Üzüm... Oda... Yumruk
Transkript
Üzüm... Oda... Yumruk
ÜZÜM ... ODA ... YUMRUK... Küçük kız yer yatağından küçük odanın gecesine gözlerini açtı. Bitişik odaya bakan pencere yarı aydınlıktı. İdare lâmbasının ışığı ucu delik işiyle süslü patiska perdeyi camın öteki yüzüne bembeyaz germişti. Dingin bir bekleyiş içinde cama bakmaya başladı. Belki hiç olmazdı... Ama oldu! Perdedeki buruşuksuz, kırışıksız, bembeyaz gerginlik yavaş yavaş yumuşadı. Parmak batacak gibi oldu. Sonra dalgalandı, kıvrandı, kabardı. Öteki odanın tüm boşluğunu doldurmuş bir şey oldu. Sonra o şey geldi cama dayandı. Var gücüyle yaslandı. Orada gene eriyor, yayılıyor gibi yaptı. Vazgeçti. İçinde kıvrım kıvrım kımıltılarıyla pencerenin perde yerine yapıştı kaldı. Küçük kız, ara penceredeki bu beyaz kargaşadan gözlerini ayırmadan yatağında kıpırtısız yatıyordu. Onu yeniden buruşuksuz, kırışıksız, ucu delik işiyle süslü o beyaz perde yapıncaya kadar kımıldamayacaktı. Sonunda her şeyi yerli yerine oturtmayı başardı. İşte pervazın dörde böldüğü geniş, kocaman pencere! İşte, gergin, kırışıksız, bembeyaz patiska perde! Oda, pencere, perde, ışık, ve küçük kız... Hep birlikte dinginliğe erdiler. Artık öteki odanın gece lambasının zayıf ışığı perdeden geçip küçük odanın çıplak duvarlarını belirlemekte. Ama burnunun içi kupkuru. Nefes alırken hava burnunun içinin kıyılarına sürtüp acıtıyor. Ağzıyla nefes alınca ağzına serinlik doldu. Bu küçük ara oda hiç zifiri karanlık olmazdı. Tam aydınlık da olmazdı. Tavandan sarkan çıplak ampul yanarken bile yarı karanlıktı. Yan odaya bakan kare biçimli bu kocaman pencere, gündüz, büyük odadaki bahçe ışığını, gece, odada açık bırakılan idare lambasının ışığını bu yana geçirirdi. Camın öte yanındaki perde hep gerili durur, camı örter, ışığı keserdi. Yüklükten yatağı indirilince küçük oda büyürdü. Yere yayılınca yatak incelir, yerdeki kilimler gibi neredeyse yaygıya dönüşür, odadaki en yüksek karaltı, mangalın olurdu. Mangal, şimdi, içinde arta kalan korlar külle örtülmüş, sabahı beklemekte. Sabahleyin, daha o uyanmadan yakılmış olacak. Bu uzun dört köşe saç mangalla araları iyi. Kendisi nasıl hep vardıysa mangal da vardı. Kendiliğinden birlikteydiler. Öğlene kadar üzerinde yemek pişerdi. Yemek piştikten sonra mangal bu küçük odaya alınırdı. İki yanındaki yer şiltelerine diz çökmüş oturulur, üzerinde eller ısıtılırdı. Kocaman pencere büyük odadaki gün ışığını süzüp küçük odaya aktarırken, küllenen korlar yarı karanlıkta için için parlardı. Sonra gece için mangal bir kez daha yakılırdı. Henüz odadayken küller eşelenir, küçük ateş parçacıkları ortaya kümelenir, sonra avluya götürülür, korların üzerine bir kaç çıra çubuğu konur, odun kömürüyle doldurulur, dipteki ateş üflenip alevlendirilir, kömürlerin hepsi yanıp kıpkırmızı kor parçalarına dönüşünceye kadar kalın bir mukavva parçasıyla yellenirdi. Karanlık bir gecede mangal ateşi yakılırken seyretmekten daha güzel ne vardır? Ateşi hep dayısı yakardı. Uzun maşasını korlara daldırıp yanmamış kömürleri marsık alevlerinin üzerine çatarken yüzüne vuran kızıllıkla bir sihirbazı andırırdı. Yellediği ateş, alevden diller uzatır, kıvılcımlar saçardı. Karanlık gecede mangaldan fırlayan kıvılcımlar geceyi