Süreyya Eryaşar Bir Dokunma Biçem Edirne`de Damla dergisini
Transkript
Süreyya Eryaşar Bir Dokunma Biçem Edirne`de Damla dergisini
Süreyya Eryaşar Bir Dokunma Biçem Edirne’de Damla dergisini çıkarırken, derginin bir etkinliği olarak ünlü yazarları da tanıştırırdık okurlarımızla. Sosyal tesisleri olan kurumlar bize yardımcı olur, konuklara yatacak yer sağlarlardı. Gelenler genellikle bir iki gün konuk olurlar, gündüz konuşurlar, şiirlerini okurlar; geceleri yemekli toplantılara katılırlardı. Bir keresinde çağırdıklarımız arasında Madımak Oteli kundaklamasında yitirdiğimiz inceleme, deneme, eleştirme ustası Asım Bezirci (19271993) ile kurtulma şansını yaşayan son yıllarda kaybettiğimiz değerli şair, yazar, yayıncı Kemal Özer de (1935-2009) vardı. Asım Bezirci, bilimsel ya da nesnel eleştiriden yanaydı. Bunun çok güzel örneklerini vermişti. Öznel eleştiriye, dolayısıyla onun en büyük temsilcisi, yazınımıza ve dilimize büyük katkısı olmuş, yenilikçi yazınımızın öncülüğünü yapmış Nurullah Ataç’a (1898-1957) da karşı çıkıyordu. Bezirci, üzerine en nitelikli ve kapsamlı inceleme kitabı yazdığı Ataç’ın, denemelerinde ve eleştirilerinde kendine özgü, insanı sarıveren bir biçem kullanmasını doğru bulmuyordu. O, deneme ve eleştiride üsluba da söz sanatları kullanılmasına da yer olmadığı görüşündeydi. Çünkü ona göre eleştiri bir sanat değildir: dolayısıyla açık, anlaşılır, kanıtlara dayalı olunmalıdır; iğretilemelerden, ödünçlemelerden, biçim sınamalarından kaçınılmalıdır. Biçemci yazarlar sanat yapacaksa şiire, öyküye, romana, oyuna yönelmeliydi. Bir sanat olayı karşısında ne diyeceği öncelikle merak edilip her yazısı herkes tarafından merakla okunan Ataç’ın “Beğenmem ben o kişiyi, insanlığını da şairliğini de…” ya da: “Sevdim bu şiiri, kusurlu olsa da sevdim, olmasa da sevdim.” gibi yaklaşımları Bezirci için kabul edilemezdi. O, ürünü somut kanıtlarıyla inceler, bu verilere göre yargısını oluştururdu. Yargı kesindi, ne gördüyse o. Yansız bir yargıç ya da hakem gibiydi. Kemal Özer, ikinci yenilerle birlikte anılan bir ozanyazardı. Çok yumuşak, alçakgönüllü bir biçemle oluşturuyordu şiirlerini. İkinci Yeni’den toplumsal gerçekçiliğe geçtikten sonra da aynı duygululuk, aynı duyarlılık ve naziklikle üretti şiirlerini ve diğer ürünlerini. İkisiyle de daha önce yüz yüze görüşmemiştik. İkisi de eşleriyle birlikte aynı otobüsle geliyordu Edirne’ye. Hemen ve heyecanla kendilerini karşılamaya otogara gittik. Otobüsten indiler. Biri uzun boylu, iri; diğeri zayıf, kısa boylu. Bizler okuduğumuz ürünlerinin etkisiyle: “Hah dedik, şu uzun boylu olan, herkesi eleştirip duran, bazen yerin dibine batıran Asım Bezirci olmalı.” dedik. Nedense önce ona yöneldik. Elini uzattı, tam bir beyefendi nezaketi ve alçakgönüllüğü ile: “Ben Kemal Özer.” dedi. Sonra kısa boylu, zayıf kişiyi tanıttı: “Asım Bezirci.” Şaşkınlığımız davranışlarımıza nasıl yansıdı anımsamıyorum. Olaydan iki yıl sonra tanımakla gerçekten onur duyduğumuz Asım Bezirci’nin Sivas’ta