Untitled - İnkilap
Transkript
Untitled - İnkilap
1 2 B i R S AV C I B E Y R O M A N I -- -- OLU COCUKLAR - SEHRI - AZİZ ÜSTEL Yayın No: 91 ÖLÜ ÇOCUKLAR ŞEHRİ Aziz Üstel © 2013, Aziz Üstel Türkiye’de yayın hakkı © 2013, Bu kitabın her türlü yayın hakları Fikir ve Sanat Eserleri Yasası gereğince İnkılâp Kitabevi’ne aittir. Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında, yayıncının izni alınmaksızın, hiçbir şekilde kopyalanamaz, çoğaltılamaz, yayımlanamaz ve dağıtılamaz. Yayıncı ve Matbaa Sertifika No: 10614 Editör: Ahmet Bozkurt Yayıma hazırlayan: Burcu Bilir Kapak tasarım: Zühal Üçüncü Sayfa tasarım: Derya Balcı 13 14 15 16 7 6 5 4 3 2 1 İstanbul, 2013 ISBN: 978-975-10-3341-3 Baskı ve Cilt İnkılâp Kitabevi Yayın Sanayi ve Ticaret AŞ Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sk. No. 8 34196 Yenibosna – İstanbul Tel : (0212) 496 11 11 (Pbx) Faks : (0212) 496 11 12 e-posta: editor@sayfa6.com Yayınları, İnkılâp Kitabevi Yay. San. Tic. AŞ’nin tescilli markasıdır. Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sk. No. 8 Yenibosna – İstanbul www.mandolin.com.tr www.inkilap.com www.sayfa6.com Hasat, Tim Davis ’nda Bir Savcı Bey Hikâyesi... 1 Katran Karası Rüyalar... T opallayarak yürüyordu kız çocuğu, saçları kirden yapış yapış. Bakışlarından kaç yaşında olduğunu kestirmek çok güçtü, çünkü boş bakıyordu, ölü bakıyordu, çaresizlik akıyordu gözlerinden ıslak ıslak; suya sabuna düşman yanaklarından akarak aşağı doğru kayıyordu. Güneşle tanışmamış sopa bacaklarından ince ince kan sızıyordu. Sol gözü morarmış, alnı yarılmış, kafatası kırılmış, kemikler parmak parmak yükseliyordu. Sis koptu geldi Haliç’ten, yuvarlanarak geldi dertop olmuş. Kız adım attıkça daha bir yaklaşıyordu sanki. Kız yavaşça başını çevirdi, omzunun üstünden yaklaşan, karanlığı yutarak dörtnala kalkmış gri-beyaz öcüye baktı. Ellerini iki yana açtı birden. Yere, dizlerinin üstüne çöktü. Diliyle çatlak dudaklarını ıslattı az biraz, sonra bir hırıltı koptu yüreğinin derinliğinden, hıçkırıkla karışık suçlamanın üvey kardeşi bir feryat yardı sessizliği, kadavraya vurulan neşter misali... “Beni kim öldürdü? Söyle! Söyle de kurtulayım böyle dolanıp durmaktan karanlığın içinde!” 9 Sormuyor, suçluyordu. Biliyorsunuz da söylemiyorsunuz gibisinden. Tırnakları kırılmış, avuçları kanlı ellerini uzattı, uzattı, uzattı... Eller pençelere dönüştü. Gene o tüyler ürperten çaresizlikle öfke, suçlayan bir haykırış olarak kamçı gibi şakladı boşlukta: “Kim öldürdü beni? Niye gizliyorsunuz?” Sis yetişti, sarıldı kıza, çekiverdi içine... Ve gri-beyaz kapladı her yanı, ta ki kan damla damla akana, göl olana, nehir olana, Haliç’in çamurlu sularına karışana değin... Kâmil her yanı terden sırılsıklam, gözleri biber biber yangınlarda, sağ dirseğinin üzerinde doğruldu. Derin derin soluk aldı. “Burnundan soluk alacaksın, tutup dörde kadar sayacak ve sonra bırakacaksın, ancak