Sanat Meclisi - Tavır Dergisi
Transkript
Sanat Meclisi - Tavır Dergisi
Sahibi Tavır Yayınları adına Bahar Kurt Sorumlu Yazı işleri Müdürü Yeliz Yılmaz Genel Yayın Yönetmeni Gamze Mimaroğlu Yayın Danışmanları Veysel Şahin Naciye Yavuz Yazışma Adresi İstanbul Mahmut Şevket Paşa Mah. Mektep Sk. No: 4-B Okmeydanı - Şişli / İstanbul İletişim Tel: (212) 238 81 46 tavir2007@gmail.com www.tavirdergisi.org Ankara İdilcan Kültür Merkezi General Zeki Doğan Mah. İmam Alim Sultan Cad. No: 12/19 Mamak Tel: (312) 391 37 75 Hesap no (TL) 68-6634140 Selma ALTIN Garanti Bankası Galatasaray / İST Hesap No (EURO) Selma ALTIN Garanti Bankası Galatasaray / İST Fiyatı (DÖVİZ) Almanya: 5 Euro Fransa: 5 Euro Hollanda: 5 Euro Avusturya: 5 Euro İsviçre: 7,5 Frank İngiltere: 4 Sterlin Posta Çeki Hesap No Selma ALTIN 515 72 82 Abone Bedeli (Yıllık) 50 TL Baskı: Ada Ofset Matbaacılık Tic. Ltd. Şti. Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi E Blok (ZE2) 1. Kat Topkapı / İSTANBUL 14460 Yayın Türü: Yerel Süreli IÇINDEKILER aralik 2015 3 Mete YILMAZER 23 Hayati AZİM 5 Berrin SOYDAŞ 24 TAVIR 6 Fazıl AKTAŞ 8 Sanat Cephesi 10 Sinan GÜMÜŞ 12 Grup YORUM 14 Sanat Meclisi 34 Berkan ÖLMEZ 16 18 Sanat Meclisi 36 Fazıl AKTAŞ 19 Umut Seçimlerde Değil.. Akan Kan Nehirleri Aynı Denize Dökülür Kapitalist Koç’un Sayıklamaları Adalet İstiyoruz Bin İnsanlık Suçu Vize Uygulaması Şakılar Vize Tanımaz Efendiler Bütün Sanatçılar Birleşin Sempozyumdan Kısa Kısa Tavır Sanat Meclisi ile Röportaj Sanat Meclisi Sempozyum Sonuç Bildirgesi Berkin’den Soma’ya 19 Aralık 26 Çiğdem GAMZELİ Uyarı 28 Günay ÖZARSLAN Canan’ın Gözleri 31 Kıssadan Hisse Gerçek ve Yalan 32 Erkan KARAASLAN Vatansız Hapishaneden 10 Dakika Mülteci 38 Devrim SAVAŞ Gel Vatandaş... 40 Burak ERGÜN Modern Zamanlar 20 Arif DAMAR 42 İdil Devrim 21 46 HABERLER Şiir üzerine... Gülten AKIN Küçük Kızın Türküsü Kitap: Ateş Geçitleri 22 Dilek Doğan’ın Teyzesi Dilek’e Ağıt 1 MERHABA Sanat Meclisi geçtiğimiz ay ülkemiz açısından bir ilki gerçekleştirerek tüm sanat disiplinlerinden sanatçıları biraraya getirdi ve iki gün boyunca süren sempozyumda toplam 16 saat boyunca tartıştı. AKP iktidarının hayatın diğer alanlarına olduğu gibi sanat alanına da gerçekleştirdiği saldırılara karşı, sanatın kendi iç sorunlarına karşı birlikte mücadele ederek daha büyük, daha güçlü örgütlülükler kurmak gerektiği konusunda yüze yakın sanatçı birlik oldu. Bu sayımızda genişçe yeralan bu sempozyumdan geriye 19 maddelik bir sonuç bildirgesi yayınlandı. Sanat Meclisi sadece kararlar alan değil, kararı hayata geçiren olma iddiası ile yoluna devam ediyor. Tavır Dergisi olarak bizim de yeraldığımız bu meclise dergimizin sayfalarında yer vermeye de devam edeceğiz. Emperyalizmin ve işbirlikçi iktidarların beslemesi IŞİD kan dökmeye, katletmeye devam ediyor. Geçtiğimiz sayımızda Ankara’da yitirdiklerimiz vardı, bu sayıda Paris’te... Emperyalizm, kanlı terör örgütleri ile halkları korkutacağını, sindireceğini zannediyor hala. Devrimci müzik grubumuzun Grup Yorum’un yurtdışına çıkışı engellendi. Alman emperyalizmi yurtdışında yaşayan onbinlerce insanın biraraya gelmesinden kaygı duyuyor. Sömürülerinin, ırkçılıklarının teşhir edildiği yerlerdin Yorum konserleri. Avrupa’nın pekçok ülkesinde iki kat ezilen, sömürülen yabancıların biraraya gelmesi hel ki “Irkçılığa Karşı Tek Ses Tek Yürek” demesi emperyalizmin işine gelmiyor. Bunun için ne yasa dinliyor ne hukuk ne de insan hakkı. Vizesi olanlar bile “emir yukarıdan” denilerek sınır dışı ediliyor. Mülteciler... Sokak sokak yaşıyorlar. Emperyalizmin ülkelerinden ettiği, savaştan kaçarak bir umut yollara düşen mülteciler; yıllar sonra anlatılacak hikayeler biriktiriyor. Acı, gözyaşı, çaresizlik, sömürü, hasret hikayeleri... Bu sayımızda ülkelerini terkedip büyük umutlarla Avrupa kapılarını zorlayan mültecilere mektubumuz var. 2016 yılının ilk ayları yoğun geçecek. Tatlı bir telaş, yürütücü bir heyecan, ısrarcı bir emekle tüm Tavır sevenleri ile buluşacağız. En büyük silahımızdır eleştiri, özeleştiri... Tüm çalışanlarımız, okuyucularımız, dağıtımcılarımızla Ocak ayında geleceğimizi örgütleyeceğiz. 2016’da görüşmek dileği ile... Dostlukla... NOT: Değerli okurlarımız Tavır’a göndermek istediğiniz her türlü çalışmalarınızı “okuryazar@tavirdergisi.org” adresine gönderebilirsiniz. 2 Umut seçimlerde değil, halkın ellerindedir, Umut halk meclisleridir Son seçimlerde halkın bir kesimi hayal kırıklığına uğrarken, iktidar da beklemediği oy artışı karşısında hayretlerini gizlemedi. Özellikle aydın, sanatçı kesim şaşkındı. Önemli bir yakını vefat etmiş gibi yas tutanların ön safında aydınlar, sanatçılar edebiyatçılar vardı. Hatta ülkeyi terk ettiğini açıklayan bile oldu. 5 ay önceki zafer sarhoşluğunun ardından kısa süre içinde ruh halinin bu kadar değişmesinin nedeni nedir? Seçimlerden önce memleketin hali neydi ki, seçimlerden sonra ne oldu? Seçim sonuçlarına neden şaşırıyorlar? 7 Haziran seçimleri gerçekten zafer miydi? En büyük yanlışları milletvekili seçimlerine büyük anlamlar yüklemelerdir. En büyük suç da seçimin bir kurtuluş gibi gösterilmesidir. AKP biraz oy kaybedince sevinç çığlıkları attılar. Oysa seçimlerden önce de AKP'nin halka karşı saldırılarını arttıracağını görmemek için kör olmak gerekirdi. Ama halk seçime çağırıp umut veren partiler ve onları destekleyen aydınlar devlet ve faşizm gerçeğini yok saymışlardı. Ülkemizin sanatçılarının, aydınlarının kaderi midir böyle yanılmak? Dünyada faşizme karşı, emperyalizme karşı güçlü tavır alan aydınları biliriz. Oysa ülkemizde böyle bir aydın tavrı, aydınların faşizme karşı güçlü direniş geleneği yoktur. "Ülkemiz tarihsel olarak, kapitalizmin kendi doğal yatağında gelişmediği, bu nedenle de güçlü bir burjuvazinin oluşmadığı bir ülke. Dolayısıyla burjuva aydınının besleneceği kent kültürü de yok denecek kadar zayıftır. Batıda kapitalistleşme sürecinin başlangıcıyla birlikte, giderek artan biçimde düşün, sanat, edebiyat vb. alanlarda çağa damgasını vuran ve bugün hâlâ anılan 'burjuva aydın' tipini ülkemizde bulmak olanaksızdır. Tarihsel, sosyal, kültürel şartların sonucu olarak burjuvazi (ve aydını) tarihsel misyonundan kopuktur. Bu böyleyken, bizim gibi bağımlı bir ülkenin ''güdük'' burjuvazisinin ''güçlü'' aydınlar yaratması da olanaksızdı. Her ne kadar bu misyona soyunanlar olmuşsa da bunu başaramamışlardır. Doğallıkla ülkemizde, bir toplumsal grup olarak burjuva aydın kategorisinden söz edemiyoruz." (Haklıyız Kazanacağız) Aydınlarımız işte bu sınıfsal karakterlerinden dolayı seçimlere bel bağlarlar. Bu nedenle tutarlı bir çizgileri yoktur. "halkın, gözü, kulağı, dili olmaları gerekirken, kör, sağır, dilsiz rolü oynayanlar, belki kendilerine aydın diyebilirler, ama, halkın gözünde böylelerinin hiçbir değeri yoktur. Aydın olma misyonundan çok uzak, ama aydın sıfatı taşıyan bir yığın insanın, halka ve halkın mücadelesine ne kadar zarar verdiklerini, baskı dönemlerinde yılgınlık tohumları saçtıklarını, resmi ideolojiyle aynı sesi veren bir koro oluşturduklarını görüyoruz. Ama bunu yadırgamıyoruz. Çünkü yurtsever ve demokrat olmanın hiç de kolay olmadığı, bunun bile bir bedelinin olduğu ülkemizde aydın olmanın da yüklüce bir bedeli var. Sorun bunu göze alamamaktan kaynaklanıyor. Halkı ve egemen sınıfları birbirinden ayıran uçurum her gün biraz daha derinleşirken, aradaki köprüler de birer birer atılıyor. Aydınlar ise hâlâ arada duran köprülerden biri olma isteğinden kurtulamıyorlar. Geleneksel tavırlarını her şeye karşın daha fazla sinerek sürdürüyorlar." Haklıyız Kazanacağız isimli kitaptan uzun bir alıntı yaptık. Aydınlara dair yapılan tespit ülkemizdeki faşizme karşı aydınlarımızın tavırsız kalışını anlatıyor. Onlarca yıldır değişmedi Aydınların tavrı. Askeri cuntalar gelmiş, yüzbinlerce insana işkence yapılmış, binlerce kişi katledilmiş, ama aydınlarımız sessiz. Kör, sağır ve dilsiz'ler... Küçükburjuva sınıf karakterlerinden dolayı, başka bir alternatifi düşünemiyorlar bile. Seçimlerden umut bekliyorlar. Halkın örgütlenmesi, halkın mücadelesini görmez, hatta hor görürler. Halka güvenmiyorlar. En küçük halk hareketinde müthiş bir heyecana kapılıyorlar ama saman alevi gibi sönüyor bu heyecanları. 2013 Haziran Ayaklanması dönemi bu konda öğreticidir. Çok yakın bir tarihte birçok aydın Taksim Meydanına çıktı, şarkılar yaptı, "Gezi Ruhu"ndan bahsetti. Çok kısa süre sonra AKP toparlanınca Aydınları'da hedef aldı. AKP'nin baskılarına karşı çok hızlı bir şekilde aydınlar saflarını terkettiler. Halkla birlikte göründükleri kısa bir sürecin sonunda yine kendi kabuklarına çekildiler. Halka güvenmedikleri için, on yıllardır her seçimde umuda kapılırlar ve yine sonları hüsranla biter. Çünkü seçimlerin etkisi kısa sürede geçiyor. Ve çıplak gerçekle, açlık, yoksulluk ve faşizmle baş başa kalıyor ülkemizin aydınları. İşsiz kalmak, konser yapamamak, reklam filminde oynayamamak en büyük ceza oluyor onlara. Çünkü özendikleri burjuvalar gibi yaşamak istiyorlar ama bunun için çok fazla ödün vermeleri gerekiyor. 1 Kasım seçiminde de umutlarını seçim sonuçlarına bağlamışlardı. Yine yanıldılar. Seçimler sadece Faşizmin maskesidir! "Tek Yol Seçim” diyerek halkın daha fazla umutsuzlaşması, teslim olmasına yol açıyorlar. Halkımız faşizmi iyi bilir. Amerikalı askerleri 1970'lerde kovarken Faşistler saldırmıştı. Maraş, Çorum, Sivas katliamlarından bilir faşizmi. Martın 16'sında 7 canımızı alanlardan bilir. Gece kapısının kırılmasından, zorla koparılıp alınmasından bilir. Her hakkını 3 istediğinde coplanmasından. Hücrelerde elleri kolları bağlıyı yakmalarından bilir... Böyle ceberrut bir devletin, böyle gırtlağına kadar suça batmış bir devletin, böyle halkın kanını emen, açlığa mahkum eden devletin geleceğini oy sandığına bağlaması düşünülemez. Dünya tarihinde böyle bir şey olmamıştır. Devlet organları seçim sonucuna göre pılını pırtısını toplayıp terk etmezler. Tarihte böyle olmuştu, gelecekte de böyle olacaktır. Bu tarihsel gerçeklere gözlerimizi kapatamayız, unutamayız. Hayal kırıklığının nedeni de budur. Şairin dediği gibi o namert eller bir bir kırılacaktır. Ve seçimle faşizmi yenebileceğine kim inanır? Bile bile aldanmak niye, boş hayallere kapılmak neden? Halkın aydını, sanatçısı, yazarı seçimleri umut kapısı olarak görüyorsa büyük bir cehalet içindedir. "Düşündüğünü bile düşünmeyeceksin" diyor faşizm. Onların düşmanlığı namertçedir. Bu nedenle, seçimlere katılmak, faşizmin seçim sistemini meşrulaştırmaktır. Ona güç vermektir. Kitlelerin kandırılmasına ortak olmaktır. Kitleleri, sandıktan halkın özgür iradesinin çıkacağına inandırmaktır. Ülkemizde demokrasi, sadece faşizmin tekelindedir. Sömüren emperyalistlere demokrasi vardır. Halk için demokrasi yoktur, faşizm vardır. Halk ise kan bedeli can bedeli haklar kazanmıştır. Kazandığımız hakları korumak için de bedel öderiz. Artık çocukların bile ezbere bildiği bir gerçektir, Türkiye'yi Amerika Yönetiyor!... Çıkacak seçim sonucuna göre Amerika ülkeyi terk edip gitmeyecektir. Amerikan emperyalizmini kovmadan halk için demokrasi gelmeyecektir. Son 70 yılda ülkemizde ortalama 3 yılda bir hükümetler değişmiş. Madem seçimler “halkın özgür iradesini temsil ediyor” 70 yıldır seçimler yapılıyor neden halk için demokrasi yok o zaman? Bizi sömürenlerin partisi değişiyor ama hep sömürülen biz oluyoruz. Yazarlar, sanatçılar, yönetmenler, ülkemizin aydınlarını ne yapmalı? Umutsuzca seçime sürüklenen halkımıza ne demeli? Başka çıkış yolu yok mu gerçekten, başka kurtuluş yolu yok mudur? Spartaküsleri, Bedreddinleri, Pir Sultanları, Dadaloğullarını hatırlayalım. Tarih 4 boyunca egemenler kıyıcı olmuşlardır ve kalleştirler. Her zaman halkları sırtından hançerlemiştirler. Buna karşın, ne kadar güçlü görünürlerse görünsünler, eninde sonunda yok edilmiştirler. En büyük güç her zaman halkın örgütüdür. Bizim caddelerimizde de Açmaz Açamaz Deme Hiç Bir Zaman Bu Nar Çiçeği Açacaktır Elbet Bizim Caddelerimizde de Bayram Olacak Halkın üstüne Böyle Kalksa da Faşist Namlular Namert Ellerdir En Sonda Bir Bir Kırılacak Osmanlı nice katliamlar yapsa da, sarayları saltanatları yok olmuştur. Emperyalist ülkeler işgal etse de ülkemizi, kurtuluş savaşında yoksul Anadolu halkı örgütlenmiştir. Düşman işgalinden kurtarmıştır ülkemizi. Küçücük ülke Vietnam... Yüzbinlerce kişilik ordular, bizzat Amerika'nın yürüttüğü savaşta Amerika'ya unutamayacağı bir ders vermiştir. Bütün Avrupa emperyalizminin desteğiyle Sovyet halklarına saldıran Alman Faşizmi yok edilmiştir. Çok büyük bedeller ödenmiş 22 milyon Sovyet vatandaşı hayatını kaybetmiş, ama teslim olmamış. Faşizmin başkentine dünya halklarının umudu Kızıl Bayrağı dikmiştir. Binlerce yıllık tarihimiz göstermiştir ki, ne atom bombaları, ne yangın bombaları değildir tarihi değiştiren. Tarihin en yıkıcı ve yapıcı gücü milyonlar ve milyarlarca eldir. Bugün sanatçının görevi bu elleri birleştirmektir, halkı birleşmeye çağırmaktır. Umut halkın ellerindedir, halk meclislerindedir. Sadece dünyada değil, ülkemizde de olumlu örnekleri var. İlk olarak Gazi Mahallesi'nde kurulan Halk Meclisleri 1996'lı yıllarda onbinlerce kişiyi temsil ediyordu. Barınma sorunu, ulaşım sorunu, yolların yapılması, sağlık vb. birçok sorun Halk Meclisleri komisyonlarında çözülüyordu. Halk çok basit yöntemlerle sorunlarını çözüyordu. Hırsızlık olayları büyük oranda bitirilmişti. Okmeydanı'nda kurulan halk meclisi ise kadın çalıştıran içkili barlara karşı kampanya yaptı. Ve binlerce kişi, öncülüğünü kadınların çektiği eylemlerle bu tür barlar'ı mahalleden kovdular. Halkın tek çözümü işte bu Halk Meclislerindedir. Halkın aydınları, sanatçıları da kendi meclislerini kurmalıdır. Bugün çalışmalarını sürdüren Sanat Meclisi bu uğurda çalışmalara başlamış ve birçok sanat dalında mücadele ediyor. Berkin Elvan için yaptıkları klip ülke gündemine oturmuştu. Yani sanatçılar çok şey yapabilir, yeter ki isteyelim. Umut sadece kendi ellerimizdedir. Metin YILMAZER Akan Kan Nehirleri Aynı Denize Dökülür Öfkeliyiz, hem de çok… Hem de matem tutmaya vakit kalmadığından sevdiklerimizin, büyük insanlık ailesinin acısını bir kenara bırakacak kadar… Öfkeliyiz… Büyük katliam haberleri televizyon ekranlarından geçiyor. Sorumlusu emperyalizm olan yeni yeni katliamlar izliyoruz. Ankara’da, Şarm El Şeyh’te, Paris’te, Diyarbakır’da… O kadar çok ölen oluyor ki… Gün içinde sessiz sedasız gidenlere bakamıyoruz bile… Oysa emperyalizm hergün öldürüyor. Her gün birimizi ve hatta onlarcamızı ve hatta yüzlercemizi alıyor aramızdan… Genç, yaşlı, çocuk vs demeden; öğretmen, bilim insanı, doktor vs akmadan; hep alıyor. Doğası gereği… Emperyalizm savaşlarla yönetmeye çalışıyor. Derinleşen ve boğazına sarılan krizi savaşlarla ve katliamlarla püskürtmeye çalışıyor. Kuzu kuzu söz dinleyen işbirlikçi menfaattarlarıyla yetiştirdikleri terör örgütleriyle korkuyu hakim kılmak istiyor tüm halkların üzerinde. Korkuyu yaymak, ölümleri-sayıları kanıksatmak… Sonuç? Tek bir sonuç istiyorlar, cepler dolacak. İstikrar dedikleri bundan ibaret, terörle mücadele edilmeli dediklerinin altında bu yatıyor. Zirveleri bunun için yapıyor, birliklerini bunun için koruyorlar. Bunun için ölüyor ve bunun için hiç aralıksız öldürüyorlar birer ikişer, yüzer biner… Ve istiyorlar ki kimse sesini çıkarmasın. Oldu… Kafamızı gömüp toprağa görmeden, yorganın altında sessizce, sırtımızı dönüp umursamadan yaşayıp gidelim. Onca ağır katliamın sorumluluğunu tüm halklara, insanlığımıza atıp kurtulmaya çalışıyor. Ne diyorlardı “Hepimiz suçluyuz”. Kim verdi tırlar dolusu silahı, kim eğitti kamplarında kim yetiştirdi, kim doyurdu karınlarını katillerin. Kim dedi, yürü ya kulum… İnsanlık mı? Yok, yok öyle yağma… Yapıyorsunuz, katlediyorsunuz, yok ediyorsunuz, yıkıyorsunuz... Hesabını da vereceksiniz. Kaçamazsınız. Bugünden kiraladığınız uzay gemilerinizle uzaya mı gideceksiniz. Dünyanın değil, evrenin hangi köşesine gitseniz bulur sizi o insanlık… Bulur ve sarar hesabını, yerde kalmaz insanlığın ahı… Ne için yapılıyor onca katliam… Kimilerine göre din için… IŞİD gibi, El Kaide gibi örgütlerle ayrıştırarak, parçalayarak öldürüyor. Hem öldürüyor hem de halkları birbirine düşman etmeye çalışıyor. Sonra kendi beslemesi örgütlerle savaşıyoruz yalanlarıyla kanlı ellerini temizlemeye çalışıyor emperyalizm. Oysa yıllarca aynı şeyi yapmadı mı, belki böyle biranda yüzlerle ifade edilmedi ölenlerin sayısı. Belki biranda bu kadar yakıcı olmadı, bu kadar korkutucu görünmedi gözlere… Ama yıllarca öldürdü… Bombalarla, füzelerle, yozlaştırma – asimilasyon politikalarıyla, tecritle öldürdü… Hem de çok. Hala da devam ediyor. Hem öldürdüler hem de sonrasında binbir türlü yalanla, lafazanlıkla yeni yeni katliam planlarının, sömürü ve yağmalama politikalarının malzemesi haline getirdiler bu katliamlarını... İşte yıllardır sürgit devam eden bu politikalarının sonucudur Paris’te yaşananlar da. 132 kişi katledildi Paris’te… Ve yüzlerce kişi yaralandı. Genç, yaşlı, Fransız, Türk… bakılmadan… IŞİD’in gibi katliamcı örgütleri beslerken, ezilen halkların üzerine salarken düşünemediniz mi? Ha, yoksa kendi halkınız da mı umurunuzda değil? Halkı hedef almayan eylemleri sadece devrimciler yapar. Emperyalizmin ise halkı hedef almayan tek bir eylemi yoktur. Terör listeleri çıkarır ve devrimci insanların başına ödül koyarlar. Sokak ortasında ve hatta evinin içinde vururlar gencecik insanları. Sonra mağduru oynarlar. Irak’tan Afganistan’a, Afrika’dan Filistin’e, Somali’ye, Suriye’ye… oluk oluk kan akıtmadan bıkmıyor emperyalizm. Yalnız o kadar temizlik düşkünü ki, elleri kirlenmesin de aman yüzüne kan gelmesin diye kanlı örgütler kuruyor. Ama nafile… Bu çekilen tüm acılan halkları birbirine yaklaştırıyor biryandan. Emperyalizm sanmasın ki her defasında plan tutar. Bölerim, parçalarım, yanıma kar kalır. Öyle değil… Sadece kültürel yakınlık değil, acılar birleştirir halkları… Fransız halkını Müslümanlara düşmanlaştırma oyunu tutar mı tutmaz mı bilemeyiz ama en nihayetinde emperyalizme karşı dökülen kanların hesabı birleşir. Akan kan nehirleri aynı denize dökülür. Bizim ülkemizde de çok gördük kanlı günleri. Kürdistan oluk oluk kan akıyor… Maraş’tan, Çorum’dan, Sivas’tan, hapishanelerden, maden ocaklarından, tersanelerden… Akmaya da devam ediyor. O denize ulaşıyor çocuklarımızın, gençlerimizin, işçilerimizin… akan kanı… Akan kan korkumuzu alıp götürüyor, sabrımızı da… Geriye bir taş gibi öfke kalıyor ve bir de taprak gibi sevgimiz… Düşmana öfke, dosta sevgi… Büyüyor… Acılarımız gibi buluşuyor umudumuz… Dinine bakmadan, milliyetine bakmadan, farklı kültürleri zenginlik sayarak, farklı dilleri zenginlik sayarak birleşiyor. Ve bu savaşı başlatanlar, can çekişmeyi başlatanlar değil; halkların kardeşleri kazanacak… Savaşa savaşa… Berrin SOYDAŞ 5 KAPİTALİST KOÇ’UN SAYIKLAMALARI Bülent Abi, bak sen de benim gibi düşünüyorsun ne güzel. Değişmeliyiz hepimiz, bu sistemi elbirliği ile değiştirmeliyiz… İlahi, yok efendim ben kim komünizm kim, güldürme beni lütfen. Değişmeliyiz değiştirmeliyiz derken öyle diyalektiği yeni öğrenen gençler gibi değil aksine kapitalizmi insanileştirmekten bahsediyorum. İnsanileşmez mi, abi niye öyle diyorsun ya vardır bi çaresi… Sen de şu barbarlar gibi vahşi kelimesini kullanmıyor musun vallahi sinir oluyorum. Ben de biliyorum elbette öyle olduğunu ama abi yerin kulağı var, bizim ağzımızdan öyle şey duyarsa bu baldırıçıplaklar bize ne yapmazlar sonra 6 maazallah… Deme lütfen abi öyle şeyler. İnsanileştirmek ne demek mi, bak anlatayım… Ne bileyim az biraz elimizi cebimize atalım, insani yardım, sosyal hizmet, yeni iş alanları, yeni istihdam vesaire olmaz mı? “Cık” mı? Ya Bülent abi sen söyle o zaman, senin dediğin değişim nasıl olacak? Sen de mi bilmiyorsun, bilsen söylerdin evet. Ama abi bak şu Marksistlerin dergilerinde “Gecekondulardan gelip gırtlağımızı kesecekler” lafı daha sık yazılır oldu, yeminle söylüyorum bu lafımız ne zaman duysam elim gırtlağıma gidiyor, sanki kesilmiş gibi hissediyorum. Hangi terbiyesiz söyledi o lafı sen hatırlıyor musun, ulan başka laf mı bulamadın korkunu anlatacak, hayvan? Sen de hatırlamıyorsun değil mi, bi yakalasam soracağım ben ona… Abi dur yapma öyle, espri mi yaptığını sanıyorsun o boğaz kesme işaretiyle? Mizah bu değil abi, hiç gülmüyorum görüyorsun. Ben nelerin nelerin derdindeyim, sen neyin peşindesin. Abimizsin, işin duayenisin, hani deyim yerindeyse kapitalistlikte herkese tur bindirirsin, esas sizlerin bunları düşünmesi lazım, benim gibi yenilere bırakıyor- sunuz, olmuyor böyle lütfen… Ha ne diyordum abi bak G20 Zirvesi toplandı. Bizim bademler, başta da şu megaloman ve minik şebeği, gülersin tabi değil mi, hakkaten abi adamı konuşturmadı bile zirvede, her şeyde o vardı, rezil etti o şebeği gerçekten. Hani bu adamdaki hırs Hitler’i bile ağlatır yeminle. 2. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın başında bu olsaydı soğuk moğuk dinlemez bütün Alman ırkını o topraklara gömerdi de teslim olmazdı valla. Neyse ya bizim dediklerimizi yapıyor ya sen ona bak. Ha çalıyor tabi ama abi çaldıklarına baksana, ondan on milyon bundan yirmi milyon, çapsız tabi n’olacak fıtratı bu hah hah hah… Dur abi biraz da ben güleyim, hep sen mi güleceksin? Bak Halit Narin geldi aklıma, sen hatırlarsın benim yaşım yetmiyor. 