yakılışıyla, yandık, kavrulduk. Özlemle andığım dost insan Kemal Özer’le birçok etkinlikte defalarca bir araya geldik. Bir Dokundurma Sivas Haykırır 4 Eylül şafağı Sivas göklerinden: Ya beni silin Ya 2 Temmuz’u Takvimlerden (4 Eylül: Sivas Kongresi, 2 Temmuz: Madımak Kıyımı) Madımak Çıkmış inanç yobazları Yakar Allah deyudeyu… Soner Üçkuşoğlu Altın Vuruş Sınav (AVS) Her sabah gibi bir sabah. Benim için pek de bir farkı yok. Aşağı yukarı aynı saatte uyan, duş al, aynanın karşısında saçma sapan bir surata sırıt, diş fırçala ve dişlerinin daha temiz olduğuna inan. Emin ol öyle. Kimlik ve sınav giriş kağıdını al yanına, başka bir şeyi değil. Hasan gelmiş bile. Saate bak, daha çok var lan bu saatte ne işi var bu çocuğun burada? Her neyse, gelmiş artık. Ayakkabıları giy, merdivenleri in, demir kapıyı aç ve çık. Yol boyu sınav dışında her şeyi konuş. Tekel bayiden su al, sadece su. Okula vardığımızda bahçede endişeli yüzlerle karşılaştık. Aileler ve çocukları. İkimizin de ailesi yoktu ve endişe etmiyorlardı. En azından biz öyle sanıyorduk. Gerçi endişe ettikleri herhangi bir konuda bizi etkileyebildiklerini de sanmıyorum. Neyse, okul bahçesine girdik, herkesin aksine çimlere oturduk sırtımızı duvara verdik. Ve yine herkesin aksine gülüp eğlenen, dalgasını geçen, esprisini yapıp keyfine bakan yine sadece bizdik. Sistemin dışında kalmayı bir şekilde başaran sayılı insanlar vardır bu dünyada. Sayılı iyi insanlar. Biz onlardandır herhalde ya da çok gamsız olanlardandık. Ne fark eder? Hiç. Sistem sadece gam yükler insana, yüklediği gamı kullanarak çalıştırır, yorar ve emeğinin karşılığını asla vermez. Vakit geldi, içeri girdik. Tanıdık bir hoca ile karşılaştım koridorda, kısa bir sohbet ardından sınav salonumun yerini gösterdi. Salona girdiğimde yine tedirgin yüzler bekliyordu beni. En arkadaydı sıram, güzeldi yerim. Oturdum, optik formların ve içinde kalem şeker vs. olan kutuların dağıtılmasını beklemeye başladım. Önce formlar dağıtıldı. Salonda önümdeki sıra boş kalmıştı sadece. Orada olması gereken kişinin de formu masasına bırakılmıştı. Formdaki yüzü görebiliyordum. O harikulade, tatlı yüzü. Sınavın bir güzelliği varsa oradaydı, ismini görebiliyordum ancak şuan hatırlamıyorum. Aslında yüzünü bile hatırlamıyorum. Sadece o anki düşüncelerimi hatırlıyorum. Stres yoktu hâlâ. Bir kalbim olmadığını düşüneceğim kadar rahat, soğukkanlıydım. Bir kalbim olsa kanımı her pompalayışta biraz daha ısıtırdı. Biraz daha. Biraz daha. Biraz daha. Belki böylece insanları bile sevebilir, onlarla bir sıcaklık kurabilirdim, neyse konu bu değil. Optik formu dolduruyordum ki sınıfa o girdi. Önümde oturması gereken tatlı surat. Vücudu da iyiydi, bakımlıydı, sınav günü bile bakımlıysa bir kadın... Geldi ve önüme oturdu. Tanrım. İğrenç bir parfüm kokusu. Abartılı ve iğrenç. Kalp krizi geçirecektim neredeyse, işin kötü yanı herkes sınav stresinden kalp krizi geçirdiğimi sanacaktı. Ne sanırlarsa sansınlar, o kokuya katlanmaktansa hastane koridorlarının kokusunu