kadınlar akademisi - Bağcılar Belediyesi
Transkript
kadınlar akademisi - Bağcılar Belediyesi
Kadınlar Akademisi KADINLAR AKADEMİSİ 2015 DERS NOTLARI 1 Kadınlar Akademisi BAĞCILAR BELEDİYE BAŞKANLIĞI Adres: Güneşli Mah. Kirazlı Cad. No:1 34200 Bağcılar / İST. Tel: +90 212 410 06 00 - Faks: +90 212 410 06 32 kultur@bagcilar.bel.tr / www.bagcilar.bel.tr Kültür Yayınları Dizisi No: 286 ISBN: 978-605-64290-3-3 Yayın Yönetmeni Lokman ÇAĞIRICI Proje Yöneticisi veYayın Koordi̇ natörü Kenan GÜLTÜRK Yayına Hazırlayan Nihat ADIGÜZEL Yayın Kurulu Kenan GÜLTÜRK - Nihat ADIGÜZEL Ekrem KIZILTAŞ Özlem SEVİNÇ Tashih ve Redaksiyon Ekrem KIZILTAŞ Grafik Tasarım Gamze Nur KAHRAMAN Baskı Seçil Ofset 100. Yıl Mahallesi Matbaacılar Sitesi 4. Cadde No:77 Bağcılar, İSTANBUL 0 (212) 629 06 15 Baskı Tarihi Mayıs - 2016 2 Kadınlar Akademisi İÇİNDEKİLER Aile İçi İletişim Ve Ötesi Doç. Dr. Esra İşmen Gazioğlu...............................................................5 Zaman Yönetimi ve Planlı Yaşama İsmail Karasu.........................................................................................34 Kadın ve Zarafet Ayla Ağabegüm.......................................................................................58 Çocuk Eğitiminde Anneliğin Önemi Seyhan Büyükcoşkun.............................................................................79 Kadın ve Medya Prof. Dr. Edibe Sözen.............................................................................104 Kadın ve Siyaset Fethiye Atlı, Zeynep Akgün, Fatma Toru............................................128 Osmanlı'dan Günümüze Kadının Ekonomideki Yeri Dr. Yasemin Tümer Erdem...................................................................165 3 Kadınlar Akademisi 4 Kadınlar Akademisi BAĞCILAR BELEDİYESİ KADINLAR AKADEMİSİ (2014-2015 Sezonu açılış Programı) Konu: Aile İçi İletişim ve Ötesi Konuşmacı: Doç. Dr. Esra İşmen Gazioğlu Ekim-2014 Sunucu Kadınlar Akademisi programımızın 2014-2015 eğitim sezonunun açılış konuşmasını yapmak üzere Başkan Yardımcımız Sayın Kenan Gültürk Beyefendiyi huzurlarınıza davet ediyorum. Kenan Gültürk Başkan Yardımcısı Sayın Belediye Başkan yardımcılarımız, değerli hocalarım, Sayın Müftüm, Belediye Meclis üyelerimiz, İlçe Teşkilatımızın çok değerli ilçe Başkan Yardımcıları, İlçe Yönetim Kurulu Üyelerimiz, değerli hanımefendiler; hepiniz Bağcılar Belediyemizin düzenlemiş olduğu Kadınlar Akademimizin 2. Sezon açılışına hoş geldiniz, şeref verdiniz. Sözlerime başlarken hepinize Belediye Başkanımız Sayın Lokman Çağırıcı Başkanımızın hem selamlarını, hem de saygılarını iletiyorum. Zira Belediye Başkanımız şu anda Haliç Kongre Merkezi'nde Türkiye çapında yapılan ve İstanbul'u da 4 belediyesinden bir tanesi olarak temsil eden bir görev icra ediyor. Dolayısıyla gelme ihtimali, ben de beraberdim, ben de onun için geciktim, salona girerken de hocama onun için espri yaptım. Bir kitapta okumuştum hocam affınıza sığınarak, “İtiraf etmek, kınanmaktan evladır” diye. Biz de geciktik, size bir özrümüz söz konusu. Çünkü marifet; bir işi yapılır kılabilmek önemli. Bir de yapmış olduğumuz işin adı Bağcılar Belediyesi Kadınlar Akademisi. Akademi deyince, orada zamanı kullanma var, onu en verimli şekilde kullanma var, ona sadakat duyma var, ilk önce idareciler olarak, yöneticiler olarak, bu işin başında, bu işi tertipleyenler olarak bizim ilk önce ona saygı duymamız gerekiyor. O bakımdan dolayı, belki başkanımızı sizlerle buluşturmak için gayret ettik. Fakat toplantı devam ediyor. Akşam saat 17:00'ye kadar da devam edeceğinden dolayı, mecburen biz oradan çıktık sizin karşınıza geldik. O bakımdan dolayı hepinizden özür diliyoruz geciktiğimiz için. “Bilgi güçtür, bilgili kadın güçlüdür” sloganıyla başlatmış olduğumuz ve 1. döneminde 287 hanımefendiyi mezun etmiş olduğumuz bir çalışmayı başarıyla tamamladık. Biraz önce müdire hanım bizim mal müdiremiz, bizim hazinenin başında sizin gibi bir değerli hanımefendi var. Sağ olsun, Bağcılar belediyemizden 5 Kadınlar Akademisi sitayişle bahsederken, biz almış olduğumuz bu projelerimizin, başlatmış olduğumuz bu projelerin hepsini sürdürebilir kılmak için çok büyük bir gayret sarf ediyoruz. Hani inancımızda da vardır. Efendimiz (sav) “Az da olsa amellerin devamlı olanı hayırlıdır” buyuruyor. Müftümün huzurunda konuşuyorum affına sığınarak. Bizim medeniyet tasavvurumuzda da bu vardır. Bugünkü modern çağda da Avrupa Birliği projelerinde veya fonlu projelerde de, bir proje uzmanı olarak da ifade etmem gerekirse, onlar da şunu derler; önemli olan bir projeyi başlatmak değil, marifet o projeyi sürdürülebilir kılmak önemlidir. O bakımdan gerçekten Bağcılar ile gurur duyabilirsiniz. Kendinizle gurur duyabilirsiniz. Çünkü; Bağcılar sizinle beraber bir Bağcılar oluyor. Siz varsınız ki Bağcılar var. Siz olmasanız Bağcılar olmayacak. O bakımdan dolayı Bağcılar bugüne kadar başlatmış olduğu projelerin her birini sürdürülebilir kıldı, devamlılığını sağladı, o bakımdan dolayı emeği geçen ilk Belediye Başkanımızdan şu andaki Belediye Başkanımıza kadar emek veren herkese teşekkür ediyor, vefat etmiş olanlara Cenab-ı Hakk’tan rahmet, yaşayanlara da hayırlı ömürler diliyor, hepinize çok teşekkür ediyoruz. Biz bir proje ortaya koyuyoruz, aynen sizin evlerinizde akşamleyin ev halkınıza sunmuş olduğunuz bir sofra gibidir bu. Ama o sofranın bereketi o yemeğin yenme anındaki tebessümle doğru orantılıdır. Sizin aslında sanatınızdır. Ama ev halkı o sanata bir tebessümle, bir eline sağlıkla, bir bereketli olsun demekle eğer bir iltifat edebiliyorsa sizin o yorgunluğunuzun tamamı geçip gidiyordur diye düşünüyorum. O bakımdan biz de buraya bir sofra kurduk. Bu da bir sofra, bir bilgi sofrası. Dolayısıyla insanın iki tarafı var. Birisi midesiyle, birisi de yüreğiyle veya beyniyle alakalı. Bu bakımdan şu anda bir akademinin içerisindeyiz. Dolayısıyla üniversite mezunu olabiliriz, yüksek lisans mezunu olabiliriz, doktora mezunu olabiliriz. İlkokul mezunu olabiliriz. Hiç fark etmiyor. Hatta ve hatta hiç bir okul mezunu da olmayabiliriz. Önemli olan bizim, bu çağda, kendi medeniyetimizin var olan, o tevarüs etmiş, o damıtılarak elde edilen, o süzgeçten geçen bilgileri beynimize, yüreğimize, vicdanımıza nakşedebiliyorsak biz kahramanız demektir. Bunun en önemli özelliği bu. Bu akademinin en büyük özelliği bu. Birinci kurda mezun olan arkadaşlarımızın basında, haberlerde yer aldıktan sonra birçok insan bizi aradı. “Bunu nasıl becerdiniz, bunu nasıl başardınız? Gerçekten bu kadar hanımefendi mezun oldu mu?” Gibi bir takım sorular soranlar oldu. Yurt dışından, bizim kardeş belediyelerden “bu işi nasıl beceriyorsunuz, nasıl yapıyorsunuz?” 6 Kadınlar Akademisi diye soranlar oldu. Biz, Belediye Başkanımızın tabiriyle; “752.000 üyesi olan bir aileyiz.” Dolayısıyla kendi içerisinde çok muhteşem bir iletişimi var, gönül bağı var, sizler de, her biriniz bu gönül bağının bir zincirisiniz, zincirin halkalarısınız. Bir zincir ne kadar güçlüdür? En zayıf halkası kadar güçlüdür. Ama sizin her biriniz birbirinizden güçlüsünüz. Biz size teşekkür ediyoruz. Sizi tebrik ediyoruz. İnşallah bugünkü bu akademimizin ilk dersini bir önceki dönemde de hocamla başlamıştık. Yine hocamla başladık. Biz onun derslerinden gerçekten memnunuz. Kendisi burada olmasa, gıyabında daha güzel laflar edeceğim. Ama marifet iltifata tabiidir. Çok takdir etmiştim. Sonra başka bir yerde daha dinledim. O zaman da çok takdir ettim kendisini. Şimdi, dolayısıyla sizlerin de onun bu güzel üslubundan, onun bu güzel azığından istifade edebildiğiniz kadar istifade etmenizi temenni ediyorum. Bu yeni akademi yılının buradaki başta kursiyerlerimiz olarak sizlere, sonra bizim burada görev alan arkadaşlarımıza, sonra Bağcılarımıza hayırlı olmasını, hayırlar getirmesini temenni ediyorum. Cenab-ı Hakk, hepimize daha nice birbirinden güzel programları birlikte yapmayı, onu birlikte yaşamayı nasip etsin diye temenni ederken sözlerimi, hepinizi sevgiyle, saygıyla selamlayarak hitama erdiriyor saygılar sunuyorum efendim. Sunucu Başkan Yardımcımız Sayın Kenan Gültürk Beyefendiye açılış konuşması için çok teşekkür ediyoruz. Şimdi de Ak Parti Bağcılar İlçe Başkanı Sayın İsmet Öztürk'ü mikrofona davet ediyoruz. İsmet Öztürk Ak Parti Bağcılar İlçe Başkanı Kıymetli Belediye Başkan Yardımcılarımız, meclis üyelerimiz, kıymetli müftümüz, değerli hocamız ve çok kıymetli hanımefendiler, beyefendiler, ben de öncelikle sözlerime başlarken hepinizi saygıyla selamlıyorum. Bir akademi yılının açılışını yine hep birlikte yapıyoruz. Bağcılar Belediyemiz gönüllü meclisleriyle gerçekten bu işin öncülüğünü yapma noktasında bir kıymet ifade etti. Bazen bu işe gıptayla bakıldı, bazen de ortaya çıkan değerler itibariyle de birçok kurumlara, belediyelere bu anlamda model oldu. Kadınlar Meclisi bizim her dönem, dönem içerisinde farklı faaliyetleriyle, farklı aktiviteleriyle örnek olan meclislerimizden bir tanesi. Bağcılar kalabalık bir ilçe. Biraz önce de zikredildi; 752.000 nüfusu olan, genç bir nüfusu olan, kadınlarımızın aktif nüfus içerisinde önemli bir yekûnu teşkil ettiği bir ilçe. Belediyemiz toplumun, ilçemizde yaşayan insanların, tüm kesimlerin statülerine bakmadan, eğitimlerine bakmadan herkese hitap edecek faaliyetlerin bir örneğini de bugün bu vesileyle yaşamış oluyoruz. Hanımlar bu toplumun yarısı. 7 Kadınlar Akademisi Dolayısıyla, belki geçmiş dönemlere nazaran gerek yerel yönetimlerin, gerekse hükümetimizin bu dönemde yaptığı faaliyetler itibariyle, kadınlarımızın aktif nüfus içerisinde belki, çalışmayan kadınlara dönük olarak yaptığı en önemli çalışmalardan bir tanesi. Geçtiğimiz yıl, dönem sonunda da ki; akademik eğitim formatı içinde bunu yapıyorduk, kep atma törenini de yine İstanbul Üniversitesi'nde hep birlikte bizler yaşamıştık. Bugün de yeni bir dönemin açılışının eşiğindeyiz, arifesindeyiz. Bugün yine hocamızın vereceği sunumla birlikte başlamış olacağız. Tabii hanımlardan ricamız şu: Burada, okulda, üniversitede olduğu gibi devamlılık bu işin olmazsa olmazlarından biri. Bir şeyin ortaya çıkması, tamamen tekemmül etmesi, tamamlanması noktasında arada inkıtanın olmaması gerekiyor. Burada biraz önce hazırlanan broşürlerde incelediğimiz üzere farklı konular içerisinde, farklı kesimlere hitap edecek bir şekilde sunumlar hazırlanmış. Ben tekrar tebrik ediyorum, başkanımızı, ekibini, bu işe emeği geçen belediye çalışanlarımızı, huzurlarınızda tebrik ediyorum. Tabii bu işe bugün, bu dönemin başlamasıyla birlikte, dönemin sonuna kadar devam edecek hanımefendilere de ayrıca burada tebriklerimizi ifade etmemiz gerekiyor. Ben tekrar yeni dönemin, yeni eğitim öğretim yılının akademi formatı içerisinde hayırlı olmasını temenni ediyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum. Sunucu Ak Parti Bağcılar İlçe Başkanı Sayın İsmet Öztürk Beyefendiye konuşması için çok teşekkür ediyoruz. Efendim, biliyorsunuz belediyemiz yıllardır, “Önce İnsan” düsturuyla, “İnsanı var et ki, devlet var olsun” bakış açısıyla çok önemli çalışmalara imza attı ve atmaya da devam ediyor. Beldemizde hem yıllardır kadın ve aile merkezli yayınlar yapan bir radyo ve televizyon programcısı olarak, hem de bir adım öncesinde iki evladın emanetçisi bir anne olarak, hanımlar için böylesi özel çalışmalar yaptıklarından dolayı öncelikle Sayın Başkanımız Lokman Çağırıcı Beyefendiye, Kültür Müdürümüze, sonrasında Kadınlar Akademisi'ni hayata geçiren Meclis üyelerimize ve emeği geçen herkese çok teşekkür ederek sözlerime başlamak istiyorum. Ve bu noktada hepinizden bir teşekkür alkışı rica ediyorum. Aile çok önemli bir kurum sevgili hanımlar. Aile nizamını bir toplumun elinden alırsanız o toplum önce ahlaken, sonrasında da tamamıyla yok olmaya mahkûm bırakmış olursunuz. Zira aile toplumun merkezidir ve ailenin merkezinde de biz hanımlar varız. Bugün pek çok akademisyenin, pek çok uzmanın söylediği gibi 8 Kadınlar Akademisi Kadın eğer mutluysa, kadın kendi değerinin farkındaysa ve kendini değiştirmeye ve geliştirmeye açıksa o ailenin fertleri olan çocuklar da, eşler de aynı oranda mutlu oluyorlar ve geleceğe çok daha sağlam adımlarla yürüyebiliyorlar. Bu yüzden kadınların bilinçli olması, farkında olması, kendi değerlerinin farkında olması çok önemli. Her ne kadar günümüzde bir toplum mühendisliğiyle birlikte, hanımların, kariyeriniz yok ise, sadece anneyseniz, sadece eş iseniz çok da değerli değilsiniz tarzında bir değersizleştirme propagandası yapılıyorsa da aslında kadın çok değerlidir. Çünkü kadın annedir. Anne demek, geleceği inşa eden, geleceğin mimarı olan kişiler de demektir. İşte bu bağlamda hem annelik, hem eşlik ve aslında bir adım öncesinde bireysel anlamda da toplumsal ilişkilerimizin doğru ilerlemesini istiyorsak, merkeze koyacağımız şey de muhakkak ki, doğru iletişim teknikleri olacaktır. Zira hepimiz insanız ve bizler sosyal varlıklarız. Birbirimizle kurduğumuz iletişim ağında, ilişki ağında doğru iletişimden bahsetmek çok mühim ve elzem bir çıkış noktası aslında. Bizler bugün bu bağlamda Kadınlar Akademisi'nin ilk dersinde Doç. Dr. Sayın Esra İşmen Gazioğlu'nun sunumuyla az sonra “Aile İçi İletişim ve Ötesi” başlıklı bir seminer dinleyeceğiz. Hep beraber, iletişimin temelinde neler olmalı, biz acaba hangi iletişim hataları yapıyoruz, nerelerde tökezliyoruz ve çıkış yolları nedir sorularının da cevabını aramış olacağız. Ama öncesinde madem kadınlar Akademisi'nin ilk dersindeyiz dedik ve madem önümüzde 8 aylık uzun bir maraton var, bu maratonda bizleri neler bekliyor? Kısaca bahsetmek isterim. Zira aynı geçen yıl olduğu gibi bu yıl da çok özel bir müfredat hazırlanmış, çok kıymetli isimler siz hanımlarla buluşmayı bekliyorlar. Biliyorsunuz, geçtiğimiz yıl Akademimize iştirak eden hanımlar varsa aramızda tam 287 hanım, Kadınlar Akademisi'nden mezun oldular. Az evvel bahsedildiği üzere İstanbul Üniversitesi'nde düzenlenen bir mezuniyet programıyla birlikte kendilerine katılım belgeleri, sertifikaları takdim edilmiş oldu. Bu aslında çok da özel bir ortamdı. Zira katılımcılar arasında belki hayat şartları, hayat seyri nedeniyle eğitim hayatını okul sıralarında devam ettirememiş, bir mezuniyet yaşayamamış, ilk mezuniyetini Kadınlar Akademisi çatısı altında Bağcılar Belediyesi'nin düzenlediği bu güzide etkinlikle yaşamış hanımlarımız da vardı. Dolayısıyla gerçekten çok duygulu ve güzel anılar biriktirilmiş bir sezonu kapattı geçen yıl Kadınlar Akademisi. Aklımıza gelen ilk İsimlerden Prof. Dr. Yunus Söylet'ten, Nazife Şişman'a, Şule Yüksel Şenler'den Prof. Dr. Edibe Sözen'e kadar pek çok değerli akademisyen ve uzmanın katılımıyla 8 aylık bir maraton geçtiğimiz yıl nihayete ermiş oldu. Bu yıl da Aile İçi İletişim ve Ötesi konu başlığıyla bugün başlayacak olan Akademimiz önümüzdeki aylarda, Zaman Yönetimi ve Planlı Yaşama, Kadın ve Zarafet, Anne Olarak Kadının Çocuk Eğitimindeki Rolü, Kadın ve Medya, Kadın ve Siyaset, Modern Kadın İmajı ve Moda başlıklarıyla siz hanımlarla 9 Kadınlar Akademisi buluşmaya inşallah devam edecek. Bu noktada bir kısma dikkatinizi çekmek isterim. Az evvel de bahsedildiği üzere katılım ve istikrar çok önemli sevgili hanımlar. Zira eğitimin sonunda sertifika almaya hak kazanan katılımcılarımıza ödül olarak, KOSGEB ortaklığında ücretsiz bir kariyer girişimcilik kursu da düzenlenecek. Böylelikle aslında sizler 8 ay boyunca Kadınlar Akademisi'ne geldiğiniz vakit sadece bu kıymetli isimlerle buluşmuş ve bu bilgileri almış olmayacaksınız, yepyeni bir kariyer inşasının kapıları da bu vesileyle sizler için aralanmış olacak. Sözü daha fazla uzatmayalım. Dedik ya bugün çok kıymetli ve çok önemli bir konuğumuz var. Sayın Doç. Dr. Esra İşmen Gazioğlu'nu kürsüye davet etmeden önce kendisini kısaca sizlere takdim etmek istiyorum. Esra İşmen Gazioğlu; İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü'nden mezuniyetinin ardından yüksek lisans eğitimini Marmara Üniversitesi'nde, doktora eğitimini İstanbul Üniversitesi'nde Eğitim Bilimleri alanında tamamladı. Doktora sonrası çalışmaları için Newyork Ackerman Family Therapy Institute'de bulundu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde araştırma görevlisi olarak başladığı akademik yaşamına, üniversitenin Hasan Ali Yücel Eğitim Fakültesi'nde aldığı görevlerle devam etti. Halen aynı fakültede öğretim üyeliği ve bölüm başkan yardımcılığı görevlerini sürdürmektedir. Aile Eğitim Programı'nın geliştirilmesinde, materyal geliştirme çalışmalarında ve polmatör eğitimlerinde görev almıştır. Aile Eğitim Programı eğitim iletişim alanının, Okul ve Aile ile Hayatın İlk Çeyreği modüllerinin katılımcı kitaplarının da yazarıdır. Alkışlarınızla Sayın Doç. Dr. Esra İşmen Gazioğlu'nu kürsüye davet ediyorum. 10 Kadınlar Akademisi Doç. Dr. Esra İşmen Gazioğlu İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Sayın Başkanım öncelikle çok teşekkür ederim. Sayın, değerli protokol üyeleri, Bağcılar Belediyesi'yle irtibatımız bir süredir devam ediyor ve ben her zaman içinde bulunmaktan onur duyduğum çalışmalar yapıyorum bu belediyeyle. Şimdi çok heyecanlandım. Aile Eğitim Programı’nın da başlayacağını görüyorum. Çünkü Aile Eğitim Programı benim akademik yaşamımda çok emek verdiğim işlerden bir tanesi. Hani ben çok emek verdim. Sonuçta küçük bir şey çıktı. Umarım anlamlı ve değerli olur. Çünkü biz en az iki yıl böyle bir programın içinde ne olmalı diye müfredat araştırması yaptık. Ardından materyali geliştirdik, kitapları yazmaya çalıştık ve tek arzumuz bunun çok sayıda aileye ulaşmasıydı. Bilgimizi, görgümüzü, deneyimlerimizi, sizlerden aldıklarımızla birleştirip anlamlı bir iş çıkartmaktı ortaya. Görüyorum ki, Bağcılar Belediyesi bu çalışmaya da katkı sağlamış. Eksik olmayın, sayenizde biz yaptığımız çalışmanın anlamlı olmasını sağlayacak şekilde sizlere ulaşacağını görüyorum ve çok heyecanlanıyorum. Çok çok teşekkür etmek istiyorum. Kadınlar Akademisi çok kıymetli bir çalışma. Sayın Başkanım ben bu çalışmaya elimden geldiği kadar destek veriyorum. Bununla birlikte Sayın Başkanım ben sizden bir de Erkekler Akademisi istiyorum. Çünkü ben bir pedagogum, aynı zamanda çocuk psikologuyum ve aynı zamanda aile terapistiyim. Ve hep ailelerle çalışırken Sayın Başkanım diyorum ki, ebeveynlik; bir kayıkla yol almaya benzer. Eğer kayık kullandıysanız bilirsiniz, eğer iki küreğin birini anne, birini baba tutar; birlikte çekerlerse ebeveynlik kayığı bir yerden bir yere gider. Yani çocuklar sağlıklı yetişir. Ama eğer ebeveynlik kayığında sadece taraflardan biri küreğe asılırsa ne olur? Kayık olduğu yerde döner durur. Çok emek harcanır ama sonucu bir hiçtir. Bir metre öteye gitmez. Dolayısıyla aile eğitimi açısından bakıldığında umar ve dilerim ki AET programına hanımlar kadar beyler de iştirak ederler, değilse akademik olarak da söylüyorum Sayın Başkanım bir Erkekler Akademisi koşulları eşitleyecektir diye ümit ediyorum. Çünkü, biliyorum ki, mesela ben babalara soruyorum; ne yapıyorsunuz çocuğunuzu diyorum. Diyor ki; “Kurslara götürüyorum” şoför rolü, evde ne yapıyorsunuz? “Güreşiyorum.” Yani hepinizi tenzih ediyorum, siz bunlardan daha başka işlevler de yapıyorsunuz ama ne yazık ki babalar, çocuklarıyla oynamayı fazlaca bilemiyorlar, zaman bulamıyorlar. Ne yazık ki, bu klişe kelimeyi sevmiyorum ama birlikte olduklarında çocuklarının onun için taşıdığı anlamı, çocuklarının gelişimine, düşünme becerilerine nasıl hizmet edebilecekleriyle ilgili fikirleri yok. Ne yazık ki, çok sayıda anne-baba hafta sonu çocuklarını kapıyor, o AVM adı verilen tüketimin pışpışlandığı yerlerde dolanıp duruyorlar. Yapılabilecek sanki daha anlamlı bir şey yokmuş gibi. Ben diyorum ki, bunun parayla pulla alakası yok. Yani al ve götür. Parka götür, yaprak 11 Kadınlar Akademisi toplat, 3 liraya bir defter al ve yaprakları yapıştır. İnternete gir, o yaprak hangi ağacın yaprağı imiş araştır. Bunlar para gerektiren işler değil. Ama çocuğun hem anne babayla anlamlı ve tüketime dayalı olmayan bir ilişki kurmasına, hem yeni şeyler öğrenmesine, birlikte bir şeyi paylaşmalarına, bir şeyleri biriktirmeye hizmet eden çalışmalar. O yüzden Sayın Başkanım talepkârlığım için özür dilerim. Ama bir Erkekler Akademisi’ne ihtiyaç var diye düşünüyorum. Ben biliyorum ki bu ülkede kadınlarla erkekler eşit ama erkekler biraz daha eşit. Şimdi böyle olduğunda bir tarafı fazladan güçlendirmeye çalışarak bu işler olmaz. Yani, sistem yaklaşımı açısından bakıldığında, herkes var olan duruma bir katkı sağlamalı. Burada hanımlar alıyorlar bir takım bilgileri, fakat hazır reçetelerle gitme gibi riskler var. Erkekler bu hazır reçetelere çok fazla inanmama eğilimindeler. Hani, “Gittin, gördün, peki ne oldu? Bu bizim sorunumuzu çözer mi?” Hâlbuki erkekler de bu işin içinde olsalar ve birlikte öğrenme gerçekleşse o zaman işte kayık belki de, hem ilişki kayığı, hem egemenlik kayığı biraz daha yol alacak. Peki, bir fikir sadece, ben fikrimi söyledim. Umar ve dilerim ki, bir karşılık bulur. Pekâlâ, şimdi ben tabii ki, bugün buraya gelirken değerli başkanım, değerli protokol üyeleri ve kıymetli hanımlar, belki de Akademik gelenekten biri olarak öğrencilerimiz demeliyim sizlere. Bir takım şeyler hazırladım. Ama ben 20-25 yıldır Aile Eğitimi, benim hocam Prof. Dr. Haluk Yavuzer'dir ve ben 10 sene onun asistanlığını yapma ayrıcalığına sahip olmuş biriyim ve hocam Türkiye'de ilk ebeveyn eğitimlerini başlatan insandır. 86 yılında ben öğrenciyken başlattık ve ben o zaman teksir makinesinde teksirleri çoğaltıyordum. Dolayısıyla aile eğitimine ebeveyn eğitimine, yetişkin eğitimine çok ehemmiyet veririm Fakat Yetişkin eğitimindeki en önemli hususun bugün buraya gelen velilerin, annelerin öğrencilerin ne almak istediği ile ilgili olduğunu bilirim. Mesela ben önce şu soru ile başlamak istiyorum; Ben burada ne hakkında konuşursam siz bu konuşma bittiğinde eve dönerken, “yahu iyi ki gelmişiz, gerçekten hani ihtiyaç duyduğum bilgileri aldım” fikrine sahip olursunuz. Fikri olan var mı? Yani ben konuşmamın içeriğini bilgim, görgüm dâhilinde sizin ihtiyaçlarınıza göre şekillendireceğim. Buradaki yapıya doğru gitmeyeceğim. Buyurunuz hanımefendi. Erkek ve kadın ilişkileri ve iletişim biçimleri? Soru: Ben buna katılmıyorum. Neden? Çünkü; Erkekler tek başına gelmezler. Ama biz dersek ki, bizi götürün. Birlikte olursa “Ebeveynler Akademisi” olarak o zaman gelirler. Kalbimden geçenleri söylediğinizden dolayı sizi tebrik ederim. Doç. Dr. Esra İşmen Gazioğlu İnşallah. Nasıl olduğu önemli değil, birlikte olalım. Ben teşekkür ederim. Sağolun. Eksik olmayın. AÇEV de böyle başladı çalışmalara. Biliyorsunuz 12 Kadınlar Akademisi “Baba Okulu” vardır orada. Hani böyle çok şüphelilerdi ama çok harika işler çıktı. Yani, sandığımız kadar dirençli değil erkekler. Sadece neyi alacaklarından ve nasıl olacaklarından emin olalım. Bir ilk adım attıralım. Bunun adı Ebeveynler olur, Erkekler Akademisi olur, ne olursa olsun. İlk adım atılıp o direnç kırıldıktan sonra işler yolunda gider. Var mı fikri olan, şunun hakkında konuşalım diye? Buyurunuz efendim. Soru: Ben onun hakkında bilgi edinirsem, nasıl ilişki kuracağımı öğrenebilecek miyim? Doç. Dr. Esra İşmen Gazioğlu Peki, istediğiniz şey daha empatik olmanız mı, yoksa çevrenizdekilerin, partnerinizin size karşı daha empatik olması mı? Karşılıklı, güzel. Pekâlâ başka? Peki o zaman yolculuğa çıkalım. Evlilik ilişkisi ve iletişim konusu dediğimizde, bakın değerli hanımlar ve değerli beyler, bizler, her konuşmama böyle başlarım yetişkin eğitimindeki her konuşmam şöyle başlar; bizler alanın uzmanları olabiliriz. Aile terapisi konusunda uzman olabilirim. Çocuk gelişimi konusunda uzman olabilirim. Ama benim uzmanlık alanım bu, sizin uzmanlık alanınız ise çocuklarınız ve ilişkiniz, yani evlilik ilişkiniz. Her aile biriciktir. Nasıl diyoruz ki, biz her insanın parmak izi biriciktir ve diğerine benzemez, her aile de biriciktir ve diğerine benzemez. Dolayısıyla biz burada insan ilişkilerine dair bazı genel geçer fikirlerden bahsediyoruz. Şunu bilin ki; bu fikirlerin bir kısmı sizin ailenizde işe yarar, bir kısmı hiç yaramaz. Burada konuşulanların sizin aile yapınıza uymamasıyla ilgili olabilir, ya da burada aldığınız, feyizlendiğiniz bilgi ve becerilerin o anki duruma uymamasıyla ilişkili olabilir. O nedenle kitap okurken, ya da seminer dinlerken burada gördüğünüz, öğrendiğiniz ya da beceri geliştirdiğiniz özelliklerin tümünün sizin ailenizde işlemesini beklemeyin. İşlemediğinde, ya gittim işte olmadı demek ki gerçekten bizim durumumuz biraz vahametli gibi durumlara kapılmayın. Tekrar ediyorum, çünkü her aile ve her ilişki biriciktir ve kendi kurallarıyla işler. Durum böyle olduğunda buradan sizin alabileceğiniz bir ya da iki bilgi, üç ya da dört beceri, eğer var olan ilişkilerinizi gerek evlatlarınızla, gerek eşinizle geliştirebilirse biz amacımıza ulaştık demektir. Çünkü çoğu zaman biz konuşmacılar sizin kendi ilişkileriniz konusundaki uzmanlığınızı göz ardı ederek, sanki bütün ailelerde geçerli olabilecek reçeteler varmış gibi davranıyoruz. Böyle reçeteler yok efendim. Doktor bile romatizmanıza size özel ilaç reçetesi yazıyor. Dolayısıyla, ilişkinize iyi gelecek şeyin, sana iyi gelen diğerine gelmez, sana gelen bir diğerine gelmez. Dolayısıyla burada ne çok fazla umutkâr olmak, ne de karamsarlığa kapılmak, yeni şeyler denemek, bir şeyi denediniz işe yaradı, devam edin. Bir şeyi denediniz işe yaramadı, zorlamayın. Çünkü neden biliyor musunuz? Ben aile terapisti olarak 13 Kadınlar Akademisi çalışıyorum ve bana gelen ailelerde sıklıkla gözlemlediğim bir şey var; insanlar doğal yaşam olaylarını problem olarak yaşıyorlar. Bu arada sayın başkanım ben başladım gidiyorum ama işiniz gücünüz varsa ve çıkmak zorundaysanız saygıyla, hürmetle karşılarım. Ne kadar yoğun olduğunuzu biliyorum. Bazen nezaketinizden zaman sınırlaması olsa da katılıyorsunuz, kalıyorsunuz, tabii ki sizlerle birlikte olmak benim için onur verici olur ama eğer çıkmanız gerekiyorsa da bunu çok büyük bir anlayışla da karşılayabilirim. Bütün protokol üyeleri için söylüyorum. En son reçetelerden bahsediyorduk. İnsanlar bana geliyorlar ve diyorlar ki, eşimle şu problemi yaşıyorum. Ya da çocuğumla şu problemi yaşıyorum. Doğal gündelik yaşam olayları bir bakıyorum, problemi çözme yöntemleriyle doğrudan ilgili. Ne demek bu? Mesela; çocuk ergenlik yaşına gelmiş, bakın hanımefendiler ve beyefendiler, genellikle bana gelen, terapi almak zorunda hisseden ailelerde sıklıkla rastladığım şey şu; Bir çözüm yolu buluyoruz, o çözüm yolunun işleyebileceğine dair bir kanaate sahip oluyoruz. Ve sonra onu bir kez işleme koyuyoruz. İşe yaramıyor, vazgeçmiyoruz. Daha fazla yaparsak işe yarar diyoruz. Daha fazla yapıyoruz. İşe yaramıyor. Daha da fazla yapıyoruz yine işe yaramıyor. Bir süre sonra gerçek problemden uzaklaşıyoruz, bu konudaki ısrarımız problem olmaya başlıyor. Bakın, ikili ilişkilerde genellikle biz öz kök ailemiz başka olduğu için evlilik ilişkisi ve ikili ilişkilerde, bu ofis arkadaşınızda da olabilir. Bir değerler sistemiyle geliriz ilişkinin içine. Diğer tarafta diğer değerler sistemiyle gelir. Tam bir uyum hiçbir zaman mümkün değil, çok da can sıkıcıdır zaten. Yani ben benim erkeğimle evli olmak istemem, çok can sıkıcı bulurum bu durumu. Durum böyle olduğunda farklılıklar, benzerlikler, her zaman literatür şunu söylüyor; iki insan arasındaki benzerlik, dini benzerlik, ırksal benzerlik, tutumsal benzerlik ilişkiyi başlatmakta çok güçlü bir kuvvet sahibidir. Ama ilişkiyi sürdürmez bu. İlişkiyi sürdüren nedir biliyor musunuz? Farklılıklardır. Eğer farklılıklar iyi ele alınırsa ilişkiyi daima zenginleştirir. Fakat biz farklılıkları çoğu zaman bu kültürde, bu coğrafyada yaşayan insanlar olarak bir tehdit olarak alıyoruz ve karşı tarafın farklılığını kendimize benzerse iyi bir şey olacağına dair mesajlar vermeye başlıyoruz. Bunu yaparken de genellikle kullandığımız mekanizma nedir? İkaz etmek, eleştirmek. Doğru mu? Sen bana şunu yapıyorsun böyle oluyor, Bunu dilimizle yapmasak, halimizle tavrımızla yapıyoruz. Bir şey söylemiyoruz ama şöyle diyoruz; üff... Dolayısıyla karşı taraf sürekli olarak bizden menfi mesaj alıyor. Yani bir ilişkideki en önemli indikatör nedir? Bak, sor bana; benim kocamla iyi bir ilişkim var mı? Bilmiyorum Esra, bir uzman olarak sana sorayım de. Hayır, ben de diyorum ki; kendine sor. Eşini mutlu edebilme kapasitesine sahip olduğuna inanıyor musun? Ve onun tarafından mutlu edildiğine inanıyor musun? Yani Onun seni mutlu etme kapasitesine sahip olduğuna 14 Kadınlar Akademisi inanıyor musun? Eğer cevabın “Evet” ise sen iyi bir ilişkinin içindesin. Bunları, referansları dışarıda aramayın. Bu ilişkinin uzmanı sizsiniz. Ben partnerimi, eşimi, kocamı, beyimi mutlu edebiliyorum. O da beni mutlu ediyor. Bu tabii topyekûn bir mutluluk değil, o da çok can sıkıcı olurdu. Her dakika mutlu olmak, öyle bir şey yok. Hayatın bazı gerçekleri var. Ama ben onun için kıymetli ve değerliyim, o benim için kıymetli ve değerli. O bazen kendi isteklerinden benim için vazgeçer, ben bazen kendi isteklerimden onun için vazgeçerim. Biz bir araya geliriz, bazen kendi isteklerimizi önemseriz, bazen birbirimizin isteklerini önemseriz, bir şekilde gideriz. Ağzımızda da iyi bir tat var diyorsanız, o ilişki iyi bir ilişkidir. Çünkü; mükemmel ilişki diye bir şey yok. Mükemmel aile diye bir şey yok. Çünkü her aile biricik. Senin ilişkin bir başka aile için kâbus gibidir, bir başka aile için de mükemmeldir. Anlatabiliyor muyum? Yani böyle ezbere kalıplarla mutlu aile şudur, bunları yapıyorsan mutlu olursun, böyle kalıplar yok. İlişki esnek, gelişebilir, değişebilir, plastisize olan bir şey, esneyebilen bir şey. Dolayısıyla aileler bana geliyorlar ve işte sürekli işlemediğini gördükleri halde aynı şeyi yineliyorlar. Bir süre sonra şu oluyor; ben onu bana benzetmeliyim, o da diyor ki; hayır, birbirimize benzeyeceksek sen bana benze, başladı sorunlar. Senin aile geleneğin, benim aile geleneğim, senin ailen çok daha eğitimli, benim ailem çok daha eğitimsiz, dolayısıyla senin ailen... böyle şeyler. Hikâye bunlar. Çünkü biz, bir insanı eleştirerek değiştirip geliştiremiyoruz. Bakın ben kendi cinsimden olan hanımların ağırlıklı olduğu bu grupta şunu söyleyeyim; biz kadınlar buna biraz daha fazla tevessül ediyoruz. Yani eleştirme. Kardeşimizi eleştiriyoruz, partnerimizi eleştiriyoruz, çocuklarımızı eleştiriyoruz. Yapıyor muyuz bunu? Yapıyoruz. Birini eleştirdiğimiz an iletişim açısından, hani aile içi iletişim ve ötesi diyorum ya, ötesi şudur; birini eleştirdiğin an onun savunma yapmasını mümkün kılarsın. Yani sen bir eleştiri mesajı verdiğinde karşı tarafın sana hani ilk keresinde diyebilir, “ya evet haklı olabilirsin bir de bu yönden düşüneyim.” Bir daha eleştirdi, “tamam düşüneyim dedim”, bir daha eleştirdi, “bir dakika üstüme gelme,” savunma başladı. Ne demek istediğimi anlatabiliyor muyum? Birini eleştiriyorsak, karşı tarafın savunmaya geçeceğine hazırlıklı olalım. Eleştirinin kefareti savunmadır. Eleştirdiğinde savunma alırsın. Bu şuna benzer yani; Attınız gitti oraya. Eleştirdiniz, savunmayı al. Çünkü evrendeki hiç kimse yetersiz olduğunu hissetmek istemez. İster misiniz? Ben şimdi size diyorum ki; ay niye geldiniz? Beni iyi dinlemiyorsunuz, Kendi aranızda konuşmayın, Yüzüme bakmıyorsunuz, Soru sormuyorsunuz. Bak başladı suratlar ekşimeye değil mi? Bir daha bu konuşmalara gelmezsiniz. Ama biz aslında gündelik dilde bunu yapıyoruz. Çocuğa diyoruz ki; niye ders çalışmıyorsun? Daha en başta yargı, niye dersine çalışmıyorsun? diye giriyoruz. Ve diyorsunuz ki, yani, aslında yapman gereken bir şey var, sen yapmıyorsun. Yani 15 Kadınlar Akademisi yine eleştiriyoruz. Ve bu çoğu zaman ilişkilerin tırmanışa geçmesine sebep oluyor. Yani, sen eleştiriyorsun, o savunmaya geçiyor, sen eleştiriyorsun, o savunmaya geçiyor, sonra bu diyor ki; madem öyle ben de seni eleştiririm. O eleştiriyor, sen eleştiriyorsun ve günün birinde garip patlamalar olmaya başlıyor. Ha peki, bunun alternatifi ne Esra? Zehri buysa, ilacı ne? Ben her konuşmamda bundan bahsederim, çünkü ikili ilişkilerde ve bana gelen ailelerde en sık gördüğüm modelite budur. O yüzden de hiç vazgeçmem. Bundan, Allah ömür verdikçe, konuştukça bu örneklerle başlayacağım bütün konuşmalarıma. Çünkü bu çok kıymetli. İnsanlara sorarım, derim ki; başkalarının eleştirisi neticesinde, yoğun eleştiri alarak değiştirdiğiniz bir özelliğinizi söyleyin bana derim. Var mı böyle bir şey? Çok yoğun eleştirildiğiniz için değişen bir özelliğiniz var mı? Varsa bile acı vericidir. İyi hatırlamazsınız onu, utanarak hatırlarsınız. Rahatsız edici biçimde hatırlarsınız, doğru mu? Bütün salondan hiç el kalkmıyor. Var mı çok acı bir şekilde eleştirildiğiniz için aman ne güzel eleştirildim, ben de şu davranışımı değiştirdim dediğiniz bir örnek? Eşyanın tabiatına, eşyanın doğasına aykırı. Biz bunu bile bile eleştirmeye devam ederiz. Onu yapar beğenmeyiz, bunu yapar beğenmeyiz. Çocuklarınla ilgilenmiyorsun, benimle ilgilenmiyorsun, ben senin eşin değil miyim? Hanımın değil miyim? Benim için şunu yap, benim için bunu yap. Ben ailelere diyorum ki; sen sana ne yapılmasını istiyorsan partnerine onu yap. O buradan feyiz alarak sana istediğini tam olarak vermese bile bir adım atar. Yani eleştirmeyi al kenara koy ve şunu dene. Ben, bana iltifat etmesini istiyorum, daha fazla iltifat et. Ben, benimle ilgilenmesini istiyorum, daha fazla ilgilen. İlgi derken boğucu bir ilgi değil. Selviler bile biliyorsunuz biraz mesafede yetişirler. Böyle dip dibe selvi yetişmez. İnsanın da, canlıların da bir mesafeye ihtiyacı vardır. O kadar dip dibe olamazsın. Dolayısıyla ilgi derken boğucu bir ilgi değil. Onun yaşamasına imkân veren, hareket ettirebilecek bir ilgiden bahsediyorum. Bak, bundan sonra pratik et. Mesela; bunu bir kere deneyin lütfen. Tam birini, çocuğunuzu, eşinizi, kardeşinizi, aileden birini eleştirirken ben aslında ne olsun istiyorum? Ders çalışsın istiyorum. Ders çalışalım oğlum, sana hatırlatmam gereken bir sorumluluk var mı? Hatırlıyor musun? Filan. Ya da mesela, deyin ki, bugün bana ne güzel bakıyorsun, çok ilgili ilgili bakıyorsun deyin. Bir kehanet atın ortaya. Bir süre sonra size ilgili baktığını göreceksiniz. Neden bana ilgili bakmıyorsun, benimle ilgilen demek o adamı size yanaştırmaz ki, o kadını size yanaştırmaz ki, uzaklaştırır. Ama sen de düş yakamdan, sürekli bir şey talep ediyorsun, didik didik, tamam. O zaman tekrar ediyorum. Eleştiriyi kenara alıyoruz. Onun yerine bize ne yapılmasını istiyorsak biz öyle yapalım. Bak ben size, şu an öğrencilerime öğrettiğin çok tipik bir mekanizmayı öğretiyorum. İnsan ilişkileri söz konusu olduğunda, insan ilişkileri tenis 16 Kadınlar Akademisi oyununa benzer. Eşin bir şey yapar, topu alırsın sen bir şey yaparsın. O bir şey yapar, o da bir şey yapar. Tamam mı? Ama sen topu bu tarafa attığında eğer oynadığınız tenis oyunuysa, onun burada kalması imkânsızdır. Buraya geçer tenis maçında, doğru mu? Topu buraya atarsın buraya gider. Dolayısıyla eğer sen farklı davranırsan onun aynı kalması imkânsızdır. Aldınız mı tüyoyu beyler, bayanlar? Sen başkalaş, o başkalaşsın. Onun başkalaşmasıyla senin başkalaşmanı bekleme. Sen başka davran, o başkalaşmak zorunda. Çünkü sen, eğer oynadığınız tenis oyunuysa, topu buraya atıyorsa, hayır efendim ben burada kalacağım, topu buraya atana kadar yerimden oynamayacağım diyemez ki, doğasına aykırı. Gelecek buraya, geldiğinde de sen istediğini almış olacaksın. Amerikalılar buna “Win win” diyor, yani “Kazan - kazan” Herkes kazansın, o da kazansın, sen de kazan. İlişkilerde eğer taraflardan ikisi de kazanıyorsa ne kazanır biliyor musunuz? İlişki kazanır. Gerek evladınızla ilişkinizde, gerek kocanızla, karınızla ilişkinizde eğer taraflardan biri kaybediyorsa şunu bilin ki, kim kaybeder? İlişki kaybeder ilişki. Çünkü neden biliyor musunuz? Ben kaybettim, o kazandı. Bir sonraki tartışmaya ben öyle donanımlı girerim ki, bu sefer onun kaybetmesini isterim. O bu sefer öyle donanımlı girer ki, ben kaybederim. Haydi gittin, ne oldu? Savaş alanı. Ne gerek var bütün bunlara? Hayat bu kadar zor olmak zorunda değil ki. Ben kazanıyorum, sen kazanıyorsun, diğerinin dişleri sivriliyor. Daha sert ısırıyor beni. Bu mu? Biz bunun için mi evlendik seninle? Peki, biz seninle neden evlendik? Şimdi bugün ben sizden biraz nostalji yapmanızı istiyorum. Mademki evlilikte ilişki, neden evlendiniz? Dünyanın en kolay işi değil, değil mi? Hele ebeveyn olmak. Dünyanın en zor işi ebeveyn olmak. Niye zor biliyor musunuz? Evlatlarınızı hem korumaya çalışıyorsunuz, hem de özgürleştirmeye çalışıyorsunuz. Yani zamanı geldiğinde size elinizi öpüp, “anacığım hakkını helal et, babacığım hakkını helal et, ben kendi yuvamı kurdum. Şimdi oraya gideceğim ve işte sizden aldığım değerleri, inançları orada, yeni bir aile sisteminde yaşatacağım...” Yani kuş yuvadan uçacak. Doğru mu? Yani sen ne yapıyorsun? Anne baba olduğunda, hem koruyorsun, hem özgürleştiriyorsun. Yani aslında imkânsız bir şeyi yapmaya çalışıyorsun. Korurken özgürleştirmek. O yüzden anne babalar çoğu zaman “Kimse beni anlamıyor, ebeveynlik beni çok yoruyor, aslında ortada bir şey yok, hamdolsun Allah'a sağlığımız yerinde, sıhhatimiz yerinde, yediğimiz önümüzde, yemediğimiz arkamızda ama ben çok yorulduğumu hissediyorum.” Niye kardeşim? İşte bundan. Korurken özgürleştiriyorsun. Tamam. Ve özgürleştirebiliyor musun? Ne olur özgürleştiremezsen? Özgürleştirmek nedir? Yani, Amerika'daki gibi, “ya 18 yaşına geldim by by anne, by by baba, ben artık kendi yuvamı kuruyorum, her türlü kararı kendi başıma alacağım.” Bu coğrafyada böyle bir şey söz konusu değil. Adamın belini kırarlar. Yani, öyle ben 18 yaşına geldim, gideyim. Benim babama ben bunu 17 Kadınlar Akademisi söyleseydim benim gerçekten bir yerlerini kırabilirdi. Allah gani gani rahmet eylesin. Ben böyle bir şey söylemeye zaten ihtiyaç duymadım, o da böyle bir şey söyletecek durum yaratmadı zaten. Allah gani gani rahmet eylesin. Dolayısıyla bu coğrafyada işler biraz farklı gelişiyor, anlatabiliyor muyum? Bu coğrafyada işler farklı gelişiyor ve siz korurken özgürleştirdiğiniz ama zamanı geldiğinde siz olmadan ayakları üstünde durabilen, sizden sonraki kuşaklara kendi değerlerinizi aktarabilecek olan, ahlaklı, işte hepinizin değer yargılarına göre, birine göre çalışkan olması ahlaklı olmasından daha önemli olabilir, birine göre dindar olması çalışkan olmasından daha önemli olabilir. Doğrusu yanlışı yok. Kim ne isterse öyle değerler oluşturur. Bizim hiç birimizin kimsenin değerlerini sorgulamaya hakkımız yok. Ne sen komşununkini yargılayabilirsin, ne komşun seninkini yargılayabilir, öyle değil mi? Her aile için bu değişir. Ne dedik; aileler biriciktir, değerler ve inançlar sistemi de biriciktir. Dolayısıyla karışamayız orada. Ne yapmak istiyorsa onu yapar. Fakat bu zor görev yani, evlendin, niye evlendiniz? Soracağım onu tekrar. Ve bir ilişkiyi sağlıklı bir şekilde yürütmek, onu yürütürken aynı anda ip cambazları gibi, bir elinle tabak çevirip, diğerinde dengede kalmaya çalışmak, hani evlatlarını yetiştir, evin iaşesini sağla, bakımını sağla, o arada işte partnerinle mutlu olmaya çalış, insansın. Bu zorluğun içerisine niye attınız kendinizi kardeşim? Neden evlendiniz? (Düştük bir kere...) Düşmediniz, çıktınız hocam. Niye evlendiniz hanımlar beyler? Doğrusu yanlışı yok. El kardır de ki, bir karayağız oğlan vardı, âşık oldum evlendim de. Hiçbir problem yok yani. Anam babam zorladı evlendim. Buyurunuz efendim... Anladım. Yani, siz hani bir insan olduğunuzu hissetmek, evlat yetiştirmek için evlendiniz. Güzel, çok güzel efendim. Başka? Buyurunuz. Evet, çok güzel. Peki niye evlendin?.. Peki, çok güzel. Ne güzel. Başka? Başka? Yok. Bakın yapılan araştırmalar şunu gösteriyor ki, evlenmek ve çocuk yapmak için ayrı gerekçeler olabilir ama bizim evlilikle ilgili gerekçelerimiz bireysel olabilir, yani bir yağız delikanlıyı sevdim, âşık oldum, evlendim, ya da sosyal gerekçeler olabilir. Sosyal gerekçeler dini olabilir, ahlaki olabilir, biyolojik olabilir, anlatabiliyor muyum? Yani bir sürü sebebi olabilir. Tamam. Yapılan araştırmalar şunu gösteriyor ki; eşini niye seçtiğini unutma. Çünkü o senin temel dinamon. İlişki başlıyor, zaman içinde şekilleniyor. Beklentileriniz farklılaşıyor. Böyle cicim ayları her zaman olmaz. Sen birine âşık olursun, tamam, güzel. Her dakika onu düşünürsün, telefonlar... eskiden yoktu bizim zamanımızda. Salonun ortasında bir telefon olurdu, biri aradığında böyle bütün aile sana bakarken konuşmak zorunda kalırdın. Rezil bir durumdu. Şimdi çocuklar mahremiyeti biraz daha fazla yaşıyorlar ama bazen de abartıyorlar değil mi? Telefonlarını alıp alıp odalara giriyorlar. Farkındayım. Şimdi eşinle niye evlendin? O seninle niye evlendi? “Sevdim, evlendim” 18 Kadınlar Akademisi çok yeterli ve gerçekçi, yo işte hanımefendi gibi, “Ben benden sonra nesilleri yetiştirmek istiyordum, bir evladım olsun istiyordum, işte ailem de böyle düşündü. Bizi evlendirdi...” falan filan. Bakın, genellikle çekicilik, evlilik için, tabii bu yurt dışı literatürü, hani birine âşık olmak, çekici gelmesi, bu bir sebep olabiliyor. Benzerlikler sebep olabiliyor. Dikkat et çevrendeki, kendi evliliğine de dikkat et, çevrendekilere de dikkat et. Genellikle okullar, geniş aile, komşuluk ilişkileri, beraber olduğun arkadaşlıklar içerisinden partnerini bulursun. Niye? Sen kendine benzer olanı tercih edersin. Yanında istersin. Aynı zamanda farklılıklar da, ben çok öfkeli biriyim, o çok sakin biri. Onun sükûneti bana iyi geliyor. Bakın her zaman benzerlikler değil, bazen de farklılıklar birini eş olarak seçmemizi mümkün kılar. Bazen de işte bu büyük aşklar böyle, hani hiç sahip olunamayacağına inandığın sana göre çok yukarıdaki mevki, yani eğitim olarak, sosyal statü olarak, ya da tam tersi sahip olunamayacak, ulaşılamayacak kadar güzel, mükemmel, iyi olamayacak kadar güzel falan. Ya da insanların hani birinden hoşlandığında, olmadığı gibi davranıp karşı tarafı etkilemek ve aslında onun istediği kişiymiş gibi kendisini lanse etmesi de evlilikler için bir sebep olabiliyor. İnsanlar bunun için evlenirler. Şimdi de biliyorum ki, içinizde bekar hanımlar da var, evli hanımlar da var, Bu konuşmayı yapmamın sebebi, evli hanımlara niye evlendiklerini hatırlatmak, bekar hanımlara da, ya da beylere, olası eş seçiminde kriter olarak neyi, benzerliği kullanabilirsiniz, farklılığı kullanabilirsiniz, bunların hiç biri diğerinden iyi değil ama biriyle bir ilişkiye giriyorsan, evlilik ilişkisi gibi inşallah ömür boyu sürecek bir ilişkiye, bunu kendini açıklamalısın. Bunu kendine nasıl açıklayacaksın? Önce kendini tanıyarak açıklayacaksın. Sen neyi istemediğini bilebilirsin. İşte başarısız bir nişanlılık geçirmiş olabilirsin, etrafta bir sürü şey, şunu istemiyorum, bunu istemiyorum. Kendine bu enerjiyi verme. Kendine sorman gereken şey; ben ne istiyorum? Nasıl insanlarla mutlu oluyorum? Ben nasıl biriyim? Beni mutlu eden şeyler neler? Mutsuz eden şeyler neler? Kişiliğimde geliştirmek zorunda olduğum şeyler neler? Bakın değerli hanımlar beyler, insanoğlu dünyaya gelir, büyüme, fiziksel büyüme, ergenlik, sonunda neticelenir. Yani benim şimdiki boyum, elim, ayağım, boyum 18 yaşından sonra artık artmıyor. Ama psikolojik büyüme dediğimiz şey nedir biliyor musunuz? Doğum anında başlar, ölüm anına kadar devam eder. Ve ne yazık ki bir garantisi yok. Neyin garantisi yok? Fiziksel olarak eğer hastalık vesaire yoksa ortada Allah korusun, sen yiyorsan içiyorsan, işlev gösteriyorsan büyürsün. Fiziksel büyümeyi kastediyorum. Ama psikolojik büyüme ne yazık ki böyle değil. İnsanların çoğu bebeklik ve çocukluğu atlatıp, ergenlik yıllarına gelirler ve ne yazık ki bir çoğu da tam orada tıkanıp kalırlar. Başarılmış bir kimlik, ayrışmış bir benlik, bakın ayrışmış benlik derken o Batılı, Kuzey Avrupa'da olduğu gibi, ay 19 Kadınlar Akademisi ben vurdum kapıyı çıktım, kendime bir hayat kurdum, anam da babam da orada değil, hayır. Kastettiğim şey ayrışmış benlikten, çatışma, kavga gürültü olmadan el öperek, helalleşerek o evden çıkabilmek ama onlar iyiler, güçlüler, onlardan destek alabilirim, annem ve babamla kurduğum ilişki benim için besleyici, iyi ve önemli bir ilişki. Ama ben artık bir evliliğin içindeyim. Benim önceliğim bu evlilik olmalı, bu ilişki olmalı ve ben bu ilişkinin yararı için eşimle beraber el ele çalışabilmeliyim. İşte benim o ayrışma dediğim şey, anne babadan ayrışma dediğim şey duygusal olgunlaşma aslında. Ve benim coğrafyamda baktığımda bir sürü insanın bu duygusal olgunlaşma konusunda sıkıntı yaşadığını görüyorum. Niye? Çünkü eğri oturup doğru konuşalım. Bizim toplumumuzda korumacılık özgürleştirmekten daha önemli. Yani biz çocuklarımızı güçlendirmek yerine onları korumaya yöneliyoruz. Bunun yanlışı yok ama bir yere kadar. Bak, sen partnerini ya da çocuğunu bu kadar çok korumaya çalışırsan ne olur biliyor musun? Partnerin ya da çocuğun, bir defa niye korumaya çalışıyorsun? Partnerinin özel bir zaafiyeti mi var? Bunu düşün. Hadi çocuk açısından düşün. Çocuk çünkü korunmaya muhtaç, 18 yaşına kadar ebeveyn rehberliğine ihtiyacı var, amenna. Ama sürekli koruyup onu özgürleştirmediğinizde ona bir türlü özgüven ve bağımsızlık hissini veremezsin. Anlatabiliyor muyum? Demiyorum ki, çocukları saldım çayıra, Mevlam kayıra, ilgilenme vs. Ama “Aman çocuğum, hata yapma çocuğum,” bilmem ne. Bırak çocuk yapacaksa hatayı çocuklukta yapsın. En iyi hatalar çocuklukta yapılan hatalardır. Çünkü daha az insan zarar görür. Ölçüsü küçüktür. Bu kadar çok hata yapmaya karşı korunan çocuklar yetişkinlik yıllarında hatalar yapıyorlar, bunun bedelini bir sonraki nesil ödüyor, partneri ödüyor, anlatabiliyor muyum? Bizim yapmamız gereken, belki de tartışmamız gereken şey; korurken özgürleştirmek meselesinde korumayı tamam hesaba katmak ama özgürleşmeyi de ihmal etmemek. Özgürleştirmek derken şu; değerler mi aşılıyorsun, tamam, aşıla. İnanç mı aşılıyorsun, aşıla. Eğer sen başarılı bir şekilde inandığın değerleri çocuğuna aktarıyorsan senin olmadığın yerde o değerleri taşıdığını görmelisin. Ama metazoriyle, sen varken onu yapmasının çok fazla anlamı yok. Önemli olan senden uzaktayken yapabiliyor mu? Rahmetli babam ben Amerika'ya giderken demiştim ki, ‘Ya baba, 6 bin km. ben sizden hiç bu kadar uzaklaşmadım. Nasıl olacak bu iş’ demiştim. Bana dedi ki; “Evladım sen erkek olsaydın askere gidecektin. Akademisyensin post doktoraya gidiyorsun. Öyle düşün” dedi. “Ben seni öyle bir yetiştirdim ki kızım” dedi, “6 bin km. hiçbir şey değil, yani sen değerlerini yüreğinde, tam içinde hisseden bir çocuksun.” Böyle konuşurdu babam. Dolayısıyla “onlar seni orada koruyacak, benim yanımda korumasının bir anlamı yok. Orada koruyor mu sen ona bak” demişti. Ne demek istediğimi anlatabiliyor muyum? Yani 6 bin km. öteye yollarken beni, “Git, gitmelisin, sen bunu yapabilirsin” dedi ama o doküman tartışılabilir. Benim değerim sana uymaz, öyle 20 Kadınlar Akademisi olur, böyle olur. Ama verdiği mesajı anlatabiliyor muyum? Özgürleştirmek derken bunu söylüyorum. Aman yanımda kal, uzağa gidersen işte abuk subuk davranırsın, hayır, geldiğimde de bana onu söyledi. “Gittin, korkuyordun giderken, şimdi ne hissediyorsun?” baba birazcık daha güçlendim galiba dedim. “Ben de senden bunu bekliyordum” dedi. Anlatabiliyor muyum? Bir yıl görmedim ben babacığımı. Hiç o gelmedi, annem geldi de o gelmedi. Dolayısıyla dedi ki, “Hala korkuyor musun?” Yok, baba korkmuyorum. Galiba dedim, içime almışım ben söylediklerini. Yani benim yolumu hep aydınlattın sen. “Tamam, duymak istediğim de buydu” dedi. Ne demek istediğimi anlatabiliyor muyum? Şimdi ailelerde gördüğüm sıklıkla bu. Benim ailem mükemmel bir aile değil. Babam mükemmel bir insan değildi. Sadece insandı. Ben mükemmel biri değilim, sadece insanım. Zaaflarım var, hatalarım var, doğrularım var. Ama şunu anlatmaya çalışıyorum; çocuklarımızı hata yapmasın diye, ya da değerlerimizden şaşmasın diye kendimize yapıştırmaya çalışmamız onların bir türlü kendi kanatlarıyla uçmasına izin vermemiz anlamına geliyor. Böylece çocuk, değerlerin taşıyıcısı da olmuyor. Sadece taklit edicisi oluyor. Anlatabiliyor muyum? Bırak, biraz serbest bırak, gitsin, bakalım neyi ne kadar idare edebiliyor. Edemiyorsa gelsin sana sen ona rehberlik et ama o istesin. Her dakika tepesinde bıdı bıdı doğruları hatırlatma ona. Çünkü bu sefer sürekli kendini yetersiz hissediyor. Bende bir şey yanlış olmalı ki bunlar bu kadar üstüme düşüyorlar. Demek ki ben güçsüz biriyim ki, bunlar sürekli tepemdeler. Bırak, o mesafeyi ver. Aynı ne dedim? Çiftler arasında, bireyler arasında olması gereken mesafe olduğu gibi, özelikle çocuk ergenlik yıllarına geldikten sonra anne baba ve çocuk arasında bir mesafeye ihtiyaç var ki çocuk dış dünyaya gitsin, bazı şeyler yaşasın, ondan sonra gelip sana bunu anlatabilsin. Ne yapabileceği hakkında üstünden konuş. Sürekli zapturapt altına aldığında, işte böyle insanlar evlendiklerinde çok fazla korunup özgürleştirilmeyen kişiler ne oluyor biliyor musunuz? Anne biz çocuk yapalım mı? Karım yeni bir eve gitmemizi istiyor, uygun mu? Ne demek? Bu olmaz. Bu, tabii ki sen annenden babandan değerler alacaksın, fikirlerini soracaksın, ya biz böyle bir karar aldık, size de açıyoruz, böyle bir karar alma arifesindeyiz, fikirleriniz ne? Al fikirlerini, onların zengin deneyimlerinden yararlan ama kararı sen ver. Ne demek istediğimi anlatabiliyor muyum? Yoksa iki kişiyi taşıyacak ilişki arabası, karı, koca ve çocuklardan oluşur. Anlatabiliyor muyum? Ha bazı sistemlerde de daha büyük araçlar vardır. Anladım, yani daha geniş aileler. Çok da hürmet ederim, şahanedir. Keşke geniş bir ailede büyüseydim, hani beşiğimi yengem sallasaydı, anneannem okuldan gelince yemeğimi verseydi ama olmadı. Bizimki çekirdek bir aileydi. Geniş aile kıymetli bir şeydir sosyal destek sistemi açısından. Buna bir şey söylemiyorum. Ama eğer sen evlilik ilişkisinde bu bizim evlilik arabamız, ben olacağım, kocam olacak, çocuklarım olacak, o evlilik arabasını İETT otobüsüne 21 Kadınlar Akademisi çevirirsen, ne demek istediğimi anlatabiliyor muyum? Nefes alamazsın. O evlilik arabasının taşıyabileceği insan sayısı belli. Bu demek değil ki, “Ay! geldi işte bak Amerikalarda ihtisas yapmış, Batılı sistemi bize anlatıyor, işte nasıl? Biz geleneksel bir toplumuz, anamın babamın fikrini alacağım...” Al, kardeşim al, niye almayasın. Ananın babanın fikri değerli. Senden daha fazla hayat tecrübesine sahip. Senin yaşamda çözdüğün problemlerden 10 katını çözmüş insanlar bunlar. Senin 23 kromozomundan biri sorumlu, 23 kromozomundan diğeri sorumlu. Evrendeki herkesten daha yakınsın onlara. Tabii ki sor fikrini. Al, değerlendir. Ama süzgeçten geçirip kendi hükmünü ver. Ne demek istediğimi anlatabiliyor muyum? Eğer süzgeçten geçirip kendi hükmünü verdiğini düşünmüyorsan, o zaman sen sadece bunun taşıyıcısısın. O değerlerin taşıyıcısısın. İçsel olarak üreticisi değilsin. Allah esirgesin onlara bir şey olsa, sen o değerleri çocuklarına geçiremeyeceksin demektir. Net miyim? Hiç bu açıdan düşünmüş müydünüz? Fikirlerini sor, kıymetli, al, değer ver, ara sor, ama şunu bil ki; senin evin senin evindir. Kapıyı kapattığında eşin, sen, çocukların birlikte oturun, onların zenginliğinden faydalanın ama sizin bu sistemin götürücüsü anne babadır, karı kocadır, anlatabiliyor muyum? Yani çocuk yapayım mı diye eğer anana veya babana soruyorsan senin ilişkin İETT otobüsü. Buyurunuz. Soru: Baba çok yüksek sesle konuşunca ben sesimi alçaltıyorum… Doç. Dr. Esra İşmen Gazioğlu Erkek çocukları için anne, kız çocukları için de baba ile kurulan ilişki daha sonra partnerleriyle kuracağı ilişkinin ilk yapı taşlarını oluşturuyor. Ve onlar bakıyorlar, diyorlar ki; bir erkek bir kadın, anamız ve babamız. Bunlar bir araya geliyorlar ve hayatı paylaşıyorlar, mutluluğu paylaşıyorlar, derdi paylaşıyorlar, bu ne kadar destekleyici bir şey, iyi bir şey. Yani bir kere onların evlilik algısının, evlilikle ilgili beklentilerine bir kere iyi bir ilişki sunduğunuzda bunları veriyorsunuz. 2İhtiyaç duydukları stabil dediğimiz durağan, besleyici, destekleyici aile ortamını oluşturuyorsunuz. Her konuşmamda söylerim; eğer iyi anne baba olmak istiyorsan kocanla ve karınla iyi bir ilişki tesis etmek zorundasın. Çünkü; anne babalık zor dedik. Anne babalık zor olunca anne babalığın yorduğu bireyler nereden güç alacaklar? Anne babalık seni yoruyorsa gücü nereden alacaklar. Kimden alacaksın desteği? Anandan babandan mı? Hayır, partnerinden alacaksın. Alman gereken yer orası. Bak şimdi, bu sabah 08:30'da çok telaşlı bir anne beni aradı. -Bunu oturarak anlatayım bu çok çınlayan bir mikrofon.- Konuşmaya başlamadan önce Meryem Hanım ve meslektaşlarımla oturup bir sohbet ettik. Hani diyorum ya size, “Korumayın” demiyorum. “Özgürleştirin”, ya da “özgürleştirmeyin” demiyorum. Hem koruyun, hem özgürleştirin diyorum. Şimdi biz, beyler de büyük ölçüde çıktılar. Sizinle bir konuyu konuşmak 22 Kadınlar Akademisi istiyorum. Bugün yaşadığım bir şey. 08:30'da bir anne aradı. Sesi tirtir titriyor. Ve dedi ki; “Ben numaranızı bir başka akademisyenden aldım. İşte Güneyde bir ilde yaşıyor, İstanbul'da bile yaşamıyor. Dedi ki; “Çocuğum 6 yaşında, 8 yaşında bir çocuğun tacizine uğradı. Ne yapacağım ben?” Bak şimdi hepinizin suratı düştü. Hemen aklınıza kendi evlatlarınız geldi. Aklınız uçtu değil mi? Bunun olmasından çok korkuyorsunuz ne evladınıza, ne de başka herhangi bir evladın başına gelmesini istemediğiniz bir şey. Peki, çocuğunuzu güçlendirmek için ne yapıyorsunuz? Korkunuz hiç bir işe yaramıyor ki. Onu korumaya yetiyor mu? En fazla ne yapıyorsunuz? Dışarıya çıkartmıyorsunuz, sürekli onunla geziyorsunuz, sürekli yalnız bırakmıyorsunuz, yani onun kendini korumasına izin vermiyorsunuz. Oysaki sizin ondan ayrılmanız gerekecek, okula gidecek bu çocuk. Kurslara gidecek bu çocuk. O yüzden ben Meryem Hanım ve ekibiyle çalışırken dedim ki; Bu sabah bu telefon beni çok etkiledi. Madem bir grup anne ile birlikte çalışacağım. O zaman biraz bu konudan konuşalım dedim. Bakın kardeş, benim akademik uzmanlık alanım, Çocuk İstismarı ve İhmali dedim. Yani doktora tezim de, master tezim de çocukların istismarıyla ilgili. Bir miktar fiziksel, cinsel, duygusal istismar ile ilgilidir. Biz bunun olmasından çok korkuyoruz. Dua ediyoruz, bu iş bizi bulmasın, sevdiklerimizi bulmasın, ama bu konuyla ilgili ne yapacağımızı da çoğu zaman bilmiyoruz. Biri bize söylese de yapsak diye bekliyoruz. Sanıyorum bugünün bir kısmını buna ayırmalıyız biz. Şimdi bakın, yapılan araştırmalar şunu ortaya koyuyor ki; eğer bir çocuk biraz sonra sizinle paylaşacağım bilgiler aracılığıyla istismara karşı güçlendirilirse, istismarcının hedefi olma olasılığı çok düşüyor. Çünkü yapılan araştırmalar, bilgilenmemiş, bu konuda cahil kalmış çocukların istismarcılar tarafından çekilip alındığını, özgüveni gelişmemiş çocukların, utangaç çocukların bu işe daha çok duçar olduğunu ortaya koyuyor. Ne demek istediğimi anlatabildim mi? Çünkü; kolay hedef. İkna edilmesi kolay, susturulması kolay, anlatabiliyor muyum? O zaman biz ne yapacağız? Bir kere 2-2.5 yaşında bir çocuk kız, ya da erkek olduğunu anlar. 