Ocak Sayısı – 2012
Transkript
Ocak Sayısı – 2012
OCAK 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT SANAT Tüm eserlerin tek tek yayın hakkı eser sahiplerine aittir. Kapak tasarım ve dizgi: Hasan Hüseyin Beydil Baskı: Ocak 2012 Kırmızı Siyah Kızılay – Ankara hsnhsynbydl2010@windowslive.com “KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT SANAT”, bir fanzindir. “KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT SANAT” ‘da yayınlanan tüm yazıların sorumlluğu “Eser sahiplerine” aittir. Yayın kurulu “KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT SANAT” ‘a gönderilen yazıları yayınlayıp yayınlamamakta serbestir. Gönderilen yazılar iade edilmez. İÇİNDEKİLER BÜROKRATİZM Mİ, BİLİMSEL SOSYALİZM Mİ… - HASAN HÜSEYİN BEYDİL ARTIK GERİ DÖNÜŞ YOK - ÖZGÜR ZORLU FEODALİZM VE KAPİTALİZMDEN, SOSYALİZME - MEHMET ALİ SALMAN HAMDULLAH YOLDAŞ YAŞIYOR - HÜSEYİN GEVHER SADECE BİR SOKAK - SULTAN GÜLİSTAN 12 EYLÜL ANILARI -1 - SÜLEYMAN DEPREM ATİLLA ACARTÜRK - TÜLAY ACARTÜRK 2. BÜYÜK ALEVİ KURULTAYI ANAYASAYI BEKLERKEN; ALEVİLER - CUMA GÜRSOY UNUTULAN KAVRAM SINIFSALLIK - AHMET CANBABA ULUDERE, ULUDERE AKAN KANLAR NEREYE? - METİN UZUNÖZ TOPLUMSAL DEMOKRASİ ÜZERİNE - TAYFUN İŞÇİ ULUDERE - HÜDAYİ NABİT KARANLIKTA AYDINLIĞI BULMAK - MİHRAC URAL DİYARBAKIR'DA BİR FIRIN [AMED] TÜRKİYE MESELESİNE DAİR TEZLER – LAJOS MAGJAR MARAŞTAN BİR XABAR DAHA GELDİ ! - SüLEYMAN DEPREM ULUDEREDE OTUZBEŞ SELVİ - ŞÜKRİYE ERCAN BİLİRMİSİN - METİN UZUNÖZ TEKRAR DOĞACAĞIM SÖZÜMÜ TUTMAK İÇİN - ADNAN BOZDEMİR KADİM HİKAYELER- VENÜS - ATHURA HÜRMÜZ YALNIZLIK – YÖN- ÖFKE – ÖLÜM - AHMET CANBABA DERİN BİR SESSİZLİĞİN ALTINDA YATAN SIR PERDESİ… - GÖKHAN BİÇER ÇOK, ÇOK KÜÇÜKTÜM ABİ - TÜLAY ACARTÜRK BÜROKRATİZM Mİ, BİLİMSEL SOSYALİZM Mİ… Marks bilimsel sosyalizme ilişkin düşüncelerini burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki çelişkileri temel alarak bu sınıf çelişçisine yönelik çözümlemeler üretmiştir. Ürettiği düşünceler üretici güçlere burjuvazi karşısında en önemli kurtuluş klavuzu olmuştur. Kendisinden önceki pek çok düşünürün, filozofun, ekonomisttin, ütopik sosyalistin aksine ezen-ezilen, sömürensömürülen çelişkisi karşısında teori ve pratiğin birlikteliği doğrultusunda kapitalizmin zor ile yıkılması ve yerine de bilimsel sosyalist sistemin kurulmasını savunmuştur. Devrime ilişkin belirlemeleri de üretici güçlerin müttefikliği ile doğrudan kapitalist sistemin yerle bir edilmesini savunmuştur. Tüketime değil üretime dayalı, paylaşımcı, üretici, özgürlükçü, eşitlikçi, sınırsız, sınıfsız, devletsiz, hiçbir zümre, sınıf, milliyete dayalı olmayan insanlaşmayı kendisine öncelik alan bilimsel sosyalizmi savunmuştur. Kendinden önceki pek çok düşünürden, filozoftan, ekonomistten, bilim adamlarından onların ortaya koyduğu düşüncelerinden, tezlerinden, eserlerinden faydalanmıştır. Ondan öncekilerin ezenezilen, sömüren-sömürülen çelişkisi üzerine yaptıkları çözümlemeleri incelemiştir ve bu çelişkinin çözümüne ilişkin kurtuluşun bilimsel sosyalizmde olduğunu disiplinize etmiştir. Milliyetçilik ve din, kapitalizmin sistem olarak yaşamını devam ettirmesinde en temel unsurlardandır. Kapitalizmin ulus-devlet sistemi özellikle milliyetçilik ve din üzerinden ayakta kalmayı başarmaktadır. Topluma milliyetçilik ve dinsel düşünceleri en iyi şekilde pazarlayarak onların sisteme bağlılığını sıkı sıkıya garanti altına alır kapitalizm. Marks kendinden önceki düşünürlerin aksine tekrardan kaçınmıştır. Ütopik yaklaşımlardan uzak durmuştur. Ortaya koyduğu düşünce sistemi doğru bir bakış açısıyla incelendiğinde çok net görülecektir ki düşünceleri bilimsel dayanaklarla ve tarihsel gerçekliklerle desteklenmektedir. Zaman zaman idealizmle, dualizmle, ve onun savunucularıyla Marks’ın materyalist düşüncesi karıştırılmaktadır ki bunu Marksist düşünceden gıdasını alanlar arasından bile adeta bile bile bu saldırı yapılmaktadır. Oysa Marks ve düşünce sistemi idealizmle, düalizmle ilişkilendirilemez. Onun düşünce sistemi kendinden önceki düşüncelerden nicel, nitel olarakta, soyut ve somut olarak da ayrılmaktadır. Marksizme ait birkaç eser okunarak Marksizmi anladıklarını düşünenler onun eserlerinin tamamını daha dikkatli ve özenli incelemelidir. Hegel’in burjuvazinin hizmetinde olan ve dinle olan bağını koparamayan düşünceleri açık ve nettir. Hegel hiçbir eserinde ezen-ezilen, sömürensömürülen çelişkisinde çözüm olarak üretici güçlerin burjuvazi karşısında devrimci bir tutum içinde devrim yoluyla kapitalizmi yerle bir etmesini asla önermemiştir. Kaldı ki kendisi doğrudan doğruya burjuvazinin ideologları arasında yer almaktadır. Özellikle de idealizmi aşamamıştır kaldı ki aşmayı da düşünmemiştir. Hakim güçler karşısında adeta “haddini” aşmamıştır. Ona bahşedilen ünvanlar, yaşam tarzı, kariyerlere arkasını dönmemiştir. Marks ise burjuvazinin hiçbir ünvanına, yaşam tarzına, kariyerine dönüpte bakmamış kendisini üretici güçlerin kurtuluşuna adamıştır. Bu amaçla da hem teorik hem de pratik çalışmalarıyla bilimsel sosyalizm adına yoldaşı Engels’le birlikte ömrünün sonuna kadar mücadelesine devam etmiştir. Bu mücadeleyi olağanüstü bir şekilde gerçekleştirmiştir. Marks’ın ve Engels’in birlikte yaptıkları çözümlemeler tüm dünyaya yayıldı. Tüm dünyadaki üretici güçlerin kurtuluşuna referans oldu. İnsanlığın ve doğanın kapitalist sistemin sömürüsünden kurtuluşununda en önemli referansı oldu, bilimsel sosyalizm. Lenin, Marks’ın ve Engels’in ortya koyduğu bilimsel sosyalizmi, ilk olarak feodal ve kapitalist bir sistemi yıkarak üretici güçlerin din, dil, ırk, mezhep, milliyet ayrımı gözetmeksizin tüm bu farklılıklara rağmen onlarca halkı özgür,eşit kılan sistemi yerleştirdi. Bunu da devrimle gerçekleştirdi. Marks’ın, Engels’in, Lenin’in üretici güçler ve insan ve doğa için teorik ve pratik olarak ortaya koydukları daha sonra onları ve düşüncelerini izleyenler tarafından da dünyanın çeşitli ülkelerinde de sosyalist devrimler gerçekleşmesini sağladı. Bu devrimleri küçümsemek, basitleştirmek, sıradanlaştırmak bu devrimleri inkardır. Üç gün bile olsa burjuvazi karşısında yılmadan usanmadan savaşım, üç gün bile olsa burjuvazinin hakimiyetini yerle bir etmek dahi önemli ve değerlidir insanlık ve doğa adına. Bu devrimlerin insanlığa ve doğaya kazanımlarının inkarı insanlığın inkarıdır. Marks’ı, Engels’i, Lenin’i, inkar bu devrimleri inkardır. Hem ideolog olarak hem önder olarak devrimlere öncülük etmiş olanların her birinin ödedikleri bedel insanlık adına ödenmiş bedellerdir. Hayatları boyunca hiçbir ülkenin himayesine, güdümüne girmeden son nefeslerine kadar mücadele etmiş olan bu insanlar insanlığın tartışmasız en önemli önderleridir. Reel sosyalizmle, bilimsel sosyalizm arasındaki farkı hala anlamamış olanların sosyalizm adına yazması ya da konuşması sadece sosyalizme ihanettir hatta hatta kapitalist işbirliğidir. Kruçev’den sonra başlayan dönem ile onun öncesindeki dönem karıştırılmaktadır. Lenin ve Stalin dönemi arasında kalan dönemde uygulanan sistem yaşanan en önemli sosyalizm deneyimdir. Kapitalizm bilimsel sosyalizmin daha da yaygınlaşacağını anladığı bir dönemde “kendi avrupa’sı”nda ve “abd’si”nde de bedel ödenmesine rağmen faşizme göz yummuştur ve ikinci emperyalist savaş insanlığa ve doğaya pahalıya mal olmuştur. Bu savaş Stalin’in öngörüleri ve Sovyetlerin çok ağır bedeller ödemesiyle son buldu. Bugün liberal, demokrat, çağdaş bir avrupa birliğinden bahsediliyorsa bugün işsizlik sigortası, sendika, sosyal haklar vs gibi haklar var ise bu Stalin’in nazileri avrupa’dan kazımasıyla gerçekleşmiştir. Buradan Stalin’inin kurduğu bir avrupa birliği anlaşılmasın. Emperyalizm ikinci emperyalist savaşı kendisine evrilterek bugünün koşullarını yaratmıştır. Bürokratizm; çeşitli çevreler “reel sosyalizm” olarak dillendirsede doğrudan ya da dolaylı yoldan dahi sosyalizmle ilgisi olmayan tamamen iktidarcı bir sistem olan bürokratizm sadece Sovyetlerde kruçev’den sonrası yaşanmış gibi görülse de pek çok ülke bürokratizm üzerinden yönetilmektedir. Bu sistem halende hemen hemen tüm dünyada yaşanmaktadır. Bürokratizm kruçev’den sonra geliştirilen bir anlayıştır. Bu anlayış sosyalizmden zamanla uzaklaşmayı getirmiştir. Zamanla sosyalizme ihanetle, sosyalizme zarar vermiştir. Bürokratizm, kapitalizme hizmet etmiştir sosyalizme değil. Dolayısıyla aklı başında bilimsel sosyalizmi savunan hiç kimse bürokratizmi savunmaz. Dolayısyla kapitalizme karşı mücadele ettiğini iddia edenlerin ağızlarına sakız edercesine reel sosyalizm kavramını kullanarak sözde kapitalizme eleştiri yaptıklarını düşüneceklerine bilimsel sosyalizmi kapitalizme karşı savunmalıdır. Reel sosyalizm bilimsel sosyalizmden sapma olsa da kapitalizm değildir ancak kapitalizme sonuç itibariyle hizmet etmiştir. Lenin sonrası Stalin, Dimitrov, Enver Hoca, Tito, Mao, Castro, Che, Ho Chin Minn ve daha pek çoğu üretici güçlerin öncülüğünde insanlığın ve doğanın kapitalizm karşısında onurlu savaşımlar ve mücadeleler vermişlerdir ve devrimlerini gerçekleştirmiş bilimsel sosyalizme yani insanlaşmaya doğru yolculuklarını belirli sürelerde olsa da kapitalizm karşısında zaferle sonuçlandırmıştır. Özü ve esası itibariyle kapitalizm karşısında elde edilen zaferler hiçbir dinin, mezhebin, ırkın, milliyetin, cinsiyetin, coğrafyanın zaferi değil insanlığın insanlaşma yolundaki zaferleridir. Bu zaferlerin üç günü de üç yüz yılı da insanlık adına önemlidir. Salt teorik ya da geçici zaferler ya da halen devam eden kapitalizme rağmen devrim yaptık demekte sosyalizme ihanettir. Kapitalist devletler emperyalist emellerini gerçekleştirebilmek adına her türlü teorik pratik faaliyetleri yapar. Bu onun doğasıdır. Sömürüye dayalı sistemini ayakta tutma adına tanrı-devlet-güç üçgenli hegemonyasını devam ettirmek adına her türlü yola başvurur. Çeşitli ülkelerin ittifakıyla kapitalizm devam etmektedir. Burada temel olan hangi ülkenin neyi ne kadar yaptığı kadar halen devam eden sömürü karşısında mevcut bilimsel sosyalist çevrelerin tavrı ve duruşu daha önemlidir. HASAN HÜSEYİN BEYDİL ARTIK GERİ DÖNÜŞ YOK Artık geri dönemeyiz. Vazgeçemeyiz. Bildiklerimizi, gördüklerimizi, yaşadıklarımızı inkâr edemeyiz. Şahit olduğumuz gerçekleri yok sayamayız. Ezilen Halk’ın çoğunluğu belki korkutulup sindirilmiş gibi görünebilir ama bu sistemin sahipleri çok iyi biliyor ki asla öyle bir şey yok, aksi takdirde bu kadar baskı ve zulüm neden? Eğer tamamen korkak ve sindirilmiş bir halk ve proletarya varsa neden bu kadar vicdansızlık? Çünkü yok öyle bir şey. Biliyorlar ki biz Bilimsel Sosyalist Devrimcilerin binlerce yıldır yaşatmaya çalıştıkları sistemlerini yıkacağını ve yerine İnsanca yaşayacağımız bir toplumu her türlü olumsuzluklara rağmen Bilimsel Sosyalist Devrimle gerçekleştireceğimizi biliyorlar. O sebeple bir nefes dahi aldırmıyorlar. Bu baskı ve zulmün sebebi bu yüzdendir. Bu sistemin gerçek sahipleri olan aristokrat burjuvaların korktukları tek şey biz Devrimcilerdir. Tek gerçek düşman olarak bizi görürler ve kesinlikle de öyledir, bizim de nihai düşmanımız: kapitalist sistemin ağa babaları aristokrat burjuvazidir. İşte yine o yüzdendir ki bir saniye bile düşünmemizi istemiyorlar. Bir an dahi sorgulamayalım, araştırmayalım, okuyup öğrenmeyelim istiyorlar. Sadece faturalarımızı ödeyip ya da ödemek için deliler gibi çalışalım istiyorlar. Sabahtan akşama kadar ücretli kölelik yaptıktan sonra karnını dahi zor doyuracak üç kuruş da para verdiler mi eline, düşün artık nereye nasıl harcayacağını. Çünkü sadece çalışacak enerjin olmalı. Daha fazla enerji almamalısın. Eğer iyi beslenirsen ücretli kölelikten arta kalan zamanda nemelazım kitap okursun, bilinçlenirsin, siyasi, politik, sendikal faaliyetlere gücün kalır. Okuduğunu anlar, daha çabuk anlar ve sorgulamaya başlarsın. Anlatmaya başlarsın. Kafan daha iyi çalışır. Bu düzeni alt etmek için daha güçlü olursun. Hormonların ona göre salgılanır. Dik durursun. Ama bunu istemez burjuvazi. O sadık köleler ister. Her istediğini yapacak köleler ve denekler ister. Sesini çıkarmadan onlara itaat et, biat et ister. Sadece onlar için üret ve onların zevklerine sun ister.Bunun karşılığı olarak da lütfederek insanca yaşamını sürdürebilmek için gereken asgari ücreti dahi vermez. Bir insanın günlük alması gereken minimum enerji için gerekli gıdayı almana dahi yetmez o ücret. Senin on, on iki saatlik emeğinin karşılığı asla olmadığı gibi, bırak emeğinin karşılığını, sadece kendilerini tatmin etmek için besledikleri kedi, köpeğin masrafı bile değildir o ücret. Saatlerce çalışmaya karşın emeğinin hakkını vermediği gibi, çocuklarını, eşini de sevmene izin vermez, sevme ister. Seveme ister. Ya da uyurlarken sev sevebilirsen. Sen eve dönebildiğinde ayakta duracak halin varsa, aklın başındaysa belki çocukların da sevilecek durumdaysa, bir umut seversin çocuklarını, karını, kocanı. Onlarla anlaşmanı da istemez. Seni ve çocuklarını cahil bırakır ki çocuklarınla dahi iletişim kurama, anlaşama. Karı-koca ilişkilerinin de aynı biçimde olmasını ister. Hatta arada cinnet geçirip birbirinizi kesip doğrayın ki, her türlü kötü şartlara rağmen okuyup-yazan, gerçekleri gören, sorgulayanlar varsa moralleri bozulsun. Gardları düşsün. Umutsuzluğa, çaresizliğe kapılsınlar diye. Halk cahil kalsın korksun ister. Çünkü o zaman daha rahat at oynatacaktırlar. Her yerden kontrol etmek ister seni. Gece yatak odandan tut, arkadaş dost sohbetlerine kadar her şeyini bilip kontrol etmek ister. Bir an bile rahat nefes almana dahi tahammülleri yoktur. Neden mi, çünkü çok iyi bilmektedirler ki, Bilimsel Sosyalist Devrim’ in soluğu her an enselerindedir. İnsanlık onuru her an enselerinde bekleyen bir özgürlük savaşçısıdır. Bir an dahi rahat uyku yoktur onlara. Onlar kim mi? Onlar büyük patronlar, onlar mösyöler, leydiler, efendiler, büyük holdinglerinşirketlerin-tröstlerin sahipleri, ceoları. Onlar kim mi? Onlar azizler, saintler, hocalar, hoca efendi hazretleri. Onlar dadılarla, aşçılarla, bahçıvanlarla, hizmetkârlarla devasa çiftliklerinde doğup, büyüyüp yaşayanlar. Onlar senin emeğinin, alın terinin, çocuklarının şekeri üzerine, hayalleri üzerine, gelecek insan nesilleri üzerine kurdukları imparatorluklarında yaşayanlar. Onlar hiçbir zaman senden benden dahi haberi olmayanların, anneleri babaları, dedeleri vs. Onlar, sadece para, güç, mevki sahipleri değil, aynı zamanda sözde tanrı tarafından kutsanmış çok özel şahsiyetler hatta peygamberler, Mesihler, azizler. Onlar ki, bir de sözde bütün evrenin gizli bilgilerinin tek sahipleri. Onlar ki gelmiş geçmiş her türlü oyunların, büyülerin, totemlerin aklınıza gelebilecek ne kadar deli saçması varsa, o deli saçmalarının yaratıcılarıdır. Mitolojik, mistik, dini, gizlemli, sembolik, astrolojik, destansı masalların kahramanlarıdır. İnsanı kandırmanın, sömürmenin, korkutmanın ustaları ve bugün itibariyle, bu sitemde, devletlerin sahipleri, kralları, tanrıları ve mirasçılarıdır. Onlar, aşağı yukarı bütün Dünya’nın tek hâkimi olan aristokrat burjuvalardır. Bütün bu onlar kim sorusuna cevapları daha da çoğaltmak elbette mümkün ama insanın aklına başka bir kaç soru daha geliyor. 1) Bunlar kaç kişidir? 2) Peki o zaman nasıl oluyor da bu kadar büyük bir güce sahipler ve bütün insanlığı yönetebiliyorlar? 3) Evet nasıl olabiliyor bu işleyiş? 4) Bu sistem nasıl kurulmuş? 5) Bunca zamandır nasıl süregelmiş ve hala da nasıl devam ediyor? Sorular daha da çoğaltılabilir. Ama bizi gerçeğe götürecek yolumuz için şimdilik bu sorular ve doğru cevaplarıyla başlayalım. Yukarıda bahsettiğimiz ekâbirler, belki hepi topu beş bin kişiler. 5.000 kişi evet yanlışlık yok o kadar. Bizi yöneten, bütün kaderimizi, geleceğimizi belirleyen, ne yiyip ne içeceğimizi, kaç para maaş alacağımızı, nereye gidip nereye gidemeyeceğimizi, ne söyleyip ne söylemeyeceğimizi, bütün kanunları, yasaları, bütün yaşayışımızı A’ dan Z’ ye istisnasız bütün hayatımızı belirleyenler, aşağı yukarı 5 bin kişi. Hadi olsun 10 bin kişi olsun da bazı arkadaşlar kendilerini beş binin içine belki sokamayabilir, yüreklerine serin bir su serpilsin. Neden on bine çıkardım, ne oldu da birden bu sayı iki katına çıktı kısmı aslında diğer soruların da otomatikman cevabı oldu. Ama nasıl bu kadar büyük bir güce sahip olduklarını anlamak için biraz açalım. İnsanlar ne yaparlarsa yapsınlar, beş bin ya da on bin veyahut ta 100 bine giremeyecekler. Girdiklerini sanacaklar ama yine de giremeyecekler. Bir iki ev alınca, üç beş şirket sahibi olunca sınıf atladığını zannedecekler ama aslında kölelikleri devam edecek. Bunun farkında olmadan, yani anadan-babadandededen-nineden-büyük dede ve büyük nineden… İşte bütün bu büyük büyükbabalar, dedeler, analar ve ninelerden birisi Aristokrat ya da Burjuva olmadan bu iş olmaz. Seni oraya asla ama asla almayacaklar. O mertebeye çıkamayacaksın ama tabi zaten böyle bir amacı da yoktur bizim küçük burjuvanın ya da hayalini yeterli görür, haddini bilir, itaat eder. Zaten efendilerine itaatsizlik etmesi mümkün mü? Tabi ki mümkün değil. Biz Marksistler hariç başka hiçbir doktrin, din, doğma, öğreti, ideoloji vs hiç kimse tam olarak bu sistemi başlangıcından bu güne kadar, bütün ayrıntılarıyla ve gerçekliğiyle, kesin, net, gerçekçi, bilimsel bir biçimde elle tutulur, gözle görülür şekilde ortaya koyamaz. İlla bir tarafı eksik kalır ya da zaten hedef şaşırtmak için, sistemin ve ya işbirlikçilerinin bir aldatmacası, oyalamasıdır. En azından insani bir işlevselliği ve gerçekliği olamaz. Hangi din, hangi mitoloji, hangi efsane olursa olsun mutlaka bir tarafı dediğim gibi eksik kalacaktır. Zaten asıl meselelerden biri de o eksik kalan kısmı görmekte, bilmekte, anlamaktadır. O eksikliği görüp, bilip, anlayıp, yorumlayıp, başkalarına da anlatmakta ve ya anlatabilmektedir. Ve nihayet hep birlikte bu zulme bir son vermek için hep birlikte yapılması gerekeni YAPMAK’ tadır. Bazı konjonktürel sebeplerden dolayı şimdilik hiçbir şey yapamadık ya da hiçbir şey yapılmıyor, ben ne yapabilirim diyenler için, kendi kendimizi umutsuzluğa sokmaya hiç ama hiç gerek yok, çünkü bize hiçbir şey yapmıyoruz, ya da ne değişiyor ki, gibi gelse de en azından, bu gerçeği bilmek dahi ciddi bir şeydir. Bu insanlık dışılığı bilmek bile çok şeydir ki, bize göre hiçbir şey yapamasak da, içinde zerre insanlık kırıntısı varsa, bu zulme bir son vermek için o insanlık kırıntısını koruyup, kollamak, geliştirmek, beslemek, büyütmek bile çok önemlidir. Biz eğer insansak, insanlaşmaya çalışıyorsak buna mecburuz. Bu bir şiir olur, bir resim olur hiç fark etmez. Hatta sadece insan olabilecek ve bu gerçekleri anlatacağımız, öğreteceğimiz bebekler, çocuklar yetiştirmek, onların anneleri, babaları, ağabeyleri, ablaları olmak bile, bu haklı mücadelemiz için bir şeydir, çok şeydir. Ama bugüne kadar senin inancın ne olursa olsun eğer içinde kalan zerre insanlık kırıntısı varsa artık bu işleyişin böyle devam edemeyeceğini görmelisin. Bilmelisin. Bu bilinçte olmalısın. Ne olursa olsun artık her şey net ortadadır, alenidir. Hep birlikte görmekte ve yaşamaktayız. Sistemin sahipleri ve diğer bütün yandaşlarının inandıkları ve taptıkları değerler ortadadır. Söyledikleri ve yaptıkları ortadadır. Kandırmacalar, yalanlar, dolanlar, masallar, cennetler, cehennemler vs. Hangisine inanacağın sana kalmış. Hangisi kafana yatıyorsa, hangisi işine geliyorsa, hangisini öğrettilerse ona inanacaksın elbette. Hangi coğrafyada, hangi şartlarda, hangi ananın babanın çocuğu olarak hangi medeniyette, hangi zamanda doğduysan, ona göre yetiştirilecek ve ona göre yaşayacaksın. İlk insandan bu yana bu böyle olagelmiştir. Tarihsel bir zorunlulukla devam eden bu gelişim, değişim, dönüşüm, evrim süreci, daha önceleri de çok defa sekteye uğratılmaya çalışılmıştır. Tarih bu faşist katliamlarla doludur. İlk ve orta çağ bunlarla doludur. Ancak eninde sonunda evrim süreci işlemiş ve insan medeniyeti bu sürece şahit olmuştur. Mesela ortaçağ engizisyon mahkemelerinden geçmiştir. İnsanlık, bütün bunlara rağmen faşizmin ne denli bir bela olduğunu anlamıştır ya da anlamamıştır hiç önemli değil, eninde sonunda süreç işleyecek ve insanlaşacağız, bu böyle olacak. Ancak tabi ki bu gelişimi sadece evrimsel sürece ve bu sürecin dinamiklerine bırakırsak, insani gelişmeler ciddi sektelere uğrar. Mesela feodalizmden kapitalizme dönüşmüş ve artık evrim süreciyle doğru orantılı gelişerek, faşizmin de evirilerek ortadan kalkması, kaybolması beklenirken öyle olmamış ve homosapiensler karanlıktan kurtulup insan olamamışlardır. Bunun yegâne sebebi de 10.000 yıllık alışkanlıklar ve inançlar yığını altında, egemen güçler tarafından ezilen halkların bu insanlaşma sürecine nasıl olumlu katkı yapacaklarını bilmemeleridir. Böyle bir savaşta nasıl bir strateji ve taktik geliştireceklerinden bihaber olmalarıdır. Ve dolayısıyla egemen güçler bütün bu gelişmenin önüne geçmek, engellemek için ellerinden gelen her türlü çabayı ortaya koymaktadır. Çünkü ellerinde bulundurdukları nimetleri insanlıkla asla paylaşmak istememektedirler. Ve şu da bir gerçektir ki kapitalizm, bu nimetleri sadece kendi elinde tutmak ve istediğinin kullanımına sunmak için, süreci istediği gibi öteleme ve insanları kandırma konusunda çok da başarılı olmuştur. Ta ki bundan 150–160 yıl öncesine Marksist İdeoloji’ ye kadar bu tamamen böyleydi. Bütün aşiret, kabile toplumlar, devletler, krallıklar ve medeniyetler için bu böyle olmuştur. Taşa, ateşe, güneşe, toprağa, mitolojik tanrılara, aşk tanrısından tutun da savaş tanrısına oradan kendinden başka tapınanı olmayan Narsisyus’ a kadar daha kimler ve neler. Mesela, çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere gelene kadar, hayvana dahi tapınmışlığımız var ve hala da Hindistan’ da kutsal varlık olarak ‘ineğe’ yarı tapınma şeklinde devam etmektedir. Bugün itibariyle ise -evrimsel sürecin gereği, zorunlu tarihsel gelişimden dolayı- tek tanrılı dinlerde popüler olan, dünyaca bilinen ve kabul gören birkaç inanç, kitap veya peygamber karşımıza çıkıyor. Musevilerin Tevrat’ı, İseviler’ in İncil’i ve Müslümanların Kuran’ı. Bir de Müslümanlarca dördüncü olarak bilinse ya da kabul edilse de, esasında Tevrat’ın bir parçası olan Davut’ un Zebur’ u var. Bu üç din kadar yaygın olan, hatta inanan sayısı olarak Müslümanlık ve İsevilikten sonra 3. gelen, geçmişi M.