bir tüpe doldurup kalan hayatımı onunla geçirmeyi yeğlerdim. Kızın yüzünü de ismini de sanırım bu yüzden unuttum. O koku her şeyi sildi. Ve sınav başladı. Matematikten başlarım ben hep. Uykumu açar. Sabah uyandığında nefret ettiğin şeyleri düşün, uykun kaçar ama bütün günün öfkeyle geçer. Birkaç soru yaptım, yaptığım soru sayısının iki katı kadar sorunun üzerinde düşündüm. Kırk beş dakika harcadığımı fark edince Türkçeye geçtim. Kaybettiğim zamanı kazanmak için yirmi beş dakikada bitirdim. Kafamı kaldırdım ve etrafıma bakındım. At yarışının ortasında gibi hissettim kendimi. Ama tribünlerde değil, atların kapatıldığı bölmede gibi. Etrafımdakilerin sırtındaki jokeyi ve eyeri görebiliyordum. Sırtlarına inen kırbaçları görebiliyordum. Aileleri, komşuları, akrabaları ve özellikle de öğretmenleri. İçlerinde oldukları, doğumla karışıp ancak ölümle sıyrılabilecekleri toplumun sırtlarında yaptığı yükü. Ama ben kendi sırtımda bunu hissedemiyordum. O an sınavı bırakıp çıkmayı bile düşündüm. Ama görmem gereken, merak ettiğim sosyal soruları vardı. Biraz da fen. Bir koşunun içindeydim doğru, bir yarıştaydım. Ama benim için önemli olan tek şey koşmaktı. Diğerlerinin ne yapacaklarıyla ilgilenmiyordum. Ne kadar hızlı koşacağımla da. Sadece koşmaktı. Kaçmak belki. Atletlere benzetemiyordum sınavdakileri, sırtlarındaki yükü hiçe saymak onlara haksızlık olurdu. Kendimi atlarla yarışan bir atlet gibi görmekse fazla bencilce. Ne olacağını, nereye varacağını önemsemiyordum. Sınav bitti. Formu teslim ettim ve çıktım. Zihnim duruydu. Hasan çoktan çıkmış olmalıydı, belki bir saat önce. Zaten o ortamda beklemesini istemezdim. Yıkıktı. Herkes sanki bina tepesine çökmüş ve her şeyini kaybetmiş bir havadaydı. Bunlar mıydı yeni dünyayı kuracak olanlar? Nerede kalmıştı güçlü insanlar? Binalar olmazsa bu nesil birkaç yıla doğaya yenilirdi. Kötü geçen bir sınav insanı üzebilir, kabul ediyorum. Ancak ağlamak için çok daha fazlası gerekir. Gerçek bir acıyı tatmak gerekir mesela. Çaresiz kalmak gerekir ki, bu durumlarda bile ağlamak asla yardımcı olmaz. Sınavlarında çok başarılı bir nesle değil ama düşünce dünyasında çok kuvvetli birkaç yüz insana ihtiyacımız var. Yoksa binlerce yıldır zarar verdiğimiz doğa bizden intikamını alabilir. Teknoloji olarak çok güçlü, düşünce ve duygusal olarak çok zayıf bir nesil bizi bekliyor anlaşılan. İçlerinde kavrulup gitmek ya da gitmemek, o da umurumda değil. Ne olacaksa olsun ve beni yormasın yeterli. bünyamin durali hayvan(art)a yakışmayan "Hayvan" diye bir dergi var. Doğrusu, belli bir düzeyin üstünde birçok yazı yayımlıyor. met-üst'ün, artık iyice kabak tadı veren aforizmalarının yanısıra; bir dolu incir çekirdeği doldurmaz yazılar da yayımlıyor tabi. Merâmım, derginin edebî-mizahî ağırlıklı içeriğine ilişkin, çepeçevre bir değerlendirme (eleştiri) kotarmak değil burda. Hayvan, son iki sayısında (Aralık 2003, Ocak 2004), beni "fenâ halde" harcıyor; ona değineceğim. Derginin, "Hayvanart Bahçesi" başlıklı bir bölümü