4-4.5 yaşında artık cinsiyetinin değişmeyeceğine dair bir kanaate sahip olur. 2-2.5 yaşından itibaren çocuklarınıza, büyümüş de olabilir problem değil, ben küçük yaştan alıyorum. Mesela ölçünüz nedir? Ölçüler değişir. Bazı aileler çocuklarını, mayoyla, bikiniyle denize sokarlar. Bazı aileler daha atletti, şorttu bilmem neydi, bunun ölçüsü yok kardeşim. Ama benim ailelere anlatırken şunu yapıyorum. 2-2.5 yaşından itibaren, yaz tatili bitimini ilk hamle olarak kullanın. Çünkü güneşte kalıyor ya çocuk, yanıyor ya. Neresi yanmıyor? Mayonun altında kalan, ya da şortun altında kalan yerleri yanmıyor. Ve onu al karşına ve de ki; bak biliyor musun bedenimizde öyle yerler var ki, oraları güneş bile göremiyor. Öyle değil midir? Yani tatilden geliyor, 3 yaşındaydı, bikinisi vardı, yanmıştı, ay ben 23 Kadınlar Akademisi çocuğuma bikini giydirmiyorum, giydirme kardeşim, ne giydiriyorsan onun altını söyle. Ölçü sana ait, ben karışmam oraya. Ben alt limiti söylüyorum. Bak demek ki memelerin ve popon, işte ya da pipin kardeşim güneş bile göremiyor bunu. O zaman burası senin mahrem yerlerin. Özel yerlerin, mahremden anlamaz çocuk özel yerin. Ne demek özel yer? Buraya güneş bile gelemediğine göre bu bölgeyi sadece işte kim elleyecekse, işte 2.5 yaşında, kakasını yaptığı zaman senin temizlemen lazım. Temizlemek için ben elleyebilirim. Temizlemek için tuvaletini yaptığında teyzen elleyebilir. Otur say tek tek say. Teyzen elleyebilir, ben elleyebilirim, anneannen elleyebilir, kim elleyebilirse. Yani otur düşün bu konuşmayı yapmadan önce ben çocuğumun tuvalet temizliğine kime izin veririm, kime vermem? Kime vermeyeceğini çocuğuna söyleme. Sadece de ki; bak buralara güneş bile gelmiyor. Demek ki buralar bize özel yani bunlar vücudumuzun özel yerleri. Özel yer ne demek diye sordu. Bak gözüm de özeldir. Niye özeldir? Onun sayesinde görebiliriz. Özel bir yeri sürekli ellemeyiz, niye çünkü sürekli gözünü ellersen rahatsızlık hissedersin. İşte bu bölgeler de özeldir, çok fazla ellenmemesi gerekiyor. Hiç tehdit edici bir şey yok, dikkat et dilimde ayıp kelimesi de yok. Bak bu eğitimi verirken çocuğuna ayıp kelimesini kullanma. Neden biliyor musun? Çünkü istismarcılar çocuğun sağını solunu ellediklerinde diyorlar ki bunu kimseye söyleme çünkü seni ayıplarlar. Mekanizmayı görüyor musunuz? O yüzden ayıp yok. Ne diyorsun? Özel bölge bak gözüne dokunmuyorsun, buraya da dokunmayacaksın. Burayı güneş bile göremediğine göre, o zaman anneannen, teyzen, halan, ben dışında buraya kimse dokunamaz bir. İkincisi; Buraya benim varlığımda, ya da bu saydığım isimlerin varlığında doktor dokunabilir. Ama biz yanında olduğumuzda dokunabilir. Otur düşün, çocuğu da paniğe kaptırma boşuna. Doktor dokunabilir, yetişkinlerden kim dokunabilir? Bunu söyleyin, evde bakıcın vardır mesela, bakıcının da adını say. Çünkü çocuk bu sefer çekinmesin. Tamam, bu o kadar güçlü bir şey ki daha küçük yaşlardan itibaren, büyük yaştaysa da, mahremiyet duygusunu vermek, Yani ben mahremiyet duygusunu çok önemserim. Böyle anaokulunda, herkesin herkesle iç içe tuvalete girmesine falan karşıyım. Tuvalet dediğin şey, bir de iğrenç bir şey, kokuyor yani, çocuk girsin tuvalete, kapısını kapatsın, yapsın kardeşim, temizliği için seni çağırsın. Dolayısıyla mahremiyet. Sen bedeninin mahrem bölgelerini, kişisel mahremiyet duygusunu vermeden nasıl vereceksin? En önemli konu, çocuğun bedeninin kendine ait olduğunu ona hissettirmektir. Bak özellikle Türk istismarcılarının, kadın, erkek, ya da çocuk olsun, genellikle kullandıkları, “Ne olacak canım, ben seni çok seviyorum, seni sevenler bazen sen istemesen de sana dokunurlar”ı kullanıyorlar. O yüzden size düşen, çocuğun bedeninin sınırlarına saygı duyacaksın. Ne demek bu? “Doydun mu yavrum?”, “Doydum anne.” “Hayır doymadın biraz daha ye.” Bak bu nedir biliyor musun? Çocuğun 24 Kadınlar Akademisi bedensel sınırlarına müdahale etmektir. “Gel seni bir öpeyim.” “Ya anne şimdi istemiyorum.” Ya da “baba şimdi istemiyorum.” “Yok öpeyim, ben senin annenim.” Yani senin bedenine ben sen istemesen de müdahale edebilirim. Ha bu istismar mı, hayır değil. Ama istismara açık hale getiriyor. Diyor ki; annemle babam benim iradem dışında bana dokunup öpebiliyorsa bir başkası da dokunup öpebilir. Anlıyor musunuz arkadaşlar? Dolayısıyla çocuğun bedensel sınırlarına hürmet edeceksiniz. Eğer üşürsen bu yumurtayı yiyebilirsin deyin ve kenara çekilin. Doymazsan söyle veya doyduğunda bana söyle, tamam. Çocuk doydum dediğinde “Allah aşkına bir kaşık daha” demeyin. Bedeninin yönetimini ona verin. Açıkçası bu size söylemeye çalıştığım şeylerle yeğenlerimi yetiştirdim. Ve çocuğun biri gelip, diyelim ki anaokulunda vurmuş, ağlayarak öğretmenine beni arattırdı. Annesi yurt dışındaydı. Bana diyordu ki telefonda; "Bu beden benim ve ben onun bana vurmasını istemedim ve o bana vurdu.” 3.5 yaşındaydı bu telefonu bana açtırdığında. “Bu beden benim, ben vurmasını istemiyordum, ama o bana vurdu.” Şimdi anladınız mı? Çocuğu koruyun, tamam ama aynı zamanda güçlendirin. Yani, 3.5 yaşında bedeninin kendine ait olduğunu ve o istemeden ona müdahale edilemeyeceğini anlayan bir çocuk, inşallah bundan sonra da böyle devam ettirir. 7 yaşına geldiğinde de ben seni çok seviyorum, gel şurana dokunayım denildiğinde, hayır bu beden benim, dokunamazsın diyen çocuktur. Burayı anladık mı arkadaşlar? Bak şimdi, bunu söyledim. Çocuk 2-2.5 yaşında bunu aldı artık. Bu beden senin mesajını da verdin. Ondan sonra diyelim ki çocuk 5-6 yaşına geldi. Tekrar diyorsun ki, Bak, güneşin bile gelemediği yerler var ya, kimse burayı görmek isteyemez. Hiçbir sebeple sana güneşin bile görmediği bu yerleri görmek isteyemez. Ya da kendi bedenimde sana bu yerleri gösteremem. Ama bazen böyle şeyler olabilir, öyle olduğunda da, hayır de, çığlık at ve oradan uzaklaş. Bu kadar kolay. Mutlaka inandığın bir yetişkinin yanına git ve durumu anlat. Ne demek istediğimi anlatabiliyor muyum? Böyle şeyler olmaz sen çok güçlü bir çocuksun. Velev ki oldu, bazen bazıları hoşlanır bu kısımlarını göstermekten, sana da gösterdiğinde hemen kafanı çevir, oradan uzaklaş, eğer sana doğru geliyorsa çığlık at. İnandığın, güvendiğin birinin yanına, evdeysen, sokaktaysan bana gel ve anlat. Biz çok güçlü bir aileyiz. Böyle bir şey olsa bile bunun bir daha olmaması için ne gerekiyorsa yaparız. İşte böyle bir şey olursa şöyle olur, böyle olur, hayır. Böyle bir şey olabilir ama o kadar güçlü bir aileyiz ki, bunun için yapılması gerekeni yapar ve seni, kendini, bizim de seni korumana izin veririz. Soru: Bu durumda babalar ve kardeşler için durum ne olacak? Doç. Dr. Esra İşmen Gazioğlu Evet, baban ve ağabeyinler de. Kaç yaşında 4 yaşında mı? Yani bilmiyorum, 4 25 Kadınlar Akademisi yaşında bir çocuk bazen anne çok çalışıyorsa yıkayabilir edebilir, ama bu ailelere bağlı. Benim ailemde 4 yaşındaki çocuk babaları tarafından yıkanır ama 6 yaşından sonra yıkanmaz. Senin ailende bunun sınırı 1 yaş olabilir, 4 yaş olabilir ama zaten baba yıkamıyorsa ve tuvalet temizliğini yapmıyorsa koy sınırı, baban ve ağabeyinler de. Çok net koyacaksın. Eğer ağabeyinler ve babanın çocuğun tuvalet temizliğine destek olma konusunda bir zarureti yoksa koy sınırını. Anlatabiliyor muyum? Şimdi dolayısıyla bunu kavratabildim herhalde. Güneşin giremediği yerlere kimse bakamaz. Bunu böyle çocuğa temrin gibi söylemeyeceksin. Fırsatları kolla. Sonra şu bilgiyi vereceksin; annelerden ve babalardan sır saklanmaz. Bak bazı sırlar iyi sırlardır, bazı sırlar kötü sırlardır. İyi sırlar nasıl sırlardır biliyor musun? Bir Sürpriz hediye almak gibi, birine çok sevdiğin bir yemeği yapmak gibi, mutluluk verir. Bu sırlar sır olarak saklanabilir ve ben burada açıkçası bir kat daha ileriye gittim ve yeğenlerim yetişirken, herkesten sır saklayacaksın bu senin hayatın ama annelerden sır saklanmaz. Anlatabiliyor muyum? Çünkü; istismarcıların kullandıkları en büyük mekanizma bu yaşandı, ikimize de keyif verdi, bunu bilirlerse bize kızarlar, bir daha beni seninle görüştürmezler. Annelerden sır saklanmaz. Ya da iyi sırlar ve kötü sırlar. İyi sırlar insana heyecan ve mutluluk verir. İyi sırlar; Sürpriz, bir hediye alma, bir yere gezmeye gitmek olabilir ama kötü sırlar; insanın kafasını karıştırır. Bak eğer biri sana kafanı karıştıran ve ne hissedeceğini bilemediğin bir sırrı saklamanı isterse gel bunu bana söyle. Birlikte değerlendirelim. İyi bir sır mı, kötü bir sır mı? Anlıyor musunuz? Sen karar vermek zorunda değilsin, bunu bana söyle, birlikte karar verelim. Yani dolayısıyla sırlar ikiye ayrılır; İyi sırlar ve kötü sırlar. Kafa karıştıran sırlar kötü sırlar olabilir, birlikte karar verelim. Kötü dokunuş yanağa 26 Kadınlar Akademisi yapılan dokunuştur. İyi dokunuş başa yapılan dokunuştur. İyi dokunuş kola yapılan dokunuştur ve insanı mutlu hissettirir. Ama bunların dışındaki dokunuşları biz tercih etmiyoruz. Anlatabiliyor muyum? Ne kimse senin dışında bir yerine dokunsun, ne de senden kendi bedeninde oralara dokunmanı istesin. Tamam mı? Eğer biri senin bedeninde, kafanı karıştıran, ne olduğunu bilmediğin bir yere dokunursa, ya da kendi bedeninde böyle bir dokunma isterse bunu bana gel söyle, birlikte bakalım ne yaparız diye. Tamam mı? Dikkat edin, korkutma yok. Ayıp, günah yok, Çok açık bir dille kafan karıştığında bana gel diyorsun. En kuvvetli araç bu. Çünkü istismarcılar genellikle istismarı ilk kere de gerçekleştirmiyor. Çocuğun etrafında dolaşıyor. Bakıyor, kıstırabiliyor mu? Sır saklatabiliyor mu? Anlatabiliyor muyum? Eğer sır saklatamıyorsa, Düşünün, vücudunun özel bölgelerini göstermekten zevk alan birini düşünün. Bir çocuk görüyor ve Aaaa!.. diyerek öğretmenine doğru koşuyor. Artık o, onun için iyi bir hedef değil, anlıyor musunuz? Çünkü çocuk kendini koruyabiliyor. Dolayısıyla “Çocuğu korurken özgürleştirmek” derken, bu cinsel istismarla ilgili bu anlattıklarımdan şunu çıkartıyoruz ki; çocuğu tabii iyi koruyacaksınız. Bir başkasının evine, o evde kimin olduğunu bilerek yollayacaksınız. Tanımadığınız insanların evlerine yollamayacaksınız. Gerekiyorsa kendiniz bırakıp, kendiniz küçük yaşta alacaksınız. Ama bu korumadır, yapın. Ama aynı zamanda güçlendirin çocuğu. Başına böyle bir şey geldiğinde ne yapacağından emin olsun çocuk. Net miyim hanımlar. Bunu cebinize aldınız, gidin ve çocuğunuzla bunun hakkında konuşun. Bakın ne diyorum? Biri senin güneşin görmediği yerlerine dokunmak isterse, ya da kendi bedeninde, yani o biri sana güneşin görmediği yerlerini göstermeye çalışırsa oradan uzaklaş. Yani sana yapılabilir, ya da biri, çoğu zaman çocuk pornosunda çocukları soyup, hani yanlış bir şey yapmıyoruz. Ben senin fotoğraflarını çekiyorum deyip, soyup fotoğraflarını çekiyorlar. Anlatabiliyor muyum? Ya da bazı böyle göstermekten hoşlanan kişiler gösterebiliyor ve diyor ki, ben sana dokunmadım. Sen bana dokunmadın. Hiçbir zarar yok. Hayır, çocuğa diyeceksin ki; O senin bölgene bakamaz, sen de onun bölgesine bakmayacaksın. Çünkü burası benim özel yerim, herkesin özel yeri kendinin. O biraz da oyun yapmış olur. Saklambaç, güzel, sıkıntı yok. Yani bunu yaparken bu arada onun suratına bakın. Eğer bir mutluluk varsa bir oyun gibi yapıyorsa tamam, ama bir kaygıyla, bir korkuyla yapıyorsa, iyi bir enerji değil, anlatabiliyor muyum? Yani bu olabilir. Ama pantolonunun lastiği bozulur bir anda düşüverir. Çocuk bu yani. Paçası takılır düşüverir. Bundan büyük bir utanç duymamalı, hemen çekivermeli, evet pantolonumun paçası takıldı. Donum düştü aşağıya ama çektim ve yoluma devam ettim. Yani bunu dediğim gibi böyle utanç duyulacak bir şeymiş gibi lanse etmektense, çünkü istismarcının utandırma mekanizmasını yok etmek için bunu yapıyoruz. Bak kardeşim, koru kendini bakma 27 Kadınlar Akademisi ve baktırma. Dokunma ve dokundurtma. Sen güçlü bir çocuksun, bunu yapabilirsin. Tamam mı? Pekâlâ. 16 yaşında bir çocuk ergenlik yıllarına geldiğinde ebeveynler için kafa karıştırıcı bir durumdur. Hele hele çocuk ilk çocuksa, daha evvel böyle bir şey tecrübe etmediği için ebeveyn yalpalar. Niye biliyor musunuz? Bu yaşlara kadar sizin çocuğunuzla ilişkiniz yetişkin-çocuk ilişkisidir. Fakat çocuk 16'ları, 17'leri, 18'leri, 19'ları bulmaya başladığında artık ilişkinizin yetişkin ilişkisidir. Ben çocuğumun iyi ve güvende olduğundan emin olarak onu nasıl özgürleştireceğim? Ha, bunun için ben ailelere diyorum ki; al karşına çocuğunu konuş, de ki; Sen şimdi olan sınırlardan biraz daha esnek sınırlar mı istiyorsun? Eve 5'te geliyorsun, 7'de gelmek mi istiyorsun? Tamam. Bu kime bağlı biliyor musunuz? Bu bana bağlı değil, bu sana ve senin davranışlarına bağlı. Ne demek bu? Şimdi sen eve 5'te değil de 7'de gelmek istiyorsan ben sana bazı sınırlar koyacağım ve bu sınırlarda gösterdiğin istikrara bakacağım. Eğer bunları iyi yönetebiliyorsan, yavaş yavaş biz seninle oraya kadar gidebiliriz. Nasıl olacak? Senin sınırın 5:00, ben sana 5:30'da gel diyeceğim. Her seferinde 5:30'da gelirsen, nerede kiminle olduğunu ve ne yaptığını bana rapor edersen, daha gitmeden, “Anne ben arkadaşımla buluşacağım, 4:00'te buluşacağım, 5:30 eve gelmek istiyorum. Peki, kiminle? Ayşe ile nerede olacaksın? Başak Pastanesi'nde sütlaç yiyeceğiz. Baba geçerken baktı ki, kız orada Ayşe ile sütlaç yiyor, Tamam, bu iyi bir enerji. Yani ben görebilirim, komşular görebilir, sen bana söylediğin yerde olursan, söylediğin şeyi yapıyor olursan ve sana koyduğum sınıra sağlıklı tepkiler verirsen biz bu saatin 6:00'ya kaymasını düşünmeye başlayabiliriz. Böylece ebeveyn de, çocuk da sağlıklı küçük adımlar atarak sınırları esnetir. Çünkü; ergenlik döneminde anne babanın temel sorumluluğu, çocuk-yetişkin ilişkisinden yetişkin-yetişkin ilişkisine çıkıyor. Çünkü bunu yapmak zorundasın. Bizim ailemiz tutucu, biz böyle yaşıyoruz, vs. Bu çocuk üniversite okuyacak, ne yapacak? Belki Adana'da bir okul kazanacak, senden uzakta yaşayacak. İşte bu adım adım senden uzaklaşacak, doğru söylemeyi öğrenecek, doğru eylemlerin içine girecek, sözünü tutmayı becerecek, sende bir güven duygusu oluşturacak. Diyeceksin ki, çocuğum Adana'ya da gitse, nerede olduğunu, ne yapıyor olduğunu, biliyor olacağım ve o kendini koruyabilecek. Bu her iki tarafın da ikna olması gereken bir şey. Bu sağlıklıdır. Niye biliyor musunuz? Çocukta her seferinde yetersizlik değil, gençte, bak dedin, dediğini yaptım. Ben yeterince büyüdüm. Vereceğiniz geri bildirim de böyle olmalı. Evet, ya gerçekten bu sınırların esnetilmesi konusunda doğru zamanda doğru şey istemişsin. Çünkü; ben senden bir şeyleri bekliyorum ve bunu da şahsi olarak değil, senin güvenle dış dünyaya açılabilmen için istiyorum ve sen de bunları gerçekten çok iyi yerine getiriyorsun. Şimdi saat 5:30'da değil de 5:45'te gelmeyi bir deneyelim bakalım. Yine kiminle, nerede ne yapıyor olduğunu, en 28 Kadınlar Akademisi doğru şekilde bana söyleyip, söz konusu saate de, bir geçe değil, 5 kala değil, o saatte evde oluyorsan biz yine seninle işleri, Çünkü; ergenlerin en çok direndikleri şudur; Bana güvenmiyor, çevreye güvenmiyor, çevre için ben ne yapabilirim. Bu benim suçum değil ki. Tamam. Yani çocuğun, dediğim gibi bir okula gider, amiyane tabirle, itin kopuğun içine düşebilir. Bir yere gider, son derece yalancı ve hilekâr insanların içine düşebilir. Bir yere gider, son derece ahlaksız insanların içine düşebilir. Bütün mesele orada olduğunda kendini koruyabilmeyi, sınır koyabilmeyi, kendi erdemlerine sahip çıkabilmeyi becerebiliyor mu? Diyelim ki beceremedi. Ayşe yerine Fatma ile gitti, Başak Pastanesi'nde muhallebi yemedi, sinemaya gitti. Bunun bazı sonuçları oluyor, olacak. Benim seninle ilişkimde kaybettiğim bu durumu yenilemem için bir süre daha sen eve sadece 5:00'te gelebileceksin. Bu konudaki istikrarın kendini ve beni tatmin ettiğinde biz daha sonra 5:15'leri, 5:30'ları düşünüyor olacağız. Yani kürekleri çocuğa çektirin. Böylece çocuk eğer yeterince çaba sarf ederse, sahip olduklarından fazlasını almayı öğrenecek. Hayat da böyle değil mi? Eğer çalışmazsan para yok. Emek harcamazsan evin leş gibi. Çaba sarf etmezsen bir sonraki öğünde yemek var mı? Yok. Yani, ancak çaba sarf ederek bazı şeyleri elde ediyorsun. Eğer istediği özgürlükse, eğer istediği imtiyazsa, neyle sağlasın bunu? Çaba sarf ederek sağlasın. Senin “höt”ünle “hüt”ünle değil. Kendine kendini kanıtla, bana niye sıkıntı veriyorsun, sen kendine kendini kanıtla. Mesaj bu. Nasıl? Güçlü bir mesaj değil mi? Böylece çocuğu zapturapt altına alıp korumak, evet koruyorsun bak, nerede olduğunu, kiminle olduğunu, ne zaman geleceğini, her şey senin kontrolünde. Ama onun kontrolünde olan da bu sınırları esnetmek için istikrar sahibi olmak. Dolayısıyla koruyorsun ama özgürleştiriyorsun. Ne demek istediğimi anlatabildim mi? Güzel. 29 Kadınlar Akademisi Evet, ama sürekli olarak ajan-X gibi, sürekli, neredesin, şimdi neredesin? Neredesin? Sürekli bu çocuğu yalan söylemeye tevessül ettirir. Yahu yeter artık der, telefonunu kapatır, unutmuşum sessizde kalmış der. Oraya gideceğine buraya gider. Tabii sen bir kere arayacaksın. Neredesin, kiminlesin, ne yapıyorsun? Ben oralarda dolaşsam seni oralarda görür müyüm? Tamam, sana inanıyorum. Sen istiyorsan eğer git görünmeden bir ara şöyle sokaktan bir iki kere bak. Evet ama buranın da bir işleyişi var, ben yine gelirim. Böyle bir grup oldu mu yine gelirim. Tamam, tamam ben yine gelirim. Bakın şimdi, bağımlılıklar kolay oluşur. Şimdi sizin yeğeninizi çok önemsediğiniz ortada. Bunu çok önemsiyorum, ben sizden çok şey öğreniyorum. Bak şimdi, bonzaiydi monzaiydi bilmem neydi, şunu bir kere iyi bilin ki, böyle bir şey olduğunda çocuk bunu bir kere denemiş olabilir vs. Çok açık olduğunuz için size karşı çok açık olabilir miyim? Bana o kadar güzel bir malzeme verdiniz ki, çocuk geldi ve “Ben bonzai kullandım” Muhtemelen böyle ruh dünyanıza atom bombası atılmış gibi oldu. Parçalara ayrıldınız. Bunu anlıyorum, ama böyle durumlarda sükûneti muhafaza etmek en sağlıklı olanıdır. Kendimi camdan atarım diyorsa, siz ona, yani böyle bir şey olduysa siz artık onun için doğru referans değilsiniz. Bunun için sizi yargılamıyorum. Sadece sizin üzerinizden bu deneyimi daha önce yaşamamış velilere, annelere bir mesaj vermeye çalışıyorum. Diyorum ya atom bombası düşmüş gibi oldunuz, eliniz ayağınız kesildi muhtemelen. Diyelim bonzai kullanıyor. Bu ne demek? Yani, bu ölümcül bir alışkanlık. Dolayısıyla belki orada, “Bir dakika dur bakalım, bu konuşulması gereken bir şey. Ben şimdi heyecanlandım ve korktum.” Neden korkuyorum? Duygundan bahset, Kendimi atarım deme. Şunu söyle; “Çok korktum ben şimdi senin bu işinden. Benim için çok değerlisin ya, sana zarar geleceğinden korktum” de. Bu onun konuşmasını kolaylaştırır. Ama kendimi atarım. Yani ben böyle bir şey denersem ben a bir daha hiç gelmeyeyim yani. Bir de onun kendine vereceği zararla uğraşmak zorunda kalıyor. Ha şimdi onu konuşalım. Bakın, aynı cinsel istismara karşı çocuğu korumakta olduğu gibi, mesela gençlerle şunu konuşun; bonzai konuşmayın, bir kere madde adı vermeyin. Sigara demeyin, alkol demeyin, bonzai demeyin. İnsanlar çeşit çeşit maddeler kullanıyorlar. Bana söylesene bir grup insan da kullanmıyor. Kullanmayanların kullanmama gerekçeleri ne olabilir? Sen niye bonzai kullanmamalısını sormak yerine ya da söylemek yerine sorun ona; niye insanların bazıları bazı maddeler kullanıyor. Bunların bazıları yasal, bazıları yasal değil. Bana şunu söyle oğlum, ya da kızım, birçok insan bu maddelerden uzak duruyor. Niye? Yeterince zeki olmadıkları için mi? Paraları olmadığı için mi? Baştan konuşma, yok canım bunlar sağlıksız şey. Ne açıdan sağlıksız? Bedene iyi gelen şeyler nedir? Gelmeyen şeyler nedir? Siz anlatmayın. Sokratik sorgulama diye bir şey vardır benim disiplinimde. Sokrat çok önemli bir felsefecidir. Niye biliyor musunuz? 30 Kadınlar Akademisi Sokratik sorgulamada bir şey vardır; sen bir şeyi bilirsin, karşı tarafa anlatmazsın, öyle sorular sorarsın ki; o biliyormuş gibi sana anlatır. Dolayısıyla, “Yavrum bonzai kullanma, alkolden, sigaradan uzak dur” demek yerine, Yahu merak ediyorum, neden insanların bir kısmı madde kullanmıyorlar da bir kısmı kullanıyor. Kullanmama gerekçeleri ne olabilir ki? Sor bunu. Paradoksal bak. Konuşsun seninle. Çünkü bu sigaraydı, alkoldü cebe zarar, bir sürü para gidiyor, tırnakların sararıyor, ağzın leş gibi kokuyor, işte ne bileyim, alkol alınca ne yaptığını bilmiyorsun, başına her türlü kötülük gelebilir, uyuşturucu dediğin şey zaten bir hapishane, bilmem ne. Tamam, o seni bununla duygusal tehdit altına alıyor. Muhtemelen ilgi çekmeye çalışıyor. Ben sizin yerinizde olsam hanımefendi derim ki; “Valla beden senin bedenin. Yani bu bedeni iyiye kullanırsan iyiye doğru gider. Ama eğer ne yapmak istiyorsan onu yapıyor olacaksın.” Şaka yapıyor ama “beden senin bedenin, şunu bil ki; yaptığın seçimlerin sonuçları da olacak. O sonuçlara katlanmaya hazır mısın” deyin ve satın almayın. O bunu kullanarak sizi biraz manipule etmeye çalışıyor galiba. Yani sizi üzeceğini bile bile “Ben eroin kullanacağım” diyorsa, sizi biraz maniple etmeye çalışıyor demektir. Buyurunuz. “Ben neden kullanmıyorum?” değil bak, kendi üstünden değil, insanlar niye madde kullanmıyor? Bir sürü insan madde kullanmıyor. Niye kullanmıyor? Yok demesini sağlayan şey ne olmuş? Güzel, güzel. İşte sadece çocuğu korumak değil. Yani her zaman onun bir hobisi olmasını sağlamak. Bak bu yaşta, özellikle ergenlik yıllarında çocuklar, ne yazık ki bu tüketim toplumu nedeniyle, hani bir tane pantolonum varsa iki tane daha olsun, şu marka olsun, bu marka olsun. Şimdi anne babalar da şu ikilem arasında kalıyor; ya işte aç değiliz, açık değiliz. Var biraz paramız. İstediği şeyi de alabiliriz ama biraz fazla gidiyor bu işler. Ne yapalım Esra? Almayıp cezalandıralım mı? Alıp destek mi verelim? Bakın, olmak ile sahip olmak arasında bir fark vardır. Ne yazık ki benim dünyamda, benim ülkemde sahip olmak, olmaktan daha değerli bir şey. Hâlbuki tam tersi. İnsanız biz, olmalıyız. Sahip olmak sonrasında gelir. Anlatabiliyor muyum? O yüzden ben çocukluk yıllarında da, ergenlik yıllarında da çocuklarınıza şu tür mesajlar verebileceğinizi düşünüyorum; Senin sen olmanla ilgili her şeye varım. Spor kulübü iste, seni spora yazdırayım, Tezhib iste tezhibe yazdırayım, tekwando iste tekwandoya yazdırayım, kitap kulübü iste üye yapayım. Bunların hepsi seni sen yapan, seni olduran şeyler. Diğer istediğin şeyler sahip olmak istediğin şeyler. Sahip olmak için sana 3 liralık bütçe ayırırım ama olmanı sağlayacak şeyler için 7 lira ayırırım. Bir ailede bu 100 liradır, bir ailede bu 25 liradır. Hiç fark etmez. Çocuğuna temel bir değer aşılıyorsun, diyorsun ki; Sen ol, Sahip olmak arkasından gelir. Sana ben olman için de, sahip olman için de bütçe ayıracağım. Çünkü annenim. Ama sahip olman için bütçe her zaman daha az olacak. Niye? Çünkü insansın sen. Olman, sahip 31 Kadınlar Akademisi olmandan daha kıymetli. Öyle değil mi? Hanımefendi sizden de son soruyu alayım sonra birbirimize Allahaısmarladık, güle güle diyelim. Soru: Çocuklarımızın internetle geçirdikleri vakit konusunda neler söyleyebilirsiniz? Doç. Dr. Esra İşmen Gazioğlu Evet, şimdi bak, bununla ilgili, evet kaçınılmaz, çocuğun internette geçirdiği, çok açıkça şunu söyleyeyim; işler bizim zamanımızdaki gibi değil. Çocuklar internet üzerinden de sosyalleşiyorlar. İşte orada bir takım ağlara giriyorlar, birbirleriyle yazışıyorlar, şudur budur. Belki ev içi kuralları tekrar izletip, şimdi bak, çocuk internete girmediğinde, sizi tenzih ederek söylüyorum. Baba televizyonu açmış, anne mutfakta, ortada bir diyalog yok. Anlatabiliyor muyum? Can sıkıcı bir ortam. Heyecan verici ortak bir faaliyet yok. O da kendisine bir yol buluyor, gidiyor odasına internete giriyor. Sizi tenzih ediyorum, sizin ailede böyle oluyor diye söylemiyorum. Sizin üzerinizden başka insanlara mesaj veriyorum. Bir çocuğa, yani bu çocuk bunu içiyor, bunu içme dersen, daha çok içmesini sağlarsın. “Bunu içiyor musun? İç ama bak bir de bu var” dersen bunu da içer, bunu da dener. Bundan hoşlanıyorsa, şundan daha az içer. Ne demek istediğimi anlatabiliyor muyum? Yani çocuğunun internetle daha az zaman geçirmesini istiyorsan ona alternatif yapmak zorundasın. Bu aile sohbetleri olabilir, birlikte, mesela hiç öz kök ailenizdeki kahramanlardan söz ediyor musunuz? Hiç kahramanlık öyküsü anlatıyor musunuz çocuklarınıza? Yani göçlerden bahsedin, bugün burada oturmanızı sağlayan aile büyüklerinden, verdikleri savaşlardan, “benim böyle kahraman gibi bir anneannem var. O kadar zor şeyler yaşamış ki; ondan bahsedin, resimlerini çıkartın, onun hangi özelliklerinin şimdi ona geçtiğiyle ilgili tartışın. Hiçbir şey yapamıyorsan bunu yap. Bu ilginç gelir çocuğa ve de ki; “Arkanda çok güçlü bir güç var senin. Bak bu kadar aile kahramanın var senin. Bu, yolda ilerlemeni sağlayacak” Böylece çocuğun nesiller arası bağı, bir soyun var, bir sopun var, geleceğe de ben bu değerleri taşıyacağım. Hiç Bir şey yapamıyorsan bunu yap. Bu parayla pulla, gidip o AVM'lerde ölümcül zaman geçirmeyi ihtiyaç olmayan şeyleri almayı bir kenara bırakın. Biraz aile kahramanlarından söz edin. Ailenizin geçirdiği zorluklardan ve nasıl baş ettiğinizden bahsedin. Ez cümle; hanımefendinin sorusu, eğer çocuğunun bir şeyi yapmasını istemiyorsan alternatif geliştirmek zorundasın. Çocuğun onu bir kez denemesini sağlayıp, onunla da zaman harcamasını ve alternatifi oluşturduktan sonra ilk başta istemediğin davranışlarla ilgili tahdit koyacaksın. Tabi ki internet kullanacaksın, çünkü çağımızın gençleri bunu kullanıyor. Ama ekran karşısında bir, bilemedin bir buçuk saatten fazla zaman geçirmeni istemiyorum. Biz de babanla ve kardeşlerinle, ekran derken, televizyonu, iPad'i, iPhone'u, interneti kastediyorum, bir buçuk 32 Kadınlar Akademisi saatten fazla zaman geçirmeyin. Anne, baba 5 saat televizyon seyrediyorsa, sizi tenzih ediyorum, çocuğu iPad'den, internetten kurtaramazsın kardeşim. Tamam mı? Son soruydu bu. Sunucu Bu güzel sunumu için Doç. Dr. Sayın Esra İşmen Gazioğlu'na çok teşekkür ediyorum. Teşekkür çiçeklerini vermek üzere Belediye meclis üyelerimizi sahneye davet ediyorum. 33 Kadınlar Akademisi Kasım 2014 Zaman Yönetimi ve Planlı Yaşama İsmail Karasu Sunucu Bağcılar Belediyesi tarafından düzenlenen Kadınlar Akademisi'nin ikinci oturumuna hepiniz hoş geldiniz, sefalar getirdiniz. Efendim, geçtiğimiz ay akademimizin 2014-2015 Eğitim sezonunun açılışını hep birlikte gerçekleştirdik biliyorsunuz. İletişim Becerilerini konuşmuştuk. Temele doğru iletişim tekniklerini koymamız gerektiğinden bahsetmiştik. Bu ay bu temelin üzerine yepyeni konularla inşa edeceğimiz 8 aylık serüvenimize de bir adım daha atarak devam ediyor olacağız. Bugün “Zaman Yönetimini ve Planlı Yaşama”yı konuşacağız. Bu konu başlığı ayırım yapmaksızın kadın ve erkek herkes için muhakkak ki çok önemli bir başlık ama muhatap biz hanımlar olunca, anneler olunca Annelik de 7/24 mesaisi olmayan bir sorumluluğun adı olunca, sanırım diğer bütün görevlerimizi layıkıyla yerine getirebilmek adına zamanı yönetme becerisini hepimiz kazanmalı ve bu konu hakkında malumat sahibi olmalıyız diye düşünüyorum. Bu bağlamda bugün çok kıymetli bir misafirimiz olduğunu da söylemiş olalım. Az sonra sosyolog Sayın İsmail Karasu, Zamanı Yönetme ve Planlı Yaşam söyleşisiyle bizlerle birlikte olacak ama kendisini davet etmeden önce sizlere Sayın Karasu'yu takdim etmek de isterim. İsmail Karasu 1963 İstanbul doğumlu olup, Anadolu Üniversitesi Sosyoloji Bölümü mezunudur. 1982 yılında iş hayatına atılan İsmail Karasu özel sektördeki iş deneyimlerini 1996 yılında kendi eğitim ve danışmanlık firmasını kurarak geliştirmiş, yaşam koçluğu ve yönetim danışmanlığı hizmetlerinin yanında, işletmelere, kamu kurumlarına, orta eğitim kurumlarına, üniversiteler pozitif yaşam becerileri, liderlik, yönetim becerileri, ekip çalışması, stres yönetimi, zaman yönetimi, hizmet kalitesi, müşteri ilişkileri, satış becerileri, duygusal zekâ, topluluk karşısında konuşma, diksiyon ve fonetik konularında eğitim seminerleri vermiştir. 1997 yılından buyana İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde ve Emniyet genel Müdürlüğü'nde eğitim veren İsmail Karasu halen Emniyet Genel Müdürlüğü Eğitim Daire Başkanlığı'nın eğitim projelerinde görev almaktadır. 20'ye yakın üniversitede dönemsel seminerler vermektedir. TBMM'de Gençlik ve Spor Bakanlığı'nda, İçişleri Bakanlığı'nda eğitim ve seminer projeleri yürütmektedir. Ayrıca kendisinin “Yaşam Coşkusu”, “Değişim ve Gelişim Yolunda 500 Adım” isimli kitapları bulunmaktadır. Alkışlarınızla sosyolog Sayın İsmail Karasu'yu sunum için sahneye davet ediyorum. 34 Kadınlar Akademisi İsmail Karasu Sosyolog Hoş geldiniz. Efendim, gerçekten güzel bir konu seçilmiş. Zaman Yönetimi. Ben de yıllar önce kendimi geliştirmek istiyordum. Kendimi değiştirmek istiyordum, bunu nasıl yapacağım? Fakat bununla ilgili pek bilgiye sahip değildim. Ama çok önemliydi bu. Çünkü; baktığımızda başarılı insanlar nasıl başarılı olmuş diye incelediğimizde, hakikaten zaman yönetimi, zamanı planlama çok önemli bir faktör olarak karşımıza çıkıyor. Ve o zaman, yani, şu anki kadar gelişmiş değildim yani, diyordum ki; herhalde beni başarıya götürecek iki tane faktör var. Birincisi zaman yönetimi, ikincisi de beyin yönetimi. İki tane şey benim için çok önemliydi hayatımda. Belki de bugünkü başarılarımı sağlayan önemli araçlardan bir tanesi de bu oldu. Onun için dedim ya size, çok güzel bir konu seçmişsiniz diye. Hayatımda ilk aldığım eğitim de zaten, Time Managing İnternational'in zaman yönetimi eğitimiydi, 1990 yılında. Hiç unutmuyorum, 3 aylık maaşımdan biriktirdiklerim aşağı yukarı bin küsur dolardı. Gittim iki günde harcadım. 1990 yıllarında 1250 Amerikan dolarıydı iki günlük eğitim. O zamanlar çok pahalıydı. Çünkü neden, zaman yönetimi? Allah, hepimize aynı zamanı vermiş. Doğru mu? Yani bana 24 saat, size 48 saat, size 24 saat, bana 48 saat vermemiş. Ve başarılı insanlar ne yaptılarsa bu zamanlarını çok iyi değerlendirerek yapmışlar. Hatta Peygamber Efendimizin hadisi olduğunu söylüyorlar; “İki günü birbirine eşit olan ziyandadır” Evet çok önemli. Yani dünkü seninle bugünkü sen arasında bir fark olmalı. Bu günkü seninle de yarınki sen arasında bir fark olmalı. Hatta bir yerde şöyle okumuştum; Bugünkü seninle 5 yıl sonraki sen arasındaki tek fark okuduğun kitaplar ve tanıştığın insanlar olacaktır. Yani ne kadar çok kitap okudun? Ne kadar çok insanla tanıştın? Aslında kendini ne kadar çok geliştirdin? En büyük problemimiz bizim bu. Kendimizi geliştirmiyoruz, farkında değiliz. Allah bize bu hayatı vermiş, sanki beleşten, efendim, öyle “indim çayıra, saldım bayıra, mevlam kayıra.” pozisyonunda bu hayatı yaşıyoruz. Yaşamak, yaşamaksa tabii ki, burada işte zaman konusunda ne kadar hassas olsak, ne kadar hassas olsak yeridir biliyor musunuz? Eğer başarılı olmak istiyorsan zamanının yönetimi konusunda çok hassas olman gerekiyor. Bill Gates'in hayatında, mesela zamanını boşa harcamaktan nefret ediyormuş. Düşünebiliyor musunuz? Boşa harcamıyor. Başarılı insanlarda ben bunu gördüm. Adamlar ne yapmışlarsa o 24 saatlerini çok iyi planlamışlar ve o başarı gelmiş. Demek ki, hayatta zaman yönetimi çok önemli bir konu. Özellikle ev hanımları, kimler var aramızda ev hanımları? Ağırlıklı. Bizim bir Kamuran ablamız var. Ailecek görüştüğümüz, çok sevdiğim bir hanımefendi. Aile dostumuz. Der ki; İsmail Bey biz ev hanımları sabah kalktığımızda yemeğin ismini koyduk mu o gün çok güzel geçer. Aslında yemeğin ismini koymak ne demek biliyor musunuz? Günlük planlamayı yapmaktır. 35 Kadınlar Akademisi Hayatımızda da böyledir. Amerika'da kadınlar buzdolabının üzerine yapıştırdıkları o not kağıtlarının üzerine yazarlar şu yapılacak, bu yapılacak diye. Aslında zaman yönetimi dedik de biz de geç başladık, neden öyle oldu? Bilgisayarda virüs vardı da ondan. Hemen bahanelerimiz hazır değil mi? Biliyorsunuz, eskiden derslerimizi yapmadığımız zaman okula gidiyorduk, X,Y ve Z kuşakları var. Ben 63 doğumluyum, 60 ile 80 arasında doğanlara X kuşağı diyorduk biz. Var mı aramızda X kuşaklı, 60 ile 80 arasında. 80 ile 2000 arasında doğanlara Y kuşağı diyoruz. Onları göreyim. 2000 den sonra doğanlara Z kuşağı diyoruz. Allah onların yardımcıları olsun. Askerliği kaldırdılar. Biz X kuşağı ev ödevimizi yapamadığımız zaman ertesi gün okula gittiğimizde “hocam elektrikler kesikti.” Şimdikiler ne diyorlar? “Hocam internet bağlantım kopuktu.” Şimdikiyle böyle bir fark var yani. Dedik ki, zaman yönetimi bir beyin konusu. Ben buradaki kıymetli hazirûna şunu tavsiye edebilirim; Zaman yönetimiyle alakalı piyasada 15-20'ye yakın yazılmış kitap var. Beyin yönetimiyle alakalı 200'e yakın kitap vardır. 100-150 kitap hepsini alıp okusanız yeridir. Ama önce zamanınızı, başarılı olmak istiyorsanız, zamanınızı nasıl kullandığınızın farkına varmanız gerekiyor. Aslında bir de zamanın iki boyutu var; Sayısal kullandığımız zaman birde sayılamayan. Yani sayıya vurulamayan değeri var. Nasıl, yaşadığımız zaman, gerçekten o zamandan mutmain olabiliyoruz mu? Çok önemli. Mutmain olabiliyoruz mu? Hani derler ya eskiler, Oğlum Allah bereketini versin. Pazar alışverişi yaparız ya, ben her zaman dua ederim. Allahım, kazancımın ve zamanımın bereketini ver. Hani İmam-ı Azam mıydı? Ömrünü ölçüyorlar, biçiyorlar, 60 yıllık ömürde binlerce eser üretmiş. Aman Allahım ne bereketli bir yer. Ben her zaman o duayı ediyorum. Allahım ömrümün ve kazancımın bereketini ver. Bereket olmadı mı valla nerede olduğunu bilemiyorsunuz. Kazanıyorsunuz, kazanıyorsunuz, paralar gidiyor. Onlarca arkadaşa şahit oluyorum, kendi hayatımda da görüyorum. Bereket olmadı mı gidiyor. Allah bereketini versin. Bunu bütünleştirelim. Şimdi şunu diyoruz; zaman sizin hayatınızdır. Zaman bizim her şeyimizdir. Tabii bir de şu var; Zaman bize ait bir kavram. Rabbimizin katında zaman diye bir şey yok. Zaman bize ait bir kavram. Şimdi kullanılan ya da boşa harcanılan zaman var. Boşa harcanan yaza heyhat yani. Boşa harcanan zamana yazıklar olsun. Boşa harcanıyorsa. 36 Kadınlar Akademisi Bize verilen zamanı bir şekilde ne yapmamız gerekiyor? Kullanmamız gerekiyor. Tabii güzel zamanlar vardır, sıkıcı zamanlar vardır. Mesela sıkıcı zamana örnek verebilir misiniz kısaca? Canınızın çok sıkıldığı zaman oluyor mu? Nerede oluyor? “Hocam her zaman” O zaman her zaman olanlara diyoruz ki; sıkı can iyidir, kolay çıkmaz. Evet, mesela bir bankaya falan gittiğinizde bekliyor musunuz? Şöyle bir 10 dakika beklediğinizde size 10 dakika bir saat gibi geliyor mu? Oluyor değil mi? Veyahut bir devlet dairesi, bir yere gidiyorsun bekliyorsun noterde vs. Bazen de bir dostunuz geliyor, bir tanıdığınız geliyor, akşam oturuyorsunuz mesela 8:00 de bir bakmışsınız saat 12:00 olmuş. 24:00 olmuş, Allah Allah! Nasıl geçti bu zaman? Diyoruz değil mi? Su gibi akmış. İşte Allah bize her zaman öyle zamanlar yaşamak nasip etsin. Evet, sabahları ve akşamları, tabii sabah verimin en çok olduğu zaman. Yine ben bir şey söyleyeyim. Dünyadaki başarılı insanların ortak özeliği sabah saat:04:00'te ayağa kalkmaları. Aynı bizim gibi değil mi? “Uykuyu seven adam başarılı olamaz” diyor. Uykuyu seven adam başarılı olamaz. En güzel zaman gece 10:00'la 03:00 uyku zamanı. Gece 10:00'da yatıp, 03:00'de kalkacaksın. Ama biz en güzel saatlerde ne yapıyoruz? Uykuda geçiriyoruz. Şimdi diyoruz ki biz; Batı başarılı. Yahu neden başarılı? Adam saat: 04:00'de kalkıyor. Arkadaşım diyor ki; “03:30'da kontağı çeviriyorum, 04:00'te iş yerine gidiyorum.” diyor. Tabii orada mecbur çalışmaya. Akşamları tabii biraz daha rahat, serbest olarak geçebiliyor. Hafta sonu ve tatiller. Hafta sonlarında da plan yapmak gerekiyor. Tatillerimizi de planlı programlı yapmak, ama bizde genellikle biz bu tip planları yapmıyoruz. Hemen ben burada sormak istiyorum; 4 tane hafta sonunu aramızda planlayan var mı? Yok. Ne zaman planlıyoruz? Cumartesi günü oluyor, hadi bugün şunlara gidelim. Telefon açıyorsun yok. Ondan sonra can sıkıntısıyla geçiyor o Cumartesi pazar. Bir hafta önceden plan yapsan aslında şuraya gideceğiz, buraya gideceğiz diye. Evet, peki, günler, aylar, haftalar ve yıllar. Zaman planlamasında gün çok önemlidir. Çok önemlidir gün. Şöyle ki; yine çok sevdiğim bir söz var; “Gününe hâkim olmayan, ömrüne hâkim olamaz.” Gününe hâkim olamayan ömrüne hâkim olamaz. Bu bir. İkincisi; yıllar diyoruz. Bakın bir günü kaybettiğinizde çok şey kaybetmiş olmazsınız, doğru mu? Ama bir yılı kaybederseniz hayatınızda, sınıfta çocuk kaldı bir yıl. Gitti, bir yıl heba oldu. Görüyorum üniversitelerde, okuyor çocuk, ikinci sınıftan bırakıyor, yeni bir bölüme başlıyor. İki yıl heba oluyor. Yani bir insan bir günü kaybettiğinde çok şey kaybetmez ama bir yılı kaybettiğinde çok şey kaybeder. Bunun için bir yılı kaybettik, Aaa! böyle yakışıklı delikanlıya böyle poz vermeyeyim mi, hadi vereyim bari. Ben de delikanlının yaşındayken fotoğraf çekiyordum. Türkiye ikinciliğim vardı fotoğrafta. Evet, çocukları böyle güzel yetiştirmek lazım. Tamam mı, peki, harika. Yine çok sevdiğim bir söz var; 37 Kadınlar Akademisi Şahane bir hayat yaşadım diyebilmen için, şahane bir gün yaşadım demen gerekir. Şahane bir hayat yaşadım diyebilmen için, şahane bir gün yaşadım demen gerekir. Bugününüz nasıl? Genelde ne diyoruz? “Eh işte.” Dün nasıldı? “Eh işte.” Geçmiş evvelki gün “Eh işte...” Kusura bakma senin hayatın da “Eh işte.” Ne diyeceğiz? Eh işte demeyeceğiz. Hayır, hayır harika, bomba gibi diyeceğiz. Şükürler olsun, ne kadar şükretsek az. Bak çok şükretmek lazım. Her zaman için, her zaman için. Bana diyorlar ki; “Hocam niye mutlusun?” Yahu Allahıma sonsuz şükürler olsun, Allah bana görmek için gözler vermiş, kulaklar vermiş, eller, ayaklar, akıl gibi nimet vermiş. Ya ben mutlu olmayayım da kim mutlu olsun ya. Bizler çıtayı o kadar yükselttik ki, bu da zaman yönetiminin bereketiyle alakalıdır. İnsanlar mutlu olamıyorlar. Ama bazı insanlar mutlu olmasını biliyor. Bazı insan bilemiyor. İşte o zaman tabii olmuyor. Benim küçük oğlum var işte 12 yaşında oğlum var, yani ben mesela hiç unutmuyorum, rahmetli babam kapalı çarşıdan kot almıştı levis, dönüp dönüp arkadaki amblemine bakıyordum. Çünkü; yoktu. Mekap ayakkabılar vardı. Şimdi yediğimiz önümüzde, yemediğimiz ardımızda. Doyumsuz tabii. Bunlar yemiyor ve dolayısıyla mutmain olma olayı kalkıyor, mutlu olamıyoruz. Hep gözlerimiz aç. Bakın yine Peygamberimizin bir hadisini söyleyeceğim ve Antony Rabins'in çok güzel bir sözünü söyleyeceğim size. Antony Robins diyor ki; Durumunuz ne kadar kötü olursa olsun, kendinizden daha kötü durumdaki insanlara bakın. Yani durumun ne kadar kötü olursa olsun, kendinden daha kötü durumdaki insanlara bak. Burada yaşayan Suriyeli kardeşlerimizi düşünelim. Peygamber Efendimizin (sav) hadisi Şerifi var; ne diyor? “Kanaat eden aziz olur, yükselir, Tama' eden, aç gözlülük yapan zelil olur, alçalır.” Aslında kanaat en büyük hazine, bilene. Bilmeyene tabii ki diyecek bir şey yok. Dediğim gibi günler, haftalar, aylar, yıllar. Efendim, saatler, dakikalar, saniyeler var ki, Allah! onların hiç farkında bile değiliz. Onlar nasıl geçiyor? Çok güzel geçiyor. Şimdi ben 38 Kadınlar Akademisi size sorsam nasıl geçiyor? Tabii bu akşam mutlaka sizin dizileriniz vardır. Gidin evde dizilerinizi seyredin. Nereden biliyorsunuz derseniz? Kuşlar söyledi bana. İşte siz ondan önce uyanacaksınız ki, uyanamıyorsun, neden uyanamıyorsunuz? Biliyor musunuz? Uyanamamanızın sebebi ne biliyor musunuz? Hedeflerimiz yok hedeflerimiz. Hayatımıza anlam katan şeyler yok. Onları yitirdik, onları kaybettik. İşte hedef, amaç yok. Pusulasız giden gemi gibiyiz. Ya her tarafa gidiyorsun, ya hiçbir tarafa. Yani tatmin olamıyorsun hayattan. O saatler boşa geçiyor. Hele ki televizyon karşısında geçen saat. Bir insan günde 3 saat televizyon seyretse bir yılda 1.095 saat yapıyormuş arkadaşlar. Düşünebiliyor musunuz bu tam 20.000 sahife kitap okumaya eşmiş. 20.000 sahife kitap okunuyor. PTT, Pijama, terlik, televizyon aptal kutusu, insanları aptallaştırıyor. Yahu siz dünyaya oynamaya mı geldiniz? Seyretmeye mi geldiniz? Hadi söyleyin bana. Niye geldiniz? Oynamaya geldiniz değil mi? Televizyon seyretmek pasif bir faaliyettir. Seyredersin, açıp bir kitap okursan, bir örgü yaparsan, yemin ediyorum, örgü yapmak hem stresinize iyi gelir, hem de bir şey üretmiş olursunuz ya. Televizyonun karşısında böyle, ondan sonra hanımefendiler psikopat oluyor. Ula acaba benim adam da beni aldatıyor mu? Tabii canım, yani insanın bu dizileri seyredip de kocasından şüphelenmemesi imkânsız. Anadolu'ya gidiyorum eğitimlere işte, Anadolu'dakiler ne zannediyorlar biliyor musunuz? İstanbul'dakilerin hepimiz sırça saraylarda yaşıyoruz, hepimizin altında Land Roverlar var, Mercedesler var, her gün restoranlara gidiyoruz, vallahi böyle biliyorlar. Gel de gör İstanbul'u. Bir trafiğe gir de gör ondan sonra neyin ne olduğunu. Evet, çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık. Arkadaşlar aslında insan hayatı ne kadar kısa değil mi? Çocukluk nasıl geçtiğini anlayamayız. Gençlik, yetişkinlik, yaşlılık. Zamanı çok iyi değerlendirmek lazım. Geçen bir şirkette bu eğitimi veriyorum, Şirketin sahibi dedi ki; “Hocam hayat 80 dakikadır” dedi. “Hayat 90 dakikadır ama aslında 80 dakikadır, maç gibidir” dedi. Dedim nasıl yani? Dur anlatayım. “Hocam, ilk 20 dakika gençlik yılları, yani ilk 20 dakika çocukluk yılları. Gençlik-çocukluk yılları. İlkbahardır” dedi. 0 ile 20 yaş. “20 ve 40 arası yazdır” dedi. “40 ile 60 yaş arası sonbahardır” dedi. 60 ile 80 arası kıştır” dedi. Dedim 90 dakikaydı. “Onlar da uzatmadır” dedi. “Arada kırmızı kart gören vardır” dedi. “Kalp krizi, sarı kart gören vardır, bypass geçiren” Ondan sonra dedim ki; Allah sarı ve kırmızı kart görmeden 90 dakika oynayanlardan etsin. Taça maça düşmeyelim değil mi? Vallahi güzel, tabii ki. O zaman bize verilen bu vakitleri ne yapalım? Bizler çok iyi değerlendirelim. Bu fotoğrafları daha sonra vereceksin bana değil mi? Alayım daha sonra. Çalışma zamanlarımızı, çalışma zamanlarımız olduğu zaman ne yapacağız? İşimize gücümüze bakacağız. Biz Türkiye'de çok yaşıyoruz. Bakın Amerika'da ne oluyor biliyor musunuz? İş saatinde adam karısı 39 Kadınlar Akademisi arasa, cep telefonunu karısı arasa cevap veremiyor biliyor musun? Şutlarlar adamı. Biz burada ohooo! laylaylom, laylaylom. Biz iş ürettiğimizi zannediyoruz. Adamda disiplin var. Evet bu. Yani bizim kat etmemiz gereken mesafe çok. Çalışma zamanı çok ideal, disiplin. Bu Altürk firması var. Abdurrahim Albayrak, biliyor musunuz? Abdurrahim ağabey çok sevdiğim ağabeyim, dostum, 500 Evler'de bir zamanlar çelik kasa işi yaparken ben tanıdım kendisini. Yan yana idi dükkânlarımız. Bana bir hayat hikâyesini anlattı. Babasıyla Almanya'da çalışıyor, çok büyük bir başarı örneğidir Abdurrahim Bey. Sıfırdan gelmiştir. Bir tane otobüs, eski bir otobüsten, koskoca bir şirket çıktı. “Almanya'da çalışıyordum” dedi. “Sabah 05:00'de başlıyoruz, 05:30 gibi ne olduysa ellerim üşümüş, tornavidayı bıraktım, ellerimin içerisine (nefesimle ısıtmak için) şöyle hohladım.” Hiç daha önce Almanya'da çalışan var mı içinizde? Siz daha iyi bilirsiniz. “Ellerimi soğukta böyle yaptım, (hohlayıp birbirine sürdüm)” Hemen şefi gelmiş, “Bay Abdurrahim tornavidayı eline al, çalışmaya devam et. Onu dinlenme arasında yapacaksın.” Adamlarda müthiş bir disiplin vardır. Bak hanımefendi bilir. Var değil mi? Bizdeki gibi değil. “Bay Abdurrahim, tornavidayı eline al, çalışmaya devam et, onu dinlenme arasında yapacaksın.” değil mi? Çocuklarınıza disiplin öğretin bir, bak bu seminerden, çocuklarınızı disiplinli yetiştirin. “Kelle kesen, baş koparan” olun demiyorum size ama disiplin öğretin biiir, ikincisi de; hemen size bir hayat dersi daha veriyorum; çocuklarınızın başarılı olmasını istiyor musunuz? Bugünden itibaren, çocukların asla odalarını toparlamayın. Odalarını kendileri toparlasınlar. Yatağını kendisi toparlasın. Bakın bunu yapın, 10 sene sonra karşıma gelin, “Hocam senin dediğini yaptım ama oğlum başarılı olmadı.” deyin. En son psikolojik araştırmaları söylüyorum size, en son psikolojik araştırmaları. Bir insanın yatağını toparlaması bütün hayatını düzenlemesine sebep oluyormuş. Onun için, kalktı çocuk, “Haydi oğlum, çarşafı çek...”sonra sen tekrar üzerinden geç. Yatağını toparlasın, çarşafını toparlasın, çocuğun bütün hayatı düzene girecek. En sonuncu psikolojik araştırmaları söylüyorum size. Devam ediyoruz, çalışma zamanları dedik. Efendim, dinlenme zamanları. Çalışıyoruz, ne yapacağız? Ama dinleneceğiz de ömür boyu dinlenme olmamalı burada. Yani bir saat çalıştım, 10 saat dinlendim. Bir Meksika atasözü var, geçen bir arkadaşım söyledi, şuymuş; “Ne kadar güzel sabahtan akşama kadar uyumak, geceleri ise dinlenmek” Adam tam bir tembeli tarif ediyor. Tamam mı? “Ne kadar güzel sabahtan akşama kadar uyumak, geceleri ise dinlenmek” Şimdi, iki arkadaş konuşuyorlarmış birbiriyle, bir tanesi ayakta, bir tanesi yatıyormuş. Ayaktaki yatana diyormuş ki; “kalkıp çalışsana” demiş ki yatan;”Ne olacak” Ayaktaki demiş ki; “para kazanırsın” yatan demiş ki; “Ne kadar?” demiş ki mesela; “1000 lira kazanırsın” “Daha sonra?” “Daha sonra 2 bin lira” Daha sonra 3, daha sonra 5, daha sonra 10... “Daha sonra ne yaparım?” demiş. Ayaktaki demiş ki; 40 Kadınlar Akademisi “Daha sonra yan gelip yatarsın” Yatan cevap vermiş, “Ben zaten yatıyorum” demiş. Ya böyleysen, yatıyorsan bir problem yok. Ama bizim insan olmamızın tezahürü çok sıkı çalışmamızı gerektiriyor. Din-i mübin-i İslam, bize “çalışınız” deyince, biz de “alışınız, yatınız” anlamışız. Adamlar geçmişler. Niye? Az önce aşağıda konuştuk, Batı geçmiş bizi. Bakın cep telefonları kullanıyoruz. Bugün Türkiye'de 160.000.000 cep telefonu satılmış. 160 milyon. Türkiye'nin 60 milyar dolar parası yurt dışına çıkmış. 60 milyar dolar üretime girse, 60 milyar dolar daha katma değer oluşturur, binlerce insanımıza iş imkânı olur. 120.milyar dolar, ya. Bakın telefonları hep kullanıyorsunuz, akıllı telefonlar. Hepsi, teknoloji. Niye sen üretmezsen, Batı aklı bunu üretir sana ne yapar? Satar. Tabii ki, dinleneceğiz. Dinlenmeden olmaz, dinleneceksin, abartmadan dinlenme de önemli. Şimdi devam ediyoruz, ne kadar çok sevdiğim bir söz; “Ne kadar uzun yaşadığın değil, nasıl yaşadığın önemli”. Yani, hayatı dolu dolu yaşayabiliyor musun? Aktivite üzerine aktivite, eylem üzerine eylem yapabiliyor musun? Olay bu. Kendinizi ne olursa olsun asla boş bırakmayın. Zaten Türk hanımları kendilerini asla boş bırakmazlar zaten. İlla oyalanacak bir şey bulur. Yani Türkiye'de bayanların erkeklerden uzun yaşamasının sebebi nedir biliyor musunuz? İşlerinin bitmemesi. Kadının işi asla bitmez. Biz erkeklerin işi biter, ondan sonra adam gider. Tabii canım, geçen bir il emniyet müdürüyle konuşuyorum, “Ya hocam, emekli olacağım ne olacağım?” dedim Müdürüm bir yerde çalışacaksın dedim, yani öyle bir şey yok. “Bak hocam sana ne anlatayım” dedi. “Benim bir arkadaş ta emekli oldu...” Emekli olmuş, adam çalışacak bir yer bulamamış. İl Emniyet Müdürü nerede çalışacak? Ondan sonra evinin köşesine bir makam odası yaptırmış, bir de telefon çektirmiş, telefon açıyormuş karısına, şunu getir, bunu götür, kahve getir, çay getir vs... Kadın bir hafta sonra içeri bir hışımla giriyor, telefonun kablosunu çekip koparıyor, “Yeter be!” diyor, “başlarım senin makam odana, yürü defol git... seninle mi uğraşacağım” 41 Kadınlar Akademisi diyor. Onun için ben her zaman şunu söylüyorum; bir erkek kaç yaşında olursa olsun, sabah evden ne yapacak? Çıkacak. Çık git abi, çık git, çık çık çık! Kadın görmesin seni. Tabii eşleriniz gelse de eşlerinize söylesem bunu. Biz bu hayatı yaşayalım, dolu dolu yaşayalım, yaşadığımız hayatın, yaptığımız işin hakkını verelim. Tabii yalnız burada yine önemli bir şeyi paylaşmak istiyorum kıymetli hazirûn. Hayat iki türlü yaşanır; bir hayatı ya seversiniz, ya da nefret edersiniz. İş iki türlü yapılır; ya seversiniz, ya nefret edersiniz. Nefret ederseniz, bağışıklık sisteminiz bozulur ve daha çok hastalıklara açık pozisyona düşersiniz. Severseniz, sevgiyle beraber bağışıklık sisteminiz kuvvetlenir, hayat içerisinde karşılaştığınız güçlüklerin üstesinden de bir şekilde gelirsiniz. Onun için işin hamurunda ne olmalı? Sevgi, aşk, muhabbet olmalı. Cem Hakko'nun Vakko mağazalarında her yıl bir sözüyle beraber bir manifestosu yayınlanır. 2000 den önceki sözlerinden bir tanesi şuydu; “Severek yaşamak, hayata en güzel meydan okumaktır.” Severek yaşamak, hayata en güzel meydan okumaktır. Şimdi düşünün, bak adam iş yapıyor. Bir paspas şöyle yapılır, birincisi şöyle yapar, “Sayın müdürüm günaydın, sabahın bütün güzellikleri sizin olsun” “Günaydın, ne yapıyorsun?”, “Ya ben buradaki güzel arkadaşlarıma güzel ortamlar hazırlıyorum.” Bir tanesi de böyle yapar. “Çek ayağını, çek çek!” Bunun da hayatı bitmez. Hanımefendiler bilirler, bazen, rüzgâr yemeği diyorum ben, yapıyor musunuz rüzgâr yemeği? Eşime diyorum, ya bu nasıl yemek olmuş böyle? Efendim buyurun, istemeyerek değil mi? Hani bizde ne derler? “Gönülsüz (istenmeden pişen) aş, ya karın ağrıtır, ya baş” Peki, zaman sözünü bir sınırlılık olarak asla kullanmayalım, ne olarak kullanalım? Hani biz diyoruz ki, genellikle hep şunu söylüyoruz; zamanım yok. Zaman bulamadım. Eh, zamanı oluşturacaksınız, planlama yapacaksınız. Efendim, ne olmuyor? Zaman olmuyor. Çıkar çıkar, şimdi biz ona şöyle söylüyoruz; dünya genelinde % 100 planlama yoktur. Kaçtır biliyor musunuz dünyadaki oran? % 60'tır. Yani bir insan günlük planını % 60 zaman planlaması yapar, % 40'ı da kendiliğinden oluşan esnek faaliyetler deriz biz ona, % 40. Yani % 100 planlama olmayabilir. Adamın affedersiniz tuvaleti gelir, bir şey olur, bilmem ne yapar, acil bir durum olur, değil mi? Misafir gecikir, bir şey olur, dünyadaki % 60, Türkiye'de kaç biliyor musunuz? Türkiye'de de % 40. Türkiye'de % 40'ını planlıyoruz. Dünyada % 60 oran, Türkiye'de % 40. Bir de tabii sosyal yapımızdan kaynaklanan durumlar var. Şimdi siz, Batı'da olsa, hiç kimseye randevusuz gitmezsiniz, gidemezsiniz. Her şeyin vakti saati var. Biz mesela birisine randevu verdiğimiz zaman diyoruz ki; İşte abi sabahtan gel. Öğleden sonra gel veya biraz daha hassas isek ne diyoruz? Saat 15:00'te bekliyorum, 10:00'da bekliyorum, işte 14:00'te bekliyorum. Biraz daha hassas olursa 14:30 diyoruz mesela. Size birisi şöyle randevu verse, “sizi saat; 14:23'te bekliyorum. Dese size birisi ne dersiniz? Yahu sen manyak mısın? Niye 22 42 Kadınlar Akademisi değil, 24 değil de 23 geçe. Ama orada o adam ona uyuyor. Özellikle Amerika'da ve İngiltere'de. Evet, İtalyanlar biraz daha bize benziyorlar. Peki, kendimizi yönetmek burada çok önemli. Bir kere mutlaka bir ajandanız olması gerekir. Bir ajandanız olsun. Hani kaptanların seyir defterleri olur ya, adam günlerce denizde gider, hiç bomboş denizde onlarca, yüzlerce not alır. Bizim yaşamımızın bir seyir defteri bile yok, düşünebiliyor musunuz? Bir ajandanız olsun, ajandanızda her eyleminiz yazılı olsun. Namaz kılacaksınız mesela, yaz ona, yemeği yapacaksın yaz, tembellik yapacaksın diyoruz. Hatta onu bile yaz. Bize mesela zaman yönetiminde bunu öğrettiler. Zamanı nasıl planlayacaksın? Öğrettiler ama sen İsmail Hocam ne kadar uyguladın? Yakın işte, uygulamaya çalışıyoruz. Mutlaka, yani orada tembellik bile yapsan o dahi yazılmalı. Kötü alışkanlıklarımızı kontrol etmek. Evet, şimdi, maalesef bizler alışkanlıklarımızın ürünüyüz. Yani, ister kabul edin, ister kabul etmeyin, bugünkü hayatınız, dünkü alışkanlıklarınızdan ileri geliyor. Doğru mu? Siz mesela bugünkü hayatınızdan memnunsanız, demek ki dün doğru alışkanlıkları kazandınız, bugün bu hayatı yaşıyorsunuz. Sizler bugünkü hayatınızdan memnun değilseniz demek ki dün yanlış alışkanlıkları kazandınız yine bugün bu hayatı yaşıyorsunuz. Alışkanlıklarımız çok önemli. Dünyaca ünlü sosyologlardan Bauman da alışkanlıklarla alakalı şunu söylüyor. Dün yanlış alışkanlıkları kazandınız. Yine bugün bu hayatı yaşıyorsunuz. Alışkanlıklarımız çok önemli. Dünyaca ünlü sosyologlardan Bauman da şunu söylüyor; “Bir insanın hayat başarısı olumlu alışkanlıklar kazanma becerisinden ziyade, olumsuz alışkanlıklarından hızlıca kurtulabilme başarısına bağlıdır.” Bir insanın hayat başarısı olumlu alışkanlıklar kazanma becerisinden ziyade olumsuz alışkanlıklarından hızlıca kurtulabilme başarısına bağlıdır. Yani, olumsuz alışkanlıklarınızdan hızlıca kurtulabiliyorsanız ki, Stephen Covey, “Etkili insanların giydiği alışkanlığında buna kaçış faaliyetleri diyor, olumsuz faaliyetlere. Yani bir insanın sürekli uyuması, Sürekli dinlenmesi, sürekli gezinmesi, sürekli televizyon seyretmesi, sürekli internette dolaşması, bunlar kaçış faaliyetleridir ve sizi helak olmaya, yok olmaya götürür” diyor Stephen Covey. “Etkili insanlığın 7 alışkanlık kitabı.” Tavsiye ediyorum bu kitabı mutlaka alın. Yaşam koçluğu yaptığım herkese bu kitabı mecbur kılıyorum. Çok güzel. Stephen Covey. İki kitap tavsiye ediyorum size; internete “Etkili insanlığın 7 alışkanlığı” diye yazın çıkacaktır. Bir de “İçindeki devi uyandır” diye bir kitap var, Anthony Robbins. O kitabı da mutlaka okuduysanız bir defa daha okuyun. Terapi kitabıdır yani, güzel bir kitap. Yani o kitabı da okuyup, “Hayatımın yarısı” diyen arkadaşlarla karşılaştım. Evet, burada alışkanlıklarımız çok önemli. Olumsuz alışkanlıklardan kurtuldukça olumlu alışkanlıklar ne yapacaktır? Devreye girecektir ve bizim başarımıza da başarı katacaktır. Kötü alışkanlıklardan kurtulmamız 43 Kadınlar Akademisi gerekiyor. Peki, başka? Evet, ne diyorlar “Türk gibi başla, Alman gibi bitir.” Meşhur. Biz çoğu zaman başlıyoruz, sonunu getiremiyoruz. Hanımefendilerin Pazar günü rejim kararı alıp, Pazartesi günü vazgeçmeleri gibi. Ha burada hemen bir iki şey söyleyeceğim. Geçen bir hocamız söyledi bunu. “Elimde imkân olsa, çocuklara Türkiye'de 18 yaşına kadar her gün mutlaka Omega-3 kullandırırım. Doktorunuza veya eczacınıza sorun, çocuklarınıza Omega-3 kullandırın, çocukların beyinleri gelişsin. Tamam mı? Bir de şekerden, bugünden itibaren bana söz verene, bugünden itibaren şeker kullanmak yok. Söz mü? Söz mü? Kimler kullanıyor şeker? Derhal, bakın geçen İstanbul Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Recep Güloğlu Hocamla konuşuyorum. “Hocam” dedi, “Şeker kadar insanı yaşlandıran, şeker kadar insana zarar veren, kanserojen etki madde oluşturan başka bir şey yok.” Şekeri artık çocuklarınıza da vermeyin. Alıştırmayın. Eskiden hani şöyle su bardakları vardı ya, su bardaklarına çay koyuyordum, 3 tatlı kaşığı şeker atıyordum ya. Şekeri bırakana kadar canım çıktı. Hani” mintaxla bacım mintaxla” diyor ya, nasıl oldu biliyor musunuz? Şöyle yaptım; 2007 yılında Samsun'da bir şirkette eğitim veriyorum. Ara oldu, şirketin sahibi Bahadır Tıbbi Aletler, Avrupa'nın en büyük tıbbi aletler üreten firmasının sahiplerinden, işte oturuyoruz, şeker geldi, çay geldi işte, ben iki tane şeker atıyordum. “Hocam dur ne yapıyorsun?” dedi. Elime atladı. Dedim ya çaya şeker atıyorum. “Hocam bak bir şey söyleyeceğim sana” dedi. Buyur söyleyin dedim. “Ben günde 20 çay içiyordum” dedi. “Ortalama 20 çay içiyordum ve ikişer şeker koyuyordum. 