Ö 3.000 yıllarına kadar dayandırılan, genel geçerde dünyanın en eski dini olarak kabul gören Hinduizm’ i de burada saymadan geçmemek gerek. Ayrıca bu dördünden ya da beşinden başkaca İLK tek tanrılı din olarak kabul edilen İranlıların, Pers İmparatorluğunun, Kürtlerin, bir kısım Ermenilerin ve Süryanilerin de dini olan, Zerdüşt peygamberden, Zerdüştilik’ ten ve tanrıları Ahura Mazda dan da bahsetmeden geçmek olmaz. Bu saydıklarımdan ayrı, dinleşmemiş birçok inanış da var tabi ki. Budizm’inden tutun da Taoizm’ ine ve oradan Şamanizm’ e artık Satanizm’ e kadar daha da devam eder gider. Bu çok genel ve yüzeysel bilgilerden sonra asıl meselemize gelelim. Yazımın başından hatırlayacağınız üzere nasıl oluyor da bu kadar yıl, yüzyıllar boyunca bu sömürü bu kulluk devam etmiş ya da bu dereceye nasıl gelebilmiş- i, anlamak ve anlatmak ve değiştirmek, dönüştürmek ya da yıkıp yeniden yapmak için, ister istemez bir temel oluşturmak zorundayız. Bu gelişimi, değişimi belirli bir tarihsel sürece bağlamalıyız, yoksa hayatımızı, sadece öylece, kendi başına sürece bırakamayız. En azından süreci hızlandırmak adına, Marksist öğretiyi Leninizm’ le birleştirmek gerekiyor. İnsanlaşmak adına, emekçi ve ezilen halkların zaferi adına ilk ama büyük bir adım olan Bilimsel Sosyalist Devrim’ i gerçekleştirmek için, Marksist Leninist İdeolojinin neden vazgeçilmez tek gerçeklik olduğunu bilmek, anlamak, yorumlamak, anlatmak ve YAPMAK için teorik ve pratik bir ideolojimizin temellerinin sağlam olması gerekiyor. Bu sebeple yüzeysel de olsa, tarihsel süreci bir yerden başlatmamız ve bugüne kadar getirmemiz gerekmektedir. Çünkü geçmişten bugüne kadar yaşanan bütün bu yıllar, yüzyıllar, binyıllar gün be gün yaşandı ve bugüne geldi. Öyle birilerinin kitaplarında anlattığı gibi bir günde şak diye, bu evren, bu dünya, bu düzen kurulup da bugünkü sahiplerine alın sizin olsun diye teslim edilmedi. Gün gün, an be an oluştu, oluşturuldu. Tarihsel süreci bir yerden başlatmak zorundayız çünkü insanlık tarihini ya da yazılı tarihi bırakın bir yana, en azından Dünya gezegeninin ve ilk canlının oluşumundan bu yana gelişen evrim sürecini ve felsefeyi kurmak, anlamak, anlatmak için de bu gereklidir. Egemen güçlerin, sürecin işleyişini kontrol altına aldığı sanısı yaratmak için ortaya attığı, sanki kapitalizmden olumlu bir farkı varmış veya yeni bir gelişmeymiş gibi gösterdiği sitemin adı Liberalizm’dir. Liberalizmin, yeni kavramları da, küreselleşme (globalleşme), sözde özgürlükler, demokrasi, barış, eşitlik, kardeşlik, çevrecilik vs diyerek akıl karıştırmaya ve zaman kazanmaya çalışmaktadır. Neredeyse bu kavramların hepsi biz Marksistler’ in kullandığı terminolojiye aittir. Bizim kullandığımız dili resmen çalarak ya da sadece bazı eski söylemlerine makyaj yaparak bir sürü içi boş kavram türetmektedirler. Bunun da sebebi akıl karıştırmaktır. Bizim ortaya koyduğumuz değerlerin içini boşaltma çabasıdır. Asıl amaç kavramların içi boş birer kelime haline getirerek, neredeyse tamamen ellerinde tuttukları yazılı ve görsel medya sayesinde, insanlık için bir buluş, olumlu bir gelişme gibi gösterip, allayıp süsleyip yüzlerce, binlerce yıllık emperyalizmi, köleliği, faşizmi liberalizm adı altında devam ettirme isteğidir. Böyle diyerek egemenliklerini devam ettirmek isteyen bugün için sistemin sahibi konumundaki aristokrak burjuvazi, bunu ezilen halklara, emekçilere, öğrencilere ve tüm insanlığa yutturmaktadır. Şimdi bugüne nasıl gelindiğine, aristokrat burjuva devletin ve türevlerinin nasıl bu denli devamlılığı olduğuna gelmek ve onu bilmek, anlamak ve yenmek istiyorsak, başlangıç olarak karşımızda ki düşmanı iyi belirlememiz gerekiyor. Onların silahlarını ve yöntemlerini iyi bilmemiz gerekiyor. Birincil olarak, asıl düşman ARİSTOKRASİ ve BURJUVAZİDİR. Bunların dinlerini bilmeden, dillerini bilmeden, öğretilerini, büyülerini, yöntemlerini, taktiklerini bilmeden, bu dinlere inanan, inandığını sanan, bu dinlerin peygamberlerine ya da tanrılarına tapan, kulluk eden, beyinleri, gönülleri esir edilmiş ezilen halkın uyanışını asla sağlayamayız. Bu dinlerin bugün ki mirasçılarını bilmeden onları ve öğretilerini bilmeden, o öğretilerin etkilerini iyice özümsemeden bir zafere ulaşmak sadece hayaldir. Bunların kendi aralarında ki şifreleri çözmeden bir zafere ulaşmak mümkün değildir. Ayrıca yıllar yılı büyük çabalarla kurdukları, büyüttükleri, geliştirdikleri, her şeyiyle şimdilik kendilerine ait olan bu dünya ve dünya nimetlerinden en üst derecede faydalanabilme, bilgi ve becerilerini de kesinlikle küçümsememeliyiz. Çünkü o akıl ve kurgu becerisidir ki yüzyıllardır bugünlere kadar bu aristokrat burjuva devletin sistemini yaratmıştır. Düşman asla ama asla küçümsenmeyecek tuzaklar ve kurnazlıklar hazırlamıştır. Olası bütün alternatifleri düşünmeleri için bütün imkânlarını seferber etmiştir ve etmektedir. Bütün bilim insanları, kimyacısından fizikçisine, matematikçisinden tarihçisine, sanatçısına varıncaya kadar sistemin elinde tutsaktır. Ama gönüllü ama tutsak ederek insan beynini en üst seviyede kullanabilen insanları, bilim ve sanat insanlarını esir almış, ama gönüllü ama zorla kendi hizmeti ve bekası için çalıştırmaktadır. Edebiyatçılar, sanatçılar, yazarlar, çizerler, yazılı- görsel medya neredeyse tamamen bunların elindedir. Ayrıca bu propaganda araçları yetmezmiş gibi bir de silahlı güçleri de unutmamak gerekir. Her türlü kandırmaca ve zorunlulukla kendi halklarına zulmedecek, yine kendi çocuklarımızdan bize karşı her türlü teknoloji ve silahla donatılmış bir orduları dahi vardır. Üç kuruşa kendi halkını gözünü kırpmadan öldürecek, işkence edecek, akla hayale gelmeyecek iğrençlikler yapacak lejyonerler beslemektedirler. Ekonomik ve siyasi baskı ve oyunlarla kendi çocuklarımızı kendi çocuklarımıza kırdırtmak gibi neredeyse fantastik filmlerde gördüğümüz büyücüler tarafından büyülenmiş gibi, gözleri ve gönülleri sağır cellâtları yine bizim bağrımızdan söküp almakta ve yetiştirmektedir. İlkel komünal toplumların mülkiyeti paylaşarak yaşadığı aşiret ve kabile liderlerinden, şehir devlet ve aristokrasinin doğuşuyla köleliğe ve oradan da kralın aynı zamanda dinsel bir ilah olarak aristokrasinin yönetim kadrosunu oluşturduğu feodalizme kadar ve nihayet üretici sınıfın ezilen ücretli köle olduğu ve burjuvazinin bütün mülkiyete hâkim olduğu kapitalizme kadar süregelmiştir. Artık Marksist Leninist ideoloji sayesinde sömürülen ve ezilen tutsak halklar buna kayıtsız kalmayacaktır. Bilimsel Sosyalist Devrim‘i gerçekleştirerek komünizm ve üst komünizme doğru insanlaşma mücadelemiz sürecektir. İnsanlığı, bütün halkları, gizli, gizemli bilinmeyen, anlaşılmayan dillerle kandırarak, çeşitli örgütlerle, sözde doğaüstü bilgilere ve güçlere sahip olduklarına inandırarak ve inanmayanlarıysa silah zoruyla, kılıçtan geçirerek, yakarak bugünlere gelmiş bu canilere karşı elbette bizim de her cephede savaşacak ve bizi -ezilen tutsak halkları- zafere kesinlikle ulaştıracak teori ve pratiğe sahip çelik iradeli YOLDAŞLARIMIZ vardır. Ve niceleri de yetişmekte ve gözlerini kırpmadan bu zulme dur demek için, sınıfsal mücadele bilinciyle, insanüstü bir savaş vermektedirler. Bütün bunlara karşı bizim de ideolojimiz Marksist Leninist İdeolojidir. Daha bir buçuk asır dahi olmamasına karşın Dünya insanlığının kurtuluşu için bir aydınlık, bir güneş olan Marks, Engels, Lenin ve Stalin yoldaşlarımız, bütün o şarlatanların, canilerin korkulu rüyası olmuş, onları bütün bu olumsuz şartlara rağmen Çarlık Rusyasında dahi alt etmişlerdir. Başarıya ulaşmışlar ve 70 yıl gibi ciddi bir süre de bunu sürdürebilmişlerdir. Yolumuz, yönümüz, ideolojimiz budur. Denizlerin, Mahirlerin, İboların ve isimleri yazarak dahi buraya sığmayacak kadar büyük bir ordu olmuş Devrim Şehitlerimizin yolu budur. Dünyada, temelde Marksist Leninist İdeolojinin rehberliğinde teorik ve pratik desteğinde başarılı olmuş daha nice Sosyalist Devrim vardır. Bunlara da zaman içerisinde değineceğimizi şimdiden bilmenizi istiyorum. 2011 yılında doğan ve 2012’ yılında da Hasan Yoldaşımın insan üstün gayretleri ile hayatına devam eden K.I.R.M.I.Z.I.S.İ.Y.A.H BİLİM EDEBİYAT VE SANAT’da bu yazılarımı sizlerle, yukarıda bahsettiğim düşmanlarımıza rağmen paylaşacağım. Şunu unutmayın ki bu K.I.R.M.I.Z.I.S.İ.Y.A.H BİLİM EDEBİYAT VE SANAT kesinlikle hiçbir kar amacı gütmeyen, hiçbir yerden icazet almayan, tamamen EZİLEN HALKLARIN SESİ’dir ve öyle de kalacaktır. Özgürlüğümüzü ve gücümüzü de buradan almaktayız. Hepinize tekrar merhaba diyorum ve hepinizi en devrimci duygularımla selamlıyorum. ÖZGÜR ZORLU FEODALİZM VE KAPİTALİZMDEN, SOSYALİZME Ben 1981 birinci ayında 22.ci seyar jandarma tugayında 76 gün göz altında tutuklandım. Kaldığım günler içinde çeşitli işkencelerden geçtim ve maruz kaldım, Elektirik, askı, çırılçıplak soyulmak, balta sapı ile farankaya koymak, üzerime su fışkırmak yanı sıkmak, meydan dayağı çırılçıplak karın üzerinde saatlerce bırakmak, gözler bağlı eler kelepçeli halde, ihtıyacını geçirmek için gönlerce bekletmek, tek hücrede kalmak beton zemin özerinde kalmak, ölmemek için az yemek vermek. Gönlerden sonra aynı işkenceden kardeşim A. T. 120 gün işkenceden kalmış ve benden daha fazla çeşitli işkenceden geçmişti. Tutuklama tarihi 20/02/1981. Ben ve kardeşim A. T. beraber tutuklandık. Diyarbakır askeri mahkeme de. Savcı soruşturmadakilerden daha fazla bizi zorlayarak isnat edilen suçların kabullenmesi için, nafile ne kadar inkar etsekte yine savcı kendi bildiğini yazdı ve tutuklama istemiylen hakime sevketti ve hakimde aynen savcı gibi bizden suçu kabul edip etmediğini sorup karar tutuklama ya karar verdirtdi. Evet gelelim fasulyanın faydalarına. Diyarbakır cezaevine bizleri teslim ederken daha cezaevi idaresi teslim alma işlemlerini bitirinceye kadar ama ne meydan dayağından geçirdiler. Demiyorsun bu da hoşgeldin misafirperverliğini gösteriyorlar bizlere. Tabi bir yüzbaşı ile co (yüzbaşının köpeği) bize yaklaşıp, yüzbaşi ilk sorusu ‘’kaç tane asker öldür dünüz’’ dedi bize ‘’biz kimseyi öldürmedik ‘’demeden yine yüzbaşinin huzurunda yine meydan dayağı ,yemeye devam ediyorduk tabi 20 ‘ye yakın askerler etrafımızı sarmışlar, sanki kaplumpağa yakalamışlar herkesin elinde jop, balta sapı, deynekler bu daha cezaevi giriş işlemleri, bitinceye kadar ama bir yandan cezaevinde yükselen sesler sanki askeri birlik içinde askeri marşlar sol sağ yürüyüş bir yandan gelen sesler birbirlerini kovar gibi cezaevin için de sesler birbirlerine yankı yapıyordu. İşlemlerimiz bitince göya bizleri arayacaklar, komut, soyunun çırılçıplak elbiselerimize baktılar. Bir yandan cepleri yırtıyorlar bir yandan ceketlerimizin yağalarını yırtıyorlar bir yandan gömleklerin yağaları ve kollarını yırtıyorlar bir yandan cepler yırtılıyor goya arıyorlar. Tabi o arada coyuda unutmayalım, co gelip bizi okşuyordu oda hoşgeldin demek istiyordu. Yani coyu yanımıza getirip gözdağı vermek istiyordu amma allah yukarda coyun insafı daha fazlaydı. Elbiseler araması bitikten sonra yine sıra bize geldi. Komutlan sol sağlan uygun adımlarlan yürütmesini istediler, ama bizde acemi olduğumuz için komuta uymuyorduk. Ama ne görelim o 20 asker birden yangın söndürme gibi bize saldırmaya başladılar, hem vurarak hem de yürüyün komutu ile ta hücreye kadar, elbiselerimizlen top oynar gibi idareden ta hücrelere kadar yere sürükleyip getirdiler. Bizleri hücreye koyup birinci kat birinci hücreye benlen kardeşim, hücrelerin altaki lağam boruları tıkatmışlardı, hücreler 4 kat idi her bir kat ta 10 tane hücre vardı alt kattakiler hücreler yukarda gelen bis su ve tuvalet pisliğler hücrelerin içine kadar birikmişti. Bizde adımımızı atıp hücrenin içinde somye gibi yüksek bir taş vardi birisi yatacak şekilde, benlen kardeşim o beton zemin özerinde oturduk ve koku içinde ikimizde çırılçıplak, elbiselerimizi de top oynar gibi ayaklan bize verdiler ama elbiselerimiz aylarca gözaltında kaldığımız için zaten bir yandan bitler, bir yandan kirli yani af edersin o elbiseler hayvan bile o elbiseler kokusunda dayanamaz vazyeteydi. Bir yandan da askerlerin top oynar gibi hücreye getirinceye kadar elbiselerimiz bir yandan da o lağam suyunun içinden geçirme tabi o arada idare bülümünden bizleri meydan dayağı ile getirdikleri zaman co’da bize eşlik etti ta hücreye kadar. Askerler bizleri hücreye koyunca kapiyi kilitnenip gittiler. Benlen kardeşim, elbiselerimizi giyip 120 gönden sonra benlen kardeşim bir birlerimize sarıp hal hatırımızı sorduk. Ama kardeşimin yüzü pas tutmuş gibi yüzü o vaziyeteydi tabi o arada başımıza gelenleri bir birimize soruyorduk. O arada karavana kulpu sesi geldi meyer, yemek vakti olduğunu bilmiyorduk hücre üst katında şak şak mazgal sesi hücrelere ses yansıtıyordu kapı açılınca bir ses geldi tekmil verdi bizde acemi olduğu için bilmiyorduk. Meyer, asker içeri girerken tekmil sesi geldiği zaman herkes ayağa kalkıp esas duruşa geçmeleri gerekirmiş, bizde bunu yapmadığımız için ceza durumuna düşmüşüz, ama biz bunun farkında olmamışız. Meyer, yemek dağıtmak için yukarı katlardan tutuklu olan kişilerden karavana dağıtıyorlarmış askernezaretinde. Meyer,dikatttttttttt sesi geldiğinde asker içeri girmiş bizde bilmiyorduk. Yukarda ki ses örnek isim M. V. T. ‘’emir et komutanım’’ bizde bu nedir kendi kardeşimize sorduk acab burda askerler mi bir birlerine mi diyorlar, meyer cezaevi kuralı öyleymiş. O yukarda gelen ses tutukluymuş hücrelere yemek dağıtacakmış. Bir baktık asker ve bir sivil sivilin elinde bir karavana asker ‘’kabınızı uzatın’’ dedi ‘’kabımız yok’’ dedik, asker o sivile ‘’gel’’ dedi bir ara kayboldular yine geldiler sivilin elin de bir servis tabakası ile bir kaşık bize korkuluk arasında bize uzattılar bizde servis tabakasını korkuluk arasında uzatık o elinde karvana olan sivil kişi sanki gönülsüz yemek dağıtır, biz yüzülen sanki kızgın gibi yemek dağıtıyordu, hem de yüzünü çevirerek yemek dağıtıyordu böyle göz ucuylan gibi tabakamıza bir kemçe yemek bırakti. Gitiler benlen kardeşim sıraylan o tek kaşıklan yemek yemeye başladık ama yemekte ne vardi sanki sıcak su gibi az yağlı başka yemeyin içinde bişe yoktu, ekmek yoktu, zaten göz altında yemek doğru dürüst yoktu, benlen kardeşim iskelet gibi olmuştuk. Tabi sıraylan tek kaşıklan yemeyimizi bitirdik, ama kabı başımızın ucuna bırakmak zorunda kaldık çünkü hücre içi pis sudan dolayı aşağıya bırakamazdık. Meyer biz yemeyi yememeyi gerekirdik yemek duası okuyunca biz yemeyi yerken, her hücreden dikattttttttttttt sesi geliyordu meyer asker hangi hücrenin ününde geçse veya dursa dikat çekip ve hücredekiler ayağa kalkıp asas duruşa geçmeleri gerekir ve tekmil okumaları gerekir. Hücredekiler karvana dağıtımı bitikten sonra bir baktık yemek duası okundu meyer, tutuklular esas duruşta asker süylüyor tutuklular tekrarlıyor tabi ki yemek duası okuyan askerde birinci kata indi ve okuyor bizde oturmuştuk cezaevi kuralı bilmediğimiz için ceza durumuna düşmüşüz. Tabi o arada asker bize küfür edip ayağa kalkın esas duruşa geçin ve yemek duasını okuyun dedi bizde zorunlu olarak dediklerini yapmak zorunda kaldık ve yemek duasında sonra asker ‘’zıkım’’ olsun dedikten sonra tutuklularda ‘’saolun’’ dedi ve asker gitti. Meyer yemek dağıtan tutuklu kimseye bakmayacak kimseylen konuşmayacak ve kimsenin yüzüne bakmıyacakmış, sonradan anladık bunu. Tabİ karvana esnasında cezaevinde her yerde dikattttttttt sesleriylen bir birlerinin sesini kovar gibi sesler yükseliyordu ‘’af edersin eşek çukurda kalırsa atalarımızın bir lafı var diyorlar sahibinden daha eyisi yoktur’’ meyer hangi koğuşa karvana giderse hem dikat çekilir hemde, karvana koğuşa girdikten sonra yemek duası okunur ve yemekten sonra birde sayım saatı başlar birden sesler yükseliyor dikkat sesi ile 1,2,3,4,5 tabi sayılar yükseliyor buda anlamadığımız koğuş sayımı imiş tabi daha 1 gecemiz olmadığı için bilmiyorduk tabi gide gide sesler bize de yaklaşıyormuş bizim bulunduğuz hücreye meyer 1 koğuştan başlamış sıra ile ta koğuşlar bitinceye kadar sıra bizede gelirken aksine bizde hücre 1 kat 1 hücrede olduğumuz için bizden sayım başlaması gerekirdi. Başlarında bir asteymen nübetçi subay koluğu takılı sanki savaşa gider 15-20 asker ile hücre içine girdiler, bizde acemi olduğu için böyle korku içinde kendilerine bakıp acaba bizleri ne yapacaklar meyer, bizde ayağa kalkıp esas duruşa geçip dikattttttt çekmemiz gerekirdi ve 1,2 dememiz gerekirdi. Başlarında ki asteymen bizlere köfür ederek’’ kalkın ayağa ulannnnn’’ deyip hem de arada küfür edip bize dedi ki ‘’kendinizi sayın’’ bizde 1,2 deyip o yoğun askerler hücre merdivenlerden yürürken sanki deprem olur gibi hücrelerin merdivenlerde yürüdüğü zaman ayak sesler rap rap seslerden hücreleri salatiyordu o heybetli yürüyüşlerinden o arada sayılar 40,50 civari yükseliyor, bizde o çoğulan seslerden ve sayılardan dolayı demek ki biz yalnız deyiliz hücrelerde birazda o cesaret aldık ama sesizlik sanki kimse yokmuş gibi hücrelerde ses yok, kimse kimseyi çağırmıyor bir sesizlik hakim cezaevinde sayım sesi kesildikten sonra yine bulunduğumuz hücredekiler gibi sesizlik cezaevinde hakimdi, bizde saat olmadığı için gece vakti bilmiyorduk bir ara hücre kapısı şak şak açıldı bir çavuş ile yine bir grup askerlerlen içeri girdiler ve bulunduğumuz hücre kapısını açtılar kimin elinde jop kimi elinde balta sapı deynek kapıyı açar açmaz bana ve kardeşime hücre içinde saldırmaya başladılar ve bizleri dövmeye başladılar bizde neye uğradığımızı şaşırıp kaldık suçumuz ne olduğunu bilmiyorduk. Ama o arada çavuş dedi ki ’’yeni geldiniz cezaevi kuralını çiniyorsunuz, emir idiatsızlık yapıyorsunuz’’ tabi onlar bizi iyi düvünceye kadar yine hücre kapımızı kilitleyip gitmeye çalıştılar ama askerler baktığımızdan sanki yaz ortasında susuz kalmış gibi ter içinde kalmışlar o kış ortasında bizleri döverken tabi bizde korkudan hücrede bulunan kişileri çağırmıyoruz kimin ne olduğunu bilmiyoruz o geceyi benlen kardeşim beton özerinde sabahlandık. MEHMET ALİ SALMAN HAMDULLAH YOLDAŞ YAŞIYOR Hamdullah ERBİL, 5 ocak 1952 tarihinde doğdu. AFŞİN`in Kötüre Köyünde öğretmenlik yapan babasını daha 5 yaşında çocukken kaybetti.Hepimizin Hoşgom dediği Hoşey teyze ile birlikte Hamdullah ile 4 kardeşini Kötüre`nin en varlıklılarından olan Bektaşi Bilgesi Karaca Hüseyin (MELULİ) resmen nufusuna aldı, sunduğu sınırsız olanak ve sevgiyle onlara babasızlığın mağduriyetini yaşatmamaya çalıştı. Hamdullah ERBİL önce evde Karaca Emmi`den, daha sonra ilk, orta ve yüksek öğrenimi yıllarında iyi bir eğitim aldı. Kişisel olarak kendini geliştirmesi,yetişmesi dönemlerinde olanaksızlıklar setiyle yüzyüze gelmedi. Tümünün Dede dediği Karaca Emmi kendisine ve kardeşlerine bütün olanaklarını sevgisiyle bezeyerek sundu. Bu destek Hamdullah`lar tarafından da eşdeğerde bir saygıyla karşılık bulurdu.O`nun DEDE dediği Karaca Emmi ile ilişkileri öylesine güzel bir ahenklilik gösterirdi ki tanığı olan herkesi imrendirirdi. Hamdullah ERBİL bence birey olarak yüzyüze geldiği olanaksızlıklara isyan ederek devrimciliği seçmedi. O, kendsini içinde yaşadığı toplum bütününün bir parçası olarak gördü ve bu bütüne düşman oligarşik azınlığın emperyalist-kapitalist dünyanın diğer parçalarındaki çıkar ortaklarıyla birlikte sürekli katmerleşerek artan sömürü ve baskı mekanizmasına karşı ulusal ve toplumsal kurtuluşu hedefleyen devrimin engebeli, dolambaçlı, sarp yolunda mücadele etmeye karar veren,Mahir ÇAYAN`ın ``Devrimciler liderdir`` görüşüne tıpatıp uyan bir devrimciydi. Hamdullah ERBİL ile ikimiz de Maraş`lıAfşin`liydik.Tanıştığımızda ben Maraş`ta öğretmenlik yapan TÖB-DER Başkanı amcamın yanında lisede okuyan bir öğrenciydim.Evimize Hamdullah`tan önce bana Pazarcık`lı bir köylü dostumuz olduğu söylenen yengem ve amcamın Doğan diye seslendiği Malatya Beyler Deresi`nde 26 Ocak 1976 tarihinde Hasan Basri TEMİZALP ve Yusuf Ziya GÜNEŞ ile birlikte çok erken kaybettiğimiz İlker AKMAN gelirdi. Ben, İLKER`i Doğan olarak tanıdığım zamanlar TSİP`in Maraş`ta il örgütü öncesi açılan KİTLE GAZETESİ EĞİTİM BÜRO`sunda kendini ifade eden az sayıdaki ``Genç Sosyalist`` çalışması içindeydim.Yanlış hatırlamıyorsam74- 75 yılı öğrenim dönemiydi,Hamdullah`la ilk tanıştığımızda O`na öylesine ısınmıştım ki, ağzından çıkan her sözü büyük bir sempatiyle dinliyor,her hareketini aynı biçimde izliyordum.Bunda çok saydığım ve devrimci,sosyalist gıdayı kendisinden aldığım amcam Durdu GEVHER ile yakınlığını görmemin de önemli etkisi vardı. Amcam TSİP`liliğime bir şey demese de memnun da görünmüyordu. Hamdullah ERBİL ile ilişkilerimiz ilerledikçe amcamın memnun görünmeyen tavrını, TSİP`lilik ve THKPC`liliğin ne demek olduğunu daha iyi anlamaya başladım. Hamdullah ERBİL ile 75 yılı başında tutsak edildiği 77 yılı sonuna kadar dışarıda, 80 yılı başından 12 Eylül Askeri Faşist darbesine kadar Mamak Cezaevinde çok yakın ve yoğun olmak üzere,Kan Kanseri`nden kaybettiğimiz 16 temmuz 93 tarihine 18 yılı içine alan yoldaşlık bağımızdan,son zamanlarda kimi konularda farklılaşan görüşlerimizi tartışsak bile hiç bir şey kaybetmedik.Niyette tasfiyecilik olmadıktan sonra nasıl kaybedebilirdik ki? Şimdi de kısaca niye kaybetmediğimizi anlatmaya çalışayım. 