YAY ve OK - (Adabelenliler) Derneği
Transkript
YAY ve OK - (Adabelenliler) Derneği
ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE İÇİNDEKİLER Prof. Dr. Kemal Kocabaş Mehmet Genç Hüseyin Yaşar Prof. Dr. Kemal Arı Prof. Dr. Ayhan Çıkın Damla Bektaş Bekir Özgen Salih Gözek Tahsin Şimşek Etem Oruç Emin Ugunlu Ahmet Nuri Doğan M. Cevat Turan Şadiye Dönümcü Ali Kaya Asım Güneş Nurettin Özkan Kadri Gülhan Ahmet M. Egemen Hülya Karakuş Eyüp Yılmaz Zekeriya Yavuz Bahtiyar Takkalı Azmi Ermiş Muammer Özler İlyas Kalay Turgut Dereli Ünal Yurtçu Cuma Esentürk Nabide Kılınç Tevfik Kemikler Bülent Akın Nilgün Tarım Mehmet Ali Tıraş Prof. Dr. Ramazan Demir Mehmet Halil Arık Mehmet KARABACAKLAR Haberler Okullar Açıldı ..........................................................................................................2 Hariçten Gazel ........................................................................................................3 Bir Topluma Toplu Olarak Tecavüz .........................................................................4 Topçu Kışlası Artık Başka Türlü Anımsanacak ..........................................................5 Kimlik ......................................................................................................................6 İcat çıkarma Elif! Bakan kızabilir ............................................................................7 Otobüs Yolcuları.......................................................................................................9 Eskiyen ..................................................................................................................11 Lozan’ı Anlamak ve Yaşatmak ................................................................................12 Beyaz Bir Merhaba ................................................................................................14 Sen Rahat Et ..........................................................................................................15 Matematik Sanatı ve Eğitim ...................................................................................16 Battılar ..................................................................................................................18 İnsan Hakları Yaştan Bağımsızdır...........................................................................19 Kasımpatılar...........................................................................................................20 Atatürk’ün Işığını Görmek ......................................................................................22 Sonbaharda............................................................................................................22 Atatürk’ün Manevi Babası Sedirlerli Hacı Hüseyin Ağa ..........................................23 Atatürk’den Bir Anı Devlet Adamı Kimdir, Nasıl Olunur? .......................................23 Londra’da Yaşam ve Özlediğim Ülkem, Türkiyem ..................................................24 Köy Enstitüleri ile ilgili olarak bunları biliyormusunuz? ........................................26 İda’nın Yüreğine Saplanan Hançer (2) ..................................................................28 Anlamaz.................................................................................................................29 Çağlayan ...............................................................................................................30 Adabelen’in Soluğunda ..........................................................................................32 Yaşamımdan Kesitler ve Bir olay ............................................................................33 Bir Genç Kızın Gözyaşları ......................................................................................35 Üretimin Abidelerinden .........................................................................................36 Orak Tarlası............................................................................................................38 Adabelen’e Yolculuk ...............................................................................................39 Çocuk ....................................................................................................................40 Dört Yaşında Bir Çocuğum ....................................................................................41 Gelincik Kırmızısı ...................................................................................................41 İki Anım .................................................................................................................42 4 Parmak Sembolünün Gerçek Anlamı ..................................................................43 Ben’Kişot ................................................................................................................45 Gözlerinde Yaşadım Aşkı........................................................................................45 ..............................................................................................................................47 Gençleri anlamak için Lübnanlı ozan, yazar, ressam Halil Cibran'ın(1881-1931) dizelerini bilmek, anlamak uygulamak gerekiyor. Anne babalarla çocuklar, gençler arasındaki ilişkiyi ünlü şair aşağıdaki dizelerle anlatıyor: YAY ve OK Çocuklarınız sizin çocuklarınız değildir. Onlar hayatın kendi varoluş özlemi için doğan kızlar ve erkeklerdir. Sizin vasıtanızla dünyaya gelirler, fakat sizden gelmezler. Sizinle beraberdirler, fakat size ait değildirler. Onlara sevginizi verebilirsiniz, fakat düşüncelerinizi veremezsiniz. Çünkü kendi düşünceleri vardır. Vücutlarını yanınızda tutabilirsiniz, ruhlarını tutamazsınız. Çünkü ruhları yarında yaşar, yarına gidemezsiniz rüyanızda bile. Onlar gibi olmak için çabalayabilirsiniz, fakat onları kendinize benzetmeye çalışmayın. Çünkü hayat ileriye doğru yürür, dünde oyalanmaz. Siz “yay”sınız, çocuklarınız geleceğe fırlatılmış canlı “ok”lardır. -1- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE OKULLAR AÇILDI... Prof. Dr. Kemal KOCABAŞ kemal.kocabas@deu.edu.tr 16 Eylül 2013 Pazartesi günü Türkiye'de yaklaşık 18 milyon öğrenci çalan zillerle “okula merhaba” dedi. 16 Eylül sabahı İzmir caddeleri, sokakları, okul önleri cıvıl cıvıldı. Trafik yoğun, veliler telaşlı, çocuklar değişik duygular içinde servislerine koşuyorlardı. Okul hep aydınlanmadan, değişimden, dönüşümden yana taraf bir aydınlanma kurumu. O nedenle okul yolu, birey olmanın, yaşama daha sistematik bakmanın, sanatla buluşmanın, evrenle, akıl ve bilimle tanışmaya gidilen aydınlık yol. yaşamının eğitim yoluyla değişmesiydi. Parasız yatılı ilköğretmen okullarında devam eden eğitim sürecimizle bunu başarmanın mutluluğunu hep yaşadı. Tarih 16 Eylül 1961, sabah saat 8.00'de evimizin karşısında, yaklaşık 300 metre ötedeki eski bir karakol olan beş sınıflı okulumuzun bahçesindeydim. Elimde kocaman bir çanta, siyah önlüğüm, beyaz yakalığım, boynuma iple bağladığım bir silgi ile okula adım atmıştım. Cebimde de kocaman bir kırmızı elma vardı… Biraz ürkek ve tedirgindim. Ya ş a m ı m d a b i r ş e y le r i n d e ğ i ş m e k t e o ld u ğ u n u hissediyordum. Altı yaş, ilk çocukluk dönemi bitmişti, giysiler değişmiş, kitap, defter, çanta ve okul kavramları vardı artık. Evrilme, değişime adım atma denilen süreç buydu herhalde. Mahalle arkadaşlarımı gördüm. Büyük sınıflar koşuşturuyordu. Biraz sonra okulun emektar hademesi “Pembe Abla” toplanma zilini çaldı. Okulun önünde merdiven basamakları vardı. Basamakların önünde sınıf sınıf yaklaşık 200 öğrenci toplandık. Biraz sonra okul kapısında babam belirdi. Sol yakasında kırmızı bir gül vardı. “Günaydın Çocuklar” dedi. Hep birden, coşkulu bir şekilde “Günaydın” dedik. Günaydın kelimesi bana hep okulun o ilk gününü anımsatır. Büyülü, coşkulu bir terim… Aydınlığa, değişime, dönüşüme yolculuğunun tılsımlı sesi gibi gelir bana hep. Günaydın sonrası beşinci sınıflardan bir ağabey bayrakla merdivenlere çıktı. Babam ses verdi ve ilk İstiklal Marşını o gün hep birlikte söyledik. İstiklal Marşıyla da tanışmıştım. İstiklal Marşı sonrası babamın “yeni öğretim yılı, okul, dersler, Mustafa Kemal” konulu coşkulu konuşmasını hep birlikte dinledik. Benim gözüm öğretmenlerdeydi. Hangisi öğretmenimiz olacaktı? Öğretmenler merdivenlerden sevgi dolu bakışlarla, gülümseyerek bizleri izliyorlardı… Sınıf sınıf içeriye dershanelerimize girdik. Sınıfta ilk kez gördüğüm arkadaşlarım vardı. Biraz sonra kapı açıldı. Muğla İlköğretmen Okulu'ndan yeni mezun Durani Tekke (Keleş) tüm güzelliği ve insani sıcaklığıyla içeri girdi. Öğretmenimizi birden çok sevdik… Okul başlamıştı… Kavaklıdere'de o yıllarda Atatürk büstü yoktu. Bir gün okulda büyük bir hareketlilik vardı. Tüm okul “Atatürk Anıtı” için seferber oldu. Kavaklıdere mezarlık Okulların açıldığı gün, kendi tarihimi, 16 Eylül 1961 Kavaklıdere İlkokulunda “Günaydın” dediğim günü anımsadım. Geçen 52 yılı düşündüm. Siyah önlüğümü, beyaz yakalığımı yani çocukluğumu özlediğimi hissettim… İlkokul 1. sınıfa başladığımda ablam ilkokulu bitirmiş, ağabeyim 4. sınıftaydı. Bir gün önce berberde üç numara okul tıraşıyla başlamıştı heyecan. Yeni ayakkabı, çorap, pantolon, kitap-defter ve çanta, ne tatlı coşkulardı onlarla buluşmak. Bakkal Amcamdan defterleri, kitapları, kalem ve silgiyi, altı renkli boyalı kalemleri çantama koyduktan sonra eve gidişim zafere yürüyen bir kahraman gibiydi adeta. 1961 yılında Kavaklıdere'de elektrik yoktu. Mutfak ocağında yanan ateşlerin ışığında ve sıcaklığında ailecek yenen akşam yemeği sonrası devam eden okul heyecanımı hiç unutamam. Annemin kömürlü ütü ile pantolon ve önlüğümü ütülediği o akşamın güzelliğini ve merakımı hatırlarım hala. Kömür, ütü ve ütülemek olayı arasındaki ilişkiyi ilk kez o gün sorguladığımı hatırladım bu satırları yazarken. Okul imecesi devam ediyordu. Babamın eski gazeteleriyle ablamla birlikte kitapları, defterleri kapladık, kırmızı etiketleri yapıştırdık. Erkenden yatmıştım. Yorganımın altında çantam ve yeni ayakkabılarım da vardı… Kargaşa, heyecan, merak dolu uykusuz bir gece sabahı kahvaltıda annem, ablam ve ağabeyim ile birlikteydik. Okul müdürü babam yaklaşık bir saat önce okula gitmişti. Onun dünyasındaki okul heyecanını, dinamiğini ancak Köy Enstitüleri gerçeğini öğrenince anlayabilmiştim. Babamı şık bir kravat, boyalı ayakkabılar, ütülü elbiseleri ve yoğun, idealist bir öğretmenlik aşkıyla anımsarım hep. Öğretmenlik ona çok yakışırdı. Elli dört yıllık yaşamında hep öğretmen gibi yaşadı. Sade, yalın ve aydınlanmacı… Kısa yaşamında tüm heyecanı bizlerin -2- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE bölgesinden elden ele 200 öğrenci taşları taşıyarak “Atatürk Anıtı” imecesini ürettiler. Okul müdürü olarak babamın kaideyi anıtın üstüne yerleştirirken ki yüz ifadesini unutamam. Hariçten gazel… Kavaklıdere İlkokulu, yaşamımdaki “ilk devrim” idi. Nitelikli bir ilkokul eğitimi aldık o yıllarda. Zira eğitimin en önemli öznesi olan öğretmenler çok nitelikliydi. İlkokul yıllarımda her sabah tüm öğrenciler ve öğretmenler okul etrafında 3-4 tur atar, sabah kültürfiziği yapılırdı. Şimdiki deyimiyle “çakralar” açılırdı. Her sınıfın hobi bahçesi vardı. Sebze ve çiçekler dikilirdi. Sınıf sobasını sırayla yakardık. Her 23 Nisan'da ilkokul mutlaka tüm yurttaşlara yönelik müsamereler düzenlerdi. Tüm bayramlar özellikle Cumhuriyet Bayramı büyük bir coşku ile kutlanırdı. Şiirler, trampet takımı, marşlar, halk oyunları, matematikle, sayılarla tanışmamızı sağlayan fasulyeler, yerli malı kutlama haftalarımız gibi pek çok etkinliklerle dolu yıllardı ilkokul dönemi. Yıl 1966, ilkokul bitmişti. Kavaklıdere'de ortaokul yoktu. Tek seçenek parasız-yatılı okullardı. Yaşamımdaki ikinci devrim bu sınavlar sonucunda 16 Eylül 1966 günü Ortaklar İlköğretmen Okulu'nun kapısından içeri girdiğim gün başlıyordu. Laik, demokratik, parasız, karma eğitime merhaba, diyordum. 11 yaşındaydım ve artık hayata, okul denilen “evrensel mekân” ile daha farklı bakıyordum. Mehmet GENÇ mrgenc09@hotmail.com Şiirin zıddı kendisidir, zıt gidilmez şiire Şair ateşli silahlara kinli, gözlerin hariç İnsanım diyorum, insan, üstelik şair ve erkek Erkek köle olarak bir kadına yakarışım hariç Gönülsüz geri dönüşüme benzermiş ölüm Aşk uğruna ilk kurban oluşumuz hariç Amacında ölüm olmayan intiharsa aşklar İntihar dâhildir şairin yaşamına, ayrılık hariç Yıl 2013… Benim okul öyküm, algılarım böyle. 52 yıl sonra günümüzün çocukları, torunları acaba neler yazacaklar merak ediyorum… Onlar da coşkuyla okullarını, öğretmenlerini, laik-demokratik eğitim kazanımlarını yazabilecekler mi? Bilmiyorum… Ama, onların da yazacağı okul öyküleri olmalıdır dileğim var. Akıl, bilim ve diyalektik gelişim “Her şey akar” diyor. Eğitimi dinselleştirmepiyasalaştırma, akıl ve bilimden uzaklaştırma çabalarına rağmen hayat insanın özgürleşmesi yönünde akacaktır ve akmaktadır. Kavaklıdere'deki tüm ilkokul arkadaşlarıma, Or taklar İlköğretmen Okulu'nda sınıflarda, yatakhanelerde, pamuk tarlalarında, işliklerde, bayram imecelerinde beraber olduğum tüm arkadaşlarıma ve tüm öğretmenlerime sevgiyle, saygıyla… Yarı parçam diyorsun ya, yarı, arı içerikli Arı, bal çağrışımlı olsa ne çıkar, acısı hariç Hariçten gazel okuyan şairin biriyim belki Dize arasında seni giz olarak saklayışım hariç Mor giyinme bir daha Osmanlı saraylısı gibi Türkmen dudağına kazıdığım morluk hariç -3- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Bir Topluma Toplu Olarak Tecavüz Hüseyin YAŞAR* huseyinnyasar@hotmail.com Bir ülkede: Öncelikle, hâlihazırda okullarımızdaki genel uygulamalara kısaca göz atalım: Yöneticiler, kendilerine göre doğru ve iyi olan yaşam biçimini herkese kabul ettirmek istiyorsa, başka bir anlatımla yetişkinleri yetişkin olarak görmüyorsa ve yetişkinler de bu duruma karşı tepki vermiyorsa, İçinde öğretmen, veli ve öğrencinin bulunmadığı bir ''büyükler heyeti '' müfredat adı verilen bir bilgiler dizini hazırlar. Konuların dili, güncelliği, yaşam ile olan bağlantısı ve öğrencinin profiline bakılmaksızın bu dizin, bir paket halinde okullara gönderilir. Öğretmen paketin kalıbını bile bozmadan öğrenciye aktarır. Öğretmen aktarabildiği, öğrenci de belleğe doldurabildiği kadar başarılıdır(!). Sorgulama yoktur. Gözlem, deney, karşılaştırma, betimleme, konuya ilişkin bütünsel bakış vb. kısıtlıdır. Örneğin, çocuk erozyon olayını ot, çalı, toprak, suyun toprağa sızması, yamaç, eğim, yağış, kar erimesi ve aşırı otlatmayı görmese de ve bunlar arasındaki iletişim ve etkileşimi bir bütün olarak kavramasa da sular seller gibi anlatır. Sınavda da seçeneklerden doğru olanı kolayca işaretler. Böylece eğitim-öğretim (!) olayı, yeni bir aktarıma kadar sona ermiş olur. Ama erozyon, ülkemizde azalacağına daha da artar. Neden? Çünkü konu, sorgulanmamış, araştırılmamış ve gözlenmemiş, sadece ezberletilmiştir. Başta kadınlar, erkeğin yarattığı yaşam biçimini sorgulamıyor, sessiz kalıyor ve ona uyum sağlayıp sınırlı bir yaşam sürüyorsa, kısaca erkeğin şahsında kimliğini yitiriyorsa, bu yapı toplumun önemli bir kesimince de kabul görüyorsa, Altmış aylık çocuklar, doğuran ve onları büyütenlere danışma gereği duymadan ilkokula başlatılıyorsa v e yılın sonunda, onca çocuk adeta telef oluyorsa, sürüye kattığımız oğlak ve kuzuların bile hesabının sorulduğu günümüzde, kimse çocuğunun yaşadığı travmanın nedenini sormuyorsa, soramıyorsa, Bilim ve teknoloji üretilmeyip dışarıdan satın alınıyor, satın alınan bilimsel ve teknolojiye ait terimler satın alanın dilini istila ediyorsa, Teknolojik yoksunluktan dolayı sulanıp gübre verilemeyen topraklar, işletilmedikleri için madenler ve limanlar satılmak zorunda kalınıyorsa, Bunun sonucunda, o ülkenin ekonomik geleceğine ilişkin kararlarını, teknoloji ve bilim satıcıları veriyorsa, o ülkenin insanına toplu olarak tecavüz ediliyor, demektir. Bilindiği gibi, tecavüzler yalnız cinsel olarak değil, yukarıda anlatıldığı gibi ekonomik ve kültürel yönden de gerçekleşmektedir. Bu hale düşmenin /düşürülmenin en önemli nedeni, küçük yaştan itibaren insanların okulda sorgulama yapmaksızın, her söyleneni/anlatılanı/ uygulamayı bir ayet gibi, kabul etmeye alıştırılmış olmasıdır. Yerleşik aile gelenekleri de bu duruma destek vermekte, kuşkusuzluk bir yaşam tarzı olarak, işyerinde, tarlada, ailede ve fabrikada sürüp gitmektedir. Bilimsel düşüncenin temelini sorgulama oluşturur. Sorulmamış sorunun açılmamış kapıdan farkı yoktur. Sorular sorulduğu sürece yanıtları bulunur. Sorular çeşitlendikçe yanıtlar da aynı oranda çeşitlenir. Her yanıtta önümüz aydınlanır. Soruların çeşitlenmesi de sorgulayanların çoğalmasına bağlıdır. Ezberin olduğu yerde hafız ve hafizeler vardır. Bilgi ve teknoloji üretilmez; satın alınır. Satın alanlar satanlara bağımlı olmak durumundadır. Satın alanlarda edebiyat, tiyatro,heykeltıraşlık, müzik,dans,… gibi sanatlar da gelişemez. Bir buçuk milyar nüfuslu İslam toplumuna bakınca bunlardan çok görürüz. Sorgulayıcı yaşam biçimini geliştirmenin yolu/yolları elbette vardır. Bunların başında da okullar gelir. Bir toplumu bu şekilde kötürüm durumuna getirme eyleminin sözlüklerde “tecavüz”den başka bir adı var mıdır? *Emekli Coğrafya Öğretmeni -4- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE TOPÇU KIŞLASI ARTIK BAŞKA TÜRLÜ ANIMSANACAK! (Yalnız 31 Mart Ayaklanması Değil, 2013 Direnişi de Onun Tarihiyle Bütünleşti) Prof. Dr. Kemal ARI DeÜ Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Öğretim Üyesi Daha önce söylemiştim. 31 Mar t Gerici Ayaklanması'nda, Taksim'den Harbiye'ye doğru uzanan alanda yer alan topçu kışlasına yerleştirilen Avcı Taburları'nın, mektepli subaylara acımasızca nasıl saldırdıklarını ve onunla aynı anda Sultanahmet'te başlayan olayların dal budak salarak, Bab-ı Ali'ye doğru gittiğini... Dolayısıyla, bir yandan Derviş Vahdeti, öte yandan Said-i Nursi'nin ve kimi cami hocalarının; “Din elden gidiyor; kadınlar artık yüzü açık geziyor; Şeriat İsteriz!” nidalarıyla kışkırtmada bulunduklarını... Sultan Abdülhamit'in, ayaklanan güruhun isteği üzerine onlarla görüştüğünü; dolayısıyla bu görüşmenin kalkışmacılara daha büyük cesaret verdiğini... İstanbul'un haftalar boyu gerici ayaklanmacılara teslim olduğunu ve bunda Topçu Kışlası'nın baş rol oynadığını... Hareket Ordusu'nun İstanbul'a girdikten sonra, kanlı çarpışmaların yaşandığını; sonunda İstanbul'un düzenli askerlerin kontrolüne girdiğini ve Mahmut Şevket Paşa'nın buyruğuyla, Topçu Kışlası'nın topa tutularak, ağır bir darbe aldığını... askerlerini yerleştirdiler. İşgal dönemi boyunca, İstanbullu sayısız yurtsever bu kışlada yok Anadolu'ya insan kaçırmak, yok casusluk yapmak, yok para göndermek; yok silah kaçırmak gibi nedenlerle, burada, yani bu kışlada işgalciler tarafından acımasızca sorguya çekildi... Bu kışlaya hapsedilenler, orada günler boyunca işkenceden geçirilenler oldu. Bu işkence sırasında yaşamlarını yitirenler; yitirdikten sonra da cesetleri, kışlanın bir yerine kaldırılıp atılanlar vardı... Gericiliğin ve işgalin tanıklığıydı bu kışla... Ha, diyeceksiniz ki; kışlanın bütünüyle yıkılması doğru muydu? Sonuçta tarihe tanıklık Haklısınız! Ancak, cumhuriyet döneminde, pek çok kentte planlamalar yapıldı. Özellikle yabancı uzmanların görüşleri doğrultusunda kentlere yeni çehreler verilmeye, cumhuriyetin devrimci yüzü yeni mimari ve şehircilik olgusuna yansıtılmak isteniyordu. Üstelik geçen zaman içinde, özellikle işgalden sonra, kimi göçmen kafilelerin barınma yeri; suç potansiyeli olan evsiz barksız insanların sığınma yeri; hatta kimi spor karşılaşmalarının yapıldığı kutlama alanı gibi işlevleri; kışlanın yapılış amacıyla hiç örtüşmüyordu. Bölgede, kentin nefes alacağı geniş bir alan oluşturulmak istendi. Üstelik kışlanın, pek mimari değeri olmadığı saptaması yapılmıştı. Bunu bugün, dünyanın en önemli sanat tarihçilerinden Prof. Dr. Doğan Kuban da söylüyor... Bunların hepsi doğru... Üstelik öncesi de var sonrası da… Merak edenler; o günleri anlatan ciddi anılara ve akademik incelemelere bakabilirler... Sonrası dedik de... Hemen anımsatalım: Bu ünlü kışla, topa tutulduktan sonra, iyice yıpranmış ve metruk bir hale gelmiş; gericilik orada ve onun gibi başka mekânlarda boğulmuştu. Ancak kimi onarımlardan geçirilerek, eskisi gibi olmasa da bu kışla yine de kullanılmıştı. Ve cumhuriyet, yeni kent mimarisine yönelirken, bir seçim yapmış ve bölgeyi halkın rahatça gezip dinleneceği geniş bir park alanına dönüştürmek istemişti... Ve ne oldu biliyor musunuz? İstanbul işgal edilince, bu kışla, işgal ordularına bağlı askerlerin kışlası yapıldı. Kışlaya İngilizler getirip, Bütün bunların hepsi tarihte yerini aldı. Ancak bundan sonra başka bir şey daha var. O da şu: Artık Taksim Kışlası'nın yerine yapılan Gezi Parkı, başka bir yönüyle tarihte yerini alacak: 2013 Ayaklanmasıyla... Evet, 2013 Yılı Mayıs Ayı, daha önceki olayların hepsinden daha baskın bir tarihsel olguya dönüşmüş ve tarihteki yerini almıştır: Bunu, nasılsa ömrü olanlar, günü geldiğinde olaylar üzerine kitaplar yazılmaya, belgeseller çekilmeye başladığında görecekler... Topçu Kışlası -5- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE KİMLİK Prof. Dr. T. Ayhan ÇIKIN* At korkularını zamanın sonsuzluğuna / Kalmasın içinde geçmişin yıkıntıları Cem, 16 Eylül 2013 seninle karşılaşmamızın 14. yılına giriyoruz. Kalbi(m/n) 37 yaşında, tenim 68 Doktorlar, kalp naklinden sonra kapattılar dosyalarını Ya nakil sonrası yaşantımız? 37'lik kalp, 68'lik ten… İçimde müthiş bir çelişki, Ve aklımda hep sen Rahmetle anıyorum seni…” * At korkularını zamanın sonsuzluğuna Kalmasın içinde geçmişin yıkıntıları En güzel gecelerini koy masaya Bir 'an' olsa da yaşa 'aşk'ın ateşini Nympha'ların çılgın danslarındaki adam Kaybetmiş haritada kendi yüreğini Yanı başından kayıp giderken zaman Sorgulandın mı hiç ölüm taşında sen Çizerken portresini yaşamın 'ince gülü' -sonsuzluğa göçüş mü?Seninle bir kez yaşamanın ödülü? * Taşı yüreğinde sevdanı - beyninde düşüÇekinme, gir otuz yedi'sindeki bir yüreğe Marsias'ta gör ritmini tutkunun Ateşle gençliğinle yetmişindeki bir teni Tut ellerinden yalnızlığın gecelerini Eğil, sor çöldeki durgun sulara 'Kaybolmaktaki yüzün kimliğini' *Ozanımız T. Ayhan Çıkın genç yaşta yaşamını yitiren bir yurttaşımızın kalbiyle yaşıyor. Onun kalbini yaşatıyor. Ona seslenerek onu minnetle anıyor. Biz de olanca duygularımızla ozanımıza katılıyoruz ve organ bağışlamanın ne denli önemli olduğunun altını bir kez de biz çiziyoruz.(Adabelen) Bakanımız diyor ki… “Bu ülke Müslüman bir ülke. Yüzde 99'u Müslüman. Şimdi Türkiye'nin konumu itibarıyla biz icat yapamıyoruz, buluş yapamıyoruz. Tarım ülkesiyiz biz. Ne yapacağız biz? Ara teknik eleman ülkesiyiz biz. O zaman biz çok daha iyi eğitim almak zorundayız. İnsanlarımızı çok daha iyi yetiştirmek zorundayız. Öyle kalem efendisi değil. Eğer biz çocuklarımızı iyi yetiştirirsek kalem efendisi değil, ara teknik eleman, üniversiteyi bitiren, teknolojiyi iyi kullanan, bilgisayar bilen ve lisan bilen, dünyadaki bütün bilgileri alıp onları çok iyi kullanan, çok kaliteli gençler olarak yetiştireceğiz.” Erdoğan Bayraktar- Çevre ve Şehircilik Bakanı -6- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE İcat çıkarma Elif ! Bakan Kızabilir… Damla BEKTAŞ erdalatici@gmail.com 16 yaşındaki genç bilim insanı Elif Bilgin, muz kabuğundan ürettiği *biyoplastik'le Google Bilim Fuarı'nda finale kaldı. Elif'in bu başarısı “ara eleman ülkesiyiz” diyen devlet büyüklerini tekzip eder nitelikteydi. İstanbul'da yaşayan 10. sınıf öğrencisi Elif Bilgin, henüz 10 aylıkken cümle kurarak konuşmaya, 4 yaşında bilim dergileri okumaya başladı. Bilimsel araştırmalara olan merakı onu ilginç projeler üretmeye itti. Muz kabuğundan biyoplastik üretimi projesineyse iki yıl önce başladı. Başlangıçta başarısız olsa da, sonunda muz kabuğundan biyoplastik üretmeyi başardı. Projesini bu yıl üçüncüsü düzenlenen, 120 ülkeden 13-18 yaş arası binlerce gencin yarıştığı Google Bilim Fuarı'na yolladı ve halkoylamasında birinci oldu. Böylece Elif Bilgin 23 Eylül'de açıklanacak olan, Büyük Ödül'ün sahibi 15 finalistten biri olmaya da hak kazandı. -Bilime olan merakınızı ne zaman fark ettiniz? -Hep meraklı oldum. Hep çok konuşan, çok soru soran bir çocuktum. Küçük yaşta kendi kendime okumayı öğrenerek meraklarımı kitaplardan gidermeye çalıştım. Ailemin aldığı, çocuklar için uygun bilimsel kitaplar benim ilk okuma kitaplarım arasında yer aldı. Bilime esas merakım sonraki yıllarda ortaya çıktı. 