40 şeker. Bir gün elime 40 şekeri aldım” dedi. “Bunlar benim mideme mi giriyor? Dedim ve o gün bıraktım” dedi. Ben o gün 1'e düşürdüm. Daha sonra buraya geldim Samsun'dan. Sürekli gidip geliyorum işte. Burada “KİM Marketleri” var. Erol Bey. Sahibi çok sevdiğim de bir ağabeyim. Erol Ağabeye yaşam koçluğu yapıyorum, yönetim eğitimleri yapıyoruz, ondan sonra bire bir çalışıyoruz. Erol Bey de şekersiz içiyormuş çayı. Şekersiz çok acı, İsmail beye de diyor ki, “hocaya da şekersiz getir.” Ben içimden “sana da hocana da başlayacağım” diyorum. Çünkü alışık değilim. Erol ağabey dışarı çıkıyor, ben şeker atıp karıştırıyor içiyorum tamam mı? Neyse onun yanında iki üç ay kaldım. Şekeri hallettim. Mesela şu an şekerli bir çay verseniz bana ben asla içemem. Yani, bizim buradaki kıymetli hazirûnun, değerli arkadaşlarımızın sağlıkları sıhhatleri de önemli. Şeker kanser yapıyor ya. Daha ötesi yok. Hoca, “10-15 yıla kalmaz yasaklarlar şekeri” dedi. Bak tuz, tuz da öyle. Evet devam edelim. Efendim, işlerimizi sürüncemede bırakmayalım. Bakın, sürüncemede bırakılan işler, son dakikaya bırakılan işler kişiyi gerilime sokar. Yaşıyorsunuz değil mi? Tabii gerek yok ki, stres seviyenizi artırır. Stresiniz artarsa hata sıklık dereceniz artar, bu da birçok şey getirir. Onun için efendim sürüncemede bırakmayacaksın. Biraz sonra onun size formülasyonunu da söyleyeceğim, ne 44 Kadınlar Akademisi yapmamız gerektiğiyle alakalı. Devam ediyoruz. Pratik önerim şu: Öncelik sırasına koymak çok önemli hayatımızda. İşlerimizi öncelik sırasına. Maalesef ki, bu bizim Türk insanının pek onu yapmadığı, alışık olmadığı bir durum. Yani şöyle: A İşleri; kesinlikle yapılmalı, diyorsunuz, B işleri; yapılması iyi olur. C İşleri; pek biz buna gelmiyoruz. Ama başarılı insanlara baktığınızda kesinlikle önemli işlerine öncelik verdiklerini görüyoruz. Biz yıllarca okuldan geldik, çantamızı bir köşeye attık ve oyuna kaçtık. Ama bazı arkadaşlarımız çalıştı. Biz o çalışanlara ne dedik? Ya o işte inek, bir yerde Genel Müdür Yardımcısı oldu. Genel Müdür oldu. Şimdi 15-20 bin lira maaş alıyor. Arada böyle bir fark oluşuyor. Demek o zaman burada bir disiplin meydana geliyor. Yine öncelik. Senin önceliğin ne? Oğlum, kızım geldin, dinlen, 20 dakika dinlen, ondan sonra otur dersini yap. Dersini bitir ondan sonra ne yaparsan yap. Ama biz, ben de yıllarca ben ne yaptım? En son dakikaya bırakıyorduk. Tipik Türk yaklaşımı. Tamam mı? Tipik Türk yaklaşımı. Son dakikaya bıraktığından dolayı da gerilime giriyorsun. Akşam uykun geliyor bilmem ne. Gel, dinlen, dersini yap, ondan sonra çık git oyun oyna, zıpla ne yaparsan yap. Öncelik sırasına koyacağız. Genellikle zor işleri erteleriz, hoşlanmadığımız işleri öne alırız. Yine bunlar başarı için çok önemli. Yani bizde böyle bir huy vardır. Yani zor işleri ne yaparız? Uzak dursun bizden deriz. Ama uzak durdukça aslında o bizim moral motivasyonumuzu negatif anlamda etkiler. Çünkü onun için de diyoruz ki bu işler için, iki tane şeyimiz var; Şimdi yap, bir de şu: Yap kurtul. Tamam mı? Şimdi yap, ikincisi yap kurtul. Bu da bir stratejidir. Yap kurtul. Evet, öncelik sırasına koy, zor işleri erteleme, iş hayatında bu çok önemlidir. Adam gelir mesela, sabah 09:00. çok önemli bir projesi üzerinde çalışacaktır. Der ki; Ben saat 11:00 gibi bu projeye odaklanacağım der. Saat tam 11:00 gelir, ya arkadaşı aramıştır, ya müşterisi telefon eder, Alo der, tam o anda kendisinde bir suçluluk duygusu, eyvah tam bu işi yapacaktım, şimdi arkadaşım çağırdı. Gitmesem de olmaz yahut müşterim çağırdı. Gitmesem de olmaz. En iyisi bunu öğleden sonra yaparım der. Yani gideyim, görüşmemi işimi yapayım, öğleden sora saat: 16:00 gibi falan. Tabii saat:16:00 da başka bir proje işi çıkar, iş çıkar o gün yapamaz. Ertesi güne kalır. Bu böyle bir iki günü atlattı mı artık o, o kişide alışkanlık yapmaya başlar. Mutlaka bitirme tarihleri koyalım diyoruz. Şu zamanda şu bitecek. Mesela önce sıkıcı olan işi yap. Ödüllendirme sistemi kur. Yine canlılara yönelik yapılan araştırmalarda, canlılar ödül aldıkları davranışları tekrar etme yönündedirler. Yani bir insan bir ödül aldığı zaman o davranışı ne yapıyor? Tekrar ediyor. Bu nedir? İşini yaptıktan sonra, evini temizledin, bir bardak su içmen bile senin için ödüldür. Bir sütlü nescafe yapıp içmem, evini temizledikten sonra senin için bir ödüldür. Veyahut evi temizledikten sonra hadi çıkıp şöyle parkta yürüyeyim biraz, şöyle bir tur atayım demen senin için bir ödüldür. Ne olur? Seni bir sonraki hedefine hazırlar. Bundan dolayı da buna da dikkat etmek gerekiyor. Bizim çünkü 45 Kadınlar Akademisi o motivasyona ihtiyacımız var. Bir de işleri küçük bölümlere ayırmak. Ve diyorlar ki; işleri küçük bölümlere ayırdığınızda hemen hemen yapamayacağınız hiç bir iş yoktur. Ha siz bir günde efendim oturup İngilizce öğrenemezsiniz. Ama her gün 10 kelime ezberlerseniz, bir yılda 3650 kelimeyle İngilizceyi az çok konuşabilecek bir arka plana, tecrübeye sahip olursunuz. Dediğim gibi bir günde oturup 600 sahifelik kitabı okuyamazsınız. Ama 600 sayfalık kitabı 10'a bölerseniz ve her gün 60 sayfa okursanız, 10 günde o kitabı ne yaparsınız? Bitirirsiniz. Bizdeki en önemli şey bu. Biz böyle gözümüzde büyütüyoruz, büyütüyoruz, ondan sonra ne diyoruz biliyor musunuz? Benden bir cacık olmaz konumuyla karşı karşıya geliyoruz ki, son derece yanlış bir tutum. Evet, işleri küçük birimlere bölelim. Zamanımızı iyi kullanmanın bir yolu da işi ne haline getirmek? Eğlenceli hale getirmek. Özellikle Y kuşaklarında 80'lerden sonra doğanlarda işte mutlaka diyoruz ki, Y kuşağı ile çalışıyorsanız işte mutlaka eğlence olmalı. Eğlenceli olmalı. Eğlenceli hale getirdiğiniz zaman da o vaktin nasıl geçtiği beli olmaz. İşimizi zevkle yaptığımız takdirde zamanın nasıl geçtiğini anlamayız. Şimdi şu soruyu soracağız kendimize; nereden geliyoruz? Nereye gidiyoruz? Nereden geliyoruz ve nereye gidiyoruz? Peki, burada bizim hedeflerimi çok önemli. Hemen sormak istiyorum; Aranızda kaç kişinin hedefi var? Elini kaldırsın hedefleri olanları göreyim. “Hocam, benim hedeflerim var” diyenleri göreyim şöyle. Bir şey sormayacağım, sadece hedefleri olanları merak ediyorum. Ama hedef derken tabii şunu da ifade edeyim; Neler hedef? Maddi hedeflerim, manevi hedeflerim, iş, özel, sosyal yaşamla ilgili hedeflerim. Var değil mi? Var mı? Hepsi var mı? Çocuğumu büyütmek, çocuğuma iyi bir eğitim aldırmak, gezmek, şöyle ne bileyim Antalya'ya gitmek, Ürgüp'e gitmek, Amerika'ya gitmek, Avrupa'ya gitmek, Mekke'ye gitmek, Medine'ye gitmek. Memleket neresi? Giresun, güzel. İşte bunlar peki, çok güzel. Böyle hedefleriniz var mı? Var. Eh tamam. Geliyorum şimdi can alıcı noktaya. Kaç kişi hedeflerini yazıyor? Hedeflerini yazanlar ellerini kaldırsınlar. Bir, iki, üç... altı, bak küçük bir kızımız çıktı orada, bravo, aferin. Bakın bu çok önemli. 1953 yılında Stanford Üniversitesinde bir araştırma yapıyorlar. Üniversite son sınıf öğrencilerine soruyorlar, kaç kişi hedefini yazıyor diye soruyorlar. Hedefini yazan % 3. Hedefini yazmayan % 97. 20 yıl gözlem altına alıyorlar. 1973'e geldiğinde, Amerikalılar böyle şeye çok meraklıdırlar. Uzun dönemli araştırmalara. 1973'e geldiğinde hedefini yazan % 3'ün kimlerdi o hedefini yazanlar? Hedefini yazan % 3'ün, hedefini yazmayan % 97'den madden ve manen daha başarılı, daha mutlu olduğunu ve hedeflerine ulaştığını tespit ediyorlar. Hedeflerin yazılması, ne derler; Söz uçar yazı kalır. Âlim unutmuş ama kalem unutmamış. Olur, tabii gel ben de izleyeyim bakayım, öğreneceklerim vardır mutlaka. Tamam iki tane kalem rica ediyorum. Şimdi yapacağımız çalışma şu; Ayaklarımızı şöyle 85 46 Kadınlar Akademisi derece açıyoruz. Evet, harikasınız ve şu var; mesela % 5 derseniz hedefinizi hiçbir zaman % 25'e ulaşamazsınız. Ama çok da performansınızı zorlarsanız, o zaman da kayış da atarsınız. Mesela şöyle, % 25'e varacaksan % 75 dersen Amaaan dersin. Yani hedefler, şimdi geliyorum oraya. Hemen şöyle geliyorum. Hedeflerimizde bazı kriterler olmalı. Birinci kriterleri açıklıyorum size; Hedefler açıkça tanımlanmalı, efendim gerçekçi olmalı, motive edici olmalı, zaman sınırı olmalı, ödüllendirici olmalı. Birincil kriterler dediğimiz bunlar. Demek ki hedefler de açıkça tanımlanmalı. Ne demek o da. Mesela kilo vermek bir hedef midir? Nasıl bir hedeftir? Kilo almak hedef midir? Hayır, zayıfsa almak hedeftir. Şimdi ne yapıyoruz biliyor musunuz? Mesela yazı tahtası olsaydı ben olsaydı açıklayacaktım size, yok değil mi burada yazı tahtamız. Var mı orada burada kenarda, çıkar mı? “Bir ihtimal daha var” diyor ya. Yani görsel olarak anlatırsam sizin kafanızda daha iyi yer eder. Yani sağ beynine hitap etmiş olurum. Şayet varsa, yoksa olanla iktifa edeceğiz. Peki, dedik ki bunlar birinci kriterler hedeflerle alakalı. Gerek kurumsal anlamda da kullanıyoruz biz bunları. Yani iş dünyasında da kullanıyoruz, özel yaşamımızda da bunları kullanıyoruz. Çok önemli. Açıkça tarif etme hedefi. Dediğim gibi maddi, manevi, iş özel, sosyal yaşamla ilgili hedeflerimizin olması ve bu hedeflerin mutlaka yazılı olması gerekiyor ki; Bizim performansımız artsın. Şimdi şunu açıklayacak olursak, mesela kilo vereceksin. Efendim 84 kilodan 80 kiloya düşeceksin. Bu yazılacak, 84 kilodan 80 kiloya inmek için. Önce 84'ten 82'ye inmek için her hafta yarım kilo ver. Tamam mı bunu yaz. Ne zaman başlayacaksın? Efendim, Kasım ayı itibariyle başla. Efendim, Aralıktaki hedefin ne? Efendim, 82'den 80'e inmek. Bak, Aralık ayı hedefin. Ondan sonra yine yazacaksın. Ekmeği kes, ama yemek için değil yani. Yani hayatından çıkartacaksın. Elma kürü uygula. Tamam mı? Her hafta Pazartesi günleri tartıl. Bunlar böyle alt alta sıraya yazılıp, yazılı olarak bizim, ha var mı? Efendim bu şekilde olmalı. Açıkça tanımlanmalı, daha sonra gerçek çıkmalı. Yani, siz 84 kilodan 80 kiloya inmek yerine 50 kiloya ineceğim derseniz zafiyet geçirirsiniz. Allah muhafaza etsin, sağlığınızı kaydedersiniz. Hayır, bu değil, bakın, hedef gerçekçi olmalı ve motive edici olmalı. Yani, belirlediğimiz hedef bizim elimizden gelenin en iyisini yapmaya ne yapmalı? Yani, az önce kalemi çevirdik ya, elimizden gelenin en iyisini yapmaya bizi itmeli, zorlamalı. Yoksa o performanstan bahsedemeyiz. Zaman sınırı olmalı hedeflerimizin mutlaka. Eğer zaman sınırı koymazsanız o hedeflerle ömür boyu yaşarsınız. Yani o kilolarla ömür boyu yaşarsınız, o kiloyu da hiç bir zaman veremezsiniz. Tabii bununla ilgili, bilinçaltıyla ilgili çalışmalar yapmak ta gerekiyor. Sadece onunla da bitmiyor da. Ödüllendirici olmalı. Dediğim gibi, bununla alakalı çalışma yapıyorlar. Mesela Yunusları tam 12 metre sıçratıyorlar. Yani yunusu halkadan geçiriyorlar, ödülünü veriyorlar halkayı bir metre kaldırıyorlar. 2 metre, 3 metre, hep ödülünü alıyor, 4 47 Kadınlar Akademisi metre, tam 12 metre sıçratıyorlar hayvanları. Evet, bunlarla ilgili yapılan çalışmalar var. Ödül her zaman bizi motive eder. Dedim ya. Şimdi siz kilo veriyorsunuz, kilo verdiniz gittiniz, ben bugün bir kilo verdim, ondan sonra git bir buçuk Adana ye. O olmaz. Yani hedefle uygun ödül olur. Ne yaparsın? Dediğim gibi nescafe söylemek, efendim bir bardak su içmek, bir bardak çay bile bunu ödüllendirme olarak görülebilir. Yazarak notlu çalışanlar kimler var aranızda? Mesela bir şey söyleyeceğim; mesela bir işi yaptığınız, tamamladığınız zaman üzerine bir kırık işareti atıyor musunuz, yani çiziyor musunuz? İşte o nedir biliyor musunuz? Ödüldür. Hatta bazı arkadaş böyle karalar. Tamam mı böyle intikamını alır, yaptım, gitti kurtulduk. Bazı arkadaş kibarca çizer, böyle v işareti atar. Bunlar nedir? Ödüldür. Psikolojiktir ama yansıması bize çok daha fazladır. Şimdi bunlar birinci kriterlerdi, hedeflerdi, ikinci kriter de bir insan ne istediğini bilecek. Doğru mu? Ne istediğini bilecek, ikincisi, neler yapabileceğini bilecek. Ha! benim kapasitem ne? Yani ben nereye kadar kapasitemi zorlarım? Allah herkese bir şey vermiş yani. Herkesin farklı bir çalışma temposu, ya da metodu vardır diyelim, tamam mı? Birincisi ne istediğimizi, ikincisi neler yapabileceğimizi bilecek, üçüncüsü ise, şununla şunu birleştirecek, yani, istek ile yeteneği gerçeğe uydurma diyoruz. Tabii bu çerçevede önemli şey var, yani ulaşmak istediğim şeye ulaşmada nelerden vazgeçmem gerektiğine karar vermek. Haa!.. en önemli konu bu. Ne bu kısaca? Söyleyin; Fedakârlık. Bedel ödeme. Sen hem kendini geliştirmek istiyorsun, hem İngilizce öğrenmek istiyorsun, hem şunu, hem bunu yapmak istiyorsun ama gel gelelim, ondan sonra herkesi, kendinden başka herkesi suçluyorsun, birde dönüp kendini suçluyorsun, olmaz. Evet, sorumluluğu üzerine alman gerekir. Yani, bunun bedelini ödeyeceksin tamam mı? Virgil diye bir âlim, filozof bir insanın hayattaki her şeyi başarması imkânsızdır demiş. Aslında çok güzel. Her şeyi başarmak imkânsızdır. Bundan dolayı odaklanma, fokuslanma çok önemlidir. Yani bir konuyu seçeceksin, o konuda ne yapacaksın? Kendine yatırım yapacaksın, sürekli kendini iyi hale getireceksin. Bu arkadaşlar devamlı mı buraya geliyorlar, her hafta mı geliyorsunuz? Ayda bir defa mı geliyorsunuz? Vallahi tebrik ediyorum ama yeterli değil ya. Şu salonun hıncahınç dolu olması lazım. Aşkolsun yahu, benim için demedim, benden öncekiler de çok güzeldi, benden sonra gelecek hocalarımız da çok güzel. Önemli olan kapmak yani. Biz hazırı çok seviyoruz, hazır olsun, zahmet olmasın, ama biliyorsunuz bir söz vardır; “Zahmet olmadan rahmet olmaz” Bedel ödeyeceksin ya. Ya şu eğitimlere ben hiç katılmadıysam, yani hiç vermediysem, 20-25 bin dolar para vermişimdir. Gittim 90 yılından sonra, hedefim vardı. Hedefim; insanlara bir şeyi anlatmaktı. Yani konumda en iyi olmaktı. Devam ediyoruz. Peki, her şeyi aynı anda yaparsanız hiç bir şeyi yapamazsınız. Aynen öyle. Görevlerinizi, günlük işlerimizi bir önem ve öncelik sırasına mutlaka ne 48 Kadınlar Akademisi yapmamız gerekiyor? Yani dedim ya; benim için öncelik ne? Gerisini eleyeceksin o işin. Yoksa başarısız olursun. Gününe hâkim olamayan ömrüne hâkim olamaz. Onun için zaman yönetiminde günlük planlama çok önemlidir. Evet, öldüğünüz gün dahi ajandanızda yapılacak işler listesi ne olacak? Dolu olacak. Ama öbür tarafta dinlenirsiniz. Ebedi istirahatgâh diyor ya, tabii orada da nasıl dinlenirler bilmiyorum. Ha, şöyle yapalım. Az öncekini kısaca örnekleyeyim mi size? Yani kafanızda yer etsin diye. Tamam, hemen şöyle yapalım. Hani dedik ya, kilo vermek dedik, sadece bunu yapın ki aklınızda yer etsin. Yani bunu böyle dediğinizde kapalı bir hedeftir. Ama 84 kg'dan 80 kg'a in dediğimizde bu hedefi biraz daha detaylamış olursunuz. Tabii, 84'ten 82 kg'a inmek için her hafta yarım kilo vereceksin. Efendim, Kasın ayı itibariyle başlıyorsun, bak dedik ya. Zamanlama çok önemli. Daha sonra 82'den 80 kg'a inmek için yine her hafta yarım kilo vereceksin. Ne zaman? Ekmek dedik, ekmek kesilecek. Ama niçin yemek için değil, ne zaman? Hemen. Elma kürü, mutlaka çocuklarınıza elma yedirin. Biliyorsunuz en son kanseri engellediği çıktı, cildi güzelleştiriyor, zekâyı açıyor, tamam mı? Elma, mutlaka elma. Dışarıdan süt almayın. Paket süt almayın. Şeylerden alın, sütü yoğurdu yapın. Mesela biz şu anda öyle yapıyoruz. Beykoz'dan getiriyorlar bize. Süt alıyoruz, eşim yoğurt yapıyor. Tamam mı? Elma kürü uygula. Mesela hemen. Tamam mı? Her hafta tartıl, her gün değil. Ne zaman? Pazartesi günleri. Şimdi bu hedefleri böyle yazarsanız, bu hedeflerle ilgili bir şeyler yaparsınız. Yazmazsanız bunlar sadece birer temenni olarak kalır sizde. Bunun için de hedeflerin yazılması fevkalade önemlidir. Hani hemen şuraya dönecek olursak, şuraya gelelim isterseniz, şuraya geldik, bakın, birinci madde: Açıkça tanımlanmalı. İkinci madde: Gerçekçi olmalı. Yani ne yaptık? 84'ten 80'e, 50'ye demedik. Üçüncü madde ne dedik? Motive edici olmalı. Yani şu hedefler bizim elimizden gelenin en iyisini yapmalı. Dördüncü madde: Zaman sınırı olmalı. Bir de ödüllendirici olmalı. Hedefini tamamladın, ne yapacaksın? Kendine bir ödül vereceksin. Evet, şurada kalmıştık galiba, Gününe hâkim olmak, sorularınız cevaplarınızdır. Bu, az önce Anthony Robbins'in İçindeki Devi Uyandır kitabını tavsiye ettim ya size, orada bir bölümdür bu. O kitabı mutlaka alıp okuyun. Sorularınız cevaplarınızdır. Şunu söylüyor; İçindeki devi uyandır. Orada bir bölüm bu. Diyor ki Anthony Robbins, “Sizin soru sorma beceriniz, sizin hayat kalitenizi belirler.” Kendinize soru sormanız. “Eğer doğru soruları sorarsanız, doğru cevapları verirsiniz” diyor. Hatta Peygamberimizin (sav) hadisi var bu konuda ne diyor? “Soru ilmin yarısıdır” Kendinize doğru soruları sorarsanız, doğru cevapları alırsınız. Soracaksınız; “Bugünkü çalışmalarımda ne kadar başarılı oldum?” daha fazla öğrenebilir miydim? Tabii, istersek öğrenebiliriz. Leo Buscaglia'nın kitapları var, okuyor musunuz? 49 Kadınlar Akademisi Mesela: Yaşamak Sevmek Öğrenmek” diye bir kitabında, Ya çok basit 3 tane kitap söyledim; Etkili insanların 7 alışkanlığı, İçindeki Devi Uyandır dedim. Bu başka bir şey söylemedim. Yaşamak, Sevmek, Öğrenmek, istersen onu okuma ama güzel bir kitap, fena değil yani. Leo Buscaglia babası akşam yemeği yiyorlar, soruyor. “Leo bugün neler öğrendin?” İşte baba şunları şunları öğrendim diyor. Başka neler öğrendin? Şunları şunları öğrendim. “Yetmez” diyor. “Kalk bakalım, git Atasözü kitabını al, buradan 5-6 tane atasözü oku.” Bir de bak ekstra burada çocuğu teşvik etmek de var. Daha fazla öğrenebilir miydik? Tabii ki, kendimizi teşvik etmek de var. Daha yüksek performansla çalışabilir miydik? Kesinlikle çalışabiliriz ama bununla ilgili motivasyon sahibi olmamız gerekiyor. Hayatımda neleri ihmal ediyorum? Önce kendinizi ihmal ediyorsunuz. Evet, kendinizi ihmal etmeyin. Hayatta bir tek kişi için yaşayın, kimin için? Kendiniz için yaşayın. Kendin için yaşa, şimdi şöyle bir şey. Ben şunu söylüyorum her zaman tezim şu; Önce senin mutluluğun. Sen mutlu olmadan kocan mutlu olmaz. Doğru mu? Çocukların da mutlu olmaz. Sen mutlu olacaksın. İnce bir çizgi var orada aynen öyle. Çok fazla şey yaptığın zaman egoistçe bir şey olur. O olmaz. Kadınların Türkiye'de işi biraz zor. Çünkü sizler çok fazla vericisiniz, biz de alıyoruz yani. Şimdi şöyle bir şey; Efendim tabii ki, ben mesela gece kalkıyorum, bakıyorum, eşim çocuğun üzerine bakarken ben doğru mutfağa gidiyorum mesela. Yani atıştırmak için. Kadın evden çıkmadan önce 30 tane 50 tane şeyi düşünür. Beyin yapısı olarak da erkeklere nazaran çok daha gelişmiştir. E tabii yapacaksın o zaman. Nasıl olsa yapan birisi var. Allah razı olsun bir şey demiyoruz canım. Evet, yapanlardan Allah razı olsun. Zamanı kötü değerlendirmenin sonuçları ne olur? Etkilerini hemen göstermez. Amma, aylar ve yıllar sonra muazzam farklar oluşur. Ve sizi hayatta hiç de istemediğiniz yerlere götürebilir. Hayatta hiç de istemediğiniz yerlerde kendinizi bulabilirsiniz. Yani, şimdi anlamazsınız ama böyle başlar bak, başlar, başlar, başlar, bir de ondan sonra dersin ki; Heyhat benim ömrüm nerede geçmiş? Dersin. Evet, öyle bir hayat yaşa ki diyor, yaşlanıp geriye dönüp baktığında keyfin kaçmasın. Öyle bir hayat yaşa ki, yaşlanıp geriye dönüp baktığında keyfin kaçmasın. Hani,70-80 yaşına gelip de geriye dönüp bakıp da ne deme? Vah deme, tüh deme, eyvah deme. Ne de? Oh be ben bu alıp verdiğim nefesi, yaptığım işin, yaşadığım hayatın hakkını verdim de. Vakti zamanında bir adamcağız yaşarmış, adamcağızın ismi “Yuh baba” imiş. Neymiş? Adamın özelliği de şu; Ölen bazı insanların arkasından “Yuuuh” diye bağırıyormuş. Ama herkesin arkasından değil. Hak vaki olmuş bir gün adam da ölmüş, tabii cemaat bekliyor, niçin? Yuh çekmek için. Hoca soruyor, “Ey cemaat, nasıl bilirdiniz?” Hep beraber ne diyor “Yuuuh” diyor. Musalla taşının üzerinde tabutu aralıyor ve cemaate diyor ki; “Ben de bu hayatın hakkını veremediysem, 50 Kadınlar Akademisi bana da yuh olsun diyor” ve adam tekrar yatıyor. Kıssadan hisse şu: Yaptığın işin, yaşadığın hayatın hakkını ver. Onun için de diyoruz ki; Aman arkadaşım nefret etme. Nefret etme sevgiyle yaklaş her şeye. Sev, nefret etme, aşkla, muhabbetle yaklaş, evine baktığında, eşine baktığında, çocuklarına baktığında veyahut buraya baktığında, bak ne kadar güzel bir salon. Bundan 40 yıl önce var mıydı? Polyanacılık diyorlar ama bence çok güzel bir şey polyanacılık. Olayların iyi tarafını görebilme becerisi. Hayat çok kısa arkadaşlar. Hayatı değerlendirmek lazım. Allah gerçekten hayatı değerlendirenlerden etsin bizi. Benim konuşma sürem ne kadar? Valla güzel tabii, ben de çok zevk aldım, mutmain oldum, güzel bir topluluk var. Şimdi hani bizde bir söz vardır; “Marifet iltifata tabidir.” Yani bir insanın marifetli olmasını istiyorsanız, o insana iltifat edin. Şimdi siz beni güzel dinlediğiniz için, bende maharet yok, aslında maharet sizde. Şimdi şöyle bir şey. Siz şimdi beni böyle dinliyor olsanız, ben geldiğimden beri bakın şöyle durun, dik durun ve bana sadece şöyle bakın. Siz böyle dinliyor olsanız ben 5 dakika sonra kopardım. Ama sizler ilgiyle dinlediğiniz için ben de size bir şeyler vermeye çalışıyorum. Ama burada şimdi size bir hayat hikâyesini paylaşacağım. Müthiş bir ders alacaksınız. Hazır mısınız ders almaya? Hazır mısınız? Bunu ikinci defa göstermeyeceğim ona göre. Burada renkli satış yapıyoruz, pazarlama yapıyoruz burada. Yani şimdi bu da bizim işin tekniği. Satış-pazarlamaya girmeyelim, girersek siz zararlı çıkarsınız. Yok yok, kitap mitap yok. İyi bir daha ki sefer olursa getiririz. İnşallah ya nasip. Şimdi size hayatınız boyunca unutamayacağınız dersi paylaşıyorum. Alt yazılı ama önemli değil. Newyork'ta düşen uçak, denize inen uçak. Okumakta zorluk çekenler için. Bu adam Richard Allens. Newyork'ta nehre inen uçaktaki yolculardan bir tanesi Şimdi size 3 şeyi paylaşacağım diyor. Yani adam ölüyor, ölümden dönüyor, neymiş onun paylaşacakları? Birinci ders olarak diyor ki, hayatta hiç bir şeyi ertelememeyi öğrendim. Diyor. Yani çok sevdiğiniz bir şey var, o şarap diyor da biz onu başka şey anlayalım. Çok sevdiğiniz bir şey var, evde kullanmadığınız tabaklar var. Bazen misafirler gelir, kırılır. Kırılsın. Zaten onlar kırılmak içinizden var. Biz hayatımızda ne kadar şeyleri erteliyoruz ya. Yine bir bilgiyi paylaşacağım sizinle. Adamın bir tanesi üstü açık bir araba alıyor. Üstü açık araba niçin alınır? Millete hava atmak için değil mi? Üstü açık alıyor ama bakın ne kadar değerli. Sıfır alıyor arabayı. Ve geliyor, çocuklarını alıyor, kardeşinin çocuklarını alıyor, “hadi” diyor, “dondurma yemeye gideceğiz” diyor. Üstü açık arabayla. Dondurma yenir mi? Gidiyor, alıyor dondurmaları, diyor ki; “önce koltuklara dondurmaları sürün” diyor. Biz olsak ne yaparız biliyor musunuz? Allah kahretmesin ne biçim çocuksun sen falan filan. Türk erkeği de arabaya, Allaaah! “Arabayı rezil ettiniz, mahvettiniz arabayı.” filan. Adam çocuklara dondurmaları sürdürüyor koltuklara, Yani diyor ki, 51 Kadınlar Akademisi “bu araba zaten kirlenecek, ilk başta kirletin” diyor. Yani zaten kirlenecek. Erteleme ya o kullanmadığın tabakları git kullan bu akşam. Hatta kırılsın. Yenisini al. Merak etme, buyurun. Kenan Bey, Sayın Başkanım hoş geldiniz. Hanımefendi diyor ki; “Hocam hiçbir şey bizden daha değerli değildir” Aslında bizim bunu anlamamız lazım. Yani sen önce değerlisin. Önce kendimize biz o değeri atfetmemiz gerekiyor ama Pek de öyle kolay olmuyor. Peki, birinci ders neymiş? Aldınız mı dersi? Anladık değil mi? Süpersiniz. Devam ediyoruz. Eşiyle ve çocuklarıyla olan ilişkisini sorguluyor ve diyor ki; “Keşke eşime ve çocuklarıma daha fazla vakit ayırsaydım” diyor. O anda aklından geçenleri söylüyor. Adam artık hayatın kıymetini anlıyor, ne diyor? Eskiden dalaşıyormuş eşiyle. Ne yapıyor artık tamam diyor, hiç gerek yok diyor. Gerek var mıydı, değer miydi birbirimizi kırmaya diyor. Bunu TED diye yazarsanız youtube'da TED Ric Elias diye, ismini biraz sonra söyleyeceğim size. Bak ne kadar güzel. Artık haklı olmayı değil, mutlu olmayı seçiyorum diyor. Şimdi haklı mısın? Mutlu musun? Yahu haklısın ama mutlu değilsin, öyle haklı olmanın ne faydası var bize? Hiçbir faydası yok. Önemli olan hayatı mutlu bitirelim. Bakın ne diyor? “Çocuklarımın büyüdüğünü görmek istiyorum” diyor. Yani adam ölmek üzere şimdi. Uçak düşüyor ya, adam ölecek, parçalanacak, yüzlerce parçaya bölünecek adam. Çünkü üst düzey yönetici ya, çocuğunun okul merasimine neden gitsin diyor, neye gitsin? Ama şimdi ne yapıyor? Gidiyor, çünkü çocuklarım benim için çok önemli diyor. Hayatı değişti. Bir yerde okumuştum. Bir kadın başka bir hanımefendiden bahsediyor, benim arkadaşımın babası diyor, arkadaşımın bütün okul törenlerine katılmış, dediği kişi Diyo Ayakoka, General Elektriğin başkanlığını yapmış bir adam. CEO'luğunu yapmış, ama ne yapıyor? O, CEO iken bile çocuğunun bütün okul törenlerine, merasimlerine katılıyor. Evet, buradan diyorlar ki; Hani sizin, özelikle bir baylara diyorlar, hani sizin çok önemli bir iş toplantınız vardı ya, çocuğunuzun okul törenine gitmediğiniz, bahane ettiğiniz iş toplantınız vardı ya, siz bir hafta sonra o iş toplantısını unutmuş olacaksınız ama çocuğunuz, o katılmadığınız merasimi ömür boyu unutmayacak. İşte onun için ne yapıyor? Şimdi burada böyle bir pişmanlık duyuyor ve o pişmanlık neticesinde ne yapıyor? O çocuğunun törenine katılıyor. Harika bir baba olmak. İyi bir baba olmak. Nasıl arkadaşlar? Süper değil mi? TED yazarsanız karşınıza çıkacak youtube'da bence hem izleyin, hem de eşlerinize de izletin. Tövbe, Allah sizi ya, ne mübareksiniz. Başka bir ceza verin yani bunu mu yaşayalım yani. Allahım ya Rabbim. Simülasyon olsun diyorsun öyle mi. Ama hakikaten adam büyük bir hayat dersi veriyor değil mi? Neydi birincisi: Ertelememek, İkincisi: Sevdiklerine zaman ayır, Üçüncüsü: İyi bir anne baba olmak. 52 Kadınlar Akademisi Evet, öyle, doğru, hepimizin rolleri var. Devam ediyoruz. Efendim dedik ki; Önemli olan ne kadar meşgul olduğunuz değil, neyle meşgul olduğunuzdur. Gerçekten önemli işlerle mi uğraşıyorsunuz? Yoksa ufak tefek işlerle mi uğraşıyoruz? Efendim, hayatımız, ufak tefek işlerle uğraşıp, hayatı ıskalamakla geçiyor. Onun için ne yapalım? Ufak tefek işlerle bizler uğraşmayalım. Kendimize mutlaka ve mutlaka günlük hedefler çizelim. Günlük hedefler çizmeniz sizin performansınızı ne yapar? Artırır. Ve şöyle bu günlük hedeflerinizi çizerken her gününüzün bir sanat eseri gibi olmasına gayret edin. Yani aslında bize verilen her gün müthiş, değerli bir gün. Yani bunu değerlendirebilirsiniz de, değerlendiremeyebilirsiniz de. Bu tamamen size kalmış bir şey. Şu soruyu kendinize soracaksınız; Nasıl bir gün yaşamak isterdin? Nasıl bir gün yaşadın? Nasıl bir gün yaşamak isterdik? Kaliteli. Ama gerçekten yaşadık mı? Bugün yaşadınız mı? Bu seminerin katkısı oldu mu? Eyvallah, olduysa Allah razı olsun. Yani bir pencere açabildim mi size? Bir şeyleri fark ettirebildim mi? Ben de bunları ne yapıyorum biliyor musunuz? İşte 20 yıl artı 50 yıl artı işte özetlerini anlatıyorum, vurucu noktaları, önemli, ehemmiyetli bölümlerini anlatıyorum ki siz de buradan bir şeyler yakalayın. Günlük planlama, gün, zaman dilimleri içinde en küçük birimdir. Az önce söyledik. Her güne yeniden başlama imkânı vardır. Bugünü kaybettik. Olabilir. Takılıp kalmayalım ama yarını nasıl yaşayalım? Dolu dolu çok güzel yaşayalım. Söz mü? Yaşayabilir misiniz? Yaşarsınız. Önceden plan yapacaksınız. Planlayın. Dedim ya ajandanız olsun, yazın. Bakın o ajandada tembellik yapacağınızı dahi yazın. Ya yatacağım deyin, şuraya gideceğim deyin yaz. Eyvallah, ne kadar güze siz orada notu alıyorsunuz yani. O günün sonunda o günün planıyla gerçekleşeni karşılaştıralım. Yani neleri yaptık. Tamamlanan işleri ortaya koyalım. Ertesi günün planını yapalım. Ve zihnimizde günün bir değerlendirmesini yapalım. Aslında her akşam zihinde günün değerlendirmesini yapsak, ben bugün nerede ne kadar vakit, neyle vakit harcadım? Zamanımı neyle geçirdim diye sorsak, aslında bu dahi bizim verimliliğimizi artırır biliyor musunuz? Ben bugün ne yaptım, ne kadar boş zamanım oldu? Yani ne kadar zamanımı ziyan ettim? Asıl bunu da değerlendirseniz bir sonraki gün daha güzel olur. Daha fazla şey öğrenebilirsiniz. Aslında o farlılık da değerli arkadaşlar o öğrenme de biliyor musunuz? Yani isterseniz onu siz yapabilirsiniz. Akşam için de mutlaka plan yapmak gerekiyor. Biz genellikle ne yapıyoruz biliyor musunuz? Akşam oluyor, ondan sonra can sıkıntısı yaşıyoruz. Neden? Çünkü; akşamla ilgili bir planımız yok. Var mı? Kaç kişinin akşamla ilgili planı var? Akşam eve gideceğim. Hepimiz akşam eve gideceğiz, değil mi. Evet. Şimdi zaman yönetiminde başarılı olmak için bir kere her şeyi yazacağız. Günlük planlama yapacağız. Mutlaka önceliklerimizi belirteceğiz. Ve zaman planlama aracı, yani o ajandanız olur, not defteriniz olur, ona bir de neyi ekleyeceksiniz? Disiplin. Eğer başarılı olmak istiyorsanız, mutlaka 53 Kadınlar Akademisi disiplini ekleyeceğiz. Disiplinli davranacağız. Kendimiz disiplinli hareket etmeye gayret edeceğiz. Yoksa başarılı olamayız. Efendim, genellikle böyle işte evrakları karmaşık bir yapı insanın bütün moral, motivasyonunu ve üretkenliğini ne yapar? Etkiler. Şimdi şu çok önemli; Zamanı yönetebilen insanın mutlaka neyi vardır? Hedefleri. Ve bu hedefler nedir? Yazılıdır. Ondan sonra Bir de tabii o hedeflerin alt hedefleri vardır. Doğru mu? Ne derler? Merdiven basamak basamak çıkılır. O zaman alt hedefleri var. Bir de ne var? Eylem. Eylem yoksa hiçbir kıymeti yok. Hatta Anthony Robins öyle diyor; “Bir şeyi hedefledin, bir şeyle ilgili karar verdin, “Oradan o hedeflediğinle ilgili, karar verdiğin şeyle ilgili bir şey yapmadan kalkma, adımını atma” diyor. Biz ne yapıyoruz? Hedef diyoruz, karar diyoruz, fakat bir türlü ne yapamıyoruz? Eyleme geçemiyoruz. İşte yine eyleme geçemediğimiz an kendimize dönüp ne diyoruz? “Benden bir cacık olmaz” konumuyla karşı karşıya geliyoruz. Gerektiğinde de şartlara göre esneklik. Hani dedim ya dünyada %60 kuralı var. Hani bir insan zamanının %100'ünü planlayamaz. % 60'ını planlar. Hiç olmazsa bir de o planladığımıza gayret edeli. Planlayamadıklarımızı da esnek, kendisinden oluşan faaliyetler içerisinde değerlendirelim. Zamanını yönetemeyen insanın özellikleri var. Zamanını yönetemeyen insanın özellikleri de; Önemliyi önemsizden ayırıp ne yapamıyor? Öncelik veremiyor. Başka? Önceliklere göre yapacağı işleri organize edemiyor. Ve dolayısıyla da kişi ne oluyor? Başarısız oluyor ve verdiği kararları iradesini kullanarak uygulayamıyor. Yani karar veriyor, erteliyor, karar veriyor erteliyor. Bu ne oluyor? Belli bir süre sonra kişinin yaşam tarzı haline geliyor. Ve ondan sonra ne oluyor? Kişi kendinden kaçıyor. Kendisiyle yüzleşmek istemiyor. Çünkü kendiyle yüzleşmek kişiye çoğu zaman zor gelir. Ağır gelir kendisiyle yüzleşmek. Çünkü neden? Yapamadıkları vardır. Şimdi son olarak zaman yönetiminde Stephen Covey'in felsefesiyle bir şey yapmak istiyorum. “İnsanların” diyor Covey “etki alanları vardır, ilgi alanları vardır. Bazı insanların etki alanları geniştir, bazı insanların ilgi alanı geniştir. Eğer hayatta başarılı olmak istiyorsanız, etki alanınız geniş olsun. Etki alanını genişletmek için birincisi: Proaktif olun. Yaşadığınız hayatın sorumluluğu üzerinize alın. Bir şey yaptıysa bunu ben yaptım. Sorumluluğu kime aittir? Bana aittir. İkincisi, ikinci alışkanlık; Bir işin sonunu düşünerek işe başla. Hani biz başlıyoruz ama sonunu ne yapamıyoruz? Getiremiyoruz. İşte bu da morali etkileyen, verimliliği etkileyen durumlardan olarak karşımıza çıkıyor. Öncelikli işleri ne yapacaksın? Öne alacaksın mutlaka. Bir de alışkanlık “Kazan-Kazan” diye. Yani bir katkın olacak. Ayrıca psikolojik olarak da kendinizi iyi hissetmek istiyorsanız, bu çok önemlidir. Yani, ben kazanayım, sen de kazan, psikolojik olarak iyi hissetmek istiyorsanız üç tane temel unsur var; 1Kendinizi sürekli olarak geliştireceksiniz, sürekli olarak kendinizi geliştireceksiniz. 2- İnsanlarla iletişim kuracaksınız, yani insanların size gelmesini beklemeyin, siz 54 Kadınlar Akademisi gidin insanlara. 3- İnsanlara katkı sağlayacaksınız, faydanız olacak. Yani kazankazan. Ben kazanıyorum, sen de kazan. 4- Hayata katkı sunmak veyahut ta Allah rızası için birilerine ulaşmak, yardım etmek. Tamam mı? 5- Önce anlamaya çalış, daha sonra anlaşılmaya. Bizdeki en büyük problem ne? Biz birbirimizi anladığımızı zannediyoruz. Bununla alakalı bir video göstereceğim ama en sona saklıyorum onu. 6- Sinerji oluştur. Yani “Bir elin nesi var? İki elin sesi var” İnsanlar bir araya geldiklerinde üretkenlikleri artar. Yani, mesela yürümek istersin. Yalnız yürürken insanın canı sıkılır ama bir arkadaşınla, mesela ben onu yapıyorum, arkadaşla yürürken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum. Bir de baltayı bile. Yani kendini yenile. Şimdi en son şu video ile seminerimizi kapatmış olacağız. Şu dedik ya, önce anlamaya çalış, sonra anlaşılmaya. Stephen Covey diyor ki; İnsanlar hep şundan şikâyet ediyor; Eşim beni anlamıyor, işte kayın validem, kayınpederim beni anlamıyor, annem babam beni anlamıyor, kardeşim beni anlamıyor, yöneticim beni anlamıyor, müdürüm beni anlamıyor, vatandaş bizi anlamıyor, hatta bazen bunu insanlara abartarak dünya beni anlamadı diyor. Bizim görevimiz önce anlamak, daha sonra anlaşılmak. Evet, madem öyle buradan bir şeyle seminerimizi kapatalım. Efendim buyurun. ........................................................... Video Gösterimi ............................................................. Evet, film koptu. Evet anladığımızı zannediyoruz. Ama gördünüz. Peki değerli hazirûn, katılımınızdan dolayı hepinize çok teşekkür ederim Bağcılar Belediyesi adına. Buradaki yöneticilerimiz, özellikle Kenan Başkanım eski bir dostum, ağabeyim. Kenan Bey, buyurunuz efendim. Yıl;1997 Kenan Beyle tanıştığımızda, evet, Cumhurbaşkanımızın ekibindeydi Kenan bey. Az önce de aşağıda konuştuk. Gece saat 02:00'lere 03:00'lere kadar çalıştılar bizatihi kendileri Allah razı olsun. Bugünlere çok büyük katkıları oldu. Ondan sonra işte Daire Başkanları, Müdürler, Müdür Yardımcıları dediler ki, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde; Ya bu arkadaşları da çok çalıştırdık, çok yorduk. Bunları Kütahya Kaplıcalarına götürelim, eğitim yapalım, o zaman Kenan Beyle orada tanışmıştık. 2.5 ay Müdürler, Daire Başkanlarıyla böyle bir çalışma yapmıştık. Daha sonra Kenan Başkanım burada o deneyimlerini, birikimlerini burada, Bağcılar Belediyesi'nde Bağcılar halkıyla paylaşıyor. 55 Kadınlar Akademisi Sunucu Bizler de kıymetli sosyolog İsmail Karasu Beyefendiye çok teşekkür ediyoruz. Bir alkış alalım. Sayın Başkan Yardımcımız Kenan Gültürk Beyefendiyi de çiçekleri vermek üzere sahneye davet edelim. Kenan Gültürk Başkan Yardımcısı Biz İsmail Beyle 1997 yılında, Haziran ayında tanıştık kendisiyle. Ama tanışmamız sadece bir işten öte gitmedi. O kardeşliğimiz, o muhabbetimiz, o hukukumuz devam etti 97'den bu tarafa da devam ediyor. Kendilerine başarılar diliyorum. Allah muvaffak eylesin. Size de teşekkür ediyorum. Tabii bizim Türk Milleti olarak en büyük problemimiz maalesef, bildiklerimizle amel etmeme gibi bir hastalığımız var. Şark toplumlarının genel bir özelliğidir. Ben biraz da sosyoloğum, beyefendi de sosyolog. Biz toplum olarak şark topluluğuyuz. Şark toplumlarında taklitçilik... Dolayısıyla bakarsanız kılığımız, yememiz, içmemiz, yatmamız, kalkmamız, hatta ve hatta ideolojik fikirlerimiz dahi hep dışarıdan devşirme yoluyla gelmiştir. Sporcumuz öyle, efendim, evimizin döşemesi öyle, dizaynı öyle, mutfağımız öyle, müziklerimiz öyle, taklitçi toplumuz... Dolayısıyla bizim sizlerden istirhamımız; bu Akademinin en önemli özelliği bu almış olduğumuz bilgilerimizin dağarcıklarınızda yeşermesini diliyoruz. Eğer yeşerirse ve size şekil vermeye çalışırsa, bizim medeniyet tasavvurumuza bir katkı veya bir halka ilave edebilirsek bu Akademi hedefine ulaşmıştır diye umut ediyoruz ve dua ediyoruz. O bakımında bizim inancımızda “Minelmehdi ilellaht” (Beşikten mezara kadar) Hadis-i Şerifinde de beyan edildiği gibi doğumdan ölüme kadar, emekliliği yoktur bu işin. Affınıza sığınıyorum İsmail Bey kardeşim, geciktiğimizin de farkındayım, Dün bir arkadaşımız geldi benim odama biraz böyle bir bardak çay içti, beni tanıyan bir arkadaşımız, bana bazı iltifatta bulundu ki, burada onu tanıyan 56 Kadınlar Akademisi arkadaşlarımız var, onun için ismini vermeyeceğim arkadaşımızın, dedi ya bu heyecanı nereden alıyorsun, hiç yorulmuyorsun, iltifat etti biraz önce İsmail Beyin yaptığı gibi. Dedim ki; 1- Heyecanı iki noktadan alıyorum; birinci nokta imanımdan, inancımdan alıyorum, ben inanmış bir insanım. Herkesin inancına saygı duyuyorum ama ben bir Müslüman'ım, Mü'min'im, inançlı bir insanım dedim. İmanımdan alıyorum. İmanım bana bunu emrediyor. İkinci özelliğim de; Bu imanımın gereği olarak bana bir yer verilmiş, bir görev verilmiş. Ben bir kamu görevi yapıyorum, ben bu kamu görevini en iyi bir şekilde yapmaya çalışıyorum. Benim mesai arkadaşlarım burada onlar da bunları bilirler. O da şu; Ben dünyadaki mazlumların, bu haksızlıkların, bu adaletsizliklerin dinmesinin, ortadan kaybolmasının benden geçeceğine inanıyorum. Ama siz de sizden geçeceğine inanmanız lazım. Ve ben şöyle diyorum; Doğu Türkistan'daki mazlum o Doğu Türkistanlı Müslüman'ın bu zulümden kurtulması, Kafkasya'daki zulmün durması, Ortadoğu'daki, Filistin'deki, Suriye'deki, Kudüs'teki, Irak'taki ve daha belki bizim ismini, cismini bilmediğimiz, yaşını bilmediğimiz, suçunu bilmediğimiz herhangi birisinin acısının dinmesi bizim performansımıza bağlıdır. Ben bu kaleyi sağlam tutarsam Uhut'ta olduğu gibi bu sefer ben takımımdan sorumluyum. Benim görev alanım o tepenin arkasındakiler o tepenin önündekiler de o tepeyi sağlam tutacaklardır. Ben anneyim ben evi sağlam tutmak zorundayım. Annenin bizim inancımızda bellidir yeri. Dolayısıyla hepimizin bir görevi var ama. Ama hepimizin bir görevi var. Hepimizin görevi, o görevin işleyişiyle ilgili doğru orantılı değerlendirilir. Ben bana bir görev verilirse tuvaleti temizleme görevi de olsa ben onun kutsal olduğuna inanır, bana verilen o tuvaleti kullanılabilir halde tutarım. Görevim orayı temiz tutmaktır. Bu benim için bir şereftir. Dolayısıyla böyle değerlendirelim. Akademinin bir faydası da budur. O açıdan dolayı zaman yönetimi bizim için çok çok önemlidir. Hocama teşekkür ediyorum. Hepinize hayırlı akşamlar. 57 Kadınlar Akademisi Aralık 2014 Kadın ve Zarafet Ayla Ağabegüm Sunucu: Hoş geldiniz hocam, şeref veriniz, sefalar getirdiniz. İki dakikanızı alıp hemen ben mikrofonu kardeşimize teslim edeceğim. Merkezimizde spor salonları, psikolojik danışma hizmetleri, kurslar ve böyle ayda 7-8 defa da düzenlediğimiz seminerler var. Bu seminerlerden ilçemizde oturan veya merkezimizden, ilçemizde ikamet eden her bayan kardeşimiz ücretsiz faydalanabilir. Hiçbir ücret burada talep edilmemektedir. Başkanımızın Bağcılar'daki bayan kardeşlerimize bir jestidir. Ayrıca girişimizde biliyorsunuz stantlarımız var, kafeteryamız var, gözleme salonumuz var, bunlar da yine ilçemiz hanımlarına ücretsiz tahsis edilmektedir. Bu bakımdan, ne zaman isterseniz gelin, sıraya tabi olmak kaydıyla, kayıtlarınızı yapıp hizmetlerimizden faydalanabilirsiniz. Ayrıca, malum Bağcılar biraz işsizliğin fazla olduğu bir yer. Merkezimizde her 15 günde bir İŞKUR marifetiyle işverenleri buraya davet ediyoruz. İş arayan kardeşlerimizi de davet ediyoruz. Ve işverenle, iş arayanı buluşturuyoruz. Buradan her 15 günde bir yaklaşık 30-40 kişiyi işe yerleştiriyoruz. Çevrenizde, eşinizden dostunuzdan iş arayan, ben de sigortalı, sosyal hakları olan, servisi, yemeği olan güvenilebilir bir yerde çalışmak istiyorum diyen kardeşlerimiz veya çevrenizde bu şekilde olan kardeşlerimiz varsa, her 15 günde bir Web sitemizde yayınlanıyor. Oradan görebilirsiniz. Takip edebilirsiniz, mesajlar çekiyoruz, çevrenize duyurabilirsiniz. Böylece, inşallah Bağcılar'daki işsiz sayısının azalmasına Kadın Aile Kültür Sanat Merkezi olarak da belediye nezaretinde biz de bir çorbada tuzumuz olsun istiyoruz. Sizlerin de katkılarınız olursa sevinirim. Herkese teşekkür ediyorum. Sözü moderatör kardeşimize bırakıyorum. Tekrar hoş geldiniz. Sunucu Merhaba sevgili konuklarımız, Bağcılar Belediyesi çatısı altında bizleri sizlerle buluşturan Kadınlar Akademisi'nin 3. oturumuna hepiniz hoş geldiniz sefalar getirdiniz. Efendim, neredeyse yolu yarıladık bile. 8 ay sürecek maratonumuzun 3. durağına geldik ki, bu durakta da bizleri yine çok önemli konu karşılıyor. Yıllardır yaptığımız yayınlarda evliliği konuşurken de anne babaları konuşurken de bir adım öncesinde, temelinde kişinin kendi iç huzurunu ve mutluluğunu konuşurken de karşılaştığımız temel problemlerden bir tanesi var ki, o da kadının erkekleşiyor 58 Kadınlar Akademisi olmasıydı. Zira kadın, kadınlık rollerinden uzaklaştıkça, zarafetini, letafetini, hanım hanımlığını, kibarlığını kaybettikçe biraz kendi fıtratından da şaşmış oluyordu. Ve bu halleri kendisi ve çevresindeki kişilere iyi gelmiyordu. İşte bu bağlamda bugün manşetimize çekeceğimiz cümle “Kadın ve Zarafet” olacak efendim. Zaten fıtratımızda olan bu zarafet tohumlarını nasıl yeşertebiliriz? Eğer varsa üstündeki tozları nasıl alabiliriz? Sorusunun cevabını çok kıymetli bir misafirle birlikte yeniden hatırlıyor olacağız. Bu konuğumuzu, misafirimizi sizlere takdim ederken ben bir tanım kullanmak istiyorum. Zira bu tanımın kendisinin üzerinde çok güzel de durduğuna inanıyorum. Hani deriz ya biz “İstanbul Hanımefendisi” diye. Oturmasıyla kalkmasıyla, konuşmasıyla, susmasıyla, o tanımın bizatihi yaşayan örneği olan kıymetli edebiyatçı ve yazar, Ayla Ağabegüm az sonra bizlerle birlikte olacak. Ben inanıyorum ki; Ayla Hanımın cümlelerinden hepimiz manşetimize çok özel cümleler çekeceğiz. Hatta belki sosyal medyada da paylaşmak isteyeceğiz ama hemen programımızın başında şu hatırlatmayı da yapmış olalım. Çok kalabalığız bugün. Çok güzel bir kalabalık var. Cep telefonlarımızın sesini kısarsak sunumumuz boyunca hem konuğumuzun dikkati dağılmamış olur, hem de bizler önemli cümleleri kaçırmamış oluruz. Bu hatırlatmayı da yapmış olalım. Ve lafı daha fazla uzatmadan kıymetli misafirimiz Ayla Ağabegüm Hanımefendiyi Kadın ve Zarafet başlıklı sunumuyla sizlerle baş başa bırakalım. Alkışlarınızla. Ayla Ağabegüm Edebiyatçı - Yazar Efendim, önce hepinize merhaba diyorum. Hakikaten Bağcılar daha fazla gönüldaş olan insanların olduğu bir yer. Şuradan fark ettim. Daha kapıdan girmeden 59 Kadınlar Akademisi önce güler yüzlü arkadaşlarla karşılaştım. Birçok yerde konuşuyorum sahiden insanların yüzü bu kadar gülmüyor. Yani Bağcılar'da bu güler yüz nasıl tesis edilmiş, onun formülünü öğrenip de başka semtlere götürmek gerekiyor sanıyorum. Bu sözlerim gerçekti. Öyle bazen her gittiğiniz yerde bir şey söylemek gerekir. Öğretmen olduğum için onu yapanlardan değilim ama samimiyetle ben en üzüntülü anımda bile derse girdiğim zaman yine gülümserdim. Şunun için; üzüntüleri gittiğimiz yere götürmemek gerekiyor. Dinimizde de zaten böyle. Her zaman gülümsememiz gerekiyor. Ne yazık ki devrimiz artık ya kahkaha atan insanların, ya bağıran insanların olduğu bir yer haline geldi. Karşı taraftan geldiğimiz için oldukça meşakkatli bir yolculuktu. Şunun için. İstanbul'dan belki Ankara'ya gitmek daha kolay ama İstanbul'da Anadolu yakasından Rumeli yakasına geçmek sahiden yağmurlu havalarda çok zor. Ama Allah yardım edince hakikaten öyle oluyor. Bir anda sanki o trafik durdu ve biz buraya geldik. Çok şükür yetiştik. Onun için yani şükrediyorum. Çünkü sanıyorum hayli bekleyecektiniz burada. Ben konuşmama başlamadan şunu söylemek istiyorum; Bu kadar değerli misafirler burada toplandı ama hep ben konuşmayayım. Bir süre sonra siz sorular sorun ki, bu toplantı daha faydalı hale gelsin. Yani onu söylemek istiyorum. Madem konumuz, bir devri yaşadığıma göre, o devrin işte İstanbul Hanımefendileri, beyefendileri böyle diyoruz ama benim aslında babam Harputlu, Annem İstanbullu. Çocukluk yıllarım Elazığ'da geçti. Liseyi bitirdikten sonra İstanbul'a geldim ve Fakülte yıllarım başladı. O bakımdan İstanbul'u ve Anadolu'yu tanıyan bir insanım çok şükür ki öyle. Çünkü; iki yerin birbirinden farkı yok. Nasıl İstanbul Hanımefendisi, beyefendisi diyoruz, Anadolu'nun da aynı şekilde hanımefendi ve beyefendileri vardır. Birbirinden belki hayat tarzları farklıdır ama birçok güzellikleri her iki yörede de ayrı ayrı yaşanmıştır. Dileğimiz; bundan sonra da yaşanması aslında. Önce benim yaşadığım çocukluk yılları değil de belki o gençlik yıllarımın İstanbul'a gelmesi olacak. O devri hatırlayarak devrimizle mukayese edelim ve bu mukayeselerle isterseniz bir yere hep beraber varmaya çalışalım. Hep beraber bir yere varmaya çalıştığımız zaman sonuç pek de umut verici olmayacak ama şöyle bir şey var; Bu mukayeseden bir sonuç çıkarıp o zaman biz öyleyse, yaşadığımız bu yılları nasıl daha güzel yapabiliriz? Onun peşinde olmamız gerekiyor belki. Şimdi, geldiğim zaman İstanbul'a, Üsküdar'da, güzel bir semtte, İhsaniye'de anneannemin bir ahşap evi vardı ve biz oraya geldik. Oraya geldiğimiz zaman şöyle bir baktığımız zaman o semtte veya o sokakta, o mahallede bir katlı, iki katlı ve üç katlı ahşap evler vardı. Gelir seviyesine göre insanlar bu evlerde oturuyorlardı. Yani sonuç şu; zenginle fakiri, işte bir paşa ile veyahut ta başka bir yerdeki memurun aynı sokakta olduğu ve yaşadığı bir devir. Bu devrin bir faydası vardı, 60 Kadınlar Akademisi şöyle; İnsanlar birbirlerine karşı dikkatli oluyorlardı. Şöyle; İşte o 3 katlı evde oturan, gelir düzeyi çok iyi olan insanları giyimleri kuşamları, hayat tarzlarıyla diğer evlerde oturanlarınki birbirinden farklı değildi. Şundan dolayı; Belki İslami ahlakın en güzeli oralarda yaşanıyordu. Şunun için; gösterişten uzak olan bir hayatın yaşanması gerekiyordu. Ve o hayat yaşanıyordu. Şimdi evlere baktığım zaman evlerin özeliği şuydu; hepsinin bahçesi vardı. Ve bahçelerinde bahçenin büyüklüğüne göre, küçüklüğüne göre renk renk çiçekler ve ağaçlar vardı. Yalnız oralarda mı? O ahşap evlerin pencerelerinde yine saksılarda yine devrin, şu anda çiçekler bile modernleşti dikkat edersek. O devrin çiçeklerine baktığımız zaman işte küpeler, karanfiller, ama karanfillerin bir özeliği vardı. Çok güzel kokardı, küçük küçük karanfillerdi. Ve böylece o sokak, o semt, o çiçekleriyle, ağaçlarıyla her mevsimin bir başka güzelliği vardı. Üsküdar olduğu için, denize yakın olduğu için evler öyle yapılmıştı ki, bir sokak üstündeki evlerden de deniz aynı şekilde görünüyordu. Bunları şunun için anlattım. Bir süre sonra belki bugünkü hayatımızdan söz edeceğiz. Ve yine o evlerde yaşanan bir hayat vardı. Şu anda bir takım düğmelere bastığınızda bulaşığınız yıkanıyor, çamaşırınız yıkanıyor, her şey çok rahat, çok rahat. Ama bu rahatlığın içinde o insanlar mutlu mu, güler yüzlü mü? O ayrı bir konu, onu düşünmemiz gerekiyor. İşte o yıllarda bu işlerin içinde olan hanımlarımız öylesine zor bir şey ki, evler zaten ahşap. Yerler tahta. Ve onların deyimiyle temizlik yapıldığı zaman tahtanın sakız gibi olması gerekiyor. Ayrıca da tahtayı sildiğiniz bezin de beyaz olması gerekiyor. Çünkü; beyaz olmadığı zaman temizliğinin farkına varamayacaksınız. Ve bu temizliklerin içinde işte buzdolabının olmadığı yıllar. Suyun belki evin içinde akmadığı evler var. Ama bütün bunların içinde ortak özelik şu; temizlik bütün evlerde aynı anlayışla yaşanıyor. Perdelerin işlerinden işte tutun da ütülerine, kolalarına kadar hepsi o evlerde yapılıyor. Ama insanlara baktığınız zaman yorgunluğunu belli etmeyen insanlar, yani belki size, genlere masal gibi gelebilir ama gerçekten ben yaşadım ve bunların bir masal olmadığını gördüm. Hepsi halinden memnun. Yalnız bu kadar mı işleri? Çoğu dikiş bilir, çoğu örgü bilir, hırkalar evde örülür. Elbiselerin bir kısmı evde dikilir. Eğer o evin hanımı dikiş bilmiyorsa komşu ona yardım edecektir. Böyle yaşanılan güzel bir hayat var. Tabii bu güzel hayatın içinde acaba ortak özellikler ne. Mesela: Onları tespit etmek ve bugün o ortak özellikleri yaşıyor muyuz? Onları söylemek gerekiyor. O hayatın 61 Kadınlar Akademisi içinde yardımlaşmanın var olduğunu görebiliyoruz. Herkes birbirine yardım ediyor. Hangi konuda olursa olsun, maddi, manevi. Diyelim ki o evlerin içinde yaşanan hayatın birinde evin eşi ölmüştür. Aile zor durumdadır. Şimdi onlara yardım etmek gerekiyor ama yardımlar bugünkü anlayışla yapılmıyor. Yani onları üzerek değil bu. Siz komşunuzu tanımıyorsanız eğer, bir yardım götürecekseniz, tabii ki onun için zor olabilir. Öyleyse mahalle kendi arasında böyle şey yapıyor. Diyelim ki; giderken herkes bir şey götürürken öbür komşu da gidip onunla tanışıyor. Tanıştıktan sonra ancak yardım edilebilir. Öyleyse yardımın bir kibarlığı, bir zarafeti o devirde yaşanıyor. Ve yine fırınların olmadığı bir devir. Yaptığınız börekleri çörekleri semtin fırınına götürüyorsunuz. Elinizde bir tepsi var. Üstünde patiska temiz, güzel bir örtü var. Gidiyor ve gelirken de, çocuklar ve gençlerin elinde tabii tepsiler. Komşunuzun biri görmüştür ve tabii yeni çıkan ne varsa fırından güzel de kokar yani. Mis gibi kokar. Ne kadar evinizde yapılsa da o gün yapılmamışsa böyle bir canınız ister. Eve geldiğin zaman anneler sorar. İşte ne yaptın? Kiminle karşılaştın? İşte Ayşe teyzeyle karşılaştım demişseniz, çünkü karşılaştığınız insan sizinle konuşmuşsa tanıyordur. Çok yakındır. Bir tabak içinde o eve gönderilecektir. Şimdi, o eve gönderilen o börek veya o çörek orada yenip bittiği zaman size tabağın iadesi gerekiyor. Tabak iade olduğu zaman muhakkak içinde bir şey vardır. Yani tabak da boş gelmiyor. Şimdi bütün bunları şunun için söylüyorum; Bugün ne yapıyoruz biraz sonra konuşacağız. Ben onun için şimdiden anlatıyorum. Mahalleye yeni gelen bir komşu, mahallenin kendine göre yazılmamış kuraları var. Şöyle; bir anne yolda, sokakta çocuğuna bağıramaz. Çocuğunu dövemez. Yani bunu dövemez derken kimse mecbur etmiyor. Ama diyelim ki bilmedi, çocuğuna bağırıyor veya çocuğu orada bağırıyor. Yavaşça bir yaşlı teyze, mahalle sakinlerinden birisi eğilir kulağına ve böyle yapmaması gerektiğini söyler. Ama öylesine güzel söyler ki bunu, azarlarcasına değil ve ondan sonra belki de o hanım bir daha çocuğunu sokakta azarlamayacaktır. Çünkü bizim hem hayatımızda hem dinimizde sertlik yoktur. Yüksek sesle bağırma yoktur. Küfretme yoktur. Bütün bu özellikler mahallelerde yaşandığı için gelen de ona ne yapmak zorunda kalır? Uymak zorunda kalır. Sevinçli günlerde, üzüntülü günlerde o hayat yine devam ederken insanlar beraber birbirleriyle yaşarlar. Benim bu saydıklarım bugün İstanbul'un bazı semtlerinde, belki Anadolu'da hala devam ediyor. Ama bütün bunlara rağmen bütün semtlerde devam ediyor mu? Hayır, devam etmiyor. Onun için bunları önce anlatalım. Sonra yaşadığımız hayata gelelim, Acaba biz bu güzellikleri yaşamak için ne yapalımın cevabını da bulmaya çalışalım. Evlerin kapısı misafir açıktır. Ve her an bir misafir gelebilir. Çat kapı gelebilir. Çünkü telefonlar yoktur. Zaman zaman belki komşular çocuğunu yollayıp da işte “Bir maniniz yoksa eğer, annem komşularla gelmek istiyor” diyebilir. Ama sabah 62 Kadınlar Akademisi kahvesinde gelebilirler. Misafirlerin gelmesiyle beraber evde tabii bir hareket başlayacaktır. Misafire bir ikram yapılacaktır. Ama bütün bunlar yine o güler yüzün içinde yapılır. Yani, insanlar o günün yorgunluğunu veyahut ta o anda yapacaklarını hiç bir zaman için kendileri için tasa etmezler. Bir ufak hatıramı anlatayım. Ben tabii uzun yıllar öğretmenlik yaptım. Öğretmenlik zor bir iş aslında. Öğleden sonra boş olduğum bir gün eve geldiğimde annem işte komşuların geleceğini söyledi. Ben, keşke yarın gelselerdi dedim. Hani en azından yorgun eve geldim, hazırlığımız olurdu. Annem bana şu cevabı verdi; Ayla biliyor musun, Halan derdi ki; “Bir eve misafir geldiği zaman 40 gün öncesinden melekler o eve yardım getirirler” Şimdi annem oturup şöyle de diyebilirdi; “Tabii ki gelecekler bugün, ben söyledim evet.” Ama bana öyle söylemeden bunu anlatması benim zaten o anki yorgunluğum ne yapmış oluyor? Kendiliğinden geçmiş oluyor. O bakımdan işte annelerin zarafeti burada ortaya çıkıyor. Yani yorgun insanı dinlendirecek bir cümle. Her şey orada ne yapmış oluyor? Bitmiş oluyor tabii ki. İnsanların birbirleriyle üzüntülerini paylaşması dedim. Şundan dolayı; Dostluklar olduğu için gidip de komşusuna, ama yakın komşusuna tabii, derdini dile getirecektir, bu eşinin yaptığı bir hareket olacaktır, çocuğunun yaptığı veya annesinin veya kayın validesinin, her neyse. Karşıdaki komşunun onu dinlemesi şunu sağlamış oluyor; insan konuştuğu zaman rahatlıyor. Zaten konuşma bittikten sonra o üzüntü, o yorgunluk ta kendiliğinden ne yapacaktır? Ortadan kalkacaktır. Buraya kadar olan kısma şöyle bir bakalım. Zamanımıza gelince neler değişti? Sonra adım adım yine devam edelim. Son cümlemizden başlarsak, bugün Anadolu'da veya İstanbul'da komşuların birbirine yakın olması onların daha rahatlamasını sağlıyor. Bugün dikkat edersek yorgun insanlar zaman zaman psikolojik danışmanlara ihtiyaç duyuyorlar. Bugün bile bütün semtlerde bu danışmanlar Belediyelerin binalarında var veya özel olarak parayla da gidiliyor. Terapi dersleri vesaireler oluyor. Bu niçin oluyor işte? İnsanların yalnız hayatın içindeki problemlerle baş edememesi yüzünden olmuş oluyor. Ve böyle olduğu zaman tabii bu yeni hayatta kendince yeni çareler aramış oluyor. Diyelim ki; bahçeli evlerden söz ettik, çiçeklerden söz ettik. Bahçe insanı rahatlatan bir yer. Çünkü; bahçeye çıktığınızda, o çiçeklerle, ağaçlarla meşgul olduğunuzda bütün o evdeki yorgunluğunuz veyahut ta üzüntünüz ne yapmış oluyor? Geçmiş oluyor. Ve çiçeklerin, ağaçların o güzel dünyasıyla siz birleşmiş oluyorsunuz. Şimdi hiç çiçeği olmayan, bahçesi olmayan günümüzün evlerine geldiğimiz zaman insanlar nerede nasıl rahatlayacaklar? Yani bir saksı çiçek bile insana değişik bir âlem vermiş oluyor. Zaman zaman ben böyle bazı semtlerden geçerken bakıyorum balkon var ama balkonda çiçek yok. Yani hanımlarımız, balkonunda bir çiçek ekmek bile zahmetli geliyor. Ve evlere girdiğiniz zaman hep yapma çiçeklerle karşılaşıyorsunuz. Ve 63 Kadınlar Akademisi herhalde bir pazara gittiğinizde de yapma çiçekler daha fazla ve orada saksıyla satın alınacak çiçeklerin sayısı çok az. Demek ki insanımız emekle olan her şeyden uzaklaşıyor. Emekten uzaklaşmak ne demek? Kendinizi daha yorgun hissetmek demek. Çünkü; işinizin dışında, evinizin dışında bir işle meşgul olmak size ne yapıyor? Rahatlamayı sağlamış oluyor. Yine dönüyoruz işte evdeki zorluklara bakıyoruz. İşte buzdolabı yok, tel dolapta da yemekleriniz sırasında da ekşiyecektir veya kuyu varsa kuyuya sallayacaksınız serinlesin diye. Bunların hepsi bir zahmet ama karşılığı güzel. Şimdi bir bakıyoruz ki zaman zaman dolaplarımız var ama o dolaptaki herhangi bir şeyi, ben çok görüyorum, mesela eski insanlarla yenilerin hayatı şöyle; Çünkü benim annem İstanbullu yaşlı bir hanım olduğu için o devrin İstanbullunun bütün güzelliklerini ve zorluklarını yaşadı. Pazardan eşyalar geldiği zaman maydanoz öyle torbaya konup da dolaba konmaz. Çünkü; iki gün sonra o ne olacaktır? Hemen bozulacaktır o dolabın, o poşetin içinde. Önce o ayrılır, saplar kesilir ve o devirde belki gazeteydi ama şimdi peçeteler çok, havlular çok, onlara sarılıp ta konduğu zaman bir süre daha muhafaza edilmiş oluyor. Bunun için işte o devrin her şeyi emekle yapılmış olması, emekle olduğu için de atılmıyor o. Bugün zaman zaman hepimiz bu yorgunluğun içinde bazı şeyleri farkına varmadan iyi muhafaza etmediğimiz için atmış oluyoruz. Bu da neye giriyor işte? Devrimizin israf anlayışına. Şimdi misafir dedik, misafirler evde ağırlanıyordu. Ama şimdi görüyorum ki hanımlarımız zaman zaman o evde işte börekleri, çörekleri yapmak zor geldiği için, zaman zaman ne yapıyorlar? Şurada buluşalım diyorlar, şu kabinde veya belediyelerin şu yerlerinde. Bu güzel bir şey arada bir buluşulabilir ama o evde olan beraberliğin güzelliği başka. O zaman işte devrin hayatına göre hayatımızı kolaylaştırmamız gerekiyor. Börekler çörekler zaten zararlı. Madem çok emek 64 Kadınlar Akademisi verilerek yapılıyorsa, güzel bir çorba yapıp ondan sonra da çorbanın yanında işte daha kolay salatalar, mercimek köfteleri, kısırlar yapılabilir, çünkü hepsi sağlıklı ve daha faydalı. Yani gitgide faydalı şeye yönelmek gerekiyor. Hanımlarımız yorulunca artık bunları yapmaktan vazgeçiyor ve evler ne yapıyor? İnsanlara, misafirlere kapanıyor. Belki sizler burada “hayır benim evim öyle değil” diyeceksiniz ama birçok semtlerde böyle. Belki bunun üzerinde konuşmakla sizlerin de daha sonra aynı şeyleri yapmamasını sağlarız. Yani, Biz Bağcılar'da yine benim eski Anadolu'mun, insanımın bütün gelenekleri devam ediyor dersek de çok fazla övünmeyelim, hep birbirimize baka baka bir şeyler değişiyor hayatımızda aslında. Dedik ki israf yoktu, şimdi günümüze geldiğimiz zaman sahiden gençlerimizi, çocuklarımızı, insanlarımızı öyle yetiştirmediğimiz için her an farkına varmadan bir israfın içindeyiz. İşte diyelim ki, masada su duruyor, kapalı bir su. Benim şu anda canım su istiyorsa ben bunu acaba bitirebilir miyim diye düşünüyorum. Ve açtığım zaman bunu bitirmem gerekiyor. Ben görüyorum ki, hiçbir zaman için şişedeki, masadaki suyu bitirmiyoruz. Her gün ben yarım bardak suyu israf etsem bir senede ne kadar su gidebilir? Bunu hiç düşündünüz mü? Aynı anda, biz öğrencilerle hesap ettik, buna benzer birçok şeyi hesap ettik, işte kâğıt mendillerimizi nasıl kullanıyoruz? vs. Mesela kağıt mendillerimizi az indirerek bir yıl içinde bir okulda bir kütüphane yapılabileceğini rakamlarla hesap etti öğrenciler. Yani farkına varmadığımız öyle israf kalemleri var ki, bakın her şey pille çalışıyor. Kaç tane saat var? Kaç tane işte başka aletler var, hepsi pille. Bir anda onun pili bitiyor, bunun pili bitiyor hepsinin pilleri atılıyor. Bir devirde saatler ne yapılırdı? Kurulurdu. Kurulduğu için de o saat eskiyene kadar ne yapılırdı? Kullanılırdı. Bütün bunları söylerken, teknolojiden uzaklaşalım anlamında söylemiyorum. Ama bütün bunları söylerken her aldığımız şeyin bize lazım olup olmadığını düşünerek söylüyorum. Şundan dolayı; belki teknolojinin en güzel yanı bize hayatı kolaylaştırıyor ama bir araba veya telefon, bunların hepsi hayatımızda var. Ama en son model araba en son model telefon, en son model bir başka araç bizim hayatımızı öbürüyle farklı kolaylaştırıyor değil. Ama biz markaya bakarak hareket ediyoruz. Markayla hareket etmek ne demektir? Markayla israf etmek demektir. Ve düşünüyoruz, bu güzel dinimizi yaşıyoruz diyoruz, bu güzel dinimizi yaşarken, güzel dinimizin madde madde bizden istediklerini yaşayabiliyor muyuz? Diye bir soru acaba hatırımızdan geçiyor mu? Ben öğretmen olduğum için geçmek zorunda. Çünkü; öğrencilerimize soru sorup cevap almak durumundaydım. Ama hepimizin kendimizi bir öğretmen olarak kabul etmemiz gerekirse, öyleyse bir öğretmen gibi hareket edersek, bu ülke benim, bu şehir benim, bu sokaklar benim, bu ev benim dediğimiz zaman çok dikkatli olmuş oluruz sanıyorum. Bunu demediğimiz sürece, bir şeye benim dediğimiz zaman yükleniyoruz sorumluluğu, benim demediğimiz zaman yüklenmiyoruz. Yüklenmediğimiz zaman bütün bu şehrin içinde ve ülkenin içinde her şey zorlaşıyor. 