1976 yılı 26 ocağında, Malatya-Beylerderesi`nde İlker AKMAN, Hasan Basri TEMİZALP ve Yusuf Ziya GÜNEŞ katledildiler. Katliamın ardından Hasan Basri TEMİZALP`i Maraş`ta nasıl sonsuzluğa uğurladığımızı Afşin`de kendisine anlattığımda Hamdullah`ın ``Beylerderesi Bizim İçin Yeni Bir Kızıldere`dir. Onlar`ın boşluğunu doldurmak kolay olmayacaktır. Hasan Basri’leri yaşatmak biz yoldaşlarının boynunun borcudur.Bundan böyle sorumluluğumuz daha da artmıştır.Uzun söze gerek yok,işimize asılacak,çalışacak ve kazanacağız!`` sözleri aradan geçen 33 yıla karşın olanca tazeliğiyle aklımdadır. Hamdullah ERBİL, yaşamı boyunca,her zaman yukarıda özetini verdiğim sözlerine uygun bir pratik sergilemiştir. Maraş sınırları içindeki çalışmalarımızda kullandığımız motosikletle yolculuğumuz süresince genellikle Mahir`ler için söylenen``Birden çoğuz,çoktan biriz, Ne evveliz, ne ahiriz, Hepimiz birer Mahir`iz ile başlattığı Deniz`ler, İbrahim`ler Sinan`lar, Ulaş`lar için yakılan ağıtlar, tüm dünya ve Türkiye`de söylenen marşlar,türküler dilinden, dilimizden düşmezdi. O, türkü ve marş coşkusunda yaşamı, içtenliği, ağır başlılığa yoldaş kabına sığmazlığı, sempatikliği kişiliğinde birleştirmiş bir devrimciydi. Hamdullah ERBİL,sosyal ve siyasal ilişkilerinde sorumluluk düzeyi oldukça yüksek,dayanışmayı,paylaşmayı pratikleştiren bir devrimciydi. İlişkisi olan bir yakını veya yoldaşının başı derde düştüğünde, söz gelimi hapse düştüğünde,zaman geçirmeden, onunla da,ailesiyle de sorunlarını paylaşan, yalnız bırakmayan bir devrimciydi. Hamdullah ERBİL, teorik, pratik, teknik eğitime büyük önem veren,mevcut bildikleriyle yetinmeyen,çok yönlü ve sürekli kendini geliştiren,öğrendiklerini sürekli paylaşan,kısacası öğrencilikle öğretmenliği bir arada götüren bir devrimciydi. Hamdullah ERBİL, 12 Eylül Askeri Faşist Darbesi sonrası tahliye olduğunda kendi bireysel yaşamına çekilen,çevresine kendi yaptıklarını yapmamayı öğütleyen, devrimci, sosyalist değerlerin tasfiyesine soldan eklenenlere alternatif tavrın pençesine düştüğü ölümcül kan kanseri hastalığına bakmadan son nefesini verdiği ana kadar temsilcileri arasında yerini alan bir devrimciydi. Hamdullah ERBİL,yaşadığı ağır tutsaklık koşullarının etkisiyle pençesine düştüğü hastalığının dışarı koşullarında tedavisi için başlattığımız Özgürlük Kampanyasının gerçekleşen devrimci dayanışmayla başarıya ulaşmasının ardından yoldaşları ve dostlarınca çıkarıldığı Avrupa ülkelerinde ve Türkiye`de can derdine düşmeden,her anı; dağılan yoldaşlarını ve dostlarını toparlama,yeniden, birlikte,birleşik devrimci savaşı Kürt Özgürlük Hareketiyle enternasyonalist dayanışma anlayışıyla gündemleştirmek için değerlendirmeye çalıştı. Bu günden O`nun çalışmalarına şöyle bir baktığımızda; o günden ne kadar doğru bir yönelim içine girdiğini kolaylıkla tespit ve teslim edebiliriz. Evet bu kısa yazıyla, Hamdullah ERBİL ile yoldaşlık bağlarımızdan hiç bir şey kaybetmememizin kısa özetini anlatmaya çalıştım. O`nun baskıdan,sömürüden arınmış, sınırsız, sınıfsız bir dünyada özgürleşmiş bireylerin `Bir ağaç gibi tek ve hür, Bir orman gibi kardeşçesine`` yaşama doğru uzun yolculuğumuzdaki önder yerini anlatabildiysem ne mutlu bana. HÜSEYİN GEVHER SADECE BİR SOKAK Yokuşu çıktım, rüzgar dindi. Otoyolların uğultusu daha az duyuluyor. Neden bu heyecan bu tedirginlik neden? İçimde hüzünlü bir ezgi var ne garip daha önce hiç duymadığım sözlerini bilmediğim garip hüzünlü bir ezgi. Yüreğimi dağlıyor boğazım da bir şey var yutkunamıyorum,ağlayamıyorum, darmadağınığım toparlayamıyorum beynimi. Sanki onlarla tekrar karşılaşacakmışım gibi heyecanlanıyorum. Kolay değil neredeyse yirmi yıl olacak görmeyeli. Bacaklarım titriyor sokağa doğru yürüyorum sanki dün gibiydi beşimizin birden bu sokakta yürüyüşü, bizimdi bu sokak her köşesinde sohbetlerimiz, acılarımız, hayallerimiz daha doğrusu her köşesinde anılarımız var bu sokakta. Bu sokakta kaldı hepsi, okula giderken elektrik direğinin önünde buluşur hep birlikte giderdik, okul dönüşü iki katlı bir gece kondu vardı onun bahçe duvarına yaslanır sohbet ederdik. Hiç ayrılmak istemezdik. Benim ev onların evlerine yaklaşık bir km uzaktaydı daha yukarıdaydı. Lise birinci sınıf öğrencisiydik 15 yaşındaydık ve her onbeşinde olanlar gibi coşkulu heyecanlıydık. Acılarımızda sevinçlerimizde öfkelerimiz de ortaktık. Biri içimizden birine kötü bir şey yaptı mı artık hepimizin düşmanıydı. Birde ortak düşmanımız devletti. Daha çocukluğumuzda devleti düşman belledik. Bilerek ya da bilmeyerek öyle belledik işte. Düşmanımızdı tastamam, haklı sebeplerimizde vardı, daha çocukluğumuzdan bildik devletin kolluk kuvvetlerinin nasıl mahallemizdeki kişilere işkence yaptıklarını, dövdüklerini gözlerimizle gördük sokaklarda. Üstelik Şükran’ın amcasını öldürmüşlerdi, Songül’ün büyük abisi cezaevindeydi ne zaman çıkacağı da belli değildi müebbet. Gönül’ün babası 12 Eylül Askeri faşist darbesinden hemen sonra cezaevine girmiş 7 yıl kaldıktan sonra çıkmıştı, çıkmıştı çıkmasına ama artık sağlıklı biri değildi, ağır işkence gördüğünden kaynaklı sakat kalmıştı çok zor koşullarda yaşıyorlardı. Benimde teyzem cezaevindeydi. Sadece bunlar bile düşman olmamız için yeterli sebeplerdi. Sevdalıydık hepimizde varlığımızdan haberi dahi olamayan kişilere sevdalıydık, aynı okuldaydık üstelik. En hesapsız olduğumuz yıllar hiçbir beklentinin içine girmeden sadece sevdik. O dönem ki bütün sevdalılar gibi Ahmet Kaya dinleyip sevdamızı daha da pekiştirirdik. Hem başka sevdamızda vardı ‘’doruklara sevdalandık’’ hep birlikte. Şükran ne kadar güzel içli söylerdi Ahmet Kaya türkülerini birde Şivan Perwer’in Xezal türküsünü. Bu arada hepimizde Kürtçe biliyorduk, kürt olduğumuz için. Birimizin evinde toplandığımızda hemen Şivan Perwer’in kasetini takardık dinlemeye başlardık bu sanki bize eylem gibi gelirdi. Cuma günü okullar kapanacağı zaman istiklal marşı okunurdu, biz istiklal marşı okunurken Hernepeşi okurduk sessizce sadece yanımızdakilerin duyacağı tonda. Bazen çavbella bazen de bir mayıs işçi marşı olurdu bu. Sonra sanki çok büyük bir eylem yapmışçasına mutlu olurduk. Coşkuluyduk, yeni bir dünya kurmak gibi isteğimiz ve özlemimiz vardı. O dönem yeni dünyadan algıladığımız (teorisizdik hem de çok) eşitlik ve özgürlük üstüne kurulmuş bir dünya. Sadece bu kadarını biliyorduk, hem onca akrabamız ailemiz bunu istediği için ölmüş ya da cezaevinde yatmıyormuydu. Daha bir çok şeyin tam anlamını ve adını bilmeden de olsa bunu istiyorduk işte. Bu istemenin çok tehlikeli olduğunu da biliyorduk. Korkmuyorduk aksine Deniz’lerin, Mazlum’ların, Kaypakkaya’ların akibeti bize de daha çok mücadele etme arzusu uyandırıyordu. Hep birlikte bir karar aldık Hernepeş marşını bilme olasılığı olan arkadaşlarla görüşecektik ve onlarla Cuma günleri istiklal marşı okunurken bir arada durup birlikte okuyacaktık. Hemen bunu gerçekleştirdik ve 13 kişiye ulaştık. Bu karar yine bu sokakta okul dönüşü her zaman ki yerimiz olan iki katlı gecekondu bahçesinin duvar dibinde alındı. Hemen ilk istiklal marşında diğer 13 arkadaşla bir araya geldik. Ali hoca okulumuzun solcu hocalarındandı. İstiklal marşı okunduğunda yanımızda duruyordu. Şimdi düşünüyorum da bizi hep korumaya çalışırdı, 19 mayıs gibi etkinliklerde okulun bahçesi sivil polisle dolardı Ali hocada bizim yanımızdan ayrılmazdı. Neyse kaldığım yerden devam edeyim anlatmaya. Ali hoca arkası bize dönük duruyordu hazır ola geçtik marşı okumak için istiklal marşı okunmaya başladı bizde her zaman ki gibi sessizce başladık hernepeşi okumaya sesimiz bu kez daha çok çıkıyordu yanımızda ki diğer arkadaşlar şaşırıyor üstiklal marşını okuyamıyorlardı. Ali hocanın halini hala unutamam yalvarır bir sesle çocuklar nolur susun nolur yalvarıyorum benim için susun yapmayın diyor. Tabi biz hiç umursamadık ve sadece etrafımızdakilerin duyacağı tonda o günde söyledik. Marş bittiğinde Ali hoca kıpkırmızı olmuştu sadece baktı bize bir daha olmasın dedi çekti gitti. Tabi biz yine çok büyük bir şey yapmış gibi mutluyuz. Aramıza yeni katılan arkadaşlar da zevkli heyecanlı oluyor artık hep yapalım dediler. Pazartesi okula gittiğimizde Ali hoca bizi spor salonuna çağırdı, gittiğimizde okulun diğer solcu hocaları olan 3 hoca daha vardı. Bize bakışları sevecendi ama kızgın görünmeye çalışıyorlardı. Yaptığımız şeyin çok güzel ve onur verici olduğunu ama bir o kadar da tehlikeli olduğunu sağcı hocalar böyle bir şeyle karşılaşırsalar bizi savunamayacaklarını sağcı hocaların hiç tereddüt etmeden bizi direk polise teslim edeceklerini falan anlattılar daha bi dolu şey anlattılar şuan net anımsayamadığım. Ama çıkarken bizim söylediğimizi çok net hatırlıyorum hocam biz devam edececeğiz devam etmekle de kalmayıp bir gün bütün okula 1 Mayıs İşçi marşını istiklal marşı yerine okutacağız dedik ve çıktık. Evet bunu çok istiyorduk bütün okulun 1 mayıs marşını bağıra bağıra okumasını. Hernepeşi okuyamazlardı Kürtçe bilenlerin sayısı çok azdı. O yüzden 1 mayıs marşını okumalıydık. Hocaların yanından ayrıldığımızda hepimizin ortak düşüncesi onların korkak olduğu ve bizi de kendileri gibi korkak yapmak istemeleriydi. 1 Mayıs İşçi Bayramına bir hafta kalmıştı ve biz o zamana kadar bir çok kişiye ulaşıp bu hafta sonu istiklal marşı yerine 1 mayıs marşını okuyacağımızı ve bizimle birlikte olmalarını söylüyorduk. Sayımız baya artıyordu üstelik bir kişiye söylemeye giderken yirmi kişi falan birlikte gidiyorduk, sayımızın çok daha fazla olacağını anlatıyorduk korkmasın diye rahatça bağıra bağıra okusun diye. Bir yandan da marşı yazıp hazırlamıştık herkese veriyorduk zaten bilmeyen yok gibiydi. Alevilerin ve solcuların çoğunlukta olduğu bir mahalle okuluydu sorunumuz yoktu. Çok heyecanlıydık Cuma gününü iple çekiyorduk ve artık o gün gelmişti o büyük gün. Okulun yarıdan fazlası katılacağını söylemişti bu bizi çok mutlu etti zaten dedik diğer yarısı da bize eşlik eder. Tüm öğrenciler okulun bahçesinde her zaman ki gibi toplandık istiklal marşını okumak için, bir birimize bakıp gülümsüyorduk, sanki birazdan fırtına kopacaktı heyecanlıydık, fırtına koparmasak da güçlü bir rüzgar estirecektik. Rahat hazır oldan sonra müzik hocamız başladı istiklal marşını okumaya bizde bağıra bağıra’’ günlerin bugün getirdiği baskı zülüm ve kandı’’ diye okumaya başladık. Baktım herkes okumaya başladı istiklal marşını okuyanlar sustular müzik hocamız biraz daha söyledi ve o da sustu. Bütün öğretmenler aramıza girip bizi susturmaya çalışıyorlardı solcu olan hocalarımız yalvararak susun nolur susun yeter tamam anladık başardınız uzatmayın artık tamam bu kadar bitti dedik ve sonuna kadar okuduk. sağcı hocalar sayımızın çokluğundan olsa gerek hiçbir şey yapamadılar. Hocalarımız panik tedirgin koşturuyorlar yanımıza gelip çabuk evinize gidin sakın sokağa çıkmayın bugün diye nasihat ediyorlar, kimisi kızıyor bu kadar da olamaz ki bu delilik, devrimcilik değil diye bize kızıyor. Aldıran kim nasıl mutluyuz nasıl özgür hissediyoruz kendimizi Ali hoca geldi yanımıza tebrikler çok iyiydi ama ben öldüm biliyormusunuz çokcuklar dedi. Tabi biz o kadar mutluyduk ki kimseyi hiçbirşeyi gözümüz görmüyordu. Başarmıştık ve yine sanki çok büyük bir eylem yapmış gibi hissediyorduk gururla yürüdük yine bu sokağa. İşte yıllar sonra yine bu sokaktayım artık beşimiz değil ben tek başımayım bu sokakta! diğer dört arkadaşım liseden iki yıl sonra yurtdışına iltica ettiler. Daha dün gibi buralarda gülmelerimiz. Ne kadar çok severdim o zamanlar bu kenti bu sokakları, buraları bu kenti güzelleştiren sevdiren onlardı. Aradan neredeyse 20 koca yıl geçti artık onlar yoktu. En kötüsü bu sokakta onlar olmadan yürümek yapayalnız bir başıma. Boğazım hala düğüm düğüm. Ağlayamıyorum, yanıyorum içim kavruluyor burada böyle bir başına kalmak. Ahmet Telli’nin dizeleri geliyor aklıma, ‘’gidenler nerede kaldılar, özledim gülüşlerini bir kenti Telli’nin dizeleri geliyor aklıma, ‘’gidenler nerede kaldılar, özledim gülüşlerini bir kenti güzelleştiren yalnız onlardı sanki, onlardı çocuklara ve aşka ölesiye bağlanan’’. SULTAN GÜLİSTAN 12 EYLÜL ANILARI -1 Günlerden 27 ocak 1982 bir kış günü. Elbistan, Ceyhan nehrinden yükselen buharların bıyıklarımızda donduğu, yürürken buzlarda kaymadan yürümeye çalıştığımız bir günün telaşı içindeyiz. 12 Eylül faşist cuntasının yarattığı kaos ortamında her an göz altına alınabileceğimiz tedirginliği ile yaşamımızı sürdürme gayretindeyiz. Akşam saat 8 sıralarında Gecekondu evleri arasında dolaşırken sivil polis aracının dolaştığını fark ederek, görünmemek için yönümü değiştirdim. Bu arada kimi aradıklarını da merak ettiğim için uzaktan gözlemeye başladım. Garip bir hisle beni aradıkları duygusuna kapıldım. Ara sokaklardan fazla göze görünmeden şehir merkezindeki kendi evime doğru yürüyerek gitmeye başladım. Evimin yakınına geldiğimde, evimin etrafının çevrildiğini ve mahalle muhtarı, karakol bekçisi ile bir polis timinin evi sardığını gördüm. Polisin beni bu şekilde aramasını gerektirecek biçimde suçlu olduğuma anlam veremiyordum. Çünkü ben ne cinayet işlemiştim ne de herhangi bir çatışmaya girmişliğim var. Eve gitmezsem, hane halkına eziyet edebilirler düşüncesiyle kaçıp izimi kaybetme fikri arasında bir süre gidip geldim. Benim yüzümden annem, eşim ve çocuklarımın eziyet görmelerine gönlüm razı gelmediği için, eve gitmeye karar verdim. Rahat bir eda ile eve doğru yürüdüm. Beni gören polisler bütün silahlarını bana yönelterek, dur! Kimsin! Diye ikaz ettiler. Adımı söyleyerek evime geldiğimi ve onların benim kapımda ne aradıklarını sordum. Hemen beni ablukaya alarak, evi arayacağız deyip, benimle içeriye girdiler. Evi talan edercesine dağıtarak aramaya başladılar. Bu arada evdekilerin özellikle çocukların o, korkuyla neler olup bittiğini anlamaya çalışan ürkek bakışlarını hiç unutmuyorum. Bu korkuyu çocuklarıma yaşatan devletin benin devletim olduğu konusunda hala ikna olmuş değilim. Aramalar bittikten sonra beni karakola götüreceklerini söylediler. Geri dönemeyeceğimi bildiğim için, beni soğuktan koruyacak kalın giysilerimi giydim ve evdekilerin ürkek, üzgün ve sonu belirsiz bir yola gittiğimi çaresiz izleyişleri eşliğinde ilçe jandarma karakoluna doğru yola çıktık. İlçe jandarma komutanlığı binasına geldiğimizde saat gece yarısı olmuştu. Benimle birlikte oraya getirilen başka insanlar da vardı. Aralarında tanıdığım kimse yoktu. Bizi bir merdiven boşluğuna tıkıştırdılar. Normalde 5-6 kişinin oturarak ancak sığabileceği bu yere tam 17 kişi yerleştirdiler. Tavanı alçak olduğundan ancak oturarak ve birbirimize sokularak yerleşmeye çalışıyorduk çaresiz. Kimliklerimizi toplayıp gittiler. Sabaha kadar o şekilde bekledik. Sabah mesaisi başladığını kapı ve askerlerin koşuşturmalarından anladık. Mesai ile birlikte ilçe jandarma komutanı bizi teker, teker sorgudan geçirdi. Ancak bizi ilçede mahkemeye yollamayacağını biliyordum. Bizi Maraş sıkıyönetim komutanlığı sorgulayacaktı. İlk sorgu ve liste oluşturulduktan sonra yemek molası verildi. Dışarıda bizim akıbetimizi merak eden yakınlarımız beklemekteydi. Eniştemin getirdiği dürüm ve ayranı yerken bir taraftan da bundan sonra neler olabileceğini düşünüyordum. Öğleden sonra saat 16.00 da askerler bizi dışarıya çıkarıp sıraya dizdiler. Bu arada bizi bekleyen yakınlarımızla göz göze işaretlerle anlaşmaya çalışıyorduk.Çünkü yaklaştırmıyorlardı. Biraz ötede bekleyen 302 mercedes bir otobüse binmemizi ve Maraş’a götürüleceğimiz söylendi. Beni nelerin beklediğini bilmediğim bir tedirginlikle, 4-5 saat süren bir yolculuktan sonra, Maraş kız öğretmen okulunun önünde duran otobüsten diğerleriyle birlikte indirdiler ve sıraya girmemizi istediler. Dış kapıdan sıra halinde okulun bahçesine giriş yaptık. Bizi getiren görevli askerler buradaki sivil kişilere tutanakla teslim ettikten sonra ayrıldılar. Artık yeni kişilerin elindeydik. Bu kişilerin bize yaklaşımı çok sert ve düşmanca idi. Hemen etrafımızı sardılar. Ellerinde kirli bezlerle yaklaşan birisi adımı sorarken gözlerimi elindeki bezle bağlamaya başladı. Artık hiçbir şey görmüyordum ve dünyam gerçek anlamda kararmıştı. Birisi kolumdan tutarak beni bilmediğim bir yere doğru götürmeye başladı. önümde merdiven olduğunu söyleyerek dikkat etmemi isteyen görevli beni seslerin yankılandığı bir geniş salona götürdü. Olduğum yerde durmamı söyledi. Nerede olduğumu merak ediyordum. Ellerimle çevremi kontrol ederken, yuvarlak bir demir direğe dokunduğumu fark ettim. Bağlantılarıyla birlikte bir idam sehpasıymış hissi uyandırdı bende. Belirsiz bir korkuyla irkildim. Biraz toparlanmaya çalışarak yorumlamaya başladım. Olamazdı. Sorgulamadan yargılamadan yapamazlardı, aklımdan geçen kötü senaryoyu diye düşündüm. Biraz sakinlemiştim. Daha sonra o demir direğin, okulun basketbol sahasının pota direklerinden birisi olduğunu anlayana kadar tedirginliğim geçmemişti. Salondan uğultulu sesler, ara sıra küfürler geliyordu ama ne olduğunu anlamak imkansızdı. Çünkü gözlerim kapalıydı. Neye mal olursa olsun etrafımda neler olduğunu görmek istiyordum. Bu bilinmezlik beni kahrediyordu. Ellerimle göz bandımı yukarı doğru biraz sıyırdım. Aynı anda ense köküme şiddetli bir tokat darbesiyle yere yıkıldım. Görevli hem vuruyor hem de ağza alınmayacak küfürler ediyordu. Görevlinin tokadından ve küfründen çok, o kısacık zaman aralığında gördüklerimden dehşete kapılmıştım. Salonun iç çevresini kuşatmış ellerinde otomatik G3 silahlarla askerler dört köşeyi tutmuşlar. Salonun ahşap parke zemininde oturan 7-8 kişi yorgun ve perişan durumda. 3-4 kişi ayakta ileri geri yürüyorlar ama dokunsan yıkılacak derece bitkinlikleri durumlarından belli oluyordu. En korkunç görüntü bu ayaktakilerin sırtına yapıştırılan yafta.! O yaftada şunlar yazılıydı. “DURMAK, OTURMAK, KONUŞMAK, YEMEK, İÇMEK YASAK!”