5. sınıfta İstanbul Bilim ve Sanat Merkezi'nde özel eğitim görmeye hak kazandım ve burada bilimin çeşitli dallarında kendimi geliştirme imkanı buldum. -Daha önce buna benzer çalışmalarınız oldu mu? -Daha önce de okulda ve Bilim ve Sanat Merkezi'nde düzenlenen bilim fuarlarında rüzgar gücüyle çalışan araba tasarımı ve topraksız tarım yaparak sebze üretimi projelerimle alınmış iki birinciliğim var. -Bu projeyi gerçekleştirirken ailenizin ve çevrenizdekilerin tutumu nasıldı? -Ailem desteğini hiç eksik etmedi, yarışmaya katılıncaya kadar okul arkadaşlarımın haberi olmadı. Sadece BİLSEM'de danışman öğretmenim Songül Genç haberdardı. Zatenprojemi yarışmaya için teşvik eden de o oldu. -Ödülünüzle yapmayı planladığınız özel bir şey var mı? -Bu ödülün bir bölümünü projemle ilgili kullanıp kalan kısmını da maddi imkanları kısıtlı, fakat üstün başarılı iki üniversite eğitim giderlerine karşılamaya yardımcı olmak için kullanmayı düşünüyorum. -İleride eğitiminizi Türkiye'de mi, yoksa yurt dışında mı devam ettirmek istersiniz, sizin için hangisi daha avantajlı olur? -Hayalim yurt dışında üniversite eğitimi almak. Her ikisinin de avantaj ve dezavantajları olduğunu biliyorum. Fakat sonuçta bilimle ilgili bir dalda çalışıyor olacağım ve ve bunu tüm insanlık adına yapacağım için nerede olduğum çok fazla fark etmeyecek diye düşünüyorum. -Türkiye'de bilimle ilgilenen gençler sizce yeterince destekleniyor mu? -Daha önce de bahsettiğim gibi bu konuda Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı Bilim Sanat Merkezleri çeşitli testlerle ve mülakatlarla seçilmiş öğrencilere okullarının haricinde bilimin kadar çoğaltılırsa ve maddi açıdan desteklenirse benim gibi birçok genç, bilimsel çalışmalar yapmaya imkân bulur. -Bu projeyi gerçekleştirirken kendinizle çatıştığınız oldu mu, hiç içinizden pes etmek geçti mi? -Bu soruya hayır demek imkânsız. Çünkü sonuçta hiçbir çalışma başlangıçtan sonuca kadar sorunsuz gitmez. Pes etmek istediğim zamanlarda önce duruma sakin olarak bakmayı, sonra tekrar tekrar düşünüp çeşitli fikirler yürütmeyi öğrendim, -Aldığınız ödüllerden en çok hoşunuza giden hangisiydi? -Google'dan aldığım ilk ödül dünyaca ünlü ve çok prestijli bir bilim dergisinin verdiği özel ödüldü. İkinci ödğl de yine dünya çapında halk oylamasına sunulan projeler içinde en beğenilen projeye verilen bir ödüldü. Bunların her ikisi de Türkiye'nin adının tekrar tekrar duyulmasına sebep olduğu için, benim için çok değerli. -Çalışmalarını beğenerek takip ettiğiniz biri var mı? -Beni CERN'e davet ederek unutulmaz bir deneyim yaşamamı sağlayan değerli bilim insanı, Bilge Demirköz idolüm. Umarım ilerde ben de kendisi kadar başarılı olurum. - B i l i m le i lg i le n e n ya ş ı t l a r ı n ı z a ö n e r i ve tavsiyeleriniz var mı? -Bilimle ilgilenmeye başlamış birisi zaten meraklı, araştırmacı, öğrenmeyi zevk haline getirmiş birisidir. Benim tek önerim, yılmadan bıkmadan çalışmalarına devam etmeleri. -Çalışma, yaratıcılık, zeka, hayal gücü, eğitim… Size göre bir projeyi gerçekleştirebilmek için hangisi daha önemli? -Herkesin kendine özgü bir çalışma şekli var. Bence ideal olan saydıklarınızın hepsine birden sahip olabilmek. Bunlardan bir ikisine sahipseniz ve kendinizi geliştirmeye çalışırsanız iyi bir proje çıkarmak her zaman mümkün. *Biyoplastik nedir? :Doğaya zararlı olan plastikler konusunda alternatif oluşturularak geliştirilen biyoplastik ürünler çevreye duyarlı ve geridönüşümü mümkün bir halde üretilmektedir. Dünya geneline bakıldığında çok küçük bir kesimin biyoplastik konusunda üretim yapıyor olması biyoplastik kullanımının yaygınlaşmasını engellemektedir. Günümüzde ambalaj malzemeleri, tek kullanımlık çatal, bıçak, bardak ve biyoplastiklerden üretilen bahçe malzemeleri gibi ürünler piyasa da yer almaktadır. (15 Eylül 2013 tarihli Cumhuriyet Gaz. Pazar ekinden) -7- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Gerçek Bir Yurtsever GİRİŞİMCİLİK NEDİR BİLİYOR MUSUN? (KÜTÜPHANECİ MUSTAFA GÜZELGÖZ'ÜN SERÜVENİ) “Bulunduğun yere yenilik katmalısın ve mutlaka adım atmalısın!” Yıl 1943. Genç Mustafa'nın tayini kütüphaneci olarak Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi'ne çıkar. Devlet memurluğu o dönemde süper bir şey, çünkü özel sektör falan yok. Bizimki kütüphanede heyecanla okurları bekler; bir gün olur, beş gün olur, gelen giden yok. hepsinden fazla hak etmektedir. Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar. Mustafa bakar ki kütüphaneye kadınlar hiç gelmiyor. Zenith ve Singer'e mektup yazar: “Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişine kocaman yazayım“ der. Zenith dokuz tane, Singer bir tane dikiş makinesi yollar. Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır: “Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun.” Gelen giden olmaz. Amirlerine durumu bildirir. – Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyon mu, almıyon mu? Salı günlerini kadınlar günü yapar. Kumaşı alan kadın kütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur. Sırada bekleyen kadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar diye. Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce halkevlerine okuma yazma kursları vermeye gider. – Alıyorum. – Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak? Başına daha fazla bela alacan, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten… Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır. Bu arada valilik Mustafa hakkında dava açar, “Kendi görev tanımı dışında davranıyor.” diye. 50 yaşına gelen Mustafa Amca baskıyla emekli edilir. 23 yaşındaki genç memur “Ne yapayım, ne yapayım?” diye düşünür durur. Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler. Eşi önce “Deli misin Bey?” der, ama kocasının bir şeyler üretme, işe yarama çabasını yakından görünce fikri kabullenir. O dönem devletteki amirlerinin çıkardığı tüm engellerin tek tek, binbir güçlükle üstesinden gelir. Çünkü o zaman da şimdiki gibi, “Aman bir şey yapmayalım da başımıza bir iş gelmesin. Çalışsan da aynı maaş, çalışmasan da…” zihniyeti aynen var. O bıyıklı, kravatlı, asık yüzlü, sigara kokan, arkalarındaki Atatürk resminden utanmayan, ama ülkesine gram faydası da olmayan bürokratları zorlukla ikna eder ve bir eşek alır. İki tane de sandık yaptırır. İki sandığa, kalınlığına göre 180-200 kitap sığar. Sandıkların üstüne “Kitap İare Sandığı” yazar. Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar. Kütüphaneye de bir yazı asar: Mustafa Amca köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir. 2005 yılında Mustafa Amca vefat eder. Tüm Kapadokya çok üzülür, aralarında toplanırlar. Ürgüp'e Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykelini dikerler. “Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz.” Köydeki çocuklar şaşırır. Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, o gariban çocukların küçücük ellerine kitapları verir. Düşünün, Noel Baba gibi. Noel Baba yalan, Mustafa Amca ise gerçek. Geyikler yerine eşeği var. Eşek de daha gerçek, Girişimcilik ne biliyor musun? Mutlaka adım atmalısın. Bulunduğun yere yenilik katmalısın. Mustafa Amca da… “Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak.” der. Yaptığın iş olduğu yerde durup duruyorsa, sende bir uyuzluk vardır arkadaş. İnsan var, dokunduğu yere değer katar; insan var, dokunduğu yere değer kaybettirir. Bakın Nevşehir'den ve bu ülkeden nice müdür, amir, vali, bürokrat, milletvekili, politikacı geçti; binlercesinin adını kimse hatırlamaz, ama Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykeli var. Mustafa, artık Ürgüp'teki kütüphanede bir iki gün durmakta, diğer günler eşeği Yüksel'le köy köy gezmektedir. Köylerdeki çocuklar Eşekli Kütüphaneciyi her seferinde alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç içinde yeni kitapları beklerler. Mustafa Amca'nın ünü etrafa yayılır. Diğer devlet memurları makam odalarında sıcak sıcak oturup iş yapmazken, Mustafa'nın eşeği Yüksel, yediği otu O'nu saygıyla anıyoruz, O'nun yaşamı herkese örnek olsun, diyoruz. -8- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE OTOBÜS YOLCULARI Bekir ÖZGEN bekirozgen@hotmail.com Bir kıyı ilçesine giden otobüste birbirlerine hem yabancı hem tanıdık, tam elli kişi. Kırk dördü oturmuş, altısı ayakta. kişilik yürüyen evde hepimiz can taşıyoruz. Bizleri tehlikeye atmaya hakkınız yok.” Vakit ikindiye yeni vurmuş. Dışarı bir fırın ağzı gibi ateş saçıyor. Sıcağın saldırısından az da olsa kurtulmuş olmanın rahatlığı içinde soluklanmaya çalışıyor kendini içeri atanlar. Hâlâ suskun öteki yolcular. Biraz daha üstüne gidince, “Konu çok önemli! Konuşmamı kesemem!” diye dikleşiyor Raji. “Öyleyse, otobüsten in, öyle konuş!” uyarısı geliyor karşısındakinden. Otobüsün kalkmasıyla, sürücü yardımcısı yolcuları uyarıyor; “Hareket halindeyken cep telefonlarınız kapalı kalsın!” Raji, birden parlıyor ve kimsenin beklemediği bir atağa geçiyor. Sonra da, “Cümleten hayırlı yolculuklar!” diyor. “Sizin canınız can da, benimki patlıcan mı? Hem benim canım hepinizinkinden daha değerli,” diyerek dikleşiyor. Otobüsün yola düşmesiyle, orta koltukta oturan iki genç âşık, oynaşmaya başlıyor. Oğlan, bağcıklı ayakkabısını çıkarıp yana atmış. Ayaklarını öndeki koltuğun tepesine uzatıp geriniyor. Sol yanında oturan kız arkadaşı da sağ bacağını sevgilisinin kucağına yerleştirmiş. Onun bu son tümcesi, önceki sözlerinin üstüne tuz biber ekse de, otobüstekiler yine suskun, yine devinimsiz. Ha varlar ha yoklar. O anda, yandaki koltukta oturan ak saçlı gözlüklü yetmişlik, “Gençlik bu! Damardaki kan deli akıyor; beyin, duyguya yenik düşüyor,” diye düşünürken, Raji'nin bu son tümcesiyle, birden dizginlenemez bir öfkeye kapılıyor. İçindeki sıkıntının büyüyüp dallanmasının önüne geçemiyor. Yerinde doğruluyor, gözündeki güneş gözlüğünü çıkararak, sesleniyor Raji'ye: Öpüşüyor, konuşuyor, söyleşiyorlar. Arada bir, kızın, “Raji'm, Aşkım!” sesi duyuluyor. Gözleri bu manzaraya erişebilen yolculardan biri, “Tam bir yabancı film sahnesi!” diyor. Daha yolun yarısına bile gelmeden, keçi sakallı Raji, 3G'li cep telefonunu açıp konuşmaya başlıyor. Arkası gelmeyen bir söyleşi bu… Sesleri herkes duyuyor ama kimse bir şey anlamıyor söylediklerinden. “Ukalalığın anlamı yok delikanlı! Senin canın bu denli değerliyse, böyle bir halk otobüsünde ne işin var? Gideceğin yere özel bir otoyla ya da helikopterle gitsen daha iyi olmaz mı?” Önü alınamaz bir sıkıntı kol geziyor otobüste. Ayaktaki yolculardan bıyıklı, uzunca boylu genç sayılabilecek biri, dayanamıyor. Bu gence dönüp “Tam on dakikadır, cep telefonuyla konuşuyorsun. Hem de otobüs görevlisinin sizleri yasak konusunda uyarmış olmasına karşın. Ne aymazlık, ne cürettir bu böyle?” diye soruyor öfkeyle. Raji'nin etine kızgın demir değmiş gibi. Kin dolu gözlerle ihtiyarı süzüyor. Gözleri irileşmiş, yüz çizgileri gerilmiş. Henüz örselenmemiş gençliğiyle diklenmeyi sürdürmekten yana. Sevgilisi bırakmıyor. “Uyma bunlara!” diyor titrek bir sesle. Aldırmıyor Raji. Onların bir arka sırasında oturan saçları kızıla boyalı bayan, ”Her yerin bir delisi olur ya! Bu da, bizim otobüsümüzünki!” diye geçiriyor içinden. Yolcularda bir kıpırdanma oluyor. Boyunlarının tutulmasına aldırmadan, dönüp arka koltuklara bakıyorlar. * Yalnızca sırıtıyor esmer delikanlı. Çoğu yolcunun içten içe tepkili olduğu bakışlarından okunuyor. Ama ortak bir tepki de yok. Aradan yirmi dakika ya geçmiş ya geçmemiş. İçerdeki rahatsızlık diz boyu. Bütün bu olan bitenlere bir de ağustos sıcağı musallat olmuş; aç kurtlar gibi üzerlerine geliyor. Ofların, pufların çoğaldığı bir anda otobüsteki bir başka genç, kulağındaki inci küpelerle, bu konuşmalara kayıtsızmış gibi görünüyor. Ancak, o da ne?.. Telefon İş yine o düzgün hatlı bıyıklı gence düşüyor. Oğlanın bu kayıtsız tavrına dayanamayıp “Kardeşim!” diyor. “Şu elli -9- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE bir ses tonuyla, “Yontulmamış yobazlar, ne olacak! Saldım çayıra mevlam kayıra,” diye çıkışıyor. mikrobu domuz gribi oluyor, ona da bulaşıyor her nasılsa!.. Cep telefonunu eline alıyor, karıştırıp duruyor. Sağa sola iletiler yolluyor. Sonra da, tuşa basıp kulağına götürüyor. “Alo canımın içi nasılsın?” diyerek başlıyor konuşmaya. Onun söyleşisi de uzadıkça uzuyor. Başı örtülü, yürümekte güçlük çeken bayan, hınçlı ve dolu… Duyduklarının altında kalacak gibi değil. “Sizlerin nasıl yontulduğu belli… İki saattir, ne mal olduğunuzu ortaya koydunuz. Hepinizin de ar damarı çatlamış. Büyüğe saygı, insana sevgi hak getire. Aile terbiyesi derseniz, semtinize uğramamış. Görgü kurallarının yanından bile geçmemişsiniz. Nasipsizler…” diye veryansın ediyor. Otobüs yolcuları şaşkın, kaygılı ve suskun… “Bu kadarı da olmaz ki!” dercesine, bakışıyorlar. Bu arada, otobüs sorumluları ortalıkta görünmüyor. Sanırsınız, onlar sağır. Onlar kör. Onlar yok. Böyle olunca da, duruma el koyma, yine ayaktaki o uzun boylu bıyıklı gence düşüyor. Bu kez de, küpeli gence dönerek, “Arkadaşım!” diyor. “Biraz önce konuşulanları duydunuz. İnadına yaparmış gibi telefonunuzu niçin açık tutuyorsunuz?” Ayaklanan yolculardan biri, “Boş ver kardeşim!” diyor, kime ne için söylediği belli olmadan. Tam da o sırada, dışarıda otobüs bekleyen yolculardan birinin elindeki radyodan gelen yanık bir şarkı dolduruyor kulakları: Küpelinin yanıtı çok sert, sert olduğu kadar da ilginç: “Boş vere, boş vere…” “Sen bu otobüsün hareket memuru musun yoksa güvenlik sorumlusu mu? Sana ne? Sen kendi işine bak! Beni ancak otobüs görevlileri uyarabilir.” Güneş, havada asılı kalmış bir yakıcı umut ışığı gibi durmuş, öylece onlara bakıyor. Bir anda konuşma, tartışmaya dönüşüyor. Ses tonları istem dışı yükselmeye başlıyor. İnenlerin dışındakiler çok geçmeden, denizin arkasına saklanmış Bayraklı'da buluyorlar kendilerini. Daha durağa varmadan, Raji ayağa fırlıyor. Biraz önce sevgilisinden ayrılmak istemeyen kendisi değilmişçesine, “Değerli arkadaşlar, saygıdeğer büyüklerim,” diye yükseltiyor sesini. “Sizleri üzdüğümüzün, çoğunuzu hayal kırıklığına uğrattığımızın ayrımındayız. Şu anda aranızda bulunan biz sekiz kişi, Bayraklı Kültür Merkezi Topluluğunun oyuncu üyeleriyiz. Halkımızın hoşgörü sınırlarını yoklamak ve kafalarda kimi soruların oluşmasına yardımcı olmak üzere doğaçlama yollu bir oyun sergiledik. Dışarıdaki acımasız yaşamı, biraz abartılı da olsa, içeride yaşatmak istedik. Sağ olun, bilmeden de olsa, çoğunuz bize hem katılmakta hem katlanmakta sakınca görmedi ve yardımcı oldu…Bir kusurumuz olduysa affoluna.” Bu arada ortalık biraz sakinleşince, yetmişlik adam cep telefonunu hâlâ açık tutan gence dönüyor. Ağlamaklı bir sesle, “Kulağındaki pahalı küpeden, üstündeki marka giysilerden okuryazar olduğunuz anlaşılıyor. Şu camlarda yazılı olan uyarıyı okuyorsunuz da, neden duyarlı davranmıyorsunuz? Çevrenizdeki insanlar bu kadar mı değersiz sizce?” diye sormadan edemiyor. Olan bitenleri izleyen yaşlı bir adam, “Bu gençler, kurallara meydan okumaktan zevk alırlar. Onlara göre dünyada yalnızca kendileri vardır. Gerisi, fasa fiso…” diyor. Onlara kulak kabartan genç bir kız da, “Şu zeytin ağaçlarına bak hele anne!” diye fısıldıyor. “Boynunu eğmiş dallarda zeytin çitiliyken, dik dallarda bir tek zeytin yok.” Kendilerini bu oyunun içinde bulanlar şaşkın mı şaşkın. Afallamış, bir tuhaf olmuşlar. Kimse ne diyeceğini, ne yapacağını bilemiyor. Derken, yetmişliğin önündeki koltukta oturan esmer kadın, kara gözlerini kara kara devirerek yerinden kalkıyor birden. Kaşları çatık, başlıyor verip veriştirmeye: * Zaman geçmek bilmezken, otobüs kent merkezine yaklaşıyor… Yol üstünde denizi arkasına saklamış ana duraklardan birine yüzünü çeviriyor. Kaptan yardımcısının uzun süredir çıkmayan sesi birden gürlüyor, “Soğukkuyu!.. ”Bir kıpırdanma başlıyor otobüste. Ayağa kalkanlar oluyor. Arka sıralardan birinden ön kapıya doğru ilerleyen başı örtülü, orta yaşlı bir bayanın çantası, ayrımında olmadan, koridor koltuklarından birinde oturan genç bir bayana çarpıyor. Bir vaveyla da orada kopuyor. Öğrenci olduğu anlaşılan kız, çantalı bayanı özensizlikle suçlayan alaycı “Haydaaa!..” diyor. “Böyle de oyun mu olurmuş?.. Bu yaptıkları şaka olmaktan çıktı kaka oldu.” Bir başkası ise, “Sağ olsunlar, var olsunlar,” diye hava atıyor. “Zaten yaşam da bir oyundan öte ne ki? Bizi düşündürmeyi başardılar ya. Gerisi hava…” -10- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE “Bunlar oyuncu falan değil, düpedüz terörist!” diyor başı örtülü bayan. Herkesin kafasından geçenleri okuyormuş gibi istemeden de olsa bir kez daha yola koyuluyor otobüs. Utanmasa, duracak, “İnin aşağı ulan! Ben, makineyken makineliğimi biliyorum da, sizler insanken insanlığınızı ne tez unuttunuz,” diye yakınacak. ESKİYEN İki, bilemediniz iki buçuk saatlik bir yolculuk bu şunun şurasında. Ne ki bu zaman diliminde yaşananlar unutulur gibi değil. Bayraklı'dan hastane durağına dek kendini göstermeyen, ama var olduğu tam da o anda ortaya çıkan bir ortak düşünceyi, orta sıralarda oturan orta yaşlı oturaklı bir bey dillendiriyor: Salih GÖZEK salih53g@yahoo.com.tr ipi kopmuş bir uçurtma savrulur içimin göğünde “Şuna bakın hele! Toplum olarak ne hale gelmişiz. Herkes olmuş birer barut fıçısı. Bir kıvılcım değse, patlayacak!” diyor. Sonra da soruyor: dağınık bir coğrafyada yalnızlığımdır belirsiz duygularla izini sürdüğüm susuzluğumdur terli bıçak gibi her gece sokaklara vurduğum “Biz, böyle mi olacaktık?..” Toplumların da yanlışlardan bıkabileceklerini doğrularcasına, suskun yolcuların ağzında bir koro oluşuyor: “Doğru söylüyorsunuz. Doğru. Doğru. Çok doğru…” her akşam yıkılır kül olmuş hüzün vakitleri ipi kopmuş uçurtmayla kendi içimedir yolculuğum * Otobüs otogara gelip park ettiğinde tekerleklerin değil ama yolcuların baş dönmesi sürüyor. Yıllar boyu gelip geçilmiş, eskitilmiş bir yolu, ilk kez kat etmiş gibiler. kutsal bir söz gibi ezberimdedir adı adı, iç sesimde akıp giden ırmak bir kibrit çakımı söndürdüğüm Güneş, nar kırmızılığına, papatya sarısı katarak yavaş yavaş yuvasına çekilirken, kimin için doğup kimin için battığı belli olmuyor pek. Duyulan duyulmayan bütün konuşmaları arkada bırakıp evlerinin yolunda yürürlerken, yolcular, birbirlerine biraz daha yabancılaşmış, biraz daha ötekileşmişler mi? Yoksa sahnelenen bu mobil oyunda aldıkları rollerle daha mı yakınlaşmışlar? dışarıda birileri kırılıp sürgün geçiyor bulvarı sabah, kurşun gibi alnımda eskiyor çalınmış duygularım! Belli olmayan bu işte… O gün bugündür, Altınyol'dan ne zaman geçsem, yaşlı yüreğimin ıssızlıklarına bu otobüs yolculuğunun hüznü gelir, oturur. -11- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Olmazsa olmazımız LOZAN’I ANLAMAK ve YAŞATMAK Tahsin ŞİMŞEK tahsin.simsek@mynet.com Lozan'ın üzerinden 90. yıl, Ankara'nın düzünden silindirler geçti!... çok ki, ha Hitler'in 'kahverengi gömlekliler”i, ha bizim “kara çarşaflılar”ımız, sıkmabaşlarımız. Onlar ki, siyasetin militan emir kulları. Öyle olmasaydı, bir zamanlar Ahmet Necdet Sezer'e tepkilerini göstermek için, ellerinde Kur'an, Çankaya Köşkü'nün kapısına kadar yürümeye kalkışabilirler miydi? Kadını yaşamın dışına düşüren hangi anlayışın ve eylemin, kadının iyiliğine olduğu söylenebilir? Sokakta, mecliste söz hakkı olmayan kadının mı? Bu metni kaleme alırken kendime sordum: Lozan'ı savunanlar nerede, karşı çıkanlar nerede? Lozan'ı savunanlar tutuklu, Lozan'ı savunanlar hep muhalefette… Onlar, “ulusalcı” oldukları için, siyasetin de sosyal yaşamın da dinozorları artık… En azından beyinlere şırınga edilerek oluşturulan algı bu. Peki, Lozan'a karşı çıkanlar, açıktan olmasa bile, Sevr düşleri kuranlar neredeler? Başımıza çuval geçirenlerle işbirlikçiliğin tadını çıkarmaktalar. Onlar, siyasetin de medyanın da söz kesenleri. Hatta onlar, yurtiçinde ve dışında Lozan'ı protesto yürüyüşleri yapacak cesareti kendilerinde gören demokrasi fırsatçıları, ayrılıkçılar… İş gelip dayanıyor eğitime. Bakın Cumhuriyet eğitimi almış Attilâ İlhan bir yazısında ne diyor: "O zamanlar lisede bir dersin sınavında başarısız olduğumuzda, ülkemize karşı görevimizi yerine getirememiş gibi bir duyguya kapılırdık; çünkü o zamanlar cumhuriyet vardı, Atatürk vardı." Ben ekleyeyim, bir de Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) vardı. Lozan'da Tevhid-i Tedrisat kavgası da verilmiştir. Osmanlı'nın son döneminde, ülkenin her yanında misyoner okulları açılmıştır. İstanbul ve İzmir dışında yabancı dille eğitim yapan, yabancılara ait üç yüzü aşkın okul vardır. Özellikle Elazığ, Van, Diyarbakır gibi kentlerde iyice yoğundur. Bu okullar, I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı'nda Beşinci Kol gibi faaliyet göstermiştir. Atatürk bu tehlikeyi çok iyi bildiği için bunların hepsinin kapanmasından yanadır, kapatmıştır. Bak şu yabancı dil düşmanına diyebilirsiniz. Ayrılıkçılar deyince aklıma geldi. Castro 1994'te şu saptamayı da yapıyor: “Türkiye'deki olayları yakından izliyorum. Umarım ve dilerim ki, sizin oradaki Kürt hareketi, Yankee'nin (ABD) petrol bekçisi olmaz.” Geç kaldık, oldular bile… Ha dünün emperyalizmi, ha bugünün küreselleşmesi. Onalar, işbirlikçisini, her zaman, her ülkede buluyor. Hiç unutulmamalı ki Misak-ı Milli ruhu, Lozan'la yaşamaktadır. Ülke bütünlüğünden ödün verilemez. Bırakalım Lozan'ı bir yana, 18 Mart'larda, Çanakkale'de ölen şehitlerimiz de “emperyalist bir ordunun askerleri” olarak nitelenmekte artık. Kanıtı, 18 Mart 2005 tarihindeki NTV programı. Birilerine, Bilgi Üniversitesi'nden Aykut Kansu'ya göre, Lozan'ın temelleri üzerinde yükselen Cumhuriyet ise “bütün özgürlüklerden, parlamento özgürlüğünden geri dönüştür.” Demek ki Lozan ve Cumhuriyet, birilerini özgürlüğünden etmiş!... Belki de esir olma hakkından?... Lozan'da görüşmelerin en çetin geçtiği alanlardan biri bu okulların geleceğinin ne olacağıdır. Ne var ki onca savaşıma karşın, birkaç tanesini kapatmak mümkün olmamıştır. Örneğin Robert Kolej bunlardan biridir. Atatürk'ün bir ilkesi vardı: Ulusal kimliğimizi koruyarak çağdaşlaşmak. Yeni üniversitelerimiz, niye hâlâ Robert Kolej'i örnek alıyor dersiniz?... Bunları sorgulamadan, uygulamaları algılamadan Dil Devrimi'ni anlamak/algılamak olası değildir. “Atatürk İhtilali”nin kuramcı ve uygulayıcılarından Mahmut Esat Bozkurt'un “Bir ferdin, bir milletin 'Ben hür olmayacağım, esir olacağım.' demek hakkı yoktur.” tümcesini, biz onun şu sorusuyla tamamlayalım: “Hem bir neslin, gelecek nesiller üzerinde kötülüğe doğru tasarruf hakkı nasıl kabul edilebilir?” Ama yıllardır hem de demokrasi adına, bu saçmalıkların kabul edildiğini görmekteyiz; ne acı!... Mahmut Esat Bozkurt'un