Tebliğin tamamı için buraya tıklayınız
Transkript
Tebliğin tamamı için buraya tıklayınız
RİSALELERİN BELAGÂT-I EDASI Doç. Dr. İhsan SAFİ Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi Edebiyatı sadece edebiyatçıların yazdıkları şeyler olarak görmenin yahut edebî metinleri sadece şiir, hikâye, roman olarak kabul edip onların dışındakilerin edebî olmadığını kabul etmek kadar hatalı bir anlayış yoktur. İşte bunun gibi Risalelerin edebî yönünü görmezlikten gelmek veya olmadığını söylemek de öyle yanlış bir anlayıştır. Edebiyat, dili, kendine has bir üslûpla kullanabilmektir. Sadece bu tanım bile Bediüzzaman hazretlerinin edebî yönünün olduğunu göstermeye yeterlidir. Risaleleri az çok okuyan herkes bilir ki Bediüzzaman hazretlerinin farklı bir üslûbu vardır. Başkalarına benzemeyen, nevi şahsına münhasır ifadeleri, ibareleri, kelimeleri, cümleleri vardır. Onun risaleleri hemen kendilerini belli ederler. Okuyan herkese bunlar diğerlerine benzemiyorlar, Bediüzzaman’a aittirler dedirtirler. Risalelerin anlaşılmadığını söylemenin altında biraz da bu üslûbun etkisi vardır. Alışılan, sıradan, ilkokul veya ortaokulda öğrenilen dil anlayışıyla Risaleleri okumaya çalışan kimseler elbette onun üslûbunu ilk başlarda yadırgayacaklardır, anlamadıklarını söyleyeceklerdir. Bundan daha doğal ne olabilir ki? Ama okumaktan hemen vazgeçmeyip de bu üslûpla biraz ünsiyet kesp eden kimseler ise Risalelere ve onun beliğ ifadelerine, cümlelerine, ibarelerine, kelimelerine, manalarına, mantıklarına, meselelerine ve hakeza her şeyine hatta cildine, kâğıdına, rengine bile hayran olacaklardır, ondan büyük bir lezzet alacaklardır, ona tutulacaklardır, onu sürekli okumak isteyeceklerdir, ondan başka kitap okumak istemeyeceklerdir ve hakeza… Edebî eser bir fikir iletme vasıtası değildir. Fikirlerin, düşüncelerin, duyguların kelimelerle ifade edilmesidir. İşte Risalelerin büyüklüğü buradan geliyor. Dinî, imanî, uhrevî konuların, meselelerin yani ebediyetin bu kadar güzel ifadelerle anlatılması yani edebilikle onu edebiyatın ve edebiyatçıların alanına ve arasına dâhil ediyor hatta hayali, kurmaca, fictive olmayan konulardan ve insanın en büyük meselelerinden bahsettiği için de onların üzerine çıkartıyor. Risale-i Nurlar, verdiği dini bilgilerle insanları tam manasıyla doyurup, bu yöndeki ihtiyaçlarını tam olarak giderip onları başka dinî eserleri okumaya ihtiyaç bırakmadığı gibi sahip olduğu yüksek edebî özelliğiyle ve estetik yönüyle de başka edebi eserleri okumaya ihtiyaç bırakmıyor, insanın bu yöndeki lâtifelerini de tam olarak doyuruyor. Bir Nur talebesine Risaleler dışında kolay kolay başka eserler okutturulamamasının sırrı burada yatıyor. Dünyanın en büyük yazarının en güzel eseri bile bir Nur talebesine Risalelerden aldığı zevki, güzelliği, tadı veremiyor. İşte biz de bu konuşmamızda Risale-i Nurların bu edebî özelliklerinden bir tanesi üzerinde durmaya çalışacağız. Bediüzzaman Hazretlerinin bir sayfalık bir yazıda nasıl baştan sona edebî kurallara riayet ederek en zor konulardan birisini kolaylıkla anlattığını göstermeye çalışacağız. Veminellahi’t-tevfiki ve’l-hidaye. Risale-i Nur’un bir özelliği de edebî yönden çok üstün bir metin olma özelliğini haiz olmasıdır. Bunca insan tarafından sürekli bir şekilde okunmasında, en çok basılan eserler arasında yer almasında, onun cümlelerinin edebiyatın, belâgatin bütün kurallarına riayet edilerek yazılmasının büyük etkisi vardır. Önce şunu hatırlatalım ki Risale-i Nur bir belâgat kitabı, bir edebî sanatlar kitabı değildir. -Bu yüzden Risalelerin her sayfasında aşağıda verdiğimiz metindeki gibi edebî özellikler aramamak lâzımdır.