. Bu yazılan kelimeler sanki birer kurşun olup beynime saplanmıştı. Bu görüntünün yarattığı korku ve dehşet, bana vurulan tokatların acısını unutturmuştu. Biraz duraklayan bu kişiler görevli askerler veya sivil polisler tarafından küfürle karışık sert bağırışlarla ikaz ediliyorlardı. Daha sonra bu kişilerin işkence ve sorgularda konuşmadıkları ve bilgi vermedikleri için cezalandırıldıkları ve sırtlarına bu yaftanın asıldığını öğrendim. Bu durum bende hem onların direnişine saygı hem de bende direnme gücü yaratmıştı. Zaman ilerledikçe salonda hava soğumaya başladı. Üzerimdeki giysiler kalın da olsa yetersiz gelmeye başlamıştı. Çünkü salonun kalorifer peteklerinin tümü sökülmüştü. Mevsimim kış olmasına ve dışarıda her tarafın buz tutmuş olmasına rağmen bu petekler sökülmüştü. Sadece yukarı katlara sıcak suyu taşıyan borular mevcuttu. Bu boru lar da salonun iki yerinde mevcuttu. Ancak iki elimizle bu boruları kavradığınızda sadece ellerimizi ısıtabiliyorduk o da sırayla. Ama sessizce ve görevlilere mümkün mertebe çaktırmadan. Bu arada salonun yan tarafında bulunan sporcu soyunma odalarından küfürler, çarpma sesleri ve acı çığlıklar duyuluyordu. Bu sesler ayniyle beynimin içinde yankılanıyordu. Soyunma odaları birer sorgu ve işkence odasına dönüştürülmüştü. Burası daha sonraları Diyarbakır zindanlarıyla birlikte işkence konusunda dünyada ve Türkiye de nam salmıştır. Sorgucular görevlerini gece yapıyorlardı. Gündüzleri genelde rutin bürokratik işler yapıyorlardı. Önemli sorguları gecenin geç saatlerine denk getiriyorlardı. Her örgüt için ayrı sorgu TİM’leri oluşturulmuştu. Her tim kendi konusuna hakim ve sorgulayacağı örgütün politik yapısından tutun örgütlenme biçimine kadar tüm konularda özel eğitimle donanmış uzman polislerden oluşturulmuştu. 12 mart darbesinde olduğu gibi “sosyoloji ders kitabını, sosyalizmin eğitim kitabı ya da Karl Marx’ı kıral markiz olarak yorumlayan polislerden eser yoktu. Kısaca bu sefer işimiz hayli zordu. Beni ne zaman sorguya alacaklar, nasıl sorgulayacaklar, ne soracaklar, hangi tür işkence uygulayacaklar ve bunun gibi sorulara kafamda bir cevap bulmaya çalışırken, benden önce getirilenlere yapılan işkence sesleri ve acılı çığlık sesleriyle beynim uğulduyordu. Uykusuzluk bir taraftan, açlık bir taraftan, yaşam konusunda belirsizlik ve tanıdık kimler var merakı bir taraftan, kısaca cevapsız kalan sorularla uğraşırken, yüksekteki pencerelerden sızan ışıkla sabah olduğunu anladım. Daha bana sorgu sırası gelmemişti. Sorguya aldıkları ve işkence ettikleri devrimcileri tekrar salona bırakıyorlardı. Sorgusu bitmeyenleri koğuşlara götürmüyorlardı. Sorgucu polisler iki vardiya çalışıyordu. Vardiya değişimi ve yemek saatlerinde sorgulama duruyordu. Bizlere, salonda kaldığımız süre kaç gün olursa olsun, sorgulama bitene kadar su ve tuvalet dışında hiçbir şeye izin yoktu. Öğleden sonra saat üç sıraları, bir görevli ismimi söyleyerek bana doğru geldi. Ense kökümden tutarak ve eğilmemi hem söyleyip hem bastırarak göremediğim ama sorgu odası olduğundan emin olduğum bir odaya götürdü. İçeride beni orta yerde durdurdu. Orda bulunan ikinci kişi, güçlü olmaya gayret eden ve tok bir ses tonu ile, --Hoş geldin Süleyman Deprem! --Artık burada başbaşayız! Ya adam gibi sorduklarımıza doğru cevap vereceksin. Efendi, efendi çekip gideceksin. Ya da; ….. sözün sonunu getirmeden bir elindeki sopayla diğer avucuna vurarak şaklatmaya başladı. Ben gözlerim hala kapalı durumda; --Ne konuşmamı istiyorsunuz? Daha buraya niçin getirildiğimi bilmiyorum. Ben yasa dışı bir şey yapmadım. Dememle birlikte çenem den güçlü bir yumrukla sarsıldım. ---O...u çocuğu! Biz seni Cami avlusundan mı getirdik? Pis vatan haini! Kafamı bozma seni kötürüm yaparım.! Cevap vermeye çalıştıysam da, artık beni dinlemiyor ve vurmaya devam ediyordu. Sopayı bıraktı ve --Soyun ulan! Diye bağırdı. Soyunmak istemediysem de zorla beni çırılçıplak soydular. Gözlerim bağlı olduğu için neler yaptıklarını veya neler yapacaklarını bilmediğim için nerden ne tür bir darbenin geleceğine kestirememenin tedirginliği içindeyim. Beni duvar dibine doğru iteklediler. Ardından bir su musluğu açılması sesiyle beraber çıplak vücuduma yüksek tazyikli su sıkmaya başladılar. Gün 29 ocak ve dışarıda hava -15 derece. Yerler buz tutmuş. Akşamdan bu yana içerde bile soğuktan kıvranırken, çıplak bedenimde soğuk suyu hissedince neye uğradığımı şaşırdım. Suyun soğukluğu bir taraftan perişan ederken, kalın siyah hortumuyla yüksek basınçla püskürtülen suyun tazyiki, vücudumda ağır baskı yaratıyordu. Dayanılmaz soğuk ve acı hissediyordum. Nefesim kesiliyordu. Bu durumdan çok tedirgin olduğumu da his ettirmek istemiyordum. Çünkü; hangi uygulamadan çekindiğimi anlarlarsa onu daha çok yapacaklarını biliyordum. Tüm gücümü ve irademi kullanarak bu durumdan fazla etkilenmemiş hissini vermek için, ellerimle yıkanıyormuş gibi yaparak göğsümü ovaladım. Bu durum işe yaramış olacaktı ki, --Burasını ananın hamamı mı sandın lan! eşek oğlu eşek! Diyerek hortumu yere bıraktı. Beni çok rahatsız eden bu saldırıyı savuşturmuştum. Ardından ne geleceği meçhuldü. Hala çıplaktım ve çok üşüyordum. Bir süre sonra giyinmemi emrettiler. Dişlerim takırdıyor. Titremelerimi kontrol edemiyordum. Bir an önce giyinip bir nebze soğuktan kurtulmak için telaşla giyindim. Sanırım birinci işkence ve sorgu safhası bitmişti. Ben giyinirken sorgucular odayı terk etmişlerdi. Giyinmek için gözlerimi açmam gerekliydi. Ancak sorgucularım kendilerini tanımamam için odadan çıkmışlardı. Giyindikten sonra kapıdan bir ses, -- Giyindiysen yüzünü duvara dön! Diye gürledi. Ardından gelerek arkadan tekrar gözlerimi bağladı. Beni salona götürüp itekleyerek bıraktı. Her hareketleri ve yaklaşımları, aşağılama küçümseme ve ağza alınmayacak küfürler içeriyordu. Onların gözünde bir insan, bir baba, bir anne veya bir değer taşıyan kişi olarak hiçbir şey ifade etmiyorduk. Hırsızlık, dolandırıcılık, zina ve tecavüz suçlarından alınan tutuklulara gösterilen hoşgörü bize gösterilmiyordu. Birer kişisel hasım, kan düşmanı muamelesi görüyorduk. Zanlı veya “suçlu”lara , bir devlet kurumunun göstermesi gereken sorgulama kurallarından çok, kuralsız bir çetenin sorgulama yöntemi uygulanıyordu. Kesinlikle vatandaş muamelesi görmüyorduk. İki gün olmuştu geleli. Hiç yemek vermediler. Karnım aç. Soğuk su sıkıldığı için giyinmiş olmama rağmen çok üşüyordum. Vücudum normal ısısına kavuşmamıştı hala. Gözlerim kapalı el yordamıyla kalorifer tahliye borusunu aradım. Hiç olmazsa ellerimi, sırtımı ısıtır umuduyla boruya yapıştım. Zamanla biraz da olsa vücut ısım normale dönmüştü ama açlık ve uykusuzluk beni zorluyordu. 8 gün 8 gece böyle devam etti. Sekizinci gün ben artık açlık,uykusuz luk ve yorgunluktan bitkin düşmüştüm. Yığılmış yerde yatıyordum. Gündüz benim bu halimi gören asker, sorgucu polislere durumu bildirmiş onlarda numara yapıyor olabileceğimi düşünerek beni kaldırmak için zorladılar ve karnıma iki tekme vurarak uyarmak istedilerse de canımı dişime takarak tepki vermedim. Gerçekten hasta olduğuma kanaat getirip öyle bırakmışlardı. Akşama doğru mesai bitmek üzere iken, koğuştan sorgu için sabah getirilen tutsaklar tekrar koğuşa götürülmek üzere sıraya dizilmeleri talimatıyla toparlandılar. Onlara imreniyordum. Çünkü koğuşta dinlenebilecekler. Yemek yiyebilecekler. Orda ki devrimcilerle sohbet edebileceklerdi. Bu arada polisler den birinin, “hasta biri vardı, deprem miydi kimdi” diyerek seslendiğini duydum. Umutlanmıştım. Beni de koğuşa götüreceklerdi. Ama ayağa kalkıp benim diyemezdim. Numara yaptığım anlaşılır koğuşa götürmekten vaz geçerler diye hiç kımıldamadan bekledim. Beni kaldırıp koğuşa götürülecek diğer arkadaşlarla sıranın en sonuna yerleştirdiler. Tekrar göze çarparım, beni geri çevirirler düşüncesiyle sıranın arasına girdim. Bizi koğuşa sıra halinde götürürlerken, 30-40 metre uzaktan asker karavanasının (lahana kapuska) kokusu açlığımın etkisiyle sevmediğim halde müthiş cezp edici şekilde geliyordu. Koğuşun kapısından içeri girdiğimizde, göz bantlarımızı çıkarıp çıktılar. Tüm tutuklu arkadaşları görünce kendimi daha “özgür” ve rahat hissetmiştim. SÜLEYMAN DEPREM ATİLLA ACARTÜRK Demirlibahçe’de başladı sol görüşle tanışması, Site Yurdu’nun sokaklarından korku salmaya faşistlere… AİTİA’ne girdiğinde öğrenclerin faşist baskıları, haksızlıkları görüp, okula gelip gidemeyen sol görüşlü öğrencilere önderlik yaptı. BAK-Der’in başkanlığını, YDG’nin sorumluluğunu kısa sürede alması, kendine olan güvenini etrafına yayması, gözü karalılığı, yiğitliği, militanlığı saygı duyulması, devrimcilere önder oluşu faşistlerin kabullenemeyeceği bir hareketti. Korkudan yanına yaklaşamayan –ki yaklaştıklarında ne olduğunu iyi bilirler – faşistler davadan yıldırmak için çok kurşun sıktılar. Faşistler nerede ise, Hukuk Fakültesi’nde mi, Siyasal’da mı, Hacettepe Üniversitesi’nde mi, Eğitim fakültesi’nde mi, Mamak’ta mı, Demirlibahçe’de mi, Abidinpaşa’da mı, Madenoğulları’nda mı, Tandoğan’da mı, Kızılay’da mı Atilla Acartürk oradaydı. Sadece Ankara’da değil… Kısa sürede yiğitliği, militanlığı, önderliği, korkusuzluğu tüm devrimci yapılarda sevgisaygı yarattı. Her zaman ezilenlerin yanında oldu, düzene karşı savaştı. Tam bağımsız Türkiye için mücadele verdi. Ezilen dünya insanları için savaştı. Emekçilerin hakkını savundu. Vazgeçmeden, Devrim ve Sosyalizm için savaştı. Düşüncelerini her an her yerde söyelrdi. Halkın bilinçlenirilmesi ve ilk olarak da kendi ailelerimizden başlamamız gerektiğini, dayanışma ruhumuzu hiçbir koşulda kaybetmememizi söylerdi. Sokaklara çıktı,meydanlarda oldu, hep ilk sırada, fabrikalarda oldu, sendika çalışmalrına katıldı işçilerle. Eşitlik istedi, özgürlük istedi, halkların kardeşliğini savundu.. Yıllarca evimiz devrimcilerle doldu. Ne yiğit yoldaşları ağırladı. Pırıl pırıl gençleri, umut dolu, sevgi dolu, mücadele ruhlu. Çok okurdu ve okuduklarını arkadaşlarıyla, gençlerle paylaşırdı. Sevgi doluydu yüreği. Yaralanan devrimci arkadaşlarını gördüğünde, kucakladığında onları kanları içinde, duygularına faşistlere intikam ekledi. Yoldaşları öldüğünde ise… 8 Şubat 1978… çapraz ateş sonucu vurdular yiğit abimi. 9 Şubat 1978’de binlerce devrimci ilk defa toplanan tüm devrimci yapılar, Karşıyaka’dan Atilla Acartürk’ü uğurladılar yoldaşlarının yanına… Yaşasın Devrim ve Sosyalizm sloganlarıyla… Atilla Acartürk’ü yaşatmanın en doğru yolu onun taşıdığı mücadele bayrağını daha yükseklere çekilmesi ile olacağı bilincini devam ettirmektir. Ne yapmıştı da devlete, hain pusular kurulmuştu. Ne yapmışlardı ki öldürülen yoldaşların katillerini saklayarak, bağrına basarak çeşitli üst kademelerde ödüllendirdi devlet, bakan, milletvekili, dekan, zengin iş sahipleri yaptı. Mafya olanalrı ödüllendirdi. Medikal şirketleri, temizlik şirketleri, fabrikalar, büyük kurumlardaki temizlik ihalelerine tek girip başkalarını sokmayanlara hep gözünü kapadı. Hep faşistlere göz kırptı. Hiç birine dokunmadı… Dokunmadı… Halkın gözünü boyamak için, susturmak için faili meçhul cinayetlerini soruşturma komsyonları kurdu… Sonuç yok… Sonuç sıfır… Türkiye seninle gurur duyuyor dedirtecek kadar rahat, serbest davrandıracaksın katili, slogan attı diye işkence yapıp hapishanelerde çürüteceksin sol görüşlü gençleri. Yaptıkları belli olan Oral Çelik’i özel arabalarda kurulup, çeşitli yerleri kontrollerde bulunduracak kadar geniş olacaksın. Doğan Öz’ün katiliniin ticaretle uğraştığını bilip, zenginliğine zenginlik kattığını bileceksin ki pek çok katliamda da adı geçecek, pırıl pırıl gençlerimizi asarak, öldürülmelerine göz yumacaksın olanlara ve güçlü güvenilir devlet olacaksın… Gençlerimizi hain pusularda silahlarıyla öldürdükleri yetmiyormuş gibi uyuşturucu kaçakçılığıyla yüzlerce kişinin canına kast edenler, binlerce aileyi acılarıyla, kederleriyle, intikam duygularıyla kendi içlerinde boğmadılar mı, boğmuyorlar mı? Devletin sahip çıktığı katilleri, hangi mevkide olursa olsunlar, hangi saltanatı sürdürürse sürdürsünler cezasız kalmayacaklar… Bazen kurşunlara hedef olacaklar, bazende kazalara… Ecelleriyle ölmeyeceklerini öğrenecekler ve unutmayacaklar… Arşivlerde gizlenen bilgilerle katilleri saklayanlar, açıklamaya korkanlarda, bir gün o arşivlerde kendilerini bulacaklarını, namlunun kendilerine de çevrileceğini unutmasınlar… TÜLAY ACARTÜRK 2. BÜYÜK ALEVİ KURULTAYI ANAYASAYI BEKLERKEN; ALEVİLER “Ayrı gayrı bilmeden yetmişiki millete bir gözle bakan gönüllere aşk ola! “En al Hak” diyen Hallacı Mansur aşkına! Kerbela’da insan onuru adına serini veren Şah Hüseyin aşkına!” Bu duygu ve düşüncelerle sizleri selamlıyorum. Anayasa: Ülke idaresinde uyulan temel kanun,toplumsal bir sözleşmedir. Neden yeni bir Anayasa? Çünkü varolan anayasa artık bir çok ihtiyacı karşılamıyor. 12 Eylül askeri faşist darbesi koşularında oluşan bu anayasa birçok değişikliğe uğramasına rağmen halen çok eksikleri var. Değişen toplumsal koşulara uygun çağdaş, laik, eşit yurttaşlık haklarını kapsayan bir anlayışa ihtiyaç olduğu kesin. Anayasa konusunda bu güne kadar çok şey yazıldı, söylendi daha da söylenecek, doğal olarak. Her kesim kendi bulunduğu yerden bakıyor. Bugüne kadar anayasa konusunda en fazla ceza çeken kesim sol, sosyalist kesimdir. Alevilerdir, Kürtlerdir. Yeni anayasayı kimler yapmalı? -Anayasayı kurucu meclis yapmalı. -Kurucu meclisi kimler temsil eder ya da etmeli; Kürtler,Türkler, Lazlar, Çerkeşler, Aleviler, kadınlar, gençlik, sivil toplum kuruluşları, sendikalar, dernekler, siyasi partiler. Her kuruluş kendi hak ve özgürlüklerini talep ederek yeni bir sosyal devlet olgusunun genişlemesini katkı sunmak zorundadır. Osmanlıdan günümüze kadar beş anayasa yapılmıştır: 1-Kanuni esasi (23 Aralık 1876) 119 maddeden oluşmuştur. 7 kez değişiklik yapılmıştır. (1909-1918). 2-Teşkilatı esasiye (20 Ocak 1921) 23 maddeden oluşmuştur. 1 kez değişiklik yapılmıştır. 3-1924 Anayasası (20nisan-1924)105 madeden oluşmuştur.5 kez degişiklik yapılmıştır. (1928-1937) 4-1961 Anayasası (Referandumla kabulü 7 Kasım 1961) 157 madde, 22 geçici maddeden oluşmuştur. 7 kez degişiklik yapılmıştır. (1969-1974) 5-1982 Anayasası (Referandumla kabulü 7 kasım 1982) 177 maddeden oluşmuştur. 16 kez degişiklik yapılmıştır. (1987-2008). 6-Değişiklik de yeni anayasada olacak. Anayasanın tamamını ya da bir kısmını ‘’tayğır’’ [bozmak] ‘’tebdil’’ [değiştirmek] ilga etme [ortadan kaldırmak] veya teşebbüs etmek gibi kavramlardan yıllarca bu ülkede devrimciler hukuki suçlamalarla karşı karşıya kaldılar ve yargılandılar. Ağır bedeller ödediler. Anayasa tartışmalarında sol ve sosyalistlerin tutumu tartışılırken unutulmaması gereken ilk olgu acı deneyimlerle doludur. Yaşadığımız bu acı deneyimler bize gösterdi ki ülkedeki devrimciler anayasa konusunda özellikle 12 Eylül askeri faşist darbe anayasası konusunda devrimcilerin denemeye, test etmeye, ne hakları ne de hadlerine vardır. Özellikle bu anayasa tartışmalarında devrimcilerin uzak kalması söz konusu olamaz. Tam tersine bu düzeni ve yapılan politikaları iyi bilirler. Anayasa konusunda hukuki, siyasal hattı tartışmak devrimcilerin görevlerindendir. Bu anayasa Alevileri, Kürtleri, diğer azınlıkları ülkenin eşit yurttaşları olarak görmediği sürece hep bir ayağı eksik kalacak. Eşit yurttaşlık hakkı temel haktır. Görünen o ki her hükümet kendi anayasasını yapmaya çalışıyor. Şimdi de sıra AKP’ye geldi, giden geleni aratacaksa, ‘’sivil dikta anayasası’’ olacaksa hiç gerek yok. Zaten bu anayasadan bizler yeterince acı çektik. Yeni anayasa daha özgür, daha adil, toplumun her kesimin kucaklayacak mı? HAYIR. Elbette bizler 12 Eylül askeri faşist darbe anayasasının değişmesini istiyoruz. Şayet AKP kendi anayasasını oylatmak istiyorsa ki görünen de o, bu ülke açısından çok tehlikeli bir gidişat olacaktır. Ülkemiz son yıllarda en kötü, en gerici, en şeriatçı bir hükümetle karşı karşıya. Bu siyasal islamcı anlayış ülkeyi tekçi bir anlayışla kendi dışında kimseye tahammülü yoktur. Bu islamcı anlayış kendi düşüncelerini hayata geçirmek için her yolu denemektedir. Alevi ,Kürt, Romen vs açılımlarından görülmüştür ki kendi Alevilisini, kendi Kürdünü ve kendi Romenini yaratmak istemektedir. Bu da tekçi bir yaklaşımın kendisidir. Bu zihniyet tv kanallarında Alevilere küfür ve hakaret etmeyi marifet sayıyor. Özel dershanelerde, gazetelerde son günlerde hayatın değişik alanlarında Alevilere saldırılıyor. Bu açılımlarda ne Aleviler, ne Kürtler, ne de Romenlerin herhangi bir kazanımı oldu mu? Hayır. Doğaya ve ekolojik değerlere sahip çıkmalıyız. Hes’lere karşı yapılan mücadeleleri sahiplenmeliyiz. Bu mücadele diğer anlamda da yoksul köylülere sahip çıkmayıda bereberinde getirir. Çünkü hes’lerle birlikte köylülerin topraklarıda yok olacaktır. Eşit yurttaşlık talebimiz yeni anayasa da kabul görecekse (kabul görmeli) gerçekleri araştırmalı ve adalet komisyonu kurulmalı. Başta Dersim, Sivas, Maraş, Çorum ve Gazi katliamları araştırılmalı belgeler ortaya çıkarılmalıdır. Bu bu baglamda, taleplerimizi şöyle özetleyebiliriz; -Madımak utanç müzesi olmalı -Cemevleri yasal statüye kavuşmalı -12 Eylül askeri faşist darbesi ürünü olan zorunlu din dersleri kaldırılmalı -Diyanet işleri başkanlığına lav edilmeli -Alevi köylerine cami yaptırma politikasından vazgeçilmeli -Devlet tekçi anlayışı dayatmamalı. Yeni oluşacak anayasada Alevilerin talepleri açıkça maddeler halinde belirtilmeli. Tüm bu yaşadıklarımız Türk-İslam ideolojisi adı altında Faşizm uygulanmaktadır. Yaşadığımız katliamlar bunların kanıtıdır. Özellikle tarikat-cemaat ittifakı olan AKP hükümeti döneminde tekelleşme, gericileşme , ayrımcılık, dini motiflerin sürekli her yerde işlendiği bir dönem olmuştur. Tv kanallarında, gazetelerde bu faşist zihniyetin ilericilere, demokratlara ciddi saldırılar yapıltığını izliyor ve okuyoruz. AKP hükümetini eleştirenler öğrencilerin payına gaz, jop düşmektedir. İşçilerin ve emekçilerin ise güvencesiz ortamda çalışma zorunluluğu içinde, iş ve aş güvenliği olmadığını görmekteyiz. Kadınların bu dönemde daha fazla cinayet ve tecavüz uğradığını yine yaşayarak görüyoruz. Hatta bu ülkede kadınlar işsizliğin sebebi olarak görülmektedir. Onun için kadınları eve hapsetme anlayışı vardır. Bu durum AKP hükümeti tarafından kadınlara yönelik ikinci sınıf muamele anlayışının ta kendisidir. Sosyal devletin her geçen gün yok edildiği bir süreçte bir kurultay yapacağız. Bu kurultayı önemsiyoruz elbette. Bu arada bugün sorunlarımız çözülmeyecek. Eşit yurttaşlık taleplerimizin yeni anayasada var olması için çabalarımız devam edecek. Bizleri yok sayan, görmeyen gözlere diyoruz ki BİZLER VARIZ VARDIK VAROLACAĞIZ. Bu sorunların ancak demokratik hukuk devleti çerçevesinde çözüleceğini biliyoruz. Onun için diyoruz ki eşit yurttaşlık haklarımız ve yukarda saydığımız taleplerimiz ancak demokratik bir anayasa ile halkların hak ve özgürlüklerinin güvenceye almasıyla gerçekleşir. Tüm maddeleri demokratik olsa da ülkemizin ortak farklılıklarını tanımayan, onların hak ve hukuklarını güvence altına almayan bir anayasa asla demokratik bir anayasa olamaz. “SORMA BE BİRADER MEZHEBİMİZİ, BİZ MEZHEP BİLMEYİZ YOLUMUZ VARDIR ” PİR SULTAN ABDAL KİMDİR? Pir Sultan Abdal 16 yy.da Sivas’ın Banaz köyünde ve Sivas çevresinde yaşamış bir Halk ozanı dır. Asıl adı Haydar’dır. Anadolu’da yaşayan tüm Aleviler, Pir Sultan’ı sever ve saygı duyar. Pir Sultan Abdal’ı diğer ozanlardan ayıran yanı pir oluşudur ki O bu sıfatı devrimci karakterinden ve 12 imam yolunu yaymaya çalışmasından alır. Bu yüzden de halk ozanları arasında osmanlının en büyük düşmanı olmuştur. Bu dönem aynı zamanda , osmanlılın sünnileştirme çabasının en yoğun olduğu bir dönemdir. Pir Sultan Abdal özelikle on iki imamların isimlerinin yayılma konusunda başarılı olmuştur. Pir sultan halk ozanlılığının yanı sıra osmanlı ya açıkça tavır alabilecek kadar. DEVRİMCİ BİR KİŞİLİKTİR.. Pir Sultan Abdal halk arasında yedi ulular olarak bilinenlerden biridir (diğerleri, Kul Himmet, Yemini, Virani, Fuzuli, Seyit Nesimi, Şah Hatayi) Pir Sultan Abdal ile ilgili bu güne kadar on üç kitap ve araştırma yapılmıştır. “ BİLMEYENLER NE BİLSİN BİZİ, BİLENLERE SELAM OLSUN. “ Ülkemiz Anayasa Referandumundan sonra yeni bir sürece girmiştir. Eski ilişkiler değişmiş siyasal islamcı anlayış tamamen ülkeye hakim olmuştur. Bu siyasal islamcılara karşı kendi içimizde barışık, derli, toplu ve ciddi bir duruşa ihtiyaç vardır . Bunu yapacak güce ve bilgi birikimine sahibiz. Özellikle Sivas Katliamından sonra Alevi hareketi ciddi bir şekilde büyümüş ve Alevi toplumunda hatırı sayılır bir noktaya gelinmiştir. Alevi hareketi bağımsızlığını koruması önemlidir. Onun bağımsızlığına gölge