daha da karartırdı. Savuran lodosla, avlunun içinde, evrenin yıldızları gibi dönerlerdi. Küçük kız yatağında yan döndü. Dizlerini karnına büktü. Avuçlarını bitiştirip ellerini oylukları arasına yuvaladı. Kolları, bacakları somun gibi sıcaktı. Ayak tabanları duvarın soğukluğunu aradı. Çivi gibi ayazda, fırından yeni çıkmış somun ekmeklerle eve dönmek de güzeldir. Kollar somunların sıcaklığını sarmış, kucaklamıştır. Mis gibi tüten taze ekmeğin kokusu burnunda dolanır. Somunların üzerindeki hava titreşir. Ayaz, önünde duramaz, kaçar. Ardında bir yerlerde gezinir. Anımsadı... Fırıncının kollarına bırakıverdiği somunlara sarılmış, mutlu mutlu eve dönüyordu. Donmuş toprak yol tekerlek çukurlarıyla yol yoldu. Takunyaları her adımda ayrı sesler çıkarıyordu. Gene anımsadı... Bu kez yazdı. Bu ayni yolun bu kez yumuşacık beyaz tozunda yürüyordu. Yerde tozların içinde o iri üzüm tanesini gördü. İçinde sakladığı donuk parıltıyla sapsarı, yusyuvarlak, atacağı adımın tam önünde duruyordu. Orada zınk diye durmuştu. Dili damağı sulanmış, üzümü dilinde yuvarladığını, dişleriyle çatlattığını, suyunun ağzının içine saçılışını duymuştu. Issız yolda üzüm tanesiyle o birbirlerine bakmış kalmışlardı. Ve.... üzüm tanesini yerden almadan yürümüş geçmişti... (Ama, beyaz tozun içindeki o pırıltılı üzüm tanesini -eğilip yerden almayışıyla birlikte- hep aklında tuttu.) ...Küçük kız sıcacık somunlarını sıkı sıkı kucaklamıştı. Birden karşıdan gelen dayısını gördü. Geride fırının önünde itişip kakışan kalabalık, kolundaki sıcacık ekmekler, bir yerlerde oyuna dalıp oyalanmadığının kanıtıydı. Herkesle birlikte ekmeğin fırından çıkmasını o da beklemişti. Gene de içi hop etti. Ama dayısı onu aramaya gelmemişti. Onu alıp götürmeye, belediye başkanının karşısına çıkarmaya gelmişti. Birlikte belediyeye gittiler ve başkanın odasına girdiler. Ooooo!.... Ne güzel odaydı!.. Bir kere ılıktı. Kocaman... Güneşli... Ipılıktı... Kocaman masa. Atatürk tablosu. Çook yüksek tavan. Kabarık tüylü halı. -Meşin dendiğini sonradan öğrendiği- Meşin koltuklar... Temizlikten parıldayan oda ona gülümsüyordu. Odayla o, hemen dost oldular. Ilık havası, köpek yavrusunun dili gibi, çıplak bacaklarını yaladı, gıdıkladı. Gıdıklanmayı yatıştırmak için, ayaklarını takunyalarından çıkartıp karıncalanan bacaklarına sürttü. Kocaman meşin koltuklarında ufacık görünen iki adam sonunda konuşmayı kestiler. Başlarını çevirip baktılar. Adamların elleriyle kolları, bir süre, konuşmayı kestikleri gibi kaldı. Dayısı konuşmaya başladı. Kolunu onlara doğru salladı. Yükseldikçe daha da incelen sesiyle adamlara suçlamalar sıraladı. “Günah değil mi?.. Bakın!.. Yavrucağın halini görün!..” Dayısının adamları neden azarladığını anlamadı. Dışarıdaki soğuktan, çorap babuç giymeden takunyalarını geçirip sokağa fırlamasından, fırının önündeki kalabalıkta bir saat beklemesinden onlar neden suçlu olsunlardı ki? Neyse ki adamlar yalnızca birer yabancıydılar. Zaten oda da kimseye aldırmıyor, gülümsemesini sürdürüyordu. Soğuktan sonra sıcağa giren burnu aktı balon yaptı. Ama somunları tutuyordu. Kolunu kaldırıp silemedi. Sonunda dayısı sustu. O da bacağına sürttüğü ayağını takunyasına soktu. Boşuna nefes tüketmekti. Adamlar başlarını