- Edebî dille yazılmış bir Kur’an tefsiridir. Kur’an-ı Kerim’in bu asra bakan yönünü gösteren manevî bir tefsiridir. -Bu yüzden edebî yönden en üstün metin olan Kur’an-ı Kerim’in pek çok edebî özelliği de ona sirayet etmiştir. Bu da ayrı bir inceleme konusudur.“Risâle-i Nur Külliyatı”, Kur’ân-ı Kerîm’in cihanşümul bahçesinden derilen bir gül demetidir. Binaenaleyh, O’nda, o mübarek ve İlâhî bahçenin nuru, havası, ziyası ve kokusu vardır... (Ali Ulvi Kurucu, Tarihçe-i Hayat, Önsöz, s. 20) Bu açıklamaları yaptıktan sonra Risalelerin “Belagât-ı Edası” konusuna geçebiliriz. Önce Bediüzzaman Hazretlerinin edebiyatın önemini anlattığı o meşhur sözlerini burada vermek istiyorum. Hareket noktamız onlar olacaktır. Elbette nev’-i beşer, âhir vakitte ulûm ve fünuna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir.” Hem o Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, cezalet ve belâgat-ı Kur’aniyeyi mükerreren ileri sürdüğünden remzen anlattırıyor ki: “Ulûm ve fünunun en parlağı olan belâgat ve cezalet, bütün enva’ıyla âhirzamanda en mergub bir suret alacaktır. Hattâ insanlar, kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için, en keskin silâhını cezalet-i beyandan ve en mukavemet-sûz kuvvetini belâgat-ı edadan alacaktır.” (Sözler, 20. Sözün 2. Makamı, s.264) Görüldüğü gibi Bediüzzaman hazretleri burada, edebiyatın diğer ilim dalları içerisinde en önemlisi olduğunu, ahirzamanda en çok rağbet gören ilim dalının da gene edebiyat olacağını söylemektedir. Edebiyata diğer ilim dalları arasında bu kadar büyük bir ehemmiyet vermektedir. Hatta edebiyatın insanların birbirlerini yenmede, birbirlerine üstün gelmede en önemli silahları olacağını da söylemektedir. Edebî yönden üstün olan sözler, en gelişmiş teknolojik silahtan daha keskin olacaktır. En güçlü ordudan daha kuvvetli olacaktır. Elbette Bediüzzaman Hazretlerinin böyle bir silahı istimal etmediğini, göz ardı ettiğini, böyle bir silaha ehemmiyet vermediğini düşünmek mümkün değildir. Bediüzzaman Hazretlerinin Muhakemat adlı eseri, bilhassa oradaki üslûp bahsi, onun edebiyatı bu alanın en büyükleri olan Sekkaki, Zemahşeri ve Seyyid Şerif Cürcani gibi dâhilerden daha iyi bildiğini, onların metotlarının üzerinde bir yol bulduğunu bize gösteriyor. İşte Bediüzzaman hazretleri bu metot ve yeni bulduğu yolu Risalelerde uygulamıştır. Bu da onu edebî metinlerin üzerine çıkarıyor. Büyük edebiyatçılardan daha büyük yapıyor. Türk Edebiyatının en büyük şairlerinden biri olan ve Bediüzzaman Hazretlerinin kendisi için dava arkadaşım dediği Mehmet Âkif merhumun bir edebiyatçılar meclisinde Bediüzzaman hazretlerinin edebiyatçı yönü hakkında söylediği şu sözler bu tespitimize ışık tutmaktadır: Viktor