HF152 - Hayatım Futbol
Transkript
HF152 - Hayatım Futbol
Yayın Koordinatörü Emre Belözoğlu İlker Yılmaz 16,5 yaşında Galatasaray formasıyla sahaya adım atan Emre Belözoğlu o günden bu yana tartışılıyor. Galatasaray’dan ayrılışıyla, Fenerbahçe’ye transferiyle, sakatlıklarıyla, hakemlerle, rakiplerle, medyayla ve taraftarlarla diyaloguyla her zaman gündem oldu. Peki Emre her yaptığıyla eleştirilmeyi hakediyor muydu? Belki de az bile eleştirildi, belki de biraz ağır oldu. Bu sayıda kapağımızı Emre Belözoğlu’na ayırdık. Başka bir pencereden bakmaya çalıştık. Yazarlar Ahmet Sercan Ergün Aslıhan Karlıdağ Bahadır Bozkurt Emre Gürkaynak Fırat Topal Rafet Baran Eryılmaz Serkan Akkoyun Hayatım Futbol’un 152. sayısında ayrıca; ABD futbol ligi MLS’in dur durak bilmeyen yükselişini, Tottenham’da sonunda kendini ispatlayan Harry Kane’i, şampiyonlar Ligi’nde dolu dizgin giden Dortmund’un neden bu sezon Bundesliga’da başarısız olduğunu, İspanya’da bir türlü kendini parlatamayan Soriano’nun Red Bull Salzburg’daki yükselişini, 100. yılını kutlayan sinemamızdaki futbol filmlerini ve Konak Belediyespor’un masalsı yükselişindeki başaktör teknik direktör Hüseyin Tavur’un röportajını bulabilirsiniz. Keyifli okumalar, İlker Yılmaz iletisim@hayatimfutbol.com team@mobilike.com #152 BU SAYIDA Emre Belözoğlu Manchester United’da oynayıp Fransız olsaydı, Türkiye’de efsaneydi! Röportaj Türkiye’ye kadın futbolunda ilkleri yaşatanlar: Hüseyin Tavur ve Konak Belediyespor Tottenham’ın En Golcü Taraftarı Harry Kane hayalindeki formaya bomba gibi geri döndü Bu Aşk Burada Bitmez Dortmund’da işler yolunda değil ama her şeye rağmen: “Kloppo du Popstar” MLS’in Gelişimi Bir zamanlar alay konusuydular belki ama ABD’nin futbolu dur durak bilmiyor Yeşil Sahadan Beyaz Perdeye Türk sinemasının 100. yılında futbol üzerinden çekilmiş filmler Avusturya’da Bir Katalan İspanya’da bulamadığı çıkışı Avusturya’da yakalayan Soriano, altın ayakkabıya göz kırpıyor Serkan Akkoyun O KADAR DA UZUN BOYLU DEĞİL! Manchester United’da oynayıp Fransız olsaydı, Türkiye’de efsaneydi! Profil HF152 “Şimdiki aklım olsaydı öyle yapmazdım. Ama öyle yapmasaydım da şimdiki aklım olmazdı.” Emrah Serbes Doğum günümün üzerinden 2 gün geçmişti. Birkaç ay önce Kopenhag’da UEFA Şampiyonu olan takım şehre geliyordu. Gerçi kadrosunu değiştirmişti biraz ama yine de aynı forma, aynı arma ve aynı renkler vardı. Dönemdeki adıyla Türkiye 1. Futbol Ligi’nin 13. haftasında Adanaspor sahasında Galatasaray’ı konuk ediyordu. Henüz 13 yaşında futbol delisi bir çocuk için daha iyi doğum günü hediyesi olamazdı. Galatasaray maçı için Adana 5 Ocak Stadı’nın kale arkasındaydım. Tel örgülere ufak parmaklarımı geçirmiş, örgülerin oluşturduğu baklava dilimleri arasından gövdesi kırmızı, omuzları siyahsarı tasarımlı Galatasaray formasını izliyorum. İçindekilerin yerine kendimi koyuyorum. Sonra Hagi’yi görüyorum. Onun yerine kendimi koyamıyorum, o kadar da değil, diyorum. Ümit Davala çemberle tutturduğu saçlarını savurarak koşuyor. Fatih Akyel gaddar, acımadan yıkıyor Adanaspor forvetlerini. Taffarel, Küçük Hakan, Hasan Şaş, Suat sakat oldukları için kendilerini benden mahrum bırakıyorlar. Popescu. Son penaltıyı gol yapınca sevineceğim derken ranzanın üst katından aşağı düşmeme neden olan. Ne kadar da uzunmuş? Galatasaraylı futbolcuların her biri gözümde devasa kahramanlar. Ama bir tanesi hiç büyümüyor. Zorluyorum, olmuyor. Ufacık boyuna inat enine genişlemek isteyen baldır ve bacakları ile bir sağa bir sola koşuyor. İkinci yarıda da 14 senedir görüntüsü gözümün önünden gitmeyen aşırtma golü atıyor. Hiçbir sergide duvara asılamayacak sanata imza atıyor: Emre Belözoğlu. Hedefteki adam oldu Yıllar sonra Emre Belözoğlu ile yine karşılaştım. Bu sefer ne o sahada ne ben tribünde… Zaten tel örgüler de artık kaldırıldı. Kavgaları, küfürleri, sakatlıkları ile Türkiye’de reytingi hiçbir zaman düşmüyor Emre’nin. Yaptıklarını dünyada yapanların posterlerini şirketlerindeki odalarına asan futbol entelektüelleri, tel tel dökülüyorlar Emre olunca konu, nefret köşelerinden. Emre Belözoğlu’nun Türkiye’nin en kariyerli, gelmiş geçmiş en yetenekli, Avrupa’nın en top 3 liginde -2’sinde çoğunlukla yüksek seviyede- forma giymiş futbolcusu olduğunu itiraf edemiyorlar. Çünkü Türkiye’nin futbol romantikleri, mum ışığında izliyorlar futbolu ve mum dibine ışık vermez misali, Emre’nin üzerine damlatıyorlar nefretlerini. Bu bir Emre’yi aklama çabası değildir. Ama biraz abarttınız. Katil demek bu kadar kolay mı? 16 yaşında başlayan Galatasaray serüveninde trenler yol arkadaşı oldu. 17’sine gelince artık Galatasaray’ın profesyonel futbolcusuydu. Trenler yetmedi onu Florya’ya kavuşturmaya. Mercedes marka bir araba satın aldı. Bu arabayla, kimilerine göre namaza yetişmek isterken, yaptığı kaza sonucu bir kişinin hayatını kaybetmesine neden oldu. Cenaze sahibi aile Emre’yi affetti. Çünkü bu bir kazaydı. O dönem Fenerbahçe tribünleri Emre için “Katil Emre” diye bağırdı. Emre’nin bilerek ve isteyerek 17 yaşında hiç tanımadığı bir insanı yolda arabasıyla çarparak öldüreceğine inandılar. O insanlar iyiydi, Emre kötü… Galatasaray taraftarını üzdü “İmkânlar kısıtlı olunca insan daha azimli oluyor istediklerini elde etmek için” diyordu Emre bir röportajında. Galatasaray’da çok şey yaptı. 4 sene üst üste şampiyon oldu. UEFA Kupası’nı kazandı, yarı finalde kart görüp finale saha içinden değil de tribünden yer ayırtmasına rağmen. Altyapılarda sadece futbol eğitimi veren Türk sisteminin mağdurlarından birisi de Emre’ydi işte. Çocuk yaşta profesyonel oldu ve adrenalin seviyesi hep en üst seviyelerdeydi. Omuzlarına sorumluluk yüklendi. Ailesi, kişisel hırsları, Galatasaray’ın başarısı derken çoğumuzun alışverişini bile ailesinin yaptığı yaşlarda, her günü 1 hafta gibi yaşadı. 21’e geldiğinde kendi dediği gibi, “35-36 yaşındaki bir futbolcunun tecrübesine” sahipti. Büyürken olgunlaşamadı. Şımardı, erken ‘oldum’ dedi. “Sağlıklı yaşam için spor yapmıyorum” diyerek aylar süren görüşmelerin ardından Burak Elmas’ı hayal kırıklığına uğratıp Galatasaray’a hiç para kazandırmadan Inter’e gitti. Taraftarlar işte buna, yıllar sonra Fenerbahçe forması giymesinden daha çok kızdı. Çünkü onların çocuğuydu Emre ve kendilerini ihanete uğramış hissettiler. Emre yanına birkaç kişisel eşya ve bolca ego alarak İtalya’ya gitti. İtalya’da vukuatlar fırsatlar verdi. Bir süre bunları çok iyi kullandı ama Roma maçında gördüğü kırmızı kartla birlikte artık geri dönülemez bir yola girdi. Günümüz Emre’sinin temelleri o günlerde atılıyordu. İtalya, İngiltere ve ardından Türkiye. Devam eden süreçte Emre’nin rotası bu oldu. İtalya’da ‘Boğazın Maradonası’ ve ‘Diego’ lakaplarını aldı. İtalyan spor programlarında Maradona ile kıyaslandı. 