Enigma ve Alan Mathison Turing
Transkript
Enigma ve Alan Mathison Turing
BLUES HİKAYESİ Enigma ve Alan Mathison Turing GEÇMİŞİN BAKİYESİ 3. SAYI ARALIK 2015 MSGSÜ TARİH 20. yy’ın En Organize Sanat Hırsızlığı NAZİLERİN AVRUPA YAĞMASI Geçmişin Bakiyesi GEÇMİŞİN BAKİYESİ İÇİNDEKİLER Efes Yeniden Merhaba.......................................................................................................1 Sahte Peygamberler....................................................................................................2 Sultan II. Kılıç Arslan’ın İstanbul Ziyareti...............................................................7 Ulm Katedrali............................................................................................................11 Nazilerin Avrupa Yağması........................................................................................14 Sultan Şecereddür.....................................................................................................18 Yüz Yıllık Yalnızlık’a Bir Bakış.................................................................................20 Enigma ve Alan Mathison Turing.............................................................................23 İspanyolların Kayıp Cenneti “el Dorado”.............................................................26 Osmanlı’da Sanat ve Heykeller.................................................................................30 Ötekilerin Şarkısı Blues............................................................................................32 İslamiyet Öncesi Türk Yemek Kültürüne Genel Bir Bakış..................................37 Prof. Dr. Ahmet TAŞAĞIL ile Söyleşi......................................................................39 Mad Max: Fury Road................................................................................................42 MSGSÜ TARİH ARALIK 2015 İÇİNDEKİLER GEÇMİŞİN BAKİYESİ EDİTÖRDEN Yeniden Merhaba Geçmişin Bakiyesi ekibi olarak üçüncü sayımızı sizlere sunmaktan dolayı çok mutluyuz. Geride bıraktığımız ilk iki sayının ardından gelen tebrikler bizleri oldukça motive etti. Ayrıca bu olumlu görüş ve düşünceleriniz yeni sayımızın ortaya çıkmasında etkili oldu. Bu nedenle teşekkürlerin en büyüğü sizlere... Bildiğiniz gibi bir takım teknik aksaklıklardan dolayı yeni sayının çıkması gecikti. Ancak her şeye rağmen çalışmalarımıza ara vermeden devam ettik ve kararlılığımızı sürdürdük. Ayrıca bu süre zarfında sık sık bir araya gelerek toplantılar yaptık. Bu toplantılarda derginin geleceği hakkında önemli kararlar aldık. İçimizdeki yapılanmayı sistemli bir hale getirerek iş yoğunluğunu en aza indirgemeye gayret ettik. Alınan bu yeni kararlar sonucunda bir dergi yönergesi oluşturarak işleyişimizi daha etkili bir hale getirdik. Yani bu süreç her ne kadar yeni sayının çıkmasını geciktirdiyse bile dergimizin geleceği konusunda oldukça faydalı oldu. Son olarak, yeni sayımızda sizden gelen tavsiyeler doğrultusunda eksik bulduğumuz noktaları düzeltmek için gayret sarf ettiğimizi belirtmek isteriz. Yine de eksiklerimizin olacağını düşünüyoruz. Ancak bunları yine sizlerin tavsiyeleri ile aşacağımızdan hiç şüphemiz yok. Bu nedenle görüş ve düşüncelerinizi lütfen bizimle paylaşın. İyi okumalar Yayın Kurulu Alaattin Cem ÖZDEMİR, Cem BAYINDIR, Emre MACİT, Gülsüm UÇAR, İlay CEYLAN, Mehmet ÜNAL, Mert ASLAN, Seyit Ahmet ÇANKAYA, Tuğçe BOYRAZ, Tuğçe AKÜN, Tuğba YILMAZ, Uğur AKPINAR, Volkan ÇERİBAŞ. Editör Berkay Yekta ÖZER Editör Yardımcısı Tuğçe BOYRAZ Yazı İşleri Alaattin Cem ÖZDEMİR, Cem BAYINDIR, Emre MACİT, Gülsüm UÇAR, Müge TOPAL, Oğuleke SEYHUN, Tuğçe BOYRAZ, Tuğba YILMAZ. Dergi Tasarım Berkay Yekta ÖZER VII. yy Arap Yarımadasında Sosyo-Ekonomik Çıkarların Şekillendirdiği Dini İsyanlar; SAHTE PEYGAMBERLER Dinler tarihine baktığınızda ne zaman bir din kurucusu ortaya çıksa onu menfaat, şöhret gibi amaçlarla taklit eden pek çok insanın, peygamberlik iddiası ile ortaya çıktığını görebilirsiniz. Bu sebepten dolayı semavi kitaplarda, hemen hemen her devirde ortaya çıkan yalancı peygamberler hakkında, inanan kimseler için bazı uyarılarda bulunulmuştur. Kur’an; “Allah’a iftira eden veya kendisine bir şey vahyedilmediği halde “Bana vahyolundu”, “Allah’ın indirdiği gibi ben de indireceğim diyenden daha zalim kim olabilir?” İncil Matta; “Yalancı peygamberlerden sakının; onlar size koyun kılığında gelirler. Fakat iç yüzden kapıcı kurtlardır. Onları meyvelerinden tanıyacaksınız. İnsanlar dikenlerden üzüm yahut deve dikenlerinden incir toplarlar mı?” Mehmet MİRZE Biz bu yazımızda İslam dininin Arap yarımadasında yayıldığı sıralarda peygamberlik iddiası ile ortaya çıkarak, binlerce insanı kendi saflarına katan ve Medine merkezli İslam devletiyle mücadele eden dört kişi üzerinde duracağız. 629-633 yılları arasında Hz. Muhammed’in rahatsızlığı ve vefatı akabinde peygamberlik iddiası ile ortaya çıkan bu kişiler yeni serpilmekte olan İslam dinini büyük tehdit altında bırakmış, İslamiyet’in henüz yeni ulaştığı ve tam anlamıyla benimsenmediği bölgelerde yeni bir din meydana getirmeye çalışmışlardır. Esved El Ansi, Tüleyha, Secah ve Müseylime, birbiri peşi sıra ortaya çıkan bu sahte peygamberler genellikle kabilelerinin önde gelen kimseleri olup, İslamiyet öncesi Arabistan’da itibar edilen kâhinlikle uğraşmış, etkili konuşabilen, karizmatik kimselerdi. Her ne kadar o dönem eğitimin neredeyse olmadığı Arap köylerinde insanları etkili konuşmaları ve liderlikleri ile etkileseler de peygamber olduğunu iddia eden bir kimse için bunlar yeterli değildi, insanları Hz. Muhammed’e karşı harekete geçirmek için gerçekten bir şeyler göstermeniz gerekliydi. Burada bahsettiğimiz bir takım doğaüstü olaylar, insanüstü bir kuvvet gerektiren eylemlerdir. Nitekim insanları davalarına inandırmak için kâhinliklerini ve çeşitli hokkabazlık becerilerini kullandıkları söylenebilir. Yazımızın devamında göreceğimiz gibi bu sahte peygamberler arasında eşekleri secde ettirenler, ıssız çöllerde su bulanlar, kılıç darbeleri isabet etmeyenler, hatta yumurtayı şişeye sokan ilk insan olduğunu iddia edenler dahi vardı. Bugün bizim rahatlıkla açıklayabileceğimiz bu ve benzeri olaylar VII. yüzyıl Arap köylüsü için şüphesiz bir mucize olabiliyordu. İnsanların yalancı peygamberlerin peşine kolayca takılmasının başka sebepleri de vardı. Öncelikle günümüzde dahi hafiflemiş olarak Arap coğrafyasında etkisi süren kabile rekabeti, kabile asabiyeti ve ittifakları, Araplarda VII. yüzyılın ilk yarısına doğru dini inançlardan da üstün bir yer tutuyordu. MSGSÜ TARİH Nitekim Halid b. Velid, yalancı peygamberle yapılan Yemame Savaşı sırasında ele geçen esirlere sorular sorduğu zaman, onlar kendisine “Biz diyorduk sizde bir peygamber, bizde de bir peygamber olsun” dediler. Yâni Araplar Kureyş’ten çıkan peygambere tabi olmaktansa, kendi kabileleri arasından çıkıp peygamberlik iddia eden birinin göstereceği yolda yürümeği daha uygun görecek kadar ileri gidiyorlardı. Sahte peygamberlerin benimsenmesindeki bir diğer sebepte maddi mevzulardı. İslamiyet Arap yarımadasında geniş halk kitleleri tarafından kabul edilince, Medine şehri hem dini, hem siyasi bir merkez halini almaya başlamıştı. Bunun tabii bir sonucu olarak iktisadi bakımdan da bu şehrin önemi artmıştı; çünkü İslam’ın şartlarından birisi olan zekât ve savaşlardan elde edilen ganimetler Medine’de toplanıyordu. Hz. Peygamber’in vefatı ardından müminlerin üzüntüsünü tasvir eden minyatür. Hz. Muhammed’in ölümü ile birlikte pek çok kişi peygamberlik iddiası ile ortaya çıkmaya başladı. ARALIK 2015 2 GEÇMİŞİN BAKİYESİ Bu durum ise öteki büyük kabilelerin, bilhassa Temim ve Hanife kabilelerinin kıskançlığına neden oluyordu. Nitekim Hz. Muhammed’in vefatı ardından zekât vermek istemeyen bir takım kabileler, isyan ederek ya dinden dönmüş ya da namaz ve oruç ibadetlerini yerine getireceklerini, ancak zekât vermeyeceklerinin ilan etmişlerdir. Halifeliğe geçen Hz. Ebubekir ise bu on bir kabile için on bir ordu hazırlayarak her biriyle savaştı ve itaat altına aldı. Ridde Savaşları denen bu mücadele sahte peygamberlerle de yakından alakalıdır. İslam’a yeni giren kabileler, zekâtı dini vecibeden ziyade Medine’ye ödedikleri bir vergi olarak görüyorlardı. Kabilelerdeki bu rahatsızlığı gören ve bu iktisadi ve siyasi durumdan faydalanmak isteyen bazı kimseler, kendi kasaba ve bölgelerini Medine hükümetinin nüfuzundan sıyırarak kendi şahıslarına bağlamak ve böylece zekât veya başka adlarla toplayacakları vergileri, kendilerinin ve kabilelerinin refah seviyesini arttırmak için kullanmak istiyorlardı. İşte böyle bir gayeye ulaşabilmek için bazı kimseler peygamberlik iddiasını kendilerine uygun bir yol olarak seçtiler. adını verip, kâhin kıyafetine bürünmüş bir halde dolaşmaya ve gittiği yerlerde “Rahman” adına konuşmaya başladı. Özellikle Yemen’de hâkimiyet kurmak isteyen Esved, kısa sürede bölgede etkili olan Mezhiç kabilesi ve Necranlıları yanına çekmeye başararak bu emelinde önemli müttefikler edinmiş oldu. ESVED EL ANSİ ; “Rahman ül- Yemen” Bu sahte peygamberlerden ilki ve en etkililerinden biri olan Esved el Ansi Yemenli olup Ans kabilesine mensuptu. Esved’le ile ilgili olarak kaynaklarda iki lakaba yer verilir, Zul Hımar (hı ile), yahut Zul Hımar (ha ile). Birincisi peçeli, ikincisi eşekli demek olan bu lakapların Esved’in aşağıda göreceğimiz üzere, bazı marifetler yapan bir eşeği olduğundan ve daima yüzünü bir peçe ile örterek gezmesinden dolayı verilmiş olması muhtemeldir. Esved el Ansi peygamberliğini ilan etmeden önce kâhinlik yapmaktaydı. O dönem Arap toplumu kahinlere büyük saygı duymakla onların görüşlerine sık sık başvururlardı. Esved kâhinliğinin yanında güzel konuşan ve çeşitli hokkabazlıklarla insanları şaşırtan bir adamdı. Onunla ilgi lipek çok rivayette geçen ünlü bir eşeği vardı ki etrafında bir topluluk oluştuğu zaman Esved, eşeğinin kulağına eğilerek “Rabbine secde et” dediği vakit hayvan yere oturup kafasını eğer, kalk dendiğinde de kalkardı. Pek çok hayvanın eğitimle yapabileceği bu hareketler o zaman için Arap köylerinde Esved’e büyük popülerlik kazandırmış ve taraftarları tarafından bir mucize olarak kabul edilmişti. Yine Esved’le ilgili hadiselerden biri de onun Yemen’de sergilediği ilginç bir gösteridir. Esved bir keresinde şehrin ortasında bir çizgi çizerek yüz kadar hayvanı bu çizgi üzerine yerleştirir. Bundan sonra eline bir mızrak alarak en baştan sırayla hayvanları mızrakla yaralamaya başlar. Halkı dehşet içinde bırakan bu vahşi gösteri bitene kadar hiçbir hayvan çizgiden dışarı hareket etmeden olduğu yerde bekler. Pek çok muteber kaynağın verdiği bu olay bize Esved’in kâhinliği yanı sıra kuvvetli bir hipnotizmacı olduğunu da göstermektedir. Hicretin 10. senesinde Hz. Muhammed’in veda haccından sonra rahatsızlanması ve bu haberin yayılması İslamiyet’in tam anlamıyla benimsenmediği bazı bölgelerde infiale yol açtı. Esved el Ansi de bu ortamdan faydalanarak peygamberliğini ilan etti. Kendisine “Rahman ül- Yemen” MSGSÜ TARİH Esved El Ansi, Rahman ül-Yemen adıyla Güney Arabistan köylerini gezerek insanları kendi dinine davet ediyordu. Esved, Medine hükümetinin Yemenli Müslüman halktan topladığı zekât malları ile Musevi, Hristiyan ve Mecusilerden aldığı cizyeye muhalefet etmekle kalmayıp, Hz. Muhammed’in hasta olmasından faydalanarak Kureyşlilerin Yemen’deki hâkimiyetini yıkmak istiyordu. Bu anlamda isyan bayrağını çeken Esved askeri bir güce de kavuşmuş haldeydi. Esved’in isyanı kısa zamanda bir yangın gibi Güney Arabistan’a yayıldı. Buna karşı, Hz. Muhammed, hasta olmasına rağmen, emirlerini ve tavsiyelerini bildiren mektuplar yollayarak Hicaz’dan çok uzakta bulunan bu bölgelerdeki isyan hareketlerini bastırmağa koyuldu. Buna rağmen Esved kısa süre içinde Hadramavt bölgesi sınırından Tâif vilâyetine ve Bahreyn bölgesinden Aden’e kadar olan bütün toprakları eline geçirmiş bulunuyordu. Aser, Şerce, Galâfika, Aden ve el Cend gibi Arap Yarımadasının önemli kıyılarını ele geçiren Esved toprakların genişlemesiyle çeşitli valiler atayacak hale gelmişti. Bu dönemde Esved adeta Medine’deki İslam devletine alternatif oluşturmakla beraber, zamanla fetihçi kimliği peygamberliğinin önüne geçmiş ve sıradan bir hükümdara dönüşmüştü, o ancak toplumu ikna gerektiren meselelerde vahiy olduğunu iddia ettiği bir takım sözlere başvuruyor ve insanları kendisi adına savaşmaya ve ölmeye ikna etmeye çalışıyordu. Esved Yemen merkez olmak üzere az zamanda bir bakıma devlet kurmuş ancak kendisine pek çok muhalif ve düşman da kazanmıştı. Bir yandan Hz. Peygamber, Yemeni İslamlaştırmak için çaba sarf ediyor diğer yandan da içeride Esved’in hor gördüğü komutanlar Firuz, Dazeveyh ve Kays, bu sahte peygamberi devirmek için çeşitli planlar yapıyorlardı. ARALIK 2015 3 Sahte Peygamberler Esved’i ortadan kaldırmak için yapılan komplolara karısı Azad bile dahil olmuştu. Nihayetinde Firuz, Dazeveyh, Kays, Azad ve diğer işbirlikçiler bir plan yaparak Esved’i sarayda öldürmeye karar verdiler. Esved’in karısı Azad’ın yardımıyla gece saraya girip onu öldürdüler, Esved ölürken attığı çığlıklar üzerine odanın kapısına gelen muhafızlar karısı Azad’ın Esved el Ansi’ye kuvvetli bir vahiy geliyor rahatsız etmeyin demesi ile odaya girmemişler ve Esved yattığı yerde can vermiştir. Esved’in ölümü ardından Yemen’e Müslüman memurlar geri dönmüş ve Yemen Medine egemenliğine girmiştir. Esved her ne kadar peygamber olduğunu iddia etse de, yeni bir din kurmak adına çaba sarf etmemiş kendisinden sonra da bir öğreti kalmamıştır. Esved İslam devletinin Güney Arabistan’daki varlığını tehdit altında bırakmakla beraber, siyasi anlamda da etkin bir şahsiyet olmuş kâhinliğinin ve bazı hokkabazlıklarının getirisiyle normalden daha fazla kitleyi etkilemeyi başarmıştır. TULEYHA BİN HUVEYLİD; Sahte Peygamberlikten İslam Ordusu Kumandanlığına Esved el Ansi’den sonra Hz. Muhammed henüz hayattayken ortaya çıkan bir diğer sahte peygamber ise Tuleyha’dır. Asıl adı Talha olmakla beraber peygamberlik iddiasında bulunduğu için aşağılama amacıyla Tuleyha (Talhacık) denilmiştir. Necid de bulunan Esed kabilesinin ileri gelenlerinden biri olan Tuleyha’nın hayatını Bahriye Üçok özetle şöyle vermiştir; “Hicretin 5. yılında putperest Kureyşlilerle birlikte Medine’yi kuşatmış bir düşman, 9. yılında kabilesinden bir heyetle birlikte Medine’ye gelip İslamiyet’i kabul etmiş bir mümin, Hicretin 10. yılında mürtetlerin başına geçmiş, peygamberlik iddiasında bir komutan, Buzaha Savaşından bir müddet sonra ise Kadisiye ve Nihâvend Savaşlarında İslam ordusunun zafer plânlarını hazırlayan kıymetli bir Müslüman askeri olarak görmek mümkündür.” Medine mekezli İslam Devletine karşı yapılan bu isyanın şekillenmesinde Arapların yaşam tarzları ve kabile asabiyeti büyük rol oynamaktaydı. Tuleyha’nın doktrini hakkında elimizde pek az bilgi var. O, bir peygamberden çok bir kâhin gibi ortaya çıkmakta ve vahiy diye söylediği sözlerden birkaçı o zamanki hadiselerle ilgili arzularını ifade etmektedir. Her kâhin gibi, kısa ve seçili konuşan Tuleyha’da hiç bir dini sistem görülmemektedir. O, günümüzde bile eşine pek çok rastlanabilen para psikolojik kuvvetlere sâhip insanlardan biridir. Tuleyha, Cebrail yahut Zun-Nun adlı bir melekten aldığını iddia ettiği çeşitli vahiylerle ün kazanmıştı, bir keresinde “Birkaç fersah öteye giderseniz su bulursunuz” demesi ve gerçekten orada az miktarda su bulunması, birtakım Arapları Tuleyha’nın peygamber olduğu inancına sevk etmiştir. Tuleyha, etrafındakilere namazdaki rükû ve secdeyi terk edip Allah’ı ayakta ve oturarak zikretmelerini emrediyordu. Tuleyha’nın ününü arttıran bir diğer olay ise mürtetleri cezalandırmak için gönderilen ilk İslam topluluğu ile yaptığı savaşta Müslümanların lideri Dırar’ın kendisine salladığı kılıcın her nasılsa Tuleyha’ya işlememe hadisesiydi. Bu olay halk arasında yayıldı ve hayranlarını arttırdı. Tuleyha’nın peygamberlikten ziyade kabile şefi tipini tam bir şekilde canlandırdığı, ayrıca kâhinlik, şairlik ve savaşçılık vasıflarına da sahip olduğu için müttefikler bulduğu, ancak istediği siyasi otoriteyi bir türlü kuramadığı anlaşılmaktadır. Tuleyha ve kabilesi Hendek Savaşına kadar Müslümanlarla savaşmışlar, bu savaştan 3 yıl sonra 630’da Medine’ye gelerek İslamiyeti kabul etmişlerdi. Ancak Hz. Peygamber’in veda haccından sonra sağlığının bozulduğu dönemde peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkan diğer kimseler gibi Tuleyha’nın da siyasî nüfuzunu arttırma hevesi, kabile taassubu ve rekabeti, peygamberin Kureyş kabilesinden çıkmasını hazmedememesi, ayrıca zekât vermekten kurtulma isteğiyle peygamberlik iddiası ile ortaya atıldığı görülmektedir. Hz. Muhammed’in sağlığında peygamberlik iddia eden son kişidir. Arap Yarımadasında göçebe bir yaşam süren bedeviler zaman zaman gruplar halinde sahte peygamberlerin saflarına katılıyorlardı. MSGSÜ TARİH ARALIK 2015 4 GEÇMİŞİN BAKİYESİ Kabilesi Benî Esed’le birlikte Tay ve Gatafân kabilelerinden birçok kişi ona tâbi oldu. Ancak kısa süre sonra Hz. Ebû Bekir, Hâlid b. Velîd’i Tuleyha üzerine 6000 kişilik bir kuvvetle gönderdi. Halid bin Velid ve Tuleyha kuvvetleri arasında gerçekleşen savaş Tuleyha’nın peygamberliğinin sonu oldu. Savaşın çetinleştiği ve Müslümanların öne geçtiği sırada Tuleyha çadırına çekildi ve vücudunu bir örtüyle kapatarak kendisiyle konuştuğunu iddia ettiği, Cebrail veya Zun-Nun meleğinden vahiy beklemeye başladı. Tuleyha’nın komutanlarından Üyeyne sürekli çadırına girerek meleğin ne zaman yardıma geleceğini sorarak onu sıkıştırıyordu. Bir müddet melek bekledikten sonra İbnü’l-Esir’in aktardığına göre; Üyeyne üçüncü defa Cebrail’in bir şey söyleyip söylemediğini sorunca, Tuleyha yine “Hayır” cevabını verdi. O zaman Üyeyne ona “Cibril seni kendisine en muhtaç olduğun bir zamanda bıraktı” dedi. O zaman Tuleyha “Şerefiniz için döğüşünüz, yoksa ortada din falan yok!” diye cevap verdi. Nihayetinde yanındaki bir grup insanla savaş alanını terk eden Tuleyha, Suriye bölgesine giderek oradaki bazı kabilelere sığındı. Peygamberlik mücadelesini Suriye’deki kabilelerin İslamiyet’i seçmesi ile bırakarak, Hz. Ebubekir’in ölümü ve Hz. Ömer’in başa geçmesi üzerine, biat etmek için Medine’ye geldi. Medine’de Hz. Ömer’le aralarında şöyle bir konuşma geçtiği rivayet edilir. Hz. Ömer Tuleyha’nın biatını kabul ettikten sonra ona “Ey aldatıcı! Hilekâr! Kâhinliğinden ne kaldı bakalım?” diye sordu. Tuleyha bu soru karşısında mahcup olarak: “Onlar bir çift ciğerden çıkan bir iki nefesten başka bir şey değildi” diye cevap verdi. Bu tarihten sonra Müslümanlar Tuleyha’nın savaş konusundaki tecrübelerinden istifade etmek istediler. Özellikle Müslüman safında yer aldığı Kadisiye ve Nihâvend savaşlarında büyük yararlılıklar gösterdi. Ribab’lara ve Medine üzerine sefer açmak istemiş, Ribab’lar onu yenilgiye uğratınca Yemâme üzerine yürümüştür. Arabistan gibi bir bölgede, bir kadının bu derece kuvvet ve nüfuz elde etmesi, hatta peygamber olduğunu iddia ederek bir takım insanları, samimi bir inançla olmasa bile arkasından sürüklemesi hayretle karşılanacak bir olay gibi görünmekte ise de, tarih bize bunun daha önceki devirlerde mevcut örneklerini vermektedir: Kuzey Arabistan’da Zebibilerin ve Şemsilerin melikelerinin bulunduğunu Horsabad paralarından öğrendiğimiz gibi, Tedmür’deki Arap melikesi Zenobiya’da konumuz için güzel bir örnek teşkil etmektedir. Hatta bu sonuncusunun Roma İmparatoru Aurelianus ile savaşacak derecede cesaret sahibi olduğu da anlatılmaktadır. Beni Tamim kabilesine mensup bir kâhine olan Secah, peygamberlik davasıyla beraber kabilesi için fetihçi bir takım emeller gütmüş, ancak yollarının kendisi gibi