Kuşadası'ndaki, büstünün üst üste saldırıya uğraması, elbette boşuna değil. Yıllardır, Tevhid-i Tedrisat'la biçimlenen eğitim politikalarının rafa kaldırıldığını hepimiz biliyoruz. İç politika ve onun uluslararası uzantıları, ne yazık ki her şeye kadir!.. “Kuvayı Milliye'nin eğitim ayağı köy enstitüleri”ni de demokrasimize sıfır çektiren politika erbapları kapatmıştı. “Siz isterseniz Hilafeti bile getirebilirsiniz.” diyen o büyüklerinden el alan bugünün politika demagogları da, denetimsiz Kuran kurslarıyla ve türbanla yatıp kalkmıyorlar mı? Kendi kuşaklarına bakıyorlar mı bilmem, ama onlar, Lozan'ı hâlâ tanımayan, tanımaya niyetli olmayan ABD'nin Kötülüğe doğru tasarruf hakkını kullananlar o kadar -12- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE 'yeşil kuşak'ı, “ılımlı İslam”ı olmaktan asla vazgeçmeyecek görünüyorlar. Bir de Lozan'ı keşke tanımasaydım diyen Avrupa'nın kuyruğu olmaktan. Evet, Sevgili Gençler, Başak, Eylem, Sevgi… Barış, Umut, Ata… ABD'nin Lozan'ı hâlâ tanımadığını unutmayın. Atatürk'ün cenaze töreninde Türkiye'deki temsilcisinin hazırlattığı 300 Dolar'lık çelengi, çok görüp 200 Dolar'a indirten o ABD'dir. Atatürk ne diyordu: "Ben, manevi miras olarak hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış düstur (ilke) bırakmıyorum. Benim manevi mirasım, bilim ve akıldır." Yani “ulema bilir” demiyordu. ki, ilelebet payidar kalacak olan gerçeklerdir. Bütün çabamız, Güncelin tuzağında debelenenlere, kararsızlık gösterenlere Atatürk gerçeğini göstermek, öğretmek olmalıdır. Bu gerçeği, gerçek devrimciler iyi görüyor. F. Castro, onca yılın deneyimiyle HABİTAT için geldiği İstanbul'da bakın şunları söylüyor: Atatürkçülük, yeni Türk devletinin temelini oluşturan “çağdaş” ve “ulusal” değerlerin birleşimi bir dünya görüşüdür. Demem o ki “ulusalcılık” öyle korkulacak bir şey değil, çağdaşlaşmaya da engel değil. Bu özelliğiyle aynı zamanda Türk yurdunun, Türk tarihinin, Türk halkının bütünlüğüne, gerçeklerine dayanan ulusal bir görüştür. İleriye yeniliğe açık devrimci bir yoldur. Halkımızı ortaçağdan modern çağa yönelten ilerici bir akımdır.” “Bu kadar büyük devrim yaptım; O'nun yaptıklarını ben başaramazdım. Asıl devrimci Atatürk'tür.” Castro'nun sözlerini şöyle tamamlayabilirim: “Devrimcilik, onun altı temel ilkesinden biridir, üstelik hep en genç olanıdır.” Şimdi bir iki öykümceyle (anekdot) sözlerimi noktalamak istiyorum. Amacım Lozan'ın özüne göndermelerde bulunmak, uzak yakın çağrıştırımlar yaptırmak. Hiroşima'daki Barış Müzesi'ni gezerken, müzenin adı da “Barış” olduğuna göre Lozan'ın ve Cumhuriyet'in ruhunu, ziyaretçi/anı defterine nasıl dökebilirim diye düşündüm ve deftere şu tümceyi yazarak imzaladım. “Türkiye'den yüz yıllık bir merhaba: Yurtta barış, dünyada barış” Uluslararası ilişkilerde eşitlik ilkesi geçerlidir. Lozan'da da Cumhuriyet'in ilk yıllarında da bu ilkeye bağlılıktan ödün verilmemiştir. Bakın bu ilke, İnönüMusolini görüşmesine nasıl yansıyor. Resmi bir gezi nedeniyle İnönü, İtalya'dadır, Musolini tarafından kabul edilir. İnönü kapıda görünür, ama Musolini yerinden kıpırdamamakta, hâlâ oturmaktadır. İnönü, uygun bir dille, Musolini'ye iki eşit devletten birini kendisinin temsil ettiğini hatırlatır ve bekler. Sonunda Musolini yerinden kalkar, bir adım İnönü, bir adım Musolini atar, ortada buluşur ve el sıkışırlar. Söz meclisten dışarı, söz arif olana deyip sözlerime bir fıkrayla noktayı koyuyorum: Eski fıkradır. Bir gün eşeği düğüne çağırmışlar. Sevinmiş, kendince süslenip püslenmiş. Tam kapıdan çıkacak telaşla aranmaya başlamış. Semerim nerde, kolanım nerede diye. “Yahu düğüne gideceksin ne edeceksin semeri, kolanı?” dedilerse de söz dinletememişler. “Tamam, belki haklısınız ama, bizde bu eşeklik olduktan sonra mutlaka taşıtacak bir şey bulurlar.” yanıtını almışlar. Kendi konumunun farkında olması gerekenler, kuşkusuz önce “insan”oğulları. Sözüm, belki de Atatürk sevgisini lafta bırakanlara. Törensel sözlerle, belli günlere özgü biçimsel birlik gösterileriyle yetinenlere. İnönü'nün bu onurlu davranışına, “Oval Ofis”lerde buluşmaları bayram sevincine dönüştürenler ne derler orasını bilmem. Evet, Atatürk, hem eylemi hem düşüncesiyle yirminci yüzyıla hapsedilemez. Birlikte soralım şimdi: “Wilson neresinde, Hitler, Stalin nerede?...” Unutmayalım -13- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Tahsin Şimşek ve Bir Kitabı BEYAZ BİR MERHABA Etem ORUÇ orucetem@hotmail.com Ege'nin yüz akı yazarlarından Tahsin Şimşek, Afrodisyas'ın çocoğudur. Doğum yeri Işıklar Köyü olmasına karşın Afrodisyas'ta geçmiştir çocukluğu. “Çocukluğunun geçtiği yerdir anayurt” derler ya onun da anayurdudur Afrodisyas. Afrodisyas'ı onunla gezmek, onun şiirsel seksi anlatımından dinlemek o güzellikleri, insanı başka âlemlere alıp götürür. Afrodisyas heykelin olduğu kadar aşkın ve özgün düşüncenin de boy attığı yerdir. Troya ören kentini gezerken yönderimiz, on yedi uygarlığın üst üste olduğunu söylemişti. Afrodisyas'ı çocuğu gibi seven, bu ören kenti gün ışığına çıkarırken yaşamını yitiren, Prof. Dr. Kenan Erim de on altı uygarlığın üst üste yaşadığını söylemişti. Batı Anadolu'da bu uygarlıkları kuran insanlara ne oldu? Su gibi buharlaşıp göklere mi yükseldi. Bunlar harmanlanarak bir şekilde bu günlere geldiler. Zaten saf ırkların o denli güzel şeyler ürettiği görülmemiştir. Tüm güzel sanatlar, uygarlıklar birbirini beslerler. Dergide okuduğum “Beyaz Bir Merhabadır Afrodisyas'ta Aşk ve Barış” adlı yazısında söyle sesleniyor ozanımız. “ Bir insanı tanımak için, nasıl zamana gereksinim varsa, bir kenti tanımak ve anlamak için de zamana gereksinim vardır. İnsanları farklı kılan nasıl ortaklılar değil, özgelik-ayrılıklar ise, sevgili tepeden tırnağa nasıl bir özge can ise, kentleri kent yapan da kuşkusuz kendine özgülükleridir. Kenan Erim, Temmuz 1959 tarihinde anı defterine düştüğü notta: “Hayatımda yeni bir dönem başlıyor. Öyle bir kent düşünün ki, balık istifi gibi heykeller yuvarlansın sarksın.” Bir ömür verdi Kenan Erim bu kente, yetmedi. Bu yüzden olsa gerek Geyre'nin eski halkı da bazı ilaçları doğadan elde etmeyi bilir. Hem de anaerkil bir gelenekle kuşaktan kuşağa aktararak. O zaman insan ister istemez düşünüyor. Bu kadar uygarlık kurulmuş, yıkılmış, insanlar, inançlar iç içe girmişse Anadolu'da ırkçılık yapmanın bir anlamı olur mu? Bence bu düşünce tüm dünya için de geçerlidir, ama emperyalist ülkeler, bir ülkeyi sömürmek için bir sorun yaratmak isterler. En kolay yaratılan sorunsa ırk ve din kışkırtmalarıdır. İlk çağlardan bu yana tarih bunun örnekleriyle doludur. Benim o özge sevgili kentim Afrodisyas, kendimi tanımam ve anlamam için, bana bir ömür soru üzerine soru sordurttu. Yaş altmışı geçmişken hâlâ yeterince tanıyıp anlayabildiğimi sanmıyorum.” Bu toprağın çocuğu olan şair Tahsin Şimşek'in usuna sürekli sorular takılıyor: “Afrodisyas'ın daha önceki adları neydi? Geçmişte hangi halklar yaşadı? Eski adı Ninoe ile Ninova, bugünkü adı Geyre ile Karya arasında bir ilişki kurulabilir mi? Niye Afrodisyas Afrodit'i diğer Afrodit'lere benzemiyor, başı neden örtülü? Göğsündeki “ay” ya da “yengeç”, elindeki “nar” neyin simgesi? Niye bir genç kızdan çok bir anaya benziyor?” Hani derler ya sorgulanmamış yaşam yaşam değildir, ta ilk çağlardan bu yana güzel heykelleri kadar insana düşünmeyi, sorgulamayı öğreten felsefe okulları da olan Afrodisyaslı Tahsin Öğretmenim de gördüğü her şeyi sorgulayarak düşüncenin süzgecinden geçiriyor. Tahsin Şimsek, söyle sürdürüyor gözlemlerini: “Afrodisyas müzesini gezerseniz giriş kapısının tam karşısında Penthesileia heykelini görürsünüz. Penthesileia, Amazon kraliçesidir. Torya Savaşı'nda Anadolu'nun birliği için, çift ağızlı baltasıyla savaş alanına yıldırım gibi giren Amazon kraliçesi. İşte olağanüstü bir güzelliğe sahip olan bu yontu bir dünya harikasıdır. Kadın ayağının güvercin zarafetini, tenin duru çekiciliğini; daha doğrusu kadını kadın yapan, edadan güzelliğe her şeyi bir arada görmek, düşlemek olası. “Afrodisyas'taki Afrodit ile Efes'teki Artemis heykeli karşılaştırıldığında, aşağı yukarı aynı boyutlarda olmalarına karşın, biri niye o denli klasik, diğeri niye o denli sürrealist özellikler taşıyor? Aynı coğrafyada olmalarına karşın bu Afrodisyas- Efes rekabeti neden? Neden bütün eski kentler, güvenlik gerekçesiyle sırtını dağa/tepeye ya da denize yasladığı halde, Afrodisyas düz ovada ve milattan sonra 3. yüzyıla değin sursuzdur? Buradaki heykellerin belden aşağısı, neden tülle örtülüdür? Demek ki Afrodisyas'ta çözülecek çok düğüm var,” derken hep Afrodisyas'ı yaşıyor hücrelerinde. Her yazarın, düşünürün, ozanın yaşadığı kente borcu vardır. Tahsin arkadaş da borcunu ödemeye çalışıyor, çocukluğunun geçtiği bu kente. Penthesileia'nın aldığı mızrak ve kılıç yarası, sağ memesinin altında boyalı olarak gösterilmiş heykelde. Ama benim ilk gördüğümde kırmızı kan lekesi zamanla kırmızılığını yitirmiş, siyah bir şekle dönüşmüş. Mermeri damar damar, göze göze saydamlaştıran Afrodisyas sanatı, bugünün betonerme kübik dünyasına alaysı bir gülümsemeyle bakıyor.” Batı Anadolu'da geçen çocukluğum, bu ören kentlerin söylencelerini dinlemekle geçti. Geyre'de Afrodisyas'ta Afrodit'in altın beşiği varmış da ilk kazıyı yapanlar ülkelerine kaçırmışlar. Geyre'den bir tünele giren bir dana yer altından giderek Azizabat yakınlarından çıkmış. Bu dediğimiz iki yer arası en az elli kilometre. Benzer öyküler Nysa'da, Efes'te, -14- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Didim'de Milet'te de anlatılır. Bu yörenin insanları uygarlıklar karmasıdır. Yasaları yapanlar ölür, türküleri yakanlar ölmez derler ya bu yöre aşk öyküleri, aşk türküleriyle de doludur. SEN RAHAT ET Sonraki yüzyıllarda ortaya çıkan efeler, bu uygarlıklara yapılan haksızlıklara bir isyandır. Giysilerinde, davranışlarında, paylaşımlarında bu uygarlıkların izlerini taşırlar. Efelik, haksızlığa, zulme, baskıya bir isyan, onurlu bir dik duruş, bir başkaldırı destanıdır. Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı “Hey Koca Yurt” adlı yapıtında efelerin kökenine Sultanhisar yakınlarındaki NYSA kent devletine bağlar. Hiç birimiz sütten çıkmış ak kaşık değiliz. Birbirimizi besleyebildiğimiz, sevebildiğimiz denli insanız. Emin UGUNLU emin.ugunlu@gmail.com Düşümün ortasında bulduğum kâğıdın Arka yüzünde şunlar yazıyordu: ''Berbere teslim eder gibi Kafanı birilerine teslim et Onlar düşünsün yerine Sen rahat et Afrodisyas da aşkların, âşıkların kentidir. Doğunun Kerem ile Aslı'sı burada Edallis ile Fideli olarak ortaya çıkar. İki öykünün sonunda da âşıklar birbirinin külünde sonsuzluğa erişirler. Sevginin aşkın olmadığı yerde sanat da olmaz. Öyleyse insanlar önce sevmeyi, sevilmeyi öğrenmeli. Koca Yunus: “ Sevelim, sevilelim” diye boşuna mı söylemiş. Sorma, sorgulama, yargılama Ye, iç, yat Memleket meselelerinin Anasını sat Heredot: “İnsan, Karya'da yaşar,” sözünü boşa söylememiştir. Sözünü ettiği coğrafya yıllarca, aşk, barış ve hoşgörünün anavatanıdır. Ege'ye sahiplenmek, önce aşkı, barışı, ve hoşgörüyü yüceltmektir. Çünkü aşk tanrıçası Afrodit gibi Leto'nun çocukları Apollon ve Artemis de Egelidir. Berbere teslim eder gibi kafanı Birilerine teslim et Onlar düşünürler senin yerine Onlar söylerler sana Memleket meseleleriyle ilgili Yapman gerekenleri Böylece dalmana gerek kalmaz derine “Karya'nın komşusu Likyalılar Ege'yle Akdeniz'in buluştuğu coğrafyada yaşayan yiğit insanlardır. İlyada'da da özellikle Likyalı Sarpedon'un yiğitliğinden övgüyle söz eder. Sarpedon, Zeus ile Laodamia'nın çocuğudur. İlyada'nın 12. Bölüm 243. dizesi şöyle der: “ Bir tektir en doğru belirti / o da der yurdunu savun” Ben de derim ki: “Salt darda kalınca savunmaktan öte, aşkını sun bütün zamana.” Şair Tahsin Şimşek arkadaş, şiirsi bir dil ve şiirleriyle beslediği bu güzel yazılarını bir kitap haline getirmiş. Mozaik Serisi- Arkeoloji ve sanat yayınları “AFRODİSYAS O Beyaz Merhaba” adıyla basmış. Ege uygarlığına ilgi duyan tüm okurlara duyurulur. Sen onların dediklerine selam çak Şu hisseli memleketten hisseler kapmaya bak Çıban başı olma düzene Kafanı birilerine berbere teslim eder gibi Teslim et Sen rahat et -15- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE MATEMATİK SANATI ve EĞİTİM Ahmet Nuri DOĞAN ahmetdogan51@hotmail.com Öğrenciler yakınır; “matematiği anlayamıyorum”, “matematiği seviyorum ama geometriyi sevmiyorum”, “derste anlıyorum ama sınavda olmuyor”… Öğretmenler yakınır; “öğrenciler dersi iyi dinlemiyor”, “yeterince çalışmıyorlar”, “verdiğim ödevleri yapmıyorlar”… Veliler yakınır; “çok çalışıyor ama olmuyor”, “matematikten korkuyor”, “anlıyor ama yapamıyor”… Lise dönemi yakınmaları bunlar. En çok da matematik dersi ile ilgili olur benzer yakınmalar. Birer veridir eğitimciler için. Anlaşılır ve çözüm aranır. “Bu kadar matematiğe ne gerek var”, “patlıcan alırken fonksiyon mu gerekli”, “matematik öğrenmedim de ne oldu” … diyen bilmişlere ise lafımız yok. Sağda solsa yazsalar da, kendilerini dinleyecek ya da okuyacak birilerini bulsalar da onlar patlıcan alışverişine devam etsinler… yıllardır kullanmıyor mu” diye. Neyse kimse sormadıysa da ben sormuş oldum. Yanıtını ise belli… Her şeye karşın matematik öğretimi sorun olmaya devam ediyor. Biz de ve dünyada. Matematik zor olmaya da devam ediyor elbette… Ama bir şey daha devam ediyor bilim çevrelerinde; “matematiksel güzelliği programlara yansıtma çabası.” Azıcık onlardan söz edelim. MATEMATİK SANAT MI? Matematik ve sanat ilişkisi deyince birilerinin hemen Escher'in tablolarını, altın oranı, Fibonacci Sayılarını ya da doğadaki şekilleri kanıt olarak sunar. Escher matematiksel formları kullanarak eşsiz tablolar yapmıştır. Altın oran ya da Fibonacci sayıları doğada karşılık bulan önemli matematiksel kavramlardır. Estetik değerleri ve gizemleri şaşırtıcıdır. Ama bunları matematiğin sanatla bağdaşıklığının kanıtları biçiminde sunmak ikna edici değil. Bunlar yaşamın her alanında olan matematiğin, sanatta da gözlemlendiğinin örnekleridir. Eğer matematikte sanat tartışılacaksa veya matematik ile sanat arasında bir koşutluk aranacaksa ya da matematiğin sanat olup olmadığı tartışılacaksa bunu matematik ve sanatın biçimlenişlerinde, davranışlarında ve işleyişlerinde aramak gerekir. “Soyutlama, seçicilik, gizem, ilginçlik – ayrıcalık, güzellik, estetik, kalıcılık gibi sanata ilişkin özellikler matematikte ne ölçüde var?” sorularını yanıtlayarak ve her iki disiplinin gelişim süreçlerini karşılaştırarak… Elbette matematik öğretimi sorunsuz değil. Ülkemizdeki matematik eğitimindeki sorunların nedenleri ile ilgili birçok şey söylenebilir. “Sınav hedefli, ezberci eğitim” der eleştirebilirsiniz. “Başarı odaklı eğitim” der eleştirebilirsiniz. “İyi eğitenlerimiz yok” ya da “eğitim ortamları iyi değil” der eleştirebilirsiniz. Doğrudur da genellikle. Başka şeyler de söylenebilir. Ve uzun uzun tartışılır… Zaten bu yakınma ve tartışmalar sadece ülkemizdeki matematik öğretimi ile sınırlı da değil. Dünyada da matematik öğretimi tartışılıyor. Elbette sorunlu ki tartışılıyor. Hem de yüzyıllardır. Sonuçta matematik öğretmek kolay değil. Çünkü matematik zor! Bu anlamda kimse kimseyi “kolaydır” diye kandırmaya kalkmasın. Hele de öğrencileri… Gelişim süreçleri paraleldir. Matematiğin ve sanatın tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Çünkü her ikisi de insanlaşma sürecinin yapı taşlarıdır. Mağara resimleri - taş yontuları sanatın, duvar çizikleri - geometrik figürler matematiğin tarihsel önceliklerinin kanıtlarıdır. En ilkel dönemlerde çizgiler biçimindeki çocuksu resimler perspektif gelişimi ile nasıl üç boyutlu resimlere evrildiyse, çentik biçimindeki ilk sayma çabaları da sonsuzu araştırmamıza yarayan modern sayılara dönüşmüştür. Ayrıntılı incelendiğinde her iki seyrin şaşırtıcı benzerlikleri görülebilir. Bizim burada tartışmaya çalışacağımız matematik öğretiminin zorluğu karşısında ne yapılması gerektiği? Eğer yüzeysel ve doğrudan düşünülürse zorluk karşısında ne yapılacağı açıktır. Ya kaçarsın, ya da yaradana sığınıp üzerine gidersin. Ya o ya sen deyip. İlkel bir intihar çizgisi. Bir anlamda Milli Eğitim Bakanlığı'nın yaptığı gibi. Hani her bakan kendi programıyla çıkıp birkaç yılda bir aynı edayla “çağdaş programlar hazırlıyoruz, çağdaş yöntemler geliştirdik, ezberci eğitime son veriyoruz, falan ülkenin eğitim sistemini getirdik…” diyorlar ya. İşte öyle. Yetkililer birkaç yılda bir aynı ajitasyonla sorunu çözüyor. 1001 afra tafrayla. Nasıl mı? Öğretim programından bazı konuları ve başlıkları çıkararak. Yani minderden kaçarak. İki yıla kalmaz bir daha çözerler. Giderek matematik öğretimi kalkarsa kimse şaşmasın. Ha bir de “teknolojiyi aktif kullanmaya” açtılar. Fatih projesiyle. Yeni teknoloji çözümleri de gelebilir yakında. Osmanlı'da padişah çok… Teknoloji sayesinde artık sular seller gibi matematik öğreneceğiz! Beslenme kaynakları gerçek dünyadır. Matematiğin de sanatın da beslenme kaynakları gerçek dünyadır. Bir başka deyişle gerçek dünyanın nesneleri ve nesneler arasındaki ilişki hem matematiğin hem sanatın itici gücüdür. Sanatçı gerçek dünyadaki bir taşı alır, kendi dünyasına taşır, yontar, insanı taşa işler. Ve de onu heykel olarak gerçek dünyaya geri gönderir. Gerçek dünyada o taş yoktur artık. Taşa işlenen insan da bir gün yok olur. Ama heykel gerçek dünyada yaşamaya devam eder. Nesnelerin nicelikleriyle ilgilenen matematikçi de sanatçı gibi gerçek dünyanın nesnelerine gözünü diker. Örneğin bire – bir karşılaştırılabilen nesneleri alır kendi Birileri de çıkıp sorsa; “Dediğiniz ülkelerde matematik öğretimi sorunu çözülmüş mü?”, “O ülkeler teknolojiyi -16- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE dünyasına. Yeni bir biçim verir ve adını koyar. “Üç” der örneğin. Gerçek dünyada olmayan, insan aklının geliştirdiği bir formdur üç. Ya da hareketli bir nesnenin hareketini ele alır matematik. Onlardan modeller üretir. Fonksiyon der adına, türev der, vektör der. Kendi nesnelerini üretir. Gerçek dünyada olmayan nesneler… ilginçtir. Matematikçi, alan ölçümü için bir kurgu ortaya koyar. Onu benzer dörtgenler için de uygular. Ortaya attığı kurgu kareyi aşar, kurama dönüşür. O kurgu yeni bir kavramdır artık. Eşsiz, yüce ve derde deva… Çünkü kuram tüm dörtgenlere, tüm çokgenlere uygundur. Hatta uzaydaki cisimlere bile. Yaratılanlar tektir, güzeldir, mükemmeldir. Sanat eserinin mükemmelliği onun “eşsiz” oluşundandır. Eşsiz ve bulunmaz olduğu için tektir. Kurtuluş Savaşı ile ilgili birçok şiir yazılmıştır. Ama Nazım Hikmet'in “Kurtuluş Savaşı Destanı” tektir, biriciktir. Yazılanların en coşkulusu, en güzeli, en mükemmelidir. Çünkü kamunun beğenisine sunulmuştur, onaylanmış, kalıcı hale gelmiştir. Heyecan vericidir. Soyutlama disiplinleridir. Nesneler dünyasında üç tane olma ilişkisi bire – bir karşılaştırma sonucudur. Üç sandalye - üç insan, üç kedi – üç fare, üç ev – üç ağaç – üç… gibi. Nesneler dünyasında sandalye var, insan, ağaç, kedi… var. Ama “üç” yok. Üç artık “3” olarak matematik dünyasında var. O dünyada ise sandalye yok, ağaç yok, insan yok… Çünkü o dünya insan beynindedir, soyuttur ve o nedenle de “mükemmel” dir. Yaşamdaki en iyi çizilen üçgenin bile pürtükleri varken, insan beynindeki üçgenin pürtüklerinin olmaması gibi. Matematikte de aynı konu birçok matematikçi tarafından incelenir, kuramlar oluşturulur. Bunların içinde en mükemmeli kabul görür. Kabul gören kuram kurala veya teoreme dönüşür. Diğerleri elenir. Sanattan farklı olarak en basit, en sade, en anlaşılır ve en şaşırtıcı olandır seçilen. Matematiksel mükemmelliğin temel ölçütü genel olarak “tutarlılık” ve “yararlılık” tır. En tutarlı, en yararlı olan tektir, “eşsiz” dir. En güzel olan da odur. Teklik ve güzellik sanat ve matematik için ortak yandır. Ama sanatsal güzellik için mükemmellik yeterli iken, matematiksel güzellik için tutarlılık ve yararlılık aranır. Biraz daha dolaylı biraz daha karmaşık… Belki biraz daha özenli. Yararlılığı bir anlamda “ciddilik” olarak alan büyük matematikçi G.H. Hardy, Bir Matematikçinin Savunması kitabında; “Nasıl ki şiirde bile güzellik, bir ölçüde, içerdiği fikrin önemli olmasına bağlıysa, bir matematik probleminin 'güzelliği' de büyük ölçüde, onun ciddi oluşuna bağlıdır… Güzellik ilk sınavdır. Çirkin matematik için dünyada yer yoktur” der. Ressam da nesneler dünyasından etkilenir. Kuştur örneğin etkilendiği. Onu resmeder. O kuş uçup gider. Ressamın tablosundaki kuş, “güzel kuş” uçup gitmez kalıcıdır. Hatta bütün güzel kuşlardır artık o. Sanat dünyasındaki kuştur, soyuttur doğada örneği yoktur. Kuşun niceliksel ifadesi olan “1” in olmadığı gibi. Yani “n” yıl sonra, nesneler dünyasındaki kuş “her tek nesneye”, sanat dünyasında “estetik forma”, matematik dünyasında ise “1” sayısına dönüşür 1 Nesneler Dünyası Sanat Dünyası Evrensel etkinliklerdir. Gerek sanat gerekse matematik kitlelerin onayına açıktır. Kitlelerin olurunu aldığı ölçüde sanattır ya da matematiktir. O kitle tüm insanlıktır. Sanatın yurdu yoktur yerel motifler içerse de. Sanatçının da. Betofen Çin'lidir, Arap'tır, Avrupa'lıdır… Matematik teoremlerinin matematikçilerin de yurdu yoktur. O da yeryüzünde yaşayan her insanın beğenisine, hizmetine açıktır. Yani evrenseldir. Gerek sanat gerek matematik eserler üretildikleri çağa da ait değildir. Çağın ip uçlarını verse de sonsuzdan gelip sonsuza giden insanlığın ortak mallarıdır. Mağaradaki resim ya da çetele, kilisedeki ikon, cami avlusundaki tasvir, Pisagor teoremi… Bunlar günümüzde de hala taptaze eserlerdir. İnsanlık var olduğu sürece de kalıcılıklarını sürdürecektir. Matematik Dünyası Sanat da matematik de seçicidir. Dünyada birçok aşk yaşanır. Çoğunlukla da birbirine benzer. Sanatçı aşkı yazar. Yazdığı birbirine benzeyenler değildir ama… İlginç olandır, seçilmiş olandır. Pol ve Virjini'nin aşkıdır yazdığı ya da Leyla ile Mecnun'un aşkı. Bülbülün sesi bestelere konudur. Karganın değil… Beste yapan o sesi seçer. Çünkü farklıdır, ilginçtir. Matematik de kendi yapısı içinde ilginç olanı seçer. Matematik için cismin düşmesi değil, nasıl düştüğü ilginçtir. Düşerken hangi yolu izlediği, hangi şiddetle düştüğü ilginçtir. Onu inceler. Yüzeyi kare olan sonsuz cisim vardır. Matematik neden karedir sorusu ile değil, karenin kendisini seçer onu irdeler. Kare ilginçtir çünkü. Kenarlarının konumu, açıları ve kapladığı yer diğer dörtgenlere pek benzemez. Estetik eğitim araçlarıdır. Sanatın insanın, insanlaşma eğitiminin aracı olduğu bilinen gerçektir. Her ne kadar bir sarayın mimarisi muktedirin gücünü gösterse de, ya da zalimin gücü gösteren resimler de olsa, yani her zaman “gül kokulu” olmasa da, sanat insanlaşma çabasının en güçlü aracıdır. İnsanda coşku, mutluluk, zarafet gibi estetik duygularını geliştirir. Yaratıcılık üretim biçimleridir. Sanatçı gerçek yaşamdan nesneleri seçerken seçicidir. Ama seçtiğinin seçkinliği ile yetinmez. Ona kendi duygularını katar. Seçkini daha seçkin hale getirir. Pol ve Virjini'nin aşkı seçkindir. Yazarın algısı daha da seçkindir. Yazarken duygularını katar aşka. Öyle katar ki, o aşka Pol de şaşar, Virjini de. Gerçek dünyadakinden daha idealdir. Ve de yeni aşklara gebe… Bu anlamda matematik de sanattan aşağı kalmaz. Matematik insanın yaşamı anlama – anlamlandırma yani insanlaşma çabasının en önemli aracıdır. Gökyüzündeki kuşun bir “an” daki kanat sesini duyarsın matematikle, dokunamadığın Merih'le birlikte dönersin uzayda, ışığın nasıl Matematikçinin seçtiği kare herhangi bir dörtgene göre ilginçtir. Bir anlamda da seçkin. Karenin kapladığı yüzey de -17- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE büküldüğünü gözlersin sonsuzlukta. Birçok matematik probleminin çözümünde ya da bir teoremin ispatında da yaşanır sanattakine benzer haz, coşku, güzellik… biliyorum. Çok ciddi çalışmalar, tartışmalar gerektirir elbette. İki nedenle yazdım. Birincisi Adabelen eğitim çevrelerinin dergisi. Eğitime ilişkin sorunlara kafa yormak, tartışmak en çok eğitime emek verenlerin hakkı ve görevi. Çünkü zorlukları yaşayanlar, karşılık beklemeden didinen eğitim emekçileridir. İkincisi, öğretim programı bu halde olduğunda bile matematiğe estetik özelliklerin yansıtılabileceğine inanmamdır. İnanmamın da ötesinde uygulamaya çalıştım ve iyi sonuçlar aldım. Alanda fiili olarak çalışan arkadaşlara katkısı olacağını umuyorum. Yine bir farkla ki sanattan zevk almak çoğunlukla özel bir çaba gerektirmez. İzlemeyi, görmeyi, dinlemeyi bilmek yeter. Matematik ise biraz çaba gerektirir. Matematiği anlamak ve öğrenmek çabası. Sunduğu eşsiz güzellikleri duyabilmek için değecek bir çaba. Bu çabanın değeri bilinmediği için birileri için coşku duyulan, birileri için korkulan bir etkinliktir matematik… Öyleyse yeni bir soru: Korkulan bir etkinlik olması yukarıdaki saptamalarla çelişmiyor mu? Matematik, sanatsal bir etkinlik ise neden korkulan bir etkinlik olsun? İşte tartıştığımız bu fiili durum. Bir yanda yararlılık yanıyla sistemin öne çıkardığı bir anlamda “dayatılan” matematik. Diğer yanda estetik yanı ile güzellikleriyle “görmemezlikten gelinen” matematik. BATTILAR Cevat TURAN EĞİTİMDE MATEMATİK SANATI cevatturan1@gmail.com Uygulanan ve dayatılan matematik, sınavlarda sorulacak soruların öğretildiği “şifre” lere ya da sistemin devamı için gerekli olacak “hesap” a indirgenmiş durumdadır. Bu nedenle de matematik öğretiminde başarıyı arttırmanın yolları olarak; oyunlar, öğretim yöntemleri, çok soru çözmek, çok çalışmak, teknolojiyi kullanmak gibi yüzeysel denilebilecek önlemler öne çıkmaktadır. Bu önlemlere önemsiz oldukları için yüzeysel demiyorum. Önlemler, gövdesi su alan tekneye bezden yapılan yamalar gibi. Su yüzünde tutma, iteleme çabaları. Tekneyi yenilemez. Ben teknenin yenilenmesinden söz ediyorum. Matematik öğretiminde matematiğin programlarının yeniden düzenlenmesinden. Yani matematiğin sanatsal özelliklerinin programlara yedirilmesinden. Yani estetik matematiğin kurgulanmasından… Vahşi duygulara su yürüdü Oysa mevsim yaz Meyveleri yoldular yaprak yerine Yalazalarda yaktılar umutları... İnanç namlısına Ölümleri sürüp Cehennem zebaniliğine Eğer dediğimiz program devrimi gerçekleşirse: 1) İki üç yılda bir konu azaltarak sorun çözme kaçkınlıklarına gerek kalmayacaktır. 