Felsefenin Serüveni / Kökeni ve Şimdide Felsefe
Transkript
Felsefenin Serüveni / Kökeni ve Şimdide Felsefe
FELSEFENĐN SERÜVENĐ / KÖKENĐ VE ŞĐMDĐDE FELSEFE ÖĞREN(Đ)CĐSĐ OLMAK Mevlüt ALBAYRAK* Özet: Bu çalışma üç şeyi yapmayı denemektedir. Birincisi Eskiçağ adı altında başlatılan felsefe adının kendinde bir tanımlamayla kısa serüvenini ele almaktır. Đkincisi Batı düşüncesi açısından Felsefenin kökeni sorunu ve şimdide felsefe adını alan adlandırmaların özet bir sınıflandırmasını, üçüncü olarak da günümüz akademiasında felsefe öğrencisi olarak adlananların yapabilecekleri imkânları dile getirmektir. Amacı ise felsefe adını alan bir alanın genel insan okuyucu üzerinde yaratabileceğini düşündüğüm merak duygusunu canlı tutmak ve günümüzde felsefe disipline karşı ilgi uyandırma çabasına genel bir bilgi yükü sunarak katkı sağlamaktır. Anahtar Kelimler: Eskiçağ’da Felsefe, felsefenin kökeni, philo, sophia, Whitehead, Gadamer, felsefe öğrencisi. Hiç kimse bir felsefe tarihi yazmada tam başarılı olamaz; zira felsefeler, tıpkı sanat eserleri gibi, yoğun bir şekilde bireylik şeylerdir [tecrübeler]. –Burnet. GĐRĐŞ G eçmiş, yaşanmış bitmiş ve herhangi bir şekilde insan tecrübesinden tam olarak ayrılmış bir zaman dilimi değil, salt sözel ya da yazılı bir öykü varoluşunun ötesinde yer almaya devam edip giden şimdidir. Antik öyküler, antik kentlerin taş sütunları, sanatlık etkinlikleri ve sosyal hayatlarını sürdürdükleri mekânları, şimdiden bakılınca bir değerler ve gerçekliklerin canlı yaşanmışlıklarını sunar. Orada var olan taş artık bir taş olmaktan, tiyatro alanı bir tiyatro alanı olmaktan çıkar ve şimdide tebessüm eder. Taş’ı bir heykele dönüştüren el, sadece bir el olmaktan çıkıp, bir zihnin ortak öyküsü haline dönüşür. Bir taş’ta insan bedenini resmedercesine tüm kıvrımları ve doğallığıyla varlığa getirilen * Prof. Dr., SDÜ, Fen-Edebiyat Fak. Felsefe Bölümü, Sistematik Felsefe ve Mantık ABD. (mevalb@gmail.com) 5 ‘güzellik’ ve ‘insan ihtişam’ı karşısında duyulan içsel haz duygusu, insanın kendinde var olanı yansıtışının bir yaratımı olarak insanlığın her dönemini şimdileştirir. Tüm bu ‘şimdileştirmeler’ bize ortak bir şeylerin var olduğunu söylemektedir. Đnsanın varlığı, insanın insan gibi düşünme ve edimini gerektirir. Đşte her dönemde yeni adını alan bir şeylerin varlığı bu gerekliliğin ifadesidir. Bu aynı zamanda ‘bir şeyin tarihi’dir. Eskiçağ’da felsefe, Felsefe Tarihinin en genel ve en problemli alanını betimler. Genel olması başlangıç serüvenindeki belirsizliğinden kaynaklanır. Problemli olması ise içinde barındırdığı felsefenin başlangıç öyküsüyle ilgili ortaya koyulan ilk dönem iddiaların hemen, hiç birinde birincil kaynaklara dayalı bir açıklamaya dayandırılamaması ve dilden kaynaklanan yetersizlik yüzündendir. Eskiçağ adlandırmasını içine şayet bir yer ya da bir kültür adına sınırlama getirmeden tüm insanlığın ortak tecrübesini içine alacak bir dönem adı olarak bakarsak, yorucu bir sürecin içine girmiş oluruz. Ancak bu zorluk beraberinde bazı kolaylıkları da getirecektir. Öncelikle eskiçağ bir tarihlik tecrübe olarak okunursa, ülkemizde Felsefe öğretimi alan Türk gençlerine çok farklı coğrafya ve kültürlere bakma imkânı sağlayacaktır. Đkinci olarak eskiçağ kavramının birey olma mücadelesi içinde olan gençler üzerinde sınırlandırılamaz bir insanlık tecrübesi örnekleri sunma imkânı gösterilecektir. Şu soruyu sorarak işimizi kolaylaştırabiliriz: Eskiçağ’da felsefe ve onun tarihi dediğimiz de, insanlık tecrübesinin geçmiş bil-fiil varolan bir döneminde yaşamış filozof adını alan kişilerin, kendilerinin her şeyi bildiği iddiası taşıyan günümüz ‘felsefe ilgilileri’ne ne söyleyebilir? Bir felsefeci 1 için bu sorunun cevabı çok şey olacaktır. Öncelikle felsefeye ilgi duyan birinin, günümüzde yaşadığı felsefi soruşturma konularını aydınlatmak açısından geçmiş filozofların, sadece Grek felsefe geleneğinden gelenleri değil, tüm Eskiçağ alanını içinde yer almış olan tecrübeleri, mevcut sorunlarla ilgili yol göstericiliğini kabul etmesi kaçınılmazdır. Đkinci olarak geçmişin yaşanmış tecrübesinin kültürel iklimini öğrenme yoluyla, o dönemdeki filozofların düşündükleri ve düşüncelerine göre edimde bulundukları kültürel dünyalarını, hayat karşısında bir tavır alış olarak kullandıkları kavramlarını anlamak açısından ortaya koydukları felsefelerine yönelmek, felsefe tarihi okumalarının temel gerekçelerinden biridir. Diğer bir nokta da, bir sınırlamaya girmeyen ‘tüm filozoflar’ üzerinde yoğunlaşarak, şimdiden hareketle ‘eski’nin o dönemin, ya da dönemin şimdisinin düşünce ve fikir dünyasına dâhil olmayı deneyebiliriz. O dönemin/lerin felsefesini 1 Felsefe-ci’deki –ci eki günümüzde iki durumu imlemek için kullanılmaktadır; birincisi felsefeye ilgi duyan sıradan insanların biraz daha üstünde yer alan ‘ilgililer,” diğeri de akademik anlamda bu ilgi duymayı bir meslek olarak sürdürenler. 6 okumak, o insanların kavramlar üretme yöntem ve gerekçelerini bilmektir. Bunu yapmakla, ifade ettiğimiz gibi ilgi alanımıza giren felsefi problemleri çözümlemeye köken bulurken, varoluşun serüveni açısından kendi bil-fiil varolma sürecimizi yakalarız. Bir dönemin düşünce ve fikir dünyasına girmek demek, kendi varlığımızı bir tecrübe birikimi olarak kendimizce izlemek demektir. Tüm bunlarla beraber geçmiş bil-fiil varolan bir dönemi tarihlik olarak okumak, bir kültür tanımlamasına rehberlik etmektedir. Bu o insanları ve toplumları anlama gereksinimi (böyle bir gereksinim içsel olarak var edilirse) ve şimdiyi değerlendirme yöntemlerinden biridir. Özel bir tanımlamayla başlarsak, Batılı anlamda Eskiçağ felsefesini çalışmak, daha çok bir dönemin adını alarak oranın felsefesini çalışmak olarak kabul edilir. Bu dönem kabaca MÖ 585 ile MS 529 yıllarını (farklı bir tarihlendirme yaklaşık olarak 585 ile 200 yılları) içine alır. Ayrıntılı ve sürekliliği olan bir başlangıç öyküsü olarak kabul edeceğimiz Batı felsefe tarihinin bir bölümünün adı olan Sokrates öncesi felsefe ise (Sokrates’in (MÖ 470–399) kendisini de içine alan bir dönem) yaklaşık MÖ 585–400 yılları arasında yer alır. Batı felsefe tarihi açısından tüm felsefe tarihinde Platon ve Aristoteles’in cümlelerinden birini kendi sisteminde belirtmeden konuşan hiçbir öğreti yoktur. Felsefe tarihi farklı dönemlerde Batı düşüncesine hâkim olan iki farklı kozmolojiden biri olan Platon’un Timaeus’unu büyük bir tecrübe olarak sunar. Timaeus’un ortaya koyduğu kozmoloji, daha sonra 17. yüzyılda ortaya çıkan kozmolojik görüşün ön bilgisini sunar. Platon, Batı felsefe tarihinde felsefi serüvenin ilk felsefe tarihçisidir. Phaidon diyalogunda filozof betimlemesi, Timaeus’ta kozmoloji öyküsü, Devlet’te şairlerin öyküleri ve adalet ölçütüne göre değerlendirilmeleri bir bütün olarak Batı felsefe tarihinin serüvenin örnekleridir. Aynı şekilde bir adım daha ileride duran Aristoteles’in Fizik’i, Metafizik’i, De Anima’sı, felsefenin doğasıyla ilgili yeni başka bir serüveni açar. Aristoteles Metafizik’te bu serüveni şöyle tanımlar: Onlar başlangıçta açık güçlükler karşısında hayrete düşmüşleridir. Daha sonra yavaş yavaş ilerlemişler ve ay, güneş, yıldızlara ilişkin olayları, nihayet dünyanın oluşumu gibi daha büyük sorunları ele almışlardır. Bir sorunu fark etmek insanın kendisinin bilgisiz olduğunu kabul etmektir.2 “Yavaş yavaş ilerleme” ve ardından merak uyandıran uzak nesneler “ay, güneş, yıldızlara ilişkin olaylar” hakkında sorular sorma, insan yeteneğinin ilk nesnel dürtü kaynaklarıdır. Onların fark ettikleri konu, etraflarında olan tüm nesneler hakkında yetersiz bilgiye sahip olduklarını itiraf etmeleridir. Felsefe merak etmenin ve hayrete düşmenin 2 Aristoteles (1999), Metafizik (çev. Ahmet Arslan), Đstanbul: Sosyal Yay., s. 83 [982b 11-18]. 7 ürünüdür, ancak bu aynı zamanda öncekinin bilgisinin kendi şimdilerinde yaratmış olduğu “hayal kırıklığıdır” 3 da. Merak duygusu ve “hayal kırıklığı”yla başlayan felsefe, sonunda, yani felsefe olarak felsefe en iyisini yaptığında, ondan geriye yine merak duygusu ve hayal kırıklığı kalır. Bir serüven ve süreklilikten söz etmemize rağmen, Grek 4 felsefesinin ortaya koyduğu sistemler, tek başına Ortaçağ ve Modern felsefeye bir hazırlık olarak kabul edilmemelidir. Bu sistemlerin her birinin insanın fikri hayatının gelişiminde bir başarı olarak kendi başlarına bir yükümlülükleri (belki de yükümsüzlükleri) vardır. Greklerin akla bir özgürlük alanı açmış olmalarının temelinde birçok etmen olmuştur, ancak tüm bunlar bize neyi söyleyecektir? Onların anladığı anlamda bilgelik, tek başına dünyanın kuramlık bir izahını değil, aynı zamanda hayata dönük uygulayımlık bir tavrı da içeriyordu. Grek insanının bu özelliği, “hayatı dilediği gibi yaşama özgürlüğü,” diğer bir ifadeyle kişinin kendi kendine yetmesidir (autorkeia). Grek’te filozof, filozof gibi yaşamıştır, dediğimizde kastettiğimiz budur. Nietzche’nin “felsefi hayatın cesur açıklığı” dediği ve modern filozofların hayatında bulamadığını söylediği şey buydu.5 Grekler ya da dünyanın diğer yerlerindeki, Mısır, Hint ve Çin, felsefecilerin çalışma alanları, tam da bu merak ve yaratılan hayal kırıklığından dolayı olsa gerek, tüm doğa bilgisini ve hayat bilgisini içine alan bir genişlikteydi. Felsefe hem doğanın hem de insanın kökeni sorununu sınırsız bir bilgi alanı içinde izliyordu. Bilim adını alacak düzeyde araştırma okulları, hem içinde bulundukları topluma hem de siyasal erke karşı bir rakip kurum olarak görülüyordu. Bu ve buna yakın ayrımların yanı sıra geçmiş dönem ile günümüz dünyasında felsefenin algılanış biçimi konusunda ortak bir kaderin varlığından da söz edebiliriz. Bugün yapmaya çalıştığımız felsefe, dün bu kültürde yapılan felsefe gibi Batılıdır. Bizden adların varlığı, Farabi, Đbn Sina, Gazali, Đbn Tufely, Đbn Rüşd, onun Batılı olmasını engellemez. Farabi’in, Đbn Sina’nın, Đbn Rüşd’ün felsefeleri de bu anlamda Batı felsefesinin izinde yürür. Đnsanlığın ortak öyküsünde her nerede yer bulursa “şimdi burada”ya dönüşebilir. Đşte bu anlamda “şimdi burada” olarak felsefe, 3 Critchley, Simon (2010), Sonsuz Takip (çev. T. Birkan), Đstanbul: Metis, s. 11. 4 Daha alışılmış ve Türkçe söyleyişe daha açık olmasına rağmen Grek kavramını Yunan kavramına tercih ediyorum. Bunun sebebi, ikinci adın birincisine göre daha dar olması ve politik söyleme daha fazla imkân tanımasıdır. Ancak farklı metinlerden alıntının yapıldığı yere göre de Yunan adını kullandık. 5 Zeller, Eduard (2001), Grek Felsefesi Tarihi (çev. Ahmet Aydoğan), Đstanbul: Đz Yayıncılık, s. 31. 8 kendi nedir’ini soruşturmanın imkânını yeni bir amaçla yakalamış olmaktadır. Fikirlerin serüvenini tek bir coğrafya ya da kültür dünyasının sınırlarına hapsetmek dogmatizmler yaratır. Felsefe öğrencilerinin fikirler serüvenindeki çoğulcu yapıyı kavrayabilmeleri için Grek felsefesinin başlangıç öyküsüyle birlikte Mısır, Hint ve Çin felsefelerinin serüvenini görünür kılma imkânı sağlamalıdır. Bunun gerekçesi eskiçağ adlandırmasının bir yerle ve bir coğrafyayla sınırlandırılamaması gerektiği düşüncesidir. 20.yüzyılın büyük filozoflarından Edmund Husserl, Batılı olmayan felsefenin varlığıyla ilgili şüphelerinin olduğunu söylemesine karşın, günümüzde yapılan birçok çalışma ve çeviri Batı dışında da felsefelerin varlığını bizlere gösteriyor. Bu nedenle David Cooper’in şu yargısını aynen tekrarlıyorum: Güneş altında Batılı olmayan felsefelerin varlığını dışarıda bırakmak, özellikle Üniversite öğrencisinin hayatını kısaltması demektir.6 Var olan tüm felsefi soru sorma biçimleri, başka başka kültürlerde ortaya çıkmalarına rağmen, her birinin kendince özgünlüğünü onaylamak ve her bir felsefenin diğeriyle uygunluğunu göstererek felsefeye ilgi duyan kişide özel alanların çoğulluğu fikrini yaratır. Bu tercihlendirme imkânına felsefenin “seçkiciliği” ve “kendinde çoğulluk” alanı adını veriyorum. Bu bakış açısından felsefe nedir? sorusu, geçmişin bil-fiil varlığından bağımsız ele alınamaz. Nedir? sorusu yeni bir soru olmakla birlikte, her bir dönem bu yeninin kendince bir cevabını vererek akıp gelmektedir. Biz bir önermenin doğruluğu iddiasında bulunacaksak, bu önermenin olgulara dayandığını da göstermeliyiz. Felsefe bu kuralı dikkatten uzak tutamaz. Whitehead, tüm felsefe “Platon’a düşülen dipnotudur” 7 derken, felsefe yapmanın bir tecrübesini bize göstermektedir. Ancak bu gösterilen sadece orada kalan değil, kendisi olarak buraya devam edip gelendir. Platon’un felsefesi, bu anlamda, onu izleyenler tarafından her hangi bir şüphe ve sorgulamaya tabi tutulmadan aynen tekrar edildiği ve edilmesi gerektiği anlamına gelmez. Felsefenin bir tarihi vardır. Bu tarih içinde Batı felsefesinin de bir tarihi vardır. Günümüz iletişim dünyasında hâkim Batılı zihin ve hayat tecrübesinin yönlendirici ve yeniliğe açık imkânlar sunmasını onaylamamızdan dolayı Batı felsefe tarihinde Grek’in öyküsü bizi de içine almaktadır. Buna göre her milletin, her çağın kendine özgü felsefeleri olduğuna göre, Greklerin felsefesi bizim için neyi ifade etmektedir? Grek felsefesi Avrupa fikri hareketinin önemli unsurlarından 6 Cooper, David E., (2003), World Philosophies An Historical Introduction, Oxford: Blackwell Publishing, s. 1. 7 Whitehead, A. N. (1967), Process and Reality, New York: Macmillan Company, s. 39/63 [PR]. 9 biridir ve bu felsefe olmaksızın Avrupa serüven olgusu ile genel de insanlığın müşterek serüveni anlaşılmaz. Bu tarihi okuma salt tarihi bir ilgi değil, aynı zamanda insanlığın kavrayışında yer etmiş fikirlerin serüvenini izleme yöntemi olacaktır. Batı felsefe geleneği açısından devasa bir zenginliğin ortasında durmaktayız. Bu zenginlik kendini tekrarlayarak değil, nedir?in içinden akıp gelen her bir andaki yenilikte ifadesini bulan kazanımlarda sergiler. Var olanın varolarak orada yer edinmesi felsefe için bir şey söylerken, sadece onun orada olması olarak orada kalmasına izin veremez. Böyle bir şeye sıcak bakması durumunda ise, felsefe kendindeki birinci anlamdaki nedir?i unutmuş olur. Soru, bir arayışın izinde kendini açma sürecinin yol gösterici aracıdır. Ancak bu araç, sıradan araçlardan farklı olarak bir süreci imler. Bu süreç kendinde bir sürekliliği zorunlu yaşarken, her bir sorusunun da cevabını farklı kılmaktadır. Felsefe nedir? sorusu iki nedir’i bir arada açmayı zorunlu kılmaktadır. Hem özne hem de yüklem olarak “felsefe” kendinde nedir’in adıdır. Bunda onun tek bir tanıma sığdırılamayacak serüveni etkindir. Nedir? ise başlı başına ikinci bir nedir sorusu içinde, içinden çıkılamaz olanın adlandırmasına ve bir yere sığdırılmasına ya da bir yerle sınırlandırılmasına giden yolu göstermeyi dener. Bu deneyim kesinlikle postmodern düşünürlerde gördüğümüz karışık bir Pazar yeri ya da pazarlama durumunu imlemez. Geçmişin şimdisinin bil-fiil varlığının tecrübesi dikkate alınınca, çalışma Grek felsefecilerinin tarihsel serüvenini, olabildiğince kendi varlık alanından hareketle izleyecektir. “Fikirlerin serüveni,” insanlığın serüvenidir. Felsefe nedir? üst başlığı altında verilecek cevaplar, felsefi soruların çağlar boyunca fazlaca bir değişim yaşamadığını gösterir. Antik filozofların (Mısır, Hind, Çin ve Grek’te) sormaya başladıkları bilgi nedir? Adalet nedir? Güzel nedir? Đyi nedir? Doğru yaşamak ne demektir? gibi sorularla kendimiz, içinde yaşadığımız dünya, dünyadaki yerimiz konusundaki sorular, bu gün bizlerin de sorularıdır. Kabul edilmesi gereken temel ilke, eskiçağ filozofları ile günümüz felsefecileri arasındaki ayrım hakkında, sorularda değil, bu sorulara verdiğimiz cevaplarda akrabalığımız sürmektedir.8 ANTĐK FELSEFE YA DA YOLDA OLMA Eskiçağda felsefe ya da daha özel dönemlemeyle antik felsefe9 yaşanmış bitmiş bir tecrübe dönemini açığa çıkarırken, bu dönemle ilgili felsefe nedir? sorusuna verilen cevapların araştırılmasından da, birden çok kaynağın olabileceği fırsatına yol açar. 21. yüzyılda felsefe öğretimi alan bir öğrenci ya da felsefeye ilgi duyan herhangi bir kişi, eğitim düzeyi belli bir seviyede olan herhangi bir kişi, felsefe nedir? sorusuna vereceği 8 Jordan, William (1993), Ancient Concepts of Philosophy, Florence, KY, USA: Roudledge, s. 3. 9 Antik felsefe Grek felsefesi anlamında kullanılmaktadır. 10 cevapla, antik dönemde felsefe nedir? sorusuna verilen cevabı eşitleyerek okuyamaz. Felsefe nedir? sorusuna Greklerin verdiği cevap ile Modern düşünürlerin verdiği cevap farklıdır. 10 Antik dönemde Greklerin felsefenin doğası ve amacı hakkındaki konuşmaları ve yazıları ile modern dönemde felsefenin doğası ve amacı üzerine konuşmalar arasındaki esas ayrım, bugün bizlerin üniversitelerde yaptığımız şeyle [işle] ortaya çıkmaktadır. Sosyal hayatın yanlış ve eksik olarak tanımlanacak birçok yönüne bireylik olarak karşı çıkma ve onun mücadelesini, sonucu ne olursa olsun, sürdürme geleneği antik felsefenin bir hayat biçimiydi. Günümüzde ise felsefeciler üniversite kürsülerinde maaş karşılığı öğrencilerine resmi sınırlar içinde ders veren kişilerdir. Eskiçağ düşüncesinde felsefe, genel olarak bir hayat tarzı, bir dünya görüşü var etme amacı taşırken, günümüz Üniversiteleri bir belge verme amacı güderek, diplomalı ya da sertifikalı soru sorma yetisini canlı kılan bireyler yetiştirmektedir. Sokrates, öğrencilerine bizzat kendi üzerinden bir dünya hayat tarzı sunarken, günümüz felsefe hocası belki sadece öğrencilerinin içinde bulundukları topluma uyum sağlamakta zorlanmayan bireyler olarak yetişmelerini ve belki de yönlendirilmesine karşı tavır alış biçimleri geliştirmelerini amaçlamaktadır. Günümüzde felsefe, Üniversitelerin Felsefe Bölümlerinde yapılmaktadır (verilmektedir). Üniversitelerin, amaç olarak ‘geleceğin yaratımı’ imkânına yükledikleri anlam önemlidir. Geleceğin şimdisi bizler için büyük imkânlar alanı demektir. Bu yüzden geleceğin yaratımında felsefenin özel işlevi nedir? sorusu öncelikle sorunun neyi amaçladığına odaklanmayı gerekli kılar. Bir filozof olarak Sokrates zamanını, Atinalıların içinde bulunduğu varsayımlarını, iddialarını tahlil etmekle geçiriyordu; o bir bilim adamı değil, filozoftu. Bilim adamı ve filozof birbirine yardımcı olabilir. Bilim adamı bazen yeni bir fikrin peşindedir ve filozof de bilimlik sonuçlarla ortaya çıkan anlama göre 10 Burada kısaca Modern kelimelerinin tarihsel öyküsüne bir gönderme yaparak cevabın farklılığının kaçınılmazlığına yol açan imkânı göstermek istiyorum. Modern teriminin uzun bir tarihi serüveni vardır. Latince formunda “modernus” olarak modern, ilk defa MS 5. yüzyılın sonunda şimdide olanı geçmiştekinden ayırmak için kullanılmaya başlanmıştır. Yani bir dindar olarak Hıristiyan ile Romalı ve pagan olanı birbirinden ayırmak için modernus kelimesi kullanılmaya başlandı. Buna göre kelime bir çağın bilincini ifade eder ve antik geçmişle olan ilişkisini gösterir. Bu da eskiden yeniye geçişin bir sonucu olarak kendini göstermedir. Buna göre modernite kelimesini Rönesansla sınırlandırmak eksik kalmaktadır. Mesela 12. yüzyılda Büyük Charles döneminde halk kendisini modern olarak tanımlıyordu. Bunun yanı sıra 17. yüzyıl Fransa’sında “Quarelle des Anciens et des Modernes” meşhurdur. Ayrıntı için Bkz. Jurgen Habermas (2002), “Modernity- An Incomplete Project,” The Anti-Aesthetic Essays On Postmodern Culture, Editör ve Giriş, Hal Foster, New York: The New Press, s. 1–2. 