Çift Püsküllü Uçurtma
Transkript
Çift Püsküllü Uçurtma
I Gölün kıyısındaki büyük ahşap ev sessizdi. Bağ dönüşü hayvanlar ahıra çekilmiş, avlunun iki kanatlı kapısı arkadan sürgülenmişti. Evde yalnız alt kattaki mutfakta ışık vardı. Ocağın karşısında evin küçük çocukları, ninelerinin çevresini almış, yalvarıyorlardı. – Ne olur nine, bir masal anlat! ÇİFT PÜSKÜLLÜ UÇURTMA Bizler Uzaktan Geldik Bu Yurda Emek Verdik – Aynı masal olmasın ama. Ninenin pek canı istemiyordu masal anlatmayı: – Ne anlatayım ki? Unuttum çoğunu. Çocuklar üstelediler: – Nohut oğlan’ı anlat! Muradına eremeyen güzel’i anlat! – Sultan Kara Osman’ı anlat! – Anlatmazsan gidip yatmayız! Çocuk Romanı Yalvarıp yakarmalara dayanamadı nine: – Eh, hadi gönlünüz olsun. Sultan Kara Osman’ı anlatayım size. Sonra yatak. “Günümüzden nice yıllar önce, Kara Osman derler bir bey oğlu varmış…” Nine sözünü sürdürürken dış kapı hızla vuruldu. Avluda tulumbanın başında elini yüzünü yıkayan çoban Ali koştu: Çift Püsküllü Uçurtma 1/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 2/197 Suzan Albek – Kim o? Üçü, yer yatağında yan yana, yorganı başlarına çekmişler uyur gibi yapıyor, arada gizlice başlarını çıkarıp annelerinin, teyzelerinin, halalarının ne yaptığını gözetliyorlardı. Bütün yüklük, sandık kapakları açılmış, yastıklar, battaniyeler, örtüler ortaya dökülmüştü. Teyze pat pat bohçaları yere atıyor, dizüstü oturan nine, durmadan konuşuyordu: – Ben, bekçi… Aç kapıyı! – Ne istiyorsun bu saatte? – Sen Adem ağayı çağır, o bilir. Ali’nin çağırmasına kalmadan, Adem ağa ve büyük oğlu Mustafa aşağıya inmişlerdi bile. Koca kapıyı açtılar, bekçi içeri girdi. Çok yavaş sesle Adem ağaya bir şeyler anlattı, çıktı gitti. Evin bütün odaları aydınlandı birden. Üst katta kadınlar, ellerinde lambalarla başladılar odadan odaya koşuşmaya. Mutfakta kızlar ninelerine iyice sokulmuşlar, hala çocukları Mehmet, Saffet, Rıfat avluya fırlamışlardı. Adem ağa ağır ağır merdivenleri çıkarken, karısı telaşla indi aşağıya, kızlarına seslendi: – Gülbahar, Gülizar, Emine! Gelin yukarıya! Anne, sen de! Emine karşı koydu hemen: – Ninem masal anlatıyor, sonra geliriz. Gülbahar ile Gülizar yalvardılar: – Ninem Kara Osman’ı anlatıyor, n’olur dur azıcık! – Benim işlemeli esvabım nerede? Kışlık mantomu da al, kızların kalın pelerinlerini çıkar! Dokunma sırmalı bohçama! * Mevsim henüz güzdü. Neden en kalın kışlıkları çıkarıyorlardı acaba? Gülizar yorganın altından ablasına sordu: – Ne oluyor Gülbahar? Taşınıyor muyuz yoksa? – Bilmem ki. Belki Serez’e dayımlara gidiyoruzdur. Emine söze karıştı: – Ya da gölün öbür başına, Hüseyin abimlerin fareli değirmenine. Kızlar kıkır kıkır gülüştüler Emine’nin sözüne. O sırada hızlı ayak sesleri duyuldu merdivenden, kapı açıldı, Adem ağa göründü. Elinde dolu bir torba vardı. Arkasından ağır bir sandığı indiren Mustafa göründü. Nine çoktan susmuştu oysa. – Biz gölün kenarına iniyoruz, bir saate kalmaz döneriz. Siz de elinizi çabuk tutun, dedi Adem ağa. – Kara Osman’ın sırası mı? Çabuk yukarı! Diyerek, anneleri kızları kollarından çekiştirip aldı yukarı, vızıldayan Emine’nin ağzına bir tokat vurdu. Hepsi sindiler, girdiler usulca yataklarına. Kızlar; Mehmet, Saffet ve Rıfat’ın; Mustafa’nın arkasından ayakkabıları ellerinde, gizlice indiklerini gördüler. Dışarıda kapılar açılıp kapandı, atlar kişnedi. Çift Püsküllü Uçurtma 3/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 4/197 Suzan Albek – Gidiyoruz çocuklar, haydi eve gidin, giydirsinler sizi… Adem ağa ve oğlu Mustafa, gölün kenarına vardıklarında, hısımları değirmenci ile iki oğlu Hasan ile Hüseyin’in ellerinde çıralarla onlara doğru geldiklerini gördüler. – Niye gidiyoruz? Nereye? Diye sordu Saffet. – Gidiyor muyuz? Dedi değirmenci dayı. Yanlarına gelen Mustafa, Rıfat’ı kucaklayarak yanıtladı: – Evet, gün doğmadan önce, diye yanıtladı Adem ağa. Şunları boşaltalım göle. Düşman eline kalmasın. – Kaçıyoruz. Osmanlı ordusu yenilmiş, geri çekiliyormuş. Biz de arkasından. Taşıdığı torbayı koydu yere, ağzını açtı. Çıraların ışığında parıldadı torbadakiler: Uzun kılıçlar, hançerler, silahlar… Çocuklar anladılar, sustular. Çıralar sönmüş, göl her şeyi yutmuştu. Hiç konuşmadan döndüler eve. Delikanlılar sapları gümüş hançerleri, ağır kılıçları, palaları ellerine alıp evirip, çevirip baktılar. * – Anı olarak bir iki tanesini yanımıza alsak olmaz mı? Diye sordu Hüseyin, dedelerimizin anısı… – Sakın ha… Dedi Adem ağa. Herkesi, arabaları didik didik arıyorlarmış. Bekçi öyle dedi. Yanımıza ne silah ne değerli eşya alacağız. Ancak yiyecek ve giyecek. Atlar arabalara koşulduğunda şafak söküyordu neredeyse. Mehmet, Saffet, Rıfat büyüklere yardım ediyor, erzak çuvallarını iki arabaya bölüştürüyorlardı. Her iki arabaya yataklar serilmiş, üstüne yastıklar bohçalar konmuştu. Gülbahar, Gülizar, Emine kışlıklarını üst üste giymişler, tulumbanın yanında bekleşiyorlardı. Anneleri evi son bir kez dolaşıp çıkmıştı ki, Emine bağırdı birden: Mustafa taşıdığı ağır sandığı açmış, içindeki bakır, tunç, demir aletleri, eşyaları bir bir atıyordu göle. Biraz arkada, çalıların arkasına gizlenmiş olan Mehmet, Saffet, Rıfat korkuyla onları izliyorlardı. Ağır eşyalar göle düşünce güm… güm… diye ses çıkarıyor, çevreye sular saçılıyordu. En küçükleri Rıfat korkmuş, ağlamaya başlamıştı. İşini bitiren Adem ağa sesini duyup geldi yanına: – Bebeğim, sarı saçlı bebeğim Alime nerede? – Ne işiniz var burada? Ben çağırdım mı sizi? Adem ağa telaşlanıyordu, Rıfat sesini kesti. En büyükleri Mehmet sordu: – Haydi binin artık, geç kalıyoruz! – Niye attınız dedelerimizin silahlarını Adem baba? – Bebeğim! Bebeğim olmadan gitmem! Çift Püsküllü Uçurtma 5/197 Suzan Albek – Sus! Sus! Bohçadadır bebeğin. Ben bulurum yolda, dedi annesi. Emine kanmadı: – Bebeğim! Bebeğim Alime’yi isterim! Çift Püsküllü Uçurtma 6/197 Suzan Albek Adem ağa öfkelendi, – Haydi bulun şunun bebeğini de verin eline! Emine kendini yere atmış bağırıyordu: – Hü… Hü… Bebeğim! Sarı saçlı bebeğim! – Bırakmıyacam işte! Emine bebeğini bıraksın, ben de bırakırım. Mustafa ağabey yetişti, çekti uçurtmayı. Renk renk püsküller uçuştu havada. Rıfat iyice bastı yaygarayı. Tam o sırada Saffet koşa koşa çıktı evden: Mehmet’le Saffet şaştılar bu işe: – Anne! Ninem yukarıda yüklüğün içinde oturuyor, o gelmiyor mu bizimle? – Pek şımarık oluyor bu kızlar. Bebeğiymiş… Kirli suratlı, pis bi bez bebek işte! – Ne? Sahi, nine yok ortada! Diye bağrıştı herkes. Rıfat, hiç Emine’den yana bakmıyor, arabanın arkasında bir şeyler yapıyordu. Rukiye teyze birden anladı işi: – Gene Rıfat saklamış olmasın kızın bebeğini? Gülbahar’la Gülizar bir ağızdan bağırdılar: – O yapmıştır, o yapmıştır teyze! Rıfat! Rıfat! * Nine eski zamandan kalma işlemeli esvabını giymiş, başına çiçekli yazmasını bağlamış, yanında bastonuyla yatakların konduğu yüklüğün içinde bağdaş kurmuş oturuyordu. Mustafa dikildi başına: – Nine kalk! Gidiyoruz! – Nereye gidiyormuşuz? Ben evimi bırakıp bir yere gitmem! Az sonra, bir elinde sarı yünden örgülü saçlı bebek, öteki elinde iki yanı püsküllü koskoca bir uçurtmayla döndü Rıfat. Bebeği Emine’nin eline tutuşturup yürüdü arabaya doğru. Annesi telaşla bağırdı arkasından: – Neden bırakayım? Emine bebeğini götürüyor, ben de uçurtmamı götürürüm. Annesi tuttu çekti uçurtmayı. Bu kez Rıfat attı kendini yere, yapıştı uçurtmasına: 7/197 – Nine haydi! Dışarıdan Adem ağa öfkeyle sesleniyordu: – Çabuk olun, ortalık ağardı! – Rıfat! Rıfat! Bırak o uçurtmayı! Çift Püsküllü Uçurtma Mustafa koştu yukarı. Suzan Albek Mustafa çekti nineyi kolundan, nine bastonunu savurdu, – Bırak beni! Bırak diyorum sana! Niye gidecekmişiz sanki? Sırtına sopayı yiyen Mustafa bağırdı: Çift Püsküllü Uçurtma 8/197 Suzan Albek – Of! Vurma nine! Yolda anlatırım sana niye kaçtığımızı. Haydi hop! Mustafa ninesini kucakladığı gibi bir solukta indirdi merdivenleri. Nine, bastonunu savura savura bağırıp çağırırken arabanın üstünde buluverdi kendini. Herkes yerleşmişti. Kızlar sokuldular ninelerine. Emine itti Rıfat’ı: – Çek uçurtmanı, çıtaları batıyor bacaklarıma. Adem ağa, bir arabayı; oğlu Mustafa, öbür arabayı sürecekti. Çoban Ali avlunun kapısını açmış, kenarda bekliyordu. Onu gören Rıfat seslendi: – Adem baba, Ali gelmiyor mu bizimle? Emine gene çıkıştı Rıfat’a: – Niye Adem baba diyorsun benim babama? O senin baban değil ki, benim babam. Senin baban ölmüş. Rıfat iyice batırdı uçurtmanın çıtalarını Emine’nin bacaklarına. Mehmet ile Saffet arabadan ellerini uzatmışlardı Ali’ye: – Ali! Ali! Haydi atla! Sen de gel! – Hayvanlara iyi bak! Gene döneriz bir gün. – Hoşça gidin! Güle güle! – Karabaş’a iyi bak! Koyunlara da! Keçilere de! – Sarı ineğe de! Sarman kediye de! Ali, bir süre daha arabaların arkasından şapkasını sallayıp döndü, avlunun kapısını kapayıp girdi içeri. * Gölün karşı yakasındaki değirmene vardıklarında güneş, dağın arkasından ilk ışıklarını göstermişti. Değirmenin çarkı durmuş, kapıya koca bir kilit asılmıştı. Savaklardan boşalan su, çağıl çağıl aşağıya akıyor; kazlar, ördekler sazların arasında dolaşıyorlardı. Değirmenci dayı, karısı, küçük kızı Melek arabaya yerleşmişlerdi. İki oğlu Hüseyin ile Hasan arabanın yanında bekliyorlardı. Yeni gelenlerle selâmlaştılar. Adem ağa eliyle dağı göstererek: – Geceye kalmadan dağı aşalım, dedi. – Olmaz çocuklar, bırakın Ali’yi, dedi Adem ağa. Annesi bağda. Götüremeyiz onu. Hem ahırda hayvanlar var. Kim bakacak onlara? Mustafa şaklattı kamçıyı. Arabalar takırdayarak çıktılar avlunun kapısından. Rüzgârından uçurtmanın kopuk püskülleri, kuyruğu dağıldı avlunun dört bir yanına. Ali bir süre koştu arabanın arkasından. Çift Püsküllü Uçurtma – Ali! Ali! Hoşça kal! 9/197 Suzan Albek Kamçılar şakladı. Üç araba arka arkaya dağ yolunu tuttular. Kimse konuşmuyordu. Nine atkısını gözüne kadar indirmiş, herkese arkasını dönmüştü. – Ninem küs bize, dedi Gülbahar. – Ne olur barışsa da masal anlatsa bize, diye ekledi Gülizar. Çift Püsküllü Uçurtma 10/197 Suzan Albek Yol dikleşip, hayvanlar solumaya başlayınca Adem ağa indi arabadan aşağı. Arkasından Mehmet, Saffet, Rıfat atladılar. Değirmencinin oğulları geldiler yanlarına. Konuşup gülüştüler, kamçılarını ölçtüler. Bütün gün dağ yolunu izlediler, sulak yerlerde hayvanları dinlendirdiler, çimenlerin üstüne yaygıları serip yemek yediler. Yol dikleştikçe hava serinliyor, rüzgâr çam ağaçlarının arasında uğulduyordu. Sıkıntıları dağılmıştı artık. Hafiften bir türkü tutturdu çocuklar: Esme, esme deli rüzgâr Yarim yoldadır… Hasan ekledi – Esme deli rüzgâr, Uyur bizim Gülizar… Çocuklar pek hoşlandı bu türküden hep bir ağızdan tekrarladılar: Esme deli rüzgâr… Uyur bizim Gülizar… Uykucu Gülizar… Drama köprüsü Hassan, Dardır geçilmez… Soğuktur suları Hassan, Bir tas içilmez… At martini de bre Hassan, Dağlar inlesin… * Hasan uzandı arabaya, Emine’nin bebeğini, Gülizar’ın eteğini çekti, nine atkısının altından çıkardı bastonunu, vurdu hafifçe oğlanların sırtına, bir gürültüdür gitti. Adem ağa döndü arkasına: – Susun bakayım! Nedir bu şamata? Gülizar! Hep senin başının altından çıkıyor bunlar. Emine, sen de sabahleyin Rıfat’a söylediğin kötü sözü duymadım sanma! Soracağım sana! Küstüler Gülizar ile Emine. Başladılar usul usul ağlamaya. Nine hiç dayanamazdı kızların ağlamasına: Gülizar ninesinin dizinden başını kaldırdı: – Kim uyuyormuş? Yalancılar… – Susun benim güzel kızlarım. Bak ben size masal anlatacağım. Hemen kestiler kızlar ağlamayı. İyice sokuldular ninelerine. Nine başladı anlatmaya: Hasan dürttü Mehmet’i: – Oh! Ne güzel kızdırdık Gülizar’ı dimi? Çift Püsküllü Uçurtma Oysa kızdırma sırası kızlara gelmişti. Hep bir ağızdan başladılar: 11/197 – “Evvel zaman içinde, Kara Osman derler, bir yiğit bey oğlu varmış. İri yapılı, uzun kollu, kara bıyıklı bir güzel delikanlı Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 12/197 Suzan Albek imiş Osman. Bey oğlu dedikse öyle kulu kölesi olan, asan, kesen zalim bir bey oğlu değil. Yanındaki adamlarını, toprağında yaşayanları korur, kimsenin hakkını yemezmiş. Her yıl yaz gelince bunlar sürülerini, eşyalarını atlara, develere yükler, yaylalara çıkarlarmış. Develerin çanları çın, çın öter, koyunlar, kuzular meleşirmiş.” – Ne bileyim şimdi? Yerimizi yurdumuzu bıraktık göçüyoruz, sen bana Kara Osman’ın çıktığı dağların adını soruyorsun! Erkek çocuklar arabaya iyice yaklaşmışlar, dinliyorlardı. Saffet sordu: * – Hangi dağlara çıkarlarmış nine? Bu bizim çıktığımız dağlara mı? Nine düşündü: – Yok, yok. Buralara gelmemişler daha. Böyle çamlık, kestanelik dağlar ama neresiydi bilemedim. Irak yerler… – İstanbul’dan da mı uzak nine? Diye sordu Mehmet. – Hı… Hı… Çok uzak. Mehmet üsteledi: – Adını söyle o dağların nine, sen biliyorsun, bir kez söyledin. Nine seslendi büyük kızına: Yerimiz yurdumuz sözlerini işitince ninenin aklına gene evi geldi. Canı sıkıldı, sustu. Kızlar bir iki vızıldadılar, sonra uyudular birer birer. Dağı aşıp, ovaya açılan dar boğazı uzaktan seçtiklerinde vakit gece yarısını çoktan geçmiş, hava ayaza dönmüştü. Adem ağa, değirmenci dayı, Mustafa arabaları bir düzlüğe çektiler. – Ateş yakıp, bir çay pişirsek, azıcık ısınsak, dedi Adem ağanın karısı. Adem ağa karşı çıktı: – Sakın ha! Boğazda bekleyenler geldiğimizi. Sabah karşılaşırız daha iyi. var. Anlamasınlar Erkekler bir araya gelmiş bir şeyler konuşuyor, sardıkları sigaralarını ceketlerinin altında yakıyorlardı. Aşağıda, boğazın tam ucunda ateşler yanıyordu. – Rukiye kız! Neydi o Kara Osman’ın çıktığı dağların adı? Kadınlar, çocuklar başlarına. sımsıkı çekmişlerdi – Aman ne bileyim anne, hangi Kara Osman’mış o? – Gülbahar! Gülbahar! Bak azıcık! – Hani canım, hacı babamın kara kaplı kitabından okuduğu Kara Osman. Gülbahar Rukiye teyzesinin dürtmesiyle uyandı. Ortalık hâlâ karanlıktı. – Ne var teyze? Gidiyor muyuz? Çift Püsküllü Uçurtma 13/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 14/197 Suzan Albek yorganlarını – Yok, yok. Bak dinle! Rukiye teyze Gülbahar’ın kulağına bir şey fısıldadı, sonra eline ufak bir kutu verdi, Gülbahar kutuyu aldı soktu koynuna, iki kat oldu, sabaha kadar kırpmadı gözünü. * Gün doğarken üç araba yola çıktı. Aşağıda dar boğazın girişinde karaltılar seçiliyordu. Yaklaşınca, karaltılar, silahlı adamlar oldu. Hem de tepeden tırnağa silahlı. Bellerinde sıra sıra fişeklikler, ellerinde uzun tüfekler, başlarında gözlerine kadar indirilmiş yün başlıklar vardı. Arabalar yaklaşınca bir silah patladı, “Dur! Dur!” diye bağırdı biri. Çocuklar sıçrayarak uyandılar. Kadınlar başlarına örtmelerini iyice çektiler. Nine başladı dua okumaya. Bir yandan çocukların arkasını sıvazlıyor, “Korkmayın yavrularım” diyerek duasını sürdürüyordu. Adem baba arabayı durdurmuştu. İndi, gitti adamların yanına. Mustafa, Değirmenci dayı, Hüseyin gittiler arkasından. Silahlı adamlarla konuştular, kemerlerinden kâğıtlarını çıkarıp gösterdiler. Silahlı adamlar geldiler arabaların yanına. “İnin aşağıya” dediler. Kadınlar, çocuklar indiler, çömeldiler yolun kenarına. Adamlar bir bir indirdiler yorganları, yatakları, bohçaları. Didik didik aradılar. Yiyecek sepetlerinde ne varsa döktüler tozun içine. Ellerindeki bıçaklarla yatakları kesip, içini yere silktiler. Değirmencinin arabasındaki un çuvallarını indirdiler, boşalttılar. Sıra geldi herkesi aramaya. Adamlar kadınların örtmelerini çektiler, baktılar boyunlarına altınları var mı diye. Emine ile Gülizar Çift Püsküllü Uçurtma 15/197 Suzan Albek annelerinin eteklerine sımsıkı yapışmış, Gülbahar gene iki kat olmuş, yere kapanmıştı. Adem ağa yaklaştı adamların yanına: – Söyledim size, ne silah var ne para ne de altın. – Koyunlarını ne yaptın? Satmadın mı yola çıkmadan önce? Dedi bir adam. – Hepsi duruyor avluda. Bağda üzümleri küfesiyle bıraktım. Gidin, alın. Sizin olsun. Bırakın bizi geçelim. Yolun kenarında duran Rıfat birden az ötede duran genç bir çocuğa doğru koştu: – Panayot! Panayot! Sen ne yapıyorsun burada? Biz gidiyoruz. Ben uçurtmamı da götürüyorum. Bahara dönersek bağda… Panayot, hiç yanıt vermeden dönüp arkasını uzaklaşmıştı. Rıfat kalakaldı orada. Sordu Saffet’e: – Bu bizim Panayot değil miydi? Hani komşu bağdan. Beraber uçurtma uçururduk. Saffet bir şey söyleyemedi. Rıfat koştu arabaya. Darmadağınık eşyaların arasından çıkardı parça parça olmuş uçurtmayı, attı yere, bir tekme vurdu, kırdı iyice çıtaları. Henüz yedi yaşındaydı ama kötü bir şeyler olduğunu, gezmeye gitmedikleri anlamıştı. Silahlı adamlar birer birer uzaklaştılar. Kadınlar, çocuklar, eşyaları, yiyecekleri yeniden yüklediler arabalara. Hiç Çift Püsküllü Uçurtma 16/197 Suzan Albek konuşmadan bindiler. Adem ağa, atladı yerine söylene söylene: – Hepsi de tanıdık, komşu. Serez pazarına beraber inerdik. Ne oldu bunlara böyle? Ne kötülük ettik onlara sanki? * Boğazı geçip ovaya inince derin bir soluk aldılar arabadakiler. Atlar tırısa kalktı, yükselen güneş ısıttı sırtlarını. Yol uzun süre biçilmiş tarlaların arasından geçtikten sonra tekrar yükselmiş, iki yanında fundalıklar, bodur meşeler başlamıştı. Çocuklar, gençler indiler arabadan. Nine de davrandı yerinden: – Bacaklarım uyuştu oturmaktan. Durun ben de ineyim, dedi. Aldı kalın bastonunu, katıldı çocukların arasına. Taşlı bir yokuşa varmışlardı. Çocuklar konuşup gülüşüyorlardı. Değirmencinin oğlu Hasan seslendi Mehmet’e: – E buffu buffu! E buffu buff! Nine soluyordu: Hınkı mınkı tık tık! Hınkı mınkı tık tık! Çocuklar ellerine birer sopa almış onun gibi taşlara vura vura gidiyorlardı. Mehmet arada bir Değirmenci dayı gibi öksürüyordu: – E buffu buff! Değirmenci dayı yaklaştıkça kamçısını Mehmet’in sırtına şaklatarak şakaya katılıyordu. Adem ağa da dizginleri gevşetmiş, rahatlamıştı. Kadınlar arabalardan çocuklara börek, çörek, sepetten üzüm uzatıyorlardı. Saffet üzümünü yerken şöyle dedi: – Niye o kadar korktuk sanki? Hepsi komşularımız. Bize bir şey yap… Sözünü bitirmemişti ki arabadan biri seslendi. – Arkadan bir gelen var! Hepsi durup arkaya baktılar. Siyah bir nokta gitgide yaklaşıyordu. – Dinle bak, nine ne diyor. – Hınkı mınkı tık tık… Hınkı mınkı tık tık… – Binin! Binin arabalara! Kaçalım! Diye bağrıştılar. Nine bastonuyla tık tık taşlara vuruyor, soluk alırken hınkı mınkı diye sesler çıkarıyordu. İkinci arabayı kullanan Mustafa karşı çıktı: – Dinle, dinle! Değirmenci dayı nasıl öksürüyor diye yanıtladı Saffet. – Hiç yararı yok. Nasıl olsa yetişir. Bizim yükümüz ağır. Beklesek daha iyi olur. – E buffu buffu! E buffu buff! Gerçekten az sonra yetişti atlı. Değirmenci dayı durmadan öksürüyordu: – A! A! Bu bizim Panayot! Dedi çocuklar. Panayot doğru gitti Adem ağanın yanına: Çift Püsküllü Uçurtma 17/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 18/197 Suzan Albek – Adem ağa kusura bakma. – İsterseniz ayrılalım. Siz istediğiniz yoldan gidin. Ben Mustafa’nın sözüne güvenirim, dedi, aldı dizginleri eline. – Ne var ne istiyorsun? – Şey.. Diyecektim ki.. Dağ yoluna sapmayın. Deli Zora’nın çetesi orada. Sağ geçirmezler sizi. Dereyi izleyin daha iyi. Değirmenci dayı kalakaldı orada. Hüseyin ile Hasan seslendiler: Adem ağa hiç yanıt vermedi. Panayot döndü Saffet’e: – Haydi baba, düşünme. Ne gelirse başımıza beraber gelsin. Ayrılmayalım birbirimizden. – Bizim bağda düdüğünü bırakmışsın. Tut! Değirmenci dayı bindi arabaya öksürdü: E buffu buffu! Buff! Kemerinden uzun bir düdük çıkardı, attı Saffet’e. Sonra çevirdi atının başını, geldiği gibi dört nala uzaklaştı. Öndeki çocuklar sevinçle haykırdılar: Arabalar ağır ağır kalktılar. Az sonra vardılar derenin kenarına. Oradan yol ikiye ayrılıyor, biri kıvrıla kıvrıla dağa doğru yükseliyor, öteki dere boyunca uzanıyordu. Yol ağzında çektiler dizginleri. Adem ağa bir Değirmenci dayının bir Mustafa’nın yüzüne baktı. Panayot’un söylediğine inanalım mı gibilerden. Dağ yolunun üstünde, ta uzakta, iki araba ağır ağır ilerliyordu. – Geliyorlar, geliyorlar! Hep beraber gidiyoruz! – Hınkı mınkı tık tık… E buffu buffu buff… Atlar hızlandı: – Takıdık takıdık… – Deh oğlum deh! Haydi Akdoğan! Haydi Sarıperçem! Kamçılar şakladı: – Şrakk… Şrakk… – Dere boyundan yolu çok uzatırız, dedi Değirmenci dayı. Mustafa: – Biz Panayot’un dediği yoldan gidelim. Niye yalan söylesin? Dedi. Adem ağa çok düşünceliydi. Ya bu bir tuzaksa? Kimseden ses çıkmıyordu. Adem ağa Değirmenci dayıya döndü: Çift Püsküllü Uçurtma 19/197 Suzan Albek * Dere boyunca uzanan taşlı, kumlu, kaygan yollardan gün boyunca ilerledi arabalar. Boş tarlalara konup kalkan kara kargalarla, kayaların üstünde dimdik duran keçilerden başka canlı görünmedi. Akşama doğru batıda bembeyaz, pamuk gibi bulutlar yığılmaya başladı üst üste. Rıfat arabada yanında oturan Emine’yi dürttü: Çift Püsküllü Uçurtma 20/197 Suzan Albek – Emine bak! Şu pamuk gibi bulutları görüyorsun ya işte Allah Baba onların üstünde oturuyor, bize bakıyor. Emine korktu: – Birer tane saklasaydık biz de savaşırdık. Hem de o silahlı adamları yaklaştırmazdık arabaya. Ben bir savururdum kılıcımı. Hasan ile Mehmet uzaklaştılar Saffet’ten. – Hi… Sen görüyor musun onu? – Tam görmüyorum ama beyaz sakalını görüyorum. Eğilip gülümsüyor bana. – Mehmet, kimseye söyleme, bende bir tane uzun hançer var. Sakladım üstümde. – Hi… N’olur göstersene! N’olur Hasan! – Ne olur, eğilince bana da göster. Hasan eğildi, Mehmet’in kulağına bir şey söyledi. Saffet yetişti, uzattı kafasını aralarına: – Kimseye söylemezsen gösteririm. Ellerinde sopalarla arabanın yanında giden Mehmet, Saffet ve Hasan’dan başka herkes arabadaydı. Değirmenci dayı uyumuş, yerini oğlu Hüseyin almıştı. Mehmet ve Hasan usul usul aralarında konuşuyorlar, Saffet onlara yetişip konuştuklarını duymaya uğraşıyordu. – N’olur Hasan bana da söyle! Bizim askerleri görünce n’apıcaksın? – Neden çekilmiş bizim askerler? Topları tüfekleri yok muymuş? O akşam ufak bir çamlığa çektiler arabaları. Her yan sessizdi. Ama bir tedirginlik vardı hepsinde. Adem ağanın karısı sızlanıyordu: Hasan, Mehmet’ten iki yaş büyüktü. Hem değirmene gelip giden herkesle konuşur, olan biteni öğrenirdi. Bilgiççe yanıtladı: – Varmış top tüfekleri ama gene de yetmemiş. Ayrıca kumandanları iyi yönetmemiş orduyu. – Keşke dedelerimizin kılıçlarını, silahlarını atmasaydık göle! Verirdik bizim askerlere. Saffet söze karıştı: Çift Püsküllü Uçurtma 21/197 Suzan Albek – Sus, sen küçüksün, karışma her şeye! Hem duyduklarını da kimseye söyleme! – Neden hep böyle kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde kalıyoruz? Bildik bir köyde kalsak daha iyi değil mi? Adem ağa yanıtladı: – Bildik köy mü kaldı? Şu dağların arkası Bulgarya. Ondan ötesi Allah kerim. Çocuklar inmişler, ağaçların altında toplanmışlardı. Mustafa elinde bir çakıyla yerdeki çam kütüğüne bir şeyler kazıyordu. Epey uğraştı, sonra, tak diye çakısını kapadı. Çift Püsküllü Uçurtma 22/197 Suzan Albek Çocuklar geçtiler çam kütüğünün karşısına, heceleyerek okudular: “Teşrinevvel 1912” Bir hışırtı duyuldu o sırada ağaçların arkasından. Çocuklar ürkerek kaçtılar. Birdenbire nereden geldikleri belli olmayan iki silahlı adam göründü. Hüseyin çıktı önlerine: – Ne var? Ne istiyorsunuz? Adem ağa ile Değirmenci dayı geldi yanlarına. Bir süre konuştular adamlarla. Ne istediklerini sordular. Silahlı adamlar arabalara bir göz attılar, oturanları saydılar, gene konuştular Adem ağayla. Sonra bir ağacın altına çekildiler, yaktılar sigaralarını. Adem ağa yürüdü arabaya doğru. Mustafa sordu: – Deli Zora’nın eline mi düştüler öyleyse? – Herhalde. – Öyleyse Panayot kurtardı bizi. – Öyle olacak. Saffet’in yüreğini bir sevinç kapladı. Koca bir yatağı kaptı, yerleştirdi arabanın birine, çıktı üstüne oturdu. – Yolda size türkü çalıcam düdüğümle, dedi kızlara. Emine ellerini çırptı: – Oh ne güzel! Melek de gelir bizim arabaya. Elim üstünde kimin eli var oynarız. – Ne istiyorlarmış baba? – Üç araba fazlaymış bize. Birini bırakın diyorlar. Bırakacağız çaresiz. Haydi boşaltın arabanın birini. – Akdoğan’la Sarıperçem’i verme baba. En güçlü onlar. Benim atları ver. İkinci araba boşaltıldı sessizce. Yataklar, yorganlar atıldı yere. Saffet yaklaştı Mustafa ağabeyine: – Acaba Panayot mu haber verdi geldiğimizi bu adamlara? Tuzak mı kurdular bize? – Sanmıyorum, dedi Mustafa. Dağ yolundan da gitseydik buraya inecektik. Hem önümüzden dağ yoluna çıkan iki arabanın da buradan geçmesi gerekirdi. Görünürlerde yoklar. Çift Püsküllü Uçurtma 23/197 Suzan Albek Hepsi doldular iki arabaya, çocuklar bir arabaya toplandı. Mustafa ve Hüseyin aldılar dizginleri. Bulutların arasından süzülen ay ışığında kütüğün üstündeki yazı parladı: “Teşrinevvel 1912”. Hüseyin atını kamçılarken söylendi kendi kendine: – Teşrinevvel 1912. Balkan Savaşı. Yenildik, yenildi koskoca Osmanlı ordusu. Boşalan arabaya keyifle yerleşen silahlı adamlar, yokuştan aşağı sürüp gözden yitmişlerdi. Adem ağanın ağzını bıçak açmıyordu. Çocuklar neşeliydi oysa. Rıfat, arabanın içinde yumulmuş, kızlar ellerini üst üste koymuşlardı sırtına. – Elim üstünde kimin eli var? – Meleğin eli var! Çift Püsküllü Uçurtma 24/197 Suzan Albek – Bilemedin, kaldır, küp! Rıfat bunu söylerken birden bulutlar yarıldı, koca bir ışık demeti indi üstlerine. Tam o sırada tekerlekler kurtuldu çamurdan, takır takır döndü. Çocuklar bağrıştılar: Patır patır indi eller Rıfat’ın sırtına… * – Allah duydu ninemin dualarını! Yardım etti bize! O gece, gündüzden biriken bulutlar birden boşalıverdiler Balkanların üstüne. Şimşekler çaktı, gök gürledi. İki arabaya sıkışmış olan çoluk çocuk, hısım akraba, iyice sokuldular birbirlerine, yorganları, yaygıları örttüler üstlerine. Gene de iliklerine kadar ıslandılar. Ertesi sabah da sürdü yağmur. Selli yağdı, ip gibi yağdı, ahmak ıslatan yağdı. Çocuklar arabalara inip bindikçe, çamura bulaştırdılar her yanı. Yol gitgide kayganlaşıyor, atlar güçlükle ilerliyordu. Çoğu kez tekerlekler balçığa saplanıyordu. O zaman hepsi birden inip itiyorlardı arabaları. – Haydi… Hop… Dayan! Bir daha… Kızlar yolun kenarında ninelerinin eteklerine sarılıp bekliyorlardı. Nine durmadan dua edip üflüyordu çevresine: Hemen arabaları çektiler yolun kenarına. Atları çözüp boyunlarına saman torbalarını taktılar. Eşyaları, yaygıları serdiler çalıların üstüne kurusun diye. Anneleri Gülbahar, Gülizar ve Emine’nin saç örgülerini çözdü, taradı. Sarı saçlar altın gibi parıldadılar güneşin altında. Emine koynundan bez bebeğini çıkardı: – Oh neyse hiç ıslanmamış benim Alimem! Dedi. O da bebeğinin yünden saç örgülerini çözüp yeniden ördü. Erkek çocuklar, ayakkabılarındaki çamurları sopalarla temizlediler, sonra oyuna daldılar. Yerdeki balçığı dört köşe kesip aralarına otlar serptiler. Ellerini tepsi gibi yapıp sundular kızlara: – Allah yardımcımız olsun… Allah yardımcımız olsun… – Haydi yağlı börek! Otlu börek! İsteyen yok mu yağlı, otlu börekten? Son kez arabaya dayandıklarında Emine yaklaşıp sordu Rıfat’a: Emine Rıfat’a yalancıktan para verip börek aldı, Alimesinin karnını doyurdu, sonra dizinin üstünde sallayıp uyuttu. – Hani bana bulutların üzerinde oturan Allah Baba’yı gösterecektin? Kadınlar sepetleri, torbaları çıkarttılar ortaya. Çalı çırpıyla ateş yakıp çorba pişirdiler. Ekmek azalmış, değirmencinin unları ziyan olmuştu. Sepetteki üzümler ezilmiş, suları akmıştı. Gene de ne varsa hepsini iştahla yediler. Arta kalan bir yarım ekmeği Hasan gizlice soktu koynuna. Rıfat arabayı itti bütün gücüyle: – Görünmüyor ki! Hem ninem o kadar çağırıyor, yardıma gelmiyor bize. Çift Püsküllü Uçurtma 25/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 26/197 Suzan Albek Tam toplanmış arabaları düzene koymuşlardı ki bir takırdı işittiler yolda. Az sonra yolun ucunda bir araba göründü, yaklaştı, durdu yanlarında. – Bunlar da bizim gibi göçenlerden. Korkmayın, dedi Adem ağa. Yeni gelenler de onlar gibi bir arabaya dolmuş kaçıyorlardı Osmanlı ülkesine doğru. Erkekler bir araya gelip konuştular. – Osmanlı ordusu perişan, dağılıyormuş. İşte şu yanda! Dedi bir delikanlı. Eliyle kuzeyi, Balkan dağlarını gösterdi. – Bazı birliklerimiz henüz çekilmemiş. Dağlarda çete savaşı yapıyorlarmış, dedi bir başkası. Hasan’la Mehmet