Dü ünceniz genç kal
Transkript
Dü ünceniz genç kal
Dü ünceniz genç kal DÜŞÜNCE & FİKİR DERGİSİ SAYI: 13 Kardeşim kan kokuyor İslam’da Eğitim düzeni Biz sövmeyiz severiz Aile ve çocuk terbiyesi Rachel Corrie Dünya’yı yöneten kukla yöneticiler Ülkem gibi kokuyorsun sen Alevi Asimilasyonu YIL: 2 MART / 2014 fotoğraf: Mohammed Abed / AFP / Getty Images Editörden... Karanlıkta bırakıp gizlemeye çalıştığımız ve kimselerin göremeyeceğini düşündüğümüz nice yanlarımız, normal zamanlarda da herkesten gizlediğimiz asıl yüzümüzü günü geldiğinde yüzleştirilmek üzere karşısına çıkarıldığımız ilahi ayna. Oysa her gördüğümüz de birer ayna değil mi? Tenkit ettiklerimiz, övdüklerimiz, aşağıladıklarımız, yücelttiklerimiz, baş tacı yaptıklarımız, dışladıklarımız, canımızı feda ettiklerimiz ve gözümüzü kırpmadan öldürdüklerimiz… Evlerimiz, bahçelerimiz, davarlarımız, arabalarımız ve saltanatımız yani dünyalıklarımız. Her varlıkta görünen ve fakat bir türlü görmek istemediğimiz suretimiz ve biz… Kurtulmak isteyip de ve fakat vazgeçemediğimiz en ağır günahlarımız. Herkesten gizlediğimizi asıl hesap vereceğimiz makamdan ne kadar gizleyebiliriz? Karanlık çöktüğünde her zerrenin üstüne, bir yol belirlenir gece yürüyüşüne çıkanlar için. Yıldızlardan yol bilinir, ışıksa gecenin sırrıdır. Sırrı sır olanın yolu aydınlık olur… tapınaklarımız ve bizi mesut etmeyen aşklar… günahlardan arınmak isterken içimizdeki şeytana secde ederiz çoğu zaman ne cennetimiz var bu alemde nede cennette bizi bekleyen vaad edilmiş makamlar insanca yaşıyoruz sözde oysa en kor ateş özde yanıyor ve şimdi! şimdi diye başlayıp da çıkıyorum kabuğumdan zaman yeniden başlama zamanıdır, uzunca bir yol omuzlarımıza yüklediğimiz o kirli bohçaları ve yeni bir gün bir bir atma zamanıdır şimdi düşlerimizi, hayal kırıklığımızı bu bir hicrettir dua makamına gece boyu işlediğimiz cinayetler münacat azığımız, dilimiz zikre dursun iflah ettiğimiz bedenler hayat zikirdir, hayatı hakça zikredelim… içimizde kurduğumuz küçük küçük cumhuriyetler… kurduğumuz sarayların en yüce yerine oturttuğumuz bebek yüzlü şeytanlar… her şeytan ayrı yerden saldırıyor. ibadetlerimiz söz/ün miracına varmak tek muradımız olsun. Sözde kalın, özünüzü bulmak için… KÜNYE Düşünceniz genç kalsın... FİKİR VE DÜŞÜNCE DERGİSİ Yayın Süresi: MART Yıl: 2 Sayı: 13 6/9 Yusuf Özkan Özburun Kardeşim kan kokuyor Sorumlu Yazı İşleri Müdürü & Editör Aydın ALTAY Genel Yayın Yönetmeni Ferşid PİROUZNİA Haber Müdürü Mehmet GÜRHAN Tercüme Fatma BATKİTAR Fatma Zehra YÜCEL Dilek Çetin Kültür Sanat & Sinema Turgay CANDAN Sanat Yönetmeni 10/19 20/21 Ali Sefai İslam’da Eğitim düzeni Ali Şeriati Nevruz Eyyüp Sultan SOYLU Dizgi & Tasarım ERS REKLAM İletişim info@7soz.com 22/25 Yağmur Beyaz Nevruz İÇİNDEKİLER 26/31 32/35 36/37 38/43 Hasan Kanaatli Biz sövmeyiz severiz Abbas Karimi Aile ve çocuk terbiyesi Fatma Sevimli Veda Rachel Corrie Mahmut Özdemir 44/45 Şiir 46/49 Tevekkül Erol Dünya’yı yöneten kukla yöneticiler 50/51 52/55 Muhammed Bakan Ülkem gibi kokuyorsun sen Özgür Arapoğlu Alevi Asimilasyonu Kardeşim, kan kokuyor gözlerin Sana bir merhaba niyetine tüm bu Kabil soyuna inat Habil’in tavrını hatırlatıyorum Tam askerlik süresinin kısaltılmasından (Türkiye tarihinde ciddi anlamda ilk defa) bahsedilir… Tam (yine ilk defa) ordunun iç harcamaları Sayıştay tarafından denetlenmeye başlar, yıllardır sorgulanamayan örtülü ödenek, doğru dürüst denetlenemeyen kışla kantininden orduevine kadar iç mekanizma sivil irade tarafından denetlenmeye başlar… ‘Askeri müzik ne kadar müzikse askeri yargı da o kadar yargıdır’ diyen dü- 6 7SÖZ şünürü hatırlatan ‘askeri yargı’nın, sivil yargının denetim ve gözetimine verilmesi ciddi anlamda gündeme gelir, hatta kimi küçük örnekleri kendini gösterir… Tam bedelli askerlik uygulaması ufukta tüllenir. Askeri kafa, askeri söylem karşısında; koyu militarizm katkılı, din soslu, biraz tarih garnitürlü, bol ‘milli-manevi değerlerimiz’ nutuklu kara milliyetçilik karşısında ‘insan’ hatırlanır, birbirine açılmaktan bahsedilir, ibre manevi değerlerden yana kaymaya başlar, güç karşısında Söz yükselişe geçer… Tam ülkenin ekonomik tarihinde ilk defa ülke kaynakları bünyenin kılcal damarlarına doğru yürür, paylaşım çok adil olmasa da yukarılarda buharlaşmadan aşağıya inmeye, memleket insanına insanlığını hatırlatacak projeler konuşulmaya başlar…. yaşanan ‘Allah affetsin Türkiyeliyim’ sendromu yine ilk defa yerini net ve diri bir duruşa bırakmaya koyulur. Yere baka baka enseyi karartan insanlar ülkesi biraz olsun ‘ufka bakanlar ülkesi’ne dönüşmeye yüz tutar… Devlet, çatık kaşlı agresif ‘dövlet baba’ modundan çıkıp anaç bir edaya bürünür gibi olur. Sosyal devletten, herkesi kucaklamaktan, ırkçılığın dar girdabını parçalamaktan, geniş düşünmenin, en azından dünya haritası ölçeğinde düşünmenin öneminden bahsedilir… Peki bütün bunlar olurken bilin bakalım ne olur? Tam ülkeyi 1980’lerin ortalarına kadar Ruanda, Uganda tipinde içine kapalı, kontrolü kolay, ikide bir dayak atılan ezilmiş bir çocuk gibi idare edenler ve bundan da gayet memnun gözüken eli sopalı, dili ‘Yerli malı Türk’ün malı herkes onu kullanmalı’ teraneleriyle gürültülü, ‘Bize bizden gayrı dost yok’ diye diye, memleket evladının tamamına ‘yaylalar yaylalar’ dedirte dedirte güya komşu kızını zapt-u rapt altına alanlar geri basar gözükür… Yıllarca halının altına süpürülmüş temel sorunlar, doğrudan insana ilişkin problemler bir bir ele alınmaya, en azından sözkonusu edilmeye başlanır, kadın hatırlanır, erkek hatırlanır, cinnet geçiren aile hatırlanır, merhamet hatırlanır, Somalili kardeşin insani çığlığı hatırlanır, hatırlanır oğlu hatırlanır… Dış politikanın ‘stratejik derinliği’ Suriye aynasında bir kez daha kendini gösterecek olur, Türkiye dışına çıkıldığında Ve kan kokusu her yanı kaplar, bir anda kan rengi bulutlar afakı sarar… Kandan duvaklara sarınmış tabut gelinleri suyun başındaki yedi başlı ejderhaya kurban verilir ve bu tam zamanında yapılır. Flaşlar patlar, kameralar çalışır, haber bültenlerinin seküler vahyi andıran velveleli sayhası her eve, her göze, her gönle düşer… Yine başa dönülür, ‘silbaştan yaz bu mutantan hikayeyi katip’… Militarizmin derin homurtuları cezbeyle kükremeye başlar. Milliyetçiliğin kara baharı yeniden yeşerir… ‘Hükümet istifa’ diye boğuk bir ses yükselir… Altı okun biri yine böğrümüze batar… Çullan hükümete, çullan insanın ense köküne… Televizyonu, radyosu, gazetesi, interneti, büyük sahra topları gibi kardeş gönüllerin tepelerini dövmeye başlar… ‘Soykırımsa soykırım yetti artık’ diyeninden tutun da ‘Zerdüşt’ün izinde kan pahasına alınması gereken öç’ten bahsedenine kadar ortalık Türk ulusalcılığının karanlığından Kürt ulusalcılığının mezbelesine yuvarlananlarla dolar… Yine Siirt’li Abdülkadir Çorum’lu Mehmet’i ya da Kırşehir’li İbrahim Mardin’li Bilal’i vurmuştur, olan onlara olmuştur… Kampanya onların canları üzerinden yürütülen derin, pahalı, iştah kabartan bir kampanyadır… Bol taşeronlu katılımla gerçekleşen bir kan kampanyası… Sonra açıklama aniden gelir: Bakan ‘Askerlik süresiyle ilgili hiçbir çalışmamız yok’ der. Bir anda. Halbuki kısa bir süre ARALIK 2013 7 önce ciddi anlamda çalışmalar olduğuna, askerliğin süresinin mutlaka kısaltılacağına ilişkin haberler kamuoyunda tartışılmıştı. Yükselen duygusal mantık yürütmeye dayalı sesler karşısında hükumet ister istemez sertleşir, ‘dövlet baba’ hissiyatı nüksetmeye başlar… (Ama birader bu hep böyledir yahu…) Bıçak kemiğe dayanmıştır, Ramazan’daki sabır bile tükenmiştir, bundan böyle söz değil eylem görülecektir. Onca çaba, onca alınan mesafe güme… Ellerini oğuşturan derin militarizm, dip milliyetçilik bıyıksız dudağında uçuk bir gülümsemeyle yine oradadır. Kendisinden ‘toplumun nefsi’ kavramını öğrendiğim Malik bin Nebi, bir memleketi oluşturan tek tek insanların gönlünde yatan aslanların, kafasında oynaşan fikirlerin, kalbinde kıvılcımlanan hislerin çoğunlu- 8 7SÖZ ğunun genel istikametini, toplumun nefsini oluşturduğunu söyler… Bu manada Türkiye insanlarının tekil olarak zihin ve kalplerinde menhus bir militarizm ve faşizm damarı, meş’um bir ulusalcılık eğilimi olmasa acaba ‘toplumun nefsi’nin ibresi bu kadar şaşar mıydı? Sinelerdeki ‘manevi terör’ olmasaydı, sosyal terör bunca tesir icra eder miydi? diye sorasım geliyor. Bir zamanlar ünlü bir yazar ‘Her evde bir general var!’ diye yazmıştı, benimse ‘her gönülde’ diyesim geliyor… Onsekizinde bir delikanlıyken kendisinden ‘Militarizmin Kökenleri’ni ders aldığım Arnold Toynbee daha en başta bize ‘barışçı güçlerin savaş güçlerine üstün geleceğini’ müjdeliyor. İlginçtir, hep olduğu gibi şu anki mücadele de barışçı güçlerle savaş güçleri arasındadır. Bu anlamda saf tayini yapmak elzem gözüküyor. (‘Ak parti 6 ay içinde istifaya zorlanacak, ciddi bir eylem planı devreye konulacak, bunun da ilk adımı şehit cenazeleri ile atılacak, ardından hükumete rota değişimi yaptırılacak’ meailinde ifadeler kaleme alan Emre Uslu enteresan bir öngörüyle acaba neyin işaretini veriyor bize?) ‘Kılıcı yerine koy, kılıcı çekenler yine onunla öldürülecekler’ diyor Hazreti İsa… Yükselen bu kan dalgası karşısında bilhassa kılıcına sarılanlar, hükumet ve halk, doğu ve batı, her kesimi bu sözü iyi anlamalılar. İpek mendili havaya atıp kılıcını altına tutarak ikiye bölen hükümdarın ‘soft power’ı ile gürzünü taşa vurup parçalayan kralın ‘hard power’ı iyi kıyaslanmalıdır. Zamanın ruhu yumuşak güçten yanadır. Kandil’i askeri uçaklarla hep yapıldığı gibi bombalarınızla yerle bir ettiniz, tamam haklılık payınız var, tamam kızgınız, peki bir kısım yüreklerdeki ‘Kandil’i ne yapacaksınız, ‘Ötüken’i, Orta Asya steplerini ne yapacaksınız? ‘Biz topuz değil nur gösteririz’ demişti Said Nursi… Kardeşim asıl sen ne diyorsun, onu söyle hele. Gönlünde yatan aslandan ne haber, hele onu haber ver… Kardeşim gözlerin kan kokuyor, sıkılmış yumruğunu görüyorum. Bense sana bir merhaba niyetine tüm bu Kabil soyuna inat Habil’in tavrını hatırlatıyorum: “Ey kardeşim Kabil, eğer beni öldürmek için elini uzatırsan ben seni öldürmek için elimi uzatmam. Ben isterim ki, hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenip ateşin dostlarından olasın. İşte zalimlerin cezası budur…” Yusuf Özkan ÖZBURUN Ve kan kokusu her yanı kaplar, bir anda kan rengi bulutlar afakı sarar… Kandan duvaklara sarınmış tabut gelinleri suyun başındaki yedi başlı ejderhaya kurban verilir ve bu tam zamanında yapılır. Flaşlar patlar, kameralar çalışır, haber bültenlerinin seküler vahyi andıran velveleli sayhası her eve, her göze, her gönle düşer… MART 2014 9 İslam’da eğitim düzeni Ali Safai İslam’da eğitim yönteminden sonra İslam’da eğitim düzenine ulaşırız. Bu düzenli yapıda tezkiye, talim, tezekkür, tedebbür, tefekkür ve taakkule değinmek lazım. İlk bölümde özgürlük, tezkiye ve terbiyeye değineceğiz. ÖZGÜRLÜK VE TEZKIYE Doğru yolu bulmak ve hakikate ulaşmak isteyen kimse için sadece düşünce sahibi olmak yeterli değildir. Gerçi tefekkür eğitimin altyapısı ve gelişim sebebidir. Engin tefekkürlerle Hakk’a ulaşmadığı gibi aksine ümitsizliğe düşen kalan ya da sapıp giden birçok kişi görüyoruz. Bu her iki grup da az değiller ve belliler de. Amaca ulaşmak isteyen kişi hem yürümeli, hem yoldan yürümeli ve yolda başlamalı. Yoksa sadece gitmek, sonuca ulaştırmaz. 10 7SÖZ Bir araştırmacı doğru bir şekilde araştırmaya başlarsa ve doğru bir yöntemi kullanırsa gerçeğe ulaşabilir. Araştırmacı her şeyden önce kendini her türlü inanç ve ekolün çekiminden kurtarmalıdır. İnsanın düşüncesi, bir pusula gibi yolu aydınlatıp belirleyebilir. Pusula, çekim güçlerinin etkisi altında kalmadığı sürece. Bir pusula, güçlü bir mıknatısın yanında yer alır ve manyetik alanı değişirse, artık kuzey ve güney kutbunu belirtmez ve yolu göstermez, bu pusulaya güvenerek hareket eden insan mutlaka yolunu kaybeder. Söylediğim gibi bu bozulmuş pusulanın tehlikesi, pusulasız olmaktan daha az değildir, hatta daha fazladır. Karışık ve tutsak düşüncelerle hareket edenler, hiç düşüncesi olmayan ve bir işe başlamamış olanlardan çok daha fazla yolla- rını kaybetmiştir. İnsanın düşüncesi, alışkanlıklardan, taklitlerden, menfaatlerden, güdülerden ve taassuplardan ne çok etkilenmektedir ve sonuçta bu düşünce yine bunlarla sonlanır, hakikatle değil. Sonucu bunlardır, hakikat değil. Büyüklerden biri, kuyu suyu ile ilgili araştırma yapmıştı ve şu sonuca ulaşmıştı: Kuyu suyu, değişmediği, rengi, kokusu ve tadı değişmediği sürece necis olmayacaktır ve kullanılabilecektir. Bu araştırmayı bitirdiğinde kendi evinde bir kuyu olduğunun farkına vardı. Böylece kendi kendine dedi ki ‘belki de bu kuyu ve kendi rahatım için bu fetvayı vermiş ve bu sonuca ulaşmışımdır.’ Bu yüzden kuyuyu doldurmalarını söyledi ve sonra tekrar araştırmaya başladı. Kuyusu olmadan ve menfaatleri onu yanıltmadan. İnsan harekete başlamadan önce özgür olmalı, menfaatlerden, heveslerden, taassuplardan, alışkanlıklardan ve taklitlerden kendini kurtarmalıdır. Şimdi insanın bu çekim faktörlerinden kendini nasıl kurtarabileceği sorusuna ulaşıyoruz. Cevap: İnsan meraklılık ve hakikat arayışı gibi iki güce sahiptir. Merak, düşünceyi harekete geçirir ve hakikat arayışı onu kontrol eder. Bu kontrol gücü menfaatlerin, heveslerin ve taassupların önüne geçebilir. Bir amaca doğru hareket etmek ve bu amaca ulaşmak isteyen kişi, artık babasının gittiği yoldan veya evinin yanındaki yoldan başlamayı düşünmez veya bu yolda benim için menfaat var, para gerektirmiyor, bu yoldan gideyim demez. Biz Tahran’a doğru gitmek istiyorsak ve orada işimiz varsa, örneğin orada İsfahan’a bedava giden araçlar da olsa, örneğin Kaşan yolu hemen yakınımızda da olsa veya babamız Kaşan’a gitmiş olsa da Tahran yolundan vazgeçmeyiz. Hakk’a ulaşmak isteyen, Hakk’ı isteyen kişi de Hakk’ta faydalar olduğunu ve gelişimin olduğunu keşfeden kişi de, artık menfaatler, hevesler veya yanlış taassuplar hatırına ondan vazgeçmez. Bu hakikati arama gücü ve bu güçlü amil, insanı heva ve hevesten, menfaat ve taassuplardan kurtarır. Alışkanlık ve taklitler ise kişilik gelişimi ve kişilik oluşumu ile ortadan kalkar. Taklit, kişilik yokluğunun gereğidir ve insanda kişilik oluştuğu zaman taklit ve alışkanlıklar ortadan kalkar. İnsanda kişilik özelliklerini artıran ve onu büyüten faktörler çeşitlidir. Telkin, mukayese, rekabet, saygı ve ihtiram kişiliğin gelişimine yardım eder. Benim başkasından ne eksiğim var veya onun benden ne fazlası var ki ben onun peşine düşeyim ve onu takip edeyim? Eğer onun delili ve mantığı varsa neden mantık olmaksızın onu kabul edeyim? Eğer ortada mantık yoksa neden kendim bir plan yapmayayım? Eğer ben taklit edici ve tabi olacaksam öyleyse Hakk en iyi örnek ve en iyi ‘tabi olunan’ dır. Bizim kalbimiz var, beynimiz var, kullanmak istediğimiz yeteneklerimiz ve sermayelerimiz var. Karşımızda çeşitli yollar ve kullanımlar var, örneğin bizim kalbimiz, insanların kalbi, dünya, şeytan ve Allah. Bunlar, yeteneklerimizi kullanma konuları olabilir. Şimdi bu yollardan hangisinde daha fazla kar ve geri dönüşüm olduğuna bakmalıyız. Nefis, diğer insanlar, dünya, şeytan ve Allah; bunlardan hangisi bizim için daha faydalıdır. Ben Allah’ın şu ana kadar bize verdiği nimetleri hesaba katmadan konuşuyorum, hiçbir şey verilmediğini farzedelim. Ve Allah gelecekte bize bir şey verecek ve ödüller bahşedecek demiyorum. Farzedelim ki ortada ödül vs. yok. Bu iki farz ile yukarıdakilerden hangisinin daha layık ve hak eden, ihtiyaçsız, daha güzel ve daha kamil oldu- MART 2014 11 ğunu görmek istiyoruz. Bunlardan hangisi diğerlerinin üzerinde egemendir? Ve bunlardan hangisi daha güçlü ve izzet sahibidir? Bu alemde her halukarda tükendiğimize göre kim kendisi için tükenmeye daha layıktır? Biz eğer bu şekilde özgür olursak, bu şekilde özgürce düşünürsek ve kıyaslarsak sonuca ulaşırız. Ayrıca nefis, insanlar, dünya ve şeytan sadece tüketicidir, hiç fayda sağlamazlar ve sadece bizim yeteneklerimizi yutarlar. Bunların hiçbir şeyi yoktur ve hiçbir şey vermezler. Bir şey verecek olsalar da vermeden önce alırlar ve sonra verirler. Bunlar baştan sona ihtiyaç sahibidir. Eğer istemeseler de biz ihtiyaçlarının esiri oluruz ve deliklerinden birinde gömülürüz. Ama Allah’ın ihtiyacı yoktur ve bizi yolunda feda edeceği bir isteği yoktur. Biz servetlere ve hazlara da ulaşsak, çok para da kazansak bu servet ve lezzet bize hangi yeteneği kazandırır? Servetleri çoğaltan biziz ama ya servetler sadece bizim gücümüzü tüketmiş ve üst üste birikmiştir. Farzedelim bize refah ve huzur sağlasalar da daha fazlasını bizden almışlardır. Biz sadece refah için mi bu kadar yeteneğe sahibiz? Refah için bir insan olmaya ihtiyacımız olmazdı. Bir keçi, koyun veya bal arısı bu kadar yeteneğe sahip olmadan da daha yüksek bir refah derecesine sahiptir. Düşünce, akıl, irade, vicdan ve furkana sahip olmadan. Onların giysileri yanlarında, yiyecekleri ellerinin altında. Hiçbir zaman intihar da etmediler; çünkü kendilerinden haberleri yoktu. Özetle nefis, halk, dünya ve şeytan yolunda kulluk etmek kaybedilmekten başka bir şey, hüsrandan başka bir şey değildir. Bunlara kul olmak esirliktir ve Hakk’a kul olmak özgürlüktür. Elinde yemek olan ve üstünde elbise olan güzel bir çocuk, onun güzelliğine, yemeğine ve elbisesine göz diken kişilerin eli- 12 7SÖZ ne düşerse, hangisine dönse bunlardan birini kaybeder. Ona bir şey verseler de daha önemli bir şeyi alacakları içindir. Bu anda çocuk babasının esiri olursa, ona dönerse ve onun kölesi olursa kesinlikle hiçbir şey kaybetmez, aksine kazanır. Babaya esir olmak, özgürlüktür ve Hakk’a kulluk kurtuluştur. Tağutlardan ve her biri sermayelerimizden birine göz dikmiş ve varlığımızın bir kısmı için planlar yapmış hırsızlardan kurtuluş. Bazıları, özgür olmasalar da arınmasalar da düşüncelerinin sonuca ulaşacağını zannediyorlar. Bunlar aynı necisliklere bulaşan ve bunlardan arınmak yerine kendine pahalı parfümler süren kişi gibidir. Bu zavallı, bu kadar harcamaya rağmen çok çekici bir varlık olmayacaktır, herkes ondan kaçacaktır, hatta parfümün kokusunu da pisliğe karıştıracaktır. Bunlar, hızlı bir araç ile yolsuz bir alanda hızla giden kişiler gibidir. İyi bir araç yola çıkmadığında sadece kayolmaya neden olur. Öyleyse yolu bulmak için birkaç gün durakladıysak ve kirliliklerden arınmak için bir saat harcadıysak yoldan geri kalmamışızdır, amaçtan geri kalmamışızdır ve boş oturmamışızdır. Tersine en büyük işleri yapmışızdır. İnançlar için kıyam etmek ve alışkanlıklara, taassuplara, menfaatlere, taklitlere ve Hakk dışındaki her şeye karşı ayaklanmak, necislikten ve kirliliklerden arınmak ve tezkiye; karmaşık, esir ve bulaşmış düşünceden daha önemlidir. Bu kıyam için ilk aşamada merak ve hakikat arayışı faktörlerinden faydalanıyoruz. Merak bizi harekete geçirir ve hakikat arayışı bu hareketi kontrol eder ve ona rehberlik eder. Bunlar ilk aşamada gerçekleşir. Sonra takva, özgürlük ve eğitim ve öğretimden elde edilen bilgi faktörleri vesilesiyle daha çok özgürlüğe ulaşabiliriz. İnsanın büyüklüğünü tanımak, yolun genişliğini tanımak, Allah’ın rahmetini tanımak, dertleri ve acıları tanımak, ölümü tanımak bizi daha büyük ve çeştli özgürlüklere götürür. Bu yüzdendir ki Kur’an’da özgürlük, bazen eğitimden sonra bazen de ondan önce ortaya konmaktadır. Çünkü özgürlükle ilgili faktörlerden bir kısmı eğitime ihtiyaç duymamaktadır, merak ve hakikat arayışı gibi. Diğer kısmı ise eğitimin, geniş bilginin ve takva faktörlerinin sonucudur. EĞITIM VE ÖĞRETIM Çok güçlü yeteneklerle donanmış insanlar vardır. Bunlar, kendi kendilerine bir işe başlayabilir hatta çok büyük sonuçlara da ulaşabilirler. Terzilik, marangozluk veya elektrik ve tamircilik gibi işlerde kendi başlarına ve usta olmaksızın bir işe devam edebilirler. Ama bu kişiler doğru yolu bulabilmek, ipin ucunu yakalayıp ileri koşabilmek için engin yeteneklerinin bir kısmını yollarda ve çıkmazlarda tüketmek zorundadırlar. Eğer bunların bir ustası olsaydı ve eğitim alsalardı kesinlikle daha çok ilerleme kaydederlerdi ve daha çok kar elde ederlerdi. Bunların kendi başlarına ve usta olmaksızın bir yere gelmiş olmaları ve ustalaşmaları bizi aldatmamalıdır. Bu kişilerin eğitim aldıkları takdirde ne kadar ilerleyebileceklerini ve ne kadar sürede maharet ve ustalığa ulaşabileceklerini değerlendirmemiz gerek. Bu noktadan habersiz olmak, yalnız ve üstat varlığına önem vermeyen kişilerin bir köşeden başlayıp yenilgiler ve tecrübeler sonucu yeteneklerinin bir kısmını boşa harcamalarına veya zorluklarla ve çıkmazlarla karşılaşma sonucu ümitsizliğe düşmelerine ve sonuçta inişe geçmelerine veya nefretin esiri olmalarına sebep olur. Araba kullanmayı öğrenmek için kendi başına arabalara binmek ve çaba harcayarak sonuca ulaşmak mümkündür; ama vites değiştirmek için debriyaja basmak gerektiğini öğrenene kadar kaç araba bozulacaktır! Eğiticinin olmaması sonucu kazalar olabilir, kanlar dökülebilir ve yetenekler yok olabilir. Veya yenilgi ve zarar sonucu amaçtan vazgeçilebilir ve araba sürmekten bıkılabilir. Ama eğer program dairesinde ve eğiticinin rehberliğinde eğitim alınırsa çok çabuk sonuca ulaşılır. Eğitim meselesinde ve tedebbür ve MART 2014 13 tefekkür için birçok yetenek sahibi kendi başına gelişebilir, kendine bir yol bulabilir ve sonuçlara da ulaşabilir; ama geri kalmışlıklar, tehlikeler, yenilgiler ve ümitsizlikler, yol üzerinde bekleyen uçurumlardır ve geçişe engel olurlar. Bu yüzden kendi başına başlayanların birçoğu kendi düşünceleriyle yanlış sonuçlara ulaşmış, yoldan sapmış veya çıkmaza girmiş ve kalmışlardır. İşin kötü olan tarafı ise bu kişilerin bu sapmayı veya çıkmazı ve düşüşü kabullenmeleri, tahammül etmeleri, bunu doğal ve normal kabul etmeleri ve hiçbir zaman bu çıkmazın ve sapmanın nereden kaynaklandığını öğrenmeyi düşünmemeleridir. Eğitici, bu tek başına yürümeler karşısında uyanık bir şekilde konum almalıdır; çünkü bu yalnız gidişlerin çeşitli sebepleri ve motivasyonları vardır. Eğitici bulmaktan ümidini kesmek, bozuk kişiliklerle karşılaşma veya eğitici görünümlü soğuk ve halsiz kişilerden dolayı soğumak gibi sebepler. Ya da gurur, bencillik, kibir gibi diğer faktörler insanı eğiticiden ve üstattan ayırabilir, tek başına yürümeye itebilir, onun yok oluşuna veya en14 7SÖZ gin yeteneklerinin kaybedilmesine yardımcı olur. Eğitici bu gruba karşı gururlarını kırmayacak şekilde davranmalıdır, hatta öğrenci kisvesinde onlara ders vermelidir, onlara müjde vermeli, onları ümitlendirmeli ve demelidir ki: ‘Varlığın büyük eğiticisi Allah’tır ve O, özleyen gönülleri yalnız bırakmaz.’ Varlığın büyük eğiticisi, hareket etmek isteyenleri yalnız bırakmaz, aksine onlara rehberlik eder. Yürümek zorunda olduklarını anlayan ama yoldan habersiz olanlar ve rehberi olmayanlar, O’nun hidayetine ulaşacaklardır ve doğru yolu bulacaklardır. O kadar ki varlık sınıfında karıncalardan ders alabilirler, bulutların hareketinden ve yaprakların sallanışından, yağmurun yağışından ve dalgaların titreyişinden, karanlıktan ve ışıktan hakikatleri bulabilir ve ilerleyebilirler. Doğru yolu bulmak ve kurtuluş için hiç ümidi olmadığı halde istek ve talep anında yola ulaşan ve ileri koşan birçok kişiyi tanıyorum. İnsanları bir araya getiren ve ilişkileri düzenleyen O’dur: ‘Rabbimiz bizi bir araya getirir… ve O Fettah’tır, Alim’dir.’ Bizim tesadüf olarak gördüğümüz ve yüzeysel bir karşılaşma olarak kabul ettiğimiz buluşmalar, O ’ n u n ince planlaması iledir, O’nun rehberliğinde ve tamamen hesaplanmıştır. Kendilerini yalnız görenler bu noktaya dikkat etmeli ve yalnız olduklarını ve ortada eğiticinin olmadığını düşünmemelilerdir. O, insanlar yayılmadan önce, Adem’i (as) (eğiticiyi) yeryüzüne koydu ve yolları gösterdi. Büyük eğitici O’dur ve kim isterse, talep ederse ve kendini O’na teslim ederse, O’nu yanında bulacaktır ve sorumlusu olarak görecektir. O, eğitimini vermeye başlayacak, davranışlarını düzenleyecek ve yolunu açacaktır. Eğiticiyi ulaşılabilir kılacaktır. Ve bu eğitici, latiftir. İnsanı kendinde saklar ve kendinde meşgul eder, nefsiyle meşgul olmasına izin vermez. Bu eğitici bir köprü gibi insanı Hakk’a ulaştırır. Bir set gibi kendi arkasında tutmaz. Bu eğitici cam gibi bakışı geçirir ve Hakk’a yöneltir. gönlünden haber verme, içindekini anlatma veya diğer ilimler, alim olmanın kriteridir. Biz eğitici ve alimin bizde neyi uyandırdığına ve canlandırdığına bakmalıyız. Nefsimizi mi Hakk’ı mı dünyayı mı halkı mı? Hem de bizim onda neyi canlandırdığımıza bakmalıyız. Heva ve hevesi mi, tamah ve hırsı mı, yönetme isteğini ve otoriterliği mi yoksa Hakk’a karşı sorumluluğu ve Hakk’ı ve sabrı tavsiyeyi mi? Eğitici eğer sorumluluklarından ilham alırsa ve Hakk’ı tavsiye etmekten ilham alırsa ister istemez bizde Hakk’ı uyandırır ve canlandırır ve bizi O’na yaklaştırır ve O’ndan başkasından azat eder. Böyle bir eğiticinin bakışları derstir, susması derstir, konuşması derstir. Bu eğitici, bir karıncadan, kuru bir yapraktan veya meyve dolu bir daldan, sakin bir geceden, turuncu bir günbatimindan bize ders verir. Gözüne görünen her şey, senin için bir ders ve vaaz olabilir. Biz kulak olursak varlığın tümü derstir, biz göz olursak kainatın tümü yoldur. Ve bu yolları yol gitmişler tanır ve bakışlarıyla, sükutlarıyla, yönelimleri veya gülmeleri, ağlamaları, gelmeleri ve gitmeleriyle sen yollara erişirsin, yolları görürsün ve onların heyecanı, aşkı ile yola düşersin ve onların yüceliği ve özgürlüğü ile özgürleşirsin. Alim olmanın kriteri ilim değildir, göz aldatmaca ve riyazet de değil. Alim, kendisini gördüğümüzde Hakk’ı hatırladığımız kişidir, kendisinde takılıp bağlı kalmadığımız ve kendisini put yapmadığımız kişi. Sadece bu. Gerçekten de yolu aydınlatan, Hakk’ı gösteren ve O’nu hatırlatan bu ışıklardır. Halkı kendine bağlayan, kendine çeken, onlara özgürlük değil esirlik ve kulluk dersi veren, onları bilinçli bir muvahhit değil putperest yapan şekil ve şemailler, Firavun ve haramiler değil. Gerçekten de kriterleri bilmemek ve görmezden gelmek sonucu insan ne uçurumlara düşüyor, ne sarp kayalıklarda kalıyor ve ne gerçek dışı şeylere gönül bağlıyor! Zannediyor ki az yemek, az giysi, riyazet, göz aldatmaca, büyüleme, etkisi altına alma veya Ve bu ışıklar yoldadır. İsteyen ve talep eden kimse yolda bunlarla karşılaşır, onların ışığından faydalanır, aşklarından aşk alır. Bu müjde, soğumuş ve kendini yalnız hisseden kişiler içindir. MART 2014 15 Hiçbir zaman kendi başına yola ulaşılamaz. Talep etmek ve sormak gerekir. İmamsız, rehbersiz, eğiticisiz olunamaz; çünkü şeytanlar pusu kurmuştur. Eğiticinin belli bir şekli ve rengi yoktur. Bizi O’na ulaştıran ve O’nu hatırlatan herkes alimdir, eğiticidir ve rehberdir. Bu şekilde eğitici bize her şeyden ders verir, tedebbürü ve tefekkürü bize öğretir. O büyük Resul (sav), kupkuru çölden bir dağ toplayıp ders verirdi. Kendisi çarşıya gidip alışveriş yapardı ve az parayla çok kar elde ederdi ve ders verirdi. Yemek zamanında camiye gelir, Suffe’de oturur ve ders verirdi. Saltanat ve kudret zamanında tevazu gösterirdi ve ders verirdi. Her durumda, bakışı, gülüşü, gazabı ve öfkesi, gelişi ve gidişi dersti ve eğitimdi. Her olaydan faydalanırdı, ders çıkarırdı ve gösterirdi: Ayetlerini onlara okur ve hatırlatırdı. Onlara Kitap’ı ve hikmeti öğretirdi. O, hesaplanmış sorular sorarak kişileri harekete geçirir, düşünceyi çalıştırırdı. Çünkü bu sırada ve soru karşısında cevap hazırlamak gerekir, cevap için düşünmek ve harekete geçmek gerekir. Büyük Resul (sav) ve bilinçli eğitici, halka bu şekilde rehberlik ediyor ve onları ileri götürüyordu. Düşünceyi harekete geçirmek için bazen delillendirmeyle başlarız ve delil ve mantıkla düşünceyi harekete geçiririz. Ama aslında bu, harekete geçirmek değildir, aksine düşünceyi bir şeye zorlamaktır. Bu yöntem, düşünceyi meşgul eder, durdurur ve zorlar. İstidlalin, delil getirmenin ağırlığı düşünceyi