11 aydınlanır. Her iki alanın karşılıklı iletişimi gelişmiş düşünce alışkanlıklarını paylaşır. Bilim adamı sonuçları ister ve bu sonuçları evrende gerçekleşmesini gözlemeye çalışır. Filozof ise bu sonuçlarla ortaya çıkan fikirlerin anlamının peşindedir. Ancak gerek bilim gerekse bilgili olma özelliği felsefenin asli değil, ikincil derecedeki araçlarıdır. Felsefe her kelimeyi, her cümleyi ve düşünceyle ilgili her sözlü ifadeyi alır ve ardında da bunun anlamı nedir? sorusunu sorar. Bu sıradan duyumluk cevapların ötesine geçme isteğidir. Modern anlamda Üniversitelerin felsefe bölümlerinin işlevi de bu öteye geçmeyi soruşturmak ve düşüncemize dâhil olan her bir kavramın uygulayım alanının anlağını genişletmek için çözüm adına yeni soruları varlığa getirmektir.11 Felsefenin yapısında iki ana unsur vardır: Philo ve Sophia. Bu iki ana unsur, felsefenin insan tecrübesinden doğan en somut iki ayırıcı özelliğidir. Philo; dost, arkadaş, seven demektir. Sophia ise bir yönden bilgelik ve bilim kavramını ifade ederken bir yönden de beceri, yapabilme gücü (iktidar), işbilirlik ve zekâ anlamlarına gelmektedir. Grek düşüncesinde yapabilme gücü, sophia’nın birincil anlamı olsa da, bilgelik ile yapabilme gücü iç içe geçmiş ortak kavramlardır. 12 Herakleitos, “bilgeliği seven insanlar gerçekten çok şeyde araştırmacı olmalıdır” 13 derken, sıradan araştırma ve bilginin üzerinde bir hedefi betimlemektedir. Genel olarak sophia’nın doğruluğa, hikmete sahip olma anlamı yaygındır. Aristoteles’in ifadesiyle sophia, “en yüksek ve en tanrısal şeyleri bilmeye yönelmiş zihnin kendisidir.” 14 Ona göre, bir bilgin aynı zamanda bir bilgedir. Bu bir bakıma dost ve dostun dostu ile düşünce arasında varoluşa çıkmasıdır. Bu var-oluş süreci için, mümkün olduğunca çok zor ve insanlar tarafından bilinmesi kolay olmayan şeyleri ve bilimin her dalında nedenleri keskin bir şekilde bilme, öğrenme ve öğretme gücünün olması gereklidir. Bu güçte olanlar, kendileri için ve “sırf bilmek amacıyla” aranan bilimlik kavrayışa sahip olan kişilerdir. Bunlar kavrayış ve uygulayım tümlüğünde kendilerine dışsal her hangi bir güç ya da kurumluk yapı tarafından buyrulan ve buyruğa göre eyleyen kişiler değil, aksine yaşam bütünlüğüyle başkalarına kendisinin irade dışı tavrıyla buyuran kişidir. Bir sınıflandırma yaparak konuşursak, Đlk olarak bilge, mümkün olduğu ölçüde her şeyi bilen bir kişidir. Her şeyi bilme, yani derin bilgi sahibi olma ya da bilginlik bilgenin birinci ayırıcı özelliği olmaktadır. Đkincisi, güç ve insanlar tarafından bilinmesi kolay olmayan 11 Whitehead, A. N., (1966), Modes of Thought, New York: The Free Press, s. 171-4 [MT]. 12 Diemer, Alwin (1990), “Felsefe,” Günümüzde Felsefe Disiplinleri (çev. Doğan Özlem), Đstanbul: Đnkilap, s. 12. 13 Herakleitos (2005), Fragmanlar Herakleitos (çev. Cengiz Çakmak), Đstanbul: Kabalcı, s. 35. 14 Aristoteles (1999): 78; 80, 2. dip not [981a, 27]. 12 şeyleri bilme gücüne sahip olma ve bu gücü uygulayımda gösterme becerisi olan insan bilge kişidir. Üçüncüsü bilimin her dalında nedenleri daha kesin bir biçimde bilen ve bunları da öğretme gücüne sahip olandır… Dördüncüsü Psikolojik bir nitelik olarak bilge kişi dışsal yönlendirmeye karşı açık değildir. Buna göre de bilge kişi kendisine emredilen değil, aksine kendisi başkalarına rehberlik etme yeteneği olan kişidir... 15 “Bilgisizlikten kurtulmak için felsefe yapmaya girişmek,” 16 “tanrısal bilim”in keşfine katılmak demektir. Bu bilimin üstünlüğü insanın bilmeye ve anlamaya yönelik ortak açlığının ve hayal kırıklığının yaratmış olduğu ‘sorma durumları’na ulaşmış olduğu tek doyum alanıdır. Doğuşu itibarıyla filozofun özellikleri arasında sıradan bir iş sahibi olmak, zenginliğin peşinden koşmak, şöhret ve güç talep etmek gibi şeylere karşı ilgisizlik yer alır. Bu anlamda sophos, “farklı olma”nın adıdır. Sophos olmak, kendince bir hayat tarzı belirlemektir. O hayatını, geleneğe dayalı değerleri hiçe sayarak ve sıradan insanların yaşadığı sıradan hayattan kendini ayırarak ve o hayata uygun bir tavır alışla yaşamış ve konuşmuş biridir. O bir düşünür ve doğruluk arayıcısı olarak görülür.17 Bilgelik bir rüya durumunda ya da salt tahayyül alanında gerçekleşen bir verilmişlik değil, kazanılan bir gerçekliktir. Bilge, hayatın bütünlüğü içindekini görünümleştirerek ‘kendi’ olarak onu kendi üzerinden var-oluşa getirme becerisinde olma durumudur. Bilgeliği, bilme, bildiğini yapabilme ve arzulama gücüne en üst düzeyde sahip olma olarak tanımladığımızda, onun bu niteliği çalışmamızın bütünlüğünü oluşturan tarihi serüvendeki yer arayışını ‘umutsuzca’ sürdürmesini tanımlama açısından yol gösterici olacaktır. Laertius bilge-filozof özdeşliğinden hareketle Pythagoras’a (MÖ 570–494) referansla filozofu şöyle resmetmektedir: Đlk filozof adını alan kişi Pythagoras’tır… Tanrının dışında hiç kimse bilge değilmiş. Eskiden ‘bilgelik’ deniyordu, bunu meslek edinene ve zekâsını büyük bir özenle bu konuda çalıştırana ‘bilge,” bilgeliği bağrına basana da ‘filozof’ deniyordu. Bilgelere sofist de denirdi: yalnız bunlar değil, ozanlar da sofistti; Kratinos Arkhilokhoi’da Homeros ile Hesiodos’u izleyenleri överken böyle söylerler.18 15 Aristoteles (1996): 82–3, [982a 10; 83 [982a, 6–32]. Aristoteles (1996): 83–4, 85, [982b 10–20; 983a 5]. 17 Soccio, Douglas J., (2010), Felsefeye Giriş Hikmetin Yapı Taşları (Çev. Kevser Kıvanç Karataş), Đstanbul: Kaknüs. 18 Diogenes Laertius (2010), Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri (Çev. Candan Şentuna), Đstanbul: YKY., [11, 12] s. 16–17.(Bundan sonra DL şeklinde verilecektir). 16 13 Genel kabule uyarak tekrarlarsak, Philo-Sophia kelimesi, Pythagoras’ın keşfidir. Ona göre hiç kimse gerçek sofhia, ya da sophia sahibi olamaz. Sophia kelimesi, söylemiş olduğumuz gibi, Grek’te hem bilim hem de bilgelik karşılığı kullanılır. Sophia Aristoteles tarafından iki farklı anlamda kullanılmıştır. “Sophia” genel olarak bilim ve felsefedir. Đkinci anlam ise, en yüksek ve en tanrısal/kutsal şeyleri bilmeye yönelmiş zihnin kendisidir. 19 Daha genel bir söyleyişle “sophia (hikmet), ancak Tanrı’nın inhisarındadır. Pythagoras’tan önce bu bilim, gerçekte sofhia adını taşıyordu. Bunu meslek edinen kimse şayet asil ve zengin bir ruha sahipse, sofhos adını alıyordu. Ama buna karşılık bir philosophos (hikmeti seven) sadece hikmete ulaşmaya çalışan kimsedir.”20 Tüm bu bilgileri yeniden toplayarak tekrar edersek bugün kullandığımız anlamda Philosophia, sözcük olarak MÖ 5. yıldan itibaren kullanılmaya başlanmış ve felsefi anlamda ilk olarak MÖ 4. yüzyılda Platon tarafından tanımlanmıştır. Sokrates öncesi düşünürlerin philosophos (filozof) sıfatını da, philosophein (felsefe yapmak) fiilini de, philosophia (felsefe) adını da bilmedikleri söylenebilir. Bilindiği kadarıyla bu sözcüklere Perikles yüzyılı diye adlanan MÖ 5. yüzyılda rastlanmaktadır. Felsefe bundan önceki çağlarda “tanımak, gerçeklik ve insanlar hakkında en geniş deneyime ulaşmak ve başka bölgeleri birbirinden farklı gelenekleri keşfetme” anlamına gelmektedir. Sokrates öncesi düşünürler ise kendi entelektüel tavırlarını historia, yani bir soruşturma olarak görüyorlardı. Böyle bir tecrübeye sahip kişi insan hayatıyla ilgili konularda bir yargılayıcı konumunda olabilir. Homeros’tan bu yana philo- önekiyle bileşen sözcükler hayat ilgisini, hayat tarzını, hayat nedenini kendini şu veya bu etkinliğe adayarak bulan kişinin konumunu belirtmek için kullanılıyordu.21 Sophia kavramının MÖ 5. yüzyılda tam da felsefi bir tanımı yapılmamıştı. Sophos olan kişi hem çok şey bilen, çok şey görmüş, çok yolculuk etmiş, ansiklopedik bilgiye sahip hem de hayatta adab-ı muaşeret kurallını bilen ve uygulayan ve mutluluk içerisinde olan biridir. Bilme ve yapmayı birbirinden ayırmak zor görünmektedir. Serüveni geriden getirirsek, sophos ve sophia sözcükleri Homeros’tan (Đlyada 15, 411) bu yana filozoflarınkiyle hiç ilgisi olmayan bir anlamda kullanılmıştır. Đlyada’da sophia, her tür yapabilme yetisine sahip bir dülgeri tanımlar. Buna göre sophia, “belli ölçülere ve kurallara bağlı, belli bir eğitimi ve çıraklığı gerektiren ve ayrıca zanaatkâra veya sanatçıya aletin yapım sırlarını açıklayan, sanatlarını icra ederken onlara yardım da eden bir tanrının ya da tanrısal bir varlığın katkısını gerektiren etkinlikler ve uygulamalar” olarak tanımlanır. 19 Aristoteles (1996): 80, 2. dip not. Keklik, Nihat (1982), Felsefenin Đlkeleri, Đstanbul: Doğuş Yay., s. 6. 21 Hadot 2011: 27. Philo-posia içkiye duyulan ilgi; philo-timia onur kazanmaya duyulan ilgi; philo-sophia da sophia’ya duyulan ilgidir. 20 14 Buna ek olarak Sophia başkaları karşısında davranış geliştirebilme yeteneği anlamına gelir. Bu yetenek kurnazlığa ve kendini gizlemeye kadar uzanır. Mesela Theognis’in Krynos’a gönderdiği, soyluların eğitimi üzerine özlü sözler derlemesindeki bir öğüt şöyledir: Krynos, dostlarından her birine bir başka yanını açık et. Her birinin duygularına göre kendini farklı göster. Bir gün dostlarından birine yakın duruyorsan kişiliğini ona göre değiştirmeyi bil. Çünkü yetenek (sophie) büyük bir yücelikten (arete) bile daha iyidir. Sokrates’in Savunması’nda Kherephon’un (Savunma 20–23) Delphoi’deki kâhine Sokrates’ten daha bilge (sophos) birinin bulunup bulunmadığını sorduğunu, kâhininse Sokrates’ten daha bilge hiç kimsenin olmadığını söylediğini anlatır. Sokrates bunun üzerine kâhinin ne demek istediğini anlamaya çalışır. Bunun için uzun bir soruşturmaya –devlet adamları, şairler, zanaatkârlar- girişir. Görüşmeler boyunca bu insanların her şey bildiklerini sandıklarını ama hiçbir şeyi bilmediklerini fark eder. Dolayısıyla kendi bilgeliğinin, bilmediği bir şeyi bildiğini sanmamaktan kaynaklandığı sonucuna varır. Kâhinin söylemek istediği şudur: insanların en bilgesi “bilgi konusunda bir hiç olduğunu bilendir.” Filozof’un hiçbir şey bilmemesi, ama bilmezliğinin bilincinde olması tüm diğer insan edimlerinden ayrıldığı niteliktir. Felsefe yapmak bir bilgiye veya beceriye, bir sophia’ya erişmek değil, insanın kendini sorgulamasıdır; çünkü insan olması gerektiği gibi olmadığı duygusuna kapılacaktır. Bununla beraber Sokrates bir sınıflandırmaya sığdırılamayacak kadar da konumsuzdur. Şöyle söylemek daha uygundur: O bir atopos’tur, yani tuhaf, ölçüsüz, saçma, yoldan çıkarıcıdır. Theatitos’ta (149a) Sokrates kendisi hakkında, “ben tümüyle yoldan çıkartıcıyım (atopos) ve yarattığım yalnızca aporia’dır (şaşkınlık),” der. Sokrates, “bana doğru geleni başkalarının da görmesini sağlamaktan hiç geri durmuyorum. Bunu sözle değil davranışlarımla görmelerini sağlıyorum,” diyerek, adaleti en belirleyen şeyin, dürüst bir insanın varlığı ve hayatı olduğunu kendinde sergilemektedir.22 Şölen’de Eros, bilgi (sophia) ile cehalet arasındaki yolun tam orta noktasında olduğu için bilgiyi sevendir (philo-sophe). Platon burada bilgelikten neyi anladığını söylemez. Tanrıları birer bilge olarak gördüğü için burada aşkın bir durumun söz konusu olduğunu ima eder. Bilgeliğin, erdemle özdeşleştirilen bilginin kusursuzluğunu temsil ettiği söylenebilir. Fakat sophia salt kuramlık bir bilgi olmaktan çok bir beceri bilgisi, bir hayat bilgisidir ve Platon’un Şölen’de çizdiği filozof Sokrates figüründe bu bilginin izi karşımıza onun yaşam tarzı olarak çıkar. Diotima, iki sınıfın felsefe yapmayacağını söyler. “tanrılarla bilgeler; çünkü zaten bilgedirler ve deliler, çünkü kendilerini bilge sanırlar.” Sokrates sorar: 22 Hadot (2011): 39–41. 15 “mademki bilgeler de, deliler de felsefe yapmıyor, o halde kimler felsefe yapar?” Diotima şöyle cevaplar: Bilgelerle deliler arasındaki orta noktada duranlar felsefe yapar; onlardan biri de Sevgi’dir. Çünkü bilgelik en güzel şeylerden biridir kuşkusuz. Sevgi güzelliğe duyulan sevgidir. Dolaysıyla, Sevgi’nin bilgi-sever (philo-sophe) olması gerekir ve bir filozof olarak, bilgeyle deli arasında bir ara basamakta durması gerekir. Bunun nedeni ise doğumunda gizlidir: babası bilge (sophos) ve yaratıcıdır, anasıysa delidir ve aporia (uzlaşmaz çelişki) içerisindedir. Buna göre filozof Eros’tur. Bilgelikten, güzellikten, iyilikten yoksun olduğu için bilgeliği, güzelliği ve iyiyi arzu eder, sever. O Eros’tur, yani Arzu’dur, edilgen ve geçmişe duyulan bir arzu değil, Eros gibi “tehlikeli bir avcıya” yakışan, coşkun bir arzudur. Şölen’e göre felsefe bilgelik değil, bilgelik düşüncesiyle belirlenen bir hayat biçimi ve bir söylemdir.23 Ayırım ve bu ayrıma yapılan vurgu önemlidir. Öncelikle her şeyi bilmenin karşılığı olarak kabul edilen sophia, Tanrıya ait bir sıfattır. Bu ayrım, Modern felsefenin babası olarak kabul edilen Descartes’da (ö. 1650) da öne çıkar: Hakikate ancak ve yalnız Tanrıdır ki, tam olarak bilgedir, yani her şeyin hakikati hakkında tam bilgisi vardır; fakat denilebilir ki, insanlar daha önemli hakikatler hakkında az veya çok bilgi sahibi oldukları ölçüde az veya çok bilgelik sahibidirler… Varlığın başlıca bölümü ruh olan, insanlığın temelli düşüncesi, ruhun gerçek gıdası olan bilgeliği aramak olmalıdır.”24 Hint felsefe geleneğine baktığımızda felsefe kavramının içeriğini orada da Grek formunda buluruz. Sanskritçe’de felsefe kelimesine en yakın kavram darshana’dır. Drs kökünden gelen darshana bir “görme,” ya da “görüş” biçimi anlamına gelir. Her iki kavram da bakış/görüş açısına sahip olma eylemine işaret eder. Ancak darshana, mutlak ya da bütün olarak kapsamlı bir bilme yolu/yöntemi anlamına gelmez. Buna göre darshana fikri/düşünsel kavrayıştan daha fazla bir şeydir. Burada görme salt zihinlik bir görme değil, kalple birlikte görmedir. Kalp ve zihnin uyumu hikmetin genel eğilimi/nabız atışını inşa eder. Bu tür görme iki anahtar kavramı içerir. Prajana ve karuna. Prajana hikmetin entelektüel temeline işaret eder. Buna bilgi denebilir. Karuna ise “sevgi” ya da “şefkat” anlamına gelir. Hikmetin gerçekleşebilmesi için bilgi ve şefkat/sevginin birlikteliği gereklidir. Gerçek hikmet, zihin ve kalbin uyumudur. Bu uyum Budist bodhisattva idealinde resmedilmiştir. 23 Hadot’un kelimeleriyle söylem, günlük dilden farklı olarak, yazılı ve sözlü ifadeyi bir arada tutan felsefi akılcı düşünce anlamında kullanılmaktadır. 24 Descartes, R., (1988), Felsefenin Đlkeleri (Çev. Mehmet Karasan), Đstanbul: MEB, s. 6–7. 16 Bodhisattva “uyanık olan” ya da “aydınlanmış” kişiyi temsil eder ve kendi hayatını bu hikmeti paylaşan diğerine adar.25 Türk-Đslam felsefesinde ise Tanrı hakîm olduğu gibi insanlar da hakîmdir. Kuran’da birçok yerde hem Tanrı, hem Peygamberler, hem de peygamber olmayan insanlar için “hikmet sahibi” ifadesi geçmektedir.26 Mesela Türk filozof ve kelamcı Maturidi’ye (853/863-944) göre hikmet, bir şeyi yerli yerine koymaktır. Diğer bir ifadeyle hakîm ‘burada olma’ süreci içinde var olması gerektiği şekilde yeniden şimdileştirendir. Buna göre hikmet, bir şeyi kendi yerine koymak şeklinde tanımlanınca, Tanrı’ya hakîm denilebilmektedir. 27 Đnsan açısından hikmet, kendi imkânlarıyla birlikte yetenekleriyle baş başa kalması, bu yeteneklerin bir erdemle (fazıla; fazlasını ortaya koyma) yönelimini oluşturmayı temsil etmesidir. Hikmet, ister tanrısal isterse insanla ilgili olsun, varolan her şey hakkında doğru bilgi ve bu bilgiye göre davranış anlamına gelir. Var olan her şeyin bilgisine insanların değil, yalnız tanrıların sahip olabileceği gerekçesi yüzünden insana, “ancak böyle bir bilgiye erişmek çabası ile bu tür bir bilgiye karşı duyulan bir sevgi kalmaktadır.”28 Bu da insana felsefe yapmanın insan için kaçınılmaz bir arayış ve çaba olduğunu gösterir. Bugünkü kullanımıyla felsefe kavramına ilk ve kesin anlamda Platon’da (MÖ. 428-347) rastlamaktayız. Bu kavram Platon’daki şekliyle genel bir kabul görmüş ve yaygınlaşmıştır. Şölen ile birlikte philosophia sözcüğü felsefenin programı haline gelir. 29 Şölen’de sadece aşk bilge ve güzel olana duyulan arzu olarak değil, dölleme, yani çoğalarak ölümsüzleşme arzusu olarak da ortaya çıkar. Aşk, yaratıcı ve dölleyicidir. Diotima, iki tür dölleyicilik olduğundan söz eder (Şölen 208e). Biri bedenin dölleyiciliği, diğeri de ruhun dölleyiciliğidir. Phaidros’ta ise Platon “zihinleri, tohumlamak”tan söz ediyor: Söylemler ekmeli, bu söylemlerin içlerinde barındırdıkları tohumlardan da başka doğalarda, insanı olası en yüksek dereceli mutluluğa götürebilecek… başka söylemler yeşerecektir (Phaidros 277a). Bu nedenle Platon “gerçek felsefeyi övmek ve kamu yaşamında ve özel yaşamda adaletin nerede olduğunu yalnızca onun ışığında görebileceğimizi ilan etmek zorunda kaldım,” der. Diğer bir deyişle, onun ifadesiyle, “filozofluk görevi,” harekete geçmektir. Yani bunun için de 25 Bernard (1947): 4; Brannigan (2000): 3–4. Bkz., Kur’an: 2/129, 251, 169; 4/113, 154; 5/ 110; 31/ 12; 76/ 30; 16/125. 27 Özcan, Hanifi (1988), “Maturidiye Göre Hikmet Terimi,” Đslami Araştırmalar, Cilt: 2, Sayı: 6, s. 42–3. 28 Küyel, Mübahat Türker (1991), “Türklerde Felsefe Geleneği,” Türk Yurdu, Cilt: II, Sayı: 44, s. 5–6. 29 Hadot (2011): 54–5. 