükkânı. O’nu biz berber değil, sünnetçi Hasan Usta olarak bilirdik. Mısır Çarşısı’ndan hayalmeyal anımsarım. 50’li yıllarda Sakarya Caddesi’nde bir başka berber ve sünnetçi Hasan Usta’dan daha söz ediliyor. Sivrihisar Caddesi’ndeki berber İrfan da sünnet yapıyor, ama onların diş çekme olayına rastlamadım. O dönemde bir de fenni sünnetçi var. Şair Fuzuli’de İbrahim Kodal... Muttalıp Caddesi’nde yine berber ve sünnetçi Şükrü Usta... Usturalarının markası ise çift cambazmış. Yani en, en kalitesinden. Bir başka marka ise Za-Za imiş. Şimdikiler gibi uçlarına jilet takılmışlarından değil… 15 AVARA Bir süre önce Köprübaşı’nın elli küsür sene öncesini yazmıştım. Yüzeysel almışım, sosyal bir olayı sonra anımsadım. Tüm kenti yerinden oynatan, her kesimden insanı sürükleyen bir filmin öyküsünü. Filmi seyredenlerin halâ belleklerde kalan şarkısını tekrarlamalarına vesile olsun istedim. İşte elli yıl öncesinde belleğimden satırlara aktarabildiğim görüntüler. Avara Mu’ya Doğru Şimdiki Kılıçoğlu sinemasının olduğu yer, “Atlas” sinemasıydı. Zemini toprak, perde önünde 15 kuruşluk mevkiye; iki sandalye arasına çakılmış tahta sıralara oturulurdu. Geride malum tahta sandalyeler ve biri bitip diğeri başlayan siyah-beyaz kovboy filmleri… Işıkların kesilmesi, makinenin arıza yapması olağandı. Bir vazgeçilmezdi simit ve gazoz. Çekirdeksiz de olmazdı... Atlas kapandı, bir süre geçti; şimdiki Orduevi’nin tam arkasındaki Sakarya Caddesi’nde yeni bina yapıp taşıdılar Çanakçılar. Bu kez yapı modern, koltuklar modern, makine yeni… Atlas’ın açılışı ile ilk kez Hint filmi izleyeceğimizi öğrendik. Filmin ismi “Avara mu” yani “Avare”... Başrol oyuncuları da Raj Kooper ile Nergis. Filmin ismi bize uydu ve Raj’a Raci dedik, Nergis ise bildiğimiz çiçeğin ismi. Müzik ise sonraları hayranı olduğumuz arabesk… Aşk, macera, acı, tatlı, zengin sahneler; hasılı “Aradığın ne varsa var...” Önce afişlerini gördük, sonra biletleri satışa çıktı. Daha gösterime girmeden bir haftalık tüm biletler satıldı. İkinci zafer haftası3, hatta üçüncüsünün devam edeceğini 3 Yıllar önce bir film çok izleyici görür ve bir hafta daha vizyonda kalırsa 2. zafer haftası denirdi. 16 öğrendik. Sinemanın açılışı muhteşem olmuştu. Filmin de muhteşem olduğu, sinemanın beğenildiği, tüm kente bir anda ağızdan ağıza yayıldı. Ertesi gün sinemanın önü ana-baba günüydü… Girişin önünde nefis dublajı ve müziğini dinledik. Yaşamında hiç sinemaya gitmemiş nineler ve dedeler bile canlandı, illa gitmek istediler. Çarşı-Pazar, konu-komşu ve bir araya gelenler Avare’yi konuşur olmuştu. Artık her birey kendince gördüyse filmin, görmediyse duyduğunun eleştirisini yapıyordu. Müziğini kapmış, sözlerini ezberlemiştik namaz suresi gibi. Kızlarımız bu müzikle ortaya çıkıp oynar olmuşlardı. O günlerde düğünde, nişanda “Avare mu, asmantakara mu” yu mutlaka çaldırırlardı... Pist dolardı, büyük-küçük seke seke, sağ kol havada sol el öbür dirsekte seke seke!.. Cümle insanların yüzü-gözü parlamış olurdu!.. Tatlı bir sırıtış sarardı düğündekileri... Defalarca hiç bakmadan seyredenler oldu. Ömrümde Eskişehir’i böylesine çalkalayan bu filmden başka olay görmedim. İnsanların her gün üst üste iki kez bir hafta boyunca her gün bu filmi izlemesi, köylerin kasabaların kente akması toplumsal bir olaydı… Bu film tüm filmleri aştı. Haftalarca, üst üste izlendi. Arkada sözleri ve müziği ile hayalleri bıraktı. Çanakçılar daha sonra bu görkemi aradılar durdular, benzer Hint filmleri getirerek. Ama umduklarını bulamadılar... 17 RENGİN DANİSKASI Yalaman’ın tadı geldi, havalar ısınınca çoğunluğu gençlerden oluşan kalabalığın içerisinde biz yaşlılar kaybolup gidiyoruz. Tadı geldi derken; saçları vernikli gençler, atlas kumaşın kan kırmızısından giysiler ve Eskişehirspor’a odaklanmış siyah ve kırmızılılar… Evet, bir de giysinin üzerine suratları özgünleştirilmişlerle içli dışlıyız. Dün kulağı küpeli erkeklere garip garip bakardık. Bugün ise burnu hızmalı, dudağının altında çeşitli renkte mücevherat taşıyanlara alıştık. Biz Eskişehir’in dününü yaşamışlarda “Yalaman” tutkusu vardır. Yazlık sinemalarda saat 22’den sonra yazın en sıcak gününü de yaşamış olsanız üşürdünüz. Mutlaka kayıkla bir tur atma vardır. Hacı’da saçmalı tüfekle atıcılığımızı dener, karşımızda dizili tek sigaraları nişan alırdık. Bazımızın halka atıp sigara paketi kapma sevdası vardı. O günler kendine göre renkli idi. Ve yine o günlerin kendine özgü bir raconu vardı. Eh! Bugünün raconu da bu galiba. Burası Yalaman çay bahçesi… Gelin bir çay yudumlayın, duyumsadıklarımızı yaşayın… 18 HAN KAPISINDAN GİRMEZ, FINDIK KABUĞUNA GİRER Sen misin paşazadeye bilmece soran. Daha ilkokulda, ama insanı bir sınıyor ki, sormayın. Evet, başlık yaptığım cümleyi çözmesini istedim: “Han kapısından girmez, fındık kabuğuna girer”, dedim. Önce “Hangi han?” dedi. Bana sorduğum hanın nerde olduğunu sordu! Ses etmedim, ardından, artık fındıkların kabuksuzlarını satın aldığını söyledi. Yeni kuşak, “Han” denilince çarşıdaki “İş Hanı” denilen binaları düşünüyor... Geçmişteki “Han” kavramını, yahut geçmişteki hanları tarif ediyorum. Ne var ki, kavramada güçlük çekiyorlar. Haklılar tabi, çarşıda han kalmadı. Han denilince, şimdi birçok işyerini barındıran binalar anlaşılıyor ve çok katlılar... Örneğin; Taşbaşı’ndaki Pirinç Hanı dün en fazla iki katlı idi ve içinde bahçesi vardı. Şimdi çok katlı. Eğer yeni kuşak bizim gençliğimizdeki hanları bilmiyorsa, onlara yazıp bırakalım diyorum. Teknolojinin daha icat edilmediği dönemlerde ulaşım araçları malum; at, eşek ve öküzlerin çektiği arabalar... Günde ortalama on kilometre yol alınabiliyor. Genelde beş kilometrede bir mola verilmesi gerekiyor. İşte ondan yapılmış “han”lar. Yatılabilinen, hayvanların çekilip dinlendikleri; en fazla iki katlı, geniş bahçesi olan ve içinde nalbant, bakkal, berber ve gereksinim sergileyen işyerleri… Bugünse esnafın topluca bir araya geldiği korumalı iş yerlerine de “han” deniyor, ama buralar iş hanı... Eskişehir’de “Han”lar Eskişehir’e Doğudan girdiğinizde, 1940’lı yıllarda karşılıklı iki han vardı sanayi yönünde. Birinin adı Selamet Hanı, diğeri Bakırcılar Bayat Pazarında Zincirli Han. Çarşıda ise sürüsüne bereket: Zeytin Hanı, Uğrak 19 Hanı, Şeytan Hanı, Pirinç Hanı, Odunpazarı’nda şimdi Atlıhan denilen kölenin hanı… Ülkenin bir ucundan bir diğer ucuna giden kervanların yanı sıra köy ve kasabadan inenlerin daha önceden belirlediği hanlar da var... Yolcular o hanlarda kalıyorlar, bazıları hanlarda ticaretini gerçekleştiriyor. Dahası başka yörelere gidecek malların bir istasyonu han… Evet, meşe odunu getirenler, meşe kömürü getirenler… Yıkarak mallarını hana müşteri arıyor... Hanların mutlaka bir çayhanesi var. Burası aynı yörenin buluşma yeri... Buluşmak için adres bir bakıma… Eskişehir hanlarının bir çoğuna girdim çıktım. Sıcaksular’daki İnhisar Hanı’na, Hüner Palas’ın hanına... Zeytin Hanı ve Pirinç Hanı zaten ayak altında... Şimdi yaşı seksene varanlar, Muttalıp Caddesi’nde Hacı Hasan’ın hanından, Büyük Otel’in yanında Bursa Hanı’ndan, Hal binasının (Gençlik Merkezi) arkasındaki Kaşar Hanı ve İki Eylül Gazetesi’nin Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nde bulunan binasının sırasındaki Hasan Bey Hanı’ndan söz ediyorlar. Ve dahası var: Şeker Fabrikasına giderken Tatarların Uzun Hanı, eski otogara girerken Gürgenci ve Sayın’ların hanı bulunuyor; yine bu civarda Varlık Hanı ve Tan Oteli’nin yerinde Ferah Han’ı… Zamanla bu hanlar yerine çarşılar yapıldı, bazı hanlar otel oldu, palas oldu, iş merkezleri oldu ve şimdiki Tansaş’ın yanındaki hanın ise ne adını ne de işlevini anımsayan kaldı. Kala kala; Han kapısından girmez, Fındık Kabuğuna girdi” diye bir bilmece kaldı… Yanıtını sormayın, inanın ben de unuttum… 20 ÇATAK’TAYDIK Odunpazarı`nın yukarısı mezarlık ve de Bademlik’tir. Buranın asıl adı ”Çatak Bayır’dır. Çatak; ona buna sataşan anlamında biraz sert bir yerel deyimdir. Sertliğin ötesinde korkutma da vardır "Çatak" ta... Çataktepe`ye yerleşmiştir insanlar. Buraya Türklerin ilk geldiği yıl olarak 1095 de denir. Yani Malazgirt`ten 25 yıl sonrasıdır. Uzun yıllar Eskişehir’i görmeyen bir insan, şimdi gördüğünde şaşar kalır. Hele Kocakır dediğimiz yerlere evler, apartmanlar, siteler, yollar yapılacağı akla gelir miydi?.. Çataktepe`nin ötesi şimdi bina istilasına uğramış. Çok eskiden buraların meşe ormanı olduğunu söylerlerdi. Kışı oldukça sert geçen bu yörede meşe kesimi ve meşe kömürü yapımı bu uçsuz bucaksız ormanı alıp götürmüştür... Evliya Çelebi, Seyehatnamesi’nde yöremizin yoğun ormanlarla kaplı olduğunu yazar. Şimdiyse Çataktepe`nin ötesinde Eskişehir Güneye doğru şahlanmış gidiyor. Çataktepe`ye çıktık, kente Odunpazarı`nın üstünden bir baktık ki, inanılır gibi değil; bir avuçluk şehrimiz Doğuya, Batıya, Kuzeye yayıldıkça yayılmış. Şu günlerde bir de yeşillik ilişti gözümüze, yeşili de ihmal etmemişiz. Ötesi derken berisi; en eski yerleşim yeri Odunpazarı düne kadar yıkılacak hale gelmişti, hatta yer yer yıkılmaktaydı. Bakımsızlıktan yıkılacak duruma gelmiş evlerde yaşayanların arasında buranın yerlisini bulamamıştık. Yüz haneden seksenden aşağısı yabancıydı. Göç edenler ve kaderini yaşayanlar… Birisinin sahiplenmesi gerekiyordu. Eskişehir`in çevresi tanınmaz hale gelirken birileri Odunpazarı`nı gördü… Yakışmayacaktı şu güzelim kente, burada geçmiş 21 yatıyordu... Bir eski de Eskişehir Lisesi`ydi… Burada kurulan arkadaşlıklardı… Odunpazarı mutlaka geleceğe taşınacak bir şeyler vermişti Eskişehirliye. Maddi veya manevi... El attı eskiye; öldü bitti, gitti derken Odunpazarı yatağından şöyle bir başını kaldırdı. Burada yaşayanlar ne yapmalı? Bence burada yaşayanlar ve içinde Eskişehir sevdası olanların önünde fırsat bekliyor. Bekliyor çünkü Odunpazarı`nı görmeye gelenlerin sayısı gün geçtikçe artıyor. Beyler sokak, Kurşunlu Külliyesi ve Osmanlı Evi çevresini gezenlere rastlıyorum, bana, "Dahası yok mu?" diye soruyorlar. Dahası; oturacak başka yerleri, yiyecekleri, başka çeşitleri ve satın alacakları pek çok sanat eserini önlerine sermek gerekiyor. Eskişehir`den alıp götürecekleri başka şeyler aradıklarını söylüyorlar. Özellikle Odunpazarı`ndan. En azından Odunpazar’nı anımsatacak topraktan yapılmış kase veya ne bileyim ben, el yapımı bir şeyler işte… El sanatlarıyla değerlendirmeli buranın insanı boş vaktini, gelenlere karşı ilgi göstermeli, en azından buralarının tarihini aktarmalıdır. Her neyse, Bademlik’ten inerken Şeyh Şehabettin`in yenilenmiş türbesine takıldık. Çok nefis olan türbeye göz atınca evliyaların çiftlendiğini gördük. Bir sanduka vardı bizim bildiğimiz. "Kim ki" diye sorduk. Çevreden birisi bilgilendirdi, "Şeyh Şehabettin" ve "Şeyh Nurettin" altlı üstlü ikisi… Derin derin düşündük ve burada bunca sene bir tek Şeyh Şehabettin yatardı dedik, kendi kendimize ve yeni bir şeyhimizin daha olmasına sevindik. Yaşlandık da ben mi bir şeyi unuttum yoksa?.. 22 ESKİYE DÖNMEK İSTEYENLERE Çok sık eskiden söz açar olduk. Geçmişe özlem duyanlar çoğunlukta. Çünkü yaşlı kesim oluşturuyor çevremi… Yapılan araştırmalar ise oldukça ilginç. Toplumun yaş ortalamasının yirmi ile otuzlar arasında olduğunu gösteriyor ve yine araştırmalar yüz kişide yirmi iki kişinin eskiye dönelim demesine karşın yüzde yetmiş sekiz, “Ne varmış geçmişte? Bugünün suyu mu çıktı?” diyormuş. Ben geçmişten söz ediyorum ama enine boyuna düşününce bugünü tercih ediyorum. Çünkü günümüzde o kadar çok nimetten yararlanıyorum ki saymakta bitmez. Zaman zaman gençlere çocukluğumuzu anlattığımızda hep güzel tarafı gördüğümüz gerçek, oysa biz ne sıkıntılar çektik, ne yokluklar gördük, nasıl uğraş verdik, hepsini unutmuşuz. Kışın soğukla savaştık, yazın biraz serinlemek kolay iş değildi. Ve de evlerimiz, yollarımız, giysilerimiz ve de okul yaşamında bir kalem, bir defter hatta güzel bir silgi için söyleyecek söz bulamıyorum... Ayakkabımız yoktu, çorabımız da, üstümüze giyecek bir şey de... Dolayısıyla bayram beklerdik! Yiyecekler belliydi, simit ise lüks idi. Ne diyelim işte, fazla uzatmayalım, geçmiş öyle özlem duyulacak gibi değildi. Derinlemesine girerseniz geçmişe içiniz titrer. Mutlu olduğunuz az şey bulursunuz… 23 LAKAPLAR Sevgili Erdinç Ölmezer`in Katkılarıyla... Çantamda defter, defterin arasında kırmızı ve siyah yazan kalemlerim... Öğle vakti oturdum yazacağım konuyu anımsamaya çalışıyorum, anımsayamıyorum ki bir türlü, neydi ne yazacaktım?.. Oysa sabah belleğimdeydi ve bu konuyu not etmeme gerek yok; çünkü unutulacak bir şey değil diye düşünüyordum... Sevgili Erdinç gelince kapadım defteri, sohbete koyulduk. Karşılıklı anlatırken, cebinden üç parça kâğıt çıkarıp verdi, baktım bir liste gibi, isimler sıralanmış… “Yarım saatte bu listeyi oluşturdum” dedi. Listede “Lakaplar” vardı. Elli sene, yüz sene öncesinden, hatta günümüzde de önemi süren aile lakapları ki, bir kısmı Cumhuriyet sonrası soyadı olmuştu. Bana verdi bu listeyi, “Anımsadıklarını ekle” diyerek. Teşekkür ettim kendisine. On yıl öncesi araştırmamda 200’e yakın lakap derlemiş, gazetede neşredilmiş ve ilgiyle karşılanmıştı. Zaman zaman bana soranlar ve bu lakaplarla ilgilenenler oluyordu. Biraz akademik, biraz bilimsel… Biraz da merak dolayısıyla. Ancak, elimdeki arşivi de arayıp bulmam mümkün olmadı. Dolayısıyla Erdinç Ölmezer’in bu yaptığını minnetle karşıladım. Araştırma isteğim bir kez daha kamçılanırken yazacağım konu da ortaya çıkmış oldu... Lakaplar Neden? Cumhuriyet öncesi, soyadı yasası olmadığı için insanların tanımında ata, baba adı kullanılıyor, bazen birkaç kişi aynı ata ve baba adı taşıyorlardı. İsimler de kısıtlı, fazla isim yok. Ayrıca insanlar çoğunlukla çocuklarına baba, ana adlarını veriyorlar, bu yerleşmiş adet haline gelmiş. Nüfus artışı da isimler, tarifler ve tanımlar üzerine karışıklığa neden olabiliyor, ve lakaplarla sürüp 24 gidiyordu. Dahası resmiyette bile geçerliydi lakap... Daha önceki lakaplar üzerine araştırmadan bahsetmiştim. Şimdi Erdinç Ölmezer’in derlediklerini yazacağım ve altını kapamayıp ilaveler yapacağımı sanıyorum: “Recepler, Nallılar, Telolar,” diye kayda başlamış. Oduncular’ı listeye alıp karşısına parantez açıp (Şerife) yazmış. Çürükler, Curnallar, Tırıklar, Cırıklar, Beylikler, Şerbetçiler, Tüfekçiler, Bözülker, Müftüler, Satırlar, Karakaşlar, Mollalar, Aksakallar, Keçeciler, Sakızcılar, Kalemciler, Siyahiler, Samanyemezler, Kaşıkçılar, Peştemalciler, Sekliceliler, Yorgancılar, Tombakçılar, Zöhreler, Gödeler, Yelkovanlar, Köselere, Cemalcılar, Zeytinler, Yumurtacılar, Köçekçiler, Alpulular, Kazanlar (Hasan), Yağcılar, Arpacılar, Hacıhafızlar, Felekler, Odabaşılar ve Değirmenciler, Köpekçi (Şakir), Paytoncu Veli, Deli Hafızlar, Ganiler, Pirinççiler, Emin Beyler, Ümmüler, Soykalar, Kelveliler, Alabacaklar, (“Huzi Kızı” diye birleşik isim var), Yeterler, Körler, Selverler, Azizbeyler, Çiftçiler, Mehmetosmanlar, Çilbakiler, Çelikler, Zeybekler, Kabadayılar, Hacıarifler, Hacımeyzinler, Oduncular, Kağnıcılar, Çerkesler, Kıl kadının babası, Boyacılar, Eşkiyalar, Darılar, Kabakçılar, Mollalar, Delihaliller, Delimehmetler, Hayaliler, Kamerler, Hasırcılar, Sirkeciler (Kemal), Ekmekçiler, Hacıçakırlar, Şakirler, Pertevler, “Meddah edip”, Kurtlar, Karamalaklar, Gözeler, Mantarlar, Mısırlar, Pırasacılar ve Ebeler “Yeşilefendi” yer alıyor listede!.. Devam, devam; Efeler, Yanbastılar, Ayıboğanlar, Tuzcular, Helvacılar, Kırkıcılar, Körçobanlar, Yağcılar, Şekerciler, Paşalar, Çuvallar, Çıkılılar… Ve daha sürüp gidiyor… 25 ÇEŞME BAŞLARI Odunpazarı Camii`nin Güneyinden geçen yolu yürüyün, hemen ilerideki meydandaki akasya ağacının altında bir çeşme vardır. Geçen hafta baktım; ahı gitmiş, vahı kalmış ve çeşme akmaz olmuş. Eski Eskişehir’de Odunpazarı çevresinde pek çok çeşme de kuru çeşme oldu diyorlar. İsimlerini saymaya gerek yok, yazsam ne olacak sanki... Kim anımsayacak, kim “Ah” çekecek? Çeşme Başı Atatürk Lisesi’sinin sağ köşesinde bir çeşme vardı. Çifteler Caddesi’ne girişte, şerbetçilerin evinin önünde de . Bu çeşmenin suyunu şerbetçiler verirdi evlerindeki hazneden. Gelelim çeşme başına ve o dönemlerde çeşme başının ne işlevleri olduğuna bir göz atalım; Evlerin su ihtiyacını karşılamak için, testi, güğüm ya da kova ile çeşmenin yolu tutulurdu. Evin gelinlik çağına gelmemiş kızı, on yaş civarı erkek evladı veya yine evin kadın kesiminin işiydi çeşmeden su almak... Sabahtan akşama dek boş kalmazdı çeşme başı. Özellikle genç kızlar kovalarını, güğümlerini sıralar ve dolmalarını beklerken muhabbete dalarlardı. Kovası dolan bile uzun süre kalır sohbete katılırdı. Sohbetlerin içinde neler olurdu? Aşk, meşk, hastalık, haberler, davetler ve de dedikodunun daniskası… Sokaklar arası haberlerin ötesinde mahalleler arasından çarşıya kadar insanların birbirini bilgilendirmesi için bir çeşme başı yeterdi. Ağızdan ağıza, kulaktan kulağa mutlaka çeşme başında… Evlerden çıkan her bir olgu, çeşme başında yerini alırdı. Haydi bakalım, görelim: Ayşe delicesine tutkundu. Murat’la haberleşmesi gerektiğinde çeşmeye çıkardı. Murat’ın kardeşi Fatma’da kovayı kapar koşardı çeşme başına, haber iletilirdi karşılıklı... 