Hügo’lar, Şekspirler, Dekartlar; edebiyatta ve felsefede, Bedîüzzaman’ın bir talebesi olabilirler. (Sözler, Konferans, s.764) Ne yalan söyleyeyim, edebiyat fakültesinde okuduğum tufeylilik dönemimde bu sözleri işittiğimde öyle böyle söylenmiş sözlerden zannetmiş birkaç edebiyat bilgisi öğrenmenin verdiği cahillik cüretiyle nefsime pek de bu sözleri kabul ettirememiştim. Fakat Allah affetsin Âkif merhum ta o zaman bu hakikati tespit etmişti. Ve elhak bu söylediği doğruydu. Çünkü yukarıda da söylediğimiz gibi Bediüzzaman Hazretleri onlar gibi hayalî ve sadece dünya hayatında insanlara yarayacak, boş vakitlerini geçirtecek, can sıkıntısını alacak, şehvanî hislerini okşayacak, malayani konulardan bahsetmemiş; gerçek ve ebedî hayatlarını kurtaracak konulardan yani din hissi, iman şuuru aşılayacak konulardan ahlâk ve faziletten bahsetmiştir. Onu dünyaya gönderiliş gayesine sevk etmiş, dünyaya aldanıp bunu unutmasını engellemiştir. Bu zor konuların bu şekilde yani edebî yönden üstün bir şekilde anlatılması kolay bir hadise değildir. Ancak Bediüzzaman gibi dâhilere mahsustur. Bir ikram-ı İlahîdir. Tarihçe-i Hayat’ta, “Medine-i Münevvere’de bulunan mühim bir âlim” hitabına mazhar olan Ali Ulvi Kurucu merhum da bu kitaba yazdığı muhteşem “Ön Söz”de bu duruma işaret etmektedir. Onun diğer edebiyatçılar gibi sadece hayale hitap etmediğini hisse, fikre, ruha ve vicdana da tam manasıyla hitap ettiğini söylemektedir: Zira üstat o kıymetli ve bereketli ömrünü, kulaklarda kalacak olan sözlerin tanzim ve tertibi ile değil, bilâkis kalplerde, ruhlarda, vicdan ve fikirlerde kutsi bir ideal halinde insanlıkla beraber yaşayacak olan din hissinin, iman şuurunun, ahlâk ve fazilet mefhumunun asırlara, nesillere telkini ile meşgul olan bir dahidir. Artık bu kadar ulvî bir gayenin tahakkuku için candan ve cihandan geçen bir “mücahit”, pek tabiidir ki, fâni şekillerle meşgul olamaz. Bununla beraber, Üstat zevk inceliği, gönül hassasiyeti, fikir derinliği ve hayal yüksekliği bakımından harikulâde denecek derecede edebî bir kudret ve melekeyi haizdir. ………. Meselâ: Semalardan, Güneşlerden, yıldızlardan, Mehtaplardan ve bilhassa bahar âleminden ve Cenâb-ı Hakkın o âlemlerde tecelli etmekte olan kudret ve azametini tasvir ederken, üslup o kadar lâtif bir şekil alır ki; artık her teşbih, en tatlı renklerle çerçevelenmiş bir levhayı andırır.. ve her tasvir, harikalar harikası bir âlemi canlandırır. İşte bu hikmete mebnidir ki, bir Nur Talebesi “Risâle-i Nur Külliyatı” nı mütalâası ile –üniversitenin herhangi bir fakültesine mensup da olsa– hissen, fikren, ruhen, vicdanen ve hayalen tam manasıyla tatmin edilmiş oluyor. (Tarihçei Hayat, Önsöz, s. 20) İşte Nur Risaleleri’nin büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde heyecanlar husule getirmesinin, kalplerde ve ruhlarda büyük tesirler yapmasının birçok sırlarından birisi de budur. Yani edebî yönden üstün bir metin olmasıdır. Burada sözü daha fazla uzatmadan denizden bir katre, dağdan bir zerre kabilinden Risale-i Nurların edebî yönünün küçük bir özelliğini vermek istiyorum. Üstat hazretlerinin edebî kurallara, söz sanatlarına nasıl riayet ederek haşir gibi önemli ve zor bir konuyu, ne