2003’te San Siro’da atılmış en iyi gol, Emre’nin Lazio’ya attığı aşırtma golü seçildi. O golü izlediğimde, Adanaspor maçı geldi aklıma. Havadan süzülerek yere inip, ağlarla buluştuğunda kale arkasındaki 13 yaşındaki İtalyan çocukla kucaklaştım. Inter’de önce Cuper ardından Mancini ona çok önemli Roma, birkaç gün önce Galatasaray’la oynamış ve sahada adeta savaş çıkmıştı. Roma polisinin de dâhil olduğu, Galatasaraylı futbolcuların resmen dayak yediği olaylar sonrasında Emre, Inter-Roma maçının 80. dakikasında Recoba’nın yerine oyuna girdi. 90. dakikada ise Emerson’a… İtalyan basını “Emre eski takım arkadaşlarının öcünü aldı” derken bunun aslında bir başlangıç olduğunu kimse bilmiyordu. Sırada Valencia maçı vardı… Şampiyonlar Ligi. Emre, Inter forması ile Valencia’ya karşı ilk 11 başlıyor. Dakikalar 14’ü gösterirken Emre’nin hazırladığı pozisyon sonunda Vieri skoru 1-0 yapıyor. Her şey Milano ekibi için iyi giderken Emre’nin ruhunda kıpırtılar başlıyor. 57. dakikada kendisine sert bir faul yapan Albelda’ya kafa atmak, nedeni bilinmez bir şekilde Emre’nin içinden geliyor. Hakem Markus Merk ise kırmızı kartı ile Emre’yi ödüllendiriyor. 2001’de geldiği Inter’le 2 sezon boyunca çok iyi işler çıkaran ve takımın değişilmez isimleri arasına giren Emre bu sürecin ardından düşüşe geçiyor. Bir sene sonra Hollandalı Edgar Davids gelince forma iyice elden gidiyor. “Ya bu deveyi güdeceksin, ya bu diyardan gideceksin” der atalar. Emre de 2005 yılında İngiltere’ye, Newcastle United’a gidiyor. İngiltere’de vukuatlar İtalya’da sadece kartlarla başı belaya giren Emre’nin İngiltere’de dertleri daha da linç edilmeye müsait hal aldı. Irkçılıkla suçlandı, aklandı. 3 ayrı dosya gitti FA’in önüne üçü için de “temiz” raporu verildi. Daha sonra Türk mahkemeleri onu ‘ırkçı’ tayin etmiş olsa da İngiltere’de kendisine yapılan suçlamalar asılsız çıktı. Sel halini alan bir yağışlı hava sırasında cama Arap kızı çıkartan çocuklar olarak, Emre’nin ırkçılık yaptığına tüm samimiyetimizle inanıyor muyuz? Yoksa adını 8’e indirmek mi zor geliyor? Saha içinde rakibine çift dalıp, kafa attığı için ırkçılık yapabileceğine inanmak, orada olmadan, sadece karşı tarafın söylemleri ile karar vermek mantıklı mı? Ya da neredeyse hiçbir kararına güvenmediğiniz Türk mahkemeleri Emre konusunda mı bir tek Hammurabi ile yarışır hale geliyor? O çok kızdığınız Emre’de olup da sizde olmayan çok önemli şey aslında sorun: Samimiyet. Devlet Güvenlik Mahkemesinde yargılandı İtalya günlerinde taşındığı evin odasını Galatasaray forması ve posterleri ile donatmıştı Emre. Nazım Hikmet okuyordu. Aynı zamanda Necip Fazıl da… Yıllar sonra başucu kitabının konusunu içeren Mevlana, Şems ayrı ilgi alanlarıydı. Galatasaray’ın maddi sorun yaşadığı dönemde 50 bin lira yardımda bulundu. 2004/05 sezonunda Galatasaray’a dönmek, 100. yıl kadrosunda yer almak istedi. Inter’de de işler onun için kötü gidiyordu ama Roberto Mancini izin vermedi, takımda tuttu. Hagi’nin tavsiyesi ile topu daha iyi hissedebilmek için kramponları çorapsız giyen Emre, 2005 yılında ise adı Fenerbahçe ile anılırken çok konuşulacak bir ziyaret yaptı: Amerika’ya gitti. Haziran ayı içerisinde gerçekleşen bu ziyaret kimilerine göre normal bir tatil kimilerine göre ise transferi konusunda fikir danışma ziyaretiydi. Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşayan Fethullah Gülen’i ziyaret ettiği ve gönülden bağlı olduğu hocasına akıl danıştığı iddia edilen Emre dönüşte, Fenerbahçe’yi değil; Newcastle United’ı seçmişti. Inter’de oynadığı dönemde Çanakkale’de yaşayan bir vatandaşın şikâyeti sonucu DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’e gidip ifade verdiler. Fethullah Gülen’in kurduğu iddia edilen suç örgütünü övme suçundan sorgulanan Emre (ve Hakan Şükür) delil yetersizliğinden serbest kalmış ancak bu ilişki Emre’nin üzerine müebbetle yapıştırılmıştı. ‘Fuck off’lar ilk değil Kariyerini futbolu dışında bu çalkantılı olaylarla bezeyen Emre son olarak Beşiktaş maçında söylediği sözler nedeniyle gündem oldu. Küfürlü şiirleriyle bilinen ölmüş şairlerin doğum günlerini kutlayan bizim romantikler, enternasyonal anlamda Emre’nin de dediği gibi ‘küfür’ sayılmayan bu ifadeler üzerinden kılıçlarını keskinleştirdiler. Söz konusu Emre ise gerisi tekme, tokattır. Vurun. Oysa ki Emre bu sözleri Avrupa’da, Avrupa’da oynayan hemen hemen tüm meslektaşları gibi defalarca söyledi ve tahmin edin hiçbiri gündem oldu mu? Olmadı. Ceza geldi mi? Gelmedi. Mesela… Türkiye’nin Euro 2008 elemeleri için çıktığı Norveç maçında Emre, kendisini Roma maçında kırmızı kartla oyundan atan Markus Merk’e bir pozisyon sonrası bu sözleri söyledi. Merk, Emre’yi ‘itirazı’ nedeniyle uyardı. Daha sonra Norveçli Iverssen de aynı kelimeleri kullandı. Merk ise birçok Avrupalı hakem gibi işine baktı. Temeline inersek “İnsandan insana, aman” der Terentius “ne ayrılık.” Milli maçta atılan gol sonrası basın tribününe hareket çeken de, Adanaspor maçında 13 yaşında çocukları kendisine hayran bırakan da, eşi görülmemiş bir şekilde 32 yaşında Atletico Madrid’e transfer olan da, kariyeri boyunca hiçbir sezon 30’dan fazla maç oynayamayan da Emre Belözoğlu. Ama 34 yaşındaki bu adamın temel problemi, her gelişimini dışavurumsal yaşaması. 16 yaşında içine girdiği profesyonel dünyada ne öğrendiyse, ne öğretildiyse bizlerle paylaştı. Öfkeyi tanıdı sahanın ortasında öfkelendi. Küfür öğrendi sahada etti. Dostlar edindi sahada kolladı. Heybesine o kadar çok şey koydu ki asıl yapması gereken şey bir süre sonra ikinci plana gitti; futbol. Takım bir bedense o hep kalp olmak istedi. Fakat Allah ona beyin olma donanımı vermişti. Bu yüzden doku uyuşmadı, her seferinde hastayı kaybettik. Emre, Fatih Terim tedrisatından çıkıp Hagi medresesinden mezun oldu. Futbolculuk döneminde rakibine kafa atıp burnunu kıran -hem de yetiştiği kulübün formasını giyen- pavyonda olay çıkaran Fatih Terim, UEFA finalinde kırmızı kart gören, hakeme yaka paça saldıran Hagi. İki dahiyane futbol adamı, saha dışında iki sevimli adam. Kısıtlı yetenek ama büyük yürek Fatih Terim, dünyanın gelmiş geçmiş en yetenekli sol ayaklarından Hagi. İkisini yan yana düşününce aklınıza kim geliyor? Henüz 16 yaşındayken, asıl mevkisi olan forvet arkasında Hagi var diye altyapı hocaları tarafından defansif bölgeye çekilen, burada başarılı olabilmesi içinde vücut yapması için sürekli halter çalıştırılan Emre’nin yaşadığı kasık ve üst kas sakatlanmaları da işte bu bilinçsiz yetiştirilme tarzı. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en yetenekli ve en kariyerli futbolcusu, tüm bu yaşananlara rağmen 34 yaşında haliyle 20’lik gençlere sahaya dar ediyor. Dikkat edin… Emre’yi eleştirelim. Emre’ye kızalım, uyaralım. Ama bunu yaparken yazdığınız kalemi aslında kimlerin tuttuğunu, çıktığınız televizyon kanalları için hangi kanalları kullandığınızı, para ve imkân için hangi insani hislerden vazgeçtiğinizi, mesleğe yeni başlayan gençleri nasıl bu işlerden uzak tutmaya çalıştığınızı, telefondan asgari ücretle çalışan editörlere köşe yazdırdığınızı hatta onu bile yapamayıp maçtan sonra yayınlanan programlarınızdan derletip gazeteye bastırdığınızı unutmayın. En pis Emre’yse kabul. Çünkü en çok kiri en temiz olan gösterir. “Bana doğru gelen hiçbir şey yoktur ki yanlış gibi de gelmesin” Montaigne Aslıhan Karlıdağ KADIN FUTBOLUNUN AVRUPALI YILDIZI Türkiye’ye ilkleri yaşatan Konak Belediyespor Kadın Futbol Takımı’nın teknik direktörü Hüseyin Tavur, 2. Lig’de başlayan başarı masalını anlattı Röportaj HF152 Konak Belediyepor Kadın Futbol Takımı’nın teknik direktörü Hüseyin Tavur’la kamp yaptıkları otelde bir araya geldim. Hüseyin Hoca ile, 2. Lig’de averaj takımı olan Konak’ın, iki yıl üst üste şampiyonluğa giden yolcuğuluğunu ve Şampiyonlar Ligi’nde Avrupa’nın en iyi 16 takımından biri olma hikayesini konuştuk. Aslıhan Karıdağ: Konak Belediyespor Kadın Futbol Takımı maceranız nasıl başladı? Hüseyin Tavur: 2005 yılında Konak Belediyespor erkek takımını çalıştırmaya başladım. 