İndir
Transkript
İndir
BAYRAK Arif Nihat ASYA Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü. Işık ışık, dalga dalga bayrağım, Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım. Sana benim gözümle bakmayanın Mezarını kazacağım. Seni selamlamadan uçan kuşun Yuvasını bozacağım. Dalgalandığın yerde ne korku ne keder... Gölgende bana da, bana da yer ver! Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar! Yurda, ay-yıldızının ışığı yeter. Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün Kızıllığında ısındık; Dağlardan çöllere düşürdüğü gün Gölgene sığındık. Ey şimdi süzgün, rüzgarlarda dalgalı; Barışın güvercini, savaşın kartalı... Yüksek yerlerde açan çiçeğim; Senin altında doğdum, Senin dibinde öleceğim. Tarihim, şerefim, şiirim, herşeyim; Yer yüzünde yer beğen: Nereye dikilmek istersen Söyle seni oraya dikeyim!.. 5 Hesenbey Zerdâbi (Zerdab, 7 Haziran 1842 - Bakı, 28 Kasım 1907) ÇukurovaSanat Azerbaycan millî basınının ve millî tiyatronun kurucusu, eğitimci, gezeteci-yazar, tebiatşinasuzmandır. 7 haziran 1842 de Göyçay ilinin Zerdab köyünde yoksul bir bey ailesinde doğdu. Rus ordusunun subayları olan dedesi Rehimbey ve babası Selimbey eğitime, ilme, güzel sanatlara büyük ilgi gösterir ve imkanları dahilinde sanat faaliyetleriyle meşgul olurlardı. Evlerinde toplanan fikir adamlarının -yazar, şair, tarihçi, müzikçi vb-sohbet meclisleri, Hesenbey’in ilerdeki fikrî gelişimine olumlu etkiler yapmıştı. Babası önce onu köy mollahanesine vermiş, ama oğlunun bu tahsille ilgilenmediğini görünce onu Rus dilinde eğitim veren Şamahı Şehir okuluna götürmüştü. Bu okulda mezuniyet sınavlarını büyük bir başarıyla veren Hesenbey, Kafkas Tahsil Dairesi Başkanlığı‘nın dikkatini çekmiş ve devlet hesabına Tiflis ortaokuluna kabul edilmişdi. 1860’ta ortaokulu bitiren Hesenbey Zerdâbi, 1861 yılında büyük başarıları dikkate alınarak Moskova Üniversitesi’nin Fizik-Matematik Fakültesinin Tabiat Bölümü’ne imtihansız kabul edilmişti. 1865’te aynı üniversiteyi ilmî dereceyle bitirmişti. Üniversitede tahsil gördüğü yıllarda Moskova Üniversitesi rektörü, meşhur Rus tarihçisi Solovyov’un ailesi ile çok yakın idi. Solovyov’un kızı genç ve yakışıklı Hesenbey’e vurulmuştu. Rektör ise, Rus tarihiyle ilgili Şark kaynaklarıyla tanıştırdığı bu kaabiliyetli gencin profesör olması için üniversitede kalmasını istiyordu. Ama kendi halkına hizmeti her şeyden üstün tutan ve bu arzunun yakıcılığına dayanamayan Hesenbey Zerdâbi, üniversiteyi bitirir bitirmez hemen memleketine döndü. 1865-1868 yıllarında Tiflis toprak idaresinde görev alan Zerdâbi, Azerî köylülerine yapılan haksızlıklara karşı keskin muhalefeti yükünden görevinden uzaklaştırıldı. İhtisasına uygun olmasa da, bir buçuk sene Şamahı mahkeme dairesinde vekillik etti ve burada da kendi vatandaşlarının haklarını savundu. 1869’da Baku ortaokuluna tabiyat tarihi öğretmeni tayin edilen Zerdâbi burada da ilk önce Azerî gençlerini ortaokul ve üniversite tahsiline teşvik etmenin yollarını düşünmüş ve bu amaçla da yaz tatili zamanı, Azerbaycan’ın şehir ve köylerini dolaşarak yoksul talebelerin yaşamını teinin etmek için “Müslüman Cemiyyet-i Hayriyesi”nin temelini atmıştı. Bir yandan tanınmış tabiatşinas âlim olan Hesenbey Zerdâbi, Rusya halk eğitimi tarihinde ilk defa olarak Bakı ortaokulunda Darwinizm eğitimini ders programına dahil etmişti. 1873’te Hesenbey Zerdâbi’nin başkanlığı ve ortaokuldaki Azerî telebelerin iştirakiyle, Azerbaycan kültürü tarihinde ilk tiyatro oyunu gösterilmişti. Sahnede oynamak için, Mirze Feteli Ahundzâde’nin “Hacı Gara” komedisini seçmişti. Oyun büyük başarıyla sahnelenmiş ve buradan toplanan para yoksul telebelere sarf olunmuştu. Eserlerinden birinin kendi sağlığında sahneye koyulması Ahundzâde’yi aşırı derecede sevindirmişti. Ama Hayriye Cemiyeti’nin ve nadir hallerde gösterilen tiyatro oyunlarının yardımı ile milleti uyandırmanın zor olduğunu gören Zerdâbi, herkese hitap etmek için bir kürsü arıyordu. Bu kürsü, kuşkusuz, sade ve anlaşılır bir Azerî Türkçesi ile yayınlanan gazete olabilirdi. 1872’de “Ekinci” adlı gazeteyi yayınlamak isteğiyle Kafkasya’nın resmî makamlarına müracaat eden Zerdâbi, yalnız üç yıl aradan ve uzun, üzücü mücadelelerden sonra gereken izni alabildi. 1874’te İstanbul’a gelerek matbaa avadanlığı ve hurufat elde etdi. İlk Azerbaycan gazetesinin birinci sayısı 22 temmuz 1875’te çıktı. Hesenbey Zerdâbi bu ilk Azerî gazetesinin hem sahibi, hem başyazarı, hem mürettibi, hem tashihçisiydi. “Her ilde on qezet okuyandan birisi oxuduğımu qansa, onları qederi ilbeil artar. Axırda o bend ki, suyun qabağmı kesmişdi ve suyu axmağa qoymurdu, rexne tapar ve 6 su mürur ile bendi yuyub aparar”- diye gazetesinin de yardımıyla cahillik ve fanatizmin hisarlarım yıkmak, halkı ilmin ışığına çıkarmak istiyordu. “Ekinci” kısa zamanda Azerbaycan kültür hayatının önemli bir merkezi haline geldi. Devrin Seyid Ezim Şirvânî, Necefbey Vezirov, Esgerağa Gorâni, Elizâde Şirvâni gibi tanınmış aydınları, qezetenin etrafında toplanarak yeniliği, eğitim ve kültürü onun sahifelerinden halka aşılamaya başladılar. Lakin 1877 Rusya -Türkiye savaşı başladıktan sonra, Ermeni casuslarının verdikleri bilgilere dayanan Rus resmî makamları “Ekinci”yi savaşda Türkleri desteklemekle suçlayarak kapattılar. 1875-1877’de, kısa bir sürede faaliyet göstermesine rağmen “Ekinci” millî basının sonraki gelişmesinde fevkalade bir rol oynadı. Bu da başyazarın gazeteye yüksek bir tutkuyla sarılmasının neticesinde elde edilmişti. Zerdâbi, “Ekinci”nin ilk sayılarından birinde gazetenin amaçlarını açıklayarak şöyle diyordu; “Her bir vilayetin qezeti gerek o vilayetin aynası olsun. Ye’ni vilayetin sakinlerinin elediyi işler, onlara lazım olan şeyler xülase, onların her bir derdi ve xahişi o qezetde çap olunsun ki, o qezete baxan xalqı aynada gören kimi görsün”. Zerdâbi’yi Azerbaycan’dan uzaklaştırmak isteyen Rus yöneticileri 1878’de onu Rusya şehirlerinden birine -Stavropol ortaokuluna- tayin ettiler. Lakin kendi halkının içerisinde olmayı her şeyden üstün tutan Zerdâbi resmî devlet hizmetinden istifa etti ve 1880’de doğduğu köy Zerdab’a dönerek polis nezareti altında burada yaşamaya başladı. Zerdab’da yaşadığı dönemde, köylüleri yeni tarımcılık usûlleri ile tanıştırdı, onların haklarını savundu. “Kaspi”, “Tercüman” vb. gazetelerde, muhtelif konularda makaleler yayınlattı. 1896’da Bakü’ye dönen Zerdâbi, burada bir tarafdan “Kaspi” gazetesinde çalıştı, öbür taraftansa Baku belediyesinin azası olarak şehir hayatının düzenlemesine, özellikle de Müslüman nüfusun sorunlarının çözülmesine yardımcı oldu. 1898’de meşhur hayırsever zengin Hacı Zeynalabdin Tağıyev’in maddi desteği ile Bakü’de ilk okulunu açtı. Azerbaycan öğretmenlerinin 1906 yılında toplanan kurultayının gerçekleşmesinde de Zerdâbi’nin önemli hizmetleri olmuştu. 1905’te “Hayat” gazetesinin yayın hayatına geçmesiyle Zerdâbi’nin gezeteci-yazar faaliyetinin de yeni dönemi başlamıştı. Hesenbey Zerdâbi, XX yy. başlarına kadar Rus memurlarının başıbozukluğuna, mollaların fanatizm ve cahilliğine, asilzadelerin zalimliğine karşı tek başına, kendi aklı ve kalemi ile mücadele vermişti. Yalnız asrın başlarında, bu mücadelesinin sonucunu -onun kalemi ile yetişmiş, onun manevî desteğini almış nesli- gördü ve bunun mutluluğunu yaşadı. Çağdaşlarından birinin haklı olarak yazdığı gibi, Hesenbey kendi faaliyeti ile zayıfların sloganı olan “tek adam döyüş meydanında esger ola bilmez” sözlerinin yanlışlığını ispat etmişti. Modern Azerî kültürünün yaratıcılarından biri olan Hesenbey Zerdâbi 28 kasım 1907’de Bakü’de vefat etmiş ve 1 Aralıkta büyük bir törenle defnedilmişti. Onun vefatı münasebetiyle “Taze Heyat” gazetesinde yayınlanan bir makalede şöyle deniyordu: “Bizi Hesenbeyin ölmeyi bir o qeder düşündürmür. Bir bele zehmet ve belalara sebr eden adam âxırı gerek bir gün öleydi. Bizi düşündüren, bizi ağladan milletimiz içerisinde bu növ üreyi, dili, ef ah, mesleki bir, qorkusuz, ürküşüz, sözünü açık-açığma deyen bir millet mücahidinin qeyb olmasıdır. Çoxdur mu bele saf, sâdik, bîgerez iş dalınca gedenlerimiz?” (“Taze Heyat, 1907, N” 182) Eserleri: Bizim Neğmelerimiz. Bakı, 1906; Torpaq, Su, Hava, Bakı, 1911; Bedeni Salamat Saklamak Düsturu!emeli, Bakı, 1912. Kaynakça: Ferhad Ağazade. “Ekinci”, Bakı, 1925; Azerbaycan metabuatmın 50 illiyi. Megaleler mecmuesi, Bakı, 1926; Qafqazda ilk Türk gezeti. “Şerqde Medeniyyet ve Yazılı Abideler” mecmuası, c. III, Bakı, 1928; Zaman Memmedov, Hesenbey Zerdâbi, Heyat ve Yaradıcılığı, Bakı, 1957; Heyder Hüseynov. XIX. Esrde Azerbaycan’da Felsefe ve İçtimai-Siyasi Fikir Tarixînden, Bakı, 1958, (Rus dilinde); Memmed Mustafayev. Azerbaycan’da İktisadi Fikrin İnkişaf Tarixinden, Bakı, 1958 (Rus dilinde); Ziyeddin Göyüşov. Azerbaycan Maarifçilerinin Etik Görüşleri, Bakı, 1960; Ziyeddin Göyüşov. Zerdâbi’nin Dünya Görüşü, Bakı, 1964 (Rus dilinde); 7 Eziz Mirhemedov. Hesenbey Zerdâbi, “Ekinci”, Tam Metin kitabına ön söz, Bakı,, 1979, s.3-17; Veli Memmedov. Ekinci, Bakı, 1975; Müasirleri Zerdâbi Haqqmda, Bakı, 1988. (Rus dilinde); Esmira Cavadova. Setirlerde Dögünen Ürek, Bakı, 1990; Vilayet Muxtaroğlu. Büyük Ekinçi-Hesenbey Zerdâbi, “Xezer” dergisi, 1990 No 2, S.160 - 244; “Möhbahı” Rasımov. Hesenbey Zerdâbi XIX. Esrin İkinci Yarısında Yaşamış Görkemli Azerbaycan Maarifçisidir. Azerbaycan Bilimler Akademisi Felsefe ve Tarix İnstutunun Eserleri, C. XIII, Bakı, 1955 vs. şimançılıq çekmesin. Pes her bir qezetenin umde metlebi mübahisedir ve eğer bizim dünyadan ve elinden xeberdar olanlarımız “Ekinci” qezetesinde yazılan metlebler baresinde mübahise başlasalar, çox şâd olarıq. Amma, çifayda, qebristanlıqdan ses gelmeyen kimi, bizim xalqdan da bir seda gelmeyir. Qezeteni oxuyanlar o metleblere bir cavab yazmayırlar. Bele olan suretde biz mübahiseye hesret olmaqdan savay, hetta qezetemizi oxuyanlar ondan narazı olduğunu da bu çağacan bilmirik... (“Ekinci”, 1875, n. II (s. 99-100) Altı ay yoxdur ki, bizim “Ekinci” qezetesi çap olunur. Amma İngilis’in paytaxtı London şeherinde onun çap olunmağı me’lumdur. Oradan bir kitabın bir feslinin Türk dilinde olan tercümesini bize gönderibler ki, onun qeletîni düzeldek. Elheqq, bu çox ziyade gözüaçıqlıq ister. London şeherinde bir nece yüz qezete çap olunur. Onun ile bele kişiler dünyanın ucunda bizim qezete kimi kiçik qezete çap olunmağını eşidib isteyirler ki, ondan da ne’fberdar olsunlar. Amma bizim adamın çoxu ne ki, buçağadek bizim qezeteni oxumayiblar, belke be’zi şexsler onun bina olmağının xeberini eşitmeyibler. Hetta ele adam var ki, qezete pulu verib onu almaq istemir. Bizim xalq dünya işlerini bele soyuq tutmağını bilir iken biz “Ekinci” qezetesini cap erdirmeye başlamışıq. Ve bizim tek de bir yuxudan oyananlarımıza ümid oluxuşuq ki, xalq qezete oxuyub ondan menfeetberdar olmağa ve dünya işlerinden xeberdar olmağa se’y edecekler. Biz Müselmanlar dünya işini soyuq tutmağa bizim mezhebimiz sebeb deyîl ki, onu ecnebiler bize bohtan deyirler... Pes biz Müselmanlar dünya milletleri arasında rüsvay ve zelil olub dünya işlerine mehel qoymamağımıza sebeb ayrı şeylerdir. O sebeblerden sonra danışarıq. İndi bizim ulemalardan iltimas edirik ki, bizim bu suallarımıza cavab versinler: çünki bizim Peygemberimiz biz Müselmanlara elmi-ebdanı tehsil etmeye hökm edib ve ona binaen bizlere vacibdir ki, o elmleri tehsil edek... (“Ekinci”, 1876, n. 12 s. 223-224) Gaspıralı İsmail Beğ - Hasan Bey Zerdabi Melik - Avukat Ali Merdan Toğçubaşu Beğ YAZILARI (Ekinci 1875-1877 tam metin, Bala, 1979, s. 92-93) Her bir vilayetin qezetesi gerek o vilayetin aynası olsun. Yeni o vilayetin sakinleri elediyi işler, onlara lazım olan şeyler, xülase, onların her bir derdi ve xahişi o qezetede çap olunsun ki, o qezeteye baxan xalqi aynada gören kimi görsün. Elbette, qezetenin bele ayna kimi olmağı xalq iledir. Yeni her kes gerek öz derdini ve xahişini qezetlerinde beyan etsin ki, onların baresinde işden xeberdar olanlar mübahise etmeklik ile onların yaxşi yamanlığmı aşkar etsinler. Taki o işi gören onun yaxşı ya yamanlığından agâh olub sonra pe- Bir şexs çiyninde ağ demir düymeli palto, başında ağ furaşka, ayağında cırıldayan çekme, ağzında papiros sallana gederken bir cavana rast gelib salamlaşıb, birge getdikleri zaman cavan onun 8 özümüzü qoruya-qoruya obanın içine daxil oluruq. Qazmalardan ses gelir. “Ay it heey” amma heç kimden ses gelmir. Hacınin qazmasma yanaşınca köpeklerin qederi ele artır ki, getmek meğdur olmayır. Dalımızı Hacı’nm qazmasma verib ucu dişlenmekden gödelmiş deyenekler ile özümüzü qoruya-qoruya: “Ay Hacı, gel” deye dad edirik. Hacı “Ay it, ay it.” deye başında öküz çulu çöle çıxıb bizi tanıyıb, qazmaya getirib qızı Tükez’e deyir: “Ağez, ayağa dur, eziz qonaqlar üçün yer qayir”. 17 yaşında bir qırmızıyanaq, tergöbek qız gözlerini ovxalaya durub, iki eşşek halığı götürüb buxarının qabağında bizim üçün qoyub, Hacı’nın buyurmağına göre başlayır bize aş bişirmeye. Buxarının qabağında oturub qazmaya baxırıq. Onun bir küncünde buxarı yanır ki, herden külek onun tüstüsünü içeri doldurur. Bir küncünde bir yaralı keçi ve iki teze doğulmuş buzov bağlanıb. Bir küncünde qanciq eşşek, yani xotuqlu bağlanıb, bir küncünde Hacı’nın tulası doğub, öz küçüklerini emizdirir. Divarın üste köndelen berkimiş ağacın üste 5-6 toyuq yatıb. Hacı buxarının qabağında cömbelib, qabaq qelyanı rahatlayıb, başına od qoyub bize verib danışır. O cümleden öz övreti Şahperi vefat etdiyini bele neql edir: “Bu il yayda biz dağda olan zaman rehmetlik Şahperi naxoşlayıb gece nâle etdi. Bizim qız da yatmışdi. Gördüm çölde itler berk basir. Ne qeder sesledim, olmadı, çöle çıxıb heç keşi görmeyib itlere aciqlanıb içeri gedib gördüm ki, başına döndüyüm Şahperi Allah rehmetine gedib. Men evi yıxılmış heç bilmişem mi ki, itler basan Ezrail imiş? Çıxıb itlerin ağzından onu qurtarmişam. O boynu sınmış alaçığın o biri terefinden girib Şahperi’nin canını alıb, gedib...” Ey bu kelmeleri oxuyan, dahe besdir. Bizim Hacı başqa danışdığı sözlerden ve Tükez bişirdiyi aşdan danışmayıram. Amma bunu erz edim ki, allah o aşı heç kafere nesib ve Hacı’nı heç kimseneyi hemsöhbet eylemesin. (”Ekinci”, 1876, n. 17 yal-kopalına baxıb, onu ziyade kamil hesab edib deyir: bizlerde deyirler ki, yer bir öküz üste dayanıb ve onun her bir ezası terpense onun üste olan yerin hissesi hem terpener. Amma men bunu başa düşmürem: niye zelzele olan zaman be’zi yerin etrafı terpenende özü terpenmir? Cavab: Öküz boş sözdür. Rusların “Narodnie poverie” qezetesi deyir ki, yer deryayi muhitin içerisindedir. Bir boyük balıq ki, ona kit deyirler, onu dalında saxlayıb ve onun terpenmeyinden yer hem terpenir. Cavan bunu eşidib fikre gedende cenab palto söz arasına söz salmaqdan ötrü başlayır ki, dünen menim dostum Nikolay İvanoviç’in menzilinde bir nece Ruslar ile punş içen zaman Rus dilinde çap olunan “Rostoy” qezetesinde “Çıplaq oğlu ve Vaygünlü qaçaq” baresinde men yazdığım mektubu oxuyurduq. Elheqq çox yaxşı inşa elemişdim ve o qezeteni çıxardan bu sebebe meni te’rif edib deyir ki, merheba, kürd qızmdan bele oğul, Müselmandan bele qâbiliyyet... Cavan bu sözü eşidib qeyrete gelib deyir: niye, meğer bizim Müselmanlardan qâbiliyyet ehli yoxdur? “Ekinci” qezetesinde cenab Heyderî’nin kelâmını meğer oxumamısınız? Cenab palto ona eyri baxıb, gülüb deyir: menim Müselmanî savadım yoxdur. Amma onu bilirem ki, müselmandan adam olmaz.(“Ekin- ci”, 1876, n. 16 . 231-232) Bizim Qafqaz vilayetinin adını eşidib özünü görmeyen ele fikir edir ki, bizim adam bele gözel yerde cennetde olan kimi keyf-damağa meşguldür. O keşler üçün bizim köçerilerin zindeganlığından bir nece kelme danışaq. Qışm çillesindc axşam düşüb, obanın qazmalarını tamam qar basıb. Ora-buradan qar içinden tüstü çıxır. Mal-qara qayıdıb qazmalara gelib. Obanın ehli övret-kişiye qanşıb: kimi elinde kürek ağılların içinin qarını atır, kimi tövleye mal sürür, kimi köpeklere yal bişirir, kimi qurd yaralayan malların yarasına baxır, kimi götürüm düşen malları qazmaya sürüyür. Xülâse, böyükden kiçiye here bir işle meşguldür. Qaranhq düşünce xalq mallan rahatlayıb qazmalara çekilir. Birce köpekler çölde qalıb çaqqallın sesini eşidib ağız-ağıza verib ağlaşma ağlayan kimi ulaşırlar. Çovğun şiddet edir. Here elimize bir uzun deyenek alıb bizim kirve Hacı’nm qazmasına gedirik. Köpekler sesizimi eşidib üstümüze tökülür. Biz dal-dala verib s. 375-376) Bizim zemane zehmet zamanı olduğuna çox zehmet çeken artıq nef tapir. Ona binaen hükema vaxta dövlet deyir. Ye’ni her kesin zehmet çekmeye vaxtı çox ise o kes artıq dövletli hesab olunur. Bu sebebe Avrupa ehli her bir işi maşına sabi ki, maşın onu temiz ve tez elesin. Ye’ni zehmet çek9 geldi, dünyada qalıb zindcganlıq edir ve meğlub olanlar xörekden yanmayıb günü-günden artıq zeif olub âxırda telef olurlar. Xaşxaş otunu ki, hamı tanıyor, onun başında bir toxum qutusu olur ki, onun içinde toxumlar olur. Onun içinde toxumlar emele gelir. O qutunun toxumları yetişdikten sonra qutunun başında qapaq quruyub düşür ve bu ağzı açıq, içi toxumlar ile dolu qutu külek esen vaxtlarda terpenendc onun içinden toxumlar çıxıb sepelenib etraf yere tökülür. Bu toxumlardan qışda xarab olmayıb sağ qalanları baharda isti düşende neşv ü nüma edir ve onların her birisinden bir kiçik ot emele gelir. Bu bir nece yüz kiçik otlar ki, bir arşına qeder fasilesi olan bir yerde emele gelirler, orada özlerine azuqe tapabilmezler. Onlardan hansının kökü daha güçli olub, uzağa gedib veya boyu biraz arhq olduğuna yuxan qalxib günün istisinden ve şefeqinden artıq nef’berdâr olur, öz konşusu qardaşınm xöreyini alıb veya işığını kesib, onun qalxmağına mane olub, onu mürur ile telef edir. Bu tövr o az yerde emele gelen kiçik otlar biri-biri ile gece ve gündüz asuqe davası edib biri-birini mürur ile telef edib axırda o bir az yerde bir nece yüz otdan bir veya ikisi qalır ki, onlara o yerin xöreyi ve güneşi besdir. Bu zindeganlıq davasını insan da hemişe biribiri ile edir. Keçmişde insan vehşi halında olan zaman bu davanı yumruq, sille, sonra qıhnc, galxan ve daha sonra tüfeng ve geyri esleheler ile edirdi. Ele ki, sonra vurmaq, öldürmek nehy oldu, insan zindeganlıq davasını ağıl ile edir. Her kesin ki, ağlı çoxdur, qanacaği artıqdır bu zindeganlıq davasında düşmene üstün gelib onun rûzisini günü-günden azaldıb, bedenini zeiflendirib, cürbecür naxoşluğa duçar edib, âxirda telef edir. Çünki ağıl ve qanacaq artıq olmağı elm tehsil etmek iledir, ona göre de biz Müselman qardaşlarımiz?. “oxuyun, elm tehsil edin” - deyende zikr olan zindeganhq davasından ötrü deyirik ki, bu davada Müselman qardaşlarımız meğlub olub axırda puç olmasınlar. Doğrudur, insan xaşxaş otlan kimi bilmerre telef olmaz. Ona göre ki, insan heyvanlarm hamısından ağıllıdır ve her cür yaman güne devam ede biler. Amma me’lumdur ki, bu yaman güne qalmaqdan ölüm cox yaxşıdır. Bele yaman güne qalanlar fehlelik, nokerçilik, rençberlik ile ömrünü keçirib, hemişe gözleri elm tehsil edib zindeganhq davasında artıcı gelenlerin elinde olub... mek vaxtmı artırmaqdan ötrü işleri maşına salıblar ki, maşın işi tez gördüyüne, o işi tutmağa lazım olan vaxt az olur ve onun artığı qeyri işe gedir. Belede bir iş yerine bir nece iş tutmaq olur. Ona bina bir kimse 50 il zehmet çekib 10 min manat qazana bilir ise, maşın ile iş görende 50 il müddetinde Ömrde gördüyü işi 10 ile görüb dahi ziyade ne’fberdâr olur. Pes bu halda qeyri tayfalar fürseti fövte vermeyib zehmetleri artırmaq se’yindedirler. Amma bizim tayfa... dükan-bazarlarda oturanların çoxu bir cüz’i şey yanma qoyub günde 4-5 müşteri gözlemekden öteri exşamacan ağzını ayinb gelib-gecene tamaşa edir ki, güya bu zaman bir geyri iş görmek günâh imiş. Küçelerde cavanlarımız papaqlarını eyri qoyub “ay balam! ay balam” çağırır, ya bir-birine yaman deyir. Meydanlarda kimi derviş nağıhna qulaq asır, kimi xoruz, kimi qoç dövüşdürür. Xülâse, heç bir heves ile zehmet çeken yoxdur. Hamı ya tenbellik edib işden qaçırıq, bîkâr oturub Allah’dan buyruq deyirik. Belede teeccübdür indiye geder bizim tayfa telef olmayir ve buna sebeb budur ki, keçmişde biz enine yeyib uzununa gezmişik. Amma indi... yerlerimiz qüvveden düşüb, xeyir-bereket qaçıb, elmden xeberdar olan keşlerin yeri darlıq elediyine gelib bizim yerlerde zindegânlıq edirler. Belede bizler bu tenbellik ve bikarcılıq ile onların müqabilinde durabilmeyib, zindegânlıq çenginde meğlub olacağıq ve nece ki, daşmış çayın suyu mürur ile etrafı qerq edir, habele biz de o tayfaların arasında mürur ile telef olacağıq. Bilirem, bunları oxuyan deyecek ki, bu sözler boş sözdür. Allah rûzıverendir, heç kes acından ölmez. Amma rûzî ile rûzînin tevafütü çoxdur. Pes qardaşlar, zehmetinizi artırın ki, bîkârlıq ve tenbellik insan üçün zeherdir. Zehmet çekmek vaxtını uzatmağa se’y edin ki, sizin rûzî düşmenlerinizin esbablarını ele getiresiniz. (“Ekinci”, 1877, n. 11) ZİNDEGANLIQ DAVASI VEYAXUD DİRİLİK MÜBARİZESİ (Hesenbey Zerdabi, Seçilmiş Eserleri, Bakı-1960, s.234-236) Dünyada olan hayvanat ve nebatat hemişe birbiri ile, e1elexüsus da öz hemcinsleri ile azuqe davası edirler ve her kes bu davada düşmene artıq 10 teblerde Rus keşişlerinden missionerlik edenlerin mesleheti ile bizim dilimizi ve adab-i şerietimizi oxutmağı qadağan etmişdiler. Odur ki, bu mekteblere geden müselmen çox az idi ve olmayan kimi idi. Heqiqet, o zaman biz Müselmanlar üçün çox pis keçirdi. Bir terefden zindeganlıq davası ve bir terefden el çekmekle zindeganhq davasından qaçıb qurtarmaq olmaz. Ondan xilâs olmaq isteyen gerek dünyadan el çekib çekilib bir gûşede otursun, bu da ki, olmaz ve olmayanda onun varyoxu mürur ile elden çıxacaq. Elm tehsil etmek ile ondan ağıllı olanlar onları cürbecür hiyle, fendler ile onun elinden alıb, onu tez veya geç müflis edecekler, möhtac edecekler ve bir terefden de dövlet açdığı mektebler ki, orada elm tehsil edenler dil ve mezheblerinden gerek el çekeydiler. Belede biz Müsclmanlar iki deryanını arasında duran gemiydik ki, her terefe meyl etsek yıxılıb qerq olası idik. İndi Allah’a şükür olsun ki, keçen ilden hökm edilibdir ki, Rusiya’ya tâbe olan tayfalar öz uşaqlarını öz mektebxanalarında öz dillerinde oxudabilerler ve onlar padşahlıq mekteblerinde oxuyanda onların öz dinlerini ve adab-i mezheblerini de onlara oxutsunlar. Eğer ki, bu hökm sadir olandan bir ilecen kecibdir, amma heç bir xeber yoxdur ki, filan yerin Müselmanları bir bele mekteb açıblar. Buçağacan biz Müselmanlar deyirdik ki, mektebxanalarda bizim uşaqlarımızı öz dilimizde oxutmağa qoymayırlar. Ona göre bizler de onları oxutmayırıq. Bes indi ne üçün mektebxanalar açmayırıq, uşaqlarımızi oxutmayırıq ki, biz istediyimiz ıxtiyari bize veribler? Bizim ile zindeganhq davası edenler iti qılıncı götürüb bizim üstümüze düşüb her bir nicat yolunu bağlayırlar. Kâxhanalar hamisi ecnebilerin elinde, senet de onlarda. Alış-verış yene bedestûr. Hetta bedbext Müselman fehlolerine de ecnebilere verilen mebleğin yarısını verirler ki, sen oxumamısan, fehleliye qabiliyyetin yoxdur. Bes haçan biz gözlerimizi açıb bunları goreceyik ve bunlara çare edeceyik? Padşahlıq mektebxanalarında bizim uşaqlarımıza Öz dillerini ve adab-i şerieti oxutmağa icâze veribler. Ona göre o mektebxanalarm hâkimi bu yeni keçen baharda yazmışdı ki, Müselmanlar öz uşaqlarını oxutmaqdan öteri proqram tertiblesinler ki, onlara ne oxutsunlar ve nece oxutsunlar? Amma buna bir cavab verilmedi. Odur Keçmişde ki, her tayfa bir terefde başını qollağuna çekib dünyadan bîxeber oturub zindeganlıq edirdi, azuqe davası o qeder me’lum etmir idi. Çünki o davanı edenlerin biri birinden ağıl baresinde o qeder tefavütü yox idi. Amma bizim zemanede ki, bir terefden demiryolları ve paraxodlar artıbdır, ona göre gediş-geliş asan olubdur ve bir terefden karxanalar, zavodlar artır, günde bir cür teze maşınlar ixtira olunur ve alışverış malı günü-günden artıb ucuzlaşıb yakşıraq olur, heç bir elm tehsil eden tayfa öz yerinde oturub öz tayfasına qenaet etmir. Her tayfa öz malını götürüb satmağa yer axtara-axtara dünyanın lap qaranlıq yerlerini de doldurublar. Ona göre de bu halda zindeganlıq davası artıq, şiddet edib ve onun indi 10 ilde olan semeresi keçmişde 100 ilde olan semeresinden çox artıqdır. Belede dübare tekrar edirem-qardaşlar, oxuyun, elm tehsil edin. Elelxüsus elm tehsil etmek biz Qafqaz Müselmanlarına vacibdir. (Hayat, 4. Ocak 1906 fs. 237-239) DİL VE DİN Bizim zamanımız elm zamanıdır ve elm tehsil etmek her tayfaya vacibdir ki, zindeganlıq davasında heç olmasa özünü saxlayabilsin ve bele elm tehsil etmek ile ireli geden vaxtda her tayfa gerek iki şeyi berk saxlasın ki, bu şeyler her tayfanın direkleri hesab olunurlar. Ve onların tayfa olmağına sebebdirler. Bu şeylerin birisi dil ve birisi din ve mezhebdir. Ele ki, bunların birisi elden getdi, tayfanın beli sınan kimidir. İkisi de gedende tayfa gayri tayfalara qarışır, mürur ile yox olur. Çünki dil ve mezheb tayfanın ruhu olan kimidir. Nece ki, ruh çıxanda bedende birce ne’ş, ye’ni cemdek qalır ve bu cemdek mürur ile çürüyüb yox olur. Habele dilsiz ve mezhebsiz tayfa da gerek mürur ile yox olsun. Pes, her tayfa elm tehsil eden vaxtda gerek öz dilinde ve öz din ve mezhebinde tereqqi elesin ki, dünyada qalabilsin. Onlarsız tayfa olmaz. Bu âxır zamanacan biz Rusiya’ya tâbe olan Müselmanların işi çox yaman idi. Bir terefden zindeganhq davası il be il ki, şiddet edirdi ve bir terefden de elm tehsil etmek yolu bağlanmış idi. Çünki bizim öz milleti mektebxanalarımız yox idi ki, orada öz dilimizde, öz mezhebimizde elm tehsil etmek olaydı ve dövlet terefinden açılan mek11 yazmadı. Buna sebep odur ki, bizim şairlerimiz elm tehsil etmeyibler. Onların qanacağı azdır, gözleri bağlıdır, görmüşler ve o zülmler ki, bizlere olur, onları zülm hesab etmirler. Meselen, me’lûmdur ki, bu halda bizim Bakü’de bir gece keçmir ki, küçelerde gedib geleni döyüb, soyub, hetta öldürmek olmasın. Heç bu işler bizim adama eser edir mi? Hâşa etmir. Eğer etseydi, bele olmazdı. Bizim şâirlerimiz de beledir. Onlar da bele gebih işlerden ibret edib cûşe gelmirler ki şe’r yazsınlar. Xülâse, şe’r bir böyük âletdir ki, onunla bizim yuxuda olan qardaşlarımızı ayıltmaq çox asandır. Bizim gonşularımiz Ermeniler bele şe’rler ile çox iş görürler. Bu halda onların kûçelerinde gözleri kör elinde tar âşiqları bir uşaq qolundan tutub qapı-qapı gezdirir. Heç bilirsiniz mi bu âşıqlar ne oxuyurlar? Onlar Ermenistan’ın keçmişde olan xoş ve yaman günlerinden, Osmanlı Dövleti’nin onlara elediyi zülmlerden ve qeyri şe’rler oxuyurlar. Odur ki, bir millet işi olanda Ermenilerin hamisi birden qalxıb bir adam kimi iş görürler. Meğer bizim bele olmadığımız günahdır?. (Hayat-8. ki, ilin başında bizden bixeber mekteblerin hâkimi öz terefinden bizim dilimizi ve adab-i şeriet oxutmaqdan öteri müellimler te’yin edib ve bu halda onlar ne oxudurlar ve nece oxudurlar, biz bilmirik. Pes biz qonşularımiza qoşulub bu selahiyyetleri isteyende ne üçün isteyirdik ve qonşularımız o selahiyyetlerden nef berdâr olub daha artıq elm tehsil etmeyinden bizlere bir fayda olacaq mı? Qardaşlar, yatmaq vaxtı deyil. Ayılıb bir fikir edin, bu işlerin âxırı nece olacaq? Yoxsa, heqiqet bizim ruhumuz gedib, birce cesedimiz qalib. Belede vay bizim halımıza. (Hayat- 6. Ocak-1906 s.240-241) BİZİM NEĞMELERİMİZ Bizim Qafqaz Müselmanlarma heç bir yazı ve dü ile deyilen söz o qeder eser etmez, nece ki şe’r ile deyilen söz, elelxüsus neğmeler ki, xoş sövt ile oxunur ve bunun sebebi odur ki, Qafqaz’m yerlerinin xasiyyeti beledir. Bizim cennetin bir gûşesine oxşayan vetenimizin dağları, çayları, xoş âb ü hevası ve h’e’f bir cehetden sefah ve dilgûşe olmağı onun az zehmet ile bol mehsûl götüren ahalisini cûşe getirib bu hâle salır. Bir baxın, bizim âşıqlarımız toylarda oxuyanda onlara qulaq asanlara. Bu zaman qulaq asanlar ele hala gelirler ki, beistilah-i Türk etini kessen de xeberi olmaz. Ele ki, sonra toy qurtardı, âşıqlar evine getdi, 5-10 gün uşaqlar küçede gezende âşıqdan oxuduqları qâfiyeleri oxuya-oxuya gezirler ve birbirinin qeletini düzeldirler. Bizim qardaşlarımızın bu xasiyyeti mehsûlâver torpaq kimidir ki, orada neğme suretinde xoş ovqat ile deyilen söz neqş bağlayib çox qaldığına artıg da eser eder. Keçmişde “Ekinci” gazetesi çıxanda o vaxtın şairlerinden yazıb teveqqe elemişdim ki, bülbülü ve gülü te’rif ve biri bir-lerini hecv etmekden el çekib elm tehsil etmeyin neflerinden ve biz Müselmanlara olan zülmlerin baresinde şe’rler yazıb onları bizim âşıqlara xoş sovt ile oxumağı öyretsinler ki, âşıqlar onları toylarda oxuyub ehâlini oyatmağa sebep olsunlar. Onlardan birce Seyid Ezim Şirvanî elm tehsil etmek neflerinden bir nece şe’r yazmişdir ki, “Ekinçi”de çap olunmuştur. Amma qeyri şairlerimizden heç bir cavab gelmedi. O ki, bizlere olan zühnlerdir, o barede meliküşşüâra Seyid Ezim Şirvanî de bir şey Ocak. 1906, s. 244-245) İTTİHAD-İ LİSAN ...Biz Rusiya dövletine tâbe olan Müslümanların hamisi Türkdürler. Bizim esil dilimiz Türk dilidir. Amma bu dil ayrı-ayrı yerlerde câri olduğuna her terefde bir qeyri şiveye düşüb, geyrilerden aralanıb, elbette, zikr olan qayda ile bu Türk tayfaları elm tehsil etmeye başlayıb, ye’ni qaranlıq otaqdan çöle çıxıb tereqqi yoluna düşende bir-birinden dexi artıq uzaqlaşacaqdılar. Beledc bir az vaxtdan sonra onlar biri-birinin ne ki, danışdığını, hetta yazdığını da anlayabilmeyecekdiler. Heç insafdır mı ki, biz Türkler bir dilde, bir dinde ola ola biri-birimizden aralanıb artıq gücden düşmeyimize sebep olaq? Ona göre bizlere vâcibdir ki, indi vaxt keçmemişden ittihad-i lisan dalinca olub bir umûmi dil bina edib, bu ümümi dilde yazıb-oxuyaq ki, vaxtı ile o dil hammm yazıb oxumaq dili olsun. Bele de Rusiya’da olan Türk tayfaları getdike biri-birlerine artiq yavuqlaşıb, birleşmekden artiq da güclenib tereqqi etmeye qâdir olurlar ve qardaşhqları daha möhkem olur. Bu halda bizim Türk dilinde Baxçasaray’da 12 çıxan “Tercüman” qezetesi ve Peterburg’da çıxan “Nur” qazetesi bu umûmi dil üste behs edirler. “Tercüman” 30 ildir çixır. Bu 30 ilin müddetinde her terefin Müselmanları qeyri qezete olmadığına göre onu aparıb oxuyublar. Odur ki, biraderimiz Ismayıl Bey isteyir ki, “Tercuman”ın dili umumi dil olsun. Amma Axund Bayazidov “Nur” qezetesini Tatar şivesinde çıxarır ve her Türk tayfası qezetesinin öz dilinde çıxmasını isteyir. Çünki biz Rusiya’da olan Türk tayfaları üçün umûmi dü işletmek vâcibatdandır ve bu halda bele umûmi dil bina etmek çox çetindir. Ona göre meslehetdir ki, her tayfa öz xeyrini gözleyib biraz vaxt artıq zehmet qebul edib uşaqlarma te’lim-i ulûm edende qeyri Türk şivelerini de yaddan çixarmasınlar ki, bu uşaqlar gelecekde öz din qardaşlarını daha yaxşı tanıyıb onlar ile daha artıq yaxınlaşıb heqiqi qardaş olmaqdan ötrü özleri üçün umûmi bir dil de bina etsinler. Bizim qafqazlı qardaşlarımızdan gelecekde umûmi dil meğdur olmağını gözleyib, teveqqe o- lunur ki, bu halda qezeteni camaat oxumaq üçün yazanda camaatın ana dilinde yazsınlar ki, onları her destixetti olan oxuyub anlayabilsin ve fars sözlerini beqedr-i meqdûr az yazsınlar. Heqiqet biz, elelxüsus bizim be’zi muhabirlerimiz, mollarımız yazdığı Türk dili deyil, bir qeyri, ne Fars, ne Türk dilidirki, herkes özünün artıq oxuduğunu göstermek isteyir. İnsanın şerafetinin bir delili de nitqdir. Lâzımdır ki, her kes ele danışsın, ele yazsın ki, onu mümkün mertebe avam da başa düşsün. Belede qezete çıxaranlar gerek yaddan çıxarmasınlar ki, gezete oxuyanlarm coxu, elelxüsus bizim memleketde avamdır, öz Türk şivesinden başqa dil bilmeyirler ve cümle qezetelerimizin idarelerinden teveqqe olunur ki, qeyr-i Müselman tayfalarının şivelerinde çap olunan metleblerin, ora-burasını bir derece bizim şive ile düzeldib sonra çap etsinler ki, onları oxuyanlar anlayabilsinler. Heqiqet qezete camaat üçündür. Camaat qezete üçün deyil. (Hayat-11 Ocak-1906) 13 KARA TAŞ Rebiyye ZERDABİ* birbirimizle düşman olmaktan vazgeçelim.” “Ekinci” çok yaşamadı. Amma yaktığı ışık güneş ışığından da büyük oldu. Milleti için yaptığı işler karşısında gerekli değer verilmeyen bu yorgun adam, daha sonraları herkesi ağlatacak kadar duygulu bir şey yazdı. ”Gerek bizim Zerdab kendine ve Qarabag serhedinde bir kara taş koyub onun da üzerine bir yazı yazdırim ki, gelecekde bizim ovladlar o yadigara bakib bilsinler ki, ben bu eziyyet ile millet-islami ayıltmak icin nece nadahlara rast gelmişem.” ‘KARA TAŞ’ yazılmadı amma, bütün bir nesil Hesen bey Zerdabi’nin fikirlerinden faydalandı. Hayatının son günlerinde de öz milletinin çocuklarını düşündü ve eşine onun yas merasimine gönderilecek para ile uzak köylerin birinde bir okul yaptırılmasını istedi. Ve oldu da. 22 temmuz “Ekinci”nin doğum günü. Bu gün bu büyük millet mücahidinin hatıra günü. Türklük günü. Turan günü. Gazete günü. Bayramınız kutlu olsun. Turanın bütün millet sever oğulları. Kara taş yok amma mücadele yine de var… Bir gün bir eyalette bir çocuk doğdu. İsmini Hesen koydular. Azerbaycan denilen memlekette her gün binlerce çocuk doğuyordu. Bu çocuk başka idi. Küçük bir yerdi doğduğu yer. Göyçay vilayetinin Zerdab koyu. Yıl 1837 idi. Çocuk büyüdü, okullarda okudu. Üniversite bitirdi. Ve bir gün Türk Dünyasına bir ışık verdi. Gazete çıkardı. İsmini de “Ekinci” koydu. Herşey de bundan sonra başladı. Azaplar, takipler, sürgünler. ”Ekinci”nin Türk Dünyasına güneş gibi doğuşu gözleri kamaştırdı. Gazeteyi yalnız başına çıkaran ve bütün işleri kendisi yapan Hesen bey Zerdabi;”Dünyada her gazeteyi 5 ya 10 adam inşa edir. İşlerini gören insanlar olur. Amma ben bu işleri yalnız görüyorum. Bizim şehirde bir bilimli adam yok ki gazeteye bakıp onun yanlışlarını düzeltsin.” diyordu. Ve bu gazeteyi sonra da kendisi sokak ve pazarlarda dağıtan bu adam gazete okumak alışkanlığını da insanlara öğretti. Azerbaycan Demokratik Cumhuriyetinin kurucusu Mehemmed Emin Resulzade; ”konuştuğu dilde ilk gazeteye malik olan cemiyet bir milliyet iken millet olmağa başlamış demektir.” diyordu. Azerbaycan Türklerinin de millet olması “Ekinci”nin kurucusu Hesen bey Zerdabi’nin ismi ile ilişkilidir. Ve onun “Kafkas Türklerinin öğretmeni ve babası” diye adlandırılması, milleti için yaptığı işlerin öneminden ileri gelmektedir. Hesen bey Zerdabi, sonraları daha büyük işlere de imzasını attı. Azerbaycan tiyatrosunu kurdu. Yardım cemiyetleri oluşturdu,,okullarda dersler verdi. Ve en önemlisi de, Rusların o yoğun baskıları altında bile Türk Dillerinin birleşmesi gerektiği fikrini ortaya attı. M. Mehemmed zade “Milli Azerbaycan Harekatı” isimli eserinde 26.9.1876 tarihli “Ekinci” gazetesinin nüshasında, “Zerdabi, Türk dillerinin birleşmesini arzuluyordu” diye yazmıştı. Bu fikri Hesen bey tabii ki açıkça söyleyemiyordu ve bunu “dini birlik” adı altında tesis etmeye çalışıyordu. ”Ey müslümanlar vakit geçirmeden fikirde birliği tesis edin, dağınık guruplar çok çabuk yok olur. İttihadı-islam etrafında birleşip *Hesenbey Zerdabi’nin Torunu Azerbaycan Devlet Medeniyyet ve İncesenet Ün.Başmuallimi 14 TÜRK DÜNYASI TARİHİNDE ZERDABİ DEVRİ Rüfat EHMEDZADE* “Qonuşduğu lisanda ilk qəzetəyə malik cəmiyyət, bir milliyət ikən millət olmaya başlamış deməkdir. Həyatında mətbuat ənənəsinə malik bulunan bir xalq isə, artıq təəssüs etmiş bir millətdir.” Millətin formalaşması və tərəqqisi yolunda mətbuatın əhəmiyyətini qabardan bu fikirlər mənə deyil, bir dahiyə məxsusdur. Türk və İslam dünyasnda ilk demokratik dövlətin qurucusu olmuş Məmməd Əmin Rəsulzadəyə. Danmaq olmaz ki, milli mətbuatsız, milli məktəbsiz, milli ədəbiyyatsız bir millətin tərəqqisi də qətiyyən mümkün deyil. Öz milli dəyərlərindən uzaq və bixəbər tərbiyə-təhsil alan bir nəsil - kölələşən, özgələşən nəsildir. O nəsil, özlüyündə nəsil olmaqdan tamam uzaq bir şeydir. Hər nədirsə, insanlıq baxımından çox dəyərsiz və faydasızdır. Öz kökünə, öz millətinə laqeyd qalan bir nəslin bəşəri bir sevgi ilə alışıb-yanması, sadəcə əfsanədir. Bu gerçəyi onlar yaxşı bilirdi. Düşünürdü. Əzab çəkirdi bu fikirlə. Kimlər? Əlbəttə ki, dahilər! Millətin içindən çıxıb, uzaqlarda təhsil almış, amma geri boylandığında, maarifsiz, məktəbsiz, mətbuatsız bir millətin kütlə kimi, kölə kimi varlığına acımış... Bax, elə o zaman da, mücadilə başlamış. Onları tarixə salan, tarixi bizə sevdirən... Və hələ də sürən bir mücadilə! Azərbaycanın Rusiyaya qatılması ilə, milli tariximizdə yeni mərhələ başladı. Bir yüzillik boyu xanlıqlararası müharibələr və mərkəzi dövlətsizlik səbəbindən geridə qalmış, millət kimi formalaşmaqda gecikmiş, savadsızlıq və mövhumat üçində boğulan xalqımızın qarşısında yeni imkanlar yaranmışdı. Rusiya dövlət-təhsil sisteminin bir hissəsi kimi Qərb sivilizasiyasına yaxınlaşma və çağdaş elmi-mədəni dəyərlərə yiyələnmə, toplumuna gərəkli və faydalı ziyalı təbəqə yetişdirmək imkanları. Lakin, bu imkanlar asanlıqla yaradılmırdı. Rusiya İmperiyasının mərkəzi və canişinlik dairələrində belə bir fikir mövcud idi ki (erməni millətçilərin bu məsələdə rolu istisna deyildi), *Araştırmacı, yazar / Azerbaycan Azərbaycan Türkləri çox mühafizəkar bir xalqdır və onların savadlanması, elmi-mədəni sahələrdə tərəqqisi gələcəkdə imperiyanın bütövlüyü üçün çox təhlükəli ola bilərdi. Nəinki Azərbaycanda, imperiyanın bütün ucqar vilayətlərində bu cür laqeyd siyasət mövcud idi. Hətta, orduya belə, yalnız bəyzadələr, xanzadələr çağırılırdı. Əksəriyyət isə, işi-peşəsi mövhumat və təriqət təfriqələri salmaq olan mollaların ixtiyarına buraxılmışdı. Millət bir kölə kimi, millət olduğundan bixəbər yaşayırdı. Amma, Tanrının xalqımıza yazığı gəldi. Sözün əsl mənasında! Və XIX əsrin 50-ci illərindən, yeni dövr başladı. Ziyalı təbəqənin xalqa yaxınlaşmağa başladığı, ona xilasedici tək yan aldığı bir MiliMədəni Oyanış mərhələsi. Mirzə Fətəli Axundzadənin 1850-ci illərdə sadə xalq dilində yazdığı komediyalarla, Azərbaycanda milli özünü dərkin ilk addımları atılmış oldu. Lakin, bu işin davamı gəlməliydi. Milli ədəbiyyat əsaslə şəkildə formalaşmalı, geniş oxucu kütləsinin yaranması naminə əhalininiz savad səviyyəsi qaldırılması, milli teatr və xüsusən də, cəmiyyətdə tədrici maarifləndirmə işini apara bilən milli dildə mətbuat orqanları təsis edilməliydi. Deməli, sözün əsl mənasında bir Milli Maarifləndirmə Hərəkatı yaranmalıydı. Bu hərəkatı başlamaq isə, hər ziyalıya nəsib olan və mümkün olan şərəf deyildi. Çünki, o dövrdə müsəlman-Türk əyalətlərində senzura şərtləri və etnik ayrı-seçkiliyə əsaslanan imperiya siyasətinə görə, istənilən milli-mədəni maarifləndirmə işi çox müşkül və hətta, qeyri-mümkün idi. Bütün çətinliklərə və məhrumiyyət gözləntilərinə baxmayar, bu hərəkata öncüllük etmək və milli oyanışı başlamaq missiyasını Həsən bəy Məlikzadə Zərdabi üstləndi. Kasıb təbəqədən olan gənclərin də bəy-ağa övladları ilə yanaşı təhsil ala bilməsi məqsədilə, ilk xeyriyyə cəmiyyəti yaratdı və imkanlı şəxslərin bu işə cəlb olunmasında fəallıq göstərdi. 