var; orada, amatör kalemlerden gelen yazıları / şiirleri yayımlıyor Hayvan'cılar. Sözkonusu yazıların çoğu, entipüften denilecek kertede sığ, üstünde konuşulmaya değmeyecek kadar sıradan, yalapşap çiziktirmeler. Böylesi yazılar / çiziler yayımlanmaz mı: hayır, itîrâzım buna değil; elbette yayımlanır; yayımlanması desteklenmelidir de; çünkü, hiç değilse okurların sanatsal / kültürel birikimlerinin seviyeleri görülür ki, az şey midir... Amatör ozanların / yazarların, nitelik ölçümlerine girişmek gibi bir derdim de yok benim. Eh, öyleyse, derdin ne? diyeceksiniz. Derdim şu: ikinci paragrafta, Hayvan beni fenâ halde harcıyor, demiştim ya; Hayvan, kıyım-kırım makinesi işleviyle çalışıyor nerdeyse; en azından, benim şiirlerim için böyle bu. Aralık 2003 sayısında, "Senin Ömrün..." adlı şiirimi "Senin Ömür" başlığıyla yayımlıyor (!) Hayvanart'ında. Bununla da kalmıyor; üçer dizelik üç bölümle, bir dizelik son bölümü birleştirerek yayımlıyor. Bu yetmiyor, bazı dizeleri kendince bölerek, dize sayısını var gücüyle çoğaltıyor. Belki başka densizlikler de vardır ya; o sayı şimdilik elimde olmadığından; konuşmak istemiyorum. Ocak 2004'te "Kaan İnce'ye İnce Sorular"ımı yayımlıyor (!) bu kez. Hayvan, hızını alamamış olacak; şiirlerime târifsiz bir hınçla saldırmaya, dizelerimin canını yakmaya, "tam gaz" devam ediyor. Benim dizelerim, muhakkak (ayrıksı bir-iki durum var mıdır, bilmiyorum) küçük harfle başlar; Hayvan her dizeyi inatla ve inançla (!) büyük harfle başlatmış. Dörder dizelik üç ayrı bölümü birleştirmeyi, gene, gıpta edilesi bir gayretkeşlikle başarmış (!) Yetinmemiş, her bölümün dördüncü dizesini ikiye bölerek (yazık ki, toplumsaleşitlikçi bir paylaşım yapamamış bunlarda) katliamını tamamlamış! Hayvan'cılara, şiirlerimle birlikte, kendimi kısaca tanıtan birkaç cümle sarfetmiştim. O cümlelerden şunlar mı dokundu yoksa zatıâlilerine: "25'i aşkın dergide şiir, eleştiri, deneme ve tanıtım yazısı yayımladı(m)." Yok canım, ne var Allahaşkına bu cümlede? Öyleyse devam mı: "...buna karşın, ülkemizde (İstanbul'da) despotik ve sosyal faşizan bir edebiyat iktidarı (şiir oligarşisi) olduğu görüşünde(yim)." Hayvan'cıları, -ne yalan söyleyeyim, "iktidar'la rabıtalı" görmemiştim hiç; ama, kendileri böylesi bir "vehim"den besleniyor ve varlık gerekçelerini oraya "konuşlandırıyorlar"sa, ve elbette alınganlık gösteriyorlarsa dediklerimden; ne diyeyim, erkleri kutlu olsun!.. Şöyle de yazmıştım kendimi tanıtırken: "ödül mekanizmasının kirli çarklarına kesinlikle ve cepheden karşı(yım)." Acaba Hayvan'cılar, yazar-çizerlerinin bir bölüğünün, ödül mekanizmasına eklemlenmiş olmasını vurgulayışıma mı tepkileniyor, içdürtüsel bir refleksle? "ödül mekanizmasının kirli çarkları" ha! "kesinlikle ve cepheden karşı"sın, ha! Al sana öyleyse, şiirini öyle keser-biçeriz ki, sen bile tanıyamazsın mı? demek istiyorlar, dolaylı yoldan. Devamla: 25'i aşkın dergide yayımlayan bir insanın şiirlerine karşı, bu denli pervasızca bir saygısızlıkla davranma hakkını sâhiden hangi güçlerden alıyorsunuz? Hiçbir dergide yayımlamayan birine bile bu haksızlığı revâ görebilir misiniz? Şiirlerimi "biçimsel" olarak beğenmiyorsanız; yayımlamazsınız olur biter. Biçimsel seçimime müdahâle yetkisini size kim verdi? 