Arıyorum İTÜ Gazetesi - İstanbul Teknik Üniversitesi
Transkript
Arıyorum İTÜ Gazetesi - İstanbul Teknik Üniversitesi
Kaderine terk edilmiş şehir: Gaziantep Sinemayı yeniden tanımlayan yönetmen Michael Haneke ve kahve tadında hüzünlü bir film: Oğul Odası u şehir Fransız mandasını kabul etmedi! Bu şehir bayrağını yere indirtmedi ve bu şehir Fransızlara karşı ilk şehidini 12 yaşındaki “Kamil”le verdi. Fransızların, tanklarıyla yakıp yıktığı bu şehir nasıl oluyordu da silahı, askeri yokken böyle direnebiliyordu? > 14 ve 15. sayfa B > 14 ve 15. sayfa arıYORUM onüçüncü sayı, kasım ikibinsekiz itü gazetesi ISSN: 1305-4783 İTÜ Kültür ve Sanat Birliği Basın Yayın Kulübü’nün süreli yayınıdır. “Türkiye’de üniversiteye en çok benzeyen kurum İTÜ’dür” oğa bilimlerinin tartışmasız ismi, ulusal ve uluslararası bilim camiasının büyük saygı duyduğu Prof. Dr. Celal Şengör. Bilimsel başarılarının yanı sıra toplum ve siyasetle ilgili fikirleri de sık sık Türkiye’nin gündemine oturuyor. Yükseköğretimin kalitesinden türban konusuna, Türk üniversitelerinin dünya üniversiteleri arasındaki yerinden İTÜ’nün şu anki vaziyetine kadar pek çok konuda sorular sorduk. Gündeme oturan açıklamalarında aslında ne demek istediğini, bilim toplumunun nasıl oluşabileceğini, üniversite kalitesinin artması için neler yapılması gerektiğini anlattı Prof. Şengör. > 16. sayfa D Müziğin laboratuvarı MİAM > 16. sayfa Güneş enerjili araçlar yine önde > 16. sayfa Amerikan futbolu ‘cesaret’ ister... Uzun yıllardır İTÜ’de Amerikan futbolu oynanıyor. İTÜ Hornets, Türkiye’ye Amerikan futbolunu getiren öncülerden. 1993 yılında kurulan İTÜ Hornets yeni sezonda iddialı. Takımın üç üyesi ile Amerikan futbolu hakkında konuştuk. Kimi hiç bilgisi olmadan katılmış takıma kimi de sırf bu takıma girmek için İTÜ’yü tercih etmiş. Amerikan futbolunun göründüğünden farklı tarafları ve takım oyuncularına kattıkları bu yazıda... > 16. sayfa Fotoğrafta üç değişken azıları için meslek, bazıları için hobidir fotoğraf... Ama ne amaçla olursa olsun bizden başkasının da baktığında aktarmak istediğimiz duyguyu anlamasını istiyorsak, uymamız gereken, yaratıcılığımızı denetleyen bazı kuralları vardır fotoğrafın. Fotoğraf çekmenin püf noktaları... > 17. sayfa Photoshop mu? B TÜ’nün güneş enerjili teknesi ve arabası, 2008 yılındaki yarışmalardan da mutlu sonuçlarla ayrıldılar. Arıba’lar üçüncü yılda da birinci ve ikinciliğini korudular. Güneş teknesi ise dünya ikinciliği ile Amerika’dan gururla döndü. > 17. sayfa İ İstanbul’da Yarı Zamanlı İş Olanakları epimizin bildiği gibi, üniversite eğitimimiz esnasında ailemize ekonomik olarak çok fazla yük olmak istemeyiz. Bu yüzden yarı zamanlı olarak, derslerimizi aksatmayacak şekilde birer iş bulmaya çalışırız. İşte İTÜ öğrencisinin rahatlıkla altından kalkabileceği ve iş tecrübesi kazanabileceği birkaç iş olanağı… H > 18. sayfa rtık bilinmesi gereken bilgisayar programları arasında ilk sıralara yerleşti. Gerek çektiğimiz fotoğrafları biraz daha güzelleştirmek için, gerek afiş, katalog vs hazırlamak için herkesin bir şekilde gereksinim duyduğu bir program Photoshop. Hele Teknik Üniversite öğrencilerinin olmazsa olmazı... > 18. sayfa A İTÜ Geliştirme Vakfı’nın katkılarıyla... arıYORUM arıYORUM 2 Kasım 2008 Kasım 2008 Samimi bazı itiraflar Fatih Avcı içbir zaman şu editör yazısını gazetenin bütün sayfaları tamamlanmadan, redaksiyonları yapılmadan, sayfalar tasarlanmadan yazamadım. Bütün işler bitmeden yazmaya başlayamıyorum. Bir de gereksiz bir ağırlık biniyor omuzlarıma, midem ağrıyor yazıya başlamadan önce. Burayı aslında çok ciddiye alıyorum, yaşlanmaya başlayınca farkettim. Bu sayıdaki yazı her ne kadar kişisel bir yazı gibi görünse de affedin, biraz anlatmam gerekiyor, çünkü, bilhassa bu sayının giriş yazısını yazarken kendimi yalancı gibi hissediyorum. Çünkü... Her sayıda giriş yazısını yazmadan önce önceki sayıları okuyorum. Bundan önceki sayımızda –ki aradan 11 ay geçmiş- yazdıklarıma baktım da. En büyük yalanı galiba ‘artık Arıyorum’u 15 günde bir yayınlayacağız’ diyerek söylemişim. Çocukluk işte. Geçerli açıklamaları var elbette bunların. Biraz bahsedeyim yoksa vicdan meselesinin derinliklerine doğru dalıyorum. Bütün bunlar bir yana, 15 günde bir gazete çıkarmak zor birşey değil. Biz toplantılarımızda bu konuyu konuşurken dedik ki 4 sayfa bile olsa yayınlayalım. Kamuoyuna sık aralıklarla çıkmak çok önemli çünkü. Teknik olarak bunun bir zorluğu yoktu. Maddi olarak da zorluğu yoktu çünkü Milliyet gazetesi ile görüşmüş ve onların matbaasında ücretsiz baskı yapma sözü almıştık. Gel gelelim ki biz bırakın 15 gün sonra bir gazete çıkarmayı, gördüğünüz gibi 330 gün sonra çıkardık yeni sayımızı. Bu elbette ilerleyen günlerde gazete yayım periyodunun yoluna girmeyeceğini göstermiyor. Hedefimiz bu aslında. En azından ben misyonumu tamamlayıp artık insanları sıkmaya başlamadan önce –ki buna az kaldı- bu hedefi gerçekleştirmeyi çok istiyorum. Verdiğimiz sözleri tutamayışımızın önemli sebepleri var. Bu sözler yalnızca gazetenin yayınlanması ile sınırlı değil. Gazetenin çıkması için destekte bulunan kurumlara karşı da görevlerimizi yerine getirememenin verdiği rahatsızlık durumu da oluyor. Ancak... Özellikle geçtiğimiz yıl, gazetemizin tam kurumsallaşmaya başladığı sırada yaşanan olaylar dolayısıyla aksaklıklar yaşadık. Bu aksaklıkların en büyüğü Otomasyon binasındaki odamızdan çıkartılmamız oldu. Birkaç ay odasız kaldık. Kültür ve Sanat Birliği (KSB) bize o sıralar yapılmakta olan Havuz binasından bir oda tahsis edeceklerini söyleyerek rahatlatmıştı bizi ancak o odayı alana kadar neler yaşadık neler. Önceki Arıyorum ilk sayısından bu yana çok yol katetti, çok gelişti... büyük bir teşekkür borçluyuz. Bu teşekkürle birlikte Nazire Peker’e ve İTÜ Geliştirme Vakfı’na bir özür de borçluyuz, sözleşme şartlarını tam anlamıyla yerine getiremediğimizden ötürü. Hepsinin gerekçeleri var. Bunları anlatmak için bu sayının çıkmasını bekledik. Tabii biz sözleşme şartlarını gerçekleştiremediğimiz için vakıf desteğini askıya aldı. Umuyoruz ki bu sayımızdan sonra desteklerini devam ettirirler. H Arıyorum İTÜ Gazetesi olarak daha fazla üretmeye, daha sık sayı çıkartmaya ve İTÜ için yaptığımız faydalı işleri arttırmaya çalışıyoruz. Bu konuda bütün okurlarımızdan da destek bekliyoruz. Bu destek gazetemizin mutfağında yer almakla da olabilir, dışarıdan fikir ve bilgi paylaşmakla da. Her türlü konuda bize gazete@itu.edu.tr adresinden ulaşabilirsiniz. sayılarımızda bahsettik bunlardan. KSB’nin bize tahsis ettiği odadan, Spor Birliği tarafından güvenlik zoruyla çıkartılmaya çalıştık. Çıkmadık tabii. Havuzda bir süre bize hiç rahat verilmedi. Yılmadık. Buna benzer olaylar havuzdaki odamıza adamakıllı yerleşmemize engel oldu. Tabii bu yaşananların verdiği psikolojik bazı karmaşıklıklar da tuz biber oldu. Ancak bu süreçte KSB’nin eşbaşkanları Yüksel Güvenilir ve Beyza Taşkın ile emekli olduktan sonra bile bırakmadığımız, o olmasa işlerin asla yürümeyeceğini düşündüğümüz Arife Yıldırım’ın destekleri unutulmaz. Buradan tekrar teşekkür etmek istiyorum kendilerine. Sözün kısası oda değişimi bizi kritik bir zamanda kötü şekilde etkiledi. Bunun yarasını uzun süre kapatamadık, ancak toparlıyoruz. Yeni sayılar çıkaracak malzememiz vardı, insan gücümüz vardı, teknik ve maddi olanaklarımız da vardı ancak hazırlamaya başladığımız sayılardan yeterince tatmin olamıyorduk. Her ne kadar sayı çıkartmamış olsak da İTÜ’de birçok etkinlik gerçekleştirdik, başka yayınlara katkı sağladık, KSB’nin kataloğunu ve broşürlerini yaptık, sürekli maddi kaynak arayışında bulunduk, geziler düzenledik, 75’e Basın Kulübesi koyduk ve bu yıl da devam ettirdiğimiz Arıyorum Söyleşileri yapmaya başladık. Nitekim ortalama bir kulübün çok üstünde çalışmada bulunduk. NAZİRE PEKER VE İTÜ GELİŞTİRME VAKFI’NA TEŞEKKÜR Geçtiğimiz sayının öncesinde İTÜ Geliştirme Vakfı ile bir sözleşme imzalamıştık. Bu sözleşmeye göre İTÜ Geliştirme Vakfı’ndan her ay düzenli olarak baskı desteği olarak yardım almaya başladık. Gazetemizin ilk sayısından itibaren bize en büyük desteği veren, kaynak yaratma konusunda yön gösteren ve gazetenin bugüne kadar bulduğu maddi kaynakların bir çoğunda katkısı olan, İTÜ Geliştirme Vakfı Genel Müdürü Nazire Peker, bize bu olanağı da sağladı ve Arıyorum’u hiç olmadığı kadar rahatlattı. Nazire Peker olmasaydı, gazetemiz şu anki kalitesinde olamazdı. Bu yüzden kendisine çok Rektör Prof. Dr. Muhammed Şahin YENİ YÖNETİMDEN BEKLENENLER İTÜ, yeni rektörü Prof. Dr. Muhammed Şahin ile 2008-2009 Akademik Yılına başladı. Biz Arıyorum gazetesi olarak her zaman öğrenci, öğretim üyesi, yönetim ve mezunlar arasında bir köprü olmaya çalıştık. Hala da bu misyonumuz doğrultusunda hareket ediyoruz. Dolayısıyla gördüğümüz yanlışları, eksiklikleri söylemek, bunlar için çözüm yolu düşünmek öncelikli vazifemizdir. Yeni rektörümüzden de öğrenciler adına beklentilerimiz var elbette. İTÜ, özellikle 1996 yılında Güsün Sağlamer’in rektörlüğe gelmesiyle ciddi değişimler yaşamaya başladı. Gülsün Sağlamer İTÜ’ye yeni bir yüz kazandırdı teknik olarak. 8 yılda birçok proje yapıldı, bu projelerle İTÜ, eğitimde kalitesini arttırmaya ve çağdaşlaşmaya çalıştı. 2004 yılında göreve gelen Faruk Karadoğan da özellikle tamamlanmamış projelere odaklandı ve sosyal konularda pek çok atılım yaptı, yaşanabilir bir yerleşke için kolları sıvadı. Bu iki rektör zamanında eleştirilen çok konu da a Dum cip Ne nne@itu.edu.tr n, duma 19 18 arıYORUM arıYORUM Kasım 2008 Kasım 2008 Amerikan futbolu cesaret ister Fatih Avcı ilmlerden veya turnuva görüntülerinden hatırlarsınız. Birbirlerini ite kaka top peşinden koşarlar. Havada uçan ‘yamuk’ top (hava ile şişirilmiş yayvan sferoid) yuvarlak top gibi değildir ve düştüğü noktadan sonra hangi tarafa sıçrayacağını kestirmek çok çok zordur. Dolayısıyla daha fazla seçenek için daha fazla taktik oluşturmak gerekir. Eh, biraz sert bir spor olduğundan dolayı da takım arkadaşlarına güvenmek gerekir. Takımın başarılı olması için de disiplin ve kardeşlik. Toplum olarak henüz alışılagelmiş bir spor olduğunu düşünmüyor olabiliriz ancak bazı önyargıları kırmakta yarar var. Amerikan Futbolu, sanıldığının aksine tam bir strateji sporu. Takım çalışmasının hat safhada olmasını gerektiren, dolayısıyla disiplinli ve sıkı çalışılan bir F spor. Bu sporu yaparken dayanıklı olmanız, kuvvetli olmanız, hızlı olmanız, esnek olmanız, azimli olmanız, takım çalışmasına yatkın olmanız, hızlı karar almanız ve disiplinli hareket etmeniz gerekiyor. Neredeyse bütün sporların farklı farklı özellikleri bu sporda toplanıyor. İTÜ, Türkiye’ye Amerikan Futbolu’nu ilk tanıtanlar arasında yer alıyor. 90’lı yıllarda Amerikan Futbolu’nun Türkiye’de ilk adımları atılıyor ve İTÜ de 1993 yılında aktif olarak Amerikan Futbolu takımını kuruyor: İTÜ Hornets. Kurulduğundan itibaren büyük bir çabayla Amerikan Futbolu’nu Türkiye’de yaygınlaştırmayı amaçlayan İTÜ Hornets, ilk beş yıl boyunca 2 Türkiye Şampiyonluğu ve 3 Türkiye İkinciliği kazanıyor. Hala Türkiye’deki Amerikan Futbolu’nun önemli temsilcilerinden olan İTÜ “Amerikan futbolu için İTÜ’yü tercih ettim.” rtaokulda başladım ben Amerikan Futbolu’na. Lisede Yeditepe’yle bir maça çıkmıştım. Şu anki pozisyonda değil tabii ama çok hoşuma gitmişti. Hatta İTÜ’yü bu yüzden seçtim. 2005’te efsane bir kadrosu vardı İTÜ’nün, şu anda bizim koçların olduğu. Ben takımdan dolayı üniversiteyi seçtim 2005’te ama dağıldı takım o yıl. Bir sene hiç birşey yapamadım bu yüzden. Takım tekrar toparlanınca başladım. Ben epey sporla uğraştım önceden ama aralarında Amerikan Futbolu gibi hem taktik O Serhat Erişgin, running back Gemi İnşaatı Mühendisliği bölümü öğrencisi hem disiplin hem de kardeşlik duygusu olarak gelişmişini göremedim. Bir nevi kardeşlik kulübü bizimkisi. Herkes birbirinin arkasını kolluyor. Zaten oynarken de ekip arkadaşına güvenmezsen seni dövüyorlar, yani bildiğin vuruyorlar, rezil ediyorlar. Ekip arkadaşıma güvenmek zorundayım. Böyle olduğu için de takım içi kaynaşma bayağı yüksek. Türkiye’de amerikan futbolu çok iyi gelişiyor. Sevgi olarak çok yüksek değil belki ama bunu en büyük etkeni masraflı bir spor olması, ekipmansız oynanamaması. Biz çok seviyoruz bu oyunu. Berkay Yılmaz, line back Makina Mühendisliği bölümü öğrencisi en ortaokulda biliyordum Amerikan Futbolu’nu. Televizyonda seyrederdim. Oradan heveslenmiştim. Bilgisayar programıyla öğrendim. Üniversiteye hazırlanırken ara verdim. İTÜ’yü tercih ederken takımın olduğundan haberdardım. Gidiğim anda takımı aramaya başladım hemen. İTÜ’yü seçmemde etkisi oldu İTÜ Hornets’ın. İTÜ’ye girdikten sonra bir sene bekledim seçmeler olacak diye. Takıma beni alırlar mı diye çok düşündüm. Seçmelere gelirken ‘ne yapacağım’ dedim, çok şüpheliydim. Ben seçmelere geldiğimde daha B Hornets, sürekli yenilenen ve gelişen takımı ile Türkiye şampiyonluğunu hedefliyor. İTÜ Hornets’ın üç oyuncusu: Özkan Özkök, Serhat Erişgin ve Berkay Yılmaz. Kimi Amerikan Futbolu’nu hiç tanımadan kimi de sırf bu takım için İTÜ’yü tercih ederek katılıyorlar takıma. Özkan, Serhat ve Berkay’la Amerikan Futbolu’nu konuştuk. Bu arkadaşların ortak özelliği İTÜ Hornets’ı büyük bir aile olarak görmeleri. Serhat’ın deyimi ile İTÜ Hornets ‘kardeşlik kulübü’ onlar için. Sıradan bir spordan farkı çok. Amerikan Futbolu oynayanlar pek çok özelliği birden kazanıyorlar. İTÜ Hornets’ta olmanın da, takımın geçmişten gelen kültürü sayesinde katkısı çok oluyor. Spor camiasındaki saygınlığı da önemli bu takımın. İTÜ Hornets’ta yoğun bir eğitim süreci oluyor. Özellikle takıma yeni katılanlar haftanın birkaç gününü ayırıyorlar. Bu eğitimler Amerikan Futbolu’nu hiç bilmeyen birini bile kısa sürede turnuvada oynatacak kadar ilerletebiliyor. Özkan, diğer üniversite takımlarının üyeleriyle kıyasladığında, İTÜ Hornets’ın birkaç ayda verdiği eğitimin diğer takımların birkaç yılına eşdeğer olduğunu söylüyor. Sık maça çıkmaları da yine bu takımı diğer takımlardan ayıran önemli bir özellik. İTÜ’de önemli bir ilgi uyandırıyor Amerikan Futbolu yıllardan beri. Zaman zaman, koca koca zırhlarıyla yerleşkede koşarken görüyoruz takım üyelerini. Şimdi bu takımın üç oyuncusunun hem Amerikan Futbolu ile hem de İTÜ Hornets ile ilgili söylediklerine kulak kabartıyoruz. “Fizikte hızlı olan kazanır. Amerikan futbolunda da... ” kalıplı insanların olacağını zannediyordum. Ama sporcu olabilen herkesin oynayabileceğini gördüm. Her pozisyona göre insanlar var tabii. Seçmeye girerken büyük korku vardı bende. Ama baktım benim gibi normal boyutta insanlar var, rahatladım. Zaten okulda bize öğretilen fizikte de bu var. Hızlı olan kazanır, m.V’den... Sertlik benim hoşuma giden bir tarafı bu sporun. Futbolda çok faul yapan bir insandım. Bu yüzden Amerikan Futbolu’ndan çok keyif alıyorum. Prof. Dr. Orhan Kural hornets.itu.edu.tr İSTANBUL TIGERS GELİYOR İTÜ Hornets kökenli oyuncuların profesyonel ligde oynayabilmek için kurdukları İstanbul Tigers Amerikan Futbol takımı, bu sezondan itibaren İTÜ Spor Kulübü çatısı altında maçlarda oynayacak. İTÜ geleneğini profesyonel ligde de sürdürecek Tigers’a başarılar diliyoruz. Özkan Özkök, ofans kaptanı Fizik bölümü öğrencisi “Takıma girmeden önce sadece topun şeklini biliyordum.” TÜ’ye gelmeden önce Amerikan Futbolu ile ilgili hiçbir bilgim yoktu. Bir arkadaşım seçimlerden 2 gün önce 75’te gördü beni, ‘takımın adama ihtiyacı var, seni direkt alırlar, yapılı adamsın’ dedi. O şekilde kandırdı beni. Sadece topun şeklini biliyordum bu sporla ilgili. Sonrası çok komik, bir ay içinde beni maça çıkacak hale getirdiler. O kadar hızlı eğittiler ama maçta hiç olmayacak hatalar yaptım. İlk maçta, hakem işaret verecekken topu yerden aldım, silip yerine koydum. Ben de sonradan anladım tabii nasıl bir durumda olduğumu. Zaten yenildik o maçta. Sert bir oyun. Bu bazen rahatlatıyor. Hiç unutmam, kız arkadaşımdan ayrıldığım günün akşamı idmana girmiştim. İdmandan sonra çok sakindim, çok mutluydum. Hele idman sonrası sabah kalktığımda çok iyi oluyorum. Sert oyun olduğu için içindeki herşeyi boşaltabiliyorsun. Ama kavga gibi değil, eğlenceli bir sertlik. Ailem artık kabullendi ama oyunun nasıl olduğunu öğrenemediler. Babam bir antrenmanıma geldi, ‘oğlum niye hep sana vuruyorlar’ dedi. İ oldu. Bunlar bir yana, İTÜ, yönetimlerden bağımsız kurumsal bir yapı olarak düşünülmeli öncelikle. Önceki dönemlerdeki rektör değişimleri sırasında yaşanan sıkıntılardan uzak durmaya çalışılmalı ki İTÜ bu tür tartışmalarla çok vakit kaybetti. İTÜ’de rektörlük yapmış hocalarımızın birbirleriyle görüşebilmeleri ve fikir paylaşımı yapmaları birçok konuda İTÜ’ye artı değer sağlayacaktır. Yeni rektörümüz Muhammed Şahin’in uygulamalarını zamanla göreceğiz. Öğrenciyi dinleyen, öğrencilerin fikirlerine değer veren bir anlayışla hareket edeceğini umuyoruz. Yeni göreve geldiği sıradaki bazı jestler (yemek fiyatının düşmesi gibi) öğrencileri elbette sevindirdi ancak uzun soluklu etkileşimin sağlanması için öğrencilere vakit ayırılmalı. Bu bağlamda İTÜ’nün açılış töreni, Rektör Şahin açısından oldukça olumsuz eleştirilere sahne oldu. Akademik yıl açılışında öğrencilerin salona alınmaması, yeni yönetimin ilerleyen zamanlarda öğrencilere vereceği değer konusunda şüphe uyandırıyor. Rektörümüzün bu konudaki fikirlerini de merak ediyoruz. İlerleyen sayılarımızda bu konuda bir söyleşi yapmayı planlıyoruz. Yeni yönetimin öncelikli olarak üzerinde durması gereken konular olarak ‘yerleşke güvenliği’ni görüyoruz. Yerleşke içindeki araç trafiği ve hız sınırı konusundan, yurtlara giden yolların güvenliğine kadar pek çok öğrenci arkadaşımızdan şikayet geliyor. Geçmişte bununla ilgili üzücü olaylar yaşamıştık. Bu düzenlemelerle birlikte öğrenci sorunlarının Rektörlüğe hızlı ulaşımının sağlanması gerekiyor. Genel itibari ile öğrencilerin yönetime sorunlarını iletme konusunda güvensizlik yaşadığını görüyoruz. Bu konuda öğrencilere güven verilmesi, hem öğrencilerin mutlu olmaları hem de üniversiteyi daha fazla sahiplenebilmeleri için gerekli bir mevzu. Bunlarla birlikte öğrenci kulüpleri ve öğrenci proje takımlarına destek verilmeli. İTÜ’nün adını en fazla duyuran, bu kulüp veya takımlardaki üretken arkadaşlardır. Bu bağlamda Tiyatro Kulübü, Halk Bilimleri ve Sanatları Kulübü ve buna benzer sahne sanatlarıyla uğraşan kulüplerin etkinliklerine yönetim kademesinden etkin katılım sağlanmalı. İTÜ’nün aile bilincini tam anlamıyla oturtabilmesi için bu kaynaşma çok önemli. Fikirlerimizi dikkate alacaklarını umarak yeni yönetime başarılar diliyoruz. ORHAN KURAL ve KAMPÜS KAFE Geçtiğimiz günlerde bir olaya tanık oldum. Bunu burada yazıp yazmamak konusunda tereddüte düştüm ancak bildiğim doğruları anlatmamı boynumun borcu olarak görüyorum. Olayla doğrudan bir bağlantım yok ama bu konunun bir çözüme kavuşmasını isteyerek ve buna katkıda bulunmak için gündeme getiriyorum. Prof. Dr. Orhan Kural’ı yakından tanıyoruz. Çevre ile ilgili yaptığı çalışmalar, sigarayla savaş konusundaki çalışmaları, hayvan severliği ve doğa tutkusu takdire değer. Ben bu yıl Orhan Kural’ı daha yakından tanıma fırsatı buldum. Tanıdıkça daha çok takdir ettim, daha çok saygı duydum. Biliyorsunuz Orhan hoca pek çok okula konferans vermeye gidiyor. Günde birkaç tane okula birden gittiği çok oluyor. Bir gün ben ve birkaç arkadaşımla Orhan Kural’ın bir konferansına gitmeye karar verdik. Orhan hocanın arabasıyla gittik Bakırköy’deki bir eğitim parkına. Konferans bitmeye yakınken Orhan hoca orada bulunan öğretmenlere kitap-larından bir seti takdim etti ve şunları söyledi: ‘Sağolsunlar, İTÜ’deki Kampüs Kafe bu kitaplara sponsor oldu ve konferans verdiğim okullara hediye etmemi sağladı. Onlara şu teşekkür yazısını yazarsanız bu kitapların hediye edildiği ile ilgili bilgileri olacaktır.’ Biz de Kampüs Kafe’yi, yerleşkeye kattığı yenilik dolayısıyla çok seviyor ve takdir ediyoruz. Konferanstan sonra Orhan hocaya Kampüs Kafe’nin nasıl destekte olduğunu sorduk. Orhan hoca anlattı. Bir görüşmeleri sırasında Kampüs Kafe’nin sahibi Necmettin beyin Orhan Kural’ın çalışmalarına destek olmak istemesi üzerine Orhan hoca konferansa gittiği okullara kitap hediye edebileceklerini söylüyor. Necmettin bey de kabul ediyor ve Orhan hoca o günden itibaren gittiği 12 okula kitap seti armağan ediyor ve her okuldan da Kampüs Kafe için bir teşekkür yazısı yazdırıp postalatıyor. Bunu öğrendikten sonra biz de Kampüs Kafe’ye gidip, bu faydalı desteklerinden ötürü teşekkür etmek istedik. Okula gelince doğrudan dört arkadaş Kampüs Kafe’ye gittik ve Necmettin beyi bulduk. Dedik ki, ‘biz Orhan Kural’ın bir konferansından geliyoruz, okullara hediye ettiği kitaplara sponsor olmuşsunuz, teşekkür etmeye geldik.’ Necmettin bey güler yüzle bizi masasına davet etti, çay ısmarladı. Yaklaşık 2 saat kendisiyle hoş bir sohbet gerçekleştirdik. Sohbet esnasında Orhan Kural’ı çok sevdiğinden, topluma faydalı işler yaptığından da bahsetti Necmettin bey. Bu görüşmeden birkaç hafta sonra Kampüs Kafe, kitapların alındığı firmadan faturayı alınca böyle bir söz vermediğini söylüyor. Orhan hoca bu duruma çok üzülüyor ve telefonla arıyor Necmettin beyi. Birkaç gün Necmettin bey telefonlara cevap vermiyor, en sonunda Orhan hoca sabahın erken vaktinde, cep telefonundan arıyor Necmettin beyi ve çok kırıldığını ve bu yaptığınız onursuz bir davranış olduğunu söylüyor. O sıralar ben de Orhan hocayla görüşüyordum. Bu görüşmeden sonra beni de aradı Orhan hoca. Ardından ben duruma netlik kazandırmak için Kampüs Kafe’ye gitmeye karar verdim. Aynı günün akşamı Kampüs Kafe’ye gittim ve Necmettin beyle görüştüm. Talihsiz bir görüşmeydi ve beklemediğim bir tepkiyle karşılaştım. Ben oraya, Necmettin beyi daha önce teşekkür ziyaretinde söylediklerini hatırlatmak ve olayla ilgili kendilerini dinlemek için gitmiştim. Ancak olayların verdiği birikmiş sinirden olsa gerek beni dinlemedi ve haketmediğim sözleri söyledi. Derken araya Necmettin beyin eşi girdi de ortam yumuşadı. Ben o saatten sonra olayla ilgili fikir ve yorum yapmamaya çalıştım ve Kampüs Kafe’den tartışmasız bir şekilde ayrıldım. Ancak bildiğim bir doğruyu söylemiştim. Öncesi ve sonrası ile ilgili fikir sahibi değilim ama bu bilgimi sizinle de paylaşmak istedim. O günden sonra bir daha Kampüs Kafe’ye gitmedim. Umarım bu olaya da bir çözüm bulunur. Orhan hocanın derdi para değil. Bu durumu onur meselesi haline getirmiş ve mücadele edeceğini söylüyor. ‘İTÜ’ye yakışmayan bir hareket bu’ diyor. Takdir sizlerindir... WEB SİTEMİZ GÜNCELLENİYOR Gazetemize gelen eleştirilerden büyük çoğunluğu web sitemizin salaşlığı hakkında oluyordu. Bu duruma, gazetemizin fahri üyesi, İTÜ Mimarlık Fakültesi mezunu Sedat Bayrak el attı ve çok kısa bir süre sonra yeni bir arayüzle karşınızda olmayı planlıyoruz. Takip ediniz. Arıyorum, yakında birçok sürprizle karşınıza çıkmaya devam edecek. Sizlerden gelecek katkılara çok önem veriyoruz. ÖĞRETİM ÜYELERİNE ÇAĞRI Arıyorum’da, saygıdeğer öğretim üyelerimizin yazılarını yayınlamayı istiyoruz. Gerek bilimsel gerekse de herhangi başka bir konuda yazı yazmak isteyen öğretim üyelerimize sayfalarımızı ayırıyoruz. Her sayımızda ‘konuk yazar’ köşemizde bu yazıları yayınlamayı istiyoruz. KULÜPLERLE EK ÇIKARALIM Yayın hazırlamak isteyen kulüpler bizimle işbirliğinde bulunabilirler. Bu konuda Arıyorum’la birlikte ilgili kulübün içeriğini hazırlayacağı bir ek yayınlayabiliriz. Kulüplerden gelecek farklı önerileri bekliyor ve ortak çalışmaya davet ediyoruz. MİLLİYET VE RADİKAL KAMPÜSTE Takip edenler hatırlar, geçtiğimiz yıldan itibaren çeşitli aralıklarla yerleşkede Milliyet ve Radikal gazetelerini, indirimli fiyatla satıyoruz. Bu çalışma, Milliyet gazetesi ile bir görüşmemizde ortaya atıldı. Karşılıklı bir etkileşimle, bizim sayılarımızı da Milliyet gazetesinin ilgili matbaalarında basılması sözü aldık. Bu desteklerinden dolayı Milliyet İTÜ Kültür ve Sanat Birliği Basın Yayın Kulübü Arıyorum İTÜ Gazetesi, Süreli Yayın, ISSN: 1305-4783 Yayın Kurulu: Fatih Avcı, Burak Avcı, Gökçe Sezgin, Sefa Demir, Necip Duman, T. Oya Ekmekci, M. Can İban İTÜ Basın Yayın Kulübü Arıyorum Gazetesi Olimpik Yüzme Havuzu Binası B girişi No: 306 Ayazağa Yerleşkesi Maslak-İstanbul İstanbul Teknik Üniversitesi Adına; Yayın Sahibi Prof. Dr. Erkin Nasuf, Yayın Yönetmeni Y. Doç. Dr. Beyza Taşkın Baskı: DPC İstanbul 3 gazetesine, Satış Müdürü Tiraje Erginer’e ve çalışma arkadaşlarına teşekkür ediyoruz. Bizim için önemli bir destek bu. Gazete satışlarını biz bir kültür hizmeti olarak da değerlendiriyoruz. Yine bazı haftalar kitap veya CD hediyeli olarak veriliyor gazeteler. Bu konudaki fikir ve önerilerinizi bekliyoruz. gazete@itu.edu.tr www.gazete.itu.edu.tr 4 arıYORUM arıYORUM Kasım 2008 Kasım 2008 İTÜ, açılışta Başbakan’ı ağırladı Burak Avcı İstanbul Teknik Üniversitesi yeni akademik yılını, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın katıldığı törenle açtı stanbul Teknik Üniversitesi’nin 20082009 Eğitim Öğretim Yılı, 12 Eylül tarihinde Süleyman Demirel Kültür Merkezi’nde yapılan törenle başladı. Hakan Şensoy şefliğindeki MİAM Topluluğu’nun konseri ile başlayan tören, Rektör Prof. Dr. Muhammed Şahin’in konuşmasıyla devam etti. İ Konuşmasında yükseköğretimin sorunlarına değinen Rektör Şahin, yeni açılan üniversiteler ile artan öğretim üyesi ihtiyacına dikkat çekti, kapasitesinin çok altında çalışan, İTÜ Arı Teknokent’in önümüzdeki aylarda tam kapasite çalışması için girişimlerde bulunacaklarını söyledi. Şahin, Türkiye’de bilim ve teknolojide atılım yapılmak isteniyorsa bunun tek adresinin İstanbul Teknik Üniversitesi olması gerektiği söyledi. Öğretim üyelerinin sorunlarına da değinen Şahin, bu konuda Başbakan’dan yardım istedi. Şahin’in konuşmasından sonra İTÜ’ye ilk üç sırada giren, Elektrik Elektronik Fakültesi öğrencileri Emeç Erçelik, Metehan Çetin ve İşletme Fakültesi öğrencisi Ali Ruçhan Oflaz’a Rektörlük ödülleri sunuldu. Dr. Yük. Müh. Hulusi Damgacıoğlu’nun “Asırlardır Çağdaş” başlıklı konuşması ile devam eden törende son olarak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan konuşma yaptı. Başbakan Erdoğan, konuşmasında İTÜ'nün, Türkiye'ye cumhurbaşkanları, başbakanlar, çok sayıda siyaset adamı, teknokrat ve bürokrat yetiştirmiş olan bir üniversite, bir eğitim kurumu olduğunu ifade etti. Erdoğan, Türkiye'nin yönetiminde hep 3 okulun mülkiye, harbiye ve tıbbiyenin etkili olduğunun söylendiğini, bunun hep böyle yorumlandığını anlatarak, ‘Ancak 75. Yıl Öğrenci Sosyal Merkezi’nde başlayan yürüyüş, ‘AKP Defol İTÜ Bizimdir’, ‘ İTÜ Uyuma Üniversitene Sahip Çık’, ‘Şahin’in İpleri AKP’nin elinde’ sloganları eşliğinde Rektörlük binasına kadar sürdü. Rektörlük binası önünde okunan bildiride Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) üniversite politikası ve Rektör Şahin’in açılış törenine Başbakan Erdoğan’ı çağırması eleştirildi. Tayyip Erdoğan konuşmasında "Üniversiteler eleştirel aklın, özgür düşüncenin evi, yuvası olmalıdır. Fikirlerin en doğru şekilde ifade edildiği bir üniversite ortamından kimse rahatsız olamaz, rahatsız olmaya da hakkı yoktur” diye konuşuken dışarıda öğrencilere uygulanan muamelenin ikiyüzlülük olduğu savunuldu. Üniversitelerin, demokrasinin ve özgür düşünme hakkının var olması gerektiği en temel kurumların başında geldiğinin altı çizilerek, polisin öğrenciye tavrı protesto edildi. kitap okuyorum Bir Bilim Adamının Romanı: Mustafa İnan - Oğuz Atay Oğuz Atay hocası Mustafa İnan’ın sabır, iyimserlik ve özveri ile bezenmiş hayatını anlattığı bu kitabında, matematik ve temel bilimler üzerine öğrenim görmüş bir bilim adamının şiir, felsefe ve mistisizm ile sentezlenmiş birikimini ve toplumsal konulara matematik bilgisiyle getirdiği çözüm ve açıklamaları anlatır. Atay, farklı bir bilim adamı portresi çizen Mustafa İnan’ın tek alanda uzmanlaşmaya karşı çıkan, günlük yaşam ile bilim adamlığınının bir bütün olduğunu vurgulayan fikirlerinden kitabın büyük çoğunluğunda bahseder. Okulumuzun kütüphanesine de ismini vermiş, Mustafa İnan’ın hayatının anlatıldığı bu roman, günümüzde özellikle mühendislik ve fen bilimleri alanlarında okuyan ve sosyal bilimlere ilgi duyan her öğrenci için bir başucu kitabı niteliğinde. Edebiyatımızdaki önemli biyografilerden biri olan ‘Bir Bilim Adamının Romanı: Mustafa İnan’ İletişim Kitabevi’nden çıkmış. Tarihimizle Yüzleşmek - Emre Kongar İTÜ'nün bu 3 okulu da gölgede bırakarak, oldukça mütevazı ve sessiz bir şekilde Türkiye'nin rotasını belirleyen devlet adamları yetiştirdiğini geçmişten bugüne biliyoruz ve görüyoruz’ diye konuştu. Üniversitelerdeki özgürlük ortamına da değinen Erdoğan, ‘Üniversiteler, her türlü siyasi müdahaleden, devletin, hükümetin müdahalesinden kesinlikle uzak olmalıdır. Üniversiteler olabildiğince bağımsız ve özerk bir işleyişe sahip olmalıdır’ dedi. TÖRENE ÖĞRENCİLER ALINMADI Öğrencilere kapalı olarak gerçekleştirilen tören, protestolara da sahne oldu. Her yıl açılış töreninde öğrencilerin bulunmasına özen gösteren İTÜ yöneti- mi bu yıl, yeni öğrencilere Rektör imzalı davetiyeler göndermesine ve web sitesinde duyurmasına karşın, ani bir kararla öğrencileri törene almadı. Bu uygulama öğrenciler tarafından tepkiyle karşılandı. Süleyman Demirel Kültür Merkezi yakınlarında toplanarak Başbakan’ı protesto eden gruplar polis müdahalesi ile karşılaştı. 