2) Estetik matematik oyun, modelleme, güzellik gibi özellikleri içerdiği için yama tarzı dışsal çözümlere de gerek kalmayacaktır. 3) İstenilen, merak edilen bir matematik kurgusu öne çıkacağı için “çok soru çöz” benzeri bilimsel olmayan kof önlemler de anlamını yitirecektir. 4) İstekli öğrenme anlamlı öğrenmeyi gerçekleştireceği için, sınavlar için “soru tipleri” ezberlemeye de gerek kalmayacaktır. 5) “Ben öğrenmedim de ne oldu” diyen ekran bülbülü ekrandan çekilip patlıcan satmaya başlayacaktır… Yazıldılar gönüllü... Aç nefesleri alev oldu Uluşarak üflediler Cenneti hayal edip Cehennemi körüklediler Bu inanç batağında Mandalar gibi yattılar Ve Biliyorum okuyanlar, “madem çözüm bu, bunca bilimci bunları neden gündeme getirmiyor” sorusunu soracaktır. Getiriyorlar aslında. Hem de en saygın bilim insanları dile getiriyor. Umarım bir gün kabul görür. O zaman matematik “öğrenilemez” olmak, öğrenciler de “öğrenemiyorum” duygusu yaşamak haksızlığından kurtulur. Öğretmen arkadaşlar da “öğretemiyorum” sıkıntısından. Kıpırdadıkça Hep birlikte Battılar... (2005) Yazdıklarımın bir dergi yazısı olamayacak kadar ayrıntılı olduğunu biliyorum. Hatta bu haliyle yüzeysel olduğunu da -18- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE İnsan Hakları Yaştan Bağımsızdır Tüm dünyada insan hakları ve temel özgürlüklerin geliştirildiği ve korunduğu tüm yaş gruplarını kapsayan bir toplum oluşturulmalı. Şadiye DÖNÜMCÜ* dosadoster@gmail.com Yaşamının nihai döneminde iyilik halini sürdüremeyen, yoksunluk ve yoksulluğu artan, yurttaşlık haklarını tümüyle kullanamayan, yeterli toplumsal destek alamayan, sosyal, siyasal ve kültürel unsurlardan tam olarak yararlanamayan, toplumsal bağları zayıflayan, haklarını koruyan kurumların olanaklarından yararlanmakta zorlanan, özgüven kaybı yaşayan, toplumla organik dayanışması zayıflayan yaşlı insanlar kendi içine çekilir. “Bir yanda umutların, düşlerin, düşüncelerin Bir yanda aldığını geri vermez koca bir evren” (1) Yaşlı insanlar için “Yaş yetmiş, iş bitmiş”, ”Ağaç yaşken eğilir”, “Kurt kocayınca, köpeğin maskarası olur”, “Eşek kocamakla (büyümekle) tavla başı olmaz” diyoruz atasözlerimizde. Yaşlı insanlar için “Çaptan düştü”, “Çürüğe çıktı”, “Okunu atmış, yayını atmış”, ”Ununu elemiş, eleğini asmış”, “Elin ermez, gücün yetmez”, “Ele şenlik olursun”, “Artık köşende oturma zamanı” ve “Yaşından utanmıyorsan, ak saçlarından utan!” deyimlerini kullanıyoruz laf arasında. “Yaşlı insanlar tüketicidir”, “memnuniyetsizdir”, “müşkülpesenttir”, “gençleri sevmez”, geri kafalıdır”, “kafası basmaz”, “bencildir”, “sağlıksızdır”, “hoşgörüsüzdür”, “katıdır, esnek değildir” diye kalıp yargılarımız var. Taa çocukluktan başlayarak bu tür atasözü, deyim ve kalıp yargılar şekillendiriyor, yaşlılara ve yaşlılık dönemine bakış açımızı. “Düşler bitmişse, gerçekler bir tokat gibi inmişse Tek başına mutlu ol bakalım, olabilirsen” Oysa yaşlı insanlar anlaşılmak istiyor. Bizden ilgi, destek, ihtimam ve sakin, sabırlı, hoşgörülü ve özverili iletişim bekliyor. Kendilerine saygı duyulmasını bekliyor. Toplumdan dışlanmak ve yaşa bağlı ayrımcılığa maruz kalmak istemiyor. İnsan yaşamının çok zorlu ve çok sorunlu dönemindeki bu insanların “bağımsızlık”, “katılım”, “bakım”, “kendini gerçekleştirme” ve “itibar” hakları (2) var! “Ne zaman uzattıysam ellerimi, parçalandı Mutluluk serseri bir mayındı denizlerimde yüzen” Yaşlı insanlar; temel gereksinimlerini karşılamak ve sağlık bakımından yararlanmak için yeterli gelire sahip olmalı; gereksinimlerini karşılayabilmeleri için aile ve toplumca desteklenmeli ve bazı gereksinimlerini kendilerinin karşılayabilmesine yardımcı olunmalı; gelir getirici bir işte çalışabilmeli; emeklilik koşullarının tanımlanmasında söz sahibi olmalı; yaş-yeteneklerine uygun eğitim ve öğretim programlarına sahip olmalı; bireysel tercihlerine uygun güvenli bir çevrede, -mümkün olduğunca uzun süre- kendi evinde ya da aile ortamında yaşamalı. Çünkü onların bağımsızlık hakkı var. Yaşlı insanlar, toplumla ilişkilerini sürdürmeli, bilgi ve becerilerini genç kuşaklar ile yeteneklerine uygun etkinliklere gönüllü katılımda bulunmalı ve hizmet edebilmeli, refah düzeylerini doğrudan etkileyecek politikaların hazırlanması ve uygulanması aşamalarına aktif biçimde katılımda bulunmalı. Çünkü onların katılım hakkı var. Yaşlı insanlar; aile-toplum tarafından desteklenmeli, korunmalı ve gözetilmeli; gereksinimi olana uygun bakım hizmeti verilmeli; fiziksel, zihinsel ve ruhsal iyiliği kazandıracak ve sürdürecek sağlık bakımına sahip olmalı; yaşamlarını kendi başlarına sürdürebileceği ya da gereksinim duyduğunda korunup bakılabileceği, rehabilite edilebileceği, çeşitli sosyal hizmetlere ve yasal düzenlemelere sahip olmalı; huzurevi ya da rehabilitasyon merkezinde yaşamaları durumunda ihtiyaç, inanç, haysiyet, özel yaşam, bakım biçimleri hakkında kendi kararlarını verebilmeli. Çünkü onların bakım hakkı var. Yaşlı insanlara yetenek ve becerilerini tam olarak gerçekleştirebileceği fırsatlar yaratılmalı; mevcut uygulamalardan yararlanması sağlanmalı; toplumun eğitim ve kültür etkenliklerine aktif katılımı için çaba harcanmalı. Çünkü onların kendini gerçekleştirme hakkı var. Yaşlı insanlar itibar görmeli ve güven içerisinde yaşamalı; sömürüden, istismardan uzak tutulmalı; hizmetlerden yararlanırken yaş, cinsiyet, ırk, etnik köken, özür durumu ya da diğer konumları nedeniyle ayrım görmemeli; gelir düzeyinden bağımsız olarak gereksinimleri karşılanacak şekilde uygun hizmetlerden yararlanmalı. Çünkü onların itibar hakkı var. “Ver, durmadan ver, eller uzanmış, baksana Ver ki; kurulsun sofra, başlasın şölen” Bütün insan hakları ve temel özgürlüklerin yaşlılara tanınmasını hedefleyen “Uluslararası Eylem Planı(3)” dayanağında hazırlanan “Yaşlanma Ulusal Eylem Planı(4)” ile “Ulusal Eylem Planı Uygulama Programı (5)”nın ivedilikle hayata geçmesini bekleyen yaşlı insanlar için bizim de iyi dileklerimiz var! “En güzeli sevmek diyeceksin insanları tümüyle Usanmadan, bir şey ummadan, beklemeden” Dünyanın her yerinde insanlar bütün haklara sahip birer vatandaş olarak güvenli ve saygın şekilde yaşlanmalı. Tüm dünyada insan hakları ve temel özgürlüklerin geliştirildiği ve korunduğu tüm yaş gruplarını kapsayan bir toplum oluşturulmalı. * Sosyal hizmet uzmanı. ** Birleşmiş Milletler Genel Kurulu; yaşlanma sorununun küresel düzeyde fark edilmesini sağlama amacıyla “1 Ekim” tarihini Dünya Yaşlılar Günü” olarak ilan etmiş olup ülkemizde de 1983 yılından bu yana kutlanmaktadır. (1) Dizeler Ümit Yaşar Oğuzcan'ın “50 Yaş” şiirinden -19 - ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE 10 Kasıma doğru KASIMPATILAR... Ali KAYA alikayadikili@yahoo.com Parklarda bahçelerde görmeye alışıp kanıksadığımız, sonbaharın simgesi, bir güzel güz çiçeğidir kasımpatılar… Patlak patlak çiçek açarlar kasım ayında, bilirsiniz... Kokuları olmasa da görüntüleri güzeldir. Kar yumağı gibi bembeyaz, vişne suyuna batırılmış gibi renkli, dal dal toplanarak kucakla getirilen bu kasımpatılarıyla, ne güzel çelenkler yapılırdı eskiden!.. ötesinde büyük bir aymazlıktır, terbiyesizliktir. İşin kolayına kaçma tembelliği alışkanlık halini alınca, bu umursamazlık, işin ucunu bakın nerelere getirdi… O günlerde üzerinde pek de durmadığımız bu olumsuz davranışımızla, son günlerde yaşanan bu ihanet derecesindeki aymazlığımızı, yıllardır biz kendimiz hazırladık. Bilerek ve isteyerek yapıldı bu duyarsızlık ve birileri de göz yumdu bu aymazlığa. Aydın geçinen bizler, törenleri izlemeye gelen halkımız bu çirkin saygısızlığa anında tepki göstermeliydik … Sözü tam oraya getirmek istiyorum işte… Kasımpatılarıyla örülen o güzelim çelenklere!.. Hani şu son günlerde; “koyardım- koyamazsın” kavgalarıyla, üzerinde kıyametler kopartılan, itilip kakışmalarla kapanın elinde kalırken parçalanan şu çelenklere getirmek istiyorum sözü… Böylesine savsaklamalarla, ne yazık ki o güzelim kasımpatıların da boynu bükük kaldı 10 yıldır. Ne acıdır ki kimileri, birkaç demet çiçeği çok gördü Atasına. İşte “fazilet” bildiği Cumhuriyet'ine ihanet etmek de bu saygısızlıkla başladı zaten!.. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'yla, 10 Kasım Atatürk'ümüzü anma programları için büyük bir özenle hazırlanan çelenkler vardı ya hani taa çocukluğumuza dek uzanan anılarıyla… Canlı ve rengârenk kasımpatılarıyla özenerek süsleyip şekillendirdiğimiz o capcanlı çelenkler… Çiçekleri yetiştirirken ayrı, dalında koparıp getirirken ayrı, bir çelengi süslerken işin içine “emeğimizi” kattığımız o güzelim çelenkleri hangimiz anımsamayız ki… Bu işin bir kanunu, yasası yönetmeliği yok mudur, henüz araştırmadım bu konuyu. Asıl yasaklanması gereken “Anıta çelenk koyma” değil; bu tür “uyduruk çelenklerin” konulması olmalıydı asıl… İşin içinde ileriye dönük ince hesapların olduğu, şimdi daha iyi anlaşılıyor. İşte, bayramlarda ve anma günlerinde beni oldukça rahatsız eden bu durumu oturup yazmak istemiştim ne zamandır. Öyle sanıyorum ki sizler de rahatsızlık duymuşsunuzdur bu duyarsız, duygusuz, saygısız, saçma sapan çelenk koyma işinden. Daha dün kadar yakındı çiçeklerin çeleklerle örtüşüp öpüşmesi. Oya işler gibi her bir çiçeği çelenk zeminine tek tek yerleştirirken duyulan o sevgi, o insan sıcaklığı, harcanan emek bugün anılarımızda yaşattığımız birer nostalji olmanın ötesinde, elimizde ne kaldı geriye?.. Çelenk koyma kavgaları sürüp giderken böylesine önemli bir konuyu tartışarak, bir açıklığa kavuşturmanın ve sonuca ulaştırmanın zamanıdır, diye düşünüyorum. Eylül 2013 /Dikili Son yıllarda bir haller oldu bize… Tembelliğin de ötesinde bir umursamazlık, bir vurdumduymazlık çöktü sanki üzerimize. 8- 10 yıldır ( tam da bu döneme rastlaması rastlantı mıdır, bilinmez…) Kurum âmiri yetkililer, daire müdürleri öylesine bir “gaflet ve dalalet” içine düştüler ki… Önceleri kuru bir teneke parçasının üzerine 5-10 plastik ruhsuz çiçeği gelişigüzel iliştirerek, çelenk diye koymaya başladılar. Son günlerde ondan da vazgeçtiler ne yazık ki… Üç bacaklı bir teneke parçasını yüzleri bile kızarmadan, yasak savar gibi “çelenk” diye koydular bu yurdun kurtarıcısı ve kurucusunun heykelinin önüne.. Cumhuriyet'imize saygısızlıktır bu… O Cumhuriyeti kuran Yüce Atatürk'e saygısızlığın, nankörlüğün de -20- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Bir Mektup, Bir Kitap “HAL BÖYLEYKEN SARI SAÇLIM” adlı kitabın yazarı, Değerli ve çok sevgili kardeşimiz ALİ KAYA' ya… Yazılarınızı derlediğiniz ve “DENEME” olarak belirttiğiniz bu güzel kitabınızı da önceden okuduğum “KUM TANECİKLERİ” kitabınızı ve gazetelerde, dergilerde, bültenlerdeki yazılarınız gibi severek, zevkle okudum. Edebiyatı uğraş olarak seçen sizin yazılarınız ve eşdeğerli konuşmalarınızla da size sevgimiz büyüktür. Ulusal günlerimizde alanlarda, uygulanan tören ve anmalarda hep vardınız ve en öndeydiniz. Öğretmenliğinizde çocuklarımızın; bilimle sanata ve y a ra t ı c ı l ı ğ a u l a ş m a l a r ı i ç i n y e t i ş m e le r i n d e , aydınlanmamız için konuşmalarınızda tükettiğiniz çabaları unutamayız. Yurdumuzda ve bazı ülkelerde bilindiği gibi: Belediyemizin düzenlediği ünlü “DİKİLİ BARIŞ, DEMOKRASİ VE ÖZGÜRLÜK ŞENLİKLERİ” öncülüğünde yapılan, Dikili'mizde özgürlük havasının, her şeye karşın hâlâ özgürce solunması; sıradan bir şenlik, rastlantı değildir. İnsanlarımızın önemli arayış ve özleyişlerine yönelişidir. Çok önceleri geçmiş yıllarda, Atatürk'ümüzü bir a n m a t ö re n i n d e S ay ı n H a l i m Ya ğ c ı o ğ lu ' n u n “ATATÜRK'TEN SON MEKTUP” şiirini öyle içtenlikli ve coşkulu okumuştunuz ki!… Ayakta alkışlandığınız o günü anımsıyorum. Sevgilerimi, saygılarımı, teşekkürlerimi yineliyorum. Katkıları olanların / katkılarınızın içtenliğe, sevgiye ve bilgiye dayalı gerçekler olduğunu görenler çoğalıyor. Çok seviniyorum, sevgi ve saygılar sunuyorum. Güncelliğini koruyan konuşmalarınız ve uyarıcı, belletici “DİLİMİZ, KİŞİLİĞİMİZ VE KİMLİĞİMİZDİR” gibi o çok güzel yazılarınızı; okumayı sevenlere, eğitimi önemseyenlere öneriyorum. Dilinize, ellerinize, sağlık Ali KAYA kardeşimiz. kaleminize “HAL BÖYLEYKEN SARI SAÇLIM” kitabınız gibi başarılı çalışmalarınızın ve mutlu yaşamlarınızın sürmesi dileğimdir. Dikili'mizi seven yetişkinlerimizin, Dikili'mize yerleşen hemşerilerimizin, sizler gibi değerli yazarlarımızın, güzel sanatları uğraş edinmişlerin, çok yönlü katkıları nedeniyle, bir Dikilili olarak hepinize teşekkürü bir borç biliyorum, sağ olunuz Sizi sevgilerimle kutluyorum Resul YAY -21- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE ATATÜRK'ÜN IŞIĞINI GÖRMEK Asım GÜNEŞ* asgmns@facebook.com Ortaklar İlköğretmen Okulu'nda, 1971 yılı baharında düzenlenen Antalya gezisine katılmıştım. O dönemde, okulumuzun öğrenci örgütü başkanı da bendim. Her gittiğim yerdeki eğitime dair her şeyi incelemeye çalışıyordum. Dönüş yolunda, konaklamak üzere gece saatlerinde, Gönen İlköretmen Okuluna giriş yaptık. Okulun girişinde gördüğüm ışıklı Atatürk portresi beni çok etkiledi. Atatürk ışıklarını tüm ülkemize buradan yayıyormuş gibi geldi bana. Bizim okulumuzda da böyle bir Atatürk portresi olmalı, dedim. portremizi yerleştirdik. Geceleri de ışıkları açıldı mı Atatürk ışığı her yana yayılıyordu. Okulumuza gittiğiniz de, eski okul kurağının bulunduğu meydandaki yeni dersliğin üzerindeki, Atatürk portresinin öyküsü böyledir. ATATÜRK sevgisinin en güzel örneği, el emeği, göz nuru… Okula dönünce ilk işim, öğrenci örgütü yönetiminde konuyu gündeme getirerek, karlaştırmak oldu. Ö r g ü t t e , TA K K o l u başkanı olarak görev yapan çok yakın arkadaşım Mehmet Çetinkaya ve Hasan Erdoğan ile birlikte üçümüz bu projeyi yaz çalışmasında hayata geçirecektik. SONBAHARDA Nurettin ÖZKAN Gözlerimden akan bir Nehir sessizliğinde Hayat, Vurmuş sahildeki kumların Üstüne Yazın son güneşi. Yaşam sanki Bir düş salıncağı Asırlardır bitmeyen. Bir aşk vardır, Dalgalarla sahildeki Çakılların aşkı, Ayrılır ayrılır tekrar Koşarlar birbirlerine özlemle, Sarılırlar sırılsıklam.. İş bilgisi öğretmenimiz, Sevgili Esat Hocamıza konuyu anlattık. Proje üzerinde önerileri doğrultusunda düzeltmeler yaptık. Malzemeler örgüt bütçesinden, yapım üç öğrenci,iş atölyesi personeli ve saygıyla andığım Esat Türköz'ün gözetiminde gerçekleşecekti.Eğitim şefi Cevat Gülmez de konuya sıcak baktı.Okul müdürü Cavit Öztürk'ün de onayını aldık. İş atölyesinin demirhane bölümünde,7x6 m ebadında, içi paslanmaz kafes telleri ile kaplanmış çerçeveyi hazırladık. İş portrenin şablonun çıkarılmasına geldi. Meydan daki sinema perdesinde bir bölümü, beyaz ambalaj kâğıdı ile kapladık. Fizik laboratuarımızda bulunan, epidiyaskop cihazı ile Atatürk portresini 7x6 m ebadında sahnedeki kâğıda yansıtıp çizdik. Artık kağıt üzerindeki çizimi, kafes telleri üzerine işaretleme zamanıydı. Heyecanla bunu da yaptık. Kafes tellerini kesip arasında 20 cm açıklık yarattık. Işığın dağılmaması için portrenin sınırını ,paslanmaz çinko şeritlerle çerçeveleyip, kesilen tüm telleri çinko şeritlere lehim ettik.Aradaki açıklığa da ,su geçirmez yağmur duylarından 81 adet yerleştirdik. Atölyede yaptığımız denemeler de bile heyecan doruktaydı. Başarmıştık.1971 yılı Haziran ayı sonunda, yeni derslik diye adlandırdığımız binanın üzerine dev ATATÜRK -22- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Atatürk’le ilgili iki anı ATATÜRK'ÜN MANEVİ BABASI SEDİRLERLİ HACI HÜSEYİN AĞA Kadri GÜLHAN Atatürk'ün Konya'ya gelişlerinde, eşi Latife Hanım da vardır. Konya Belediyesi'nin Ata'ya hediye ettiği halen Atatürk Müzesi olan evlerine inmişler. (Bu Konya'ya beşinci gelişleriydi.) Ata'yı görmek isteyen meraklılar içinde 60 yaşın üstünde, iri yapılı, ak sakallı, nurani yüzlü bir zat, köşke girmek üzere olan belediye başkanına yalvararak:-Ne olur, Mustafa Kemal Paşa'ya iki çift sözüm var, dileğimi bildirin, der. Belediye başkanı ihtiyarı yanına alarak içeri götürür ve Atatürk'le tanıştırır. Atatürk boş koltuğu göstererek ihtiyarın oturmasını ister. Ancak ihtiyar: -Oturmayacağım paşam. Maruzatım kısadır, arz edip rahatsız etmeden ayrılacağım. Paşam, bana Sedirlerli Hacı Hüseyin derler. Üç oğlum vardı. en büyüğünü Balkanlarda şehit verdim. İkincisi Çanakkale'de şehit oldu. Üçüncü oğlum kalmıştı. Vatan tehlikede, Mustafa Kemal asker istiyor, denilince onu da emrinize vatan müdafaasına gönderdim. Dumlupınar'da şehit olduğu haberi geldi. Üç oğlum da vatan uğruna şehit oldular. Helal olsun, vatan kurtuldu ya yeter… Şimdi sizden bir ricam var. Üç oğlumun yerine size “Oğlum” diyebilir miyim? Gazi oğlum, seni alnından öpebilir miyim evladım?, deyince, Gazi de Latife Hanım da derhal ayağa kalkıp: -Bizleri evlat olarak kabul etmenizden gurur duyarız babacığım, diyerek Sedirlerli üç şehit babasının ellerinden öperler. Baba oğul olurlar. Ertesi gün Hacı Hüseyin Ağa'nın evine giderler. Hacı Hüseyin'in eşi Akile Nine'nin de elini öperler. Onunla da ana-oğul olurlar… ATATÜRK’TEN BİR ANI DEVLET ADAMI KİMDİR, NASIL OLUNUR? Ahmet M. EGEMEN ahmetegemen@hotmail.com Yıl 1934, O dönemde Milli Eğitim Bakanlığı Ulus'tadır. Bakan ise, Niğdeli Abidin Özmen'dir. Bakan, makamında çalışırken kapı çalınır. Bakanın gür sesi; "Giriniz!.." Mustafa Kemal Atatürk'ün yaveri, yanında iki çocukla makama girer... Bakan, konuklara yer gösterir ve kendisine uzatılan zarfı alır. Atatürk'ten gelen bir mektuptur bu… Abidin Özmen, zarfı özenle açar ve mektubu dikkatle okumaya başlar; “Bay Abidin Özmen, Milli Eğitim Bakanı Yaver Bey'le, size iki fakir ve kimsesiz çocuk gönderiyorum. Bu çocukları, uygun göreceğiniz bir liseye PARASIZ VE YATILI olarak kaydını yaptırmanızı rica ederim...” Bu, Atatürk'ün bir emridir. Kesinlikle yerine getirilecektir. Bakan Abidin Özmen, Orta Öğretim Genel Müdürü'nü çağırtır ve şu direktifi verir; “Yaver Bey'in yanındaki bu iki çocuğun evrakını alınız ve bu çocukları Haydarpaşa Lisesi'ne PARALI ve YATILI olarak kaydını yaptırıp, her ikisi için de üçer yıllık PARALI – YATILI makbuzlarının veli ve ödeyen hanesine Mustafa Kemal Atatürk'ün ismini yazdırarak bana getiriniz…” Bakan'ın emri yerine getirilmiştir. Abidin Özmen de kısa bir mektup yazarak Yaver Bey'le Atatürk'e gönderir. Mektubun içeriği; “Muhterem Atatürk, Yaver Bey'le göndermiş olduğunuz iki çocuk hakkında emirlerinizi aldım. Ancak, arkasında Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk bulunduğu için, bu iki çocuğu fakir ve kimsesiz olarak kabul etmeme, hem yasalarımız hem de mantığımız izin vermedi. Bu nedenle, her iki çocuğun da emirleriniz gereği Haydarpaşa Lisesi'ne PARALI ve YATILI olarak kayıtlarını yaptırdım. Çocukların üçer yıllık okul taksitlerine ait makbuzları da ekte takdim ediyorum..En derin Saygılarımla…” Cumhurbaşkanı Atatürk bu olayı, Başbakan İsmet İnönü'ye; "Senin Milli Eğitim Bakan'ın bana ne yaptı?" diyerek anlatmış. İnönü, Bakan adına özür dilemiş. Mustafa Kemal Atatürk; “Yok!.. Özür dileme… Çok memnun oldum… Keşke her devlet adamı, bu medeni cesarete sahip olabilse ve doğruyu gösterebilse...” demiş. NOT: Tarihi değeri olan ve hiçbir yerde yayımlanmayan bu anının unutulup gitmesine gönlü razı olmayan Bakan'ın yeğeni yüksek mimar H.Rahmi Özmen, bu olayı bir mektupla gazeteci -yazar Vahap Okay'a iletmiş, o da gazetesinde yayımlamıştır. -23- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Londra'dan bir mektup var… İki yıldır yaşamını İngiltere'de sürdüren okurumuz Hülya KARAKUŞ, hem Londra'yı, hem de Türkiye'ye duyduğu özlemini anlatıyor: LONDRA'DA YAŞAM ve ÖZLEDİĞİM ÜLKEM, TÜRKİYE'M… Hülya KARAKUŞ* Londra, İngiltere'nin başkenti midir, yoksa İngiltere'nin kalbi mi? İki farklı soru olsa da yanıt hep aynıdır… Londra, İngiltere'nin İngiliz olmayan başkentidir. Zira sekiz milyonluk nüfusun %34'ü bu ülkede doğmamış olanlardan oluşmaktadır. Bir başka deyişle, İngiltere'de üç kişiden biri İngiltere dışında doğmuştur. İngiliz vatandaşı olup da farklı köklerden gelenlerin oranı ise %42'dir. gece hayatı, hem yerli halkın, hem de turistlerin gözdesidir. Dünyanın pek çok yerinde olmayan bir özellik de yine bu kente özgüdür: Tüm müzeler ve sanat merkezleri ücretsizdir. İsteyen herkes para ödemeden buraları rahatlıkla gezebilir. Londra, düzlük bir arazide kurulmuş yemyeşil bir şehirdir. İngiltere'nin en büyük parkı olan HYDE PARK 142 hektarlık bir alanı kaplamakta ve bizim alışık olmadığımız ayrı bir özellik ve güzellik katmaktadır bu şehre! Dünyanın bir başka yerinde eşine rastlanmayan bir gelenek, yıllardır bu parkta hâlâ sürdürülüyor..”SPEAKER CORNER” adı verilen bölümde herkes düşüncelerini, aykırı da olsa görüşlerini, hiçbir kısıtlama olmadan, bir müdahaleye de uğramadan özgürce, yüksek sesle haykırabiliyor hâlâ... Bu nedenle Londra demek, özgürlük demektir aslında. Burada herkes eşit şartlarda ve özgürce yaşar. İster meslek olsun ister sosyal farklılık, bu sizin hayattaki imkânlardan asla geri kalmanızı engellemez. Doktor, ev hanımı, belediye isçisi, öğretmen, öğrenci, emekli… ne olursa olsun herkes aynı eşit sosyal haklara sahiptir. Zenginlerin ya da fakirlerin yaşadığı kenar mahalledeki evler ya da bölgeler hiçbir ayrım olmadan bu sosyal haklardan ve hizmetlerden eşit olarak yaralanırlar. Dünyanın en önemli ekonomi merkezlerinden biridir Londra. İngiltere'nin en büyük emlak, iş ve finans kaynaklarına sahiptir. 