böyle sakinleşir insan” diye bir şey okumuştu Hayat dergisinde mi Yelpaze’de mi ne. Saim Usta’ya sinekkaydı olurken böyle saçma sapan şeyler okuyordu ki, herifin o karatahtaya vurulmuş tebeşir cızırtısından da beter sesine kulak tıkayabilsin. Saim Usta, efendi adamdı Allah’ı var. Savcı Bey bir şey okurken susar, Lefter’i, Metin’i, Turgay’ı rafa kaldırırdı. “Ne bitmez çileymiş ulan bu! Her gece her gece olur mu? Ben ne bileyim seni kim öldürdü! Savcılıktan alınmadık mı soruşturmaya daha doğru düzgün soyunamadan! Hesabını niye benden soruyorsun be kızım?” diye mırıldandı karanlıkta. Üzerindeki yorganı savurdu. Yatağın içinde oturdu, eğildi, komodinin alt gözünü açtı. Gümüş matarasını çıkardı, kafasına dikti. Konyak sıcak sıcak aktı boğazından. Komodinin üzerinde duran Dunhill paketine uzandı bu kez; içinden bir tane çekti, yaktı altın Cartier çakmağıyla. Dumanı ciğerlerine çekti, tuttu. Sonra koyuverdi yavaş yavaş. Ağzında cigarası, banyonun yolunu tuttu. Cigarayı tuvalete fiskeledi, sifonu çekti. Soyundu, duşu kaynara teğet açtı, altına girdi, ellerini açıp fayans kaplı duvara dayadı. Kamçı kamçı indi sular sırtına. 10 Komiser Yardımcısı Hüseyin, “Sadrazam” Çandarlı telefon etmişti sabahın köründe. Beyoğlu savcısıydı o zamanlar Kâmil Çakır. “Savcı beyim kusura bakma seni sabahın köründe rahatsız ettim.” “Kimsin?” “Hüseyin... Komiser Yardımcısı Hüseyin... Haliç Karakolu’ ndan.” “Ha, Sadrazam Çandarlı Halil Paşa desene, anlayalım kim olduğunu...” “Estağfurullah savcı beyim, sadrazamlık o kadar mı çaptan düşmüş de, ben fakirin kucağına düşmüş. Hem Süleyman Demirel efendimiz otururken Ankara’da bütün heybetiyle...” Güldü ister istemez Kâmil. Severdi Hüseyin’i. İşine bağlı, dürüst, nezarethaneyi işkence odası bellemeyen, önüne gelene copla saldırmayan üç beş polisten biriydi. Üstüne üstlük lise mezunuydu, boş vakit buldu mu hemen bir köşeye oturur Peyami Safa’nın Server Bedi adıyla yazdığı Cingöz Recai’leri okurdu yutarcasına ya da Sir Arthur Conan Doyle’un Sherlock Holmes’lerini. “Eee Çandarlı? Rüyanda mı gördün de karga bokunu yemeden telefona sarıldın?” “Kusura bakmayın ne olur. Siz erkencisinizdir bilirim.” “Tamam tamam. Lafı geveleyip durma, ne oldu TİKKO’cularla ülkücüler mi kapıştı gene?” Her Allah’ın günü ya vatan millet ve de Turan adına ya da devrim uğruna bıyığı terlememiş delikanlılar birbirini öldürüyor, kahvehaneler taranıyordu. Polis mutlaka ucunda siyaset vardır diyordu hiç düşünmeden, dönüp bakmıyordu bile. Zaten polis de ikiye bölünmüştü: POL-BİR ülkücülerin sırtını sıvazlarken, POLDER de solculara omuz veriyordu. Beni ne diye arıyor bu adam, diye düşündü Kâmil, sabahlığını sırtına geçirirken. Siyasi olaylara sıkıyönetim bakıyordu. Tam sıkıyönetim komutanlığını aradın mı 11 diye soracaktı ki, Hüseyin, “Yok. Öyle siyasi falan değil efendim. Bu... Korkunç bir şey,” deyiverdi. “Nasıl yani?” “Kız çocuğu