salladılar ama gözleri hep yabancı baktı. Bir tanesi kalktı. Usul sesle avuturca, sırtlarını sıvazlaya iteleye onları odadan çıkardı. Kapıyı arkalarından kapattı. (Ama işte o ‘gülümseyen oda’ aklından hiç çıkmadı.) İnsanın burnunun balon yapması, başına olmadık iş açar. Ağlamak yüzünden aktıysa o başka. Gözyaşının tadı tuzludur. Burnundan akansa tatlıdır. Birbirine karışınca yüzünü kaplayan o ıslaklık aslında insana ferahlık verir. Anımsıyordu... Kollarını dar sofanın kireç badanalı duvarına dayamış, alnını kollarının çaprazına yaslamıştı. Ağzına dolan tuzlu tadı yutkunuyordu. Burnunu omzuna silmeye çalıştı. Sümükleri gözyaşlarına karışıp yüzüne sıvandı. “Dayaktan gebertsen, gıkı çıkmaz!..” dedi, arkasındaki kadın. Arkasındaki büyük odaya girdi. Kapısını kapattı. Sofadaki öteki kapı ara odanın kapısı! Bu küçük oda, dükkâna bitişik. Dükkânın eve doğrudan kapısı yok. Sokağa çıkar, eve sokaktan girersin. Uzun sofanın bir kapısı sokağa, öteki kapısı avluya açılırdı. Her iki uçtaki kapılar, şimdi dışarının beyaz aydınlığına açıktı. Sofa boyunca akan hava ıslak yüzünü serinletiyordu. Öylesine avutucuydu ki, neden dayak yediğini unutmuştu bile. Odasına kapanan kadına ‘yenge’ demek ona hep zor gelmişti. ‘Yengeç!’ der gibi... Dayısının uzun askerlik yallarında, yengesinin kendisine bir fiske bile vurmadığı, birbiri ardınca sessizce tükenen, uzun, upuzun, dingin günler geçirmişlerdi. O suskun kadınla o zaman can yoldaşıydılar. Dışarı dünyaya karıştıkça dayanışma bitmişti. Yengesi de onu gitgide dayakla cezalandırır olmuştu. Gık demezdi, doğru! Dayak haklı ise, cezayı sineye çekerdin. Haksızsa bağırmamakla haksızlığa direnirdin. Mahallenin çocukları dayak yerken avaz avaz bağırırlardı. Dayak yerken bağırmadığı için kızan yengesini anlamak daha da zordu. Ama avluda her çıplak yerine uyuz merhemi sürerken ciyak ciyak bağırmıştı, o başka! Uyuz yaraları yüzünden yengesiyle büyük kentteki doktora gidilmiş, kahverengi bir merhemle dönülmüştü. Avluda kuyunun başında yengesi o kahverengi merhemi ayak tırnaklarından saçlarının köküne kadar, bütün vücuduna sürmüştü. Merhem yakıcıydı. Küçük bir şeytan gibi, avluda oradan oraya sıçraya sıçraya, avaz avaz bağırmıştı. Ve iyileşmişti. Bitlendiği zaman da yengesi onca uğraşmasa, entarilerinin kat yerlerine dizili semiz beyaz bitler tükenmek bilmeyecekti. Aslında, cezalanmak değil ‘dayak olayı’onur kırıcıydı. “Allahım, canımı al!” neredeyse her gecenin yakarışı olmuştu. Şimdi gece olduğu kesin. Dayısı daha dükkânda mı? Yoksa eve geldi de yattılar mı? Kestiremiyor. Patiska perdenin delik işi nakışları perdenin ortasında iki simetrik kıvrımla bükülüyor. Cim! Karnında nokta!.. Dayısı ona eski yazıyı öğretti: “Baroya girersin!..” Baronun ne olduğunu açıklamadı. Demek ki anlamını kendisi bulmalı. Gizli bir inatla baronun ne olduğunu öğrenmek istemiyor. Ürküyor! ‘Mote Kristo Kontu’ eski yazı ile sarı saman kâğıdına basılmış kocaman bir kitap. Üç parmak kalınlığında. Sayfaları ikiye katlı gazete kadar. O kitabı okudu. Bitirdiğinde yalnızca ilk bölümünü okuduğu ortaya çıktı. Gerisini hep merak etti. Monte Kristo’yu dükkânda dayısına okuyordu. Eski Türkçesinden! Yüksek sesle! Çeşitli dinleyicisi de oluyordu. Dayısı onu