peygamberlik iddiasında olan Müseylime ile kesişmesi sonrasındaki süreçte peygamberlik davasını terk etmiştir. Hz. Muhammed’in vefatı ardından peygamberliğini ilan eden Secah, Kuzey Arabistan’da kabilesi Tamimlerin yayılması için bir diğer yalancı peygamber Müseylime’nin hâkimiyetinde olan Yemâme üzerine hareket etmek istemekteydi. Yemâme’deki yalancı peygamber ise bir yandan Müslümanlarla mücadele ettiğinden Secah’ı müttefik edinmek istemiş ve onunla görüşmek için teklif götürmüştü. Müseylime’nin teklifini kabul eden Secah onun çadırına gitti. Burada yapılan görüşme ilgili çeşitli rivayetler vardır. Bu görüşmede Müseylime halifeliğin kendisine ve Secah’a paylaştırıldığını söylemiş ve Yemâme şehrinin hasadının yarısı Secah’a verilmek şartıyla barış yapıldığı yahut Belazuri, Taberi, Ebu’l-Fida gibi bazı tarihçilerin rivayetlerine göre ise Müseylime çadırda Secah’a ayet olduğunu iddia ettiği bir takım müstehcen sözler söylemiş ve ona evlenme teklif etmişti. SECAH; Arabistan Hâkimiyeti Yolunda Bir Kadın İslam tarihinde görülen ilk yalancı peygamberlerden üçüncüsü olan Secah, ne Esved gibi önemli toprakları eline geçirmeye muvaffak olmuş bir komutan, ne de yazımızın devamında göreceğimiz Müseylime gibi Kureyş hâkimiyetini tanımamak davası uğrunda hayatını feda etmeye hazır olan bir idealisttir. Fakat yine de tarihe mâl olmuş, ilgi çeken bir şahsiyettir; çünkü Secah Arabistan gibi bir bölgede, hâkimiyet yolunda ortaya atılmış bir kadındır. Aslen Mezopotamyalı olan Secah, sadece peygamberlik iddiasında bulunmakla kalmamış, mensup olduğu büyük kabilenin önemli erkeklerini, davasına iştirak ettirerek önce MSGSÜ TARİH Sahte peygamberlerin bölgede kolaylıkla benimsenmesinde, kabileler arasındaki ekonomik rekabetin etkisi vardı. ARALIK 2015 5 Sahte Peygamberler Bunun üzerine Secah’ta aynı ayetlerin kendisine de ilham olduğunu söyleyerek Müseylime ile evlenmeyi ve onun peygamberliğini kabul etti. Üç gün çadırda beraber kaldıktan sonra Secah adamlarının yanına dönünce durumu anlattı. Ele geçirmeye geldikleri yerde peygamberleri davasını bırakıp evlenince pek çok kimse onu terk etti. Bazı adamları ise Müseylime‘nin yanına giderek ondan evlilik bedeli istediler. Müseylime’de enteresan bir şekilde hediye olarak sabah ve yatsı namazlarını kaldırdığını söyledi. Müseylime ile görüşmesinden sonra kabilesindeki desteği kaybeden Secah’ın Tüleyha gibi Müslüman olduğu ve Irak tarafına gittiği pek çok kaynakta geçmektedir. Secah’ın kendisine tabi olanlara oruç, namaz, zekât veya sadakayı emretmiş olduğu ancak domuz eti yemeği mubah kıldığı iddia olunmaktadır. Onun, Hristiyanlığı pekiyi bildiği ve büyük kısmı Müslümanlıktan dönmüş olan Temim’lere dayandığı göz önünde tutulursa, peygamberlik iddialarını, bu iki büyük dinden aldığı ilhamlarla beslemiş olduğu tahmin olunabilir. Onun vahiy adı altına sözleri taraftarlarını savaşa katılmaya sevk etmek ve menfaatler elde etmek için verilmiş komutanca emirlerden ibarettir. MÜSEYLİMET ÜL-KEZZAB İslam kaynaklarında kısa boylu, sarı benizli, basık ve kalkık burunlu olduğu rivayet edilen Müseylime’nin büyücülük ile meşgul bulunduğu ve yumurtayı şişeye ilk sokan adam olduğu iddia edilmektedir. Yemâme şehrindeki Hanif kabilesine mensup bu adam Esved, Tüleyha ve Secah gibi peygamberliğini ilan etmeden önce kâhin, etkili bir konuşmacı ve karizmatik bir kabile lideriydi. Diğer sahte peygamberlere nispeten ortaya bir inanç sistemi ve ibadet usulleri koymakla uğraşan Müseylime’nin ortaya çıkarmaya çalıştığı din Yemâme şehrinin bile sınırlarının aşamamış İslamiyetin kötü bir kopyası olduğu için de, onun ölümünden sonra eserinden, hiçbir iz kalmamıştır. Beni Hanif kabilesinin liderliğini Hz. Muhammed’i örnek tutarak, dini bir otoriteyle de takviyeye kalkışan Müseylime ayet adı altında bir takım seçili sözleri dillendirmeye başladı. Bunların kendisine vahiy edilen Kur’an olduğunu ilan etti. Bir takım dini kaide ve düsturlar koydu. Kur’an dilini taklit eden Müseylime, Müslüman namaz sistemine benzer bir sistem de kurmuş, hatta Kâbe gibi bir de harem bölge (yasak bölge) ilan etmişti. Taraftarlarına günde üç vakit namazı emretmiş, Yemâme’de ezan okutarak kendisini Tanrının elçisi ilan etmiştir. Ayet diye sarf ettiği sözlerde genellikle Kur’an metinlerine benzer sözler söylemeye çalışır, çiftçilikle uğraşan kavmine ise onların anlayacağı kavramlarla hitap ederdi; “Renkleri siyah olduğu hâlde sütleri beyaz olan koyunlar üzerine ant içerim ki...” gibi MSGSÜ TARİH cümlelerle konuşmaya başlardı. Müseylime bir diğer ayetinde köylülere hitaben “Tohum ekerek, ekin yetiştirenler, ekinleri biçenler, buğdayları savuranlar, sonra öğütenler, onlardan ekmek yapanlar bu ekmeleri ufak ufak doğrayarak suyunda ıslatanlar ve bunların üzerine sadeyağ dökerek yiyenler şerefine ant içerek temin ederim ki, siz hayvan besleyerek çadırda yaşayanlardan daha meziyetlisiniz. Binalarda yaşayanlar da size üstün gelemediler.” şeklinde sözler sarf ederek bu sözlerin ilahi olduğu konusunda Yemâme halkını ikna etmeye çalışırdı. Müseylime tam anlamıyla İslam peygamberini reddetmemiş, Allah’ın peygamberlikte kendisini Hz. Muhammed ile ortak ettiğini iddia etmiştir. Medine’den Yemame halkına İslamiyeti öğretmesi için gönderilen Ufuva adlı kişinin, Müseylime’nin peygamberliğini kabul etmesi ise Hanif kabilesinin Müseylime’nin peşinden gitmesini kolaylaştırmıştır. Hz. Muhammed’in Veda haccından sonra rahatsızlanmasının ardından peygamberlik iddiasına başlayan Müseylime, Hz. Peygamberin vefatı ardından iyice güçlenmiş rivayetlere göre kırk bin kişilik bir ordu kontrol edecek hale gelmişti. Hz. Ebubekir hilafet makamına geçtikten sonra ilk iş olarak Ridde Savaşlarıyla dinden dönenlerle mücadeleye koyulmuş, Halid b. Velid önce yalancı peygamber Tüleyha komutasındaki Esed kabilesini mağlup ettikten bir süre sonra Müseylime üzerine bir orduyla harekete geçmişti. Medine ile mücadeleye hazırlanan Müseylime yazımızın Secah bölümünde bahsettiğimiz gibi, kendisi üzerine yürümek isteyen bir diğer sahte peygamber Secah’ı ikna edip, kendi peygamberliğini kabul ettirmiş ve bu işi barışla hallederek Kureyş ile savaşa tutuşmuştur. Akraba denen mevkide geçen ve bundan dolayı Akraba ya da Yemame Savaşı denilen bu mücadele İslam tarihinin en zorlu savaşlarından biri olmuştur. Müseylime komutasında Yemamelilerin Kureyş egemenliğine karşı çıkmak ve kendi peygamberlerini korumak için canla başla savaşması sonucu, İslam ordusu defalarca geri çekilmek zorunda kalmış, savaş ancak Müseylime’nin öldürülmesi ile Yemamelilerin moralinin bozulması sonucu kazanılmıştır. Müseylime’nin o dönem Müslümanlar tarafından ne denli bir tehdit olarak görüldüğünü gösteren hususlardan biri Müseylime‘yi öldürme şerefinin Müslümanlar arasında bir türlü paylaşılamamasıdır. Onu öldürdüğünü iddia eden pek çok kişi olmuştur. Taberi; Müseylime’nin Uhud’da Hz. Hamza’yı şehit eden Vahşi tarafından öldürüldüğünü belirtirken, Belazuri ise ravinin kendi kabilesinden Haddaş adlı bir şahsın öldürdüğünü iddia etmekte, hatta Emeviler dahi Müseylime’nin Muaviye tarafından öldürüldüğünü söylemektedirler. Yemâme savaşında meselenin en nihayetinde Kabile rekabetinden kaynaklandığı fark edilmektedir. Yemameliler Müslümanlarla savaşmaktan ziyade Kureyşlilerle savaşıyorlardı. Savaş boyunca Müseylime’nin “Ey Hanife oğulları; şerefiniz için, asaletinizi korumak için çarpışınız” dediği ifade edilir. Nitekim Yemâme sınırları dışına çıkmayan ve kabilesi Ebu Hanife’ye mahsus bir peygambere dönüşen Müseylime, evrensel bir nitelik kazanamamış, kabilesi için mücadele vermekten öteye gidememiş ancak bu davası uğrunda ölmeyi göze alabilmiştir. Son olarak biz, bu yazımızla ile ilgili özellikle Bahriye Üçok’un “Yalancı Peygamberler ve Dinden Dönenler” adlı eserinden faydalandığımızı belirtelim, mevzu hakkında daha detaylı bilgi edinmek isteyenler bu eseri inceleyebilirler. ARALIK 2015 6 GEÇMİŞİN BAKİYESİ Sultan II. Kılıç Arslan’ın İstanbul Ziyareti Fransız ressam, tasarımcı ve dekoratör Antoine Helbert BYZANTİUM Berkay Yekta ÖZER I. Haçlı seferi sonrası Anadolu’daki siyasi dengeler tamamen değişmişti. Haçlı ordularının bölgede yarattığı kargaşadan yararlanan Bizans, Komnenos hanedanlığı ile çıkışa geçmiş ve zamanında Türklere kaptırdığı toprakları yeniden ele geçirmek adına yoğun bir faaliyet içerisine girmişti. Danışmendliler ise bu durumu fırsata çevirerek Anadolu’da etkin bir güç haline gelmiş ve bu anlamda Selçukluları gölgede bırakmışlardı. Böylesine zor bir dönemde başa geçen sultan I. Mesud ise uzun hâkimiyet süresi boyunca gerek Bizans gerekse de Danışmendlilere karşı verdiği başarılı mücadelelerle Anadolu’da kaybolan Selçuklu nüfuzunu yeniden tahsis etmiş ve devletin bu denli tehlikeli bir süreçten büyük hasarlar görmeden kurtulmasını sağlamıştı. I. Mesut’un ölmeden önce kendi elleriyle tahta çıkardığı oğlu II. Kılıç Arslan ise özellikle hâkimiyetinin ilk yıllarında birçok sorunla karşılaşmıştı. Bu durum Türkiye Selçukluları için zor bir dönemin daha başladığını gösteriyordu. Ancak gerek I. Mesud gerekse de II. Kılıç Arslan döneminde oluşan bu vahim tablo aslında Türkiye tarihinin seyri açısından kritik bir viraja girildiğinin habercisiydi. Özellikle II. Kılıç Arslan’ın hâkimiyet yılları bu anlamda çok daha önemli bir yapı taşını oluşturmaktaydı. II. Kılıç Arslan’ın tahta geçtikten sonra kardeşleri Devlet ve Şahinşah ile taht mücadelesine girişmesi bölgedeki diğer MSGSÜ TARİH güçlerin durumdan istifade etmesine yol açmıştır. İlk olarak Danışmendli Sivas meliki Yağıbasan ile mücadele etmek zorunda kalan II. Kılıç Arslan, sorunu tam anlamıyla halledemeden Ermeni Prensi II. Thoros’un Maraş’a beklenmedik bir saldırı düzenlemesi ile güneye yönelmiştir. Ardından Atabeg Nureddin Mahmud ile karşı karşıya gelen Sultan, Haçlılarla ittifak arayışı içerisine girmiş ve onları bu yolla harekete geçirmek suretiyle Nureddin’i barışa zorlamıştı. Sultan’ın bütün bu olumsuzlukların üstesinden gelmesi ve Anadolu’daki siyasi nüfuzunu sağlamlaştırması, bölgedeki diğer güç odaklarını rahatsız etmiş ve Selçuklulara karşı birlikte cephe almalarına neden olmuştur. Selçukluları oldukça zor bir duruma düşürecek olan bu fikrin sahibi ise Bizans İmparatoru Manuel Komnenos idi. Anadolu topraklarına belirli aralıklarla düzenlediği seferler sonucunda kalıcı bir başarı elde edemeyeceğini anlayan İmparator, Kılıç Arslan’ın diğer rakipleri ile temasa geçerek, onu bir çember içerisine almayı planlamıştı. Bu anlamda ilk adımı Selçukluların güney politikası gereği sık sık karşı karşıya geldiği Zengilerle ittifak kurarak sağlamış, ardından da Haçlılarla irtibata geçmiştir. Bir süre sonra ise Türkiye Selçukluları gibi Anadolu’daki Türk birliğini kendi hâkimiyeti altında sağlamayı amaçlayan Danışmendlilerle ittifak kuran İmparator, Selçuklu tahtının diğer varisi Şahinşâh ile de anlaşarak II. Kılıç Arslan’ı tamamen etkisiz kılacak bir ittifaklar zinciri meydana getirmiştir. ARALIK 2015 7 Sultan II. Kılıç Arslan’ın İstanbul’u Ziyareti Bu durumdan kurtulmak adına Bizans İmparatoru ile temasa geçen Sultan istediği sonucu elde edemeyince bir zamanlar kendi tabiiyetinde olan Danışmendli meliki Yağıbasan ile anlaşma yoluna gitmiş ancak red cevabı almıştır. Bölgede giderek güçlenen ve Selçuklular aleyhine yayılmacı bir politika takip eden Danışmendli meliki Yağıbasan’ın son olarak Sultan’ın, Erzurum meliki Saltuk’un kızını almak için gönderdiği gelin alayını basması ve gelini kaçırarak yeğeni Zünnûn ile evlendirmesi bardağı taşıran son damla olmuş ve taraflar karşı karşıya gelmişlerdir. Bizans’ın desteğini alan Yağıbasan’ın bu savaşı kazanması ise II. Kılıç Arslan’ı oldukça çaresiz bir duruma düşürmüştür. Sultan II. Kılıç Arslan 1162 yılında bin kişilik maiyeti ile birlikte Bizans İmparatorluğunun merkezi Byzantion’a gitti. İoannes Kinnamos bu durumu; “Böyle gösterişli ve olağanüstü bir şeyi, bildiğim kadarıyla, daha önce Romalılar asla görmemiş, yaşamamışlardı.” sözleri ile açıklıyordu. Bu, Sultan’ın Bizans tarafından da oldukça heyecanla karşılandığını gösteriyordu. Ardından bu olayı İmparator Manuel’in büyük üstünlüğüne bağlayan Kinnamos, karşılama merasimini oldukça detaylı bir şekilde tasvir ederek yazısına devam ediyor; “Muhteşem bir yüksek kürsü inşa edildi, üzerine bir taht oturtuldu. Yerden çok yüksekti; görülmeye değer bir sahne. Tamamı altından yapılmıştı, her tarafına yakut ve safir taşlar konulmuştu, incileri ise saymak mümkün değildi. Her mücevherin etrafını yeterli sayıda inci sarıyordu, yakın aralıklarla tutturulmuşlardı; fevkalade yuvarlak incilerdi ve kardan daha beyaz parlıyorlardı. Taht böylesine parlaklıkta idi. En yüksek yeri, başının üstündeki kısım ihtişam bakımından başka tarafları da aşıyordu; nasıl ki baş, vücudun diğer organlarını aşarsa. İmparator bu tahtın üzerine oturdu; iyi tenasübe sahip bedeni tahtın tamamını kaplıyordu. Mor, harika bir elbise, onu sarıyordu. Tepeden tırnağa yakutlarla ateş gibi yanıyordu. İncilerle süslüydü; fakat gelişigüzel değil, şahane bir sanatkârın becerisiyle işlenmişti ve elbisede sahici havası veren bir çayır manzarası tasvir edilmişti. Boynundan göğsünün üstüne doğru altın zincirlerle renk ve büyüklük bakımından olağanüstü bir gül gibi kırmızı fakat özellikle elma biçiminde bir mücevher sarkıyordu.” İmparatorun düzenlediği ihtişamlı kabul törenini gören II. Kılıç Arslan’ın oldukça şaşkın olduğunu da sözlerine ekleyen Kinnamos, Sultan’ın, Manuel’in ısrarları üzerine yüksek tahtın yanında bir tabureye oturduğunu, yapılan görüşmelerin ardından ise sarayda konaklayacağı yere çekildiğini yazmaktadır. Kinnamos’un bu ifadelerle Sultanı küçümseme eğiliminde olduğu görülmektedir. Ancak şu unutulmamalıdır ki taraf kim olursa olsun, Bizans tarih yazımı genel itibariyle karşı tarafı küçük görme, yabancılaştırma ve ötekileştirme çabası içerisindedir. Bizans İmparatoru Manuel Komnenos ve eşi Antakyalı Maria Kendisine karşı oluşturulan bu ittifakları ancak Bizans’ın desteğini alarak ortadan kaldıracağının bilincinde olan Sultan, hiç vakit kaybetmeden maiyeti ile birlikte İstanbul’a doğru yol almıştır. Bu olay bugün olduğu gibi vuku bulduğu dönemde de oldukça ilgi çekici bir hadise olmasından dolayı birçok tarihi kaynakta kendine yer edinmiştir. Niketas Khoniates, İoannes Kinnamos, Süryani Mihail, Ebu’l-Farac ve Papaz Grigor bu seyahat hakkında değerli bilgiler vermişlerdir. Bunlar arasında özellikle Niketas Khoniates ve İoannes Kinnamos diğerlerine kıyasla daha detaylı tasvirler yapmaktadırlar. Biz de bu iki önemli kaynak eseri kullanarak sizlere Sultan’ın İstanbul ziyareti hakkında bilgiler vereceğiz. MSGSÜ TARİH Ardından İmparator, II. Kılıç Arslan ile birlikte saraydan Ayasofya Kilisesine kadar sürecek bir zafer yürüyüşü tertiplemek istemiş fakat İstanbul patriği Lukas Khrysoberges böylesine kutsal eşya ve yapılarla dolu bir mekânda bir dinsiz adamla geçmenin yanlış olduğunu söyleyerek bu karara şiddetle karşı çıkmıştır. Ardından gece geç vakitte gerçekleşen bir sarsıntının bu nedenle olduğu da öne sürülmüş ve zafer alayı istenildiği gibi yapılamamıştı. Niketas Khoniates bu olanlar hakkında şunları yazmaktadır; “İmparator, İstanbul’a Sultan ile birlikte girmek üzere bir zafer alayı tertipledi. Bu tören büyük bir itina ile planlanmıştı: Harikulade değerli kumaşlar ve pek çok sanatkârane takı bu şehre giriş törenine özel bir parlaklık bahşedeceklerdi. ARALIK 2015 8 GEÇMİŞİN BAKİYESİ İmparator, halkın velveleli sevinç çığlıkları içinde muzafferane bir şekilde şehir içinden geçecek ve Sultan da bu parlak ve İmparatorun şanına yakışır törenin bir parçası olarak onun yanında yürüyecekti. Ancak Tanrı bu günün parlaklığını ve ihtişamını yok ediverdi: Yer sarsılmış, birçok muhteşem bina yıkılmış ve alışılmamış şiddette bir fırtına kopmuştu. Bu ve bunların sebep olduğu dehşet insanları sadece kendi varlıklarını düşünmeye itti ve artık hiç kimse zafer geçidi ile ilgilenmedi. Yüksek ruhaniler ve kilise hadimleri, hatta bizzat İmparator olup biteni meşum bir işaret olarak kabul ettiler. Bunlar takdis edilmiş tasvirli duvar halılarının, aziz ikonaların süslediği ve İsa tasvirinin kutsallaştırdığı böyle bir törene bir inançsızın katılmış olmasına Tanrı’nın kızmış olduğunu söylemekteydiler. Böylece tören geçidi dağıldı ve İmparator da buna, gereken formalitelerin yerine getirilip getirilmediğine bile aldırmayarak, artık hiç önem vermedi.” Kılıç Arslan İstanbul’u gezmeye ve şerefine verilen büyük ziyafetlere katılmaya devam ediyordu. Bütün bunlar olurken İmparatorla olan ilişkisi tam bir dostluk havası içindeydi. Ayrıca Sultan İstanbul’da kaldığı süre zarfında at yarışları ve Grek ateşi gibi eğlenceli gösterilere de katılmaktaydı. Sultan’ın özellikle at yarışlarına oldukça ilgi duyduğu ve yine bu yarışlardan birinde oldukça ilginç bir olayın yaşandığını görmekteyiz. Yarışların başlayacağı sırada bir Türk Hipodromda yüksek bir yere çıkarak uçacağını iddia eder. Tarihte yapılacak bu ilk uçuş denemesi hakkında gelin Niketas Khoniates’e kulak verelim; “Türk’ün biri-önceleri onun bir canbaz olduğu sanılmıştı ama daha sonra insanların en zavallısı, bir kendi kendini öldüren olduğu anlaşıldı-yarış yerinin seyir sıraları üstünde yükselen kalın sütuna tırmandı. Bu kule-sütunun altında kavisli bir sıra halinde yarış arabalarının çıkış yerleri, üstündeyse, birbiri karşısında altın suyuna batırılmış bronzdan dört at heykeli bulunur. Hafif eğik boyunlarıyla bunlar sanki yarış pistine doğru hırsla kişner gibidirler. Böylece bu Türk kule üstünde çıkış yerinde bir yarış atı gibi durdu ve stadyum üzerinde uçacağını ilan etti. Çok çok uzun ve geniş, içine takılan çemberlerle şişirilmiş beyaz bir giysiye bürünmüştü. Bu giysi ona güya amaçladığı iş için, yelkenlerin bir gemi için gördüğü hizmeti yerine getirecekti. Rüzgârın, giysisinin kıvrımlarına ve şişkin kısımlarına yakalanarak onu havada taşıyacağını düşünüyordu. Bütün gözler ona dikilmişti; halk onunla alay ederek “Haydi yelkeni aç, haydi uç” veya “Ulan Arap bizi daha ne kadar bekletecek ve kule üstündeki rüzgârı daha ne zamana kadar ölçeceksin!” diye bağırmaktaydı. İmparator derhal bir adamını koşturmuş, Türk’ü maksadından vazgeçirmek istemişti. Seyirciler arasında bulunan Sultan, deneyimin ne sonuç vereceğinden endişe ederek dişlerini sıkmaktaydı; her tarafından ter fışkırmıştı. Hem kendi milletine mensup olan adam için endişe ediyor, hem de gururlu bir beklenti içinde bulunuyordu. Türk’e gelince o büyük bir dikkatle rüzgârı kontrol ederek bazen bir, bazen de diğer taraftan onu yakalamaya uğraşıyor ve ellerini öne uzatarak, bunlar sanki birer kanatmış gibi, çırpınma hareketleri yapıyor, fakat sonra yine vazgeçerek ellerini geri çekip rüzgârı bekliyordu. Seyirciler artık aldatıldıklarını sanmaya başlamışlardı ki rüzgâr Türk’e yeterli derecede güçlenmiş göründü ve o da kollarını açarak ve bir kuş gibi çırpınarak o an için uçtuğunu sandı. Ancak bu semalar hâkimi, İkaros’dan daha da acınacak bir haldeydi. Hafif bir kuş gibi değil, ağır bir taş gibi düşerek kırılmış kemikleriyle ölü olarak yere serildi.” Niketas Khoniates’in Hipodromda olduğunu söylediği bronz atlar IV. Haçlı Seferi sonrasında İstanbul’dan alınarak Venedik’e götürüldüler. Günümüzde tarihi San Marco Meydanında yer almaktadırlar. MSGSÜ TARİH ARALIK 2015 9 Sultan II. Kılıç Arslan’ın İstanbul’u Ziyareti Bu başarısız gösterinin ardından şehir halkı Sultan ve maiyetindekilere olayı sık sık hatırlatır davranışlarda bulunarak dalga geçemeye başlamışlardı. Sultanın buna gücendiğini gören İmparator ise bu duruma son vereceği konusunda onu temin etmişti. İmparator Manuel, Sultana heybetini ve zenginliğini göstermek amacıyla sık sık hediyeler de