2008 yılında şehrin brüt katma değeri 265 milyar sterlin olarak geçmiştir verilere... Dünyanın en önemli bankalarının merkezi olma özelliği de Londra'ya aittir. Çok kültürlülüğün ve çok dilliliğin adeta kalesidir. Yaklaşık olarak 300' ün üzerinde dilin konuşulduğu çok sesliliğin merkezidir. Bu demek oluyor ki dünyanın tüm dillerinin konuşulduğu bir mozaik bileşkesidir Londra. Farklı dil, din, ırk, kültür, renk ve yaşam tarzıyla, farklı insanlardan oluşan rengârenk bir yelpaze şehridir. Bu ışıltılı çok renklilik adeta göz kamaştırır. Hayat sanki bir karnaval havası içinde akıp geçerken, sonradan gelip de buraya uyum sağlamaya çalışan bizim gibiler, şaşkınlıkla izlemekte yaşanan tüm bu olup bitenleri... * Buradaki her topluluk, kendine has bu özgün gelenek ve göreneklerini adeta kendi ülkesindeymiş gibi özgürce sürdürebilmektedir. Bu kent, onlara gerekli ortamı hazırlayarak, olanak sağlamış, sağlamaya da devam ediyor hâlâ. Gökyüzündeki bulutların sürekli yağmura dönüştüğü bu nemli ve ıslak topraklar, burayı yurt edinen herkesin sığındığı bir liman olmuştur. Bu ülkedeki tüm evler devlete aittir. Yani Birleşik Krallığa ya da diğer adıyla Büyük Britanya'ya… Herkes bu topraklarda kiracıdır ve asla toprağın gerçek hâkimiyeti insanlara verilmemiştir. Örneğin bu ülkede ev aldığınızı düşünün. O evi 99 yıllığına devletten almış olursunuz, ancak bu sürenin bitiminde devlet evi sizden yine geri alır. Kısaca biz buna bu ülkede “kullanım hakkı” diyoruz. Evlerin hepsi de oldukça eskidir. Çoğu evlerin yaşı yüz yılın üzerindedir, ama hâlâ dimdik ayaktadırlar. İngiltere'de evlerde balkon aramayın, çünkü –balkonların evlere yük olduğu mu, yoksa yer kaybı olarak mı düşünülmüş öteden beri, evler balkonsuz olarak inşa edilmektedir buralarda. Çok dinamik ve hareketli bir şehirdir Londra ve bu dinamiklik, yaşayan nüfusa da yansımıştır. Diğer şehir ve bölgelere oranla Londra daha genç nüfusa sahiptir. Şehrin %43'ü 20- 44 yaş grubundadır İ s t e r g e n ç o lu n i s t e r ya ş l ı , b u ş e h i rd e yapabileceğiniz bir şeyler, para kazanabileceğiniz bir iş mutlaka vardır. * Londra, 1863'te yapılan dünyanın en eski ve metro adıyla bilinen yer altı treni ağına sahiptir. Şehrin her tarafı Çok sayıda parkı, bahçesi, müzikalleri, spor organizasyonları, turistik mekânları bulunan bu yerlerde -24- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE adeta demir ağlarla örülmüştür. Metro hem çok hızlıdır, hem de her bölgeye yer altından gitme olanağı sağlar size. Trafiğin ters aktığı başkentte, tek tip siyah taksiler ve çift katlı kırmızı otobüsler, şehri marka yapan değerler arasındadır. Bu ülkede trafik sorunu yok denecek kadar azdır. Çünkü yollar hem çok geniş, hem de çizgilerle ayrılmıştır. Otobüslerin gidiş çizgisine asla başka bir araç giremez. Bunlar, trafiğin hızlı akmasına ve kazaların en aza indirgenmesinde en önemli etkenlerdir. * Bu ülke, güvenliğin en iyi sağlandığı yerlerin başında gelmektedir. Şehrin güvenliği yaklaşık yedi bin 500 güvenlik kamerasıyla sağlanmaktadır. Ülke genelinde tüm olup bitenler, 7 gün 24 saat kamera sistemiyle kayıt altına alınmaktadır. Bu nedenle, ülkede işlenen herhangi bir suç kısa zaman içinde çözülmektedir. Cinayet, gasp, hırsızlık ya da başka suçların işlenme oranı da buna bağlı olarak düşüktür. Halkın huzur ve moralini bozmamak için, işlenen bir suç ya da olay televizyon kanallarında gösterilerek hemen sergilenmez. Hülya Karakuş(güneş gözlüklü) Londra'da Gezi Parkı protestosunda kadar güzel, “düzenli yaşam” sistemlerine karşın, ben “doğduğum yer” diye düşünüyorum hep!.. Çünkü bunca olanak, yaşamı kolaylaştıran bunca düzen olmasına karşın, hayatımda hep bir şeyler eksik, hep yarım sanki… O da vatanımdan ayrı kalmak, sevdiklerimden uzak olmak… Altın kafese hapsedilmiş bir kuş gibi görüyorum sanki kendimi. Hani, bülbülü altın kafese koymuşlar da “ille vatanım!” demiş ya… Açıvermişler kafesin kapağını, kanat çırparak uçmuş özgürlüğe, gitmiş, dere kenarındaki bir kızılcığın dalına konarak başlamış sallanmaya. Benimkisi de aynen öyle işte… Anadolu'mun dağları, bayırları, toz toprak içinde de olsa çamurlu yolları bile gözümde tütüyor hep!.. Londra' da her şey tam bir sistem içinde işlemektedir. Öyle ki elde yazılı bir “ANAYASA”ları bile olmayan İngiltere'de hayatın her alanındaki bu düzen takdire değer doğrusu. Örneğin; burada hiç bir zaman o bizde uzayıp giden kuyrukları göremezsiniz. Her şey randevu sistemi ile yürütüldüğünden kuyruklarda zaman kaybı yaşanmamaktadır. Diğer önemli bir özellik de İngiltere'de “geri dönüşüm” sisteminin yerleşmiş olmasıdır. Evlerdeki atıklar değişik kutularda toplanarak değerlendirilmek üzere ilgili yerlere geri gönderilir. Cam, plastik, karton, kâğıt, metal vb geri dönüşüm kutularında toplanır. Normal ev çöpüyle, yemek artıklarının ayrı kutularda toplanması, yerleşmiş ve toplum tarafından benimsenmiş bir gelenek görenek halini almıştır. Devlet, artık ev yemeklerinden gübre yapmakta ve bunu tüm park ve yeşil alanlarda kullanmak için olanak yaratmaktadır. Çok uzaklardaki sıla özlemimi Dikili sahilinden topladığım deniz kabukları, Dikili kartpostalları ve evimizin bahçesinden toplayıp kuruttuğum çiçeklerle geçirmeye, yüreğimdeki özlemi dindiremesem bile, birazcık olsun hafifletmeye çalışıyorum…Ve öylesine özlüyorum ki hasret kaldığım sılam Anadolu'yu, insanlarını, annemi babamı, kardeşlerimi ve tanıdığım tüm yakınlarımı!.. Hepsini hasretle öpüyorum… * Hoşça kal benim güzel yurdum ve onun çilekeş insanları, hoşça kalın! Bu ülkede en çok beğendiğim ve takdir ettiğim bir özellik de ikinci el dükkânlar ve yardım marketleri… Herkes kullanmadığı ya da az kullanılmış eşyalarını bu yardım marketlerine verir. Bu marketler de bu ürünlerden elde ettiği geliri kanser merkezlerine, çocukların eğitim ve sağlık harcamalarına, huzur evlerine ve ihtiyaç duyulan alanlara aktarır. **H. Karakuş, 8 Kasım 1980'de Gümüşhane'nin Şiran İlçesi'nin Balıkhisar Köyü'nde doğdu. 7 yaşındayken ailesiyle İzmir'in Dikili İlçesi'ne geldi. İlkokul, ortaokul ve liseyi Dikili'de bitirdi(1999-2000). 2006 yılında da Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesi Kamu Yönetimini bitirdi. Mezuniyetten sonra Özel İzmir Hastanesi'nde Muhasebe bölümünde çalışmaya başladı. Ancak 2 Mayıs 2010'da evlendi ve eşinin İngiltere'de çalışması nedeniyle 3 Ekim 2011'den itibaren Londra da yaşamını sürdürmektedir. Okumak en büyük tutkusudur. Londra'da kitap alıp verdiği kütüphane tarafından en çok kitap okuyan kişi seçilmiştir. Bundan sonraki sayılarımızda da Londra'dan göndereceği yazılarını yayımlamayı umuyoruz. * Hayran olup takdir edilmeyecek şeyler değil tüm bunlar... Ama derler ya hep: “doyduğun yer mi, yoksa doğduğun yer mi?”diye…Tüm bu olanaklar ve bir düş -25- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Köy enstitüleri ile ilgili olarak BUNLARI BİLİYOR MUSUNUZ? Eyüp YILMAZ Adabelen 1960 Mezunu “ORDUYA PAŞA” Köy Enstitüsü Mezunu Öğretmen, yedek subaylığını yaparken doğuda bir askeri birliğe atanır. Atandığı yerde kirada oturulacak ev olmadığı gibi lojman da yoktur. Yedek subay askerlerle birlikte yerel olanakları da kullanarak lojmanları yapar. Açılışa gelen 3.Ordu Komutanı lojmanları görür, tebrik ve teşekkür ettikten sonra “Köy Enstitülü olmasaydın seni bu orduya “paşa” yapardım.” der. (Mahmut Makal, Kanal B, Atölye Programı) “MİLLİLEŞTİRİLECEK” Recep Peker, kuşkulu 1946 seçimlerinden sonra başbakan olmuştur. (07.08.1946) Peker, Atatürk zamanında (1936) İtalya'ya siyasal partileri incelemek için yollanır. Dönüşte Atatürk'e sunduğu raporda CHP'nin İtalyan Faşist Partisi gibi yapılanmasını önerir. Bu yüzden gözden düşer. İşte bu kişi 10 yıl sonra İnönü tarafından başbakan olarak atanır. Başbakan Recep Peker de Reşat Şemsettin Sirer'i Milli Eğitim Bakanı olarak atar. İşte Peker'in başbakan, Sirer'in MEB olduğu hükümetin programından bir cümle: “Köy Enstitüleri millileştirilecektir.” ( Kanal B Atölye Programı ) “LAF SÖYLETMEM” Yine bilinen bir gerçektir. Köy Enstitüleri'nin kapanması süreci doğulu toprak ağalarının şikâyet dilekçesi üzerine başlamıştır. Bir mülkiye müfettişi bir sohbet sırasında Kinyas Kartal'a (Van Milletvekili) sorar: “Köy Enstitüleri'nden sonra niye şikâyetçi oldunuz? Gerçekten köy enstitüleri ile CHP komünizmi getirebilir miydi?” Kinyas Ağa yanıt verir: “Onlar komünizmi bilmezler. Ben Çarlık Rusyası Harp Okulu'ndan mezunum. Onu ben çok iyi bilirim. Benim köylerimden ikisine köy enstitüsü mezunu öğretmen verdiler. Bu köyler 3 ay sonra ağaları olan bana karşı ayaklandılar. Ben sağlığımda ağalığıma laf söyletir miyim?” der. ( Ceviz Kabuğu Programı ) PEYGAMBERLİK” Emin Sazak Birinci Meclisten 1950 yılına kadar (23.04.1920'den – 14.05.1950) Eskişehir milletvekilliği yapmış bir toprak zenginidir. Köy Enstitüleri Kanunu 1940'ta TBMM'de görüşülürken “Köy öğretmenine başbakanlık yetkisi” “Peygamberlik unvanı veriyorsunuz.” der. ( Ceviz Kabuğu Programı ) EMİR SAM AMCA'DAN “Başlangıcından Sonuna Köy Enstitüleri” adlı makalesinde Prof. Dr. Mustafa Altınışık aynen “Köy Enstitüleri açıldığında Amerikan hükümetinin hazırladığı istihbarat raporunda 'Dikkatli olun, Türkler büyük bir eğitim atılımıyla geliyor.'” demektedir. ABD, Truman Doktrini ile Türkiye'ye Marshall yardımı yaptığında üç şartı vardı: Tek dereceli seçimlerin, milli şefliğin, beş yıllık planların kaldırılması ve KÖY ENSTİTÜLERİNİN KAPATILMASI…” Demek ki bizim doğulu toprak ağaları ezbere (!) dilekçe vermemişler. -26- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Tanımadığımız değerlerimiz: Sakallı Celal (Celal Yalnız,1886-1962) "SAKALLI Celal" bir Anadolu kasabasında öğretmendir. Her yerde olduğu gibi, burada da softalarla başı derttedir. Bir gün öğretmenler odasına topraktaki böcekleri araştıran bir yabancı bilginin fotoğrafını asar, ancak birkaç gün sonra fotoğraf yok olur. Meğer öğretmenler başı şapkalı olduğu için, fotoğraftan rahatsız olmuşlardır. "Sakallı Celal"in tepesi atar: "Ulan, adam sizin hatırınız için güneşin altında başı açık mı çalışsın?" "SAKALLI Celal" silaha düşkündür, bir gün polisler onu silahla yakalarlar, ama ruhsatı vardır, buna rağmen sorarlar: "Neden silah taşıyorsun?" "Gazi Paşa"yı (Atatürk'ü) ve Cumhuriyet'i korumak için!" CUMHURİYET'in ilk yılları, Ankara okuryazara, diplomalıya muhtaçtı, rivayet ederler ki, Ankara'da trenden inenlerden yabancı dil bilen varsa "Hariciyeci" yaparlar. Ortaokul mezunları maden okulunda, kısa bir eğitimden sonra maden mühendisi olur, "Hukuk Mektebi"ne de ortaokul mezunları alınır. İŞTE bu koşullarda Ankara Sultanisi'nin, yani lisenin müdürü "Sakallı Celal"dir, Milli Eğitim Bakanı da sınıf arkadaşı Hamdullah Suphi'dir. Bir gün bakanlıktan bir yazı gelir, ülkenin yetişmiş adam ihtiyacı belirtilir ve müdürden, son sınıf öğrencileriyle birlikte bir önceki sınıfın öğrencilerinin de, mezun olması, bunun için sınavlarda yardım edilmesi istenmektedir. Böyle bir şey "Sakallı Celal"in anlayışıyla kesinlikle b a ğ d a ş a m a z , k a b u l e d e m e z v e i s t i f a e d e r. Bakan, durumu anlatır, ihtiyacı belirtir, istifasını geri almasını ister, ne de olsa sınıf arkadaşıdır. Arkadaşlık bir yana "Sakallı Celal"in ilkeleri bir yanadır... “Bak Hamdullah!" der. "Meşrutiyet ilan ettik olmadı, Cumhuriyet'i getirdik yine olmadı. Bir de ciddiyeti denemeye ne dersin?" "Sakallı Celal" böyle bir adamdır. Sakallı Celal'den: "Bu kadar cehalet ancak tahsil ile mümkün olur." "Bu ülkede ilgililer bilgisiz, bilgililer de ilgisizdir." "Türkiye'de aydın geçinenler Doğu'ya doğru seyreden bir geminin güvertesinde Batı yönünde koşturarak Batılılaştıklarını sanırlar." x) Sakallı Celal, Bir Bilinmeyen Ünlü'nün Yaşam Öyküsü, Orhan Karaveli / Pergamon Yayınları (Derleyen: İsmail Tuna) TÜRK toplumunun çelişkisini, Batı ile Doğu değerleri arasında bocalamasını, çok kere bir benzetmeyle anlatırız: "Bu memleket Doğu'ya giden bir gemidir, içindeki bazı saflar, Batı'ya doğru koşarlar." Bu benzetmede zaman zaman kelimeler değişse de, çelişki açık seçik bellidir. Kim söylemiştir bu sözü? Sakallı Celal. Kimdir Sakallı Celal? CUMHURİYET'in ilk yıllarında "sakal" değil, "sakalsızlık" modası vardır, işte o, bu dönemde bir sakal bırakarak dikkatleri üzerine çekmiş, Galatasaray Lisesi mezunu kitapsız bir filozoftur. Fransızca'yı gayet iyi bilir; konuşur, yazar, okur, ülke ve dünya sorunlarıyla her an ilgilidir; fakat uzaktan bakan biri, onun için "Bir baltaya sap olamamış!" diyebilir. Bu onun başarısızlığından değil, herkesin başarı dediklerini istemeyişindendir. Melih Cevdet Anday onun için "kahraman" der. Nasıl bir kahraman? Kendisi için hiçbir şey istemeyen kahraman... Ne para, ne parlak makam… Yeter ki memleket yükselsin, çağdışı geleneklerden, inanışlardan kurtulsun, aklın mantığın dediği olsun... -27- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE İDA'NIN YÜREĞİNE SAPLANAN HANÇER (2) Zekeriya YAVUZ zekeriyayavuz@gmail.com (Geçen sayıdan devam…) İlkbaharın ilerleyen günleriydi. Büyülü güzelliklerle bezenen İda'nın dayanılmaz albenisi herkesi kendisine doğru çekiyordu. Tabii en çok da Cenk'i… İkindi sıralarıydı. Hava birdenbire değişiverdi. Kapalı, gri, yer yer kapkara bir gökyüzü, aniden çöküveren yoğun bir sis bulutu ve yakalaşan akşam karanlığı… Hem Esin'i hem de İda'yı ve köylüleri bir kez daha görebilmenin heyecanı ve arzusuyla orman yolunda arabasıyla sabırsızlıkla, hızla tırmanmaktaydı. Geleceğin yolunda pusu kuran karanlık gölgeler yine iş başındaydı. Karanlıklardan beslenen yaratıklar korkuları körükleme uğraşındaydı. Bir virajı döndüğünde, yukarıdan üzerine hışımla gelen tank gibi güçlü bir kamyoneti fark etti Cenk. Şimşek hızıyla karar verip, direksiyonu sağa, yamaca kırdı. Gerisini hiçbir zaman hatırlayamamıştı. Yoldan aşağı uçmuştu. Arabası üç dört takla attıktan sonra biraz aşağıda çam ağaçlarına takılarak durabilmişti ancak. Bir zaman sonra yoldan traktörle geçen birkaç köylü, arabayı fark edince koşup baygın vaziyetteki Cenk'i çıkardılar ve hastaneye yetiştirdiler. Kamyonet ise anında sırra kadem basmıştı. Hiç kimse görmemişti her nasılsa!.. *“Sevgidir insanın yaratıcı kaynağı… Duyguların en yücesi, bir diğerini anlayarak onu yüreğinde hissetmektir. Sevmek, insanlarla, doğayla eş duyum kurmak değil midir?” Aradan günler geçtikçe çok daha neşeli, çok daha mutlu bir görünüme kavuşan Esin, öğrencileriyle bu kez de gıda maddeleri ve bitki tohumları konusunu işlemekteydi. GDO “genetiği değiştirilmiş organizma” lara değinmek zorunda hissetmişti kendini: “Gıda maddesi ve hayvan yemi olarak da kullanılan genetik yapısı değiştirilmiş soya ve mısır, dünyada GDO'lu tüm tarımsal ürün üretiminin yüzde sekseninden fazlasını oluşturmaktadır. Soya ve mısır; ülkemizde yaklaşık bin çeşit gıda maddesinde girdi olarak kullanılmaktadır. Kırmızı et mamulleri, şiş kebaplar, ezmeler, çikolatalı ürünler, hazır çorbalar, bebek mamaları, pastalar, bisküviler, gazoz, kola, meyve suyu, tatlandırıcılar ve hayvan yemleri… Tüketilecek bu GDO'lu gıdalar insanlarda ve diğer canlılarda alerjiye yol açan, zehirleyici etki yapan bazı farklılaşmalara neden olabilmektedir.” Kollarında, bacaklarında, kaburgalarında birçok kırıklar oluşan Cenk aylarca hastanede yatmak zorunda kaldı. Canını kurtardığına şükretti. Kazayı duyar duymaz hastaneye koştu Esin. Baştan aşağı beyazlara boyanmış hastane koridorları, Esin'in içinin kararmasını önleyemedi. Gözlerinde biriken yaşlara hâkim olmaya çalışırken, alçılar içindeki Cenk'in ellerini kavradı sıkıca. Her ikisi de sessizce hayatın nasıl da pamuk ipliğine bağlı olduğunu düşünüyorlardı. Birbirlerine sevgiyle kilitlenen iki çift göz, mücadelelerini aynı inanç ve cesaretle sürdürmeye kararlı olduklarını ilettiler karşılıklı. Sonsuz bir mutluluğun, dayanışmanın, inancın ışığı gözlerinden taştı. Solgun yüzleri, pırıl pırıl bir geleceğin sabahında coşkuyla renklendi. Sevda ateşi onları en kısa sürede ayağa kaldıracaktı. Eskisinden de daha güçlü ve daha gençleşerek savaşımlarına bıraktıkları yerden devam edeceklerdi. Büyük aşklarını da hiç kimse engelleyemeyecekti. Onları ayırmaya asla güçleri yetmeyecekti. Cenk'in başucundaki küçücük radyodan yayılan melodi onlar içindi… Öte yandan Cenk de köylülerle aynı konuyu tartışmaktaydı: “GDO'lar insanlarda antibiyotiklere karşı direnç g e l i ş m e s i n e n e d e n o l m a k t a d ı r l a r. İ n s a n l a r hastalandıklarında antibiyotiklerden artık yeterli yararı görememektedirler. Gerçekte Türkiye'nin ve dünyanın GDO'lu tohumlara ve gıdalara gereksinmesi yoktur. Kendi sebze, meyve ve tahıllarımız bize yetmektedir. Yerel yemek kültürlerimiz de yeterli zenginliktedir. GDO'lu tohumlar ülkemiz topraklarında ekilmemelidir. GDO'lu gıda ürünleri ülkemiz insanlarına yedirilmemelidir. Hep birlikte karşı çıkmalı, mücadele etmeliyiz!” Avukat Cenk ve Esin Öğretmen Kazdağı yöresinde yaşamlarını sürdüren orman köylüleri tarafından çok sevilmekteydiler. Bu arada onları sevmeyenler, hatta nefret edenler, ellerine geçirseler, belki de bir kaşık suda boğacak kadar öfkeli olanlar da vardı elbette… Yürüttükleri çevre çalışmaları, bazılarının kulaklarına kar suyu kaçırmıştı. İda'yı mekân tutanların tamamı uyanmadan, hep birlikte karşılarına dikilmeden bir şeyler yapmaları gerektiğine inanmışlardı. Cenk zaten uzun süredir tehdit telefonları almaktaydı. Son günlerde benzer telefonlar Esin'e de gelmeye başlamıştı. Tüm bunlara karşın, doğa aşığı iki sevgili, tehditlere hiç aldırış etmediler, yaşantılarını, çalışmalarını aynen sürdürmeye devam ettiler. “Biz iki çılgın sevgiliyiz, / Delicesine sevdalıyız… / Öyle büyük ki bu sevgimiz! / Biz ayrılamayız…” Nişanlısının, sevdiğinin başına gelen bu esrarengiz kaza ile adeta çılgınlaşan Esin, derste öğrencilerine şöyle sesleniyordu: -28- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE “İnsan yüreği yalnızca sevgiye açık olmalıdır. Çok geniştir insan yüreği. Sayısız sevgilere, çok büyük aşklara hep yer vardır orada. Kutsal sevgiler, binlerce insanın sevgisi, ülke sevgisi, doğa sevgisi küçücük yüreklere sığdırılabilir. Kin ve nefret yüktür insan kalbine. özverili çalışmalar boşa gitmemişti. Tekerlekli sandalyedeki Cenk'in yanında Esin'i yeni görev yerine uğurlamak üzere toplanan köylülerin arasından öne çıkan Muhtar Ahmet, inançla konuştu: “Şu anda öğrendiğimize göre; İda'mızda altın aramaları için on altı firmaya ruhsat verilmiş bulunuyor. Otuz dört değişik yerde dört yüz bin ton siyanür kullanılarak altın aranacak! Hayat tehdit altında olacak! Suyumuz ve havamız siyanürle kirletilecek! Ama bazen çok önemli anlarda kin ve nefret de gerekebilir. Bu gün böyle bir ikilemle karşı karşıyayız. Gezegenimizi, sularımızı, havamızı kirleten, ormanlarımızı, bizim yaşamımızı ve diğer tüm canlıların yaşamlarını tehlikeye sokan, yalnızca kendi kazançlarını düşünen çok acımasız, çok güçlü birileri var. Onların, bizleri kendilerine sadık birer kul etmelerine izin vermeyelim! Onurlu ve özgür birer birey gibi yaşayalım ama birlikteliğimizi, dayanışmamızı hiç yitirmeyelim. İşte, onlara yenilmemek, hem kendi yaşamımızı sağlıklı ve mutlu bir şekilde devam ettirebilmek hem de cennet İda'mızı ve barındırdığı tüm canlıları kurtarabilmek için, onlara karşı kalbimizdeki kini, nefreti, öfkeyi hiç eksiltmeyelim, hep güçlü tutalım! Ta ki hep birlikte onları yeninceye, bizi İda'mızla baş başa bırakıp buraları terk etmelerini sağlayıncaya değin…” Ormanlarla birlikte, on milyon zeytin ağacımız ölecek, tarım bitecek! Bir yılda tarımdan elde edilen yedi buçuk milyar dolar kaybolacak, yedi yüz elli bin kişi aç kalacak. Ama siz ikiniz de rahat olun, gözünüz arkada kalmasın! Çevre bilinci gelişmiş, mücadeleci bir kimlik kazanmış onlarca, yüzerce hatta binlerce insan bırakıyorsunuz arkanızda. Bilinçle, dirençle, sabırla sürdüreceğiz uzun soluklu mücadelemizi. İzin vermeyeceğiz, İda'mızın delik deşik edilmesine, ormanlarımızın yok olmasına, sularımızın ve havamızın zehirlenmesine. Atalarımızdan bize miras kalan bu cennet İda'yı gelecek kuşaklara tertemiz, yaşanılır bir halde devredeceğiz. Bundan hiç kuşkunuz olmasın…” Ülkemizin en büyük ozanı, ne de mükemmel ifade etmişti pek çok şeyi, birkaç dizede: “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / Ve bir orman gibi kardeşçesine / Bu hasret bizim…” *(Halil YILMAZ) Bu Esin Öğretmen de çok ileri gitti, onun da defterini dürmek gerek diye düşünenler kısa sürede dileklerini gerçekleştirerek, muratlarına erdiler. Üst makamların oluruyla İda'dan çok çok uzaklardaki bir köy okuluna sürgün ediliverdi bir anda… Ozanca bir sesleniş, ANLAMAZ O her şeye burnunu sokan, ukala avukat bozuntusuna ve çizmeyi aşan, bilgiç öğretmene hadleri bildirilmişti(!) Layığını bulmuşlardı(!) Hadi bundan sonra yine dönen tekere çomak soksunlardı bakalım!.. Bahtiyar TAKKALI Bozuk düzen çilesini çekmeyen Zulümden anlamaz, dertten anlamaz İnsanı hak bilip insan sevmeyen Yiğitten anlamaz, mertten anlamaz Esin'i bu yöreden uzaklaştırıp, Cenk'i aylarca yerinden kıpırdayamaz duruma düşürenler; rahata erdiklerini, bundan sonra istedikleri gibi at oynatacaklarını sanıp rahatladılar ama çok geçmeden de çok yanıldıklarını anladılar. Cenk'in ve Esin'in çevre konusunda sürdürdükleri Hamal olup şu dünyayı taşıyan Arka ayakla kulağını kaşıyan Uçuk duvar gölgesinde yaşayan Yumşaktan anlamaz, sertten anlamaz Çağlayıp da gürül gürül akmayan İnsanlara can gözüyle bakmayan Eşitliğin meşalesini yakmayan Obadan anlamaz, yurttan anlamaz Bahtiyar'ım bitmez çileler, dertler Karanlıklar bastı, çıktı namertler Kalın enseleri yağlı göbekler Pireden anlamaz, bitten anlamaz -29- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE ÇAĞLAYAN Azmi ERMİŞ altinokta@hotmail.com Ilık bir ilkbahar sabahı… Pikniğe gidecekler biraz sonra. Kent uykudan uyanmamış henüz. Sokaklar daha sessiz. Baş ağrıtan gürültüden uzak. Güney Çağlayanı'na gidecekler. İçi kıpır kıpır. Çocukluğunda birkaç kez gittiği şelaleye yeniden gidecek olması heyecanlandırdı onu. Arabanın içinde neşeli sesler, türküler, şarkılar… Herkes kendi havasında… Bir ara Güney ve çağlayanla ilgili tanıtıcı bilgiler verildi. Araba Büyük Menderes vadisinde yol almakta. Dağdan esen yelin getirdiği çam kokularını çekti ciğerlerine. “Memleket kokusu bir başka.” diye seslendi. Büyük Menderes Nehrinin yanında durdular. Çağlayan, nehrin karşı yamacında. Köprünün iki tarafı taş yapı; ortası ıkılmış, ağaçlar üzerine kapanmış. üzerinde. Kulaklığından gelen ve kitap okuyan bayanın sesiyle özdeşleştirdi çağlayanı. Ne de güzel okuyordu coşkulu, yüreğinden gelen inançlı bir sesle. Tanımadığı insanlara sesiyle bilgi, mutluluk, inanç taşıma çabasındaydı. Yaşama daha sıkı tutunmaları yolunda sesiyle güç, vermekte, yüreklendirmekte dinleyicilerini.. Çok sevecen, yumuşacık, insanı sarıp sarmalayan bir ses bu. Yaz sıcağında kar şerbeti gibi serinleten… Hep istekli, canlı ve hep gülümseyen bir ses. Yoruluyor, ama iş yapmanın, ülkenin dört bir yanına coşku taşımanın mutluluğu var içinde sanki. Çok dingin. O, ne zaman bu sesi duysa yeniden dünyaya gelmiş gibi duyumsar kendisini. Çünkü çok severdi kitapları. Aylık dergiler, her gün okunan gazeteler... Çocukluğunda korkarak geçerdi bu köprüden. Menderes'in boz bulanık sularına bakınca başı dönerdi. Otobüsten eşyaları aldılar, köprüden geçerek çağlayana doğru tırmanmaya başladılar. Bu yolun iki tarafı ağaçlarla