büyüklerin arasına karışmış dinliyorlardı söylenenleri. Hasan sordu: – Ne yanda imiş acaba bizim askerler? – Şu yanda. Kırcaali’ye doğru… – Bu geceyi bir geçirsek baskına uğramadan. Yarın tutarız Dimetoka yolunu. Ah Meriç’i bir geçsek, dedi Adem ağa. – Sakın Edirne yoluna girmeyin, dedi yeni gelenler. Oraya yaklaşıyormuş düşman bir koldan. Sonradan gelenler vedalaşıp bindiler arabalarına. Hasan ile Mehmet bir köşeye çekilmiş fısıl fısıl konuşuyorlardı. Sonra hepsi toparlandılar. Mustafa, nineyi kucakladı, koydu arabaya. Çift Püsküllü Uçurtma 27/197 Suzan Albek Karanlık bastıktan sonra, dağ yamaçlarında yavaş yavaş ilerlerlerken hep top, tüfek sesleri duydular arabadakiler. Tepelerin arkasında kızıl alevler yükseliyordu. Geç vakit bir dere yatağında durdular. Geçirdiler geceyi. * Gün doğarken değirmencinin karısının sesiyle uyandılar: – Hasan! Hasan! Neredesin oğlum? Gece nöbet tutup, sabaha karşı azıcık arabada uykuya dalmış olan Hüseyin atladı yere. Önce sağa, sola, çalıların arasına baktı. Geldi Adem ağaların arabasına, sordu: – Hasan’ı gören var mı? Kimse bilmiyordu Hasan’ın nerede olduğunu. Değirmenci dayı, Adem ağa, Mustafa indiler, dolaştılar her yanı. Yok! Yok! Çocuklar uyanmış, yorganın altından başlarını çıkarmışlardı. Saffet, Mustafa’nın çekti kolunu: – Mustafa ağabey, ben biliyorum Hasan’ın nerede olduğunu. Mehmet itti Saffet’i: – Sus, karışma her şeye. Bir şey bildiğin yok. Saffet üsteledi: – Ben duydum Mehmet ağabeyimle konuşurken. Bu gece kaçtı Hasan. Orduya yazılacakmış. Düşmanları yenip hepimizi kurtaracakmış. Hem hançeri de var. Gösterdi Mehmet ağabeyime. Tüfek atmasını da biliyormuş. Çift Püsküllü Uçurtma 28/197 Suzan Albek Değirmenci dayı, Adem ağa duymuşlardı Saffet’in söylediklerini. Mehmet yorganın altına tekrar girmiş, tortop olmuştu. Adem ağa yaklaştı, çekti yorganı, yakaladı Mehmet’i. Tuttu kulağından götürdü bir çalının arkasına. Döndüklerinde Mehmet’in yanağında kıpkırmızı beş parmak izi vardı. Annesi aldı Mehmet’i yanına: – Hasan’ın kaçacağını biliyordun da niye söylemedin a çocuk? Dedi. – O benim arkadaşım. Hem kan kardeşim. Söyler miyim hiç? Dedi Mehmet. – Oh olsun öyleyse! Hak ettin tokadı! Dedi annesi. Mehmet pişman değildi. Omuzlarını silkti: – Olsun, hiç acımadı. Hem Adem babamın tokat attığı yerde gül açarmış. Değirmenci dayının karısı ağlayıp çığırmaya başlamıştı: – Ah Hasan’ım! Ne yapacaksın şimdi dağlarda? Vururlar seni… Mustafa araya girdi: – Üzülme teyze, koca adam, korur kendini. – Ne koca adamı? On beşine yeni girdi daha Hasan’ım. Sen onun boyuna ne bakıyorsun? Küçücük çocuk. Ah benim Hasan’ım ne yaptın böyle? Aç çıplak dağlarda! Mehmet atıldı: – Aç değil teyze, koca bir çıkın yiyecek aldı. Gocuğunu da giydi üstüne. Hem hançeri de var. Beni de götür dedim, sen küçüksün dedi bana. Emine arabadan başını uzattı: Herkes elinden geldiğince avuttu kadıncağızı. Kızı Melek geldi dizine başını koydu: – Niye Adem baba diyorsun benim babama? O senin baban değil. Senin baban ölmüş. – Anne ben yanındayım. Hem Hüseyin ağabeyim de var. Döner gelir Hasan ağabeyim bir gün. Adem ağa duydu gene Emine’nin kötü sözünü. Yaklaştı yanına. Bir gül de Emine’nin yanağında açtı. Hem beş yapraklı. Gene dövündü anası: Hüseyin hâlâ arıyordu kardeşini. Yamaca doğru tırmanıyor, elini gözünü siper edip uzaklara doğru bakıyordu. Adem ağa çağırdı onu yanına: – Boşuna arama! Çok olmuş gideli. Dönmez… Çift Püsküllü Uçurtma 29/197 Suzan Albek – Döner gelir de bizi nerede bulur? Çıktık artık gurbete… * Arabalar yavaş yavaş hareket etmişti. Değirmenci dayı ağırdan alıyor, sanki Hasan bir yerden çıkıverecekmiş gibi yolun iki kenarına bakınıp duruyordu. Çift Püsküllü Uçurtma 30/197 Suzan Albek Mustafa, Mehmet, Saffet arabanın yanında konuşarak yürüyorlar, Emine ile Rıfat arabadan lâfa karışıyorlardı: – Mehmet ağabeyim Hasan’ı ele vermediğine iyi etti değil mi Mustafa ağabey? Dedi Rıfat. Mustafa başını okşadı Mehmet’in. Pek gururlandı Mehmet. Saffet’in başı yerdeydi. Utanıyordu azıcık lâf taşıdığı için. Mustafa onun da gönlünü aldı: – Saffet Hasan’ın kaçtığını haber vermeseydi, bütün gün onu arayacak, yolumuzdan kalacaktık. Neyse, kapatın artık bu sözü. Hiç Hasan’ın adını anmayın annesinin yanında. Rıfat sordu: – Dramalı Hassan türküsünü de söylemeyelim mi Mustafa ağabey? – Söylemeyin, söylemeyin, uykucu Gülizar türküsünü söyleyin, dedi Mustafa. Gözleri uzaktaydı. Karşıda onlara doğru yaklaşan iki siyah nokta görmüştü. Seslendi babasına ve Adem ağaya, hemen durdular. Karşıdan gelen atlılar ellerini kollarını sallayarak işaret ettiler: “Dönün! Dönün!” Arabadakiler bir soluk aldılar, düşman değilmiş diye. Oysa atlıların getirdiği haber kötüydü: – Elimizde Dimetoka’ya kadar geçiş kâğıdımız var, dedi. Atlılar güldüler: – Çok gördük öyle kâğıtları. Siz gene yolun altındaki karakola görünmemeye bakın. Biz dağ yolundan ineceğiz ovaya. Siz arabalarla gelemezsiniz. Artık ne yaparsınız bilemeyiz, dediler. – Çok da oyalanmayın. Bir düşman kolu da arkanızdan durmadan ilerliyor. Ayaklar altında kalırsınız, diye eklediler. Değirmenci dayı ile Adem ağa düşünüp kaldılar oracıkta. Uzaktan gene silah sesleri duyulmaya başlamıştı. – En iyisi, dere yatağına dönüp geceyi geçirmek, dedi Mustafa. * Dar yolda arabaları güçlükle çevirip indirdiler dere yatağına. Bütün gün beklediler orada. Güneş batarken Hüseyin kardeşleriyle oturan Gülbahar’a seslendi: – Gülbahar! Gülbahar! Gel azıcık, bir şey söyleyeceğim sana. İkisi beraber biraz uzaklaşıp bir salkım söğüt ağacının altına oturdular. – Yolları tutmuşlar! Kimseyi geçirmiyorlar! – Bu akşam sınırı geçeceğiz. Ya ölürüz ya kalırız, dedi Hüseyin. – Arkamızdan ateş ettiler, zor kurtardık canımızı. Gülbahar hiç sesini çıkarmadı. Rengi sapsarıydı. Adem ağa: Çift Püsküllü Uçurtma 31/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 32/197 Suzan Albek – Eğer savaş çıkmasaydı babam seni isteyecekti bana Adem ağadan. – Nereden buldun bunu? Erkek saati. Hem de gümüş. – Biliyorum. Babam da vermeyecekti yaşım küçük diye. – Teyzem verdi. Rukiye teyzem. Bir nişanlısı varmış. Sonra ninem bozdurmuş nişanı. Teyzem de başka kimseyle evlenmemiş. Nişanlısı vermiş ona bu saati giderken. Teyzem korkuyordu üstünde taşımaya. Sen sakla dedi bana. – Daha on üç yaşındayım. – Ya teyzen kızarsa bana verdiğin için? – Ben de on sekiz. Nişanlı dururduk sen on beşine gelinceye kadar. İstersen beni şimdi nişanlın bil. – Kızmaz. Nişanlandığımızı söylerim ona. Gülbahar başını eğdi: Gülbahar kıpkırmızı kesilmiş, iyice eğilmişti dizlerinin üstüne. Hüseyin elini kemerine soktu. Bir şey çıkardı: – Bak, bu büyükannemin yüzüğüymüş. Zümrüt hem. Çok değerli imiş. Annem verdi. Al, tak parmağına. Nişanımız olsaydı annem takacaktı zaten sana. Al hadi! Gülbahar baktı usulca yüzüğe. Batan güneşin ışığı vurdu, yemyeşil parladı taş. Hüseyin geçirdi yüzüğü Gülbahar’ın parmağına. Gülbahar korktu birden: – Yok, yok olmaz gerçekten, ya görürse askerler? – Bir bez bağla üstüne. Yara var dersin. Gülbahar’ın aklı yattı ama küt küt atıyordu yüreciği. – Benim sana verecek bir şeyim yok… derken birden aklına geldi Gülbahar’ın. Elini koynuna soktu, küçük kutuyu çıkardı, açtı gösterdi Hüseyin’e: – Bak ne var bende! Küçük kutunun içinde bir cep saati vardı. Çift Püsküllü Uçurtma 33/197 Suzan Albek Gülbahar çok utandı nişanlandık dediği için, başını hiç kaldırmadı, Hüseyin’in yüzüne bakamadı. Güneş dağların arkasına inmişti. Gülbahar ile Hüseyin elele tutuşup azıcık yürüdüler. Sonra birbirlerine gülümseyerek ayrıldılar. Ötekilerin yanına döndüler. Nişanlıydılar artık. * İyice karanlık basınca erkekler bir araya toplandılar, konuştular: – Karakolun oraya varıncaya kadar yavaş kullanın atları. Nöbetçiler kalabalık değilse dur işaretini dinlemeyin geçin, dedi Adem ağa. Mustafa ile Hüseyin oturdular arabacı yerlerine. Herkes sessizce bindi arabalara. Gökyüzü bulutlu, kapkaranlıktı. Karakolun soluk ışığı görünmüştü. İyice yaklaştılar. Hiçbir hareket yoktu binada. Tam önüne gelmişlerdi ki “Dur!” diye bir ses gürledi birden. O anda Mustafa şaklattı kamçıyı: – Haydi Akdoğan! Haydi Sarıperçem! Haydi aslanlarım fırlayın! Çift Püsküllü Uçurtma 34/197 Suzan Albek Arkadan Hüseyin şaklattı kamçıyı. Atlar dört nala kalktılar, arabaları iki yana savura savura yıldırım gibi geçtiler karakolun önünden. Silahlar patladı arkalarından. Hepsi sinmişti yorganların altına. Tepelerinde kurşunlar vızıldıyordu. Karakolun ışığı gözden yitip silah sesleri duyulmaz olunca, Mustafa’nın yanında oturan Adem ağa bir soluk aldı: – Acıktık! Acıktık! – Çok şükür, çok şükür! Dedi, arkadaki arabaya seslendi: Yol kenarlarında hep konup kalkan kargalar, bir de kötü haber: Edirne düşmüş düşman eline. Kaçın! Kaçın! Hep doğuya doğru. Bizimkiler güneye doğru iniyorlar. – Hepiniz tamam mısınız? Anneleri bir kuru ekmek parçası tutuşturuyordu ellerine. En önemlisi atlar. Onlara iyi bakmak, sulamak gerek. Bir de tekerlekler. Arada inip tamir ediyorlardı Mustafa ile Hüseyin. Çocuklar da moladan yararlanıyorlardı çok önemli ihtiyaçlarını gidermek için. Sesler geldi arkadan: * – Tamamız. Tamamız. Bir sabah uyanınca arabadakiler yemyeşil tepeler arasında buluverdiler kendilerini. Ne yağmur ne çamur. Bembeyaz kuşlar dönüp duruyorlardı tepelerinde. Çocuklar atladılar arabalardan: O zaman dizginleri çektiler Mustafa ile Hüseyin. Atlar yavaşladı. Fakat durmadılar. Bütün gece gittiler öylece. Yağmur altında, çamur içinde. Gün doğarken Meriç’in kıyısındaki söğüt ağaçları göründü. Nehrin kıpkırmızı suları yayıla yayıla güneye doğru akıyordu. – Beyaz karga! Beyaz kargalara bakın! Diye bağrıştılar. Adem ağa güldü: Yol kalabalıklaşmıştı. Sıra sıra arabalar, atlar, eşekler, yayalar. Göçenler sesleniyordu arabalardan: – Beyaz karga olur mu hiç? Deniz kuşları bunlar. Martılar. – Nazım Paşa, Edirne’den saldırıya geçmiş! Çocuklar sevindiler: – Yok! Yok! Çok kayıp vermiş Nazım Paşa, çekiliyormuş. – Deniz mi? Nerede deniz? Dimetoka’ya hiç sokulmadılar arabalar. Eski bir köprüden aştılar Meriç’i. Sonra gene koca bir nehir, Ergene. Arkadan uzun köprü. Sahiden upuzun, upuzun göz göz. Git git bitmiyor. Hiç durmak, dinlenmek, konuşmak yok. Çocuklar vızıldanıyordu bazen: – Bu tepelerin arkasında… – İstanbul’a mı geldik yoksa? – Ne İstanbul’u? Daha Tekirdağ var denizin kenarında. Değirmenci dayı yaklaştı Adem ağaya: Çift Püsküllü Uçurtma 35/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 36/197 Suzan Albek – Sağ olasın. Kurtardın bizi. O kalabalığın arasından nasıl yol bulup gelecektik biz. – Babamla birkaç kez geldik biz buralara gençliğimde. Hacı Çakır amcama tütün getirmiştik. Köyü uzakta değil. Azıcık dinlenelim buluruz, dedi Adem ağa. Günlerdir gece gündüz araba kullanan Hüseyin ile Mustafa kendilerini toprağın üstüne atıvermişler, derin bir uykuya dalmışlardı. Az ötedeki yalağa atları sulamaya götürmek Mehmet’e düştü. Yalağın başında üç beş koyunu ile bir çoban duruyordu. Arabadakiler de inmiş, ellerini yüzlerini yıkamaya gelmişlerdi. Çoban hepsinin yüzlerine baktı. Yüzgeri etti, kaçtı uzaklara. – Çoban korktu bizden. İnsan kılığından çıkmışız, dedi Rukiye teyze. Emine, Alimesi elinde gelmişti suyun başına. Bebeğin yüzünün boyaları akmış, saçları kopmuştu. Rıfat çekti aldı bebeği: – Bu da çamur bebek olmuş. Ver yıkayayım, dedi. Bebeği daldırıverdi yalağa. O zaman bebek yok oldu, bumburuşuk bir bez ve yün yumağı oluverdi. Emine başladı ağlamaya: – Alimem! Alimemi isterim! Rukiye teyze yatıştırdı Emine’yi. – Sus, sus! Köye varalım, ben sana çok güzel bir bebek dikerim. – Ben Alimemi isterim! Rıfat bir gülme kopardı: Rıfat üste çıktı gene: – Sen cadı kılığına girmişsin teyze. Ninem karga olmuş, kızlar da karınca. Ha… Ha… Ha… – Ben de uçurtma isterim! Annesi çekiştirdi Rıfat’ı: Çoban yavaş yavaş yaklaşmış, dillerini anlayınca selâm vermişti. Adem ağa sordu: – Sus terbiyesiz! O ne biçim sözler öyle. – Susuz Müsellimli köyü çok uzak mı buraya? Adem ağa girdi araya, yoksa iyice bir dayak yiyecekti Rıfat annesinden. Çoban bir tepeyi gösterdi, sonra koyunlarını toplayıp uzaklaştı. – Dokunma çocuğa, dedi. Çok şükür kurtulduk ya, gülsün söylesinler azıcık. * Köyde bir kalabalık karşıladı gelenleri. Çoban, önceden köye dönmüş iki araba yabancı geldiğini söylemişti. Köylüler merakla çıkmışlardı yola. Adem ağa, amcası Çakır ağanın Çift Püsküllü Uçurtma 37/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 38/197 Suzan Albek evini sordu. Köyün sonunda koca tahta kapılı bir ev gösterdiler. Arabalar takır takır girdi koca kapıdan avluya. – Bizim avluya benziyor burası, dedi çocuklar. Günlerdir hiç konuşmayan nine azıcık atkısını araladı, şöyle bir baktı, tekrar örtündü. Avluda tavuklar, kazlar, ördekler kaçışıyordu. Tek katlı evden kadınlar, çocuklar çıktılar, gelenleri karşıladılar, içeride oturan Hacı Çakır ağanın yanına götürdüler. Çok yaşlıydı Çakır ağa. Gene de yeğeni Ademi tanıdı. Olan biteni, nasıl kaçtıklarını sordu, öğrendi. Kadınlar başka odaya dolmuşlar, çocuklar avluda kalmışlardı. Evden çıkan bir delikanlı atları ahıra çekti. * Günler geçti, atlar iyice dinlendi, bakıldı, tüyleri parladı yeniden. Çocuklar eve alıştılar, avluda Çakır ağanın torunları ile koşuşmaya başladılar. Kadınlar akşamları lambanın çevresinde çorap örüyorlar, nine usul usul konuşmaya çalışıyordu. Gelgelelim hiç rahat etmeyen, alışamayan biri vardı: Değirmenci dayı. Her akşam sofradan kalkarken sarkık beyaz bıyıklarını sıvazlayıp “E buffu buf” diye öksürüyor: – Kesenize bereket. Kesenize bereket. Pek yük olduk size. Biz de evimizi barkımızı bir bulsak. Diyordu. Hacı Çakır ağa bu sözler üzerine “Estağfurullah! Estağfurullah” diyordu durmadan. Çocuklar gülüşüyorlardı gizlice “Hacı estağfurullah ağa” diye… Çift Püsküllü Uçurtma 39/197 Suzan Albek * Hüseyin’e de çok uzun geliyordu bu konukluk. Arada bir atları arabaya koşuyor, çıkıp gidip günlerce görünmüyor, sonra bir akşam çıkageliyordu. Kimseyle konuşmuyordu. Gülbahar’la bile. Gülbahar da nereye gittiğini soramıyordu Hüseyin’e. Son kez bir hafta görünmedi Hüseyin. Hepsi telaşa düştü. Sonra bir gece döndü geldi. Hacı Çakır ağayla, Adem ağayla konuştu: – Tekirdağ’da bir un değirmeni var. Orada iş buldum. Ufak bir ev tuttum. Yarın götüreceğim bizimkileri. Çok iyilik ettin bize. Sağol Çakır ağa! – Estağfurullah! Estağfurullah! Dedi Çakır ağa. Kalsanız da olurdu. Harp gene başlayacak gibi. Bizim büyük torunu askere alırlar. Bize yardım edersiniz önümüzdeki mevsim. Tarlada, bahçede. Bir köşede onları dinleyen Mehmet söze karıştı: – Bizi almazlar mı askere? Estağfurullah amca. Şey Çakır amca? Beni, Mustafa ağabeyimi? Hüseyin ağabeyimi? – Yok. Sen bir kere küçüksün. On üç var mısın? Mehmet sıraladı: – On dördüme gireceğim bu kış. Mustafa ağabeyim on sekiz, Gülbahar on üç, Gülizar on iki, Saffet on, Emine ile Rıfat yaşıt, yedi yaşındalar. Ya sen kaç yaşındasın Çakır amca? Hepsi güldüler Mehmet’in sözlerine. Adem ağa kızdı azıcık oysa: Çift Püsküllü Uçurtma 40/197 Suzan Albek – Seni büyüdün diye yanımıza alıyoruz. Sorulmayan bir sürü lâf söylüyorsun. Haydi dışarı, git çocukların yanına, dedi usulca Mehmet’e. Mehmet utandı, çıktı yavaşça. Değirmenci dayı öksürdü “E buffu buff” diye: – İyi söylüyorsun, ama Çakır ağa, biz tarladan bahçeden pek anlamayız. Değirmencilik bizim işimiz. Onun için gidelim, kısmetimiz neredeyse görelim bakalım. Bir süre daha konuştular odada, sonra herkes yatmaya çekildi. Hava ayazdı. Gülbahar su almak bahanesiyle dışarı çıkmış, avludaki kuyunun başında duruyordu. Hüseyin çıktı avluya atlara bir bakayım diye. Gülbahar’ın yanına gitti. Hüseyin kemerinden saati çıkardı. Kapağını açtı. Saatin ne akrebi vardı ne yelkovanı. – Bak saatin akrebi ile yelkovanı düşmüş arabanın sarsıntısından. Ben gene kuruyorum ama. Tık tık işliyor bak! Hüseyin saati tuttu Gülbahar’ın kulağına. Gülbahar geri çekildi: – Ay. Bırak o saati. Ninem akrepsiz, yelkovansız saat uğursuzluk getirir der. Yola çıkmadan bizim duvar saatimizin de akrebi, yelkovanı düşmüştü. Savaş çıktı sonra, evimizi bırakıp göçtük işte. Gülbahar Hüseyin’in elinden saati almak isterken hafif bir tıkırtı duydu kümesin arkasından. Hüseyin seslendi: – Nereye gidiyorsunuz? Diye sordu Gülbahar. – Kim var orada? – Tekirdağ’a. İş buldum bir değirmende. Biraz para kazanayım, gelir seni alırım, on beşine girince. Kümesin arkasından Rıfat fırladı birden. Arkasından Saffet, Mehmet, Çakır ağanın iki küçük torunu gülüşerek kaçıştılar. – Bakalım biz burada olacak mıyız? Babama toprak vereceklermiş, gideceğiz biz de. – Bizi gözetliyorlarmış, dedi Gülbahar, girdi içeri. – Nereye giderseniz bulurum ben sizi. Yüzüğü saklıyor musun? – İşte, dedi Gülbahar. Sağ orta parmağındaki sargıyı çözdü. Evin tepesindeki donuk aydan bir ışık düştü üstüne, pırıl pırıl parladı yeşil taş. Ertesi gün şafak sökerken Hüseyin, babasını, annesini, kardeşi Melek’i bindirdi arabaya, çıktı yola. * “Ağlama Gülbahar ağlama, Sevdiğin gene gelir ağlama” – Ya sen? Sakladın mı saati Hüseyin? Çift Püsküllü Uçurtma 41/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 42/197 Suzan Albek Mehmet, Saffet, Rıfat avluda koşuşuyorlar, evin penceresinin önüne gelince tekrarlıyorlardı türküyü: “Ağlama Gülbahar ağlama, Kara yazma bağlama” Gülbahar pencerenin önünde yün örüyor, hiç başını kaldırıp bakmıyordu çocuklara. karşısına geçiyorlardı. Bir akşam çoktan beri erkenden yatağına giren nine de geldi aralarına. Çocuklar hemen aldılar çevresini. – Nine n’olur masal anlat bize! Ninenin hiç gönlü yoktu masal anlatmaya: – Hepsi memlekette kaldı masalların, dedi. – Pek haylaz oldu bu çocuklar… Azıcık oturup ders belleseler. Köyde hocaya mı yollasak bu kış acaba? Dedi köşede oturan Rukiye teyze. Çocuklar inanmadılar elbet: Çocukların annesi Ulviye hala: – Koyun kalır, kedi köpek kalır memlekette. – Saffet okuma yazma bilir. Hesabı da kuvvetlidir, oysa Rıfat hiç başlamadı okumaya. Adem ağabeyime söylesek de bu kış yollasa hocaya, dedi. – Masal akılda kalır. Akşamüzeri çocuklar içeri girince Gülbahar ile Gülizar yakaladılar Rıfat’ı: – Aklın pekâlâ başında anne, dedi Adem ağanın karısı Zekiye yenge. Gelinliğinde çehiz sandığında kaç işlemeli esvabın olduğunu, kaç oyalı yazman olduğunu bile biliyorsun daha. – Oh ya! Oh ya! Saffet hocaya gitmeyecek, sen gideceksin. Dersini bilemeyince uzun sopasıyla vuracak ellerine. Yaramazlık yapınca kavuğunun altına kapatacak seni. Oh! Oh! Rıfat pek korktu hoca sözünden. Gitti büzüldü köşedeki mindere. Kocaman, Serez’deki kilisenin çanı gibi koyu renkli, ninesinin sandığı gibi ağır kokulu bir kavuk indi üstüne, her yer kapkaranlık oldu. Rıfat uyuyup kaldı minderin üstünde. Kış geceleri uzundu. Akşam bulaşığı bitince, kadınlar ellerine işlerini alıp, içinde çıtır çıtır kütüklerin yandığı ocağın Çift Püsküllü Uçurtma 43/197 Suzan Albek – Masal memlekette kalır mı nine? Kazma kalır, kürek kalır, – Ya aklım kalmadıysa, diye kurtulmaya uğraştı nine. – Otuz tane oyalı yazmam vardı, dedi nine gülümseyerek. Gülizar okşadı ninesinin buruşuk yanaklarını: – Benim akıllı nineciğim. Hadi bize Hacı babanın kara kaplı kitabından okuduğu masalları anlat. Önce Kara Osman’ı. Nine dayanamadı artık: – Hı… Nerede kalmıştık? Ne yapıyordu Kara Osman? Çift Püsküllü Uçurtma 44/197 Suzan Albek – Baştan anlat nine! Biz bilmiyoruz diye yalvardılar Çakır ağanın torunları. – “Evvel zaman içinde Kara Osman derler bir bey oğlu varmış. Uzun boylu, yakışıklı, yürüyüşü heybetli imiş…” Gülizar karıştı söze: – Uzun kollu, kara bıyıklı olduğunu da söyle nine. – “Hı… Uzun kollu, kara bıyıklı imiş. Savaşta güçlü, barışta adalet sever ve hoşgörülü imiş.” – Ne demek adalet sever? Hoşgörülü nine? Diye sordu Emine. – “Şu demek ki zapt ettiği yerlerde gavur, Müslüman ayırmaz, herkesin hakkını verirmiş. Etrafına akıllı, bilgili insanları toplar, bir iş yapacağı zaman onlara danışırmış. Yaşlı babası ve halkıyla birlikte oturduğu, Söğüt denen yere yakın bir tepenin üstünde, bir ulu şeyh otururmuş. Adı Edebali. Bütün yöre halkının sevip saydığı bu bilgin adamın evine sık sık gidermiş Kara Osman. Edebali’nin Malhatun adında ay parçası gibi güzel bir kızı varmış…” Bu kez Gülbahar kesti ninesinin sözünü: – Geçen anlattığında Edebali’nin kızının adı Balâhatun dedin nine. – “Eh ben diyeyim Malhatun, siz deyin Balâhatun. Bu güzel kız çok da marifetliymiş. Yakın bir kentte oturan bir Yahudi hekimden her türlü şifalı otu kaynatıp ilaç yapmayı, yara sarmayı, hasta bakmayı öğrenmiş. Şeyh kızıyım diye oturup Çift Püsküllü Uçurtma 45/197 Suzan Albek boş vakit geçirmemiş. Marifeti güzelliğine güzellik katmış Malhatun’un. Kara Osman bir geldiğinde görmüş, aşık olmuş kıza. İstemiş Şeyh Edebali’den. Şeyh vermemiş kızını Osman’a. Ne yapsın Osman? Bir iki arkadaşına derdini dökmüş, kimisi kıskanmış, ben alayım o güzel kızı demiş, kimisi öğüt vermiş, git zorla kaçır kızı demiş. Osman dinlememiş bu sözleri, sabretmiş beklemiş. Tam iki yıl. İki yıl sonunda gene bir gün gitmiş Şeyh Edebali’nin evine, orada yatıya misafir kalmış. Kara Osman düşünde testekerlek bir ay görmüş. Ay Edebali’nin karnından çıkmış, yükselmiş, yükselmiş, sonra inmiş Osman’ın yanına. O zaman her yer aydınlanmış, Kara Osman, zümrüt gibi bir çimenlikte görmüş kendini. Her yanda buz gibi sular, dereler akıyormuş. Osman’ın belinden bir ulu ağaç yükselmiş, uzatmış dallarını her yana. Dünyanın bütün ülkelerini, denizlerini gölgelendirmiş koyu yeşil yaprakları. Üç denizin ortasında bir büyük kent varmış. Adı İstanbul. Sanki zümrüt, yakutlarla süslü bir yüzük biçimindeymiş. Osman tam yüzüğü almış takıyormuş ki parmağına, uyanmış. Ertesi gün Edebali’ye anlatmış düşünü Osman. Edebali bir akıllı, okumuş kişiydi demiştik ya, hemen yormuş düşü. Sen büyük bir devlet kuracaksın, Sultan olacaksın demiş ve vermiş kızını Kara Osman’a.” Nine masalını sürdürürken küçük çocuklar uyumuşlardı birer birer. Mehmet, Saffet, Gülizar, Gülbahar gözlerini dört açmışlar dinliyorlardı oysa. – Nine, Kara Osman’ın nasıl yaylaya çıktığını anlatmadın bu kez, dedi Mehmet. – O da başka akşama, dedi nine. Çift Püsküllü Uçurtma 46/197 Suzan Albek Hepsi dinledikleri masalı düşüne yataklarına, güzel düşler görelim diye. düşüne girdiler * Kış bastırmıştı. Adem ağa her sabah kalkınca pencereden bakıyor. – Ah şu karlar bir erise de Tekirdağ’a insem ne olacak bizim durumumuz anlasam, diyordu. Birkaç kez, azıcık güneş görünce atları arabaya koşmaya kalktı, önledi Çakır ağa: – Adem otur oturduğun yerde. Duymadın mı kahvede, Harp yeniden başladı, 1913 yılı girdikten sonra. Düşman burnumuzun dibinde. Yollar asker kaçakları, muhacirlerle dolu. Bir yere gidemezsin, geceleyin duymuyor musun top seslerini? Dedi. Adem ağa üzgündü: – Desene gitti bizim Rumeli elden, bir daha göremeyeceğiz yerimizi yurdumuzu. – Ne Rumelisi? Düşman Çatalca’ya yaklaşmış, neredeyse İstanbul gidecek elden. Gerçekten kanlı savaşlar oluyordu Trakya’da. Kahveye çıkanlar hep kötü haberlerle geliyorlar, kuzeyden gelen top sesleri gitgide yaklaşıyordu. Çocuklar bu seslere alışmışlar, umursamıyorlardı artık savaşı. Ninenin anlattıkları onları altı yüz yıl geriye götürmüştü. Osmanlı devletinin kurulduğu yıllar. Zirvelerinden kar eksilmeyen çamlı dağlarda beyaz Çift Püsküllü Uçurtma 47/197 Suzan Albek atının üstünde Sultan Osman… Tepesinde koca bir şahin kuşu izliyor nereye gitse. Arkasında askerleri. Bellerinde upuzun kılıçlar. Yaman saldırıyorlar düşmana. Ama ayağının altında yatan düşman “Teslim oldum” deyip aman diledi mi elinden tutup kaldırıyorlar hemen, yaralarını sarıp, bakıyorlar, dost ediyorlar düşmanı kendilerine. Hele savunmasız olanın, kadınların, çocukların kılına dokunmuyorlar. Nine anlatıyordu akşamları ocağın başında: “Sultan Osman yazları yaylaya çıkarken değerli eşyalarını, halılarını, komşusu ve dostu Bilecik tekfuruna bırakırmış. Yayla dönüşü de ona yaptıkları peynirden, yoğurtların en iyilerinden, balların en güzel kokulu olanlarından getirirmiş. Babası Ertuğrul Bey’den öğrenmişmiş bu iyilikbilirliği. Gene bir yaz,Domaniç yaylasına çıkmaya hazırlanırlarken arkadaşı Köse Mihal gelmiş yanına koşa koşa. Bilecik beyinin ona düşman olduğunu, başka beylerle birleşip onu öldürmek istediğini haber vermiş. Bir kurnazlık düşünmüş Osman o zaman. Bilecik beyinin düğünü olacakmış Yarhisar tekfurunun kızı Nilüfer’le. Sultan Osman da davetliymiş düğüne. Hemen bir koyun sürüsü göndermiş armağan olarak Bilecik tekfuruna. Düğünden sonra yaylaya çıkacağını söylemiş, en iyi savaşçılarından otuz dokuz tanesine kadın elbiseleri giydirip başlarına örtmeler örttürüp değerli eşyaları yüklediği atlarla sokmuş Bilecik tekfurunun kalesine arkadan. Oysa atların üstünde, değerli eşyalar var dediği çuvallarda silah doluymuş. Bilecik tekfuru gelini almak üzere çıkmış dışarı. Osman’ın askerleri de üstlerindekileri atıp, zapt etmişler kaleyi. Sonra kaleden çıkıp öldürmüşler Bilecik beyini. Güzel gelin Nilüfer atının üstünde kalmış ortada. Çift Püsküllü Uçurtma 48/197 Suzan Albek Sultan Osman’ın Malhatun’dan doğma kendisi gibi yiğit bir oğlu varmış. Adı Orhan.” Nine öykünün tam burasına gelmişken, bir top gürledi ki bütün ev sarsıldı. Nine kapandı yere. Çocuklar kaçıştılar, girdiler yataklarına. Tir tir titrediler yorganların altında. Nine bir daha çıkmadı yatağından o günden sonra. Çocuklar dört dönüyorlardı çevresinde: Mart geldi, erimeye başladı karlar. Adem ağa bir sabah erkenden girdi ahıra. Akdoğan’la Sarıperçem’in yelelerini okşadı, çıngıraklar taktı boyunlarına, koştu arabaya. Atlar kışın iyi bakılmış, güçlenmişlerdi. Adem ağa yanına Mustafa’yı da aldı, sürdü arabayı Tekirdağ’a doğru. On beş gün sonra, çocuklar köy meydanında oynarlarken, çıngırak sesleri geldi kulaklarına. Çıktılar yola. – Akdoğan’la Mehmet. – Nine su ister misin? – Nine yoğurt getireyim mi sana? Rıfat annesinin akşam yemeğinde önüne koyduğu elmayı yemiyor, götürüp ninesinin yastığının altına koyuyordu. Emine yeni bez bebeği Alimeyi sokuveriyordu ninesinin koynuna: – Nine bak Alime seni çok seviyor. Ben ninemle yatıcam diyor. Gülizar hep soruyordu: Sarıperçem’in çıngırakları! Diye bağırdı Az sonra tepeden göründü araba. Mehmet, Saffet, Rıfat ve Çakır ağanın torunları, atladılar arabaya önlerine gelince, Mustafa keyifle kırbacı şaklattı, vardılar eve. Avlunun koca kapıları açıldı. Herkes karşıladı gelenleri. En başta da Gülbahar. Araba yüklüydü. Bir bir indirdi çocuklar çuvalları. İki çuval dolusu un. Lambalara gaz. Kadınlara, kızlara bir top çiçekli basma. Çakır amcaya tütün. Çaya şeker. Çocuklara renk renk ince kâğıtlar, dört tane uzun çıta. Daha neler, neler. – Nine ne zaman iyi olacaksın? Ne zaman anlatacaksın bize öykünün sonunu? Ne olmuş at üstündeki güzel gelin Nilüfer’e? – Nereden buldunuz bunları? Diye sordu hepsi. Nine hep susuyor, uzaktan uzağa top seslerini duydukça, dudaklarını kıpırdata kıpırdata dualar ediyor, üflüyordu çocukların üstüne. Yan gözle Gülbahar’a baktı, ekledi: – Hüseyin’in değirmenine indik, dedi Mustafa. – Değirmenin bütün hesaplarını o tutuyor, işleri iyi. – Ya annesi? Değirmenci dayı? Melek? * – Hepsi, hepsi iyiler. Size de bu getirdiklerimizi armağan gönderdiler. Çift Püsküllü Uçurtma 49/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 50/197 Suzan Albek * Adem ağanın elinde bir gazete vardı. Girdi Hacı Çakır ağanın odasına. Başladılar yüksek sesle okumaya. – Bizim iznimiz olmadığına göre artık hiç geçemeyiz öbür tarafa, geldiğimiz yere değil mi? – Elbette geçemeyiz. “Muhtar Paşa’nın Çatalca Müdafaası”. “Sulh imzalandı”. “Enez’den Midye’ye çekilen hattın batısı Balkan devletlerine kaldı.” – Bir daha göl kenarındaki evimizi göremeyeceğiz. – Midye neresi? Diye sordu Mustafa. – Ben unuturum. Burası da güzel. Hem bizim yurdumuz. Kimse kovamaz buradan bizi. Ama ninem unutmuyor. Hep ah evim! Saray gibi, iki katlı evim! Diyor. Üzüntüsünden hiç çıkmıyor yataktan. Çakır ağa açıkladı: – Midye Karadeniz kıyısında. Enez de Meriç’in denize döküldüğü yer. İşte ikisinin arasını bıçak gibi kestiler. – Biz de karıncalar gibi kaçıştık bu yana, dedi Adem ağa. – Kimi karıncalar da ezildi o bıçağın