18 öğrencinin gözaltına aldığındığı müdahale İTÜ kamuoyunda rahatsızlık yarattı. ESKİ REKTÖR SALONU TERKETTİ Törende bulunan eski İTÜ rektörü Prof. Dr. Faruk Karadoğan, İstiklal Marşı’nın ardından, yeni yönetimi ve törene başbakanın çağrılmasını, salondan ayrılarak protesto etti. İTÜ’lüler açılış törenini protesto etti 2008-2009 Akademik Yıl Açılış Töreni’ne katılan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı protesto eden öğrencilere polisin müdahale etmesini ve öğrencileri gözaltına almasını tepki ile karşılayan yaklaşık 250 öğrenci, 15 Eylül 2008 tarihinde ‘İTÜ Açılış Yürüyüşü’ düzenledi 17 Türkiye’de ki genel akademisyen profilinin aksine; gazeteci, yazar, TV yorumcusu ve sosyolog kimliklerini bir arada taşıyan Prof. Dr. Emre Kongar, bu kitabında tarihe ve gayri resmi tarihe göndermeler yaparak, Osmanlı ve Yakınçağ Türkiye Tarihi’nin dönüm noktalarına farklı yorumlar getiriyor. Kitaba ‘İnsanlar Tarihe Neden Yanlış Bakar’ konusuyla başlayan Kongar, devletlerin ve ideolojilerin tarihe bakışlarındaki eksiklerini ve hatalarını bir bir özetliyor ve Türkler isteyerek mi Müslüman oldular? , Osmanlı İmparatorluğu Müslüman olduğu için mi çöktü? ,Vahdettin ‘hain’ miydi?, Atatürk niçin yalnız bir liderdi?,Menderes bir ‘Demokrasi Şehidi’ midir? gibi can alıcı sorulara gayet net bir üslupla,güvenilir kaynaklara dayanarak yanıt veriyor. 2007 yılının en çok okunan kitaplarından biri olan Tarihimizle Yüzleşmek, Remzi Kitabevi’nden çıkmış. Deliliğe Övgü - Erasmus ‘Hakkımda ne derlerse desinler, (Zira deliliğin en deli olanlar tarafından bile her gün ayaklar altına alındığını bilmez değilim) tanrısal tesirlerimle tanrılar ve insanlar üzerine sevinç saçan gene ben, yalnız benim; öyle ya bu: Deliliğe Övgü’. Deliliğe Övgü’nün Kabalcı Yayınları’ndan çıkan baskısının kapağında bu etkileyici ve düşündürücü sözler yazılı. Rönesans ile birlikte ortaya çıkan Hümanizm akımının yaratıcısı ve en büyük temsilcisi olarak kabul edilen Desiderius Erasmus’un Rönesans Edebiyatı’nın başyapıtlarından biri olarak kabul edinilen, en önemli eseri Deliliğe Övgü, taşıdığı evrensel ve insani değerleri sayesinde günümüze kadar canlılığını ve güncelliğini yitirmemiştir. Erasmus Deliliğe Övgü’de çağının dini kurumlarını kıyasıya eleştirerek, bağnazlığa karşı açıkça tavır alır. Diğer yandan toplumsal yargıların değiştirmenin, diğerlerinden farklı düşünebilmenin ancak delilik ile mümkün olacağını savunur. Kitap, çevresindeki basit insanlardan ve seviyesiz olaylardan sıkılan okuyucular için nefes alabilmek ve kendine gelmek için önemli bir kaynak niteliğinde. Sermaye Birikirken Osmanlı, Türkiye, Dünya - Oya Köymen Türkiye’nin önemli ekonomi tarihi profesörlerinden Oya Köymen, bu kitabında Dünya’nın, Osmanlı’nın ve Türkiye’nin ekonomik seyirlerini politika, sosyoloji ve tarihle harmanlayarak paranın dünya tarihinde oynadığı büyük role dikkat çekiyor. Kitabı 4 ana bölüme ayıran yazar, ilk bölümde Sanayi Devrimi’nden itibaren ortaya çıkan ve ekonomik krizlerle revize edilen tüm iktisat akımlarını değerlendiriyor ve bu bölümde liberal ve Keynes’çi iktisadın temel felsefesini okuyucuya kendi yorumlarıyla sunuyor. İkinci bölümde ise Osmanlı Ekonomisi’ni politik ve sınıfsal açılımlarıyla inceleyen Oya Köymen, üçüncü bölümde ise günümüz Türkiye Ekonomisi’ni ‘Kırılmaların Altındaki Süreklilik’ başlığı altında, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül Askeri Darbeleri paralelinde anlatıyor. Son bölümde ise yazar Dünya Ekonomisi’ni İngiliz ve Amerikan Hegemonyası bağlamında inceleyerek küresel ekonomi ve kalkınma sorunlarına farklı açılımlar getiriyor. Kitap sade ve anlaşılabilir diliyle paranın tarihini ve yüzyıllar boyunca etkisini merak eden okuyucular için önemli bir kaynak niteliği taşıyor. “Sermaye Birikirken Osmanlı, Türkiye ve Dünya” Yordam Kitap’ın yayınları arasında. 16 arıYORUM arıYORUM Kasım 2008 Kasım 2008 Kaderine terk edilmiş şehir GAZİANTEP Kurtuluş Savaşı’nda 6317 şehit vererek 11 ay hiç yardım almadan direnen ‘gazi şehir’; şüphesiz Mustafa Kemal gibi düşünmüş, onun gibi hissetmiştir. Her bir Antepli direnirken onun gibi şunu geçirmiştir içinden: ‘Canını kurtarayım derken, vatanını kaybedersin…‘ Bu şehir Fransız mandasını kabul etmedi! Bu şehir bayrağını yere indirtmedi ve bu şehir Fransızlara karşı ilk şehidini 12 yaşındaki ‘Kamil’ le verdi. Fransızların, tanklarıyla yakıp yıktığı bu şehir nasıl oluyordu da silahı, askeri yokken böyle direnebiliyordu? Antepliler, meclisten defalarca yardım isterken şehrin durumunu şöyle dile getiriyorlardı: ‘Bugün Antep’te cami ve okul değil, baş sokacak küçücük bir kulübeye bile zor rastlanır. Bu faciaya sebep bizim Fransız mandasını kabul etmeyişimizmiş!’ Fransızlar gün geçtikçe saldırıların şiddetini artırırken Antep, Şahin Bey’ini, Karayılan’ını ve nicelerini şehit vermektedir. Onlar ise bu direnişi şehir halkının yapabileceğine inanmamakta ve şehri alamamanın şaşkınlığı içindedirler. ‘Eğer teslim olmazsanız canlı bir tek insan ve memlekette taş taş üstünde kalmayacaktır.’ diyerek kaleye teslim bayrağı çekilmesini isterler. Halk ise sonuna kadar savaş kararı alarak kaleye büyük bir Türk bayrağı çeker ve şöyle cevap verir: ‘Antep’te canlı bir tek insan ve memlekette taş taş üstünde kaldıkça memlekete Fransız askeri girmeyecektir!’ Direniş şaşkınlık ve hayranlıkla karşılanırken ‘gazi şehir’ yine hiçbir yardım isteğine olumlu yanıt alamamakta ve kaderine terk edilmektedir. Bir tek neferi bile kalmayan halk, teslime karşı direnişini şöyle dile getirir: “Antep’i kurtarmaya gelmeyecekseniz bari biz de şehri yakalım. Kefenlerimizi boyunlarımıza asıp ölümü selamlamaya koşacağız!” Şehrin teslim olmadığı her gün Fransızlar saldırıyı daha da şiddetlendiriyor ve gerçekten de memlekette taş taş üstünde bırakmıyorlardı. ‘Gazi şehir’ ise artık sadece düşman askerleriyle savaşmıyordu. Yaşanan zorlukları bir doktor şöyle anlatır: ‘Tentürdiyot, gazlı bez dahi bitmiştir. Yaralıların kollarını, bacaklarını keserken onları bayıltamıyorduk…‘ Elbette zorluklar bununla da sınırlı değildi. Artık halk en büyük savaşını açlığa karşı veriyordu. İnsanlar sadece direnişte değil, hastalık ve açlıktan hayatlarını kaybediyorlardı. Zerdali çekirdeğinden ekmek yapıyorlardı. Açlıktan ölmeyenlerse bu çekirdekteki oksisiyanürden bir bir can veriyordu. ‘10 aylık fedakarlığın sonu açlıktan ölüm müdür?’ diye haykıran halk, ‘Açlık Beyannamesi’ yayınlamıştı. Meclisin ise buna karşı yapabileceği tek şey manevi destekti ve 8 Şubat 1921’de Antep’e ‘Gazi’ ünvanı verildi.. ‘ ürküm diyen her şehir, her kasaba ve en küçük Türk köyü Gazianteplileri kahramanlık misali olarak alabilirler. T Mustafa Kemal Atatürk Mustafa Kemal Atatürk de kendi gibi ‘gazi’ olan bu şehrin önemini ve Kurtuluş Savaşı’ndaki asil direnişini sürekli vurgulamıştır. Bunun bir sonucudur ki Gazi şehrin hemşehriliğini kabul etmiş ve nüfusunu Gaziantep’e aldırtmıştır. Belki de bakırcıları sabırla işlerken sanatlarını; Gaziantep’in tarihini, kahramanlığını işlemektedirler. Onlar bakırlarını her bir darbeyle şekillendirirken belki de Gazi şehrin tarihini bir kez daha ölümsüzleştirdiklerinden bu kadar özellerdir. İstanbul Teknik Üniversitesi’nin güneş enerjisi ile ilgili çalışmalar yapan öğrencileri, uzun yıllardır büyük başarılar gösteriyorlar. Geçen yıllarda olduğu gibi bu yıl da İTÜ’nün güneş arabaları şampiyon olurken İTÜ’nün güneş teknesi Muavenet ise geçen yılki dünya üçüncülüğünü bu yıl dünya ikinciliğine yükseltti Burak Avcı MUAVENET DÜNYA İKİNCİSİ ARIBALAR YİNE YENİDEN ARIBA ŞAMPİYON TÜ Güneş Teknesi Takımı 'Nusrat' adlı teknesiyle geçen yıl aldığı dünya 3.lüğünden sonra bu yıl da 'Muavenet' adlı teknesiyle 'Solar Splash 2008 - Güneş Tekneleri Yarışması Dünya Şampiyonası'nda dünya 2.si oldu. 18-22 Haziran 2008 tarihlerinde ABD'nin Arkansas eyaletinde düzenlenen yarışmada İTÜ ekibi geçen yılki derecesini geliştirmenin yanısıra 'Genel Toplamda Dünya İkinciliği', 'Manevra Etabı Birinciliği', 'Sürat Etabı İkinciliği', 'Ekonomik Sürat Etabı Üçüncülüğü', 'Yeterlilik Etabı İkinciliği', 'Görsel Sunum İkinciliği', 'En İyi Sistem Tasarımı', 'En Gelişmiş Takım Ödülü', 'En İyi Tasarım Ödülü' ve 'Ticari Uygulamaya En Uyumlu Tekne Ödülü' dereceleri ile 10 dalda ödül toplayarak geçen yıl 6 olan ödül sayısını da arttırmış oldu. Adını 1993 yılında bir tatbikat sırasında ABD tarafından batırılan fırkateyn- T İ ‘Bu kaçıncı kurşun, bu kaçıncı bismillah? Bu kaçıncı ölüm? Bir türkü söylenir siperlerde her sabah Vurun Antepliler namus günüdür!’ Artık şehirde eli silah tutan bir tek kişi bile kalmamıştır. Tek çare olarak teslimi kabul eden gazi şehri yıkan ne Fransızların tehditleri ne de tankları olmuştur. Onları ezen tek şey ‘açlık’ olmuştur. Teslim haberine Fransızlar inanmaz ve kaleye beyaz teslim bayrağının çekilmesini isterler. Halk hala Türk bayrağının inmesini reddeder. Evlerden teslim bayrağı için beyaz bez parçası isteyenler geri çevrilir. En sonunda hastaneden bir kefen parçası alınır ve dalgalanan Türk bayrağının yanına bir de ‘kefen bayrağı’ çekilir. Onlar, teslim olurken bile kefenlerini dalgalandırmışlardır göklere… Sonuçta yine Fransızlar şehri alamamış, imzalanan Ankara Antlaşması’yla şehri terk etmek zorunda kalmışlardır. ‘Gazi şehir’ her zamanki gibi yine Türk’tür, yine özgürdür ve o kalede artık sadece Türk bayrağı dalgalanacaktır; kefen bayrağı değil. Gaziantep’i özel kılan şüphesiz Kurtuluş Savaşı’ndaki bu inanılmaz direnişidir. Gaziantep’te yemeklerin tadı farklıdır; şehir bir başkadır. Bakırcısı, yemenicisi, sedefçisi, kutnu dokumacısıyla sanatı özeldir; çünkü toprağı bir başka kokar, toprağı kahramanlık kokar. İTÜ, güneşte şampiyon ‘ T. Oya Ekmekçi den alan teknenin yaratıcısı 'İTÜ Güneş Teknesi Takımı'nın liderliğini Gemi İnşaatı ve Deniz Bilimleri Fakültesi'nden Münir Cansın Özden yapmakta olup, takım Ersin Demir, Berkin Kılıç, Tuğrul Yıldırım, Metin Aksu, İrfan Kaya, Enishan Özcan, Hüseyin Turhan, Emrah Adamey, Efe Koçtürk ve İbrahim Albayrak'tan oluşmaktadır. ÜBİTAK tarafından 26-31 Ağustos 2008 tarihleri arasında bu yıl 4.sü düzenlenen 'Formula-G Güneş Arabaları Yarışı'nda İTÜ ekibi geçtiğimiz iki yılda olduğu gibi yine 1. ve 2. oldu. İzmir Pınarbaşı Pisti'ndeki yarışa İTÜ Güneş Arabası Ekibi ARIBA2 ve İTÜRA isimli araçlarla katıldı. Böylece 2006 yılında ARIBA ve ARIBA2 ile 2007 yılında ARIBA2 ve İTÜRA ile elde edilen başarılara bu yıl bir yenisi eklenmiş oldu. Bu başarının yanında geçen yıl da kazanılan 'Özgün Tasarım Ödülü' de İTÜ ekibinin oldu. Geçtiğimiz 3 yılda topladığı 13 ödülle kırılması zor bir rekora imza atan İTÜ Güneş Arabası Ekibi 2009 Nihat Berker’e prestijli ödül Bana bir şehir söyleyin, adına türküler yakılan Bana bir şehir söyleyin, yakılan her türküyle yürekleri dağlayan Bana bir şehir söyleyin, varla yok arasında kalan Ve bana bir şehir söyleyin, varlığını cihana haykıran… Burası Antep! On iki yaşın çocukça bakışlarında haykıran Kamil’in, Kilis yollarında bayraklaşan Şahin’in, Maraş yollarını Fransız’a dar eden Karayılan’ın şehri. Burası kendi kaderine terk edilen, Batı’nın teknolojisine, acımasız saldırılarına, imanıyla, Türklük gurur ve şuuruyla karşılık veren yiğitlerin şehri… Burası Gazi şehir… Burası Gaziantep… 5 İTÜ Fen Edebiyat Fakültesi Eski Dekanı, Koç Üniversitesi Fen ve İnsani Bilimler Fakültesi Fizik Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet Nihat Berker, bilime yaptığı katkılardan ötürü Almanya’ın en önemli bilim ödüllerinden “Humboldt Bilim Ödülü” ne layık görüldü. Ödülünü Berlin’deki Bellevue Sarayı’nda, Almanya Cumhurbaşkanı Horst Köller’in de katıldığı bir törenle alan Berker’e bu ödül; temel bilimsel buluşları, geliştirdiği yeni teoriler ve kendi alanında olduğu gibi kendi bilimsel alanının ötesinde önemli etkileri olan katkılardan ötürü verildi. Nihat Berker, bu ödüle layık görülen ilk Türk bilim adamı oldu. Faz geşişleri ve çokkritik sistemler, yüzey sistemleri, sıvı kristaller, manyetik ve camsı sistemler, süperakışkanlık ve süperiletkenlik, ölçeksiz ve küçük dünya ağları konusunda yaptığı çalışmalarla dünya çapında tanınan Berker, uzun yıllar Massachusetts Institute of Technology (MIT) ‘de öğretim üyeliği yaptıktan sonra, Türkiye’ye dönerek İTÜ Fen Edebiyat Fakültesi’nde çalışmalarına devam etti. Şu an araştırmalarına Koç Üniversitesi’nde devam ediyor. yılında Avustralya'da düzenlenecek World Solar Challenge 2009'a katılmak amacıyla 4.nesil aracın çalışmalarına halen devam etmekte. Ekibin proje sorumlusu Burak Aliefendioğlu yeni araç için gereken 350 bin YTL'ye daha önce kazanılan ödüller ve sponsorlarla ulaşmaya çalıştıklarını ifade etti. Zekai Şen’e Nobel teşekkürü İTÜ İnşaat Fakültesi Hidrolik Anabilim Dalı öğretim üyelerinden Prof. Dr. Zekai Şen’e, çalışmalarına katkıda bulunduğu Intergovernmental Panel on Climate Change’in (IPCC) Nobel Barış Ödülü almasından dolayı bir teşekkür belgesi gönderildi. İklim değişikliği konusunda, gündem yaratan çalışmalara imza atan IPCC’in tek Türk üyesi olan Şen, su konusunda yaptığı çalışmalar ile tanınıyor. TÜBİTAK’tan 2 teşvik ödülü TÜBİTAK tarafından, bilimsel araştırmalarıyla bilime gelecekte evrensel düzeyde katkılarda bulunabilecek potansiyele sahip olduğunu kanıtlamış genç araştırmacılara verilen TÜBİTAK Teşvik Ödülleri’nin ikisi bu yıl İTÜ’lü öğretim üyeleri Çevre Mühendisliği Bölümü’nden Doç. Dr. İsmail Koyuncu ile Fizik Bölümü’nden Doç. Dr. Cemsinan Deliduman’a verildi. 6 arıYORUM arıYORUM Kasım 2008 Kasım 2008 İstanbul’da yarı zamanlı iş olanakları hem çalış hem oku M. Can İban epimizin bildiği gibi, üniversite eğitimimiz esnasında ailemize ekonomik olarak çok fazla yük olmak istemeyiz. Bu yüzden yarı zamanlı olarak, derslerimizi aksatmayacak şekilde birer iş bulmaya çalışırız. İşte İTÜ öğrencisinin rahatlıkla altından kalkabileceği ve iş tecrübesi kazanabileceği birkaç iş olanağı… H 1. Sivil Toplum Kuruluşu Temsilciliği: Özellikle Beşiktaş, Taksim ve Kadıköy gibi merkezi semtlerde, kuruluşların kendini tanıtmak, maddi ve manevi destek kazanmak amacıyla yaptığı çalışmalarda bulunabilirsiniz. Bu kuruluşlara örnek olarak Greenpeace ve Dünya Af Örgütü verilebilir. Açık havada çalışmaya müsait bir durumunuzun olması ve iletişim kurmada yetenekli olmanız 2. Gizli müşterilik: Genellikle isim hakkı ve dağıtıcılık gibi yönelimleri olan firmaların, ilişkili olduğu firmaları denetlemek amacıyla kullandığı yöntemlerden biridir. İnsan kaynakları sitelerinde arama motorları yardımıyla bulabilirsiniz. İş için; detaycı, gözlemci ve sorumluluklarına düşkün biri olmanız yeterli görülüyor. Artısı: Üniforma ve mekân sıkıntısı olmadan çalışmak Eksisi: Çok fazla kuşkucu olma zorunluluğu 4. Sinema gişeleri ve fuaye elemanı: Genellikle sinemaların yoğun bir biçimde tercih ettiği elemanlar öğrencilerden oluşmaktadır. Sinemalarda seans başlangıçlarında müşteriyi karşılayabilecek ve gişelerde onlara bilet kesebilecek elemanlar sürekli olarak aranmaktadır. Artısı: Filmleri ücretsiz izleye- La Stanza del Figlio Burak Durukan bilmek Eksisi: Üniforma ve karanlık bir mekânda çalışmak 5. Çağrı merkezi elemanı: Firmaların çağrı merkezi bölümlerinde (Telefon, internet gibi) çalışabilecek elemanlar da yarı zamanlı olarak çalışabilmektedir. Ses tonunuzun ve diksiyonunuzun iyi olması, bilgisayar kullanmayı bilmeniz firmalar için yeterlidir. Artısı: Müşterilerle yüz yüze ilgilenme baskısının olmaması Eksisi: Telefonda sürekli konuşmak 6. Kasiyerlik: Alışveriş merkezlerinde yarı zamanlı olarak çalışmak isterseniz ve de güler yüzlü biriyseniz alışveriş merkezlerinin internet sitelerini takip etmenizde fayda var. Artısı: Sorumluluk bilinci kazandırması Eksisi: Sürekli oturarak çalışmak ve hızlı olma zorunluluğu 7. Dershanelerde Etüt Öğretmenliği: ÖSS veya OKS bilgileriniz hala taze ise İTÜ 4. Levent İETT seferleri başladı Havuz ücretlerine yüzde 200 zam eçtiğimiz dönemde başlatılan fakat yolcu azlığı sebebiyle iptal edilen İTÜ Ayazağa Yerleşkesi- 4. Levent Metro hattındaki otobüs seferleri 22 Eylül itibariyle yeniden başladı. 08.00, 09.00, 16.00 ve 17.00 saatlerinde 4. Levent durağından kalkacak olan otobüsler, 08.30, 09.30, 16.30 ve 17.30 saatlerinde İTÜ Ayazağa Yerleşkesi içerisinden 4. Levent’e doğru hareket edecektir. eçtiğimiz yıl hizmete giren İTÜ Kapalı Yüzme Havuzu ücretlerine 2008-2009 akademik yılından itibaren geçerli olmak üzere zam yapıldı. İTÜ Öğrencileri için seans ücreti 1 YTL'den 3 YTL'ye çıkarıldı. Bu zamla birlikte havuz kullanımı için abonelik sistemine de geçilirken öğrenciler için abonelik ücretleri 1 ay için 30 YTL, 3 ay için 90 YTL, 6 ay için 150 YTL olarak belirlendi. Bakımı tamamlanan olimpik yüzme havuzu 22 Eylül 2008 itibarı ile yeni kullanım ücretleri ile hizmete açıldı. G G Yerleşkede internet artık daha hızlı ektörlük tarafından başlatılan "Kampüslerimizin İnternet Altyapısının İyileştirilmesi" çalışmalarının ilk aşamasında üniversitemizin internet bant genişliği artırıldı ve mevcut internet çıkış kapasitesi 200 Mbps'den 400 Mbps’e yükseltildi. R Kahve tadında, hüzünlü bir film izlemek isteyenlere: Oğul Odası yeterli görülmektedir. Artısı: Açık havada bir takımla çalışmak Eksisi: Çok seri bir biçimde konuşma zorunluluğunun bulunması 3. Host-Hostes: Tanıtımlarda, açılışlarda, kongrelerde, havalimanlarında ve alışveriş merkezlerinde tanıtım veya karşılama gibi görevlerde çalışılabilecek bir iştir. Bu tür hizmetleri firmalara, ajanslar sağlar ve ajanslara başvurmanız çalışmaya başlamanız için yeterlidir. Fiziksel görünümünüz çok büyük bir önem taşımamaktadır. Kendine bu konuda güvenen herkes katılabilir. Artısı: Her işinizde farklı görevlerde olma Eksisi: Saatlerce ayakta durmak ya da gün boyunca tek bir mekânda çalışmak 15 ve ders anlatabilme yeteneğine sahipseniz birkaç dershane dolaşmanızda fayda var. Dershanelerde öğrencilerin anlamadıkları konuları tekrarlamanızı ve çözemedikleri sorularda onlara yardımcı olmanızı bekleyeceklerdir. Artısı: Öğrencilerin başarısı için uğraşmak ve özgüven kazanımı Eksisi: Yaş grubu küçük olan öğrencilerde disiplin sağlamaya çalışmanın zorluluğu, ayakta durmak Aynı zamanda İTÜ’de de öğrencilerin çalışabilecekleri birimler bulunmaktadır. Kantinlerde, Öğrenci Danışma Merkezi’nde, Sosyal Kültürel Merkez’de, Avrupa Birliği-Erasmus Merkezi’nde, Bilgi-İşlem Daire Başkanlığı’nda (Elektrik Elektronik Fakültesi ve Matematik Mühendisliği öğrencileri için), Kütüphanelerde, Laboratuarlarda, İnsan Kaynakları Merkezi’nde ve güvenlik birimlerinde çalışmanız için ilgili birimlere başvurmanız yeterlidir. Kısaca söylemek gerekirse aileden birisinin kaybını anlatan bir film, Oğul Odası. Ancak o kadar basit değil. Kısa bir cümleyle, ya da birkaç cümleyle özet geçmek filmin derinliğine karşı yapılan büyük bir ayıp olur. Bir kaybı; öncesiyle, sonrasıyla, yoğun ve belki de rastlantısal duygularla anlatan bir film. İtiraf etmek gerekirse, filmin konusunu bilip de olaylara geçilmesini sabırsızlıkla görmek isteyenler için ilk dakikalar sıkıcı gelebilir. Hatta ‘Bu sahnenin konuyla ne ilgisi olabilir ki?’ denilen sahneler bile düşünülebilir. Lâkin ailenin oğlu Andrea’nın ölümüyle film kırılır ve filmin daha uzun süren diğer bölümünde taşlar tam anlamıyla yerine oturur. Böylece filmin bir bütün halinde değerlendirilmesi gerekliliği de vurgulanmış olur. İlk sahnede Andrea’nın babası Giovanni’nin kasabanın kıyısında ve sokaklarında koşmaktadır. Sonrasında da bir telefonla çağırılır. Gittiği yer oğlunun okuludur ve görüştüğü kişi de oğlunun müdürü. Çalınan bir fosil için Andrea ve bir arkadaşından şüphelendiklerini söyler. Odadan çıkıldığında yoğun bir güven duygusu işlenmektedir. Anne Paola’nın oğluna olan tam güveni, kardeş Irene’nin kardeşine olan inancına rağmen Giovanni’nin engel olmaya çalıştığı kuşkuları. Giovanni çok geçmeden oğlunun odasında alır soluğu. Kuşkularına yenik düşmekten son anda kurtulmuş, oğlunun eşyalarını kurcalamaktan vazgeçmiştir. İşin iç yüzünde ise Andrea’nın iç hesaplaşması ve gerçekleri söylediğinde babasına vermesi gerekecek hesabı vardır. Masumane bir şaka istemediği gibi sonuçlanmış ve fosil artık tek parça değildir. Paola, oğluna destek olmuştur. Peki ya Giovanni de aynı şeyleri hissettirecek midir? Andrea bunun böyle olmayacağını düşünmüştür. Belki de annesinden yardım istemektedir… Birlikte yapılan bir sabah kahvaltısında pazar gününün birlikte geçirilmesi planlanmıştır. Öyle ki, arkadaşlarına söz veren Andrea da hayır diyememiştir. Gelen telefonsa Giovanni’yi çağırmaktadır. Küçük sayılabilecek bir kasabanın sayılı psikanalistlerinden biri olan Giovanni mesleğine ve hastalarına olan saygısından dolayı üzülerek de olsa gitmeye karar verir. Bunun üzerine bütün aile üyelerinin planları değişir ve dağılırlar. Minik bir gerilim tırmanır. Giovanni araba kullanırken uyarı mahiyetinde korna çalan bir kamyonet, hırsız bir gencin Paola’ya çarpması, Irene’nin motosiklet üzerindeki şakaları… Yoksa 3 arkadaşıyla dalmaya giden Andrea, kurban mıdır, Aile bireyleri arasından tanrının tesadüf eseri seçtiği? Aile bireylerinin üzüntüsü onulmaz olsa da yaşamlarına devam etmek zorundadırlar. Olaylar kambur üstüne kambur şeklinde mi üstlerine gelmektedir, yoksa benzerleri sürekli yaşanmaktadır da aileden birinin ölümü üzerine mi daha fazla göze batmaktadırlar? Belki de birer rastlantıdan ibarettirler?... Her ne kadar birbirlerine bağlı aile bireyleri olsalar da ayrı vakit geçirmek isterler. Belki de Andrea’yı başka birisinin hatırlatmasını istemediklerindendir… Giovanni, hastasını suçlamakla kendini suçlamak arasında bir yerdedir. Hastalarını eskisi kadar anlayamamakta, onlara eskisi kadar yardımcı olamadığını düşündüğünden bir sürelik de olsa çalışmama kararı alır. Oğlunun yaşantısını biraz daha tanımak ister. Paola’nın posta kutusunda rastladığı mektupsa olaylara yeni bir yön verecektir. Zira, Andrea’nın sağlığında bilinmeyen kız arkadaşından gelmektedir. Bu durum Paola’yı heyecanlandır, kız ile tanışmak ister. Mektuba bir türlü cevap yazamayan kocasını daha fazla beklemek istemeyerek Arianna’yı arar. Arianna’nın sürprizi ise daha şaşırtıcıdır. Aramaları sonuç vermediğinden Andrea’nın evine çıkagelir. Gitmek istediğinde ise bir erkek arkadaşıyla otostop yaparak Fransa’ya gitmek istediğini söylemek zorunda kalır. Bunun üzerine daha öncesinde kimsenin bilmediği Fransa sahillerinde bitecek bir yolculuk başlamıştır. Sahilde farklı adımlar atan aile bireyleri eskisi gibi kucaklaşmaya bir adım daha yaklaşmışlardır. Filme genel olarak bakmak gerekirse -ki gerekir- Giovanni endişeli ve takıntılı hastalarına nazaran yapısı gereği hep sakin gözüküyor. Bunun içindir ki o çok sevdiği ve daha önce yapıştırmış olduğu çaydanlığı kırdığında ya da yemekleri ateşte unuttuğunda duygu yoğunlaşmaları yaşadığını rahatlıkla anlayabiliyoruz. Bir diğer genel özellikse aile bireylerinin sporla yakından ilgilenmeleri. Andrea, Giovanni’ye göre kazanma azmi olmasa da iyi bir tenis oyuncusu ve amatör bir dalgıçtır. Irene ise okulunun basket takımının önemli bir oyuncusu. Giovanni, Paola gibi çocuklarının müsabakalarını kaçırmamakta, düzenli koşarak hayatını sürdürmektedir. İş yerinde farklı spor ayakkabılarıyla dolu bir dolap gerektiğinde hastalarına sergilenmek üzere durmaktadır. Karelerin ve kişilerin unutulmaya yüz tuttukları bir anda tekrar karşımıza çıkmasıysa kurgunun ne kadar başarılı olduğunun kanıtı olsa gerek. Giovanni’nin hastaları ise film içerisinde bunun en klasik örnekleri. Benzer şekilde dikkatli seyirciyi filmin daha çok içine çekecek kesişmeler de mevcut. Andrea’nın son gün giydiği kırmızı polar kıyafeti dolapta daha bir dikkat çekebiliyor. Ya da Irene ceket seçerken sohbette geçen yeşil rengini ve Andrea’nın odasının şeklini Arianna’nın getirdiği resimlerde görmek mümkün. Kırılma noktasının öncesindeki ve sonrasındaki davranışlarsa değişen ruh hallerini en iyi şekilde yansıtıyor. Karıkocanın ayrı yattıklarını gördüğümüzde öncesinde izlemiş olduğumuz sevişme sahnesinin gereğini daha anlaşılıyor. Masalarsa filmde önemli bir yere sahip. Resimde de gördüğümüz Andrea’nın odasındaki masası, Paola’nın çalışma masası, Giovanni’nin iş yerindeki masalar, okul müdürünün masası… Ve en önemlisi birlikteliği ve bağlılığı temsil eden yemek masası… Filmi diğerlerinden ayıran yanlarsa fazlasıyla mevcut. Baba ne kadar işine bağlı da olsa tam anlamıyla bir “işkolik” denilemez. Ailesiyle ilgileniyor, onlarla az ya da çok vakit geçiriyor ve bunun bilincinde. Doğallığı ile ünlenen bir sahne de kilisede geçiyor. Filmin sonuna doğru da o unutulmaz aşk klasiklerinden birisinin olmadığını görüyoruz. İzleyicinse cevap vermeye çekineceği, filminse cevap vermediği hatta cevap vermek istemediği bir soru da karakterlerden hangisinin daha fazla etkilendiği. Tabutun kapağını kaldırtıp son bir defa kardeşinin cansız bedenine bakan Irene mi, oğlunun elbiselerinde gözyaşlarını tutamayan Paola mı yoksa olması gereken olayları düşünen Giovanni mi?... Filmin yönetmeni, Nanni Moretti. Başka bir deyişle Giovanni rolünde oynayan “aktör”. Moretti’nin yönetmenliğinin de filmin senaryosu kadar harikulade olduğu bu filmde Moretti’nin oyunculuğu için aynı şey söylenemez. Bir İtalyan filmi… Dili de doğal olarak baştan sona İtalyanca. Filmin tam anlamıyla anlayabilmek için İtalyanca gerekli denilebilir. Zira Palermo Film’in dağıtımını yaptığı DVD’de Türkçe altyazı ile dublajın bazı sahnelerde birbirinden tamamen ayrıldı bir gerçek. İtalyanca bilmeyen birisi için hangisinin doğru olduğuna karar vermek imkânsız olsa da altyazının doğruya daha yakın olduğu söylenebilir. Anlatmakla bitmeyecek bu filmin izlenmeye değer olduğu ise su götürmez bir gerçek… Hepinize iyi seyirler! 