aşağı çeker ve ortada bir hareket varsa da düşüncenin hareketi değildir. Bu istidlalin kendisinin ve mantığın kendisinin hareketidir. Düşünceyi harekete geçirmenin en iyi yolu hesaplanmış sorular sormaktır. İnsan sorular karşısında cevap vermek ister ve cevabı elde etmek için düşünmek ve çabalamak zorundadır. Sonuçta, 16 7SÖZ düşünce harekete geçmiştir. Sorular hesaplanmış ve dakik olursa, düşünce daha çabuk bilgiyle, inançla, ilgiyle, hareketle ve amelle sonuçlanır. Düşünsel hareket için soru sormak, peygamberlerin kullandığı ve Kuran’ın bahsettiği yoldur. Düşüncenin hareketini fitilleyen ve Kuran’da kullanılan soruları görüyoruz. Bilinçli bir eğitici, istidlallerin ağırlığıyla düşünceyi yorup tembelleştireceğine sorular ve rehberliklerle düşünceyi hazırlar, harekete geçirir ve maksada ulaştırır. Bilinçli eğitici kişilerin yerine düşünen, delillendiren, anlayan ve gören kişi değildir. Bilinçli eğitici, delilleri bulmaları ve anlamaları ve güzellikleri görmeleri için kişilerin gözünü açan, perdeleri açan ve düşünceyi hareket ettiren kişidir. Bu şekilde deliller direk olarak bulunmuştur ve ağırlık olmaksızın düşüncede hazmedilmişlerdir. Ayrıca, kişilerin şahsiyeti ve istiklali zedelenmemiştir. Soru sorma işi bilinç ve dikkatle gerçekleşmelidir, hücum ve saldırı ile değil. Sadece temel sorularla insan herekete geçirilip ilerletilebilir. Sorulara yukarıdan başlayan ve yapraklardan başlayan ve yaprakların şekliyle, rengiyle, göreviyle kendilerini yoran kişiler neticeye ulaşamazlar. Çünkü bu şekil ve renk; gövdede, köklerde, dallarda ve kabuklarda yuvalanan faktörlerin bir sonucudur. İslam’la, Allah’la ve kainatla ilgili sorulan sorular, ikinci el ve klişe sorulardır; çünkü insan meçhul olduğu sürece İslam malum olmayacaktır, kainat ve Allah tanınmayacaktır: Kim kendini tanırsa Rabbini tanır. İnsan sadece bir boğaz ve mideden ibaret olduğunda, ne İslam’a ne dine ne akla ne düşünceye ne yüce eğilimlere ihtiyacı olur. Yemek için sadece bu alt güdü yeterli olacaktır. Ama ‘insanın varoluşu’ ve ‘nasıl varoluşu’ cevap bulduğunda, onun ‘nasıl yaşayacağı’ ve ‘nasıl öleceği’ de belli olur. Böylece temel sorular buradan başlar: -Var mıyım? -Neden bu varlığa son vermiyorum? -Neden bu yükü taşıyorum? -Bu tekrarların ve tedrici ölümün ne tadı var? -Gitmekten korkmak ve kalmaktan heyecan duymak neden? -Varolmak daha iyiyse ve hayat tercih ediliyorsa o zaman bu hayatta ne istiyorum? -Aslında hayatta ne istemeliyim? Hedefim ve isteğim hangi meselelerle ilgilidir? -Bu hedef benim yeteneklerim ve ihtiyaçlarımla ilgili midir ve onlarla mı belirlenir? -Öyleyse benim yeteneklerim ne kadardır ve ben ne kadarım? -Ne kadar değerliyim? -Benim nelere ihtiyacım var? Bu seviyede yetenekler, yeteneklerin miktarı ve insanın yaratılışı hakkında düşünerek herkesi İslam’ın dünya görüşündeki bilgi ve tanımalara ulaştırabiliriz. Bu tür derin ve saldırgan olmayan sorularla hareket ve tefekkür tohumu yavaşça kaçan ve yorgun zihinlere yerleşir, büyür ve zamanla doğar. Elbette şunu söylemem gerek ki aceleyle çok hızlı sonuç almayı beklemek olmaz. Çünkü bir tanenin filizlenmesi, sürmesi ve büyümesi aylar sürer. Biz aceleyle hem karşı tarafı zedeleriz hem kendimiz ümitsizliğe düşeriz. Bir eliyle karpuz kabuğunu koyunun ağzına verirken diğer eliyle ağırlaştı mı ve koyun şişmanladı ve semizleşti mi diye kuyruğunu tartan koyunca gibi. Bir elle yiyecek verip diğer elle kuyruğu kontrol edenler, sadece işlerinden geri kalırlar ve ümitsizliğe düşerler. Eğitici, uyanık bir şekilde soruları kişilerin içine eker, içlerinde talebi yeşertir, onları döngüye sokar, sonra onlara araştır- MART 2014 17 malardan, tedebbür ve tefekkürden sonuç çıkartma yolunu öğretir. O, her şeyden önce bu engin tefekkür için daha geniş çalışmalar hazırlamak zorundadır. İştahlı misafire daha fazla yemek lazımdır. Engin ve hazır tefekkür, daha fazla düşünsel materyale ihtiyaç duyar. Ve engin tefekkürlerle, araştırmalar defter ve kağıdın ötesine geçmeli, kainatın genişliğine doğru yol almalı ve her olaydan dersler, sonuçlar ve değerler çıkarmalıdır. Bu aşamada araştırma, tefekkür ve sonuç çıkarma yönteminin üzerindeki perdeyi kaldırmalıdır. İnsanın sonuçlara, nitelemelere ve tefekkürlere ulaşması için birkaç asıl gereklidir: -Her olayda bir ders ve her tesadüfte bir düzen olabileceği ihtimali. Bu bilgiye sahip insan, bu topraklarda bir cevherin gizli 18 7SÖZ olabileceği ve bir yüzüğün kaybolmuş olabileceği ihtimaliyle yüzeysel geçmez, aksine duraklar, orayı kazar, alt üst eder, tedebbür eder. -Hadiseyi bir ana hapsetmeyen bir bakış ve gözlük. Halının çiçeğini ve çay bardağını bir ana ve şimdiki zamana hapsetmez. Çünkü her hadisenin geçmişle bağlantısı vardır ve gelecekte bir akışı. Dünü, bugünü ve geleceği bir yerde gören kişi, hareketleri daha iyi hisseder, düşüşü daha iyi anlar, kaybetmeyi daha derin hisseder, böylece daha çok ve daha iyi fayda sağlar. -Olayları içine alan ve hazmeden bir özgürlük ve yalnızlık. Yorgun bir zihin ve meşgul bir düşünce bir çıkarım yapamayacaktır. İnsan zihni, olayları önemlerine ve ona karşı duyduğu ilgi ve sevgiye göre sınıflar. Zihin, kendine göre önemli ve ilgi duyduğu konunun içinde yer aldığında daha nüfuzlu ve güçlü olacaktır ve sonuçta derinlerden daha önemli bir şey getirecektir. Bir konuyla ilgili daha çok çıkarım yapmak istediğinde kendini sıkıştımamalı ve düşünceni kazanımsız yormamalısın. Hadisenin zarureti ve önemi belli olunca düşünce ister istemez onunla ilgilenir ve ona yönelir. Hadisenin önemini akıl terazisi ile de ölçmek mümkündür. çıkarım yapıp sonuç alabilirlerdi. Zihinleri bir meseleyle meşgul olan ve başka bir meseleyle ilgili araştırma yapan kişiler bir sonuca ulaşamazlar. Bu örneklerle ve bu zihin boşluğu ve yalnızlıkla, o bakış ve gözlükle, geçmişe, şimdiye ve geleceğe dikkat ederek, o ihtimalle ve o bilgiyle, çıkarımlar artar. Zihnin boşluğu ve yalnızlık çıkarımların artışına yardımcı olur. Yorgun, meşgul ve kalabalık bir zihnin çıkarımı yoktur. Bu yüzden ‘yol gitmişler’, her ay, her hafta, her gün hatta her saat ve her an zihinlerini ve içlerini gözlerlerdi ve hesaplamalarla önemleri dikkate alırlardı. Gözlemelerle parazitleri engellerlerdi, iç dünyanın boşluğu ve tenhalığı sayesinde hatta dışarının kalabalığında bile Tedebbür bölümünde zikrettiğimiz örnekler, bize çıkarım yapma tarzını öğretiyor, mesela dalgaların titreyişinden, balıkların hareketinden, yaprakların dansından, halıların renksiz çiçeklerinden ve kirli çay bardaklarından nasıl ders alacağımızı. Kainatın düzenini ve onun sebep-sonuç ilişkisini keşfetmiş ve onun uyum ve bağlantılarını anlamış olanlar hiçbir olaydan hiçbir tesadüften yüzeysel geçmezler. Dahası, uyarılar ve hatırlatmalar, kaçırılmış olayları ve unutulmuş dersleri de akla getirir. MART 2014 19 Ali Şeriati’nin ‘Çöl’ (Kevir) adlı kitabından seçmeler NEVRUZ Nevruz’a dair yeni bir söz söylemek zor. Nevruz her sene kutlanan ve her sene hakkında konuşulan milli bir kutlama. Çok söylediler ve çok dinlediniz. Öyleyse tekrara gerek yok mu? Bilakis var. Kendiniz Nevruz’u tekrar etmiyor musunuz? Öyleyse Nevruz’a dair sözleri de tekrar dinleyin. Bilimde ve edebiyatta, tekrar sıkıcı ve boştur. Akıl tekrarı beğenmez, ama duygular tekrarı sever. Tabiat tekrarı sever. Toplumun tekrara ihtiyacı vardır. Tabiat, tekrardan yaratılmıştır, toplum tekrarla güçlenir. Duygular tekrarla canlanır ve Nevruz, doğanın, duyguların ve toplumun üçünün de işin içinde olduğu güzel bir hikayedir. Tüm dünyadaki kutlamaların karşısında asırlardır kendiyle övünen Nevruz, tam bu sebeple yapay bir sosyal sözleşme veya siyasi olarak zorla kabul ettirilmiş bir kutlama değildir. Dünyanın kutlamasıdır ve yeryüzünün mutluluk günü. Gökyüzü, güneş ve tomurcuklanmaların coşkusu, doğuşların ve başlangıçların heyecanıyla dopdolu. Nevruz büyük bir hatıra tazele- 20 7SÖZ medir. İnsanın tabiatla olan akrabalığı hatırasının. Her sene, kendi yapay işleriyle ve kendi yaptığı karmaşık şeylerle meşgul olarak annesini unutan bu evlat, Nevruz’un heveslendirici hatırlatmalarıyla onun eteğine geri döner ve bu ona dönüşü ve onunla buluşmayı kutlar. Evlat, annesinin kucağında kendini tekrar bulur ve annenin yüzü evladının yanında mutluluktan gül açar. Şevk yaşı yağar. Mutluluk feryatları eder. Gençleşir. Tekrar hayat bulur ve Yusuf’unu görünce gözleri görür ve uyanır. Bizim yapay medeniyetimiz, kompleksleştikçe ve ağırlaştıkça, insanın içinde tabiata dönüş ve tabiatı yeniden tanıma ihtiyacını daha hayati kılıyor ve böylece Nevruz yaşlanan, yıpranan ve bazen gereksizleşen bazı geleneklerin tersine güçleniyor ve her şekilde daha genç ve parlak bir geleceği var. Nevruz sadece huzur, eğlence ve güzel vakit geçirmek için bir fırsat değildir, toplumun zaruri ihtiyacı ve bir milletin hayati gıdasıdır da. Değişim ve dönüşüm, çözülme ve yok olma, bozulma ve kaybol- ma üzerine kurulmuş olan dünyada, sabit olan, hiçbir zaman değişmeyen ve kalıcı olan tek şey değişimdir ve değişkenlik. Hangi şey bir milleti bir toplumu acımasız zaman arabasında – her şeyi ezip geçen ve giden- yok olmaktan uzak tutabilir? Nevruz merasimini düzenlediğimiz zaman, sanki kendimizi bu topraklarda her sene kutlanan tüm Nevruzlar’ın içinde buluyoruz ve böylece kadim milletimizin tarihinin karanlık ve aydınlık sahneleri ve siyah ve beyaz sayfaları gözlerimizin önünden geçiyor. Nevruz her zaman değerliydi, Moğan’ın (eski Mehrperestan dininin önde gelenleri) gözünde, Mubedan’ın (Zertüşt din adamı) gözünde ve Müslümanlar’ın gözünde. Hatta eski filozoflar ve bilim adamları şöyle derlerdi: ‘ Nevruz yaratılışın ilk günüdür ki o gün Ahuramezda (Allah) cihanı yaratmaya başlamıştır ve 6 gün bu işi yapmıştır. Altıncı günde cihanın yaratılışı sona ermiştir. Bu yüzden Ferverdin (yılın ilk ayı) ayının 6. gününü mukaddes saymışlardır.’ Ne güzel bir efsane! Gerçeklikten daha güzel! Gerçekten de herkes baharın ilk gününün yaratılışın ilk günü olduğunu hissetmiyor mu? Eğer Allah dünyayı bir gün başlattıysa o gün, kesinlikle bu Nevruz günüydü. Kesinlikle bahar, yaratılışın ilk mevsimi, Ferverdin ilk ayı ve Nevruz ilk günüdür. Allah asla cihanı ve tabiatı, sonbaharla, kışla veya yazla başlatmamıştır. Mutlaka baharın ilk günü yeşillikler büyümeye başlamıştır, nehirler akmaya, goncalar açmaya ve tomurcuklar çıkmaya. Şüphesiz, ruh bu mevsimde doğmuştur, aşk bu günde ortaya çıkmıştır ve güneş ilk defa, ilk Nevruz’da doğmuştur ve zaman onunla başlamıştır. MART 2014 21 Nevruz Beyaz Yağmur Nevruz, genel anlamda bir “doğa bayramı” dır. Baharın başlangıcı, hem insanın hem de doğadaki tüm canlıların organizmalarının kıpırdanışı, tazelenmesidir. Toprağın nefes alması ve mahsulün bolluğu dileğidir. Bu nedenle, her şeyi ile toprağa bağlı olarak yaşayan eski toplumlar, daha çok verim alabilmek, daha çok mutlu olabilmek için, doğanın yenilendiği günü bayram kabul ederek, çeşitli geleneksel etkinliklerle kutlamaktadırlar. Nevruz, İran takviminde birinci ay olan Ferverdin’in ilk günüdür ve bu gün kuzey yarım kürede bahar ekinoksunun (gün tün eşitliği) oluştuğu gündür. Güneşin ekvatora dik açı ile gelir. Gece ve gündüz birbirine eşitlenir. Ayrıca hem kuzey hem de güney kutbu aynı anda gündoğumu hattındadırlar ve gün 22 7SÖZ ışığı her iki yarımküre arasında eşit olarak paylaşılmaktadır. Astrolojik olarak 21 Mart, burçlar sırasında ilk olarak yer alan koç burcunun başlangıç günüdür. 2014 yılında, kuzey yarımkürede ekinoks, 20 Mart tarihinde saat 20:27:07”de gerçekleşmiştir. İran ve Afganistan’da bu zamandan sonra yeni yıl başlıyor. Nevruz takvimi ve Nevruz bayramı, yazılı ve sözlü kaynaklarda çeşitli olaylara ve kişilere bağlanmıştır. Bu rivayetlerin en yaygınlarından bazıları şunlardır: Nevruz geleneğinin tarihin en son Buzul Çağı’nın bitmesinden hemen önceki günlere yani 15.000 yıl öncesine kadar uzanır. Efsanevi Pers Kralı Cemşid, İndo-İranlılar’ın avcılıktan hayvancılığa ve yerleşik yaşama geçişini temsil eder. O çağlarda mevsimler insanoğlunun hayatında günümüzdekinden daha yaşamsal bir önem arz ediyordu ve ya- şamla ilgili her şey dört mevsim ile çok yakından ilgiliydi. Zor geçmiş bir kışın ardından gelen bahar, tabiat ananın çiçekler, yeşillenen bitkilerle uykusundan uyanması ve sığırların yavrulaması, insanoğlu için büyük bir fırsat ve bolluğun canlanması demekti. İşte böyle bir dönemde bu Nevruz kutlamalarını başlatanın Kral Cemşid olduğu söylenir... -İran evrenbiliminin mimarlarından ve Zerdüştler’in Peygamberi olan Zerdüşt birçok bayramın kurumsallaşmasını sağlayan kişidir. Nevruz, “belki de” Zerdüşt tarafından kurumsallaştırılan bayramlardan biridir. - İran evrenbiliminin mimarlarından ve Zerdüştlerin Peygamberi olan Zerdüşt birçok bayramın kurumsallaşmasını sağlayan kişidir. Nevruz eskiden beri İran’dan Çin’e, Anadolu ve Batı Trakya’dan Sibirya tepelerine kadar çok geniş bir coğrafyada kutlanıyor. Tükler’in İslamiyet’i kabul etmeden önce, bahar aylarında açık arazilerde, ekin ve mahsulün bol olması dilek ve temennilerini ifade etmek için çeşitli etkinlikler yaptıklarını, hatta Oğuzlar’ın, bahar ayının başlangıcını yılın başı olarak kabul ettiklerini bazı kayıtlardan öğrenebiliyoruz. Osmanlılar’da padişahlara ve devletin ileri gelenlerine “Nevruziyye Pişkeşi” adıyla çeşitli armağanlar verilirdi. Divan şairleri de padişahlara “Nevruziyye” kasideleri sunarlardı. Yine Osmanlılar’da Nevruz bayramında türlü baharat ve kokulu otların karışımıyla hazırlanan ve “Nevruziyye” denilen mesir macunu yemek âdeti vardı. ……. Günümüzde Nevruz’un en çok kutlandığı ülke İran’dır. Nevruz gelenekleri İran’da hala eskisi gibi devam etmekte. Nevruz İran”ın geleneksel bahar bayramı olup tam olarak gündönümüne tekabül eder ve aynı zamanda İran takvimine göre yeni yılın gelişini simgeler. Nevruz en az 3000 yıldır kutlanmaktadır. İranlılar her zaman Nevruzu büyük bir şevkle kutladılar. Yüzyıllar boyu Nevruzun narin manevi anlamı, yeniden doğuş mesajı ve ruhun hayatın melodilerine uyanışının habercisi olageldiler. Nevruz geleneklerinin yaşatıldığı İran”da, ev temizliği, büyük çaplı alışverişler ve taşınmalar da genelde bu günlerde yapılıyor. İranlıların çok önem verdikleri günlerden biri olan Nevruz, ülkenin en büyük bayramı olarak kutlanıyor. İranlılar, yarından itibaren iki haftalık tatile girecek. İran”daki Nevruz kutlamalarının en önemli bölümüyse “s” harfiyle başlayan 7 şeyin bulunduğu sofranın (sofrayı haft sin) hazırlanması oluşturuyor. Nevruz”dan önce hazırlanan ve iki hafta boyunca evin bir köşesinde duran bu sofrada, sebze (yeşillik), sib (elma), sirke, sekke (demir para), sir (sarımsak), semenu (buğdaydan yapılan bir tür tatlı) ve senced (iğde) bulunuyor. Bu 7 şeyin bereket ve uğur getireceğine inanılıyor. Bu bayram günü İranlılar “heft sin /yedi s” adını verdikleri bir tatlı yaparlarmış. Bu tatlı Osmanlılara da bir ilaç özelliği taşıdığı inancıyla, macun adıyla geçmiş. Nevruziyye adını taşıyan bu tatlı/macunda bulunan maddeler: Sebze (yeşillik), sumak, sümbül, semek (balık), sirke, sir (sarımsak), senced (iğde). Osmanlı Sarayı’nda bu macunu hekimbaşılar yapar (daha doğrusu hazırlatır), bu macunu bahar armağanı olarak padişaha ve öteki devletlilere sunduğunda ödüllen- MART 2014 23 dirilirmiş. İki hafta boyunca süren Nevruz kutlamaları, yılın 13. günü yapılan “Sizdeh Beder” pikniğiyle sona eriyor. İran”da, “13” rakamını uğursuz olduğuna inanılıyor ve yılın 13. gününde evde oturmak kötü sayılıyor. Bu günü dışarda piknik yaparak geçiren İranlılar, Nevruz”dan önce alınan balıkları ve yetiştirilen yeşillikleri suya atarak kötülüklerden kurtulduklarına inanıyor. İNANIŞ VE RIVAYETLER : Nevruz bayramının çıkışı, amacı ve geleneği ile ilgili çok eski devirlerden beri halk arasında yaygın olan pek çok inanış ve rivayetlerin olduğu görülmektedir. Bu inanış ve rivayetlerden bazıları şunlardır: -Hz. Adem’in yaratıldığı gündü. Bütün insanoğlunun bayramıdır. -Dünyanın yaratıldığı gündü. 