2007 yılında, ben erkek takımını çalıştırırken Konak Belediyespor yönetiminden kadın takımını çalıştırmam için teklif geldi. O zaman, kıramayacağım insanlar araya girdiği için kabul etmiştim. Ama şimdi burada bu takımla çalıştığım için oldukça mutluyum. Bu takımla unutamayacağım başarılara imza attık. Kadınlar futboluna hizmetlerim 2007 öncesine dayanıyor. Aynı zamanda beden eğitimi öğretmeni olduğum için çalıştığım okulda spor şöleni kapsamında kız futbol takımı kurmuştum. Benim takımım üç yıl üst üste eğitim bölgesi şampiyonu oldu. Bu çalışmalarımın sonucunda üç dört tane oyuncumu Konak Belediyespor’a vermiştim. -Konak Belediyespor’u 2. Lig’deyken aldınız ve o yıl 1. Lig’e çıktınız. Ardından 3.lük, 2.lik ve şampiyonluk geldi. Teknik direktör olarak sürekli yükselen bir grafiğiniz var. Bu başarınızı neye bağlıyorsunuz? Yaptığım her işte en iyisini yapmaya çalışıyorum. Felsefem çok çalışmak, tabi oyuncuların buna ayak uydurması da çok önemli. Ben Konak Belediyespor Kadın Futbol Takımı’na ilk geldiğim zaman, tabiri caizse dalga geçilen bir takımdı. Hatta ben bu takımda antrenörlüğe başladığımda, dışarıdan çok tepkiler aldım. Herkesten 10, 15 gol yiyen bir takımla çalışmamı insanlar yadırgamışlardı ve yol yakınken bırakmamı telkin ediyorlardı. O günlerden, Şampiyonlar Ligi’nde son 16’ya kalan, iki yıl üst üste şampiyon olduğumuz günlere geldik. Bizim çalışmalarımızın yanında yönetim de ekonomik anlamda önemli bir destek sağladı. Yönetimin ekonomik desteğini çok verimli kullandığımı düşünüyorum. Bu ligdeki oyuncuları neredeyse ayakkabı numaralarına kadar tanıyorum. Dolayısıyla hep nokta transferler yaptım ve takımın kadrosunu güçlendirdim. -Geçen yıl şampiyon olduktan sonra Türkiye’de bir ilki gerçekleştirip Şampiyonlar Ligi’nde tur atlamak istediğinizi söylemiştiniz. Paris Saint-Germain bile gruplardan sonra bir tur ilerleyebilmişken Konak Belediyespor son 16’ya kalmayı başardı. Şampiyonlar Ligi’ndeki başarı öyküsünü anlatır mısınız? Hiç kimse bizden böyle bir başarı beklemediği için üzerimizde pek bir baskı ve stres yoktu. Kura çekildiğinde, grupları incelediğimde ben çok umutlanmıştım. Oyuncularıma hep şunu söyledim; “Sizler, eğer bunu başarırsanız bugüne kadar Türkiye’de gerçekleştilmeyen bir işi gerçekleştireceksiniz. Ve ileride çocuklarınıza anlatabileceğiniz, biz bu ülkede bir ilki yaptık diyebileceğiniz bir olay var karşınızda”. İlk maçımız Sofya maçıydı ve 2-0 kazandık. Sarajevo maçında, ilk yarıyı 1-0 mağlup kapamıştık. Üstelik hakem de kötü bir yönetim gösteriyordu. Özellikle ikinci yarıdaki oyunumuzu, o atmosferi, o müthiş tempoyu hiç unutmayacağım. Belki ilerde çok iyi yerlere geleceğim ama bir anım istendiğinde hep bu maçı anlatacağım. Çok müthiş bir maçtı. Stada girdiğimizde çalınan müziklerle, soyunma odası koridorlarına asılmış rakip oyuncuların dev posterleriyle, psikolojik baskı oluşturmaya çalışmışlardı. Özellikle ikinci yarıda çok iyi bir oyunla galip geldik. İkinci maçtan sonra gruptan çıkmayı garantiledik. Üçüncü maç formalite maçına döndü. -Bu yıl Şampiyonlar Ligi’nde son maçta Zürih karşısında alınan mağlubiyetle bir üst tura çıkma şansını kaybettiniz. Durum hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu yıl Şampiyonlar Ligi’nden çok talihsizce, hak etmediğimiz şekilde elendiğimizi düşünüyorum. Maçın 15. dakikasında bir penaltı golüyle geriye düştük. Ardından bir topumuz direkten döndü. Altıpastan 3-4 tane gol kaçırdık. Biz bu maçın ilk yarısını 3-1 önde bitirebilirdik. Ama top bir türlü kaleye girmedi, o gün futbol şansı yanımızda değildi. Zürih tabi ki çok iyi bir takım, bizi şansa yendiler diye bir şey söylemiyorum kesinlikle. Ama skor 1-0’ken bir gol bulabilsek maç çok farklı bitebilirdi. Ama maalesef 4-1 yenildik. Ayrıca, grup maçlarının Letonya’da oynanması da bizi çok etkiledi. İzmir’deki 37-38 derecelik bir sıcaklıktan, 19-20 derecelik bir havaya gittik. Bu oyuncularda fizik olarak bir düşüş ve yorgunluğa sebep oldu. Onu atlatmaya çalıştık, buna rağmen ilk iki maçımızı kazandık. Zürih maçının olduğu gün İzmir’de kışın yaşamadığımız gibi bir hava vardı. -Konak Belediyespor’dan Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek final bekleniyordu. Bu gerçekçi bir beklenti miydi sizce? Bu beklenti maalesef çok gerçekçi değil. Türkiye’de insanlar Avrupa’daki kadınlar futboluyla Türkiye’deki arasındaki farkı bilmiyorlar maalesef. Geçen yılki başarımızdan sonra beklentiler çok yükseldi. Geçen yıl kimse bizden bir başarı beklemiyordu. Biz geçen yıl son 16’ya kalarak zaten çıtayı otomatik olarak yükselttik. Dolayısıyla bu yıl insanlar, sizin için başarı çeyrek final demeye başladılar. -Avrupa’daki rakiplerinizi izleme şansınız oluyor mu? Erkek futbolunda olduğu gibi rakibi oyuncularınıza izlettirip taktiği bunun üzerine kurabiliyor musunuz? Bir arkadaşım var, o bulabildiği 90 dakikalık maç görüntülerini bana gönderiyor. Bu görüntüleri seyrediyoruz, analizleri yapıyoruz tabi ki ama tamamen kendi imkanlarımızla oluyor. Federasyonu aradığımızda şu takımın maç görüntülerini istiyoruz dediğimizde pek sonuç alamıyoruz. Örneğin bu yıl Zürih’in hiçbir 90 dakikalık maç görüntüsünü elde edemedik. -Türkiye Ligi’nde bu yıl da şampiyonluk yarışı Ataşehir ile Konak arasında geçecek diyebilir miyiz? Şampiyonluk yarışına katılacak başka takımlar olabilir mi? Ereğlispor eski gücünde değil. Adana İdman Yurdu ile Trabzon İdmanocağı güçlü takımlar ve şampiyonluk yarışına ortak olabilirler. Ataşehir Belediyespor çok önemli silahları olan bir takım. Şampiyonluktaki en büyük rakibimiz Ataşehir Belediyespor olacak diye düşünüyorum. -Hakan Tartan görevden ayrıldıktan sonra Sema Pekdak, Konak Belediye’nin başkanı oldu. Bu değişim size nasıl yansıdı? Yönetimsel olarak çok büyük bir değişim olmadı. Çünkü başarılı bir takım var ve yeni yönetim de bu takımı devam ettirdi. Ama belediyeler kanununda yapılan değişiklikle belediye bütçesinin binde 12’sini spor kulüplerine aktarım izni verildi. Bu da Konak gibi bir ilçede devede kulak gibi kaldı. Bunun sebep olduğu maddi sıkıntıları yaşıyoruz maalesef. -Milli takımın bir türlü başarıyı yakalayamamasını neye bağlıyorsunuz? Bence Türkiye, kadınlar futbolunda şu an bir geçiş döneminde. Nasıl erkek milli takımımız bir