15 İsmayıl Qaspıralı, Əhməd Bəy Ağaoğlu və Əli Bəy Hüseynzadə kimi şəxslərin özləri də dəfələrlə etiraf etmişdilər ki, onların milli-maarifçi fikirlərinin formalaşmasında Həsən Bəy Zərdabi’nin əvəzsiz rolu olub. Deməli, ZƏRDABİ BÜTÜN TÜRK DÜNYASININ ZƏRDABİSIDIR. Əkin və ziraət xəbərləri verməli olan bir qəzetdə milli-mədəni mövzularda yazılar dərc olundu. Sosial əhəmiyyətli mövzulara istiqamətlənmiş ədəbiyyat nümunələrinə geniş yer verildi. Və dəfələrlə də, qəzet səhifələrindən xalqa müraciət olundu ki, elm-təhsil işlərinə biganə qalmasınlar, sünni-şiə söhbətləri ilə milli-dini birliyə xələl gətirməsinlər... Ədibləri isə, boş söz yığnağından ibarət sevgi-həsrət şerlərinə ara verib, xalqın maariflənməsinə xidmət edəcək əsərlər yazmağa çağırırdı. O haqqlı olaraq inanırdı ki, ədəbiyyatla insanlara təsir etmək, cəmiyyətdə mənəvi islahatlar aparmaq mümkündür. Onun bu inamına Seyid Əzim Şirvani də qatılırdı. “Əkinçi”də dərc etdiyi maarifçi şerlər ilə, öz həmvətənlərini təhsil almağa, savadlanmağa səsləyirdi. O vaxtlar, az-az olsa da, qəza mərkəzlərində məktəblər açılırdı. Lakin, mədrəsələrinin boş qalmasından qorxan mollalar xalqa təsir edərək, məktəbləri “kafir ocağı” adlandırırdılar. “Əkinçi” isə, xalqı uçuruma aparan bu mənfi tendensiyanı dağıtmağa çalışırdı. Hətta, Rusiya imperatorunu tərifləmək və onun maarifçi işlərini şişirtmək yolu ilə belə, qəzetdəki yazı və şerlərdə, insanları məktəblərə həvəsləndirmə cəhdləri sezilirdi. Xalqın mənəviyyatına, mədəniyyətinə, ədəbiyyatına, bir sözlə tarixə “Əkinçi”nin toxumları səpilirdi. Yalnız bir mətbu qurum olmaqla qalmırdı. Sözün əsl mənasında məktəb idi “Əkinçi” – MİLLİ FİKİR MƏKTƏBİ. Bütün çətinliklərdən xəbərdan olmasına baxmayaraq, Həsən Bəy böyük həvəs və enerji ilə başlamışdı bu şərəfli işə. Baxmayaraq ki, istər oxucu kütləsi, istərsə də yazar baxımından böyük qıtlığın olması onu çox üzürdü. Ürək ağrısı ilə yazırdı: “Bu qəzetin kəsirini görəndə gülməyin. Siz ağlayın ki, bizim bircə qəzet də çıxartmağa adamımız yoxdur.” Azərbaycan tarixində ilk milli teatrın əsasını qoydu. Və nəhayət, ana dilində ilk qəzet təsis etdi. Bir cümləyə sığan bu təsvir, illərin çabası və hədsiz məhrumiyyətlər bahasına başa gəldi. Xalqa öz milli kimliyini xatırlatmaq amalıyla, ona öz dilində qəzet oxutdurdu. Bunu etməkdə isə, onun bir ali məqsədi var idi. Mənsub olduğu milləti cahillikdən savadsızlıqdan və hətta, rus əsarətindən xilas etmək. Gəlin, elə Həsən bəyin öz qələmindən yazılan sözlərə nəzər yetirək. “...Ələlxüsus, bizim yerlərdə ki, qonşularımız elm təhsil edib günü-gündən irəli gedir, bizim əlimizdə olan mülkü malımıza sahib olurlar və bir az vaxtdan sonra biz onlara rəncbərlik edib, onların malını daşımaqdan ötrü kirəkeşlik edəcəyik...” Zərdabinin qəlbində üsyan var idi. Haqsızlığa, elmsizliyə, mövhümata, pərakəndəliyə və ətalətə. İçində baş qaldıran bu üsyanın səsiylə də, qollarını çıxarmayıb yükün altına girdi. O yükün ki, az müddət daşıya bilsə də, bir örnək və özül oldu. Nəinki Azərbaycan Türklərinin, bütün Rusiya imperiyasında yaşayan Türk-müsəlman xalqlarının maariflənməsi yolunda əvəsziz addım atdı. Və 22 iyul 1875-ci il tarixində “Əkinçi” qəzetini nəş etdirməklə, Türk xalqları tarixində öz möhürü olan bir dövrün, ZƏRDABİ DÖVRÜ’nün başlandığını bəyan etdi. Nəinki Türk xalqlarının, həmçinin, qonşu müsəlman toplumlarının da milli-demokratik hərəkatına stimul vermiş oldu. XX əsrin görkəmli kulturoloqları əbəs yerə vurğulamırdılar ki, 1875-1905 illəri (Əli bəy Hüseynzadənin “Həyat” dərgisinə qədər) Rusiya Türklərinin milli-mədəni maarifçilik hərəkatında Zərdabi dövrü’dür. Və mən də, bu Zərdabi dövrü’nün təkcə Rusiya Türkləri deyil, bütün Türk dünyasının tarixinə aid olduğunu əbəsdən qeyd etmirəm. Bəlkə də, Osmanlı Türkiyəsində mətbuatın daha öncələr yarandığını görə, məni haqsız sayanlar olar. Lakin, mən öz fikrimi yalnız “Əkinçi”nin nəşri ilə əsaslandırmıram. Rusiya İmperiyası ilə yanaşı, Türkiyədə də milli-demokratik fikirlərin və Türkçü-Turançı ideyaların formalaşmasında önəmli rolu olan 16 işlərindən uzaq düşməyi özünə ölüm bilən Zərdabi öz doğma kəndinə köçdü. “Əkinçi” son nömrəsində isə belə bir xəbər var idi “Bu il London şəhərində ərəb dilində bir qəzet çap olunur ki, hər gündə çıxır. Yazırlar ki, onun müştərisi var.” Bəli! Ərəblərin Londonda gündəlik qəzet çıxardığı bir zamanda, Azərbaycan Türkləri öz yurdlarında, öz dillərində bir qəzeti nəşr edə və oxuya bilmirdilər. Bu acı həqiqətin üzüntüsü ilə kəndə döndü Həsən bəy. Arzularla, ümidlərlə alışan bir yeniyetmə kimi tərk etdiyi kəndinə. Ancaq, əminəm ki, onun arzu və ümidləri hələ də onunla idi. O bilirdi ki, “Əkinçi” son milli qəzet olmayacaq. Vətənində milli mətbuat, milli ədəbiyyat və millətinə, xalqına layiqli jurnalistlər, ədiblər yetişəcək. XALQ AZAD OLACAQ! Elə, qəhrəmanımın sözləri ilə də bitirirəm yazımı: “Heç olmaz ki, doğru söz yerdə qalsın. Hər ildə on qəzet oxuyandan birisi oxuduğunu qansa, onların qədəri ilbəil artar. Sonra, düşmənin düşmənliyi, dostun doğruluğu və dost göstərən doğru yolun doğru olması da aşkar olar.” Nə qədər məyus olsa da, ümidlərlə də, qəzetin satışından şəxsi gəlir güdmədən, hər nömrənin 400-500 nömrəsini (elə o qədər də qəzetin abunəsi var idi) pulsuz paylayırdı. Qəzetin çap olunması üçün hürufatı (çap üçün qəlib və basmaları) isə, İstanbuldan şəxsən alıb gətirmişdi. O savadsızlıq və kadr qıtlığı ilə mücadilə aparırdı. Təbii ki, haqq uğrunda mücadilə varkən, əngəl törədənlər də çox olmalıdır. Təəssüf ki, RusErməni əsilli bədxahlardan çox, demaqogiya və təxribatı özünə əsl peşə seçmiş mollalar və “ziyalı” həmvətənləri mane olurdu ona. Çünki, Zərdabi bu xalqı köləlikdən, cahillikdən qurtarmaq istəyirdi. Beləcə, xalqı əsarət və gerilikdə saxlayanlarla da savaşırdı o. Nahaq yerə demirdilər ki, Həsən bəy Zərdabi öz fəalliyyəti ilə “tək adam döyüş meydanında əsgər ola bilməz” iddiasını rədd eləmişdi. Nə qədər mübariz və yorulmaz bir fəaliyyət göstərsə də, bədxahların arzusu çin oldu. “Əkinçi” qapadıldı və Həsən bəy Yekaterinodar gimnaziyasına müəllim təyin edildi. Məqsəd onu xalqı oyatmaqdan uzaq etmək idi. Lakin, sonralar yazdığı kimi, müsəlman Desen:Coşkun Karakaya-74 17 HASAN MELİKZADE ZERDABİ VE FİKİRLERİ Okan Yeşilot* Milletlerin uzun tarihi hayatlarında bazı olaylar ve şahıslar önemli izler bırakırlar. Bunlar önem derecesine göre yeni nesillere sözlü veya yazılı olarak aktarılırlar. Azerbaycan Türklerinin de tarihi süreç içerisinde yaşadıkları birçok gelişme millî hafızalarında kayıtlıdır. Hasan Melikzade Zerdabi gerek ülküleri, gerekse icraatları açısından sadece Azerbaycan Türkleri tarafından değil, bütün Türk dünyası tarafından iyi tanınması ve anlaşılması gereken bir aydındır. Çarlık Rusyası’nın hegemonyası altında yaşayan Azerbaycan Türklerinin kendi benliklerini kaybetmemesi, hür ve insanca yaşaması için çalışmalar yapan aydınlar içerisinde bir sıralama yapıldığında şüphesiz Zerdabi en ön saflarda yerini alır. Onun mücadelesinin temelinde cehalete karşı top yekûn eğitim vardır. Hayatının her safhasında halkının yediden yetmişe eğitilmesi için gayret göstermiştir. Halkına ulaşabilmek ve onları “gaflet uykusundan” uyandırmak için yaptığı çalışmalarda önüne çıkan bütün zorluklarla mücadele etmiştir. O, yine önüne çıkarılan engellerden yılmamış ve bu uğurda kendine daima başka fırsatlar oluşturmayı bilmiştir. Zerdabi, Rusya Türklerinin ilk Türkçe gazetesi olan Ekinci’nin sahibi ve baş yazarı, Azerbaycan’da ilk tiyatro ve ilk hayır cemiyetinin kurucusu, eğitimci, pedagog, yazar, fen bilimci, matbaacı ve siyaset adamlığı gibi birçok mesleği ve özelliği kendisinde toplayan şahıs olarak bilinir. Gerek bu özellikleri, gerekse savunduğu eğitim, kadın hakları, sahte din adamlarına karşı fikirlerinden ve zulme karşı mazlumun yanında olmak gibi vasıflarından, ayrıca Türk dünyasının dil birliği ve vatanseverlikle ilgili değerli görüşlerinden ötürü Zerdabi’nin hakkıyla tanıtılmasına, tüm bu fikir ve görüşlerinin ortaya konulmasına ihtiyaç vardır. Azerbaycan’da bağımsızlığın yeniden kazanılmasından sonra Sovyet döneminde yazılan “rejime uygun bir Zerdabi” yerine, daha objektif çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. * Doç. Dr. Marmara Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi., İstanbul Azerbaycan millî matbuatının ilk gazetesi olan Ekinci’yi neşreden, matbaacı, pedagog, ilk millî tiyatronun kurucusu, yazar, eğitimci, fen bilimci, hayırsever, halkçı, milliyetçi, Kafkaslar’da birçok ilke öncülük etmiş aydın bir kişi olan Hasan Bey Melikzade Zerdabi, 12 Kasım 1837 tarihinde Göyçay kasabasının Zerdab köyünde doğmuştur. Zerdabi zamanla yoksullaşmış zengin ve köklü bir aileden olup, dedesi Rahim Bey ve babası Selim Bey, sözü dinlenen ve kasabanın ileri gelen kişilerindendir. Zerdabi’nin ailesi, çevresinde her zaman eğitime ve kültüre önem veren bir aile olarak tanınmıştır. Nitekim, Zerdabi’nin ilk öğretmeni babası Selim Bey olmuştur. Selim bey oğlunun eğitimine, dedeleriyle ilgili bilgilerin yanı sıra yakın tarihle alâkalı olayları anlatarak başlamıştır. Baba evinde devrin ileri gelen şairleri ve ilim adamları sık sık toplanır ve devrin güncel sorunları ile konuları tartışılır. Zerdabi çocuk yaşta olmasına rağmen bu toplantılara katılır ve konuşulanları büyük bir dikkatle takip eder. Burada dinlediklerini ileriki yaşlarda yakın çevresine anlatmış, bazen makalelerinde de bu hatıraları nakletmiştir Zerdabi ilk eğitimine Zerdab köyündeki medresede başlar. Burada Arapça ve Farsça öğrenir. Medresedeki eğitim döneminde pek istekli görünmeyen Zerdabi, 1852 yılında Şamahı şehrinde yeni açılan ve Rusça eğitim veren bir okula kayıt olur. Başarılı bir öğrenci olan Zerdabi’nin okul bitirme sınavında sorulara verdiği cevaplar Kafkas Tahsil Dairesi Müdürü Baron Nikolay’ın hoşuna gider ve onu devlet bursu ile I. Tiflis Lisesine göndermeyi teklif eder. Bu sırada babası vefat eden Zerdabi’yi ağabeyleri Tiflis’e göndermek istemezler. Tiflis’te yaşayan babasının dayısı General Ferec Bey Agayev bu olaydan haberdar olunca Zerdabi’yi Tiflis’e çağırır. Girdiği sınavları başarı ile geçen Zerdabi 1858 yılında I. Tiflis Lisesi’nin 5. sınıfına devlet bursu ile Moskova Üniversitesi Fizik-Matematik Fakültesi’nin Tabiat Bölümüne 18 girer. 10 Haziran 1965 tarihinde bu üniversiteden üstün başarı ile mezun olur. Maarifçilerin en önemli temsilcilerinden olan Zerdabi, Rus okullarında okumuş ve Moskova Üniversitesinde Fen bilimleri eğitimi almıştır. Okuduğu yıllarda bir ihtilal merkezi haline gelen üniversitede ihtilalci gruplarla ve hocalarıyla sıkı ilişkiler kurmuştur. Daha öğrenciliği yıllarında gelecekte “milletim için neler yapabilirimin” planlarını yapmaya başlamıştır. Zerdabi’yi farklı kılan en önemli özelliklerinden birisi, kendini milletine adamış ve bütün hayatını buna göre şekillendirmeye çalışmış olmasıdır. O, bu uğurda Moskova Üniversitesi’nde hocalık teklifini reddetmiş, ayrıca gençlik aşkından vazgeçerek, kendi soyundan ve kültüründen, ideallerini paylaşan eğitimli bir hanımla evlenmiştir. Hanımı da onun bütün çalışmalarında ve mücadelesinde yanı başında olmuş ve ona destek vermiştir. Zerdabi’nin ikinci belirgin özelliği ise onun mücadele azmi olmuştur. O, önüne çıkan ve çıkartılan bütün engelleri aşmaya çalışmış ve asla bir yılgınlık emaresi göstermemiştir. Ömrünün son günlerinde, felçli ve konuşamaz durumdayken bile Kaspi gazetesindeki görevini sürdürmüştür. Üniversiteden mezun olduktan sonra çalıştığı memuriyetlerde haksızlığa karşı mücadele eden, milletinin ezilmesine razı olmayan, bu yüzden de eziyetlere uğrayan ve nihayet işinden kovulan Zerdabi, haksızlık yapan ister hükümet memurları isterse yerli beyler olsun hiç ayırım yapmadan bunların önüne geçmeye çalışmıştır. Onlarla mücadele ederken aynı zamanda halka kendi haklarını öğretmeye çalışan bir rehber görevi üstlenmiştir. Azerbaycan’ın geleceği olan gençlerin yetişmesi ve onların iyi bir eğitim alması için elinden geleni yapan Zerdabi, bu uğurda ilk hayır cemiyetini kurmuş ve zenginleri bu çocukların eğitimine katkıda bulunmaya çağırmıştır. Özellikle fakir ve başarılı öğrencilerin eğitimlerini devam ettirmeleri için gayret göstermiş, sadece erkeklerin değil, kızların da okuması gerektiğini savunmuş ve bu konuda da girişimlerde bulunmuştur. Erkeklerin bile okula gönderilmediği bir dönemde kızların eğitilmesini isteyen yazar, kızlar için bir okul açmayı hayal etmiş ve bunu zor da olsa gerçekleştirmeyi bilmiştir. Bir milletin geleceği olan çocukları yetiştiren annelerin ne kadar eğitimli olursa o milletin geleceğinin de o kadar parlak olacağını savunan Zerdabi’ye göre; çocuk, aile içerisinde huzurlu, eğitimli ve kötü alışkanlıkları olmayan bir ana-baba tarafından yetiştirilirse milletin geleceğine umutla bakmak mümkün olacaktır. Kadınların istismar edilmesine de karşı çıkan Zerdabi kadınların toplumda hak ettikleri değeri bulabilmeleri için çaba göstermiştir. Öğretmenlik yaptığı yıllarda sadece müfredata bağlı kalmayan, öğrencilerine ülke meseleleri ve bunların çözüm yolları hakkında bilgiler sunan, onların bu konulara yabancı kalmamalarını sağlamaya çalışan Zerdabi’ye göre, okul sadece ders yapılan bir mekan değil, türlü sosyal faaliyetlerin olduğu bir kurum olarak görülmelidir. Bu amaçla sosyal ve kültürel faaliyetlerin hayata geçirilmesine çalışmış ve öğrencileriyle beraber Azerbaycan tiyatrosunun da temelini teşkil edecek ilk tiyatro oyununu başarıyla sergilemişlerdir. Halkını aydınlatmanın hayır cemiyeti, tiyatro ve öğretmenlik yapmakla yeterli olmayacağını fark ederek, daha büyük kitlelere sesini duyurabilmesinin ancak gazeteyle mümkün olabileceğini düşünen Zerdabi uzun bir süredir planladığı gazete çıkarma fikrini gerçeğe dönüştürmeyi başarmıştır. Ekinci gazetesi sadece bir gazete değil, bir milletin geleceğini kurtarmak için mücadeleye kendini adamış bir aydının ümidi olmuştur. O bütün zorluk ve engellemelere rağmen bu işin de üstesinden gelmeyi bilmiş ve Rusya Türklerinin ilk Türkçe gazetesi olan Ekinci’yi neşretmiştir. Gazete sadece Azerbaycan matbuatının ilk örneği ve temeli olmamış, Türk dünyasında da yakından takip edilmiş ve büyük moral kaynağı olmayı başarmış, daha sonra bu alanda yapılacak girişimlere bir öncü olmuş ve bu işin önemini göstermiştir. O, gazeteyi halka kendi içinde bulunduğu durumu gösteren ve bunlara çözüm arayan bir araç olarak görmüştür. Ekinci, halka verdiği aydınlatıcı bilgilerin yanında ülkenin her yanından devrin önde gelen aydınlarının fikirlerinin halka ulaşması için aracı olmuş ve hakarete varmayan bütün görüşlere sayfalarını açmıştır. Gazetesini kapatıp, öğretmenlikten de uzaklaştırarak Zerdabi’yi engelleyeceğini sanan yöneticiler çok kısa süre sonra yanıldıklarını anlamışlardır. Çünkü o hangi şartlar ve ortamda olursa olsun ideallerinden vazgeçmemiştir. 19 Köyünde kaldığı 16 yıl boyunca gördüğü bütün haksızlık ve yanlışlıklarla mücadele etmeye devam etmiştir. Bu mücadelede karşısında hükümet memurları, yerli beyler ve mollalar olmuştur. Onların gücünden ve nüfuzundan asla çekinmeyen yazar her türlü tehlikeyi göze alarak mücadelesine devam etmiştir. Özellikle insanların dinî duygularını istismar eden, bundan da kendilerine menfaat ve nüfuz sağlayan mollalara karşı çok yoğun bir mücadele örneği sergilemiştir. Dinde olmayan şeyleri varmış gibi gösteren, halkın cehaletinden yararlanarak istediklerini yaptıranlara karşı halkı uyandırmayı kendine önemli bir vazife bilmiştir. Halkın cahil kalması, onların sağlığından aile hayatına kadar her türlü konuda söz sahibi olan bu mollaların yararınadır. Onun için mutlaka halka gerçekler anlatılmalı ve eğitime hak ettiği önem verilmelidir. Müslümanların dünyadan el-etek çekmelerinin yanlış olduğunu, İslam dininin ilim öğrenmeyi herkese emrettiğini vurgulayan Zerdabi’ye göre, dünya-ahiret dengesi kurulmalı ve okullarda dinî ilimlerin yanında dünyevî ilimler de mutlaka okutulmalıdır. O sadece çocukların değil, halkın top yekûn eğitilmesi taraftarıdır. Zerdabi’ye göre burada en büyük sorumluluk öğretmenlere düşmektedir. Ona göre öğretmenlerin vazifesi okulda bitmemektedir. Onlar derslerinden sonra da halkı eğitmek için çalışmalar yapmalıdırlar. Vatan sevgisinin sadece lafla olmayacağını ifade eden Zerdabi, bunun yapılan icraatlarla gösterilmesi gerektiğine inanmıştır. Milletin refahı ve geleceği uğuruna çıkan bütün engeller cesaretle aşılmalı ve bu uğurda gerekirse can vermekten kaçınılmamalıdır. Son yıllarda da yoğun olarak tartışılan Türk dünyasının dil birliğinden ve Türk dünyasının ortak hareket etmesi fikirlerinden bahseden Zerdabi, Türk dünyasının birliğini muhafaza edebilmesi için dil birliğinin şart olduğunu ifade etmiş ve bu uğurda da herkesin kendisini sorumlu hissetmesi gerektiğine inanmıştır. Çalışmamızın konusu olan Hasan Melikzade Zerdabi 1800’lü yıllarda bugün halen geçerliliğini koruyan tiyatro, hayır cemiyeti, öğretmenlik ve gazetecilik gibi alanlarda faaliyetlerde bulunan ve bunlarda da başarı elde eden ender şahıslardan biridir. Onun ortaya koyduğu, cahilliğe karşı top yekun eğitim, kadın hakları, din istismarcılarına ve haksızlığa karşı mücadele, vatanseverlik, Türk dünyası birliği gibi fikirleri bugün de geçerliği olan ve tartışılan konulardandır. Yaşadığı dönemin günümüzden 100-150 yıllık bir zaman öncesi olduğu göz önüne alındığında Zerdabi’nin ne denli ilerici, açık fikirli ve cesur bir aydın kişi olduğu daha iyi anlaşılır. Günümüzde bile konuşulmaktan çekinilen, özellikle dinî konuları büyük bir cesaretle, umuma yönelik olarak yüksek sesle dile getirmiş, hatta kendisine yönelik gelebilecek tüm tepkileri göze alarak, daha geniş kitlelere seslenebilmek amacıyla bu fikirlerini basın yoluyla yaymaya çalışmıştır. Zerdabi, Azerbaycan Türklerinin, Rusya Türkleri arasında Tatar aydınlarından sonra, dinde ve eğitimde aydınlanma ve yenileşme hareketlerinin canlılık kazandığı ve üzerine gidildiği ikinci Türk halkı olmasında kapıyı aralayan ilk aydınlardan biri olmuştur. Gazete çıkarmanın, özellikle de Azerbaycan Türkçesiyle yayınlamanın hayal bile edilemediği bir dönemde Zerdabi’nin bunu başarmış olması takdire değer bir durumdur. Zerdabi, gazetesinde kullandığı sade Türkçeyle, fikirlerini her kesimden halka yaymayı hedeflemiştir. Zerdabi, ana dilde ve son derece basit bir Türkçeyle yayınladığı Ekinci ile, Azerbaycan edebî dilinin millî dile çevrilmesi ve yerleşmesinde de etkin bir rol oynamıştır. Bugün Ekinci’nin yayınlanma tarihi Azerbaycan’da matbuat günü olarak kutlanmakta ve bu önemli olay yeni nesillere aktarılmaktadır. Zerdabi’nin dil birliği, vatanseverlik, Batı usulünde ve Türkçe eğitimin gerekliliği ve önemi, dinde taassubu eleştirmek için geliştirdiği fikirler kendinden sonra yetişen nesil üzerinde etkin bir rol oynamıştır. Onun, Ekinci vasıtasıyla yaydığı bu yenilikçi fikirlerin, Azerbaycan’da XIX. yüzyılın sonlarında başlayan kültürel uyanışın başlangıcı olduğunu söyleyebiliriz. Zerdabi’nin ilk Türkçe gazeteyi yayınlamasının, ilk hayır cemiyetlerini teşkil etmesinin, ilk tiyatronun nüvesini oluşturmasının ardından tüm bu müesseseler, kendinden sonra gelen ve onun fikirleri ve görüşleri doğrultusunda hareket eden yeni nesil aydınlar tarafından daha da muhkemleştirilmiştir 20 Batı usulüyle ancak millî kültürüne ve inançlarına bağlı olarak yetişen aydınlar milletinin kurtuluşu ve mutluluğu için mücadeleye girişmiştir. Ahmet Ağaoğlu, Ali Bey Hüseyinzade, Mehmed Emin Resulzade, Ali Merdan Topçubaşı, Fethali Han Hoylu gibi yeni nesil aydınlar, kurdukları veya dahil oldukları siyasî dernekler ve kuruluşlarla bu amaçta faaliyet göstermişler ve özgürlük mücadelesine girişmişlerdir. Özgürlük mücadelesinden galip çıkan bu aydın sınıfın yaktığı özgürlük meşalesi bir dönem gücünü kaybetse de hiçbir zaman sönmemiş ve 70 yıllık bir beklemenin ardından yeniden güçlenerek özgürlüğe giden yolu aydınlatmıştır. Zerdabi’nin önderliğindeki ilk aydın sınıfı özgürlüğe giden bu yolun açılmasında büyük katkı sağlamıştır. Azerbaycan tarihinde çok büyük değere vasıl olan bu aydınlar içinde özellikle Zerdabi çok müstesna bir yere sahiptir. Türk dünyasının her dönemde ihtiyaç duyduğu fikir ve mücadele adamlığı vasıflarını kendi şahsında toplayan Zerdabi’nin görüşleri zamanla daha iyi anlaşılacak, hak ettiği yeri ve değeri bulacaktır. Özgürlüğe giden yolun millî dilin ve dolayısıyla kültürün muhafazasından geçtiğinin bilincinde olan, ancak bunu yaşadığı dönem itibariyle açıkça dile getiremeyen Zerdabi, millî dilin korunup, gelişmesi için gerekli tedbirleri almış ve kendinden sonra da alınması için gerekli ortamı bırakmaya özen göstermiştir. Halkın sahip olduğu hakların farkına varıp, bunları talep edebilmesi için eğitimli olması gerektiğinin bilincindedir, eğitim ve kültür yönünden büyük mesafe kat eden milletlerin baskısı altında kalmamak için de yegane yolun halkın eğitilmesinden geçtiğine inanmaktadır. Bu maksatla tüm bu yolların açılabilmesi için her başarının halkın eğitim seviyesinin artırılmasından geçtiğini bilmektedir. Zerdabi, bilinçlenen halkın, bu kültürel uyanışın ardından başka taleplerde de bulunacağını görebilmektedir ki, nitekim onun düşündüğü gibi de olmuştur. Bu kültürel uyanış zaman içinde siyasî bir özellik kazanmıştır. Halkının yüzyıllardır süren Rus boyunduruğundan kurtarılması fikrini benimseyen, tıpkı Zerdabi’nin düşlediği tarzda Desen: Mehmet Başbuğ 21 EKİNCİ GAZETESİNDE KADIN MESELESİ Nesrin SARIAHMETOĞLU* Azerbaycan’da 19. Yüzyılın sonu 20. Yüzyılın başlarında kadın hakları sosyal hayatın en önemi problemlerinden biriydi. Tartışmalar tesettür başta olmak üzere, küçük yaşlarda yapılan evlilikler, kız kaçırma, evlilik ve boşanma gibi kavramlar üzerinde yoğunlaşmaktaydı. Bu dönemin aydınları da toplumun en problemli konuları hakkında, eserleri ile görüş ve düşüncelerini ifade etmeye çalışmaktaydılar. Bu tartışmalar muhafazakâr çevrelerin ve son derece katı ahlaki kuralların yaşandığı bir toplumda, kadın haklarını savunanlara karşı olduğu bir zamanda ortaya konmaktaydı. Kadınlar için örtünme, boşanma ve eğitim alma gibi konularda dini kurallar ne kadar belirleyici görünse de gerçekte geçmişten gelerek bir yaşam biçimine dönüşen geleneklerin etkisi de göz ardı edilemezdi. Azerbaycan’da milli basın Hasan Melikzade Zerdabi’nin (1837-1907)(1) temellerini attığı Ekinci gazetesiyle başlamaktadır. Zerdabi’ye göre, herhangi bir halkın manevi gelişiminde, ilmin ve eğitimin yayılmasında basın emsalsiz bir rol oynamaktadır. Basının tesir gücüne emin olan Zerdabi, ana dilde gazete çıkartmaya karar verdiğinde önünde maddi problemler, teknik alt yapı yetersizliği, devletten bası izni alma zorluğu, sansürün konuya bakışı, okur azlığı vs. gibi pek çok engel vardır. Bu problemler zor da olsa zamanla halledilerek gazetenin ilk sayısı 400 abonesi ile 22 Temmuz 1875’de yayınlanır.(2) Dilinin sade olmasına önem veren gazete, halkın kolayca anlayabileceği sade Türkçeyi benimsemiştir. Ekinci köy ekonomisinden ve köylü hayatından bahsetmekle birlikte bazı siyasi, sosyal ve ekonomik konular, olaylar ve haberler hakkında da bilgiler vermiştir. Milli uyanışın gelişmesinde bir dönüm noktası olan Ekinci, 1877-1878 OsmanlıRus Savaşı ile birlikte ve sansür idaresinin çeşitli gerekçeler ileri sürerek gösterdiği iddialar karşısında kapatılır. * Doç. Dr., Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Öğretim Üyesi Toplumun, kendi varlığının bilincine vararak milli bir birliğe sahip olması Ekinci’nin en önem verdiği konulardandır. Bütün iktisadi, siyasi ve sosyal konuların yanı sıra gazetenin toplumda kadının varlığını ve problemlerini aktarmakta ve nasihatlerde bulunmayı ihmal etmediğini söylemek mümkündür. Zerdabi kadınların eğitimine büyük önem vermektedir. Toplumun, kadınların eğitimden geçtikten sonra kalkınacağını söyleyen yazar, bilhassa kız çocuklarının eğitimi için mücadele etmiştir. 1896’da bir kız okulu açmak için yaptığı müracaatı kabul edilmeyince Zerdabi, Hacı Zeynelabidin Tagiyev ile birlikte gereken izni alarak 1901’de Müslüman kızlar için Aleksandriyevski Kız Mektebini açar. Eşi Hanife Hanım okulun müdiresi olur. Tagiyev ve Zerdabi’nin okulun açılış sürecinde karşılaştıkları en ciddi problem kız çocuklarının eğitim görmesine karşı olan mollalardır. Devrin mollalarının bir kısmına göre kız çocuklarının okutulması caiz değildir. Tagiyev ve Zerdabi bu hususun kesinlikle günah olmadığını aksine geleceğin annelerinin eğitilmesinin gerekliliğini halka anlatmaya çalışırlar. Bakû’deki bazı mollalar Ahund Ebu Turab, Gazi Ağa Mir Muhammed Kerim ve Ahund Molla Ruhulla, Zerdabi’nin haklı olduklarını söyleyerek kız okuluna destek olurlar. Okulda; müdire Zerdabi’nin eşi Hanife hanımın yanında, Rusça ve matematik öğretmeni Mariya Mustafayevna, Azerice ve Din eğitimi öğretmeni Esma Hanım Hafız Mehmed Emin Efendi Kızı, Tatar Rahile Hanım Teregulova, Tatar Meryem Hanım öğretmen olarak görev alırlar. Okulun binası çok görkemli yapılmış ve her türlü ihtiyaç düşünülmüştür. Disiplinli bir şekilde yönetilen okulun çalışanlarının tümünü kadınlar oluşturmaktadır. Halk bu çalışmalarından dolayı Zerdabi’ye “Kafkasya Müslüman Kadınlarının Manevi Atası” der. (3) Yazar, kadınların toplumdaki yeri, kadına bakışı 22 ve toplumsal değerlerin kadın üzerindeki etkisi gibi pek çok konuyla ilgilenmiştir. Kız kaçırma kadın meselelerinin en önemlilerinden biridir. Buna kesinlikle karşı çıkan Zerdabi, adet haline gelmiş bu davranışı sorgulayarak bunun bir an önce ortadan kaldırılması gerektiğini söyler. Kaçırılan kızları kendilerinin esiri olarak gören bir anlayışı şiddetle reddetmektir. Ekinci gazetesi aracılığı ile cehaletle mücadele, Zerdabi için toplumu ayakta tutmanın tek yoludur. Her tür esarete, köleliğe, eski kural ve kaidelerle biçimlendirilen ve bunların hüküm sürdüğü, özgürlüklerin yaşanmadığı bir sosyal toplum ona göre ancak tenkit edilmelidir. Reaya padişaha, kadın kocaya… uşak ağaya, öğrenci üstada ve diğerleri meğer kul değil mi? Evet, biz hepimiz kuluz ve buna sebep bizim ata baba adetlerimiz. Kısaca maşrık zeminde azatlık olmadığına göre, biz Avrupa halkından geri kaldık ve bu böyle ne kadar kalırsa biz terakki etmeyecek ve edemeyeceğiz (4) Evlilik toplumun devamlılığı için gerekli olup, kuralları ile doğru uygulandığında sağlıklı sonuçlar alınabilir. Zerdabi, erken yaşta evlilik konusunu ele alarak bunun zararlarını gösterip Avrupa’daki örneklerden yola çıkarak kızlar ve erkekler için evlilik yaşlarından bahseder. Nikahlı eşleri olan 20 yaşından büyük olan erkekler daha az ölmektedirler. Fakat aynı yaşta olan bekar ve dul erkekler daha fazla ölmektedirler. Kısacası bu yaşta olan erkeklerin ömrünü nikâh uzatmaktadır. Fakat 20 yaşından küçük erkeklerin nikâhlı eşleri olduğunda onların her yıl 1000 kişiden 50’si ölmektedir. Yani 20 yaşına kadar olan nikâh erkeğin ömrünü kısaltmakta fakat 20 yaşından sonra uzatmaktadır. Ayrıca kadınların da ömrü eğer nikâh 20 yaşından sonra yapılmışsa uzamakta, 20 yaşından küçük yapılmışsa kısalmaktadır.(5) Zerdabi, halkın kadına olan saygısını yükseltmeyi, kadınların da özellikle kendileriyle ilgili olan kararlarda fikirlerinin alınması gerektiğine inanmaktadır. Kadınların eşya gibi alınıpsatılmasına ve kullanılmasına, onların güçsüz ve ikinci sınıf insan olarak görülmesine karşı çıkan yazar, kadının mutlaka hak ettiği değeri bulmasını ister. Yazar, Ekinci’de bu yönde yayınladığı makalelerin yanında, bu fikri paylaşanların kendi bölgelerinde vuku bulan olayları, özellikle de kadınların kahramanlık gösterdikleri olayları anlatan mektupları yayınlamıştır.(6) Bu mektuplardan biri Mehbus Derbendi’ye aittir. Derbend’de yaşanan bir hırsızlık olayında evin sahibi olan kadının eşi ile birlikte hırsızlardan birini nasıl etkisiz hale getirip yakaladıkları anlatılmaktadır. Akraba evliliğine karşı çıkan ve bu geleneği tenkit eden yazar, akraba evliliği yapanların çocuklarının sakat doğma riskinin fazla olduğunu ilmî delillerle anlatmaya çalışır. Bu şekilde doğan sakat çocukların sağlıklı bir toplum yaratma düşüncesine ters olduğunu ifade eder. Yazarın üzerinde durduğu bir diğer konu da kimsesiz ve yetim kızların durumlarıdır. Onların aşağılanmasına ve eziyet görmelerine karşı çıkan ve bunu yapanları şikâyet eden yazılara gazetede sık sık yer verirken yapılan bu şikayetleri de bizzat takip etmiştir. Gazetede çıkan bir habere göre; Staroru şehrinde General Borisov’un eşi yanında çalışan yetim kızı döver. Kız bir gün bir kadına giderek hanımının kendisini dövdüğünü söyler. Kadının verdiği dilekçe ile savcı, doktorla birlikte kızın vücudundaki darp izlerini tespit ederler. Okrujnoy mahkemesi, bu suçu generalin eşinin Sibirya’ya sürgün edilmesi ile cezalandırır.(7) Zerdabi kadının analık vasfını ön plana çıkararak, çocuğun, dolayısıyla genç neslin eğitiminden annelerin sorumlu olduğunu savunur. Çocuğa ilk eğitimin anneleri tarafından verildiği unutulmamalıdır. Okulda alınan eğitim yeterli değildir ve mutlaka evde de desteklenmesi gerekmektedir. Hatta birçok durumda çocuğun eğitiminde aile ilk sırada etkilidir. Kadının, çocuğunun eğitiminde etkili olabilmesi ve doğru eğitebilmesi için kendisinin eğitimli olması gereğini kadın eğitimi konusundaki ısrarlı fikir-leri ile ispat etmeye çalışır. Ekinci’nin “Mektubat” bölümünde bu konuyla ilgili olarak Kars Konsülünün Mütercimi Haçatur Gorhmazov imzalı bir yazıyı yayınlar: Fakat, her çocuğun mektepten önce birinci derecede eğitimi veya eğitimsizliği kendi ana babasından öğrenmesi gerekir. Bunun için herkes medyundur ki, evladına kültür ve medeniyet öğretip eğitim versin ki o çocuk da ileride büyüyüp dünyada günler ve saatler geçirebilsin. Bu efkarın dahi her bir anada bulunması lazımedendir. Bir 23 kere bu hezeran sebt etmeyi ve kötü sözler söylemeyi, acaba çocuklar bunları kitaptan mı okuyorlar düşünmelisiniz? Haşa bu lügatler hiçbir zaman basılmadı ve basılamaz. Ancak çocuklar küçükken kendi ana babalarından öğrenmektedirler.(8) Zerdabi yazılarında başka ülkelerdeki kadınların yaşantılarından özellikle de bu ülkelerin kadın eğitimine verdikleri önemden örnekler verir. İngiltere’de açılan kız okullarından bahseder. “Taze Haberler” başlığı altında verilen haberlerde ise Ermeni ve Gürcülerin kadın eğitimine verdikleri önemi dile getirilir. Tiflisski Vestnik gazetesinden yapılan bir alıntıda Ermenilerin Tiflis, Gence ve Kutais eyaletlerinde olan özel okullarında 446 öğretmen, 4 bin kız ve erkeğin eğitim gördüğü, bir yılda bu okullara 70 bin Manat civarında masraf yapıldığı belirtilmektedir. Ekinci, kısa zamanda en azından onların seviyesine gelinmesi için çok çalışılması gerektiğini ifade eder. (9) Kadın eğitiminin sürekli Azerbaycan için ehemmiyetini dile getiren yazar, bu konuda yapılacak çalışmalara destek vereceğini ifade etmiştir. Kadının çalışma hayatıyla da ilgilenilmekte ve dönem dönem bu konuyla ilgili yazılara yer verilerek toplumun dikkati çekilmeye çalışılmaktadır. Zerdabi insanların eşit olması, kadın ve çocuk emeği, sağlık kuralları gibi mühim meselelerden bahs ederken kadın ve çocukların gece ve Cuma günü çalışmamalarını, 16-18 yaşındakilerin altı saatten fazla, hamile kadınların doğumdan yedi hafta önce, doğumdan sonra ise sekiz hafta çalışmamaları gerektiğini ifade etmektedir.(10) Yabancı ülkelerdeki kadınlarla ilgili gelişmeler yakıdan takip edilmiştir. Ekinci’nin “Taze Haberler” bölümünde bu ülkelerde yaşayan kadınların durumlarından ve elde ettikleri haklardan bahsedilmektedir. Mesela, Rusya’da kadınların postanelerde, demiryollarında çalışmalarına izin verildiği ve artık avukat olma haklarının olduğuna dair bir haber yayınlanır. Bütün bu gelişmeler karşısında Zerdabi, Azerbaycan’da da kadının toplumdaki yerini derhal alması gerektiği vurgulamaktadır.(11) Kadınlara karşı yapılan haksızlıklara ve kötü muamelelere karşı çıkan Zerdabi, bunları yapanları ibret olması açısından gazetede yayınlar. Kadınlar güçsüz, zayıf ve aciz olmayıp aksine son derece güçlü ve mücadeleci bir yapıya sahip olduklarından onların bu özelliklerinin toplum tarafından da kabul edilmesine çalışır.(12) Başta gazetenin sahibi ve başyazarı Zerdabi olmak üzere Ekinci gazetesinin diğer yazarları, kadının hak ettiği yeri bulması, sosyal ve iktisadî hayatta erkeğin yanında olması, kadını aşağılayan adetlerin terk edilmesi, kadının eğitilmesinin bir milletin geleceği olduğunun bilinmesi ve toplumda eşit şartlarda yaşanması gerektiğini makalelerinde ifade etmişlerdir. Ekinci halkın aydınlatılması yönünde kendinden sonra gelen aydınları (Celil Mehmed Kulizade vb.) derinden etkileyerek daha sonraki yıllarda Azerbaycan fikir tarihinde önemli roller üstlenecek olan birçok gazete ve dergiye örnek teşkil etmiştir. AÇIKLAMALAR (1)Zerdabi’nin ölümünden sonra kaleme alınan eserlerde doğum tarihi 1842 olarak gösterilmektedir. Ancak eşi Hanife hanımın yazdığı Zerdabi biyografisinde bu tarih 1837 olarak verilmiştir. Doğum tarihi ile ilgili tartışmalar için bkz. Okan Yeşilot, “Hasan Melikzade Zerdabi’nin Hayatı ve Faaliyetleri”, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi, 2003. (2)Gazetenin yayınlanma sürecinde karşılaşılan zorluklar hakkında bkz. Akif Aşırlı , Azərbaycan M ətbuatı Tarixi, Bakı, Elm və Təhsil 2009, s. 20-44;Ağarəfi Zeynalzadə, Azərbaycan Mətbuatı və Çar Senzurası 1850-1905, Bakı, Elm 2006, s.108-151. (3)Okan Yeşilot, “Kafkaslardaki İlk Müslüman Kız Okulu /Aleksandryevski Kız Okulu)”, Akademik Araştırmalar Dergisi, yıl 2, sayı 6, Ağustos-Ekim 2000, s. 285-292; Okan Yeşilot, “Kafkasya Müslüman Aydınlarının Manevi Atası: Hasan Melikzade Zerdabi’nin Hayatı ve Fikirleri”, Orta Asya ve Kafkasya Araştırmaları, cilt 4, sayı 7, 2009, s. 97-121. (4)“Dahiliyye”, Ekinci, No: 12, 9 İyun 1877, s. 1-2. (5)“Elm Xəbərləri”, Ekinci, sayı 7, 14 Aprel 1876. (6)“Məktubat”, Ekinci, No: 4, 17 Fevral 1877, s. 3. (7)“Təzə Xəbərlər”, “Ekinci, No: 13, 23 İyun 1877, s. 4. (8)“Məktubat”, Ekinci, No: 13, 11 İyul 1876, s. 2-3; Zaman Məmmədov, Həsənbəy Zərdabi, Bakı, Uşaq və Qənçlər Әdəbiyyatı Nəşriyyatı 1957, s. 84. (9)“Təze Haberler” , Ekinci, No: 7, 14 Aprel 1876, s. 4. (10)“Elm Xəbərləri”, Ekinci, No:16, 23Avgust 1876, s. 2-3. (11)“Təze Haberler” , Ekinci, No: 12, 1 Yanvar 1876, s. 4. (12)“Dahiliyyə”, Ekinci, No: 17,8 Sentyabr 1876, s. 1-2. 24 AZERBAYCAN REALİSTLİK AKTÖR ÜSLUBUNUN BANİSİ CAHANGİR ZEYNELOV de tesirini göstermekte idi. Azerbaycanlı aydınların, fikir adamlarının başlattıkları milli özgürlük mücadelesinde halkın iştirakini temin etmek cehtleri gazete ve dergilerin, kıraathanelerin teşkili, medeni-maarif müesseselerinin, aynı zamanda milli tiyatronun yaratılması halkın medeni seviyesinin yükseltilmesine, onların içtimai-medeni muhitte iştirakini sağlamak amacına hizmet ediyordu. Milli intibahı süratlendirmek için gülüşün estetik ve içtimai işlevlerinden faydalanmağa ceht eden M.F. Ahundzade, bir edebi janr olarak komedyanın zamanının sansür ve polis nezaretine karşı güçlü etken olduğunu esas alarak eserlerini yazarken bu janra üstünlük veriyor. O eserleri ile tiyatronun bir eğlence olduğunu, fakat öğreten, tesir gösteren eğlence, bir etken olduğu fikrini ortaya koyar. Tiyatronun ayna olmak fikri, salt bundan kaynaklanıyor. Yani aynaya bakarken kendi kusurlarını Tümüyle beş bin yıllık tarihe malik olan Azerbaycan tiyatrosunun yakın doğuda ilk profesyonel dünyevi tiyatro olmasından yüz otuz yedi yıl geçiyor. 1873-ci yılın mart ayının 10-da Bakü Necipler kulübünde H.B.Zerdabinin yönetimliyi ve N.B.Vezirovun, Ə.B.Adıgözelov, Goraninin organizatörlüğü ile “Bakü realnıy okulu”nun öğretmenleri tarafından M.F.Ahundzade’nin “Lenkeran hanın veziri” temaşası ile meydana atılan profesyonel tiyatronun yaranmasında münevver-lerin, içtimai-medeni muhitin büyük rolü olmuştur. XIX yüzyılın ikinci yarısında taş maden sanayi ocaklarının ve petrol sanayisinin inkişafı neticesinde iktisadi-siyasi kalkınmaya nail olan kuzey Azerbaycan’ın gelişmiş dünya ülkeleri sırasında yer almaya çaba göstermesi bu ülkede ağalık eden Çar Rusya’sının müstemlekeci siyasetine karşı bir direnişi idi. Kapitalist münasebetlerinin formalaşması ülkenin medeni muhitine *Azerbaycan Devlet Medeniyet ve İncesenet Üniversitesi Öğretim Üyesi-Bakü 25 gören insan, onlardan kurtulmaya kalkar. Azerbaycan’da tiyatronun ayna olmak görevi sonralar halkın milli kimlik şuurunun uyanışında önemli rol oynayacaktı... H. B. Mahmudbeyov, C. Zeynalov, E. Hakverdiyev, H. Araplinski, S. Ruhulla, A. M. Şerifzade, Hacıbeyov kardeşleri, N. B.Vezirov, C. Memmedkuluzade, F. B. Köçerli, S. M. Ganizade, M. Elvendi, N. Nerimanov ve E. Sultanov ve başkaları özgürlük ve kurtuluş yolunda cehalete, nadanlığa ve gericiliğe karşı mücadelede tiyatroyu bir etken olarak ilk önce halkın eğitilmesi amacı için değerlendirmişler. Milli tiyatro yaratmak amacı ile sahne amatörleri grubunu yaratan aydınlar, bu gruplarda (Hacıbeyov kardeşlerinin tiyatro grubu, “Necat”, “Hamiyet” ve “Sefa” cemiyetleri nezdinde olan gruplar) oyunculuk ve yönetmenlik yaparak repertuarın zenginleşmesi için büyük çaba göstermişler. O zamanlar tiyatro devletin himayesinde olmadığından özel olarak faaliyette bulunuyordu. Bu, tabii ki, bir çok zorluklara yol açıyordu. Aynı zamanda toplumun aktörlük sanatına münasebeti de tek manalı değildi; oyuncular toplumun cahil kısmı tarafından daima takip ediliyor ve tacize maruz kalıyorlardı. Böyle bir zamanda hiç bir karşılık beklemeden aktörlük sanatını kendine meslek edinenler asıl fedakârlık örneği olarak milletin manevi ve ahlaki kalkınmasında kutsal bir uğraş veriyorlardır. Bu aktörlerden biri de Cahangir Zeynalov idi. Cahangir Zeynalov Bakü’de zengin bir tüccar ailesinde dünyaya gelmiştir. Birkaç dillerde mükemmel eğitim almış ve Baku’nün medeni muhitinde yetişip formalaşmış bu Azerbaycanlı genç, 20 yaşında iken (1885.yıl) hayatını tiyatro sanatına hasretmeye karar veriyor. O ilk önce H.Mahmutbeyovla S.M.Ganizadenin birlikte hazırladıkları gösterilerde yer alıyor. 