kaplı. Böğürtlenler, incir ağaçları, dutlarla bezeli yamaçlar. Çağlayan güçlü akmakta. Coşkuyla karşıladı onları. Neşe içinde yapılan kahvaltı sonrası çağlayana yakın bir masaya ilişti. Yalnız kalmak, kendisini dinlemek istedi bir süre. Böyle bir yaşama nasıl geldi, nasıl oldu bu iş?.. Bir küçük kanlanma başladı gözünde. Önce önemsemedi. Verilen d a m l a l a r v e h a p l a r, i ğ n e le r, hastaneler, zaman zaman devam eden kanamalar… İki yıla yakın süre geçti aradan. Üniversiteden öğrenilen acı gerçek tokat gibi indi suratına. Şok yaşadı. Körlüğü kaçınılmazdı. Üstelik on beş yıl ömür biçmişlerdi kendisine, karanlık dünyada yapayalnız, umarsız. Ölümü düşünmedi hiç. Ancak on beş yıl kitapsız ve dergisiz yaşayabilmek gerçekten çok güçtü. Çekilesi değildi y a ş a m . B u b o ş lu ğ u n u k ü ç ü k kardeşlerine gazete aldırarak doldurmaya çalıştı. Gazete çocuklara ağır. Bu kez magazin ağırlıklı aldırdı, hiç değilse kardeşleri okumaya alışırdı. O da bir kazançtı. Haberlerle birlikte bulmacaları çözdüler. Bazen arkadaşları eve gelerek kitap okudular kendisine. En çok üzülen anasıydı. “Yavrucuğum, ben okuma yazma bilsem heç kimselere muhtaç etmezdim seni emme, cahilliğin adı batsın.” Annesinin yüreğindeki acının derinliğini kitap okuyamadıkça daha iyi anladı, içi sızladı. Çünkü ana yüreği bir başkaydı. Salçayı, bulguru ve nişastayı göz ve kaş arasında hazırlar, tarhanayı keseler, üzümleri ve kavunları askılara sessiz sedasız dizerdi. Geceleri yufka yapardı. Sabahları çamaşır teknesinin başında iş makinesi gibi. Ne zaman uyur, ne zaman Çağlayan, yıllardır amacına çabuk varmak isteyen bir koşucu, bir elektrikli tren, bir uçak sanki... Uçurumdan aşağı coşkuyla keyifle bırakmakta sularını... On beş metre yükseklikten uçarak oluşturulan arkların içini doldurmuş sular. Menderes'e doğru sıralanan, ama şimdi terk edilmiş yıkık su değirmenlerine doğru yol almakta. Bahçelerde yaz sıcaklığında kavrulan toprağa buz gibi serinliğini akıtarak onun ateşini yok etmekte. Can vermekte doğaya.. Elma, şeftali, kiraz ve kayısı ağaçları köklerinden aldıkları can suyu ile çiçeklerle bezenmişler. Ovada pamuklar papatya gibi dizilmişler yan yana. Küçük kurbağa suyun göletinde oynamakta. Balıklar salına salına dingin bir yaşamın içinde. Su yaşam veriyor kuruyan, biten tükenmişliğe doğru giden toprağa. Sesi gürül gürül çağlayanın… Akışı çılgınca. Koşturması, ovadaki dinginlikten sonra denize ulaşma çabası. Yorgun ama yararlı olmanın mutluluğu var -30 ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE dinlenirdi bu kadıncağız… Akşamlara dek halı dokur, yedi çocukla yemek, temizlik; nasıl baş ederdi? Kepçe gibi eliyle küllü suyu başından dökerek yanaklarını ve vücudunu kızartana kadar ezerdi çocukluğunda. “Yakışıklı adamlar mis gibi kokmalı.” derdi. Bir şey beklemeden, istemeden hep bir şeyler verme çabasındaydı. O, ilk maaşından annesine para vermişti kendisine bir şeyler alması için. Annesi de gidip kilim almıştı o parayla. “Hepimiz için” demişti. öldüydü. Allah derdi sevdiğine verirmiş. Şükret.” Bu ve benzeri sözler onu gecelerin içine itmişti iyice. Anası sessizce kapıyı açar, uyku taklidi yapan oğlunun saçını okşar, öylesine derin nefes alır ve verirdi ki bu nefes, umarsızlık, kahroluş, isyan ve yorgunluk dolu olurdu. Bu ana, ikiz kardeşlerini iki ayrı beşikte emzirirken çoğu kez uyuya kalırdı açıkta. Arpa tarlasında iyice coşunca: “Aman da kızlar ne zor imiş burçak yolması” türküsünü söylerdi onlara. Kitap okuyanın sesi ne çok benziyordu annesininkine. Gözünde canlandırdı. Bu yumuşak sesli, hep sever gibi konuşan kadını. Boynu kuğu gibi. Kırlaşmış saçlarını ensesinden tokayla tutturmuş. Geniş bir alın, yuvarlak bir burnu olmalı. Çenesi köşeli. Dudakları gülümser gibi aralı. Bembeyaz dişleri görünmekte. Ok gibi uzun kirpiklerinin arasındaki kapkara gözler. Derinliğinde acılar yatıyor. Çok sıkıntılar çekmiş, ama ışıl ışıl parlamakta. Çünkü birçok insana göz oluyor. Umut oluyor. Esmer yüzünde gamzeleri pek de hoş. Üzerindeki elbisesi gelincik tarlası gibi. Pek yakışmış kendisine. Benim anam sarışın. Aralarında sadece ten farkı var. Suratı bembeyazdı anamın. Bana dağlardan kil kazdırır, toprak yerdi. Sonraları öğrendim kansızlıktan toprak yediğini. Doğumlar, düşükler… Anasını düşündü. Şu anda evde yapayalnız. Doksan yaşını bulmuş, savaşlardan yorgun, yürüme güçlüğü çeken, çocukları, damatları, gelinleri ve torunlarına bir şeyler vermeye çalışan, hep gülümseyen anası. Oysa akşamları 25-30 kişi gürültü patırtı yaparak ziyaret görevini bir an önce tamamlayıp evlerine dağılma çabasında olanlar. Çay ve kahveyi içemiyor anası. Oysa gelenler çay ve kahve getiriyor çoğu zaman. Kaç zamandır balkonda gelene geçene bakarak zaman geçirmekte anası. Arabalılar var. Ne parka, ne de bir akrabaya götürürler. Aylaklık yapmaktan sıra gelmiyor. Üstelik:“Ana, bu kadar gelin ve damatla nasıl anlaşıyorsun?” diye soruyorlar. Anam da: “Kırlangıç gibi bir alttan, bir üstten geçiyorum. İdare ediyoruz yavrucuğum. İşin temeli sevmek.” diyerek işin sırrını veriyor. Hastalığını, gereksinimlerini bilmeyiz biz. Bu yorgun yürek hep gülümsemekte. Ağzından “a yavrum.” sözünden başka bir şey duymak olası değil. Tatlı dilli hep… “Baba, çay getirdim.” diyor oğlu. Bu ses onu bugüne getirdi. “Sağ ol yavrum. Buraları sevdin mi? Eğleniyor musun?” Afyon'da gelen en son krizle onun gözü kan çanağı olmuş. Tıp umarsız. Okulun yardımcı hizmetlisiyle memleketi Güney'e gelmişti. Görme bitikti. Güney'de anası ve babasıyla karşılaşma anı ürkütüyordu onu. Nasıl söyleyecekti artık temelli kör olacağını. Oğlunun birini erken yaşta yitirmiş, yıllardır yoksullukla boğuşan kısacası dünya yüzü görmemiş anasına nasıl söyleyecekti… Bir yıkım olurdu bu onun için. Otobüste bunları düşüğündü hep. Evlerini tarif etti yanındaki eşlik eden hizmetliye. Kapılarını çaldılar ürkerek. Bu anın korkusu yüreğinde. Kapı açıldı. Karşısında sessizlik, zaman dondu sanki. Aradan yüzyıllar geçmiş gibi. Soluğundan tanıdı anasını. “Ana! Ben geldim.” diyebildi güçlükle. Anası: “Yavrııııım!” diyen hıçkırığını içinde saklamak istedi. Onun yüreği, patlayan bir yanardağ gibi alev alev. Lavlar tüm vücudunu sarmakta. Yangınını bilmesin istiyor oğlu. Sarıldılar ve gözyaşları karıştı birbirine. Bir süre kala kaldılar öylece… “Çok güzel baba, eğleniyorum. Sen çayını iç, birlikte şarkı söyleyelim. Olur mu baba?” “Elbette olur oğlum.” Az ötede sazın coşkulu sesi. Alkışla tempo tutarak koro halinde türkü söylüyor gençler: “Cemilemin gezdiği dağlar meşeli.” Güzelim dut ağacı, Dadaloğlu'nun elinde bir başkaldırının sesisin. Karacaoğlan'ın kara gözlüsüne sevdasını dile getirişisin, Köroğlu'nun elinde ve dilindesin. Bolu Beyine meydan okuyuştasın, Pir Sultan'ın karanlığa attığı aydınlatma fişeğisin. Kısacası sevginin ve başkaldırının sesisin… Gençler coşkulu, gençler oynamakta. “Baba, çayım bitti.” Oğlu on yaşında. Ne de çabuk büyüdü. Toprağa düşen tohum yeşermekte. Doğduğu günü anımsadı. Dışarıda korkunç bir ayaz. Bıçak gibi kesiyor. Doğumevinde heyecan, kaygı ve merakla beklemekte doğumu. Yukarıdan eşinin sancıyla birlikte yükselen sesleri tırmalıyor kulağını. Umarsız. Yanında oturduğu hastane hizmetlisi para tırtıklayıp bir şeyler aldırmak sevdasında. Adama çok kızdı. Adamın derdi kırmızı pabuç. “Ben can derdindeyim, kasap et derdinde.”diye geçirdi içinden. Yardımcı hizmetlinin nispet yaparcasına ağzını höpürdeterek çay içişi. Duymayayım diye kulağına kulaklığını takmıştı ki, ebe: “Hocam, bebek keseyi Kör olduktan sonra uzun kış gecelerinde sobada çıtırdayan odunun sesi. Kaynayan çaydanlığın kapağının ritmik tıkırdaması:“Tıkır da tıkır, tıkır da tıkır.” Öbür divanda yokuş yukarı çıkan lokomatif gibi ninesinin nefes alıp verişi. Karnı acıkan kedinin miyavlaması… oyalardı onu. Yorganının altındaki radyosunu kısık sesle dinlerdi sabahlara dek. Çünkü gündüzleri uyurdu genellikle. Gelen insanların moral bozan davranışları canını çok sıkardı. “Ah yavrum! Pek de gençmiş.” “Gader gardeşim! Ne etcen? Bizim köyde biri böyle oldu da gepgenç -31- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE patlatamıyor. Acil doktorunu çağıracağım.” Sırtından terler boşandı. Doktorun gelişine kadar geçen zaman, haftalar, aylar, yıllar gibi geldi ona. Neyse ki doktor çabuk geldi. On dakika sonra: ADABELEN’İN SOLUĞUNDA “Hocam, gürbüz ve çok sağlıklı bir oğlun oldu.” diye onu dalgınlıktan kurtardı ebe hanım. Ne yapacağını bilemeyen, yorgun, sırtından yük kalkmışçasına külçe gibi oturdu yerinde bir süre. “Haydi, bebeği görelim.” diyen ebenin koluna girdi. Oğlu iştahla emiyordu memeyi. Bir ara ağzından kaçan memeden sonra çığlık. Ebe:“İşte, dedi, yaşam savaşına başladı. Umarım uzun ve daha az sıkıntılı bir yaşam olur.” Muammer ÖZLER muammerozler@yahoo.com “Haydi baba. Kalbimin sahibi sensin, diyelim.” Birlikte söylediler: “Kalbimin sahibi sensin orda yalnız sen varsın.” Kır çiçekleri gibiydik bir zamanlar Bana gelincik olmak düştü Onca renkler akarken Naipli “Baba bak, dinle. Ağaçtaki kuş da şarkı söylüyor.” “Evet duydum. Ne söylüyor o?” “Karşısındaki babasına, kalbimin sahibi sensin, diyor.” Ellerim tütün sarısı Çocukluğumdan kalan, Ne olur El ele tutuşabilsem Gökkuşağı'nın Yedisinin de yedisi ile. Alnıma aklar düşse, yok olsa karalar, Nice eylülleri bıraksam Gene, Adabelen Tepesi'ne... O an, kendisine binlerce kez sevgisiyle “kalbimin sahibi sensin.” diyen anasını düşündü. “Oğlum” dedi yutkunarak. “Yarın bir gül alarak babaanneye gidelim, hem de ona birlikte şarkı söyleyelim.” “Kalbimin sahibi sensin, diyelim baba.” Sevgiyle bağrına bastı oğlunu. Bağrına oğlunu sıkıca bastırırken üzüm taneleri gibi akan gözyaşlarına engel olamadı. Benim neyime gerek korkulu düşler, Uyanmak varken derin uykudan. Dolaşsam kitaplarda sayfa sayfa İnci gibi dizilse dilimde sözcükler Bir uğur böceği düşse avucuma, Uçursam onu yeniden Adabelen Tepesi'ne... Yaralarımı türkülere desem Kıvrımlarında aksam okuduğum şiirlerin Gün, ikindiyi açmış gibi zaten Yıkılan duvarlarını bari örebilsem Yeniden Adabelen Tepesi'nin... Bir Kurban Bayramı daha geçti. Kutlu olsun… -32- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Yıllar öncesi Sivas katliamı denemesi, Kayseri olayı Yaşamımdan Kesitler ve Bir Olay İlyas KALAY* Kızılçullu Köy Enstitüsü Mezunu aldığı maaşa eşit olması gerekmez mi? 1943-1944 öğretim yılı sonunda Kızılçullu Köy Enstitüsü'nden diplomamı aldım. Öğretmen olarak Manisa- Demirci'nin Hırkalı Köyü'nde göreve başladım. Yanıt: Sizin tayininizi kendi köyünüze yapıyoruz. Orada size maddi yönden yardım edecek babanız ve anneniz ve yakın akrabalarınız var. 3803 sayılı kanun gereği bana demircilik atölyesinde bulunacak aletleri verdiler. Ayrıca bir inek, bir at,bir araba, pulluk, ıslah edilmiş mısır tohumu, 50 lira işletme kredisi de verdiler. 2-Çocuk zamları diğer memurların 10 lira, bizimki niçin 5 lira? Yanıt: Sizler köy kökenli olduğunuz için çok çocuk yapıyorsunuz. 1946'da çok partili hayata geçtik ve Demokrat Parti kuruldu. Kurucuların çoğu ağası idi. Köyde öğretmenin çalışmasını istemiyorlardı. Çünkü çıkarları bozulacaktı. Arazilerinde köylüleri köle gibi kullanamayacaklardı. Diğer bir grup da hiçbir zaman Atatürk'ün koyduğu ilkeleri istemeyen, din ağırlıklı bir yönetimi isteyen, laikliği kabul etmeyen, köyde öğretmenin değil, imamın bulunmasını isteyen kişilerdi. Bugünkü diktatörün iktidar olması o günlerden başlar. Bu cevaplar bir ilköğretim genel müdürüne yakışır mı? Değerlendirmeyi sizlere bırakıyorum. CHP'nin iktidar olarak bize sahip çıkması gerekmez miydi? DP zaten bizi yok etmek için uğraşıyor. Bu şartlarda bizim sorunlarımızı kendimizin çözmesi gerekti. Hemen orada örgütlü mücadele yapmaya karar verdik. Köy öğretmenleri Derneğini kurduk. O dernek 1950-1960 yılları arasında çok gelişti, federasyon haline geldi. 27 Mayıs 1960'taki Kurucu Meclise Halil Akyavaş temsilci olarak katıldı. Kısa zamanda DP çığ gibi büyüdü. ABD'nin savaş artıklarını vermesi, biraz da maddi yardımda bulunması halkın ekonomik durumunu düzeltti. CHP, DP'nin gelişmesini görünce onun uyguladığı görüşleri hayata geçirmek için hükümet değişikliği yaptı. Yeni hükümetin başbakanı İlahiyat Profesörü Şemsettin Günaltay'ın hükümet Programı, dini ağırlıklı ve Atatürk ilkelerini zayıflatan bir programdı. İlk kırılma o zaman başladı. İsmet Paşa partinin bu görüşünü önleyemedi. Milli Eğitim bakanı Reşat Şemsettin Sirer'di. Eski bakan Hasan Ali Yücel bakanlıktan ayrıldı. Yeni bakan eski bakanın zıttı fikre sahip, yeni hükümetin programını yapan kişiydi. İlk işi Köy enstitülerini klasik eğitim sistemine getirmek oldu. Artık enstitülerde sanat, tarım çalışmaları kaldırıldı, birçok uygulama geçersiz hale getirildi. Bu uygulama CHP'ye çok pahalıya mal oldu. Çünkü halkın pek çoğu CHP'nin bu uygulamasına inanmadı. Çünkü halkın pek çoğu CHP'nin bu uygulamasına inanmaz. CHP'li seçmenler, Atatürk ilkelerinden taviz verildiği için partiden ayrılır. Yani silah geri tepti. 14 Mayıs 1950'deki seçimlerde DP 415, CHP 35 milletvekili çıkararak hezimete uğradı. 1960'tan sonra bütün öğretmen örgütleri birleşti. TÜRKİYE ÖĞRETMENLER FEDERASYONU adını aldı. 1965'te federasyonun Adapazarı'nda yıllık genel kurul toplantısı vardı. Ben Salihli delegesi olarak katıldım. Başkanı Hayrettin Uysal'dı. Fakir Baykurt 10 arkadaşı ile toplantıya katıldı. Türkiye Öğretmenler Sendikası'nı kurduklarını söylediler(TÖS). Genel kurulda karar aldık. Federasyon kapatılarak TÖS'te birleştik. Artık Türkiye'de öğretmenlerin de sendikası vardı. Öğretmenlerin büyük çoğunluğu sendika üyesiydi. Sonraki günlerde Ankara'da TÖS'ün yönetimini belirlemek için toplantı yapıldı. Seçim sonucunda TÖS'ün genel başkanlığına Fakir BAYKURT seçildi. Yeni yönetim böylece belirlendi. Genel kurulda alınan karar gereği, her yıl yapılacak genel kurullar değişik illerde yapılacaktı. Gelecek yıl yapılacak toplantının da Kayseri'de yapılmasına karar verildi. Yeni bakan 1948'de Enstitüden mezun olan öğretmenlerin bilgileri noksan(Enstitülerin adı amele okulu idi.) zannedip 1946'ya kadar mezun olan öğretmenleri okulda kursa aldılar. Ben de vardım. 100 öğretmen 2 şube oldu. Okula Yusuf Kazım Könü İlköğretim genel müdürü olarak geldi. Sorunlarımızı ona aktaracak bir sözcü seçtik. Bir yıl sonra yapılacak bu toplantı için yer, tarih belirtilen çağrı bütün şubelere gönderildi. Ben ve Ali Ergenç arkadaşım Salihli delegesi olarak Kayseri'ye gittik. Günlerden perşembe idi. Toplantı 3 gün sürecekti. Daha önce kalacağımız otel belirlenmişti. Başka delege arkadaşlarla otele gidip yerleştik. 1-Bizim maaşlarımız neden az, diğer öğretmenlerin -33- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Arkadaş grupları çeşitli lokantalarda akşama doğru akşam yemeği için yerimizi aldık. Bizim bulunduğumuz lokanta Kayseri'nin lüks ve tanınmış bir yeri idi. Hava karardı. Elektrikler kesildi. Karanlıkta kaldık. Mumlar yakılarak neşe içinde yemeğimize devam ettik. Gündüzden 5 Kayserili milletvekili gelmiş. Esnafı, sanayi sitesini dolaşıp komünistlerin geldiğini, bunların Müslüman olmadığını, her türlü kötülüğü yapacaklarını söylemişler. Ayrıca sanayide kalfa ve çıraklara 5'er lira vererek ertesi gün yapılacak toplantının yapılmaması için görevlendirmişler. Vali ve emniyet müdürünü izinli göndermişler. Halkı bize karşı kışkırtmışlar. İşte yukarıda belirttiğim, elektriklerin kesilmesi, bir senaryonun başlangıcıydı. Bunun için onlar iş(!) başındaydı. Bir türbeye ve camiye Molotof kokteyli atmışlar. Arkasından Kayseri halkına:” İşte gördünüz mü, size söylemedik mi? Bunların yapacağı budur. dehşetini anlıyor. Hiçbir yerden talimat almadan alarm sesiyle askerler bir anda alanda toplanıyor. Komutan “İstikamet Alemdar Sineması, süngü tak, hücum !” emrini veriyor. Süngülü asker, saf halinde kalabalığa doğru yürüyünce, kızgın kalabalık kaçarak bir anda yok oluyor. Sinemanın giriş kapısından itibaren garnizona kadar süngülü askerlerle koridor oluşturuluyor. Biz onların yardımı ile garnizona geçiyoruz. Günlerden Cuma olduğu için cami hutbesinde bizi kötüleyen konuşmalar yapmışlar. Bunun üzerine Namazda çıkan cemaat kısa zamanda büyük bir kalabalık oluşturdu. Boş binaya bu sefer onlar saldırdılar. Sinemanın içine girerek localar dâhil her tarafın altını üstüne getirdiler. Lokantanın kullanılan bütün malzemelerini caddeye fırlattılar. 3. kattaki otelin malzemelerini ise tamamen kırdılar, kullanılamaz hale getirdiler. Sonra kapıları, pencereleri ve camları kırdılar. Böylece bina sahibi de çok büyük zararla TÖS'e toplantı iznini verdiği için cezasını çekti. Bizim bu olaylardan haberimiz yok. Toplantı yerine geldik. Fakir Baykurt yoktu. Yarım saat sonra geldi. Bize yukarıdaki olayları anlattı. “Katiyken dışarı çıkmayın. Halk çok kızgın, sizi öldürebilirler.” dedi. Bunun üzerine sinemada bayan delege arkadaşları sahneye topladık. Sinemanın iki kapısı vardı. Biri giriş, diğeri çıkış kapısı idi. Kapıları içeriden kilitledik. Çok geçmeden büyük bir kalabalık, giriş kapısından lobiye girmeye başlıyordu. Buzdolaplarını, yiyecek vitrinlerini, lavobaları kırarak paramparça ediyorlar. Sonra sinema salonuna açılan kapıyı büyük bir darbe ile kırıyorlar ve içeriye girmeye çalışıyorlar Biz de içeriden onları içeriye sokmamak için karşı koyuyoruz. Bir ara kapıdan saldıranlarla Fakir Baykurt konuşmak istedi. Kızgın kalabalık kolundan tutup aralarına almak istedi. Biz de içeriden diğer kolundan asılarak vermek istemiyoruz. Bu mücadelede ceketi ikiye bölündü. Yarısı bizde, yarısı onlarda kaldı. Ancak F. Baykurt'u kendi tarafımızda bıraktık ve vermedik onlara. Yoksa gözü dönmüş o kalabalık onu linç edebilirdi. Bir grup saldırgan da yönetimin binasını tahrip ettiler. İşte iki yüz yıldan beri Türk halkının ilerlemesini, gelişmesini önleyen şeriat heveslileri gerici, yobazların yüzlerce isyanı, başkaldırısı vardır. Zaman zaman çıkarcı politikacılarla anlaşarak hükümetler yıkmışlar, padişahları kesmişlerdir. Hatta üç halifeyi öldürmüşlerdir. Bunların içinde peygamberimizin damadı Hazreti Ali ve oğulları imam Hüseyin ve Hasan da vardır. Çıkış kapısı ise ara sokağa açılıyordu. Büyük bir kalabalık da oradan saldırdı. Yakınında bulunan odun depolarından aldıkları takozları sinemanın içine atarak bir yığınak oluşturdular. Sonra ateşlediler. Localar ve perdeler yanmaya başladı. İçerisi kesif bir dumanla doldu. Artık nefes almakta zorlanıyorduk. Yangın olduğu belli olmasına rağmen itfaiye gelmiyor. Belli ki onlar da bu işin içinde. Komutan 20 cemse tahsis etti ve askerin kontrolünde Nevşehir'e geldik. Özel eşyalarımız Kayseri'de otellerde kaldı. Gidip de alamadık. Sinema 1. kat, 2. kat lokanta, 3. kat da otel. Bina CHP'li bir vatandaşın. TÖS'e toplantı yapabilmeleri için verdiğinden kışkırtılan kalabalık kızgın. Oradan otobüslerle Ankara'ya geldik. Cumartesi günü Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin toplantı salonunda toplantıyı tamamladık. Yine Fakir Baykurt genel başkanlığa seçildi. Biz de görevimize döndük. Karşımızda Doğu Menzil Komutanlığına ait askeri birlik var. Komutan sinemanın yandığını görünce olayın *İlyas Kalay Ortaklar Köy Enstitüsü İnşaatlarında Çalıştı -34- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE BİR GENÇ KIZIN GÖZYAŞLARI Turgut DERELİ turgutdereli@windowslive.com Geçenlerde bir dostun izlemem için verdiği eski Türk filmleri arasında Hülya Koçyiğit ve Rahmi Saltuk'un başrollerini oynadıkları, “Acı Vatan Almanya” adlı 1979 yapımı bir film de vardı. Zamanında çok ses getiren bu filmi o zamanlar izlemiştim, ama çok az sahnesini anımsıyordum. Üşenmedim yeniden izledim. Almanya, simge bir ülkedir aslında… O yıllarda Türklerin göç ettiği diğer Avrupa ülkeleri arasında öne çıktığı için diğerlerinin adı pek anılmaz. Onun için de tüm göç edenlere “Almancı” denegeldi Bir zamanlar toplumumuzu ilgilendiren en önemli gündem maddelerinden birini oluşturan bu göç olayı; günümüzde de etkilerini sürdürmekle birlikte, ilk kuşaktan geri dönmek isteyenler döndüğü, diğerleri orada yerleştiği ya da Alman yurttaşlığına geçtiği için sorun unutulmaya yüz tuttu. Film, beni aldı 1980'lerde bir dershanede idareci olarak çalıştığım yıllara sürükledi. Dedim ya hepimizi, özellikle de göç olayını yaşayanları derinden etkileyen, bir olguydu Almancılık… Üniversite hazırlık sınıfında okuyan bir kız öğrenci, sınıfta birdenbire bir ağlama krizine tutulmuş. Öğretmen, nedenini öğrenemeyince derste de zaman kaybetmemek için bir öğrenciyi, onu katta görevli idareciye götürmesi için görevlendirmişti. Arkadaşını sınıfa gönderdikten sonra bir süre sakinleşmesini bekledim. Ben de onun en az babası yaşındaydım. Öğretmenin de bir baba olduğunu, bana güvenmesini sorununu bana anlatabileceğini uygun bir dille anlattığımda, yaşadıklarını benimle paylaşmaya razı olmuştu: “Biz üç kardeşiz. En büyükleri benim. Annem ve babam çalışmak için Almanya'ya birlikte gittiler. Benden küçük olan kardeşlerimi yanlarında götürmüşler, beni anneanneme bırakmışlardı. Anneannem dayımlarla birlikte yaşıyordu. Ben beş yaşlarındaydım. Bir süre sonra anne-baba özlemiyle kavrulmaya başlamıştım. Anneannem hep onları sayıkladığımı söylüyordu. Ne var ki bir yandan da şöyle düşünüyordum:'Bak kardeşlerini yanlarında alıp götürdüler. Seni sevselerdi, seni de götürürlerdi. Demek ki seni sevmiyorlar.' Bu düşünce beni kahrediyordu. Bir yandan onları özlüyor, bir an önce gelmelerini bekliyordum. Bir yandan da onlardan nefret ediyordum. Tatile geldiklerinde gidip balkona saklanırdım. Onlara sarılmak yanaklarından öpmek isterdim, ama nefret duygum ağır basar, ağlamaya başlardım. Onlarsa: 'Ne oldu bu çocuğa?'diyerek şaşkınlıklarını ifade ederlerdi. Bu böylece yıllarca sürüp gitti. Bugün kesin dönüş yaptılar, ama anlaşmazlığımız sürüyor.” Hıçkırıklarla sık sık kesilen anlatısının özü yukarıdaki gibiydi. “Sen artık kocaman bir genç kızsın. Bugün çocukken düşündüklerinin doğru olmadığının ayırtına varman gerekir. Aileni artık sorumlu tutmamalısın,” dediğimde: “Öğretmenim, ben de biliyorum ama bilinçaltımdaki duygularımı silip atamıyorum. Onlara bu durumu anlattığımda beni azarlıyorlar. 'Biz Almanya'ya gitmeseydik. Oturduğumuz bu daireye sahip olabilir miydik? Bu arabamız, yazlığımız olur muydu? Size bu yaşantıyı sağlayabilir miydik? Ne sanıyorsun sen!' ” diyorlar.” Ebeveynleri ilkokul eğitimliydi. Buna karşın kızlarını bir psikiyatriste götürmüşler. “Ne çözüm önerdi psikiyatrist?” dedim. “Benimle ve ailemle ayrı ayrı görüştü. Bazı öğütlerde bulundu,” dedi ama ayrıntılarını açıklamıyordu. Elbette bir psikiyatrist, önemli şeyler söylemiştir. İlaçla tedaviyi de gerekli görebilirdi. Neler yapıldı bilemiyorum. Sohbetlerimiz bir süre devam etti, yararlı olduğunu söylüyordu. Ben de yılların eğitimcisiydim. Kendi deneyimimden yola çıkarak ona bir ara dedim ki: “ Bak evladım, Onlar da kendi açılarından haklılar… Sen onlardan daha eğitimlisin. Çözümü biraz da sen bulmalı, ailenle ilişkilerini düzeltmelisin. Anneler, kızlarının yemek yapmak istemesinden, ya da örgü yapma isteğinden çok hoşlanırlar. Bir gün annene: 'Anne bu yemeği birlikte yapsak' desen… Başka bir gün ondan yün ipliği almasını ve örgü öğretmesini istesen, bir başka gün de uygun bir zamanda babanın dizine oturup yanağına bir öpücük kondursan.” Bu benim önerilerimdi. Son görüşmemizden bir hafta sonra geldi ve önerdiklerimi aynen yaptığını söyledi. “Peki sonuç? “dedim. Yanıtını hiç unutamam… “Annem dedi ki: 'Kızım ne oldu sana, başını bir yere mi vurdun?” Bütün “Almancı” dostlara selam olsun. Bu yazı daha önce Muğla Devrim Gazetesinde yayımlanmış olup dergimizde yazarımızın izni ve önerisiyle yayımlanmaktadır.” -35- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE ÜRETİMİN ABİDELERİNDEN Ünal YURTÇU* unal.yurttcu@facebook.com Ortaklar –Köy Enstitüsü, İlköğretmen Okulu, Öğretmen Lisesi- Türkiye ve Köy Enstitülerinin kaderini belirleyen 1954 yılında TBMM'ne vekil olan 35 Güneydoğu'lu ağa “ Köy çocukları okuduğunda ..kimi ırgat yapacağız.” düşüncesi ile hem Güneydoğu'nun, hem Türkiye'nin atılım kaderini değiştirmişlerdir… kuruluşu, devamı ve işlerliği, öğretmen olmanın ve ulusun aydınlanmasındaki sorumluluğumuz ve bu okulların tanımı ile yoğrulmuştuk. 