dönem İngiltere’den sekiz yiyordu, biz de şu an o süreci yaşıyoruz. Biz de mutlaka çok iyi yerlere geleceğiz ama maç tecrübemiz çok az. En büyük eksikliğimiz bu. Oyuncular ne kadar çok uluslararası maç oynarsa, bu tecrübe milli takıma da yansıyacaktır. Başarı zamanla mutlaka gelecektir. Ben hep şunu iddia ettim, teknik anlamda Avrupa ile dünyayla hiçbir farkımız yok. Belki teknik anlamda onlardan daha iyi bile olabiliriz. Eksiklerimiz; maç disiplini, organize olma, fizik olarak çok iyi olmamamız. Bunları aştığımız zaman çok daha iyi yerlerde olacağız. Ben buna inanıyorum. -Geçen sezon oyuncular çok ciddi sakatlıklarda karşılaştı. Gamze futbolu bırakmak zorunda kaldı, Seval bırakma noktasına geldi. Sevgi en formda olduğu dönemde sezonu kapattı. Bu sakatlıklarda maçların suni çimde yapılmasının bir etken olduğunu düşünüyor musunuz? Suni çim özellikle kadınlarda, kasıkların ve dizlerin bir numaralı düşmanı. Bizim sahamız da çok iyi durumda değil, bu anlamda problemler yaşıyoruz. Gönül ister ki doğal çimde oynayalım ama İzmir’de doğal çim bir Alsancak kalmıştı, onu da depreme dayanıklı olmadığı için elimizden aldılar. Atatürk Stadı’nı bakıma aldılar, zaten bizi oraya sokmuyorlardı. İzmir’de doğal çim sahası olan bir tek Buca Arena Stadı var. Türkiye’de önemli bir saha sıkıntısı olduğu bir gerçek. En iyi oyuncularımı diz sakatlıklarından dolayı kaybettim. Sevgi formunun zirvesindeyken sakatlandı. Şampiyon olduk ama Sevgi’nin eksikliğini hissettik, hala da hissediyoruz. Gamze’nin de bize çok emeği geçti. Bizim de mutlaka ona geçmiştir. Kariyerinin zirvesine bizimle çıktı. Gamze yetenek anlamında bu ligin üzerinde bir oyuncuydu ama o da sakatlıktan dolayı futbolu bıraktı. -Türkiye 1. Futbol Ligi’ndeki takım sayısının ve takımların neredeyse her yıl değiştiğini görüyoruz. Bazı kulüpler kapanıyor, yeni kulüpler kuruluyor ya da bir kulüp sezonun ortasında ligden çekilebiliyor. Bir teknik direktörün gelecek planlaması yapması için oldukça zor bir ortam. Ligin başlayacağı tarih dahi son dakikada belli oluyor. Bu durum sizin planlamanızı nasıl etkiliyor? Bu sorularla benim duygularıma tercüman oldunuz. Biz kadın futbolunda Konak Belediyespor olarak şanslı kulüplerden bir tanesiyiz. Ben de her sene TFF’yle yapılan toplantılarda hep şunu dile getirdim. Parayı pulu her şeyi bir kenara bıraktık. Bize sadece ligin başlama bitiş tarihleriyle ilgili önceden bir planlama yapın. Çünkü açıklanmadığı için biz kendimize göre bir antrenman programı yapıyoruz. Ama nerede zirveye çıkartacağız, nerede düşüşe geçeceğiz ya da nerede dengede gitmemiz gerekiyor bunları bilmiyoruz. Bize hayali bir tarih söyleniyor. Biz o tarihe göre hazırlanıyoruz. Sonra tarih değişiyor, bir daha bir yükleme yapmak zorunda kalıyoruz. Tarihlerin önceden bildirilmemesi hem benim açımdan hem de ligde çalışan diğer antrenörler açısından hep sıkıntı yaratıyor. 8 yıldır bu işin içerisindeyim. Şimdiye kadar hiç kadın ligleri şu tarihte başlayacak denildiğinde o tarihte başlamadı, hep ötelendi. Erkeklerde profesyonel seviyeden U15’lere U13’lere kadar her şey planlanıyor tarihler belirleniyor, neden kadın futbolunda bu yapılamıyor? -Ligdeki karşılaşmalara bölge hakemleri atanması, hakemlerde ev sahibi takım lehine bir baskı oluşturuyor mu? Sizin geçen sezon Karadeniz Ereğlispor maçından sonra bu konuda bir federasyona bir serzenişiniz olmuştu. Ereğli örneğinden devam edersek, Ereğlispor ile maçımız var ve atanan hakem Ereğlili. Kendi takımının maçını yönetiyor. Ereğli de küçük bir yer, ister istemez bir gönül kayıyordur diye düşünüyorum. Ben hep şunu istedim, il dışından tarafsız bölgeden hakemler gelsin. TFF bunu bir türlü gerçekleştirmedi. -Kadın ligi statüsünde 31.12.1985 ve öncesi doğmuş olan en fazla 5 oyuncu şeklinde bir kısıtlama bulunuyor. Federasyonun bu kısıtlamadaki amacı nedir, siz konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Sanırım burada amaç daha genç oyuncuların oynamasını teşvik etmek. 29 yaşını geçmiş oyunculardan bu saatten sonra bir şey olmaz diye düşünüyorlar herhalde. Genç oyuncuların takımlarda daha çok yer alması adına böyle bir kural olduğunu düşünüyorum. düşünmüyorum ama önceden PAF takım maçları bu şekilde oynanırdı. -Hem kadın hem de erkek takımları çalıştırmış bir teknik direktörsünüz. Kadın takımında antrenman tekniği olarak farklı bir yol izliyor musunuz? -Futbolcu olmak isteyen kızlara ne tavsiye edersiniz? Antrenman tekniği veya taktik olarak kadın ve erkek takımları arasında farklı bir yöntem izlemiyorum. Kadınların fizik güçleri erkeklerden farklı olduğu için sadece yükleme dozajında farklılık oluyor. -Futbol sahasının eni, boyu, kalenin boyutları hatta futbol topunun çapı ve ağırlığı hep erkek fizyolojisine göre belirlenmiş değerler. Tamamen erkeklere göre dizayn edilmiş bir ortamda kadınların mücadele etmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bunu eşitlik olarak mı kadınlara haksızlık olarak mı görüyorsunuz? Sadece futbolda değil örneğin basketbolda da bu böyle. Artık günümüzde kadınlar futbolunun tempo anlamında, dayanıklılık anlamında erkekler futbolundan hiçbir farkı yok. Ben doğru olanın bu olduğunu düşünüyorum. Kondisyon anlamında bir sıkıntı yaşamıyoruz. Hatta tempomuzu artırmamız için gerekli olduğunu düşünüyorum. Oyuncuların da hepsi erkeklerle aynı büyüklükte sahalarda oynamayı istiyorlar. -Avrupa’da kadınlara futbol oynama yasağının 1970’li yıllarda kalkmasıyla kadınlar için futbol ligleri kurulmaya başlandı. Bizde kadın futbol ligi ancak 1994 yılında kuruldu. Dolayısıyla Avrupa takımlarıyla aramızda önemli tecrübe farkı var. Aradaki bu açığı nasıl kapatabiliriz sizce? Türkiye’de Süper Lig’de ve PTT 1. Lig’de yer alan takımlara kadın futbol takımı kurma zorunluluğu getirilmeli. O zaman birçok şeyi aşmış olacağız. Türkiye Kadınlar 1. Ligi’nde Fenerbahçe, Beşiktaş ve Galatasaray takımları olsa bu kız çocuklarının futbola olan ilgisini de arttıracak. Ligin reklamı da yapılmış olacak. Örneğin Fenerbahçe-Beşiktaş derbisinden önce aynı takımların kadın takımları maçı oynansa ne kadar güzel olur. İzin vereceklerini Öncelikle çok küçük yaşta başlamalılar. Bir kız çocuğu 6-7 yaşında futbol eğitimi almaya başlamalı. Futbolcunun küçük yaşlarda futbolun temellerini öğrenmesi çok önemli. Oyuncu çok yetenekli de olsa 15-16 yaşından sonra fiziğini geliştirebiliyorsunuz, oyun bilgisini geliştirebiliyorsunuz. -Sizin kişisel hedefleriniz nedir? Geriye dönüp kadın futbolundaki geçmişime baktığım zaman, bunu ego olarak algılamayın, 2 yıl takımı şampiyon yaptım. Türkiye’de hiç gerçekleşmeyen bir şeyi başardım, Şampiyonlar Ligi’nde takımım son 16’ya kaldı. Ama artık yavaş yavaş erkek futboluna geçişim zamanı geldi diye düşünüyorum. Belki bir iki sezona kadar gelen teklifleri değerlendirebilirim. Almanya HF152 Bahadır Bozkurt BU AŞK BURADA BiTMEZ Alman futbolunun son dönemine damga vuran Borrussia Dortmund’da bu sene işler yolunda gitmiyor. Herşeye rağmen dillerde tek bir şarkı var; “Kloppo du Popstar” Aşk-ı