yükseltilmiş bir bölmeye oturtmuştu. Kitabı okurken herkesi yukarıdan görebiliyordu. Dayısı kâh dikiş makinesindeydi. Kâh ütü tezgâhında. Hiç durmadan çalışırdı. Dükkândan ancak kapının önündeki körüklü makinesiyle vesikalık fotoğraf çekmek için ayrılırdı. Dükkânda ona da iş vardı. Ters yüz edilecek takım elbiseleri ya da palto dikmek için asker kaputlarını sökme işi onundu. Dikişleri jiletle ayırırdı. Boyama işi için avluda odun ateşi yakılır, kocaman kazanda su kaynatılır, kaputun sökülen parçaları suya atılan siyah boya ile boyanır, sahibine yepyeni bir palto dikilirdi. Peki, dayısı kendi kaputundan niye kendine de bir palto dikmemişti? Onu paltoyla hiç görmemişti. ... Dükkân kalabalıktı. Elektrik düğmesini çevirmeyi akıl eden çıkmamıştı. Herkes birbiriyle konuştuğu için Monte Kristo’yu sesli değil, içinden okuyordu. Dayısının tartışmalarda yükseldikçe incelen sesi dükkânda çınlayınca başını kaldırdı. Dikiş makinesini durdurmuş, sol eliyle kumaşı yerinde tutuyor, sağ kolunu havaya kaldırmış, sıkılı yumruğunu yukarıya sallıyordu. “O, benim halimi görmüyor mu O?!!!” Yumruğunu kime salladığı belliydi. Dayısının kafa tutması için bir haksızlık yapıldıysa bilmiyordu. Şaşırdı ama ürkmedi. Tanrı içimizdeydi. İçimizi bilirdi. İyi olanı korurdu. Dayısı iyiydi. Onu korurdu. (Ama küçük adamın Tanrı’ya salladığı o yumruk aklında iyice yer etti.) Tatlı uyku gene görüşünü örttü... Bu kez keskin ışığa uyandı. Gözlerini hemen yumdu. Kuru, şiş dudaklarının arasına, serin, kadife dokunuşlu, diri bir şey itiliyordu. Ağzını açmamakta direnmek istiyordu. Başını yana kaçırdı. Başaramadı. Sonra sert, iç açıcı kokuyu algıladı. Yerde, başının yanında yeni soyulmuş portakal kabuklarını gördü. Portakal!!! Anılarında bir yerlerden portakalı biliyordu. Ateş gibi yanan dudaklarını araladı. Portakal dilimi, ağzına itildi. Isırdı. Kokulu, soğuk, mayhoş sıvı ağzına yayıldı. Aldığı tadın şiddetinden dilinin kökü sancıdı. Gözlerini araladı. Kırpışan kirpikleri arasında, dayısının eğilmiş karaltısı ışıkta titreşti. Birbiri ardından, portakal dilimlerini ağzına veriyordu. Kilimin üzerinde soyulmamış bir portakal daha vardı. Kendi ince, mutlu sesinin yükseldiğini duydu: “Dayııı!!!........” Müzeyyen Engin Erim ÖNEMLİ BİR ŞEY Kendime diyorum ki: “Bu evde önemli bir şey oldu. Az şey mi?.. Bu evde biri öldü.” Geçen hafta çocuklar eve bir kedi yavrusu taşıdılar. Sokaktan bulup getirdiler. Çocuklar dediğim, yeğenlerim! Kız dokuz, oğlan yedisinde. Biraz oynamalarına izin verdikten sonra anneleri kediyi gene sokağa bıraktırdı. Gece, karı koca yemeğe çıktılar. Çocuklar kediyi gene alıp getirdiler. Uykuya yatarlarken ben bu kez tuvalete kapattırdım. Anne-baba eve döndüklerinde, baba, kediyi kızının koynunda buldu. Ben tam, holdeki masada ütü yapmaya başlıyordum. Eniştem önümden geçti. Kediyi ensesinden tutmuş, götürüyordu. Balkona yürüdüğünü gördüm. Kolunu şöyle bir savurdu. “Küçük o, Enişte, ölür! Ben dışarı bırakayım,” dememe kalmadı... Az sonra yere vuran cismin çıkardığı sesi duydum. Küüt!!! Ben ütü yapmayı sürdürdüm... Ablam mutfaktan geldi. Balkonda kediyi aradı. Balkondan atıldığına inanamadı. Merdivenlerden aşağıya koşarak indiğini duydum. Yerden beş kat yukarıdan, balkondan