14 arıYORUM arıYORUM Kasım 2008 Kasım 2008 Sinemayı yeniden tanımlayan yönetmen Michael Haneke Emir Özbaşı Michael Haneke, sinemasını yaşadığımız çağın sürekli görüntülerle uyarılan modern insanlarını uyandırmak üzerine kurmuş bir yönetmen. Günümüz insanının başkalarına ve kendine olan güvenini kaybetmiş, yalnız, huzursuz ve kayıtsız yapısı Haneke’nin filmlerinde çoğu izleyiciyi rahatsız edecek karakterler olarak karşımıza çıkıyor. İntihar etmek ya da yaşamak arasında bir ayrım yapmaya gerek duymayan, nedenini bilmeden kayıtsızca insanları öldürebilen, rastgele girdikleri bir evdeki insanlara nedensiz işkence yapan, hayatında kimseyi mutlu edememiş insanlara fütursuzca bağlanan, entelektüel görünümlerinin yanında altsınıftaki insanların hayatlarının mahvoluşunun etkileri kendi dünyalarına taştığında, verdikleri tek tepki uymak olan karakterler onunki. Bu karakterlerin rahatsız edici eylemlerini yönlendiren başlıca sebep de insanların günümuzde sıklıkla yaşadıkları sıkışmışlık ve anlamsızlık hissi. Örneğin Haneke’nin ülkemizde vizyon sansı bulabilen son filmi “Saklı” da (Cache,2005) Majid karakteri yasamak zorunda bırakıldığı alt standartlı hayatta kendini ancak ona bu hayata mahkûm eden adam karşısında boğazını keserek ifade edebiliyordu. Alt sınıf üst sınıf çatışmasını inceleyen diğer bir Haneke filmi olan ”Bilinmeyen Kod”(Code Inconnu,2000) yaşadığımız çağda farklı kültürlere sahip insanların birbirleriyle ve diğer kültürden insanlarla olan iletişim çabalarını kilitleri açılamayan kapılara benzeterek insanların anlaşmalarını sağlayabilecek kodu bilinmezleştiriyordu. Her karekteri huzursuz ve sorunlu, haklının ve haksızın sorgulanmasını toptan bir güvensizlik hissine kurban eden, alt sınıftaki şefkate muhtaç insanların üst sınıftakilerle iletişimini açık açık sıfırlayan yapısıyla Bilinmeyen Kod aslında günümüz dünyasının katıksız bir portresi gibi. Ancak Haneke’nin günümüz insanının yüzüne attığı tokatlar sadece bunlardan ibaret de değil. Az ya da çok, aslında hepimiz görüntülerin ve baskının kafeslediği bir dünyada yaşıyoruz artık. Sanki insanların tutkularını meta haline getirmek için ya da daha doğrusu insanlara önce neleri arzulaması gerektiğini öğretip, öğretilen şeyleri meta haline getirmek için hazırlanan binlerce yıllık ‘insanın kullanılma kılavuzu’nun artık “Teşekkürler: aydınlanma felsefesi, modernite, reklamcılık, güvenlik kameraları ve tüm medya aletleri. Çok çok özel teşekkür: SİNEMA. İyi ki varsın! “kısmı da tamamlandı. Haneke görüntülerin insanları bu kadar etkisi altına aldığı bir çağda insanları gördüklerini (örneğin televizyonda her gün izlediğimiz haber bültenleri ya da en saf haliyle sinema filmleri) sorgulamaya çağırmak için filmlerine ‘izlediğiniz şeyin bir film olduğunun farkına varın’ anları koyuyor. Bu Haneke’nin hemen hemen bütün filmlerinde gördüğümüz bir yapı. Örneğin sinema perdesinde kendimizi gerçek olduğuna inanmaya hazırladığımız görüntüler bir anda filmin karakterleri tarafından izlenen görüntülere dönüşerek bizim kabul ettiğimiz gerçeğin aslında birilerinin ‘kurmacası’ olabileceği deneyimlendirilmiş oluyor. Bizim gördüklerimizin gerçekler değil bize söylenenler olduğunu anlatmaya çalışan Haneke filmlerindeki bu anlayışıyla, sinemayı da insanları kandırabilen medya araçlarıyla aynı kefeye koyup, öykü anlatma sinemasını yıkarak insanları rahatsız ederek uyandırabilecek yeni bir sinema kuruyor. Yani Michael Haneke kendisine verilen “sinemayı yeniden tanımlayan yönetmen” sıfatını sonuna kadar hak ediyor. KAPANAN KAPILAR ÜZERİNE Bu yazının konusu olan Piyanist(La Pianiste,2001) günümüz toplumuna getirdiği eleştiriyle ve yine seyirciyi uyandırmaya çalışan yapısıyla tanıdığımız Haneke sinemasının, en iz bırakıcı filmlerinden. Piyanist, Viyana konservatuarında profesör olan orta yaşlardaki Erika Kohut(üstün performansıyla Isabelle Huppert) ile öğrencisi Walter Klemmer’in(Benoit Magimel) yasadıkları ilişkiyi anlatıyor. Erika, dışarıdan bakıldığında herkesin saygı duyacağı bir mesleği olan, üst sınıftan insanların burjuva zevklerine katılan ve ilkelerinden asla taviz vermezmiş gibi görünen bir modern insan. Ama gerçekte, hala annesinin baskısından kurtulamamış, dış dünyasına yansıtamadığı duyguları yüzünden delirme noktasına gelmiş, askı ve cinselliği hiç tatmamış bir karakter. Erika konservatuardaki odasında bir tanrı gibi her şeye hakim, güvenli olsa da dış dünyada bir o kadar kırılgan ve ilgiye muhtaç. Walter, Erika’nın amcasının evinde verdiği resitaldeki performansından çok etkileniyor ve ona daha yakın olabilmek için mühendislik eğitimini bırakıp konservatuara girmeye karar veriyor. Burası filmin kırılma anlarından çünkü Erika artık hayatını herkesten sakladığı gibi – provalar sonrası seks dükkânlarında filmler izleyerek ya da sevişen çiftleri gözetlemekten haz alarak- devam ettiremeyecek. Bunu içgüdüsel olarak sezdiği için Walter’ın konservatuara girmesini ve kendine yaklaşma çabalarını başlarda elinden geldiği kadar zorlaştırıyor. Sonunda Walter yeteneği ve özgüveni sayesinde konservatuara girmeyi ve Erika’nın film boyunca seyircinin yüzüne kapattığı kapılardan geçmeyi başarıyor. Haneke filmin bu bölümünde katı konservatuar eğitiminin altında saf akılcılığa dayalı günümüz eğitim sisteminin eleştirisini yapıyor. Toplumun üst kesiminin insanlarının, çocuklarını ‘kendilerine yakışan’ bireyler olması için üstün standartlı zevklerle yetiştirmeye çalıştığını göstererek burjuva toplumuna da sert bir tokat atıyor. Erika nın aslında hiç de masum biri olmadığının bu bölümde ipuçları veriliyor. İlk cinsel deneyimini kendisiyle yasayan, kendi hayatının eksik noktalarını öğrencilerinde tam bir şekilde görünce onları nedensiz yere aşağılayan bir kaybeden aslında Erika. Filmin ilerleyen bölümlerinde Walter’ın zor durumdaki bir öğrencisine yardım ettiği zaman verdiği tepki de bu açıdan pek şaşırtıcı değil. Erika, tek suçu Walter’ın yaptığı sakalara gülmek olan, ailesinin baskısıyla başka bir alanda yeteneği olmadığı için konservatuarda okutulan hassas bir kız öğrencisinin cebine cam kırıkları koyarak hayattan intikam almaya çalışıyor. Bu noktadan sonra Erika’nın Walter le ilişkisi de yeni bir cinsellik boyutu kazanıyor. Erika başlarda Walter’la olan ilişkilerinin cinsel yönünü sanki çok iyi bildiği bir eylemmiş gibi –örneğin Schuman’ın eserlerini çalmak- duygu açısından yoksun bir biçimde yönlendirmeye çalışıyor. Zaman geçtikçe Erika bundan vazgeçip belki hayatında ilk defa kendini kadın gibi hissediyor ve Walter’a ruhunun en gizli yerlerindeki fantezilerini sunuyor. Bizim çağımızda cinselliğin önceki yüzyıllardan çok daha farklı yüzleriyle yaşandığı 7 “Üniversite öğrencisi yaratıcılık becerilerini okulda geliştirmelidir.” su götürmez bir gerçek. Son AFM bağımsız filmler festivalinde izleyici karsısında çıkan No Body is Perfect(Sibilla,2006) filmi- cinsel zevk duymak için bütün parmaklarının yarısını keserek kopartan karakterler, sırtlarındaki halkalardan tavanlara asılarak cinsel zevk duyanlar, vb- günümüzde cinselliğin dünyanın bambaşka coğrafyalarında artık ne kadar uç noktalarda algılandığını ve yaşandığını çarpıcı bir biçimde gösteriyordu. Erika’da da bastırılmış cinsel dürtüler kendini mazoşist bir fanteziyle dışa vuruyor. Erika – o kültürlü, herkesin saygı duyduğu profesör- bir anda cinsel kapasite yoksunu bir ucube gibi istekler sunmaya başlıyor. Bu noktada hem Walter ın kafasında kurmak istediği ilişki sekteye uğruyor hem de Erika aslında hiçbir zaman istediği gibi bir hayat olmayacağını anlamaya başlıyor ve artık toplumun kendine biçtiği, kendi özsaygısının da temelini oluşturan kılıftan sıyrılarak hiçbir şeyi umursamadan Walter’a sahip olmaya çalışıyor. Babası ya da Adorno’nun tarif ettiği gibi delirmekle delirmemek arasında artık. Walter ona istediği fanteziyi vermek için geri döndüğünde ise yasadığı, dingin hayatının en ağır tecrübesi oluyor. Erica’nın hayatta artık teselli bulabileceği hiçbir şey yok. Ama o yine de (belki de delirmemek yani hayatta yaşamanın tek yolunun bu olduğunu bilinçaltıyla sezip) bir şeyler umma peşinde. Hayatını akılcılığa adamış gözüken karakter filmin finalinde artık aklının açıklayamayacağı biçimde ‘o’ nun gelmesini bekliyor. Beklediğinin aslında Walter olmadığını, aslında kimsenin olmadığını, her insanın hayatında bir şeylerin her zaman eksik kalacağını ilk defa tecrübe etmiş gibi gözüken Erica’nın hayatın bu temel kuralına karsı gösterdiği boyun eğiş biçimi filmi izleyen kimsenin unutamayacağı türden. Bu sahnede Erica’nın beklenti içindeki gözleri, beklentisi gerçekleşmediğinde ilk defa hayatın gerçek yüzünü görüyor. Walter’la birlikte kaybolan hayatına bakıyor Erica. Son sahnede ise Erica’nın artık yok olduğunu görüyoruz. Bitmiştir, hayat sadece akılla kavranamayacak kadar karmaşık, cinsellik porno filmlerden öğrenilemeyecek kadar çok boyutludur ve bu gerçeklerle yasabilmek için hayatın içinde olmak gerekir. Erica bu gerçeği gördüğüne kapıyı(iç dünyasını) diğer insanların yüzüne son kez kapatır ve yalnız başına yürümeye başlar. İyi bir filmden ne bekleriz? Bizi etkilemesini, kendi dünyasına almasını, bittikten sonra etkisinin hiç bitmeyecek gibi sürmesini. Her izleyende derinden izler bırakabilecek Piyanist, Haneke’nin çok sevdiği sakin ve gerilimli uzun planları, her ayrıntısı özenler doldurulmuş kadrajları ve çarpıcı kurgusuyla size asla unutamayacağınız bir tecrübeye davet ediyor. Bu tecrübe yasadığımız hayatı daha da anlamlı kılmaya kesinlikle yardımcı olacaktır. Prof. Dr. Erkin Nasuf’la geçtiğimiz sayıda yaratıcılık, farklılık, girişimcilik ve yenilikçilikle ilgili bir söyleşi yapmıştık. Bu söyleşinin ikinci kısmı olarak hazırladığımız bu yazıda, yaratıcılık ve yenilikçiliğin önemini, eğitim ve öğretimde yaratıcılık ve yenilikçiliğin nasıl teşvik edileceğini ve İTÜ’nün bu konudaki çalışmalarından bahsettik. rof. Nasuf, bir ülkenin yenilikçi olması için şu politikaları izlemesi gerektiğini söylüyor: Gerekli insan kaynağını oluşturacak öğretim ve eğitim politikaları; bürokrasiyi azaltan düzenleyici politikalar; küçük firmalara sermaye akışını kolaylaştıran finansman politikaları ve mali politikalar; bilgi akışını kolaylaştırıcı yayın politikaları ve teknolojinin uluslararası bazda daha çok yayılmasını sağlayıcı yabancı yatırım politikaları. P Yükseköğretimde ve mühendislik eğitiminde yenilikçilik ve yaratıcılığı teşvik etmek için yapılması gerekenler konusunda şunları söylüyor Prof. Dr. Erkin Nasuf: - Bu konu ile ilgili eğitim ve öğretim politikalarının öneminin altını özellikle çizmek gerekir. Yenilikçilik, merak eden; merak ettiğini hiçbir dogmaya bağlı kalmaksızın sorgulayan; üretmekte ve yeni birşey yaratmakta iddialı bir toplum dokusu gerektirmektedir. Bu nedenle, çocuklarımıza bu kültürü aşılayabilmek için, eğitim ve öğretim sistemimizi yeniden yapılandırmak zorundayız. Dünya sürekli değiştiği için yaratıcılığa, keşifçiliğe ve adapte olmaya ihtiyaç vardır. Bilindiği gibi Mühendislik bilim dalı Prof. Dr. Erkin Nasuf bilimsel ilkelerin yaratıcı uygulamalarıdır. Şu anda toplumumuzun karşılaştığı en zorlu problemleri çözecek olanlar yine mühendislerdir ve bunu yapmak için geleneksel yollar yeterli olmadığından yaratıcılık giderek önem kazanmaktadır. Mühendislik temel olarak matematik, fizik, elektronik ve teknolojik uygulamalara dayansa da fiziksel dünyamızı yaratan mühendisler, bu bilim dallarını nesneler ve sistemler üretmek için kullanırlar. Bu aşamada teknik beceri ve disiplinin yanı sıra yaratıcılık, farkı yaratacak olan unsurdur. Mühendislerin ürettiği çözümlerin uygulanabilir ve geçerli olması uygulanacak olan yaratıcılığı kısıtlar. Mühendislikte kullanılan yaratıcılığın bir boyutu bir şeyin kullanımının farklı alanlara yaygınlaştırmaktır. Mühendislikteki yaratıcılığın diğer bir unsurun çıkabilecek sorunların ve aksaklıkların hayal edilebilmesi ve buna önlem alabilmektir. Maliyet, fayda, güvenlik, kalite, çevresel faktörler ve görünüm gibi bir çok şeyi dengeleyebilmekte ayrı bir beceridir. Bir mühendis aynı zamanda kendi alanındaki insanlarla iletişim kurarken ve çalıştığı insanları motive ederken de yaratıcılık sergileyebilir. Üniversite çağındaki bir öğrenci yaratıcılık becerilerini kullanamıyorsa bunu eğitim döneminden sonra atıldığı iş hayatından sonra öğrenmesi olası değildir. Bu aşamada yaratıcılık öğrenilebilecek bir yetenek midir sorusu gündeme gelmektedir. Mühendislik eğitiminde hocalarımızn bilgi verdiği ve genelde kontrolü ellerinde tuttukları bir model uygulanmıştır. Ders programları yaratıcılığa imkan tanımayacak bir düzendedir. Ancak öğrencilerin yaratıcılıklarının devreye gireceği durumlar yaratmak yine hocalarımızın elindedir. Erkin Nasuf, mühendislik eğitiminde öğrencilere rekabet ortamının oluşturulmasının yaratıcılığı arttıracağını belirtiyor. Bu kapsamda mühendislik yapısı makine veya yeni bir ürünün tasarlanması; tek bir çözümle kısıtlı olmayan problemlerle çalışılması; bilinmeyenin araştırılması; bağımsız proje çalışmaları; takım çalışmaları; gerçek becerilerin kullanılabileceği alıştırma süreçlerinin oluşturulması; keşfe dayalı öğrenim yapılması ve öğrencilere kendi kararları için sorumluluk verilmesi yaratıcılığı teşvik ediyor. Yenilikçilik ve yaratıcılık anlamında İTÜ’nün yaptığı çalışmaları da şöyle özetliyor Prof. Nasuf: Yatay geçiş ve çift anadal programları, burslar aracılığıyla maddi sorunların en aza indirilmesi, çok disiplinli çalışmalara teşvik, Erasmus programı ile Avrupa’da eğitim olanakları, 340’ın üzerinde laboratuvar olanağı, uzaktan eğitim ile dünyanın herhangi bir yerinden eşzamanlı ders görebilme, ders içeriklerindeki tasarım projeleri, takım çalışması teşvikleri, projelerini Arı Teknokent aracılığı ile hayata geçirebilme şansı, bilim toplum parkları, öğrencileri sosyal olarak geliştiren merkezler, kulüpler.... Aikido, sporunun ötesinde bir felsefedir Harmoni ve Enerji: AİKİDO isiplin, savaş, sanat, spor, felsefe, harmoni, enerji... Pek çok kavramı içeren bir savaş sanatı: Aikido. Japon kültüründen gelen Aikido, savaşlara karşı doğayı ve tüm varlıkları korumaya yönelik evrenle bir bütün olma sanatı olarak tanımlanıyor. Aikido, kendini savunmanın ve taktik bilimi olmanın ötesinde bireyin uyumlu bir insan olarak ortaya çıkabilmesi için ruhu mükemmelleştirmenin, vücudu ve aklı güçlendirmenin, fiziksel ve zihinsel gücü birleştirmenin yoludur. Aikido’yu İTÜ’de tanıtıp yaygınlaştırmayı amaçlayan İTÜ Aikido Kulübü, uzun yıllardır Aikido konusunda eğitimler veriyor, gösteriler düzenliyor. İTÜ Aikido Kulübü, uzun yıllardan beri İTÜ’de Aikido kültürünü oluşturmuş ve bu geleneğini sürekli geliştirerek yoluna devam etmektedir. Kurulduğundan bu yana İTÜ Aikido Kulübü büyük ilgi görmüş ve Türkiye’de Aikido’nun yaygınlaşmasına önemli katkılarda bulunmuştur. İTÜ Aikido Kulübü, Türkiye’ye 1983 yılında gelen Aikido savaş sanatını üniversite çapında çok üst D seviyelere çıkarmıştır. Öyle ki Türkiye’deki arama sonuçlarına göre en çok ziyaret edilen Aikido sayfası olmuş kulübün sayfası. Aikidoyu diğer savaş sanatlarından ayıran önemli bir fark da yaşamı düzene sokmak, okul veya iş hayatında başarılı olmak, zinde bir kafaya sahip olmak gibi özellikleridir. Genel anlamda Aikido bir yaşam biçimidir denilebilir. AİKİDO’da İTÜ’lüye avantaj Aikido’yu öğrenmek isteyen İTÜ’lüler çok avantajlı. İTÜ Aikido Kulübü, AikiMode işbirliği ile eğitim programları hazırlıyor ve İTÜ’lüler bu eğitimlerden %70 indirimle yararlanıyor. İTÜ içerisinde İMKB Öğrenci Sitesi (Vadi Yurdu) Spor Salonu’nda yapılıyor eğitimler. Bununla birlikte Aikimode’un eğitim yerlerinde de yine İTÜ özel indirimi ile eğitim alabiliyorsunuz. Daha ayrıntılı bilgi için www.aikido.itu.edu.tr ve www.aikimode.com adreslerine bir göz atın. 8 arıYORUM arıYORUM Kasım 2008 Kasım 2008 13 fotoğraf çekmek M. Cansın Özden Çektiğiniz bir fotoğraf sanatsal bir fotoğraf da olsa, bir anı fotoğrafı da olsa, bir dokümantasyon fotoğrafı da olsa dikkat etmeniz gereken bazı hususlar vardır. Eğer makinanız bir kompakt makina ise size sadece konuyu vizörünüzde kadrajın istediğiniz yerine yerleştirip deklanşöre basmak kalsa bile belli bir ustalık ister. Nasıl bir açıdan, konuya ne uzaklıktan ve ışığı hangi konumdan alırsanız daha estetik bir fotoğraf çekmiş olursunuz bunu tecrübe etmeniz lazımdır. Işığı Fotoğraf Üzerinde Üç Değişkenle Kontrol Ederiz... Manuel ayar yapmanız icabeden rangefinder tipi ya da slr (single lens refleks) makinalarda ise işler biraz daha karmaşıklaşır. Işığı kontrol etmelisinizdir artık. Işığı fotoğraf üzerinde 3 değişken ile kontrol edersiniz. Birincisi analog bir makinada hızlı şekilde kontrol edemeyeceğiniz (mamiya vb. bazı profesyonel makinalar iki farklı filmin takılmasına izin verirler) film ISO'sudur. ISO filmin ışığa duyarlılığını gösteren bir parametredir. (amerikan standartlarında "asa" alman normunda "din" olarak anılır. ISO ve asa'da sayılar aynıdır ancak din'in kendine göre bir düzeni vardır. 100 asa yaklaşık 21DIN'dir gibi..) Sayı küçüldükçe duyarlılık azalır, sayı büyüdükçe duyarlılık artar. İkinci özelliğimiz, makina üzerinde 45.6-8-11-16-22 gibi sayılarla ifade edilen diyafram açıklığıdır. Sayı büyüdükçe diyafram çapı küçülür. Diyafram çapı küçüldükçe de filminiz üzerine yansıyan ışık azalır. Genellikle göz bebeğine benzetilir. Göz bebeğinin çok ışıkta, göze fazla ışık girdiği için küçülmesi ve az ışıkta, ışığı toplamak için büyümesi gibi.. Diyafram aynı zamanda fotoğrafın netlik aralığını da belirleyen bir özelliktir. Yüksek diyafram numaralarında, tıpkı bir nesneyi net görebilmek için gözlerimizi kıstığımız gibi.. Netlik aralığı fazla, düşük diyafram numaralarında azdır. Düşük diyafram değeri (yani geniş diyafram açıklığı), fotoğraftaki ilginin çekilmek istendiği konuyu netlemek ve diğer kısımları flulaştırmak için sıkça kullanılan yöntemdir. Üçüncü değişkenimiz ise enstantanedir. Bu da makina üzerinde b-30-60-125-250-5001000 gibi sayılarla ifade edilir. Enstantane, perdenin açık kalma süresidir. Vermek istenilen etkiye göre çeşitli değerler kullanılabileceği gibi bazen de yüksek değerler kullanmak bir zorunluluk halini alır. Örneğin sevinmiş ve havaya zıplamış bir çocuğu havada donuk çekmek istiyorsunuz bu durumda örneğin 500 enstantane kullanmalısınızdır. Bu, perdenin, siz deklanşöre bastıktan sonra saniyenin 500'de biri kadar bir süre açık kalmasını sağlayacaktır. Ya da örneğin yürümekte olan bir yayanın adımlarını zamanda adeta akıyormuş gibi pozlamak istiyorsunuz o zaman 30 ya da daha küçük bir enstantane kullanmalısınıdır. Bazen de enstantane bir zorunluluktur dedik. Ona örnek olarak da tripodunuz ( makinanızı sabitleyeceğiniz üçayağınız ) olmadan bir çekim yapmak zorundasınızdır ve elinizde kocaman bir teleobjektif vardır. Bu durumda 250'den daha küçük bir enstantane değerinde isteğiniz dışında makinayı titretecek ve görüntünün bulanık çıkmasına neden olacaksınızdır. Bunun gibi, tripod kullanarak çok az ışıkta çekeceğiniz Korsan Balıkçı Makine: Zeiss-Ikon Contina, Enstantane 1/60, Diyafram f/4, ISO: 100, Film: Fujichrome Provia Kadıköy Balıkçılar Çarşısı’nda çektiğim bu balıkçı portresi, balıkçının ilginç görünüşü, canlı renkleri ve tezgahlardaki balıkların oluşturduğu parlak bir çember içinde dikkat çekici bir hal almıştı. Kullandığım diapozitif filmin kontrastlı sonuçlar veren bir modelden olması da renkleri daha da canlı göstermişti. fotoğraflarda da bu sefer enstantane değerini B (bulb)'ye getirmelisinizdir. B, sizin eliniz deklanşörden kalkana kadar perdeyi açık tutma özelliğidir. Tabii elinizde 1 saniye kadar pozladığınız bir konunun, cerrah değilseniz, elinizin titremesinden ötürü bulanık çıkmaması bir şans olacaktır. Bu durumlar için uzatma deklanşör adı verilen bir aparattan yardım almak icap eder. Işığın Şiddetini Ölçmek İçin Pozometre Kullanılır... Şimdi fotoğraf filmimizin üstüne gelen ışığı hangi değişkenlerle kontrol edebileceğimizi biliyoruz ama başka bir sorunumuz var... Işığın hangi şiddette olduğunu bilmiyoruz... Bu iş için de pozometreler kullanılır. Pozometre, içinde ışıkla temas edince elektrik üreten maddeler bulunduran bir cihazdır. Şimdi kullanılan pahalı dijital pozometrelerden önce mekanik pozometreler kullanılırdı. Bu pozometrenin üzerinde, bir sürü karmaşık sayılar ve bir ibre olurdu. Bu ibre genellikle 1'den başlayıp 10lu sayılara çıkan değerler üzerinde ışık şiddetine göre saat yönünde hareket ederdi. Çekmek istediğiniz konunun üzerine tuttuğunuzda okuduğunuz değer, konu üzerine gelen ışığın şiddetini verirdi ve pozometre üzerindeki daireleri döndürerek oku bu şiddete getirdiğinizde belirli bir ISO değeri için kullanabileceğiniz enstantane ve diyafram değerlerini okuyabilirdiniz. ISO, diyafram ve enstantane.. Bu üç değişkenin birbirini nasıl etkilediğine bir göz atalım biraz da.. Diyelim ki makinamızda 200 ISO’luk bir film takılı ve pozometremizden ilk gözümüze çarpan değerler 8 diyafram ve 250 enstantane.. Bu demek olur ki, aynı ışık kondisyonunda 5.6 diyafram ile 250'den bir büyük enstantane değeri olan 500ü kullanabilirim ya da yukarıda değindiğim gibi netlik aralığı geniş olan bir poz çekmek istiyorum ve 11 diyafram uygun buluyorum bu durumda 125 enstantane ile aynı ışık özelliklerinde bir poz çekebilirim. Bunun gibi, başka bir makinamda da 100 ISO’luk bir film takılı diyelim. O zaman 200 asa için okuduğum değerlerden birini bir durak geri çekmem gerekecektir. Ya 8 diyafram 250 enstantane yerine 8 diyafram 125 enstantane ya da 5.6 diyafram 250 enstantane kullanmak zorundayızdır. İşte böyle ISO, enstantane ya da diyaframdaki her bir durak bir başkasının bir durağı ile eşit aralıkta ışık etkisine sahiptir, birini bir durak açıp diğerini bir durak kısmanın fotoğraf üzerine ışıkla oynamada etkisi aynıdır. Pozometreden okuduğunuz değerleri ise yorumlamak, bize düşer. Nasıl bir teknik altyapı ile fotoğrafı çekeceğinizden, ona yüklemek istediğiniz anlama, duyguya göre... Kompozisyon ışık kadar önemli bir başka konudur. Kadrajda konuyu farklı şekillerde yerleştirerek çok farklı etkiler yaratabilirsiniz. Örneğin düz bir yolda soldan sağa yürüyen bir adamı yandan çektiğimizi düşünelim. Adamı kadrajın sağına, yerleştirmemiz onun çok yol kat ettiği ve yolun sonuna geldiği izlenimini yaratırken soluna yerleştirmemiz adamın daha yolun başında olduğu etkisini verir... Bazıları için meslek, bazıları için hobi ve bazıları için sadece anıları ölümsüzleştirmenin bir yoludur fotoğraf.. Ama ne amaçla çekiyor olursak olalım bizden başkasının da baktığında aktarmak istediğimiz duyguyu anlamasını istiyorsak, uymamız gereken, yaratıcılığımızı denetleyen bazı kuralları vardır fotoğrafın... on-line veri tabanlarına erişim imkanı sunuyor. Kütüphane dahilinde, yüksek kaliteli müzik dinleme istasyonları ve elektronik katalog taraması, internet araştırması ve “multimedia” kullanımı amaçlı çok sayıda bilgisayar bulunuyor. Kütüphanedeki koleksiyonun konu dağılımı MIAM’da eğitimi verilen tüm alanları içeriyor. Çoğunluğu İngilizce olan kitap koleksiyonunda bazı tek nüsha nadir eserler ve önemli referans kaynakları dikkat çekerken, nota koleksiyonu ise, standart repertuar eserlerinin yanısıra ülkemizde zor bulunan erken dönem müziği ve 20.yy. avangard müzik eserlerinin notaları ile öne çıkıyor. CD koleksiyonu, Batı Müziği’nin çeşitli dönemlerini kapsayan ana gövdesinin yanısıra Türk, Dünya ve Popüler müzikleri içeren yan dalları ile geniş bir yelpazeye yayılıyor. DVD koleksiyonunda ise ana odak operalar veya klasik müzik konserlerinin video kayıtları olmakla birlikte, pop ve rock sanatçılarının videoları ve müziği ile öne çıkan sinema filmleri de bulunuyor. MİAM Ses Kayıt Stüdyoları MİAM Ses Kayıt Stüdyoları, MİAM Ses Mühendisliği ve Tasarımı (SED Sound engineering and Design) bölümü öğrencileri için MİAM’ın en önemli kısmı. Stüdyo kurulduğu 2000 yılından bu yana hem ticari hem de akademik kayıtlar için kullanılıyor; bu sayede SED öğrencilerinin gerçek müzik endüstrisi kayıtlarında çalışarak deneyim kazanması sağlanıyor. Yeni mevzuata uyum süreci kapsamında ticari kayıtlarına kısa bir süreliğine ara vermiş bulunan stüdyoda akademik kayıtlar halen tüm hızıy- la devam ediyor. Stüdyonun teknik donanımı ise, mikrofonlardan preamplifikatörlere, ‘converter’lardan ‘outboard’ birimlerine kadar endüstrinin en yüksek standardında oluşturulmuş. Stüdyonun kalbi niteliğindeki ProTools HD sistemi, HD core ve beş adet HD Process kartı eklenerek devasa oranda DSP (Dijital Sinyal İşleme) gücüne kavuşturulmuş. Bu sayede 128 adet ses kanalının yüksek kaliteli eşzamanlı kullanımı ve 192 kHz’e varan kalitede örnekleme sıklığı (sampling rate) ile çalışma imkanı elde ediliyor. 