25 dergide yayımlamış olmamın, diyelim, beni "şiir heveslisi" olmaktan kurtarmaya yetmeyeceğine kanaat getirdiniz; olabilir, böyle bile olsa, bu sizi, benim şiirimi kıymaya cüret ettirebilir mi? Söyler misiniz lütfen, tutumunuz asgari demokratlıkla bile bağdaşır mı? Erdoğan Alkan-Enver Ercan ikilisi de, bir şiirimi, kafasınıgözünü yararak yayımlamıştı. (Varlık, Ocak 2002) O kıyıcılığa çok sert tepki göstermiştim hemen. E. Ercan, cevap-yazısında, zeytinyağı gibi üste çıkmaya çalışmış; ama, şiirimi özgün hâliyle yayımlamadan da edememişti. (Varlık, Şubat 2002) Tabi, yayımlarken "Saygımızdan..." demeyi ihmal etmemiş; ben de bu pek saygılı (!) sözcüğün "şiirsel / estetik" kalibresi üstüne uzun uzadıya düşünme fırsatı yakalamayı, bunca değerbilmezliğin horon teptiği bir atmosferde kazanç (!) saymıştım. E. Ercan'a hâlâ müteşekkirim! Size de müteşekkir durmak istiyorum. Çok birşey mi istediğim? Velev ki öyle olsun. Ama.. Akatalpa, Berfin Bahar, Çıkın, Damla, İnsancıl, Karşı, Damar, Yeni Olgu, Dünya Kitap, Papirüs, Öteki-siz, Evrensel Kültür, Oluşum vd... birçok dergide şiirler / yazılar yayımladıktan sonra; Hayvanart'a "bıçkılanarak" müstehak görülmüş olmam, (yoksa, Hayvanart'ta amatör konumunda durmaktan rahatsız değilim) içimi sızlatıyor! Dahası: sıkı bir Hayvan okuru olarak Hayvan'cılardan hakaret görmek haysiyetimi incitiyor; eminim ki şiirin haysiyetini de incitiyordur. Hatırlamalısınız hem: Size şiirlerimi gönderirken, "etik ve estetik duruş birlikte zorunludur." diye yazmıştım. Estetik duruşumu yaraladınız benim; bundan etik duruşum da paylandı. Yanılgınızı telâfi edin, demek istiyorum; ama, yanılgıdan ileride bir tavır, bu yaptığınız. Saygısızlık, dedim; ağır mı kaçacak? Derginizin logo'sunun üstünde "Aylık Paldır Kültür Dergisi" ibaresi var. Ben onu, mizâhî bir düzlemde algılamıştım. Yanılıyor muyum, "Paldır Kültür"ü de aşarak, "Paldır Küldür" yayımlamaktan vazgeçecek ve özür dileyecek misiniz, eserlerini çarp(ıt)arak yayımladığınız heveslilerden (!) veyâ yazar-şair adaylarından? Tabi benden de... Sâhiden?.. Ne zaman?.. Esenlikle... Ocak 2004 Bora Terzioğlu Soma’da 301 Can Soma’da 301 can Gönüller ağlıyor kan Mayıs ateşi en acı ateş imiş Yürekler ağlıyor kan Soma’nın ateşi var gönlümde Soma’nın yaşı var gözümde Gönüller acı denizi Yok mu derman bu dertlere bünyamin durali şuara'dan dışlandın sonunda gittin işte soldu mevsimlerin kanaviçesi gittin sevdamızın sacayağı kırıldı sırtlan sürülerinin içinden gittin peşinde para-allahlılar, simsar çetesi şuara'dan dışlandın ve iğdiş edildin çalkalanan suya bak karatoprağa turna gözüne bağışla sözlerini sevsen: okyanusların dili tutulur sevmesen: göçer anakaralar ama kimse savunmaz senin sedefkâr ömrünü Şubat 1977: Birlik’e Davet Kaan Turhan