altında, diye ekledi Mustafa. Odada merakla bu sözleri dinleyen Saffet’le Rıfat korktular bu sözlerden, çıktılar dışarı. Mehmet sordu: – Mustafa ağabey, o kadar toprağı nasıl çizmişler? Biz kaç günde geldik oralardan. – Akılsız Mehmet! Sahiden çizmiyorlar ki toprağı. Haritanın üstünde çiziyorlar, sınır oluyor. Sonra o haritaya göre bazı yerlere nöbetçi kuleleri koyuyorlar. O kulelerdeki askerler hep gözetliyorlar sınırın iki yanını. Bir yandan öbür yana kimseyi geçirmiyorlar. Geçmek isteyeni vuruyorlar. Geçme izni olursa başka tabi. Çift Püsküllü Uçurtma 51/197 Suzan Albek – Unut artık orayı. Burada onun gibi bir ev yaparız bir gün. – Dizleri tutmuyor, yürüyemiyor, diye düzeltti Mustafa. – Yok. Ben biliyorum. Herkes yattıktan sonra kalkıp dolaşıyor odada. – Ne hınzırsın sen, Mehmet. Herkesi gözetlersin. Seni o sınırdaki kulelere koymalı. – Ne iyi olur Mustafa ağabey, alırım elime tüfeği, şöyle… Şöyle… Mehmet elini gözüne siper edip iki yana bakar gibi yaptı. Dan… Dan… Silah attı. Adem ağa kaldırdı gazeteden başını: – Mehmet! Kes şamatayı! Büyüklerin davranacağını öğrenemedin hiç! yanında Mehmet usulca süzüldü dışarı. – Ya senin işin ne oldu Adem? Diye sordu Çakır ağa. Çift Püsküllü Uçurtma 52/197 Suzan Albek nasıl – Bizim gibi bu son savaşta göçenlere Anadolu’da toprak dağıtıyorlarmış. Ama İstanbul’a gitmek lazımmış bunun için. Toprak, tohum, gereç, her şey verecekmiş Padişah’ımız. – Burada da kalsanız olurdu. – Ben topraksız, sürüsüz olamam Çakır amca! Biz kalabalığız. Burada çayır, tarla dar. Kusura bakma. Ben birkaç gün sonra Mustafa’yla tekrar giderim Tekirdağ’a. – Ya oradan nasıl gideceksin İstanbul’a? – Hüseyin, değirmenden gemiyle un yolluyormuş İstanbul’a. Ben sizi bindiririm, dedi. Adem ağa ile Mustafa birkaç gün sonra tekrar çıktılar yola. * Bahar gelmiş, iyice yerleşmişti tarlalara, bahçelere, bostanlara. Çakır ağanın ambarından torba torba kavun, karpuz, fasulye, domates, biber tohumları çıkarılmış yığılmıştı avluya. Evde nineden başka kim varsa hepsi yayıldılar bostanlara. Kimi çapa yapıyor, kimi küfeyle gübre taşıyor, kimi kürekle su arklarını açıyordu. Emine, Rıfat ve Çakır ağanın küçük torunu kargaları kovalıyorlardı. Yeni çıkan fideleri yemesinler diye. En önde Zekiye yenge, elinde tohum torbası, durmadan eğilip kalkıyor, bir yandan da mırıldanıyordu: – Boş duranı Allah sevmez, boş duranı Allah sevmez! Hiç boş duran, işten kaçan yoktu oysa. Gülizar, Gülbahar kıpkırmızı yanmışlar, ışıl ışıl mavi gözleri çıkmıştı ortaya. Çift Püsküllü Uçurtma 53/197 Suzan Albek Akşamları hepsi yorgun argın, bahçedeki tulumbada iyice bir yıkandıktan sonra giriyorlardı içeri. Akşam yemek yendi mi oğlan çocuklar acele dolaptan çıtaları, uçurtma kâğıtlarını çıkarıp oturuyorlardı yere. Hüseyin’in unundan koca bir çanak doldurmuşlardı. İçine azıcık su koyup karıştırınca oldu bir güzel zamk. Çıtalar ölçüp biçildi. Ufak çivilerle çapraz çakıldı. Renkli kâğıtlar dört köşe kesildi, parmak parmak hamurla yapıştırıldı. Saffet pek titizdi: – Bulaştırmayın kâğıtları! Pisler! İnce sürün hamuru. Haydi bir kavga! Eller, yüzler un içinde. Hamur kabı kilimin üzerine devrilince, Çakır ağanın büyük gelininden bir güzel dayak! Terlikle, şöyle, yalancıktan. Oğlanların çıplak bacaklarına vura vura. Anneleri un vermez oldu artık. Ziyan ediyorlar diye. O zaman çocuklar erik, kayısı ağaçlarının çatlaklarından sızan sarı, topak zamkları topladılar, bir kabın içinde, ateşte eritip, zamkların en kuvvetlisini elde ettiler: Adı ballı zamk. İyi yapışmasına yapışıyordu da ballı zamk, bazen de yanlış yere yapışıyordu. Örneğin, ninenin tülbendinin kenarına. Ya da kızların eteğine, bazen de kedinin kuyruğuna. Gene bir kavga kopuyordu o zaman. Bitişik odada kızlar, teyzeler, halalar yazlık başörtülerinin kenarına renk renk oyalar yapmışlar, Hüseyin’in gönderdiği basmadan giysiler dikmişlerdi. Kalan parçalardan da Alimeye çeşit çeşit, kırmalı, karpuz kollu, pilili entariler yapıldı, süslendi kız. Çocuklar günlerce uğraştıktan sonra bitti uçurtmalar. Rıfatınki kendi boyunda. Sarı, kırmızı, mavi kâğıttan. İki Çift Püsküllü Uçurtma 54/197 Suzan Albek tarafında ikişer püskül. Öbür uçurtmalar daha küçük. Ama olsun, her çocuğun bir uçurtması var. Tümü yedi tane. Bahçe işleri biraz hafifleyince bir gün akşama doğru, uçurtmaların kuyruklarını toplayıp çıktılar köyün arkasındaki yeşil tepeye. – Eh, hayırlı olsun. Ne tarafta toprak verdiler size? – Baş tut! Baş tut! – Bak, işte burası. Eskişehir’den de öte. Alpu köyü. – Geri git, geri git! Bırak şimdi! Bırak diyorum sana! – U… Eskişehir neresi… Burası neresi… Pek uzakmış. Birden hışırdayarak yükseldi uçurtmalar. Hele Rıfatınki neredeyse bulutlara değecek. İpini de öyle çekiyor ki, Rıfat’ın ayakları yerden kesiliyor. Etraftan koşuştular çobanlar! Hiç böyle güzel şey görmemişlerdi! Tepenin ardındaki uzak köyden çocuklar geldiler. – Olsun, uzaklığına uzak ama tren yolunun hemen kenarında. Trenin gittiği yer iyi yerdir. – Ta bizim köyden göründü. N’olur verin, bir kez de biz uçuralım! Dediler. Rıfat verdi ipi çocukların eline. Hiç biri beceremedi uçurmayı. Uçurtma başladı takla atmaya. Rıfat aldı ipi tekrar eline. Rüzgârın yönünü ayarladı, saldı ipi sonuna kadar. Uçurtma süzüle süzüle yükseldi, küçücük bir nokta oldu gökyüzünde. Rıfat seslendi: – Mehmet ağabey! Saffet! Uçurtmamı Tekirdağ’dan Hüseyin ağabey görür mü ki? Adem ağa koynundan bir tomar kâğıt çıkardı, açtı sedirin üstüne. Parmağıyla çizili bir yer gösterdi: – İnşallah öyledir. – Kireççi Çiftliği adı. Arazisi geniş, kırk dönüm. Binaları hazır. Bak burada bile belli. Araç gerecimizi, tohumumuzu aldık mı toprağı işlemesi bizden. – Eh, Allah kuvvet versin. Mustafa nerede ya? – İstanbul’da indiğimiz yerde, bizim memleketten akranlarını gördü. Burada iyi iş var, para kazanıyoruz demişler. Mustafa ben de kalayım İstanbul’da, biraz para yapayım, size yardımım olur, sonra gelir bulurum sizi dedi. – İnşallah bulur, inşallah bulur. Rıfat’ın uçurtması Tekirdağ’dan göründü mü bilinmez ama İstanbul’dan dönen Adem ağa köye varmadan çok önce gördü uçurtmayı. Şaklattı kamçıyı, hızla girdi köye. Yanında Mustafa yoktu. Herkesle selâmlaşıp Hüseyin’in yolladığı bir araba eşyayı yıktı kapının önüne Adem ağa. Sonra girdi Çakır ağanın yanına: – Tapumuzu aldık, dedi keyifle. Çift Püsküllü Uçurtma 55/197 Suzan Albek Adem ağa sıkılmıştı Çakır ağanın inşallahından, kuşkulu sözlerinden. Neyse ki o sırada çocuklar girdi odaya, uçurtmalarının kuyruklarını toplayıp dolaba yerleştirdiler güzelce, Adem ağanın elini öptüler, hoş geldin dediler. – Adem baba, Adem baba, Padişah’ı gördün mü? Diye sordular. Çift Püsküllü Uçurtma 56/197 Suzan Albek Adem ağa çocuklara altında Padişah’ın Tuğra’sı basılı kâğıtları gösterdi: – Hiç iş yapar mı canım Sultanlar, Şehzadeler, dedi Adem ağa. – Görmedim ama bakın işte imzası. Çocuklar pek şaştılar. Emine söze karıştı: Çocuklar üstüne eğildiler kâğıtların. Hiçbir şey anlamadılar ya, anlamış gibi başlarını salladılar. – Koyunları, keçileri sağmazlar mı? Biber ekmezler mi? Gülizar kahve getirmişti babasına: – Hayır, hayır. Hele öyle işleri hiç yapmazlar. Çocukların şaşkınlığı büsbütün arttı: – Padişah’ın sarayını gördün mü baba? – Ya ne yer, ne içerler? Adem ağanın aklı çiftliğindeydi: Adem ağa kırmadı çocukları gene yanıtladı: – Hı… Hı… Gördüm, gördüm. – Canım, onların parası, altını çok. Her şeyi dışarıdan alırlar. – Ya Sultan Hanımları? Sarayda atlas elbiseler, sırmalı terliklerle dolaşan Sultan Hanımları? Şöyle uzaktan bile olsun. Adem ağa duymuyordu hiç: – Aldıklarını pişirmezler mi? – Ne yaparlar Sultan Hanımlar akşama dek? – Hı… Hı… Gördüm, gördüm. – Hiçbir şey yapmazlar dedim ya, diye lâfı kesmek istedi Adem ağa. – Ne iş yapıyorlardı? – Ama annem diyor ki boş duranı Allah sevmezmiş. – Kim ne iş yapıyordu? – Rukiye teyzem de diyor ki çalışmayanın eli kolu büzülürmüş. – İşte Sultan hanımlar, baba! Çakır ağa dayanamadı artık, bir gürledi: Gülbahar, Emine ve Çakır ağanın torunları da gelmişlerdi Adem ağanın yanına. – Ne yaparlar Gülbahar. Şehzadeler, Çift Püsküllü Uçurtma Sultanlar? 57/197 Diye Suzan Albek tekrarladı – Susun! Çıkın bakayım. Nerede görülmüş çocukların babalarına bu kadar çok soru sorduğu? Çıkın dışarı! Çocuklar çekiniyorlardı Çakır ağadan. Hemen çıktılar dışarı. İçeri odada minderin üstüne oturdular, gece yarısına kadar, Çift Püsküllü Uçurtma 58/197 Suzan Albek İstanbul’u, sarayları, ipek halılar üstünde sırmalı terlikleriyle dolaşan Sultanları konuşup durdular. * Atlar dinlendi. Gurbet yolları göründü gene göçmenlere. Çakır ağa çok kaygılıydı. Bir akşam sordu Adem ağaya: – Bu yıl ekinin yok, hayvanın yok. Önümüz kış. Nasıl bakacaksın bu kadar çocuğa? – Ben de düşünüyorum, dedi Adem ağa. Mehmet’i, Hüseyin yanına istiyor. Bana yardım etsin diyor. – Nasıl gideceksiniz bu kadar yolu? Yükünüz ağır. O gün Saffet’le Rıfat’ta bir huysuzluk. Akşama kadar türlü bahane bulup ağladılar, uçurtma uçurmaya bile çıkmadılar. Anneleri şaşırdı ne oldu bu çocuklara diye. Sonunda iş anlaşıldı. Yolculuk sözü edilince Rıfat attı kendini yere, tepine tepine ağlamaya başladı: – Ben kalmam Çakır amcanın evinde! Ben kalmam burada! Çakır ağanın gelini yatıştırmak istedi Rıfat’ı: – Niye kalmazmışsın bakayım? Ne yaptı size Çakır dede? Rıfat bağırdı gene: – Trenle de gidilir ama ben atsız, arabasız ne yaparım orada? – Sevmiyorum onu. Estafinşallah, Furulşallah, İnşafurullah, Şallahfurul, Lahestafur diye bir şeyler söylüyor. Kalmam onun evinde. İyisi mi ağır ağır gideriz arabayla. Annesi çekiştirdi Rıfat’ı: O gece Adem ağa karısıyla da uzun uzun konuştu ne yapacaklarını. Nine hastaydı. Onu götüremezlerdi. Fakat Çakır ağanın evinde herkesin işi başından aşkındı. Kim bakacaktı nineye? – Sus edepsiz! Utanmaz! Bu kadar iyilik etti bize Çakır amca! Karısı Adem ağaya, Ulviye ile çocukları Saffet ve Rıfat’ı da bırakmayı önerdi. Adem ağa bir şey söylemedi. Emine annesinin yanında uyur gibi yapıp hepsini dinlemişti konuşulanların. Ertesi sabah yetiştirdi Saffet’le Rıfat’a: – Oh ya! Babam sizi götürmüyor yeni çiftliğimize! Zaten sizin babanız değil ki o, bizim babamız. Götürmez elbet. – Sevmiyorum. Sevmiyorum onu. Öksürürken sakalı titriyor. Annesi yerin dibine geçti utancından, yakaladı kolundan Rıfat’ı: – Sus! Yoksa şimdi seni karanlık dolaba kapatacağım! Tövbe de bakim! Rıfat gerçeği söylemek zorunda kaldı sonunda: – Tövbe! Tövbe! Seviyorum Çakır amcayı ama ben Adem babamdan ayrılmam. O nereye giderse ben de giderim. Saffet de başlamıştı ağlamaya: Çift Püsküllü Uçurtma 59/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 60/197 Suzan Albek – Ben de ayrılmam Adem babamdan, bizi de götürsün Palpu’ya. torbanın üstüne içindekinin resmini yapıyordu. Bu patlıcan, bu kırmızı büber, bu kına çiçeği, bu karpuz. Adem ağa gürültüyü duyunca girmişti odaya. Hemen sustular Saffet’le Rıfat. Adem ağa oturdu sedire, bir dizine Saffet’i aldı, bir dizine Rıfat’ı: Kadınlar mutfakta günlerdir çalışıyorlardı. Koyunların yağlı mayıs sütünden peynirler, yoğurtlar yapılmış, torbalara, çömleklere basılmıştı. İki koyun kesilip etinden kavurma yapılmış, tenekeye doldurulmuştu. Rıfat ile Saffet arada mutfağa bir koşu girip, birer ikişer atıştırıyorlardı kavurmaları. Geçerken torbadan bir parmak yoğurt, üstüne gene kavurma. – Benim öksüz kuzularım. Kim demiş ben sizi bırakırım diye. Kim demiş, o Emine kız mı? Ben gösteririm ona. Kim yardım edecek bana çiftlikte? Yarın büyür, aslan gibi delikanlı olursunuz, bütün işi size bırakırım. Ben köşeme çekilir, dinlenirim. Zaten o çiftliğin yarısı sizin, annenizin. Siz de bizim gibi göçmen değil misiniz? Adem ağa sırtlarını sıvazladı çocukların, yanaklarını öptü. Sert bıyıkları diken gibi battı çocukların yanaklarına. İkisi de kıvançla indiler Adem babalarının dizlerinden. Kurumlana kurumlana çıktılar odadan. Saffet hiç bakmadı kızlardan yana. Rıfat bir güzel dilini çıkardı, nanik yaptı Emine’ye. O akşam Adem ağa karısına: – Annenin yanına Rukiye’yi bırakırız. Ulviye, Saffet ve Rıfat’la gelecek bizimle. Çiftliğin yarısı onların. Emek versinler, sahip çıksınlar şimdiden topraklarına, dedi. * Yol hazırlığı başladı. Bohçalar, yaygılar, yorganlar gene döküldü ortaya. Emine Alimesinin renk renk basma elbiselerini dürdü, küçücük bir bohçanın içine koydu. Gülizar ufak ufak torbalar dikmiş; içine, bostana ektikleri bütün sebzelerin, bahçeye ektikleri bütün çiçeklerin tohumlarını koymuştu. Elindeki mor kalemi tükürükleyip her bir Çift Püsküllü Uçurtma 61/197 Suzan Albek – Pek de güzelmiş, pek de güzelmiş! Diyorlardı. Anneleri yakaladı mı elindeki oklavayla vuruyordu ellerine: – Daha yola çıkmadan yarısını bitirdiniz. Haydi bakayım, dolaşmayın ayak altında. Çıkın dışarı! Fırına çalı çırpı taşıyın! Sizi haylazlar sizi! Kızlar hamur tahtasının kenarına diz çökmüş, böreklerin kıymasını koyuyor, tahta kaşıkla her bir yufkanın üstüne yağ gezdiriyorlardı. Hiç döküp saçmadan. Arada, bir kaşık kıymayı, ağızlarına götürdükleri oluyordu elbet. Böylece hazır oldu tepsi tepsi börekler, çörekler, kuru yufkalar, saç örgüsü biçiminde kurabiyeler. Hepsi de Hüseyin’in unundan. Yola çıkmadan üç gün önce Mehmet’i, Tekirdağ’a giden bir komşunun arabasına bindirip yolladılar Hüseyin’in yanına. Mayısın son günü, gün doğarken kalktılar ev halkı. Adem ağa Saffet’le beraber atları arabaya koştu. Erzak çuvalları, tenekeler, çömlekler, atların yemi yüklendi. Rıfat özenle bohçaların üstüne yerleştirdi uçurtmasını. Çift Püsküllü Uçurtma 62/197 Suzan Albek “Yükünüz pek ağır, atlar nasıl çekecek” diyenlere: – Hüseyin ağabeyimi görecek miyiz? Diye sordu Rıfat. – Güçlüdür bizim Akdoğan’la Sarıperçem, hiç korkmayın! Diye karşılık verdi Saffet. – Hayır, Tekirdağ’dan geçmiyoruz. Sulh olunca, Çatalca üstünden açıldı İstanbul yolu. Kızlar yatağında oturan ninelerine dönüp dönüp sarıldılar. – Gene düşman kesecek mi yolumuzu Adem baba? Diye sordu Rıfat. Emine sordu: – Düşman çekildi. Hiç korkmayın. – Masalın sonu ne olacak nine? Nine hiç sesini çıkarmıyordu. Gülbahar okşadı ninesinin yanaklarını: – Öyleyse Çakır amcam niye verdi sana o koskoca tüfeği? Rıfat, Adem ağanın oturduğu yerin altındaki tüfeği gösterdi. – Çiftliğimize yerleşince babam gelip alacak seni nine, dedi. – Ha, o mu şey. Av tüfeği o. Belki yolda avlanırız. Kadınlar birbirlerine sarılıp ağlaştılar. Çocuklar Çakır ağanın elini öptüler. Herkes vedalaştı. Adem ağa dizginleri aldı eline. Saffet oturdu yanına. Avlunun kapıları açıldı ardına kadar. Araba ağır ağır çıktı. Ev sahipleri arkalarından kovalarla su döktüler, su gibi akıp kolaylıkla gitsinler diye. Saffet söze karıştı: * – Çakır amca gece yola çıkmayın, belki eşkıya çıkar karşınıza dedi. Gülizar ile Gülbahar korktular: – Eşkıya mı? Ay ne yaparız karşımıza çıkarsa? – Deh aslanlarım deh! Haydi Akdoğan! Haydi Sarıperçem! Saffet döndü arkasına: Atlar yelelerini savura savura kuş gibi uçuyorlardı. Çıngıraklar çıngır çıngır. Çocuklar kıvançlı. Kıkır kıkır gülüyor, arada itişip kakışıyorlar. Emine ile Rıfat çoktan barışmışlar. Bir Adem ağanın karısı dertli: – Siz saman torbasının altına saklanırsınız. Ben kalkarım ayağa, alırım elime tüfeği “Savulun! Yoksa vururum!” diye bağırırım. Hepsi kaçarlar. – Darmadağın olduk, darmadağın. Annemi, Rukiye’yi bıraktık. Mustafa’m İstanbul’da. Görecek miyiz bari onu? “Saffet pek büyüdü, güçlendi, bizi koruyacak sırasında” diye mutlu oldu kızlar. – Koskoca kentte nereden buluruz onu? Dedi Adem ağa. Çift Püsküllü Uçurtma 63/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 64/197 Suzan Albek Bütün gün sürdü Adem ağa arabayı. Arada su başlarında dinlendiler, yediler, içtiler. Arabaya binince yeniden coştular, bir türkü tutturdu çocuklar: “Bize bu ayrılık Mehmet! Pek yaman oldu! Aman aman…” – Susun, susun, dedi Gülbahar. Mehmet türküsü söylemeyin, ağlar Ulviye halam. Hani nasıl Hassan türküsünü söyleyince ağlıyordu Değirmenci dayının karısı? – Mustafa türküsü söylemeyelim annem ağlar, dedi Emine. Rıfat ekledi: – Hüseyin türküsü söylemeyelim Gülbahar ağlar. En iyisi hiç türkü söylemeyelim. * Güle söyleye, uyuya uyana uzun yolları aştıktan sonra arabadakiler bir sabah bir tepeyi aşınca, masmavi denizi gördüler karşılarında. Hiç konuşmadan bakakaldılar. Bir görünüp bir kayboldu deniz. İstanbul’a vardılar. – Serez çarşısından büyük müdür çarşısı? – Ya Padişah’ın sarayı? Nerede sana toprak veren Padişah’ın sarayı? Sirkeci’den yandan çarklı araba vapuruna arabayı sokunca gösterdi Adem ağa: – İşte görüyor musunuz? Deniz kenarındaki taştan yapıları? İşte onlar, saraylar. Çocuklar koyu mavi denizin kıyısındaki bembeyaz, upuzun, her yanları süslü, fenerli, kuleli saraylara şaşkınlıkla baktılar. Bir de incecik, yüksek minareli camileri gördüler. Rıfat eğildi Emine’ye: – Emine bak, mezin ezan okumaya çıkınca minareye, şu beyaz bulutun üstünden Allah baba görünecek. Eğilip mezine gülümseyecek. Ben ninemin dualarından birini okursam, bana da gülümser. Bak, bak. İyi bak şimdi. Mezin çıktı minareye. Elini koydu kulağına. Ulviye hala duydu bu sözleri: Edirne kapısından girip, doğru Sirkeci’ye sürdü Adem ağa arabayı: – Sus, sus oğlum. Tövbe de! Kimse göremez Allah’ı. O hepimizi duyar, görür, biz onu göremeyiz. – Buralarda hiç oyalanmaya gelmez. Araba vapuruna binip doğru Üsküdar’a! Dedi. – Madem Allah her şeyi duyuyor, niye öyleyse mezin o kadar yüksekten sesleniyor ona? Kızlar vızıldandılar: – Sus, sus dedim. Tövbe tövbe. Müezzin Allah’a seslenmiyor, bize sesleniyor. – Hiç görmeyecek miyiz İstanbul’u? – Ne diyor? Ben anlamıyor ki. Çift Püsküllü Uçurtma 65/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 66/197 Suzan Albek – Haydi toplanın! Namaza gelin! Önce elinizi, ayağınızı yıkayın, temiz olun. Yüreğinizi temiz tutun en başta. Dua edin, namaz kılın, diyor. Ulviye hala oğluna bunları anlattıktan sonra seslendi Adem ağaya: – Yerimize varınca Rıfat’ımı hocaya göndersek ağabey. Hem okuma yazma öğrenir hem dinimizi. Saçma sapan sorular soruyor durmadan. – Hiç merak etme. Hepsini yollayacağım bu kış hocaya. Kızları da, dedi Adem ağa. Sonra ekledi: – Akıllı çocuk soru sorar. Varsın sorsun. Sen de anlat iyiyi, doğruyu. Üsküdar’a yaklaşmıştı araba vapuru. Saffet birden bağırdı: – A! A! Bu ne? Denizin ortasında küçücük bir kule var! Bakın bakın! Hepsi baktılar o yana. Beyaz küçücük bir kule. Yanında da gene küçücük bir odası var. O sırada yanlarına gelen vapurun biletçisi anlattı: “Bu Kız Kulesi. Evvel zamanda, Bizans İmparatoru’nun bir güzel kızı varmış. İmparator’un müneccimbaşısı bir gün kötü bir haber vermiş, ‘Senin kızını bir yılan sokup öldürecek’ demiş. Bunun üzerine Bizans İmparatoru denizin ortasına bu kuleyi yaptırmış, kızını içine kapatmış. Ama bir gün kayıkla bir sepet üzüm gelmiş kıza. Sepetteki üzümlerin arasından bir yılan çıkarmış başını, sokmuş, öldürmüş kızı!” Çift Püsküllü Uçurtma 67/197 Suzan Albek Çocuklar gene kral kızı, sultan düşlerine dalmışlardı ki vapur yanaştı Üsküdar’a. * Üsküdar’dan öte gene uzun, tozlu yollar başladı. Dağlar, bayırlar aştı arabadakiler. Yağmur yağdı ıslandılar, güneş açtı kurudular. Bir tepenin üstünde giderken, kara bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla giden treni gördüler bir gün. Yol indi, trenin yanına vardı. İstasyonda bekleyen tren, düdüğünü çaldı, oflaya poflaya kalktı. Saffet çaldı kırbacı: – Haydi Akdoğan! Haydi Sarıperçem! Geçin şu kara canavarı! Bir hızla geçtiler treni. Lokomotifin makinisti onlara baktı, güldü. Kürek kürek kömür attı ocağa. Bacadan kıvılcımlar sıçradı. Hızlandı tren, geçti arabayı. Bir yokuşun başında tekrar gördüler onu. Her yanından buharlar fışkırıyor, tekerlekleri ağır ağır dönüyordu. Makinist arabayı görünce öttürdü düdüğünü lokomotifin: Düdüüüüt!! Düt! Düt! Yokuşlardan ine çıka Canım çıktı, canım çıktı Taka taka, taka taka, Pof pof… Puf puf… Tıs… Bütün gün izlediler, yitirdiler gözden treni. * Çift Püsküllü Uçurtma 68/197 Suzan Albek Bir sabah koca bir göl açılıverdi önlerinde. Çevresi sazlık. Karabataklar, cam gibi durgun suya batıp batıp çıkıyorlar. Hemen çektiler arabayı gölün kenarındaki çayırlığa. Yanlarına eşeğiyle pazara giden bir köylü geldi, selâm verdi. Gölün adını sordular. – Sapanca Gölü, dedi köylü. Eski zamanda bu gölün ortasında bir kent varmış. Sonra batmış. Şimdi berrak havalarda köyün camisinin minaresinin tepesindeki ay görünür, diye anlattı. Çocuklar merak ettiler gölün ortasındaki batık kenti. İyice kıyıya indiler. Ellerini gözlerine siper ederek baktılar. Gölün ortasında hafif bir sis vardı. Hiçbir şey göremediler. – Ben görüyorum gölün ortasında parlak bir şey, dedi Rıfat. Kimse inanmadı. Köylü onlara sepetinden iri, kırmızı erikler verdi. – Haydi uğurlar ola! Bir daha gelişinize görürsünüz gölün ortasındaki ayı, dedi. Çayıra oturmuş Alimesiyle oynayan Emine “Gölün ortasındaki ayı” sözünü duymuştu birden. Başını kaldırdı: – A! A! Gölün ortasındaki ayı mı? Nasıl gitmiş oraya ayı? Yüze yüze mi? Diye sordu. * Günlerce gittiler, dar boğazlara girdiler, renk renk sivri kayalar, karanlık oyuklar, mağaralar gördüler. Çamlı dağlarda soğuk sular içtiler. Çakıllarını yaya yaya akan Sakarya Nehri’nin kıyılarında atları suladılar, ellerini, yüzlerini, ayaklarını yıkadılar. Bir gün araba, yeşil dağları arkada bırakıp tıkır tıkır indi bir sarı ovaya. Bir dört yol ağzında Adem ağa durdu, oradan geçen köylülere yolu sordu: – Şu yol Söğüt’e oradan Domaniç Yaylası’na gider. Şu da Eskişehir’e, dedi bir köylü. – Domaniç… Domaniç… diye tekrarladı Rıfat. Gülizar, neydi Domaniç? Gülizar da düşündü kaldı: – Dur bakim. Neydi Domaniç? Gülbahar sen duymuş muydun Domaniç’i? – A, bilmiyor musun? Hani ninemin anlattığı masalda bir bey oğlu vardı. Her yaz halkını bir yaylaya çıkarırdı. İşte o yayla Domaniç. Saffet bağırdı birden: Hepsi gülmekten yerlere yattılar, çayırların üzerinde yuvarlandılar. – Bakın! Bakın! İşte Kara Osman develeri! – Ha! Ha! Ha! Gölün ortasındaki ayı! Yüzen ayı! Karşıdan sıra sıra develer boyunlarındaki çanları tongurdata tongurdata, lap lap geçip saptılar Söğüt yoluna. Emine kızdı, somurttu. Bindi arabaya. Hepsi neşeyle yerlerini aldılar. Gülizar sordu babasına: Çift Püsküllü Uçurtma 69/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 70/197 Suzan Albek – Ninemin anlattıkları masal değil de sahi miydi acaba? – Elbet sahiydi kızım. Rıfat katıldı: – Ben gördüm Kara Osman’ı! En öndeki deveye binmişti. Upuzun kolları vardı. Yere kadar! – İşte Eskişehir. Orada hükümet dairesinde işimiz var. Haydi bakalım, çoğu gitti, azı kaldı. Vardılar Eskişehir’e. Köprübaşına. Akdoğan’la Sarıperçem tam köprüye adımlarını atmışlardı ki resmi giysili, başı kasketli, omzu tüfekli iki kişi çıktılar arabanın önüne: – Durun! Durun! Nereye gidiyorsunuz? – Her şeyi görürsün sen! Uydurukçu! Dedi Emine. Adem ağa dizginleri çekti: – Çok eskiden yaşamış Kara Osman, diye söze başladı Adem ağa. Çok, çok eskiden. Yüzyıllar önce. Babası Ertuğrul Bey ile buralara gelmiş. Osmanlı Beyliği’ni kurmuş. Beylik, olmuş koca bir devlet. Buralara sığmaz olmuşlar. Yelkenli gemilere binip Rumeli’ne geçmişler. Bizim dedelerimiz de işte o zamanlar gitmişler oralara. Şimdi gene döndük eski yurdumuza. – Hükümette işimiz var. Oraya gidiyoruz. Kalıcı değiliz. Ninemin anlattığı böyle değildi, dedi Gülbahar. Masaldı o. Hem çok güzel bir masal. Kara Osman’ın askerleri Bilecik beyinin kalesinde saklandıkları yerlerden çıkmışlar, kaleyi zapt etmişler. Yarhisar beyinin kızı Nilüfer’i almaya giden Bilecik beyini öldürmüşler. Nilüfer kalmış atın üstünde. Ah nasıldı acaba masalın sonu? – Siz bekleyin beni burada, dedi. Adamlarla beraber uzaklaştı. – Ninem hasta olmasaydı anlatacaktı, dedi Gülizar. – Keşke ben de gitseydim beraber, dedi Saffet, arabadan atladı, başladı koşmaya. Arkasından seslendiler: Adem ağa koynundan torbasını çıkardı, kâğıtlarını gösterdi. – Arabayla geçemezsin. Kadınlar, çocuklar kalsın burada, sen gel bizimle, dediler silahlı adamlar. Adem ağa arabayı dere kenarında gölgelik bir yere çekti: Önce öyle kalakaldılar arabanın içinde. Ulviye hala tasalandı: – Acaba niye götürdüler ağabeyimi? * Konuşa konuşa varmışlardı ovanın ortasına. İki yanı hışır hışır kavaklarla, salkım söğütlerle çevrili Porsuk Nehri, tepelere yaslanmış bir kente doğru akıyordu. Adem ağa kırbacı ile gösterdi: Çift Püsküllü Uçurtma 71/197 Suzan Albek – Saffet! Saffet! Çabuk buraya gel! Eğer izin verselerdi Adem baba alırdı seni yanına. Saffet döndü. Öbür çocuklar da indiler arabadan. Dereye ayaklarını sarkıttılar. Köprü gibi suyun üstüne yaslanmış söğüt ağaçlarının üstüne çıkıp zıpladılar. Saffet, incecik Çift Püsküllü Uçurtma 72/197 Suzan Albek dallar kopardı. Uçurtma çıtası gibi çapraz birleştirdi, oldu bir çark. Bir ucundan çarkı sapladı dere kenarındaki çamura. Su çarptıkça tıpkı Hüseyin’in değirmeninki gibi döndü Saffet’in çarkı. Emine ile Gülizar su naneleri topladılar, verdiler annelerine. Hemen orada çalı çırpı toplayıp ateş yaktılar, üzerine çaydanlığı oturttular. İçine naneleri attılar. Mis gibi bir koku yayıldı çevreye. Ekmek peynirlerini yedikten sonra bardak bardak içtiler nane çayından. Gülbahar tepedeki evleri seyrediyordu. Çocuklar çimenlere serilip uykuya daldılar. Anneleri tasalıydı; gözleri hep yoldaydı. Akşam olurken Adem ağa çıkageldi. Yanında silahlı adamlar yoktu. – Ne oldu? Niye götürdü o adamlar seni? Niye bizi geçirmediler? Diye sordular hepsi. – Niye merak ediyorsunuz hemen? Dedi Adem ağa. Bizden önce çok göçmen gelmiş buraya. Her yer dolmuş. Artık istemiyorlarmış kimseyi. Dereyi atlatmıyorlarmış göçmenlere. Sanki kalacaktık biz de! – Hükümete vardın mı? – Elbette. Gözümle gördüm, tapuya geçmiş bizim çiftlik. Kâğıtlarımı mühürlediler. Yarın sabah doğru Alpu’ya. 73/197 Adem baba kentin çarşısından kendine tütün, kahve almıştı. Kızlara bir kutu renk renk iplik. Saffet’le Rıfat’a birer güzel çakı. Hava sıcaktı. Yorganlarına sarınıp yattılar çimenlerin üstüne. Bütün gece sinekler vızıldadı üstlerinde. Her yanlarını soktular, kabarttılar. Ertesi sabah kaşına kaşına çıktılar yola. Saffet bir ara sordu Gülbahar’a: – İstanbul’daki saraylar gibi kocaman evleri var. Göz göz pencereleri. N’olur gitseydik oraya! Kimbilir çarşısı ne güzeldir! Dedi. Çift Püsküllü Uçurtma * Suzan Albek – Abla, Adem baba neler almış çarşıdan. Hani hiç parası yoktu biz kaçarken? – Çakır amca ödünç vermiş. Kesesi para dolu. Sakın kimseye söyleme. Yol tozlu, iki yandaki tarlalar kıraçtı. “Akşama varmadan varırsınız Alpu’ya” demişlerdi Adem ağaya. Oysa git git bitmiyordu yol. Bir yerde üç dört top ağaç, biraz yeşillik gördüler mi bağırıyorlardı çocuklar “İşte geldik! İşte bizim çiftlik!”