34 m2’lik kontrol odası ise çok geniş alanda tam doğru dinleme sağlayacak şekilde tasarlanmış, çoklu dinleme sistemine sahip bir çalışma mekanı sunuyor. Canlı kayıt odası ise 79 m2 alanı ve 6m tavan yüksekliği ile davul setinden klasik senfoni orkestrasına kadar çeşitli ölçeklerde akustik kayıtlar için ideal nitelikte “sıcak ve açık” bir tınıya sahip. Ana canlı kayıt odası, biri vokal kaydı, diğeri geniş oda orkestrası için iki kola sahip. Stüdyoda bulunan Hamburg Steinway Model D büyük konser piyanosu ise ülkemizde eşine nadir rastlanan bir enstrüman olup caz ve klasik müzik kayıtları için biçilmiş kaftan. MİAM Etkinlikleri MİAM düzenlediği konser ve etkinliklerle de geniş ilgi topluyor. Birçok MİAM konseri İTÜ Maçka Kampüsü’ndeki 500 seyirci kapasiteli ve büyük konser piyanolu Mustafa Kemal Salonu’nda gerçekleştirilirken, bazı resitaller ve dinletiler de MİAM’ın kendi bünyesindeki 50 seyirci kapasiteli ve akustik düzenlemeye sahip MİAM Resital Salonu’nda düzenleniyor. Akademik yıl boyu devam eden MIAMsunar etkinlikleri MİAM etkinliklerinin ana omurgası olarak nitelenebilir. İş Bankası sponsorluğu ile verilen ücretsiz kültür hizmeti niteliğindeki MİAMsunar etkinlikleri kapsamında sadece geçtiğimiz akademik yıl, yerli ve yabancı birçok sanatçının katılımıyla tam 24 konser, 11 ustalık sınıfı, 7 seminerin yanısıra bir de enstrüman yarışması gerçekleştirildi. Bunun yanısıra artık gelenekselleşmeye başlayan ve bu sene İTÜ Geliştirme Vakfı sponsorluğuyla üçüncüsü gerçekleştirilen Divertimento Festivali kapsamında MİAM, çeşitli müzik dallarının önemli isimlerini klasik müzik sanatçıları ile aynı sahnede buluşturuyor. Divertimento Festivali’nde geçtiğimiz yıllarda sahne alan sanatçılar arasında Cihat Aşkın, Kamran İnce, Mehmet Okonşar, Borromeo Yaylı Dörtlüsü, Arif Sağ, Sabahat Akkiraz, Erkan Oğur, Burhan Öcal, Kani Karaca gibi isimler bulunuyor. Batı müziğinin öncü akımlarından spektral müzik üzerine dünyadaki ilk uluslararası konferans olma niteliği taşıyan 1. Uluslararası Spektral Müzik Konferansı, ABD, İngiltere, Fransa, Romanya ve Türkiye’den önemli sanatçı ve akademisyenlerin katılımı ile yine MİAM tarafından 2003 yılında gerçekleştirildi. MİAM’ın aynı zamanda İstanbul 2010 Avrupa’nın Kültür Başkenti kapsamında kabul edilmiş ve hazırlıkları devam eden “MİAM Elektro-Akustik Müzik Platformu”, “MİAM Film Müziği Projesi”, “MİAM Etnomüzikoloji Projesi” ve “MİAM Çağdaş Müzik Projesi” adlı dört büyük projesi bulunuyor. Back Home Makine:Nikon D200 Enstantane: 1/160, Diyafram: f/4 ISO: 400 Beyoğlu’nda çektiğim bu fotoğraf için tam bir günümüzü vermiştik. Gezerken rastladığımız bu ilginç bina bizi çok heyecanlandırmıştı ve derhal elbise kiralayabileceğimiz bir yer bulduk. Yüzlerce elbise arasından kafamızdaki fotoğrafa en çok uyanı seçtik ve terzide gerekli düzeltmeleri yaptıktan sonra modelim elbiseyi giydi ve tekrar binanın önüne geldik ve fotoğrafı çektik. Binanın kırılmış camları ve boyası dökülmüş hoş bir doku etkisi veren duvarları zarif modelimle tezat oluşturmuştu. Aklımızda bir felaketin ardından evini gören ve şaşkınlığına yenik düşen birini canladırmak vardı. www.miam.itu.edu.tr 12 arıYORUM arıYORUM Kasım 2008 Kasım 2008 Müziğin laboratuvarı: MİAM TÜ Maçka Yerleşkesi Yabancı Diller Yüksekokulu binasının üçüncü katından ‘yeni binyıl’ın başından bu yana gün boyu müzik sesleri yükseliyor. Bu seslerin kaynağı olan ve genç sanatçıların yetenek, beceri ve heyecanlarına akademik bir olgunluk ve bilinç ekleyerek seslerini dünyaya duyurmak için geldikleri yerin adı ise, Dr. Erol Üçer Müzik İleri Araştırmalar Merkezi, veya kısaca MİAM. İ MİAM, 1999 yılında dönemin İTÜ Rektörü Prof. Dr. Gülsün Sağlamer’in başını çektiği bir proje olarak, İTÜ mezunu ve Gama İnşaat Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Erol Üçer’in cömert bağışları ile, iki eş-başkan, Türk keman okulunun önemli ismi keman sanatçısı Prof. Dr. Cihat Aşkın ve eserleri dünya çapında tanınan besteci Prof. Dr. Kamran İnce’nin yönetiminde kuruldu. Modern standartlarda lisansüstü müzik eğitimi vermek, çağdaş eğitim metotları kullanmak ve müzik mirasını gelecek kuşaklara aktarmayı kendisine misyon edinen MİAM’da dünyanın önde gelen müzik okullarında bulunabilecek nitelikte ve müziğin çeşitli dallarında yüksek lisans ve doktora eğitimi veriliyor. MİAM’da, her biri kendi uzmanlık alanında tanınan Türk ve yabancı kökenli değerli isimlerden oluşan seçkin bir eğitimci kadrosu; Kompozisyon (bestecilik), Performans (Piyano, Keman, Viyola, Çello, Flüt, Gitar, Perküsyon), Tarihsel Müzikoloji Prof. Dr. Cihat Aşkın MİAM – DR. EROL ÜÇER MÜZİK İLERİ ARAŞTIRMALAR MERKEZİ ve Etnomüzikoloji gibi dalların yanısıra, ülkemizde ilk kez MİAM tarafından akademik seviyede eğitimi verilmeye başlanan Ses Mühendisliği ve Tasarımı, Müzik İşletmeciliği gibi alanlarda da öğrencilere yüksek seviyede eğitim sunuyor. MİAM aynı zamanda, geniş bir kitap-nota-cd koleksiyonuna sahip modern bir müzik kütüphanesi ve Türkiye’nin en modern donanımlı ses kayıt stüdyolarından biri olan MİAM Ses Kayıt Stüdyoları başta olmak üzere birçok önemli birimi bünyesinde barındırıyor. MİAM ders programında eğitim verilen alanların temel derslerinin yanısıra, Antik Dönem Müziği, Eski Avrupa Müziği (rönesans öncesi dönemin elyazmaları ve nota sistemi), 20.yy. Müziği (tonal dönem sonrası müzik), Avangard Müziğe Etnomüzikolojik Bakış Açısı, Pasifik Bölgesi Halk Müzikleri, Bibliyografi Teknikleri gibi ülkemizde üzerine sınırlı çalışma bulunan konular ve Prodüksiyon Analizi, Miks ve Mastering Teknikleri, Dijital Ortamda Görsel İşleme Teknikleri gibi teknolojik altyapı kullanımına dayanan başlıklar yer alıyor. MİAM’da uygulamalı eğitime önem verilmesi, özellikle Ses Mühendisliği ve Tasarımı gibi uygulama altyapısı büyük yatırım gerektiren alan öğrencileri için hazine değeri taşıyor. Bu bölümün öğrencileri Türkiye’nin en modern donanımlı stüdyolarından biri olan MİAM Ses Kayıt Stüdyosu’nda gerçek kayıt ortamında çalışarak eğitimlerini tamamlıyorlar. Bunun yanısıra, performans öğrencilerine hizmet veren çok sayıda piyanolu prova odası, perküsyon bölümü için ksilofon, vibrafon, timpani, bongo, üçgen ve orkestral tom tomlar gibi vurmalı sazlarla donatılmış Perküsyon Laboratuvarı, bestecilik bölümü öğrencileri için bilgisayar ortamında profesyonel nota yazımı ve baskısı imkanı sunan Notasyon Laboratuvarı MİAM’da öğrencilere sunulan uygulamalı çalışma ortamlarından. Disiplinlerarası eğitimi öne çıkaran bir yaklaşımla hazırlanan programda, öğrencilerin ilk yarıyıllarında MİAM’da eğitimi verilen tüm belli başlı alanların temel kavramlarını içeren birer dersini alarak kendi uzmanlık alanları dışında da genel bilgiye sahip olmaları sağlanıyor. Doktora programı ise, halen uzmanlık alanlarını içermekle beraber, her alandan ders almaya açık tamamen disiplinlerarası bir programa sahip. Doktora programı sonunda öğrenciler, ülkemizdeki konservatuarlardan farklı olarak, doktora tezi niteliğinde bir çalışma sergileyerek PhD’lerini tamamlıyor ve “Doktor” ünvanı kazanıyorlar. MİAM Dr. Erol Üçer Müzik Kütüphanesi MİAM bünyesinde bulunan ve ismini kütüphanenin ilk kuruluşunu mümkün kılan önemli bağışına binaen Dr. Erol Üçer’den alan Müzik Kütüphanesi, açıldığı Mayıs 2000’den bu yana ülkemizin en kapsamlı müzik kütüphanelerinden biri. Aynı zamanda İTÜ Merkez Kütüphanesinin bir şubesi olarak İTÜ kaynakları ile de önemli derecede desteklenen kütüphane, kullanıcılarına, 5000 kitap, 3800 CD ve DVD, 3000 müzik notası, 70 süreli yayın aboneliği, ve Grove Music Online, the International Index to Music Periodicals ve JSTOR gibi 9 Başlarım ‘Photoshop’una! Sedat Bayrak 22 Şubat 2008 / Beyoğlu – Istanbul Karanlık bir oda… - Anlat lan! - “ctrl+alt’a basarak sürükleyin” dedim. hühühü... - Devam eet! Czzzrr - Iaaahhhh!.. “Shifte bastığınızda da 45 derecelik tutunmalar gerçekleştirrr” - Cevap?! - Öylece baktılar. Hiçbirşey söylemed... Çlok - Hoşgeldiniz amirim. - Nasıl gidiyor? - Yalan söylüyor şerefsiz. - hühühü doğru söylüyorum... - Kes laan! Çaaat - Hühühü… - Ben bilirim onu konuşturmasını… Tutuklu!. Buraya gel... … - Şimdi baştan sakin sakin anlat. - En baştan mı? - Evet, en başından... Kimdi onlar? - Maslaktakiler... Mühendisler... Taşkışla’dan biraz farklıydılar. Mimarlar -aldıkları formasyon gereği- Photoshop’u sık sık kullanmak durumunda kalıyorlardı. Buna rağmen birçoğu, “iyi kullanmak”tan pek bir uzaktılar. Peki, bölümlerindeki eğitimde Photoshop’un yeri olmayanlar ne yapsınlar diye düşündüm… Aynen şunları söyledim: Özellikle siz mühendisler, Photoshop’u neden kullanmak istediğinize iyi karar vermelisiniz. Dijital makinemle çektiğim fotoğrafların kadrajını değiştireyim bir de kırmızı gözleri kaldırayım diyorsanız ihtiyacınız farklı; tasarım yapıp kitleleri kendime hayran bırakayım, kızlar kuyruk olsun, aralarından uzun boylu, esmer ve yeşil gözlü olanları seçeyim diyorsanız ihtiyacınız farklıdır. Ama bunların ötesinde aslolan, unutmamanız gereken çok önemli bir şey vardır. Photoshop sadece bir araçtır. Önemli olan sizin yapacağınız, ortaya çıkaracağınız tasarımdır. Eskiz kağıdınızda veya kafanızda olandır. -Photoshop’u hiç bilmeyen biri çok iyi bir tasarımcı, Photoshop’u ayağıyla bile kullanan biri de, berbat bir tasarımcı olabilir.Neler yapmak istediğinize karar verin ve bu konuda tutorial’lar, eğitimlerler veya bilenlerden yardım alarak “işe koyulun”. Mimarlık fakültesinde verdiğim eğitim veya seminerlerde sıkça aldığım bir soruydu: “Photoshop’u nasıl öğreneceğim?”. Yanıtım da genellikle şu şekilde oluyordu. “Zor.” Bunu söylemekteki gerekçem Photoshop’ın çok karmaşık olması veya konuyla ilgili kaynak yetersizliği değil. Sebep; Photoshop öğrenmek için bir grafikerde olduğu kadar zorunlulukların bulunmamasıydı. Mühendislik Fakültelerindeyse iş daha da zor. Bu yüzden 4.Levent’i geçtikten sonra İstinye’ye kadar Photoshop bilenlerin sayısı oldukça az. Örneğin, bir grafik tasarımcısı için Photoshop, -olmazsa olmaz- bir programdır. Onlar için eser Photoshop’tan çıkan çalışmadır. Oysa mühendisler belki bir-iki sunumlarında kullanacaklardır. Bir de daha önce söylediğim fotoğraf çalışmaları vs. Ama mesleğinizin Photoshop’la sıcak ilişkide olmaması bilenlerin, sahip olduğu ayrıcalıkları da artırmaktadır. Bu yüzden bence Photoshop’ı öğrenmeye önem verilmelidir. Antremanlar yapılmalıdır. Photoshop bir hobi haline getirilmelidir. Yoksa sunumdan sunuma ancak kısa yöntemler öğrenilir, bir dahaki teslimde tüm bilinenler unutulmuş şekilde ekrana bakılır, Photoshop bilen arkadaşlar geceleri taciz edilir. Hobi haline getirmekse üniversite yaşantısında, sektörde olduğundan çok daha kolaydır. Kulüp etkinlikleri, websiteleri, fotoğraf atolyeleri, sinema gösterimleri, festivaller ve tüm bunların tanıtım görselleri, kimlik çalışmaları, yaka kartları derken, kendinizi bir Photoshop operatörü olarak bulabilirsiniz. Bu tip sorumlulukları üstlenerek, kendinizi Photoshop programını çok geniş alanlarda kullanmaya zorlayabilirsiniz. Ancak şunu özellikle belirtmek isterim. Photoshop üniversite yıllarında öğrenilemez ise, o dört seneden sonra hiçbirzaman öğrenmeye yeterli vakit ayırılamıyor. Bu noktada bir uyarıyı tekrar ekleme gereği duymaktayım: Eğer kötü bir tasarımınız varsa, o en usta Photoshop operatörünün elinden geçse bile yine kötüdür. Kötü gözükecektir. Ne kadar iyi Photoshop kullanırsanız kullanın, önemli olan kafanızda yaptığınız veya yapmış olmanız gereken tasarım kurgusudur. Photoshop bilgisini geliştirmek, birçok kişinin aklının bir köşesinde sürekli yatan, ama aylardır, hatta yıllardır bir türlü yeterli vakiti ayıramadıkları bir eylem. Photoshop kullanımını geliştirmek, çoğu zaman yanlış yöntemler yüzünden olduğundan da zor görünüyor. Çabucak hevesler kırılıyor, moraller bozuluyor. Oysa birkaç ana ilke çerçevesinde kendinizi bu konuda geliştirmek tahmin edildiği kadar sancılı değil. Zaten Adobe’un genel bir stratejisi; her sürümünde programı daha kolaylaştırmak ve tabana yaymak... Çok değil, üç-dört yıl öncesine kadar, Photoshop yazılımı bu kadar yaygın (ve magazinel) değilken, (özellikle mimarlık) sektörü içerisinde Photoshop’u biliyor olmak önemli birşeydi. Ancak internet’in bu denli yayılımı, kaynakların artması ve programın kolaylaştırılması bilenlerin sayısını kat ve kat artırdı. Bu durum da, Photoshop’ı iyi kullanmayı, daha bir zorunlululuk haline getirdi. Peki nasıl?.. Öncelikle şunları söylemek gerekiyor ki; Photoshop, bir fotoğraf açıp üzerinde başka başka tool’leri deneyerek, brightness-contrastı ile oynayarak, filtreleri sırayla uygulayarak öğrenilmez. Photoshop boş bir sayfa açıp düz çizgiler çizerek, ilginç fırçalar deneyerek geliştirilmez. Photoshop tasarım yaparak değil, aksine taklit edip, “çalıntı” yapılarak çok daha kolay öğrenilir. Photoshop’da bir şeyi sıfırdan tasarlarken, istem dışı, sadece bildiklerinizle çalışmaya yönelirsiniz. Onun yerine diğer çalışmaları inceleyin. Basılı yayınları, internetteki galerileri, arkadaş çalışmalarını vs. Dergide çıkmış bir reklamı önünüze alıp “bunun aynısını yapacağım” dediğinizde, yeni arayışlara girmek için kendinizi zorlamış olursunuz. Örneğin reklamda yazı karakterlerinin arasında geniş boşluklar vardır. Araştırır, soruşturur bunun nasıl yapıldığını öğrenirsiniz. Fotoğraf siyah beyaz yapılıp, bir bölümü renkli bırakılmıştır, renk ayalarını, dengelerini öğrenirsiniz. Sizi arayışa iten bir bahaneniz olur. Bu yöntemle, çalışmaya ne kadar zaman ayırır, ne kadar çok deneme yaparsanız o kadar farklı koldan Photoshop’ı öğrenmiş olursunuz. Photoshop öğrenmenin önündeki bir başka engel de, insanın öğrendiklerine kapılması ve yapması gerekenleri sadece öğrendikleri kapsamında uygulamaya çalışmasıdır. Photoshop’da bir çalışma yaparken unutulmaması gereken çok önemli bir ilke vardır. “Her yöntemin daha kolayı, daha hızlısı ve daha güzeli vardır.” Önünüzde bir saatlik bir iş varsa, hemen işe bodoslama yumulmak yerine: Yarım saat, “nasıl daha hızlı ve güzel yaparım” araştırması yapıp, diğer yarım saatte de bu hızlı yöntemi uygularsanız, çalışmanızı yine aynı sürede bitirmiş olursunuz. Ancak bir dahaki sefere öncekinden iki kat hızlanmış olarak işinizi sürdürürsünüz. Tabii bir de help dökümanları var... Unutmamak gerekirki Photoshop’u en iyi tanıyan insanlar, o programı bizzat yapanlar. O dökümanları hazırlayanlar... “F1” tuşunuza “ctrl” tuşuna gösterdiğiniz özeni gösterin. Paslanmasına izin vermeyin. Gelelim bir de “kurs” mevzusuna. Photoshop kurslarla öğrenilir mi? Özellikle mimarlık sektöründe veya öğrencilerinde yaygın bir yöntem kurslara katılmak. Açıkçası ben bu tip yazılımların kurslarla değil, daha çok kişisel çabalarla öğrenilebileceği kanısındayım. Tabii “kurslar size bildiklerinizi unuttururlar” demiyorum. Sadece kişisel çaba olmadan kursların hiçbir işe yaramayacağını hatırlatıyorum. “Şu kursa hele bir gideyim. 2 Ay sonra kendimi Photoshop biliyor olarak bulacağım. Sonra ver elini Freehand”. Bu bakış açısıyla ancak tüm “hand” lerinizi gerçekten “free” bulursunuz. Ben kursların iki noktada önemli katkısı vardır diye düşünüyorum: Öğrenme sürecinde takıldığınız noktaları soracağınız birinin yakınlarınızda olması Sizi düzene sokması, çalışmanız için arkanızdan dürtüklemesi. Hatta bunların yanında kurslar kalça ağrılarına da iyi gelir. Cüzdanınızı inceltir. Eğer bu ikisini kendim de yaparım, paramla da tahvil-bono alırım, gayrimenkule yatırırım diyorsanız kurslara gerek olduğunu düşünmüyorum. Tekrar çalışmaları, help dökümanları ve kaynak taramalarının Photoshop’u öğrenmek için yeterli olacaktır. - Yeterli. Atın şunu nezarete!. - Ama!? - Kes lan. Neydi web sitenin adresi - www.taskisla.net/set - Takibe alın şurayı. Dikkat çekici birşeye raslarsanız bilgim olsun. - Emredersiniz amirim. arıYORUM arıYORUM 10 Kasım 2008 Kasım 2008 “İTÜ’nün kuruluş kanunnamesi YÖK kanunlarından daha iyidir” Burak Avcı eçtiğimiz aylarda yaşanan türban tartışmalarında sert bir tutum takındınız. Türbana niçin karşısınız ? Benim üniversitede türbana karşı olmamın gayet basit bir sebebi var: 21. yüzyılda, bir din sembolünün, üniversiteye girmesini, dinin bu üniversitelerde egemen kılınmasının bir adımı olarak gördüğüm için üniversitelerde türbana karşıyım. Yoksa isteyen istediğini giysin. Bizi hiç ilgilendirmez, ama dinin egemenliği üniversitelerde kabul edilemez. Çünkü üniversite bütün sorunlara akılcı yaklaşımla çözüm bulmaya çalışır. Önceden kabul edilmiş dogmaları, üniversite kendi yaşamına katamaz, katarsa üniversiteliği biter. Bunun sembolü olduğu için ve özellikle Türkiye’de toplumu alıp ortaçağa götürmek isteyen belli bir gerici hareketin sembolü olarak geliştiği için üniversitelere türban ile girilmemesi gerektiğini düşünüyorum. G Türban’ın dinsel bir simgeden öte gerici bir siyasi simgeye dönüşmesi bu sorunun püf noktası değil mi? Nitekim Batı ülkelerindeki çoğu üniversitede dinsel simgeler serbest. Yalnız, “Batı’da türban serbest” derken, bir şeye dikkat etmemiz lazım: orada da sorun olmaya başladı. Yalnız türban değil başka siyasi sembollerde sorun olmaya başladı. Mesela ABD’de çok büyük bir savaş var. “Ya evrim dersini kaldırın, ya da din ile birlikte okutun” diyorlar. Bu sadece ABD veya Türkiye’ye has bir durum değil, bütün dünyaya bilimin karşısında dinin önlenemez bir yükselişi hâkim. Bu noktaya nasıl gelindi? Neden bilimin karşında dinin bir yükselişi var? Bu çok ilginç bir soru. II. Dünya Savaşı’ndan sonra bu durum tüm dünyaya egemen oldu, çünkü bilim halktan koptu. Bilim o kadar zor bir hale geldi ki, sokaktaki adam bilimden anlayamaz hale geldi. Sokaktaki adam bakıyor, bir yanda atom bombası patlıyor, diğer yanda biyoloji öyle bir hale geldi ki istediğiniz insanı yaratacak durumda. Bu durum sokaktaki insanın ödünü patlatıyor. Bununla mücadele etmesi mümkün değil. Bilim çok küçük bir elitin eline geçti. Bu küçük elit sokaktaki insanı korkuttuğu gibi, politikacıyı da korkutuyor. Politikacının da bilim adamından ödü patlıyor. Dolayısıyla Amerika’da bir sürü yasaklar ortaya çıkıyor. Mesela “Klonlama yapmayın” diyor, kök hücre çalışmalarını engelliyor. Sürekli sınırlama getirmeye çalışıyor veyahut bilimsel raporlar çarpıtılıyor. Bu raporlar politikacıların eline gittiği gibi yayımlanmıyor. Bilimden korkuyorlar, ama korkunun ecele faydası yok. Bazı kesimler, bilimin insanlığa her zaman büyük hizmetler etmediğini savunuyor. Atom bombası öne sürdükleri en önemli kanıt... Hayır efendim! Atom bombasını bilim adamı atmadı. Sadece atom bombasının prensiplerini ortaya koydu ve “İşte size örneği” dedi. Onun kullanılma Prof. Dr. Ali Mehmet Celâl Şengör, 1955 yılında İstanbul’da doğdu. State University of New York at Albany’den jeolog olarak mezun oldu. Aynı üniversiteden yüksek lisans ve doktora derecelerini aldı. Yurda dönerek İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Maden Fakültesi Genel Jeoloji Kürsüsü’ne asistan olarak girdi. Ulusal ve uluslararası birçok önemli ödüle layık görülen Şengör, halen İTÜ Maden Fakültesi, Jeoloji Mühendisliği Bölümü, Genel Jeoloji Anabilim Dalı’nda ve Avrasya Yer Bilimleri Enstitüsü’nde görevlidir. Prof. Dr. Celal Şengör kararını üniversite tahsili bile olmayan, cahil Truman verdi. Eğer, Truman bilim adamlarını toplayıp: “Bu bombayı atalım mı atlayalım mı” diye sorsaydı, inanın oradan bir evet oyu çıkmazdı. Çünkü nasıl bir yıkıma yol açacağını biliyorlar. Biliyorlar ki bugün Japonya’ya yarın bana. Bunun durdurulması mümkün değil. Bilim hiçbir şeyin üzerine değer yargısı koymaz. Bilim sadece bilgiyi genişletir. Bütün bunlar değer yargılarına bağlıdır ve değer yargıları toplumdan topluma zamandan zamana değişir. Değer yargılarını insanlığa hizmet edecek bir şekilde geliştirme görevi kısmen sosyal bilimcilerin kısmen politikacıların kısmen de halkın elindedir. Burada etik kavramı ortaya çıkıyor değil mi? Bakınız, Bernard Russell hayatının büyük bölümünü etiğin bilimsel temelini düşünerek geçirmiş ve sonunda “Hayır olamaz” demiştir. Etik, aksiyomatik bir sistemler grubudur. Varsayımlar yapar. O varsayımlara göre bu etiktir bu değildir diye karar verirsin. Fakat etik de kültürden kültüre değişen göreceli bir kavram. Sosyal Bilimler bu konuda ne düşünüyor? Sosyal bilimler büyük bir açmaz içerisinde. O bizim doğa bilimlerine benzemiyor. Sosyal bilimlerin tek bir amacı var: insanın hayatını daha rahat yapmak. İnsanı temel alıyor. İnsanı temel alınca kendini temel almış alıyor. Kendini temel alınca, kendi üzerinde deney yapmak zorlaşıyor. Sözü İTÜ’ye getirelim. Bildiğiniz gibi Türkiye’yi uzun süre yöneten siyasetçilerin çoğu İTÜ mezunu. Sizce, mezunlarımız hayırlı işler yaptılar mı Türkiye adına? Bizim mezunlarımız arasında Necmettin Erbakan, Turgut Özal, Süleyman Demirel gibi çok zeki çocuklar olduğu halde, genel kültürleri çok zayıf siyasetçiler var. Bunlar çok iyi mühendisler. Siz bugün Demirel veya Erbakan ile herhangi bir mühendislik konusunda başa çıkamazsınız. Ben bunu Demirel ile birebir yaşadım. Demirel, beni deprem konusunda bir sorguya çekti, neredeyse, “Şu işi bıraksanız da bizimle çalışsanız diyecektim” kendisine. İnanılmaz bir bilgisi var Demirel’in. Kendisine de söyledim “Sizinle aynı okullu olmaktan gurur duydum” diye. Öyle sorular sordu ki bana, bizim jeofizikçilerin aklına gelmez o sorular. Peki, sorun nerede? Şimdi sorun şurada: Süleyman Demirel çok iyi bir mühendis ama çok tutucu bir çevrede büyümüş ve uzun sürede bu çevrenin dışına çıkmamış. Kendi büyüdüğü çevrede mesela türban diye bir sorun yok, politikacı olduğunda böyle bir sorun olmaz diye düşünmüş. Yani eğitim her şeyi değiştirmiyor... Tabii. Aile çok önemli ve ilkokulu, ortaokulu nerede okudun, nasıl öğretmenlerin oldu bu çok mühim. Teknik Üniversite’ye eskiden gelen öğrenciler Türkiye’nin en zeki öğrencileri, fakat bu okula alınırken öğrencilerin sadece zekâ düzeyine bakılmış. Teknik Üniversite sadece bu yanıyla ilgilenmiş, bu öğrenci- leri alırken. Sizi kaliteli mühendisler yapacağız denilmiş ve öyle de yapılmış. Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanlığı yapmış, İTÜ mezunu Bozkurt Güvenç Hoca anlatıyor. 3. sınıfta MIT’ ye gönderilmiş Bozkurt Hoca ve gider gitmez ders asistanı yapılmış, “O zamanlar bizim Teknik Üniversite’nin 3 senede verdiği eğitimi MIT 4 senede veremiyor yani” diyor. Ne değişti de bugün İTÜ’de verilen eğitim dünyanın en iyi eğitim veren üniversiteleri ile yarışamıyor? Yine İTÜ mezunu Doğan Kuban diyor ki: “Bizi sayılar batırdı. Eskiden biz çok küçük bir grup olarak girerdik Teknik Üniversite’ye, şimdi ise Teknik Üniversite’nin yirmi bini aşkın öğrencisi var.” Sağlıklı bir şekilde büyüyemedik açıkçası. Bütün üniversiteler çok yüklendi. Bu büyük öğrenci artışına paralel, eğitim kalitesini yükseltemedik. Bugün, lise kitaplarının hali içler acısı. Kitaplar yalan yanlış ifadelerle dolu. Yalan bilgilerle dolu ders kitaplarıyla bir lise eğitimi yapılıyor. Genelkurmay Başkanlığı’na liselerdeki Biyoloji ve Jeoloji kitapları hakkında koskoca bir rapor yazdım. Kitaplar bir rezalet. Herkese söylüyoruz, anlatıyoruz fakat buna karşı halkın ve medyanın bir reaksiyonu yok. Niçin tepki gösterilmiyor bu duruma? Çünkü kültürümüzde böyle bir sorun yok. Yanlış bir yolla büyütülmüş bir genç, üniversiteye geldiğinde bizim yapabileceklerimiz çok kısıtlı oluyor. Rahmetli dedem derki ki “ Siz okula bakır verirsiniz, parlatır iade eder, fakat bakırı altın yapamaz”. Aile çok önemli Celal Şengör’ü anlatmaya niyetli her cümle, Hoca’nın bilimsel kariyerine yapılan vurgu ile başlıyor. En sivri kalemler bile bu gerçeği göz ardı edemiyor. Doğa bilimlerinde tartışmasız bir otorite olarak kabul edilen Şengör, güncel konularda takındığı, çoğunluğun ‘sert’ olarak nitelendirdiği görüşleri ile dikkat çekiyor. İşte tam bu noktada ilk bakışta birbirine çok uzak gibi görünen iki kavramın: ‘sertlik’ ve ‘samimiyet’in arasındaki ince çizgi ortaya çıkıyor. Acaba Celal Hoca, geçtiğimiz yıllarda basına yansıyan, İTÜ öğrencilerin akademik düzeyini kıyasıya eleştiren görüşlerinde, İTÜ’den istifa etmeye niyetlendiğinde sert miydi yoksa samimi mi? Ya da Hoca’nın son zamanlarda yaşadığımız türban konusunda takındığı tutum, deprem konusundaki açıklamaları samimiyetinden mi yoksa sertliğinden mi kaynaklanıyordu? Söyleşimizde bu sorulara yanıt bulacağınızı umuyoruz. yani. Biz çağdaş kültürü tüm topluma yayamadık. Mustafa Kemal Atatürk’ün de yapmak istediği buydu zaten. Fakat daha sonra gelenler bu yolda yürümedi ne yazık ki. Çünkü yalnız bir adamdı Atatürk. Bozkurt Güvenç Hoca’ya Atatürk’ün Trakya manevraları sırasında çekilmiş bir fotoğrafını göstermiştim. Herkes bağdaş kurup yere oturmuş, Atatürk her zamanki gibi çok şık. Herkes yere bakıyor fotoğrafta, bir tek Atatürk kafayı kaldırmış, gökyüzüne bakıyor. Tek başına. Bozkurt Hoca’ya fotoğraf görünce şöyle dedi: “Bu resimde dehanın yalnızlığını görüyorum.” Çevresindeki İnönü dâhil hiç kimse Atatürk’ü anlamıyordu. Rahmetli İhsan Ketin Hoca anlatırdı. “Biz genç insanlar olarak Atatürk’ün yalnızlığını görüyorduk” derdi. Atatürk zamanında Almanya’ya gitmişler. Hepimizin aklına şu geldi diyor: “Bu millet Atatürk’ün elinde olsaydı neler yapardı” ve ekliyor “Biz hepimiz Türkiye’ye o rüyayla döndük, biz de Türkiye’yi öyle yapacağız diye .” Yeni kütüphane binamız mart ayında açıldı biliyorsunuz. Yeni kütüphane İTÜ’ye ne kazandıracak? Kütüphane binası bir semboldür. İlk defa bizim kütüphaneye önem verdiğimizin altı çizildi böylece. Biz okul olarak karar verdik ki bizim bir kütüphaneye ihtiyacımız var. Bu kütüphane fakültelere bağlı şekilde değil, merkez kütüphane şeklinde olmalıdır. Bir kere Merkez Kütüphanesi’nin başına çok profesyonel bir kütüphaneci: Ayhan Kaygusuz getirildi. Bu kişi, çekirdekten yetişme kütüphaneci, bu alanda yüksek lisans yapmış. Bizim yapacağımız iş, kitaplarımızı koyacağımız bir yeri inşa etmekti. Eski rektörlerimizden Gülsün Sağlamer kafaya taktı yeni kütüphane binası yapacağız diye. Yine eski rek- törümüz Faruk Karadoğan da bunu büyük bir kararlılıkla sürdürdü. Birçok mezundan, yüklü miktarda bağış toplandı. Gerçekten de burada mezunların hakkını vermek lazım. Çok büyük katkıları oldu bu konuda. Bu adamlara İTÜ dediğinizde gözleri yaşarıyor. Bu kadar bağlılar yani okullarına. Bu ruh şimdi bize yeterince aşılanıyor mu sizce? Unutmayalım ki onlar okurken okul çok küçüktü. Şimdi yirmi bin kişiye İTÜ ruhunu aşılamak imkânsız, siz ancak kendi çabanız ve merakınız ile bu ruhu kendinize mal edebilirsiniz. Bu yıllarda İTÜ diplomasının dünya çapında büyük bir değeri vardı. MIT’ye gittiğinizde yüksek lisans yapmış sayılıyordunuz o diplomayla. Şimdi ise akreditasyon adı altında birçok ders kaldırıldı ders programından. Buna Erdoğan Şuhubi gibi Doğan Kuban gibi İTÜ’nün büyük hocaları karşı çıktı. Dediler ki: “Bizim diğer teknik üniversitelerden bir farkımız var. Bizim öğrencimiz çok muazzam bir eleme mekanizması ile seçilir, 4 sene boyunca bilgi ile yüklenir, bu bilgilerde çok iyi kontrol edilir ve mezun olunca mühendis olarak bu bilgileri kullanarak girdiği ortamda hemen lider seviyesine yükselir.” Müthiş bir okulduk yani. Bizim bu hale gelmemizde milletçe sorumluyuz, İTÜ dünyada bir ilktir. Napolyon’un kurduğu, kendisine benzer bir kurum olan, Ecole Polytechnique’den 22 yıl daha eskidir. Bu okullara girmek hala çok ama çok zordur. Bizim böyle bir okulumuz vardı ve onlardan daha eskiydi. Gelin görün ki ne hale getirdik bu okulu. Biz öğrenciler olarak ne yapabiliriz eğitim kalitesini yükseltmek için? Öğrencilere çok iş düşüyor. Öğrencilerin baskı yapması, eğitim kalitesi istemesi lazım. Yani siz başarısızı okuldan atın demeniz lazım. Bunu hiçbir öğrenci demiyor. Öncelikle kütüphanenin 24 saat açık olmasını isteyeceksiniz. Daha sonra size ders veren hocaların araştırmalarını takip etmeniz, bir hoca bir ders ilan ettiği zaman bu ders konusunda ne yapmıştır, kaç atıf almıştır, bunların hepsini araştırmanız lazım. Size yardımcı olmayan hocaları istememeniz gerek. Türkiye’de iyi bir okul görmek istiyorsanız; Harp Okulları’na gidin ve sorun: “Bizim çok kaliteli bir okulumuz vardı, ne hallere geldi. Siz nasıl oluyor da yıllardır bu kadar kaliteli öğrenciler yetiştiriyorsunuz?” diye. Çünkü askeriyede hesap verme mekanizması çok iyi çalışıyor. Hata yapan bir hoca veya öğrenci cezasını çekiyor. Biz de ise bir hocanın derste ne yaptığını kimse soramaz. Şu anda İTÜ en üst dilim öğrencilerin tercihlerinde bulunmuyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Ne yapılması gerek? Öncelikle %30 İngilizce kotasının kalkması lazım. İyi öğrencilerin Boğaziçi Üniversitesi’ne gitmelerinin nedeni İngilizce eğitim ve yerleşkenin güzelliğidir, fakat Boğaziçi Üniversitesi bizim okulla mukayese edilemeyecek kadar kötü bir üniversite. ODTÜ’de verilen ortalama eğitim bizimkinden daha iyi olabilir ama araştırma alanına baktığınızda bizdeki kadar sivrilmiş bilim adamı hiç bir üniversitede yok. Akademi üyeliklerine, ödüllere baktığınızda İTÜ açık ara önde. Diğer yandan İstanbul’da olmak da bir dezavantaj olmaya başladı. Öğrenci böylesine karışık ve pahalı bir şehre gelmek istemiyor, korkuyor buradan. İTÜ’nün büyük bir tarihi var kuşkusuz. Bu tarihi yeterince biliyor muyuz? Önce öğrencilerinin okulunu, kendilerini tanıması lazım ki sürekli bir tanıtım yapılsın, bunun için de İTÜ tarihini bilmeniz, okumanız lazım. Türkiye’de aklı başında ne kadar mektep varsa hepsi İTÜ’den çıkmadır. Bugünkü askeri okulların çoğunun kaynağı da İTÜ’dür. 1773’ten bu yana sürekli bir tarihimiz var. Hocalarımız, rektörlerimiz belli. Rektör Odası’na girdiğinizde 1830’daki rektörümüz Hoca İshak Efendi’nin resmini görürsünüz mesela. Sizin, gazetenizde İTÜ tarihini anlatan yazılar yazarak, bu bilinci aşılamanız lazım. Mesela Karl Von Terzaghi, zemin mekaniğinin kurucusudur ve uzun yıllar İTÜ’de çalışmış ve önemli çalışmalar yapmıştır. Bizim hocamızdır yani. Daha sonra ortaya çıkan bir mektupta diyor ki: “Biz Harvard’da milyonlarca dolar harcayarak zemin mekaniği konusunda büyük çalışmalar yaptık, fakat bu çalışmalar İTÜ’de yaptıklarımızın yanında çok küçük kalıyor”. Yani diyor ki biz zemin mekaniğinin temellerini İTÜ’de attık, fakat bunu kimse bilmiyor. Her şeye rağmen Türkiye’de üniversiteye en çok benzeyen kurum Teknik Üniversite’dir. Bir kere muazzam bir hürriyet veriyor hocalarına, müthiş bir tarihi var, Türkiye Tarihi’nde oynadığı büyük bir rol var. Türkiye bugün yola, köprüye sahipse bu İTÜ’lüler sayesindedir. Osmanlılar zamanında iki hocamızı cehalete kurban verdik biz. İTÜ çağdaşlığın kalesi olmuştur tarih boyunca. İTÜ’nün kuruluş kanunnamesinde hocaların yabancı dil bilmesi, yayın yapması zorunlu kılınmıştır. Yani diyebiliriz ki İTÜ’nün kuruluş kanunnamesi bile bugünkü YÖK Kanunu’ndan daha iyidir. 