65 Kadınlar Akademisi Onun için şunu söylemek gerekiyor; eski İstanbul hanımefendileri, beyefendileri veya Anadolu'nun hanımefendileri veya beyefendileri yalnız kendini düşünen insanlar değildi. İsraftan uzaklaşan, memleketini seven, memleketini sevdiği için de her şeyin en güzelini yapmaya çalışan insanlar olarak görüyoruz devri. Şimdi o devrin insanları böyleydi, bu devrin insanları değil demiyorum. Ama yavaş yavaş farklılaştığımızı hissediyoruz. Evden alışveriş yapmaya çıktığı zaman annem veya işte akrabam veya komşum Ne alınacağını tespit edip, yazıp veya aklına yazıp neyse onu almaya giderdi. Zaten mahallenin bakkalı vardı, kasabı vardı, kırtasiyecisi vardı, belli yerlerden alışveriş yapılıyordu. Şimdi bunlar azaldıkça önce bakkalın, manavın, yalnız bir satıcı veya kasabın yalnız bir satıcı olmadığını düşünelim. O devrin o mekânları, bu devirde yine var birçok sokakta ama her yerde yok. Onlar aynı zamanda mahallenin gönüllü temsilcileriydi. Yani sokaktaki, mahalledeki hasta ondan sorulurdu. Mesela gittiğinizde bir şey alırken ne var ne yok dediğiniz zaman o Ahmet amca hasta, şu da hastaneye gitti, şunun da şu derdi var diyebilirdi. Ama bugün o bakkalların, işte kasapların, diğer alışveriş yaptığımız o küçük mekânların yerini neler aldı? Büyük mekânlar aldı. Şimdi ikisi birbirinden farklı. Siz artık o büyük mekândan alışveriş yaparken, et almak için gitmişseniz veyahut ta işte erzak almak için gitmişseniz orada bakıyorsunuz bir başka güzel şeyi görüyorsunuz, onu da ne yapıyorsunuz? O gün ihtiyacınız olmadığı halde almış oluyorsunuz. Belki o gün ihtiyacımız olmadığı halde aldığımız için onu kullanacak belki sonra vaktimiz bile olmayacak. Bu bakımdan bir kere o renkli olan merkezler bize daha fazla ve lüzumsuz alışveriş yapmaya farkına varmadan alıştırıyor veya zorluyor da diyebiliriz. Ama siz oraya gittiğinizde kasadaki hanım artık sizi tanımıyor ve annenizi sormuyor ve kasadaki veya oradaki insan sizin dertlerinizle dertleşmiyor, yani makine gibidir. Parayı alır veya verir. Ama öyle mi? İşte kasaba gittiğiniz zaman aileyi sorar veya siz ona oğlun ne yaptı? Okulu bitirdi mi? Dersiniz ve aranızda hep böyle bir samimiyet ve mahallenin bir odaklanması vardır orada. Bundan da uzaklaştık. Şimdi bunları söylerken işte mekânımız bu kadar öylesine kardeşlerimiz burada ki bu çok güzel bir şey. Salona sığmayıp orada oturuyorlar. Sakın yanlış anlamayın, ben gelişmeye karşı değilim. Alışveriş merkezlerine falan karşı değilim. Ama bütün bunların hepsini söylerken şunu söylüyorum; Her kurduğunuz merkezin, İslami veya insani olan özellikleri taşıması gerektiğine inanıyorum. Taşıması için ne yapmak gerekir? Yeni projelerin olması gerekir, onu düşünenler düşünsün ama ben bu günkü haliyle karşı olduğumu söyleyebilirim. Bir başka şey; o devirde insanlar neyle eğitilirdi? Tabii okul vardı, bir kaç gazete vardı vs. Ama bunun dışında bir radyo vardı. Radyo sahiden bir eğitim aracı gibiydi. Çünkü; en güzel müzik o radyodaydı, en güzel konuşmalar o radyodaydı, arkası yarın programları vs. Şimdi radyonun günlük hayattaki özeliği azalırken, televizyon 66 Kadınlar Akademisi denilen yeni bir nesne ile karşı karşıyayız. Evimizin içinde sabahtan akşama kadar düğmeye basılı, her an bir kanalı seyrediyoruz. Şöyle bir düşünelim, bu kadar dizi var, dizilerden bir tanesi benim kibarlığımı, zarafetimi ve bana hoş gelen bütün güzellikleri yansıtan bir dizi ismi söyleyebilir miyiz? Ben söyleyemiyorum. Orada fedakâr bir doktorla beraber mahalle sakinlerinden birisi yok. Fedakâr bir öğretmen yok. Veyahut ta bir anneannenin güzel nasihatleri yok. Şimdi bizim olmayan birçok filmlerle bizim ruh dünyamız ne yapmış oluyor? Farkına varmadan orada seyrederken ayıplıyoruz, bu böyle olmaz diyoruz. Ama aynı şeyi seyrederken yetişkin bile olsak farkına varmadan bazı şeyler bizim hayatımızı renklendiriyor. Bu bakımdan benim olmayan bir ülkede gibi yaşıyoruz. Çünkü; benim olan bir ülke olsa benim olan o insanlığımın kibarlığı, zarafeti orada olacaktı. Diyoruz ki; insanlar birbiriyle yolda bile sert konuşmazdı ve çocuğunu azarlamazdı. Düşünebiliyor muyuz ki; bütün o ciddi olan siyasi programlarda yazarlar birbirleriyle, siyasiler birbirleriyle ne yapıyorlar? Üst düzeyde kavga edercesine bağırarak konuşuyorlar. Oturumları terk ediyorlar. Öyleyse buna benim televizyonum diyebilir miyiz? Peki, orada kimler çalışıyor ve sahipleri kimler? Sahipleri de, çalışanlar da bizim insanlarımız. Ama neden böyle oldular? Mesele bu sorunun cevabını bulmaya çalışmak. Zamanın birinde öğrencilerimle bir anket yaptırdım. Yani çok yılar önceydi. Ve şöyle bir şey; 10'ar kişilik gruplar ayırdım ve o gruplar günlük olan gazeteleri okuyacaklardı ve 15 gün okuduktan sonra o gazetelerin yazı İşleri Müdürleriyle röportaj yapacaklardı. Şimdi bu çok önemli bir görevmiş, sonradan anladım. Öğrencilerimin grupları ayrı ayrı o gazetelerdekileri dikkatle okuyarak röportaj için gittiler. Gazetelerin isimlerini vermeyelim ama şöyle; bugün hala o gazetelerin bazıları çıkmakta devam ediyor. İşte devrin bugünkü Boyalı Basın dediğimiz, böyle artist resimleri filan basan gazeteler, yani sırf onun üzerine kurulan gazeteler yoktu. Yeni bir gazete çıktı, birkaç tane belki, bir tanesinin ismi galiba TAN’dı. (diğeri de ŞEY, ikisi birlikte “ŞEY-TAN”oluyordu.) Öbürü de bir başka şey neyse. Siz bilmezsiniz tabii, sizin çocukluk veya hiç olmadığınız yıllardı. O gazetede öylesine “Boyalı Basın”ın çirkin resimleri var ki; Gençler gidip röportaj yapıyorlar. Gazete yazı işleri müdürünün cevabı çok önemli. Çünkü o cevap bugün hala geçerli. Şöyle diyor; “Biz satış yapan insanlarız. Siz pazara veya çarşıya gittiğiniz zaman bozuk şeyi alır mısınız? Hayır almazsınız. Biz bu gazeteyi yayınlamaya başladık. Halk bunu sevmezse almayacaktır ve biz tutunamayacağız ve bu gazeteyi çıkarmaktan vazgeçeceğiz.” Ne yazık ki o gazete o gün çıkmaya devam etti. Başka zaman kapansa da onun yerini başkaları doldurdu. Bugün hala devam ediyor. Bu ne demektir öyleyse? Aslında bütün yanlışın içinde bizler varız. Güzel olmayanı, iyi olmayanı talep etmiş olursak, bütün bu yanlışlar devam eder. Her yerde devam eder. Şimdi ben gelirken, yani binanın içine girerken çık güzel bir manzarayla 67 Kadınlar Akademisi karşılaştım. Küçük küçük bölümlerin içinde kadınlarımızın el ürünlerini sergilediği bir yer var. Bu ne demektir düşünebiliyor musunuz? Öyleyse siz kendi ürünlerinizi satmak istediğiniz zaman alın size mekân ve gelin burada sergileyin. Bunların sayısının arttığını düşünün. Her yerde olduğunu düşünün, semtlerde olduğunu düşünün. O zaman ne olacaktır artık? Biz o alışveriş merkezlerine fazla parayı verip gideceğimize doğrudan doğruya bu merkezlere geliriz. Şunun için; çünkü el emeği değerlendiriliyor. Düşünebiliyor musunuz? O alışveriş merkezlerindeki hayat şöyle; Üniversiteli öğrenci, benim komşum bakkal var oradan biliyorum, bakkal 3-4 veya 5 kişilik bir aile. Fakat zor geçiniyor. Yani biz mümkün olduğu kadar mahalle sakinleri oradan alıyoruz ki, bakkal kapanmasın diye. Ona gayret ederken, bakkal da beraber direniyor bizimle. Ama bir süre sonra fakülteden mezun olan çocuğu iş aradığı zaman, bulamadığı anda, gidiyor herhangi bir alışveriş merkezinde diplomalı gençler oluyor. Ve çok acı bir şey bunu apartmanımda yaşadım. Bir ailenin bir tek oğlu var ve çok güzel bir şekilde yetiştirilmiş, üniversiteyi bitirdi, bir şirkette çalıştı, şirket bir süre sonra fesih olunca işsiz kaldı, işsiz kalınca da mahalleye yakın bir küçük alışveriş merkezinde işe başladı. Fakat ağır kaldırmaya alışık olmadığı için, neyse işte o kasaları kaldırıyor. İkinci gün genç hastalandı. Çünkü alışık değil. Düşünün diplomalı insanlarımıza taşıtıyoruz biz bunları. Bu ne demektir öyleyse? Biz kendi mekânlarımızı kurmak zorundayız. Yavaş yavaş alışveriş merkezlerinden kurtulup, halkı doğrudan doğruya satış olan yerlere yönlendirmemiz gerekiyor. Dileyelim bunu herkesler açsın, dileyelim insanlarımız oradan, hem şimdi şuradan alışveriş yaparken sanıyorum hanımlarımız orada olacaktır, pek görmedim ama. Kim olursa olsun, bu nedir diyorsunuz, işte o cevabını veriyor. Veya bilmediğimiz bir şey varsa, bu nasıl pişer dediğimiz zaman onu da bize anlatıyor. Ve karşılıklı bir sohbet, bir konuşma oluyor. Bu bakımdan bu çok çok önemli. İnsanlarımızın artık konuşmaya ihtiyacı var. Gittiği yerde güler yüze ihtiyacı var. Onun için ben Bağcılar'a geldiğimde o iki taraftaki mekânları görünce çok çok sevindim. Bunlar tabii zamanla çoğalacak, ayrı şey. Yine dönüyoruz o eski hareket ettiğimiz noktaya. Yardımlaşma vs. duygularına geliyoruz. Şimdi devrimize geldiğimiz zaman tabii bir takım şeyler çok değişti. Ben yaşadığım değişen şeylerden hareketle günümüz İstanbul'unu anlatmaya çalışıyorum. Bir yazar olduğum için değişik yerlerde ve değişik insanların olduğu yerde varım. Halkın arasında var olduğum zaman halkın birçok güzel geleneğimizi, hayatımızı devam ettirdiğini görüyorum ve mutlu oluyorum. Ama o halkın içinden çıkıp da birdenbire statüsü değişen, hayatı değişen insanların da arasında olduğum zaman şunu görmek istiyorum; o eski mekândan yeni mekâna gittiği zaman kendine has olan o mekânda yine o güzel özellikleri ne yapsın? Devam ettirsin. Misafirliği devam ettirsin, gösterişsiz yardımı devam ettirsin, hasta ziyaretlerindeki o inceliği 68 Kadınlar Akademisi devam ettirsin. Hasta ziyaretleri devam ediyor, yardımlar devam ediyor. Ama incelikler devam ediyor diyemiyorum her yerde. Şundan dolayı; birincisi hasta ziyaretleri dinimizde de çok önemli. İşte Yunus Emre ne diyor? “Bir hastaya vardın ise, Bir içim su verdin ise, Yarın anda sana gele, Hak şarabın içmiş gibi.” Şimdi düşünebiliyor muyuz, bizim hayat anlayışımızda hasta ziyaretleri çok güzel. Mahallemden bir örnek vererek bunu daha iyi beraberce yaşayalım istiyorum. Belediyenin güzel faaliyetleri, yeni güzel kurslar açması, işte dikiş, nakış, vs. Her yaş grubu oraya gidiyor. Ama farkına varılmadan bir güzel iş yapılırken bir başka güzellik yok oluyor. Şöyle: Benim o güzel komşularım hepsi bir kursa gidiyor. Çünkü kurs çok zevkli. Şundan dolayı; hem yeni bir şey öğreniyor, belki öğrendiğini hayata uygulayacak veya uygulamayacaksa bile evi için yapıyor o nakışları vesaireler. Ancak, bütün bunların içinde bir de orada bir dost grubu oluyor, bir arkadaş grubu oluyor. O öğlen tatillerinde beraber çay içiyorlar ve komşuluk şeyleri de böylece ne olmuş oluyor? Giderilmiş oluyor. Şimdi gelelim o mahalledeki hayatın devamına. Emin olun, iki gün kursa gidiyor, iki gün de o kursun ödevlerini yapıyor. Kalan zaman da zaten ev işi, çarşı, pazar vs. Şimdi hasta ziyaretlerine gelince, hasta ziyareti şu demektir eski hayatımızda; O hasta ne ister? Veya maddi durumu iyi değilse işte farkına varmadan oraya yardım götürürüz. Maddi durumu iyiyse ne isteyecektir? İşte hastayı yakından tanıyorsunuz, komşusunuz. İşte çorbanın bir türü vardır, o tür çorbayı seviyorsa onu götürmek olacaktır. Veyahut ta ne bileyim, 69 Kadınlar Akademisi işte zeytinyağlı dolmayı seviyorsa onu götürmek olacaktır. Tabii hastalığın türüne ve seyrine göre. Her hasta dolmayı yemez ama. Yani, hastaya giderken isteğimizi, ne için gittiğimizi bilerek gideceğiz. Şimdi benim komşularım sonra sonra ne yaptı biliyor musunuz? Annem hastaydı, ziyarete geliyorlardı. O çok sevdiğim ve töreleriyle yaşayan komşularım. Çünkü artık kursa gidiyorlar. Şöyle; Bakkaldan aldıkları bir yoğurdu veya bir sütü veya pasta, her neyse alıp geliyorlar. 20-25 dakika oturup gidiyorlar. Oysa hasta ziyareti bu değildir aslında. Hasta ziyareti düşünülerek gidilen yerdir. Ben yazar olduğum için ayrıntılara dikkat ederim. Dikkat ettiğim şeyleri de ben siyaseti falan değil de hayatımızdan yok olan bir yerleri yazmayı seviyorum onun için. Bunu yazdım. Benim en sevdiğim bir grup bana ziyarete geldiğinde, ayağım alçıda, tabii koltuk değneği ile yürüyorum. Bir şeyler getirmişler. Gittiklerinde dolaba baktım, birisi tavuk getirmiş ama tavuk pişmemiş. Ben pişmemiş tavuğu ne yapayım? Zaten alıyorum, aldırıyorum veyahut ta. Bu, şu demektir işte; hayatımızın rengi değişiyor. Duygu âlemimiz değişiyor. Bağcılar'da böyle değil ama. Lütfen sizin kızlarınız, çocuklarınız belki bir başka semte gidecekler, belki bir başka yerlere gelin olacaklar. Belki o semtlerde bu yeni hayat yaşanıyor. İşte bu yeni hayatın içinde lütfen olmayalım. Yani bizim güzel olan, o güzel geleneklerimiz ne yapsın? Devam etsin. Yine örnek veriyorum; komşulardan birine, çok sevdiğimiz bir komşu ve annemin hayatında güzel şey şuydu; hangi komşu neyi severse bizde pişen yemek onlara gönderilirdi. Şimdi yine böyle durumların birinde annem hastalandı ve yatıyor. Şimdi bekliyor ki o komşu da ona bir şey getirsin. Hasta beklermiş, ben bilmiyordum. İşte ismini söyleyerek, “Hiç mi evlerinde bir şey pişmiyor yani, benim evimde her şey pişiyor ama bir gün o komşuya bana şunu getir diyemezsiniz. Dua ettim, ondan beklediğine göre sahiden ertesi günü mantı yapmıştı getirdi. Annem o mantıdan bir tane yedi. Zaten hasta yiyemez. Ama o kadar mutlu olmuştu ki ve ertesi günü şunu söyledi; “Ayla, işte o aileyi yemeğe çağıralım.” Şimdi düşünebiliyor muyuz? Hastanın bir dünyası var. O dünya o kadar ince bir dünya ki, ama biz o dünyadan uzaklaştık. O dünyadan uzaklaşarak işte pahalı çiçeklerle, pahalı şeylerle hasta ziyaretine gidiyoruz. Hiçbir önemi yok. Bir mantının bir tanesi o hasta için çok önemli. Durmadan sözümü kesiyorum. Birkaç gündür hastaydım ve yatıyordum ve dün dua ederek iyileştim ve geldim. Tabii yalnız hasta ziyaretleri değil, gönlümüz daraldı. Ben onu söylemek istiyorum. Şöyle bir şey var; hediyeleşme eski İstanbul hayatında, İslamiyet'in yaşanan en güzel özelliği. Yalnız, hediyenin büyüğü küçüğü değil de gönülden olanı tabii ki makbul. Ben hatırlıyorum, insanlar ördükleri şeyleri götürürlerdi. İşledikleri güzel işleri götürürlerdi. Öğretmenler, anneler, öğretmenler gününde pahalı hediyeler almazlardı. Böyle bir dünya. Şimdi yeni dünyaya geçelim. Hatta unutmadan bir 70 Kadınlar Akademisi güzel hatıramı nakledeyim. Çocuklara tembih ettiğim için bana öyle özel çiçek falan gelmedi. Bahçenizde bir çiçek varsa onu getirebilirsiniz. Onun dışında kabul etmem demiştim. Hediye de aynı. Hepinizin tanıdığı bir yazar var; Sibel Erarslan, hepiniz çok yakından tanırsınız. O benim lisede en başarılı öğrencilerimden biriydi. Ve huyumu bildiği için o kadar güzel bir şiir yazmıştı ki ve o şiiri saklıyordum. Sonra kendine iade ettim. Ve hediye kabul etmediğim için de sene sonunda “Şile”liydi, güzel bir şey işlemişti ve bana onu getirmişti. Ve o hediyeyi tabii ki kendi eliyle işlediği için kabul etmiştim. Buradan şuraya geliyorum; kendi elimizle yaptığımız her şey güzeldir. Çünkü hayatımızın her devrinde pahalı hediyeleri almak zor olabilir. Ancak ruhumuz zenginse, bizim kendi işlediğimiz, yaptığımız bir şeyi götürmek çok daha güzel. Size bir başka örneğini vermek istiyorum, çok zengin bir ailenin 4 yaşında, annesi babasından ayrı, şımarık yetişiyor babaannenin yanında, yaş gününde hediye götüreceğim ama ne götüreyim? Her şey evinde var zaten. Mahallemdeki zücaciyeye gittim. Yapma bir bebek var orada. Tıpkı bizim çocukluğumuzda oynadığımız bebekler gibiydi. Onu götürdüm. Hani en azından bakar diye. Çocuk günlerce o bebeği sevmiş, sonra bana naklediliyor. Şu oluyor; öyleyse çocuğun ruhunda bile bizde var olan bizim güzelliklerimiz o eve yansıyınca güzel. Pahalı bebeklerden çok o elle yapılan bebek çok güzel. Çocuğun hoşuna o gitti. Onun için hediye konusunda ben çok hassasım. Şundan dolayı çok zengin bir aile sonunda iflas etmişti. Ve o hanım bana şunu söyledi; “Ayla abla artık giderken hediye de götüremeyeceğim” dedi. Böyle beynimden vurulmuşa döndüm. İflas etmekle hediyenin hiç bir bağdaşan yeri yok. Çünkü hediye parayla olan bir şey değil. Evinizde yaptığınız bir tatlıyı da götürebilirsiniz. Hiç mi evinizde tatlı veya börek yapmayacaksınız? Onu da götürebilirsiniz. İşte onun için ben halkımın, benim insanımın yavaş yavaş duygulardan uzaklaşmasına çok üzülüyorum. Yani insani duygular İstanbul hanımefendilerinin, Anadolu hanımefendilerinin o güzel duygularının yaşaması gerekiyor. Parayla pulla yaşamaz bu. Bu gönülden olan her şeyi yaşatmak için muhakkak bir çaba göstermeniz lazım. Şimdi çocukluğumdan biraz söz etmek istiyorum. Elazığ olduğuna göre bir Anadolu şehri. Ve orada öylesine ki, benim çocukluk devrim, okuma yazma oranının çok az olduğu bir devir, ama o anneler, o teyzeler, halkla ilgili olan en güzel örnekleri biliyor. Yunus'tan mısralar biliyorlar. Beraber oldukları zaman iş yaparken birbirleriyle yarışırcasına güzel türküler söylüyorlar, bilmeceler söylüyorlar. Ve böylece halk kültürü devam ediyor. Zaman zaman ben böyle değişik mekânlarda konuşurken hanımlara soruyorum, diyorum ki; eski annelerimiz, dedelerimiz, ninelerimiz, Yunus'u bilirdi, işte diğer şairleri bilirdi, mısralarla konuşurdu, şimdi içinizden bana Yunus'un ilahilerinin dışında dört mısra söyleyene elimdeki kitabı hediye edeceğim diyorum, emin olun o salondan bir kişi bile dört mısra bilmiyor. 71 Kadınlar Akademisi Düşünün, okuma yazma bilinmeyen devirlerde o anneler, o insanlar halk kültürüyle yetiştirildikleri için o güzellikleri yaşıyor. Şimdi, Yunus'un mısralarını bilmek ne demek biliyor musunuz? Yunus'la beraber duygulanmak demek, o mısralarla düşünmek demek, o mısralardan uzak olmak demek, duygulardan da uzak olmak demek. Bu bakımdan hayatımızdan mısralar çekildikçe, güzel bilmeceler çekildikçe, vesaireler uzaklaştıkça duygu yoğunluğumuz artıyor, kibarlığımız da o oranda, zarafetimiz de o oranda azalmaya başlıyor. Yeni hayatımızdan memnun muyuz? Ben memnun değilim. Öğretmen olarak da memnun değilim, yazar olarak da memnun değilim ama bütün bunları söylerken size, siz öylesiniz anlamında söylemiyorum. Ama İstanbul'un değişik yerlerinde, Anadolu'nun değişik yerlerinde artık insanlar değişiyor. Bizim maksadımız ne? İnsanlar değişmesin, değişmeden güzellikler devam etsin. Güzel olan her şey hayatımıza girsin. Ama güzel olmayanlar hayatımızın içinde olmasın. Zaman zaman sorular sorarsanız ben size daha faydalı olabilirim. Bu arada aklınıza soru geldiği zaman lütfen parmak kaldırın ve böylece de karşılıklı da konuşmuş oluruz. Tekrar öyleyse kısa kısa, madde madde sıralayalım; Zarif bir hanımdan neler beklenebilir? Önce, zarif bir hanım deyince onunla tanışmadan önce bir görünüşü vardır, değil mi? Kılık kıyafeti vardır, Şimdi bu görünüşteki zarafet nedir? Eski devirde neydi, şimdi neydi? Eski devirde görünüşteki zarafet şuydu; Temiz giyinmekti, dikkatli giyinmekti. Temiz ve dikkatli giyinmenin içinde fazla parayla satın alınmış giysiler yoktu. Şundan dolayı; çünkü; zaten insanlar birbiriyle yarışmadıkları için o dikkati gösteriyorlardı. Hatta evde annelerin yeni yetişen gençlere şöyle bir nasihati olurdu; diyelim ki, genç çok özenmiş, bir kıyafet almış ama o kıyafet ancak düğüne, nişana vs. giyilir. Şimdi öğleden sonra arkadaşına gidecek ve hanım kız kıyafetini giymiş olsun. Annenin söylediği şey şu olacaktır: “Nereye gidiyorsun, düğüne mi?” Demek ki, devrin öğleden sonra arkadaşına giderken bir kıyafeti ayrıydı, gündelik pazara çıkarken kıyafeti ayrıydı, işte toplantılara giderken, işe giderken kıyafeti çok ayrıydı. Bir de bunların içinde öylesi dış görünüş olarak, temiz, dikkatli olan bir kıyafet. Kıyafetin içinde fazla gösteriş göze batar. Göze battığına göre o gösterişten de uzak olmak aslında gerekiyor. Zaman zaman gençlerimiz biraz özeniyor. Markaya vs. ye özeniyor. Ama markaya özenirken hem zarafetten, hem dini anlayıştan da uzaklaşmış oluyor. Çünkü o markalar bizi daha daha o markanın ötesine götürüyor. O bakımdan zarif bir insan, giyimine, ellerine, kıyafetine dikkat edecektir. Ama diyelim ki işte, çok özendi, işte şişti, o zarafette bile kıyafetin kendine yakışması önemli. Çok zayıf olan bir insanla çok şişman olan bir insanın veyahut ta çok gösterişli ve çok güzel olan bir insanla, fazla gösterişli olmayan insanın da kıyafetleri ayrı olmalı. Çünkü zaten çok gösterişliyse, 72 Kadınlar Akademisi bir de o gösterişli kıyafeti giyerse bu “daha çok bana bak” demektir. İster başınız açık olsun, ister örtülü olsun, hiç bir şey fark etmeyecektir. Dış görünüşten sonra, konuşmanızdır. Çünkü; otobüse biniyorsunuz, işte metroya biniyorsunuz vs. işte orada bir ses tonu var, bir konuşma tonu var. Diyelim ki inerken biri size çarptı ve kızdınız. İşte kızdığınız zaman sesinizin tonu yükseliyor mu, yükselmiyor mu? Mesele orada. Yani, kızdığımız zamanlarda sesimizin tonunu yükseltmeyeceğiz, yükseltilemeyeceğini biz kendi kendimize önce düşünmemiz gerekiyor. Düşünürsek alışabiliyoruz. Çünkü; kızdığımız her an biz farkına varmadan sesimiz yükselir. Ama her şey görgü kurallarının içinde, hem de dinimizin kuralları içinde sesin yükselmesi yok. O zaman biz, o arkadaşımız, yanlışı yapan kim ise, ona söylerken daha sesimizin tonunu munis yaparak ona tesir etmek zorundayız. Demek ki, zarif bir hanımın hayatında sesinin tonunu yükseltmek diye bir şey yoktur. Konuşurken kullandığımız kelimeler önemli. Evde de öyle, sokakta da öyle. Çocuğumuzla konuşurken de öyle. Bunu da yapmıyoruz. Çünkü; göre göre, o filmlerde, dizilerde herkes birbirine bağırıyor, azarlıyor, işte buna benzer hareketler var. Biz farkına varmadan biz de o hareketleri yapıyoruz. Sonra, zarif bir insan, karşısındakinin o an ruh yapısını anlayan insandır. Diyelim ki, komşunuz geldi. Birine kızmış ve onu anlatıyor ama dedikodu yapıyor. Ama biz o dedikoduyu dinlemek zorunda mıyız? Tabii ki hayır. Dinlememek için yeter konuşma demeyiz. Ne yaparız, zarif insan ne yapar? Konuşmayı başka konuya aktarır ve o hanımı o dedikodudan ne yapar, uzaklaştırır. Çünkü zarif insanın hayatında dedikodunun da yeri olmaması gerekiyor. Bir başka şey; Eve eşiniz geldi, çocuğunuz geldi, kayınvalideniz geldi ama siz o arada çok kızgınsınız. Şimdi acaba o kızgınlık yansıtılmalı mı, tabii asla yansıtmayacaksınız. İşte kibar insan kendine hâkim olan insandır. Mesele orada. Kızgın olan insanın karşısında biraz onun kızgınlığını azaltacak şekilde düşünmek, sabırla karşılamak gerekiyor. Belki, son zamanlarda, yani bana kalırsa, toplumumuzun en büyük özeliği karşıdakini anlamamak, anlamadığı için de o insana aynı şekilde, biraz daha yüksek sesle konuşarak, onu daha da kızdırır duruma getirmek. Bu bakımdan eğer özeniyorsak eski annelerimize, eski İstanbul hanımefendilerine, Anadolu hanımefendilerine özeniyorsak onları düşünelim. Diyelim ki onlar en zor şartlarda, zengin olsun, fakir olsun bedenleriyle işi yaptıkları, tahtaları sildikleri, işte camları sildikleri, çamaşırları yıkadıkları sodalı sular, küllü sular yaptıkları bir devirde yine de fazla sert değillerdi. Daha müsamahalıydılar. Öyleyse biz de onlar gibi olabiliriz. Çünkü; şimdiki hayatımız biraz daha kolay. Zarif insanın bir başka özelliği de, konuşmasının nereye gideceğini bilmesidir. Şimdi yine Yunus'la seslenelim. Yunus Emre diyor ki; “Söz ola kese savaşı, 73 Kadınlar Akademisi Söz ola kestire başı, Söz ola Ağulu aşı Yağ ile bal edebilsin” Şimdi düşünebiliyor musunuz; bir tek kelime, karşımızdakine düşünmeden söylediğimiz bir kelime o an olayı daha da elektriklendirecek, ama düşünerek söylediğimiz yine bir cümle, bir hareket o andaki o sert ortamı da değiştirecek. Öyleyse zarif insanın bir başka özeliği de bu olsa gerek. Bir başka özelliği tabii iyi bir ev sahibi olması, misafirini güler yüzle karşılaması, bir başka özelliği aile büyüklerine saygı ile devam etmesi, bir de hatta şöyle bir şey var; o, annesi olabilir, görümcesi olabilir, bir başkası olabilir ve zamanında ona çok sert davranmış olabilir. Ama o sertliği unutarak, gelecek hayatta hiçbir şey olmamış gibi davranmak da o zarafetin herhalde bir başka özelliği olsa gerek. Eksiklerimiz olabilir ama zarafetin kuralı şu demek ki; Bizim dinimizin güzel özelliklerini eğer biz yaşıyorsak zaten zarif olmuşuzdur. Şundan dolayı çünkü; hani zarafet deyince sanki yeni bir kural koyuyormuşuz gibi geliyor. Çünkü modern hayatta böyle. Ama yeni bir kural koymuyoruz. Biz dinimizin güzelliklerini ne yapmış oluyoruz? Yaşamış oluyoruz. Çünkü o dinimizin güzel özeliklerinin içinde bu saydığımız bütün özellikler var zaten. Biz bunları benimsemişsek, yani namaz kılacağımız öğle namazı ise, vakti geçirdiğimiz zaman içimizden nasıl bir heyecan duyuyorsak, her özellik için o heyecanı duyarsak zaten zarif bir insan kendiliğinden olmuş olacak. Ama bunları düşünmeden yaşarsak yanlışları yapa yapa belki yıllar sonra Ah! diyeceğiz, neden böyle? Ama o zaman da iş işten geçmiş olacak. Kırdıklarımız kırılmış olarak kalacak. Geçtiğimiz yollarda yaşadığımız zorluklar bize hayatı öğretecek ama ne yazık ki, zaman geçmiş olacak. Demek ki hayatımızın güzelliği, bizim yaşadığımız o güzel özellikleri hayatımıza geçirmekle olmuş oluyor. Belki buradan bir başka soru sormak isteyenler olabilir ama şunu söyleyeyim. Çocuklarımıza, gençlerimize biz örneğiz anne olarak örneğiz, teyze olarak, öğretmen olarak örneğin, yanlışları biz yaparsak onlar tabii yapacaklardır. Öyleyse önce kendimiz bu yanlışları yapmayalım ki onlar bizi örnek alsınlar ve yapmasınlar. İnsan, evladı için bütün fedakârlıklara katlanıyor da neden o güzel hayatı onlara vermek için katlanmasın? Öyleyse onları azarlamaktan çok, daha fazla sevgiyle yaklaşmak. Sevgiyle yaklaşmak yanlış anlaşılmasın, kaide koymamak demek değildir. Koyduğumuz kaideleri onlara sert bir dille değil de örneklerle anlatmak demektir. Bilhassa çocuklarımızın ve gençlerimizin okudukları kitaplar çok önemli. Çünkü o kitapların içinde de bu güzellikler var. Misal veren kitapları okurlarsa güzel bir hayatları olacak. Ben yine yaşanmış bir örnek vereyim. Komşumuz bakkalın hanımı ortaokul öğrencisine Türkçe öğretmeni ödev vermiş, bir hikâye kitabı özetle diye. Şimdi malum ya çocuklar okumuyor, özetleri anneler 74 Kadınlar Akademisi yapıyor. Bakkalın hanımı dedi ki “Ayla abla kolay bir kitap olsun yalnız ben okuyacağım” dedi. Ben ona güzel bir kitap verdim. Kısa kısa hikâyeler var içinde. Ödev yapıldı bitti. Sonra bana şunu söyledi; Babaanne ve dede anne ile yaşıyor, geniş bir aile. “Ayla abla biz akşamları o hikâyeleri okuduk” dedi. Demek ki, insanları birleştiren bir de kitap var dünyamızda. Uzun kitaplar belki bütün aileyi yorar ama kısa kısa hikâyeler bizim hayatımızı güzelleştirecek. Bu bakımdan gençlerimize, çocuklarımıza böyle cıncık boncuk hediyeler yanında da ben diyorum ki güzel kitapları hediye edelim. Hem bu yolla da onları eğitmiş oluruz. Evet, başka bir soru varsa, evet buyurun. Bu soru güzel, belki arkadan duyulmadı ben tekrar edeyim. Şimdi televizyonda seyrettiğimiz zaman örnek olan hareketle davranışlar yok. Bunları seyrederek mi, kapatarak mı? Ne yapalım? Diye. Şimdi kapatmak çare değildir. Çare diyelim ama şundan dolayı; siz kapatıyorsunuz ama komşunuz kapatmıyor. O zaman kapatmadığına göre burada bu çareyi bulamıyoruz. Öyleyse şöyle; tabii çok kötü olan filmleri seyrederek değil ama oradaki yanlışları konuşmak gençlerle. Diyelim ki babaannesine bağıran bir genç var veya eşine bağıran bir başka insan var. Orada hemen bu konuyu konuşarak, yeni bir konu açabiliriz. Yani, konuştuğumuz zaman doğruyu buluyoruz çünkü. Durmadan seyredersek tabii ki bulamıyoruz. Bu bakımdan aile içindeki sohbetleri biz devam ettirmeye çalışalım. Hepsini seyredelim demiyorum ama zaman zaman, çünkü seyretmeyin desem bunu hiç kimse beceremeyecek. Ben dahi belki beceremeyeceğim. Öyleyse bunu faydalı duruma getirmek, zaman zaman ben bazı hanım gruplarıyla, derneklerle ben şunu yapıyordum; 15-20 kişi seyrettiğimiz filmleri tartışalım, tartıştığımız bu konuları televizyonun o filmi yapan ajansına bildirelim. Yani böyle bir şeyi başlattık. Başardınız mı diyeceksiniz, en azından bir ses götürdük oraya. Yani filmi kötüleyerek değil, bizim geleneğimizde şu da var ama neden böyle yaptınız diyerek. Böyle bir gruplar kurduk zaman zaman. Genç grupları olabilir. Bizzat gidip anlatılabilir. Biraz da şöyle; Biz bunları kabulleniyoruz. Ama kabullenmesek, anlatsak onlara, belki de onlar biraz daha güzel film çekmek için çaba sarf edecekler. Biraz da bizde kabahat var galiba. En azından şimdi çok kolay. Açıyorsunuz bilgisayarınızı hemen oraya ulaşıyorsunuz. Orayla ilgili fikirlerinizi söylüyorsunuz. Bunları da söylemek gerekiyor. İşte ikisinin arasında tartışarak, konuşarak yanlışlardan kendimizi ne yapalım? Uzaklaştıralım. Başka çaremiz yok. Hayatımıza girmiş artık. Keşke girmeseydi. Ama güzel yapımların olması gerek. Tabii ki, bazı evlerde seyredilmiyor, çok güzel bir şey. Ama ailedeki bütün bireylerin bunu kabul etmesi iyi. Ama kabul etmemesi durumunda zaman zaman seyretmek zorunda kalıyorsunuz. Evet bunun cevabı böyle. Siz buyurun. Peki canım, belki arkadan duyulmadı, şöyle özetleyelim: Öğretmenliğin en 75 Kadınlar Akademisi güzel yanı her yerde bir öğrencinizi görüyorsunuz. Ve hakikaten çok güzel. Belki en güzel yanı bu ama en acı yanı da öğrencinizin yanlış bir işin içinde olduğunu görmek oluyor. Bu arada benim öğrencim olan bu genç kardeşimiz ayrıca şunu da söyledi; ben ağaçtan, çiçekten, yeşilden bahsederken, semti bilmiyorum yani sokaklarında dolaşmadım. Ama hemen bana anlatılan şu oldu; yeşile yönelmek varmış, bu arada mademki böyle bir belediye başkanınız var, önce onu alkışlayalım. Hakikaten gönlümüz ondan yana. Yeşilin içinde büyüyüp, Anadolu'dan gelip de büyük şehirlerde veya yine oralarda betonlaştırırken bile yeşili götürmek varken, yeşili götürmeden betonlaştıran belediye başkanları, mimarlar vs. hakikaten Türkiye'ye çok çok büyük kötülük yapıyorlar. Ne güzel ki böyle bir yerdeyim ve bu bir öğrencim vasıtasıyla bana anlatıldı. Öğretmenliğin galiba en güzel yanı da bu. Bazı sınıflarda ben şunu yaptığımı hatırlıyorum. Çok komik belki ama yine de öğrenciye bir eziyet olsa da, saksıda bir çiçek ekeceksiniz elinizle. Bir ay bir buçuk ay sonra göreceğim ben onları getireceksiniz ve büyüdüğünü göreceğim. Bu şu demek; Yani, çiçeği sevmek, tabiatı sevmek, Allah'ı sevmek demektir. Ona yönelmek demektir. Bir çiçeği boşuna koparmak demek, yaprağı koparmak demek aynı zamanda kâinata uzattığımız bir el demektir. Bu bakımdan sahiden, yeşil hayatımızın içinde olmalı. Fakat bize bu ses, çok mutlu oldum. Buradaki hanımların hepsi güler yüzlü. Çünkü zarafetin bir başka yönü de güler yüzlü olmayı hakikaten bilmek. Bunu hayat tarzı haline getirmek. Yine ben hayatımdan örnek vereyim. Öğretmenliği yapıyorum. Türk Edebiyatı Vakfı diye Ahmet Kabaklı Hocanın kurduğu bir vakıf var. Oraya gidip geliyorum. Türk Edebiyatı dergisini çıkarmaya çalışıyoruz. Bütün bunların içinde eve geliyorum. İstanbullu bir annem var. Her şeye çok dikkat eder. Sesinin tonundan bakışına kadar. Bazen böyle istemediğim bir şey söylüyor ama ben evet demeyeceğim için susuyorum ve böyle gözümle herhalde nasıl bakarken, nasıl bakışla. Bana şunu söylüyordu yüksek sesle. “Ben öğrencin değilim.” diye. Yani, bakışınla bile bana güzel bakmak zorundasın. Böyle bir eğitimle aslında büyümüş olduk. Böyle bir eğitimle büyümek güzel. En üzüntülü anınızda bile gülümseyebiliyorsunuz. Çevreye bunu yansıtmıyorsunuz. Bu bakımdan Bağcılar'ın bu güzel insanlarının bu gülümsemeleri hep devam etsin diyeceğim. Çocuklarımıza hikâyeler okuyalım, hediye kitaplar alalım. Çok önemli. Hepinizin çocukluğunda okuduğu veya anlatılan masallar vardır. Belki Bağcılar Belediyesi'nin, benim televizyondan takip ettiğim bir şey var. Otobüs duraklarındaki o kitap sergileri. Bu çok güzel. Ve ilk açıklanırken şöyle açıklandı. Televizyonda konuşulanı dinledim. Kitapları götürenler olabilir, götürenler götürsünler, bir gün getirirler, getirmeseler bile alınan kitap olmuş oluyor. Yani maddi bir karşılığı var 76 Kadınlar Akademisi ama biz onun yerine yenisini koyarız. Kitapların dünyasında Türkiye güzelleşecek. Kitapların dünyasında her şey güzelleşecek. Tabii kitap değil yanlış. Şiir önemli, hikâye önemli. Bir de benim çocukluk dünyamda, Elazığ'da büyüdüğüm için güzel türküler dinleyerek büyüdüm. Yani türküler çok güzeldir. Ne yazık ki televizyonlarda biz o çocukluk türkülerimizi dinleyemiyoruz. Muzaffer Sarısözen rahmetli, yani halk türkülerinin üstadı diyor ki; Türkülerin söylenmediği yerler vatan olmaktan çıkar. Sahiden bizim şarkılarımızı, bizim türkülerimizi dinleterek çocuklarımızı büyütelim. Bizim masallarımız, bizim hikâyelerimiz anlatılsın. O Batılı filmler veya televizyon dizileri vs. bizim dünyamıza hiç bir renk katmıyor. Sahiden zarafetimizi ve güzelliğimizi alıyor. Başka bir soru var mı? Son bir soru alacakmışım. Evet buyurun. Soru şu: Aramızda şiir yazanlar, hikâye yazanlar falan oluyor, biz bunları ne yapalım? Nasıl değerlendirelim? Deniyor. Ne yazık ki bu konu sahiden zor olan bir konu. Çünkü öğrenci olsanız okuldaki öğretmenle bu işi değerlendirin diyeceğim. Bir ihtiyaç ortaya çıkmış oluyor arkadaşımızın söylediğinden. Şöyle: İlgili makamlara duyurulur diyelim. Şöyle; Nasıl dikiş nakış atölyeleri varsa, yeni yeni yazma atölyeleri oluyor. Ama böyle hanımlarımızın şiirlerinin değerlendirileceği, hikâyelerinin değerlendirileceği mekânlar olmalı. İlle de basılması değil ama oralarda okunarak, konuşarak yapılabilir. Bunlar henüz yok ne yazık ki. Dergilere gönderin desem her dergi yayınlamıyor. O da yeterli değil. Onun için ihtiyaçtan listeler oluşuyor. Bu konu da önemli. Yıllar önce ben bir televizyon programı yapıyordum. İşte yazarları, şairleri ağırlıyoruz. Hanım şairimiz hiç yok ne yapsak? Dedim. Sahiden. Çünkü şiirler bize gelmediği için olamıyor. O zaman da bu ihtiyaç doğmuştu. Ama o ihtiyaçtan biz biraz inceleme yaptık, mesela okuma yazma bilmeden şiir yazan bir hanımımızı bulduk. Prof. Şeyma Güngör ile. Hakikaten şiirleri çok güzeldi. İşte onları neşretmeye çalıştık, televizyon programında hanımefendiyi çağırdık ama bunlar tek çözümler. Sizin derdinize ben çare bulamayacağım ama bulanların olmasını dileyelim. İlgili olan yerlerden bunu isteyin. Mesela şu anda, Bağcılar Belediyesine gidin. Kültür Müdürlüğüne, isteyin. Deyin ki; Bir şiir atölyesi kuralım, hanımlar şiirlerini getirsinler, okusunlar, birisi de başlarındaysa, şiirden anlayan bir de eleman olsun. Beraberce tartışsınlar. Sene sonunda bir şiir bülteni çıksın ve böylece de bu işin çözümü olmuş olur diyelim. Son vermemiz gerekiyormuş. Ben önceden teşekkür etmek istiyorum. Sahiden güler yüzlüsünüz. Çok teşekkürler. Teşekkür ediyoruz Yasemin Hanıma. Ayla Hocamıza çiçeğini takdim etmek üzere Belediye Başkan Yardımcımız Sayın Ali Aydın Beyefendiyi sahneye davet 77 Kadınlar Akademisi ediyoruz. Ali Aydın Belediye Başkan Yardımcısı Öncelikle teşekkür ederiz. Öncelikle sizlere teşekkür ediyoruz. Çünkü biz belediye olarak böyle bir katılımın, sosyal sermayemize, geleceğimize, çocuklarımıza, eşlerimize, ülkemize büyük faydalar getireceğine inanıyorum. Demek ki Bağcılar Belediyesi olarak doğru şeyler yapıyoruz. Faydalı olduğuna inanıyoruz. Sayın Başkanımız Lokman Çağırıcı yurt dışında olduğu için ben onu temsilen buraya geldim. Hanımefendi de Emine Hanım buradalar. Ben ona rica edeceğim. Ayla Hanıma çiçeği takdim etmek için. Ama öncelikle Ayla Hanımın yanında burayı şereflendiren, neşelendiren sizlere teşekkür ediyorum. Katılımınızın bu kadar müthiş olması, insanların parası olabilir, insanlar para da kazanabilir, ama sosyal sermaye, nezaket, insanın iç dünyasının zenginliği cebinin zenginliğinden daha önemlidir. Dolayısıyla yalnız bayanların değil, bizim de ihtiyacımız var aslında buna. Toplum olarak ihtiyacımız var. İnşallah birlikte iş yapabilme kabiliyeti, birlikte olduğumuz zaman bir parçanın bütünü olma hasletini kazanmak çok önemlidir. Hepinize teşekkür ediyorum. Özellikle Ayla Hanım'a teşekkür ediyorum. Çiçeği takdim etmek üzere Emine Çağırıcı hanımı sahneye davet ediyorum. 78 Kadınlar Akademisi Ocak 2015 Çocuk Eğitiminde Anneliğin Önemi Seyhan Büyükcoşkun Sunucu Ben bu güzel topluluğa bir alkış göndererek başlamak istiyorum. Bugün bu alkışlarınız çok kıymetli bir eğitimciye de gidecek elbette. Az sonra eğitimci ve yazar Seyhan Büyükcoşkun Hanımefendiyi sahneye davet edeceğiz. Çok önemli bir konuyu da konuşacağız. Çocuk eğitiminde anneliğin öneminden bahsedeceğiz. Biliyorsunuz efendim geçtiğimiz günlerde değerli Sağlık Bakanımız Sayın Mehmet Müezinoğlu'nun bir açıklaması vardı. “En değerli kariyer anneliktir” demişti. Ben de kariyer sahibi bir anne olarak bu cümleye sonuna kadar katıldığımı söylemek isterim. Zira kariyeriniz, mevkiiniz, hayatta yüklendiğiniz rolleriniz ne olursa olsun, anne olduğunuz vakit bambaşka bir noktaya, bambaşka bir değere gelmiş oluyorsunuz. Ama hayatın içindeki koşuşturmalarda galiba biz zaman zaman ne kadar önemli bir rolün üslenicisi olduğumuzu fark etmeyebiliyoruz. Bu değeri alışagelmiş bir süreç içerisinde yönlendirebiliyoruz. Bugün inşallah, Seyhan Hanımın cümleleriyle birlikte, kıymetli bir eğitimcinin cümlelerinden istifade edeceğiz ama aynı zamanda 4 evladın emanetçisi olan bir annenin cümlelerini de bu vesileyle alıyor olacağız. Kendisini sahneye davet etmeden önce sizlere kısaca tanıtmak isterim. Seyhan Büyükcoşkun, 1961 İstanbul doğumlu olup, Fatih'te büyümüştür. Önce Cibali Kız Lisesi'ne, ardından İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi'ni bitirmiştir. Muallim Cevdet Bey Anlayışı başlıklı teziyle yüksek lisans derecesi almıştır. İzlenim ve Dergah dergileriyle, Yeni Şafak Gazetesi'nde yazılar yazmıştır. 1988'den bu yana da anne eğitim seminerleri vermektedir. Alkışlarınızla eğitimci yazar Seyhan Büyükcoşkun'u sahneye davet ediyorum. Seyhan Büyükcoşkun Eğitimci-Yazar Kocaman bir oyuncak kutum var, sadece tahta ve bezden olanların toplandığı, farklı kültürlerden anne figürlerinin yer aldığı, koşturdum, tam da araç gelmişti. Kutuyu indirdim, içini karıştırdım karıştırdım ama esas hedeflediğim bebeği bulamadım. Bir tanesini buldum. Bu Senegal'den, Orta Afrika'dan bir anne. Anne diyorum, bilmem siz görebiliyor musunuz? Sonra gösteririm, bebeği bağlı sırtında. Bu Yugoslavya'dan Prag'dan geldi. Bu da bir anne. Çekoslavakya, yani 79 Kadınlar Akademisi Kara Avrupası'nın doğuya yakın olan bir ülkesi. Bu da Ürdün yöresinin soğanlı bebeği. Aslında bunun kolunda iki tane bebek olur, aslında öyleydi. Fakat diyorum ya harmanlıyorum, harmanlıyorum, soğanlı bebeği çıktı ama bir türlü o iki tane bebekli olanı bulamadım. Her bir kolunda bir bebek olur. Meşhurdur. Onu bulamadım ama olsun, yine de getirdim. Baktım aracı bekletmeyeyim dedim. Ben zaman konusunda dakiğim. Yukarıda hemen hemen 35 dakikadır bekliyorum. Aşağıda siz bekliyorsunuz, ben yukarıdayım. Niye? Adete için için itiraz ediyorum. Çünkü herkes eğer vaktinde geldiyse hürmete layıktır. Onun farkındaki kişi de mutlaka burada olmalıdır. Onun için zamanla ilgili titizliğimden daha fazla kutuyu da karıştıramadım. Ama neyse. Şimdi tabii bunlar bizim konularımızla ilgili objelerimiz. Konuyu işlemeye başlayınca biraz daha, bunları da niye getirmiş acaba merakınız giderilmiş olacak. Aslında seviye farklarını filanda çok fazla sevmiyorum ama işte malum böyle sahneler pek çok şeyin yapılabilmesi için çok amaçlı olduğu için. Bakın oturamıyorum bile alışmışım ya dersleri hep böyle anlatmaya. Evet, arkadaşımız size bir alkış teklifinde bulundu, ya da bir alkışa davet etti hepimizi. Gerçekten isabetli bir davranıştı. O söylemese bile ben söylemeyi adeta zihnimde kurmuştum. Meryem hanımla telefonda konuştuğumuzda genellikle kitlenin 100'ün üzerinde olduğunu belirtmişti. Evet, bugün kar var ama yürünebilecek bir ortam. Ben dün Çarşamba pazarına çıktım, hem de sebzeleri iki kolumda taşıyarak ve donun daha fazla olduğu bir andı. Henüz eritme faaliyeti de olmamıştı. Buna rağmen dışarıya çıkabildim. Ama çocukların evde olması belki bazı anneler için önemli bir engel teşkil etmiştir. Ama burada olan sizlerin de mutlaka, bakın işte görüyorum, küçük çocuklar da var. Ne kadar gayretli, istekli ve istikrarlı olduğunuzun göstergesi. İstikrar, bir şeyi nihayete eriştirmekte çok önemli bir iç güç adeta. Yani bir şeyde kararlı olmak, bir şeyi sonuna getirmek, bir örgüyü başlayıp kenara atıyorsak istikrarlı değilizdir. Ama onu sonuna eriştirip, çocuğumuzun, eşimizin, kendimizin üzerine giyiyorsak istikrarlı bir insanızdır. Ki örgü eninde sonun da bitirilebilecek bir şeydir çeşitli ortamlarda. Fakat bu tür çalışmalar istikrar göstergesi olarak çok daha kıymetli. Çünkü; zihinsel bir çaba, canımız acıyor. Çünkü bizim eski kursiyerlerimizin hatırladığı bir cümle vardı; “Bilgi acıtır” Bilgi rahatlık sağlamaz insana. Acıtır. Niye? Çünkü; her yeni bilgi bize eğri mi, doğru mu olduğumuzu, neler için çabalamamız gerektiğini hatırlatır ve bu bizim içimizi yakar. İşte buna rağmen gelmek, burada bulunmak gerçekten takdiri, alkış sıradan bir şeydi. Takdirin üzerinde bir tebriği hak ediyor. Bu nedenle sizlerin yüzüne bakarken ben çok daha fazla şeyler hissediyorum. Evet, değerli hanımefendiler dünyaya kadın olarak geliyoruz. Fakat dünya nüfusunun hepsi bizim elimizden geçiyor. Bu insana ilk anda böyle garip bir çelişki gibi görünüyor. İnsana öyle geliyor. Evet, kızları ve erkekleri bizler 80 Kadınlar Akademisi dünyaya getiriyoruz. Dünyaya gelmelerinde rolümüz oluyor, önemli bir rolümüz oluyor. Ondan sonra da onları uzun bir süre yetişkinleştirme yolunda büyük bir çabanın içerisinde oluyoruz. Ve böylece çeşitli şekillerde donanım kazanmış, donanım derken, kalbi belli bir şekilde beslenmiş, midesinden bahsetmiyorum. Zihni beli bir şekilde beslenmiş şöyle yetişkin insanlar çıkıyor ortaya. Herkesi şöyle seyrettiğimizde ortalama olarak, herkesin işte boyu posu, ilk andaki farklılıkları hemen görülebiliyor. Ama onun ötesindeki farklılıkları anlayabilmemiz için mutlaka yakın ilişki, beraberlik, komşuluk, arkadaşlık, buna benzer ortaklıklar gerekiyor. Ancak o zaman biz esas temel farkları görebiliyoruz. Kiminden memnun oluyoruz, kimisi bize çok itici geliyor, “Ay, aman şu şöyle, bu böyle” diyoruz. Evliliğimizde işte görümcemiz, kayınvalidemiz, kardeşimiz, eltimiz, şuyumuz buyumuz, yeni kazandığımız akrabalarımızın her birinin bir kusurunu görüyoruz. İşte kızıyoruz, küsüyoruz vs. Bütün bunları seyrettiğimizde aslında, yani şöyle bir dıştan bakışla seyrettiğimizde onların her birini bu özeliklerin inşasında bir mimarın rol oynadığını anlayabiliriz aslında. Ama ilk anda böyle düşünemiyoruz. “Ay ne sinirli tip” ya da “ay ne gıcık, yok yok yok hiç onunla beraber olamayız” Bana şöyle yaptı, böyle dedi, ben böyle yaptım, o şöyle anladı, vs. söyleyeceği sadece olan bitene zihnimiz takılıyor da gerisindeki dinamiği, mekanizmayı, süreci ilk anda düşünmüyoruz. İşte bunun gerisinde her birimizin mimarı olan bir kadın var ve bunlar işte anne, tırnak içinde, “Anne” olarak adlandırdığımız beli bir statü, beli bir pozisyonu işgal eden varlıklardır. Herkes, kadın olarak dünyaya geldikten sonra anne olamayabiliyor. Benim bildiğim oranlarda % 10 sanıyorum anne olamayanlar. Ama bunun dışında büyük bir çoğunluk var. % 90'ı anne oluyor. Annelik haline, hal diyeyim ben, pozisyon demek çok yetersiz. Annelik haline dönemlere göre ve kültürlere göre farklı anlamlar yükleniyor. Dönemler dediğimde bunu sadece tarihsel olarak, kronolojik olarak kastetmiyorum. Siyasi ortamlar, yani beli siyasi akımların galip olduğu, hâkim olduğu ortamlar ve dönemler, ya da belli ekonomik ve kültürel tesirlerin yoğun olduğu dönemlerden bahsediyorum. Buna göre anneliğe farklı anlamlar yükleniyor. İşte az önce arkadaşımız dedi ki; Geçen hafta bakanımız “Annelik en merkezi kariyerdir” dedi. Ondan sonra tepkiler, destekler, kamuoyunda veya kamuoyunun daha öne çıkan, sesi gür çıkanlarında çeşitli şeyler oluştu. Böyle 81 Kadınlar Akademisi tepkiler meydana geldi. Öncelikle şunu söylemeliyim. Bir sosyal politika doktoru olarak da bunu söylemeliyim sizlere. Annelik bir kariyer değil. Kariyer; karşılığı somut olarak alınan, maddi olarak, statü olarak alınan çabaları gösterir ve daha çok mesleki faaliyetlerle ilgili olarak kullanılır. Tabii yabancı sözcüklerden dilimize geçen kelimelerin hep bir şey yanları olur. Oturamamışlıkları olur. Bu nedenle belki böyle bir kullanım şeyi de var. Ama annelik bir kariyer değildir. Tanımlanması gerçekten güç olan bir haldir. Ben, Hal diyorum bakın. En iyi tanımlayabilecek şeylerden biri. Çünkü anneler hiç bir şeyin karşılığını hemen almazlar. Parasal olarak asla bir şey söz konusu olmaz. Belli bir pozisyon söz konusu değildir. Hele modern dönemin, ekonomik, kültürel ve siyası ortamı anneliğe zaten tenzili rütbede bulunmuştur. Ne demek tenzili rütbe? Aşağı dereceye indirme. Kendilerini evdeki kadınlar onca iş, insan yetiştirme, toplumu inşa etme çabalarına karşın, adeta yararsız atıl varlıklar olarak kendilerini öyle düşünmektedirler ve zaten bu devletin de resmi belgelerinde bu geçmektedir. Tüm kalkınma planlarımızda, Başbakanlık genelgelerinde, şurada burada sürekli olarak belli bir ücret geliri olan kadınlar, ekonomiye katkısı olan, ülkenin gelişmesine kalkınmasına katkısı olan kadınlar olarak adlandırılıyorlar. Evdeki kadın Atıl Kapasiteymiş. Bunlar Devlet Planlama Teşkilatının eserlerinde, yayınlarında da böyle yer alıyor. Ağustosta yürürlüğe giren 10. Kalkınma Planımızda da böylece yer alıyor. Ne yazık ki, durum böyle. Zaten Avrupa Birliği'nin tüm dokümanlarında da böylece yer alıyor. Hal böyle olunca kadınlar ve anne olan kadınlar kendilerini nasıl değerli hissetsinler? Öyle Annelik en merkezi bir kariyerdir diyen bir bakan bile olsa, sen onu külahıma anlat diyecek kadar içinden kıs kıs gülmekte insanlar. Çünkü; reel durum, hakiki durum, günde 24 saat biz kadınların, annelerin üzerine yağıp duruyor. Ve onlara işte hiç 82 Kadınlar Akademisi de bir kıymetleri olmadığını hissettiriyor. His bu. Direkt olarak belki böyle bir şey söylenmiyor ama. Değerli hanımlar, böyle bir girişle başladım. Esas konuma daha gelmedim. Bu önemli. Çünkü; önce çerçevenin oluşması gerekir. Size direkt olara 0 yaşından, bebeğin dünyaya gelmesinden itibaren rolünüz, öneminiz, şuyunuz buyunuz önemli diye başlayabilirdim. Hayır, önce bunun bir çerçeveye oturması gerekiyor. Arkadaşımın sunduğu gibi 25 yıldır annelik ve kadınlık seminerlerini veriyorum. Adeta bu programın içinde yaşlandım. Öyle ayda bir olan değil, 3 ay süren, haftada 3 gün olan, Hülya Hanım değil mi? Bizim eski kursiyerlerimizden, pek çok kereler gelmiştir Fatih Belediyesi'ndeki dönemlerde. Ve nasıl uzun ve yoğun bir çalışma olduğunu biliyor. Bir gün evde yemek yap, ertesi gün kursa git. Bir gün evi temizle ertesi günü ders. Böyle bir yoğunlukta. Oradaki tarzım da budur. Önce çerçeveyi oluşturmak. Biz neyiz? Kimiz? Önce onu çerçeveye alalım. Ondan sonra içini dolduracağız. Demek ki kadınlar dünya nüfusunun yarısını oluşturup, dünya nüfusunu elinden, eleğinden geçiren varlıklar. Hatta benim benzetmem şöyle değerli arkadaşlar; diyorum ki; tezgâhımızda biz bir kilim, ya da halı dokuyoruz. Şöyle şöyle herkes istediği renkleri, istediği değil belki, işte deseni neyse ona göre rengini atıyor, kenarda duran belli renklerde yünleri var, onları katarak bir desen çıkarıyor. Onun için her birimizin çocukları, hatta o çocukların da her biri birbirinden az çok farklılaşıyor. Hatta yörelerimiz, Ege yöresinden ise başka bir ana babadır, Erzurum'dan ise başka bir ana babadır, Orta Anadolu'dan, Konya'dan ise başka bir ana babadır. Yöremizin kültürü bile bize az veya çok tesir ediyor. Ülkenin genel kültürü tesir ediyor, bir de dünyada var olan kültürel akımlar, tabii ki, Eurosantrik, yani, Avrupa merkezli kültürün de bizim üzerimize yağdırdıkları var. Düşünün ortaya ne çıkıyor? İşte bütün bunları, hepsini biz davranışlarımızda aslında taşıyoruz. Doku olarak, renk olarak, tat olarak ama farkında değiliz. Biz her bir davranışımızı analiz etmiyoruz. Şimdi ben bunu mutlaka şunun tesiriyle, şunu da şunun tesiriyle yaptım gibi bir analiz söz konusu değil. Ama işte kıymetli olan bu çaba. Öylece kendimiz üzerinde tekrar düşünebilme imkânımız ve fırsatımız oluyor. Neler yaptık, neler yapıyoruz? İşte komşularımız, arkadaşlarımız, yakın ilişki içinde olduklarımız, onların doğruları, eğrileri, onları da görmeye başlıyoruz. Ve böylece, yanlışları azaltmak, doğruları çoğaltmak yolunda bir gayrete girmek söz konusu oluyor. Bu da hayatta ne kadar da önemli bir hedefi oluşturuyor bizim için? Aksi takdirde her günümüz birbirine benzer geçiyor değil mi? Pazarda, mağazada işte şurada burada birbirinizi görünce ne diyorsunuz? “Nasılsın? İyi misin? ne yapıyorsun?” “Ne olsun işte yuvarlanıp gidiyoruz.” Ne yuvarlanması, aslında ne kadar temel şeyler olup bitiyor. Ama her gün birbirinin aynı ya, ne olsun, yuvarlanıp gidiyoruz diyoruz. Hayır, eğer çok 83 Kadınlar Akademisi temelde ki sizlerin, burada bulunanların bunu zihninde taşıdığını düşünüyorum, buna inanıyorum. Çok temelde bir şeyi daha iyiye götürmek gibi bir idealiniz varsa hiç de bir gününüz bir gününüze benzemez. Hiç de siz o yuvarlananlardan da olmazsınız. Yuvarlanıyor filan değilsiniz. Her adımınız bir günü diğerine benzetmemek üzerine kurulu. Ben böyle düşünüyorum. Sizce? Öyle değil mi? Öyle ki, bugün bile geldiniz. Öyle olmasa bugün buraya gelmezdiniz. Buyurun. Şimdi çok güzel, çok önemli bir şey söylemiş oldunuz. Demek ki, kadınların gerçekten önemli ve uyur bir güçleri var. “Uyur” diyorum. Kimi uyanık hale de geçebiliyor. Yüzyıllar boyunca her zaman kadınlar, işte büyük devrimler olmuş dünya sahnesinde, ülkemizde ve bu esnada kadınlar her zaman yine odakta olmuşlar. Çünkü; az önce saydığım gibi onların temel bir oluşturucu gücü var. Bu hesaba katıldığı için zaten kadınlar üzerinde işte siyasiler, yani devrin, değişen güçleri hep bir söz söylemek durumunda olmuşlar. Bu, onların önemli olduklarının göstergesi. Yani, daha doğrusu yapabilme güçlerinin bir alameti, işareti. Diğer cümleniz ise, hani biz asıl birbirimize sahip çıkması gereken biriyiz. Bu da çok önemli. Fakat şöyle bir durumu da burada hatırlatmak gerekecektir belki de. Sürekli olarak, konumdan dolayı, konularımla ilgili olarak röportajları, işte bazen magazin haberlerini bile arşivlerim. Bu çok önemli gelir bana. Oradan süzer, toplar, kullanırım. Önemli bir sanatçının ifadesiydi. Diyor ki; “En çok kadınlar kadınları yaralıyor. Kadınlardan, çok daha büyük zararlar gördüm hayatım boyunca, çalışmalarım boyunca.” diyor. O zaman bu kılıcı kendimize çevirmemiz demektir. Ya da kritiğimizi kendimize çevirmemiz anlamına geliyor. Oysa bizler genç bir kadın olarak komşumuza, kardeşimize, eltimize, yaşlılık, ailemiz büyüdüğünde, gelinimize, ailenin diğer gençlerine sahip çıkmak, onları kollamak ve savunmak şeklinde olsun. Merhameti, dayanışmayı, şefkati burada göstermemizi işaret ediyor cümlemiz değil mi? Merhameti, savunmayı, şefkati, kollamayı. Zaten bunlar işte anneliğimiz boyunca dünyaya getirdiğimiz varlıkları inşa ederken en çok onlara kazandırmamız gereken erdemleri oluşturuyor. Kadın olsunlar, erkek olsunlar, bizler kızlarımız ve oğullarımızda merhameti, şefkati, erdemi ve insanı savunmayı, zor durumdaki insanı savunmayı kazandırabiliyorsak evlatlarımıza, biz gerçekten dünyanın en büyük işini yapmışız, görevimizi, misyonumuzu, yani annelik misyonumuzu yerine getirmişiz demektir. İşte bizim 25 yıllık bu seminerlerimizde de en fazla dile getirdiğimiz sloganımız hatta şu olurdu; “El ele erdem toplumuna” Yani ancak bizler el ele vererek erdem toplumuna ulaşabiliriz. Ama nasıl ulaşırız? Erdemleri yetiştirdiğimiz evlatlarımızda var ederek. Nasıl var edeceğiz? Her an, her davranışımızla, ağzımızdan çıkan her sözümüzde büyük bir dikkat sahibi olarak. Çok büyük bir dikkat sahibi olmamız gerekiyor. Asla yanlış bir cümle affedilmiyor. Çocuğumuz “Anne, ama sen bana böyle demiştin.” Ya da “Aa! anne ama Ayşe teyze 84 Kadınlar Akademisi o gün geldiğinde sen ona “yok kalmadı” dedin. Vardı evde” dediğinde utançtan yüzümüzün kızarmaması için gerçekten her cümlemizin, her davranışımızın, evet ben erdemli insanların oluşturacağı bir toplum için büyük bir gayret gösteriyorum inancına sahip olmamız gerekiyor. İşte sizler burada bulunmakla zaten bu inanca sahip olduğunuzu da gösteriyorsunuz. Sizin ifade ettiğiniz hususlar belki şu anda sanki benim bugün anlatacağım ders içeriğinin dışındaymış gibi göründü ama hayır, aslında yine içinde. Dışında olan hiçbir şey yok. Çünkü; bizler insan mimarlarıyız. Eğer erkeklerden şikâyet ediyorsak, kendimize dönüp bakmalıyız. Kim onları büyüttü, inşa etti, yetiştirdi? Önemli ölçüde bizler. Burada asla erkeklerin veya babaların rolünü inkâr ediyorum, ya da dışlıyorum, ya da çok küçük görüyorum anlamı çıkarılmamalı. Fakat dünyanın farklı kültürlerinden burada birer obje olarak huzurunuza getirdiğim örnekler de gösteriyor ki; İnsan yavrusu, canlılar âlemindeki diğer yavrulardan farklı olarak uzun süreyi annesiyle geçiren bir varlık. Çok uzun bir süreyi anneyle geçiriyor. Yani daha yoğun, uzun saatler ve daha yoğun bir ilişki içinde beraber oluyor. Bundan dolayı anne, anne, anne diyoruz. Yoksa elbette baba da önemli bir rol modeli olarak çocuğun hayatının belli dönemlerinde gerçekten önemli bir iş görüyor, önemli bir yere sahip. Fakat anne ile kıyaslandığında rolü biraz daha geride kalıyor. Ya da biraz daha yan kulvarda kalıyor. Hani ana yollar vardır, tali yolar vardır, biraz ona benzetebiliriz. Ama bu benzetme tabii, hata da yapabilirim. Evet, şimdi, ben biraz gözlerimden rahatsızım. Sürekli yaş akıyor ve sizi adeta ikinci bir mercekle görüyorum. Uzun bir tez yazım döneminde bana kalan en önemli hastalıklardan biri de gözlerimin sürekli rahatsızlanması oldu. Evet, dünyaya hani sıfır km. Araba diyorlar ya, böyle sıfır bir bebek olarak dünyaya geliyoruz hepimiz. Hiç fark etmiyor. Hepimiz aynı durumda. Önce annemizin rahmindeyiz ve rahim kelimesi kadınların küçücük bir organı. 