1886. yılda ise Tiflis’te Aleksandrovskiy öğretmenler enstitüsünde son sınıf öğrencisi S.M.Ganizadenin ve N.Veliyevin Bakü’de sahneye koydukları M.F. Ahundzade’nin “Mösyö Jordan ve derviş Metseli Şah” eserinde C.Zeynalov Şahbaz karakteri ile seyircilerin karşısına çıkıyor. Enstitüyü bitirip Bakü’ye dönen N.Veliyev bu şehirde öğretmenliğe başlar ve C.Zeynalov’un maddi desteği sayesinde oyunculuk sanatı ile de yakından ilgilenir. Sahneye gönlünü vermiş Cahangir Zeynalov Baku’de faaliyet gösteren Rus tiyatro gruplarının, Lansqov, Şorsteyn, Petrov, Lyubimov gibi tiyatro sanatçılarının gösterilerini sürekli takip etmiştir. Hatta seyirci gibi kalmayarak “Dni naşey jizni”, “Patoş i Perlamutor”, “Gazavat” adlı oyunlarında rol alarak (sözsüz küçük roller) buradaki aktör oyununu, sahne mizanı kavramını, konuşma, ünsiyet medeniyetini ve s. mesleki ayrıntıları yakından izleyip edinmek fırsatı yakalamıştır. C.Zeynalov bu öğrendiklerini “Tiyatro Defterçesi” adlanan kayıtlarında aksetmiş ve sonralar profesyonel hayatında onlardan yararlanmakta çok fayda görmüştür. Aktör sanatının nazari ve tecrübî tarafları ile ilgili öğrendiklerinin ve aynı zamanda kendi tavsiyelerinin de yer aldığı bu kayıtlar defteri (aynı zamanda Azerbaycan Tiyatrosunun ilk kuramsal kaynağıdır ve bazı sahifeleri kayıp olsa da günümüzde Azerbaycan Tiyatro müzesinde korunup saklanmaktadır) Cahangir Zeynalov’un milli aktör sanatına miras olarak bıraktığı değerli armağandır. C.Zeynalov tiyatro tarihine komedi aktörü gibi dâhil olmuştur. Onun yarattığı gülüş sade ve aynı zamanda manalı ve düşündürücü gülüş idi. C.Zeynalov güldürünü ciddi bir şekilde sunmaya önem veriyor, bunun için hatta dramatikliye kadar varıyordu. “Az ve manidar güldürmek” onun sanat âmâlı idi. O sahnelenen her bir tiyatro eserini gerçek hayatın bir parçası gibi görüyor, her bir karakteri içinde bulunduğu toplumun bir bireyi gibi kabul ediyordu. Aktörlüğü bir hayat mektebi sayan ünlü tiyatro adamı, oyunda dikkat çeken olgu ve olayların doğal olarak sunulmasına ayrıca önem veriyordu. O icra ettiği her bir karakterin toplumdaki mevkisini dikkate alıyor, onun canlılığına, orijinalliğine, gerçek ihtiraslılığına ve inandırıcı olmasına çalışıyordu. Bütün bunlar C.Zeynalov’un sanatkâr şahsiyetinden kaynaklanıyordu. Oyununda her türlü yalancılıktan, riyadan, suni moral yüksekliğinden uzak olan Cahangir Zeynalov’un yarattığı gülüş yapmacıklığa meydan okuyordu; o, sahte ihtiraslara, suni melodramlara hiç bir zaman yol vermiyordu. Örencisi, sonralar Azerbaycan Tiyatrosunun ünlü simalarından olacak komedi ustası M.A. Aliyev’e sanata geldiği ilk günlerinden itibaren her türlü hokkabazlıklardan, sahtecilikten uzak durmayı 25 tavsiyeye ederek şöyle demiş: ”Seyircileri suni hareketlerle, nalâyık sözlerle güldürmeye çaba göstermek yanlıştır. Aslında karakterin gülüş doğurabilecek vaziyet ve halini çok samimi ve doğal olarak tasvir etmek yeterlidir. Seyircini güldürürken ona düşünmek fırsatı vermek gerekiyor. Çünkü seyirci neye ve niçin güldüğünün farkında olmalıdır. Aslında bir aktörün oyunu o zaman takdir görebilir ki seyirci onun gülüşünün etkisinden saatlerce, belki de günlerce, haftalarca çıkamasın. Tabii ki bu aktörden büyük emek, yaratıcılık arayışları, hayat müşahedeleri ve ayrıca istidat talep ediyor.” (Cahangir Zeynalov’un, aynı zamanda Hüseyin Arablinskiy, Hacıağa Abbasov, Mirmahmud Kazımovskiy, Memmedali Vəlihanlı, Hacımemmed Gafgazlı, Muhemmed Alili, Sıdkı Ruhullah gibi birçok aktörlerin ve tiyatro adamlarının sa-nata gelmesinde büyük emeği geçmiştir.) İstidat ve şahsiyet! C.Zeynalov bir aktörün istidadına ve şahsiyetine bir başka önem veriyordu. Sanatkâra göre yalnız bu niteliklere sahip olan aktör seyircinin ilgisini ve sevgisini kazanabilir. C.Zeynalov’u tiyatro sanatının realist kolunu teşkil eden Rus tiyatro ıslahatçısı S.M. Şepkin’le karşılaştıranlar, onu S.M. Şepkin tiyatro sanatı geleneğinin devamcısı olarak kabul etmişler. Aslında tiyatrodaki realizm akımı ilk olarak Rusya’da değil, 19.yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da (İtalya’da T.Salvini, E.Düze, Fransada S.Bernar) yaranmıştır. Avrupa realizmde karakterin psikolojik ve toplumsal açıdan ifade edilmesine önem veriyordu. 19.yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında Rusya’da yaranan demokratik toplumsal-siyasi ortam batıda yaranan bu yeni üslubun tecrübesinden faydalanmak imkânı sağlamışlar. Ve bu faydalanma, ilk önce S.M. Şepkin’e (aynı zamanda V.F Komissarjevskaya, M.N.Yermolovaya ve başkaları) nasip olmuştur. Sonralar S.M. Şepkin’in ıslahatçı olarak Rus tiyatro tarihinde yer alması, bize göre bu yüzden olmuştur. 20.yüzyılın 20. yıllarında eski Sovyet Cumhuriyetlerinde yeni yaranan milli aktörlük okulları da bu kaynaktan (sosyalizm realizmi) yararlanmıştır. Bu sebepten Azerbaycan’ın tiyatro muhitindeki bu gelişimde, haklı olarak Cahangir Zeynalov’un ismi öne çıkıyor. Ünlü tiyatro eleştirmeni Cafer Caferov’un şöyle demiş: “Tiyatro ıslahatçısı S.M. Şepkin’nin Rus tiyatrosunun ıslahatında nasıl bir rol olmuşsa, Cahangir Zeynalov’un da Azerbaycan tiyatrosunun ıslahatında aynı rolü olmuştur.” C.Zeynalov’un Şepkin yaratıcılığı ile ilgilenmesi hakta şimdiye kadar bir belge bulunmadığından, bu konuyla ilgili resmi bir söz söylemek mümkün değildir. Yalnız bunu söyleyebiliriz. Altı lisana sahip, mükemmel eğitim görmüş, geniş dünya görüşene, zengin yaratıcı hayal gücüne, üstün doğaç kabiliyetlerine malik olan bu tiyatro âşığı, sadece Azerbaycan sınırlarında değil, Rus ve dünya tiyatro tarihi ile yakından ilgilenmiş, oyunculuk sanatı ile ilgili dünyada baş verenleri takip ederek onlardan faydalanmağa çalışmıştır. C.Zeynalov’un kendi yaratıcılığında realizme önem vermesinin bir başka sebebi de, bize göre onun sanatkâr samimiyetinden kaynaklanıyor. Halk arasında tiyatro sanatına münasebetin pek de olumlu olmadığı o ilk dönemlerde aktörler toplumun nadan ve cahil insanları tarafından “mütrüf”, “mürtet” gibi sözlerle aşağılanarak hep takip ve taciz olunmaktaydılar. Böyle bir zamanda kadınların sahneye çıkmak umutları boşa çıkıyordu. Yazarlar duruma göre hareket etmek zorunda kaldıklarından (yeni yazılan eserlerde kadın karakterlerine az yer veriliyordu). Kadın rollerini erkek aktörler icra etmek zorunda kalıyorlardı. Mesela, C.Zeynalov 20 yaşında iken ilk kez sahneye kız rolünde çıkmıştır. O zaman bu tiyatro sanatı uğruna gerçek bir fedakârlık idi. Tiyatro sanatının gelişmesinde karşıya çıkan bu engeller sanat fedailerimizi hiç bir zaman geri teptirmemiş, aksine omuz-omuza vererek onlar bu sanatın inkişafına yardımda bulunmuşlardır. Toplumun gelişimini engelleyen cahil ve yobaz insanların düşünce yapısında olumlu değişiklik yapmaya çalışan Cahangir Zeynalov, böyle insanların sağlam, aydın düşünceye ulaşması yolunda tiyatroyu farklı ve önemli bir yere koyardı. O, tiyatroya gelmiş eğitimsiz, avam insanların da anlasın diye ilk önce onlarla onların anlayacağı dilde konuşmak gerektiğine inandığı için sahnede sade, doğal, inandırıcı şekilde konuşmaya daha çok önem veriyordu. Tarihte Cahangir Zeynalov Azerbaycan milli dramaturgisinin ilk yıldızları sayılan M.F. Ahundzade ve N.B.Vezirov tiyatrosunun aktörü sayılır. O Hacı Kara ve Hacı Kamber obrazlarının 27 kendine özgü yorumu sayesinde tekrar olunmaz bir komedya ustası kimi milli tiyatro tarihine kaydedilmiştir. Ama bu C.Zeynalov sadece komik roller oynadığı anlamına gelmez. N.B.Vezirov’un “Bahtsız civan” eserinde Hacı Samet ve F.Schiller’in “Haydutlar” piyesinde İhtiyar Moor gibi rolleri oynaması onun ciddi bir dramatik aktör gibi de geniş imkânlara sahip olmasından haber veriyor. İster komik rollerini, isterse de dramatik obrazlarını yaratırken C.Zeynalov realizm prensiplerinden sapmıyordu. Hayatı canlı ve inandırıcı bir biçimde sunması onun realistlik esaslara sadık kaldığını kanıtlıyordu. C.Zeynalov için eski tiyatronun geleneklerinden müterakki bir biçimde yararlanarak halk için faydalı olmak şeref ve gurur işiydi. Buna göre de o, tiyatroyu hem de bir içtimai müessese gibi görür ve bu müessesede halk için faydalı işler yapmayı sanat arkadaşlarına da tavsiye etmiştir. 19. yüzyılın sonlarında tiyatro gruplarının repertuarına devlet karışmadığından sahnelerde her türlü eserler oynanırdı. Ama sıradaki yüzyılın başında tiyatronun toplumun hayatını ciddi bir şekilde etkilemeğe başladıktan sonra çar Rusya’sı Baku’de himayesinde olduğu kurumlara tiyatro temaşalarını gözetim altında tutmağı gizli emir etti. Artık yeni bir sahne eserinin sunuma hazırlanması için izin almak gerekiyordu; bunun için müracaat edenler bazen haftalarla, aylarla, hatta yıllarla beklemek zorunda kalıyorlardı. Aynı zamanda yerli amatör aktörlerin H.Z.Tağıyev’in yaptırdığı tiyatro binasının sahnesinde oyun sergilemelerine yasak koyulurdu. (Hayriyeci H.Z.Tağıyev inşaat halinde olan tahıl ambarı üstünde tiyatro binası yaptırdı.) Rus olan Tağıyev tiyatrosunun esas kiracıları bahane olarak bunu Azerbaycanlı seyircilerin gösteri zamanı saygısız davranışları ile izah ediyordular. İzin verildiği zamanlarda ise Azerbaycanlı tiyatro grupları için küçük odalar ayrılır ve sadece gündüz oynanacak temsiller için yasaklar ortadan kalkıyordu. Amatör tiyatrocuların binaları olmadığından provalar bazen “Kaspi” gazetesinin yazı işleri müdürlüğünde, bazen de İ.B.Məlikov’un ve C.Zeynalov’un evinde düzenleniyordu. Kendi evinin büyük bir hissesini aktörlere bırakan C.Zeynalov evinin ana salonunun yukarı hissesini sahne kurulacak bir şekilde yaptırdı. H.Abbasov, M.Aliyev, M.Evlendi, H.Araplinskiy, M.Kazimovski gibi aktörler, S.Ganizade, H.B.Mahmudbayev, B.B.Bedelbeyli - öğretmenler ve tiyatrocular büyük odada provalar yaparak temsillere hazırlanmışlar. Evinde saatlerle çeken provalardan sonra Cahangir Zeynalov’un aktörler için sofra açıp yemek vermesi, imkânı kısıtlı birçok sanat adamlarına maddi yardımda bulunması da kanıtlanmış bir gerçektir. Tiyatronun toplum hayatında yer aldığı ilk dönemlerde bazı aktörlerin maddi imkânsızlıktan ve manevi tacizlerden kurtarmak için sanattan uzaklaşmağa karar verdiyi anlar oluyordu. Böyle anlarda C.Zeynalov hep onların yanında olmuş, bu gedişi durdurmak, onlara yardımda bulunmak için İran’da, Volga boyu kentlerinde, Orta Asya’da, Kuzey Kafkasya’da, Türkiye’de, Heşterhan’da, Batum’da, Kazan’da turne organizasyonlarının yapılmasına yardımcı olarak onların tiyatro gruplarına olanak sağlamıştır. Bu çalışmalarda ona yakın olan arkadaşı, aktör-rejisör S.Ruhulla da yardım ediyordu. Bu temaşaların hazırlanmasında esas yük suflöre düşürdü (o zamanlar suflör olmadan bir temsilin oynanması, imkânsız idi.) Suflör sahne eserlerinin kısa zaman içerisinde hazırlanıp seyirciye sunulmasında mühim bir rol üsteleniyordu. Odur ki, daha çok bayramdan bayrama, yalnız eğitim ve hayırseverlerin yardımları için düşünülen temsiller, adeta birkaç günde ya da bir hafta içinde hazırlanıyordu. 20. yüzyıl başlarken Cahangir Zeynalov yaratıcılığında dramaturg Abdurrahim Bey Hakverdiyev’in mühim rolü olmuştur. O zamanlar aktör gruplarının perakende halde faaliyette bulunması, vodvil ve mezhekelerin (tuluat) sahneye hazırlanmasına yasakların koyulması C.Zeynalov’un yaratıcılık imkânlarını kısıtlıyor. Böyle bir zamanda Rusya’da eğitim alarak Bakü’ye dönen E.B.Hakverdyev’in tiyatro sanatı ile yakından ilgilenmesi ve dağılmakta olan aktör gruplarını birleştirerek “Bakü Müslüman dram grubu” adı altında bir araya getirmesi C.Zeynalov için yeni ufuklar açıyor. Kurban bayramı münasebeti ile E.B.Hakverdiyevin bir yönetmen olarak Tağıyev tiyatrosunda seyircilere taktım ettiği “Hacı Kamber” temaşasındaki Hacı Kamber obrazı C.Zeynalov yaratıcılığının inkişafından haber veriyor. 28 C.Zeynalov’un üstün oyunçuluk sanatının hayranı olan Ə.B.Hakverdiyev daha sonra hazırladığı temsillerde ona başrolleri (N.B.Vezirov’un Molier’den tebdil ettiği “Ağa Kerim han Erdebili’’de Ağa Kerim han, E.B.Hakverdiyev’in “Bahtsız civan”da Mirza Koşun Ali, M.F. Ahundzade’nin “Hacı Kara” eserinde Hacı Kara ve s.) emanet ediyor. E.B.Hakverdiyev’in yönetimi olduğu grubun temaşaları esasen Tağıyev tiyatro binasında (dar odada) ya da Nikitin kardeşlerinin sirkinde oynanılıyordu. C.Zeynalov, demek olar ki, yeni tiyatro grubunda hazırlanan temsillerin birçoğunda esas rolleri oynamıştır. Ramazan bayramı münasebeti ile seyircilerle buluşan aktörün M.F. Ahundzade’nin “Lenkeran hanın veziri” eserinde Vezir Mirza Habib ve kaleme alınmasının 50 yıllık jübilesi şerefine sahnelenen “Hacı Kara” temsilinde oynadığı Hacı Kara karakterleri 1903. yılın en uğurlu rolleri sırasında yer alıyor. Hacı Kara karakteri artık usta aktör gibi şöhret kazanan C.Zeynalov’un nöbeti galebesi sayılır ve onun bu oyunu Bakü’de basılan birçok gazeteler ve dergiler tarafından takdir ediliyor. O zamanlar temaşaların keyfiyetine tam nezaret olmadığından daha vodvil ve küçük hacimli mezhekelere (tuluat) müracaat olunurdu ve bu eserler yıl boyu, tekrar ve hem de farklı yorumlarda sahneye hazırlanıyor, aynı zamanda gösterilerin ikisi bir akşamda, bazen de üç vodvil bir günde gösteriliyordu. E.B.Hakverdiyev’in tiyatro işleri ile çok yakından ilgilenmesi - repertuarın maksada yönlü seçimi, dramaturglarla sıcak ilişkilerin kurulması, oynanılan temsillerden gelen gelirlerin yüksek eğitim alan gençlere harcanması, oyunçuların birçoğunun amatörlükten profesyonelliğe yükselmesi C.Zeynalov’u büyük yaratıcılık arayışlarına sevk ediyor. Rusya’daki içtimai-siyasi durumun keskinleştiği, Bakü’deki komünistlerin inkılâbı faaliyetlerinin güçlendiği bir zamanda (1905.yıl) başkentte dışarı çıkma yasağı saatinin uygulanması gösterilerin izinsiz sergilenmemesi ve akşam temsillerinin yasaklanması ile sonuçlanır. Böyle bir zamanda meydana atılan “Himmet” teşkilatı ve onun nezdinde yaratılan aynı adlı tiyatro grubu yasaklara itiraz olarak gezici temsillere önem veriyor. E.B.Hakverdiyev’in devlet işine bağlı olarak tiyatro sanatından uzaklaştığı bu dönemde perakende hale gelen grup için büyük sorumluluk taşıyan Cahangir Zeynalov, eski temsilleri tecdit ederek sanat arkadaşlarının yaratıcılık moralini yükseltmeğe çaba gösteriyor. Hatta aktörlerin serbest olarak temaşa hazırlamak isteklerine yardımda bulunan C.Zeynalov’un öğrencisi M.A. Aliyev’in bu dönemde esas rollerde yer alması ve uğurlu icraları dikkat çekiyor. C.Zeynalov M.A. Aliyev’in geleceğin büyük sanatkârı olacağını önceden söylüyor ve bu yüzden yüksek profesyonelliğe ulaşması için ona her türlü yardım ediyordu. N.B.Vezirov’un “Hacı Kamber” oyununda (E.B.Hakverdiyev bu oyunda yeniden bazı düzeltmeler yapmıştır) C.Zeynalov öğrencisi M.A. Aliyev’le aynı sahneyi paylaşır; o, Hacı Kamberi, öğrencisi ise Âşık Velini oynuyorlar. M,F.Ahundzade’nin “Lenkeran hanının veziri” temaşasında Vezir Mirza Habib ve S.S.Ahundov’un “Tamahkâr” eserinde ise Hacı Murat gibi başrolleri birlikte icra etmeli olurlar. 20.yüzyılın evvellerinde Baku’de faaliyette bulunan ve belirli tecrübeye edinmiş “Bakü Müslüman dram grup”unda hoşa gelmez olaylar baş veriyor. Bu yüzden grubun tam dağılmasının karşısını almak için iki bölüme ayrılması kararı alınıyor: “Birinci tiyatro grubu” ve “İkinci tiyatro grubu”. C.Zeynalov’a M.A. Aliyev, H.Areplinski ve M.Kazımovski’nin içinde bulunduğu “birinci tiyatro grup”un yönetimi veriliyor. Çok kibar ve hümanist insan olan C.Zeynalov hangi grupta çalışmasına bağlı olmaksızın bütün aktörlere aynı saygıyı gösteriyor. Toplum için faydalı bir iş yapmak onun hayat amacı idi. Bu amaca ulaşmak için sanat onun en büyük aracı idi. C.Zeynalov için sanat her şeyin ötesinde idi. Ve bu sanatla uğraşan her kes onun için kutsal sayılırdı. Hayatını tiyatro sanatına adamış aktörler, rejisörler ve yazarlar onun gönül dostları sayılırdı. C.Zeynalov sanat arkadaşlarına hiç bir zaman kıskançlıkla yanaşmaz, aksine onların her bir uğurlu işine kendi uğuru gibi sevinirmiş. Başka tiyatro gruplarının “Necat” grubu ile birlikte çalışmaktan imtina ettiği zamanlarda C.Zeynalov, yönettiği grubun aktörlerine hiç bir ayrımcılık yapmadan böyle davetlerden kaçınmamağı tavsiye etmiştir. “Necat”ın yönetimi tarafından (H.Araplinski ve M.B.Hacınski) “ikinci tiyatro grup”una (ilk zaman- 29 zamanlarda H.B.Zerdabi, N.Nerimanov, Ü.Hacıbeyli, M.Azizbeyov bu yönetimi temsil etmişler) davet alan C.Zeynalov’un, M.Elvendi ve M.A.Aliyev’le birlikte amatör aktörlerle (o zaman “ikinci tiyatro grubu” bu cemiyetin nezdinde faaliyet gösteriyordu) aynı sahneyi paylaşması onun ne kadar sade ve tevazu sahibi bir insan olduğundan haber veriyor. 1910.yılda “Necat”ta yaratıcılık faaliyetini devam etmeğe karar veren C.Zeynalov (gruptan küsüp ayrılan H.Araplinski onun gelişinden sonra geri dönüyor) yönetimin gruba karşı saygısız tutumundan şikâyet ederek yönetim üyesi İsa Bey Aşurbeyli’nin tavrını açık bir şekilde eleştirir. Bu açıklamadan bir kadar sonra grubun yönetiminde bazı değişiklikler yapılıyor. “Necat”ta Nevruz bayramı münasebeti ile C.Zeynalov’un hazırladığı “Hırs kuldur basan” (M.F. Ahundzade) temsili bu grupta onun ilk işi sayılır. Bu temsilde o, hem de başrolü (Tanrıverdi) oynuyor. Kurban bayramı günü ise C. Zeynalov’un sahne faaliyetinin 25 yılı münasebeti ile Tağıyev tiyatrosunda tören düzenleniyor. Bu törende sanatkârı kutlamaya gelenlerin arasında “Yeni füyüzat” gazetesinden Ahmet Kemal Efendinin ve Eli bey Hüseynzade’nin, hatta İ.B.Kaspıralının naşiri olduğu “Tercüman” gazetesi kolektifinin de tebrikleri sesleniyor. Azerbaycan milli medeniyet tarihine ilk aktör jübilesi gibi kayıtlara geçen bu gösterinin birinci bölümünde Alimardan Bey Topçubaşov giriş konuşması yapıyor. İkinci bölümde ise C.Zeynalov’un hazırladığı ve kendinin de bu oyunda Mirza Habip rolü ile yer aldığı “Lenkeran hanının veziri” (M.F. Ahundzade) temsili jübile katılımcılarına sunulur. C.Zeynalov’un “Necat”a gelişi geçmişte ikiye bölünen grubun yeniden bir araya gelişi demek idi. “Necat”ta gerçekleşen bu buluşma “Müslüman dram artistleri Şirketi”nin yaranması ile neticelenir. C.Zeynalov’un yönetiminde olan bu şirketin hazırladığı temsiller (S.M.Ganizade, H.B.Mahmudbeyov ve N.Nerimanov da bu işte ona yardımda bulunuyorlar), esasen Tağıyev tiyatrosunun sahnesinde oynanılıyordu. M.A. Aliyev’in takip olunması, H.Araplinski’nin hastalığı, S.Ruhulla’nın gezici oyunlara önem vermesi kuvvelerin bir yerde toplanmasına engel olduğu bu dönemlerde bazı tanınmayan grupların “Necat” ve “Sefa” cemiyetleri adından temsiller sergilemesi Cahangir Zeynalov’u daha çok dikkatli olmağa sevk ediyor. Artık “Necat” cemiyeti dram eserlerinin oynanılmasından imtina ediyordu: Üzeyir Hacıbeyli’nin eserlerini oynamak hakkına sahip olduğundan daha çok komedya ve opera temsillerine üstünlük veriyordu. Sonradan “Sefa” cemiyeti de bu hakka sahip oldu. “Sefa”nın tiyatro bölümünün yönetimine yeniden davet alan C.Zeynalov bu cemiyette (o, hem de bu ilim ocağının “Sefa” okulunda Samet Mensur, Abbas Mirza Şerifzade, Cefer Bünyatzade ile birlikte ders vermişler) tiyatronun repertuarını Osmanlı edebiyatı, Avrupa klasikleri ve Azerbaycan eserleri ile zenginleştirir. 1913. yıldan başlayarak “Sefa”da opera temsilleri hazırlanıyor. C.Zeynalov “Sefa” (o, defalarla bu cemiyetin yönetimine seçilmiştir) ve “Necat” cemiyetlerinde aktörlükle beraber, aynı zamanda rejisör olarak da faaliyette bulunmuştur. O birçok temsilleri (bura opera temsilleri da aittir), sahnelemiş ve hatta o eserlerde rol da almıştır. Onun rejisörlüğünü yaptığı temsiller bunlardır: M,F.Ahundzade “Mösyö Jordan ve derviş Mesteli Şah”, A.P,Chekhov “Ayı”, S.M,Ganizade “Gırt-gırt” (Almurat), M.F. Ahundzade “Hacı Kara” (Hacı Kara) ve “Lenkeran hanın Veziri” (Vezir), Molier “Zoraki tabip”, Ş.Sami “Demirci Gave” (Ferhat) ve “Ahde vefa ve yahut Arnavutlar” (Zübeyir), Molier “Cimri” (Ağa Kerm xan Erdebili), Z.Hacıebeyli “Evliyken bekar”, N.Kemal “Vatan”, C.Yusifzade “Ferhat ve Şirin”, E.B.Hakverdiyev “Millet dostları” (hizmetçi Safi) ve s. 1917. yılın sonu ve 1918. yılın ilk günlerinde “İsmailliye” binasında Bakü’deki tiyatro gruplarını birleştirmek amacı ve A.M. Şerifzade’nin yönetiminde ile “Müslüman Dram Artistleri İttifakı” yaratılır. Hemen yıl ermeni taşnakları tarafından binanın kundaklanması neticesinde ittifak dağılır. 1918.yılın ilk aylarında ermeni taşnak milliyetcileri Rusiya bolşeviklerinin (komunistlerin) desteği ile bağımsızlığının ayakta kalma mücadelesini veren kuzey Azerbaycana karşı salip yürüşüne başlıyor. Cumhuriyetin bütün bölgelerinde halk katliama meruz kalır. Böyle bir karmaşık zamanda C.Zeynalov kendi ailesile (henuz 1 yaşındakı kızı Nesibe ve eşi Hüsniye Hanımla) birlikte güney 30 arkada bırakıp gittiği Nesibe Hanım Zeynalova gerçekleştirdi ve onun oğlu, torunu Cahangir Novruzov devam ettiriyor. Babasının sanat arzularına ışık tutan Azerbaycan’ın Devlet Sanatçısı Nesibe Zeynalova A.Tuqanov, M.Haşımov ve A.Gəraybəyli gibi Azerbaycan Tiyatrosunun duayenlerden ders alarak Azerbaycan Devlet Musikili Komedya Tiyatrosunun sahnesini Gülperi, Cahan xala, Senem (Ü.Hacıbeyli “Er ve arvad”, “Arşın mal alan” ve “Meşedi İbad”), Melek hanım ve Kelek hanım (Z.Hacıbeyli “Elli yaşında civan”), Kabato və Barbale (V.Dolidze “Keto ve Kote”), Ziraldina (K.Goldoni “İki ağanın bir uşağı”), Ziver hanım (M.Hüseynov “Mehebbet gülü”), (Ş.Milorova ve L.Cubabiriya “Tiflis neğmes”»), Gülbadam (G.Hukayev ve A.Ovanov “Kız annesi”),Zuleyha (S.Aleskerov “Yıldız”), Cennet (Z.Bağırov,M. Şamhalov “Ganyana”) ve s… obrazlarla 60 yıl zenginleştirmiştir. 2004 yılda 88 yaşında 10 Mart Tiyatro Günü kutlamalarında kendisine verilecek olan Üstün Hizmet Madalyasını hastalığı sebebiyle almaya gidememiş ve torununu göndermiştir. Tören dönüşü madalyayı Nesibe Hanıma takan torunu, bir isteğinin olup olmadığını sormuş Nesibe Hanım ise “çay istiyorum” diye cevap vermiş ve bu sözlerden sonra hayata veda etmiştir.Nesibe Hanımın yirmiden fazla madalyası bulunmaktadır. 125 yıl tiyatro sanatına hizmet veren bir ailenin 3. kuşağı olan Anne babasının öyrencisi M.A.Aliyev’in ismini taşıyan Azerbaycan Devlet İncesenet Universitesinin Dram Tiyatrosu Yonetmeni fakultəsinden mezun olan Cahangir Novruzov 1975 yıldan itibaren Şeki tiyatrosunda, Musikili Komedya tiyatrosunda, Genc Seyriciler Tiyatrosunda (rus bölümünde) farklı yıllarda Baş Rejissör-Genel Sanat Yönetmeni görevlerini yaparak 60 fazla oyun sahnelemiş ve aynı zamanda bu tiyatroların sahnelerinde aktör gibi de bir çok röller oynamıştır. Şu an Çukurova Üniversitesi Devlet Konservatuarı Sahne Sanatları Bölümünde Öğretim Üyesi olarak çalışmaktadır. Azerbayacana akrabalarına sığınıyorlar. Kan içinde boğulan Azerbaycana Nuru Paşanın komandanlığı altında kahraman Türk ordusu yardıma geliyor. C.Zeynalov Bakü kurtulduktan sonra geriye dönerken bulundukları “Ardağan” adlı gemi kazaya uğrar ve 6 gün denizde mahsur kalan geminin kirli ortamında yatalak salgını başlar. Bulaşıcı hastalığa yakalanan Cahangir Zeynalov 9 gün süren hastalıktan sonra Bakü’de hayatını kayb eder. 35 yıllık ömrünü Azerbaycan sahnesine adamış Cahangir Zeynalov’un bir aktör gibi oynadığı temsiller: M.F.Ahundzadə “Mösyö Jordan ve derviş Mesteli Şah” - Şahbaz Bey ve Mesteli Şah; “Molla İbrahim Halil kimyager” - Molla İbrahim Halil; “Hırs kuldur basan” – Tanrıverdi; N.Kemal “Vatan”, S.S.Ahundov “Tamahkar” - Hacı Murat, S.M.Ganizadə “Akşam sabrı hayır olar” Meşhedi Şaban, “Hor-hor” - Seyfulla, “Dursun Ali ve ballı badı” – Dursun Ali, N.Nerimanov “Nadir Şah” - Cevat, “Dilin belası” - Şamdan Bey ve Hacı İbrahim, “Nadir Şah” – “Ethem ve Cevat, E.B.Hakverdiyev “Hayalet” - Derviş Mesteli şah, “Ağa Mehemmed Şah Gacar” - Mirza Rıza kulu, N.B.Vezirov “Bahtsız civan” - Hacı Samet ağa, “Hacı Kamber” - Hacı Kamber, “Musibeti Fahrettin” - Veli, Schiller “Haydutlar” - ihtiyar Moor, E.Hamit “Tarik ibn Ziyat” - Şeyhülislam, , Merend “Pineci Seyfulla ve yahut hilebazın sonu” – Seyfulla, L.Tolstoyun “Birinci şarapçı” -Potap, H.Bedrettin ve M.Rıfat “Emir Ebül Üla” -Rebi, S.Lanskoy “Gazavat” - İhtiyar Komutan, V.Mçedaşvili “Kaçak Kerem” - Memur ve hanın katibi ve s. Azerbaycan milli tiyatro sanatının ilk oyuncularından biri, milli realist oyunculuk üslubunun yaratıcısı Cahangir Zeynalov ve ünlü aktör H. Araplinski birlikte her türlü azaplara katlanarak Azerbaycan milli tiyatrosunun aktör ekolünün yaranmasına öncüllük etmişler. Hüseyin Araplinski N.B.Vezirov’un “Musibeti Fahrettin” eserindeki Fahrettin rolü ile Azerbaycan tiyatro sanatında romantik aktör üslubunun, Cahangir Zeynalov ise N.B.Vezirov’un “Hacı Kamber” eserindeki Hacı Kamber rolü ile realistlik aktör üslubunun esasını koymuşlar. Uzun süre çocuk sahibi olamayan Cahangir Zeynalov sahnede varisi olabilecek, sanat mirasını devredecek bir evlat arzusundaydı. Bir Türk kadınının bir gün özgürce sahnede var olmasına inanıyordu. Bu hayalini ölürken iki yaşında Kaynaklar: İnqilab kerimov. Azerbaycan Peşəkar teatrının teairxi və inkişaf merheleleri “Maarif” neşriyyatı. Bakı-2002 İlham rehimli. Akademik Milli Dram Teatrı. “QappPoliqraf”-2002 I kitab Cefer Ceferov Seçilmiş Eserleri 31 SOVYET İDEOLOJİSİNE KARŞI AZERBAYCAN MÜHACERET FОLKLОR ARAŞTIRMACILIĞI Almaz Hasankızı* yazar: “...Türk halk edebiyatı ve halkiyatı kendi aydınlarımız tarafından ihmal olunmuş, ancak köle millete mensup olan işgalçilere karşı başarılı bir şekilde toplanabilmiştir. Bu edebiyatı işgalçilere müstemlekeçiye nekledenler Rus istilasına dair halkın oluşturduğu destan ve türküleri bir sır olarak saklamış, ya da “Rus memuru” sandıkları işgalçilerin hatırını kırmayacak bir şekilde tahrip etmeye mecbur kalmışlardır” (1, s.22). Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin evezsiz lideri M.E.Resulzade “Şekilce de, muhtevaca da Ruslaştırma” (14, s.2) adlı makalesinde ise bоlşeviklerin edebi eserler için ileri sürdüğü “fоrmaca milli, mezmunca sosyalist” prensibinin arkasında duran çirkin niyeti uzakgörenlikle şerh etmiş, bu yоlla milletlerin assimilyasiya оlunarak, “Sovyet milleti” adı altında yalnız Rusların, оnların dili ve edebiyatının möhkemlenmesine şerait yaratıldığını yürek ağrısı ile ileri sürürdü. Müellif Sovyetlerin ilk faaliyetinin Türk milletlerini dünyanın akser devletlerinin de istifade ettiği latın grafikasından uzaklaşdırarak kiril elifbasına geçmesi ile şekilce Ruslaşdırma siyasetinin başa çatmış оlduğunu, artık mezmunun da mehvi için her cür faaliyet gösterildiyini makalesinde kayıt ediyordu: “Millet növi beşer, vatan da yeryüzü tesevvür оlunurdu. Lenin: “Rusların menfaatleri cihan inkilabının menfaatlerine feda оlsun”, – diyordu. Bu suretle Sovyet hakimiyetine düşen milletler sosyalizm kоsmоpоlitizmi ile aldatılıyordu. Milletçiliyin – şоvinizm, vatanseverliyin de kapitalistce aldatma оlduğu her tarafta ve herkese israrla telkin оlunuyordu” (14 , s.3). Bir müddet geçdikden sоnra Sovyet hükumetinin möhkemlenmesi ile artık sоsyalizmin “Rusçuluk” оlduğunun aşkara çıkdığını gösteren M.E.Resulzade tahsile ve medeniyete bu münasebetin çok ciddi tesir ettiğine hüsusile dikkat yetiriyordu. Belelikle, “dünyanı ilk inkilabla deyişen Azerbaycan’ı sosyal, siyasi nedenler yüzünden terk ederek gurbet illerde ömür sürmeye mecbur оlan aydınlar, bir gün mutlaka hürriyet arzularının gerçekleşeceğine inanarak, halkın manevi servetlerinden bu büyük emeli gerçekleştirmek için bir vasıta gibi yararlandıkları gibi, aynı zamanda zengin halk edebiyatının kоrunması, gelecek nesillere bozulmadan, doğru şekilde aktarılması, dünyada tanınması için оnların derlenmesi, yayınlanmasıyla ilgili ciddi işler görmüşlerdir. Sоsyalizmin idelоjik baskısının dışında yaşadıklarına göre оnların halk edebiyatı ile ilgili yapmış oldukları çalışmalar Sovyet dönemi Azerbaycan’da baskı altında ortaya çıkarılan araştırmalardan daha objektifdir. Muhacerette ömür süren Ali Bey Hüseyinzade (1864-1940), Ahmet Bey Ağaоğlu (1869-1939), Mehmet Emin Resulzade (1884-1955), Ceyhun Hacıbeyli (18911962), Mirza Bala Mehmetzade (1898-1959), Ahmet Caferоğlu (1899-1975), Mehmet Sadık Senan (1895-1971), Nağı Şeyhzamanlı, Abdül Vahap Yurdsever (1898-1976), Hüseyin Baykara (1904-1984)… vb. defalarca bu prоblemden söz etmişler, edebi eserlerin bazen Sovyet ideоlоjisine uygun şekilde dile getirilmesi amacıyla hatta Azerbaycan’ın kendi araştırmacıları tarafından mecburiyet yüzünden bozulmasına sert bir şekilde karşı çıkmışlardır. A.Caferоğlu’nun editörlüğünde yayınlanmış olan “Azerbaycan Yurd Bilgisi” dergisi edebi eserlerin ideolojik bir anlayışa sokulma girişimlerine karşı devamlı seri makaleler yayınlamış olduğunu belirtmemiz gerekir. Abdülkadir İnan söz konusu bu derginin ilk sayılarından başlayarak birkaç sayısında yayınladığı “Türk Kavimlerinin Halk Edebiyatında Rus İstilasının Yansıması” adlı makalesinde esaret parangaları taşıyan bütün Türk boylarının folklorunu gözden geçirirken bu problemlere dikkati çekerek şöyle * Doç. Dr., Baku Kızlar Üniversitesi Öğretim Üyesi, Baku/Azerbaycan 32 ”Rus milletinin diğerlerinden üstünlüğü meselesinin öne çekildiyini ve mahkum milletlerin mehz buna uygun оlarak kendi edebiyatlarını, tarihlerini yeniden yaratmağa tehrik edildiyini sübuta yetiren M.E.Resulzade yazıyor: “Diğer adı “Sovyet milleti” оlan Rus milletini övmek Sovyet hakimiyetini kabul etmiş bütün milletlere farzdır. Çünki: “О cihan inkilabı fikrini kabul ve tatbik eden ilk milletdir. Dünyanın bütün ihtiralarını, en ileri fikirlerini о bulmuş, о vermişdir! Оnun yоlundan yürümek, оnun tarihi ile öyünmek, оnun kafası ile düşünmek milletlere zillet değil, ancak şeref getirir”. Kоsmоpоlitizm şimdi bir irtica, bir kapitalist zehniyetdir; asıl insani ve inkilabi fikir Sovyet patriоtizmi değilen Rus milletçiliyidir. Rus milleti tarihde Rus mahkumu milletlerin müellimi оlmuş, оnlara medeniyet dersi veren bir ağabeyi vezifesine yükselmişdir” (14, s.3). Böyle bir münasebetin halkın manevi servetlerinin tehrifine, yanlış tebliğ edilmesine, bazen ise tamamile yasaklanmasına getirib çıkardığını gösteren M.E.Resulzade Sovyet hükümetinin ikiyüzlü siyasetini keskin tenkid ediyor, tarihen diğer milletlerin yarattıkları eserlerin “yeni milli siyaset”e uygun tahlilinin aparılmasına itiraz ediyordu: “Başkurd kahramanı Knaseri de eskiden оturdulduğu milli kahraman tahtından yendiriliyor. Azerbaycanın, оnunla beraber diğer Türk illerinin kahramanı оlan “Dede Kоrkut” hikayeleri vatanseverliyin, halk igidliyinin, vefa ve fedakarlığının bir şah eseri değil de, “оrtaçağ derebeyi çapkınçılığı ile İslami geri fikirleri» yayan bir irtica eseri imiş!” (14, s.4) Mehz Türk kavimlerinin manevi servetlerine düşmen münasebetin neticesinde geçen asrın оrtalarında halkımızın tarihinin, dilinin, edebiyatının, kültürünün, devletçilik ananelerini Rusların bir millet gibi mevcut оlmadığı daha eski çağlara taşıyan “Kitabi-Dede Kоrkut” epоsunun yasaklanması aleyhine M.E.Resulzade kalemile isyan etmiş, “Dede Kоrkut destanları” (15), “Dede Kоrkut Оğuznameleri” (16) makalelerinde bu hadisenin Sovyet ideоlоji sisteminin narahatlığından dоğduğunu göstermişdir. Az bir zaman içerisinde dünya edebi fikrini meşğul etmeye müveffek оlan, hakkında оnlarla tedkikat eseri yazılan, birçok dillere tercüme edilen bu abidenin Sovyetler Birliğinde keskin bir münasebetle karşılanması, hatta yasaklanmaya mahkum edilmesi “sosyalist beraberliyinin çürüklüyünü” оrtaya kоydu. M.E.Resulzade “Dede Kоrkut destanları” makalesinde: “Türk halk edebiyatının şah eseri bu destanlar sоn yılların siyasi günlük mevzusunu teşkil ettiler. Azğınlaşmış bоlşevik Ruslaştırma siyaseti gere-yince bunlar azerbaycanlı aydınları yeniden eleyib kızıl kalbirden geçirmeye vesile оldular” (15, s.2) – yazarak, bu hakimiyetin başka milletler için nice felaketler getirdiyini gösteriyordu. M.E.Resulzade’nin yakın silahtaşı, Almaniyanın Münih Şehri’nde faaliyet gösteren Sovyetler Birliğini Öğrenme Enstitüsü temsilçisi Mirza Bala Mehmetzade bоlşeviklerin kendi hakimiyetleri altında оlan halkların edebi servetlerinin, adet ananelerinin mehvine yönelmiş kölelik siyasetlerini mühtelif Kоnferans ve Sempоzyumlarda maruzelerile, mühaceret matbuatında makaleleriyle ifşa etmiştir. Оnun 1928 yılında İstanbul’da Azeri Türk Gençler Birliği’nde ettiği “Milletlerin uyanmasında destanlar” (9) meruzesi, “Dede Kоrkut” (8), “Dede Kоrkut” ve komünizm”(10), “Türklük ve komünizm” (12), “Edebiyat ve komünizm” (11) ve başka makaleleri büyük yürek yankısı ile bu prоbleme hasrоlunmuştur. Mirza Bala Mehmetzade’nin Almanya’nın Münih Şehri’nde neşr olunan “Kafkasya” dergisinde 1952 yılında (sayı 8, s. 10-12) derc ettirdiği “Dede Korkut” adlı iri hacimli makalesinde sovyet siyasi ideoloji sisteminin ayrı ayrı halk kahramanlarına, hemçinin onlarla bağlı yaranan eserlere kayri peşekar münasebeti, milli manevi değerlerin çok zaman kayri objektif tebliği meseleleri tenkid edilmişdir. Öyle ki, Kafkasya kavimlerinin igid oğlu Şeyh Şamil ve onunla bağlı yaranan eserlere karşı aparılan adaletsiz münasebet müellifi ciddi narahat eden problemlerden biri olmuşdur ve hemin makalede Mirza Bala yaranan siyasi şeraiti tahlil ederken yazıyor: “Milli geçmişi, milli küruru ve tarihi, milli kahramanları terennüm etmek cinayet, günah hesab olunuyordu. Kafkasya’nın milli kahramanı Şeyh Şamil’i 1947 yılında SSRİ İllmler Akademisı’nın Tarih Enistitüsü’nde profesör Ecemyan Türkiye ve İngiltere’nin casusu elan etti. Halbuki Azerbaycanlı Haydar Hüseynoğlunun (akademik Haydar Hüseyinov)“XIX. Asırda Azerbaycanın 33 ictimai tefekkür tarihi” adlı eserinde Şeyh Şamil’in müsbet cihetleri gösterilmişdi” (7). Mirza Bala sonra akademik Haydar Hüseyinov’a karşı karezli münasebet, Mircafer Bağırov’un eserden layik görüldüyü Stalin mükafatını geri alması ve leğv ettirmesi hakkında melumat veriyor, hemçinin bu yenilmez insanla bağlı yaranan eserleri hatırlayır: “ Rusya’ya karşı apardığı 25 sene davam eden merdane mübarizesi ile hakkında kahramanlık destanlarının yaranmasına sebep olan Şeyh Şamil tarihi kahreman olmakla beraber, efsanevi ve sembolik olan ölmez manevi şahsiyeti ile Rus imperializmi için tehlike yaratırdı ” (8). Göründüyü gibi, bu büyük şehsiyetin neinki hakkında yaranan eserler, hatta adının hatırlanması siyasi rejim için kabul edilmez idi, çünki Şeyh Şamil Kafkazda eyilmezlik semboluna çevrilmiş, onunla bağlı dillerde dolaşan efsane, rivayet, destan ve sairde bu bölgede yaşayan bütün halkların kahramanlık geçmişi, hemçinin hürriyet arzuları bedii ifadesini buluyordu. Esarete, köleliye karşı mübarize azmının hakem olduğu, halkları azadlık, edalet uğrunda mübarizeye ruhlandıran, Türk devletçilik ananesini eski çağlara taşıyan “Kitabi Dede Korkut” ve Şeyh Şamil’le bağlı yaranan eserleri mükayise ederek оnların yasaklanmasının sebeplerini M.B. Mehmetzade bu makalesinde böyle şerh etmişdir: “Dede Kоrkut”takı mоtifler ise tamamile başka kabildendir. Böyle ki, bu bоylardakı hadiselerin cereyan ettiği vaht ve yerin ne dünenki, ne de bugünkü Rusya ile bir elakası var. “Dede Kоrkut”un devirinde Ruslar hiç millet gibi mevcut değildi. Оna göre de Rus istilası ve bu istilaya karşı mübarizeden sohbet bele оla bilmez. Fakat evezinde Şamil hakkındakı efsanelerde оlduğu gibi, “Dede Kоrkut” destanlarında da kahramanlıklarla dоlu parlak geçmiş vardır. Оdur ki, milletin milli menliyini, milli şüurunu ve milli vicdanını terennüm ve оna büyük milli ideallar telkin eden bele bir eserin tebliğ ve tedrisine Mоskva, şüphesiz ki, razı оlmazdı” (8). M.B.Mehmetzade “Dede Kоrkut ve komünizm” makalesinde “Kitabi Dede Kоrkut”a karşı hücum- insanların ruhdan düşmediyi kanaatine gelmişdir: “Dede Kоrkut” destanı Azerbaycan Türkü’nün kızıl komünizm denizinde bоğulmasına mane оlan bir cankurtaran оlduğu için her milli kahraman gibi GPU tarafından sürgüne mahkum edilmişdir. Fakat Kızıl komünizmin bu şeytani tedbirleri “Dede Kоrkut” destanının kiymet ve önemini bir kat daha yükseltmişdir. “Dede Kоrkut” destanının her bölümü vatana – memlekete, anaya – ataya, kardeşe, aileye, tоpluma sayğı ve sevgi duyğuları ifade ederek aile ve tоplum ananelerinin kоrunmasını saklamışdır. “Dede Kоrkut” destanı milli оlan her şeyin buharlaştırılmağa çalışıldığı Sovyetler Birliyinde Azerbaycan Türklerinin ve Türk dünyasının kendi örf, adet ve ananelerine bağlı kalması sahasında önemli işler başarmışdır. “Dede Kоrkut” destanının hayat, insan, varlık, ölüm, hayatın anlamı, ehlak kaydaları ile bağlı görüşleri Türk kavimlerini bütünleşdiren ve milletlerin оyanmasını sağlayan оrtak destanıdır” (10, s.10). M.B.Mehmetzade bu makalesinde halk arasında geniş yayılması sebebinden Türk milletinin yenilmezliyinin, ezemetinin bedii aksi оlan “Körоğlu” destanının yasaklanmasının kayri mümkünlüyünü ve bu eserin Sovyet döneminde insanlara yaşamak hevesi, cesaret ve kahremanlık ruhu aşıladığını kayıt etmişdir. Azerbaycan halk edebiyatına sosyalizm mühitinde kayri peşekar münasebete karşı itiraz edenlerden biri de aslen Gence’den оlan, fakat Cümhuriyetin çöküşünden sоnra mühacerette vatan hasretile yaşamak mecburiyetinde kalan yetenekli fоlklоr araştırmacısı Ahmet Caferоğlu idi. Sözün küdretinin kılıncdan keskin оlduğunu “ustalık”la derk eden Sovyet sensör sisteminin milli manevi servetlerimize karşı ideоlоjik savaşı bu büyük Azerbaycan aydınının sart itirazları ile karşılanmış, о, apardığı değerli tedkikatlarla halkının zengin tarihini, edebiyatını dünyaya tanıttırmaya, mümkün kadar halk yaratıcılığı örneklerini tоplayıb neşr ettirmeye müveffek оlmuşdur. Ahmet Caferоğlu Türkdilli halkların her birinin edebiyat ve medeniyeti ile bağlı ilmi araştırmalar aparmış, değerli tedkikat eserleri yazmışdır. Lakin büyük akseriyeti hakk edalet tanımayan bir ülkenin– Sovyet Sosyalist Cümhuriyetler Birliği’nin terkibinde yaşayan bu milletlerin manevi lardan bahs ederken bu münasebetin neinki destanın unutturulmasına getirib çıkardığını, aksine оna оlan marağın daha da artmasına, Türk¬dilli kavimlerin bütünleşmesini saklayan epоsun varlığı ile 34 Demek ki, parti disiplinin esiri bu kоmmunist Türkоlоg milli varlığının milletlerarası sembоlu bulunan “Manas” destanını dahi inkar etmekden zevk duymuşdur. Оysa gerçek Rus Türkоlоgları “Manas” destanını dünya edebiyatının en mükemmel bir halk tefekkürü unsuru оlarak tanıtmakda israr etmektedirler” (3, s.32). Türkdilli halkların milli değerlerini Rus şоvinizmi baskısı altında ezildiyini faktlarla sübut eden Ahmet Caferоğlu bu makalesinde “komünizm” belasının ağır sonuçlarından bahs ederken, bir meseleye de dikkat yetirmeyi vacib bilmişdir: “Nitekim kоmmunist yazarlardan L.Klimоviç adlı bir profesör nedense meşhur “İgоr оrdusuna dair destan” gibi tarihi Kıpçak Türklerine karşı yapılan Rus savaşlarını canlandıran ve Kıpçak Türklerini öven bir eseri bir Rus dühası mahsulu sayarak, burada Beyazrusya ve Ukrayna halkları derdine ağlayan bir insanlık ürünü görmektedir. Gerçeklikle hiç bir ilgisi оlmayan bu destanı Rus varlığı ve kültür üstünlüğü derecesine çıkarmak Rus Türkоlоjisi ile eylenmekden başka bir şey ifade etmez. Çünki destan Kıpçak Türklerinin cengaverliyi karşısında bоyun eyen ve bu Türk bоyunu öven tarihi belgeden başka bir şey değildir” (3,seh. 39). Rus edebiyatının eski abidesi hesab оlunan “İgоr ordusuna daır destan”ı da Sovyet tedkikatçılarının hakikati tehrif yоlunu seçerek, şоvinizm ideyaları fоnunda yanlış araştırmalarını alim tenkit ediyor, “üstünlüğü” hemişe Rus milletinden оlanlara ait edilmesi namine gerçeklerin gizledilmesinin Rus şair ve edibleri için yоlverilmezliyini dikkate çatdırır: “Üstelik Klimоviç XII. yüzyıla ait Kıpçak Türk–Rus savaşı devrindeki Rus prenslerini adeta insansever birer Rus tipi, «üstün insan» yaratığı оlarak tanıtmaktadır. Çünki “üstünlük” her yerde Rusa ait оlmalıdır. Halbuki destan Kıpçak Türklerinin haşin tebietli, yüksek kültürlü, müzike düşkün, şiir ve şarkisever bir halk оlarak tanıtmakdadır. Bunu yazan ise halis ve mühlis bir Rus edibi ve şairidir. Ne yazık ki, bu değeri biçilmez ilk Rus edebiyatı mehsulu 1812 yıl Mоskva yanğınında telef оlmuş, ancak ufak tefek parçaları ele geçmişdir” (3, s.40). Hatırladak ki, Ahmet Caferоğlu’nun tetkikatlarından bir kaç yıl sоnra, yani 1975 yılında meşhur kazak şairi Оljas Süleymenоv’un “İgоr değerlerinin Rus şоvinizminin baskısına meruz kalması mühacir alimi her zaman düşündürmüş, ciddi narahat etmişdir. Münih’te Sovyetler Birli-yini Öğrenme Enstitüsü’nün оrganı оlan “Dergi”de 1971 yılında Ahmet Caferоğlu’nun çap ettirdiği “Sovyetler Birliyi Türkоlоji araştırmalarındakı Rus kültür üstünlüğü davası” (3) adlı makalesi de mehz devirinin en ağrılı prоblemine – sosyalist tebliğat maşınının ifşasına hasrоlunmuş ve bu tenkit Azerbaycan’da büyük aks seda dоğurmuşdur. Esaretde yaşayan Türk kavimlerinin araştırmalarda “hep Rus kültürü hesabına maledilmesi”ni, “milli Türk kaynaklarını kurutma yоlunu tutması”nı keskin tenkit eden alim bu metоdun evveller büyük itibar kazanan Rus Türkоlоglarının araştırmalarının değerini “sıfıra endirdiyi”ni yürek ağrısı ile kayıt ediyor: “Zamanın ünlü Türkоlоglarından Bartоld, Radlоv, Jukоvski, Samоylоviç ve emsali gibi sözlerine inanılır bilginlerin kiymetleri de ister istemez sarsılmışdır. Bütün bu karışıklık yeni Sovyet mektebi Türkоlоji araştırmaçılarının gerçekleri çeğneyerek, daha hefifcesi, gerçekleri bir tarafa burakarak, kоmmunist parti disiplini çerçivesi içerisinde Rus kültür üstünlüğünü lüzumsuz yere kabartmak çabasından ileri geliyor. Buna duyulan ihtiyaçın tek sebebi partiye hizmetdir” (3,s.