12 Eylül’de, “Şimdiye kadar işçiler güldü şimdi sıra bizde” demiş ya, hatırladın değil mi? Hakkaten abi siz de o zamanlar büyük tehlike atlatmışsınız ha, babam hep anlatırdı bize o yılları. Az para dökmemişsiniz askeriyeye anarşistlerden kurtulmak için. Tabi canım tabi vatan elden gidecekti nerdeyse bilmez miyim? Yapma Bülent abi, sen de ben de biliyoruz ki vatan matan kimin umrunda, paracıklar gidecekti asıl paracıklar. Dedem anlatmıştı bi kez, en korkağınız da şu Sakıp’mış, adam iki bavul dolusu parayla gitmiş Türkeş’in yanına, al senin olsun yeter ki şu anarşistleri tepele demiş. Dedemden de para istemiş biliyor musun, adam burada bile Kayserililiğini göstermiş bak, canının derdine düşmüşken bile para hesabı yapıyor, dedem uyanık tabi nakitim yok Sakıp Ağa, demiş savmış bunu. Dedemde zaten hiçbir zaman nakit olmazdı ki hah hah hah… Ha bu Sakıp bize çok gelirdi biliyor musun, 12 Eylül’ün ertesi günü damlamıştı bize, tabi o koca çenesiyle kahkahalar atarak girdi içeri, “Vehbi Bey bu, bir gün kaybedersin ertesi gün kazanırsın değil mi?” dedi dedeme. Dedem de buna gene Allah’ın sevgili kullarıymışız, verilmiş sadakamız varmış ki kurtulduk bu anarşiklerden. Eh sadakamız biraz büyük oldu ama ne yapalım kaz gelecek yerden tavuk esirgeyecek değildik ya? Para, “Sen kaybedebilirsin ama ben hiç kaybetmem, ben eşeğimi sağlam kazığa bağlarım her zaman. Sen çakallara yem verdin ben çakalların ağababalarına, esas sahiplerine; ben asıl sahiplerini satın aldım” demişti. Hah hah ha… Aman abi imse duymasın bu dediklerimi. Ha abi bak dedemin “Herkesin bir fiyatı vardır” anlayışı vardı biliyor musun? Bi de fıkrası vardı bununla ilgili, hani adam kraliçeye bu lafı söylemiş de kraliçe benim de mi demiş ya. Adam da “Bana bir gecenizi ayırın size 999 bin katrilyon sterlin vereyim” demiş, kraliçe “Siz o kadar parayı nerden bulacaksınız” diye sorunca da, “Bakın fiyatta anlaştık, iş parayı bulmaya kaldı” demiş… Neyse işte, Sakıp Ağa da demek aynı kafadandı bizim dedeyle ki hiç bozulmadı valla, herhalde sevinçtendi, yoksa dedem bunu itin şeyine soktu soktu çıkardı o gün. Hah hah ha.. Aman abi kimse duymasın. Yerin kulağı vardır. O ne? Birimi var abi orda. Ha… Yok yok ben öyle sandım. Evet abi gevezeliği bırakıyorum haklısın, ama bak laf lafı açıyor görüyorsun. Ne diyorduk G20 zirvesinden bahsediyorduk. Abi bence zirvenin ana konusu kapitalizmi insanileştirmek olmalıydı çünkü iş böyle devam ederse ne G20’si ne G10’u, zirve toplamaya ülke kalmayacak baldırıçıplaklar hepimizi tepeleyecek. Bakma aslında hepsi de bunun farkında, başta da Amerika. Görmüyor musun abi, adamların girmediği ülke kalmadı, krizini atlatmak için işgal etmediği yer yok neredeyse. Eh o krizde de biz değil miyiz sanki? Adam bize de yüklüyor krizin önemli bir miktarını, her yerden kazanıyor yani. Eh tabi adam güçlü, krizini atlatıyor da olan bize oluyor, en başta bizim gibi ülkeler gidiyor, terörden başımızı kaldıramıyoruz. Ama bak bu iş onlara da artık bulaştı ya ben en çok buna seviniyorum. Şu kibirli Fransızların aşk başkenti noldu öyle Bülent abi değil mi? Kendi elleriyle kendi cellatlarını yarattılar valla elbirliği ile. Suriye sevdasına besledikleri yamyamlar geldi sekiz yerde birden eylem yaptı Paris’in orta yerinde. Abi gene bizim bademlere can kurban, bunların iktidar olduğu ülkede yaşanır mı ya değil mi? Abi sana bunlar hiçbir şey yaptırmaz, golf bile oynatmaz, düşüncesi bile korkunç… Tamam kullanalım mullanalım ama bir yere kadar değil mi? Sonra Ladin gibi okyanusun dibine abi, neme lazım en iyi Müslüman ılımlı Müslüman gene. Hırsız da olsa ılımlısından şaşmayacaksın hah hah hah… Senden aldım sırayı sana bi daha vermem gülme işini bilesin hah hah hah. Aman abi kimse duymasın, herkes bizi sadece kapitalist sanıyor. Bak gene gırtlak dedim, kesiyorlar dedim, ne bok yedim de dedim bilmem, gene gırtlağım ağrıdı… Hah aldın sırayı gülersin tabi, napayım abi korkak de ne dersen de gırtlak denildi mi ağrıyor işte bu meret. Abi sen onu bunu bırak da ne yapacağız onu söyle. Ben attım bi laf ortaya sen peşimden geldin, oradan birileri daha atladı beni haklı gören sözler etti filan, eee gerisi? Tın yok hiçbirinizde, abi durum gerçekten ciddi niye anlamıyorsunuz? Akarken dolduruyoruz küpleri tamam anladık ama abi bir yandan da herkes servet düşmanı oluyor karşımızda, sadaka madaka nereye kadar gidecek ki? Bizim megaloman, sadaka toplumu yarattım diye övünüyor salak; ama bu papaz her zaman bu pilavı yemez abi. Yakında bizim Migrosları yağmalarlar bunlar Meksika’daki gibi, Arjantin’deki gibi. Hadi üçünü beşini yağmalasın ama işi sadece market yağmalamayla kalmaz da senin benim tüm fabrikalarımıza getirirlerse ki bu hiç de uzak ihtimal değil çünkü bu ülkede hala Leninist yapılar var elde silah gündüz gözüyle Adliyeye dalıp savcı vuranlar var, o zaman ne yaparız abi sen söyle ne yaparız? Bak betin benzin attı birden, o kadar ilaç üretiyorsun vardır yanında sakinleştirici filan, at bi tane de rahatla hah hah hah… Mizah bu değil mi? Benim lafımı bana satıyorsun, kapitalizmden mizahta bile sıyrılamıyorsun, bi espri yaptım on dakikadır ayılamıyorsun hah hah hah… Niye kızıyorsun Bülent abi ya şiirli miirli espri yapıyorum sana daha ne istiyorsun? Abi yaşına hürmeten bi şey demiyorum ama niye küfrediyorsun şimdi, abi bak tansiyonun yükselecek kötü bi şey olacak sakin ol lütfen abi. Abi ne oluyor, yüzüne bi şeyler oluyor değişiyorsun, sen sen sen Bülent abi değilsin, kimsin sen peki, o elindeki bıçak mı ne o? Hayır hayır dur lütfen kesme gırtlağımı dur, ne istersen veriririm duuuur duuur, hayıııııııııırrrrrr…. Oh oh oh rüyaymış vallahi de billahi de rüyaymış, rüyaymış rüyaymış… Tanrım peki gırtlağım niye bu kadar ağrıyor? Fazıl AKTAŞ Müslümanlıkta bile liberalizm lazım, bu IŞİD’de liberalizm ne gezer abi, adamların elinde bıçak gırtlak kesiyorlar boyuna… 7 ADALET İSTİYORUZ... AND OLSUN ŞART OLSUN AHIMIZ MAHŞERE KALMAYACAK. HAK YERİNİ BULACAK. Fransa'da karikatüristler, İslamcı örgüt tarafından öldürüldükten sonra, nefreti nefretle kaldıramazsın… diye akıl vermişti bazı TV programcıları. Bu düşünce tek başına programcının bireysel düşüncesi de değil. Birçok yazar, araştırmacı, profesör aynı şekilde düşünüyor. İslamcı örgütlerin katliamcılığı yıllardır devam ediyor. Onar onar, yüzer yüzer katlediyorlar. Bombalı araçlar patlatıyorlar. İslamcı örgütlerin hiçbir adalet kıstaslarının olmadığını biliyoruz, işkence, tecavüz, katliam yaparlar arkasından da Allahu Ekber nidaları atarlar. Bu örgütleri besleyen de esas olarak yine Amerika, Fransa, Almanya... Buna karşılık ne yaparlar, birkaç kısa televizyon programda söz edilir ya da edilmez. Reyhanlı'da El Kaide'nin patlattığı bomba unutturuldu, hiç kimse ondan söz etmiyor artık. Ama aynı İslamcı örgüt Avrupa'da birini öldürdüğünde, işler değişiyor. Çünkü orada "kıymetli bir kurban" öldürülmüş oluyor. Ama sorun şu, Fransa’daki karikatürcüleri öldürenlerin peşinden sürek avı başlatan bir ordu gitti. Ve insan avı başlattılar. Bir anda bütün yasalarını hiçe saydılar, hiçbir kanun tanımadılar. Hatta rehineleri bile öldürdüler. Kapitalizm böyle bir nefretle, böyle bir kinle saldırıyor halklara. Dünyanın gözü önünde yaşanan bu insan avını canlı yayınlarda izlettiler. Avrupa'da 8 demokrasiden bahsedenler bu insan avını aklından çıkarmasınlar. Fransa'nın Cezayir’de döktüğü kan nehirler olup akmıştır. Nato'dan önce davranıp Libya’yı bombalayan da Fransa'ydı. Yani masum, şirin bir Paris yok karşımızda. Eyfel'in ışıltıları altında romantik gezilerin başkenti değil Paris. Yüzlerce yıldır Afrika ve Ortadoğu’da en çok kan döken ülkedir. Televizyon programcıları bunu unutturuyorlar. Neymiş, Fransa Müslüman halka en çok olanak tanıyan ülkeymiş... Tanıyacak tabi... Yüzlerce yıl sömürdüler ve köleleştirdiklerini Fransa’ya hizmetçi olarak getirdiler. Milyonlarca Afrikalı şimdi Fransa’da yaşıyor. Fransa hak vermek zorunda. Yoksa ayaklanmalar patlıyor. Kimse Fransa'nın demokratlığından bahsetmesin. İşte o Fransa öyle bir kinle insan avı başlattı ki, aklımızdan çıkarmamamız gereken yer orasıdır. Nereden geliyor bu öfke. Karikatürcülerin intikamı değil sadece. Yüzlerce yıllık egemenliğin öfkesidir. Ortadoğu’da, silah verdikleri İslamcıların, yüzerce kişiyi katletmeleri Fransız egemenlerini umurunda bile değildir, tersine sevinirler çünkü büyük paralar kazanırlar. Ya da Paris'de bile bir sürü cinayet işleniyor. Ama Paris'in ortasında "kölelerin" efendilerine silah çekmesi... İşte Fransız egemenlerini ve dünyanın büyük devletlerinin patronlarını öfkelendiren budur. Sıradan bir cinayet değildi bu. Nasıl cesaret ederler bir Fransız vatandaşına silah çekmeyi... Kölecilikten beri devam eden, kölelere karşı olan kinlerini anında gösterdiler. Büyük bir sınıf kiniyle, dünyanın bütün egemenleri birleşti. Aralarında ne kadar husumet olsa da, halka olan kinleri, halka olan düşmanlıkları onları birleştiriyor. Hiçbir yasa, kural tanımıyorlar. Egemenlerin bu kini, bu öfkesi Nazileri doğurmuş, Hitler'in önderliğinde 44 milyon insanı katletmişti. Nefreti nefretle çözemezsin diyenler, bunu öncelikle Fransız devletine söylemeli. Benzerleri ülkemizde de yaşanmıyor mu? Sivas katliamı, ülkemizin en değerli yazarları, aydınları diri diri yakıldı. Tek kişiden hesap sorulmadı. Daha sonra milletvekili oldular. Sivas Katliamı nasıl çözülecek. Yüzleşerek mi? Kiminle yüzleşeceksin? Nasıl yüzleşeceksin? Yüzleştin diyelim, ne soracaksın? En önemlisi 35 aydınımızı yakanlara Ne yapacaksın? Yüzleşmek lazım diyenler düşünmeden konuşuyor. Bu soruların hiçbiri aklına bile gelmiyordur. Yüzleşmek dedikleri unutmaktır. Düzenin yasaları bile, bu "demokrat" yazarlardan daha ileri, en azından ceza verilmesi gerekir diyor. Anayasasında bile bu cinayetlerin, bir cezası var. - Aydınlarımız, sanatçılarımız, hiçbir anlama gelmeyecek kavramları uydurarak, kendileri sorumluluk almaktan kaçıyorlar. Bu suçlar cezasız mı kalsın. Mahkemeler yıllardır tek bir kişiyi bile cezalandırmadı. Ülkemizde halka karşı işlenen hiçbir cinayetin hesabı sorulmadı. Düzen, halkı daha çok sömürmek ister. Köle gibi çalışmasını ister. En küçük bir başkaldırıyı, ihanet olarak değerlendirir. Tayyip'in dönüp dönüp Berkin Elvan demesinin nedeni de budur. Büyük bir öfke duyuyor, büyük bir kin duyuyor. Çünkü Berkin Elvan milyonlarca insanın duygusunu, düşüncesini Tayyip'e karşı birleştirdi. Tayyip iktidar koltuğuna, çıkarlarına yönelik en küçük bir tehdide bile tahammül edemez. Nasıl ki Fransa da, güpegündüz insan avına çıktılar. Aynısını Tayyip Haziran ayaklanması sürecinde yaptı. Dünyanın başka ülkelerinde de zenginlerin saltanatını koruyan iktidarlar, halka düşmandırlar. Halk onlara göre, onların ayak işlerini yapacak olan kulları, köleleri olmalıdır. Barış... diyorlar. Halkın kanı ne zaman dökülürse, koro halinde "BARIŞ" diyorlar. Nefreti nefretle kaldıramazsın, yüzleşmek lazım diyorlar. Hiçbir zaman aydınların, katliam yapan devletin kapısına dayanıp, yüzleşmeye çalıştığını görmedik. Sadece bu gidişata dur demek isteyenleri durdurmak için uydurulmuş bir kavramdır "yüzleşmek." "Kapitalizmin para için işlemeyeceği cinayet yoktur. Yüzde on garantili kar her yerde kulanılabilir. Yüzde 20 de kızışan, yüzde elli de delice bir cesaret gelir. Yüzde yüzde tüm insani yanları ayakları altına alır. yüzde üçyüzde, işlemeyeceği cinayet yoktur, darağacı pahasına bile olsa... " İşte Tayyip Erdoğan'ın ve egemenlerin ruh hali böyledir. Bedeli ne olursa olsun sömürmek istiyorlar. Bu ülkenin aydını, sanatçısı da halkın yanında olmalı. Hak yerini buluncaya kadar adalet istemekten vazgeçmemeli. Halkla birlikte "ADALET İSTİYORUZ" alıncaya kadar mücadele etmeye devam edeceğiz… diyebilmelidir. Aydının görevi halkın öfkesini yumuşatmak olmamalıdır. Halk fırsatını bulduğunda hesap sorar zaten. "yüzleşmek lazım" "Nefretin diliyle konuşmamak lazım" gibi halkı uyutan olmamalıdır. Böyle yaparak, Zalimlere, egemenlere hizmet eder. Böyle yapmamalı, aydının yeri halkın yanıdır. Sanat Cephesi Biz, hayaller âleminde yaşamıyoruz. Bütün tarih boyunca sanatçılar, zalimlere, egemenlere karşı öfkeyle yazmış söylemişler. "ok gıcırtısından, düşman kanından, çizmem dolup, şalvar ıslanmalıdır" demiş Köroğlu. Berkinleri katlettiler, Hasan Feritleri katlettiler, milyonlarca gaz bombası atıyorlar... Maden kazalarında yüzer yüzer "Biri yer biri bakar, Kıyamet ondan kopar" katlediyorlar. Biz hesap istediğimizde de, demiş Ruhi Su... RUHİ SU - ATASÖZÜ Dinleyin arkadaşlar bir atasözümüz var Biri yer biri bakar kıyamet ondan kopar Kıyamet dedikleri ha koptu ha kopacak Yoksuldan halktan yana bir dünya kurulacak Görmüşler ileriyi atalarımız demek Herkese yeter dünya herkese yeter ekmek ENVER GÖKÇE AND OLSUN ŞART OLSUN Ben Böyle Taşların Çukurların Içinde Kalmışsam Yalnızsam Hor Görülmüşsem Arkasızsam Ve Böyleyse Bahtı Siyahım Yemin Kasem Olsun Ve And Olsun Şart Olsun Yerde Kalmaz Ahım 9 BİR İNSANLIK SUÇU VİZE UYGULAMASI Bu dünya üzerindeki her insanın, dünyanın tüm güzelliklerinden, zenginliklerinden faydalanma hakkı vardır. Bu dünya üzerindeki her insanın, insanlığın yüzbinlerce yılda biriktirdiği tüm bilgiye, kültür hazinesine, tecrübeye ulaşma hakkı vardır. Bu dünya üzerindeki her insanın, dünyanın tamamını görme, gezme, ziyaret etme hakkı vardır. Diğer halkları tanıma, kaynaşma, onlarla dayanışma içinde olma hakkı vardır. Ama bu hakları kendilerine ‘devlet’ diyen örgütlenmeler tarafından gasp edilmektedir. ‘Devlet’ isimli bu örgütlenmeler, insanlığın ilk gününden beri yok. İnsanlar on binlerce yıl devletsiz yaşayabildiler. 10 Ne zaman ki savaşlar başladı, insanlar başka insanları köleleştirmeye başladı ve köle sahipleri köleleştirdikleri bu insanları zorla çalıştırmaya başladı; yani kısaca sınıflar ortaya çıktı; devlet de o zaman doğru. Yani devlet bir sınıfın bir başka sınıfı kontrol altında tutma, ona hükmetme aracı olarak, bu ihtiyacın sonucunda ortaya çıktı. Günümüzde de devletin tek amacı budur. karakoluyla, ordusuyla, maliyesiyle, okuluyla... Kısaca yüzlerce kurumlaşmasıyla bu görevini yerine getirir. Bu görevlerin başında, dünya zenginliklerinin bir avuç asalak tarafından paylaşılıp, milyarlarcasının bunlara erişememesine rağmen, bu düzenin sorunsuz işlemesini sağlamak gelir. Yani yasalar güçlüden yanadır. Burjuvaziyi halklardan ayrıcalıklı tutar ve onu korur. Bu eşitsizlik devletler ölçeğinde de geçerlidir. Ülke içinde nasıl ki güçlüler ve yoksullar varsa, devletler içinde de güçlü olan ve zayıf olanvardır. Ülke içinde güçlü olan burjuvazi, zayıf olan proletaryadır. Devletlerde ise güçlü olan sömürücü Her şeyiyle burjuvaziye hizmet etmek için olandır yani emperyalistlerdir. Zayıf olan şekillendirilmiş olan devlet ise; yasasıyla, ise sömürge ülkelerdir. anayasasıyla, hapishanesiyle, polisiyle, Azınlık olan burjuva sınıfı, devasa çoğunluktaki halk yığınlarını kontrol altında tutmak ve denetlemek için devlete ihtiyaç duyar. Ülke anayasaları nasıl ki zenginleri koruyorsa, uluslararası yasalar da zengin ülkeleri korur. Ülke içindeki eşitsizlik, uluslararası alanda böyle işler. Örneğin burjuvazinin kendisinin bile kabul ettiği, evrensel bir hak vardır. Seyahat özgürlüğü... Her insan istediği her yere gidebilir, gidebilmelidir denir. Devletlerin uygulamasında ise bunun önüne geçen sayısız yasa vardır. Bunların başında da vize uygulaması gelir. Devletler, kendi ülkesinden olmayan kişilerin ülkelerine gelişine karar vermek için kişiyi incelemeye alır. Ve bu inceleme sonucunda ülkesine girip giremeyeceğine karar verir. Bu uygulamaya ‘vize’ uygulaması denir. Ama burada tam bir eşitsizlik vardır. Gelişmiş bir ülkenin yani diğer halkları sömüren bir ülkenin vatandaşıysanız, hiçbir vize uygulamasına tabi tutulmazsınız. Örneğin bir ABD vatandaşı, bir İngiliz vatandaşı, bir Alman vatandaşı elini kolunu sallayarak tüm dünyayı gezebilir. Bunun için o ülkelerin devletlerinden izin istemez. Kaldı ki, kimse de ona vize sormaz zaten. Ya da tamamen formalite bir uygulamaya tabi tutulur. Oysa ki gelişmemiş bir ülkenin, sömürülmekte olan bir ülkenin sıradan bir vatandaşı iseniz gideceğiniz ülkenin konsolosluğu tarafından adeta cehennem azabı yaşatılır. Önce yedi sülalenizin durumunu gösteren belgeler istenir. Yetmez, sonra ekonomik durumunuzu belgelemeniz istenir. Banka hesaplarınız, maaş durumunuz, tapularınız, sigortanız vb... Tüm özel - mahrem tüm bilgilerinizi sizden alırlar. Bunlar da yetmez, eğer ki bunları tamamlamışsanız bu defa sorgulama başlar. Adeta polis sorgusudur. Nereye gideceksin, kime gideceksin, ne yapacaksın, nerede kalacaksın... Uçak biletlerinizden kalacağınız otele kadar tüm bilgileri ayrıntılı olarak isterler. Bu uygulama tam bir aşağılamadır. ‘Benim ülkeme gideceksin ama önce bunu hak ediyor musun bir ona bakalım’ denilmektedir adeta. Onu ikna etmek zorundasınızdır. Bütün belgelerinize rağmen ikna olmayabilir. Diyelim ki ikna oldu. Orada bitmez. kaldırılmak zorundadır. Bu defa da ülkeye girişte başlar başka bir seremoni. Pasaport sırasından geçersiniz ve pasaport polisinin sorgusu başlar. Onca insan arkanızda sıra bekliyorken bağıra çağıra aynı soruları bir kez de o sorar. Normal şartlarda biraz onuru olan, biraz gururu olan bir devlet, vatandaşlarını bu kadar aşağılayan ülkelerle mücadele eder. Bu uygulamayı ortadan kaldırmaya çalışır. Bunu yapamıyorsa gerekirse bu vize uygulamasının aynısını o ülkeye yapar. Bir yaptırım olarak. Bu uygulamayı kaldırmaya dönük bir baskı aracı olarak... Vizeniz vardır ama bunun bir önemi yoktur. Bu defa da polisi ikna etmek zorundasınızdır. Nerede kalacaksın, kime gideceksin, paran var mı... Ve var olan paranı çıkarıp göstermeni ister... Ülkemiz halklarının, tüm dünya halklarının bu şekilde aşağılanmasına, emperyalizmin uşağı olan iktidarlar son veremez. Dolayısıyla aşağılama konsolosluktan başlar, pasaport sırasına kadar devam eder. Onların onuru olsaydı uşaklığı kabul etmezlerdi. Gelişmiş ülkenin vatandaşı elini kolunu sallayarak tüm dünyayı gezer, gelişmemiş ülkenin vatandaşı her adımda izin almak zorundadır. Bu onursuzluğu değiştirecek olan bağımsız bir ülke kuracak olanlardır. Eşitsizliği, adaletsizliği ortadan kaldıracak olanlardır. Ve bu izin süreci de son derece ırkçı, aşağılayıcı yöntemlerle yapılır. Dünya halkları bu yöntemlerle de aşağılanır. Adeta ‘karşımızda yerinizi bilin, haddinizi bilin’ denilir... Dünya halklarına dünyanın tüm zenginliklerini de, bilgi birikimini de, kültürel mirasını da, dünyanın tüm güzelliklerini görebilme ziyaret edebilme hakkını da verecek olanlar sosyalistlerdir, devrimcilerdir... Seyahat herkesin hakkıdır. Her hangi bir devlet bunu ‘güvenlik’ vb gerekçeleriyle gasp edemez. Kontrol etmesi bir yere kadar anlaşılabilir ama gasp edemez. Engelleyemez. Aslında uluslararası yasalar da buna izin vermez. Ama uygulamada kimse bu yasaları takmaz, kendi kurallarını uygular. Bu vize uygulaması nedeniyle Grup Yorum Almanya’da vereceği 20.000 kişilik konser için vize alamadı. Alman devleti vize başvurusunu ‘ülke güvenliği’ gerekçesiyle reddetti. Vize almayı başaran dört kişi ise gittikleri Almanya’nın Köln şehri havaalanında dokuz saat kadar tutulduktan sonra yine ‘güvenlik’ gerekçe gösterilerek ülkeye iade edildiler. Bu uygulama nedeniyle aylardır örgütlenmekte olan bir konserine katılamadı Yorum üyeleri... Kendileri elini kolunu sallayarak her istedikleri zaman gelir, bizler ise böylesi büyük organizasyonlarımıza bile gidemeyiz. Sadece ulusal ölçekte değil, uluslararası ölçekte de bir adaletsizlik vardır. Bu adaletsizliğe de ancak sosyalistler, devrimciler son verebilir. Buna karşı mücadele etmek için sosyalist bir ülkeyi beklemeye gerek yoktur. Bu mücadele günümüzde de karşımızda duran, yapmak zorunda olduğumuz bir mücadeledir. Örneğin ülkemiz aydın ve sanatçıları olarak bir vize muafiyeti mücadelesi vermeliyiz. Konsolosluklardaki, sınır kapılarındaki bu aşağılamaya karşı birlikte bir program çıkartıp mücadele etmeliyiz. Gerekirse boykotlar örgütlemeliyiz. Israrlı olursak kazanacağımız kesindir. Haklarımızı kimse bize bahşetmeyecek. Bu hakkımızı da diğer bütün haklarımızı kazandığımız gibi biz kendi ellerimizle kazanabiliriz. Sinan GÜMÜŞ Bu adaletsizlik, bu eşitsizlik ortadan 11 . SARKILAR VIZE TANIMAZ . . EFENDILER! Bu sene Almanya’da “Irkçılığa Karşı Tek Ses Konseri”nin dördüncüsü düzenlendi. Avrupa’nın dört bir yanından ücretsiz otobüsler kaldırıldı yine Grup Yorum gönüllüleri tarafından; Akdeniz kıyısı Marsilya’dan, Alp Dağları’nın ardı Viyana Innsbruck’dan ve İngiltere’nin kalbi Londra’dan ve daha pekçok ilden uzun mesafeler kat ederek geldi yine Yorum severler. 20 bin yürek olmaktı bu yılki hedef. Ülkemizde beş şehirde yaptığımız ve milyonlarca insanın katıldığı 30. yıl konserlerimizi, Avrupa’da da her zamankinden daha görkemli bir konserle noktalayalım istedik. Evet, hedefimiz büyümüştü, ama bu sefer baskılar da büyüdü. Geçen yıl 15 bin kişi gelmişti Oberhausen König Pilsener Arena'daki konsere, bu sene ise 20 bin kişilik hedefimize ulaşacağımıza dair bir şüphemiz yoktu. 