300 gr. kadar. 250-300 gr. Bakın o kadarcık. Fakat o kelimenin adı, başka bir varlığın da adı değil mi? Sıfatı yani. Kimin? Tüm kâinatı var edenin de sıfatı. Rahim O Rahim, Yüce Rabbimizin sıfatı olan Rahim, aynı zamanda kadınlardaki 250 gr.'lık bir organın da adı. Şunu öğrenmek bile insanda ne kadar büyük bir zenginlik yaratıyor değil mi? Yani kollayan, koruyan, içinde yaşatan, barındıran küçücük bir organ. İşte beraberliğinizin sıkı sıkılığını bize gösteren çok önemli bir durum bu. Sıkı sıkıya o rahime bağlıyız plasentanın kordonuyla, sonra dünyaya geliyoruz ve oradan ayrılıyoruz. Oradan ayrılıyoruz ama aslında görünmeyen bir bağ varlığını sürdürüyor. Ve aslında o hiç kopmuyor gibi bir şey. Ne kadar incelirse incelsin, o görünmeyen göbek bağı devam ediyor. İşte bu nedenle babayla kıyasladığımızda anneyle arasında önemli bir fark var. Diğer önemli bir farkı da tamamen biyolojik sahadan vermeliyim; annelerde oksitosin hormonu var. Oksitosin hormonu babalarda 85 Kadınlar Akademisi yok. Yani babalarda salgılanmıyor bu şekilde. Çok sınırlı bir zamanda salgılanıyor onu da şu anda anmamıza gerek yok. İşte oksitosin hormonu annelerde gürül gürül. Bırakın kendi çocuğunu kucaklamayı, şöyle uzakta bir çocuk gördüğünde bile annede oksitosin salgılanmaya başlıyor. Hatta oyuncak et bebekler var ya onları bile gördüğünde oksitosin salgılanıyor. Kadınlar da öyle varlıklar. Gelin de yok sayın. Yok sayamayız. Bu böyle. İşte rahimden çıkıp dünyaya geldiği andan sonra da anne ile bebek arasındaki bağlılık devam ediyor aslında. Burada görünmeyen bağlar var. Ve değerli arkadaşlar, çok önemli bir kavram ondan sonra hayat buluyor. Buna bağlanma teorisi de deniyor. Temel psikolojide çok önemli bir yere sahip. Asıl uzun yıllar görmezden gelinen bir teoriydi, 80'lerden sonra tekrar bu teori gün yüzüne çıktı ve Amerika'daki bazı üniversiteler ancak 80'den sonra tekrar bu teorinin sahibini de ders olarak anmaya başladılar. Bu bağlanma teorisi şunu bize hissettiriyor; bebek anneye, bakanına bağlanmak zorundadır. Tabii ben burada anne derken sıra dışı hallerde, çok olağanüstü durumlarda annenin yerini tutmuş olan anneanne, babaanne veya teyze gibi varlığı da yine anne kavramının altında anıyorum. Siz öyle anlayın. Yani öyle olağanüstü haller vardır. Ölümler vardır, kesin ayrılıklar vardır. Bu durumda ilk andan itibaren anneanne veya babaanne bakıyorsa o artık anne gibi bir şeydir. İşte bu bağlanma teorisi bize insan yavrusunun dünyaya geldikten sonra kendisine bakım veren varlığa dönük bir hal aldığını gösteriyor. Bebek kendisini kucağa alan kişiye doğru hemen başını dönerek emme hareketi yapmaya başlıyor. İlk bağlanma göstergesinin bu olduğu belirtiliyor. Hatta emme hazırlığına bile hassaslaşıyor. Bunu şartlı öğrenme olarak da alan davranış bilimciler var. Ama anne ile bebek arasında doğduğu andan itibaren bir ilişki kurulduğunu söyleyebilirim. Annenin kokusuna hassasiyet, onun omzunda rahatlamak, sükûnet bulmak, yani anne onu omzuna koyduğunda göğsüne koyup sallamaya, pışpışlamaya başladığında rahatlaması, sükûnet bulması bu bağlanmanın işaretlerinden sayılabilir. Gerçi, teoriye göre, esas bağlanma davranışı 7 ile 24 ay arasında tüm şiddetiyle görülür. Yani, nasıl? Onu aramak, o çıktığında feryadı figan edip ağlamak, o geldiğinde sükûnet bulmak, herhangi bir tehlikede, herhangi bir korkuda onun kucağına, onun dizine, eteğine sarılmak gerçek bağlanma davranışını gösteren emareler olarak ifade ediliyor. Ama biliyoruz ki, bebek 4-8 haftalık olduğunda anneyi artık fark ediyor, tebessüm ediyor, onun yüzüne gülüyor. Bunlar zaten bağlanmanın göstergeleri. İşte dünyaya gelmiş olan bebeğin tehlikeler, korkular, rahatsızlıklar halinde anneyi arıyor olması, onun peşine koşması, sarılması, onun yanında rahatlaması, sükûnet bulması bize bağlanma davranışının kurulmuş olduğunu gösteriyor. Annenin, dünyaya gelen bebeğin hayatında bu kadar temel bir yere sahip olması zihnimizde lütfen iyice yerleşmiş olsun. Bu demektir ki, uzun bir süre bebekle anne arasında 86 Kadınlar Akademisi ayrılma gerçekleşemez. Bize bunu hissettiriyor. Öyle ki, farklı kültürlerde bebeğin, annenin her işinde, gücünde, aktivitesinde, vazifesinde annenin bedenine yapışık halini gösteriyor bu objeler. İşte bunu ben Fransa'dan aldım. Çünkü orada çok fazla Senegalli, Malili, Orta Afrika'dan göç etmiş yaşayan aileler var. Onlar oyuncaklarını da beraber getiriyorlar. Yaşlı bir Senagalli teyzeden satın alındı bu bebek. Bebek annenin sırtına bağlanmış durumda. Annem benim o kadar çok ağladığımı ve süpürürken evi beni mutlaka sırtına bağlamak zorunda kaldığını söylemişti bir gün. Yani, değil dışarıda tarla, bağ, bahçe işleri olan kişiler, İstanbul'da büyüdüm, bebekliğim burada geçti. Ev işi yaparken bile işte, mutfakta, banyoda, evin herhangi bir yerinde ev işi yaparken bile çocuğun anneyi kaybetmeye tahammülü yoktur. Bu bile bebeği böyle çok yakınınızda bir yerde tutmanızın gerekliliğini size gösterir. İşte bu Çekoslovakya'dan, Avrupa'dan bir anne. Yine bebeği kucağında. Bebeklerin anne ile beraberliklerinin göstergelerinden. Bir sanat müzesi gezmiştim yine Fransa'da, orada önemli ressamların tabloları, bunlar işte hep modern denen 20. yüzyıl, 21. yüzyıl başları, tabii 21. yüzyılın eserleri değil bunlar tabii, anne ile bebek arasındaki o yakınlığı hissettiren tablolar. Bebekler hep annelerinin yanında, kucağında veya yöresinde. Bütün bunlar bize annenin bebekle kopmazlığını gösteren emareler. Harlow'un çok önemli bir deneyi var; yine anne ile bebek arasındaki bağa işaret eden bir çalışma. Yani insan yavrusu gibi, ona çok yakın olan varlıklarda da görülebilen hallerdir anlamında. Şöyle bir deney yapılıyor. Yavru maymunlar doğar doğmaz annelerinden ayrılıyorlar ve onları rahat kafeslere koyuyorlar, çok rahat şartlarda. Bu kafeslerin içine, iki kafes, birine tahtadan başı olan ama bedeni telden yapılmış bir anne maketi konuyor. Bu telden yapılmış anne maketinin göğsüne süt düzeneği de yerleştiriliyor. Diğer kafese ise yine tahtadan, tüm bedeni tahtadan olan, ama çok yumuşak, kahverengi tüylü bir kumaşla kaplanmış olan ve bebek maymun oturduğunda ampulle ısınan bir maket anne maymun konuyor. İki ayrı maket var. Yavru maymunlar sadece ve sadece acıktıklarında telden örülmüş olan maymunun kucağına gidiyorlar, cuk cuk cuk emiyorlar, karınları doyduğu anda telden yapılmış olan maket maymunun kucağından inip, ılık, yumuşak anne gibi hissettikleri maketin kucağına oturuyorlar. Ve günün önemli bir kısmını onun kucağında geçiriyorlar. Sadece ve sadece acıktıklarında telden olan ve göğsündeki süt düzeneğinden süt emebildikleri maket maymunun kucağına gidiyorlar. İşte, yine bağlanma teorisini destekleyen, Harlow'un bu deneyi çok önemli bir kilometre taşını oluşturuyor. Anlaşılıyor ki, sadece insanların değil, hayvanların biraz en üst kategorisinde olan maymun yavruları dahi böyle bir farkı gözetiyorlar. Ki bildiğiniz gibi, hayvanlar âleminde yavrular çok hızlı gerçek hayata katılırlar. Bebekliği ve çocukluğu en uzun süren varlık insan yavrusudur. Bu nedenle onu yetiştiren ebeveynin çok uzun yıllar emek sarf etmesi gerekir. 87 Kadınlar Akademisi Evet, ilk başta anne ile bebek arasında emzirme faaliyeti gerçekleşiyor. Bugüne kadar biz emzirmeyi işte özellikle bağışıklık sistemini güçlendiren, hem de bebeği sakinleştiren çok önemli bir iş olarak, önemli bir durum olarak niteliyorduk. Doktorlar işte 6 aya kadar UNESCO'nun yayınladığı broşürlerle Sağlık Bakanlığı'nın da ilk 6 aya kadar anne sütü sloganına tabi olmaya çalışıyoruz. Evet, çok önemli. Herhangi bir katkı olmadan bebek annesinin sütünü alırsa daha az hastalanır, bağışıklık sistemi güçlü olur, şu olur, bu olur diyoruz ve de ucuz bir beslenme kaynağı ve en üstün beslenme kaynağı olarak da düşünüyorduk. “... yorduk” diyorum, şimdi arkasından ne gelecek diye merak ediyorsunuz. Evet benim için de çok yeni, çok taze bir kazanım. Doktora tezi çalışmam esnasında çok yeni kaynaklarla karşılaştım. Benim dahi hayal edemediğim kaynaklardı bunlar ve çok yeni. Şöyle; bu beyin görüntüleme cihazlarının çok ileri bazı teknikleriyle, emzirme esnasında hem kadın beyni, hem bebeğin henüz gelişmekte olan beyni hangi bölgeleri aktive oluyor bakımından gerekli reseptörler bağlanarak izleniyor. Ve bizim bu andığımız emzirmenin faydalarının çok ötesinde şeylerle karşılaştım. Size anlatırken ben bile tekrar heyecanlanıyorum. Çünkü henüz, tezimin bu sonuçlarını hiç bir yerde anlatmadım. Bebeğin beyninde özelikle sağ lop, sağ yarım küre aktive oluyor. Şimdi biz zannediyoruz ki; bebek dünyaya geldiği andan itibaren beyni gelişmeye başlıyor. Fakat öyle değilmiş. Benimde öğrendiğim. Bayağı ciddi ciddi beyin anatomisi çalışmak zorunda kaldım. Sağ beyin yarı küresi ilk önce gelişen, sol yarı küre ancak bu dediğim bağlanmanın, yani 24 aydan sonraki süreçte esas öne geçen gelişme hızına başlıyor. Sağ yarı küre insanın kendini tanıması, sevmesi, başkalarını sevmesi, ilişki kurması, anlaması, hani biz hep empati empati diyoruz, empati kurabilmesi, stresle baş edebilmesiyle ilgili bütün şeyleri içinde taşıyor. Sağ yarı küre, sağ beyin korteksi. Korteks; işte beynin en önemli faaliyetlerinin gerçekleştiği kabuk kısmı ama gerçekten en önemli faaliyetler orada gerçekleşiyor. Sağ beyin korteksi ve tüm alt birimleriyle birlikte anne çocuk beraberliğinde gelişim tüm hızıyla gerçekleşiyor. Özellikle emzirme esnasında hem bebeğin beyninin bu alanları, hem annenin sağ beyni aktive oluyor. Yani biz zannediyoruz ki, emzirmek bebeğin hayrına, hayır, meğer işin iki cephesi varmış, kadınların da hayrınaymış. Sadece meme kanserinden, rahim kanserinden önleyiciliği değil burada kastettiğim. Onun da sağ beyni aktive oluyor. Böylece çok yeni katkı olan bu çalışmaların önderi olan Allan Schore, yani bağlanma teorisini bir ileri aşamaya götüren kişi işte benim Amerika'dan getirttiğim kaynaklarda da vardı, şöyle bir şema çizmiş, “adeta” diyor, “gözden göze, beyinden beyine, kalpten kalbe..” böyle bir şema çizmiş yayında. Yani, annenin beyninden bebeğin beynine, gözlerden gözlere ve kalpten kalbe sürekli karşılıklı sinyal gönderiliyor. Bu o kadar temel bir şey ki,. Şimdi lütfen benim size aktardığım bu bilginin ardından, şahit olduğunuz 88 Kadınlar Akademisi veya varsa bebeğiniz, emzirirken veya kardeşinizin, komşunuzun, yakınlarınızın bebeklerini emzirirken olan halleri lütfen önünüze gelsin. Bebeğini emzirirken bir yandan arkadaşlarıyla yarınki toplantısını, işte yarınki gezmesini planlayan, ya da ona yemek tarifi yapan bir anne varsa aklınıza, gözünüzün önüne gelen lütfen bu size aktardığım yeni bilgiyle ikisini bir arada düşünün ve değerlendirin. Evet, ben de yukarıda yaptım o işi. Tabii, tabii. Değerli arkadaşımızın aslında yapması gereken, sanıyorum girerken buradaki programı idare eden arkadaşımızın, arkadaşlarımızın belki bu şeyi yapması, hatırlatmayı yapması daha iyi olurdu. Size bu rol kalmasaydı. Ama sizin yapmanız da şöyle kıymetli. Buradan birisi yapmış olsa katılanlar bir hoşnutsuzluk hissedebilirler ama içlerinden birisi yapınca evet bak, o da benim gibi dinlemek, istifade etmek için burada, ben onun hakkına girdim diye, öyle hissedebilirler. Teşekkür ederiz hatırlatmanız için de, sağ olun. Maalesef yeni teknolojilerin yeni rahatsızlıkları bunlar. Değerli arkadaşımızın katkısı önemliydi. Elbette her iki taraf için de bunun önemli bir rolü var, biliyoruz. Fakat bugüne kadar çok vurgulanan altı çizilen bir bilgi değildi. Yani hiç kimse de rahim kanseri, meme kanseri dışında bunun anneye terapatik etkisinden söz etmiş değildi. Çünkü o anda salgılanan hormonlar, yani laktasyon için sütün, hipotizden emirle yapılıp dışarıya gönderilebilmesi için bazı hormonların devreye girmesi gerekiyor. Oksitosin zaten alabildiğine coşuyor o anda ve oksitosin rahatlatan, hani relax hali diyoruz ya, gevşeten, içini hani tatlı bir huzurla kaplatan bir hormonmuş. Bu doktora tezim esnasında pek çok yabancı kaynakta da şuna şahit oldum; şu cümleleri okudum; “Emzirme beni çok rahatlatıyor, olumlu bir buut, iyi bir hal içinde oluyorum,” vs. şeklinde ifadeler var. Bu da durumun iki taraflı olduğunun göstergesi. Tabii bunun sürdürülebilir olmasıdır önemli olan. Yani bir ay, iki ay, üç aydan sonra “Hadi bakalım, bitti gitti, bu kadardı” demekten ziyade işte Rabbimizin de hatırlattığı gibi bunu iki yaşa kadar götürebilmek gerçekten kıymetli bir hediye. Gerçi Ayet-i Kerime'de bakın ne kadar hakkaniyetli bir ifade var. “Anne ve baba anlaşırlar ve buna göre emzirmeye devam edilir.” deniyor. Bu çok önemli. Ve anneye yine de hani emzirmezse de emzirmez gibi bir şey veriliyor. Ne kadar kıymetli bir irade teslimi bu. Ama elbette anne, bu kadar yarar varsa, “eh emzireyim artık” diyebilir, demelidir. Fakat içinde bulunduğumuz ekonomik, kültürel şartların da lütfen bunu aslında engelleyici yayınları olduğunu hatırlayalım. Şimdi ben tabii istihdamla ilgili de bir tez yaptığım için, iş dünyasında her ne kadar yasalar emzirme izni, süt izni verse de hiç bir kadın bu trafik yoğunluğunda, işlerin evlerden bu kadar uzak olduğu bir şehir mimarisinde bebeğini emzirebilecek durumda olamaz. Ha, o bir saati sondan eksiltir, yani 18:00 yerine 17:00'de çıkar evine bir saat erken gider, ama bu hiç de emzirebilmek için gerekli katkıyı, imkanı sağlamaz. Bazı annelerin sağıp, dolaba 89 Kadınlar Akademisi koyup, gündüz bakıcıya veya işte bebeğe bakan kişiye sütü vermelerini tavsiye ettiklerini biliriz. Mutlaka duyarız bunları ve yaptınız mı bilemiyorum, oysa şu size anlattığım ve hayal ettiğiniz grafikten sonra buzdolabında saklanmış olan ve biberona konmuş olan sütün bir anlamı olabileceğini düşünüyor musunuz? Maalesef. O esnada telefonla bile konuşmasanız çok iyi olur diyoruz da, nerede ki dolapta saklanıp, ılıştırılıp biberonla verilmiş bir sütün bu fonksiyonları yerine getirebileceğinden söz edelim. Yani mesele sadece mideye giden, belli kimyasal bileşime sahip bir süt meselesi değildir. Bunun çok ötesinde bir şey. Beyin gelişimi ve beynin sağ bölgesinin gelişimidir söz konusu olan. Düşünebiliyor musunuz? Biz eğer işte daha merhametsiz, birbirine şefkat duymayan insanlardan oluşan bir toplumdan şikâyet ediyorsak bir düşünelim. Acaba bu insanlar nasıl süt emdiler, kaç ay emdiler? Sorular kısmını sanıyorum, bana telefonda söylenen şuydu; Bir saat anlatacaksınız, bir saatten sonra soru olacak. Fakat bu ilk andan itibaren ihlal edildi ve müdahale eden yok, ne yapacağız? Haydi ayağa kalktınız, buyurun. Evet, şimdi 3 ay verdiniz, ama şimdi onları beslemeye devam ediyorsunuz değil mi? Yani, biberon mu kullanıyorsunuz? Ha şu anda 5 yaşındasınız. Şimdi şöyle; değerli arkadaşlar; Süt herhangi bir şekilde olur ya, hoş bu da “eh şu oldu, eyvah bu oldu, eyvah kesilecek...” diye dertlendikçe tam tersi yönde azalma istikametinde olur ama biz bunun dışında da sütün gelmediğini, yetmediğini vs. farz edelim ve suni olarak biberonla beslemeye geçtiğimizi farz edelim. Bu durumda ne yaparsınız? Yine kucağınızdadır bebeğiniz ve biberonu ağzına dayamışken yine yüzüne bakıyorsunuz, yine gözlerini yakalıyorsunuzdur, yine ona tebessüm ediyorsunuzdur. Yani yastığın altına kumaş doldurup, biberonu da oraya kıstırıp bebeği bir başına bırakmıyorsunuz. Var mı yapan? Ya bebek emerken ben o sırada süpürgemi süpüreyim. İşte biliyorum yapanları da onun için söylüyorum. Çünkü ben bunları kitaplardan toplamıyorum ki. Ben bunları sürekli olarak hemhal olduklarımdan topluyorum. Ondan sonra kullanıyorum bu bilgileri. Ha işte böyle yastığın altına kumaş doldurup, devrilmesin biberon diye de etrafını sarıp sarmalayıp bebeği bırakmıyorsunuz da, yine kucağınızda beslemeye devam ediyorsanız yine durum fena değildir. Yine iyidir. Çünkü; yine gözden göze, beyinden beyine bir şey akıyor. Bu çok önemli. Ondan sonra diyelim artık biberonu da bıraktınız, yavaş yavaş kaşıkla beslemeye, muhallebiye şuna buna, sebze çorbalarına geçtiniz, ne yapıyorsunuz? Nam nam nam yapıyorsunuz, yine tebessüm ederek, gözlerini yakalayarak, gülerek, kaşınızı çatıp “al ye” demeden, yani gırtlağına böyle dolduracakmış gibi, “Yeter artık! yut şunu!” demeden yediriyorsanız yine işler fana değil. Yine iyi gider. Mesele, burada bakın ana noktayı kaçırmamak. En iyisi, en ideali bu. O anda emzirirken düşünün iki yaşa kadar 24 ay tam da bu bağlanma süreci. O ana kadar bu esnada gözleri sizin gözlerinizi içiyor, memenizi değil, 90 Kadınlar Akademisi gözlerinizin anlamını emiyor. Ola ki biberonla besliyorsanız, yine gözlerinizdeki anlamı emecektir. Eğer onu yakaladıysanız. O imkânı sunuyorsanız. Kaşıkla beslerken, işte çorbasını, muhallebisini şunu bunu yedirirken yine onun gözlerini yakalıyorsanız, yine gülüyorsanız, “Hadi yavrum, hadi mama gelmiş...” mamayı da yedimi şudur budur, yine problem yok. Yine her şey güzel güzel yürür. İş kaşını gözünü çatıp, hiddetlenip, korkutan, ürküten şeyler yapmamakta. Onun için benim bu anlattıklarımdan siz neleri yaptım, neleri yapmadım, ha öyle mi gitti, böyle mi gitti, bunu anlayabilirsiniz. Ama biz her zaman kurslarımızda şunu söyleriz; pek çok kişi gelir. Kimi çocukları çoktan büyümüş, hatta evlendirmiş teyzelerimiz de gelir bazen. Yani çoktan torunları olmuş. Kimi zaman çocukları artık emzirme dönemleri çoktan geçmişler, hatta ergenliğe doğru gidiyorlar. Kimi ilkokulda ve anlatımlar esnasında yanlışlar, nerede eksikler yapıldı filan, tabii çok can acıtıcı bir şekilde ortaya çıkınca, hemen böyle, “hı öyle mi? Şimdi ne yapacağız? Her şey bitti mi?” diye bir şeye kapılırlar. Panik, karamsarlık vs. Her zaman şunu söyleriz; Zararın neresinden dönsek kardır. Ola ki pek çok hatalarla dolu geçti. Ya burada olmasaydınız? Yine devam edecekti hatalar. Ama buradasınız, bakın şimdiden itibaren direksiyonu kırıp şimdi başka bir yola doğru geçeceksiniz. Bu iyi değil mi? İyi. O zaman geçmişte yaptıklarınıza ağlayacağınıza, büyük bir gayretle “Ha! şimdi ne yapayım? 5 yaşında şimdiden sonra ne yapayım? Emziremedim o oldu, şu oldu, bu oldu. Şimdiden sonra nasıl gitmeli?” İşte bunun gayreti önemli. Bilmeliyiz ki; Ana dilini öğreten biziz. Hayatı boyunca kendisine kılavuzluk edecek olan değerlerini ona benimseten biziz. Kâh bir masalın içinde, iyiyle kötünün savaşını anlatarak, ona hep iyiliğin takip edilmesini aslında telkin ederiz, kâh komşumuza bir tas çorba götürerek yine ona iyiye dair bir model veririz. Ama ona hayatı boyunca kılavuzluk edecek değerlerini hiç fark etmeden biz benimsetiriz. İdeallerini yine biz inşa ederiz. “Kapıya geleni asla boş çevirme yavrum” Ömrünüz boyunca mesela böyle bir ilkeniz var. “Kapıya gelen boş çevrilmez.” Ve buna uyuyorsunuz. Bu aynı zamanda çocuğunuza benimsettiğiniz bir şeydir. Şimdi bir filmden bir fragman canlandıracağım. Bir Fransız filmi Büyük Yolculuk, Paris'te büyüyen Cezayir asıllı bir genç. Babası tabii ki, Cezayir'den Fransa'ya göçmüş, Hani bizim nasıl Almanya'ya çalışmak için giden büyük bir nüfusunuz var. Tıpkı onun gibi, orada büyümüş bir genç. Baba, ömrü boyunca hacca gitmek için çok yanmış, yakılmış, işte çocuklar şu bu, derken, artık ömrümün sonuna geliyorum, Hacca gitsem diye kararını veriyor ve o genç delikanlı, lise sondaki oğluna diyor ki; “Hadi, hacca beni sen götüreceksin” Şimdi baba dilenciye sadaka veren biri. Oğlu onu hep kınıyor. “Niye veriyorsun! Bizim de bu parayı 91 Kadınlar Akademisi kullanmaya ihtiyacımız var!” diye kızıyor. Ve ne oluyorsa, Haçta, muhtemelen Şeytan taşlamaya gidiliyor ve baba dönmüyor bir daha. Baba morgda oğlu tarafından teşhis ediliyor, büyük bir yanma yakınma. Her neyse. Dışarıya çıkıyor, artık havaalanına gidecek. Çocuk yani genç dönecek tabii ki. Kenarda dilenen bir kadın var, önce geçiyor. Sonra birden duruyor ve geri dönüp bir sadaka veriyor. Bu, fragmandı. Bunları ben derslerimde dersin yardımcı materyali olarak kullanıyorum. Yani kastettiğim bu fragman. Hiç fark etmediğimiz şekilde biz pek çok değeri, kıymetli davranışı, ahlakı erdemler olarak tavsif edilen, anlamlandırılan değerleri, değerlere temel teşkil eden ilkeleri de çocuklarımıza benimsetiyoruz. Yani anneler, en başta söylediğim toplumun mimarlarıdır derken kastım buydu. Merhameti biz ya öğretiriz, ya öğretemeyiz. Nasıl öğretiliyor bu? Böyle a-b-c şeklinde mi? Hayır. Kendi davranışlarımızla, evin ahalisine, konu komşuya, yoldaki kediye kuşa, her kim ise bizi çevreleyen en dar insan çevresinden en geniş çevremize kadar, insanlara karşı merhametli davranıyorsak ve başta tabii ki, o evlada, evlatlara merhametli davranıyorsak, evet biz merhametin fidanını dikmişiz demektir. Yardımlaşan, darda kalanın hemen yardımına koşan bir şeyimiz varsa, bir halimiz, tavrımız inanın çocuklarımız büyüdüklerinde muhtemelen, büyük bir ihtimale bu benzer davranışları gösterecekler. Hem de ergenlik döneminde bütün o size isyan eden, ters çıkan hallerine rağmen 10 yıl sonra, 20 yıl sonra sizin gibi davrandıklarını görebilir veya göremezsiniz. Bilmiyoruz. Göremezsiniz, yani gözlerinizi kapatmış gitmiş olabilirsiniz. Ama eğer ömrünüz olursa görürsünüz. Bu böyledir. Anneler ürünlerini, eserlerinin sonuçlarını en geç görebilen varlıklar ne yazık ki. Bu nedenle amaaan! yap yap yap boşuna gibi hissediyorlar. Yani yapıyoruz yapıyoruz, ama bir şey görmüyoruz gibi hissediyorlar. Hani sonuç? Der gibi bir durum. Çiftçi bile buğdayını ekiyor, 9 ay sonra hasadını kaldırıyor ne güzel. Ama insan yetiştiren insanlar, yani kadınlar aynı durumla karşılaşmıyorlar. Yıllar, yıllar geçiyor, geçmesi gerekiyor. Onun için hiç yorulmadan, kolumuzu kanadımızı indirmeden temel ilkelerimiz ve o ideal doğrultusunda, yani ben insanlığa büyük bir katkıda bulunuyorum aslında, yani kariyer ne ki? “Kariyer”in ötesinde bir şey bu. Çünkü biz bir ücret almıyoruz karşılığında. Bunu kim yapabilir? Bir Fransız filozof var, Elisabeth Badinter Eski Fransa Maliye Bakanının da karısı, kitabı aslında şey karşıtı, Kadınlık ve annelik gibi bir kitabı Türkçeye de çevrildi. Yani çok annelik taraftarı gibi değil. Fakat şöyle de diyor; “Bugünkü dünyada, yani ben, ben, ben benim menfaatlerim, benim faydam, benim mutluluğum, benim huzurum kavramının çok öne çıkmış olduğu bugünkü modern dünyada annelik bir başkaldırıdır” diyor. O kadar bayıldım ki bu cümleye. Tam bir başkaldırı. Bir ters hareket. Kim yapar? Dediğim gibi, makam yok, statü yok, karşılığı yok, geliri yok, hiç bir şey yokken bu yapılıyorsa bu gerçekten modern dünyaya karşı bir başkaldırı 92 Kadınlar Akademisi bir isyan hareketidir. Öncelikle bunu yapıyorum ya benden ötesi yok fikrini gerçekten taşımamız gerekiyor. Eğer bunu hissedebilirsek kolay kolay omuzlarımız düşmez. Biliyorum, biz annelerin zaman zaman omuzları düşüyor, kolu kanadı kırılıyor, hani o dipler yar ya oraya doğru, “aman yap yap yap ömrümü çürüttün, saçım süpürge oldu, hiç kıymeti yok. Al işte, oğlun arkasını döner, kızın bilmem ne der, koca desen öyle” deyip şöyle bir yıkıldığımız anlar olabilir ama hemen simurg (Zümrüd-ü anka) gibi küllerinden canlanan bir kuş olmak zorundayız. Ne zaman? Ancak bu fikri zihnimizden silmezsek. Gidip buzdolabımızın üstüne, ya da gidip çamaşır çekmecemizin içine yazarsak. Ben insanlığa insanları armağan ediyorum. Nasıl? Merhameti, şefkati, dayanışmayı koruyan, muhafaza eden, içinde barındıran varlıkları. Tabii bunun için de ha gayret, be gayret. Çalışıp çabalamak gerekiyor. Evet, arkadaşımızın sorusuna cevap verirken aslında neredeyse konunun bir başka boyutu, ya da bir başka aşamasına yer vermiş oldum. Bilmiyorum artık arkadaşımızın içi biraz rahatlayabildi mi? Herkesin sorusuna tabii ki tümüyle karşılık verebilme imkânımız hiç olmaz. Onun için ben uzun dönemli, 3 aylık seminerlerimizde hep şunu söylerim; sorularınız saklayın. Çünkü; dersler derslere eklendikçe, siz içinizde uyanan bütün soru işaretlerine yavaş yavaş karşılık bulacaksınız. Hani puzzelın, bilmecenin parçacıkları gibidir. Her bir ders yeni, yeni bir parça olarak yerini bulur ve eksik yavaş yavaş tamamlanır. Onun için hiçbir zaman bir derste, aslında pek çok dersi içine alan, pek çok dersin muhtevasını içine alan bir cevabı verebilmek mümkün değildir. Hele burada katılımcı olan pek çok kişinin içinde pek çok soru olabileceğini hesaba katarsak hiç mümkün olmaz. Ama olabildiğince hiç kimsenin de böyle sorusuyla boynunu büküp kalmasına da içim elvermez. Çünkü bu reddedilmiş bir şey demektir. Onun için olabildiğince sınırı muhafaza etmeye çalıştım. Evet değerli arkadaşlar 0-2 yaş dönemi tam da bağlanma teorisinin söz konusu olduğu, 24 aya kadar olan dönem, temel güven duygusunun işte bu sürekli beraberlik ve bakımla inşa olunduğu bir dönemdir. Temel güven duygusu. Ki bu bizim yetişkinlik için en büyük sermayemizdir. Hani iş kurarken erkekler bir sermaye yaparlar. Sermaye bu kadar, sonra eğer iş büyürse o sermaye bazen yanında 1/10 gibi filan kalabilir. Büyürse tabii ki. Ama büyümezse de o ne kadar büyük bir yekûnu adeta tutmaktadır. İşte temel güven duygusu dediğimiz duyguyu biz ömrümüz boyunca aslında kullanırız. O bizim ilk sermayemiz gibidir. Yani, o olmazsa diğerleri arkasından gelmez. Temel güven duygusunda anne figürü çok çok, yeri tartışılmayacak öneme sahip bir varlık. Şimdi iş dünyasıyla ilgili, istihdam politikalarıyla ilgili şeyler oldukça kreşler, kreşlerin kurulması vs. Şimdi size hemen gelmeden önce, alanımla ilgili yeni bir şey var mı, onu da not alayım diye şöyle bir bültenleri tekrar gözden geçirdim. 93 Kadınlar Akademisi Başbakanlığın son açıklaması belediyeler kreşlerin kurulmasından sorumlu olacaklarmış. Şimdi, kreş biliyorsunuz, 3 yaş altı çocuklar için olan bir kurumdur ve benim doktora tezim boyunca incelediğim kadarıyla her zaman değişik derecelerde hasarlar meydana getiren kurumlardır. Mutlaka ve mutlaka bunun ifade edilmesi, kamuoyuna beyan edilmesi gerekiyor. 24 aya kadar olan dönem, bağlanmada çok çok temel bir dönemdir. Annenin adeta bebekle yapışık olduğu bir dönemdir. Maymun yavrularını gördünüz. O maymunlar emiyorlar hooop gidiyorlar anne maymunun kucağına, sıcak, kumaştan, yumuşacık olan anne maymunun kucağına oturuyorlar. Böyledir. Asla onu kaybetmeden, parklarda çocukları gözleyin bakalım. Anneyi kaybetmeyecekleri göz mesafesinde dolaşırlar, oynarlar. Şöyle 3 yaş ve altı olanlar. Hatta ben çok gözlem yaparım ne de olsa alan bu olunca. Parkta oturup, hem çocuğumu da götürürdüm, çocuk parka götürülemeyecek durumuna geldiği zaman da ben gözlemeye devam ediyorum. Bakarım böyle, gidiyor, kaydırağa çıkıyor, bakıyor, orada duruyor mu anne, hala orada oturuyor mu diye. Yani 3 yaştan sonra da bu durum böyledir. Biraz önce, biraz sonra. Hala görebileceği, tehlike anında, ihtiyaç anında, korktuğunda koşup bacaklarına sarılabileceği bir varlık olarak anne, adeta ay ile dünyanın yörünge oluşlarına benzer bir konum arz ediyorlar. Denir ki, ay dünyanın yörüngesindedir. Bizler, ayın 24 saat dolaşmasıyla, onun yörüngesinin mihverini teşkil ediyoruz. İşte anne, bebek için mihver. Yörüngede, temelde ve dolaşıp dolaşıp sizden çok uzağa gidemeyeceği bir ilişkiyi korur. Ancak, 3 yaştan sonra ki, artık biz ona ikinci doğum diyoruz. Hani kopabilir, anneannede yatılı kalabilir, teyzesinde yatılı kalabilir. Ancak bu 3 yaş civarında gerçekleşebilen bir durumdur. Artık kopabilecektir. Kapıyı açar, gözlerseniz bakkala ekmek almaya gidebilir 3 yaştan sonra. Bütün bunlar yavaş yavaş ikinci doğumun gerçekleştiğini gösterir. Ama o vakte kadar olan dönemde bire bir ilişki, bire bir bakım temeldir. Bire bir bakım diyorum. Bir kişi olsun, sürekli o olsun, mesele bu. İsterse babaanne, isterse anneanne, ama anne yoksa. Şunu da kastetmiyorum; ya biz çocuğu alamıyoruz, hafta başlarında götürüyoruz anneme bırakıyoruz, hafta sonu alıyoruz. Bundan bahsetmiyorum. Bu tehlikeli, hatalı. Ömür boyunca anne ile çocuk arasında bir mesafe, bir soğukluk, problem, çekişme, çatışma olacaktır. Böyle şeyleri duymuşluğum var da hani ola ki olur diye zikrediyorum. Yoksa genel bir şey değildir bu. Genel davranış değildir. İşte 24 aya kadar olan bu bağlanma döneminde emzirme en büyük şeyi, sağ beyin gelişimini sağlıyor. Anneye de büyük bir katkı meydana geliyor. Özelikle, mesela zekâ gelişiminde teşvik eden, gülen, tebessüm eden, hani olabildiğince güleç yüzlü bir bakım büyük yardım sağlıyor bebek için. Yani sürekli kızıp, “Niye uyandın? Daha şimdi uyuttum seni... öf... bıktım artık... koyuyorum uyanıyorsun, koyuyorum uyanıyorsun” diyen bir anne zarar veriyor aslında, yani kendi içini boşaltmaktan 94 Kadınlar Akademisi başka da bir işe yaramıyor, sadece zarar veriyor. Bu, çocuğun adeta hani büzülen şeyler vardır ya, soğukta kalıp büzülen elmalar vardır ya, aynı onun gibi oluyor. Yani pek çok şey bize bağlı. Gerçi diyebilirsiniz, Eee!... biz ne yapacağız? İç güçlerinizi kullanacaksınız. İç güçler insana büyük bir enerji kaynağı oluşturuyorlar. İç güçler ise dediğim gibi çok çok yüksekte olan temel ideali canlı tutmak. Ben olmazsam toplum olmaz. Ben olmazsam, hayır, iyilik, merhamet üzerine bir toplumun inşası da söz konusu olmaz. O böyle her gün bangır bangır haberler, sansasyonel manşetlerde çıkan şeyler var ya, onlar aslında yol kazalarının sonuçları. Ama sanki 70 milyon, 80 milyon insanın silme bunlardan oluştuğu, bunlardan oluştuğu gibi bir his yaratılıyor insanda. Hayır. Öyle değil. İşte bu şeyleri yenebilmek için, bu görüntüleri alt edebilmek, yok edebilmek için bizim varlığımızın çok önemli olduğunu hissetmemiz lazım. İşte kanatlarımız, kolumuz zayıfladığında bu iç güç, bu iç enerji kaynağı bizi tekrar atak yapmaya, gayrete getirecektir. İki yaştan sonraki dönem, yani, devamlı, sürekli, göz göze ilişkinin asla koparılmamaya çalışıldığı bir bebeklik dönemi, ilk çocukluk dönemi, 2 yaşa kadar artık bebeklikten de çıkmıştır, yürür artık çünkü. İki yaşında koşar, ama yine de bebek deniyor. İki yaşa kadar olan dönemde bu teşvik, bu türlü bir bakım çok önemli. Yani, altını açarken bile düşünün ne kadar sıradan bir şey bu. Altını açarken bile poposuna şaplak atıp, “Ne biçim şey bu? Niye bu kakalar çıktı dışına? Bıktım artık bundan.” dediğinizde, bebeğe başka türlü bir etkide bulunuyorsunuz. “Oy oy oy yine altını doldurmuş, ah seni seni yaramaz, deyip hani böyle tatlı sert bir şekilde altını temizliyorsanız başka bir etkide bulunuyorsunuz. Yani bebek her zamanki kişi mi açtı, yabancı bir kişi mi açtı bunu hisseder. O bezin alınma şeklinden, o bacakların tutulması şeklinden, dokunulmadan, siz mi açtınız, başkası mı açtı anlar ve iğreti olur. Çünkü; temel güven duygusunu oluşturan en önemli şey devamlılık, istikrar ve aynılıktır. Hep aynı şekilde almak. Hep aynı şekilde beslemek. Aynı şekilde banyo yaptırmak. Aynı şekilde altını temizlemek. Aynı şekilde kucağında pışpışlamak. İşte bunlar bir modeldir. Bir kalıp olarak yerleşir. İşte anlattığım şey, anlattığım ilk sermaye bu. Hah işte buradan başlıyor. Önce buradan başlıyor. Yani “gömleğin ilk düğmesi doğru iliklenirse aşağıya kadar doğru gider” cümlesi anlamına geliyor bu. Genellikle yurt dışı derslerimde pat diye ergenliği işleyeceğim gün derse geliyorlar. Ve “Peki, şimdi biz ne yapacağız?” diyorlar. Var mı öyle yağma? Önceki yıllar ne oldu? 15 yılı yok sayıp, “Eee!.. şimdi benim oğlum, kızım ne olacak?” denir mi? Ben de diyorum ki; Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklendiyse aşağıya kadar yanlış gidiyor. İlk düğmeyi bir gözetelim bakalım. Biz oradan alacağız. Özgüven. Dedim ki az önce; ilk sermayedir. Herhalde cümlemi iyi ifade edemedim. İşte o öz güven dediğimiz temel güvenin sermayesini oluşturduğu duygumuz. Demek ki, 95 Kadınlar Akademisi iki yaşa kadar olan dönemde bu öz güvenin, temel güven dediğimiz kısmını, yani, sermayeyi oluşturuyoruz. Sonra, iki yaştan sonra ne dedik? Yavaş yavaş 3 yaşa geliyoruz, ondan sonra artık 2. doğum gerçekleşiyor dedik. Ve çocuk yavaş yavaş artık bir şeyler yapmaya kendi gücünü, yapabilirliğini görmeye çalışıyor. Atlıyor, tırmanmaya çalışıyor, düşebilir, ne yapmış oluyor? Ha, henüz oraya tırmanamıyorum. Güç denemeleri, “Ben tutarım, ben tutarım” diyor, koca tencereyi masaya götürecek. “Ben... ben... ben...” Eğer siz, “bırak onu, taşıyamazsın, höt” diyorsanız öz güvenine tekme attınız. Devam ediyoruz ya, sermayenin üstüne koymaya başladık ki, öz güveni hani güçlendiriyoruz. İşte sermayesi 0-2 yaş, ondan sonra üstüne koyuyoruz. “Ben elmamı keseceğim.” “Ooo! makaslar, bıçaklar kalksın, kalksın ortadan. Hey, elini kesersin, olmaz.” Bir denesin, keserse keser. Ben bunu size, “ha, tabii, söyler canım,” diyebileceğiniz bir şeyi gerektirmeyecek uygulamaları yaptığım için, rahatlıkla söyleyebiliyorum. Evet, evde denedi de oğlum, kesti de elini güzelce. Eh, kesti ve gördü. Elma kesmek istedi, elini kesti, gördü. Soba için kullandığım tahtalardan sandalye yapmaya kalkıştı, 3.5 yaşı civarıydı, Banyoya gazeteleri serdim yere, üstüne tahtaları, çekiç, çiviler, hadi yap bakalım. Akşama kadar uğraştı. Kah vurdu eline “Oooov!” diye ağladı, kah şöyle, kah böyle, artık akşamın 5:00'i olduğunda “Yok anne yok, bunlardan sandalye olmuyor.” dedi. Ama gördü, denedi, kullandı, çaktı, biçti, olmadığını gördü. Ama aynı çocuk 8 yaşında sonunda ağacın üstüne ev yaptı. O bir ilk girişimdi. Neyi yapıp neyi yapamadığını, o tahtaların olmadığını gördü. Ben ona desem ki, “Yavrum bunlar sandık yan tahtası, olmaz” desem, ne yapmış olacağım? Olmaz! olmaz olmaz!” deyip, çocuğu böyle bastıran, her teşebbüsünü tepeleyen bir anne olurdum. O öz güven dediğimiz şeyin de, baştan sabote eden, katili olan biri olurdum. Hadım eden adeta. Tamam dedim, gördü. O Tahtalardan sandalye olamayacağını gördü. Aslında kabahat kendi gücünde değil, tahtalar elverişli değildi. Ha, demek ki orada ona izin vermişliğimin faydasını ben ne bileyim, 5 sene sonra bu çocuk, ağacın üzerine ağaç ev, hani bir çocuk çıkıp oturuyor ya, böyle bir şey yapabileceğini hiç hayal etmezdim. Hem de Fatih gibi böyle arkasında kömürlüklerin kırıldığı, bir garip elma ağacının çıktığı bir yer. Öyle köyümüz möyümüz yok. İstanbul'da olunca köy olmuyor. Yani bir de böyle bir yerde. Ağaç evde değil de böyle bir yerde. Oradan buradan tahtalar getirdi vs. Ağaç ev. İşte eğer ona 3 yaşında o fırsatı vermemiş olsaydım, 8 yaşında ağacın üstüne arkadaşıyla çaka çaka o evi yapamazdı. Ki, paslı çiviler, nereden bulmuşsa, kalas düşüyor, şurada bir izi var, o paslı çivi orayı öyle bir delmiş ki, hala orada bir yer var böyle çukur. Bir de böyle, bir de tetanos iğnesi. Maliyetsiz, bedelsiz ve zahmetsiz asla özgüven filan kazanılamaz. Şimdi yukarıda bugünkü azlıkla ilgili olarak, işte “efendim valilik bugün okulları tatil etmeye karar vermiş” filan dendi. Ben dedim, “Eğer Valinin bir doğru 96 Kadınlar Akademisi akıl veren danışmanı olsaydı, bunun aslında tüm çocukların güven gelişiminde, karakter eğitiminde ne kadar zarar verici bir kamu kararı olduğunu söylerdi.” Her ne kadar yok tepki olurmuş, şuymuş, buymuş, onları geçelim. Çocuklar zahmetsiz bir hayat yaşasınlar diye anne babalar kendilerini paralıyor. Niye? Bırak düşsün, ayağı da kırılsın, kesilsin, kırılsın deyince çok şey oldum galiba ama o aynı çocuğun bir iglo, yani buzlardan kulübe yapacak diye, kömürlüğün tepesinden düşüp ayağı da kırıldı. Yani şimdi bir yan yan atıyor ayağını, koca delikanlı. Eh ne yapalım? Ama öğrendi. Bir sürü maharetler oluyor o esnada. Kırarak, delerek, keserek, biçerek bir şeyler oluyor. Biz diyoruz ki; “yok yok hiç dizinde de yara olmasın, ayağı da kırılmasın, eli de kanamasın, canı da yanmasın, benim çocuğum öz güvenli, mücadeleci, şöyle şöyle olsun. “Pışşııık” derler adama. Var mı öyle bir şey? Olabilir mi? Siz kendinizi düşünün. Kiminiz belki belli bir yaşlara kadar köy hayatı gördünüz, yaşadınız. Sonra İstanbul'a geldiniz. Ben İstanbul'da şu Fatih'te Ali Kuşçu İlkokulu var. Fatih Camii'nin hemen altında. İki yılı orada okudum. Sonra Kâtip Çelebi İlkokulu'ndaydım. Dizimize kadar kar oldu diye babam yine Fatih'te bir semtten bizi okula kadar götürdü. “Aaa! ne kadar güzel” babam karda bizi okula götürüyor diye sevinmiştik. Yani öyle bir şey yok, kendimiz gidiyoruz, dünya kadar mesafe. Dize kadar olunca ne güzel, böyle kırç kırç karlara basa basa gitmiştik. Şimdi kar yok yerde, okullar tatil. Niye? Yavrucaklar servislerden inemiyor, ondan dolayı. Ha bire servis servis, servis kaza yapar diye tatil ediliyor. Aslında okullarla bir ilgisi yok bunun. Trafikle bir ilgisi var. Ben bunu yukarıda da söyledim başkanınıza, kendi ayağımıza sıkıyoruz. Bir sonraki toplumu dayanıksız, güveni düşük, mücadele azmi olmayan, zor şartlarla mücadele edemeyen, hemen pes eden kişiler gelecek, bekleyin. 20 yılı var, bekleyin geliyor. İşte öz güven böyle oluşur. Başka soruya mı geçtiniz? Ama ben devam ediyorum. Hiç yapmam ama size diyeceğim ki; kitaplarımı okuyun. Hiç yapmadığım şeydir. Hiç de sevmem böyle şeyi. Hatta Meryem Hanım kitapları getirin dediğinde, daha önce de yine çağrıldığımda, yok, hayır böyle bir şeyi istemiyorum dedim. Ama şimdi hepsini birden de nasıl anlatacağız? Buradan hiç çıkmamam lazım. “Anne Baba Olmak Kolay Değil” isimli kitabın içinde yeme problemleriyle ilgili bir bölüm kaleme almıştım. Normalde derslerimde anlatıyorum ama ben burada çok sınırlı bir şey için buradayım. Onun için yani buraya da giremeyeceğim. Şimdi değerli arkadaşlar, çok zor ve nazik bir soru. Size bu soruya cevap olarak ilk önce tekrar 25 yıldır devam etmekte olan seminerimin adını hatırlatıyorum. Ne demiştim? “Kadınlık ve Annelik Sanatı” Okul değil bakın. Okul mokul olmaz. Böyle isimli programlar oluyor. Özür diliyorum hani böyle Akademi, Okul filan. Böyle isimler konabilir. Bunlar hoş şeyler ama bu bir sanat. Çünkü bakın o kadar 97 Kadınlar Akademisi kritik bir soru sordunuz ki; ne kadar sınır? Ne kadar şefkat? Nereleri sınırlayacağız? Aslında yeme probleminin ardında da başka bir şey var. Siz ikisini eşleştirdiniz. Yani ax gibi. Hani f fonksiyonunda ax fonksiyonu gibi. Onu onunla eşleştirdiniz, aslında başka iki şeyi eşleştirmek gerekiyor. Doğaldır ki. Şimdi arkadaşlar, yeme problemini anneler yaratır. Çocuklar değil. Önce bunu söylemeliyim. Bu annenin problemidir, çocuğun değil. Önce bununla bir yüzleşelim. Az yer, çok yer, bu, çocuğun bedeninin, metabolizmasının işleyişiyle ilgili, bize ne oluyor? “Hayııır! bu kase bitecek!” Ohhoo! ejderha gibi anneler. “Bu bitecek!...” Hatta Bayrampaşa'daki bir dönem, kâseyi zorla yediriyor. Çocuk kusuyor, banyoya getiriyor, yıkıyor yüzünü, yeni kâse doldurup yeniden oturtuyormuş. Aman Allahım!... Düşünebiliyor musunuz? Bu annenin problemidir biiir. Çocuğun ne kadar neyi yiyeceğine hürmet etmeyi öğrenmemiz lazım, ikiii. Üç; çocuk, bebek, çok çok erken dönemde anneyi kendi yararına kullanmayı öğrenir, çok erken. Morarıyor mu, morardığı anda hemen anne onu kendi haline bırakıp, ne istiyorsa yapmaya mı bırakıyor? Tamam. Elde var biiir, hemen koydu cebine. Artık bunu kullanacaktır. Kim öğretti bunu? Biz. Naz yapmayı, yemem demeyi, kim öğretiyor? Biz. Çünkü; annenin yumuşak karnı olduğunu anlıyor. O, annenin yumuşak karnı. Ondan sonra her şeyi onun üzerinden gerçekleştirebilir. Bütün çatışmalarını, kızgınlıklarını, istememesini, hepsini yeme esnasında ortaya çıkarır. Kendi haline bırakılmış olsa bunların hiç biri olmayacak. Hemen 3. çocuğumda yaşadığım, adeta kafamı duvara çarpmış gibi oldum. İlk iki çocuğum çok güzel yer, hatta kaşık gidip gelirken bir de ağlayan, çabuk huuu diyen iki çocuktan sonra 3.’sü yoğurt mu, kâsenin dibinde sadece bir parmak. Bu kadar yiyen bir çocuktu. Taa 8-9 yaşına kadar bu minimallikte devam etti. Ama ilk önce şöyle oldu; geldiğim gibi yarım kâse çorbayı koymuşum, böyle kafayı çeviriyor. Böyle duvara toslamış gibi oldum adeta. Sonra bir kendime geldim. Bir dakika, belki de bu da böyle. Eyvah! Tabii eyvah diyorsunuz. Ama bu da böyle. Yaaa!... dedim, kaseyi aldım gittim. Arkamdan, mam mam mam, geri gel, çağırdı. Ama her zaman çok az yedi. Kâsesi kâse olarak kaldı. Taa 6 yaşına kadar tabağa geçemedik bir türlü. Küçük kâse olarak kaldı. Ve ben işte yurt dışında seminere gittiğimde babası ona yedirirken, tabağı doldurup, “Bu bitecek!...” diyor. Çocuk ne yapıyor? Tabii ben bunu 6 ay sonra temizlik yaparken keşfettim. Bakıyorum o kâseler kayboluyor ama nereye gitti, ne oldu? Çöpe mi gitti acaba? diyorum kendi kendime. Fırının altında, sehpanın altında bir şey vardı. Orada kurumuş, küflenmiş, ıspanak tabağı, baba zorlayınca, çocuk tamam ben şöyle yiyeceğim, ben böyle yiyeceğim diyor ve bir pundunu bulup, gidip tabağını saklamış. Böylece çocuğu nasıl da yanlış bir şeye de sürüklüyor. “Bu bitecek” Yani çocuğa hayal edemeyeceğiniz hileler düşünmesi için adeta yol açmış oluyoruz. Bu tamamen anneye karşı bunun kullanılması anlamına geliyor. 98 Kadınlar Akademisi Şefkat, şimdi, o biraz daha farklı bir hal. Şefkat kiloya, metreye vurulacak bir şey değildir. Her zaman vardır. Sınır, mutlaka olması gereken bir şeydir. Ve daha yürümeye başladığı anda çizilmeye başlanır. Yani, kendisine zarar veren bir şeyde ne yapıyoruz? Ya da ellenilmemesi gereken bir şeyde, bizim evde kitaplardı cısslar. Ne dantel, ne kristal, ne sehpa ne şu, ne bu vardı çünkü. Kitaplara gelince, hıımm! cısss! şu parmağı görecek. Kazara sizin mutfağa gittiğiniz bir anda kitabı indirip de şöyle bir yırtmaya kalkıştıysa, eline hafifçe pıt pıt, hıımm! İşte bunlar ilk sınırlar. Sobaya mı yaklaştı? Cısss! bunlar ilk sınırlar. Tükürmek mi istedi, kaşlarınızı çatıp, bunlar ilk sınırlar ve gitgide, gitgide bu sınırlar artar. Her çocuğa dikkat edin. Şöyle 2, 3 hatta 4 yaş. Bir şey yaparken eğer aşan bir şeyse, sınırları zorlayan, hoşlanılmayacağını tahmin ettiği bir şeyse, şöyle gözlerinize bakar, onay var mı, yok mu? Bir şey yapar, gözünüze bakar. Bu ne demektir? Onayınız bekleniyor. Onaylamadığınızda, yine yapabilir. Öyle yok deyince, gak deyince, gık deyince su, öyle bir şey yok. Siz kırk kere hık! deseniz de, merak, istek, işte şu, bu her şey itebilir küçük çocuğu. Yine yapabilir ama siz yine sınırı koyarsınız. Bu böyle gider, okul çağı gelir. Okulda olur, arkadaşıma gideceğim, şunu alacağım. “Hayır, tanımıyorum. Tanıştıktan sonra izin verebilirim.” Pat sınırı koydunuz. İşte ben, şu saat yatma saatiniz var. Anne baba odasının kapısının tık tıklanmadan girilmemesi gibi bir kuralınız var. Çiğnediğinde çok sert davranın. “Ay ay ay koca kuzum benim, annesinin yanına gelmek istemiş, lütfen babası” değil. Sınırlar ne kadar gaddarca görülse de konmalıdır. Anneleri görüyorum, yıllardır da görmeye devam ediyorum, Allahım, çıldırıyorum, hani gidip bir gün bir şey yapacağım birine, çocuklarını okula götürürken çantalar sırtlarında, beslenme ellerinde, ne oluyoruz? Çocuk da elini sallıyor. Ya serviste, ya yükü annesinin omzunda. Ya da babasının. Hatta kadıncağızın bakıyorum iki tane çocuk var, biri büyük, biri 3. sınıfta, bir çanta burada, bir çanta burada. Allahım aklıma mukayyet ol diyorum. Gidip böyle omuzlarından pıt diye çekivereceğim. Hani böyle muzırlıklar geliyor ama ben kendimi sınırlıyorum. Bu nasıl bir akıl, nasıl bir davranış? “Ay, yok, çantaları çok ağır ama... çok ağır, sırtları acır...” Ne kadar büyük bir güce karşı mukavemet gösterirse o kadar güçlenir. Bunu şuradan örnek veriyorum. Minisküsüm oldu, bir dağa tırmanışımda yırtıldı. O günden beri de dizim çok problemli. Ve kum torbasıyla egzersizim var. 5 kiloluk kum torbası. Önce iki kiloluk veriyorlar, sonra 5 kiloluk. Onu kaldırmak, neredeyse bedeniniz sarsılıyor, tutmanız lazım kendinizi. Fakat o 5 kiloluk kumu kaldıran bacak kasları mı, 2 kiloluk kumu kaldıran bacak kasları mı daha fazla güçlenir? Bana söyleyin. 5, o halde çantalarını taşısınlar değil mi? Aklımdan çıkmayan bir hatıramı anlatmak istiyorum. Çocukları odun almaya gönderdiğinde elektrikler kesiliyor. Kömürlük 5 kat aşağıda. Evet, aşağıda 99 Kadınlar Akademisi kömürlük. Ve o çocuklar karanlıktan korkmasınlar, karanlıkta yaşamanın nasıl olduğunu anlasınlar diye sadece yukarıdan ses komutuyla onları yönlendiriyor. Biz kolaylaştırıyoruz. Kolaylaştırmaktan biz görüyoruz zararı ve çocuklarımızı zora alıştırma konusundaki eğitimlerini sağlayamıyoruz bu konuda. Ben orada dersimi aldım. Demek ki karanlıkta biraz bırakmak lazım. Belki de hikâye bu kadar kaldı aklımda. Şöyle; ama olduğunuzu farz edin diyordum onlara. Diyordum ki; biliyorsunuz otomatikler, şimdi sensörlü ama o zaman sensörlü değil, yarı yolda kapanıveriyor. Biliyordum bunu. Ben kapı açık mı bekleyeceğim? Kapıyı kapatıp içeri giriyordum. Ev soğumasın diye. Diyordum ki, elektrik kesildiğinde kendinizi ama imiş gibi farz edin. Kenarı tutun gözünüz kapalı olarak ve adımınızı ölçün. Merdiven adımını ölçerek yavaş yavaş inmeye devam edin. İndiğiniz katta tekrar otomatikleri duvardan yakarsınız. Topu topu inecekleri yarım kat zaten. Şöyle tam 7 cüceler ormana giderken, en küçük 3.5 onun bir üstü herhalde 5.5, onun üstü 9.5, evet bu şekilde. Böyle boy boy. En büyüğü tabii 2 torba odun getiriyor, bir küçüğü bir torba, işte o, 3.5 yaşında olan da eline alıyor böyle 5-6 tane. Öyle 5 kat aşağı bodruma gidiyorlardı. Şimdi şöyle bakın, babam çok kızıp kınıyordu beni. Yani hiç bir zaman bunları yapmak yakın çevrenizden, yörenizden, takdir filan almıyor, sizi bir de kınıyorlar. Babam çok kızıyordu. Nasıl kıyıyorsun, ne biçim yüreğin var? Komşular, ay sen ne biçim annesin? O çocuklar düşse, o odunlar kafalarını yarsa, diye sürekli bana böyle takılıyorlardı. Ne yaptığımı bildiğimin farkında oldukları için ancak böyle şaka yolu kızıyorlardı bana. Çünkü; iki kat altımızda bir çocuk vardı. O çocuk bırakın oduna moduna gitmeyi, yani dışarı sokağa gidecek oynayacak filan, daha bir kat iner, ışık söner, öyle bir çığlık atar bağırırdı ki, 6. kata kadar sesi giderdi. Bütün apartman kapıya koşar, ne oldu acaba Serhan'a diye. Annesi, tamam tamam yakıyorum ışığı der. Ben kapıyı açmıyorum bile. Zaten onlar yavaş yavaş o şekilde gider, o şekilde gelirlerdi. O zaman işte abla olup da kömürlüğe en önde giden kızım, kocaman yetişkin, “Ay anne aslında içimden korkuyordum ama kardeşlerim korkmasın diye çok cesurmuşum gibi la lalala la la la! yapıyordum.”diyor. Sunucu Hocam araya bir gireyim mi? Son 5 dakikamız kaldı. Son bir soru mu alalım, toparlayalım mı? Seyhan Büyükcoşkun Eğitimci - Yazar Gördünüz mü? Sorularla böyle ilerledik. Gerçi konu böyle arkadaşlar. Yani, mümkün değil bir dersin içinde öyle bütün aşamaları, hem bebeklik dönemini, hem ilk çocukluk dediğimiz, ilköğretim okulu, hem ergenlik dediğimiz o koca 100 Kadınlar Akademisi bagajı ele almak mümkün değil. Ama ben gelmeden önce de şunu zihnimde çerçeve olarak yerleştirmiştim; mademki başlık Annenin Çocuğun Eğitimindeki Önemi idi. Bu önemi size kazandırabildiysem bu bana yeterlidir demiştim. Bütün aşamaları ele alamayacağımı zaten biliyordum. Ama ilk çağlar, yani sermayesi, öz güven dediğimiz şeyin sermayesi, yeni ulaştığım bilgilerle sağ beyin korteksinin gelişmesini çok hızlı bir şekilde imkân dâhiline soktuğundan bence en önemli kısmı oluşturuyor. Çünkü; ondan sonra 3 yaşa doğru ve sonra sol beyin öne geçiyor. Yani sağ beyin artık arkada kalıyor. Ne olduysa oldu. O nedenle bu ilk yıllar anneden ayrı düşünülmemesi gereken yılar. Yani “Ay kazanacağım, ay işim çok da iyi, nasıl bırakayım? Ay şu baksın, bu baksın vs. bunlar hatalı şeyler. Ay, çok erken. Ama buyurun bunları aktarabilirsiniz. Yani bakın, sağ beyin korteksinin gelişimi deyin. Çok teknik. Hani noro-biyoloji aslında. Basbayağı bu nöro-biyoloji. Yani benim bile çok ötesinde olduğum bir alandı. Fakat doktora tezinde mecbur bunlara eğildim. Evet, son soru olsun. Şimdi tamam, güzel, arkadaşlar giderayak bir soru daha. Belli ki sözümüzü bir türlü noktalayamayacağız. Arkadaşlar, biliyorsunuz ki; bizim atasözlerimiz içerisinde çok güzelleri var. “Zorla (gönülsüz) yenen aş, ya karın ağrıtır, ya da baş” Herhalde öğretmen bu atasözümüzü yarım sayfayla açıklayınız ödevinizin içinde açıklamış olmalı. Az önce de size anlattıklarım zaten zorla, boğazına teperek bir şey yedirmenin doğru olmadığını gösterdi. Fakat ne dedim? Kadınlık ve annelik sanatı, ha bire başlığımı hatırlıyorum. Annelik sanatı dedim. Bu ne demektir? Bizler çok sanatkâr, çok zeki, çok düzenbaz, çok proje sahibi olmak zorundayız. Ha! kapuskayı sevmedi mi? Affedersiniz, derler ki; Kayserili eşeği boyar boyar tekrar satarmış. İşte ben bunu derslerimde söylüyorum. Arkadaşlar, onun için 101 Kadınlar Akademisi pırasayı kızım sevmiyor. Yeni bir yöntem buldum. Kavurmasını yapıyorum. Bayılıyorlar. Hiç ağzına pırasa sürmeyen bile, “Hıı! bu o mu?” dedi. Ha! işte bu, eşeği boyamak demektir. Mesela ne yapıyorum? Pırasayı, bir başka yol daha var, onu da kendi kendime buldum ama vardır, birileri yapıyordur mutlaka. Biraz mısır unu, 3-4 yumurta, ay, yemek tarifine de girdik bakar mısınız. Kerevizin çöpe atılan yaprakları, incecik doğranarak, pırasalar incecik doğranarak, onları önce baharatla şöyle iyice yoğuruyorum, sadece sebzeleri, sonra yumurtasını, ununu, mısır unu hani çok kabarmaz ya, biraz su da katarsanız, zeytinyağı, pul biber, kimyon, nane, kabartma tozu, iki kaşık yoğurt, hepsini katıp, güzelce yağlanmış bir tavaya döküyorum, kapağını kapatıyorum, çok kısık ateşte iki saat. Bir yüzünü çeviriyorum, pat, muhteşem bir şekilde, bir de pasta zannediyorlar. Varsa üzerine peynirleri rendeliyorsunuz o eriyor sıcağın içinde. Buyurun; eşeği boyadık yine. İçinde pazı yaprağı var, pırasa var, kereviz yaprağı var, hepsi de içinde. Yani, eşeği boyayıp boyayıp satacağız. Öyle sevmiyorsa başka türlü. Marifet bizde. Lahanayı öyle sevmeyebilir, sarmasını sevebilir mesela. Şimdi hepsini denememiz gerekiyor, ama zorla değil. Bir de yine kitabımda yer alan başka husus. Değiştireceksiniz. Biz ise “pişirdim ye” İnovasyon efendim biliyorsunuz, tüm iş dünyasında inovasyon, inovasyon. Kadınlar bunu mutfakta uygulayabilir. Pekâlâ olur. Mesela kerevizi hiç bir çocuk sevmez. Hatta yetişkinler. Ben evlendikten sonra kerevizi tanıdım biliyor musunuz? Hayal edebiliyor musunuz? İlk defa pırasayı, kerevizi evlendikten sonra yedim. Bu kadar. Kerevizi çok güzel böyle zeytinyağlı, süzme yoğurtlu salata yapıp, portakalların içini oyup, içine doldurun, bir dilim de portakaldan koyun, süsleyin püsleyin hadi bakalım verin de yemesin. Yaaa, demek ki, yenilik ve farklı formatlarda, farklı şekiller içinde sunmak, pişirmek bizim vazifemiz. Bir de ikinci püf noktası önce al. İşte Hülya hatırlayacaktır, yine fasulye hikâyesi, o 3 numara kâse ile yiyen kız bir yaz boyunca bir taze fasulyenin üçte birini koydum tabağına, inanmıyorsunuz değil mi? İnanıyor musunuz? Ses yok, ne inanıyoruz, ne inanmıyoruz. İnanmadınız aslında. Bir pasta tabağı, Hani bir de görsün diye yapıyordum bembeyaz, tek bir zeytinyağlı fasulyenin üçte biri. Üçte bir parçasını şöyle verev verev keserim, üçe ayırırım böyle verev keserek, baklava gibi olur. Onun bir tanesini koyuyordum. Sadece tadımlık. Bir yaz böyle geçti. Öbür sene ben bunu hatırlıyor muyum dedi. Unutmuş tabii çocuk. Tabii, hani üçte birini yiyordun. Haa! Yine bir tane koydum, öbür hafta hadi iki tane koy bakayım dedi. Böylece üçte ikisine çıktık fasulyenin. O yazın sonunda artık bir fasulyeye çıkmıştık. Sonra da artık bir kaşık, iki kaşık, şimdi uzakta öğrenci, en iyi yaptığı yemek, patatesli, zeytinyağlı fasulye. Hayır, bir o kızım öyleydi. Sonraki de biraz nazlı ama onun hızına hürmet etmek lazım. Ondan sonra 11 yaşından sonra viraj aldı. Arkadaşlar bu şeyi bir kere bir ayıralım, yemek yemeyle, boylu poslu olmak 102 Kadınlar Akademisi arasında çok yakın bir ilişki yok. Az alabilir ama çok kıymetli gıdalardan alabilir. Onunla onun arasında bir ilişki yok. Bizim böyle bir hatamız var. “Ye ye, yesin yesin” Hayır, hayır merak etmeyin. Onun kendi metabolizması, genleriyle getirdiği, ailenizde herkes dalyan gibi midir mesela? Bilmiyorum, olabilir. Bizim ailemizde de herkes boylu, ilk çocuğum minicik. Bence siz bunu hissettiriyorsunuz. “Hah yemedin içmedin, bak böyle bir damla kaldın...” Mutlaka. Şimdi arkadaşlar şimdi toparlayacağız, arkadaşlarımız böyle ayakta bekliyorlar. Meselelerimiz çok, ama öncelikle ne yaptığımızın hangi önemde olduğunun farkında olalım. Hepinize iyi günler. 