savcı beyim.” “Kız çocuğu mu?” “Evet, on ikisinde var yok efendim.” “Ne olmuş? Dövmüşler mi? Irzına mı geçmişler?” “Öldürmüşler efendim, hem de acımasızca... Ben bu yaşıma geldim böyle bir şey görmedim.” “Neredesin?” “Haliç’te, molozların orda. Bizim sakatatçı var ya, orayı açtırdım; dükkânın üstünde yatıyor sahibi zaten. Çay demledi...” “Tamam tamam.” Kâmil pencereye yürüdü, perdeyi aralayıp sokağa baktı. Makam arabası, siyah Şahin kapının önüne gelmişti bile. Şoförü arabanın kapısına sırt vermiş cigarasını tüttürüyordu. Kâmil duştan çıkıp tıraş oldu alelacele. Çabucak giyindi. Abinin armağanı, altın kabzalı, Colt ‘45’liği belindeki kılıfa yerleştirdi. Paltosunu kaptığı gibi asansörü beklemeden koşar adım merdivenlerden indi. Yollar bomboştu. Alacakaranlık çöktü mü millet mahallesinin yolunu tutuyor, sokakları sözde sağcılarla sözüm ona solculara bırakıyordu. Hava iyice aydınlanıp da yarasalar mağaralarına çekilmeden de kimse burnunun ucunu göstermiyordu evinin kapısından. Soğuktu, İstanbullunun iyi bildiği kasımın sabah ayazı. Ağaçlar yeşili atıp sarıyı geçirmeye başlamıştı sırtına, hatta hepten dazlaklaşanlar da yok değildi. Yollar bomboştu, üç cigara içimi sürdü gene de Pangaltı’dan Haliç’e gelmek. Kâmil, şoför arabayı kaldırıma yanaştırır yanaştırmaz arka kapıyı açıp aşağı indi. Hızlı adımlarla ciğerciye doğru yürüdü. Aynı anda dükkânın kapısı açıldı. Orta boylu, kırkını yeni devirmiş, hafiften göbek salmış, bumburuşuk kahverengi elbisesi 12 ütüye küs, eski cinayet masası memurlarından, yenininse Haliç Karakolu’nun anlı şanlı Komiser Yardımcısı Hüseyin Çandarlı, kapkara gözlerini kırpıştırarak Kâmil’e baktı. Alnındaki ince çizgiler daha bir derin, burnu kocaman bir ünlem işareti, kaşları havalanmış, elleri iki yanında bitişik hazır ola geçti. “Çay içer misiniz efendim?” “Hayır.” Öyle baktılar birbirlerine. Kâmil dişleriyle alt dudağını çiğnemeye başlamıştı. “Ee? Ne bekliyoruz Hüseyin!” dedi sabırsızca. “Buyurun savcı beyim.” Kâmil’in önüne düştü. Hızlı adımlarla karşı kaldırıma geçip kıyıya doğru yürüdüler. Haliç artık iyiden iyiye kokmaya başlamıştı. Yıllardır Balat’tan Sütlüce’ye, hatta Fatih’e, Rami’ye değin bütün semtlerin abdesthane çukuruydu bir zamanların dillere destan Altın Boynuz’u. Kâmil arka cebinden mendilini çıkarıp burnunu örttü, lağım kokusu tokat tokat çarpmaya başlayınca. Hüseyin tam suyun kenarına geldiklerinde durdu, Kâmil’e sırtı dönüktü. Sonra yana çekildi. Kâmil baktı. Tercüman gazetesinin başlığı “Atatürk’ün Heykeline Saldırı” diye haykırıyordu. Gazetenin bitiminde iki sıska bacak ve ince ince sızan kan çarptı gözüne Beyoğlu savcısının. Cesetleri gazete kâğıdıyla yarım yamalak da olsa örtmek gibi bir geleneği vardı polisin. Bunun nedeni de, polis adliye muhabirlerinin cesetlerin fotoğrafını çekip gazetelerinin baş sayfalarına kocaman kocaman yapıştırmalarına engel olmaktı. Cesedin üzerine