. Oysa yanından geçiveriyorlardı ağaçların. Yeşillik gitgide azalıyordu. Toprak sapsarı, çatlak çatlaktı. Çukur yerler ise bataklık. Adem ağa arabayı dikkatle kullanıyor, hayvanları batağa sokmamaya uğraşıyordu. Bir ara gene tren yolunu gördüler. Yol yanından geçiyordu. * Karanlık bastıktan sonra vardılar Alpu istasyonuna. Köylüler Adem ağayı istasyonun arkasındaki kahveye buyur ettiler. Hoş beşten sonra biri sordu: Çift Püsküllü Uçurtma 74/197 Suzan Albek – Padişah efendimiz size nereyi verdi? II – Kireççi Çiftliği’ni… Adem ağanın yanıtı üzerine bir sessizlik oldu kahvede. Herkes önüne baktı. Sonra yavaşça konuştular: – Eh… Hadi hayırlısı olsun… Adem ağa ve ailesini o gece yollamadılar çiftliğe. Muhtarın evinde konuk ettiler. Sabah erkenden yola düştü Adem ağa ailesiyle birlikte. Muhtar atına bindi, önlerine düştü. Üç çeyrek saat yol gittiler, bir tepeyi aştılar, vardılar bir sazlığa. Sazlığı dolanınca, toprağı çatlak çatlak, tepsi gibi dümdüz bir yere geldiler. Ne bir ağaç ne bir yeşillik vardı üstünde. Bir yıkık duvar, birkaç kalas. İşte o kadar. – İşte geldik, dedi Muhtar. Adem ağa kalakaldı: – Yanlış olmasın? Kireççi Çiftliği’ne mi geldik? – He ya, Kireççi Çiftliği. Arazin geniş. Bu sazlıklar, arkadaki tepeler, şu yandaki kırmızı kayalıklar hep senin. Arkada sıra sıra yükselen çıplak tepeler vardı. Adem ağa bir türlü inanamıyordu çiftliğin orası olduğuna: – Bana ahır, çiftlik binası hazır demişlerdi. – Sen yaparsın. Sen yaparsın, dedi Muhtar. Ben sana köyden bir iki alet göndereyim. Haydi bana müsaade. Muhtar atının başını çevirdi, uzaklaştı. Çocuklar indiler arabadan. Saffet atları çözdü, çekti yıkık duvarın gölgesine. Ulviye hala, Zekiye yenge oturup kaldılar arabada. – Baba sahi kalacak mıyız burada? Diye sordu Gülbahar. Bir kızdı Adem ağa, bağırdı: Çift Püsküllü Uçurtma 75/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 76/197 Suzan Albek – Haydi inin aşağıya! Ne duruyorsunuz orada! Hepsi inip yıkık duvarın dibine çömeldiler. Ulviye hala ile Zekiye yenge örtmelerini iyice yüzlerine çekip başladılar usul usul ağlamaya. * Az sonra bir araba göründü karşıdan. Birkaç köylü, kazma, kürek, el arabası, orak indirdiler. Bir de buz gibi bir testi su. Hemen taşıdılar içeri eşyaları. Serdiler yatakları. Gökyüzünde pırıl pırıl parlayan yıldızlara baka baka daldılar uykuya. O kadar yorgundular ki üstlerine bulut gibi konup kalkan sivrisinekleri hiç duymadılar. Ertesi gün gene geldi Alpu köylüler. Bu kez kalın sırıklar, tahtalar getirdiler. Ahırın önüne sırıklarla bir çardak kurdular. Tahtaları çakıp bir sıra yaptılar altına. Saffet çakısını çıkardı, sordu: – Hiç durma Adem ağa, hemen saz kes. Biz de sana yardım edelim. Yıkık duvarın üstünü ört. Çek hayvanları. Kendine de bir kulübe yap sazdan. Az sonra güneş yükselince duramaz olursun. – Baba tarih kaç? Yazayım şuraya. Rıfat ile Saffet köylülerle birlikte girdiler sazlığa. Orakla sazlığı biçip biçip yığdılar. Öğleyin güneş asıldı kaldı tepelerine. Bir kızıştı ki toprak, buram buram tüttü. Hepsi yıkık duvarların gölgesine sıkışıp ikindiyi beklediler. Güneş kireçli tepelere doğru alçalınca gene bir gayret: – Yok yok, öyle değil, dedi Saffet. Serez’deki mektepte okuduğumuz gibi… – Haydi oğlum yüklenin sazlara. Orağı getir buraya! Kazmayı al! – Önce kulübenin yerini çizin. Dört köşesine dört direk dikin. – Öre öre geçir sazları sırıkların arasından. Bir alttan bir üstten. Akşama doğru yıkık duvarların üstü örtülmüş, ahır olmuştu. Hemen aldılar içeri atları. Kulübenin dört yanı sazla örülmüş ama tepesi açık kalmıştı. Adem ağa düşündü: – Bin üç yüz… kaç bakayım. – Hı… Haziran 1913. Saffet çardağın ön direğine kazıdı tarihi. Alpu köylüler oturmuşlardı tahta sıraya. Gülizar kahve yaptı, Adem ağa tütün ikram etti. Kâğıtlara sarıp içtiler, konuştular: – Sağ olun. Siz olmasaydınız ne olacaktı halimiz, dedi Adem ağa. – Sen sağol Adem ağa. Şimdilik bu kadar oldu. – Kışın barınamazsınız saz kulübede. Temmuz geçsin, biz harmanımızı kaldıralım, kerpiç keseriz beraber. Bir ev yaparsın kendine. – Zararı yok, ne yapalım, yarın bitiririz, dediler. Çift Püsküllü Uçurtma 77/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 78/197 Suzan Albek – Kerpiç nasıl şey ki? Diye sordu Saffet. – Öğreniriz, öğreniriz, dedi Adem ağa. Köylüler gene buz gibi bir testi su getirmişlerdi. – İki gündür suyumuzu siz getiriyorsunuz, yerini söyleyin de bizim çocuklar taşısın artık, dedi Adem ağa. – Su, köydeki çeşmeden. Uzak. Taşıyamazlar. Şurada şeytan yarığında bir su var emme, ağır, gazlı. İçemezsiniz. Daha ötede, Cevat Bey’in değirmeni var. Çavlanın önünde. Oluk oluk akar su. Dağdan gelir. Emme, o da uzak. Hem Cevat Bey yaklaştırmaz kimseyi değirmene. Adem ağa Saffet’le köye inmiş, bol sütlü keçi, iki kuzusuyla bir koyun almıştı. Rıfat’la Gülizar arkadaki kireçli tepelerin aralarında cılız otluklara götürüyorlardı hayvanları. Azıcık otla beslenip gene de bol süt veriyordu sakallı keçi. Her sabah taze süt içen Emine, azıcık kendine gelmiş, Alimesini kucağına alıp çıkmıştı çardağın altına. Annesi pek dertliydi: – Nereden geldik bu kıraç yere? Önümüz kış. Ekinimiz yok. Erzağımız azaldı. Ah başımın kara yazısı. Otursaydık ya Çakır ağanın köyünde. Adem ağa kızıyordu bu yakınmalara: Köylülerden gençten biri içini çekti: – Hanım dur bakalım. İlk günler böyle olur. Çok şükür kendi toprağımız var. Çalışır işleriz. Hem Eskişehir’de söylediler, siz gidin, biz yollarız arkanızdan tohumluk, erzak, dediler. – İşte böyle bizim halimiz Adem ağa. Rezillik. Bu toprağın altı su doludur. Kulağını dayasan duyarsın. Uğuldar durur. Emme biz çıkarıp kullanmayı bilmeyiz. – İnşallah yollarlar, dedi Söyleniyordu durmadan: * Akşam olunca Alpu köylüler arabalarına binip gittiler. Gülbahar, Gülizar, Emine, anneleri, hala geldiler çardağın altına. Kızlar ipliklerini çıkardılar. Oya yapalım tülbentlerimize dediler ama beceremediler. Saz kesmekten elleri kanamış, derileri yüzülmüştü. Emine kucağında Alimesi ile yere çömelmiş, hiç konuşmuyordu. Birden devrilip uzanıverdi yere, koştular, yüzüne su serptiler. Hiç gözünü açmadı Emine. Taşıdılar kulübeye. Üç gün ateş içinde yandı kızcağız. karısı. Ama hiç inanmadı. – Padişah efendimiz şimdiye kadar bakmamış da bu topraklara, biz geldik diye mi bakacak? Ah nerede bizim bağlık, bahçelik memleketimiz! Onu da düşmana kaptırmış işte! Rıfat’la Gülizar bir köşede fısıl fısıl konuşuyorlardı: – Kimseye söyleme. Yarın sabah erkenden. * Ertesi gün karanlıkta kalktı Rıfat. Torbasına biraz peynirle iki yufka koydu, dürttü Gülizar’ı: – Haydi geliyor musun? Çift Püsküllü Uçurtma 79/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 80/197 Suzan Albek Gülizar kalktı, örtmesini aldı, çıktılar dışarı. Güneş doğarken kireçli tepelere varmışlardı. – Neredeymiş bu gazlı su? Yoruldum ben, dedi Gülizar. yüzlerine. Söğüt ağaçlarının arasında koca bir değirmen gördüler karşıda. Arkadaki yardan gürül gürül bir su iniyor, uğuldayarak değirmenin çarkını döndürüyordu. Azıcık daha yaklaşıp seslendiler: – Azıcık daha. Bak kızıl kayalar başladı işte! – Kimse yok mu orada? Biraz daha yürüdüler, kayaların üstüne çıktılar. Derken “Fıs” diye bir ses geldi kulaklarına. Baktılar ki iki kaya arasından bembeyaz bir duman yükseliyor. Duman kesildi mi de su püskürtüyor kaya. – Geldik şeytan yarığına! Diye bağırdı Rıfat. Koskoca bir çoban köpeği çıktı birden değirmenin yanından. Bir havladı ki ödleri koptu çocukların. Ters yüzü kaçtılar, indiler dere yatağına yuvarlana yuvarlana. Nefes nefese vardılar kireçli tepelerin eteğine. Gülizar ağlamaya başlamıştı: Uzattı elini suya. Uzatmasıyla da çekmesi bir oldu: – Çok mu korktun? Diye sordu Rıfat. – Ay yandım! Sıcak bu su! – Yok ondan değil. Karnım ağrıyor. Sular, kayaların üstünden akıp küçük küçük havuzlar yapmışlardı kat kat. Gülizar en alttaki küçük havuza uzattı elini: – Oh olsun! Ben sana dedim gazlı sudan içme diye. Öğle olmadan dönmüşlerdi çiftliğe. Gülizar hemen girdi yatağa. Bir ateş… Bir ateş… – Oh ne güzel masmavi. Hem soğumuş buradaki su, dedi. Eğildi lık lık içti sudan. Rıfat bağırdı: – Kız içme! Zehirlenirsin. Gazlı su o. – Hiç de değil. Çok susadım, gazlı da olsa içerim. Oturdular kayanın üstüne, ekmeklerini, peynirlerini yediler, uzun süre yarıktan çıkan beyaz dumanı seyrettiler. * O gün Adem ağa ile Saffet, av tüfeğini alıp erkenden yaban ördeği avına gitmişlerdi sazlıklara. Atları sulamak Gülbahar ile Ulviye halasına kalmıştı. Atlar dolaşırken Gülbahar sazların arasına eğildi, baktı. Gümüş gibi bir balık sıçrayıp tekrar daldı suya. Burada su tertemiz, berrak, diye düşündü Gülbahar. N’olur içsem? Yüzü koyun yattı, içti kana kana. Ulviye hala bağırdı tepesinde: – Haydi şimdi Cevat Bey’in değirmenine gidelim, dedi Rıfat. – Kız deli misin? İçilir mi o su? Sülük dolu içi. Şeytan kayasından indiler, uzun süre kurumuş bir dere yatağını izleyip bir vadiye vardılar. Bir serinlik çarptı Çift Püsküllü Uçurtma 81/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 82/197 Suzan Albek Dönüşte Gülbahar’ın dişleri takır takır birbirine çarptı, o da girdi yatağa. * Akşam Adem ağa ile Saffet bir torba dolusu yaban ördeği ile döndüler avdan. Adem ağa kıvançla karısına seslendi: – Burada toprağımız var. Bırakıp nereye giderim? – Buralara sizden önce de göçmenler geldi. Doksan üç harbinden sonra. Hiç biri barınamadı. Ya gidip Eskişehir’e yerleştiler ya dağlara. Adem ağa iyice şaşırdı, dertlendi. – Şu ördekleri bir güzel yol, pişir. Doysun çocuklar! Beyaz sakallı adam şöyle dedi: – Kızların ikisi de hasta. Ateşten yanıyorlar! – Ben Mihalıççıklıyım. Kime sorsan bilir, demirci Ali ağa diye. Al çocuklarını gel bana. Bir çaresine bakarız. Adem ağa belki bir çare, bir ilaç bulurum diye indi Alpu istasyonuna. Kahvede köylüler derdini sordular. – Kızlarım hasta, dedi. Önce en küçük hastalandı. Şimdi de büyükler. Biri gazlı sudan içmiş, biri sülüklü sudan. Ateş içindeler. – Sağol, sağol, dedi Adem ağa. Gülbahar ile Gülizar günlerce titrediler. Bir yandılar bir üşüdüler. Ayağa kalktıkları zaman bir deri bir kemik kalmışlardı. Sakallı keçinin sütü bile canlandıramadı onları. Köşede oturan beyaz sakallı biri söze katıldı: * – Ne gazlı su ne sülüklü su Adem ağa. Sinek! Sinek! Burası sıtmalıktır. Sinek sokar, sıtma tutar herkesi. Temmuz geçmiş, Alpu köylüler harmanı kaldırıp kerpiç kesmeye gelmişlerdi Adem ağaya. – Ne yapsam ki? Ne ilaç bulsam? Önce ahırın yanına vıcık vıcık, sapsarı balçık taşıdılar. İçine saman sapı karıştırdılar. Malayla düzlediler. Tahtayla kalıp kalıp kesip, bıraktılar güneşe kurumaya. Arkadan Adem ağa, Saffet ve Rıfat giriştiler işe. Yüzlerce kerpiç kestiler. – Ne fayda edecek ilaç? On beş gün sonra tekrar yatarlar. – Bırakayım ölsün mü çocuklar? – Yok öyle demedim, Adem ağa. Allah esirgesin, emme, bu bataklıkta yaşanmaz. Sivrisinek kaynıyor her yerde. Dağa çıkar çocuklarını. Atalarımız ne güzel bilmişler, kışın ovalara inmişler, yazın yaylalara çıkmışlar. Hem hayvanları sağlıklı yaşamış hem kendileri. Çift Püsküllü Uçurtma 83/197 Suzan Albek – Kızlar da pek çürükmüş. Hep hasta oluyorlar. İyi ki biz geldik Adem babayla Palpu’ya, diye böbürlendi Rıfat. – Biz yaparız evi, dedi Saffet. Memleketteki gibi iki katlı. Kızlar girer içine otururlar, iş işlerler, dikiş dikerler. Çift Püsküllü Uçurtma 84/197 Suzan Albek – Hiç ağaç yok ama evin önünde Saffet abi. Şu tepede bir küçük ağaç var. Eğri büğrü ya zarar yok. Biz onun arkasına küçücük bir ev yapsak. – Bahçesi de olsun bu evin. Çiçek dikelim, dedi Gülizar. Koştu aşağıya. Bir süre sonra üstü çiçek resimli küçük torbasıyla döndü. Tohumları serpti evin önüne. – Hadi gidip bakalım, dedi Saffet. – Hayvanlar girip çiçekleri yemesin, dedi Saffet. Çakısını çıkardı, çalılardan ufak çubuklar kesip bir çitle çevirdi evin bahçesini. Koştular küçük kireçli tepeye. Tek bir çam ağacı vardı küçük tepenin üstünde. Cılız, renksiz. Orman kesilmiş, yakılmış, bir o direnmiş kalmış olmalı orada. – Bir yağmur yağsa erir gider bu ev dedi Gülbahar. – Ay ne güzel ağaç! Bizim ağacımız olsun bu! Dedi Saffet. Rıfat kızdı: Ertesi sabah erkenden el arabasıyla iki kez kerpiç taşıdılar ağacın altına. Önce evin yerini çizdiler: Şurası iki oda. Bir mutfak, helâ. İkinci katta iki oda, ortada sofa. – Hiç de değil. Biz çok güzel kuruttuk kerpiçleri güneşte. Taş gibi oldu. Çapraz direk koyduk. Emine gene de güvenemedi. Aldı Alimesini içeriden. Önce çapraz direkler diktiler, kapı pencere yerlerini boş bırakıp kalan yerleri kerpiçle doldurdular. Çalılardan kestikleri ince çubuklarla ikinci katın tabanını yaptılar. Çatıyı çalılarla örtüp, üstünü çamurla sıvadılar. Üç günde bitti ev. Kimse görmesin diye sazlarla kapadılar üstünü. Bir akşamüzeri çağırdılar kızları: Vın… Vın… Vın… – Gelin bakın ne göstereceğiz size,diye. Rıfat annesinin üstünde ekmek pişirdiği ocaktan yanar bir çırpı çekti: Tepeye varınca Saffet’le Rıfat kaldırdılar sazları, küçük ev çıktı ortaya: – Çabuk dizilin! Savaş çıktı! Sivri mızrak ordusu geliyor! – Hi… Ne güzel yapmışsınız, dedi Gülizar. Çocuklar birer yanar çalı aldılar ellerine. Sazlıktan yana bulut gibi gelen sivri mızrak ordusunun karşısına çıktılar. Sivrisinekler alevlerde kavrulup pıtır pıtır döküldüler yere. – Tam benim Alimeme göre ev, dedi Emine. Dikkat! Dikkat! Sivrisinek ordusu geliyor! Rıfat bağırdı: Alime girdi kapıdan seslendi: – Oh! Ne güzel! Serin serin. Burası benim evim olsun! Çift Püsküllü Uçurtma * 85/197 Suzan Albek – Yaşasın! Yendik sivri mızrak ordusunu! Çift Püsküllü Uçurtma 86/197 Suzan Albek Derken sazlığın üstünden bulut gibi bir sivrisinek ordusu daha geldi. – Aman Adem ağa, bu kadar çoluk çocuk nereye gideriz? Kim alır bizi? Arkadan bir daha, bir daha! – Bir tanıdığım var. Demirci Ali ağa. Çağırdı Mihalıçcığa. Dağ havası iyi gelir, dedi. Yarın götürür sizi bırakırım. Arkadan biz geliriz. – Çabuk geri çekilin! Düşman yardım aldı! Dedi Saffet. Hepsi çardağın altına çekildiler. Sivrisinekler saldırdı yeniden. Adem ağa bunları söyledikten sonra çağırdı Saffet’i yanına: Vın… Vın… – Ben yarın erkenden kızları, annenizi dağa götüreceğim. Siz koyunları, keçileri otlatın, erkenden dönüp kapatın ahıra. Ben karanlığa kalmadan döner gelirim, dedi. Kızlar başlarındaki tülbentleriyle kapadılar yüzlerini. Gene de sivri mızraklılar, burunlarını, çenelerini, gözkapaklarını, boyunlarını deldiler. Nokta nokta kan oldu tülbentleri. Kaçıp saklandılar saz kulübeye. Sivri mızraklılar sazların arasındaki deliklerden girip hücum ettiler. – Ben bakarım hayvanlara, hiç merak etme Adem baba, dedi Saffet. Saffet: – Rıfat pek oyuncu. Oraya buraya gider, üzer Saffet’i. – Yenildik! Kaçalım dağlara! Diye bağırdı. Başladı Rıfat’la beraber küçük kireçli tepeye doğru koşmaya. Kadınlar, kızlar tutsak düştüler sivri mızraklılar ordusuna. O akşam hepsi serildiler yataklara. Emine, Gülizar, Gülbahar. Arkadan anneleri, Ulviye hala. Ağustos başında aralıksız sürdü sivri mızraklıların hücumu. Adem ağa kararlıydı: Adem ağa çok kaygılıydı. Köyden acı bir ilaç getirdi. Adı Sulfata. Hepsi yuttular. Boşuna! Hep sivri mızraklılar savaşı kazandı. Ulviye hala razı gelmedi: – Artık koca çocuk oldular. Onların yaşındakiler dağlarda sürü otlatıyorlar. Bir gün yalnız kalmakla ne olurmuş? Dedi. Ulviye hala ile Zekiye yenge çaresiz boyun eğdiler Adem ağaya. Güçlükle kalktılar, gerekli birkaç giyeceği bohçalara koydular, yiyecek sepetlerini hazırladılar. Ertesi sabah gün doğarken Adem ağa atları arabaya koştu. Arabanın içine yataklar serildi. Hastalar yattılar. Ulviye hala çocuklara sıkı sıkı tembih etti, uzaklara gitmeyin diye. Araba çıktı yola. – Bu böyle olmayacak, dedi Adem ağa bir akşam. Sıcaklar geçinceye kadar sizi dağa götüreyim. * Karısı karşı koydu: Çift Püsküllü Uçurtma 87/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 88/197 Suzan Albek Saffet’le Rıfat erkenden çıkardılar küçük sürüyü otlatmaya. Öğlene doğru koskoca bir kara bulut geldi oturdu kireçli tepelerin üstüne. Gün boyunca saçaklandı, saçaklandı, aşağıya doğru gümbürdeyerek inmeye başladı. Saffet’le Rıfat hemen keçiyi, koyunu, kuzuları toplayıp indiler aşağı. Tam ahırdan içeri girmişlerdi ki koca koca damlalar inmeye başladı saçaklı kara buluttan. Yağmur bütün gün yağdı, gitgide hızlandı, hızlandı. Ahırın iki yanından seller indi. Hiç dışarı çıkamadı çocuklar. Hayvanların arasına büzülüp oturdular. “Neredeyse Adem baba gelir” diye beklediler durdular. Karanlık bastı. Kulakları hep atların çıngırak sesinde. Oysa yalnız su sesi vardı. Çağıl çağıl. gelip bir kolunu sardı yolun üstüne. Öyle bir yağmur bastırdı ki göz gözü görmez oldu. Üstlerine seller, çakıl taşları indi tepelerden. Yolu çamur kapladı. Arka tekerlekler saplandı içine. Adem ağa istediği kadar şaklatsın kamçıyı, hepsi itsinler arabayı, boşuna. Kıpırdayamadı atlar. Yağmur durup bir köyden yardım geldiğinde, bir gün bir gece geçmişti, Adem ağa çiftlikten ayrılalı. Gün doğarken bin bir zahmetle vardılar Mihalıççığa. “Gidelim bakalım, kulübemiz ne oldu” dediler, yağmur biraz hafifleyince. Bir çatırtı duydular o sırada. Koştular baktılar. Bir de ne görsünler? Saz kulübenin çatısı çökmüş. Her şey çamur içinde;bohçalar, sandıklar, erzak torbaları… Derken bir çatırtı daha, yerle bir oldu ahırın önündeki çardak. – Rıfat! Rıfat! Neredesin? Yalnız ahır dayandı bütün gece yağan yağmura, oluk gibi inen sellere. Sabaha karşı duvarlar da indi birdenbire. Saffet suların üstünde yüzen bir kalasa tutundu, çekti Rıfat’ı. Tahta kaydı suların üstünden aşağıya doğru. Bir ara keçinin başı geçti Rıfat’ın eline, sonra karıştı sulara. Saffet’in boynuna sıkı sıkı sarılan Rıfat “Keçiler, kuzular meleşiyorlar” diye bağırdı. Koca bir dalga yuvarlandı üstlerine. * Adem ağanın arabası Alpu’dan çıkıp, Mihalıççık yoluna girince bir serinlik çarpmıştı yüzlerine. Yokuş başlamış, atlar kıvrıla kıvrıla yükselen yolu tırmanmaya başlamıştı. Yolun yarısını almışlardı ki kuzey yönünden koca bir kara bulut Çift Püsküllü Uçurtma 89/197 Suzan Albek * Tutunduğu tahta, bir tümseğe çarpıp durunca gözünü açtı Saffet: Rıfat, az ötede suyun yüzünde kalmış çalılıklara tutunmaya uğraşıyordu. Saffet, yanı başında yüzen bir dalı itti, çekti kardeşini. Tümseğin üstünde bir soluk aldılar, oradan taşların üstüne basa basa bir yamaca tırmandılar. Sakallı keçinin sesi geldi kulaklarına: – Me… Me… Sakallı keçi yamacın üstünde, sivri bir kayanın tepesinde dimdik duruyordu. Çocuklar sarıldılar keçinin boynuna. Ortalık ağarmıştı. Seller yanlarından akıp gidiyordu. Bir kara nokta gördüler yamacın karşı ucunda. Koştular, koştular. Keçi de arkalarından. İki atlı bir arabanın yanında buldular kendilerini. – Adem baba bizi almaya geliyor! Diye bağırdı Rıfat. Çift Püsküllü Uçurtma 90/197 Suzan Albek Arabacı durdu önlerinde. Arabası ağır bir yükle dolu, yaşlı bir arabacıydı bu. Islanmamak için başına kalın bir kilim örtmüştü. – Nereye gidiyorsunuz bu yağmurda? Diye bağırdı çocuklara. – Evimizi sel yıktı, kaçtık, dedi Saffet. – Kalkın! Haydi kalkın! Durdu rahmet. Arabacı üstlerindeki yaygıyı çekmiş, sarsıyordu Rıfat’la Saffet’i. Çocuklar gözlerini ovuşturarak doğruldular. Ortalık apaydınlık, gök masmaviydi. Güneş batı yanına dönmüştü. – Buradan ötesi Çatacık. Benim daha çok yolum var. Siz inin, şurada bir köy var, sorarsınız yolunuzu, dedi arabacı. – Atlayın arkaya. * – Ya keçimiz? – Verin onu da buraya! Arabacı keçiyi aldı yanına. Çocuklar çıktılar arabadaki ağır çuvalların arasına. – Ananız babanız nerede sizin? Saffet’le Rıfat şaşkınlıkla indiler. Arkadan keçiyi indirdi arabacı. Keçi geldi başını tosladı Rıfat’a. Rıfat o zaman kendine geldi azıcık. İki yanına bakındı. Tepelerinde ağır ağır dallarını sallayan çam ağaçlarını gördü. Arabacı tekrar seslendi: – Ha… Durun, karnınız açtır sizin. – Yaylaya gittiler. Gelip bizi alacaktı babamız, dedi Saffet. – Yaylaya mı? Hangi yaylaya? Açtı torbasını, iki büyük yufka çıkardı, içlerine iki topak peynir koyup ellerine verdi. – Domaniç, dedi Rıfat. – Sağol! Sağol! Uğurlar ola! Dedi Rıfat’la Saffet. Saffet düzeltti: Arabacı atlarını kırbaçlayıp uzaklaştı. – Yok Domaniç değil. Başka cık’lı bir yer. Çocuklar bir ağacın altına oturup iştahla yediler ekmeklerini. Keçi otladı çimenlerde. Şırıl şırıl bir su sesi geliyordu kulaklarına. Az ötede bir kayanın dibinden fışkıran bir pınar gördüler. Kana kana içtiler suyundan. İyice canlanmışlardı. İki yanı çamlık dar bir yoldan yürümeye başladılar. Keçi de sıçraya koşa izliyordu onları. Uzun süre gittikten sonra çamlar seyreldi, bir köy göründü uzakta. Eşeğinin üstünde – Çatacık mı? Ha… Benim yolum da orası. Haydi çabuk! Örtün çuvalların üstünü. Islanmasın haşhaşlar. Siz de girin altına. Haydi deh! Rıfat’la Saffet yaygının altına girdiler, sıkıştılar çuvalların arasına. Acı, ağır bir koku geldi burunlarına. Derin bir uykuya daldılar. Çift Püsküllü Uçurtma 91/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 92/197 Suzan Albek köye doğru giden bir adama rastladılar, selâm verip sordular: – Bu ne köyü amca? Sündiken Dağları’na. Köylerde demir işi Arkasından gideceksen tarif edeyim yolu, Mihalıççık’lı. yapmaya. dedi bir – Dur hele, dedi Adem ağa. Alpu’da bir işim var. Gidip geleyim de sonra ararım demirciyi. – Alapınar. Saffet sordu: Adem ağa telaşla karısını, kardeşini, kızlarını Mihalıççık’taki tek hanın bir odasına yerleştirdi, dört nala tekrar tuttu Alpu yolunu. – Adem ağa geldi mi bu köye acaba? – Hangi Adem ağa oğlum? Geç vakit istasyona varıp kahveye girince selâmladılar: – Kireççi Çiftliği’nin sahibi Adem ağa. – Bilemedim a oğul! Sen şu çiftliğe sor. Gelen konuk oraya iner önce, dedi köylü, sonra sopasıyla çok uzakta, bir dağın eteğinde büyük bir taş yapıyı gösterdi. – Geçmiş olsun! Geçmiş olsun! Adem ağa! Dediler. Gün batıncaya kadar yürüdüler Saffet’le Rıfat. Çiftliğin yanına vardıklarında karanlık basmıştı. Çoban köpekleri havlıyordu içeride. Çocuklar korktular, yanaşamadılar. Alçak bir dam altında saman yığınları gördüler. Sakallı keçi başını daldırıp başlamıştı samanları yemeye. Bir ip parçası buldular orada, samanlığın direğine bağladılar keçiyi, kendileri de sokuldular samanların altına. Uykuya daldılar. – Ne var? Ne oldu ki? Adem ağa kaygılandı: – Bilmiyor musun? Senin çiftliği sel götürdü. – Ne sel mi götürdü? Ya çocuklar? Çocuklar ne oldu? – Ne çocuğu? Sen çocuklarını toplayıp götürmedin mi Mihalıççığa? – Saffet’le Rıfat’ı bıraktım, dedi Adem ağa. Dönecektim o gece. Araba çamura saplandı, ancak döndüm. * Vardığı gün Adem ağa, Mihalıççık’ta demirci Ali ağayı sordu rastladıklarına: – Hı… Demirci Ali ağa yazın pek buralarda durmaz. Emme, bu yıl bir konuğu gelecekmiş, onu bekledi. Gelmeyince on gün kadar önce topladı eşyasını, çoluğunu, çocuğunu, çıktı Çift Püsküllü Uçurtma köylüler 93/197 Suzan Albek – Biz baktık senin çiftliğine. Havuz gibi dolmuştu. Kimseyi göremedik. Adem ağa yığılıp kaldı kahvenin kapısının dibine. Çift Püsküllü Uçurtma 94/197 Suzan Albek – Meraklanma, yarın sabah gider iyice ararız, dedi Alpu köylüler. – Hiç böyle şey görmedim. Ağustos ayında yağmur yağar, sel indiği olur bayırdan, emme, havuz gibi dolar mı toprak? – Yok, yok, kalamam yarın sabaha. Gidip arayacağım çocukları. Hâlâ dere yatağından uğul uğul su iniyordu aşağıya. Alpu köylüler yalnız bırakmadılar Adem ağayı. Ellerine çıralar aldılar, doldular arabaya. – Günahına girmiyeyim emme, Cevat Bey yapmış olmasın bu işi? – Git, git… Nasıl yaparmış? Çiftlik kapkaranlıktı. Her yanı doldurmuş olan su, deniz gibi hışırdıyordu. Arkadaki dere yatağından hâlâ oluk oluk su iniyordu. Adem ağa elindeki yanar çırayı savurarak bağırdı. – Değirmenin savaklarını kapatıp aşağıya doğru koyverdi mi suyu, bütün Alpu’yu sel alır. – Rıfat! Saffet! – He ya… Düşünemedimdi. Kireçli tepeler yankılandı: Rıfat! Saffet! – E… Niye yapsın Cevat Bey bu domuzluğu? Sonra gene su sesi. Ne çocuklar var ne koyun ne kuzu ne keçi. Dönüşte Adem ağa durmadan yakındı arabada: – Bilmezliğe gelme. Herkesin toprağında gözü vardır onun. Hele Kireççi Çiftliği’nde kimseyi barındırmaz. – Ah benim öksüz kuzularım! Düşman önünden kaçırdım da kendi yurdumuzda yitirdim sizi! – Ne ister ki bu fakirin toprağından? Alpu köylüler avutmaya uğraştılar: – Beğenemedin mi o toprağı? Siz onun batak olduğuna ne bakıyorsunuz? Altı maden dolu. Benim gençliğimde bu demiryolunu yapan Alamanlar geldi buraya. Ellerinde bir makina kutusu, dolaştılar durdular. Yerin altında bir şey varmış. Radyo mu, radyon mu ne. O makina üstünde da da da da diye dolaştıkça, ses verirmiş yerin altından. – Dur hele Adem ağa, hele sabah olsun, belki bir yere sığınmışlardır. – Pek akıllı çocuklardı onlar. Selin ortasında dikilip duracak değiller ya! * Köylüler pek şaştılar bu işe: Sonra Adem ağaya duyurmadan konuştular aralarında: Çift Püsküllü Uçurtma Yaşlı bir köylü söze karıştı: 95/197 Suzan Albek – Ay… Deme Ahmet emmi… Nasıl ses verirmiş ki o yerin altındaki taş? Çift Püsküllü Uçurtma 96/197 Suzan Albek Yaşlı köylü söyleniyordu gene: Söz Cevat Bey’e gelince hepsi aynı kanıdaydı Alpu köylülerin. – Sonracığıma… Haydarpaşa’daki şimendifer sarayında oturan Alamanların başı, gene bir makina kutusundan zil çalıp emir veriyormuş. Buradaki Alamanlar da “Ya mayn her, Ahzo, ahzo…” diye patır patır konuşup duruyorlardı. Ben kulağımla duydum Alpu istasyonunda. – Cevat Bey bu iş için kıydıysa çocukların canına, Allah komaz yanına, dediler. – Ne diyormuş ki şimendifer sarayındaki Alaman? – Muhtar, al bunu. Hepiniz şahit olun. Rıfat’la Saffet’ten haber getirenin bu altın, dedi. – Bulduğunuz madenleri çıkarın, getirin bana diyesiymiş. Boşuna mı yaptılar buraya demiryolunu? Padişah efendimizden izin almışlar, bütün madenleri taşıyacaklarmış memleketlerine. Daha gençten biri söze karıştı: – Sade madenleri değil. Hani bizim buralarda üstleri koca koca kız resimli mermer taşlar var ya onları da taşıdılar Haydarpaşa’ya. Yaşlı köylü sözü aldı: – Hani o resimli taşlar neyse ya madenlerimize yazık. Onları götürüp makine yapıyorlarmış, sonra pahalı pahalı satıyorlarmış tekrar bize. – Eh bize bırakacak değiller ya madenleri. Ya yabancılara yarıyacak ya Cevat Bey’e, dedi öteki. Muhtar sert sert konuştu: – Hadi kesin gayri… Anlamadığınız lâfa karışmayın. Madem izin vermiş Padişah efendimiz, alırlar elbet madenleri. Geç vakit kahveye döndüklerinde Adem ağa elini kemerine soktu, koca bir altın çıkardı, koydu masanın üstüne: Adem ağa ertesi sabah erkenden çıktı Mihalıççık yoluna. * Çiftliğin yanaşması elinde kürekle erkenden gelmişti duvarın dibindeki samanlığa. Direğe bağlı bir koca keçi görünce şaşakaldı. Bu da nesi ki diye küreği daldırdı saman yığınına. Samanlar kıpır kıpır oynadı. Bir kürek daha atayım dedi, geri geri gitti saman yığını. Yanaşmanın ödü koptu, attı küreği kaçtı içeri. Çiftlikten adamlar çıktılar. Önce çözdüler keçiyi aldılar içeri, sabah kısmeti bu diye. Arkadan şöyle bir yokladılar samanları. İki baş geldi ellerine, çektiler, çıkardılar. Çocukların saçları da saman gibiydi. Üstleri, başları da tüm saman. – Keçi sizin mi? Nereden geldiniz siz buraya? Diye sordu adamlar. Aldılar çocukları götürdüler çiftlik evine. Genç bir adam kapıyı açtı, o da sordu kim olduklarını. – Selden kaçtık. Gece korktuk kapınızı çalmaya, dedi Saffet. Çift Püsküllü Uçurtma 97/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 98/197 Suzan Albek – Anneniz babanız yok mu sizin? – Çok ıslandık selden, diye Saffet söze başlarken yanındaki genç adam çekti kolunu: – Adem babamız var, dedi Rıfat. – Hiç anlatma, Hoca Efendi bilir zaten, dedi. Genç adam güldü: Saffet’i aldı yanına, bitişik odada sıcak bir tarhana çorbası içirdi. – Hepimizin Adem babası var, dedi. – Adem baba gelip bizi alacaktı, çiftliği sel bastı. Bu sözlerden kimse bir şey anlamamıştı. – Gelin bakalım içeri, dediler. Rıfat üç gün ateşler içinde yandı. Başına sirkeye batırılmış tülbent koydu, elini ayağını tuzla uğdu, Rukiye hanım. Rıfat iyileşip gözünü açınca sordu hemen Saffet’e: – Adem babayı buldun mu? Çocukları, pencereleri kalın perdelerle örtülü, upuzun bir odaya aldılar. Dipteki sedirde, biri sarıklı sakallı iki kişi oturuyordu. – Gelin bakalım yanıma, dedi bir ses. Rıfat’ın eli Saffet’in avucunda tir tir titriyordu. Saffet güçlükle yürüyen kardeşini çekti: – Kardeşim hasta galiba. Bütün gece titredi. Hem… – Sen iyi ol da beraber ararız, dedi Saffet. Evin oğlu genç adam: – Mavi Hoca ne derse o olur burada. Bir şey söylemeyin, azıcık bekleyin, dedi. Mavi Hoca kendi görünmedi, bir haber yolladı: Sedirde oturan sarıklı adam seslendi: – “Küçük çocuk daha hasta. Kalsın burada. Ağabeyi bir dolaşıp arasın ailesini. Yeni ay çıkmadan dönüp gelsin.” – Rukiye! Gel şu çocuğu al! – Ya keçim? Diye sordu Saffet. İçeriye iri yarı, şalvarlı bir kadın girdi, çömeldi yere. – O da kalsın burada, dedi evin oğlu gülerek. – Rukiye teyze sen mi geldin? Dedi Rıfat, başını kadının dizine koydu. Saffet’in üstüne siyah bir aba verdiler, başına koyun postundan bir kalpak geçirdiler “Dağ havası çarpar, başaçık gezilmez” dediler, torbasına azığını koydular, selâmetlediler. Beyaz sarıklı adam eğildi, başparmağı ile Rıfat’ın iki kaşının arasını ovuşturdu. Rıfat gözlerini kapadı, uyuyuverdi. Çift Püsküllü Uçurtma 99/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 100/197 Suzan Albek Saffet çam dallarından bir sopa kesti eline. Çıktı ulu ağaçların hışırdadığı dağlara doğru. Yollarda rastladığı köylülere, çobanlara Adem ağayı, annesini, yengesini, Gülbahar, Gülizar, Emine’yi sordu. Akdoğan’la Sarıperçem atlarımızın