103 Kadınlar Akademisi Şubat 2015 Kadın ve Medya Prof Dr. Edibe Sözen Sunucu Bu ayki konumuz, dersimiz Kadın ve Medya. Kadın Medya konusunda bizi bilgilendirecek olan değerli profesörümüz; Türk sosyolog, iletişim bilimci, politikacı Edibe Sözen Hanımefendi hakkında size kısa bir bilgi vermek istiyorum. Edibe Sözen Hanımefendi, 1982 yılında Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümünden mezun oldu. 1984 yılında, Sosyal Yapı ve Sosyal Değişme Bölümünde yüksek lisansını tamamladı. 1989 yılında yine aynı bölümde Toplumsal Yapı, Değişme ve Toplumsal Kimlik başlıklı teziyle Doktor unvanını aldı. 1991-1993 yılları arasında, Wisconsin Üniversitesi, Communications Arts (İletişim Sanatları) bölümünde honorary fellow statüsüyle sosyal temsiller teorisi ve insan iletişimi konularında çalıştı. 1994 yılında da Uygulamalı Sosyoloji doçenti statüsüyle Sosyal Teoriler teorisi ve insan iletişimi konularında çalıştı. Yine 1985-2007 yılları arasında İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesinde öğretim üyesi olarak görev yaptı. Özellikle insan hakları ve sivil toplum kavramları ile bu kavramların iletişimle ilgili ilişkisi alanlarında çalışmalar yürüttü. Kültürler Arası İletişim, Uluslararası İletişim ve Kimliklerin İnşası alanında çalışmaktadır. Bir dönem Zaman gazetesinde köşe yazarlığı da yaptı. 2006 sonunda Medya ve Tanıtımdan sorumlu Ak Parti Genel Başkan Yardımcılığı görevine atandı. 2007 Genel Seçimlerinde Ak Parti'den 23. dönem İstanbul Milletvekili seçildi. Halen Hasan Kalyoncu Üniversitesi'nde misafir öğretim üyesi olarak Yeni Medya Sosyolojisi dersi vermektedir. Şimdi sizleri Türk Sosyolog, İletişim Bilimci, politikacı, Kadınlar Akademisi'nin 5. Dersi olan Kadın ve Medya konulu konferansını vermek üzere Sayın Edibe Sözen Hanımefendi’yi sahneye davet ediyorum. Prof. Dr. Edibe Sözen Hasan Kalyoncu Üniversitesi Öğretim Üyesi Çok değerli hanımefendiler, Bağcılar Belediyesi Meclis Üyeleri, Tabii ki bu güzel birim Kadın-Aile Kültür ve Sanat Merkezi'nde ben ilk kez bir programa 104 Kadınlar Akademisi katılıyorum ama muhtelif defalar Bağcılar Belediyesi'nin programlarına katıldım. O yüzden ben Bağcılar Belediyesi'nin programlarına katılmazsam kendimi eksik hissederim. Bu, Başkanımız, eski Başkanımız Feyzullah Kıyıklık ile başlayan bir gelenek. Sağ olsun, Lokman Beyle devam ediyor. Meryem kardeşimizle de inşallah bu programlar süre gidecek. Benim için bu anlamda Bağcılar'ın ayrı bir yeri var. İlk belediyenin kültür faaliyetlerine biz Bağcılar Belediyesi, Pendik Belediyesi, Üsküdar Belediyesi, gibi belediyelerle başladık. Ve bu gelenek tabii ki özellikle bu ilçelerimizde çok iyi bir şekilde halen devam ediyor. Hem belediye başkanlarımıza müteşekkiriz, hem de böylesine güzel faaliyetleri gerçekleştirdikleri için ilçelerimizde çalışan ve gerçekten çabalarıyla öne çıkan siz kadınlarımıza da müteşekkiriz diyorum. Böyle bir programı tertip ettiğiniz için ben önce bayanlara çok teşekkür ediyorum. Feyzullah Başkanımızın kulakları çınlasın diyoruz. O da şu anda herhalde meclistedir. Lokman Başkanımıza da buradan selam, hürmet gönderiyoruz. Birazdan Başkan Yardımcımız gelecek herhalde. Onun vasıtasıyla da tekrar göndermiş oluruz. Şimdi biz bayan bayana ben bir şeyler hazırladım. Elimde yazılı metinler var. Ama bayan bayana şöyle samimi bir şekilde konuşacak olursak, Kadın ve Medya konusu deyince, yaklaşık 20 yıldır bu konuda konuşuyoruz açıkça. Gerek televizyon programlarında, bir dönem Mecliste yer aldım ve bizim zamanımızda çok güzel bir kadın-erkek fırsat eşitliği komisyonu kuruldu. Bayan milletvekillerinin, kadın milletvekillerinin tamamının desteğiyle beraber kuruldu bu komisyon. Kurucu Genel Başkanımız ve şimdiki Cumhurbaşkanımız da gerçekten bu komisyonu 105 Kadınlar Akademisi desteklediler. Ve AK Parti hükümetleri zamanında bir kadın komisyonu ilk kez mecliste yer aldı. Çok da güzel çalışmalar yapılıyor şu anda. Yaptıklarımızdan biri bu idi. Onun dışında 2010 senesinde yine şu anki Cumhurbaşkanımız, o dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan zamanında bir Başbakanlık genelgesi yayınlandı. Bu genelgeyi okuduğunuzda Türkiye'de açılan kapıların, kadınlara açılan kapıların ne denli önemli olduğunu hepimiz görürüz. Bunlardan bir tanesi kadının istihdamda yer almasına yönelik çalışmalar. Bir diğeri; çalışma alanlarında kadın ve erkeklerin fırsat eşitliği. Bugün buraya gelmeden önce yine kadınlar üzerinden bir program vardı. Bir haber yer almıştı. İşte kadınla erkek arasında fıtrat eşitliği mi, değil mi? Diye konuşurken, bizim maksadımız; fırsat eşitliğini ortaya koyabilmek. Bir diğer konu; kadınlara, özellikle eğitimlerini tamamlamalarına yönelik imkânların tanınması ve hepinizin bildiği gibi okula gönderilmeyen kız çocuklarının eğitim imkânlarının genişlemesi ki bu konuda da epey mesafeler alındı. Yani, 3 dönemdir hükümet eden AK Parti sayesinde hakikaten kadına yönelik uygulamalar konusunda şu anda aklıma gelenleri söylüyorum, birçok çaba sarf edildi, birçok sonuca ulaşıldı. Bunun dışında engelliler konusunda, bunun dışında çocuklar konusunda, kadınların gerek istihdam, gerek eğitim, gerek fırsat eşitliği noktasında politikalar bazında ne yapılması gerekiyorsa ve dünyada ne yapılıyorsa onlar yapıldı. Şimdi bunların tabii uygulama zamanı. Uygulama epey bir zaman alıyor. 106 Kadınlar Akademisi Medyaya geldiğimizde; Tabii ki politikayla yönlendirebileceğimiz bir alan değil, kadın-medya alanı. Kadın-Medya dediğimizde bugün bütün dünyada da ciddi sorunlar var, Avrupa Birliği ülkelerinde sorunlar var. Asya ülkelerinde sorunlar var ve tabii ki Türkiye'de de ciddi sorun var. Biz ne zaman kadın ve medya konusunda konuşmaya başlasak, fikirler öne süreriz, öyle olması gerekir deriz, böyle olması gerekir deriz ama bizim dememiz yetmiyor. Duyanlara ihtiyaç var. Söylediklerinizi de duyacak birileri. Maalesef çok geniş anlamda medya sektörü bu konuda kulağını tıkamış, sadece Türkiye'de değil, aşağı yukarı dünyanın muhtelif ülkelerinde böyle bir kadın-medya ilişkisinde sorunlu bir alan var. Geçen hafta bir televizyon programına gittik. Konumuz Kadına Yönelik Şiddet idi. Bir psikiyatrist hocamız, ben, işte programı yapan arkadaşlar. Oraya gitmeden önce de bakayım dedim, yani Amerika'da şiddet nasıl? Avrupa'da şiddet nasıl? Asya ülkelerinde şiddet nasıl? Türkiye'de şiddet nasıl? Diye şöyle bir internete girdim. Tarama yapıyorum, şimdi Amerika'ya girdiğinizde, ne oluyor diye girdiğinizde, Amerika'da işte kadınların başarıları, spor müsabakalarında başarıları, işte yeni bir buluşları, icatları varsa onlardan bahsediliyor. Ya da bir kadın derneği, bir kadın kuruluşunun bir haberi varsa ona yer veriliyor, bunun dışında da işte kadınların güzellikleri, boyları postları, güzelliğinin sırları, kozmetik dünya filan geliyor. Ama yine en başta, verilen konuların başında kadınların başarısı geliyor. Avrupa Birliği ülkelerine geldiğinizde orada da kadının istihdamı, eğitimi, kadınların başarısı, arkasından işte kadınların boyu posu, güzellik alanları nedir? Onlar geliyor. Asya'ya girdiğinizde, Asya ülkelerine girdiğinizde çok ilginç, doğrudan işte Asya'nın ilk haber olarak yer alan şey şu; “Asya'nın 10 güzel kadını.” Birinci sırada bu yer alıyor. İkinci sırada, Asya kadınlarını nerede, nasıl görmek istersiniz? Onlarla nasıl buluşmak istersiniz? Sorunlar yer alıyor, onun dışında da işte yine orada da spor müsabakaları var. İşte Asyalı, yarı örtülü, yarı çıplak kadınların resimleri var. Ortadoğu'daki kadınlara da bir gireyim, orada ne var? dedim. Orada zaten, savaş, örtünme, başörtüsü, onun dışında işte mücadele, adalet, hak, hukuk, insan hakları gibi konular var. Türkiye'ye geldiğimizde bu konuyu sorguladığınızda bütün dünya ülkelerinde ne kadar sorun varsa, Türkiye'de bunların hepsinin bir özetinin yer aldığını görüyorsunuz. Yani, başörtüsü meselesi de, insan hakları meselesi de, kadının insan hakları meselesi de, medya meselesi de, güzellik meselesi de, diyet meselesi de, boy pos meselesi de, hepsinin bir hülasası, bir özeti Türkiye'deki kadın gündemi dediğimizde, bu konuların yer aldığına şahitlik ediyoruz. Şimdi ben kadın konusuna bakarken, dünyada durum ne? Türkiye'de durum ne mukayesesini yapmaktan yanayım. Çünkü sadece Türkiye'deki kadını okumakla olmuyor. Medya dünyası aynı zamanda biraz da dünyanın gördüğü bir medya, medya dünyasındaki dünyada ne oluyorsa Türkiye'de de biz onları görüyoruz 107 Kadınlar Akademisi değil mi? Bir kanal açıyorsunuz işte kadına yönelik şiddet, kadına yönelik adli haberler. Bir kanal açıyorsunuz işte bir kadının cinayete kurban gitmesi, öbür tarafta çocuklarına yemek bulmak isteyen kadın. Öbür tarafta mülteci kadınların, ya da göçmen, muhacir, Suriye'den gelen kadınların özellikleri. Hangi kampta kalıyorlar? vs. Bütün bunları görüyorsunuz. Bunların dışında, sorunların dışında çok da başka bir şey görmüyoruz Dünya geneline baktığımızda, aslında ne acı ki, bunu söylemem lazım; üç kesim var. Dünya medyasına baktığımızda üç önemli kesim var. Ama bu üç önemli kesim de mağdur ve biraz da dışlanmış kesim. Dünya genelinde böyle bir tablo var. Bunlardan ilki hepimizin bildiği gibi Müslümanlar. Dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın hakikaten Müslümanlara karşı inanılmaz bir nefret, inanılmaz onursuz bir kampanya var. Geçtiğimiz günlerde 3 tane Müslüman genç Amerika'nın bir eyaletinde komşuları tarafından öldürüldü. Şimdi, burada İslam korkusu, İslam fobisi, vs. bütün bunların hepsini arayabiliriz ama şunu sorgulamak lazım; bir insan komşusunu başka bir dinden olduğu için, başka bir renkten olduğu için öldürüyorsa, burada insanlığın sonu gelmiş demektir. Bırakın İslam düşmanlığı demeyi, bırakın başka bir şey demeyi, hakikaten burada ciddi bir sorun var demektir. Sadece kendinden farklı olduğu için, diyor ki; “o zaten ateistti, dini adına öldürmedi.” Tamam, zaten otopark sorunu vardı, yani hakkını ihlal ettiği için bu Müslümanları öldürdü demeye getiriyor. Yani ateist olduğu için Müslüman'ı öldürmedi, komşu iyi, kötü bir komşu değil, o, onun hakkını ihlal ettiği için öldürdü demeye getiriyor. Yani, Müslümanların burada ortaya çıkmaları, kendi haklarını duyurmaları, buna benzer cinayetlerin hepsine tanık olduk değil mi? Yani, siyah derili diye öldürdüler, Müslüman diye öldürdüler. Geçtiğimiz iki ay içerisinde insanlar Müslüman olmalarından ötürü ne yapılabiliyorlar? Çok rahatlıkla, beyaz 108 Kadınlar Akademisi Hıristiyan kültürün bir hedefi haline gelebiliyorlar. Tabii bu bize yeni bir ırkçılığın ortaya çıkışını gösteriyor. Batı bu konuda hiç masum değil. Çünkü sicilini biliyoruz. Haçlı seferlerinden bu yana sicilini biliyoruz. İkinci kesim, yani aman bunlar öteki, bunlar dünyayı belirleyemez, bunlar dünyanın biraz da kenarında, yani onlar dünyanın uçurumunun kenarında bekliyorlar dedikleri bir kesim, medya üzerinden konuşuyorum, yoksullar. Yoksulların da biliyorsunuz gün geçmiyor ki, bunlara ilişkin, işte sokakta dilenen, üstü başı yırtık, çocuklarıyla evinde yapayalnız kalmış, evini su basmış, kar yağdığı için çatısı çökmüş, herhangi bir afetten sonra yapayalnız kalmış insanlar da çaresiz olarak resmediliyor. Ve biz diğer insanlar, bu insanlara ne yapabiliyoruz? Medya üzerinden sadece bakıyoruz. Bir resim; yoksulluğun resmi. İşte hedef haline getirilen Müslümanların resmi. Resmedilebilen bir dünya, işte medya böyle bir şey. Resmedilebilen bir dünya böyle sizin önünüzden, gözünüzün önünden geçiyor ve insani olarak elinizi uzatmanız mümkün değil, yardım etmeniz mümkün değil, sesini duymanız mümkün değil, dokunmanız mümkün değil ve bunlar yayınlana, yayınlana, gözlerimizin önüne getirile getirile ne hale geliyor? Artık görmeye ve alışmaya başlıyoruz. Kötü olan tarafı bu. Bir diğer kesim, dünya medyasında ötekileştirilmiş ve uçurumun kenarında tutulan bir diğer kesim ne yazık ki kadınlar. Dünya genelinde 3 kesim gerçekten dünya medyası genelinde sorunlu. Müslümanlar, her bir Müslüman sanki Taliban'mış gibi resmediliyor. İşte sırtında pompalı tüfeği, sakalı, başında poşusu, altında şalvarı. Müslüman deyince Batı Medyası sadece böyle bir resim öne sürüyor. Hâlbuki Müslüman dünyanın Batı dünyasına vermiş olduğu nice şeyler de var. Oralarda çalışan doktorlar, mühendisler, laboratuarda çalışan mucitler, yenilik ortaya koyan mucitler, oradaki yaşayan tüccarlar, okuyan gençler, çocuklar vs. bunların tamamını görmezden geliyor ve birkaç münferit olay üzerinden İslam ile savaşını sürdürüyor. Yoksullara yardım eli uzatılması yerine onların hayat tarzları bir şekilde aşağılanıyor. Yine geçtiğimiz seneler içerisinde Haiti'de bir deprem olmuştu ve hakikaten çok büyük can kaybı olmuştu. Amerika'da dediler ki, “Aman ne olur, Haiti'ye yardım toplayalım.” Şimdi bize söyleseler aynı şeyi biz dünyanın parasını, dünyanın mesajını ne yaparız? Aynı anda gönderir ve bunu, çok net bir şekilde bu görevimizi yerine getiririz. Çünkü “Yardım” deyince bizim için akan sular durur. Hepimiz Somali'ye yardım ettik değil mi? Myanmar'a yardım ettik, hepimiz Suriye'den gelen göçmenlere, işte o egzoz dumanları altında ısınmaya çalışan çocukların resmiyle İstanbul bir şekilde bezendi ve geçtiğimiz günlerde İstanbul İl Teşkilatımız dedi ki; “biz Urfa'da 4 tane dükkân açtık” dedi o kampanyanın arkasından. “Ve o 4 dükkândan insanlara kılık kıyafet yardımı yapıyoruz” dedi. Milyonlarca insana yardım götürülüyor. Kadınların hakikaten insan haklarının ciddi anlamda ihlal edildiği bir 109 Kadınlar Akademisi dünyadayız. İşte bu dünyaya sahip çıkarsak, Türkiye'nin meselelerine de gerçekten çok rahat sahip çıkarız. Benim çok eskiden beri almış olduğum bir not vardır. Pek kullanmadım şimdiye kadar ama niye kadın meselesiyle ilgileniyoruz? Sorusuna, iyi bir cümleyi alıp bir tarafa koymuşum. “Tanrı Kabil'e diyor ki; Kardeşin nerede Habil?” diyor. Kabil de diyor ki; “Onu bana niye soruyorsun? Ben onun bekçisi miyim?”. Şimdi, biz bütün kardeşlerimizin sorumluluğunu dışlamıyorsak eğer yani Afrika'daki kadının başına bir şey geliyorsa ve ondan dolayı üzülüyorsak, Amerika'nın ücra bir yerinde bir kardeşimizin başına bir şey geliyor, ona hakikaten insani olarak desteğimizi veremesek de vermek istiyorsak, ya da savaşan bölgelerde, Irak'ta olduğu gibi, Suriye'de olduğu gibi, orada yaşayan kız kardeşlerimizin acısını yüreğimizde hissedebiliyorsak, işte bu Kabil'e sorulan soru gibi, sorunun tersi gibi evet, kardeşlerimizin belki bekçisi değiliz ama dünya üzerinde yaşayan kardeşlerimizin sorumluluğunu almak durumundayız. Yani, 21. yüzyılın ahlak anlayışında gerçekten bu var. Bir başkasının sorumluluğunu alabiliyor musunuz? Eğer bu sorumluluğu alabiliyorsak Allah'a şükür bizim manevi yönümüz hala yerinde, hala din ve dünya dengesini koruyabiliyoruz. Hala başkaları için üzülüp, onlar adına vicdani bir duruş sergileyebiliyoruz demektir. Ben bu sorumluluk duygusunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Birkaç gündür gazetelere bakıyorum, medya-kadın konusunda neler var, ne tür haberler var diye. Zaten 3. sayfa biliyorsunuz cinayet haberleri. Gazetelerin, renkli gazetelerin arka sayfaları malumunuz; işte yaz günü de olsa, kış günü de olsa mutlaka yarı çıplak bir kadın resmi ve insanlar ne yazık ki bunlara alıştırıldı. Artık böyle bir gazete olmazsa insanlara ne yazık ki tuhaf geliyor. Yine geçtiğimiz günlerde kadına yönelik bir programda, bir televizyon programında bir beyefendi dedi ki; “ya siz kadınlara medya etki ediyormuş, bu şiddeti buradan öğreniyorlar, erkekler de yöntemlerini buradan öğreniyorlar diye diye, yıllardır bunu söylüyorsunuz, medya böyle olduğu için kadına şiddet uygulanıyor. Bu konuyu siz kadınlar biraz da bu hale getirdiniz” dedi. Aslında biz kadınlar bunu bu hale getirmedik. Biraz doğru söylüyor ama çözüm noktasını da yanlış söylüyor. Biz, “kadınları bu şekilde medyada kullanmayın” dediğimiz halde medya sahibi beyefendiler maalesef bunları duymazdan geldiler. Dedim ya 3 gündür medyaya bakıyorum. İnanın renkli medyaya baktığımda alakalı alakasız, bir kadının öldürüldüğünü, ya da bir kadının sokakta tacize uğradığını söyleyen bir haberde, işte kalkıyor kadını bambaşka bir şekilde, sanki bir film starı gibi yayınlıyor. Bir başka gün yine öyle, bir başka gün yine öyle, bir başka gün yine öyle. Ve bu yarı çıplak kadınlar gazeteler tarafından bir şekilde baş tacı ediliyor. İlk bu tür haberler 1885 yılında İngiltere'de yayınlanmış. İlk ortaya çıkışı, Londra'da işte bir tecavüz olayı, ya da başka bir şey, her neyse yayınlanıyor. Bunun üstüne arka arkaya, bir tane yayınlanıyor, 110 Kadınlar Akademisi arkasından başka bir cinayet haberi, tecavüz haberi yayınlandıktan sonra diyorlar ki; bir dakika yahu siz ne yapıyorsunuz? Bu gazeteyi yasaklayalım diyorlar, yayın yasağı getirelim. Gazeteye yayın yasağı getiriliyor ama bu sefer gazete sokaklarda, elden ele satılmaya başlanıyor. Yani, 1800'lerin sonundan beri insanlar bu tarzda bir yayıncılığı başta Avrupa olmak üzere diğer ülkelere de sirayet ederek böyle bir şey yayınlanmaya başlanıyor. Evet, bizler bu konuda bugüne kadar ne yaptık? Bizler aslında çok fazla bir şey yapmadık. Medya takip merkezleri, medya araştırmaları, bize, kadınların medya tarafından hep kullanıldığını söyledi. Ama biz kitleler buna çok da fazla ses çıkartmadık. Kadınlar buna çok da fazla ses çıkartmadı. Amerika'nın bir eyaletinde bir reklamcı bir gün tesadüfen yan yana geldik, dedim ki, siz reklamlarınızda hiç kadın kullanmıyorsunuz? Nasıl başarıyorsunuz bunu dedim. “Biz kullandık” dedi. “Bundan 10 sene önce kadın kullandık” Süt firmasıydı. Belki size daha önce de söylemişimdir, çünkü çok ilginç gelmişti bana bu. Dedi ki; “Biz bunu kullandık ama kadınlar ayağa kalktılar” dedi. “Bir daha kadın resmi kullanmayacaksınız” dediler. Şimdi o eyalete gittiğiniz zaman, kadın; reklamların bir objesi, bir nesnesi değil, bir tüketim malzemesi değil. Ama işte biz maalesef biz Türkiye'deki kadınlar, medyaya yönelik olarak ciddi anlamda “Bir dakika ne yapıyorsunuz? Siz, kadınları nasıl bu şekilde değersiz bir hale getiriyorsunuz? Nasıl magazinleştiriyorsunuz?” Hatta magazin de yetmiyor, bunları bir de televole gibi veriyorlar. Diyelim ki; güzel bir kız tacize uğradı. Bir cinayet sonunda öldü. İnanın bunu bile arka arkaya aylarca verebiliyorlar. Neden? Çünkü; o kadının güzel resmi gazeteleri bu şekilde ne yapıyor? Süsleyebiliyor. Ya da televizyon ekranlarını bir şekilde kadın resmiyle süsleyebiliyor. Yani, kadın, bir nesne gibi, bir eşya gibi, bir metaa gibi maalesef medyanın gündeminde. Tabii bunun önemli yönlerinden biri şu; medyada çalışan kadınlar. Kadın karar alıcılar gerçekten istediğimiz oranda değil. Yani mesela; bir taciz haberini koyuyor bir erkek medya karar vericisi, ama kadın herhalde bunu düşünür, koydurmaz. “Çok küçük bir haber yapalım” der, ya da “Bunu haber yapmayalım” der. O bakımdan, medya erkeklerin elinde, istedikleri gibi kadınları resmedebiliyorlar, istedikleri gibi, bir kadın bedeni üzerinden bir sömürge anlayışı geliştirmişler ve böyle, bu şekilde sür git devam ediyor. Hepinizin duyduğu usta bir yazar var, Rus yazar; Dostoyevski. Dostoyevski; “20. yüzyıl maalesef insan maneviyatına bir şey katmadı ve insanlar tarafından tam tersine, inanılmaz (II. Dünya Savaşı'nda olduğu gibi, I. Dünya Savaşı'nda olduğu gibi) derecede milyonlarca insan öldürüldü ve milyonlarca yaşayan insanın kültürü de ortadan kayboldu.” Bu, 20. yüzyılın bırakmış olduğu maneviyat eksikliği ne yazık ki, 21. yüzyılda da açıkça söylemek gerekirse, pek fazla tamir edilemedi, 21.yüzyılda da bu sorunlar bir şekilde devam ediyor. 111 Kadınlar Akademisi Evet, medyalaştırılmış bir dünyadayız. Medyayı belki gözümüzde çok büyütüyoruz gibi algılayabiliriz ama sokağa çıktığınız andan itibaren, sokak panoları, ilanlar, reklamlar, televizyonu açtığınız andan itibaren işte bir yarım saat seyrediyorsunuz, arkadan inanılmaz reklam programları, o reklamlar içerisinde kadının kullanımı, haberin nesnesi olan kadınların biraz da çaresiz durumları. Bütün bunlar hakikaten bizim belki de görüp geçtiğimiz, üzerinde bile durmadığımız konular. Ama bir müddet sonra ne hale getiriyor bu türden yapılan haberler? Kadınları biraz daha pasifleştirilmiş bir hale getiriyor. İnanıyorum ki, burada olan bayanlar, sizler hepiniz, mutlaka çocuklarınızı yetiştirmek için çok ciddi emekler sarf ediyorsunuz. Evinizin nizamını sağlamak için, eşinizin isteklerini, taleplerini yerine getirmek için, çocuklarınızın, akrabalarınızın isteklerini yerine getirmek için muazzam çabalar sarf ediyorsunuz. Ve bu çabaların zerresini, biraz da toplumun aynası olan medyada görmüyorsanız, yani size benzeyen bir kadın, çocuklarınıza benzeyen çocuklar, akrabalarınıza benzeyen insanlar, eşinize benzeyen beyefendileri ekranda görmüyorsanız burada bir sorun var demektir. Çünkü; biz iletişim bilimciler medyayı öyle tanımlarız. Deriz ki; “Medya toplumun aynasıdır.” Ama hangi toplumun aynası? İşte şiddet yönü ağır, kadının kullanıldığı haberlerin daha ağır olduğu, taciz haberlerinin çok daha yaygın olduğu bir dünyayı yansıtıyor. O bizim dünyamız değil. Bizim dünyamız daha farklı, daha ulvi, daha güzel, elimizden ne geliyorsa onu yapmaya çalışıyoruz. Ekmeğimizi taştan çıkartmaya çalışıyoruz. Diğer insanlara yardım etmeye çalışıyoruz. Diğer insanlara el uzatmaya çalışıyoruz. Ama bunları bir şekilde medyada görmüyoruz. O bakımdan bu medya biraz bize yabancı bir medya. Bu temel bir sorun ve bu temel sorunun üstüne gitme noktasında gerek yasalar olsun, gerek kurallar olsun, gerek ahlak, etik anlayışı olsun maalesef bunların da hiç birinin çok fazla bir işe yaramadığını söylemek durumundayız. Ama yine de ben bu sefer Bağcılar'a gelirken, bu “Aile Merkezi”nin olmasından dolayı son derece heyecanlandım, mütehassis oldum. Çünkü; böyle bir birimin altında olmak, içinde olmak bile ayrı, güzel bir şey. Burada istediğiniz etkinliği bir şekilde ne yapabilirsiniz? Gerçekleştirebilirsiniz. Ve kadın siyasette bir örgütlenme içinde, bir teşkilatlanma içerisinde yer alıyorsa, tıpkı burada olduğu gibi belli sivil toplum kuruluşları içerisinde, belli merkezler altında yer alıp, ortak bir kanaat de ileri sürebilir. Bu bir temenni. Bugüne kadar yapmış olduğumuz konuşmaların akabinde kadınlardan çok da fazla bir geri dönüşüm almadık. Bakın arkadaşlar, çocuklarınız yetişiyor. Hangi ortamda yetişiyor çocuklarınız? İşte böyle haber dünyasının olduğu, böyle resimlerin olduğu, böyle haksızlıkların olduğu, kadının bir noktada ezildiği, kadının bir noktada hırpalandığı bir dünyada yetişiyor. Aman, kendinizi önemsemiyorsanız bile siz çocuklarınızın geleceğini önemseyin diye defalarca teyit etmemize rağmen, tekrarlamamıza rağmen 112 Kadınlar Akademisi maalesef, çok fazla mesafe kat edemememizin sebeplerinden biri işte bu örgütlü yapılar içerisinde olmamak vardı. Bir 5 sene önce, 10 sene önce bu imkânlar elimizde yoktu. Ama şükür şu anda artık var. Eskiden Bağcılar Belediyesi'ne geldiğimizde, konuşacak yerlerimiz bile kısıtlıydı. Daha sonra işte bu saraylar yapıldı, merkezler açıldı, şimdi rahat rahat baş başa dertleşebileceğimiz, konuşabileceğimiz, hasbıhal edebileceğimiz yerlerimiz var. Bunlar yoktu. Biz ilk konuşmalara geldiğimizde, yani 3-4 tane kadınla karşılaşıyorduk, diğer kadınlar nerede? Onlar ancak teşkilat toplantısı olduğu zaman geliyorlar, onun dışında gelmiyorlar. Şimdi böyle bir yerdeyiz. Artık buradan dünyaya mesaj verebiliriz. Artık buradan sadece ilçemize değil, İstanbul'un geneline mesaj verebiliriz. Bu mesajlar dünyasında mesajlarla birlikte var olmak lazım. Mesajlar altında boğulmamak lazım. Bombardıman, bir yığın mesaj geliyor. Bir yığın görüntü geliyor. “Hooop bir dakika! Biz de buradayız! Bizim de dünyaya bir mesajımız var!” diyeceğiz. Sadece medya üzerinden vermemiz belki mümkün olmayabilir. Ama sosyal medya denilen bir alan var. Sosyal medya alanlarında, paylaşımlarda, “Eee! ben seni gördüm, çok güzel giyinmişsin, çok güzel olmuşsun...” ya da işte bir kutlama mesajı. Bunlar değil. Dünyaya dair mesajlarımızın olması lazım. Pakistanlı bir sosyal bilimci çok güzel bir şey söylemişti. Diyor ki; “Dünyada dengeyi kuracak bir şeye ihtiyacımız var.” Dünya aşırı uçlarda seyrediyor. Aşırı uçlarda. Oysaki biz, gerek kültürümüzden, gerek dinimizden, gerek ananelerimizden almış olduğumuz üzere ortak bir paydamız var, geniş bir paydamız; “Sabır, hoşgörü, itidal ve denge” İşte bu bizde var bizde, bu coğrafyada var. Bu, Almanya'da, Fransa'da, bu, Amerika'da, bu, Asya'nın bazı ülkelerinde, Çin'de, Rusya'da yok. Bu bizde olan itidal, bu bizde olan hoşgörü, bu bizde olan denge karakteri, dengenin kültürel karakterini ne yapmamız lazım? Mesaj olarak vermemiz lazım. Çok açık söylemek istiyorum. Ben de bir sosyal medya kullanıcısıyım. Çok fazla zamanımı geçirmesem de, facebook değil ama twitter'da varım. Mesajlarımı mümkün olduğu kadar başkalarının sorumluluğunu taşıyarak atmak gereğini hissediyorum. Bu bakımdan dünyaya vermiş olduğumuz her mesaj, karşımızdaki arkadaşımıza vermiş olduğumuz her mesajın gerçekten diğerleri için de önemi var. Bu grup için de, bizler için de önemli. Çünkü biz sadece kendi adımıza değil, başkalarının adına da bir şeyler yapma iddiasını taşıyoruz. Öyle değil mi? Ne yaptık? 2 milyona yakın Suriyeliyi kendi ülkemize aldık. Ben, geçtiğimiz Aralık ayının ortasıydı, bir dedim kampa gideyim ziyaret edeyim. Hem görmüş olurum kadınları, çocukları. Gaziantep'in Nizip İlçesinde büyük bir kamp var. Yaklaşık 23 tane kamp var, 24.'sü de çok büyük, bitmek üzere, yapılıyor. Ve gittiğimde oradaki hayatları hakikaten görmek lazım. Çok küçücük bir kabinin içerisinde. Allah'a şükür imkânları çok iyi, yemekleri çıkıyor, camileri var, yıkanma yerleri var, bir halk merkezi açmışlar kadınlar, kendi ülkelerinde yapmış oldukları 113 Kadınlar Akademisi gibi, dikiş dikiyorlar, boncuk yapıyorlar. Çok güzel ama sonuçta, ne olursa olsun, bir lokmacık kabinde yaşamak durumundalar ve zannediyorum, yaklaşık 4 senedir o kabinlerin içinde yaşıyorlar. Devlet bütün imkânlarını oraya sarf etmiş durumda. Yani, yaşadığımız dünyanın geri kalanındaki kadınları düşünürsek, zannediyorum bu bizim için gerçekten çok önemli bir görev olacak. Ya işte ben evimde otururum, evim şahane, ne kadar güzel, diğerleri de beni ilgilendirmez. Biz öyle değiliz. Kültürel olarak da öyle değiliz. Boş yere denmemiş değil mi? Yani bir Hadis-i Şerif var; “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” Komşusu açken Müslüman'ın kendisinin tok yatması mümkün mü? Değil. Biz böyle bir kültürün sahipleriyiz. (Dikkatinizi çekerim; “Müslüman komşusu açken.” demiyor, sadece “Komşusu açken.” diyor. Kim olursa olsun, hangi dinden, hangi milletten, hangi mezhepten, hangi ırktan olursa olsun, “Komşusu” İşte insanlığın muhtaç olduğu mesaj bu.) Böyle bir kültürün temsilcileriyiz. O bakımdan bizim için diğerlerinin yaşadığı hayatlar gerçekten önemli. Diğerlerinin yaşadığı hayatlar adına biz güzel şeyler de yapıyoruz. Bunları ihmal etmiyoruz. Bütün dünya ülkeleri içerisinde geçtiğimiz sene, milli gelirlerine göre hesapladığımızda en fazla yardım veren ülke Türkiye oldu. Aslında İngiltere, Amerika gibi görünüyor ama Türkiye'nin Milli geliriyle hesaplandığı zaman Türkiye birinci ülke. Bu ne demek? Hala insanız, hala merhametliyiz, hala vicdan sahibiyiz. Bu alkışlar gerçekten sizler için. Sizin gibi güzel kadınlar, güzel insanlar için. Allah bunların eksikliğini bize göstermesin. Çünkü; insanlığını kaybeden aslında her şeyi kaybediyor. Yine o gelelim Amerika'da 3 tane genç komşusunu öldüren adama. Dün akşam haberlerinde görmüşsünüzdür herhalde adamı. Tam bir şey, hani gerekçesi de hazır. Tam böyle nasıl söyleyeyim? Böyle, 100 kilonun üstünde bir adam, karısı da aşağı yukarı öyle. Bunlar 1960'larda da benzer ırkçılıkları yapıyorlardı. Siyahlara karşı yapıyorlardı. Siyahilere karşı, onlara da black, black diyorlardı. Negro diyorlardı, zenci, kötü, insanlık durumları insanlığın altında olan diyorlardı ama kendi insanlık durumlarına baktığınızda çok daha feci. Otobüslerde en arkaları onlara veriyorlardı, önden o siyahilerin girmesi söz konusu değildi. vs. vs. Şimdi de diyorlar ki; “Nefret söylemi yaymayın.” Bize söylüyorlar, “Nefret söylemi yaymayın” Siz insanlarınızı kontrol edemiyorsunuz. Sizdeki nefret artık bacayı sarmış. Birinin bunlara “Uyan” demesi lazım. İşte bunu bizim söylememiz lazım. Ama nasıl söylememiz lazım? Tek başımıza sesimiz çok cılız, 7 milyar nüfusta tek başımıza sesimizi duymazlar. Ama birlikte ben inanıyorum ki; Nasıl Bağcılar Belediyesi ilkleri başaran bir belediye oldu, Bağcılar İsmini İstanbul'da duyurdu. Sosyal, kültürel faaliyetleriyle, yeni yapılaşmasıyla, yol, ulaşım imkânlarıyla, kadınlar için yapmış olduğu çalışmalarla, ben şimdi şurada bir kaç tane hanımefendiyle karşılaştım, hepsin belediye meclis üyesi. Ne kadar gurur verici bir şey. Ne kadar güzel bir şey. Kadınlarımız her yerde, 114 Kadınlar Akademisi ama dikkat ederseniz son 12 senedir. Ondan önce kadın kolları olarak geçiyordu siyasi partilerin, ama meclise girme noktasına geldiği zaman, ne CHP'si, ne MHP'si, ne diğer küçük partiler, bunların kadın söylemi, kadın meselesi bile yoktu. Bize diyorlar ki, siz kadınlara bunları bunları diyorsunuz. Evet, içimizde bazı şahıslar, bazı münferit şahıslar bir takım şeyler söyleyebilir ama onlar parti adına söylemiyorlar zaten. Gerek partimizin, gerek hükümetlerimizin kadın politikalarında öylesine ilerleme var ki, hakikaten bu ilerleme bence Türkiye'nin kalkınmasına, ilerlemesine de katkıda bulunacak. Sadece Bağcılar'ın meclis üyesi olmak değil, bir kişi bile olsa, bir kadın dahi fazla olsa bizim için önemli. Türkiye'deki kadın oranları için önemli. Kadın vizyonları için önemli. O bakımdan, kadın vizyonunu geliştirmek açısından kadın bakış açısını geliştirmek açısından önemli. Elbette ki kadınlar, biz çok kolay mesafe kat etmiyoruz. Bazı yerlerde hiçbir sorunla karşılaşmıyoruz. Ama bazı yerlerde, hani diyorlar ya, camdan duvarlar var. Ulaşırım zannediyorsun, ama “Yok, dur, bir dakika” diyorlar. O camdan duvarlardan kadınlar ellerini uzatamıyor. Benim ömrüm akademik hayatla geçti. Son 10 seneden beri de siyasetle ilgileniyorum ama çok yoğunlukla akademide emeğimi sarf ettim. Gündüzüm, gecem, yıllarım vs. Akademi için, kitaplar için, makaleler için, toplantılar için, konuşmalar için, kadınlar için, toplum için, Türkiye için hâsılı bir çalışma azmiydi. Burada, akademik hayatta karşıma çok fazla bir şey çıkmadı. Ki bütün Avrupa Birliği ülkelerinin de önündeyiz. % 28'den daha fazla bir kadın oranı var üniversitelerimizde. Gece demiyoruz, gündüz demiyoruz. Ama başka alanlara girdiğinizde, mesela: Özel sektöre girdiğinizde sizin karşınıza engeller çıkabiliyor. Kadınsınız diye sizi almamazlık yapmıyor. Ama diyor ki; Hayır, iki sene hamile kalmayacaksınız. İzin veremem, hamilelik izni. Kabaca söylüyorum. Ya da 3 sene şu saatler arasında çalışacaksınız. Sabah 08:00, akşam 20:00 çalıştığınızda, kadın olmanın icaplarını da yerine getiremiyorsunuz. Ne zaman yemek yapılacak? İşte ne zaman ortalık toparlanacak, ha! bunlar kadının görevi mi? Kadının görevi değil ama erkeklerin yapamadığı bir şey. Yapamadıkları, beceremedikleri bir şey. Kadın olduğunuzda belki ocağın başına geçmek belki daha keyifli bir şey olabiliyor. Yani, Cumhurbaşkanımız hep diyor ya, “fıtrata aykırı” Onu şey yapıyorlar, fıtrat kelimesinin anlamını da çok iyi bilmedikleri için, herkesin bir fıtratı var. Ne biz erkek gibi olalım, ne de beyler kadın gibi olsunlar. Şimdi bütün dünyada böyle de bir sorun var. Kadınlar eşitlik diyor, erkekler mutfağa giriyorlar, önlük önlerinde, seyretmişinizdir, bir yığın film vardı, buna benzer bir yığın film gösterildi. İşte, çocuklara adam bakıyor, adam evde işsiz, kadın dışarıda, hayat değişiyor tabii bu sefer. Bu kodları da, bu şifreleri de çok bozmamak lazım. Bizim bu kuşakta bozulmadı. Ama bundan sonraki ve daha sonraki kuşaklarda da bunun bozulmaması 115 Kadınlar Akademisi lazım. Yani, erkek çocuklarının ve kız çocuklarının elbette, kendi rollerine uygun olarak yetiştirilmesi, iş bulma noktasında, eşit fırsatlara sahip olması. Bir yere 2 tane doktor alınacak, 3 kişi müracaat etmiş, iki erkek bir kadın. Eskiden olsa 2 tane erkeği alıyorlardı. Şimdi bir erkek bir kadın almak durumunda iş yeri, neden? Çünkü biz fırsat eşitliği genelgesini yayınladık. Fırsat eşitliği komisyonumuz var. Yasaların hakikaten amacına uygun uygulanıp, uygulanmadığını sorgulayan komisyonlarımız ve çalışmalarımız var. Ha, bu alanlarda eyvallah. Sadece kadın oldukları için dışlanmaları değil, mesela, çok basit bir örnek, eskiden iş ilanlarında mutlaka şöyle bir şeye yer verirlerdi; “Askerlik görevini yapmış olmak” Bu ne demek, zaten ben erkek arıyorum, kadın aramıyorum demek. Şimdi bunu kaldırdık. Bu genelge ve komisyon çalışmalarından sonra, Aile Bakanlığı'nın almış olduğu tedbirlerden sonra. Çünkü bu fırsat eşitliğini ortadan kaldıran bir hüküm dediler. Siz sadece erkek eleman istiyorsunuz denilen bir hüküm. O yüzden bakın iş ilanlarına, iş ilanlarında artık, sadece şu yaş, şu eğitim grubu vs. diye istihdam alanı belirleniyor. Şimdi gelelim, acaba bizim medya, madem medya-kadın konuşuyoruz, konuşacak çok şey var, fakat hakikaten medya dünyası hakkında konuşmak biraz bana ıstırap veriyor doğruyu söylemek gerekirse. Neden? Çünkü kadının sürekli dibe vurduğu, aşağılandığı bir yer medya dünyası. Ben 20 senedir medya analizleri yapan, medya takipçisi biriyim. Televizyonlar, gazeteler, dergiler. Daha bugüne kadar bir üst başlık olarak bir kadının başarısına, başarı hikâyesine, kadınların çok önemli rolleri olduğu hikâyesine, bu coğrafyada kadınların ne kadar güzel şeyler yaptıkları haberine ben rastlamadım. Rastlayan varsa bulsun getirsin. Kadınların anılma tarzı, ben de mesela siyasette aktif rol aldım. Bir dönem milletvekilliği yaptım. Kameralar, muhabirler, arkamızda. Ne yapsak işte bugün onu dedi, bugün bunu dedi. Ya iyi şey söylediğinizde kimsenin duyduğu yok. Ama bir ufacık hata olduğu zaman, özellikle medya kadınlara resmetmeyi, kadınları aşağılamayı gerçekten çok seviyor. Buna ilişkin bir deklarasyon lazım. Ben artık herhalde diyorum ki, 8 Mart'ta artık Bağcılar Kadın Meclisi üyeleri bu konuda bir ilki de gerçekleştirirler. Ben sizden umuyorum. Meryem kardeşim nerede? Meryem'den alacağım sözü, Meryem'den isteyeceğim sonucu. Bak, 8 Mart'ta medyada kadının magazinleşmesi, aşağılanması, ben elimden ne geliyorsa size de destek olacağım. Bu konuya ilişkin mutlaka küçük de olsa bir deklarasyon. Ve bunu diğer ilçelere de söylememiz lazım. Başka türlü, inanın başka türlü bunların düzelmesi diye bir şey söz konusu değil. Bu böyle sürgit devam edecek. Kadınlar hep aşağılanacak, kadınlar hep yarı çıplak orada yer alacak, ben amiyane tabirle söylemek istemiyorum, yarı çıplak diyorum. Çünkü yarı çıplak bile değil. Sadece gazeteler bile bu konuda bırakın televizyonları, televizyonlar biraz daha usturuplu, gazeteler inanılmaz derecede bu konuda suçlu, 116 Kadınlar Akademisi masum değil. Hiç biri masum değil. O bakımdan okunabilecek bir gazete insanlara çok da fazla bırakmadılar. Bu çerçevede 2011-2012 yıllarında yapılmış bir çalışma var mesela. Medyada kadın geçen haberleri taramışlar ve bu haber taramasına göre güya medyada en fazla çıkan haber şu diyorlar; Kadın istihdamı sorunu. Şimdi işte yapmış olduğumuz çalışmalarda, hükümetsel çalışmalarda da kadınların çalışmasını artırıcı tedbirleri artırmak, durumundayız. Buna ilişkin de çalışmalar yapılıyor. Bunun yanında sığınma evleri mesela. En fazla onlar yer almış, topu topu kaç tane sığınma evimiz var? Bilmiyorum sayısını İstanbul'da kaç tane sığınma evi var? Ama medyada bir sene boyunca yer alan haber sığınma evleri. Sanki kadınların % 50'si şiddet kurbanı, kadınların % 50'si çok kötü, çok mağdur, ama dedim ya bütün dünyada da böyle bir şey var. Türkiye'de de bu fazlasıyla var. İkinci konu, kadınlara yönelik yapılan, hani o resimler dışında, ikinci haber sığınma evleri olmuş. Sanki her iki kişiden biri sığınma evlerine gidiyor. Yok, bu sığınma evlerinde bilemediniz 300-500 kişi var. Ama bütün kadınların sanki böyle bir talebi varmış gibi algılanıyor. Haberler böyle yapılmış. Kadın erkek eşitliği gibi bir haber geliyor arkasından. Kadın dernekleri konusu gündeme alınmış, kadının statüsü gündeme alınmış, kadın hakları, kadın cinayetleri. En fazla da bu konulara yer verilmiş. Bir yıl içerisinde kadına yönelik yapılan haberler bir milyondan fazla. Ulusal medyayı, gazeteleri taradığınızda bir milyondan fazla haber yapılmış. Ama gördüğünüz gibi haberlerin çoğu kadını olumlayıcı haberler değil. Bir tane de örnek kadın çıkarın. Bazen de ödül töreni yapıyorlar işte. En başarılı iş kadını diyorlar, o da zaten kendi tanıdıkları bir kaç kişi onlara veriyorlar. Ya TÜSİAD eski başkanı oluyor, ya bilmem bir grubun babadan kalan mallarının üstündeki bir kadın oluyor vs. Bütün bunlar da böyle. Şimdi dünya medyasına bakalım, dünya medyasında da benzer sorun var. Kadınların % 24'ü ancak haberin öznesi, yani haberin öznesi dediğimiz nedir? İşte bir kadın bir başarılı şey yapar, bunun haberi, o yapılmamış. İşte bir kadın okur, birincilik alır, bu haber yapılmamış. Çalışmasında çok büyük azim gösteriyor bu yapılmamış. Evinde çok güzel bir yenilik icat etmiş, bu yapılmamış. Ama bir sene içerisinde ancak dörtte birine, yani haberlerin dörtte birinde kadın haber olarak yer almış. Bunun dışında gelen ikinci haber dünya medyasına baktığımızda, diyet haberleri ikinci sırada. Şimdi Türkiye'de de başladı bu. Diyet haberleri, açıyorsunuz, bir haber okuyacaksınız, karşınıza bir reklam çıkıyor. Diyet reklamı çıkıyor, ilaç reklamı çıkıyor. Zayıflama şeyi çıkıyor. Yani o reklamı geçmeniz lazım ki, haberi okuyabilesiniz. Bunun dışında her 7 mesajdan biri dünya medyasında. Bir kadının cazibeli olmasına yönelik mesajlar veriliyor. Yani bu hem televizyon dünyasında böyle, hem gazete dünyasında, hem internet ortamında, yani gazeteyi açtığınızda çok sıklıkla görmüyorsunuz bunları ama internetten gazeteleri okuduğunuzda ve 117 Kadınlar Akademisi burada da inanıyorum ki, her 4 kişiden biri internet kullanıyor. Çünkü Türkiye'nin kadın internet kullanım rakamları % 38. Bu giderek artıyor tabii. Bu ne demektir? Şu an için her dört kişiye yakın biri internet kullanıyor. Açtığınızda, gazete okumaya çalıştığınızda sinir olup kalkıyorsunuz. Ya bir çıplak kadın geliyor önünüze, ya bir reklam geliyor önünüze, ya bir diyet programı reklamı geliyor önünüze. Yani Türkiye'deki medya da yavaş yavaş dünya medyasına uymaya başladı. Bunun dışında gençlik mesajları. Herkes genç olacak, yaşlanan insan mutsuz insan. Eskiden insanlar yaşlandıklarında, işte saygınlıkları artardı, bir köşeye çekilirlerdi, herkes onlara saygı gösterir, herkes onlara izzet ikramda bulunur, herkes onları ziyarete gider. Şimdi bu zaman içerisinde toplumda giderek medya üzerinden öyle bir yaygın hale geliyor ki, artık yaşlılar kendilerinin dışlandıklarını falan düşünüyorlar. Artık yaşlılar kendi mallarını mülklerini ya ileride bir huzurevine girer miyim? Ya da başka bir yere girer miyim? Planları yapmaya başladılar. Ki bu Batı ülkelerinin birçoğunda geçerli ama bizde, yaşlılar ve çocuklarla birlikte yaşanılan bir aileden, yavaş yavaş artık yaşlıların izole edildiği bir aileye doğru gidiyor. Çünkü neden? Yaşlılık artık istenmeyen bir durum, istenmeyen bir hal. Herkes genç. 60 yaşına gelse de genç, 70 yaşına gelse de genç. Görüyorsunuz işte evlilik programlarına çıkıyor insanlar değil mi? Yani orada yaş yok. En genci de çıkıyor, en yaşlısı da çıkıyor. Adam diyor ki evlenmek istiyorum, kadın diyor ki evlenmek istiyorum. Bir de bunu böyle çok açık, rahat olarak söyleyerek, bu da çok kanıksanmış bir şey oldu tabii ki. O bakımdan herkes gençler gibi hareket ediyor. Bunun sıkıntıları nedir? Bunun sıkıntıları şu; rol model geliştiremiyor bu sefer çocuklar. Yani, biz kime bakıp da kim gibi olacağız. Babasına bakıp babası gibi mi olacak, annesine bakıp annesi gibi mi olacak, babaannesine bakıp babaannesi gibi mi olacak, anneannesine bakıp, çocuk bir rol model çeşitliliği içerisinde ve doğal olarak kişilik ve kimlik gelişimini de çok iyi tamamlayamıyor. Bunlar daha çok psikologların işi ama biz sosyologlar da bu alana giriyoruz. Bunun dışında mesela çok ilginç, ben çok genç kızlarımızı görüyorum, 1819-20 yaşındaki kızlarımız inanılmaz ağır diyetler yapabiliyorlar. Neden? Çünkü; dergilerdeki gördükleri kadın ve genç kız resmi 36 beden. Bir arada onu çıkartmışlardı, 0 beden, 0 beden. Bütün dünya obeziteden şikâyet ediyor, bütün dünya şişmanlıktan şikâyet ediyor, bize öyle bir veriyorlar ki bunları, öyle bir baskı uyguluyorlar ki, aman, eyvah işte bir lokma fazla kaçırdı göbeğim çıktı, şöyle oldu, böyle oldu. Genç kızlara bakın çoğunun psikolojisi bu anlamda çok sağlıklı değil. 36 beden. Yok öyle bir beden. Var ama tek tük. 36 bedene girecek. Yemeyen, içmeyen, hastalanan, yeni bir takım yöntemler geliştiren, kusan, aç kalan, ondan sonra da tabii hastanelere düşen çocuklar. Bunun dışında tabii ki, çok ilginç yeni gelişen bir şey tabii, artık çocuklar da çok 118 Kadınlar Akademisi genç, çok erken genç olmaya başlıyorlar. İnanın yine dünyada yapılan bir araştırmaya göre, 13 yaşındaki çocukların % 50'den fazlası kendilerini beğenmiyorlar. Fizik olarak beğenmiyorlar. Ben şimdi kendimin 13 yaşımdaki halimi hatırlıyorum, bir de siz hatırlayın şöyle 13 yaşındaki halinizi. Çok uzun zaman oldu 13 yaşını arkamızda bırakalı ama bizim böyle sorunlarımız yoktu. Hangi sınava girsek? Öğretmenimiz bize iyi mi dedi? Babaannemiz eve mi geldi? İşte, babamız bize bir şey mi getirdi? Ya da annemiz bize güzel bir şey mi yaptı? Bakın sorgular, aile bağları, yaşama biçimleri de ister istemez değişiyor. O bakımdan yeni bir rol dağılımı var. Yepyeni bir rol dağılımı var. Bu rol dağılımlarının çok riskli olduğunu ve medyanın da bunları riskli bir hale getirdiğini unutmamak gerekiyor. Herkesin kendinden memnun olması gereken bir dönemde yaşadığımızı bileceğiz. Herkes kendinden memnun. Eksikleri varsa onları tamamlayacak. Fazlalıklar varsa onları paylaşacak. Normal, itidalli, dengeli, hoş görülü, dünyada diğer kız kardeşinin de, başka kız kardeşinin de varlığını ve sorumluluğunu paylaşacak şekilde bir hayat felsefesi, bir hayat düşüncesi geliştirmesi gerekiyor. Tabi bunun için sormak da gerekiyor. Soru sormak gerekiyor. Hayat hakkında soru sormak gerekiyor. Şimdi arkadaşlarımız, hanımefendiler buraya gelmişler. Bir kısmı ayrılıyor. Ve ben, her ayrılandan dolayı cümlemi yeniden kurmak durumunda kalıyorum. O kadar acil bir şey..., bakın şimdi bu da bir kültür. Kadınlar, kadınları dinlerken bunu yapabiliyorlar. Ama burada bir erkek olsa bunu yapmayacaklar. Doğru mu? O yüzden bakın arkadaşlar sözüm doğrudan size değil, bundan önce çıkan arkadaşlarımız da var. Bir kere birbirimizi dinlemeyi biliyor muyuz? Nasıl kadın dayanışması olacak? Nasıl dünyadaki kadınların meselesi çözümlenecek? Sadece Bağcılar'da olmak, bir kültürel faaliyete katılmak meselesi değil, durum çok daha ağır, acil ve çok daha farklı bir durum. Bütün dünyada kadınlar, bakın siz belki sokağa çıkmıyorsunuz, gecenin bir yarısı, çok büyük bir kısmınız çalışmıyor olabilir. Ama sokağa çıkan insanların başına gelenleri duyduğunuzda ben şahsım adına üzülüyorum. Ben, o medyada, o şekilde çıkan kadınlar adına da üzülüyorum, hicap duyuyorum. Çünkü onlar benim hemcinsim. Onlar da öyle yaşamamalı. Onlar da fırsatçı insanların eline düşmemeli. Ben onlara küfür edemiyorum, ben onlara kızamıyorum, ben onlara bağıramıyorum. Neden? Çünkü; hayatın şartları onları da o noktaya getirdiyse orada bir sorun var. Sorun sadece kadınların sorumluluklarını bilmesi, kadınların kendilerini sakınması meselesi değil ki. Onları pos pos çıkartan erkek dünyasına da bir kaç tane laf edeceğiz ki, ancak o zaman bir şey kazanmış olalım. Öyle değil mi? Yani “ben buna da kızıyorum ama o kadının yaptığı da zaten doğru değildi.” denilen lafı asla tekrarlamayın. Çünkü ben kadınların hem mağdur olduklarını, hem haklarını tam olarak elde edemediklerini, 119 Kadınlar Akademisi hem aşağılandıklarını, bakın medyada aşağılandığını görüyorsunuz. Toplumda da benzer bir şey var. Zannetmeyin ki, toplumda da bizim dininizde, kültürümüzde yer aldığı gibi kadınlara çok şahane davranılıyor. Hayır, davranılmıyor. Ama kadınlar bunu söylemiyorlar. Kadınlar bunu ar duygusundan dolayı söylemiyorlar. Onlar yine de erkek kardeşlerini bir şekilde, sorumluluklarını aldıkları için onlara yine de laf etmiyorlar. O yüzden daha iyi bir hayat, daha iyi bir gelecek için hakikaten kadınlarımızın hayat sorusu olması lazım. Nasıl bir hayatta yaşıyoruz? Bakın bu soruyu sormazsak geldiğimiz gibi gideriz. Nasıl bir hayatta yaşıyoruz? Nasıl bir şehirde yaşıyoruz. Hangi insanlarla bir aradayız? Kimler bize niye düşmanlık yapıyor? Kimler niçin bizim dostumuz? Bu masum insanlar, savaştan kaçan bu masum insanlar neden bir başka ülkeye değil de gelip bizim ülkemizde ikamet ediyorlar? Neden bizim ülkemizde kendilerini çok daha rahat hissediyorlar? Hayata dair sorularımız olmazsa cevaplar bulamayız. Hayata dair sorularımız olmazsa kadınları bulundukları yerden daha yükseğe çıkartamayız. Kendi halimizde de yaşayabiliriz. Kendi halimizde de, kendi yağımızda da kavrulabiliriz. Ama bizim görevimiz bu değil ki. Biz, Komşusu aç iken tok olmayı kabul etmeyen bir dinin mensupları isek eğer, eğer bu din içinde doğdu isek, eğer bu dinin sorumluluklarını ve icaplarını yerine getirmiyorsak ha o zaman dünyaya gelişimizde bir sorun vardır. Onu da sorgulamamız lazım. Bir gün yurt dışına gittim, orada eğitimimi tamamlıyorum. O zaman 28-29 yaşındayım. Tabii evler çok pahalı tek başınıza ev tutamıyorsunuz. İki tane yabancı, herkesin odasının olduğu bir evde kalıyorum. Tabii onlar için hayat biraz daha farklı. İnsan orada mukayese edince farklılıkları çok daha iyi anlıyor. Perşembe oluyor, arkadaşları geliyor, Cuma oluyor arkadaşları geliyor, kalıyorlar içiyorlar, dünyayı da sorguladıkları yok. İstedikleri zaman derslerini çalışıyorlar, istedikleri zaman televizyon seyrediyorlar vs. Kendi kendime çekildim ve o zaman dedim ki; Ben bunlardan farklıyım. Ama benim iddiam var zaten. Ben onlarla bir olamayacağım gibi, benim ne iddiam var? Dünyada barışı sağlama iddiam var. Dünyada daha adaletli olma iddiam var. Dünyada kadınların ezilmeyeceği, kadınların horlanmayacağı, erkekler tarafından şiddete uğramayacağı bir dünya arzum var benim. Benim onlarla zaten aynı hayatı sürdürmem mümkün değil. Bunu yaparım, yapamam bilemem. Bunu başarırım, başaramam, bunu bilemem dedim ama benim bunlarla birlikte aynı şekilde yaşamam mümkün değil. Çünkü ben dünyaya Müslüman olarak geldim. İnsan bunu bir odada, diğerlerini gördüğünde, tek başına kaldığında, hayatı şöyle kısaca bir sorguladığında gerçekten çok iyi görebiliyor. Çok iyi hissedebiliyor. Yine bundan yıllar önce yurt dışında idim. Göçe zorlanmış bir grup geldi bizim bulunduğumuz yere. Onlar da Rusya'dan Ahıska Türkleri. Ehliyetlerini vermedikleri 120 Kadınlar Akademisi için, vatandaşlık haklarını temin etmedikleri için neredeyse nüfus cüzdanlarını bile geciktirdikleri için insanlar bir şekilde göçe zorlanmışlar. Onlar da bulundukları yerleri terk edip gelmişlerdi. Onların içindeki bir hanım 72 yaşındaydı. Dedi ki; “Bu benim hayattaki altıncı göçüm. Altı kez beni göçe zorladılar” dedi. Yani bulunduğu evi, yeri, yurdu bırakıyor, başka bir yere, orada yaşatmıyorlar başka bir yere. Biz bu insanların acılarını duymadık. Daha henüz bilmiyoruz. Ama işte gördükçe, bunlar bizim karşımıza çıktıkça hayatın, misyonumuzun ne kadar önemli olduğunu görüyorum. Medyada kadın aşağılanıyor, medyada kadın şöyledir, böyledir, bunları söylemek bir anlam ifade etmiyor. Ancak bunların üzerine gidildiği zaman, bunlara yaptırımlar uygulandığı zaman şimdi siz bunu böyle deyince de, şimdi çıksanız bunu bir televizyon programında Ak Parti Milletvekili olarak söyleseniz ertesi gün gazetelere çıkacak olan şey şu: “Bunlar ahlakçılık yapıyorlar.” Yahu senin 10 haberinin 9 tanesi çıplak kadın. Artık ahlakçılığı mı kalmış. 10 haberinin dokuzu, yani çok rica edeceğim, evinizde internetiniz varsa gidin bakın, girin bir kısım medyaya, girin bakın, bakın benim dediğimden daha da fazlasını göreceksiniz. Şimdi Meryem Hanımla bu programı yaparken konuştuk. Dedim ki; bir PowerPoint sunum yapayım, hem izlerken arkadaşlarınızın da dikkati dağılmaz iyi olur. Fakat hangi gazetede kadına, hangi dergideki kadına, hangi televizyondaki kadına elimi attıysam bambaşka bir şeyle karşılaştım. Yani bir çıplak kadınlar gösterisi gibi. Sonra yurt dışında hazırlanmış Youtube filmlerine baktım, benzer şey orada da. Çünkü onlar da benzer dertlerden muzdaripler. Aynı dertlerden. Kadının bu kadar etkilemesi ama insanların tabii ki, boş vakitlerini değerlendirecek başka alanları da var. İnsanlar gazeteyi artık internetten okuyorlar. Şöyle bir okuyorlar bitiriyorlar. Ama bizim gibi ülkelerde televizyon 5 saat seyrediliyor. Günde 5 saat seyrediliyor. Hafta sonu oldu mu bu 7 saate çıkıyor. Amerika'da televizyon seyretme saati az, 2.5 saat. Avrupa'ya geldiğinizde 3.5 saat. Orada da yine bazı Doğu Avrupa ülkelerinde var fazla seyreden ama biz rekor kırıyoruz bu anlamda. Evet, süremiz nedir? Nasıl değerlendirmemiz gerekiyor? Soru cevap kısmı var mı onları bilmiyorum ama isterseniz bütün dünyada ciddi bir mücadele var. Kadın konusu, özellikle II. Dünya Savaşı'ndan sonra ele alınan bir konu. Yani şurada 50-60 senelik bir tarihi var. O bakımdan kadın konusu yeni bir konudur. Bu yeni konuda ne olması gerekiyor? Paylaşımın iyi olması, hakça olması, adilane olması, medyadaki haber paylaşımı da adilane olacak. Yani, erkeklere nasıl yer veriyorsa kadınlara da öyle. Erkeklere zafer müjdesi, ya da işte başarı müjdesi, kadınlar bir dakika siz durun, hadi bakalım sizi de şöyle çekelim, sizin de birkaçınız başınızı, çok affedersiniz, göğüs kanseri haberi gösteriyor, başka bir şey gösteriyor. Anlatabiliyor muyum? Yani kanser haberi ürküten, kadının korkulu rüyası olan haberi yaparken 121 Kadınlar Akademisi bile gencecik bir kadın, elinde çiçekler, göğsü açık falan. Bu resimler bile bana göre kadın için oldukça çok yaralayıcı. Tabii bizim hak hukuk konusunda bir sorunumuz olmayabilir. Medeni kanun bizim için kazanılmış bir kanun, üzerinde çalışılmış bir kanun, haklarımız konusunda bir sorun yok ama haklarınız bilme noktasında bazı yerlerde, İstanbul'da değil bu ama Anadolu'nun bazı kentlerinde bu tarz da sorunlar var ama bunun yanında mesela Ortadoğu'dan gelen kardeşlerimiz. İşte savaştan, o Arap Baharı denilen, Arap Halk Ayaklanmaları esnasında buraya gelen, buralarda konuşma yapan kardeşlerimizden duyduğumuz bir şey var; “Niçin mücadele ediyoruz, biliyor musunuz?” dediler bize. “Niçin sokağa çıkıp, niçin sokaklarda kalıyoruz? Biliyor musunuz?” dediler. “Bizim daha yasalarda, Anayasalarda adımız yok, kadın olarak, şu kadar kadın istihdam edilir, ya da çalışır, ya da kadın erkek eşitliği maddesi diye bir şey yok. Biz o yüzden mücadele ediyoruz, o yüzden sokaklara çıktık, biz sadece hak istiyoruz, adalet istiyoruz” dediler. Doğru, hakikaten yasalarına baktığınız zaman doğru. “Hukuk, kadınlara saygı ve onurlu bir hayat istiyoruz.” Onlar da onu söylüyorlardı. Dün yine Suudi Arabistan'da bir haber vardı mesela. Suudi Arabistan'da biliyorsunuz kadınlar araba kullanmıyorlar. Kadınlar ehliyet almıyor, araba kullanan olursa falan da ona terörist muamelesi falan yapıyorlar, o derece ileri götürüyorlar. Birkaç tane protestocu kadın vardı. Hatta onlar çıktı araba kullanırken, çekip youtube koydular. Bakın biz kullanıyoruz araba diye. Dün onlarda da bir ilahiyatçı şahıs, “Biz kadınların araba kullanmasını istemiyoruz. Çünkü araba kullanan kadın tecavüze uğrayabilir” dedi. Böyle daha henüz bu coğrafyalarda, yani gerek Ortadoğu'da olsun, yasa, anayasal süreçlerde kadınların adı yok. Evet, doğru. Yani bizim burada hakikaten bir rol belirleyici bir ülke olmamız lazım, rol belirleyici kadınlar olmamız lazım. Neden? Çünkü; batıya doğru değil, ama doğuya doğru gidildikçe hakikaten onların bize ihtiyacı var. Yani dünyanın bir kısmının ihtiyaç duyduğu ülke Türkiye. Misyonumuz ve yeni rolümüz budur diyorum. Kadın meselesinin de yani sadece çıplaklık, aşağılanma şu bu gibi konularla geçiştirilemeyecek kadar derin olmasına rağmen misyonumuzun hakikaten çok iyi bir şekilde yerine getirilmesinde bu tür görevlerimizi, bu tür sorumluluklarımızı ciddi anlamda bilmemiz gerekiyor. Çünkü; 21. yüzyılın yeni ahlak anlayışı bu. Kabil'in Habil'e karşı kayıtsızlığı değil. Kardeşinin bekçisi olmak değil ama kardeşinin sorumlusu olmak. Çünkü biz, böyle bir kültürde doğduk. Diğer insanların başına gelen kötü şeylerden de mesulüz. Onlara destek olmaktan mesulüz. Diğer yaşanan kötü durumlardan dolayı mesulüz. Ve bu mesuliyet birçok ülke tarafından, birçok kardeşimiz tarafından görüldüğü için hakikaten bizden çok ziyadesiyle medet uman, bize bel bağlayan insanlar var. Kendimiz için olmasa bile dünyadaki diğer kadınların adilce yaşaması için, adilce paylaşması için, insanca, onurlu bir şekilde yaşaması için başta İstanbul'daki kadınlar Türkiye'deki kadınların 122 Kadınlar Akademisi hayatı bu şekilde sorgulamasına ihtiyacımız var diyorum. Makbule Hocam geldi. Herhalde sorularınız varsa onları alacağız. Ondan sonra programı kapatmış olacağız. Canan …… Yurt dışına giden öğrencilerimiz var. Oralara bir şeyler öğrenmek için gidiyor, ama oralarda kalıyorlar. Bunlar bizim gururumuz. Ama biz bu çocuklarımızı bizim ülkemizde görmek istiyoruz. Biz bu çocuklarımızın burada önünü açmak istiyoruz. Yani, bir Isparta uçağı düştü, yeğenim Boğaziçi kimya, Almanya'ya gitti hiç niyeti yoktu kalmaya, kaldı. Çok üzüldüm. İçim acıyor. Ve bizim yetişen çocuklarımız var. Buradaki akademisyenlere ben bunları emanet etmek istiyorum. Bunları istiyorum ve sizlerden destek istiyoruz. Yani bu çocuklar burada değerlendirilsin. Bizim gidecek başka bir yerimiz yok yani. Öbür taraftan hoşgörüye değindiniz. Ahlaklı ve hoşgörülü çocuklar yetiştirirsek, ayaklarını da sağlam basarlarsa hiç bir kimse bizi engelleyemez. Bir de öğrenilmiş çaresizliklerimiz var. Ve benim sizden ve diğerlerinden talebim; çok güzel kitaplarımız var bizim. Ve öğrenilmiş çaresizlik, öğretilmiş çaresizlik. Bizim bunları aşmamız gerekiyor. Bunları aştığımız sürece, aştığımız zaman hepimiz birer birey olarak bilinçli olduğumuz zaman sizinle birlikte el ele çok güzel şeyler olacak. Ve biz çocuklar yetiştiriyoruz ve biz bu çocukları çalışma hayatına nasıl göndereceğiz. Prof. Dr. Edibe Sözen Evet çok doğru noktalara değindiniz. İsminizi alamadım, isminiz neydi acaba? Canan Hanım evet, çok doğru bir şey söyledi. “Çocuklarımız gidiyorlar ve orada kalıyorlar, tekrar dönmek istemiyorlar.” Dedi. Doğru. Ama son bir kaç yılda geri dönenlerin sayısında çok ciddi bir artış var biliyorsunuz. Bu tersine beyin göçü olarak da adlandırıldı. 