11 arıYORUM arıYORUM 10 Kasım 2008 Kasım 2008 “İTÜ’nün kuruluş kanunnamesi YÖK kanunlarından daha iyidir” Burak Avcı eçtiğimiz aylarda yaşanan türban tartışmalarında sert bir tutum takındınız. Türbana niçin karşısınız ? Benim üniversitede türbana karşı olmamın gayet basit bir sebebi var: 21. yüzyılda, bir din sembolünün, üniversiteye girmesini, dinin bu üniversitelerde egemen kılınmasının bir adımı olarak gördüğüm için üniversitelerde türbana karşıyım. Yoksa isteyen istediğini giysin. Bizi hiç ilgilendirmez, ama dinin egemenliği üniversitelerde kabul edilemez. Çünkü üniversite bütün sorunlara akılcı yaklaşımla çözüm bulmaya çalışır. Önceden kabul edilmiş dogmaları, üniversite kendi yaşamına katamaz, katarsa üniversiteliği biter. Bunun sembolü olduğu için ve özellikle Türkiye’de toplumu alıp ortaçağa götürmek isteyen belli bir gerici hareketin sembolü olarak geliştiği için üniversitelere türban ile girilmemesi gerektiğini düşünüyorum. G Türban’ın dinsel bir simgeden öte gerici bir siyasi simgeye dönüşmesi bu sorunun püf noktası değil mi? Nitekim Batı ülkelerindeki çoğu üniversitede dinsel simgeler serbest. Yalnız, “Batı’da türban serbest” derken, bir şeye dikkat etmemiz lazım: orada da sorun olmaya başladı. Yalnız türban değil başka siyasi sembollerde sorun olmaya başladı. Mesela ABD’de çok büyük bir savaş var. “Ya evrim dersini kaldırın, ya da din ile birlikte okutun” diyorlar. Bu sadece ABD veya Türkiye’ye has bir durum değil, bütün dünyaya bilimin karşısında dinin önlenemez bir yükselişi hâkim. Bu noktaya nasıl gelindi? Neden bilimin karşında dinin bir yükselişi var? Bu çok ilginç bir soru. II. Dünya Savaşı’ndan sonra bu durum tüm dünyaya egemen oldu, çünkü bilim halktan koptu. Bilim o kadar zor bir hale geldi ki, sokaktaki adam bilimden anlayamaz hale geldi. Sokaktaki adam bakıyor, bir yanda atom bombası patlıyor, diğer yanda biyoloji öyle bir hale geldi ki istediğiniz insanı yaratacak durumda. Bu durum sokaktaki insanın ödünü patlatıyor. Bununla mücadele etmesi mümkün değil. Bilim çok küçük bir elitin eline geçti. Bu küçük elit sokaktaki insanı korkuttuğu gibi, politikacıyı da korkutuyor. Politikacının da bilim adamından ödü patlıyor. Dolayısıyla Amerika’da bir sürü yasaklar ortaya çıkıyor. Mesela “Klonlama yapmayın” diyor, kök hücre çalışmalarını engelliyor. Sürekli sınırlama getirmeye çalışıyor veyahut bilimsel raporlar çarpıtılıyor. Bu raporlar politikacıların eline gittiği gibi yayımlanmıyor. Bilimden korkuyorlar, ama korkunun ecele faydası yok. Bazı kesimler, bilimin insanlığa her zaman büyük hizmetler etmediğini savunuyor. Atom bombası öne sürdükleri en önemli kanıt... Hayır efendim! Atom bombasını bilim adamı atmadı. Sadece atom bombasının prensiplerini ortaya koydu ve “İşte size örneği” dedi. Onun kullanılma Prof. Dr. Ali Mehmet Celâl Şengör, 1955 yılında İstanbul’da doğdu. State University of New York at Albany’den jeolog olarak mezun oldu. Aynı üniversiteden yüksek lisans ve doktora derecelerini aldı. Yurda dönerek İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Maden Fakültesi Genel Jeoloji Kürsüsü’ne asistan olarak girdi. Ulusal ve uluslararası birçok önemli ödüle layık görülen Şengör, halen İTÜ Maden Fakültesi, Jeoloji Mühendisliği Bölümü, Genel Jeoloji Anabilim Dalı’nda ve Avrasya Yer Bilimleri Enstitüsü’nde görevlidir. Prof. Dr. Celal Şengör kararını üniversite tahsili bile olmayan, cahil Truman verdi. Eğer, Truman bilim adamlarını toplayıp: “Bu bombayı atalım mı atlayalım mı” diye sorsaydı, inanın oradan bir evet oyu çıkmazdı. Çünkü nasıl bir yıkıma yol açacağını biliyorlar. Biliyorlar ki bugün Japonya’ya yarın bana. Bunun durdurulması mümkün değil. Bilim hiçbir şeyin üzerine değer yargısı koymaz. Bilim sadece bilgiyi genişletir. Bütün bunlar değer yargılarına bağlıdır ve değer yargıları toplumdan topluma zamandan zamana değişir. Değer yargılarını insanlığa hizmet edecek bir şekilde geliştirme görevi kısmen sosyal bilimcilerin kısmen politikacıların kısmen de halkın elindedir. Burada etik kavramı ortaya çıkıyor değil mi? Bakınız, Bernard Russell hayatının büyük bölümünü etiğin bilimsel temelini düşünerek geçirmiş ve sonunda “Hayır olamaz” demiştir. Etik, aksiyomatik bir sistemler grubudur. Varsayımlar yapar. O varsayımlara göre bu etiktir bu değildir diye karar verirsin. Fakat etik de kültürden kültüre değişen göreceli bir kavram. Sosyal Bilimler bu konuda ne düşünüyor? Sosyal bilimler büyük bir açmaz içerisinde. O bizim doğa bilimlerine benzemiyor. Sosyal bilimlerin tek bir amacı var: insanın hayatını daha rahat yapmak. İnsanı temel alıyor. İnsanı temel alınca kendini temel almış alıyor. Kendini temel alınca, kendi üzerinde deney yapmak zorlaşıyor. Sözü İTÜ’ye getirelim. Bildiğiniz gibi Türkiye’yi uzun süre yöneten siyasetçilerin çoğu İTÜ mezunu. Sizce, mezunlarımız hayırlı işler yaptılar mı Türkiye adına? Bizim mezunlarımız arasında Necmettin Erbakan, Turgut Özal, Süleyman Demirel gibi çok zeki çocuklar olduğu halde, genel kültürleri çok zayıf siyasetçiler var. Bunlar çok iyi mühendisler. Siz bugün Demirel veya Erbakan ile herhangi bir mühendislik konusunda başa çıkamazsınız. Ben bunu Demirel ile birebir yaşadım. Demirel, beni deprem konusunda bir sorguya çekti, neredeyse, “Şu işi bıraksanız da bizimle çalışsanız diyecektim” kendisine. İnanılmaz bir bilgisi var Demirel’in. Kendisine de söyledim “Sizinle aynı okullu olmaktan gurur duydum” diye. Öyle sorular sordu ki bana, bizim jeofizikçilerin aklına gelmez o sorular. Peki, sorun nerede? Şimdi sorun şurada: Süleyman Demirel çok iyi bir mühendis ama çok tutucu bir çevrede büyümüş ve uzun sürede bu çevrenin dışına çıkmamış. Kendi büyüdüğü çevrede mesela türban diye bir sorun yok, politikacı olduğunda böyle bir sorun olmaz diye düşünmüş. Yani eğitim her şeyi değiştirmiyor... Tabii. Aile çok önemli ve ilkokulu, ortaokulu nerede okudun, nasıl öğretmenlerin oldu bu çok mühim. Teknik Üniversite’ye eskiden gelen öğrenciler Türkiye’nin en zeki öğrencileri, fakat bu okula alınırken öğrencilerin sadece zekâ düzeyine bakılmış. Teknik Üniversite sadece bu yanıyla ilgilenmiş, bu öğrenci- leri alırken. Sizi kaliteli mühendisler yapacağız denilmiş ve öyle de yapılmış. Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanlığı yapmış, İTÜ mezunu Bozkurt Güvenç Hoca anlatıyor. 3. sınıfta MIT’ ye gönderilmiş Bozkurt Hoca ve gider gitmez ders asistanı yapılmış, “O zamanlar bizim Teknik Üniversite’nin 3 senede verdiği eğitimi MIT 4 senede veremiyor yani” diyor. Ne değişti de bugün İTÜ’de verilen eğitim dünyanın en iyi eğitim veren üniversiteleri ile yarışamıyor? Yine İTÜ mezunu Doğan Kuban diyor ki: “Bizi sayılar batırdı. Eskiden biz çok küçük bir grup olarak girerdik Teknik Üniversite’ye, şimdi ise Teknik Üniversite’nin yirmi bini aşkın öğrencisi var.” Sağlıklı bir şekilde büyüyemedik açıkçası. Bütün üniversiteler çok yüklendi. Bu büyük öğrenci artışına paralel, eğitim kalitesini yükseltemedik. Bugün, lise kitaplarının hali içler acısı. Kitaplar yalan yanlış ifadelerle dolu. Yalan bilgilerle dolu ders kitaplarıyla bir lise eğitimi yapılıyor. Genelkurmay Başkanlığı’na liselerdeki Biyoloji ve Jeoloji kitapları hakkında koskoca bir rapor yazdım. Kitaplar bir rezalet. Herkese söylüyoruz, anlatıyoruz fakat buna karşı halkın ve medyanın bir reaksiyonu yok. Niçin tepki gösterilmiyor bu duruma? Çünkü kültürümüzde böyle bir sorun yok. Yanlış bir yolla büyütülmüş bir genç, üniversiteye geldiğinde bizim yapabileceklerimiz çok kısıtlı oluyor. Rahmetli dedem derki ki “ Siz okula bakır verirsiniz, parlatır iade eder, fakat bakırı altın yapamaz”. Aile çok önemli Celal Şengör’ü anlatmaya niyetli her cümle, Hoca’nın bilimsel kariyerine yapılan vurgu ile başlıyor. En sivri kalemler bile bu gerçeği göz ardı edemiyor. Doğa bilimlerinde tartışmasız bir otorite olarak kabul edilen Şengör, güncel konularda takındığı, çoğunluğun ‘sert’ olarak nitelendirdiği görüşleri ile dikkat çekiyor. İşte tam bu noktada ilk bakışta birbirine çok uzak gibi görünen iki kavramın: ‘sertlik’ ve ‘samimiyet’in arasındaki ince çizgi ortaya çıkıyor. Acaba Celal Hoca, geçtiğimiz yıllarda basına yansıyan, İTÜ öğrencilerin akademik düzeyini kıyasıya eleştiren görüşlerinde, İTÜ’den istifa etmeye niyetlendiğinde sert miydi yoksa samimi mi? Ya da Hoca’nın son zamanlarda yaşadığımız türban konusunda takındığı tutum, deprem konusundaki açıklamaları samimiyetinden mi yoksa sertliğinden mi kaynaklanıyordu? Söyleşimizde bu sorulara yanıt bulacağınızı umuyoruz. yani. Biz çağdaş kültürü tüm topluma yayamadık. Mustafa Kemal Atatürk’ün de yapmak istediği buydu zaten. Fakat daha sonra gelenler bu yolda yürümedi ne yazık ki. Çünkü yalnız bir adamdı Atatürk. Bozkurt Güvenç Hoca’ya Atatürk’ün Trakya manevraları sırasında çekilmiş bir fotoğrafını göstermiştim. Herkes bağdaş kurup yere oturmuş, Atatürk her zamanki gibi çok şık. Herkes yere bakıyor fotoğrafta, bir tek Atatürk kafayı kaldırmış, gökyüzüne bakıyor. Tek başına. Bozkurt Hoca’ya fotoğraf görünce şöyle dedi: “Bu resimde dehanın yalnızlığını görüyorum.” Çevresindeki İnönü dâhil hiç kimse Atatürk’ü anlamıyordu. Rahmetli İhsan Ketin Hoca anlatırdı. “Biz genç insanlar olarak Atatürk’ün yalnızlığını görüyorduk” derdi. Atatürk zamanında Almanya’ya gitmişler. Hepimizin aklına şu geldi diyor: “Bu millet Atatürk’ün elinde olsaydı neler yapardı” ve ekliyor “Biz hepimiz Türkiye’ye o rüyayla döndük, biz de Türkiye’yi öyle yapacağız diye .” Yeni kütüphane binamız mart ayında açıldı biliyorsunuz. Yeni kütüphane İTÜ’ye ne kazandıracak? Kütüphane binası bir semboldür. İlk defa bizim kütüphaneye önem verdiğimizin altı çizildi böylece. Biz okul olarak karar verdik ki bizim bir kütüphaneye ihtiyacımız var. Bu kütüphane fakültelere bağlı şekilde değil, merkez kütüphane şeklinde olmalıdır. Bir kere Merkez Kütüphanesi’nin başına çok profesyonel bir kütüphaneci: Ayhan Kaygusuz getirildi. Bu kişi, çekirdekten yetişme kütüphaneci, bu alanda yüksek lisans yapmış. Bizim yapacağımız iş, kitaplarımızı koyacağımız bir yeri inşa etmekti. Eski rektörlerimizden Gülsün Sağlamer kafaya taktı yeni kütüphane binası yapacağız diye. Yine eski rek- törümüz Faruk Karadoğan da bunu büyük bir kararlılıkla sürdürdü. Birçok mezundan, yüklü miktarda bağış toplandı. Gerçekten de burada mezunların hakkını vermek lazım. Çok büyük katkıları oldu bu konuda. Bu adamlara İTÜ dediğinizde gözleri yaşarıyor. Bu kadar bağlılar yani okullarına. Bu ruh şimdi bize yeterince aşılanıyor mu sizce? Unutmayalım ki onlar okurken okul çok küçüktü. Şimdi yirmi bin kişiye İTÜ ruhunu aşılamak imkânsız, siz ancak kendi çabanız ve merakınız ile bu ruhu kendinize mal edebilirsiniz. Bu yıllarda İTÜ diplomasının dünya çapında büyük bir değeri vardı. MIT’ye gittiğinizde yüksek lisans yapmış sayılıyordunuz o diplomayla. Şimdi ise akreditasyon adı altında birçok ders kaldırıldı ders programından. Buna Erdoğan Şuhubi gibi Doğan Kuban gibi İTÜ’nün büyük hocaları karşı çıktı. Dediler ki: “Bizim diğer teknik üniversitelerden bir farkımız var. Bizim öğrencimiz çok muazzam bir eleme mekanizması ile seçilir, 4 sene boyunca bilgi ile yüklenir, bu bilgilerde çok iyi kontrol edilir ve mezun olunca mühendis olarak bu bilgileri kullanarak girdiği ortamda hemen lider seviyesine yükselir.” Müthiş bir okulduk yani. Bizim bu hale gelmemizde milletçe sorumluyuz, İTÜ dünyada bir ilktir. Napolyon’un kurduğu, kendisine benzer bir kurum olan, Ecole Polytechnique’den 22 yıl daha eskidir. Bu okullara girmek hala çok ama çok zordur. Bizim böyle bir okulumuz vardı ve onlardan daha eskiydi. Gelin görün ki ne hale getirdik bu okulu. Biz öğrenciler olarak ne yapabiliriz eğitim kalitesini yükseltmek için? Öğrencilere çok iş düşüyor. Öğrencilerin baskı yapması, eğitim kalitesi istemesi lazım. Yani siz başarısızı okuldan atın demeniz lazım. Bunu hiçbir öğrenci demiyor. Öncelikle kütüphanenin 24 saat açık olmasını isteyeceksiniz. Daha sonra size ders veren hocaların araştırmalarını takip etmeniz, bir hoca bir ders ilan ettiği zaman bu ders konusunda ne yapmıştır, kaç atıf almıştır, bunların hepsini araştırmanız lazım. Size yardımcı olmayan hocaları istememeniz gerek. Türkiye’de iyi bir okul görmek istiyorsanız; Harp Okulları’na gidin ve sorun: “Bizim çok kaliteli bir okulumuz vardı, ne hallere geldi. Siz nasıl oluyor da yıllardır bu kadar kaliteli öğrenciler yetiştiriyorsunuz?” diye. Çünkü askeriyede hesap verme mekanizması çok iyi çalışıyor. Hata yapan bir hoca veya öğrenci cezasını çekiyor. Biz de ise bir hocanın derste ne yaptığını kimse soramaz. Şu anda İTÜ en üst dilim öğrencilerin tercihlerinde bulunmuyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Ne yapılması gerek? Öncelikle %30 İngilizce kotasının kalkması lazım. İyi öğrencilerin Boğaziçi Üniversitesi’ne gitmelerinin nedeni İngilizce eğitim ve yerleşkenin güzelliğidir, fakat Boğaziçi Üniversitesi bizim okulla mukayese edilemeyecek kadar kötü bir üniversite. ODTÜ’de verilen ortalama eğitim bizimkinden daha iyi olabilir ama araştırma alanına baktığınızda bizdeki kadar sivrilmiş bilim adamı hiç bir üniversitede yok. Akademi üyeliklerine, ödüllere baktığınızda İTÜ açık ara önde. Diğer yandan İstanbul’da olmak da bir dezavantaj olmaya başladı. Öğrenci böylesine karışık ve pahalı bir şehre gelmek istemiyor, korkuyor buradan. İTÜ’nün büyük bir tarihi var kuşkusuz. Bu tarihi yeterince biliyor muyuz? Önce öğrencilerinin okulunu, kendilerini tanıması lazım ki sürekli bir tanıtım yapılsın, bunun için de İTÜ tarihini bilmeniz, okumanız lazım. Türkiye’de aklı başında ne kadar mektep varsa hepsi İTÜ’den çıkmadır. Bugünkü askeri okulların çoğunun kaynağı da İTÜ’dür. 1773’ten bu yana sürekli bir tarihimiz var. Hocalarımız, rektörlerimiz belli. Rektör Odası’na girdiğinizde 1830’daki rektörümüz Hoca İshak Efendi’nin resmini görürsünüz mesela. Sizin, gazetenizde İTÜ tarihini anlatan yazılar yazarak, bu bilinci aşılamanız lazım. Mesela Karl Von Terzaghi, zemin mekaniğinin kurucusudur ve uzun yıllar İTÜ’de çalışmış ve önemli çalışmalar yapmıştır. Bizim hocamızdır yani. Daha sonra ortaya çıkan bir mektupta diyor ki: “Biz Harvard’da milyonlarca dolar harcayarak zemin mekaniği konusunda büyük çalışmalar yaptık, fakat bu çalışmalar İTÜ’de yaptıklarımızın yanında çok küçük kalıyor”. Yani diyor ki biz zemin mekaniğinin temellerini İTÜ’de attık, fakat bunu kimse bilmiyor. Her şeye rağmen Türkiye’de üniversiteye en çok benzeyen kurum Teknik Üniversite’dir. Bir kere muazzam bir hürriyet veriyor hocalarına, müthiş bir tarihi var, Türkiye Tarihi’nde oynadığı büyük bir rol var. Türkiye bugün yola, köprüye sahipse bu İTÜ’lüler sayesindedir. Osmanlılar zamanında iki hocamızı cehalete kurban verdik biz. İTÜ çağdaşlığın kalesi olmuştur tarih boyunca. İTÜ’nün kuruluş kanunnamesinde hocaların yabancı dil bilmesi, yayın yapması zorunlu kılınmıştır. Yani diyebiliriz ki İTÜ’nün kuruluş kanunnamesi bile bugünkü YÖK Kanunu’ndan daha iyidir. 11 12 arıYORUM arıYORUM Kasım 2008 Kasım 2008 Müziğin laboratuvarı: MİAM TÜ Maçka Yerleşkesi Yabancı Diller Yüksekokulu binasının üçüncü katından ‘yeni binyıl’ın başından bu yana gün boyu müzik sesleri yükseliyor. Bu seslerin kaynağı olan ve genç sanatçıların yetenek, beceri ve heyecanlarına akademik bir olgunluk ve bilinç ekleyerek seslerini dünyaya duyurmak için geldikleri yerin adı ise, Dr. Erol Üçer Müzik İleri Araştırmalar Merkezi, veya kısaca MİAM. İ MİAM, 1999 yılında dönemin İTÜ Rektörü Prof. Dr. Gülsün Sağlamer’in başını çektiği bir proje olarak, İTÜ mezunu ve Gama İnşaat Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Erol Üçer’in cömert bağışları ile, iki eş-başkan, Türk keman okulunun önemli ismi keman sanatçısı Prof. Dr. Cihat Aşkın ve eserleri dünya çapında tanınan besteci Prof. Dr. Kamran İnce’nin yönetiminde kuruldu. Modern standartlarda lisansüstü müzik eğitimi vermek, çağdaş eğitim metotları kullanmak ve müzik mirasını gelecek kuşaklara aktarmayı kendisine misyon edinen MİAM’da dünyanın önde gelen müzik okullarında bulunabilecek nitelikte ve müziğin çeşitli dallarında yüksek lisans ve doktora eğitimi veriliyor. MİAM’da, her biri kendi uzmanlık alanında tanınan Türk ve yabancı kökenli değerli isimlerden oluşan seçkin bir eğitimci kadrosu; Kompozisyon (bestecilik), Performans (Piyano, Keman, Viyola, Çello, Flüt, Gitar, Perküsyon), Tarihsel Müzikoloji Prof. Dr. Cihat Aşkın MİAM – DR. EROL ÜÇER MÜZİK İLERİ ARAŞTIRMALAR MERKEZİ ve Etnomüzikoloji gibi dalların yanısıra, ülkemizde ilk kez MİAM tarafından akademik seviyede eğitimi verilmeye başlanan Ses Mühendisliği ve Tasarımı, Müzik İşletmeciliği gibi alanlarda da öğrencilere yüksek seviyede eğitim sunuyor. MİAM aynı zamanda, geniş bir kitap-nota-cd koleksiyonuna sahip modern bir müzik kütüphanesi ve Türkiye’nin en modern donanımlı ses kayıt stüdyolarından biri olan MİAM Ses Kayıt Stüdyoları başta olmak üzere birçok önemli birimi bünyesinde barındırıyor. MİAM ders programında eğitim verilen alanların temel derslerinin yanısıra, Antik Dönem Müziği, Eski Avrupa Müziği (rönesans öncesi dönemin elyazmaları ve nota sistemi), 20.yy. Müziği (tonal dönem sonrası müzik), Avangard Müziğe Etnomüzikolojik Bakış Açısı, Pasifik Bölgesi Halk Müzikleri, Bibliyografi Teknikleri gibi ülkemizde üzerine sınırlı çalışma bulunan konular ve Prodüksiyon Analizi, Miks ve Mastering Teknikleri, Dijital Ortamda Görsel İşleme Teknikleri gibi teknolojik altyapı kullanımına dayanan başlıklar yer alıyor. MİAM’da uygulamalı eğitime önem verilmesi, özellikle Ses Mühendisliği ve Tasarımı gibi uygulama altyapısı büyük yatırım gerektiren alan öğrencileri için hazine değeri taşıyor. Bu bölümün öğrencileri Türkiye’nin en modern donanımlı stüdyolarından biri olan MİAM Ses Kayıt Stüdyosu’nda gerçek kayıt ortamında çalışarak eğitimlerini tamamlıyorlar. Bunun yanısıra, performans öğrencilerine hizmet veren çok sayıda piyanolu prova odası, perküsyon bölümü için ksilofon, vibrafon, timpani, bongo, üçgen ve orkestral tom tomlar gibi vurmalı sazlarla donatılmış Perküsyon Laboratuvarı, bestecilik bölümü öğrencileri için bilgisayar ortamında profesyonel nota yazımı ve baskısı imkanı sunan Notasyon Laboratuvarı MİAM’da öğrencilere sunulan uygulamalı çalışma ortamlarından. Disiplinlerarası eğitimi öne çıkaran bir yaklaşımla hazırlanan programda, öğrencilerin ilk yarıyıllarında MİAM’da eğitimi verilen tüm belli başlı alanların temel kavramlarını içeren birer dersini alarak kendi uzmanlık alanları dışında da genel bilgiye sahip olmaları sağlanıyor. Doktora programı ise, halen uzmanlık alanlarını içermekle beraber, her alandan ders almaya açık tamamen disiplinlerarası bir programa sahip. Doktora programı sonunda öğrenciler, ülkemizdeki konservatuarlardan farklı olarak, doktora tezi niteliğinde bir çalışma sergileyerek PhD’lerini tamamlıyor ve “Doktor” ünvanı kazanıyorlar. MİAM Dr. Erol Üçer Müzik Kütüphanesi MİAM bünyesinde bulunan ve ismini kütüphanenin ilk kuruluşunu mümkün kılan önemli bağışına binaen Dr. Erol Üçer’den alan Müzik Kütüphanesi, açıldığı Mayıs 2000’den bu yana ülkemizin en kapsamlı müzik kütüphanelerinden biri. Aynı zamanda İTÜ Merkez Kütüphanesinin bir şubesi olarak İTÜ kaynakları ile de önemli derecede desteklenen kütüphane, kullanıcılarına, 5000 kitap, 3800 CD ve DVD, 3000 müzik notası, 70 süreli yayın aboneliği, ve Grove Music Online, the International Index to Music Periodicals ve JSTOR gibi 9 Başlarım ‘Photoshop’una! Sedat Bayrak 22 Şubat 2008 / Beyoğlu – Istanbul Karanlık bir oda… - Anlat lan! - “ctrl+alt’a basarak sürükleyin” dedim. hühühü... - Devam eet! Czzzrr - Iaaahhhh!.. “Shifte bastığınızda da 45 derecelik tutunmalar gerçekleştirrr” - Cevap?! - Öylece baktılar. Hiçbirşey söylemed... Çlok - Hoşgeldiniz amirim. - Nasıl gidiyor? - Yalan söylüyor şerefsiz. - hühühü doğru söylüyorum... - Kes laan! Çaaat - Hühühü… - Ben bilirim onu konuşturmasını… Tutuklu!. Buraya gel... … - Şimdi baştan sakin sakin anlat. - En baştan mı? - Evet, en başından... Kimdi onlar? - Maslaktakiler... Mühendisler... Taşkışla’dan biraz farklıydılar. Mimarlar -aldıkları formasyon gereği- Photoshop’u sık sık kullanmak durumunda kalıyorlardı. Buna rağmen birçoğu, “iyi kullanmak”tan pek bir uzaktılar. Peki, bölümlerindeki eğitimde Photoshop’un yeri olmayanlar ne yapsınlar diye düşündüm… Aynen şunları söyledim: Özellikle siz mühendisler, Photoshop’u neden kullanmak istediğinize iyi karar vermelisiniz. Dijital makinemle çektiğim fotoğrafların kadrajını değiştireyim bir de kırmızı gözleri kaldırayım diyorsanız ihtiyacınız farklı; tasarım yapıp kitleleri kendime hayran bırakayım, kızlar kuyruk olsun, aralarından uzun boylu, esmer ve yeşil gözlü olanları seçeyim diyorsanız ihtiyacınız farklıdır. Ama bunların ötesinde aslolan, unutmamanız gereken çok önemli bir şey vardır. Photoshop sadece bir araçtır. Önemli olan sizin yapacağınız, ortaya çıkaracağınız tasarımdır. Eskiz kağıdınızda veya kafanızda olandır. -Photoshop’u hiç bilmeyen biri çok iyi bir tasarımcı, Photoshop’u ayağıyla bile kullanan biri de, berbat bir tasarımcı olabilir.Neler yapmak istediğinize karar verin ve bu konuda tutorial’lar, eğitimlerler veya bilenlerden yardım alarak “işe koyulun”. Mimarlık fakültesinde verdiğim eğitim veya seminerlerde sıkça aldığım bir soruydu: “Photoshop’u nasıl öğreneceğim?”. Yanıtım da genellikle şu şekilde oluyordu. “Zor.” Bunu söylemekteki gerekçem Photoshop’ın çok karmaşık olması veya konuyla ilgili kaynak yetersizliği değil. Sebep; Photoshop öğrenmek için bir grafikerde olduğu kadar zorunlulukların bulunmamasıydı. Mühendislik Fakültelerindeyse iş daha da zor. Bu yüzden 4.Levent’i geçtikten sonra İstinye’ye kadar Photoshop bilenlerin sayısı oldukça az. Örneğin, bir grafik tasarımcısı için Photoshop, -olmazsa olmaz- bir programdır. Onlar için eser Photoshop’tan çıkan çalışmadır. Oysa mühendisler belki bir-iki sunumlarında kullanacaklardır. Bir de daha önce söylediğim fotoğraf çalışmaları vs. Ama mesleğinizin Photoshop’la sıcak ilişkide olmaması bilenlerin, sahip olduğu ayrıcalıkları da artırmaktadır. Bu yüzden bence Photoshop’ı öğrenmeye önem verilmelidir. Antremanlar yapılmalıdır. Photoshop bir hobi haline getirilmelidir. Yoksa sunumdan sunuma ancak kısa yöntemler öğrenilir, bir dahaki teslimde tüm bilinenler unutulmuş şekilde ekrana bakılır, Photoshop bilen arkadaşlar geceleri taciz edilir. Hobi haline getirmekse üniversite yaşantısında, sektörde olduğundan çok daha kolaydır. Kulüp etkinlikleri, websiteleri, fotoğraf atolyeleri, sinema gösterimleri, festivaller ve tüm bunların tanıtım görselleri, kimlik çalışmaları, yaka kartları derken, kendinizi bir Photoshop operatörü olarak bulabilirsiniz. Bu tip sorumlulukları üstlenerek, kendinizi Photoshop programını çok geniş alanlarda kullanmaya zorlayabilirsiniz. Ancak şunu özellikle belirtmek isterim. Photoshop üniversite yıllarında öğrenilemez ise, o dört seneden sonra hiçbirzaman öğrenmeye yeterli vakit ayırılamıyor. Bu noktada bir uyarıyı tekrar ekleme gereği duymaktayım: Eğer kötü bir tasarımınız varsa, o en usta Photoshop operatörünün elinden geçse bile yine kötüdür. Kötü gözükecektir. Ne kadar iyi Photoshop kullanırsanız kullanın, önemli olan kafanızda yaptığınız veya yapmış olmanız gereken tasarım kurgusudur. Photoshop bilgisini geliştirmek, birçok kişinin aklının bir köşesinde sürekli yatan, ama aylardır, hatta yıllardır bir türlü yeterli vakiti ayıramadıkları bir eylem. Photoshop kullanımını geliştirmek, çoğu zaman yanlış yöntemler yüzünden olduğundan da zor görünüyor. Çabucak hevesler kırılıyor, moraller bozuluyor. Oysa birkaç ana ilke çerçevesinde kendinizi bu konuda geliştirmek tahmin edildiği kadar sancılı değil. Zaten Adobe’un genel bir stratejisi; her sürümünde programı daha kolaylaştırmak ve tabana yaymak... Çok değil, üç-dört yıl öncesine kadar, Photoshop yazılımı bu kadar yaygın (ve magazinel) değilken, (özellikle mimarlık) sektörü içerisinde Photoshop’u biliyor olmak önemli birşeydi. Ancak internet’in bu denli yayılımı, kaynakların artması ve programın kolaylaştırılması bilenlerin sayısını kat ve kat artırdı. Bu durum da, Photoshop’ı iyi kullanmayı, daha bir zorunlululuk haline getirdi. Peki nasıl?.. Öncelikle şunları söylemek gerekiyor ki; Photoshop, bir fotoğraf açıp üzerinde başka başka tool’leri deneyerek, brightness-contrastı ile oynayarak, filtreleri sırayla uygulayarak öğrenilmez. Photoshop boş bir sayfa açıp düz çizgiler çizerek, ilginç fırçalar deneyerek geliştirilmez. Photoshop tasarım yaparak değil, aksine taklit edip, “çalıntı” yapılarak çok daha kolay öğrenilir. Photoshop’da bir şeyi sıfırdan tasarlarken, istem dışı, sadece bildiklerinizle çalışmaya yönelirsiniz. Onun yerine diğer çalışmaları inceleyin. Basılı yayınları, internetteki galerileri, arkadaş çalışmalarını vs. Dergide çıkmış bir reklamı önünüze alıp “bunun aynısını yapacağım” dediğinizde, yeni arayışlara girmek için kendinizi zorlamış olursunuz. Örneğin reklamda yazı karakterlerinin arasında geniş boşluklar vardır. Araştırır, soruşturur bunun nasıl yapıldığını öğrenirsiniz. Fotoğraf siyah beyaz yapılıp, bir bölümü renkli bırakılmıştır, renk ayalarını, dengelerini öğrenirsiniz. Sizi arayışa iten bir bahaneniz olur. Bu yöntemle, çalışmaya ne kadar zaman ayırır, ne kadar çok deneme yaparsanız o kadar farklı koldan Photoshop’ı öğrenmiş olursunuz. Photoshop öğrenmenin önündeki bir başka engel de, insanın öğrendiklerine kapılması ve yapması gerekenleri sadece öğrendikleri kapsamında uygulamaya çalışmasıdır. Photoshop’da bir çalışma yaparken unutulmaması gereken çok önemli bir ilke vardır. “Her yöntemin daha kolayı, daha hızlısı ve daha güzeli vardır.” Önünüzde bir saatlik bir iş varsa, hemen işe bodoslama yumulmak yerine: Yarım saat, “nasıl daha hızlı ve güzel yaparım” araştırması yapıp, diğer yarım saatte de bu hızlı yöntemi uygularsanız, çalışmanızı yine aynı sürede bitirmiş olursunuz. Ancak bir dahaki sefere öncekinden iki kat hızlanmış olarak işinizi sürdürürsünüz. Tabii bir de help dökümanları var... Unutmamak gerekirki Photoshop’u en iyi tanıyan insanlar, o programı bizzat yapanlar. O dökümanları hazırlayanlar... “F1” tuşunuza “ctrl” tuşuna gösterdiğiniz özeni gösterin. Paslanmasına izin vermeyin. Gelelim bir de “kurs” mevzusuna. Photoshop kurslarla öğrenilir mi? Özellikle mimarlık sektöründe veya öğrencilerinde yaygın bir yöntem kurslara katılmak. Açıkçası ben bu tip yazılımların kurslarla değil, daha çok kişisel çabalarla öğrenilebileceği kanısındayım. Tabii “kurslar size bildiklerinizi unuttururlar” demiyorum. Sadece kişisel çaba olmadan kursların hiçbir işe yaramayacağını hatırlatıyorum. “Şu kursa hele bir gideyim. 2 Ay sonra kendimi Photoshop biliyor olarak bulacağım. Sonra ver elini Freehand”. Bu bakış açısıyla ancak tüm “hand” lerinizi gerçekten “free” bulursunuz. Ben kursların iki noktada önemli katkısı vardır diye düşünüyorum: Öğrenme sürecinde takıldığınız noktaları soracağınız birinin yakınlarınızda olması Sizi düzene sokması, çalışmanız için arkanızdan dürtüklemesi. Hatta bunların yanında kurslar kalça ağrılarına da iyi gelir. Cüzdanınızı inceltir. Eğer bu ikisini kendim de yaparım, paramla da tahvil-bono alırım, gayrimenkule yatırırım diyorsanız kurslara gerek olduğunu düşünmüyorum. Tekrar çalışmaları, help dökümanları ve kaynak taramalarının Photoshop’u öğrenmek için yeterli olacaktır. - Yeterli. Atın şunu nezarete!. - Ama!? - Kes lan. Neydi web sitenin adresi - www.taskisla.net/set - Takibe alın şurayı. Dikkat çekici birşeye raslarsanız bilgim olsun. - Emredersiniz amirim. 