24 7SÖZ -Nuh Peygamber’in gemisinin Tufandan sonra karaya oturduğu gündü. Kâinattaki tüm canlı varlıkların kurtuluş bayramıdır. -Hz. Nuh’un (a.s) gemisinin karaya Nevruz’da çıktığı, Hz. İbrahim’in (a.s) kavminin putlarını Nevruz günü kırdığı nakledilmiştir. (Bihar-ul Envar c.59 s.92 / c. 12, s. 43) -Hz. İmam Cafer Sadık’tan (a.s) nakledilen bazı hadislerde, Nevruz’a manevi bir boyut kazandırabilecek bir takım olayların bugünde cereyan etmiş olduğu kaydedilmektedir. Örneğin, Mualla b. Hüneys’in, O hazretten naklettiği bir hadiste şöyle geçmektedir: “Nevruz, Allah’ın insanlardan, sadece O’na tapmaları, şerik koşmamaları, Peygamberlerine, hüccetlerine ve imamlara iman getirmeleri için ahit aldığı gündür...” (Dairet-ul Mearif s.1260) -Mualla bin Hüneys’in İmam Cafer Sadık’tan (a.s) nakletmiş olduğu ve İslam’dan önce cereyan eden olaylara değindiği hadisin devamında, İslam’dan sonra Nevruz günü yaşanan bir takım olaylara da işaret edilmiştir. Örneğin; - Hz. Cebrail Peygambere (s.a.a) bu günde nazil olmuştur. - Peygamber Efendimiz (s.a.a) Kâbe üzerindeki putları kırması için Hz. Ali’yi (a.s) bugünde omuzlarına almıştır. - Hz. Mehdi’nin (a.s) zuhuru Nevruz günü gerçekleşecektir. - Hz. Mehdi (a.s) Deccal’a karşı bugünde zafer kazanacaktır. “Her Nevruz geldiğinde biz, zamanın imamının zuhuruna ümitleniriz. Zira o gün bizim ve dostlarımızın günüdür.” (Bihar-ül Envar, c. 59, s. 92) Şeyh Tusi (ö.460 h.), Ehlibeyt’ten gelen duaları içeren El-Misbah-ül Müteheccid adlı kitabında Mualla bin Hüneys’in Hz. İmam Cafer Sadık’tan (a.s) şöyle naklettiğini kaydeder: “İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurdular: “Nevruz günü gusül al, en temiz elbiselerini giy, en güzel kokuları kullan ve bu gün oruç tut...” (Misbah-ül Müteheccid, c. 2, s. 591) Nevruz’la birlikte Allah’ın bütün yarattıkları yenilenir. Hayat yeniden başlar, çevreyle birlikte insan da yeni bir hayata başlıyor, ruhu ve düşüncesi tazeleniyor. Yeni hayatınız kutlu olsun… Hz.İmam Cafer Sadık (a.s); MART 2014 25 Hasan KANAATLI Biz sövmeyiz severiz Batılı emperyalistler ile Yahudi Siyonistler, hiç sevmez hep söverler. Neye mi? Kutsallara, peygamberlere, kendileri dışındaki her şeye ve her kese! Biz Müslümanlar ise, yaratılışa bakış felsefemizde Allah sevgisi bulunduğundan, sevgilinin hatırına, yaratılan her şeyin O’nu bize hatırlattığı için onları da severiz. Bundan dolayı büyüklerimiz bu duyguyu şu müthiş vecizede şöyle özetlemişlerdir ;”Yaratılanı severiz Yaratandan ötürü”. Onların hayata bakış felsefeleri enaniyet(egoist) temellidir.. Kur’an’ın da şahitliğiyle şöyle derler :” Biz Allah’ın oğulları ve sevdikleriyiz”(Maide/18) Bizim haricimizdekiler bize hizmet için köle olarak yaratılmışlardır! Sahip oldukları bu düşünce ve insanlığa bakış felsefesidir ki, tarih süreci içerisinde onları sürekli kendileri dışındakilere karşı zulme, işkenceye, sömürüye, can almaya, toprakları işkal etmeye, ırza tecavüze, katliamlara, karalamalara, kısacası insanlık dışı tüm şenaet ve denaetlere tahrik etmiştir. Bu çıkarcı Kabil nesli, İslam’ın doğuşundan itibaren orta doğuda yaşayan Müslüman toplulukların üzerlerine beş yüz- 26 7SÖZ den fazla “kutsal haçlı seferleri “ tertiplemiş, son seferlerinde de gayri meşru çocukları Siyonist İsrail’i orta doğunun kucağına oturtmuşlardır! Zihniyetsel olarak İslam’ın savaş açtığı tağuti düşüncenin membaını oluşturan bu nesil, işaret ettiğim kötülükleri kendilerinden olmayanlara karşı yaptıkları gibi yekdiğerine de uygulamakta bir beis görmemişlerdir. Rönesans’tan önceki orta çağın vahşi karanlık yüzü mahiyetlerini, kurdukları engizisyon mahkemeleri adalet anlayışlarını, gerçekleştirdikleri birinci dünya savaşı doymak bilmeyen hırslarını ve ikinci dünya savaşlarında kendilerinden öldürdükleri altmış milyon insan ve yıkıp yok ettikleri yüzlerce şehirleri, ilahlaştırdıkları şovenizmi ortaya koyan belgelerdir. İkinci dünya savaşının acı ve bir o kadar da ağır faturasını ödeyen bu zihniyet, daha sonra çok zaman geçirmeden akıllarını başlarına toplayıp kendi biri birleriyle savaşmayı terk ettiler ve bir araya gelerek kendi dışındakilere karşı güç birliği yapma yoluna gittiler. Varılan karar; iki hedef düşman ve bu düşmanları yok etmek için iki ayrı silah! Düşmanlarından biri sosyalizm diğeri de antiemperyalist İslam! Çünkü onlara göre bu iki düşman, emperyal ve kapital emellerinin önündeki en büyük engellerdi. Kapitallerinin önünde engel olan sosyalizm’i kapitalist silahıyla, emperyallerinin önünde engel olan antiemperyalist İslam’ı da şovenist ve mezhep ihtilaf silahıyla yok etmeliydiler. Nitekim öyle de yaptılar. Kapitalizm’in en güçlü silahlarından biri olan soğuk savaş ve medya gücüyle Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler birliğini, şovenizm ve mezhep ihtilaflarıyla da orta doğu Müslüman halkları parçalayıp dağıttılar. Biri birleriyle olan inanç ve iman bağlarını yok edip tam tersi bir düşmanlık icat ettiler. Filistin, Afganistan, Irak işgalleri ve yine İran, Somali, Eritre ve Güney Afrika’daki bir çok Müslüman ülkelerin bunların soğuk ya da sıcak savaşlarına maruz kalmaları, onların bu uğursuz düşünce ve planlarının birer mahsulüdür. Yine bu malum zihniyet, o iki silahlarının dışında bir yandan varlık âlemindeki maddi ve fiziki yıkımlara sebebiyet verirken, diğer yandan da insanlığın duygu ve düşünce gibi maneviyatını da yıkıma uğratmaktan geri durmadılar! Diğer bir ifadeyle; yeryüzünde maddi ve manevi her şeyi tahrip ve tahrife koyuldular. Hava, su, toprak, tabiat, nebatat, bu zihniyetin eliyle tahrip edilip zehirlendiği gibi, duygu, düşünce, aşk, sevgi, siyaset, aile yapısı, toplumsal ve bireysel ahlak da bunların eliyle zehirlenip gitti! Nasıl ki üzerinde hayatın idame ettirilmesine vesile olan tabiat zehirlendiği takdirde bir ölüm küpüne dönüşüyorsa, insanlığın hidayeti bulmasına vesile olan akıl, düşünce ve ilahi rehberlere dair tasavvur da zehirlendiğinde, kuşkusuz insanlığın felaket çukuruna yuvarlanmasının önünü açıyor! Akılcılığı (sekülerizm) çok seven bu zihniyet, o sevgilerini zehirleyip aklı putlaştırdıkları gibi, kutsallarından olan Hz. İsa (a.s)’ı da çok sevmiş ve bu sevgilerinin içe- risine zehir katıp onu da ilahlaştırmışlardır! Işık olmaktan çıkarılıp put konumuna getirilen akıl ile kulluktan çıkarılıp ilahlığa terfi ettirilen İsa, içerisinden bir daha çıkamayacakları bir bataklığa dönüşüvermiştir! Sevmede bu denli aşırı davranan zihniyet, sövme, zulüm ve hakarette de aynı dengesizliği göstermişlerdir. Bu zihniyete karşı ise yüce İslam dini, âlemlerin Rabbi’ne laf etmeye yeltenip de kimse kendini daha fazla alçaltmasın diye biz Müslümanları müşriklerin putlarına dahi sövmekten sakındırmış ve başkalarına hakaret etmeyi “küfür”olarak nitelendirmiştir.”Örtmek ve bir hakkı perdelemek” anlamına gelen “küfür”,insan denilen bu yaratığın her kim olursa olsun sahip olduğu “keramet”ini perdelediğinden, dinimizde yasak kılınmıştır! Fakat gel gör ki sahip olduğu insanlık mayasındaki “keramet” kimyasını bozan bu zihniyet yalnızca Müslümanların değil, kendi değerlerine dahi küfretmiş ve hakarette bulunmakta bir sakınca görmemiştir! Yahudilerin Hz. Meryem (a.s)’a isnat ettikleri iftira ve Hz. İsa (a.s) hakkındaki karalamaları, ağza alınmayacak kadar çirkin ve bir o kadar da menfurdur. Katolik’lerin Ortadoks’lara, Protestan’ların diğerlerine yaptıkları iftira ve hakaretler, ellerindeki kutsal kitaplarının kayıtlarındadır. Hz. Nuh, Lut, Musa, Davud, Süleyman, İsa ve Hz. Meryem (a.s) bunların hakaretlerinden nasibini alan enbiya ve evliyalardan bazılarıdır. Bunlar, nebilerden bir kısmını fiziksel olarak katlettikleri gibi, bir bölümünü de şahsiyetsel olarak katletmiş lerdir! O halde kendi değerlerine bu denli zulmü reva gören bir zihniyetten başkalarının değerlerine saygı göstermelerini beklemek safdillik olur. Zira kendi kutsalına saygı göstermeyen, başkasının kutsalına saygı duymaz. Kutsala saygı duymayanın ise imanı olmaz. İmanı olamayanın da ne Allah’tan ne de kuldan hayâsı olur. Hayâsızlık; cibilliyetin bozukluğunu gösterir! Oysaki yüce kitabımız, pey- MART 2014 27 gamberimizin ağzıyla bizlere şu öğretişi sunar: Çünkü sevilen her şeyin seven üzerinde hakkı vardır da ondan! -“Elçi (Hz. Muhammed(s.a.a) ) ,kendisine rabbinden indirilene iman etti, mü’minler de. Tümü Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve elçilerine inandı.”O’nun elçileri arasında hiç birini (diğerlerinden)ayırt etmeyiz. İşittik ve itaat ettik Rabbimiz bağışlamanı (dileriz).Varış ancak sanadır” dediler.”(Bakara:285). Sevdiklerimizi sıralarken; Allah, peygamber, ana, baba, evlat, kardeş, akraba ve… diye sıralarız. Bunlar içerisinde sevgisi ve hakkı diğerleriyle asla mukayese edilmeyecek olan, hiç kuşkusuz Cenabı Hak’tır. Zira hem kendi varlığımız hem de sahip olduğumuz ve sevdiğimiz tüm varlıklar O’ndandır! Ana baba hakkı dahi, bir gün toprak olup gidecek bedenimizin varlık sebebi oldukları içindir. Ya peygamber ve masum önderlerin hakkı? Onlar, her iki cihan saadetini elde etmemiz için hayatlarıyla birlikte her şeylerini ortaya koymadılar mı? Biz Müslümanlar, diğer ilahi elçiler de olmak üzere Hz. Muhammed’i(s.a.a) babamız, anamız, evladımız, kardeşimiz, eşimiz, kavmimiz ve dünyalık her şeyimiz ile birlikte canımızdan da çok severiz.(9/24) Onları, Allah’ı sevdikleri, sevdirdikleri için severiz. Biz insanların dünya ve ahiret saadetini elde etmemiz için hayatlarını ortaya koydukları için her zaman o yüce zatları canımız ve cananımızdan kat kat üstte tutarız. Dolayısıyla biz insanlara düşen onları hem sevmek hem de sevmesini bilmeyen sevgiden nasipsizlere sevdirmektir. Niçin? 28 7SÖZ Peki, Allah’ı ve peygamberleri sevmek kuru bir sevda mıdır? İspat edilmemiş bir iddia mıdır? Yoksa ispat edilmesi gereken bir dava mıdır? Diğer bir ifadeyle; onları sevmenin üzerimize yüklediği bir hak var mıdır? Pek tabii ki vardır. Onları sevmenin hakkını vermeden onları sevdiğini iddia etmek, kuru ve boş bir iddiadan öteye gitmez ve sevene de asla bir faydası dokunmaz. Nitekim İmam Cafer Sadık (a.s) bir sözünde şöyle buyurur; -“Sen, Allah’ı sevdiğini iddia ediyor ve O’na isyanda bulunuyorsun. Andolsun Allah’a bu görülmemiş bir şeydir. Şayet senin O’nu sevdiğin gerçek olsaydı O’na itaat ederdin, çünkü seven sevdiğine itaat eder. Kuran’da şöyle buyurur; -“(Ey Muhammed(s.a.a)),De ki; eğer Allah’ı seviyorsanız bana itaat edin ki Allah’da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın” (3/31) Diğer bir ayette de elçisine sevgisini belirtmek ve ona büyük bir paye vermek için onun sözünün kendi sözü olduğunu bildirmiş ve şöyle buyurmuştur; ”Resul size neyi verse alınız ve neden sakındırdıysa da sakınınız”( Haşr/7 ). Ya da başka bir ayette elçinin örnek olduğunu şöyle ifade buyurmuştur: “Hakikaten, Allah’ın Rasûlünde sizler için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı bekleyenler ve Allah’ı çok zikredenler için en mükemmel bir nümûne vardır (o en güzel örnektir).” (Ahzâb/21) Bu ve bunun gibi birçok ayette Yüce Allah ısrarla Resulü örnek olarak göstermiş ve izlenmesini talep etmiştir. Ama nedense birileri Yüce Allah’ın bu kadar açık beyanına rağmen Resul’den sonra Resulü değil de ısrarla kitabı örnek almaya ve örnek göstermeye koyuldular! “Yekfüna Katabellah”(Allah’ın kitabı bize yeterlidir) sözünü diretip durdular. Neden? Çünkü işlerine öyle geliyordu da ondan. Kitap cansız bir nesnedir, yani dilsizdir, nasıl konuşturursanız öyle konuşur! Ona istediğinizi söylete- bilirsiniz! Ne söyletmek isterseniz, ondan bir paragraf bulup, önü ve sonuyla irtibatını kopardıktan sonra o paragrafın arkasına saklanarak onu söyletirsiniz. Örneğin ;” “Ne dediğinizi bilinceye kadar (Yani sarhoş iken) namaza yaklaşmayın” (Nisa /43 ) Bu ayetten ;”sarhoş iken” cümlesini çıkarıp,”namaza yaklaşmayın “cümlesinin arkasına sığınarak,”Kur’an’da namazın olmadığını, hatta Allah tarafından nehyedildiğini ( namazın yasak olduğunu ) “ de söyleyebilirsiniz. Çünkü Kur’an dilsizdir ve okuyanın arzusuna cevap verebilecek bir türdendir! Ama canlı ve konuşan bir nebiye bunu yapmak mümkün müydü? İşte ne olduysa nebiden sonra oldu! Kur’an elimizde oldu ama nebinin, kitabın yanına koyduğu canlı kitap devre dışı bırakıldı! Bundan dolayıdır ki, ümmetin başına ne geldiyse, kitapsızlıktan değil, imamsızlıktan ve imama itaatsizlikten geldi! Diğer bir ifadeyle; başımıza gelenler, nebinin son veda haccında kitabın yanında, kitapla birlikte bize emanet ettiği imama ihanetten geldi. Ta o günden bizlere haber vermişti nebi ;”Şayet bu ikisine birlikte sarılır iseniz, benden sonra asla sapıklığa düşmezsiniz ”! Ümmetin bu ihanetinden dolayıdır ki, asırlardır kırılıp batmamız, neredeyse insanlık sahnesinden silinip gitmemiz, beş para etmez gavurunun güdümüne girmemiz,hakaretlerine maruz kalmamız, bölünüp parçalanmamız,birbirimizi boğazlamamız,hepsi ve hepsi kitapsızlıktan değil,nebinin ,kitabın yanına koyduğu imama itaatsizlikten geldi.Nitekim Kitabın kendisi de ;” ona (Kitaba) arındırılmışlardan başkası dokunamaz” (Vakıa/79) demişti. Ama biz dokunduk! Hem de öyle bir dokunduk ve öyle bir yorumlar ve tefsirler yaptık ki, kitabı neredeyse iptal ettik! Beş yüz sahih hadisin yerine bir buçuk milyon hadis uydurduk! Artık kitaba ihtiyacımız kalmamıştı diye onu mevtaların hizmetine sunduk! Çünkü o,bizleri hep tefekküre, tedebbüre, tefahhusa MART 2014 29 ve akletmeye davet ediyordu, bu da işimize gelmediği için onu bu işi yapamayacak olan ölülere havale etmekten başka çaremiz kalmamıştı! Çünkü o,bizi adam etmek istiyordu, adam olmaksa çok zordu! Çünkü o,bizi emek vermeye çağırıyordu, beleşten geçinmek varken neden emek verelim ki? Çünkü o,bizleri ilime,irfana,eğitime,öğrenime,cihada,tezkiyeye,terbiyeye,bölüşüme,paylaşıma ve...davet ediyordu.Bunları yapmak bizleri aşan işlerdi! Böylece kitabın yerini uyduruk hadisler alınca, Nebinin bıraktığı din, din olmaktan çıktı, bıraktığı saadet sarayı harabeye dönüştü ve içinde Baykuşlar tünedi! Artık ondan sonra ümmetin coğrafyasında imdat feryatları yükseldi. Oluk oluk akan kan tüm coğrafyamızı kırmızıya boyadı. Bir olarak bırakılan ümmetin kaça parçalandığını onu parçalayanlar dahi unuttu. Nebinin bıraktığı kutlu miras, hovarda mirasyediler gibi paylaşılıp dağıtıldı. İrfani ve tasavvufi boyutunu bir zümre, ilmi ve fikri boyutunu başka bir zümre, siyasi ve hareki boyutunu da daha başka bir zümre sahiplenip durdu. Daha sonra da her zümre (mezhep) ellerindeki parçanın, hakkın ve dinin kendisi olduğunu iddia edip diğerlerini sapıklıkla suçlayıp gitti! “Her hizip ellerindeki parçayla övünüp durdu”(Rum/32) model olmaları için bıraktığı model örnekleri dahi kesip tüketti! Nebi ;”İman etmedikçe cennete giremezsiniz ve biri birinizi sevmedikçe de mümin olamazsınız” sözüyle, imanın sevgi toprağında büyümesi gerektiğini söylerken ümmeti , imanın kin, nefret ve taassup olduğunu zannetti! Yine nebiden geriye kalan varisleri de dedelerinin ümmeti tarafından katledilmekten kendilerini kurtaramadı. Çünkü kitap artık katledilmiş ve yerini uyduruk hadisler almıştı, bunlar da katledilip yerine başkaları! Konulmalıydı. Bununla da yetinilmedi, nebinin ad, san, güzel hatıraları ve sünneti de katledildi. Oysaki nebi, tüm insanlığa gönderilmiş bir peygamberdi. Geliş gayesi tek ümmet yaratmaktı. Bunun için insanların kendilerini bağladıkları tüm ırk, dil, soy, renk, coğrafya düğümlerinden onları çözdü ve onları iman bağına düğümledi. Fakat onun ümmeti, o yüce insanın örnekliğini üretip tüm insanlığa model olacaklarına, onun kendinden sonra insanlara İlahi fermanına kulak asmamamızdır. Gücümüz ise, oluşturacağımız vahdetimize bağlıdır ve bunu gerçekleştirmek için önümüzde çok ta önemli olmayan engelleri aşmak için gayret göstermememizdir. Şayet vahdeti oluşturur isek, diğer bir ifadeyle İ“hak sözün gücünün yanına bir de gücün sözünü katar isek, o takdirde hem kutsallarımızı hem de izzetimizi koruma fırsatını yakalamış bulunuruz. Kısacası tüm Müslümanlar olarak artık şunu anlamalıyız ki; “biz vahdetle var olur,ihtilafla yok oluruz !” 30 7SÖZ Yüce nebi söz ve davranışlarıyla müminin seven, sevilen, dost olan ve dostluk kuran kişi olduğunu ortaya koyarken onun ümmeti sevmeyen, sevilmeyen, dost olmayan ve dostluk kurulmayan bir görüntü arz etti! Bütün bunları söylemedeki gayem şudur; Bu gün şayet dünyanın bir yerlerinde Batılı emperyalist ve Yahudi Siyonistler tarafından yüce İslam dinine ve onun yüce peygamberine hakaretler yapılıyorsa, buradaki suç yalnızca o küstahlığı yapanlara ait değildir, biz Müslümanların da bunda payı vardır. Diğer bir ifadeyle;”suç da bizdedir güç de bizdedir!” Suçumuz Kur’an’ın daha ilk günden müminleri muhatap alarak buyurduğu; ” Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider.(Enfal/46) Ne diyeyim Rabbim akıl,fikir ihsan eyleye ! MART 2014 31 Abbas Kazimi Aile ve Çocuk Terbiyesi İnsanların bir maddî ve cismî yönü vardır, bir de manevî ve ruhî. Cismî yönden insanın beslenip gelişmeye ihtiyacı olduğu gibi, ruhî yönden de eğitilip olgunlaşmaya ihtiyacı vardır. Anne-baba ve eğiticiler çocukların cismî yönden gelişimlerine özen gösterdikleri gibi, onları manevî yönden eğitip yetiştirmeye de dikkat etmelidirler. Bunu dikkate almamak, insanın cismî yönden gelişmesine, ancak ruhî ve manevî yönden zayıf kalmasına sebep olur. Bunun tam tersi de mümkündür; bir kimsenin bedenî yönden cılız ve zayıf olup, ruhî yönden güçlü, kuvvetli ve dirençli olması da mümkündür. 32 7SÖZ İnsanın bedenini bir bademin kabuğuna, ruhunu ise bademin içi ve özüne benzetebiliriz. Açıktır ki, bademin kabuğundan daha çok, içi ve özü önemlidir. Kabuk ise daha çok koruyucudur. Kur’an-ı Kerim insanın bu yönü ile ilgili olarak “öz” tabirini kullanmıştır. Kur’an-ı Kerim’de bazı insanlar hakkında “ulü’l-elbab” (öz ve akıl sahipleri) tabiri kullanılmıştır. Elbette öz ve akıldan maksat, kafamızda yer alan beyin değildir; insanın ruhsal yapısıdır. Bir çocuğun vitamine, güneş ışığına, temiz havaya ve buna benzer şeylere ihtiyacı olduğu ve bunların temininde kusur edildiğinde gelişiminde aksaklıklar görüldüğü gibi, manevî ve ruhsal doyuma da ihtiyacı vardır. Bu noktada ruh için gerekli olan en önemli ihtiyaç, “muhabbet ve sevgi”dir. Bazı anne ve babalar, çocuklarının her türlü ihtiyacını karşılarlar; yiyecek, giyecek, iyi bir yaşam ortamı sağlamak gibi hususlara özen gösterirler; ama çocuklarına gerekli ilgi ve muhabbeti göstermeye önem vermezler. Bu durum, çocuğun ruhsal yönden gelişmemesine ve zayıf kalmasına sebep olur. Sağlıklı bir görünüşe sahip olduğu hâlde sürekli sıkıntılı ve üzgün olan bir çocuğa rastlamışsınızdır mutlaka. Hakkında az bir araştırma yapıp yaşantısına baktığınızda, sevgi ve muhabbet yönünden daha az ilgi gördüğünü, sevgi ve ilgiden yoksun olmanın onda olumsuz bir tesir bıraktığını göreceksiniz. İlgi ve muhabbetten yoksun bir çocuk, susuz kalan bir insana benzer. Susuz kalan bir insan su bulduğunda, hatta o su düşmanın elinde olsa bile, susuzluğunu gidermek için ona doğru gider ve düşmanın elinden su içer. Eğer anne ve baba- lar evlâtlarına sevgi ve ilgi göstermezlerse, düşmanı olsa bile, çocuklar bu sevgiye olan ihtiyaçlarını gidermek için kendilerine sevgi gösteren herhangi bir şahısa bağlanırlar. Bundan dolayı zararlı insanlar, baştan çıkartmak istedikleri çocukları, ilgi ve muhabbet yoluyla kendilerine çekerler. Toplumun bu kara noktaları, muhabbetten yoksun olanların, neye susamış olduklarını çok iyi bilirler. Bir çocuğun da bu ilgiden etkilenmesi doğaldır. Çocuklar nerede sevgi görseler, oraya doğru yönelirler; aynı susuz kalmış bir insanın su olan yere yönelmesi gibi. Bazı anneler, çocuklarına yaptıklarını fazla görüp, evlâtlarının bunca zahmetten sonra kendilerine saygı ve sevgi göstermediklerini, üstelik başka şahıslara karşı daha yakın davrandıklarını görünce gayet üzülür ve şaşırırlar. Bunun sebebi, annelerin ve babaların çocukları için maddî yönden rahat bir yaşam ortamı sağlamak için yeterince zahmet çekmelerine rağmen ondan daha önemli olan ilgi ve sevgi unsurundan gaflet etmeleridir. Çocuğun sevgiye olan ihtiyacı doyurul- MART 2014 33 madığından dolayı size olan ilgisi azalmış ve sizden uzaklaşmıştır. Bunun yerine ona sevgi ve muhabbet gösteren başka şahıslara yönelmiştir. Başka bir ifadeyle; çocuklar doğal olarak kendilerine sevgi, ilgi ve dostluk gösteren şahıslara karşı bağlılık hissederler. İşte bu doğal duygu, doğru yolla tatmin edilmediği zaman çok tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Şeytanlar, çocukların bu doğal ihtiyacından yararlanarak onları fesat ve kötülüğe doğru çekerler. Gençlerimizin bir kısmı bazı kötü niyetli ve azgın insanların oyunlarına gelip, aile ve sağlıklı toplumsal çevrelerinden uzaklaşarak, kötü emelli şahısların etkisi altına girmektedirler. Bunun temel nedeni ise, anne ve babanın çocuğunun maddi ihtiyaçlarının yanı sıra, onun manevî ve ruhsal ihtiyaçlarını dikkate almamaları ve onların muhabbete olan susamışlıklarını göz ardı etmeleridir. Anne ve babalar, yavrularını dış dünyaya karşı korumasız ve âciz hâlde bırakmalarının neticesinde, dünya ve ahiretlerini tehlikeye attıklarını unutmamalıdırlar. Aslında her anne ve baba, evlâdının temiz, güzel ahlâklı, imanlı ve şahsiyetli olmasını ister. Ancak bu isteğe ulaşmak için bazı hususlara riayet etmeleri gerekir. Bu hususlardan biri, çocuklara sorumluluk vermek ve onların şahsiyet ve kişiliklerinin gelişmesine yardımcı olmaktır. Evlâdımıza bir görev ve mesuliyet vermemiz, onun kendisinin değerli ve önemli birisi olduğunu hissetmesine ve sonuçta kendisini kontrol etmesine ve şahsiyetine leke getirecek her türlü yanlış hareketlerden kaçınmasına sebep olur. Ama çocuğun kişilik ve şahsiyeti gelişmezse, bu onun giderek yüzsüz bir yapıya sahip olmasına ve çevresindeki insanların ona karşı tavırlarını umursamamasına yol açar. Böyle birini övseniz de, ayıplasanız da artık onun için fark etmez. Hatta onu cezalandırsanız ve dövseniz bile buna önem vermez. Böyle bir kimseyi, iyi bir iş gördüğünde ödüllendirdiği- 34 7SÖZ nizde ve yanlış bir harekette bulunduğunda cezalandırdığınızda tepki ve reaksiyon göstermez. İşte bu tepkisizlik çocuk için çok tehlikelidir. Çünkü artık her şeye karşı aldırmaz olan bir çocuğun ıslâh olması, düzelmesi çok zor olur. Bazı anne ve babalar, evlâtlarını yaptıkları yanlış ve çirkin bir iş yüzünden azarladıklarında, çocuklarının onlara karşı sinirlenerek kendilerini savunmaya kalkışmalarından yakınırlar. Aslında çocukların bu tutumu, sevinilecek bir şeydir ve velilerin bu olaydan rahatsızlık duymamaları gerekir. Bu, evlâdınızın birtakım şeyleri anladığının ve şahsiyetine leke gelmesini istemediğinin göstergesidir. İyi ve kötüyü kendisine göre teşhis etmek olumlu bir sıfattır. Ama bir çocuk duyarlılığını yitirirse, bu onun için kötü bir durumun ifadesidir. Nasıl ki eliniz ilk defa sıcak bir tencereye değdiğinde yanar; ancak bu yanma olayı sık sık tekrarlanırsa yavaş yavaş elinizde ölü bir deri tabakası oluşur ve artık eliniz sıcak bir şeye değdiğinde ısıyı duymamanıza sebep olur. Çünkü o ince derinin yerine artık kalın ve hissiz bir deri almış ve duyarlılığı kaybolmuştur. Çocuklar da böyledir. Bir çocuk duyarlılığını kaybedecek şekilde yanlış terbiye edildiğinde, onu düzeltmek, eğitmek ve ona bir şeyleri anlatmak zorlaşır. Öyle anne ve babalar vardır ki çocuklarına bir işi yaptırmak istediklerinde, birkaç kötü söz kullanmadıkları müddetçe çocukları o işi yerine getirmezler. Çocuğa doğru olanı yaptırmak için bu tür bir metoda başvurmak oldukça yanlış ve sakıncalıdır. Ne yazık ki bu yöntem, bazı baba ve anneler tarafından benimsenen bir eğitim metodu haline gelmiştir. Oysa bunun yerine, çocuğa sorumluluk vererek onun şahsiyetini geliştirmeye çalışmak en doğru olan yoldur. İlgi ve muhabbetten yoksun bir çocuk, susuz kalan bir insana benzer. MART 2014 35 VEDA Hüzün kokan yanımızı da çok severiz.. Fatma SEVİMLİ 36 7SÖZ Ölüm fermanımı imzaladım dün gece Huzur ki ne kadar can vericiydi Dedim; Cellat vur boynumu! Aşk, ne kadar da gerçekti. Hayır dedi cellat; çektireceğim. Arkamda bırakıyorum sizi! Hayat dedi içses, hayat ne garip Prangalar ve paslı kilitlerinizle baş başa Mutlu olduğunu zannettiğin an Boşluğa bırakıyorum dikenli ellerinizi Meğer toprağını kazmışsın Ve makber seni bekler: Uzun beyaz elbisem sahici bir kefen “- Gel artık ey Fatıma” Radyoda “Dün gibi “ çalıyor Başımda beyaz papatya tacım Âh! İç organlarımı gömüyorum Ey dâr-ı bekâ, Gülümseyerek, can çekişirken Ey ölüm çiçeği “Hazırım vuslata” Güya bahar gelmişti ruhuma, Çölde kum tanesinden daha zerreceyim Ömrüme sanki canfeza yağmuru düşmüştü Zerrenin içine oturmuş bir yumru belki de De ki neye yarar Ey hiçbir şeye cesareti olmayan zavallılar! Cellat neyi sağaltır Siz, hiç bu kadar güzel ceset gördünüz mü? Kalbimdeki ormanı Yakıp Huzuru kokladı bu zerre Yıkmaktan başka MART 2014 37 Rachel Corrie “Gerçekten de bu dünyada böyle bir zulmün kıyamet koparmadan geçiştirilebilmesine inanamıyorum. Canımı yakıyor, geçmişte de yaktığı gibi, dünyanın böyle korkunç bir hale gelmesine göz yumuşumuza tanıklık etmek. Buradaki halkın büyük çoğunluğu, kaçabilecek ekonomik durumları olsa bile, topraklarında direnmekten vazgeçip buraları terk etmeye kalksalar bile gidemezler. Çünkü vize başvurusu yapmak için İsrail’e bile giremezler ve zaten hiçbir ülke de onları kabul etmez. Dolayısıyla bütün hayatta kalma yolları kesilmiş insanlar içinden çıkamayacakları bir hapishanede tutuluyorsa, bence buna Jenosit denir.” Bu sözler hayal etmediğimiz özgürlüğü sahip olan Rachel Corri’ye aittir. Rachel Corrie’nin İsrail buldozeri altında kalan bedeni İsrail’in işlediği bir katliama şahit olmuştu. Filistin yaşayana kadar ben yaşarım, sonsuzluğun yolun sona kadar varım … Size geliyorum, sizinle dayanıyorum ve sizinle yaşayacağım … aklımızdan ötesinde, daha doğru düşüncemizin sonrasında ve