sunuyordu. Niketas, Historia’sında şunları yazıyor; “(Manuel), sarayının muhteşem salonlarından birisine, Sultana hediye etmeyi tasarladığı bütün şeyleri sıra sıra yerleştirtti. Bunlar birçok altın ve gümüş sikke, muhteşem giysiler, gümüş vazolar ve altın kadehler, değerli zarif kumaşlar ve diğer seçkin mücevherler, yani bir Bizanslının kolayca elde edebileceği ve fakat bir barbarın çoğunu hiç görmediği ve nadiren bazılarına sahip olabildiği şeylerdi.” Gerek bu hediyelerle gerekse de Manuel’in siyasi dostluğuyla maddi ve manevi anlamda büyük bir destek gören Sultan karşılığında ise şu antlaşma maddelerini kabul ediyordu. Şimdi İoannes Kinnamos’un bu konuda yazdıklarına yer verelim; “Ömrü boyunca İmparatora düşman olanlara düşman olacaktı; aksine, İmparatorun gözdesi olanlarla dost olacaktı. Ele geçireceği şehirlerden daha büyük ve daha önemli olanlarını İmparatora verecekti. Düşmanların hiç biri ile İmparator izin vermedikçe barış yapılmayacaktı. İstek karşısında bir müttefik olarak Romalıların yanında savaşacaktı ve mücadele ister doğuda, ister batıda olsun MSGSÜ TARİH bütün ordusu ile gelecekti. Kendi hâkimiyeti altında bulunan, fakat hırsızlıkla geçinen ve genellikle Turkoman denilenleri, Romalıların topraklarına zarar verdikleri takdirde cezasız bırakmayacaklardı. Kılıç Arslan bütün bunları kabul etti ve maiyetindeki asilzadeler de, bunlara kulak asmadığı takdirde bütün güçleriyle onu durduracaklarına yemin ettiler.” Süryani Mihail’e göre seksen, Ebu’l-Farac’a göre ise sekiz gün süren Sultan’ın bu ziyareti, görüldüğü üzere oldukça renkli geçmiştir. Yukarıda bahsi geçen ağır şartları kabul etmekten başka çaresi olmayan Sultan, Bizans’ın desteğini arkasına alarak İstanbul’dan ayrılır. Antlaşma maddeleri gereğince Türkiye Selçuklularının Bizans’ın tabiiyeti altına girdiği sonucu çıkarılabilir ancak bu durum sadece resmiyette kalmış, kısa bir süre sonra taraflar yeniden karşı karşıya gelmişlerdir ve Myriokephalon ile sonuçlanacak süreçte güç dengesi bu defa Selçuklu tarafına kayacaktır. Sonuç olarak; II. Kılıç Arslan bu stratejik hamlesi ile kendisine karşı oluşturulan ittifaklar zincirini bozmuş ve İmparator’u yanına çekerek düştüğü zor durumdan ustaca sıyrılmasını bilmiştir. Nitekim aldığı bu destek sayesinde Anadolu’daki işleri yoluna koymuş ve iktidarını yeniden sağlamıştır. Manuel Komnenos’un ise bu yardıma sağlamasında haklı sebepleri vardı elbet ancak bunlar ayrı bir çalışmada detaylı bir şekilde ele alınacak konular olduğundan biz sadece olayın görünen yüzünü verip değerlendirmeyi siz değerli okuyucularımıza bırakalım. ARALIK 2015 10 GEÇMİŞİN BAKİYESİ Ortaçağ Avrupa Mimarisinin Tipik Bir Örneği; Ulm Katedrali İnsanoğlunun içinde hep bir seyyah olma isteği vardır. Gezip görmek, yeni yerler keşfetmek güzel duygular katar insanın içine. Diğer taraftan kendi yaşadığımız coğrafyanın güzelliklerinin farkına varamadan hep başka diyarlar keşfetmek isteriz. Bu yazıda biraz ülke sınırları dışına çıkıp Orta Çağ Avrupası Gotik sanatının şaheserlerinden biri olan Ulm Katedralini hep birlikte tanımayı hedefliyoruz. Tuğçe BOYRAZ Ulm Katedrali, Almanya’nın Ulm şehrinde bulunan ve yine Almanya’nın en büyük Protestan kilisesi unvanına sahip olan bir yapıdır. Kilise kulesi 768 basamaktan oluşur ve 161,53 metre yüksekliğindedir. Kilise binası ise 123,56 metre uzunluğunda ve 48,8 metre genişliğe sahiptir. 1890 ve 1908 tarihleri arasında dünyanın en yüksek yapısı olarak belirlenmiştir ve halen en yüksek kilise unvanını taşımaktadır. Katedral sağda ve solda olmak üzere 86 metre yüksekliğindeki sütun kolonlar ile çevrelenmiştir. Orta nef 41.6 metre yüksekliğe sahip olmakla birlikte koridorların yüksekliği 20,55 metredir. (Nef; Kilise mimarisinde birbirlerinden sütun ya da paye dizileriyle uzunlamasına ayrılan mekânlara verilen isimdir.) Ulm Katedrali’nin temel taşı 1377 yılında atılmıştır. Aslında kilise inşasına karar vermeleri hususuna da burada değinmek yerinde olacaktır. 14. yüzyıl boyunca bölgede devam eden siyasi mücadeleler sonucunda Ulm şehrinin surları oldukça zarar görmüştür. Yeniden sur yapmanın ya da tadilat etmenin mümkün olmadığı şehirde, savunma amaçlı bir kilise inşa etmenin daha kolay ve ucuz olduğu fikri benimsenerek yapının temelleri atılmıştır. Bu dönemde ise Kutsal Roma Germen İmparatorluğunun içinde bulunduğu sıkıntılı durum nedeniyle şehirler bir anlamda kendi kaderlerini kendileri çizmekteydi. Bundan dolayı kilisenin finanse edilmesi dahi halk tarafından gerçekleştirilmişti. 30 Haziran 1377 tarihinde Ulm Belediye Başkanı Ludwig Krafft ve kilisenin yapım ustası Heinrich Parler tarafından temel atma töreni gerçekleştirildi. Heinrich Parler daha önce Schwäbisch Hall ve Holy Cross Münster’i de yaparak tecrübe kazanmış bir şahsiyetti. Heinrich Parler’in ardından Ulrich Ensinger, Matthew Ensinger, Matthäus Böblinger gibi usta isimler de kilisenin yapımı ile ilgilenmişlerdir. Fakat katedral yıllar geçmesine rağmen bir türlü tamamlanamamıştır. Bu süreç içerisinde ibadet için halka açılmıştır ancak birçok eksiği de bulunmaktadır. 1543 yılına kadar sürekli MSGSÜ TARİH eklemelerde bulunulmuş nihayetinde ana kule tamamlanmıştır. 1543’ten sonra katedral 300 yılı aşkın bir süre dinlenmeye terk edilmiştir. Katedralin ikinci yapım aşaması 1844 yılı itibariyle tekrar başlamıştır. 1870 yılına kadar katedralin yapımı ile Ludwig Ferdinand ilgilenmiştir. Ludwig Ferdinand’ın ardından 1880 yılına kadar Thran Scheu yapımı sürdürmüştür. 1885 yılında batı ve ana kule tam manasıyla tamamlanmış ve katedral bugünkü görünümüne kavuşmuştur. 29 Haziran 1890 tarihinde, katedralin tamamlanması törenle kutlanmıştır. Halkın yoğun ilgi gösterdiği törene 320 adet kilise şarkıcısı ile katedral organizatörü John Graf da katılmıştır. 20. yüzyıl Ulm Katedrali için çok önemli bir yüzyıldır. Dönem itibariyle ülkeler arası mücadeleler had safhadadır. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından bir de İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması tüm dünyayı olduğu gibi Ulm şehrini de zor durumda bırakmıştır. Ulm Katedrali de İkinci Dünya Savaşı’nın gazabından nasibini almıştır. 17 Aralık 1944 tarihinde Ulm şehri, müttefik bombardımanına maruz kalmış, şehir moloz ve kül yığını ile dolmuştur. ARALIK 2015 11 Ulm Katedrali Tüm bu bombardımana rağmen Ulm Katedrali yıkılmaktan kurtulmuş fakat kilise kuleleri zarar görmüştür. Ayrıca dini hikâyelerin anlatıldığı vitraylar da savaşın kötü şartlarından etkilenmiştir. Kilisenin ana girişindeki duvarlar ise bugün hala çatlaklar ile doludur. Gidip, gezildiğinde Ulm Katedralindeki İkinci Dünya Savaşı etkisi çok net bir şekilde görülebilmektedir. Buraya kadar olan kısımda Ulm Katedralini sizlere tanıtmaya çalıştım. Sonraki kısımda ise katedralin vitraylarını ele almaya çalışacağım. araştırmacılara göre Vaftizci Yahya’nın İncil’deki hikâyeleri anlatılır, Herod Bayramı ve çölde ağlama, kafa kesme ve defin işlemlerinden söz edilir. Bu vitrayda dikkat edilmesi gereken husus karakterlerin başlarındaki altın taçtır. Bu dönemin zenginliğini göstermesi açısından önemlidir. Dini boyutunun yanı sıra Ulm şehrinin sosyo-ekonomik durumunu ortaya koyması açısından da değerlendirmek mümkündür. Din dışında, müjde, ziyaret, sünnet, krallar ve tapınakta sunum işlenmeye çalışılmıştır. Vitray kelime anlamı itibariyle hem renkli camların birleşmesiyle oluşturulan yapıyı hem de bunu yapma sanatını ifade etmek için kullanılmıştır. Vitray genel olarak renkli cam parçalarının kurşun dolgu malzemesiyle birleştirilerek lehimlenmesiyle yapılsa da; tasarımı zenginleştirmek adına boyanmış camlar ve pirinç renkli birleştirme malzemeleri de kullanılmıştır. Vitray sanatı, hem görsel yönüyle sanatsal bir beceri ve yaratıcılık gerektirmekte, hem de bu dekoratif parçaların geniş yüzeylerde sağlam bir şekilde durabilmesini sağlayan iyi mühendislik hesaplamalarına ihtiyaç duymaktadır. Vitray sanatı hususunda kiliseler oldukça gelişmiş durumdadırlar. Bu vitrayın eski dokumacılar ve pencere yapıcıları tarafından bağışlandığı belirtilmiştir. Jacob Acer’e göre Anne-Marie dokumacıların koruyucusudur. Ayrıca çöle uçuş ve meleklerin koruyuculuğuna da yer verilmiştir. İsa’nın doğuşu, Marie’nin ziyaret edilişi ve Yusuf ’un rüyası işlenmiştir. Yukarıdaki vitray 1480 yıllarında yapıldığı kabul edilip, bir hasta ziyareti teması işlenmiştir. Jacob Acker Elder’in yaptığı bu vitraya göre iki kişiden biri Yuhanna’dır. Yuhanna, Hıristiyanlık inancına göre İsa’nın 12 havarisinden biri olup, Onikiler olarak adlandırılan gruba mensuptur. Aslen Yahudi olan Yuhanna, İncil yazarlarındandır. Ayrıca MSGSÜ TARİH Ulm Katedrali klasik bir gotik mimarisine sahiptir. Gotik sanatı 12. yüzyılın ikinci yarısında Latin sanatına bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Orta Çağı kapatan, Rönesansı başlatan bir akım olarak da değerlendirmek mümkündür. Gotik tarzı, yalnız mimarlıkta değil; heykelcilik, resim, yazı gibi başka alanlarda da etkili olmuştur. Bu mimari tarzın ilk çıkış yeri genel itibariyle Fransa olarak kabul edilmektedir. Fransa’nın yanı sıra Avrupa’nın birçok yerinde de gotik etkisi görülmektedir. Gotik sanatının uygulanışı da ülkeden ülkeye farklılık göstermiştir. Her ülke kendi zevkine uygun değişiklikler yapmıştır. Almanya gotik sanatının en etkili olduğu ülkelerden biridir. ARALIK 2015 12 GEÇMİŞİN BAKİYESİ Ayrıca gotik mimarinin başlıca eserlerinden biri olan katedrallerin gotik mimarisine uygulanışını yine Almanya’da görmek mümkündür. 13. yüzyılda toplum bütün heyecanını ve zenginliğini katedral yapmaya ve süslemeye harcamıştır. Bu heyecan ekonominin gelişmesine de katkıda bulunmuştur. Almanya’da bu yönelimin meyveleri olarak Ulm Katedrali ve ünlü Köln Katedrali karşımıza çıkmıştır. Katedrallerde gotik mimarinin de etkisiyle sanki yükseklere doğru uçuyormuş gibi bir his verilmiştir. Katedrallerin çok camlı olması ve vitraylarla süslenmesi yine gotik mimarinin etkisidir. Katedrallerin en önemli özelliklerinden birisi sivriliktir. Dilimli kubbeler ile sivri ve birbirini kesen kemerler katedrallerin oluşumunda önemli bir role sahiptir. Sonuç itibariyle Ulm Katedrali, Orta Çağ Avrupa’sının karakteristik mimari özelliklerinin tümünü taşımaktadır. Şehirlerin en önemli noktalarından biri olan dini mekânlar, buluşmaların gerçekleştiği, ibadetlerin yapıldığı, siyasi görüş ve konuşmaların gerçekleştiği yerlerdir. Ulm Katedralinde de bu eylemlerin tümü gerçekleşmiştir. Yapım tarihi itibariyle zaman içerisinde birçok döneme şahit olan Ulm Katedrali, yapıldığı andan itibaren aynı kalmamış birçok yenileme ve restorasyondan geçmiştir. MSGSÜ TARİH Bu yolla ilk günkü şaşasını sürdürerek günümüze kadar varlığın devam ettirmiştir. Günümüzde Ulm Katedrali çok fazla turist tarafından rağbet görüp ziyaret edilmektedir. Sadece bir müze olarak değil, ibadet etmek için de münasip bir yer olarak görülen Ulm Katedrali’nin ziyaretçi sayısı özellikle yaz aylarında beş yüz bine ulaşmaktadır. Sadece müze, kilise ve katedral olmayan Ulm Katedrali içerisinde ayrıca bir adet kütüphane, 14. Yüzyıldan kalma mahzenler, seminer ve konferansların yapıldığı toplantı salonu ve kilise korosu için yetişen çocukların barınması için yatakhane yer almaktadır. Ayrıca yıl içerisinde birçok etkinlik ve konsere de ev sahipliği yapmaktadır. Ulm Katedrali’nin kilise ve kulesi haftanın her günü açık olup açılış saatleri mevsimlere göre değişmektedir. Kilisenin içerisinde ibadet edip ziyaret etmek ücretsiz iken, katedralin kulesine tırmanmak belirli bir ücret karşılığındadır. Kulenin zirvesine çıkıldığı takdirde Alman dağlarını ve Ulm’ün komşu şehirlerini görebilmek mümkündür. Ulm Katedrali ziyaret edildiğinde Orta Çağ Avrupası’na tanık olunabilir bunun yanı sıra İkinci Dünya Savaşı’nın etkileri ile de 20. yüzyılı çok yakından hissedilebilirsiniz. Hem en uzun kule olma özelliği hem de birçok tarihi döneme şahit olması ile ayrıcalıklı olan Ulm Katedralini gidin görün derim. ARALIK 2015 13 20. yy’ın En Organize Sanat Hırsızlığı Nazilerin Avrupa yağması Merhaba, bu yazıya ilk iki sayımızla ilgili yapılan güzel ve kibar yorumlarınıza teşekkür ederek başlamak istiyorum. Deneyimsiz fakat hevesli bir avuç genç olarak çıktığımız bu yolda görüşleriniz bizim için çok değerli. Bu eğitim öğretim yılında çabamızı Geçmişin Bakiyesi’ni geliştirmeye ve dergimizin kalitesini arttırmaya harcayacağız. Müge TOPAL Geride bıraktığımız yaz tatilinde film izlemek için çokça vaktim oldu. İzlediğim filmlerden biri –Woman in Gold (2015)- bu yazının ortaya çıkmasını sağladı. Sizlere de tavsiye ettiğim filmin özetini paylaştıktan sonra esas konumuzdan, yani Nazilerin Avrupa’daki sanat eserlerini yağmalamalarından bahsedeceğiz. “Viyana’da yaşayan Yahudi bir kadın olan Maria Altmann, İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi ve yaşadığı yerin Nazi kuşatması altına girmesiyle Viyana’yı ülkesini terk etmek zorunda kalır. Ülkesinden ayrı, mülteci olarak geçirdiği 60 yılın ardından Maria, Viyana’ya geri dönmeye karar verir ve bunun için geçerli bir nedeni de vardır. Zamanında Nazilerin el koydukları aile mirasını ve en önemlisi Gustav Klimt’in, teyzesini resmettiği önemli tabloyu geri almaya kararlıdır. 80 yaşındaki Maria, yanında genç ve deneyimsiz avukatı Randy Schoenberg ile birlikte Avusturya hükümetinde sürecek bir yolculuğa atılır. Ne var ki bu yolculuk Maria’nın geçmişindeki sır ve gerçeklerin ortaya çıkacağı bir deneyime dönüşür. Simon Curtis’in yönetmenliğini üstlendiği filmin oyuncu kadrosunda Helen Mirren, Ryan Reynolds, Katie Holmes ve Daniel Brühl gibi isimler bulunuyor.” (www.beyazperde.com adlı internet sitesinden alınmıştır.) Maria Altmann hukuki mücadeleden sonra kendisine iade edilen Gustav Klimmt’in eseri olan Altınlı Kadın tablosuyla. MSGSÜ TARİH Nazilerin Sanat Anlayışı ve Almanya’da “Dejenere Sanat”a Karşı Uygulanan Yaptırımlar Nazilerin iktidara gelmesiyle başlayan olaylar zincirinin en bilinen sonuçları II. Dünya Savaşı ve antisemitizmin zirveye ulaştığı Yahudi Soykırımıdır. Naziler kapsamlı ve sistematik olarak yok etme taktiklerini sadece insanlar üzerinde uygulamadılar; insanlığın kültür mirasının birer parçası olan sanat eserleri de Nazilerin gazabından kaçamadı. Kısaca Nazi olarak bilinen Nasyonal Sosyalistler, amaçladıkları totaliter devleti oluştururken sanat dâhil insan hayatının pek çok kısmına müdahalede bulunmuşlardı. Kübizm, Dadaizm ve Sürrealizm gibi kabul edilmesi vakit gerektiren yeni akımların çıktığı XX. yüzyılda Nazilerin de sanatın nasıl olması ve olmaması gerektiğine dair kendi düşünceleri mevcuttu. Weimar Hükümeti’nin başta olduğu dönemde (1919-1933) Almanya, avant-garde’ın –kültür, politika ve sanatta yenilikçi, deneysel anlamında kullanılıröncüsü konumuna gelmişti. Adolf Hitler, bilindiği üzere Viyana Güzel Sanatlar Akademisi tarafından reddedilmiş bir ressamdı. Modern sanatı dejenere olarak niteleyen Hitler, kendisini sanat konusunda üstün bir otorite olarak görüyordu. Bu yüzden 1933 yılında başbakan olan Hitler, sanata dair görüşlerini halka dayatmaya başladı. Onun için ideal sanat; komünizme dair hiçbir iz taşımamalıydı, özellikle Alman asıllı ressamların portre ve manzara resimleri gibi olmalıydı. Kübizm, Dadaizm gibi akımları izleyen sanatçıların eserleri dışında Yahudi sanatçıların eserleri de dejenere –yozlaşmışsanat kapsamında sayılıyordu. Naziler, Weimar döneminin kültürünü mide bulandırıcı bulduklarından Hitler’in gücü eline geçirdiği Ocak 1933 tarihinden itibaren “dejenere kültür” olarak nitelendirdikleri her şeyi ve herkesi “temizlemeye” başladılar. Bu doğrultuda girişilen eylemler arasında kitap yakmaları, sanatçı müzisyenlerin öğretim görevlerinden azledilmelerini, modern sanatı beğendiği bilinen küratörlerin yerine parti üyelerinin yerleştirilmesi vs. bulunuyordu. ARALIK 2015 14 GEÇMİŞİN BAKİYESİ Dejenere sanatla daha etkin bir şekilde mücadele edebilmek için 1933 yılının Eylül ayında ise Reich Kültür Bürosu kuruldu ve başına da Halk Aydınlanması ve Propaganda Bakanı olan Joseph Goebbels getirildi. Alman devlet müzelerinde bulunan tüm yozlaşmış sanat eserlerinin satılmasına veya yok edilmesine karar verildi. Karl Buchholz, Ferdinand Moeller ve Bernhard Boehmer Berlin’in hemen dışında bulunan bir konakta sayıları 16.000’e yaklaşan sanat eserini sattılar. Buradaki tablolar ve heykeller, 1937-1938 yıllarında Hitler ve Goering tarafından Alman müzelerinden özellikle seçilmişlerdi. Hildebrand Gurlitt ve ortakları ise sanat eserlerini satmada yukarıda saydığımız üçlü kadar şanslı değildiler. Eserlerin satışından para kazanamayınca 20 Mart 1939 tarihin 1004 tablo ve heykeli, 3825 suluboya resmi Berlin İtfaiye Binası’nın avlusunda ateşe verdiler. Bu davranışları İsviçre’deki Basel Müzesi’nin dikkatini çekti. Müze yönetimi, 50,000 Frank verdiği bir kaç yetkiliyi eserlerden bazılarını satın almak üzere Berlin’e yolladı. Gurlitt, Buchholz, Moeller ve Boehmer kendi kişisel çıkarları için gizliden de sanat eserlerini satmışlardı. İsviçre ve ABD’deki alıcılara satıldığı bilinen eserlerin tam sayısını ve bahsi geçen kişilerin elde ettikleri geliri tahmin etmek maalesef çok zordur. van Gogh’un el konulan oto potrelerinden biri açık arttırmada. II. Dünya Savaşı Sırasında Naziler Adına Sanat Hırsızlıklarını Gerçekleştiren Kuruluşlar Naziler, II. Dünya Savaşı süresince işgal ettikleri yerlerin tamamından her türlü kültürel mirası yağmaladılar. Hangi sanat eseri koleksiyonlarının değerli olduğu belirlendikten sonra bu koleksiyonlardaki parçalar sistematik biçimde sınıflandırıldı. Bazıları Hitler’in kurmayı planladığı Führermuseum için ayrıldı, bazıları üst düzey Naziler tarafından seçildi. Kalan eserler ise Nazilerin eylemlerinin masraflarını karşılamak üzere satıldı. 1940 yılında, Einsatzstab Reichsleiter Rosenberg für die Besetzten Gebiete (İşgal Edilen Bölgeler için Rosenberg Özel Timi, kısaca ERR) kuruldu. Bu kuruluşun “Batı Acentası” denilen bir kolu Fransa, Belçika ve Hollanda’dan sorumluydu. Bu birimin esas görevi Yahudilikle ve Masonlukla ilgili kitapları ve belgeleri toplamaktı. Fakat bahsi geçen yılın son aylarında Hermann Göring, ERR’ın görevini “Yahudilere ait sanat koleksiyonlarına el koyma” olarak yeniden belirledi. Hitler ve Göring bir portreyi incelerken. Joseph Goebbels, 1937 yılında Adolf Ziegler’i Görsel Sanatlar Bürosu başkanlığına getirdi. Ziegler, emrinde çalışan altı kişiyle birlikte Üçüncü Reich’ın genelindeki müze ve sanat koleksiyonlarını tarayıp arta kalan dejenere sanat örneklerini bulmakla görevlendirildi. Bu eserlerin sergilenmesi ve halkta “Alman kültürünü bozan sapık Yahudi ruhu”na karşı iğrenme duyguları uyandırması umut edilmişti. Serginin bitiminden sonra Nasyonal Sosyalist Parti’nin ileri gelen bazı üyeleri sanat eserlerinden bir kısmını kendileri için ayırdılar. Hermann Göring’in içinde Van Gogh’a ve Cezanne’a ait tabloların da bulunduğu on dört eseri aldığı biliniyor. Sergilenen eserlerden geriye kalanlar İsviçre’de açık arttırma usulüyle satıldı. MSGSÜ TARİH Ganimetler Paris’teki Jeu de Paume Müzesi’nde bir araya getirilecekti. Burada toplanan eserler, Almanya’ya gönderilmeden önce sanat tarihçileri ve diğer görevlilerce envantere işlenecekti. Göring, el konulan eserlerin öncelikle kendisi ve Hitler arsında paylaştırılması emrini vermişti. Göring’in 1940-1942 yılları arasında Paris’e yirmi kez gittiği biliniyor. Bu ziyaretlerinde Bruno Lohse adlı bir sanat simsarı Göring’e yeni ele geçirilen sanat eserlerini gösteriyordu. Göring’in kendisine gösterilen eserlerden en az 594 tanesini özel koleksiyonu için ayırdığı biliniyor. ERR’ın Almanya’nın işgal ettiği ülkelerden ele geçirdiği sanat eserlerinin sayısının 22,000’i bulduğu düşünülmektedir. Nazilerin, Avrupa’nın sanat eserlerini yağmalarken en etkin biçimde yararlandıkları kuruluş olan ERR’ın değişik coğrafyalardaki belli başlı faaliyetlerini şöyle özetleyebiliriz: ARALIK 2015 15 Nazilerin Avrupa Yağması gelindiğinde Fransa’da 203 koleksiyondan toplam 21,903 eser yağmalandığını göstermektedir. Hollanda: ERR, Hollanda’daki faaliyetlerini Amsterdam ofisi aracılığıyla yönetiyordu. 