26 Saatler verilirdi evlerinin önünden geçmeye, camlarının önünde bekleyeceği zamanı da çeşme başında iletirdi genç kızlar... Mektuplaşmalar olurdu gizli gizli bir aracı ile. Göğüsten çıkıp göğüse giren sevdadan yana mektuplarda maniler… “Ah!” ile “Vah”lar… Mahallenin yeni yetme oğlanları da çeşme başında toplanırdı. Her gelip geçen bir bakardı çeşmeye. Çeşmelerde asla çamaşır yıkanmaz. Sabunun zerresi görülmezdi, ancak ve ancak evlerin su ihtiyacı giderilirdi. Kimisinde Bir Çiçek, Kimisinde Kitabe... Çeşmelerde su, taş bir çerçeveden çıkan musluktan akar, taş kütlenin üzerinde işlemeler göze çarpar, bazısında çiçek demeti, bazısında kabartma çerçeve veya yazı olurdu. Örneğin, “maşallah” gibi… Ve oraya ya maşallah çeşmesi adı verilir, ya da çoğu kez suyun veya banisinin adı ile anılırdı. Pek çok çeşme vardı düne kadar Odunpazarı’nda. Aşağıda çarşıda ise tulumbalar pek çok köşe başında… Teker teker yok oldular… Hasılı, çeşmelerin bir işlevi vardı… Sudan gayri… En azından simgeydi, kiminin ise adresi... Ve her sokak köşesinde bir köşe taşı vardı. Alın size bir adres tarifi: “Çeşmeden sağa doğru yürü, köşedeki taş var ya! Ondan sonraki mavi boyalı ev bizim evdir. İki katlıdır...” 27 NERDELER, KİM SÖYLER BANA? Size sorsam, "N`oldu bu hayvanlara?" desem, şöyle bir geriler, sonra sorumun açılımını beklersiniz. N’oldu bu hayvanlara demem, dün içli-dışlı yaşadığımız el uşaklarımız olan eşek, at ve katırlaradır! Çarşıda pek çok köşe başında günlük işimizi gören at arabalarından, faytonlardan, kasabadaki araçların atlarından söz ediyorum... Sakarı’dan kente her pazar kurulduğu günün sabahında ürün taşıyan katırlardan söz ediyorum. Ve at kadar, katır kadar işimizi gören eşeklerden... Ve de köpeklerden, her köy ve kasaba evinin kedilerinden -ki, bir dönemde kedisiz ev yoktu. O dönemlerde çocuktum, tam yarım asır öncesi... Uzun süredir çarşıda at arabası kalmadı, taşıma motorize tamamen. Faytonlar da yok artık, yalnız nostalji için Haller Gençlik Merkezi önünde bir kaçını yaşatıyoruz. Tabakhane yolundaki araba imalatçıları da bitti-gitti... Süslü, boyalı ve kendine has ses çıkaran yaylı at arabası mı kaldı? Dün yok oldu. Hadi işin cansız kesimi neyse de yardımcılarımız ve ekmek kapımız şu hayvanlara ne oldu. Terki diyar ettilerse nereye çekip gittiler? Bir bilen varsa söylesin. Hadi hadi çekinmeyin de itiraf edin, “Sur dibide satıldılar” deyin. “Sucuk oldular, pastırma veya et olarak mutfağımıza girdiler” deyin. Suçlamayacağım sizi. Kafamdaki soru işaretini çözmüş olacaksınız. Düne kadar iç içe yaşadığımız dost hayvanlar vardı. Bazılarını arabaya koşardık, çit sürerdik, odun yüklerdik, köpekler sürüye gider kediler evde haşarata karşı bizi savunurlardı. Bugün büyük bir kısmının yok olduğu kesin. Nereye gittikleri bilinmez. Dostlarımız, onlara ihtiyacımız kalmayınca kayboldular, hiç bize belli etmeden çekip gittiler. Onlar Bremen mızıkacıları gibi boyunları bükük belki de... Yem oldular kurda kuşa... 28 DÜN GECE RÜYAMDA Av ve avcılık serüvenimizin devamını sordular ve tüfek tutkumun gerçek olup olmadığını öğrenmek istediler. Gücendim ve alındım doğrusu. Tüfek İşi Köyde Başladı ve Köyde Bitti Daha çiçeğimiz burnumuzdayken asker ettiler bizi ve öğretmen olduk. Eğitim ordusuna katılıp soluğu Batının bir dağ köyünde aldık. Avcılık hikâyemiz orada başladı ve orada bitti. Dolma tüfeğe orada merhaba dedik. Orada çocuklara bir şeyler öğretmek üzereydik. Çok şeyler öğrenip dönüp geldik topluma katıldık. Pek çok yabani hayvanı gördük. Tüfek edinmemizin nedeni yabani hayvanlar olsa gerek. Av hayvanlarını tanıttılar bana, yabani domuz ve yılanı da… Kırk beş sene geçmiş, o yılandan kurtulduğum! Yine bir sonbahar böyle güneş dolu ve ben köy okulun duvarına sandalyemi dayamışım. Beşinci sınıf bahçe uygulaması yapıyor, seyrediyorum. Çocuklar ellerinde çapa ve tırmıklarla bahçemizi kışa hazırlıyorlar. Ben de elimdeki anı defterime aşağıda tepelerin üzerine bembeyaz bulutun nefis görüntüsünü yazıyorum. Uzaktan tarlalarını süren ekicilerin, öküzlere verdikleri komutları yankılanıyor. Gözlerimi kapatıp doğayı derin derin içime çekerken çocukların bağırışıyla ayılıyorum. "Sakın kıpırdamayın", diyorlar. Ellerindeki çapa ve tırmıklarla üzerime doğru hamle yaparlarken panikleyip kendimi bahçe duvarının üstünden öteye atıyorum. Baktım, çocuklar oturduğum yerde kümelenmişler bir şeye vurup duruyorlar. Vurdukları bir yılanmış meğer, parça parça etmişler… Bileğim kalınlığında, tahmini üç metre boyunda. Tam oturduğum iskemlenin dibinde… Hedefinin bana 29 olduğunu söyledi çocuklar. Ucuz kurtulmuşum veya beni bir yılan sokmasından kurtarmışlar. Ama hiç övünmüyorlar, heyecanla anlatıyorlar. Sanki görevleriymiş gibi davranıyorlar çocuklarım. Yangına da Gittik Düğüne De Ava da gittik, ama yangın işi başka: Günlerden bir gün okul çıkışı bağırışlar oldu. Kurşunlu yönünde dumanlar görmüşler… Köyümüz orman içersinde, çevre Kaz dağlarının ormanlarının devamında. Yangın eksik olmazmış ama, ben ilk kez görmüştüm. Dumanı görmüşler ve köylerden eli kazma kürek tutan kim varsa yangın söndürmeye koşuyor. Ben de bir kürek alıp katıldım köylüye. Epey uzakmış. Vardık ve çevremizden aldığımız talimatla kimi ağacı devirdik, kimini söndürdük. Yangını tamamen söndürüp soğuttuğumuzda gece olmuştu ve ben oldukça yorulmuştum. Yani yangından çıkmışa dönmüştüm. Öyle demişti ormancılar… Ormancı İhsan bana bu göreve koştuğum için teşekkür edip köye gitmem için atını verdi. Bana, "Hiç merak etme", dedi. "Şahin seni köye iletecek!" Şahin, o karanlıkta hiç sekmeden, sanki üzerindeki emaneti yerine iletmede ne gerekse yapmasını emretmişler gibi beni köye getirdi. Muzaffer bir dönüş olacağını kestiren köy kadınlarının hazırladığı sofraya oturmadan önce karalardan arındık… Çok az zararla kurtarmışız ormanı. Ormancılar bana daha sonra tavuk ziyafetiyle teşekkürlerini tekrarladılar. İşte bizden böyle; ava da gideriz, yangına da… Bu tefrika sürecek ve kalacak arkaya pehlivan tefrikaları. İşte onlar hiç bitmez tükenmez… 30 DANSÖZ Hemen o beylik cümle ile yazmaya başlayacağım: “Nerede o eski Türk filimleri?” diyeceğim ve başlayacağım içindekilerini saymaya; aşk, heyecan, güldürü, kavga, dövüş, komik adam, yardımseverlik ve gazino muhakkak. Gazinoda mutlaka oryantal dansöz, yani göbek dansı olacak her filimde... Anımsadığım kadarıyla ellili ve altmışlı yılların Türk filmlerinin çoğu birbirine benzerdi. İçerikleri, çekim yerinden tutun da birinde neler varsa diğer filmde aynı öğeler bulunurdu. Tümünün konularının gelişmesinde, sonucunda benzerlik bulurdunuz. Açıkça sonucu önceden bilinirdi filmlerin. Konunun her yerine konulan dansöz olmazsa olmazdı. Dansözler kraliçesi veya esaslısı... Filme girmeden önce afişlerde seçim yapardık. “Özgan Tekgül veya İnci Birol veya Nimet Alp arasında”. Afişlerde reklâmı yapılır, “kraliçe” diye tanımlanır, müşteri çekmeye çalışılırdı. Delikanlılık işte, filmin konusundan çok dansöz seyrine gidilirdi sinemaya. Elli sene öncesinin erkek milletinin genci ve yaşlısının büyük eğilimi vardı “dansöz” konusuna. Hatta birçok kere tepsi üzerinde dansöz oynatma arzusu olanları dinledim... Ancak böyle bir alemin gerçekleştiğine tanıklık etmedim. Erkekler bunu tartışırken evde kadınlar da dansözü konuşurlardı ve filmin seyrinin yanında canlı canlı izlemek istekleri de gündeme gelirdi kimi zaman. Ama önce... Eskişehir’de oryantaller: Çocukluğumdan çıktığımda Eskişehir’de eğlence, bayramlarda kurulan çadır tiyatrolarında da olurdu. Yoğun müzik kalabalığı ile çadırdaki sahnede gövde gösterisi yapan sözüm ona artistler sırayla gerdan kırıp, kalça oynatıp rol gereğini yerine getirirlerdi. Sonraları Eskişehir’de bar veya pavyon denilen eğlence yerlerinin varlığını fark ettik. 31 Şerif Baba’nın Yalaman’daki barında “Babuş” adıyla bir dansöz yıllarca seyirlik oldu... Diğer pavyonlarda da her gece bir oryantal sahne aldılar. Arkadaşlarım bunlardan Luisa Nor’u, İnci Birol’u, Nana’yı anımsıyorlar. Bundan başka nice dansöz geldi şehrimize, saymakla bitmez. Bunlardan birkaçı Eskişehir’den delikanlılarımızı alıp götürdüler. Pek çok filmde rol alan Nimet Alp, Muhterem Nur’da şehrimizde bulunmuşlar. Doğrusu Eskişehir oryantal dans açısından bir atlama taşı olmuştur. Ellili yılların sonunda Eskişehir’de pek çok bar pavyon açıldı ve hepsi de oryantale yer verdiler. Oryantaller İstanbul’dan transferdi ve onları Kudret Şandra isimli birisinin yetiştirdiğini duyardık. Gün geldi eğlence yerleri kapandı. Dansözler kent değiştirdiler. Adana’ya, Güney illerine kaydılar. Burada eğlence bitti. Ve göbek dansı dolu filmlerin yerini sanat filmleri aldı. Zaten bir süre sonra siyah-beyaz televizyon girecekti yaşamımızın eğlencesi olarak evlerimize. Ekranlarda göbek dansı görmedik, taa, seksenli yıllara kadar. Bir yılbaşı gecesi sürpriz oldu bize, yeni yıla girerken Nesrin Topkapı’yı göbek dansı yaparken izledik. Unutulmaya yüz tutan dansöz olayı şimdi tekrar yaşamımızda olmalı. Geçen ay kapalı çarşıda pek çok satıcıda dansöz giysisi gördüm çünkü... 32 BABAM GÖRSEYDİ Bugün gazeteden çıktım, Köprübaşı’nı dolanıp geldim Alara’da oturdum. Köprübaşı`nda benim dönemden kalanların sayısı parmaklarımın sayısından az ve alemin eskisi gitmiş, yenisi gelmiş. "Babam mezardan çıksa, şuraları görse şaşırır ve "Olamaz, ben yanlış yere gelmişim" der mezarına geri dönerdi." İki de bir taşan ve kenti su içersinde bırakan Porsuk`u arar da bulamazdı. Evet bir derinlere inmişti Porsuk. Duvar vardı şimdi her iki yanında, eğri büğrü salkım söğütü bulamazdınız. Yine Porsuk`un üstündeki köprüden geçen tramvayı görseydi babam, "Ejderha mı ne?" derdi. O sağken herkes evine yürüyerek giderdi. İşine de yürürdü, elinde sefertası yemek götürürdü evden işe, şimdi böyle mi? Değil, tabii… Kasım bitiyor hâlâ kar düşmedi. Havalar da aman aman soğuk değil, bulutsuzsa güneşi hissediyor insanlar; n’oldu böyle? Havalar, çevre, her bir şey değişti, saatlerdir yürüyorum tanıdık bir yüze rastlamadım, benim kuşağım gitmiş, yerine bir başka kuşak gelmiş. Hep yeni kurumlar, yeni işyerleri, yeni insanlar… Yaşlılar da yeni, bir yerlerden gelmiş olmalılar! Çevre bir başkalaşmış, insanlar da çözümsüz, değişim içersindeler sanki. Örneğin herkesin elinde cep telefonu, herkes yolda belde birileriyle konuşuyor. Konuşması şart mı? Bilmem, şart olmasa konuşmazlar… İnsanlar hallerine bakarsanız doyumsuz, ellerde dolu dolu poşetler ve iki adımda bir yemekçi, hafif, ağır lokantalar… Yiyecek taşıyor insanlar, dükkânlar dolmuş, yemek satan, tatlıcı bolluğu var. "Çerez mi?" iki adımda bir dükkânı var bu işin! Kısacası, vitrinler tıka basa mal dolu, dükkânların içleri de ihtiyaca binaen… Görme baba, bu teknoloji bolluğu seni uçurur! Senin o yaşlı radyon var ya! Evet, o antika şimdi; o buzdolabın, kollu çamaşır makinen… Kuzineni ne yaptık bilmiyorum, koca 33 kazan hurdaya gitti. Çevre fotoğrafçı dolmuş. Düne kadar koskoca kentte parmak sayısı kadar fotoğrafçı vardı. Vesikalık fotoğraf çeken şipşakçılar üçayak ve bir kutu ile Sıcaksular’da müşteri beklerdi. Vesikalık fotoğrafı gerekenler bir kırık dökük sandalyeye oturarak birkaç saniye poz verir, dakkasına fotoğrafını alarak ya mendiline sarar, ya da şapkasının içerisine kuruması için kordu. Son yıllara kadar onlardan ikisi ile dostluğum sürdü. Birisi Ethem, diğeri Hasan usta… İçkicilikleri ve birbiriyle sürekli kavgaları meşhurdu! Çevre fotoğrafçı doldu, fotoğraf makinesi bollaştı, hatta her bir şey bir makine edindi ki buna kamera denirdi. Sonra da cep telefonları kamera yerine kullanılır oldu. Teknolojiyi satan mağazalar, fotoğraf tabeden mağazalar, fotoğrafçılar köşeyi, bucağı sardı. Düğünlerde kamera ile bir film çeker gibileştik. Yanisi teknoloji bizi çoluk çocuğun eline düşürdü! Karşımızdaki kişi bir şeyi sorunca aval aval bakıp cehalet sergiledik, ki bu cehaletimiz süratli değişime karşın ağır aksak etişemememizdi. Süratle ayak uyduramadık. Bizi bir şeyler aştı gitti. İnsan alıştıklarından kolay kopamıyor, bir vesile ile adres değiştirirseniz yeni adresinize alışmanız zor, eskisinden de geçmeniz zaman alıyor. 34 DEFTERİMİZDE YERİ VARDI Defterimizde asla modası geçmeyecek konular listesindeki "Çukurçarşı" park oldu! Kadim dost Çelebi, yaklaşık bir buçuk aydır kasabasında paşa-paşa oturuyor ve yeni yıl gelince beni anımsama zahmetinde bulundu. Kurban Bayramı’nda Eskişehir`de olamamam da onun bahanesiydi! Yukarıda Çukurçarşı ile başlamam Çelebi ile ilgisi şöyle… Bakmış hiç oradan bahseden yok, merak etmiş, “N’oldu Çukurçarşı`ya” diye… Bana sordu. Geçenlerde bir törenle açıldı, gidemedim açılışa, ama sonra bir kolaçan ettim. İşbankası tarafı at heykelleri ile şenlendirilmiş, başka kayda değer bir şey yok. Çukurpark ise ıssız ve sessiz. Boynu bükük gibi geldi bana… Neydi O Hareketli Zamanlar Çok indim Çukurçarşı`ya, balık almak için, sakatat almak için, helva, turşu için, tavuk için servet için ve Sivrihisar Caddesi`ne kestirme gitmek için… Bir zamanların kayıkçı Servet’i balıkçı olmuştu, O`na takılırdık, Çukurçarşı bitmeden o bitmiş, Kanlıpınar`a çekip gitmişti. Köyündeydi artık… Ahir ömründe sakatatçı Akaylar ve kelle fırının yeri idi Çukurçarşı. Sabahtan akşamın geç saatlerine kadar ve yaz kış bir bağırış, bir çağırış sürer giderdi. Evet, pazar günü bile… Gün boyu insanlar çarşının merdivenlerinden iner çıkardı. Pek hareketliydi ve yerler de devamlı ıslaktı. Kasa kasa balık inerdi, tezgâhlanır, tartılır, temizlenir, poşetlenir alır giderdi insanlar… Ve balık pazarı idi Çukurçarşı Eskişehir`in… Sivrihisar Caddesi`ne çıkarken köprünün boyunca işportacılar sıralanmıştı. Porsuk`un kenarına, öylesine hareket, öylesine bereket vardı hasılı… Haydi Kurtuluş Pazarına Marş Marş Bir gün geldi, haydin gidin, size yer yaptık, dediler 35 işportacılara… Aynı gün balıkçılara da yol göründü, Kurtuluş`a doğru, Kurtuluş pazarı sözüm ona kapalı işyerleri ile esnafa daha fazla imkân, daha fazla "olanak" sağlayacaktı… Birileri böyle dedi. Kurtuluş pazarı o günlerde beklenileni vermedi, Çukurçarşı`nın da tadı kaçtı; ıssız ve sessiz kaldı. Esnafın bir kısmı başka bir yerlere gitti, bir kısmı yazgısına küstü… Bana sorsalardı Çukurçarşı`yı, “Öyle eski haliyle kalsın”, derdim. Tıpkı Eminönü gibi veya bir kasabanın çarşısı gibi, ilkel ama sıcak… Sıcaklığı herkesin orayı benimsemesinden dolayı. Belki zaman oraya bir el atar da günün gereğini getirir; belki de geleceğin kuşağı o günün gereği ne ise onu yapardı. Çelebi Nerdesin Yahu? Bilmem Çelebi`nin kasabasında Çukurçarşı benzeri yer var mı, yok sanırım. Olsaydı özlem duymazdı. Yeni yılın ilk pazarının geçmiş pazarlarından farkı yok aslında. Fark bizde, saçlar ağarmış, belimiz bükülmüş, dişlerimiz dökülmüş, ağzımızın tat alma özelliği bitmiş gibi… 36 BİR HAYAL GİBİ Hava elverişliydi. Çarşıya, pazara daldım, kalabalığa takılıp yürüdüm. Uzunca, vitrinlere baktım, pazarda tezgâhları gözden geçirdim. Yok, Yoktu! Çocukluğumda yılbaşı için alınan portakal ile mandalina bizden köşe bucak saklanırdı ki, bulduğumuzda dibine darı ekilecek hale getirirdik... Seneler seneler öncesi Ocak ayının ilk haftası Süriye’den gelen Refik ustanın bize hediyesi bir, bilemedin iki kilo domates olmuştu, ailece yemeye kıyamadık! Öyle ya ocak ayı gibi kışın ta ortasında taze domates görmek bizim çevremizdeki her kula nasip olmazdı. Salça ile götürürdü millet işi... Haydi sebzeyi, meyveyi bir yana bırakın çorap bile bulunur değildi, ancak yün eğrilerek elde örülürdü. Lastik ayakkabı ve yine evde örülen üst giysileriyle sadece patates, nohut, kuru fasulye yemeğine ilaveten ıspanak ve de pırasayla lahanaya talip edilirdi değil mi? Pazarda yok diye bir şey yoktu, sebzenin, meyvenin daniskasını okşayıp geçtim... Sanki yaz gibiydi, bakla da vardı, yaprak bezelye de, “Maş4”da... Ki adını duyup görmediklerimiz de... Arkadaşımla ayaküstü sohbet ederken yeni liralar ortaya çıktı. Gençti benden; mor binlik göndermiş, delik bir kuruşluğu hatırlıyor ama, paradan haberi yok... Bir kuruşun kırk para, iki buçuk kuruşun yüz para denildiği günleri görmemiş ve O’na on paradan söz ettim. dört tane üzerinde “10 Para” yazılı paranın, bir kuruş ettiği günleri anlattım. Sonra yine, “Şu bolluğa, berekete göz at”, dedim. Dün bu manzara yoktu, hayal bile edilmezdi. Mor bir liralık sahibi parasını bozduramazdı. Çünkü bin lira paranın bulunamadığı günlerdi. Şimdi şu milletin o günlerde bulunmadığı gibi. 4 Bakla kurusu 37 FUTBOL DEĞİL, SPOR ÖZLEMİ Gazeteye geldiğimde bilgisayarımın ekranında beş kişilik bir grup görüntüsü ile karşılaştım. Mavi spor giysilerle çimlerin üzerinde ekrandan bana sırıtanlar yabancı değildi. Önde oturur pozisyonda spor servisinden Erhan ve Cevat, ayaktakiler benim Bilal’im, Ali Baş ve Muharrem Esen… Sporcu kılığı ile bana karşılar! Seyfi’ye sordum; “Bu iş, ne iş?” dedim. Dün gece halı sahada ecinnilerle futbol maçı yapan ekibimiz olduğunu söyledi. ”Görüntülerinin benim ekranımda ne işi var?”, diyecektim aydım. Sözüm ona bu ekip benimle kıran kırana maç etmek istiyordu!.. Gülümsedim, dişlerine göre beni bulmuş olacaklar da ama geleceğin onlara kaça patlayacağından haberleri yoktu... Onların ekibi ile benim ekibim halı sahada!.. Düşünebiliyor musunuz? Bizi kalbura çevirecekler sonra da gazetede tef çalıp zevkleneceklerdi!.. Ne bileyim işte, açıkçası kendilerince havalara girmişlerdi. En azından ben öyle anladım ve görüntüyü ekranda bırakıp ayaklandım. Sanırım beş kişilik ekip oluşturmam