hayal ettiğimiz dünyanın ötesinde, günler daha hızlı ve daha çabuk ve güzel geçer … Bazılarımız için hayat 20 … 100 yıl- 38 7SÖZ dır… bazılarımız için hayat sonsuzdur … onlar yoklar ama bıraktığı izleri sonsuza kadar devam etmekte … Washington’un Olimpya kasabasında bir üniversite öğrencisiyken, işgal ve soykırıma “dur” demek için Filistin’e giden Amerikalı barış eylemcisi Rachel Corrie, bir Filistinlinin evini yıkmasını engellemeye çalıştığı sırada, İsrail buldozerinin altında ezilerek yaşamını yitirmişti. Görgü tanıklarına göre 23 yaşındaki Corrie, Gazze kentinde Filistinli bir doktorun evini yıkmaya çalışan İsrail ordusuna ait buldozeri engellemeye çalışırken düşünce, buldozer önce genç kadının üstünden geçti, sonra geri giderek onu tamamen ezdi. İsrail ordusu bu olayın bir kaza olduğunu söyledi her zaman olduğu gibi. İsrail Ordu Sözcüsü Jacop Dallal, barış eylemcilerinin sorumsuz tavırlarıyla insanların hayatlarını tehlikeye attıklarını söylemişti. Uluslararası Dayanışma Hareketi adlı bir uluslararası barış eylemcisi grubun üyesi olan Corrie, daha önce ülkesine gönderdiği bir elektronik posta mesajında, 14 Şubat’ta yine Filistinlilerin evini yıkmaya çalışan bir İsrail buldozerine karşı yaptıkları eylem sırasında buldozerin kendilerini nasıl zorla geriye ittiğini ve uluslararası barış eylemcilerinin içine sığındıkları evin duvarını nasıl yıktığını anlatmıştı. Corrie, 1979 yılında ABD’nin Washington eyaletine bağlı Olympia kentinde doğdu ve büyüdü. Evergreen Devlet Koleji’nde eğitiminin son dönemine gelen Corrie, mezun olduktan sonra yazar ve aktris olmak istiyordu. “Benim ailemden hiç kimse, memleketimde, bir ana caddenin sonundaki bir kuleden bir roketatar tarafından, arabamızla giderken vurulmadı. Bir evim var. Gidip okyanusu görme hakkım var” diyerek, Filistinlilerin yaşadıkları zulme dikkat çekmişti. Corrie’nin gündeminde Filistin vardı. Kendi derdini, sıkıntılarını bir kenara bırakıp, Filistinlilerin dertlerini annesine aktaran Corrie “Şu anda İsrail ordusu Gazze’ye giden yolu kazdı, ve ana kontrol noktalarının ikisi de kapandı. Bu, üniversiteye gidip yeni dönem kaydını yaptırmak isteyen Filistinlilerin, bunu yapamayacağı anlamına geliyor. İnsanlar işine gidemiyor ve diğer tarafta kalanlar evine dönemiyor” demişti. Corrie’de herkes gibi eğlenip, rahat bir yaşam sürmek istemişti. Fakat diğer tarafta, Filistin’de olan soykırımın da sona ermesi gerekiyordu. Corrie, bunun için eğlen- ceyi bir kenara bırakmıştı. Annesine yazdığı bir mektubunda neden Filistin’de olduğunu şöyle anlatmıştı: Bu artık bitmeli. Bana göre hepimizin her şeyi bırakıp, yaşamımızı bunun sona ermesi için çabalamaya adamamız, iyi bir fikirdir. Bana göre bu, artık aşırı bir düşünce değildir. Ben hala, Pat Benatar dinleyerek dans etmeyi ve erkek arkadaşlar bulmayı ve iş arkadaşlarımın karikatürlerini çizmeyi çok istiyorum. Fakat bunun sona ermesini de istiyorum. Hissettiğim şey güvensizlik ve korku. Hayal kırıklığı. Bunun dünyamızın esas gerçeği olması ve bizim, aslında, buna ortak olmamızdan dolayı hüsrana uğradım. Benim dünyaya gelirken istediğim bu olamazdı. Buradaki insanların dünyaya gelirken istedikleri bu olamazdı. Sen ve Babam bebek yapmaya karar verdiğinizde, beni getirmek istediğiniz dünya bu olamazdı. Capital Gölü’ne bakıp “İşte koca dünya, ben geliyorum.” derken, sözünü ettiğim bu değildi. Rahat bir yaşam süreceğim ve belki, hiç gayret etmeden, soykırıma ortak oluşumun farkına varmadan yaşayacağım bir dünyaya geldiğimi söylemek istememiştim. Dışarıda bir yerlerde şiddetli patlamalar oluyor. Filistin’den döndüğümde, muhtemelen kabuslar görecek ve burada olmayışım yüzünden kendimi suçlu hissedeceğim, fakat bu bana daha fazla çalışma gücü verebilir. Buraya gelmek, bugüne kadar yaptığım en iyi işlerden biriydi. Dolayısıyla eğer saç- MART 2014 39 malıyorsam, veya İsrail ordusu beyazlara zarar vermemeye olan ırkçı meylinden vazgeçerse, doğrudan doğruya bunun sebebini, benim de dolaylı olarak desteklediğim, ve kendi devletimin ana sorumlusu olduğu bir soykırımın ortasında bulunuşuma bağlayın.” Arapların hatta bazı Müslümanların Filistin davasına duyarsız kaldığı bir zamanda Corrie, ailesi, dostlarını, normal yaşantısını bir kenara bırakarak Filistin’e gitmişti. Corrie, Filistinlilerin gasp edilen haklarını geri almak için Filistin’e gitmişti. Rachel’in anne ve babası Craig and Cindy Corrie, kızlarının 6. vefat yıldönümü bugün Gazze’de kutladılar. Kızının sürekli kendisiyle görüştüğünü belirten Cindy Rafah’ta yaptığı açıklamada, kızının ölmeden önce son günlerini yaşadığını fark ettiğini kaydetti. Cindy, kızının “evlerin içinde çocuklar olsun yada olmasın, Filistinlilerin evleri İsrailliler tarafından yıkılıyor” dediğini söyledi, Amerika yönetimini kızına fazla önem vermemekle suçladı. Rachel Corrie’nin Filisitin’den Ailesine Mektupları 40 7SÖZ 7 Şubat 2003 Merhaba arkadaşlarım, ailem ve diğerleri, Filistin’e geleli yalnızca iki hafta oldu. Buna rağmen gördüklerimi anlatmakta kelime bulamıyorum. Benim için en zoru; ABD’ye mektup yazmak için oturduğum zaman, burada olup bitenler hakkında düşünmek… Buradaki çocuklar, evlerinin duvarlarındaki tank mermisi delikleri ve bir işgal kuvvetinin onları sürekli izleyen kuleleri olmadan bir gün yaşamış mıdır? Bilmiyorum.… Her neyse, burada küresel hiyerarşinin işleyişinin, benim yalnızca iki yıl öncesine kadar olduğumdan çok daha iyi farkında olan sekiz yaşında çocuklar var /en azından İsrail konusunda. Gene de, hiçbir okuma, konferanslara katılma, belgesel izleme ve kulaktan dolma bilginin beni buradaki durumun gerçekliğine hazırlayamayacağı düşüncesindeyim. Görmeden bunu hayal edemiyorsun ve gördükten sonra bile, bu deneyiminin hiç de o gerçekliği bütünüyle yansıtmadığının farkındasın… Benim ailemden hiç kimse, memleketimde, bir ana caddenin sonundaki bir kuleden bir roketatar tarafından, arabamızla giderken vurulmadı... Bir evim var. Gidip okyanusu görme hakkım var. Eğer evinizin duvarlarının aniden içeriye yıkılmasıyla uyanma korkusu içinde bir gece geçirseniz, Eğer hiç kimsesini kaybetmemiş insanlarla karşılaşamasanız, Eğer ölüm saçan kuleler, tanklar, silahlı “yerleşimler” ve bu şimdiki dev metal duvar ile çevrelenmiş bir dünyanın gerçekliğini yaşasanız, nen, dördüncü büyük ordusunun, sizi vatanınızdan silmek için yaptığı baskıya karşı direniş içinde, sağ kalma mücadelesiyle geçen tüm çocukluk yıllarınız için dünyayı affedebilir miydiniz? Merak ediyorum. 8 Şubat 2003 İsrail’deki Yahudi halkın işgale direnişi ve İsrail ordusunda görev reddedenlerin üzerlerine aldıkları olağanüstü büyük tehlike, özellikle ABD’de yaşayan bizler için, bizim adımıza zulümler işlendiğinin farkına vardığımızda nasıl davranmamız gerektiği konusunda bir örnek arz etmektedir. Teşekkür ediyorum. 20 Şubat 2003 Dünyanın süper gücü tarafından destekle- MART 2014 41 Anneciğim, Bana bakmakta olan birçok iyi Filistinli olduğunu bilin. Biraz grip mikrobu kaptım, onlar da bana iyileşmem için çok hoş, limonlu içecekler verdiler. Ayrıca, halen yattığımız kuyunun anahtarlarını saklayan kadın bana durmadan seni soruyor. Zerre kadar İngilizce bilmiyor, fakat çok sık senin hakkında soru soruyor, seni aradığımdan emin olmak istiyor. 27 Şubat 2003 Anneciğim, Seni seviyorum. İnan, çok özlüyorum. Kâbuslar görüyorum, rüyalarımda siz ve ben içeride, dışarıda tanklar ve buldozerler evimizi çevirmiş görüyorum. Eğer içimizden birinin tüm yaşamı ve huzuru tamamıyla altüst edilseydi, Eğer askerler, tanklar ve buldozerlerin her an geleceklerini ve uzun zamandır yetiştirdiğimiz bütün seralarımızı yıkacaklarını bilseydik, 42 7SÖZ Eğer çocuklarımızla beraber, her an daralan bir yerde yaşasaydık ve bunu bazılarımızın dövülmesine, 149 kişiyle beraber saatlerce bir yere kapatılmasına katlanarak gene yaşamak zorunda olsaydık, geri kalan neyimiz varsa korumak için sence biraz kaba kuvvete dayanan yöntemlere başvurmayı deneyebilir miydik? Bu özellikle, yıkılmış meyve bahçeleri, seralar ve meyve ağaçları gördüğümde aklıma geliyor, nice zahmetle, yıllarca bakımı ve işlemesi yapılmış. (…) Bence Craig amcam bunu yapardı. Bence büyük olasılıkla büyükannem de yapardı. Bence ben de yapardım. Bana pasif direnişi sormuştun. Dün o patlayıcı, havaya uçuruldu¤unda ailenin evinin tüm camları kırıldı. O sırada bana çay ikram ediyorlardı, ben ise iki küçük bebekle oynuyordum. Şuan o kadar zor bir durumdayım ki, acı çeken insanların sürekli, tatlılıkla, üzerime titremeleri beni tam anlamıyla hasta ediyor. ABD’de böyle bir şeyin size çok abartılı geleceğini biliyorum. Filistin’den döndüğümde muhtemelen kâbuslar görüp burada olmadığım için sürekli suçluluk hissedeceğim. Ama bu duygu bana dahasını yapma gücü verebilir. Buraya gelmek, hayatımda yaptığım en iyi şeylerden biriydi. Dolayısıyla ola ki saçmalıyorsam ya da İsrail ordusu beyazlara zarar vermemek gibi ırkçı temayüllerini kaybederse, nolur hiç çekinmeden bunun nedenini dolaysız olarak desteklediğim ve devletimin büyük oranda sorumlu olduğu bir jenosidin ortasında olmamla açıklayın... benim için böyle. Silah sesleri ve bomba patlamaları ortasında, insanlar bana bir dolu çay ve yiyecek vermeye çabalıyor. Sizi seviyorum. 28 Şubat 2003 Rachel’in son e-postası Anneciğim, Merhaba Baba, Bu sabahtan sonra kendimi çok daha iyi hissediyorum. Oturup uzun uzun, ne kadar büyük kötülüklere muktedir olduğumuzu ilk elden keşfedişimin verdiği düş kırıklığı üstüne yazdım. Oysa en ağır koşullarda bile insan kalabilme gücü ve yeteneğini keşfetmiş olduğumu da yazmalıydım ki bunu daha önce bilmezdim. Galiba aslolan, onur. Buradaki insanlar burayı terk edemezler, dolayısıyla bu her şeyi karmaşıklaştırıyor. Onlar, bizim buraya tekrar gelişimizde kendilerinin hayatta olup olmayacaklarını bilmeyişleri gerçeğinin de çok iyi farkındalar. Ömrümün bir Filistin devleti yahut demokratik bir İsrail-Filistin devleti kuruluşunu görmeme yeteceğine inanıyorum. Filistin’e özgürlük bana göre, tüm dünyada mücadele veren halklar için çok büyük bir umut kaynağı olacaktır. Bana göre bu aynı zamanda, ABD’nin desteklediği, antidemokratik rejimler altında mücadele veren Arap halklarına da büyük ilham kaynağı olabilir. Buradaki insanların, bizim onlar adına hayatımızı tehlikeye atışımızdan daha çok, öncelikle rahatımız ve sağlığımızla ilgilendiğini hissediyorum. En azından bu Burası hakkında büyük suçluluk duygusuyla yaşamayı gerçekten istemiyorum / bu kadar kolay gelebilmek, gidebilmek ve geri gitmemek. Bana göre bir yerlere bağlılık duymak kıymetli bir şeydir, bunun için bir yıl içinde buraya geri dönmeyi planlayabilmeyi istiyorum. Burada hayatı kolaylaştırabilmek için yaptığım işlerde düşler âlemine dalıp bir Hollywood filminde veya Michael J Fox’un oynadığı bir komedi dramasında olduğumu hayal ediyorum. Sen de bir şeyler düşünüp tasarlayabilirsin, ben de katılmaktan memnun olurum. Kocaman sevgiler babacığım. … İlya Yüksel MART 2014 43 Adına bahar dalından bir gül vermiştim, Yoksul çoğrafyamın,kızgın köyünden, Bir sabah esintisinin kızıllığında Yüklemiştim heybeme tüm kokularını, Ve sen diye sinmiştim tüm işkenceleri içime, Toprak damlı evlerin hayallerinde. Kırık bir bir mızrabın ucuna iliştirdim yokluğunu Ve bıraktım karayelin kızgın şiddetine Yokluğunun her bir karesinde yaşadım varlığını, Futursuz ayrılıkların,çelimsiz gidişlerin nihayetinde, Karasal çoğrafyamın yüreğime işlediği sadakat nakışlarıyla Gelirsin diye hala gittiğin yerdeyim. Kim bilir, Şimdi sen, Hangi yalancı sözcüklerin cümle alemindesin Hangi sonbaharın yeşilinde,kışın arifesindesin, Ve hangi dilencinin avuçlarına bıraktığın yüreğimin bayramındasın Mahmut ÖZDEMİR 44 7SÖZ MART 2014 45 Foto: Farshid Pirouznia Dünyayı Yöneten Kukla Yöneticiler Bismillahirrahmanirrahim Bugün dünya üzerinde yedi milyarı aşkın insanoğlu yaklaşık 210’dan fazla ülkede yaşamaktadır. Akla gelen ilk soru şu; bu insanların yüzde kaçı ve bu ülkelerin kaç tanesi bağımsızdır. Allah’ın insanlara verdiği rızıktan yüzde kaçı tam anlamıyla eksiksiz yararlanmaktadır. Bu ülkeler kendilerine ait olan doğa zenginliklerinden ne kadar bağımsız ve kendi iradeleriyle faydalanmaktadır. Bugün insanlara şu soru sorulduğunda senin yaşadığın ülke ve ülkeyi idare eden idareciler bağımsız mıdır.? Sen ülkende kendini özgür ve bağımsız hissedebiliyor musun, seni idare eden ülke idarecilerinden memnun musun, ben yaşadığım ülkemin idarecilerinden yüzde yüz razı ve memnunum diyebilen kaç kişi çıkabilir, Nasyonalist insanların dışında, evet beni yöneten idarecilerimden razı ve mutluyum diyecek çok az insan bulunur. Çünkü adalet ve özgürlüğün yerine baskı, haksız, zorba ve adaletsizliğin hakim kılındığı bir dünyada mutluluktan bahsetmek abesten iştikaldır. Çünkü tarih boyu insanların özgür ve bağımsızlığı sömürgeci güçler tarafından ellerinden alınarak yozlaştırmak istenmiştir. Bugünde bu artarak devam etmektedir. Şu bilim ve teknoloji çağında artık herkes neyin ne olduğunu aşağı yukarı çok iyi biliyor, akıllı ve basiretli insanlar şu kadarını çok iyi biliyordur ki ne bu devletler ve sistemleri ve nede insanların kendisi bağımsız ve özgür değildir. İnsanlar sözde modern ve 46 7SÖZ çağdaş görünümlü bağımsız ve özgürlük adı altında köleleştirilmiş bir monoton ve robot hayat sürmektedir. Çünkü uluslararası Siyonist sermaye sömürü çetesi kapitalist bir yapıyla halkların bütün maddi ve manevi değerlerini çalmak için her türlü ahlaksız girişimi meşru kıldılar. Bunun için teşkilatlanmayı kendilerine zorunlu bilerek 1817 yılında Siyonist çete lobi gurupları Avusturya’nın başkenti Viyana’da uluslararası Siyonist sermaye sömürü çetesini kurdular. Bu sömürü çetesi düzenledikleri seri toplantılarla iki binli yıllarda kukla ülkeleri ve bu ülkeleri idare eden satılmış birtakım insanları başa getirerek onların elleriyle o ülke halklarını yozlaştırmayı kararlaştırdılar. Kukla idarecilerin elleriyle kendi halkını dizayn ettiler. Bu Siyonist sermaye