Mayıs ateşi geçmezmiş Gönül yarası dinmezmiş Herkesin ömrü bitse de Soma’nın ateşi sönmezmiş Hilal Yıldız Bize Emanet Çiçekleri, böcekleri, ağaçları Hep sevip korumalı, Doğaya saygımız olmalı Doğamız bize emanet Söğütü de, çamı da, çınarı da Tüm ağaçlar bir arada Doğayı temizler Ağacımız bize emanet Deresi çayı, ırmağı İnsana su sağlamalı Kirletmeyin onları Suyumuz bize emanet Su kaynaklarının doğaya İçindeki balıklara Hep yuva olmalı Balıklarımız bize emanet Dağlar, taşlar, karalar Hep yuvadır canlılara Aklı olan korusun Dünyamız bize emanet (1977 Kışına Eğretileme) Uzun zamandır yazmayı planlıyorum. Ama kendimi kandırmadan, kendime dönük olmadan… yerime ve yurduma döndüğüm bir yüz olmalı. Amaç varsa kalem de var. Ellerim titriyor. Yok bugün olmamalı, bugün başlamamalıyım. Aralık ayına tamamlamalıyım, dosyayı. Dünyanın ve Türklüğün gidişatına ilişkin salt bilgi ve anlam yükü değil, çözüm öneren bir yönü de olmalı. Eleştiri çok kolay, ağacı dahi eleştirebilirsin ama ağaç ağaçlığını bilir. Köksüzlere; yürekten, bellekten ve vatandan korkanlara, aklı ve bilimi ayaklar altına alanlara: zorbalıklarını öğretecek yolu çizmeli… elim kolum bağlı sanki. Şu çay ocağını da severim. bir çay iyi gelir. Burada küçük çocuğuyla bir kadın duruyordu. İki defter, bir kalemle silgi vermiştim. Emekçinin sevincine ortaklığı bugün de yaşamak isterdim. “Delikanlı, çocukla kadın bana devretti burayı” ah ne de üzüldüm. Yeni Ulus Gazetesi’nin kaçırdığım bir sayısını burada görmüştüm. O sayıyı istemek için çok geç. Çay ocağını devralan sıska, küçük elli, davranışlarında şaşkınlığını gizleyemeyen adam konuşmasını sürdürdü: “Çayı yeni demledim sana bir Türk kahvesi yapmamı ister misin?” kahve kavanozu da devralınmış besbelli. Bir fincan için dört kaşık fazla değil mi? Acemiliği, şaşkınlığı birbirine karıştı adamın. Ah Kenan! kömür torbasını taşıyamayacak kadar güçsüz görünen, pantolonuna iz bırakan kara lekelerle bunu gizleyemeyen canım kardeşim benim. Sen olsaydın, acı bir gülümsemeyle yaklaşır, açlıkla pençeleştiğin günlerdi, iyice hareketi özleyen yenik parmaklarınla bir bardak çayı bana taşırdın… Hacıbayram’ın en soğuk en çıplak odasına dönmek üzere, uzaklaştım. Bugünü ertelememeliyim: “Dilde, Fikirde, İşte Birlik”in ilk sayısının hazırlanmasını tamamlamak gerekiyor. Dış Türkler yazıları geldi, dizilmek üzere bekliyor. Sulzberger’in yazısı da hazır. “Türk Dünyası’ndan Haberler” olarak düşündüğümüz bölümde eklemeler yapmayı planladım. Bunun üzerine çalışmalıyım. Bu hafta içinde biterse baskıya girebiliriz. Oda iyice soğumuş. Yakacak da kalmamış. Bu soğukta şu kuşun ne işi var. Yuvasını arayan, sığınacak bir kovuk, dal, çatı… muhtaç olduğu şey biraz sıcak, biraz yemek. Ve kirli soğuğun sonuyla özgür olmak. Tıpkı biz, dünya… kalemimi tutamadım: “Bugün, içinde yaşadığımız dünyada en muhtaç olduğumuz şeye, “BİRLİK”e davet ediyoruz sizleri… Türk gibi hissetmeye, Türk gibi düşünmeye ve Türk gibi çalışmaya… birbirimizin hakkını aramaya, birbirimiz için