8'i Türkiyeli 10 esnafın devlet destekli Nazi çeteler tarafından katledildiğini teşhir ettiğimiz; Türk, Kürt, Alman, Arap ırkçılığa karşı birlik olalım dediğimiz, ırkçı politikalara karşı birlikte mücadele edelim dediğimiz bu konserleri Almanya devletinin engellemek istemesi doğaldı tabi. Halklar arası, özellikle de yabancılara karşı, düşmanlığı körüklemenin bir devlet politikası olduğunu hep söyledik. Ülkemizdeki faşizmi insanlara anlattığımız gibi, emperyalist devletlerin Ortadoğu halkları başta olmak üzere bütün halklara çektirdiklerini de 12 anlatmamız gerekiyor. Onlarca söyleşi planlanmıştı, Almanya başta olmak üzere bütün Avrupa'da. Onbinlerce afişimiz vardı Avrupa'nın bütün şehirlerinin duvarlarını donatacağımız. En önemlisi ise binlerce yürek vardı bizimle çarpan; bu büyük konseri mümkün edecek Grup Yorum gönüllülerimiz vardı yine. Aylar öncesinden başladı konserin çalışmaları, bizler de Grup Yorum olarak, yaklaşık bir ay öncesinden Avrupa'ya gidip, bu çalışmalara dahil olacaktık. Derneklerde, üniversitelerde, kafelerde halkla söyleşiler yapacak, insanlara bu konserin önemini anlatacaktık. Almanya devleti yapılan vize başvurularının hepsini reddedince, sadece bir Yorum üyesi Almanya'ya gidebildi. Grup Yorum'un Almanya'da yaşayan üyesi İhsan ile birlikte bir yandan konser çalışmaları yaparken, bir yandan da vize yasağına karşı bir kampanya yürütüldü. Oradaki dostlarımızın yardımıyla Alman kamuoyuna taşıyabildik vize yasaklarını ve Alman Sol Partisi'nin de desteğiyle teşhir ettik bu hukuksuzluğu. *** İki Yorum elemanı ve her seferinde yanlarında oturup onlarla birlikte konseri anlatan Yorum gönüllüleri bir söyleşiden ötekine dolaştı. Çok kişiyle tanıştı, konuştu ve görüş aldılar. Alevi derneklerinde yapılan söyleşilerde halkın Türkiye'deki faşist iktidara ne kadar öfkeli olduğunu tekrardan gördük, çünkü onlar vatanlarından uzakta yaşıyor olsalar da şuan, bir parçaları hala kendi topraklarında. En çok karşılaşılan soru; Yorum’un, özellikle de seçim sonrası, ülkemize dair umutlu olup olmadığıydı. Aldıkları cevap ise çok net ve tatmin edici oluyordu, tek yolun mücadeleden devrimden geçtiğini anlatıyordu her seferinde Yorum. İnsanlar umut aldıklarını dile getirdiler birçok kez, devrimcilerden aldıkları umuttu bu. Yorum'un ne kadar halklaşmış olduğunu bir kez daha gördük Almanya'da, her yerde çok sıcak karşıladılar. Soru yağmuruna tuttular her söyleşi sonrasında, sıcak sohbetler gelişti derneklerde. Konser tarihi gittikçe yaklaşıyordu ve emperyalist Alman devleti, Yorumculara vize vermemekte ısrar ediyor. Hatta üyelerinin bir kısmına Schengen yasağı koymak için işlem başlatmıştı. Buna cevap olarak Avrupa Yorum'u kurarız dedi Yorum. Peki Alman devleti bilmez mi Yorum'un halk olduğunu? Bilmiyorduysa da şimdi öğrenmiş olurdu. Yorum’un müzisyen dostlarından ve Yorum üyesi Bahar'dan oluşan 5 kişilik bir grubun vize aldığını öğreniyoruz. Konsere gitmek üzere İstanbul'dan havalandılar. Fakat Düsseldorf Havalimanı’nda vizeleri olmasına rağmen gözaltına alındılar ve yaklaşık 8 saatlik sorgudan sonra sınırdışı edildiler. Mevzubahis Türkiyeli devrimciler olunca Almanya Devleti’nin ne kadar pervasızlaştığını, kendi yasalarını çiğnediğini gördük. AKP faşizmiyle işbirliği içinde olduklarını bir kez daha gözler önüne serdiler. Bizler, devrimciler, bunların demokratlığının lafta olduğunu her zaman söyledik, ama burjuva demokrasisini toz pembe görenlerin gözünü bir nebze de olsa açtı bu konser süreci. Kafa kesen IŞİD militanlarını dahi ülkeye alan Alman emperyalizmi, yüzlerce kez ülkeye girip konserler vermiş devrimci bir müzik grubunu ülkesine almamıştır, çünkü bizlerin silahı onları daha çok korkutmakta; yani düşünce ve fikirlerimiz. Konserin bir hafta öncesinde tüm müzisyen ekibi toparlanmıştı. Çoğunluğu Yorum sevenler, geçmişte de birlikte çaldığımız dostlarımız ve eski Yorum üyeleri... 14 Kasım günü 30'a yakın üyeden oluşan bir Avrupa Grup Yorum'la çıkılacaktı. Beş gün beraber çalarak, kaynaşmıştı ekip, repertuarı eksiksiz çalıştı. Coşkuluydu, yaptığı işin önemini çok iyi kavramıştı, her şeyi göze alarak bir araya gelen bir ekip oluşturulabilmişti Almanya'da da. Kimi okulundan, kimi işinden feragat ederek, kimi rahatsızlıkları olmasına rağmen bir oldu tüm ekip. Gelelim o büyük güne. Herkeste tatlı bir telaş, ama biraz da kaygı. “Paris katliamı var, konser tehlikeli; Yorum gelemedi, konser olmayacak” söylentileri yayılmıştı Almanya'da. Bazı radyolarda konserin iptal edildiğine dair yalan haberler yapılıyordu. Henüz bir gün geçmemişti Paris katliamından; korkup, kaygılanıp, gelmeyen bir sürü insan demekti bu. IŞİD çetelerinin benzer katliamları Almanya'da da yapacağı korkusu hakimdi insanlarda. Bu katliam öfkemizi daha da arttırmıştı egemenlere karşı, yüzden fazla halktan insan katledilmişti. Bizi tam olarak neyin bekleyeceğini kestiremiyorduk, bu nedenle yoğun önlemler aldık biz de... Bir yandan da Fransa ve İngiltere'den otobüslerin gelemeyeceği haberi ulaşmıştı bizlere ki bunun da asılsız olduğunu öğrendik. 20 bindi hedefimiz ama olumsuzluklara bakarak daha düşük bir katılımın olacağını düşünüyorduk haliyle. Saat 17.00 olmuştu artık ve sahnenin arkasında herkes hazır bekliyordu. Perdenin kenarından bakınca salonun alt kısmının tamamen dolduğunu görmek bizleri çok rahatlatmıştı o anda. O gün oraya tek bir izleyici dahi gelmiş olsaydı, program yapılacaktı eksiksiz, o konuda emindik ama binlerce insanın sahiplendiğini görmek bambaşka bir duyguydu bizler için. Kızıldere şarkısını kitleyle sahne arkasından söyledikten sonra Yorumcu iki arkadaş sahneyi aldı, “Şarkılara Vize Koyamazsınız” diyerek kısa bir konuşma yaptı ve ardından sahneye diğer arkadaşları davet ettiler. Çok coşkuluydu kitle. Sahnedekiler de çok heyecanlıydı, çünkü o gün orada bir tarih yazılıyordu. trompet, trombon, basgitar, e gitar, yan flüt ve keman, eksiksiz bir ekip vardı sahnede. Kemanda Alman dostumuz Eva ve yanında bir söyleşi esnasında tanıştığımız 11 yaşındaki en genç Yorum gönüllüsü vardı sahnede. 15 kişilik de güçlü bir koromuz vardı bizimle sahneyi paylaşan. Güleycan'la başladı konser. Ses sistemi sorunlu olmuş olsa da, bir çuval inciri berbat edemedi, çünkü bizleri sahiplenen 7 bin kişilik bir kitle vardı karşımızda. Yani bir halk korosu... Alışıldığın dışında 'Geçti Dost Kervanı' türküsünü hep beraber söyledik sadece çalınan bağlama eşliğinde. Bütün engelleme girişimlerine rağmen bizleri Oberhausen'de yalnız bırakmayan İspanyol rapçı Pablo Hasel de adalet savaşçıları için yaptığı şarkıyı söyledi. Dans gösterisi ve konuşmaların da olduğu programda coşku hiç eksik olmadı. 4 saati aşan konser Çav Bella'yla noktalandı. Her şey beklediğimizden de güzel geçmişti. Belki 20 bin kişi gelmemişti ama; çok değerli, her şeye rağmen Yorum'u sahiplenen, 7 bin kişilik bir kitle gelmişti. “Irkçılığa karşı tek ses, tek yürek” olmak için gelmişti. Bir kez daha tarih yazılmıştı 14 Kasım'da, yine bir ilki gerçekleştirmiştik belki de. Evet, sizce de öğrenmiştir değil mi, Alman devleti türkülerin susmayacağını? GRUP YORUM Mey, zurna, bağlama, akustik gitar, davul, 13 SANAT MECLİSİ: “Bütün Sanatçılar Birleşin!” Sanat Meclisi “Bütün sanatçılar birleşin!” diyerek bir sempozyum gerçekleştirdi. 1. Sanat Sempozyumu... Tüm sanat dallarından sanatçılar bu çağrı ile 6 - 7 Kasım 2015 günlerinde İstanbul Akatlar M. Kemal Kültür Merkezi’nde bir araya geldiler. 2 gün boyunca süren oturumlarda sanatçılar hem mesleki sorunlarını konuştu hem de çözüm önerileri üzerine tartıştılar. 3. gün ise Okmeydanı Sibel Yalçın Parkı’nda bir festival düzenleyerek sempozyum sonuçlarını halkla paylaştılar. Ülkemizde tüm sanat dallarının bir araya getirildiği ilk sempozyum olma özelliğini taşıyan bu sempozyumda ayrıca Sanat Meclisi kendisini tanıtarak, hedeflerini de tüm sanatçılarla paylaştı ve tartışmaya açtı. Yakın zamanda gerçekleşen seçimlerin ardından AKP’nin tekrar tek başına iktidar olmasının ardından yapılan ilk örgütlenme etkinliği niteliğini de taşıyan sempozyumda, AKP iktidarının sanat alanına ve sanatçılara yönelik baskıları da konuşuldu. Her geçen gün daha büyük tehdit altında yaşayan sanatçılar; kendi alanlarını, sanatlarını, kişiliklerini, yaratılarını koruma görevi ile de karşı karşıya kaldıklarını konuştular. Yıllardır kangrenleşmiş sorunların artık bir an evvel çözülmesi gerektiği konusunda hemfikir olan sanatçılar çözüm için adımlar atmak gerektiğini vurguladı. Alanın tüm sorunlarını, ihtiyaçlarını tespit 14 etmek için saatlerce çalıştı ve defalarca kez sadece bu konu ile ilgili toplantılar yaptı Sanat Meclisi. Sanat Sempozyumu 6 - 7 Kasım 2015 günlerinde toplam 16 saat süren tartışmalarla gerçekleştirildi. Şiir, müzik, tiyatro, plastik sanatlar, sinema alanlarında çalışmalar yapan 80 sanatçının katılımıyla gerçekleşti bu sempozyum. gerçekleştirdi. Gezi ayaklanması tarihinde kurulduklarını anlatarak o günden bu yana tüm etkinlik, eylem, açıklama ve üretimlerini anlattıkları sunum yaklaşık yarım saat sürdü. Sunuma video kurgu da eşlik etti. İlk oturum meslek örgütlerini konu aldı. Şair İbrahim Karaca’nın yönetiminde süren oturumda Av. Selçuk Kozağaçlı, Efkan Şeşen, Fırat Tanış, Şebnem İzleyiciler, Mustafa Kemal Kültür Sönmez ve Dursun Karaca yer aldı. Merkezi’ne geldiklerinde onları ilk olarak Meslek örgütü nedir, işlevi ve işleyişi nasıl duvarlardaki Sanat Meclisi’nin pankartları olmalıdır ve bütün sanatçı ve meslek karşıladı. Fuayede aynı zamanda Sanat örgütlerinin dayanışma ve güç birliği Meclisi’nin etkinliklerinin fotoğraflarıniçinde olmasının mümkün olup olmadığı dan oluşan bir sergi de yer aldı. Sanat tartışıldı. Meclisi nerede yer almışsa kare kare yansıyor bu panolara... Yine duvarlara Sanat Meclisi bu konuda “Daha militan, asılan pankartlar oturumlara geçmeden kendini düzenin dümen suyuna hapsetfikir veriyor ve sizi hazırlıyor tartışmameyen bir örgüte ihtiyaç var artık. Hem lara... Sanat Ama Kimin İçin, Sanat Ama bir okul olma görevi üstlenen hem de Nasıl, Sanatta Meslek Örgütü Sorunu, sorunlara kalıcı ve köklü çözüm önerileri Sanatta İş Güvenliği – İş Güvencesi – İş üreten, faşizme karşı savaşta birliği ve Sağlığı... Ne çok sorunu var sanat alanının beraberliği geliştirme hedefiyle çalışan ama Sanat Meclisi bunların her birinin bir örgüt...” dedi. örgütlenme ile, dayanışma ile çözülebileceğini söylüyor. Günün ikinci oturumu ise “Sanatta İş Güvenliği, İş Güvencesi, İş Sağlığı Sorunu” Sempozyum 6 Kasım Cuma günü başladı. üst başlığı ile tiyatro yönetmeni Ragıp Öncelikle oyuncu Mehmet Esatoğlu bir Yavuz, müzisyen Hüseyin Turan, kurgucu giriş konuşması yaparak konukları Aytekin Birkon, müzisyen Özcan Erkişi, selamladı. Kısaca bu sempozyumun tonmaister Murat Başaran’ın katılımı ile oluşum aşamasını anlatan Esatoğlu’nun gerçekleşti. İleri Demokrasi: "Düşün ama ardından sanatçı Barış Güney ve Grup Açıklarken Bana Sor!", Taşeronlaşma: Yorum elemanı Selma Altın Sanat Sanatçının "Satılışı" , Sözleşme Terörü: Meclisi’ni tanıtan görsel bir sunum Yasal ama Gayrimeşru! Fiziksel Koşullar: "Ölümüne" Sanat! başlıklarının tartışıldığı oturumda öncelikle şehir tiyatroları bünyesinde karşımıza çıkan “taşeronlaşma” sorunu konuşuldu. AKP iktidarı ile birlikte sanatçıların ihale ile satın alınması noktasına kadar vardığı konuşuldu. İş sağlığı konusunda çalışma sürelerine değinildi. Dizilerde, stüdyolarda insanların 21 saate varan sürelerde çalıştığı, sağlıklarını yitirdikleri, iş kazalarına nasıl zemin hazırlandığı anlatıldı. Dizilerin 180 dakikaya varmasının sebebinin tamamen reklam şirketlerinden daha fazla para almak olduğu anlatıldı. Yıllarca mücadele edilerek kazanılan tüm haklar, günümüzde taşeronlaşma ve çeşitli yasa düzenlemeleri ile tekrar ellerinden alınmaya çalışılıyor. Bununla da kalmayıp, sözleşme maddeleri ihlal edilme pahasına sanatçılar işten atılıyor. En ilkel koşullarda çalışmaya zorlanan sanatçılar “işsizlik” tehdidi ile susturulmaya çalışılıyor. Düşüncelerini açıklaması engelleniyor. Tüm bu sorunların konuşulduğu oturumda aynı zamanda yeni işe başlayan sanatçılarla hiçbir alanda konuşmama, hak aramama ve görüşlerini açıklamama şartının çalışma koşulu olarak dayatıldığı ortaya kondu. Tiyatrocu Osman Genç’in yöneticilik yaptığı oturumda stüdyolarda çalışan sanatçıların çalışma saatlerinin belli olmaması ve sürekli dizi sektörüne iş yetiştirme telaşı ile nasıl hayattan koptukları anlatıldı. Üçüncü oturumda ise “Sanat Ama Kimin İçin?” sorusuna cevap arandı. Tiyatrocu Mehmet Esatoğlu’nın yöneticiliğinde Zerrin Taşpınar, Meral Yıldırım Gökoğlu, Özgür Başkaya ve Caner Bozkurt bu oturumdaki konuşmacılardı. Ruhumuza Sızmaya Çalışan Bir Truva Atı: Sam Amca Sanatı, İktidarın Dev(!) Sanat Faaliyeti: ‘AK’layıp ‘P’aklamak!, Sanatçının Tarafsız Olması Mümkün müdür: Faşizme Karşı Bir Taraf Değil Bi-Taraf Olma Sorunu, Işık İhtiyacı: Korkuyu Ateşe Verip Karanlığı Aydınlatmak!, Halktan Yana Sanat ama Halkın İçinde: İnsan Ruhunun Mimarı Olmak konuları konuşuldu bu oturumda. Öncelikle sanat nasıl bir atmosferde yapılıyor konusu ile başlayan oturumda şair Zerrin Taşpınar ülkemiz gençliğinin durumu ile ilgili olarak bir sunum yaptı. Zerrin Taşpınar: "Kapitalizmin dayattığı sanat üzerine çok şey söylendi. Ben sanatla halkın arasını açmaya yarayan truva atından söz edeceğim. Hiçbir dönemde nüfus artışına oranla okur artmaz. Sanırım diğer sanat dalları için de bu böyle. 'En büyük' adı altında sunulan yazarlar çok satarlar ama TRT'de emek veren sanatçıların sanatının ne kadar sattığı hep tartışma konusudur. AKP döneminde TRT'den atıldım, kültür sanat programı yapıyordum. Sanatın görevi sokakta yaşayan çocukları görünür kılmaktır. Onları gözlemleyin, sizden niye korktuğunu anlamaya çalışın. Kapitalizm geleceğimizi, büyük bir okur kitlesini, bir şeyler alabilecek çocukları, gençleri bizden koparıyor.” dedi. Halkla sanatın nasıl buluşacağı, buluşturulacağı konuşuldu. Sanatın görevi üzerinden bakıldığında tüm kitlelerin, ezilen tüm insanların yaşadıklarının basın tarafından görülmemesini, sanatçının görevinin tüm yaşananları görünür kılmak olduğu ifade edildi. İkinci gün oturumlarına geçilmeden evvel Selma Altın bu sempozyumun neden yapıldığına dair bir bilgilendirme yaptı. Mehmet Esatoğlu kısa bir konuşma yaparak yakın zamanda yitirdiğimiz onurlu aydın ve sanatçıları selamladı. Mehmet Esatoğlu "Nazım Hikmet bu ülkeden gitmek zorunda bırakılmıştır ama yazdıkları buradadır. Ülkenin paçavra medyası anlatmaz ama bu ülkenin yazarları şairleri vardır, Ataol Behramoğlu vardır" diyerek Ataol Behramoğlu'nu sahneye davet etti ve 50. Sanat yılını kutladı. Ataol Behramoğlu konuşmasına şu sözlerle devam etti; "Sanatsal yaratı dediğimiz şey, kişiseldir, kendi birikimleriyle baş başadır. Fakat toplumla iç içe olmazsa kısır kalır. Bireysellik içinde kaybolup gider. Yaşadığı çağın sorunlarını durumunu anlamak için çalışmazsa gerçek bir sanatçı olunamaz. Sanatçının örgütlenmesi, özellikle bizim gibi ülkelerde ve böyle dönemlerde özel bir önem taşır. Sadece sanatın gelişmesi ve sanatçının özlük hakları bakımından değil, toplumun ve kendi sorunlarını çözebilmek için gereklidir." Ataol Behramoğlu şiirleri ile sunumunu noktaladı. “Sanat Ama Nasıl” konulu, 2. günün 1. oturumu Heykeltıraş Kemal Tufan'ın moderatörlüğünde Cengiz Gündoğdu, Mehmet Aksoy, Erkan Oğur, Ayça Telgeren ve Mehmet Sinan Kuran ile yapıldı. Yozlaşma’nın Şeytan Üçgeni: Geçmişten Kaçış, Batı Hayranlığı, Yabancılaşma; Yenilikçilik: Dün ile Beslenip Yarına Varmak, Ustalaşma, Gelişme Sorunu / Popülerlik ve Yetinme- cilik: Star Mezarlığında Bir ‘Garip’ Olmak, Sanatçının Özgürlüğü Nerede Başlar, Nerede Biter: Özgürüm ama Kafesim Dar!, Sanat Üretiminde Bireysellik ve Kolektivizm: Tek Elin Nesi Var? Konuları çerçevesinde tartışıldı. Sanatçının bireyselliği, örgütlenme zorunluluğunun seyircilerle birlikte tartışıldığı bu oturumun ardından fuayede Umudun Çocukları Orkestrası, Büyü ve Haklıyız Kazanacağız isimli şarkıları çaldılar. İkinci günün son oturumunun yöneticiliğini ise Grup yorum elemanı İnan Altın yaptı. Bu oturuma yazar Emrah Serbes, yönetmen Hüseyin Karabey, İdil Halk Tiyatrosu’ndan Veysel Şahin, müzisyen Orhan Şallıel, şair ve fotoğraf sanatçısı Mehmet Özer katıldı. Sanat Üretiminin Önündeki Engeller ve Çözüm Önerilerimiz isimli oturumda “Piyasa: Böyle Yaparsan Satar!, Sanat Sermaye Çelişkisi: Fırsat Eşitsizliği, Sansür – Otosansür: Sanatta Gizli - Açık İşgal, İçsel Olgu, Elitizm - Halktan Kopukluk: Kimse Beni Anlamıyor! ,Yüzünü Halka Dönmek: Kaynağa Yolculuk başlıkları tartışıldı. Halkın içinde üretirken halkı katarak nasıl estetik bir boyuta getirebiliriz sorusunun tartışıldığı bir oturum oldu. Bu tartışmanın sonunda İnan Altın, sorunların karşı Sanat Meclisi’nin tartışmalarla karar altına aldığı çözümleri sıraladı. Bu çözüm önerilerinin de tartışılmasıyla sempozyumun son oturumu da sona erdi. İki gün süren sempozyum kapanış konuşması ile sonlandırıldı. Sanat Meclisi son olarak “Bütün Sanatçılar Birleşin!” diyerek ertesi gün Okmeydanı Sibel Yalçın Parkı’nda yapacağı Sanat Festivali’ne çağrıda bulundu. Yüze yakın sanatçının katıldığı sempozyum toplam 16 saat sürdü. Okmeydanı Sibel Yalçın Parkı’nda yapılan festival, ayrıca Sanat Meclisi’nin 3. Halk Festivali. 16.30’da başladı. Erkan Oğur, Hüseyin Turan, Efkan Şeşen, Grup Yorum, Barış Güney, Ozbi, Niyazi Koyuncu, Erdal Bayrakoğlu konserlerinin yanı sıra Tiyatro Simurg ve İdil Halk Tiyatrosu’nun oyunları da sahnelendi. Osman Genç ve İbrahim Karaca’nın da şiirler okuduğu festival, soğuk havaya rağmen 500 kişinin katılımıyla 22.30’a kadar devam etti.. SANAT MECLİSİ 15 İbrahim Karaca ; "Tek tek karşı çıkılamayan bu kölelik düzenine bir cephe olarak, blok olarak karşı çıkmak lazım"... Şebnem Sönmez "Çalışma bittikten sonra işçi değilim, seyredenin parmağının ucundayım. Seviyorsa izler, sevmiyorsa kanalı değiştirir. Oyuncu reklam verenin en çok ihtiyaç duyduğu kişidir, oyuncuya muhtaçtır." "Ben 50 yaşındayım hala işsizlik korkusu yaşıyorum. Gelir garantimiz yok, öncelikle buna evet diyerek başlayacaksın." "İki kuşak reklamla dizinin bütün maliyeti çıktığı gibi, kar da sağlanıyor!" Efkan Şeşen "Hepimizin, bütün sanat disiplinlerinin sorunlarının altını çizebilen en geniş birlikteliği oluşturmaya ihtiyacımız var." Ragıp Yavuz "Sanatta taşeronlaşmanın 16 ilk deneyimi utanç verici bir şekilde İstanbul şehir tiyatrolarında yaşandı.” "Sosyal devrim dedigimiz şey sınıf kavgasının bir sonucudur. Sınıf kavgasını da sınıflar yapar." Hüseyin Turan "Konser için yaptığımız görüşmeleri kiminle yapıyoruz? İkinci el bile değil. Üçüncü, dördüncü sıradaki aracı ile görüşüyoruz. Aslında bizi satan kişi bu... Bu kelimeyi özellikle kullanıyorum. Satılıyoruz. Sanatçıları satan aracı şirketler var." "Yeni ve pırıl pırıl bir nesil geliyor, onlar için bir şeyler yapmalıyız." Özcan Erkişi "Ölümüne sanat, gerçekten uğruna ölünebilecek bir amaç varsa yapılabilir.. Her şeyden önce örgütlü olmak gerekir. Gece ortalama 70-80 liraya çalışan insanlar var. Bu insanlar en az 30 lirasını yol parası veriyor. Bu insanların ev geçindirdiklerini düşünebiliyor musunuz? Enstrüman çalan insanların haklarını savunabilecek bir örgüt yok. Benim gibi düşünen benim gibi olan insanların birleşmesinin gerekliliğini savunuyorum. Şu an müzisyenlik en rezil günlerini yaşıyor. Bunu kabul etmeyen müzisyen yoktur. Hiçbir müzisyen bu şartlarda çalışmak istemez. İnsanlar sadece geçinmenin mücadelesini veriyor. Zaten sistem de bunu istiyor. Hiçbir şey düşünme, sadece boğaz tokluğuna çalış. Sizin düşünmenizi istemiyor. Kitabın alınması değil, okunması mühim. Seyyar kütüphane gibi dolaşabiliriz." Hüseyin Karabey; "Kitap ya da sinema ürünümüz dağıtıma girmezse seyirciyle buluşamaz. Biz almayız, diyorlar ve seyirciyle buluşamıyoruz. İstanbul film festivalini kanallar canlı yayınlıyor ama bir tanesi de o filmlerden birini göstermiyor. Bu filmler halka ulaşamasın ki, o çöp dizilerini gösterebilsinler. Halk bu tür şeyleri sevmiyor demek tamamen yalan. Cebinden para harcayarak bu filmlere gidebilecek olan çok az. Çoğunluğun televizyondan başka eğlencesi yok. O kanallardan birini seçiyor, o çöp dizilerden birini izliyor. Yapmamız gereken bu ve bunun gibi şeylerin karşısında durmak. Bunun için de birbirimizi dinlememiz gerekiyor. Oturun, düşünün, birlik olun, bir çatı etrafında toplanın... Sanat Meclisi de bunun için var zaten, hepimiz buradayız, hepimiz bir amaç için buradayız. Sanat Meclisi tüm sanat disiplinlerini kapsadığı için çok önemsiyorum, sadece müzisyenler, sinema değil heykeltıraş, ressam ve tüm sanat disiplinleri aynı çatıdayız." Osman Genç "Sanat Meclisi olarak Nazım Hikmet'in de dediği gibi 'Vatan hainliğine devam ediyoruz'." İnan Altın (Grup Yorum) "Mahallelerde, köylerde festival yapmaktaki amacımız tek taraflı bir şey değil. Biz de oradan birçok şey alıyoruz. Parayla satın alamayacağımız bir motivasyon sağlıyoruz. Bu bağ (halkla olan bağ) ne kadar güçlü olursa bizi de o kadar güçlendiriyor." "Halk parası olmadığı için enstrüman bile alamıyor, tiyatroya, konsere gidemiyor. Sanat, bir ihtiyaç olmaktan çıkarılıyor. Halkın kültür – sanat damarları kurutuluyor" Cengiz Gündoğdu; "Yabancılaşmadan kurtulmanın tek yolu çelişkilerle yaşamaktır. Çelişkisiz yaşam, yabancılaşmaya neden olur." Emrah Serbes; "Ben herkesin sanatçı olabileceğine inanıyorum. Bunun %90'ı emektir, çalışmadır, ancak %10'u yetenektir." Veysel Şahin; "Bizim dahilere ihtiyacımız yok; biz halka inanıyoruz, halkın sanatına güveniyoruz. Onlar bir avuç, güçlü olan biziz. Tek yapacağımız şey bir deryayı büyütmek ve bütün Anadolu’ya yaymak. Sanat Meclisi olarak alternatif bir dergi çıkarabiliriz. 