200 binin üzerinde genç beynimiz var zaten yurt dışında. İnşallah iyi şeyler olduğunda onlar yurt dışından buraya gelip yerleşecekler. Bunun dışında Vakıf Üniversitelerimiz var. Eskiden sadece okumak için gidiyorlardı yurt dışına. Şimdi 180'in üzerinde neredeyse üniversitemiz var, yeni üniversitemiz. Artık öğrencilerimiz yurt dışında okumaktan daha çok Türkiye'de okuyorlar. Bu da ayrıca bir kazanım. Çok güzel anlamda değişimler yaşıyoruz. Bu değişimlere ayak uydurabilecek zihniyet dünyamızın de değişeceğine ben inanıyorum. Ama o zihniyete dair soruları sormazsak olmaz. Ben iyi cevap veren olmayabilirim. Ama bir akademisyen olarak iyi sorular sorabilmeliyim ki cevaplarımı güzel bulayım. İyi soru sormak çok önemli. Hayata dair hepimiz iyi sorular soralım. Kaliteli sorular soralım. Yollarımızın yapımından tutun da çocuklarımızın güvenli bir şekilde gidip gelmelerine, otobüs duraklarını rahat kullanmaya kadar, metroları rahat kullanmaya kadar, evimizin önündeki çöpün kaldırılmasına kadar ki artık bunları belediye hizmetleri yapıyor. Eskiden bunlar da hakikaten çok sorunluydu. Şimdi 123 Kadınlar Akademisi belediyenin yaptığı yerde bizim bir kere zaman kazancımız var. Biz kendimizi kültürel faaliyetlere bir şekilde, zamanımızı oraya vereceğiz ki; dünya hakkında çok daha iyi adımlar atabilelim. .................... Efendim, öncelikle Sayın Vekilimize teşekkür ediyorum. Teşriflerinden dolayı, bizi aydınlattıklarından dolayı. 8 Mart için ben Bayan Meclisi üyesi olarak inşallah faydalı bir çalışma yapacağımıza söz veriyorum. Bir de “Fıtrat”ı dediniz ya, Cumhurbaşkanımızın dediği fıtratı insanlar algılayamıyor. Hocamızın yanında belki ukalalık gibi olacak ama küçük bir şey sunmak isterim sahnede izniniz olursa eğer. (Edibe Sözen: Evet, buyurunuz) Efendim hep konuşuyoruz ya, kadınlar erkekler eşit midir? Şöyle bir küçük oyun oynayalım. Aklınızda bugünün anısına kalsın. Papuçlarımı çıkaracağım ama yapacak bir şey yok. Arkadaşlar bu elimde gördüğünüz ayakkabılar eş midir? (Evet) Peki eşit midir? (Hayır) Değildir değil mi? Kadınla erkek eştir, birbirinden potansiyel olarak, kalite olarak Cenab-ı Hak ayırmamıştır. Ama eşit değildir. Yani, bir erkeğe kadın gibi, kadına da erkek gibi davrandığımızda şu şekil giymem mümkün mü? (Sağ ayağı sola, sol ayağı sağa) Değil, bunu paylaşmak istedim teşekkür ediyorum. Prof. Dr. Edibe Sözen Bravo! Bu kadar kolay ve basit anlatılıyordu. İşte kadın zekâsının pratikliği. Teşekkür ediyoruz. ............................ Doktorlarımızın hakkında, Sağlık ocakları hakkında soracağım. Bizim yerimiz şimdi Kirazlı Mahallesi. Belediye başkanımız filan biz hep beraber çalışıyoruz. Hep beraber gidip geliyoruz. Hiç aksatmıyoruz. Her şeyi yapıyoruz. Şimdi, bizim Sağlık Ocağımızın doktorlarında çok olumsuz cevaplar var bize. Şimdi iğne vurulmaya gitsek, hemşireler şöyle diyor bize; “Ayyy, sabahtan gelin. Öğle saatinde gelmeyin. Biz sabahtan vuruyoruz bu iğneyi. Siz buraya randevu alın da gelin. Biz bu randevuyu alacaksak bu sağlık ocakları (Aile hekimlikleri) niye açıldı? Niçin açıldı? Bizim gibi yaşlı kadınlar randevu (Edibe Sözen: Tebrik ediyorum, işte böyle olacaksınız, aktif, cevabınız olacak, sorunuz olacak, şikayetiniz olacak. Hemen şimdi, kim ilgileniyor Meclis Üyesi arkadaşlarımızdan?) İzin verirseniz bir iki şey daha söylemek istiyorum. Ben haftada bir defa iğne vuruluyorum. Ben şeker hastasıyım, böbrek hastasıyım, kalp krizi geçirmişim, kalp hastasıyım, 13 defa da ameliyat olmuşum. Ben o şekilde başkanımız Zuhal hanımla beraber çalışırız. 10 senedir aksatmadan çalışıyorum. Aksatıyorsam aksatıyor desin. Sağlık ocaklarına gittiğimiz gibi iğnelerimiz yapılmıyor. Bize kötü muamele görülüyor. Sağlık ocağına gidiyoruz dün, evvelsi gün gittim. Israr ettim, iğnemi yapın dedim. Ben çünkü 124 Kadınlar Akademisi hastayım dedim. (Edibe Sözen: İşte eski Türkiye'nin izleri var bazı yerlerde. Onlar da kırılacak inşallah.) Bugün git yarın gel, bugün git yarın gel, yarın gidiyoruz sabah gel, Doktorlarımızın bizi anlamasını istiyoruz. Hemşirelerin bizi anlamalarını istiyoruz, Sağlık Bakanının da duymasını istiyorum. Sağlık Bakanının duymasını ve cevap vermesini istiyorum ben. Anlatabildim mi? Bir de şunu söyleyeceğim; Sen açıklıktan saçıklıktan söyledin ya, evlenme programlarına kadınlar geliyor, vallahi de ben utanıyorum, billahi de ben utanıyorum. Şuralarından üstü açık, bir de ayak ayak üstüne atıyor, ta altında edep yerleri gözüküyor. Bu insanlık mı? Teşekkür ederim. Prof. Dr. Edibe Sözen Sağ olun, sağ olun. Şimdi Meryem Hanımdan ben öğreneceğim, hangi Sağlık Ocağı, hangi mahalle onu öğrenelim. Onu ileteceğim, ben ileteceğim. Merak etmeyin. Ben ileteceğim. Bravo! Tebrik ediyorum. Maşallah belli zaten cemalinizden. Allah size de şifa versin inşallah. Başka soru var mı makbule Hanım? ..................... Bütün sağlık ocaklarında var bu durum. Diyorlar ki, doktorlarımız diyor ki; “İnternetten randevu alıp gelin, kurallarımız böyle” diyor. Sağlık ocakları, (Aile hekimlikleri) neden kuruldu. Bir anda rahatsızlandığımızda gidelim diye kuruldu değil mi? Neden böyle diyorlar? Bence bu doktorların uyarılması lazım. Ben bayanın sözlerine gerçekten katılıyorum ve gittiğimiz zaman doktorları bulamıyoruz yerinde. Gidiyoruz, bugün git yarın gel, öyle oluyor. Prof. Dr. Edibe Sözen Demek ki Bağcılar'daki Sağlık ocaklarında bir sorun var. İnşallah o konunun hemen bir duyurusunu yapacağız. Sunucu Bugünkü Akademi ders konumuz; Kadın ve Medya üzerineydi. Bu değerli anlatımlarından dolayı Prof. Dr. Sayın Edibe Sözen Hanımefendiye çok teşekkür ediyoruz. Belediye Başkan yardımcımız Sayın Kenan Gültürk Beyi ve Kültür Müdürümüz Sayın Nihat Adıgüzel Beyi sahneye davet ediyorum. Kenan Gültürk Belediye Başkan Yardımcısı Efendim ben bu alkışı size armağan ediyorum. Siz kendinizi alkışlayın. Hocam, hocam şuraya bakar mısınız? Aynen sizin üniversiteniz içerisindeki ders saati değil mi hocam? Oturuş şekli, aynen aynen üniversite. Sizi tebrik ediyorum. Size de burayı üniversiteye çevirdiğiniz için ayrıca teşekkür ediyorum. Kampüse veya 125 Kadınlar Akademisi anfiye çevirdiğiniz için ben çok teşekkür ediyorum. Canan Hanım, beyin göçüyle alakalı söyledi. Benim ilgi alanıma giriyor. Biraz böyle meraklıyım. Beyinler aynı zamanda çok güçlüdür, aynı zamanda ürkektir. Üstün beyinleri biz ürküttüğümüz zaman bunlar kendilerini, mutlaka ürktüklerinden dolayı kendilerine güvenli limanlar arar. Bizim ülkemizde 70 yıldan 80 yıldan beri maalesef, üzülerek ifade ediyorum. Gerekçesi ne olursa olsun, ekonomiden kaynaklanabilir, gelişmişlikten kaynaklanabilir, siyasi gerekçelerden kaynaklanabilir. Branştan kaynaklanabilir. Bitmiştir, Allah'a çok şükür biraz önce hocamın da arz ettiği gibi geriye doğru bir beyin göçü pozitif anlamda dönmeye başladı. Bundan dolayı bu bizim, sizin, hepimizin ama hepimizin teker teker gayretlerimizle bizim o giden değerlerimiz, onlar bizim çocuklarımız, evlatlarımız, değerlerimiz, beyinlerimiz ve birikimlerimiz, kaynaklarımız, altınlarımız, mücevherlerimiz, teker teker onlar inşallah onlar geri gelecek. Allah bugünleri de bize gösterdi, o günleri de bize gösterecek. Sadece, doktorlarla ilgili de Sağlık İşleri Müdürlüğü, Belediyenin Sağlık İşleri Müdürlüğü bana bağlı olduğundan dolayı, oradan dolayı biliyorum. Hocamı ayakta tuttum özür diliyorum. Kirazlı'daki Sağlık Ocağıyla ilgili ben şimdi, toplantının bitiminde hemencecik, Dr. Hülya Hanımı, İlçe Sağlık Müdürümüzü hemen arayacağım. Cep telefonu bende kayıtlı. O konuyu görüşeceğim. Konuyu öğrendim. Zaten konuşunca özellikle hepsiyle alakalı ben görüşeceğim. Haftada bir defa onlarla bizim toplantılarımız var. Devam ediyor. Orada şöyle bir problemimiz de var; belki tam ona da tekabül edebiliyor. Oralar yoğun. Allah'a şükür İstanbul'da belediye tarafından tüm sağlık ocaklarının, tamamının her mahallesinde yapılan tek belediyeyiz biz. Tüm sağlık ocaklarının (binalarının) tamamı belediyenindir. Görevi olmadığı halde belediye yapmıştır. İlçe sağlığa teslim etmiştir. Başka yerde ASM'lerin tamamının kiralarının tamamını doktorlarının kendisi ödüyor. Biz doktorlarımızın kendisi ödemesin, vatandaşlarımıza daha güzel sağlık gelsin diye önceki Belediye Başkanımız Feyzullah Bey, Lokman Başkanımız eksiklikleri tamamladı ve onları sıfırladı. Sadece orada şöyle bir durumumuz söz konusu; bunu da yeneceğiz Allah nasip ederse. Biliyorsunuz ASM'ler (Aile Sağlık Merkezleri) çoğaldı ve artınca doktor sayısı da arttı. Onların maaşları yükseltildi. Şu anda ortalama olarak 7-8 bin lira civarında bir maaş alıyorlar. Allah bereketini versin. İnşallah 15 bin-20 bin lira alırlar. Helal olsun. O tarafı ayrı tıp okuyorlar çünkü. Onlar da bizim değerimiz. Yalnız onlara Cumartesi, Pazar onlara mesai yazılıyor. Doktorlarımız mesaiye gelmek istememelerinden dolayı pasif bir direniş gösteriyorlar. Bu sadece Bağcılar'la ilgili değil. Tamamıyla alakalı bir durum. İnşallah bakanlığımızın da, yerelde de bizlerin de, İl Sağlık Müdürlüğümüzün de hep beraber çalışmaları devam ediyor. İnşallah kısa süre içerisinde bunlar da hallolacaktır. Siz birçok şeylerin hallolduğuna şahit oluyorsunuz. İnşallah buna da 126 Kadınlar Akademisi şahit olacaksınız. Ama sizin adınıza ben inşallah toplantının sonunda Dr. Hülya hanımla, İlçe Sağlık Müdürümüzle bu konuyu görüşeceğimi sizinle paylaşıyorum. Hepinize çok teşekkür ediyoruz. Allah hepinizden razı olsun. Belediye Başkanımız Lokman Çağırıcı Bey Sevgililer günü münasebetiyle engellilerimizle ve 40 yıl aynı yastığa baş koymuşlarla beraber şu anda Kız Kulesindeler. Onun için yoldalar ama kavuşamadılar. Ben de birazcık geç kaldım. Burada bana yer ayrıldı. Yer ayrılması marifet değil, zamanında gelmek marifettir. Hocama saygımdan, size saygımdan dolayı gelip oturmadım, kenarda dinledim. O bakımdan dolayı da helallik istiyorum. Hepinize çok teşekkür ediyorum. 127 Kadınlar Akademisi Nisan 2015 Kadın ve Siyaset Moderatör: Demet Tezcan Konuşmacılar: Fethiye Atlı (Elazığ Keban Bld. Bşk.) Zeynep Akgün (Eskişehir Mihalgazi Bld. Bşk.) Fatma Toru (Konya Meram Bld. Bşk.) Sunucu 6. ders programına hepiniz hoş geldiniz. 6. ders “Kadın ve Siyaset” konulu konferansımızın, panelimizin çok değerli misafirleri aramızda. Ben isimlerini tek tek söyleyerek sizlerin onlara hoş geldiniz demenizi istiyorum. Elazığ Keban Belediye Başkanımız Sayın Fethiye Atlı, Eskişehir Mihalgazi Belediye Başkanımız Sayın Zeynep Akgün, Konya Meram Belediye Başkanımız Sayın Fatma Toru ve tabii ki bugünkü moderatörümüz Sayın Demet Tezcan. Hepsine hoş geldiniz şeref verdiniz diyoruz. Değerli misafirler biz bugüne kadar ne yaptık? Kadın Meclisi, Kadınlar Akademisi olarak bugüne kadar ne yaptı? Kısa bir filmle izleyelim efendim. .................................................. FİLM GÖSTERİMİ ................................................ İşte Kadınlar Meclisimiz, işte gurur tablomuz, o güzel alkışınız bu güzel tabloya gelsin. Değerli misafirler, Belediye Başkanımızın kıymetli eşi ve Ak Parti İlçe Başkanımızın kıymetli eşi aramızda, değerli STK yöneticilerimiz aramızda, kendilerine de teker teker hoş geldiniz, şeref verdiniz diyoruz. Tabii ki Bağcılar Belediyemizin yaptığı çalışmalar bir slaytla anlatılamaz, en güzel anlatılacak tablo işte salonda gördüğünüz kadınlarımız, Bağcılarlı annelerimiz, en önemlisi kendinizi güzel alkışlarınızla bir tebrik edin efendim. Ve bu güzel tabloda emeği geçen çok kıymetli Kadın Meclisi Başkanımız Sayın Özlem Sevinç'i açılış konuşmasını yapmak üzere kürsüye davet ediyorum. Özlem Sevinç Bağcılar Belediyesi Kadın Meclisi Başkanı Sayın İlçe Başkanım, Sayın Belediye Başkanım, Sayın İlçe Kadın Kolları Başkanlarım, Kadınlar Akademisi'nin değerli öğrencileri, kıymetli davetliler, 128 Kadınlar Akademisi akademimize hoş geldiniz, şeref verdiniz. Biz kadınların toplumda iki misyonumuz vardır. 1. misyonumuz toplumda öncelikle kadın olarak var olmak. Yani, toplumun bugününe katkıda bulunmaktır. Bizler toplum içinde doktor, mühendis, öğretmen, işçi, bir de ev hanımı olarak varız. Erkeklerle hayatı omuz omuza göğüsleriz, bugünlerimiz için, yarınlarımız için. 2. misyonumuz ise; anne olarak toplumun geleceğini inşa etmektir. Bunu yalnız kadınlar yapabilmektedir. Dünyaya getirdiğimiz, yetiştirdiğimiz, büyüttüğümüz evlatlarımızla toplumun geleceğini inşa ederiz. Bu misyon kadının en kutsal görevidir. Peygamber Efendimiz (sav) “Cennet Annelerin ayakları altındadır” buyurmuştur. İki misyonumuzun da son derece önemli olduğunu bilerek biri için diğerini feda etmeden iki misyonumuza da sahip çıkmalıyız. Erkeklerle sosyal hayata katılmaya, üretime destek vermeye, aynı zamanda anneliğimiz ile birlikte hayatımızı planlayarak toplumda var olmaya özen göstermeliyiz. Ben tam da bu yüzden burada bulunan kadın belediye başkanlarımız başta olmak üzere Kadınlar Akademisi'nin değerli kursiyerleri ve tüm kadınlarımızı tebrik ediyorum. Eskiden çalışan ve anne olmayı arzu eden hanımlarımız için ikilem vardı. Acaba işe devam mı etsem, kariyerimi mi ilerletsem? Yoksa anne mi olsam? “En asli görev annelerimizi koruma görevidir, kadınları koruma görevidir.” diyen başbakanımız Sayın Ahmet Davutoğlu, ailenin korunması ve özellikle doğum sonrasıyla ilgili, çalışan kadınlarımız konusunda devrim mahiyetinde adımlar atıldığından haberdar etmiştir. Doğumdan sonraki 12 aylık annelik izninden sonra istemeleri halinde her anneye 1. çocuk için 2 ay, 2. çocuk için 4 ay, 3 ve daha fazla çocuk için 6 ay ek yarı zamanlı çalışma hakkı tanınmıştır. Yani annelerimiz yarı zamanlı çalışacak ama tam ücret alacaklar. Artık bu ikilem ortadan kaldırıldı. Ve bu ikilemi ortadan kaldırmak suretiyle çalışan kadınlarımız anne olmak gibi ulvi bir görevi de aynı anda gerçekleştirdiler. Artık Yeni Türkiye'de kadınlara engel yok. Hem kariyer yapabiliyor, hem de anne olabiliyorlar. Diğer taraftan kadın ve engelli girişimcilere KOSGEB aracılığıyla % 70'i hibe, 2 yıl geri ödemesiz, geri kalanı 24 ayda ödemeli kredi veriliyor. Hatta Sayın Başbakanımız hibe oranının % 80'e çıkarıldığının müjdesini verdi. Kadınlar topluma refah getirmek için büyük bir potansiyele sahip. Bu nedenle kadın girişimciliği teşvik etmek çok önemlidir. Bu konuda ilçemizde kadınlar adına yapılanlardan kısaca bahsetmek isterim. Öncelikle bir kadın olarak Türkiye'de çok az şehirde var olan 129 Kadınlar Akademisi Kadın ve Aile Kültür Sanat Merkezini Bağcılar kadınlarına armağan eden Belediye Başkanımız Sayın Lokman Çağırıcı'ya teşekkür etmek istiyorum. Kadınlara istihdama yönelik inşa edilen Kadın ve Aile Kültür Sanat Merkezi'nde, İşkur ve Halk Eğitim Merkeziyle ortaklaşa onlarca değişik branşta kurs veriliyor. Merkezimizde 2011-2015 yılları arasında toplamda 9.167 kursiyere hizmet verilmiştir. 2015 yılı kursiyerleriyle birlikte toplamda 8.293 kişiye sertifika verilmiş olacak. Kadın ve Aile Kültür Sanat Merkezimizin 2011 ve 2014 yılları arasında kursiyerlerinden 428 kişi kendi işlerinin sahipleri oldular. Şimdi de Bağcılar Belediyesi, KOSGEB ile işbirliği yaparak KOSGEB uygulamalı girişimcilik eğitimi vermeye başladı. KOSGEB uygulamalı girişimcilik eğitimine 30 kadınımız katılıyor. Kadın girişimcilerin aktif olarak iş güçlerine eklenmeleri, yani, iş hayatının içinde olmaları halinde ülkemiz ekonomik olarak daha verimli olacaktır. Belediyemiz bir diğer projeyle Bağcılarlı kadınları mikro krediyle buluşturdu. Türkiye'nin değişik illerinde bulunan, kadınlara istihdam sağlayan mikro kredi uygulamasında bugüne kadar toplamda kredi almış ve bitirmiş, fon bekleyen üye sayısı 1.188 kişidir. Şu ana kadar verilen kredi miktarı ise 2.320.287.00 TL'dir. Belediyemizin uyguladığı bir diğer güzel proje de burada toplanmamıza vesile olan Kadınlar Akademisi projesidir. Geçtiğimiz yılki akademinin sonunda 287 kadın mezuniyet sertifikalarını İstanbul Üniversitesi'nde düzenlenen törenle aldılar. Bu yıl da Kadınlar Akademisine 153 kadın katıldı. 2014-2015 dönemi Kadınlar Akademisi'nin 6. dersinde Kadın ve Siyaset konulu panelimizi de, kadınlara da siyasette olmaları gerektiğini ortaya koyan 4 kadın belediye başkanımızı ağırlıyoruz. Panelistlerimiz; Sayın Fethiye Atlı, Elazığ Keban Belediye Başkanı, Sayın Zeynep Akgün, Eskişehir Mihalgazi Belediye Başkanı, Sayın Fatma Toru Meram Belediye Başkanı, Bugün aramızda bulunamayan Sayın Havva Yıldırım ise Ankara Güdül Belediye Başkanı. Kendileriyle görüştük rahatsız olduğu için bugün aramızda yok, hepinize selamları var. Başkanlarımıza katılımlarından dolayı çok teşekkür ediyor, 130 Kadınlar Akademisi başarılar diliyorum. Çok değerli bilgi, görüş ve tecrübeleri bizlere ışık tutacaktır. Bu duygularla panelin hayırlara vesile olmasını diliyor, saygılarımı sunuyorum. Sunucu Değerli başkanımıza bu güzel konuşmalarından dolayı teşekkür ediyoruz. Ak Parti Bağcılar Kadın Kolları İlçe Başkanımız Sayın Fatma Kıratlı Hanımefendi aramızda. Kendilerine alkışlarınızla hoş geldiniz diyoruz. Değerli misafirler, evet, Bizim Başkan, o bir Bağcılarlı. Bizlere Bağcılarlı olmanın gururunu yaşatan Bağcılar Belediye Başkanımız, alkışlarınızla Lokman Çağırıcı Beyefendiyi kürsüye davet ediyorum. Lokman Çağırıcı Bağcılar Belediye Başkanı Çok kıymetli misafir Belediye Başkanlarımız, Konya Ak Parti Kadın Kolları İl Başkanımız, Bağcılar Ak Parti İlçe Başkanımız, Kadın Kolu Başkanımız, Milli Eğitim Müdürümüz, meclis üyelerimiz, Kadın Meclisimiz, Hanımefendiler, bir kaç tane de beyefendiler hepinizi saygı ve hürmetle selamlıyorum. Hoş geldiniz sefalar getirdiniz. Bundan tam 14 yıl önce, Türkiye'nin, 28 Şubat'ları konuştuğu, başta başörtüsü olmak üzere adaletsizliklerin kol gezdiği ve yine kendini ifade etmek isteyenlerin özgürlük haklarının elinden alındığı, ekonomisinin yok olduğu bir Türkiye'nin dönemlerinde Bağcılar Belediyesi'nde sosyal meclisleri kurmuştuk. Kurucu Belediye Başkanımız Feyzullah Kıyıklık Bey de Belediye Başkanıydı, o zaman ben de sorumlu Başkan Yardımcısıydım. Yani Bağcılar'a demokrasi Türkiye'den önce geldi ve biz o günlerden bu günlere Allah'a çok şükür Bağcılar'da çok mesafeler kat ettik. Eğer Bağcılar bugünlere geldiyse bunda Bağcılar'da yaşayan herkesin fikrine saygı duymaktan ve herkesin fikrini almaktan geçiyor. Çocuk Meclisimizle, Kadın Meclisimizle, Çevre Meclisimizle, Gençlik Meclisimizle, Engelliler meclisimizle, İzci Meclisimizle, Bağcılar'da diğer sivil toplum kuruluşlarımızla, başta Kaymakamlığımız olmak üzere kamu kurum ve kuruluşlarıyla tam bir mutabakat ve uyum içerisinde Bağcılar'a hep birlikte hizmet etmeye çalıştık. Ve Bağcılar kendisinin geçmişte çektiği sıkıntıların hemen hemen birçoğunu Allah'a çok şükür bugün halletmiş durumda. Ben fazla zamanınızı da almak istemiyorum. İnşallah Belediye Başkanlarımız burada. Onların kendilerini ifade etmeleri adına, ama Türkiye'de geldiğimiz noktada başta kadınlarımız olmak üzere ki, kadın hakları, pozitif ayrımcılık yaparak ciddi bir mesafe kat edildiğini de hepimiz görüyoruz. Her konuda olduğu gibi siyasette de bunun öncüsü Ak Parti oldu. İşte yeni listeler verildi seçim kuruluna. Baktığımız zaman Yeni Türkiye'nin kadınlarına da, Meclis'te siyaset yapacak kadınlarına da yine Ak Parti seçilecek sıralarına baktığımız zaman yine Ak Partiyi 131 Kadınlar Akademisi açık ara önde görüyoruz. Her yaş grubuyla, genciyle, engellisiyle, her gruptan kadının olduğunu da hep birlikte görüyoruz. Bugün burada birbirinden değerli belediye başkanlarımız var. 28 Şubat sürecinden ki çoğu o dönemde gerçekten dedim ya başta başörtüsü olmak üzere demiştim, Keban Belediye Başkanımız o dönemde bir kamu görevlisiydi, öyle mi başkanım? Başörtüsü sebebiyle mağdur edildi ve o zaman memuriyetinden de olmuştu. İşte Milli Eğitim Müdürümüzün eşi de aynı şekilde öğretmenlikten atılmıştı. Allah'a çok şükür şimdi problemlerin çözümü noktasında Keban İlçemize hizmet ediyor ve kendisine tekrar bu vesileyle hoş geldiniz sefalar getirdiniz diyoruz. Eskişehir'imizde ki, kendisini medyadan da “Şalvarlı Başkan” olarak herkes bilir. Yöresel kıyafetleriyle dikkat çeker. Ankara'daki toplantılar da dahil, tüm toplantılara, programlara hep yöresel kıyafetleriyle katılır başkanımız. Ben kendilerine de bu vesileyle teşekkür ediyorum. Bu güzel bir duygu. O bölgeyi yansıtabilmek ve oradaki gelenek ve göreneklerin yaşaması adına da ilkesinden taviz vermeyen bir başkanımız kendilerine de teşekkür ediyoruz ve takip ettiğim en güzel projelerinden birisi ki, örnek bir proje; 116 kadınla kurduğu kooperatif. Nasıl gidiyor? İyi, değil mi? 10 numara. Seracılık yapıyor ve orada onlara öncülük ediyor. Yine diğer başkanımız ki, Meram'ı biliyorsunuz bağlarıyla meşhur, Bağcılar gibi. Bağcılar da ismini bağlardan alıyor. Bağcılar'da eskiden üzüm bağları vardı. Ama yine çarpık yapılaşmanın had safhada olduğu ilçelerden bir tanesinde hizmet ediyor kendisi. Konya Büyükşehir Belediyesi'ndeki çalışmalarından sonra Meram Belediyemizde Harita, Emlak ve Kamulaştırma Müdürü idi. İmar uygulamalarıyla ve özellikle kentsel dönüşüm çalışmalarıyla Türkiye'de örnek bir çalışma sergilediğini ben buradan tekrar hatırlatmak istiyorum. Kendisine de çok çok teşekkür ediyoruz ve hoş geldiniz sefalar getirdiniz diyoruz. 4. misafirimiz de burada olacaktı, Ankara'dan Sayın Havva Yıldırım hanımefendi ki; rahatsızlığından dolayı aramızda olamadı. Kendilerine de geçmiş olsun diyoruz ve acil şifalar diliyoruz. 2014-2015 döneminin 6. dersini yapıyoruz ki, geçen dönemde de 250 kadın bu akademiden de mezun olmuşlardı. İnşallah daha da geliştirerek bu tür projelerimizi devam ettirmek istiyoruz. Şunu çok iyi biliyoruz ki; hani diyor ya Fatih Sultan Mehmet, “Hüner, bir şehri yaşanılabilir kılmaktır, o da yetmez, orada yaşayanları 132 Kadınlar Akademisi mutlu edebilmektir.” Yol, çöp, kanal, bunlar belediyenin asli görevleri ama esas sosyal ve kültürel alanda belediyeler bir şeyler yapabiliyorlarsa işte topluma vereceği ve gelecek nesillere aktaracağı esas konular da budur diye düşünüyorum. Ben bu vesileyle tekrar başkanlarımıza katılımlarından dolayı teşekkür ediyorum. Zaten moderatörümüzü yakinen tanıyorsunuz. Demet Hanım, kendisi de Bağcılar ailesinden artık. Kendisine de burada tekrar başarılar diliyorum. Hepinize tekrar katılımınızdan dolayı teşekkür ediyor, hayırlı günler, iyi çalışmalar diliyorum. Sunucu Başkanımıza teşekkür ediyoruz. Yaptığımız bütün programlarda bizleri yalnız bırakmayan çok kıymetli Ak Parti İlçe Başkanımız Sayın İsmet Öztürk Bey aramızda. Kendilerini o güzel alkışlarınızla kürsüye davet ediyoruz. İsmet Öztürk Ak Parti Bağcılar İlçe Başkanı Saygıdeğer Başkanlarım öncelikle hoş geldiniz. Konya Kadın Kollarımızın değerli il Başkanı, çok kıymetli hanımefendiler öncelikle hepinizi saygı ve muhabbetle selamlıyorum. Bugün hanımların konuk olduğu, misafir olduğu, aynı zamanda dinleyici olduğu ve Kadın ve Siyasetin tartışıldığı programda herhalde erkeklerin daha az konuşması lazım. Siyaset de biraz erkek işi olarak algılanır ama son 10 yılda bu algıyı ciddi manada, biraz önce başkanımızın da ifade ettiği gibi gerek yerel meclislerde, gerekse parlamentoda temsil noktasında ciddi artışların olduğuna da bizler şahit olduk. Bugün, misafir belediye başkanlarımızdan siyasetkadın ilişkisi, bunun konuşulması konusunda sadece teorik bir konuşma değil, bizzat seçilmiş olmanın bu anlamda pratik kazanmasıyla birlikte uygulamalarını hep birlikte dinlemiş olacağız. Belki zamanın büyük bir kısmını onlara bırakmak gerekir. Tabii siyasetin birçok tarifi vardır ama belki şu şekilde ifade edilebilir; Toplumsal taleplerin en genişçe ifade etme biçimine belki siyaset denir, çok tarifin yanında. Bu anlamda Türkiye toplumunun yarısı kadın ise, yönetme noktasında bu temsilin de artması da tabii ki beklenen bir şey olması gerekir ki, son yıllarda bu anlamda ciddi manada artışların da olduğunu görüyoruz. İşte geçtiğimiz günlerde açıklanan aday listelerinde Ak Parti açısından 99 milletvekili adayımız kadın adayımız olarak tespit edilmiş oldu. Bunların büyük çoğunluğu da inşallah seçilecek yerlerde. Parlamentoda bizleri temsil etmiş olacaklar. Bu toplantıyı anlamlı kılan şeylerden biri de aslında bizim yakın siyasi tarihimizin en önemli öznelerinden biri yakın tarihimizde yaşadığımız kadın mücadelesidir. Bu ülkeye, bu millete yaşatılmaya çalışılan şeyler de hem bu işin öznesi, hem de bu işin konusu olması açısından kadınlarımız mücadelenin hep bir tarafında oldu. Bu mücadelenin bir dönem mağduru oldu. Ama mağdur olduğu noktada, 133 Kadınlar Akademisi mücadelede bu öncülüğü de hiçbir zaman bırakmamış oldular. Bugün hamdolsun Türkiye “Eski Türkiye” diye adlandırdığımız Türkiye'nin çok uzaklarında. Ciddi manada mesafeler kat ediyor. Belki çok daha yapılacak işler var. Ama bugün geçmişin, bizleri bloke eden, kilitleyen, gündemlerini, konuşmaktan artık bizler uzağız. Bugün kadınlarımız siyasetin içerisinde özgürce, hiç bir şeye takılmadan, hiçbir mâniaya takılmadan, engellere takılmadan kendilerini ifade edebiliyorlar. İfade etmenin ötesinde, seçilmiş başkanlar olarak da bu millete hizmet etme noktasında bugün görevleri de en güzel şekilde ifa ediyorlar. Bu, gelişerek devam edecek bir süreçtir. Bu sürecin bizler daha başlarındayız. Türkiye, temel meseleleri çözme konusunda yakın zamanda ciddi mesafeler kat etmiş oldu. Bu meselelerin çözümü noktasında ciddi mücadeleler verilmiş oldu. Kadınlarımız da bu mücadelenin en önemli taraflarından biri oldu. Bedeller ödediler. Tıbbiyenin son sınıfından atılmak durumunda kaldılar. Travmalar yaşadılar, trajediler yaşadılar, sadece kendi bireysel durumlarıyla değil, aileleriyle, içinde bulunduğu toplum kesimleriyle bunlara bizler hep birlikte şahitlik ettik. Ama hamdolsun Türkiye biraz önce söylediğimiz gibi Eski Türkiye değil, ciddi mesafeler alma konusunda da bir noktaya geldi. İnşallah 7 Haziran'daki seçimlerden bu Eski Türkiye dediğimiz o geçmişin kötü kalıntılarına tekrar bir kez daha son verilmesi, milletin eliyle, sandık yoluyla bunların bir kez daha teyit edilmesi noktasında bir fırsat olarak da önümüzde duruyor. Ben tekrar bu toplantımızın hayırlı olmasını diliyorum. Kadınlar Meclisimiz ki; belediyemizin gönüllü meclislerinin en aktif çalışanlarından birisi. Kadınlar Akademisi de biz defalarca burada programlarına katılmış olduk. Yine güzel bir programla bugün hanımlara takdim etmiş olacaklar, kendilerini bu noktada tebrik ediyor, toplantımızın hayırlı olmasını temenni ediyor, hepinizi saygı, sevgi, muhabbetle selamlıyorum. Sunucu İlçe Başkanımıza teşekkür ediyoruz. Birazdan panelimize geçeceğiz ama geçmeden önce Konya Belediye Başkanımız Fatma Torun'un, Belediye Başkanımız Sayın Lokman Çağırıcı Beyefendiye, Ak Parti İlçe Başkanımız İsmet Öztürk Beyefendiye ve İlçe Milli Eğitim Müdürümüz Mustafa Yılmaz Beyefendiye hediyeleri olacaktır. Takdim etmek üzere alkışlarınızla sahnenin bu tarafına doğru 134 Kadınlar Akademisi alalım efendim. Tabii ki Bağcılar Belediye Başkanımızın da, katılımlarından dolayı, Sayın Fethiye Atlı Hanımefendiye, Zeynep Akgün Hanımefendiye ve Fatma Toru hanımefendiye hediyeleri olacaktır. Belediye başkanlarımıza hediyelerin takdimi için diğer belediye başkanlarımızı da buraya alalım. O güzel alkışlarınız bu güzel tabloya gelsin efendim. Sunucu İlçe Başkanımıza teşekkür ediyoruz. Birazdan panelimize geçeceğiz ama geçmeden önce Konya Belediye Başkanımız Fatma Torun'un, Belediye Başkanımız Sayın Lokman Çağırıcı Beyefendiye, Ak Parti İlçe Başkanımız İsmet Öztürk Beyefendiye ve İlçe Milli Eğitim Müdürümüz Mustafa Yılmaz Beyefendiye hediyeleri olacaktır. Takdim etmek üzere alkışlarınızla sahnenin bu tarafına doğru alalım efendim. Tabii ki Bağcılar Belediye Başkanımızın da, katılımlarından dolayı, Sayın Fethiye Atlı Hanımefendiye, Zeynep Akgün Hanımefendiye ve Fatma Toru hanımefendiye hediyeleri olacaktır. Belediye başkanlarımıza hediyelerin takdimi için diğer belediye başkanlarımızı da buraya alalım. O güzel alkışlarınız bu güzel tabloya gelsin efendim. .................................................................................... Hediye takdimi ................................................................................... Değerli Konya Meram Kadın Kolları Başkanımız da Ak Parti İlçe Başkanımız Sayın İsmet Öztürk'e hediyelerini takdim ettiler. Evet alkışlarınız hiç durmasın güzel alkışlarınız bu güzel tabloya gelsin efendim. Tekrar yerlerine almadan Belediye Başkanlarımıza o güzel alkışlarınızla hoş geldiniz diyoruz. Elazığ Keban Belediye Başkanımız Fethiye Atlı, Eskişehir Mihalgazi Belediye Başkanımız Zeynep Akgün ve Konya Meram Belediye Başkanımız Fatma Toru Hanımefendiyi, tabii ki moderatörümüz Sayın Demet Tezcan Hanımefendiyi alkışlarınızla yerlerine davet ediyoruz. Evet, bu güzel tabloya bu alkış az. Şöyle Bağcılar sevgisini bir gönderelim konuşmacılarımıza Hoş geldiniz, şeref verdiniz efendim. Ben sözü fazla uzatmadan Moderatörümüz Sayın Demet Tezcan Hanımefendiye mikrofonu devrediyorum. Demet Tezcan - (Moderatör) Selamünaleyküm. Sayın Başkanım ve kıymetli misafirlerimiz hepiniz hoş geldiniz. Ben ayrıca belediye başkanları sayın misafirlerimize de tekrardan hoş geldiniz demek istiyorum. Bu güzel program için Kadınlar Akademisi'ne çok teşekkür ediyoruz. Bugün kadın ve siyaseti konuşacağız ama aslında kadın siyasetin 135 Kadınlar Akademisi uzağındaydı, dışındaydı da bugün içine girdi, içine giriş hikâyesini konuşuyor değiliz. Yıllardır kadınlar aslında siyasetin mutfağındaydı. Alın teri, emek alanındaydı. Bugün ancak hak ettikleri yere gelmiş olmanın günü, ancak hak ettikleri mevki ve makamlara o alın terlerinin, emeklerinin karşılığını yeni yeni bulmaya başladıkları gün olduğu için çok değerli örneklerimiz var aramızda. Onlarla kadın ve siyasetin bu alandaki rekabetin, bu alandaki mücadelenin zorluklarını konuşacağız. Tabii, 28 Şubatlı günlerden, işte başörtülü kadınların, başörtülü kızların bırakın okulları, vergi dairelerine, belediye binalarına, hastanelere, okulların bahçelerine örtülerinden dolayı alınmadıkları günlerden, Meclis'te haddi bildirilerek kapı dışarı edildiği günlerden bugün çok şükür işte 100 kadar kadın adayın 44'ünün başörtülü olduğu günlere geldik. Dolayısıyla yetmez ama evet diyoruz. İnşallah Meclis'te de bir gün bu salondaki görüntüyü yakalarız, kadınların özne olduğu, çoğunlukta olduğu günleri de yakalarız diye düşünüyorum. Çünkü bizler dünya nüfusunun, ülke nüfusunun, ümmet nüfusunun yarısını oluşturuyoruz. Bu toplumun yarısıyız. İnşallah bu mevcudiyeti de her yerde yakalarız diye ümit ediyorum. Misafirlerimize 25'er dakika kendi hayat serüvenleri içerisinde siyasete atılma hikâyelerini dinleyeceğiz. Eğer misafirlerimize sorularınız olursa bana yazılı olarak, kime sorduğunuzu da not ederek buraya ulaştırmanızı rica ediyorum. İkinci bölümde soru cevaplı olarak sizlerin de merakını gidermiş olacağız. Dediğim gibi bugün çok kıymetli misafirlerimiz var. İsimlerini tekrar tekrar zikrettim ama yine de ben bir kere daha tekrarlamakta fayda buluyorum. Elazığ Keban Belediye Başkanı Sayın Fethiye Atlı, Eskişehir Mihalgazi Belediye Başkanı Sayın Zeynep Akgün, Konya Meram Belediye Başkanı Sayın Fatma Toru Hanımefendi bizlerle. Ankara Güdül Belediye Başkanı Havva Yıldırım Hanımefendi ayağı kırık olduğu için aramızda değiller. Kendisine de buradan Rabbimizden acil şifa dualarımızı iletmiş olalım. Geçmiş olsun diyoruz kendisine. Ben bir kitabın etkisinde çok fazla kalmıştım, onu da her yerde ifade ediyorum. Özellikle kadınların mücadele alanı söz konusu olduğunda ifade etmeyi, kadınlarla erkeklerin rekabet alanı söz konusu olduğunda ifade etmeyi önemsiyorum. Çok ilginç bir ismi var; Önce Kadınları Vurun Bu, emniyetin polise talimatı. Diyor 136 Kadınlar Akademisi ki; eğer eli silahlı bir örgütle karşılaşırsanız, örgüt içerisinde kadın varsa önce kadınları vurun. Çünkü kadın hedefi gördüğü anda tetiğe basıyor. Hiç tereddüt göstermiyor. Fakat erkek bir anlık tereddüt gösterdiği için erkek terörist, polisin onu vurması, ele geçirmesi, etkisiz hale getirmesi daha kolay oluyor ama kadın hedefine kilitlendiği için, hızlı olduğu için, kararlı olduğu için, hedefini anında vurduğu için de önce kadınları vurun diyor emniyet. Bu söyleşi kitabıydı İRA'nın, ETA'nın, Filistin'deki, Batı Şeria'daki silahlı eylemlere katılmış kadınların, çok etkin örgütlerin kadınlarıyla yapılmış söyleşiydi. Buna rağmen işte bu kadar hızlı, bu kadar kararlı olmalarına rağmen o kadınlar da erkek örgüt elemanlarıyla aralarındaki rekabetten, ötekileştiriliyor olmalarından, erkek egemen gücünden şikâyet ediyorlardı. Demek ki bu kadim bir rekabet. İşte bu rekabet alanı içerisinde bugün kadın belediye başkanlarımız neler yapıyorlar? Onları dinleyeceğiz. Tabii 28 Şubat söz konusu olunca da, başörtülü diye tanımlamadan da sözümüzü, cümlemizi kuramıyoruz. İnşallah bir gün hiç bu cümleye gerek kalmadan sadece işlerini, çalışmalarını konuştuğumuz günlere de geleceğiz. Ben 28 Şubat'ın bütün belediye başkanlarımızın o dönemin eleğinden elendiğini düşünüyorum ama buraya gelmeden önce kendileriyle de kısa kısa görüşmeler yaptım. Galiba en ağır etkiyi de Fethiye Atlı Başkanımızda gördüm. Çünkü kendileri o dönemde Keban Mal Müdürlüğü muhasebe personeliyken, memurken 28 Şubat döneminde başörtüsünden dolayı görevinden alınmıştı ve Fethiye Hanımın babası da bir belediye başkanıydı. Bazen çocukların meslek seçimlerine baktığınızda aileye yapılmış bir haksızlığın devamı olarak veya ailedeki yaşanan bir acının devamı olarak, hastalıkla mücadele etmişse doktor olmayı seçebiliyor, hukuksuzlukla mücadele etmişse avukat olmayı, hâkim, savcı olmayı tercih edebiliyor. Bilmiyorum, Fethiye Hanımın da evvelinde rahmetli babaları da 1977'de belediye başkanıyken, 80 darbesiyle görevinden alınıyor. Bunu da ben Fethiye Hanıma aynı zamanda soru olarak iletmiş olayım. Belediye başkanlığını hedeflemesinde bu haksızlığın etkisi var mıydı? Yine Fethiye Hanım'da bugün farklı bir şey yine buraya gelmeden önce biz Engelliler Sarayını gezdik. Ve ben tahmin ediyorum ki, orada en farklı duygularla gezen kişi. Oradaki o kardeşlerimizle en farklı şekilde dokunan kişi muhtemeldir ki yine Fethiye Atlı Hanımefendiydi. Çünkü; kendileri engelli bir beyefendiyle evlenmeyi tercih ettiler. Eşi sonradan engelli olmadı. Engelliyken kendisiyle evlenmeyi tercih ettiler. Hayatının her alanında zorluğa talip olmuş, zorlukla mücadele etmiş ve bugüne gelmiş bir başarı öyküsü var önümüzde. Rabbim başarılarını daim etsin diyerek normalde 25'er dakikalık süre içerisinde konuşacaktık ama basın mensubu arkadaşlarımızın ricası var, yarıya bölelim derler. Ben ilk 15 dakikayı konuşalım, ondan sonra ikinci bölüme geçelim istiyorum. 137 Kadınlar Akademisi Fethiye Hanım sizin kendi hayat hikâyeniz içerisinde kadın ve siyaseti de öğrenmiş olalım. 28 Şubat dönemi, evliliğiniz ve belediyeye talip olmanız, ayrıca aldığınız tepkiler var mıydı? Sonrasında neye dönüştü bunlar buyurun. Fethiye Atlı Keban Belediye Başkanı Euzübillahimineşşeytanirracim, Bismillahirrahmanirrahim. Önce besmeleyle başlayalım ki, işlerimiz kolaylaşsın inşallah. Öncelikle Sayın Belediye Başkanımız Lokman Çağırıcı Beye çok teşekkür ediyorum. Böyle bir günde bizi çağırıp davet ettiler buraya. Allah kendilerinden razı olsun. Bir de bir yıl önce bize sağ olsun bir Dodge marka küçük bir kamyonet hediye etmişti, göndermişti belediyemize. Allah kendilerinden razı olsun. O kamyonet şu anda bizim çok işimizi görüyor. Ve hiç tık demedi şimdiye kadar. Diğer araçlarımız çok arıza yapıyor ama onda hiçbir şey çıkmadı. Allah sizden razı olsun ve inşallah o yardımlar ve destekler daha çok olsun diyorum. Hepinizi sevgi, saygı, hürmetle selamlıyorum. Evet, acaba nedendir ben bilmiyorum, belki bu fıtrattan gelen bir şeydir, Allah ta sonunda dayanma gücünü veriyor, bizim çocukluğumuzdan mı diyelim veya Allah'ın verdiği fırsattan mı diyelim biz hep zora talip olduk. Ben 1963 yılında Keban'ın Gökbelen Köyü'nde doğdum. Eski adı Zırkıbas. Ben 7 aylıkken Keban'a gelmişiz. Babamın kendisi esnaftı, orada manifatura-tuhafiye dükkânı vardı. Ama tabii siyasetle de uğraşıyordu. Belki bizim de o ortamda büyümemizden dolayı belki siyaseti bu kadar sevmemiz ondan kaynaklanıyor. Ben öyle diyorum. Ben lise yıllarındayken de babam belediye başkanıydı. 77 seçimlerinde kazandı. 80 darbesiyle görevden alındı. Bizim hayatımız hep zorluklarla geçti. Yani biz ailece hayatta hiçbir zaman böyle yan gelip yatan çocuklar olmadık. Annem de olsun, kardeşlerim de olsun, o 80 darbesinden sonra çok sıkıntı çektik. Babam baktık ki, darbeyle birlikte dükkânda hiç bir şey kalmamış, iflas etmiş babam. Çalıştırdığı insanlar yanlış şeyler yapmışlar herhalde. Annem, sırası geldi pazarlamacılık, ya da bizim eski tabirimizle çerçilik yaptı. Biz onunla beraber gezdik. Köylere de gittim, ilçede de gezdim, Diyarbakır'ın Çermik ilçesine 14 yıl boyunca gidip orada hediyelik eşya satışı yapardık. Kaplıca olduğu için gidip orada mevsiminde yer açardık. Orada kardeşim otellere götürürdü, biz açtığımız küçük baraka tipi bir yerde işte o satışı yapardık. 14 yıl boyunca böyle geçti. 1990 yılında Maliye Bakanlığı'nın açtığı bir sınav vardı. Rabbim nasip etti, o sınavı kazandık. İlk görev yerimiz Gümüşhane'nin Şiran ilçesiydi. 3 yıl orada çalıştık. 3 yıl boyunca gidip geldim ben, işte aileye de yardımcı oluyorduk yine. 1993'te tayinimiz çıktı, Elazığ Defterdarlığı'na geldim. Orada 5-6 ay çalıştım, arkasından 138 Kadınlar Akademisi Rahmetli babam kalp kriziyle vefat etti. Bizden ayrıldı. Biz de Keban'a tayinimizi yaptırdık. 2000 yılına kadar, görevden atıldığımız güne kadar orada kaldık. Dairede çalıştık ama 98'de tabii başörtüsü sorunu başladı. 98'den 2000 yılına kadar sıkıntılı bir süreçti. Tabii ki izine ayrılmalar, ikaz, uyarı, kınama o şekilde 2000 yılına kadar götürdük o işi. 2000 yılında, tabii ondan önce erkek kardeşin 97 yılında trafik kazasında vefat etti. İki tane çocuğu kaldı. Biz onlara annelik yaptık işte. Başörtüsü sorunu çıktığında işte millet eleştiriyordu, “Başını aç, Fethiye'ye bak, iki tane yetim çocuğun var, işte anne var, çocuklar, sen annelik, babalık yapıyorsun aileye” Demek Rabbim nasip edecek, biz yapamadık onu. İşte “içeride aç, dışarıya çıktığında kapat,” dedik ki içeri giren yine benim başımı görecek, bir kişi iki kişi fark etmez. Ben de inatçı mıydık bilemiyorum ama kabul etmedik onu. 2000'in Kasım ayında görevimize son verildi. İşten atıldık. Ama Rabbim öyle bir şey yapıyor nasip ediyor ki, demek ki insan biraz mücadele edecek. Yani, geri adım atmayacak. Ya da pes etmeyecek. Allah akabinde bize haccı nasip etti. Ben öyle diyorum, işte demek ki bir yerde Rabbim mükâfatını da hemen veriyor kısa zamanda. 2002'ye kadar bir süreç geçti. Ondan sonra Allah nasip etti evlendik. Eşim İstanbul'da oturuyordu. Kendisi bir esnaftı yine. Okul kıyafetleri satıyordu Çapa'da. Eşim engelliydi. Evlenirken de o kararı verdiğim için çok eleştiri, çok tepki aldım. Nasıl böyle bir şeye karar verirsin diye ama ben mücadeleyi seviyordum. Ondan herhalde başka bir şey değil, işte fıtrattan gelen bir şey. 12 yıllık süre içerisinde tabii ben siyaseti de düşünüyordum. Lisedeyken bile düşünüyordum, ben ileride belediye başkanı olacağım, tabii Rabbim 51 yaşında bize nasip etti belediye başkanlığını. Tabii hiçbir şey kolay olmuyor. Onun için, yani bir işe girişirken hemen bu olacak diye bir şey beklemeyeceksin. Hayat hep mücadeleyle geçiyor. Yani, hiç bir şey, bir yere gelmek istiyorsanız pes etmeyeceksiniz, ya da işin kolayına kaçmayacaksınız. Yani ben hemen oturduğum yerde kazanayım diye bir şey yok. 2009'da aday olduk, Allah nasip etmedi, kazanamadık. Ama pes etmedik, yine 2013'te seçimlere gittik, Keban'da aday olduk. O adaylığımıza tabii engeller çok çıktı. En başta da eşimin ailesi karşı çıktı. Çok tepki verdiler. En büyük 139 Kadınlar Akademisi muhalifim onlardı. Ama Allah nasip edince oluyor işte. Demet Tezcan Moderatör Gerekçe neydi Fethiye Hanım? Tepkilerine gerekçe olarak neyi öne sürüyorlardı? Fethiye Atlı Keban Belediye Başkanım İşte ne bileyim bilmiyorum işte, bayan olmam ya da eşimin engelli olması, zaten rahmetli babamın da en büyük muhalifi onlardı. Babama da karşı çıkmışlardı, bana da karşı çıktılar. Değişen bir şey yoktu. Ama Kebanlılardan Allah razı olsun kadınlarımızdan, gençlerimizden, yaşlılarımızdan. Ben şöyle diyorum, büyüklerin ellerinden, gençlerimizin de gözlerinden öpüyorum. Kadınlarımız gerçekten orada 30 Mart'ta bana çok büyük destek verdiler. Onların hepsinden Allah razı olsun. Keban tarihinde ilk defa bir belediye başkanı 1.716 oy aldı. Hiçbir belediye başkanı Keban tarihinde 900'den yukarı oy almamıştı. Kadınlar, gençler, yaşlılar bize destek verdiler de biz kazandık Rabbimizin yardımıyla. Keban tarihinde ilk defa kadınlarımız bir seçim mitinginde büyük bir kalabalıkla gelip beni desteklediler. Hiçbir zaman kadınlarımız o kadar meydana inmemişlerdi. Ama o gün o kadınlarımız o meydanı doldurdular. Yağmur yağdığı halde bir adım bile geri kaçmadılar. Erkekler ama yağmur sırasında yavaş yavaş sahayı boşalttılar. Kadınlar bir adım geri gitmediler. Seçim sonuna kadar yanımdaydı onlar. Tabii ki sandıktan çok güzel bir farkla çıktık, en yakınımızdakine 906 fark attık. O günden bugüne de biz gerçekten, ben o insanlara için hep şöyle dua ediyorum, Rabbim sen beni Kebanlılara mahcup etme. Onları da beni destekledikleri için mahcup etme. Çünkü bana büyük destek verdiler, ben de ama bir yıldır çok büyük bir özveriyle, Rabbimin verdiği güçle çalışıyorum. Keban Belediyesi, tarihinde ilk defa borçsuz bir belediye. Ben geldiğimde 6.5 trilyon borcu vardı. 15 yıldır emekli olup da tazminatını alamayan insanlar vardı. 5 yıldır çalışan memur, işçi olsun 3 defa tam maaş almış ama 5 aydır maaş alamayan insanlar vardı. Çok şükür, Rabbime şükürler olsun, tabii burada AK Parti Hükümeti'ne de teşekkür ediyorum onlara, Allah razı olsun, onların da desteğiyle borçlarımızı bitirdik. Tabii biraz da biz yüzsüzlük ettik, çok böyle gittiğimiz yerlerde bir defa değil, 10 defa değil, ben şimdi arada da Başkanımı da çok aradım, rahatsız ettim. Allah razı olsun, kendisi de hakkını helal etsin. Hala da rahatsız ediyorum. Borçlarımızı bitirdik, personelimize hiç borcumuz kalmadı, piyasaya borcumuz kalmadı, o arada bir çöp kamyonumuz geldi Çevre Bakanlığı'ndan. 50 bin liraya şu anda çöp konteynırları aldık 148 tane. Yine Çevre Bakanlığı'ndan bir vidanjörümüz geldi. Bir itfaiye aracımız Belediyeler Birliği'nden geldi. Kendi öz kaynaklarımızla bir kepçe aldık. İçme suyu sıkıntımız 140 Kadınlar Akademisi vardı. İnşallah şu aralar o sıkıntımızı gidereceğiz. İller Bankası'ndan destek aldık. Yine onların destekleriyle, boruları onlar hibe ettiler. Yani şunu söylüyorum. Biz Keban'da gerçekten yıllardır, diyelim 20 yıldır hiç normal hizmet alamamıştık. Biz de diyoruz ki; Bu beş yılı Allah'ın izniyle 15 yıllık hizmet alacak, bir şekilde çalışacağız. Tabii sizlerin duasıyla inşallah. Rabbimin yardım ve desteğiyle. Dediğim gibi hiçbir zaman sıkıntılar karşısında pes etmeyeceksiniz. Önce Allah'a sığınacaksınız, sonra Rabbim size destek veriyor, böylece yolunuza devam edeceksiniz. Bazen insanlar geliyor işte, Keban küçük bir yer, sıkıntılar çok var, işsizlik var, millet gelip iş isterken şunu söylüyor; “Ya işte başkanım ne olur sana geldik...” Ben onlara diyorum ki, arkadaşlar bana değil, önce Allah'a dua edin, çünkü Allah (cc) buyuruyor ki; “Benim kulum beni bırakıp, benim kuluma gidiyorsa, ben de onu bırakıyorum” diyor. Önce Allah'tan isteyin, sonra Rabbim vesile olacak birisini gönderir, onun için Allah'tan hiç bir zaman kopmayın. Onun ipine sımsıkı sarılın. Rabbim inşallah size bir yol gösteriyor. Hepinizi sevgi, saygı ve muhabbetle selamlıyorum. Allah hepinizden razı olsun. Demet Tezcan Moderatör Teşekkür ediyoruz. Burada bitmedi tabii Fethiye Hanımla söyleşimiz. İkinci bölümde tekrar Belediyeyle tanışmanın, belediye içerisindeki elbette ki o zorluklar nelerdi? Duygularınızla mantığınız arasında çatışmaya girdiğiniz anlar oldu mu? Bunları ikinci bölümde konuşalım inşallah. Teşekkür ediyorum. Şimdi inşallah Mihalgazi, Eskişehir Mihalgazi İlçe Belediye Başkanımız Sayın Zeynep Akgün Hanımefendiyi dinleyeceğiz. Ondan önce şunu ifade etmek istiyorum; BBC'nin bir haberi var, ABD'li Jeffi Eagan 40 gün boyunca Müslüman kadının örtüsünün çeşitli türleriyle dolaşıyor. Bir empati yapmak, onların kamusal alanda karşılaştığı tepkileri ölçmek için kendisi normalde kilisede gönüllü olarak çocuklarla ilgilenen birisi ve bu 40 gün içerisinde gezdiği, dolaştığı sokaklarda insanların tavırlarını gözlemliyor, bakışlarını gözlemliyor, en çok da o kılık kıyafetiyle sosyal medyadan tepki aldığını ifade ediyor. Vardığı sonuç şu; örtülü olmak gerçekten büyük cesaret işi. “Müslüman örtülü kadınlar çok cesurlar” diyor. Zeynep Hanıma da baktığımızda çok cesurca bir duruş görüyoruz. Meydan okuyan bir duruş görüyoruz. Çünkü; bu ülkenin 90 yıllık geçmişinde Müslüman kadın kimliği hep ötekileştirildi, ikinci sınıf görüldü, taşralı görüldü örtülü olmak ve işte bugün işte bilakis o taşrayı temsil eden kılık kıyafetiyle belediye başkanı olarak Zeynep Hanım aramızda. Ben açıkçası merak ediyorum bu, modern kadın tanımına bir meydan okuma mı? Yoksa halkıyla hemhal olmayı sağlayan bir araç mı? Nasıl görüyor bilmiyorum. Bir söz vardır; İnsanlar kılık kıyafetleriyle karşılanır, fikirleriyle uğurlanır” diye. Zeynep Hanım aslında bu söz İslami bir söz değil dedi, 141 Kadınlar Akademisi karşı çıktı ama her ne olursa olsun algı bu. Sokakta Zeynep Hanımı bu şekliyle görenlerin tavrıyla, başka kılık kıyafet içerisinde görenlerin tavrı Jeffi Eagan'ın örnekliğinde olduğu gibi çok bariz ve net olarak kendisini ortaya koyuyordur elbette. Zeynep Hanım, 1976 Eskişehir doğumlu. Kendisi aynı zamanda orada 116 hanımla birlikte bir kooperatifi de kurdu. Tabii bu kooperatifin hikâyesini de ben merak ediyorum. Bu bir alan açma mıydı? Bir çıkış mıydı? Neydi o yıllar için? Ve kendileri de Eskişehir'de belediye başkan adayı olma süreci içerisinde ne gibi zorluklarla karşılaştı? Hangi kesimden tepki aldı ve bu tepkiler nelerdi? İşte bütün bunları aşıp bugün burada bizimle. Zeynep Hanımın hayat hikâyesinden yine kısacık da olsa Kadın ve Siyasete bir bakış atalım. Buyurun Zeynep Hanım. Zeynep Akgün Mihalgazi Belediye Başkanı Çok teşekkür ederim Demet Hanım. Hayatımı gerçekten özet geçtiniz. 20/07/1976 Eskişehir doğumluyum. Babam emekli bir memurdu. Doğduğumda da öyleydi. Annem ev hanımıydı. Annem aynı benim gibiydi. Ama benim yarım kadar. Annem zayıftır benim gibi değil. Ben babama çekmişim. Her bireyin hayat mücadelesi olduğu gibi benim de hayat mücadelem oldu. En büyük destekçim babam zannediyordum ama annem imiş. Babam ben 13 yaşındayken vefat ettikten sonra annemin benim üzerimde olan etkisini daha çok anladım. Babam beni hakikaten kızı gibi, oğlu gibi yetiştirdi. Beni, bilmiyordum ama belki erken öleceğini biliyordu babam ama bütün hayat mücadelesini benim üzerime yıkmıştır. Mesela beni göndermiştir İmamHatip Lisesine diğer ablalarımı, ağabeyimi göndermemiştir. İmam-Hatip Lisesinde ben okudum ve İmam-Hatip Lisesinde orta 3'te okurken ismini hatırlayamadım ama bir gazeteci ağabeyimiz de var burada, inanın buna değinmek istemiyorum ama o 90'lı yıllarda orta 3'e giderken gazete manşetlerini okuyup da, televizyondan dinleyip de liseye giderdim ve içim kararırdı. Sanki ülke elden gidiyormuş, sanki birileri geliyormuş ve o zaman 12-13 yaşındasınız bu travmaları medya üzerinden yaşıyorsunuz. Niye izliyorsam bilmiyordum ama izleyip de giderdim, okulda da çok tembel bir öğrenciydim. Hiçbir zaman ders çalışmadım, hiçbir zaman dersleri umursamadım. Hep siyasetle ilgilendim. Hiç umursamadım dersleri ama sınıfın en kötü öğrencisi olmama rağmen üniversiteyi de kazanan tek öğrenci ben oldum. Çünkü; Tek bir sebebim vardı. 93-94 yıllarında üniversitede olmam gerektiğini düşünüyordum. Hocamızın başına gelenler, başörtülülerin başına gelenler yavaş yavaş artık zuhur buldu. Hepimiz de bir yerde mücadele etmemiz gerekiyor diye düşündüm ve oturdum, ders çalıştım ve üniversiteyi kazandım. Üniversitede ben başörtüsü sorunu yaşamadım. 1998 yılında biz mezun olurken İstanbul Üniversitesi'nde bir Kemal daha vardı. Kemal Alemdaroğlu. O işte bir şeyler 142 Kadınlar Akademisi başlattı. 98-99 sürecinde tüm üniversitelere yaydı. Kocaman kocaman rütbeli silahlı erkeklerin 18-19-20-21 yaşındaki kızların üzerinden inanın yapmadıklarını bırakmadılar. O dönem o hanımlar hiç bir şey anlatamadılar. Sağolsun, ben biraz sert konuşan bir insanım ama demek istemiyorum ama bu işi de o dönemin başbakanı (Öldü gitti toprağı bol olsun) 13 tane veya 14 tane kadın milletvekiliyle Merve Kavakçı'ya sen buraya devlete meydan okumaya mı geliyorsun? Diyerek taçlandırarak, bizim psikolojimizi, ruhumuzu daraltarak bu işi yaptılar. Ama inanın lideriniz olacak, toplumda bir lideriniz olacak, o liderinizin adı da Recep Tayyip Erdoğan olacak. Ve benim amacım hiç bir zaman bu ülkede bir belediye başkanı olmak değildi, benim tek davam vardı; bir takım insanların artık bu ülkeyi yönetmesini istemediğim için, 2002'de parti kuruldu, biz oradaydık. 2004'te kooperatif kurdum. 116 bayanla birlikte mücadele ettik. İlçemde kadınların siyasette aktif halde yer alması için elimden gelen her şeyi yaptım. Türkiye'yi gezdim. Bizim yaşadıklarımızı başkaları yaşamasınlar diye geceleri dahi uyumak istemiyordu benim canım. Çok şükür bu mücadelede kazandık. Elhamdülillah böyle adam gibi adam bir liderimiz var. İnsan gibi insanlar da peşinde koşanlar var. İnşallah bir daha da gerilere dönmeyeceğiz. Ama bir şey daha söyleyeyim; yine de bu ülkede birilerine güvenmiyorum. Hz. Musa'yı (as) biliyorsunuz, bir yeri fethetmek istiyor. Halkı diyor ki ona; “Yok biz seninle gelmeyiz, biz senin arkanda değiliz... (Maide Suresi 21. ve 22. ayetler)” diyor, bir nesil geçmesi gerekiyor. Bir nesil geçtikten sonra fethi gerçekleştirebiliyor Hz. Musa (as) Daha bir nesil geçmedi hanımlar. Bunlar uyuyorlar, (sindiler, fırsat kolluyorlar) bunlar üzerlerine yorganları çektiler, iktidarı yeniden ele geçirsinler, çok samimi söylüyorum, aynı ıstırabı, aynı dehşeti bize yine yaşatacaklar. Bizim üzerimizden İslam'a yüklenecekler, bizim üzerimizden dindar insanlara eziyet edecekler. Böyle, daha da ateşlenmeyeyim. Çünkü; mücadeleci bir ruhum var, konuştukça da sinirlenen bir ruhum var. Demet Tezcam Moderatör Şimdi sizinle programdan önce konuşurken cesaretinizi kıranlar oldu mu? Dediğimde, “Olmaz mı?” demiştiniz. Zeynep Akgün 143 Kadınlar Akademisi Mihalgazi Belediye Başkanı Tabii ben aday olmadım. Bakın, ben belediye başkanı adayı olmadım. Ama inanın bu partiye çok hizmet ettim. Dışarıda temizlikçi, paspasçı yapsalar yine kabul ederim. Ben insanlardan daha ziyade davaya inanan bir insanım. Benim davam düzgün olsun, zaten birileri alır götürür. Ben ona inanan bir insanım. Benim ilçemde başkaları belediye başkanı adayı oldular ama Genel Merkez, İl bize bu görevi verdi. Biz ilk başta biraz olur-olmaz derken, “yok, bunu siz yapacaksınız” dediler. Tabii biz bu görevi aldık artık, bu görev bizimdir. Bunu, sorumluluğu aldıysak, ceremesini de, mükâfatını da, nimetini de, külfetini de çekeceğiz. Ama benim üzüldüğüm mevzu; muhafazakâr kesim, dindar kesimden aldığım tepkiyi ben sol görüşlülerden almadım. Benim sol görüşlü arkadaşlarım beni tebrik ederken, sağda bulunan (güya) dindar (ama İslam'dan haberi olmayan cahil) insanlar “yahu kadından belediye başkanı mı olur?” yok bilmem şu, bilmem bu. Yahu sen, özür dilerim ama Peygamber efendimiz (sav) eş olarak seçmiş midir? Seçilmiş midir? Hz. Hatice (ra) dahi Peygamber Efendimizi (sav) eşi olarak seçmiştir. Hz. Hatice Validemiz o dönem Mekke'nin borsasını elinde tutmuyor muydu? Her şey Hz. Hatice'den sorulmuyor muydu o dönem? Hz. Aişe validemiz bir ordu komutanlığı yapmadı mı? Yaptı. Ve yanında iki tane de Cennetle müjdelenen sahabe yok muydu? Senin aklın var da benim yok mu? Sen zina ettiğin zaman senin cezanla benim cezam ayrı mı? Hırsızlık yaptığımızda senin cezanla benim cezam ayrı mı? Sen namaz kıldınsa senin mükâfatınla benim mükâfatım ayrı mı? O zaman niye her şeyde eşit oluyoruz da yönetime gelince erkekler bu bizim diyor, bu benim diyor, bu bir kul hakkıdır. 