Tercüman gazetesinin baş sayfasını örttün mü, Hürriyet birinci sayfasına bu fotoğrafı koyamazdı tabii. Kâmil cesedin başına gelince durdu, dizlerini kırarak eğildi, gazeteyi kaldırdı. Derin bir soluk alıp, sonra da tıslayarak dişlerinin arasından koyuverdi. Önce çocuğun mosmor olmuş sol gözüne baktı, içi sızladı. Nasıl kıyılır şuncacık çocuğa da böyle13 sine acımasızca vurulur, diye düşündü. Kafası kırılmıştı enikonu, kemikler dışarı fırlamış, beyin sarı-beyaz sızmıştı dışarı. Alnında da derince bir bıçak izi vardı. “Adli tıptan gelen oldu mu?” diye sordu Kâmil. “Haber verdim, ama henüz gelen olmadı.” “Sıkıyönetime?” “Yok. Yani onlar ilgilenmez efendim. Şöyle bir gelir yasak savmak adına. Sonra da çıkışırlar, ‘Ota boka çağırıp durmayın lan bizi!’ diye. Onlar önemli adamlar ya, birinci sınıf vatandaşlar. Büyük siyasi olaylarla ilgilenirler sadece. Küçük bir kızı parçalamışlar, umurlarında mı?” “Tamam Hüseyin, sakin ol. İyi yapmışsın çağırmamakla. Hem bu... Bu cinayet bizim yetkimize girer, onların değil.” Doğruldu Kâmil. “Kimliği falan var mı? Tanıyan manıyan?” “Yok. Zaten biz geldik geleli Allah’ın bir kuluna rastlamadık efendim.” Kâmil tekrar diz çöktü, bu kez kızın ellerinden birine uzandı. İri pençesinin içinde cansız bir serçe gibi yatıyordu yavrucağın eli. İncecik parmaklara baktı. Tırnakları kırılmıştı, kaldırımı mı tırmalamıştı ne! Eli kokladı, ekşi yoğurt kokusu çarptı burnuna. Tırnakların altında da sarı-beyaz toz tanecikleri vardı. Diliyle dokundu Kâmil, suratını buruşturup tükürdü o saat. Omzunun üzerinden hırıl hırıl, “Eroin bu be!” dedi. “Eroin...” diye tekrarladı Hüseyin anlamsızca. “Hımm... Kızın tırnaklarının altında... Toz tanecikleri...” Kendi kendine mırıldanıyordu. “Bu yaşta eroin mi kullanıyor?” Gazeteyi kaldırdı. Kızın kollarına baktı. İğne izi yoktu, damarları o incecik kollarda mavi mavi duruyordu. Gazete kâğıdından kefenini örttü kızın. Bu kez ayak parmaklarının arasına eğildi. Temizdi, kullanmıyordu. Peki, ne arıyordu bu eroin tırnaklarının altında? “Hüseyin narkotikle konuş. Burada laboratuvar falan var mı? 14 Balat’ta vardı bir tane ama geçen yıl basıldı. O herifindi... Neydi adı?” “Bilmiyorum efendim.” “Neyse, önemli değil. Herif kaçtı biz sınıra haber uçurana dek. Saf eroini nişasta ya da pudraşeker ile kesip minik paketlere doldururlar. Bu çocukları kullanır kaltaban herifler! Elleri küçük ya zavallıların.” “Ben narkotikten arkadaşlarla konuşur sizi ararım efendim...” Kâmil bir cigara yaktı. Kıza baktı uzun uzun. Döndü, hızlı hızlı arabasına yürüdü. Oturur oturmaz şoförden Rebul lavanta kolonyasını istedi. Hiç eksik etmezdi torpido gözünden. Kolonyayı aldı, mendile döktü bolca, burnuna götürdü, mis gibi lavanta kokusunu çekti içine... Duştan çıkınca kocaman beyaz bir havluya sarındı. Yatak odasının yolunu tuttu. Çabucak kurulandı. Yatağın karşısındaki duvarı boydan boya kaplayan dolabın