1940 yılında, Masonları tüm mal varlıklarına el konulmuştu. El konulan yerler arasında Klossiana Kütüphanesi de vardı. Bu kütüphane özellikle 16. Yüzyıldan önce basılmış kitaplara ev sahipliği yapması nedeniyle ünlü ve önemliydi. ERR, Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü’nün binasına el koyarak burayı ofis olarak kullanma kararı aldı. 1940 yılının Temmuz ayında bahsi geçen enstitünün yaklaşık 160,000 ciltten oluşan arşivine Naziler tarafından el konuldu. Ele geçirilmesi gereken eserlerin toplandığı albümden bir sayfa. Belarus: Belarus’da 200’den fazla kütüphane Nazilerin gazabına uğradı. Milli Kütüphane’de çalışan T. Roshchina’nın hesaplarına göre bahsi geçen kütüphanedeki eserlerin %83’ü yok edildi ve ya yağmalandı. Savaştan sonra 600.000’e yakın kitap Almanya, Polonya ve Çekoslovakya’da bulundu. Belçika: ERR’ın Belçika’daki esas faaliyeti Yahudilerin evlerinde bulunan küçük, kişisel koleksiyonlara el koymaktı. ERR’ın Belçika’da giriştiği büyük çaplı operasyonlardan birine örnek olarak Enghien’deki Cizvit manastırına ait 200 sandık dolusu kitaba ve arşiv belgesine el konulmasını saymak mümkündür. El konulan Yahudi mal varlıklarının çoğu –özellikle de kitaplar- Rosenberg’in Frankfurt’taki Yahudi Sorunu Araştırma Enstitüsü’ne gönderildi. Nazilerin kurduğu diğer kuruluşlar arasında sanat tarihçisi Hans Posse’nin başında bulunduğu ve Führermuseum’da sergilenecek eserleri bir araya getirmekten sorumlu olan Sonderauftrag Linz de vardı. Göring ve Kajetan Mühlmann tarafından kontrol edilen ve esasen Hollanda ve Belçika’da faaliyet gösteren Mühlmann Bürosu’nu da bu kuruluşlar arasında sayabiliriz. Fransa: Hitler’in 1940 yılında Rosenberg’e Yahudilere ve Masonlara ait kültürel hazineleri yağmalama emrini verdiğinde bu karardan en çok etkilenenler Fransa’daki Yahudiler oldu. Fransız Yahudilerinin mülkiyet hakları –Alman işgaline uğrayan diğer bölgelerdeki dindaşları gibi- ellerinden alınmıştı. Dolayısıyla bu kişilere ait kıymetli sanat eserleri “sahipsiz” konumdaydı. Bu durum Hermann Göring’in emirleriyle değerli parçalar bulmak için Yahudilerin evlerini ve işyerlerini arayan Gestapo’nun işini kolaylaştırıyordu. Böylece savaş öncesi dönemde sanat piyasasının başkenti olan Paris’in yağmalanması hukuki temellere oturtulmuş oluyordu. Paris’ten Jeu de Paume Müzesi’ne gönderilen eserlerin ilk kısmı çoğunlukla Rothschild ailesinin koleksiyonuna aitti ve 30 tren vagonuna yüklenmişti. Bu eserlerin Avusturya’nın Linz kentinde kurulacak Führermuseum’da sergilenmesi planlanıyordu. 1941 yılının Mart ayına tarihlenen ERR’a ait bir listede sadece Paris’te 81 kütüphanenin yağmalandığı belirtilmektedir. ERR’ın belgeleri ise 1944 yılına MSGSÜ TARİH ARALIK 2015 Alfred Rosenberg-1939 16 GEÇMİŞİN BAKİYESİ Yağmalanan Eserlerin Depolanması Yağmalanan binlerce eserin depolanması da önemli sorunlardan biriydi. Yukarıda bahsettiğimiz üzere Paris’teki Jeu de Paume Müzesi ele geçirilen kültürel miras öğelerinin saklanması için en fazla kullanılan mekânlardan biriydi. Eserlerin bir kısmı burada diğer kısmı ise Münih’teki Nasyonal Sosyalist Parti Merkezi’nde depolanıyordu. Stalingrad kuşatmasından (Ağustos 1942- Şubat 1943) sonra savaş rüzgârının Almanlar aleyhine dönmesi nedeniyle Almanlar çalıntı eserlerin zarar görmesini engellemek için onları eski madenlere ve mağaralara taşıdılar. Böylece şehirlere yapılan bombardımandan eserlerin etkilenmemesi sağlanacaktı. Bu madenler Merkers, Altausse ve Siegen’deki eski tuz ve altın madenleriydi. Yozlaşmış sanatın ürünlerinin Almanya’ya girmesi yasaklandığından bu kategoriye girdiği belirlenen eserler Avusturya’daki madenlerde ve Fransa’da saklanıyordu. Hermann Göring bizzat atadığı sanat simsarları aracılığıyla bu eserlerin satılmasını sağladı. Böylece gün geçtikçe daha da masraflı hale gelen savaşı ve kurulması planlanan Führermuseum’u finanse etmeyi planlıyordu. Bahsi geçen mekânlarda tutulan eserlerin bir kısmı satılıp Avrupa ve ABD’nin değişik yerlerine dağılmış bir kısmı da Amerikan askerleri tarafından savaştan sonra bulunmuş olsa da yaklaşık 70 tanesi kayıptır. Kayıp 70 eserin arasında Picasso, Matisse ve Degas’nın tabloları da bulunmaktadır. Amerikan askerleri, 15. yy’dan kalma bir Havva heykeli ve Cranach ile Rembrant’ın eserleriyle. Nazi Yağmasının Günümüzdeki Yansımaları Avrupa’daki sanat eserlerinin yaklaşık %20’sinin Naziler tarafından talan edildiği tahmin edilmektedir. Yağmalanan eserlerden 100,000’den fazlası sahiplerine iade edilmiş olsa da özellikle porselen ve mücevheratların akıbetleri bilinmemektedir. 2012’nin ilk aylarında sanat tarihçisi ve sanat simsarı Hildebrand Gurlitt’in – Hildebrand, 1938’de Müsadere Komitesi’ne atanan tecrübeli modern sanat simsarlarından biriydi- oğlu Cornelius Gurlitt’in ölümünün ardından Münih’teki evinde sayısı bini aşkın sanat eseri bulundu. Bunlardan 200 ila 300’ünün yağmalanan eserlerden olduğu düşünülüyordu. Gurlitt’in koleksiyonunda Otto Dix, Renoir, Max Liebermann, Rodin, Degas, Monet ve Henri Matisse’den parçalar bulunmaktaydı. Eisenhower Merkers tuz madeninde çalıntı eserleri inceliyor 1945. MSGSÜ TARİH 2014’de ise başka bir keşif daha gerçekleşti. Nürnberg’de 2004 yılında başlayan araştırmalar on yıl sonra meyvesini verdi ve araştırmacı Dominik Radmaler kayıp olarak bilinen sekiz objeyi bulduklarını; on bir objenin ise tanımlanmak üzere üzerinde çalışıldığını açıkladı. ARALIK 2015 17 Sultan Şecereddür Büşra GÜLER Kadınların pek çok hak gibi siyasi haklarını da elde etmesi zamanla gerçekleşmiştir. Ayrıca bu hakların elde ediliş süreci coğrafyadan coğrafyaya ya da toplumdan topluma farklılıklar gösterdiği malumunuzdur. Üstelik siyasi sahada faaliyet göstermiş kadınlara da iyi gözle bakılmamıştır. Ne acıdır ki günümüzde hâlâ bazı toplumlarda siyasi haklarını elde edememiş kadınlar dahi mevcuttur. Bu durumun bir gün sona ermesini dileyerek yazımızın asıl konusuna geçelim. Mısır’daki Eyyûbi iktidarı ile Bağdat’taki Abbasi varlığı son demlerini yaşarken nüfuz sahibi bir kadın ortaya çıkmıştır. Ortaya çıktığı coğrafya ise mücadelelere sahne olan ve kadınların yönetimde genellikle ya ikinci plana atıldığı ya da hiç söz hakkı tanınmadığı Ortaçağ dünyasıdır. Tüm engellere rağmen her şeyden sivrilerek belli bir nüfuz elde etmiş bu kadının adı Şecerüddür’dür. Şecerüddür, bazı tarihçilere göre Memlük Devleti’nin kurucusu ve ilk kadın sultanı olarak kabul edilir. Ancak bu görüşe karşı çıkanlar da vardır. Kabul edilsin veya edilmesin, bu kadın devlet yönetiminde belli bir güce ulaşmayı başarmıştır. Ayrıca az önce Ortaçağ dünyasının kadınlar açısından zor bir yaşantıya sahip olmasını söylemiş olmam, tarafınızca yanlış anlaşılmasın. Elbette ki bu coğrafyada kadınlar da hükümdar oldu ve kadınlara da yönetimde söz hakkı tanındı. Ancak belli bir siyasi güç elde etmiş kadınlar sayıca erkeklere kıyasla epey azdır. İşte bu durum devlet yönetiminde güçlü kadınlara rastladığımızda şaşırmamıza neden olmaktadır. Yazımızın ana kahramanı Şecerüddür bunlardan bir tanesidir. 1248 yılına dönecek olursak, bu tarihte VII. Haçlı Seferi devam etmekteydi ve Haçlılar Dimyat’ı işgal etmişti. Bunun üzerine Eyyubi Sultanı e l - Me l i kü’s - Ne c meddin Eyyûb hasta olmasına rağmen, ordusunun komutasını alarak Haçlılara karşı harekete geçmiştir. Ancak gittikçe hastalığı ağırlaşan Sultan vefat edince, ordunun idaresi nikâhlı karısı Şecerüddür’e kalmıştır. Şecerüddür kocasının ölümünü, Haçlılar’a karşı savaşılırken huzursuzluk olmasın ve askerlerinin dikkatleri dağılmasın diye gizli tutmuştur. Ayrıca Necmeddin Eyyûb’un oğlu olan veliaht Turanşah’a, babasının ölümüyle ilgili haber salınmış ve bunun üzerine Turanşah devletin başına geçmiştir. Bir süre sonra ise Haçlılarla giriştiği mücadeleden galip ayrılmıştır. Üstelik yapılan savaş sonucunda Haçlı ordusuna liderlik yapan Fransa Kralı IX. Louis esir düşmüştür. Tüm bu olanlardan sonra güçlenen Turanşah, babasının nikâhlı karısı ve kendisinin de üvey annesi olan Şecerüddür’e kötü davranmaya başlamış ve araları giderek açılmıştır. Şecerüddür, Turanşah’ın bu kötü davranışları ve çirkin ithamları karşısında sessiz kalmayarak kendi maiyetindeki memlüklere olanları anlatmıştır. Ayrıca Turanşah’ın bu memlüklere karşı olan tutumu da değişince işler daha da karışmaya başlamıştır. Bunun üzerine Şecerüddür’ün tarafını tutan memlükler, Turanşah’a suikast düzenleyip onu öldürmüşlerdir. Ardından Şecerüddür’ü sultanları olarak ilan etmişlerdir. Bu olayla birlikte Mısır’da Eyyûbi iktidarı da sona ermiştir. Memlüklerin Şecerüddür’e bu kadar yardım etmeleri ve sempati duymaları, onunda tıpkı memlükler gibi Türk asıllı olmasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca Şecerüddür, memlüklerin iktidarı ele almasında aracı görevi de üstlenmiştir diyebiliriz. Tüm bu olumlu nedenler onun memlükler tarafından sultan olarak görülmesini sağlamıştır. Sultan Şecerdür’ün bastırdığı sikke. MSGSÜ TARİH ARALIK 2015 18 GEÇMİŞİN BAKİYESİ Yönetimin başına geçtikten sonra ise hayatında asıl zorluklar başlamıştır. Sultan oluşuna çevre yönetimlerce karşı çıkılmıştır. Ayrıca kadının yönetici oluşu büyük tepkilere yol açmış ve isyanlar çıkmıştır. Bu durumun önüne geçmek isteyen memlükler, Abbasî Halifesi olan Müsta’sım-Billâh’tan Şecerüddür’ün sultanlığı için menşur istemişlerdir. Halife ise bir kadının hükümdarlığını onaylayamayacağı cevabını vermiş ve tarihe geçen şu sözleri sarf etmiştir. “Eğer aranızda erkek yoksa bize bildirin. Size bir adam göndereyim.” Gelişen bu olaylar karşısında Şecerüddür’ün sultanlığını sürdüremeyeceğini anlayan memlükler ona, İzzeddin Aybek Türkmâni ile evlenip sultanlığı bu kişiye devretmesini teklif etmiştir. Şecerüddür ise bu teklifi kabul edip İzzeddin Aybek Türkmâni ile evlenmiş ve yönetimi ona devretmiştir. Bu yaşam hikâyesinin mutlu şekilde son bulmasını isterdim ama ne yazık ki Şecerüddür’ün hayatı bir takım olumsuzluklar neticesinde son bulmuştur. Bu anlamda ilk adımını, kocası İzzeddin Aybek’in devlet işlerindeki kararlarına karışarak atmıştır. Ayrıca Şecerüddür, İzzeddin Aybek’in eski karısı ve oğluyla görüşmesini de onaylamıyordu. Bu durumlardan iyice sıkılmış olan İzzeddin Aybek, Musul hâkimi Bedreddin Lü’lü’nün kızıyla nişanlanmıştır. Bu birlikteliğe kıskançlık sebebiyle rızası olmayan Şecerüddür, kocası İzzeddin Aybek’i hamamda öldürtmüştür. Bu olay ise ölümüne giden yolda ki en büyük adımı olmuştur. Zira olanlardan sonra durumlar Şecerüddür’ün aleyhinde gelişmeye başlamıştır hayatı ve ismi kaleme alınmıştır. Lübnanlı yazar olan Corci Zeydan’ın “Şecerüddür” adlı romanı ve Mahmud Bedevi’nin “Şecerüddür” adlı tiyatro eseri bunlar arasında sayılabilir. Kadın yöneticiliğine bu denli karşıtlık, sanırım bölgede ki toplumsal değerlerden kaynaklanmaktaydı. Hepimizin de bildiği üzere toplumda değişmesi en zor olan şeylerden birisi de toplumsal yargılardır. İslam coğrafyasında o zamanın kadın yönetici durumunu değerlendirecek olursak; toplumsal değerlere ters düşmekteydi diye bir sonuca varırız. Ayrıca halifenin memlüklere ettiği sözlerden de anlaşılacağı üzere dini açıdan da pek hoş karşılanmamaktaydı. Bunun nedeni de orada yöneticilik vasfının erkeklere mâl edilmiş olması olabilir. O coğrafya için kadının yöneticilik makamına gelmiş olması alışılagelmiş bir durum değildi. Hâl böyle olunca; bir kadının erkekler arasından sivrilip yönetimde kendini göstermiş olması veya göstermeye çalışması, Şecerüddür’ün olayındaki gibi çevre yönetimlerce yadırganmıştır. Bu coğrafyada kadın sultanlara ve yöneticilere de rastlamaktayız ama erkeklerin yönetimde daha ön planda olduğunu görmekteyiz. İzzeddin Aybek’in ölümünden sonra tahta, önceki karısından olan oğlu el-Melikü’l-Mansûr Nûreddin Ali çıkmıştır. Hemen ardından İzzeddin Aybek’in memlükleri bu ölüm olayının peşine düşerek katilleri bulup öldürmüştür. Şecerüddür’ü de öldürmek istemişlerdir ama sonradan tutuklamak zorunda kalmışlardır. Şecerüddür’ün ölümü ise, öldürttüğü kocası İzzeddin Aybek’in bir önceki karısı tarafından gerçekleştirilecektir. Nûreddin Ali’nin annesi ve İzzeddin Aybek’in önceki karısı olan kadın, hizmetlilerine verdiği emirle Şecerüddür’ü takunyalarla dövdürüp öldürtmüştür. Cesedi ise bir hendeğe atılmıştır. Koskoca sultan, devletlerin yıkılışında ve kuruluşunda başrol oyuncusu ve nüfuz sahibi bir kadın olması, onun kıskançlığa yenilmesine engel olamamıştır. Devlet idaresini bilen güçlü ve zeki bir kadın olan Şecerüddür’ün yaşamı ve faaliyetleri insanların zihinlerine kazınmıştır. Ayrıca edebiyat alanında birçok eserde onun MSGSÜ TARİH Sultan Şecereddür’ün türbesi. (Kahire) ARALIK 2015 19 Yüz Yıllık Yalnızlık’a Bir Bakış Alaattin Cem ÖZDEMİR “Yüzyıllık Yalnızlık’ı yazmaya başladığımda, çocukluğumda beni etkilemiş olan her şeyi edebiyat aracılığıyla aktarabileceğim bir yol bulmak istiyordum. Çok kasvetli kocaman bir evde, toprak yiyen bir kız kardeş, geleceği sezen bir büyükanne ve mutlulukla çılgınlık arasında ayrım gözetmeyen, adları bir örnek, bir yığın hısım akraba arasında geçen çocukluk günlerimi sanatsal bir dille ardımda bırakmaktı amacım. Yüzyıllık Yalnızlık’ı iki yıldan daha kısa bir sürede yazdım, ama yazı makinemin başına oturmadan önce bu kitap hakkında düşünmek on beş, on altı yılımı aldı. Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü olağan şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelemelerindeki zenginlik olduğunu kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık’ı büyükannemin işte bu yöntemini kullanarak yazdım. Bu romanı dikkat ve keyifle okuyan, hiç şaşırmayan sıradan insanları tanıdım. Şaşırmadılar, çünkü ben onlara hayatlarında yeni olan bir şey anlatmamıştım, kitabımda gerçekliği dayanmayan tek bir cümle bulunmaz.” (Gabrial Garcia Marquez’in bir röportajından alıntıdır. Bkz. Gabrial Garcia Marquez, Yüzyıllık Yalnızlık, çev. Seçkin Selvi, İstanbul, 1984) Buendia Ailesinin ve Macondo Şehrinin Gelişmesinin İnsanlık Tarihiyle Paralel Yönleri Gabriel Garcia Marquez’in başyapıtı Yüzyıllık Yalnızlık, 1967 senesinde yayımlandığında edebiyat takipçileri arasında büyük bir hayranlığa yol açmıştı. Eserin epikliğini, fantastik öğeler barındırmasını, betimlemelerini ve anlatılan olayların -fantastik öğelerle süslense de- oldukça gerçekçi durması gibi özelliklerini, bu büyük hayranlığın oluşmasındaki ilk evreler olarak görebilmek mümkün. Bu başyapıtı okuduğumda geçirdiğim çeşitli düşünce evrelerinin ilkini bana yukarıda bahsettiğim özellikler yaşatmıştı. Bir hafta geçtiğinde eser hala aklımdaydı fakat ilkine göre daha derin düşünebiliyordum. Daha sonraki evre ise bakış açımın derin düşüncelerimin içerisinde ağaç dalları misali yayılarak çeşitli yönlere dağılmasıyla devam etti. Yazı içerisinde bahsettiğim bakış açıları, ikinci bahsettiğim evrede gerçekleşmiştir. Basit bir anlatımla; kitap, Buendia ailesinin nesiller boyu çektikleri sıkıntıları, gördükleri değişimleri bir şehir etrafında döndürerek okura sunmayı amaçlamaktadır. MSGSÜ TARİH Gabrial Garcia Marquez Özellikle, ailenin gelişimi ile içiçe değerlendireceksek; Macondo’nun uğradığı değişimlerin bir kısmı insanlık tarihiyle paralel olarak gitmektedir. Aynı zamanda Buendia ailesinden çıkan kişilerde belli tarihi kişileri oluşturmasa da oldukça keskin çizgilerle tarihin atlama taşını oluşturan bazı sınıfları temsil etmektedir. Makalemizin temel konusunu da Gabriel Garcia Marquez’in bu küçük dünya da anlattığı fakat bütün insanlık tarihiyle benzerliği olan yönleri oluşturacaktır. Şimdi; Alaeddin Şenel’in Kemirgenlerden Sömürgenlere İnsanlık Tarihi kitabını da göz önünde bulundurarak kısa bir biçimde insanlığın ve şehirlerin gelişiminin izlediği yolu, Yüzyıllık Yalnızlık’ın içerisinde gördüğüm benzer yönleriyle sunmak istiyorum. “İnsanlar evveliyatında avcılık, toplayıcılık yaparak yaşamını sürdürmekteydi. Bu hazır yaşayış onları yerleşik bir medeniyetten ziyade göçebe bir medeniyete yönlendirdi ve bir süre hayatlarını böyle devam ettirdiler. Akabinde gerek bu hayatın tehlikeyle dolu olması, gerekse buzulların erimesiyle beraber gelişen yeni imkanlar (toprak ürün yetiştirmek en büyük örnek olarak verilebilir.) insanların bir kısmının bu göçebe medeniyetten ayrılarak, nehir kenarlarına yerleşik bir medeniyet kurmasıyla bu periyot göçebe medeniyetten ayrılan insanlar için son bulmuş ve ARALIK 2015 20 GEÇMİŞİN BAKİYESİ gittikleri yerde farklı bir yaşayış tarzı benimsemişlerdir. Bu yaşam “şehir” kavramının da insanın hayatına girmesine yol açmıştır.” Buendia ailesinin ilk fertleri Jose Arcadio Buendia ve Ursula’nın Macondo’ya ulaşması ve yeni bir yaşam tarzına geçiş sağlaması da aslında diğer yerde Jose Arcadio Buendia’nın Prucendio Aguilar’ı mızrakla öldürmesi sonrası bu kişinin ruhunun Buendialar’a dadanması sonucu olmuştur. Prucendio’nun ruhunun Buendialar’a dadanması onların, tıpkı yukarıda bahsettiğim avcılık-toplayacılık ile uğraşan ilkel insanların yaptığı gibi, korkmalarına ve yeni bir yaşam tarzına yelken açmalarına yol açmıştır. Bu olay Macondo’nun kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Yerleşik kültüre geçilmesinin akabinde insanlar tarım yapmaya başlamıştır. Tarım insanlarda sadece bir beslenme şekli ifade etmemiştir. Yola çıkış böyle olsa da artıürünün oluşması insanların içerisinden elinde artı ürünü bulunduranın ön plana çıkmasına sebep olmuştur. Tarım ürünlerinin oluşmasında yağmurun etkisi, yağmurun ne zaman yağacağının bilinmesinin de sadece astronomiyle ilgilenen kişiler tarafından bilinmesi ve bu kişilerin bu özelliklerini ilahi bir varlıktan aldığını düşünmesi ön plana çıkan kişilerin ilk halkasını yani din adamlarını meydana getirmiştir. Din adamları yaptırdıkları tapınaklarda tahıllarını biriktirerek insanlar üzerinde hâkimiyet sağlayan ilk sosyal sınıf olmuştur. Manidardır ki; Gabriel Garcia Marquez zihninde Macondo’yu oluştururken, oraya dışarıdan gelen ilk meslek grubunu da din adamları olarak belirlemiştir. Macondo’ya bir papazın (Peder Nicador) gelmesiyle birlikte sosyal yaşantı da bir değişiklik olmuştur. Peder Nicador’un MSGSÜ TARİH gelmesinden kısa bir süre sonra, onun devlet kademesindeki bir yansıması olan muhafazakâr vali Moscote’de gelmiştir. Aynı anda Macondo’da olan bu iki ismin karakterlerini bir birleşime tabi tutarsak karşımıza yukarıda bahsettiğim yöneten din adamları sınıfı çıkar. İnsanlık din adamlarının akabinde, yeni bir sınıfla tanışmıştır. Din adamları, elindeki artı-ürünlerin bazı gruplar tarafından alınmasıyla kendisini koruyacak bir grup aramaya koyulmuştu. Bu grup mükafat olarak diğer halktan fazla tahıl alacaktı. Askerler sınıfı böylece ortaya çıkmış oldu. Bunu izleyen tarihsel süreçte askerler bir koruma vasfından ziyade din adamlarının da üstüne geçen bir hakimiyet sembolü olmaya başladılar. Aynı zamanda asker sınıfının çevre tapınaklarda da ortaya çıkması, iki taraf çıkarlarının ters düştüğü zamanlarda da kuşkusuz çatışmayı getirdi. Macondo’da bu olayın yansıması da şu şekilde ve tıpkı insanlık tarihinde olduğu gibi Macondo’nun bütün karanlık çağına yansımıştır. Bölgede Macondo’yu dışarıdan sömürür görülen Muhafazakarlar kesimi (Peder Nicador ve Vali Moscote’nin akabinde ortaya çıkan) Macondo’nun dışında olduğu gibi burada da bir karşıt tepkiyle karşılaşmıştır. Bu karşıt tepki Liberaller adıyla kitapta yansıtılmıştır. Liberallerin