'Halk için sanat seminerleri' turnesi de yapılabilir. Bu mutlaka örgütlenmeye de hizmet edecektir, oradaki şehirlere de yayılmasına hizmet edecektir." "Sanat sanki zenginlerin, burjuvazinin işiymiş gibi gösteriliyor. Bu böyle değil." Orhan Şallıel; "World müzik diye bir şey çıktı şimdi. Artık kapitalizm ve emperyalizm kendi kaynaklarını bitirdi ve şimdi yavaş yavaş otantik olanların peşine düşmeye başladı. Bunun için büyük paralar veriyorlar." Emrah Serbes; "Avm'lerin içindeki kitapçılar, internetten siparişler tekele dönüşüyor. Bağımsız kitapçılar batmaya başlıyor. Kitapçıya giderseniz sohbet edersiniz, kitaplara bakarsınız. Bu kalmıyor artık. Bana imza günü yap diyorlar. Ben de 'Avm'de değil, şehrin ortasındaki kitapçıda yaparım' diyorum. Özgür Başkaya Siz ya işçi sınıfının emekçilerin yanındasınızdır ya da karşısındakilerin. Bu kadar basit... Demokrasi mücadelesi denilen şey bu ülkede artık komedi... Sosyalizme endeksli olmayan bir demokrasi mücadelesi mümkün değil. Hiç uzatmaya gerek yok." Heykeltıraş Mehmet Aksoy; "Sanatçının kişiliği yoksa sanatı da yoktur. Kişiliğini geliştirmesi gerekir. Ben kimim, ne düşünüyorum ne hissediyorum.. Bunların sorulması gerekir." 17 Sempozyum ara performans çalışmasından... SANAT MECLİSİ İLE SEMPOZYUM ÜZERİNE... Sanat Meclisi’nin yapısı ve hedefleri hakkında bilgi verebilir misiniz? Mehmet Esatoğlu: Sanat Meclisi; 2012 yılında sonlarında ilk buluşmalarını ve tartışmalarını yapmaya başladı. Çeşitli eylemlerle etkinliklerle ilerliyorduk. 2013 Haziran’ındaki ayaklanma, bizim çalışmalarımızda da bir sıçrama yarattı. Ayaklanmanın tam ortasında yaptığımız 250 kişilik bir toplantı ile kuruluşumuzu ilan ettik ve Sanat Meclisi adını aldık. Birçok eylem ve etkinlik düzenledik. Meslek örgütü olarak, demokratik kitle örgütü olarak, halktan yana sanatçılık olarak belirlediğimiz yapımızı adım adım örgütlüyoruz. Sanatçıların bütün dallarda faaliyet gösterenlerini tek çatı altında toplamayı hedefliyoruz. Hepsinin birbiri ile dayanışmasını örgütlemeye çalışıyoruz... Erdal Bayrakoğlu: Sanat Meclisi sanatın bütün disiplinlerinin bir araya gelmesiyle oluşan bir yapıdır. Hem sanatın ve sanatçının önündeki sorunları tespit edip onlara kalıcı çözümler bulmak hem de sanatın halka daha çabuk ve düzeyli ulaşmasını sağlamayı amaçlamaktadır. Aynı zamanda gücünü halktan alan bu yapı toplumun sorunlarına da duyarsız kalmayıp, bu sorunlara sanatsal tepkilerle çözüm aramaya çalışan demokratik kitle örgütüdür. Sempozyuma neden ihtiyaç duydunuz? Efkan Şeşen: Sanat Sempozyumu demek, adı üzerinde, zamanın bizim adımıza biriktirdiği mesleki-estetik vb. bir dizi sorun etrafında çözümler aramak amaçlı bir araya gelişin canlı sunum ve söyleşilerini gerçekleştirmektir. Bu başından beri konmuş bir hedefti. Ama bugünkü süreç biz sanatçıları ; iktidarın, her alanda olduğu gibi sanat alanındaki kurum, değerler ve birikimleri baskılayıp, 18 yasaklayıp yok etmek ağır saldırısı ile karşı karşıya bıraktığından bir yandan "Bütün Sanatçılar Birleşin" ana sloganı çağrısıyla bütünleştirdik sempozyumumuzu.. Buket Onat: Her geçen gün büyüyüp içimize dek sızmaya çalışan kapitalizm ve belli bir kesim insanlar dışında kalan koca bir halkı aptal yerine koyan, ezen, ezdiren faşizmin karşısında örülmeye çalışılan bu duvarın daha çok emeğe daha çok tuğlaya ihtiyacı var. Bu nedenle halka da açık olan sempozyum ve ardından geleneksel sanat festivalimizi gerçekleştirmek istedik Hangi sonuçlara vardınız? İnan Altın: Yapacak çok işimiz olduğunu gördük öncelikle. Hem alanımıza sahip çıkmak zorundayız; sanatçılar yalnız, güvencesiz, sağlıksız koşullarda çalışıyor. Üretme koşulları ellerinden alınmış. Bunun koşullarını düzeltmemiz gerektiğinde hem fikir olduk öncelikle. Bunun dışında bir demokratik kitle örgütlü olmak, halkımızın yaşamından kopuk olmamak, güncel gelişmeler, katliamlar, baskılar karşısında sessiz kalmamak, ülkemizin aydın ve sanatçıları olarak ortak tavrımızı örgütlememiz gerektiğini konuştuk. Ve yine halkımızın kültür sanat eğitimi ve izleyicisi olma hakkını bu düzenin gasp ettiğini, bizim Sanat Meclisi olarak bunun alternatiflerini de üretmemiz gerektiğini konuştuk. Yaratacağımız kurumlaşmalarla, düzenleyeceğimiz etkinliklerle bu konuda da çözümler üreteceğiz... Sizin açınızdan en çarpıcı yanı neydi? Efkan Şeşen: En çarpıcı yan, sempozyuma katılımcı olan sanatçılar ve izleyicilerin birikmişliklerinin dışa vurumundaki canlılıktı… Hatta konu başlıklarından çıkıp "içini dökme" anları çok yaşandı…Bu da herkesin kendi meslek kurum ve örgütlerindeki tıkanma,hantallaşma sorununu ne kadar ağır bir hal aldığının ve Sempozyum Sloganımız olan "Bütün Sanatçılar Birleşin" vurgusunun bugün için ne kadar elzem oduğunun bir fotoğrafıdır.. Sanatçıların ve halkın katılımı nasıldı? Mehmet Esatoğlu: Ben 1974 den bu yana ülkede yapılan hemen hemen tüm sanat toplantılarına katıldım. Salonların dolup taştığı toplantılar da gördüm. “70 sanat örgütü” diye başlayan ama salonda kırk kişinin bile olmadığı toplantıları da. Aslolan salondaki kalabalık değil iş yapmak, sorunlara çözüm bulmak, dünyayı değiştirmek ve enginleri feth etme ruhuyla dolu sanat insanlarının bir araya gelmesidir. Sanat Meclisi 1. Sempozyumu’nda salon tıka basa dolu değildi ama iş yapmak için bir araya gelmiş kararlı bir kesim yanyanaydı. Halkın katılımı ise bana göre yeterli değildi. Eklemek istediğiniz birşey var mı? Mehmet Esatoğlu: Biz üç yıl bir eylem birlikteliği içinde demirin tavında dövülmüş bir örgütlenmeyiz. Sanat Meclisi birbiriyle toplantıdan toplantıya buluşan bir birliktelik değildir. Aksine eylem içinde mücadeleyi de arkadaşlığı da örgütlemiş bir yapısı vardır. Bu birlikteliği örgütleyenler aldıkları kararlar için savaşmaya hazır, bunun için bedel ödemeyi de göze alan sanatçılardır. Geçmiş üç yıllık eylem birlikteliğimiz bunu ortaya koymaktadır. Yapacak çok işimiz var. Yürünecek çok yolumuz var. Yolumuz açık olsun. SANAT MECLİSİ 1. SANAT SEMPOZYUMU SONUÇ BİLDİRGESİ Sanat Meclisi bileşenleri, 6- 7 Kasım 2015 günlerinde 1. Sanat Sempozyumu için İstanbul Akatlar M. Kemal Kültür Merkezi’nde bir araya geldi. Sanat alanımız her geçen gün yükselen baskı ve tehditlerle büyük bir tehlike altındadır. Ülkede kazanılan her seçim sonrası tüm kesimlere saldırılarını yükselten AKP iktidarının 1 Kasım sonrası hedeflerinden birinin de sanat alanı olduğu açıkça görülmektedir. Sanat alanının varlığını koruması, eldeki haklarını yitirmemesi, yıllardır dillendirdiği sorunlarına çözüm bulabilmesi adına Sanat Meclisi 2015’in ilk günlerinde hazırlık çalışmalarına başladığı Sanat Sempozyumunu 6-7 Kasım 2015 günlerinde toplam 16 saat çalışarak gerçekleştirmiştir. Şiir, müzik, tiyatro, plastik sanatlar, sinema alanlarında çalışmalar yapan 80 sanatçının katılımıyla gerçekleşen bu sempozyumun sonuç bildirgesi aşağıdaki gibidir: 1- Ülkemizde sanatçı ve meslek örgütlerinin büyük kısmı; yönetimleri çıkmaz içinde bocalayan, içsel ve dışsal (devlet politikaları) nedenlerle işlevi kağıt üstünde kalan, varlık sebebine yabancılaşan ve tabanlarından hızla uzaklaşan birer tabela örgütü haline gelmişlerdir. 2- Sanat kesiminde yer alan sanat insanları, alanlarındaki örgütlenmelere karşı güvenlerini yitirmiş durumdadırlar. 3- Sanat alanında tüm disiplinlerden sanatçıları ve alanın bizatihi kendisini korumak ve kollamak için bir güç birliğine acilen gereksinim vardır. Bu nedenle sadece sanat disiplininin kendi içinde değil, disiplinler arası dayanışma ve güç birliğini de örgütleme zorunluluğumuz vardır. 4- Sanat alanında iş güvenliği, iş güvencesi ve iş sağlığı tehdit altındadır. 5- Sanat insanları tarafından onlarca yıldan beri mücadele ederek kazanılan haklar, taşeronlaştırma ve yasa düzenlemeleriyle ellerinden alınmış, hedefte son kırıntılar vardır. 6- İşsizlik korkusu tüm alandaki çalışanların tepesinde “Demokles’in Kılıcı” gibi sallanıp durmaktadır. Bu nedenle her kesimdeki sanat çalışanları en ilkel çalışma koşullarına boyun eğmektedirler. 7- Sanat insanları bir yanda görüşlerini açıkladıklarından ötürü, demokratik tepkilerini gösterdiklerinden ötürü, demokratik muhalefetin içinde yer aldıklarından ötürü işlerinden atılıp, ekmeklerinden olup, kara listelere alınırken öte yandan yeni işe başlama durumunda olanlara ise hiçbir alanda konuşmama, hak aramama ve görüşlerini açıklamama şartı çalışma koşulu olarak dayatılmaktadır. 8- Sanat alanı örgütlenmeleri ve çevrelerinde, perspektif sorunu nedeniyle büyük bir kafa karışıklığı yaşanmaktadır. 9- Örgütlenme ihtiyacı yalnızca “ekonomik iyileşme” dürtüsüne indirgenip “demokratikleşme talebi” göz ardı edilmiştir. Hem ekonomik, hem demokratik alanda bir mücadeleye ve bunu örgütleyecek örgütlenmelere ihtiyacımız vardır. 10- Sanat alanında bir kural haline getirilen sansür ve oto sansürün etkisini kırmak, sanatçıların bireysel karşı çıkışlarıyla mümkün olmamaktadır. Bunun için de örgütlü olmak bir ‘tercih’ değil, zorunluluktur. 11- Sanat örgütlenmelerinin, aynı zamanda bir kültür sanat politikasına sahip olması gerekir. Bu politika, toplumsal kültür ve kültürel yabancılaşma konusunda derli toplu bir donanımla hareket etmelidir. Halkın estetik beğenisini geliştirirken, yaşadığı hayatı o estetik beğeniyle bilince dönüştürecek bir sanat üretimini örgütleme hedefimiz olmalıdır. 12- Sanat ve sanatçı, piyasanın insafına terk edilmiş durumdadır. Bu da sanat üretimine ciddi zarar vermektedir. Sanatçı kendi istediğini değil, piyasanın istediğini üretmek zorunda kalmaktadır. Bağımsız ekonomik ve demokratik kanalların açılması, hedefine bunu koyan bir sanat alanı örgütlenmesiyle mümkündür. 13- Sanat alanında piyasa koşulları egemen kılınarak üretilen her türden sanatsal yapıt kitleleri düşünsel olarak geriletmekte, sanatsal beğenisini törpülemekte ve onu yozlaştırmaktadır. 14- İşsiz ve yoksun kalma korkusu hakimdir. Bu nedenle sanat insanları örgütlü hareket etmeye yanaşmamakta; bir meslek örgütü olsa bile kendini yalnız hissetmekte, bireysel tepkilerini çoğu zaman devlet baskısına muhatap kalmayacak ölçüde bir “sitem” düzeyinde tutmakta ve oto sansürü hep aklında tutmaktadır. 15- Çıkarları aynı olanların aynı yerde, ayrı olanların ise ayrı yerde durması en doğal olandır. Resmi kaygıları kendine kaygı olarak almayan birlikteliklere ihtiyaç vardır. Çünkü sanatın kaygısı, hayatı ve toplumsal gerçekliği estetize etmektir. 16- Sanatçı, politik atmosferin inşa ettiği korku ortamına karşı bir duruş sergilemelidir. Bu bir aydın olarak onun başlıca görevidir. 17- Geniş kitleleri cehalet içinde bırakan, kafalarını her türden gerici düşüncelerle dolduran, din ve milliyet ayrımı yaparak toplumu birbirine düşman eden ve çatışma ortamına iten politikalara karşı durmak, daha güzel bir dünyadan yana taraf olmak bir aydın sorumluluğudur. Sanatını halkın yanında durup halkın içinde üretebilme becerisini göstermek ise ‘insan ruhunun mimarı’ olmaktır. 18- Sanatın ve sanatçının özgür düşünme, üretme ve paylaşmasının önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır. 19- Sanat Meclisi yukarıdaki anılan koşulları değiştirmek üzere 1. Sanat Sempozyumu sonrasında yaptığı saptamalar doğrultusunda hareket edecektir. Yani sempozyumdan öğrendiklerimizle çok daha güçlü diyoruz ki; Bütün Sanatçılar, Birleşin! SANAT MECLİSİ 19 Şiir depremdir, şiir ayaklanmadır, şiir başkaldırıdır. Şiir şimşektir, yıldırımdır, gök gürültüsüdür şiir. Şiiri, yani yıldırımı hiçbir siper-i saika durduramaz. Şiir korkunçtur, güzeldir. Hiçbir kapı, hiçbir duvar önünde duramaz. Kapı tunçtan, demirden, çelikten de olsa önünde duramaz. Şiir yürür, ezer geçer. Şiir her şeyden, herkesten daha güçlü, daha yıldırıcıdır. Şiir sınır tanımaz, ne kral tanır, ne imparator. Şiir Cengiz Han'dan da, Sezar'dan da, Hitler'den de, Büyük İskender'den de büyüktür. Şiirin yürüdüğü yolun bitimi yoktur. Şiir sonsuzluğa gider, sonsuzluktan gelir. Şiir hiçbir güce boyun eğmez. En güçlüden daha güçlü, en güzelden daha da güzeldir. Eşsizdir, bir benzeri daha olmamıştır ve olmayacaktır da. Şiir bütün dillerden başka, bambaşka bir dille konuşur. Ama onun dilini, söylediğini herkes ama herkes anlar. Şiiri hiçbir güç tutsak edemez. Altın da, pırlanta da, elmas da şiirden değerli değildir; olmamıştır, olmayacaktır. Şiir dilsizleri konuşturur, sağırların kulaklarını açar. Şiir buluttur, yağmurdur, gökyüzüdür. Şiirin arkadaşları, dostları vardır. En yakın dostu bilimdir. Sonra musiki ve resim gelir. Şiirde müzik de vardır, resim de, yontu da. Mimar Sinan'la da dosttur, Darwin, Einstein'la da. Şiir gelecektir, umuttur, özlemdir, mutluluk ve güzelliktir. Şiirden en zalim, en gaddar, en acımasız krallar, imparatorlar bile çekinir, korkar. Şiir ölümü bilmez, şiir yaşamdır. Şiir, sevinç ve mutluluktur. Şiir kötümserlik bilmez, tanımaz. İyimserdir, cömerttir ve gençtir, delikanlıdır. Yakışıklıdır şiir. Şiir sonsuzluk gibi en güzel kokar; güllerden de, karanfillerden, zambaklardan da güzel. Şiir deniz gibidir. Nasıl denizi kimse anlatamazsa şiir de tıpkı öyledir. Homeros, Dante, Shakespeare şiiri anlatmak için büyük çaba harcadılar ama şiiri deniz gibi tam anlamıyla kimse, hiç kimse anlatamadı. Deniz gibi, o da yalnız kendi anlatır kendini. Şiir sevgilidir, şiir yazandan iyi koca olmaz. İyi baba, iyi oğul, iyi kız da olmaz belki ama iyi arkadaş, iyi dost, iyi kardeş olur. Şiir sevgilidir dedik ve hep sevgili kalmıştır ve kalacaktır. Şiir ne tanker, ne şilep, ne gemidir. Şiir yelkenlidir. Bir korsan yelkenlisidir. Hayduttur şiir. Şiir aldatmaz, çalıp çırpmaz. Doğruluktur şiir. Emektir, alın teridir. Şiir inatçıdır, hırçındır ve hep ama hep yürür gider. Şiir durmaz ve durdurulamaz. Şiire ne boyunduruk, ne tasma takılır. Şiir zincire vurulamaz. Şiire kelepçe takılamaz. Şiir özgürdür, özgürlüktür. Şiir zalimlere, alçaklara, namussuzlara meydan okur. Onun gücü en güçlüye boyun eğdirir. Engel tanımaz. Engelleri yıkar ve ezer geçer. Şiir ölümsüzdür. Şiir olmasa, sevdalılar söyleyecek söz bulamaz; o zaman sevda da, aşk da olamaz. İnsanoğlu yok olur. Şiirdir insanoğlunu sürekli kılan. Anaların şefkati, babaların güveni, çocukların kıvancıdır. Şiiri anlatmaya çalıştım ama ne gezer. Önce söylediğim gibi şiiri, deniz gibi kendi, yalnız kendi anlatır. Yaşasın şiir! Yıkılsın diktatörler, krallar, asiller, emperyalistler. Şiir zaten onları hep ama hep yıktı ve hep yıkacaktır. Ne mutlu şiir yazan, şiir okuyan, şiir sevene. Ötesi yok...! 20 Arif DAMAR Akan sular durulur mu Ağlamayla yorulur mu Ana ciğerin yitirmiş Arasak da bulunur mu Devrimciler derneğinde Yüzüğü yok parmağında Ben de bir güzel yitirdim Doğanların oymağında Hastane bizim olaydı Bahçesi üzüm olaydı Dilek düşmüş can veriyor Yastığı dizim olaydı Savaştır bizim elimiz İstanbul’a düştü yolumuz Böyle kader gördünüz mü Sizi de bulur ölümüz Hastanenin ağacına Gel oturak yamacına Elin kırılsın doktor Zehir m, kattın ilaca Faşist silahı eline almış Fişeği ağzına sürmüş Böyle kader gördünüz mü Suçsuz sebepsiz kıza kıymış. ( Dilek’e Armutlu’nun dört arası Ne uzak imiş yarası Kızımı soran olursa Yarası faşist yarası Çıksam yüce dağ başına Bizim eller görünür mü Geriye kalmış kanlı penye Anan duysa darılır mı Geriye kalmış kanlı penye Baban görse sarılır mı Odağında budağında Kan kalmamış dudağında Şimdi Dilek çıkar gelir Yoldaşların yedeğinde Şimdi Dilek çıkar gelir Çifte abisinin yedeğinde Ufak ufak çay taşları Sürmeli çotuk Dilek’in kaşları Toplanmış toplanmış gelir Faşist vicdanın yok muydu Şu Dilek’in yoldaşları Dört kardaşa bir bacı çok muydu Faşist vicdanın yok muydu Yolda devrimciler görse Bir anaya bir kız çok muydu Tutup eve getirirdi Sen sürmeliye kıydın Anne açlar susuzlar mı? Senin vicdanın yok muydu Hemen sofra hazırlardı (Dilek’in teyzesinin mezarı başında yaktığı ağıttan...) 22 Soma'dan boğulurken yerin yedi kat altında toprak su aldı babamın yırtık lastikleri cebimde anamın yüzme bilmeyen iğne oyası tülbenti üşüdü kömür karası kırıldı karımın toprak tenceresi ölüm sessizliğine babam dedi oğlumun deprem gözleri Berkin'lere çocuklar yalnız ölmez vurulur her çocukla bir de ana acı artık uslanmaz utanmalı biraz yangın yeridir yasım ıssız ya tutuşacak gözlerim yangında ya sönecek yangın göz yaşımda acı artık uslanmaz susmalı biraz Hayati AZİM 23 24 25 ! Yetkililer, kuvvetli sağanak yağış nedeniyle halkı, sel ve su baskınlarına, toprak kaymalarına karşı uyarıyor! Uyarıma geldi sağol beyim, Kanalizasyondan taşan suyun arıt iç mi dersin, Yoksa o dereden bu dereye, o selden bu sele gariban kanatlan da uç mu dersin? Yetkililer, son yılların en soğuk kışı yaşanacağından halkı donma tehlikesine karşı uyarıyor! Uyarıma geldi sağol beyim, Maden ocağına daha fazla can mı lazım dersin, Yoksa sokakta yatan evsiz garibana "hakkındır, soğuktan don" mu dersin? Yetkililer, iş kazaları konusunda madencileri uyarıyor! Uyarıma geldi sağol beyim “Önce tedbir sonra tevekkül” mü dersin, Yalan söylersin! Senin kaza dediğin cinayettir, katliamdır Katil de sensin, cani de sensin Ermenek’te yerin yedi kat dibinde boğulana “iyi öldüler” mi dersin? Sözün bittiği yerdir burası, diyecek bir şey yok, Elbet bir gün o ölülerin yumruğunu sen de yersin Yetkililer, kış saati uygulamasına 8 Kasım’da geçileceğinden saatlerini 1 saat geri alması hususunda halkı uyarıyor! Uyarıma geldi sağol beyim, Kaç saat çaldın ömrümden bir saatin lafını mı edersin, Yoksa "Memleketi geri götürmüşüm bir saat çok mu?" dersin? Yetkililer, vatandaşlık hakkını kullanılması, demokrasiye katkıda bulunması için seçimlerde oylarını mutlaka kullanmaları hususunda halkı uyarıyor! Uyarıma geldi sağol beyim, Yok birbirimizden farkımız hangimizi seçersen seç mi dersin, Yoksa "bu bir demokrasicilik oyunudur, oy kullan kendinden geç!" mi dersin? 26 Yetkililer, sokağa çıkma yasağının başladığı, kimsenin sokağa çıkmaması gerektiği konusunda halkı uyarıyor! Uyarıma geldi sağol beyim Boş sokaklarda boş duvarlara “Esedullah Timi burada” yazmak, “Kurdun dişine kan deydi” yazmak delikanlılık mı dersin, Geç bunları bir kalem, Dağı, taşı, köyü, ormanı mı yakmadın, Dilimi, kültürümü mü yasaklamadın, “kart kurt” mu demedin, asimile mi etmedin, Ne kazandın? Hiç! Bak direniyor Silvan, Cizre, Yüksekova Yalnızca beşlik yedilik çocuklar değil Direniyor dağ taş orman köy ova Sen bu kafayla daha çok kan dökersin Yakar yıkar Kürdü inkar edersin Bu halk yine de sana boyun eğmez Sen de bunu unutma iyi edersin Yetkililer, teröristleri ihbar edenlere ödül verileceği; görenlerin, duyanların polise ihbar etmesi hususunda halkı uyarıyor! Uyarıma geldi sağol beyim, "Dünya menfaat dünyası, su akarken doldur." mu dersin, "Muhbirlik fıtratın olsun, ödülü boldur.." mu dersin? Yetkililer, Nobel ödülü alamadığı için alınganlık gösterenlere karşı halkı uyarıyor Uyarıma geldi, insanlık tribünden sen saraydan bir bak beyim, Bak ki Soma’dan, Suruç’tan, Ankara’dan, Silvan’dan Bak ki Berkin’den, Dilek’ten, Günay’dan, Bak hele Elif Şafak Bahtiyar elleriyle daha güzelini beyim, Katil ödülünü veriyor sana gariban.. Ecelin mübarek ellerimdedir, “uyarmadı deme gariban..” 