gerekiyordu. Seyfi biiir, ben ikiii, Şaban Baba üüüç, geriye iki eleman kaldı. Bizim katta bakiye tek erkek var, O da Sevgili Vedat Alp. O’nu takıma almak istemedim, çünkü işin içine siyaset girer spora şaibe bulaşır diye... Sekreterim Nilgün üzerine düşündüm, ama üflesen uçacak garibim. Çarnaçar teklif ettim; O boynunu bükerek “Mazur görün” dedi.” Nedenini bilmiyorum ve şimdilik beşe karşılık üç kişiyiz ve maç için kararlıyız. Eğer siyaset ile birlikte gelmezse Vedat Alp ile takım oluşturup beşe karşı dört ile sahada yerimizi alabiliriz. Yeşil saha özlemi ile geçen yıllar… Elli yaş sınırında gazete spor servisine hep göndermeler yapıpı durmuştum. Şimdiyse amacım onlarla mini futbol maçı 38 yapıp gençliğimin becerilerini ispat etmekti. Ama türlü çeşitli girişimlerimi ciddiye alan olmadı ve hevesim kursağımda kaldı. Bu kez bir fotoğrafı bahane ederek kendimi ve ekibimi lanse etmeye kesin kararlıyım!.. Bakalım önümdeki resimdekilerle geçmişten bugüne kadar süren özlemim gerçekleşecek mi? Yenmek yenilmek önemli değil; maksat spor, maksat ortaya kaliteli oyun çıkarmaktır... Futbol güzeldir ama… Çocukluğumda top peşinde koşmaya doyamazdım, tüm çocuklar da doyamazdı. Akşam karanlık basıncaya kadar oynardık. Sonra, sırayı statlardaki maçlar aldı. Futbolda amatörlükten profesyonelliğe geçince oyundan çok hırs rol aldı, galibiyetin çok şey getirdiğini gören oyuncu galibiyet için rakibini ittirdi, kaktırdı, çelmeledi, tekmeledi ve tadı tuzu kalmadı işin. Hele seyirci oyunu alkışlamayıp oyuncunun sırtındaki formayı alkışlayınca güzelliğin değil, puan hesabının peşine düşünce futbola veda ettim. Hasılı futbol’a spor diyemiyorum, “oyun” diyelim mi? Sonra NBA’yın basketbol seyircisi oldum. Zamanla basket bana daha çok izlediğim spor dalı oldu. Futbol’a geçmişten kalanla yetindim. Hangi takım mı? Önce BJK (baskı sonucu taa çocukluğumdan), sonra Es-Es… 39 SÖZ UÇAR, YAZI KALIR Kitaplığımda ajandalar var, geçmiş yılların ajandaları ama çoğu sayfaları dolu. Akşam eve geldiğimde o gün ne yaptıysam not etmişim. Yani günlük tutmuşum. Bir işe yarayacağından değil, alışkanlıktan ötürü. Sorunlarımı, sevinçlerimi pek çok şeylerimi paylaşmışım… Çözemedim mi? Yazmışım ve çözümü defterime bırakmışım! Mutlu olduğum bir konuyu da satırlara döküp, defterimle paylaşmışım. Yani benim dostum olmuş tuttuğum günlük. Sonra kapatıp, yatıp rahat rahatça uyumuşum. Şimdi açıp okuduğumda, o günler gözlerimin önüne geliyor. Bana bu alışkanlığı rahmetli annemden geçmiş işte bir şekilde. Ama nasıl bilmiyorum. Bunu annem rahmetli olunca öğrendim. O çocukluğundan beri önemli bulduğu konuları defterine hep yazmış, yazmış, yazmış… 1920’lerde doğduğuna göre, 1935’lerde yazmaya başlamış. Çekmecesinde bulduğum anılar defterini torunu, oğlum Uluç aldı, götürdü. Elimde olsaydı ayrıntılı bilgileri aktarmam mümkün olacaktı! Fakat okuduğumda aklımda kalanlar var. O 1935’lerde ve sonrasında, boş zamanlarda okuduğu kitapları, yazarları not etmiş… Birkaç satırda konusu geçiyor defterinde! Nişanlandığında bir pazartesi fotoğraf çekmeye gitmişler babamla… Örneğin, “sarka giydim” demiş. Kardeşim kızamık olmuş, şu tarihte diye, yazmış. Şu tarihte Sema’nın üç aylık olduğundan ve ağzındaki dişlerin patladığından söz etmiş… Tarih 48’lerin başı… Unutkanlık Üzerine Bana unutkan gözüyle bakanlara: Hiç de unutkan değilim. Gerekli şeyleri defterime yazdığımdan hafızamda taşımama gerekmez. Lazım olursa açar bakarım. 40 Okuduğum bir eserin önemli satırlarının çizerim. Açıp baktığımda gözüme çarpar… Cebimdeki boş kâğıda geçtiğim notlar beni yönlendirir. Dolayısıyla yaşamım rahat geçer. Çevreye karşı dikkatsizliğimin nedeni, ayrıntıya takılmama yarar. Bazılarının tabela ezberlemesini kabul edemem. Bazılarının ezberlerini gülünç bulurum. Senede bir veya iki kez lazım olacak telefon numaralarını kayda geçirmem… Bir senedir iyice, kayıtsızlık, umursuzluk yaşama aşamasındayım. Çevremi bile rahatsız eden bu durumdan çok memnunum. Yüzeysel yazmamın nedeni bu. Problemlerin çözümünü ustalara bıraktım. Yani hava soğuksa soğuk, sıcaksa sıcak olması havanın doğası gereği olduğunun düşünüyorum. Sağlığım konusunda da “azı karar, çoğu zarar” prensibini edindim. Kendimi savunma gibi bir derdim yok. Kulaklarım duyma yeteneğini kaybetmiş ise bunun nedeni belki beni rahatlatmaktır, eskisi gibi göremiyorsam bazı şeyleri aman aman iyi görmemem benim için belki daha iyidir, diye düşünürüm. “Neden Yazdın?” derseniz Pek çok gence, “yaz” dedim. “Anılarını ve geçen günlerini kaydet” dedim. Bana sordular “Ne yarar sağlar?” Bir yanıt veremedim. Gerçekten böyle bir uğraşın ne yarar, ne yaramaz olduğunu bilmiyorum. Hani bazıları der ya, “Hayatım bir roman…” diye, belki de bir roman olur gerçekten annemin yetmiş küsür sene önceleri yaşamından kesitleri yazdığı anı defterinden. Görünce şaşırdım önce, sonra da onun dolu dolu bir ömür sürdüğünü gördüm bu pencereden! Evet, anılarını, olayları yazdığı defterin başına; “söz uçar, yazı kalır” cümlesi ile başlık atmış. Yazı ile birlikte bize kalanların neler hissettirdiğini bilenlerden misiniz? 41 ALIŞKANLIKLARIM Sigaraya veda edeli, bir sene oldu (2008 Mart ayında) Ama farkında olmadan cep telefonumun tiryakisi olmuşum. Evde elimin altında, evden çıkarken sol arka cebime sokuşturuyorum. Ve mutlaka kulağıma işitme cihazımı takmam gerekiyor. Gömleğimin cebimde sigara paketim olmazsa olmazlardandı. Bıraktığımda burasını gözlük ve kalemimi işgal etmiş de haberim olmamış. Artık, evden çıkarken bu… Aksesuar gereksinimlerimi yanıma alıp almadığıma bakmıyorum, bu iş alışkanlık olmuş bende. Bir alışkanlık da öteden beri yazmak üzerine. Yazmak için konu bulmak dert değil, bir kitap alıp karıştırmak, gazeteye göz atmak veya bir süre düşünmek yeterli. Hele caddeler, sokaklar onlarca konu dolu. Hele hele insanlar konu aktarmakla kalmazlar yazılarıma konu olurlar… Başka bir alışkanlığın da esiri olmuşum. Düne kadar kırk kat yabancım olan bilgisayarla yatıp, bilgisayarla kalkıyorum desem doğrudur. Gece yatmadan önce yurt ve dünyada gezerek, sabah kalktığımda ise haber kanalları ve gazeteleri satır satır okuyarak öğleyi buluyorum. Evet, artık televizyon ekranları arka planda kaldılar farkında olmadan, bilgisayarın sigaradan beter tiryakisi olmuşum. Olmuşum, çünkü çocuklarım ona eğilimimi, ona kendimim kaptırışımı bana aktarıyorlar. İnanamıyorum! Bu yaşımda böylesine kendimi vereceğim şeylerin olacağını sanmazdım. Ya bol bol yürüyecektim ya da doğayı seyredecektim. Al sana gözlük, kulaklık ve bir de cep telefonu, evinde bir köşede bilgisayar ve internetsin… 42 MOBY DICK İLE SOHBET Onu köyün camisinin önünde buldum. Sağ kulağı kesik kirlenmiş kocaman köpeği aldım, baktım boynunu bükmüş açlığını hareketsizliği ile sürdürüyordu Biraz ötedeki evime getirdim, ikinci kattaki boş odadaki ocağı eşeleyip kütüğü ateşledim. Oturağımın altında beni izleyen biçare köpeğim ile konuşmaya başladım, “Aç mısın, susuz musun, adın ne?” Derin derin bakarak, ne yazık ki yanıt veremediğini aktardı. Önce adlandırmalıydım. Beyazlığından dolayı ona -Beyaz Balina’dan esinlenerek- “Moby Dick” adını verdim. Yüzüne karşı söyledim, hiç tepki vermedi, devam ederek; “Bir de lakabın olmalı,” dedim. Uzun süre bir çok lakap üzerinde dolaştım fakat münasip bir şey bulamadım. Sonuçta; “Haydi sana Bigalı diyelim” dedim. Gözlerine baktım bana kabullenmiş gibi geldi. İleriki günlerde onu çok seven öğrencilerim, “Mobik” dediler ona… Odada ki ocakta odun kütüğün tadı gelmişti, çengele asılı erkeç etinden parçalar koparıp ateşteki saçağı sacda pişirecektim, Bigalı’ya da pişmiş et yedirecektim. Burası Kaz Dağları’nın karşısındaki Karadağlar ve ben arzda yüz elli hanelik bir köydeyim. Öğretmen olarak askerlik görevimi yapıyorum, ailem Eskişehir’de… Aynı zamanda yüksek okulda okuyorum… Bir sevda uğruna daha on dokuz yaşımda buradayım. Karanlık basıyor, odada ki ocakta kor olmuş kütükten parçalanan kömürlerin ışığında yanımda alıp getirdiğim, cami avlusunda bulduğum bir başka garip, cılız, beyaz ve kulağı kesik “Mobik” ile sağ kulağımın ucu kesik olan benle yazgılarımızı yaşıyoruz.. 43 Pişen etten bir parça veriyorum ona. Bir parça da ben atıyorum ağzıma, ayak ucumda ki radyodan özlem şarkılarını dinliyoruz ve Bigalı’ya Dereli’nin Bozcaada’dan fıçıyla getirdiği ve şişelediği “Talay” isimli sirkeden ikram ediyorum… “Teşekkür ederim, istemem” diyor sevgili dostum. Mis gibi erkeç etinin nefis kokusuyla, müzik dinleyip sirkeyle, karışık güneşi batırıp karanlığın inişini izliyoruz. Pencereden Güneye, Güneydoğuya ve karşı dağlara, tepelerde beliren yıldızlara bakaraktan. Sağ yanımda başında sağ elim Mobik’de, köpeğimin kemikleri çatır çutur yemesini izliyorum Sonra oturağımı pencerenin önüne çekiyor ve dışarıya bakarak sirke yudumluyorum. Sonra da aynalı tabakamı açıp bir cigara sarıyorum ayıngadan kaçak kağıda,… Ayınga kaçak tütünün adı!.. Tel tel kıyılmış, taa karşı dağın eteklerinde yetişen nefis tütünün dumanı bile bir başka… İçimi enfes! “Doydun mu?” diye soruyorum, kimsesiz, garip ve evsiz barksız, itilmiş kakılmış Bigalı’ya. Geliyor yanıma ve benimle seyre dalıyor, dili dışarıda… Beni dinliyor… Beni anlıyor… Hiç yanıt vermiyor, ama benimle konuşuyor! Beş ay boyunca beraber olacağız onunla Okula giderken benimle gelecek, okuldan çıkışımı bekleyecek, yan yana eve geleceğiz, tatil günleri dağa dalacağız, kestaneye, davulgaya ve ayı yemişine, cevize,… O öteye beriye koşacak! Onu, beni sevdikleri gibi herkes sevecek. Bazen ona, “Ne haber Havhav?” diyeceğim, bana “Hav” diye yanıt verecek, demesi şu ki; “Seninle beraber her şey daha iyi oluyor.” Sirke bitti, radyoyu da kapattım ve şu karşıda ki en tepede parlayan yıldızı gösterdim Mobik’e, “Benim sılamı görüyor o” dedim. Tüm sevdiklerimde onu görürler. Dinliyordu garibim, devam et dercesine bir bakışla… 44 HAYVAN SEVGİSİ Mobik adlı köpeğim benim peşimi bırakmadı, ben nereye o da oraya… İlk buluşmamızda onu evin damına almıştım, ertesi sabah duvarı delip dışarı çıktığını, kerpiç duvarın kazınmış parçalarından anladım. Belli ki, ihtiyaç sorununu evin dışına taşımıştı. Karadağ’a beraber tırmandık, kestane topladık, davulga kopardık, cevizleri çantamıza doldurduk, karnımız acıktığında söğüş etimizi ekmeğimize katık ettik. Ekmeğin arasındaki biber turşusunu, o yemezdi. Dereden geçerken, onu suya attım, ileri geri keyifle yüzmesini seyrettim. Dereden çıktığında sularını silkindi. Bir dağ köyünde bir başına bana arkadaş olmuştu bu yaşlı köpek. Yalnızlığımda konuşurdum, anlardı bencileyin... Gözlerini gözlerime dikerdi, anlıyorum dercesine. Birlikteliğimiz üç ay sürdü.. Köyden ayrılma vakti gelmişti. her şeyimi bırakacaktım, Ama her şeyim eşyalardan ibaretti. Canlı kanlı bir tek Mobidik vardı. Onu da bırakmam gerekiyordu. Her bir şeyi bırakmak güç gelmedi, fakat şu beyaz havhav var ya! Ona takıldım. Onu bırakamayacağımı bilenler sahiplendiler köpeğimi. Sevenlerle yola düştüm. Kufalı’ya varınca son kez vedalaştım. Köpeğimi Lütfü kucakladı, salmadı. Daha önce birkaç kez ayrı kalmıştık. Bu kez anladı durumu, çakmıştı… Ne desin garibim, o da el sallamak mecburiyetinde kaldı. Daha gençliğimde pek çok ayrılıktan biriydi bu. Yöremden buraya canlarıma veda etmiştim. Bir de cananıma… bir daha görüşecek miydim, bilmiyordum… Seneler sonrası oradan haber aldım. Yıllarca sürüye gitmiş, orada koyunu keçiyi toplamak için havlayıp durmuş. Bir gün gelmiş vadesi yetmiş Bigalı’nın. Ayrılık önce koymadı, ancak, İstanbul’a doğru giderken 45 içimi hüzün kapladı. Hele akşamın karanlığı çökünce, yapayalnız şaşaladım... Her şey bitiveriyordu, tek başıma kaldığımda geçip gideni anımsıyordum. Bir zamanlar umutla beklediğimi, sonra yaşadıklarımızı, sonra da vedalaşmayı, düşünüp düşünüp kahroluyordum. Hep ayrılmak vardı, terk etmek, terk edilmek, bırakıp gitmek, sırt dönmek değerlere… Bu yaşa kadar çok ayrılık yaşamıştım ve hepsi bir yana köpeğim bu terk edişe ne demiştir bilemiyorum ki! Ben ayrıldım, ayrıldıktan aylar sonraysa kahroldum, Havhav’ı anımsayıp kabullenemedim, suçladım kendimi. İnsanlardan ayrılışlarım oldu. Pek çok, sayısı belli değil, canlarımdan da mecburi ayrılmam oldu, bir nedenle, bir gereklilikle… Ölüm-kalım, gurbet de sebep ayrılıklara, hepsini, kabullendim. Cananımın çekip gitmesi dokunmadı mı? Dokundu tabii, en azından kırıcı olmayabilirdi, acı acı gülebilirdi! Sevgili havhav aradan kırk yıl geçti sen öleli, şu yaşta bile yaşamın bir şartı olduğu halde senden ayrılışımı kabul edemiyorum. Ve de her şeye rağmen ölünceye dek seninle olmalıydım. Bu konuda kendimi suçlamaktayım! 46 ŞUNDAN BUNDAN Siz yaz geldi sanacak, evden yazlıklarla çıkacaksınız sabahları, oysa bu ayın yirmi ikisine kadar "Kırkikindiler", adı verilen akşam üzeri yağmuruna yakalanmanız olası… Derler ki, Eskişehir’in yazı yoktur, gündüzleri yakar kavurur, akşam karanlığı indiğinde kazak, ceket aratır. Bir de tozu, talaşı vardır, rüzgâr sıcak sıcak tozla tokatlar insanı… Eskişehir’de yaşamış fakat güneye yerleşmiş olan arkadaşım İlhan, buraların iklimini unutmuş. Gece üşüdüğü için yeleğimizi emanet aldı ve geçmişi anımsadı. Gece Yalaman’da yazlık sinemaya gittiğinde üşüdüğü günleri… Filmi izlemeyi bıraktığını, eve koştuğunu… Uzun kışı yaşayan Eskişehir’i terk eden ve deniz kenarına yerleşen o kadar çok ki, asla buraya dönmeyi düşünmüyorlar, “yakacaktan istifademiz olduğu kadar ‘bahar’ denilen bir, hatta iki mevsimin olduğunu gördük ve doyasıya yaşıyoruz” diyorlar. “Eskişehir” denilince içimiz titriyor. “Kader bağlayınca” derler, çok istedim Batı’ya gitmeyi en azından İznik Gölü çevresinde yerleşmeyi. Deniz kenarında olmasa bile göl kenarında olta atacak, alabalık, yayın veya benzeri ne olursa avlamayı, ötesinde horoz sesiyle uyanmayı… Olmadı, kaldık Eskişehir’in ta ortasında, her şeye rağmen kenarından köşesinden sevdiğimizi, kendimize söyleye dinleye bir ömür geçti, kader bağlayınca yiyecek içecek varsa, deyip… İşte böyle kentin kendince belli bazı huylarını yazdık. Yazının kışının yanında kırk gün süren ve Mayıs-Haziran aylarını kapsayan kırkikindileri yani akşama doğru gökten düşen rahmeti ve bazen gürül gürül geldiğini bazen de doluya döndüğünü de ilave ederek son noktayı koyalım… 47 YAZLIK- MAZLIK Daha ayağımızı boyayan siyah tire çorap giyerken ne olduysa oldu, birden bire naylon çorap gördük. O yıllarda pazarları Orman fidanlığı’nda yazın sıcağından kaçıp “piçniç” yapardık, yayan yapıldak. Bazen kamyoncu dostun mahalleye armağanı; fidanlığa tur… “Yazlık” asla bilinen bir kelime değildi ki, yalnızca İstanbul’da birileri adalarda geçirirdi yazları. İmkânlarını kullanırdı Rumlar, Yahudiler ve cebi dolu olanlar. Bizim kentin de iyileri vardı; Kütahya Ilıcası, Sakarı Ilıcası ve Maliç’in Yarıkça’sında bir oda kiralamak o tuzu kuruların yaz sefasıydı ki, yine on beş ile yirmi beş gün sürerdi. Lüksümüz buydu ve başta dediğim gibi naylon çoraba geçişimizi baz alarak denize doğru uzanmasını dile getireceğim; 1960’ı aşarken ilk yıllar Batı’ya, denize kavuştuk. “Erdek” keşfedildi. Toplumun bazı kesimleri, birkaç kurumun kurduğu kamp sendromuna kapılıp çadır veya pansiyona takıldılar… Evin önüne araba çekenler, bir yere gitme ihtiyacı dışında ağaçlık yerlere, su başlarına, göllere gitmekte gecikmedi. Her geçen dönem - ki, bu dönemler için süre hep değişti- insanları biraz daha uzağı keşfe itti, biraz daha uzun tatile teşvik etti. “Al sana yazlık modası”… Görgüsüzlük olmasın diye ağırdan alanların da yazlığı oldu, onlar da arabalandılar. Erdek olmazsa Kumla… Kumla’da zeytinliklerle deniz arasında kalan kumsalı Bursalılarla paylaştı Eskişehirliler… Önceleri akrabadan birinin yazlık sorununun çözmüş olması yeterliydi. Dost ve akraba ile arkadaş grubu o yazlıklara kısa süreli ziyaretçileri oldular, sonraları onlar da yazlıklandılar. Okulların kapandığında da yazlıklara akın başlıyordu. Zaman, kenti güneşten kararmış kişiler dolduruyordu. Plajda yanmış olmak gerekiyordu… 48 İşte bu geçen yarım yüzyıllık sürede ne kadar kumsalımız varsa hemen berilerini siteler, yalılar, yazlıklar kapladı. Verimli arazisini, arsa yaptı insanların hırsı… Gözü dönmüştü “naylon”un… Yayılmalara, kasaba ve köyler de katıldı ve çivisi çıktı memleketin… Yooo, çivisini çıkardı naylon… Doğayı kirletme konusu onun işiydi bence. Yazlık yatırımını, yazlıkların tefriş edilmesini, araba sevdasını, zaman israfın ve boşa harcamaları hiç düşünmeyen toplum daha sonra bir atılım daha gerçekleştirdi ki, bu atılımla yazlığını daha başka bir yazlıkla değişti. Bodrum’a, Datça’ya ve daha lükse… Arabalar da sıfırlandı evlerde, yazlıklarda… Yine ekonomi ve yine gereksizlik geride kalmıştı. Bu arada birileri yazlık yerine turizm şirketleri ile ihtiyacını giderirken bazıları da özel araç yerine toplu taşımaya takılıp artları kullandılar… Böylece eğer tatil yapacaklarsa her keresinde başka yörede gidilen yerde hazır mutfakla işi akıl ile götürdüler… Bunu bana Çelebi gösterdi. O araba edinmedi, yazlık da almadı… Hatta kışların elverişli aylarında elverişli yerlere gitti. Yaptığı tasarrufu değerlendirip, tasarrufun getirisiyle gezdi tozdu… Şimdi benim arabam yok, yazlığım da. Keyfim istediğimde, istediğim yere giderek eksikliğimi tamamlıyorum… İşte Marmaris’e giden abone arkadaşım elektrik, su, telefon ve evinin eksiği ile ilgilenip oflayıp, puflarken benim gezimin programı gez, gör; ye, iç… Parasını şirket ödesin ve senden taksitle alsın. 