¬31). Dünya Türkоlоjisi tarihinde böyle bir münasebetle karşılaşmadığını gösteren Ahmet Caferоğlu Sovyetler Birliyi terkibinde yaşayan Türk kavimlerinin dili, edebiyatı ve kültürünün tehrif edilmesine itiraz sesini ucaltıyor: “İşin en garip tarafı yerli adacık halinde yaşayan Türk Sovyet eyaletlerinde, şehir ve hatta kasabalarında yapılan Türk dili, edebiyatı, tarihi ve genellikle Türk kültürü üzerindeki araştırmalarda tarihi tehrif yоluna sapılarak üstünlük hep Rus kültürüne kaydırılmakdadır. Bu da оlmazsa, оrtaya bir bağlam atılarak, yerli kültür eserleri bilinmeyen eski Rus yazarlarının tesirine bağlanmakdadır” (3, s.31). Ahmet Caferоğlu eski Türk destanlarının mehz bu münasebet neticesinde hatta bazi Türk araştırmacıları tarafından inkar edilmesinin sebebini Rus şоvinizmi ile bağlı “parti disiplini meselesi” оlduğunu, “itaat etmek mecburiyetinden” ileri geldiyini kayıt etmişdir: “Nitekim geçen ilki bir milletlerarası Türkоlоji kоngresinde rastlaştığım bir Kırğız bilgini Kırğız Türklerinden bahıs edilerken, kayet küstahca “elli yıl öncesi beni ilgilendiremez” deyerek tоplantıdakı bilginleri şaşırtmışdı. 35 ordusuna daır destan”ın dilini inceleyen, оradakı Türk menşeli sözlerin ilmi izahını veren “AZ i YA” adlı eseri çap edildi. Rus edebiyatının eski abidesi hesab edilen bu destanda işlenen, lakin düzgün şerhini bula bilmeyen söz ve ifadelerin mehz Türk dillerine esaslanarak, dekik izahının mümkünlüyünü tekzibоlunmaz faktlarla gösteren Оljas Süleymenоv eserinde yazıyor: “... ben teessüfle emin оldum ki, müelliflerin çoku kendileri için önceden aydınlaştırdıklarını – vahşi köçerilerle hiç bir madeni alakanın оlmadığı ve оla bilmeyeceğini sübut etmek için bu çetin işe girişiblermiş” ( 18, s.510). Türkdilli kavimlerin medeniyetine şоvinist münasebet hakkında hâlâ 1971 yılında neşr ettirdiği “Sovyetler Birliyi Türkоlоji araştırmarındakı Rus kültür üstünlüğü davası” adlı makalesi ile birçok hakikatleri üze çıkaran mühacir alim Ahmet Caferоğlu’nun şerhlerinin düzgünlüyü оndan bir neçe il sоnra “AZ i YA” eserine göre partiya ve diğer ictimai teşkilatlarda müzakireler zamanı dоğruları üze çıkarttığı için adaletsiz hücumlara maruz kalan О.Süleymenоv’un timsalında bir daha sübut оlunuyor. Halkının manevi servetlerinin de tezyiklere meruz kalmasından derin narahatlık geçiren Ahmet Caferоğlu “Sovyetler Birliği Türkоlоjisinde Rus kültür üstünlüyü davası” makalesi ile esaretdeki Türk kavimlerini kendi milli medeniyetlerini yabançı tesirlerden, kayri objektif araştırmalardan kоrumağa, zengin külturune sahip çıkmaya çağırmışdır. Esası M.E.Resulzade tarafından kоyulmuş “Azerbaycan” (Ankara) dergisi ehemiyetini nazare alıp hemin makaleni yeniden neşr etmiş, bu ise Sovyet Azerbaycan’ında sosyalist tebliğat kоmpaniyası tarafından keskin itirazla karşılanmışdır. Boyle ki, 1974 cü il “Kоmmunist” gazetesinde bir birinin ardınca Firudin Köçerlinin “Böhtançıya cavab”(7), İsmayıl Kerimоv’un “Agent kafedra arkasında” (6) adlı makaleleri neşr edilmiş, Sovyet siyasi ideоlоjik bakışları fоnunda Ahmet Caferоğlu’nun fikirleri “ifşa” оlunmuşdur. ”Böhtançıya cevap” makalesinde müellif Azerbaycan’ın Rusya ile “birleşmesi”nin halkımız için “mütarakki ehemiyetinden” bahıs etmiş, Sovyet deviri tedkikatlarına istinad etmekle Mir- za Fethali Ahundzade, Seyid Azim Şirvani, Celil Memmedkuluzade ve başkalarının Rus kültürünün tebliğatçısı оlduğunu sübuta yetirmeye çalışmışdır: “Bu tarihi faktları profesör A.Caferоğlu bilmemiş değildir. Lakin, görünür, о kendi nökerçilik vazifesini yerine yetirmek hatırına tarihi hakikata göz yummağı, hakikati tehrif etmeyi üstün tutmuşdur” (7) – fikirlerinin şerhine ise ihtiyaç yokdur. Çünki, dоğrudan da, tarih her şeyi yоluna kоyur... “Agent kafedra arkasında” makalesinin kommunist partisine sadık müallifi kendinin katı «kоmmunist ahlak»ı, kоbud yazı manerası ile seçılıyor: “Teessüf ki, ideya düşmenlerimizin düşergesinden ilimle, hayatla elakesi оlmayan azğın antisovyetçilerin tez tez çığırtıları işitiliyor. Sinfi kazeb оnların gözünü tutmuşdur. Оnlar hiç neden çekinmeyerek Sovyet hayat tarzına, sоsyalist kanunlarına ait оlan ne varsa, hepsine böhtan yağdırıyorlar. Bu cür adamlar baresinde yalnız оnu demek оlar ki, it hürer, kervan geçer” (6). Vatanının azadlığı için varlığı ile çalışan profesörun kaleminin güçünün yalançı sоsyalist ideоlоjisine ne kadar ciddi bir tehlike yarattığını, her bir cümlesinin bele komünizm “idealları”na nice sarsıdıcı darbe vurduğunu anlamak için esası оlmayan yalanlarla ve tehkirle dоlu оlan “Agent kafedra arkasında” makalesine nazar salmak kifayetdir. Ahmet Caferоğlu’nun yaratıcılığından bahs edilerken bir ciheti de kayıt etmek lazımdır. Alim bütün ilmi faaliyeti bоyu halk edebiyatına hüsusi kayğı ile yanaşmış, оnların tоplanması, neşri, tebliği ile yanaşı, оnunla bağlı çok değerli, bu gün de aktüelliğini yitirmeyen tedkikatlar aparmış, fikir ve mülahizeler ileri sürmüş, hatta dilçilikle bağlı eserlerinde – “Eski Uyğur Türkcesi Sözlüğü” (2) ve Türkiye’de hâlâ da universitelerde derslik gibi istifade оlunan fundamental “Türk Dili Tarihi”nde (3) fоlklоr örneklerine büyük önem vermiş, оnlara en itibarlı kaynaklar gibi yanaşmışdır. Hüsusen müellifin kendisinin de kayıt ettiği gibi “Türk Dili Tarihi” eserinde hem de Türk halklarının fоlklоru, eski medeniyeti, kültür tarihi çok zengin ve möteber ilmi tedkikatlara esaslanmakla dekiklikle araştırılmışdır. Melum оlduğu gibi, XIII. asır Türk dilinin inkişafında hüsusi bir merhele hesab edilir. Büyük 36 bir arazini kendi hakimiyeti altına salan, Şark’ın “Gök Оrda”, Rusların “Altun Оrda” gibi tanıdığı Mоnkоl Devleti’nin Dnepr’den Vоlga’ya kadar оlan arazisini XI – XV. asırlarda Arap ve İran müellifleri “Deşti Kıpçak”, Rus salnameçileri “Pоlоvets”, bizanslılar “kоman” ve ya “kuman” adlandırmışlar. Hemin devirin tarihi manzarasını aydınlaştırarken Ahmet Caferоğlu böyle bir kanaate geliyor ki, Kıpçak Türkleri ve hemçinin bazi Türk bоyları hakkında en değerli melumatı “İgоr ordusuna dair destan”dan öğrenmek mümkündür. XII. asırda bir Rus şairi tarafından sanatkarlıkla yazılan, Kıpçak Rus savaşlarını akis ettiren bu kahramanlık destanı tam şekilde elde оlunmasa da, devirin manzarasını tesevvür etmek bakımından çok değerli bir menbe hesab оlunuyor. Ahmet Caferоğlu Rus müellifin kendisinin derin kin küduretine bakmayarak, Türklerin yigidliğini, harb sanatlerinin Ruslardan üstünlüğünü itiraf etmesini hatırlatarak eserin mehz bu cihetten Türkler için evezsiz bir kaynak оlması fikrini ileri sürmüşdür: “Bu savaşların sоnu Rusların yenilmeleri ile neticelenmiş ve Rus knyazlığı ağır bir felakete uğramışdır. Kazabli ve kayğılı anlarda şair hiç bir şeyden çekinmeden Kıpçaklara karşı ağır küfürler işletmekten kendisini alamamışdır. Eski zaman Türk ve Rus mücadilelerinin canlı hatiresini yaşatan bu destan Rus milletinin ümidsizliyi karşısında: “Bayraklarınızı indirin, kılıclarınızı kınınıza sоkun, dedelerimizden kalan şerefin artık sоnu gelmiştir”demekle, deviri güzel bir şekilde canlandırmaktadır” ( 3, s.160). Destan Kıpçakların harb sanatı ile yanaşı, оnların medeniyeti, geyimleri, adet ve ananelerinin öğrenilmesi, hemçinin bir Türk bоyunun Rus kültürüne, diline çeşitli sanat sahalarına ciddi tesirini araştırmak bakımından da çok kiymetli melumatlar veriyor. Bilim adamı bu tesirin fоlklоr ve musikide daha güclü оlmasına hüsusi dikkat yetirmiş, hemin devir Kıpçak Türklerinin manevi dünyasını aydınlaşdırmak için “İgоr ordusuna dair destan”la salnamelerdeki melumatlar arasında mükayiseler aparmışdır: “XII. yüzyıl Rus vakianameleri (letоpisleri) Kıpçak asılzadeleri ile Rus knyazları arasında yayğın bir akrabalık bağlarının kurulmuş оlduğunu yazmaktadırlar. Gerçekden de birkaç Rus prensinin Kıpçak Türk prinsesleri ile evlendikleri tarihi bir gerçekdir. Bu yüzden Kıpçak düşmenliyine rağmen Rus vakienamesinde Kıpçak edebi tоnu yerleşmeye müveffek оlmuşdur. Tesir yalnız edebi sanatlara mahsus оlarak kalmamış, Rus savaş kültürü ve meden sanatı sahasında de verimli ve çekici оlmuşdur. Diğer Kıpçak hakimiyeti altına girmiş milletler üzerinde Kıpçak tesirinin hüsusen fоlklоr ve musiki sahasında daha geniş оlması gerekdir” ( 3, II, s.160). Ahmet Caferоğlu Rus kültürüne Kıpçak Türklerinin tesirinin bazi Rus bilim adamları tarafından itiraf оlunduğunu da nazarden kaçırmayarak yazıyor: “...Bartоld gibi nüfuzlu bir tarihçi dahi Rusların milli malı sayılan «sekme, bacak atma dansının» Kıpçaklara ait оlduğunu açıklamaktadır” ( 3, s.160). “İgоr ordusuna dair destan”la bağlı geniş müzakireler aparmakla Ahmet Caferоğlu hakikatin tamamile başka tarafda оlduğunu, Türklerin sоykökünün kadimliyini, zengin kültürünün, dilinin ve edebiyatının Ruslara tesir ettiğini menbalara esaslanmakla sübuta yetirmişdir. Mehmet Sadık Senan’ın “Azerbaycan saz şairleri”(17), Nağı Şeyhzamanlı’nın (Keykurun) “Kaçak Nebi” (19), Abdul Vahap Yurdsever’in “Aşık Alesger” (20) ve başka makalelerde halk edebiyatı nümunelerinin düzgün tebligi, neşri meseleleri aksini tapmışdır. Mühaceret fоlklоrşünasları Cevat Han, Şeyh Şamil gibi kahramanlarla bağlı yaranan şiir, efsane, rivayet, destan ve sairenin tamamile unutdurulması ile yanaşı, bazen neşr zamanı eserlerin (mes. “Kaçak Nebi” destanının) muayen hisselerinin komünizm tebliğatına uygun оlarak çıkarılması veya değişdirilmesine karşı itiraz etmiş, mümkün оlduğu kadar yasaklanmış parçaları çap ettirmekle оnların berpası için çalışmışlar (5). Kayıt etmek lazımdır ki, Azerbaycan bağımsızlığını berpa etdikten sоnra mühacerette vatan için çalışan bu aydınların yaratıcılıkları tedkik edilmekle beraber halkın milli servetle-rine de yeni bakışlar meydana çıkmış, yasaklanmış eserlerin berpası, neşri, tebliği ile bağlı muayen işler görülmüşdür. Fakat bu oldukca azdır. Profesör Azad Nebiyev “Azerbaycan Halk Edebiyatı” adlanan kitabında haklı оlarak yazıyor: “Bu gün edebiyatımızın yeni istikamette, bütün genişliyi ve zengin janr terkibi ile araştırılmasına ve tedrisine ihtiyaç var. Birçok meseleleri 37 tedkikata celb etmek, araştırmalardan kenarda kalmış janrlardan sohbet açmak, halk edebiyatını devrleşdirmek, bir sıra janrların tasnifini dürüstleşdirmek ve ümumilikde halk edebiyatımızın ilkin mühteser tarihini yaratmağa ihtiyaç duyulur” (13, s. 17-18). Azerbaycan folklor araştırmacılığının tam manzarasını aks ettirmek ve halk edebiyatı tarihini yaratmak için mühaceretteki araştırmaların, hemçinin tоplanan materyalların öğrenilmesi ve neşri ise karşıda vezife оlarak kalıyor. 8.Mehmetzade Mirza Bala. Dede Kоrkut, “Kafkasya”dergisi (Münih), 1952, №8, s.10-12. 9.Mehmetzade Mirza Bala. Milletlerin uyanmasında destanlar, “Azerbaycan” dergisi (Ankara), 1970, yıl 18, sayı 191-196, s.10-12. 10.Mehmetzade Mirza Bala. Dede Kоrkut ve kоmünizm, “Azerbaycan” dergisi (Ankara), 1975, yıl 24, sayı 214, s. 9-10 11. Mehmetzade Mirza Bala. Edebiyat ve Kоmünizm, “Azerbaycan” (Ankara), 1975, yıl 24, sayı 214, s. 5-6 12.Mehmetzade Mirza Bala. Türklük ve Kоmünizm, “Azerbaycan” dergisi (Ankara), 1970, yıl 19, sayı 201, s. 4 13. Nebiyev Azad. Azerbaycan halk edebiyatı, I, Bakı, Turan, 2003 14. Resulzade Mehmet Emin. Şekilce de, mühtevace de Ruslaştırma, “Azerbaycan” dergisi (Ankara), 1952, yıl 1, sayı 5, s. 2-6. 15.Resulzade M.E. Dede Kоrkut Destanları, “Azerbaycan” dergisi (Ankara), 1952, yıl 1, sayı 6, s. 7-9. 16. Resulzade M.E. Dede Kоrkut Оğuznameleri, «Azerbaycan» dergisi (Ankara), 1953, yıl 2, sayı 7(9), s. 1214. 17. Sanan Sadık Mehmet. Azerbaycan Saz Şairleri, «Azerbaycan Yurt Bilgisi» dergisi (İstanbul), 1932, yıl 1, sayı 2, s. 55-59. 18. Suleymenоv О. Az i E, Alma-ata, Jalın Yayınları, 1989 19. Şeyhzamanlı (Keykurun) Naki. Kaçak Nebi, «Azerbaycan» dergisi (Ankara), 1960, yıl 8, sayı 12, s. 11-12. 20. Yurtsever Abdül Vahap. Aşık Elesker, «Azerbaycan» dergisi (Ankara), 1952, yıl 1, sayı 7, s.2-4 Kaynaklar 1.İnan Abdülkadir. Türk kavımlarının halk edebiyatında Rus istilasının inikası, “Azerbaycan Yurt Bilgisi” dergisi (İstanbul), 1932, yıl 1, sayı 1 2.Caferоğlu Ahmet. Eski uyğur Türkcesi sözlügü, İstanbul, Edebiyat Fakültesi Basımevi, 1968 3.Caferоğlu Ahmet. Sоv¬yetler Birligi Türkоlоjisi araş¬tırmalarındakı Rus kültür üstünlüğü davası. “Dergi” (Münih), 1971, sayı 66 4.Caferоğlu Ahmet. Türk dili tarihi, II, İstanbul, Enderun Kitap Evi, 2000 5.Hasankızı Almaz. Azerbaycan mühaceret fоlklоrşünaslığında destançılık meseleleri, Bakü, Azerneşr, 2002 6.Kerimоv İsmayıl. Agent kafedra arkasında, “Kоmmunist” gazetesi, 24 Mart 1974, sayı 71(15591) 7.Köçerli¬¬¬ Firudin. Böhtançıya cavab. “Kоmmu¬nist” gazetesi, 20 Mart 1974, №66 (15586) Desen: Ali Güzelsoy 38 Desen: Garipkafkaslı QARA PALTARLI QADIN Ramiz RÖVŞEN* Birce kere ne saçını oxşamışam, Ne gözünü silmişem. Gözlerime batır indi saçlarının her deni, İller boyu bu qadına men axı dert vermişem, İndi gören, niye çekir derdimi ? Kişiler bir olmur atam balası Qorxağı var, igidi var, Amma her kişinin ölenden sonra Qebri üstde ağlamağa Bir qara paltarlı gözel bir qadına ümidi var. Sen ölende kim olacaq gözlerini bağlayan ? Qardaş mı olacaq, yad mı olacaq ? Bu dünyada belke sene en çox ağlayan, En çox ağlatdığın qadın olacaq ? Bu qadın baş daşımı öpüp, siğallamaqdansa Yumruguyla döyse-döyse yaxşıdır. Qebrimin üstünde ağlamaqdansa Meni söyse, yaxşıdır. Yeri-yeri, qara paltarlı qadın, Göz yaşları yuduqca baş daşını, Qebrinde qurcalanıb, deyeceksen:ilahi İller boyu ağlatdığım bu qadın Gören nece saxlayıbdı bu qeder göz yaşını ? Kiri-kiri,qara paltarlı qadın. Bu qebir de min qebirden biridi Bash daşımı besdi basdın bağrına, Bütün mene ağlayanlar kiridi, *Azerbaycan 39 GECELERİNİ GÜNDÜZ, GÜNDÜZLERİNİ GECE YAŞAYAN ADAM: VAGİF BAYATLI ODER Dr. Ahmet Ali ARSLAN en güçlü öncüsü ve ustasıdır. Onu, “Vagif Bayatlı” yapan esas maya, Şems-i Tebrizi, Mevlana ve Yunus Emre’nin, dünyadasında rahatça gezmesi ve gezdikçe arkasında bizler için bıraktığı “temiz ayak izleri”dir. Bıraktığı ayak izleri “fosfor” gibi yanar, karanlıkta ortaya çıkar.Bayatlı’nın şiirlerini okuyan ve onun bıraktığı temiz izleri gören ve takip eden insanlar kesinlikle bu izlerin “kötülük” kavşağına çıkmadığını görür. O sevgi ve hoşgörü ile karıştırılıp yoğrulduğu için hep sevgi kokar ve iyilik, yardım severlik ve insanlık kokar. Baku’nun güzel çay bahçelerinden birinde kendisi gibi değerli dostlarımızla sohbet ederken, konuşmasının arasına sıkıştırdığı bir kaç manalı söz. aslında Bayatlı’nın hayat felsefesini çizen ve Onunla nasıl, nerede, ne zaman tanıştığımı daha sonra özel olarak ele alıp yazacağım. Vagif Bayatlı Oder, Türk Tasavvuf şiirini ve Tapduk Emre’yi, Pir Sultan Abdal’ı, Şah Hatayi’yi, Mevlana’yı, Şems-i Tebrizi’yi, Yunus Emre’yi çok iyi okumuş, ruhunda onların dünya görüşlerini eritmiş ve kendine has bir şekil vermiştir. Elçibey “Vagif Bayatlı’nın şiirlerini okuduğunuzda, derin düşüncelere dalmaktan kendinizi alamazsınız. Onun şiirleri, insanı düşündüren ve buna mecbur eden şiirlerdir,” demekle Bayatlı’nın şiirlerini okurken kendimizi düşünmek için hazırlamamız gerektiğini önceden haber vermek arzusunu taşımaktaydı. Bayatlı, Modern Türk Sufizmi’nin Azerbaycan’da yaşayan bizim görüp tanıdığımız 40 kaldı. Vatan için canlarını verenlerin yeri, Vagif Bayatlı’nın başındaki sanat tacının en tepesini süsleyen “Kaşıkçı Elması”dır. Konuşmalarında, sohbetlerinde, televizyon programlarında Vatan Şairi Vagif Bayatlı Oder, hep vatanı ve vatan şehitlerini yücelten, onları insanların ruhlarında, beyinlerinde ve belleklerinde abideleştiren sözler söylerdi: “Vatan toprağını herkesten çok sevenler, vatan toprağına herkesten önce kavuşup, karışmak için sabırsızlananlardır. Vatanın en güzel kokusu da onlardan, onların yattığı topraktan gelir. Bana göre onların ruhunun güzel kokusunu takip ederek obiri dünyaya rahatlıkla gitmek mümkündür. Onların arasına girmek, ebedi solmayan çiçekler arasına girmek demektir.” Vagif Bayatlı’nın Çukurova Sanat’ın bu sayısına koyduğumuz “Atlar” adlı şiirini anlamak için Azerbaycan’da Türkçülük ve Milliyetçilik hareketlerinin tarihini, Stalin’in Azerbaycan aydınlarına karşı yürüttüğü Sibirya Sürgünleri, idamlar, kurşuna dizmeler ve yine bu dönemde baltayla boyunları vurulan şair ve yazarları çok iyi bilmek lazım. Burada sözü edilen “Atlar” ı kaldırıp, yerine 1937 yılında Stalin tarafından mahvedilen Azerbaycan’ın şair, yazar, düşünür ve fikir adamlarını koymamız lazım. O zaman, “Vagif Bayatlı Oder’in Atlar adlı şiirini okuduk ve anladık” diyebiliriz. onun hayatının özünü bizlere anlatan en önemli noktadır; “Tanrı bana çocuk vermedi, Burada büyük bir ilahi hüküm var. Tanrı, içimdeki bu sevgiyi, bu aşkı milletime, insanlarımıza sonuna kadar verebilmem için böyle karar vermiş.“ Bayatlı’nın bu sözü, kendi ruhunda esen fırtınayı dindirmek, sakinleşip milletine daha hayırlı ve daha barışçı bir yol çizecek şiirler yazma arzusunun dışa vuruş şeklidir. Onun şiirlerinde tarihin derin izlerini görür insan. O, aslında Türk olarak yaşayan her kesin Azerbaycan’daki var olan izidir. Onun mana yüklü satırlarını okuduğunuzda bunu beyninizde, kalbinizde ve benliğinizde hisseder ve sarsılırsınız. Şiirlerini okuduktan sonra, şaşıran ve elini şakağına koyup düşünenler ve şaşırmak mecburiyetinde kalanlar hep biz okuyucular olduk ve olacağız. Serin bir Baku akşamında, Ejderhayı Parçalayan Kahraman Behram Gur heykelinin yanı başındaki çay bahçesinde dostlarımızla sohbet ederken Vagif Bayatlı yine hepimizi şaşırtan seçkin ve hayat felsefesi dolu bir cümle söyledi: “Bakü’nün en büyük meydanlarından birinde yere oturup gün boyu gelip geçen insanların ayakkabılarının tozunu silmek istiyorum,” dedi ve sustu. Ne demek istediğini anlamak ve yakın dostlarımıza ve Üniversitede öğrencilerimize anlatmak gibi zor olan bölümü ise yine bizlere Desen: Garipkafkaslı 41 Desen: T.Gertsen/Manas Destanı’ndan ATLAR GÖYÜZÜNDEN ENEN ADAMLAR… GÖYÜZÜNE DÖNEN ATLAR VAGİF BAYATLI ODER* Əbülfəz Elçibəy’in Əziz Xatirəsinə Ancaq görünür, Göyüzünden de o yana Aparmışdılar atları Qayıtmadı atlardan heç biri. Hem de görünür, adamlardan daha çox, Qorxurmuşlar atlardan, Çünkü atların belinden Aydınca görünürdü nece gizledilir göyüzü, Hem de atların beline qalxmaq Dünyanın beline qalxmaq Göyüzüne çevrilmek kimi görünürdü atlılara, Belece, insanın at belinde yerüzüne, göyüzüne Hem de Allaha en çox yaraşdığı vaxt Meğlub etmek mümkün değildi onları, Onları meğlub etmek yox, Atlarının belinde Her yaz yerüzünden göyüzüne dönen, Her payız da göyüzünden Yerüzüne enen kendimizden Yığıp apardılar atları bir gün. Bir daha bir kimsenin Göyüzüne qalxmamasıyçün, Otuz yedide de, Yerüzünden belece yığıb aparmışdılar Göyüzüne baxan adamları Bir daha bir kimsenin Göyüzüne baxmamasıyçün. Belece, göyüzü gizledilmişdi yerüzünden. Qayıdan olmuşdu Göyüzünü unudan adamlardan * Vatan Şairi, Bakû / Azerbaycan 42 Desen: T.Gertsen/Manas Destanı’ndan Üstüme axıb gelirdi ilxı, Men de ilk yol ilxı güren Cansız aran uşağı, Ele bildim indice Üstüme gelen atların Dırnaxlarında qalacam. Ancaq sen deme, Uşaqları da adam sayırmış atlar, Mene çatar çatmaz Burulup ötdüler yanımdan, Neheng, ancaq ağıllı Bir canlı kimi axırdı ilxı, Tek bir canlı kimi Düşünürdü, qaçırdı, Nefes alırdı ilxı. Atlar! Atlar! Qardaşlar! Men sizden öyrendim insanlığı, Siz adamlardan daha yaxın idiniz Buluda, yaxışa, göye, Siz daha çox yaraşırdınız Toprağa, daşa, suya, Ona göre mi apardılar sizi? Bir şeytani dönem, bir şeytani çağ Göyüzünden endirib, Mehv etmek olardı ancaq. Belece, atların dalınca Kişneye-kişneye qaldı dağlar, Kişneye-kişneye qaldı Üzengilerden düşen kişiler, Deli atlarının burnu Deli şimşeklerin gözünü deşen kişiler. Cilovları dartılı qaldı Atlarla ötüşen cığırların, Dodaqları uzalı qaldı Şaha qalxan atların alnında Birbiriyle öpüşen buludların. Atlar gedenden sonra Daha buludlardan yuxarı Qalxmırdı dağların başı, Ele bil adamlartek Dağlar da düşmüşdü atlardan, Yorğun, qemli, ağlar görünürdü Zamanın yollarında Piyada qalmış qoca dağlar. Son günlerinin birinde 43 Desen: T.Gertsen/Manas Destanı’ndan Qan fişqırır Atların kesik boyunlarından, Fişqırır yeherlerin, cilovların qanı, Fişqırır dördeme gedende Cana sevgitek yayılan qamçının qanı. Meni qorumaqçün Dövremde ele dayanır başsız atlar, Bir damla qan da düşmür üstüme. Men hele de uşağam onlarçün, Bilirler böyümüşem, Ancaq cansız, gücsüz adamam hele de, Tanrısını tanımıyan adamların Tapdağından, dırnağından Qorumaqçün meni Aşıb gelir onlar illeri. Yeqin bilirler, Bir zamanlar tekçe men Ağlamışam onlarçün, Bilirler bugün Tekçe men qalmışam yerüzünde O atları düşünen, O atların son xatire şekiliyem men, Ellerinde, Siz dağların, düzlerin, Yolların qanadıydız, Ona göre mi apardılar sizi Dağların, düzlerin uçmağını, Yolların qaçmağını görmeyen adamlar? Apardılar sizi Uça bilmeyen, qaça bilmeyen bıçaqlar, Boylarından yuxarı qalxa bilmeyen qorxacaqlar Bekle de apara bilmiyibler sizi, Yarı yolda qaçıb qarışmısız Bu dünyada başsız qalmış bir dumana, O dumanın içinde Qaça-qaça qanad açmısız, Uçub girmisiz buludlara. İndi yeqin, Göy üzünün mavi çemenliklerinde Qoxlayırsız ulduzları Teze çıxmış çiçekler kimi. Ancaq herden Onları dustaq saxlayan Tikanlı, uca hasarların üstünden atılıb gelir Başı kesilmiş atlar, Atılıb gelir, 44 Desen: T.Gertsen/Manas Destanı’ndan Geriye qayıdır bu ağrı, Torpaq da götürmür bu ağrını, Deyir; İnsanoğlu, Mende dözüm qalmıyıb daha, Bir az yumşalt bu ağrını, Sonra ötürersen mene, Sen menden dözümlüsen, Dostlar da bu fikirdedi, Tanrı da, Çekdiğim belalardan hele ölmemişemse, Düz fikirleşirler demek, Demek çox dözümlüyem men. İndi de mat qalıram özüm-özüme. Canımda dolaşır Atın da dözebilmediği ağrı. Düşünürem, insan yox, Ağrı nece düşünerse. Atın, insanın, toprağın çatlayan bağrı Nece düşünerse, Bax elece düşünürem. Birden şaha qalxır canımda Vurulan boyunların, Kesilen başların ağrısı, Bellerinde gezdirirler meni. Gözleri yox baxalar, Burunları yox qoxlayalar, Meni nece tanıyıb onlar, Bir Tanrı bilir. Belke de hele uşaq qalmağımdan, Uşaqlıq qoxumdan tanıyıblar, Belke o zamandan indiyecen, Canımda gizlice gezen O doğma qorxudan tanıyıblar. Canım! Tanımaq ne boydan-buxundandı, Ne gözden-qaşdan, ne qorxudandı, Tanımaq ancaq Tanrıdandı! Başım boynu vurulmuş Bir atın çiyinlerinde, Boynu vurulmuş atın Düşüncesi beynimde, Ağrısı canımda, Evvel-axır anamız torpaq çekir Canımızdan bütün ağrıları, Ancaq gedib ayağımacan 45 Desen: T.Gertsen/Manas Destanı’ndan Şaha qalxıb qaldırır meni, Ağrının göyüzünden baxıb görürem Göyüzüne qalxan atların Qanlı qanad izleri Neçe illerdi qalıb qızarır göyüzünde, Tez ellerimle, ayaqlarımla Canımdaki ağrıları Canlı bir varlıq kimi tuta-tuta Pozuram, pozuram o izleri, Göyüzünden itirirem, O qanlı izleri görüb Qorxabiler göyüzüne qalxan cavan ruhlar, Hem de qorxuram o izlerin üstüyle Ruhların yurduna da qalxa biler adamlar. Silib qurtarıram o izleri, İndi arxayınam, Göyüzünün mavi çemenliklerinde Verib atlarla baş-başa, alın-alına Min illerle orda Rahatca otlayar adamlar. Bakı - 1984 46 EBÜLFEZ ELÇİBEY Bakü,24 Haziran 1938 - Ankara,22 Ağustos 2000 CİSMEN ARAMIZDAN AYRILDI... RUHU BİZİMLE YAŞIYOR... GELDİ, KURTARDI VE GİTTİ... Dr.Ahmet Ali ARSLAN* Dr. Ebülfez Elçibey’le gıyaben 1988 yılında Washington’da Amerika’nın Sesi Radyosu’nun (VOA) Azerbaycan Bölümünde radyo yazarı, muhabir, prodüktör ve spiker olarak çalıştığımda, Sovyetler Birliği’nde başlayan çatırtının Azerbaycan’a nasıl yansıyacağı konusunda yaptığım radyo sohbeti sırasında tanışmıştım. Onun kurtarıcı lider şahsiyetine, o zaman inanmış ve onun yakın takipçisi olmuştum. Saçlarım genç yaşımda, Amerika’nın Sesi Radyosu’nda çalıştığım yıllarda ağardı. Orada çalıştığım on yıllık sürede yirmi yıl kocaldım. Çektiğim sıkıntı ve acının haddi-hududu yoktu. Başından and içip yola çıkmıştım. Geriye dönüşüm yoktu. Azerbaycan’ın kurtuluş gününü görünceye kadar burada çalışmak azim ve kararındaydım. “Burada her hangi bir sebeple ölürsem, görev şehidi olurum, herhalde.” diye düşünerek kendime cesaret veriyordum. Türklük ve insanlık düşmanı savaş artığı, Amerikan vatandaşı olmuş Rus ve Ermeni Taşnakların emrinde çalıştım. Her sabah, işe başlamadan önce, saçlarımı taramak bahanesiyle aynanın karşısına geçer ve kendi kendime, “Merhaba... Savaşçı...”, akşam eve dönerken “Bu gün de bitti... Savaşçı” diyerek, kendi kendime cesaret verirdim. Azerbaycan, Özbekistan, Gürcistan, Ukrayna ve Afganistan bölümlerinde çalışanlara “Freedom Fighters” (Azatlık Savaşçıları) diyorlardı. Bizi böyle çağırmaları hoşuma gidiyordu. Bu kadar ağır şartlarda çalıştığımı, hayatımın hiçbir döneminde ne gördüm ne de yaşadım. Pamir’de Han Tengri Dağının zirvesine çıktım ve Ağrı Dağının tepesine elli defa tırmandım , ama bunların hiç birisi beni Azerbaycan’ın tam bağımsızlığı zirvesine çıkmak için verdiğim mücadelede yorduğu kadar yormadı. Azerbaycan’ın bağımsızlığı için verdiğim savaşta, kendimi adsız bir nefer gibi görüyor, adımın Dr. Ebülfez Aliyev (Elçibey) ile bir listede yer almasından büyük gurur duyuyordum. Azerbaycan bağımsızlığına karar verip *Selçuk Üniversitesi, A. Keleşoğlu Eğitim Fakültesi, İngilizce Öğretmenliği ABD Öğretim Üyesi. Moskova’dan emir almayacağını açıkladığı gün, Amerika’nın Sesi Radyosu’nun koridorlarında sevinçten haykırarak dolaşıyor, dostlarımla kucaklaşıyordum. “Artık Azerbaycan hür... Gidiyorum!” diyordum. “Nereye?” diye soranlara, “Üyge taba...” Eve doğru... Baba doğma topraklara gidiyorum... Azerbaycan Azad oldu” şeklinde haykırarak, yılların yüreğimde biriktirdiği eziklik ve uşak gibi yaşamanın sıkıntısını, sözlerim ve şarkılarımla ağzımdan volkan gibi dışarı atıyordum. Azerbaycan’ın bağımsızlığını alması, beni de Amerika’nın Sesi Radyosundaki köleliğimden kurtarmıştı. Gamdan ve sıkıntıdan kurtulmuştum. Saçlarımdaki kır saçlar artık beni rahatsız etmiyordu. Bebek gibi sakinlemiştim. Koridorda bu ruh yüksekliği ile göklerde uçarken, bir dost eli arkadan omzuma dokundu. Geriye dönüp baktım, bu Amerika’nın Sesi Radyosunda yaptığı jazz programlarıyla devleşmiş Willies Connover’du. Yakasındaki altın “mikrofon” rozetini çıkardı ve benim yakama taktı. Ve “Kazandın savaşçı... Yolun açık olsun... Dualarım seninledir”, dedi. Elçibey ve silah arkadaşları, dava arkadaşları ve taraftarlarının, Bakü’den selam getirenlerin Amerika’nın Sesi Radyosundan yayınlanan programlarını yaparken, sanki Elçibey’le sırt sırta verip, Azerbaycan’la birlikte dünyayı da kurtaracağımıza inanıyordum. İlk önce sesiyle uzaktan uzağa mikrofonda tanıştığım Elçibey’le Bakü’de 1991’de şahsen tanıştığımda, kendimi Türkçülük Okulunda, Dr. Ebülfez Elçibey’in bir talebesi gibi hissettim. Kurtardığımızı zannettiğim Azerbaycan gaflet uykusundaydı. Ne benim, ne on kardeşimin, ne annemin, ne babamın ne yedi sülalemin ve ne de Türkiye ve dünyanın dört bir yanına serpilmiş Azerbaycan Türklerinin tam bağımsızlık uğrunda verdiği mücadelenin farkındaydılar. Kölelik ruhu, ölü toprağı gibi Azerbaycan Türkü’nün üzerine serpilmişti. Derviş görünümünde, bir ulu kişi ve bir serdengeçti, ölüm uykusuna yatmış yavrularını 49 kaybetmekten korkarcasına kaygılı bir ata gayretiyle onları uyandırmağa çalışıyordu. Dr. Ebülfez Aliyev’i böyle bir ortamda tanıdım. Sonra milleti ona layık olduğu adı verdi. Türklük aleminin “Elçibey”i ve benim Beyim, Büyük Beyim oldu. Elçibey’le ilk defa görüşmemizi Dr. Feridun Celil Ağasıoğlu temin etmiştir. Beni, Azerbaycan Halk Cephesi’ne ilk defa, Prof. Dr. Dilara Aliyeva ile Dr. Feridun bey götürdüler. Hiç unutmam , Inturist Otelinde, asistanı, Dışişleri eski Bakanı Dr. Vilayet Guliyev’in doçentlik unvanını almasının şerefine tertip ettiği yemekte biraz yubanmış ve görüşmeye vaktinde gidememiştik. Dilara Hanım defalarca Elçibey’den özür diledi ve kabahatin kendisinde olduğunu söyleyerek beni Elçibey karşısında zor durumda kalmaktan kurtardı. Elçibey’in çalışma odasını, toplantı odası ve dava arkadaşlarının çalıştıkları odaları görünce, hayalimden, okul sıralarında öğrendiğim ve Atatürk’ün Kurtuluş Savaşımızda kullandığı mütevazı çalışma ortamı gelip geçti. Atatürk’ün verdiği milli mücadele İle Elçibey’in verdiği mücadele arasında hep benzerlikleri ve ortak yönleri arayıp bulmağa çalışırdım. Ama orasını düşünemedim ki, Eiçibey’in Savunma Bakanı Rahim Gaziyev, Rusların adamı olacak ve Kremlin’le işbirliği içinde olacak. Milli bir şair olarak zuhur eden, Azerbaycan’ın suyunu içip, tuz-ekmeğinî yiyen ve bir makam verilmediği için Elçibey’i arkadan hançerleyerek bedbahtların çıkacağını rüyamda görsem inanmazdım. Ama oldu. Böyle bedbaht ve namertler çıktı. Sonradan gelip, Elçibey’in cenazesinde “timsah gözyaşı” döktüler. Bir de, onu hesap edemedim; Elçibey, adamdır diye, “kağıttan kaplan” ve adamcıklarla “dava arkadaşımdır” diye yola çıkmıştı. Elçibey’e, “iyi bir Atatürkçüydü, Atatürk hayranıydı, Atatürk’ün neferiydi, Atatürk’ün askeriydi” diyebiliriz. Onu Atatürk’le asla mukayese edemeyiz. Düşünün bir kere, Kazım Karabekir Paşa veya Mareşal Fevzi Çakmak düşmanla işbirliği yapacak, Atatürk de bunu kesin delilleri ile yakalayacak ve affedecek... Hiç böyle bir şey olabilir miydi?.. Böyle bir şeyi düşünmek, Türk olan bir insanın kanını dondurmaya yeter ve artar bile. Elçibey’in vefatından önce Ankara Hastanesinde kaleme aldığı vasiyet ve itirafları arasında yer alan “hatalarım oldu” dediği konulardan bir tanesi bu idi. Vatan hainlerini affetmesinin hata olduğunu çok geç anladı ve itiraf etti. Atatürk’ün başarılarından örnek alarak, hep büyük hedeflere yöneldi. Büyük düşünmesini biliyordu. Rahmetli Turgut Özal’ı çok beğenirdi ve en az onun kadar pratikti, işleri sürüncemede bırakmazdı ve nefret ederdi. Düşündüklerinden bazılarını başarabildi. Hiçbir liderin bugün bile başaramadığı bir olayı gerçekleştirdi ve Rusları Azerbaycan topraklarından ebedi olarak kovdu. Üniversitelere girişi, Türkiye’deki gibi Merkezi Yerleştirme Sistemine bağladı ve bu konuda kronikleşmiş rüşvetin kökünü kesti. Azerbaycan kadınlarının yerlerde sürünmeye değil, başa taç olması gerektiğine inandı ve tatbik etti. “Cennetin anahtarı anaların ayağının altındadır” sözüne yürekten inandı ve Azerbaycan kadınlarının teşkilatlanarak kendi hak ve hukuklarını aramasına fırsat verdi. Hür basın, onun zamanında doğdu, gelişti ve bugünkü olgunluğuna erişti. Siyasi Partiler, Elçibey zamanında doğdu. O olmasaydı, bugün Azerbaycan’da, siyasi partilerin durumu Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Kazakistan’dan farklı olmayacaktı. O kendi makamını ve geleceğini feda edip Keleki’ye gitmeseydi, bugün doya doya seyrettiğimiz Bakü’nün bu güzellikleri olmayacak, Grozni gibi bir harabeye dönecekti. Bunları düşündüğümüzde, ömründe demokrasi ve bağımsızlık görmemiş bir insanın milletinin önüne düşerek, onu zulmetten ışıklı dünyaya çıkarırken karşılaştığı zorlukları aşan bu “ruh adam”ı saygıyla ayakta alkışlamak mecburiyetini hissediyorum. Türklüğe, Türkçülüğe ve Türk’ün büyüklüğüne, onun şanlı tarihine toz kondurmazdı ve kondurmadı. Bana, dünyanın en büyük şeref belgesini verdi ve beni şereflendirdi, Rus tanklarının Bakü’yü işgal etmesinin birinci yıl dönümü için Washington’dan başlayarak , Azerbaycan’a Rusya’nın çeşitli şehirlerini dolaşarak Baku’ye vaktinde varan ilk “Batı”lı gazeteci ben olmuştum. Yüzlerce fotoğraf çekmiş ve bir o kadar insanla röportaj yapmıştım. Hazırladığım rapor, çalıştığım gazetede “Tankların Altında Geçen Bir Yıl” başlığıyla 15 gün arka arkaya tefrika edildi. 50 Dr. Hanım Halilova ile Elçibey’in o zamanki Halk Cephesi binasındaki makam odasına gittik. Elçibey, benden varsa bir vesikalık fotoğrafımı istedi ve yardımcısı Oktay Kasımov’u çağırdı, ona verdi ve bir şeyler söyledi. Elçibey’le beraber toplantı salonuna indik. Orada bulunanların huzurunda, “GaripKafkaslı, Azerbaycan’a yaptıklarınızın karşılığında size altından bir şeref madalyası vermek isterdim. Halkımızın durumunu biliyorsun. Seni Azerbaycan Halk Cephesi’nin Amerika Temsilcisi olarak görevlendiriyorum. Bu vesikayı, Altından bir şeref madalyası olarak kabul et” dedi. Hayatta, çocuklarıma bırakacağım en büyük şeref vesikasının sahibi oldum. Bugüne kadar bu vesikayı şerefle taşıdım. Gereken yerlerde kullandım. Samimi olarak itiraf etmek istiyorum, bu vesika gösterdiğim her makamda itibar gördü, itibar gören, vesika değil, onun üzerinde yer alan Dr. Ebülfez Elçibey’in imzasıydı. Bu temsilcilik belgesiyle, Amerika’da Senatoya, Temsilciler Meclisine, Dışişleri Bakanlığına ve muhtelif siyasi mahfillere Elçibey’i temsilen gittim. Ankara’ya tedavi olmak için geldiğinde, yanına kimseyi sokmuyorlardı. Ana giriş kapısında, katlarda ve yattığı katta güvenlik ve polisler vardı. Bu noktalardan hep, Bey’in itibarlı imzasını taşıyan bu Temsilcilik belgesiyle geçtim. Büyük Bey, Ankara’da yattığı günlerden bir gündü. Başbakanlık İdareyi Geliştirme Başkanı ömürlük ülküdaşım, Bilecik’te Devlet kurmuş yörüklerden Prof. Dr. Gürol Banger ile, önemli bir projeyi takdim için Başbakanın Müsteşarına gidiyorduk. Normal olarak güvenlikten geçmemiz gerekiyordu ve geçtik. Ana kattaki kontrol noktasına geldiğimizde, Prof. Banger, elini ceketinin mendil cebine attı ve oradan ay-yıldızlı görkemli Başbakanlık kimlik kartını çıkarıp gösterdi. Yetkili güvenlik elemanı “Buyurun geçin, efendim” dedi. Sıra bana geldi Prof. Banger beni bekliyordu. Elimi büyük bir güvenle ben de onun gibi ceketimin mendil cebine attım ve oradan aynen onun yaptığı gibi Türk mavisi, üzerinde AHC harfleri bulunan Azerbaycan Halk Cephesi’nin temsilcilik belgesini çıkardım ve görevliye uzattım. Açtı, baktı, inceledi. Sonra bana belgeyi sol eliyle uzatırken, selama durdu ve “Buyurun geçin, efendim”, dedi. Prof. Banger bu hareketin ardından polisin yanına geldi ve “Neler oluyor? Neden selama durdun?” diye sordu. Polis gayet sakin bir sekide, “O belgede bulunan Ebulfez Elçibey’in imzasının aşkına selam durdum, efendim” dedi. Savuşup gittik. Müsteşarın odasına giden koridoru Prof. Banger ile boydan boya yürürken, savaş cephesinden dönmüş bir kurtuluş savaşçısının edasıyla, başım dik ve hep Elçibey gibi ileriye bakarak yürüdüm. Başımı dik tutarak yürümeme sebep olan bu belgenin verdiği zevkle mest oldum. Lezzetini tarif edemem, onu bire bir yaşamak ve tatmak gerek. Bey, çok diriydi. Diri sözlüydü. Kıvraktı, kıvrak bir zekası vardı. Aptal gibi, başına güneş yemiş Arap gibi, miskin, pısırık yürüyen, mızmız, her şeyden şikayet edenlerden hoşlanmazdı. O problemlerden değil, problemler ondan korkardı. Sözünü esirgemez, anında Oğuzca ve açıkça söylerdi. Gıybet etmezdi, ettiğine şahit olmadım. Buna teşebbüs edenleri sustururdu. O, dostuna da dost, düşmanına da dosttu. Paçasından tutup geriye çekenlere aldırmaz, onlarla muhatap olmazdı. “Bey, müdahale etsenize, neden paçanızı çekip kurtarmıyorsunuz “ diyenlere “Şair Se’di ile Kuduz it” hikayesini anlatırdı. Tarihi hem yaratır hem de yaşardı. Onun hamuru hastı ve mensup olduğu milletin toprağından yoğrulmuştu. Eline, diline, beline sahip çıkan ve bunları yaşayan bir Türk Atasıydı. Cumhurbaşkanı seçildikten sonra, Elçibey’i Baku’de makamında ziyaret ettik. Türkiye’den giden 100 kişilik bir “deliler” grubuydu. Kimler yoktu ki, Mustafa ve Sevgi Kafalı hocalar , Turan Yazgan , Rıfat ve Sevinç Çokum , Rahmetli Necdet Sancar’ın eşi, Aslıyüce Erdoğan ve Yağmur Tunalı. Her kesimden temsilci vardı grubumuzda. E’tibar Memedov bizim grubun şerefine bir akşam yemeği verdi. Elçibey , yemekte “Masa Beyi” seçildi ve sırasıyla söz veriyordu. Sonra bana döndü, “Şimdi Garipkafkaslı’yı dinleyeceğiz.Bize yürek sözünü söyleyecek” dedi. Yüreğimde, yılların biriktirdiği dağlar kadar söz vardı. Nereden başlasam diye düşünüyordum. Bilmiyorum hangi şeytan aklıma soktu , gayri ihtiyari ağzımdan; “Efendim, Batılı alimler, Azerbaycan’la ilgili yazdıkları eserlerde Azerbaycan Şarkın Fransa’sıdır. Aydın ve ilerici fikirler 51 Şarkta hep Azerbaycan topraklarından kaynaklanmıştır...” dememe kalmadı. Elçibey sözümü kesti. “Orada dur... Azerbaycan’ın Batıyı taklit ettiğini kim söylemeğe cesaret edebilir. Azerbaycan Türkünün güzel fikirler üretmeye ve yaratıcı olmaya kudreti yok mudur?” dedi. Daha sonra bütün davetlilerin huzurunda bana, “Senin Garipkafkaslı adının sonundaki “Kafkaslı” kısmını geri aldım, kal şimdi Garib.. İstersen bundan sonra sana “Garip Fransalı” desinler,” diyerek beni ağzımı açıp açacağıma pişman etti. Bey’in bu sözleri, sağlı-sollu ciğerlerime değen iki top güllesi gibi, soluğumu kesti. Yavaşça yerime oturdum. Tabaktaki yemek, bana yedi başlı ejderha gibi görünmeğe başladı. Kendimi zorladım, yiyemedim. Lokmalarım ağzımda büyüdü, yutamadım. Bu kadar nezih bir Türk Dünyası aydınları grubu karşısında yüreğimdeki sözümü söyleme hakkımı, hiç tanımadığım bir “Garb”lı bilim adamının sözlerinden dolayı kaybetmiştim. En acısı, bir ömür boyu şerefle, itinayla, dikkatle, tozdan, lekeden, çirkeflerden ve çirkinliklerden koruduğum, Garipkafkaslı olarak bilinen adımın en has ve görkemli kısmı olan “Kafkaslı” tarafını kaybetmiştim. Dertlerimle Türk Ellerinde bir “abdal” gibi gezen Gariblerden biri oluvermiştim. Ne taraftan baksanız, “perişanlık”, “yalnızlık”, “itilmişlik”, “kakılmıştık”, “zelillik” ve “zebunluk” arz eden “Garib” adıyla ortada kalakalmıştım. Aradan altı ay geçti. Bey’in “makaslamasıyla” adımın yarısını kaybetmiştim. Dengem bozulmuştu. Yazamıyordum. Çizemiyordum. Dostlara Amerika’dan telefon ederken eskiden olduğu gibi, “Ben Garipkafkaslı...” diyemiyordum. Telefon ederken, “Ben Ahmet Ali...” demeye başladım. Karşı taraftaki sesin, “Kim?.. Affedersiniz çıkaramadım..”sözünü dostlarımdan duymam ağırıma gitmeye başlamıştı. Kuyruğu kökünden kesilmiş yarış atına benziyordum. Dengem bozulmuştu. Amerika’da, Virginia’daki evimizde, eşim Müşerref, kızım Aybike ve oğlum Murat Han ile akşam yemeğindeydik. Telefon çaldı. Eşim kaldırdı ve bana, “Garib... telefon sana, Keleki’den arıyorlar” dedi. Telefondaki Oktay Kasımov’du, “Bey sizinle görüşmek istiyor,” dedi. Bey telefonda, “İlk önce sana adının “Kafkaslı” hissesini geri verdiğimi belirtmek istiyorum, ikincisi, sana fakslayacağım mektubu tercüme et ve Dışişleri Bakanı Albright’a benim yerime ilet” dedi. Bey’in sesini yeniden duymam ve adımın tamamına yeniden kavuşmam beni ziyadesiyle mutlu etmişti. Elçibey, kimseye karşı kin tutmazdı. Elçibey’in yanlışlıkları veya doğruluklarını irdelemek bana düşmez. Bu yaşa geldim, birşey bildiğimi iddia etmedim. Bu konuda sohbet açıldığında sadece, “Evet bilirim... haddimi bilirim!” demekle yetindim. Ama bildiğim bir şey daha var, Elçibey, dostuna dost, bu arada düşmanına da dosttu. Sebebini sorduğumda, “Belki onu bu şekilde hareket etmeye zorlayan zahiri kuvvetler veya sebepler vardır” der geçerdi. Elçibey’in gerçek dostlarından ona zarar gelmedi. Onun merhamet ettiği ve bağışladığı insanlardan zarar görmesi, tahammülü mümkün olmayan tarihi birer hadise olarak gelecek nesillere kalacaktır. Elçibey’i arkadan vuranlar, kendi çıkarları, dünyevi hazları için, gerçek manada, Azerbaycan’ın kaderini ve geleceğini katledenler, bugün olmasa bile, yarın tarih önünde hesap vereceklerdir. Bunu yetişmekte olan, Elçibey fikirleriyle teçhiz olmuş genç Azerbaycan alimleri delilleri ile bulup ortaya çıkaracaklardır. “Mene bir vazife de tapşırmadı.. Men onun Şeki’de yüksek rey almasına kömek ettim..” diyen ucuz, “milli kahramanlar” bu sözlerinin altında ebediyete kadar acı ve ızdırab çekeceklerdir. Elçibey, her zaman, “İçimizden hainler çıkmasa, düşmen bize dav gelebilmez” derdi. Bey’e, karşıdan gelen mert düşman zarar veremedi, Ruslar buna bir defa teşebbüs ettiler, ebediyyen, Azerbaycan’dan Elçibey zamanında sökülüp atıldılar. Eğer Tanrı nasip etseydi, Türk Dünyası bir Bayrak altında birleşebilseydi ve Büyük Turan elini kurmuş olsaydı. Demokratik yolla Turan Hakanını seçmek için sandık başına gidilseydi. Elçibey, o sandıktan Turan Hakanı olarak çıkardı. O, Elçibey’di... Bey’imiz, Büyük Bey’imizdi... Azerbaycan’ın mutlak bağımsızlığı için gönderilmiş “bağımsızlık” elçisiydi... Geldi, kurtardı ve gitti... 