Macondo şubesi olarak niteleyebileceğimiz temel karakter ise Albay Aureliano Buendia (Jose Arcadio Buendia’nın ikinci oğlu) ‘dır. Albay Aureliano Buendia tıpkı tarihte asker sınıfının çıkışı gibi bir şeyi korumak adına ortaya çıkmış fakat çeşitli vasıflara sahip olmuştur. Koruma içgüdüsüyle kariyerine başlamış, daha sonradan bir koruma hareketi öncüsü olmuş, bir sonraki aşamada bir lider olmuş en sonundaysa devrilmiştir. İnsanlık tarihi sürecinde asker kökenli kralların yaşadığı akıbetlerin birçoğu Albay Aureliano Buendia’nın ruhunda toplanmıştır. ARALIK 2015 21 Yüz Yıllık Yalnızlık’a Bir Bakış Asker sınıfının oluşmasının yarattığı çatışmalar kuşkusuz belli tarafların güçlenmesine neden olmuştur. Güçlenen taraflar tek tahıl kaynağıyla yetinmeyip diğer tahıl kaynaklarına yönelmiş ve böylece şehirler silsilesinin oluşturduğu imparatorluklar meydana gelmiştir. İmparatorlukların olmasının olumlu ve olumsuz sonuçları olmuştur. Bu birimleri yöneten imparatorlar ilk etapta asker ve din adamları arasındaki çıkar çatışmasından dolayı iki taraf arasından belirlenmiştir. İmparatorlukların meydana gelmesi aynı zamanda bu bölgelere büyük göçlerin olmasına neden olmuştur. İmparatorlukların aldığı bu göçler uzun süre devam etmiştir. Çoğunlukla bu imparatorlukların yıkılmasında bu göçler büyük etkendir. Maconda ise, yavaş yavaş büyümeye ve dünyaya açılmaya başladığı sıralarda, Jose Arcadio (Jose Arcadio Buendia’nın ilk oğlu) bir çingene kafilesiyle beraber kaçmıştır. Bu kaçış akabinde onu aramaya giden Ursula oğlunu bulamamıştır fakat bir anda büyük bir Kızılderili kabilesiyle Macondo’ya gelmiştir. Bu olay Macondo’nun aldığı ilk göç olayı olmuştur. Bu göçün akabinde Macondo gerek büyüyen cazibesi gerekse savaşlar yüzünden uzun süre göç almaya devam etmiştir. Bu göçler ilk etapta Macondo’nun yeni çağını yaşatmıştır diyebiliriz. Bu yeni çağa Buendia ailesi doğrudan dâhil olmuştur. Çünkü yeni çağa yön veren kimliklerin her birisi onların bünyesi altında toplanmıştır. Buendia ailesinden “yönetici, asker, ihtilalci, papaz, müzisyen, kâşif ” gibi sıfatları olan insanlar mevcuttur. Fakat Macondo’nun yeni çağı diye adlandırdığımız bu süreç bittiğinde yukarıdaki kişilerin sıfatları da doğrudan değişmiştir. Bu da Macondo’nun gerekliliklerinin değişmesiyle alakalı olmuştur. Aslında bu değişimi de dünya tarihiyle paralel görebilmemiz mümkündür. Dünyada siyasi süreç değişmiş, bu da değişmeden evvel ki kavramları eskileştirmiştir. Macondo, Albay Aureliano Buendia’nın 17 oğlundan birisi olan Aureliano’nun bölgeye tren yolu getirtmesiyle Macondo siyasi sürecinin değişme evresini başlatmıştır. Bu değişim süreci tren yolunun akabinde bölgeye gelen turist akınıyla başlamış ve gelen İngiliz turistlerden birisi buranın muzlarını çok sevmiştir. Bu olaydan sonra Macondo’da bir muz şirketi kurulmuştur ve kontrol muz şirketini geçmiştir. Ben bu olayı dünyadaki Sanayi Devrimi’nin Macondo’ya yansıması olarak görüyorum. Macondo’da fabrikanın kurulması, muhafazakâr olsun, ihtilalci olsun hepsinin eski birer kahraman olarak anılmasına sebep olmuştur. Yönetici sınıflar, şirketin direktiflerinde hareket etmiştir. Papazlar siyasi üstünlüklerini yitirerek geri çekilmiştir. Kâşifler serseri olarak anılmaya başlanmıştır. Yeni çıkan ihtilal hareketleri düzeni bozmaya yönelik hareketler olarak görülmüş ve bu kimseler komünist olarak MSGSÜ TARİH adlandırılmıştır. Hatta bu gruplardan birisi muz şirketi önünde eylem yaparken, askerler tarafından öldürülerek trenle bir yere atılmıştır. Bu saldırıdan tek kurtulan isim Jose Arcadio (Jose Arcadio Buendia’nın torunun torunu) olmuştur. Bu göçler Macondo’ya ilk etapta görünür fayda sağlasa da daha sonradan Macondo’nun yıkılması ve yozlaşmasına neden olmuştur. Bu göçlerin son halkası olan muz şirketi göçleri bittiğinde Macondo’nun cazibe merkezliği de son bulmuş ve Macondo göç alan yerden göç veren bir yer haline dönüşmüştür. Macondo’nun bu göç verişi kitapta Aureliano (Jose Arcadio Buendia’nın torunun torunun oğlu)’nun kütüphane arkadaşlarının teker teker oradan ayrılması olayıyla sunulmuştur. Zaten bu olayın akabinde Aureliano ve Amaranta Ursula’nın tek başına evde kalması şehrin yalnızlığına da yapılan bir göndermedir. Ben bu olayı tarihte Geç Antikçağ’da polis tipi kentlerin terkedilip şehirlerin kurulmasına oldukça benzetmişimdir. Amaranta Ursula’nın ölümü ve Aureliano’dan olan çocuğunun karınca kolonisi tarafından yenilmesi Buendia ailesinin bitmesine, aynı zamanda Macondo’nun da bitmesine yol açmıştır. Sonuç olarak; Macondo bölgesinde değişimlerde her zaman adı bulunan Buendia ailesi üyeleri her gelecek nesilde şehirle paralel olarak değişimlere uğramıştır. Aile bireylerinin gidişatını biraz Darwin kuralına benzetebilmemiz de mümkündür. Tek farkı evrim aşamalarında Darwin’in son olarak bahsettiği günümüz insanın ötesinde bir insan figürünün de Gabriel Garcia Marquez tarafından sorgulanmasıdır. Bu tabloda kalan figür (Aureliano) medeniyeti geliştirecek fırsatlara sahip olamadığı için neslinin tükenmesi karşısında da çaresiz kalmıştır. Bir nevi doğal koşullara uyum sağlayamamıştır. Kitabın özellikle bu kısmı bir tarihi paralellikten çıkıp geleceğe dair bir kehanetin Marquez tarafından işlenmesi olarak görülmelidir. Tıpkı her şey insanlık tarihindeki temel sosyal kuramla olmuştur. Şehir ve insan içiçe bir yapıda sergilenmiştir. Medeniyeti insan geliştirmiştir, insanı medeniyet değiştirmiştir. Ve gene insanın bitişi medeniyetin bitişi, medeniyetin bitişi de insanın bittiği anlamına gelecektir. Kitabın son cümlesi de bu bitişin doğurduğu sonucu bizlere sunar. Sizi o cümleyi okumak için bırakıyorum ve yazımı burada noktalıyorum. “Çünkü yüzyıllık yalnızlığa mahkûm edilen soyların, yeryüzünde ikinci bir deney fırsatları olmazdı.” ARALIK 2015 22 GEÇMİŞİN BAKİYESİ Enigma ve Alan Mathison Turing Mehmet ÜNAL Enigma, 1918 yılında Alman elektrik mühendisi Arthur Scherbius, tarafından icat edilen elektromekanik rasyonel şifreleme sitemidir. I. Dünya savaşında Alman ordusunun iletişim zafiyeti Almanları bu sistemi geliştirmeye itti. Neticede II. Dünya savaşı boyunca; Wehrmacht, Luftwaffe ve Kriegsmarine kuvvetleri 30.000 civarında Enigma makinesi kullandı. Enigma çok hızlı olmakla birlikte insan hatasını tamamen ortadan kaldıran bir makineydi. Üstelik kod ayarları ele geçirilmedikçe kırılması da mümkün değildi. Sistemin çalışmasına basit olarak değinecek olursak önce şifresiz metin makine üzerindeki tuşlar yardımıyla yazılıyor, ortaya çıkan şifreli metin radyo ile aktarılıyor ve alıcı sadece kodlu mesajı yazarak mesaj metnine ulaşıyordu. Yani hem gönderilen mesajın şifrelemesini hem de gelen mesajın çözümlemesini Enigma yapmaktaydı. Makine ayarları her gün kod listelerine göre yeniden düzenleniyordu. Ayrıca Alman ordusunun her bölümünde farklı kod listeleri kullanılıyor Yine bu kod listeleri de ayda bir kez yenileniyordu. Yani bir şifrenin çözülmesi için yaklaşık on katrilyon hesap yapılmalıydı. Sistemin çok sayıda varyantı bulunmakla birlikte, Alman ordusu makineye iki karıştırıcı disk daha eklemiş ilaveten de dağıtım tablosunu karmaşık hale getirmişti. Yapılan bu eklemelerle birlikte Almanların Polonya’ya girmesi müttefiklere sürpriz olacaktı. Bletchley Park-Buckinghamshire MSGSÜ TARİH Alman ordusu tarafından geliştirilen sistem artık kırılması imkânsız olarak gösteriliyordu. Gerçekten de sistem mükemmel şekilde işleyen, durmak yorulmak bilmeyen yapay bir zekâydı. Kâğıt üzerinde çözülmesi nerdeyse imkânsız olsa bile işin birde insani boyutu vardı. Alman savaş gazisi, Hansl-Thilo Schmidt, Fransız gizli servisine birkaç yıl boyunca günlük kod listelerini sattı. Ancak Fransızların bu bilgiden çok fazla faydalanabildiğini söyleyemeyiz. Çünkü Fransızlar Enigmayı dil bilim ile çözmeye çalıştığından başarılı olamamıştı. Polonyalı bilim insanları ise matematiksel sistem ile çözmeye çalışacaktı. Bu konuda Marian Rejewski önemli oranda ilerleme kaydetti. Fakat Almanlar sürekli olarak protokolleri değiştirdiğinden kesin çözüme ulaşılamıyordu. Bunun üzerine Rejewski, karıştırıcı tablolarını hesaplayan Bombe adı verilen elektronik makineler geliştirdi. Böylece 1930’larda Enigma mesajları ufak birkaç harf değişimiyle birlikte okunabiliyordu. Ancak Almanların 1938 yılında yaptığı ilavelerle birlikte Enigma tekrar çözülemez hale geldi. Buna rağmen Almanya’nın 1939’da Polonya’yı istilasından önce yaptığı planlar bir şekilde İngiltere’ye ulaştırılmıştı. Bu şüphesiz oldukça önemli bir gelişmeydi. Enigma İngiltere Buckinghamshire’da bulunan Bletchley Park, artık Enigma ve türevlerinin çözümü için bir merkez oldu. Burada farklı alanlardan çok sayıda bilim adamı bulunuyordu. Bunlar arasında; matematikçiler, fizikçiler, dil bilimciler ve tarihçiler vardı. Farklı alanlardan bu kadar insanın bir arada çalışması biraz tuhaf gelebilir ancak bu durum ekibin yaratıcılığına katkı sağlayacak ve başarıyı getirecekti. Ekibin görevi yalnız Enigma’yı çözmek değil, o dönem kullanılan tüm şifreleme sistemleri üzerinde çalışmaktı. Burası uzun süre gizli olarak kaldı. Churchill burada çalışanlarla ilgili “altın yumurtlayan ve hiç gıdaklamayan kazlar” ifadesini kullanıyordu. ARALIK 2015 23 Enigma ve Alan Mathison Turing Cambridge’in genç yeteneği matematikçi Alan Mathison Turing’de Bletchley Park’ın çalışanları arasındaydı. Şifre çözme merkezine gelmeden önce Turing ikili matematik ve kuramsal bilgisayarlar üzerinde çalışıyordu. Böylece Turing’in merkeze Rejewski’nin çalışmalarından sonra çağrıldığını düşünebiliriz. Turing’in amacı da karıştırıcı ayarlarını çözebilen bir makine geliştirmek olacaktı. Enigma kâğıt üzerinde mükemmel bir sistemdi. Ancak insan hatası ve tembellik sistemin güvenliğini azaltıyordu. Örneğin bazı operatörler daha önce kullandıkları mesaj anahtarını kullanıyordu. Bu durum da şifre çözümünde büyük kolaylık sağlıyordu. Turing, sistemin çözümü için birbiriyle bağlantılı çok sayıda Bombe geliştirmeyi düşünüyordu. İngiliz hükümeti bunun için 100.000 pound ödenek ayırdı. Tabii olarak karşılığını da en çabuk şekilde almak istiyorlardı. Geliştirilen Bombe 1940 yılı mart ayı itibariyle test edilmeye başlandı. Test sırasında Almanların protokolleri değiştirmesi Turing’i bir süre duraksattı. Bu duraksama İngiliz yöneticiler tarafından pek hoş karşılanmadı. Hatta Turing’in görevden alınması dahi gündeme geldi. Bu süreçte Turing ve ekibi çalışmalarına gizli şekilde devam etti ve çalışmalar netice vererek 1942 yılı ortalarında Bombe tekrar kullanılmaya başlandı. Her bir Bombe çok sayıda kombinasyon deneyerek karıştırıcı ve mesaj ayarlarını çözümlemeye çalışıyordu. Belki de bu sistemi, asla durmak ve yorulmak bilmeyen bir uzmanın çok sayıda kombinasyonu hızlı bir şekilde denemesi şeklinde örnekleyebiliriz. Bombelerin sayısı savaşın sonuna doğru gelindiğinde oldukça artmıştı. Bu artışa bağlı olarak da dünyanın ilk programlanabilir bilgisayarı olan Jumbo ortaya çıktı. Jumbo oldukça başarılıydı fakat şifreleri çözmesi zaman alıyordu. Turing 1942 yılında Alman donanması Lorenz’in şifresini çözmek ile uğraşırken yeni bir yol buldu ve Jumbo’yu geliştirmek üzere çalışmaya başladı. Bu çalışmalar neticesinde bugünkü bilgisayarların atası sayılacak olan Colossus’un ortaya çıkmasını sağladı. Colossus’un Enigmanın kırılmasında önemli bir rolü olacaktı. Eğer Enigma kırılamasaydı Nazilerin ilerleyişi belki de devam edecekti. Yani bu teknolojik başarı savaşın gidişatını önemli ölçüde değiştirmiştir. Çünkü eğer rakibinin bir sonraki hamlesini biliyorsan ve onun bu durumdan haberi yoksa galip gelmen olasıdır. Gelin isterseniz bu kırılamaz denilen sistemi kıran ve savaşın gidişatını değiştiren Alan Mathison Turing’in hikâyesine bakalım. Alan Mathison Turing, 23 Haziran 1921 yılında Londra’da doğdu. Akademik kariyerine ise 1931 yılında Cambridge Üniversitesi Matematik bölümünde başladı. Bilim birikerek ilerlerdi, Turing ise bunu bir kenara bırakarak alanındaki çalışmalara en baştan başlamayı tercih etti. Bu yolda çok çaba sarf etti. Bir süre sonra çalışmalarını daha iyi yürütebileceğini düşündüğü Princeton Üniversitesi bünyesine dâhil oldu. Turing’in aklında günümüz literatüründe Enigma makinesi adı verilen çalışma vardı. Bu çalışma Alman şifreleyicisi Enigmayı çözdüğü için bu adı almıştı. Ancak çalışma bununla kalmayıp modern bilgisayarın temelini oluşturacaktı. Bu çalışma 1-0 rakamlarından oluşturulan sorunları hem okuyup hem de çözümleyebilecekti. Turing Makinesi’nden önceki türevler sadece bir soruna odaklanıp onu çözmeye çalışıyordu. Oysa Turing Makinesi parçalardan oluşan büyük ve kapsamlı sorunları dahi çözebilecekti. Turing’e göre makinesi ilerde pek çok algoritma geliştirerek tüm sorunlara cevap verebilecek hatta insan zekâsıyla yarışabilecek seviyeye gelecekti. II. Dünya Savaşı sırasında Churchill, Turing’in çalışmalarına Britanya İletişim Departmanında devam etmesini istiyordu. Çünkü başında Enigma denilen bir bela vardı ve müttefikler bu sistemi çözemiyor haliyle de Alman ilerleyişi durdurulamıyordu. Turing’in iletişim departmanındaki görevi Mihverlerin şifreli mesajlarını çözmekti. Ancak bu o kadar kolay olmadı. Enigma, sürekli kod ve anahtar değiştiriyordu. Tam müttefikler çözüme yaklaştığında Almanlar makineye ilaveler yaparak yeni karıştırıcılar ekliyordu. Turing, iletişim departmanındaki işlerinin yanında az önce bahsettiğimiz Colossos isimli makine üzerinde çalışıyordu. Ancak İngiliz yetkililer Turing’in, Colossos üzerinde çalışırken asıl görevini ihmal ettiğini düşünüyorlardı. Fakat Colossos başarılı bir şekilde çalışarak Enigma şifrelerini çözdü. Bombe MSGSÜ TARİH ARALIK 2015 24 GEÇMİŞİN BAKİYESİ Bu makine için dijital bilgisayarlara atılan ilk adım demek yanlış olmaz. II. Dünya Savaşı’nın ardından ise Turing, savaşın vahametini üzerinden atmak için atletizmle ilgilendi. Walton Athletic Club bünyesinde birçok kez dereceye dahi girdi. Yaşanılan iki dünya savaşı da tüm olumsuzluklara rağmen bilim ve teknoloji alanında en hızlı gelişmenin olduğu zamanlardı. Turing’de bu dönemde büyük oranda ilerleme kaydetti. Yakaladığı ivme ile çalışmalarına Ulusal Fizik Laboratuar’ında devam etti. Burada A.C.E adında bir makine tasarlardı. 1949 yılında da Zeki Makineler adında bir makale yazarak yapay zekâ kavramının temelini attı. Ayrıca makalede geliştirilmiş yapay zekâ ile insan zekâsının yarışabileceğini savundu. Hatta bazı durumlarda yapay zekânın daha üstün olabileceği görüşünü de ortaya attı. Bu çalışmalar ışığında 1950 yılında Turing Testi uygulanmaya başladı. Teste göre; insana ve makineye sorular yönetiliyor, alınan cevaplar karşılaştırılıyordu. Eğer cevaplar arasında fark gözlenmezse yapay zekânın varlığı kabul ediliyordu. Buradaki çalışmalarının ardından ise Manchester’a giderek Madam adını verdiği proje üzerinde çalışmalara başladı. Annenin iddiasına göre Turing kimya üzerinde çalıştığı sırada bunalıma girerek intihar etmişti. İkinci iddiaya göre de Turing’in homoseksüelliğinin kamuoyunda geniş yer bulması ve psikolojik baskılar neticesinde bunalıma girerek intihar ettiği yönündedir. Nedeni ne olursa olsun Turing, bir bunalım sürecine girdi ve içerisine siyanür enjekte ettiği bir elma ile intihar etti. Bugün teknoloji piyasasında büyük bir yer sahibi olan ünlü şirket Apple’ın logosu bu olaydan alıntı yapılarak tasarlanmıştır. Bilim dünyası için Turing’in ölümü büyük bir kayıptır. Asıl üzücü olan ise yaşadığı dönemde, yaptığı çalışmalarla değil cinsel tercihi ile gündeme gelmesidir. Turing, yaptığı çalışmalarla II. Dünya savaşının gidişatını değiştirmiş, modern bilgisayarın temelini atmış ve günümüz teknoloji çağına öncülük etmiştir. Ülkemizde Turing ve çalışmaları üzerine pek fazla esere rastlamamaktayız. Eğer Turing ve Enigma üzerine biraz ilgi duyduysanız şu filmi izlemenizi de tavsiye ederim; “Imitation Game – Morten Tyldum”. Fizik ve matematik alanındaki çalışmalarının ardından Turing, biyoloji alanında da çalışmalarda bulundu. Bu alanda özelikle canlıların fiziki yapısı üzerine yoğunlaştı. Turing, ölümünden bir süre önce kimya alanında da çalışmalara başlamıştı. Turing, 7 Haziran 1954 yılında girdiği bunalım sürecinden çıkamadı ve intihar etti. Ölümünün ardından ortaya iki iddia atıldı. İlk iddianın sahibi Turing’in annesi oldu. MSGSÜ TARİH ARALIK 2015 25 İspanyolların Kayıp Cenneti ‘’EL DORADO’’ Muiska lideri mağarasında geçirdiği tuzsuz ve kadınsız inziva hayatından nihayet kurtuldu. Sıra yapılması gereken ayine ve liderliğini ilan etmeye gelmişti. Yeni kral mağarasından çıktı göle doğru yürüdü, kurbanlar sunuldu. Kral üstündekileri çıkarttı ve hizmetkârlar kralın vücudunu reçineyle kaplayıp üstüne altın tozu döktüler. Tüm vücudu altınla kaplanmıştı, göz kamaştırıcı bir halde hesapsız altın… Ardından mücevher ve değerli eşyalarla dolu sandalla gölün ortasına geldi, sandaldaki tüm değerli madenleri göle dökmeye başladı tek bir altın ya da mücevher kalmayanadek hepsini Tanrı’ya sundu. Sonra kendisini suya bıraktı üstündeki altın tozu gölün dibine çökerken o suyun yüzeyine çıktı ve karaya ayak bastığında halkı onu sevinçle karşıladı o artık kraldı. Mert ASLAN İspanyol fatih Gonzalo Jimenez de Quesada And dağlarında karşılaştığı Muiska yerlilerinden duymuştu bu hikâyeyi. Zamanla İspanyollar hikâyeyi abartarak, değiştirerek, eklemeler yaparak bir efsane yarattılar. Altınla kaplı bu kralı, oturduğu altından şehri bulmak için tükenmek bilmeyen bir iştahla Amerika’nın en ücra köşelerine kadar seferler yaptılar neticede ne altın kralı nede altın şehri bulamadılar. Cenneti bulmak için yaptıkları her akın gittikleri her yeri cehenneme çevirmekten ibaret kaldı. Kapıyı aralayan Kristof Kolomb oldu. 1451 yılında Ceneviz vatandaşı olarak dünyaya gelen Kristof Kolomb küçük yaşlarda tayfa ve miço olarak denizciliğe başladı. 