kapağını açtı. Yan yana asılı duran lacivert, siyah, koyu gri, çoğu ince çizgili, yelekli elbiselerine baktı. Bunlara bir servet yatırmıştı. İngiliz kumaşı, İstanbul’un en ünlü terzisi, Selim Kemal’in elinden çıkma elbiselerden birini seçti, yatağa yatırdı dikkatlice. Dolabın alt ve üst gözünü açtı, kuru temizlemeden yeni gelmiş beyaz gömleklerden birini aldı, düğmelerini açtı, giydi. Beyaz benekli, lacivert boyun bağını düğümledi özenle. Komodinin üst gözünden siyah kadife bir kutu çıkardı, içinden elmas kol düğmelerini alıp taktı. Lacivert pantolonunu çekti, yeleğini düğmeledi, ceketini giydi, sol üst cebine beyaz ipek, arka cebine de keten mendilini yerleştirdi. Parmaklarıyla tarakladı şakaklarına ak düşmüş kuzguni saçlarını. Yeşil gözlerine Visine damlattı, bıyıklarını sıvazladı. Dolaptan siyah kemerini çıkarıp taktı, tabanca kılıfını kemere çıtçıtladı. Döndü, yastığının altından, Abi Dündar Kılıç’ın armağanı, altın kabzalı, namlusu 15 işlemeli, Colt yapımı ‘45’lik tabancasını aldı, kılıfına yerleştirdi. Ceketler tabancayı belli etmeyecek biçimde dikilmişti, arkadan bakan biri Kâmil’in silah taşıdığını anlayamazdı. Bu da Selim Kemal’in ustalığıydı işte, bunun için dünyanın parasını alıyordu elbise başına. Church marka ayakkabılarını giydi, odanın loş ışığında bile pırıl pırıl parlıyordu İngiliz elinden çıkma ayakkabılar. “Boşuna eskiler, asılacaksan İngiliz ipiyle asılacaksın dememiş,” dedi yüksek sesle. “Herifler ne yaparsa iyi yapıyor.” Boynuna vişneçürüğü, ipek eşarbını attı, lacivert kaşmir paltosunu kaptı. Gümüş matarasıyla cigara tabakasını aldı, mutfağa yürüdü. Dolaptan bir paket Dunhill çıkardı, platin tabakasına yerleştirdi özenle. Armagnac şişesinden de matarasını doldurdu tepeleme, ağzını kapattı sıkı sıkıya. Tabakayla matarayı ceplerine yerleştirdi. Salona girince abajuru yaktı, duvarda asılı duran Süleyman Seyit’in Orman Yolu tablosunu indirdi, kanepeye yasladı yavaşça. Duvara gömülü kasanın 30-08-18’e, babasının doğum tarihine ayarlı şifresini çevirdi. Kasada on bin dolar, yirmi beş bin mark, otuz beş bin lira, yeşil pasaportu, silah taşıma ruhsatı ve emekli savcı kimliği vardı. Kimlikle ruhsatın yanı sıra on beş bin lirayı katlayarak ceketinin sol iç cebine yerleştirdi. Kasayı kapattı, tabloyu yerine astı. Ön kapıyı arkasından çekti, ışığa bastı, bileğindeki ince, altın Patek Philippe saate bir göz attı, gece yarısını az biraz geçiyordu sokağa adım attığında. Cihangir Yokuşu’nu tırmandı soluklanmadan. Karşı kaldırıma geçip Rus lokantasına doğru yürüdü. Fahişeler müşteri avına çıkmış, hapçılarla tinerciler kapkaça soyunmuş, tek tük geçen taksilerse söğüşleyebilecekleri taşralı, sarhoş bir müşteri aranıyordu. Kâmil taksilerden birini durdurup bindi. Beyoğlu’na çekmesini söyledi. Şoför olmazlandı önce: “Beyoğlu dediğin iki adım be abi... Yürüyüversen.” “Kaç adım olduğunu biliyorum. Çok konuşma da gazla.” 16