26 17 “felsefi biçimde yaşamasını öğrenmek”tir. Bu nasıl gerçekleşir? Hiçbir çıkar gütmeden yürütme yönündeki ortak istekle ve sofistliğin tüccarlığına bilinçli bir karşı koyuşla gerçekleşir. Bu da bir hayat tercihidir ve insanın fikri ve ruhsal yaşama dönmesini “tüm ruhunu” ortaya koyan bir değişim gerçekleştirmesini içerir. Platon için bilim ve bilgi, insanın ruhuna “hazır halde verilebilen” tümden kuramlık ve soyut bir edim değildir. Bu nedenle Whitehead, “arı, saf bilgi, yani salt kavrama fikri, Platon düşüncesine tümüyle yabancıdır. Profesörlerin çağı henüz gelmemişti,” 30 diye yazar. Bilge ile felsefeci arasında yaşanan hızlı değişimin varlığını yadsıyamayız. Deleuze/Guattari (1925–1995/1930-1992) ikilisinin yorumuyla bu süreç Greklerle başladı. Grekler bilgeliği “öldürerek,” yerine bilgeliğin dostlarını, yani filozofları geçirdiler. Bilge, filozof olunca kavramı keşfetmiş ve onun üzerine düşünmeye başlamıştır. Bu değişimle felsefe de, “kavramlar oluşturmak, keşfetmek, üretmek sanatı” 31 şeklinde tanımlanınca, filozof “kavram dostu, kavram üretme gücünü içinde taşıyan” 32 kişi olmuştur. Bu, “dost ile düşüncenin” buluşması ve insanın olayda değişmesidir. Bunu çok değişik yurtlarda, diğer bir değişle kültürlerde bulmamız şaşırtıcı değildir. Her ne kadar Grek’le başladığını onaylasak da, yine de o başka yurtların da çocuğudur. Felsefe nedir? Platon’a göre felsefe, “sanatların en yükseğidir” veya felsefe, “ruhu karanlıktan aydınlığa çevirmek, yani gerçek varlığa yükseltme işidir.”33 Burada felsefe bir dinin insanın iç dünyasını keşfetme mücadelesi olarak verilmektedir. Felsefe, bir din olarak insan ruhunun yüceltici iç gücüdür. Kindi (796–866) felsefeyi, “insanın gücü ölçüsünde varlığın hakikatini bilmektir,” 34 diye tanımlar. Bu tanımların ortak özelliği, bilme ile yapabilme gücünü bir arada göstermek ve bir hayat tarzı olarak seçkici davranmaktır. 30 Whitehead, Adventures of Ideas. Deleuze/Guattari (1996), Felsefe Nedir? (Çev. Turhan Ilgaz), Đstanbul: YKY., s. 12. 32 Deleuze/Guattari (1996): 14. 33 Platon (1958), Devlet, (Çev. Sebahattin Eyüboğlu-M. Ali Cimcoz), Đstanbul: Remzi Kitabevi, s. 323–4 [521c]. 34 Kindi (1994), Felsefi Risaleler (Çev. Mahmut Kaya), Đstanbul: Đz Yay., s. 1. Felsefenin bir hayat tarzı sunduğu iddiasını Descartes edebi cümlelerle şöyle ifade ediyor: “Felsefesiz yaşamak, açmaya çalışmadan gözü kapalı yaşamaktır. Üstelik gözümüzün görüp meydana çıkardığı bütün şeyleri görmenin verdiği zevk, asla felsefenin bulup meydana çıkardığı şeylerden edinilen bilginin verdiği hazla ölçülemez” (Descartes 1988: 8). Bernard Russell felsefenin değerinin, “ruhun zenginlikleri arasında aranması” (Russell, B., 1970, felsefe meseleleri, Çev. Hayrullah Örs, s. 202) gerektiğini söyler. 31 18 Batılı Anlamda Felsefe ve Köken Sorunu Felsefe tarihi başlığını taşıyan her adlandırma, en azından günümüz çalışmaları açısından, kaçınılmaz olarak Grek dünyasını merkeze almamızı zorunlu kılmaktadır. Hegel, Tarih Felsefesi’nde Grek dünyasından söz ederken, “Grekler arasında kendimizi evimizde hissederiz,” diye yazar. Ona göre bunun sebebi, “Tinin (Spirit/Geist)* toprağında” olmamızdır. Birçok Batılı ve Doğulu 35 yorumcunun Grek düşüncesi ve coğrafyası üzerinde Mısır ve Hint etkisini tartışmasına benzer şekilde Hegel de “bu milletin kökeni, filolojik özellikleri de dâhil, daha gerilere, hatta Hindistan’a kadar izlenebilse de, Tin’in doğru Yükselişi ve gerçek yeniden Doğuşu ilkin Grek’te aranmalıdır,” 36 der. Buna göre sebep aktif değil, sonuç aktiftir. Bu bir anlamda Grek düşüncesinin “kendi kendisi ile olması” ve Hume’un “her sonucun kendi sebebinden ayrı olduğu” 37 düşüncesini gerekçelendirir. Yani Grek’te felsefenin doğumunun sebebi, Hint ya da Çin’de veya Mısır’da aranamaz. Şayet böyle bir argümanı kabul edersek, felsefe denilen şeyin imkânı ne kadar açık olacaktır? Burada bunu ayrıntılandırmak istemiyorum. Tinsel Avrupa”nın doğum yeri Grek’tir. Bu millette çevre dünyası karşısında yepyeni, bireylik bir tavır alma geliştirmişlerdi. Bu tavrın tutarlılığı içinde tamamen yeni türden tinsel bir ürün ortaya çıktı, bu da hızla sistematik, kapalı bir kültür biçimi olma yolunda ilerledi. Grekler buna Felsefe demişlerdi.38 * Tin gerçekliğe götürür ve her şeyi bilen güçtür. Hegel açısından Tinin özü özgürlüktür. Felsefe, tinin tüm özellikleri ancak özgürlük yoluyla kalıcı olduklarını, yalnızca özgürlük için araçlar olduklarını, tümünün araçlar olduklarını, tümünün yalnızca özgürlüğü aradıklarını ve ürettiklerini öğretir. Tin kendi kendisi ile olmadır. Bu da özgürlüktür, çünkü bağımlı olduğum zaman kendimi bir başkası ile bağıntılarım ki, o değilimdir. Tinin bu kendi kendisi ile olması özbilinçtir, kendinin bilincidir. Bilinçte iki şey ayırt edilecektir; ilk olarak biliyor olmam ve ikinci bildiği şey. Özbilinçte ikisi çakışır, çünkü Tin kendi kendini bilir, kendi doğasının yargılanışıdır ve Tin aynı zamanda kendine gelme ve böylece kendini ortaya çıkarma, kendini kendinde ne ise o yapma etkinliğidir” [Hegel (2006): 20–1]. 35 Bu ayrım salt bölgelik bir ayrım değil, aynı zamanda hayatı tanımlama ve hayatı nedenleriyle yaşama becerisine göre kuramlar oluşturabilme yetisine ait olan adlandırmayı betimler. 36 Hegel, Georg (2006), Tarih Felsefesi (Çev. Aziz Yardımlı), Đstanbul: Đdea, s. 163; Hegel (2009), The Philosophy of History, Scotts Valley, CA-USA, s. 169. 37 Inquiry Concerning Human Understanding, Sect. IV. Genel değerlendirme için bkz., SMW 4. 38 Husserl, Edmund (2007), “Avrupa Đnsanlığının Krizi ve Felsefe” (Çev. Ayça Sabuncuoğlu-Önay Sözer), Avrupa’nın Krizi der. Önay Sözer-Ali Vahit Turhan, Ankara: Dost, s. 327. 19 Husserl bu yargısına şöyle devam eder. Grek’te tarihi çevre dünyası (Unwelt) nesnel dünya değil, nesnel dünya tasarımıdır ve orada varlık adına tanrılar, cinler vs. yer alır. 39 Filozof olma, dünyanın katılımsız seyircisi, gözlemcisi olma tutumudur. Diğer bir deyişle “kuramdan yola çıkarak yeni düşünme hedef ve yöntemleriyle yalnız böyle bir tavır alma içinde olanaklı olan yönlendirilmeye hazır olur; bu hedef ve yöntemlerle sonunda felsefe felsefe olur ve insanın kendisi filozof haline gelir.40 Geleneğe bağlı gündelik yaşam doğruluğuna değil, geleneksellik yüzünden artık gözü kamaşmayanlar için özdeş, her zaman geçerli bir doğruluğa, kendinde bir doğruluğa yönelik sorudur bu.[…] Felsefe insani bir tutum yaratıyor; tüm gereklilik ve amaçlarıyla insanın içinde yetişmesiyle geçerliliğini kazanmış tarihi geleneğin amaçlarıyla birlikte arda kalan tüm uygulayımlık hayata el atan bir tutumdur bu. Felsefenin geleneğe karşı tavır alışında iki imkân öne çıkar. Birincisi geleneklik olarak geçerli olan bütünüyle bir kenara atılır, ikincisi de içeriği felsefi olarak alınır ve bununla da felsefi idealliğin tini içinde yeniden biçimlendirilir.41 Grek felsefesinin ya da Felsefenin başlangıç sorunu aynı zamanda Batı kültürünü başlangıç sorununu da temsil eder. Böyle bir kabul salt bir tarihlik ilgi sorunu değildir. Bu başlangıç sorunuyla ilgileniyor olmak, içinde bulunduğumuz şimdideki insan kültürünün mevcut sorunlarına temas etmeyle ilgilidir. Đnsanlık tecrübesinde Grek düşüncesinin gelişiminin bu ilk safhasıyla ilgilenmemizin sebebi ya da sebepleri nedir? Anlayışımızı, kavrayışımızı derinleştirmede bu dönem bize ne sağlayabilir? Đlk bilim adamı ya da filozofların Anadolu’dan ortaya çıkması bir tesadüf olarak adlandırılabilir mi? Öncelikle söylenmesi gereken bu bölgenin hem ticaretin hem de kültürel etkinliklerin egemen olduğu bir dönemi yaşıyor olmasıdır. Gadamer felsefenin başlangıç sorusuna, yani Presokratikler hakkında konuşmaya ilkin Thales, ya da Homeros ile veya O dönemdeki Grek dili ile başlamak yerine Platon ve Aristoteles ile başlamayı doğru bulur. Bunun sebebi ise, Presokratikleri yorumlamanın biricik felsefi erişim kaynağı bu isimler olmalarıdır. Bunun dışında yapılacak başka her şey felsefesiz, tarihselciliktir. 42 Gadamer bunun doğrulamasını şöyle yapar. Ona göre Presokratikleri yorumlamayı bir araştırma görevi olarak üzerlerine alan ilk kişiler Romantiklerdi. Bunun sebebi de Romantiklerin 39 Husserl (2007): 324. Husserl (2007): 335. 41 Husserl (2007): 335, 337–8. 40 42 Gadamer, Hans-Georg (1998), Beginning of Philosophy, (trans: Rod Coltman) London: Continuum International Publishing, s. 9–18; Erişim: http://site.ebrary.com/lib /suleyman/ Doc?id=10224918 (06. 08. 2012) 20 ilk ana metinlere karşı duydukları ilgidir. 18. yüzyıl Avrupa Üniversitelerinde henüz daha orijinal metinlerinden ne Platonik metinleri ne de diğer filozofları okuma bir kural olarak kabul edilmiş değildi. Orijinal metinler üzerine çalışma bir tutum alış değişimine yol açtı ve bu da Avrupa Üniversitelerinde, özellikle Paris ve Götingen’de humanistik geleneği yaşatan yerlerde ortaya çıktı. Bu anlamda Presokratiklerin felsefi soruşturması ve yorumlanmasına ilk kapıları açan iki isim, Hegel (1770– 1831) ve Schleiermacher’dir (1768- 1834). Hegel’in bu bağlamda oynamış olduğu önemli rol, Lectures on the History of Philosophy, Science of Logic ve Phenomenology of Spirit, adlı eserleri meşhurdur. Gadamer’e göre “klasik felsefeyle ilgili tarihlik araştırma 19. yüzyılda sadece Hegel ile başlamadı, aynı zamanda Presokratik dönemle her daim yeni olarak başlayan ve asla sonu gelmeyen felsefi diyalog da burada başladı.” Hegel’in yanı sıra diğer filozof Friedrich Schleiermacher, teolog ve aynı zamanda Platon’un eserlerini Almancaya çeviren meşhur kişi, Platonik öğreti üzerine çalışmaları canlandırmıştır. Hegel’in aksine o, bireyselliğin özel hissiyle ilgileniyordu. Romantik kültürün en büyük kazanımı bu bireyselliğin keşfi olmuştur. Meşhur ve herkesçe tekrarlanan söz, birey, “tarifsiz”dir (ineffabile). Buna göre de Romantik dönemde bireyselliğin tekilliğini kavramlık olarak kavramanın hiçbir imkânı söz konusu değildir. Bu sözün ana fikri, Platonik ve Aristotelesçi metafiziğin ilk dönemdeki yapısını gözler önüne sermektedir. Schleiermacher Grek felsefesi ile Hıristiyanlığın yüzeysel ve tersi bir denkliği çabası içinde olmuştur. Bunda onun teolog yönü etkin olsa gerek. Öğrencilerinden August Brandis, Greklerin felsefesi hakkında büyük bir eser yazdı ve bu çalışma Berlin tarih okuluna kaynaklık yaptı. 43 Bu noktadan sonra Gadamer şu sorunun ardına düşer: Presokratik felsefenin Batı düşüncesinin başlangıcı, principium’u olduğu söylenmekle ne kastedilmektedir? Principium’un birçok ve değişik kavramı vardır. Grekçe kelime, arche, mesela, principium’un iki anlamını içerir; yani başlangıç ve kökenin zamanlık anlamında principium ve spekülatif, mantıki-felsefi anlamında principium. Burada skolâstik kullanımdaki “ilkelerin öğretisi” anlamındaki principium’un genelde felsefe olarak kullanımı ise ayrı bir konudur. O burada daha çok “başlangıç” (anfang) anlamındaki principium kavramının birçok yönüyle ilgilenmektedir. Almanca anfang, düşüncede bazı zorluklar taşımaktadır. Mesela, dünyanın başlangıcı problemi vardır ya da dilin başlangıcı vardır dediğimdeki gibi. Türkçede benzer sıkıntı vardır; hayatın başlangıcı (bir dönem, bir hayat vb.nin ilk bölümü kastedilir), dinin başlangıcı, [ya da başlangıç Osm. iptida, mukaddime Bir yapıtın ya da yazının ilk tümcesi. Buna "baş" da denir. Türleri:. 1. bayağı başlangıç [es. t. mukaddime-i adiye]: Söze, süslemekten kaçınarak açık ve kısaca girme. 2. aldatıcı 43 Gadamer (2000): 12. 21 başlangıç [es. t. mukaddime-i hadia]: Dinleyici ya da okuyucuyu kızdırabilecek bir konuya, uygun, yumuşak sözlerle girme. 3. görkemli başlangıç [es. t. mukaddime-i muhteşeme]: Dinleyici ya da okuyucuların ilgisini uyandıracak parlak sözlerle konuya girme; ayrıca Köken]. Aristoteles bu kelimedeki dialektik özü görmüştü. Pyysics’de (özellikle 5. kitapta) Aristoteles, hareketin hareketsizlikle sona erdiğini tartışma konusu yapar. Hareketin sonunda geriye kalan bir şey var olmalıdır ve orada tamamlanmış olarak kalan bir şey. O zaman onun başlangıcı nedir? Hareket ne zaman başlamıştır? Ne zaman sona ermiştir? Bizim burada ilgilendiğimiz konuyla ilgili olarak Presokratiklerin tarihi ne zaman başlamıştır? Aristoteles’in söylediği gibi Thales ile mi başladı? Başlangıç kavramını aldığımızda Aristoteles aynı zamanda ilk “teoloji yapan” yazarlar olarak Homeros ve Hesiodes’ten de bahsetmektedir. Muhtemelen bu büyük epik gelenek hayat ve ölüm üzerine rasyonel bir açıklama yapmak için uzun bir yolu temsil etmektedirler. Bu yol da sonunda Presokratikler tarafından bir bütün olarak başlatılan bir adım olabilir. Tüm bu imkânlara karşın daha önemli ve belirsiz görünen bir başka nokta ise Greklerin konuşmuş olduğu dil hem yazılı geleneğe hem de Presokratikler de dâhil epik edebiyata önceldir. Dil insanlık tarihinin en büyük bulmacalarından biridir. Dil nasıl şekillenmeye başlamıştır? Heidegger’e gönderme yaparak şu soruyu sorabiliriz: bir şeyle meşgul olma (düşünme anlamında) ilk olarak başını kaldıran insan kimdi? Büyük olasılıkla çoğu insan Âdem diyecektir? Başlangıca referansla konuşursak Thales diyenler ne düşünecekler acaba? Soru komik mi? gülebiliriz. Grek üzerine konuşmayı sürdürürsek, Grek dilinde spekülatif ve felsefi imkanların varlığını görebiliriz. Gadamer bu özel imkânlarla ilgili iki noktayı söylüyor. Birincisi, Grek dilinin en verimli özelliklerinden biri, özne olarak düşünen niyetlik nesneyi temsil etmeye izin veren neuter’in (ne aktif ne de pasif, hiç biri, ikisi de değil, sıfat anlamında ve geçişsiz fiil anlamında) kullanımıdır. Kısaca neuter ne burada ne de orada olan bir şeye işaret eder ve bu her şey için geçerlidir. Grek şiirinde neutr, her yerde ve her zaman var olan, atmosferik var olan bir şeye işaret eder. Bu anlam varlığın niteliğiyle ilgili değil, tüm varlıkların göründüğü bütün uzam, varlığın niteliği anlamındadır. Đkinci ayırıcı özellik ise, bir kopula olarak “olmak” fiilini kullanmalarıdır.; özne ile yüklemi birbirine bağlayan. Gadamer’e göre kopula henüz daha ne ontoloji ile ne de muhtemelen Parmenides ile ya da Platon ile başlamış olan varlığın kavramlık tahliliyle ilgili bir şeye sahip değildi. Tüm bu tanımlama çabaları bizi nereye götürecektir? Đlk defa varlığa gelme anlamında pricipium’un anlamı ile bu iki kelime arasındaki ilişki nedir? Şunlar üzerine konuşuyoruz. Thales, kahramanlık edebiyatı, Grek dilinin bilmecemsiliği ve yazı. 22 Şimdi yapmamız gereken ilk şey, başlangıç kelimesini son ya da hedef kelimesiyle olan ilişkisine yönelmektir. Başlangıç ve son arasında çözümü kolay olmayan bir bağ söz konusudur. Başlangıç bir sona, amacı imler. Son ise başlangıcı belirler ve bu noktada da zorluklar başlar. Sonu önceden tahmin etme başlangıcın somut anlamı açısından önceden gerekli olan bir şeydir. Biz burada felsefenin başlangıcı ile ilgilendiğimiz için problem yeniden başka bir yöne kaymaktadır. Felsefe nedir? Platon için konuşursak, felsefe, hikmet (wisdom) ya da doğruluk (truth) için katışıksız bir şekilde uğraşmaktı. Platon için felsefe, b,ilgiye sahip olma değil, sadece ve sadece bilgi için uğraşmaydı. Bu ise “felsefe” ile “filozof” terimlerinin geleneklik kullanımıyla örtüşmemektedir. Filozof kelimesi genelde kuramlık tefekküre dalıp giden bir kişiye işaret ediyordu. Mesela Anaksagoras gibi biri, mutluluğu “yıldızları gözlemek” diye tanımlayabiliyordu. Hikmet için uğraşma ve hikmete sahip olma olarak felsefe, bizim kullandığımız Aydınlanma, Plâtonizm ve tarihselcilik birleşiminde kullandığımızdan çok daha geniş bir alanın hizmetindeydi. Mevcut anlamında felsefe temelde modern bilim olmaksızın hiçbir felsefe olmayacağıdır. En genel anlamında ise felsefe yüce bir bilim olarak düşünülür. Sonunda bizler felsefenin başka şeylerde olduğu gibi aynı anlamada gerçekte bir bilim olmadığını kabul etmeliyiz.44 Başlangıç ve son böylece birbiriyle bağlıdır ve biri diğerinden ayrı tutulamaz. Buna göre başlangıç ve son arasındaki bağı, “tarihi hayatın, yani teleoloji kavramı ya da günümüzde kullandığımız kelimeyi kullanırsak, gelişmenin tahliliyle ilgili temel problemlerden biri olarak keşfetmeye başlayabiliriz.” Bu aynı zamanda modern tarihselciliğin en meşhur sorunlarından biridir. Bununla beraber söylenmelidir ki, gelişme kavramı mutlak olarak tarihle ilgili hiçbir şeye sahip değildir. Gelişme kelimesi her bir şeyin bir başlangıç içinde verilmiş olduğu anlamına gelir. Buradan da gelişmenin, salt bir “belirme/zuhur etme, olgunlaşarak süreç olduğu” sonucu çıkar. Bu anlamda gelişmede natüralist bir çağrışımda ortaya çıkar. Tarihlik gelişmeden bahsettiğimizde ise ciddi zıtlıklarla karşılaşırız. O zaman tarihte geçerli olan verili olan değil, yeni olan olacaktır. Hiçbir şey yeni yenilik getiren bir şey ve fark edilmeyen hiç bir şey olmadığı sürece ilgilenecek hiçbir tarih de yoktur. “Alınyazısı/kader de sabit öngörülemezlik anlamına gelir.” Buna göre “gelişme kavramı doğanın süreç-niteliği ile insan hayatının dalgalı olayları ve özel durumları arasında var olan temel ayrımları ifade etmeye yol açar. Burada ifade etmeye başlana şey doğa ve ruh arasındaki asli zıtlıktır.”45 Buna göre başlangıcın bir hedefe, amaca başlı olduğuna göre, burada savunduğum görüşü nasıl anlamalıyız? Şüphesiz bu metafiziğin amacı, sonu bu amaç, hedef anlamında anlaşılmalıdır. Bu, Gadamer’e 44 45 Gadamer (2000): 15. Gadamer (2000): 16. 