kadar rahatlıkla, kolaylıkla anlattığını göstermek istiyorum. Edebî sanatlara riayet ediyor fakat bu durum manaya zarar vermiyor. Sanat yapıldığını hiç hissettirmiyor, belli etmiyor. Metnin tabiliğini bozmuyor, okuyanlarda sunilik hissi uyandırmıyor. Hatta yüzlerce kez okunsa bile bu fark edilmiyor. O şekilde metne bunu uygulamayı başarmıştır. Haşir Risalesi diye bilinen, insana ölümü sevdiren, insanı ahiretin sokaklarında gezdiren meşhur 10. Söz’ün On Birinci Suret”ini hepiniz defalarca okumuşsunuzdur. Fakat eminim birazdan söyleyeceklerimi hiçbiriniz fark etmemişsinizdir. Sözler’de yer aldığı şekliyle burada bir kez daha bu metni veriyorum. Lütfen bir kez daha okuyunuz ve ondan sonra tebliğime geçelim. Bakalım birazdan benim burada söyleyeceğim metindeki özellikleri fark edebilecek misiniz? Metin şöyledir: Gel, ey muannid arkadaş! Bir tayyareye... ya şarka veya garba, yâni; mâzi ve müstakbele giden bir şimendifere binelim. Şu mu’cizekâr zâtın, sâir yerlerde ne çeşit mu’cizeler gösterdiğini görelim. İşte bak, gördüğümüz menzil ve meydan ve meşher gibi acâibler, her tarafta bulunuyor. Lâkin san’atça, sûretçe birbirinden ayrıdırlar. Fakat, buna iyi dikkat et ki: O sebatsız menzillerde, o devamsız meydanlarda, o bekasız meşherlerde; ne kadar bâhir bir hikmetin intizâmâtı, ne derece zâhir bir inâyetin işârâtı, ne mertebe âlî bir adâletin emârâtı, ne derece vâsi’ bir merhametin semeratı görünüyor. Basiretsiz olmayan herkes yakînen anlar ki Onun hikmetinden daha ekmel bir hikmet ve inâyetinden daha ecmel bir inâyet ve merhametinden daha eşmel bir merhamet ve adâletinden daha ecell bir adâlet olamaz ve tasavvur edilemez. Eğer faraza tevehhüm ettiğin gibi, daire-i memleketinde daimî menziller, âlî mekânlar, sâbit makamlar, bâki meskenler, mûkîm ahali, mes’ud raiyyeti bulunmazsa; şu hikmet, inâyet, merhamet, adâletin hakîkatlarına şu bekasız memleket mazhar olamadığı mâlûm ve onlara mazhar olacak, başka yerde de bulunmazsa; o vakit gündüz ortasında güneşin ışığını gördüğümüz halde güneşi inkâr etmek derecesinde bir ahmaklıkla, şu gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek ve şu müşahede ettiğimiz inâyeti inkâr etmek ve şu gördüğümüz merhameti inkâr etmek ve şu pek kuvvetli emârâtı, işârâtı görünen adâleti inkâr etmek lâzımgelir. Hem bu gördüğümüz icrâat-ı hakîmane ve ef’âl-i kerîmane ve ihsânât-ı rahîmanenin sahibini; -hâşâ sümme hâşâ!- sefih bir oyuncu, gaddar bir zâlim olduğunu kabûl etmek lâzımgelir. Bu ise, hakîkatlerin zıtlarına inkılabıdır. Halbuki inkılâb-ı hakaik, bütün ehl-i aklın ittifakıyla muhaldir, mümkün değildir. Yalnız, her şeyin vücûdunu inkâr eden Sofestâî eblehler hariçtir. Demek, bu diyardan başka bir diyar vardır. Onda bir Mahkeme-i Kübrâ, bir ma’dele-i ulyâ, bir mekreme-i uzmâ vardır ki; tâ şu merhamet ve hikmet ve inâyet ve adâlet tamamen tezahür etsinler Şimdi de beraber Belagat-ı Eda yönüyle bu metni yeniden okuyalım. Belagat-ı eda, üslûbun harikulade güzel söz sanatlarıyla süslü olması demektir. Biz de Bediüzzaman Hazretlerinin bu metni söz sanatlarıyla nasıl süslediğini birlikte görelim. 