52 BEY OLANLARA... Mehmet Ali KALKAN Elçibey’in Aziz Hatırasına... Kılıç iyi, kalem iyi, Birisini silmek olmaz. Bey Kayı’nın gözbebeği, Başkasını bilmek olmaz. Devletliler devlet arar, Devletsizler vatan arar, Vatan uğruna can arar, Vermeyince almak olmaz. Dinlemezsen ağıt olur, Dinler isen öğüt olur, Bey Kürşat’ça yiğit olur, Gök ekini yolmak olmaz. Çokça çalış misal arı, Ekmeyince çıkmaz darı, Ağlar iken başkaları, Bey olana gülmek olmaz. Bey aman diyeni yenmez, Bey kin tutmaz, bey gücenmez, Bir laf iki türlü denmez, Denen söze ilmek olmaz. Kılıç ya kında durmalı, -İlla yakında durmalıYa vurdu mu tam vurmalı, Bey gönüle taht kurmalı, Bu dünyada kalmak olmaz. Hem döğüş bil hem toyunu, Elbet bozar zor oyunu, İllaki Oğuz soyunu, Dilim dilim dilmek olmaz. Bey her zora göğüs gere, Yüz yüzü, göz gözü göre, Bu ki Ötüken’den töre, Su görende dalmak olmaz. Olmasın milletin üzgün, Kutlu ülkü senin yazgın, Sal atları dolu dizgin, Boşa kılıç çalmak olmaz. Gökte uçar Huma Kuşu, Kutlu Dağ’da Yada Taşı, Devlet ki Oğuz’un işi, Devamlıdır, bölmek olmaz. 53 ELÇİBEY Prof.Dr.Turan YAZGAN Elçibey, yalnız: -Azerbaycan’da kanla, sürgünle ve her çeşit insanlık dışı dehşet verici metodlarla bastırılmış ve sindirilmiş Türklük ruhunu uyandıran, -Meydanlara yüz binleri toplayarak Türklük şuuruyla birlikte istiklâl aşkı yaratan, -İstiklâlin sembolü bayrağı tekrar göklere kaldıran, -Azerbaycan’ın müstakilliğini ilân eden ve herkese kabul ettiren, -Devleti yeniden kurarak öz ordusunu kuran, öz parasını basan, -Rus ordusunun, bir neferin bile burnunu kanatmadan Azerbaycan’dan çıkaran, -Ermenilerin aksine, bir kimsenin bile burnunu kanatmadan mukabele olarak Ermeni’leri Bakü’den süren, Demokratik seçimlerin ne olduğunu bütün dünyaya gösteren bir Türk lideri değil; aynı zamanda, Türk Halkları Asamblesinin ittifakla seçilmiş şeref başkanıdır. Artık Türkçü, antikominist ve demokrat bir insan olarak, Türk dünyasının her yerinde ondan fazla sevgi ve saygı gören bir liderimiz yoktur. Elçibey’e atılan iftiralar; onun sakalının bir tek kılını bile kirletememiştir. Her Türkçü iktidar sahibinin olduğu gibi onun da siyasi kaderi kötü olmuştu. Ancak Türk dünyasının her yerinde, Türkler’in kalbinde tahtını kurmuştur. Elçibey, sadece ve sadece Türklüğü düşünen, kendi sağlığına ve menfaatine zerrece eğilmemiş ve eğilmesi mümkün olmayan gerçek bir ülkücüdür. Allah’ın Türk coğrafyasına bahşettiği iktisadi kaynakların tamamının Türkler tarafından, Türkler’e göre ve mutlaka 250 milyonluk büyük Türk Milleti için kullanılması sağlanmadıkça, refaha ve huzura kavuşamayacağımızın şuurunda; dil ve fikir birliğinin, gerçek yolcusu ve savunucusu olmuştur. Elçibey’i İlimler Akademisi’nin altına, Türkiye’nin gök kubbesi altına veya Azerbaycan’ın gök kubbesi altına sığdırmak istediler. Elçibey sığmazdı! Atatürk’ü en doğru tanıyan, gerçek bir Türk milliyetçisi olarak ve Atatürk’ün samimi askeri olarak Allah’ın rahmetine kavuştu. Yattığı yer nurla dolsun. Allah gani gani rahmet eylesin! Tanrı Türk’ü Korusun!.. (Türk Dünyası Tarih Dergisi, Eylül 2000) 54 BİR KEMALİST’İN ÖLÜMÜ Yağmur ATSIZ Asıl soyadı ”Elçibey” değil “Aliyef”di… Yani “Alioğlu” yahut “Alisoy”… Rus etkisiyle sonuna “ef” takısı alması onu rahatsız ettiği için değiştirip “Elçibey” soyadını almıştı. Bir tür siyasî “mahlas” gibi. Frenkler sanatçıların kullandıkları takma adlara şaka yollu “nom de guerre” derler “savaş adı”… Ebulfez Elçibey bakımından bunu “mecazi” değil “gerçek” kabul edebiliriz… Zira Azerbaycan Cumhurbaşkanı konumundaki Haydar Aliyef ile arasında bulunan soyadı benzerliği tamamen tesadüfidir. Azeriler çoğunlukla Şiî Mezhebinden oldukları için aralarında Ali adı ve soyadı yaygındır. Nitekim Bakü’nün Ankara nezdindeki Büyükelçisi de –Eğer yanılmıyorsam- Aliyef soyadını taşımaktadır ama onun da ne biriyle akrabalığı vardır ne öbürüyle… Ben Ebulfez Elçibey’le ilk kez 1989 yılında, yani SSCB artık son demlerini yaşarken, karşlılaştım. Bir Alman TV kuruluşu için Bakü’de çekim çalışmaları yapıyordum. O tarihte artık Elçibey soyadını kullanmaya başlamıştı. Hakkında tutuklama kararı olduğundan ortalıkta pek dolaşmıyor, ama fazla da yer altına inmeye gerek görmüyordu. Önderi bulunduğu “Halk Cephesi” (Bağımsızlık örgütü) ile KGB arasındaki güç oranı adamakıllı “Halk Cephesi” tarafına doğru kaymaya başlamıştı. Çok yağmurlu bir ikindi üzeri kendisiyle Bakü varoşlarındaki bir “gizli” (artık ne kadar gizli idiyse…) mekânda buluşmuştum. Daha sonraları, Cumhurbaşkanı olduktan sonra da bir iki görüşmemiz oldu. Son derece inançlı bir Kemalist ve eğer bir latîfeye müsaade ederseniz – “iflah kabul etmez” bir Atatürk hayranıydı. Azerî Halkı’nın sosyal ve kültürel problemlerine de büyük önem atfetmesi herhalde buradan ileri geliyordu. Evet en dar gününde onu bozuk para harcar gibi harcamaktan hicâb duymadı!! Kremlin’in “rahle-i tedrisi”nden yetişme ve Moskova’ya mine-l bab ile mihrab göbek bağıyla bağlı bir takım gaasıblarla işbirliğini tercih etdi!.. Kimbilir, belki de o karakterdeki insanlar Ankara’daki iktidar sahiplerine daha bir Kaabil-i imtizac geliyordu. Oysa Ebülfez Elçibey,1990’dan sonra “bağımsızlık”(!) kazanan bütün Doğu Türk Cumhuriyetleri arasında “Komünist Hiyerarşi”ye hiç mensub olmamış, “Devr-i Sabık”ın çanak yalayıcıları arasında asla yer almamış “TEK” devlet adamıydı… Yeni bir çağ başlarken en çok gözetilmesi gereken siyasetçi, üstelik yegane samimi “demokrat”tı… Ankara, Rus destekli Ermeni birlikleri Karabağ ve geri kalan Azerbaycan’ın yüzde 20’sini işgal ederken de seyirci kaldı ve Elçibey’in “Hiç değilse yaralılarımızı tahliye için bir helikopter gönderin” ricasına da kulaklarını tıkadı!!! Azerbaycan birgün Türkiye’den bunun hesabını soracaktır!!! Ebülfez Elçibey’e Tanrı’dan rahmet diliyorum. (Milliyet Gazetesi, 24.08.2000) 55 Desen: Garipkafkaslı-1973 BEKLEYİN Dilaver CEBECİ Toprağınıza yağmurlar yağar bir gün Ve ıslanır kirpikleriniz. Masal gibi geceler geçer üstünüzden, Yorgunluğunu yitirir elleriniz. Bir sarı kurşun geçse aklınızdan, Benim de gözlerimden atlar geçer dörtnala. Atlar... Asya’lı atlar... ak nişanlı al atlar... Süvarileri bulanmış kana. Yüreğimde bir sevgi şarktan garba ulaşır. Denizler bende yaşar, dertlerini bilirim. En eski gemiler gönlümde pupa-yelken; Umulmadık bir yönden bir gün çıkar gelirim. 56 ELÇİBEY GENÇLİĞİ Ahmet KABAKLI 15 günlük iznimden sonra, inşallah hayırlı olacağını umduğum yazılarıma, Türk dünyasının gönlünde kutsallaşan mübarek bir isimle başlıyorum: O da beni ve çoğumuzu hasrette bırakıp giden Ebulfez Elçibey’dir. Sevgili merhum Elçibey, mahiyetini o zaman bilmediğim hastalığı dolayısıyla Türkiye’ye geldi. Uzakta olduğum için, O’nun beni arayıp haber vermesine rağmen karşılamaya ve görmeye gidemedim. İşte bunun üzüntüsü içinde iken acı haberi geldi. Daha önce, baskılar yüzünden Türkiye’mize gelemediği için yıllarca görüşemediğim Elçibey’i iki defa üstüste kaybetmiş oluyorum; ne yazık! Elçibey, Allah’ın rahmetine Türkiye’nin bir hastanesinde kavuştu. Azerbaycan’ın Türklüğün öz evladı olduktan başka bizim de öz vatandaş ve büyüğümüz olarak öldü. Bir sebeple cennete layık o insana sırf Azerbaycan’ın değil, Türkiye halkının da büyük şehidi gözüyle bakıyoruz. O’nun yetiştirdiği vatansever gençlere, milletine ve ailesine sabırlar ile başsağlığı diliyoruz. Dileriz ki, onun iyice bağışlayıcı ruhu, ona karşı işlenen günahları bahtına üşüştürülen kötü niyetli cefaları, küçüklükleri affetsin. Milletine inanmış bu eşsiz genç adama hayranlığım, 1990’lı yılların başlarında, sayın şair Bahtiyar Vahapzade ve kardeşim Prof. Turan Yazgan’la birlikte Bakü’de görüşmelerimizle başlamıştı. O yıllarda bütün soydaşlarımızın ümitle bağlandığı güzel Elçibey adı dillerimize renk veriyordu. Azerbaycan gençliği gibi Türkiye’deki üniversite öğretmen ve öğrencilerinin de esirlikten kurtuluş kahramanı olmuştu. Bakü’müzde Sovyet despotluğunun zalim cellatları bizim ziyaretimiz sırasında son iğrenç facialarını oynuyorlardı. Sonradan Elçibey’in teklifiyle “Azatlık Meydanı” adı verilen meşhur alanda, Rus tankları pek çok Azerbaycan Türk’ünü ezip şehid etmişti. Ancak; bu barbarlıklarına karşı, Azerî kardeşlerimizin, bilhassa hanımların fedakarlığı ümit vericiydi. Gösterdikleri direniş, lanet ve nefret seli, bu canavar imparatorluğun küstah bürokratlarını yıldırıp dairelerine, evle(Türkiye Gazetesi 10.9.2000) rine tıkmıştı. Gönüllere bağımsızlaşma sevinci bu yüzden gelmiş, hemen her köşe bucak milliyetçi, istiklalci, gençlerimizin, şair ve yazarlarımızın tek bayrak halinde Elçibey’e bağlı “Halk Cephesi” coşkunluklarına devredilmişti. O günlerde Bakü, Gence ve Karabağlı halkımız sanki gerçek bağımsızlığa kavuşmuş Müslüman Türkler’in iman ve ümitle varoluş destanı gibiydi. Ermeni ve Rus düşmanlarına karşı büyük zafer kazanmışcasına bu halk gezdiğimiz yerlerde önce Ankara’ya güveniyor, Türkiye’nin itibar ve sevgisi, anlatılmaz doruklarda geziyordu. Taksi şoförleri, bizleri tanıyor ve ısrarımıza rağmen kat’iyyen para almıyorlardı. Esnaftan bir mendil satın almaya kalksak, üste de kravat hediye etmeğe kalkıyorlardı. Elçibey’in “Halk Cephesi” gençlerinden bir hanım kız ile eşi bana ve eşime, gönüllü “evlat” oldular, aynı yıl onları İstanbul’da ağırlayıp bahtiyar olduk. Yani sadece aynı milletten değil, birbirini çok seven akrabalar oluvermiştik. Bu yakın dostlukların hepsi, milleti karşısında Rus zulmünü ve onlara bağlı çıkarcıların alçaklıklarını kavrayıp Azerî gençliğini de (bu yolda) aydınlatan; onları “Mehmetçik” hâline getiren Elçibey’in gayreti, irfanı Türkseverliği ve liderliği sayesinde olmuştu. Eğer onun büyüklüğünü iyi kavramak şerefine nail olsaydık, şüphesiz, yalnız Azerbaycan değil bütün Orta Asya, o büyük merhumun da aracılığı ile bugün bambaşka itibar ve servetlerde olurdu. Bir Anadolu bozkırlısı, Azerbaycan’ın Selçuklusu ve Osmanlı kadar, bize bir Dede Korkut görünüşü veriyordu. Yunus Emre’yi ezberlemiş olup içtenlikle, derinlikle okuyan Elçibey Türk dünyasının birleşmesinde bir gönül sembolüydü. Gerçi birçok siyasî hırs azgınlıkları vatansız hainlikler, Türk dünyasının kadrini bilmezlikler, eyyamcı politikacılar yüzünden o yurduna Türkiye ve Türk dünyasına yeterince hizmet imkanı bulamadı. Ümidimiz, onun Cumhurbaşkanlığı’nda, liderliğinde yetiştiğini umduğumuz Türk-Azerî gençliğinin varlığında toplanmıştır. 57 BAYRAĞI YÜKSELTEN ADAM Sevinç ÇOKUM Tam onbir yıl önceydi. Kasım 1989… Sovyetler Birliği, o yıkılmaz sanılan kale, sarsıntılar geçiriyordu. Başta Gorbaçov vardı. Yumuşamalardan söz ediliyor, Türk Dünyası içten içe kıpırdanıyordu. Partiler kurulmuştu; bağımsızlık andları içiliyor, mitingler yapılıyordu. Gerçi Rus tankları acımasızdı ama vaveyla kopmuştu bir kere. Değişim başlamıştı. Evet Kasım 1989… Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı başkanı Turan Yazgan Hoca tam da o sancılı günlerde Azerbaycan’a bir gezi düzenlemişti. Daha doğrusu Türk Dünyasıyla kültür alışverişlerinin kapılarını aralamıştı. Ben, eşim ve ayrıca gazetemizin değerli yazarı Ömer Öztürkmen ağabey Azerbaycan’a kanatlandık. 160 kişi, Rus pilotların kullandığı bir uçakla içimizde Hazar şarkıları yola koyulduk. Akşam yıldızları gökte belirdiğinde Bakü’ye indik. Ben o Kaf Dağları masalını gazetemizde onsekiz gün süren bir yazı dizisiyle anlattım. Sanırım birçok insanımız harita üzerinde bir Azerbaycan Türklüğünün varlığından o gezi sonucu benim ve daha başka yazar arkadaşlarımızın yazdıklarıyla haberdar oldular. Orda binlerce insan tarafından nasıl karşılandığımızı, yaşadığımız izdihamı, Halk Cephesi’nin gençleri tarafından bize yol açılmış, bavullarımızı taşımalarını, yakalarımıza Azerbaycan bayrağının rozetlerini takmalarını, bizim de kendi ay yıldızlarımızı onlara verişimizi anlattım. Ama anlatmadığım pek çok şey var, yazıya dökmediğim teyp bantları… Diyeceğim Bakü’ye böyle kardeşlik çığlıkları, karanfil yağmurları altında vardıktan sonra bir Halk Cephesi sözüdür söylenip durmaktaydı. Cephe’nin bir lideri vardı. Ebülfez Bey, ayrıca iki önemli kişiden daha söz ediliyordu. İtibar Memmedov ve İsa Kamberov… İtibar bey, Kervansaray’da bize hitaben bir konuşma yapmıştı. Genç, ne istediğini, ne konuştuğunu bilen, gözüpek bir insan… İsa Kamberov’la da daha sonra ben bir mülakatta bulunmuştum; o da ağırlıklı bir fikir adamı… Çokça sözü edilen Ebülfez Bey neredeydi peki? (Türkiye Gazetesi 25.08.2000) Görenler, konuşanlar vardı ama efsane kişiliğini nedense sürdürmedeydi. O günlerde sıkça bir araya geldiğimiz ve sonradan dostluğumuzu devam ettirdiğimiz yazar Azize Caferzade bir akşam Turan Hocayı ve bizi evine çağırdı. Çağırış sebebinden hiç söz etmedi. Ben Bakü’nün sert rüzgarından rahatsızlanmıştım, ateşim yükselmişti, sesim kısılmak üzereydi. Doğrusu gitmek istemedim.Azize Hanım ısrar ediyordu. Herşey açıkça konuşulmuyordu ve KGB görevlileri sürekli sağımızda solumuzda, ardımızda dolanıyordu, malum… Geç bir vakitte saat 24 de Azize Hanım’ın evine vasıl olduk. Azize Hanım sofraya kocaman bir tabakta kavrulmuş et, ciğer yahnisi ve meyveler getirip koydu. Midesi ezilen olursa atıştırsın diye… Neyse, bir ara kapı çalındı. Karşılayıcılar gittiler. İçeriye Nihat Çetinkaya’yla birlikte kabarık kır saçları rüzgardan dağılmış, sert bakışlı, sakallı fakat bu sertliğin gerisinde çarçabuk gülüverecek zannını uyandıran, trençkotlu, uzun boylu biri girdi… “Ebulfez Bey geldi!” dediler. Selamlaştık, tanıştık. Benim kendisine ilk sorum şuydu: “Sadr kim? Siz misiniz yoksa başka biri mi? Sadr’ın anlamı liderdir Ebulfez Bey’in cevabı; “Hanımefendi sadr olmak mühim değildir. Mühim olan Halk Cephesi Hareketinin hedefine hepimizin gayretiyle ulaşabilmesidir.” Elçibey’i sevenlerin onun şu düşüncesini hiç unutmamalarını öğütlüyorum şimdi. Vefatına ben de inanamadım. Çünkü buraya sağlığına kavuşmak için geldiğini düşünüyordum. Ve bir gün yeniden Cumhurbaşkanı olabileceğini sanıyordum. Ama takdir böyleymiş. Kendisiyle ilgili düşünce ve hatıralarımdan gelecek yazımda da söz edeceğim! Allah rahmet eylesin. “Bu bayrak düşmeyecek” dedi. Halkına inandı ve ülkesine bağımsızlığı armağan etti. Ne var ki sevdiği halk onun değerini o zaman anlayamadı, çabucak taraf değiştirdi. Umarım bugün geç de olsa onu anlamışlardır. Bütün Türk Dünyası’na başsağlığı diliyorum. 58 ECDAT Niyazi Yıldırım GENÇOSMANOĞLU -Kimdi onlar; Neredeler şimdi onlar? -Bir aşılmaz dağdılar, İmandılar, Hak Çalabı birleyen Rahmettiler, yedi gökte gürleyen, Üç zamanda, üç kıt’ada parlayan Ergenekon ocağında kıvılcım, Malazgirt’te lavdılar. Aydınlığa gönül verip Yıldızları sağdılar. Bilendiler Alperenlik dersinde, Olmadılar senlik, benlik hırsında Temeldiler Türk’ün yüce harsında... Tanrıdağlı demircinin örsünde, Tek başına destandılar, Tek başına çağdılar. Çoraklarda gül açtıran Kılıçlarda zağdılar. Ham demire sindirilen tavdılar. Yol bularak sarp dağların kışından Yürüdüler Gök Börü’nün peşinden Yüzlerce yıl mazlumların başından Ne belalar savdılar. Tufan olup sığmazlarken evrene Sevgi olup gönüllere sığdılar. İman ile erdem ile aşk ile İnsanlığı kenetleyen bağdılar. Hiç kesmeden atlarının hızını Yaymak için “Tanrı birdir” sözünü Yüzlerce yıl, nallarla yeryüzünü, Kalyonlarla denizleri dövdüler. Ezandılar, mehterdiler, Sancaktılar, tuğdular... Bayraktılar, çağlar boyu Dikildiler en üste, Bunaltılar ülkesi “Gün Batı’ya” Rahmet olup yağdılar. Dikildiler Viyana’da, Cezayir’de, Tunus’ta.. Yesevi’de, Mevlana’da, Yunus’ta... Dışa doğru bin bir ışık volkanı, Öze doğru, sessiz yanan kavdılar. Ulaşırdı nal sesleri Altaylardan Tuna’ya, Uzanırdı kılıçları İstanbul’dan Sina’ya, Aşıktılar, maverayı dinleyen, Ariftiler, söylemeden anlayan, Şairdiler, kimi sazla, kimi sözle ünleyen... Devcesine hicvettiler, Devcesine övdüler. İnsanlığı yerden alıp Yükselttiler manaya... Özde melek, yüzde melek, Gözde birer devdiler, Gökler kadar otağdılar, Dünya kadar evdiler, Devcesine kükrediler, Devcesine sevdiler!!! Devcesine kükrediler, Devcesine sevdiler... 59 ELÇİBEY ÇAĞDAŞ TÜRKÇÜLÜĞÜN İDEOLOĞUDUR Prof.Dr.Kâmil Veli NERİMANOĞLU Türkçülük; Türk Dünyası’nın medeniyet, iktisadiyat birliğinin, manevi bütünlüğünün temelidir. Türkçülük, Azerbaycan devletçiliğinin kökünde duran üç başlıca temelden biridir. Türkçülük, geniş mânâda millî Azadlık, bütünlük, devletinin bağımsızlığı, demokrasi ve insan hakları uğrunda mücadele eden Türk halklarının (Türk Milleti’nin) ideolojisidir. Türkçülüğün eğitimcilikten, ilimden, sanattan ve siyasetten gelen büyük ideologları; Türkçülüğü kendine dönüş, kendini ifade etme sistemi olarak meydana getirmişlerdir. A. Hüseyinzâde, A. Ağayev, İ. Gaspıralı, Z. Gökalp, N. Atsız, Z. V. Togan, M. E. Resulzâde gibi fikir ve akide sahiplerinin fikir sisteminde; Türk manevî varlığını oluşturan siyasî, tarihî, coğrafî, iktisadî ve diğer prensipler bütünlükle ele alınır ve tahlil edilir. Tarihî gelişimi, millî varlığı, kimliği uğruna mücadele eden Türk Halkları için Türkçülük, tarihi zaruret olarak ortaya çıkmıştır. M.E. Resulzâde ve Atatürk, Türkçülüğün devlet varlığını gerçekleştiren tarihî şahsiyetlerdir. R. Rıza, B. Vahapzade, C. Aytmatov, O. Süleymanov, H. Memmedov; Türkçülüğün çağdaş manevi ölçüsünü dünya seviyesinde ortaya koyan ilim ve sanat adamlarıdır. Bizce, Azerbaycan’ın millî bağımsızlık hareketinin lideri, millî demokratik cumhuriyetin ilk hukukî cumhurbaşkanı E. Elçibey’in fikir sistemini de bu nihai ifadede inceleyip, değerlendirmek mümkündür. E. Eliçibey’in ilk Türkçülük fikirleri, doğup büyüdüğü muhitle ilişkilidir. Ağır rejim yıllarında yaşadığı hayat, çocukluk gözü ile şahit olduğu ilk manzaralar, dinlediği masallar, destanlar, halk deyimleri; Türkçülük gerçeğini onun kanına, canına yerleştirmişti. Eski Keleki ile göz göze yaşayan Güney toprakları (Güney Azerbaycan) dağları, taşları. Han Araz’ın hüzün ve keder dolu nağmesi; Elçibey’in çocukluk, yeniyetmelik dünya görüşünde ilk silinmez izleri bırakmıştır. Dinlediği mugamlar ve âşık havaları, sırlı-sihirli nakış dolu halılar, düğünlerde ve bayramlarda gördüğü âdetler, millî-dinî akideler onun yüreğinde kurduğu büyük dünyanın temeli, kökü olmuştur. Elçibey’in ilk Türkçülük öğretmeni; el sözü, halk sanatı olmuştur. Aksakallılar, akpürçekliler, halkın kendisi, Elçibey’in büyük Türklük dünyasının ilk Aktaran: Cengiz Yavan Türk Dünyası Tarih Dergisi Eylül 2000 mukaddes taşını koyanlardır. Zaman gelecek, dünya değişecek, zaman girdabında yeni anlamlar, mânâlar çıkacak. Ancak değişmeler, bu temelden hiçbir şey götüremeyecek. Bu temel, hafızalardan silinmeyecektir. Elçibey’in Türkçülüğünün temeli ise; üniversite yıllarında sağlam, ilmî ve tarihî bilgilerle güçlendirildi. Y.Z.Şirvanî, Z. Bünyadov (Allah onlara rahmet eylesin) E. Memmedov gibi meşhur âlimler, Elçibey’e Türkçülüğün ilmî, tarihî zeminini öğrettiler, ona yol gösterdiler. Bu istikamette kitaplar ve el yazmalar âlemine düşen bir Azerbaycan Türk’ü; Farabî, İbn-i Sina, İbn-i Haldun, Caiz, Urmevî, Rumî, Nesimî, Nevaî, Babür, Hataî, Fuzulî dünyasında dolaştıkça arı peteği gibi fikir şırasıyla doluyor ve Türkçülük fikri şekillenmeye başlıyordu. Ana diliyle konuşmayan insanlar, millî varlığına hor bakan “ziyalılar” (!) Rusya’nın hakimiyetine girebilmeyi milletine bayram kabul ettiren yöneticiler, onda büyük nefret ve tiksinti uyandırıyordu. Okudukları, öğrendikleri, yaşadıkları Elçibey’i şaşırtıyordu. Üniversiteyi bitirip, yüksek lisansa başladıktan sonra Z.Bünyadov’un gözetiminde “Tulunoğulları Devleti” isimli tezini yazmaya başlar. Yakın zamanda kitap şeklinde bastırılan bu eser, Arap tarihinde Türk devletçilik geleneğine adanmış ilk eserlerdendir. O yıllarda, siyasetin yoluna adım atan E. Elçibey, Türkçülük ideolojisini temsil eden ilmî edebiyatı ciddi şekilde öğrenir. Bu büyük mirası, üretici olarak devam ettiren Elçibey, Türkçülük ideolojisinin üretici şahsiyeti olarak faaliyete başlar. Elçibey’in Türkçülük sisteminin birinci aşaması, Türklük fikrini yayma ile başlar. Üniversite amfilerinde, toplum hayatını ilgilendiren bütün alanlarda Türkçülüğü bir gaye, bir fikir olarak yaydığı için; Rus-Sovyet İmparatorluğu’nun Türkçülüğe vurduğu darbeleri anlattığı için siyasi suçlamayla hapsedilen Elçibey; yılmaz, aksine faaliyetlerini daha da artırır. Elçibey’e vurulan damgaların birinin de “Pantürkist” olması tesadüf değildir. Hapis hayatından sonra çalışmalarını daha da arttıran Elçibey’in antirus, antisovyet faaliyetinde, Türklük dünya görüşünün tebliği ve Türkçülük ülküsü, sürükleyici etken olmuştur. Tebligat ve siyasi eğitim faaliyetinde, Türkçülük 60 E. Tahirzade’nin, Y. Oğuz’ün, C.Beydili’nin, A. Rehimoğlu’nun, C. Göktürk’ün kitap ve makalelerinde, İ. Gamber’in, A. Kerimov’un konuşma ve röportajlarında layık olduğu yeri bulmuştur. Türk Halkları Asamblesi’nin fahri başkanı seçilen, Türk Dünyası’na hizmetlerinden dolayı Avrasya ödülüne layık görülen E. Elçibey için en büyük mükafat; Türklüğe, Türk Dünyası’na hizmetidir. Kısaca Elçibey’in Türkçülük fikrini aşağıdaki şekilde genelleştirebiliriz. 1.Türk-Çin, Türk-Fars, Türk-Ermeni gibi tarihi çekişme sisteminde, kaynaklara dayanarak Türkçülük tarihinin öğrenilmesini bir ülkü olarak ileri sürmüş, çeşitli yazı ve konuşmalarında önemle vurgulamıştır. Türkçülük tarihinin çağdaş metodolojisi ve nazariyesi gösterdiği için faaliyeti özellikle önem taşımaktadır. 2.Türk devletçilik tarihinin, özellikle M.E. Resulzade’nin ve Atatürk’ün devletçilik tecrübesinin temel prensiplerinin gerçekleştirilmesinde, çağdaş yorum ve tatbikinde Elçibey’in hizmetleri çok büyüktür. 3.Türk Milli mefküresi için önem taşıyan Türk Dili’nin, Azerbaycan’da resmi “devlet dili” olarak kabul edilmesi, Latin alfabesine geçiş ve bu alfabeyle 80’den fazla ders kitabının hazırlanması da önem taşımaktadır. 4.Elçibey; siyasi platformda. Bütün Azerbaycan (Güney-Kuzey) idealini Türk Dünyası (Turan) idealinin temellerinden biri olduğu şekilde ortaya koyup, halleden siyasetçi, alim olarak büyük hizmetlerde bulunmuştur. 5.Elçibey, İslami dünya görüşü ile Türkçü dünya görüşünün uzvi, tarihi birliğini, Türk-İslam felsefesini vahdette ele alıp, araştıran ve inceleyen fikir adamıdır. 6.Elçibey; ırkçılıktan, fanatizmden, hükümcülükten uzak, demokratik sistem çerçevesinde, Türkçülük sistemini dinamik şekilde yorumlayan ve gerçekleştiren siyaset ve devlet adamı olarak tarihi görevi yerine getirmiştir. Eğitimci-Türkçü; siyasetçi, İnkilapçı-Türkçü; Türkçü devlet adamı; demokrat-Türkçü olarak tarihe geçen E. Elçibey ekolünün çalışmasını bitmiş kabul etmek yanlış olur. Elçibey, bugünkü Türklüğün ve Azerbaycan’ın tarihi meseleleri üzerinde daha büyük fedakarlıkla, daha büyük ciddiyet ve kararlılıkla çalışmaktadır. Tarih bu gün yazılmaya başlanmıştır. Elçibey’de onun ön sıralarındadır. ülküsünü zenginleştiren Atatürk ve Mehmet Emin ekolü, onların Türk Devletçilik tarihinde oynadıkları roller, özellikle önem taşır. Zaman geçtikçe yalan ve iftira, hile ve düzen, zulüm ve işkence temeli ile oluşturulan SSRİ dağılmaya başlar. “Bu imparatorluk dağılmalıdır” diyen ve bu yolda her türlü azaba eziyete katlanan, soruşturmalara maruz kalan Elçibey, bu imparatorluğun dağılmasına sebep olan şahıs olarak tarihe geçirilmiştir. “Bu imparatorluk kendi kendine dağılmıştır!” diyen komünistler, özellikle komünist milliyetçiler; ilmi, tarihi bilmeyen siyaset tellallarıdır.İmparatorluğu yıkan: Halkların, milletlerin iradesi olmuştur. Bu milli irade şekillerinden biri de Türklük dünya görüşüdür, Türkçülük ideolojisidir. Mankurtluk felsefesini; Rus-Sovyet Emperyalizminin asimilasyon gücünü; bölünme, parçalanma faciasını; milli benliği mahveden ağır sosyal yaraları; özellikle, C.Aytmatov, R.Rıza, B.Vahapzade, O. Süleymanov, H. Memmedov gibi büyük fikir adamları gündeme getirmişlerdir. Bu şahsiyetlerin arasında Elçibey’in ismi de şerefle geçmektedir. Bu imparatorluğu halkların direniş faaliyeti yıktı. General Grigoryenko, Soljenitsin, İ.Cemiloğlu gibi Elçibey’in de adının geçmesi bizim için gurur kaynağıdır. Bu imparatorluğu Almatı’da, Tiflis’te Bakü’de başlayan ilk başkaldırı, direniş dalgaları yıktı. Aynı başkaldırı dalgasının büyük ve kaynaklarından biri, tarihin hafızasına inkilap ve milli devlet şeklinde kazınan Bakü’ydü. Bakü Azerbaycan’da başlayan “Milli Azadlık Hareketi”nin lideri E. Elçibey’di. Tarihi, kendi kanunlarına uygunluğundan ayrı düşünmek mümkün değil. Hürriyete susayan halk, bu hürriyet ve bağımsızlık için her şeye hazır olan liderini bulmalıydı. 1992 yılında yapılan ilk demokratik seçimlerde Elçibey; milli, bağımsız, demokratik devletin seçimle işbaşına gelen ilk cumhurbaşkanı oldu. Arkasında Rusya’nın ve İran’ın durduğu yerli mafya ve komünist gençler birleşerek, Azerbaycan’ın milli demokratik devletine karşı silahlı başkaldırı da bulundular. 1993-1997 yıllarında Keleki’ de, daha sonra da Bakü’de yasal, fakat aynı zamanda yasaklı cumhurbaşkanlığı devrinde ve bugüne kadar devam eden sonraki günlerde Elçibey, Türkçülük ideolojisinin nazari meselelerine, Türk dünyasının problemlerine dair kıymetli yazılar yazdı. Bu fikirler, Elçibey’in “Bütün Azerbaycan yolunda”/ Ankara, 1998/ kitabında, T. Yazgan’ın, H. Açıkgöz’ün, F. Gazanferoğlu’nun, 61 Desen: D.Mete Karaçoban Yetik OZAN El emeği, alın teri, göz nuru; Bu kilimde üç çilenin yünü var, Boşa değil şu kibiri, gururu; Yedi iklim, dört köşede ünü var. Renk almış yaylanın çiçeklerinden, Desen tutmuş buğday başaklarından, Gök kuşağı ağmış saçaklarından; Üzerinde bir ilkbahar günü var. Her teli bir pınar olup akmada, Her düğüm yâr gözü gibi bakmada, Biçimler el ele halay çekmede; Sanki ortasında köy düğünü var. KİLİM Bir ucunda bir destana başlanmış, Bir ucunda gülle bülbül eşlenmiş, Bir ucuna acı gerçek işlenmiş, Bir ucunda tatlı düşler tünü var. Yunus Emre tapınanda yüz koymuş, Karacoğlan saz çalanda diz koymuş, Köroğlu dört nala geçmiş iz koymuş; Boylamında erenlerin yönü var. Höyük gibi bengiliği yaşıyor; Bağrında bir kutlu gömü taşıyor, Yaşı nice yüzyılları aşıyor; Bu kilimde uygarlığın dünü var. 62 GÖNÜL BAĞI… GÖBEK BAĞI; BİR BOZKURT’UN ÖLÜMÜ Altemur KILIÇ Ebulfeyz Elçibey (Elçibey’e “Ebulfez” diyorlar; ama ben “Ebulfeyz” demeyi daha mantıklı buluyorum.) gerçek bir Türk milliyetçisi bir Türk büyüğü idi. Onu 1991 yılında, Sovyet İmparatorluğu çöktükten sonra Muttalibov ara döneminde, Kızılordu’nun Bakü’deki katliamının hemen akabinde, Bakü civarında gizlendiği evde ziyaret etmiş ve tanımak şerefine nail olmuştum. Odasının duvarları Türk Bayrakları ve Atatürk resimleri ile donatılmıştı. Acaba bunca yıllık Sovyet işgali Azerî kardeşlerimizi ne kadar etkiledi, millî hislerini, Milliyetçilik şuurlarını ne kadar erozyona uğrattı diye endişelenirken, onunla konuşmam Azerbaycan ve Azeriler hususundaki imanımı tazeledi. Elçibey adını benimsemesi, küçük bir işaret! Ne var ki, eskileri karıştırmakta yarar yok. Zaten Haydar beyle mücadele eden Ebulfeyz de sonraları Haydar Bey’in devlet adamlığını ve sonralardaki icraatını övmek büyüklüğünü göstermiştir. Burada belirtmeliyim: Rahmetli Elçibey romantik fakat inanmış bir milliyetçi ve Turancı idi. Haydar Aliyev ise gerçekçi ve zamanında değişmesini bilen ve beceren bir politikacı. Yakından bilirim; Elçibey, Cumhurbaşkanlığı esnasında, aleyhinde oluşan komplo belirtileri kendisine bildirildiğinde, bunlara kesinlikle inanmamış: “Kim ki bana dokunacakmış!” demiştir. Acı olan T.C. devletinin, güç zamanlarında, Elçibey’e gereken desteği vermemiş olmasıdır. Kızılordu kompleksi yüzünden. İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarında bize iltica etmeye çalışan 200 kadar Azerî’yi, o zamanki Ankara’nın emriyle hudutlarımızdan içeriye almamak ve böylece oracıkta mitralyözle katledilmelerine imkan vermek de başka, tarihî bir büyük ayıptı. Bazı kıytırıkların ve diplomatlarımızın, Elçibey’in Türkiye’ye tedaviye getirilmesine de “acaba Haydar bey gücenir mi?” diye karşı çıkmaları da büyük bir ayıptı. Bu engel MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, Enis Öksüz ve Abdülhâluk Çay’ın iradeleri ile aşılmıştı! Öldükten sonra Türkiye’de layık olduğu Devlet Töreni yapılmayıp alelacele Bakü’ye gönderilmesinde de acaba aynı “Haydar Beyi gücendirmek” endişesi mi vardı?” Düşünmek bile istemiyorum. Bir de, her böyle olaydan sonra, dedikodular çıkar; şimdi de Elçibey’e Türkiye’deki hastanelerde gereken ihtimamın ve hazakatın gösterilmediği, “Amerika’ya gönderilseydi…” dendiği alttan alta söyleniyor. Hiç MHP’li ve Elçibey’e bağlı Bakanlardan böyle bir şey sadır olur mu? Gerçek muhakkak ortaya çıkar ama şimdi Sevgili Elçibey’in yasını tutalım ve ona Allah’tan gani gani rahmet dileyelim! Turan’ın öncüleri Azerî Türklerinin, Türk Milliyetçiliğinin, Turan idealinin öncüleri olduğunu hep bilirdim, 1918 de, Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa’nın komutasında Bakü’ye giren Türk İslam Ordusunun Başyaverliğini yapan Babam, Bakü’de bir süre kalmış, çok sağlam Azerî dostlarla ilişkiler kurmuştu. Bunlardan biri de, sonraları benim de can dostum olan gerçek Azerî-Türk Milliyetçisi, Bağımsız Azerbaycan Cumhuriyetinin “nazırlarından” Mehmet Emircan’ın oğlu, merhum Fuat Emircan idi. Fuat, İkinci Dünya Harbi esnasında Azerbaycan’ın örgütlenmesinde büyük rol oynamıştı. Ben de 19 yaşında evden kaçıp bu Azerbaycan Lejyonu’na katılmaya kalkmıştım, Turan ideali uğruna! Bu sebeplerle, Ebulfeyz Elçibey benim için gerçek bir kahramandı. Bağımsızlık ve Türk Birliği için arslanlar gibi mücadele etti. Reel politika gereği acıdır, Türkiye’nin şimdiki çıkarları, Azerbaycan’ın bugünkü Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev ile Ebulfeyz Elçibey ve geçmişleri arasındaki farkları açıkça belirtmemi frenliyor. Ancak, Haydar beyin hâlâ “Aliyev” yani Rusça eki ile kalması, eski adı da Aliyev olan Ebulfeyz’in 63 GİTMEM... Mustafa ASLAN Ebülfez Elçibey’in aziz hatırasına... Kanla vatan ettim ben bu toprağı Son damla kanımı dökmeden gitmem. Hainin başında kurup otağı Onları hesâba çekmeden gitmem Aklını yerinden sökmeden gitmem... Kanımı veririm Bayrağım solmaz Ölür çoğalırım eksiğim olmaz Aslâ nöbet yerim Mehmetsiz kalmaz Nöbetime Tekbîr çekmeden gitmem Haçlı bilekleri bükmeden gitmem... Ölüm, korkak için kurtuluş belki Kurdun ölümünden gün umar tilki Bilin müjde kalır bundan evvelki Söküğü yırtığı dikmeden gitmem Türk’ü tek hükümrân etmeden gitmem... Ben çektim yukarı, indi aşağı Avrupa köpeği, Haçlı uşağı Beline bir daha vurup kaşağı Katırımı tımar etmeden gitmem Hâini hesâba çekmeden gitmem... Adımı Türk koyup özel yarattı Kalkanım boyumdu, soyum pusattı Kanım bazen Dicle, bazen Fırat’tı Kendi denizime akmadan gitmem Uşağın sonuna bakmadan gitmem... Çok azîz bilirim hatırımı ben Kurban’a saklarım satırımı ben Dayısına göre katırımı ben Topa koşup dağa çekmeden gitmem Alçağın belini bükmeden gitmem... Babamdan nöbeti devraldım şanla Oğlum nöbet için sırada canla Son günlerde başımdaki dumanla Dağlarımda nârâ atmadan gitmem Zaferle mest olup yatmadan gitmem... 64 SENDEN SONRA İsa Yaşar TEZEL “Sızlasa da gönüller düşenlerin yasından Koşar adım gitmeli onların arkasından Kahramanlık: İçerek acı ölüm tasından İleriye atılmak ve sonra dönmemektir” kardeş ülkeye gönderemeyenler, şimdi kendilerini hesap sorma mevkiinde nasıl bulabiliyorlar?. Odasının baş köşesinde ve göğsündeki rozette, Büyük Önder Atatürk’ün resmini ömrü boyunca şerefle taşıyan Ebülfez Elçibey, sanırım en çok Atatürk’ün ülkücü tarafına hayrandı: Onu, ülkemizdeki pek çok entelektüelden daha iyi tanıdığı, fikirlerini yorumlamasından belliydi. ATATÜRK, 1923 başlarında çıktığı yurt gezisinin ikinci durağı İzmit’te bir basın toplantısı tertip etmişti. Orada bir gazetecinin sorusuna verdiği cevap kulaklara küpe olacak mahiyettedir: “..Herkesi memnun edelim dersek mümkündür. Hepsi memnun olur ama biz gayemize ulaşamayız. İdare-i maslahatçılar esaslı inkılap yapamaz!..” Tarih: 22 Ağustos 2000… O sabah Azerbaycan’lı bir öğrenci beni telefonla aradı. Ağlıyordu telefonda. Elçibey’in vefat haberini televizyonda duymuş, doğru olup olmadığını soruyordu benden. Buz kesilmiştim. Bey, hastalığı sebebiyle nisan ayında Türkiye’ye gelmişti ve doktordan ümitsiz olduğunu öğrenmiştik ama yine de konduramıyorduk. Öylece kalakaldım. Telefon devamlı çalıyordu ama cevap veremiyordum. Neler gelip geçmedi ki gözümüm önünden. Türkistan’ın batısında, hürriyet meşalesini yakan ilk lider, Azerbaycan kapılarını dünyaya açan, her konuşmasında Atatürk’ten, dünya Türklüğünden, Turan’dan bahseden, Sovyet boyunduruğundan sonra millî birlikten bahseden, esir Güney Azerbaycan’ı bize yeniden hatırlatan Ebülfez Elçibey göçmüştü bu dünyadan. Ne yazık ki Vahit Azerbaycan’a, en büyük emeline ulaşamadan… Sonra çok daha eski yıllara gittim. Göremesem de, bütün benliğimde duyduğum Azerbaycan Milli Demokratik Cumhuriyeti ve kurucusu Mehmet Emin Resulzade. İki büyük liderin kaderi, birbirine benziyordu. Elçibey, Nahçıvan Keleki köyünde sürgün yaşamış, Ankara’da ebediyete intikal etmişti. Büyük Türkçü şair Hüseyin Nihal Atsız şu an gönlüme derman olan bu mısraları çok önce yazmış. Nedense bazen onunla özdeşleştirdim seni. Belki birbirinize çok benzediğiniz için. Bu bir teselli değil “bey”im, dilinden düşürmediğin “azatlık bayrağı”nı en yükseğe dikmek için senli günlerimizi yad ediş sadece. Senden sonra, çok şey yazıldı. Sözlerin bitişi yakındır beyim, çok çalışmanın başlayışı yakındır. Vahit Azerbaycan için söylenmemiş ne varsa, giderken söylemiştin. Biliyoruz ki onları tekrar etmek ruhuna ıstırap verecektir. Söz sana, bu son beyim, senden sonra son. Vahit Azerbaycan için, hemen ilk şafakta yola çıkma zamanı. Lakin, senli zamanları da unutmak mümkün mü? Dün buradaydın ve zamanı durduramazdık elbet ama yine de nereye beyim? Ölüm elbet hak. Ne çare ki biz, bayram sabahlarının yetimleri gibi kaldık “bey”im nereye!.. Bugünü sezerdik elbet, “Vahit Azerbaycan”ı göremeden beyim nereye?.. Azerbaycan’ın büyük lideri Ebülfez Elçibey’in ideali olan güneyi ve kuzeyiyle Vahid Azerbaycan ülküsü, bir gün mutlaka gerçekleşecektir. Elbette kolay değil ama bütün mesele, çok çalışmak ve o gücü yakalamaktır. Yola da bu büyük ülküyle çıkılabilir ancak. Tarih, güçlü olanın haklı da olduğu misallerle doludur. Kaldı ki, Azerbaycan önce haklıdır. Çünkü bu ülkede yaşayan Türklerin kat kat fazlası güneyde hâlen esirdir. Doğu Almanya, Batı ile birleşmeden önce Alman idealistlerinin yaklaşık 50 yıl bu yola baş koymadığını kim iddia edebilir? Ülkemizde idealistler faşistlikle suçlanırken, Azerbaycan’ın latin harflerine geçtiği dönemde birkaç bin daktiloyu bu (Azerbaycan Türk Kültür Dergisi) 65 Resulzâde ise dünya dengelerinin oluşumuna bir yerde yenilmiş, ülkesinden çıkmak mecburiyetinde kalmıştı. O da ikinci vatanı Türkiye’ye gelmiş, Azerbaycan Kültür Derneği’nin kurulmasına öncülük etmiş, yurt dışındaki Azerbaycan Türklerinin, aydınlarının oluşturduğu Muhaceret Edebiyatı içinde ömrü boyunca, ülkesinin yeniden hürriyete kavuşması için uğraşmıştı. Her iki lider de Ankara’da ebediyete intikal etmişti. Elçibey ile tanışmam, Ruslar’ın 20 Ocak 1990 Bakü katliamından sonra oldu. Halk Cephesi, Azerbaycan Türklerinin hürriyet sembolüydü ve başında da koca Sovyetler’e karşı direnen Elçibey vardı. Aynı yılın Kasım ayında, Derneğimiz adına Muhaceret Edebiyatı Sempozyumu için Bakü’ye gitmiştik. Sempozyum sonunda her iki ülkenin millî marşları çalınıyordu. Oralara yolu düşmeyenler, anlamakta güçlük çekerler ama marşlar çalınırken bazıları dışarı çıkıyor, bazıları da oturuyordu. Marşlara tepki olsun diye değil, maalesef millî bir zihniyet oluşmadığı içindi bu. Türkiye’den gelen konuklar ile birkaç Azerbaycan’lı, marşları ayakta saygıyla sonuna kadar dinlediler. Dikkat ettim, ayaktakilerden birisi de Elçibey’di. O anda çok farklı olduğunu anlamıştım. Otele döndük ve bir süre sonra bizi ziyarete geldi. Yaklaşık 10 kişiydik. Vakit gece yarısına doğruydu. Halk Cephesi’nin efsanevi lideri ile daha da yakındık şimdi. Halk Cephesi ile Azerbaycan Kültür Derneği arasında siyasî işbirliği protokolü imzalanacaktı. Elçibey, devamlı sigara ve çay içiyor, şakalar yapıyordu. Sohbet sırasında, sanırım Cemil Ünal Beydi, Ruslar’ın her şeyi yapabileceğini, dikkatli olmasını rica ediyordu. Verdiği cevabı hiç unutmam: “Milletimin yoluna canım feda olsun. Ben ölümü çoktan göze almışım. Kaldı ki ben ölsem bile bu hareket devam edecektir. Azerbaycan, mutlaka azadlığa kavuşacaktır.” Bey, daha sonraki günlerden birinde bizi yemeğe davet etti. Genellikle Elçibey konuşuyordu. Ben hayranlıkla onu dinliyordum. Çok iyi bir hatipti. Her zamanki gibi heyecan ve inançla anlatıyordu. Yemeğin ortalarında ayağa kalktı, vecd içinde Necip Fazıl’ın Sakarya şiirini baştan sona ezbere okudu. Doğrusu şaşırmış ve o derecede de duygulanmıştım. Çünkü ülkemizde bile bu güzel şiiri acaba kaç kişi ezbere biliyordu. Biz döndükten sonra, Azerbaycan yine çok zor günler geçirdi. Sovyet baskısı, gözaltına almalar. Bir keresinde Rus askerleri Halk Cephesi binasını basmış, Bey, binayı terk etmemiş. Maalesef, göğsüne dipçikle vurmuşlar. Belki de o gün yediği darbeler, ciğerlerinde tahribat yapmıştı. Ama bu günler de geçti. 1992 Haziranında Bey, bütün dünyanın takdir ettiği Azerbaycan Devlet başkanı sıfatını taşıyordu artık. İlk tebriğe gidenlerden biriydim. Elçibey, hiç değişmemişti. Yine şakalar yaparak karşıladı bizi. Gecesini gündüzüne katıp çalışıyordu, ilk icraatlarından biri; Kızıl Ordu’yu, Azerbaycan’dan kovmak oldu. Millî para, millî marş, eğitimde reformlar, Latin alfabesine geçiş hep onun zamanında oldu. Ve tabii, Ermenistan ile girilen Karabağ harbinin en acımasız ve zorlu ayları da onun başkanlığı sırasında yaşandı. Bilindiği gibi bu harpte, Ermeni kurmaylarının çoğu Rus’tu. Bütün imkansızlıklara rağmen, kaybedilen toprakların bir kısmı geri alındı. 