49 ANIMSADIĞIM KADARIYLA ALTMIŞ SENE ÖNCEYDİ Altmış yıl öncesiydi, epey zayıflamışım ilkokul beni bitirmek üzereymiş… Zafiyet iğnesi kâr etmeyince beni sürüye saldılar; yani yaşıtlarımın arasına karıştırdılar. Yine bu yaz ayları idi. Halalarımın, teyzelerimin, amca ve dayılarımın çocukları ile birlikte olacaktım. Aynı mahallede muhtelif sokaklarda oturan hısım akrabamın çocuklarına karışınca onların lideri durumunda olan en büyük halamın oğluna bir miktar para ödemem gerekti. Nedeni; beş ile on beş yaş grubu yirmiyi aşkın yeğenlerim, güvercin yetiştirme şirketi kurmuşlar. Birkaç beyaz fındık gaga ve paçalı denilen güvercinle işe başlamışlar. Ben de onlara katıldım. Babam halama tembih etmiş, tüm çocukları toplayıp yedirip içirecek ve benim de iştahımın açılıp zafiyeti yenmemi sağlayacakmış! Bir sabah kahvaltısından başladık: Bir büyük sininin çevresinde düzineden fazla kızlı erkekli çocuk, kalabalığının önünde bir tencere zeytin ve tencerede kaynamış onlarca yumurtayla yığınla ekmek... Halam uğraş veriyordu anımsadığım kadarıyla… Sonraki yemek için yine sofraya oturduğumda yine kapış gitti, yığınla ekmek… Ve yemek yetmedi… Bu kez ben de kıyasıya daldım yemeğe ve akşam babamın gönderdiği bir bakraç yoğurda da avuçlarımızla saldırdığımızı anımsıyorum… Gece kızlarla savaştık ve ertesi sabah süt de ilave oldu ama kimseye yetmedi ve de halam öğleye kalmadı, isyan etti. “Abim gelsin, dövsün, öldürsün” dedi. Kovdu hepimizi… Yanaklarım kızarmış, kanlanmış, canlanmış olarak eve döndüm. Yeğenler güvercin için yine para topladılar. Beş-on kuruş ile kandırılıp alınan güvercinimizi geri aldık. Eriyip 50 biterken canlanmış, kuşların peşinde mahalle mahalle gezer olmuştum… Sokak ve akranlarımla birlikte olmam, sağlığıma iyi etki yapmıştı… İşi ilerlettiler ve önüme bir merinos cinsi kuzu da katıp bahçeliklere abone ettiler. Daha yedi-sekiz yaşımda çobanlığı öğrendim. Otlatmanın yanında doğada yetişen ot cinsinin hangisinin yenilip, hangisinin yenilmeyeceğini de öğrendim. Avladığım kuşları yemek, beslenmede öğrendiklerimdendi. Ve de bir bıçak gerekiyordu. Sapan zaten cepteydi, edindiğim çakıyı atıp saplama talimi yaptım. Artık kavgada, dövüşte dayak yediğim kadar karşılık vermesini de başarıyordum. Eve her gün hem beslenmiş, iştahı açılmış, hem de bir şeyler öğrenmiş olarak dönüyordum ki, bir pazar gününü benimle geçiren babam durumu fark edip benim hastalığım üzerine panikledi. O benim üstümde baskı kurmayı düşünmüştü ki, gündeme köy girdi. Babamdan da büyükler bana harman ayarlamışlar… Yaylı araba geldi, atın kuyruk darbeleriyle Eski Bağlar’dan köye… Yani Sultandere’ye ve orda dedemden kalan koca bahçeli sıra odalı, çardaklı eve… Harmana yorgunluk gidermek için de Kovacık’a, yani meşe ormanına ve dinlenmeye… Bu sıcak orak ayında köye harmana gidiş bana eğlenceli gelmişti. Hele köy yaşamının içinde olmak tadına doyulmazdı ki, ertesi gün harmanda beklentimin olmadığını gördüm. Zoraki harmanın akşamı o samanın kaşıntısıyla öldüm, bittim. Ertesi gün “Kovacık” ormanı imdadıma yetişti. Kızılcık ağaçlarında, armut yahut ahlat ağaçlarında ve pınarın yalağında günümü gün ettim. Demem şu ki, bırakın çocukları doğada arasınlar şifayı, bırakın çocukları akranları ile hem dem olsunlar ve kavga etsinler, yensinler, yenilsinler, ormanı tanısınlar ve ekmeğin kıymetini anlasınlar… 51 EMPATİYE SAPLANMA İlk kelime iyi de ikincisinin sonundaki "ma" eki olumsuzluk içerdiği için insan bir an takılıyor. Sonra eğer olumlu yönden alınmışsa sonucunu değerlendiriyorsunuz. Saplanıyorum demeyip takılıyorum diyeyim empatiye, yani kendimi karşımdakinin yerine koyup bir kendimi, bir de karşımdakini yaşmaya… “Oldu mu?” Hayır, olmadı bence. Çünkü ikilem oluştu ve bu ikilem benim size bir tuzak kurduğumu belirtiyor… Hem kendim hem de karşımdaki; hangisi ağır basarsa! Olmadı ben yine sempati ile yetineyim. Sırada “Fenomen” var Eski bir yabancı kelime ama dilimize yeni girdi. Yeni dediğim yüz yıllık ama son yıllarda gündem de yerini aldı. Biri sormuş; “Nedir şu fenomen?” Alın bakın. Fenomen aşağıda ve sanırım aslında yaşamımızın bir parçası olduğunu göreceksiniz. Fenomen (Fransızca: fenomen (phenomene). Türkçe karşılık olarak "görüngü" kelimesi önerilmekte. Belirli bir şekilde görünür olayları belirtmek için kullanılan, Türkçede de olay anlamında günlük dilde kullanılan kelime. Olağan olmak ya da olmamak fenomenin fenomen olmasını belirlemez. Buna bağlı olarak olağanüstü bir fenomenden, olağan bir fenomenden de söz edilebilir. Günümüzde şaşırtıcı olaylar sosyolojik anlamda fenomen sayılmakta, başka bir yöndense ilgi çeken haber konularına fenomen şeklinde yaklaşılmaktadır. Bu anlamda kullanılan terimin açık ve genel geçerli (neye göre şaşırtıcı ya da kime göre ve ne anlamda ilgi çekici?) bir tanımı var görünmemektedir. Genel anlamda duyularla ve duyu yoluyla algılanan her şey için kullanılmaktadır. Felsefi anlamda ise daha karmaşık anlam katmanları içeren bir terim olarak kullanılır; gerçek varlıktan ve mutlak görüntüden ayırt 52 edilen bir kavramdır, Platon, fenomenler dünyasını gerçek dünyanın bir yansısı, yani akılla bilinen reel dünyanın bir görüntüsü olarak almıştır. Kant`ta olanaklı deneyin koşullarıyla ilişkili olan her şey fenomen olarak ele alınmıştır. Felsefede somut, algılanabilir ve denenebilir olay ve nesne demektir. Bir nesne, olay ya da sürecin nesnel gerçekliğini vurgulayan bir ifadedir. Edmund Husserl, fenomen kavramını tam tersi olarak tanımlar. Husserl`e göre fenomenolojinin ele aldığı konu, algısal ve deneysel nesneler dünyası değil, tersine nesnelerin özüdür. 53 SENİN AKLIN ERMEZ Çocuktum, sorduğum sorulara yanıt olarak, "Senin aklın ermez" dediler. Merak ettiklerim için de aynı cevabı aldım. “Senin aklın ermez!”lerle büyüdüm. Bir zaman gelecek aklım erecekti… İşte o zaman sorduklarımın cevabını kendi kendime bulabilecektim… Aklımın ermesi için ne yapmam gerektiğini araştırdım ve buldum da. Çok okumam, çok düşünmem gerekti. Hızla okumaya daldım, okuduklarım üzerinde de düşünerek akıl erdirme uğraşına başladım. Gel gelelim başarılı olduğum söylenemez. Okumakla, düşünmekle olmayınca; dinlemek de işin içine girdi, gözlemleme ve de görüp gözetme de… Uzun bir yarışa başladığımı sanıyorum, gençliğimin baharında “aklımın ermesi” için... Uzun ereceğe erme çabası! Bir ara bazı meçhulleri, bazı aklın ermediklerini çözer gibi oldum. Sevindim… Üzerime gelip çözülüyordu… Anlaşılmazlar, anlaşılamayanlar… Ancak, bunun bir aldatmaca olduğunu anlamam çok sürmedi. Aldatılığımı fark ettim, başka gizemler vardı, bana başka çözümler gösteriliyordu!.. Yaşım kemale eresiye kadar verdiğim anlama, akıl erdirme işi sürdü gitti… Kemale erince kullanıldığıma erdi aklım. Geç kalmıştım yine, geldim oturdum… Başladığım yerdeydim!.. Okuduklarımdan; yılmadan, bıkmadan; usanmadan aklımın ermesi uğraşmama önerenlere durumu aktardığımda bana ciddi ciddi devam etmemi söylediler… Ne bileyim ben bu konuda sakat doğduğumu! Ne bileyim ben benim bu işlere hiç mi hiç aklımın ermeyeceğini! 1950’den geldik ilk 2000’li yılların ilk onuna altı ay kalasıya… 54 Kâğıdı kalemi çektim önüme itirafta bulunmaya karar verdim. Önce size bir cümle geçeceğim. O da şu; “Sizin bu işlere aklınız ermez” Ben böyle söylüyorsam böyledir. Boşuna akıl erdirmeye uğraşmayın. Yukarıda bu işlere akıl erdirme uğraşımı yazmaya çalıştım. Aslında aklımın eriyor ama size bir gönderme yaptım. Eğer anladınız ise anladığınızı koyun bir kenara, anlamadığınızı ise es geçin. Rahatınıza bakın. 55 NOSTALJİ VE NOTLARIM Rahmetli Ahmet ağabey yaşı 60`a vurduğu günlerde hasta yatağında yatarken taa ilkokulda giydiği yavrukurt elbisesini dolaptan çıkartıp göstermişti. Evet, bir dönem insanlarımızda tutku ve koleksiyon merakı ile yaşanan önemli olayları kaydetme, hatıra tutma alışkanları vardı. Benim de bölük pörçük kareli defterimde bazı notlar var… Anımsamıyorum ama, 1945 yılında Eskişehir şiddetli bir kış geçirmiş. Kar uzun süre kalkmamış, saçaklardan kol gibi buzlar sarkmış, yakacak sıkıntısı çekilmiş ve evlerde tek odada yatılıp kalkılmıştı. O yıllarda babamın yaşı 30’u aşmış… Annemin babası ise 46 yaşında dünyadan göçmüş. Elli yıl öncesinin Eskişehir’inde yaşanan önemli olaylardan biri de Demokrat Parti’nin kazanması kadar Hafız Hoca’nın Denizli cinsi yumurtadan çıkan civcivini kapan kediye silah atması… Sonra yamyamlar gelmiş Eskişehir’e… Bilmem neden 1953 senesinde birileri insan etinin yendiğini ortaya atmış, kimse kıra bayıra çıkamaz olmuş ve 53’te DP genel af ilan ederek cürüm işleyen tiryakilerin halkla bütünleşme sendromunu gündeme getirmişti. İlk kez asfaltla karşılaşmıştı kent. Vilayetin önüne varillerle asfalt denilen, zift tabir edilen karasakız dökülüp parke taşlarının üzeri kaplanmıştı. Metz marka radyo almışız evimize, Optimus marka pompalı gaz ocağı ve bir de vitesli bisiklet… Kişiye özel değil, tüm hane halkının kullanımına… Abdullah Yüce’yi dinliyoruz “Bu ne sevgi ah! Bu ne ızdırab, zavallı kalbim ne kadar harap…” Sigaraya zam gelmiş “Yenice” 35 kuruş olmuş. Tedavülde gümüş elli kuruşluklar var… Ve Eskişehir’de sinemaya tutku yaşanıyor. İstanbul’dan sonra en çok film seyredenler Eskişehirliler. Notlarımın arasında Leyland marka kırmızı otobüslerin gelişi var… 56 Odunpazarı ve İstasyon’a biletler tam on kuruş, indirimli 5 kuruş. Biletçi geziniyor otobüslerin içinde oturmadan. Şehirlerarası otobüs yolculuğu maceralı… Sabah çıkıp akşama Bursa’ya… Sabah çıkıp öğleye Kütahya’ya varılıyor. Bursa’dan çakı aldın mı bana?.. Kütahya’dan bir şey alınmadığını yazmıştım. Üç lise var o yılarda ortaokul içinde. Lisenin sayılı çok değerli öğretmenleri var. Gördüğümüzde mutlaka hazır ola geçip selam verme yarışı boynumuzun borcu… Yine o yıllarda bir kuraklık yaşanmış. Uzun süre bir damla yağmur düşmemişti… Beni de götürmüşlerdi yağmur duasına, “El açsın, sabidir belki vesile olur rahmete”, diye. Ve gerçekten dua sonrası Kavacık’tan sel ile beraber inmiştik Sultandere’ye… Bilmem kimin yüzü suyu hürmetine… Köyden kaymak koydular şehre gelirken bir kaba, çay ve şekerle iade eyledik kabı… Nerden çıktıydı bu konu? Ha… İnsanlar eskiden tutkuluydu demiştik… Kendince değer verdikleri vardı… Unutamadıkları vardı, şimdi günler çok şey getirdi. Ağzımızdaki dişleri tek tek sökerek… Kim bilir ne oldu çocukluğumdaki süt dişlerim? Kurşunlu Cami’sinin duvarındaki kovuklara koymuştum üşenmeden giderek. 57 BİR PERTEV GEÇTİ Bir fotoğraf var, gazeteciler cemiyetinin kongresinde saygı duruşunda; sağ başta rahmetli Feyyaz Arsezen ve sol başta ben varım. En yaşlı ve en genç… Şimdi ise rahmetli Pertev ve Beytullah Heper’den sonra en yaşlısı olmuşum. Bir başka resimde de masa başında Pertev Ertün bir uzun grupta tüm gazetecilerle, yine ben en gençlerdenim ve ayakta kalmışım… Pertev Ertün ile anlaşmıştık, 1961’in bu günleriydi. On gün sonra başlayacak. İzmir Fuarı’nda yönetimin fuarda bize ayıracakları bir köşede birlikte olacaktık. Rahmetli karikatür çizecek, bende sulu boya ile renklendirecektim. Neden bu gerçekleşmedi anımsamıyorum, ama Ağustos’un sonunda milli bayram için bir şeyler düşündüğümüzden olabilir.. Pertev usta bana gazetenin ilk sayfası büyüklüğünde Atatürk’ün resmini çizecekti, ben de onu muşambaya oyacaktım, kalpaklı, çakmak çakmak kaşları ve resmi elbisenin üst kısmıyla… Ve rahmetli çizdi getirdi altmış sekiz, yüz bölü iki ebadında ve gazetenin isminin altına muşambayı falçata ile oyarak klişeleştirmek bana kaldı; kalpağının içine açtığım gölgelemeler ve o gözler, kaşlar ve muhteşem yüzün altındaki duruş!.. Ve yakaları değerlendirdim oya oya, sonra da bayram için iki kelime sığdırdım en altına ilk sayfanın: “Kutlu olsun”... Ellerim falçatadan lime lime olmuştu ama işi bitirmiştim. Ertesi gün başarımdan emin geldim gazeteye, Naci Gelendost kapıda karşıladı, ama bakışları bir olumsuzluk sergilemekteydi, hiç söz etmedi. Girdim ve gazeteye sarıldım. Bir harikaydı, tüm sayfa. Başlık; “Türk Gücü” kırmızı aşağıda kalpaklı nefis bir siyah - beyaz Atatürk de muhteşemdi. Ama nedense en sondaki “N” harfi işi bozuyordu, “Kutlu 58 olsun”un “N”sini baskıda çıkacak gibi değil normal oymuşum... Yine “N” idi ama çizgiler yukarıdan aşağı, sonra yukarı ve aşağı iniyordu. Bana kimse bir şey demedi, kimse eleştirmedi, söz eden olmadı. Başarı zaten Pertev’den kaynaklanıyordu ve ben bunu değerlendirirken bir hata yapmıştım. Ve Pertev Usta da hiçbir şey demedi. Hatta “Otur seni çizeceğim” dedi. Kırk küsur, yarım yüzyıl öncesiydi. Beni kırk yıl sonra yine çizdi. “Usta bu ne böyle!” dedim, “Çizgilerin eskisi gibi değil,” gülümsedi, “Sen de o eski Semih gibi değilsin” dedi kibarca… “Gelimli gidimli dünya, sonunda ölümlü Dünya”… Yazsan da, çizsen de... Usta sen işini yaptın. 59 TRENCİMİZDİ O Bunca yıl yazarsın, benden yana hiç kalem oynatmadın demez mi? “Der”, haklıdır da. O bir çok ünlü kişiden daha çok söz edilmeye layıktır. O bir saf, samimi çocuktu. “Sana ne diyelim?”, dedik. “Baban ne iş yapar?” sorusunu yönelttik, hemen yaşlarımız on beşe geliyordu ki, “Trenci” dedi. “Trenci” kaldı garibim. Sopa gibiydi, siz böylesine sırık dersiniz herhalde. Çok kardeşin arasında mücadelesi hem kendine hem de aile bireylerineydi. Onu sevdik. Aramıza katıldı trenci. Bizimle beraber, başı dik, namus ve onura değer vererek uğraş verdi… İşine ciddiyetle sarıldı ve günlerce, aylarca, yıllarca koşturdu durdu. Onu zaman zaman gördüğümde, durdurup sorardım bir şeyler. Hızla yanıt verir, koşar giderdi. Çoluk çocuğa karışmış, başarılı olmuş, başarılı çocuklar yetiştirmiş, Çelebi gibi hedef saplamıştı. Trenci yokluktan varlığa gıdım gıdım gelenlerdendi. Şimdi ile benim gençliğim arasında insanların çok farklı olduğunu düşünüyorum. Özellikle geçmiş dönemin çocukları, delikanlıları ve hatta yaşını başını almışlar bile “saf” denilecek tiplerdi. İnanırlardı her söze ve kibir, hırs ve kötü düşünce yoktu içlerinde… Tüm parasını paylaşırdı, sümüklü Sabri. Yolda belde yaşlı sakat veya görmezlere yardım için yaratılmıştı. Bazı arkadaşlarım vardı; Hayvan sevgisi dolu, bazıları konu komşuya yardım etmek için fırsat kollarlardı. İşte Trenci de ne sorsan, doğruyu söyleyen cinsinden!.. Saflığını kendi de bilir, istismar edilse bile dert etmezdi. Kaderine razı olanlardandı. Kan kardeşim Erol; bahçe kapımızın bitişiğindeki evde otururlardı. Erol iki kızdan sonrasıydı, benim akranım... 60 Bir gün kan kardeşi olmaya karar verdik. Bursa çakısı ile parmaklarımızı kesip kan çıkarttık ve kanlarımızı birbirimize karıştırdık. On yaşımda o mahalleden ayrıldık, Erol ile çok seyrek görüşüyorduk. Mert bir arkadaş idi. Ne zaman görüşsek, kan kardeşliğimizden bahsederdik. Büyüdük doğal olarak. O Kayseri’de askerken vuruldu. Her türlü müdahale kâr etmedi. Öldü daha yirmisinde, sonra haberim oldu bu olaylardan. Yaşamımda okuldan, çevreden, mahalle ve iş hayatımda pek çok arkadaşım oldu, kardeş gibiydik bazıları ile. Çoğu ile bir şeyleri paylaştım. Acıyı, tatlıyı veya hayatın gerçeklerini… Bazı arkadaşlarım büyük adam oldular!.. Bazılarının izini kaybettim, birilerinin vadesi geldi… Birileri ile hâlâ beraberim. Veya görüşürüz sık sık olmasa bile, yolda belde rastlarım, bazılarını ziyaret ederim. Şehirlerimiz ayrı olanlarla zaman zaman bir şekilde haberleşiriz. Gerekirse telefonla aradıklarım vardır. Edirne’de Erdoğan’dan iyi haber gelmedi. Ankara’daki Erdoğan TRT’den emekli olmuştur. Antalya’da da bir Erdoğan var, bankadan emekli arkadaşım. Özcan Mersin’de… Dağılmış dostlar, arkadaşlar… İstanbul’da çoğu. Ege’nin deniz sahili hep eş-dost dolu. Ankara’da akranlarım veya küçükler pek çok yerde… Benden büyük Trenci kardeşim; nedense sen unutmadıklarımdansın. Saflığınla, sevgi ve samimiyet dolu gönlünle gönlümdesin. Koş git, şöyle bir bakayım ardından!.. Anası kızını gelin ederken bir isteğim var demiş. “Buyur anne!” demiş kızı, “Nedir isteğin? “Kızım” demiş, “Şu çeyiz sandığına hep eşyalar koyduk, arasına birkaç arkadaş da sıkıştıralım.” “Olur” demiş kızı. 61 ESKİŞEHİR’SE GERİSİ TEFERRUATTIR "Horozun çok olduğu yerde sabah geç olur" derler. Bizim komşu Ali Karabıyık’ın horozu ise sabahtan akşamdan bir haber devamlı ötüp duruyor. Yaşar’ a sordum “Bu ne iş?” dedim. Yanıt verdi: “Benim bildiğim horoz kısmı sabah gün doğarken öter. Gerisi teferruattır.” Çok horoz misali Eskişehir’in sorunları da çok dilde ve çok kalemle gündeme geliyor. Yerel gazeteler haberlerle beraber sorunları dile getirip masaya yatırıyorlar. Buna ben de dâhilim. Örneğin; Konu Çarpa’dır. Yerel bir karardır. Manşet oldu önce “Kalkıyor” dediler. Sonra yarım sayfacılar, sonra ilgililer, sivil toplumcular, mahalleliler, siyasilere varıncaya dek uzadı konu. Pazarın sebze, meyve kesimi kalkmasın dendi, vesaire ile karışık Osmangazi gündeme geldi. Konu kapandı mı? Şimdilik, ama tekrar açılacağına bahse girerim. Ve kentin daha pek çok konusu hem manşettir, hem de yazarların konuyu enine boyuna açıp kapaması gerekir. Sonra kentin akla gelen nice olayı varsa vatandaşın, Eskişehirlinin, hatta kent dışında bile çözüm ürettiği bir meseledir. Antalya’dan öneri gelir bana. Bir şekilde telefonda yanıt veririm. Arkadaşlarımla bir araya geldiğimizde mutlaka kentin selameti için bir öneri masaya gelir. Uğradığım dükkândan da yakınımı alır çıkarım. Marketin kapısında karşılaştığım dost elinin boş olmasının nedenini açıklar; kasaya geldiğinde domatesin fiyatında ayarlamaya bozulmuştur. Horozun bu kadar çok olmasına bağlayalım kentin sorunlarını, her bir ağız bir şey söylerse, her bir yazar, çizer, gazete manşetleri bir yamuğu düzeltme savaşı verirse ve de bu işler için bir değil tam üç Belediyemiz varsa!.. Sonucun gelmeyeceğini düşünebilirsiniz. Hele trafik Şener Yılmaz’ın yakınmalarına rağmen düzelir mi? Düzelmez... 