adı, dedi. Kimse yanıt vermedi. Kapısını çaldığı bir köy evinde çocuklar korktular bu yüzü gözü güneşten yanıp kavrulmuş, gözleri kıpkırmızı olmuş çocuğu görünce. “Şeytan gibi biri geldi” diye bağrışarak kapıyı kapadılar yüzüne. Bir çiftlikte köpekler saldırdı üstüne. Saffet kaçtı, kaçtı, çıktı daha yukarılara. Akşamüzeri bir kesiklik geldi bacaklarına. Ulu bir kestane ağacının dibinde, kurumuş yaprakların üstüne kıvrılıp yattı. Sivri mızraklılar onun kanına da titreten ateşin zehrini koymuşlardı çoktan. Yol ormandan çıkmış, döne döne, tepelerin arasında çanak gibi bir yere inmişti. Çanağın ortasında çıkrıklı kuyular vardı. Üstleri başları paramparça adamlar, sepetlere binip bu derin kuyulara iniyorlar, ta aşağıdan bağırıyorlardı: * – Sabun kesiyoruz, sabun. Kil sabunu, dediler beyaz adamlar. Mihalıççık’tan yola çıkıp, araba ormanın içine dalınca Gülizar ile Gülbahar, azıcık gözlerini açmışlardı. Emine ise hâlâ ateş içinde ölü gibi yatıyordu. Ulviye hala dimdik oturuyordu. Adem ağa Alpu dönüşü, Saffet’le Rıfat’ı bulamadığını söyleyince: – Benim çocuklarım abdal mı selin önünde dikilip kalsınlar? Kaçmışlardır. Hem ben dün gece gördüm düşümde. Ala bir atın sırtına binmişler, yel gibi geliyorlardı bu dağlara doğru, dedi. Bu söz üzerine kızlar ve anneleri ferahlamışlardı biraz. Oysa Adem ağa çok kaygılıydı, uzun bıyıklarını çiğniyor, söyleniyordu kendi kendine: – Düşman önünden kaçırdım, bütün Rumeli’den geçirdim de kendi yurdumda yitirdim öksüz kuzularımı. Çift Püsküllü Uçurtma 101/197 Suzan Albek – Çek ipi çek! Çıkrıklar çıkır çıkır işliyor, kuyudaki adamlar yerin altından kovalarla beyaz bir çamur çıkarıyorlardı. Yukarıdaki adamlar çıkan çamuru kalıp kalıp kesip üstüne bir damga vuruyorlar, sonra çuvallara dolduruyorlardı. Elleri, yüzleri, saçları bembeyazdı adamların. Adem ağa selâm verip: – Kolay gele! Ne iş tutarsınız? Diye sordu. Uzattılar, altı kalıp verdiler Adem ağaya. Adem ağa gene sordu: – Demirci Ali ağayı bilir misiniz? – Bilmez olur muyuz? On gün önce geldi. Kazmalarımızı biledi. Küreklerimizi tamir etti. “Beni soran olursa arkamdan gelsin” dedi, diye yanıtladılar. Adem ağa beyaz sabuncularla vedalaştı gene düştü yola. Başladı yeniden mis gibi çam ormanları. Akşama doğru kıraç bir tepenin yamacında bir köy göründü karşıdan. Bir duman, bir yanık kokusu geldi burunlarına. – Sorgun köyü! Dedi Adem ağa. Çift Püsküllü Uçurtma 102/197 Suzan Albek Köyde koca koca ateşler yanıyordu. Herkes çamurdan çömlekler, güveçler yapıp pişiriyordu. Kadınların, erkeklerin, çocukların elleri, yüzleri kapkaraydı. Yaptıkları çömlekleri bir yandan eşeklere yüklüyorlardı pazara götürmek için. Daha yüklerken yarısı kırılıyordu kapların. Büsbütün kararıyordu hepsinin yüzleri. Dışları kara, içleri aktı Sorgun köylülerin. Konuk gelen bu garip yolcuları ağırladılar, yedirdiler, içirdiler, yatırdılar. Adem ağa Demirci Ali ağayı sorunca aynı yanıtı verdiler onlar da. Ertesi gün köyden çıkınca bir uzun yol gittiler Sündiken Dağları’nda. Bir köye vardılar ki her yanı taşlık. Ne bir ağaç var ne bir yeşillik! Akşamleyin uzak yerlerde otlayan koyun keçi sürüleri döndü köye. Gülizar ile Gülbahar konuk oldukları evin kızlarına sordular: – Siz ekip biçmez misiniz? Ay çiçeği, kuşka büber, domates, patlıcan? – Neymiş onlar? Neymiş onlar? Biz bilmeyiz. Bilmediğimiz şeyi yemeyiz, diye yanıtladılar. Bir gün yel, bir tohum getirse, o tohum bir duvarın dibinde yeşerip bitse, büyüyüp bir ağaç olsa, çocuklar söküverirmiş hemen zehirlidir diye. Sebze meyve bilmedikleri, yetiştirmedikleri için dişleri çarpık çurpuk, oyuk oyuk, kazma gibi, gedik, çürükmüş hepsinin. Dişleri çürükmüş ama yürekleri sağlammış o köylülerin. Ellerinden geldiğince ağırladılar konuklarını, soğuk ayranlar içirdiler. Adem ağa gene sordu Demirci Ali ağayı: Çift Püsküllü Uçurtma 103/197 Suzan Albek “Yedi gün önce geldi, kazmamızı, küreğimizi biledi, gitti. Beni soran olursa arkamdan gelsin dedi”, diye yanıt verdiler. Taşköylülerle vedalaşıp çıktı Adem ağa yola. Gülbahar, Gülizar, anneleri, Ulviye hala canlanmış, dirilmişlerdi dağ havasından. Atlar yorulmasın diye indiler arabadan. Konuşa konuşa yürüdüler: – Ah Mustafa’m neredesin? Diye yakındı Adem ağanın karısı. – Ah Mehmet’im! Ah Saffet’im, Rıfat’ım nerelerdesiniz? Diye seslendi Ulviye hala. Mustafa! Rıfat! Saffet! Diye yankıladı kayalar. Çamlar uğuldadı, yitti sesler. Gülizar dürttü Gülbahar’ı: – Ya Hüseyin? Hüseyin nerelerde? Gülbahar bir çam ağacının arkasında gizlice orta parmağındaki bezi çözdü. Baktı zümrüt yüzüğüne. Her yana ışıklar saçtı yeşil taş. Gülbahar tekrar bağladı bezi parmağına. Geçtikleri yerlerde kimseye göstermemişti yüzüğünü. Emine gene serilmiş yatıyordu arabada Alimesiyle. Yolda rastladıkları yaşlı bir köylü: – Bu çocuk iyileşmez. Onu Arap dede türbesindeki yatıra götürün gelmişken, dedi; sopasıyla karşıda yemyeşil bir tepeyi gösterdi. Adem ağa çevirdi atların başını tepeye doğru. Az gittiler, uz gittiler, vardılar yeşil tepeye. Tepenin üstünde bir türbe, içinde upuzun bir mezar vardı. Adakları olan köylüler türbenin demirlerine çaputlar bağlamışlardı. Çift Püsküllü Uçurtma 104/197 Suzan Albek Gülizar türbenin çevresini şöyle bir dolaşayım derken, birden uzun boylu bir Arap çıktı karşısına. Kız bir çığlık attı, sarıldı annesinin eteklerine. Adem ağa yetişti, selâm verdi Arap’a: – Aleyküm selâm! Dedi koca Arap. Ak gözlerini devire devire. Ben bu türbeyi beklerim bin iki yüz yıldan beri, diye ekledi. Gülizar ile Gülbahar merakla yaklaşmışlardı babalarının yanına: – Ne? Ne? Bin iki yüz yıldan beri mi? Koca Arap uzun bir sırığın üstüne yaptığı çentikleri saydı: Tam bin iki yüz kere üç yüz altmış beş. Eder dört yüz otuz sekiz bin… Adem ağa “Bu arap azıcık bunamış” dedi içinden, belli etmedi inanmadığını. Arap anlattı: – Benim adım Emirül Omar. Ama Arap dede derler burada bana. Bin iki yüz yıl önce Bizans kafiriyle dövüşmek için Arap ordusuyla geldik bu ülkeye. Arkadaşım şehit düştü. Gömdük buraya. O gün bu gündür, yani dört yüz otuz sekiz bin gündür beklerim arkadaşımın başını. – Ya ne yer ne içersin Arap dede? Diye sordu Gülbahar. – Bana yemek içmek gerekmez, dedi Arap. Adem ağa gene güldü içinden “Bu Arap azıcık değil, iyice bunamış. Arkada koca bir testi suyla bir bakraç yoğurt var”. Çift Püsküllü Uçurtma 105/197 Suzan Albek Gülbahar ile Gülizar iyice korkmuşlardı bu bin iki yüz yıldan beri hiç yiyip içmeden yaşayan Arap’tan. Koştular arabaya. Emine şöyle bir gözlerini araladı, tekrar yumdu. Arap’ın duasını alıp çıktılar yola. Beş gün olmuştu, ulu çamları gökyüzüne değen Sündiken Dağları’na çıkalı. Beşinci günün akşamı, dağların Sakarya Nehri’ne bakan yamacındaki Sarıyar köyüne vardılar. Adem ağa hemen sordu Demirci Ali ağayı. “Yedi gün önce buraya geldi. Pekmez kazanlarımızı, yoğurt bakraçlarımızı tamir etti. Ben Beypazarı’na dükkan açmaya gidiyorum. Beni soran olursa gelsin arkamdan, dedi, üç gün önce gitti” diye yanıtladılar. Sarıyar köyü bağlık bahçelikti. Kadınlar, çocuklar uzun sopalarla ceviz çırpıyorlar, sepet sepet elma taşıyorlardı. Hepsi kırmızı yanaklı, beyaz, düzgün dişliydiler. Akşam konuk kaldıkları evde, başı beyaz tülbentli, nur yüzlü bir nine sedirde oturuyordu. Köyün kızları çevresine toplanmışlar, hep beraber ilâhi söylüyorlardı: Taştan çıkar türlü sular Ayağında neler biter Cahil gönül taştan beter Yola gelmez gelir değil. Boz yapalak devlengece Emek yemen erte gece Onun işi köstebektir Salıp ördek alır değil. Çift Püsküllü Uçurtma 106/197 Suzan Albek Sedirin bir köşesinde yatan Emine, bu tatlı sesleri duyunca açtı gözlerini, beyaz tülbentli nineyi gördü. Günlerdir ilk kez kalktı yerinden, ninenin yanına gitti, seslendi: – Yok oğul… Domaniç çok uzak buraya. Burası Yörük Yaylası. Biz yazın burada oturan Yörükleriz. Bize tuz getiren deveciler bulmuşlar seni. Şükür iyileştin. – Gülizar, Gülbahar abla! Ninem buradaymış! – Düş görmüşüm, dedi Saffet. Uzun bir düş. * Rahat bir uykuya daldı yeniden. Domaniç yaylasında Karakeçililer, Kızılkeçililer, Akkoyunlular, Karageyikliler… Develer, develer… Üstlerinde kilimler… Boyunlarında çanlar, bir o yana sallarlar, bir bu yana… Dan… Dan… Dan… En önde Kara Osman, atın üstünde, belinde kılıcı. Hepsini koruyan, yaylaya çıkaran Kara Osman… Develer, boyunlarında çanlar. Dan… Dan… Dan… Bir o yana… Bir bu yana… Dan… Dan… Çan sesleri kesildi birden. Develer durdular. İki kol, kestane yaprakları üstünde kıvrılmış yatan çocuğu usulca kaldırdı, devenin üstüne yerleştirdi. Tekrar yola çıktı develer. Lap… Lap… Lap… Gece yaylaya vardılar gelenler. Çocuğu bir kara kıl çadıra yatırdılar. Sabah ağzına taze süt akıttılar. Üstünü sıkıca örtüp bastırdılar. Günler geçti. Bir gece gözünü açtı Saffet. Kıl çadırın tepesinde pırıl pırıl parlayan yıldızları gördü. Ertesi sabah kaldırdı başını. Başucunda beyaz sakallı bir dede vardı. Ertesi sabah, dede çadırdan dışarıya seslendi: – Delibalta! Delibalta! İri yarı, kara kaşlı genç bir adam girdi çadıra. Dede ona bir şey söyledi. Delibalta Saffet’i bir kilime sardı, kucakladı götürdü. Bir yamaçta, tek, koyu yeşil, yüksek bir çam ağacının altına yatırdı. Belinden bıçağını çekti, sapladı ağacın gövdesine. Saffet gözlerini açmış, merakla bakıyordu. Delibalta ağacın budağını iyice oydu, içinden bembeyaz, uzun, reçine kokan bir kabuk çıkardı, verdi Saffet’e: – Soymuk bu. Ye. Hiçbir hastalığın kalmaz. Saffet gülümsedi: Saffet üç gün yattı ulu çamın altında, soymuk yedi. Gücü yerine geldi. Bir akşamüzeri, işlerini bitiren Yörük çocukları geldiler, oturdular çevresine. Saffet’e kim olduğunu, nereden geldiğini sordular. Saffet bir bir anlattı olanları. Balkan Savaşı çıkınca nasıl evlerini bıraktıklarını, dedelerinin silahlarını nasıl göle attıklarını, Balkan dağlarında arkalarından nasıl düşmanın geldiğini, hepsini, hepsini… Çocuklar gözlerini aça aça dinlediler. Biraz ötede oturan bir çocuk sordu Saffet’e: – Neresi burası? Domaniç yaylası mı? Kara Osman mı getirdi beni buraya? – Sen böyle uzak yerlerden geldiğin için mi saman saçlı, çini gözlüsün? Bizim dilimizi konuşuyorsun ama hiç – İyileştin mi oğul? Dedi, elini alnına koydu. Çift Püsküllü Uçurtma 107/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 108/197 Suzan Albek benzemiyorsun bize. Saffet’in öyküsünü başından beri izleyen Delibalta şöyle dedi: başını. Çamların arasından kavun dilimi gibi bir ay görünüyordu. Hemen koştu çadırdaki dedeye: – Saçının, gözünün rengi neyine gerek! O da bizim gibi bir Adem oğlu işte! – Dede! Dede! Ben yeni ay çıkmadan çiftliğe gidip kardeşimi alacaktım. Ay çoktan çıkmış. Geç kaldım. Ne olur bana yolu gösterin gideyim. Saffet, Adem oğlu sözünü pek sevdi. Adem babasının onları arabasıyla Alpu’ya nasıl getirdiğini anlattı. Büyük çocuklardan biri: – Biz buralıyız, dedi. Dedem diyor ki, biz sürülerimizi otlata otlata bin yıl önce gelmişiz Anadolu’ya. Yazın yaylalarda, kışın ovalarda oturmuşuz. Gene oturuyoruz işte. Bütün bu dağlar bizim. İyice arkadaş olmuştu Saffet çocuklarla. Uzun uzun konuştular. Söz bitince Saffet, yanında oturan çobanın elinden kavalını aldı, üfledi, denedi, öyle bir hava çaldı ki, hepsi susakaldılar. Çadırlardan kadınlar, kızlar çıkıp geldiler yanına. Sordular: – Bu ne havası? Ne kadar yanık çaldın? Saffet başını eğdi: – Bu, bilmediği memlekette anasını babasını yitirenin havası. Tekrar aldı kavalı eline. Bu kez daha da yanık, daha da uzun çaldı; kadınlar, kızlar dayanamadılar, ağlaştılar, sordular: – Ya bu dokunaklı türkü ne? Dede düşündü: – Yalnız yolu bulamazsın. Biz toplanıyoruz artık. İki gün sonra ineceğiz. Beraber ineriz. Senin söylediğin hangi çiftlik? – Alapınar köyünün yakınındaki çiftlik. – Orada birkaç çiftlik var. Hangisi ola? İki gün sonra göç başladı. Çadırlar sökülüp eşya yüklendi develere. Sürüler koyuldu yola. Koyunların, keçilerin çıngırakları çın çın çınladı dağlarda. Saffet Delibalta’nın devesine binmişti. İndiler Alapınar köyünün yanına. Dağın yamacında etrafı duvarlarla çevrili çiftlik binası görününce Saffet indi deveden. Dedeyle, Delibalta’yla, herkesle vedalaştı. Yörükler ağır ağır uzaklaştılar. Saffet vardı çiftliğin kapısına. Bir gece yattıkları samanlık yoktu yerinde. Sopasıyla vurdu kapıya. Ses yok. Gene vurdu, vurdu, vurdu… Hiç ses gelmedi içeriden. Saffet kalakaldı orada. Gitgide uzaklaşan deve çanlarını işitti: Dan… Dan… Dan… – Bu, kardeşini bilmediği kimselere bırakıp gelenin türküsü, dedi. Kavalı bıraktı elinden, fırladı, kaldırdı gökyüzüne Çift Püsküllü Uçurtma 109/197 Suzan Albek * Çift Püsküllü Uçurtma 110/197 Suzan Albek Sarıyar köyünde birkaç gün kalıp dinlendikten sonra Adem ağa tekrar atları koştu arabaya. Sabah yola çıkarken Ulviye hala: Sarıyar köylü tuttu eşeğini yularından berrak suların köpürdüğü iri taşlara basa basa geçti karşıya. Adem ağa arkasından indi aşağıya, kolaylıkla geçirdi arabayı. – Bu gece düşümde Saffet’i gördüm. Bir ağacın altında oturmuş, düdüğünü çalıyordu, dedi. Gülizar usulca sordu Gülbahar’a: – İnşallah bir haber alırız, dedi Adem ağa. Köyden çıkarken eşeğiyle bir köylü düştü önlerine: – Sakarya Nehri’ni geçeceğiz. Siz bilmezsiniz, kimi yerde coşkun akar, kimi yerde sığlaşır su. Ben size yolu göstereyim, dedi. Arabanın yanında bir yandan eşeğini dehleyip bir yandan da konuştu köylü: – Buraların ıssız, yolsuz olduğuna bakmayın siz. Nice yıllar önce kimler gelmiş, kimler geçmiş buradan. Ertuğrul Bey’in oğlu Sultan Osman, Söğüt yöresinde beyliğini güçlendirip, oralara adalet, düzen getirdikten sonra, seferlere çıkmaya başlamış… Kızlar Sultan Osman sözünü duyunca doğrulup hemen kulak vermişlerdi. Köylü sürdürdü sözünü: – Burada Samsa Çavuş adında, Sultan Osman’ın bir arkadaşı otururmuş. Sultan Osman Göynük seferine çıkacağı zaman, gelmiş ona. Samsa Çavuş işte buradan, nehrin sığlaştığı yerden geçirmiş Sultan Osman’la adamlarını. – Kara Osman’ı bildiğine göre, masalın sonunu da biliyor mu acaba Sarıyarlı amca? Hani Orhan’la Nilüfer’i. Sorsak anlatır mı? – Eh hadi size uğurlar ola Adem ağa. Pek oyalanmayın yollarda. Ben görmedim ya, eşkıya vardır derler buralarda. Sarıyar köylü bunları söyleyip uzaklaşmıştı bile. Nehri aştıktan sonra yol dikleşmiş, iki yanda sivri, sarp kayalar yükselmişti. Tam, kayalık, dar bir geçide girmişlerdi ki bir nal sesi duydular arkalarından. Dönüp baktılar korkuyla. Nehri aştıkları yerde bir atlı dört nala geliyordu onlara doğru. – Eşkıya olmasın? Diye sordu kadınlar. Kızlar sindiler yaygının altına. Adem ağa şaklattı kamçıyı, atlar ok gibi fırladı. Uzun süre gittiler savrula savrula. Arkalarındaki atlı yetişti yetişecek. Cepkeni uçuşuyor havada, elini kolunu sallıyor. Adem ağa yavaşladı birden: – Bu adam bir şey söylüyor gibi. Silahı da yok elinde. Çekti dizginleri. Atlı geldi, durdu yanlarında, selâm verdi: – Size bir haberim var Adem ağa! – Adem ağa mı? Nereden bildin adımı? Çift Püsküllü Uçurtma 111/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 112/197 Suzan Albek – Sizi arıyorum kaç gündür. Mavi Hoca yolladı beni. – Mavi Hoca mı? O da kim? – Allah sizden razı olsun. Söyle Mavi Hoca’ya, kalsın Rıfat yanında. Bir yolum düşerse ben gelir görürüm. – Oku mektubu, anlarsın. Atlı döndü geriye, tam uzaklaşıyordu ki Adem ağa seslendi arkasından: Atlı koynundan mühürlü bir mektup çıkardı, Adem ağaya uzattı. – Dur! Dur! Dönüşte Alpu köye uğra. Muhtarı gör. Ondan bir altın alacaksın. Senin hakkın. Adem ağa bir yandan mektubu okuyor, bir yandan “Şükürler olsun! Şükürler olsun!” diye söyleniyordu. Mektubu bitirince seslendi arkasına: Atlı elini göğsüne bastırıp uzaklaştı. – Gözümüz aydın! Bulundu çocuklar! Kızlar, anneleri sevinçle bağrıştılar, sarıldılar Ulviye halaya. Adem ağa açıkladı mektubu: – Saffet’le Rıfat selden sonra Mavi Hoca’nın kardeşinin çiftliğine sığınmışlar. Saffet bizi aramaya çıkmış. Dönmeyince Mavi Hoca akrabalarıyla birlikte Rıfat’ı da götürmüş Eskişehir’e, evine. Çocuk güven altındadır, izin verirseniz kalsın burada, okuma yazma öğrensin, diyor. Bir kıvanç, bir mutluluk geldi arabaya. Güldüler, söylediler, türkü çağırdılar: Boz yapalak devlengece Emek yemen erte gece Onun işi köstebektir Salıp ördek alır değil… Sarıyar’daki ninenin türküsü. Hiç anlamıyorlardı ne demek olduğunu, gene de çok hoşlarına gidiyordu sözleri. Adem ağa şaklatıp kırbacını, bağırıyordu dağlara doğru: – Sağ olsun, sağ olsun. Ne mübarek adammış. Çocuğu korumuş, bize de haber salmış merak etmeyelim diye, dedi Ulviye hala. – Hey! Hey! Buldum öksüz kuzularımı! Kızlarım da iyileşti! – Ya Saffet? O nerede şimdi? Diye sordu kızlar. – İyileştiler dağların havasından. – Hiç merak etmeyin, dedi Adem ağa. Ondan da bir haber çıkar yakında. Ulviye hala ekledi: Sonra atlıya döndü: Gülizar başını uzattı: Çift Püsküllü Uçurtma 113/197 Suzan Albek Karısı sözün sonunu getirdi: – Pınarların suyundan. Çift Püsküllü Uçurtma 114/197 Suzan Albek – Sarıyar’ın elmasından. Emine şaşırdı: – Elmas mı? Elmas mı vardı Sarıyar’da? Neden bana göstermediniz? Ablaları gülüştüler: – Elmas değil. Elma! Elma! O akşam kavun dilimi gibi bir ay doğdu çamların arkasından. * Beypazarı’na varınca, hemen buldular Ali ağanın çarşı içindeki demirci dükkanını. – Geleceğinizi biliyordum, dedi Ali ağa. Götürdü evine yerleştirdi, Adem ağayla ailesini. Adem ağa atları tımar etti, nalları yeniletti, bir süre dinlendi. Bir gece konuştular demirci Ali ağayla: – Var birkaç şey. Sarıyar köylüler benden bir pekmez kazanı istediler. Onu oraya bırak. Bir tas pekmez al. Onu götür Arap dedeye. Taş köylülere yoğurt bakracı aldım. Onu götür. Sana bir torba yoğurt verirler. Sorgun köylülere bir kürek yaptım. Onu götür. Bir çömlek verirler sana. Yoğurdun yarısını ye, yarısını doldur çömleğe, indir kuyudan kil sabun çıkaranlara. Sana bir sepet sabun verirler. Götür onu teslim et Mihalıççık’taki Ayşe bacıma. Ayşe bacım üç çift çorap verir sana. Bir çiftini sıcacık giy ayaklarına, birini Alpu’daki Durmuş dayıma götür, birini de dönüşte getir bana. Adem ağa demircinin söylediklerini bir bir tuttu aklında. Kazanı, bakracı, küreği yükledi arabaya, çıktı yola. Günlerce gitti. Yağmur indi, dolu yağdı, yel esti. Hiç durmadı Adem ağa. Şaklattı kırbacı “Haydi Akdoğan! Haydi Sarıperçem!” Vardı Ali ağanın dediği yerlere. Emanetleri verdi. Alpu istasyonunda geçit bekçisi tam geçidi kapatıyordu ki yetişti Adem ağa. – Çabuk geçir arabanı, az sonra tren gelecek, dedi bekçi. – Yok, olmaz. Gidip bulacağım Saffet’i. Elbet bir bilen vardır nerede olduğunu. Adem ağa arabayı bir kenara çekip çıktı istasyona. Bir köşede üstü kara abalı, başı koyun kalpaklı biri, sopasına dayanmış oturuyordu. Adem ağa “Bu da kim? Bir bakayım” derken, kara lokomotif göründü, düdüğünü çala çala geldi durdu. Köşede oturan birden fırladı yerinden, atladı trene. İşte o zaman anladı Adem ağa. Koştu atladı trene. – Eh öyleyse, sen bilirsin. – Saffet! Saffet! Nereye gidiyorsun? – Götürülüp getirilecek bir şeyin var mı? Saffet trenin kalabalığında gözden yitmişti. Adem ağa herkesi ite kaka koştu oraya buraya. Tam hareket memuru – Güz geldi, bu dağlar yol vermez. Yağmur bir inerse selden geçilmez. Vazgeç Alpu’ya inmekten Adem ağa! Çift Püsküllü Uçurtma 115/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 116/197 Suzan Albek elindeki yuvarlak işareti kaldırmış, kampana çalmıştı ki iki çuval arasında yakaladı Saffet’i, çekti abasından. Tren hızlanırken, attı kucağında Saffet’le kendini yere. – Niye bindin trene? Beni görmedin mi? Haziran boyunca güneşin altında kesip kuruttukları onca kerpiç, akıp gitmişti. Saffet koştu çiftliğin arkasındaki tepeye doğru. Küçük kireçli tepenin üstündeki kerpiç ev, olduğu gibi duruyordu. Çevresinde otlar yeşermişti. Saffet oturdu küçük evin yanına, eğildi penceresinden baktı, sonra başını dizlerine dayayıp bir ağlama tutturdu. Adem ağa geldi yanına, başını okşadı Saffet’in: Saffet’in hiç sesi çıkmıyordu. – Niye ağlıyorsun? – Ben seni aramak için geldim nerelerden. – Alimenin evi… Rıfat’la beraber yapmıştık. Saffet başını kaldırdı: – Hı… Rıfat. – Ya Rıfat? Rıfat’ı aramadın mı? Saffet daha da arttırdı ağlamasını: Adem ağa hafifçe gülümsedi: – Rıfat’ı yitirdim. Onu dağda bir çiftliğe bıraktım. Orada bir renk hoca vardı. Silkelenip bindiler arabaya. Saffet yüzü koyun yumuldu. Adem ağa sordu: – Hı… Rıfat. – Bir renk hoca mı? Saffet’i çekti yanına oturttu, elini omzuna koydu. – Haydi gidelim bizim Kireççi Çiftliği’ne. – Ya Rıfat? Aramıyacak mısın onu baba? – Hı… Rıfat… Kireççi Çiftliği’nde eskiden yapıların olduğu yerde, sular çekilmiş, fakat yerinde vıcık vıcık bir balçık oluşmuştu. Ahırın duvarının tek tük taşları ve birkaç sırıktan başka bir şey kalmamıştı ortada. Saffet bir sırığı çekti çıkardı çamurdan. Sırığın üstünde belli belirsiz bir yazı vardı. İyice baktı Saffet, okudu: “Haziran 1913” Çift Püsküllü Uçurtma 117/197 Suzan Albek – Evet, şey, Mavi Hoca. Kocaman sarıklı. Korkunç bir adam. Görmeden her şeyi bilirmiş. Yeni ay doğmadan gel, kardeşini al, dedi bana. Geç kaldım. Sonra gittim baktım ki çiftlik kapalı. Kimse yok. Alapınar’da herkese sordum, kimse bilemedi Rıfat’ın nerede olduğunu. – Hı… Rıfat. – Alpu’ya inerken, çiftliğin yanaşmasını gördüm. Rıfat’ı Mavi Hoca Eskişehir’e götürdü dedi. – Sen de bunun için mi biniyordun Eskişehir trenine? Çift Püsküllü Uçurtma 118/197 Suzan Albek – Evet, gidip bulacaktım Rıfat’ı. Mavi Hoca kaçırdı onu. Keçimi de vermedi. – Öhö, öhö… Sakallı keçi. Adem ağa oturdu Saffet’in yanına: – Üzülme oğlum. Biz haber aldık Mavi Hoca’dan. Rıfat’ın rahatı çok iyi. Saffet birden kesti ağlamayı: Sakarya Nehri’ni aşınca geçti Adem ağanın yerine. Bir şaklattı kırbacı. Akdoğanla Sarıperçem hemen tanıdılar, coştular, yel gibi uçtular, bir salladılar ki çıngıraklarını, sanki dört atlı araba geliyor. Çıngır çıngır girdiler Beypazarı’na. Herkes karşılamaya çıktı. Saffet sarıldı annesine, yengesine, Gülbahar Gülizar ablalarına, Emine kardeşine. O akşam bayram ettiler Ali ağanın evinde. Saffet bir ara sordu annesine: – Niye baştan bunu söylemedin bana Adem baba? – Rıfat’ı bilmediğim insanlara bıraktım diye kızmadın mı bana? – E… Ne yapalım, sen beni göre göre trene atlayıp arkandan koşturur musun? Ben de böyle eğlenirim seninle işte. – Yok, yok… Ben gördüm düşümde Rıfat’ımı. Hocanın karşısında oturmuş, sallana sallana ders belliyordu. – Hı… Rıfat, Hı… Rıfat diye. – Hoca vurmuyor mu sopasıyla Rıfat’a? Saffet bunu söyleyerek atıldı Adem babasının kucağına, öptü yanaklarından. Diken gibi bıyıklar, battı yüzüne gözüne. – Eh, arada şöyle bir dokunuyor omzuna. Zarar yok. Kardeşin okuma yazma öğrensin de… Saffet’in biraz daha rahatladı içi. * Bindiler arabalarına, tuttular yolu. Alpu’da köylüler önlerini kestiler. “Gözün aydın Adem ağa” dediler, sonra sordular: – Mihalıççığa gidecek birkaç çuval malımız, sandığımız var. Götürür müsün? Adem ağa ile Saffet yüklediler çuvalları, sandıkları. İndire bindire köyleri dolaşa dolaşa aştılar dağları. Saffet attı kara abayı üstünden, pınarlarda yüzünü gözünü yıkadı, çini gözleri çıktı ortaya ışıl ışıl. Çift Püsküllü Uçurtma 119/197 Suzan Albek * Adem ağa taşıdığı mallardan kazandığı parayla bir küçük ev kiraladı Beypazarı’nda, çoluğunu çocuğunu yerleştirdi. Saffet’i Ali ağanın yanına çırak verdi. Kendisi de kış bastırmadan birkaç kez gitti geldi. O köye tuz, öbürüne yağ, bir ötekisine kil sabunu, gaz. Her geçişinde Arap dedeye bir tas pekmez götürmeyi unutmadı. Adem ağa yollardayken Saffet evin erkeği oluyordu. Sabah erkenden iş başı. Demirci körüğünü şişirip şişirip pof puf Çift Püsküllü Uçurtma 120/197 Suzan Albek üfletiyor ateşin üstüne. Sonra, örse ateşte kıpkırmızı olmuş demiri koyuyor. Bir ustası vuruyor, bir Saffet. Akşam yorgun argın dönerken, eve ne gerekiyorsa hepsini alıyordu. Kadınlar hiç çarşıya çıkmazdı o kasabada. Akşama kadar evin işini yapar, ekmek yoğurur, yemek pişirir, sonra oturup dikiş diker, iş işlerler, çorap örerlerdi. Evi tertemizdi Adem ağaların. Pencerelerine örtü perdeler asmışlar, arkadaki bahçeyi düzeltip kışlık lahana, soğan, havuç ekmişlerdi. Hiç sokağa çıkmıyorlardı ama herkes tanıyordu Adem ağanın kızlarını, “Altın saçlı kızlar”, “Hamarat kızlar” diye ün salmışlardı. Bir de kızın birinin, bir parmağı sakatmış, hep bez sarılı gezermiş, dediklerine göre. Adem ağa son bir kez, geç vakit Mihalıççık’tan dönerken iki silahlı adam dikildiler karşısına: – Hey! Dur! Adem ağa sen misin? Adem ağa çekti dizginleri. Hiç tanımıyordu adamları. – Hayrola ağalar, bir şey mi diyeceksiniz? – Bizim değil, Cevat Bey’in bir diyeceği var, “Kireççi Çiftliği batak oldu, onun işine yaramaz artık, satsın bana” diyor. Adem ağa korktuğunu belli etmedi, direndi: – Osmanlı Sultanı bana bir toprak verdi, daha ekmedim, biçmedim, nasıl satarım? – Nasıl olsa satacaksın, boşuna bekleme. 121/197 – Ne düşüneceksin? Cevat Bey bekliyor, haydi düş önümüze. Adem ağa yalvardı, yakardı, “Evden beklerler, bu kez salıverin” dedi. Silahlı adamlar insafa geldiler: – Biz peşindeyiz. Çabuk git gel, dediler, bıraktılar Adem ağayı. Adem ağa eve dönünce anlattı karısına olanları. – Aman ne yapacaksın o bataklığı? Kızlarımız az kalsın ölüyordu orada. Sat gitsin. – Osmanlı Sultanı bana bir toprak verdi, daha ekmedim, biçmedim, nasıl satarım? * Çift Püsküllü Uçurtma – Hele izin verin ağalar, bir düşüneyim. Suzan Albek – Osmanlı Sultanı seni düşünseydi tohumunu, sabanını gönderirdi arkandan. Öldün mü kaldın mı diye sordururdu bir kez. Hani nerede? Dedi karısı. Adem ağa içinden “Doğru söylüyor bizim hanım” dediyse de ses çıkarmadı. Bir daha da gitmedi dağlara. Arkadan kar bastırdı. Dağlar bembeyaz oldu. Saçaklardan hançer gibi buzlar sarktı. Adem ağa işsizlikten ofladı, pofladı, sıkıntıdan patladı. Bir gün aklına bir şey geldi, seslendi Emine’ye: – Emine kız! Hiç aklına gelmiyor mu senin okuyup yazmak? Koca kız oldun, bebek oynamaktan başka bir şey bilmiyorsun! Emine bir kaçtı, iki kaçtı, sonunda oturdu babasının dizinin dibine. Babası eline bir defter, bir de küçücük kalem verdi. Çift Püsküllü Uçurtma 122/197 Suzan Albek – Yaz bakayım… Elif be… Emine baktı yan gözle Alimesine. “Alimeciğim, babam bıraksa da saçlarını örsem” diye geçirdi içinden. bir araba yaklaşıyordu. Atlar Akdoğan’la Sarıperçem. Yelelerini savura savura geliyorlar. Ama arabayı süren Adem ağa değil. Genç bir adam. Kızlar koşuştular sokağa. Hepsi bir şey geçirdi aklından. Hele Gülbahar! – Önüne bak! Yaz benim dediğimi! Elif üsre… – Mustafa! Mustafa’m! Diye bağırdı anneleri. Emine gene Alimesini düşündü “Bir kırmalı elbise diksem, altına şalvar giydirsem buranın kadınları gibi Alimeme.”. – A! A! Mustafa ağabey gelmiş! Ellerine vurdu babası dikkat vermiyor diye. Öyle böyle, kış sonuna kadar Emine zar zor söktü okumayı. O akşam gene bir bayram oldu Adem ağanın evinde. Komşular toplandılar Adem ağanın büyük oğlu İstanbul’dan gelmiş diye. Kadınlar bir odada, erkekler bir odada. Saffet, demirci ocağının karşısında ter döktü, durmadan çalıştı, çabaladı, baktı eve, henüz on bir yaşındayken. Çok yoruldu ya buna karşın pazuları güçlendi, demir gibi oldu, boyu uzadı. Kızlar da boy attı selvi gibi. Hele Gülizar ablasını geçti. Onlar da çalıştılar durmadan, komşulara dikiş diktiler, bir sap ipliği ziyan etmediler. Ulviye hala ile anneleri büyük konakların böreğini, ekmeğini pişirdiler, ne yapıp ne edip zar zor kışı geçirdiler. Nisan geldi. 