kıyamet Ligde aldığı üst üste yenilgilerle şampiyonluk yarışında havlu atan Borrussia Dortmund’da dalgalar iyice yükselmiş durumda. Kötü gidişatı herkes bir nebze örtbas etmeye çalışırken St. Pauli maçının ardından bir kadın taraftar tüm gerçekleri su üstüne çıkardı. Jürgen Klopp’un basın toplantısında birden ayağa kalkarken dudaklarından “Siz, bizi kötü günlerimizden kurtardınız, şimdi bu durumda sizi yalnız bırakacak değiliz” mealinde sözler döküldü. Bu sözler üzerine Kloppo küçük bir gülümseme ile şunları itiraf etmek durumunda kaldı; “Böyle duygusal bir an yaşıyorsak gerçekten krizdeyiz!” Signal Iduna Park’ta, bu sezon hiç yenilmemiş Borrussia Mönchengladbach’ı ağırlayan sarısiyahlılar, çok ihtiyaçları olan üç puana sonunda kavuştu. Bu maçtan puan çıkaramasalardı şu anda Bundesliga’nın en dibine batmış olacaklardı. Mönchengladbachlı Kramer’in, Recep Çetin’i bile kıskandıracak güzellikte orta sahadan kendi kalesine gönderdiği gol, akıllara Ah Muhsin Ünlü’nün bir dizesini getirdi; “Bir şey daha var, şans bana güldüğünde dişleri döküktü.” Bozulan düzen Borrussia Dortmund, taktiksel anlamda en etkin ismi Robert Lewandowski’den yoksun olarak bu sezona başlamak zorundaydı. Bayern’e transfer olan Polonyalı, Klopp futbolunun sahaya yayılmasında en önemli mihenk taşlarından biriydi. Topu ayağında tutabilen, hava toplarında etkili, bunun yanında oyunu kenarlara taşıyarak kenar oyuncularının ceza sahasına girebilecek koridoru ortaya çıkaran komple bir forvet. Böyle bir stili kaybetmek Dortmund’un bu sezon zorlanmasının nedenlerinin başında geliyor. Klopp, Lewandowski sonrası dönemde daha statik, vuruş becerisi yüksek Ciro Immobile’yi transfer etmeyi tercih etti. Ancak klasik İtalyan stili gol makinesi istenilen randımanda çalışamıyor. Bunun nedenlerinin başında da Klopp’un bu sene hızlı ve dikine futbol felsefesini daha üst noktalara taşımaya çalışması geliyor. Klopp, kaleci Wiedenfeller’in ellerinden çıkan topu, neredeyse 4-5 saniye içerisinde Reus ve Aubameyang ile sonuçlandırmayı hedefliyor. Bu kadar hızlı bir oyun içerisinde statik bir forvetin görev yapmasını mümkün kılmıyor. Klopp’un bir diğer sıkıntısı da orta sahada bitmeyen sakatlıklar. Neredeyse iki sezondur ‘Süt Kardeşler’ Nuri ve İlkay sakatlıkları nedeniyle birlikte görev alamadı. Oyunu iki yönlü oynayan ve Klopp’un ne istediğini çok iyi bilen bu iki isim yerine oluşan boşluğu, eski sarkık libero stili oynayan Sebastian Kehl doldurmaya çalışıyor. Kehl ile birlikte oynayan Bender de daha çok savunmaya yardım etmeyi ön plana koyuyor. Takımın hucüm hattını oluşturan Kagawa, Mkhitaryan gibi ofansif oyuncuların defansif anlamda eksik kalmaları ve skor yükünü hala üstlenememesi de bir başka problemi oluşturuyor. Bu iki oyuncu şu ana kadar toplamda sadece 1 gol bulabildi. Sakatlık deyince, adını bile yazmayı unuttuğumuz Jakub Blaszcykowski’yi de es geçmemiz gerekiyor. Oynadığı zaman ilk 11’in değişilmezi olan ismin, simasını bile unuttuk desek abartmış olmayız. Dünya Kupası bittiğinde adı Barcelona ile anılan Mats Hummels’in sakatlığı da eklenince bu sevimsiz parti Ruhr’un sarı yakasının iyice canını sıktı. Defansa takviye edilen Ginter’in bekleneni verememesi nedeniyle bütün yükü Soktaris ve Subotic ikilisi paylaşmak zorunda kaldı. Sakatlıklar nedeniyle canı sıkkın olan Klopp’a bir darbe de yeni transfer ettiği oyuncularının formsuzluğuyla eklendi ve ligde istenen sonuçlar bir türlü gelmedi. Şampiyonlar Ligi bizim işimiz Ligde işler bu kadar kötü giderken Klopp, Şampiyonlar Ligi’nde ipleri sıkı tutmaya kararlıydı. Birbirine benzer, evinde huzursuz 3 ağır abinin (Arsenal, Dortmund, Galatasaray) dertli meyhane masasının dördüncü koltuğuna onların hikâyesini dinlemeye gelen genç Anderlecht oturdu. Dortmund bu kadar problemli takımlar arasında daha diri bir duruş sergiledi. Açıkcası bu grupta bu kadar rahat olmalarının nedeni üst üste oynadıkları Galatasaray maçları. Bu maçlardan 6 puanı rahatça cebine koyan ekip, bir üst tura kadar sorunlarını halletmeye çalışacak. Şampiyonlar Ligi’nin Dortmund için ayrı bir önem taşıdığı kesin. Avrupa futbolunda kendini göstermek isteyen oyuncuların bu maçlarda motivasyonu daha da yükseliyor. İki sezon önce tecrübe ettikleri Şampiyonlar Ligi finalinin hala içlerinde bir uhde olarak durduğunu söylemek gerekiyor. Umut ve kaygı Dortmund’un ligde üst üste alabileceği bir galibiyet serisi güvenlerini yeniden kazandırıp, yükselişe geçmelerini sağlayabilir. Puan sıralamasının 15’inci basamağında yer alsalar da hala ligin en çok korkulan ekiplerinin başında olduklarını unutmamak gerekiyor. Dortmund’un saha içerisinde bir şekilde işleri yola koyacağından kimsenin şüphesi yok. Kloppo tüm taraftarların gönlünde taht sahibi bir isim ve işleri yoluna koyacak kadar kredisi var. Onun uykularını kaçıran ise Götze ve Lewandowski’den sonra şimdi de Reus’u transfer etmek isteyen Bayern Münih. Beklenen kupaları kaldırmadığı sürece bu duyguyu tatmak isteyen oyuncular Bavyera ekibine doğru yol almaya devam edecek. Kloppo Bavyeralılara, oyunu eşit oynayalım derken gerçek dünyadan kopmuş tam bir romantik olduğunu söylemek yanlış olmayacak. Futbolunu heavy metale benzeten bir adama Hayatım Futbol ekibi olarak Arif Susam’dan bir şarkı göndererek sesleniyoruz; “Kınamayın bizi dostlar / Evliler de sevebilir / Unuttuğu duyguları / Yeniden tadabilir.” Dünya HF152 Fırat Topal MLS VE GELiŞiMi 2014 sezonunun şampiyonunu belirleyecek olan MLS play-off mücadeleleri devam ederken, son yıllarda büyük bir sıçrama yapan MLS’deki gelişimin altında yatan temelleri inceledik Sporting Intelligence firması geçtiğimiz yılın nisan ayında yaptığı araştırmada Amerikan Profesyonel Futbol Ligi ya da orijinal haliyle Major League Soccer’ı dünyanın en iyi 7. ligi olarak gösterdi. Firmanın araştırmasına göre Hollanda, Rusya, Portekiz ve hatta Fransa ligleri MLS seviyesinde değildi. Onları geride bırakan 6 ülke Almanya, İngiltere, İspanya, İtalya, Meksika ve Brezilya olmuştu. Peki nasıl oluyor da Avrupalıların çok fazla önemsemediği, bizim ülkemizde ise esamesi bile okunmayan (Çekleri, İzlandayı adam yerine koymayan biz, “yankeeler” hakkında ne düşünüyor kolayca tahmin edilebilir) bir lig bu derece yüksek bir sırada kendisine yer bulabiliyordu. Bunu, firmanın sıralamayı yaparken belirlediği kriterlere bakarak kolayca anlamak mümkün. Maçları stadyumdan ve televizyonlardan izleyen seyirci sayısı, mali yapı ve istikrar, atılan gol, rekabet oranı, uluslararası turnuvalarda başarı ve kullanılan stadyumların durumu gibi başlıca kriterlerin ele alınması ile oluşturulan listede, çizgisini sürekli ileriye taşıyan MLS, Meksika’nın hemen gerisinde yer aldı. Bu kriterleri tek tek ele alalım, değerlendirme sonucunu daha iyi anlayacaksınız. Stadyum ve seyirci devrimi MLS maçlarını içinde bulunduğumuz 2014 sezonunda stadyumlarda, ortalama 19 bin 149 kişi izliyor. Dünya üzerindeki tüm futbol ligleri içerisinde en yüksek 9. rakam bu. Tüm spor aktivitelerini işin içine kattığınızda da lig, ilk 15 şampiyona arasında bulunuyor. Salonların, stadyumlara göre daha az kapasiteli olması sebebiyle MLS, çoktan NBA ve NHL’i geride bırakmış durumda. Henüz beyzbol ve Amerikan futboluna rakip olacak durumda değiller ama özellikle beyzbolun tahtını tehdit ettikleri şehirler de var. Örneğin Seattle Sounders 2012 yılında 43 bin 144 seyirci ortalamasını yakalayarak oldukça çarpıcı bir rekora imza attı. Şehrin beyzbol takımı Seattle Mariners, aynı yıl 21 bin 258 seyirci ortalamasıyla MLB’de mücadele etmişti. Tabii burada doluluk oranlarını ve söz açılmışken stadyumları da ele almak gerekiyor. 