62 NASIL GEÇTİ HABERSİZ O GÜZELİM YILLARIM Hüsamettin`in Dr Hilmi Sokağı`ndaki “Çay Bardağı” tabelalı çayhanesinde bu satırlara başladım. Sabahın onu… Radyodan bir melodi sesi geliyor ama ne idüğü belirsiz, hışırtılı, parazitli melodiye genizden gelen anlaşılmaz konuşmayı anlamadım ve Metin’e rica ettim, radyoyu kapattı… “Şahane gözler, şahane!”yi mırıldanırken gümbür gümbür ses veren radyomuzu anımsadım. Evet bir teneke sesi değil, gerçek sesi yansıtırdı radyomuz. Şimdi annemin annesinin annesinden kalma kabaralı sandığının üzerinde keyif satıyor. Markası, Metz. Fransa’nın bu adı taşıyan kentinde imal edilmiş oldukça büyük, ahşap ve üzerinde annemin el işi örtüsü de duruyor. Floşlu kumaş kaplı ön yüzünün köşesinde göz lambası var. Ve kumaşın alt yanı dalgalar ve istasyonlar ekranı… İki düğmesi, altı tuşu var. Düğmenin birisi ses diğeri de istasyon arama da kullanmak için. Tuşlar uzun-kısa dalga FM kanalı yok. Garibim elli yedi yaşında… Metz eve geldiğinde ben on yaşındaydım. Anten girişi salonda olduğundan oturma odamıza tel çekmemiz gerekti. Babam bu radyonun odada kurulacak antenle çalışacağının iddia etti. Cam kornişinden yararlanıp anten yaptı. Gerçekten radyonun müthiş becerisini gördük. İlk dememizde Ankara radyosundan, uzun dalgasından “Meşeler güvenmiş, varsın güvensin, söyleyin huysuza durmasın gelsin” diye bir türkü çığırılışını dinledik. Oh! Ne zevk… Şimdi ceddimin eski evinde köşede, annemin ninesinin sandığının üzerinde gururla duran bu radyo için ilk gelişinde babam rahmetli birçok yeteneklerini ortaya dökmüştü. 63 “Üstüne ayna koyup şu çığıranı göreceğiz” demişti. Yani eğer üzerinde ayna olsa içindeki görülecek mi? “Evet.” Ayna mı? Ayna… Tuvaletteki babamın iki yanı güllü tıraş aynasını getirdi kardeşim ve bir güzel paparayı yedi… Hasılı Metz ile evimiz şenlendi. Yaşamımızda yer aldı o… İkinci bir radyo olayını gazete de yaşadım. Tozman Çarşısı’ndaki büromuzda, bir taraftan gazeteye haberler yazarken, Ankara’da Anadolu Ajansı’na haberler verirken kulağımız radyodan yayınlanacak haberlerde olurdu. Önemli haberleri not almak için saat 15’i beklerdim. “Yazdırma servisi” ajansın topladığı haberleri yayınlarsa daha çok mutlu olurdum. Gazetedeki o eski radyo benim kadar mürettiplere de hizmet verirdi, bir yandan müzik, bir yandan gazeteye dizilen haber ve yazılar… Sanırım müzik işi tatlandırdı… Muammer şarkı, türkü mırıldanarak gazeteyi bağladı. Üçüncü ve son radyo olayım öğretmenlik yaparkendir. Köyde en yakın arkadaşım oldu. Grundik. Yemek yaparken, tıraş olurken, yazarken okurken o hep ses getirdi, yanı başımda… Saniye Can’ın türküleri ve Orhan Boran’ın tatlı programı… “Mikrofonda Tiyatro” kaçmazdı. Feridun Fazıl Tülbentçi tarihi anlatırdı. Muakkar Ekrem ise Talu maçları naklederdi…. Spikerleri sesinden bilir, tanırdım. O dönemlerde insanın bir radyosu olması neydi, düşünemezsiniz! 64 DALIP GİTMİŞİM Bayram geldi kapıya dayandı. Ramazan’ı şimdiye dek kendi içimizde yaşadık. Ne yapalım böyle oldu işte. Meddah Polip’in tantanalı iftar sonrası Hayat’ın ötesindeki kahvehanede yapacağı gösterinin afişini çıkarıp tekrar koleksiyonuma kaldırdım. Ramazanları sahurda zevkle izlediğim uzun dalga Kahire radyosunu anımsadım. Ümmü Gülsüm’ün sesi hiç unutulur mu? Anlamazdım ne teganni ettiğini ama sihirli bir ipin ucuna takıp çeker götürürdü, yani dinletirdi. Yaz Ramazanları sahura dek, sokaklarda, kış ramazanları kahvelerde sahura dek ne işlerdik acaba? Evet, birimiz anlatırdı, bir çok kişi çevresinde dinlerdik, arada bir laf dolaşırdı ortalıkta, sigara dolaşırdı, hayır sigara paketi demek istedim. “Hadi biraz Bafra’dan yakın.” Tepsi ile çay dolaşırdı, “Aliş’den” derdi. Aliş, garson… Ramazanın davulcusu Curu Efe girerdi kahvenin kapısından. Gözler ona çevrilirdi, birisi mutlaka takılacak, cevabını da alacak, tüm kahvedekilerin yüzü gevşeyecekti. Oraya o gelmezse adı da gelmezdi. Ortamın Curu Efe’nin davulunu saklamak adettendi. Çöp tenekesi çaldırmak vardı! Bazen bir çocuk doğardı Ramazan’da. Bayram dinlemezdi doğmak ve ölmek. Lokum dağılırdı, çaylar gelirdi, sigara ikram edilirdi doğumdan ötürü. Ölümün haberinin kırk gün sonrası çöreğinin dağıtıldığı gibi… Şimdi bayrama vardık geldik. Bir ara yarım yüzyıl geçmişe gitmişim, farkına varmadan… 65 O BİR KAHRAMANDI, HEM DE İLK Bu satırları elli sene sonra yazıyorum. Konum berber Hüsmen. O’nu; mahallenin çarşıya açılan bir ucunda, iki katlı bir evin dükkâna çevrilmiş odasında tek kişilik berber tezgâhı ve dört sandalyesi ile koltuğumsu sandalyesinde beni kucaklayıp ilk kez saçlarımı kırkdığı günden anımsıyorum. Dedem ayakta, elimden tutmuştu. Berber Hüsmen’in Bulgaristan’dan hududu kaçarak ülkemize geldiğini söylerlerdi. Serüvenini çok kez duymuştum ama parça-bölük… Gece hududu sürünerek geçmişmiş. Nöbetçilere görünmemek için zifiri bir geceyi beklemiş, sonrası, hududu çoktan geçmişmiş de yine de başını kaldırmamış yerden. Bir kısım insanların konuşmalarından ülkemizde olduğunu anlamış. Garibim, delikanlı imiş o günlerde, Anası babası yokmuş! Ölmüş onlar… Gelmiş ülkemize epey dolaşmış sağda-solda. Nasibi buradaymış… Eskişehir’de… Uzaktan bir tanış vesile olmuş. On sene evvel çıraklık yaptığı berberlikte karar kılmış. Çevresiyle, bu dükkâna yerleşmişler, derken zengin bir kapıdaki ayvaz ile baş-göz edilip everilmiş. Üç sokak ötedeki nohut oda bakla salon ev ile dükkânı arasında yaşıyordu. Benim bildiğimde, kırık dökük araç-gereçle usturası, makası, kırık dişli tarağı ve omzumuzda allı yeşilli peşkiri vardı. Hüsmen’in yüzü beyazdı, beyaz gömlek giyerdi, donunu karısı Ayvaz’ın kesip biçtiğini duymuştum. Paçaları boru gibi beli uçkurla büzülmüş çirişli siyah pamuklu bezden yapılmış pantolonun daha da aşağısı vardı; beyaz ayak bilekleri ve oynayıp duran bir deri bir kemik ayak parmakları… Altı aşınmış tahta takunyaları içerisinde dükkânda hep yalınayaktı. O vaziyette berber koltuğunun üç yanında döner dururdu Karaman dul pantolonu içersinde… Unutamadım o görüntüleri. Beyaz patiska gömleği, bir başkasının artanı olabilirdi. Çünkü Hüsmen 66 ekonomiyi yaşayan bir insandı. O bir başka ülkeden kaçmış gelmiş, burada tutunmaya çalışıyordu. Orta boy konserve kutusundan oluşmuş kasasına atılan her kuruş, O’nun geleceğiydi. O kumbaraya atılan demir paraların serisi ve bazen büyük paranın çevrilen üstünün şıkırtısını unutamadım. Traş sabunu da artanlarla kat kat edilmişti. Hüsmen tutumluluğunu her bir parçada gösterirdi, üstelik geliri olmayana ve yetmeyene de yeterdi. İşinin olmadığı anlarda birilerinin saçını keserek ceplerine ekmek parası da koyardı. Gönlü boldu yani. Kimi zaman dükkânın önünden geçerken O’nun keyifli keyifli Rumeli türküleri çığırdığını duyardım. Belki de sılada bıraktıklarını hatırlıyor olmalıydı o anlarında. Belki de mırıldandığı bir türküyle oralara gider gelirdi. Bunu düşünür geçerdim o yıllarda. O sıra benimse ne sıla, ne sevda, ne de başka bir tutkum vardı. Çok yıllar sonra daha iyi anladım Hüsmen’i ve yaşam felsefesini… Ki düzeni bana ne kadar gülünç gelirdi o günler. Aman Yarabbi ne kadar gerçekmiş, bilememişim. Meğer o bir devmiş!.. O, bir şeyin temsilcisi idi; arkada bıraktıkları için yaşıyordu, gelecek için özlenen, arzulanan topraklara gelip konmuştu. Ve bu güzelim toprak da O’nu bağrına basmıştı… 67 BİR RÖPORTAJ Geçmişe baktım; birçok söyleşi yapmışım. Daha yeni yetmeyken ustamdan bu konuda ders almıştım. Gazeteye haberleri yazdıktan sonra: “Hadi git bir röportaj yap!” dedi. Konuyu sordum, “Gazoz mu dedin?” dedi. Bana tüyo verdi sandım. Hafife alındığımı düşünemeden bir avuç karalama kağıdı alıp kurşun kalemimi sivriltip yelken açtım, Zaza marka jileti de mendil cebime yerleştirdim -o günlerde tükenmez kalem daha çıkmamıştı! Kalemimizi az mı jiletle sivriltmedik… Acaba gazoz ile ilgili röportajda neler sorulurdu, neler yazılırdı? Rıza’nın kahvesinde soluğu aldım ve bir çay ile kafamı toplama molası verdim… Rıza omzunda gezdirdiği kirli peşkirle masamı silip çayı bırakırken, “Bu on beş kuruş, ikincisi ise 10 kuruş, yani sana!” dedi. Yirmi beş kuruşu peşin alıp çekildi… Malum, gazetecilerin ayrıcalığı; artı kıyak!.. Karalama için bir tarafı yanlış baskılı ikinci hamur kâğıda “gazoz” röportajında neler soracağımı tespit edemeden çay bitti. Ben kara kara düşünürken cam kenarındaki masada kafa kafaya vermiş üç kişiden biri çıktı geldi, karşıma çöktü. Elindeki cevizden büyükçe bir şeyleri önüme koydu ve, “Ne kokuyor bunlar?” dedi. Kokladım, bilemedim. Cebinden çakısını çıkarıp taşı biraz yonttu. Parmaklarının arasındaki tozu ovalayıp burnuma uzattı. Kokladım tekrar. Yine anlayamadım. Adam, “Pudra kokmuyor mu?” diye sordu. “Evet, evet” dedim şimdi çözdüm… Gerçekten de pudra kokuyordu. Adamlar da taşların “pudra” taşı olduğunu söylediler. Bir maden bulmuşlar… Adam masasına döndü ve Rıza geldi. Elindeki çayı önüme koyarken ayağı ile dizime vurdu. Başımı kaldırınca kaş göz ile adamları işaret etti. Rıza’nın ne demek istediğini anlamadım, ama şöyle bir toplandım. Ve ikinci parası ödenmiş çayı da bitirip 68 aceleyle kahveden çıktım. Pudra taşlarının çevresinde baş başa vermiş adamlara, “Geleceğim” diyerek! Şimdi hedefim gazozdu… Ya herrü, ya merru deyip gazoz haneden içeri girecektim ama hangisinin? Ethem gazozu, Ünal gazozu ve Kızıldağ gazozu vardı. Kızıldağ’ı seçtim. Sakarya caddesindeydi gazozhane! Kapısına vardım. İçerden şakır-şukur sesler geliyordu ve bir yazıhane vardı önde. “İçeri girmek yasaktır” yazan kapının ötesinde şişeler doluyor, kasalara konuyordu. Çizmeli adamlar çalışıyordu. Kenardan gördüğüm yaşlı bir bey, “Nasıl yapıyorsunuz gazozu?” diye soruma kestirmeden yanıt verdi. ”Şeker, su ve gaz verirsen makineden gazoz alırsın… Meslek sırrıdır, fazla söylenmez”, dedi. Kasalarda tam 24 şişe varmış. “Depozitoyla beraber üç buçuk lira” bilgisini de not edip başka yazacak bir şey bulamadığım röportajla gazoz haneden çıktım… Gazozhane olmadı. “Buz gibi değilse, paran geri,” diye satılan gazozun buzuna yollandım. Şimdiki Kanatlı’nın yan sokağındaki, yine Kanatlıların buz imal fabrikasındayım. İçerisi buz gibi. On beş’e yirmi beş ve yetmiş beş santim boyunda buz kalıpları çıkıyormuş makineden… Nasıl olduğunu yine meslek sırrı dolayısıyla öğrenemedik ama yazacak oluştu gördüklerimizden… Soluğu gazetede aldık, oturup üçüncü sayfayı röportajımızla değerlendirdik, olduğu kadarıyla. İş bitimi Rıza’nın kahvesine uğradım. Rıza, madencilerin beni epey beklediğini söyledi. Adamların Yasin Çakır’a buğday satan köylü vatandaşa musallat olduklarını, paralarını dolandırmak için “talk taşlarını” kullandıklarını da… Birden hayıflanarak ayıktım. Gerçek röportajı kaçırmıştım… 69 ÜRETMEK Üretici ürettiğinin değerini alamıyor, fiyatlar yerlerde sürünüyor, esnaf dükkân kapatıyor, sanatkar aç. Buna benzer toplumun olumsuzluklarını yansıtan haberleri devamlı duyarım ve zaman zaman da yazmışımdır... Para kazanan işi taklit ederek değerini düşürdük, pirim yapana saldırıp rezil ettik. Çok iyi anımsarım bir yıl kuru soğan çok değerlenmişti, ertesi yıl üretici soğana yüklendi. Kamyon kamyon kuru soğan geldi kentimize alıcı bile çıkmadı. Kamyonu olmadık yere boşaltan da ceza yedi üstelik. Birkaç mobilya imalatçısı para kazandı. Onu taklit ettiler ve netice malum! Bakıyorum şu günlerde çarşıda boş işyerleri görülüyor, ötede büyük iş merkezleri de kriz içinde… Eskişehir bana göre öğrenci kenti, öğrenci kitlesinin her şeye ihtiyacı olduğu düşünülürse getirisi olanı ve iş eğlence birimlerinin iyi düşünülüp planlanması gerekir düşüncesindeyim. 70 KİM KAZANIR? Kemal ağabey 87 yaşında, altmış yedi yıl önce askerliğini yapmış. Erzurum’da caminin avlusunda doğulu biri ile askerlik anılarını dile getiriyor. Sanki dün gibi, sanki oralı gibi konuşuyor Kemal ağabey… Güzel Ağabeyim, geçmişin çok güzel olduğunu iddia ediyor. Güzelden söz açılmış iken, insanın içine dalıp göz atmak geldi aklıma. “Neden bu güzelim yaratık kötü olabilir?”, diye düşündüm. Yanıtı bir Kızılderili bilgeden aldım: İnsanın içinde iki tane kurt varmış. Kurdun biri; kıskançlık, aç gözlülük, aşağılık duygusu, yalan- dolan, üstünlük taslamak, bencillik gibi kötü, çirkin ve yanlış değerleri taşırmış. Kurdun diğeri; sevgi, umut, paylaşım, cömertlik, olgunluk, nezaket, dostluk, yardım, merhamet gibi iyi, güzel ve doğru değerleri taşırmış. Kızılderili bilge bunları söyledikten sonra sormuşmuş, “Hangisi kazanır?”, diye. Bakmışlar bilgenin yüzüne ve yanıtı yine ona bırakmışlar… Tek kelime ile yanıt vermiş bilge: “Beslediğiniz…” 71 ARABACI KEMAL Bugün mezarlık ziyareti yapacağım. Rahmetli arabacı Kemal’i ziyaret edeceğim: Kimsesizlerden birini… İki tekerli bir masa kadar el arabası ile çarşıda dolaşır dururdu. Gazete sayfalarını özenle yerleştirir, basıma götürürdü. Para sorun değildi; olsa da olurdu, olmasa da. Önemli olan gazeteydi. Kemal benden yaşlıydı. Sonraları onunla temasım devam etti. El arabasına öylesine dengeli yük yerleştirirdi ki, asla ağırlık vermezdi ona, ayrıca yük ile eğimi ayarlar, yükün itme gücünü kullanırdı. El arabasının yanlarını siyah ve kırmızıya boyamıştık. Koyu Es-Es’liydi. Şeker Fabrikası’nda yaptığımız Eskişehirspor kongrelerinin ve maçlarının olmazsa olmazıydı! Araba ile yük taşıma uğraşında benzine zam geldiğinde ücretine zam yapardı, “Eee…” derdi. “Ben de benzinle yürürüm arkadaş.” İtiraz istemezdi. Onu son kez bir Kurban Bayramı’nda gördüm. Yetmişli yıllardı… Çocukları Yalaman’a bayram yerine götürürken. Kanatlı yönünden Porsuk üzerindeki köprünün altında, kavakların dibinde… Üç arkadaştılar, birinin ayağı sakattı. Bayram yerinden gelen oyun havasına kaptırmışlardı kendilerini. Köprüye çıkarken gördü beni Kemal, el etti. Elleri havada oynarken, önlerine serdikleri gazeteyi gösterdi. Bir şişe vardı ve köfte ve de ekmekler… Neşelerine diyecek yoktu, Ne gam ne de kederi vardı... Biliyorum kimsesi kalmadı bu dostun. Her kurban O’nu anımsarım; köprünün altındaki mutluluk resmini, Eskişehirspor’un Altay ile maçında kale arkasından kaleci Varol’a bağırıp moral bozma oyununu… Rahmet dilerim böyle insanlara. 72 BAYRAM DA BAYRAMDI HANİ Eğer bayram yaz gününe geliyorsa altı şaplı bir açık ayakkabı; kışa denk gelmişse pantufla veya şason giyilirdi. Bu değişmez bir kuraldı. Bir diğer kural da giysilerin Arife günü alınmasıydı. Niye daha önce alınmazdı, bilmiyorum. Herhalde kural olacak. Büyüklerin Halleri İyi kötü anımsarım, bayram öncesi ailenin büyükleri sinirli olurdu. Herhalde sorunların sonucu olacak. Bir aksiliktir giderdi. Bu huysuzluğun bütün ailelerde yaşandığına tanık oldum. Örneğin bir arkadaşım da ayağını sıkan ayakkabıya, “Evet”, demişti… Büyüklerin tırıllanması sonucu ve ayağını sıkan ayakkabıyla bayram yaptı zavallı. Evde temizlik, işleri yetiştirememe, paranın ihtiyaca yetmemesi veya başka bir neden biz çocuklara da yansırdı. Ama, yinede Arife gecesi giyeceklerimizi kucaklayıp yatağa girerdik. Tüm çocuklar için geçerliydi bu kural, her şeye rağmen! Evet, bayram mutlaka çocuklar içindi. Yeni giysilerin yanı sıra cep harçlığı ve eğlence; bayram yeri yani… Bayram öncesi tepsi tepsi baklava yapardık ninemle. İşi dikkatle izlerdim. “Ortası senin”, derdi bir tepsinin merkezini işaretleyip ninem. Pekmez şerbeti de hazırlardı kış ise. Çarşıya çıkar mendil alırdık, fıstıkçı İsmail’den de çeşitli şeker, fındık, fıstık, nohut leblebi. Ninem bayram öncesi para bozdururdu, mendile doldururdu elini öpenlere vermek için… Kurban Bereketi Yaz veya kış, Kurban Bayramı koca bahçe dolar taşardı. Sabah sabah, camiden çıkan genç, yaşlı ve konu komşu dut ağaçlarının altında kurban işine soyunurlardı. Kesilen kurbanların kanı alnımıza sürülürdü. Bizim komşularımızla aramızda hiç sorun yoktu, varımız yoğumuz müşterekti. Eğer fazla misafirleri gelmişse de sorun değildi, her şeyimizi paylaşırdık. Yatak 73 gerekiyorsa alır giderlerdi. Böylece kurban bereketini yaşardık. Bayramda bir güzellik de kenarda köşede kalmış dost ve tanışların anımsanmasıydı. Onların bir ihtiyacı da ziyarete ilave edilirdi. Ne bileyim bize belli edilmezdi ama, anlardık bir şeyler. Ben iki yaz iki kış bayramı yaşadım, yazın da, kışın da ayrı bir tadı vardı. Çocukluğumda, gençliğimde ve şimdi de ayrı ayrı tatlardan bahsedebilirim. Çocukluğumda kurbanda aldığım harçlıklarla bayram yerinde yediğim köftenin tadını asla unutamam. Aynı zamanda üç-beş kuruşa kiraladığım üç tekerlekli bisikletle bayram yerinin çevresinde turun tadına doyum olmazdı. Ayağımı sıkan yeni ayakkabı bana dayanılmaz acı da verse salıncakla uçardım! Benim ve bütün çocukların yüzlerinde mutluluk okunurdu. Şimdi bayrama beş kala düşünüyorum; “Acaba neydi bu insanları mutluluğa çeken bayram olgusu?”, diye. Bilemiyorum, çözemiyorum, nedenini