10. SÖZ, ON BİRİNCİ SURET Gel, ey muannid arkadaş! Bir tayyareye... ya şarka veya garba, yâni; mâzi ve müstakbele giden bir şimendifere binelim. Şu mu’cizekâr zâtın, sâir yerlerde ne çeşit mu’cizeler gösterdiğini görelim. İşte bak, gördüğümüz menzil ve meydan ve meşher gibi acâibler, her tarafta bulunuyor. Burada Üstaz Hazretleri tenasüp sanatını ve tezat sanatlarını kullanıyor. Şarkgarp; mazi-müstakbel kelimeleri arasında Tezat sanatı; bakmak, görmek ve göstermek fiilleri tenasüp te’kîd sanatı ile bir arada kullanmıştır. (Tekrir de sayılabilir.) Yine Menzil, meydan ve meşher gibi ifadelerde bir başka tenasüp sanatı ayrıca bunların me harfleriyle başlaması da bir ahenk sağlıyor, te’kîd; mucizekâr ve mucize kelimeleri arasında ise İştikak sanatı yapmıştır. Tayyare ve şimendifer kelimelerini de tenasüp sanatına dâhil edebiliriz. Ayrıca te’kîd ve anlam yönünden tekrîrdir; Ayrıca m, y, l, g, r, t; i, e, ö, ü a gibi sesli ve sessiz harflerin tekrarıyla, asonans ve aliterasyon sanatı yapıyor. Lâkin san’atça, sûretçe birbirinden ayrıdırlar. Fakat, buna iyi dikkat et ki: O sebatsız menzillerde, o devamsız meydanlarda, o bekasız meşherlerde; ne kadar bâhir bir hikmetin intizâmâtı, ne derece zâhir bir inâyetin işârâtı, ne mertebe âlî bir adâletin emârâtı, ne derece vâsi’ bir merhametin semeratı görünüyor. Burada Üstaz Hazretleri’nin, nazımda kafiyenin karşılığı olan nesinde secii kullandığını görmekteyiz. Ancak bu öyle bir seci ki murassâ seci denilen ve sanatkârâne bir secî çeşididir. Ayrıca müellifin kelimelerin hece ve bazı sesler bakımından paralel oluşunu gözettiği fark ediliyor. san’atça sûretçe sebatsız devamsız bekasız menzillerde meydanlarda meşherlerde bâhir zâhir hikmetin intizâmâtı inâyetin işârâtı adâletin emârâtı merhametin semeratı âlî vâsi’ Yine burada pek çok sesli ve sessiz harf tekrarıyla aliterasyon ve asonans sanatları yaptığına şahit olmaktayız. Sebatsız, devamsız, bekasız kelimelerini aynı anlamda fakat farklı kelimeler kullanıyor, kelime ve dil zenginliği gösteriyor. Derecemertebe; işarat-emarat, yine-hakeza, menzil-meydan-meşher, âlî-vâsî ve sanat- suret gibi kelimelerle birbirine yakın ifadeleri bir arada kullanıyor. İnayet, adalet, merhamet de buna dâhil edilebilir, birbirlerini çağrıştırıyorlar. Basiretsiz olmayan herkes yakînen anlar ki: (bu cümleye de dikkatlerinizi çekiyorum. Bu 11. Surette sürekli olarak, bakmak, görmek, kalp gözüyle görmek de buna girer, yani ilk etapta değil de biraz dikkatlice bakılırsa anlaşılacağı gibi gözle ilgili kelimeler kullanıyor. Ve gözün önündeki eşyaları örnek veriyor. Üşenmedim saydım tam 18 tane. Koyu italik ve altı çizili olan kelimeler) Adeta üstaz hazretleri bize diyor ki dikkat edin göze de hitap var burada. Ona hususi önem verdim bu paragrafta.) Onun hikmetinden daha ekmel bir hikmet ve inâyetinden daha ecmel bir inâyet ve merhametinden daha eşmel bir merhamet ve adâletinden daha ecell bir adâlet olamaz ve tasavvur edilemez. (Burada da üstaz hazretleri aynı Murassâ (Süslü, sanatlı) secilere devam ediyor. hikmetinden inâyetinden merhametinden adâletinden daha ekmel daha ecmel daha eşmel daha ecell bir hikmet bir inâyet bir merhamet bir adâlet Ayrıca hikmetinden hikmet; inayetinden, inayet; merhametinden, merhamet; adaletinden, adalet