1914 Nisanı. Kar kalkar kalkmaz Adem ağa arabasını tamir etti. Atları çıkardı ahırdan. Beypazarı’ndan siparişleri aldı. Evdekiler çekine çekine tembih ettiler: – Cevat Bey’in silahlı adamları çıkarsa karşına, inatlaşma. Sattım gitti de. Ne yapacaksın o bataklığı? Günler geçti, dönmedi Adem ağa. Evdekiler suskun, beklediler. Bir akşamüzeri hepsi bahçede çapa yaparken bir şıngırtı geldi kulaklarına. Koştular kapının önüne. Karşıdan 123/197 “Balkanlarda karışıklık!” Gençlerden biri sordu: – Balkanlar neresi? * Çift Püsküllü Uçurtma Mustafa annesine, kardeşlerine armağanlar; babasına da bir gazete ve tütün getirmişti İstanbul’dan. Herkes toplanınca aldı eline gazeteyi, yaşlı adamlar, sakallarını sıvazlayarak, okuma yazma bilmeyen gençler “Mustafa o kara kara yazıları nasıl söküyor” diye şaşarak ama hepsi de sessizce, saygıyla dinlediler: Suzan Albek Adem ağa anlattı: – Rumeli… Vaktiyle Osmanlı ordusu güçlüyken zapt etmiş oraları. Gel gör ki düzen bozulup ordu zayıflayınca bir bir elden çıkmış Balkan ülkeleri. Biz de malımızı mülkümüzü orada bırakıp kaçtık Anadolu’ya. Genç çocuk tekrar sordu: – Neden zayıflamış ki şanlı Osmanlı ordusu? Çift Püsküllü Uçurtma 124/197 Suzan Albek Adem ağanın komşusu Şakir efendi yanıtladı: – Avrupalılar ilimde ilerlemiş, yeni icatlar yapmışlar. Biz geri kalmışız. Topları, tüfekleri, hep yenilemiş, buhar makinasıyla işleyen gemi, şimendifer yapmışlar bir de üstelik. Biz yetişememişiz onlara. Bakkal Haydar efendi kızdı bu sözlere: – Bunlar hep şeytan işi, şeytan işi… – Madem şeytan işi, neden trenin odasına kurulup gidiyorsun Ankara’ya? Hadi de bakalım Haydar efendi? Diye sordu Şakir efendi. Adem ağa sözü değiştirdi: – Balkanlarda bir ateş yandı mı kıvılcımı her yana sıçrar. Bir savaş çıkmasa bari… – Elbette ya, dedi Şakir efendi. Biz onda da geri kalmışız. İki yüz bilmem kaç yıl. Kâğıt kitap yüzü pek az görmüşüz, cahil kalmışız. – Şimdi yetişeceğiz diye uğraş dur! Gençler aralarında konuşmayı sürdürürken Haydar efendi söylenip duruyordu: – Yetişip de n’olacakmış sankim? İşte bi gazata getirdiler, hepiniz anlar anlamaz başladınız konuşmaya. Ben sokmam evime gavur icatlarını. Şeytan işi bunlar, şeytan işi. – Şeytan işi değil Haydar efendi. Akıl işi akıl! Diye çıkıştı Şakir efendi. Mustafa’nın İstanbul’dan getirdiği kahve pişirilip, tepsiyle dağıtılınca fincanlar, kesildi tartışma. * Haydar efendi sert sert konuştu gene: – Böyle şeyleri konuşmak bize düşmez. Nemize lazım. Biz alış verişimize bakalım. Devlet işlerini Padişahımız bilir. Bir genç söze karıştı: – Doğru diyorsun ya Haydar amca, biz de olan biteni anlayalım diye böyle koca koca kâğıtlara yazıları, resimleri basmışlar, adını gazata koymuşlar, her yana dağıtmışlar. Keşke anam babam okutsaydı da ben de anlasaydım bunları. – Kâğıtların üstüne o kara harfleri dizmeyi de mi Avrupalılar icat etmiş? Diye sordu bir başkası. Çift Püsküllü Uçurtma 125/197 Suzan Albek Mustafa boş gezmedi Beypazarı’nda. Adem ağa “Saffet kışın çok çalıştı, sanat öğrendi ya epey yoruldu. Mustafa girsin de demirciliğe, Saffet azıcık dinlensin.” diye düşündü. Büyükler neye karar verirse o olurdu o yıllarda. Mustafa geçti demirci körüğünün başına, Saffet oturdu arabada Adem babasının yanına. Mayıs başında bir sabah çıktılar yola. Biraz gittikten sonra Adem ağa döndü Saffet’e: – Duyduğuma göre Mavi Hoca baharda gelirmiş çiftliğe. Rıfat’ı da getirmiştir. Ne dersin, bir arayalım mı? Sen yolu bilir misin? Çift Püsküllü Uçurtma 126/197 Suzan Albek – Bilirim, bilirim, dedi Saffet kıvançla. Çatacık ormanlarından geçeceğiz. Sonra Alapınar köyü… Saffet bunu söyleyerek upuzun yattı çayırın üstüne, derin bir uykuya daldı. Adem ağa atları çözdü otlasınlar diye… Buldular reçine kokulu Çatacık ormanlarını. Gece Alapınar’a varamadılar, başka bir köye indiler. Ertesi sabah köylüler tarif etti çiftliğin yolunu. Ta… karşıda, şu iki tepenin ardında, dediler. Adem ağa ile Saffet bütün gün dolaştılar. Sisler arasında koca çiftlik binasını bir gördüler bir gözden yitirdiler. Tam varıyoruz dediler, önlerine aşılmaz bir yar çıktı. Geri dönüp dağı dolanalım dediler, gürül gürül akan bir çavlanın dibinde buldular kendilerini. Şaşırıp kaldılar. Atlar yoruldu, terledi, kişnediler. Bir ulu kestane ağacının altına çekti Adem ağa arabayı. Saffet pek sıkıntılıydı: Güneş alçalıp hava serinleyince Saffet açtı gözünü. Üstünde masmavi bir gök. Gökte iki yana oynayan bir şey. Saffet ovaladı gözlerini. İki yana oynayan şey kuş değil. Kırmızı, sarı, mavi renkli. Altında saçak saçak bir kuyruk. Saffet fırladı yerinden: – Baba dönelim istersen, ben bilemedim yolu, dedi. – Baba! Bak! Bak! Mavi gökte uçan alçaldı, alçaldı, tepelerinde sallandı. İki püskül bir yanda, iki püskül öte yanda. – Uçurtma! Çift püsküllü uçurtma, diye bağırdı Saffet. – Neden o? Bu kadar yol geldik. Elbet varacağız sonunda. – Bu kadar dolaştım, hiç görmedim bu dağlarda uçurtma! Dedi Adem ağa. – Bir garip çiftlik bu. Bir kez geldim, içi insan doluydu. Bir kez geldim, in cin yok. Bu kez de bir görünüp bir yok oluyor. – Rıfat’ın uçurtması! Başka kimse bilemez burada çift püsküllü uçurtma yapmayı. – Yok canım, biz yanlış yol tuttuk. * – Mavi Hoca görmüştür bizi. Engel çıkarıyordur önümüze. Gidip Rıfat’ı almayalım diye. – Aklını mı yitirdin oğlum? Nasıl görür o bizi? – O görürmüş oturduğu yerden her şeyi. Bizim çiftliği sel bastığını da görmüş. – Sen korkmuşsun bir kez Mavi Hoca’dan. – Başımda da bir ağırlık var ki… Çift Püsküllü Uçurtma 127/197 Suzan Albek Hemen atladılar arabaya. Uçurtmayı izleyerek, dolandılar ormanı. Önlerinde geniş bir toprak yol açıldı. Gökyüzünde uçurtmanın ipi belirdi. Bir tepeyi dönüverince, önlerine çıkıverdi kalın duvarlar arkasındaki çiftlik binası. Uçurtma hışırdıya hışırdıya alçaldı, indi duvarların ardına. Daha araba çiftliğe varmadan, kapının iki kanadı ardına kadar açıldı. Atlar yavaşlayarak girdiler içeri. Çift püsküllü uçurtma bir duvara dayanmış duruyordu. Avlunun orta yerinde de ipini saran Rıfat. Çift Püsküllü Uçurtma 128/197 Suzan Albek Adem ağa kenara çekti arabayı. İndi, bağrına bastı öksüz kuzusunu. Arkasından Saffet sarıldı kardeşine. Çiftlikten adamlar çıktılar, buyur ettiler gelenleri. Mavi Hoca, gene upuzun, perdeleri kapalı odanın dibindeki sedirde oturuyordu. Adem ağaya yer gösterdi yanında. Kahve içtiler, konuştular: – Bu da bizim sakallı keçi. O gece Adem ağa ile Saffet konuk kaldılar çiftlikte. Yola çıkarken Rıfat “Ben de geleyim sizinle” demedi. Pek değişmiş, incelmiş, düşünceli bir çocuk olmuştu. Kızlara selâm söyledi. Annemin, yengemin, Mustafa ağabeyimin ellerinden öperim, dedi. Tam araba kapıdan çıkıyordu ki seslendi arkalarından: – Oğlunuz Rıfat, akıllı çocuk. Akranlarıyla okuyor yanımda. Ayrıca şehirde dükkânımıza bakıyor. Şimdi de çiftlikte her işe koşuyor. – Palpu’ya uğrayacak mısınız? Çiftlikteki küçük kerpiç ev duruyor mu acaba? Adem ağa pek gurur duydu bu sözlerden: Saffet evet anlamına başını salladı. – Gene isterseniz kışın kalsın yanınızda. Yalnız bu kez götürsem, annesi görse… Arabada iki küçük keçi meleşiyordu. Biri siyah biri kahverengi. Mavi Hoca koydurtmuştu. “Bunlar sizin keçileriniz, kızlara götürün” diye. Mavi Hoca izin vermedi: – Rıfat henüz okumayı tam sökemedi. Şimdi giderse, tekrar baştan başlar. Ben yarım iş sevmem. Türkçe, Arapça iyice okuyup yazmayı öğrensin, ondan sonra gider. Adem ağa karşı çıkamadı bu söze. Mavi Hoca ile Adem ağa konuşurlarken Rıfat, çiftliği gezdirmişti Saffet’e. Karanlık basmış, çoban otlaktan dönmüştü koyunları, keçileriyle. Rıfat tüyleri ipek gibi, biri kahverengi, öteki siyah iki yavru keçiyi yakaladı: – Bak, bunlar bizim sakallı keçinin yavruları, dedi. Koca bir keçi geldi, tos vurdu Rıfat’ın arkasından. Rıfat gülerek ekledi: Çift Püsküllü Uçurtma 129/197 Suzan Albek * Güz geldi. Beypazarı’nın çocukları kırlardan alıç toplayıp ipe dizdiler, boyunlarına astılar. Hem gezdiler, hem dişlediler yemişleri. Kadınlar, damlara tarhana, bulgur serip kuruttular. Cevizlerin yeşil kabukları çürüdü, içleri patır patır döküldü çimenlerin üstüne. Beyaz bulutların arasından leylek sürüleri kanatlarını hışırdatarak uçtular güneye doğru. Bir akşam kasabanın davulcusu çıktı ortaya. “Ramazan değil bayram değil. Bu davulcu niye çıktı” diye birbirlerine sordu kadınlar. Yüreklerine bir korku düştü. Davulcu vurdu tokmağı: Çift Püsküllü Uçurtma 130/197 Suzan Albek – Güm güm de güm güm! Seferberlik ilan edildi, seferberlik! Padişahımız ferman gönderdi. On sekiz yaşından yukarı, kırk yaşından aşağı kim varsa askere yazılacak! Güm güm de güm güm! – N’olurmuş nişanlanırsam? Sen nişanlanmadın mı kendi kendine Hüseyin ağabeyimle? Davulcu tokmağını vurdukça, kasabadaki delikanlıların yürekleri kıvançla yerinden oynadı. Meydanda toplanıp türküler söylediler. Atlara binip dolaştılar yollarda. Kadınlar dizlerini dövdüler. Kızlar nişanlılarına çevre, mendil, kuşak, çorap gönderdiler gizlice. Onları unutmasınlar diye. – O zaman savaş vardı. Belli olmaz, ya ölür ya kalırız dedi bana Hüseyin. Onun için verdi yüzüğü. Bir akşam Gülbahar ile Gülizar bahçeyi çapalarlarken, beyaz bir at üstünde genç bir adam geçti. Dimdik, kara bıyıklı. Gülizar attı çapasını, kaçtı içeri. Beyaz atlı tekrar geçti evin önünden, dört nala. Gülizar baktı perdenin arkasından, seslendi Gülbahar’a: – Gülbahar, gördün mü Şakir efendinin büyük oğlu Osman’ı? Gülbahar girdi odaya: Gülbahar kıpkırmızı kesildi: – İyi ya işte, şimdi de savaş çıktı. Seferberlik o demek. Hem annem babam bilmiyor mu senin elinde yüzük olduğunu? Hep sarıp sakladığını? Gülbahar’la Gülizar konuşurlarken bir tıkırtı oldu. Yatakların arkasına gizlenmiş onları dinleyen Emine fırladı birden, çıktı odadan. Doğru koştu annesine: – Anne! Gülizar ablam nişanlanacakmış. Kimle biliyor musun? Şakir amcanın oğlu Osman’la. Mendil yollayacakmış ona. Annesi vurdu Emine’nin ağzına: – Sus bakim, o ne biçim söz! Ablası dururken nasıl nişanlanırmış Gülizar? – Hı… Gördüm n’olmuş? – Yakışıklı, değil mi? Uzun boylu, kara bıyıklı. Tıpkı Kara Osman gibi. – Hiç de değil, azıcık şişman. Kolları kısa. Bıyıkları da yeni çıkıyor, incecik. Akşam Gülizar ile Gülbahar sıkıştırdılar Emine’yi. – Seni lâf taşıyıcı seni. Bir daha Alimene entari dikersek senin! Emine omuz silkti: – Gözleri kapkara. Hep bizim eve baktı, dedi Gülizar. Keşke ben de ona bir çevre işleyip yollasaydım! – Dikmezseniz dikmeyin. Ben büyüdüm artık. On yaşıma giriyorum. Gülizar ablamdan sonra ben de nişanlanacağım. – Kız, kendi kendine nişanlanıyor musun yoksa? Kaçtı kurtuldu ablalarının ellerinden, kapıdan seslendi Gülbahar’a : Çift Püsküllü Uçurtma 131/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 132/197 Suzan Albek – Oh ya… Hüseyin ağabey gelip seni almıyor ya… * Davulcu son kez vurdu tokmağını bir sabah. Mustafa, demirci dükkânında aletlerini yerine yerleştirdi, meşin önlüğünü çıkarıp duvara astı. Caminin önünde askere yazıldı akranları ile. Ertesi gün evdekilere sarıldı, helâlleşti, sırtına torbasını vurup çıktı gitti. Artık Beypazarı’nda kalan yaşlı erkekler, hep haber sordular gelen gidenden. Bakkal Haydar efendi bile yalvardı her gidene: – Aman unutma gazata getir! Kış yaklaştı, yollar geçilmez oldu, gazete getiren azaldı. Ama nasıldır bilinmez savaş haberleri yayıldı Beypazarı’nda: “Osmanlı devleti Teşrinievvel ayında katılmış Cihan Savaşı’na. Alamanların yanında. Şöyle olmuş: Alamanların koca bir zırhlı gemisi, Osmanlı bayrağını çekmiş direğine. Toplarını dikip çıkmış Karadeniz’e. Bunun üzerine Ruslar demişler ki: Tamam. Osmanlı devleti saldırdı bize. Haydi her yanımız sarılmış düşmanla. İngiltere’den, Fransa’dan en büyük zırhlı gemiler açılmış denize.” “Doğu Anadolu’da, Sarıkamış’ta savaş başlamış.” Böyle anlattılar kahvede, olanları. Uçan kuştan aldıkları habere göre. 1915 yılı. Savaş başlamakla durmaz ya yaşam. Araba tekerleğine çember gerek. Köylüye kazma kürek. Atlara nal, kapılara kilit. Saffet, Mustafa’nın yerine gene girmişti demirci Çift Püsküllü Uçurtma 133/197 Suzan Albek dükkânına. Körükledi ateşi, eğdi büktü demiri, iyice usta oldu bu işte. Kızlar, kadınlar yazdan biriktirdikleri koyun yünlerini eğirdiler, beş şişle çorap ördüler. Belki karlar içinde dövüşen askerlere bir götüren olur, dediler. Bir haber geldi gene uçan kuşun kanadında: “Enver Paşa daha ordumuz hazır değilken, askerlerin kışlık giysisi yokken emir vermiş saldırın diye. Hepsi kırılmışlar, dağlarda donup kalmışlar. Darmadağın olmuş doksan bin kişilik ordu. Yaralananları, sağ kalanları trenlere doldurup geri yolluyorlarmış. İstanbul’dan gelen tren de güneye sağlam asker taşıyormuş. İyice kızışmış her cephede savaş.” Bu sözleri duyan Adem ağa çıkardı ahırdan atını arabasını. Karısı örttü başına atkısını. Baktılar ki Beypazarı’ndan, köylerinden kimin oğlu askere gitmişse koşmuş atını arabaya ya da eşeğine binmiş, sepet sepet yiyecekler yüklenmiş, hepsi iniyorlar akın akın tren yoluna doğru; kar, yağmur, çamur demeden, oluk oluk, Alpu’dan öte Sarıköy istasyonuna. Asker anaları, babaları dizildiler demiryolunun iki yanına, bekleştiler. Kara tren geldi durdu önlerinde. Kolları, bacakları, başları sarılı askerler sarktılar kapılardan. Ekmek, su, tütün dediler. Bekleşenler ne varsa ellerinde verdiler. Sordular hep bir ağızdan: – Mihalıççık’tan Ali’yi gören var mı? Beypazarı’ndan Mustafa’yı? Osman’ı? Mahmudu? Mehmet? Mehmet? Orada mısın? Çift Püsküllü Uçurtma 134/197 Suzan Albek – Hangi Mehmet teyze? Çok Mehmet… – Alpu’dan muhtarın oğlu Mehmet! Durmuş’un oğlu Veli! Herkes bağrışırken böyle, arkadaşları kara sakallı, kara bıyıklı, eli kolu sargılı bir asker indirdiler. Hepsi koşuştu. Şakir efendi zor tanıdı Osman’ı. Aldı, yatırdı arabasına. Düdük çaldı, döndü tekerlekler, ağır ağır kalktı tren. Şakir efendi arabayı sarsmadan, yavaşça çıktı yola. Adem ağa ile ötekiler iki gün daha beklediler. Kimse çıkmadı trenlerden. Döndüler geri. Şakir efendinin oğlu bir ay yattı. İyileşince de hiç görünmedi meydanda. “Sağ kolu kopmuş” dediler. Adem ağa gitti geçmiş olsuna. Biliyordu ya gene de sordu Mustafa’yı. Osman eğdi başını “Ben Sarıkamış kuşatmasından önce yaralandım. Geri yolladılar. Mustafa Sarıkamış’a gidenler arasındaydı. Oradan sağ dönen olmadı bizden. Ama bilinmez ağam, belki bir gün çıkar gelir.” “Kolum kopuk. İstemez artık beni Gülizar” diyesiymiş Osman. Gülizar duydu söylenenleri. O akşam fısıl fısıl konuştular Gülbahar’la. Gece oturdu, bir çevre biçti Gülizar. Her bir köşesine bir çiçek işledi. Her bir çiçeğin bir yanında bir yaprak, öbür yanı kesik. Ertesi sabah kimseye göstermeden komşunun küçük oğluyla çevreyi yolladı Osman’a. Haftasına kalmadı, söz kestiler Şakir efendi ile Adem ağa. Koca bir nişan sepeti geldi Gülizar’a. İçinde işlemeli bohçalar, renk renk giysiler, gümüşler, kuru yemişler. Harman sonuna kararlaştı düğün. * Hiç döner mi karlı dağlarda savaşa giden? Adem ağa ellisine varmış, çökmüştü. Atları da yorgundu dağları aşmaktan. Oysa şehre gidip Gülizar’a biraz çeyiz düzmek gerekiyordu. Adem ağa “Bu son gidişim olur” diye düşündü. Ulviye halayı da aldı yanına. “Gitmişken Rıfat’ı da görürüz” dedi. Mart ayında karlar eriyip seller inerken dağlardan, yeşeren tarlalarda, bahçelerde hep savaşa gidip de dönmeyen askerlerin türküsünü çağırdı kadınlar, kızlar. Eskişehir’e varınca Mavi Hoca’nın evini dükkânını sordular önlerine çıkanlara. Şehrin en tepesinde, çok pencereli, koskoca bir ev gösterdiler. Dükkânı Köprübaşı’nda dediler. * Mavi Hoca’nın Köprübaşı’ndaki dükkânına vardılar ki ne görsünler? Rıfat geçmiş bir masanın başına, elinde kalem, koca bir deftere çatır çatır hesap tutar. Rıfat onları görünce hemen kalktı yerinden. Sarılıp ağlaştılar, konuştular. Adem ağa Mustafa’nın Sarıkamış’ta şehit olduğunu söyledi. Bahar temizliği başlamış, evler badana edilmiş, pencereler kapılar açılmıştı. Gülizar ufak torbalarında kalan tohumları dikmiş, saksıları dizmişti pencere kenarına. Komşu kızları gelmiş, konuşuyorlardı pencerenin dibinde: Çift Püsküllü Uçurtma 135/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 136/197 Suzan Albek – Biliyorum. Başınız sağ olsun, deyince Rıfat, şaşırıp kaldı Adem ağa: – İşleriz. Sen, ben. Saffet. Küçük evin yanına gerçekten bir kerpiç ev yaparız. Bu ev gibi, kocaman. – Sen nereden biliyorsun? – Hele şu savaş bir bitsin, iyi günler göreceğiz inşallah. – Mavi Hoca söyledi. Bir süre kalıp çarşı işini bitirdikten sonra, dönüş yolunu tuttular Adem ağa ile kardeşi. Rıfat öptü ellerini, herkese selâm söyledi. “Ben de geleyim sizinle” demedi. – O nereden biliyormuş? – O bilir. Mayısta çiftliğe çıkınca gelecektik sizi görmeye. İyi oldu siz geldiniz. Artık Gülizar’ın düğününe geliriz. Hoca efendi olur derse… O gece hep beraber Mavi Hoca’nın evine gittiler. Ağırlandılar, saygı gördüler. Bir akşam Rıfat sordu Adem ağaya: – Alpu’daki çiftliğe gidiyor musun hiç baba? – Elbette. Her geçişimde uğruyorum. Niye sordun? – Küçük ev duruyor mu tepede diye. Hem de hiç Cevat Bey’in silahlı adamları karşına çıktı mı diye… – Bunu da mı biliyorsun sen? Bir daha görünmediler, iki yıldır. – Mavi Hoca haber saldı Cevat Bey’e. “Adem ağayı rahat bıraksın” dedi. – Hı… Şimdi anladım niye peşimi bıraktıklarını. Çok şükür. Orası bizim toprağımız. Kendi öz malımız. Bir gün işleyeceğiz elbet göreceksin. Çift Püsküllü Uçurtma 137/197 Suzan Albek * Alpu’ya varınca, istasyon memuru bir zarf tutuşturdu Adem ağanın eline. Mektup Tekirdağ’dan atılmıştı. Uzun süre yollarda kaldığı belli idi. Adem ağa açtı zarfı okudu tekrar tekrar. Mektup Hüseyin’dendi. 1914 kışında ninenin öldüğünü yazıyordu. Kendi annesinin ve babasının da öldüğünü yazdıktan sonra şöyle diyordu: “Cihan Savaşı çıktıktan sonra Tekirdağ’da bir tümen kuruldu. Bu yıl bir yarbay getirildi tümenin kumandanlığına, adı Mustafa Kemal.” “XIXuncu tümeni güçlendireceğim. Savaşa katılınca, bu tümenle, Balkan Savaşı yenilgisinin utancını yeneceğiz” dedi. Bu söz üzerine bütün gençler askere yazıldı. Bizim Mehmet de yaşını büyütüp yazıldı. Zaten değirmen işini hiç sevmiyordu. Gözü hep askerlikteydi. Kardeşim Hasan gibi. Ben de yazılmak istedim askere, almadılar. Sen askere un yetiştireceksin dediler. Değirmenin sahibi öldü. Bütün hisseyi ben aldım. Şimdi değirmenin tümü benim. Onun için değirmenin başında kalmak zorundayım. Çift Püsküllü Uçurtma 138/197 Suzan Albek XIXuncu tümen kumandanı Mustafa Kemal, askerlerini iyice yetiştirdikten sonra, İstanbul’dan gelen emir üzerine Gelibolu’ya götürdü. Düşman Çanakkale’den saldırırsa onlar savunacaklarmış.” Herkese ayrı ayrı selâm yazıyordu Hüseyin. “Harman sonunda işlerim hafifleyince, eğer savaş ateşi her yeri sarmamış olursa gelip sizi göreceğim” diyordu. Döndükleri akşam Adem ağa evde bu mektubu okuyunca Gülbahar bir kızardı, bir sarardı, hiç başını kaldıramadı. Emine ile Saffet birbirlerini dürttüler “Güzün, Hüseyin ağabey Gülbahar’ı almaya gelecek!”. * Harman sonunda Gülizar’ın düğünü oldu. Tam Şakir efendinin avlusuna yemek kazanları kurulmuş, kuzular kızartılmıştı ki, iki yağız atın çektiği güzel bir araba durdu kapının önünde. Mavi Hoca ile Rıfat indiler içinden. Düğün sahipleri koşuştular, baş köşeye buyur ettiler. Haber bütün Beypazarı’na yayıldı: “Osman’la Gülizar’ın düğününe ünlü bilgin Mavi Hoca gelmiş. Hem de koca bir altın takmış Gülizar’ın boynuna. Düğüne bereket gelmiş, pilavlar, kuzular yenmiş yenmiş, bitmemiş, yeniden dolmuş kazanlar.” Saffet’in Mavi Hoca’dan korkusu geçmişti artık. Adem babasına sordu: – Acaba görmeden, işitmeden, oturduğu yerden nasıl bilirmiş her şeyi? Sorsak ayıp olur mu? Konuşmanın kuralları vardır. Pat diye söze girilmez, kimsenin lâfı kesilmez, el kol sallanmaz, esnenmez, yerli yersiz gülünmez. Adem ağa bilirdi bu kuralları. Sırası gelince konuştu: – Ne iyi ettiniz de geldiniz Hoca efendi! Nasıl da bildiniz tam şu günlerde düğünümüz olduğunu? – Bunda bilinmeyecek ne var? Harman sonu olur düğünler. Tarlasında ürünü olan harmanını yapar, buğdayını doldurur çuvallarına, götürür satar değirmene. Bir bölümünü de kendine ayırır. Buğdayın, arpanın parası ile düğün tedariki görür. Hem, herkes ekin biçerken, yağmur yağmadan harmanımı kaldırayım diye durmadan çalışırken, olur mu düğün? İşler bitip herkes bir oh deyince çalınır davullar. – Doğru, doğru, dedi oturanlar. Ulviye hala pek kıvançlıydı: – Çalışkan oğlum, akıllı oğlum Rıfat’ım sayesinde, diyor, durup durup bağrına basıyordu Rıfat’ı. Çift Püsküllü Uçurtma Gece Mavi Hoca Adem ağanın evinde konuk kaldı. Tertemiz yataklar serildi yere. Üstüne kenarları dantelli, bembeyaz çarşaflar konuldu. Yatmadan önce, Mavi Hoca, Şakir efendi, Adem ağa uzun uzun konuştular, yanlarına Saffet’le Rıfat’ı da aldılar. 139/197 Suzan Albek – Doğa yasası bu, dedi Şakir efendi. Savaşta bile bir yanda askerler dövüşür, kırılır, bir yanda sanki hiç bir şey olmamış gibi tohum ekilir, ekin biçilir, düğün yapılır: Çift Püsküllü Uçurtma 140/197 Suzan Albek Bir yanda savaş Bir yanda kaynar aş. Çalışalım diye… Öyle değil mi Rıfat? – Doğru, doğru, dediler odadakiler. Rıfat yanıtladı saygıyla: Savaş sözü açılınca, Mustafa’sını andı Adem ağa. Mavi Hoca’ya sordu: – Evet, öyledir Hoca efendi. – Ya nasıl bildiniz oğlum Mustafa’nın Sarıkamış’ta şehit olduğunu? – Askerlik şubesinden öğrendim. Hem olduğunuz için madalya verecekler size. şehit babası Saffet cesaretini topladı: – Kusura bakmayın Hoca efendi, bir soru da ben soracağım size: sizin çiftliğinize ilk geldiğimizde nasıl bildiniz Rıfat’ın hasta olduğunu? – Tir tir titriyordu çocuk. Bir sessizlik oldu, Mavi Hoca yeniden söze başladı: – Bunları niye sorduğunuzu biliyorum. Mavi Hoca görmeden, işitmeden her şeyi bilir derler çevremdekiler. Cahil oldukları için onların okuyamadıklarını ben okuduğum için kitaplarımda bir giz, bir sihir var sanırlar. Oysa gerçek değil bu. Allah bize göz vermiş, görelim diye, Kulak vermiş, işitelim diye, Akıl vermiş, gördüğümüzü, duyduğumuzu anlayalım diye, Dil vermiş, bildiğimizi öğretelim diye, El ayak vermiş, öğrendiğimizi uygulayalım, Çift Püsküllü Uçurtma 141/197 Suzan Albek Herkes susmuş, dinliyorlardı bu bilgece sözleri. Yalnız kızlar, kadınlar giremiyordu içeri. Sanki Tanrı onlara aynı aklı vermemiş söylenenleri anlamak için. Mavi Hoca sürdürdü sözünü: – Memlekette olup bitenlerle ilgileniyor musunuz? Duydunuzsa Çanakkale’de nisan ayından beri kanlı çarpışmalar oluyor. Mustafa Kemal çıkartmıyor düşman askerini karaya. Mavi Hoca uzun uzun anlattı Çanakkale savaşlarını, Osmanlı devletinin nasıl karışıklık içinde olduğunu. Birkaç gün dinlendikten sonra, Mavi Hoca Rıfat’ı da yanına alarak döndü çiftliğine. Herkes etkisinde kalmıştı Mavi Hoca’nın anlattıklarının. – Gene de hepimizden başka bir şey var bu hocada, dediler. – Elbette okumuşluk başka şey, dedi Adem ağa. Rıfat da onun yanında yetişip büyük adam olacak inşallah. Saffet gocundu bu sözden: – Ben de akılsız değildim. Başımıza bunca iş gelmeseydi ben de okurdum, hesabımı kuvvetlendirirdim. Çift Püsküllü Uçurtma 142/197 Suzan Albek – Sen eksik anladın oğlum, dedi Adem ağa: Mavi Hoca da söyledi ya el işlemezse, ortaya iş çıkmazsa kaç para eder akıl? Okuma? Biliyor musunuz, Mihalıççık’tan ötede, Sarıköy’de bir ulu kişinin mezarı var. Hani Yunus Emre’nin. Yunus Emre bir yandan okumuş, bir yandan dağdan odun taşımış hocasına. Hem de taşıdığı odunların hiç biri eğri büğrü değilmiş. Hepsi bir boyda. Diyeceğim şu ki, sade çalışmak da yetmiyor. İşini özenerek, severek, düzgün yapacaksın. O sırada içeri giren Emine söze karıştı: – Zaten Rukiye teyzem der ki, çalışmayanın eli kolu büzülürmüş. Şöyle işte… – Emek olmayınca yemek olmazmış, dedi Ulviye hala. – Yemek! Yemek! Haydi gelin! Yemek, diye seslendi Adem ağanın karısı. Gülizar’ın düğününden kalan fıstıklı üzümlü pilavları bitiremedik bir türlü. Bir koca tepsi de baklava geldi Şakir efendilerden. Hepsi toplandılar yer sofrasının çevresine. Attılar pilava kaşığı. * Ertesi akşam Adem ağa kahveye çıkınca, Mavi Hoca’nın savaş konusunda anlattıklarını şöyle yorumladı hiç bir şeyden haberi olmayanlar için: “Biz harbe girince İngiltere, Fransa en güçlü savaş gemilerini getirip dizmişler Çanakkale Boğazı önüne. Bu gemilerin bir topları varmış ki hedefini hiç şaşırmazmış. Dümdüz edermiş Çift Püsküllü Uçurtma 143/197 Suzan Albek vurduğu yeri. İşte bu gemiler boğazın iki yakasında siperlerde yatan askerlerimizin tepesine günlerce mermi, bomba yağdırmışlar. Eh, artık kimsede can kalmamıştır bizim karşımıza çıkacak, haydi şimdi karaya askerlerimizi çıkaralım demişler, oysa pek yanılmışlar. Oradaki Osmanlı askerlerinin başında bir kumandan varmış: Mustafa Kemal. Düşman sahile askerini çıkarmaya başlayınca bir emir vermiş “Evlatlarım” demiş “Canınızı vereceksiniz, bir adım ilerletmeyeceksiniz düşmanı.” Kendisi de elinde silahıyla geçmiş başlarına. Öyle bir saldırmışlar ki karaya çıkanlara, bir adım ilerletmemişler. Düşman bu kez başka bir yerden askerlerini karaya çıkarmayı denemiş. Gene püskürtmüş bizimkiler.” Kahvedekiler can kulağıyla dinliyorlardı Adem ağanın anlattıklarını. Birkaç gün sonra bir gazete geldi. 10 Ağustos 1915 tarihliydi: “Conkbayırı’nda, Anafartalar’da kanlı çarpışmalar sürüyor. Mustafa Kemal’in birlikleri karşısında düşman, çok kayıp verdi. Bütün Avrupa gazeteleri bu savaşlardan söz ediyor” diye okudular. Adem ağanın yüreği hop etti birden. Baharda Hüseyin’den aldığı mektup aklına geldi. Mehmet! Gelibolu’dan kalkan askerlerle birlikte Çanakkale’yi savunmaya giden Mehmet! O nerede acaba? Mustafa Kemal’in yanında olmasın? Elinde süngü, Conkbayırı’ndan aşağı koşuyor Mehmet. Düşmana karşı. Deniz kenarında, kumların üstünde serilip kalmış Mehmet. Sarı saçları kana bulanmış. Dalgalar bir gelip bir gidiyor, ıslatıyor ayaklarını… Çift Püsküllü Uçurtma 144/197 Suzan Albek III * Savaş haberleri ile geçti 1915 yazı. Trenler Osmanlı İmparatorluğu’nun her bir köşesinden durmadan asker götürdüler; yaralı, yenik, umutsuz askerleri geri getirdiler. Savaş uzadıkça kıtlık başladı. Ne şeker ne lambalarda yakacak gazyağı ne yeterli yiyecek vardı. Adem ağa mal taşıyamaz oldu köylere. Çekildi evine. Bir akşam hızla çalındı kapısı. Açtılar, baktılar bir komşu. Arabasından bir çuval un, birkaç dolu teneke, bir top kumaş indirdi: – Adem ağa, bunları sana gençten biri Alpu’ya getirmiş. Ne zamandır dururmuş muhtarda. Ben gidince verdiler bana, dedi. Yıllar geçti: 1916… 1917… 1918… Bir gün davulcu çıktı gene, ne bayram ne ramazanken: – Güm güm de güm güm. Harp bitti! Mütareke ilan edildi! Güm güm de güm güm. Kadınlar birbirlerine sordular: – Mütareke de neymiş ki? – Ateş kes demekmiş. Artık askerler dövüşmeyecekmiş. Savaş bitmiş. – Savaş bitmiş de n’olmuş. Gidenler geri gelecek mi? Yükü aldılar içeri. Un çuvalının kenarına yapışık yeşil kâğıtta belli belirsiz “Tekirdağ” yazısını okudular. – Hüseyin gelmiş ya da yollamış olmalı bunları, dedi Adem ağa karısına. Alpu’ya kadar geldiyse buraya neden gelmedi ki? Gülbahar’ın yüreği güm güm vurdu: Hüseyin Alpu’ya kadar gelip neden buraya gelmedi? Bir iş var bunda. Belki de bozdu nişanı. Öğrenemediler Hüseyin’in Alpu’ya kadar gelip neden Gülbahar’ı almaya gelmediğini. – Savaş bitmiş de biz yenmiş miyiz düşmanı? İhtiyar adamlar kaygıyla başlarını salladılar: – Yok… Nerede… Yenik saymışlar bizi. Her yere düşman girmiş. Daha da girecekmiş. Lokma lokma bölmüşler Osmanlı mülkünü. Çok kötü günler göreceğiz diye kaygılanırken yaşlı kişiler, bir umut doğdu 1919 yılında: “Çanakkale’de düşmanın önünü kesen Mustafa Kemal Paşa Samsun’a çıkmış.” “Erzurum’da, Sivas’ta vatanını seven, aklı eren kişileri bir araya toplamış, nasıl kurtaralım yurdumuzu diye çare düşünmeye başlamışlar.” Çift Püsküllü Uçurtma 145/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 146/197 Suzan Albek Bir haber yayıldı Beypazarı’nda: “Adem ağaya bir kez konuk gelen, Eskişehirli Mavi Hoca var ya, yanındaymış Mustafa Kemal Paşa’nın. Sivas’taki toplantıya o da katılmış.” “Mustafa Kemal Paşa Ankara’ya gelmiş.” Adem ağa bir akşam kahvede can kulağıyla konuşmaları dinlerken Nallıhan ilçesinden sözü geçer bir ağa girdi içeri: – Mustafa Kemal Paşa Ankara’ya girdi, yakınımıza geldi diye ne sevinir durursunuz? Padişahımıza baş kaldırmış o. Paşalığı felan da kalmamış. Ondan yana olanlar görünmesinler gözüme! Dedi. Adem ağa ile onun gibi düşünenler donakaldılar. Bir daha da çıkamadılar kahveye. O günden sonra Beypazarı’na, Bolu dağlarından, Nallıhan’dan eli bıçaklı, omzu fişekli bilmedikleri adamlar indiler. Adem ağa evine kapandı güzden. Geçti oturdu köşeye. Kızları canı sıkılmasın diye çorap örmeyi öğrettiler babalarına. Pek güzel becerdi Adem ağa bu işi. Çorabın orta yerine kırmızı iplikle gül bile kondurdu. Akdoğan’la Sarıperçem arka arkaya öldüler bir gün. Adem ağa istese de bir yere gidemezdi artık. * 147/197 Adem ağa mumu üfledi, açtı kapıyı. Gelen Rıfat’tı bir de at üstünde tanımadığı bir adam ve çift atlı bir araba. Hemen atları çözüp ahıra çektiler. Arabadan Rıfat’ın getirdiği bir çuval erzağı indirdiler. Evdekiler, annesi “Rıfat gelmiş” diye konuşunca: – Susun, dedi Rıfat. Kimse bilmeyecek geldiğimi. Rıfat’ın yanındaki adamın omzunda bir tüfek vardı. Rıfat’ın başı bir örtüyle sarılıydı. İnce, uzun boylu, yakışıklı bir delikanlı olmuştu Rıfat, daha on beşindeyken. Adem ağayla birlikte odaya girdiler. Saffet de katıldı onlara. Ulviye hala, Emine, Gülbahar şaşıp kalmışlardı Rıfat’ın haline. Hemen koştular mutfağa, yemek hazırlamaya. Rıfat tanıttı yanındakini: – Ali bizim çiftlikte çalışır. Uğrayıp onu da aldım gelirken. Bu dağlar güvenli değil artık bizim için. – Burası da güvenli değil, dedi Adem ağa. – Biliyorum. Her yer asker kaçağı, eşkıya dolu. En kötüsü, Mustafa Kemal Paşa’ya karşı olanlar da buralarda dolaşıyor. Halkı kışkırtmaya uğraşıyorlar, dedi Rıfat. – Mavi Hoca ne diyor bu işe? 1920 yılı Mart ayı sonunda yağmurlu bir gece, Adem ağa bir at kişnemesi duydu evinin önünde. Biri pencereyi tıkırdattı. Adem ağa kapıya koştu elinde mumla: Çift Püsküllü Uçurtma – Işığı söndür baba! Dedi dışarıdan biri. Suzan Albek – O yolladı beni sana. Bunu söyleyerek Rıfat kalktı yerinden, kapıya pencereye baktı, oturdu: Çift Püsküllü Uçurtma 148/197 Suzan Albek – Hoca efendi selâm söyledi sana baba. Adem ağaya ihtiyacımız var dedi. – Çoktan beri yola çıkmadım. Bir yanlış iş yaparım, size de zararım olur, dedi. Daha gençten birini bulun. – Bana ihtiyacı mı varmış? Yaşlandım iyice. Atlarım öldü. Saffet söze katıldı: – O çift atlı arabayı sana yolladı Hoca efendi. – Baba sen demez miydin bize, çalışmak günü kısaltır, ömrü uzatır, diye. – Ne? Arabayla atları bana mı yolladı? Nereden bildi ki atlarımın öldüğünü? Adem ağa yine karşı koymaya uğraştı: Rıfat güldü: – Çorap örüyorum ya işte. – Akdoğan’la Sarıperçem Balkan Savaşı’ndan kaldılar. Üstelik az yorulmadılar Sündiken dağlarında. Gene iyi dayandılar bunca yıl. Rıfat çok tedirgindi. Gene pencereye gitti, perdeyi kaldırıp baktı dışarı: – Hiç yakışmıyor o iş sana. Sen değil miydin bizi baştan başa Rumeli’den geçiren, düşmanın elinden kurtaran? – Dinle baba, durum iyi değil. 