bulamıyorum. Neydi? Neydi, insanları çeken şey? Tatil mi, alınan bayramlıklar mı? Sofraya konulan fazlalıklar mı? Hayır, hayır, bayram olgusu tüm çevrenin katılımı ile mutluluğa dönüşümdü. Çoğunluk mutluluk istiyor, mutlu olunuyordu; herkes sevinmek istiyor, seviniliyordu. Sevilmekte vardı, neşelenmek de… Bu Bayram Bu bayramı önüme koyuyorum; çocuktum bir zamanlar, bayram sabahı tüm büyüklerin ellerini öperdim. Para verirlerdi, severlerdi, sevinirdim, sevinirdik… O önüme koyduğum bayramda şimdi çocuklar ve torunlar var. Bir zamanlar ellerini öptüklerimin yerini ben almışım, yeni el öpenler gelmişler. Hayret! Ne diyeyim erenler, eski bayramlar da bayramdı Hani! Yarın bu çocuklar da, “Eski bayramlar da bayramdı hani, bizim zamanımızda, çocukluğumuzda”, diyecekler… 74 ANLAMLI HEDİYE Son yıllarda bilmem neden, duygusal bir insan oldum. Olur olmaz olaylar karşısında boğazıma bir şeyler tıkanıyor, gözlerim doluyor... Şu aşağıdaki yazı da beni duygulandırdı, neredeyse hüngür, hüngür ağlayacaktım. İşte o yazıyı size aktarıp sormak istiyorum, “Duygusallıkta haklılık derecem nedir?”, diye. İşte; adam üç yaşındaki kızını, gerekli olan bir kâğıdı ziyan ettiği için azarlamıştı! Küçük kız altın yaldızlı bir kâğıdı kutuya sarmak için kullanmıştı. Yılbaşı sabahı kızın paketi getirip, “Bu senin babacığım”, dediğinde üzüldü. Acaba kızını kırmış mıydı? Önceki gün yaptığından utandı, ama paketi açtığında yine öfkelendi, kutunun içinde bir şey yoktu. Kızına bağırdı: “Birine hediye verdiğinde, kutunun içinde bir şey olması lazım. Bunu bilmen gerekirdi”. Küçük kızın gözlerinden yaşlar dökülürken, “O kutu boş değil ki babacığım”, dedi. Ve devam etti ağlayarak, “Kutuyu öpücüklerle doldurmuştum!” Adam fena oldu, o da kızıyla birlikte ağlamaya başladı. Ve adam ölünceye dek o yaldızlı kâğıt ile kaplanmış kutuyu baş ucundan ayırmadı. Ne zaman boş kalsa hemen kutuya sarılırdı. Kutunun içinden kızının sevgi ile doldurduğu öpücüklerden bir tanesini çıkarırdı… Ve gözleri dolar, çok çok gerilerde kalmış bir sevgiyi anımsardı… 75 YARIŞ BİSİKLETİ Espark’ın önünde pek çok bisikletin park edilmiş olduğunu gördüm. Anlaşılan gençler bisikletle gelmişler, oraya park etmişlerdi. Dikkat ettim bisikletlerin yarış bisikletlerinden farkı yoktu. Gidonları düz, vitesli ve hepsi de yalındı! “Yalındı” demem; çamurlukları ve fazla aksesuarları yoktu. Espark’tan sonra geldim oturdum Alara’da. Çayımı yudumlarken Aydın bey geldi. “Hoş-beş” derken mevsimi olmamasına rağmen bisiklet konusuna girdim. Cebimden not defterimi çıkarıp ilerde bir gün çocukluğumda yaşadığım bisiklet sendromunu yazmayı not düştüm. Derken düştüğüm notu Aydın Bey ile paylaşıma geçtim. Evet, bunu O’na da anlatmalı, sonra yazmalıydım. Beni sabırla dinledi Aydın kardeşim. Gülerek tepki gösterdi, “Mutlaka yazmalısın” dedi. Pazar gününe yarım sayfalık anı yazmam gerekiyor ve ben şu bisiklet anımı yazıyorum şimdi. İlkokulu başarıyla bitirmiştim. Dolayısıyla başarımın bir karşılığı olmalıydı. Örneğin bir bisiklet… O yıllarda ne olmuştu da piyasa bisiklete boğulmuştu acaba? Belki de bir modaydı çocuğa bisiklet almak, belki de ithalatın cilvesiydi; her neyse… Diplomamızı babamızın önüne koyduk, çarşıya taşıdık… Yanımda kardeşim var. Karşımda rahmetli İhsan Dağdeviren’in dükkânının önünde satılık bisikletler duruyor. Gözüm onlarda. “Automoto” markalar vitesli, hele şu grisi bana layık! Babamızda tık yok. Gözünün içine bakıp, bekliyoruz. Mum direk olduk, bekledik durduk. Geçen zamanın bana yıllar gibi uzun geldiğini sanıyorum. Geride annemin de bir etkisi var, ama babam otorite… Uzun bir bekleyişin sonunda babam çıktı gitti dükkândan. Ah! Böyle dönüş, eli boş ve Tan Kahvesine doğru… 76 Babam Hikmet Tozman’ın acentasına da göz atıp tekrar Automoto’nun önüne geldi; kısa keselim, o gönlümdeki bisikleti sürükleyip önüme çekti! Eskiden böyle denirdi, “altına bir araba çekmek” gibi… Aldık, ikindiden önce eve getirdik, tembihlenmiştik, binmeyecektik. Ertesi günü, yani Pazar günü binebilecektik… Bisikletin selesinin ardındaki çantadan anahtarlar çıktı. Hazır anahtar varken bir şey yapmalıydık. Bisikleti taşlıkta baş aşağı yaptım. Elime aldığım anahtarlarla aksesuar ve kullanım fazlalıklarını söktüm. Farları ve dinoması dahil her fazlasını yanına yatırdım. Canım gıcır bisiklet, yarı yarıya hafiflemiş, ortaya bir yarış bisikleti çıkmıştı… Artık, tüm bisikletlileri geçmem mümkündü. Mutluydum... Gece geç geldi babam. Ve ertesi Pazar sabahı bana sert bir emir verdi. “Getir şu velespiti!” Bahçeye çıktık beraber. Duvara dayadığım bisiklete, şöyle bir baktı. Gözlerini fal taşı gibi açıp söylendi, “Ne olmuş buna?” “Yarış bisikleti yaptım,” yanıtıyla beraber olan oldu… 77 ÜÇ- BEŞ ANI Şimdi şehrin göbeğinde kaldık; ama ben çocuk iken tarlaların ortasına ev yapmıştık. Kısa sürede Doğudan-Batıya Kuzeyden Güneye iki sokak oluştu. En fazla iki katlı evlerdi ve yine o yıllarda Kuzeydeki caddeye açılan sokağı bir cami ile kesiverdiler. O cami yolumuzu kesmenin yanında tüm sevdiklerimin son durağı oldu. Ecnebilerle Karşı Karşıya Yeni taşındığımız sokakta beş hane yabancı vardı, İtalyan aile Madam Bambirolar ve Şerif Beyle, Alman eşi ve de tam karşı köşemizde Uçak Fabrikası’nda görevli Alman aile ve iki çocuğu ki, ablanın kardeşi Hans bizim akranımızdı. Ablanın adı Ulrike’ydi. “Ülkü” dedik O’na; Hans’a da Hasan. Hasan sarı saçları ve mavi gözleriyle tipik bir Cermen’di Zamanla Şerif Beyler İzmir’e, İtalyanlar ülkelerine, Almanlar, Almanya’ya göçtü. Bir tek Zeki Bey’in eşi Madam kaldı. Zeki Bey posta müdürüydü, güzel bir evi vardı. Rahmetli olmuştu, ancak kimsesi çıkmadı. Madam yalnız uzun süre yaşadı… Madam gibi yalnız olan Kamile Teyze, yaşlı kadını yalnız bırakmadı. Hastalığında baktı. Son günlerinde ise başucunda bekledi. Bir sabah Kamile Teyze önümü kesti; “Madam gidici”, dedi, “Nereye defnedeceğiz?” “ Bir çare bulunur elbet”, dedim, “Hele o gün gelsin”. O gün gecikmedi, Kamile Teyze önümü kesti. İyi haberi verdi önce, “Kelime-i Şahadet getirdi”, dedi, sonra ilave etti, “Rahmetli oldu”. Böylece O’nu Müslüman mezarlığına defnettik. Erkeğiyle, kadınıyla, yaşlısıyla, genciyle; sokağın tüm sakinleriyle… Allah rahmet eylesin, iyi insandı Madam. Sokaklarımızın kuralı vardı Büyükler arasında, kanun gibi kurallar vardı. Büyüklerin önünü kesmek, büyüğün önüne geçmek yoktu. Büyükler her bir şeyi 78 paylaşmaktaydı; yiyecek, giyecek ve her türlü insani duyguları. Çocuklar mevcut paralarını da paylaşmak zorundaydı, ama bu zorunluluk olarak düşünülmezdi… Evimizin bahçesi vardı, kömürlüğümüz, kümesimiz ve tulumbamız… Birkaç meyve ağacı da, çardak, muhakkaktı. Sıcak yaz günlerinde akşam yemeklerini üst kata çıkılan merdivenin altında yerdik. Kümesin sokağa açılan deliği, tavukların sabah çıkıp akşam girişine yarardı. Asla kapanmazdı, Kümesten her gün birkaç taze yumurta almak benim görevimdi. İlkbaharda kuluçkaya yatırırdık. Çıkan sarı yavrular avucumuzda büyürdü. Kuzu beslemedim. Nedeni ise canım gibi sevdiğim hayvanlardan ayrılmak zor geldiğinden! Yaz Boyu, Kapı Önleri Yaz boyunca akşamları tüm çocuklar sokaktayız. Ailelerimiz kapı önlerinde… Onlar sohbet ederken bizi tutabilene aşk olsun… Yıllar yılı o sokaklarda araba görmedik, sonra tek, tük otomobil… Trafik bilmeden geçti çocukluğum. Eğlencelerimizi kendimiz düzenlerdik. Ötemizdeki tarlalardaydık gün boyu. Bakla yedik, çiğ mısır kemirdik. Ahlat ağacı, dut ve kirazlar, salatalık, kabak, domates mahsulünden de nasiplendik. Derede yüzdük, otların üzerinde uzanıp gökyüzünü seyrettik. Ekmeğimize yağ sürüldü, yedik. Köşedeki çeşmeye dayandık, lıkır lıkır sular içtik. Orucumuz yine de bozulmadı. Çünkü unuturduk oruçlu olduğumuzu. Zahir... 79 YILBAŞI Ne olacak; yılbaşı, dedik oturduk, ekranı izledik. Adet olduğu üzere önümüzdeki masaya meyve tabağı ile kuru yemiş tabağını koyduk. Yeni bir yıla girmeden önce uyumuşum; oysa çocukluğumuzda özellikle yeni yıla girilen gecede hiç uyur muyduk? Yeni yılın girişi artık bizim kuşağı hiç mi hiç ilgilendirmez olmuş. Artık, önümüzdeki meyve ile çerezi de kanıksamışız… 50’lerin Yeni Yılı Nasıldı? Yeni bir yıla girerken portakal vardı, mandalina vardı ve leblebi kuru üzüm… Ve ortadaki tepside fırdöndü çevirmek ve kazanmak vardı, tombala vardı. Kartlar tanesi beş, en fazla on kuruşa satılıp toplanan altmış, yüz yirmi kuruş ise çinkolarda beşer onar, tombalada ise otuz veya altmış kuruş kazanç sağlardı. Ben bir türlü bu oyundan kazanamadan o günleri yitirip bugünlere geldim. Dahası, o günlerden kalma piyango geleneği vardı. Ortak bilet alımları o günlerde kurumlaşmıştır, yani arkadaşlar, akrabalar birleşmiştir bilet için. Biz de arkadaşlarla katışıp birden fazla bilet alıp şans aradık, ama ufak kazanımlarla Şubat sonu çekilişine kadar dayanabildik ancak. Bunca yıllık ömrümde iki tanışım kayda değer bir para kazandılar piyangodan. Anımsarım, ancak bir sene sürdü saltanatları, sonra hüsranı yaşadılar… Yine gelelim elli küsur sene öncesinin yeni yıl muhabbetine… Radyo vardı, neşeli müzik yayını yapan. Bazı ailelerde ortaya gramofon çıkarılırdı. Yeni bir taş plaktan arkalı önlü şarkıyı çok kez çalıp dinlerdi insanlar. Ve o gün mutlu olacağına inanır, mutlu olurlardı. İnsanları mutsuz edecek olaylar çok uzakta kalırdı. Ve eski yıl, her türlü derdi tasası ve de kötü günleri ile çeker giderdi… 80 Sadettin Ağabeyin Portakalı Saadettin ağabey bana çocukluğundaki bir yılbaşı gecesinden söz etti. Toplanmışlar hısım akraba birinin evinde ve tepsinin içinde meyveler gelmiş. İlk kez portakal görmüş Saadettin ağabey o gün. Eline bir tanesini almış, evirmiş, çevirmiş ama soyup yiyememiş. Yiyenleri seyretmekle yetinmiş. İğde ile idare edip eve götürmüş portakalı. Doğrudur, İkinci Dünya Savaşı’ndan çıkmıştık. Yokluk dönemiydi, sıtmadan, veremden kırılıyorduk, ekmek bile yoktu. Ekmeği vesika ile alıyorduk o dönem. Portakalı ilk kez yılbaşı gecesi görmek doğaldı. Masal Gibiydi Dün Daha anlatacak, dünden bugüne aktaracak çok şey var. Var ama, önüme oturan çocuklara anlatmaya başladığımda, çocuklar yavaştan yavaştan kaçıp gidiyorlar, Benim dün yaşadıklarım onları sıkıyor, dinlemek istemiyorlar. “Şimdi sırası değil” demeleri bir savunma mı, yoksa sıkılma mı? Sanırım benim geçmişim bana, bugünün yaşantısı da bugünü yaşayanlara, deyip yine şu gökten düşen elmalara sarılacağım; tıpkı Eflatun Cem Güney gibi masalı noktalayıp… 81 YAŞADIK O vakit gençtik, Çelebilerin Kurtuluş mahallesindeki bahçeliklere bakan evlerine uğramıştım. Emmisi gelmiş kasabadan, misafireten… Amcası; adı biraz acayip: Edikli. Soyadı da Bostan. İkisi birden söylenirmiş, “Edikli Bostan”, diye. “Ne biçim isim?”dedim. “İsim işte!” yanıtını verdi. Ilık bir akşam üzeri evlerinin önünde oturduk, Çelebi’nin annesi, yemek yedirecek hepimize. Yemek hazırlanadururken biz de bahçeliklere doğru sohbet ediyoruz, Çelebi’nin babasını bekliyoruz. Edikli Bostan, Ankara’yı anlatıyordu, Ankara’da toplu taşımadaki otobüsleri. “Troleybüs, deniyor” dedi. “Kıçları değnekli oluyor troleybüslerin, ordan ceryan alıyor. Tıpkı tramvay gibi, ama bunlar bir başka. Gider görürsünüz”, diye kısa kesti ve geldi dünya alemine girdi; “Bunca insan çokluğu, hayra alamet değil”, dedi. “Kıyamete işaret bunca kalabalık. Kıran gelimine işaret”. Sonra bahçelikleri göstererek, “Bu yetiştirilen yetmez bu kalabalığa”, deyip epey dertlendi Ankara’nın kalabalığına. Sonra sözü getirdi Eskişehir’e ve “Burası da eskisi gibi değil”, dedi. Derken sofra hazırlandı, Çelebi’nin anası ilk kez tadacağım aşı önümüze koydu, “Bu kulak aşı” dedi. Yanına da sirkeli biber turşusu koydu. Kulak aşı dediği, hamurun üçgenler halinde kesilmişiydi. Üçgen ufak hamurları kaynayan suyun içersinde haşlamış, sonra onları kepçeyle alıp üzerine sarımsaklı yoğurt gezdirmişti. Tekrar bir tavada tereyağını yakıp bu sarımsaklı yoğurtlu hamurun üzerinde gezdirmişti. Çatalla değil, kaşıkla yedik ve turşu ile beraber tencereyi dipledik. Bir akşamın görüntüsü ki, Bozdağlar karşıda, önümüzde yeşilin daniskası. Daha da tatlısı Çelebi’nin insana huzur veren emmisi… Günü yorumluyor Edikli Bostan, aklının 82 kesmediğini de zamanın getirdikleri diyor. Dönüyor, aklında kalan egzotik resimleri koyuyor. Sohbeti kesen yemekse hiç beklemediğim bir çeşit olarak önüme geliyor. Medeniyete aklı kesmeyen insanlar açlığını yemekle giderme uğraşını tercih ediyorlar… Ankara var onların gündeminde. Biz gençlerse, biran önce ipi koparıp özgürlüğe koşmak için yanıp tutuşuyoruz. Bugün her şey uydurma olmuş gibi geliyor bana. Suni veya fabrika işi amcalar ki, emmi demeye dilim varmıyor. Yediğimiz sarımsaklı yoğurtlu kulak ve turşunun da taklitlerini belki bulabilirsiniz. Tadı yoktur, görüntüsü ise özendiricidir, sosu ve yeşillikleri ile. Yemek yediğinizi mi sanıyorsunuz. Bana göre olsa olsa yaptığınız tıkınmaktır. 83 ÇER ÇÖP, MUM DİREK Bazen bir şarkının ilk satırı takılır dilime, yürürken, yazarken ve bilgisayarda gezerken mırıldanıp dururum. Dün Seyfi dikkat kesilip beni izlemiş. Arkama yaslanıp gülümsedi, “Hangi alemdeydiniz acaba, ‘çer çöp, mum direk’, derken?”, diye sordu. ”Farkında değilim, çıkmış ağzımdan işte”, dedim gülümseyerek. Sonra gençlere bunu açıkladım: Çocuklar eskiden sokak aralarında bilye oynarken bu cümleyi söylerdi oyun sırası geldiğinde. Bilye atma sırası gelen bu cümleyi söylemekle, önündeki engelleri kaldırma yetkisine sahip olurdu. Söylemeyi unutanın önünü düzleme ve engelleri temizleme hakkı olmazdı. “İşte altmış sene önceden belleğimde kalmış bir cümle”, dedim gençlere. Dikkatle beni dinlerlerken onlara çocukluğumdan anılar aktardım üç-beş dakikada… Bilye, misket oynayacağız ama ellerimiz boş, yani bilyemiz yok. Çocuklar toplanır, tren geçidinin ötesindeki kiremit fabrikalarına yollanırdık. Kiremithanelerden toprak alıp ondan bilya yapardık. Sonra da bir güzel boyardık renk renk. Başka işler de becerirdik. Örneğin tel bulan, araba yapardı. Odundan ayaklarımıza paten, dımışkı denilen tenekeden kızağımıza taban, gazetelerden şapka, iki karış lastik ve ağacın elverişli çatallı yerinden sapan… Aşıklarımız vardı, kurşun döktüğümüz ve boyadığımız! Çevremdeki gençler ilgiyle dinlerken dünün çocukluğunun çok renkliliğini vurguladılar. Evet, şanslıydık biz. Gereç kıt olsa da çok zengin bir çocukluk yaşardık. O çocukluk gayretiyle, o çocukluk buluşlarıyla… Şimdi de var çocuklar, çocukluk. Hem de bizim misli mislimiz. Şimdi de oyun var, oyuncakların da daniskası… En basitinden akıl almaz bu günün oyuncakları ve malum 84 bilgisayar var evlerde ki, onlardaki oyunun bini bin para… Evlerde çocuklara oynaması için alınmış bir şeyler var. Biraz dikkat edin gözünüze çarpar eğer evde bir çocuk yaşıyorsa. Köşe bucaktadır o oyuncak. Ama bakın dikkatlice göreceksiniz yalnızlığı… Hem oyuncak, hem çocuk yalnızdır. Bilgisayar başında ve bir robotla birlikte mutlu gibi gözükse de çocuk… Uzun söze gerek yok. “Çer, çöp, mum, direk” engeller için bir parola… Eğer unutursan sorunları çözmen imkânsızdır!. Çocuklar yarınlarında toplumda yer aldıklarında da söyleyeceklerdir benim gibi bu cümleyi belki. Ama, başka bir şekilde tabii… 85 ESKİ ZAMAN OLUR Kİ Çelebi ile bir şükür buluştuk. Beraber Haller Gençlik Merkezi’ne gittik. Burası geçtiğimiz yüzyıllarda bağlık bahçelikmiş. Sanırım zaman zaman taşan sarı su ile beslenirmiş bağlar ve bahçeler. Söylemler Rum veya Ermenilerin şaraphanelerinin varlığından yana. Gençlere ne? Biz bize çayımızı yudumlarken geçmişte geziniyoruz. “Buranın adı neydi?” Eski Bağlar’dı kardeşim. Bağlar gitmiş, kalanlar işte şu görünenler. İlerideki kocaman alış-veriş merkezini de harmanlayıp Estramla ver elini Eskişehir Lisesi. Şimdi önünde denizkızlarının çevrelediği bir de fıskiye var! Çelebi bu denizkızlarının kentimizle mutlaka ilişkisi olduğunu savunuyor, konuya ben “çekinik,”olarak bakıyorum, Vardır her hal!.. Çelebi ile ara sokaklara dalıyoruz. Bizim konak yok oldu, ama babaannemin evceğizi duruyor. Kapısında park ediyoruz. Bir ana-kız oturuyor. Sanırım burası, “Nakipler sokak”. Ev iki katlı. Dubleks deniyor şimdi, ama ufak tefek. Hatta oturduğu arsanın nısfı yani dörtte biri vakıflara veya devlete ait çıkıyor tapudan. Seneler öncesi varisler satmışlardı. Ben oraya bakınca çocukluğuma gidiyorum. Kapıdan girince taşlıkta bir ocak vardı. Büyükannem ayvaları ufak tepsiye yerleştirir, ocağa salardı. Bir başka koku, bir başka lezzet, bir ikram idi. Ayvanın özleminin yanında büyükannemin yanında, büyükannemin her gidişimde öptüğüm elleri kalmış aklımda. Kadife gibiydi, yumuşacık. Keşke şimdi olsa da yüzümü gömsem avuçlarına; koklasam, geçmişin derinliklerini öpsem, öpsem... Çelebilerin evine doğru Alanönü’ne yönelirken gözlerim büyük halamın evini aradı. Yoktu, tek katlı evinin yerini çok katlı biçimsiz bir bina almış. 