1999’da Columbus Crew, futbol maçları için inşa ettiği Crew Stadyumu’nu açtığından beri futbol karşılaşmaları odaklı inşa edilmiş 12 stadyum daha hizmete girdi. Gelecek sezon lige yeni katılacak olan Orlando City SC, 2016’da tamamlanacak yeni bir stadyum inşa ediyor. Bugün MLS’de mücadele eden 19 takımdan sadece 5’i başka sporlar için inşa edilmiş stadyumlarda maçlarını oynuyorlar. Houston Dynamo’nun 2012’de hizmete soktuğu, 22 bin kişilik BBVA Compass Stadyumu, geçtiğimiz 2 sezonda yüzde 91’lik bir doluluk oranı yakaladı ve kombine sahiplerinin sayısını 12 bine çekti. Bu sayı şehrin MLB takımı Astros ve NBA takımı Rockets ile yarışacak nitelikte. Ayrıca yeni kurulan stadyumların lokasyonu da seyirci sayısında büyük önem taşıyor. Yukarıda bahsettiğimiz Seattle ve Houston’daki stadyumlar şehir merkezine en fazla 4 kilometre uzaklıktalar. Öte yandan New England Revolution’ın maçlarını oynadığı, 2002’de hizmete açılmış, aslen Amerikan Futbolu maçları için tasarlanmış (New England Patriots) Gillette Stadyumundaki futbol maçları her hafta yüzde 22’lik bir doluluk oranı ile izleniyor ve stadyum Massachusetts’in merkezine tam 45 kilometre uzaklıkta. İnşa edilen yeni stadyumlara belediyelerin de büyük desteği var. Ülkede her şehrin desteğinin yoğunlaşacağı tek takımı güçlendirme alışkanlığı, futbol takımlarının da inşaatları kendi bütçelerinden yapabilmelerini ve sponsorluk anlaşmalarını beraberinde getiriyor. Lig 1996’da ilk kez kurulduğunda takımlar, stadyumları, şehrin diğer sporlarda mücadele eden takımlarından kiralıyor ve yüksek kira bedelleri ödüyorlardı. TV izlenme oranlarında da önemli bir mücadele var. Meksika’nın Chivas Guadalajara kulübünün MLS şubesi olarak kurulan Chivas USA’nın geçtiğimiz sezon sonu kapanması ile, MLS’nin izleyici kitlesinin % 33’ünü oluşturan İspanik kökenli kesimde bir düşüş oldu. Ancak buna rağmen MLS, TV izlenme oranlarında tepeyi zorlamaya çalışıyor. Ülkede futbol yayınlarından elde edilen toplam gelir 126 milyon dolar. Meksika Ligi 50 milyon dolarla bu alanda açık ara lider. 20 milyon dolarlık bir paya sahip Premier League ve 16 milyonu kapan La Liga, MLS yetkililerinin hedefinde. Mali tablo Bu harcamalara rağmen MLS kulüplerinin mali yapısı oldukça iyi durumda. Bunun en önemli sebeplerinden birisi, ülkedeki diğer profesyonel sporlarda da uygulanan “salary cap” uygulaması. Takımların, bünyelerindeki oyuncuların çeşitli kategorilere ayrılması sonucu ayırdıkları maaş bütçesinin bir üst sınırı var ve oyuncu gruplarında bu üst sınırı geçmek yasak. Toplamda da 3.1 milyon dolarlık bir sınır var. Ancak her takımın, maaşı bu 3.1 milyona dahil edilmeyen ve “designated player” adı verilen 3 oyuncuyu transfer etme hakkı var. Ligin yeni takımı Orlando City’nin renklerine bağladığı Brezilyalı Kaká, 6 milyon 660 bin dolarlık maaşıyla ligin en yüksek ücretli oyuncusu oldu. Thierry Henry geçtiğimiz aylarda, ligin Avrupa ligleriyle aynı seviyeye gelmesi için, bu uygulamadan vazgeçmesi gerektiğini, mevcut sistemin takımları, önemli oyuncularını, maaş bütçesinde yer açmak için göndermeye zorunlu kıldığını belirtmişti. Lige 2017’de katılması beklenen ve David Beckham’ın baş hissedarlardan olduğu Miami kulübü de (Miami’nin bir önceki kulübü Miami Fusion F.C., 2001 yılında kapandı) bu maaş sınırına karşı olanlardan. Tabii Beckham bu düşüncenin arkasındaki en önemli isim. Ancak, ligin komiseri Don Barker, üst düzey oyuncuları lige getirme uğruna mali yapıyı bozmak istemediklerini söyleyerek bu fikre mesafeli yaklaştı. Öte yandan, Avrupa’da top koşturmuş büyük yeteneklerin MLS’ye gelme yaşı da geçmişten bugüne oldukça düşmüş durumda. 2000 öncesinde, Eduardo Hurtado, Roberto Donadoni, Carlos Valderrama, Walter Zenga gibi isimler, 30’lu yaşlarının ortasında veya sonunda, kariyerlerini kapatmak için MLS’ye gelmeyi tercih ediyorlardı. 2000/10 arasında bu yaş sınırı aşağı inmeye başladı ve artık önemli yıldızlar 30’lu yaşların başlarında veya 30’lardan önce ülkeye akın etmeye başladılar. Avrupa’da oynayan yerli oyuncular da ülkelerine daha erken dönüyorlar. Michael Bradley 26 yaşında, Roma’dan Toronto FC’yer transfer oldu, Clint Dempsey de 30 yaşında Seattle Sounders’a imza attı. Yarışmacılık MLS, son 11 sezonda 8 farklı şampiyon çıkardı. Geride bıraktığımız 18 sezonda da 9 farklı şampiyon var. D.C. United ve Los Angeles Galaxy 4’er şampiyonlukla zirvedeler. Şampiyonluklar ülkenin doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine yayılmış durumda. Geçen 18 yılda Miami Fusion, Tampa Bay Unity ve Chivas USA takımları kapandı ama New York City F.C. ile Orlando City 2015’te, Atlanta, Los Angeles ve Miami takımları 2017’de lige katılacaklar (Los Angeles’ın ligde zaten bir takımı var). Minneapolis, Las Vegas, San Antonio ve Sacramento da planlar içerisinde. Don Garber 2020’de 22 takıma ulaşmış bir lig hedefliyor. Ancak bu üst düzey yarışmacılığın artması için, uluslararası başarının da eklenmesi gerekiyor. Kuzey Amerika’nın, kulüpler düzeyinde en büyük organizasyonu CONCACAF Şampiyonlar Ligi’nde, MLS takımları henüz şampiyonluk kazanamadı. 2010/11 sezonunda Salt Lake City’nin oynadığı final gelebildikleri en yüksek yer. Buna karşılık Meksika takımları son 9 sezonu şampiyon olarak kapatıyorlar. ABD Futbolu’nun kaderini değiştiren adam: Don Garber 1999 yılında NFL’nin 2. Başkanı Don Garber, MLS Komiseri olarak göreve getirildi. Bu, ülke futbolunun kaderinin değiştiren bir atama olacaktı. Garber gelir gelmez ligi uluslararası standartlara çekmek için eskiden kalan birçok kuralı değiştirdi. 4. kaleci değişikliği, berabere biten maçların uzatmaya gitmesi, orta sahadan topu sürerek yapılan penaltı vuruşları gibi kurallar onun zamanında tarihe karıştı. MLS’yi besleyen ve bir anlamda 2. Lig gibi işleyen Kuzey Amerika Futbol Ligi NASL’ı çekici bir hale getirdi. Katar örneğinde görülen, tamamen şöhretli oyuncuları ve teknik adamları ülkeye çekerek ligin kalitesini artırma politikasının, kontrolsüz büyüme getireceğinin bilincinde olduğundan, istikrarlı bir genişleme planı yaratıldı. 2006 yılında ligdeki bütün takımlara 14, 15, 16, 18 ve 20 yaş altı takımlar oluşturma zorunluluğu getirildi. MLS tarihinde ilk kez, bütün takımları kapsayan yayın ihaleleri onun zamanında yapıldı ve Amerikan profesyonel sporları için bir devrim niteliğinde olan sponsorluk anlaşmalarına imza atıldı. NBA, NFL, NHL, MLB’den farklı olarak, MLS takımlarının formalarının ön tarafına reklam alma uygulaması başladı. Garber’ın yaptıklarını sadece lig için değil, ulusal takımın ilerlemesi açısından da büyük önemi var. Ulusal takım, 1990 Dünya Kupası’ndan beri düzenlenen 7 kupaya da gitti ve bunların 4’ünde gruptan çıkmayı başardı. 