30 Eylül 1970 yılında eş durumundan bu güzel okula geldiğimde sevincimi tarif edemem. Hayallerim gerçek olmuştu. Yonca Hanım ve Günak Öğretmenim önderliğinde Köy Enstitülerinden kalan bu abidenin tüm birimlerini, öğretmenlerini, ziraat yapılan arazisini ve diğer olanaklarını tanıma fırsatı buldum. Okul müdürü Cavit Öztürk Bey çok sıcak karşılamıştı beni. Güneydoğu'lu kardeşlerim, yıllardır devletin her kademesinde görev alan ağa babalarınızdan, bir gün dahi gerçekten toplu olarak yakasına yapışıp özlük haklarınızı istediniz mi? İsteyemediniz, istetmediler… Bunu yapmadığınız için, dün ve bugün suçu tamamen Türkiye Cumhuriyeti devletine yüklediniz. Oysa devletin birer parçasının da kendiniz olduğunun hala farkında değilsiniz. Ayrıca 1954'teki ABD Marshal yardımının da bu okulların kapanmasının bir diğer gerçeği olduğu bilinmelidir… Okulda açık lojman olmadığı için Ortaklar nahiyesinde bir ev kiraladık. Tokat'tan getirdiğim motosikletimle okula gidip geldik. Bir ay sonra bir lojman açıldı. Müdür Cavit Bey sırada başkaları olmasına rağmen ders dışı çalışmalarımızın da değerlendirmesini yaparak lojmana bizim geçmemizi önerdi. Sıradaki diğer arkadaşlarda bu öneriyi kabul ettiler. Bu konu Yonca Hanım'la beni daha da kamçıladı. İki ay sonra Müdür Cavit Beye bir rapor sundum. Bu rapor okulun spor ve eğitim açısından çehresini değiştirebilecek nitelikteydi. Ancak okulu müdür yönetir ve oluşumlara hayır derse öğretmen klasik şekilde derslere girer çıkar. Önerime, okul yöneticileri olarak verdikleri destek önümüzü açtı ve çok sevdiğim, saydığım Beden Etimi Öğretmeni Nurettin Tamay Ağabey'imin rızası ile spor kolu başkanlığını da bana verilmesini sağladı Müdür Cavit Bey. Ben C. Ünal Yurtçu. Tokat İlköğretmen Okulu'nda 1960-1964 yıllarında öğrenim gördüm. Köy Enstitüsü mezunu değilim. Ama öğretmenlerimin çoğunluğu Köy Enstitüsü kökenliydi. Eğitimin-öğretimin, insan ilişkilerinin, üretimin, oto kontrollü çalışma düzeninin, bireyin çalışmalarının değerlendirmesinin, Türkiye gerçeklerinin iç ve dış yelpazesinin, kalkınmanın nereden ve nasıl başlayacağının, insan denen en değerli varlığın özüne inildiğinde her bireyin ayrı bir değer olduğunun ve çalışarak, üreterek, çağdaşlığı yakalayacağımızın bilincini aşıladılar bize. Onlarca öğretmenimin içerisinde ellerini öptüğüm, saygı duyup bilgilerinden yararlandığım, ilkelerinden ödün vermeyen öğretmenlerimden; öğretmenim, babam, arkadaşım, çocuklarımın dedesi değerli eğitimci Günak Yüzak; tüm öğrencilerine sevgi dolu yaklaşımı ile arkadaş, yol gösterici ve sabırlı eğitimci, meslek dersleri öğretmenim Lemanser Sükan; eğitimde oto kontrol sisteminin, spor ve beden eğitiminin insan yaşamının bir parçası olduğunun , ödünsüz üretimde kararlılık gerektiğinin, kendine güven , hangi koşulda ve nerede olursan ol üretimde sevgi ve saygıdan vazgeçmeme kararlığındaki beden eğitimi öğretmenim Faruk Sükan ve diğerleri… Okuldaki öğrenci sayısı 1700. Çoğunluğu yatılı ve köy kökenli sınavla seçilmiş başarılı öğrenciler. Yüzlerce dönüme kurulmuş bir okul, yönetim tarafından tarafımıza tam destek. İyi bir aşçıysanız üretimin en güzelini yapacaksınız. Müdür Cavit Bey 2. Öğretmenler kurulu toplantısında bu konuda kurulu bilgilendirdi, konu tartışıldı ve kuruldan tam destek çıktı. Derslerdeki özel ve bayrak törenlerindeki genel konuşmalarımızla öğrencilerimizi bilgilendirmeye çalıştık. Onlara tüm çalışmalarımızın disiplin içerisinde yapılacağını, seçilerek görev alacak arkadaşlarına çalışmalarında yardımcı olunması gerektiğini aşılamaya çalıştık. Diğer beden eğitimi öğretmeni arkadaşlarımdan da bu konuda destek aldık. En büyük desteği Nurettin Tamay, Tokat ilköğretmen okulu mezunu Salih Özdursun abim ve her konuda bana yardımcı olan yine Tokat mezunu H ü s e y i n Ta n k u ş k a r d e ş i m d e n a l d ı k . Kurduğumuz sistem gereği sınıflar kendi aralarında kız- Öğretmen okullarında çalışabilme arzumla bitirdiğim Gazi Eğitim Enstitüsü Beden Eğitimi bölümünden 1977 yılında mezun oldum. Tunceli İlköğretmen Okulu'na atanmamın birinci yılında kendimi asker, üçüncü yılında, kendimi eş durumundan Ortaklar İlköğretmen Okulunda buldum. Bu güzel okul bana pek yabancı değildi. Tokat'ta okurken tüm Köy Enstitülerinin -36- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE erkek ayrı ayrı gizli oy ile seçtikleri ; spor sınıf başkanlarını ,basketbol, voleybol, futbol, hentbol, atletizm ,masa tenisi ,jimnastik, halk oyunları ve spor yönetim kurulu aday üyelerini belirler. Sınıflar seçimlerini bitirince, tüm branş kaptanları ayrı ayrı toplanıp bir kız-bir erkek başkaptanlarını seçerler. Spor yönetim kurulu seçimlerine katılan üyeler de, tüm spor faaliyetlerini planlayacak, uygulayacak , sonuçlandıracak, değerlendirecek ,10 kişilik okul spor yönetim kurulu ile 5 kişilik ödül ve ceza kurulunu seçerler.n Beden eğitimi öğretmenleri kurulların doğal üyesi olarak ,isterlerse tüm toplantılara katılıp,görüş bildirebilirler. Çalışmalarda yapılan yoklama listeleri, sekreterler tarafından bir dosyada toplanır, karne öncesi spor yönetim kurulu üyeleri ile +(artı) -(eksi) toplamları yapılır, derslerde aldıkları tüm branşlara ait puanları ayrıca yazılır, ,Yonca Hanımın okulun diğer faaliyetlerine katılan(müzik-tiyatrohalk oyunları-güreş -bilgi yarışmaları-gibi) öğrencilerin listeleri de dosyaya konur, okul takımlarında olanlar- milli takımlara gidenler, yine bu dosyada toplanır. Tüm bunlar değerlendirilerek öğrencilerin puanları hesaplanır. Puanlar öğrenci katılım adetlerine bölünerek notları verilirdi. Elbette öğretmen kanaati ve öğrenci disiplini de bu değerlendirmelerde yer bulurdu. Bu oluşum bir ekip ve özveri işidir. Bu düzenin Türkiye'de bir eşinin olduğunu hatırlamıyorum. Olamaz da. Ya müdür izin vermez ya okul koşulları elvermez, ya da beden eğitimi öğretmenleri ayrı telden çalar veya bu sistemi hayal dahi edemez, bunun için emek vermez. (velilerin : çocuğum bir basket atamadı….bir takla atamadı bedenden zayıf aldı gibi sudan sebepleri de bizim sistemimizde yer bulamazdı. Ayrıca bu tür üretimlerde değer bulmayan çocuk olamazdı.) Seçimler tamamlandıktan sonra belgeler okul müdürüne onaylatılıp bir örneği müdürlüğe bırakılır. Spor yönetim kurulu da ilk toplantısında, spor kolları yönetmeliğine göre bir yıllık planlamasını yapar. Okulun ekonomik koşulları çerçevesinde müdürlüğün katkıları, sahalar, tesisler, spor malzemeleri, spor karşılaşmaları gibi konuları değerlendirir ve uygulamayı başlatır. Yönetici olarak ben tüm konularda görevlilerin danışmanıydım. Tüm toplantılar benim kontrolümde yapılırdı. Bireyi yaşama hazırlama, yönetme, yönetilme ve görev bilincini aşılama, sorunların ve dileklerin sözlü veya yazılı olarak iletilmesi, sürecin takibi, ödüllerin veya cezaların değerlendirilmesi tamamen spor yönetim kurulu sorumluluğundadır. Bu çalışmaların dışında tüm branşlarda ortaokul-lise kız- erkek okul takımlarımızın çalışmaları ayrı bir değerlendirmedir. Önceleri açık sahalarda, sonra büyük uğraşılarla Müdür Cavit Beyle yaptırılmasına katkımız olan tek tribünlü spor salonundaki çalışmalarımız, geceleri 23.00'e kadar devam ederdi.( bir anı: salon açılışında konuşma yapmak isteyen Müdür Cavit Beyi, pırıl pırıl cilalı salona dışarıda giydiği ayakkabılarla almamış, o da kızarak tribünden konuşmasını yapmıştı. Daha sonraki görüşmemizde bana hak vermişti. ) Okula sınav ile seçilerek gelmiş, zeki öğrencilerim, her konuda olduğu gibi spor etkinlikleri konusunda da başarıda zirve yaptılar. Spor sahasının altından çıkan kara suyun dereye akıtılması için yaptıkları küçük kanallar, futbol, basketbol, voleybol, hentbol ve tüm kategoriler için ayrı ayrı atletizm sahaları vs. bu planlamanın üretimleridir. Yapılan bu tesislerde yine spor yönetim kurulunun hazırladığı ve her gün saat 16:00-17:30 arası ders dışı çalışma programı; her sınıfa, kız erkek ayrı ayrı, haftada 2 gün ,bir buçuk saatlik çalışma olanağı sunulmuştur. Her hafta, gün ve branşlarda değişiklik yapılırdı. Bu etkinliklerde sınıf branş kaptanı sınıfından sorumludur ve yoklama yapar. Görevlendirilen tecrübeli öğrenci diğer öğrencileri çalıştırır. Branş başkaptanları kontrol eder. Spor yönetim kurulu üyeleri tüm sahalarda genel düzeni sağlar, beden eğitimi öğretmenleri isterlerse, genel düzene karışmadan denetleyici ve gerekirse yardımcı olurlardı. Okulda yapılan bu çalışmalar, meyvelerini kısa sürede verdi. Yalnız öğrenci açısından değil tüm okulun genel yapısında da değer buldu. Ortaklar İlköğretmen Okulu Ege'nin her konuda incisi oldu. Milli takımlara onlarca öğrenci verdi. Atletizm ferdi dallarda onlarca öğrencimiz Türkiye birinciliği madalyalarını taktılar, Ege'de yılın sporcuları seçildiler. Halk oyunlarında Nurettin Tamay ve güreş takımlarımızda Şeceaddin Gada Ağabey'im ile fırtınalar estirdiler. Masa tenisinde Abdullah Aras Bey ile Türkiye şampiyonalarına kadar gitti-küçük erkek voleybol takımı Adana'da Türkiye şampiyonu, yıldız kız atletizm takımları 3 yıl üst üste Türkiye şampiyonu, yıldız basketbol kız takımımız Eskişehir de Türkiye 2. Si genç kız basketbol takımımızın aydın gurup ve yarı finalleri alması mutluluktu. Atletizm lise erkek ve yıldız erkek takımlarımız İzmir'de Türkiye 3.sü atletizm, atma ve atlamalar dalında Antalya'da Türkiye birinciliğinde 52 madalya ile okulumuz tarih yazdı. Bu etkinliklerde okulumuzun 1150 öğrencinin lisanslı olması da ayrı bir değerdir. Ayrıca okul- kulüp işbirliğinin yararına inanarak, okul müdürünün onayı ile spor kolları yönetmeliğinin öngördüğü doğrultuda Germencik spor ile Yıllarca uygulamaya çalıştığımız bu üretimlerde; Genel Sekreterler olarak Recep Çelik, Necdet Ayyıldız, Şakir Sarıoğlu ,Mevlüt Kızıltan, Ekin Yalçın, Resul Gencer, Mine Karabük, Emel Tuğ, Nursel Karaisaoğlu, Gül Altuğ, Esin Pehlivan , Mehlika Ezanoğlu unutamadığım üretimde özverili öğrencilerimdi. -37- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE işbirliği yaptık. Futbol dışındaki branşlarda onları biz temsil ettik. Bu branşlarla ilgili tüm malzemeler de kulüp tarafından karşılanmıştı. Atletizm de alınan başarılar; basketbol kızlarda Anadolu kupasının alınması diğer dallarda Aydın ve gruplardaki başarılar kulüp ve okul adına çok güzeldi. 29 Ekim Cumhuriyet, 23 Nisan Milli Egemenlik ve Çocuk bayramlarının Ortaklar nahiyesinde halka sunulması, bayram sonrası mahalle aralarında yapılan kros yarışmaları (yarışma ödülleri esnaf ve halk tarafından verilirdi) halkla bütünleşmede ayrı bir güzellikti. 19 Mayıs'ın coşkusu yıllardır olduğu gibi Aydın'da en üst düzeyde değer bulurdu. 1500 öğrencinin özel tahsis edilen kara tren ile Aydın'a kadar şarkılar, türküler ve oyunlarla yaşadığı coşku bizler için de ayrı bir mutluluktu. ORAK TARLASI Cuma ESENTÜRK cumaesenturk@hotmail.com aldı eline Yalınayak Fadime orağı kavradı ekini biçti, biçti, biçti, 'aah!' dedi içinden “aaah!' “bütün dertlerim de böyle kesilse bir günde, bir saatta yok olsa” yaktı sıcak, kavurdu ak tenleri, ekine döndürdü Okuldaki bu çalışmalar süresince öğrencilerden ve bazı öğretmenlerden de yakınmalar elbette geldi. Ancak başarılar geldikçe tüm olumsuz yaklaşımlar değişti. Bilhassa özenle yaptığımız (cumartesi-pazar hariç)her gün 06—07 arasındaki sabah jimnastiklerinde, epeyce küfür yediğim olmuştur. Sabah 5,5 da öğrencileri nöbetçi öğretmen ile uyandırmamız, öğrenci açısından zor olabilirdi. Ben de her sabah 5 :00 de uyanıyordum. Ama 06-07 arasında müzik öğretmeni Ali Oğuz beyin veya müzik kolundaki öğrencilerin, cimnastiği müzikle birleştirmeleri, doyumsuz bir zevk verirdi. Ara ara Nurettin Tamay abinin tüm öğrencilere o saatlerde halk oyunlarını yine müzikle oynatması, ayrı bir güzellikti. Sahadan duşlara, temizliğe, etüde, oradan sabah kahvaltısına ve zinde olarak derse başlama çok güzeldi. Öğretmen, öğrenci tüm okul ailesinin o günlere ait olumlu değerlendirmelerini bugün teşekkürle sunmalarının, Yonca hanımı ve beni sonsuz mutlu ettiğini de belirtmek isteriz. bir türkü tutturdu Kara Yunus ekin dalgalandı ırgat titredi bir damla gözyaşı Elif'in derdi, bir damla gözyaşı Memed'in derdi, bir damla gözyaşı Ayşe bebenin, sarı ineğin, pırıt koyunun, evin, köyün, ülkenin derdi dertler toplandı sel oldu gözyaşı dinmez hala. Tüm bu çabalar; öğretmen olmak için gelmiş öğrencilerimizin, Türkiye koşullarında ve Atatürk ilkeleri ışığında; ulusunu seven, her konuda bilgili, çağdaş değerlerden ödün vermeden üretim yapan gönüllü bireyler olarak toplumda değer bulmalarını sağlamaktır. Bu değerli yuvada görev alan tüm öğretmen ve yöneticilerinin tek amaçları da buydu. Bu amaç doğrultusunda tüm öğretmen ve görevli arkadaşlarımın da kendi görevlerinde kesinlikle başarılı olduklarına inanıyorum. Böyle olduğu içindir ki,bu yuvadan mezun olan öğrencilerimiz, görevlerinde mutlak söz sahibidirler. B u n u n g ü ze l l i k le r i n i d e h e r y ı l g e le n e k s e l toplantılarımızda ve haberleşmelerimizde doyasıya paylaşıyor, yaşıyoruz. kavradı ekini diz boyu, cılız, üç tane var başakta yağmur az oldu bu kış toprak sevmez zaten bunları toprak kıraç, toprak çatlak dertler omuz boyu. Bu başarılarda emeği geçen tüm Ortaklar İlköğretmen Okulu ailesine sevgi ve saygılarımızı sunarız… *Emekli beden eğitimi öğretmeni -38- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE ADABELEN’E YOLCULUK Nabide KILINÇ nabidekilinc@hotmail.com D ü n m i s a f i r le r i m va rd ı , s ev g i l i Ş ev k i y e Çakmak(Topaloğlu) ve eşi Aresul Topaloğlu. Şevkiye Çakmak Adabelen mezunu. geleceğe ışık ve yol olacaktır. Hasanoğlan'ı görmedim; okudum, izledim, heyecanlandım; ama şu Ortaklar kalbimin attığı yer oldu. En görkemli anıt, hayat veren yer burası. Işık ışık yer, ışıl ışıl çocukları ile. Geçmişi hep böyle düşündüm. Beş öğrenci, ilkokulu bitirmişler, küçük ve narin yaşlarında Yerkesik'ten çıkıp gitmişler. Çocuk yaşta, onlar için gurbet, uzak olmuş. Giderlerken, bir gün Adabelen'in, onların yetişip filizlendikleri, geliştikleri, serpildikleri ve eğitildikleri bir yer, kısacası can damarları ve gerçek yuvaları olacağını nereden bileceklerdi? Şimdi Adabelen ile ilgili gördüklerimi düşüncelerimi, gözlemlerimi yazmak istiyorum. Neler yapılabileceğini de. Onlar, Şevkiye Çakmak, Macide Kılınç, Sıdıka Türkoğlu, Adile Eyibilir, Ümran Düzen'di. Bu arada Adabelenliler Derneği'nden güzel haberler geliyor, oranın canlandırılması ile ilgili neler yapılabilir, arayışlar içindeler, güzel ve beklediğim şeyler diyebilirim. Dün yine Yerkesik'te Adabelen heyecanı yaşandı. Misafirlerim iyi ki geldi, mutluydum. Keyifli bir çay içmenin, sohbet etmenin tadı vardı. Bu buluşmanın temel konusu yine Adabelen'di. Ben Adabelenli değilim. Ama kendimi hep Adabelenli hissederim. O nedenle katılırım buluşmalara. Hemen bu yılki okuldaki buluşma geldi aklıma. Ancak diyorum ki, Adabelene Adabelenliler hayat vermelidir. Bir kurtarma projesi evet gerçekleştirilebilir. Bunun için ne gerekli ise bu bağlantılar kurulabilmeli. O yıllara tanıklık etmesi için burası kurtarılmalı. Ancak şu Adabelen için hüzünlenmekten ve yürek burkulmasından artık vazgeçmeliyiz. Her sene olduğu gibi 16 Mart2013 günü buluşma günüydü. Geçen yıl da, bu yıl da oradaydım. Her sene gitmiş buluşmuş, Adabelenli'ler. Eskimiş kapılarında kocaman asma kilit görmüşler. Eskimiş, dökülmüş penceresi, sıvaları, hayalet hale gelmiş, Çökmüş çatılar. O buluşmalarda hep acı burkulmalar ile buluşmuş Adabelen ve Adabelenliler. Terk edilmiş, eskimiş yapılar seyredilmiş. Ancak el atılmamış. Bu konuda oranın kurtarılması ile ilgili bir ara Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği'nin Aydın Adnan Menderes Üniversitesi ile girişimlerde bulunulması ile ilgili çalışmalar da yer almıştı. Ansıyorum. Ancak tüm bu çalışmaların bir tek yolla gerçekleşebileceği inancını ve güvenini taşımaktayım. O görkemli yer ve yapılar, bahçesi, idare binası, yolu ne kadar çok heyecanlandırır beni. Geçen yıl ilk adım atışımdı. Çok daha farklı heyecanlara tanıklık ettim, sevdiğim kişilere rastladım: Nurcan Eroğlu, Özcan Çukur. Yine Fethiye ekibi ile birlikteydik. Doğal bir program ve doğal buluşma yaşandı. Özellikle 63 mezunları yakalarına taktıkları isimlerle buluştular. Makbule Kaya ile buluşma heyecanı yine herkes için doruklardaydı. Makbule Kaya, türküleri ile coşturdu yine, arkadaşlarına ve okuluna kavuşmanın sevinciyle. Siz Adabelenliler orada gördüğüm o görkemli yerin yapılarını, oradan aldığınız eğitim ve içinizdeki heyecanla, kültür ve şevkle orayı, Adabeleni kucaklayabilirsiniz, ileriye taşıyabilirsiniz diye düşünüyorum… Şimdi Adabelen'in o görkemini ve muhteşem ışığını o ovalara, dağların ardına salışını, bereketi ve verimini, huzuru, ekini getirişini bir kez daha yaşadık. Adabelen yolunda etrafa bakınarak yürürken buraların Adabelenlilere can veren yerler olduğunu düşünüyorsunuz. O muhteşem eğitimin can damarını oluşturan yapılar, Ortaklar'ın en anlamlı yerine kurulmuş. O sırtlara, güzelliğe, o suya… Her yıl Mart ayındaki buluşmada bir el atılsa, bir sıva atılsaydı, bir pencere yapılsaydı, bir kiremit konsaydı, bir çatısı onarılsaydı, bir boyası yapılsaydı!.. Diriltilerek 16 Martları yaşasalardı. Ne yürekleri burkulacaktı. Hüzünler değil sevinçler, neşeler, o canlılık tekrar yaşansaydı… O yer, bu görkemi ile, eğitimi ile gün gelecek, yine -39- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Ve Adabelen'in can verdiği siz Adabelenliler oranın tekrar canlanması için yola çıkabilirsiniz. Kaç ünite var? Bir üniteye kaç Adabelenli, kaç gönüllü emek ve hayat verebilir. Buna güçleri ve yürekleri var, diye düşünmekteyim Adabelenlilerin… ÇOCUK Tevfik KEMİKLER Kaldı ki oradaki üniteleri toplasak kaç tanedir? Gittim, gördüm. Bunlar için kolları sıvamalı, diye düşünüyorum. Arayışların bu yoldan başlaması inancımı koruyorum. Bunun için içlerindeki heyecan, aldıkları ışık, yetiştikleri o yerin görkemi onları harekete geçirecektir. Hey çocuk seninle çocuk olabilir miyim? Ben hiç çocuk olmadım da. Kumda oynuyorsun, Rüzgâra karşı kum savuruyorsun, Ne güzel kirlenip eğleniyorsun. Ben de kirlenip, kum savurabilir miyim? Ben de oyununa girebilir miyim? Mutlu ol çocuk. Ve Adabelen tepesi sizinle tekrar can bulmaya o kadar direniyor ki… O Adabelen sırtları buluşmayı, o canlılığı öylesine hak etmiş ki, öylesine gizli güzel duyguyla bekliyor ki, çağırıyor türkü ile, şiir ile, anı ile çağırıyor… Ve yollarına bıraktığınız ayak izlerinizle, ovalarına ektiğiniz pamuklarla ve de eğitime adandığınız o yıllarınızla… Salıncakta sallanan çocuk, Saçlarını toplama sal çocuk, sal gitsin. Rüzgârla yarışsın. Yanında ben de sallanabilir miyim? Ben salıncakta hiç sallanmadım da! Gülen sesine, gülen yüzüne, Ortak olabilir miyim? Mutlu ol çocuk! Size can veren, sizinle hayat bulan Adabelen. Adabelen mezunu siz değerli arkadaşlarım orada yetişmenin ayrıcalığını yaşamaya, yaşatmaya ne dersiniz? Birlikte sayalım, haydi üniteleri toplayım aşağıdaki lojmanlarıyla birlikte dört elle, gönülle kucaklayalım, neyse arayışı birlikte yapalım. Siz de oraya hayat vermenin, bir iş yapmanın tekrar o günlerdeki gibi heyecanını, mutluluğunu yaşayın… Emeğinizle gurur duyun. Çocuk gül, gül, gülümse. Gül goncaları gibi, Kır çiçekleri, gelincikler gibi Çok kolay, iş oraya gelince, çok kolay… Bir üniteyi kaç Adabelenli kurtarabilir hem büyük bir keyifle, hem de özlemle ve de vefa duyguları ile?.. Gülücüklerin hiç eksilmesin, Mutlu ol çocuk! Adabelen sizden güzel işler bekliyor. Orayı yeşertin, sular fışkırsın, bahçesinde güller açsın. Ünitelerinde eğitimin o yıllarındaki gibi o nitelikteki çocukları yine tanıklık etsin geçmişten geleceğe. Ele ele tutuşun, sevgi zincirinde buluşun, kurtarma projesine hazırlanın. Oranın canlandırılması ile ilgili imece yapalım. Neyse girişimler hep birlikte arayalım. Ben bir taraftan bunları düşünüp konuklarımla da ilgilenirken zaman hızla akıp geçmiş. Son söz olarak ışığın yayıldığı tepenin görkemi ve umutla Adabelene, Adabelenlilere, Adabelen dostlarına sevgi ve selam olsun, diyorum. -40- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE “Dört Yaşında Bir Çocuğum” Bülent AKIN Biliyor musunuz, ben dört yaşımı 10 yıl sonra dolduracağım. Bu nedenle beni ileri yaşlarda görmeyin. Parçalanmış bir Sevr'den sonra ben Anadolu'dan doğdum. Bir insan 365 gün yaşarsa bir yıl yaşlanır. Beni kimse anlamıyor. Bana koskoca 90 yıllık diye bakıyorlar. Sevr ile parçalanmış fakir bir Anadolu, hiçbir şey yapılmamış, hor görülmüş, sadece madenleri çalınmış, savaş zamanı sancak verilen köyler, ilçeler ve kentler gencecik evlatlarını savaşa göndermiş. Ne bir sanat, ne bir esnaflık öğrenmiş. Ya ırgat, ya da asker. Ölürsen de vatan sağ olsun. GELİNCİK KIRMIZISI Nilgün TARIM nilgun.Tarim@isbank.com.tr Kırmızıyım ben, Kıpkırmızı. Nar tanesi gibi, Bitmez tükenmez. Kırmızıyım ben, Daldaki kiraz gibi, Narin, hayata tutunan. Kırmızıyım ben, Günbatımındaki güneş gibi Ertesi güne hayal kuran. Kırmızıyım ben, Bayrak gibi, kırmızı, Gönlü dalga dalga, Enginlerde olan. Kırmızıyım ben kırmızı, Bir gül goncasındaki, Aşkın sözü kırmızı. Kırmızıyım ben kırmızı, Gelincik kırmızısı; Baharlara yakışan, Gönlü hep bahar kalan. Cumhuriyet-devrim ve de demokrasi çok kaliteli bir yemektir. Hazmetmesi zordur. Bazı kesimler 90 yıldır hazmedemedi ve de yeni yeni kusmaya başladı. Bazı kesimler hala cumhuriyetin kazanımlarını anlayamamış. Çorak bir yerden başkent olmaz dediler. O yaptı ve oldu. Dört ülkenin işgal ettiği Anadolu'dan Türkiye Cumhuriyetini kurdu ve arkasında Anadolu vardı. Kuldan yurttaş, yurttaştan ulus yarattı. Yalnız ne yazık ki insanımız yurttaş olamadı. Nasıl mı? Verilmiş hakları hor kullandı. Nasıl olsa hayat böyle devam ediyor, deyip ne bir partiye ne de bir sivil toplum örgütüne üye olarak yurttaş olamadı. Kadınlarımız haklarına sahip çıkamadı. Dünyanın hiçbir yerinde olmayan seçme ve seçilme hakkı verildi değerini bilemedi. Eşitiz, dedi; erkeğin gölgesinde kaldı. Ama inanıyorum ki cumhuriyet düşmanları eteklerindeki taşları döküp yüzünü gösterdiği gibi kadınlarımız da doksanlı kuşaklar gibi kabuğunu kırıp benim üzerimden siyaset yapma diyecektir. Ben bugünleri cumhuriyetimizin yeniden doğuşu olarak düşünüyorum. Halkın yeni yeni cumhuriyete sahip çıktığını, örümcek kafalılara cumhuriyet ve demokrasi yemeğinin nasıl ağır geldiğini ve de nasıl kustuklarını dördüncü yaşımdayken gördüm. Zaten Atam Mustafa Kemal ne yapmıştı? Kurduğu cumhuriyeti gençliğe emanet etmişti. İşte ileri görüşlülük de budur. -41- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE İKİ ANIM Mehmet Ali TIRAŞ mehmetalitiras@hotmail.com Her meslektaşımın, mesleğini sürdürdüğü dönemlerde pek çok anıları vardır. Bu anıların bir kısmı unutulur, ama bir kısmı da her zaman hatırlanarak tazeliği korunur. İşte ben de dilimin döndüğü kadar bir iki anımı sizlerle paylaşmak istiyorum. dinlemeyi, giysi ve el yüz ,saç temizliğini, yemek yemeyi (o sıralarda beslenme programı uygulanıyordu), elini ve yüzünü yıkamayı, bardaktan su içmeyi ve hatta tuvalete girmeyi ve oturmayı bile öğretiyoruz .” dedim. Yıl 1985. İlköğretim Müdürlüğü görevinden ayrılarak tekrar sınıf öğretmenliğine dönmüştüm. Selçuk-İsabey İlkokulu'nda yeniden birinci sınıf alarak mesleğimi sürdürmeye başladım. Okul öğrencisi kalabalık olduğu için bana “Öğretmen Odası” derslik olarak tahsis edilmişti. Öğrenci sıraları, yazı tahtasının önüne kadar sıralanmıştı. 