23 göre 19. yüzyılın cevabı olacaktır. Mesela Schleiermacher’i izleyen Wilhelm Diltey, Introduction to the Human Sciences’de metafiziğin başlangıcını, metafiziğin çöküşü bakış açısından betimlemiştir. Diltey’e göre 19. yüzyıl pozitivizm karşısında metafiziğin kendi otoritesini yitirdiği yüzyıldır. Bu yüzden de metafiziğin sonu hakkında konuşmak mümkündü ve sonuçta da Aristoteles’in Metafizik’te yapmış olduğu gibi metafiziğin başlangıcını ele almıştır. Metafizik’te Thales hakkında, kutsal mitleri yeniden ifade eden biri olmaktan ziyade açıklamalarında delil ve tecrübeye güvenen ilk şahıs olarak bahsedilmektedir. Đkinci olarak son kavramı da bilimlik rasyonalite veya bilimsel kültürün amacı biçimlendirmesine göre ele alınmaktadır. Metafizik 19. yüzyılda sonuca gelirken, bilimsel rasyonalite genelde insanlığın amacını belirleyen bir şey olarak görülmektedir. Buradan da “mitten logos” sloganı ortaya çıkmıştır. Presokratiklerin tüm tarihini tanımlayan, belirleyen bir slogandır. Aslında kavram Max Weber (1864–1920) tarafından dünyanın büyü bozumu kavramıyla icat edilmiştir. Heidegger’in kavramı ise “varlığın unutulması”dır. Gadamer’e göre metafiziğin sonunu, Batı düşüncesinin yolunu başlangıçtan ayırdığı bir hedefe yönelmesiyle gerçekleştiğini söylemek fazla açıklayıcı değildir. Başlangıç ve son kelimelerinden sonra üçüncü kavram hedef/amaç kavramıdır: insanın amacı. Ancak burada amacın belirlenimi de, başlangıç kavramı kadar özensiz ve bulanık bir kavramdır. Burada yapmak istediğimiz şey açısından başlangıcın daha ileri bir anlamı vardır. Gadamer’e göre daha üretici ve daha yerli yerinde bir kavramdır bu. Bu anlamı yeni başlamış olan hakkında değil, yeni başlayan/henüz başlamakta olan hakkında konuştuğumda meydana gelir. Varlığın yeni başlayan olması bu ya da şu anlamda henüz daha belirlenmemiş bir şeye işaret eder, ya da bu ya da şu sona/amaca yönelik belirlenmemiş olan bir şeye. Bu şu anlama gelir: birçok ihtimal hala mümkündür. Muhtemelen “başlangıç”ın doğru anlamı bundan başka bir şey değildir; yani benim bir şeyin başlangıcını bilmem, bilinen şeyin gençliğinde o şeyi bilmem anlamına gelir. Burada Gadamer’in “gençlik”ten anladığı, somut ve belirli gelişimlik adımların henüz daha gelişmemiş olduğu insan hayatındaki bir safhadır. Genç insan kesin olmayan durumlarla başlar, ancak aynı zamanda da başını uzattığı imkânlarla heyecanlandığı duygularla devam eder. Gadamer’e göre “Presokratiklerle başlayan başlangıç hakkında konuşmamız gereken anlam budur.” Presokratiklerde “mutlak kaderin ve imkânlar açısından zengin bir akıp-gitmenin amacının bilgisi olmaksızın bir arayış söz konusuydu.” Bu yüzden “insan düşüncesinin bu en önemli boyutunun,” diyor Gadamer, “bu başlangıçla kendisini açmış olduğunu keşfettiğimizde şaşkınlığız artıyor.” Bu keşif Hegel’in sezgilik sağgörüsündeki yönteme de uygundur. Hatta Hegel dine de bu bağlamda, bunun basitçe boş bir kelime olmadığını ifade etmek içi işaret eder. 24 Başlangıç yansıtılan/aksettirilen/düşünülen bir şey değil, daha ziyade şimdiki/hemen olan bir şeydir. Principium hakkında konuşma bana göre henüz yansıma/düşünce yolunda bir safha olmamış olan bir şeye işaret etmek için çok fazla dönüşlü bir (zamir) olduğundan, principium, daha ziyade (gençlik analojisiyle ifade etmeye çalıştığım gibi) somut tecrübeye kapı açar.46 Gadamer’e göre ana tema “Presokratikler ve Batı düşüncesinin başlangıcı” sorunudur ve bu da ancak Platon ve Aristoteles ile başlamakla çözüme kavuşturulabilir. Çünkü ona göre araştırdığımız konunun “ilk doğru metinleri Platon ve Aristoteles’in yazılarıdır.”47 Felsefenin salt Avrupalı olduğu tezi, icat edilen tarihlik paradigma, yani “Aryan model”i denilen süreçle ilgilidir. Bu model cezp edici bir şekilde 19. yüzyılda özellikle Đngiltere ve Almanya’da geliştirildi. Bu modelin karşısında geliştirilen modele göre felsefe Mısırlıların icadıdır ve Mısır’dan Grek’e geçmiştir. Bunun için ileri sürülen deliller MÖ 390’larda Platon’un Mısır2ı ziyareti, Grek’in kolonizasyonu, deniz ticareti ve tüccarların etkisiyle farklı kültürel etkiler öne sürülebilir. Aryan modeline göre Grek medeniyeti saf bir Avrupa medeniyetidir. Bu bir Grek mucizesidir, yani mitos’tan logos’a geçişin öyküsüdür. Felsefe üzerinde bu aryan modelinin etkisi 19. yüzyılın başlarında felsefe tarihinin kökleriyle ilgili varolan geleneklerin küçük görülmesi ve ötekileştirmesi düşüncesini sistemleştirdi. Bu döneme kadar felsefe tarihi çoğulcu bir şekilde, Mısır, Đbrani, Babil, Mezapotamya ve Sümer kültürlerinde yer alan “hikmet gelenekleri” dışarıda tutulmuştur. Bunun temellendirilmesinde birinci sebep, felsefenin tanımı gereği bu geleneklerin mitik düzeyde oldukları, ikincisi de buna bağlı olarak akılöncesi bir konumda bulunduklarıdır. Üçüncü olarak orada olduğu ileri sürülen felsefenin anonim, isimsiz olduğu iddiasıdır. Grek ise bir adla başlar; Thales. Buna göre düşüncenin varlığından ziyade bireylik düşüncenin varlığı ölçüt kabul edildi. Felsefenin bireylik dehanın ürünü olduğu tezi bir ötekileştirmedir. Bu konumlaştırma dönüşümü Grek’i tek başına bırakmıştır. Batı’nın son üç yüz yıldır süren Avrupalılaşma süreci bunun en belirgin görünümüdür. Böyle bir kavrayış biçiminin en etkin yararı geleceğin insan biçimini var etmede kullanılmıştır. Avrupa merkezli bakış ötekilerin o merkeze çekilmesi demektir. Felsefenin bu yönde kanunlaştırılması politik otoritenin güçlendirilmesi ve yeni kültürde var edilen tüm “ürünlerin” kolay yayılmasını sağlamaktır. 46 47 Gadamer (2000): 18. Gadamer (2000): 33vd. 25 Keşfedilen geleneğin gücü, yeteneğini bazı değerleri ve normları telkin etmesinde, keskin ritüelleştirme ve vurgulayıcı bir tekrarla, yine şu anancı teşvik ediyordu: BU gelenekler kesintisiz bir tarihlik serüvenle antik dönemden geliyordu.48 Felsefe öğretmeye çalışan birileri olarak amacımız bu kurgulu geleneğin reddedilerek karşıt insan doğasına ve evrenin çoğulcu resmine aykırı yeni bir ırkçı söylem yaratmak değildir. Milli hisler insanidir ve doğaldır, yanlış olan onun tek merkezli ve mutlaştırılmasıdır. Felsefe evrenlik geçerliliğin izindedir, onu ister. Ancak bu sadece Avrupa’dan başlamaz, varolan eleştirme, imha edici şiddet ve tek merkezli kültürel doğruluk kavrayışı felsefeyle, ancak evrenlik geçerliliğin ardındaki felsefeyle mümkündür. Felsefe bir burada var olma gerçekliğidir ve önceki orada var olma gerçekliğiyle bağlantılıdır. Burada var olanlar, kendilerince dünyayı açıklamaya, gördükleri ve yaşadıkları farklılıklar konusunda hayret duymaya, ya da kendi sözlü ifade ediş biçimleriyle var olana karşı aksi kanıtlar getirmeye çalışmışlardır. Tanrıyı ya kendi dillerinde buldular ya da bulundukları orada var ettiler. Onlardan bazıları, dillerinde var olan bir tanrı ya da tanrıların varlığı üzerine düşünmeye, ‘hakkında konuşmaya’ başladılar. Geçmişin ululanması ya da her bir yeni neslin geçmişle karşı karşıya gelmesi ölümün anlamı ve ahlakın ‘gereği’ üzerine konuşmayı zorunlu kıldı. Tüm bu eylem biçimleri filozof adını alan bir insan tipini ortaya çıkardı. Bu insan tipi, bir dil ve doğasını dürtüleme varlığıdır. Felsefe, insanın olduğu her yerde kendi diliyle var olmuştur. Her bir dil olayı da esrarengiz düş gücünün izlerini taşır. Bir anlamda her bir felsefe bir dereceye kadar sırlarla örülü bir düş gücünün ürünüdür ve “geçmişin rengiyle boyalıdır.” 49 Bu geçmişin kaçınılmaz etkisi hemen gerçekleştirilen bir akıl yürütme izleği değildir. Onun içinde mitik anlatılar kadar, açıklanamaz doğa olaylarının yarattığı rasyonelleştirme ‘becerileri’ de yer alır. Mesela Grek doğa görüşü, özellikle Greklerden daha sonraki çağlara aktarılan kozmoloji anlamında, dramatik bir doğa görüşüdür. Buna göre bu dramatik doğa, “her bir şeyin kendi rolünü oynadığı bir drama” 50 olarak yaşanır. Bu Greklerin “dike” kavramına verdikleri anlamdan başka bir şey değildir. “Kendi işini en iyi yap” ilkesi, “çok yönlü” bir sanat olarak, bu geleneklik felsefede daha sonra gelen felsefeyi, özellikle Ortaçağ felsefesini dolaylı olarak etkileyecektir. Zeus, Đlyada’da insanı “acınası zavallı” bir varlık olarak tanımlar. Bu trajik söylem bir dünya tasavvurunun ifadesidir. Grek doğa görüşünde, trajik bir olayı dürtüleyen kader görüşü, bugünkü bilimlik açıklamadan farklı bir 48 Critchley (2009): 127. SMW, 7. 50 SMW 8–10. 49 26 anlama sahiptir. Ancak Grek tragedyasındaki kader, modern dönemde doğa düzeni haline dönüşmüş haliyle varoluştaki yerini sürdürür. Bu bize her bir dönemin kendi geçmişini sağladığında ya da tam olarak gerçekleştirdiğinde artık yok olduğunu söyler. Grek düşüncesi de bunun açık örneğini sunar. Ayrıca felsefi düşüncenin ortaya çıkışında belirgin olan sosyal çevrenin düşünce yaratımına uygun olması gerekliliği tezi savunulabilir görülür. Kaba hatlarıyla filozofun düşüncesini biçimlendirmeye yardımcı olan yaşamış olduğu çevreyi betimlemeye çalışmak, o filozofun ruh ve zihin dünyasını da genel hatlarıyla anlamaya yardımcı olur. Kısaca söylemek gerekirse, başlangıçta Grek felsefesi, tıpkı Doğu din ve felsefeleri gibi, zaman düzenini fiziki ve aynı zamanda ahlaki düzen olarak kavrar; zamana, ahlaki bir hukuk düzeninin uygulanışı ve gerçekleşmesi olarak bakar.51 Şeyler ortaya çıktığı noktada, bu şeyler tekrar zorunluluğa doğru gitmek mecburiyetindedir. Çünkü onlar, adaletsizlik için karşılıklı olarak ceza ve tazminat öderler. Bu filozof tipini bir başlangıç öyküsü gibi sunulan Grek dünyasında da bulmaktayız. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, ilk insanın başlangıç öyküsü gibi ilk filozofun başlangıç öyküsünü eşitlememektir. Đlk filozof Thales’tir yargısı Batı düşünce tarihi için, en azından Aristoteles’in kendi felsefe tarihi açısından, geçerli ve doğrudur. Bizim şimdimizde kavrayış alanımıza girenler Batı dünyasına yön vermiş olan kişilerdir. Bu dünya Batı felsefesinin beşiği olarak kabul edilen Akdeniz havzasıdır. Bu dünyanın birçok filozofu bu havzanın ya kıyısında ya da adalarında yaşadı. Bu büyük insanlardan her biri dış dünyayı hem içinde bulduğu ‘oradan gelen’ bilgiyle hem de kendi içsel kavrayış gücüyle tanımlamaya başladı. Platon'a kadar olan Batı felsefe tarihinde pek çok filozofun uğraştığı en temel problemlerden biri varlık ve oluş arasındaki ilişkidir. Đlk filozoflar her şeyin ilkeleri olarak yalnızca maddi yapıdaki ilkeleri göz önüne almaktaydılar. Onlara göre her şeyin kendisinden meydana geldiği, kendisinden doğup sonuçta yine kendisine döndüğü bir şey vardı. Bu şeylerin ilkesi kavramıdır. Bu filozofların hepsi bu ilkelerin, yani [burada ilke (arkhe) ile öğe (stoikhein) arasındaki ince ayrımı dikkate almak gerekir. Arkhe, şeyin dışında olan ilke, stoikhein ise şeye içkin olan öğe anlamına gelir] öğelerin sayısı ve yapısıyla ilgili olarak aynı görüşte değillerdir. Geçmişin iki büyük kültürü (medeniyet) Minoan ve Miken 52 Krallığı Greklerin bir diğer şansıdır. Bu iki krallığın çöküşünden hemen 51 Ernest, Cassirer (2005), Sembolik Formlar Felsefesi II Mitik Düşünme (Çev. Milay Köktürk), Ankara: Hece Yay., s. 201. 52 Miken medeniyeti antik Grek medeniyetidir. Miken krallığı MÖ 1400 ile1100 yılları arasında en parlak dönemini yaşamıştır. Homeros’un Đlyada destanında yer alan Truva savaşı sırasında Miken savaşçılar Anadolu’nun 27 sonra iki özellik öne çıkarılmıştır. Olaylar karşısında kişisel olmayan açıklamaları tercih ve olaylara karşı sebepler sunmaya hazır bir zihni durum sergilemeleridir. Olaylar kendi sıra düzeni içinde olmaya devam ederken, Grekler bunu Yasa ile açıklamaya çalıştılar. Yasa, basitçe söylenirse, Kader demekti. Her şeyin bir sınırı vardır. Kış biter yaz gelir. Bu kaçınılmaz bir kaderdir, diğer bir deyişle doğa yasasıdır.53 Bu yapılık özellikler ve tercih durumu Grek felsefesinin gelişmesini, daha doğrusu doğuşunu, bilimlik ilerlemeye, özellikle de matematikte ilerlemeye götürmüştür. Bu birbirine bağlı iki ayırıcı durumun yankısı ve sonraki dönemlere akışı birinin gözünden aktarılarak bir sonraki göze ulaşır. Bu durum, şayet her bir ulaşma noktasının mutlaklığıyla bir sonrakine aktarılırsa, Skolâstik bir tekrara düşülür. Fizikçileri ya da Platon’u tek başına Aristoteles’in bakış açısıyla okumaya çalışmak ve anlatılanların öyle olduğunu kabul etmek felsefi zihin açısından eksik kalır. Aynı şekilde geçmişi günümüz diliyle ifade etmeye çalışan biri, her kendince ifade ediş biçimiyle eksik kalır. Burada bu eksikliğin nedenini ve ortaya çıkardığı sorunları ayrıntılı bir şekilde Guthrie’den aynen iktibas edeceğim: Burada içtenlikle söylenmelidir ki, başlangıçta yaşanan zorluklara rağmen, Grek dilinin bilgisine sahip olmadan Grek düşünme biçimlerini anlamak kolay olmayacaktır. Dil ve düşünce çözülemez bir şekilde birbirine bağlıdır ve birbiriyle temas halindedir. Kelimelerin bir tarihi ve çağrışımları vardır; onları kullananlar, sonuçlarının entelektüel olarak kavranmasından ziyade bilinçli bir tavır takınarak değil, anlamın önemli bir kısmına katkı yapmışlardır. Hatta çağdaş dillerde, maddi nesneler için kullanılan birkaç kelimenin ötesinde, kendi ülkelerinde onu aydınlatan kişiler için kökenlerini bildikleri için bir yabancıya aynı izlenimi tam olarak verecek kadar bir kelimeyi başka bir kelimeye çevirmek uygulayımda imkânsızdır. Greklerle ilgili olarak da bu durum, zamanın geçmesi ve kültürel çevrenin değişmesiyle daha da fazla artmıştır. Bu kültürel farklılık aynı anda iki ayrı Avrupa ülkesinde de (Avrupa ve Đngiltere) görülmektedir. Farklı bağlamlarda Grekçe karşılıklarının değişik kullanım bilmeden, “adalet” veya “erdem” gibi Đngilizce eşanlamlı tek bir kelimeye bağlı kaldığımızda, sadece Grekçe kelimelerin içeriğini kaybetmeyiz, aynı zamanda Greklerin niyetine de tamamen yabancı kalırız ve bu kelimelerin Đngilizce çağrışımlarını da tam olarak nakledemeyiz. Bu yüzden yeri geldikçe Grekçe terimleri tanımlamak ve onların nasıl kullanıldıklarını mümkün olduğu kadar açıklamaya çalışmak bizim için zorunlu olacaktır. Şayet bu durum Grekçe öğrenmeyi cazip hale getirecek yerleşim yerlerine seferler düzenlemişlerdir. 1100’lerde Dor akınlarıyla krallık sona ermiştir. 53 Clark, Stephen R. L., (2000), “Ancient Philosophy,” In The Oxford of Western Philosophy, ed. Anthony Kenny, Oxford: Oxford unv. Press, s. 6–7. 28 veya okulda öğrenilen olanın yeniden canlandırılmasına yol açacaksa, o zaman bu daha da iyi bir şey olacaktır. Bu yöntem kullanılan Grekçe kelimenin açıklanması, gerektiği yerde uygulamaya sokulacaktır. Daha iler gitmeden birkaç örnek, anlatmak istediğim şeye yardımcı olacaktır. Platon’u anlamak istiyorsak, tarih hakkında bir şeyler bilmek önemlidir. Bu justice (adalet), virtue (erdem) ve tanrı (god) gibi Đngilizce eş anlamlı aslında uzak çevirilerine bağlanmaktan ziyade Platon’un kullandığı terimlerin önemini ortaya koyan bir tarih olmalıdır. Burada Devlet’in çevirisine bir önsöz Cornford’tan bir alıntıyla anlatmak istediğimi örneklendirmiş oalcağım. “Birçok anahtar kelime, müzik, jimnastik, erdem ve felsefe gibi, anlamlarını değiştirmiş ya da Đngilizce konuşanlar için yanlış çağrışımlar kazanmıştır. Rastgele Jovett’in baskısını [Devlet] açan ve insanın “erdem” için en iyi koruyucu müzik ile güç kazandırılan felsefedir (549b) ifadesini açıklayan biri bu konuda çok başarılı biri olmalıdır. [“Müzikle birleşen akıl, dedim; yalnız o insanın özündeki değeri ömrü boyunca koruyabilir”]. Kadınlarla düzensiz ilişkilerden kaçınmak ve metafizik çalışma sıralarında keman çalması gerektiği fikrinde doğruluk payı olabilir. Ancak kitabın diğer kısımların açıkça okuduktan sonra arete’nin güvenliği ve koruması olarak musike ile birleştirilmiş logos tanımlamasıyla Platon’un kastetmiş olduğu şeyin açık olmadığını keşfedecektir.” Ahlak ve metafizik çalışmalarda karşımıza çıkan bu üç temel kavrama yakından bakalım. Bu terimler “adalet,” “erdem” ve tanrı” adlarıdır. Adalet diye çevrilen kelime sıfat olan dikaios’tan (adaletli) ve uzunca bir isim formunda tekrarlanan dikaiosyne, yani dikaios olma durumundan gelen dike kelimesidir. Son kelime özellikle Platon tarafından Devlet’te “adalet”in doğasıyla ilgili meşhur tartışmada kullanılan kelimelerden biridir. Şu halde dike’nin esas anlamı, kelime anlamıyla adet ya da yol demektir. Onun etimolojik kökeni ne olursa olsun, Grek edebiyatında onu en erken kullanılan anlamı, belli bir sınıfa ait insanların genel davranış biçimlerindeki ya da normal doğa düzenindeki adetten/yoldan daha fazla bir anlama gelmez. Onun doğru bir yol olduğunun hiçbir iması söz konusu değildir ve kelime herhangi bir yükümlülük ifadesi de içermemektedir. Odyseseus’ta Penelope hizmetçilere, iyi efendi Odyseus’un, onun bilmeden ya da kendinden fazla emin olan herhangi bir şeyi asla yapmadığını ve söylemediğini, yine gözdeleri olmadığını söyler, -Lordların dikesinin olduğu gibi- yani bu onların genellikle hareket ettikleri yoldur. Eumaeus, domuz çobanı, tanımadan efendisini ağırladığında şunu söyleyerek hizmetinin basitliğinden dolayı özür diler: “Size ikram ettiğim çok azdır, istekle verilse de, zira bu benim gibi serflerin dikesidir, korkuyla yaşayan.” Onun kastettiği normal bir şeydir, beklenmesi gereken bir şeydir. Bir 29 hastalığı tanımlarken Hippocrates, “ölüm dike halinde bu semptomları takip etmez,” der. Basitçe anlamı “normal yolla izlenen” demektir. Böyle bir kelime için normal olaylar düzeninde beklenmekte olan ahlaki olmayan bu salt anlamından uzaklaşmak kolaydır ve bir adamdan beklenilen şey hakkında konuştuğumuzda, yani terbiye ölçülerinde edimde bulunacağı hakkında, imalı bir şekilde onun hizmetlerine karşılık verdiğimiz tatla ilgili bir şeye devam etmek kolaydır. Bu çeviri ilk dönemde ortaya çıktı ve Aeschylus’un şiirinde Platon’dan bir yüzyıl önce dike, Zeus’un yanında tahta oturan doğruluğun majestik bir ruh olarak şahıslaştırılmıştır. Ancak kelimenin erken anlamının, onu kullanan insanların isteklerini ve çocuklar gibi Homeros’tan öğrenmiş olan insanların isteklerini renklendirmeyi sona erdirmiş olması imkânsızdır. Gerçekte taşlaştırılmış bu tür bir kalıntı akuzatif kullanımında, diken, “gibi” ya da “durudan sonra” anlamına gelen bir önerme olarak. Devlet’de adaleti tanımlama çabalarının sonucunda, bizim kelimeyle kastettiğimiz kavramlarımıza az çok uygun olanın kabul etmemiş olan birçok tanımdan sonra, kabul edilen tanıma göre adalet, dikeyi izleyen birinin durumu olan dikaiosyne, “kendi işine bakma” durumundan başka bir şey değildir; senin için uygun olan bir şeyi yapma ya da adetleri izleme ve diğer insanların adetlerine kendini kaptırmama ve onların da kendi işlerini yapmaları için çalışma. Böyle bir şey bize tartışmanın zirvesinde ortaya çıkmış olan çekingen bir sonuç gibi mi görünür? Şayet böyleyse, bu onu üzerine düşünme konusundan fazla çekici kılmaz. Platon’un yapmış olduğu şey, kendi zamanında kullanımda olan kelimenin mevcut anlamlarını reddetmek olmuştu ve bunu da bilinçdışı bir tarihsel anlamla kelimenin kökenine gitmekle yapmıştı. Kelime Homerik aristokrasinin sınıf-ayrımlarında kökünü bulur. Bu sınıflandırmada doğru eylem insanın kendi uygun yerini bilgisinde ve ona bağlanmasında ortaya koyar. Yeni bir aristokrasi oluşturan Platon için sınıf-ayrımı psikolojik düşünümlerde belirlenmiş işlevlerin bölümlenmesine dayalıdır ve devletin dayanak noktasını oluşturan da buydu. Đkinci örneğimiz genelde “erdem” (virtue) çevrilen arete kelimesidir. Tekil ve çoğul aynı kelimede ifade edilen arete, Đngilizcede karşılığı olan virtue karşılığı kullanılan anlamına gelmez. Aristoteles’in de söylediği gibi kelime rölatif kullanıma sahiptir ve bir şeyin olduğu şekliyle kavranması gereken ilk şey anlamına gelir. Arete bir şeyde iyi olma anlamındadır ve Grek insanı için kelimenin geçtiği soru kalıbı şudur: “neyin veya kimin aretesi?” Kelime ortak anlamda bağımlı isim ya da zamir haliyle ve sınırlı bir sıfatla izlenir. (Bu gramatik terimleri kullanma konusunda herhangi bir savunuya girmeyeceğim, zira ortaya koymak istediğim konu, gramer ve düşüncesini, dil ve felsefenin kaçınılmaz bir şekilde birbiriyle 30 bağlantılı olduğudur. Bir şeyi