1476’da Portekiz’e yerleşti ve burada evlendi. Kayınpederi Peresyrello’nun haritalarından istifade ederek Dünya’nın yuvarlak olduğunu böylece batıya hareket ederek Asya’ya ulaşılabileceğini düşünmeye başladı. Bu fikri hayata geçirmek için çok uğraştı. Osmanlı Sultanı II. Bayezid’e kadar müracaat ettiyse de aradığı maddi desteği bulamadı. Nihayet Kastilya Kraliçesi İsabel, Kolomb’a aradığı maddi desteği sağladı ve ona üç gemi verdi: Santa Maria, Pinta ve Nina. Gemileri Kraliçe İsabel sağladı zira birleşen İspanya’da Akdeniz’de bayrak gezdirmek tekeli Aragon’a, Atlantik’te bayrak gezdirmek tekeli ise Kastilya’ya aitti. Kolomb yanında 100 denizci olduğu halde Atlas Okyanusuna açıldı ve batıya doğru macerasına başladı. Kraliçeye Asya’ya ulaşarak Marco Polo’nun anlattığı Asya’nın zenginliklerine ulaşmak, Büyük Han’dan mektup almak amacında olduğunu bildirdi. Kolomb’un asıl amacı altına ve zenginliğe ulaşmaktı henüz el Dorado efsanesi türememişti. Ama Kolomb Asya’yı altın çatılı, bin bir türlü zenginliğin olduğu bir kıta olarak tahayyül ediyor, Asya ile Avrupa arasında bir kıta olduğunu hiç düşünmüyordu. Zaten Amerika’ya ayak bastıktan sonrada burasının yeni bir kıta olduğunu hayatının sonuna kadar anlamayacaktı. MSGSÜ TARİH Kristof Kolomb 12 Ekim’de tayfaların geri dönmek için çok istekli oldukları kritik bir zamanda yerlilerin Guanahani dedikleri adaya vardı. Buraya San Salvador dedi. Küba adasının kuzeydoğu kısımlarını Büyük Han’ın topraklarının başladığı yer olarak düşündü ve Haiti adasının kuzey kıyılarını dolaşarak bu adaya Hispaniola adını verip dönüş yolculuğuna başladı. Kolomb burada karşılaştığı yerlileri Hindistan halkı sandı hatta Arapça anlamamalarına hayret etti. Kolomb bu süre zarfında İspanya’ya birçok ada kazandırmış ve yerlilerden çeşitli ganimetlerde getirmişti ama bunlar arasında altın yoktu. Altının daha batıda el Dorado’da olduğu düşünülüyordu. Kolomb toplamda dört defa Amerika’ya sefer etti ama kimseden beklediği ilgiyi görmedi. ARALIK 2015 26 GEÇMİŞİN BAKİYESİ Bu nedenle sefalet içinde bir yaşam sürdü. Kraliçe İsabel’in vefatından sonra ise hiç destekçisi kalmadı ve 1506’da öldü. Her yıl Kolomb’un Amerika’ya ayak bastığı 2 Kasım 1492 tarihi kıtada milli bayram olarak kutlanırken 1992’de keşfin 500. yılı Latin Amerika devletlerinde lanetle anıldı. Zira Kolomb’un keşfi ile cennet adeta cehenneme çevrilmiş, yerli halklar sömürülmüş, katledilmiş ve kadim Güney Amerika uygarlıkları yok edilmiştir. Bu yok oluş çok sancılı bir süreç halinde olmuş ve oldukça uzun bir döneme de yayılmamıştır. İspanyollar kısa bir süre içinde tarihin gördüğü en büyük katliama imza atmışlardır. İspanyollar gelmeden önce 50 ya da 30 milyon olarak tahmin edilen yerli nüfusu, 40 yıl sonra 4 milyona düşmüştür. Kolomb’un oğlu Diego Columbus 1509’da Haiti’ye geldiğinde 40.000 yerli olduğunu kaydetmiş bu sayı 1514’te 13.000’e kısa süre sonra da “sıfıra!” düşmüştür. Bu durum sadece Haiti’ye özgü değildir. İspanyollar adım attıkları her yerde nüfusu kırmış, esir etmiş, köle olarak satmıştır. Uluslararası hukukun ve insan hakları normlarının ilk savunucularından kabul edilen İspanyol rahip Bartoloméo de las Casas bu kıyıma tanıklık edenlerdendir. Hayatı boyunca yerli haklarını savunmuştur ama İspanyollar el Dorado’yu bulmak uğruna sürekli yerlilere işkence etmişler ve altınları nerede sakladıklarını öğrenmeye çalışmışlardır. Casas’ın söylediğine göre yerliler iki şekilde yok edilmiştir: İspanyollara karşı savaşırken ve onlara köle olarak hizmet ederken. Bu anlamda Casas’ın anlattıkları kan dondurucu, tüyler ürperticidir. Altın peşinde olan İspanyolların yerlileri hayvandan daha aşağı mahlûklar olarak gördüklerini söyler. Bu yüzden yaptıkları her türlü işkence ve zulmü meşru saydıklarından bahseder. Yerliler İspanyolların gökyüzünden geldiklerine inanıyorlar ve onlara saygı ve hürmetle yaklaşıp hizmet ediyorlardı fakat hizmetleri karşılığında aldıkları tek ödül acı ve ölüm oluyordu. Daha fazla dayanamayan yerliler kıpırdanmaya isyan etmeye ve saldırmaya başladılar ama sazlardan yapılma basit silahları olan yerliler, zırhlı ve ağır süvarili İspanyol ordularına karşı hiçbir başarı elde edemiyorlardı. 18 Şubat 1519’da Hernan Cortez 11 gemi, 100 denizci, 600 piyade,10 top ve 16 atlıyla Cozumel adasına geldi. Ada sakinleri bu güç karşısında hemen teslim olurken Cortez altın ve haçı yan yana getiren simgesel bir isimle Vera Cruz şehrini kurdu. Daha sonra Aztek baskısı altındaki Tlazcaltec halkını kendi tarafına çekti. Aztek kralı Montezuma Cortez’i Mexico şehrinde misafir etti ama bu hayatına mal olacak bir hataydı. Gözü dönmüş halde servet arayan Cortez gerekli tedbirleri aldıktan sonra Montezuma’yı esir etti ve öldürdü. Mexico halkı bir isyan dalgasıyla bu soyguncu güruhu şehirden kovmayı başardı. Bunun üzerine Cortes bu halkı cezalandırmak amacıyla bir sefer daha tertip eder. Şehri kuşatır, açlığa mahkûm eder. Şehirde yaklaşık 70.000 insan öldürülür, bunların bir kısmı hastalık ve açlıkla bir kısmı ise İspanyol kılıçlarıyla can verirler. Yerlileri avlamak için özel eğitilmiş köpekler dahi kullanılmaktaydı. MSGSÜ TARİH ARALIK 2015 27 İspanyolların Kayıp Cenneti el Dorado İtalyan bir subayın gayri meşru çocuğu olan Francisco Pizarro, İtalya’da paralı askerlik yapmaktayken Kastilya hizmetine girip Amerika’ya geldi. 1524’te genel vali Avila, Pizarro’yu İnkalar hakkında bilgi toplamak için Peru’ya gönderdi. Pizarro’nun İnka ülkesine gitme çabaları bir türlü sonuç vermedi. Nihayet İspanya’ya döndü ve Kral Charles Quint’in huzuruna çıkarak ona İnka adında büyük bir ülke olduğunu ve burasının aslında meşhur el Dorado olduğunu anlattı. Kralın izniyle yeniden Amerika’ya döndü. Cajamarca’ya geldi ve burada İnkalarla temas sağladı. Kardeşine karşı zafer kazanıp tahtı ele geçiren İnka İmparatoru Atahualpa Pizarro’yu kampında ziyaret etti. İmparatorun üzerindeki zengin ziynet eşyaları Pizarro’nun gözünü karartmaya yetmişti. Kahramanı olan Hernan Cortez gibi aniden Atahualpa’yı tutuklattı. Bunun üzerine İmparator kendisini bırakması karşılığında bulunduğu hücreyi dolduracak kadar altın vermeyi teklif etti. Çünkü İspanyolların altın açlığından haberdardır. Fakat fidye ödenmesine rağmen Pizarro Atahualpa’yı kardeşi Huascar’ı öldürmek suçundan idam cezası verdi ve onu askerlerinin önünde diri diri yaktırdı. Şef Hatuey’in yakılma sahnesi. Bir yerli şefi olan Hatuey İspanyol korkusundan Küba’ya kaçmıştı. Ne var ki İspanyollar onu takip ediyorlardı. Hatuey yanında bulunanlara bir teklifte bulunarak elindeki altın dolu sepeti gösterdi ve şöyle dedi ‘’İşte İspanyolların Tanrısı bu, bunun için geliyorlar, bunun için yıkıyor, yakıyor ve öldürüyorlar. Gelin bu tanrının huzurunda dans edelim belki İspanyol Tanrısı bize merhamet eder ve onları bizden uzak tutar’’ yerliler sepetin etrafında sabaha kadar dans ederler daha sonra sepeti nehre bırakırlar. Hatuey bir çarpışmada esir edilir ve kazığa bağlanır canlı canlı yakılmadan önce Hatuey’in yanına yaklaşan bir rahip Hristiyan inancından bahsederek celladın tanıdığı bu süre zarfında Hristiyan olursa günahlarından arınacağını ve cennete gideceğini söyler. Hatuey rahibin söylediklerini dinledikten sonra düşünür ve İspanyollarında cennete gidip gitmeyeceğini sorar. Rahip, ‘’Evet iyi İspanyollar cennete gider’’ der. Hatuey rahibe şu cevabı verir: ‘’O zaman ben cehenneme gideyim cennette de İspanyollarla karşılaşmak istemiyorum.’’ Atahualpa’nın diri diri yakılmasını gösteren temsili bir resim. Az sayıda askere rağmen bu kadar büyük topraklara yayılan ve birbiri ardına krallıkları ve imparatorlukları çökerten İspanyollar, teknik üstünlükleri ve yaydıkları korku ve dehşetle bunu başardılar. Yerlileri canlı canlı ateşe atarak, eğittikleri köpeklere parçalatarak, ellerini ayaklarını veya burun ve kulaklarını keserek büyük bir korku yarattılar ki bu sayede kısa süre içerisinde çok büyük topraklar ele geçirdiler. MSGSÜ TARİH Bir başka yerli şefi İspanyol valisine ya kendi isteğiyle ya da kuvvetle muhtemel korkusundan dolayı 9000 Kastellano (Kastilya Krallığının 45 gram ağırlığındaki altın parası) değerinde altın getirir. Bu miktarı az bulan vali, şefi kazığa bağlatıp ayaklarını gerdirir ve altında ateş yaktırır, tarifsiz acılara maruz kalan şeften 3000 Kastellano değerinde daha altın ister ve bu şartla şef serbest bırakılır. Söz verdiği gibi altınları getirir fakat buda valiye yetmez. Başka verecek atını olmadığını söyleyen şef yeniden kazığa bağlanır ayakları yağlanır ve altında ateş yakılır ve tabiri caizse kızararak can verir. ARALIK 2015 28 GEÇMİŞİN BAKİYESİ Casas’ın bahsettiği altın getiren yerli şefine yapılan işkence. Cennetin peşinde olan İspanyollar el Dorado’yı ararken çok yorulduklarından gördükleri, beğendikleri yerli evlerine el koyuyor topraklarına hâkim oluyorlardı. El konulan evin ve toprağın sakinleri ise o İspanyol’un kölesi oluyordu. Bu sisteme ‘’encomienda’’ dendi. Encomienda sahipleri çiftçilik yaptırdıkları kölelerini en ağır şartlarda çalıştırıyorlardı. Lâkin narin yapılı yerliler ağır işlere pek uygun değillerdi. Bu yüzden Afrika’dan Amerika’ya köle getirilmeye başlandı. Pedro de Mendoza Şili’den Arjantin’e geçerek İspanyol fethine devam etti. 1536’da Buenos Airesi’i kurdu. Böylece Arjantin ve Uruguay İspanyol hâkimiyetine geçti. Mendoza bu fethi 2500 asker ve 500 süvari ile yaptı ki bu kuvvet 43 yıl boyunca Amerika’da kurulan en büyük askeri güçtü. Ancak İspanya Avrupa’daki düşmanlarına ve Osmanlılara karşı bu kuvvettin 40, 50 katını çıkarmaktaydı. El Dorado henüz bulunmamıştı ama İspanyollar onu aramaya devam ediyorlardı. Aslında 1500’lerden itibaren Amerika altını ve gümüşü İspanya’ya akmaya başlamış, vahşi bir sömürü düzeni kurulmuş, İspanya zenginleşmişti. Yerlilerin bunu durduracak gücü yoktu. Üstelik daha güçlü bünyeleri bulunan Avrupalılar kolay kolay hastalıklardan etkilenmezken yerliler İspanyolların taşıdıkları mikroplar ve hastalıklar yüzünden büyük kayıplar verdiler. Özellikle çiçek hastalığı yerlilerin zihninde öylesine korkunç bir yer edindi ki hakkında hikâyeler, şiirler yazıldı elbette bunların ortak noktası hüzündü. Ama yerlilerinde Avrupa’ya biyolojik bir sürprizi vardı; frengi. Frengi Avrupa’nın bağışıklık sistemini hazırlıksız yakaladı ve müthiş bir intikam aldı. Vebanın aksine kıta üzerinde yok olup gitmedi ve daha fazla çalışarak Avrupa’nın cinsel haritasını çizdi. MSGSÜ TARİH Frengi Avrupa’ya 1493’te bir grup denizci ile geldi. Yerli Arawak kadınları Kolomb’la Amerika’ya gelen İspanyolları çok sevecen karşıladılar ya da karşılamak zorunda kaldılar. Neticede Kolomb ve denizcileri Espanola veya Haiti’de bu mikrobu kaptılar ve beraberlerinde Avrupa’ya getirdiler. Denizciler dönüş yolculuğunda lekelerden, baş ağrısından ve tuhaf yaralardan şikâyet ettiler ama bunu uzun deniz yolculuğuna bağladılar. Sevilla limanına inen denizciler her yerde şölenlerle karşılandı. Barselona’ya kadar yaptıkları yolculuk esnasında uğradıkları her köy ya da kasabada yaptıkları kutlamalar, partiler ve cinsel çılgınlıklar hastalığın kısa sürede yayılmasına sebep oldu. El Dorado hayali yerlilerin hayatını cehenneme çevirirken, İspanyollar aradıkları cenneti bulamasalar da yükselişlerine etki edecek kadar altın ve gümüş buldular. Frengi ise ummadıkları bir sürpriz oldu. Kolomb’un açtığı yolda altın, toprak ve zenginlik peşinde koşan binlerce İspanyol ve onların ardından Fransız, İngiliz, Hollandalılar Yeni Dünya’ya akın ettiler. Bulabildikleri her şeyi sömürmeye ve yok etmeye azmetmişler gibi önlerine çıkanı ezip geçtiler. Yerliler bu sömürü düzeni içinde yok olurken yağmur ormanları, Kızılderililer, Maya ve İnka uygarlıkları bu olanlardan nasiplerini aldılar. Afrika Yeni Dünya’nın köle deposu haline geldi ve kıtada yakalanarak kaçırılan Afrikalılar tarihin en iğrenç yolcuğuna maruz kalarak Atlas okyanusunun diğer yakasına taşındılar. Dünya düzeni değişti, ufukları genişleyen Avrupalılar kıtalarına sığmadılar ve taşan bir nehir gibi dünya’yı azgın bir sel altında bıraktılar. el Dorado bütün fetihlere, aramalara, dökülen kanlara rağmen bulunamadı ya da efsane değişti... ARALIK 2015 29 Osmanlı’da Sanat ve Heykeller Geçtiğimiz günlerde Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde düzenlenen Osmanlı’da Sanat ve Heykeller Seminerine Geçmişin Bakiyesi olarak geniş bir katılım gösterdik. Beylerbeyi Saray Müdürlüğünü yapmakta olan tarihçi Mehmet Ekinci’nin konuşmacılığını yaptığı ve yaklaşık bir buçuk saat süren seminerde, birçok farklı kültüre ev sahipliği yapmış geniş bir coğrafya üzerine yayılan Osmanlı’nın sahip olduğu veya zaman içerisinde bünyesine kattığı sanat dalları üzerine oldukça faydalı bilgiler edindik. Berkay Yekta ÖZER İlk başta sanatın öneminden ve topluma kattığı değerlerden bahseden konuşmacı ünlü kişilerin bu mesele hakkında söylediği özlü sözlerden de örnekler vererek konuya açıklık kazandırdı. Sanatın insanla beraber, insanın yarattığı teknoloji ile birlikte yön değiştirdiğini de sözlerine ekleyen Ekinci, bu anlamda iyi bir geçmişimizin olduğunu da dile getirdi. Ardından Osmanlı tarihi hakkında kısa bir girizgâh yapan konuşmacı, oldukça uzun bir süre hüküm sürmüş bu İmparatorluğun sahip olduğu iç dinamiklerin, sanata ve sanatçıya verdiği değeri iyi bir şekilde ifade etti. Ayrıca gerek sarayın gerekse de Osmanlı devlet adamlarının sanatçıları desteklemesi yani bir başka deyişle sponsorluk yapmaları ve şehirlere imar anlamında yatırımlarda bulunmaları sanatın ve mimarinin gelişmesinde büyük bir etken olduğunun vurgusunu yaptı. Avcı. Minyatür. Levni,18. yy. MSGSÜ TARİH Genel anlamda yaptığı bu giriş konuşmasının ardından Osmanlı’da resim sanatı hakkında bilgiler vermeye başlayan Ekinci, Osmanlı’da resim denildiğinde akla minyatür sanatının geldiğini ve bu durumun oluşmasında toplumsal gerekçelerin etkin olduğunu belirtti. Ancak günümüzde bu konu hakkında yanlış bir ön yargının hâkim olduğunu da dile getiren Ekinci, İslam’ın resim ve heykeli yasaklamadığını sadece İslamiyet öncesi Arap toplumunda hâkim olan bu tür objeleri kullanılarak bir putlaştırma yoluna gidilmesi konusunda bir yasaklamanın olduğunu öne sürdü. Hatta Bizans’ında bir süre sonra bu durumdan etkilendiğini ve tasvir kırıcılık döneminin İslam’dan gelen bir etkileşimle başladığını da dile getirdi. Minyatür sanatı konusunda ün yapmış şahsiyetlerden de bahseden Ekinci, minyatürün günümüzde hem tarihçiler hem de mimarlar için bir kaynak eser değerinde olduğunun da özellikle altını çizdi. Minyatürün ardından Osmanlı mimarisinde önemli bir yeri olan ve cami kubbelerini adeta sanatsal bir başyapıta dönüştüren kalem işi sanatı ile devam edildi. Özellikle Osmanlı klasik döneminde bu sanatın zirve yaptığını dile getiren konuşmacı bu anlamda en etkili örneğin Selimiye Camiinin kubbesinde yer aldığını belirtti. Ayrıca Beylerbeyi sarayında yer alan harika kalem işlemeciliğinin ise klasik dönemin ardından Osmanlı’da bu sanatın ne denli geliştiğini gösteren harika örneklerden bir tanesi olduğunu da sözlerine ekledi. ARALIK 2015 30 GEÇMİŞİN BAKİYESİ Mehmet Ekinci’nin hat ve tezhip sanatına giriş yaparken kullandığı “Kur’an Mekke’de indi, Kahire’de okundu, İstanbul’da yazıldı.” sözü, bu sanatın Osmanlı’da ne denli büyük bir gelişme kat ettiğini göstermesi bakımından oldukça faydalı oldu. Ardından bu dalda uzmanlaşan Osmanlı bilginlerinden bahseden konuşmacı, bu türde ortaya çıkmış önemli eserlerden örnekler göstererek konuşmasına devam etti. Özellikle Osmanlı fermanlarının hat ve tezhip sanatının birlikte kullanıldığı bir sanat eseri olduğuna da vurgu yaptı. Ardından çini sanatının Osmanlı’da altın çağını yaşadığını ve bu anlamda birçok başarılı eserin verildiğine dikkat çeken konuşmacı, çinilerin okuya bilene bir görsel arşiv malzemesi olduğunu dile getirdi ve bu sanatın en büyük milli değerlerimizden biri olduğunu, bilinçli bir şekilde sahip çıkmamız gerektiğini vurguladı. Ardından Osmanlı döneminde zirve yapmış Ahşap ve Halı sanatları konusunda değerli bilgiler verdi ve bu dalda verilmiş başarılı eserlerden örnekler göstererek konuşmasına devam etti. “Süleymaniyesiz bir İstanbul düşünemiyorum.” Konuşmasının ikinci bölümünü ise Osmanlı’da mimari ve heykel konusuna ayıran Ekinci Osmanlının sahip olduğu renkli coğrafya ve beşeri yapıyla birlikte şekillenen, kendisine has bir mimari anlayışa sahip olduğunu ve bunun da Mimar Sinan döneminde zirve yaptığını dile getirdi. “Süleymaniyesiz bir İstanbul düşünemiyorum.” diyen konuşmacı, Mimar Sinan’ın mimaride Mısır, Acem, Türk, Roma ve Yunan etkilerini bir araya getirerek yeniden yorumlamış olduğunu ve Osmanlı kubbesi altında yeni bir dönemi başlattığını iyi bir şekilde açıkladı. III. Ahmet döneminin ardından Avrupa tarzı mimarinin içimize yavaş yavaş girdiğini ve klasik dönemden böylece koptuğumuzu da sözlerine ekledi. Denizci Mezar Taşı-Kılıç Ali Paşa Cami Osmanlı’da modern anlamda resim ve heykel anlayışının geç döneme rastladığını, bu durumuna ise toplumsal yargıların neden olduğuna vurgu yaptı. Bu yargıların heykel sanatında usta olan sanatçıları mezarlıklara ittiğini ve ustalıklarını Osmanlı mezar taşlarında görebileceğimizi sözlerine ekledi. Ardından 19. yy’da Avrupa tarzında resim sanatının giderek geliştiği aynı doğrultuda heykelinde giderek yaygınlaştığını dile getirdi. Ayrıca bu anlamda verilmiş sanat eserlerinden de örnekler gösterdikten sonra konuşmasını noktaladı. Osmanlıda sanat ve heykeller üzerine yaptığı konuşma oldukça beğenilen Mehmet Ekinci seminerin ardından dinleyicilerin sorularını cevaplandırdı. Bizlerde, Geçmişin Bakiyesi olarak bu seminerden oldukça keyif aldık, kendisine buradan teşekkürlerimizi sunuyoruz. MİMAR SİNAN Selimiye Camii MSGSÜ TARİH ARALIK 2015 31 Ötekilerin Şarkısı Blues Tuğba YILMAZ baskıcı bir ortama veya bir fikre muhalefet şeklinde ortaya çıkarak karşı duruşu simgelemiş aynı zamanda değişim ihtiyaçlarının ifade edilmesinde ön ayak olmuştur. Hayatın en eski olgularından olan müzik, ritmik ve ahenkli yapısıyla, sanat dalları içinde önemli bir yer tutar. Üstelik kendini, insanoğlunun ruh haline ve fiziki şartlarına göre değiştiren bir tür canlı varlık gibidir. Bugün doğanın ve teknolojinin sağladığı imkanlarla karmaşık bir yapıda olan müziğin ortaya çıkışı Çiğdem Eda Angı ve Yılmaz Şendurur’un ortak makaleleri “Lise Öğrencilerinin Demografik Özellikleri İle Dinledikleri Müzik Türleri Arasındaki İlişki”de şöyle açıklanmaktadır: “… sanat dalı olarak uzun yılların eğitimini emeğini gerektiren müzik sanatı, diğer sanat dalları arasında en ilkel ve en temel güdülerden kaynaklanmış olanıdır. İlk insanın doğa seslerini yansıtması, kendi sesini, rüzgarın, denizin, kuşun sesine benzetmesi, ezginin doğuşundaki ilk adımlar olmuştur. İlk olarak doğayı yansıtmak için sesini yükselten insanoğlu, daha sonra yalnızlığını unutmak, doğa güçlerine tapınmak için mırıldanmaya başlamış, korkusunu yenmek için çığlıklar atmış ve ruhsal değişimine göre kimi neşeli kimi hüzünlü ezgiler yaratmıştır.