düşürebilecek çabalar ve çeşitli entrikalar, bundan önce olduğu gibi bundan sonrada Alevi toplumunun kendi tarihine, kültürüne, düşünce sistemine bağlı yaklaşımı ile boşa çıkarılacaktır. Bizlere her zaman örnek ve önderlik etmiş olan Pir Sultan Abdal bilinci ve direnciyle birlikte, onun özgürlük mücadelesini topluma kazandırarak, hizmet anlayışını ve alevi hareketinin çıtasını yeniden yükseltmeliyiz. Sorunlarımızın diz boyu olduğu bir dönemde, birliğimize ve dayanışmamıza, her zamankinden daha çok ihtiyaç olduğu tespitini yaparak, hoşgörüyü ve tahammülü yeniden Alevi hareketine kazandırmak, Alevi toplumunda birlik oluşturmalıyız. BOZATLI HIZIR YARDIMCIMIZ OLSUN. Topluma karşı olan sorumluk bilinciyle, önerilerimiz; -Kişisel olarak siyasal ikbal peşinde olmayacağız. -Devletten de siyasi partilerden .bağımsız politikalar oluşturacağız. -Kolektif bir anlayışı hayata geçirmek suretiyle, demokratik bir anlayışı yerleştireceğiz. -Dilimiz her zaman barış dili olacak, kendi haklarımızı savunduğumuz gibi başkalarının haklarını da koruyacağız .Alevi kurumları ile dostça ilişkilere önem vereceyiz. İşsizliğin, yoksulluğun ve yolsuzluğun diz boyu olduğu bir süreçten geçiyoruz. Toplumsal taleplerimizin ancak ülkemizin demokratikleşmesi ile mümkün olabileceğini, onun için mücadeleyi yükseltmemiz gerektiği bilincini öne çıkararak, eşitlikçi ve özgürlükçü bir anlayışı hakim kılmaya çalışacağız . BİRLİKTELİK VE DAYANIŞMA DUYGUSUNU YENİDEN CANLANDIRMALIYIZ. GELİN CAN LAR BİR OLALIM İRİ OLALIM DİRİ OLALIM . DÖNEN DÖNSÜN BEN DÖNMEZEM YOLUMDAN CUMA GÜRSOY UNUTULAN KAVRAM SINIFSALLIK Artık günümüzde gasp yapanlar, cinayet işleyenler, sarhoş araba kullananlarda hiç utanma, sıkılma kalmamış her şey o kadar olağanlaşmıştır ki normal vatandaşlar suçlu gibi sokaklarda gezer oldu. Gezerken sanki niye suçsuzsun utanmıyor musun bir suç işlememeğe baksana çevrene herkes suç işlemişken, herkesin bir suç işleme hakkı varken, sen böyle ezilerek, sıkılarak aç susuz dolaşıyorsun. Seninde çocukların okumak ister, sende en güzel yaşam içinde gününü geçirmelisin diyorlar suçlular. İnsanın aklı karışıyor birden. Çünkü siz sorunlar yumağı içinde sorunlarla uğraşan kişilersiniz. Başınıza bir iş gelse derdinizi, anlatacak bir merci var mı. Kanunlar suçlunun yanında. Örneğin Bilinmeyen bir nedenle kavga ettiği arkadaşını ruhsatsız tabancasıyla göğsünden vuran Burak Akpolat ifadesinde cinayeti isim yapmak amacıyla işledim demiş. (gazetelerden). İşte şan, şöhret isim nasıl yapılırmış görsünler. Bu isim yapma hastalığı onun peşini bırakmaz hapishanede de koğuşun efesi kesilir. Artık o kraldır. Günümüzde demokrasi kendi içinde de bir kral yarattı. Başbakanımız. O öyle bir kral ki kendi sınıfının bilincinde. Eskiden bir tesettür sorunumuz vardı. O mevcut düzenin sınıfsallığında yerini aldı. Uluslararası sermaye ve finans kurumlarının açık pazarı haline getirilmiş ülkemizde yatırım yapılarak faizden tatlı karlar sağlayanlar bir gün bankalardan sermayelerini çektiklerinde olan gene fakire fukaraya olacaktır. Çünkü onlar kendi birliklerinin gücünü iktidarın safında yer alarak göstermişler onların palazlanmasına, karşılık kendilerine verilen sadakayı yeterli görmüşlerdir. Ya hırsızların arsızlıklarına ne dersiniz. Adaletsiz gelir dağılımının insanlar arasındaki dengesizliğini doruk noktasına çıkaran varsıl ve yoksul arasındaki fark hırsızlıkta da bir patlama yaratmıştır. Teknolojinin gelişmesiyle kredi kartı kopyalamasında bankalardan milyonlar çekilmiştir. Medyanın adeta hırsızları bir kahraman gibi sergilemesi bundan sonraki yapılacak hırsızlık olaylarında caydırmadan ziyade özendirme güdüsü yaratmıştır. Hırsızların,Özel suç işleme tekniklerini geliştiren teknolojiden yararlananların oluşturduğu sınıf içinde telefon dinleme teşkilatı,sahte belgeler düzenleme teşkilatı, Karşıt görüşlerden ve sivri dillilerden oluşanları susturmak için özel suçlular yaratma teşkilatı gibi birçok sümen altı iş yapma teşkilatları türemiştir. İsyankâr duygularından dolayı evlerinden kaçarak sokak çocuklarına karışan ve sokak çocuklarını çoğaltan oluşumun sorunları günümüzde hala çözümlenmemiştir. Binlerce sokak çocuğunu anormal gören toplum, gene düzenin yarattığı zenginlerdir. Bu serseri olarak görülenlerin bir araya gelerek kurdukları rap gruplarının da müzik yapmaya başlamalarıyla, önceleri gürültü, baş ağrıtıcı müziğe benzemez bir şey olarak görülmüş, yaptıkları müzikler tutulup ta para kazanmaya başladıklarında, o sosyetenin görüşlerinde 360 derecelik bir görüş değişikliği yaratıvermiştir nedense. İsyankâr duygularından arınmalarına karşın kullanmış oldukları uyuşturucu alışkanlıklarından kurtulamamışlar sokak çocukları, ama toplumun kaymak tabakasının sempatisini kazanmayı başarmışlardır. Yurdum insanı, devlet baba ne maaş layık görürse onu almak zorundadır. Oysa halk yüksek seviyeli insanlara bu seviyesizin demişler. Onlarda bu seviye bizimmiş diyerek meclisteki karar güçlerini kullanıp emekliliklerindeki maaşlarını 12 bin liraya çıkartmışlardır. Şimdi bu bir sınıfsal farklılık değil midir? Halkımız asgari ücret ile, emekli milletvekillerine verilen ücret arasındaki farkı nasıl yorumlayacaklar? Kadınlarımızın işkence görmeleri ve töre cinayetlerine kurban verilmelerindeki mücadelenin sınıfsallık payı, yok denecek kadar azdır. Medya yandaş medya olduğu ve halkta sınıf bilinci oluşturulamadığı sürece bu hep böyle devam edecektir. Kadınların batıdaki gibi demokrasi anlayışına ulaşabilmeleri için, en az iki yüz yıllık bir mücadele vermek zorunda kaldıklarını unutmamaları gerekmektedir. Dünyanın hiçbir yerinde de kadın sorunları çözülmüş olmamasına karşın batı, doğu ile farklılıkları hiç dikkate almadan kadınları özgürleştirme yolunda geri kalmış, itaatkâr, bağımlı ve aciz olarak tanımlıyorlar. Günümüz Amerika’sında gelir dağılımındaki adaletsizlikle birlikte kapitalizme karşı başlanan gösterilerin temelinde bilinçaltı bir sınıf mücadelesi yatmaktadır. Unutulmuş gibi görünen bu kavramın gün yüzüne çıkarılmasının zamanı çoktan gelmiştir. Dünya nüfusunun 7 milyarı bulduğu günümüzde daha ne kadar kazançların gizlenmesi için yardım dağıtılacak. O yardımlarla oyalanan bir toplum daha ne kadar sabredecek göz göre göre kendisinden bir şeylerin çalındığına. Önemli olan ezilenlerin safında yer almak. Benim anladığım sınıf bilincinin özü budur.Sonrası kendiliğinden gelir. AHMET CANBABA Not: Sevgili dost yürek. Derginin tekrar hayata geçirilmesi oldukça anlamlı ve tarihi bir görev. Yayın hayatında başarı dileklerimi sunarken yanınızda olduğumu bildirir bir yazımla bir şiirimi göndererek bilinçlenmeye bir damlacık katkı yapabilmenin mutluluğunu yaşarım sanıyorum Sevgiyle, dostça kalın. ULUDERE, ULUDERE AKAN KANLAR NEREYE? 35 insan ölmelimiydi? Bu kader mi? Bunların 17'si çocuk en küçüğü 13 yaşında, elele ölüme gidiyorlar. Bunlara kaçakçı deniyor. Sınır ticaretinin adı kaçakılık oluyor. Çok Uluslu Şirketler(ÇUŞ) sınır tanımayan bir şekilde egemenlerin hukukyla baldırı çıplakların açlığı, sefaleti uğuna dünyayı talan ediyorlar. Emperyalizme, hegomonik güçlere, kapitalizme, onların ürettiği her türlü melanete karşı duruş gösterenlere en acımasız şekilde davrananlar, kendilerini ifade olanağı tanımayanlar onların direnme hakkını kullandıklarında TERÖRİST diyorlar!.. Terörist ve terörizm kavramlarının içini boşaltıp, hak, adalet, eşitlik, özgürlük mücadelesinde şiddet kullanmak dışında alternatif bırakmayanlar itibarsızlaştırılarak TERÖRİST deniliyor. Özellikle görsel medya'da manipüle edilerek ülkenin yoksulları, ezilenleri, yedekleniyor. Egemenler, ideolojik altyapı ile meşruiyetlerini oluştururlar. Egemenlere karşı mücadele edenlerin onlara baş kaldırma cüreti dışında silahları yoktur. Meşruiyetlerini haklılıklarından alırlar. Mazlum-Der, ÇHD, TİHV, İHD, Türkiye Barış Meclisi, KESK, TTB, ve DİSK'in 35 İnsanın katledilişinin ardından bölgede yaptırdığı inceleme sonucu Şu anekdota dikkat çekmek istiyorum: '' Şimdi soralım; yıllardır bölge insanının geçimini kaçakçılıktan sağladığı ve bu alışverişi belli bir hat üzerinde gerçekleştirdiği askerler tarafından bilinmesine rağmen, bu insanlar bir gecede nasıl tanınmaz oldu? Yer belirlemek için atılan işaret fişeği ve öldürmek için TOP'la uyarımı olur? Bombalamadan sonra, haber verilmesine rağmen neden asker bölgeye gitmedi?'' Sağlık görevlilerine geçiş iznini kim ve neden vermedi? Madem bir operasyon söz konusuydu, sınıra giden köylüler neden uyarılmadı? Yaşadıkları acı yetmiyormuş gibi, çocuklarının cesetlerini kendi elleriyle toplayıp katırlara taşıyan köylülere yetkililer seyirci kaldı? Uzunca yukarıdaki DKÖ'lerinin sunduğu rapordan kısa alıntıdan çıkarılacak sonuçları düşündüğümüzde, ERK'i elinde bulunduran iktidar DEVLET (Baskı aracı) Terörist midir, değil midir? Vijdanları körelmeyen, sol memenin altındaki cevheri karartmayanların takdirine sunuyorum... Roboski ve Gülyazı köylerindeki bombardımanda arkadaşlarını yitiren Gülyazı Lisesi öğrencileri, ''Hayallerimiz vardı'' diyerek, katliama tepki gösterdi. Öğrenciler, bugün okula gittiklerini ve arkadaşlarının sıralarını boş gördüklerini belirterek, '' Bu durumun hesabını kim verecek? Bu olayda birsürü arkadaşımız hayatını kaybetti. Biri gider, bin gelir, bunun hesabını soracağız'' dedi. Tazminat tartışmalarına da değinen öğrenciler, ''Bizi tazminatla kandıramazlar, hayallerimizi, arkadaşlarımızı bize geri verebilirler mi? AKP geri veremeyeceklerini bizden alıyor ve bunun hesabını bize verecek. Hayallerimiz vardı. Nevzat arkadaşımızın, Salih arkadaşımızın, Cemal arkadaşımızın hayali vardı. Arkalarında bıraktıkları arkadaşları olarak bizler hukukçu olup arkadaşlarımızın hesabını devletten soracağız.'' diye konuştular. ''Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler'' liberalizm anlayışının en iyi savunucusu olduğunu söyleyip toplumu '' Piyasanın güçlü kollarına'' teslim eden AKP hükümeti bugün kurumlardaki vesayeti kendi lehine çevirerek, adım adım devletleşerek, egemenlik alanını genişleterek '' Köpeksiz köyde değneksiz gezmek '' için toplumsal muhalefeti önceki hükümetlerden farklı olmadığı gibi daha da ileri uygulamalarla cendere altına almaktadır.Ergenekon, KCK ve devrimci Karargah davalarıyla toplum kriminilize edilmektedir. İçişleri Bakanı'nın Tuval'e çizilen resimden, kağıda yazılan şiirden, makaleden, sanat'dan bölücülük çıkartarak paranoya hali yaşıyor olması '' Bu kış KOMÜNİZM gelecek'' diyen öncüllerinden farksız olduklarını gösteriyorlar. Tekçi, imhacı ve inkarcı rejim AKP eliyle devam ettiriliyor. Darbecilerden hesap soracağız, her konuda açılım vb. Kamuoyunda yanılsama yaratarak MIŞ gibi davranışlarının birbirini takip eden söylemlerden öteye gidemeyecektir. İktidarları değerlendirirken, sınıfsal mevzilenmesine göre değerlendiremeyenler hataya düşerler. Ülkemizdeki sınıflar mevzilenmesinde AKP Büyük Burjuvazinin HER kesiminin temsilcisidir. Çünkü burjuvazinin kendi arasında klik çatışmalarının da AKP iktidarında rejimin sahiplenilmesi temelinde uzlaşma içerisindedir. 35 Kürdün katliamı burjuva medyada yankı bulmasına baktığımızda, bu daha da net görünmektedir. Ölümün sıradanlaşmasını, kanıksanmasını isteyenler, ağız birliği ederek ailelerinin yükünü çocuk denecek yaşta omuzlayan gençlere kaçakçı yaftası vurarak vijdansızlık ölçüsünde karartmada bulunulmaktadır.Çok Uluslu Şirketlere (ÇUŞ) izin verip ülkeyi YOK pahasına talan ettirenler kime kaçakçı diyorlar bakalım: Cemal ENCÜ: 16 Yaşında Lise öğrencisi ve kantin borcunu ödemek için gitmiş.Serhat ENCÜ: 17 yaşında iki Üniversite öğrencisi ağabeyine harçlık göndermek için.Hamza ENCÜ: 21 yaşında askerliğini yapmış, ailesine ekonomik katkı sunmak için.Şerafettin ENCÜ: 16 yaşında Lise sonda, annesini kaybetmiş, babasından para isteyemediği için.Bedran ENCÜ: 14 yaşında Ortaokul öğrencisi Şivan ENCÜ: 16 yaşında babasından ayrılan annesine bakmak için.Aslan ENCÜ: 17 yaşında babası yaşlı, mayın'a basarak sakat kalan ağabeyine bakmak için.Hüseyin ENCÜ: 19 yaşında evin en büyük çocuğu ve borçlu babasına yardım etmek için. Selam ENCÜ: 22 yaşında Üniversiteyi yeni bitirmiş, sınavlara girecek yol parası biriktirmek için.Fadıl ENCÜ: 19 yaşında diğer kardeşleri gidiyor diye oda gitmiştir. İçlerinden sadece 10 gencin durumu yansıtılarak (geniş acılı hayat hikayelerinin tamamanı vermeden) Gecenin zifiri karanlığında, soğuk, kar ve çamurda, ölüm korkusuna rağmen, o gece ölüme gidilen yoldan vazgeçmeyenlerin zorunluluğunu görmeyen körlere, sağırlara, vijdansızlara ne söylenebilir ki!... Onların hayalleri hayatlarını idame ettirmek içindi, ama ama buradan toplumu sindirmek, korku salmak, imha ve inkar rejimini devam ettirme medeti umanlar zulüm'ün ebedi olmadığını tarihten ders çıkaramayanlar hanesine yazılacaklardır. Ezilenler, sömürülenler, mazlumlar adına bu gibi olaylar korku duvarının aşıldığı '' Enginleri fethetme cesaretini kuşanma'' için potansiyelin kendini dışa vurup bilince çıkardığı günler olmuştur. Karamsarlık ve yılgınlıkla değil, umudu yeşerterek tünelin sonundaki ışığa erişilecektir. Bunun için HDK (Halkın Demokratik Kongresi) ve bileşenler ''Bir Ses'de Sen ver'' Cumartesi etkinliklerini 07.01.2012 den itibaren başlatmıştır. Dışarda kalma güç ver, bir ses de sen ol!.. Direnerek her türden baskıları boşa çıkartalım. METİN UZUNÖZ TOPLUMSAL DEMOKRASİ ÜZERİNE Bir sosyalist olarak amacımız sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz, savaşsız bir dünya yaratmak olabilir. Ancak buna ulaşmak hiç kuşku yok ki toplum gerçeğine uygun konumlanmaktan geçer. Ülke ve toplum gerçeğini, somut koşulları dikkate almayan bir anlayış, başarısızlığa mahkûm bir anlayıştır. Önemli olan bu ütopyamıza bizi ulaştıracak yolda toplumsal gerçekliğin içinde bulunduğu koşullardır. Bu koşullara uygun bir konumlanma olmaksızın azami hedefimizi henüz hazır olmayan bir topluma dayatmak bu mücadelede yalnızlığa mahkûm olmaktır. İçinde bulunduğumuz somut koşullarda coğrafyamızın en önemli sorunu demokrasi sorunudur. Demokrasi özü itibariyle sınıfsal bir sorundur. Demokratik toplum sınıfların eşit ve özgür katılımını esas alır. Amacı sınıfları yok etmek değil, sınıfların bir birlerini sömürmelerini engellemektir. Demokraside eşitlik ilkesi vaz geçilmezdir. Demokrasilerde hiçbir sınıf diğerinden üstün olmamalıdır. Her birey gibi sınıflarda toplum karşısında eşittir. Kapitalist sömürü sisteminin egemen olduğu bu coğrafyada sömürüyü kolaylaştıran temel olgu işçi ve emekçinin özgürce örgütlenme ve emeğini özgürce pazarlama hakkının kısıtlanmış olmasıdır. Demokrasi, sınıflar arasındaki rekabetin özgür ve eşit koşullarda sürdürüldüğü bir sistemdir. Demokrasi bir sınıfın diğerini sömürme veya diğerini yok etme rejimi değildir. Sınıf çelişkileri doğası gereği çatışmalı bir çelişkidir. Demokrasi bu çelişkinin demokratik ilişkiler içerisinde çözümlenmesinden yanadır. Demokrasi sınıfsal çelişkide haksız rekabetin temelini oluşturan tekelleşeme olgusuna şiddetle karşıdır. Dünya ve ülke gerçeği bize sermayenin gücünün emek karşısındaki eşitsiz konumunu göstermektedir. Demokrasi bu eşitsizlik karşısında emeğin haklarının korunmasında toplumun pozitif ayırımcı yaklaşımının gerekliliğini sağlayabilmelidir. Bu nedenle de örneğin angarya usulü çalışma veya insan yaşamını zorlayan mesai uygulamalarını(8 saatlik iş günü) pozitif bir ayırımcılıkla emekten yana düzenler. Demokrasi, eşitlik ilkesi gereği kapitalist özel mülkiyet ilişkilerine karşı toplumsal üretim ve paylaşım ilişkilerini esas alır bu temelde toplumun kolektif üretim ve tüketimine ağırlık verir.( Kooperatifler halk komünleri vs.) ancak bireyin özgür girişimini engellemez mülkiyet edinme hakkına saygı duyar. Ve bu hakkı güvenceye alır. Özetle demokratik muhalefet sınıfları yok etmeyi değil, sınıfların eşitliğinin ve özgürlüğünün teminatıdır. Demokrasi bu şekliyle aynı zamanda sosyalizme açılan bir kapıdır. “Sosyalizm demokrasinin fırınında pişer” Demokrasi sosyalizm değildir. Demokrasiden sosyalist uygulamalar beklenemez. Demokrasi bir sınıfın diğerini yok ettiği bir sistem değildir. Doğası gereği her sınıfın haklarını koruyan bu sınıfların çelişkili niteliğine rağmen bir aradalığını peşinen kabul eden bir sistemdir. Demokraside egemenlik anlayışı kabul edilemez bu herhangi bir sınıfın topluma egemenliği de olsa kabul edilemez. Demokrasi sınıflar arası ilişkiyi demokratikleştiren bir anlayıştır. Sınıflar arası demokratik ilişki, özünde sömürü sisteminin panzehiridir. Varlığını emeğin artık değerine borçlu olan sermaye, bu eşit ve özgür ilişkide varlığını uzun süre sürdüremez. İşte bu nedenledir ki demokrasi sosyalizme hizmet eder. Demokrasi özü itibariyle iktidar ve devlet arasındaki ilişkiden doğmuştur. Demokrasi özü itibariyle bir egemenlik aracına dönüşen devlete karşı toplumun hak ve çıkarlarını koruyan bir olgudur. Demokratik mücadele, esas olarak egemen devlete karşı toplumun hak mücadelesidir. Toplum gerçeği tek bir sınıf değildir. Her ülkenin kendi gerçekliğinde farklı sınıflardan oluşur. Gerçek demokrasi her hangi bir sınıfın demokrasisi değildir. Egemenlik sistemine karşı toplumu temsil eder. Bu nedenle gerçek demokrasi her hangi bir sınıfın demokrasisi değil, toplumsal demokrasidir. Kuşkusuz egemen iktidar çoğu kez ülkemizde olduğu gibi sermayenin iktidarı biçiminde şekillenmiştir. Bu nedenle de toplumsal demokrasi sermayenin devletine karşı bir mücadele anlamına gelmektedir. Bu gün toplumsal demokrasi mücadelesinin hedefinde egemen kapitalist iktidar vardır. Egemen iktidarlar çoğu kez sadece sınıfsal bir egemenlik değildir. Sınıfsal egemenliğin yanı sıra kültürel inançsal cinsiyetsel bir egemenlikte uygulamaktadır. Bu nedenle de toplumsal demokrasi aynı zamanda farklılıklar üzerindeki tüm egemenliklere karşı bir mücadeleyi esas alır. Bu nedenle toplumsal demokrasi sadece bir sınıfsal demokrasi değil aynı zamanda toplumsal demokrasidir. Toplumsal demokrasi kendi içinde farklı demokrasi anlayışlarını da barındırabilir. Bunlar burjuva demokrasisi ve proleter demokrasi biçiminde olabilir. Bu sınıfların demokrasi anlayışının topluma yansımasıdır ve kaçınılmazdır. Toplumsal demokrasi bu farklı sınıf demokrasilerinin mücadelesinin engeli değildir. Özgürlükçü bir anlayışla gerek burjuva demokrasisi gerekse işçi demokrasisinin kendisini konumlandırmasını engellemez. Çünkü toplumsal demokrasi bir özgürlükler rejimidir ve her türlü örgütlenme ve düşünce hürriyetini kapsar. Ülkemizde sadece bir sınıf çelişkisi yoktur bunun yanı sıra farklı kimlikler ve kültürler arası da çelişkiler bulunmaktadır. Kültür, inanç, kimlikler özgürlüğünden söz ediyorsak, her kültürün farklı nitelikte de olsa farklı sınıfları barındırdığını görmek gerekir. Demokrasi, her türden inançsal, ulusal, cinsiyetsel özgürlükleri kendi içinde barındırır. Demokrasi mücadelesi baskı altında dışlanmış ötekileştirilmiş kimliklerin özgürlüğünü hedef alır. Bu kimlikler, emek güçleri kadar, diğer farklı sınıf ve tabakalarıda kendi içinde barındırmaktadır. Demokrasi sadece emekçilerin kimliksel haklarını değil, aynı zamanda farklılığın bütün kesimlerinin kimliksel haklarını esas alır. Farklılıkların kendi kimliklerinde netleşmemesinin hiç kuşku yok ki esas engeli asimilasyonist iktidar politikalarıdır. Fakat şunu da görmek gerekir ki Farklı kimliklerin netleşmemesinin bir diğer engeli de bu farklılıkları öteleyip işçi sınıfı adına yanlış sınıf politikalarının dayatılmasıdır. Kimlikte netleşme kimlik içi sınıf mücadelesinin yok sayılması değildir. Her kimlik kendi içinde farklı sınıfları taşır ve bu mücadele doğası gereği engellenemez. Farklılıklar üzerindeki baskı unutulmamalıdır ki, farklılıkların bütün sınıfları üzerindeki bir baskıdır. Farklılıkların kendi gerçekliğinde netleşip irade olması farklılıkların bütün sınıflarının, ortak irade de buluşmasıdır. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, sadece işçilerin kendi kaderlerini tayin hakkı değil, tüm ulusun- tüm inancın- tüm kültürün kendi kaderini tayin hakkıdır. Baskı altındaki farklılıkların özgürlük talebiyle ortak irade oluşturmasına “sınıf işbirlikçiliği” damgası vurup karşı çıkmak ne demokrasidir ne de sosyalizmdir. Maalesef farklılıkların kendi kimliklerinde buluşmasının engellerinden biride bu yanlış sınıfsal yaklaşımdır. Farklılıkların özgürlük mücadelesi sınıf mücadelesinin engelleyicisi değil, sınıf mücadelesinin besleyicisidir. Çünkü “başkalarını ezenler asla özgür olamazlar” Biz ezilen emekçi kesimler elbette ki kimliklerin oluşmasında ezilen emekçi kesimlerin inisiyatifi elinde bulundurmasını arzu eder ve bunu teşvik ederiz. Ama bu diğer sınıfların kimliksel haklarının tanınmaması anlamında veya bu sınıfların engellenmesi anlamında olamaz. Çünkü demokrasi kimliklerin iç işlerine müdahale eden bir anlayış değildir. Şöyle ki bu gün Kürt demokrasi hareketi esas olarak kendi kimliğinde buluşmuş tüm sınıfları temsil etmektedir. Kürt demokrasi hareketine “kendi içindeki sınıflardan arında gel” söylemi veya bu hareketin bütünlüğünü sınıfsal temelde parçalamaya yönelik bir talep demokratik bir talep değildir. Elbette ki bir sosyalist Kürt hareketinin önderliğini sosyalistlerin yapmasına destek sunabiliriz. Nitekim Kürt realitesi de sınıfsal temelde ulusal bir hareket olarak gelişmiştir. Ancak bu destek Kürt hareketini kendi içinde sınıfsal bir ayrışmaya zorlama temelinde bir dayatmaya dönüşememelidir. Türkiye’de demokrasi mücadelesi özünde imha ve inkâra dayalı tekçiliğe karşı farklılıkların özgürce netleştirilmesinden geçmektedir. Sistem her türlü farklılığı yok sayan ve her türlü farklılık adına kendisini yetkilendirmiş anti demokratik bir sistemdir. Türk –İslam sentezinde kendisini bulan resmi ideoloji coğrafyamızdaki toplum gerçeğinin inkârıdır. Bu inkâr ve ret ediş, her türlü farklılığı etkilemiş ve ucube kişilikler yaratmıştır. Farklılıklar kendi gerçekliğinden uzaklaşıp, resmi ideoloji ekseninde kendi gerçekliğinden uzaklaştırılmıştır. Bireyler kendi gerçeğinden uzaklaştırılmış, resmi insan tipine çekilmiş, özgür birey ilişkisi yok edilmiştir. Bu gün ülkemizde hiçbir farklılık kendi kimliksel özelliklerini taşımamaktadır. Dönem bireylerin toplumun, sınıfların, inançların, kültürlerin cinsiyetlerin kendisini sorgulamaya yöneldiği bir dönemdir. Bu sorgulama ve kendin de netleşme yeni bir toplum yaratma arayışının temelidir. Eski ve zora dayalı tekçiliğin sorgulanıp dağılmaya başladığı, farklılıkların kendi gerçeklikleri üzerinden bütünleşmeye başladığı bir döneme giriyoruz. Özetle dönem zora dayalı birliğin yıkılma dönemidir. Dönem yeni bir bütünleşme için eskinin parçalanması ayrışması dönemidir. Bilindiği gibi demokratik toplum farklılıklardan oluşan bu toplumdur. O halde ülkemizde demokrasi mücadelesinin ilk adımı farklılıkların ortaya çıkarılması adımı olmalıdır. Bununda en temel yöntemi bireyin- toplumun kendisi ile yüzleşmesidir. Demokrasi çoğulcu bir yapılanmadır. Farklılıkların olmadığı bir yerde demokrasi ye ihtiyaçta yoktur. Demokrasinin temeli farklılıkların örgütlülüğüne dayanır. Demokratik toplum örgütlü toplumdur. Farklılıkların kendi gerçekliklerinden kaynaklı talepleri üzerinden buluşturulup örgütlü hale gelmesi demokrasi mücadelesinin en temel zorunluluklarından biridir. Demokratikleşme farklılıkların özgürce örgütlenmesinden başlar. Farklılıkların kendi kimliklerinde örgütlenmesi çoğu kez burjuva milliyetçi bir yaklaşım olarak değerlendirilmektedir. Bu büyük bir yanlış anlamadır. Dünya emperyalist sisteminin dünya işçi sınıfı üzerinden sağladığı sömürü kadar, varlığını ezilen halklar sömürge- yarı sömürgeler üzerinden sağladığı da bir gerçektir. Emperyalizme de temel karakterini veren farklı ülke ve toplumlara uyguladığı emperyal politikalardır. Sömürü ve baskı altındaki bu farklılıkların özgürlük arayışı asla burjuvaziye hizmet değil, aksine sermaye dünyasının bastığı zeminin çökertilmesidir. Ezilen farklılıkların kendi ekseninde örgütlendirilmesi ve bu baskılara karşı mücadelesi özünde dünya ve ülke kapitalist sisteminin güçten düşürülmesidir. Ezilen farklılıkların hak arayışı ezilen sınıfların hak arayışının önemli bir destek gücüdür. Topluma önderlik iddiasında bulunan her parti veya siyasal yapılanma bu gerçeği görmek ve bu farklılıkların örgütlenmesini kolaylaştırmak zorundadır. Bu farklılıkların örgütlenmesine zemin oluşturmayan bir siyasal yapı her türlü farklılığı kendinde hapseden ve her türlü farklılıklar adına kendisini dayatan bir yapı olacaktır. Kendisini nasıl tanımlarsa tanımlasın farklılıkların özgür iradesini kararlarına taşımayan bir parti kendisini dayatan bir parti olacaktır ve bunun demokrasiyle alakası yoktur. Eski tekçi anlayışın devam ettirilmesine hizmet edecektir. Bugün farklılıkların kendini arayışı başlamış, ancak henüz kendi kimliklerinde netleşmemişlerdir. Toplumsal muhalefetin ortak örgütlenmesini hedeflemiş tüm yapılar bu durumu dikkate almak zorundadır. Farklılıklar kendi eksenlerinde örgütlü olmadıkları gerekçesiyle tüm farklılıkları aynı biçimde örgütlemeye yönelmek yanlış olacaktır. Farklılıkların varlığı bir gerçekse bu gerçeğin örgütlenmesine katkı sunmak tüm demokratların bir görevidir. Bu nedenle Toplumsal muhalefeti örgütlemeye dönük her çaba bağrında bu özgün örgütlenmelere yer açmak ve bu örgütlenmelerin gelişmesine katkı sunmak göreviyle karşı karşıyadır. Toplumsal muhalefet farklı farklı kesimlerin muhalefetinden oluşur. Bu farklılıkların konumlanışlarını gözetir bir yaklaşımla toplumsal muhalefetin birleştirilmesine, buluşturulmasına gidilmelidir. Farklılıklar olmadan farklılıklar adına kararlar almak, farklılıkları yok saymak veya yok etmekle eşdeğerdir. Bu nedenle Toplumsal demokrasi farklılıkların karar mekanizmalarının buluşup ortak iradeyi oluşturması ortak kararlaşmasıdır. Bu bir anlamda özerklik temelinde bir işleyişi esas almayı zorunlu kılar. Bu nedenle de toplumsal demokrasi, farklı iradelerin buluşup ortak iradeyi oluşturmasıdır. Farklılıkların iradelerinden oluşmayan ortak irade, ortak irade değildir. Tekçi bir iradedir. Doğal olarak ta farklılıklardan oluşan toplumu temsil edemez Toplumsal demokrasi Toplumun bütün farklılıklarının egemen iktidara karşı mücadelesidir. Gerek sınıf, gerek ulus, gerekse inanç nedeniyle toplum içerisindeki iktidar karşıtı güçler arası çelişki elbette vardır. Toplumsal demokrasi bu çelişkilerin çözümü için her türlü özgürlüğü ve demokratik ortamı sağlamakla mükelleftir. Ancak bu farklılıklar üzerinden, farklılıkların bir birlerini dışlaması veya toplumsal muhalefeti dağıtıcı dayatmalar toplumsal demokrasiye uygun değildir. Toplumsal demokrasi kendi içinde birçok çelişkiyi barındıran iktidar tarafından dışlanmış ötelenmiş ve baskılanmış tüm güçlerden oluşur ve bu güçlerin farklı nitelikteki hak arayışları toplumsal demokrasinin özünü oluşturur. Bu gün en önemli ihtiyaç toplumsal demokrasidir. Ve bu toplumsal demokrasi işçi sınıfı demokrasisinin önünde bir engel değildir. TAYFUN İŞÇİ ULUDERE -Sınır kaçakçılığı başka hiçbir geçim kaynağı olmayan sınır illeri için yaşamsal önemde ve gündelik bir iştir. Savaş uçakları geçinmenin,başka hiç bir yolunu bulamadıkları için sınır kaçakçılığı yapan köylüleri bombaladı.Çoğu 15-16 yaşlarında 36 köylüyü öldürdü.Bu katliam en milliyetçi Türklere bile "Bu kadar da olmaz" dedirtecek seviyeye ulaştıKaçakçılık yapmanın yaşı yoktur, bazen mezarları bile yoktur.Çoğunun ne zaman ve nerede vurulduğu bilinmez. Kaçakçılık son yıllarda biraz daha zorlaştı. Buda onların yollarının kapanması, yollarına atılan pusuların artması ve ölümün bir an önce gelip bulması demektir. İnsan hakları savunucularına göre 2009 yılında en az 90 ,2010 da 68 kaçakçı İran askerleri tarafından öldürüldü,Gerçek rakamın daha da yüksek olduğu sanılıyor. Her iki ülkenin saldırılarında onlarca kişi de yaralandı. Bugüne kadar her iki tarafta da bu cinayetlere ilişkin tek bir yargılama sözkonusu olmadı. Türkiye ve İran tam bir cezasızlık içerisinde sınır hattında insanları öldürmeye devam ediyor. Uludere katliamının asıl amacı tek geçim kaçakçılık olan insanları korkutarak bu geçim kaynağını kesmek midir,Van depremiyle başlayan göçlerin devamını bu yolla sağlamak mıdır,bilinmez? Medyanın hali ortada .Devletler arasındaki savaşlar biter barış imzaları atılır ülkelerin sınırları da bellidir iç içe yaşamıyorsundur zaten .Ticaret,ortaklık vs sağlanır olur biter ama halkların arasındaki düşmanlık buna benzemez..Gün olur barış masasına oturabilmek için nefretle zehirlediğin düşman bellettiğin ‘’tebanı’’ikna edemezsin… Bugün ana akım medyanın yaptığı nefret, kin ve intikam ve hükümete mazeret arama çabaları,düşünmeye bile korkacağımız sonuçlara yol açar..Kısmen Van depreminde açığa çıkan sosyal medyada okuduğumuz, yüzümüzü kızartan yorumlar buna iyi bir örnektir… .Velev ki kaçakçı değil teröristler; topyekün katletmeli midir niye kimse sormuyor? 2011 de iki kez kimyasal silah kullanıldı cesetler tanınmaz halde,aileler ölülerini alıp teşhis edemiyorlar.Yıllardır ölülerinin atıldığı kuyuları arayan aileler düşünülürse Uludere’dekiler şanslı bile sayılır..Onlar geçimlerini sağlamaya çalışan zavallı köylülerdi veya küçücük çoçuklar TMK mağduru olmasın,Ceylan yazık,Uğur’a 13 kurşun çok değil mi diye vicdan rahatlattığımızın ve devlet eliyle işlenen diğer hukuksuzluklara meşruiyet kazandırdığımızın farkına ne zaman varıcaz….Terörle mücadele adı altında yapılan vahşetlere göz yumulduğu sürece Uludere ne ilk ne son olucak..Bizler de daha böyle çok sivil toplumculuk oynar,bir daha ki sefere görüşmek üzere dağılırız..Bu su götürmez devlet terörü ve herkes payını alıcak.. HÜDAYİ NABİT KARANLIKTA AYDINLIĞI BULMAK Ne mi okuyorum? Kısaca anlatayım siz de okuyun. Tek servetim binlerce kitaptan oluşan kütüphanemdir. Kütüphanemi zindan günlerinden itibaren toparlamaya çalıştım. Firar ederken bile yanımda katip vardı. Sonra zindan da bıraktığım kitapları bile getirtip, sırtımda taşıyarak sınırlara geçip mülteci olduğum ülkede korudum. Arşiv yapmayı, kitap satın almayı okumayı esas alan yönelimlerim, beni, kitapta özel mülkiyet haktır, ödünç verilse de mutlaka geri alınmalıdır demeye kadar götürdü. Okumak benim için özgürlüktür, güçtür, birikim moral ve kendini tanımaktır; dünü bu güne, ilkeler çerçevesinde bağlamak, soyutlamalarla, sentezlerle geleceği kurmak, tezler oluşturmak kitap denilen tarihin kendisiyle ilgilidir. Kütüphanemdeki her kitabın anlamı budur. Büyük bir çoğunluğunu okuduğum altını çizerek notlar aldığım kütüphanemde, aynı içerikte olan kimi kitapları bir kenara koyarak zamanı gelince okurum dediğim olmuştur. İşte o kitaplardan birini bu karanlıkta elime aldım. Şöyle bir göz gezdirdim. Yayın evine baktım; “Hürriyet Vakfı Yayınları” içim sıkıldı. Yazarı Norman Hampson, hiçbir kitabını okumamışım, duymamıştım da.. Yazar arka kapağa ilgimi çeken “Okuyucu bu kitabı, entelektüel bir gıda gibi değil de, bir ziyafet çağrısı olarak görmesini isterim” diye, kısa bir not düşmüş. Bu cümleyi okuyunca, “Şu karanlıkta, iddialı olmaktan uzak bir kitap okumak yeterlidir” diyerek okuma düzeneğimi sürdürmeyi uygun gördüm, sayfaları çevirdim. Yayın kurulundaki isimleri okuyunca, biraz daha karıştırdım. Ve sonuçta anladım ki, 35 yıldır okuduğum, özetler çıkardığım, alıntılar yaptığım AYDINLANMA ÇAĞI ile ilgili, derin bir araştırmayla karşı karşıyayım. Bu çağın öncesi ve sonrasını, başlangıç ve yükselişini, çağı yaratan filozofları, bilgeleri ve söylemlerini bir araya toplayarak okura özet olarak sunmuş. Daha da ötesi, öyle soyutlamalar yapmış ki, bir servet küpüyle karşı karşıya olduğunuzu hemen fark edersiniz. Okumaya, satır satır altlarını çizmeye ve notlarımı almaya, eski bilgilerimi canlandırarak sindiremeye koyuldum; Karanlıkta AYDINLANMA ÇAĞINI böyle buldum. Bir tarihi çağı anlatıyor olsa da, bu tür kitaplarda bir ölçüde yazarını yorumlarıyla da karşı karşıya kalırsınız. Kitap yazarının yorumlarının tümüne katılmadım, siyasal sonuçlarla da birçok noktada farklı noktadayım ama öylesi bir özeti, öylesi bir toparlamayı önüme sermiş ki, ufuklarıma yeni ufuklar kattı demeyi abartı saymayacağım. Farklı okumalarla vardığım sonuçları bu kitapta da görmem, soyutlamanın önemi kadar, emeklerimin boşa gitmediğini göstermesi açısından mutlu oldum; o da nedir bilir misiniz? Hiçbir çağ, hiçbir uygarlık, hiçbir üretim tarzı ya da sanat, edebiyat kültür akımı, verileri belirmiş olsa da yaşanırken tüm yönleriyle anlaşılamaz, formüle edilemez… Bu soyutlamayı yıllardır tekrar edip duruyordum. Bu soyutlama, sınıf mücadelesi, tarihsel devrimler, yeni uygarlık, devrimci küreselleşme ve emperyalist küreselleşme arasındaki fark ve bunun yeni uygarlığa gidişte taşıdığı anlam, Sosyalizm, özgürlük ve demokrasi, yabancılaşma vb gibi toplumsal siyasal yaşamın en kritik belirlemeleri üzerine gelişen kanaatlerimi, vardığım sonuçları çok iyi tanımlıyordu; “Bilinmeyenin, henüz keşfedilmemiş olandan başka bir şey olmaması” “Aklın açık seçik idrakıyla yadsınan her doğma… yanlıştır” “Kuşkuya temel teşkil eden şeyler de kuşkuludur; onun için kuşkulanıp kuşkulanmamak gerektiğine de kuşkulanmalıyız” “Aklın cesaretle kullanılması” gibi yüz binlerce değişik soyutla, bilimin her bir dalında evrimin “uyumlu bütün” olması gibi, uyumlu bütünsel bir teze, algıya yönelimi görmek güç değildir: Aydınlanma çağı bu bütünün tecelli ettiği teorik ve pratik tüm verilerde anlam buluyor. Benim geldiğim medresenin jargonu, paradigmaları son iki asır boyunca insan topluluklarının, Siyasal -ToplumsalEkonomik-Kültürel alanlarını yoğun olarak belirlemiş bir medresedir. Ancak bu medrese, değişen çağa, gelişen yeni uygarlık verilerinin yarattığı ilerlemeye adapte olma sorunu yaşamaktadır. Kendini yadsıma dönemi içine girdiğini söylemek de yanlış değil. Bu nedenle tarihi tüm yönleriyle yeniden okumak bu çağın aydını için önemli bir sorumluluk. Tarihin temel dinamiklerini, çağları ve üretim ilişkileriyle kültürel toplumları, uygarlıkları ve bunların yükseliş ve çöküşteki dinamiklerini yeniden soyutlamak, düzenlemek ve tarihsel bir tez olarak algılamak gereklidir. Malumunuz sürgünde mülteci olduğum ülke bu gün direniyor. Dünyanın tüm şer güçleri üzerine çullanmış halkıyla yönetimini teslim almak istiyor. Ama bu küçük ülke ve halkı öylesine kenetli ve öylesine güçlü bir direniş sergiliyor ki “toprak yeriz yine teslim olmayız” diyor. Bende bu ülkenin onurlu halkıyla omuz omuza direniyorum. Elektrik kesintisinde diremek, benim için bir yanıyla okumaktır, yazmaktır da. Hayatım boyunca sıkıntıya girdiğim zaman hep kitap okudum. En sağlam bilgileri, en yetkin soyutlamaları ve kapsamlı ilişkilendirmeleri böylesi kesitlerde edindim. Bir yandan direnirken diğer yandan üretmek işte Suriye’nin bana kattığı tas tamam budur. Bu ülkede, anlı açık yaşamak, devrimci onurla üretken olmak, mülteci olmanın hassasiyetleriyle adın dahil, çok şeyi çevrenden gizlemek, devlet ve devlet adamlarından uzak kalmak zor zanaattır. Kod adıyla yaşamak erketede sinmek demektir. Açık vermemek, sosyal çevrede akrabasız olmak, farklı ad ve soyadıyla toplum içinde erimek demektir. Devrimci ilkeler gereği, dostta olsa hiçbir devlete güvenilmez, bu nedenle kimliğini ısrarla saklayıp yaşamak gerek. Bütün bu öz verilerle birlikte, mülteci olduğun ülke ve halkını savunmak, onlarla omuz omuza direnmek, işte dünden bu güne gelen doğrularımızın arkasında durmak tastamam budur. Karanlıkta kitap okurken, sizlerle bunu paylaşmak istedim… Sözünü ettiğim şey, karanlıkta aydınlığı bulmaktır, ötesi değil… MİHRAC URAL DİYARBAKIR'DA BİR FIRIN [AMED] ''İhtiyacı olan askıdan Ekmek alabilir..'' (İnsanlığın Resmi) ASKIDA KAHVE Venedikte kenar mahallelerinden birinde, bir Cafe-Barda,espressolarımızı içiyorduk. İçeri giren müşterilerden biri, barmene "due caffee, uno sospeso" (iki kahve, biri askıda) dedi, iki kahve parası verdi, bir kahve içip gitti, Barmen de duvar üzerinde asılı duran çiviye bir küçük kağıt astı. Biraz sonra içeri iki kişi girdi.Onlar da trio caffee, uno sospeso" (üç kahve, biri askıda) dediler,Üç kahve parası verdiler ve iki kahve içtikten sonra gittiler. Barmen "askı ya yine bir küçük kağıt astı. Bunun gün boyu böyle sürdüğü anlaşılıyordu. Bir süre sonra kahveye, üstü başı biraz eski-püskü,belli ki yoksul bir kişi girdi ve barmene "uno caffee sospeso "(askıdan bir kahve) dedi. Barmen hemen bir kahve hazırladı ve yeni müşterinin önüne koydu.Yoksul kişi kahvesini içtikten sonra para ödemeden çıktı, gitti. Barmen ise duvardaki askıya taktığı kağıtlardan birini kopardı,parçalayıp çöp kutusuna attı. Bu gözlemimizin sonunda, gözlerimizi yaşartan,fakat kesinlikle örnek almamız gereken bir İtalyan toplumsal terbiyesi" öğrendik. Yardım etmek için insanların gereksinimlerini belirlerken, yalnızca yaşamsal gereksinimlerle sınırlı kalmak zorunda değiliz. Bir Venedikli için, yaşamsal olmasa da kahve, günlük yaşamda önemli bir yer tutmaktadır. Kahve içebilecek kadar parası olmayan kişilere yardım edebilecek düzeydeki kişiler, kendileri bir kahve parası daha ödüyorlar. Yardım ettiği kişiyi görmedikleri için bu kişiler de daha mutlu oluyorlar,kimden geldiğini bilmedikleri bu ikramı kabul eden kişiler ise huzurlu oluyor. Yardım eden ile alan arasında, bu caffe-bar'daki garson gibi, köprü görevi yapan kişilerin ise güler yüzlü ve sevgi dolu olmaları gerekiyor. İçeri giren yoksul bir kişinin, "Bana askıda kahve var mı?" diye sormasına gerek bırakmamak için "askıda kahve olduğunu" belirten kağıt parçalarını kolaylıkla görünebilen bir yere asmak ise bu olgunun çok zarif bir bölümünü oluşturmaktadır. Biz Türkler bu askıya birşeyler asamaz mıyız? Bir Ekmek Fırınında, yada bir Bakkalda, yada bir Markette... Askıda Ekmek Kulağa hoş gelmiyor mu? Askıda Ekmek uygulamasının Ispartada 3 Fırın tarafından yapıldığını biliyormuydunuz!?.Not:Şimdi Diyarbakır'da başlamış.. TÜRKİYE MESELESİNE DAİR TEZLER Türkiye Meselesine Dair Tezler Aralık 1929 - Şubat 1930 KEYK Doğu Sekretaryası’nın Türk sorunu üzerine [Lajos] Magjar tarafından hazırlanmış tezleri. 1.- Cihan harbinden sonra Rus inkılâbının tesiri altında zuhur etmiş olan türk inkilâbına, bir sıra burjuva halkçılığı meselelerini halletmek vazifesi terettüp ediyordu: imperyalism tahakkümünü yıkmak, köylülük meselesini halletmek, emlâk ve erazi sahiplerinin ve imperyalizme bağlı büyük burjuvazinin (komprador) hakimiyetini tecessüm ettiren hükümdarlığı devirmek, milliyetler meselesini halletmek. Devleti dinden ayırmak kadınları esaretten kurtarmak, vs... Cihan harbinin yarattığı vaziyet, Türkiye'ye cebren kabul ettirilen Sevres muahedesi, memleketin ecnebi orduları tarafından işgali gibi şe'ni şerait neticesi olarak, memleketin milli kurtuluşu ve imperyalism tahakkümünün yıkılması meseleleri Türkiye inkilâbının en kat'i meseleleri oldular. Buna mebni milli kurtuluş hareketi, imperyalisme karşı mücadelesinde, Sosyalist Sovyet Cumhuriyetleri ittihadına istinat ediyordu. Böylece S.S.C.İ. ve halkçı Türkiye, imperyalisme karşı, mütevaziyen hareket ettiler. 2.- İnkilâbın elebaşılığı Anadolunun, harp esnasında zenginleşmiş ve sanayi burjuvazisisine istihale etmek üzere bulunan orta ticaret burjuvazisine aitti. İnkilâp esnasında bu burjuvazi diktatörlüğünü tahakkuk ettirdi ve şehirli küçük burjuvazinin ve köylülüğün hareketini sevkü idare etti. Adetçe zaif, teşkilâtı fena ve sınıf şuuru az inkişaf etmiş olan proletarya, kendisi için bir sınıf olarak, bir müstakil rol oynamağa muvaffak olamadı. En mühim sanayi merkezlerinin o devirde itilâf ordularının işgali altında bulunmaları da bu muvaffakiyetsizliğin amillerinden biridir. Anadolu burjuvazisi diktatörlüğünü kemalist teşkilâtı (mudafaai hukuk grubu) vasıtası ile icra ediyordu. Kemalism (millicilik) milli kurtuluş hareketini sevkü idare eden imperyalism aleyhtarı bir kuvvet olmak itibarı ile inkişafının ilk devresinde imperyalisme karşı mücadelede inkilâpçı ve müspet bir rol oynadı. 3.- Kemalism, Rus inkilâbının yardımı ile, imperyalisme ve irticaı temsil eden, imperyalisme bağlı eski büyük burjuvaziye ve büyük emlâk ve erazi sahiplerine yaptığı ve kazandığı milli kurtuluş muharebesinin neticesi olarak, Türk Devletinin istiklâlini elde etti. 4.