16 Martta düşmanlar İstanbul’u işgal ettiler. Millet Meclisi’ne zorla girdiler. Karakollarda uyuyan askerlerimizi öldürdüler. Şimdi Mustafa Kemal Paşa Ankara’da yeniden açacak Meclisi. Bunun için pek çok vatansever insan, milletvekili, gazeteci, öğretmen gizlice Ankara’ya kaçıyor. Tren yolu İngilizlerin kontrolünde. Onun için çoğu Geyve, Göynük’ten gelip buradan geçiyor. Sen taşıyacaksın onları. Bu günlerde çok gelecek var. – Mustafa Kemal Paşamızın buyruğunu dinlerim elbet. Mavi Hoca’nın sözünü de. Ama bir kendimi toplayabilsem. Belki Saffet’i de alırım yanıma. Bu sözler yüreklendirmişti Adem ağayı: – Yok! Olmaz, dedi Rıfat. Mavi Hoca ona ayrıca selâm etti. Saffet sen bize katılacaksın! – Size katılmak mı? Nasıl? Neye? Ben ne yapacağım? Babam izin verir mi? – Elbet babam izin verirse. – Beypazarı’na sokmazlar onları. – Yani ne demek size katılmak? Diye sordu Adem ağa. – Sen orasını merak etme. Posta, telgraf bizim elimizde. Sana bir haber geldi mi çıkarsın Ankara yoluna. Adem ağayı bir korku almıştı: Çift Püsküllü Uçurtma 149/197 Suzan Albek – Mustafa Kemal Paşanın buyruğuyla yeni bir savaşa katılacaklar! Kurtuluş Savaşı’na. Ülkenin her yanı düşman işgalinde. Yunanlılar geçen yıl, yani 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgal ettiler. Durmadan ilerliyorlar Anadolu’nun içine doğru. Çift Püsküllü Uçurtma 150/197 Suzan Albek Trakya da düşman işgalinde. Hüseyin ağabeyden niye haber çıkmadığını anlamadın mı? Hepsi dağlarda, çete savaşındalar. Bizim Susuz Müsellimliler, Çakır amcanın torunları, hepsi… Bu sözleri dinleyen Saffet’in güm güm vuruyordu yüreği. – Ben de katılırım, ben de. Ama hiç silah almadım elime. Ancak demir döverim. – İyi ya… Bize de o gerekli. Askerin silahları tamir olacak, top, kama yapılacak. Bütün zanaatkarları çağırıyor Mustafa Kemal Paşa. Saffet dimdik fırladı yerinden: – Giderim, istediğinden iyisini yaparım o işlerin! – Dur acele etme, dedi Adem ağa. Uzun uzun düşündü, bıyıklarını sıvazladı: – Ben yeniden yollara düşünce n’olur bu evin hali? Başlarında erkek olmadan? Saffet de gidince? Rıfat’ın konuşacak vakti yoktu artık. Ortalık neredeyse ağaracaktı. Evdekilerle vedalaşıp yanındaki ile beraber çıktı, karanlıkta kayboldu. * Rıfat gittikten iki gün sonra çarşıda posta memuruna rastladı Adem ağa. Selâmlaştıktan sonra karşıdan seslendi posta memuru: Çift Püsküllü Uçurtma 151/197 Suzan Albek – Adem ağa bizim odun erken bitti bu yıl. Büyük oğlan Selim odun kesmeye gidecek yarın. Sen arabanla taşıyıverir misin bize? – Ne tarafa gidecek odun kesmeye Selim? – Ankara yolunun sağında bir koruluk var ya… İşte oraya. – Peki, alır getiririm. Selim yığsın bıraksın odunları. – Yarın sabah yığar, sağol. Adem ağa anladı işi. Ertesi sabah Mavi Hoca’nın yolladığı atları çıkardı ahırdan, arabaya koştu, çıktı Ankara yoluna. Yolun kenarındaki koruluğa varınca, atları çözdü, gizledi ağaçların arasına. Karanlık basınca koruluğun biraz ilerisinde bir araba durdu. İçinden 5 kişi indi. Araba hemen geri döndü, inenler ağır ağır geldiler koruluğa. Hepsi iyi giyimli, başları fesliydiler. Ellerinde çantaları, bavulları vardı. Adem ağa karşıladı onları, bindirdi arabaya. İçlerinden yaşlı olanı “Bizi Ayaş’a kadar götüreceksin” dedi Bütün gece gittiler. Sabaha karşı bir çeşme başında başka bir araba çıktı karşılarına. Yolcular o arabaya geçtiler, Adem ağa döndü geri. Korulukta posta memurunun oğlu Selim’in yığdığı odunları yükledi, döndü Beypazarı’na. Adem ağa, hep değişik bir bahane bularak kimseyi kuşkulandırmadan birkaç kez gitti geldi böylece. Hiç birinde varamadı Ankara’ya kadar. İyi giyimli, okumuş, halli kişileri hep belirli bir yere kadar taşıdı. Çift Püsküllü Uçurtma 152/197 Suzan Albek Bir gün bir haber yayıldı Beypazarı’na: Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’dan ve diğer illerden gelen milletvekilleri ile Büyük Millet Meclisi’ni açmış. Saffet pek anlamamıştı adamın ne istediğini. “Kendi götürse ya pekmezini” diye söylendi. Akşam babasına konuştuklarını anlattı. Adem ağa “Meğer ben milletvekili taşımışım” dedi. İçin için sevindi, kimseye bir şey söylemedi. Adem ağa gene sıvazladı bıyıklarını: Çarşıda, pazarda kabadayılık edip, dolaşan silahlı adamlar çok öfkeli idiler: – Meclis açmış Mustafa Kemal. Savaş hazırlığı yapıyormuş. Ama nafile. Hele bir elimize geçirelim, götürüp teslim edeceğiz Padişahımıza. * – Saffet oğlum, bu günlerde köylere demir işine gidicen mi? Saffet bıraktı körüğünü döndü gelene: – Ne yapacaksın amca? – Şey… Arap dedeye bir adağım vardı da… Bütün kış götüremedim. Bir tas pekmez. Sen götürüverir misin? – Babam götürse olmaz mı? Benim burada işim çok. Ustam hasta. Hem atım yok, arabam yok. – Olmaz, olmaz. Adem ağa gitmez Mihalıççık yönüne. İstersen benim eşeği veririm sana. – Dur hele bir konuşayım Adem babamla. 153/197 Saffet ertesi gün Adem ağanın dediği gibi yaptı. Eşeğin üstüne attı bir heybe. Bir gözüne demirci aletlerini, Arabın pekmezini, öbür gözüne kendi eşyalarını koydu. Beypazarı çarşısından geçerken sordular kahvedekiler: – Saffet usta nereye? Günler geçti. Bir gün Beypazarı’ndan bildik bir kişi Saffet’in demirci dükkânına uzattı başını: Çift Püsküllü Uçurtma – Yarından tezi yok, çık yola oğlum. Ustana haber ver, dükkânı kapa. Yanına birkaç parça eşyanı da al. Suzan Albek – Eh… Artık vakittir. Çıkıp köylünün kazmasını küreğini tamir edeyim, hem de Arabın pekmezini vereyim. Eşek ayağı ağırdır ata göre. Üstelik aklı da eşek aklı, huyu da eşek huyu. Yol kenarında taze diken gördü mü, dayanamaz. Bitirmeden kıpırdamaz yerinden. Saffet gece bir köye zor vardı. Ertesi sabah tuttu Arap dede türbesinin yolunu. Tam tepenin üstünde, selviler arasında türbe görünmüştü ki bir at kişnemesi duydu. İndi eşekten. Birden bir çam ağacının arkasından Rıfat çıkıp dikiliverdi karşısına. İki kardeş sarıldılar, oturdular çamın dibine. Rıfat’ın beyaz atı arkada otluyordu. – Seni benim çağırdığımı anladın mı? Diye sordu Rıfat. – Anlar gibi oldum. Ama, asıl Adem babam anladı. Bana, yanına eşyalarını al dedi. Çift Püsküllü Uçurtma 154/197 Suzan Albek – İyi söylemiş. Ahmet usta Eskişehir’de bekliyor seni. – Kim o Ahmet usta? – Demiryolları atölyesinde bir usta. Mustafa Kemal Paşa ordusunun top kamalarını yapıyor. Silahları tamir ediyor. – Hı… Anladım şimdi… Mustafa Kemal Paşa yakında mı açacak savaşı? Önce Mavi Hoca’nın çiftliğine uğrayacaklardı. Tam yakınındaki kestane ormanına varmışlardı ki bir tüfek patladı arkalarından. Rıfat birden başındaki örtüyü çekti gözlerine kadar, dehledi atını, yıldırım gibi daldı kestane ormanına, gözden yitti. Saffet eşeğinin üstünde kalakaldı yol üstünde. Arkasından, tepeden tırnağa silahlı üç atlı yetişti. – Dur! Dur! Nereye gidiyorsun? Diye sordu baştaki. – Belli değil. Hazırlanıyor daha. Hem Meclisin karar vermesi gerek. Biliyorsun 23 Nisanda açıldı Meclis. İkinci atlı ekledi: – Bütün bunları nereden biliyorsun sen Rıfat. Üçüncü atlı biraz geride duruyordu. O hiç bir şey söylemedi, uzun uzun baktı Saffet’e. – Mavi Hoca da Mecliste milletvekili. Ben de onun kâtibiyim. Bütün yazılarını temize çekiyorum. Habercisiyim hem de. Sık sık Eskişehir’e gelip gidiyorum. – Yanındaki kimdi? – Şey… Merhaba ağalar! Ne istediniz? Diye sordu Saffet, korkusunu belli etmemeye çalışarak. Saffet kardeşinin omzuna vurdu: – Kimsin? Nereye gidiyorsun? Diye yineledi birinci atlı. – Sanki sen ağabeysin, ben küçük kardeş. Beni kodun geçtin. – Ben mi? Demirciyim… Köylere çıktım. Tamir işi yapmaya. Azıcık dinlendiler çamın altında. Sonra Saffet atladı ata, Arap dedenin pekmezini bıraktı döndü. Atlı yaklaştı, yokladı eşeğin heybesini. İki kardeş, bir at bir eşek çıktılar yola konuşa konuşa: – Ya bu adamcağızın eşeğini nasıl geri vereceğim? – Yanındaki kimdi? Kaçan? Saffet iyice kuşkulanmıştı adamlardan. Yutkundu: – Tasalanma, o eşeğin parası zaten verildi. – Yanımdaki mi? Bilmem kimdi. Size rastladığım gibi ona da rastladım yolda. Biraz hoşbeş ettik, geçti, gitti. Saffet’in hiç aklı ermedi bu işe. İkinci atlı yaklaştı: * Çift Püsküllü Uçurtma 155/197 – Gel bakalım bizimle. Anlarız tanıyıp tanımadığını. Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 156/197 Suzan Albek Geride duran atlı yaklaştı: – Kim o diye kalktı Adem ağa yerinden. – Bırakın, bırakın geçsin demirci. Beklerler köylerde. – Benim Adem amca aç... Saffet baktı üçüncü atlıya. “Delibalta… Delibalta bu…” diye düşündü. “Delibalta! Delibalta! Beni tanımadın mı?” sesi boğazında dört düğüm oldu, çıkmadı. Adem ağa kapıyı açınca başı siyah kalpaklı, eli çantalı, subay kıyafetinde biri girdi içeri, hemen kapıyı kapadılar. Atlılar Delibalta’yı dinlediler, daldılar kestane ormanına. Saffet bütün gün dolandı durdu oralarda. Çiftlik binası sis arasında bir göründü bir kayboldu gene. Karanlık basınca Saffet yaklaştı çiftliğe, kapıyı tıklattı. Ali açtı kapıyı, buyur etti. Rıfat’ın beyaz atı yalağın başında duruyordu. – Ben tanımadın mı amca? – Bilmem ki… Tanır gibiyim gözlerini. Buyur, gir içeri. Gülbahar! Lambayı getir! Gülbahar elinde lamba ile koştu. Yolcu kalpağını çıkardı. Lambanın ışığında aydınlandı yüzü. Gece ocak başında çorbalarını içerken Rıfat sordu: – Hasan! Hasan! Nereden çıktın sen? Diye bağırdı Gülbahar. – Seni bırakıp kaçtığım için kızmadın değil mi? Adem ağanın dili tutulmuştu sanki. Odaya girdiler. Gülbahar, Emine, anneleri, Ulviye hala aldılar Hasan’ın etrafını. – Yok, anladım senin görünmek istemediğini. – Mustafa Kemal Paşa’ya başkaldıranlar beni arıyorlar. Onun için hep gizlenmek zorundayım. Seni tanımazlar nasıl olsa dedim. İki kardeş uzun süre konuşup yattılar. Ertesi sabah gün doğmadan çıktılar yola. Uzun yıllar geçmişti Hasan’ı görmeyeli. Ta… Balkan Savaşı’nın başlamasından, 1912 yılından beri. – Nerelerdeydin bunca yıldır? Diye sordu Adem ağa. Hasan azıcık dinlendikten sonra anlattı olanları: * “Sizden ayrıldıktan sonra, dağlarda saklana saklana bizim askerleri aradım. Bulunca aralarına karıştım, bir asker elbisesi geçirdim üstüme. Edirne’ye gittim. Oradaki savaşlara katıldım Nazım Paşa’nın yanında. Yenildik, Edirne düştü, geri çekildik.” Saffet Eskişehir’e gittikten birkaç gün sonra, gene tıkırdadı Adem ağanın penceresi. – Biz Susuz Müsellimli’ye varmıştık Edirne düştüğünde, diye anımsadı Adem ağa. Eskişehir’e varıp Saffet’i Ahmet ustaya götürdükten sonra, Rıfat tekrar Ankara’ya döndü. Çift Püsküllü Uçurtma 157/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 158/197 Suzan Albek Hasan sözünü sürdürdü: Hasan bir fırsatını bulup sordu Gülbahar’a: “1913 yılında tekrar başladı savaş. Ben Çatalca cephesinde Muhtar Paşa’nın yanında emir eriydim. Okuma yazma ve kaçtığımız memleketin dilini iyi bildiğim için aldı yanına beni.” – Gülbahar, sen evlenmedin mi? Neden buradasın? Babanın evinde? – Biz duyduk attığınız topların gürültüsünü, dedi Ulviye hala. – Kim söyledi sana evlendim diye? Evlenen Gülizar. Çocukları bile var. “Çok kırdık düşmanı. Ama gene de başarılı olamadık. Savaş bitip Muhtar Paşa İstanbul’a dönünce beni de götürdü yanında. Orada Askeri Mektep’e verdi. Cihan Savaşı sırasında subay çıktım. Ondan sonra, o cepheden o cepheye…” Gülbahar şaşırdı: Bu kez şaşırmak sırası Hasan’daydı: – Hüseyin ağabeyim söyledi. Üç yıl önce Tekirdağ’a gittim gördüm onu. Cephe deyince başladı Adem ağanın karısı ağlamaya: Gülbahar sapsarıydı: – Mustafa Sarıkamış’ta şehit düştü, Mehmet Çanakkale’de… – Uydurmuş Hüseyin ağabeyin, dedi. – Biliyorum… Hüseyin ağabeyim söyledi, dedi Hasan. – Yok, uydurmadı. Savaş sırasında, 1915 güzünde gelmiş Alpu’ya. Buraya seni almaya gelecekmiş. Alpu’da muhtar ona “Adem ağanın büyük kızı evlendi” demiş. Ağabeyim de trene binip tersyüzü dönmüş. – Hüseyin… dedi Adem ağanın karısı. Gördün mü Hüseyin’i? Niye aramadı bizi? Hasan yanıt vermedi, Adem ağa sözü değiştirdi: – Şimdi ne yapıyorsun? Buraya gelişinde bir iş var… – Ankara’ya gidiyorum, dedi Hasan. Mustafa Kemal Paşa’nın ordusuna katılmaya. Bizi bekliyor kumandanlar. Arkadaşlarım da var. Koruluktalar. Ben hepinizi göreyim diye geldim buraya. Ortalık aydınlanmadan çıkar mıyız yola Adem amca? Adem ağa arabayı hazırlamaya çıkmıştı bile. Çift Püsküllü Uçurtma 159/197 Suzan Albek Yaşlar boşandı Gülbahar’ın gözlerinden: – Ah akılsız Hüseyin. Bundan sonra hiç gelmesin artık. Sekiz yıl oldu nişanlanalı. Ben bekledim onu. Gülbahar çıkardı parmağından yüzüğünü, uzattı Hasan’a: – Al, götür bunu ona Hasan! Hasan almadı yüzüğü. Çift Püsküllü Uçurtma 160/197 Suzan Albek – Ben bir daha görür müyüm bakalım ağabeyimi? Zaten Trakya işgal altında. Kimbilir nerelerde o? Gülbahar kaygıyla sordu: – Öldü mü? Esir mi düştü? Neden yazmadı hiç bana? – Bilinmez. Ben gene yazarım ona Ankara’dan. Belki varır eline. Anlasın yaptığı yanlış işi. Çoban yıldızı yükselirken, Hasan ve korulukta bekleyen genç subay arkadaşları, Adem ağanın arabasıyla tuttular Ankara yolunu. Yeni bir savaş bekliyordu onları. Adem ağa bir hafta dönmedi. Evde yalnız kalan Gülbahar, Emine, anneleri, Ulviye hala çok korktular. Her gece kapıların arkasına eşyaları yığdılar. Gene de tir tir titrediler sabaha kadar. Sonunda çıkageldi Adem ağa. Gençleşmişti sanki. – Ankara’ya kadar gittim. Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı gördüm. Kumandanları ile beraber askerlerini teftiş ediyordu. Her yer subay dolu. Cephane, top, tüfek bekliyorlar savaşmak için. Kızlar merakla sordular: – Nereden gelecek ki cephane? 161/197 Adem ağa evinde bunları anlatırken, Beypazarı kahvesinde öyle konuşmuyorlardı Mustafa Kemal’e karşı olanlar: – Neden savaşacakmışız yeniden? İstanbul’da sarayında oturan Padişahımız savaşmayın diyor. Mustafa Kemal’i dinleyen kâfirdir diyor. Biraz aklı erenler şöyle diyorlardı: * Çift Püsküllü Uçurtma – Biz taşıyacağız. Nerede bir depo, nerede silah kalmışsa, boşaltıp kaçıracağız Ankara’ya. Yeni bir ordu kurdu Gazi Paşa, ben de o ordudanım artık. Suzan Albek – Trakya, Batı Anadolu düşman çizmesi altında. Neredeyse Eskişehir’e geliyorlar. Bakarsın yarın buradalar. – Gelemezler, gelemezler diyordu burnunun ucunun ötesini göremeyenler. Önümüz Sündiken dağları, arkamız Köroğlu tepeleri. Hiç bir şey olmaz bize. * 1920 yılının sonuna doğru, gene bir akşam, kahvede kötü sözler iyi sözlerden daha geçerliyken, kapı açıldı, bir kar fırtınası ile beraber tanımadıkları bir adam girdi içeri. Üstünü başını silkeledi, şöyle bir selâm verdi, geçti boş bir yere oturdu. Herkes susmuştu. Yeni gelenin kılığı, Cihan Savaşı’nda cepheden dönen askerlerinkine benziyordu. Bir kolu sargılıydı. Başındaki kalpağın altından da beyaz sargı bezi görünüyordu. Yüzü yeşile çalıyordu. Hiç konuşmadı yeni gelen. Yalnız, söze başlayanların yüzüne baktı teker teker. Hepsi susakaldılar. Bir sıkıntı çöktü oturanların üstüne. Çift Püsküllü Uçurtma 162/197 Suzan Albek Yabancı adam ertesi gün, kasabanın bütün sokaklarını dolaştı. Birkaç kapıyı çaldı, kimse açmadı. Onu gören çocuklar korku ile evlerine kaçıştılar. Kimse bilemedi yüzü yeşil renkli bu adamın kim olduğunu. Kahvedekiler fikir yürüttüler: neşelenmişlerdi. Oysa pek kaygılıydı Şakir efendi. Adem ağa her gelişinde soruyordu: – Adem ağa, sen pek gayretlisin, işler iyi diyorsun ama düşman yaklaştı Eskişehir’e. – Üç yıl önce Suriye cephesinde ölen, emmimin oğlu Ahmet çavuşa benziyor… – Sen tasalanma Şakir efendi, Mustafa Kemal Paşa’nın sağ kolu İsmet Paşa, Eskişehir’e kurdu karargâhını. O tutuyor batı cephesini. – Sus… Sus… Tövbe de… Ölmüş adam geri mi geldi? Eskişehir deyince hop ediyordu Ulviye halanın yüreği: – Belki gelmedi ya… Göründü bize… – Ya Saffet’im? O ne yapıyor orada? Düşmanın karşısında? Ya Rıfat’ım? – Ben 93 savaşında ölen büyük dayıma benzettim garibi! – Iıhh… Ahmet çavuştu o. Biz bu vatan için öldük, siz düşmandan yana oldunuz der gibi baktı bana… O günden sonra kimse uğramadı kahveye. Kötü sözlüler, eli bıçaklılar bir bir çekildiler Beypazarı’ndan. – Sen merak etme. Ahmet usta Saffet’le beraber çoktan taşıdı imalathanesini Ankara’ya. Gece gündüz çalışıyorlar. Bir iş çıkarıyor ki Saffet, gören şaşıyor. Ünü yayıldı bütün Ankara’ya. Rıfat dersen Meclis’te. Mavi Hoca’nın yanında çatır çatır yazı yazıyor. Ulviye hala uçtu kıvancından: * Uzun bir yolculuktan dönen Adem ağa ilk kez gündüz gözüyle, gizlenip saklanmadan sokaklardan gümbür gümbür geçerek geldi evine: – İç isyanlar bastırıldı tümüyle. Artık Mustafa Kemal’e karşı geleceklerin vay haline. Sıra geldi düşmanla savaşmaya. Adem ağa sık sık yola gittiğinden bir süre önce evdekileri Şakir ağanın evine taşımıştı. Gülizar, Gülbahar, Emine bir araya gelince, azıcık unutmuşlar kötü günleri, – Ah ağabey, gördün de evlatlarımı neden söylemezsin? – Sırası geldi, söyledim işte. * 1921 yılı. Karanlık, soğuk ocak ayı. Düşman Bursa yönünden geldi, dizdi askerlerini İnönü cephesine. İsmet Paşa’nın emrinde kıyasıya dövüştü bizim askerler. Telgraflar çatır çatır işledi: – Cephane bekliyoruz! Cephane! Çift Püsküllü Uçurtma 163/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 164/197 Suzan Albek Tahta direklere bağlı telgraf telleri vın vın öterek haberi ilettiler Ankara’ya “Cephane! Cephane!”. Kadınlar, çocuklar kağnılara mermileri yükleyerek aşırdılar dağlardan, yetiştirdiler bizim askerlere. Aylarca alevler yükseldi İnönü ovalarından. Samanlıklar, köyler yandı durdu. Bahar geldi, çiçek açamadı yanık, kavruk ağaçlar. Yaz başında yeniden kuvvet aldı düşman. Kütahya yönünden saldırdı Eskişehir üstüne. İsmet Paşa geri aldı karargâhını. – Kaçın! Kaçın! Çekiliyor ordumuz! kapısını açtı. Ali evi dolaştı, çıktı tepeye yolu gözlemek için. Ev bomboştu. Rıfat hızla çıktı yukarı kata. Bir dolabı açtı, yazılı kâğıtları topladı içinden, koydu bir çantaya. Bir başka dolabın kilidini açtı, üstü sedef kakmalı küçük bir sandık çıkardı. Tam telaşla iniyordu ki merdivenlerden, arkadaki çinko kaplı tahta boştan bir gürültü geldi. Rıfat koştu o yana. Kara gözlü, kara uzun örgülü saçlı, on iki yaşlarında bir kız çıktı karşısına. Rıfat bağırdı: – Kız Seher! Ne arıyorsun burada? Herkes kaçtı! Seher, Mavi Hoca’nın ölmüş kız kardeşinin kızıydı. * – Havva abam bırakmadı beni! Eskişehirliler başladılar göçe. Atlar, yaylı arabalar, kağnılar, tatar arabalarıyla. Boyunları altınlı, kolları bilezikli kadınlar, cepleri altın saatli adamlar kuruldular paytonlara. Haydi! Kaçın! Hep Ankara yönüne! Temmuzun yirmisi zerdali vaktiydi Eskişehir’de. Olgun, çilli zerdaliler pat pat düşüyordu yolların üstüne. Kimsenin eli değmemişti toplamaya. Herkes karmakarışık, çoluk çocuk kaçarken Ankara’ya doğru, bir atlı göründü karşı yönden. Beyaz bir at üstünde genç bir adam. Arkasından bir atlı daha. Yoldakiler bağrıştılar: – Nerede o deli Havva? – Arkada, çamaşır yıkıyor çamaşırlıkta. – Kız akılsız! Sen onun deli olduğunu bilmiyor musun? Niye kaldın? – Bir şey olmaz, dedi Havva abam. Ocakta yemek var, gitme, sen ona bak dedi bana. – Bir şey olmaz olur mu? Düşman geliyor! Bütün zabitleri yerleşir evlere. – Dönün! Dönün! Düşman giriyor şehre neredeyse! Bir gümbürtü koptu o sırada, evin bütün camları zangır zangır titredi. Seher başladı ağlamaya. Rıfat tuttu, sürükledi kolundan aşağı. Ali yuvarlanarak iniyordu tepeden: Atlılar dinlemediler, sürdüler şehre. Dört nala vardılar tepeye. Rıfat indi attan. Anahtarıyla Mavi Hoca’nın evinin – Geliyorlar! Süvariler göründü yolun ucunda! Çift Püsküllü Uçurtma 165/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 166/197 Suzan Albek Hemen atladılar atlarına. Evin kapısını bile kapayamadan. Rıfat aldı Seher’i atının arkasına. Hızla indiler yokuştan aşağı. Bir tahta köprüden aştılar Porsuğu. Hiç durmadan çıktılar Ankara yoluna. Seher durmadan ağlıyordu: – Evet, öyle, diye başını salladı Adem ağa. Ankara, Eskişehir’den, Sivrihisar’dan kaçan göçmenlere doldu. Ankaralılar da daha doğuya göçmeye başladılar. – Ya bi gören olursa beni böyle? Atın üstünde? İndir beni? – Ankara emniyetli değil mi artık? Diye sordu Gülizar’ın kocası Osman. Rıfat döndü arkasına, öyle bir tokat indirdi ki kızın ağzına, birden susuverdi Seher. – Bilmem ki! Düşman kumandanı bu savaşta Ankara’ya gireceğim, kalbinden vuracağım Anadolu’yu, diyormuş. Az sonra göçenlerin son arabaları göründü önlerinde. Rıfat yavaşladı, durdu bir arabanın yanında, indirdi Seher’i, seslendi arabadaki kadınlara: – Ya ordumuz nasıl? – Alın bu kızı! Mavi Hoca’nın yeğenidir. Anasız babasız. Akrabaları önceden çıkmışlar yola. Bulursanız verirsiniz. Olmazsa Ankara’da teslim edersiniz. Rıfat çevirdi atını dağlara doğru: * Ağustos ayı sonunda, Adem ağa Ankara’dan döndüğünde yorgun, kederliydi: – Eskişehir, Afyon düşman elinde. Ordumuz Sakarya’nın doğusuna çekildi. Mustafa Kemal Paşa öyle emretmiş. Savaş yeniden başladı, dedi. Şakir efendi sordu: – Ankara’dan düşmanın top sesleri duyuluyormuş doğru mu? 167/197 Adem ağa sözünü kesti burada, seslendi: – Emine, bir su getir bana! Emine elinde su bardağı ile girdi içeri. Adem ağa sürdürdü sözünü: – Haydi Ali! Şimdi doğru çiftliğe! Çift Püsküllü Uçurtma – Mustafa Kemal Paşa geçti ordunun başına. Fevzi Paşa’yla birlikte Polatlı’da karargâh kurdular. Suzan Albek – Çok yaralı taşınıyor cepheden Ankara’ya. Bereket versin İstanbul’dan gelmiş, ak saçlı bir hanım var. Okuma yazma bilen, elinden iş gelen kızları toplamış, hemşirelik öğretiyor doktorların yanında. Onlar bakıyorlar yaralılara. Elleri dert görmesin! – Bir bakan olsaydı bana Cihan Savaşı’nda belki yaram azmazdı, kesilmezdi kolum, dedi Osman. Emine ayakta, elinde bardak dinliyordu bu sözleri: Okuma yazma bilen, elinden iş gelen kızlar… Ertesi sabah kahvaltıyı hazırlarken seslendi annesine: Çift Püsküllü Uçurtma 168/197 Suzan Albek – Düşümde Mustafa ağabeyimle Yaralıydılar. Su istiyorlardı benden. Mehmet’i gördüm. – Panayot niye geldin buraya? Ne güzel yerler bıraktık size. Koca değirmen, tarlalar, bağlar. – Su… * 23 Ağustosta başlayan Sakarya Meydan Muharebesi, aralıksız sürüyordu günlerdir. Düşman Sakarya boyunda Kartaltepe’ye saldırdığı gün, Yüzbaşı Hasan, birliğinin önünde, elinde tabancası koşuyordu tepeden aşağıya. Bir topçu ateşi başladı karşıdan. Askerleri sıra sıra serildiler tepenin yamacına. Birkaç adım daha koştu Hasan. Toplar yeniden gürledi. Karnında bir sıcaklık duydu, yıkıldı sıcak toprağın üstüne Hasan. – Adem amcam küfesiyle bıraktı üzümleri bağda. Almadın mı? Karanlık basıp yıldızlar çakılınca gökyüzüne, gözünü açtı. Bir ses duydu yanı başındaki çalılıktan. Yabancı bir dilde bir şeyler söyledi biri inleyerek: – Panayot niye geldin buraya? Burası bizim vatanımız. – Su… Ne olur bir parça su… Hasan anladı yabancı askerin dilini. Gülümsedi: – Üzüm… dedi asker. Ellerini uzattı, bir üzüm salkımını almak istercesine. Hasan belinden matarasını çıkarmaya uğraştı, yapamadı. Gene sordu: Askerin elleri düşmüştü yere. Hasan bir soluk aldı, tekrar düştü sırtüstü. Eli çarptı yabancı askerin buz gibi eline. İkisi yan yana, hiç kıpırdamadan, pırıl pırıl yıldızlara bakıp kaldılar. * – Ben bu dili bilirim. Balkanlardan… – Su… N’olur su… diye tekrarladı ses. Hasan doğruldu azıcık, onun diliyle sordu: – Panayot sen misin? İnledi yabancı asker: Eylülde top sesleri duyulmaz oldu Ankara’dan. Düşman çekildi Sakarya Nehri’nin batısına. Başladılar kaçmaya. “Yenildik ama şimdilik! Çıkmayacağız girdiğimiz topraklardan” dedi kumandanları. Yerleştiler Eskişehir yöresine. Türk kumandanları: “Yendik ama kovalamayacağız şimdilik. O gün de gelecek” dediler. Zafer haberi tez ulaştı Beypazarı’na. “Çok kan döküldü Sakarya tepelerinde” dediler. Emine’nin yüreği sızladı: “Dağlarda kalan yaralılar ne yaparlar? Su isterler mi ki? Yaramı sar derler mi ki? Anama yazın derler mi ki?” – Hı… Su… Çift Püsküllü Uçurtma 169/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 170/197 Suzan Albek Ankara’ya yola çıkmaya hazırlanan babasının önüne dikildi bir gün: Gülbahar kucakladı, aldı arabaya. Şakir efendi ipek tüylü bir keçiyi çeke çeke getirdi: – Baba, ben de gideyim Ankara’ya seninle. O ak saçlı hanımın yanında hemşirelik öğreneyim, yaralarını sarayım askerlerin. – ‘Selden kaçanın torununu’ götürmeyecek misiniz? Adem ağa bir şey söylemedi. Sarıldı öptü kızını. Bir ay sonra döndü. – Haydi, toplanın çabuk, gidiyoruz, dedi karısına. – Nereye gidiyoruz ki? – Ankara’ya. Ev tuttum. Saffet, Rıfat gece yarısına kadar çalışıyorlar, bir sıcak çorba pişirenleri yok. Bizim ne işimiz var burada? – Ya Gülizar’ım? Torunlarım? Diye sızlandı karısı. – Gülizar’ının evi, barkı var. Otursun kocasıyla. Torunların akşama dek çember çeviriyorlar sokakta. * Ulviye hala çocuklarımın yanına gidiyorum diye bohçalarını toplamaya başlamıştı bile. Gülbahar ile Emine fısıl fısıl konuşup gülüşüyorlardı. Birkaç gün içinde toplandılar. Beypazarlı komşuları Adem ağanın temelli Ankara’ya gideceğini duydular, dizildiler yollara. Kimi, koca bir sepet ceviz uzattı kimi bir sepet yumurta kimisi de kangal kangal sucuk. Saffet’in ustası Demirci Ali ağanın işe yaramaz koca oğlu koltuğunun altında bir horozla koşa koşa yetişti. Bembeyaz tüylü, kırmızı ibikli, kıvrık gagalı bir horoz. Çift Püsküllü Uçurtma 171/197 Suzan Albek Onu da koydular ite kaka arabaya. Gülizar koca bir saksı sardunya yerleştirdi bohçaların arasına, “Çiçeksiz evin neşesi olmaz” diye. Gülüş, çağrış çıktılar yola. Gülizar’ın üç oğlu çemberlerini çevire çevire, Ankara yoluna kadar koştular arabanın arkasından. Horoz pek yamanmış. Yolda durmadan atladı keçinin kafasına, her yanını gagaladı. Keçi sardunyanın yapraklarını yedi bitirdi, pıtır pıtır pisledi, kirletti arabayı. Güle kıza, ine bine vardılar Ankara’ya. Adem ağa kalenin altında küçük bir ev tutmuştu. Eşyayı indirdiler, horozu, keçiyi saldılar arka bahçeye. Bir ocak yaptılar duvarın dibine. Üstüne kazanı koydular. Çalı çırpı ile yaktılar kazanı. Geç vakit Saffet geldi işçi tulumuyla. Eli yüzü kapkara. Aylardır ilk kez yıkandı sıcak suyla. Annesinin uzattığı tertemiz havluya kurulandı, sıcak bir çorba içti. Rıfat geldi arkadan. Kolunun altında bir tomar kâğıtla. Yeni haberler getirdi: – Sakarya savaşında düşmanı püskürttükten sonra ordumuz, büyük devletler, anladılar bizim gücümüzü. Elçiler yolladılar Ankara’ya. Sulh anlaşmaları imzalanıyor teker teker. – Düşman henüz sökülüp atılmadı Anadolu’dan, dedi Adem ağa. Çift Püsküllü Uçurtma 172/197 Suzan Albek – O da olacak, ordunun yeniden hazırlanması gerek. Çok kayıp verdik Sakarya’da. Hastaneler yaralı dolu. – Ben nereye giderim? Bırakır mı hiç annem babam? Dedi Emine gülerek. Rıfat bunu söyleyerek yan gözle Emine’ye baktı: – Seni oğluma nikah ederim, aslan gibi Mustafa’ma! – Bu kış çok iş var burada, dedi. – Benim işim çok burada. Gelmem seninle. Haydi yatağa bakalım! * Ertesi sabah Adem ağa erkenden Emine’yi götürdü ak saçlı İstanbullu hanıma. Beyaz bir önlük verdiler. Emine hemen başladı işe. Yara nasıl temizlenecek? Sargı nasıl sarılacak? Öğrendi bir bir. Herkes çalışırken boş durur mu Gülbahar? Ulviye hala? Adem ağa top top bez getirdi. Bir de eski dikiş makinesi. Geçtiler başına. Sargı bezleri, iç çamaşırları diktiler askerlere. Bir ay sonra, Emine sevinç içinde döndü eve bir akşam. Elinde, ortasında kırmızı bir ay dikili, beyaz bir başlık vardı. Sarı örgülerini toplayıp üstüne giydi başlığı: – Ben hemşire oldum artık. Hastanede çalışacağım. Maaşım olacak, dedi. O günden sonra koştu o hastadan o hastaya. Sakarya savaşında bir bacağı kopmuş olan Nevşehirli Satılmış çavuş ilk kez hemşire Emine’ye yaslanıp kalktı ayağa: – Hemşiranım, iyi olup çıkayım da seni de götüreyim memleketime. Bağım, bahçem var. Gezersin azıcık, dedi. Çift Püsküllü Uçurtma 173/197 Suzan Albek Satılmış çavuş hep böyle takıldı Emine’ye. İyileşti, taburcu oldu bir gün. Emine’nin adresini bir küçük kâğıt parçasına yazdı, torbasına koydu. * Bahar geldi. 