sömürü çetesi yirmi dört maddelik sömürü taslağı hazırlayarak dünya da uygulamaya koyuldular. O günden bugüne kadar bütün ülkeler bu Siyonist sermaye çetesinin koyduğu sistem üzerinden idare edilmektedir. Aynı zamanda liberal ekonomi safsatasıyla kan içer gibi ülke zenginliklerini yağmalayıp sömürüyorlar. Ve bugün dünya’nın yer altı ve üstü zenginliklerinin tümü bu uluslararası sömürü çetesinin kontrolü altındadır. Dünya gelirinin % 75’i bu sömürü çetesi ve yandaşlarının elindedir. % 25’i ise dünya halklarının arasında paylaşılmaktadır. Bu uluslararası sermaye sömürü çetesin elinde bulundurduğu % 75 güçle % 25 paya sahip olan halklara hükmetmektedir. Bunlar dünyanın her yerinde istedikleri zaman bir ülkede hükümeti başa getiriyor ve istedikleri zaman askeri ihtilal ve gayri meşru yollarla o hükümeti yıkıyorlar, birçok ülke ismi verebiliriz, ama gereği yok çünkü her akıl sahibi insan bunları biliyordur. Silah satabilmek için istedikleri zaman istedikleri coğrafyada savaş çıkartıyorlar, istedikleri zaman ülkelerde fitne tohumları ekerek kardeş kavgası çıkartıyorlar, bugün İslam coğrafyasındaki bütün facia ve belaların tümü bu Siyonist sömürü ve kana susamış çeteler tarafından çıkartılmaktadır. Kukla ve satılmış köpek sürüsü idarecilerin elleriyle tekfirci vahhabi ve selefi teröristleri yetiştirip ortaya çıkararak İslam ümmetinin başına bela edip her gün tekbir sesleriyle baş kesip vahşice cinayet işletip oluk oluk kan akıttırmaktadırlar. Bunlar aşağı yukarı tüm ülkelere hükmetmektedirler. Örneğin ABD, 350 milyona yakın nüfusa sahip bir ülke ama devlet başkanını uluslararası bu Siyonist sömürü çetesi seçtiriyor. ABD halkının seçim üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Onlara sadece kime oy vermeleri gerektiği hususunda bilgi verilmektedir. Bütün ülkelerin hepsine yakınına buna benzer seçim yaptırılmaktadır. Demokrasi ve insan hakları safsatasıyla insanlar kandırılmaktadır. Hatta kendilerine hizmet eden kukla idarecilerin başa gelmesi için her türlü baskıyı meşru görerek yeri geldiğinde zulüm yapmakta yeri geldiğinde rüşvet vermekte ve her türlü ahlaksızlığı yapmaktadırlar. Dünyaya kuklalarına bunlar hükmediyor, kukla idareciler ise bunların istek ve emirlerini yerine getiriyor. Çünkü dünya siyasetine ve ekonomisine yön veren bu sömürü çetesidir. Bu sömürü çetesi İran ve Kuzey Kore dışında bütün ülke merkez bankalarının % 51 ila % 75 hisselerine ortaktırlar, IMF ile dünya merkez bankası zaten bunlarındır. Bağımsızlık, özgürlük, demokrasi ve insan hakları serbest piyasa hepsi bir büyük yalandan başka bir şey MART 2014 47 değildir. Çünkü bu sermaye çetelerin çıkarlarına hizmet edildiği sürece bu vasıflardan yararlanma imkanına sahip olunur, aksi takdirde ezilmeğe ve yok olmaya mahkumdur. Bu sömürü çeteleri gerçek anlamda halklara direkt hükmediyor, halklardan uzak durarak isteklerini kukla idarecilere yaptırıyorlar, halklar bunların maske altındaki yüzlerini çok iyi gördüğünden halklara yanaşmamaktadır. Onlar halkları kendi kukla idarecilerin üzerinden etkisiz hale getirmek istemektedir. Çünkü halklar özgürdür, bunlar ise özgürlükten korkan sinsi yaratıklardır. Dolayısıyla özgürlüğü bastırmak için her türlü ahlaksızlığı yapmaktan çekinmezler, bunlar zorba ve baskı yoluyla elde edemediklerini kültürel saldırı yoluyla amaçlarına ulaşmaya çalışırlar, bunların özgür halklara direkt hükmedemediklerinden dolayı halkları dizayn edecek kukla idarecilerin üzerinde baskı kurmak için Abd’yi süper güç olarak ortaya çıkardılar. sömürerek güçlendiler. Süper gücün birinci vazifesi, kendisinin ve Avrupalı yandaşları İngiltere, Fransa ve benzeri destekçilerinin desteklediği,1942 yılından itibaren gece ve gündüz cinayet işleyip katliamlar yaparak Filistinlileri yurtlarından sürgün eden ve 1962 yılında kurdukları gayri meşru ve gaspçı Siyonist devletini korumaktır. Bu dört gücün büyük şeytan ABD’nin hizmetine verilmesinin yegane sebebi Siyonist gaspçı işgalcileri beslemek içindir. Bunlar dünyada her türlü hile oyunlarıyla bütün insanları şeytani yalanlarıyla kandırıp insanların bütün maddi ve manevi değerlerini sömürerek tüm ahlaksızlığı salgın hastalığı gibi insanlığın içine saldılar. Bunlar kendi emirlerinde olan ülkelerin kukla yönetimi üzerinden oyun oynuyorlar, ani bir refleksle ekonomi krizi çıkarıyorlar, istedikleri ülkede develesyon yaptırıyorlar. Yok, domuz gribi, yok kuş gribi ve bir çok adı dahi duyulmamış bulaştırıcı hastalıklar gibi ve buna benzer yollarla dünyadaki uluslararası sömürü çetelerin hizmetinde olan holding sahiplerinin mallarını pazarlamak için bu hile söylemlerle halkların maddi ve manevi değerlerini yağmalıyorlar. Ne gariptir ki her ülke bu olaylardan etkilenip IMF ve Dünya bankasının kapısında boynu bükük bekleyerek aldıkları yüksek faizli paralarla ülkeleri borç bataklığında batıp insanlar köleleştirilirken, Siyonist İsrail de hiç bir etkil enme olmuyor, neden? İnsanın aklına gelen soru şu? ABD İsrail ile komşu, ırkı ve milliyeti, inancı ve dini, kitabı ve Peygamberi aynı değildir, bunlara rağmen ABD neden Siyonistlerin güvenliğini kendi güvenliğinden daha önemli bilerek onu korumayı kendine vazife bilmektedir. Evet, sorunun nedeni de ve cevabı da gayet açık ve nettir. ABD’ye verilen görev bu koruma görevidir. Bundan dolayı uluslararası Siyonist sermaye sömürü çetesi bunun için ABD’ye jandarmalık görevi vererek birinci vazifesinin de gayri meşru bu devleti korumak olduğunun emrini verilmesidir. Bundan dolayı ABD’nin bunların emirlerini yerine getirebilmesi için kendisini bu dört ahlaksız etkenle desteklediler. 1 – Ekonomi: Ahlaksızca her ülkeyi 48 7SÖZ 2 – Askeri: Ahlaksızca atom ve her türlü yok edici silah geliştirerek günahsız insanları öldürmek suretiyle ülkeleri işgal ettirdiler. Örnek; Vietnam, Japonya, Irak, Afganistan ve bunlara benzer birçok ülke, dünyanın her hücre köşesinde tüm hakların ve mazlumların kanlarıyla ellerini yıkamış ve halada yıkamaktadır. 3 – Siyasi: Ahlaksızca tüm ülkelere uyguladıkları siyasi baskılarla idareci ve halkların bir çoğunu kuklalaştırdılar. 4 – Sosyal ve Kültürel Ahlaksızlık: Sosyal ve kültürel ahlaksızlık zaten kendi başına tam bir felaket, bütün insanlığın manevi değerlerini ortadan kaldırmak için her türlü ahlaksızlığı, fesadı, hayasızlık ve şerefsizliği özgürlük adına evlerin mahrem odalarına kadar yerleştirdiler. Çünkü bu uluslararası sermaye sömürü çetesinin amacı bu dört ahlaksızlık ağıyla ABD üzerinden dünyayı kontrol altında tutarak gayrimeşru Siyonist devleti yaşatmaktır. Dünya gündemini uzun yıllardan beri meşgul eden İran İslam Cumhuriyetinin nükleer enerji sorunu, verilmek istenen görünüm ve mesaj şu, İran atom bombası yapacak, ama tüm dünya biliyordur ki İran’ın böyle bir amacı yoktur. Sadece bilmesel gelişim, barış amaçlı ve enerji sağlamak için çalışma yapmaktadır. Buna rağmen dünyayı kandırarak İran’ın atom silahı yapacağının yalanını yaymaktadırlar. Gerçekten sorun nükleer enerji sorunumudur. Eğer sorun sadece nükleer enerji olsaydı, şimdiye kadar çoktan halledilmesi gerekmez miydi? Bir tarafta dünyanın kalbur üstü altı ülkesi 5+1, yani ABD, Rusya, Çin, Fransa, İngiltere birleşmiş milletlerin beş daimi üyesi ve Almanya, öte yandan bir tek İran İslam Cumhuriyeti bulunuyor. Eğer dünya devletleri bağımsız ve özgür olsaydı yapılan tüm müzakere toplantılarında 5+1 ülkelerinin hepsi İran’ın atom bombası yapmadığını bilmelerine rağmen hatta Çin, Rusya ve Almanya’nın İran’ın sözüne inanmalarına rağmen neden ABD’nin sözü masada etkili oluyor. Çünkü bu ülkeler bağımsız değildir. Uluslararası Siyonist sermaye sömürü çete ABD’ye emir vererek İran’ın isteklerini kabul etmeyeceksiniz, ABD ise aldığı emri bunlara aktarıyor, onun içindir. ABD İran’a karşı masada ne söylerse kabul görüyor, bakın dünyada görsel ve yazısal medya üzerinden sorun sadece nükleer enerji sorunu olarak gösterilmektedir. Gerçekten sorun nükleer mi? Yoksa bilinmeyen başka bir çözümsüz sorun mu vardır. Evet, sorun göründüğü gibi öyle nükleer sorunu değildir. Asıl sorun şudur. Uluslararası Siyonist sermaye sömürü çetesinin kurduğu ve dünyanın bütün ülkelerine empoze ettiği sömürü yağmalama ve şeytanın sistemi demokrasiye karşı yeni bir sistemin ortaya çıkış sorunudur. Yani nükleer enerji sorunu bahanedir. Sömürü çete güçleri nükleer enerji bahane- siyle 35 yıl önce karşılarına çıkan bu sistemi yok etmek istiyorlar. Bu sistemin adı Velayet-i Fakih sistemidir. Bir tarafta Şeytani güçler Uluslararası Siyonist sermaye çete guruplarının maşaları başta ABD ve yandaşlarının uygulamakta oldukları Demokrasi ve liberal sömürü ekonomi sistemi, öte yandan Allah’ın Velayet ( Hak, Adalet, özgürlük ve bağımsız)’ı yer yüzünde temsil eden Velayet-i Fakih sistemidir. Asıl çatışma bu sistemler üzerinedir. Uluslararası Siyonist sermaye sömürü çete gurupları tarafından Şeytani güçlere verilen emir budur. Ortaya çıkan ve bizim sömürü sistemimizi tehdit eden bu sistem ortadan kaldırılmalı ve yok edilmelidir. ABD’li bir yetkili şöyle diyor: İran’a savaş açalım ve bütün halkını yok edelim sadece bir milyon insan kalsa dahi bize yeterlidir. Çünkü biz onlara hüküm edebiliriz, bu bunların niyetlerinin ne olduğunu ortaya koymuyor mu? İran İslam Cumhuriyeti’nin Velayet-i fakih sistemi bu zalimlere boyun eğmeden onurla mücadele etmektedir. Allah’ın izniyle bu mücadelenin sonunda bu bayrak Velayet’in asıl sahibi Hz. İmam Mehdi’ye (af) teslim edilecektir. Tüm tağut ve Şeytani güçler yok edilerek adalet ve hak yeryüzüne hakim kılınacaktır. Dolayısıyla Velayet devletinden başka, bütün ülkeler siyasetleriyle, ekonomileriyle ve ahlaksız sosyal yaşamlarıyla uluslararası Siyonist sermaye sömürü çetesine bağlılıklarından dolayı bağımsız ve özgür değillerdir. Bütün kukla ve sahtekar idareciler yıllardır saf ve temiz halklarına baskı yaparak ve yalan vaatleriyle aldatarak onları kendi şeytani emellerine alet etmektedirler. Ama bütün İslam coğrafyasında İslami uyanış hareketleri başlamıştır. Hak ve adalet velayet sahibinin eliyle dünyaya hakim kılınarak zulüm ortadan kalkacaktır inşallah. Vesselamu aleykum ve rahmetullahi ve beraketuh Tevekkül EROL MART 2014 49 Ülkem Gibi Kokuyorsun Sen Muhammed BAKAN bir acı çağıracak seni adı kayıp kent,adı kül tenli olgu ve gözleri tanyeri bizi çağıran arayışın adı, bir süvari götürecek seni giderken demir toynağı yaralayacak inletecek toprağı, ve kartal gölgesinin eşliğinde olacak, 50 7SÖZ bir rüzgara,sen rüzgarsın süvariye yön veren katran geceye yakamoz olurken,uzaklarda bir yıldız kayacak o dem gözlerinden yaşlar akacak gönlündeki sevgiye her yiten aşk,ta bir damla yaş olsun gözlerinde, gözlerindeki yaşlara tırpan değmesin gülüm, her isyana bir çığlık olsun boğazında, her yaraya bir şiir,her aşk,a bir dize olsun çünkü sen insansın aşksın,olgusun,sevdasın,yanarkende mutlusun,oysa ben mutluykende yanarım... aşk ısırgan otu gibi sarsada dilini,başucunda hiç kirlenmemiş duyguların olsun, çığlıkların bir dize ağıt bir aşk ve anıt bir aşkına sevgi... gördüğün goncaların bahçesine akacak ve başka bahara açacak .... unutma...isyan ve insanda bitişik uyurken aynı yastıkta, şairin beyninin yatağında, isyan ve insan kardeştir çünkü, insan aşktır,aşk insyandır,insan herşeydir,isyan şairdir ve şiirdir yazının isyanı... MART 2014 51 Özgür Arapoğlu Alevi Asimilasyonu; Cami-Cemevi Projesi Şüphesiz hiç gündemden düşmeyen konu Aleviliktir. Ancak hiçbir zaman Alevilik hakkında görüş belirtmelerine izin verilmeyenlerde hep Alevilerdir. Hep biz Aleviler adına, ya Alevi olmayan yâda sözde Aleviyim diye geçinenler karar vermekte, bizim sorunlarımızı onlar tespit etmekte ve bizim adımıza çözüm üretmekteler. Ama Alevilere sizlerin isteğiniz nedir diye sorulmamaktadır. ALEVILER ÜZERINDE OYNANAN OYUNLAR Yakın tarihi inceleyecek olursak daha kırk elli sene önce ülkemizde esen kominizim rüzgârlarının inançsızlığı fısıldayan yıkıcı akıntısına bırakılan Alevi gençlerimizdi. Bu senaryo tutmayınca Anadolu Aleviliği masalı uydurularak Aleviliği 12 İmamın temiz ve berrak vahiy pınarlarından beslenen 52 7SÖZ düşüncesinden soyutlayıp içi boş ve sadece sloganlardan ibaret olan bir Alevilik düşüncesi sunulmaya çalışıldı. Bu masalda tutmayınca “Ali’siz Alevilik” masalı uyduruldu ve Alevilik Hz. Ali’den ve yüce düşüncelerinden uzaklaştırılmaya çalışıldı. Elbette bu masalda tutmayacaktı. Ancak yine de Aleviliği hedef almış, onlara her türlü kötülüğü ve insafsızlığı yapmaktan geri kalmayan bazı cahil ve birçok maksatlı güçler Aleviliğin ayrı bir din olduğunu ve İslam’la hiçbir bağının olmadığı iddiasını ortaya attılar. Elbette tarih boyunca her türlü zulme uğramalarına rağmen 12 İmam sevgisini kalplerinin derinliklerinde ölümüne savunan ve barındıran Aleviler bu oyuna da gelmediler. Daha kısa bir süre önce de sanki inadına yapılırcasına Alevi katili Osmanlı kralı Yavuz Selimin adı İstanbul’daki üçüncü köprüye verildi. Yine son zamanlarda birileri ısrarla cemevini caminin altarnatifi ve cemide dinin direği 12 İmamın göz nuru olan namazın altarnatifi gibi göstermeye çalıştı. İnsanlar bu tartışmalarla uğraşırken şimdi de Alevi-Sünni kaynaşmasını bahane ederek bazı sözde özel ancak asılda tüzel destekli iki kurum tarafından yeni bir asimile hareketi başlatılmıştır. Aslında ne biz Alevilerin Sünni kardeşlerimizle, ne de Sünnilerin Alevi kardeşiyle sorunu yoktur. Tek sorun Aleviliğin Sünnilere, Sünniliğinde Alevilere başkalarınca tanıtılmasında ve tanıtanların istedikleri şekilde tanıtmasında ve asırlardır bu durumdan nemalanan siyasi otoriteler ve Müslümanların birliğini istemeyen dış mihraklardır. Cami-Cemevi projesini ortaya atanlardan Cami boyutunu üstlenenlerle, Cemevi boyutunu üstlenenlerin arasındaki müthiş bir benzerlik bulunmaktadır. Onlar Sünniliği temsil edemeyeceği gibi bunlarda Aleviliği temsil edemezler. Her iki tarafında din anlayışına baktığımız zaman batıyla uyumlu İslam anlayışını güttüklerini görmekteyiz. İki tarafta her şeyi kalp temizliğinde özetliyorlar. İsrail’e atılan bombalara gözyaşı döküp, Amerikan askerlerine dua eden, Müslüman topraklarda Alevisi ve Sünnisiyle ölen insanlar için kılını kıpırdatmayan kişi ve gruplar Aleviliği ve Sünniliği temsil edemezler. Dünyanın birçok yerinde Müslümanlar ölüyor bunlar ses çıkarmıyor. Kâfirler milli servetlerimizi yağmalıyor, erkeklerimizi öldürüp, Müslüman kadınların namusuna el uzatıyorlar bunlar yine ses çıkarmıyor. Kuran’a hakaret ediliyor, Peygamberimize dil uzatılıyor bu uyumlu İslamcılar yine ses çıkarmıyor. Böyle bir anlayış Alevi anlayışı olamaz. Çünkü Alevi zalimlerle bir olamaz. Alevi zulme boyun eğemez ve zulme rıza gösteremez. Biz bu öğretileri önderimiz ve yüce rehberimiz Hz. Ali’den öğrendik ki şöyle buyurmuştur: “Zalimin karşısında mazluma yanında olunuz.” Niçin bu proje denirse şunu söyleyebiliriz ki hedef Alevilerin nurlu 12 İmam yolunu öğrenmelerini engellemek ve yine kirli emellerine alet etmeye davet etmektir. 