27 Günay ÖZARSLAN’ın kaleminden... Canan, sokağın köşesindeki tek katlı taş evlerin camından dışarıyı seyrediyordu. Oturdukları sokak çok kalabalık olurdu. Değişik insanlar geçerdi. Kimi meraklı gözlerle etrafı inceler, fotoğraf çekerdi kimi de hızlıca yürüyüp giderdi. Ve tabi karşı komşuları Ahmet Amca, kaldırımdaki sandalyesinde her zaman sessizce otururdu. İşte Canan evlerinin camından bu insanları izlemeyi çok severdi. Daha altı yaşındaydı. Tüm arkadaşları okula gitmişti ama o bir sene daha beklemek zorundaydı “Allah büyükmüş” annesi hep böyle derdi. Annesine okula gitmek istediğini söylediğinde annesi “Kızım Allah büyük bu sene olmadı ama inşallah seneye gideceksin” derdi. Canan’ın babası hurdacılık yapıyordu. Annesi de bazen başkalarının evini temizlemeye gidiyordu. Evde tek kaldığı zamanlarda korkuyordu ama “Yoksulluk işte, mecbur” diyordu. Evde tek olduğu zamanlar camdan hiç ayrılmazdı. Gözünü Ahmet Amca’nın üzerine diker öylece beklerdi. Ahmet Amca da onun evde yalnız olduğunu anlardı ve ona mutlaka çikolata verirdi. Canan, Ahmet Amca’nın neden hep orada oturduğunu annesine sormuştu. Annesi Ahmet Amca’nın bir oğlu olduğunu onun yıllar önce kaybolduğunu bir daha da bulamadıklarını işte Ahmet Amca’nın da böyle oturarak oğlunun 28 yolunu gözlediğini söylemişti. Annesinin işe gittiği bir gün, canan dışarıyı izliyordu. Bu sırada beyaz saçlı bir abla fotoğraf makinası ile ona yaklaşmış ve fotoğrafını çekmek istediğini söylemişti. Canan birden heyecanlanmıştı. Kafasını demir parmaklıklardan çıkartmak ister gibi bir hamle yapmıştı. Ve düşünmüştü “Acaba nasıl çıktım” diye. Ve Canan nereden görecekti fotoğraf dergilerinin birinde çıkan fotoğrafını ve altında “İşte yoksulluğun resmi Nazım Usta” yazıldığını. Her yoksul çocuğu gibi Canan da azla yetinmeyi bilir, küçük şeylerle kocaman mutluluklar yaşardı. O gün babasının elinde, elbisesi, yüzü tükenmez kalemle çizilmiş eski bebeği gördüğünde nasıl da mutlu oldu. Babası ona dünyanın en güzel bebeğini almıştı. Ya da Canan öyle sanıyordu. *** Hasan çöpün kenarında gördüğü o bebeği alıp kızına götürmeye karar verdiği zaman Canan’ın çok sevineceğini biliyordu. Hasan, Hatice’sini sevdiğinde onu prensesler gibi yaşatamayacağını da biliyordu. Ama işte adı üstünde, sevdaydı; değil mi ki uğruna dağlar delinmiş, çöller geçilmiş. Hasan’ın anası geçimlerini sağladıkları iki inekten birini satıp oğlunun düğününü yaptıktan sonra; Hasan’a düşen, sevdiğiyle birlikte bir kat döşeğini alıp gurbete gitmek olmuştu. Onlar biliyorlardı “Kısmetini veren nimetini de veriyordu” artık, ama işte... Tam yedi yıl olmuştu Tarlabaşı’nda iki gözlü konduda geçim derdine düşeli. Hasan, Hatice’sinin zengin evlerine temizliğe gitmesini istemezdi, Canan’ına en güzel oyuncakları almayı,onu en iyi okullarda okutmayı isterdi ama “kadere söz geçiremezdi ki.” Hasan koltuğunun altındaki bebekle eve girdiğinde Canan’ın gözleri bir parladı ki güneş yanında halt etmiş. Hatice kızının babasına doğru heyecan içinde koştuğunu gördü, o anda gözüne Hasan’ın koltuğunun altındaki eski bebek çarptı. Yüreği burkuldu. Düşündü, kızları mı bahtsızdı, yoksa öte dünyada çekeceğimiz sefaların cefasını çekip de sınanıyor muyuz? Yeter artık, yeter! Ve sonra hemen pişman olmuş bir suratla “Allah’ım sen isyanımı bağışla” dedi. *** Hatice, köyünün güzeli, parmakla gösterileniydi. Evin en büyüğüydü. Çilekeşti. Anası tarlaya, davara gittiğinden daha dokuzunda ocak başında yemek kaynatmaya, kardeşlerine analık yapmaya başlamış. Anası da, babası da gece gündüz demez çalışırlardı ama yine de elde yok avuçta yoktu. Hatice ta o zamanlardan bunun nedeni olarak köylerine gelen askerleri görürdü. Ayda birkaç defa gelirler hem babasını döver, hem de buğdaylarını, yoğurtlarını, sütlerini döker, çiğnerlerdi. “Dağdakileri beslemeyin yoksa sizi burada yaşatmayız” diye de tehdit ederlerdi. Hatice’nin babası askerlerin ardından “Dilimiz lal, ayaklarımız toprağa basmasın diye yapıyorlar bunları ama ne dilimi unuturum ne de atamızın kanının, terinin aktığı bu topraklardan göçer giderim” derdi. Öyle de oldu. Sefalet içinde ama boyun eğmemenin onuruyla toprağında canını verdi. sarılmış öylece bekledi. Biraz zaman geçtikten sonra kızının nefes alışları normale dönmüş, dışarıdaki sesler de uzaklaşmıştı. “Fa-şiz-me Kar-şı O-muz O-muz-a” Canan düzelince cama Ahmet Amca’ya koştu. Bir de ne görsün, Ahmet Amca’nın sandalyesi bir yerde kendisi bir yerdeydi. Etrafında diğer komşular onu eve götürmeye çalışıyordu ama o hiç konuşmadan öylece onlara bakıyor ve eve girmiyordu. *** Sonra polisler sağa sola küfürler ederek aynı şekilde geri döndüler. Canan onları görünce yine kendisini odanın içine fırlattı. Hatice, kızını böyle görünce yine o askerlere lanet etti. Topraklarını onlara zindan etmişlerdi, onları koca şehrin acımasız kollarına atmışlardı. Hasan kapıda göründü. Telaşlıydı. Bu civarlarda eylem olduğunu, polisin saldırdığını duymuş, evdekileri merak ettiği için gelmişti. Canan ise ne aç karnını hatırladı, ne de başka bir şey, bebeğiyle oyuna dalmıştı. Hatice bir solukta yaşananları, yedikleri gazın kızlarını ne hale soktuğunu anlattı. Ana yüreği işte Hatice de kızıyla aynı durumdaydı ama o bunun farkında dahi değildi. Canan da anasının lafının ortasına girip beyaz dumanın onu nasıl soluksuz bıraktığını, gözlerinden yaşlar aktığını, ellerini kollarını sallayarak babasına anlatıyordu. Ertesi sabah Canan her zamankinden erken uyanmıştı. Birlikte uyuduğu bebeğini yorganının altında arıyordu. Bulduğunda ise ilk aldığı gibi mutlu olmuştu. Babası önceki gün topladığı hurdaları depoya götürmek için evden çıkmak üzereydi. Canan hemen cama koştu. Evet işte Ahmet Amca oradaydı. Heyecanla bebeğini ona gösteriyordu ama Ahmet Amca öyle derin dalmıştı ki Canan’ın tüm çabaları boşunaydı. Az sonra Canan da vazgeçmiş ve yine oyuna dalmıştı. Hatice, iki göz olan evini göz açıp kapayıncaya kadar temizlemişti. Dışarıdan sesler geldiğini duyunca Canan’la Hatice aniden cama atıldılar. “Hükumet İstifa” diye kalabalık bir grup bağırıyordu. Peşlerinde polisler de onları kovalıyordu. Polis birden o pis kokulu, insanın boğazını sıkan o acı dumanı atmıştı. Gazın atılmasıyla Canan ile annesi camı hızlıca kapatıp kendilerini eve zor atmışlardı. Ama dumanı yutmuşlardı evin içine de girmişti. Ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Hatice, yavrusunu, o yaş akan gözlerini gördükçe göğsünden kesik kesik çıkan hırıltıları duydukça panik oluyordu. Musluğun başında Canan’ın yüzüne su vuruyordu. Camı açsa dışarısı daha da beterdi, sanki sis çökmüştü sokaklarına. Çaresizce odanın ortasına oturup kızına Hasan da kulağı onlarda, gözü televizyonda neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. *** Günler geçiyordu ne ülkenin sokaklarında ne de Hasanların sokağındaki eylemler bitiyordu. Bu karışıklık içerisinde Hasan işe çıkamıyordu. Her yerde polis saldırısı, gazı, gözaltısı olduğunu televizyondan izliyordu. Birkaç gün sonra artık ekmek alacak paraları da kalmamıştı. Ne olursa olsun işe gitmeliydi. Hasan arabasını hazırlayıp, şapkasını taktıktan sonra evlerinin yokuşundan aşağıya doğru arabasını geri çeke çeke yavaşça indi. Ortalık sakin görünüyordu. Canan, adını Sevgi koyduğu bebeğiyle camlarının önünden hiç ayrılmıyordu. Sokakları o kadar kalabalık olmuştu ki, hergün binlerce insan geçiyordu. Hem geçenlerin bazıları Canan’a çikolata, gofret gibi şeyler veriyorlardı. Ahmet Amca neredeyse evine hiç girmez olmuştu. Gözlerini gelen geçenden ayırmıyordu. Canan nereden bilecekti Ahmet Amca’nın pır pır eden yüreğinin heyecanını. Değil miydi ki yıllar önce Ahmet Amca’nın oğlu da böyle bir eylemde gözlerden yitmişti, bir daha da ortaya çıkmamıştı. Ne ölüsü, ne de dirisi yoktu ortada. Ve Ahmet Amca şimdi “onu meçhule götüren böylesi bir gün belki onu geri verecekti” diye düşünüyordu. Tanır mıydı oğlunu? Kaybolduğunda on yedisindeydi. Daha bıyıkları yeni terlemişti. Şimdi yam 33 yaşındaydı. Bekliyrdu Ahmet Amca, çıkıp gelecekti o, böylesi bir günde arkadaşlarını yalnız bırakmazdı. Oğlu gelecekti gelmesine ama onu tanıyacak mıydı? *** Hasan birkaç saat gezdikten sonra meydana doğru gitmiş ve orada günlerdir sokaklarda olanları görmüştü. Ne kadar da kalabalıklar diye geçirdi aklından. Biraz tedirgin, biraz da merakla meydana doğru yaklaştı. Herkes nasıl da mutlu görünüyordu. “Burası başka bir dünya mı?” Normalde gözünü bir dakika üzerinden ayırmadığı el arabasını kaygısızca, kendisinin de anlamadığı bir güvenle, oracıkta bırakıp meydanı, parkı gezmeye başladı. Herşey çok farklıydı. Alandakileri yıllardır tanıyor gibiydi ki alandakiler de Hasan’a öyleymiş gibi davranıyordu. Genç bir kız Hasan’ın omzuna dokunup “Hadi, yemek saati, yemeğe” dedi. Hasan çevresine bakındı. Evet, kendisine söylüyordu. Birden eli cebine gitti ama cebi boştu. Kız tekrardan “hadi, hadi” deyip yürümeye başladı, Hasan da takıldı peşine yemek kuyruğuna girdiler. Kimse yemek parası vermiyordu. “Ama nasıl olur” diye geçti Hasan’ın aklından. Kimi insanlarsa ellerinde tencerelerle, poşetlerle geliyor, yemek dağıtılan yere ellerindekini bırakıyordu. Hasan yemeğini aldı ve parkta boş bulduğu bir yere oturdu. Bir yandan yemek yiyor bir yandan da etrafında olan biteni anlamaya çalışıyordu. Günlerdir haberlerden izlediği, hakında “çapulcu, bir avuç marjinal” denilenler bunlar mıydı yani? Hasan bir rüyadan uyanır gibi irkildi. Aklına arabası, ekmek teknesi geldi. Yediklerini öylece bırakıp arabasının yanına gitti. Arabası olduğu yerde duruyordu. Bir oh çektikten sonra biraz daha hurda toplamaya çıktı. 29 Hasan eve döndükten sonra yaşadıklarını, gördüklerini Hatice’ye anlattı. Ertesi gün yine gitti. Bu defa elinde bir paket meyve suyu vardı. Elindekini yemek dağıtılan masaya utangaçca bıraktı ve hemen oradan uzaklaştı. Hasan hergün parka uğruyordu. Yeni insanlarla tanışıyor sohbetler ediyordu. Bazen Canan’ı ve Hatice’yi de götürüyordu. *** Hasan işten dönmüştü. Canan camın önünde Sevgi bebeği kucağında dışarıyı izliyordu. Hasan da hurdaları depoya vermiş arabasını kapının önüne yerleştiriyordu. Birden yine o koku yayılmaya başlamıştı. Hemen içeri koştu. Bir yandan öksürüyor bir yandan da annesinin bacağına sarılıyordu. Hasan da arabasını hızlıca bağlayıp eve girdi. Açık olan camı kapattı. Televizyon canlı olarak polisin alandakilere saldırısını gösteriyordu. Canan cama doğru koştu, kapalı olan camdan Ahmet Amca’ya bakıyordu. Ona bağırıyordu, el sallıyordu ama Ahmet Amca gözünü yoldan geçen kalabalıktan bir dakika bile ayırmıyordu. Cananların sokağı yine çok kalabalık olmuştu. İnsanlar meydana doğru koşuyordu. Aradan biraz zaman geçtikten sonra gaz kokusu daha da keskinleşmeye, sesler yaklaşmaya başlamıştı. Yani polis bu taraftan doğru geliyor 30 demekti bu. Hasan evde zor duruyordu. O meydanda duranları tanımıştı. Onların Hasan’ın, onun gibilerin yoksulluk içinde yaşamasına karşı olduklarını biliyordu. Ama nasıl gidecekti? Ya tutuklanırsa... Geride bıraktığı çocuğu, karısı ne yapardı? Hatice olduğu yerde meydandakilere dua ediyordu. Sesler iyice yaklaşmıştı. “Kah-rol-sun Fa-şi-zm” Eylemciler sokaklarına gelmişti. Polise doğru taş atıyorlardı. Polisler de yine gaz atmaya başlamıştı. Ahmet Amca sanki gazdan hiç etkilenmiyormuş gibi duruyordu. Bastonuna dayanmış, yüzünü bezlerle kapatmış olan gençlerin gözlerine bakıyordu. Hasan kapının önüne çıkmış bir yandan arabasını gözlüyor bir yandan da polislere bakıp “defolup gitseler de kurtulsak” diyordu. biteni izliyordu. Taşlar polislere adeta kurşuncasına yağmaya başlamıştı. Hatice soluğu sokakta almış yaralı gencin evine taşınmasını söyleyip Ahmet Amca’yı kolundan tutup içeri götürdü. Ahmet Amca’nın kana bulanmış mendili bilinci kapalı delikanlının kafasında içeriye girdiler. Dışarıdakiler öfke ile polisi sokaktan çıkartmaya çalışıyordu. Polis hiç durmadan gaz atmaya başlamıştı. Ama kimse geri adım atmıyordu. Kan bulaşmıştı bu sokağa ve polisin satılmış postallarına çiğnetmeyeceklerdi kanlarını. Hasan tereddütsüz arabasını bağlı bulunduğu yerden sökmüş yolun ortasına çekmiş ve ateşe vermişti. Mahallesi hep bir elden ellerinde barikata koyacakları ne varsa Hasan’ın arabasının yanına taşıyordu. Tam bu sırada bir delikanlı boylu boyunca yere düştü. Kimse de ne olduğunu anlamamıştı ki Ahmet Amca elinden bastonunu fırlatığ yere düşen delikanlıya oğlum dite sarılmıştı. Cebinden çıkardığı karbeyazı mendilini delikanlının kan akan başına bastırıyordu. Elleri, bacakları tüm vücudu sıtmalı gibi titriyordu. Ahmet Amca bir yandan ağlıyor, bir yandan gökyüzüne bakıp dua ediyordu. Halk engin bir deniz, hırçın bir dalga gibiydi. Ne satılık namlulardan çıkan kurşunlar ne de çapulcu efendilerinin tehditleri, güçlü(!) devletleri geriletemiyordu halkı. Kan dökülmüştü bir kez. Anadolu’nun karış karış topraklarını dolduran kanlar bu defa da Hasanların sokağına dökülmüştü. Bu sokak vatandı. Evet bu sokak vatan ve teslim edilmeyecekti işgalci güçlere. Ahmet Amca’nın feryatları herkese ne olduğunu anlatmıştı. Hatice camdan olan Canan bebeğini, Sevgi’sini, unutmuştu. Küçük gözleri yuvalarında titrek mum ışığı gibi kıpır kıpırdı. Bir Ahmet Amca’nın gözünden akan yaşlara, bir yerde yatan abinin kafasından akan kana bakıyordu. GERÇEK VE YALAN Bir Afrika öyküsü. Çok eskiden Ateş, Su, Gerçek ve Yalan büyük bir evde beraber yaşarlarmış. Her ne kadar birbirlerine nazik davransalar da aralarına mümkün olduğu kadar çok mesafe koymaya çalışırlarmış. Gerçek odanın bir yanında oturursa, Yalan diğer yanında otururmuş. Su, Ateş’in ayaklarının altında dolaşmamaya sürekli özen gösterirmiş. Bir gün birlikte ava gitmişler. Büyük bir sığır sürüsüyle karşılaşmışlar ve elbirliğiyle hayvanları çevirip köylerine sürmeye başlamışlar. Otlaklarda ilerlerken, Gerçek, “Hayvanları eşit paylaşalım. En hakça olanı bu” demiş. Yalan dışında herkes Gerçek’e katılmış. O, payının diğerlerinden fazla olmasını istiyormuş ama şimdilik ağzını açmamaya karar vermiş. Köye doğru yollarına devam ederken Yalan gizlice Su’ya yaklaşmış ve fısıldamış. “Sen ateşten güçlüsün. Onu ortadan kaldır, geriye kalanların payına daha çok sığır düşsün.” Su köpürerek, fokurdayarak ateşin üzerinden akmış ve onu söndürünceye kadar durmamış. Payına daha çok sığır düşeceğini düşünerek keyifle kıvrılıp dolanarak akmasına devam etmiş. Bu arada Yalan Gerçek’e şu şekilde fısıldıyormuş. “Bak! Gördün mü? Su Ateş’i öldürdü! Sıcak yürekli arkadaşımızı gaddarca söndüren Su’yu arkada bırakalım. Sığırları dağın zirvesinde otlatmaya çıkaralım.” Gerçek ve Yalan dağa tırmanmaya başlamışlar. Su onlara yetişmeye çalışmış. Ama dağ çok dikmiş ve Su yukarı doğru akamıyormuş. Sıçraya kıvrıla, kendi kendinin üzerinden geçerek aşağıya doğru akmaya başlamış. Bakın! Görüyor musunuz?! Su hâlâ bugün bile kıvrılarak dağdan aşağı akmakta. Gerçek ve Yalan dağın zirvesine varmışlar. Yalan, Gerçek’e dönerek, yüksek sesle, “Ben senden güçlüyüm! Sen benim hizmetkârım olacaksın! Ben de senin efendin! Sığırların hepsi benim!” demiş. Kavgaya tutuşmuşlar... Gerçek ayağa kalkmış ve sesini yükseltmiş. “Senin hizmetkârın olmayacağım!” Kavgaya tutuşmuşlar. Savaşmışlar savaşmışlar, savaşmışlar. Sonunda Rüzgar’ı çağırmışlar. “Hangimiz efendi, sen karar ver” demişler. Rüzgar karar verememiş. Esip gürleyerek bütün dünyayı dolaşmış ve insanlara “Yalan mı güçlü, Gerçek mi?” diye sormuş. Kimisi “Yalan bir kelimeyle Gerçek’i yok eder,” demiş. Kimisi “Gerçek, karanlıkta yanan küçük bir mum gibi, her durumu değiştirir” demiş. Sonunda Rüzgâr dağın zirvesine dönmüş. “Yalanın çok güçlü olduğunu gördüm. Ama hükmü sadece Gerçek’in duyulmaya çalışmaktan vazgeçtiği yerlerde geçer” demiş. Aslına bakarsak, öykü her şeyi anlatmaktadır. Belki ek olarak şu söylenebilir: “Gerçek, gecikmeyi sevmez.” dermiş Seneca... Çok doğru, yalana karşı gerçeğin kavgası galip gelecektir. Nihayetinde Emile Zola'nın “Gerçek daima muzaffer olur” sözünü unutmamak gerekir. İnsanlığın yüzyıllardır verdiği kavga gerçekle yalanın kavgasıdır. Ezenle ezilen arasında süren sınıf mücadelesi bir yanıyla gerçekle yalanın kavgasında ibarettir. Che'nin söylediği üzere; ‘Gerçek devrimcidir.'' Mary Baker Eddy'nin dediği gibidir; “Yalan ölümlü, doğru ölümsüzdür.” 31 Toprağın koynunda yatarken evlatları Yelekleri Hırkaları Hüzünlü Eşarplarıyla Geldiler Sıkılmışyumrukları Öfkelibakışlarıyla Ogüngeldiğinde Katilleri Affetmeyecekler Ölü biri tek bir şey bilir: Hayatta kalmanın daha iyi olduğunu. Oysa mesele hayatta kalmanın çok ama çok ötesindeydi. İnsanlık lal olmuş, düşünce kaybolmuştu. Ciğerimizi delen bu hikâyeye yıldızlar da şahit olmuştu… Zaman karanlık içinde, karanlık zaman içinde… Üç yüz yıldız parlamış, kötülüğün içinde. Ne yollar ne de yıllar yıldızlarla aramızdaki uzaklığı ölçmeye yetmezmiş. Fakat her ne kadar uzakta olsalar da her şeyimizi gözlerlermiş. Düşün ki incir yaprağı değmezken tenimize üryan gezinmelerimizi izleyip, sonramızın nereye varacağını merakla beklerlermiş. Yer kabuğu yarılıp araya sular girende ayrı 32 düşmelerimize, bizden daha çok üzülürlermiş. Sanki biz olmasak kapkaranlık boşlukta zamanın geçeceğine inanmazlarmış. Asıl büyük korkularıysa geceleri ışıldayışlarına hayran kalacak başka bir canlı türünün olmayışıymış. Bu yüzden insanlığı, bizden daha çok düşünürlermiş. Bir iğneyi keşfedene kadar soğuktan donan, bir su yatağına kavuşana kadar yollarda kavrulan atalarımıza bakıp bakıp iç çekerlermiş. Derken bin yıllar hatta milyon yıllar geride kalmış… Ateşi bulunca kahkahamızın -ki, şimdi ona kahkaha değil inleme diyoruz- yankılarını düşünüp o ateşin insanları bir metal yığınıyla denizin üstünde yürüttüğünü hayretle karşılamışlar. Yıldızlar, bu gelişime gıptayla bakar olmuşlar. Güzel kıyafetler ve yemekler; yaşamı kolaylaştıran makineler… Evet, hepsi ve daha fazlası… Fakat varlık içindeki dünyada yokluk çekenlere akıl erdirememişler. Padişahları, kralları ve bir de savaşları anlayamamışlar. İşte yine bir zaman insanlığın savaşına tanıklık ederken yürekleri parçalanmış. Diğer savaşlar kadar acımasızmış, ama bu kadar çirkinini ilk defa görmüşler. Öyle ki savaş esnasında en vahşi canlıdan daha vahşileşen ve bundan büyük haz duyanları gören bir yıldızın gözlerinden akan kan her yerini kızıla kesmiş. Her gece bu vahşete tanık olmak yıldızlar için katlanamaz bir hale gelmiş… Bu acıyı en derinden hisseden, ince duyguların ışığı Yıldız Ana, yıldızlar ile insanoğlunu ilk defa yan yana getirecek fikri dillendirmiş: “Kardeşlerim, biliyorum hepimiz tedirginiz. Fakat yıllarca ışığımızı önemseyen bu güzel insanlar olmazsa biz hangi amaçla burada duracağız? Bu gördüğümüz vahşet belki de bulaşıcı bir hastalık gibi yayılacak. Eskisinden daha büyük silahlara sahip insanlık, bunun sonucunu düşünecek vicdandan yoksun artık. Olup biteni anlamak için bir yıldızı yeryüzüne gönderip sonrasında ne yapacağımıza karar vermeliyiz.” Tartışmalar devam etse de Yıldız Ananın söyledikleri çoğunluk tarafından kabul edilmiş. Seher adındaki yıldız keşif yapmak için Bewelat Ülkesi’ne inmiş. Seher yıldızının anlattığıdır:“Bizim gördüklerimiz, ancak ışığımızın değdiği yer kadar. Karanlıkta kalmış bu ülkede vahşeti gördüm. Ölü bedenlerin yaşayanlara göre şanslı olduğu bu yerde, yaşayanlar da onurlu bir ölüm istiyor sadece. Kanla sulanmış topraklar, çocukların iri gözlerine takılıp kalmış sessiz çığlıklar; insanlığın vücut bulduğu ilk evi kirletmesinler diye, kendi bedenlerini bıçaklayan kadınlar… Tüm bunlara sebepse insan vücutlu, fakat kocaman ve her yerinden kıllar fışkıran yılanbaşlı mahlûklar. Her yanı sarmışlar, geceleri ortaya çıkıp çıkıp vahşetlerine yenilerini ekliyorlar. Bewelat halkı onları yok ettikçe, bu mahlûkların başı olan Kara Yürek tarafından yenileri gönderiliyor. Kara Yürek, kendi ülkesinden çok uzaktaki bu toprakları böyle yönetiyor...” gereken karanlık yerlerde sinsice gizlenmiş bu mahlûkları Bewelat’a göstermektir. Biz aydınlattıkça insanoğlu kendi yolunu bulacaktır.” Anlatılanı dehşet ve üzüntü içinde dinleyen yıldızlar bu ülkeye yardım edebilmek için ne yapılması gerektiğini bir türlü bilememişler. Sanki bu anı bekliyormuş gibi tüm gözlerin kendine çevrildiğini gören kızıl yıldız, sonrasında yıldızlar tarihine geçecek o güzel konuşmasını yapmış. Bewelat bilgesi Rubar kadının anlattığı: “Her yanımızı sarmışlardı, gecenin karanlığında bir türlü göremiyorduk düşmanı. Bıçağımı hazır ettim. Onurlu bir ölüm için bekliyordum. Bedenime batırdığım bıçağı yavaş yavaş itmeye başlamıştım ki birden evin içi ışıkla doldu. Herhal öldüm dedim kendi kendime, hak katında sualsiz cennete geldim. Dışarıda bağırışları duydum, ağlamakla gülmek arası, bizimkilerin sesiydi. Kapıyı açtım, ne göreyim! Anlatsam inanmazsınız. Sanki kar yağmış lapa lapa, her yer bembeyaz, tüm mahlûklar şaşırmış, kaçıyorlar… Ardında savaşçılarımız, bir bir vuruyorlar. Vurulan mahlûklardan yeşil kanlar fışkırıyor. Kadını erkeğiyle Kızıl yıldızın anlattığıdır: “Dinleyin kardeşlerim, Seher yıldızının da dediği gibi, biz sadece ışığımızın gidebildiği yerleri aydınlatabiliyoruz. Şu an onlara çok uzaktayız, buradan onlara hiçbir faydamız olmaz. Onları belki tamamen kurtaramayız, fakat karanlıkta kalmış bu ülkeyi aydınlatabiliriz. Yapmamız Geceydi, karanlığın sonsuza dek süreceği hissiyle bekleyen Bewelat halkı, toprak damlı evlerinde birbirine sarılıp ölümün sırasını bekliyordu. Karanlığın içinde parlayan üç yüz yıldız, ancak çocukların uçarı hayallerindeydi ki insanlık çocukların hayalini ilk o zaman ciddiye almaya başlamıştı… Beklenmeyen bu aydınlık tüm mahlûkların çirkin suratlarını birden ortaya çıkarmıştı… tüm köy ayaklanmış. Tez zamanda köyümüzü bu mahlûklardan temizledik. Hemen koşup çocuklarımı sakladığım çukurdan çıkardım. Köyde nasıl bir mutluluk var, ateşler yakıldı; türküler söylenip, halaylar çekildi. Gel zaman git zaman bizi aydınlatan bu yıldızların arasına sinsice giren bir mahlûkun koca bir ateşle kendini patlattığını duyduk. Oracıkta birçok yıldızın ışığı sönmüş. Çok üzüldük, dedim ki kendi kendime yıldız da olsa bekleyeni vardır elbet. Yıldız da olsa ağlayanı vardır elbet. Keşke sönmeseydi yıldızlar.” Neydi ki suçumuz? Işığımızı mutlulukla izleyen dünyanın bozulmamış kadim halkını aydınlatmak mıydı? Sönse de birçoğumuzun ışığı, fakat ne yeşil kanlı mahlûklar ne de Kara Yürek, karanlıkları aydınlatmamızı engelleyemeyecek! Yıldızların konuşmaları devam ederken Mavi yıldız, türküsüne çoktan başlamıştı… Mavi yıldızın ağıtı: “Kara kara zamanlara Kara yazı yazanlara Işığımız hançer olsun Yürek kara atanlara” Erkan KARAASLAN 33 Hapishaneden 10 Dakika Sesini kat sesime çoğul olalım! Ne duvarları Ne infaz mangaları Unutturamaz karanfil kokusunu Çiğdemlerin tadını * Eğer faşizmle yönetilen bir ülkede yaşıyorsanız; düşüncelerinizden ve eylemlerinizden dolayı , yani adaletsizliğe, yoksulluğa, zulme, sömürüye karşı olduğunuzdan dolayı yurdunuzdan sürgün edilebilir, tutsak düşebilir, işkenceden geçirilebilir veya katledilebilirsiniz. Dünyanın bir çok yerinde olduğu gibi ülkemizde de saydıklarımız fazlasıyla yaşanmaktadır. Malum dünya burjuvazinin ablukası altında ve sınıf savaşı tabii olarak sürmekte. Sen de bu çürük düzen karşısında adaletsizliğe karşı direnen, padişaha el etek yüz sürmeyen tarihler boyu ezilenlerin safında mücadele veren onurlu insanlardan birisin. Ne ucuz pespaye çıkarların vardır ne de bir pişmanlığın; ne bir aman dilemişsindir, ne de bir ah duymuştur kahpe senden. Adımlarını attığın zorlu dolambaçlı bu uzun yolculukta, yani devrim yolunda; bir düşman politikasıdır tutsaklık. Devrimci için ise onur ve namusun, direniş ve iradenin, inanç ve haklılığın sınav yerlerinden sadece biridir. Tutsaklık, her gün nerde nasıl davranacağını, neyi ne zaman yapacağını belirleyen tretmanlarla doludur ve her biri seni düşüncelerinden koparmak içindir. Bir özgür tutsak her şeyden vazgeçer fakat düşüncelerinden asla. Ve bu düşünce bize diyor ki; hak verilmez alınır. Kazandığımız haklarımızı büyük bedellerle söke söke aldık.7 yıl direndik ölüm oruçlarında. Henüz bitmeyen bir sürecin (ölüm orucu) belirli bir safhasında aldığımız haklar bunlar. Bizim için her birinin önemi çok büyük ve onur meselesidir. Onun için her gün hapishanelerden hak ihlallerine ilişkin hablerler ve buna karşı başlatılan direnişler duyarsınız. Hakkımız olan her şeyi alacağımızı bilerek direnirsiniz. 