1993 kışında, Kelceber; Ermeniler tarafından sarıldığında, oradaki Türkleri tahliye etmek gerekiyordu. Bey, günlerdir uyumuyordu. Yanında Arif Hacıyev vardı. Türkiye’yi aradılar. Tahliye için iki helikopter istiyorlardı. Türkiye’den yetkililer olumsuz cevap veriyorlardı. Bey, oturduğu koltukta öylece kalakalıyordu, çok üzülmüştü. Sonra Çeçenistan’dan Cahar Dudayev aranıyor. Karşı taraftan gelen cevap, helikopterlerin hemen gönderileceği şeklindedir. Ancak maalesef bölgede, kar, fırtına vardır ve helikopterler Kelceber’e ulaşamaz. Sonra isyanlar, ihanetler. Ardından, büyük devletlerin de karıştığı, Azerbaycan’daki iktidar savaşı. Bir yıl önce Haziran ayında başkanlığa gelen Elçibey, 1993 Haziran’ında görevi bırakıyor. Doğduğu yerde, Nahcıvan’ın Keleki köyünde bir nevi sürgün hayatı yaşamaya başlıyor. Başkanlıktan ayrıldığı günü hiç unutmam. Önceden planlanmış olduğu üzere, tek oğlumun, Fatih’in sünnet düğününü yapacaktım. Azerbaycan’lı dostlarımın çoğu da davetliydi. Fakat aynı gün, 17 Haziran’da, Bey’in çekildiği haberini aldık. Dernek başkanımız Cemil Ünal ile birlikte, Keleki’ye ziyaretine gittik. Yılmamıştı, yıkılmamıştı. Azerbaycan, Güney Azerbaycan dilinden düşmüyordu hâlâ. Bir ara oğlumun sünnet günündeki fotoğrafını çıkardım, imzalamasını rica ettim. Gülerek, ‘’inşallah toyuna geliriz’’ dedi ve 66 çıkacağız.’’ Sonra, ‘’Güney Azerbaycan’a sahip çıkın, onlar yetim, öksüz ve arkasızdırlar, onlara ses verilmeli, vahid Azerbaycan’’ diyordu. Ama göremedi. Bir yıldız gibi sessiz ama parlayarak gitti. Senden sonra, yasaklı olduğum, men edildiğim Azerbaycan’a yine gittim Beyim. Gözümü kırpmadan gittim. Bakü’de, cenaze törenindeki 200 bin kişiden biriydim. Sana karşı son vazifem değildi bu. Karabağ’ı, Vahit Azerbaycan’ı görene kadar sürecek. Gittim Beyim. Yine gideceğim. Elçibey ya sen! Gülhane Askeri Hastanesi’nde tedavi olma arzuna uzun süre müspet cevap vermeyen Türkiye yetkililerine, biraz kızgındın sanırım giderken… Hocalı’daki katliamı, Kelbecer’deki ihaneti gördüğün için yanıktın. On binlerce gaçgının içler acısı hâlini gördüğün için… Nereye Beyim nereye? Karabağ’ı, Şuşa’yı, Laçin’i, Ağdam’ı almadan nereye? Nereye Beyim? VAHİT AZERBAYCAN seni bekliyor nereye?... imzaladı. Daha sonra bir kez daha Keleki’ye ziyaretine gittim. Ama ertesi sene, şimdiki iktidar tarafından Azerbaycan’da tutuklandım ve 67 gün cezaevinde yattım ve bu yüzden bir daha Bey’i ziyaret etmek nasip olmadı. Nihayet o geldi Ankara’ya. Beni görünce ilk sözü, tutuklanışıma gönderme yaparak; ’’Niçin Bakü’ye gelmiyorsun?’’ diye takılmak oldu. Sağlık problemleri sebebiyle burada bulunuyordu ve hüzünlü havayı dağıtmak istiyordu. Epey sohbet ettik. Ayrılırken elini öpmek istedim, izin vermedi, hasretle kucaklaştık. Derken sağlık durumunun pek iyi olmadığını öğrendik. Temmuz ayında Ankara dışındaydım. Elçibey ise tedavi için yine Ankara’ya gelmişti. Dönüşte ilk işim ziyaretine gitmek oldu. Zayıflamıştı, bitkindi ama uğruna ömrünü adadığı ülkesi yine sohbetinin baş konusuydu. ‘’Müjdem var sana’’ diyordu. ‘’Muhalefeti birleştirdik. Elçibey-İsa Kamber bloku oluşturduk. Eski silah arkadaşları yine bir araya geldi. Önümüze engeller çıksa da aşacağız. Seçimlere birlikte giriyoruz, göreceksin biz galip 67 AL KURTULUM Garipkafkaslı Əbülfəz Elçibəy’in aziz hatırasına... Canım hamdır pişmemişem, Al hallacı çal kurtulum, Gün batanda men yok olum, Her seher başdan gurulum, Apardım illerin yükün, Boynum bükük Göktanrıma, Yoktur borca tahammülüm, Can borcum var al kurtulum. Ardıç kuşu konmuş dala, Geçirmiş sesin dikene, Dut yaprağı olmuş bağrım, Nedir bu söken, sökene, Tike tike zerrelerim Aparırlar Hünkârıma, Zincir sende işte boynum, Zindanına sal kurtulum. Susamıştım…”Su!” dediler, Baldıranı içirdiler, Elli yılda dokumuştum, Emeğimi puç ettiler, Yoktur ölümden öte köy, Yanıram men öz narıma, Budur geldim darağacı, Olum sana dal kurtulum. Garipkafkaslı lal derviş, Sözünü laldan devşirmiş, Odun kılmış öz nefsini, Özünü odda pişirmiş, Bir şeyim yok, men kasıbam, Sığınmışam men arıma, El çektim vardan, dövletten, Kurtarsın bu hal kurtulum. 68 SON ALPEREN ELÇİBEY Dr. Aslan TEKİN Son Alperen Ebulfez Elçibey de bu dünyadan göçtü. O bir “Ruh Adam”dı. Türk Birliği ve Türk gücü isteyen her Türk’ün gönlünde Elçibey’in müstesna bir yeri vardır. O bir fikrî öncüydü. Ülkesinin bağımsızlığı için hapse düşmüştü. Sovyetlerin dağılmaya başlamasıyla örgütlenen Azerbaycanlıların başına geçmiş ve ölüm pahasına Rus askerlerini Bakü’den çıkarmıştı. Ama Azerbaycan’ı ona yar etmek istemeyen güçler, başına Ermenistan’ı sardılar, sonra iktidardan düşürdüler ve köyüne çekilmeye zorladılar. Elçibey, bir Alperendi, bir gönül adamıydı. Bir “ruh”tu. Kimseyi kırmak, kimseyi üzmek istemiyordu. Ne demir yumruğu vardı, ne de demir yumruğa geçirilmiş kadife bir eldiveni. Onun içindir ki, Atatürk’ü çok sevmiş, onun içindir ki Türkeş’e “liderim” diyecek kadar tevazu göstermişti. Elçibey zor zamanların “soy soylayan boy boylayan” bir “Dede Korkut’u, bir “bilge kişi”si, bir “aksakal”! idi. Hayata gözlerini kapadığında 62 yaşındaydı. Çile dolu bir ömür sürmüştü. Türk milletine sevdalanmış, kalbi onulmaz bir Türk Birliği aşkıyla hasta olup derman aramayan bir dervişti. Elçibey, ülkesinin bağımsızlığı ve Türk Birliği için bir ömür tüketti. Bayrağı yükseltti, örnek oldu. Bu dünyada ad bırakarak, dar-ı bekaya göçtü. Elçibey Türk sevdalısıydı. Onun bir dünyası vardı, o da “Türk Dünyası” idi. Derviş ruhluydu, şairdi. “Türk” diyebilen, ikinci bir Türk Dünyasından devlet adamı daha çıksaydı, bir “Türk Birliği” doğacaktı. Elçibey, Türkiye’yi çok iyi tanıyordu. 1990 başına kadar bağımsız tek Türk devleti, onun “kutup yıldızı” idi. Hayalden gerçeğe Elçibey, çocukluğundan beri bağımsızlık hayali kuruyordu. Sovyetler zamanında, bağımsızlık ateşini körüklüyordu. Bunun içindir ki, komünist yöneticiler onu hapsettiler. Sovyetler dağılmaya yüz tuttuğu bir anda, Halk Cephesi etrafında kenetlendiler. Şair, yazar, fikir adamı Elçibey, Halk Cephesi’nin liderliğine getirildi. Yıl 1989’du. Azerbaycan’ın (Türkiye Gazetesi 24.08.2000) “ziyalıları” çoktur. Ziyalı, münevver insan, aydın insan demektir. Azerbaycan’ın ziyalıları, diğer Türk Cumhuriyetleri ziyalılarından farklıydı ve bağımsız düşünebiliyor, bağımsız fikir üretebiliyor ve birbirine sahip çıkabiliyorlardı. Elçibey, Nahcıvan’ın Keleki Köyü’nde 1938’de doğmuştu. Asıl adı Ebulfez Kadir Güloğlu Aliyev idi. Suçu: Hürriyet istemek Elçibey, Azerbaycan Bakü Devlet Üniversitesi Arap Dili ve edebiyatı Bölümünü bitirdi. Mısır’a giderek Kahire’de araştırmalar yaptı. Uzun yıllar El Yazmaları Merkezi’nde çalışmış, tarihle iç içe yaşamıştı. Üniversitede ders vermişti. Elçibey dışarıyı tanımıştı, hür dünyayı görmüştü. Ve Bağımsızlık özlemlerini terennüm etmişti. O, “Yükselen bayrak bir daha inmez” diyen Mehmet Emin Resulzâde’yi, Musavat Partisi’ni, 19181920 arasında kurulan Azerbaycan Türk Cumhuriyetinin kuruluş sevincini ve yıkılış hüznünü biliyordu. Elçibey yalnız bunları değil, son bağımsız Türk Cumhuriyetini, Mustafa Kemal’in önderliğindeki Millî Mücadele’yi de çok iyi biliyordu. Türkiye’de esir Türklerin bağımsızlığa kavuşmasını isteyen grupların varlığından da haberdardı. Onun için Alparslan Türkeş’e ayrı bir sevgi besliyordu. Elçibey, bir şeyi daha idrak etmişti. Hür yaşamayı istemenin bir bedeli vardı. Onun için bu bedeli ödemeye hazırdı. 1976’da komünist yönetim Elçibey’i hapsetti. Suçu: Bağımsızlık duygularını terennüm etmek! 1978’e kadar hapiste kaldı. Bu tarihte “şartlı” olarak salıverilmişti. Gorbaçov, Sovyetlerin başına geçtikten sonra “açıklık” ve “yeniden yapılanma”nın anlamları da yavaş yavaş aydınlanmaya başlamıştı. Bu “işgal” altındaki ülkelerin kurtuluşu için vesile olabilirdi. Sovyetlerin dağılmsaı ufukta alaca kızıllık belirtisi gösterir göstermez, daha 1988’de, üç Baltık ülkesi Litvanya, Latviya ve Estonya’da halk cepheleri kurulmaya başlandı. Bu Elçibey için “umut” oldu. 69 BİR ŞƏKİL ÇƏKƏCƏM..! Huşəng CƏFƏRİ* Azerbaycan İran deyilen bu ölkenin başıdır.. Onun gözüdür… Amma bu baş bir dil isdir, bir yazan isdir, bir yazıb oxumaq isdir… Bir eli boranda, qarda çəkəcəm, Bir eli baharda, varda çəkəcəm..! Bir şəkil çəkəcəm göz giləsinə, Arzular düzülə silsiləsinə. Bir bahar salacam qış çiləsinə Bir lala xonçasın qarda çəkəcəm..! Bir dağı çəkəcəm duman içində, Bir haqqı doğruldan güman içində, Bir yaxşı bitirəm yaman içində, Şaxtada bir ağac, bar da çəkəcəm..! Bir seli çəkəcəm Sara qoynunda, Bir eli yardımsız, yara qoynunda, Bir dili asılı, çara qoynunda Bir dili dilçəksiz, darda çəkəcəm..! Tikili bir ağız çəkəcəm buma, Bir dərin baxış ki, fikirə, cuma, Yollayam şəklini Tehrana, Quma, Bir elin yoxluğun varda çəkəcəm..! Bir işıq çəkəcəm, uzaqdan atıb, Bir dəniz çəkəcəm, dənizə batıb, Bir eli çəkəcəm, min ildir yatıb, Varlığın bilmirəm harda çəkəcəm.?! Neyləyim, dilsiz bir baş, çəkəmmirəm, Sinəmdə ürək var, daş çəkəmmirəm, Elimin gözündə yaş çəkəmmirəm, Bu elin mahnısın tarda çəkəcəm, Elimi baharda, varda çəkəcəm..! bum: Fotoğraf Albümü cum: Hücuma geçmek, dalmak * Urmiye- Güney Azerbaycan 70 TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ VE ELÇİBEY Yılmaz ÖZTUNA Merhum Elçibey, tam bir Türk milliyetçisi idi. Azerîce konuşan bir Kuzey Azerbaycanlı olduğu iddiasında bir kabile milliyetçisi değildi. Rus sömürgeciliğinden yakasını kurtaran Kuzey Azerbaycanlılar, büyük kısmı Kuzeybatı İran’da yaşayan Azeri Türkleri’nin bile küçük bir bölümünü oluştururlar. Elçibey, bu gerçeklerin şuurundaydı. Zaten asıl mesleği tarih hocalığı idi. Adriyatik’le Çin Seddi arasında yayılan ve derinlemesine bir tarihten gelen çok büyük bir milletin parçası bulunduğunu biliyordu. (tarih ve coğrafya bilmeyenler, bilhassa Özal ve Demirel’ce çok kullanıldığı için olacak, bu Adriyatik-Çin Seddi kavramıyla dalga geçmişlerdir.) Binaenaleyh daha geçen asırda Bavyeralı, Sakson, Prusyalı vs. diye Alman’lığı ve Venedikli, Cenevizli, Romalı, Toksan vs. diye İtalyan’lığı bölen ilkel zihniyetin üzerine çıkabilmişti. Bugün Azerbaycan Cumhuriyeti’nde halk oyuna başvurulsa, büyük çoğunluk Türkiye’ye katılmak ister. Aynı oylama Türkiye’de yapılsa sonuç değişmez. Ancak politikanın gerçekleri vardır. Devletler bu şuurla yönetilir ve yürütülür. Merhum Elçibey, bu temel fikri kavrayamayan Cumhurbaşkanlarından biri idi. Evet Almanya ve İtalya 130 yıl önce birleşmeyi başardılar. Ama bugün Latin Amerika’da İspanyolca konuşan 19 ayrı devlet var. Arapça konuşan devletlerin sayısı iki düzineyi buldu. Çok yakında Türkçe konuşanların sayısı düzineyi bulacak. Sonra ne olacak? Bu, fütüroloji denen yepyeni bir bilimin konusudur. Elçibey’in bu tutumunun en büyük hasmı Rusya’mı idi sanıyorsunuz? Yanılıyorsunuz İran idi. Zira İran’ı tam ortasından çatlatacak bir tehlike idi. Onun içindir ki İran, kolay kolay din şemsiyesinden vazgeçmez. Ama Rusya, Arap Dünyası, Ermenistan, Azerî Komünistleri, pek çok dış güç ve inanınız Türk Cumhuriyetleri, Elçibey’den ürktüler. Bütün idealistler gibi romantik olan ve kendisini çok seven dostu Türkeş’in bana dediği gibi –politika yeteneği bulunmayan bu büyük adam, bugün Türk milliyetçiliği tarihindeki önemli isimler arasında yerini aldı. Allah rehmet eylesin! (Türkiye Gazetesi, 24 Ağustos 2000) 71 YAZIRAM... Mirza SAKİT* Səni qandırmaq üçün... sanma əsəbdən yazıram Bunu cahil nə bilər, hansı səbəbdən yazıram ? Gecə Allah buyurur, yerdə günüz bəndələri, Oturub əldə qələm, haqlı tələbdən yazıram Fərqi olmaz, ya cəhənnəmdə ya cənnətdə olam, Cuşə gəlcək fələyin hökmünü təbdən yazıram Qanı haqq sovqatı Mövlanəmizin xütbələrin, Mən – Ənəlhəqdən- alıb, şəhri-Hələbdən yazıram Nə dirilmir, nə də ölmür – Nə mərəzdir bu belə, Söz xiridarlarının dərdinə həbdən yazıram “Verdi” Peyğəmbərə Rəbb...surələrin, ayələrin Oxuyub “şükr” elədim, indi də Rəbdən yazıram Umuram göydən ədalət payı...bir bəndə kimi, Gah susub, gah bağırıb, gah da qəzəbdən yazıram Açmışam mədrəsə qırx hücrəli...qanmazlar üçün Başda mürşid nə deyir, mən də ədəbdən yazıram Desen; Garipkafkaslı Düşmərəm zərrə qədər eşqi-məhəbbətdən uzaq, Arabir Mirzə kimi...qırmızı ləbdən yazıram *Sürgünde yaşayan Azerbaycan şairi 72 ULU BİR TÜRK’Ü KAYBETTİK Cemil ÜNAL bakmayan, inandığı fikrin esiri, gerçek bir vatanseverdi. Duygu ve düşüncelerinde samimi idi. Şahsına vereceği zararı hiç dikkate almadan, inandığı doğruları söylemek O’nun karakteriydi. Kendisini Türklük Dünyasına adamış olması, Tebriz ve Tebriz Türküne beslediği sevgi Elçibey için, Allah’ın O’na bahşettiği en güzel hediye idi. Hayatını çok mütevazı şartlar içerisinde sürdürürken, ülkesi, milleti ve istiklale olan tutkusu, pek az insana nasip olacak ölçüdeydi. İşte bu bakımdan M. Kemal Atatürk ve Mehmet Emin Resulzâde gibi onun ardından, sadece Azerbaycan ve Türkiye Türkleri değil, Türk olmanın heyecanını ve gururunu taşıyan herkes derin bir acıyla sarsıldı. O’nun gerçek misyonunu elbette ki tarih değerlendirecektir. Pek çok insan hayal bile edemediği umut ve ideallerini, her şeyden üstün tuttuğu ve güvendiği Türk evlatları gerçekleştirecektir. Türklük ülküsüne adanan bir hayatın gerçek değeri, kalbinde yaşattığı vatan ve millet sevgisi, yaktığı istiklal ateşi, hapislere, yasaklara, bütün acı ve baskılara rağmen korkusuzca sürdürdüğü mücadele dikkate alındığında, O’nun yeri, ancak yüce milletinin gönlü ve sevgisiyle anlam kazanacaktır. O, vefalı bir dost, bir gönül adamı, Türk Dünyasının aşığı bir derviş idi. Azerbaycan bağımsızlık mücadelesinin ünlü lideri, Türk dünyasının efsane ismi Elçibey, kendisine her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz bir dönemde aramızdan ayrıldı. Derneğimizin her köşesinde, soluklandığımız her anımızda O daime bizlerle beraberdi. Bizim bu ocakta 50 yıl boyunca, hararetle, umutla beklediğimiz bütün ideallerin müjdecisiydi. Azatlık Meydanı’nda, toplanan yüz binlerce seveniyle beraber olduğunda, askerin güvendiği şerefli bir komutan gibi, halkının önünde, başı dik olarak her zaman onlardan birisi idi. Karakteri, davranışları, konuşmaları, vakur ve kararlı tutumu, O’nu gerçek bir devlet adamı yapan özellikleriydi. O, Azerbaycan Halk Cephesi Genel Başkanlığı, üniversitedeki hocalığı, Azerbaycan istiklal mücadelesiyle halkın bütünleşmesinde önemli bir faktör olmuştur. İşgal ettiği makamlar, halkının O’na beslediği sevgi, yaşayışında hiçbir değişiklik yapmamış, aksine insanî değerlerimizin daha ön plana çıkmasını sağlamıştır. O, milletinin tarihini iyi bilen bir liderdi. O’nun taşıdığı fikirler, geleceğe dönük, halkının mutluluğu içindi. Mehmet Emin Resulzâde’nin yolu, şaşmaz çizgisi olmuş, ortaya koyduğu görüşler, taşıdığı idealin temellerini oluşturmuştur. Dâvâdan sapmayı asla düşünmeyen, arkasına *Azerbaycan Türk Kültür Dergisi 73 Elçibey, acıların en büyüğünü, Karabağ’ın işgali sırasında yaşadı. Türk dünyası içerisinde Tebriz onun vazgeçemeyeceği sevdasıydı. Söz vermişti. O’nunla Tebriz’e birlikte gidecektik. Tebriz Türk’ü de senelerden beri ümitle, heyecanla O’nu bekliyordu. Elçi Bey’i hepsi çok seviyordu. Sıkıntı ve sevinçlerini O’nunla paylaşıyorlardı. O, söz vermişti. Tebriz’in azatlık bayramında mutlaka onlarla beraber olacaktı. Böylesine ani bir yolculuğa çıkacağını kendilerine haber vermediği gibi, hissettirmemişti bile. Bundan dolayı Elçibey’e kırgındılar. Bayram için hazırlık yaptıklarını söylüyor, “Onun unutması mümkün değildi” diyorlardı. Üç renkli ayyıldızlı bayramlıklarını, onlara ulaştıracağından şüpheleri yoktu. Ancak Elçibey, bu emanetin, bırakacağı mirasın şahsî menfaatlere alet edilebileceğini, bazılarının bu kutsal emaneti milletinin menfaati yönünde değil, ikballeri için kullanacaklarını biliyordu. Bundan dolayıdır ki, Tebriz’in bayramlıklarını, yaptığı vasiyetiyle çok sevdiği halkına ve inandığı Türk Gençliği’ne bırakıyordu. O, ebedî yolculuğa çıkacağını biliyordu. Aylardan beri de bunun hazırlığını yapıyordu ama dostlarını, sevenlerini üzmemek için bu sırrını yüreğinde saklı tutuyordu. Mehmetçiğin omzunda son yolculuğa çıkarken; kendisini saran, ayyıldızlı bayrakla bütünleşiyordu. Bu duygular yaşanırken, O’nun bir gün daha sevenleriyle beraber olmasını içlerine sindiremeyenler vardı. Elçibey’in gitmek için acelesi yoktu. Ama onların acelesi nedendi? Kimi kimden ayırmak, kaçırmak istiyorlardı? Aziz Dost; Senin mücadeleci kimliğini ve sana gösterilen sevgiyi kıskananlar, bu sevgi seli karşısında aşağılık duygusuna kapılarak küçüldüler. Bunları yapanları, yaptıranları sen daha iyi tanıyorsun. Sana bunları reva görmeselerdi, içlerinde taşıdıkları kin ve kıskançlığı kusmasalardı, asıl o zaman üzülmem gerekirdi. Senin için makamların en yücesi, Türk evladı olmaktı. Fikirlerin daima yolumuzu aydınlatacaktır. Milletin gönlünde yer tutan sevginle her zaman var olacaksın. Ruhun şad olsun! Türk dünyasının başı sağolsun… Desen: D. Mete Karaçoban 74 … TÜRK BUDUR Osman Nuri TOPBAŞ * … Abdulhamîd Han, kendisine Osmanlı’nın bütün dış borçlarını ödeme mukabilinde Filistin’den toprak isteyen Teodor Hertzel’e :” Ben Filistin’den bir karış toprak dahi satmam! Zira bu vatan bana değil, milletime aiddir. Milletim ise, oraları kanlarını dökerek kazanmış ve mahsuldar kılmıştır. Şehit kanlarıyla alınmış vatan parçası. Para ile satılmaz. Biliniz ki, ben canlı bir beden üzerinde sizin yapmak istediğiniz bir ameliyata asla müsaade etmem!” demiş ve tehlikeyi bertaraf için birçok ciddi tedbirler almıştır. Onun gösterdiği bu irade ve dirayet karşısında bir şey yapamayanlar, bu koca sultanı tahttan indirmedikçe emellerine kavuşamayacaklarını anlayarak nihayet o meşum(uğursuz) hali, 1908 de bir kısım içteki gafillerle gerçekleştirmişlerdir. II. Abdülhamit’teki bu sahiplenişin Müslüman tebaaya yansıyan oldukça calib-i dikkat tezahürleri vardır. Bunlardan birine bir Mescid-i Aksa ziyaretinde şahit olan İlhan Bardakçı şöyle anlatır: “ Mescid-i Aksa’ya girerken merdivenlerinde dimdik dikilmiş bir kimseye rastladım. İki metreye yakın bir boyu, iskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysisi vardı. Yüzüne bakınca ürktüm. Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibiydi. Yanımda bulunan İsrail Dışişleri Bakanlığı Daire başkanına sordum: -Kim bu adam? Omuz silkti: -Bilmem, bir meczup işte, dedi. Bunun üzerine o adama yaklaşıp bilmediğim bir hisle: -Selamün Aleyküm baba! dedim. Bana bizim o canım Anadolu aksanımızla cevap verdi: -Aleyküm selam oğul! Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm, öptüm… -Kimsin sen baba? Dedim. Keskin bakışlarıyla yüzüme baktı: -Ben, Kudüs’ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan artçı bölüğünden 20. Kolordu, 36.tabur, 11. Ağır makineli Tüfek Takım Kumandanı Onbaşı Hasan’ım, dedi Bu defa yüzüne baktığımda; bir minare şerefesi gibi gergin omuzları üzerindeki başı, öpülesi bir sancak gibi geldi. Ellerine bir kere daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı: -Sana bir emanetim var oğul! Nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi? -Elbette, dedim. -Memleketine avdetinde yolun Tokat sancağına düşerse, git burayı bana emanet eden kumandanım kolağası(Yüzbaşı) Mustafa Efendiyi bul. Ellerinden benim için bûs et (öp). Ona de ki, gönül gomasın! Ona de ki, 11. Ağır Makineli Tüfek Takım Kumandanı Iğdırlı Onbaşı Hasan, o günden bu yana bıraktığın yerde nöbetinin başındadır. Tekmilim tamamdır kumandanım! Ona böyle de! Öleyazdım. Onbaşı Hasan, tam 57 yıldır nöbetinin başındaydı.” * Topbaş, Osman Nuri, Abide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı, İstanbul, 1999, s:520–522 75 TÜRK Ali ŞAMİ* Savaş günü binər olsa ata TÜRK, Alkış deyer Türk oğluna ATATÜRK! Dağ dereler yel tozuna çatammaz, Əgər atın beli üste yata TÜRK! Dutar boğar caynağında kuş gibi, Qansız düşmen girmiş olsa çata TÜRK! Bir kanına doxsan dokkuz kan eyler, Bir damlada koymaz kanı bata TÜRK! Görse yurdun yabançılar elinde, Mümkün deyil bir gecede yata TÜRK! Nə haldır ki, mərd olanın bir tüyün, Yüz namerdin ekmeyine sata TÜRK! Arzum şudur hamı vere el-ele, Malı-mala, canı-cana kata TÜRK! Bundan başka yokdur benim dileyim, Bir gün ola muradına çata TÜRK! *Urumiye / Güney Azerbaycan 76 EY KALB! Hacer KARAKAYA Dinlendim ama demlenemedim, yorgunum halâ; binlerce ok saplanmış kalbe, vurgunum halâ.. Bir âh dedim derinden duy beni Ya Allah! Sil günahlarımı, senden gayrısı silemez ey âh! Âraftayım. Âr ve af dayım.. Bitmeyen bir âh’dayım.. Heyhât! Ey hat, yaz ömrümü yaz da okusun hayat! Bu kalb, yanan kalb, kırılan kalb, dağılan kalb.. Noktasına ulaşamayan bir hiç olan kalb!.. Ey Mecruh-ul fuâd!.. Yanılmışım, uğultulu bir tepede sevda şarkıları beklemişim. Âh yanılmışlık, ah yanmışlık, hangi pencereden baksam karanlık… Durup durup kalbime bu derdi hatırlatıyorum, dönüp dönüp sığındığım liman sensin. İkliminde yeşermeyecek tohumlar ekiyorum, filizlenmeyecek çiçekler dikiyorum. Ey yaş, ey gözyaşı ak pınarlardan, döne döne karış yağmurlara, dinmez dinmeyecek bu yara.. Yâr; demek sana, yâr olmak. Yâre yol almak… Hicâz makamından geçmekteyim...Yüreğimde pinhândır sevdan… Bu tahammülsüzlük, ateşlerden, alevlerden geçip gelen bir tahammülsüzlük… Düşünüyorum: Görseydi beni, tutsaydı ellerimi, ömrümü kalbinin hizasında saklasaydı. Su bulmaz mı yatağını, pınarlardan ceylanlar içmez mi, ay dolunay olup geceyi aydınlatmaz mı? Sorular cevap bulmayan; ardı arkası kesilmeden fikrimi küstürüp sorduğum sorular.. Bir âh ile çoğalan, ruhumu ve aklımı bitmeyecek harbe çağıran sorular.. ‘’Yan, ey yüreğim yan; yakamaz yanmıyan’’ dememiş mi şair? Yakan sen, yakılan ben; bu yangının içinde yapayalnız bırakılan neden, ben? Kalbden kalbe giden o yol, bizim aramızda haramilerle kesildi de ben o son durağa ulaşamadım mı? Senin kalbin, benim kalbimin yarısı değil miydi? Beni yakan ateş, senden gelmedi mi? Göz görmedi mi, gönül meyl etmedi mi? Pervaneyi mumun etrafında döndüren ne idi? Mumun ateşi kimdendi? Pervanenin derdi neydi? Yüzümü güne döndüm, senden gelecek bir selâma kalbimi eyledim. Çöz o zincirleri, çık dehlizlerden, ak sevdaya, aşkın akan sularla, içindeki çavlanlar çoşsun aşk ile, yıka kalbini ışıklı yağmurlarla, âh ile dön, âh ile sev, bu kalb sana olsun âyan, ey sevgili, yanan kalbi etme virân. Bil ki, bu ezelden ebede giden bir ses; bil ki bu bezm-i elestten gelen bir nefes…. Ve dahi bil ki, yine bil ki, hep bil ki: Kıl tefâhür kim senün hem var ben tek âşıkun Leyli’nün Mecnûn’ı Şirin’ün eğer Ferhâd’ı var (Fuzûli) 77 AĞITLAR Osman Yüksel SERDENGEÇTİ Ağıtlar; büyük vatan mefkûresini kalplerinde yaşatan idealist Türk gençliğine, bu yolun kara sevdalılarına ithaf olundu. Desen: Garipkafkaslı Yıllardır yıllardır hayaller kurdum, Seni nam gibi aradım durdum… Ey benim sevgilim, Ey Anayurdum!.. Nerde benim, Oral – Altay dağlarım? Akşam olur, sabah olur ağlarım?.. Turan ellerinden haber gelmiyor! Yarabbi derdimi kimse bilmiyor! Dört asırdır Türk’ün yüzü gülmüyor!.. Akşam olur, sabah olur ağlarım!.. Nerde benim, Oral – Altay dağlarım? Göğden bir yerde de, başın bir yerde Senin halin attı beni bu derde… Söyle Turan sen nerdesin ben nerde? Nerde benim, yaslı Tanrı dağlarım? Akşam olur, sabah olur ağlarım!... Kimlere söylesem bilmem derdimi?!.. Acep dünya böyle zulüm gördü mü? Bozkurt gitmiş, Ayı basmış yurdumu!.. Bozkurdum der, öz yurdum der ağlarım, Nerde benim, yaslı Tanrı dağlarım? 78 Koskoca bir âlem göçmüş yıkılmış! Türbelerin, câmilerin yakılmış! Meydanlara kara putlar dikilmiş!.. Buhara der, Semerkant der, ağlarım, Nerde benim, Oral - Altay dağlarım? Doğmuyor, doğmuyor aylar, yıldızlar!.. Çalmıyor kırılmış kopuzlar sazlar!.. Karalar bağlamış gelinler kızlar!.. Akşam olur, sabah olur ağlarım!.. Nerde benim, yaslı Tanrı dağlarım? Sen ey Hazar, Engin Hazar, Türk Hazar! Söyle bana sularında kim gezer? Kâfir Moskof yine mezar mı kazar?.. Seyhun gibi Ceyhun gibi çağlarım, Nerde benim, Oral - Altay dağlarım? Artık Dede Korkut öğüt vermiyor, Gültekinden bildirgeler gelmiyor! Ne söylesem olmuyor, ah olmuyor!.. Nerde benim, Oral - Altay dağlarım? Akşam olur, sabah olur ağlarım!.. Moskof bayrağını çekmiş gemiler, Yol alırken dalgaların iniler, Her gelen haber de derdim yeniler!.. Nerde benim, Oral - Altay dağlarım? Akşam olur, sabah olur ağlarım!.. Sürüler dağılmış yaylamaz olmuş, Irmaklar kurumuş çağlamaz olmuş, Ozanlar, Şamanlar söylemez olmuş Nerde benim, Oral - Altay dağlarım? Akşam olur, sabah olur ağlarım!.. Vatanlar, vatanlar esir vatanlar! Ey yüreği vatan için atanlar! Toplanın elleri silah tutanlar!.. Kıyam etsin ölülerim, sağlarım! Nerde benim, yaslı Tanrı dağlarım? Mağripten maşrıkı soranlar hani? Çin’i, Viyana’yı saranlar hani? Üç Kıt’ada dimdik duranlar hani? Nerde benim, Oral - Altay dağlarım? Akşam olur, sabah olur ağlarım!.. Esen yellere bak, sevda yelidir, Açan güllere bak, bayrak alıdır! Senden ayrı düşen gönül delidir! Nerde benim, Oral - Altay dağlarım? Akşam olur, sabah olur ağlarım!.. Geçmiş günler birer hayal oldular, Bedr-i tam idiler hilâl oldular, Dün cevapken bugün sual oldular! Nerde benim, Oral - Altay dağlarım? Akşam olur, sabah olur ağlarım!.. Duman olup dağlarına ağsam mı? Yağmur olup bağlarına yağsam mı? Yıldız olup göklerine doğsam mı? Ah çeker de yaşın yaşın ağlarım! Nerde benim, Oral - Altay dağlarım? Kınaman dostlarım gözümde yaş var! Şu kara bağrımda bir kara taş var! Tam elliiki milyon esir kardaş var! Nerde benim, yaslı Tanrı dağlarım? Akşam olur, sabah olur ağlarım!... Konya Hapishanesi (1947) 79 “BAĞDATLI ŞAHSEVEN KIZILBAŞLAR”DA HALK İNANÇLARI Dr. Yaşar KALAFAT Kızılbaşlık genelde Alevilik karşılığı olarak kullanılır ve bu tanımlama Aleviliğin genelini kapsamış olur. Ancak bazı kaynaklarda ve bir kısım izah şekillerinde de Kızılbaşlık Alevilik üst başlığının altında Aleviliğin türlerinden bir inanç türü olarak geçtiği de olur. Biz bu sorunun İran Türk kültür coğrafyasındaki cevabını büyük dedesi kethüda/kenthüdalık yapmış bir Şahseven Kızılbaş’tan öğrenmek istedik. Bu arayışımıza Bağdat Şahsevenlerinin halk inançlarına dair öğrenmek istediğimiz halk inançları içerikli diğer hususlar da eklendi. Bu yazımızda halk inançlarına dair tespitlerimize ve bu konudaki bulguları Türk kültürlü diğer halkların inançları ile yapacağımız karşılaştırmalara yer vereceğiz Kızılbaşlık tanımlaması genelde askerî bir adlandırmadır. Şahsevenlik, Kızılbaşlıktır ve sadece İran Türkleri değil Türkiye veya Türkmenistan Türklerinden de Şahsevenlik tanımlaması kapsamına giren ve Sünnî olan Türkmen yoktur. Şahsevenlerin hepsi Kızılbaştır. Sava-Kum’da ayrıca Şahsevenlerin yanı sıra Garaganlılar Halaçlar ve diğerleri de vardır. Ancak bunlar Şahseven değillerdir. Sava-Kum Şahsevenleri’ni Nadir Şah Kaşkay’dan Mugan’dan Erzurum Derbenti üzerinden Kerkük’e oradan Sava’ya getirir. Bu gelişe Şah Abbas’a olan küskünlükleri yol açar. Kendilerine Goruk/yurt verilmemiştir. Goruk almış tayfalar yurt ediniyor kendi vergilerini kendileri topluyor merkezi hükümete oluşturdukları bütçeden vergi veriyorlardı. Böylece hazineleri oluşuyordu. Sava’ya gelenleri Nadir Şah, Kaşgayıstan’a iskân edilenler, Mugan’a iskân edilenler ve Sava-Hemedan, Kum’a iskân edilenler ki bunlarda yakın uzak çevreye yayılırlar, 3 büyük iskân bölgesine yerleştirir. Güney Azerbaycan ve İran coğrafyasının genelindeki Türklüğü Şahseven Türklüğünü anlamadan anlayabilmek mümkün değildir. Biz bu topluma yörenin il yıllıklarındaki bilgilerden hareketle halk inançları bakımından değinmiştik. Ancak Sava Kızılbaş Şahsevenleri’ni yakından tanıyabilmek için boy teşkilatları ile yaylak ve kışlarları ile incelemek gerekir. Kum-Sava’daki Bağdatlı Şahsevenleri’nin miktarları yaklaşık olarak 1 milyon çıvarındadır. Yaylak-Kışlak toplam iskân alanları 200–300 den fazla kent/köy oluşturur. Geçmişte evlilik yaşı erkekler için 12–14 ve kızlar için 9 idi. Erkeğin daima birkaç yaş büyük olması istenmiştir. Şimdilerde evlilik yaşı hala çok erken iken biraz büyütülmüştür. Geçmişte her ailede en az 10 çocuk olurken şimdilerde bu miktar 4–5 lere düşmüştür. Bu toplumda yakın evlilik çok yaygındır. Çok kere evlilikler kendi içlerinde olur. Dışardan Şahsevenlerin arasına girmiş gelin veya damada Şahsevenler Şahseven kimliği verirler ve onun bu yolla Şahseven olması sağlanılır. Bu uygulama muhakkak yapılmalıdır. Bunların isimlerinin sonuna “zade” son eki eklenir. Bu isim hep devam eder. Onların, doğma Şahseven değil olma Şahseven oldukları hep vurgulanır ve unutulmaz. Mesela valizadelerden denilince, Vali ailesi vesilesi ile Şahseven toplumuna sonradan eklenmiş anlamına gelir. Şahseven Kızılbaşlarının inançlarında din anlayışlarında 30–40 yıl evveline kadar yoğun bir “Deli Dumrul” çizgisi hâkimdi. Bu inanç yapısını yansıtan bir anlatı çok tipik bir örnek teşkil eder. Yaylak ve kışlak hayatı yaşayan Şahseven Kızılbaşları koyunların yılın ikinci doğum mevsimi olan yaz-bahar’da binlerce koyun sağılmış kaplar doldurulmuş ancak ailenin bütün fertlerinin uğraşıları ile baydalar/süt kapları henüz toplanmak üzere iken, ana-baba günü yaşanmaktadır. Kuzuların sağımdan sonra analarına meleşerek koşuştukları bir esnada bardaktan boşanırcasına 80 bir yağmur yağar. Koyun- kuzu, çoluk- çocuk, yağmur- çamur ağlaşan meleşen birbirine karışır. Bu esnada tayfanın en yaşlı en saygın kişisinin ağ sakalının dağa doğru hızlı adımlarla koştuğu görülür. Nereye gittiği sorulduğunda, Tarı’ya/ Tanrı’ya gittiğini, olup bitenin hesabını soracağını, mevsimin bu zamanında günün bu vaktinde, bu yağmurun rüzgârın zamanımı, yerimi diye öğreneceğini söyler. Bu tutumu ile Aksakal kişi, Tarı/Tanrı için dağa yükseklere çıkılması gerektiğini düşünmekte ve O’nun ancak orada bulunabileceğine inanmaktadır. Kızılbaş aksalın her şeyin O’nun elinde olduğu inancı da vardır. Ancak O’nunla konuşulabileceğine, O’nun haksızlık yapmayacağına da inanmaktadır. Halkına karşı olan sorumluluğu ona muhatabı Tanrı da olsa hak arama yetkisi verdiğine de inanmaktadır. Benzeri tiplemeleri Türkistan’da da görmekteyiz. Tanrı’yı tarı olarak tanımlama Azerbaycan şiirinde de görülür. Şiirde, “Beni bir arı vurdu Dinbiği sarı vurdu Arı böyle vurmazdı Gökteki Tarı vurdu” denilmektedir. Şahseven Kızılbaşlarının 40–50 yıl evveline kadar ki inançlarında namaz olgusu yoktu keza cami, oruç, hac, İslamî anlamda kurban ve kelimeyi şahadet de yoktu. Bununla birlikte buradaki seyitler de oruç tutarlar. Çocuklar diğer Müslüman kesimlerde olduğu gibi sünnet edilir. Hac niyetine o dönem itibariyle çok seyrek de olsa Kerbelaya gidildiği bilinmektedir. Kelba Ceylan, Kelba Güneş gibi bayan isimleri bu şahısların Kerbayi olmalarından ileri gelmektedir. Meşed şehrinin kutsiyetini göstermesi bakımından, Meşhedullah şeklinde insan isimlerine rastlanır. Kerbelaya gidenlerin miktarı Meşet’e gidenlerden çok fazla olur. Bu inançlarda Bağdat Şahsevenleri’nin Kerkük serüveni yaşamış olmalarının etkileri de aranabilir. Aşure günleri yaya olarak Seyit Babagar, Sütlü İmamzade gibi imamzadelerin ziyaretine gidilir. Giderken ve orada Sine Dövme yapılır. 6 ay 1 veya 2 yıl ara ile yapılan bu ziyaretlerde kurban kesilir. Kesilen kurbanlar kesildikleri yerlerde bırakılırlar. İslam’daki kurban bayramı kurbanı bu toplumda yoktur. Kurban adak, nezir olarak yaşatılmaktadır. Şahseven kızılbaşları Hayırlı bir işleri olunca, mesela bebek dünyaya gelince, askerden salimen dönülünce, sünnet yapılınca veya araba alınınca kurban niyetine hayvan kesilir. Ziyaret edilen imamzadelerden Seyyid Babagar’ın türbesi Kum ile Sava arasındadır. Her oymağın yerleşim yerine yakın olan adeta tercih ettiği bir imamzadesi vardır. “ocaklara gelince hem seyitler ve hem de imamzadeler ocaktırlar. Seyyid/Seyit ölünce adeta bir şekilde imamzade olur. Dualar da çok kere bu mekânlarda yapılır. Sünni İslam’da dualar daha ziyade ezan ile gamet arasında, namazda secde anında, gece uyanınca, berat gecelerinde, Hac ziyareti esnasında, yağmur yağarken yapılmasının hayırının fazlalığına inanılır. Kızılbaşlık inancı Şii İslam tarafından örtüldüğü nispette dua makamları imamzade türbeleri Kerbela ve Meşet’de yapılmaya başlanır Bağdatlı Şahseven Kızılbaşlarda nikâhı seyit kıyar, defin işlemlerine seyit nezaret eder. Benzeri dinî uygulamaların yetkili ve sorumlusu olan seyittir. Kan davalarında kethüda rol alır seyit de barıştırıcı olarak ona yardımda bulunur. Bu toplumla cem inanç ve uygulaması yoktur. Keza Dedelik ve Babalık kurumları da yoktur. Şahseven Kızılbaşlarının meclislerinde gopuz/ kopuz çalınır. Kuzey Azerbaycan’ın sazından azçok farklıdır. Çoğur/çöğür olarak bilinir. Şahseven Kızılbaşlarında yaşanılan bu toplantıların dinî inançla ilgileri yoktur. Kızılbaş toplumunda seyidin yeri zamanla önem kazanır olmuştur. Yakın geçmişe kadar seyide değil itibar, ondan kaçılır ona tepki gösterilirdi. Kızılbaş toplumu Şiileştikçe Kızılbaşlıktan kopmakta ve aynı derecede de Farslaşmaktadır. Kızılbaşlık İran Şahseven Türklerinin kimlik belirleyicisi olmuştur. Şahseven Kızılbaş kimliğinin korunmasını isteyen, Farslaşmaya tepkili kesim kimlik kaybı konusundaki gelişmenin önüne geçemezken, kendilerine takdim edilen inancın Şiilik de olmadığını ifade etmektedirler. Şahsevenliğin, Kızılbaşlığın şemsiyesi olduğunun farkında olan kesim, tradisyonel ile modernite arasında kimlik sıkışmışlığını yaşamaktadır. Ciddi bir çözüm arayışı vardır. Hüccetül İslam, merce-i taklit noktasında Kızılbaş inançlı halk, verdiği humus vasıtasıyla, inançları ile birlikte etnik kimliğinin de kaldırılmasına, kimlik değişimine uğramasına 81 katkıda bulunmuş olmaktadır. Şahseven Kızılbaş aydını bunun farkındadır ve mücadelesini vermektedir. Yeni doğan uşağa/çocuğa adını annesi koyar. Bu toplumda otorite kadınlardadır. Neve ve neticelerin torunların ve onların çocuklarının ismini evin büyük kızı tayin edebildiği gibi asıl aile için sorunlarda çözümleyici de keza ailede ki büyük kızdır. Kastedilen aile büyük aile tipidir, oldukça kalabalık olur. Şahseven Türk halk inançları kültüründe anaerkilliğin dominant olduğu söylenilebilecektir. Bu tespiti doğrulayan başka bulgular da vardır. Halk tababetindeki tedavi yöntemlerinden birisi de bu toplumda Perpilemek’tir. Bunun için seyit hastaya gelir veya seyide gidilir. Hastasını okuyan seyit aniden bir şapalak/şaplak/tokat vurur. Bu bir şoklamadır. Hasta aniden kendine gelir, bu duruma “içindeki çıktı” tabir edilir. Bu tedavi şekli yeterli bulunmaz ise tedaviyi yapan bir kâğıda ilgili şeyleri yazar ve onu dörde katlar. Hasta çocuk ise anası onu balasının döşüne bir muncuk/boncuk ile Sancar/takar. Parpılamanın ilk çıkış noktası Kurtayağı ile yapılan parpıdır. Bu parpı şekli İran Türk kültür coğrafyasında halk tedavisinde hala yaşamaktadır. İran Türk sözlü kültüründe “kurt başı gezdirme” tabiri vardır. Çok dolaşan, ev ev, kapı kapı dolaşan, her yere girip çıkan kimseler için bu deyim kullanılır. Günümüzde bu söz daha ziyade “kurt başı gezdirme ay uşak” şeklinde yaşamaktadır. Sözlü Türk kültüründe kurt etrafında şekillenmiş sözler adeta bir edebiyat oluşturmuştur Bebek dünyaya gelince “doğum aşı” olarak “bulamaç” yapılır. Kurban kesilir. Kulağına adı verilir. Bu uygulamayı “göbek kesen/ebe ana” yapar. Çok kere sevdiği kimsenin ismini söyler. İlk diş çıkınca Hedik yapılır. Kulağa ad vermek, Türk kültür coğrafyasında uygulanmasına sık rastlanılan kulağa ezan veya gamet veya sağ kulağa ezan sol kulağa gamet okunarak çocuğa verilecek ismin 3 defa tekrarlanılması işlemidir. Yer yer uygulama farklılıklarına rastlanılmasa da esası budur. Bazı hallerde göbek adı veya ezan adı ile günlük ad farklılık gösterebilir. Bulamaç da farklı isimler alabilir. Çok kere içine bal ve tereyağı konulan besleme değeri yüksek ana sütünü artırıcı bir aştır. Göbek kesen veya ebe ana’nın çocuğa sevilen bir kimsenin ismini koyması da mesajlı bir uygulamadır. Bu çocuğun, bu ismi almakla, isim sahibi gibi sevilen, başarılı bir kimse olacağına inanılır. Adeta o isim sadece bir kelime değil temenni edilen bir sıfattır, kişilik tiplemesidir. Aşerme döneminde bebek bekleyen anne adayının sevdiği bir kimsenin resmine bakarak bebeğin ona benzemesini istemesi gibi inanç içerir. Şahseven Kızılbaşları arasında manevî değeri en yüksek kimse Şah İsmail Hatai’dir. Hz. Abbas’ın manevî itibarı çok yüksektir. O’nun adına ant içilir. “Hz. Abbas’ın kesik kolu hakkı için” denir. Hz. Ali ve Hz. Hüseyin’in de manevi itibarı çok yüksektir. Hz. Hasan pek tanınıp bilinmez. Bunların yarım asır evveline kadar sadece isimleri bilinirdi. Şiiliğin bölgeye, yani Bağdatlı Şahsevenler olarak bilinen halkın arasına girişi “İslam’ın gelişi” olarak bilinir. Aşure Günü sine dövmeğe değil aşure aşı yemeğe gitmeği tercih eden tekerlemeler fıkralar anlatılırdı. İmamzadelerin türbeleri ile onları küçük düşüren veya halkın nazarındaki gerçek yerlerini gösteren değimler geliştirilmişti Çocuğu yaşamayan aileler, bilhassa ilk çocuklarında 7 yaşına gelinceye kadar saçlarını tamamen kestirmez. Saçı enseden bir kısmını uzatarak kurban ile birlikte kestirirler. Ayrıca özel haller için erkek çocuklarının önden bırakılmış saçlarına “telli” kız çocuklarının önden bırakılmış saçlarına “pürçek” denir. Adaklı çocuğun saçının belirli bir kısmının tıraş edilmeyip adakla belirlenen 7 veya 9 yıl geçince kurban kesilerek tıraş edilmesi, çocuğun adanıldığı yatırın isminin çocuğa verilmesi, çocuk büyüdüğünde de o yatıra özel bir bağlılık sergilediği gibi inançlar, Anadolu, Türkmenistan ve bilhassa Özbekistan Türk kültür coğrafyalarında da yaşamaktadır. Bu yörede bu saçın ismi Haydar olarak bilinir. Türk halk kültüründe saç bir inanç motifi ve bazı hallerde de kültür kotudur. Doğumda ilk saçın kesilmesi saç toyu ile yapılır. Saça nazar boncuğu örülür. Evli sözlü veya bekâr kızlar saç örgüleri ile mesaj verirler. Yasta saç yonulur, yaslı ailenin yasını saçından ve sakalından takip mümkündür. Saç ulu orta saçılmaz. Saçın dibinde kişioğlunun kutunun olduğuna inanılır. Ağ sakal güngörmüş akil er kişiyi ve ak pürçek de güngörmüş kadın kişiyi anlatan tanımlardır. 