35 öğrenci alabilmişti derslik. Adam, elini dudaklarına götürerek şaşkınlığını belirtiyordu. Tekrar bizim yetkiliye dönerek bir şeyler söyledi. Herhalde bu denli eğitim hizmeti veren bir öğretmen ne kadar ve ne şekilde öğrenim görüyor demiştir. Bizim en büyük avantajımız da; “Adabelen'de okumuş olmak ve çok değerli öğretmenlerimizden feyz almak! Sanırım Aralık ayı sonu veya Ocak ayı başlarıydı. İkinci dersi işliyordum. Birden kapı çalındı ve kibar bir bayan; “Sınıfınızı, yabancı bir bakan ziyaret etmek istiyor. İzin verir misiniz?” dedi. Kapıyı açtım ve okul müdürü dahil 4-5 kişi daha vardı. İçeri buyur ettim. Bakanlık müsteşar vekili; “Bakan öğrencilerinizi görmek istedi. Yardımcı ol.” dedi. Kapıyı ilk açan bayan ise bakanın tercümanı imiş. Federal Almanya Essen Eyaleti Milli Eğitim Bakanı ülkemize gelmiş. İstanbul'da birkaç özel okulu gezdirmişler ama bakan ısrarla ;”Ben Anadolu'da normal ve bir kasaba okulunu görmek isterim.” demiş. İsabey İlkokulu da Aydın-İzmir yolu üzerinde. Yani, “ayakaltı” bir okul. Her zaman ve her durumda görüşe hazır sayılır. Bir anımı daha aktarmak istiyorum. Yabancı evliliklerde çocuk sorunu. Çok uzun bir konu ama ben bir noktayı kısaca aktarmak istiyorum. Dördüncü sınıf okutuyordum. Bilindiği gibi o tarihlerde (1994) dördüncü sınıftan itibaren Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi vardı. Ders bitiminde bahçeye çıkarak öğrencilerimle yürüyüş yapıyordum. Bir kız öğrencim; “Öğretmenim, ben şimdi hangi dindeyim ?” diye sordu. Soru soran öğrencimin babası Türk, annesi ise İsviçreli idi. Soru karşısında bir an düşündüm. Çünkü hiç böyle bir soru beklemiyordum. Yanıt vermek ise daha zordu. Öğrencime ;”Ne demek istediğini tam olarak . anlayamadım. Bir daha söyler misin ?” dedim. “Öğretmenim! Annem Hıristiyan ve Katolik. Babam ise Müslüman. Ancak; ne babam namaz kılar veya camiye gider. Ne de annem ibadet yapar veya kiliseye gider. Ben hangi dini seçmeliyim? “ Bakan, çok kibar bir adamdı. Tercümanı aracılığıyla;“Öğrencilerinizin araçlarını, defterlerini ve yaptığınız çalışmaları görmek isterim. İzin verir misiniz?” dedi. Ben bu tür konuşmaya hasret olduğum için şaşırdım. Yabancı bir bakan! Devlet konuğu. Sıradan bir okulda ve öğretmenden izin mi istenir? Bizim yetkililer veya bazı müfettişlerimiz olsa –izinin lafı mı olur- ;” Açın defterlerinizi. Çıkarın kitaplarınızı.” der. Her neyse. İşte şimdi buna yanıt vermek zor. Daha 10-11 yaşında çocuk ! “Hangi dinden veya ırktan olursa olsun. Birbirimizi beğendik ve sevdik. “ demek kulağa ne hoş geliyor değil mi? Peki. Ya çocuklar? Soruyu geçiştirmek de olmaz. Çünkü zeki bir kız! Bak yavrum. Sen, 17-18 yaşına gelince her iki dini ve kurallarını incelersin. Hangisi senin aklına yatarsa onu seçersin. Şimdilik bu düşünceni dondur. Bakan ve tercümanı, bizim yetkililer tek tek sıraları dolaştı ve defter ve kitapları inceledi. Bana dönerek Almanca bir şeyler söyledi. “Okuma yazma dışında, matematik ve sayılar, resim çalışmaları ve el işleri yapılmış. Bir öğretmene bu denli görev verilir mi? Bu öğretmen nasıl bir eğitimden geçiyor acaba? demiş. Ben de söze girdim. “Bunlar rutin çalışmalarımız. Bunun dışında biz öğrencilerimize; söz istemeyi ve konuşmayı Şu anda bu öğrencim, ODTÜ'nün Psikoloji Bölümünü bitirdi. İsviçre'de kariyer yapıyor. Yaz tatilinde geldiğinde soracağım. Bakalım seçimini nasıl yapmış. Daha pek çok anılarım var bu konuda, ama zamanınızı almak istemiyorum. -42- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE “4” Parmak Sembolünün Gerçek Anlamı… Prof. Dr. Ramazan DEMİR Mısır'daki Devrim Hareketinin ardında sanal ortamda “4” (dört parmak) işaretini çok sık görmeye başladık. Merak edip araştıran ve bilerek kullanan olduğu kadar, araştırmadan; “özenti” ya da sanal baskı, biat kültürü gereği bilinçsizce kullananlar da olmuştur. Ancak konu artık “politik-ideolojik” bir sembol haline geliverdi. Dün akşam haberlerinde, politik bir zatın, durmadan dört parmağını göstererek vatandaşlara “politik yön” vermeye çalışması çok ilginçti! doldurmak peşinde. İyi insan olmanın sebebi cennet için verilen söz oldu. Kötülükten korunmanın sebebi de cehennemden korku… İşte onun için cenneti ve cehennemi arıyorum. Bir bulursam, elimdeki bu meşalenin ateşiyle cenneti yakıp yok edeceğim. Bu su ile de cehennemin ateşini söndüreceğim. Böylece hepimiz, cennet rüşvetinden veya cehennem korkusundan değil, iyiliğin güzelliğinden dolayı iyi insan olacağız” Evet, bugüne kadar aktarılan Rabia hikâyesinin felsefi boyutu böyle kaydedilmiş… “Rabia sembolünün anlamı nedir?” Merak edip bu ideolojik ve biraz da “bağnazlık” kokan işaretin anlamı nedir, diye sorguladık, bazı kaynaklardan alıntı yaparak konuyu değerlendirdik, yorumladık; görüntü (profil) resmi yapanların çoğunun bu “4” (parmak-el) işaretinin gerçekten ne anlama geldiğini, bu işaretin köken olarak nereden kaynaklandığını ve ardındaki felsefi düşüncenin, mesajın ne olduğunu bildiklerini sanmıyorum… Öğrenilmesinde yarar vardır ki gerçeklerin nasıl politika uğruna istismar edildiği; yalanlarla, demagoji ile insanların nasıl kandırıldığı anlaşılsın… * Biraz tarihi olaylarla ilişkilendirelim; İ.S. 7-8. yy dönemi… Arap toplumu erkek egemen bir toplum… Kadının, özellikle kız çocuklarının hiç değeri yok. Kadınlar, her türlü muameleye reva görülüyor; esir ya da köle olarak alınıp satılıyor; cariye olarak da hareme kapatılıyorlardı… İşte Rabia, böyle ilkel bir toplumda dünyaya gelmiş, korkmadan konuşan cesur bir kadın… Bu cesaretinden dolayı da ona “deli (mecnun)” denilmiş… Bu “4”(parmak-el) işareti nereden geliyor, kaynağı nedir? Ona bakalım: * Bilinen söylentiye göre bir hatun kişi vardı. Adı da “Rabia el-Adeviye” idi. Bu tarihi söylentiden (?) aktarılan hikâyesi şöyle: Kimdir Rabia? Bedevi Arap'ı fakir bir ailenin 4. kızıdır… Zaten adını da “Dördüncü” anlamına gelen "Rabia" koymuşlar... “Mecnun” yani “deli” olarak tanınan bu yaşlı kadının bir elinde ateşten meşale, diğer elinde bir kova su vardı. Gece gündüz Irak'ın Basra kentinin sokaklarında gezinirdi. Basra halkı ona karşı kısmen hoş görülüdür, çünkü ne de olsa “deli” sayılır… Basralı'nın dilinden aktarıldığı varsayılan ifade şöyle: Kısaca adsızdı “Rabia”… Arap toplumunda anne babası ölen kızlar esir-köle pazarlarında satılırdı. Rabia da anne babası ölmüş ailenin dördüncü kızı olarak köle-esir pazarında “cariye” olarak satılmış… Her satılışta, yeni sahipleri tarafından haremlerine kapatılmış, bir süre cariye olarak hayvani hislerinin tatmini içi kullanılmış... Rabia'ya: “Biz zaten seni deli biliriz de, bu yeni deliliğin sebebi nedir?” diye sorarlar… Rabia'nın verdiği cevap, belki de zaman tüneli boyunca ekleme çıkarmalar yapılarak, biraz da duygusallıklarla süslenerek günümüze kadar aktarılmış. Rabia'nın dilinden aktarıldığı söylenen ifadenin özeti şöyle: Arap toplumunda egemen olan anlayış ve sistem “köleci rejim”. İşleyişinin doğası gereği kölelerin, cariyelerin insan yerine konulmadığı bir zaman dilimi… Köle sahibi, cariyelerine nikâh yapma mecburiyetinde değildi. Bir süre kullanıldıktan sonra köle pazarında tekrar satabiliyordu cariye-köle kadınlar... “Bize söylendi ki, eğer dinimizin kurallarını takip edersek, cennete gidip sonsuza kadar keyif içinde yaşayacağız. Eğer kurallara karşı çıkarsak, cehennemin kızgın ateşleri içinde yanacağız. O nedenle, herkes sadece kurallara uyup yeryüzündeki zamanını Duyarlı bir ruha sahip kadın, bedeni her satıldığında, -43- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE sahibi tarafından gördüğü muamelenin kendisini nasıl incittiğini, onun ruhunda ne denli tahribat yaptığını tahmin etmek çok zor değil… Şimdi, “4 parmak” (Rabia) işaretini politik malzeme yaparak, halkın din duygularını basamak yaparak “OY” toplamaya çalışan politikacıları Allah'a havale ediyorum, Allah onları ıslah etsin derim! Ancak sosyal medyadaki profillerinde Rabia simgesini bilmeden kullananlar, umarım ki işin aslını, verilen gerçek mesajı öğrenmiş olurlar bu açıklamalı yazı ile… Rabia'nın verdiği mesajı doğru ve tam anlarlar; insanlık için iyi şeyler yaparlar; ona göre hareket ederler... İşte Rabia da böyle bir toplumda akla gelebilen her türlü cefayı görmüş, çileyi çekmişti… Rabia'nın çektiği acılar, O'nu özgün düşünceye, arayışa sevk etti, Arap toplumunun anlayışını, köleliğe, cariyeliğe izin veren “bağnaz” anlayışını ve sistemi sorgulamaya başladı… Acıların verdiği kavrukla mücadele ruhu gelişti... Öyle bir düşünce sistemi beyninde yer etti ki, kötülük yapan insanların cennet-cehennem rekabetini anlatmak istedi... Cenneti yakmak için tuttuğu meşale ile cehennemi söndürmek için taşıdığı bir kova suyun anlamı çok büyük… Burada din ticaretine bir isyan var… İşte bu kahraman cesur kadının esas verdiği mesaj “dinci” zihniyete karşı mücadele edilmesi mesajıdır. İnsanları sömürmek için cennet ve cehennem pazarlamacılığı yapan din tüccarlarına karşı mücadeledir, isyandır, uyarıdır, mesajdır… Düşünelim şimdi; “4” (parmak-el) sembolünü kullananlar, Rabia'ya her türlü kötülüğü yapanların taşıdığı zihniyete bilerek ya da bilmeyerek destek vermiş olmuyorlar mı!?… Kötülüklerin öncüsü toplumsal bir zihniyetin yerilmesidir Rabia'nın yukarıdaki sözleri… Mısır'daki Kahire'de Rabia'nın adını taşıyan meydanda güya “hak-adalet” arayışında olanlar, Rabia'nın bu çok önemli mesajına hizmet etmek için mi bağırıyorlar, birbirini katlediyorlar?. Bu kalabalıkların söylemleri, gayeleri, Rabia'nın yukarıda ifade edilen mesajına uygun mudur? Yani cennet ve cehennem ticaretine karşı bir nümayiş, toplantı mıdır yaptıkları? HAYIR!.. O zaman, Mısır'daki kalabalıkları desteklemek için “4”(dört parmak) sembolünü kullananlar, başta Rabia'nın ruhunu incitmekte olduklarını hiç düşündüler mi? Mümkün olsa da Rabia ayağa kalksa ve;“Bre zalimler, bana her türlü kötülüğü reva gören sistemin, anlayışın karşısında benim verdiğim mesaj belli. Hâlbuki sizler aksine Allah adını kullanarak birbirinizi katlediyorsunuz. Yine din ticareti yapıyorsunuz, benim adımı da sembol olarak kullanıyor ve istismar ediyorsunuz, verdiğim mesajı anlamamışsınız. Defolun benim adımı taşıyan bu meydandan…” dese, acaba Mısırlı nümayişçiler ne derdi? Rabia'nın ruhu, şimdilerde olup biteni görüyor ve bu zalimlerin yaptıklarını hissediyordur. Onun için, inanıyorum ki Rabia'nın ruhu isyandadır bu sahtekârlara karşı… -44- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Gözlerinde Yaşadım Aşkı BEN’KİŞOT Mehmet Halil ARIK* Mehmet KARABACAKLAR mehmethalilarik@gmail.com Hiçbir şey yoktu önce Devlere saldırırken Donkişot, Aklında yalnızca doğrunun zaferi vardı. Sahte gerçeğe onurla meydan okurken Elinde kör bir kılıç, gönlünde Dulsiyana'sı vardı. Düşünmedi alaşağı olacağını. Yolu yok, İnançla, gayretle, emekle O yedi kanatlı devle, Amansız bir savaş olacaktı, Belki bir kanat çırpışında devin, Tam da arifesindeyken zaferin, Savrulup yitmek de vardı. * Bir onur savaşıdır bu, kaybı ölümden beter… Ya onurlu bir zaferle kazanılan aşk, Ya da onursuz bir teslimiyetle biter! Sever miydi sanırsın Şirin, korkak olsaydı Ferhat'ı? Gönlünü sarmasaydı Aslı'nın aşkı sımsıcak, Kalır mıydı bugüne Kerem'in aşkını anımsayacak!.. * Özgürlükle örülmüş bir onur savaşıdır bu… Siz her ne kadar vurdumduymazsanız da, Biz o kadar vurup duyuracağız… Donkişot'un onuruyla dolu, Doğrunun, emeğin, özgürlüğün kulu, Ben'kişot olmuşuz!.. Ne bir özlem Ne bir sevda İki siyah göz belirdi sonra Karanlıktan kara O gözlerde tattım sevgiyi O gözlerde yaşadım aşkı Tahir'in Zühre'yi sevdiği gibi İnce bir sızı olsa da seni sevmek Yaksa da yüreğimi Dönmem bu sevdadan Vazgeçilmez çünkü gülden Var diye dikeni *1944 Denizli- Güney doğumlu. İlk ve ortaokulu orada, liseyi Denizli'de bitirdi. ODTÜ Kimya bölümünden ise 1963'te mezun oldu. Eskişehir'de ve dershanelerde öğretmenlik yaptı. Dergimizde ilk kez yazıyor. -45- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Daha fazla öğrenciye burs sağlayabilmek için burs destekçileri arıyoruz! 2013-2014 ÖĞRENİM YILI İÇİN BURS VERMEK İSTEYENLERE ÇAĞRI: Çağdaş bir Türkiye için, gençlerimize sahip çıkalım!.. Atatürk'ümüzün: “Cumhuriyet sizden fikren, ilmen ve bedenen yüksek karakterli muhafızlar ister.”sözünü özümsemiş cumhuriyet öğretmenleri olarak yaşamımızı sürdürüyoruz. Hepimiz biliyoruz ki güzel yurdumuzun bağımsızlığı, çok büyük özverilerle elde edilmiş, savaş sonrası kurulan Cumhuriyetimizle pekiştirilmiştir. Bu büyük başarının temelinde, bizim bugünlerde rahat yaşamamızı sağlayan binlerce şehidimizin ve gazimizin harcının bulunduğu unutulmamalıdır. Ortaklar Öğretmen Okullular(Adabelenliler) Derneği olarak sizlerin desteğiyle ekonomik zorlukları olan, başarılı, çağdaş, laik ve Cumhuriyet ilkelerini savunan; Atatürkçü üniversiteli gençlerin eğitimine 2003 yılından beri katkıda bulunuyoruz. Sonuç olarak bu süreçte: * 2003-2004 öğretim döneminde 16 *2004-2005 öğretim döneminde 26 *2007-2008 öğretim döneminde 36 *2008-2009 öğretim döneminde 39 * 2009-2010 öğretim döneminde 34 *2010–2011 öğretim döneminde 28 *2011-2012 öğretim döneminde 32 *2012-2013 öğretim döneminde 50 üniversite öğrencisine burs verdik. Burs komisyonumuz 2013 -2014 öğretim döneminde burs tutarını öğrenci başına aylık 75,00 TL, 8 aylık sürede toplam 600,00 TL olarak belirlemiştir. Burs katkılarınızın miktarı bu rakamın üstünde ya da altında olabilir. Oluşturduğumuz burs havuzundaki birikimler bir öğrenci payına ulaştığında yedekteki öğrenciye aktarılmaktadır. Bu güne kadar katkı koyan ve koyacak olan tüm Adabelenlilere, Adabelen dostlarına sonsuz teşekkürler ediyoruz. Burs vermek isteyenler aşağıdaki posta çekiyle ya da banka hesabına ödeme yapabilir. Posta Çeki No: 5364820'dir - İş Bankası hesap numarası: 3422 – 0477385 İlginizi bekliyor, önceki yıllarda olduğu gibi bizlere yine destek olacağınıza inanıyoruz. Şimdiden sonsuz teşekkürler… Adabelenli duyarlılığı: Sevgili Dostlar, 2003 yılından beri derneğimizin öncülüğünde yürütülen burs sistemimize katkı koyan dostların isteği nedeniyle kendi adlarını açıklamadık. Ancak bazı Adabelenliler bu güne kadar kaybettikleri sınıf arkadaşları ve öğretmenlerimiz adına burs vermeyi düşündüklerini belirttiler. 2013-2014 döneminde Mehmet KAHVECİOĞLU, Yüksel OĞUZ, Mehmet SUNGUR, Ramazan SÖNMEZ, Kenan KARACA, Tufan EKİCİ anılarına ve 1964'lüler, 1962'liler, 1968'liler, Selçuklu Adabelenliler, Menderesli Adabelenliler adları altında burslar verilecektir. Ekim ayı itibarı ile burs katkılarınız 40'a ulaşmıştır. Bundan böyle önerilecek yeni isimleri de sizlerin bilgisine sunacağız. Adabelenli Eğitim Emekçilerine Çağrı! Eğitim, toplumu yönlendirmenin en etkili unsuru. Bu nedenle siyasilerin en çok ilgilendiği alan. Ve ne yazık ki şu andaki iktidar tarihte olmadığı kadar eğitimle oynuyor. Bunu yaparken de “çağdaş yöntemleri”, “ileri ülkelerin deneyleri” vb. aldatmalara yöneliyor. Ve yine ne yazık ki demokrat olduğunu söyleyen bir kesimi de arkasından sürüklüyor. Oysa yeni diye yutturulan hiçbir şey yeni değil. Gerek öğretim programları, gerek eğitim yöntemleri, gerekse eğitim ortamları bağlamında. Ülkemizin eğitim deneyimi çok zengin. Başka ülkelere ilham verecek denli de önemli. Elbette Adabelenli eğitim emekçilerinin de. Olanaksızlıklara karşın arkadaşlarımızın neler yarattığını bizler biliyoruz. Ama kamuoyu bilmiyor. Genç öğretmen arkadaşlar da bilmiyor. Adabelenli'nin işi henüz bitmedi. Nostalji dışında yapılabilecek çok şey var. Çağrımız şu: Dergide “Adabelenlilerin ve Dostlarının Eğitim Deneyleri” başlıklı bölüm oluşturmaya karar verdik. Özellikle bilimsel içerikte olabilecek yazılar bekliyoruz. Adabelen kardeşliği duygularıyla… YARATICI ÖĞRETMENLİK ÖYKÜLERİNİZİ BEKLİYORUZ. EĞİTİM VE ÖĞRETİMDE İLGİNÇ UYGULAMALARINIZI DERGİMİZDE YAYIMLAYALIM. -46- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE HABERLER... HABERLER... HABERLER... HABERLER... kadar övünsek azdır. SEFERİHİSAR BELEDİYE BAŞKANIMIZI ZİYARET ETTİK *1985 MEZUNLARIMIZ KUSADASI'NDA BULUŞTULAR: Derneğimizin İzmir-Seferihisar'daki geleneksel etkinliği için Seferihisar'a giden Dernek Başkanımız Mustafa Özmen ile Seferihisar temsilcimiz Fatma Kaya, Belediye Başkanımız Tunç Soyer'i makamında ziyaret ettiler. İlçede eğitim alanındaki belediye projelerinin değerlendirildiği buluşmada sohbetimiz dostluk, dayanışma ,doğa,çevre konularında sürdü, gitti.çalışkan ve dinamik başkanımızın çalışmalarında başarılarının devamını diliyoruz. Adabelenliler'in geleneksel buluşmalarından biri olan 1985 mezunları buluşması Ağustos ayının sonunda Kuşadası'nda oldu. Düzenleyicileri derneğimizin İstanbul temsilcisi Olcay Gülşen ile dönem arkadaşı Nilüfer Atlığ idi. Geceye dernek başkanımız Mustafa Özmen ile Kuşadası Mahmut Esat Bozkurt İlkokulu Müdürü Adabelenli Fevzi Uysal da katıldı. Adabelenli Rukiye Sarı'nın dergimize kazandırdığı 20 kişilik abonenin formlarını başkanımıza sunması gecenin en önemli süprizi oldu.1985 mezunu Adabelenli kardeşlerimizin katkılarıyla oluşturulan 3 öğrencilik burs katkısının önceki yıllarda yitirdikleri arkadaşları Kenan Karaca ve Tufan Ekici adına sürdürme dilekleri geceye katılanlarca onaylandı. Bu güzel, geleneksel buluşmanın 2014 yılında İstanbul'da yapılması kararlaştırıldı. ADABELENLİLERİN (Kardeşlik-Dostluk) BULUŞMALARI *KIRK BİR YIL SONRA ORTACA'DA BULUŞTULAR: *AKYAKA BULUŞMASI:1982-1983 mezunları ve yakın devre arkadaşlarının birlikte olmak isteği Adabelenlileri 13 Temmuz'da Dünyanın en güzel yerlerinden biri olan Gökova Körfezi kıyısında- (Muğla- Ula) AKYAKA' da buluşturdu.. Oktay OKÇU ve Semra YILMAZ arkadaşlarımızın eşgüdümünde Hamle Otel'de geçekleşen buluşmaya yaklaşık 40 Adabelenli katıldı. Dernek başkanımız Mustafa ÖZMEN 'nin dernek adına katıldığı gecede, ayrıca Muğla devrim gazetesi yazarlarından Nabide KILINÇ da bir Adabelen dostu olarak gecenin konuğuydu. Gece boyu anılarını anlatarak, gönüllerince eğlenen Adabelenliler ertesi gün Azmak deresi ve Akyaka'nın koylarına düzenlenen tekne turuna katıldılar. Ortaklar İlköğretmen Okulu'ndan,1972 yılında mezun olan, 6/A sınıfı öğrencilerinden 19 kişi , 41 yıl sonra Ortaca'da bir araya geldiler. İki günlük Ortaca buluşmasını organize eden emekli öğretmen Asım Güneş, ''Buluşmamıza Aydın, Nazilli, Didim, Kuşadası, Söke, Köyceğiz ve Fethiye'den sınıf arkadaşlarımız eşleriyle birlikte katılmışlardır. Buluşmamızın ilk günü, Dalyan kanallarında, bir tekne gezisi düzenledik. Oldukça güzel ve neşeli geçen turun ardından, Özalphan'daki akşam yemeğinde, kendimize 41 kere maşallah, diyerek sazlı sözlü eğlendik. Muhteşem gecemizin ardından,19 Eylül sabahı, Göcek 12 adalar turu için yola çıktık. Burada da unutulamayacak anıları hep birlikte yaşayarak otelimize döndük. Ertesi gün,öğle yemeği için yuvarlak çayını tercih ettik. Harika doğası ve su sesleri eşliğinde yenilen yemekten sonra, veda zamanı geldi. Tekrar buluşma dilekleriyle vedalaştık.'' dedi. İki günlüğüne Aydın, Nazilli, Kuşadası, *1982-1983 MEZUNLARI KUŞADASI'NDA BULUŞTU: Adabelenlilerin geleneksel buluşmalarından bir olan 1982 mezunları buluşması Kuşadası'ndaydı. Kuşadası'nda yaşayan Fevzi UYSAL arkadaşımızın koordine ettiği buluşma ya Öğretmenlerimiz Mustafa ALTINIŞIK ve Nuriye ALTINIŞIK ikilisi de katılarak Adabelenlileri onurlandırdılar.Adabelen dergisi Temmuz sayısını arkadaşlarına ulaştıran Rukiye SARI arkadaşımızın çabalarıyla Adabelenliler dergimize 15 kişilik yeni abone kazandırdılar. Adabelen onurunu yaşatan bu arkadaşlarımızla ne -47- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE HABERLER... HABERLER... HABERLER... Didim, Fethiye ve Köyceğiz'den katılanlar da bir arada olmaktan ve birlikte eğlenmekten çok mutlu olduklarını belirterek: “Gelecek yıl daha kalabalık olarak, Fethiye'de sınıf arkadaşlarımızla buluşmayı hedefliyoruz.''dediler. “Hatta bunu yılda birkaç kez yapmamız gerekiyor.” diye de eklediler. HABERLER... Sığacık-Akarca 'da Teos Ormancı Restoran'da yapıldı. Organizasyonu 1980 mezunlarımızdan Fatma Kaya tarafından yapılan toplantıya kırkın üzerinde Adabelenli katıldı. Geceye derneğimizi temsilen dernek yöneticileri katılırken, ayrıca Gökçeada Atatürk İlköğretmen Okulu mezunlarından Kemal ÇETİN ağabeyimiz de bizleri onurlandırdı. Geceye katılanların katkılarıyla, birkaç ay önce yitirdiğimiz Adabelenli arkadaşımız RAMAZAN SÖNMEZ adına 2013-2014 dönemi için bir öğrencilik burs katkısı oluşturuldu ve dernek yönetimine teslim edildi. Adabelenlilik ruhu ve kardeşliğinin doyasıya yaşandığı gecenin ertesi günü bir grup Adabelenli, önce Sığacık turu yaptı. Sonra Adabelenli ablamız Tezel ÇULHAOĞLU'nun evinde konuk oldular. Bademler kalkınma kooperatifi sahasında inceleme gezisi ve Bademler Köy Pazarı turu sonrası bu kez Adabelenli kardeşimiz Rukiye SARI nın Bademler'deki evine konuk olan Adabelenliler gelecek yıllarda tekrar buluşmak dilekleriyle vedalaştılar. *0KULUMUZUN 1963-64 YILI MEZUNLARI KUŞADASI'NDA BİR ARAYA GELDİ: *ADABELEN 1968 -6B SINIF BULUŞMASI: 5 Ekim 2013 Cumartesi günü Ahmet Kösebaş ağabeyimizin koordinatörlüğünde Kuşadası Panaroma Otel'de buluşan 6/B sınıfı 1968 mezunları, anılarını tazelediler. Geceye Dernek Başkanımız Mustafa Özmen de katıldı.1968 mezunumuz Hüseyin Tunç 2013-2014 Öğretim Yılı'nda derneğimizin burs sistemine iki öğrencilik burs katkısı taahhüdünde bulundu. Kendisine teşekkür ediyoruz. Böylesi katkı yapacak dostlarımızın çoğalacağına da inanıyoruz. Kuşadası Kadınlar Denizi'ndeki Martı Otel'de gerçekleşen bu buluşmada, gece geç saatlere kadar canlı müzik eşliğinde eğlenen 1963-64 mezunu Adabelenliler renkli görüntüler ortaya koydular. Geleneksel olarak her yıl Türkiye'nin çeşitli bölgelerinde düzenlenen toplantının 7.si bu yıl Kuşadası'nda gerçekleştirildi. Toplantıya yurt içi ve yurt dışından 94 Adabelenli eşi ve çocukları katıldı. 49 yıl aradan sonra birçok sınıf arkadaşıyla ilk kez kucaklaşan, bazı Adabelenliler yoğun duygusal anlar yaşadılar. O gün gönüllerince eğlenen 1968'li 6/B sınıfı dostlarımız gelecek yıl için Foça'da buluşma kararı aldılar. Adabelenlilerin böylesi buluşmaları sürüyor, sürecektir, sürmelidir de! 7. Geleneksel buluşma gecesini düzenleyen 1963 mezunu Mustafa Oran: "Geleneksel hale getirdiğimiz toplantılarımızda sizleri Kuşadası'nda ağırlamaktan dolayı son derece mutluyum. Aramızda 49 yıl sonra birbirlerini ilk defa gören sınıf arkadaşlarımız var, ümit ediyorum ki yeni katılan bu arkadaşlarımız, bundan sonra bizleri yalnız bırakmayacakladır. Ben, toplantımıza katılan siz saygı değer sınıf arkadaşlarıma, bu güzel toplantımızda emeği geçen herkese ve derneğimize teşekkür ediyorum. " dedi. Adabelen onurumuzdur. Selam olsun böylesi buluşmalarla yaşatanlara!.. YİTİRDİKLERİMİZ Toplantıya derneğimizi temsilen Selçuk temsilcimiz temsilcimiz Mehmet Ali TRAŞ da katıldı. Geceye katılan Adabelenliler, 2013 -2014 öğretim yılında derneğimiz burs etkinliklerine katkı amacıyla aralarında oluşturdukları bir öğrencilik burs katkısını 1964 MEZUNLARI adına dernek temsilcimize teslim ettiler. Gelecek yıl Dikili'de buluşmak üzere vedalaştılar. 1967 Mezunumuz Veli Çelik 1977 Mezunumuz Hüseyin Pehlivan 1961 Mezunumuz Hüseyin Akpınar 1962 Mezunumuz Sami Ezer *SEFERİHİSAR BULUŞMASI: İlkinin geçen yıl başlatıldığı Adabelenliler Bademler Buluşması, bu yıl 28 Eylül Cumartesi günü Seferihisar Ailelerine ve Adabelenlilere başsağlığı diliyoruz... -48-