2014 MLS Play-off mücadelelerinde şu anda konferans yarı finalleri oynanıyor. New York Red Bulls ve New England Revolution doğuda, Los Angeles Galaxy ve Seattle Sounders batıda kozlarını paylaşacaklar. Son şampiyon Sporting Kansas City, yarı finallere kalamadı. Dolayısıyla bu sezon, yeni bir şampiyon çıkaracak. Sezon 7 aralıkta bittiğinde tekrar Hayatım Futbol olarak MLS’ye değineceğiz. Profil HF152 Emre Gürkaynak TOTTENHAM’IN EN GOLCÜ TARAFTARI HARRY KANE Yeni sezona, attığı 10 golle damga vuran Harry Kane, içlerinden biri olduğu Tottenham taraftarının gönlünü fethederken, Teddy Sheringham’ın mirasını cebinde, ‘yeni Bale’ olmanın yükünü ise sırtında taşıyor Harry Kane, 6 Kasım gecesi Tottenham’ın Avrupa Ligi’nde aldığı 2-1’lik Asteras galibiyetine tek golle katkı verirken; bu sezon 10. defa fileleri sarsıyordu. Henüz kasım ayındayken çift haneye ulaşan 21 yaşındaki oyuncu aynı zamanda takımının en golcüsüydü ve White Hart Lane çimlerine alışkın, Emmanuel Adebayor-Roberto Soldado ikilisinin yeni sezonda toplam 4 golü varken takıma ilaç olmuştu. İyi performansı ve istatistikler Kane’in yanındayken, hafta arasında Ada basını da yer almak için farklı bir saf seçmedi. Tottenham Teknik Direktörü Mauricio Pochettino kadro rotasyonunu katı bir şekilde uyguluyordu ve bu, Kane’in Premier League’in 11. haftasında, Stoke City karşısında ilk 11’de yer almayacağı anlamına gelebilirdi. Basın, işte bu noktada karşı görüş belirtti. “Korkmayın, Harry Kane’i oynatmak, onun kariyerini mahvetmez” ve “Kane Premier League’de başlamayı hak ediyor” kullanılan ifadelerin bazılarıydı sadece. Yeni sezonda henüz bir Premier League maçına ilk 11’de başlayamayan Kane, son dakikalarda biri asistle, biri golle olmak üzere takımına iki defa üç puan getirmişti ve Tottenham bu 6 puanı alamaması halinde 8 puanla düşme hattında yer alacaktı. Yani Kane için şimdi değilse ne zamandı? Ama ‘ne zaman’ı aramaya gerek kalmadı. İngiliz golcü, Stoke City maçına ilk 11’de başladı. Basın taraf tutmazdı ve sahada onun yanında değildi. Ama Kuzey Londra’da tribünler en çok onu alkışlıyordu. Çünkü o da taraftarın içindendi. Stada 15 dakikalık mesafede büyümüştü. Stoke maçı Tottenham için kötü sonuçlanırken tamamı etkisiz takımda Kane de sadece iyi mücadele edebilmişti. Peki basını ve taraftarı arkasına almış, İngiltere Milli Takım Menajeri Roy Hodgson’a, “Böyle devam ederse onu A Milli Takım’a davet ederim” dedirtmiş Harry Kane kimdi? Teddy Sheringham’ın Tottenham’la gollerini sıraladığı 1993 yılında Walthamstow’da doğan ve White Hart Lane yakınında büyüyen Kane’in hayatı, hem daha sonrada idolü olarak gördüğünü söylediği Sheringham’la hem de ailesinin geri kalanı gibi taraftarı olduğunu söylediği Tottenham’la sıkça kesişecekti. Çocuk yaşta Tottenham altyapısına dahil olan Kane, alt yaş kategorilerinden Sheringham’la aynı pozisyonu seçmiş, gol atmayı sevmişti. “Her zaman goller attım ve becerilerime güvendim.” derken, o günleri de hatırlıyordu. İlerleyen yaşıyla birlikte, Kuzey Londra’da A Takım’a yaklaşırken, Tottenham için önemli bir isim olmaya başlıyordu. Jermain Defoe’dan imza alıyor, üst seviye oyuncularla iç içe olma fırsatı elde ediyordu. Ancak üst seviyede rekabet, altyapıda olduğundan daha fazlaydı. A takıma alındığı 2011 yılında, Gareth Bale’nin Şampiyonlar Ligi’nde Inter karşısında fırtına gibi esip, hat-trick yaptığı maçı White Hart Lane tribünlerinden izliyor, unutamadığı o günü, belki de Leyton Orient’le başlayan kiralık takımlar silsilesi boyunca sahaya yansıtmaya çalışıyordu. Leyton’un ardından Sheringham’ın da yolunun geçtiği Milwall’un yanı sıra Norwich City ve Leicester City’de Tottenham’a dönmeyi bekleyen Kane, Tim Sherwood döneminde, yetiştiği, sevdiği takımda şans bulmaya başladı. Pocchettino’nun, sezon başında takımın kumandasına geçmesiyle birlikte bulduğu şansları iyi şekilde kullanan Kane, spot ışıklarını üzerine çekti. Gol repertuarı serbest vuruştan, kafaya çeşitlilik gösteren, Beşiktaş’ı da sert şutuyla avlayan Kane için kimi şimdiden yeni Bale derken, kimi takımda yeteri kadar şans bulamazsa ayrılacağını konuşuyor. İngiltere U-21 Milli Takımı’ndaki partneri Saido Berahino, A milli seviyeye çağırıldığını, annesinin televizyonda görmesi üzerine öğrendiğini söylerken, herkes Kane’in de yakında bir seslenişle aynı durumdan haberdar olacağını biliyor. Belki Kane de tüm bu olanların farkında ancak henüz aldırmıyor. Kendisi gibi Tottenham taraftarı olan idolü Teddy Sheringham’dan birkaç sene önce aldığı tavsiyeleri aklının bir kenarına kazırken; tamamen Tottenham’a odaklandığını söylüyor ve çocukluğunda okulda kapıştığı Arsenalli arkadaşlarına, Arsenal’e gol atarak selam göndermek istiyor… Ahmet Sercan Ergün Profil HF152 AVUSTURYA’DA BiR KATALAN 1970’li yıllarda Avrupa Altın Ayakkabı ödülünü kazanmak günümüze göre çok daha kolaydı. Şimdi adlarını kimsenin hatırlamadığı ‘’golcüler’’; Romanya, Bulgaristan veya Avusturya gibi düşük profilli liglerde tabir-i caizse çılgın atıyorlardı. Bugün yine bir golcü, o yılları hatırlatan bir performansa imza atıyor. Ancak onun yaptıkları, geçmişe nazaran oldukça etkileyici Yıllardır imrenerek izlediğimiz Antonio Di Natale, Francesco Totti ve daha öncesinde Alessandro Del Piero gibi yaşlı kurtların önemli bir ortak özelliği var: Gol. Ülkemizde ‘’Leblebici’’ olarak tarif edilen-ki bu üç oyuncuyu sadece skorer olarak tanımlamak futbolun doğasına ihanet olur- bu tip forvetlere artık rastlanmıyor. Jonathan Soriano, bu tanımlamaya en uygun isim. Geçen sezon Avrupa Ligi ve Avusturya Ligi’nin gol kralı olan tecrübeli oyuncu, Avrupa’nın büyük takımlarının takibinde. Boşa harcanan seneler Jonathan Soraino Casas, 24 Eylül 1985’te Katalunya’nın başkenti Barcelona’nın El Pont De Vilomara kasabasında dünyaya geldi. Altyapı eğitimini Barcelona şehrinin üvey evladı Espanyol’da alan oyuncu, ilk A takım deneyimini 2002/03 sezonunda Rayo Vallecano’ya karşı alınan 3-1’lik galibiyette yaşadı. Ne var ki hala Espanyol’un B takımında top koşturan Soriano ancak 2005/06 sezonuyla birlikte A takıma yükselebildi. A takımda da şansı yaver gitmeyen ve sırasıyla Almeria, Poli Ejido ve Albacete gibi alt lig takımlarına kiralanan oyuncu bir türlü istenen çıkışı yapamamıştı. Espanyol B takımıyla 70 maçta 32 gole ulaşsa da, bu istatistik onu A takımın bir parçası yapmaya yetmeyecekti. Barcelona kariyeri 2009 Ocak’ta yine bir Segunda Liga takımı olan Albacete’ye kiralanan oyuncu, sezon sonunda Espanyol tarafından serbest bırakıldı. Artık 24 yaşındaydı ve düzenli oynayabileceği bir takıma imza atma niyetindeydi. Beklediği teklif şehrin büyük ağabeyi, Dünya devi Barcelona’dan geldi, Soriano artık Barcelona için top koşturacaktı. Burada ufak bir detayı atlamadan olmaz elbette, Soriano’nun yeni takımı 3. ligde top koşturan Barcelona B’ydi. Barcelona B formasını iki buçuk sezon giyen Jonathan Soriano, Katalanlar adına 79 maçta 55 gol kaydetti. Onun forma giydiği dönemde Barcelona B, 11 yıl aradan sonra İspanya 2. Ligi’ne döndü. Soriano asıl çıkışını 2010/11 sezonunda yaptı. Takımı adına 30 gol kaydeden oyuncu, nihayet kendini gösterme şansı bulmuştu. Barcelona B ligi ilk 6 sırada tamamlayıp play-off oynama hakkı kazansa da, statü gereği bu hakkını devretmek zorunda kaldı. Küllerinden doğan bir golcü Aslında Soriano gibi bir oyuncu için ‘’küllerinden doğmak’’ kalıbını kullanmak çok da yerinde olmaz. 