salt dilsel bir mesele olarak ortadan kaldırmak pek de kolay değildir ve düşünce ifadesi ile onun içeriği arasında bir ayrım olarak böyle bir şey var olamaz). Bu yüzden arete, kendisi eksik olan bir kelimedir. Güreşçilerin, binicilerin, ayakkabıcıların ve kölelerin aretesi vardır. Poltik arete, ailevi arete, askeri arate vardır. Arete, gerçekte “hızlı ve verimli çalımla” anlamına gelir. MÖ 5. yüzyılda arete’yi bildirdiklerini iddia eden gezici öğretmen bir sınıf olan Sofistler, genelde politikacılara ve halk konuşmacılarına öğreticilik yapıyorlardı. Bu, onların öğretilerinin etik olduğu anlamına gelmez, onların tutucu yapıları politik erdem kavramlarında ahlakı da içine alsa da bu böyledir. Sofistlerin vurguladığı nokta, erdemin uygulayımsal ve aracısız bir şekilde yararlı bir mahiyetinin olmasıdır. Arete mesleki ve Antik Grekler iş yapma durumundaki hız ve verimlilikte uygun olma anlamında bir kavramdır. Antik Grekte var olduğu şekliyle arete kelimesi bir meslekte olanın kendi reklamını yapması anlamına gelmekteydi. Şüphesiz kelime anlamından şüphe duyulmadığında kendisi tarafından kullanılabilir. Böyle bir kullanımla o, belirli bir toplumda değer verilen bir tür üstünlük anlamına gelmektedir. Bu yüzden Homeros’un savaş tanrıları arasında arete, mertlik/cesaret anlamına geliyordu. Sokrates, Platon ve Aristoteles tarafından kelimenin kullanımı yenilik taşımaktaydı. Areteyi onlar, insana sıfat yaparak kullandılar ve ona genel bir anlam yüklediler; hayat etkinliğinde böyle bir insanın üstünlüğü anlamında. Onlar, bunun ne olduğunu bilmediklerini söyleyerek insanları şaşırttılar, fakat bu araştırılması gereken bir şeydi. Araştırma, (uygulayımsal anlamda bir kelime olarak aretenin kullanımına dikkat et) insanın işi ya da görevi, yani ergon’unun işlevini keşfetme anlamına gelmektedir. Bir askerin, bir politikacının, bir ayakkabı yapıcısının belirli bir işleve sahip olması gibi, Sokrates, Platon ve Aristoteles’e göre, bizim ortak insanlığımız nedeniyle hepimizin eylemde bulunmak zorunda olduğumuz genel bir fonksiyonu var olmalıdır. Bunu öğren ve insan üstünlüğü veya aretesinin neden ibaret olduğunu bileceksin. Bu genelleştirme, “erdem”inkine (virtue) yakın herhangi bir yerde kelimenin oluşturan, bir dereceye kadar filozofların yeniliği ve hatta onlarla birlikte kelimenin esas uygulayımsal anlamının etkisi, asla ortadan kaybolmadı. Bu yüzden aretenin ilk anlamı, belirli bir işte tüm beceri ve hızlı, verimli çalışmadır. Kabul edilecektir ki, böyle hızlı ve verimli çalışma anlamı uygun bir anlağa ya da kullanıma hazır/elde mevcut bir işin bilgisine bağlıdır. Böylece şaşırtıcı değildir, filozoflar, insan varlığıyla kendi fonksiyonunun uygun performansını içine alacak kavramı genelleştirdiklerinde, bilgi ile onun irtibatı sürdürülmüş olur. Her felsefe öğrencisi Sokratik paradoks kavramını duymuştur. Ona göre “erdem bilgidir.” Muhtemelen buradan şöyle bir önerme 31 ortaya çıkar: işi görmek için zahmet edip çalışmadıkça hızlı ve verimli çalışma yapamayacaksın.” Üçüncü örneğimiz tanrı şeklinde çevirisini yaptığımız Grekçe teos kelimesidir. Platon’un dini görüşlerini anlamaya çalıştığımızda, ilahiyat ya da felsefe öğrencileri olarak, onun politeist ya da monoteist olup olmadığı sorusuna yöneliriz. Politeist ve monoteist Grek kökenlidir, ama Grek’te yapılmış bir sınıflandırma değil, modern bir sınıflandırmadır. Platon’un kelimelerini (daha çok çevirilerde) Hıristiyan, Hindu ya da diğer teologların kelimeleriyle mukayese ediyoruz. Ancak Platon’un tanrısı hakkında konuştuğumuzda zihninde sahip olduğu şey, kendi yerel dilindeki anlamla beraber Grekçe teos kelimesinin yüklem olarak bir güç olarak kullanmasıdır. Yani Grekler, Hıristiyan ya da Yahudilerin yapmış olduğu gibi, öncelikle tanrının varlığını ileri sürmüyorlar ve ardından da tanrının sıfatlarını, mesela tanrı iyidir, tanrı sevgidir vs. söyleme geçmiyorlardı. Daha ziyade Grekler hayatın içinde ya da doğadaki şeylerden korku ya da huşu içinde öyle çok etkileniyorlardı ki, böylece onlar bu bir tanrıdır ya da şu bir tanrıdır diyorlardı. Hıristiyanlar Tanrı sevgidir, derken, Grekler sevgi teostur ya da tanrıdır diyorlardı. Mesela Platon’un düşüncesi üzerine yazan Grube şöyle bir yorum yapar: “Sevgi ya da zaferin tanrı olduğunu söyleyerek ya da daha açık olarak onun bir tanrı olduğunu söyleyerek ilk ve önde gelen anlam, ölüme maruz kalmayan, sonsuzca devam ede, insandan başka bir şey kastediliyordu… Dünya hayatında işleyişte gördüğümüz herhangi bir güç ya da etki anlaşılıyordu. Bu güç bizimle doğmamıştır ve biz gittikten sonra da devam edecektir. Böyle bir güce tanrı denilmiştir ve onlar da tek değildi.”54 Bazı genel eklemelerle tekrar edersem, mesela Dike δίκη ve dikaiosune, telafi, tazmin, bedel, yasa usulleri ve adalet/justice; yol, adet, örf; hak ve adalet anlamlarına gelmektedir. Homeros’tan itibaren dike, belli, sınırların, sınıflı toplum yapısının dayattığı sınırların ihlalini ve bu ihlal karşılığına ödenecek tazminat bedelini kendi içerisinde sımsıkı bağlanmıştı. Aristokratik bir sınıf bilincinin çöküşüyle, dike, toplumun her yanına yayılan, tüm yurttaşlara aynı şekilde uygulanabilen ve bizzat Zeus tarafından güvenceye alınan bir şey olarak görülmeye başlandı. Felsefi anlamda dike’nin ilk kullanımı Anaksimandros’un elde kalan tek fragmeninde geçer. Burada geçtiği şekliyle, doğal olarak karşıt güçler olan öğelerin (stoikheis), varageliş-yoğagidiş sürecindeki karşılıklı ihlallerinden ötürü birbirlerine bedel ödemeleri gerekir. Burada çiğnenen sınırlar bir insani toplumun sınırları değildir ve bu düzen fizik dünyanın 54 Guthrie, W. K. C., Thales’ten Aristoteles’e Grek Filozofları (çev. Mevlüt Albayrak), s. 5–11. Grube’nin eseri, [G. M. A. Grube, Plato’s Thought (Methuen 1935), s. 150]. 32 işleyişinin insan hayatının işleyişiyle sürekliliğinin kopartılmasından önceki devrin düzenidir. Anaksiηmendros’ta tazminat talep eden bir adaletsizlik türü değil, fakat şeylerin normal düzeni, yani varoluşun gerçekliği olan karşıtların gerilimidir. Devlet’de adalet karşılıklı işbirliğine dayalı bir şekilde bir kimsenin kendi işini yapma istidatı olarak ortaya çıkar (369a, 433e, 443b). “Demek ki toplumda herkesin kendi işini yapma gücü, devletin üstünlüğünde ölçü, yiğitlik ve bilgelik kadar yer tutar.” Aristoteles’te adalet, ikiye ayrılır. (a) Politik bir sisteme katılanlar arasında malların, onur payelerinin bölünüp dağıtılmasıyla ilgili olan adalet, “dağıtıcı” adalettir. (b) Ticaret ya suçların cezalandırılmasıyla ilgili “düzeltici” adalet (NE 1130b-1131a). Her iki durumda da adalet bir tür orantıdır ve orta öğretisi içerisine sindirilir. Dike, uyma’dır. “Yasaların çatısına uymadır.”55 Geçmişi anlatma, sadece o dönemin dehasıyla yüz yüze gelmenin imkânlarını sunabilir. Tarihin bir adını iş başında görmek, günümüz insanı açısından varoluşluk bir fırsattır. Onun dil ve zihnini günün diliyle değiştirmek doğru sonuçlara ulaştırmaz. Felsefe bireylik dehanın eseridir. Bizim için felsefe geçmişin büyük dehalarının zihin dünyasına ulaşmamızı sağlayan en yüce insan tecrübesidir. O, bir bilim olmamakla birlikte (bugünkü modern tanımıyla), tarihi boyunca ya bilimle içsel ilişkisi ya da kendisini bütün bilimlerin kuşatıcısı olarak görmesiyle her yerde ve her zaman dilimindedir. Bugün adını bulduğumuz felsefenin de başka şekilde var olmadığını da kabul etmek zorundayız. Bu yüzden Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes’in kendilerini içinde bulundukları kültürün felsefe yapmak adına tam da elverişli şartları altında bulduklarını biliyoruz. Ancak elverişli şartlar ifadesi her şeyin bir gül bahçesi tasviri içinde olduğunu göstermez. Đstilalar ve yanlış yönetim biçimleri orada da insanları rahatsız ediyordu. Buna rağmen elimizdeki verilerin yaygınlığı dikkate alınarak konuşulursa, bugünkü kullandığımız anlamda ve verilerin ulaşma durumuna göre felsefenin ilk ayak basarak bayrağını diktiği yerinin Milet’te kendisini gösterdiğini onaylıyoruz. Onları dikkate almamamıza yol açan en önemli nokta, evren hakkında yeni bir cevapla kritik etme cesaretini sergilemiş olmalarıdır. Biz bu çalışmada felsefeyi ya da felsefi düşünceyi bir kökene, bir yere ya da tek bir coğrafyaya bağlama düşüncesinin eksikliğin savunduğumuz vurgusunu sık tekrar etmememize rağmen, onun Grek’le başlayan öyküsünü de başlangıç serüveninin önüne koyuyoruz. 55 Heidegger, Martin (2007), “Avrupa ve Alman Felsefesi,” Avrupa’nın Krizi, dr. Önay Sözer, Ali Vahit Turhan, Ankara: Dost, s. 354. 33 Bu tartışmalar, öncekilerde görmediğimizi iddia edersek, belirgin bir şekilde niçin Grek’te ortaya çıkmıştır? Hegel’in cümleleriyle cevap arayabiliriz: Nasıl Aristoteles’in dediği gibi felsefe meraktan doğuyorsa, Grek doğa görüşü de bu tür meraktan doğar. Bununla denmek istenen Tinin olağan şeylerle karşılaştırılabileceği olağanüstü bir şey ile karşılaşması değildir; çünkü kurallı bir doğa süreci üzerine anlak bilgisi ve karşılaştırmacı bir derin düşünce henüz bulunmaz; tersine uyarılmış Grek Tini daha çok Doğadaki Doğal karşısında hayrete kapılmaktadır. Onu verili bir şey olarak alan bir aptal gibi davranmaz, tersine onu ilkin Tin için yabancı bir şey olarak alır. Ama gene de ona, sanki kendi içinde dost olan ve kendini onunla olumlu olarak ilişkilendirilebileceği bir şey taşıyormuş gibi, önsezilik bir güven ve inanç duyar.56 Tüm bu niteliklerin bir kültürde ortaya çıkabilmesinin imkânı Hegel’e göre, ‘özgürlük’ kavramına yüklenen anlamla görünür. Atina’da “canlı bir özgürlük vardı.” 57 Grek insanı açısından bu ayrıcı özellik Thukydides tarafından şöyle anlatır: […] Hükümet sistemimizin komşularımızın bir kopyası olmadığını söylemek istiyorum. Bizler başkalarını taklit etmekten daha çok başkaları bizleri model almışlardır. Anayasamız demokrasidir, çünkü güç azınlığın değil tüm halkın ellerindedir. Halledilmesi gereken özel bir dava karşısında herkes yasa huzurunda eşittir. Birinin kamu sorumluluğu konumunda iki kişi arasında bir sorun ortaya çıktığında, mahkemeler özel bir sınıfın üyelerini değil, insanın sahip olduğu gerçek yeteneği dikkate alır. Hiç kimse, devlete hizmet etme konusunda kendisinde yetki sahibi olduğu sürece, gücü yüzünden politik belirsizliğe yol açamaz. Đşte bu yüzden politik hayatımız özgür ve serbesttir, bunu günlük hayatımızda birbirimizle olan ilişkimizde görürüz… Şehrimiz dünyaya açıktır… Bizler sahip olduğumuz cesaret ve sadakate bağlıyız. Eğitim sistemimiz de farklıdır. Biz Spartalılar, çocukluğumuzdan itibaren, cesaret konusunda en zahmetli eğitime tabi tutuluruz… Güzel olan şeye karşı sevgimiz, aşırılığa götürmez; zihnin şeylerine olan sevgimiz, bizleri gevşekliğe sevk etmez, zenginliği uygun bir şekilde kullanılması gereken bir şey olarak kabul ederiz, ona sahip olmakla övünülecek bir şey olarak değil… Politikaya ilgi duymayan birinin kendi sahip olduğu işiyle meşgul olan insan olduğunu söylemeyiz; onun burada hiçbir işinin olmadığını söyleriz… Bizler başkalarına iyilik yaparak dostluklar kurarız, onlardan iyilik görerek değil… Bu bizi biricik yapar. Birilerine yakınlık gösterdiğimizde, kar-zarar ilişkisi içine 56 57 Hegel (2006/2009): 169/177. Hegel (2006/2009): 187/195. 34 girmeyiz… Yiğitliğin mükâfatı en üstün şey olduğunda, orada insanlar arasında en yüce ve en cesur ruhları bulacaksınız…58 Ksenofon ise Atina’nın üstünlüğünü şu cümlelerle tanımlar: Kim Atina’ya gereksinmez? Tahılı ve sürüleri, yağı ve şarabı bol olan tüm ülkeler, para ile ya da kafaları ile iş gören herkes, zanaatçılar, sofistler, felsefeciler, şairler ve kutsal ve kamusal sorunlarda görmeye ve işitmeye değer olan için istek duyan herkes ona gereksinmez mi?59 Bu övgülük cümleleri her kültür tarihinde bulmak mümkündür. Ancak Miletlilerde başlatılan felsefenin öyküsü hiç de özgür bir ortamda başlayıp, devam etmemiştir. Bu belki de bireyin “kendini bil” ilkesinde bulduğu kendi bireylik özgürlüğüdür. Bu sırf orada adı geçen bu özellikler var olduğu için felsefe dediğimiz disiplin, varlığa gelmez. Nitekim “özgürlük” idesinin yanı sıra Grek tözselliğinin ikinci bir özelliği, yani ahlaki ve entelektüel ilkesi bireysellik gereklidir. Grek tininin öğesel karakteri kültürlerinin kaynağından bağımsız bireyler olarak doğar. Bireylik bağımsızlık olgusu çoğulcu bir yapıyı var etmiştir. Çoğulcu ve farklı kültürel yapılara ilgi felsefenin doğuşunda tamamlayıcı bir yapı sunar. Diğer bir dikkat çekici özellik ise Grek halkının deniz ile olan bağıdır. Deniz, diğer bir ifadeyle su, medeniyet demektir. Bilinebildiği kadar tüm medeniyet uygulayımları su kenarlarında gelişmiştir. Ancak bu verili özellikten dolayı “nehir bölgelerindeki halklar gibi uyuşmadılar” ve dışarıdan gelen değişik kültürden insanlara karşı da açık oldular.60 Ticaret ve farklı dünyaların varlığı olgusu sınıf bilincini kuvvetlendirmiştir. Kraliyet ile halk arasında doğrudan bir ahlaki bağ söz konusu değildir. “Özgürlük” ve “birey olma bilinci” ya da “birey olma durumu” dikkate alınınca bir öteki olarak Doğu bu iki alanı karşılamaz. Özellikle bu Hegel için böyledir. Doğulular henüz tinin ya da genel olarak insanın kendinde özgür olduğunu bilmezler ve bunu bilmedikleri için özgür değildirler. Yalnızca Birin özgür olduğunu bilirler, ama tam bu nedenle böyle özgürlük anlayışı özençtir, yabanıllıktır, tutkunun körlüğüdür.”61 Đşte tam da burada ayrım belirginleşir: “özgürlük bilinci ilkin Grekler arasında doğdu ve bu yüzden onlar özgürdür…” Hegel’in diliyle sorarsak, Grekler sanat ve dinlerini bağımsız olarak mı, yoksa dışarıdan uyarı yoluyla mı geliştirmiştir? Hegel şöyle cevap verir: 58 Thucydides, the Peloponnesian War, trans. Rex Warner (New York: Penguin Books, 1978), s. 116–23. 59 Hegel (2006/2009): 191/199. 60 Hegel (2006/2009): 164–70/170–172. 61 Hegel (2006): 21. 35 Greklerin Hindistan, Suriye, Mısır’dan tasarımlar türetmiş olmaları olgusu Grek tasarımlarının onlara özgü, ama başkalarının yabancı olması olgusu denli tarihidir. Herodot, “Homeros ve Hesiodes Greklere bir Thegoni hazırlamış ve tanrılara lakaplar bulmuşlardır ve Yunanistan tanrılarının adlarını Mısır’dan aldı ve Greklerin Dodona’da bu adları kabul edip etmemeleri gerektiğini sorguladılar. Hegel’e göre bu çelişkili görünse de Greklerin Tinsel olanı kabul ettikleri şeyden dolayı bütünüyle tutarlıdır. Greklerin başarısı kendilerini açmalarında gizlidir. Hegel’in cümleleriyle söylersek, nasıl sanatta Grekler uygulayımlık beceriyi özellikle Mısır’dan kazanabildilerse, yine öyle Dinlerinin başlangıcının da dışarıdan gelmesi mümkündü, ama bağımsız Tinleri yoluyla birini olduğu gibi diğerini de dönüştürmüşlerdir (transformed).62 Hegel, bir etkinin varlığını, yukarıda Hume’da gördüğümüz gibi, ikincil önemde ele alıyor. Ona göre asıl olan etkiyi, yani sebebi, kendine dönüştürmektir. Buna göre bir yetinin bir iyelik olarak varlığı değil, onun onu varlığa getirecek olandaki kendini var edebilme yetisinin olmasıdır. Bunu başarabilen tarihlik tecrübe de Grek tinidir. Batı felsefe tarihi açısından bakınca Grek filozofları, “insan için felsefi düşüncenin özgürlüğünü ve bağımsızlığını kazanan, aklın muhtariyetini ilan edip ona çift yönlü uygulama alanı kazandırmışlardır. Greklerin anladıkları anlamda bilgelik, sadece dünyanın kuramlık bir izahını değil, fakat aynı zamanda hayata yönelik uygulayımlık bir tavrı da ihtiva ediyordu. Dolaysıyla bilimlik düşüncenin bağımsızlığından ayrı olarak, Grek insanını ‘akıllı insan’ olarak temayüz ettiren, hayatı dilediği gibi yaşama özgürlüğü yani ‘autorkhie’63 idi. Önde gelen Grek düşünürleri her zaman filozoflar gibi yaşamışlardı. Nietzsche’nin ‘felsefi hayatın cesur açıklığı’ dediği ve modern filozofların hayatında bulamadığı şey buydu.” 64 Greklerin, bilime yaptıkları katkı varlığı bir bütün içinde görme eğilimleridir. Bu eğilim kendisini yeni bir zihniyette gösteriyordu. Nitekim döneminde Grek düşünürlerinin bilime getirdikleri hamle, bu zihniyetin ürünüydü. Ancak bu serüven geçmişin şimdileşmesinin açık örneğini sunar. Onu yeni yapan, aklın kendini açması olarak kendini tarihte bulur. Hegel Grek Tininin öyküsündeki tarihi serüveni Homeros ve Hesiodos’ta görür. Herodot’un kesin olarak belirttiği gibi, Greklerin tanrılarının çoğunu yabancılardan aldılar; ama bu yabancı mitler Grekler tarafından 62 Hegel (2006/2009): 171/179. Autorkeia: Antik Yunan’da, mutluluğun vazgeçilmez ön şartı ve erdemli insanın temel özelliği olan, kişinin kendi kendine yetmesi ya da özerk olması durumu. 64 Zeller, Eduard (2001), Grek Felsefesi Tarihi (çev. Ahmet Aydoğan), Đstanbul: Đz Yayıncılık, s. 31. 63 36 dönüştürüldü (transformed) ve tinselleştirildi (spiritualized) ve yabancı ülkelerin theogonileri ile birlikte gelmiş olan içerik Helenlerin ağzında sık sık tanrılar için saygısızlık içeren bir söylenceye işlendi. Böylece Mısırlılar arasında henüz tanrılar olarak geçerli olan hayvanlar da tinsel tanrının yanı sıra görünen dışsal sembollere indirgendiler. Karakterlerinin tikellikleri ile Grek tanrıları aynı zamanda insani olarak tasarımlanırlar ve bu insan biçimlilik onların eksikliği olarak gösterilir. Buna karşı hemen belirtmek gerekir ki, insan, tinsel varlık olarak, Grek tanrılarında gerçek olanı oluşturur ve onları tüm doğa tanrılarının üzerine, tüm Bir ve en Yüksek varlık soyutlamalarının üzerine yükselten şey bu öğedir. Öte yandan insanlar olarak tasarımlanmaları Grek tanrılarının bir üstünlüğü olarak da sunulur. Hıristiyan Tanrı için böyle olmaması gerekirken Schiller şöyle der: “Daha insan kabul edilirken tanrılar, daha tanrısal/divinity idi insanlar.”65 Greklerde bu özgün kişi özeliğini veren diğer bir unsur da mitdin ilişkisinde görülür. Grek’te dini otoriteye dayalı bir ahlak değil, ahlak teolojisi denebilecek bir yapı vardır. Bu da insanların uygulayımda ortaya çıkan boşluklarını dini bir otorite değil, felsefi düşünce ve onların hayat uygulayımları dolduruyordu. Mitik dönem, bilgeler ve Presokratik dönemlerden önce genel bir değerlendirme yaparsak şunları tekrarlayabiliriz. Gerek Husserl gerekse Heidegger’e göre “philosophia” sözcüğü bize felsefenin ilkin Grek dünyasında varoluşunu belirleyen bir şeydir. Philosophia, Avrupalı tarihin en içerideki akışını belirler. Felsefenin varlığında Yunanlı olması, felsefenin kökensel varlığında doğası gereği, ilkin Grekte ortaya koymuştur. Her iki filozof’a göre de, “philosophia” sözcüğü, BatılıAvrupa tarihimizin en içerdeki akışını belirlerken felsefenin tek bir yerden varlığının kaçınılmaz tekçiliğine sürekli vurguyla bir “totoloji”yi yaşatırlar. Yunanlıdan kastedilen, burada, felsefenin orijinal varlığında, felsefenin doğası gereği, ilkin Yunan dünyasını ve yalnızca onu ele geçirmek ve onun üstünde hak iddia etmek suretiyle kendini serilmemiştir. Derrida’nın ifadesiyle, Şiddet ve Metafizik”te, felsefe tarihinin bütünü Grek kaynağından ibaret düşünülecektir. Bilindiği gibi, Batıcılık ya da tarihselcilik değildir bu. Basitçe felsefeyi kuran kavramlar öncelikle Yunancadır ve onların öğesinin dışında felsefe yapmak ya da felsefeyi telaffuz etmek mümkün olmayacaktır. Platon’un Husserl’in gözünde, telos’u hala karanlıkta uyumakta olan felsefi bir aklın ve görevin kurucusu olması; Heidegger için ise varlık düşüncesinin unutulduğu ve felsefi olarak belirlendiği anı işaretliyor olması, bu fark ancak Yunanlı olan bir ortak kökün nihayetinde belirleyicidir. Heidegger, “uzun zamandır, çok uzun zamandır düşünce kurumuştur,” tıpkı denizden karaya çıkmış bir balık gibi dediği zaman 65 Hegel (2006/2009): 179/186–7. 