8 arıYORUM arıYORUM Kasım 2008 Kasım 2008 13 fotoğraf çekmek M. Cansın Özden Çektiğiniz bir fotoğraf sanatsal bir fotoğraf da olsa, bir anı fotoğrafı da olsa, bir dokümantasyon fotoğrafı da olsa dikkat etmeniz gereken bazı hususlar vardır. Eğer makinanız bir kompakt makina ise size sadece konuyu vizörünüzde kadrajın istediğiniz yerine yerleştirip deklanşöre basmak kalsa bile belli bir ustalık ister. Nasıl bir açıdan, konuya ne uzaklıktan ve ışığı hangi konumdan alırsanız daha estetik bir fotoğraf çekmiş olursunuz bunu tecrübe etmeniz lazımdır. Işığı Fotoğraf Üzerinde Üç Değişkenle Kontrol Ederiz... Manuel ayar yapmanız icabeden rangefinder tipi ya da slr (single lens refleks) makinalarda ise işler biraz daha karmaşıklaşır. Işığı kontrol etmelisinizdir artık. Işığı fotoğraf üzerinde 3 değişken ile kontrol edersiniz. Birincisi analog bir makinada hızlı şekilde kontrol edemeyeceğiniz (mamiya vb. bazı profesyonel makinalar iki farklı filmin takılmasına izin verirler) film ISO'sudur. ISO filmin ışığa duyarlılığını gösteren bir parametredir. (amerikan standartlarında "asa" alman normunda "din" olarak anılır. ISO ve asa'da sayılar aynıdır ancak din'in kendine göre bir düzeni vardır. 100 asa yaklaşık 21DIN'dir gibi..) Sayı küçüldükçe duyarlılık azalır, sayı büyüdükçe duyarlılık artar. İkinci özelliğimiz, makina üzerinde 45.6-8-11-16-22 gibi sayılarla ifade edilen diyafram açıklığıdır. Sayı büyüdükçe diyafram çapı küçülür. Diyafram çapı küçüldükçe de filminiz üzerine yansıyan ışık azalır. Genellikle göz bebeğine benzetilir. Göz bebeğinin çok ışıkta, göze fazla ışık girdiği için küçülmesi ve az ışıkta, ışığı toplamak için büyümesi gibi.. Diyafram aynı zamanda fotoğrafın netlik aralığını da belirleyen bir özelliktir. Yüksek diyafram numaralarında, tıpkı bir nesneyi net görebilmek için gözlerimizi kıstığımız gibi.. Netlik aralığı fazla, düşük diyafram numaralarında azdır. Düşük diyafram değeri (yani geniş diyafram açıklığı), fotoğraftaki ilginin çekilmek istendiği konuyu netlemek ve diğer kısımları flulaştırmak için sıkça kullanılan yöntemdir. Üçüncü değişkenimiz ise enstantanedir. Bu da makina üzerinde b-30-60-125-250-5001000 gibi sayılarla ifade edilir. Enstantane, perdenin açık kalma süresidir. Vermek istenilen etkiye göre çeşitli değerler kullanılabileceği gibi bazen de yüksek değerler kullanmak bir zorunluluk halini alır. Örneğin sevinmiş ve havaya zıplamış bir çocuğu havada donuk çekmek istiyorsunuz bu durumda örneğin 500 enstantane kullanmalısınızdır. Bu, perdenin, siz deklanşöre bastıktan sonra saniyenin 500'de biri kadar bir süre açık kalmasını sağlayacaktır. Ya da örneğin yürümekte olan bir yayanın adımlarını zamanda adeta akıyormuş gibi pozlamak istiyorsunuz o zaman 30 ya da daha küçük bir enstantane kullanmalısınıdır. Bazen de enstantane bir zorunluluktur dedik. Ona örnek olarak da tripodunuz ( makinanızı sabitleyeceğiniz üçayağınız ) olmadan bir çekim yapmak zorundasınızdır ve elinizde kocaman bir teleobjektif vardır. Bu durumda 250'den daha küçük bir enstantane değerinde isteğiniz dışında makinayı titretecek ve görüntünün bulanık çıkmasına neden olacaksınızdır. Bunun gibi, tripod kullanarak çok az ışıkta çekeceğiniz Korsan Balıkçı Makine: Zeiss-Ikon Contina, Enstantane 1/60, Diyafram f/4, ISO: 100, Film: Fujichrome Provia Kadıköy Balıkçılar Çarşısı’nda çektiğim bu balıkçı portresi, balıkçının ilginç görünüşü, canlı renkleri ve tezgahlardaki balıkların oluşturduğu parlak bir çember içinde dikkat çekici bir hal almıştı. Kullandığım diapozitif filmin kontrastlı sonuçlar veren bir modelden olması da renkleri daha da canlı göstermişti. fotoğraflarda da bu sefer enstantane değerini B (bulb)'ye getirmelisinizdir. B, sizin eliniz deklanşörden kalkana kadar perdeyi açık tutma özelliğidir. Tabii elinizde 1 saniye kadar pozladığınız bir konunun, cerrah değilseniz, elinizin titremesinden ötürü bulanık çıkmaması bir şans olacaktır. Bu durumlar için uzatma deklanşör adı verilen bir aparattan yardım almak icap eder. Işığın Şiddetini Ölçmek İçin Pozometre Kullanılır... Şimdi fotoğraf filmimizin üstüne gelen ışığı hangi değişkenlerle kontrol edebileceğimizi biliyoruz ama başka bir sorunumuz var... Işığın hangi şiddette olduğunu bilmiyoruz... Bu iş için de pozometreler kullanılır. Pozometre, içinde ışıkla temas edince elektrik üreten maddeler bulunduran bir cihazdır. Şimdi kullanılan pahalı dijital pozometrelerden önce mekanik pozometreler kullanılırdı. Bu pozometrenin üzerinde, bir sürü karmaşık sayılar ve bir ibre olurdu. Bu ibre genellikle 1'den başlayıp 10lu sayılara çıkan değerler üzerinde ışık şiddetine göre saat yönünde hareket ederdi. Çekmek istediğiniz konunun üzerine tuttuğunuzda okuduğunuz değer, konu üzerine gelen ışığın şiddetini verirdi ve pozometre üzerindeki daireleri döndürerek oku bu şiddete getirdiğinizde belirli bir ISO değeri için kullanabileceğiniz enstantane ve diyafram değerlerini okuyabilirdiniz. ISO, diyafram ve enstantane.. Bu üç değişkenin birbirini nasıl etkilediğine bir göz atalım biraz da.. Diyelim ki makinamızda 200 ISO’luk bir film takılı ve pozometremizden ilk gözümüze çarpan değerler 8 diyafram ve 250 enstantane.. Bu demek olur ki, aynı ışık kondisyonunda 5.6 diyafram ile 250'den bir büyük enstantane değeri olan 500ü kullanabilirim ya da yukarıda değindiğim gibi netlik aralığı geniş olan bir poz çekmek istiyorum ve 11 diyafram uygun buluyorum bu durumda 125 enstantane ile aynı ışık özelliklerinde bir poz çekebilirim. Bunun gibi, başka bir makinamda da 100 ISO’luk bir film takılı diyelim. O zaman 200 asa için okuduğum değerlerden birini bir durak geri çekmem gerekecektir. Ya 8 diyafram 250 enstantane yerine 8 diyafram 125 enstantane ya da 5.6 diyafram 250 enstantane kullanmak zorundayızdır. İşte böyle ISO, enstantane ya da diyaframdaki her bir durak bir başkasının bir durağı ile eşit aralıkta ışık etkisine sahiptir, birini bir durak açıp diğerini bir durak kısmanın fotoğraf üzerine ışıkla oynamada etkisi aynıdır. Pozometreden okuduğunuz değerleri ise yorumlamak, bize düşer. Nasıl bir teknik altyapı ile fotoğrafı çekeceğinizden, ona yüklemek istediğiniz anlama, duyguya göre... Kompozisyon ışık kadar önemli bir başka konudur. Kadrajda konuyu farklı şekillerde yerleştirerek çok farklı etkiler yaratabilirsiniz. Örneğin düz bir yolda soldan sağa yürüyen bir adamı yandan çektiğimizi düşünelim. Adamı kadrajın sağına, yerleştirmemiz onun çok yol kat ettiği ve yolun sonuna geldiği izlenimini yaratırken soluna yerleştirmemiz adamın daha yolun başında olduğu etkisini verir... Bazıları için meslek, bazıları için hobi ve bazıları için sadece anıları ölümsüzleştirmenin bir yoludur fotoğraf.. Ama ne amaçla çekiyor olursak olalım bizden başkasının da baktığında aktarmak istediğimiz duyguyu anlamasını istiyorsak, uymamız gereken, yaratıcılığımızı denetleyen bazı kuralları vardır fotoğrafın... on-line veri tabanlarına erişim imkanı sunuyor. Kütüphane dahilinde, yüksek kaliteli müzik dinleme istasyonları ve elektronik katalog taraması, internet araştırması ve “multimedia” kullanımı amaçlı çok sayıda bilgisayar bulunuyor. Kütüphanedeki koleksiyonun konu dağılımı MIAM’da eğitimi verilen tüm alanları içeriyor. Çoğunluğu İngilizce olan kitap koleksiyonunda bazı tek nüsha nadir eserler ve önemli referans kaynakları dikkat çekerken, nota koleksiyonu ise, standart repertuar eserlerinin yanısıra ülkemizde zor bulunan erken dönem müziği ve 20.yy. avangard müzik eserlerinin notaları ile öne çıkıyor. CD koleksiyonu, Batı Müziği’nin çeşitli dönemlerini kapsayan ana gövdesinin yanısıra Türk, Dünya ve Popüler müzikleri içeren yan dalları ile geniş bir yelpazeye yayılıyor. DVD koleksiyonunda ise ana odak operalar veya klasik müzik konserlerinin video kayıtları olmakla birlikte, pop ve rock sanatçılarının videoları ve müziği ile öne çıkan sinema filmleri de bulunuyor. MİAM Ses Kayıt Stüdyoları MİAM Ses Kayıt Stüdyoları, MİAM Ses Mühendisliği ve Tasarımı (SED Sound engineering and Design) bölümü öğrencileri için MİAM’ın en önemli kısmı. Stüdyo kurulduğu 2000 yılından bu yana hem ticari hem de akademik kayıtlar için kullanılıyor; bu sayede SED öğrencilerinin gerçek müzik endüstrisi kayıtlarında çalışarak deneyim kazanması sağlanıyor. Yeni mevzuata uyum süreci kapsamında ticari kayıtlarına kısa bir süreliğine ara vermiş bulunan stüdyoda akademik kayıtlar halen tüm hızıy- la devam ediyor. Stüdyonun teknik donanımı ise, mikrofonlardan preamplifikatörlere, ‘converter’lardan ‘outboard’ birimlerine kadar endüstrinin en yüksek standardında oluşturulmuş. Stüdyonun kalbi niteliğindeki ProTools HD sistemi, HD core ve beş adet HD Process kartı eklenerek devasa oranda DSP (Dijital Sinyal İşleme) gücüne kavuşturulmuş. Bu sayede 128 adet ses kanalının yüksek kaliteli eşzamanlı kullanımı ve 192 kHz’e varan kalitede örnekleme sıklığı (sampling rate) ile çalışma imkanı elde ediliyor. 34 m2’lik kontrol odası ise çok geniş alanda tam doğru dinleme sağlayacak şekilde tasarlanmış, çoklu dinleme sistemine sahip bir çalışma mekanı sunuyor. Canlı kayıt odası ise 79 m2 alanı ve 6m tavan yüksekliği ile davul setinden klasik senfoni orkestrasına kadar çeşitli ölçeklerde akustik kayıtlar için ideal nitelikte “sıcak ve açık” bir tınıya sahip. Ana canlı kayıt odası, biri vokal kaydı, diğeri geniş oda orkestrası için iki kola sahip. Stüdyoda bulunan Hamburg Steinway Model D büyük konser piyanosu ise ülkemizde eşine nadir rastlanan bir enstrüman olup caz ve klasik müzik kayıtları için biçilmiş kaftan. MİAM Etkinlikleri MİAM düzenlediği konser ve etkinliklerle de geniş ilgi topluyor. Birçok MİAM konseri İTÜ Maçka Kampüsü’ndeki 500 seyirci kapasiteli ve büyük konser piyanolu Mustafa Kemal Salonu’nda gerçekleştirilirken, bazı resitaller ve dinletiler de MİAM’ın kendi bünyesindeki 50 seyirci kapasiteli ve akustik düzenlemeye sahip MİAM Resital Salonu’nda düzenleniyor. Akademik yıl boyu devam eden MIAMsunar etkinlikleri MİAM etkinliklerinin ana omurgası olarak nitelenebilir. İş Bankası sponsorluğu ile verilen ücretsiz kültür hizmeti niteliğindeki MİAMsunar etkinlikleri kapsamında sadece geçtiğimiz akademik yıl, yerli ve yabancı birçok sanatçının katılımıyla tam 24 konser, 11 ustalık sınıfı, 7 seminerin yanısıra bir de enstrüman yarışması gerçekleştirildi. Bunun yanısıra artık gelenekselleşmeye başlayan ve bu sene İTÜ Geliştirme Vakfı sponsorluğuyla üçüncüsü gerçekleştirilen Divertimento Festivali kapsamında MİAM, çeşitli müzik dallarının önemli isimlerini klasik müzik sanatçıları ile aynı sahnede buluşturuyor. Divertimento Festivali’nde geçtiğimiz yıllarda sahne alan sanatçılar arasında Cihat Aşkın, Kamran İnce, Mehmet Okonşar, Borromeo Yaylı Dörtlüsü, Arif Sağ, Sabahat Akkiraz, Erkan Oğur, Burhan Öcal, Kani Karaca gibi isimler bulunuyor. Batı müziğinin öncü akımlarından spektral müzik üzerine dünyadaki ilk uluslararası konferans olma niteliği taşıyan 1. Uluslararası Spektral Müzik Konferansı, ABD, İngiltere, Fransa, Romanya ve Türkiye’den önemli sanatçı ve akademisyenlerin katılımı ile yine MİAM tarafından 2003 yılında gerçekleştirildi. MİAM’ın aynı zamanda İstanbul 2010 Avrupa’nın Kültür Başkenti kapsamında kabul edilmiş ve hazırlıkları devam eden “MİAM Elektro-Akustik Müzik Platformu”, “MİAM Film Müziği Projesi”, “MİAM Etnomüzikoloji Projesi” ve “MİAM Çağdaş Müzik Projesi” adlı dört büyük projesi bulunuyor. Back Home Makine:Nikon D200 Enstantane: 1/160, Diyafram: f/4 ISO: 400 Beyoğlu’nda çektiğim bu fotoğraf için tam bir günümüzü vermiştik. Gezerken rastladığımız bu ilginç bina bizi çok heyecanlandırmıştı ve derhal elbise kiralayabileceğimiz bir yer bulduk. Yüzlerce elbise arasından kafamızdaki fotoğrafa en çok uyanı seçtik ve terzide gerekli düzeltmeleri yaptıktan sonra modelim elbiseyi giydi ve tekrar binanın önüne geldik ve fotoğrafı çektik. Binanın kırılmış camları ve boyası dökülmüş hoş bir doku etkisi veren duvarları zarif modelimle tezat oluşturmuştu. Aklımızda bir felaketin ardından evini gören ve şaşkınlığına yenik düşen birini canladırmak vardı. www.miam.itu.edu.tr 14 arıYORUM arıYORUM Kasım 2008 Kasım 2008 Sinemayı yeniden tanımlayan yönetmen Michael Haneke Emir Özbaşı Michael Haneke, sinemasını yaşadığımız çağın sürekli görüntülerle uyarılan modern insanlarını uyandırmak üzerine kurmuş bir yönetmen. Günümüz insanının başkalarına ve kendine olan güvenini kaybetmiş, yalnız, huzursuz ve kayıtsız yapısı Haneke’nin filmlerinde çoğu izleyiciyi rahatsız edecek karakterler olarak karşımıza çıkıyor. İntihar etmek ya da yaşamak arasında bir ayrım yapmaya gerek duymayan, nedenini bilmeden kayıtsızca insanları öldürebilen, rastgele girdikleri bir evdeki insanlara nedensiz işkence yapan, hayatında kimseyi mutlu edememiş insanlara fütursuzca bağlanan, entelektüel görünümlerinin yanında altsınıftaki insanların hayatlarının mahvoluşunun etkileri kendi dünyalarına taştığında, verdikleri tek tepki uymak olan karakterler onunki. Bu karakterlerin rahatsız edici eylemlerini yönlendiren başlıca sebep de insanların günümuzde sıklıkla yaşadıkları sıkışmışlık ve anlamsızlık hissi. Örneğin Haneke’nin ülkemizde vizyon sansı bulabilen son filmi “Saklı” da (Cache,2005) Majid karakteri yasamak zorunda bırakıldığı alt standartlı hayatta kendini ancak ona bu hayata mahkûm eden adam karşısında boğazını keserek ifade edebiliyordu. Alt sınıf üst sınıf çatışmasını inceleyen diğer bir Haneke filmi olan ”Bilinmeyen Kod”(Code Inconnu,2000) yaşadığımız çağda farklı kültürlere sahip insanların birbirleriyle ve diğer kültürden insanlarla olan iletişim çabalarını kilitleri açılamayan kapılara benzeterek insanların anlaşmalarını sağlayabilecek kodu bilinmezleştiriyordu. Her karekteri huzursuz ve sorunlu, haklının ve haksızın sorgulanmasını toptan bir güvensizlik hissine kurban eden, alt sınıftaki şefkate muhtaç insanların üst sınıftakilerle iletişimini açık açık sıfırlayan yapısıyla Bilinmeyen Kod aslında günümüz dünyasının katıksız bir portresi gibi. Ancak Haneke’nin günümüz insanının yüzüne attığı tokatlar sadece bunlardan ibaret de değil. Az ya da çok, aslında hepimiz görüntülerin ve baskının kafeslediği bir dünyada yaşıyoruz artık. Sanki insanların tutkularını meta haline getirmek için ya da daha doğrusu insanlara önce neleri arzulaması gerektiğini öğretip, öğretilen şeyleri meta haline getirmek için hazırlanan binlerce yıllık ‘insanın kullanılma kılavuzu’nun artık “Teşekkürler: aydınlanma felsefesi, modernite, reklamcılık, güvenlik kameraları ve tüm medya aletleri. Çok çok özel teşekkür: SİNEMA. İyi ki varsın! “kısmı da tamamlandı. Haneke görüntülerin insanları bu kadar etkisi altına aldığı bir çağda insanları gördüklerini (örneğin televizyonda her gün izlediğimiz haber bültenleri ya da en saf haliyle sinema filmleri) sorgulamaya çağırmak için filmlerine ‘izlediğiniz şeyin bir film olduğunun farkına varın’ anları koyuyor. Bu Haneke’nin hemen hemen bütün filmlerinde gördüğümüz bir yapı. Örneğin sinema perdesinde kendimizi gerçek olduğuna inanmaya hazırladığımız görüntüler bir anda filmin karakterleri tarafından izlenen görüntülere dönüşerek bizim kabul ettiğimiz gerçeğin aslında birilerinin ‘kurmacası’ olabileceği deneyimlendirilmiş oluyor. Bizim gördüklerimizin gerçekler değil bize söylenenler olduğunu anlatmaya çalışan Haneke filmlerindeki bu anlayışıyla, sinemayı da insanları kandırabilen medya araçlarıyla aynı kefeye koyup, öykü anlatma sinemasını yıkarak insanları rahatsız ederek uyandırabilecek yeni bir sinema kuruyor. Yani Michael Haneke kendisine verilen “sinemayı yeniden tanımlayan yönetmen” sıfatını sonuna kadar hak ediyor. KAPANAN KAPILAR ÜZERİNE Bu yazının konusu olan Piyanist(La Pianiste,2001) günümüz toplumuna getirdiği eleştiriyle ve yine seyirciyi uyandırmaya çalışan yapısıyla tanıdığımız Haneke sinemasının, en iz bırakıcı filmlerinden. Piyanist, Viyana konservatuarında profesör olan orta yaşlardaki Erika Kohut(üstün performansıyla Isabelle Huppert) ile öğrencisi Walter Klemmer’in(Benoit Magimel) yasadıkları ilişkiyi anlatıyor. Erika, dışarıdan bakıldığında herkesin saygı duyacağı bir mesleği olan, üst sınıftan insanların burjuva zevklerine katılan ve ilkelerinden asla taviz vermezmiş gibi görünen bir modern insan. Ama gerçekte, hala annesinin baskısından kurtulamamış, dış dünyasına yansıtamadığı duyguları yüzünden delirme noktasına gelmiş, askı ve cinselliği hiç tatmamış bir karakter. Erika konservatuardaki odasında bir tanrı gibi her şeye hakim, güvenli olsa da dış dünyada bir o kadar kırılgan ve ilgiye muhtaç. Walter, Erika’nın amcasının evinde verdiği resitaldeki performansından çok etkileniyor ve ona daha yakın olabilmek için mühendislik eğitimini bırakıp konservatuara girmeye karar veriyor. Burası filmin kırılma anlarından çünkü Erika artık hayatını herkesten sakladığı gibi – provalar sonrası seks dükkânlarında filmler izleyerek ya da sevişen çiftleri gözetlemekten haz alarak- devam ettiremeyecek. Bunu içgüdüsel olarak sezdiği için Walter’ın konservatuara girmesini ve kendine yaklaşma çabalarını başlarda elinden geldiği kadar zorlaştırıyor. Sonunda Walter yeteneği ve özgüveni sayesinde konservatuara girmeyi ve Erika’nın film boyunca seyircinin yüzüne kapattığı kapılardan geçmeyi başarıyor. Haneke filmin bu bölümünde katı konservatuar eğitiminin altında saf akılcılığa dayalı günümüz eğitim sisteminin eleştirisini yapıyor. Toplumun üst kesiminin insanlarının, çocuklarını ‘kendilerine yakışan’ bireyler olması için üstün standartlı zevklerle yetiştirmeye çalıştığını göstererek burjuva toplumuna da sert bir tokat atıyor. Erika nın aslında hiç de masum biri olmadığının bu bölümde ipuçları veriliyor. İlk cinsel deneyimini kendisiyle yasayan, kendi hayatının eksik noktalarını öğrencilerinde tam bir şekilde görünce onları nedensiz yere aşağılayan bir kaybeden aslında Erika. Filmin ilerleyen bölümlerinde Walter’ın zor durumdaki bir öğrencisine yardım ettiği zaman verdiği tepki de bu açıdan pek şaşırtıcı değil. Erika, tek suçu Walter’ın yaptığı sakalara gülmek olan, ailesinin baskısıyla başka bir alanda yeteneği olmadığı için konservatuarda okutulan hassas bir kız öğrencisinin cebine cam kırıkları koyarak hayattan intikam almaya çalışıyor. Bu noktadan sonra Erika’nın Walter le ilişkisi de yeni bir cinsellik boyutu kazanıyor. Erika başlarda Walter’la olan ilişkilerinin cinsel yönünü sanki çok iyi bildiği bir eylemmiş gibi –örneğin Schuman’ın eserlerini çalmak- duygu açısından yoksun bir biçimde yönlendirmeye çalışıyor. Zaman geçtikçe Erika bundan vazgeçip belki hayatında ilk defa kendini kadın gibi hissediyor ve Walter’a ruhunun en gizli yerlerindeki fantezilerini sunuyor. Bizim çağımızda cinselliğin önceki yüzyıllardan çok daha farklı yüzleriyle yaşandığı 7 “Üniversite öğrencisi yaratıcılık becerilerini okulda geliştirmelidir.” su götürmez bir gerçek. Son AFM bağımsız filmler festivalinde izleyici karsısında çıkan No Body is Perfect(Sibilla,2006) filmi- cinsel zevk duymak için bütün parmaklarının yarısını keserek kopartan karakterler, sırtlarındaki halkalardan tavanlara asılarak cinsel zevk duyanlar, vb- günümüzde cinselliğin dünyanın bambaşka coğrafyalarında artık ne kadar uç noktalarda algılandığını ve yaşandığını çarpıcı bir biçimde gösteriyordu. Erika’da da bastırılmış cinsel dürtüler kendini mazoşist bir fanteziyle dışa vuruyor. Erika – o kültürlü, herkesin saygı duyduğu profesör- bir anda cinsel kapasite yoksunu bir ucube gibi istekler sunmaya başlıyor. Bu noktada hem Walter ın kafasında kurmak istediği ilişki sekteye uğruyor hem de Erika aslında hiçbir zaman istediği gibi bir hayat olmayacağını anlamaya başlıyor ve artık toplumun kendine biçtiği, kendi özsaygısının da temelini oluşturan kılıftan sıyrılarak hiçbir şeyi umursamadan Walter’a sahip olmaya çalışıyor. Babası ya da Adorno’nun tarif ettiği gibi delirmekle delirmemek arasında artık. Walter ona istediği fanteziyi vermek için geri döndüğünde ise yasadığı, dingin hayatının en ağır tecrübesi oluyor. Erica’nın hayatta artık teselli bulabileceği hiçbir şey yok. Ama o yine de (belki de delirmemek yani hayatta yaşamanın tek yolunun bu olduğunu bilinçaltıyla sezip) bir şeyler umma peşinde. Hayatını akılcılığa adamış gözüken karakter filmin finalinde artık aklının açıklayamayacağı biçimde ‘o’ nun gelmesini bekliyor. Beklediğinin aslında Walter olmadığını, aslında kimsenin olmadığını, her insanın hayatında bir şeylerin her zaman eksik kalacağını ilk defa tecrübe etmiş gibi gözüken Erica’nın hayatın bu temel kuralına karsı gösterdiği boyun eğiş biçimi filmi izleyen kimsenin unutamayacağı türden. Bu sahnede Erica’nın beklenti içindeki gözleri, beklentisi gerçekleşmediğinde ilk defa hayatın gerçek yüzünü görüyor. Walter’la birlikte kaybolan hayatına bakıyor Erica. Son sahnede ise Erica’nın artık yok olduğunu görüyoruz. Bitmiştir, hayat sadece akılla kavranamayacak kadar karmaşık, cinsellik porno filmlerden öğrenilemeyecek kadar çok boyutludur ve bu gerçeklerle yasabilmek için hayatın içinde olmak gerekir. Erica bu gerçeği gördüğüne kapıyı(iç dünyasını) diğer insanların yüzüne son kez kapatır ve yalnız başına yürümeye başlar. İyi bir filmden ne bekleriz? Bizi etkilemesini, kendi dünyasına almasını, bittikten sonra etkisinin hiç bitmeyecek gibi sürmesini. Her izleyende derinden izler bırakabilecek Piyanist, Haneke’nin çok sevdiği sakin ve gerilimli uzun planları, her ayrıntısı özenler doldurulmuş kadrajları ve çarpıcı kurgusuyla size asla unutamayacağınız bir tecrübeye davet ediyor. Bu tecrübe yasadığımız hayatı daha da anlamlı kılmaya kesinlikle yardımcı olacaktır. Prof. Dr. Erkin Nasuf’la geçtiğimiz sayıda yaratıcılık, farklılık, girişimcilik ve yenilikçilikle ilgili bir söyleşi yapmıştık. Bu söyleşinin ikinci kısmı olarak hazırladığımız bu yazıda, yaratıcılık ve yenilikçiliğin önemini, eğitim ve öğretimde yaratıcılık ve yenilikçiliğin nasıl teşvik edileceğini ve İTÜ’nün bu konudaki çalışmalarından bahsettik. rof. Nasuf, bir ülkenin yenilikçi olması için şu politikaları izlemesi gerektiğini söylüyor: Gerekli insan kaynağını oluşturacak öğretim ve eğitim politikaları; bürokrasiyi azaltan düzenleyici politikalar; küçük firmalara sermaye akışını kolaylaştıran finansman politikaları ve mali politikalar; bilgi akışını kolaylaştırıcı yayın politikaları ve teknolojinin uluslararası bazda daha çok yayılmasını sağlayıcı yabancı yatırım politikaları. P Yükseköğretimde ve mühendislik eğitiminde yenilikçilik ve yaratıcılığı teşvik etmek için yapılması gerekenler konusunda şunları söylüyor Prof. Dr. Erkin Nasuf: - Bu konu ile ilgili eğitim ve öğretim politikalarının öneminin altını özellikle çizmek gerekir. Yenilikçilik, merak eden; merak ettiğini hiçbir dogmaya bağlı kalmaksızın sorgulayan; üretmekte ve yeni birşey yaratmakta iddialı bir toplum dokusu gerektirmektedir. Bu nedenle, çocuklarımıza bu kültürü aşılayabilmek için, eğitim ve öğretim sistemimizi yeniden yapılandırmak zorundayız. Dünya sürekli değiştiği için yaratıcılığa, keşifçiliğe ve adapte olmaya ihtiyaç vardır. Bilindiği gibi Mühendislik bilim dalı Prof. Dr. Erkin Nasuf bilimsel ilkelerin yaratıcı uygulamalarıdır. Şu anda toplumumuzun karşılaştığı en zorlu problemleri çözecek olanlar yine mühendislerdir ve bunu yapmak için geleneksel yollar yeterli olmadığından yaratıcılık giderek önem kazanmaktadır. Mühendislik temel olarak matematik, fizik, elektronik ve teknolojik uygulamalara dayansa da fiziksel dünyamızı yaratan mühendisler, bu bilim dallarını nesneler ve sistemler üretmek için kullanırlar. Bu aşamada teknik beceri ve disiplinin yanı sıra yaratıcılık, farkı yaratacak olan unsurdur. Mühendislerin ürettiği çözümlerin uygulanabilir ve geçerli olması uygulanacak olan yaratıcılığı kısıtlar. Mühendislikte kullanılan yaratıcılığın bir boyutu bir şeyin kullanımının farklı alanlara yaygınlaştırmaktır. Mühendislikteki yaratıcılığın diğer bir unsurun çıkabilecek sorunların ve aksaklıkların hayal edilebilmesi ve buna önlem alabilmektir. Maliyet, fayda, güvenlik, kalite, çevresel faktörler ve görünüm gibi bir çok şeyi dengeleyebilmekte ayrı bir beceridir. Bir mühendis aynı zamanda kendi alanındaki insanlarla iletişim kurarken ve çalıştığı insanları motive ederken de yaratıcılık sergileyebilir. Üniversite çağındaki bir öğrenci yaratıcılık becerilerini kullanamıyorsa bunu eğitim döneminden sonra atıldığı iş hayatından sonra öğrenmesi olası değildir. Bu aşamada yaratıcılık öğrenilebilecek bir yetenek midir sorusu gündeme gelmektedir. Mühendislik eğitiminde hocalarımızn bilgi verdiği ve genelde kontrolü ellerinde tuttukları bir model uygulanmıştır. Ders programları yaratıcılığa imkan tanımayacak bir düzendedir. Ancak öğrencilerin yaratıcılıklarının devreye gireceği durumlar yaratmak yine hocalarımızın elindedir. Erkin Nasuf, mühendislik eğitiminde öğrencilere rekabet ortamının oluşturulmasının yaratıcılığı arttıracağını belirtiyor. Bu kapsamda mühendislik yapısı makine veya yeni bir ürünün tasarlanması; tek bir çözümle kısıtlı olmayan problemlerle çalışılması; bilinmeyenin araştırılması; bağımsız proje çalışmaları; takım çalışmaları; gerçek becerilerin kullanılabileceği alıştırma süreçlerinin oluşturulması; keşfe dayalı öğrenim yapılması ve öğrencilere kendi kararları için sorumluluk verilmesi yaratıcılığı teşvik ediyor. Yenilikçilik ve yaratıcılık anlamında İTÜ’nün yaptığı çalışmaları da şöyle özetliyor Prof. Nasuf: Yatay geçiş ve çift anadal programları, burslar aracılığıyla maddi sorunların en aza indirilmesi, çok disiplinli çalışmalara teşvik, Erasmus programı ile Avrupa’da eğitim olanakları, 340’ın üzerinde laboratuvar olanağı, uzaktan eğitim ile dünyanın herhangi bir yerinden eşzamanlı ders görebilme, ders içeriklerindeki tasarım projeleri, takım çalışması teşvikleri, projelerini Arı Teknokent aracılığı ile hayata geçirebilme şansı, bilim toplum parkları, öğrencileri sosyal olarak geliştiren merkezler, kulüpler.... Aikido, sporunun ötesinde bir felsefedir Harmoni ve Enerji: AİKİDO isiplin, savaş, sanat, spor, felsefe, harmoni, enerji... Pek çok kavramı içeren bir savaş sanatı: Aikido. Japon kültüründen gelen Aikido, savaşlara karşı doğayı ve tüm varlıkları korumaya yönelik evrenle bir bütün olma sanatı olarak tanımlanıyor. Aikido, kendini savunmanın ve taktik bilimi olmanın ötesinde bireyin uyumlu bir insan olarak ortaya çıkabilmesi için ruhu mükemmelleştirmenin, vücudu ve aklı güçlendirmenin, fiziksel ve zihinsel gücü birleştirmenin yoludur. Aikido’yu İTÜ’de tanıtıp yaygınlaştırmayı amaçlayan İTÜ Aikido Kulübü, uzun yıllardır Aikido konusunda eğitimler veriyor, gösteriler düzenliyor. İTÜ Aikido Kulübü, uzun yıllardan beri İTÜ’de Aikido kültürünü oluşturmuş ve bu geleneğini sürekli geliştirerek yoluna devam etmektedir. Kurulduğundan bu yana İTÜ Aikido Kulübü büyük ilgi görmüş ve Türkiye’de Aikido’nun yaygınlaşmasına önemli katkılarda bulunmuştur. İTÜ Aikido Kulübü, Türkiye’ye 1983 yılında gelen Aikido savaş sanatını üniversite çapında çok üst D seviyelere çıkarmıştır. Öyle ki Türkiye’deki arama sonuçlarına göre en çok ziyaret edilen Aikido sayfası olmuş kulübün sayfası. Aikidoyu diğer savaş sanatlarından ayıran önemli bir fark da yaşamı düzene sokmak, okul veya iş hayatında başarılı olmak, zinde bir kafaya sahip olmak gibi özellikleridir. Genel anlamda Aikido bir yaşam biçimidir denilebilir. AİKİDO’da İTÜ’lüye avantaj Aikido’yu öğrenmek isteyen İTÜ’lüler çok avantajlı. İTÜ Aikido Kulübü, AikiMode işbirliği ile eğitim programları hazırlıyor ve İTÜ’lüler bu eğitimlerden %70 indirimle yararlanıyor. İTÜ içerisinde İMKB Öğrenci Sitesi (Vadi Yurdu) Spor Salonu’nda yapılıyor eğitimler. Bununla birlikte Aikimode’un eğitim yerlerinde de yine İTÜ özel indirimi ile eğitim alabiliyorsunuz. Daha ayrıntılı bilgi için www.aikido.itu.edu.tr ve www.aikimode.com adreslerine bir göz atın. 6 arıYORUM arıYORUM Kasım 2008 Kasım 2008 İstanbul’da yarı zamanlı iş olanakları hem çalış hem oku M. Can İban epimizin bildiği gibi, üniversite eğitimimiz esnasında ailemize ekonomik olarak çok fazla yük olmak istemeyiz. Bu yüzden yarı zamanlı olarak, derslerimizi aksatmayacak şekilde birer iş bulmaya çalışırız. İşte İTÜ öğrencisinin rahatlıkla altından kalkabileceği ve iş tecrübesi kazanabileceği birkaç iş olanağı… H 1. Sivil Toplum Kuruluşu Temsilciliği: Özellikle Beşiktaş, Taksim ve Kadıköy gibi merkezi semtlerde, kuruluşların kendini tanıtmak, maddi ve manevi destek kazanmak amacıyla yaptığı çalışmalarda bulunabilirsiniz. Bu kuruluşlara örnek olarak Greenpeace ve Dünya Af Örgütü verilebilir. Açık havada çalışmaya müsait bir durumunuzun olması ve iletişim kurmada yetenekli olmanız 2. Gizli müşterilik: Genellikle isim hakkı ve dağıtıcılık gibi yönelimleri olan firmaların, ilişkili olduğu firmaları denetlemek amacıyla kullandığı yöntemlerden biridir. İnsan kaynakları sitelerinde arama motorları yardımıyla bulabilirsiniz. İş için; detaycı, gözlemci ve sorumluluklarına düşkün biri olmanız yeterli görülüyor. Artısı: Üniforma ve mekân sıkıntısı olmadan çalışmak Eksisi: Çok fazla kuşkucu olma zorunluluğu 4. Sinema gişeleri ve fuaye elemanı: Genellikle sinemaların yoğun bir biçimde tercih ettiği elemanlar öğrencilerden oluşmaktadır. Sinemalarda seans başlangıçlarında müşteriyi karşılayabilecek ve gişelerde onlara bilet kesebilecek elemanlar sürekli olarak aranmaktadır. Artısı: Filmleri ücretsiz izleye- La Stanza del Figlio Burak Durukan bilmek Eksisi: Üniforma ve karanlık bir mekânda çalışmak 5. Çağrı merkezi elemanı: Firmaların çağrı merkezi bölümlerinde (Telefon, internet gibi) çalışabilecek elemanlar da yarı zamanlı olarak çalışabilmektedir. Ses tonunuzun ve diksiyonunuzun iyi olması, bilgisayar kullanmayı bilmeniz firmalar için yeterlidir. Artısı: Müşterilerle yüz yüze ilgilenme baskısının olmaması Eksisi: Telefonda sürekli konuşmak 6. Kasiyerlik: Alışveriş merkezlerinde yarı zamanlı olarak çalışmak isterseniz ve de güler yüzlü biriyseniz alışveriş merkezlerinin internet sitelerini takip etmenizde fayda var. Artısı: Sorumluluk bilinci kazandırması Eksisi: Sürekli oturarak çalışmak ve hızlı olma zorunluluğu 7. Dershanelerde Etüt Öğretmenliği: ÖSS veya OKS bilgileriniz hala taze ise İTÜ 4. Levent İETT seferleri başladı Havuz ücretlerine yüzde 200 zam eçtiğimiz dönemde başlatılan fakat yolcu azlığı sebebiyle iptal edilen İTÜ Ayazağa Yerleşkesi- 4. Levent Metro hattındaki otobüs seferleri 22 Eylül itibariyle yeniden başladı. 