86 Yol da yol değil, eski yolun eğimi ortada idi! Buna paket taş, pardon kilit taş yol diyorlar ki, hiç içim ısınmadı, ısınmayacak. Nedeni belki Akçağlan çeşmesinin akan suyunda elleri çamur içinde oynayan çocuklar olmadığından! Alanönü’ne doğru ilerlerken pencelerine baktım evlerin. Pencerelerde hiçbir tanış yok. Hafize’nin kapısı hep açık dururdu, Necla abla pencerede olurdu. Nezihe halamı sorardı. Çocuğum ya, “uyuyor”, der, kandırırdım O’nu. Kocası Derviş’in giysisini anımsadım. İnce bir pardüsü yazın; kışın kalın ve yakasız… Kocaman mest-lastik ayaklarında hızlı adımlarla önümüzden geçerdi. Derviş’in işinin olmadığı söylenirdi ama O, sanki çalışırmış gibi gider gelirdi. Eşreflerin evi, Emirlerin, Halkalıların ve İsmail’lerin, Sedatların, Nazlı teyzenin, saatçı Ziyaların; yukarıdan sağa doğru Metin’lerin evi, ilerde köşede Akın’ların ve önümüzde Akçağlan meydanı… Şu koca çınarın dili olsa da konuşsa! Tepede büyük halamın evi meydana bakardı. Mustafa ağabey, şu pencerenin önünde bana ders verirdi. Beş altı lisan bilirdi. Çok genç yetiştirdi. Sonra İstanbul’u mekân edindi. Kardeşi Suat kim bilir nerde? İlerde Çıkıllılar, daha ilerde Yelkovanlar, ve Zeytinlerin evleri… Tam lisenin arkasında. Arkadaşlarım; sayısını bilemem, ama pek çoktular. Kiminin şimdi elinde baston., kimi yok meydanda, kimi de Bademlik’te… Ya Çelebi! Hadi yürü… 87 SİYASETE BAKIŞIM SOĞUK Siyasi bir yanım yok. Daha doğrusu bunca yıl siyaset ve bu işle uğraşanlar beni siyasetten soğutup bu konuda yerimin nötr olmasına neden oldular. Ne iktidar, ne de muhalefet beni memnun etmiyor. Amaçlarının memlekete hizmet değil, yalnız taraflarına hizmet olduğu düşünüyorum. Evet, siyasete bakışım soğuk. Ya siyasete taraf olanlara bakışım nasıl? işte o da sorgulanır. İnsanların bir kesimi saf canla siyasi tarafta yer alıyor, bir kesimi ise tamamen çıkarını düşünüyor. İsterseniz bunu gelin tartışalım ve eğer gerçeği görmek isterseniz buyurun gelin dinleyin: Çelebi’ye hep anlatmaya çalışmışımdır. Aslında Dünya bir yöneticinin elinde ve bunlar da tüm ülkelerin siyasetini yönlendirmekte. Örneğin Irak’ı kurcalamıştır bunlar. İran’ın zenginlikleri de gündemlerindedir. Yönetici grup oturur bir proje üretir, diyelim ki, Avrupa Birliği’nin sonucunu belirler. Ya da nasıl olması gerektiğini bir kalemşöre havale eder. Bastırır parayı yazdırır… Yani toplumu geleceğe hazırlamaktır bunların amacı. Programdır, plandır, zamanlama dahil her şeyleri vardır ve gerçekleştirirler mutlaka… Ve sonra arkasından yine mutlaka bunların maddi çıkarları gelir. Çünkü Ulu Manitu’nun istediği de budur; oynamak ve kazanmak. Uranyum mu? Petrol mü? Veya başka bir enerji mi? Altın gümüş ve elmas madeni de bu oyunda yerini alır. Siyasi bir yanım yok. Çünkü siyaset diye bir şey mutlaka büyük çıkarların, büyüklerce, büyüklüğünü ispat etmişlikleridir. Benim bir şekilde kullanmak için kurulmuş mekanizmaya kapılmam gerekmez, diye düşünüyorum.”. 88 ESKİŞEHİR Her gün Eskişehir`e çeşitli illerden turistler geliyor. Kentin ünü ülkeye yayıldı. Özellikle adının Eskişehir olması daha da ilgiyi arttırıyor. Bu arada Odunpazarı da nasibini alıyor... Çelebi’yi Odunpazarı’ndan aşağı indirdim. Hamamyolu’nda Akardere’yi aradı, çevreye şaşkın şaşkın baktı… Sonra, “Hamamyolu’nu daha olgunlaşmış buldum”, dedi. Köprübaşına vardık, belediyenin taşındığına inanamadı ve Çukurçarşı’da takıldı kaldı. Epey aradı Çukurçarşı’yı. Park olmasını düşünememiş bile. Sonra Belediye’nin ardına geçtik. Orada motorları merak etti. Otogar’a sefer yapıyorlar dedim. Tıpkı Panama Kanalı gibi bentler var. “Fırsat bulursam turlarım”, dedi. Çelebi’nin gözleri belediye gazinosunu aradı. Ses çıkarmadım, “Acaba yok muydu?” diye düşündü sanıyorum. Sonra dayanamayıp sordu, “Gazino ne oldu?” dedi. Sonradan Güzel sanatlar Galerisi olarak işlevini sürdüren, “Belediye Gazinosu yıkıldı ve gördüğün gibi park oldu”, dedim. Gözlerine inanamadı… Birlikte yürüdük. O’na Yalaman’da çay ikram ettim. Sonra Kanatlı iş merkezini ve ardından da Espark’ı gezdik. “Olamaz!” dedi Çelebi, “Benim kafamdaki Eskişehir ile bu günün arası çok farklı. Toz yok, çamur bitmiş, pırıl pırıl insanlar… Son günlerin mağazaları ile tertemiz Porsuk’tan, Neo’dan söz ettim O’na. “Ya!” dedim, “Eskişehir, işte böyle oldu…” 89 ÇUKURPARK Hafta içinde öğle vaktiydi, Çelebi ile buluştuk. Önce çibörek yemek için dostumuz Erol’a yollandık. “Kırım Caddesi burası” dedim Çelebi’ye. Erol’a da selam verdik, ama o kalkıp Kent Park’a yollandı. Orda eski mezbahada şube açıyormuş. “Alışkın değilsin, fazla yeme”, dedim Çelebi’ye. “Ağzında dağılır ama, midende yığılır”. Çibörekten sonra Kent Park’ı sordu. Gerçi yerini biliyorum ama, girmek nasip olmamıştı. “Gider miyiz?” dedi, “Yürü” dedim. Şeker Fabrikası yönünden girdik. Şaşırdı Çelebi, hafta içi kalabalığı görünce. Burada sabah kahvaltısı yaptığımıza inanası gelmedi. Çayı ikiledi, üçledi ve eğilip renkli balıkları seyre daldı. İlk fırsatta bir akşam üzeri gelmek istediğini de söyledi. Epey sohbetten sonra kalkıp gezdik. Kumsal henüz oluşmamıştı ama, “Tıpkı Erdek gibi olmuş” dedi. Çelebi’ye, Köprübaşı’ndan buraya motorla gelebileceğini anlattım. Duymuşmuş, “Bir gün mutlaka geleceğim motorla” diye yanıt verdi. Geçen hafta O’na Çukurçarşı’dan söz etmiştim. “Önünden geçmişim de fark edememişim”, demişti. Kent Park’a veda edip Estram’la Çarşı durağına geldik. Eski Tepebaşı Belediyesini dolaşarak önüne vardık. Merak ettiği Çukurçarşı merdivenlerinden aşağı indik. “A,a, park!” dedi. Eskiden balıkçı, ciğerci ve kasap, manav derken hepsi gitmiş, yerine seyirlik ve park gelmişti. Çayhane ve kentin özelliğini yansıtan lületaşı sergilenen dükkânları geçip bir kez daha çay içmek üzere çayhaneye oturduk ki, oranın da yoğun kalabalığına dikkatimi çekti Çelebi, ‘Yahu her yer kalaba!’ dedi. Kasaba yaşamına alışmıştı ve Eskişehir de gerçekten oldukça kalabalık bir kent olmuştu. “Çukurçarşı” demedi, Çelebi, “Burası, “Çukurpark olmuş”, dedi. Bugünkü gezimizi burada bitirelim’ dedim. İleride Çelebi’yi 90 Şelale’ye ve Sazova’ya da götürmeyi vaat ettim. Ben de oraları doyasıya görmemiştim. Şöyle dışından bakıp geçmiştik. Dolayısıyla programladık, Şelale ile Sazova’ya da bir gün gitmeyi. Ancak oraların gecesini yine Çelebi’ye bırakacaktım. Gündüz gözüyle bana ait olsun… Hava kararırken Çukurçarşı veya Çukurpark’tan Yalaman’a geçtik. Her kesimden insanların arasından geçerek. Çelebi’ye “cafe”leri işaret ettim. O, elli altmış sene öncesi çay bahçeleri ile yazlık sinemalarını anımsadığını söyledi. Kızılcıklı’dan dönüp Estram’la eve yollandık. Yarım yüzyıl öncesi, evet, 18’lik iken bir Eskişehir vardı. Bugün yine var Eskişehir, biz de varız. Ama nasıl varız? Saçlarımız ağarmış, ihtiyarlamışız. Hasılı değişmişiz be ya… 91 TÜRK İŞİ DİZİ Senelerce yerli film izledik. İçinde aşk, macera ve mutlaka dansözlü sahneler olurdu. Aradan yarım yüzyıl geçti, şimdi sinemalar evimizde. Akşam haberlerinden sonra kanallarımızda diziler başlıyor. Gerçi ben takılmam, ancak ülkemin insanının başka seçeneği yok. Evde ekrana hakim kişi bir dizi saptamakta ve hane halkı o diziye takılmak zorunda… Ve malum aşk ihanet, macera ve belli sonuçlarla size sunulan dizi başlıyor. Dizinin olmadığında eğlence! Eğlence sunumunda da banal konuşmalar… Ve tiplere bakın, , amorf vücutlarla abartılı makyajlarla sıralanmış tipler. Buyurun, gülün… Evet, yerli dizilerde diyaloglara da dikkatinizi çekerim; sert konuşmalar, aksi cevaplar ve bulup buluşturulmuş aykırı cümleler. Gülmem isteniyor, ancak, gülemiyorum. Beni enayi yerine koyduklarını düşünüyorum. Aynı sorunu başka bir kanaldaki tartışma izliyor. Saçma sapan sözleriyle yoruyorlar beni. Tarih, siyaset ve sosyal içerikte ciddi tartışmalara ender rastlıyorum. Toplumdan reyting denilen çok izlenme bekleyenler, ilginç olması için magazine başvurup oyuncularına oyun dışında oyun oynatıyorlar. Son günlerde böyle yoğun bir görüntü var. Diziler konuyor yayına, ilgi bekleniyor ve bu diziler saçmalık dolu! Olmuyor ve kaldırılıyor yayından. Eğer bu oyuncu ilgi odağı olmadıysa bir komplo ilave ediliyor konuya ve diziden çekiliyor. Yanisi bir “Dallas’ımsı” oyunlarla karışık bir şeyler. Ne olduğu meçhul... 92 ÇELEBİ’SİZ BİR GEZİNTİ Bu hafta Çelebi’yi kendi sorunları ile baş başa bırakıp kendi alemimizde gezmeye çıkalım. Don Kişot Kitabevi ucuz kitapları bir rafta toplamış, bir lira fiyat koymuş. Şöyle bir göz atayım derken Cervantes’in ölümsüz eseri, “Don Kişot” ile kitabevinden çıktım. Bu eseri okumamın üzerinden yarım yüzyıldan fazla geçmiş. Üçer-beşer sayfa yeniden okumaktayım. Neden Don Kişot? Sebebi dinlediğim anı ile ilgili olmalı. Fransa kralı Lui, -kaçıncısı olduğunu anımsamıyorum şimdi- asilzadelerinden birisi ile sohbet ederken İspanyolca bilip bilmediğini sorar. Asilzade bilmediğini söyler ve sonradan her halde kral beni İspanya’ya elçi tayin edecek diye kısa sürede İspanyol dilini öğrenir. Kral ile birlikte olduğu bir gün İspanyolcasının gayet iyi olduğunu söyler ve kraldan bir şeyler bekler. Kral Lui, “Oh, ne güzel. Şimdi Don Kişot’u aslından okumanızı öneririm”, der. Ben de Don Kişot’u okumayanlara hiç olmazsa tercümesini okumalarını öneriyorum… ‘Et, Tavuk, Balık, Kelle/ Bunları Yemelisin Elle Elle yemeyi denedim; kemikli eti, tavuğun haşlamasını ve fırın kelleyi. Gerçekten elle bir başka güzel yeniyor. Ağva’da denizle Ağva deresinin ucunda hem balığı hem de yanında gelen soğan dilimli yeşilliği elle yedim. Şimdiye dek böyle lezzet tatmamıştım. Belki elle yememden, belki de balığın, belki ortamın verdiği tatdan, her neyse… Kar Yaz geldi gibi… Eskişehir’in kırkikindi yağmurları haziranın ortasına kadar sürebilir. Ardından sıcaklar gün boyu sürer durur. İnsanı kavurur, suya sarılırsınız, fakat geceleri yirmi ikiden sonra... Isı düşer, bu kez titretir eğer giyiminiz zayıf ise. Sıcakların ardından da sonbahar beklerken kışın geldiğini 93 görürsünüz. Bu yörenin baharı yoktur, onlarca arkadaşım ve de hısım akrabanın Eskişehir’den kaçmasının nedeni uzun süren kışıdır. Dostlarla çay bahçesinde oturuyoruz, birden yağmur bastırıyor, deminki sıcak hava gitmiş, serinlik gelmiştir. Şair ise, “Böyledir kanunu/ Kalleş havanın/ Bir ısınır bir soğur/ Kış gelir” demiştir. Sıcaklardan söz edince hamam yolunda yazın kar satan Salim’i anımsadım. Yazın yakıcı sıcağında on-on beş kuruşluk kar alırdık. Salim, çuvala sarılı kar kalıbından testere ile el terazi, göz mizan keserdi karı ve kâğıda sarıp verirdi. Eve koştururduk. Soğuk su içebilmek için. Salim’in dükkânının tavanı ahşap idi. Yüzlerce halka çakılıydı ve üzüm salkımları sarkardı. ‘Nedeni: kuru üzüm için… Necdet Ağabeye sorarsanız, o size Bursa’da geçen çocukluk yıllarında Uludağ’dan getirilen kardan söz edecektir. Çuvala, keçeye sarılı kar, geçmişin derinliklerine gezimizin bir parçası oldu; değil mi? 94 ŞİMİ’NİN ÖYKÜSÜ 2009’dan otuz beş sene öncesine dönmek kolay değil, ama bir kere aklıma düştü. Beni yazmaya gazeteci Tarık Küçükoğlu yönlendirmişti. “Ne olacak yazacağım da?” demiştim. Ama yine de içimden gelen bir güçle yazdım. “Azize”, arkasından, “Şefika” derken, devam ettim gitti. Gazeteden okunduğumu söylediler ve “Yarım Akıl İbrahim”, derken “Kont Hilmi” ve diğerleri geldi… Onlar o dönemin renkli kişileriydi aslında... Ben Markalı Abidin ve Kuddin ile birlikte büyüdüm. Kanalda birlikte yüzdük. Es-Es maçında birlikte bağırıp çağırdık, güzel şeyleri paylaştık. Portföyüme ağaları, beyleri ve çarşının tanınmış esnafını da katabilirim. Ömer ağabeyimin her gün küfrettiği İbrahim’i de. Kristal, Konak, Yıldız ve İstasyon’un sabahçı kahvelerinin müdavimlerini de gözlerinizin önüne koyabilirim. Bayat’ın köşesindeki koltuk kahvesinde yine o yıllarda Erzurum’dan gelen Aşık’tan sazlı sözlü dizeler dinledim ve tepsiye para attım. Nice muhtarlar, belediye başkanları, sendikacılar ve milletvekilleri geldi geçti. Neyse, biz girişi burada kesip Şimi’yi anlatalım, portresini çizelim. Çarşının gülünü anımsayalım ve bugün ne olduğunu bilemediğimizi de ilave edelim. Bilmem neden, Şimi çekti gitti. Fehmi, O’nun bir süre Bakırköy’de kalacağını söyledi. Fehmi evlenince Şimi’ye yol görünmüştü desek nasıl olur? Ağabeysiydi o… Sanki göreviymiş gibi gelirdi erkenden Fehmi’den çok önce. Yaz-kış demeden hep sabahları erkenden handa yerini alırdı. Üst kata çıkmaz, köşedeki çay ocağının önündeki boş kasalara oturur beklerdi. O’nu sonradan tanıdım. Simit, çay ikram ederdim. Ufak tefek para yardımımda gözlerinin içi gülerdi… Konuşması zor anlaşılırdı. Haftada bir Taşbaşı’na 95 gönderirdim. Börek alır gelirdi. Oturup beraber yerken mutluluğu yaşadığını görürdüm. Sonra eline parayı verip, “Sinema,” demem üzerine fırlar giderdi.. Bildiğim kadarıyla Şimi’yi mutlu eden şeyler vardı. Onu zıvanadan çıkaran nedenlerin ne olduğunu anlayamadım. Fehmi de bilmiyordu. “Saati geliyor işte!” derdi. O saate ben rastlamadım. Ama bir gün iki kaşının arasının katmerleştiğini gördüm. Belli ki, gelmişlerdi ve savrula savrula gitti. Ertesi gün Fehmi bana Şimi’nin geç vakit eve perişan bir halde geldiğini anlattı ve daha fazla bu konuda laf etmedik. Çevre onu pek tanımadı. Atölyemizde bir köşede ufak el işleriyle vakit geçirirdi. Tek derdi sinemaydı. Üç-beş kuruşu denk getirince fırlar giderdi sinemaya. Şimi’de boy bir buçuk metre, kilosu da tahminim, ellinin altında idi. Ufak tefek, minyon yüzü ile Fehmi’nin kardeşi olduğunu anlardınız. “Yanık”, derdi O’na Fehmi. Damdan düşmüş ufakken, tepesi üzerine ve beynine zarar vermekle kalmamış büyümesi de durmuş garibin. Usta, atölyeye bir kız ütücü aldı. Fehmi’ye yardım ediyordu. Onurlu, gururlu bir genç idi. Ailesi bir gün geldi, Fehmi ile işi pişirip izdivaç kararı verdiklerini haber verdiler. Düğün hazırlıkları Şimi’yi tedirgin etmişti. Çünkü her aktivitede Şimi’nin evden uzaklaşması gerekiyordu. Olur da gelin kıza bir zararı dokunur gerekçesiyle… Garibim yaşama bir kez daha ters düşmüştü. 96 BEYTULLAH HEPER Bir dostun ölümünden sonra kaleme aldığım yazı üzerine değerli karikatür ustası Beytullah Heper, bana böyle bir yazının gidene yararını sorup, “İnsanın sağlığında yazılmalı”, dedi. Böylece bir tatlı tebessümü çizme fırsatım oldu. İlk çizgisinin yılı 1947 diye biliyorum. Sanatında altmışı aşmış dolu dolu yıllar… Ve senelerce benim yazılarımda vardı çizgileri. Gerçekten o bir Aziz Nesin gibi, Semih Balcıoğlu gibi bir konuyu çizgilerle çerçeveliyordu. Genelde futbol topu ile toplumun yasakları ile ilgiliydi çizdikleri. Otururken anımsadım O’nun sözlerini. Doğru; O’nu yaşarken yazmalıydım, hatta yazmaktan öte O’nu tüm sivil toplumcular da konuşturmalıydı. Karikatürleri yılda on kez sergilenmeliydi. Yeni kuşağa ders vermeliydi “Masaracı” gibi… Bana bol bol çizdiğini söyledi. Ama gazeteye vermek istemiyordu. Daha çok kalıcı bir yer arıyordu. Sergi bile yetmiyordu anladığım kadar. “Hadi bu kadar!” gelelim tanıdığım diğer çizerlere; Semih Poray, Semih Balcıoğlu, Altan Erbulak’a… Rahmetli Altan bana bu işi öğreteceğini vaat etmişti. Yeni Sabah’ta imzamın her gün çıkması için çizmem gerekiyordu. “Öğretirim,”demişti. Nasip olmadı. Semih Poroy ise Bahçeli Kahve’de aynaları çizerken garsonun çay siparişine takılmıştı. Mestan’ın, “Dört çay, üçüncüsü açık olsun!” dediğine… Ve sonra hafifçe gülmüştü. Çizgilerine bu sözleri yansıtmıştır sanırım. Karikatürün ucu bu işte… Ne var ki, çizebilene aşk olsun… 97 ÇELEBİ İLE BİR ÖMÜR Pazar yazılarımda adı geçen Çelebi benim dostum, arkadaşım, O’nu hep yazdım. O da sesini çıkarmadı, benimle ilişkilerini kesmedi ve altmış küsur senedir beraberiz. Evleri şimdiki Adalet Sarayı’nın arkasına düşerdi. O yıllarda iki göz oda ve ortadaki hayati bahçesi Şeker Fabrikası’na, bahçe kapıları da Batıya bakardı. Anası beyaz örtme ve ağacalığıyla gözlerimin önünden gitmez. Bize yedirecek bir şeyleri mutlaka olurdu. Çelebi’nin anasının hiç boş vakti olmazdı. Devamlı ip eğiririr; çorap, fanila, kazak örerdi. Evlerin önü Porsuk’a kadar bahçelikti. Sonbaharda her şey kuruturlar, kışa hazırlık yapardı Çelebiler. Bahçelerindeki kümeste tavukları vardı. Civcivleri ürerdi. Kışın bir kez kaz keserlerdi. Yağına tirit yapmak için davet edilirdim. Çelebi ile her şeyimi paylaşırdım. Leblebi-üzümden başlayıp neyim varsa bir ona bir bana… Ellili yıllarda ben Özcan Bolkol ile gazeteciliğe başlayınca onu da peşimden sürükledim. Haberleri de, elimize geçen parayı da paylaştık, gazeteleri de paylaştık. Öte yandan okuduk ve bir gün geldi ki yollarımız ayrıldı. Bir süre için… Ama uzak da olsak ondan haber aldım. Arkadan arkaya izledik birbirimizi. O, evlendi barklandı. Anası babası terki dünya eylediler. Benim de yaşantım farklı değildi. Evlenme barklanma ve kayıpların yanında kazanımlar… Evlatlar, yeni dostlar ve başımızdan geçen binlerce deneyimler… Seneler su gibi geçip bu günlere geldik ve rastlantılar bizi yine bir araya getirdi. Şimdi haftada bir de olsa birlikteyiz. Ama çevremiz eskisi gibi değil… Bizim o yıllardaki evimiz şimdi park… Onların evlerinin de yol olduğunu söyleyelim. Şimdi ben biraz daha ona uzak oturuyorum. Fakat Estram ile daha yakınız. 