- Türkiye müstakil bir Devlet olmuş ise de başlıca şömendöferler, maden istihracatının en mühim kısmı, en büyük bankalar, limanlar, umumi menafie müteallik işletmeler (tramvaylar, elektrik, havagazi fabrikaları, telefonlar, kanalisation, v.s.), umumi düyun, harici ticaretin en esaslı mevkileri el'an ecnebi sermayenin ellerinde duruyor. Hafif sanayiin (mensucat, tütün) bir kısmı da ona aittir. Türkiyede muhtelif sınai işletmelere ve nakliyata vaz'edilmiş bulunan yüz milyon altın liraya yakın ecnebi sermayesinin en büyük kısmı (takriben %50) birbirine bağlı olan Fransa ve Belçika sermayesine aittir. Mütebaki sermayelerin mühim kısmı Alaman ve İngiliz sermayedarlara aittir. Osmanlı borçlarının hamilleri de yine başlıca Fransızlar ve Belçikalılardır. Harici ticaret sahasında İtalyan imperyalismi, son seneler zarfında en mühim vaziyetleri işgal etmektedir. Türkiye iktisaden imperyalismin bir yarı-müstemlekesi halinde kalmıştır. Türk sermayesinin sanayiin komanda mevkileri için olan mücadelesi (Anadolu demir yollarının satın alınması, tütün rejisinin devlet inhisarına kalbi, bir milli banka vücude getirmek teşebbüsleri) şimdiye kadar, ancak nispeten pek az ehemmiyetle muvaffakiyet temin edebildi. Milli banka sermayesi de inkişafa başlamış ve bu banka sermayesi milli sanayi sermayesi ile kaynaşma yoluna girmiş olmakla beraber bu sahada belli başlı mevkiler elan ecnebi sermayesinin ellerinde bulunmaktadır. Hatta son zemanlarda ecnebi sermayesi, işgal ettiği mevkileri genişletmeğe ve sağlamlaştırmağa bile muvaffak oldu (Umumî düyunun tanınması, İstanbul şehir emaneti borçlarının tanınması, Umumî düyuna karşılık İstanbul gümrükleri varidatının dainler idaresinin emri altına konması.) 5.- Müstahsil kuvvetlerin inkişafı aşağı bir derecede bulunması, sanayiin henüz inkişaf etmek üzere olması, iptidai teraküm usullerini andıran bir tarzda işçilerin zalimane istismarına rağmen, memleket dahilinde sermaye terakümünün nispeten yavaş yürüyüşü, imperyalism tarafından icra olunan tazyik ve kemalist burjuvazinin bizzat sınıfî tabiatı, onu yeniden memlekete ecnebi sermayesi çekmeğe mecbur etmektedir... Diğer yol, sosyalism kuruluşu memleketi ile, S.S.C.İ. ile cesurane bir yakınlaşma yolu, işte onun sınıfî mahiyeti dolayısıla halk fırkası hükümetine kapalıdır. Daima bir taraftan imperyalism ile S.S.C.İ. arasındaki tezatlardan, diğer taraftan bizzat imperyalism içindeki tezatlardan istifade etmeğe yeltenerekten halk fırkası hassaten ecnebi sermayesine teslim olmak istikametinde inkişaf ediyor. Kemalism, inkişafının ilk devresinde imperyalism aleyhtarı mücadelede milli umumi menfaatleri temsil ettiği halde, bu anda vaz'iyet değişmiş olup, o artık ancak burjuvazinin menfaatlerim temsil etmektedir. Kommunistlerin vazifesi yekdiğerine muhalif iki cihanşümul sistem arasında, imperyalisme aleyhtar mücadeleyi sevkü idare eden S.S.C.İ. ile imperyalism arasında halk fırkasının yaptığı manevraların içyüzünü göstermektir. Kommunistlerin vazifesi ayni zamanda imperyalisme teslim olmak yolunda ilerileyen halk fırkasına ve onun hükümetine karşı mücadele için kütleleri teşkilâtlandırmaktır. Buna gittikçe daha ziyade zaruret hasıl olmaktadır; çünkü rum, ermeni ve türk, imperyalist sermayeye bağlı, eski büyük burjuvaziyi tenkil ettikten sonra ve yahudi (komprador) burjuvazisine karşı mücadele ederekten kemalist burjuvazinin bir kısmı, bizzat kendisi ecnebi sermayesi ile ortak ve onun komisyoncusu (komprador) bir burjuvaziye istihale ediyor. İmperyalismin memleket iktisadiyatındaki komanda mevkilerinin tasfiyesi meselesi halledilmiş değildir. Zaten kemalist burjuvazi imperyalism önünde bu meseleleri halletmekten acizdir. Ancak ve ancak amele ve köylü kütlelerinin imperyalisme karşı, ve imperyalisme teslim olmakta bulunan kemalisme karşı mücadelesi memleketin bil'ahare tekrar imperyalism tarafından esaret altına alınmasının önüne geçebilir. Türk iktisadiyatına komanda eden yeni sevkül ceyşi merkezler zaptetmeğe ve Türkiyenin Devlet olarak istiklâlini tahdit etmeğe ve hatta onu büsbütün istiklâlinden mahrum etmeğe uğraşan imperyalisme aleyhtar mücadeleyi ancak ve ancak amele sınıfı sevkü idare edebilir ve onu bizzat halk fırkası hükümetini yıkmak suretile, sonuna kadar devam ettirebilir. 6.- Halk fırkası hükümeti aşarı kaldırdı ve ayniyat vergisi yerine para vergisini koydu. Milli ekalliyetlerin (rumlar, ermeniler) memleketten dışarı atılmaları, ve ermeni ve rum büyük arazi sahiplerine ve hatta köylülerine ait toprakların müsadere edilmesi, hazinei hassaya ait çiftliklerin devlete intikali ve bir kısım devlet topraklarının satılmasında takip edilen usul ve sui-istimalle, kemalist burjuvaziden bir kısmının çiftlik sahibi sermayedar vaziyetine geçmelerini ve zengin köylülerin topraklarını genişletmelerini mucip oldu. Muhtelif tedbirler miyanında Kredi siyasetile ve gümrük siyasetile halk fırkası köy iktisadiyatında sermayedarliğin seri inkişafını teşvik etti. Traktörlerin ve sair ziraat alât ve makinalarının intişarı, bilhassa izmir ve Adana havalisinde sınai nebatat ziraatının inkişafı, ziraat mahsulünü tahvil edici sanayiin zuhuru, otomobilciliğin yayılması, gittikçe adedi artan mevsim amelelerinin ve daimi ziraat amelelerinin istismarı, yarı-derebeyi çiftlik sahiplerinin sermayedar çiftlik sahiplerine süratle istihalesi, bir zengin köylü tabakasının teşekkülübütün bunlar memleketin başlıca türk mıntakalarında sermayedarlık münasebetlerinin sür'atlı bir hamlesini işaret ederler. Bir sıra esbap ve hadisat neticesi olarak, istiklâl harbi bir köylülük inkilâbına tehavvül edemedi. Milliinkilâp yarıyolda durdu. Milli inkilâbı durduran amillerin başlıcaları şunlardır: 1) İnkilâp daha ziyade bir istiklâl harbi şeklinde cereyan etti. 2) Bu harp aynı zamanda imperyalism acentaları olan rumlara ve ermenilere karşı tevcih edilmişti. Anadolu türk burjuvazisi kütlelerin içtimai hoşnutsuzluğunu, milli tezatlar yoluna doğru çevirdi ve milli meseleyi kendine göre "halletti", yani birkaç milyonluk milli ekalliyet ahalisini öldürttü ve memleketten kovdu. 3) Anadolunun muhtelif mıntakalarında inkişafın ve köylülük münasebetlerinin muhtelif ve mütenevvi olması da müessir olmuştur (rumlar ve ermeiler büyük arazi sahibi oldukları nispette, milli mes'ele ile köylülük meselesinin çapraşık olması; büyük bir kısım köylülüğün murabaha sermayesinin esiri bulunması). 4) Köylülüğün sınıfî şuur seviyyesinin çok aşağı olması ve teşkilâtsız bulunması ve bizzat çok zaif, teşkilât ve siyasi tecrübe itibarıla geri olan Anadolu amele sınıfının sevkü idaresinden mahrum bir halde olması. 7.- Bundan dolayı halk fırkası hükümeti köylülük inkilâbı vazifelerini halledemedi ve onları halledemezdi. Asgari bir hesapla 50 dönümden az toprağı olan 837.000 yoksul köylünün elinde 1.715.000 ha arazi bulunduğu halde, adedi bir kaç defa onbinleri geçmiyen büyük çiftlik sahiplerinin elinde 8.650.000 ha arazi bulunmaktadir. Köylülük münasebetlerinde bilhassa şark vilayetlerinde ve bilhassa millî ekalliyetlerle meskun olan havalide, el'an derebeylik idaresi artıkları hüküm sürmektedir. Aynı zamanda sınıfî tehalüf türk köylerinde hızlanmakta, ve zengin köylü inkişaf etmektedir; yoksul köylüler topraktan mahrum, yarıcılık ve ortakçılık etmeğe mahkûm, murabahacıya, çiflik sahibine ve tüccara esir bir haldedir; ve günden güne yoksullaşmakta ve proleterleşmektedir. Tabii afetler, kuraklıktan münbeis fena hasatlar ve kıtlıklar bu inhilâli çabuklaştırıyorlar. Ortahalli köylülerden bir kısmı yoksul köylü vaziyetine düşüyorlar ve onlardan yalınız bir kaçı zenginleşebiliyor. Aynı zamanda, ziraat işçileri çoğalıyor; sermayedarların ve köy ağalarının büyük ziraat işletmelerinde gittikçe daha fazla daimi ziraat işçisi kullanılıyor. Mevsim amele ve ırgatları, çapacılar ve hasat işçileri gittikçe çoğalıyorlar. Bütün bu proleter ve yarı-proleter tabakalarının maruz bulundukları soygun son derecede vahşiyanedir. Orta Anadoluda köylü mülkiyeti hakim mülkiyet şekli olmakla beraber, yarıcılık ve ortakçılık tarzı istismarı tatbik edilen büyük çiftlik ve arazi mülkiyeti de oldukça mühim bir mevki işgal eder. Şark vilayetlerinde birkaç kurt bey ve şeyhinin uzaklaştırılmış olması oralarda tabii "rant" vasıtası ile istismar olunan köylülüğün şeraitini değiştirmiş değildir. Köçebe aşiretlerde yarıpederşahi münasebat derebeylik boyunduruk ve istismarını bir dereceye kadar örter ise de, hakikatta onları daha ziyade vahimleştirir. Kemalistler tarafına geçmiş olan küçük arazi sahipleri tabakası, nahiye ve kaza ağaları ve kodamanları, bu itibarla, yarıderebeyi vaziyetindeki büyük çiftlik ve arazi sahiplerinden hiç de geri kalmazlar. Bu zengin beylerden, topraklarını sermayedarlık usullerile işletmeğe başlamış olanlar da yine birçok fazla tarlalarını murabaha şeraiti dahilinde yarıcı ve ortakçılara terketmektedirler. Garp ve cenup vilayetlerinde sermayedarlığın nispeten suratle inkişafı bile derebeylik bakiyelerini tamamile ortadan kaldıramamıştır. Halk fırkası hükümeti Vakıf mülkiyetini ilga etmedi; o yalınız Vakıf emlâk ve eraziyi idare ve onlara ırsen tesarruf eden mütevellilerin hukukunu tahdit istikametinde korkakça bazı teşebbüsler de bulundu ve bu topraklara bağlı olan esir marabalardan çekilen fahiş iratlerin ve şehir emlakının gelirini onlarla paylaşmaya kalkıştı. Emlaki milliye namı altında külliyetli mikdarlarda Devlete ait cesim çiftliklerin ve arazinin mevcudiyetine ve keza gayri mezru milyonlarca hektar metruk arazinin bulunmasına rağmen, istihsal alet ve makinalarını, sulama tertibatının, çift hayvanatının köylülüğün ekseriyetinde fıkdanına veya noksanına mebni, bu boş topraklar mevcut içtimai şerait içinde, (köylülüğün büyük ekseriyetinin murabahcı tüccar sermayesine esirlik şeraiti altında) köylülük meselesinin halli için bir esas teşkil edemezler. Aynı zamanda arazi mülkiyetine ve murabahacı tüccar soyguncularına bağlı olan kemalist burjuvazi gittikçe daha ziyade bunlarla kaynaşmaktadır. Murabahacı tüccar sermayesinin köylülüğü istismarı gittikçe genişliyor ve derinleşiyor. Bu itibarla burjuvazi köylülüğün istismar şekillerinin idamesinde menfaattardır. Sınai ziraat, sanayie ham mevat temin ettiği nispette, sanayi scrmayeside köylülerin bu şekillerde istismarından kendi gayeleri lehinde günden güne daha ziyade istifade etmektedir. Müstahsil kuvvetler nispeten aşağı bir seviyede oldukları cihetle, memleket menabiinin güvenilemiyecek bir halde bulunmasına; ve kemalist burjuvazinin, bugüne kadar el'an memleketin sermayedarca inkişafını çabuklaştırmak için ecnebi sermayesini ciddi bir tarzda çekememiş olmasına mebni, halk fırkası mütemadiyen daha ziyade kendi taliini büyük arazi sahiplerininkine ve murabahacı tüccar sermayesininkine bağlamak mecburiyetindedir. Aynı zamanda halk fırkası hükümeti mali siyaseti vasıtası ile köylülüğün ana kütlelerini bir müstemlekeci soygunu mevzuuna kalbediyor; Bütün bir sıra Devlet inhisarları tesis etmesi ve Devlet sınai işletmeleri vücude getirmesi hep bu maksatladır. Takip edilen gaye kafiyen milli sanayii himaye değil, fakat bir taraftan hazine gelirini artırmak için, istihlâk mahsulatını bahalıya satmak (kibrit, cıgara kağıdı, tütün, ispirtolu içkiler, v.s.), diğer taraftan da demiryolu inşaatına ve Devlet sanayiine sarfolunmak üzere, köy iktisadiyatından azami miktarlarda sermaye kopartmaktır. Bu hususiyetlere mebni Kemalist burjuvazi köylülük meselesini halletmekten âciz olmakla kalmıyor, fakat o, siyasetile büyük erazi sahiplerinin iktidarını sağlamlaştırıyor, mürabahacı tüccar sermayesinin ve sınai tüccar sermayesinin iktidarını da sağlamlaştırıyor. Ziraatta sermayedarlık münasebetlerinin inkişafına mütevaziyen, halk fırkası hükümeti köylülüğün soyulması ve ezilmesi usullerini takviye ediyor ve yeniden yaratıyor. Köylerde halk fırkası büyük arazi sahiplerine ve zengin köylülere dayanıyor. Zengin köylüler, bilhassa sermayedarlığın en ilerilemiş bulunduğu mıntakalardaki türk zengin köylüleri, halk fırkası cephesinde bulunuyor. Proletaryanın müttefikleri yoksul köylü ve orta halli köylü kütleleridir; takımıyla tekmil köylülük değildir. 8.- Rum ve ermenilerin kahir ekseriyetinin memleketten kovulmaları, şehirlerde işgal ettikleri iktisadi mevkilerin zorla rum ve ermeni burjuvazilerinin ellerinden alınması, rum ve ermeni büyük arazi sahiplerine ve köylülerine ait toprakların müsaderesi, milli ekalliyetlere mensup kütlelerin katliam ettirilmesi, halk fırkası hükümetinin milli mes'eleyi "halli" için baş vurduğu çareler işte bunlardır. Milli ekalliyetlerin hakim sınıfları (kürt derebeyleri, rum ve ermeni burjuvazileri) istiklâl mücadelesi esnasında, imperyalismin müttefikleri ve türk milli inkilâbının düşmanları idiler. Bunlara karşı mücadelede Kemalistler mazur addedilseler bile, başlıca darbeleri emekçi kütleler üzerine düştüğünü kaydetmek icap eder. Zaten o zamanki Kemalist teşkilâtı, bu emekçi kütleleri inkilâptan tarafa çekmek için, köylülük inkilâbı vazifelerini ve milli ekalliyetler meselesini halli istikametinde ufak bir teşebbüste bile bulunmamıştır. Maamafih bazı ekalliyetlerin memleketten kovulmaları ve kısmen imha edilmeleri, kürt isyanlarının tenkili, cebru şiddetle türkleştirme teşebbüsleri, milli meseleyi günün meselesi olmaktan çıkaramadılar; o el'an büyük bir rol oynuyor. Memleketin gayri mütesavi inkişafı, milli ekalliyetlerle meskun havalinin (Kürdistan, Lâzistan) mutlak ve nispi geriliği türk burjuva Devletinin vahdetini daima tehdit eden amillerdir. Milli kurtuluş mücadelesi devresinde, aksi-inkilapçi bir rol oynayan milli ekalliyetlerin hakim sınıflarına karşı, kemalismin mücadelesi, imperyalisme karşı mücadelenin bir cüz'ünü teşkil ediyordu. Şimdi ise bilakis halk fırkasının milli meseledeki siyaseti mürteci ve aksi-inkilapçı mahiyettedir. O, bu mes'eleyi milli ekalliyetleri türkleştirmek ve barbarca ezmek teşebbüslerile halledemez. Yalnız amele sınıfı, milli ekalliyetleri kendi mukadderatlerını - türk Devletinden ayrılmak ta dahil olmak üzere- serbesçe tayin hakkına malik kılmak için olan mücadelesinde, ekalliyet işçilerini, derebeylerin ve kendi burjuvazilerinin nüfuzundan kurtarmak ve bu hakim sınıfların iktidarını yıkmak için, onların sınıf mücadelesini teşkilatlandırmak suretile, milli ekalliyetler mes'elesini halledebilecektir. 9.- Mevcudiyetinin ilk devresinde, Kemalismin muhtelif müterakki islahatlar tahakkuk ettirdi. Milli istiklâli elde eder etmez hükümdarlığı ve hilâfeti tahrip, softa ve hoca takımının hukukunu tahdit, dini devletten tefrik, büyük bir ihtiyatla kadmların kurtuluşunu temin, aşarı ilga etmek, cumhuriyeti kurmak gibi teşebbüslere girişti ve bunları başardı. Fakat şimdiki devresinde, halk fırkası artık inkilâbi kabiliyetlerini tamamile sarfetmiş bulunuyor. Halk fırkası tarafından kurulmuş olan cumhuriyet, amansız bir tedhiş siyaseti takip etmesi, amelelerin ve köylülüğün ana kütlelerinin sınıf mücadelelerini boğması, Anadolu burjuvazisinin imperyalism ajanı büyük ticaret burjuvazisi ile ve murabahacı ticaret burjuvazisi ile ve aynı zamanda büyük arazi sahiplerile haşır neşir olması ve nihayet türk burjuvazisinin imperyalisme teslim olmak yoluna girmiş bulunması sebeblerile hükümdarlık irticaını tecessüm ettiren eski büyük burjuvaziyi ve eski derebeyi büyük erazi sahiplerini mağlup etmiş olmakla beraber bizzat kendisi gittikçe daha mürteci ve aksi inkılâpçı bir mahiyet almaktadır. Milli inkilâbın ilk inkişaf devresinde diktatörlüğünü imperyalisme ve imperyalismin Türkiye'deki ajanlarına karşı kullanmış olan, Kemalist burjuvazi, hali hazırda onu bilhassa amele sınıfına ve köylülüğün ana kütlelerine karşı kullanıyor. Türkiye'de bütün bir sıra burjuva halkçılığı vazifeleri halledilmemiş duruyor. Yalınız amele sınıfının ve köylülüğün ana kütlelerinin yapacakları inkilâp bu vazifeleri halledebilir. 10.Gidişi ağır da olsa, sanayiininkişafı hergün daha ziyade sanayi proletaryasını fabrikalarda demiryollarında madenlerde, çoğalan imalathanelerde, asri nakliyat işletmelerinde tekasüf ettirmektedir. Köy iktisadiyatında sermayedarlığın inkişafı neticesi, ziraat proletaryasının kesafeti de büyük bir mikyasta artıyor. Muhtelif grevler proletaryada sınıfşuurunun uyanmakta olduğunu işaret ediyorlar. Kemalist burjuvazinin diktatorluğuna karşı meyusane mücadelesinde, amele sınıfı sindikalarını yaratmaya çabalıyor. O, aynı zamanda pişdar teşkilatını, kommunist fırkasını da kuruyor. Kemalist burjuvazinin başlıca hedefleri: Amele sınıfını teşkilâtsız bir hale irca etmek, onun müstakil teşkilâtlarını yıkmak, kommunist pişdarını mahvetmek, proletaryayı "kendisi için sınıf" olarak teazziden menetmektir. Amele sınıfının kesafeti, kuvveti, teşkilât ve şuur derecesi bilhassa burjuva diktatorluğuna karşı sınıf mücadelesi içinde ziyadeleşirler. Halk fırkasına karşı mücadelede, proletaryanın sevkü idare edici rolü için elzem olan şerait gittikçe daha ziyade olgunlaşıyor. Proletarya, kommunist fırkasının idaresi altında, muharrik kuvvetleri amele sınıfı ve köylülüğün ana kütleleri olacak olan, halkçı burjuva inkilâbında hegemonyayı elinde tutacaktır. Mütenevvi ahval dolayısıla (S.S.C.İ.'nin yakınlığı, köy ahalisinin oldukça derin tabakalaşması, garpta beynelmilel inkilâpçı amele hareketinin, şarkta milli kurtuluş mücadelelerinin inkişafı, v.s.) bu halkçı burjuva inkılâbı suratle sosyalist inkılâbına tahavvül edecektir. 11.- Elyevüm halk fırkası derin bir buhran geçiriyor. İnkilâbın halledememiş olduğu meseleler sınıf zıddiyyetlerini vahimleştiriyor. İmperyalismin soygunu memleketi takattan düşürüyor. Halk fırkası hükümetinin harici siyaseti, memleketin beynelmilel vaziyetini, onu muhtelif imperyalistlerin yakın şarktaki mücadeleleri içine sürüklemek suretile, gün geçtikçe daha karışık bir hale getiriyor. İmperyalistler Türkiye'nin güç bir iktisadi vaz'iyette bulunmasından bil'istifade gitikçe daha büyük metalip ileri sürüyorlar; halk fırkası hükümetini gitikçe daha mühim imtiyazlar vermeğe ve tamamile teslim olmaya mecbur etmek için uğraşıyorlar. Kendini buhran kıskacına kaptırmış olan ve imperyalistlerin mütezayit metalibini tatmin etmeğe icbar edilen halk fırkası yeni manevralarla kendine bir kaçamak yolu araştırıyor ve S.S.C.İ.'na yeniden yaklaşmak teşebbüslerinde bulunuyor. Köylerin murabahacı tüccar sermayesi tarafından soyulması yarıderebeylik esaretini doğuran, ziraî münasebetlerin genişlemesini ardısıra getiriyor. Köylülüğün harabiye sürüklenmesi ve sanayinin çok ağır inkişaf etmesi, dahili pazarın inkişafını dar bir kadro içinde tahdit ediyor. Üç sene üst üste fena mahsul alınması derin bir kesatlığı mucip oldu. Bundan başka son zamanlar artık zirai buhran Türkiye'de mütezayit cihanşümul zirai buhran şeraiti dahilinde inkişaf ediyor. Sanayide de bir durgunluk hüküm sürüyor. Osmanlı borçlarının tanınması ve ödenmesi, menfi harici ticaret bilançosu, iktisadiyatın durgunluğuna rağmen bütçenin tezayüdü mali buhranı mütemadiyen vahimleştiriyorlar. Türk lirası seri bir tempo ile kıymetini kaybediyor. Halk fırkası hükümetinin buhranı tahfif için ittihaz ettiği tedbirler (ecnebi memleketlerden emtia ve makina ithalatının tenkisi, ihracatın teşvik ve tezyidi, bazı sanayi şubelerini bilhassa mensucat sanayiini suratle inkişaf ettirmek teşebbüsleri, yerli malı istihlâki lehinde şiddetli propaganda, sanayie Devlet muavenetinin artırılması v.s.) hali hazır buhranı mahsus bir derecede tahfife müncer olamazlar. İktisadi buhran halk fırkasını bir taraftan ecnebi sermayesi önünde teslim olmak yolunda, diğer taraftan da amele sınıfını ve köylülüğün ana kütlelerini şiddetle istismar etmek yolunda mütemadiyen ileriye doğru itiyor. Müstahsil kuvvetlerin aşağı seviyyede bulunmaları, ve aynı zamanda burjuvazinin suratle sanayii inkişaf ettirmek arzusunu beslemesi neticesi, amele sınıfının ve başlıca köylülük kütlelerinin istismarı son derecede vahşiyane bir mahiyet taşıyor. Fakat bunun neticesi olarak, amele sınıfının ve köylülüğün mukavemeti de artıyor. Başlıca köylü kütlelerinin hoşnutsuzluğu ziyadeleşiyor. Amele sınıfı içinde kemalist burjuvaziye ve onun hükümetine karşı düşmanlık hisleri için için kaynıyor. Harabiye duçar olan küçük burjuvazi mütemadiyen halk fırkasından uzaklaşıyor ve çok defa mürteci anasırın tesiri altına düşüyor, iktisadi buhran ve halk fırkasının içtimai temelinin darlaşması, yarıderebeyi büyük arazi sahiplerinin ve imperyalisme bağlı ve inkilâp tarafından zedelenmiş olan eski büvük ticaret burjuvazisinin (komprador) muhalefetini canlandırıyor. Milli sanayi sermayesi ile milli banka sermayesinin bir arada kaynaşması vetiresi başlamış olmasına rağmen, bizzat kemalism cephesinde burjuvazinin muhtelif hızıpları arasında dahili bir mücadele cereyan edip duruyor. Sanayi burjuvazisi sınai mamulat üzerinden alınan gümrük rüsumunun yükseltilmesi lehinde bulunuyor. Ziraat sermayedarları ve büyük arazi sahipleri zirai mahsulâta yüksek bir gümrük tarifesi konmasını istediler ve bunu elde ettiler. Ticaret burjuvazisine gelince o umumiyetle ithalata karşı yüksek bir tarife vazına karşı mukavemet ediyor. İmperyalisme bağlı yeni büyük ticaret burjuvazisi gün geçtikçe daha ziyade ecnebi sermayesi ile meczoluyor ve halk fırkası hükümetini imperyalisme teslim olma yolunda daha çabuk yürümeğe icbar ediyor. Fakat imperyalismin cihan harbinden sonraki inkişafının üçüncü devresi şeraiti içinde, milli inkilâbı müteakip, milli kurtuluş mücadelesinin ve proletaryanın sınıf mücadelesinin hızlanış şeraiti dahilinde, ve amele sınıfının ve köylülüğün mütezayit mukavemeti şeraiti dahilinde, imperyalistlerle bir anlaşma son derecede güçleşmiş bulunuyor. Mamafih amele sınıfının ve köylülüğün hoşnutsuzluğu henüz halk fırkası hükümetini yıkmaya muktedir bir kuvvet haline gelmiş değildir. Denilebilir ki bu hükümet bugüne kadar inkilâp kuvvetlerinin teşkilâtlanmasına, onların halk fırkasının hakimiyetini devirebilecek bir derecede temerküz etmelerine mani olmağa muvaffak oldu. Buna mebni kommunistlerin esas vazifesi: amele sınıfını teşkilâtlandırmak, proletaryayı seferber etmek, proletaryanın müstakil bir sınıfi kuvvete istihalesini hızlandırmak işleri üzerinde toplanır. Mütezayit geçinme pahalılığı, hakiki (reel) ücretlerin kuvvetli azalışı, işsizliğin ziyadeleşmesi, fırkanın fealiyeti için müstesna bir surette müsait şerait yaratmıştırlar. Fırkanın başlıca ve derhal ifa edilecek vazifesi: proletaryanın iktisadi savaşlarına meydan vermek, onları teşkilâtlandırmak ve sevku idare etmektir. Fırka bu vazifeyi başarmak için, fabrika komitaları, sendikalar yaratmak, ve onlar vasıtası ile, kütlelerle rabıtasını takviye etmek mecburiyetindedir. Kommunist fırkası, amele sınıfını geçici gündelik metalibi lehinde mücadele için seferber etmek, bu metalibi mücadelenin nihaî gayeleri ile bağlamak, sınıfı mücadele esnasında onu teşkilâtlandırmak ve sınıf şuurunu tavlamak suretlerile, proletaryayı en esaslı mücadelesi olan, halk fırkasına karşı mücadele vaziyetine isal edebilir. Ancak köylülüğün başlıca kütlelerini geçici gündelik metalipleri için olan mücadeleleri esnasında ve bu mücadeleleri zirai inkilâp programına bağlamak süretiledir ki kommunist fırkası onları seferber etmeğe, teşkilâtlandırmağa, mücadele esnasında, amele sınıfı ile köylülüğün ana kütleleri beyninde, amele sınıfının idaresi altında bir ittifak yaratmağa muvaffak olur. Ve ancak kommunist fırkasının rehberliği altında vücut bulan bu amele ve köylü ittifakı ardı sıra şehirlerin yoksul ahalisinin ana kütlelerini de sürükleyebilir. 