aşağıya baktık. Ablam boş arsada, kireç çukuru olarak kazılmış, koskoca, dört köşe bir çöplüğün çevresinde, “Pisi pisi!.. Pisi pisi!.. diyerek dolaşıyordu. “Çukurda ara!” diye seslenemedim. Ütüme döndüm. Ablam, alabildiğine boşanan hıçkırıklarla geri döndü. Kediyi göğsüne bastırmıştı. “Öldü!” Mutfak kapısının önüne yere oturdu. “Bu zalimlik, bu! Bu gaddarlık, bu!..” Su istedi. “Çabuk!...” Bir yoğurt kâsesiyle koştum getirdim. Parmaklarını ıslattı. Kedinin başına silkeledi. “Allah’ım! Ölmesin bu! Allah’ım! Yoksa bütün hayatım zindan olur.” Gene ütüme döndüm. Eniştem ortalığı adımlıyordu. “Bir şey yapılamaz mı?” dedim. “Ben de onu düşünüyorum,” dedi. Batıl inançları vardır. Şimdi iç dünyası kargaşa içinde olmalı. Bir kedi öldüren yedi sene sürünür. Belki öleceğini aklına getirmemişti. Kediler dokuz canlıdır. Ama bu yavru kedi! “Allah’ım, can çekişiyor. Ölecek!” diye bağırdı ablam. Kedinin başı titriyor, arada sırada yırtılan bir miyavlama salıveriyordu. Eniştemin sokak kapısından çıkıp gittiğini duydum. Baktım, ablam hâlâ yerde oturuyordu. Elinde kedi yoktu. “Öldü mü?” Güzel ağlıyordu. Güzel ağlamak büyük şans. “Yapma!” dedim. “Çocuk da üzülüyor.” Kızı, yatağında, kocaman gözlerle tavana bakarak yatıyordu. Gözlerinde korku, pişmanlık, cezalanma, Allah bilir daha neler okunan bir karanlık vardı. Ablam da yanına geldi. “Çok şükür, yavrum, evlâdım! Kurtuldu! Baban, dışarı bırakmaya gitti... Bak, ne kadar üzüldük! Bir daha eve getirmeyin. Söz dinleyin.” İnsan, sahiden, kedi kurtulmuş zannederdi. Eniştem döndü geldi. Ablama bakındı. Bana sordu. “Şimdi buradaydı,” dedim. Yine aradı. Bana seslendi. “Nerde ablan?” “Bilmiyorum. Şimdi buradaydı,” diye bağırdım yine, “Belki yatak odasının balkonundadır.” Orada da yoktu. Dehşet, yıldırım zigzaklarıyla insanın beyninde nasıl dolanıyor. Sonra eniştemin, ablamı ön balkonda bulduğunu gördüm. Cevap verebilmekten aciz, alet sandığının üzerinde oturmuş ağlıyordu. Eniştem de yanındaki sandalyeye çöktü ve derin bir nefes aldı. Ben, dayanacak bir kapı bulup ağladım. Sonra yine ütüme döndüm. Onlar yattılar. Onlara ne oldu bilmiyorum. Parlak bir fikir gibi, “Bu evde önemli bir şeyler oldu,” diye düşündüm. “Az şey mi? Bu evde biri öldü. Bir can yok oldu.” Ertesi gün ve sonra... Dehşet, geldi gitti. “Kedi öldü!” “Kedi öldü!” Kedi öldü!” İş yerinde... Sinemada... Yemekte... Yatakta... “Kedi öldü!” Nişanlıma anlatmayı düşündüm. Yenildim. Anlatamayacağımı biliyordum. Daha, “Çocuklar eve kedi getirmişler. Kim bilir kaç günlük. Fırıncının kedisini...” diye başlarken o da dinlememeye başlayacaktı. Oysa ne güzel kediydi. “Çok oyuncu, teyze!” diyorlardı çocuklar. Kızla oğlan, kim daha çok oynattıracak diye kavga ediyordu. Sonra kuş öldü... Bir sabah çocuklar, “Teyze, kuş öldü!” dediler. Ağaçtan, yuvadan düşmüş, kanadı kırık bir kuş yavrusuydu bu da. Ben onu ilk kez, gagasında bir top kıymayla gördüm. Ablam kıymayı kuşa nasıl yutturacağını düşünüyordu. Ertesi sabah kızının, annesine, “Bu sabah, babası, annesi, teyzesi, kuşu yoklamaya geldiler,” dediğini duymuştum. Kedi öldüğü gece, ona, “Sana bir kuş alırız. Onu sever misin?” demişti annesi. Severdi. Kız yeğenim, “İşte, bana kuş alındı!..” demişti. Müzeyyen Engin Erim