ölmeye… Müslüman gibi inanmaya… Tek bir kalp gibi atmaya… Zor değil bu. Aynı dilin, aynı dinin, aynı tarihin, aynı kültürün bağlarını taşıyoruz. Sen, Anadolu’da yaşıyorsun. Sen Türkistan’da, Balkanlarda, Amerika’da, Avustralya’da, Afrika’da yaşıyorsun… kimimiz “hür”, kimimiz “esir”… kimimiz “tok”, kimimiz “aç”… Hayal değil bu. Sen marksizme inanmış kardeşim! Dünya proleterlerinin bir bayrak altında toplanacağına gönül veren, kan döken… Sen, hümanizme inanmış kardeşim! Dünya insanlarının ebedi sevgiyle birbirleriyle kucaklaşacakları, aynı dili konuşacakları günü bekleyen… Komünizm için, Faşizm için değil; senin adını, senin kanını taşıyanlar için, anan, baban, atan için davet ediyoruz sizleri “BİRLİK”e… My Lai’de kanına girilmiş bir köy halkı; Kırım’da vatanlarından Sibirya’ya sürülmüş yüz binlerce soydaşın… Kamboçya’da halkın “zafer”i; Öz vatanında esir yaşayan milyonlarca Türkistanlı soydaşın… Angola’da kardeş savaşı; Bulgaristan, Yugoslavya, Romanya, Yunanistan, Irak, İran ve Afganistan’da emekleri sömürülen, insanca yaşama hakkından mahrum bırakılan milyonlarca soydaşın… Biefra’da açlıktan ölenler; Tek suçu, vatanında yaşamak arzusu olan Kırımlı Mustafa Cemiloğlu’nun ölüm orucu… Biliyoruz ve hissediyoruz ki, insanlığın yarası bizim de yaramız. Ama Türk’ün yarası niçin insanlığın yarası değil? Niçin Türk’ün Türk’ten başka dostu yok?!... Biz ağlıyoruz… Ama bize ağlamıyorlar… Tercih sizin… Hür yaşayan “Dış Türkler”! Uzakta değil, içimizdesin. Ve elimizi uzatıyoruz. BİRLİK’i hizmetinize sunuyoruz…” (Necip Hablemitoğlu, “Birlik’e Davet”, Dilde, Fikirde, İşte BİRLİK, Sayı: 1, Şubat – 1997, Ankara.) Hekimoğlu Türküsü ve Öyküsü Ordu dolaylarında yaşayan Hekimoğlu, yoksul bir ailenin çocuğudur. Üstelik yoksul bir anneden başka hiç kimsesi yok. Çevresinde dürüstlüğü, akıllılığı ve yiğitliğiyle tanınan bir gençtir. Yörede egemenlik kurmuş bir Gürcü Beyi vardır. Bu Gürcü Beyi, Ayşa adında güzel ve narin bir kızla sözlüdür. Ne ki, bu kız Gürcü Beyini sevmemekte, Hekimoğlu´na bağlanmıştır. Bu, dostlukla, arkadaşlıkla karışık bir sevgidir. Üstelik Hekimoğlu´yla görüşmeye başlamıştır. İşte Bey, iki gencin ilişkisinin bu noktaya vardığını duyar duymaz Hekimoğlu´na düşman olur ve ona savaş açar. Hekimoğlu´yla teke tek görüşüp, hesaplaşmayı önerir; bir de yer belirtir. Hekimoğlu, gözüpek, mert bir gençtir. Aynalı mavzerini kuşanıp, tek başına buluşma; yerine gider. Gitmeye gider ama, Bey sözünde Sorumlu Kaan Turhan Adres Camivasat Mah. Gazi Cad. Nu: 69 10300 Edremit / Balıkesir Telefon 0 543 680 95 14 0 266 373 65 87 durmamış adamlarıyla gelmiştir. Üstelik adamlarından biri, buluşma yerine varır varmaz, sabırsızlanıp Hekimoğlu´nu yaylım ateşine tutar. Ötekiler de çevresini sararlar. Hekimoğlu´yla Beyin adamları arasında yaman bir çatışma olur. Hekimoğlu, çatışma sonunda çemberi yararak kurtulur. Olaydan hemen sonra, Bolu da tek başına yaşayan anasının yanına gider. Anasına durumu anlatır ve artık şehir yerinde duramayacağını bildirir. Anasıyla