25 beş yıla yakın bir süredir bizler Çorumda ve diğer illerde faaliyet gösteren değerli dostlarımız 12 İmamın nurlu hayat ve yaşantısını yaymaya çalışıyoruz ve bu gün birileri bunun rahatsızlığı içerisinde. Son yıllarda Alevilerin silkindiklerini ve artık cahil insanları değil 12 İmam yolunu okumuş öğrenmiş insanları kendilerine önder seçtiklerini görenler çaresizlikten ne yapacaklarını bilmiyorlar ve sahte analar babalar ve dedeler türeterek Cami-Cemevi projesiyle Alevileri uyutmaya çalışıyorlar. Ancak artık Alevilerin uyanışı başladı, güneşi balçıkla sıvamaya çalışanlar şunu bilsinler ki Allah nurunu tamamlayacaktır onlar istemese de. Şunu unutmayalım zafere giden yol, Müslümanların Alevisiyle Şiasıyla Sünnisiyle birlik beraberlik ve vahdetinde yatıyor. Ancak Amerikancı uyumlu İslam anlayışı ile bu birlik sağlanamaz. Aleviler üzerine oynanan bütün bu oyunların ortak noktası şudur ki; hiçbirisinde 12 İmamın söz davranış ve yaşantılarından bahsedilmez, aksine insanların dünyevi ve nefsani istek ve arzularına uygun olan bir Alevilik modeli sunulmaktadır. Oysa biz Aleviler inanıyoruz ki herkim Ehlibeytten öne geçmeye çalışırsa dinden çıkar, her kim onlardan geri kalırsa yolunu kaybeder, gerekli olan onların izinden yürümektir. Ehlibeyt kurtuluş gemisidir. Ona binen kurtulur binmeyen boğulmaya mahkûmdur. Ehlibeyt dünya ve ahreti aydınlatan bir meşaledir. Onun nurundan yararlanan kurtulur ve yararlanmayan karanlıklarda kalmaya mecburdur. MART 2014 53 BÖYLE BIR DURUMDA ALEVILER NE YAPMALI Yukarıda belirtiğimiz hususlarda artık biz Alevilerin kimliğimize sahip çıkarak başta Hz. Ali olmak üzere 12 İmamın evrensel öğretilerinden beslenen evrensel Alevilik düşüncesi çerçevesinde Aleviliği tanımlamamız ve o doğrultuda yaşantımızı şekillendirmemiz gerekmektedir. Buna göre Alevi kimliğini şöyle özetleyebiliriz; Alevilik 12 İmam çizgisinden yürümek ve dünyaya Hz. Ali gibi bakmaktır. Alevilik İslam’ın özüdür ve Alevinin Namazı, Orucu, ibadeti ve insan sevgisi sadece 12 İmam öğretileri doğrultusunda Öz Muhammed’i İslam anlayışıdır. Amerikancı uyumlu İslam anlayışı ve Sünnilik değil. 54 7SÖZ Alevilik mazlumun yanında zalimin karşısında durmaktır. Alevilik devrimciliktir ancak Alevinin devrim önderi Şehitlerin efendisi hürriyet rehberi Hz. Hüseyin’dir. Alevilik Hz. Muhammed’in helallerini helal bilip ve Hz. Muhammed’in haramlarını kıyamete kadar haram bilmektir. Alevilik dünyanın neresinde olursa olsun Allah’ın yarattığı kullara karşı görev ve vazife bilinci içerisinde olmaktır. Alevilik Peygamberimizin bizlere bıraktığı iki ağır ve önemli emaneti dünya ve ahrette kılavuz edinmektir. Alevilik Ehlibeyt ve Kuran’a itaate dayalı bir sevgi anlayışıdır. SONUÇ: Bu gün toplum olarak Alevi’siyle Sünni’siyle bizler iki emanete uymamanın mahrumiyeti içerisindeyiz. Aleviler 12 İmama verdikleri değer ve önem kadar Kurana uymak zorundadırlar. Sünnilerde samit Kuranın yanında natık Kuran 12 İmam’ın İslam anlayışı içerisinde İslam ı tanımalı ve yaşamalılar. Çünkü Peygamberimizin açık uyarısı üzerine Müslümanlar iki emanete sarıldıkları sürece dünya ve ahret saadetine ulaşacaklardır. Böylelikle artık başkalarının bizim adımıza karar vermesini engellemeliyiz. Öyle bir günün gelmesi ümidiyle! Selam ve Dua ile... MART 2014 55 Ey İstanbul “Yüreğim kalemimin ucunda, dile gel/mek için çırpın/sa da Bir türlü düşür/emiyor içindekileri kağıda. Başını yaslıyor kalemimin omzuna, Tut/uyor elinden kalemimin Bismillah deyip başlıyor dertleş/meye İstanbul ile: “Ey İstanbul! Bir zamanlar senden kaçan ben, şimdi sana Aşığım! Gönül kanadım, Göz nurumu kendinde barındırıyorsun sen. Biri İstanbul dedi mi şimdi, Yüreğim heyecandan titre/r oldu artık… Bil/iyorum, yola çık/an sevdiğim/in bedeni değil Benden kaçan gönlüdür sana sığın/mış… Kum tanesi kadar ufak cesaretimle, emanet et/mek iste/diğim yüreğimi kabullen/meyen gönlüdür sana kaçmış… İki büklüm benliğimle, dile dök/meye çalış/tığım fakat yap/amadı/ğım sevgimden bihaber gönlüdür sana yar olmuş… Canın/ı canım/dan aziz bildiğim sevdiğim sende şimdi ey İstanbul! Evet, itiraf e(t)diyorum: 56 7SÖZ Foto: Farshid Pirouznia Seni şimdi daha çok seviyorum… Ey İstanbul! Ben, sol tarafımın sızlayan yarasın/ı En Sevdiğim/e ısmarla/dım sana doğru yola çık/ar/ken… Şimdi sende yaşıyor benim henüz taptaze bil/diğim yaram. Sana emanet et/tiğim yüreğime iyi bak! O, benim gönlüme düş/en bir gözyaşı… O damlaları canın pahasına koru ne olur ey İstanbul! Van, o yokken Van değil… Bil/iyorum, sen de O sende ol/duğu için bu kadar güzelsin! Onu her türlü zorluktan çek/ip, evladına hasret bir anne gibi bağrına bas olur mu? Yusuf’umun bedeni, benim ise yüreğimdir sende barınan, Bize iyi davran olur mu? Ben seni şimdi el üstünde tut/uyorum İstanbul! Kalemimin bir türlü saklayamayıp haykır/dığı sırrım senin gönlünde şimdi… Hani bir zamanlar bağrı yanık bir genç, Bir otobüsün arka camına bir söz düşür/müştü ya soğuktan titreyen elleriyle: ‘Kusura bakma sevgili, Ben seni İstanbul Boğazı’nda değil; Van’ın soğuk ayazında sev/dim.’ Hani tebessüm et/mişti/m de genç, karşıma geçip ‘Merak etme Van’a bir gün güneş doğacak’ de/mişti ya; İşte o vakit, Züleyha misali Van’a güneş doğdu müjdesiyle karşıla/ş/tığım/da, ’’Yusuf’um geldi Van’a!’’ diyeceğim günün hayaline tut/ul/dum. Şimdi güneş sende, yani senin bağrında Ey İstanbul! Güneş Van’a değil; sana doğdu! Güneşime iyi bak olur mu? Ben ki o gencin cama düşürdüğü o masum söz ile bekliyorum İstanbul ile Van’ın kavuş/acağı zamanı… Ey İstanbul! İşte böyle... İşte yine kalemime yenik düştü sözlerim! Kalemimin zindanına attığım sözcüklerim, Demir parmaklıkları kırıp dök/üldü sevdiğimin adı/yla dolu beyaz kağıtlara! Ey İstanbul! Sana uğurla/dığım gözlerim/e iyi bak! Canımdan aziz bildiğim Yusuf’uma iyi bak! Ve fısılda sesimden mahrum kulaklarına: ’’ Ey Yusuf! Züleyha, Van’a güneşin doğmasını bekliyor!’’ Vuslat Dursun MART 2014 57 KURU BÖRÜLCELİ FESLEĞENLİ İKİ RENKLİ ARPA ŞEHRİYE PİLAVI Malzeme: 6 – 8 Kişilik 1 yemek kaşığı tereyağı 1 yemek kaşığı ayçiçeği yağı 2 su bardağı arpa şehriye 4 su bardağı sıcak su Değirmen deniz tuzu, değirmen karabiber DOMATES ÇORBASI Malzeme: 1,5 yemek kaşığı tereyağı 1,5 yemek kaşığı un 1,5 su bardağı domates rendesi 1 su bardağı haşlanmış kuru börülce 5 su bardağı su 3 dal taze fesleğen Tuz, karabiber Hazırlanışı Pilav tencerenizde tereyağını eritip ayçiçek yağını ekleyin. Kuru börülceleri bir gece önceden ıslatıp ertesi gün yumuşayıncaya kadar haşlayın. (Çok fazla haşlamayın. Hafif diri kalsın. Çünkü hem dağılır hem de çorbada da daha pişecek). Haşladığınız börülcenin kara suyunu akıtıp kenara alın. Arpa şehriyelerinizin 1 su bardaklık kısmını tencereye koyup rengi değişene kadar kavurun. Çorba tencerenize tereyağını alıp eritin ve üzerine unu serpip kokusu gidene kadar kavurun. Renkleri kahverengi olunca diğer arpa şehriyeleri ekleyip karıştırmaya devam edin ancak renkleri dönmesin, kavurmayın. Domates rendesini katıp karıştırarak kavurmaya devam edin. Hazırlanışı Tuzunu, karabiberini serpip sıcak suyunu ilave edin. Tencerenin kapağını kapatıp suyunu çekene kadar pişirin. Tencere ile kapak arasına havlu kağıt serip 5 – 10 dakika demlemeye bırakın. Büyükçe bir kaşıkla alttan üste karıştırıp havalandırın ve sıcak servis yapın. Afiyet olsun… 58 7SÖZ 5 su bardağı soğuk suyu ekleyip sürekli karıştırın. (Çorbanız çok topaklanırsa blendırdan geçirebilirsiniz). Tuzunu, karabiberini katın. Haşlanmış kuru börülceleri ilave edin. Bir taşım kaynadıktan sonra doğranmış taze fesleğenleri ekleyip ocağın altını kapatın. Dilerseniz üzerine kruton ekmek koyup servis yapın. Afiyet olsun… HİNDİSTAN CEVİZİ DOLGULU BALKABAKLI KREMALI MUFFİN Malzeme: Dolgu için; 12 adet için 1 adet yumurtanın akı 3 adet yumurta (oda sıcaklığında) 1 su bardağı Hindistan cevizi 1 su bardağı toz şeker Yarım su bardağı pudra şekeri 3 yemek kaşığı balkabağı püresi Krema için; Yarım su bardağı sıvı yağ 150 gram krema Yarım su bardağı yoğurt (oda sıcaklığında) 150 gram labne peyniri 1 silme tatlı kaşığı toz tarçın 2 yemek kaşığı pudra şekeri 2,5 su bardağı un Süslemek için; 1 paket vanilya Çeşitli Pasta süsleri 1 paket kabartma tozu Hazrlanışı Öncelikle hafif derince bir kasede, iç harcı için gerekli olan yumurta akı, Hindistan cevizi ve pudra şekerini bir çatal ile iyice karıştırın. Tüm karışım birbirine iyice tutunabilir ve eliniz ile şekil verilebilir bir kıvama gelmeli. Kabak püresi için, 5 – 6 dilim balkabağını suda haşlayıp ezin ve içine 1 yemek kaşığı toz şeker ekleyerek karıştırın. Muffinler için yumurtalar ile toz şekeri, şeker tamamen eriyinceye kadar çırpın. İçine sıvıyağ, yoğurt ve kabak püresini ilave edin. Un, kabartma tozu, tarçın ve vanilyayı ayrı bir kapta eleyip ve kek karışımınıza ekleyin. Mikserin düşük devri ile ya da bir spatula ile yavaşça karıştırın. (Kekinizin kabarıklığını söndürmemek için) . Yağlanmış ve hafif unlanmış muffin kalıplarına 1 ye- mek kaşığı kek hamurunuzdan koyup üzerine hazırladığınız Hindistan cevizli karışımdan 1 tatlı kaşığı kadar koyun. Üzerlerine de kalan kek hamurunuzu dökün. Tüm bu işlemler bittiğinde muffin kalıbınızın en üst noktasından 1 parmak boşluk kalmalı. (Ki piştiğinde çok çok taşmasın). 170 derecelik fırında 20 dakika kadar pişirin. Muffinler fırında pişerken kreması için gerekli malzemeleri bir kabın içinde mikser ile çırpın. Dilediğiniz bir sıkma ucunu kullanarak, kremayı sıkma torbasına doldurun. Pişmiş ve soğumuş muffinlerinizin üzerine sıkıp, pasta süsleri ile süsleyin ve servis yapın. Afiyet olsun… MART 2014 59 GÜVEÇTE KEREVİZLİ KUZU SOTE Malzeme: 6 Kişilik 2 adet limonun suyu 600 gram kuzu kuşbaşı Beşamel sos için; 1 yemek kaşığı tereyağı 1,5 yemek kaşığı tereyağı 2 adet kereviz 1,5 yemek kaşığı un 10 adet arpacık soğan 2 su bardağına yakın soğuk süt 2 adet sivri biber (Koyu kıvamlı bir sosyapacağız) 1 çay bardağı haşlanmış bezelye Tuz 2 adet domates Muskat rendesi, karabiber 10 – 15 dal dereotu Üzeri için; 1 yemek kaşığı un 2 su bardağı rendelenmiş kaşar peyniri Tuz, karabiber Kırmızı toz biber Hazırlanışı Öncelikle kerevizleri soyup etleriniz ile aynı boyutta olacak şekilde doğrayın ve 2 limonun suyuyla ve bir miktarda su ile birlikte tencereye koyun ve yumuşayıncaya kadar haşlamaya bırakın. Kerevizler haşlanırken, ayrı bir tencereye tereyağını koyup eritin ve içine etlerinizi ilave edin. Saldıkları suyu çekene kadar pişirin. Biberlerinizi ve kabukları soyulmuş domateslerinizi doğrayın. Suyunu çeken etlerinizin üzerine arpacık soğanlarınızı ekleyin. Doğradığınız biberleri, domatesleri ve haşlanmış bezelyeyi de ilave ettikten sonra birkaç dakika daha pişirmeye devam edin. Bu esnada yemeğinizin suyu azaldı ise su ilave edin. Haşlanan kerevizlerinizi delikli bir kepçe ile alıp yemeğinize katın ve karıştırın. 60 7SÖZ Ayrı bir sos tenceresinde de beşamel sosunuzu yapmaya başlayın. Tereyağını eritin ve unu ilave edip kokusu gidene kadar, karartmadan kavurun. Üzerine yavaş yavaş soğuk sütü ekleyip hızla çırpın. Hafif kıvamlı bir beşamel sos yapın. (Etleriniz hazır oluncaya kadar da bekleyeceği için yoğunlaşacağını unutmayın. Sıcak soslar, bekledikçe yoğunlaşır). Sosunuzun tuzunu, karabiberini ve muskat rendesini koyup karıştırın. Kenara alın. Yemeğinizin de baharatlarını ekleyip güveç kaplarına birkaç kaşık koyarak paylaştırın. Üstlerini beşamel sos ile kapatın. Rendelenmiş kaşar peyniri ve toz kırmızıbiber serpip 170 derecelik fırına verin. Sadece kaşarlar eriyip kızarana kadar fırında tutmanız yeterli. Sıcak servis yapın. Afiyet olsun… LOLAZ PİYAZI Malzeme: 4 yemek kaşığı haşlanmış kurubörülce 8 -10 dal maydanoz 1,5 yemek kaşığı pilavlık bulgur 4-5 dal taze nane 1 adet kuru soğan 1 limonun suyu 3 yemek kaşığı zeytinyağı 2 yemek kaşığı nar ekşisi 1 adet taze soğan Zeytinyağı 1,5 yemek kaşığı rendelenmiş beyazpeynir Hazırlanışı Öncelikle kuru börülcelerinizi geceden ıslatıp ertesi gün yumuşayana kadar haşlayın. Ancak dikkatli olun hemen dağılabilirler. Hafif yumuşayınca suyunu süzebilirsiniz. Ufak bir tencerede yemeklik doğradığınız soğanı saydamlaşana kavurun. çe, bulgurun pişip pişmediğini kontrol edin. Pişmediyse kaşık kaşık su eklemeye devam edin. Tüm yeşilliklerinizi doğrayın. Piştikten ve tüm su çekildikten sonra, üzerine doğradığınız tüm yeşillikleri ekleyin ve iyice karıştırın. (taze nane + maydanoz + taze soğan) Haşladığınız kuru börülceleri ilave edin. Ayrı bir kapta limon suyu, nar ekşisi ve tuzu karıştırıp, mezenize dökün. Pilavlık bulguru ekleyin. Üzerine peynir serpip ılık servis edin. Eklediğiniz bulgurun pişmesi için üzerine azar azar su ilave edin. Ancak suyunuzun miktarı çok fazla olmasın. Bulgurunuzu yumuşatacak kadar. Suyunu çektik- Afiyet olsun… MART 2014 61 7sabah.com TIKLAYIN.. HABERİNİZ OLSUN... ESERLERİNİZİN DERGİNİZDE YAYINLANMASINI DİLERSENİZ.... LÜTFEN BİZİMLE İLETİŞİME GEÇİNİZ. (info@7soz.com) Düşünceniz genç kalsın... Düşünceniz genç kalsın...