kelime tekrarları da var. Ekmel, Ecmel, eşmel ecell aynı manaları çağrıştıran farklı kelimeler, ifade zenginliği için. İsm-i tafdil vezni olan ef’al kalıbıyla yapılmış; şeklen benzerlik gösteriyor; İnayet merhamet, adalet yukarıda olduğu gibi birbirlerini çağrıştıran yakın kelimeler kullanıyor. Eğer faraza tevehhüm ettiğin gibi, daire-i memleketinde daimî menziller, âlî mekânlar, sâbit makamlar, bâki meskenler, mûkîm ahali, mes’ud raiyyeti bulunmazsa; şu hikmet, inâyet, merhamet, adâletin hakîkatlarına şu bekasız memleket mazhar olamadığı mâlûm ve onlara mazhar olacak, (daimî menziller sâbit hikmet âlî mekânlar mes’ud inâyet bâki makamlar merhamet ahali meskenler adâletin hakîkat memleket makam-mekan-menzil-mesken-memleket ve daimi-sabit-bâki-mukim kelimeleri arasında tenasüp sanatı var. Aynı manaya gelen birkaç kelime kullanıyor, bunların karşılığında bekasız kelimesini getirerek tezat sanatı yapıyor ve hakeza. Ayrıca m, l, k, t; i, e gibi sesli ve sessiz harflerin tekrarıyla, asonans ve aliterasyon sanatı yapıyor. İnayet merhamet, adalet yukarıda olduğu gibi birbirlerini çağrıştıran yakın kelimeler kullanıyor başka yerde de bulunmazsa; o vakit gündüz ortasında güneşin ışığını gördüğümüz halde güneşi inkâr etmek derecesinde bir ahmaklıkla, şu gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek ve şu müşahede ettiğimiz inâyeti inkâr etmek ve şu gördüğümüz merhameti inkâr etmek ve şu pek kuvvetli emârâtı, işârâtı görünen adâleti inkâr etmek lâzımgelir. Hem bu gördüğümüz icrâat-ı hakîmane ve ef’âl-i kerîmane ve ihsânât-ı rahîmanenin sahibini; -hâşâ sümme hâşâ!- sefih bir oyuncu, gaddar bir zâlim olduğunu kabûl etmek lâzımgelir. Bu ise, hakîkatlerin zıtlarına inkılabıdır. (hikmeti inkâr etmek inâyeti inkâr etmek merhameti inkâr etmek adâleti inkâr etmek emârâtı işârâtı icrâat-ı ihsânât-ı hakîmane kerîmane rahîmane Yine burada da göz-müşahede-görmek-görünmek-gördüğümüz kelimeleri arasında tenasüp ve Tekrîr sanatı bulunmaktadır. Emârât, işârât birbirine yakın kelimeler, icraat ve efal de öyle ve dolayısıyla bunları da tenasüp sanatı olarak kabul etmek mümkündür. Ayrıca asonans ve aliterasyon burada da var.) Halbuki inkılâb-ı hakaik, bütün ehl-i aklın ittifakıyla muhaldir, mümkün değildir. Yalnız, her şeyin vücûdunu inkâr eden Sofestâî eblehler hariçtir. Bu cümle de asonans ve aliterasyona en güzel örnek. Hemen hemen bütün kelimelerinde bu sanatlar kullanılmış. h, l, ka, ke, i, a, ü, e sesli ve sessiz harfleri tekrarlanmış. Demek, bu diyardan başka bir diyar vardır. Onda bir Mahkeme-i Kübrâ, bir ma’dele-i ulyâ, bir mekreme-i uzmâ vardır ki; tâ şu merhamet ve hikmet ve inâyet ve adâlet tamamen tezahür etsinler Burada da kalın sesli harfleri kullanıyor. Asonans ve aliterasyon burada da var. Mahkeme, ma’dele, mekreme, birbirine yakın, birbirini çağrıştıran ve aynı manaya gelen kelimeler olmasının yanında vezin olarak da aynı vezinde olmaları Secî sanatında ayrı bir maharet olarak kabul edilir. Yine merhamet, hikmet, inayet, adalet gibi birbirini çağrıştıran, birbirlerine yakın, aynı mana etrafında dönen kelimeler kullanarak bir üslup zenginliği harikalığını gösteriyor. Yine seci