helallaşıp, yanına Mehmet adlı iki amca oğlunu alarak dağa çıkar. Çıkış bu çıkış ve ölünceye kadar Hekimoğlu artık dağdadır. Hekimoğlu´nun dağa çıkış nedenini ve biçimini bilen, duyan yöre köylüleri kendisine kucak açarlar. Onun mertliği, yiğitliği ve doğru sözlülüğü köylüleri daha da etkiler ve her açıdan kendisine yardım ederler. Özellikle yoksul köylülerle dostluk kurar, zenginlerden aldıklarıyla onlara yardım eder. Hekimoğlu, artık Gürcü Beyinin korkulu düşü olmuştur. Bu yüzden Bey, kendisini sürekli jandarmaya şikayet eder ve kesintisiz izletir. Hekimoğlu´nu ihbar etmeleri için çeşitli yörelerde adamlar tutar. Fakat halk koruduğu için, Hekimoğlu´nu bir türlü ele geçiremezler. Hatta bir defasında, Beyin adamlarından birinin ihbarı üzerine Hekimoğlu´nun kaldığı evi jandarmalar basıyorlar. Bütün çevre kuşatılmıştır. Evin altında bir fırın vardır. Hekimoğlu fırıncının yardımıyla fırının ekmek pişirilen yerini arkadan delip kaçmayı başarır. Hekimoğlu, kaçmaya kaçıyor ama, Beyin, iki amca oğlunu öldürttüğünü haber alıyor ve doğru Çiftlice köyüne iniyor. Gittiği ev muhtarın evidir. Bu Muhtar, Hekimoğlu´ndan yana görünüyor, oysa gerçekte Beyin adamıdır ve onunla işbirliği içindedir. Nitekim adamlarından biri aracılığıyla ihbarda bulunur ve Hekimoğlu jandarmalarca sarılır. Hekimoğlu, Muhtarın <<puştluğu>> yüzünden kıstırılmıştır. Büyük bir çatışma çıkar taraflar arasında. Adeta namlular kurşun kusmaktadır. Özetle <<yaman cenk>> olur orada. Olayın sonucuna ilişkin iki söylenti var halk arasında : 1-Hekimoğlu, çatışma sırasında. çemberi yarıyorsa da, aldığı yaralar yüzünden fazla uzaklaşamadan ölüyor. 2 -Atına atlıyor, elini karın bölgesinden aldığı yaralara basarak Ordu´ya kadar geliyor ve burada ölüyor. Hekimoğlu, tipik bir <<erdemli başkaldırıcı>> örneğidir. Haklı bir nedenle dağa çıkıyor. Mertliği, yiğitliği ve iyilikseverliğiyle halk arasında büyük ün yapıyor. Yoksulların dostu, onları ezen varsılların düşmanıdır. Hekimoğlu denince, hemen akla gelen bir özelliği de <<aynalı martini>> dir. Hekimoğlu Türküsü´nde geçen ve kendisinin adıyla özdeşleşen <<aynalı martin>> in özelliği şudur. Hekimoğlu, özel olarak yaptırdığı mavzerinin üstüne bir ayna taktırıyor. Çatışmaya girdiğinde, bu aynayı: düşmanının gözüne tutarak, gözünün kamaşmasına, dolayısıyla hedefini şaşırmasına yol açıyor. Bu yüzden Hekimoğlu´nun, adı, Hekimoğlu´nun adı "aynalı martin" le özdeşleşmiştir. Hekimoğlu Derler Benim aslıma Aynalı martini yaptırdım da narinim Kendi neslime Konaklar yaptırdım Mermer direkli Hekimoğlu geliyor da narinim Arslan yürekli Konaklar yaptırdım Konaklar yaptırdım Döşedemedim Ünye Fatsa bir oldu da narinim Baş edemedim Ünye Fatsa arası Ordu da kuruldu Hekimoğlu dediğin de narinim o da vuruldu... Baskı Kaan Abi Ünye Fatsa bir oldu da nari- Kırtasiye Kitap korfezedebiyat@gmail.com Camivasat Mahallesi Gazi Caddesi nim korfezedebiyat.wordpress.com Nu: 69 Edremit / Balıkesir E-Posta Döşedemedim Baş edemedim Abonelik Yıllık 24 tl