“ Böylelikle müzik, insanların duygularından beslenerek yine insan üzerinde etkiler yaratan bir sanat dalı olmuştur. Şunu da belirtmek gerekir ki müzik oluştuğu ilk zamanlardan itibaren toplulukların ve onları oluşturan bireylerin kendini ifade etme ve tanımlama vasıtası olarak kullanılmıştır. Diğer taraftan toplumların sosyal yaşantısından siyasi yapısına, dini inanç ve gelenek göreneklerinden şekil alarak toplumların kültürlerini ve değerlerini yansıtan önemli bir araca dönüşmüştür. Ayrıca çoğu sanat dalında olduğu gibi adaletsiz ve MSGSÜ TARİH Müzik, geçmişte olduğu gibi bugün de hayatın her alanında insanoğluna eşlik eden bir enstrümandır. Martin Stokes, Türkiye’de Arabesk Olayı adlı kitabında bu durumu, “Müzik her yerdedir; şehirlerde, kahvelerde, gece kulüplerinde, hamamlarda, genelevlerde, dükkanlarda, otobüslerde, taksilerde ve dolmuşlarda. Neredeyse mekanın atmosferini oluşturan, günlük hayatın ritmine renk katan bir parçasıdır.” olarak açıklamaktadır. Bu fikre ilaveten dini mekanlar, okullar, kitle iletişim araçları ve siyaset gibi daha birçok alanda müzik ile iç içelik söz konusudur. Nitekim insan müzikte kendisinden bir parça bulduğu için bilerek ya da bilmeyerek o ritimlerle sempatize olup yaşantısının içine onu dahil etmiş olmalıdır. Müzik eski zamanlardan günümüze kadar olan yolculuğunda kültür, çevre, sosyolojik ve ekonomik gibi faktörlerden etkilenerek çeşitli türlere ayrılmıştır: Etnik Müzik (Arap müziği, Azeri müziği, Balkan müziği, Ege müziği, Karadeniz müziği, Hint müziği, Roman müziği, Rumeli müziği, Yunan müziği vb. müzikler), Flamenko, Grunge, Hiphop, Kelt Müziği (İskoçya, İrlanda, Galler vb. ), Klasik Müzik, Latin Müzik, New Age, New Wave, Blues, Caz, Country, Elektronik müzik, Rock Müzik, R&B, Rap Müzik, Pop Müzik, Punk, Türk Halk Müziği, Türk Sanat Müziği, Arabesk müziği, Tasavvuf. Bu müzik çeşitleri, kendi bilgi ve birikimleri doğrultusunda oluşup kimliklerini yani etkilendiği mottoları üzerinde taşıyan DNA molekülleri gibidir. Her biri de müzik tarihinin gelişmesini sağlayan unsurlardır. Biz bu yazımızda müzik nevleri arasında gerek sosyolojik gerekse siyasi etkileriyle Amerikan kültüründe önemli bir yere sahip olan “Blues müziği”nin tarihsel sürecinden bahsederek hem ülkemizde pek bilinmeyen bu müzik türüne dikkat çekmeyi hem de bu türün hangi koşullarda ortaya çıktığını ve etkilerini göstermeye çalışacağız. ARALIK 2015 32 GEÇMİŞİN BAKİYESİ “The Blues” kelimesi semantik olarak ele aldığımızda “melankoli-hüzünlü hissetmek” gibi manaları içerir. Aynı zamanda “Feeling blue” ( mutsuz hissetmek. Özellikle “mutsuz/depresif mi hissediyorsun?” gibi soru cümlelerinde kullanılır); “blue devils” ( hüzne atıfta bulunulur) gibi İngilizce deyimlere bu manada girmiştir. Hatta Picasso ilk dönem yapıtlarında sıradan insanların hüzünlerini resmetmiş ve bu döneme “Picasso’s Blue Period” denmiştir. Yukarıda sözlükteki anlamını belirttiğimiz Blues, Blues müziği ile de aynı anlamı içermektedir ki bu müzik türü Afro-Amerikalıların kölelik ve sonrasındaki dönemlerde yaşadıkları acılar, özlemler ve eşitsizlikten yani hüzün ve kederden doğan bir müzik türüdür. Bu bağlamda Blues müziği sadece bir müzik türü değil; aynı zamanda AfroAmerikalıların sisteme karşı bir haykırışı olmalıdır. yapılan köle ticaretleri ve yeni kıtada doğan köle çocuklarıyla sayıları daha da artmıştır. Bu köle ticareti 1807 yılında resmi olarak kaldırılmış; ancak Güney eyaletleri bunu fiilen kabul etmeyince yasadışı ticarete devam edilmiştir. Hatta bu kanunun sonucunda kölelerin değerleri artmış, daha iyi köle oluşturmak için en güçlü kadın ve erkeklerden çocuk üretmek üzere “damızlık çiftlikler!” kurulmuştur. Blues müziğinin tarihsel süreci Amerikan tarihi ile iç içedir. Nitekim Blues müziğinin tarihsel gelişiminden bahsedilirken diğer taraftan Amerika’daki siyahilerin köleleştirilmesinden ancak 1970’lerde beyaz Amerikalılarla eşit haklara sahip olabildikleri zamana kadar uzanan dönemleri ele almak gereklidir. Amerika’nın keşfedilmesiyle, büyük deniz gücüne sahip olan Portekiz, İspanya, Fransa, İngiltere gibi Avrupalı devletleri bu yeni kıtayı sömürme yarışına girerek kendilerine farklı bölgelerde koloniler kurmuştur. Buradaki yerli halkı köleleştirerek onları maden ocakları, tarla ve ev hizmeti gibi çeşitli işlerde çalıştırılmışlardır. Bu arada siyasi ve dinsel baskılar altında bulunan, ekonomik zorluklar yaşayan Avrupa halklarından yüzbinlerce insan yeni kıtada yaşamak için Amerika’ya göç etmiştir. Kıtadaki yerliler gerek Avrupalılar tarafından gelen salgın hastalıklarla gerekse savaş ve zor çalışma koşulları altında hayatlarını kaybetmişlerdir. Bunun sonucunda işgücü kaybının yaşanmasıyla Avrupalı kolonistler yeni insan kaynağı arama yoluna gitmişlerdir ki ilk olarak Kuzey Virginia’daki Jamestown bölgesine 1619 yılında hükümet izniyle çalışan korsan gemisinde kargo yükü olarak adlandırılan “Yirmi küsür zenci” satın alınmıştır. Başlangıçta bunlara ileride özgürlüklerini kazanabilecekleri sözleşmeli hizmetkarlar olarak bakılmışsa da 1660’dan itibaren özellikle de Güney kolonilerindeki büyük çiftliklerde işçi talebinin artmaya başlamasıyla kölelik köklü hale gelmiştir. Nihayetinde Afrika’dan Amerika’ya köle ticareti yapılmış, milyonlarca siyahi zorla köklerinden koparılarak köle gemilerindeki insanlık dışı uygulamalarla balık istifi şeklinde Amerika’ya getirilmiştir. Sonrasında ise bu insanlar, insan haklarından yoksun, efendisinin her isteğini mutlak suretle yapması gereken ve hayvan ile eşdeğer görülen bir anlayışla köleleştirilmiştir. Ayrıca birçok aile gerek uzun yolculuklardaki sıkıntılar sebebiyle gerekse farklı efendilere satılmalarıyla parçalanmış ve böylelikle yurtlarına duyulan özlemin yanında bir de aile hasreti oluşmuştur. Gitgide yaşamları zorlaştırılan siyahilerin, MSGSÜ TARİH Afrika Kıtasından Amerika’ya götürülen köleler gemilere tabiri caizse adeta balık istifi şeklinde yükleniyorlardı. Yurtlarından koparılan bu insanların, eski yaşamlarından yanına getirebildikleri nadir şeylerden biri de müzikleri olmuştur. George Pinkard 1816 yılında yayınladığı Notes on the West Indies adlı eserinde, “Gruplar halinde bir araya gelip sevdikleri Afrika şarkılarını söylemekten büyük zevk alıyorlar; hareketlerindeki enerji, müziklerin armonisinden daha dikkat çekiciydi.” şeklinde belirtmiştir. Ancak kölelere köklerini unutturmak ve birleşip ayaklanma çıkarabilecekleri endişesiyle Afrika kültürüne baskı ve yasaklama getirilmiştir. Ayrıca kölelerin dinleri de yasaklanarak onlar üzerinde kontrol sağlanması amacıyla Hristiyanlığa yönlendirilmişlerdir. Bu yeni dinle kölelere tanrının onları, ekip biçmek ve efendilerine hizmet için yarattığına dair düşünceler empoze edilmeye çalışılmıştır. Ancak kısa süre sonra Hristiyanlık köleler için toplumsal güç kaynağı olarak hem sığınak hem de bir ümidin yani özgürlüğün sembolü olmuştur. Nitekim kilise ilahileri Afrika müziğindeki çağrı-cevap formunda uzun ve matemsi şarkılar şeklinde söylenmiştir. Giles Oakley’in Blues TarihiŞeytanın Müziği isimli kitabında bu konu hakkında birçok örnekler vardır: “İsrail kavmi Mısır’da iken, Halkımı Özgür bırak. Onlara dayanamayacakları kadar ezildiler, Halkımı Özgür bırak.” ARALIK 2015 33 Ötekilerin Şarkısı Blues Böylelikle köleler, kilise cemaati şeklinde örgütlenip az da olsa kendi kültürlerini yaşatarak bilinçlerindeki özgür olma duygularına atıfta bulundular. Diğer taraftan efendilerinin tarlaları ve evlerinde çalışan köle grupları da iş şarkıları söylediler. Köleciliğe karşı 1840’lardan itibaren özellikle Kuzey Eyaletlerinde tepkiler oluşmaya başlamıştır. Kuzeyin bu tutumundan son derece rahatsız olan Güney Eyaletleri hiçbir şekilde köleliğin kaldırılmasını düşünmeyip daha fazla baskı yoluna gitmişlerdir. Çünkü Güney Eyaletlerinde çok fazla köle işgücü olarak kullanılmış ve bu köleler sayesinde güneyin panoraması oluşturulmuştur. Nihayetinde Kuzeyli ve Güneyli Eyaletler arasında iç savaş yaşanmıştır. Savaşı Kuzeylilerin kazanmasıyla 1865 yılında Amerika’da kölelik yasaklanmıştır. Böylelikle siyahiler özgürlüklerine kavuşmuş; ancak kısa bir süre sonra Güney Eyaletlerinde birçok hakları elinden alınarak özgürlük yerini ırksal bir ayrımcılığa bırakmıştır. Siyahiler, beyazlar ile aynı haklara sahip olmadığı gibi aşağılanan insanlar olarak görülmeye devam edilmiştir. Özgürlüğüne kavuşan bu köleler, kendilerini adaletsiz bir sistemin içinde buldukları gibi düşük ücretlerle da çalıştırılmışlardır. Zor koşullar altında çalışanlar yine kendilerini ifade etmek için iş şarkıları ve kilise şarkıları söylemeye devam etmiştir. Afro- Amerikalıların rahatlama aracı olan kilise ve iş şarkıları, bir nevi Blues’un ilkel biçimleridir. Ayrıca bunlar Blues şarkıcıları için ilham kaynağı olmuş olmalıdır: 1910 yılında Mississippi’de doğan ve 1950’lerin ticari açıdan en başarılı Blues şarkıcısı olan Howling Wolf, “…Sonra gidip çalışarak şarkı söylüyorlardı. Toprağı işleme şarkıları, katırları işleme şarkıları. Sabahtan oraya gider, saban sürmeye, bağırmaya ve şarkı söylemeye başlarlardı. Bu şarkıları, söyledikleri sırada kafalarından uydururlardı.” demektedir. Yine bir Mississippili Blues şarkıcısı olan Booker Wort, “Şimdi, o eski günlerde inekleri sağan yaşlı insanların hem inek sağıp hem şu şarkıyı söylediğini duymuştum: Akşam güneşinin batışını gördüğüm için mutluyum, Çünkü eve dönüp, sırtüstü yatabilirim. …ve tanrım çok fazla şarkı söylerdim. Sonra gevşer, şarkıyı bir kenara yazardım. Ah ben oralardaydım!” açıklamasıyla benzer hatıralara sahiptir. Ayrıca bu iş şarkıları bazen basit kişisel duyguları ifade eden tek mısralık şarkılar olsa bile bazen efendilerine karşı eleştiri aracı olarak da kullanılmıştır: “Zor değil mi, zor değil mi, Zor değil mi, bir zenci, bir zenci, zenci olmak? Zor değil mi? Zor değil mi? Zamanı geldiğinde alamamak, paranı alamamak?” MSGSÜ TARİH Booker Wort Blues müziğinin ortaya çıkışıyla ilgili bazı farklı görüşler vardır. Kimilerine göre Blues 1890, 1902 ve 1903 yıllarında ortaya çıkmıştır. Blues sanatçısı olan Booker White bir röportajda, “Blues’ın nereden geldiğini bilmek istiyorsun. Blues, katırın arkasında doğdu. Evet, masanda oturmuş yemek yerken Blues dinleyebilirsin, ama Blues eski kölelik günlerindeki bir katırın arkasında yürüyor.” diyerek Blues’ın kölelik yıllarından geldiğini söylemiştir. Şunu belirtmek gerekir ki, Blues’un net bir şekilde ortaya çıktığını söylemek pek mümkün değildir. Ancak Blues’un kölelik yıllarının hatta Afrika müziğinin izlerinin taşıdığını söylemek pek yanlış olmaz. Nihayetinde kölelik günlerinden kalan psikolojik dürtüler, kilise şarkıları, iş şarkıları ve danslar nesillere aktarılmış olmalıdır. Böylelikle bu materyaller, Blues müziğini oluşturan yapı taşlarıdır. Blues müziğinin gelişiminde Blues’un ticari olanaklarını ilk gören ve Blues’un babası diye adlandırılan W. C. Handy’nin katkısı önemlidir. Handy, Mississippi’de bıçağını gitarının üzerinde kaydırarak şarkı söyleyen fakir bir müzisyenden etkilendiğini belirtmiş ancak Blues’dan para kazanacağını beyazların dans gösterisinde, her ne kadar sahneyi terk etmesi daha sonra kendisinden istense de grubuyla birlikte insanlara güney melodisi söylediğinde anlamıştır. Kendisi “O zaman ilkel müziğin güzelliğini gördüm. İnsanların istediği şeylere sahiptiler. Bu da tam hedefe oturuyordu.” diyerek Blues bestecisi ve yayıncısı olarak ün yapmıştır. Blues tarihinde Blues’u icra eden kişi olmaktan çok Blues’u sevdiren kimse olarak tanınmaya başlamıştır. Böylelikle Blues özellikle güneydeki yoksullar için yeni bir geçim kaynağı olmuştur. Ayrıca Amerika toplumunda Blues günden güne ilgi duyulan bir müzik türü haline gelecektir. ARALIK 2015 34 GEÇMİŞİN BAKİYESİ Blues müziğine karşı duyulan ilgi plak şirketlerinin dikkatini çekmeye başlamıştı. Ancak o dönemde siyahi müziğinin beyaz plak endüstrisinde yapılması birçok baskıya sebep olabilirdi. Nihayetinde Okeh Plak Şirketi, boykot edileceğine dair tehdit almasına karşın cesaretli davranarak, ilk defa, siyahi bir kadın olan Mamie Smith ve beyaz müzisyenlerle 14 Şubat 1920 yılında “That Thing Called Love” ve “You Can’t Keep A Good Man Down” adlı parçaları kaydetmiştir. “That Thing Called Love” isimli şarkı ticari başarı sağlayınca Mamie Smith, siyahi müzisyenlerle birlikte 10 Ağustos 1920 yılında gerçek manada Blues parçası olan “Crazy Blues”u kaydetmiştir. Bu şarkı şaşırtıcı şekilde hit olmuş, iki ay içinde 75,000 kopya satılmıştır. Bu plak Blues tarihinde büyük bir ilerleme ve dönüm noktası olmuştur. Erkeklerin yaptığı Blues ile kadınların yaptığı Blues arasında farklılıklar vardır. Klasik Blues olarak adlandırılan kadın Blues’u cinsellik ve çatışma konularını işlemekte ve daha çok eğlence amaçlı yazılmış olup balad ve halk şarkılarından yararlanmaktadır. Kırsal Blues olarak adlandırılan erkeklerin Blues’u ise her konuyu ele almış ve otantik izler taşıyarak daha ilgi görmüştür. Klasik Blues, ilgisini kaybetmiş olsa da o dönemde ezilen yoksul insanların kendilerine ait Blues kültürüyle kadın Blues sanatçıların başarılarını görmeleri onlar için hem sembol hem de umut olmuştur. Amerika’da 1930’larda büyük ekonomik bunalım yaşanmıştır. Birçok insan işsizlik ve açlık sorunu ile karşı karşıya kalmıştır. Bu süre zarfında devlet tarafından halka gıda yardımı yapılmıştır; ancak bu süreçte beyazlara daha fazla bağış yapılarak siyahlara yine adaletsiz davranılmıştır. Bu krizde Blues piyasası durgun bir hal aldığı gibi, birçok Blues sanatçısı iş bulmak için kırsaldan şehirlere gitmiştir. Böylelikle şehirlerin kendi Blues sanatçıları ortaya çıkarmıştır: St. Lois’de Peetie Wheatstraw; Chicago’da Famous Hokum Boys, Big Bill Broonzy, Roosevelt Sykes, Tommy McClennan, Victoria Spiyev. Chicago, 1940’lardan itibaren Blues piyasasının merkezi olmuştur. Blues müziğinde çok önemli sanatçılar çıkarmıştır: Little Brother Montgomery, Sonny Boy Williamson, Muddy Waters, John Lee Hooker, Little Walter, Howling Wolf, B. B. King. Bu sanatçılardan Muddy Waters, Little Walter, B. B. King gibi isimler Blues piyasası için oldukça önemlidir. Mamie Smith Mamie Smith ile müzik sektöründe Blues’a kapıların açılmasıyla birçok kadın Blues sanatçısına plaklar yapılmıştır. Blues’un annesi olarak anılan Ma Rainey, Victoria Spivey, Clara Simith gibi isimler Blues’ları ile dikkatleri üzerlerine çekmişlerdir. Ancak Blues’un imparatoriçesi görülen Bessie Smith gibi hiç kimse ün kazanamamıştır. Nitekim ayrımcı beyaz entelektüellerden ve Güneyli beyaz tiyatro sahiplerinden de saygı görüp kabul görmüştür. Kadınların Blues’daki egemenliği 1920’lerde son bularak erkek sanatçılar öne çıkmaya başlamıştır. Ed Andrews, 1924 yılında plağa kaydı yapılan ilk erkek Blues sanatçısıdır. Ancak ticari yönden ilk başarı gösteren erkek Blues sanatçısı da Papa Charlie’dir. Erkeklerin bu sektöre dahil olmasıyla ırk plakları pazarı 1927-1930 yıllarında hızla büyümüştür. Yoğun ilginin üzerine stüdyo dışı kayıtlar yapmaya başlanmıştır. Chicago, Alabama, Atlanta, New Orleans, Memphis, Dallas, Mississippi’de Blues sanatçısı keşfetmek adına plak kayıtları yapılmıştır. Peg Leg, Will Shade, Noah Lewis gibi isimler bu şekilde keşfedilmiştir. MSGSÜ TARİH ARALIK 2015 Howling Wolf 35 Ötekilerin Şarkısı Blues Tüm zamanların en büyük Blues sanatçısı ve “King Of Chicago Blues” diye anılan Muddy Waters, Chicago Blues’unu şekillendiren Blues sanatçısıdır. Hoochie Coochie Man, Rock Me, Rollin’g Stone onun şarkılarından birkaçıdır. Waters, Blues’un yapılması ile ilgili olarak şu ifadeyi kullanmıştır: “İnsanı iki şey Blues’a iter; ya açsındır, ya da aşık”. Diğer Blues ustası olarak bilenen sanatçı Little Walter’dır. Özellikle yüksek volümlü armonikada bir numara olmakla dikkatleri üzerine çekmiştir. My Babe, Blues With a Feeling, Don’t Need No Horse şarkılarından birkaçıdır. mirasına dönüşmüştür. Nihayetinde kültürü temsil eden Blues için 1970’lerden itibaren San Francisco ve Chicago gibi yerlerde müzik festivalleri düzenlenmiştir. Blues kültürünü tanıtmak için kültür merkezleri kurulmuş olsa da bunu en iyi sergileyen yerler hiç kuşkusuz 1980’de Delta Müzesi ve 1991’de Memphis Müzesi’nin oluşturulmasıdır. Ayrıca sinema sektöründe de kendine yer bularak The Blues Brothers, Crossroads, Cadillac Records gibi filmlerle, sinema endüstrisi için hem kazanç kapısı olmuş hem de Blues daha çok insana tanıtılmıştır. Köklü bir geçmişi olan Blues müziğine olan ilgi 1976’lardan itibaren kaybolmuştur. Ancak Blues; Jazz, Rock, Rock’n Roll, R&B, Hip hop gibi müzik türlerinin oluşmasında etkili olmuş ve böylelikle bu müzik çeşitlerinde Blues’u hissetmek mümkündür. Blues, bir müzik türü olmasının yanında AfroAmerikalıların kölelik ve ayrımcılık yıllarında yaşadığı olaylar sonucunda ortaya çıkmış sosyo-psikolojik bir olaydır. Hiçbir şekilde toplumda kabul görmeyen siyahiler için “ben de varım” mesajı veren bir sesleniştir. Yaşadıkları toplumda eşit haklara sahip olmayan bir ırk, müzikleri sayesinde seslerini milyonlara duyurmuşlardır. Siyahilerden doğan bu müzik türünün beyazları da etkilemesiyle beyazlarla siyahlar arasında ortak bir bağ kurması çok önemlidir. Hatta 1940’lardan itibaren ırksal ayrımcılığa karşı tepkilerin oluşmasında bu bağlamda Blues’un da etkisi vardır. Böylelikle müziğin hem ortaya çıkışındaki unsurları hem de etkilerini görmek mümkündür. Muddy Waters Ticari bakımdan en çok başarı sağlayan sanatçı ise Blues’ın Kralı diye anılan B. B. King’dir. On dört kez Grammy ödülü alan sanatçının 16 albümü vardır. Blues’a olan katkılarıyla “Blues eşittir B. B. King” yakıştırması yapılmıştır. B. B. King, Blues’la ilgili şu açıklamayı yapmıştır: ”Blues müziği yaşamdır, bugün yaşamakta olduğumuz gibi bir yaşam, geçmişte yaşamış olduğumuz gibi bir yaşam, inanıyorum ki yarın yaşayacağımız bir yaşam, çünkü insanlarla, yerlerle ve olaylarla ilgisi vardır. İnanıyorum ki, insanlar, yerler ve olaylar var olamaya devam ettikçe, Blues her zaman var olacaktır. Hiçbir erkek yoktur ki, kadınları sevmeyen, hayatında hiçbir kadına âşık olmamış olsun. Hiçbir kadın yoktur ki, erkekleri sevmeyen, hayatında hiçbir erkeğe âşık olamamış olsun. Ancak bazen işler çok da iyi gitmez. İşler kötü gittiğinde, işte bu Blues’dur.” Sonuç olarak Blues’u melankoli ile bir tutan siyahiler için bu müzik türü hüzünlü bir derin inanışı simgelemektedir. Belki de eşitsizliğin içinde Blues’la hem acılarını hem de korkularını çekinmeden dile getirmekteydiler. Kadın Blues sanatçısı olan Alberta Hunter’ın “Bana göre Blues… evet, neredeyse dini bir şey. Onlar dini şarkılar gibi, neredeyse kutsal. Biz Blues söylediğimizde kalbimizdekileri söylüyoruz, duygularımızı dışarı vuruyoruz. İncinmiş ve karşılık verememiş olabiliriz, o zaman Blues söyleyebilir, hatta belki mırıldanabiliriz. Evet, bizim için, Blues, kutsaldır.” sözü, söyleyemediklerini dile getirmeleri ve seslerini duyurmaları bakımından Blues’un siyahiler için önemini gösteren güzel bir örnektir. Blues, Amerika’da rağbet gören bir müzik türü olsa da ırkçı yasalardan dolayı bazı zorluklarla karşılaşmıştır. Özellikle bu yasalar insanlar üzerinde bir ayrım oluşturmuş, örneğin Blues çalınan bir mekandaki beyazlar ve siyahiler bu müziği birbirlerinden ayrı bölümlerde dinlemek zorunda kalmıştır. Ancak Blues, yasaların ayırdığı bu insanları aynı duygular içine sokan önemli bir araç olmuştur. ABD’de ırk ayrımcılığını ortadan kaldıran Sivil Haklar Hareketi’yle (1955- 1968) siyahların beyazlarla aynı haklara sahip olmasıyla Blues severler ırk ayrımı ve baskı olmadan birlikte omuz omuza Blues dinlemişlerdir. Blues, artık Amerika kültüründeki varlığını bir nevi revolüsyoner hareketten çıkartıp ABD kültürünün resmi bir parçası olmuş, böylelikle Amerikan MSGSÜ TARİH ARALIK 2015 36 İslamiyet Öncesi Türk Yemek Kültürüne Genel Bir Bakış Semih SAFRAN Beslenme canlıların varlıklarını sürdürebilmesi için gereken en temel eylemlerden biridir. Beslenme ile canlılar yaşamları için gerekli olan enerjiyi sağlarlar. Bu kısım işin biyolojik tarafıdır. İşin bir de kültür kısmı vardır. Yemeklerin bulunması, hazırlanması, tüketilmesi ve paylaşılması gibi konulardır ki bizi ilgilendiren kısım da budur. Bu yazıda İslamiyet öncesi Türklerin yemek kültüründen bahsedeceğiz. İslamiyet’ten önce Türklerde sofrada kimin nereye oturacağını, katılan kişilerin sosyal statüleri belirlerdi. Bir ziyafette ziyafetin sahibi lokmaları misafirlerine kendi eliyle yedirirdi. Orhun abidelerinde geçen “…Tahta oturup yoksul ve fakir halkı hep derleyip toparladım: Fakir halkı zengin yaptım, az halkı çok yaptım…” cümlesinden Türk hakanlarının başlıca görevlerinden birinin halkını beslemek olduğu anlaşılmaktadır. den hem de derilerinden yararlanmışlardır. Kısacası bozkırda yaşayan topluluklar için hayvancılık hayati bir öneme sahip olmuştur. Türklerin batıya doğru göç etmelerinin en önemli nedenlerinden biri de hayvanları için yeni otlak alanlar bulmak istemeleriydi. Başka bir deyişle ifade edecek olursak göçlerin nedenlerinden biri beslenme idi. Türkler bozkır kültürünü at üzerinde kurduklarından dolayı at Türkler için vazgeçilmez bir hayvan olmuştur. At sayesinde birçok yerler fethettikleri gibi bozkır coğrafyasında hızlı hareket edebilmişler ve düşmanları karşısında üstünlük sağlayabilmişlerdir. Attan sadece savaş meydanında yararlanmakla kalmamışlar atın etini sütünü besin olarak kullanmışlardır. Türklerde yemek ve içmek ile ilgili eylemlerin çok olması da dikkat çekicidir. Bunlara örnek verecek olursak Türklerin önemli etkinliklerinden biri olan toy yeme içme anlamına da gelmektedir. Hanlar ile önemli kişilerin yemeklerine aşatma, hanlar için kurulan sofraya işküm, geceleyin habersiz gelen misafirler için hazırlanan içki ziyafetine kestem adı verilirdi. Yakın arkadaşların kışın sırayla birbirlerine verdikleri ziyafete suğdıç, oyun eğlenceli ve yemekli gece toplantılarına sürçük denirdi. Davetten sonra gidilen içki ziyafetine ise şanbuy denirdi. İslamiyet’e geçilmeden önce Türkler ge nel olarak göçebe bir hayat sürmüşler ve yarı göçebe bir hayat yaşamışlardır. Bu yüzden bozkırlarda yaşayan diğer halklar gibi onların da başlıca geçim kaynakları hayvancılık olmuştur. Yetiştirilen hayvanlar içinde at ve koyun önemli bir yer tutmuştur. Hayvanların hem etinden hem sütün- MSGSÜ TARİH Türkler eti konserve olarak saklamayı öğrenmişlerdi. Hayvan