37 düşünceyi geri vermek istediği öğe yine Grek öğesidir, Grek varlık düşüncesidir; akını ve çağrısı Yunanistan’ı üretmiş olan varlık düşüncesidir. Sözünü ettiğimiz bilme ve güvenlik dünyada değildir öyleyse; bundan daha ziyade dilimizin imkânı ve dünyamızın dayanağıdır” 66 Heidegger’de felsefenin amacı varlığı doğada varolan nesnelerden ayırmaktır. Bu yüzden de “varlık her türlü nesneden ayrılmalıdır” (VZ 272). Felsefe varlıktan hareket eder ve varlığa döner. Whitehead de “felsefenin geleneği” ya da “geleneklik felsefe” adlandırmasında, kastettiği onun dili ve bilgi kuramıyla Grek felsefesidir. Felsefe’de genel kavramların icat edilmesi düşünceyi sürekli tetiklerken kuramsal bir yapı olarak bilgi kuramını zorunlu kılıyordu. Bu ise felsefe geleneğinde Grek için bir çabaydı. 67 “Grek felsefesinin “yüce varlık” fikri, Greklerin o zamandaki matematik alanındaki gelişmelerinin etkisi altındaki düşünürlerce kavranmıştı. Bunda aktif zihinli düşünürlerce Mısır düşüncesiyle temasa geçmelerinin etkisi büyük olmuştur. Grek düşünürler matematiklik kavramların uygunluğu konusunu yanlış kavramışlardı. Tüm matematik kavramlar birbirine karışmış süreçlere işaret eder.” “Dünya süreci kavramı, sürecin bütünlüğü kavramı olarak algılanmalıdır. Yüce varlık kavramı da kompozisyon sürecindeki gerçekliğe başvurmalıdır; tarihlik alanda özel bir çağın verileriyle sınırlandırılmaması gereken bir gerçekliğe başvurmalıdır. Üstün/yüce varlığın dünyadaki işlevi canlı tecrübeyi amaçlamayı desteklemektedir. Bu kavram bil-kuvvenin ambarı/kaynağı ve kazanımın koordinasyonudur.”68 Whitehead, başlangıçta oluşan ya da baştan gelenin sürece olan uygunluğunu kabul eder. Onca, “Yüce Varlığın süreci formu sürecin başlatıldığı verilere uygundur. Problem kendi görevini, gelecek tarihlik dünyada işlevlik bir datum olarak varsaydığı birleşik kompozisyondur.”69 Grek felsefesi ile Hind ve Çin filozoflarının aldığı evrenlik ilgi ve tavır ayrıdır. Husserl sadece Greklerin salt kavramlık bir tavır almanın özce yeniliğini sergiliyor. Greklerde kuramlık tavır almanın tarihlik kaynağı vardır. 70 —Felsefenin kimliği kendine özgüdür. —Sürekli varoluşunu, miras alınan bir şey olarak sürdürür. 66 Derrida, Jacques (2006), “Şiddet ve Metafizik” (çev. Zeynep Direk), Cogito, Sayı: 47–48/Yaz-Güz 2006, s. 62–160. 67 PR 240–1. MT 93–4. 69 MT 94. 70 Husserl, Edmund (2007), “Avrupa’nın Anlağının Krizi ve Felsefe,” s. 330. 68 38 — Felsefe öykülerini kendisi söyler. Onun “yönetici bilim” olması, bu varisi olduğu geçmişin başında var ettiği sorulardaki yeni tekrarlarında bulunur. — Sokrates ile ilgili öykünün önemi nereden gelmektedir? Öncelikle felsefenin kendi “geleneği”ni nasıl inşa etmiş olduğunu görebiliriz. Đkinci olarak bir bilinç ve hafıza yaratarak geleceğin seyrine doğrudan etkisiyle, felsefi öykünün tek bir geleneğe göre anlatılmasını ve yazılmasını yönlendirmiştir. Felsefenin tarihi ortaya çıkışı ile tarihte felsefenin ortaya çıkışı aynı anlamda kabul edilerek mit, din ve estetik dünya görüşlerinden kesin bir uzaklaşma, Sokrates’in ölümü ile başlatılmaktadır. Şimdide Felsefenin Serüveni Felsefe bilgi ve varlığın mutlak temellerinin peşindedir. Bu izde yürürken felsefe, birbiriyle bağlantılı büyük gelişme örnekleriyle karşılaşır. Felsefe tarihi dediğimiz disiplin, insanın felsefi soruşturmaya yönelişinin sebeplerine işaret ederek, onun problem edindiği temelleri araştırma konusu yapar. Bununla daha sonraki nesiller insan bilincinin kendi problemleriyle ilgilenme biçimlerini, bu problemlere nasıl sorular sorduklarını ve yeni durumlar karşısında o problemlere nasıl yeni cevaplar verdiklerini ve daha da dikkat çekeni bu yaşanan tüm tecrübe örneklerinin çok değişik görünen kültürel geleneklerde nasıl farklı felsefi kuramlar ortaya çıkardığını görebilir. Bu tarihi süreçte insanlığın çok farklı kuramlar içinde farklı kavrayış biçimleri sergilemeleriyle birlikte, insan olarak aynı problemin sorularının peşinde olduklarının da farkında oluruz. Kısaca felsefe tarihi insanlığın düşünce süreçleriyle buluşma imkânı sunar; binlerce yıldır sürüp gelen benzer öykülerin farklı dil ve coğrafyalardaki işlevi. Bu işlev düşünce tarihini “canlı bir açılım ile ölü bir kapalılığın trajik karışımından” 71 ibaret yapar. Bilgi tam olunca ve kesinlik onun içinde hapsolunca, nüfuz etme ya da ilerleme duygusu kaybolur. Mutlaklık duygusuyla hareket eden bireyler ve toplumlar, her şeyi biliyor olmanın hastalığına yakalanırlar. Bu anlamda dogmatizme dönüşen bilgi “öğrenmenin deccali” olur.72 Đlerleme, sadece ve sadece bir ilerleme ve sürekli varoluş var etme biçimidir. Đlerleme (serüven) duygusu ya da nüfuz etme duygusu canlılığın sürekliliği açısından temeldir. Bu anlamda ilerleme, (i) “çeşitlilikte ayrıntının koordinasyonu için belirlenmiş örneklerin kullanımıyla ilgilidir.” Ancak örneklerin belirlenmesi ayrıntıların seçimini sınırlandırır. Böyle bir ilerlemede evrenin sonsuzluğu düşüncesi gözden kaçırılır. Bütünü gözden uzak tutup, küçük başarılarla yetinmek, ilerleme kavrayışını bozar. Bunun örneklerini düşünce tarihi ve sanat tarihinde bulabiliriz. Bu yüzden de ilerleme adını örnek olabilecek bir reçete yazamayız. Đlerleme salt bir 71 72 MT 58. MT 58. 39 toplama olayı değildir. Ancak ilerlemenin kısmen belirli örneklerle ayrıntıları toplama olduğu söylenebilir. Bunun tek bir sorunu dogmatik ruhların “güvenli serüven”inde ısrarı anlamına gelmesidir. Diğer açıdan (ii) ilerleme “kavramlık tecrübede yeniliğin ortaya çıkması”dır. Burada gözden kaçırılan ya da farkı ayırt edilmeyen ayrıntılar “eşgüdümlü tecrübe” alanına çıkarılır. Bu da bizleri “bilmenin ötesine götürecek olan (great Beyond=öbür dünya) yeni bir bakıştır.” Bu ilerleme mistik bir tecrübeyi, yani birde çokluğu, çokta birliği görmeyi içine alır. Yenilik burada ayrıntılandırılarak bir ilerleme biçimi var eder. Ayrıntılandırma diğer var olanlardan farklı örnek oluşturmaya yol açar. Yeniliğin önündeki en büyük tehlike “dogmatizm”le sıkıştırılma tecrübesidir.73 Bu ilerleme biçimi Platon, Aristoteles ve Epikuros’un zamanında Avrupa düşüncesine girmiş ve bireylik tecrübede yaşanan değişik unsurların kesinliğiyle ilgilidir. Adı geçen bu insanlar o zamanlar soyutlamanın tehlikelerinin farkında değillerdir. Gerçekte felsefenin hiçbir şekilde ilerleme kaydedip etmediği sorusu hala varlığını sürdürmektedir. Bazılarına göre büyük felsefi problemlerin hemen hepsi yüzlerce yıl sonra bile hala tartışılmaktadır ve herhangi tanımlayıcı bir çözüme yaklaşılmamıştır. 20. yüzyılda L. Wittgenstein şöyle yazar: Felsefenin hiçbir ilerleme kaydetmediğini, Greklerin meşgul oldukları aynı felsefi problemlerin hala bizleri bugün bile meşgul ettiğini çok sık işitmektesiniz. Ancak bunu söyleyenler, bunun niçin böyle olduğunun sebebini anlamayanlardır. Bunun sebebi dilimizin aynı kalması ve bize sürekli aynı soruları sordurmasıdır… Filozofların ‘gerçeğin’ anlamına Platon’un ulaşmış olduğu kadar yaklaşamadıklarını okuyorum. Ne olağanüstü bir şey! Platon’un bu kadar uzağa uzanabilmiş olması harikulade bir şey! Bu durum Platon’u çok fazla zeki olmasından mı kaynaklanıyor? Felsefedeki ilerlemeye karşı sunulan en büyük gösterge bilimde yaşanan tecrübelerdir. Felsefe, bir yandan bir bilim olarak görülebilir. Gerçekte felsefeyi eşsizce sınıflandırmak zordur ve bu yönüyle hem sanatlara hem de bilimlere benzer. Felsefe, (i) filozofun doğruluğun (truth) izinde olması anlamında bir bilim olarak görülür. Buna göre felsefede yapılan keşiflerle birlikte bir bilim adamı gibi hareket ederek filozof, devam eden, bir araya getiren, toplayıcı fikri cesarete sahip heyecanlı biri olacaktır. Bunu onaylarsak filozof edebiyatla akrabalık kurmalı ve sanat alanındaki yeni gelişmeleri öğrenmeye merak duymalıdır. Buna göre 21. yüzyıl filozofları bu disiplinin ilk uygulayıcılarına göre daha şanslıdırlar. Bu durumda “bizler önceki büyük filozofların omuzlarına basarak duruyoruz, üstlerine 73 MT 57–8. 40 basarak değil,” diyebiliriz ya da “Platon’u ve Kant’ı yaş haddinden emekliye ayırdık.” (ii) Sanatlarla ilgili klasik eserlerde tarih önemli değildir. Tarihleri hakkında bilgi sahibi olmanın aksine fizik ya da kimya öğrenmek istersek, Newton ya da Faraday’ın hayatını okumamıza gerek yoktur. Ancak Homeros ve Shakespear’ı okuyoruz, ama bunu yıllar önce yaşanmış insanların zihinlerinde geçen tuhaf şeyleri öğrenmek için yapmıyoruz. Elbette aynı şey felsefe için de tartışılabilir. Bugün Aristoteles’i okuyor oluşumuz Antik dönemdeki birinin merak duygusu gibi değildir. Felsefe temelde bireylik dehanın eseridir. Kant, Platon’un yerine geçemez, tıpkı Shakespear’ın Homeros’un yerine geçemeyeceği gibi.74 Burada ifade edilen görüşlerin her birinde doğruluk payı vardır, ancak her iki durum da ne tamamen doğrudur ne de tam doğruluğu ifade etmektedir. Felsefe bir bilim değildir ve ancak onda yapma biçimi olarak sanatlık bir ifadenin olamayacağını söylemek de zordur. Felsefe genişleyerek büyüyen bir bilgi alanı değildir, ya da dünya hakkında yeni hakikatler kazanma konusu değildir; filozof da başkalarının görüşlerini kabul etmeye hazır malumat sahibi, ansiklopedist biri değildir. Felsefe bir bilgi konusu değil, anlama alanıdır, diğer bir deyişle bilinenin organize edilmesi meselesidir. Bu yüzden felsefenin her şeyi kuşatıyor olması, böylece de kendi alanında evrensel olması yüzünden, talep ettiği bilgi organizasyonu, sadece onu bir dehanın yapabileceği çok zor bir alan olduğunu gösterir. Deha olmayan bizler için, felsefeyle ciddi bir şekilde ilgilenebilme umudunun biricik yolu, geçmiş dönemin büyük filozoflarının zihin dünyalarına ulaşmaktır. Felsefe bir bilim olmamakla beraber tarihi boyunca bilimle hep içsel bir bağa sahip olmuştur. Antik dönemde ve Ortaçağlar boyunca felsefenin parçası olmuş olan birçok disiplin, uzunca süreden sonra bağımsız bilimler haline gelmiştir. Sadece tek bir disiplin, kavramları açıklık kazanmadığı ve yöntemleri tartışmalı oldukça felsefi olarak kalabilmiştir. Muhtemelen hiçbir bilimlik kavram tam olarak açıklık kazanmamış ve hiçbir bilimlik yöntem de tam tartışma konusu yapılmaktan uzak duramamıştır. Şayet durum böyleyse, her bir bilimde felsefi olarak kalmış olan bir şey var demektir. Ancak problem, problematik olmayan bir şekilde ifade edilince, kavramları tartışmalı olmayan bir şekilde bir düzen içinde sunulduğunda ve bir ortak kanı çözüm yöntemi olarak ortaya çıktığında, o zaman bizler bağımsız bir şekilde inşa edilmiş felsefenin bir dalına sahip olmaktan ziyade bir bilime sahip oluruz. 74 Kenny, Antony (2006), A New History of Western Philosophy 1, Ancient Philosophy, Oxford: Clarendon Press, s. xiii- xvi. 41 Bu ilişkiyi Antony Kenny’den ayrıntılı olarak aktaracağım. Felsefe, bilimlerin kraliçesi ve bilimlerin hizmetçisi olarak adlandırılınca, muhtemelen onu bilimlerin rahmi ve ebesi olarak düşünmek daha iyi olacaktır. Felsefeden ortaya çıkan bilimler, gerçekte daha çok bölünmeyle meydana gelmişlerdir. Birçoğu arasında şu iki örnek bu durumu resmetmeye yardımcı olabilir. 17. yüzyılda filozoflar fikirlerimizin doğuştan mı yoksa kazanılmış mı olduğu problemiyle ilgilenmişlerdi. Bu problem iki farklı soruna ayrılmıştır: Biri psikolojiktir (kalıtsal olarak aldıklarımız ile çevreden kazandıklarımız nelerdir?), ikincisi de bilgi kuramına aittir (bilgimizin ne kadarını tecrübe etmeye, ne kadarını tecrübeden bağımsız bir şeye borçluyuz?). Birinci soru, bilimlik psikolojiyi doğururken, ikinci soru, felsefi bir soru olarak kalmıştır. Ancak ikinci sorunun kendisi de birçok soruyu doğurur; onlardan biri matematik ve mantık’ın bir uzanımı mıdır, ya da bağımsız bir doğruluk alanı mıdır? Matematik’in salt mantık’tan çıkarımlanmış olabileceği sorusu 20. yüzyılda mantıkçı ve matematikçiler tarafından çalışmalarla cevaplanmaya çalışılmıştır. Cevap felsefi değildi, matematikle ilgiliydi. Bu yüzden burada iki farklı kola ayrılmış olan temel, karışık felsefi soruyla karşı karşıyayız. Birisi psikolojik, diğeri de matematik sorun. Matematik önermelerin mantığıyla ilgili olarak felsefi tortu çalkantılı bir durumda hala ortada durmaktadır. Felsefe bir konuma bağlanması anlamında sanatlara benzer. Filozof, klasik metinlere başvurarak dile getirilmiş problemleri bir yerde bulur. Kendine özgü yöntemlerin dışında hiçbir özel konuya sahip olmadığı için felsefe, kendi büyük uygulayımcılarının edimleriyle gerçekleşmiş bir disiplin olarak tanımlanır. Bizlerin filozof olarak kabul ettiğimiz çok eski dönemdeki insanlar, yani Presokratikler, bir yandan bilim adamı, bir yandan da dini lider konumundaydılar [en azından büyük bir kısmı]. Biz 20. yüzyılda felsefe yapmaya çalışanların süreklilik dedikleri şey anlamında onlar kendilerini ortak bir mesleğe ait kişiler olarak tanımlamıyorlardı. Bugün kendilerini filozof olarak tanımlayan bizlerden birçoğu gerçekte Platon ve Aristoteles’in mirasçılarıyız. Bununla beraber onların mirasçılarının sadece çok küçük bir bölümünü oluşturmaktayız. Bizleri Greklerin diğer mirasçılarından ayıran ve onların isimlerine varis olma hakkını veren şey, fizikçilerin, astronomların, hekimlerin ve dilcilerin aksine, onlar için geçerli olduğu kadar aynı yöntemlerle sadece Platon ve Aristoteles’in hedeflediği şeyi felsefeci olarak izlememizdir. Felsefenin asıl görevinin insanın yaşadığı fikirlik karışıklıkları tedavi etmek olduğunu düşünenlerin sayısı az değildir. Bu konuda dile getirilen en ılımlı görevler tarih boyunca farklı olmuştur, çünkü her bir dönem farklı bir sağaltıcı yönteme gereksinim duymuştur. Düzene sokulmamış zihnin kendisini bağladığı düğüm, çağdan çağa farklılık gösterir ve farklı zihinlik tepkiler de bu düğümlerden kurtulmayı zorunlu kılar. Çağımızın en yaygın hastalığı zihin hakkında düşünürken, onu bir 42 bilgisayar olarak görmesidir. Hâlbuki önceki çağlarda zihin bir telefon santralı, ayaklı organ, minyatür insan ya da bir ruh olarak kabul ediliyordu. Eski dönemlerin sıkıntısı ya her şeyi durağan ya da her şeyi tekrar eden bir şey olarak görmelerinde yatar. Mesela yıldızlara canlı varlıklar ya da insan davranışını önceden belirleyen şeyler olarak inanılıyordu. Felsefenin sağaltıcı rolünün olduğu görüşü içten gelen bir ilerleme değil, zamanla değişen bir şey olarak görünüyor. Ancak böyle bir düşünce tam da doğru değildir. Düşünce karışıklığını gidermek filozof tarafından doyurucu bir şekilde aydınlığa çıkarılabilir. Ancak artık bu durum sıradan bir düşünür için bir şey söylemiyor. Ontoloji’nin (varlık bilimi) kurucusu olarak kabul edilen Parmenides, “olmak” fiilinin farklı anlamları arasındaki sistematik karışıklığı daha çok kendi kurduğu sistemine dayandırmıştır. Diyaloglarının birinde Platon, problemleri öylesine başarılı bir şekilde çözümlemeye çalışıyordu ki, onları tekrar ele almak gereksizdi. Gerçekte ilk bakışta bu başarıda Parmenides’i karışıklığa götüren şeyleri açıkça çözüme kavuşturmak için felsefi hayal gücünün büyük bir etkisi vardı. Bu tür bir ilerleme aslında kendi başarılarıyla üstü örtülmüş bir ilerleme anlayışıdır. Felsefi bir problem çözüme kavuşturulunca, artık hiç kimse onu artık felsefenin konusu olarak kabul etmez. Bu bir vecizede geçen ihanet tanımlamasına benzer: “Đhanet asla başarılı olmaz, nedir sebebi? Zira başarı söz konusuysa hiç kimse onu ihanet olarak adlandırmaya cesaret edemez.” Felsefi ilerlemenin en görülür biçimi felsefi analizde yaşanan tedrici ilerlemedir. Felsefe, kendisinde artan bilgi miktarına düzenli eklemeler yaparak bir ilerleme gerçekleştirmez. Söylenmiş olduğu gibi felsefenin ileri sürdüğü şey, bilgi yığını değil, anlamadır. Çağdaş felsefeciler, şüphesiz, geçmiş büyük filozofların bilmediği birçok şeyi biliyorlar; ancak onların bildiği şeyler felsefi meseleler değil,75 felsefenin yol açtığı bilimlerce keşfedilmiş olan doğrulardır [truths]. Fakat önceki nesillerin büyük filozoflarının bile anlamakta başarısız kaldıkları bazı konuları günümüz felsefecilerinin anlayabildiğini biliyoruz. Mesela filozoflar farklı kelimelerin anlamları arasında ayrım yaparak dili açıklamaya çalışmışlardı ve böyle bir ayrım gerçekleştirilince, gelecekteki felsefeciler müzakerelerinde bu ayrımı dikkate almak zorunda kalacaktır. Ortaçağda dinin hizmetine verilen felsefe, Antik dönemde ne kadar bağımsız ve kendinde bir alan olarak kabul edilse de, ne dinden ne mitik düşünceden ne de o dönem için bilim adlandırmasından ayrıdır. Felsefi arketiplere baktığımızda birçok felsefi tartışma sadece felsefenin alanı içinde yer almaz. Mesela kuşkuculuk, sadece felsefi tartışmalarda 75 Kenny, Antony (2006), A New History of Western Philosophy 1, Ancient Philosophy, Oxford: Clarendon Press, s. xiii- xvi. 43 değil, dini metinlerde de karşımıza çıkar. Yeni Ahit’te “kuşkucu Thomas,”76 Kur’an’da aktarılan haberlerin/bilginin doğruluğu konusunda kuşku örnekleri, mesela (Hz) Đbrahim’in arayış öyküsü, az değildir. Felsefeyi bilimlik temelli bir kökene dayandırma çabasıyla hareket edenler onu Grek Đonya’ya dayandırırken, modernist/pozitivist bakış açılarını ve yöntemlerini kullanmaktadırlar. Bugün bilim dediğimiz şey, o gün bilim denilen şeyden farklıdır. Batılı köken arayışında, tüm düşünce kaynağını Đonya’dan başlatma fikri, Batılı bir önyargıdır. Grek’te felsefe vardır ve bugün dünyanın hemen her yerinde felsefe denilince anlaşılan da Batı Grek felsefesiyle gelen serüven olmasına rağmen, tek ve biricik felsefe değildir. Jaeger ve Cornford’a göre Sokrates öncesi filozoflar hem filozof hem de teologdur. Modern/aydınlanmacı anlamda din, bilim ve felsefe ayrımı o dönemde mevcut değildi. O dönem filozof/teologların özelliği, geleneksel dinin cevap veremediği dini taleplere deneylik ve akla dayalı malzemeyi kullanarak cevap veriyorlardı. “Yeni açıklama biçimi” tanımlamasını bir alanın başlangıcı olarak kabul etmek, önceki düşünme biçiminin şimdikinden tamamen farklı olduğunu kabul etmek demektir. Ancak mitik düşünme ile yeni açıklama formu arasında kesin bir ayrım yapmak ve keskin bir sınır çizerek bir alanın tarihini başlatmak insan tecrübesinin bütünlüğü açısından mümkün görünmemektedir. Bu yeni açıklama biçiminin başlangıcını, soru sorma formu tanımlaması şeklinde izlersek, muhtemelen kesin bir başlangıç değil, insanın kendisiyle ilgili öyküsünü yeniden okumaya başladığı yeni bir dönem olarak adlandırabiliriz. Felsefe, gerçek olanın izindedir. Geçmişin kozal etkisi kabul edilirse, “hiçbir şey Geçmişte yok olup gitmez. Her bir-fiil durum, yani her bir gerçeklik durumu kendisini var eden tüm toplamlarıyla hep şimdidedir. “Geçmiş şimdide kavranır.”77 Đnsanlığın düşünce biçimleri ve düşünce ürünlerinin kaynağını arama yeri hep geçmişin şimdisini gösterir. Orada olanın burada yeniden dile gelişi gibi kavranabilecek bir yapıda geçmiş, okunduğunda, bilgi ve edime dönüştüğü anda şimdileşir. Đnsanlığın her bir anda aklından çıkarmaması gereken temel ilke, tıpkı bizler gibi milyarlarca insanın varlık sahnesinde yer aldıkları düşüncesidir. Her bir an, milyarlarca insan varlığı için hep şimdilerin ifadesi olarak görülmüştür. Orada olan olarak geçmiş, gerçekte hep şimdi olarak orada var olmaya devam etmektedir. 