98 Çok hoş oluyor, Buluşuyoruz Çelebiyle. Yürüyoruz Şehitlik’in ötesine. Dün şehir biterdi, buradaki bahçeler başlardı. Toprak yoldan yürürdük. Alman carına kenardaki ağaçlardan yapraklar dökülürdü. Bir bahçeden salatalık verirlerdi, diğerlerinden elimize zerdali sıkıştırırlardı,.. Yol biterdi, Porsuk kenarına oturur dinlenirdik. Yemyeşildi buralar… Şimdi seher olmuş, tıpkı hayal gibi, geçmiş gitmiş seneler… Dönelim çelebi, akşam oluyor, eve atalım kendimizi, bu kez epey yormuş yol. Hayır, yaşlılıktan değil, manzarasızlıktan… 99 ESKİ GÜNLER Ramazan gelince bazılarında eskiye özlem daha çok artıyor. Hele benim eskileri yazmam onları daha çok eskilere meylettiriyor. “İstasyonda hâlâ simit ve salep satılıyor mu?” “Akşamları Yalaman hâlâ eski havasını yaşıyor mu?” “ Es-Es’den ne haber?” ve daha da eskileri, Altay’ı… Çelikartal’ı mahallelerinin takımı olan Akınspor’u soruyorlar. Ben de onların yaşını-başını soruyorum. Bakıyorum çoğu yaşlanmış, işi bitmiş, eleğini asmış, aklına eski Eskişehir düşmüş. Gençliğini anımsamış; belki de bir eski göz ağrısını düşünüyor. Onun üzerine gelmiş hayalen buralara, o eski Akçağlan’a. Oysa Akçağlan çoktan bitmiş! Taşrada olanların çocukları, anlattığım yerlerin aynı babalarının anlattığına benzer olduğunu söylüyorlar. Örneğin Eski Otogar ve çevresi, Köprübaşı ve çevresi… Daha başka nerelerimiz anılarda yer aldıysa oralarını anlatırmış Eskişehirli babalar… Bu yazımı Alaaddin Parkı’nda yazıyorum. Tam da doğduğum eve karşı, fakat evimiz yok. Park olmuş şu Çifteler Caddesi’ne. Nihat ağabeylerin evi de epey yüksek şimdi. Özcan ağabeyler ve arkadaşlarımın evleri yok olmuş hep. Ferruh Çölekçi’lerin evi de… Şu karşıdaki Özcanların fırınından alırdık ekmeğimizi. Şu Atatürk Lisesi’nin hemen yanında çeşme vardı. Suyu taa Yunus Emre Okulu’nun önüne kadar akar giderdi. Ve ben de şu parkın içinde kaybolur giderdim. Akasyaların çiçeklerini yerdim, köpeküzümü denen tohumları da… Pes yani, ben de uçup gitmişim. Yaşlılık işte… 100 PERŞEMBE PAZARI Bütün, sigara satıcılarında yabancı markaları artık yadırgamaz olduk. Haydi, bakalım karşı çıkın da Hanya’yı Konya’yı görün. Futbolseverlerin açtığı pankarta ses çıkaramazsınız. Ne yazmışlar acaba; “I love you Fener”… Haydi buna espri diyelim ve İstanbul Atatürk Kültür Merkezi’ndeki büyük salonun ışık odasının kapısındaki levhayı okuyalım: “Do not enter”. Girmeyin demeye getiriyor ve altında da Türkçe “Girilmez” yazıyor. Evet, sizi anlıyorum ama Türkçe’si niye altta? Burası kentin en kalabalık yeri, Köprübaşı. Oturun da izleyin tişörtlülerin göğüslerinde veya sırtlarında yazılmış olan kelime veya cümleleri. Nasıl? Yabancı kelimeler mi? Hepsi mi?.. Demek yabancı hayranlığı devam ediyor yarım asırdır ve de toplumda daha kişilik denen bir şey oluşmamış. Sormuyor, sorgulamıyor, niye yabancı isim, niye “MC” bilmem ne? Niye “Köfte’s”? Niye bizim sitenin adı “Auro”? Niye “City” diye adlandırılıyor burası? Çayhanede bir de “Tea” lafı var.. Yanisi bir şeyimiz henüz daha oluşmamış, artı oluşmasına da katkı sağlamak aklımızın ucundan bile geçmiyor. Sonra da oturup dertleniyoruz, işin esprisi sanki!.. Zafer bayramımızda orta ve işaret parmağı ile yabancı kesimin “Victory”, zafer anlamında “V” işareti yapan’; ekranda yemek programında bize yabancı bir müzikle sözüm ona jest yapan hanım kızımıza ne demeli? Çorabıma, çamaşırıma, şapkama, donuma, tumanıma, kalemime ve de defterime elin yabancısının ismini koyana açıkça kırılıyorum. Yarın sebzeme ve meyveme; artı etime ve ekmeğime mutlaka başka isim takacak olanlara şimdiden sitemlerimi sunarım. Facebook, gmail, hot-mot veya bilmem ne... Bize az bile! Yav… Sen bu memleketin neresindensin? 101 TEFRİKA - MEFRİKA Bahçeli Kahve’de öğle vakti, yaşı yetmişi geçmiş, burada büyümüş, yaşlanmış birisini arıyorum. Şimdilik yok ama belki gelir sanıyorum… Almanya’nın Köln kentinde yaşayan Cengiz adlı birinden şiir gelmiş bana. “Odunpazarı’na Özlem”, diye başlığın altındaki dizelerde elli sene öncesinin isimleri var. O isimleri sorup yer tarifini tanımlayacağım… Bazılarını biliyorum, fakat bazıları yok; bazı yerler de değişime uğramış… Örneğin Koca Çınar’ın ve su kuyusunun olduğu yer arası Pehlivan Tevfik’in kayınpederinin evinin önüymüş. Acaba kesin neresi? “Pehlivan Tevfik” dediler. Demek Odunpazarı’nda yetişenlerden bir de pehlivan çıkmış! Konuyu kaydırıp Güreş’e takılalım; Yetişme döneminde sporun her türlüsünü denerken güreş de vardı. Demirspor’un, Şeker’in güreşçileri… Bir de pehlivanlar… Anımsadıklarımın içinde Dünyaca ünlü, olimpiyat şampiyonları var. Örneğin Şeyh Edebali Türbesi’nin karşısında rahmetli Ahmet Bilek ve de Köprübaşı’nda “Akar” pastanesi sahibi Nasuh Akar milli güreşçilerimiz idiler. Eskişehir onlarla iftihar ederdi. Ek olarak rahmetli Yılmaz Kamışlı da okuldan ağabeyimdi ve güreşte bizim Ticaret Lisesini temsil ederdi. Serbest stil, Greko-Romen ve yağlı güreşe yönelelim; Kızılcıklı Mahmut Pehlivan, Emirdağ’dan... Ama yağlı güreşçi açısından pek zengin değiliz. Tefrika “Peki şu spor dalına olan muhabbetin nerden?” diyeceksiniz. Anlatayım: İstanbul’da gazetede çalışıyorum, bir köşede yaşlı ağabeyimiz sürekli yazıyor. Ancak merak etmekle yetinmedim. Bir gün masasına yanaşıp sordum ne yazdığını; “Pehlivan tefrikası”, dedi. Beni işletiyor 102 sandım, ama gerçekten pehlivan tefrikası yazıyormuş. O yıllarda ulusal gazetelerde okuyucuyu sürükleyen tefrikalar olurdu. İşte öyle bir şey yazıyormuş, el yazısı ile üç sayfa… “En heyecanlı yerinde bırakacaksın ki, meraklısı yarın mutlaka gazete alsın”, dedi.” Sıngırgılı imiş Üstad. Halil Nusret Ertüz idi adı. Oturduk karşısına. Bize bu işin inceliklerini saydı döktü. Merak sardım tefrikacılığa. Ertüz; “Hele sen yaz, ben bir göz atayım, satın alacak gazete var”, dedi. “Son Posta, Tercüman, Akşam veya Yeni İstanbul’a; hangisi çok para verirse ona satarız”… Günü geldi, işin detayı için yollara düşüp Balıkesir çevresine, kasabaların panayırlarına varıp orada yağlı güreşleri izledik. O günlerde panayırlarda güreş tutan Mehmet Ali Yağcı Kırkpınar’da başpehlivan olmuştu. Ağabeyisi İzzet Yağcı ile güreş tutmak zorunda kalmış. Üç buçuk saat süren finalde ağabeyisini topuk kesmeyle yenmiş. Ben kardeşlerin birbiriyle tekrar tutuştuklarını izledim ama yenişemediler. Bir saatten fazla süren güreşlerini cazgır keserek berabere ilan etti. Evet, onlar 1961’in Kırkpınar başpehlivanı ile ikincisiydiler. Güreş sonucunda gözleri yağdan dolayı kızarmıştı, kispetlerinin üzerine peştamal bağlayıp kasabanın hamamına gittiler… Ben gördüklerimi yazdım, tefrika halinde… Davul, zurna kispet ve zembillerini anlattım. Cazgırların pehlivanları eşleştirmelerini, peşrevlerini, oyunlarını yazdım. En heyecanlı yerinde kesip ertesi güne bıraktım. Ancak yazdıklarım yayınlanmadı, gazetede kaldı. Yalnız masraflarımı karşıladılar… Gazetelerde tefrika o yıllarda bitti. Polisiye romanlar, korsan hikâyeleri öne çıktı. “Eski bir pehlivan” diye yazanlar işsiz kaldı… Mefrika Başlağımızda “Tefrika-Mefrika” dedik. Tefrikayı anladınız ama mefrikayı bilmezsiniz. Mefrika bizim 103 aramızda bir tabir, Tefrikalar gazeteden kalkınca magazin geldi oturdu, önce kulaktan kulağa dedikodu, anahtar deliğinden adıyla fis-kos ve “miş” “mış” sonlu kelime ve cümlelerdi “sözüm ona haberler”… Sonuç Odunpazarı Meydanı’na özlem denilen şiir kaldı gelecek sayıya… Noktayı koyarken yukarıda bahsettiğimiz iki güreşçimiz hakkında biraz bilgi verelim; Nasuh Akar: 1922-1984 Yozgat doğumlu. 1948 de Londra’dan ülkemize altın madalya getiren serbest stil güreşçimiz. Eskişehir Demiryollarında ve sonra milli güreş takımımızın çalıştırıcısı Ahmet Bilek: 1932-1971 Kula doğumlu, Greko-Romen stilinde olimpiyatlara katılan ve altın, gümüş madalyalar alan güreşçimiz de DDY’dan… 104 ŞEKER BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN Geçen yüzyılın ilk yarısıydı. Yine böyle bir Bayram’dan önceki günlerde çarşıya çıkıp ayakkabı aldık. Bayramlık ayakkabıma, “Şaplı”, deniyordu. Çok merak etmeme rağmen “Şaplı”nın ne olduğunu öğrenmem için çocukluktan çıkmam gerekti. Şaplı demek, tam işlenmemiş öküz derisi demekmiş. Suyu görünce kabardığını tembihlenip geldik çarşıdan ve Bayram sabahına kadar başucumuzda ayakkabımıza baktık. Çocuklar ve tüm insanlar ancak bayramdan bayrama yeni giysilere büründüğü gibi yeniliklere de bayramlar vesile olurdu. Bayram önceleri bu yüzden yoğun telaş sürdüğünü anımsıyorum. Örneğin, yeni alınan ev eşyaları ile birlikte boya ve badana işleri… Bayram öncesi hamam ve bayram tıraşı, bayram ikramı olan baklava hazırlığı ve ilk kez güllaç, bir de ekmek kadayıfı da… Neyse, bunların içerisinde benim giysilerim güme gitti. Giysilerim duvarda asılı. Tüm çocukların Bayram günü beklentisi sürüyor. Ve İkinci Dünya Savaşı sıkıntılarının ardından Dünya bayram yapıyor… “Muş”, diye kulaklarımızda kalmış cümleler var… Bizde büyüklerimizin elini öperek asıl amacımız olan cep harçlığı düşüncesi ağır basıyor. Cep harçlığı ise, Bayram yerinde harcama parası... Asıl olan para… Onunla oluyor dolaba, atlı karıncaya binmek, keten helva, macun yemek ve çaptan düşmüş üç tekerli bisiklet ile bir tur atmak… Eskişehir’de; biri Alanönü, diğeri Stat’ın önünde olmak üzere iki bayram yeri sahası vardı. Stat’ın önü sonradan Yalaman’a gitti ve her iki Yalaman çay bahçesi bayramlarda çocukların hayali oldu: Koz helva, macun ve diğer yiyecek bir şeylerle beraber seyyar köfteciler; atlı karınca, dönme dolap, kayık salıncak ve tahterevalli ile beraber bir köşede “Şahmaran” çadırı... “Beş basan on alıyor’cuların yanına yaklaşma”, denirdi 105 bize. Merak eder sokulurduk, ama hiç oynamadık! Bir başka köşedeyse saçma attık tüfekle. Önümüzdeki hedefi vurdukça zevklenirdik. Hele bir arkadaşımız kasnak atardı sigara paketlerine… Mantar tabancası, çata-pat kokusu, balon olmazsa olmazı idi bayramın biz oğlanlar için. Kızlar için ne önemliydi bilmiyorum… Onların hepsinin saçlarında taftadan kurdeleler vardı, ellerinde de mendil… Ayaklarında da beyaz çoraplar, beyaz ayakkabılar. Erkek çocukların da kısa pantolon; askılı hepsi. Üstlerinde de uydurma bir gömlek… Evet, şaplı ayakkabılar ve cebimizde paralar… Çocuk da olsak, giysi ve para insana güven veriyor... Yürürken kasılıyoruz. Şeker Bayramı Hep merak ederim bu bayrama neden “Şeker Bayramı” demişler, diye. Herkes bilir ki Ramazan bayramıdır adı. En basitinden gelen misafirlere şeker ikramı bunun nedeni olsa gerek. Ama bazıları çikolata ikram ederdi. Örneğin; Hüseyin ağabey bir bayramda kaynına ikram ettiği çikolatayı diğer bayramda kaynından ikram olarak görünce alır yemez; bir kez daha ikram alarak kaynına sunar ve bu böyle sürer gider. Bir gün sorduk, “Şu çikolata kaç yaşında?” diye… Şeker Bayramı’nız kutlu olsun… 106 ESKİ DOSTLAR Çelebi’ye sordum: "Nerde şu eski dostlar?" diye. Başladı Marmara, Ege ve Akdeniz’in kıyı kentlerini saymaya. Taa Mersin’e kadar uzadı listesi. Çelebi ile Batıya doğru yelken açtık. Mersinden… Alanya, çok dostumuzu almıştı. Yeğenlerimle beraber okuldan, çarşıdan, çevreden pek çok dost Alanya’da ev alıp mevsiminde gittikleri gibi oraya yerleşenler de oldu. Antalya’dan Ahmet, Manavgat’tan Avni ile internette görüşüyorum. Ve ben oralara gittiğimde yolda-belde tanışlara rastlıyorum. “Buralı olduk”, diyorlar. Eskişehir’in sanki suyu çıkmış, yahut deniz olmazsa bu hayat çekilmezmiş gibi sahil kentlere kaçmış dostlar… Eskişehir’in kışı altı ay sürüyor kesin. Geri kalanı da ne bahar, ne de yaz… Yaz göremiyormuş aziz dostumuz. Çok doğru. Biz devamlı yakıt parası öderken onlar ceketle, kazakla geziyorlardı. Gerçekten gittik gördük. O yönden hak verdik. Antalya’da turistlerle beraber yemeğe oturmuştuk. Onlar salata ile yetindiler. Biz tatlısı, etlisi ile bir güzel doyunduk. Sonra da onların kalem gibi fiziklerine özendik. Nasıl form tutulurmuşlar gözlerimizle gördük. Asıl hemşerilerimiz bu noktadan sonra yoğunlaşıyordu. Antalya’nın Batısı’ndan itibaren her yerleşim bölgesinde bizim kuşak ve bizim dostlarımız vardı. Kaş ve Finike’den sonra da bir avuç arkadaşım Datça’ya yerleşmişti. Orda rutubet yokmuş. Buradaki kadar sıcak geçmiyormuş yazlar. Ne bileyim öyle söylüyorlardı. Marmaris’e gelince; bana birçok arkadaş oradan selam göndermekteydiler. Akşamları toplanıp sohbet ederlermiş ve bizi anımsarlarmış! Sağ olsunlar aynen Bodrum’dan da selam alıyorum. Eğer inanırsam Çelebi ile benim çok iyi insanlar olarak 107 anıldığımızı aktardılar, iş davete gelince kimse öne çıkmıyormuş! Necmi İzmir’e yerleşti, Doğan ve Necdet ile kardeş gibiydik. Orada rahmetli oldular. Büyük hala İzmir’e yerleşmişti. Çok akrabam orda… Yukarı doğru, yani Kuzey’e çıkarsak yeğenler var Dikili ile Ayvalık’ta da. Pek çok arkadaşım yerleşip oraları mesken tuttular. Yani denizlerimizin kıyıları çekti tüm dostları ve akrabaları. Bunların bir kısmı Edremit, Akçay ve ilerde Saroz’dalar… Çelebi’ye saydım, döktüm. O da bana arka çıktı ve anlattıkça tasdik etti… Ben de onun anlattığını onayladım, “Doğrudur” dedim. Ve geldik gözbebeğimiz İstanbul’a. Burada Yolava’yı yazımıza dahil etmedik. Orayı bir başka pazara bıraktık ve Boğaz’dan geçip Marmara’da uzunlamasına yol alıp adaların önünde demirledik. Karşıdan İstanbul çok büyük ve muhteşem görünüyordu. Çelebi’ye baktım, gözleri parlıyordu. “İşte” dedim, “Taşı toprağı altın, denilen İstanbul…” Akşamın rengi miydi gözümüzü alan? Hayır, İstanbul’du… Müthiş bir çekicilik ile ışıldayan koca kente daldık… Haftaya yalnızca pek çok sevdiğimizi çekip alan bu kentten aktarmalar yapacağım. Şimdilik Çelebi ile kol kola yürüyoruz; hem güzelliğin, hem de tarihin içersine… 108 İLGİNÇ Tarihte tek olan Kleopatra`nın pek çok yerde mezarı varmış. Akdeniz sahillerinde gezerken, Antalya’nın Doğusunda ve Batısındaki kasabalarda Kleopatra’nın namı yürümekteydi. Ayrıca bu güzel Mısırlı’nın dünyaca tanınması bana ilginç geldi. Başka ilginç konu ise Edison’dan. Hafızası çok zayıfmış. Tanıştığı kişilerle bir kez daha karşılaşınca tanıyamazmış. Unutkanlığı sonucu okulda başarı sağlayamamış, hep sınıf sonuncusu olmuş. Gelin görün ki, Edison’un unutulmazlığı ortada; İlginç! Bir ilginç şey ise Mark Twain’den. Arkadaşı Graham Bell’in telefonla uğraşısına karşı, zaman zaman bu konuya, “Bu makinayı gözüm tutmadı, böyle boş işlerle uğraşacağına yararlı işlerle uğraş”, diyerek arkadaşını yönlendirmeye çalışmış... İlginç! Ünlü yazar Jack London da ilginç insanlardan birisi. Yüksek okulu üç ayda bitirip rekor kıran London, on sekiz yılda elli bir kitap yazarak ayrı bir rekor kırmış. İlginç elbette, ayrıca her bir kitabı okunma rekoruna sahip... Bildikleriniz duyduklarınızdan, okuduklarınız da size anlatılanlardan çok fazlaymış. Çünkü duyduklarınız ve okuduklarınız beyninizin yargı ve algılama süzgecinden geçermiş. Onların bizim hazinelerimiz olduğu söyleniyor. Gördüğümüze bakmamız! Duyduğumuzu dinlemek gerekiyormuş. Artı, karşımızdaki insanların bizim aynamız oldukları söyleniyor. İlginç tabii... Yeğenim dünyanın devamlı değiştiği iddiasında. Her gün yeni bir dünya kurulmaktaymış. İlginçlikleri yazdım yukarıda; Mısır tarihinden bir kadını, Edison’u, Graham Bell’i, sonra da Jack London’u. Değişken dünyada ilginçliklerle unutulmamışları… 109 1942’de Eskişehir’de doğmuşum. Babamın babası Çanakkale’de; annemin babası Kurtuluş Savaşı’nda iken doğmuşlar. Benim babam çarşıda terziymiş ve yine savaş varmış; İkinci Dünya Savaşı… Ticaret Lisesinden sonra gazetelerdeyim… Çarşıda; Hakimiyet, Küçük Gazete, İstikbal, Yeni Haber ve Türk Gücü’nde 1958’den beri dolaştım durdum… O yılların tüm usta yazar, çizerlerinin arasında pişmeye çalıştım. Vatan, Cumhuriyet, Tercüman gazetelerine ve Anadolu Ajansı’na haberler ilettik. 1960 sonrasında o dönem İstanbul’da çıkan “Yeni Sabah”, Tozman Çarşısı’ndan beni çekti aldı. Şefim rahmetli İrfan Türksever, başarılı buldu beni; askere yolladı, ne var ki talih elvermedi sonra, gazete kapandı… Diğer gazetelerde kadro bulamayınca kentime döndüm. Küçük çapta bir gazete çıkarmaktı amacım o sıralar. Ama gerçekleştiremedim bu hayalimi… Değirmen Sokak’ta eğlenirken, babamın işine yardım etmem söz konusu oldu. Ancak ticaretle uğraşsam da yazma tutkumdan kopmadım yine de. Gazetelere, dergilere, anı defterlerime… Oğuz Türkmen ile İstikbal’deydim. 1990’larda… On sene kadar sonra, “Artık yeter” demiştim ki; “2 Eylül gazetesinde buldum kendimi. Dergilere, mecmualara yaza yaza ve işte şimdi bu kitabımla sizinleyim… Değerli usta Naci Gelendost bana on beş yıl önce, “Daha on yıl daha çalışırsın”, demişti. Beş yıl da aştım… Benim yazmam hep amatörce oldu, olmakta… Ömrümce sevdim yazmayı hasılı… 110 İÇİNDEKİLER 7- Hamam Yolu 9-Bir Umut 10- Benim Gündemim 11- Bir Varmış, Bir Yokmuş 13- Emekliliği Yok Bunun 14- Berber de Olmak Vardı 16- Avara 18- Rengin Daniskası 19- Han Kapısından Girmez, (…..) 21- Çatak’taydık 23- Eskiye Dönmek İsteyenlere 24- Lakaplar 26- Çeşme Başları 28- Nerdeler, Kim Söyler Bana? 29- Dün Gece Rüyamda 31- Dansöz 33- Babam Görseydi 35- Defterimizde Yeri Vardı 37- Bir Hayal Gibi 38- Futbol Değil, Spor Özlemi 40- Söz Uçar, Yazı Kalır 42- Alışkanlıklarım 43- Moby Dick İle Sohbet 45- Hayvan Sevgisi 47- Şundan Bundan 48- Yazlık- Mazlık 50- Anımsadığım Kadar Altmış Sene Önceydi 52- Empatiye Saplanma 54- Senin Aklın Ermez 56- Nostalji ve Notlarım 58- Bir Pertev Geçti 60- Trencimizdi O 62- Eskişehir’se Teferruattır 63- Nasıl Geçti Habersiz O Güzelim Yıllarım 65- Dalıp Gitmişim 66- O Bir Kahramandı, Hem De İlk 111 68- Bir Röportaj 7o- Üretmek 71- Kim Kazanır? 72- Arabacı Kemal 73- Bayram da Bayramdı Hani 75- Anlamlı Hediye 76- Yarış Bisikleti 78- Üç-Beş Anı 80- Yılbaşı 82- Yaşadık 84- Çer Çöp, Mum Direk 86- Eski Zaman Olur Ki 88- Siyasete Bakışım Soğuk 89- Eskişehir 90- Çukurpark 92- Türk İşi Dizi 93- Çelebi’siz Bir Gezinti 95- Şimi’nin Öyküsü 97- Beytullah Heper 98- Çelebi İle Bir Ömür 100- Eski Günler 101- Perşembe Pazarı 102-Tefrika-Mefrika 105-Şeker Bayramınız Kutlu Olsun 107-Eski Dostlar 109-İlginç 110-Yaşamöyküm 112