bağırsaklarının içini etle doldurarak eti konserve haline getirmişler ve bunun pişmiş haline sucuk demişlerdir. Sucuk ince doğranmış kavrulmuş et, pirinç ve undan yapılabildiği gibi beyin, kuyruk yağı ve kanın karışımından da yapılabiliyordu. Savaşa giden askerler, bozulma ihtimali olmayan bu etlerle besleniyorlardı. Keçi veya koyun etini kesmeden, ateş üzerinde veya küle gömerek pişirirlerdi. Tabii ki sadece besi hayvanlarının eti tüketilmiyordu. Tavşan ve geyik gibi av hayvanlarının etinden de besin olarak yararlanılıyordu. ARALIK 2015 37 İslamiyet Öncesi TürkYemek Kültürüne Genel Bir Bakış Türkler ölümden sonraki hayata inandıkları için mezara yiyecekler de bırakırlardı. Ayrıca Tanrı’ya kurban edecekleri hayvanları yemek için kullanmazlardı. Kurbanlık hayvanların etini yemez, sütlerini içmez, yük taşımak için kullanmazlardı. Hayvansal yiyeceklerin yanı sıra hayvansal içecekler de Türkler için önemli idi. Türkler sütten tereyağı ve kaymak yapmasını bilirlerdi. Ayrıca Türk icadı olan yoğurt da önemli besinlerdendi. En önemli içeceklerin başında mayalanmış kımız gelmekteydi. Kımız kalorisi yüksek bir içecek olduğu için bir öğünü karşılamakta idi. Moğollar kımız içmeyi bir tören haline getirmişlerdi. Genel kabul gününde han, beyler ve halk için sofra kurdururdu. Sakiler ve kadeh tutanlar sofra takımlarını ve kadehleri getirirlerdi. Hanın işaretiyle saray odacısı kımızı töresi ile hana sunardı. Han kımızdan biraz içip daha sonra devletin ileri gelenlerinden birine kadehi verirdi. Beyler ve komutanların içki içme merasimi bittikten sonra ise askerler içmeye başlarlardı. Kımız içme işi sırasında yanlışlık yapan asker odadan dışarı çıkartılırdı. Sakiler ve kadeh tutanlar bu askere ceza verirlerdi. Kımızın yanı sıra Altaylarda ekşi sütten rakı da yapılmaktaydı. Akraba veya komşu olanlar bir araya gelir rakının hazırlandığı yerde ateş yakarlardı. Ateşin üzerine tagan denilen demir bir kazan konurdu. Ateşin sağında erkekler solunda kadınlar otururdu. Tören sırasında ev sahibi tahta fincandaki içkisini sol eliyle tutar, sağ eliyle ateşe rakı serperdi. Tabii ki Türkler sadece et ve et ürünleri tüketmiyorlardı. Et tüketilen besinler arasında önemli bir yer tutmakla birlikte zirai ürünler de tüketilmekte idi. Toprağa tamamen bağımlı bir şekilde yaşamasalar da Çin kaynaklarında Türklerin küçük ekili-dikili arazileri olduğundan bahsedilmektedir. Hububat olarak buğday, arpa, darı, mısır, pirinç ekerlerdi. Ekmek genelde buğday, arpa ve darıdan yapılırdı. Yupka denilen ince ekmeği buğday ve darı unundan yaparlardı. Buğdayı sadece ekmek yaparak tüketmezlerdi. Buğday tanelerini ateşte kavurarak da tüketirlerdi. Bu buğday kavurmasına kogur maç veya kavur maç denirdi. Tahıl ürünlerinden umaç (oğmaç, omaç) denilen bir tür çorba da yaparlardı. Çorbanın ana maddesi yuvarlak kesilen erişteydi. Bazen bu çorbanın içine et de konulurdu. Yetiştirilen sebzeler arasında patlıcan, fasulye, pancar, havuç, kabak, sarımsak, soğan, salatalık, turp, şalgam, biber, kabak ve bakla da vardı. Özellikle kabak hem taze hem kurutularak tüketildiğinden çokça yetiştirilirdi. Meyve olarak elma, kayısı, şeftali, armut, ayva, dut, üzüm, kavun, karpuz, iğde, fındık, ceviz, fıstık yetiştirirlerdi. Kavun tarlasına kagunluk, erik tarlasına erüklük, ceviz bahçesine yagaklık denmekteydi. Meyveleri hem taze hem de kurutulmuş olarak tüketirlerdi. Kurutulmuş meyveye genel olarak kak derlerdi. Üzümden pekmez ve sirke yapmayı da bilmektelerdi. Yemeklerden sebze ve meyvelerden bahsettik yazımızı tatlıyla bitirelim. Bitkisel malzemelerden yapılan tatlılara helva denirdi. Helva un ve yağın kavrulmasıyla oluşan yiyeceğe kavut denilirdi. Kavutu sadece buğday unundan değil mısır unundan da yaparlardı. Kavutun üzerine pekmez, bal veya şeker dökülür ve bu şekilde tüketilirdi. MSGSÜ TARİH ARALIK 2015 38 GEÇMİŞİN BAKİYESİ Prof. Dr. Ahmet Taşağıl ile Söyleşi Tuğçe AKÜN Ahmet Taşağıl 14 Şubat 1964 tarihinde Kocaeli’nin Karamürsel ilçesinde doğdu. 1975’te İlyasköy İlkokulunu, 1981’de İzmit Mimar Sinan Lisesi’ni bitirdi. İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü’nden 1985 yılında mezun oldu. Aynı yıl Çince öğrenmek ve Orta Asya Tarihi üzerine araştırmalar yapmak üzere Taiwan’a gitti. Burada Shih-fan Üniversitesinde Çince kurslarına devam ederken, aynı zamanda Cheng-chih Üniversitesinin Etnoloji Araştırmaları Enstitüsü’nde ve Tarih Bölümünde ders ve seminerleri takip etti. Bunun yanında dökümantasyon merkezinde Çin kaynaklarından Türk tarihine ait belgeler topladı. 1986 yılının sonunda Türkiye’ye dönüp, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Yüksek Lisans öğrenimine başladı. 1988 yılında “Gök-Türk Ülkesine Gelen Çinli Elçilerin Raporlarına Göre Gök-Türk – Çin İlişkileri” adlı teziyle master unvanını aldı. Aynı yıl bu enstitüde başladığı doktora çalışmasını 1991’de “GökTürkler (542-630)” adlı teziyle tamamlayarak doktor unvanını kazandı. Bu arada 1987 yılında araştırma görevlisi olarak çalışmaya başladığı Mimar Sinan Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Ortaçağ Tarihi Anabilim Dalında, 1992’de yardımcı doçentliğe yükseltildi. 1995 yılında Genel Türk Tarihi alanında doçent unvanını kazandı. 2001 yılında profesör oldu. 1997-1998 ve 1999-2000 eğitim-öğretim yıllarında Kazakistan’ın Türkistan şehrindeki Uluslararası Hoca Ahmet Yesevî Türk-Kazak Üniversitesinde misafir öğretim üyesi olarak görev yaptı. Çeşitli seminerler ve konferanslar verdiği gibi panel ve sempozyumlara katıldı. Kazakça başta olmak üzere diğer Türk lehçelerini öğrendi. Bu esnada Özbekistan’ın Semerkant, Buhara ve Hive gibi tarihi şehirlerine, yine Güney Kazakistan’da Sır Derya boyundaki tarihi kalıntıların bulunduğu alanlara geziler yaptı. Saha araştırmalarında bulundu. Aynı üniversitede 2001-2002 öğretim yılında Tarih-Felsefe Fakültesi Dekanlığı görevini yürüttü. 2002 yılının Temmuz Ağustos aylarında Türk İşbirliği Kalkınma İdaresi’nin yürüttüğü Moğolistan Türk Anıtları Projesinde yer aldı. 2004-2005 öğretim yılında Bişkek’te bulunan Kırgızistan Türkiye Manas Üniversitesinin Tarih Bölümünde öğretim üyeliğinde bulundu. Aynı üniversitenin Türk Uygarlığı Merkez Müdür yardımcılığını yürüttü. Sosyal Bilimler Dergisi yayın kurulu başkanlığını yaptı. 2007-2008 Mimar Sinan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü yaptı. 2008 yılında Rektör Yardımcılığına atandı. 2009 Nisan ayında ise Tarih Bölümü Başkanlığına atanmıştır. Şuan ise Yeditepe Üniversitesinde Tarih Bölümü Başkanlığı görevini sürdürmektedir. Çince, İngilizce, Rusça ve Fransızca ile Türk lehçelerinden Kazakça ve Kırgızca’yı bilmektedir. Evli ve iki çocuk babasıdır. MSGSÜ TARİH ARALIK 2015 39 Prof. Dr. Ahmet Taşağıl İle Söyleşi “TARİHÇİ OLMASAYDIM YAŞAYAMAZDIM.” Hocam öncelikle merhabalar. Bizlere vakit ayırdığınız için teşekkür ederim. Takip ettiğim kadarıyla oldukça yoğun geçiyor günleriniz ve akademik çalışmalarınız şüphesiz hayatınızın bir parçası, peki bu zaman dilimi dışında neler yapmayı seviyorsunuz? Akademik çalışma yapmadığım zamanlarda genellikle dağlara, kırlık alanlara, şehir dışına gitmeyi, gezmeyi, yürümeyi seviyorum. Onun dışında televizyon seyretmek, futbol, belgesel, sinema tarzı aktiviteler yapmayı da severim. Ama en çok doğa ile içi içe olmayı, kırlık alanlara gitmeyi seviyorum. Televizyon izlemeyi severim dediniz. Genelde hangi tür programları ya da dizileri izlersiniz? Ağırlıklı olarak belgeselleri seviyorum. Özellikle tarih ile ilgili belgeselleri izlemeyi çok severim. Yabancı dillerin gelişimi açısından yabancı dizilerle de ilgilenirim ama Türk dizilerini pek izlemem. Hocam tahmin ediyorum da Tarih belgeselleri izlerken pek çok hatayla karşılaşıyorsunuzdur. Bu anlamda baktığımızda tarih ile ilgili en sık yapılan yanlışlıklar sizce neler? Herkes hata yapıyor aslında ama en çok hata Osmanlı tarihi ile ilgili yapılıyor. Eski Türk tarihi ile ilgili yapılan hata ise genelde abartılara yer verilmesidir. Olmamış bir şeyi olmuş gibi yorumlamakta bilgi kirliliğine yol açıyor; abartı büyük hata. Dizilerin gerçek tarihe uyma zorunluluğu yok, o sanat eseri sonuçta pek eleştirmiyorum ama dizilerdeki hatalar da can sıkıyor. Özellikle akademisyenlerin yaptığı hata çok önemli bence, çünkü onlar dipnot olarak gösteriliyorlar, başkaları tarafından kullanılıyorlar. Bu sıralar Belgesel çalışmanız var mı? Şu an için yok. Bazı belgesel çalışması teklifleri var ama şu an için netleşen yok. Kafamda daha büyük çalışmalar var. Hayallerimden biri internet ortamında ve televizyonda tarihi belgesel yapan bir kanal kurmak, bu şekilde topluma faydalı olmak isterim. Bunu başarabilirsem, alt yapısını kurarsam çok mutlu olurum. Ama tabii ki bu benim tek başıma başarabileceğim bir şey değil maddi manevi. Bir ekip gerekiyor gençlere ve tecrübeli hocalara ihtiyacım var. Böyle bir ekibin oluşması bu anlamda çok önemli. Bugün Göktürkler deyince akla ilk sizin çalışmalarınız geliyor. Geriye dönüp baktığınızda daha üretmem gereken şeyler var diyor musunuz? Tabii ki var. Kendi kapasitemin sadece 10’da 1’ini değerlendirdiğimi düşünüyorum. Çok daha fazla eser ortaya koymalıydım, kendimi bu anlamda eksik görüyorum, ama bunda benim dışımda bazı dış etkenlerde etkili oldu. Daha fazla eser vermeliydim, kendimi bu konuda çok fazla eksik buluyorum. Özellikle üniversitedeki idari yükler ve çok ders vermek bu durum üzerinde etkili oldu. Şöyle bir örnek vereyim; Benim bir zamanlar bu bölümde yaptığım işi şu an altı hoca yapıyor, şimdi baktığımda bunun beni etkilediğini MSGSÜ TARİH görebiliyorum, o zamanlar bunu hissetmiyordum. Ancak ders vermek tabii ki çok güzeldi. Alanınızda çok önemli işler yapmış olmanıza rağmen kendinizi yeterince eser vermediğiniz hususunda eksik buluyorsunuz, bu isteğinizi ve üretim gücünüzü canlı kılan nedir? Heyecan. Ben buna ilim aşkı diyorum. İlime, tarihe olan aşkımla heyecanımı kaybetmiyorum. Aslında çok zor şartlar altında çalışıyorum, yoğun seyahatlere çıkıyorum ama mutluyum. Önemli olan o. Bu heyecanım olmasa hiçbir şey olmazdı. Söz eserlerinizden açılmışken sormak ihtiyacı duydum. Sizce en iyi kitabınız hangisi? Elbette bütün eserlerin eksik tarafları vardır. Göktürkleri söyleyebilirim, özellikle Göktürkler I çok zor bir konu Göktürkler II ve III ile ilgili Türk kaynaklarında bilgi var. Ama Göktürkler I ile ilgili Çince metinleri anlamak çok zordur. Orijinal metnini Çinliler bile anlamakta zorlanır, onları okumak ve anlamak oldukça zordur. Emek-sonuç ilişkisi olarak bakacak olursak Göktürkler I kitabım bana daha sıcak geliyor. Çıktığı günden beri oldukça ilgi gören bir diğer eseriniz Kök Tengri’nin Çocukları kitabınızdan fazlasıyla yararlanan bir öğrenciniz olarak böyle genel bir yayını yazma fikrinin nasıl ortaya çıktığını merak ediyorum doğrusu. 2009’da katılmış olduğum Teke Tek canlı yayınından sonra toplumdaki ilgi üzerine böyle bir eksiklik olduğunu fark ettim. Ardından notlarımı toparladım ve bunları kullandım. Sonuç olarak yılların birikimini ortaya yansıttım. O popüler bir kitap haline geldi, ayrıca çok fazla başlık koymam kitabın okutulmasına katkı sağladı. Çok başarılı bir eser altıncı baskısını yaptı. Evet, bir boşluğu doldurdu diyebiliriz. Toplumdaki ilgiyi göstermesi anlamında mutluluk verici. Katkıda bulunduysak ne mutlu bize ama burada benimde ders çıkartmam lazım o da şu; çok ağır bilimsel eserler yazmanın topluma direkt bir katkısı yok, zamana ihtiyaç var kısa süreli fayda sağlamak için halkın kolay anlayabileceği kitaplar yazmanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Hocam artık isminiz bir anlamda yaptığınız işle eşdeğer hale geldi. Biraz geçmişe dönersek eğer bu mesleği seçme kararını nasıl aldınız? Bu kararı kendi kendime aldım. Daha okuma yazma bilmeden ben tarih kitaplarına bakıyormuşum. Çocukluğumdan gelen bir sevgi söz konusu. İlkokulda ayrı tarih kitapları vardı sosyal bilimler dersi yoktu. Onları okuyormuşum. İçimde tarihçi olmasaymışım yaşayamazdım düşüncesi var, iyi ki olmuşum çok şükür. Heyecanımızı sürdürmemiz lazım, benim için bu çok önemli. ARALIK 2015 40 GEÇMİŞİN BAKİYESİ Kariyeriniz boyunca umutsuzluğa düştüğünüz bir an oldu mu? büyük bir faydası var. Böyle düşünüyorum. Bizim donanımlı tarihçiler yetiştirmemiz kesinlikle çok önemli. Çok an olmuştur ama bunların üstesinden gelmeyi başardım. Gerek bazı hocalarımın, gerek meslektaşlarımın, gerek öğrencilerimin bu karamsarlıktan çıkmamda katkısı olmuştur. Ben şuna inanırım akademik anlamda dersler yapılırsa tarih çok gelişir. Akademisyenlerin, akademik ortamda ders yapmaları gerektiğine inanırım benim derslerim akademik anlamda soru-cevap ve sorgulama anlamında üst düzeydedir. Öğrencilik etkilendiniz? Bu yollardan başarılı bir şekilde geçmiş biri olarak, geleceğin bilim insanlarına, eğitimcilerine ne gibi tavsiyeler verirsiniz? Mesleği sevmeleri çok önemli, bunun yanında iyi bir tarihçi olacaklarsa hangi dönem olursa olsun çok sayıda yabancı dil öğrenmeleri gerektiğini düşünüyorum. Çünkü yabancı dil, bilimi evrensel kılar. Dünya çapında dil bilmelidirler, ikincisi kaynak üzerine çalışmaları ve bol bol okumaları gerekiyor. Ben lisans düzeyindeyken bildiğim diller itibariyle Türkiye’de ve batıda İslamiyet öncesi Türk Tarihi ile ilgili ve sonrası da dâhil olmak üzere yüzde seksenini okumuştum. Bilmediğim dillerdeki eserleri bilenlere okuturdum, bu bana çok şey kazandırdı. Öğrencilikte temel atmak çok önemli ve gereklidir. Tarihçiler için dil çok önemli diyorsunuz. İlk hangi yabancı dili öğrendiniz? Evet, çok önemli. Benim ilk yabancı dilim Fransızcaydı. Sonra İngilizce ve Farsça çalıştım. Ama Farsca’yı geliştiremedim. Şuan İngilizce, Çince, Fransızca, Rusça ve Türk dillerinden Kazakca, Kırgızca biliyorum. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Tarih bölümünün sizin için anlamı nedir? İfade etmek zor. Bu bölümün her zerresinde emeğimin olduğunu düşünüyorum. Gülçin Çandarlıoğlu hocamız bölümün esas kurucusudur. Bu bölümün programlarında, kadrolarında, çalışmalarında fiili ve teknik anlamda emeğim vardır. Dolayısıyla burası benim hayatımdı. Buradan ayrılmak çok zor oldu, ama bir yerde de zirvede bırakmak gerekiyor. Hayatımın en önemli parçasıdır diyebilirim. Ben bu bölüme kişisel olarak hayatımı verdiğimi düşünüyorum, bu bölümde bana çok şey verdi. Öğrencilerimi hala çok önemsiyorum. Ancak bölüm sadece benimle gitmez. Buraya kadar ben getirdim artık başkaları devam ettirecek. Mimar Sinan öğrencilerinin benim için ayrı bir yeri var ve bunu mümkün olduğu kadar sürdüreceğim. Ben hayatımın 28 yılını kuruluşundan itibaren, her şeyi ile bu bölüme verdiğim için hem çok mutlu hem de huzurlu hissediyorum. hayatınızda en çok hangi hocanızdan Ben İbrahim Kafesoğlu’ndan çok etkilendim, derslerimi de hep onun gibi anlatmaya çalıştım, bilimsel olarak. Onun ders anlatma şekli hoşuma gitmişti. Bilgi dolu ve belirli bir sistem dâhilinde. İbrahim Kafesoğlu’ndan ders almak benim için ayrı bir şanstı, onu unutamıyorum. Neredeyse 35 sene geçti ama hala onun metodu hoşuma gidiyor. Kafamda bir idol halini aldı bilgi doyuruculuğu açısından İbrahim Kafesoğlu bir numaradır benim için. Gençliğin tarih bilinci hakkında ne düşünüyorsunuz? Gençliğin şimdi Facebook bilinci var, sosyal medya bilinci var. Dünya’nın geldiği nokta bu. Bu yüzden eleştirmenin gereği yok. Görsel anlamda bütün imkânları kullanmak lazım ama yine de son zamanlarda Türkiye’de tarihe bir ilgi var, dizilerin etkisi olduğunu söyleyebilirim. Bu sevindirici bir gelişme. Hayatını tarih üzerine kurmuş biri olarak sizin tarih tanımınız nedir? İnsanların yapmış olduğu psiko-fizik hareketlerin zaman ve mekân bakımından değerlendirilmesine tarih denir. Bu da Kafesoğlu’nun tanımıdır. İnsanların yapmış olduğu her şey tarih olabilir. Psikolojiye ve çevreye göre değerlendirmek gerekir örneğin; Afrika’da bir kabilenin böcek yemesi onlar için tarihken bizim için olmayabilir. Bunu sınırlandırmamalıyız. Öyle bir hakkımız yok ben buna inanırım çok genel bir tanım olduğu için ben bu tanımı tercih ederim. Hocam sorularım bu kadardı. Çok teşekkür ederim. Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Derginize başarılar diliyorum. Gençlerin bu işe heves etmeleri beni mutlu ediyor. Hiçbir zaman asla dememek lazım her gün yeni bir şey çıkıyor. Her yeni gün yeni başarılar demek. Bunu unutmayın! Sınır koymamak lazım. Sınır koyup, kalıplara sıkıştığımız an tarihçilikten uzaklaşıyoruz. Dünyanın farklı yerlerini gördüğünüz için genel olarak Türk Tarihçiliğine bakış açısını nasıl buluyorsunuz? Aşağı yukarı 10-15 yıl içerisinde eski Türk Tarihi araştırmaları rayına oturdu. Eski ‘’Barbarca’’ bakış açısı ortadan kalkmaya başladı, bunun sağlanmasında arkeolojinin Hocamızla küçük bir anı. Kendisine teşekkürlerimizi sunuyoruz. MSGSÜ TARİH ARALIK 2015 41 MAD MAX: FURY ROAD Aybike İlay CEYLAN Bu senenin Cannes Film Festivali’nde prömiyerini yapan ve geçtiğimiz aylarda FIPRESCI (Uluslararası Film Eleştirmenleri) tarafından “En İyi Film” ödülünü kazanan Mad Max, vahşi ve nefes kesici bir aksiyon filmi. Otuz sene sonra efsane Mad Max serisine yönetmen ve senarist olarak dönen ve iyi ki dönmüş dedirten George Miller, orijinal serinin ikinci filmi olan Road Warrior (1981)’un hikâye yapısını temel alarak bizi bir kovalamacanın içine çekiyor. Su savaşları yaşanan, çorak ve post-apokaliptik bir dünyaya Max Rockatansky (Tom Hardy) adlı yalnız kovboy misali gezinen sessiz bir adamla gözlerimizi açıyoruz. Dünya, şuan içinde bulunduğumuz dünyadan epey farklı ve medeniyet denen kavramın suyla birlikte akıp gittiği bir kara parçasından ibaret. Böyle acımasız bir ortamda Max, kendini Immortan Joe (Hugh Keays-Byrne) adlı bir diktatörün hâkimiyeti altında buluyor. Bunun ardından yolu, Immortan Joe’dan önemli bir şey kaçıran Imperator Furiosa (Charlize Theron) ile kesişiyor. Joe ve onun için ölerek Valhalla’ya (İskandinav mitolojisinde kahramanlar için var olan bir nevi cennet) gitmeyi yaşamlarının amacı haline getirmiş Savaş Oğlanları; Max ile işbirliği yapmak zorunda kaldığı Furiosa‘nın grubunun peşine düşüyor ve filmin sonuna kadar dur durak bilmeyen macera böylece başlıyor. Türünün en iyileri arasına adını rahatlıkla yazdıran film, saf aksiyon vaat ediyor. Üstelik bunu CGI teknolojisine çok fazla bel bağlamadan eski usul görsel efektlerle, dublör kullanarak zor yoldan başarıyor. Bütün bunlar John Seale’ın turuncu tonlarıyla donatarak tablo misali yarattığı sinematografisiyle de birleşince ortaya sınırları zorlayan güzellikte bir görsel şölen çıkıyor. Junkie XL’ın hazırladığı soundtrack ise film ile gerçek anlamda iç içe geçerek (kovalamaca sırasında bize eşlik eden çılgın gitarist bunun güzel bir örneği) seyir zevkinin etkisini artırmış. Tom Hardy her zamanki gibi rolünün hakkını vermiş ancak asıl övgüyü güçlü bir savaşçı portresi çizen Charlize Theron ve savaş oğlanlarından biri olan Nicholas Hoult’un (Nux) hak ettiğini söylemek gerek. Max, fazla konuşkan olmayan bir karakter olmasının da getirisiyle filmde bir türlü ön plana çıkamazken, onun aksine Furiosa, arka plandaki hikâyesiyle daha fazla yer ediniyor. Başlangıçta filmin adı Mad Max: Furiosa olarak düşünülmüş ve Charlize Theron’un karakterinin filmde daha fazla yer edineceği şekilde bir senaryo yazılmış ancak bundan vazgeçildikten sonra bile Furiosa’nın filmde önemli bir yer tuttuğu aşikâr. Film boyunca Max hakkında çok fazla bilgi edinemiyoruz. Fakat şimdiden Tom Hardy’nin iki film için daha anlaştığını düşünürsek onu yakından tanımak için bol bol zamanımız olacak. Mad Max: Fury Road, günlük yaşantının koşturmacasından kaçmak isteyenler için iki saatlik doludizgin bir aksiyon olmasının yanı sıra George Miller’ın dahiyane yönetmenliği için de görülmeye değer.