27 yaşına kadar İspanya’nın alt liglerinde top koşturan bir oyuncudan beklentiler haliyle düşük olacaktır. Onun kaderini değiştiren transfer ise Avrupa’nın yükselen yıldızı Bundesliga’nın gölgesinde kalan Avusturya Bundesliga’sına, Salzburg’a gitmesiyle gerçekleşti. 2005 yılında Red Bull tarafından satın alınan SV Austria Salzburg, son şampiyonluğunu 1996/97 sezonunda yaşamıştı. Satın alınmanın ardından yükselişe geçen kulüp, Red Bull sonrası dönemde tam 5 şampiyonluk elde etti. Ocak 2012’de takıma katılan Soriano, ilk sezonunda lig ve kupa dublesi elde etti. Takıma katılmasının üzerinden henüz bir buçuk yıl geçmesine rağmen kaptanlığa getirilen Katalan, bu motivasyonunun da katkısıyla gollerini sıralamaya başladı. Kampl ve Mane’nin hücumda desteklediği golcü oyuncu, özellikle Avrupa Ligi’ne damga vuran oyunculardan biri oldu. Geçen sezon UEFA Avrupa Ligi’nin gol kralı olan tecrübeli oyuncunun adı İspanya Milli Takımı için bile anılmaya başladı. Alt yaş gruplarında İspanya forması giyen Soriano, Katalunya için de 4 kez forma giymişti. Kariyeri nasıl şekillenirse şekillensin o, en iyi bildiği işi yapmaya devam edecek. Sessiz sedasız gollerini sıralayacak, değerini bilemeyenlere inat. Futbol Kültürü HF152 Rafet B. Eryılmaz YEŞiL SAHADAN BEYAZ PERDEYE Türk Sineması’nın 100. yılına tanıklık ettiğimiz şu günlerde futbol sahalarının sinema sahnelerindeki izdüşümünü mercek altına aldık Sinemanın ülkemize gelişi futbolla hemen hemen aynı döneme rastlıyor. 1914’te çekilen ‘Ayestefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı’ isimli film, Türk Sineması’nın resmi başlangıcı olarak kabul ediliyor. Sinemamızın 100. yılını kutladığımız şu günlerde biz de Türk insanının en büyük iki eğlencesi olarak kabul edebileceğimiz futbol ve sinemanın birlikteliğine göz atmak, bu birleşimin güzide örneklerini hatırlatmak istedik. Sinemada maç yayını Sinemanın doğduğu dönemlerde taşıdığı en önemli amaçlardan biri de haber verme amacıydı. Tüm dünyada, 20. yüzyılın başında sanatsal içerikli filmlerin yanında dünyadaki haberlerin derlendiği filmler de büyük ilgi topluyordu. İşte sinemanın haber verme işlevi ilerleyen yıllarda futbolla kesişti ve ilginç bir yöne evrildi. Televizyonun yaygın olmadığı yıllarda futbol maçlarını takip etmek için radyodan ve gazetelerden başka bir yol daha vardı, o da sinemaydı! Maçların görüntüleri, genelde oynandıktan bir gün sonra yayınlanıyordu. Spiker koltuğunda ise Halit Kıvanç vardı. 1974 Dünya Kupası’nın naklen yayınlanmasıyla sinemada futbol maçı izlemek tarihe karışsa da bir neslin gençlik ve çocukluk anılarında sağlam bir yer edindi. Biyografik deneme Futbolun Türk sinemasındaki ilk büyük yansımasını 1965’te Atıf Yılmaz’ın yönetmenliğinde çekilen Taçsız Kral filmiyle görürüz. Ertem Eğilmez’in yapımcı, Safa Önal’ınsa senarist olduğu film, Galatasaray’ın efsane ismi Metin Oktay’ın hayatından kesitler sunar. Gönül Yazar ve Ajda Pekkan gibi dönemin meşhur kadın sanatçılarının da yer aldığı filmde, Metin Oktay kendini canlandırır. Yıldızlarla dolu kadrosuna ve döneminde büyük ilgi toplamasına rağmen film Türk Sineması’nın kıymetli yapımları arasında gösterilmez. taçsız kral Hababam Güm Güm Güm! Kültür Bakanlığı’nın yaptığı 100 yılın en iyi 100 Türk filmi listesinde 2. sırada kendine yer bulan Hababam Sınıfı’nda da futbolun geniş yer tuttuğunu söylemeliyiz. 1957’de Rıfat Ilgaz’ın yayınlanan romanından uyarlanan filmde, Hababam Sınıfı’nın öğrencileri ön bahçede futbol oynayarak müdür yardımcısı Mahmut Hoca’yı kızdırırlar. Hababam’ın etrafında birleştiği bir diğer şey de Fenerbahçe tutkusudur. Fenerbahçe maçları için okuldan kaçan öğrenciler, okulun bekçisi Veysel Efendi’yi her seferinde atlatmayı başarırlar. Hababam’ın Fenerbahçe tutkusu, kulüp tarafından da yankı bulmuştu. Geçen sezon oynanan Beşiktaş maçında açılan “Aç kapıyı Veysel Efendi, Fener geliyor!” pankartı filme bir göndermeydi. Aynı zamanda stadyum hoparlörlerinden de gollerden sonra filmin Melih Kibar imzalı müziği de çalınmıştı. Futbol üstünden sistem eleştirisi 12 Eylül 1980’deki askeri darbe sonrasında Türkiye’de yaşanan sosyal değişim sinemaya da yansır. 1983’te kurulan Turgut Özal hükümetiyle iktisadi olarak bambaşka bir yöne giren ülkede, sosyal sınıflar arasındaki ilişki de değişikliğe uğrar. “Benim memurum işini bilir” diyen başbakanın ülkesi, ‘ya topçu ya da popçu’ olmak hababam isteyen gençlerle dolar. İşte bu değişimin en net şekilde yansıtıldığı filmlerden biri 1985’te çekilen Ya Ya Ya Şa Şa Şa’dır. Ümit Efekan’ın yönettiği filmin başrolünde yer alan İlyas Salman, futbolcu olma hevesiyle yanıp tutuşan bir kapıcı çocuğudur. Babasının çalıştığı apartmanda oturan Fenerbahçeli futbolcuya özenen, aynı apartmandaki banka müdürünün kızına platonik duygular besleyen İlyas’ın hayatı Fenerbahçe’yle anlaştıktan sonra değişir. Şöhret basamaklarını hızla tırmanan İlyas’ın karakterindeki değişim ve elde ettiği başarı karşısındaki bocalaması filmin temelini oluşturur. Gelir adaletsizliğini ve meşhur olma sevdasını net bir biçimde ortaya koyan film, futbol dünyasındaki figürleri de net bir biçimde kullanır. Sait Hopsait ve Kaleci Bülent Aziz Nesin’in aynı adlı romanından uyarlanan Gol Kralı, hem Kemal Sunal sinemasında hem de Türk güldürü tarihinde özel bir yere sahiptir. Parayı bulan futbolcunun değişmesini anlatması açısından Ya Ya Ya Şa Şa Şa’nın öncülü sayılabilir. 1978 yapımı İnek Şaban da benzer bir temayı içerir. Kaleci Bülent’in Galatasaray ile Fenerbahçe arasındaki git-gelleri dönemin futbolcu profilini tüm ayrıntılarıyla gözler önüne serer. Bir Anadolu portresi Serdar Akar’ın 2000’de çektiği Dar Alanda Kısa Paslaşmalar, futbolun merkeze alındığı bir Anadolu portresi çizer. Güçlü kadrosu ve yönetmenin attığı kusursuz imzasıyla son 20 yılın en çarpıcı filmlerinden biridir. Esnafspor’un hikayesinin anlatıldığı filmde, aşka, zamanın getirdiklerine ve mahalle kültürüne geniş yer verilir. Futbolumuza sayısız isim kazandırmış Bursa’da geçen filmde, Erkan Can ve Savaş Dinçel başta olmak üzere baş döndürücü oyunculuk performansları izleriz. Çarpıcı ismi ve Hacı Hoca’nın efsaneleşmiş “Hayat futbola benzer fena halde” repliği Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’ı futbol ile sinemanın kesiştiği noktanın en tepesine kondurur belki de. Dar Alanda Kısa Paslaşmalar