76 Bkz. Soccio, Douglas J., (2010), Felsefeye Giriş (çev. Kevser K. Karataş), Đstanbul: Kaknüs, s. 36. 77 Krş. Hegel, George (2006), Tarih Felsefesi (Çev. Aziz Yardımlı), Đstanbul: Đdea, 63–4; Hegel, Georg (2009), The Philosophy of History, Scotts Valley, CA-Usa, s. 65. 44 Felsefe, insanın kendisi olarak kendisiyle ve çevresindeki tüm olgularla baş başa kalmasıdır. Bu dış dünyaya karşı bireyin ben’i hakkında özgürleştirici serüveni tetikler. Bu tek başına bir disiplinin doğmasına yeterli olabileceği gibi içinde yaşanılan kültürle ilgili ciddi sorgulamaların yaşanıyor olması da dikkatten uzak tutulmamalıdır. Günümüzde felsefenin ne olduğunu ‘anlayabilmek’ için bazı genel tanımları izleyebiliriz. 1- Felsefe, hayat ve evrene karşı kişilik bir tutumdur. Hayat serüveninde karşılaştığımız olumsuz tecrübeler, bu tecrübelerin üstesinden nasıl gelinebileceğini? soruşturmaya yöneltir. Felsefi tutum, araştırma ve eleştirel bir tavır almadır. Aynı zamanda felsefi tutum, problemin tüm yönlerine bakabilecek hoşgörülü ve açık zihinli bir tavır sergilemektir. Burada felsefe, şimdinin içinde ‘kişilik’ bir sorun çözme adına sorular peşinde olma çabasıdır. 2- Felsefe, derin düşünce ve akıl yürütücü sorgulama yöntemidir. Bu anlamda felsefi yöntem eleştireldir. 3- Felsefe bütünün bakış açısını kazanma teşebbüsüdür. Felsefe, tutarlı bir dünya görüşü etrafında değişik bilimlerin ve uzun insan tecrübesinin sonuçlarını birleştirmeye çalışır. Felsefeci, hayatı bir bilim adamı, ya da bir sanatçının özel bakış açısından değil, bir bütün olarak kendisi görmeyi isteyen kişidir. 4- Felsefe dilin mantıki analizi, kelime ve kavramların anlamının sınıflandırılmasıdır.78 Felsefeyle ilgili bu tanımlamaları ve onun şimdideki varlığıyla ilgili tartışmaları çoğaltmak mümkündür. Bugün felsefe kavramı daha çok tecrübe olgularının eleştirel değerlendirmesini tanımlamak için kullanılmaktadır. Bu tanımdaki anahtar sözcük, eleştirel değil, “değerlendirme” kavramıdır. Felsefe ve bilimler arasındaki ayrım, sadece çözümleme, tanımlama ya da eleştiri üretmesinde değil, aynı zamanda özellikle insan deneyimlerinde değerler tespit etmesidir.79 Felsefenin Alanları (i) Metafizik Mutlak gerçekliğin izinde olmayı tanımlar; insan özgürlüğü, ruhbeden ilişkisi ya da dualitesi gibi konuları işler. Aristoteles’in felsefe sınıflandırmasında bilmeye karşılık olarak mantık (organon), fizik ve metafizik’i alıyordu. Đlk Aristotelesçiler Metafizik kelimesini, sonrakilerin kullandığı gibi değil, fizik konusundaki sekiz kitabından sonra yazılmış anlamında kullanmışlar ve Aristoteles’in “ilk felsefe” dediği yazılarını kitaplarının düzenlenmesinde fizik kitaplarından sonraya 78 Harold H. Titus (1964), Living Issues In Philosophy, New York: American Book Company, s. 6–7. 79 Sahakion, William (1995), Felsefe Tarihi (Çev. Aziz Yardımlı), Đstanbul: Đdea, s. 7. 45 koydukları için Metafizik demişlerdir. Fakat sonradan bu kelime fizik ötesi konularla uğraşan bilgi anlamına gelmiştir. Türk-Đslam filozofları Aristoteles’in yazılarını A’dan Z’ye kadar harflere göre bölümlere ayırdığı için Kitab-al-huruf diye çevirdiler. Daha sonra aldığı anlamı ile ma bada’d-ed-tabia’ dediler. Metafizik, felsefe disiplinlerinin tartışmaya en açık olanı, başı en çok derde gireni ve en ilgi çekicisidir. O en yaygın anlamıyla, tüm hayat ve bilgimiz hakkında bütüncül bir yorum olma çabası içinde olduğu sürece, felsefeden başka bir şey değildir. Bunun yanı sıra felsefenin, adını bir rastlantıya borçlu olan gayrimeşru çocuğudur. O adını, yukarıda açıkladığımız gibi, Aristoteles'in yazıları içersinde fizikle ilgili olanları izleyen (meta ta physika) yazılar olarak bulmuştur. Simplikios tarafından vurgulanan anlamıyla da, metafizik sözcüğü, aynı zamanda "doğa ötesi'nin, fizikten sonra bilinmesi gereken özlerin öğretisine verilen ad olmuştur. Oysa Aristoteles sadece ilk felsefeden söz etmişti. O, ilk felsefeden, deneyden bağımsız, apriori, zorunlu bilme (wissen) biçimi olarak söz eder. Đlk felsefe (1) Đlk prensip ve temel nedenlerin bilgisidir (prensipler öğretisi). (2) varolan olarak varlık hakkındaki bilgi (O, "varlık" kavramını en genel ve kapsayıcı kavram saydığından, varlık bilgisi, ontolojidir). (3) yetkin öz, ilk töz ve evrenin kendisi hareket etmeyen hareket ettiricisi hakkındaki bilgi (teoloji). Bu kavramlık saptamalar, bugüne kadar metafizik tarihini olumlu ve olumsuz yönlerden etkileyip durmuştur. Mesela metafizik Ortaçağda felsefi bilimlerin kraliçesi sayılmıştır. Hatta günümüzde bile, o, Katolik çevrelerde "felsefenin tüm özel alanlarının bağlı bulunduğu son temeli gösteren ana bilim" olarak görülmektedir. Ana bilim olarak metafizik, tüm Ortaçağ boyunca vahye dayalı teolojiden destek görmüştü. Ne var ki, Yeniçağda ana bilimin bilgi kuramı olmasıyla, metafizik bu özelliğini yitirmiştir.80 (ii) Ontoloji: : Felsefenin bir dalı olan ontoloji, genel olarak varlıkla uğraşırken metafizikle aynı anlama gelmektedir. Ontoloji, Grekçe on kelimesinin karşılığı olarak “olmak” fiiline eş değer olan eiani fiilinden gelmektedir. On varlık, to on ise olan demektir. Metafizik’in bir dalı olarak anlaşılan ontoloji genelde varlığın bilimidir; varolanın mahiyeti, gerçekliğin kategorik yapısı gibi konuları içine alır. Farklı kategorilere ait olan varolan şeyler Aristoteles’te izleri sürülebilecek kadar gerilere giden bir fikirdir. Uzun süre “ilk felsefe” bilimlerin bilimi gibi anlamlar alan metafizik, 17. yüzyıldan itibaren töz/cevher anlayışı terk edilince, madde, ruh, gayelilik, mekanizm, ahlak, özgürlük, aşkınlık, içkinlik, birlik, çokluk, zorunluluk, olumsuzluk ve aşk alanlarına yöneldi. Günümüz felsefesinde metafizik ile varlık felsefesi arasında bazı ayrımlar 80 Heinemann, Fritz (1990), “Metafizik.” Günümüzde Felsefe Disiplinleri (çev. Doğan Özlem), Đstanbul: Đnkilap. 46 yapılmaktadır. Varlık bilimi, var olanın yapısının, dolaysıyla da özünün çözümlenmesiyle sınırlanırken, metafizik var oluşla ilgili önermeler getirir. Buna göre bilgi sorunu temelde metafizik bir sorundur. Đkinci ayrıma göre ise metafizik sadece özgül sorunları incelememesi, en azından ilke olarak gerçekliğin bütünlük bir görünüşüne varmayı ister. Buna göre metafizikten bağımsız hareket etmeyen Hartmann’ın öğretisi varlık felsefesi içinde yer alır. Varlık felsefecileri sadece varlığın çözümlemesiyle değil, aynı zamanda bir doğa felsefesi, bir insan felsefesi ya da axioloji ortaya koymuşlardır. Bunu Whitehead’in kozmolojisinde görebileceğiz. (ii) Epistemoloji Bilginin mahiyeti/doğası ve kökeni, mümkün olup olmadığı gibi konuları ele alan felsefe disiplinidir. Açık-seçiklik, hakikat, inanç, bilginin kaynağı, algı konularını kapsar. Bir Felsefe kitabının “epistemoloji” tanımı, bilgi kuramıyla ilgili felsefe disiplini olduğunu açıklayarak başlar. Bu tanım, “bilginin ne olduğu ve onun nasıl ortaya çıktığı çalışmasıdır.” Saygın bir yazar böyle bir araştırmanın sistematik ilgilerini şöyle sınıflandıracaktır: (i) Bilgi. O nasıl tanımlanır? Bilgi, zan ya da doğru inanç arasındaki ayrım nedir? (ii) Delil. Bildiğimiz şeyin çıkarımı ya da delil yoluyla bilinen şeyin çoğunluğu. Doğrudan her hangi bir delile, çıkarımsal olmayan bir bilgiye sahip miyiz? (iii) Ölçüt. Bir şeyi bilip-bilmediğimize nasıl karar vereceğiz? Bilgi nasıl kanıtlanır? Bilgiyi doğrulamanın ölçütü nedir? (iV) Temeller. Bilgiyle ilgili her bir parça doğrudan bir şeyin kökenini veya nedenini, Kartezyen Cogito gibi, bulmaya mı yönelir? Ya da bir şekilde bilgi her hangi bir temele, kökene dayanmaksızın ortaya koyar mı? bilgi sonuna kadar gidince kaplumbağa olabilir mi? (v) Doğruluk. Bilgi doğru olmak zorundadır, ancak doğruluk nedir? Doğruluk nasıl tanımlanabilir ya da kanıtlanabilir? Bir “bilgi kuramı”nın tüm bu çekirdek ilgilerin hepsini ya da çoğunu ifade etmesi beklenmelidir. O zaman nedir? Öyleyse böyle bir kuram neyi ifade eder? Takdire değerdir ki, kendini tam da derin düşüncelere adamış biri (Platon) epistemolojik kuramın temasını açıklar. Buna göre kuramında, üretmesi, yani daha iyi ve daha fazla tefekkürü üretmesi beklenilir. “Her bir insanın ruhu doğruluğu öğrenme gücüne ve onunla anlama organına sahip” olduğunu gözlemleyerek, Platon, böyle bir bilgiyi (epistemee, doğruluğun rasyonel bilgisi) felsefe için en iyi ve merak bilgisi olarak tanımlar. Bilme (knowing) koyla bir şey değildir. O bir disiplini gerektirir, hatta tersini. “Bir insanın gözüyle karanlık yerine 47 aydınlığı görebildiği şekilde tüm bedenini döndürmek zorunda olduğu gibi, aynı şekilde tüm ruh bu değişen dünyadan başka tarafa döndürülmelidir, gözü gerçekliğe (reality) tefekküre odaklanıncaya ve Đyi diye adlandırdığımız yüce aydınlığa odaklanıncaya kadar.” Uygun bir disiplinin daha çok “teknik” sonucu olarak felsefe dışında, bir defaya mahsus felsefi hayat için hiçbir şey yapılamaz mı? “Daima ona sahip olan ruh gözüne sağgörü gücünü yerleştirmek olmayacak, ancak, yanlış yöne bakmak yerine, onun olması gereken yere dönmesi garantiye almak olan bir sanat var olabilir.”81 (iv) Etik/Ahlak Felsefesi Felsefenin değerleri inceleyen kısmına aittir. Ahlak felsefesi, ahlaktan farklı olarak ahlaki kurallar topluluğunu felsefi olarak inceleyen ve açıklamaya çalışan felsefi bir soruşturma dalıdır. Bir felsefe disiplini olarak etik, normatif, betimleyici ve meta-etik olarak üçe ayrılır. Betimleyici Etik, ahlak alanına bilimlik yaklaşımın uygulanmasının bir sonucudur. Betimleyici etik, ahlak alanındaki bilimlik ya da tasviri yaklaşımın ahlak alanına uygulanmasını ifade eder. Bu etik, norm bildirmek, kurallar koymak yerine, sadece insan eylemlerini gözlemleyerek eylemlerin sonuçlarını betimler. Bu etik, insanların ahlaki görüş ya da inançlarıyla ilgili olguluk önermelerden meydana gelen etik türüdür. Etik bu yaklaşımda seyirci, gözlemci durumundadır; ahlaki olgu ve olaylara dışarıdan bakar, onları bilimlik bir yaklaşımla gözlemleyip tasvir eder, açıklar. Hangi değerlerin benimsenmesi, hangi ideallerin peşine düşülmesi gerektiği sorularına cevap vermez. Normatif Etik, insanların neyin doğru, neyin yanlış, neyin iyi ve kötü olduğuyla, belirli durumlarda, ne yapıp ne yapmamaları gerektiğiyle, hayatta hangi nihai amaçların peşinden gitmek durumunda olduklarıyla, hayatlarını nasıl sürdürmeleri gerektiğiyle ilgili bilgi veren, insanların ahlaki eylemleri için norm ve düzenleyici ilkeler getiren etik türüdür. Normatif etik nasıl yaşamamız gerektiğini bildiren ahlaki ilkeleri araştırır, adaletli bir toplumun hangi unsurları içermesi gerektiğini mütalaa eder, bir insanı ahlaken iyi kılan şeylerin neler olduğunu sorgular. Kuramlık düzeyi açısından normatif etik’in üç temel, geleneklik problemi vardır. (i) ahlaki erdemlerle ilgili olarak hangi insan karakterlerinin ahlaken iyi, hangilerini kötü olduğu sorusu etrafından tartışılan problem. Bu bireyin ahlaklılığıyla ilgili bir sorundur. (ii) toplumun hangi ilkelere göre nasıl yapılandırılması gerektiği problemidir. (iii) Hangi değerlerin temel olduğu, hangi şey ya da tecrübelerin kendi içinde veya kendi başına değerli veya arzu edilebilir olduğu problemidir. 81 Allen, Barry (204), Knowledge and Civilisation, Colorado: Westview Press 2004, s. 12. 48 Meta-Etik, analit etik veya eleştirel etik olarak da tanımlanır. Meta-etik’e göre, ahlak filozofu normatif etik’le meşgul olmamalıdır; çünkü onların kendilerine ahlaki gerçeklerle, doğrulara nüfuz etme imkânı verecek özel bir kavrayış güçleri yoktur. Đngiliz Filozofu B. Mayo’ya göre, “etik’in işi ahlak ilkeleri ortaya koymak değil, fakat konmuş olan ilkeleri analiz etmektir.” A. J. Ayer ise, “gerçek ahlak filozofu ahlaki yargılar öne sürmez, insanlara bir takım davranış tarzları dikte etmez, fakat insanların bir ahlak yargısı verdiklerinde ne yaptıklarını analiz eder.”82 Etik kuram Ayer’e göre, “… Bütünüyle analiz düzeyindedir; insanların ahlaki yargılar verdiklerinde ne yapmakta olduklarını gösterme girişimidir; insanların hangi ahlak yargılarını vermek durumunda olduklarına ilişkin bir öneriler kümesi değildir. Ve bu, benim anladığım şekliyle tüm ahlak felsefesi için doğrudur. Tüm ahlak teorileri, felsefi teoriler oldukları ölçüde, fiil davranış hakkında nötrdürler.”83 (v) Estetik Ya da sanat felsefesi, sanat eserleriyle ilgili olarak çıkan kavramların tahlili ve problemlerinin çözümüyle meşgul olan felsefe disiplinidir. Sanat felsefesi, sanat adını alan varlık alanının bütünlüğü içinde anlamaya ve bu alanın insanın varlık yapısındaki yerini göstermeye çalışır. Sanat felsefesi ile birlikte kullanılan estetik “sanat üzerine felsefi düşünmeden” ibarettir. Sanat üzerine düşünmek de güzel dediğimiz özel bir değerin kendisini aydınlığa çıkarmaktır. Buna göre estetik hem sanatı hem de doğadaki güzelliği, güzelin ruhi yaşanışını ve bu ruh hali ile sanat eserinin yapılışını inceler. Sanat, doğadaki, güzelliği de konu edinen estetiğin bir dalı olmaktadır. Buna göre estetiğin alanı sanat felsefesinin alanından daha geniştir. Bununla beraber sanat felsefesinin kavram ve problemleri bir anlamda, estetiğin ana kavram ve problemleridir. Sanat felsefesi ile birlikte kullanılan estetik “sanat üzerine felsefi düşünmeden” ibarettir. Sanat üzerine düşünmek de “güzel” dediğimiz özel bir değerin kendisini aydınlığa çıkarmaktır. Buna göre estetik hem sanatı hem de doğadaki güzelliği, güzelin içsel yaşanışını ve bu içsel durumla sanat eserinin yapılışını inceler. Sanat, doğadaki güzelliği de konu edinen estetiğin bir dalı olmaktadır. Buna göre estetiğin alanı sanat felsefesinin alanından daha geniştir. Estetik doğayı da çalışma alanına dâhil eder. Sanat felsefesi, sanatı, alıcı, izleyici ya da dinleyicinin estetik tecrübesine herhangi bir başvuruda bulunmaksızın tanımlayabilir. Sanat felsefesi tüm sanatlarda estetik tecrübeleri ya da estetik nitelikleri zorunlu olarak yer alması gereken bir şey olarak görmez. Bununla beraber sanat felsefesinin 82 Cevizci, Ahmet, Etiğe Giriş, Đstanbul: Paradigma’dan “On The Analysis of Moral Judgement,” Philosophical Essays, NY: 1954, s. 46. 83 McIntyre, Alasdair (2001), Ethik’in Kısa tarihi (çev. H. Hünler&S. Z. Hünler), Đstanbul: Paradigma, s. 7’den naklen, “On the Analysis of Moral Judgements,” s. 245–246. 49 kavram ve problemleri bir anlamda, estetiğin ana kavram ve problemleridir. Güzellik sanat felsefesinin ana kavramı ve değeri olması söz konu-su olmakla birlikte, biricik kavramı değildir. Sanat felsefesi güzelin yanında hoş olanla, yüce olanla, soylu olanla da ilgilenir. Felsefi estetik, estetik varlık alanını bütünüyle ele alıp inceleyen zorunlu bir bilimdir. Felsefi este-tik bir güzellik felsefesi olarak Antikede kurulmuş diyenlerle beraber, Rönesans’la başlatanlar (W. Diltey) ve hepsinden ayrı olarak onu modern bir bilim olarak görenler de vardır (B. Croce). Bu bağlamda kavramlık bir tanımlama ile ayrı bilim dalı olarak onun bu süreçte 18. yüzyılın, öncesi var olan bir çocuğu olduğunu söyleyebiliriz.84 (vi) Siyaset Felsefesi Siyaset felsefesi insanların toplum halinde ve siyasal bir örgütlenme içinde yaşamalarından doğan siyasi sorunlarla ilgilidir. Bunların en dikkat çekeni devlete ilişkin problemlerdir. Đkincisi, kimin yönetmesi gerektiği problemidir. Diğer bir problem alanı da egemenliğin mutlak mı yoksa sınırlı olması gerektiği problemidir. Bilimin siyaseti konu alan dalına, siyaset bilimi, felsefenin siyaseti ele alan dalına da siyaset felsefesi denir. Siyaset bilimi, devlet, siyasal kurumlar, siyasal rejimler (krallık, monarşi, demokratik yönetimler vb.) ve rejimlerin oluşmasında ve işlemesinde rol oynayan tutum, davranışları bilimsel yöntemle inceleyen bilim dalıdır. Bir bilim dalı olması yüzünden siyaset bilimi olanı inceler, olması gerekenle ilgilenmez. Siyaset (politika), Aristoteles'in Politika adlı eserinde ifade ettiği gibi, halkın, toplumu ilgilendiren konularla ilgili olarak yaptığı her şeydir. Siyaset bilimi açısında Siyaset; “hem bir çatışma ve iktidar kavgasıdır, hem de toplumun tüm üyelerinin yararına olabilecek bir düzen yaratma aracıdır” (Maurice Duverger). (vii) Din Felsefesi Din felsefesi, “din hakkında felsefi düşünme” anlamına gelmektedir.85 Günümüz felsefesinde beş din felsefesi akımı vardır: 1- Geleneklik dini akıl dışı hurafeler yığını olarak gören ve bunun bir esası ve mantıki tutarlılığı olmadığını göstermek için felsefi kanıtlar ileri süren A. Flew ve Kai Nielsen gibi felsefecilerin savunduğu din felsefesi akımı. Nielsen Din Felsefecilerinin anlamla ilgilendiklerini yazarak, “dini konuşmada kullanılan kelimeler ne anlama gelmektedir ve dini ifadeler hangi işleve sahiptir sorusunu sorar.” Ona göre dinin ifadelerini anlamayla ilgilenme dinin ya da inançların hakikatiyle 84 Bkz. Albayrak, Mevlüt (2012), Estetik’in Serüveni, Ankara: Akçağ Yay. Charlesworth, Max (1972), Philosophy of Religion: The Historic Approaches, New York: Herder and Herder, s. vii; Ahmet Arslan, Felsefeye Giriş; Ahmet Cevizci, Felsefeye Giriş. 