denilen, cümle içindeki kafiyeleri burada da kullanıyor. Kübrâ ulyâ uzmâ Mahkeme-i ma’dele-i mekreme-i merhamet hikmet inâyet adâlet Evet gördüğünüz gibi yarım sayfa bir metni Bediüzzaman Hazretleri hemen hemen her kelimede hatta her harfte nasıl edebi sanatlara riayet ederek yazmış. Nasıl edebi bir maharet göstermiş. Eski eserlerde olduğu gibi böyle edebiyat yapmak onun söylemini ağırlaştırmamış, mananın kaybolmasını sağlamamış, nazarları kendine çekmemiş. Yukarıda dediğimiz gibi bu gerçekten bir ikram-ı ilahidir. En büyük edipler bile bu kadar maharet gösterememişlerdir. Bu yüzden Akif’in sözünü bir kez daha hatırlayalım. Ne kadar doğru bir söz söylediğini tekrar takdir edelim: Viktor Hügo’lar, Şekspirler, Dekartlar; edebiyatta ve felsefede, Bedîüzzaman’ın bir talebesi olabilirler. (Sözler, Konferans, s.764) Şimdi yukarıda gösterdiğim özelliklerle metni bir kez daha verelim ve nasıl göze hitap ettiğini, metnin nasıl bir görsel şölene dönüştüğünü bir kez daha seyredelim: Gel, ey muannid arkadaş! Bir tayyareye... ya şarka veya garba, yâni; mâzi ve müstakbele giden bir şimendifere binelim. Şu mu’cizekâr zâtın, sâir yerlerde ne çeşit mu’cizeler gösterdiğini görelim. İşte bak, gördüğümüz menzil ve meydan ve meşher gibi acâibler, her tarafta bulunuyor. Lâkin san’atça, sûretçe birbirinden ayrıdırlar. Fakat, buna iyi dikkat et ki: O sebatsız menzillerde, o devamsız meydanlarda, o bekasız meşherlerde; ne kadar bâhir bir hikmetin intizâmâtı, ne derece zâhir bir inâyetin işârâtı, ne mertebe âlî bir adâletin emârâtı, ne derece vâsi’ bir merhametin semeratı görünüyor. Basiretsiz olmayan herkes yakînen anlar ki: Onun hikmetinden daha ekmel bir hikmet ve inâyetinden daha ecmel bir inâyet ve merhametinden daha eşmel bir merhamet ve adâletinden daha ecell bir adâlet olamaz ve tasavvur edilemez. Eğer faraza tevehhüm ettiğin gibi, daire-i memleketinde daimî menziller, âlî mekânlar, sâbit makamlar, bâki meskenler, mûkîm ahali, mes’ud raiyyeti bulunmazsa; şu hikmet, inâyet, merhamet, adâletin hakîkatlarına şu bekasız memleket mazhar olamadığı mâlûm ve onlara mazhar olacak, başka yerde de bulunmazsa; o vakit gündüz ortasında güneşin ışığını gördüğümüz halde güneşi inkâr etmek derecesinde bir ahmaklıkla, şu gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek ve şu müşahede ettiğimiz inâyeti inkâr etmek ve şu gördüğümüz merhameti inkâr etmek ve şu pek kuvvetli emârâtı, işârâtı görünen adâleti inkâr etmek lâzımgelir. Hem bu gördüğümüz icrâat-ı hakîmane ve ef’âl-i kerîmane ve ihsânât-ı rahîmanenin sahibini; -hâşâ sümme hâşâ!- sefih bir oyuncu, gaddar bir zâlim olduğunu kabûl etmek lâzımgelir. Bu ise, hakîkatlerin zıtlarına inkılabıdır. Halbuki inkılâb-ı hakaik, bütün ehl-i aklın ittifakıyla muhaldir, mümkün değildir. Yalnız, her şeyin vücûdunu inkâr eden Sofestâî eblehler hariçtir. Demek, bu diyardan başka bir diyar vardır. Onda bir Mahkeme-i Kübrâ, bir ma’dele-i ulyâ, bir mekreme-i uzmâ vardır ki; tâ şu merhamet ve hikmet ve inâyet ve adâlet tamamen tezahür etsinler. Burada yaptığımızın Bediüzzaman Hazretlerinin edebiyat anlayışına aykırı olduğunu yani edebî bir hastalık olarak gördüğü lafızperestlik, üslupperestlik