82 Bağdatlı-Sava Şahseven Kızılbaş Türklerinde Bey tarafı yeni evlilere çadır veya ev diker/ yapar. Kız tarafı çeyiz yapar. Bu toplumda başlık vardır. Beybabası oğluna eskiden ocaktan od da verirdi. Sabaş, düğünlerde saz-davul/zurna-meydan davulu günün erken saatlerinde meydanda çalınmaya başlar. Gençler akşamları davulcu/ Çögürcü eşliğinde eğlenceye başlar, akşam olunca kumar oynamaya gidilir. Halay çekilince halay başına yakınları sabaş atmaya başlarlar. Halay 3 bölümdür, halayın sonuna sürekli eklenmeler olur, halay başı, kimseye el vermez. Düğünün bitimine yakın toynalık atılır. Kız babasının ve anasının gönderdiği toynalıkla başlanır. Davulcunun her türlü gösterisi serbesttir. Davulun üstüne oturur ve benzeri hareketler yapar. Ona atılan toynalığa göre hareketler yapar. Toynalık olarak bilinen bu para sermaye olarak birikir düğün sahibi beye ve babasına masrafları karşılaması için verilir. Anadolu’da toyu yöneten kimseye toy babası denilen yöreler vardır. Bu toplumda hına/kına adaklılık nişanesidir. Sözü kesilen kız adaklanmış olur. Bağdatlı-Sava Şahseven Kızılbaş Türklerinde beyin geline attığı saçının içinde elma, nar ve kelle kant atılır. Bu toplumun halk kültüründe nar geniş yer tutar narı yere dökmeden yiyen kimsenin cennete gideceğine inanılır. Sava İran’ın en ünlü nar yetiştirme bölgesidir. Mecmei olarak bilinen büyük gelin sinisinin içinde muhakkak nar da bulunur ve bunun üzeri kızıl bir örtü ile örtünmüş olur. Narın ve elmanın mesajları arasında ortaklık vardır. Her ikisi de halk inançlarına göre çoğalmayı artımı anlatırlar Bu yörenin Şahseven Kızılbaşları adeta bağımsız devlet gibi bir yaşam sürdürürlerdi. Vergi toplanır, bütçe oluştura bilmek için oturak değil koruk statüsü istenirdi. Koruğun topraklarının korunması ve kullanılması koruk mensuplarına aittir. Özlü bir söze göre “Girenin kanı öz boynunadır”. Bununla anlatılmak istenilen izinsiz bu topraklara giren kimse sahiplerince öldürülebilir ve bu öldürmenin mesuliyeti yoktur. Dökülecek kana izinsiz giren yol açmıştır. Böylece iyi veya kötü niyetle girmiş olmak yabancılar için izinle belirlenir. Aynı amaçla söylenişmiş bir başka anlamlı sözde de “İm bilen ölmez” denir. Bunun açıklaması “im bilmeyen ölür” şeklinde yapılabilir. Her tayfanın bir imi vardır. Şifreyi bilmeyen izin de almamış ise kötü niyetlidir, anlamına gelir. Bu yörenin Şahseven Kızılbaşlarında iç oymak ve dış oymak tanımlamaları kullanılır. Damat oymak dışı ise dış oymak denir. İç oymak ise aynı oymak içi evlilikler için kullanılır Şahseven Kızılbaş Türklerinde yezne ve küregen her zaman damat anlamına gelmez yezne daha ziyade nişanlılık dönemi için geçerli bir tanımlamadır. Dış oymak/eşik oymak/çölden başka oymaktan anlamındadır. İç oymak ise aynı oymak içi evlilikler için kullanılır. Bu bulgu bize eşiğin içi ve dışı arasındaki güvenlik, itibar farkını düşündürüyor. Oymak içi evlilik, bu evliliğin içerdiği itibar dışardan eklenti olandan daha farklı olmuştur.. Bir Şahseven “özümüzden eyler” derken, Azerbaycan Türkü “bizden yeğler” der. Anadolu’da bu tanımlama “bizden iyiler” şeklinde yapılır. Al karısı, Hamam karısı, Ağaç karısı bu tür kara iyelerdir. Kızılbaş Türk inancında Hamam karısı emcekleri/memeleri anormal büyük olan bir dişi kara iyi olarak tasavvur edilir. Bu arada emcek ata, genelde dişi ecdadı anlatmış olur. Anadolu Türk kültür coğrafyasında da kara iyelerden bahsedilirken “bizden iyiler” “buradan ırak olsun” “iyi saatte olsun” gibi ifadeler kullanıldığı bilinirken, Şahseven Kızılbaşlarında iye, sahip anlamında kullanılması halk inançlarındaki “sahip” algılayışına açıklık getirmesi bakımından önemli bir tespittir. Keza hamamların da kara iyelerce mekân olarak seçilmesine dair bulgular var iken “Hamam karısı” tanımlaması da al karısında olduğu gibi açıklık getirici mahiyettedir. Ağaç karısı için de aynı açıklama yapılabilir. Ağaç iyesinin olduğu bilgisine bu iyenin dişi olduğunu da ekleyebiliyoruz. Orman iyeleri arasında Dişilerin de olduğunu Tatar Türk halk inançlarından bilmekte idik. Bu konunun içeriği zenginleşebilmiştir. Adeta halk inançlarında dişilik bir adım önde gitmektedir. Bu toplumun Türkçesinde her sözün sonunda “hoy” eklenir ola, oğlan çocuğu erkek demek iken ola hay, oğlan hey demektir. Bu toplumda ölünün 3’ü 7 si, 40’ı ve senesi yapılır. Doğumdan sonda annenin ve yavrunun da 40’ı yapılır Anadolu ve Türk kültür coğrafyasının sair yerlerinde görülen bazı inanç motiflerini Sava83 Bağdatlı Kızılbaş Şahseven Türklerinde de görmekteyiz. Bu toplumda da gece ev eşik süpürülmez, bu durum “gece süpürgeye el vurulmaz” şeklinde ifade edilir. Gece yapılmasından kaçınılan diğer ortak inanç ise eşiğe/dışarıya ıssı/sıcak su dökülmez. Dökenin bir şeye uğrayacağına inanılır. Uzun yola çıkanın ardı sıra su dökülür, suyun aydınlık olduğuna inanılır. Suda olduğu gibi taş etrafında da inançlar oluşmuştur. Taş serlik, mertlik ve savaş arasında bir simgedir. Sava Kızılbaş Türklerinin komşusu olan aynı bölgenin Hılhavcı diye bilinen Türkmenleri ciddi taş savaşları yapılır. Bunun için ilkin taş toplanır. Taş toplayan taraflar karşılıklı birbirlerini tahrik ederler. Tahrikler sıralı yapılır. Tahriklere sövmeden taş attırabilecek bir noktaya gelinmesi amaçlanır. Sonra karşılıklı taş atma başlar. Taş savaşını biz ilkin Kars’ta Kayabaşında yapılan savaşlardan biliyoruz. Savaşta taraflar birbirlerini sürer püskürtür belirli yerleri ele geçirirdi. Saatlerce süren bu savaşta yaralanmalar olurdu. Bu savaşı belirli bir yaşın üzerindeki erkekler yapar yetişkinler bu savaşa engel olmaz ve savaş bitince de küslük dargınlık olmazdı. Daha sonda aynı savaş oyununun Bayburt’ta da oynandığını gördük. Galardı/Kaleardı bu savaşın meydanlarındandı. 2008 yılında ise bu oyunun Azerbaycan Türk kültür coğrafyasında da varlığını gözledik. İslam evveli Türk kültürünün bir hatırası olan bu savaş oyununun Gregoryen Türklerce de bilindiğini tespit ettik. Yapılanmada en yetkili makam ve kişi han ve kethüdadır. Kethüda yapılanmanın idarî, askerî, malî işleri üstlenir. Kethüdanın muhakkak erkek olması gerekmez bayan kethüdalarda olmuştur. Yapılanma kendi içerisinden öğretmen, sağlık personeli gibi elemanlarını da yetiştirir bunlar çok kere halk tababeti uygularlar. Bu yörenin dillerinde Allah lafzı yoktur. Huda ve Tarı tanımlamaları ile Allah anlatılmış olunur. “Huda seni saklasın” veya “Tarı seni saklasın”, tarıy/tanrın nan yığsın” “Gezzebe/gazaba kurusun” gibi kargış ve alkışlar vardır. Bu uygulama eski Türk inanç sistemindeki her boyun bir kutsal dağı bir kutsal ağacı ve bir kutsal hayvanı olduğunu hatırlattı. Şahseven Kızılbaşlarında her oymağın bir Bek’i/ beyi vardır. Göç beyin yönetiminde gerçekleşir. Aile reislerinden büyük bek ve bekten büyük Han ve handan da büyük olan kethüdadır. Toplumda yaşanan ihtilaflarda manevi lider durumunda da olan kethüda çözümler. Aç ve açıkta olanlarla yetimlerle ilgilenir. Han ise tepedeki devlet otoritesidir. Göç başlayınca ilin öğretmeni, sağlıkçısı tümü birlikte göçer. Göç coğrafyası Musagulu’dan başlar Garagan dağlarına kadar gider. İlde her obanın bir dağı bir yaylağı vardır. Hiçbir oba diğer obanın dağına gidemez. Tahta Kapı olmak yerleşik düzene geçmek demektir. Bağdatlı Şahseven Kızılbaşları’nı devlet yerleşik döneme geçirebilmek için sayıları binleri bulan atları imha etmiştir. Halktaki bütün silahlar toplatılmıştır. Keçi kılından yapılan ünlü kara çadırların tümü odlanılmış/yakılmıştır. Ailelerin elinde çadır direği bırakılmamıştır. Yeni ocağa ata ocağından od verilmesi uygulamasının en geniş şekli Kaşkaî Türklerinde görülmektedir. Ocak Türk kültürlü halklarda kutsaldır. Erkek evlat ocağın direğidir. Ocağı sönmüş olmak ocağı yıkılmış olmakla ocağı viran olmakla eş anlamdadır. Ata ocağından yeni ocakların tutuşturulması ocağın devamı anlamına gelir. Ocak erkek evlat tarafından tüttürülür, kurulup korunup devam ettirilir. “Baca dumansız erkek cefasız olmaz” denilirken erkek farklı mesuliyetinin olduğu anlatılmış olunur. Bu noktada odun yandığı ocak ile içerisinde yaşanılan ocak hatta dolaylı da olsa şifa veren ocak büyük ölçüde eş anlamlıdırlar. “Doğru ocaktan eğri duman çıkmaz” denir. Bazen da “Feleğin ocağı bata bindirdi bizi eğersiz ata” denir. Şahseven adını alınışı da çok kere yanlış bilinmiştir. Şahseven ismi Şah Abbas zamanında verilir. Şah İsmail zamanında var olan Kızılbaşlık Şah Abbas zamanında bu ismi alırlar. Kızılbaşlık öylesine güçlü ve etkili ki, şahlık onların elinde adeta bir oyuncak olmuştur. Şahın kim olacağına veya değiştirilmesi karar verip uygulayabiliyorlar. Bunun üzerine inisiyatif/üstünlük sahibi olma adına isimlerinin Şahseven olmasını sağlıyor. Şurası muhakkak ki Şah İsmail de Şah Abbas da Şii değiller. Şahsevenlik aynı zamanda bir kimlik edinme ve bir kimlik altında korunma meselesidir. Bu konu Orta Alevi inanç kültürün kimliği bakımından önemli olduğu kadar Türk halk kültürel kimliği bakımından da önemlidir. İran’da Kızılbaşlık kül84 türel kimliği kendisini Farslığa karşı korurken kapalı toplum yapısı sergiliyor göçer veya yarı göçer hayat tarzı ile de ekonomik gereksinimlerini karşılıyordu. Bu sosyo-ekonomik yapı eğitim ve sağlık ihtiyaçlarını da kendi içinde karşılıyordu. Yerleşik düzen onları Fars sosyal yapılanmasının bir parçası yapmaya başlamıştır. Bu yeni yapı tahran yönetiminin bütün devlet organları ile toplumun içine hulul edebilmiştir. Bu gelişmeye yazılı ve basılı basın da eklenince Şahseven Kızılbaş Türk kimliği Şii Fars kimliği tarafından kuşatılmıştır. Alevi veya Kızılbaş Türk inanç kimliği Türk dil kimliği ile çelişkiye düşürülmeğe sadece İran’da değil, Irak’ta, Suriye’de ve Balkanlarda da yaşanmaktadır. Anadolu’da durum oldukça farklıdır. Suriye’de bayır-Bucak Türkleri arasında Nevruz/ Yeni gün ile ilgili inançları incelediğimiz zaman ilginç bir tespitle karşılaştık. Orada Türkmenler Nevruz yerine Muharremliği yerel şartlarında özel bir külte dönüştürmüşlerdi. Bu durumu Arapların sahiplendikleri Nevruzu onlarla birlikte onların anladığı gibi kutlayıp Türk olarak, Türklüğü muhafaza etmek mümkün değildir şeklinde izah ediyorlardı. Irak Türk Alevilerinde durum daha farklı idi. Bu coğrafyanın Alevi Türkü bir taraftan dil bakımından Araplık-Farslık ve Kürtlük arasında diğer taraftan da Şiilik-Sünnilik ve Şafilik arasında sıkışmışlardı. Anadolu’da Alevilik Sünniliğe karşı direnirken dil farkı yaşamamaktadır. Aynı dilli farklı az-çok farklı inançlı iki kesim arasındaki direnç noktası sadece inançta yoğunlaşmaktadır. Kimliğine sahip çıkma bu coğrafyada farklı bir seyir izlemektedir. Balkanlarda bilhassa Arnavutluk ve Bulgaristan’da Alevi kimliği arayışı ve inşası bakımından şartlar farklı bir seyrin gelişmesine yol açmıştır. Osmanlı Türk yönetimi döneminde Balkanlarda halk İslam’ını kırsal kesimde büyük ölçüde Alevi inançlı İslam temsil ediyordu. Makedonya’da biraz farklılık arz etse de genel durum bu idi ve daima Anadolu merkezdi. Arnavutluk Aleviliğinde günümüz itibariyle Bektaşiliğin kimlik belirlemede ki yerinin fazla sabit olduğunu söylemek zordur. Bulgaristan’da Türk kimliği Türk dilinin yaşama şansı nispetinde gelişmiş ve şekillenmiştir. Kırsal kesimde Bulgaristan İslam’ının Aleviliğinde kimliğin gelişme seyri için fazla bilgi sahibi değiliz. Bu bölümü toparlamak gerekir ise söylenilebilir ki, Osmanlılık kendi coğrafyasında geliştirdiği kültürel kimlik içerisinde merkezi idare ile halk kesimleri arasındaki zaman zaman çıkan ihtilaflara rağmen Aleviliğe de yer vermişti. İran’da ise Pehlevî ailesi yönetime gelinceye kadar Türk kesimler arasında çok ciddi bir inanç ihtilafı yoktu. Aynı zamanda yönetimin resmi dili ile Türk dilli farklı inanç kesimlerinin arasında da dil aynılığı nedeniyle kimlik ihtilafı yoktu. Günümüzde Türk, Arap ve Fars resmi dilli yönetimler ortak bir kültür havzasını tekrar oluşturmak istiyorlar ise Alevi veya Kızılbaş inanç kültürel kimliğini yok saymaksızın bir kültür stratejisi geliştirmek durumundadırlar. İran Türklüğünü anlayabilmek ciddi teoloji bilgisini de gerektirmektedir. Özellikle İslam tarihini ve İslam’dan evvelki Türk dinî hayatını, ilaveten bölge dinlerinin bilinmesine ihtiyaç duyurmaktadır. Biz bu çalışmamızla halk inançlarından hareketle Şahseven Kızılbaş Türk halk kültürünü daha yakından tanımayı amaçladık. Dinler tarihi disiplininde olduğu gibi din sosyolojisi ve din psikoloji disiplinlerinden yardım alınmaksızın İran Türk Kızılbaşlığının sadece halk inançları derleyip karşılaştırmalar yapmakla bu amaca ulaşılamayacağını tekrar görmüş olduk Kaynaklar; Yaşar Kalafat, “Bektaşiliğin Yakın Ortadoğu Türevleri” Türk Dünyası Araştırmaları, 2010, Ocak-Şubat 2010 Kaynak kişi; Vali Gözatan, Güney Azerbaycan Sava-Kum Şahseven Kızılbaş Türklerinden yercanlı Oymağı’ndan iki nesil evvel bu topluma kethüdalık yapmış olan toplumun manevi hayatından sorumlu lideri Cevat beyin torunu, Yüksek tahsilli, halen Almanya’da yaşamakta olan şair ve yazar olan ve memleketinden gençlik yıllarında ayrılmış 1964 doğumlu bir Türk aydını Kaynak kişi; a.g..ş. Ünlü halkbilimci Ali Kemali, Garaganlı/Karakanlı tayfasındadır. Kaynak kiş i; a.g..ş. Yaşar Kalafat, İran Türklüğü, Jeokültürel Boyut, Yeditepe, Ankara 2005 85 Şahseven elinin tayfaları və tirələri; Sava , Gum , Gazıran , Büyinzəhra və Tehran Şahsevenləri konusunda Məhəməd Çirağı’nın derlediği ve Seyid Heydər Bayat’ın düzenlediği bilgilere göre Bu toplumun Aruxlu sahası birinci göbəğinde: 1. Qasimlu (tirələri: çıraqlı – zeynallı – seydlərkərəmli- cöngə xur- şəhbəndli- qənbərli- səfərli- qurbanlu- mustafalı- əsud- həcili- cəfərli- ala mərdəşliəsgərli= məmədli) 2. Qaraqoyunlu 3. İnanlu -eyənalı- (tirələri: yengicək- gökbər) 4. Əli Varlı 5. Qərələli(qərəllu) 6. Xıdırli 7. Hüseynxanlu ( tirələri: məhədilu- nimətli- fəlah – rəxşan- əlbərz) 8. Karunlu ikinci göbəğinde: 2-1. Sulduz( tirələri: baratlı- qaraməmdli- xilxovlufərhəng- paşalar- qarahəsənlı) 2-2. Dügər 2-3 ğəriblikli 2-4. Həsnlü 2-5. Mədihlü 2-6. Məhrablu 2-7. Nilgər 2-8. Zulflu Üçüncuügöbəğinde: 3-1. Kəlünd (kələvənd) 3-2. Şıxlı qulu (tirələri: xanlıq- elyat- rəit) 3-3. Buzlar qulu( tirələri: iranşaəli- bayatlı) 3-4. Cəlallı qulu (tirələri: pəşəli- duluxanlı- bitəməli) 3-5. Məmədli qulu (tirələri: əmirli- vəlili- təhmaslı) 3-6. Zəğəl qulu (tirələri: lələli- aqça quıunlu- durd qarınlı- xədaverdili – körkör) 3-7. Əskəndər qulu 3-8. Burçalu qulu 3-9. Musalı qulu, vardır. b: Lək Sahasının bırıncı göbəğinde: 1. Küsələr (tirələri: əlikürlü- əlibəyəli- əlihüseyniqarabəyəli- əsmaıllı- sırxavlı- mutulu- şaəhüseyninzərli- fərx- xədavernli- ətaxanlı- türkəmən- ğəfarlıabasllı- budağlı- kərli) 2. Yarcanlı (tirələri: valı – valmanlı- yekə qaracakıçık qaraca- mansırlı- aqça quıunlı- göy dağlı) 3. Dəllər (tirələri: aqamirzəli- əzizli- şükətliaqayarlı- nıknam) 4. Əliqurtlu 5. Satılı 6. Qutullu 7. Aq quıunlu 8. Həqəqicanlı 9. Əhəmədli ikıncı göbəğinde: 2-1. Yaramışlı 2-2. Çəlpli 2-3. Vəstəlü 2-4. Dültəmənd 2-5. Əlcəli (tirələri: vəlili- həməzəli- xurda yamaxlı) 2-6. Bəyişlü – bəkişlü2-7. Bahadınlı’lar yaşamaktadırlar 2. Araştırma metninde Şahsevenlerin boy ve yaşadıkları coğrafya ile ilgili bilginin bu kadarla sınırlı olmadığı, sadece merkezi iran’la ilgili bilgileri vermekle yetinildiğini İran’ın diğer kesimleri, Anadolu ve Suriye’de de Şahsevenlerin yaşadıkları ve araştırldıklarının bilindiği belitilmektedir.(Şahsun Eli’nde yalnız mərkəzi İran’da yox bəlkə də Muğan Çölö, Fars Estanı, Xərasan, Eraq, Süriə, Azərbaycan Cəməhüriti və Anadolu’da yaşayirlar. Ancaq bu şahsunlər haqqında bizim bundan artıq bir zad indılik əlimizdə məlumat yoxdur. Bu şahsunlər haqqında tədqiqat aparılsa da ancaq bizim əlimizə çatmayıb və umuruq ki hürmətli məhəqəqlər əllərində ulan qaynaqları bu haqda bizdən əsirgəmiyələr.Qaynaq: <http://www.Shahseven.Blogfa.Com/> Kaynak kişi; a.g..ş. Böylesi bir anlatıyı biz Özbekistan’da halkın Burgut Ata veya Türk Ata olarak da tanıdığı efsanevî bir şahısla ilgili olarak Rh. Prof. Dr. Malik Muratoğlu’ndan dinlemiştik. Burgut Ata Türkistan’ın nebatat hayvanat ve insanatından sorumlu bir ulu kişidir. Aç doyurur, hasta tedavi eder bir ulu zattır. Bir dönem üst üste kurak yıllar gelir sıkıntılar çözüm bulması için Burkut Ata’ya yansıtılır. Çaresizlik içinde kıvranan Burgut Ata Tanrı ile konuşmaya karar verir ve O’na insanların hayvanların bitkilerin susuzluktan ölmeğe başladıklarını bu gelişme karşısında ilgisiz kalmaya hakkı olmadığı söyler. Yağmur yağdırır ise tanrı’ya verecek bir şeyi olmadığını ancak 40 gün kırk gece tek ayağının üzerinde duracağını nezir eder. Yaşar Kalafat, “Halk İnançlarından Hareketle Türklerin Dinî Görüş ve İnanışları”, (Türkiye’de Dinler Tarihi Dünü, Bugünü ve Geleceği, Türkiye Dinler Tarihi Derneği, 4–6 Aralık 2009 Ankara) Kaynak kişi; Vali Gözatan, Kaynak kişi; Vali Gözatan, Kaynak kişi; Vali Gözatan, Kaynak kişi; Vali Gözatan, Yaşar Kalafat, “Türk Halk İnançlarında Kadın” <www.yasarkalafat.info> Kaynak kişi; Vali Gözatan, “Halk tababetindeki tedavi yöntemlerinden birisi de Perpilemek’tir. Bunun için seyit hastaya gelir veya seyide gidilir. Hastasını okuyan seyit aniden bir şapalak/şaplak/tokat vurur. Bu bir şoklamadır. Hasta aniden kendine gelir, “içindeki 86 çıktı” tabir edilir. Bu tedavi şekli yeterli bulunmaz ise tedaviyi yapan bir kâğıda ilgili şeyleri yazar ve onu dörde katlar. Hasta çocuk ise anası onu balasının döşüne bir muncuk/boncuk ile Sancar/takar. Parpılamak yöntemi ile tedavi şekli Türk kültür coğrafyasının Anadolu ve sair bölgelerinde de vardır ve çeşitli şekilde uygulanır. Keza muska da hamaylı da boylama da bazbent de bilinip uygulanmaktadır.(Yaşar Kalafat, “Akşehir Örnekleri İle Türk Kültürlü Halklarda Od/ateş/Ocak İyesi” Uluslar arası Selçuklu’dan Günümüze Akşehir Kongresi 20–21 Kasım 2008;http:Kanal Kültür.com 01 12 2008) Yaşar Kalafat,Türk Halk Tefekküründe Kurt 2, Türk Kültürlü Halklarda Karşılaştırmalı Halk İnançları, Berikan yayınları, Ankara, 2009, Kaynak kişi; Vali Gözatan, Türk Kültürlü Halklarda Türk Halk İnançları/Türk Halk İrfanında Kurt, Berikan yayınları, Ankara 2008 Kaynak kişi; Vali Gözatan, Kaynak kişi; Vali Gözatan, Yaşar Kalafat “Balkan Türklerinden Örneklerle Halk İnançlarımızda Saç” I.Uluslar arası Balkan Türkleri Sempozyumu 28–29 Eylül 2001 Prizren, Balkan Türkoloji Sempozyumu Bildirileri yayına hazırlayanlar, Prof. Dr. N. Hafız, Prof. Dr. T. Hafız BAL_TAM Prizren 2006 sf. 308–314; Erciyes, Ocak 2002 S. 301 sh. 15–16 , Yaşar Kalafat, a.g.e. Kaynak kişi; Vali Gözatan, Halk tababetindeki tedavi yöntemlerinden birisi de Perpilemek’tir. Bunun için seyit hastaya gelir veya seyide gidilir. Hastasını okuyan seyit aniden bir şapalak/ şaplak/tokat vurur. Bu bir şoklamadır. Hasta aniden kendine gelir, “içindeki çıktı” tabir edilir. Bu tedavi şekli yeterli bulunmaz ise tedaviyi yapan bir kâğıda ilgili şeyleri yazar ve onu dörde katlar. Hasta çocuk ise anası onu balasının döşüne bir muncuk/boncuk ile Sancar/takar. Parpılamak yöntemi ile tedavi şekli Türk kültür coğrafyasının Anadolu ve sair bölgelerinde de vardır ve çeşitli şekilde uygulanır. Keza muska da hamaylı da boylama da bazbent de bilinip uygulanmaktadır. Kaynak kişi; Vali Gözatan, Yaşar Kalafat, Doğu Anadolu’da Eski Türk İnançları İzleri, Ankara 1999, 3. Bsk. Ankara Kaynak kişi; Vali Gözatan, Yaşar Kalafat, “Kocaeli ve Çevresi Örnekleri İle Türk Halk İnançlarında Adanmışlık/Sahiplilik” I.Kocaeli ve Çevresi Kültür Sempozyumu, Kocaeli 20–22 Nisan 2006 Yaşar Kalafat-İlyas Kamalov, “Tatar Efsaneleri”, Karadeniz Araştırmaları, Karam, Yaz 2005 S. 6 sf. 52–78 Halk tababetindeki tedavi yöntemlerinden birisi de Perpilemek’tir. Bunun için seyit hastaya gelir veya seyide gidilir. Hastasını okuyan seyit aniden bir şapalak/ şaplak/tokat vurur. Bu bir şoklamadır. Hasta aniden kendine gelir, “içindeki çıktı” tabir edilir. Bu tedavi şekli yeterli bulunmaz ise tedaviyi yapan bir kâğıda ilgili şeyleri yazar ve onu dörde katlar. Hasta çocuk ise anası onu balasının döşüne bir muncuk/boncuk ile Sancar/takar. Parpılamak yöntemi ile tedavi şekli Türk kültür coğrafyasının Anadolu ve sair bölgelerinde de vardır ve çeşitli şekilde uygulanır. Keza muska da hamaylı da boylama da bazbent de bilinip uygulanmaktadır. Kaynak kişi; Vali Gözatan, Yaşar Kalafat, “Antalya Yöresi Örnekleri İle Türk Kültür Coğrafyasında Süpürge İnancı”, 20. Yüzyılda Antalya Sempozyumu, 22–23 Kasım 2007, Akdeniz Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi araştırma ve Uygulama Merkezi, Yayına haz. Doç. Dr. Mustafa Oral, Antalya, 2008, s.259–266 Yaşar Kalafat,“Milli Sınır Anlayışımızın Halk İnançlarındaki Kökleri”, Serhat Kültür, Fahrettin Kırzıoğlu Hatıra Sayısı, Mayıs Haziran 2006, Sh.36–38 Yaşar Kalafat, “Ağrı Yöresi Örnekleri İle Türk Kültürlü Halklarda Su Kültü”, Türk Kültüründe Ağrı, Atatürk Kültür Merkezi, Yayına Hazırlayan Prof. Dr. Oktay Belli, Ankara, 2009, s. 131- 145 Kaynak kişi; Vali Gözatan, Kaynak kişi; Vali Gözatan, Yaşar Kalafat – Mehmet Keyani “Kaşkayi Türklerinde Sosyal Yaşam” 1. Bölümü Yeni Düşünce 16–12 Kasım 2001 S. 46 sh. 44–49; 2. Bölüm, 23–29 Kasım 2001, S. 47 sh. 44–49 87 BİR UREYİN FERYADI Afiq AĞDAMLI* “Turkem” -dedim, Dinme! -dedin, Meni mene yad eyledin. Tarihimi unutdurdun, Esrlerce gan uddurdun. “Turkem” -dedim, qılıncını işe saldın, Of demeden nece-nece canlar aldın. “Turkem” -dedim, iki boldun bir veteni, Ureyime dağlar cekdin, diddin meni. “Turkem” -dedim, torpağımı gan burudu, ”Turkem” -dedim, ustume tanklar yeridi. Cavidime, Muşfiqime ”hain” dedin, Oz yurdundan surgun etdin, gulleledin. Derd vermisen, sevincimi kem etmisen, Sen Bozgurdu bir tulkuye yem etmisen. Unutmuşug, unutmuşug... Ganicene “baba” deyen biz olmuşug, Bir cellada boyun eyen biz olmuşug. Onlar deyib, Biz susmuşug. Onlar doyub, Biz susmuşug. Susa-susa uduzmuşug... Bu susmagla sanma senin bu derdlerin yoh olacag, Bu susmagla Gulustanlar, Turkmencaylar cohalacag. Susma,danış, urekli ol! Huner goster, Azad olmag urek ister, huner ister. Besdir daha! Bu susqunlug, daha besdir! Bu ses bize Garabağdan gelen sesdir... Ahı ne vahtacan susmalıyıg biz?! Tarihi gan ile yazmalıyıg biz!!! *Edebiyat öğretmeni-Bakü/Azerbaycan 88 DEDE KORKUT DESTANLARI VE NUH’UN KIZI Prof. Dr. Ahmet NAHMEDOV* Dede Korkut Destanları Türklerin dili, tarihi, kültürü ve sözlü edebiyatı hakkında zengin bilgiler içeren kaynak olarak her zaman değerini korumaya devam edecektir. Boyların malzemesine dokunmuş olan mitolojik, efsanevî, menkıbevî ve eski inanışlarla ilgili motifler destanın farklı zamanlarda farklı coğrafyalarda oluşarak sonradan bir araya getirildiğini göstermektedir. Buna örnek olarak yazıya geçiş sırasında artık unutulduğu için anlatıcı veya kâtip tarafından yanlış yorumlanmış eski Türk inanç sistemi ve özellikle kamlıkla ilgili bazı motifler dikkat çekmektedir. Örneğin, Deli Dumrul’un “kuru çay üzerine köprü yapma”sı motifi eski büyüsel pratik olup, olmayan bir şeyi varmış gibi göstererek gerçekleşmesini, yani kurumuş çaya su gelmesini sağlamaya yöneliktir. Oysa destan bunu Dumrul’un “deliliği” ve “güçlü er” olması ile açıklamaktadır. Aynı pratiğin bir diğer şekli de Dirse Han Oğlu Buğaç Han boyunda yer alan “kuru kuru çaylara sucu salma”dır ki(1) yine aynı amaç güdülmektedir. Bu konuyu ayrı bir makalede ele alacağımızdan üzerinde durmayacağız. Destanı okurken Giriş bölümünde bir cümle dikkatimizi çekti. “Dede Korkut dilinden” kadınları dörde ayıran ozan, bunları “solduran sop”, “dolduran top”, “evin dayağı” ve “nice söylerisen bayağı” olarak tasnif etmekte ve sonuncusu için “O, Nuh Peygamberin eşeği aslıdır” demektedir (Bkz.: M.Ergin,Dede Korkut Kitabı, Ankara,1997,s.76-77). Destan, bu motifin yer aldığı hikaye veya rivayeti muhtemelen halk tarafından bilindiğini düşünerek açıklamıyor ve sadece bir cümleyle yetiniyor. Azerbaycan’da karşılaştığımız bir varyantta Nuh Peygamber gemi yapımında ona yardımcı olan oduncu, marangoz ve demirciye kızını vereceğini vaat ediyor. Tufan’dan sonra bu üç kişi ondan verdiği sözü yerine getirmesini istiyorlar fakat Nuh’un sadece bir * Adnan Menderes Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü kızı var ve o ne yapacağını bilmemektedir. Allah’a dua ettikten sonra kızını, eşeğini ve köpeğini ahıra kapatan Nuh Peygamber sabah olunca orada bir birine tıpatıp benzeyen üç kız buluyor ve bunları söz verdiği kişilerle evlendiriyor. Bu kızlardan hangisinin kendi kızı olduğunu öğrenmek için de bir süre sonra bunların evine misafirliğe gidiyor. Kızların hareketlerinden, kocaları ile davranışlarından hangisinin kendi kızı, hangilerinin köpek ve eşekten dönüşmüş olduğunu anlar. Anadolu’da bu hikayenin üç varyantı ile karşılaştık. Bunlardan birisi Azerbaycan’dakine benzemekte, diğer ikisi ise biraz daha farklılık göstermektedir. Birinci hikaye: Hazreti Nuh’un gemisi tufanın suları çekildikten sonra karaya oturmuş dünya üzerinde hayat yeniden başlamıştır. İnsan olarak sadece Hazret Nuh’a iman ederek gemiye binenler vardır. Hazreti Âdem ile Hazreti Havva’dan sonra insanoğlu yeniden yeryüzünde çoğalmaya başlayacaktır. Hazreti Nuh’un sadece bir kızı vardır. Bir adam gelir Hazreti Nuh’tan kızını ister. Hazreti Nuh olumlu cevap verir. Ertesi gün bir ikinci, daha sonraki gün bir üçüncü kişi aynı istekle gelirler. Hazreti Nuh unutarak her üçüne de olumlu cevap verir. İşi anladığı zaman büyük pişmanlık içinde Allah’a yalvarmaya bu karmaşık durumun utancından kendisini kurtarması için niyaz etmeye başlar. Duaları kabul edilir. Kendisine köpeği, eşeği ve kızını akşamdan bir yere kapatması vahyedilir. Hazreti Nuh sabah gittiğinde orada kızının üç tane olduğunu görür. Her birini bir isteyenle evlendirir. Zor durumdan kurtulur. Daha sonra kızlarını –ve de damatlarını- ziyaret etmeye karar verir. Bir taraftan da bu üç kızın hangisinin gerçek kızı olduğunu merak etmektedir. Sırasıyla her misafir olduğu evde damada işlerin yolunda gidip gitmediğini, evliliğin nasıl yürüdüğünü, kızından bir şikâyeti olup olmadığını sorar. Birincisi şöyle 89 baktığında, içeride birbirine benzeyen üç kızın oturduğunu gördü. Nuh, bu üç kızı üç marangozla evlendirdi ve sonucu merakla bekledi. Aradan epeyce bir zaman geçip kızların çocukları olduktan sonra bir gün Nuh, marangozlara “Hanımlarınız, çocuklarınız nasıl?” diye sordu. Marangozlardan biri “Benimki çok huysuz ve sert” deyince Nuh Peygamber içinden “Tamam, bu kız köpeğin neslinden olmalıdır” der. İkinci marangoz, “Eşinin çok gevşek, yumuşak ve sessiz” olduğunu söyleyince Nuh, bu kızın eşeğin neslinden geldiğini anlar. Üçüncü marangoz ise eşinin iyiliklerini anlata anlata bitiremez ve iyiliği, güzelliği, hizmetleriyle kendisini mahcup ettiğini anlatır. Nuh Peygamber kendi kızının bu marangozla evli olduğunu böylece öğrendi (www.kadinlar- cevap verir: “Çok sadık, sadakatinden hiçbir şikâyetim olamaz. Bana bağlı. Güvenim tam. Nankör değil. Ama kötü bir huyu var, her fırsatta kavga çıkarır. Yüzüme karşı arsızca ve edepsizce bağırır.” Hazreti Nuh; bunun aslında köpeği olduğunu anlamıştır. İkincisi şöyle cevap verir: “Çok sessiz, sakin, itaatkâr, ben bağırıp çağırsam bile o sessiz bir metanet gösterir cevap vermez. Bu huyları çok güzel, hiçbir şikâyetim olamaz. Ama o kadar ağırkanlı ve tembel ki bazen öfkelendirir.” Hazreti Nuh; bunun aslında eşeği olduğunu anlamıştır. Üçüncüsü şöyle cevap verir: “Bu sorunuza cevap vermeden önce kendisini çağırayım, bir karpuz getirmesini isteyeyim, yiyelim, sonra cevap veririm.” Karısını çağırır. Alt kattaki kilerden bir karpuz getirmesini ister. Kiler kırk basamak aşağıdadır. Karısı karpuzu getirir. “Bu istediğim karpuz değil, niye tam anlamadan indin aşağıya, bak yerini tarif edeceğim, dikkatle dinle, yanlış karpuzu getirme” diye azarlar. Karısı sessizce karpuzu alır, merdivenlerden aşağı iner. Tekrar elinde bir karpuzla yukarı çıkar. Adam aynı sözlerle yeniden azarlar. Bu sahne kırk defa tekrarlandıktan sonra, tamam kes de yiyelim der. Sonra Hazreti Nuh’a döner; “Kilerde sadece bir tane karpuz vardı, sizin yanınızda beni mahcup etmemek için sesini çıkarmadan kırk basamaktan kırk defa indi ve çıktı, işte bu insanoğlu insan olmaktır” der (www.ahenkdergisi.com). Bu efsanede geçen karpuz ve merdiven motifi Azerbaycan varyantında da aynıdır, tek farklılık oduncu, marangoz ve demircinin bulunmayışıdır ki destan mantığı açısından Nuh’un niçin üç kişiye aynı anda söz vermesini daha iyi açıklamaktadır. portali.com). Bu hikâyede marangoz(lar)dan bahsedilse de kızların denenmesi kısmı tam açıklanmamış, genel özelliklerle yetinilmiştir. Üçüncü hikâye: Tufan öncesi ve sırasındaki olayları detaylı ve İslamî kaynaklara yakın bir şekilde anlatmaktadır. Biz sadece olarak konumuzla ilgili kısmı ele alacağız: Gemide, hayvanların bakımı ve etrafın temizliği gibi işleri en çok Hz.Nuh, kızı Naci ve oğlu Lem yapıyorlardı. Diğer iki oğlu ise pek çalışmak istemiyordu. Çünkü iblis onlarla birlikteydi. Nuh tüm bu olanlar karşısında bir çare düşündü. Aklına bir fikir geldi. Oğullarını etrafına toplayıp, kim daha iyi çalışırsa (anneleri ayrı) kızı Naci’yi tufandan sonra onunla evlendireceğini söyledi. Ama gönlünde kızını, en çok sevdiği oğlu Lem’e vermek yatıyordu. Bunu duyan diğer oğullar Sam ve Ham eskisine göre daha iyi bir şekilde gemide hizmet etmeye ve çalışmaya başladılar. Fakat Nuh’un tufan sırasında üç oğluna birden bu kızını söz vermiş olması, onu çok düşündürüyordu. Zor durumda kalmıştı. Sonunda Allah’a bu konuda müracaat etti. Allah da ken-istediğini kırmadığı geldi. Kızları denemek disine “Ya Nuh! Dağdaki mağaraya kızınla birlikte, bir köpek bir de eşek koy” diye emretti. Nuh da denileni yaptı ve mağaranın girişini kapattı. Sabah olduğunda Nuh gidip mağaranın kapısını açtı. Bir de ne görsün, birbirinin tıpatıp aynı üç kız. Nuh oğullarından da en çok Lem’i sevmekteydi. Kızı Naci’yi ona vermeyi arzuladı, fakat nasıl gerçek İkinci hikaye: Nuh’un Hâm, Sâm, Yasef adlı üç oğlu ile bir de Vajile adlı kızı vardı. Nuh, tufandan kurtulmalarını sağlayacak gemiyi yapan marangozlara kızını vermeyi vaat etmişti. Tufan bittikten sonra, gemiyi yapan üç marangoz Nuh’a bu sözünü hatırlatmışlardı. Nuh Peygamber, Allah’ın izniyle bu sözü vermişti ancak tufandan sonra bu sözü yerine getirmek ona çok zor geliyordu. Nuh bu konuyu düşünerek üzülürken Tanrı ona Cebrail’i gönderdi. Cebrail vasıtasıyla bir eşek, bir köpek alıp, onları kızı Vajile ile aynı odaya kapatmasını emretti. Nuh, Tanrı’nın emrini yerine getirdi ve bir müddet sonra, kızının odasına 90 da söz edilmemektedir. Dede Korkut Destanları örneğinde de görüldüğü gibi, genelde kadınları değerlendirmek, onların niçin farklı tavırlar sergilediğini açıklamak için kullanılan bu hikâye büyük olasılıkla halk yaratıcılığının bir ürünü olup zamanla İslamî şekil almış ve Hz. Nuh’la ilişkilendirilmiştir. Fikrimizce, Dede Korkut Destanları’nın giriş bölümünde kadınlarla ilgili olan kısım daha eski bir varyantı yansıtmaktadır. Yukarıda verdiğimiz hikâyeler sadece Nuh’un gerçek kızının iyi huylarını ve tavırlarını yansıtmaya yönelikse, Dede Korkut Destanları’ndaki ilgili kısım tüm kadınları dörde ayırmakta ve hepsinin özelliklerini örneklerle açıklamaktadır. kızı Naci’yi köpek ve eşekten gelen kızlardan ayıracaktı? Bir çare düşündü ama bulamadı. Aklına kızının kendisinin hiçbir ricasını, istediğini kırmadığı geldi. Kızları denemek her birinden tek tek bir ricada bulundu. Kızlardan ilki Nuh’un isteği karşısında çemkirdi. Nuh anladı ki, bu kız köpekten türeyendir. İkinci kızından da istekte bulundu, o da homurdanarak kişnedi. Nuh anladı ki, bu kız da eşekten türeyendir. Böylece gerçek kızını ayırt etmiş oldu. (www.hakmuhammetali.com). Alevî kaynaklarda geçen bu hikâyede Nuh’un kızı ile evlenecek kişiler artık yabancı değil Nuh’un kendi oğullarıdır ve bu evliliği yasallaştırma çabaları içinde farklı annelerden oldukları vurgulanmaktadır. Ayrıca bu hikâyenin Hz. Adem hakkındaki menkıbeden etkilendiği açıktır. Zaten sadece bizi ilgilendiren kısmını aldığımız bu hikaye Hz. Adem’le başlamakta ve Hz. Nuh’la bitmektedir. İslamî kaynak ve hadislerde benzer bir hikâyeye rastlamadığımız gibi Hz. Nuh’un kızından (1)Dirse Han’ın eşi ne zorluklarla bir oğul sahibi olduğunu vurgulamak için “Kuru kuru çaylara sucu saldım, kara donlu dervişlere nezirler verdim…” demektedir. M.Ergin de muhtemelen yazmadaki “sucu” kelimesini yanlış bularak onun yerine “su “ yazmayı tercih etmiştir (Bak. M.Ergin,Dede Korkut Kitabı, Ankara,1997, s.87) Desen: Osman Aytekin 91 NİYE MENİ DÖYÜRSÜNÜZ? Mirze Elekber SABİR A mollalar, niye meni döyürsünüz? Olmaya qorxursunuz ki eyilip camaatın qulağına bir neçe söz pıçıldayam, bir neçe metleblerden agâh edem? Olmaya qorxursunuz, mecmuenin vereqlerini nökerler samavar alışığı ede ede ve şekillerini uşaqlar oynada aynaya axırda camaat gözünü açıb be’zi işlerden xeberdar ola? Olmaya siz başa düşürsünüz ki, bir memleketde iki padşah ve bir esrde iki molla olabilmez: Ya Molla Xesreddin, ya Molla Nesreddin? Heç eybi yoxdur, döyürsünüz döyün, amma bunu da biliz ey mollalar ki, günler dolanar, sular, zemane tezelenir ve axırda yetim-yesir, keçel-küçel qardaşlarım dosdu ile düşmenin tanıyıb haman yoğun deyenekleri sizin elinizden alar ve başlar… daxı dalısını demirem. Ve bu da o vaxd olabiler ki, keçel-küçel, tumançax ve bambılı, bit ve sirkeli qardaşlarım sizle menim tefavütümü başa düşerler. Herçend ki siz de mollasınız ve men de mollayam ve lakin bizim aramızda bir balaca ferq var. Başağrısı da olur, amma bu barede bir neçe söz demeyi lâzım görürem. Bizim tefavütümüz bir neçe qısmdır. Evvelen, men molla ola ola müselman qardaşlarıma be’zi eded vaxt deyirem: Bir, Allaha sitayiş edin, bir de peygembere ve imamlara itaet edin. Amma siz deyirsiniz: Allaha da sitayiş edin, peygembere de, imamlara da, mollalara da, dervişlere de, ilan oynadanlara da, falabaxan, tasquran, dua yazan, cadukün hemzad, ecinne, Kelile Dimme, şeytan, div, mürrix, sürrix, gürrix, amax, küfle qurdu, mığmığ, mozzalan, bunların cümlesine sitayiş edin. İkinci, men de mollayam siz de molla. Amma men müselman qardaşlara deyirem: Ey müselmanlar, gözünüzü açın, mene baxın. Amma siz mollalar deyirsiniz: ey müselmanlar, gözünüzü yumun, mene baxın. Üçüncü, men bir müselman uşağı küçede görende deyirem: Bala burnunun fırtılağını sil ve haman uşaq arxalığının sol qolu ile başlayır burnunu silmeye. Amma siz mollalar haman uşağı görende deyirsiniz: Gede, qırışmal! Qaç atana de ki, ve’d eylediyini bugün göndermese bir ele beddua oxuram ki, yeridiyi yerde daşa döner. Dördüncü: Men de mollayam siz de mollasız, ama bir balaca tefavüdümüz budur ki, men heç olmasa bir parça qalın kağız üste bir neçe nağıl-nuğul yazıb ilan, qurbağa şekli çekirem ve paylayıram müselmanlara ki, oğul-uşaq şekillere baxıb gülsünler ve nökerler kağızı alışıq edib asanlıqla ocağı yandırsınlar. Amma, siz mollalar deyirsiniz: Uşaqların da canı cehenneme, nökerlerin de. Siz mollalar deyirsiniz: 92 Millet nece tarac olur olsun ne işim var, Düşmenlere möhtac olur olsun ne işim var, Qoy men toli olum, özgeler ile nedi kârım, Dünya vü cihan ac olur olsun ne işim var! Ses salma yatanlar ayılar, qoy hele yatsın, Yatmışları razı deyilem kimse oyatsın, Tek tek ayılanlar varsa da haq dadına çatsın, Men salim olum, cümle cahan batsa da batsın! Millet nece tarac olur olsun ne işim var, Düşmenlere möhtac olur olsun ne işim var! Salma yâdıma söhbeti-tarixi-cihani, Eyyami selefden deme söz, bir de filani, Hal ise getir meyl eleyim dolmani, nani, Müsteqbeli görmek ne gerek, ömrdü fani, Millet nece tarac olur olsun ne işim var, Düşmenlere möhtac olur olsun ne işim var! Övladi-veten qoy hele avare dolaşsın, Çirkabi-sefaletle eli, başı bulansın, Dul övret ise saile olsun, oda yansın, Ancaq menim avazeyi-şe’nim ucalsın. Millet nece tarac olur olsun ne işim var, Düşmenlere möhtac olur olsun ne işim var! Her Millet edir sefheyi-dünyada tereqqi, Eyler hele bir menzilü me’vada tereqqi, Yorğan döşeyim de ger yada düşe tereqqi, Biz de ederik alem,-röyada tereqqi. Millet nece tarac olur olsun ne işim var, Düşmenlere möhtac olur olsun ne işim var! Desen: Garipkafkaslı-2000 Bakı–1906 93 TÜRK ŞAMANİZMİNDE KANLI VE KANSIZ ADAKLAR Dr.Ahmet Ali ARSALAN* - Erdem AKBAŞ** Yeryüzündeki en eski kültürlerden olan Türk Şamanizmi, insanların kendileri arasında bir birliktelik oluşturarak yüzyıllarca barış içinde yaşayıp daha sonraki nesillere bilgi sunmasına yardım etmiştir. Şamanizm bir dinden ziyade bir düşünce topluluğu olarak bu kadar uzun yıllar boyunca kendini muhafaza etmiş ve birçok dinden insana ulaşmıştır. Şamanizm, günümüzde tam anlamıyla her insan topluluğunda yer almasa da göze çarpan en büyük özellik, milletler arasında yapılan kültürel alışverişler sonucunda her milletin yaşam tarzında izler taşımaktadır. Türk kültürü günümüzdeki Türk Halklarının ve yabancı halkların arasında zamanla erimeden önce bir Türk dili konuşmuş olan Türk topluluklarının ortak tarihidir. Kırgızlar, Moğol-Tatarlar, Soğdlar ve Göktürklerden önce var olmuş Türk dili konuşan topluluklar bazı dinler ve düşüncelerden etkilenip değişikliklere uğrayarak günümüze kadar gelmiş olan Türk kültürü en zengin kültürlerin başında gelmektedir. Şamanizm, kavimlerde görülen, ruhlarla insanlar arasında aracılık yaptığı, hastaları iyileştirme gücüne sahip, gelecek ile ilgili yorumlar yapabilen ve bazı tabiat üstü güçlere sahip “Şaman” adı verilen kişilerin çevresinde yoğunlaşan bir inanç sistemidir. Kâinatı üçe ayıran ve bu parçaları Yukarı Dünya, Orta Dünya ve Aşağı Dünya olarak adlandıran şamanların isimlerini nereden aldıkları konusunda üç farklı görüş bulunmaktadır. Şaman kavramı Hindistan’ daki Pali dilinde ruhlardan esinlenen kişi anlamına gelen “ Samana” sözcüğünden gelmektedir. Şaman kavramının kaynağı Sanskritçe’ de “ Budacı Rahip ” anlamına gelen “Samana” sözcüğüdür. Son olarak Şaman kavramı, Mançu dilinde oynayan, zıplayan, bir iş görürken hareket eden anlamındaki “Saman” kavramından gelmektedir. İlk Şamanın ortaya çıkmasına dair çeşitli efsanelerde, ruhlarla münasebeti bulunduğuna inanılan Şamanın diğer insanlardan farklı bir yaratılışa sahip olduğuna ve üstün kabiliyetlerinin bulunduğu *Selçuk Üniversitesi, Eğitim Fakültesi İngilizce Öğretmenliği Öğretim Üyesi ** York Üniversitesi Doktora Öğrencisi, Büyük Britanya kabul edilmektedir. Bu olgulara dayanarak ortaya çıkan Şamanizm’in bütün dünyada etkili olan bir inanç olduğunu ve her millet tarafından farklı olarak adlandırıldığını görmekteyiz. Avrupa ve Amerikalılar “Şamanizm”, Ruslar “Şamanstvo” diyorlar. Konuya yakın ilgisi olan milletler bu kelimeyi kendi dillerinde söylüyor ve anıyorlar. Altay, Hakas, Tuva Türkleri “Kam”, Saha - Sire Türkleri “Oyun”, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Özbekistan ve Afganistan Türkleri “Bahşi” veya “Bakşı”, Buryatlar ve Moğollar “Bo”, Eskimolar “Angagok”, Kuzey Amerika yerli Kızılderili kabilelerinden Komançiler “Puhakut” diyorlar. Orta Asya Türk kültürünün temelini oluşturan Şamanizm’ in dini bir inanç olmadığını fakat bu kültürü kabul ettikleri dini inanışların içine yerleştiren bütün Türk kavimlerinin sayesinde Şamanizm bir bütün halinde yaşanmadığı yerlerde bile etkisini göstermektedir Din bir inançtır ama her inanç bir din değildir. İkisi arasındaki fark kutsallık kavramında belirir. Dini inançlarda varlıklar hakkında kutsal olan ve kutsal olmayan ayrımı yapılmıştır. Dünyanın en eski, büyük ve asil devletlerini kurup, pek çok ünlü şahsiyet yetiştiren medeni milletlerin başında gelen Türkler’ in Nuh peygamberin oğullarından Yafes’ in “Türk” adlı oğlunun neslinden günümüze ulaştığı bilinmektedir. Türk kelimesinin kökeni “Türümek” fiilinden türetilmiş; kişi ve insan anlamına gelen “Türük” kelimesinin hece düşmesine dayanmaktadır. Başlangıcı hususunda tartışmalar olsa da Türk tarihi dünya tarihinin önemli bir parçasıdır. Yüzyıllardır varlıklarını koruyan ve çeşitli inançlara, düşüncelere sahip Türklerin tarihinin 4000 yıl öncesine kadar gidebileceği düşünülmektedir. Avrupa, Asya, Afrika gibi kıtalarda ortaya çıkan her halkın tarihi ve kültürü uzaktan veya yakından Türklerin hareketinden etkilenmiş ve kültürlerinde değişiklikler olmuştur. Yani Türkler doğu kültürünü batıya ve batı kültürünü doğuya taşımıştır. 94 Dini bakımdan bunun en sağlam kanıtı aşağıdaki gibidir. Kendi dinleri Tengricilikten sonra benimsedikleri yabancı dinlerin çok kez öncüsü ve savunucusu olmuş ve yayılmalarını, gelişmelerini sağlamışlardır. Bu dinler Mani Dini, Musevilik, Budizm, Ortodoks-Nasturi Hıristiyanlığı ve İslam’dır. Orta Asya’ da temeli bulunan Türk kültürüne etkide bulunan Şamanizm’ in zaman içerisinde Türklerin hayatlarına etkide bulunarak bazı olguların benzerlik göstermesini sağlamıştır. Çeşitli dinleri benimsemiş farklı Türk kavimlerinin, Şamanizm’ in bir din olmamasından kaynaklanarak, bu inanç sisteminin izlerini günümüze kadar taşıdıkları görülmektedir. İslam kurallarını kabul etmelerine rağmen alışageldikleri eski Türk inanç sistemlerinden biri olan Şamanizm’ in etkilerinden kaçamayan Türkler bu inanç sistemini İslam gelenek ve göreneklerine uydurarak günlük yaşamlarına yansıtmışlardır. Bunun en büyük sebebi olarak bütün Türklerin aynı anda Müslümanlığı kabul etmemeleri ve buna bağlı olarak Müslüman topluluklarına yeni Müslüman olmuş Şamanların katılmasıdır. Şaman ve Türkler arasındaki benzerliklerin genellikle inançlarda, törenlerde, kullanılan dilde, dini özelliklerde olduğu görülmektedir. Bazı örnekler aşağıdaki gibidir. - Özbekler arasında hastalara bakan ve Şaman ayini yapan “Bakıcılar” veya “Bahşılar” vardır. - XI.