12.- Milli kurtuluş hareketi baş gösterdiği zaman, kommunist partisi henüz mevcut değildi. Ancak imperyalism aleyhtarı mücadelenin burjuva rehberliği, Ankara'da muntazam bir hükümet şeklinde tebellür ettikten sonradır ki, bütün memlekette dağınık bir halde bulunan muhtelif kommunist unsurlar ve gruplar, muharebe patırtıları esnasında, emekçi kütleler üzerinde bir tesir icra edebilecek bir tek fırka halinde teşkilâtlandılar. Fakat marxist-leninist nazariyat ile pek az ülfeti olan küçük-burjuva münevverleri tarafından Ankarada yaratılan bu teşkilât (halk iştirakiyun fırkası), itilaf ordularının işgali altında bulunan amele merkezlerinden tecrit edilmiş olmasına mebni, bir küçükburjuva köylü fırkası mahiyetini almakta gecikmemiş; ve -istiklâl mücadelelerinin ilk merhalesinde çok kuvvetli olan- yoksul köylü haraketini kommunisme doğru çevirmek, ve onun başında, milli kurtuluş haraketinin hegemonyasını elegeçirmek hedefi üzerine bütün gayretlerini teksif etmişti. Halk iştirakiyun fırkasının "yeşil ordu'" (kemalistlere hasım, yoksul köylülerin inkilâpçı teşkilatı) ile ve onun elebaşılarıla kaynaşmasının sebebini burada aramak lâzımdır. Kommunistlerden yardım gören "yeşil ordu"nun bir ara kemali ve taraftarlarını yenmesine ve onların yerini tutmasına ramak kalmıştı. Bu teşebbüsün mağlubiyeti ve S.S.C.İ.'de bulunan harp esirleri arasından KB.nin [Komünist Beynelmineli] müzahereti ile doğmuş olan Türkiye kommunist fırkasının baş teşkilâtçılarından "onbeş" mücahidin, kemal ve yaranı tarafından, kahpelikle kurulmuş bir tuzağa düşürülmeleri ve canavarcasına boğazlattırılmaları, kommunist teşkilâtını tali rola irca etmişti (kânunusani 1921). Fakat kommunist propagandasının, kütlelerin alâkalarını ve muhabbetlerini uyandırmış olduğunun en iyi delili, amele inkilâbının öz mücahitlerinin her türlü faaliyetini zalimane bir tarzda bastırdığı aynı sırada, Ankara hükümetinin bizzat kendisi bir sahte komünist fırkası teşkiline ihtiyaç hissetmiş olmasıdır. Bu kaba hileye müracatten maksat Anadolunun emekçi kütlelerini K.B.inden ayıran bir duvar vücuda getirmek ve kommunist propagandası kendilerine tesir etmiş olan işçileri ve köylüleri aldatmak ve teşkilatsız bir halde tutmak idi. Bütün bu müddet esnasında, 1919'dan bil'itibar teşekkül etmiş olan genç türk marksistlerinden mürekkep bir grup (III. Beynelmilel grupu), milli ekalliyetlere mensup anasırdan mürekkep bir inkilâpçı sendikalist teşkilât ile (beynelmilel işçiler ittihadı) teşriki mesai sureti ile, İstanbulda ve civar vilayetlerde amele sınıfı arasında, müsmir bir neşriyat ve teşkilât fealiyeti sarfediyordu. İnkilap hareketlerinin marksist-leninist prensipleri türk işçileri arasında tamim ve türkiyaya tatbik eden, ilk sınıf mücadelesine müstenit meslek birliklerini yaratan ve imperyalist işgali altında inleyen emekçi kütlelerle anti-imperyalist cephede çarpışan amele mücahitleri arasında tesanüt ve irtibatı temin eden o idi. İstiklâl harbinin zaferindenberi mevcudiyetini bütün tethişlere rağmen idame eden ve el'an bugün kommunist hareketinin başında bulunan fırkanın, K.B.nin Türkiye şubesinin esas nüvesi bu gruptan müdevverdir. Beyaz tethişin mütevalî darbeleri T.K.P.nin faal kadrosunda birçok tahribat ika etmiştir. Maamafi bütün bu cebrü şiddet -onu zaman zaman zafa duçar etmekle beraber- günden güne inkişaf etmekten ve büsbütün bir proletarya fırkasına tahavvül etmekten men'edemedi. Bu inkişafta üç merhale tefrik olunabilir: 1. 1925'te, tam bir burjuva diktatörlüğü ve müstesna kanunlar idaresi teessüsüne kadar geçen müddet zarfında, mutlak bir tarzda kanun haricinde yaşamak mecburiyetine irca edilmezden evvelki, dört senelik devrede, kommunist fırkası çok iyi bir propaganda ve fikriyat faaliyeti sarfetti; taktik hatalarına düşmüşse de peyderpey bunları bizzat kendisi tashih, ve amele sınıfının inkilabi hareketini bilfiil sevkü idare etti. 2. 1925-1927 devresinde fırkanın merkez komitası artık kendisine terettüp eden vazifeleri başaracak bir seviyyede bulunmuyordu. En azimkar azalarının mahkum edilerek haraket haricine atılmış olmasından, o son derecede zaif bir hale gelmiş, istiklâl mahkemelerinin tethişkâr kararlarından gözü korkmuş ve kuvvei maneviyesi kırılmıştı. Böylece kendisini kaptırdığı yılgınlıktan münbeis musırrane hareketsizliği (Pasivite) mazur göstermek ihtiyacı ile o içtimâi-iktisadi vaz'iyetin bir menşevikce takdirine saplanmış ve tam manası ile tasfiyeci (likidasyonist) bir fikriyat ileri sürmüştü. Bu devrede fırkanın tamamiyle inhilâl etmemiş olmasını mahalli teşkilâtların yılmaz dayanıklığına ve kommunist gençliğine mensup mücahitlerin sebatlı faaliyetine borçluyuz. 3. T.K.P. muhacerette bulunan K.B.ninbila kaydü şart itimadını haiz mahkûm rehberlerin idaresi altında 1927'de, bu korkak ve fikriyat itibarı ile tereddiye uğramış amirleri başından attı: ve tecrübe edilmiş ve K.B.nin hattına sadık fırka ve kommunist gençliği mücahitlerinden mürekkep yeni bir idareci kadronun rehberliği altında yeniden inkilabi mücadelelere atıldı. Bu dönümün tatbikinden münbeis hiyanetler, kütlevi tevkifat ve mahkûmiyetler fırkanın inkişafını sekteye uğratmak şöyle dursun ona büyük bir hız verdiler ve işçiler nezdinde kommunismin itibarını yükselttiler. Bu suretle belini doğrulttuğundanberi, fırka, beyaz tethişe ve halk fırkası diktatörlüğünün başıboş soygununa karşı sistemli bir mücadele yürütmekle beraber, kendi teşkilâtını sağlamlaştırmağa ve sanayi işçileri içine gittikçe daha derin bir tarzda kök salmağa itina etmektedir. Bu fealiyet onu mütemadiyen resmi makamatın günden güne şiddetlenen takiplerine ve tecziyelerine maruz kılıyor. Denebilir ki T.K.P. ile halk fırkası hükümeti arasında fasılasız ve amansız bir mücadele devam edip duruyor. Bu çarpışmaların çetinliği fırkaya, muhtelif zamanlarda kendi safları arasına sokulmayı becermiş olan T.K.P.nin tabiî serpilmesine engel teşkileden tekmil unsurları, oportünist tasfiyecileri, küçük burjuva siyasetçilerini, troçkistleri veya sadece bilavasıta polis hesabına çalışanları tedricen meydana çıkarmak ve bunlardan kommunist teşkilâtlarını temizlemek imkânını verdi. Son zamanlar, bu safra (balast) anasırdan arta kalanlar, uzun müddet evvel fırka haricine atılmış bütün murtetler (renegat) ile birleşerek, amele sınıfı içine nifak tohumlari ekmek ve böylece K.B.nin Türkiye şubesini, dahilî çekişmeler ve kavgalarla yıkmak maksadı ile bir "polis provokasyonu fırkası" teşkil ettiler. Bir taraftan bu caniyane teşebbüs, diğer taraftan muhtelif vilayetlerde yeniden yapılan kommunist tevkifatı, T.K.P.nin elan bugün bile şüpheli veya doğrudan doğruya polise bağlı bazı anasırı ihtiva ettiğini göstermektedirler. Bu şerait altında T.K.P.ye atideki vezaif terettüp etmektedir: T.K.P. bu kovulmuşlar (renegat) teşkilatına karşı bütün azmi ile mücadele etmeli; onu sevkü idare edenleri, burjuvazinin ve halk fırkası polisinin, yüzlerine kommunist maskesi geçirmiş uşakları olarak merhametsizce teşhir etmeli ve bu nikabı yırtmalıdır; o, yenibaştan teşkilâtlanma fealiyetini daha ziyade, hizipçilik mücadelelerinden ve polis provokasyonlarından hariçte kalmış sınai işletmelere doğru tevcih etmeli; her nevi işletmelerde amelenin işleme şartlarını ve herşeyden evvel, halı hazır iktisadi buhranla ve türk lirasının kıymetini kaybetmesi ile alakadar olmak üzere ücret meselelerini (altın esasına müstenit hakiki ücret şiarı) çok yakından tetkik etmeli; iktisadi metalip hareketlerini inkişaf ettirmek maksadı ile (halk fırkasının elinde olsun veya olmasın) el'an kanunî bir mevcudiyete malik tekmil amele cemiyetlerinde kommunist fraksiyonlarının faaliyetini şiddetlendirmeli; bundan mada işletmelerde filiyat komiteleri, metalip mücadele komiteleri vs. teşkiline başlamak ve bunlar delaleti ile ameleyi iktisadi mücadelelere sevketmek, grevler ilan ettirmek ve siyasi kütlevi nümayişler yaptırmak suretleriyle yeni meslek birlikleri teşkili lehinde fasılasız bir faaliyet sarfetmelidir. Sendikalar (meslek birlikleri) arasında usüllü sebatkâr bir çalışma ile ancak, fırka kütleleri nüfuzu altına alabilecek ve sevkü idare edeceği sınıf mücadelelerinde teşkilâtçılık kabiliyetleri ve proletarya davasına fedakârlıkları sabit olan genç ameleleri içine alarak kadrolarını tazelemeğe ve kuvvetlendirmeğe muvaffak olacaktır. Fırkanın yenibaştan teşkilâtlanması işinin, halkçı merkeziyetçiliğinin iptidai şartı olan ve onsuz hiçbir bolşevikleştirme tedbirinin tahakkuk ettirilmesi mümkün olmayan bir demir disiplin parulası altında cereyan etmesi elzemdir. Fakat bu disiplin, fırkanın kanun haricinde çalışmak mecburiyetinde bulunmasından münbeis gizlilik şeraitine zarar iras etmiyecek bir tarzda, fırka önünde duran hayati meselelerin hücrelerde ve mahalli komitelerde geniş bir halkçılık dairesinde münakaşa olunmasına mani olmamalıdır. Kovulmuşlara (renegat) oportünist tasfiyecilere, ve sair kemalist burjuvazi ajanlarına karşı mücadelede en büyük muvaffakiyet teminatı, bu mücadeleyi asla bir tekkeci (sekter) zihniyetiyle yapmayarak, gerek merkez komitasının, ve gerek havali teşkilatlarının işlerini ve fealiyetlerini gayet ciddi bir nefsi tenkide tabi tutmak suretiyle, yapmak olduğunu bir an bile unutmamak icap eder. Böylece, TKP rehber kadrosunun mazinin ve halin hatalarını tashih etmek ve aynı hatalara bir daha düşmemek, hususundakı sarsılmaz iradesi hakkında, şuurlu ve namuslu kommunist ameleler nezdinde kuvvetli bir kanaat hasıl olarak, mütekabil itimat kuvvvetlenecek ve fırkanın itibarı ziyadelenecektir. Komintern arşivKomünist Enternasyonal Yürütme Komitesi Doğu Sekretaryası f.495, op. 154 Aralık 1929 - Şubat 1930 KEYK Doğu Sek. KEYK Doğu Sekretaryası’nın Türk sorunu üzerine Magjar tarafından hazırlanmış tezleri. Rusça - Fransızca CD: 34 Klasör: 4_6 Belge: 486-526 MARAŞTAN BİR XABAR DAHA GELDİ ! ULUDEREDE OTUZBEŞ SELVİ Yıl bin dokuz yüz tetmiş sekiz. Maraş’tan bir haber geldi. Cellatlar iş başında. Derisi yüzülecek Nesimi, Asılacak Hallacı-ı Mansur, Bedrettin Ve Pir Sultan aramakta. Kapı,kapı, sokak, sokak. Hainler pusuda. Mazlum, kan uykuda. Erkan-ı a-a-li, Tıkamış kulaklarını Duymamakta. Caniler cihat ister. Katiller can alır. Devlet yok! Destek yok! Silah yok! Sinmiş kuytuya vatandaş Çaresiz, bekler. Cellat, Canını ne zaman alır? Maraş Sivas Gazi Çorum Soruma cevap arıyorum. Ölüm yolunda otuzbeş selvi vardı. Otuzbeş… Ömrün yarısı değil sonu.. Otuzbeş… Eve ekmek götürmeyi aşmayan hayaller Otuzbeş… Gecenin karanlığında döküldü yapraklar Otuzbeş… Kökler yerde, başlar yıldızlarda Otuzbeş… ama bir hain karanlık vurdu onları Otuzbeş… Ne kökleri yerde, ne başları yıldızlarda Otuzbeş… Selviler sallanmıyorlar rüzgârda. Otuzbeş… Gök kuşağının renkleriyle sarıldı her biri Otuzbeş… Geldikleri yere döndüler sessiz sitemsiz Otuzbeş… Bombalar, füzelerden çok kanlı akıllar katletti onları Otuzbeş… Marş’a, Sıvas’a katıldılar tabur tabur Otuzbeş… Zilan’a, Çorum’a taşıdık onları Otuzbeş… Bu topraklar onların dönüş hikayeleriyle dolu Otuzbeş… Helalleşmemişlerdi geri geliriz diye Otuzbeş… Bilmezlerdi kendi topraklarında katledileceklerini Otuzbeş… Hepimiz vurlduk Uludere’de hepimiz Yetmiş milyon kana bulandı ellerimiz Tetikçiler kadar bizde suçluyuz Savaşsız, özgür Ve Kardeşçe yaşamak, Daha çok mu zaman alır?! SüLEYMAN DEPREM ŞÜKRİYE ERCAN BİLİRMİSİN sen cezaevi nedir bilirmisin senelerin dört duvar arasında geçmesini sen falaka nedir bilirmisin açlık nedir bilirmisin sen hücre nedir bilirmisin oralarda farelerle ekmeğini paylaşmayı ışık sızmayan nemli havasında kalabilirmisin sen gardiyan nedir bilirmisin dışarda statün ne olursa olsun içerde herşeyden mahrum mahkum olmak nedir bilirmisin sabah akşam sıraya dizilip sayılmak nedir bilirmisin kulağı çınlatan demir kapının sesini demir parmaklıklar arasından gökyüzünü seyretmeyi bilirmisin. tek dostun olan ranzaya uzanıp geçmişini düşünüp kadere isyan etmiş mahkumları anlayabilirmisin sen cezaevi tuzağı nedir bilirmisin insani duyguların yok oluşunu hayata küsmenin manasını bilirmisin bilemezsin elbet. dışarıya hep özlemle bakmak ışığa hasret gitmek hep karanlığı yaşamak özgürlüğe susamak bilemezsin elbet. çünkü isteklerin tek kelimeyle hallolmuş özgürlüğü sınırsız yaşamış yarınlara güvenle bakmışsın başka yaşamı düşünmezsin elbet en güzel kızlarla gezmiş her gün değişik kıyafetlere bürünmüş saçların özel kuaförlerde yapılmış aklın hep havalarda gezmiş hayatta çile çekmemişsin elbette anlayamaz bilemezsin. biz hep bu hayatı tatmış hayata ezilerek alışmış daha doğarken kaderimiz çizilmiş her acıya göğüs germiş biz böyle dünyada yetişmişiz birgün güneş bizede doğacak yarınlarımız umut dolacak Bu esaret zinciri kırılacak ÖZGÜR olacağız. METİN UZUNÖZ (VAN CEZAEVİ – 1982) TEKRAR DOĞACAĞIM SÖZÜMÜ TUTMAK İÇİN Sana söz veriyorum Güzel bir dünya kurmak için Ben ölsemde ben doğacağım Sözümü tutmak için Açlık ve sefalet olmayan dünya En gururlu hediyemiz olacak Ben o dünyayı göremesemde Yeniden doğacağım hasret düşlediğim dünyam için Belki kapana kısılmış çaresiz durumda Yılgınlık aşımı vursalarda bana Damarlarımda durmayan kızıl kanımla Sana söz veriyorum yeni bir dünya için. ADNAN BOZDEMİR (VAN CEZAEVİ – 1982) KADİM HİKAYELER VENÜS Ve daha önce sarıldık Ve sıkıca tutunduk Aşılmaz dağların karlı zirveleri arasında koyakların, ulaşılmaz yerlerinde, ateşle aydınlanmış mağaralarımızda, korkuyla titreyerek çoğu zaman, usulca sokulmuş birbirimize beklerdik. Yeri göğü inleten ve canhıraş çığlıklar atan gözü dönmüş canavarların, hepsi bizi gözlerdi kimi ulu ağaçların tepesinden, göklerin maviliklerinden ve bulutların, karlı ak tepelerin aralarından, vızıldayarak, kükreyerek üzerimize uçar, kimi toprağı yararak can nefesimizi alırdı. İşte böylece gökyüzüyle yalnız kalabilmek için fırsatlar kollar, mağraların içine doğrudan yıldızlara bakan bacalar açmaya başladık Aramızdan birçoğu ölürken daha hızlı da üremek yanlıştı; bu yüzden kalanlar oluştu: Kalanlar kendilerini her türlü tehlikeden uzak tutmak için günlerce yıldız bacalarında kalmış, pek çok kereler avlanmada ustalaşmış, 7 si erkek, yedisi kadın çok akıllıca sözler söylemeye başlamışlar herkese birer değişik taş verip, üzerine büyülü sözler söylemişler bu sözler yıldız dilinde o devirlerde dünyaya gelen dalga ışını içerisinde ilahi ve yaşamsal olan sonsuzluğun birinci günü ezgisini taşımaktaydı…. Ve ışık farklı kaynaklardan hep ulaştı öncülerine İşittim, duydum yakarını, sevgi adına sevdalandığın, o güzelim kokulu kır bahçelerini, gördüm yaşadım serin pınarların gençliği armağan etmelerini. Saygıdır önadı yaşamı idrak edebilmenin, mabedidir her hane, her orman, her mağara ulaşınca bana, asırların bilgeliği altında ve bunca güzelliğinin karşısında aşktır duygum sevdalısıdır derinliğinin, mucididir yeni heveslerin Venüsümdür göklerde yıldızım. varisiyimdir tüm sevgilerinin ATHURA HÜRMÜZ DERİN BİR SESSİZLİĞİN ALTINDA YATAN SIR PERDESİ… Derin bir sessizliğin altında yatan sır perdesi… Bakışlarının kimsesiz hali, Suskunluğunun sadakati… Hafifçe gülümsemen Ve o kaçamak bakışlar Seni sana anlatmaya yetmeyen birkaç sözcük… Derin bir sessizliğin altında yatan yüreğim… Bakışlarına yelken açışım Kimsesiz suskunluğumun kalb atışları… Hafifçe bana bakman Ve tekrari gülümsemen… Beni bana anlatmaya yetmeyen sevgin. Ve birkaç parça yürek sancısı… Derin bir sessizliği yüreğinde taşıyan uçurum… Kanatlarımın takatsiz uçuşu. Kollarında uyumam Sessizce ninni söyleyişin Fısıldaman kulaklarıma Ve o kimsesiz bakışlarım… Gözkapaklarımın sancısı… Beni sana getirmeye kalkışan yüreğim Ve o bildik melodi… Bakışlarının altında yatan sır perdesi… Kaç katlı suskunluk. Kaç yürek çarpıntısı beni sana anlatmaya yeter, Kaç kelime bozar bu suskunluğun dilini… Şimdi dokunmak istiyorum kelimelere ve yüreğine… Bir kelimede olsa dinlemek istiyorum gözlerine bakarak, Saçlarına dokunarak, Diline ve yüreğine Dolanarak… Gelsem kaçacak bakışların Ve o kimsesiz zaman Ve o kimsesiz zamanların suskun kızı… GÖKHAN BİÇER YALNIZLIK -- YÖN ÖFKE -- ÖLÜM Yalnızlık Azalmaktır. Kendine yabancılaşmaktır. Tek başına kalmaktır bir istasyonda. Bir köşeye çekilip, Herkese yol vermektir. Suskunluktur. İçini dökmektir dağlara. Sevgiden yoksunluktur. Yarın korkusunu yaşayıp, Kendinden uzaklaşmaktır. Tutsaklığıdır canın tene. El yordamıdır karanlıkta. İçindeki sürek avına sabırdır. Bir soluktur efkara. Akrepsiz yelkovanıdır yaşamın. Teslim olmaktır iç dünyaya. Yön; Önünü, ardını bilmektir. Yanılmalarını ortadan kaldırıp, Bulunduğun yere gitmektir. Rüzgarda duman olup tütmektir. Deniz feneridir açık denizlerde, Yüreklere sızı düşerken. Yakamozdur Işıktan yol yol. Karanlıkta Bir yeri eşerken El feneri, Aydınlıkta yanılgıya düşerken Tanyeridir Yön. Batarken güneş gibi Bir gruba dönüşmektir ufukta. Kuzey yıldızıdır gecede, Sonsuzluklarda pusula. Öfke; Gülde dikendir. Bazen son sözün, Bazen iki gözün İki çeşme. Akarken kuruyan pınardır bazen. Yakamozlarla dinlenirken Birden delilenen tusunamidir denizde. Bir mum ışığı gibi titreyen aydınlıktır. Boradır, Tipidir. Gözü karadır, Sözü yaradır. Kontrolden çıkışıdır aklın. Lav püskürten yanardağdır. Patlamaya hazır bombadır öfke Ölüm; Gözyaşına dokunup Kullanılmış bir bedene dönmektir. Birazda tarih olup, Yanarken sönmektir. Tepki vermeyen ettir. Şuurun kaybolmasıdır sonsuzlukta. Fotoğraflarda surettir. Bir ilmektir. Yaşamdan Kendini Silmektir. Ölüm… AHMET CANBABA ÇOK, ÇOK KÜÇÜKTÜM ABİ Çok, çok küçüktüm abi seni kaybettiğmde YÜREĞİM ÇOK BÜYÜKTÜ hala çok küçüğüm abi yıllar yıllar geçti kolay olmayacağı belli idi yüreğim daha mı küçüldü? Oysa; Mitinglerden kaldı fitiller yüreğimde gece afişlerinde sabah buluşmalarında uyumadan hazırlanış korsan mitinglere yaşam kurşun misali gözler, o gözler çakmak çakmak gözler, o gözler çakmak çakmak korku yok telaş var yoldaşları koruma adına furukolardan devrim sevdası düşmüş yüreğe mücadelede yaşamanın nedeni devrim olmalı ölmenin nedeni Devrim ve Sosyalizm Ellerinden, ayaklarından değil gözlerinden vurmalı faşistleri kör kuyulardan çıkartıp anıları boş sözlerden vazgeçmeli dayanışmayı eylemlerde yaşatmalı bir daha yürekler dağlanmadan diyorum ya abi, kalmadı kurşun gireccek yer “makinalı gerek, top gerek Atilla Acartürk’ü” unutturmak için biliyorsun ya abi “Sen benim yaşamımdaki en büyük güzelliksin” TÜLAY ACARTÜRK