suretperestlik teşbihperestlik hayalperestlik kafiyeperestlik tanımına girdiğini düşünmemek lazımdır. Biliyorsunuz Üstaz Hazretleri şöyle demekteydi: Evet lafızperestlik bir hastalıktır, fakat bilinmez ki hastalıktır... Lafızperestlik nasıl bir hastalıktır.. öyle de; sûretperestlik ve üslûbperestlik ve teşbihperestlik ve hayalperestlik ve kafiyeperestlik şimdi filcümle, ileride ifrat ile tam bir hastalık ve ma’nayı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır. (Muhakemat, “İkinci Makale”, s.68) Fakat bunun devamı da var. Üstat Hazretleri lafza zinet vermeye, suret-i manaya haşmet vermeye, üslûba parlaklık vermeye, teşbihe revnak vermeye hayale cevelan ve şaşaa vermeye karşı değildir. Bunları tabiat-ı mana istemek, mealin iznini almak, maksudun istidadı müsait olmak, matlubun münasebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek, hakikattan istimdad etmek şartıyla yapılabileceğini söylemektedir. Nitekim kendisi de Risalelerde bunu yapmıştır. Risalelerde sözleri süslüdür, manaları haşmetlidir, üslubu parlaktır, benzetmeleri renklidir, hayalleri şaşaalıdır fakat böyle yapması lafızperestliği asla akla getirmiyor, bunları hissettirmiyor, metnin içinde gizliyor, metnin tabiliğini bozmuyor, sunilik havası yani edebiyat yapmak havası hissettirmiyor, hakikate de aykırı düşmüyor. Evet lafza zînet verilmeli, fakat tabiat-ı ma’na istemek şartıyla.. ve sûret-i ma’naya haşmet vermeli, fakat mealin iznini almak şartıyla.. ve üslûba parlaklık vermeli, fakat maksudun isti’dâdı müsaid olmak şartıyla.. ve teşbihe revnak vermeli, fakat matlubun münâsebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla.. ve hayale cevelan ve şa’şaa vermeli, fakat hakîkatı incitmemek ve ağır gelmemek ve hakîkata misâl olmak ve hakîkattan istimdâd etmek şartıyla gerektir. (Muhakemat, “İkinci Makale”, s.69) Son olarak bir hususa daha değinmek istiyorum. Eğer Risaleleri sadeleştirirsek burada verdiğim bütün bu özellikler gidecektir, görünmeyecektir. Sürekli okunma, kolay okunma, okurken hoşlanma gibi özellikler kaybolacak, musiki de öyle. Sadece akıl hissesini almış olacak, ruh, kalp, sır, hafa diğer lâtifeler hatta göz bile hissedar olamayacaktır. Bu muhteşem görsel şölen, edebî ziyafet, müzikalite bozulmuş olacak. Bunun da risalelere hizmet olmadığı, niyet ne kadar halis de olsa bile zarar olduğu, yani doğru bir şey olmadığı yanlış olduğu açıktır, ortadadır. Burada yaptığımız incelemeyle Risaledeki değil bir kelimenin bir harfin bile ne kadar ehemmiyetli olduğu görülmüş oluyor. Sonra risalelerin kelimeleri canlıdırlar. Binlerce kelimeler içerisinden seçilmişlerdir. Okuyan kimseye hiç farkında olmadan değişik manalar, müjdeler, teselliler açmaktadırlar. Sadeleştirme üstadın sesinin kaybolması demektir. Üstatla sohbet etmeyi engellemek demektir. Üslûb-ı beyan aynıyla insandır. Üslûp üzerinde yapılacak değişiklikler yani sadeleştirme bu lahuti sesi kısmak, insanlar üzerindeki etkisini azaltmak anlamına gelmektedir. Yukarıda üstadımızın ağzıyla söylediği gibi Risalelerin en keskin silahını elinden almak, en karşı konulmaz kuvvetini kırmak demektir. Bu da risalelere hizmet olmasa gerektir. Onu etkisiz hale getirmek demektir.