08.00, 09.00, 16.00 ve 17.00 saatlerinde 4. Levent durağından kalkacak olan otobüsler, 08.30, 09.30, 16.30 ve 17.30 saatlerinde İTÜ Ayazağa Yerleşkesi içerisinden 4. Levent’e doğru hareket edecektir. eçtiğimiz yıl hizmete giren İTÜ Kapalı Yüzme Havuzu ücretlerine 2008-2009 akademik yılından itibaren geçerli olmak üzere zam yapıldı. İTÜ Öğrencileri için seans ücreti 1 YTL'den 3 YTL'ye çıkarıldı. Bu zamla birlikte havuz kullanımı için abonelik sistemine de geçilirken öğrenciler için abonelik ücretleri 1 ay için 30 YTL, 3 ay için 90 YTL, 6 ay için 150 YTL olarak belirlendi. Bakımı tamamlanan olimpik yüzme havuzu 22 Eylül 2008 itibarı ile yeni kullanım ücretleri ile hizmete açıldı. G G Yerleşkede internet artık daha hızlı ektörlük tarafından başlatılan "Kampüslerimizin İnternet Altyapısının İyileştirilmesi" çalışmalarının ilk aşamasında üniversitemizin internet bant genişliği artırıldı ve mevcut internet çıkış kapasitesi 200 Mbps'den 400 Mbps’e yükseltildi. R Kahve tadında, hüzünlü bir film izlemek isteyenlere: Oğul Odası yeterli görülmektedir. Artısı: Açık havada bir takımla çalışmak Eksisi: Çok seri bir biçimde konuşma zorunluluğunun bulunması 3. Host-Hostes: Tanıtımlarda, açılışlarda, kongrelerde, havalimanlarında ve alışveriş merkezlerinde tanıtım veya karşılama gibi görevlerde çalışılabilecek bir iştir. Bu tür hizmetleri firmalara, ajanslar sağlar ve ajanslara başvurmanız çalışmaya başlamanız için yeterlidir. Fiziksel görünümünüz çok büyük bir önem taşımamaktadır. Kendine bu konuda güvenen herkes katılabilir. Artısı: Her işinizde farklı görevlerde olma Eksisi: Saatlerce ayakta durmak ya da gün boyunca tek bir mekânda çalışmak 15 ve ders anlatabilme yeteneğine sahipseniz birkaç dershane dolaşmanızda fayda var. Dershanelerde öğrencilerin anlamadıkları konuları tekrarlamanızı ve çözemedikleri sorularda onlara yardımcı olmanızı bekleyeceklerdir. Artısı: Öğrencilerin başarısı için uğraşmak ve özgüven kazanımı Eksisi: Yaş grubu küçük olan öğrencilerde disiplin sağlamaya çalışmanın zorluluğu, ayakta durmak Aynı zamanda İTÜ’de de öğrencilerin çalışabilecekleri birimler bulunmaktadır. Kantinlerde, Öğrenci Danışma Merkezi’nde, Sosyal Kültürel Merkez’de, Avrupa Birliği-Erasmus Merkezi’nde, Bilgi-İşlem Daire Başkanlığı’nda (Elektrik Elektronik Fakültesi ve Matematik Mühendisliği öğrencileri için), Kütüphanelerde, Laboratuarlarda, İnsan Kaynakları Merkezi’nde ve güvenlik birimlerinde çalışmanız için ilgili birimlere başvurmanız yeterlidir. Kısaca söylemek gerekirse aileden birisinin kaybını anlatan bir film, Oğul Odası. Ancak o kadar basit değil. Kısa bir cümleyle, ya da birkaç cümleyle özet geçmek filmin derinliğine karşı yapılan büyük bir ayıp olur. Bir kaybı; öncesiyle, sonrasıyla, yoğun ve belki de rastlantısal duygularla anlatan bir film. İtiraf etmek gerekirse, filmin konusunu bilip de olaylara geçilmesini sabırsızlıkla görmek isteyenler için ilk dakikalar sıkıcı gelebilir. Hatta ‘Bu sahnenin konuyla ne ilgisi olabilir ki?’ denilen sahneler bile düşünülebilir. Lâkin ailenin oğlu Andrea’nın ölümüyle film kırılır ve filmin daha uzun süren diğer bölümünde taşlar tam anlamıyla yerine oturur. Böylece filmin bir bütün halinde değerlendirilmesi gerekliliği de vurgulanmış olur. İlk sahnede Andrea’nın babası Giovanni’nin kasabanın kıyısında ve sokaklarında koşmaktadır. Sonrasında da bir telefonla çağırılır. Gittiği yer oğlunun okuludur ve görüştüğü kişi de oğlunun müdürü. Çalınan bir fosil için Andrea ve bir arkadaşından şüphelendiklerini söyler. Odadan çıkıldığında yoğun bir güven duygusu işlenmektedir. Anne Paola’nın oğluna olan tam güveni, kardeş Irene’nin kardeşine olan inancına rağmen Giovanni’nin engel olmaya çalıştığı kuşkuları. Giovanni çok geçmeden oğlunun odasında alır soluğu. Kuşkularına yenik düşmekten son anda kurtulmuş, oğlunun eşyalarını kurcalamaktan vazgeçmiştir. İşin iç yüzünde ise Andrea’nın iç hesaplaşması ve gerçekleri söylediğinde babasına vermesi gerekecek hesabı vardır. Masumane bir şaka istemediği gibi sonuçlanmış ve fosil artık tek parça değildir. Paola, oğluna destek olmuştur. Peki ya Giovanni de aynı şeyleri hissettirecek midir? Andrea bunun böyle olmayacağını düşünmüştür. Belki de annesinden yardım istemektedir… Birlikte yapılan bir sabah kahvaltısında pazar gününün birlikte geçirilmesi planlanmıştır. Öyle ki, arkadaşlarına söz veren Andrea da hayır diyememiştir. Gelen telefonsa Giovanni’yi çağırmaktadır. Küçük sayılabilecek bir kasabanın sayılı psikanalistlerinden biri olan Giovanni mesleğine ve hastalarına olan saygısından dolayı üzülerek de olsa gitmeye karar verir. Bunun üzerine bütün aile üyelerinin planları değişir ve dağılırlar. Minik bir gerilim tırmanır. Giovanni araba kullanırken uyarı mahiyetinde korna çalan bir kamyonet, hırsız bir gencin Paola’ya çarpması, Irene’nin motosiklet üzerindeki şakaları… Yoksa 3 arkadaşıyla dalmaya giden Andrea, kurban mıdır, Aile bireyleri arasından tanrının tesadüf eseri seçtiği? Aile bireylerinin üzüntüsü onulmaz olsa da yaşamlarına devam etmek zorundadırlar. Olaylar kambur üstüne kambur şeklinde mi üstlerine gelmektedir, yoksa benzerleri sürekli yaşanmaktadır da aileden birinin ölümü üzerine mi daha fazla göze batmaktadırlar? Belki de birer rastlantıdan ibarettirler?... Her ne kadar birbirlerine bağlı aile bireyleri olsalar da ayrı vakit geçirmek isterler. Belki de Andrea’yı başka birisinin hatırlatmasını istemediklerindendir… Giovanni, hastasını suçlamakla kendini suçlamak arasında bir yerdedir. Hastalarını eskisi kadar anlayamamakta, onlara eskisi kadar yardımcı olamadığını düşündüğünden bir sürelik de olsa çalışmama kararı alır. Oğlunun yaşantısını biraz daha tanımak ister. Paola’nın posta kutusunda rastladığı mektupsa olaylara yeni bir yön verecektir. Zira, Andrea’nın sağlığında bilinmeyen kız arkadaşından gelmektedir. Bu durum Paola’yı heyecanlandır, kız ile tanışmak ister. Mektuba bir türlü cevap yazamayan kocasını daha fazla beklemek istemeyerek Arianna’yı arar. Arianna’nın sürprizi ise daha şaşırtıcıdır. Aramaları sonuç vermediğinden Andrea’nın evine çıkagelir. Gitmek istediğinde ise bir erkek arkadaşıyla otostop yaparak Fransa’ya gitmek istediğini söylemek zorunda kalır. Bunun üzerine daha öncesinde kimsenin bilmediği Fransa sahillerinde bitecek bir yolculuk başlamıştır. Sahilde farklı adımlar atan aile bireyleri eskisi gibi kucaklaşmaya bir adım daha yaklaşmışlardır. Filme genel olarak bakmak gerekirse -ki gerekir- Giovanni endişeli ve takıntılı hastalarına nazaran yapısı gereği hep sakin gözüküyor. Bunun içindir ki o çok sevdiği ve daha önce yapıştırmış olduğu çaydanlığı kırdığında ya da yemekleri ateşte unuttuğunda duygu yoğunlaşmaları yaşadığını rahatlıkla anlayabiliyoruz. Bir diğer genel özellikse aile bireylerinin sporla yakından ilgilenmeleri. Andrea, Giovanni’ye göre kazanma azmi olmasa da iyi bir tenis oyuncusu ve amatör bir dalgıçtır. Irene ise okulunun basket takımının önemli bir oyuncusu. Giovanni, Paola gibi çocuklarının müsabakalarını kaçırmamakta, düzenli koşarak hayatını sürdürmektedir. İş yerinde farklı spor ayakkabılarıyla dolu bir dolap gerektiğinde hastalarına sergilenmek üzere durmaktadır. Karelerin ve kişilerin unutulmaya yüz tuttukları bir anda tekrar karşımıza çıkmasıysa kurgunun ne kadar başarılı olduğunun kanıtı olsa gerek. Giovanni’nin hastaları ise film içerisinde bunun en klasik örnekleri. Benzer şekilde dikkatli seyirciyi filmin daha çok içine çekecek kesişmeler de mevcut. Andrea’nın son gün giydiği kırmızı polar kıyafeti dolapta daha bir dikkat çekebiliyor. Ya da Irene ceket seçerken sohbette geçen yeşil rengini ve Andrea’nın odasının şeklini Arianna’nın getirdiği resimlerde görmek mümkün. Kırılma noktasının öncesindeki ve sonrasındaki davranışlarsa değişen ruh hallerini en iyi şekilde yansıtıyor. Karıkocanın ayrı yattıklarını gördüğümüzde öncesinde izlemiş olduğumuz sevişme sahnesinin gereğini daha anlaşılıyor. Masalarsa filmde önemli bir yere sahip. Resimde de gördüğümüz Andrea’nın odasındaki masası, Paola’nın çalışma masası, Giovanni’nin iş yerindeki masalar, okul müdürünün masası… Ve en önemlisi birlikteliği ve bağlılığı temsil eden yemek masası… Filmi diğerlerinden ayıran yanlarsa fazlasıyla mevcut. Baba ne kadar işine bağlı da olsa tam anlamıyla bir “işkolik” denilemez. Ailesiyle ilgileniyor, onlarla az ya da çok vakit geçiriyor ve bunun bilincinde. Doğallığı ile ünlenen bir sahne de kilisede geçiyor. Filmin sonuna doğru da o unutulmaz aşk klasiklerinden birisinin olmadığını görüyoruz. İzleyicinse cevap vermeye çekineceği, filminse cevap vermediği hatta cevap vermek istemediği bir soru da karakterlerden hangisinin daha fazla etkilendiği. Tabutun kapağını kaldırtıp son bir defa kardeşinin cansız bedenine bakan Irene mi, oğlunun elbiselerinde gözyaşlarını tutamayan Paola mı yoksa olması gereken olayları düşünen Giovanni mi?... Filmin yönetmeni, Nanni Moretti. Başka bir deyişle Giovanni rolünde oynayan “aktör”. Moretti’nin yönetmenliğinin de filmin senaryosu kadar harikulade olduğu bu filmde Moretti’nin oyunculuğu için aynı şey söylenemez. Bir İtalyan filmi… Dili de doğal olarak baştan sona İtalyanca. Filmin tam anlamıyla anlayabilmek için İtalyanca gerekli denilebilir. Zira Palermo Film’in dağıtımını yaptığı DVD’de Türkçe altyazı ile dublajın bazı sahnelerde birbirinden tamamen ayrıldı bir gerçek. İtalyanca bilmeyen birisi için hangisinin doğru olduğuna karar vermek imkânsız olsa da altyazının doğruya daha yakın olduğu söylenebilir. Anlatmakla bitmeyecek bu filmin izlenmeye değer olduğu ise su götürmez bir gerçek… Hepinize iyi seyirler! 16 arıYORUM arıYORUM Kasım 2008 Kasım 2008 Kaderine terk edilmiş şehir GAZİANTEP Kurtuluş Savaşı’nda 6317 şehit vererek 11 ay hiç yardım almadan direnen ‘gazi şehir’; şüphesiz Mustafa Kemal gibi düşünmüş, onun gibi hissetmiştir. Her bir Antepli direnirken onun gibi şunu geçirmiştir içinden: ‘Canını kurtarayım derken, vatanını kaybedersin…‘ Bu şehir Fransız mandasını kabul etmedi! Bu şehir bayrağını yere indirtmedi ve bu şehir Fransızlara karşı ilk şehidini 12 yaşındaki ‘Kamil’ le verdi. Fransızların, tanklarıyla yakıp yıktığı bu şehir nasıl oluyordu da silahı, askeri yokken böyle direnebiliyordu? Antepliler, meclisten defalarca yardım isterken şehrin durumunu şöyle dile getiriyorlardı: ‘Bugün Antep’te cami ve okul değil, baş sokacak küçücük bir kulübeye bile zor rastlanır. Bu faciaya sebep bizim Fransız mandasını kabul etmeyişimizmiş!’ Fransızlar gün geçtikçe saldırıların şiddetini artırırken Antep, Şahin Bey’ini, Karayılan’ını ve nicelerini şehit vermektedir. Onlar ise bu direnişi şehir halkının yapabileceğine inanmamakta ve şehri alamamanın şaşkınlığı içindedirler. ‘Eğer teslim olmazsanız canlı bir tek insan ve memlekette taş taş üstünde kalmayacaktır.’ diyerek kaleye teslim bayrağı çekilmesini isterler. Halk ise sonuna kadar savaş kararı alarak kaleye büyük bir Türk bayrağı çeker ve şöyle cevap verir: ‘Antep’te canlı bir tek insan ve memlekette taş taş üstünde kaldıkça memlekete Fransız askeri girmeyecektir!’ Direniş şaşkınlık ve hayranlıkla karşılanırken ‘gazi şehir’ yine hiçbir yardım isteğine olumlu yanıt alamamakta ve kaderine terk edilmektedir. Bir tek neferi bile kalmayan halk, teslime karşı direnişini şöyle dile getirir: “Antep’i kurtarmaya gelmeyecekseniz bari biz de şehri yakalım. Kefenlerimizi boyunlarımıza asıp ölümü selamlamaya koşacağız!” Şehrin teslim olmadığı her gün Fransızlar saldırıyı daha da şiddetlendiriyor ve gerçekten de memlekette taş taş üstünde bırakmıyorlardı. ‘Gazi şehir’ ise artık sadece düşman askerleriyle savaşmıyordu. Yaşanan zorlukları bir doktor şöyle anlatır: ‘Tentürdiyot, gazlı bez dahi bitmiştir. Yaralıların kollarını, bacaklarını keserken onları bayıltamıyorduk…‘ Elbette zorluklar bununla da sınırlı değildi. Artık halk en büyük savaşını açlığa karşı veriyordu. İnsanlar sadece direnişte değil, hastalık ve açlıktan hayatlarını kaybediyorlardı. Zerdali çekirdeğinden ekmek yapıyorlardı. Açlıktan ölmeyenlerse bu çekirdekteki oksisiyanürden bir bir can veriyordu. ‘10 aylık fedakarlığın sonu açlıktan ölüm müdür?’ diye haykıran halk, ‘Açlık Beyannamesi’ yayınlamıştı. Meclisin ise buna karşı yapabileceği tek şey manevi destekti ve 8 Şubat 1921’de Antep’e ‘Gazi’ ünvanı verildi.. ‘ ürküm diyen her şehir, her kasaba ve en küçük Türk köyü Gazianteplileri kahramanlık misali olarak alabilirler. T Mustafa Kemal Atatürk Mustafa Kemal Atatürk de kendi gibi ‘gazi’ olan bu şehrin önemini ve Kurtuluş Savaşı’ndaki asil direnişini sürekli vurgulamıştır. Bunun bir sonucudur ki Gazi şehrin hemşehriliğini kabul etmiş ve nüfusunu Gaziantep’e aldırtmıştır. Belki de bakırcıları sabırla işlerken sanatlarını; Gaziantep’in tarihini, kahramanlığını işlemektedirler. Onlar bakırlarını her bir darbeyle şekillendirirken belki de Gazi şehrin tarihini bir kez daha ölümsüzleştirdiklerinden bu kadar özellerdir. İstanbul Teknik Üniversitesi’nin güneş enerjisi ile ilgili çalışmalar yapan öğrencileri, uzun yıllardır büyük başarılar gösteriyorlar. Geçen yıllarda olduğu gibi bu yıl da İTÜ’nün güneş arabaları şampiyon olurken İTÜ’nün güneş teknesi Muavenet ise geçen yılki dünya üçüncülüğünü bu yıl dünya ikinciliğine yükseltti Burak Avcı MUAVENET DÜNYA İKİNCİSİ ARIBALAR YİNE YENİDEN ARIBA ŞAMPİYON TÜ Güneş Teknesi Takımı 'Nusrat' adlı teknesiyle geçen yıl aldığı dünya 3.lüğünden sonra bu yıl da 'Muavenet' adlı teknesiyle 'Solar Splash 2008 - Güneş Tekneleri Yarışması Dünya Şampiyonası'nda dünya 2.si oldu. 18-22 Haziran 2008 tarihlerinde ABD'nin Arkansas eyaletinde düzenlenen yarışmada İTÜ ekibi geçen yılki derecesini geliştirmenin yanısıra 'Genel Toplamda Dünya İkinciliği', 'Manevra Etabı Birinciliği', 'Sürat Etabı İkinciliği', 'Ekonomik Sürat Etabı Üçüncülüğü', 'Yeterlilik Etabı İkinciliği', 'Görsel Sunum İkinciliği', 'En İyi Sistem Tasarımı', 'En Gelişmiş Takım Ödülü', 'En İyi Tasarım Ödülü' ve 'Ticari Uygulamaya En Uyumlu Tekne Ödülü' dereceleri ile 10 dalda ödül toplayarak geçen yıl 6 olan ödül sayısını da arttırmış oldu. Adını 1993 yılında bir tatbikat sırasında ABD tarafından batırılan fırkateyn- T İ ‘Bu kaçıncı kurşun, bu kaçıncı bismillah? Bu kaçıncı ölüm? Bir türkü söylenir siperlerde her sabah Vurun Antepliler namus günüdür!’ Artık şehirde eli silah tutan bir tek kişi bile kalmamıştır. Tek çare olarak teslimi kabul eden gazi şehri yıkan ne Fransızların tehditleri ne de tankları olmuştur. Onları ezen tek şey ‘açlık’ olmuştur. Teslim haberine Fransızlar inanmaz ve kaleye beyaz teslim bayrağının çekilmesini isterler. Halk hala Türk bayrağının inmesini reddeder. Evlerden teslim bayrağı için beyaz bez parçası isteyenler geri çevrilir. En sonunda hastaneden bir kefen parçası alınır ve dalgalanan Türk bayrağının yanına bir de ‘kefen bayrağı’ çekilir. Onlar, teslim olurken bile kefenlerini dalgalandırmışlardır göklere… Sonuçta yine Fransızlar şehri alamamış, imzalanan Ankara Antlaşması’yla şehri terk etmek zorunda kalmışlardır. ‘Gazi şehir’ her zamanki gibi yine Türk’tür, yine özgürdür ve o kalede artık sadece Türk bayrağı dalgalanacaktır; kefen bayrağı değil. Gaziantep’i özel kılan şüphesiz Kurtuluş Savaşı’ndaki bu inanılmaz direnişidir. Gaziantep’te yemeklerin tadı farklıdır; şehir bir başkadır. Bakırcısı, yemenicisi, sedefçisi, kutnu dokumacısıyla sanatı özeldir; çünkü toprağı bir başka kokar, toprağı kahramanlık kokar. İTÜ, güneşte şampiyon ‘ T. Oya Ekmekçi den alan teknenin yaratıcısı 'İTÜ Güneş Teknesi Takımı'nın liderliğini Gemi İnşaatı ve Deniz Bilimleri Fakültesi'nden Münir Cansın Özden yapmakta olup, takım Ersin Demir, Berkin Kılıç, Tuğrul Yıldırım, Metin Aksu, İrfan Kaya, Enishan Özcan, Hüseyin Turhan, Emrah Adamey, Efe Koçtürk ve İbrahim Albayrak'tan oluşmaktadır. ÜBİTAK tarafından 26-31 Ağustos 2008 tarihleri arasında bu yıl 4.sü düzenlenen 'Formula-G Güneş Arabaları Yarışı'nda İTÜ ekibi geçtiğimiz iki yılda olduğu gibi yine 1. ve 2. oldu. İzmir Pınarbaşı Pisti'ndeki yarışa İTÜ Güneş Arabası Ekibi ARIBA2 ve İTÜRA isimli araçlarla katıldı. Böylece 2006 yılında ARIBA ve ARIBA2 ile 2007 yılında ARIBA2 ve İTÜRA ile elde edilen başarılara bu yıl bir yenisi eklenmiş oldu. Bu başarının yanında geçen yıl da kazanılan 'Özgün Tasarım Ödülü' de İTÜ ekibinin oldu. Geçtiğimiz 3 yılda topladığı 13 ödülle kırılması zor bir rekora imza atan İTÜ Güneş Arabası Ekibi 2009 Nihat Berker’e prestijli ödül Bana bir şehir söyleyin, adına türküler yakılan Bana bir şehir söyleyin, yakılan her türküyle yürekleri dağlayan Bana bir şehir söyleyin, varla yok arasında kalan Ve bana bir şehir söyleyin, varlığını cihana haykıran… Burası Antep! On iki yaşın çocukça bakışlarında haykıran Kamil’in, Kilis yollarında bayraklaşan Şahin’in, Maraş yollarını Fransız’a dar eden Karayılan’ın şehri. Burası kendi kaderine terk edilen, Batı’nın teknolojisine, acımasız saldırılarına, imanıyla, Türklük gurur ve şuuruyla karşılık veren yiğitlerin şehri… Burası Gazi şehir… Burası Gaziantep… 5 İTÜ Fen Edebiyat Fakültesi Eski Dekanı, Koç Üniversitesi Fen ve İnsani Bilimler Fakültesi Fizik Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet Nihat Berker, bilime yaptığı katkılardan ötürü Almanya’ın en önemli bilim ödüllerinden “Humboldt Bilim Ödülü” ne layık görüldü. Ödülünü Berlin’deki Bellevue Sarayı’nda, Almanya Cumhurbaşkanı Horst Köller’in de katıldığı bir törenle alan Berker’e bu ödül; temel bilimsel buluşları, geliştirdiği yeni teoriler ve kendi alanında olduğu gibi kendi bilimsel alanının ötesinde önemli etkileri olan katkılardan ötürü verildi. Nihat Berker, bu ödüle layık görülen ilk Türk bilim adamı oldu. Faz geşişleri ve çokkritik sistemler, yüzey sistemleri, sıvı kristaller, manyetik ve camsı sistemler, süperakışkanlık ve süperiletkenlik, ölçeksiz ve küçük dünya ağları konusunda yaptığı çalışmalarla dünya çapında tanınan Berker, uzun yıllar Massachusetts Institute of Technology (MIT) ‘de öğretim üyeliği yaptıktan sonra, Türkiye’ye dönerek İTÜ Fen Edebiyat Fakültesi’nde çalışmalarına devam etti. Şu an araştırmalarına Koç Üniversitesi’nde devam ediyor. yılında Avustralya'da düzenlenecek World Solar Challenge 2009'a katılmak amacıyla 4.nesil aracın çalışmalarına halen devam etmekte. Ekibin proje sorumlusu Burak Aliefendioğlu yeni araç için gereken 350 bin YTL'ye daha önce kazanılan ödüller ve sponsorlarla ulaşmaya çalıştıklarını ifade etti. Zekai Şen’e Nobel teşekkürü İTÜ İnşaat Fakültesi Hidrolik Anabilim Dalı öğretim üyelerinden Prof. Dr. Zekai Şen’e, çalışmalarına katkıda bulunduğu Intergovernmental Panel on Climate Change’in (IPCC) Nobel Barış Ödülü almasından dolayı bir teşekkür belgesi gönderildi. İklim değişikliği konusunda, gündem yaratan çalışmalara imza atan IPCC’in tek Türk üyesi olan Şen, su konusunda yaptığı çalışmalar ile tanınıyor. TÜBİTAK’tan 2 teşvik ödülü TÜBİTAK tarafından, bilimsel araştırmalarıyla bilime gelecekte evrensel düzeyde katkılarda bulunabilecek potansiyele sahip olduğunu kanıtlamış genç araştırmacılara verilen TÜBİTAK Teşvik Ödülleri’nin ikisi bu yıl İTÜ’lü öğretim üyeleri Çevre Mühendisliği Bölümü’nden Doç. Dr. İsmail Koyuncu ile Fizik Bölümü’nden Doç. Dr. Cemsinan Deliduman’a verildi. 4 arıYORUM arıYORUM Kasım 2008 Kasım 2008 İTÜ, açılışta Başbakan’ı ağırladı Burak Avcı İstanbul Teknik Üniversitesi yeni akademik yılını, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın katıldığı törenle açtı stanbul Teknik Üniversitesi’nin 20082009 Eğitim Öğretim Yılı, 12 Eylül tarihinde Süleyman Demirel Kültür Merkezi’nde yapılan törenle başladı. Hakan Şensoy şefliğindeki MİAM Topluluğu’nun konseri ile başlayan tören, Rektör Prof. Dr. Muhammed Şahin’in konuşmasıyla devam etti. İ Konuşmasında yükseköğretimin sorunlarına değinen Rektör Şahin, yeni açılan üniversiteler ile artan öğretim üyesi ihtiyacına dikkat çekti, kapasitesinin çok altında çalışan, İTÜ Arı Teknokent’in önümüzdeki aylarda tam kapasite çalışması için girişimlerde bulunacaklarını söyledi. Şahin, Türkiye’de bilim ve teknolojide atılım yapılmak isteniyorsa bunun tek adresinin İstanbul Teknik Üniversitesi olması gerektiği söyledi. Öğretim üyelerinin sorunlarına da değinen Şahin, bu konuda Başbakan’dan yardım istedi. Şahin’in konuşmasından sonra İTÜ’ye ilk üç sırada giren, Elektrik Elektronik Fakültesi öğrencileri Emeç Erçelik, Metehan Çetin ve İşletme Fakültesi öğrencisi Ali Ruçhan Oflaz’a Rektörlük ödülleri sunuldu. Dr. Yük. Müh. Hulusi Damgacıoğlu’nun “Asırlardır Çağdaş” başlıklı konuşması ile devam eden törende son olarak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan konuşma yaptı. Başbakan Erdoğan, konuşmasında İTÜ'nün, Türkiye'ye cumhurbaşkanları, başbakanlar, çok sayıda siyaset adamı, teknokrat ve bürokrat yetiştirmiş olan bir üniversite, bir eğitim kurumu olduğunu ifade etti. Erdoğan, Türkiye'nin yönetiminde hep 3 okulun mülkiye, harbiye ve tıbbiyenin etkili olduğunun söylendiğini, bunun hep böyle yorumlandığını anlatarak, ‘Ancak 75. Yıl Öğrenci Sosyal Merkezi’nde başlayan yürüyüş, ‘AKP Defol İTÜ Bizimdir’, ‘ İTÜ Uyuma Üniversitene Sahip Çık’, ‘Şahin’in İpleri AKP’nin elinde’ sloganları eşliğinde Rektörlük binasına kadar sürdü. Rektörlük binası önünde okunan bildiride Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) üniversite politikası ve Rektör Şahin’in açılış törenine Başbakan Erdoğan’ı çağırması eleştirildi. Tayyip Erdoğan konuşmasında "Üniversiteler eleştirel aklın, özgür düşüncenin evi, yuvası olmalıdır. Fikirlerin en doğru şekilde ifade edildiği bir üniversite ortamından kimse rahatsız olamaz, rahatsız olmaya da hakkı yoktur” diye konuşuken dışarıda öğrencilere uygulanan muamelenin ikiyüzlülük olduğu savunuldu. Üniversitelerin, demokrasinin ve özgür düşünme hakkının var olması gerektiği en temel kurumların başında geldiğinin altı çizilerek, polisin öğrenciye tavrı protesto edildi. kitap okuyorum Bir Bilim Adamının Romanı: Mustafa İnan - Oğuz Atay Oğuz Atay hocası Mustafa İnan’ın sabır, iyimserlik ve özveri ile bezenmiş hayatını anlattığı bu kitabında, matematik ve temel bilimler üzerine öğrenim görmüş bir bilim adamının şiir, felsefe ve mistisizm ile sentezlenmiş birikimini ve toplumsal konulara matematik bilgisiyle getirdiği çözüm ve açıklamaları anlatır. Atay, farklı bir bilim adamı portresi çizen Mustafa İnan’ın tek alanda uzmanlaşmaya karşı çıkan, günlük yaşam ile bilim adamlığınının bir bütün olduğunu vurgulayan fikirlerinden kitabın büyük çoğunluğunda bahseder. Okulumuzun kütüphanesine de ismini vermiş, Mustafa İnan’ın hayatının anlatıldığı bu roman, günümüzde özellikle mühendislik ve fen bilimleri alanlarında okuyan ve sosyal bilimlere ilgi duyan her öğrenci için bir başucu kitabı niteliğinde. Edebiyatımızdaki önemli biyografilerden biri olan ‘Bir Bilim Adamının Romanı: Mustafa İnan’ İletişim Kitabevi’nden çıkmış. Tarihimizle Yüzleşmek - Emre Kongar İTÜ'nün bu 3 okulu da gölgede bırakarak, oldukça mütevazı ve sessiz bir şekilde Türkiye'nin rotasını belirleyen devlet adamları yetiştirdiğini geçmişten bugüne biliyoruz ve görüyoruz’ diye konuştu. Üniversitelerdeki özgürlük ortamına da değinen Erdoğan, ‘Üniversiteler, her türlü siyasi müdahaleden, devletin, hükümetin müdahalesinden kesinlikle uzak olmalıdır. Üniversiteler olabildiğince bağımsız ve özerk bir işleyişe sahip olmalıdır’ dedi. TÖRENE ÖĞRENCİLER ALINMADI Öğrencilere kapalı olarak gerçekleştirilen tören, protestolara da sahne oldu. Her yıl açılış töreninde öğrencilerin bulunmasına özen gösteren İTÜ yöneti- mi bu yıl, yeni öğrencilere Rektör imzalı davetiyeler göndermesine ve web sitesinde duyurmasına karşın, ani bir kararla öğrencileri törene almadı. Bu uygulama öğrenciler tarafından tepkiyle karşılandı. Süleyman Demirel Kültür Merkezi yakınlarında toplanarak Başbakan’ı protesto eden gruplar polis müdahalesi ile karşılaştı. 18 öğrencinin gözaltına aldığındığı müdahale İTÜ kamuoyunda rahatsızlık yarattı. ESKİ REKTÖR SALONU TERKETTİ Törende bulunan eski İTÜ rektörü Prof. Dr. Faruk Karadoğan, İstiklal Marşı’nın ardından, yeni yönetimi ve törene başbakanın çağrılmasını, salondan ayrılarak protesto etti. İTÜ’lüler açılış törenini protesto etti 2008-2009 Akademik Yıl Açılış Töreni’ne katılan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı protesto eden öğrencilere polisin müdahale etmesini ve öğrencileri gözaltına almasını tepki ile karşılayan yaklaşık 250 öğrenci, 15 Eylül 2008 tarihinde ‘İTÜ Açılış Yürüyüşü’ düzenledi 17 Türkiye’de ki genel akademisyen profilinin aksine; gazeteci, yazar, TV yorumcusu ve sosyolog kimliklerini bir arada taşıyan Prof. Dr. Emre Kongar, bu kitabında tarihe ve gayri resmi tarihe göndermeler yaparak, Osmanlı ve Yakınçağ Türkiye Tarihi’nin dönüm noktalarına farklı yorumlar getiriyor. Kitaba ‘İnsanlar Tarihe Neden Yanlış Bakar’ konusuyla başlayan Kongar, devletlerin ve ideolojilerin tarihe bakışlarındaki eksiklerini ve hatalarını bir bir özetliyor ve Türkler isteyerek mi Müslüman oldular? , Osmanlı İmparatorluğu Müslüman olduğu için mi çöktü? ,Vahdettin ‘hain’ miydi?, Atatürk niçin yalnız bir liderdi?,Menderes bir ‘Demokrasi Şehidi’ midir? gibi can alıcı sorulara gayet net bir üslupla,güvenilir kaynaklara dayanarak yanıt veriyor. 