1922 baharı. Sarı, mor çiçekler açtı Ankara kırlarında. Gülizar üç oğlunu alıp konuk geldi Ankara’ya. Rıfat bir cuma günü oturdu, bulduğu kâğıtlarla çocuklara koca bir uçurtma yaptı. Adem ağa köşeye oturmuş çorap örüyordu beş şişle: – Gazi Mustafa Kemal Paşa ne zaman hücum emri verecek ordumuza? Rıfat hiç sesini çıkarmadı, kesti uçurtmanın püsküllerini. – Eskişehir kurtulmadı. Düşman çok zulüm yapıyormuş köylerde. Bizim asker ne zaman yürüyecek o yana? Rıfat büzdü püskülleri, taktı uçurtmanın iki yanına. – Ah, Hasan Sakarya savaşında şehit düşmeseydi, belki şimdi miralaylığa yükselirdi. Anlatırdı olup biteni bize. Rıfat uçurtmanın ipini teraziledi, kaldırdı başını: Çift Püsküllü Uçurtma 174/197 Suzan Albek – Baba, kimse anlatamaz olup biteni. Savaş planları çok gizli hazırlanıyor. Gazi Paşa bazen kumandanlarıyla çıkıyor Ankara’dan, birlikleri teftiş edip dönüyor. Sorma artık bir şey. Zaferi bekle. 30 Ağustos 1922. Dumlupınar. Güneşin altında kavrulan ovada Türk ordusunun süngüleri parlıyor. Düşman ordusu bozgun halinde. Otomobillerini, toplarını, tüfeklerini bırakıp kaçıyorlar. Nereye gittiklerini bilmeden. – Ah! Zafer! Zafer! Dedi Adem ağa. 31 Ağustos 1922. Düşman generalleri yollarını bile bulamıyorlar artık. Ormanların içinde yaya kaçıyorlar. Arkalarından yetişiyor bizim askerler. Rıfat kalemini çıkardı, güzel yazısıyla “Zafer” yazdı uçurtmanın bir köşesine. Çocukları aldı yanına, çıktılar Ankara’nın kalesine. Saldılar ipi, uçurtma hışırdayarak yükseldi, yükseldi, bir yel esti batından “Zafer” sallandı Ankara Kalesi’nin üstünde. * Bütün yaz Adem ağanın evindekiler var güçleriyle çalıştılar. Emine yoruldu, terledi hastanede, Saffet silah imalathanesinde, Rıfat Meclis’te. Sade onlar mı yorulan? Bütün Anadolu insanları… Karadenizliler İnebolu’ya gemilerle cephane taşıdılar, boşalttılar. Kastamonulular arabalarla taşıdılar Ankara’ya. Köylü kadınlar getirip dizdiler kağnılarını. Cepheye cephaneyi taşımak için. Birlikler güneye, batıya doğru yürümeye başladılar. Gizli bir emirle. Gece yürüdüler, gündüz dinlendiler. Hiç görünmeden cepheye varıp düşmanı ansızın bastırmak için. Zafer haberleri yayıldı Ankara’ya. Telefonla, telgrafla, uçan kuşun kanadıyla, batıdan esen rüzgârla, dağlarda yakılan ateşlerle. Düşman ordusundan geri kalanlar karmakarışık. Bir koldan İzmir’e bir koldan Bandırma’ya akıyorlar. Yolları üstündeki bütün köyleri, kentleri yakarak! 2 Eylül 1922. Eskişehir kurtuldu. İlk mızraklı süvariler, yukarı mahallenin arkasındaki tepeden aşağı indiler. Düşmanın yaktığı çarşıdan hâlâ alevler yükseliyordu. 9 Eylül 1922. Ordularımız İzmir’e girdi! Ankara sokaklarında bütün halk ellerinde bayraklarla koşuştular, ağlaştılar. Askerinle bin yaşa! Mustafa Kemal Paşa! 26 Ağustos 1922. Büyük taarruz başladı, gürledi toplar. Kocatepe’de Mustafa Kemal Paşa, ordusunun başında. Kalpaklı, çizmeli. Savaş planını gözden geçiriyor dağın tepesinde. Çift Püsküllü Uçurtma 175/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 176/197 Suzan Albek IV Düşman işgali sırasında Ankara’ya göçenler geri dönmüş, Mavi Hoca’nın evi dolmuştu yeniden. Rıfat’la Saffet geldiler, doğru yukarı çıktılar, oturdular pencerenin dibindeki sedire: Kolları, başı açık bir kadın, başka bir dilde avaz avaz bağırıyordu: – Tahta bardağımı aldı, parasını vermedi! – Seher, bir kahve yap bize! Diye seslendi aşağıya Rıfat. Kara Osman arkasında adamlarıyla uzun kollarını sallaya sallaya geldi Pazar yerine, sordu kadına: Seher yanıt verdi kapının arkasından: – Kim aldı tahta bardağını da parasını vermedi? – Ben kahve yapmam sana! Sen bana tokat attın. – İşte! İşte şu adam! Rıfat bağırdı: – Kız! Kara kız! Ben seni atıma alıp kaçırmasaydım, ağzına tokat atmasaydım, düşman seni öldürecekti Havva aban gibi! Kara Osman’ın adamları yakaladılar satıcı kadının parasını vermeyeni. İki değnek vurdular. Adam bıraktı elinden bardağı. Tahta bardak yuvarlandı tangur tungur aşağıya, kadının yanına kadar. Seher koşarak indi merdivenlerden. Az sonra getirdi kahveleri, tepsiyi kapının arkasından uzattı. “Savaşta güçlü, barışta adaletli” diye bir ses geldi Saffet’in kulağına. “Ninemin sesi” dedi. Rıfat ile Saffet birkaç gün kaldılar Eskişehir’de. Malı mülkü yanan, evlatları şehit olanlarla konuştular, dertleştiler. Arkadaki Şeyh Edebali indi ağır ağır. Başı sarıklı, bembeyaz top sakallı, güleç yüzlü. Ankara’ya dönecekleri sabah, Saffet geçti oturdu üst kattaki sedire, pencereyi açtı. Bir rüzgâr esti karşıdaki Bozdağ’dan. Küme küme beyaz bulutlar gelip takıldılar minarelerin tepesine. – Nerede bizim kız? Nerede bizim kız? Diye sordu rastladıklarına. * Kentin orta yerinde koca bir Pazar kurulmuştu. Bir kalabalık, bir kalabalık. Develer, eşekler, atlar, arabalar çekilmişti bir yana. Sebzeler öbek öbek yığılmıştı. Bir köşede tahta kaşıklar, testiler, çömlekler satılıyordu. Çift Püsküllü Uçurtma 177/197 Suzan Albek Ay yüzlü, yay kaşlı Malhatun, başında kırmızı yollu örtmesi, yelpeyelek koşuyordu yukarı doğru. Mavi badanalı, alçak evlerden kadınlar çıkıyor, ellerini uzatıyor, Malhatun’u çağırıyorlardı: – Gel! Gel bize, hastamız var! Mavi Hoca’nın evinin tam karşısında, Delibalta diz çökmüştü taşların üstüne: Çift Püsküllü Uçurtma 178/197 Suzan Albek – Bağışla beni! Bağışla beni! Diye Saffet’e yalvarıyor, yumrukları ile göğsüne vuruyordu: – Bilemedim! Birlik oldum Mustafa Kemal’e başkaldıranlarla! Sonra anladım kusurumu. Bağışla beni! * Bir düdük sesi geldi uzun uzun. Bozdağ yönünden. Rıfat seslendi aşağıdan: Konuşa konuşa varmışlardı istasyona. Tren gelmiş, bekliyordu. Bakım için, kömür almak için çok dururdu Eskişehir’de. Saffet’le Rıfat kalabalık arasından yol açtılar kendilerine, bir kompartımanın önünde durdular. İçeride uzun boylu, zayıf biri oturuyor, arada cebinden gümüş bir saat çıkarıp bakıyordu. Saffet Rıfat’ın kulağına bir şeyler söyledi, Rıfat eğildi, iyice baktı kompartımandaki genç adama. “Tanıdım” dedi Saffet’e. – Saffet! Neredesin? Vakit geldi, gidiyoruz! Tren Alpu’ya yaklaşırken zayıf genç adam tekrar çıkardı, baktı saatine, bavulunu alıp çıktı dışarı. Birine sordu: Saffet sıçrayarak kalktı yerinden, indi aşağı. Kapının önünde bir payton bekliyordu. Bindiler. – Bu istasyon Alpu, değil mi? – İstasyona! Dedi Rıfat arabacıya. Saffet’le Rıfat önünü kestiler: Yolda Saffet, Rıfat’a gördüğü düşü anlattı. – Yok! Yok! Burası Alpu değil, Palpu! Alpu’ya çok var daha. – Ninemin öyküleri bunlar. Biraz da tarih var içinde. O tarih dönemi kapandı artık. Son buldu Osmanlı çağı. Şimdi yeni bir dönem başlıyor, dedi Rıfat. Biri söze karıştı: – Biliyorum. Düştü zaten dedim ya. Sözünü ettiğin dönem nedir? Rıfat yabancı adamın kolunu yakalamış, bırakmıyordu: – Kesin bilmiyorum. Mecliste çalışmalar yapılıyor. Yeni bir yönetim düzeni getirilecek ülkeye. – Adı ne olacak bu düzenin? Diye merakla sordu Saffet. – Daha adı konmadı. Gelecek yıl belli olacak. Çift Püsküllü Uçurtma 179/197 Suzan Albek – Bırakın adamı insin! Buranın yabancısı. Palpu da neymiş? Burası Alpu işte. – Sen inanma başkasına, burası Palpu. Alpu, Palpu derken tren kalkmıştı bile. Yabancı adam şaşkınlıkla Saffet’le Rıfat’ın yüzüne bakakalmıştı. – Hüseyin ağabey tanımadın mı bizi? Çift Püsküllü Uçurtma 180/197 Suzan Albek Hüseyin attı elinden bavulunu, sarıldılar birbirlerine. Bir yer bulup oturdular kompartımanda. Saffet sordu: – E… Burada kızlar on beş yaşında evlenirler. Nerede kaldın Hüseyin ağabey? – Hüseyin ağabey, Alpu’da ne yapacaktın? Hüseyin, “Esirdim” diye anlatmaya başladı: “Bin dokuz yüz on dokuz yılında düşman kuvvetleri, Trakya’ya girmeye başladılar. Tekirdağ’a her giren işgal subayı geldi değirmene, dikildi başımıza; bize çalışacaksınız, askerimize un vereceksiniz diye. Bir süre dayandım, kaçtım sonra. Dağlarda çete savaşı yaptık. Yenildik. Bin dokuz yüz yirmiden beri Batı Trakya’da esirdim. Bu ekim ayı Mudanya Mütarekesi yapılınca düşman esirleri ile değiş tokuş ettiler bizi, ben de kurtuldum.” – Sizi soracaktım. Adem amcayı. Neredesiniz diye. Rıfat’ın şakacılığı üstündeydi. Savaş öncesindeki yıllarda olduğu gibi: – Gene Alpu muhtarına mı soracaktın? Geçen seferki gibi doğru bilgi almaya? Hüseyin eğdi başını: * – Neden sonra Hasan yazdı bana. 1915’de evlenen Gülbahar değil Gülizar olduğunu. Hüseyin bir bir sordu herkesi, Saffet’le Rıfat yanıtladılar: Gülbahar evin taşlığını yıkayıp kapının önüne çıkmıştı, komşularla konuşmak için. Ankara garına giren tren, uzun uzun öttü. – Ben savaş imalathanesinde baş teknisyenim. Gülbahar seslendi içeriye: – Ben de Büyük Millet Meclisinde kâtip. Emine hemşire. – Ulviye hala! Duydun mu treni? Pek uzun uzun öttü. Bugün biri gelecekmiş gibi doğuyor içime. – Adem baba yaşlandı, oturuyor köşede. Beş şişle çorap örüyor. – Ya Gülbahar? Diye sordu Hüseyin çekinerek. – Gülbahar evde kaldı, ihtiyarladı, dedi Rıfat. Hüseyin pek bozuldu: – Yirmi iki yaşındaki kız ihtiyarlar mı? Çift Püsküllü Uçurtma 181/197 Suzan Albek Gülbahar başının tülbendini düzeltirken kalın bir güneş ışını çıktı bulutların arasından, vurdu yüzüğüne. Yeşil taş pırıl pırıl parladı. Gülbahar kapıyı kapayıp girdi içeri. Az sonra üç kişi göründü yokuşun altında. Ellerinde bavullarla. En genci pırıl pırıl gözlü, incecik parmaklı, kalem tutmaktan. Ortancası geniş omuzlu. Pazuları beliriyor ceketinin altından. Belli yıllardır ateşin karşısında çekiç salladığı. En büyükleri uzun boylu, zayıf. Sırtı hafifçe eğik, yüzü solgun. Kolay değil iki yıl tutsak kalmak. Çift Püsküllü Uçurtma 182/197 Suzan Albek Vardılar kale dibindeki küçük evin önüne. Kapının el biçimindeki tunç tokmağını vurdular: Tok! Tok! Tok! * O gece sabaha kadar oturdular Adem ağanın evindekiler. “Dokuz yıl. Dokuz yıl oldu görüşmeyeli” dediler. Mustafa’yı, Mehmet’i, Hasan’ı andılar, ağlaştılar. Hüseyin tutsaklığını anlattı, Gülbahar sessiz dinledi hepsini. Rukiye teyzeden, Çakır ağanın ailesinden haber sordular. Rukiye teyze hep köydeydi. Yaşlandım, dayanamam yola diye gelmemişti Hüseyin’le. Ya Çakır ağanın torunları? – Taktırdım işte. Geçti her şey. Gülbahar yüzüğünü evirip çeviriyordu: – Nerelerde dolaştık, ne korkulu, sıkıntılı günler geçirdik. Korudum yüzüğümü, dedi. Düğün günü kararlaştırıldı ama bir gelinlikle bitmiyordu iş. Törelere göre, gelinin, düğünden bir gün önce sırmalı kadife giymesi gerekirdi. “Ah annemin sırma işlemeli eski zaman elbiseleri olsaydı şimdi” diye hayıflanırken Adem ağanın karısı, kapı çalındı. Açtılar. Elinde bir bohça tutan genç bir çocuk sordu: – En küçüğü değirmende benim yanımda çalışıyor. Ben esirken o döndürdü değirmeni, dedi Hüseyin. – Hemşire Emine Hanım’ın evi burası mı? Büyük torunların hiç biri dönmemişti savaştan. – Bunu Nevşehirli Satılmış çavuş yolladı hemşiranıma, dedi. Herkes yattıktan sonra Adem ağa Hüseyin’le düğün işini konuştu: Bohçayı bıraktı, gitti. – Eh! Dokuz yıl nişanlılık yeter artık. Hemen yapalım düğünü. Bohçayı açıp baktılar ki ne görsünler? Vişne çürüğü kadife üstüne, altın sırmayla işlenmiş bir esvap! Görülmemiş güzellikte. Hüseyin, büyük, beyaz bir kutu getirmişti bavulunda. Ertesi sabah açtı kutuyu, Gülbahar’ın önüne mum çiçekli bir duvakla, beyaz gelinlik elbisesini serdi. Sonra gümüş saatini çıkarıp gösterdi: – Bak saatin akreple yelkovanını taktırdım. Tıkır tıkır işliyor. – Ben sana söylemiştim. uğursuzluk getirir diye. Çift Püsküllü Uçurtma Akrepsiz 183/197 yelkovansız Suzan Albek saat “Evet” dediler. Çocuk bohçayı bıraktı. Düğün arifesi giydirdiler Gülbahar’a. Oldu bir dünya güzeli! Düğün günü pilav kazanı kuruldu arka bahçeye. Başladı konuklar gelmeye. Önce Mavi Hoca. Koca bir altın taktı Gülbahar’ın boynuna. Gülizar’ınkinin aynısı. Arkadan İstiklâl Savaşı’nın kumandanları geldi. Omuzları sırmalı, göğüsleri madalyalı. Adem ağanın, Saffet’in, Rıfat’ın, bütün evdekilerin savaş sırasında nasıl özveri ile çalıştıklarını biliyorlardı. Çift Püsküllü Uçurtma 184/197 Suzan Albek Adem ağanın da göğsünde madalyası vardı. Şehit oğlu Mustafa için, yeğeni Mehmet için. Adem ağa atlarını, arabasını çıkardı, doldurdu evdekileri, bütün gece dolaştırdı Ankara’yı bir uçtan bir uca. Saffet’in yanında çalıştığı Ahmet usta geldi. Kucağında kendi dövüp yaptığı koca bir tunç havanla. Ertesi gün kalktı erkenden. Beypazarlılar sökün ettiler, armağanlarıyla: Üç çocuğuyla Gülizar, kocası tek kollu Osman, Şakir efendi. Demirci Ali ağa çok yaşlandığı için gelememiş, işe yaramaz koca oğlunu göndermişti yerine. Gene kolunun altında beyaz, yırtıcı bir horozla. Aplu’dan köyüler geldi, başlarında yeni muhtarla. Kimi bir topak tereyağı, kimi bir tulum peynir sundu “Çam sakızı, çoban armağanı” diye. Alapınar çiftliğinden Ali geldi. Bir çömlek manda kaymağı, yanında balla. Bir düğün oldu ki saraylarda görülmemiş. Kale dibindeki küçük ev doldu doldu boşaldı günlerce; köylü, kentli, milletvekili, asker, komşu, hısım, akraba ile. Pilavlar günlerce yendi, yendi bitmedi. Bir hafta sonra Hüseyin ile Gülbahar bindiler İstanbul trenine. Hüseyin Gülbahar’a İstanbul’u gezdirdi. Ne istediyse aldı çarşılardan. Bir gün beyaz yelkenli bir gemiye bindiler, açıldılar Marmara’ya. Doğru Tekirdağ’a! * – Eh artık. Cumhuriyetimizi de kurduk. Geçti başına Gazi Paşa, şimdi sıra geldi toprağımızı işlemeye, dedi. Evdekiler şaşakaldılar bu söze: – Aman Adem ağa, ne diyorsun? Toprağımız dediğin o bataklık mı? – Bataklık dediğin kurutulur. İşlemezsen senin olmaz o toprak. O kış Adem ağayı zor tuttular evde. Bahar gelince hazırladı arabasını. Saffet’le Rıfat önüne geçmek istediler: – Aman baba ne yapıyorsun? Bu yaşında, hem de arabayla çıkılır mı yola? – Neden çıkılmazmış? Sarıperçem. O yolları bilirler Akdoğan’la – Akdoğan’la Sarıperçem öleli yıllar oldu. Bunlar Mavi Hoca’nın verdiği atlar. Bir yıl geçti aradan. – Olsun. At değil mi? Hepsi bir. 29 Ekim 1923. Gazi Mustafa Kemal Paşa, yeni yönetimin adını koydu, Cumhuriyet! Ankara Kalesi’nden toplar gürledi. Bayraklar asıldı her yana. Ellerinde meşalelerle çoluk çocuk sokağa döküldü bütün Ankaralılar. Yaşasın Cumhuriyet! Yaşasın Cumhuriyet! – Ne yapacaksın tek başına oralarda? Bizim işimiz var, memuruz. Gelemeyiz ki seninle. Çift Püsküllü Uçurtma 185/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 186/197 Suzan Albek – Niye tek başıma olacakmışım? Alpu köylüler var ya. Ankara’da işleri oldukça uğruyorlar bana. Şimdi de ben onlara gidiyorum. Evelallah çiftliği kurarız el birliğiyle. Saffet’le Rıfat ne söyledilerse durduramadılar Adem ağayı. Bindi arabasına tuttu Kireççi Çiftliği’nin yolunu. * Adem ağa elinde kazma kürek, Alpu köylülerle gece gündüz çalıştı, su yolları açtı. Bir avuç toprak kuruttu ancak. Bereket versin, yardım geldi Ankara’dan. Makineler, işçiler sazlığın yarısını kurutuverdiler. Çıktı ortaya koskoca bir tarla. Ağustosta Saffet’le Rıfat yetiştiler, bayram demediler, tatil demediler, balçık kardılar, kerpiç kesip güneşte kuruttular. Sivrisinekler rahat verirler mi hiç? Bulut gibi geldiler sazlığın üstünden. Ankara’ya tel çekildi, hemşire Emine ilaç yetiştirsin! Kutu kutu ilaçla çıkageldi Emine. Dağıttı çiftliktekilere. Alpu köylülere. Hepsi dirildiler. Sarıldılar kazma küreğe. * Üç yıl içinde bitti uzun çiftlik yapıları. Üzerine beyaz badana çekildi. Önüne kuyu açıldı. Bir su fışkırdı ki yerin altından, cam gibi parlak. Ne sülük var içinde ne sivrisinek yumurtası. Yalnız bir gün Adem ağa çıkrığı çevirirken koca bir balık sıçradı kovanın içinden. Herkes şaştı bu işe. Hiç balık çıkar mı kuyudan? Çift Püsküllü Uçurtma 187/197 Suzan Albek Okumuş kişiler şöyle dediler: “Sündiken dağlarındaki oyuklardan, yeraltına dereler akar. İşte bu balık o derelerin balığı. Kapılıp sulara, girmiş yeraltına. Su yükselince çıkmış kuyudan.” Alpu köylüler aldırmadılar bu sözlere: – Bu balık bereket balığı! Kireççi Çiftliği’ne bereket gelecek. Darısı bizim başımıza! Dediler. * 1933 yılında Eskişehir’e şeker fabrikası kuruldu. Mustafa Kemal Atatürk açılış törenine geldi. Adem ağa koştu Alpu’dan, Saffet’le Rıfat Ankara’dan. Geldiler, durdular Atatürk’ün yanına. Atatürk tanıdı onları. Kurtuluş Savaşı sırasında Ahmet ustanın harp imalathanesinde Saffet’in nasıl çalıştığını gözleriyle görmüştü. Rıfat’ı Meclis’ten tanırdı. Adem ağayı ününden. Ellerini sıktı, ne yaptıklarını sordu. – Bu fabrikaya pancar yetiştireceğim, dedi Adem ağa. – Biz de emekli olunca çiftliğe yerleşip yardım edeceğiz Adem babamıza, dediler Saffet’le Rıfat. Fabrikanın bacası minare gibi yüksekti. Yanına bir düdük takılmıştı. Fabrika çalışmaya başlayınca, sabahları uzun uzun öttü düdük. İşçiler akın akın girdiler fabrikanın kapısından. Hükümet, tüm yöredeki çiftçilere pancar tohumu dağıttı. Alpu istasyonunun konuştular: arkasındaki Çift Püsküllü Uçurtma 188/197 kahvede Suzan Albek köylüler – Çok iyi tohummuş bu bize verdikleri. Bulgarlar iyi dostumuzmuş. Onlar vermişler. Duydun mu Adem ağa? Dost olmuşuz Bulgarlarla! Sonbaharda dizi dizi vagonlar, Eskişehir’deki fabrikaya pancar taşıdılar. Pancarlar fabrikanın bir yanından girdi, öbür yanından şeker olup çıktı. – Elbette dostuz, ne var bunda? Niye söylüyorsunuz bunu bana? Kadınlar bol şekerli baklava yaptılar, pişmaniye çektiler. Akşam fabrika düdüğü çalıp da işçiler evlerine dönünce, geçtiler sofralarının başına: – Hani, yani, şey, dedi bir yaşlı köylü. Hani sen anlatmıştın ya Adem ağa, Balkan savaşında Bulgarlar bize çok eziyet etti demiştin. “Elimizin emeği” dediler. Çoluk çocuk yediler. Adem ağa güldü: * – Balkan savaşı biteli yirmi yıl oldu. Zaten savaş bitip barış oldu mu kin tutulmaz. Gazi Paşa da Yunan Başvekilini Ankara’ya çağırıp ağırlamadı mı? Hepimiz Allah’ın kuluyuz. Dost düşman diye ayrılmaz insanlar barışta. Hem komşuluk da var. Şuradan denizi aştın mı Yunanistan. İstanbul’dan bir adım attın mı Bulgaristan. – Ya sen nasıl geldin oradan buraya? Bir adımda mı? Diye takıldılar köylüler Adem ağaya. – Ha! Ben mi? Dedi Adem ağa. Ben dura kalka ancak bir yılda gelebildim. * Gülbahar nine bahçede, yanında oturan en küçük torunu Rukiye’nin bebeğine elbise dikiyordu. İğneyi batırıp çıkardıkça, eline çarpan güneş ışığının altında zümrüt yüzüğü, bir parlayıp bir sönüyordu. Çocuklar ninelerinin çevresine çimenlerin üstüne oturdular. – Gülbahar nine, bize bir öykü anlatsana! Dedi Saffet. – Ne anlatayım size? Dedi Gülbahar nine. Rıfat atıldı: – Samsa çavuşla Sakarya Nehri’ni nasıl aştınız, onu anlat! Mehmet itti Rıfat’ı: Alpu’nun şeker pancarı tohumu gerçekten iyi çıktı. Göz alabildiğine uzanan tarlalar iyi sulanıp çapalanınca sımsıkı, kurtsuz, deliksiz pancar, yemyeşil yaprak verdiler. Adem ağa Alpu köylülerle birlikte çalıştıkça, günler kısa geldi, ömrü uzadı. – Hiçbir şey anlamıyorsun, sus sen. Samsa çavuşla Sakarya Nehri’ni geçen Sultan Osman. – Öyleyse Sultan Osman’ı anlat nine. – Çok dinlediniz onu artık. Ezberlediniz. Çift Püsküllü Uçurtma 189/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 190/197 Suzan Albek Bebeğini giydiren Rukiye söze karıştı: – Masalın sonunu söylemedin ki nine, Orhan’la Nilüfer evlendiler mi bilmiyoruz. – Hı… Hı… İşte onu anlat, diye yalvardılar Rıfat ile Saffet. Az ötede kitap okuyan büyük torun Adem, başını kaldırdı: – Hiç tarih okumadığınız belli. Elbet evlendi Sultan Orhan’la Nilüfer. Osmanlı hanedanı öyle kuruldu. Onların oğlu Birinci Murat. Bursa’yı başkent yaptı Orhan. Bursa’nın yanından geçen çayın adı da Nilüfer Çayı. – Ya bizim Palpu’daki çiftliğin yanından geçen derenin adı neydi? Diye sordu Rıfat. – Hiç coğrafya da bilmiyorsunuz besbelli. Onun adı da Porsuk Çayı, diye yanıtladı Adem. Hüseyin dede bastonuna dayana dayana çıkmıştı bahçeye. Çocuklar bu kez ona doğru koştular: – Dede, dede, bu yaz Kireççi Çiftliği’ne yollayacak mısın bizi? – E buffu buffu! E buffu buf! Babanız izin verirse gidersiniz. – Ben geçen yaz gittim babamla, dedi Mehmet. Öyle güzeldi ki. Beypazarı’ndan Gülizar ninenin torunları geldi. Neler yaptık neler. – Hi… Neler yaptınız anlatsana! Dedi Rıfat. Çift Püsküllü Uçurtma 191/197 Suzan Albek Mehmet oturdu çimenliğe, başladı anlatmaya. Konuşmayı severdi Mehmet. Hem de biraz abartarak. “Saffet dayıyla Rıfat dayının atları var ahırda. İki yavruları olmuş. Birinin adını Akdoğan koymuşlar, birinin adını Sarıperçem. Ben baktım onlara. Yemlerini verdim. Sonra kızıl kayalardaki şeytan yarığına gittik. Gazlı sudan içtik, başımızı da yıkadık, akşam hasta olduk hepimiz.” – Hi… Ne güzel! Başka ne yaptınız? Diye sordu Saffet. “Nevşehir’den Emine ninenin torunları geldi. Çok kalabalık olduk. Bir akşam Rıfat dayının karısı Seher yenge, çok gürültü yapıyorsunuz, başım tuttu, dedi. Bizi dışarı attı. Biz de ertesi sabah balçık kardık, kerpiç kestik, güneşte kuruttuk. Küçük kireçli tepenin üstüne kocaman bir ev yaptık. Girdik içine oturduk.” Rıfat sordu: – Hepiniz sığdınız mı eve? “Yok. Yalnız Hasan’la ben sığdık. Geceleri orada yattık. Emine ninenin torunları sazdan bir kulübe yaptılar, onun içinde oturdular. Saffet dayının torunları kireçli tepe bağının ortasındaki gümede yattılar. Gece Dan…Dan… diye tüfek atıldı oradan. Biz korktuk, koştuk gümeye. Meğer tilki gelmiş bağa. Üzüm yemeğe. Onlar da tüfek atıp kaçırmışlar. O günden sonra ben de gümede yattım. Tilki bekledim.” Çocuklar bayılmışlardı Mehmet’in anlattıklarına. Oysa Gülbahar nine kızmıştı: Çift Püsküllü Uçurtma 192/197 Suzan Albek – Niye atıyormuş sizi dışarıya Seher? O çiftlikte sizin de hakkınız var. Yarısı bizim. Mustafa sordu: “Ne olacak öyleyse? Elden gidiyor çiftlik.” Gene Mustafa buldu çözümü: – Önce okur, iş sahibi olur, ondan sonra gidersiniz çiftliğe. – Yarısı bizimse çiftliğin, pancar satılınca parasının yarısı bize geliyor mu? Çocuklar çok sevindiler. Adem elindeki kitabı kapadı birden: – Ben tarımcı olurum, dedi Mehmet. En iyi pancar tohumunu seçerim. Hayvanlar için en iyi yoncayı yetiştiririm. – Mustafa! Kentte oturup, çiftlikten hazır para gelsin diye bekleyecek misin? Pancarı çapaladın mı? Suladın mı? Emek verdin mi? Emek vermeyince senin değil o çiftlik. Hüseyin dede güldü: – Ben maden mühendisi olurum, dedi Saffet. Yerin altındaki madenleri çıkarırım. Sahi ne vardı o kızıl kayaların altında Adem ağabey? Adem yanıtladı: – Radyoaktif bir maden olmalı. Örneğin uranyum. Bir yerde kayaların, toprağın, hatta bitkilerin rengi birden kızıllaşırsa bu bir işarettir. Orada uranyum var demektir. – Doğru. Kim sürerse tarlayı, O alır parayı… – Öyleyse gidelim sulayalım, çapalayalım tarlaları, dedi Mehmet. Bu konu çok eğlendirmişti Hüseyin dedeyi: – E buffu buffu! İyi hoş da, güzün okul açılınca ne olacak? Çocuklar düşünüp kaldılar “Okulu bıraksak, büsbütün çiftliğe mi yerleşsek” diye. Mustafa dedi ki: – Hıh! Tamam işte, dedi Saffet. Ben elime makineyi alırım, dolaşırım kızıl kayaların üstünde. Altındaki uranyum “Da… Da… Da…” diye ses verir bana. Adem güldü: – O maden arayan alete “Geiger sayacı” denir. Madene rastladığı zaman “Da… Da… Da…” diye ses çıkmaz, geiger sayacının göstergesi oynar. – Hiç babanız okulu bıraktırır mı size? Hani bir kez, kışın Saffet okuldan kaçıp arkadaşlarıyla değirmene gelmişti. Sonra n’oldu? “Ya ben ne olacağım?” diye düşündü kaldı Rıfat. Hepsi anımsadılar Saffet’in aldığı cezayı, gülüştüler. Rıfat sevindi: Çift Püsküllü Uçurtma 193/197 Suzan Albek “Sen de su uzmanı ol” dediler. Çift Püsküllü Uçurtma 194/197 Suzan Albek – Şeytan yarığındaki sıcak suyun başına bir hamam yaparım, yıkanmaya gelirsiniz, sizden para alırım. – O da olur ya, diye eğlendi dedesi. Alpu’da daha kurutulmamış bataklıklar var. Su kanalları açar, kurutursun onları. Yeni tarlalar çıkar ortaya. – Yalnız benim anlamadığım bir şey var, diye dede sürdürdü sözünü. Hepiniz nasıl sığacaksınız o çiftlik yapısına? Bari biriniz mimar olsaydı. Örneğin Mustafa. Bir çiftlik yapısı kursaydı, hem bu kez kerpiçten değil! E buffu buffu! Mustafa omuzlarını silkti: – Ben gördüm o bataklıkları, dedi Mehmet. İçinde koca boynuzlu mandalar yatıyordu. – Ben istemiyorum mimar olmayı. Ben senin elektrikli değirmeninde çalışacağım, dede! Rukiye bebeğini bıraktı elinden, söze karıştı: Çocuklar bağrıştılar: – Ben doktor olacağım büyüyünce. Gelir size bakarım, ilaç veririm. – Biz de zaten istemiyoruz yeni çiftlik yapısı! Biz küçük kireçli tepedeki kerpiç evde yatarız! Saz kulübede yatarız! Hüseyin dede okşadı Rukiye’nin başını, sonra gene kitap okumaya dalmış olan Adem’e sordu: – Ben de gümede yatarım, dedi Adem. Yatağımı sererim içine, başucuma bir testi suyla kitaplarımı koyarım. Gündüz kitabımı yazarım, gece hem yıldızları seyrederim hem bağı beklerim. Tilki gelip üzümleri yemesin diye. Keşke Adem dede ölmeden düşünseydim bunu, doğrudan ondan dinleseydim savaş öykülerini. – Ya sen ne olacaksın Adem? Hep böyle kitap mı okuyacaksın? – Hı… Ben mi? Ben de çiftliğin, o yörenin tarihini yazarım. Dedemiz Balkan savaşında düşmanın önünden kaçıp oraya nasıl gelmiş. Cihan Savaşı’nda neler olmuş, Kurtuluş Savaşı, hepsini yazarım. Mustafa az önce unutmamıştı: Adem’in kendisine karşı çıkışını Saffet sözünü kesti Adem’in: – Neden öldü Adem dedemiz? – Yaşlandı, öldü. Rıfat söze karıştı birden: – Oturup kitap yazmak, çiftliğe emek vermek olur mu? Diye sordu. – Hüseyin dede, sen niye ölmedin? – Elbette olur. E buffu buffu! Hem emek vermek hem de verilen emeğin değerini bilmek olur. Dede güldü hafifçe, sonra başladı öksürmeye “E buffu buffu, E buffu buf!” Çift Püsküllü Uçurtma 195/197 Suzan Albek Çift Püsküllü Uçurtma 196/197 Suzan Albek Gülbahar nine çok kızdı: – O ne biçim söz Rıfat! Çabuk git buradan, gözüm görmesin seni! Git tepede uçurtmanı uçur! “Seher yenge gibi kızdı ninem” diye fısıldaştı Saffet’le Mehmet. Bir yandan konuşurlarken Saffet, elinde çakısıyla Hüseyin dedenin oturduğu tahta sıranın ayağına bir şeyler kazıyordu. İyice oydu tahtayı, sonra geri çekildi, okudu: “Haziran 1979. Saffet”. Hüseyin dede yere dökülen yongaları görmüştü. Saffet’e çıkıştı: – Oğlum, senin hiç elin ayağın durmaz mı? Niye yonttun sıranın ayağını öyle? Saffet kapadı çakısını, koştu Rıfat’ın arkasından. – Saffet , baş tut! – İp sal! İp sal! Hafif bir yel çıktı. Kırmızı, sarı, yeşil renkli çift püsküllü uçurtma hışırdayarak yükseldi evin arkasından. Tepenin karşısında kavun dilimi gibi bir ay doğmuştu. Uçurtma sallandı iki yana, ayın ince ucuna takıldı kaldı. SON Çift Püsküllü Uçurtma 197/197 Suzan Albek