85 50 ilgilenmemizde fazlaca önemlidir. Bu noktadan hareketle o dinin anlaşılmasının güç bir görüngü olduğunu iddia eder. Onu anlamak için ne teolojik ne de dini hiçbir yola sahip değiliz. Din hakkında teolojik olarak konuşmak belirsizlik içinde savrulmaktır ve teolojik açıklamanın birçok terimi mantıksal olarak şüphelidir. Dini bilimsel olarak çalışmak açıklıktan uzak bir alandır. 86 Ancak bu görüşte olanlar dinin tamamen yararsız bir alan olmadığını da vurgulamaktadırlar. 2- John Hick, James Ross ve Richard Swinburn87 gibi geleneklik dini inançların –en azından Tanrı vardır şeklindeki temel iddiasınırasyonel kanıtlarla ispat edilebileceğini düşünenlerin oluşturduğu din felsefecileri grubu. Bu grup daha çok Đngiliz din felsefecilerinden oluşmaktadır. Günümüz din felsefecilerinden Hick’e göre din felsefesi, bilim felsefesi özel bilimlerle ilgilendiği gibi, din felsefesi de dünyadaki özel din ve ilahiyatlarla ilgilenmektedir.88 Bazıları din felsefesini, “vahiy edilmiş” olandan ayrı “doğal teoloji çalışma(ları)nın devamı olarak kabul etmiştir. Doğal teolojinin programı, rasyonel olarak Tanrının varlığını ispat etmek ve böylece de “vahyin iddiaları” için bir yapı oluşturmaktır. Bu anlamda doğal teoloji, dini inançların savunulması için felsefi alt yapı çalışmasıdır ve dini öğretinin bir alanı olarak kabul edilebilir. Ancak din felsefesi, dini öğretinin (teaching) ve ilahiyatın (theology) bir dalı değildir. 3-Norman Malcolm ile D. Z. Philips 89 gibi düşünürlere göre felsefi tasavvurların veya dini inancın genel felsefi ya da bilimlik bağlamlar içinde savunulmasının bizi yanlış yola götürür.90 Bu anlayışa göre dinin içinde olmayan biri din hakkında konuşamaz. D. Z. Phillips’e göre din, belli başlı bazı insani faaliyetlerin, tepkilerin ve ilişkilerin bir toplamı olduğu için ancak içeriden gereği gibi anlaşılabilir. Malcolm ise, Wittgenstein’ın “dil oyunu” olarak dinin de sadece kendi içerisinden anlaşılabileceğini kabul eder. Her iki düşünür de, din dilinin içeriğinin doğrulanmasından değil, anlaşılmasından söz eder. “Din bir yaşam formudur,” diyen Malcolm’a göre dini yaşam formu edimler ile somutlaşır.91 86 Nielsen (1982): 1, 15–6. Türkçede Hick ve Swinburn üzerine çalışmalar yapılmıştır. 88 Hick, John (1990), Philosophy of Religion, Fourth Edition, New Jersey: Prentice Hall International Inc., s. 1–2. 89 Önemli bazı eserleri şunlardır: D. Z. Phillips, The Concept of Prayer (1965), Faith After Foundationalism (1988); N. Molcolm, Ludwig Wittgenstein: A Memoir 1962. 90 Koç, Turan (1992), Din Dili, Đstanbul: Đz Yay., s. 4. 91 Ayrıntılı bilgi için bkz., Albayrak, Mevlüt 2001, “ b: 6-25. 87 51 4- Protestan din felsefecisi Paul Tillich’in (1886-1965) bu disiplinle ilgili görüşleri dikkat çekicidir. Tillich’e göre iki tip din felsefesi vardır: Ontolojik ve kozmolojik din felsefeleri. Ontolojik yöntem, her din felsefesi için temeldir. Ontolojik yöntem olmaksızın kozmolojik yöntem, din ve felsefe arasında olumsuz sonuçlara yol açar. Ontolojik yaklaşımın temeline dayanma ve kozmolojik yöntemin kullanımına bağlı olma ile din felsefesi, din ile seküler kültür arasında bir uzlaşmaya yardımcı olur. 92 Tillich’in tasnifine göre Alman idealizmi, din felsefesinin ontolojik şekline girer. Daha geniş bir şekilde söylemek gerekirse ontolojik din felsefesine, varlık ve değere göre bütün objektif bilginin prius’u olarak ‘bütünlük”ün vasıtasız tecrübesine vurgu yapan Hocking’in din felsefesi, Tanrıyı asli mahiyet olarak kabul eden Whitehead ve ontolojik delili yeniden kurmaya çalışan Charles Hartshorne’un din felsefeleri girmektedir. 93 Ontolojik din felsefesini, yapıcı (constructive) din felsefesinden ziyade dini felsefe olarak görenler de vardır.94 5- Tilllich’in ontolojik din felsefesi içinde tanımladığı Whitehead’in din felsefesi, günümüzde süreç din felsefesi ismiyle önemli bir alan oluşturmuştur. Süreç felsefesinden hareketle yeni bir Hıristiyan Teizmi kurma çabası içinde olan Charles Hartshorne (1897–2000) dikkat çekmektedir. Günümüzde ise bu ekolle ilgili dikkat çeken isimler arasında John B. Cobb Jr., Davdi Ray Griffin ilk sırada gelmektedir.95 Günümüzde felsefe serüvenini, yukarıda verdiğimiz tanımları da kapsayacak şekilde, dört yönelimle devam ettirdiğini söyleyebiliriz. Bu dört yönelim sırasıyla, Alman romantizminden kaynaklanan yorumbilimlik (hermenotik) yönelim: Bu yönelimin dikkat çeken ismi Heidegger ile Gadamer’dir. Đkincisi, Viyana çevresi ile birlikte doğan analitik yönelimdir: Bu yönelimin isimleri arasında Wittgenstein ve Carnap gelir. Üçüncü yönelim postmodern felsefedir. Bu alanda Jacques Derrida ve Jean François Lyotard’un düşünceleri belirleyicidir. Dördüncü yönelim ise bağlantısallığı ve olayları merkeze alan süreç felsefesidir. Birinci yönelim ile üçüncü yönelimi postmodern felsefe, özelde postmodern din felsefesi olarak birlikte değerlendirebiliriz. Birinci yönelim felsefeye varlığın anlamını, dünyada olmanın anlamını çözme amacını yükler; temel kavramı da yorum’dur. Analitik yönelime göre felsefenin amacı ‘anlamı’ olan önermeler ile anlamı olmayan önermeleri olmayanları kesin bir biçimde ayırmaktır. Burada temel kavram yorum değil, kuraldır. Postmodern yönelimde ise felsefenin amacı, modernliğe dair kabul görmüş olguların yapı bozuma maruz 92 Tillich, Paul (1970): 308. Tillich (1970): 315–16. 94 Christian (1957): 34. 95 Albayrak, Mevlüt (2007), Felsefe ve Din, Ankara: Asil Yay. 93 52 bırakılmasıdır. Bu felsefenin hedefi bütünlük fikrini yapı bozuma uğratmaktır. Böyle bir felsefi yönelim bütünsellikten arındırılmış ya da katışıklı düşünme uygulayımları diyebileceğimiz alanları harekete geçirir. Bu üç felsefi yönelimin iki ortak noktası dikkat çekmektedir. Birbirine amaç ve yöntem açısından çok uzak bu felsefi yapılar, metafiziğin sonunun gelmiş olduğu iddiasında ortaktırlar. Bu noktada felsefe, bir hakikat arayışı serüveninden uzaklaşmalı, geçmiş felsefe dönemini kapatmalıdır. Diğer bir nokta da üçünün de dili merkeze almalarıdır.96 Süreç felsefesi bu felsefelerden ayrı olarak bütünlüğü ve tecrübeyi parçalamayı reddeder ve algı kavramını felsefenin ortak kavramı yapar. Bu felsefede algının birbirinden bağımsız olmayan iki şekli vardır. Bunlar Whitehead’in ifade ettiği gibi, kavramlık bilinç/şuur ve kozal etkidir. Birincisi duyu verileri üzerinde açık özel niteliklerle ilgilidir ve tüm bedenlik işlevin üretmiş olduğu şeyleri içine alır. Đkincisi, duyuluk olmayan sezgiyle ilgilidir ve diğer gerçek şeylerden etkilenme konusunda dünyada varlığımızı duyumsadığımız algılama biçimidir. Mesela Hume, sadece kavramlık bilinçle/şuurla ilgilendiğinden tecrübeyi tek bir algılayış biçimiyle sınırlandırmasına rağmen, Whitehead geçmişten şimdiyi duymanın organik akışından söz eder. Ona göre tecrübenin her bir yeni durumu, bil-fiil geçmişi, tecrübenin yeni durumunun işleviyle şimdi daha etkin olarak kavrar. Bu yüzden oluşun akıp gitmesiyle ilgilendiğimizde, kozalite doğrudan tecrübe edilmiş demektir. Dünya hakkındaki bilgimiz, bil-fiil dünyada somutlaşmış yapıların bilgisidir. Biz dünyayı tanımlama, analiz ve mantıki yapılarla ele alırız. Bilmenin temel süreci, doğrulama için somut tecrübeye soyut yapıları getirmektir. Doğruluğun da dereceleri vardır. Dünya hakkında daha genel özellikleri idrak etmenin imkânıyla ilgili olan şeyi sorabileceğimiz birkaç soru şekli vardır. Verilerimiz, bizim de içinde bulunduğumuz gerçek dünyadır. Bu gerçek dünya mevcut tecrübemizin konusunu gözlemlenen yanıltıcı dış görünüşte sergiler. Mevcut tecrübemizin açıklanması, herhangi bir düşünce için tek yargılamadır; düşünce için başlama noktası bu tecrübenin unsurlarının analitik gözlemidir. 97 Buna göre bilgimiz bir yorumlamadır. Bedenimiz seçtiği gibi, zihnimizde seçer. Bir şeye dikkat kesiliriz, ya da onu reddederiz. Önemli olanı ve değersiz olanı yargılarız.98 Bu felsefi sistemde metafizik imkân mümkündür. Đnsanın en canlı ve sürekli gücü olan felsefe yapabilmenin hayatın tüm yönlerini sorgulayıcı çabası dikkate alınınca, modern dünyada felsefe salt sosyal bilim alanı içinde ele alınamaz. Bu, felsefenin 96 Badiou, Alain (2004), Sonsuz Düşünce (Çev. Tuncay Birkan/Işık Ergüden), Đstanbul: Metis, s. 14–17. 97 Whitehead (1967), Science and the Modern World, New York: The Free Press, s. 6. 98 Williams 1985: 5. 53 herkes tarafından yapılabilecek bir “iş” olup-olmadığı sorusunu doğurur. Felsefenin, dine ilgisinin kabulü olarak din felsefecisi, öncelikle dış dünya ile ilgili bir bilgi donanımına sahip olmadır. Đbn Rüşd’ün ifadesiyle “dine inanan bir kişi, bunun sonucu olarak var olanları inceleme konusunu da bir bilgi düzeyine çıkarmalıdır.” 99 Đnsan tecrübesini zenginleştirmenin yardım ve sınırı yoktur. Bu sınırsızlıkta ‘başkaları’ anlayışı ve dini inanç konusunda bizimle ortak olup olmaması önemli değildir. Felsefi zihniyet gerek kendi kültürel geleneğimizde gerekse bizim dışımızdaki kültürlerde ortak bir mirası yaşatma tarzıdır. Felsefenin ayrıcı temel özelliği, “doğru söylenen her şeyi kabul edebilecek güçte” ve eleştirel olmasıdır.100 Tam da bu yüzden “nereden gelirse gelsin, gerçeğin güzelliğinin peşinde olmak”101 filozof için kaçınılmaz bir serüvene dâhil olmaktır. Felsefe yapma çabamız, anlamlı bir insan hayatı için yaşanılabilir bir çevre kazanma ve tüm var olanlarla birlikte yaşama amacına uygun imkânlar sunabilmeyle ilgilidir. Bu anlamda ilk dönem felsefe geleneğindeki gibi, günümüzde felsefe uygulanabilir bir alan olma özelliğini hala sürdürmektedir. Felsefe, insanın fikri ve insan olma yeteneklerinin ortaya çıktığı ya da insan olma yeteneklerinin farkına varmasına imkân tanıyan en yaratıcı insan tecrübesi olarak ‘benleştirici’dir. “Tecrübemizin her bir unsurunun yorumlanabileceği genel fikirlerin uygun, mantıki, zorunlu sistemini tasarlama teşebbüsü” olarak felsefe, bu ‘tasarlama’ teşebbüsünde insan tecrübesinin hiçbir unsurunu dışarıda bırakmaz. Yorumlama alanı içine giren zevk alma, idrak etme, isteme ya da düşünme, ‘başkasını’ duyma gibi her ne varsa bu felsefede yorumlanabilir demektir. Çünkü bu felsefede hiçbir şey, “evren sisteminden tamamen soyutlanarak kavranamaz.”102 Felsefe Öğrencisi Olmanın Öyküsü Grek felsefesine zihnimizi ve gözlerimizi hazırlamak için Heidegger’in şu iki öyküyle ulaştığı tanımları dikkate alarak başlayalım. Thales düşüncelere dalmış bir biçimde gök kubbeyi gözleyerek giderken bir çukura düşer. Trakyalı bir kız bunun üzerine göğü araştırmak isterken burnunu ucunu görmeyişiyle alay eder. Heidegger bu olayı felsefe nedir? sorusuna çevirir: Felsefe, hizmetçi kızların güldüğü arama ve sormadır. Gerçek bir hizmetçi kızın da güleceği bir şey olmalıdır. Bu demektir ki, 99 Đbn Rüşd (1992), Faslu’l-Makal, Felsefe-Din ilişkisi (Çev. Bekir Karlığa), Đstanbul: Đşaret Yay., s. 66–67; 68-9. 100 Đbn Rüşd (1992): 69. 101 Kindi (1994): 4. 102 Whitehead (1967): 4, 5. 54 felsefeyi dolaysızca anlaşılır kılmayı ve yararlı bir şey olarak salık vermeyi denemek, felsefeyi yanlış anlamak olurdu.103 Diğer öykü ise Sokrates ile bir Sofist arasında geçen diyalogdur. Sofist gezisinin sonunda Sokratesle karşılaşır ve ona, “şimdi hala sokaklarda dikilip aynı şeyi mi söylüyorsun? diye sorar. Sokrates ise, “kuşkusuz, öyle yapıyorum; buna karşılık sen, sürekli yeniliklerinle, kesinlikle aynı şey üzerine aynı şeyi söylemek gücünde değilsin,” der. Bu öyküye göre felsefe, aynı şey üzerinde aynı şeyin söylendiğini söylemedir. Bunu başaranlar da en büyük ve en özlü düşünürlerdir. Bu şu anlama gelir: “felsefenin asıl tarihi çok az sayıdaki basit soruşların tarihidir. Duruş noktalarının görünüşte keyfi olan çokluğu ile sistemlerin değişmesi de temel de, Biricik ve Aynı’nın, gerçek düşünüre açık olan basitliğidir ancak.”104 Heidegger buradan şu sonuca geçer: Her iki öykünün ve en eski sözün yardımıyla felsefenin özüne işaret etmek, felsefenin başlangıcına ilişkin bir anımsamadır. Sonradan hiçbir felsefe bu başlangıcı tamamlanmış bir şey olarak peşi sıra getirememiştir; aksine, felsefenin her yeni başlangıcı ilkinin bir yinelenmesidir ve yalnızca böyle olabilir şu sorunun yeniden soruluşudur: Var olan nedir- Var-lık’ın doğruluğu üzerine bir söyleme.105 Bu başlangıç yolunda yürümeye aday, felsefe bölümüne gelen öğrenci birçok ön hazırlığa sahip biri olarak kabul edilir. En azından lise sıralarında hem Doğu hem de Batı klasiklerini okuduğu varsayılır. Bu varsayımdan sonra sorulması gereken sıradan soru şöyle olmalıdır: Felsefe yapmaya başlamadan, diğer bir ifadeyle felsefe yapma sürecine girmeden önce genç bir insan ne yapmalıdır? Soru, her ne kadar felsefeyi diğer alanlardan ayıran bir algılayış sunmasa da, felsefenin bir insan çabası ve ürünü olduğu kabul edilince, onunla ilgili bir başlangıç ‘anının’ olması gerekliliğini kendi içinde zorunlu olarak olumlar. Burada başlama anını yakalama adına teknik bilgi aktarımı kaçınılmaz olur. Felsefe, ya da hikmeti sevme sürecine girmeden önce kişinin bazı ayırıcı özelliklerinin olması beklenmektedir. Bu cümle her ne kadar seçkici ve ayrımcı görünse de, felsefenin ve filozofun ayrıcalığı dikkate alındığında ciddi bir problem oluşturmamaktadır. Mesela kendi geçmiş bil-fiil tecrübe örneklerimizden biri olan Farabi’ye göre felsefe yapmak isteyen kişide şu üç özellik zorunlu olarak var olmalıdır: kuramlık (nazari) bilgilere doğuştan hazırlıklı bir yeti, üstün kavrayış gücü ve güçlü bir hafıza. Bu üç doğal özelliğe ek olarak sıradan insanlardan farklı birçok erdemli davranışı 103 Heidegger, Martin (2007), “Avrupa ve Alman Felsefesi,” Avrupa’nın Krizi, (der. Önay Sözer, Ali Vahit Turhan), Ankara: Dost, s. 350. 104 Heidegger (2007): 351. 105 Heidegger (2007). 352. 55 ‘kazanma’ sürecinde olmayı içsel olarak benimsemelidir. Bu erdemli davranışlar günümüz gelişmiş toplumlarında insan doğasının ayrıcı özelliği olarak kabul edilmektedir. Sınıflandırırsak bunlar; okuma zevki, hak ve adalet duygusu, sevgi ve saygıyı ilke olarak yaşama geçirme becerisi, arzularını kontrol edebilme gücü, kendi beni ve toplumuyla barışık olma ve içinde bulunduğu dinin geleneğine inancının rasyonel ve içlik durumda olması. Geçmişin şimdisinin bil-fiil gerçekliği konusunda felsefe öğrencisi, ait olduğu geleneğin tecrübesinde erdemli işler adını alan edimlere karşı duyarlı, onları tahrip edecek durumlara yönelik tedbir olarak hem entelektüel hem de uygulayımlık tecrübe duyarlılığına sahip olmalı ve genel olarak kabul edilmiş doğru erdemlerin yaşanmasına katkı sağlamaya çalışmalıdır.106 Bütün bu ayırıcı özellikler kişinin karakteri ve verilmişliğin ötesinde yetişme şartlarının ortaya çıkardığı değerlerle ilgilidir. Bu bir ‘kazanım sürecidir.’ Felsefeye başlamak için yeterlilik ve süreklilik temeldir. Bu, başta ifade ettiğimiz felsefenin aydınlanma yolunda toplumlarda meyve verebileceğinin de işareti olarak kabul edilmelidir. Günümüz dünyasında felsefeye başlayacak kişinin diğer bilimlik ilgilerini de şöyle sınıflandırabiliriz: 1- Bugün, doğa bilimleri (natural sciences) adını verdiğimiz alanlarla ilgili doğru bir bilgi donanımına ve onların yöntemleriyle ilgili bilgiye sahip olmadan felsefe çalışmasına başlamak sonuç vermeyecektir. Daha genel bir ifadeyle çevre bilgisi ve bilinci felsefe için birinci şart olarak kabul edilmelidir. 2- Bir tecrübe edimi ve zihin eğitimi olarak matematik bilgisine sahip olmak ya da matematik bir zekâya sahip olmak felsefe öğrencisi/öğrenicisi için olmazsa olmaz ilkedir. Sayısal zekâ, rakamları ezberlemek değil, varlıktaki birbiriyle olan bağlantının matematik ilkelerini keşfetmeye yetili olmak demektir. 3- Bu ikinci yetinin varlığı, kaçınılmaz olarak doğru-yanlış ayrımı için mantık bilgisine açık bir zihin durumunu hazırlamalıdır. Karşılaşılan her bir olayın sebep-sonuç ilişkisinin soruşturulması felsefi zihin için zorunludur. Kabul edip onaylayan değil, sorgulayan, sorgularken de sebepleri araştıran bir zihin felsefi bir zihindir. 4- Sosyal ve alanla ilgili bilgilik boyut bu andan sonra devreye girer. Bunun için de yapılması gereken ilk şey, genelde “fikirlerin serüveni”ni, özelde ise felsefe tarihini çok iyi bilmektir. 106 Farabi (1974), Mutluluğu Kazanma, tahsilus’saade (Çev. Hüseyin Atay), Ankara: AÜĐF Yay., s. 59–60. 56 5- Bir felsefe öğrenicisi bilimlik bilgiye gereksinim duyduğu gibi, bilgili olmaya da gereksinim duymalıdır. Edebiyat eserlerini okuma ve şiir ezberleme zihnin kurgu gücünü diri tutar ve kişiyi yaratıcı yapar. 6- Zihnin kurgu gücü akıl gücünü zenginleştirir. Kutadgubilig’de geçtiği üzere bir felsefeci aynı zamanda güzel konuşma ve güzel görme ilkesi üzerine varoluşunu inşa eder. Paralosı da şudur: “Aklın süsü sözdür, sözün süsü yüzdür, yüzün süsü gözdür.” 7- Tüm bunların gerçekleşebilmesi için ise son basamak, insan yapısının içsel eğitiminin kontrol edilebilirliğiyle ilgilidir. Bu, felsefe ve sabır kavramlarını akraba yapar. Felsefe yapma serüveni bir sabır işidir. Bunun bilincinde olmak ve “damlanın taşı deleceğini” kabul etmek bu yolun parolasıdır.107 Tüm bu teknik bilgilendirmenin varlığına rağmen, felsefe yapmak salt bir okuma ve felsefe tarihini bilmekten ibaret değildir. Felsefe yapmak, felsefi olarak düşünmek ve hissetmek, her bir durum karşısında tavır alabilme yetilerini diri kılmayı ayakta tutar. Felsefe yukarıdaki tüm bilgi verilerinden önce şüphe ve merak duygusuyla başlar. Sonuç olarak kullanabileceğim şu iki alıntıda özetlenmektedir. Birisi Doğu düşüncesinde yetkin bir ad olan Umehara’nın şu değerlendirmesidir. “Bir insan bir zamanlar bir nehri geçmiş ve bir tepeyi aşmıştı. Ve şimdi harikulade, mükemmel bir evde yaşamaktadır. O evde yaşadığı zamanın şimdi ve nehri geçip tepeyi aştığı zamanın geçmiş olduğunu düşünür. Fakat bu doğru değildir. Nehri geçtiği zaman mutlak şimdidir ve halen evde yaşadığı zaman da mutlak şimdidir. Her bir zamanın kendisi bağımsız yani mutlak şimdidir” Ve yine yeniden her şeye baştan başlamak adına Descartes parolayı vermektedir: “Her şeyden şüphe ederek başlayalım…” 107 Hammond 1947, The Philosophy of Al-Farabi and His Influence On Mediavel Thought, New York: The Habson Book Press, s. xıv-xv. 57