34 Tarihinizden aldığınız güçle direnirsiniz. İnsanlık tarihi boyunca Bruno gibi, Pir Sultan gibi, Boby Sands’ler gibi, İbrahimler gibi… Mahir yüreğiniz ve dört duvara sığmayan Engin bilincinizle, 122 kere parçalarsınız duvarları. İlk hapishaneye girdiğinizde başlar bu irade savaşı. -Bak kardeş biz senin iyiliğin için söylüyoruz. Ayakkabı bağcıklarını ver kendini asarsın falan. -Vermem. Psikopat değiliz, deli de değiliz! Devrimciyiz biz. -Bak burada prosedür böyle emir yukardan biz de emir kuluyuz eve ekmek götürüyoruz. Sen soyun elbiseleri ver bir bakıp geri vereceğiz. -Sen bana inançlarından soyun diyorsun, elbise hikaye. Geç bu numaraları, vermem. Böyle başlar ve çıkana kadar bitmez bu irade savaşı. Çeşitli biçimlerde hep karşına çıkar seni “ıslah” etme politikaları. Tecrit başlı başına yetmez . Tretman uygulamasıyla da iradeni hep yoklar düşman. Ödül-ceza mantığını oturtmaya çalışır senin kafanda. -Gelin bir anlaşma yapalım. Sabahları toplu slogan atmayın ayda bir halı sahayı açalım size. Eğer teslim olmaz, yılmaz isen işte zafer senin demektir ve sen artık bir tutsak değil özgür tutsaksın artık. Bu gücü aldığın yürek bilincin mayası seni yenilmez bir nefer, dört duvar arasına sığmayan bir beyin, yaratıcı ve üretken bir birey haline getirir. ait ve o yerin asli ferdi olarak görüyorsan, hayallerini, umudunu yitirmemişsen gür bir sesle parçalayabilirsin duvarları. -Günaydın arkadaşlaaaaaar! -Her şey devrim için. Her şey…. İşte bizi biz yapan sohbetlerimiz, havadan hücremize düşen toplarımız, bazen sesi uzaktan gelen bir enstrümanımız, bir kitap, eline dost kaleminden gelen bir mektup, açık-kapalı görüşler ve haftada bir kere yaptığın telefon görüşmesi: Hapishaneden 10 Dakika Telefondan Önce... Hapishanede günler yoğun geçer bir özgür tutsak için. Hep öğrenme, paylaşma ve üretme üzerine kuruludur yaşamı. Her şeyden ve herkesten öğrenebilirsin; yaratıcılığın ve üreticiliğin sınırı yoktur. (Borudan flüt yapmaktan çay kaşığı çöplerinden ev yapmaya, gazete kağıtlarından heykel yapmaktan, ayakkabı boyasından tablolar yapmaya kadar, çizim, şiir, müzik, araştırma, haber, spor ve en önemlisi bol bol okuma…) Bunu tüm arkadaşlarınla, içeri ve dışarıyla bazen olması gerektiği bazen de dolaylı şekilde paylaşırsın. İşte bu anlardan biri de telefon görüşmeleridir. Dakikalar yaklaşıyor. Kapı şimdi açılır. O 10 dakikanın coşkusu ve sabırsızlığı içini kaplar bir anda. Adımlar hızlanır voltada arkadaşlarınla, bir yandan sohbet sürer Nasıl mı? Cevap, Yaşasın Komün. Tek de olsan, fakat herkes bilir o an kafalar telefonda. yüzlerce insanla da olsan eğer içinde biz olma Düşünürsün! Şunu söyleyeceğim, bundan coşkusunu yitirmemişsen, hala kendini bir yere söz etmeyi de unutmayayım, bunu da soracaktın, acaba şu iş ne oldu, şunları istemeyi unutmayayım gerçi mektupta istedim ama olsun yine de hatırlatayım. Ve onlardan gelecek haberler için sabırsızlanırsın bir yandan. Minik bir plan program, sıralama yaparsın. Fakat, hiçbir zaman tutmaz bu minik program bunu sen de bilirsin. Kapı açıldı. Daha ilk anda irade savaşı başlar. -Ayakkabılarını çıkar. -Nedenmiş? -İçine bakacağız. Nedenini şöyle açıklarlar. Onlara zarar verecek bir şey koymuş olabilirmişiz içine. İşin komik yanı hapishaneye giren tüm materyallerin kendi kontrolünden geçmesi. Plastik çatal kaşık, plastik tabak, elmayı bile kesmeyen köreltilmiş bıçak, sayıyla verilen süpürge sapı… Ölçülerek verilen çamaşır ipi. -Elindeki cihazla kontrol et işte çıkarmam. -Yok prosedür böyle çıkarman lazım. Bir kere daha reddi yiyince başlar ayaklarına sarılmaya, sen de patlatırsın sloganı: Tecrite Son! Bu psikolojik işkence yapacağın telefon görüşmesi heyecanına engel olamaz. Telefona doğru koridorda koyulursun yola. Telefonda duyduğun ilk sesin sıcaklığı kaplar tüm hapishaneyi ve seni; oradan bir an çekip alır. Sanki dostların hemen yanı başındaymış gibi. Arkadaşlardan biri sırtını duvara dayamış, diğeri koridorda kısa mesafeli voltada kulağı telefonda, diğerinin iki eli cebinde yere bakarak gülümsüyor, bir diğeri nöbetçi yemek yapmaya ara vermiş eli yıkamış sile sile geliyor, Bir diğeri yoğunlaştığı işin başından kalkarak odadan çıkıyor. Ne gözlerin dolar, ne de sesin titrer; ne de soğuk ve mekaniktir her şey. Sadece duymak istersin karşındakini, ne söyleyeceğini düşünmeden ve uzun gülüşler alır yerini. Bu yüksek sesli gülüşmeler sarar insanı; gelmişi geçmişi geleceği her şeyi hatırlatır. Ardından da ilk soru gelir, cevabı bilinen bir soru… Telefon Anı... -Nasılsın? -İyidir iyi. Siz? Arkadan bir diğer arkadaş verir cevabı. Yüreğiyle konuşur seninle. -Biz de çok iyiyiz. Telefon hoparlörde herkes burada dinliyor. - Nasılsınız? Daha gür bir sesle cevap gelir. - Biz iyiyiz, herkes… Çat. Telefon kapandı. Tam o sırada ahizeyi patlatmak istersiniz duvarda. Bilcümle şeyler gelir aklına öfkeden. Derken bir gardiyan gelir karşıdan sallanarak. - Telefonda çok kişi var. Konuşma takip edilemiyor. Bir de telefon açılınca adını soyadını söylemen gerekiyor. Karşıdakilerde akraban falan mı? Sorun oluyor yani. Yukarıdakiler öyle söylüyor. - Daha doğru düzgün konuşamadık bile bu bir. İkincisi kimle konuşacağımız size mi sorucam, dinleyip dinleyememek senin sorunun. Eylem yatırmayın bize. Bir daha kapatmayın. (Kapattıkları ve eylem yaptığımızda olmuştur. Neticede hak verilmez alınır!) Tekrar ararsınız. - Alo duyuyor musunuz? - Evet. Noldu yaa? - Önemli bir şey değil. Dinleyemiyormuş. O anda kendindeki öfkenin karşıda da koptuğunu hissedersin. Ama bu hoş sohbetimizin önüne geçmemeli diye düşünürsün. Zaman akıyor, zaman... Başlarsın hızlıca konuşmaya, başlar çeneler çalışmaya. Bu konuşmada dışarıdaki her şeyden haber dar olursun. Güncel her şeyi sıkı bir şekilde gazete, televizyon ve dergiden takip ediyorsundur ama yine de yoldaşlarından dinlemek bir başka olur ve küçük ayrıntılar daha da vakıf eder seni ve sende anlatırsın içeriyi. Bir yandan zaman, bir yandan heyecan, bir yandan anlatılanları akılda tutmaya çalışmak (konuşulanları heyecanla bekleyen arkadaşların var) derken zamanın sonuna gelirsin. -Alo kapanacak birazdan. Ee başka bir şey diyor musun? -Seni çok seviyoruz. Beste, şarkı yap; Tavır’a yazı yazmayı unutma. -Tamam, yazarız elimiz döndüğünce hep beraber. Hee bak aklıma gelmişken… -... (Dıııııttt.) Telefondan Sonra Daha sözlerini anlatacaklarını tamamlayamadan biter süren. Telefondan sonraki ilk dakikalar biraz zorlar insanı. Karşıdan aynı gardiyan bitti der gözlerle sallana sallana gelir karşıdan, sende ahizenin telefonunu kapamışsındır ve aklın eksik kalan sözlerinde. Gardiyan geldiğinde gözlerine bakarak içinden “Anladık ulan, dakika bitti!” dersin ve koyulursun dostlarının yanına gitmek üzere koridorun yoluna. Hücrene döndüğünde ilk dakika hiçbir söz ve kelime yeterli gelmez duygularını anlatmaya; sonrasında senin dokunduğun yoldaş omzuna ya da omzuna dokunan yoldaş eli sorar “Eeee sen mi başlarsın anlatmaya ben mi başlayayım.” çözülür dilin ve başlarsın anlatmaya derken hoop bir top düşer gökten. Yoldaşların bir an olsun boş bırakmaz seni. Öyle yağma yok konuştukların tek kendine olmaz. O on dakika diğer hücrelerdeki yoldaşlarla saatler olur akar gider. Herkes yazar kağıtlara . Kimisinin annesinden babasından selam, kimisinin kardeşi evleniyor , kimisinin köyündeki hikayeler, kimisi dışarıdaki etkinliklerden haberler getirir. Bu kısa zaman dilimine çok şey sığdırırsın. Elbette ki hayat damarlarımız bu 10 dakikaya bağlı değildir. Fakat mesele irade savaşına ve hakkımızı elimizden almaya gelince işte o hayat damarı olan direniş, meşruluk ve zafere olan inancımız harekete geçer. Kısa zamanlara çok şey sığdırmanın ustaları bizler mücadelede her nerede olursak olalım, koşullar zaman ve mekan ne olursa olsun, hep bir ağızdan aynı türküyü söyler aynı güneşin sofrasına otururuz. Biz; bizi biz yapan değerlerimiz için, bizi ayakta tutan düşüncelerimiz için, inancımız ve haklılığımız için yaşar, komün için ölürüz! *Hasan Biber Berkan ÖLMEZ Kırıklar Hapishanesi’nde direniş ve zafer: Özgür tutsaklara hastane ve adliyeye giderken çift kelepçe takılmak istendi. Özgür tutsaklar çift kelepçeyi tedavi haklarının gaspı olarak değerlendirip eylem yapmaya başladılar. Önce 2 haftalık açlık grevi yaptılar. Hapishane yönetimi pek oralı olmadı. Sonra hastenede slogan atmaya başladılar. Bu kez de tutsakları hastanenin en tenha olduğu zamanlarda götürmeye başladılar, yine de rahatsız oluyorlardı. Sonra tutsaklar oturma eylemi ve aktif direnişe başlayınca ilk başlarda hiç oralı olmayan hapishane yönetimi sorunu çözmek zorunda kaldı. Ve çift kelepçe saldırısı püskürtüldü. Bu arada özgür tutsak Erdal Berk’in kolu kırıldı hastanede direndiği için, Fikret Kara işkenceden kaynaklı kollarını bir süre kullanamadı, onlarca tutsağın tedavi hakkı aylarca engellendi. Ama zafer direnenlerin oldu. Bu arada TAYAD’lılar dışarıda basın açıklamaları, eylemler, suç duyuruları, hastanede nöbet eylemleri yaparak destek oldular… 35 Varı yoğu ne varsa satmış savmış, kendisinin, eşinin ve üç çocuğunun gemi parasını denkleştirmiştir. Gecenin bir vakti sahile yanaşmış lastik bota binerken paranın kalan kısmını insan kaçakçısına vermiş ve tümüyle ıslak vaziyette İtalya kıyılarına doğru yola çıkmıştır Senegalli aile... Meksikalılar bir kamyonun gizli bölmesinde Amerika’ya geçerken sınırda havasızlıktan ölmek üzereyken sınır polisi tarfından tırdan çıkarıldıklarına belki de yakalandıklarına seviniyorlardı, ölümden döndükleri için. Kimbilir belki de şanssızlıklarına küfredenler de vardı içlerinde öyle ya şimdi sınırdışı edilmek, ayrıldıkları kendi ülkelerine, gene eski yaşamlarına dönmek de var. Çekilmez yaşamlarına geri dönmektense ölmeyi tercih ederlerdi belki... Dünyanın başka başka ülkelerinde, insan kaçakçılarına her şeyini veren Kürt’e, Arap’a, Ermeni’ye, Ukrayna’lıya, Sırp’a, Boşnak’a velhasıl her dilden her milliyetten insana rastlarız bu manzaralara... Bu ve buna benzer gerçek öykülerin her biri üzerine filmler çekilir, romanlar yazılır. Adlarının içinde hep bir kelime geçer: Mülteci! Mülteci, yani Türkçe karşılığıyla “sığınmacı”... Örneğin, BM verilerine göre, Ağustos ayı sonu itibariyle Irak’ta 168 bin, Mısır’da 110 bin, Ürdün’de 515 bin, Lübnan’da 716 bin ve Türkiye’de 460 bin Suriyeli sığınmacı var resmi rakamlarda ama Türkiye’deki toplam sığınmacı 36 sayısının 2 milyonu aştığı belirtiliyor ki bunun doğruluğunu sokaklarda yatan, dilenen Suriyelilere bakarak bile söyleyebiliriz... Suriye’nin resmi makamlarınca açıklanan ve ülkeyi terk eden Suriyelileri ifade eden 8 milyon mültecinin çoğunun Türkiye dışında gideceği bir yer de pek gözükmüyor ayrıca... Avrupa ve Kanada’da ne kadar var net bir veri yok ama onbinlerce olduğu kesin... Ortada deyim yerindeyse neredeyse nüfusunun yarısı boşal(tıl)mış koca bir ülke var. Emperyalizmin girdiği krizi atlatma yöntemi olarak belirlenen işgal, iç savaş çıkarma, halkları birbirine kırdırma vb. yollarla iktidarı ele geçirme operasyonlarından sonuncusu Suriye’de hayata geçirilmiş ve çıkan savaştan kaçan Suriyeli göçmenler başta komşu ülkeler olmak üzere dünyanın birçok ülkesine kaçmışlar... Sadece Suriyeliler değil emperyalizmin girdiği her ülkenin haklarının, hatta daha da genişletmek gerekirse emperyalizmin sömürü politikaları sonucunda açlığın ve yoksulluğun kucağına düşen ülke halklarının insanca bir yaşam uğruna belki yollarda öleceklerini bile bile insan kaçakçılarının eline düştüğünü biliyoruz. Bu tablo bütünüyle emperyalistlerin elinden çıkmadır, bu tablonun tek sorumlusu onlardır, onların baskı ve sömürü politikalarıdır... Bugün İstanbul’un göbeğinde, Aksaray’da lastik bot, can yeleği, büyük balon(Bunlar telefonların, paraların ıslanmaması için alınıyor) aleen satılıyor. Buradan alınan botlarla Kuşadası’na gidiliyor ve bir gece yarısı Midilli’ye doğru yola çıkılıyor. Başarabilenler şanslı, başaramayanlar Alyan bebek gibi, Ege’nin mavi karanlığında boğuluyor. Bu arada bu botların batması değil batırılması söz konusu çünkü AB ülke dışişleri bakanlarının gizli bir toplantıda mülteci botlarının batırılması kararı alındığı söyleniyor. Bu işi de Yunanistan yapıyor parayla. Alan memnun satan memnun. Mülteciler Yunanistan’ı geçiş üssü olarak kullanıp Avrupa’nın zengin ülkelerine gidiyorlar, zengin ülkeler bu insanların Yunanistan’a bile çıkmalarını istemiyorlar bu yüzden ve Yunanistan’a kamyon yüküyle para veriyorlar. AB ülkelerinin insan hak ve özgürlüklerine olan düşkünlükleri(!) göz yaşartıyor değil mi? Bir cinayet şebekesi duruyor karşımızda. Parayı Kabe bellemiş, yaşamlarını kar üzerine kurmuş emperyalistlerin gözünde hiçbir insanın değeri yoktur. Onlar parayla kirlettikleri dünyayı yaşanmaz hale getirmiş bir avuç sömürgen olarak insanlık suçu işlemeye devam ediyorlar. Kaçak göçmen ticareti bugün dünyanın en büyük kirli para trafiğini de yönetmektedir. Kuzey Irak'tan, Bangladeş'ten, Pakistan'dan, Suriye’den ve Afrika'nın ücra köşelerinden kaçan insanlar gittikleri yerdeki yasal ücretin yüzde beşi gibi paraya çalışmak zorunda bırakılan yirmi birinci yüzyıl kölelerinden başka bir şey değildir. Mültecilerin sayısının artması, kaçak işçilerin sırtından elde edilen artıdeğer sömürüsünün de tavan yapması demek aynı zamanda. Çünkü bu kaçak işçiler öyle komik ücretlerle çalıştırılırlar ki ertesi gün işe gelebilmeleri, açlıktan ölmemeleri bile mucizedir. Çoğu insan gibi yaşayamaz, iş kazaları ile ölür ya da sakat kalır. Sosyal güvenlikleri de yoktur doğal olarak. İş bulamayanlar, iş bulabilenlerden daha kötü durumdadır elbette. Özellikle ergenlik çağındaki genç kızlar Belçika'da sapık Katoliklerin, Almanya'da gözünü seks bürümüş porno tacirlerinin, Hollanda'da uyuşturucunun su gibi aktığı Amsterdam genelevlerinin yatak odalarında bulur kendilerini. Günlük kazançları azami 20 dolardır. Onları “satanların” kazancı ise 500 ile 1000 dolar arasında değişiyor. Çok çarpıcı bir örneği burada dile getirmek gerekiyor. İsviçre'de 1986 yılında yakalanan Polonyalı 15 yaşındaki bir genç kız, tam üç ay süren rehabilita- syon sonrasında ve ailesinin mafya tarafından öldürülmeyeceği garantisinin kendisine verilmesi üzerine 12 yaşından bu yana zorla fahişelik yaptığını ve tüm Avrupa'yı dolaştığını anlatmıştır. Genç kızın ifadesinden hareket eden İsviçre, Belçika, Fransız polisi; ülkelerinin içi işleri bakanlıklarına kadar uzanan korkunç ve bir o kadar da iğrenç ilişkiler ağında dönen kaçak göçmen ticareti ile karşılaşmış ancak yine bu insanları iğrenç asalaklar olarak gören Hristiyan Demokrat milletvekileri ve parlamenterlerin baskısı ile konu kapatılmış, olayın üstüne giden pek çok milletvekili ve araştırmacı ise istifa etmek zorunda kalmıştır. İşte medeni Avrupa... Medeniyetiniz batsın! Geçtiğimiz 12 yılda Türkiye geçişli kaçaklardan yolda ölen sayısı 2,500’dü. Dünyada şu an, Birleşmiş Milletler verilerine göre, 32 milyondan fazla insan “kaçak göçmen” konumunda; çadırlarda, kamplarda, kağıtsız, belgesiz yeni bir hayata başlamayı bekliyor. Her yıl, ortalama 300 bin insan onlara katılıyor. Bu sayı da her geçen yıl artıyor. Daha fazla istatistiki bilgiye gerek yok artık. Çünkü her rakam ayrı bir trajediyi anlatıyor, her biri bir hançer gibi saplanıyor yüreklerimize. Alyan bebeğin kıyıya vuran minicik bedenine üzülmenin daha fazla Alyan’ın öleceği gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Çünkü emperyalist-kapitalist sistem var oldukça insanlar emperyalist sömürücülerinin işgaliyle veya çıkarttığı iç savaşlarla artık yaşamanın bile mümkün olmadığı ülkelerini terk etmeye devam edeceklerdir. Daha iyi koşullarda yaşama umudu da devam edeceğinden yine göçler gündeme gelecektir. Kimdir bunun müsebbibi? Kim döküyor bunca insanı yollara? Kim ölümü bile göze aldırarak bir can simidine sarılıp binlerce kilometre yola çıkaran? Adları sır değil. Tek bir kelime altında toplayabiliriz tüm katilleri: Emperyalizm! Sorun bu kadar sade, bu kadar açıktır. Bırakın sosyo-ekonomik koşulları, psikolojik etkenleri vs. Bu gerçeğe kulak verin, bu gerçeğe dönün. Sebep emperyalist-kapitalist sistemin ta kendisidir! Sebep ortadan kalkmadıkça bu sorun da ortadan kalkmayacaktır. Sınıfsız ve sömürüsüz bur dünya kurulduğunda her insan kendi ülkesinde insanca yaşayabilecektir. Bunun için ise mücadele etmek, savaşmak gerekiyor. Her geçen gün sayıları artan ve ölümle yaşam arasında bir lastik bota mecbur bırakılan kaçak göçmenler aşkına da vatanından kopartılan milyonlar aşkına... Mültecilere açık mektup İnsan yaşadığı ülkeye benzer. Sizler şimdi hiç benzemediğiniz yerlerdesiniz. Köklerinizi birer birer söktünüz topraklarınızdan ve “kurtuluşu” gurbet ellerde aradığınız için yollara düştünüz. Başardınız ve artık birer mültecisiniz. Başardınız diyorum çünkü başaramayanlar şu an ya okyanusların, büyük denizlerin dibindeler ya da cesetleri kıyılara vurmuş durumda… İnsan kaçakçılarının o medet umduğunuz büyük ve müreffeh devletlerle yaptığı gizli anlaşmalar sonucunda oluyor bunlar tabi ki… Tekneler bilerek batırılıyor, bir taşla birçok kuş vurulmuş oluyor kaba bir benzetmeyle…”Değer mi?” sorusunun tam da sorulacağı yer burasıdır. Cevabını istemediğimiz sorudur aslında bu… Kim vatanından uzakta kalmak ister ki? Siz de istemezdiniz biliyoruz ama bunun böyle olmaması için ne yaptığınızı da sorgulamanız gerektiğini düşünüyoruz. Kendinizce haklı gerekçeler bulabilirsiniz vatanınızı terk etmenize ama inanın hiçbiri haklı değildir olamaz! Açlık, yoksulluk, işsizlik, inkar, asimilasyon, baskı, yasak, işkence... istediğiniz şeyi sıralayın ama bunların hiçbir ama hiçbiri sizin ülke topraklarını terk etmenize yeterli gerekçe değildir, olamaz! Neden derseniz, tüm bunlara rağmen terk etmeyenler var ve insanca yaşam kavgasını sürdürüyorlar. İnsanca yaşam dedik, evet siz de öyle diyorsunuz Avrupa'ya, Amerinka'ya veya başka “büyük ve müreffeh” ülkelere gitme gerekçesi olarak. Kalanlar ve bu uğurda bedel ödeyenlere ne diyeceğiz? Ya da daha doğru bir ifadeyle siz ne diyeceksiniz? Biz kendimizi kurtardık siz kendi aptallığınıza yanın mı? Baskı ve sömürünün olmadığı bir-iki sosyalist ülke dışında tüm dünyada emperyalist sömürü hakim bugün. Çok demokratik, çok özgür bir dünya bulacağınızı sanıyorsanız çok büyük bir yanılgı içerisindesiniz. Sömürünün kaynağına gidiyorsunuz. Emperyalist-kapitalist sistem ortadan kalkmadan sömürü ortadan kalkmayacaktır ve gittiğiniz her yerde sömürülmeye devam edeceksiniz. Sömürüye karşı savaşmadan da baskıdan ve sömürüden kurtuluşun olmayacağını bilmelisiniz. O yüzden kalın ve savaşın. Ülkenizi bağımsız kılın ve emperyalist sömürü zincirinin dışına çıkarın. Açlık ve yoksulluğa son vermenin yolu bedellerin göze alındığı zorlu bir savaşa kalkışmaktır, bu cesareti gösterin. Göstermezseniz bilin ki acı çekmeye devam edeceksiniz. Vatanınızı terk etmeyin! Emperyalistlere ve işbirlikçilerine karşı dövüşün! Acıya son verin! FAZIL AKTAŞ 37 “GEL VATANDAŞ NE ALIRSAN 3 BİN EURO” Çok fazlaca duyarız: “Bilmem nerede ucuzluk. Şok!” “Yarı fiyatına. Şok!” “Almayanı dövüyorlar. Şok!” Şimdi bu tarz bir haberi anlatacağız size. Ucuzluk haberi. Nerede diye merak etmeyin, maalesef geç kaldınız. Çünkü alan aldı satan sattı. Bir kıyafet mağazası ve en ucuz ürünleri 3 bin Euro. Yani bizim mahalle bakkallarındaki ucuzluk günlerine pek de benzemiyor. H&M işbirliğiyle Türkiye’ye gelen Fransız lüks moda evi Balmain’in ürünlerini kapabilmek için çok konuşulan bir izdiham yaşandı. Ayılanlar bayılanlar, birbirini ezenler, ameliyatlı ameliyatlı gelenler ne ararsanız var. En çok da konuşulan yan şuydu ki; haberi haber yapan olay da bu oldu. Düzenin kullandığı en pespaye suratları Fatih Ürek ve Nur Yerlitaş da bu izdihamın bir parçası olmuşlardı. Hâlbuki ki biz onları daha çok tv programlarında insanların hayatlarıyla, kıyafetleriyle, yoksulluklarıyla dalga geçerken ve her türlü değerin içine tükürürken görmeye alışmıştık. Ama ucuzluktaki izdihamla biraz da olsa “karizmaları” çizildi. Fatih Ürek denen adam (adam demeye dilimiz varmıyor) kendini şu şekilde savundu. "Aslında biz VIP davetli olarak gittik. Başta her şey normaldi, bizi şampanyalarla karşıladılar... Ama kapılar açılınca neye uğradığımızı şaşırdık... 