2007 yılının en çok okunan kitaplarından biri olan Tarihimizle Yüzleşmek, Remzi Kitabevi’nden çıkmış. Deliliğe Övgü - Erasmus ‘Hakkımda ne derlerse desinler, (Zira deliliğin en deli olanlar tarafından bile her gün ayaklar altına alındığını bilmez değilim) tanrısal tesirlerimle tanrılar ve insanlar üzerine sevinç saçan gene ben, yalnız benim; öyle ya bu: Deliliğe Övgü’. Deliliğe Övgü’nün Kabalcı Yayınları’ndan çıkan baskısının kapağında bu etkileyici ve düşündürücü sözler yazılı. Rönesans ile birlikte ortaya çıkan Hümanizm akımının yaratıcısı ve en büyük temsilcisi olarak kabul edilen Desiderius Erasmus’un Rönesans Edebiyatı’nın başyapıtlarından biri olarak kabul edinilen, en önemli eseri Deliliğe Övgü, taşıdığı evrensel ve insani değerleri sayesinde günümüze kadar canlılığını ve güncelliğini yitirmemiştir. Erasmus Deliliğe Övgü’de çağının dini kurumlarını kıyasıya eleştirerek, bağnazlığa karşı açıkça tavır alır. Diğer yandan toplumsal yargıların değiştirmenin, diğerlerinden farklı düşünebilmenin ancak delilik ile mümkün olacağını savunur. Kitap, çevresindeki basit insanlardan ve seviyesiz olaylardan sıkılan okuyucular için nefes alabilmek ve kendine gelmek için önemli bir kaynak niteliğinde. Sermaye Birikirken Osmanlı, Türkiye, Dünya - Oya Köymen Türkiye’nin önemli ekonomi tarihi profesörlerinden Oya Köymen, bu kitabında Dünya’nın, Osmanlı’nın ve Türkiye’nin ekonomik seyirlerini politika, sosyoloji ve tarihle harmanlayarak paranın dünya tarihinde oynadığı büyük role dikkat çekiyor. Kitabı 4 ana bölüme ayıran yazar, ilk bölümde Sanayi Devrimi’nden itibaren ortaya çıkan ve ekonomik krizlerle revize edilen tüm iktisat akımlarını değerlendiriyor ve bu bölümde liberal ve Keynes’çi iktisadın temel felsefesini okuyucuya kendi yorumlarıyla sunuyor. İkinci bölümde ise Osmanlı Ekonomisi’ni politik ve sınıfsal açılımlarıyla inceleyen Oya Köymen, üçüncü bölümde ise günümüz Türkiye Ekonomisi’ni ‘Kırılmaların Altındaki Süreklilik’ başlığı altında, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül Askeri Darbeleri paralelinde anlatıyor. Son bölümde ise yazar Dünya Ekonomisi’ni İngiliz ve Amerikan Hegemonyası bağlamında inceleyerek küresel ekonomi ve kalkınma sorunlarına farklı açılımlar getiriyor. Kitap sade ve anlaşılabilir diliyle paranın tarihini ve yüzyıllar boyunca etkisini merak eden okuyucular için önemli bir kaynak niteliği taşıyor. “Sermaye Birikirken Osmanlı, Türkiye ve Dünya” Yordam Kitap’ın yayınları arasında. 18 arıYORUM arıYORUM Kasım 2008 Kasım 2008 Amerikan futbolu cesaret ister Fatih Avcı ilmlerden veya turnuva görüntülerinden hatırlarsınız. Birbirlerini ite kaka top peşinden koşarlar. Havada uçan ‘yamuk’ top (hava ile şişirilmiş yayvan sferoid) yuvarlak top gibi değildir ve düştüğü noktadan sonra hangi tarafa sıçrayacağını kestirmek çok çok zordur. Dolayısıyla daha fazla seçenek için daha fazla taktik oluşturmak gerekir. Eh, biraz sert bir spor olduğundan dolayı da takım arkadaşlarına güvenmek gerekir. Takımın başarılı olması için de disiplin ve kardeşlik. Toplum olarak henüz alışılagelmiş bir spor olduğunu düşünmüyor olabiliriz ancak bazı önyargıları kırmakta yarar var. Amerikan Futbolu, sanıldığının aksine tam bir strateji sporu. Takım çalışmasının hat safhada olmasını gerektiren, dolayısıyla disiplinli ve sıkı çalışılan bir F spor. Bu sporu yaparken dayanıklı olmanız, kuvvetli olmanız, hızlı olmanız, esnek olmanız, azimli olmanız, takım çalışmasına yatkın olmanız, hızlı karar almanız ve disiplinli hareket etmeniz gerekiyor. Neredeyse bütün sporların farklı farklı özellikleri bu sporda toplanıyor. İTÜ, Türkiye’ye Amerikan Futbolu’nu ilk tanıtanlar arasında yer alıyor. 90’lı yıllarda Amerikan Futbolu’nun Türkiye’de ilk adımları atılıyor ve İTÜ de 1993 yılında aktif olarak Amerikan Futbolu takımını kuruyor: İTÜ Hornets. Kurulduğundan itibaren büyük bir çabayla Amerikan Futbolu’nu Türkiye’de yaygınlaştırmayı amaçlayan İTÜ Hornets, ilk beş yıl boyunca 2 Türkiye Şampiyonluğu ve 3 Türkiye İkinciliği kazanıyor. Hala Türkiye’deki Amerikan Futbolu’nun önemli temsilcilerinden olan İTÜ “Amerikan futbolu için İTÜ’yü tercih ettim.” rtaokulda başladım ben Amerikan Futbolu’na. Lisede Yeditepe’yle bir maça çıkmıştım. Şu anki pozisyonda değil tabii ama çok hoşuma gitmişti. Hatta İTÜ’yü bu yüzden seçtim. 2005’te efsane bir kadrosu vardı İTÜ’nün, şu anda bizim koçların olduğu. Ben takımdan dolayı üniversiteyi seçtim 2005’te ama dağıldı takım o yıl. Bir sene hiç birşey yapamadım bu yüzden. Takım tekrar toparlanınca başladım. Ben epey sporla uğraştım önceden ama aralarında Amerikan Futbolu gibi hem taktik O Serhat Erişgin, running back Gemi İnşaatı Mühendisliği bölümü öğrencisi hem disiplin hem de kardeşlik duygusu olarak gelişmişini göremedim. Bir nevi kardeşlik kulübü bizimkisi. Herkes birbirinin arkasını kolluyor. Zaten oynarken de ekip arkadaşına güvenmezsen seni dövüyorlar, yani bildiğin vuruyorlar, rezil ediyorlar. Ekip arkadaşıma güvenmek zorundayım. Böyle olduğu için de takım içi kaynaşma bayağı yüksek. Türkiye’de amerikan futbolu çok iyi gelişiyor. Sevgi olarak çok yüksek değil belki ama bunu en büyük etkeni masraflı bir spor olması, ekipmansız oynanamaması. Biz çok seviyoruz bu oyunu. Berkay Yılmaz, line back Makina Mühendisliği bölümü öğrencisi en ortaokulda biliyordum Amerikan Futbolu’nu. Televizyonda seyrederdim. Oradan heveslenmiştim. Bilgisayar programıyla öğrendim. Üniversiteye hazırlanırken ara verdim. İTÜ’yü tercih ederken takımın olduğundan haberdardım. Gidiğim anda takımı aramaya başladım hemen. İTÜ’yü seçmemde etkisi oldu İTÜ Hornets’ın. İTÜ’ye girdikten sonra bir sene bekledim seçmeler olacak diye. Takıma beni alırlar mı diye çok düşündüm. Seçmelere gelirken ‘ne yapacağım’ dedim, çok şüpheliydim. Ben seçmelere geldiğimde daha B Hornets, sürekli yenilenen ve gelişen takımı ile Türkiye şampiyonluğunu hedefliyor. İTÜ Hornets’ın üç oyuncusu: Özkan Özkök, Serhat Erişgin ve Berkay Yılmaz. Kimi Amerikan Futbolu’nu hiç tanımadan kimi de sırf bu takım için İTÜ’yü tercih ederek katılıyorlar takıma. Özkan, Serhat ve Berkay’la Amerikan Futbolu’nu konuştuk. Bu arkadaşların ortak özelliği İTÜ Hornets’ı büyük bir aile olarak görmeleri. Serhat’ın deyimi ile İTÜ Hornets ‘kardeşlik kulübü’ onlar için. Sıradan bir spordan farkı çok. Amerikan Futbolu oynayanlar pek çok özelliği birden kazanıyorlar. İTÜ Hornets’ta olmanın da, takımın geçmişten gelen kültürü sayesinde katkısı çok oluyor. Spor camiasındaki saygınlığı da önemli bu takımın. İTÜ Hornets’ta yoğun bir eğitim süreci oluyor. Özellikle takıma yeni katılanlar haftanın birkaç gününü ayırıyorlar. Bu eğitimler Amerikan Futbolu’nu hiç bilmeyen birini bile kısa sürede turnuvada oynatacak kadar ilerletebiliyor. Özkan, diğer üniversite takımlarının üyeleriyle kıyasladığında, İTÜ Hornets’ın birkaç ayda verdiği eğitimin diğer takımların birkaç yılına eşdeğer olduğunu söylüyor. Sık maça çıkmaları da yine bu takımı diğer takımlardan ayıran önemli bir özellik. İTÜ’de önemli bir ilgi uyandırıyor Amerikan Futbolu yıllardan beri. Zaman zaman, koca koca zırhlarıyla yerleşkede koşarken görüyoruz takım üyelerini. Şimdi bu takımın üç oyuncusunun hem Amerikan Futbolu ile hem de İTÜ Hornets ile ilgili söylediklerine kulak kabartıyoruz. “Fizikte hızlı olan kazanır. Amerikan futbolunda da... ” kalıplı insanların olacağını zannediyordum. Ama sporcu olabilen herkesin oynayabileceğini gördüm. Her pozisyona göre insanlar var tabii. Seçmeye girerken büyük korku vardı bende. Ama baktım benim gibi normal boyutta insanlar var, rahatladım. Zaten okulda bize öğretilen fizikte de bu var. Hızlı olan kazanır, m.V’den... Sertlik benim hoşuma giden bir tarafı bu sporun. Futbolda çok faul yapan bir insandım. Bu yüzden Amerikan Futbolu’ndan çok keyif alıyorum. Prof. Dr. Orhan Kural hornets.itu.edu.tr İSTANBUL TIGERS GELİYOR İTÜ Hornets kökenli oyuncuların profesyonel ligde oynayabilmek için kurdukları İstanbul Tigers Amerikan Futbol takımı, bu sezondan itibaren İTÜ Spor Kulübü çatısı altında maçlarda oynayacak. İTÜ geleneğini profesyonel ligde de sürdürecek Tigers’a başarılar diliyoruz. Özkan Özkök, ofans kaptanı Fizik bölümü öğrencisi “Takıma girmeden önce sadece topun şeklini biliyordum.” TÜ’ye gelmeden önce Amerikan Futbolu ile ilgili hiçbir bilgim yoktu. Bir arkadaşım seçimlerden 2 gün önce 75’te gördü beni, ‘takımın adama ihtiyacı var, seni direkt alırlar, yapılı adamsın’ dedi. O şekilde kandırdı beni. Sadece topun şeklini biliyordum bu sporla ilgili. Sonrası çok komik, bir ay içinde beni maça çıkacak hale getirdiler. O kadar hızlı eğittiler ama maçta hiç olmayacak hatalar yaptım. İlk maçta, hakem işaret verecekken topu yerden aldım, silip yerine koydum. Ben de sonradan anladım tabii nasıl bir durumda olduğumu. Zaten yenildik o maçta. Sert bir oyun. Bu bazen rahatlatıyor. Hiç unutmam, kız arkadaşımdan ayrıldığım günün akşamı idmana girmiştim. İdmandan sonra çok sakindim, çok mutluydum. Hele idman sonrası sabah kalktığımda çok iyi oluyorum. Sert oyun olduğu için içindeki herşeyi boşaltabiliyorsun. Ama kavga gibi değil, eğlenceli bir sertlik. Ailem artık kabullendi ama oyunun nasıl olduğunu öğrenemediler. Babam bir antrenmanıma geldi, ‘oğlum niye hep sana vuruyorlar’ dedi. İ oldu. Bunlar bir yana, İTÜ, yönetimlerden bağımsız kurumsal bir yapı olarak düşünülmeli öncelikle. Önceki dönemlerdeki rektör değişimleri sırasında yaşanan sıkıntılardan uzak durmaya çalışılmalı ki İTÜ bu tür tartışmalarla çok vakit kaybetti. İTÜ’de rektörlük yapmış hocalarımızın birbirleriyle görüşebilmeleri ve fikir paylaşımı yapmaları birçok konuda İTÜ’ye artı değer sağlayacaktır. Yeni rektörümüz Muhammed Şahin’in uygulamalarını zamanla göreceğiz. Öğrenciyi dinleyen, öğrencilerin fikirlerine değer veren bir anlayışla hareket edeceğini umuyoruz. Yeni göreve geldiği sıradaki bazı jestler (yemek fiyatının düşmesi gibi) öğrencileri elbette sevindirdi ancak uzun soluklu etkileşimin sağlanması için öğrencilere vakit ayırılmalı. Bu bağlamda İTÜ’nün açılış töreni, Rektör Şahin açısından oldukça olumsuz eleştirilere sahne oldu. Akademik yıl açılışında öğrencilerin salona alınmaması, yeni yönetimin ilerleyen zamanlarda öğrencilere vereceği değer konusunda şüphe uyandırıyor. Rektörümüzün bu konudaki fikirlerini de merak ediyoruz. İlerleyen sayılarımızda bu konuda bir söyleşi yapmayı planlıyoruz. Yeni yönetimin öncelikli olarak üzerinde durması gereken konular olarak ‘yerleşke güvenliği’ni görüyoruz. Yerleşke içindeki araç trafiği ve hız sınırı konusundan, yurtlara giden yolların güvenliğine kadar pek çok öğrenci arkadaşımızdan şikayet geliyor. Geçmişte bununla ilgili üzücü olaylar yaşamıştık. Bu düzenlemelerle birlikte öğrenci sorunlarının Rektörlüğe hızlı ulaşımının sağlanması gerekiyor. Genel itibari ile öğrencilerin yönetime sorunlarını iletme konusunda güvensizlik yaşadığını görüyoruz. Bu konuda öğrencilere güven verilmesi, hem öğrencilerin mutlu olmaları hem de üniversiteyi daha fazla sahiplenebilmeleri için gerekli bir mevzu. Bunlarla birlikte öğrenci kulüpleri ve öğrenci proje takımlarına destek verilmeli. İTÜ’nün adını en fazla duyuran, bu kulüp veya takımlardaki üretken arkadaşlardır. Bu bağlamda Tiyatro Kulübü, Halk Bilimleri ve Sanatları Kulübü ve buna benzer sahne sanatlarıyla uğraşan kulüplerin etkinliklerine yönetim kademesinden etkin katılım sağlanmalı. İTÜ’nün aile bilincini tam anlamıyla oturtabilmesi için bu kaynaşma çok önemli. Fikirlerimizi dikkate alacaklarını umarak yeni yönetime başarılar diliyoruz. ORHAN KURAL ve KAMPÜS KAFE Geçtiğimiz günlerde bir olaya tanık oldum. Bunu burada yazıp yazmamak konusunda tereddüte düştüm ancak bildiğim doğruları anlatmamı boynumun borcu olarak görüyorum. Olayla doğrudan bir bağlantım yok ama bu konunun bir çözüme kavuşmasını isteyerek ve buna katkıda bulunmak için gündeme getiriyorum. Prof. Dr. Orhan Kural’ı yakından tanıyoruz. Çevre ile ilgili yaptığı çalışmalar, sigarayla savaş konusundaki çalışmaları, hayvan severliği ve doğa tutkusu takdire değer. Ben bu yıl Orhan Kural’ı daha yakından tanıma fırsatı buldum. Tanıdıkça daha çok takdir ettim, daha çok saygı duydum. Biliyorsunuz Orhan hoca pek çok okula konferans vermeye gidiyor. Günde birkaç tane okula birden gittiği çok oluyor. Bir gün ben ve birkaç arkadaşımla Orhan Kural’ın bir konferansına gitmeye karar verdik. Orhan hocanın arabasıyla gittik Bakırköy’deki bir eğitim parkına. Konferans bitmeye yakınken Orhan hoca orada bulunan öğretmenlere kitap-larından bir seti takdim etti ve şunları söyledi: ‘Sağolsunlar, İTÜ’deki Kampüs Kafe bu kitaplara sponsor oldu ve konferans verdiğim okullara hediye etmemi sağladı. Onlara şu teşekkür yazısını yazarsanız bu kitapların hediye edildiği ile ilgili bilgileri olacaktır.’ Biz de Kampüs Kafe’yi, yerleşkeye kattığı yenilik dolayısıyla çok seviyor ve takdir ediyoruz. Konferanstan sonra Orhan hocaya Kampüs Kafe’nin nasıl destekte olduğunu sorduk. Orhan hoca anlattı. Bir görüşmeleri sırasında Kampüs Kafe’nin sahibi Necmettin beyin Orhan Kural’ın çalışmalarına destek olmak istemesi üzerine Orhan hoca konferansa gittiği okullara kitap hediye edebileceklerini söylüyor. Necmettin bey de kabul ediyor ve Orhan hoca o günden itibaren gittiği 12 okula kitap seti armağan ediyor ve her okuldan da Kampüs Kafe için bir teşekkür yazısı yazdırıp postalatıyor. Bunu öğrendikten sonra biz de Kampüs Kafe’ye gidip, bu faydalı desteklerinden ötürü teşekkür etmek istedik. Okula gelince doğrudan dört arkadaş Kampüs Kafe’ye gittik ve Necmettin beyi bulduk. Dedik ki, ‘biz Orhan Kural’ın bir konferansından geliyoruz, okullara hediye ettiği kitaplara sponsor olmuşsunuz, teşekkür etmeye geldik.’ Necmettin bey güler yüzle bizi masasına davet etti, çay ısmarladı. Yaklaşık 2 saat kendisiyle hoş bir sohbet gerçekleştirdik. Sohbet esnasında Orhan Kural’ı çok sevdiğinden, topluma faydalı işler yaptığından da bahsetti Necmettin bey. Bu görüşmeden birkaç hafta sonra Kampüs Kafe, kitapların alındığı firmadan faturayı alınca böyle bir söz vermediğini söylüyor. Orhan hoca bu duruma çok üzülüyor ve telefonla arıyor Necmettin beyi. Birkaç gün Necmettin bey telefonlara cevap vermiyor, en sonunda Orhan hoca sabahın erken vaktinde, cep telefonundan arıyor Necmettin beyi ve çok kırıldığını ve bu yaptığınız onursuz bir davranış olduğunu söylüyor. O sıralar ben de Orhan hocayla görüşüyordum. Bu görüşmeden sonra beni de aradı Orhan hoca. Ardından ben duruma netlik kazandırmak için Kampüs Kafe’ye gitmeye karar verdim. Aynı günün akşamı Kampüs Kafe’ye gittim ve Necmettin beyle görüştüm. Talihsiz bir görüşmeydi ve beklemediğim bir tepkiyle karşılaştım. Ben oraya, Necmettin beyi daha önce teşekkür ziyaretinde söylediklerini hatırlatmak ve olayla ilgili kendilerini dinlemek için gitmiştim. Ancak olayların verdiği birikmiş sinirden olsa gerek beni dinlemedi ve haketmediğim sözleri söyledi. Derken araya Necmettin beyin eşi girdi de ortam yumuşadı. Ben o saatten sonra olayla ilgili fikir ve yorum yapmamaya çalıştım ve Kampüs Kafe’den tartışmasız bir şekilde ayrıldım. Ancak bildiğim bir doğruyu söylemiştim. Öncesi ve sonrası ile ilgili fikir sahibi değilim ama bu bilgimi sizinle de paylaşmak istedim. O günden sonra bir daha Kampüs Kafe’ye gitmedim. Umarım bu olaya da bir çözüm bulunur. Orhan hocanın derdi para değil. Bu durumu onur meselesi haline getirmiş ve mücadele edeceğini söylüyor. ‘İTÜ’ye yakışmayan bir hareket bu’ diyor. Takdir sizlerindir... WEB SİTEMİZ GÜNCELLENİYOR Gazetemize gelen eleştirilerden büyük çoğunluğu web sitemizin salaşlığı hakkında oluyordu. Bu duruma, gazetemizin fahri üyesi, İTÜ Mimarlık Fakültesi mezunu Sedat Bayrak el attı ve çok kısa bir süre sonra yeni bir arayüzle karşınızda olmayı planlıyoruz. Takip ediniz. Arıyorum, yakında birçok sürprizle karşınıza çıkmaya devam edecek. Sizlerden gelecek katkılara çok önem veriyoruz. ÖĞRETİM ÜYELERİNE ÇAĞRI Arıyorum’da, saygıdeğer öğretim üyelerimizin yazılarını yayınlamayı istiyoruz. Gerek bilimsel gerekse de herhangi başka bir konuda yazı yazmak isteyen öğretim üyelerimize sayfalarımızı ayırıyoruz. Her sayımızda ‘konuk yazar’ köşemizde bu yazıları yayınlamayı istiyoruz. KULÜPLERLE EK ÇIKARALIM Yayın hazırlamak isteyen kulüpler bizimle işbirliğinde bulunabilirler. Bu konuda Arıyorum’la birlikte ilgili kulübün içeriğini hazırlayacağı bir ek yayınlayabiliriz. Kulüplerden gelecek farklı önerileri bekliyor ve ortak çalışmaya davet ediyoruz. MİLLİYET VE RADİKAL KAMPÜSTE Takip edenler hatırlar, geçtiğimiz yıldan itibaren çeşitli aralıklarla yerleşkede Milliyet ve Radikal gazetelerini, indirimli fiyatla satıyoruz. Bu çalışma, Milliyet gazetesi ile bir görüşmemizde ortaya atıldı. Karşılıklı bir etkileşimle, bizim sayılarımızı da Milliyet gazetesinin ilgili matbaalarında basılması sözü aldık. Bu desteklerinden dolayı Milliyet İTÜ Kültür ve Sanat Birliği Basın Yayın Kulübü Arıyorum İTÜ Gazetesi, Süreli Yayın, ISSN: 1305-4783 Yayın Kurulu: Fatih Avcı, Burak Avcı, Gökçe Sezgin, Sefa Demir, Necip Duman, T. Oya Ekmekci, M. Can İban İTÜ Basın Yayın Kulübü Arıyorum Gazetesi Olimpik Yüzme Havuzu Binası B girişi No: 306 Ayazağa Yerleşkesi Maslak-İstanbul İstanbul Teknik Üniversitesi Adına; Yayın Sahibi Prof. Dr. Erkin Nasuf, Yayın Yönetmeni Y. Doç. Dr. Beyza Taşkın Baskı: DPC İstanbul 3 gazetesine, Satış Müdürü Tiraje Erginer’e ve çalışma arkadaşlarına teşekkür ediyoruz. Bizim için önemli bir destek bu. Gazete satışlarını biz bir kültür hizmeti olarak da değerlendiriyoruz. Yine bazı haftalar kitap veya CD hediyeli olarak veriliyor gazeteler. Bu konudaki fikir ve önerilerinizi bekliyoruz. gazete@itu.edu.tr www.gazete.itu.edu.tr arıYORUM arıYORUM 2 Kasım 2008 Kasım 2008 Samimi bazı itiraflar Fatih Avcı içbir zaman şu editör yazısını gazetenin bütün sayfaları tamamlanmadan, redaksiyonları yapılmadan, sayfalar tasarlanmadan yazamadım. Bütün işler bitmeden yazmaya başlayamıyorum. Bir de gereksiz bir ağırlık biniyor omuzlarıma, midem ağrıyor yazıya başlamadan önce. Burayı aslında çok ciddiye alıyorum, yaşlanmaya başlayınca farkettim. Bu sayıdaki yazı her ne kadar kişisel bir yazı gibi görünse de affedin, biraz anlatmam gerekiyor, çünkü, bilhassa bu sayının giriş yazısını yazarken kendimi yalancı gibi hissediyorum. Çünkü... Her sayıda giriş yazısını yazmadan önce önceki sayıları okuyorum. Bundan önceki sayımızda –ki aradan 11 ay geçmiş- yazdıklarıma baktım da. En büyük yalanı galiba ‘artık Arıyorum’u 15 günde bir yayınlayacağız’ diyerek söylemişim. Çocukluk işte. Geçerli açıklamaları var elbette bunların. Biraz bahsedeyim yoksa vicdan meselesinin derinliklerine doğru dalıyorum. Bütün bunlar bir yana, 15 günde bir gazete çıkarmak zor birşey değil. Biz toplantılarımızda bu konuyu konuşurken dedik ki 4 sayfa bile olsa yayınlayalım. Kamuoyuna sık aralıklarla çıkmak çok önemli çünkü. Teknik olarak bunun bir zorluğu yoktu. Maddi olarak da zorluğu yoktu çünkü Milliyet gazetesi ile görüşmüş ve onların matbaasında ücretsiz baskı yapma sözü almıştık. Gel gelelim ki biz bırakın 15 gün sonra bir gazete çıkarmayı, gördüğünüz gibi 330 gün sonra çıkardık yeni sayımızı. Bu elbette ilerleyen günlerde gazete yayım periyodunun yoluna girmeyeceğini göstermiyor. Hedefimiz bu aslında. En azından ben misyonumu tamamlayıp artık insanları sıkmaya başlamadan önce –ki buna az kaldı- bu hedefi gerçekleştirmeyi çok istiyorum. Verdiğimiz sözleri tutamayışımızın önemli sebepleri var. Bu sözler yalnızca gazetenin yayınlanması ile sınırlı değil. Gazetenin çıkması için destekte bulunan kurumlara karşı da görevlerimizi yerine getirememenin verdiği rahatsızlık durumu da oluyor. Ancak... Özellikle geçtiğimiz yıl, gazetemizin tam kurumsallaşmaya başladığı sırada yaşanan olaylar dolayısıyla aksaklıklar yaşadık. Bu aksaklıkların en büyüğü Otomasyon binasındaki odamızdan çıkartılmamız oldu. Birkaç ay odasız kaldık. Kültür ve Sanat Birliği (KSB) bize o sıralar yapılmakta olan Havuz binasından bir oda tahsis edeceklerini söyleyerek rahatlatmıştı bizi ancak o odayı alana kadar neler yaşadık neler. Önceki Arıyorum ilk sayısından bu yana çok yol katetti, çok gelişti... büyük bir teşekkür borçluyuz. Bu teşekkürle birlikte Nazire Peker’e ve İTÜ Geliştirme Vakfı’na bir özür de borçluyuz, sözleşme şartlarını tam anlamıyla yerine getiremediğimizden ötürü. Hepsinin gerekçeleri var. Bunları anlatmak için bu sayının çıkmasını bekledik. Tabii biz sözleşme şartlarını gerçekleştiremediğimiz için vakıf desteğini askıya aldı. Umuyoruz ki bu sayımızdan sonra desteklerini devam ettirirler. H Arıyorum İTÜ Gazetesi olarak daha fazla üretmeye, daha sık sayı çıkartmaya ve İTÜ için yaptığımız faydalı işleri arttırmaya çalışıyoruz. Bu konuda bütün okurlarımızdan da destek bekliyoruz. Bu destek gazetemizin mutfağında yer almakla da olabilir, dışarıdan fikir ve bilgi paylaşmakla da. Her türlü konuda bize gazete@itu.edu.tr adresinden ulaşabilirsiniz. sayılarımızda bahsettik bunlardan. KSB’nin bize tahsis ettiği odadan, Spor Birliği tarafından güvenlik zoruyla çıkartılmaya çalıştık. Çıkmadık tabii. Havuzda bir süre bize hiç rahat verilmedi. Yılmadık. Buna benzer olaylar havuzdaki odamıza adamakıllı yerleşmemize engel oldu. Tabii bu yaşananların verdiği psikolojik bazı karmaşıklıklar da tuz biber oldu. Ancak bu süreçte KSB’nin eşbaşkanları Yüksel Güvenilir ve Beyza Taşkın ile emekli olduktan sonra bile bırakmadığımız, o olmasa işlerin asla yürümeyeceğini düşündüğümüz Arife Yıldırım’ın destekleri unutulmaz. Buradan tekrar teşekkür etmek istiyorum kendilerine. Sözün kısası oda değişimi bizi kritik bir zamanda kötü şekilde etkiledi. Bunun yarasını uzun süre kapatamadık, ancak toparlıyoruz. Yeni sayılar çıkaracak malzememiz vardı, insan gücümüz vardı, teknik ve maddi olanaklarımız da vardı ancak hazırlamaya başladığımız sayılardan yeterince tatmin olamıyorduk. Her ne kadar sayı çıkartmamış olsak da İTÜ’de birçok etkinlik gerçekleştirdik, başka yayınlara katkı sağladık, KSB’nin kataloğunu ve broşürlerini yaptık, sürekli maddi kaynak arayışında bulunduk, geziler düzenledik, 75’e Basın Kulübesi koyduk ve bu yıl da devam ettirdiğimiz Arıyorum Söyleşileri yapmaya başladık. Nitekim ortalama bir kulübün çok üstünde çalışmada bulunduk. NAZİRE PEKER VE İTÜ GELİŞTİRME VAKFI’NA TEŞEKKÜR Geçtiğimiz sayının öncesinde İTÜ Geliştirme Vakfı ile bir sözleşme imzalamıştık. Bu sözleşmeye göre İTÜ Geliştirme Vakfı’ndan her ay düzenli olarak baskı desteği olarak yardım almaya başladık. Gazetemizin ilk sayısından itibaren bize en büyük desteği veren, kaynak yaratma konusunda yön gösteren ve gazetenin bugüne kadar bulduğu maddi kaynakların bir çoğunda katkısı olan, İTÜ Geliştirme Vakfı Genel Müdürü Nazire Peker, bize bu olanağı da sağladı ve Arıyorum’u hiç olmadığı kadar rahatlattı. Nazire Peker olmasaydı, gazetemiz şu anki kalitesinde olamazdı. Bu yüzden kendisine çok Rektör Prof. Dr. Muhammed Şahin YENİ YÖNETİMDEN BEKLENENLER İTÜ, yeni rektörü Prof. Dr. Muhammed Şahin ile 2008-2009 Akademik Yılına başladı. Biz Arıyorum gazetesi olarak her zaman öğrenci, öğretim üyesi, yönetim ve mezunlar arasında bir köprü olmaya çalıştık. Hala da bu misyonumuz doğrultusunda hareket ediyoruz. Dolayısıyla gördüğümüz yanlışları, eksiklikleri söylemek, bunlar için çözüm yolu düşünmek öncelikli vazifemizdir. Yeni rektörümüzden de öğrenciler adına beklentilerimiz var elbette. İTÜ, özellikle 1996 yılında Güsün Sağlamer’in rektörlüğe gelmesiyle ciddi değişimler yaşamaya başladı. Gülsün Sağlamer İTÜ’ye yeni bir yüz kazandırdı teknik olarak. 8 yılda birçok proje yapıldı, bu projelerle İTÜ, eğitimde kalitesini arttırmaya ve çağdaşlaşmaya çalıştı. 2004 yılında göreve gelen Faruk Karadoğan da özellikle tamamlanmamış projelere odaklandı ve sosyal konularda pek çok atılım yaptı, yaşanabilir bir yerleşke için kolları sıvadı. Bu iki rektör zamanında eleştirilen çok konu da a Dum cip Ne nne@itu.edu.tr n, duma 19 Kaderine terk edilmiş şehir: Gaziantep Sinemayı yeniden tanımlayan yönetmen Michael Haneke ve kahve tadında hüzünlü bir film: Oğul Odası u şehir Fransız mandasını kabul etmedi! Bu şehir bayrağını yere indirtmedi ve bu şehir Fransızlara karşı ilk şehidini 12 yaşındaki “Kamil”le verdi. Fransızların, tanklarıyla yakıp yıktığı bu şehir nasıl oluyordu da silahı, askeri yokken böyle direnebiliyordu? > 14 ve 15. sayfa B > 14 ve 15. sayfa arıYORUM onüçüncü sayı, kasım ikibinsekiz itü gazetesi ISSN: 1305-4783 İTÜ Kültür ve Sanat Birliği Basın Yayın Kulübü’nün süreli yayınıdır. “Türkiye’de üniversiteye en çok benzeyen kurum İTÜ’dür” oğa bilimlerinin tartışmasız ismi, ulusal ve uluslararası bilim camiasının büyük saygı duyduğu Prof. Dr. Celal Şengör. Bilimsel başarılarının yanı sıra toplum ve siyasetle ilgili fikirleri de sık sık Türkiye’nin gündemine oturuyor. Yükseköğretimin kalitesinden türban konusuna, Türk üniversitelerinin dünya üniversiteleri arasındaki yerinden İTÜ’nün şu anki vaziyetine kadar pek çok konuda sorular sorduk. Gündeme oturan açıklamalarında aslında ne demek istediğini, bilim toplumunun nasıl oluşabileceğini, üniversite kalitesinin artması için neler yapılması gerektiğini anlattı Prof. Şengör. > 16. sayfa D Müziğin laboratuvarı MİAM > 16. sayfa Güneş enerjili araçlar yine önde > 16. sayfa Amerikan futbolu ‘cesaret’ ister... Uzun yıllardır İTÜ’de Amerikan futbolu oynanıyor. İTÜ Hornets, Türkiye’ye Amerikan futbolunu getiren öncülerden. 1993 yılında kurulan İTÜ Hornets yeni sezonda iddialı. Takımın üç üyesi ile Amerikan futbolu hakkında konuştuk. Kimi hiç bilgisi olmadan katılmış takıma kimi de sırf bu takıma girmek için İTÜ’yü tercih etmiş. Amerikan futbolunun göründüğünden farklı tarafları ve takım oyuncularına kattıkları bu yazıda... > 16. sayfa Fotoğrafta üç değişken azıları için meslek, bazıları için hobidir fotoğraf... Ama ne amaçla olursa olsun bizden başkasının da baktığında aktarmak istediğimiz duyguyu anlamasını istiyorsak, uymamız gereken, yaratıcılığımızı denetleyen bazı kuralları vardır fotoğrafın. Fotoğraf çekmenin püf noktaları... > 17. sayfa Photoshop mu? B TÜ’nün güneş enerjili teknesi ve arabası, 2008 yılındaki yarışmalardan da mutlu sonuçlarla ayrıldılar. Arıba’lar üçüncü yılda da birinci ve ikinciliğini korudular. Güneş teknesi ise dünya ikinciliği ile Amerika’dan gururla döndü. > 17. sayfa İ İstanbul’da Yarı Zamanlı İş Olanakları epimizin bildiği gibi, üniversite eğitimimiz esnasında ailemize ekonomik olarak çok fazla yük olmak istemeyiz. Bu yüzden yarı zamanlı olarak, derslerimizi aksatmayacak şekilde birer iş bulmaya çalışırız. İşte İTÜ öğrencisinin rahatlıkla altından kalkabileceği ve iş tecrübesi kazanabileceği birkaç iş olanağı… H > 18. sayfa rtık bilinmesi gereken bilgisayar programları arasında ilk sıralara yerleşti. Gerek çektiğimiz fotoğrafları biraz daha güzelleştirmek için, gerek afiş, katalog vs hazırlamak için herkesin bir şekilde gereksinim duyduğu bir program Photoshop. Hele Teknik Üniversite öğrencilerinin olmazsa olmazı... > 18. sayfa A İTÜ Geliştirme Vakfı’nın katkılarıyla...