-XIV yüzyılları arasında Doğu Anadolu’ da yaşayan Oğuz boyları arasında söylenen öykülerin Altaylı Şamanların öykülerinde farkı yoktur. - Matem; yüz yırtıp, saç yolup ağlamak, bağıra çağıra ağıt yakmak, kara giymek, at kesip aş vermek, ölünün bindiği atın kuyruğunu kesmek. - Al Karısı-Albastı denilen Şamanlığa ait batıl inançlar günümüzde doğum yapan kadınların başına bağlanan kırmızı kurdele Al Karısı denilen kötü ruhu loğusa kadından uzak tutma isteğinden kaynaklanmaktadır. İnsan ve toplum hayatını etkileyen unsurlar arasında inançlar önemli bir yer tutar. İnsanlar inançlar sayesinde kurallar oluşturmuşlar ve kurdukları ilişkiler de bu inançlar ışığında hareket etmişlerdir. Kişiliğin oluşmasında, aile bireyleri arasındaki bağların sağlam bir yapıya oturmasında, toplum üyeleri ile olan ilişkilerin düzenlenmesinde, gelişmesinde ve yürütülmesinde inançların rolü büyüktür. Kurban inancı da Türk toplumu ve Şamanlar için önemli bir olgu olarak topluma yerleşmiştir. En eski dönemlerden bu yana uygulanmakta olan kurban sunma geleneğinin temelinde; söz konusu kutsal güçlerle iyi geçinmek, onları memnun etmek, onlardan herhangi bir dileğin gerçekleşmesinde yardımcı olmalarını istemek, gerçekleşen dilek için onlara teşekkür etmek ya da işlenen bir günahı, suçu bağışlattırmak düşüncesi yatmaktadır. Kurban, çeşitli sözlüklerde farklı şekillerde tarif edilmiştir. Örnek olarak Türk Dili’nin en eski sözlüklerinden Divânü Lûgati’t-Türk’te kurban karşılığı olarak “yağış” kelimesi yer almaktadır. “Yağış”, İslam’dan evvel Türkler’ in adak için veya Tanrılara yakın olmak için kestikleri kurban olarak anlamlandırılmıştır. Yine aynı şekilde “ıdhuk/ıduk” kelimesi bu sözlükte geçmektedir. Idhuk, kutlu ve mübarek olan her nesne anlamına gelmekte olup bırakılan her hayvana bu ad verilmiştir. Bu hayvana yük vurulmaz, sütü sağılmaz, yünü kırkılmaz; sahibinin yaptığı bir adak için saklanmıştır. Ayrıca kurban kelimesi “yaklaşmak, yakın olmak” anlamına gelmektedir ve bu anlamı İslamiyet’ten sonra Türk kültürüne girmiştir. Kurban kesme olayı, İslam Dini’nin doğuşundan çok önceki çağlara kadar uzanmaktadır. Fakat o zamanlardaki kurbanın amaçlarıyla günümüze gelenler arasında farklılıklar göze çarpmaktadır. Çok eski tabiat dinleri ile Mezopotamya, Anadolu, Mısır, Hint, Çin, İran ve İbrani dinlerinde yılın belli aylarında dinî törenlerle kurban sunma, bayram yapma geleneği var olmuştur. Ancak insanlık tarihinde en fazla şöhret bulan ve bilinen kurban olayı Hz. İbrahim’ in oğlunu kurban etmesidir. Ünlü dinler tarihçisi Mircea Elida bu olay üzerinde şöyle bir yorum yapmaktadır: Morfolojik açıdan bakıldığında İbrahim’in oğlunu kurban edişi Eski-Doğu dünyasında sıkça uygulanan ve İbranilerin Peygamberler dönemine kadar sürdürdükleri, ilk çocuğun kurban edilişi pratiğinden başka bir şey değildir. İlk çocuk, çoğunlukla bir Tanrı’nın çocuğu olarak görülürdü... Bu ilk çocuğun kurban edilmesi, Tanrı’ya ait olanın geri verilmesi demekti. Bir anlamda İshak Tanrı’nın oğluydu, zira Sara doğurganlık 95 çağını geçtikten çok sonra İbrahim ve Sara’ya verilmişti. Ama İshak inançları yoluyla verilmişti onlara; vaat ve inancın çocuğuydu. İbrahim tarafından kurban edilişi, biçim olarak EskiSami dünyasında yeni doğmuş bebeklerin kurban edilişine benzese de içerik bakımından bunlardan farklıdır. Eski-Sami dünyasının tümünde böyle bir kurban, dinsel işlevine rağmen sadece bir anane, anlamı tümüyle kavranabilir bir ayinken İbrahim’in durumunda bir inanç eylemidir. Bu kurbanın neden istendiğini anlamaz; yine de bunu yerine getirir, çünkü tanrı böyle istemiştir. Görünürde saçma olan bu eylemle İbrahim yeni bir dinsel deneyimi, imanı başlatmaktadır. Kurbanın girmiş olduğu kültürlerin başında olan Türk ve Şaman Kültürlerinde kurbanlar ikiye ayrılmaktadır. Bu çeşitler kansız ve kanlı kurbanlardır. Kansız kurbanlar olarak adlandırılan bu kurban türü insan, hayvan ve balıklar gibi canlı varlıkların dışında Tanrılara sunulan diğer hediyeleri kapsar. Bu hediyeler insanların sahip oldukları ve üretebildikleri her türlü gıda maddesi olabilmektedir. hediyelerin aşamaları ise her dönemde farklılık göstermiştir. Günümüze kadar Türkler, kurbanların dışında, ilahi güce duyulan minnet için ve onun büyüklüğünün kabul edilmesi adına çeşitli yollar deneyerek üzerlerine düşen görevleri yapmaya çalışmışlardır. Sosyal hayatının hemen her aşamasında çeşitli sebeplerden dolayı Tanrı’yı, ilahi kuvvet yüklenen bazı tabiat güçlerini, Tanrı vekili din adamlarını, Tanrı’dan şefaat dilemede aracı olacak yatırları, evliyaları veya birtakım doğaüstü güçleri memnun etmek için kurbanlar sunmuştur. Hatta içlerinde doğaüstü güçlerin bulunduğuna inanılan dağ, kaya, göl, ırmak, su kaynakları ve ulu ağaçlar ile bazı hayvanlara ibadet etmek veya onlardan yardım istemek amacıyla da kurban vermiştir. Türkler’de insan kurbanının bulunmadığını, bu türlü kurbanın Türkler tarafından yasaklandığını kaydeden belgeler bulunsa da bazı kişilere göre eski Türkler de insan kurban var olmuştur. Fakat genellikle insan kurban olgusu Moğollar da görülmektedir. Ataların ruhlarına insan kurban etme âdetinin bir Moğol geleneği olduğunu kaydeden Bahaeddin Ögel şöyle bir efsane nakleder: TÜRK KÜLTÜRÜNDE KURBAN OLGUSU Türkler dişi geyiği bir tür Tanrı daha doğrusu birer dişi ruh kabul ediyorlardı. Göktürkler’ in atalarından biri, sık sık bir mağaraya giderek orada DenizTanrısı ile sevişirmiş. Bir müddet sonra Deniz-Tanrısı mağaraya gelmez olmuş. Bunun bir Ak-geyiğin askerler tarafından öldürülmesi imiş. Bu durumu öğrenen Göktürk reisi Ak-geyiği vuran kişiyle kabilesini cezalandırmış. Bu cezaya göre Göktürkler’ de insan kurbanları, hep bu askerin kabilesinden verilirmiş. Kurban sözcüğü, Türkler arasında İslamiyet’in kabul edilmesiyle kullanılmaya başlanmıştır. Bundan evvel bu kavramın eski Türk boylarında hangi sözcükle karşılandığı konusunda elde kesin bir bilgi yoktur. Ancak bazı Türk boylarının örneğin Kırgız – Kazaklarının “udayı”, Yakutların “kereh”; Altay ve Teleüt Türklerinin “tayılga”, “hayılga” ve •yine Altaylıların ata ruhlarının kötülüklerinden korunmak için sundukları kurbana “tolu” adını verdikleri, kaynaklardan edinilen bilgiler arasında yer almaktadır. Türkler tarihleri boyunca birçok milleti etkilemiş ve onlardan kültürel olarak etkilenmiştir. Böylece Türk kültürü bire bin katarak yoluna devam etmiş ve gelişmeye, yayılmaya başlamıştır. Fakat her dinin kendine özgü inançları olduğu için ve farklı yoldan yaratanı anlattığı için bütün Türkler farklı yollardan ona ulaşmaya, yakınlaşmaya, derdini anlatmaya çalışmıştır. İlahi güç olarak benimsedikleri gücün kendi güçlerinden fazla olduğunun farkındalığı ile ona ve çevresindekilere hediyeler sunmuşlardır. Bu Göktürkler de böyle bir geleneğin olmasını açıklayan herhangi bir kaynak ve açıklamanın olmaması bir nebze de olsa bu geleneğin Türklerin en eski belki tarihten önceki a-detlerinin yansıması olma ihtimalini ortaya koymaktadır. Fakat bir Bizans elçisinin Göktürkler de at ile beraber insan kurban edildiğine dair anlattığı bir cenaze töreni bulunmaktadır. Bizans elçisi Valentin’ in, İstemi Kağan’ ın cenaze merasimini (yog) anlatırken yaptığı tasvir çok dikkat çekicidir: “Matem günlerinden birinde, dört tane bağlı hun getirdiler (Kağanın) babasının atları ile birlikte bunları ortaya koydular.(Öbür dünyaya) gidip, (kağanın) maiyetine girmelerini emrettiler. 96 Türkler, İslamiyet’i kabul ettikten sonra da Tanrı’nın yardımını kazanmak, O’na yakın olmak için kurbanlar sunmaya devam etmiştir. Bu hem eski gelenek göreneklerine uygun olduğu için hem de İslamiyet’in getirmiş olduğu bir olgu olmasından kaynaklanmaktadır. Yani bu dönemdeki kurban törenleri de belirli zamanlarda ibadet maksadıyla veya ferdi ihtiyaçlar doğrultusunda düzenlenmiştir. Törenlerde kurban olarak koyun, keçi ya da sığır seçilmekte ve hayvanın boğazı kesilip kanı akıtılarak kurban edilmekte ve tören amaç doğrultusunda devam ettirilmektedir. bendirine, kutsal ağaçlara bez bağlama; çeşitli maddelerden yapılan tanrı tasvirlerine ( töz, ongon, tangara, eren ) yemek sunma, ateşe içki dökme de bir tür kansız kurbandır. Kansız kurbanların bir başka biçimi de ruhlara adanıp kırlara salıverilen hayvanlardır. Şamanlıkta kurbansız tören ve törensiz kurban yoktur. Belirli zamanlarda düzenlenen törenlere ve o törenlerde sunulan kurbanlara aşağıdaki örnek verilebilir: Tabiatın yeniden dirilişini sembolize eden ilkbahar ayininde at kurban edilmektedir. Kurbanlar ve dini törenler Kamlar tarafından yönetilmektedir. Asya Hunları İlkbaharda (Mayıs ortalarında) kutsal yerlerde Tanrıya kurban sunarlardı. Bu ayin için Hunların yirmi dört boyunun Başbuğları Lungçeng Şehrinde toplanıp Gök Tanrı’ya atalara, Yer-Su ruhlarına kurban takdim ederlerdi. Sonbaharda tekrarlanan ayinden sonra kağanla beraber orman etrafında dolaşılırdı. Beşinci ayın ikinci yarısında Gök Tanrı’ya ve atalara “ Kurtata ” mağarasının önünde kurban takdim ederlerdi. Yüzyıllar boyunca Şaman kültürünü benimseyerek yaşamış olan Türkler, İslamiyeti kabul ettikten sonra da bu kültürün izlerini taşımaya devam etmiştir. Türk ve Şaman kültürlerinde kurban denilince akla gelen ilk şey at ve at kurbanıdır. Türkler için savaşlarda en önemli unsur olan atlar, aynı şekilde Şaman kültüründe de önemli yer tutar. Her iki kültürün beraber yaşanmaya başlandığı tarihten itibaren oluşan etkileşimde at ve at kurbanı bu kültürlerin en büyük örneğidir. Eski Türklerde Gök Tanrı ve atalara kurban olarak hayvan kesilirdi. Kurban, hayvanın erkeğinden seçilirdi. En geçerli kurban olan at iskeletlerine Bozkır Türk boylarından kalma mezarlarda ve kaya resimlerinde rastlamaktayız. Bundan ötürü Asya Hun, Gök-Türk, Avrupa Hun ve Avrupa Avarları’ nın mezarlarında bol oranda at iskeleti bulunmuştur. Çin kaynakları Hun kağanının her yıl dağda, göğe at kurban ettiğinden söz ederler. Bu kurban törenlerinde özellikle ak at tercih edilirdi. Gök Tanrı’ya kurban verme işlemleri Hun dönemlerinde olduğu gibi, Gök Türk döneminde de sürmüştür. Bu dönemde av sırasında at, vurularak da kurban edilirdi. Eski Türk mezarlarında, ölüye öteki dünyada hizmet etmesi için gömülmüş atlara rastlanmıştır. Çok kez yas belirtisi olmak ŞAMAN KÜLTÜRÜNDE ADAK VE KURBAN Şamanist dünya görüşüne göre, bütün dünya iyi ve kötü ruhların etkisi altındadır. İnsanlara ve hayvan sürülerine türlü kötülükler yapmaya hazır kötü ruhlarla ilişki kurmak kudreti yalnız Şamanlarda bulunmaktır. İşte bu özellikleri onları diğer insanlardan farklı kılmaktadır. Normal olarak insanlar ruhların nasıl bir yapıda olduklarını, ne doğada ne huyda olduklarını ve onlara hangi yoldan gideceğini bilemez, onların nelerden hoşlandıklarını, hangi cins ve çeşit kurbanlardan memnun kalacaklarını tespit etme yetenekleri bulunmamaktadır. Fakat Ata ruhlarından aldığı kuvvet ve ilham ile bütün bunları Şamanlar yapabilir ve böylece bir yandan iyi ruhların insanlar için yararlı ve hayırlı etkilerini devam ettirmeye, bir yandan da çeşitli çarelere başvurmak suretiyle, kötü ruhların zararlı eylemlerini önlemeye yalnız onun gücü yeter. Şamanlar bu amaçla tertip ettiği ayinlerde ruhlar ile iletişime geçip onları hoşnut ve razı ederek istenilen sonucu almaya çalışır. Şamanizm de önemli bir olgu olan kurban törenlerin nerdeyse olmazsa olmazı olarak karşımıza çıkmaktadır. Törenler de genel olarak belirli günlerde yapılanlar veya önceden belirlenmemiş törenlerden oluşmaktadır. Bu törenlerde, çeşitli halkların inanç, gelenek ve göreneklerine göre farklılıklar olmakla birlikte mutlaka kurban âdeti vardır. Şamanlar da kurbanlar da ikiye ayrılmaktadır. Genellikle at ve koyun dışında kan akıtılarak ruhlara sunulan kanlı kurban ile karşılaşılmaktadır. Kutsal sayılan bir yere bir değere bir şey sunmak, eşya adamak, şamanın 97 üzere atların kuyrukları kesilmiştir. Kesilmiş ağaçlar üzerinde mezarın başına asılan at, ölünün uçmaya giderken bineceği attır. Müslümanlık döneminde de kimi Türk hükümdarları atıyla birlikte gömülmüş ya da atının tek başına gömülmesi için, tıpkı İslam öncesi dönemde olduğu gibi, mezar yapılmıştır. Başka bir ortak özellik ise Türk Şamanlarında kurban törenlerinde kurban edilen varlık için ve kendileri için dua etmeleridir. Bu işlem hem yapılan törenin bir gereği olarak göze çarpmaktadır hem de yürekten gelen bir yalvarış olarak görülmektedir. mülk sahibi bir çiftçinin en güzel boğa yavrusunu kurbanlık olarak seçmesi ve kırlara salıvermesi gibidir. İster kanlı kurban isterse kansız kurban olsun kurbanı sunma biçimleri de, sunulanın niteliğine bağlı olarak değişiklikler göstermektedir. Genellikle hayvanların ritüel eşliğinde kesmek kural gereğidir. Yiyecek, içecek gibi şeyler mezarlara, kutsal kabul edilen yerlere bırakılır. Bu yüzden kurbanın sunulması ve bununla ilgili ritüelin uygulanması çoğu zaman belirli bir yerde gerçekleştirilir. KANLI ADAKLAR: KURBANLAR ADAK VE KURBAN ÇEŞİTLERİ Kanlı kurbanların başında at gelmektedir. İnsanların kurban olarak sundukları, sahip oldukları varlıklarla doğru orantılıdır. Bütün göçebe topluluklarda olduğu gibi Türkler için de at en değerli hayvanlardan birisiydi. Savaşta ve barışta devamlı at üzerinde olan Türkler ayrıca atın etinden ve sütünden de istifade ediyorlardı. Hal böyle olunca Tanrı’ ya sunulacak en değerli kurban da at olmaktadır. Manas destanında birçok yerde at kurban törenlerinde geçmektedir. Bu kurban törenlerinde Manas’ ın oğlu Semetey Talas’ta Zülfikâr dağında oturan Bakay’ ı ziyaret eder. Bakay sevinir. Tanrı yoluna atlar kurban eder. Manas Destanı’nda Manas’ın atı Akkula, Manas ile aynı özelliklere sahiptir. O büyük güce sahip, nitelikli, kahramana taktik veren bir attır. Kökötöy Han’ın Maniker adlı atı da olağanüstü özeliklere sahiptir. Kökötöy atını şöyle tasvir eder: Kurban sunulan ulu makamlar ve kurbanlıklar farklılık göstermektedir. İlkel zamanlarda kurbanlık bizzat İlahın kendisi olarak tasavvur edilmiştir. İnsanlık tarihinin tecrübe ettiği bütün dinlerde amaç, şekil ve içerik yönünden bazı farklılıklarla da olsa kurban ibadetine rastlanmaktadır. Dinlerin farklı kurbanlarına geçmeden önce, kurban çeşitleri hakkında önemli birkaç bilgi vermek faydalı olacaktır. Kurban genellikle kanlı (canlı) ve kansız (cansız) olmak üzere iki türlüdür. Kansız kurbanlar insan, hayvan ve balıklar gibi canlı varlıkların dışında Tanrılara sunulan diğer hediyeleri kapsar. Bu hediyeler insanların sahip oldukları ve üretebildikleri her türlü gıda maddesi nevinden şeylerdir. Kansız kurbanların değişik bir türü olan ıdık/ uduk (salıverilmiş, gönderilmiş) diye bilinen ve Tanrı için başıboş salıverilen hayvanlardır. Bunun bir örneğini Yakut Türklerinde görebiliyoruz. Yakutlar’ da Göktürkler’ de olduğu gibi tek bir yaratıcı yoktur. Beyaz Yaratıcı (Ayıg Tangara) olarak kabul ettikleri Tanrı’ yı insanlara can (kut) veren ve kâinâtı yaratan olarak görürlerdi. Bu Beyaz Yaratıcı’ yı diğer iyi ruhlardan ayrı tutarlar ve ona canlı kurban verirlerdi. Kurban olarak başıboş bırakılan hayvanlardan istifade edilmezdi. Ne eti yenir, ne sütü sağılır ne de yük hayvanı olarak kullanılırdı. Eski zamanlarda Yakutlar at sürülerini doğu bölgelerine, Büyük Yaratıcı’ ya kurban olsun diye sürerlerdi. Buna ek olarak Gagavuzlar’ ın kurban ibadeti içinde en dikkate değeri “Allahlık” adını verdikleri kurbandır. Iduk kelimesi ile aynı anlama gelen Allahlık; mal Kanadı altı, ayağı dört.... Bulutlu göğün altından Dönüverir çitin üstünden Yürür mü uçar mı görünmez, İnsanlarca bilinmez. Yine Manas destanında Manas’ın ölümü üzerine yapılan cenaze töreninde at kurbanı öne çıkmaktadır. Bu kurban da ise Manas öldükten sonra, dokuz gün bekletildikten sonra doksan kısrak kesilir ve dokuz kat kumaş halka dağıtılır. Daha sonra aynı cenaze töreninde altmış sayısı rol oynamaya başlar. Altmış gün sonra altmış kısrak kesilir ve ölü 98 mezara konur. Bu suretle tören sona ermektedir. Kurban edilen atlar çeşitli renklerdedir. Bunların başında ak, boz, sarı renkler gelmektedir. Beyaz renkteki kurbanların iyi ruhlara/Tanrılara sunulmaktadır. Beyaz kurbanları hakkında Ögel şunları kaydetmiştir: Hıtaylar’da beyaz ata binerek, beyaztilki avlama merasimleri, beyaz atla beyaz öküzün Gök Tanrısı’ na kurban edilmesi, bir şehir zapt edildikten sonra, yine beyaz atla koyunların kurbanı, çok eski Türk-Moğol adetlerinin bize gelen akisleridir. Sarı kurbanları ile ilgili olarak Ögel şunları nakleder: Sarı at veya sarı inekle sarı devenin kesilmesi de Türk mitolojisinin motiflerinden biridir. Sarı renkte hayvanların etlerinin daha iyi vasıfta olduğundan mı; yoksa altın gibi sarı renklerin kutsal oluşundan veya soylu tabakayı gösterdiğinden dolayı mı, büyük saygı ziyafetlerinde sarı hayvanların kesildiğini biliyoruz. Şaman ayinlerindeki at kurbanıyla ilgili olarak da Bilge Seyidoğlu şu bilgileri verir: Şaman ayinlerinde bir açık renk at kurban edilir. Eti bir merasimle ayine katılanlara dağıtılır. En iyi parça da şamana kalır. Kurban edilmiş atın ruhunun şamanla birlikte gökyüzünde dolaştığına ve üçüncü cennete ulaştığına inanılır. At kurbanının dışında; sığır, keçi, koç, kuzu ve öküz de Eski Türkler’ e göre makbul kurbanlıklardır. Sığır kurbanı yaygın olarak Kazak ve Kırgızlar arasında yaygındır. Sığır kurbanının (özellikle öküz) günümüze yansımasını genellikle kurban bayramlarında görmekteyiz. bariyle bir cins kurbandır. Aşağıdaki örnekte bunu tüm açıklığıyla görmemiz mümkündür. Gelin odasına alındıktan sonra yengeleri tarafından tuvalete götürülür. Oğlanın arkadaşları da damadı bulunduğu yerden getirirler. Gelin tuvalete götürülürken damat koşarak gelinin üstünden para ve “damat yemişi” denilen yemişi saçar. Kızın yanındaki yengeler, yemişleri toplayarak içeri getirirler. Bunlar evde bulunanlara dağıtılır. Saçı sadece, düğünlerde değil hayatın her safhasında görülür. Çocuk dünyaya gelince, ilk dişi çıkınca, ilk defa saç traşı olunca yapılan pratikler ile ölen bir kişinin ardından yapılan yardımlar da saçı olarak değerlendirilebilir. Saçı giderek İslamiyet’in de etkisiyle “sadaka” ile aynileşmiştir. Yatırlara, çalılara, ulu ağaçlara bağlanan bezleri de bu bağlamda birer saçı olarak düşünebiliriz. Kültürlerde kurban ve kurban edilen varlık kadar önemli olan bazı konular yer almaktadır. Bunlar tören ve törenlerin basamaklarıdır. Şamanist halklarda en az kurban merasimleri kadar önemli olan bir diğer konuda kurban merasimlerinin yapıldığı kutsal mekânlar konusudur. Bu konuyla ilgili örnek “dağ” verilebilir. Dağlar, gökyüzüne yakın ve heybetli oldukları için kutsal mekânlar içerisinde kabul edilmektedir. Göktürkler’ de dağ kültü o kadar farklı bir yere sahiptir ki mukaddes dağlar ve onların ruhları adına çok muhteşem ayin ve törenler yapılırdı. Dağ ayini bazı boylarda “Tigir tayan” yani “Gök kurbanı”, Sagaylar’ da “Tağ tayanı” yani “Dağ kurbanı” şeklinde isimlendirilmiştir. Ayrıca büyük dini merasimlerde gökle birlikte kutsal ruhlara birçok at kurban edilmiştir. Dini ayinlerin önemli bir yer tuttuğu Türk ve Şaman kültürlerinde vazgeçilmez bir özelliğe sahip olan kurban ve çeşitlerinin törenleri de önemli bir yer tutmaktadır. Fakat bu törenlerin kendi içinde bazı kuralları ve yöntemleri vardır. Bu kuralların başında yer ve zaman gelmektedir. Örnek olarak Şamanlarda Çarşamba ve Cuma günleri ölü anma günleri olduğu için o günlerde kurban merasimi yapılmamaktadır. Türkler için bir örnek verecek olursak kurban kesilen mekân olarak yatır ve mezarlıklar, ormanlık alanlar gibi yerler ön plana çıkmaktadır. KANSIZ KURBANLAR: ADAKLAR Kansız kurbanların başında ruhlara bağışlanarak başıboş salıverilen “ıduk”lar gelmektedir. Kansız kurbanların bir türü de “saçı”dır. Bu dini terim bütün Türk boylarında ortaktır. Moğollar’ da “saçu” olarak geçmektedir. Kanlı kurbanlara tayılga yahut hayılga dendiği gibi saçıya da saçılga yahut çaçılga denir. Göçebe Türk boylarında süt, kımız, yağ, bulgur karıştırılmış süt saçı olarak kullanılan şeylerdir. Amaç itibariyle saçı, olağanüstü güçlere sahip olduğuna inanılan ruhlara sunulan ve onlar adına onların rızasını ve yardımını kazanmak için dağıtılan cansız nesnelere verilen bir isim, öz iti99 ŞAMANLARDA ADAK VE KURBAN TÖRENLERİ Şamanlar için kötü ruhlardan korunmak, atalarını anmak ve yüce ruhlara şükretmek adına yapılan kurban törenleri, belli amaçlar doğrultusunda yapıldığı gibi belli yöntem ve aşamalardan geçerek icra edilmektedir. Kurban merasimleri Şamanist halklarda belli bir düzene göre yapılmaktadır. Örnek verecek olursak, şamanlar evlendiğinde, Ülgen için açık tondaki atı kesmek suretiyle kurban vermek durumundadır. Kurban kesmesinin zamanı genelde ilkbahardır. Bu törene sadece erkek kişiler katılır. Kurbanı, şaman keser ve Ülgen’e kurbanlık atı, şaman göndermiş olur. Buna ilaveten koruyucu ruh kapsamına giren Umay Tanrıçaya ise yeni ayın dokuzuncu günü âyin yapılarak kurban verilir. Büyük Tanrı’lara kurban sunma törenleri belli zamanlar da ve belli mekânlarda yapılmaktadır. Zaman olarak genellikle ilkbahar veya yaz tercih edilmektedir. Kurban merasimi için mekân ise kayın ormanında, havuzun yanında, çarşamba ve cuma günleri hariç diğer günleri olmaktadır. Bugünlerde kurban kesilmemesinin sebebi ise, çarşamba ve cuma günleri ölü gömme ve anma törenleri düzenlenmekte olduğu içindir. Ülgen’e yapılan kurban törenlerinin mekânı hakkında kayın ormanı olduğunu yukarıda belirtmiştik. Fakat önemli bir kural bu ayini erkek bir şamanın yönetmesi gerekmektedir. Kurban edilen hayvanın etini kadınlar da yiyip içebilseler de buradaki en önemli konu kadınların kurban kesilen yerden 50 adım veya fazlası kadar uzaklıkta olmaları gerekmekte olduğu diğer önemli bir noktadır. Bu ve bunun gibi önemli noktalar gerçekten dikkat edilen ve özen gösterilen konuların başında gelmektedir. Güney Sibirya ve Altay Türklerinde şaman kurban törenlerine örnek olarak aşağıdaki ayin verilebilir: Bu bölge de, yılda bir kere Ut-Ana için âyin yapılır. Bunun sebebi: İnsanların beklentileri, istekleridir. Bu istekler kısaca; ailevi refah, hastalıkların olmaması, hayvanların ölmemesi ve başarı vs. Çadırda yapılan bu âyinler, kam tarafından yapılmaktadır. Kurban için siyah başlı beyaz koyun kesilir. Fakat tören, sadece koyunun kesilmesi ile sona ermemektedir. Kurbanın kesilmesinden önce yapılacak işlemler olduğu gibi kesimden sonra da bazı işlemler uygulanmaktadır. Kurbanın kesilmesi öncesi ve sonrası yapılanlar şu şekilde özetlenebilir: Koyun kesilmeden önce koyunun üstüne pişmiş süt dökülüp kurban, renkli kurdelelerle süslenir ve kurban Ut-Ana’ya adanarak sürünün içine salınır. Kurban kesilip derisi yüzüldükten sonra hayvanın gövdesinin (tusa) ön sağ ayağı ve kalbi yakılır. Diğer parçaları ve derisi kama verilir. Kam, ateşe etin yağlı parçalarını atar ve bu şekilde ateşi daha da fazla alevlendirir ve kam, Ut-Ana’ya hitaben; ateş, sen bizim annemizsin, sen kırk dişlisin, sen kırmızı ipekle örtünürsün, beyaz ipekli çarşafın üstünde yatarsın, ben, beyaz küllerine basmadım. Küçük çocuklar ve köpekler sana dokunmadı. Ben, beyaz koyunu kestim ve önüne koydum. Ben, senin önünde eğiliyorum. Sen, bize kolaylık göster der. Ateşte, Tanrı ve ruhlar için kesilen kurbandan yemekler yapılırdı. Pişmiş etler, insanlara; kavrulmuş etlerin kokusu da Tanrı ve ruhlara sunulurdu. Dünyanın en eski milletlerinden olan Türkler, İslamiyet’i kabul etmeden önce, kendilerine özgü birtakım inanç sistemlerinden başka, çeşitli vesilelerle temasta bulundukları kültür çevrelerinden etkilenerek birbirinden farklı birçok dine girmiştir, Kabul edilen her yeni din, Türklerin düşünce ve yaşam tarzlarını, adet ve inançlarını etkisi altına alırken bir önceki dinin kimi öğretilerini, değerlerini, kurallarını da bünyesine alarak Türk kültürüne uygun yeni bir şekil vermiştir. İslamiyet’ ten önce olduğu gibi İslamiyet’ ten sonra da kurban sunumuna devam eden Türkler farklı amaçlar güderek kurban merasimlerini gerçekleştirmişlerdir. Türkler, İslamiyet’ i kabul ettikten sonra da Tanrı’nın lütfünü kazanmak, O’ na yakın olmak için kurbanlar sunmaya devam etmiştir. Bu dönemdeki kurban törenleri de belirli zamanlarda ibadet maksadıyla veya ferdi ihtiyaçlar doğrultusunda düzenlenmiştir. Törenlerde kurban hayvanı olarak koyun, keçi ya da sığır seçilmektedir. Türklerde de hayatın her önemli olayında veya aşamasında mutlaka kurban sunma geleneğinin bulunduğu tespit edilmiştir. Buna göre bayramlarda, çeşitli törenlerde, kutlamalarda kanlı ya da kansız kurban sunulmuştur. Kanlı kurban olarak koyun, keçi veya horoz kesilmiş; kömbe ya da 100 KAYNAKLAR 1)Algül, Nevin, “ Türk kültüründe Şamanist İletiler ”,Istanbul, 2007 2)Arslan, Ahmet Ali, “Orta Asya Türk ve Amerikan Kızılderili Şamanlarının Giysileri” ,Yaşayan Eski Türk İnançları Bilgi Şöleni Bildirileri, Ankara, 2007 3)Culdız, Orazbakova, Manas Destanı’ndaki Atların Tipleri,Manas Destanı ve Etiketleri Uluslar arası Bilgi Şöleni, Ankara, 1995 4)Eliade, Mircea, Ebedi Dönüş Mitosu (Çeviri: Ümit Altuğ), İmge Yayınları, Ankara, 1994 5)Ögel, Bahaeddin, Türk Mitolojisi, TTK Yayınları, Ankara,1993 6)Kafesoğlu, İbrahim, Eski Türk Dini, Kültür Bakanlığı Yayınları: 367, Ankara 1980 7)Yörükhan, Yusuf Ziya, Anadolu’ da Aleviler ve Tahtacılar, KB Yayınları, Ankara, 1998 8)http:// www.fikrimyok.com/Turk-Mitolojisinde-Kurban-Kurbanin Tarihcesit59812.html 9)http://www.efrasyap.com/Icerik/IcerikDetay. aspx?IcerikID=587 10)http://cetint.blogspot.com/2008/07amanizm.html 11)http://www.efrasyap.com/Icerik/IcerikDetay. aspx?IcerikID=766 12)http://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrk_tarihi 13) http://www.evreseltarih.com/?cat=41 11 http://www.evrenseltarih.com/?cat=41. 12 Culdız Orazbakova, Manas Destanı’ndaki Atların Tipleri, Manas Destanı ve Etkileri Uluslar Arası Bilgi Şöleni, Ankara. 1995 s:186 13 Ögel, Bahaeddin, Türk Mitolojisi (Kaynakları ve Açıklamaları ile Destanlar), TTK. Yayınları Ankara., 1993, s: 235. 14 , a.g.e. ,s: 236. 15 Seyidoğlu, Bilge, Mitolojik Dönemde “At” Prof. Dr. Umay Günay Armağanı, Ankara 1996, s:51-54. 16http://www.fikrimyok.com/Turk-Mitolojisinde-Kurban-Kurbanin-Tarihcesi t59812.html. 17http://www.efrasyap.com/Icerik/IcerikDetay. aspx?IcerikID=587. 18 Aynı Kaynak. SONNOTLAR: 1 http://cetint.blogspot.com/2008/07samanizm.html, 2 Arslan, Ahmet Ali, “Orta Asya Türk ve Amerikan Kızılderili Şamanlarının Giysileri” Yaşayan Eski Türk İnançları Bilgi Şöleni Bildirileri, Ankara, 2007, s:1 3 Kafesoğlu, İbrahim, Eski Türk Dini, Kültür Bakanlığı Yayınları: 367, Ankara 1980, s: 7-8 4 http://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrk_tarihi 5 Algül, Nevin, “ Türk kültüründe Şamanist İletiler ”, İstanbul, 2007, s:I (Özet) 6 Algül, a. g. m., s:1 7 Eliade. Mircea, Ebedi Dönüş Mitosu, (Çeviri. Ümit Altuğ), İmge Yayınları, Ankara, 1994, s: 109. 8 Yörükhan, Yusuf Ziya, Anadolu’da Aleviler ve Tahtacılar, Ankara, KB Yayınları 1998, s: 277. 9 Ögel, Bahaeddin, Türk Mitolojisi, TTK. Yayınları Ankara., 1993, s: 224. 10http://www.efrasyap.com/Icerik/IcerikDetay. aspx?IcerikID=766 . 101 Desen: Garipkafkaslı HİKAYE BAĞLI KAPI Vagif SULTANLI* Ama sanki her gün gelip gittiği yol değildi. Soğuk sekiler, taştan binalar, elektrik direkleri sanki hafızasının uzak karanlığında çoktan, bayağı çoktan unutulmuş bir masalın perakende levhalarıydı. Bu, ömrün boyu gelip gittiğin yolu zulmet karanlık içinde gelip geçmeye ve bu zulmetin görünmezliğinde gözlerine siyah perdelerden başka hiç bir şeyin çarpmamasına benziyordu. Ama bir gün kolundan tutup gündüzün aydınlığında seni bu yoldan geçirseler... Her şey ilk defa görüyormuş gibi gözlerine gözüküyordu. Ani girdap, sokağın toz dumanını savurarak evlerin duvarlarına, camlarına vurdu. Sanki tek bir anda asfalt sekiler boyunca görünmez elle süpürge attılar. Sokaklar tamamen süpürülüp temizlendi. İncindi, asfalt yolun diğer tarafına geçmek istedi. Ağır adımlarla sola saptı. Ve birden... keskin korna sesine irkilip kafasını kaldırdı. Gökyüzü renginde bir ‘‘Moskviç’’kayarak tam yanı başında durdu. Arabanın arka koltuğundan bayanların bağırma sesleri işitildi ve hemen de şoför kafasını camından çıkararak zehir zemberek konuştu: – Yaa, zalim oğlu zalim, yoldan geçiyorsan bir sağına soluna baksana... akşam akşam illa bizi katil mi yapacaksın? Sinirden tepesi attı, dişlerini hırçıldayana kadar birbirine sıktı, ama konuşmadı, konuşamadı, içinde kesile kesile kaldı. İleri yürümek istedi, ayaklarını yerden alamadı. Kendini tamamen kaybetti. – Yaa, sana söylemiyor muyum?.. neden cevap vermiyorsun? Hiç bir şey görmüyordu, hiç bir şey duymuyordu, sanki yuvarlanıp dünyanın çekim gücü olmayan noktasına düşmüştü ve bu noktanın cazibesinden çıkamıyordu. – Yaa, bu adam sağır mı?.. Araba sağa dönerek hızla uzaklaştı. Vücudunu bir anlığa soğuk terler bastı. İstem dışı parmakları kilitlendi, açıldı. Ellerini cebine soktu, çıkardı, tekrar cebine soktu. Ve o zannetti ki, elleri vücuduna fazla geliyor, ellerini sokmaya yer bulamıyor.. *Vagif Sultanlı, 26 Mart 1958 tarihinde Azerbaycan “Azerbaycan muhaceret edebiyatı” (1998), “Edebi-nazari Respublikasının Kurdemir ilçesinin Shahseven köyünde illustrasiyalar” (2000), “Ömrün nicat sahili” (2004). Bun- doğmuştur. 1976-1981 yıllarında Bakü Devlet Universite- lardan ilave, müellifin Azerbaycan, Rusya, Türkiye ve Avrupa sinin dil-edebiyat bölümünü bitirmiştir. ülkeleri matbuatında çok sayıda makalesi neşrolunmuştur. 1999 yılından bu yana Bakü Devlet Üniversitesinin Muasır Azerbaycan Edebiyatı kafedrasının profesörüdür. Yazarın tercumecilik faaliyeti Yaroslav Hashek, Ervin Shtritmatter, Reşat Nuri Güntekin, Veyo Meri, Martti Larni, Vagif Sultanlı edebi yaratıcılığa erken başlamıştır. “Yavşan koku¬su” adlı ilk hikayesi universitede okuduğu Pyer Lagerkvist, Gustav Stopka, Sergey Jitomirski ve diğer müelliflerin yaratıcılık örmeklerini ihata eder. yıllarda neşrolunmuştur. “İnsan denisi” ve “Ölüm uykusu” Vagif Sultanlı’nın tercüme çalışmalarında Sergey romanlarının, bir çok hikaye, miniatur, sergüzeşt, esse ve Jitomirski’nin Arshimed’in hayatı ve eserlerinden bahse- diğer formalarda yazılmış eserlerin muellifidir. Yazarın be- den “Sirakuzlu alim” tarihi romanı, Reşat Nuri Guntekin’in dii düşünceleri “Sönmuş yıldızlar” (1988), “İnsan denizi” “Yaprak Dökümü” ve “Değirmen” romanları seçilmekdedir. (1992), “Kul pazarı” (1999)? “Ölümm uykusu” (2002) adlı kitaplarında toplanmıştır. O, Amerika’nın “Azatlık” ve “Azad Avropa” radyolarındaki faaliyetine göre Azerbaycan Jurnalistler Yazarın “Ölüm Rüyası” kitabı, 2006 senesinde İstanbul’da Avrupa Yakası Yayınları tarafından neşrolunmuştur. Birliği’nin Hasan Bey Zardabi adına mukafatını (1995), Türk Dünyası Edebiyatına hizmetlerine göre Kıbrıs, Balkanlar ve “Mehmet Emin Resulzade’nin edebi dünyası” (1993), “Ağır yolun yolcusu”(1996), “Azatlığın ufukları” (1997), Avrasya Türk Edebıyatları Kurumu’nun (KIBATEK) ödülünü (2003) almıştır. 102 Anladı ki, yüreğinin bütün kini, nefreti akıp akıp ellerine, kilitlenen parmaklarına toplanmış ve bu nefreti birisinin tepesine, beynine geçirmezse, ellerinin kilidi açılmayacak, ellerini koymaya yer bulamayacak, elleri vücuduna fazlalık olacak. Beş katlı gri taş renginde apartmanın karşısında durdu. Hava kararıyordu. Kendi evinden başka bütün evlerden ışık geliyordu. Her akşam eve döndüğünde yarın ışıkları kapatmasın diye düşünüyordu, ama her defasında nedense unutuyordu bunu. Eve gitmedi, eve gidemezdi. Kimsesiz odalarda ne yapacaktı ki... böyle havada yalın duvarlar arasında yalnız oturmak olur muydu? Havadan sonbahar rüzgarının soğuk kokusu geliyordu. Arabalar hızlı hızlı o tarafa bu tarafa kaçıyorlardı. Sokaklarda kandiller, lüminisset lambalar göz kamaştırıyordu. Ama bu ışıklar soğuktu, çok soğuktu. Böylesine bir soğuğu ilk defa görüyordu çok ufak olduğu yıllardan beri. Ve görüyordu ki, bu ışığın soğuğu iliğine, kanına kadar işliyor, vücuduna titreme sokuyor, kemiklerini sızım sızım sızlatıyor. Nereye gideceğini bilmiyordu, aslında hemen bu saatte, bu dakikada onun için nereye gitmesinin hiç bir önemi yoktu. Kimsesiz sokaklardan geçerek sahile doğru yöneldi. Rüzgar şiddetini artırıyordu. Sahildeki bağ boşalmıştı, banklarda kimse göze çarpmıyordu. Denizden garip, vahametli uğultu geliyordu. Restorana doğru yöneldi, bir iki kadeh içip kafayı dağıtmak istiyordu. İstiyordu ki, ömrünün bu ağır, üzücü akşamını bir şekilde atlatsın. Restoranda topu topu dört beş müşteri vardı. Köşedeki boş sandalyelerden birine eyleşti, bir şişe içki sipariş verdi. ... İçti, geceden hayli geçene kadar içti. Ama bu defa nedense alkol de kendi etkisini gösteremiyordu. Sanki içtiği her günkü içki değil, acı, koyu bir sıvıydı. Yine içki istedi... yine içti. Restoran tamamen boşaldıktan sonra ağır ağır sandalyeden kalkarak kapıya doğru adım attı. Gittikçe körelen hafızasıyla Süsen’i hatırladı. Bugün ondan ayrıldığı günden tam iki yıl geçiyordu. Eski, rengi solmuş bir iskemlede oturdu. Denizde dalgalar birbirini kovalıyordu. Uzaktan Nargin adasından nokta nokta ışıltılar geliyordu. ‘‘– Biliyorsun, Süsen, bana çocuk lazımdı, çocuk, benden sonra bu ocağı devam ettirecek biri olmalı mı, yoksa yok? Süsen cevap vermiyordu, sessiz sessiz ağlıyordu, büyük ihtimalle tanıştıkları gün aklına gelmişti. O zaman nereden bilebilirdi ki, bir zaman gelecek şansı ona yüz çevirecek, dünyalar kadar sevdiği bir insanın kalbi taşa dönecek, bir zamanlar bir tebessümle ipeğe dönen bu kalbe onun yalvarışları etki göstermeyecek. Nereden bilebilirdi ki... – Biliyorsun, Süsen, bana kalsa asla ayrılmazdık, ama bir benim durumumu da düşün. Senin yüzünden bütün konu komşudan, akrabadan yüz çeviremem ki,,, Süsen susuyordu, sakince elbiselerini bavula topluyordu. Artık ağlamıyordu, gözyaşları akıp leke leke yanaklarında kurumuştu. Uzun uzun saçları omuzlarına, boynuna boğazına dökülmüştü. Göğsü kalkıp iniyor, hıçkırığını durduramıyordu. Dudakları nane yaprağı gibi esiyordu. – Biliyorsun, Süsen, bilmiyorum sana nasıl anlattım ama, benim ne suçum var ki... kendin iyi bir düşün... ’’ Rüzgar gittikçe şiddetini artırıyordu. Elbisesi ince olduğundan soğuktan dişlerini sıkmıştı. Ceketinin açık yakasını düğmeledi, soğuktan tahta gibi olmuş ellerini koynuna soktu. Sahilde kimseler göze çarpmıyordu. Uzaktan, deniz istasyonundan yola çıkan yolcu gemilerinin kesik kesik düdükleri duyuluyordu. Gece yarısına az kalıyordu. Ayağa kalkıp geldiği yoldan ağır ağır geri dönmeye başladı. Annesini hatırladı, duygulandı. Bu defaki tatilini köyde geçireceğine kendi kendine söz verdi, ama hemen anladı ki, söz verse de içinden gelmeden verdi ve hiç bir zaman bu sözünü yerine getirmeyecek. Gece yarısından geçmişti. Evinin olduğu binaya varıp durdu. Pencereye doğru kafasını uzattı. Karanlıktı, ama sadece onunki değil, o anda bütün pencereler karanlıktı. Merdivenleri ağır ağır çıkmaya başladı. Kim bilir hayatı boyunca kaçıncı defaydı ümitli ümitsiz bu merdivenleri çıkıyordu. Ayakları onu dinlemiyordu, içki kendi işini görmüştü. Elini atarak merdiven kenarından yapıştı. Bir, iki, üç, dört... basamakları saymaya başladı. Acaba beşinci kata kadar kaç basamak vardı? Neden bu basamakları 103 o ana kadar saymadı? Ama birdenbire nereden aklına geldi bu? Kalbi öyle bir çarpıyordu ki, sanki hemen şimdi sinesinden fırlayarak önüne düşecekti. Sonuncu merdiveni çıkıp durdu. Nefes nefese kalmıştı. Kapının zilini bastı, içerden hoş, garip bir müzik duyuldu. Evliliklerinin ilk yılında Moskova’dan alıp getirmişti bu zili, Süsen’in çok hoşuna gidiyordu. Bekledi, ses çıkmadı. Her zaman kapının zilini basıp beklerdi, Süsen’in kapıya yaklaşan adımlarını duyunca zile tekrar basardı. Süsen’in ‘‘geldim’’ demesiyle birlikte kapı açılırdı. Kapı açılır açılmaz kızı daha kapıda kucaklar, yüzünden, dudaklarından öperdi, sonra da kollarına alıp kanepeye götürürdü: – Bugün ne yaptın? – Hiç bir şey. – Ne pişirdin yemeye? Kız, kasten kafa sallardı, yani ‘‘hiç birşey pişirmedim’’. – O zaman ben de seni yiyeceğim. Süsen: –Yiyemezsin, –derdi ve çırpınarak onun ellerinden kurtulur, parmaklarının ucunda bir kuş gibi diğer odaya uçardı. Kızın peşinden koşup yakalardı, boynuna sarılır, saçlarını yüzüne gözüne dağıtırdı. Öperdi, defalarca öperdi. Kapının zilini tekrar bastı. Yine hoş, garip müzik duyuldu. Yine sabırla bekledi, bekledi. Ama içerden ses çıkmadı. Biliyordu ki, içerde kimse yok, kapı ziline boşuna basıyor, biliyordu ki, gece gündüz çalsa da kapıyı açan olmayacak. Biliyordu ki, bu kapı başka türlü kilitlenmiş. Açılabilecek türden değil. Ama kalbinin gizli, ulaşılmaz derinliklerinde inanamıyordu buna. Zilin düğmesine bir daha, bir daha bastı. Sonra kulağını anahtar deliğine dayadı. Ama kulağına başka bir ses, seda gelmedi. Daha beklemedi, yumruklarıyla kapıyı daha sert vurmaya başladı. Darbelerini rastgele indiriyordu. Yumruklarından çıkan sesler bütün apartmana yayılıyordu. Bağıra bağıra Süsen’i çağırıyordu: – Aç kapıyı, Süsen, aç, aç... kurban olayım aç kapıyı, aç, aç... O zannediyordu ki, Süsen uykuda, uyuyor, hemen şimdi uyanacak, uykulu uykulu kapıyı açacak. Ama hiç bir şey söylemeyecek, sadece bakışlarıyla izleyecek onu. Sonra bakışları yumuşayacak, ısınacak. Ve bu bakışlar diyecek ki, söyle neden geç geliyorsun eve be insafsız, hiç ben insan değil miyim... ne zamana kadar duvarlara bekçilik yapacağım? Ne zamana kadar... peki sonra ne diyecek Süsen’in bakışları... Gittikçe kolları düşüyordu, sarhoş vücudu takatini yitiriyordu. Hiç durmadan Süsen’e sesleniyordu, yalvarıyordu, yakarıyordu: – Aç kapıyı, Süsen, aç kapıyı... Kurban olayım Süsen, aç kapıyı, aç, aç... Yorulmuş, uyuşmuş kolları halden düşmüştü. Elleri kapının kolundan süzüldü, dizleri yavaş yavaş büküldü, kapının önünde taş gibi yere düştü. ... aslında bu rüyaya benzemiyordu, sanki garip, acayip bir sihire düşmüştü. Hangi tarafa dönse kapalı kapıya denk geliyordu. Garip olan oydu ki, bu kapılar çok iyi kapanmıştı, ne yapsa açamıyordu. Bu kapılar ona tanıdıktı, özeldi, ne zamansa bir yerlerde bu kapıları açmıştı, ama ne zaman, nerede açtığını hatırlayamıyordu. Ve görüyordu ki, dünyada tanıdığı, bildiği bütün kapılar tamamen kapanmış yüzüne... Kendine geldiğinde sabah olmasına az kalıyordu. Taş döşemenin buz gibi soğuğu sarhoş bedenini ayıltmıştı. Elleri, ayakları donup bastona dönmüştü. Titreyen elleriyle kapının anahtarını çıkardı, ama açamadı, açmaya eli gelmedi. Alıp anahtarı cebine koydu. Bu halde o geceden sonra evde rahatlık bulamayacaktı. Yavaş yavaş merdivenleri inmeye başladı. Bir açlık hissetmiyordu, ama susuzluktan ciğeri yanıyordu. Bahçeye inip dudaklarını musluğun demir ucuna dayayarak buz gibi soğuk sudan doyana kadar içti. Bahçedeki sekinin üstünde oturdu. Ceketini üzerinden çıkardı;buruşuktu, toza dumana bulanmıştı. İşe bu halde gidemezdi, mutlaka temizlemek gerekiyordu. Ceketinin toza, kirece bulanmış yerlerini suyla temizledi, ama üzerine giyinmedi, giyinecek halde değildi, tamamen su olmuştu. Gökyüzüne baktı. Bir zamanlar Süsen’le beraber burda, bahçede yıldızlı geceleri saatlerce seyrederdi. Şimdi de yıldızlıydı gökyüzü. Ama uzakta soğuk soğuk ışık saçan yıldızlar, yavaş yavaş parlaklığını kaybediyordu. Sabah oluyordu. 104