38 İnsanlara bir haller oldu, çıldırdılar... Biz de kendimizi o çılgınlığa kaptırdık... Elimi uzattığım kıyafete bir başkası yapışıyordu, fenalaşanlar oldu... Nur Yerlitaş bayılacak gibi oldu, hemen sakin bir yere götürdük... Ben de bir köşeye oturup, sakinleşmek istedim. O arada bir mankenin üzerindeki ceketi kimsenin almadığını fark ettim, fırsat bu fırsat deyip üzerinden çıkarıp aldım. Mücadelenin sonunda yaklaşık 3 bin lira harcayarak 7-8 parça palto ve ceket aldım. Özellikle daha önce fiyatının 40 bin lira olduğunu bildiğim bir paltoyu bin liraya almak beni çok mutlu etti. Aslında düşününce bu bir görgüsüzlük değil... Dünyanın her yerinde bu organizasyonlarda benzer şeyler yaşanıyor. Bunun parayla ilgisi yok, ben çok eğlendim..." Öyle bir anlatıyor ki sanırsın ülkeyi düşman işgalinden kurtarmış yaralı arkadaşına kendi bedenini siper etmiş. En önemlisi de 40 bin liralık bir paltoyu bin liraya almış. Adam daha ne yapsın! Peki diğer konuklar nasıl anlatıyor bu izdihamı? - İnsanlar birbirlerini öldürecek gibiydi, reyonlar yıkıldı. İnsanlar kaç numara olursa olsun alıyorlar, sonra internette satıyorlar... - Mecburen koşturdum son birkaç şey kalmıştı aldım. Yılda bir kere denk geliyor almazsam olmuyor. - Bu ürünler ne Paris'te var ne başka yerde. Ürün geliyor ve bitiyor ondan geliyorum... - Gece 03.00'te gelenler oldu. Daha yeni ameliyat oldum ben, ittirdiler canım çok acıdı. - Normalde 3000-4000 euroluk ceketler 599 liraydı... Söylenecek söz yok. Acı bir gülümseme beliriyor insanın suratında ve utanıyor insan. Onların düştüğü hale onlar adına utanıyor. Bu nasıl bir rezilliktir. Bunun adını koymak bile zor. İnsanlar nasıl bu kadar şuurlarını kaybedebilmişler. Aslında bu sorunun cevabı bir muamma değil. Televizyonda izlediğimiz, dergilere kapak olan her gün başka bir kıyafetle evimizi şenlendiren ünlü ablalarımız abilerimiz bu markaları giyiyor. O ünlülerin pazardan giyinmesi haber niteliği taşıyor. Ama bizim pazardan giyinmemizin bir haber niteliği yok. Çünkü onlar gibi haber olmak için değil zorunluluktan beş liraya tişört alıyoruz. Bir kumaş parçasına bilmem kaç bin Eurolar vermek için birbirini ezenlerin yanı sıra bir liralık ekmeğe ulaşabilmek için canını ortaya koyan ve birbirini ezen insanlar da bu ülkede yaşıyor. İnsanlara hayvan muamelesi yapan bedava yiyecek dağıtıcıları, makarnayı ekmeği öyle bir fırlatıyorlar ki; o bir lokma ekmeğe kavuşmak için birbirlerini ezmek zorunda kalıyor insanlar. İki ayrı uç iki ayrı sefalet. Tam da bunun üzerine ünlü iş adamı Ali Koç G20 zirvesinde bu duruma bir açıklık getirdi. Dedi ki; “Eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkması gerekir. Ben en azından eşitsizliğin minimum seviyeye indirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Gerçek sorun kapitalizmdir”. Sözlüğe aymazlık yazın yüksek ihtimalle karşılığında Ali Koç çıkacaktır. Halkın kanını emen halkın emeğini sömürerek servetine servet katan en büyük eşitsizliklerin en büyük adaletsizliklerin ülkemizdeki başrol oyuncusu olan Ali Koç, yoksulun halinden anladı ve sorunu tespit etti. Peki sormak istiyoruz kendisine “eeeeeee?” Sorun kapitalizm peki çözüm ne? Biz söyleyelim çözümü. Sen ve senin gibiler yok olduğu vakit sorun çözülmüş olacak. Madem bu kadar dert ettin kendine, çözüme de ortak ol. Uyduruk bir markayı satın almak için birbirini ezecek bilinç seviyesine nasıl geldiğimizi anlatmıyorsunuz. Sanki yaşananların sizlerle hiç ilgisi yokmuş gibi sistemi suçluyorsunuz. Başka bir çözüm önerisi de Tayyip’ten geliyor. İşverenlere sesleniyor. “Ey İşverenler işçilerinize biraz daha fazla para verin ki tahrik olmasınlar. Terörü bitirelim.” Evet, sorun sistemde. Size inanıp, oy verenlere ilk defa doğru bir şey söylediniz. Ağzınızdan ilk defa doğru bir kelime çıktı. Bu sistemin köpeği olmanın bu sistem aracılığı ile insanları iliklerine kadar sömürüp inim inim inletmenin bedelini ödeyeceksiniz. Evet, bu bir mücadele... Ama Fatih Ürek’in uyduruk bir mont kapma mücadelesine benzetmeyin. Daha kanlı daha canlı daha gerçek bir mücadele... Ve bütün emperyalistlere açtığınız kapılarımızın ilelebet dışına atılacağınız, döktüğünüz her kanın, ölen her çocuğun hesabını vereceğiniz bir mücadele. Korkun bu mücadeleden! Ey soysuz; zenginden alıp fakire verdiğin beş kuruş seni kurtarabilecek mi zannediyorsun. Kimin malını kime lutfediyorsun. Bu ülkede yaşayan her yoksulun gelip sizi bulacağını çok iyi biliyorsunuz. Sorun biz değiliz kapitalizm diyorsunuz. Ama bu sistemin sizin sayenizde ayakta kaldığını, insanları ekmek alamayacak duruma sokup dilencileştirdiğinizi anlatmıyorsunuz. Devrim SAVAŞ Kapitalizmde giyim-kuşam; moda denilerek tüketim ve kar sektörüne dönüştürülür. Sosyalizmdeise temel ihtiyaç olarak görülür ve üretimi ve de tüketimi toplumun ihtiyacına göre belirlenir. “Bir elbise; kapitalizmde satmak, sosyalizmde ise giymek için yapılır.” Kapitalizm ürünlerden kar sağlamak isterken, sosyalizmde ürünler ihtiyaçların karşılanması için üretilir. * 2015 yılının Kasım ayında açlık sınırı 1.390,61 TL; yoksulluk sınırı 5.529,66 TL. * Her beş saniyede bir çocuk açlıktan ölüyor. * Her gün açlıktan ölen sayısı 26.700 kişi. * Dünyadaki açların toplam sayısı 783.680.390 kişi. * Dünyanın en zengin insanının serveti 280 milyar dolar. * 1.5 milyar insan günlük 2 dolardan daha az gelirle çalışmak zorunda. * Bir otomobil fuarında 10 dakika tanıtım yapan kadın mankene verilen para 100 bin dolar, aynı otomobil fabrikasında asgari ücretle çalışan işçinin aynı miktar parayı kazanabilmesi için gerekli süre 20 yıl. * Tüm dünya nüfusunun eğitim gideri 6 milyar dolar, temel gıdalara ulaşması için 13 milyar dolara ihtiyaç var. * Avrupa’da parfüme harcanan para 12 milyar dolar. * Avrupa ve ABD’de kedi-köper maması içn harcanan para 17 milyar dolar. * ABD’de zayıflamak için harcanan para 50 milyar dolar. *Dünyada bir yılda kozmetiğe harcanan para 200 milyar dolar. (Bu para Afrika’nın açlıktan ve susuzluktan kurtulmasına yeter.) 39 Dişliler ve çarklar arasında yutulanların hikayesini veya başka bir deyişle günümüz gerçeğinin yaklaşık seksen yıl öncesini kendi zamanın çok ötesinde bir anlatımla bize ulaştıran asıl adı Sör Charles Spencer Chaplin olan ancak tüm dünyanın Charlie Chaplin olarak tanıdığı ve 1914 yılındaki “Kid Auto Races at Venice” filminde başrolde canlandırdığı melon şapkalı, bol pantolonlu, dar ceketli, kocaman ayakkabıları ve elinde bastonu ile kendine özgü bir yürüyüşü ile yarattığı “Şarlo” karakteri olarak bilinen Charlie Chaplin’in kapitalizm ve sistem eleştirisini çok başarılı bir şekilde gerçekleştirdiği filmin adıdır Modern Zamanlar. Filmin açılış sahnesinde kullanılan imge filmin karakterinde önemli bir yer tutuyor. Koyunların sürü halinde hep beraber ağıllarına girmesi ile film başlıyor. Bu sahneye paralel olarak metro istasyonundan yine hep beraber çalıştıkları fabrikaya doğru yürüyen işçilerin görüntüsü belirmeye başlıyor. Bu sahnede tüm koyun sürüsünün içinde, beyaz koyunlar arasında sadece bir adet siyah koyun gözümüze çarpar. O siyah koyun aslında filmimizin kahramanı Şarlo’nun kendisidir. Şarlo fabrikada diğer işçiler ile beraber ruh sağlığını ve beden sağlığını bozacak derecede durmadan çalışan bir fabrika işçisidir. Şarlo karakterinin yaşadıkları üzerinden filmin aslında anlatmak istediği, Sanayi devriminden sonra gelişen Kapitalizm ile beraber gerçekleşen makinalaşmanın, özellikle işçi sınıfı üzerindeki etkilerini, işçilerin gün geçtikçe yaşadığı ağırlaşan yaşam koşullarını, kapitalizmin yarattığı “öldürücü”, “insanlıktan çıkaran” koşullarını ve ayrıca yine bu sistemin toplumsal etkilerini, olumsuzluklarını ilk andan itibaren çok güçlü bir şekilde gözler önüne seriyor. Şarlo’nun fabrikadaki görevi durmadan, bıkmadan, usanmadan başında bulunduğu makinanın şeridinden hızlı bir şekilde önünden geçen vidaları sıkmaktır. Makina’nın durmaması ve o vidaların sürekli olarak sıkılması gerekiyordur. Çünkü bir yandan burjuvazinin temsilcisi patron, diğer yandan patronun gözüne girmek isteyen ustabaşı tarafından sürekli talimatlar ve emirler verilmektedir. Bu vida sıkma işleminin “iş bölümü” 40 olarak fabrikada o kadar çok üstünde durulmuştur ki, sürekliliği ve makinanın hızlılığı sonucunda oluşan sinir krizinden dolayı sokaktaki kadının palto düğmelerine kadar vidaya benzeyen her şeyi sıkmaya çalışmaya başlamıştır ve kendini akıl hastanesinde bulmuştur. Kapitalizme ve yaşanan makineleşmeye karşı Charlie Chaplin’in eleştirilerinin belki de en büyük silahı ve en iyi uyguladığı yöntem olan mizah filmin önemli noktalarından biri. İşçilerin yemek yiyerek geçirdiği zaman kaybını önlemek isteyen patronların otomatik yemek yedirme makinası yapması filmde mizah ile iç içe geçmiş önemli sahnelerden biridir. Yine nasıl çalıştığını ve ne işe yaradığını bilmediği makinanın çarklarının arasına sıkışmasını içeren sahne de hem mizahi yönü hem politik eleştirisi ile önemlidir. ''yemek yemek icin durmayin. rakiplerinizin onunde durun! bellows beslenme makinesi ile artik yemek molalari ortadan kalkacak, üretim artacak, gideriniz azalacak.'' Ayrıca bu eleştirilerin içinde en çok 1930’lu yıllarda Amerika’da yaşanan Büyük Buhran yer alıyor. Ve tabii Fordizm olarak nitelendirilen ve Amerika burjuvazisinin isimlerinden Ford markasının yaratıcısı Henry Ford tarafından yaratılan Üretim Bantı sistemine karşı eleştiride filmde yer almaktadır. Charlie Chaplin’nin özellikle üzerinde durduğu, yine filmin önemli bir noktası Devlet – Burjuvazi (Sermaye) arasındaki bağdır. Mizahi bir şekilde bunu en net olarak anlattığı sahne ise hiçbir şeyden habersiz Şarlo’nun tesadüf eseri eline geçen bir kızıl bayrağı taşıması sonucunda işçilerin yaptığı eylemde tesadüfen kendini en önde bulması ve polisin eylemcilere müdahele etmesiyle de en sonunda kendini komünist bir lider olarak hapishanede bulmasıdır. Burada aslında vermek istediği mesaj, işçilerin hak aramasına karşı her koşulda polisin tahammülsüzlüğü ve burjuvazi ile birlikte olduğunu göstermesidir. Burada şunu belirtmek gerekir, film yayınlandığı zaman Almanya ve İtalya’da yasaklanmış, ABD’de ise filmin komünist propaganda yaptığı söylemlerinden dolayı çok düşük bir gişe yapmıştır. Chaplin Sistemin sadece işçileri sömüren yönüne değil bunun ile birlikte insanların makinalaştıkça insani değerlerinden uzaklaştığının altını çizer. Bu değerler cesarettir,umuttur ve direnmedir. Filmde bunun örneklerinden biri sokakta yaşanan grev sırasında babası öldürülen ve kendisi gibi yoksul bir genç kız olan Gamin ile beraber yaşadıklarıdır. Gamin ile Şarlo’nun bir anlamda yoksulluklarını paylaşmalarıdır. Gamin’in yoksulluklarından kaynaklı yaşadıkları birçok olaydan yılması ve bıkması, bir sürü badireler atlamaları sonucunda Şarlo’ya sorduğu “Bunca zahmete değer mi?” sorusuna verdiği cevapta vardır. “Gülümse umudunu kaybetme. Başaracağız.” İnsan ilişkilerine dair yine çarpıcı bir örnekte Gamin’in filmin sonunda Şarlo’nun çalıştıkları restorantta şarkı söylemesini istemesi ve şarkı sözlerini gömleğine yazması önemli bir yer. “Güzel bir kız ve yaşlı bir adam caddede flört ediyorlardı. Adam şişman ihtiyarın biriydi ama elmas yüzüğü kızın gözünü kamaştırdı.” Filmin sonu ise kapitalizme ve yaşanan toplumsal dezanformasyona rağmen hiçbir şekilde umudunu kaybetmeyen ve yeni bir ufuğa doğru giden elele tutuşmuş Gamin ve Şarlo’nun yürüyüşü ile bitiyor. Film dönemine göre 1.5 milyon dolarlık büyük bir bütçe ile çekilmiş. Ancak gişe de 1 milyon dolara ulaşabilmiş. Yine o dönem için 10 aylık gibi uzun bir dönemde çekilmiş. Kurgu öncesi 100 km uzunluğunda bir negatif film harcanmış. Filmin İlk senaryosunda sonunda Şarlo’nun sinir krizi geçirip hastahanede delirmesi ile bitirmeyi düşünmüş ancak sonra bundan vazgeçilmiş. Film de insanı hem gerilime sokan hem de eğlendiren meşhur paten sahnesinde ise yine dönemine göre değişik bir teknik kullanılmış. Şarlo’nun paten ile düşeceği yer olarak gösterilen alt katlar çizim ile yapılmış ve çekim ile gerçek bir hava yaratılmış. Filmin bir önemli yanı da Charlie Chaplin’nin filmin sonunda söylediği ve sözlerini bilerek uydurduğu şarkıyı söyleyerek ilk defa bir filmde sesi duyulmuştur. Charlie Chaplin’nin yaptığı son sessiz filmdir. Şarkının sözlerini uydurma sebebi ise Sesli Sinemaya karşı tepkisel olmasından kaynaklıdır. Hiç bir zaman sesli sinemayı benimsememiş aynı endüstrileşme ve makineleşmenin sinemada olmasından rahatsız olmuştur. Şarkının sözlerini uydurmasının sebebi bir tepki olarak görülüyor. Ayrıca Şarlo karakterinin de son filmidir. Daha sonra hiç bir filmde Şarlo karakteri ile yer almamıştır. Künye Yönetmen: Charlie Chaplin Senaryo: Charlie Chaplin Oyuncular: Charlie Chaplin, Paulette Goddard, Henry Bergman, Tiny Sandford, Chester Conklin Müzik: Charlie Chaplin Süre: 87 Dakika They Live (Yaşıyorlar) Sırt çantası ve ağzında kürdanı, düzene uyum sağlayamamış, umursamaz tavırları ile geldiği şehri meraklı gözlerle inceleyen bir adamla karşılaşıyoruz. Filmin kahramanı Nada. Nada’nın neden o şehirde olduğunu gitmiş olduğu iş bulma kurumunda anlıyoruz. Nada evsiz ve işsiz biri olarak iş bulup çalışıp para kazanmak istiyordur. Ancak bu durum onun için kolay olmayacaktır. Daha sonra kendi girişimleri ile bulduğu iş ise ağır çalışma koşulları olan “sömürünün” sert yaşadığın inşaat yapımıdır. Çalıştığı inşaatta yine kendi gibi işçi olan Frank ile tanışır. Nada’nın yaşadığı barınma sorununu çözmesinde yardımcı olacak olan kişidir Frank. Beraber şehrin dışında, derme çatma barakalarda Nada’nın yaşamını sürdüreceği yer olur. Burada Frank ile yaşamlarına dair olan sohbetlerinde Nada’nın söylediği "Amerika'ya inanıyorum, kurallara uyuyorum." cümlesi filmin başında ki özgürlüğüne düşkün izleniminden uzak kalıyor. Yönetmen bu barakalarda “komün” bir yaşantı olduğu izlenimini verir. Ayrıca bir yandan barakaların olduğu yerde ki ufak kilise de rahibin söylemlerinde ve kaçak televizyondan bu yaşamda herşeyin tüketime dayalı olduğunu, herşeyin bir yalan üzerine kurulu olduğunu anlatır. Burada aslında yönetmenin filmi tam olarak nereye koyacağını kestiremiyoruz. Marksist işçi sınıfına ait bir kapitalizm ve sistem eleştirisi mi? Yoksa Kilise üzerinden mi bir sistem eleştirisi? Nada’nın aydınlanması kiliseden bulduğu gözlük ile başlıyor.Bu gözlük ona aslında dünyanın gerçeklerini ve nasıl yönetildiğini göstermektedir. Gözlük ile beraber karşısına çıkanlar “İTAAT ET” “BAĞIMSIZ DÜŞÜNCE YOK” “TÜKET” “EVLEN VE ÇOĞAL” gibi ve yine çarpıcı bir örnek paraya bakınca gördüğü “BU SENİN TANRIN”. Filmin aslında sistemi eleştirirken bir yandan da seyirciyi yaşadığı hayatı sorgulamasına yönelik bir kaygı taşıdığı hissediliyor. Nada’nın Frank’a gerçekleri göstermek için çabaladığı ve Frank’ın yaşamında ki kaygıları,ailesinin geleceğini düşünmesi ve gerçekler ne olursa olsun görmek istememesinden,kendi kişisel çıkarlarını herşeyin üstünde tuttuğu için yaptıkları kavga sahnesi ise yönetmenin sahneyi sevmesinden kaynaklı uzun tutulmuş. Bu durum filmden seyircinin kopmasına neden oluyor. Filmin yönetmeni John Carpenter yine kapitalizm eleştirisinde polisin barakaları yerle bir etmesi, asıl gerçekleri göstermeye çalışan insanlara karşı uyguladığı şiddet ile kapitalizm de devletin zor ve baskıcı tutumunu eleştirmektedir. Koskoca devletin ufacık bir mahalle bile sayılmayacak barakada yaşayan insanlara saldırması bunu içeren bir mesaj özelliği taşıyor. Özellikle polis tarafından arandıklarında geçen diyalog filmin bu eleştirisini gösteriyor. Şehir bizi arayan polislerle dolu. Ve polislerin çoğu insan. Hükümete meydan okumaya çalışan komünistler olduğumuz söylendi. Ve bazıları üye oluyorlar. – Yani insanların onlara katıldığını mı söylüyorsun? – Çoğu çıkarları için katıldı. Terfi alıyorlar, banka hesapları kabarıyor, yeni evler, arabalar Mükemmel değil mi? Yine uzaylılarla işbirliği halinde olan bir işadamının dedikleri de filmin önemli noktalarından. “Artık ülkeler yok. Artık iyi adamlar yok. Tüm oyunu yönetiyorlar. Tüm gezegene sahipler. İstedikleri her şeyi yapabilirler. Bir değişim için bu bile iyi. Eğer onlara yardım edersek para kazanmamız için bizi rahat bırakacaklar. Siz de iyi bir yaşamdan faydalanabilirsiniz. Bunu herkes ister.” Filmde bu düzeni oluşturan ve ayakta durmasını sağlamak için herşeyi yapan olarak gösterilenlerin uzaylı olması filmin bir eksiğini oluşturuyor. Yönetmenin bilerek böyle bir tercih de bulunduğu şüphesiz büyük ihtimal. Filmin yine önemli noktalarından biri sistemin sahiplerinin medya ile insanların gözünü kapatmaları, gerçekleri görmelerini engellemeleri medyanın bu sistem içerisinde ki yerini gösteriyor. John Carpenter’ın Ray Nelson'ın Eight o'clock in The Morning isimli kısa hikayesinden uyarladığı film kapitalizm eleştirisi konusunda çokça içerdiği mesajlarla ve Nada’nın kendini insanlar için “feda” etmesi ile son buluyor. Yine yönetmen Nada’nın kendini “feda” etmesinden sonra ne olacağına dair soruları da cevaplamadan bitirmiştir. Yönetmen: John Carpenter Senaryo: Ray Nelson, John Carpenter Müzik: John Carpenter, Alan Howarth Oyuncular Roddy Piper ,Keith David, Meg Foster , George ‘Buck’ Flower ,Peter Jason Süre: 93 dakika Burak ERGÜN 41 Bir şeyin değerini, onun için feda edebildikleriniz belirler. Vatanınız için nelerinizi feda edebilirsiniz? Ateş Geçitleri, vatanları için canlarından bile vazgeçebilenlerin hikâyesidir. M.Ö. 480. Pers kralı Xerxes, Heredot’a göre 2,6 Milyonluk (1) ordusuyla Yunanistan’ı işgal etmek üzere gelmiştir. Karşısına, henüz savunmaya geçmemiş olan yunanlılari harekete geçirmek ve yunanlılardaki direniş ateşini kıvılcımlamak isteyen Sparta kralı Leonidas ve onun 300 kişilik özel bir birliği çıkar. Ateş geçitleri bu savaşın, öncesinin ve Feda fikrinin hangi durum ve koşullarda olgunlaşabildiğinin hikâyesidir. “Yanıt ver Aleksandros, vatandaşlarımıza zafer kazandıran, düşmanı yenilgiye uğratan şey nedir?” ni gösterdi. “Korku”. İnsanlık tarihi biraz da ezen-ezilen arasında ki savaşın tarihidir. Ve bu savaşta “Korku”; zalimlerin, hükmetmek ve baskı altında tutabilmek için kullandıkları temel silahlardan birisi olagelmiştir. Ve aynı tarih; zalime direnenlerin, onun karşısında korkmadan dimdik ayakta durmalarıdır da. Etrafı yüzlerce katil tarafından sarılmışken ve biran sonra öleceğini biliyorken dahi “haydi cesaretiniz varsa gelin” yada “Asıl siz halkın savaşçılarına teslim olun” diyenlerdir zalimin korku silahını etkisiz kılan. Dienekes, “O geceyi hatırlar mısın, Kseo, hani Ariston ve Aleksandros’la oturup korku ve onun karşıt duygusunun ne olabileceğinden bahsetmiştik” diye sordu. Hatırladığımı söyledim. Çocuk Sparta tarzına uygun kısa bir yanıt verdi. “Silahlarımız ve ustalığımız”. Dienekes “Bu doğru ama bir şey daha var” diye tatlılıkla ekledi ve “İşte bu,” diye Phobos’un yüksek tepedeki heykeli- 42 Sorumun yanıtını aldım. Yanıtı, tüccar ve Scythia’lı dostlarımız verdi. Dienekes; “korkunun karşıtı” dedi, “aşktır”. Bağlılıktır, inançtır, en yoğun ve en saf haliyle hissetmektir aşk. Sorumluluktur, kendini ve çevreni değiştirmek geliştirmektir aşk. Güzel olan şeye duyulan özlem, acı çekenin yanında olabilme arzusudur aşk. Devrimdir, devrimcidir aşk. Ve Dienekes’in de dediği gibi, eğer korkuysa karşındaki; halkına olan bağlılığın, yoldaşına olan inancın, vatanına karşı olan sevgin ve sorumluluğundur aşk. Sevdalıdır bu yürekler Halka, Vatana Özgürlüğe Yaşama sevdalı. Her çığlıkta Sevdalıların kanatlanıyor Yürekleri. Kanatlanıyor Onur, ahlak Ve İnsana dair Tüm güzellikler. “Halkım” Diyor “Vatanım” Diyor, Seviyoruz seni (2). Dienekes’in de anlatmak istediği; tamda Hüseyin Çukurluöz’ün yukarıdaki şiirinde çok çok güzel anlattığı işte bu sevdadır. Ve aynı sevda Hüseyin Çukurluöz de de öyle büyüktür ki; 249 gündür aç olan bedenini Vatanı için ateşin ortasına yatırmış ve korkmadan sloganlarla karşılamıştır ölümü. Korkunun karşıtı olan, Hüseyin’in yüreğinde ki işte bu sevdadır. Öğretmen yaşlı gözlerle “spartalılara ihtiyacımız vardı. Onlardan elli tanesi şehri kurtarabilirdi.” dedi. Bruksieus gitmemiz için bizi dürtükleyip duruyordu. Adam ”Ne kadar hissizleştiğimizi görüyor musunuz?” diye devam etti. “Bilinçsiz bir haldeyiz. Aklımız başımızda değil. Spartalılar hiçbir zaman bu hale düşmez.” Kararmış manzarayı göstererek, “Bu onların cevheridir. Bu dehşetin içinde gözleri açık ve bacakları titremeden ilerliyorlar. Bruksieus bizi geri çekmeye çalışıyordu. “Elli tanesi”! diye adam hala bağırıyordu, karısı onu ağaçların arkasına götürmeye çalışırken. “Beşi! Biri bile bizi kurtarabilirdi.” “Tek başına bir mum, devirir geceyi. Tek bir can, neleri neleri devirmez ki?” Tek başına olmak, tek başına direniyor olmak yenilgi yada eksiklik değildir. Mesele tek başına kalsan bile direnebilecek sevdaya sahip olabilmektir. “Tek başına tarih yazma iradesi gösteren ülkeler, örgütler, kişiler, zaten o andan itibaren çoğalmaya da başlamış olurlar” (3) diyor Dayı. Ve Dayı’nın bu, “Direniş seni çoğaltacaktır” tespitini kim Hamiyet Yıldız’dan daha iyi gösterebilirdi ki bize. “1 Aralık'ta faşistler ellerinde silahlarla geldiler. Basın Yayın'da o sırada bizim sadece bir arkadaşımız var; o da Hamiyet. Hemen tavır koyuyor ve faşistlerin afişlerini indiriyor. Hamiyet'in bu tavrı faşistlere karşı protesto eylemi olarak işgalin gerçekleştirilmesinde büyük rol oynamıştır”(4). Ateş Geçitleri’nden bağıra bağıra bize seslenen öğretmen “biri bile bizi kurtarabilirdi” diyor. Ve o öğretmenin anlatmak istediğini Hamiyet Yıldız 2500 yıl sonrasından gösteriyor: Sen tek başına da olsan başla. Çoğalır sana omuz verenler. “Bir gece düşümde falanj’la* (bir çeşit yaya savaş taktiği) yürüdüğümü gördüm diye devam etti İntihar. Düşmanla karşılaşmak için bir düzlüğü geçiyordu. Bizden olan savaşçılar her yanımdaydı, önümde, arkamda, her iki yanımda. Bu savaşçıların hepsi kendimdim. Yaşlı halim. Genç halim. Daha sonra falanjı mükemmel yapanın aralarındaki tutkal olduğunu anladım. Onları bağlayan görünmez bir tutkal. Siz Spartalıların birbirinizin beynine yerleştirmeye çalıştığınız tüm talim ve disiplinin aslında hüner ya da zanaatı arttırmak için değil, yalnızca bu tutkalı sağlamlaştırmak için olduğunu fark ettim”. “Örgütüm al beni halkımla yeniden yarat” Hamiyet’i tek başına da olsa harekete geçiren, Hüseyin Çukurluöz’e “Vatanım, Seviyoruz seni” dedirten işte bu görünmeyen tutkaldır. Örgüttür. Ve yazılan onca yazı, söylenen onca söz ve verilen onca şehitler senin de yüreğinde vatan sevdasıyla yoğrulmuş bu tutkal biraz daha sağlam olsun diyedir. Romandaki İntihar karakterinin fark ettiği “herkeste kendi yüzünü görmek” bugün büyük ailemizde somutlaşıyor. Kimi yaşlı, kimi genç, ileride ya da biraz daha geride. Ama büyük ailenin her bir ferdinde aynı vatan sevgisi ateşi, ayn mazluma olan düşkünlük, aynı düşmana olan öfke harlanır. Yürüyüş’teki bir yazıda, “Örgütlü insan; ‘birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için’ demenin gücünü taşır” diyordu. Devamında da “İnsanın onuruyla yaşamasının tek yolu devrim; devrimi yapabilmenin tek yolu da halkı örgütlemektir”(5) yazan bu yazı tam da İntihar karakterinin vurguladığı o tutkalın, tüm halka yayılmasını istemek, halkların kurtuluşunun sadece kendi elinde olduğunu ve aynı sevdayla yoğrulmasından geçtiğini anlatmak değil midir? Kral ”Ölüm şimdi yanı başımızda duruyor” diye konuştu. ”Onu hissedebiliyor musunuz kardeşlerim? Ben hissediyorum. Ben insanım ve ondan korkuyorum. Gözlerim, o an geldiğinde beni yüreklendirecek bir şeyler arar.” … “Bu gücü nereden bulduğumu size söyleyeyim dostlarım! Önümüzde kızıllar içinde duran oğullarımızdan. Evet. Ve gelecek savaşlarda onların yerini alacak olanların yüzlerinden. Ama hepsinden fazla, yüreğim cesaretini; sessizce kuru gözlerle gidişimizi seyreden kadınlarımızdan alıyor.” *** Savaş bittiğinde üçyüzler ölüme gittiğinde; o zaman tüm Yunan onların buna nasıl dayandığını görmek için Spartalılara bakacak. “Peki, ama leydi, Spartalılar kime bakacak? Sana ve şehit düşenlerin eşlerine ve annelerine, kız kardeşlerine ve kızlarına. Eğer onlar sizin kalplerinizin ıstırapla parçalanmış ve kırılmış olduğunu görürlerse; onlarınki de kırılacaktır. Ve Yunan’ınki de onlarla birlikte kırılacaktır. Ama eğer dimdik, gözlerinde yaş olmadan dayanırsanız, yalnızca kaybınıza katlanarak değil bunun kibrini küçümseyerek karşılarsanız ve bunu gururla kucaklarsanız; Sparta dayanacaktır. Ve tüm Hellas da onun arkasında duracaktır. Sizi, Leydi ve üçyüzler de savaşçıları bulunan hemşireleri bu berbat dava uğruna dayanması için neden seçtiğime gelince, çünkü bunu sizler, ancak sizler başarabilirsiniz. *** “Aleksandros devam etti; Çocukluğumuzda öyküsünü dinlediğimiz anne gibi: Aynı savaşta beş oğlunun da öldüğünü haber aldığında, yalnızca şunu sormuş: Ulusumuz kazandı mı? Kazandığını öğrenince kuru gözlerle evine doğru yürümeye başlamış ve şunu söylemiş: Öyleyse mutluyum. Kadınların fedakârlıklarının bizi böyle etkilemesi bu nedenden değil mi –bütünü parçadan üstün tutmak asaleti?” Ölüm orucu şehidi Gülsüman Dönmez oğlu Sinan’a yazdığı mektupta (6) “Seni canımdan çok seviyorum. Bunun için ölüm orucundayım ya...” diyordu. Aleksandros’un söylediği bütünü parçadan üstün tutma asaletini kim Gülsüman Dönmez’den daha yalın daha net bir şekilde gösterebilirdi ki. Canın, can parçan oğluna seni çok seviyorum ve ben senin için ve diğer bütün çocuklar için bütün insanlar için ölüm orucundayım diyen Gülsüman Ana, fedakâr ve devrimci kadına, bütünün mutluluğu adına kendi can parçasından vazgeçişe en 43 net örnek değil midir? Hapishane görüşlerinde karşılaştıkları onca işkence ve hakarete rağmen kuru gözlerle ve mağrur duruşlarıyla kadınların başardığı, sadece “düşmanı sevindirmemek” değil; Leonidas’ın da dediği gibi onlara bakan herkese umut ve direnç de vermektir. Evladı işkence gören, hapsedilen, katledilen her bir ananın, eşin, kız kardeşin bu dik duruşları öncelikle mücadele içerisindeki devrimcilerin sonrasında da tüm bir halkın en önemli dayanak noktalarından birisidir. Tarihimiz bunun örnekleriyle doludur. Sabo’nun son anlarında dahi “Eşime, önderime, Devrimci Sol önderine selamımı söyleyin” sözü yada Sevgi Erdoğan’ın eşiyle omuz omuza sürdürdüğü mücadeleyi ve onun ölümünden sonra onun devrettiği bayrağı onurla ve Leonidas’ın söylediği gibi dimdik, gururla taşıdığını biliyoruz. O Sevgi Erdoğan ki; sırf ismini öğrenmek için gözaltında çocuklarına dahi işkence yapılırken, Aleksandros’un söylediği gibi bütünü parçadan üstün tutma asaletiyle duruyordu dimdik. 44 O sevgi Erdoğan ki, Uşak Cezaevi’nde sadece kadınlarımızın olduğu bir direniş adası kurmuş ve düşmanın karşısında dimdik durmuş, yoldaşları Berrin Bıçkılar ve Yasemin Cancı’nın feda ateşiyle tutuşturdukları direnişi Armutlu’ya taşımıştır. Kral, bir yoldaşın ses tonuyla acelesiz, dostça bir tonda “Onlardan nefret ediyor musun, Dienekes? diye sordu. Dienekes tereddütsüz nefret etmediğini söyledi. “İncelikli ve soylu yüzler görüyorum. Düşünüyorum da, pek çoğu, dostların masasında bir gülümseyiş ve takdirle karşılanıyordur. Leonidas açıkça efendimin cevabını onayladı. Ancak gözleri hüzünle buğulanmıştı. ”Ben de onlar için üzülüyorum” diye itiraf etti. “Aralarında en soylu olanları şimdi burada, bizimle birlikte çarpışmak için neler vermezdi” Yürüyüş’ün her sayısında mutlaka bir tane ve hemen hemen her sayısında birden fazla olmak üzere, diğer yayınlarda ve kitaplarda da ısrarla ve sürekli vurgulandığı üzere siper yoldaşı diye düşündüğümüz kişilere, kurumlara, yapılara dair yazılar vardır. Dienekes’in de dediği gibi “Hayır onlardan nefret etmiyoruz, baktığımız yerden bakabilmeleri, bilerek yada bilmeyerek yapılan hataları düzeltebilmeleri için ve bizim durduğumuz yerde yani tamda düşmanın tam karşısında ve dimdik durabilmeleri için çabalıyoruz. Yürüyüş’teki bir yazıda “Dışımızdaki sol ile ideolojik mücadeleyi; Birlik-Eleştiri-Birlik temelinde ele alırız”(7) diyordu. Dienekes’in birlikte savaşılmasına dair duyduğu özlem ve istek bugünün istek ve beklentisinden hiç de farklı değil. Birlik önerilecekse eğer, önce ona karşı birleşeceğin düşmanın karşısına ilk sen geçmelisin. Dimdik ve tam karşısına üstelik. Tıpkı Leonidas ve Spartalılar’ın Düşmanın karşısına geçtiği gibi. “Halka ve sola “birleşelim, savaşalım” çağrısı yaparken kendisi pasif ve kendi kabuğuna çekilmiş değildir”(8) diyen büyük aile bunun sayısız örnekleriyle doludur. İşte bu kraldır, majesteleri. Bir Kral kudretini adamlarını köleleştirerek değil, onları hür kılarak gösterdiği davranışlarıyla gösterir. Ateş Geçitleri; vatan, direniş, feda, liderlik gibi değerlerin zamandan bağımsız ve her dönem önemli olduğunu anlatma açısından değerli bir kitaptır. Kral olarak belirtilen karakter önder ve yöneticidir de aynı zamanda. Ve Kral’a addedilen vasıf temelde bir öndere, yöneticiye addedilmiştir. “Yönetici, önder insan yetkilerine ve konumuna güvenerek insanlar üzerinde baskı kurmayan, yeteneklerine, önderlik sanatına, daha çok özverisine güvenerek yöneticiliğini kabul ettiren insandır”(9) diyen Dayı’nın tanımı ‘Ateş Geçitleri’nde tanımlanan yöneticilikle aynıdır. “Eğer bu geçitlerden bugün geri çekilirsek, kardeşlerim, şuana kadar kazandığımız tüm zaferler ne olursa olsun, bu savaş bir yenilgi olarak kabul edilecektir. Tüm Yunan dünyasını düşmanın onu en çok inandırmak istediği şeye inandıran bir yenilgi: Perslere ve onun milyonlarına karşı süregelen savunmanın anlamsızlığına. Eğer bugün burada kendi canımızı düşünürsek, şehirler de birer birer arkamızdan teslim olacaklardır; ta ki Hellas’ın tümü düşene kadar. Ama biz, burada üstesinden gelinmesi olanaksız yüzlerce olasılığa karşı dimdik durup, onurla ölerek yenilgiyi zafere dönüştüreceğiz. Hayatlarımızı feda ederek müttefiklerimizin ve geride bıraktığımız kardeşlerimizin kalplerine cesaret tohumları ekeceğiz. Tam anlamıyla zafer kazanacak olanlar onlardır, bizler değil. Bugün bizim rolümüz direnmek ve ölmektir” Leonidas söz konusu vatansa yeri geldiğinde ölmek gerektiğini ve bu ölümün bir yenilgi değil tam aksine zafer olduğunu/olacağını o kadar güzel anlatmış ki. Teslim olmamanın ve direnmenin onuru 2500 yıldır onunla birlikte. Bugün onun anıt mezarında kendisinden silahlarını bırakmalarını isteyen elçiye verdiği o onur dolu ve muhteşem cevap yazılıdır: “Gel ve kendin al.” Aynı onur dolu direniş, aynı teslim olmama ruhu “asıl siz halkın savaşçılarına teslim olun çığlığıyla, bugün devrimci hareketin her bir şehidinde, her bir özgür tutsakta vücut bulmuştur. “Ölmemiz gerekiyor. Evet öleceğiz ki ardımızdan gelenler, bizden öğrenerek uğrunda ölünmeye değer bir dava olduğunu göreceklerdir. Ve bundan dolayıdır ki, biz ne kadar çok ölürsek, ideolojimiz, düşlerimiz, inançlarımız, değer ve geleneklerimiz o kadar yaşayacaktır”(10) diyen Osman Osmanağaoğlu Leonidas’la aynı düşündüğünü ondan 2500 yıl sonra bu sefer Ege’nin bu yakasından ilan etmiyor mu? Yürüyüş’te “Feda” üzerine yazılmış bir yazıda; “Feda”da “kayıp” yoktur, kazanan feda göze alındığı an belli olmuştur. Çünkü halklar için hem savunma kalkanı hem de düşmanı vuran bir silahtır. Feda bu ikisini birleştirir. Halkların direnme ve savaşma iradesinin önünde bir kalkandır, onu korur, düşmanı ise beyninden vurur”(11) diyordu. Leonidas’ın “biz burada ölüyoruz ki bütün Yunan dirensin” sözü ya da Osmanağaoğlu’nun “değerlerimiz ve düşlerimiz yaşasın diye öleceğiz” sözü bundan daha doğru daha net nasıl anlatılabilirdi ki! Aralarında nice zaman farkı olmasına rağmen aynı amaç ve aynı değerler için feda ettiler kendilerini ve geride kalanlara aynı sözlerle sesleniyorlar; “Ölümümüz inandığımız değerler yaşasın diyedir.” Her bir şehit, hele de feda savaşçıları halka, vatana ve değerlere olan bağlılığı ifade eden o “tutkal”ın en sağlam olduğu halkalardır. Onlardan öğrenecek o kadar çok şeyimiz var ki. Spartalı’sının sesine 2500 yıl sonrasından ses veriyorlar: Uğruna ölecek kadar çok sevdiğimiz bu vatan bizim. Not: Bir kitap tanıtımında bugüne dair birçok örnek ve kaynak gösterilmesi ilk başta garip gelebilir ama kitabın bana göre zaten en güçlü tarafı da bu. Kitap geçmişe dair gerçek bir olayı kurgulanmış şekilde anlatıyor olmasına rağmen günümüzle sağlam bir şekilde bağ kurabiliyor. Biraz da kitaba nereden ve hangi gözle baktığınızla ilgili olmakla birlikte, kitabı okuduğunuzda örnek verilen diğer olaylarla çok çabuk bağlantı kurabiliyorsunuz. Ateş Geçitleri Steven Pressfield Bilge Kültür Sanat Mart 2001 baskısı Kaynakça: 1- Heredot- Tarih Sayfa 592 2- Hüseyin Çukurluöz- Efsanelerden Destanlara Sayfa 92 3- Bir Devrimci Dursun Karataş. Cilt2 Sayfa 378 4- http://www.ozgurluk.info/sehitlerimiz/sehitler-html/Hamiyet%20Yildiz-anlatim.htm 5- Yürüyüş Sayı 446 Sayfa 23 6- http://www.ozgurluk.info/sehitlerimiz/sehitler-html/Gulsuman%20Donmez-ozgecmis.htm 7- Yürüyüş Sayı 485 Sayfa 27 8- Zafer Yolunda 1 Sayfa 173 9- Bir Devrimci Dursun Karataş Cilt2 Sayfa 436 10- Canım Feda- Ahmet İbili Sayfa 152 11- Yürüyüş Sayı 480 Sayfa 30 “Bir canım var, feda olsun halkıma” diyen Ahmet İbili’ler, kızı Pınar’a yazdığı mektupta “Çöplüklerde ekmek toplayan arkadaşlarını düşün. Onlar ne çileler çekiyorlar. İşte bizim mücadelemiz kimsenin bu halde olmaması içindir diye seslenen Şenay Hanoğlu’lar, “Zaferimiz fedayı kuşanan yüreklerimizdedir.” diyen Selma Kubat’lar, Alişan Şanlı’lar, İbrahim Çuhadar’lar, Leonidas’ın ve onun ‘300 45 HABERLER Nazım Hikmet son 50 yılın en iyi şiirleri arasında... Londra’da bulunan sanat merkezi Southbank Center, son 50 yılın en güzel 50 aşk şiiri arasına Nazım Hikmet’in ‘Severmişim Meğer’ şiirini de aldı. Şiirler, Southbank Center’ın şiir dalında bir yıllık bir çalışmayla 30 ülkeden şairleri arasından belirlendi. Piyanist Martello bu kez de Paris için çaldı. Gezi Direnişi sırasında İstanbul Taksim Meydanı'nda piyano çalan Davide Martello, bu kez de Paris Katliamı için Paris'te çaldı. Martello, kanlı saldırıda en çok kaybın yaşandığı Bataclan konser salonunun yakınlarına piyanosuyla gelerek John Lennon'un şarkısı olan Imagine'i çaldı. Kemal Sunal'ın filmlerde giydiği kıyafet ve kullandığı eşyalar sergilenecek. 52. Uluslararası Antalya Film Festivali'nde "Kemal Sunal Sergisi" açılacak. Yapılan açıklamaya göre, Türk sinemasının önemli isimlerinden Kemal Sunal'ın vefatının 15. yılı dolayısıyla açılacak sergi, sanatçının filmlerinde giydiği kıyafet ve kullandığı eşyalardan oluşacak. Festival 29 Kasım- 6 Aralık 2015 tarihleri arasında gerçekleştirilecek. Yazar Hakan Günday'a ödül... "Medicis Yabancı Edebiyat Ödülü"ne yazar Hakan Günday layık görüldü. Ödül komitesi yapılan açıklamada, ödülü, kaçak göçmenleri konu alan "Daha" kitabıyla Hakan Günday'ın aldığını duyurdu. Başkent Paris'te yapılan ödül töreninde hazır bulunan Günday'ın, Fransızcaya "Encore" ismiyle çevrilen kitabı, babası insan kaçakçılığı yapan 9 yaşındaki Gaza isimli bir erkek çocuğunun hayatını konu alıyor. Yaşar Kemal'in 'O Güzel Atlar'ı Çankaya'da... Çankaya Belediyesi’nce yapılan, Yaşar Kemal’in adını Yaşamkent’te yaşatacak parkın çalışmalarında sona yaklaşıldı. Yaşar Kemal adının verildiği parkta, anıt heykel kaidesine yerleştirildi. Heykeltıraş Metin Yurdanur tarafından yapılan anıt heykeli, parkta hazırlanan kaidesine yerleştirildi. Yaşar Kemal’in 'O Güzel İnsanlar' şiirindeki 'O güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler' dizelerini çağrıştıran anıt heykel, Yaşar Kemal’in büstü ile at figürlerini içeriyor. Maden işçilerinin Kınık’ta düzenlediği Grup Yorum Konseri’ne Valilik engeli... İzmir’in Kınık ilçesinde, Maden İşçileri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’nin düzenlediği Grup Yorum konseri valilik tarafından yasaklandı. Bunun üzerine dernek yöneticileri adına Av. Dinçer Çalımlı, valiliğin yasaklama kararına itirazda bulundu. İtirazı değerlendiren İzmir 6. İdare Mahkemesi yürütmeyi durdurma kararı verdi. İlan edilen tarihte 22 Kasım Pazar günü yapılan konsere Soma katliamında yaşamını yitirenlerin yakınları da katıldı. Konserde iş kazalarında hayatını kaybeden tüm işçiler anısına saygı duruşunda bulunuldu. 46 Umudun Çocukları Orkestrası, Dilek Doğan için açılan açlık grevi çadırında çaldı... Umudun Çocukları Orkestrası, 18 Ekim tarihinde evinde polis kurşunuyla vurularak katledilen Dilek Doğan için adalet için Küçük Armutlu mahallesinde açılan açlık grevi çadırını ziyaret etti. Çadırda neden açlık grevinde olduklarını, adaletin nasıl sağlanacağı üzerine grevcilerle sohbetler edildi. Çadır şenlik yeri havasında sürdürülüyor Küçük Armutlu’da. Umudun çocukları da kendi enstrümanlarıyla şarkılar çalarak destek verdi. Ardından Dilek’in evine giderek ailesine başsağlığı diledi. Sanat Meclisi Dilek Doğan’ın ailesini ve açlık grevi çadırını ziyaret etti! Dilek Doğan'ın katillerinin bulunması talebi ile başlatılan açlık grevinin 23. gününde sanatçılar Küçük Armutlu'da açılan açlık grevi çadırında buluştu. Sanatçılar direnişe destek vermek amacı ile geldiklerini belirterek Dilek'in annesi Aysel Doğan, babası Metin Doğan ve kardeşi Emrah Doğan ve Dilek'in arkadaşlarından bilgi aldı. Dilek Doğan'ın kardeşi Emrah Doğan'ın da aralarında bulunduğu açlık grevcileri, adaletin sadece direnilerek yerine getirileceğini bildiklerini ve gizlilik kararı konulan dosyanın bir an evvel sonuçlanıp davanın açılmasını istediklerini belirttiler. Sonuç alana kadar, katiller bulunup yargılanana kadar mücadelelerini sürdüreceklerini söyleyen aile ve arkadaşları açlık grevinin 23 gündür sürdüğünü ve 6 Aralık tarihine kadar da devam edeceğini ifade etti. Sanat Meclisi ülkemizde artık bu türlü saldırıların arttığını fakat omuz omuza birlikte mücadele etmek gerektiğini ifade ederek bundan sonra da Dilek'in katillerinin bulunması için verilen adalet mücadelesinde ailenin ve Dilek'in dostlarının yanında olacaklarını söylediler. Ve tüm aydın sanatçılara bu mücadeleye destek vermeleri için çağrıda bulundular. Ziyarete gelen sanatçılarla şarkılar söylendi. Can Dündar ve Erdem Gül tutuklandı. Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve gazetenin Ankara Temsilcisi Erdem Gül; MİT TIR'larıyla ilgili yayımladıkları haber ve görüntüler nedeniyle haklarında başlatılan soruşturma kapsamında tutuklanma istemi ile mahkemeye sevk edildi. İstanbul Nöbetçi 7. Sulh Ceza Hakimliği, Can Dündar ve Erdem Gül'ün tutuklanmasına karar verdi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın avukatı Muammer Cemaloğlu 2 Haziran'da İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'na gönderilmek üzere, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'na, Can Dündar hakkında, genel yayın yönetmeni olduğu Cumhuriyet gazetesinde geçen yıl Hatay ve Adana'da, MİT'e ait yardım TIR'larının durdurulmasıyla ilgili, "gerçeğe aykırı bazı görüntü ve bilgiye yer verdiği" gerekçesiyle suç duyurusunda bulunmuştu. 26 Kasım Perşembe günü görülen davada, Can Dündar ve Erdem Gül'ün savcılık tarafından hakimliğe ''Devletin güvenliği veya iç veya dış siyasal yararları bakımından, niteliği itibarıyla gizli kalması gereken bilgileri, siyasal veya askeri casusluk maksadıyla temin etmek'', ''Devletin güvenliği veya iç veya dış siyasal yararları bakımından niteliği itibarıyla gizli kalması gereken bilgileri siyasal veya askeri casusluk maksadıyla açıklamak'' ve "Silahlı terör örgütüne üye olmaksızın bilerek ve isteyerek yardım etmek" suçlarından tutuklanmaları talebiyle sevk edildikleri bildirildi. Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve gazetenin Ankara temsilcisi Erdem Gül tutuklanarak, Silivri Cezaevi'ne götürüldü. 47 Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi katledildi Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi, Sur’da yaptığı açıklamadan sonra başından silahla vurularak hayatını kaybetti. Diyarbakır’ın Sur ilçesine bağlı Balıkçılarbaşı semtinde bulunan ve kurşunlanarak tahrip edilen tarihi Dört Ayaklı Minare’nin önünde Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi, bir grup avukatla açıklama yaptıktan sonra silahlı saldırıya uğradı. Tahir Elçi, öldürülmeden kısa bir süre önce "CNN Türk'teki sözlerimiz nedeniyle öldürme biçimiyle birlikte tehdit edenler: sizden korkan sizin gibi alçak olsun. 1990'lı yıllardan bugüne JİTEM'ci ağababalarınız ve Generallerinizde boyun eğmedim, sizden mi korkacağım..." ifadelerini kullanmıştı. Elçi’nin kaledilmesinin ardından açıklama yapan Halkın Hukuk Bürosu avukatları “Sevgili meslektaşımız Tahir Elçi’yi saygı ve sevgiyle selamlıyoruz. Gözün arkada kalmasın. Kürt halkının ulusal mücadelesinden, demokrasi, bağımsızlık, sosyalizm mücadelesinden geri adım atmayacağız. Devleti sevindirmeyeceğiz. Tüm katliamların ve Tahir Elçi’nin hesabını soracağız.” dediler. Tahir Elçi, bir ay önce "PKK terör örgütü değildir" sözleri nedeniyle gözaltına alınmıştı. Adli kontrol şartıyla serbest bırakılan Elçi hakkında, "terör örgütü propagandası" suçundan 7.5 yıla kadar hapis cezası istemiyle iddianame hazırlanmış, yurtdışına çıkış yasağı da konulmuştu. Fotoğrafçı Sultan Güner’e; Berkin, Suruç, Gezi, Ankara Katliamı sansürü... Fotogen Sanat Derneği’nin düzenlediği ‘30 Yılda…’ başlıklı sergide fotoğraf sanatçısı Sultan Güner’in Berkin Elvan, Ankara Katliamı, Suruç ve Gezi Direnişi fotoğrafları sansürlendi. Serginin hazırlık aşamasında sanatçının galeride yerleştirilen 8 fotoğrafından 4’ü kaldırıldı. Durumu öğrenen Sultan Güner, Dernek Başkanı Atilla Tanyeli’nin fotoğraflar sergide yer alırsa çalışanların sürgününe neden olabileceği uyarısında bulunduğunu söyledi. “Kimsenin sürgün edilmesini istemem” diyen Sultan Güner istemeden de olsa fotoğraflarının sergiden kaldırılmasına razı oldu. Güner, dernek Başkanı Tanyeli’nin 8 fotoğraflık alana 4 fotoğraf yerleştirilerek kalan alanın boş bırakılacağını ve gelen ziyaretçilere sansüre dair açıklama yapılacağını belirtmesine karşın bunun uygulanmadığını söyledi. Güner, “Ancak bu sözlere karşın sergiye gittiğimde benim dört fotoğrafım duvarı doldurmuş, aralıklar açılmış, öyle bir yerleşmiş ki orda bir eksiklik yok gibi” dedi. Bu durumun ardından sergiye giderek boşluk yaratan ve karanfil bırakan Güner, gelen ziyaretçilere sansürü anlattı. Yoğun ilgiyle karşılaşan Güner, bu durum içine sinmeyince ertesi gün sergilenen 4 fotoğrafını da kaldırarak kendisine ayrılan alana, “Sansüre hayır! Kaldırılan 4 fotoğrafıma tepki olarak kalan 4 fotoğrafımı sergiden çekiyorum!” yazılı bir pankart astı ve karanfiller koydu. Devlet Tiyatroları işçileri 12 Aralık’ta grevde... Türkiye Otel, Lokanta, Dinleme Yerleri İşçileri Sendikası (TOLEYİS), 12 Aralık’ta Devlet Tiyatroları’nda greve çıkacaklarını açıkladı. 12 Aralık'ta Devlet Tiyatroları sahnelerinde “perde açılmayacak”. 2 ilden 650 DT çalışanı greve gidiyor. DT’nin Türkiye’nin 12 ilinde faaliyet gösteren sahnelerinde, büro çalışanlarıyla birlikte, ışıkçı, sesçi, kondüvit, aksesuarcı, sahne makinisti gibi teknik ekibe bağlı 650 süreli sözleşmeli personel bulunuyor. “Süreli sözleşmeli personel” çalışanları, bir ayda 26 iş günü üzerinden çalışıyor ve kamudaki pek çok haktan mahrum kalıyor. DT yönetimi, çalışanları, yılda 15 gün ücretsiz izne çıkarmayı zorunlu tutuyor. Aralarında 18 yıldan daha fazla süredir çalışan “süreli sözleşmeli personel” olmasına karşın DT yıllardan bu yana “kadro” sınavı açmıyor. Çalışanlar da kadroya giremiyor. Yıllardan bu yana “süreli sözleşmeli personel” çalışanları, artık haklarını elde etmek amacıyla, Türkiye Otel, Lokanta Dinlenme Yerleri İşçileri Sendikası’na (TOLEYİS) üye oldu. DT’de sahnelenen oyunların en önemli kadrosunu oluştan 650 çalışan 12 Aralık’ta greve gidiyor. Greve giden işçiler 12 Aralık’ta “perdeleri kapatacak.” 48