12 senede Sayın Başbakanımızın, şu anki Cumhurbaşkanımızın söylediklerinin hiç bir şekilde anlaşılamamasıdır bu, başka bir şey değildir Demet Hanım. İnanın okusunlar baksınlar Cumhurbaşkanımızın konuşmalarını, kadınlar hakkında hala 8 tane isek şu ülkede, yani 8 tane belediye başkanı isek, bir tanesi MHP'den geldi biliyorsunuz, bu bizim ayıbımızdır, başka bir şey değil. Yani bunu değiştirmemiz lazım. İnanın kadınlar daha merhametliler, yönetim anlayışında, her konuda kadınlar daha merhametli. Bakın kadın istemesini de biliyor. Nankörlük etmiyor kadınlar. Ben biliyorum, ben yüzlerce erkekle karşılaşıyorum yani. Kadın doğru şeyi de istemeyi biliyor. Onun için hani dediğim gibi, konu da çok fazla dağılmasın. Kul hakkıdır beyler, onu da söyleyelim. Liyakat sahibi olan insanı bulmanın derdinde olalım. Teşekkür ederim, sağolun. Demet Tezcan Moderatör Teşekkür ederiz. Zeynep Hanımla da inşallah ikinci bölümde belediye başkanı olmanın, belediyeciliğin karşılaştığı sorunlarla, ya da belediyeciliğe kattığı renkle, enerjiyle, merhamet duygusuyla getirdiği katkıyı da konuşacağız inşallah. 144 Kadınlar Akademisi Şimdi Konya Meram İlçesi Belediye Başkanı Sayın Fatma Toru Hanımefendinin Kadın ve Siyaset içerisindeki hikâyesini alacağız. Fatma Hanım 1972 Konya doğumlu. Kendileri uzunca yıllar belediyecilik yaptı aslında. Belediye Başkanı seçilmeden önce de 18 yıllık bir tecrübesi vardı. Yine 28 Şubat'tan kendileri de nasiplerini aldılar. Elbette ki Konya söz konusu olduğunda en çok merak edilen şey; tutucu kimliğiyle bilinen Konya'da belediye başkanlığına aday olabilmek, seçilmek, öncesi ve sonrası elbette. Sizin hikayenizde “Kadın ve Siyaset” denildiğinde neler var Fatma Hanım? Fatma Toru Meram Belediye Başkanı Teşekkür ederim. Öncelikle bu programa ev sahipliği yapan Bağcılar Belediye Başkanımıza çok teşekkür ediyorum. Gerçekten güzel bir organizasyon. Çok değerli eşleri, İlçe Başkanımız, Meclis üyelerimiz, Kadın Meclisimiz, çok değerli misafirler, beyefendiler, hanımefendiler hepinizi selamların en güzeli olan Allah'ın selamıyla selamlıyorum. Tabii ki, kadın ve siyaset denilince hepimizin yüreğinde pek çok acı var, hepimiz mahzunuz bu konuda. Birçok acılarımız var. Ben Konya doğumluyum. Sizin de ifade ettiğiniz gibi 1972 doğumluyum. 4 çocuklu bir memur ailenin ilk çocuğu olarak dünyaya geldim. Bugüne kadar hep ilkleri yaşadım. Konya'da da ilk başörtülü belediye başkanı olmak varmış nasibimizde. İlklerle başlayan bir hayat çizgimiz oldu. İlkokul, ortaokul ve liseyi Konya'da okudum yine. Üniversiteye başlarken, tabii ilkokuldan sonra o dönemde Konya'nın şartlarında düşündüğümüz zaman, kız çocukları okumaz, okula gitmez, bir toplum baskısı vardı ama buna rağmen annem çok idealist idi. Biz okuyamadık, kızımız okuyacak diye annemin ısrarıyla, o dönemde kolej sınavlarına girdiğimiz halde, kazandığımız halde gönderilmemiştik ama hem ilkokul öğretmenimiz, hem de annemin ısrarıyla ortaokula, daha sonra liseye devam ettim. Üniversite sınavlarına girip, Harita-Kadastro Mühendisliği bölümünü kazandıktan sonra da, hamdolsun ki o dönemlerde başörtüsüyle ilgili bir sorunumuz yoktu. Ve üniversite yıllarında kapanmıştım. Okulu bitirdikten sonra 1993 yılında henüz diplomamı almadan İçişleri Bakanlığı o tarihte bir sınav açmıştı. Türkiye genelinde kamuya 5.000 tane memur alacaktı. O sınava girdim ve ilk 70 içinde Konya'ya atandım. Ancak o yıllarda özellikle o aylarda Uğur Mumcu'nun öldürülmesi, Turgut Özal'a suikast girişimi ve benzeri birçok hadiseden dolayı aynen şu anki bulunduğumuz atmosfer vardı. Aynı kaos ortamı oluşturulmak isteniyordu. Ancak 15 gün çalışma fırsatı bulabildim. İlk maaşımı, bordromu almama rağmen, bordromu aldıktan sonra istifa etmek zorunda kaldım. Beraber başvurduğumuz 8 tane bayan vardı işe başladığımızda. İlk günlerde kamu mevzuatıyla ilgili bilgiler verildi. Personel mevzuatıyla ilgili. Başın açık olunmasıyla ilgili. Diğer arkadaş- 145 Kadınlar Akademisi larımız açıp geldiler bir hafta sonra. Bir baktım, 15 gün sonra ben yalnız kalmışım, Nasreddin Hocanın Filler misali. Dolayısıyla büyük bir baskıyla karşılaştım. Gece 11:00'e kadar beni Emniyet Müdürlüğünde tuttular. Ya başını açacaksın, ya istifa edeceksin, çapraz sorguya tabi tutuldum. Üniversiteyi yeni bitirmişim, 21 yaşındayım, hiç o güne kadar ne karakol ne de polis görmüşüm, düşünün yani, şimdi çocuklarımız var ama o yıllarda, 93'te çok daha zor ve çapraz sorguya tabi tutuluyorum. Hangi örgüte mensupsunuz? Buraya hangi amaçla geldiniz? Niye başınız kapalı? Niye istifa etmiyorsunuz? Yani bu tarzda gece 11:00'e kadar, Vali Bey telefon açtı, avukat tanıdıklarımız vasıtasıyla beni serbest bıraktılar. Ertesi gün de istifamı vermek durumunda kaldım. Ve o gün idareciye istifamı verirken, idareci kişinin bana aynen söylediği şuydu; “İnancınız ve kararlılığınızdan dolayı sizi takdir ettim. Başını açıverseydin ne olurdu sanki beraber çalışırdık. Sizin gibi kararlı bir elemanla çalışmak isterdik, memurumuz olsun isterdik. ” Aynen ifade buydu. Benim de ona ifade ettiğim şu oldu; O zaman, inancımdan taviz verdiğim zaman, duruşumdan taviz verdiğim zaman, kararlılığımın, duruşumun ne anlamı olurdu dedim, istifamı verdim. Tabii bu 15 günlük süreç içerisinde çok bocalama yaşadım. Ailem bir taraftan baskı yapıyor, “Kamuya giriş kolay değil, devlet memuru oldun, işin oldu, istifa etme.” Bir taraftan iş yerinden baskı var. Gidiyorum aç, aç Bir taraftan diplomayı almamışım, son aylar, okuldan olay basına yansıdı, okulumuzun adı, dekanımız çağırıyor, sen ne yapıyorsun, ne ettin? Başarılı bir öğrenci olduğumuz halde okulum bir dönem uzamak zorunda kaldı bazı derslerden özellikle bıraktılar. Maalesef o şartlarda bir ikilem içerisinde karar bir verdik ki, doğru kararı verdiğimize inanıyorum. Daha sonra iş bulma, işe girme imkânımız olmadı. Her genç kızın yaşadığı gibi biz de gelen talipleri değerlendirmek ve evlenmek zorunda kaldık. Bir yıllık bir mesafemiz oldu, ara oldu. Daha sonra gelen teklif üzerine 1996 başlarında Konya Büyükşehir Belediyesi'nde harita mühendisi olarak işe başladım. 3 yıl kadar çalıştıktan sonra Meram Belediyesi'nden teklif geldi o yıllarda. Müdür Yardımcısı olarak, daha sonra Emlak-İstimlak müdürü olarak, özellikle şehirle ilgili, imarla ilgili, kadastro çalışmalarıyla ilgili birçok çalışmanın içerisinde yer alma imkanı buldum kendime. Kendimi yetiştirme imkânı buldum bu arada. Ama tabii ki bu 146 Kadınlar Akademisi süreç kadın kimliğimiz, özellikle başörtülü bir kadın olmamızdan dolayı ne kadar başarılı olursak olalım, ne kadar çalışırsak çalışalım kendimize üst kademelerde çok yer bulamadık o yıllarda. Zeynep hanımın da ifade ettiği gibi kadın olmanız, bir de özellikle başörtülü kadın olmanız her zaman sizin önünüzdeki en büyük engel oldu. Siz daha fazla çalışmak zorunda kaldınız. Diğer meslektaşlarınıza göre, ismi Ali, Veli, Mehmet olan meslektaşlarımıza göre ki buradaki erkek kardeşlerimiz, beyefendiler alınmasınlar ama maalesef tablo buydu. Hep iki kat çalışmak zorunda kaldık. Çocuğum 3 yaşındayken eşim kreşten alırdı, kapının önünde beni beklerdi. Toplantıdan sonra hafta sonu çalışmalar ama her zaman aldığımız parayı, maaşı hak etmeye çalıştık. Helaliyle kazanmaya önem verdik. Sonuçta müdürlük de yaptık, encümen üyeliği de yaptık ve birçok çalışmanın içinde yer alma imkânı bulduk ve kendimizi yetiştirdik. Ve bu hadise, bu özveri bizi buralara taşıdı bugün. Çünkü siyaseten herhangi bir kişiye tutunarak gelmedik biz buraya. CV'miz, yaptığımız çalışmalar, bugüne kadarki özverimiz bizi buraya taşımış oldu. Tabii ki, çok zorluklar yaşadık. Burada küçük bir parantez de açmak istiyorum. Ben doğduğumda dedem Kur'an-ı Kerim okuyor ve diyor ki, ikinci ismi Medine olsun. Anneannem Fatma olmasını istemiş, dedem Medine olmasını istemiş, böyle bir tartışma olmuş, artık dedem yokken anneannemin yanında Fatma diyor annem, dedemin yanında Medine diyorlar. Şimdi anlayabiliyorum bunu, aradan 40 yıl geçtikten sonra, o sırada Kur'an-ı Kerim okunurken Medine ifadesi geçiyor, Medine demek şehir demek, medeniyet demek. Şu anda biz Konya'da, Konya gibi kutsal bir beldede, muhayyer bir beldede, Şehremini olarak hizmet veriyoruz. Yani kader çizgimiz böyle farklı bir çizgi. Bunu biz insan olarak anlayamıyoruz, yıllar sonra geldiğimiz noktada diyorum ki, her şeyin bir anlamı var. İsminizin bile bir anlamı var., ikinci isminizin bile. Şehir ve medeniyet (şehirlilik). Şehirle ilgili olarak belli noktalarda bugün hizmet veriyoruz. Ve Konya gibi bir yerde. Rabbime hamdolsun, hepimize yaptığımız görevleri hakkıyla yapmayı nasip etsin diyorum. Çünkü belediyeler çok kolay yerler değil. Belediye yönetimleri özellikle ki belediye başkanımız Lokman Bey de yıllardır bu işi yapıyor. Diğer mesleklere göre en zor, en sorunlu ve de veballi işler burada. Çünkü hak hukuk çerçevesinde herkesin işini görmek, herkese hizmet etmek, ettirmek, herkesin yüzünü güldürebilmek oldukça önemli. Bu sorumluluklarla 2013'e kadar görevimize devam ettik. Bu arada yüksek lisansımızı yaptık. 2010 yılında ALES'te, başörtüsünün serbest bırakılmasıyla beraber ki o yıllara kadar uhde olarak içimizde kalmıştı. Ki burada her başarılı bayanın arkasında bir erkek vardır mutlaka. Nasıl ki her başarılı erkeğin arkasında bir kadın varsa, bayanlar için de aynı şey geçerli. Her zaman için eşim en büyük destekçim oldu. Her zaman destekledi. Gerek çalışma hayatında, gerek eğitim hayatında, gerekse siyasete atılmamızda. O dönemde 147 Kadınlar Akademisi Yüksek Lisans düşünmediğim halde kendisi basından izlemiş, “bak sen yıllarca mastır yapmak istemiştin, başörtüsü serbest bırakıldı, hemen sınava gir, bir ay sonra ALES var.” dedi. Dedim yıllar geçti aradan, çocuklarım, iki oğlum var ellerinizden öper, biri 19 yaşında, biri 15 yaşında. Çocuklarım var boyum sıra, yıllar geçmiş aradan, ben sınava nasıl gereceğim? “Yaparsın sen, başarırsın, inanıyorum” çok güzel bir şekilde beni motive etti. Ve sınavda da yüksek bir puan alarak, 77-78 gibi, aradan 17 yıl geçmiş, hiçbir hazırlığınız yok. Tekrar yüksek lisans yapma imkânı buldum. Bu arada yüksek lisans yaparken, gayrimenkul değerleme uzmanlığı için SPK'nın sınavlarına girdim. Bunların hepsini bu iki yıllık süreçte tamamlamış oldum. Ve yine 2014 yılında, eşimin teşvikiyle yine, Sayın Cumhurbaşkanımızı kendisi televizyon ekranlarından izliyor haberler sırasında. Ben de o sırada mutfakta yemekle meşgulüm, işten geldik, bir koşuşturmaca. Her bayanın çalışma hayatında yaşadığı sıkıntıyı biz de yaşıyoruz. Mesai bitiyor, eve geliyorsun, hemen mutfağa giriyorsunuz, o haberleri izliyor, beni çağırdı. “Fatma gelir misin, bakar mısın?” Baktık, Sayın Cumhurbaşkanımız o dönemde Başbakan. Bu yerel seçimlere ilişkin bazı mesajlar veriyor. “Bu dönemde işte başörtülü belediye başkanlarımız da olabilir, ancak, şehir yapılanmasından, şehircilikten anlayacak, işte donanımlı olacak, şehircilik bilgisi olacak...” “Bak Başbakanımız seni tarif ediyor.” dedi. Yok canım dedim, baktığınız zaman, yıllarca sıkıntı çekmişiniz. 18 yıllık çalışma hayatınızda, eğitim hayatınızda, sürekli kadın olarak, hele hele başörtülü bir bayan olarak sürekli dışlanıyorsunuz. Zeynep Hanımın da ifade ettiği gibi özellikle de kendi çizginizdeki, kendi misyonunuzdaki beyler tarafından sürekli bir ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyorsunuz. Bunu yaşadık maalesef. Yani şu an için söylemiyorum ama belli dönemlerde yaşadık. Biraz zor geliyor size. Yok dedim, nerede olacak? Mümkün değil filan. “Yok bu sana vebal” dedi. “Şu anda Başbakanımızın böyle bir arzusu var, belediyelerde kaç tane bayan var” dedi. “Bu vasıflara uyan, şehircilikten anlayan, tecrübesi olan sayı olarak çok az” dedi. “Aday olacaksın” dedi. Eşim söyledi bunu. Çok kişi tabii tuhaf da karşıladı. Çünkü eşim ilahiyatçı. Aynı zamanda hafız kendisi. Şu anda Milli Eğitimde şube müdürü olarak görev yapıyor. Yani İlahiyatçı, hafız bir beyefendiden böyle bir çıkışı kimse beklemiyor. Onun ısrarıyla, istişare de ettik büyüklerimizle, yakınlarımızla ve karar verdik, aday adayı olduk. Tabii aday adayı olduğumuzda 12 tane aday adayı vardı bizim başvurduğumuz ilçede. Hiç kimse de aday adaylığımız sürecinde ihtimal vermedi. Çünkü bayanız, bayan olduğumuz için. Ama yani siyasette doğru pencereden bakabilmek lazım. Çünkü eşim siyasetle ilgilenen bir insan değil. Ama siyasette bilfiil ilgilenen il yönetimimiz, ilçe yönetimimiz veya üst kademedeki diğer birçok kişi de buna ihtimal vermedi. Yani şimdi Başbakanımızın böyle bir öngörüsü var. Belli yerlerden bayan adaylar göstermek istiyor Türkiye genelinde. 148 Kadınlar Akademisi Bir havuz oluşturuluyor, bunu hangi şehirlerden göstermesi lazım? Potansiyeli yüksek olan, bu hanımları yüklenebilecek olan belli şehirler var. Bununla ilgili doğru pencereden bakabildiğine inanıyorum. Şu ana kadar verdiği destekten dolayı hepinizin huzurunda yine Allah razı olsun diyorum. Ve sürecimiz gerçekleşti. O süreçte şu yönüyle de iyi oldu bize ihtimal vermemeleri. Çünkü kimse sataşmadı doğrusunu isterseniz. Beyler hep birbirleriyle uğraştılar. Bizimle kimse uğraşmadı, kimse bizim açığımızı aramadı, kimse bir çamur atmadı, maalesef öyle bir durum oldu ve bizim ismimiz açıklandı herkes şok oldu. Baktım aday olduğumuz dönemde basın ziyaretlerinde şunu söylediler; “Sizin aday olmanız bizde kasırga etkisi yarattı” dediler, tayfun etkisi yarattı, biz Konya'dan bir bayan aday beklemiyorduk” Aynen bunları da ifade ettiler yine. Tabii adaylık sürecimizde de bir takım spekülasyonlar oldu. Özellikle kendi muhafazakâr camiamızda. İdeolojik olarak farklı yaklaşımlarla “Kadından idareci olur mu? Kadını idareci yapan millet felah bulmaz” tarzında birçok yaklaşımlar oldu. Ama bunlar da aşıldı ki seçim döneminde özellikle ilçe Başkanımızın benimle paylaştığı bir husus vardı. İl Başkanlığımız bu adaylık dönemiyle ilgili demişler ki; siz yaptığınız bu çalışmaların tümünü dosyaların. Nereleri ziyaret ettiniz? Hangi kurumlarla görüştünüz? Ne kadar toplantı yaptınız? Çünkü; oy oranları düşecek. Bir önceki dönemdeki oy oranı % 68 idi, % 50'lerde bir oy oranı bekliyoruz diye. Düşünebiliyor musunuz? Yani moralinizin bozulmaması mümkün değil. Bir tarafta özellikle ideolojik açıdan farklı partiler bunu polemik konusu yapıyor, diğer taraftan kendi görüşümüzdeki insanlarda böyle bir anlayış hakim. Ama hamdolsun 31 Mart sabahı baktığımız zaman % 72'ye yakın bir oy oranıyla Meramlı hemşehrilerimiz Konya'dan bize oy vererek, Sayın Başbakanımıza da, Cumhurbaşkanımıza da güzel bir mesaj vererek bizi oraya layık gördüler ve o koltuğu bize emanet ettiler. Tabii ki o günün şartlarında bu sadece bizim şahsımıza verilen bir oy değil. O günlerde Türkiye'de bir milli mücadele ruhu vardı, bir şahlanış vardı. Onunla da ilgili. Ve şu anda biz ekiplerimizle, kurumsal çalışmalarımızla görevimizi layıkıyla yapmaya çalışıyoruz. Tabii ilkleri yaşadık. Az önce konuşmamızın başında ifade ettim. İlk çocuk olarak dünyaya geldik, belediyede ilk bayan mühendis olarak başladım, ilk müdür oldum, ilk encümen üyesi oldum. Tabii ilkleri göğüslemek çok zor. Çok da kolay değil. Hem onurlu bir duruş, hem de zor. Çünkü; toplumun ön yargılarını kırmak, özellikle erkek egemen bir toplumun ön yargılarını kırmak çok da kolay olmuyor. Ama hamdolsun şu anda kadınlarımız olarak hepimiz çok güzel bir noktadayız. Çok daha rahatız. Omuz omuza, erkek siyasetçi ve bürokratlarımızla omuz omuza çalışmaya çalışıyoruz. Bunun daha da ilerlemesi, bizden sonraki kızlarımızın, kadınlarımızın bu yolda daha da ilerlemesi için biz de onların yollarını açmaya çalışıyoruz. Demet Tezcan 149 Kadınlar Akademisi Moderatör Fatma Hanım burada sözünüzü balla keseyim. Fatma Toru hanımefendinin hayat hikâyesini “Mü'min kadınlar ve Mü'min erkekler birbirlerinin velisidirler...” (Tevbe Suresi Ayet 71) Ayetini okumuş olduk. Allah razı olsun. Belediyecilik yanınızı ikinci bölümde konuşup geleceğiz inşallah. Medya mensubu arkadaşlarımızın arzusunu inşallah yerine getirmişizdir. Şimdi ikinci tur sorularımızla ben devam edeyim, bu esnada da sizler sormak istediğiniz soruyu, muhatabınızın da kim olduğunu not ederek sorar bu tarafa ulaştırırsanız, soru-cevapla devam ederiz. Şimdi tekrar Fethiye hanıma dönecek olursak, sizden söz alırken de ifade etmiştim, ikinci bölümde belediyeciliğin en zor yanları neymiş? Nelerle karşılaştınız? Sizi şaşırtan, zorlayan nelerdi? Bir de hayaliniz nedir? Derdiniz mutlaka var ama gerçekleştirmeyi hedeflediğiniz bir hayaliniz nedir? Bunu almak istiyorum. Fethiye Atlı Keban Belediye Başkanı Şimdi, rahmetli babam 77 döneminde belediye başkanıyken onun şöyle hayali vardı; Keban'da Fırat Nehri var biliyorsunuz. Fırat Nehri düzü var, biz burada bir balık fabrikası kurabiliriz ama şimdi fabrikayı kuranlar var. Tabii onun hayali gerçekleşti. Birde bir hayali vardı; bizim bir Seftil tepemiz var. İnşallah gelirseniz görürsünüz. O tepeye ben bir otel, lokanta ve oradan aşağıya da bir teleferik 35 yıl önce böyle hayalleri vardı babamın. Gerçekten hayalleri çok genişti. Vizyonu geniş bir insandı. Bir de diyordu ki cam fabrikası kuracağım. Tabii ona nasip olmadı ama geçen bir proje yaptık, proje yapan arkadaşlardan birisi bana dedi ki; başkanım bir projemiz var, bu Elazığ'ın cazibe merkeziyle ilgili bir konuma alındı. Onunla ilgili Keban'da biz bir proje yapalım. Keban cazibe merkezi Seftil tepesine de bir yürüyüş alanı ağaçlandırma, orada da bir sosyal tesis yapsak, dedim ya o Seftil tepesinden de aşağıya bir teleferik olsa, babamın hayalleri gerçekleşmiş olur. O yapamadı Allah inşallah bize nasip eder. Böyle bir projemiz var. İnşallah o proje bana nasip olur, ben gerçekleştiririm, babam da inşallah orada beni görür. Demet Tezcan Moderatör Bu üç hayalde de babanızım bayrağını devralmış olmanın getirdiği arzu ve istekler var. Ayrıca sizin var mı bir hayaliniz? Bir de şunu sormuştum; sizi belediyecilikte en çok zorlayan? Duygularınızın ve mantığınızın çatıştığı, zorlandığınız durumlar oldu mu? Fethiye Atlı Keban Belediye Başkanı Şimdi, Allah bize çocuk nasip etmedi. Olmadı, ben hep üzülürdüm, acaba çocuğum olsaydı ben nasıl bir anne olurdum diye. Ama bakıyorum ki Keban'da işte 150 Kadınlar Akademisi belediye başkanlığı nasip etti bize Rabbim. Keban'daki bütün çocukları şu anda benim çocuğum gibi görüyorum. Aynen öyle görüyorum. Yani yanıma geldiği zaman, işte, “Başkanım ben okula gidiyorum, benim ihtiyacım var, bir burs konusunda olsun, ya da üniversiteyi bitirmiş, işsiz geliyor yanıma, gerçekten yardımcı olabildiğim zaman ben dünyanın en mutlu insanı oluyorum ama yapamadığım zaman çok üzülüyorum. Yani kahroluyorum. Hani insan evladı için bir şey yapmaya çalışırken, çaresizlikten yapamaz ya, aynen öyle çok üzülüyorum. Yani ben şu anda diyorum ki; ben her yönümle Keban'a yetebileyim yani, onların her konudaki dertlerini, sıkıntılarını giderebileyim. Tabii bazen olmuyor, insan yetemiyor ama inşallah ben elimden gelen gayreti göstereceğim. Rabbim de inşallah önümüzü açacak. Demet tezcan Moderatör Bir de sizin Cumhurbaşkanımızın Keban'a gelmesi hayaliniz mi vardı? Öyle bir şey duydum ama. Fethiye Atlı Keban Belediye Başkanı Sayın Cumhurbaşkanımız Mart seçimlerinden önce Elazığ'a geldiğinde Başbakan olarak, işte orada yakinen tanıştık, ben Keban'a davet ettim kendilerini. Keban'da onu çok seven bir Kadınım var Zahide teyzemiz. Yani onun Cumhurbaşkanımız için yaptığı duayı bir görseniz ve onun bir vaadi var; diyordu ki; “Sayın Cumhurbaşkanımız Keban'a gelirse ben Allah'a şükür için kurban kestireceğim.” Kurbanını almış hazırlamış. Davet ettim. Dedi ki; “Söz, siz kazanın ben geleceğim.” Ben de o zaman insanlarımıza söyledim. Keban halkına ve Keban halkı hala o sözümüzün yerine gelmesini sabırla bekliyor. İnşallah bir gün o da gerçekleşir. Demet Tezcan Moderatör Teşekkür ediyorum. Fethiye Atlı Keban Belediye Başkanı Ben teşekkür ediyorum. Demet Tezcan Moderatör Ben aslında Zeynep Hanımdan kıyafetiniz meydan okuma mı? Demiştim. O cevabı geriye giderek alayım. Aynı soruları size de sormuş olayım. Sizin Belediyenize dair hayaliniz ve karşılaştığınız zorluklar. Duygularınızın baskın geldiği yerler nereler? Zeynep Akgün Mihalgazi Belediye Başkanı 151 Kadınlar Akademisi Biz meydan okumayız. Biz Kur'an okuruz. (Ama gerekirse de okuruz. Sıkıntı yok.) (Demet Tezcan: Ama gerekirse de okuruz dedi arkadaş) Şimdi ben 38 yaşında bir insanım 38 yıl daha yaşayacak değilim. Bu saatten sonra da çizgimi değiştirmem. Dediğim gibi gerektiği zaman gereğini yaparız yani. Kaçacak değiliz hiçbir şekilde. Demet Tezcan Moderatör Şimdi, Zeynep Hanıma aslında Hanımağa demişlerdi. Üstünü çizdiniz ama tam bir Hanımağa yani, üstünü çizdiniz, fakat böyle bir algı oluşturuyorsunuz karşıdan bakınca. Zeynep Akgün Mihalgazi Belediye Başkanı Şimdi, şöyle; Hani “Başbakanımızın, Cumhurbaşkanımızın gelmesini çok istiyoruz.” Bizim Mihalgazi'ye geldiler. Biz gelmesi için 10 sene peşinde koştuk. Başbakanımızın her Eskişehir'e geldiğinde, her yere gittiğinde Meclis'e dahi, sonunda Cumhurbaşkanımızla hakikaten bire bir karşılaşan, karşılaştınız mı bilmiyorum ama hanımlara gerçekten çok farklı bir bakış açısı var Cumhurbaşkanımızın. İnanın her erkek onun gibi olamaz. Çok değişik bir nüans var onda. O hani ben bilmiyorum, biz diyoruz ona sen diye. Sensin bizim her şeyimiz diye. Davet ettik, hanımlar o kadar dualadılar ki, Mihalgazi'nin konuşma tarzıyla konuşup davet ettiler. Cumhurbaşkanımız da “Tamam, yarın geliyorum inşallah” dedi, ilçemize geldi. Sizin oraya da gelir. Söz verdiyse muhakkak gelir. Şimdi, meydan okuma değil, dediğim gibi biz meydan okumayız ama okuyacaksak da okuruz. Gereğini de yaparız. Yani bir mücadeleden hiçbir şekilde kaçacak değiliz. İkincisi ben kıyafetimle, ben hep böyleydim ki zaten. Ben bir tek üniversitedeyken pardösüm vardı. Eşofmanımı çeker, pardösümü giyer giderdim ben. Ben sürekli mücadele etmek isteyen bir insandım. Okul bitti, muhasebecilik yapmaya başladık, devlet memurluğunda hiç bir zaman gözüm olmadı. Hiç KPSS imtihanı nasıl? Onu da bilmem. Hiç girmedim. Hiç öyle soruları cevaplamadım. Üniversite bitti, devlet bitmiştir benim gözümde. Hiç devletle de bir alakam olsun istemedim. Umursamadım da zaten. Ki, açıkça söyleyeyim; o dönem devlet beni sevmiyor, ben de devletimi sevmiyorum gibi bakış açısı vardı. Çünkü devlet beni (inancımla) hiç bir yerde istemiyordu. O zaman ben de onu takmayayım diyordum yani. Rızkı veren de Allah, verirse yeriz, vermezse (çok çok) ölürüz diyordum. O dönem öyle bir şey. Ondan sonra tarla, bahçe, muhasebe, kooperatif, esnaf odası, ziraat odası. Muhasebeyi de çok severim. Muhasebecilikten de çok sene ekmek yemişimdir. Tarla işi de yaptım, hala da yapıyorum. Kendime ait seram var. Yani insanlarla uğraşmak istemediğiniz zaman tarlada, bahçede daha çok stres atıyorsunuz. Topraktan geldiğimizden midir, nedir bilmiyorum, inanın toprak 152 Kadınlar Akademisi negatif olan her şeyi sizden alıp götürüyor. Kıyafete gelince, bakın bu şalvar, bu örtü, şöyle bir zevk alarak baktığınız zaman Türkiye'nin her yerinde var. Ben 2-3 hafta önce Konya'daydım. Konya'da işte Nevşehirliler semazen gösterisine gelmişler. Fatma abla haber vermedim, hakkını helal et. Baktım onların yanına gittim, siz nereden dedim, dediler Nevşehir. Orada da şalvar var. Her yerde var şalvar. Görmüyorlar, neden? Bir algı var Türkiye'de; biz yokuz ya, biz gerçekten yokuz. Birileri var, biz yokuz. Türkiye'de birileri var, bir cumhuriyet dayatması, insanları kılık kıyafetle dayatmışlar, Türkiye Cumhuriyeti deyince akla ben de gelmiyorum, siz de gelmiyorsunuz. Kim geliyor ben anlamadım, nasıl bir kadın geliyor bu ülkenin aklına ben bilmiyorum. Ben niye? Ben yok mu sayayım kendimi? Ya ben böyleyim, ben hep böyleydim. Hiç, ben şalvarımı giyerim, örtülerimi de takarım, bakın bu şalvar o kadar İslami bir kıyafettir ki, tarlada rahat çalışırsınız, evde rahatsınız, şimdi hani erkekler de var ama şimdi kadınlar eşofmanı giyiyor, eve birisi gelecek, ya pardösümüzü ararız bilmen şunu ararız bunu ararız, şalvarda öyle bir şey yoktur. Çünkü geniş, rahat, yani İslami olan bir kıyafettir ve zaruretten çıkmıştır ortaya. Osmanlı'nın kadınları düşünmüşler, ben tarlada, bahçede nasıl çalışırım, gerçekten öyle, çalışacak çünkü kadın üreten bir varlık. Yani üretmemenin imkânı yok. Bu kıyafeti bulmuşlar. Sanki Amerika'nın aptalca kot pantolonu gibi Anadolu'nun her yerine yayılmış. Erkekler bile tercih eder olmuş. Biliyoruz yani erkekler de tercih eder olmuş. Ben sadece annemden, babamdan veya konu komşumdan gördüğüm kıyafetle şehre çıktım yahu o kadar. Başka bir şey yok yani. Bir şey yok, meydan okuma değil. Demet Tezcan Moderatör Yani, benim şeklime değil, zihnime, beynime, becerime bakın, deyip belediye başkanlığını da bu şekilde yürütüyorsunuz. Zeynep Akgün Mihalgazi Belediye Başkanı Niye değiştireyim? Bakın niye gidip de o makama oturacağım diye, evime gidip de resmi kıyafet giyip geleceğim burada çalışacağım, saat 5 olunca gideceğim de, ben o zaman bırakırım bu işi. Gereği yok, kılık kıyafetle mi uğraşacağım ya, eve git, onu değiştir gel, bunu değiştir. Yani birde ilçemde herkes benim gibi giyiniyor. Cenazeye gidiyoruz, düğüne gidiyoruz, zaten ellerinde büyüdüm, niye değiştireyim ki kendimi? Niye değiştireyim beni böyle biliyor hepsi. Belki burada sizin nazarınızda belediye başkanı olabilirim ama ben orada Zeynep'im yani. Hamide'nin kızı Zeynep'im. Beni öyle bilirler onlar. Öyleyim ben. Onun için değişmek gibi bir niyetimiz de yok. Meydan okumak da değil, zaruretten, zevkten giyiyorum, başka bir şey değil. Hiçbir şekilde değiştirmeyeceğim yani. 153 Kadınlar Akademisi Demet Tezcam Moderatör Peki Zeynep Hanım sizin belediyede karşılaştığınız sorunlar, zorluklar...? Zeynep Akgün Mihalgazi Belediye Başkanı Belediyede karşılaştığımız sorunlar şunlar; Şimdi şöyle bir şey; hani ben borçlarımın hiç birisini ödemiyorum devlete. Onu söyleyeyim. Hiçbir şekilde ödemediğim yetmiyor, borç benim değil. Bu benim tercihim. Biz aldığımız parayı kalkıp da (Fethiye Atlı: Ben de devlete ödememişim. Ben halka olan borçlarımı ödedim, personele olan borçlarımı ödedim. SSK hala duruyor, Tedaş'a duruyor.) Doğrudur. Ben de mesela ücretli bir işçiden, yıllarca asgari ücretle çalıştım. Bugün 4 tane 5 tane iş yapıyorum, asgari ücret kadar evime maaş götürüyorum. Fazla değil, benim kocam da hala asgari ücretle çalışıyor. Onu da söyleyeyim yani. Memur olmak istiyorsa, çalışsın olsun, ben kendisine de söylüyorum yani. Şimdi, ben de ücretlinin maaşını düzgün ödeyen bir belediyeyim. Ona özen gösteriyorum. Süresi gelmeden ama onda biz de mutabıkız, işçinin ücretini öderiz ama ben devlete olan bir kuruş borcumu ödemiyorum. Ödemeyeceğim. Hizmet etmem lazım, o hizmet de parayla oluyor. Ben kültürel olaylara daha çok kıymet veriyorum. Bizim de projelerimiz var, ama daha ziyade benim projelerim insan odaklı. Benim hanımlardan beklentim şu; ben 4.400'lük ufacık bir ilçede bir şeyler yapmaya çalışıyorsam, her hanım da bir şeyler yapmaya çalışmalı diyorum. Geleceğe dair, yani çocuğunun hangi rengi sevdiğini bilmeyen anneler var. Gerçekten yani. Çocuğu Kur'an öğrenecek diye ödü kopan anneler var ya. Çocuğumu sabah namazına kaldırırım diye korkan anneler var. Ben bunu istemiyorum. Yani ne olursa olsun çocuğunuz, ne iş yaparsa yapsın, üniversite bitirmek zorunda değil. Ben çok geç evlendim. Ben de eşini tercih edenlerdenim. Benim oğlum 5.5 yaşında. Ben istemiyorum öyle dershaneye git, yok özeli falan, okursa okur, okumazsa okumaz. Çocuğum ahlaklı olsun yeter, ben onun derdindeyim. Ahlaklı olursa ne yapacağım yani çocuğa? Anne balar da çocukları için bunları yapsın istiyorum ben. Bu sosyal projeler konusunda elimizden geleni zaten yapıyoruz. Eğitim çalışmalarımız var. Hanımları kültürel gezilere götürüyoruz. Biraz daha bakış açılarının değişmesini istiyoruz. Diğer projelerimiz zaten bizim projelerimiz. Onlar pek fazla ilginizi çekmez, borçlarımız gibi. İşte böyle. Demet Tezcan Moderatör Teşekkür ederim. Fethiye Atlı Keban Belediye Başkanı 154 Kadınlar Akademisi Demet Hanım ben bir şey söyleyebilir miyim? Bizden önce Fatma Başkanımız eşinden bahsetti. Yiğidi öldür hakkını ver. Ben de burada eşime teşekkür edeyim. Benim eşim 2013 yılında, büyük bir rahatsızlık geçirdi. Aylarca hastanede kaldı. Hastanede kendisine ben baktım. Seçim dönemi yaklaştığında o hala evde yatıyordu, ben de hala evde bakımını yapıyordum. Adaylık son başvuru tarihine iki gün kalmış, eşimin abisi geldi bir gün, daha önceki dönemden aday olduğum için dedi ki; sen gidip aday olacaksan git ol, oradaki erkeklerden sen daha iyi yaparsın. Nasıl olduysa bu sefer beni destekledi küçük abisi. Ben o gece kararı verdim. Eşim de dedi ki “git.” Öyle hasta yatağında bıraktım eşimi. Keban'a gittim, 1 Kasım günü müracaatımı yaptım. 7 tane de erkek aday karşısında aday adayı. Zeynep Akgün Mihalgazi Belediye Başkanı Sanki benim eşim hiç destek vermiyormuş gibi oldu. (Fethiye Atlı: Hayır Zeynep Hanım, eşim engelli olduğu için ben çok eleştiri aldım. Mesela, küçük kayınbiraderim dedi ki; “sen nasıl eşini böyle bırakıp gidiyorsun? Sen hasta eşini yatakta bırakıp gittin ama tabii o eşim bana izin vermişti.”) Benim eşim benden küçüktü, sormadım. Demet Tezcan Moderatör Fethiye Hanım şimdi nasıl aşıyorsunuz o zorluğu? Fethiye Atlı Keban Belediye Başkanı Şimdi eşim engelli. Şu anda Keban'a geldi, işini bıraktı bir ara. Gidip geliyor aralarda ama herhalde kesin olarak bırakacak ve Keban'a yanıma gelecek. Demet Tezcan Moderatör Bu arada muhabbet bu kadar doğallaşmışken ev işlerini kim yapıyor? Merak ettim ben. (Zeynep Hanımın kesin eşi yapıyordur.) Yani evde siyaset yapabiliyor muyuz? Evi siyasetle idare edebiliyor muyuz? Zeynep Akgün Mihalgazi belediye Başkanı Doğru, benim eşim Allah razı olsun, oğlumun üzerinde bile benden alsın eşime eklesin diyorum ben Cenab-ı Zülcelâl. Herkesin eşi mükemmeldir. Zaten hiçbir kadın eşim kötü demez. Erkekler der ama kadınlar demez. Ben de inanarak 155 Kadınlar Akademisi demeyenlerdenim. İnanın benden alsın Cenab-ı Zülcelâl eşime eklesin. Çok iyi bir eşim var. Hem küçük, iyi. Orada da sünnete uyduk yani. Şu yönden söylemek gerekirse çocuğun terbiyesi hem erkeğe, hem kadınadır benim nazarımda. Sadece annenin görevi değildir, hem annenin hem babanın görevidir ama tabii benim işlerimin çok yoğun olması hasebiyle daha ziyade o ilgileniyor. O yönden rahatım. Yani eşim yapıyor, ben yiyorum. Şaka tabii. Fethiye Atlı Keban Belediye Başkanı Ben eskiden çok becerikliydim. Gerçekten, danteli de yapardım, örgüyü de örerdim, en güzel yemekleri de yapardım, en güzel pastaları da yapardım, hatta kayınbiraderimin kızı burada, yeğenim biliyor beni. Ama bir yıldır ben hiçbir şey yapamıyorum. Eşim de yardım ediyor gerçekten, o engelli ama hamarat kadınlardan daha hamarattır. Çünkü 25 yıl tek başına yaşamış, kendi yemeğini de kendisi yapmış ama tabii bir yardımcı arkadaşım geliyor, bana yardım ediyor. Yani onları ben bıraktım, çünkü çok yoğunum. Daireden eve gelince bile işler eve bile geliyor, o kadar yoğunum, bıraktım o işleri şimdilik Demet Tezcan Moderatör Teşekkür ederim. Fatma Hanım sizin ilçeniz hem kadim bir tarihe sahip, hem kültürel etkinliği, zenginliği çok olan, hem merkez ilçe ve büyük bir nüfusa sahip. Dolayısıyla haylice işiniz var belediyede. Açıkçası ben okurken gözüm korktuğu için ısrarla sizi korkutan neydi? diye soruyorum. Bir de sizin hayaliniz işte mesleki olarak da olsa gerek. Kentsel dönüşüme dair ilçenizle ilgili. Biraz bunları alabilir miyiz? Evin mutfak kısmını da alacağız inşallah. Fatma Toru Meram Belediye Başkanı Mutfak kısmına hiç girmeyelim isterseniz. O konuda sır vermeyelim. Yani şimdi haliyle tabii çalışan ailelerde, özellikle siyasette olan hanımların, sadece belediye başkanı olarak değil, teşkilatlarda görev yapan, milletvekili olarak görev yapan tüm hanımlarımıza için geçerli. Eşlerin fedakârlığı olmadan, özverisi olmadan bu işler yürümez. Çünkü gece 11:00'lere kadar sizin mesainiz devam ediyor. Toplantılar, ziyaretler, programlar, taziyeler, düğünler derken zaman zaman iştirak ediyor ama bazen artık onlar da yeter artık dedikleri zaman oluyor. Kendileri gelmese de biz programlarımıza devam etmek zorunda kalıyoruz. Bu tamamen karşılıklı sevgi saygı ve anlayış çerçevesinde devam ediyor. Kendisinin de idare ettiği oluyor, 156 Kadınlar Akademisi yardımcılığımı yaptığı da oluyor, dışarıdan da idare ettikleri oluyor. Ama şunu gördüm; şu bir yıllık süreçte çok yoğunuz, kesinlikle onlara belli zaman sürelerini ayırmamız lazım. Belli zaman dilimlerini ayırmamız lazım. Çünkü haksızlık yaptığımızı düşünüyorum, her gün gece 11:00-12:00'de gittiğiniz zaman çocuğunuz var, eşiniz var, onları da ihmal etmemek gerekiyor kesinlikle. Şu anda onunla ilgili programlamamı yapıyorum, planlama yapıyoruz arkadaşlarımızla beraber belli bir zaman dilimi ayırmak üzere. Çünkü aile, çocuk, eş, kıymetini daha sonra bilirsiniz, birini kaybettiğiniz zaman. Bu hafta içerisinde bizim ilçemizde elim bir trafik kazası oldu, bir servis aracımız çarptı başka bir araca, 11 çocuğumuz yaralı, 4 çocuğumuz vefat etti. İki gündür onların evlerine taziye ziyaretlerine gittim. Tabii yüreğimiz parçalandı, kalbimiz parçalandı. Anneler böyle ellerini açmışlar, 11 yaşında daha çocuklar, çocuğunuza sarılın, öpün, bilseydim öleceğini sarılırdım, bir haftadır sarılmamıştım, öpmemiştim yavrumu, o tarz yaklaşımlar görünce tabii bir anda kendi çocuğunuz aklınıza geliyor. Hepimiz anneyiz çünkü. Hepimizin çocuğu var. Onun için çocuklarımızla ilgilenmemiz lazım. Onları ihmal etmemiz lazım. Her ne kadar baba ilgilense de annenin yeri ayrı, babanın yeri ayrı. Herkesin bu konuda gereken fedakârlığı göstermesi gerekiyor. Elbette Konya kadim bir medeniyetin mübarek toprağı. Peygamberimizin hicret için ismi verilen 3 beldeden biri. Belde-i muhayyere, Aşiret beyi Osman Gazi'ye Konya Selçuklu Sarayından uç beyliği için destur verilen bir başkent. Bu başkentte belediye başkanlığı yapmak da o kadar kolay değil. Çünkü tarihiyle kültürel bir miras var. Geçmişimiz var. Bu tarihi korumak gerekiyor. Bu kültürel yapıyı korumak gerekiyor. Ama maalesef, İstanbul, Ankara, İzmir gibi birçok büyük şehrimizin maruz kaldığı kültürel bozulmadan biz de payımıza düşeni alıyoruz şu anda. Özellikle 1950'li yıllardan sonra İstanbul gibi, İzmir gibi, Ankara gibi büyük şehirlerimize olan göç dalgasından sonra Konya da kısmen kendi payına düşeni aldı. Bu göç dalgasıyla beraber plansız yerleşme, kaçak yapılaşmalar özellikle bizim ilçemizde çok daha fazlaydı. Bunlar 30 yılın sorunları. 30 yılın sorunlarını öyle bir yılda, iki yılda çözmek çok kolay değil. Ama bununla ilgili gerek 18 yılık çalışma dönemimde, gerekse seçim arifesindeki yaptığım programlarda en büyük sorunların imar ve mülkiyetle ilgili sorunlar olduğunu gördüm. Ve seçimden hemen sonra hızlı bir şekilde ekiplerimizle beraber kollarımızı sıvadık. Ve şu ana kadar bir yılık süreçte ilçemizin üçte biri, yerleşim alanının neredeyse yarısı 50 milyon metrekarelik bir alanda imar planlama çalışması yaptık. Bu planlarımız askıda şu anda. Çok radikal kararlar aldık. Tabii ki burada Büyükşehir Belediyemizce veya diğer kurumlarca çok büyük bazı şeyler oldu, yani hazım noktasında, kabul etme noktasında. Hamdolsun bunları da aştık. Bir siyasinin alabileceği en büyük risk bu. Çünkü imar planı yaptığınız alanlarda yolda kalan, yeşil alanda kalan, işte 157 Kadınlar Akademisi parkta kalan vatandaşın da tepkisini alma durumunuz var. Ama bunu ben Meram için, şehrimiz için en önemli husus olduğuna inandığım için özellikle bir teknokrat olarak, önümüzdeki 10 yılık zaman diliminde Meramın da ivme kazanmasını da hedeflediğim için özellikle bu noktadan başladım. Bununla beraber şehrimizin merkezinde Şükran Mahallesi olarak tabir edilen bir alanda kentsel dönüşüm kararı verdik. Bakanlar Kurulu kararı çıkardık. Yeni onaylandı bu karar. Bu bölgemiz maalesef çok sorunlu bir alan. İstanbul'da da bu şekilde sorunlu alanlar çok fazla. 50 yıllık yapılarımız var, yığma yapılar. Bu alanlar ekonomik olarak değer kaybına uğramış durumda. Buranın insanı farklı yerlere göç etti. Son yıllarda gelen mülteci akınıyla beraber, özellikle Suriyeli ailelerimiz bu alanda yerleşmiş oldu. 18 ayrı milletten yaşayanlar var. Dolayısıyla toplumsal açıdan bir çöküntü alanı oldu. Burada çok güzel bir tasarım yaptık, proje çıkardık. Şehrimiz için odak noktası olacak bir tarzda bir mimari anlayışla, tarihi bir mimari anlayışıyla buranın siluetini şekillendirdik şu anki tasarımlarımızda ve inşallah bir ay içinde basınla da paylaşarak zeminde çalışmalarımıza başlayacağız. Bu alanla ilgili bir yıl sürecinde çok ciddi çabalarımız oldu. Gerek bakanlık nezdinde, gerekse belediyelerimizde. Büyükşehir Belediyemizde. Çünkü alan zor bir alan. Burayı işte başlayıp bitiremezsiniz çok sıkıntılı bir alan, arkeolojik boyutu da var. Bazı alanlarda SİT olan kısımlar da var. Dolayısıyla alanın zorluğundan bahisle finansal boyutu var. Bunların hepsini modelledik ve bir irade ortaya koyduk. İrade ortaya koyduktan sonra bunun devamı gelir ki; hanımlarımızdaki en büyük özellik de budur. İlkokuldan itibaren bakın kız çocuklarımıza, erkek çocuğunuz ve kız çocuğunuz varsa çok iyi gözlemlediğiniz zaman kızlarımız çok daha kararlıdır. Bir duruş gösterirler ve karar verdilerse o konunun üzerine gider inat ederler. Maalesef biz şimdi büyüdük, belli bir yaşa geldik, 40 yaşını geçtik belki ama bizde de aynı kararlılık var. Sadece inat demeyelim bunun adına, irade olarak bunu gerçekleştirmeyi arzu ediyoruz. Siyaseten risk de olsa şehir adına bunun yapılmasının gerektiğine inandığım için biz bu yola çıktık. Hamdolsun şu ana kadar da ciddi bir sorunla karşılaşmadık planlama ve diğer hususlarda. Ama Meram, geçmişte baktığımız zaman, Selçuklu zamanında, Osmanlı İmparatorluğu zamanında, Bağcılar Belediyesi hüviyetine sahip. Üzüm bağlarıyla meşhur. Ortak bir kaderimiz var aslında Bağcılar Belediyesiyle. Üzüm bağları o dönemde çok meşhur. Ama zamanla çarpık yapılaşmanın etkisinde kalmış, bazı alanları kaybetmişiz. O dönemlerde eğlence için, kültürel etkinlik için mesire alanı olarak hep meram kullanılırmış. Aileler Meram'ı tercih edermiş yaz dönemlerinde. Biz yine şu anda bu yapıyı canlandırmak, belli kısımlarımızı korumak, yeni alanlarımızda çevre ve yaşam kalitesini yükseltmek üzere bu çalışmalara ağırlık verdik. Ama şu bir yıllık dönemde özellikle Meram, kültürel etkinlikleriyle, diğer faaliyetleriyle, sosyal faaliyetleriyle ön plana çıktı. Burada teknik çalışmalardan 158 Kadınlar Akademisi ziyade bir projemizden bahsetmek istiyorum. Özellikle seçim döneminde hanımlarımızın alt gelir grubu ve orta gelir grubundaki hanımlarımızın bizden bir talebi olmuştu. Siz hanım belediye başkanısınız, biz işte aile ekonomisine katkıda bulunmak istiyoruz. Eşim asgari ücretli, kooperatif taksiti ödüyoruz, 3 çocuğum var, yetiştiremiyoruz ama çalışma imkânım yok, iş bulamıyorum, Çünkü çok ciddi bir iş talebi var şimdi belediyelere ulaşan. Bununla ilgili bize iş alanı açın. Bunun için girişimde bulunduk. Şu anda ilk kadın girişimci kooperatifimizi kurduk Konya'da. 500 tane başvuru vardı, çok ciddi bir başvuru. Sadece kadınlardan oluşuyor. İsmini de Baciyan- ı Meram koyduk. Hepinizin bildiği üzere, Anadolu'da Ahilik Teşkilatı var. Ahi Evran'ın çok büyük bir rolü var Anadolu'nun İslamlaşmasında, iktisadi hayatın, işte siyasal hayatın, kültürel hayatın şekillenmesinde çok büyük bir rolü var bu teşkilatın. Ahi Evran bu teşkilatın kurucusu. Ahi Evran'ın ismi Fatma Bacı. Fatma Bacı da Baciyan-ı Rum'u kuruyor. Kadınlar teşkilatını. Bacıyan-ı Rum, dedik burada da bir Fatma Bacı var, biz de Baciyan-ı Meram diyerek yola çıktık. Baciyan-ı Meram olarak ilk girişimimizi yaptık. Şu anda başvuruları aldık, bunları tasnifliyoruz. Hanımlarımızın farklı alanlarda tekstil üzerine, gıda üzerine, üretim üzerine, hediyelik eşya üzerine, gerek part-time, gerekse maaşlı olarak veya evinde üretip burada satışına imkân sağlayacak şekilde, yerel yönetim olarak bizim desteğimizle beraber bu hanımlarımızın iş güç sahibi olmasını sağlamak üzere çok ciddi bir ilgi de gördü. İnşallah önümüzdeki hafta yerini de belediye olarak tahsis ettik. Önümüzdeki hafta açılışını gerçekleştireceğiz ve bu kooperatifimiz çalışmaya başlayacak. Şu anda daha henüz açılışını yapmadığımız halde diğer ilçelerimizden çok ciddi bir talep var. Biz de şube açalım, şubelik alalım, şube olarak biz de beraber çalışma gösterelim, faaliyet gösterelim diye. Buradan şu çıkıyor; özellikle alt ve orta gelir grubundaki hanımlarımızın yeteneğine göre bu tür alanlara ihtiyaç var tüm belediyelerde ihtiyaç var. Evinde çocuğuyla beraberken bir şeyler üretiyorsa bunu tekrar aile ekonomisine kazandırabilir veyahut ta yarım gün çalışma imkânı olabilir veya tüm gün. Eğer beylerle aynı ortamda çalışmasına eşi izin vermiyorsa, burada sadece bayanların olduğu bir ortamda üretime katkı sağlayabilir. Kesinlikle bu dönemde bunun üzerinde durmamız lazım. Kaldı ki kadın girişimcilere şu anda çok ciddi bir destek var. Geçtiğimiz haftalarda bununla ilgili paketler açıklandı. Özellikle bu konunun üzerinde durmamız gerekir diye düşünüyorum tüm belediye başkanların olarak Demet Tezcan Moderatör Teşekkür ederim. Sorularınız var mıydı hanımefendiler? Beyefendiler. Kenan Başkanım, sizin evde yemekleri kim yapıyor? 159 Kadınlar Akademisi Kanan Gültürk Başkan Yardımcısı Kesinlikle hanımefendi yapıyor. Demet Tezcan Moderatör Bugün burada Kadın ve Siyaset konusunda belki teorik boyutuyla sayfalar dolusu bir şeyler anlatılabilirdi ama kısa sürede pratik örnekliklerin çok daha önemli bir ders niteliğinde olduğunu düşünüyorum. İnşallah çok büyük faydası olmuştur diye düşünüyorum. Soruları yazılı rica etmiştik ama gelmedi, peki buyurun. Önce mikrofon gelsin size. Nezahat Kilittaş Kadınlar Akademisi öğrencisi Selamünaleyküm. Önce hoş geldiniz, sefalar getirdiniz. Biriniz Elaziz'den, biriniz Eskişehir'den, biriniz Konya'dan bize huzur getirdiniz. Benim ismim Nezehat Kilittaş. Sivas doğumluyum. 65 yaşındayım. Hiç okul görmedim. Ama 10 senedir bu Ak Parti Teşkilatının peşini hiç bırakmıyorum. Sağolsun onlar da beni bırakmıyorlar. Şu anda da biz Bağcılar Kadın-Aile'de okumaya başladık. Yarışmaya da katılacağım inşallah. Milli Eğitim Bakanımız söz verdi. (Moderatör: İnşallah bir dahakinde sorunuzu yazılı alacağım) Yazım pek güzel değil. Okumam güzel. Her şeyi okuyabiliyorum, ama yazım olmadığı için fazla yazılı veremeyeceğim. Hepinize çok teşekkür ederim. Allah'a emanet olun. Sizin gibiler olduğu sürece bu Türkiye'ye, bu dünyadaki İslam devletine hiç kimse zarar veremez. Demet Tezcan Moderatör Kâğıt ulaşmamış olabilir diye düşünüyoruz. Buyurun. ............................... Öncelikle hoş geldiniz. Biz bir Bağcılarlı olarak, Bağcılar'ın Ak Parti kadınları olarak sizi burada ağırlamaktan mutluluk duyuyoruz. Teşekkür ediyorum tekrar. 1956 Konya Meram doğumluyum. Evet, kütüğüm Konya-Meram. Evet, sizleri burada görüp Bağcılar olarak ağırlamak hakikaten bize çok mutluluk verdi. Sizlerden öğreneceğimiz çok şeyler var. İlk önce Başkanım Lokman Çağırıcı'ya bu konuda çok çok kendisine teşekkür ediyorum. Çünkü Lokman Çağırıcı, bayanlar olarak bizim önümüzü, yolumuzu açtı. Her yerde bizim bir söz hakkımız oldu. Her yerde ayağımızın üzerine sağlam basan bayanlar olarak biz şu an buradayız. Tekrardan katılımınızdan dolayı, verdiğiniz bilgilerden dolayı da size çok teşekkür ediyorum. İlçe Başkanım İsmet Beye de bu katkılarından dolayı çok teşekkür ediyorum. Hoş 160 Kadınlar Akademisi geldiniz iyi akşamlar. Demet Tezcan Moderatör Peki, mikrofon isteyen varsa el kaldırabilir. Arkalardan istiyorlar. Buyurun. Şöyle yapalım mı? Salonda kaç Konyalı var? İyi bayağı varmış. Eskişehirli? (Zeynep Akgün: Ben gidiyorum o zaman.) Elazığ? Buyurun. ....................... Öncelikle hepiniz hoş geldiniz. Özellikle sözüm Zeynep Hanıma. Zeynep Akgün Hanımefendiye. Mevlanamız ne demiş? “Ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün” Bence onu hak ediyor şu anda hanımefendi kendisi. Çok teşekkür ederim. (Zeynep Akgün: Estağfurullah, o boyuta taşımayalım, çünkü ben büyükşehir meclis toplantısına resmi gidiyorum.) Tekrar özür dilerim. Ben çalışan bir anne idim. İki yıldır binamızla tanıştım. Sanat Kültür Merkeziyle. Belediye Başkanımızdan Allah binlerce razı olsun. Bahçelievler'den 10 yıldır Bağcılar'da oturdum. Bana dediler ki; ne gerek var Bağcılar? Aslında varmış gerek. Günlük sokağım süpürülüyor, okulların önündeyim, o kadar memnunum ki böyle bir belediye başkanımız olduğu için, gurur duyuyorum. Hizmet verdiğine de inanıyorum. İnşallah sonu açık olsun, daim olsun. ............................ Ben Konya'nın Akşehir ilçesindenim. Hoş geldiniz başkanım. Bizlere şeref verdiniz. Böyle bir güzellik olduğu için hepinize çok çok teşekkür ediyorum. Bizim başkanımız Lokman Çağırıcı sadece bizler için değil, bütün dünya için çalışan bir başkan. İsmet Başkanımız da öyle. Ama sizler, bir Konya'da olmanız, Konya gibi bir yerde olmanız çok çok güzel. Bizim Konya'nın hanımlarına da bu şekilde imkânlar sunarsanız. Ben şimdiden teşekkür ediyorum. Hepiniz hoş geldiniz, şerefler verdiniz. İyi akşamlar diliyorum. Demet Tezcan Moderatör Mikrofon isteyen var mı? Ben göremiyorum. Sayın Başkanlarım ilave etmek istediğiniz bir şey var mı? Fethiye Atlı Keban Belediye Başkanı Son kez şunu söyleyeyim hanımlara. Yani ben bu göreve talip olurken, aman ben orada bir belediye Başkanı olup da orada bir makamda oturacağım, bana bir hava gelecek diye düşünmedim. Gerçekten onu Rabbim de biliyor. Ben sırf orada hizmetkâr olabilmek için, zaten bu da Ak Parti'nin genel felsefesidir. Size hizmetkâr olabilmek için, ben halkıma hizmetkâr olmak için geldim, oraya oturdum. Ben belediye başkanı olup da hava atayım, orada yan gelip yatayım demedim. 161 Kadınlar Akademisi Gerçekten gecemi gündüzüme katıyorum. İnşallah Rabbim de bu emeklerimizi boşa çıkarmaz, oralarda güzel hizmetler yapmamızı nasip eder. Zaten orada kimse bana başkanım demiyor, “Abla” diyorlar, hala diyorlar, yenge diyorlar. Öyle bir derdimiz de olmadı. Dememeleri benim daha çok hoşuma gidiyor o samimiyeti görünce. Hepinizi sevgi, saygı, muhabbetle selamlıyorum. Rabb, insanın yar ve yardımcınız olsun. Zeynep Akgün Mihalgazi Belediye Başkanı Ben İstanbul'u çok seven biri değilim, onu söyleyeyim. Ama İstanbul'a da her nedense her zaman geliyorum. Yani ne olursa olsun İstanbul'a ayağımı atıyorum ve buraya gelmekten de mutlu oluyorum. Ama şunu söyleyeyim; İstanbul'u niye sevmiyorsun derseniz, merhamet duygumun elimden alınması beni çok tedirgin ediyor. İstanbul'da insanların birbirlerine merhametle bakmadıklarını görüyorum. Bu durum beni çok üzüyor. Hakikaten komşuluktan haberi olmayan insanlar var İstanbul'da. Dışarıda bir şeyini düşürdüğü zaman onu eğilip almak zorunda kalan insanlar var. Ya ona dahi yardım etmiyorlar İstanbul'da. İstanbul'da merhamet duygusu kalmıyor. Hanımlar lütfen çocuklarımıza merhametli olmayı öğretelim. Benim ilçemde çok şükür hala var. Hala insanlar kapılarını dahi kilitlemeye ihtiyaç duymuyor. Hala insanlar rahat bir şekilde yatıp kalkıyorlar. Hala komşuluklar var. İstanbul'un bu yönünü inanın sevmiyorum. Ama diğer yönlerden entelektüel bir şehir, farklı bir şehir, köylerden aşırı derecede göç almış, İstanbul biraz köylü olmuş, yani medeniyetten daha ziyade, köylerden göç edenler fikir bazında tam şehirlileşememişler. Tabii hani Mevlana diyor ya “Köylerden uzak durun” Mehmet Zahit Kotku diyor: “Köylerden uzak durun” Ama Kemal Paşa diyor, “Köylü efendidir” diye. Ben biliyorum ki, ilim adamlarının, Mevlana'nın, Mehmet Zahit Kotku'nun bu sözünün tek sebebi; ilim yuvalarının şehirlerde olmasıdır. Ama üretim yerleri köylerdir. Köylerdeki kadınlar da erkekler de çok üretirler. Üretkendirler. Onun için madem şehirde yaşıyorsunuz, buranın ilmini, kültürünü hanımlar alın. Bakın, yaşam tarzından bahsetmiyorum. Okuyun hanımlar. Ne olursa olsun lütfen okuyun. Okuyan insanın okumayan insandan bir tane farkı var. Onu da zaten hepiniz biliyorsunuz. Sadece okuyun. Evinizde internetiniz vardır. En azından takip ettiğiniz bir tane köşe yazarınız olsun. O da Emin Çölaşan olmasın yeter. Demet Tezcan Moderatör Fatma Hanım sizin son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı? Fatma Toru Meram Belediye Başkanı Burada genelde hanımlarımız ağırlıkta olunca baktığınız zaman tarihteki tüm 162 Kadınlar Akademisi kahramanları dünyaya getiren hanımlarımız, kadınlar. Çocuğunun tüm sorumluluğu kendisine verilip, yalnızlaştırılmış kadının adı Hacer. Firavunun sarayında Hz. Musa'yı (as) yetiştiren iradenin adı Asiye, horlanıp dışlanmış kadının adı Meryem. Yani baktığımız zaman hep kadınlarımız var. İslamiyet'in doğuşundaki kadının adı Hatice. Dolayısıyla kadınlarımızın yapamayacağı hiç bir şey yok. 1. Dünya Savaşı'nda, Çanakkale Savaşı'nda, diğer zamanlarda farklı ortamlarda, her yerde kadın var. Dolayısıyla kadınlarımız özgüvenle ayaklarının üzerinde durarak, kişiliğinden, kimliğinden, duruşundan taviz vermeden, aidiyetini, kültürünü, duruşunu koruyarak her zaman erkeğiyle omuz omuza bu milletin, bu vatanın, bu ülkenin gelişmesi için, Yeni Türkiye'nin oluşumunda omuz omuza mücadele etmesi lazım. Ki burada siz bu mücadeleyi yapıyorsunuz. Burada olduğunuza göre hep birlikte bizim en büyük görevimiz budur diye düşünüyorum şu anda. Çocuklarımızı şuurlu olarak yetiştirmek, onlara bilinç aşılamak, dini, ahlaki, manevi değerlerimiz, kültürel değerlerimizi aşılamak. En büyük ihtiyacımız şu anda bu. Gençlerimiz ve çocuklarımız. Madde bağımlılığı, işte iletişim araçlarına olan bağımlılık, farklı hadiseler yüzünden maalesef şu anda kaybediyoruz. Evlerimiz büyüdü. Saray gibi evlerimiz var. 4 oda, 5 oda, 6 oda. Ama çocuklarımız yalnız. Herkes kendi odasında vakit geçiriyor. Beyler televizyonunu seyrediyor, anne mutfakta ev işleriyle meşgul, çocuk ayrı bir odada, bir diğer çocuk ayrı bir yerde. Az önce arkadaşımızın dediği gibi, çocuğumuzun sevdiği rengi veya okulda hangi şeylerle meşgul? Kimlerle arkadaş oluyor? Bunlardan uzaklaştık, maalesef uzaklaşıyoruz. Bunlara fırsat vermeyelim. Gerekirse evlerimiz küçülsün ama önemli olan huzur olsun, sevgi olsun, birlik beraberlik olsun. Bu şekilde milletimiz de ülkemizi de inşallah çok daha parlak bir gelecek bekliyor. Çünkü şu anda biz parlayan bir yıldızız. Coğrafyada parlayan bir yıldız ülkemiz. Şu anki hadiselerin çoğu da ondan kaynaklanıyor. Ama Rabbim büyüktür. Şu anki sancılar bir baharı müjdeliyor. İnşallah her karanlıktan sonra bir aydınlık vardır. Ben de bu duygular ve düşünceler içerisinde hepinizi Allah'a emanet ediyorum. Sevgiyle, saygıyla, muhabbetle selamlıyorum. Çok teşekkür ediyorum. Demet Tezcan Moderatör Hz. Hanne, Allah'a adadığı evladının kız çocuğu olduğunu bildiği halde, ama “kız erkek gibi değil” demişti. Hakikaten toplum içerisinde yapacağınız iş her ne olursa olsun kadın erkek gibi değil. Belediye Başkanı da olsanız böyle, ev hanımı da olsanız böyle, ordinaryüs profesör de olsanız böyle. Çünkü eve girdiğiniz anda annesiniz, eşsiniz, ev hanımısınız. Dolayısıyla, daha fazla yükle bu kulvarda yarışmak durumundasınız. Omzunuzda farklı farklı kimliklerle, daha farklı rollerle 163 Kadınlar Akademisi bu yolu kat etmek durumundasınız. Rabbim kendi rızasıyla bu yola çıkmış olan herkesin yükünü hafifletip, zorluklarını kolaylaştırsın inşallah. Bu güzel gün için, vesile oldukları için Bağcılar Belediyesi'ne, Kadınlar Akademisi'ne ve kıymetli konuklarımız Sayın Fethiye Atlı Hanımefendiye, Zeynep Akgün Hanımefendiye ve Fatma Toru Hanımefendiye çok çok teşekkür ediyorum. Sabırla dinlediniz, sizlere çok teşekkür ediyorum. Elinize sağlık Allah'a emanet olun. 164 Kadınlar Akademisi Mayıs 2015 Osmanlı'dan Günümüze Kadının Ekonomideki Yeri Dr. Yasemin Tümer Erdem Sunucu Selamünaleyküm hanımlar. Değerli misafirlerimiz hoş geldiniz. Kadınlar Akademisi'nin 7. dersindeyiz. Bugünkü akademi dersimizi Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Sayın Dr. Yasemin Tümer Erdem’den alacağız. Dersimizin konusu: “Osmanlı'dan günümüze Kadının Ekonomideki Yeri” Ayrıca Bağcılar Belediyesi Meclis üyelerimizden Sayın Aynur Ağgül ve Sayın Sümeyra Doğan da aramızda. Ben hepinize tekrar hoş geldiniz diyorum ve sayın konuğumuzu kürsüye davet ediyorum. Buyurun efendim. Konuğumuzu yerine alırken ben kısaca özgeçmişinden bahsetmek istiyorum. Sayın Yasemin Tümer Erdem 1975 yılında Yalova'da doğdu. İlk ve orta öğretimini Yalova'da tamamladıktan sonra 1996 yılında Marmara Üniversitesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1997 yılında aynı üniversitenin tarih bölümünde araştırma görevlisi oldu. 1999'da Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Yakın Çağ Ana Bilim Dalında Yüksek lisansını bitirdi. 2000-2001 Eğitim öğretim yılında Türkiyat Araştırmaları Enstitüsünde doktora programına başladı. 2007 yılında doktor unvanını aldı. Halen Marmara Üniversitesi Tarih Bölümünde Öğretim görevlisi olarak görevine devam etmektedir. Evli ve bir çocuk annesidir. Kitapları arasında Bacıyan-ı Rum'dan Günümüze Türk Kadınının İktisadi Hayattaki Yeri, İkinci Meşrutiyetten Günümüze Kızların Eğitimi gibi kitapları bulunuyor. Makaleleri arasında “Osmanlı Devletinin İlk Sivil Musiki okulu; Darülelhan”, “Osmanlı Eğitim Sistemindeki Teftiş”. Bir de verdiği derslerden bahsedeyim size. “İkinci Meşrutiyet ve Cumhuriyet Döneminde Kadın ve Çocuk Tarihi. Türk Basın Tarihi, Bilim Tarihi”. Tekrar hoş geldiniz efendim. Dr. Yasemin Tümer Erdem M.Ü. Fen-Ed. Fak. Öğrt. Üyesi Teşekkür ediyorum. Sevgili Kadın Akademisi'nin değerli üyeleri, kursiyerleri, Teşekkür ediyorum beni böyle bir toplantıya davet ettiğiniz için. Burada Osmanlı Döneminde Kadın ve ekonomi konusunda sizlerle dilim döndüğünce bildiklerimi 165 Kadınlar Akademisi paylaşacağım. Şimdi mutlaka herkesin bir hayali vardır. İşte Osmanlı kadını şöyledir, böyledir diye. Ben verdiğim derslerde de İşte Osmanlı döneminde Kadın ve çocuk tarihi derslerinde öğrencilerime hep sorarım. İşte, Osmanlı kadını nasıldı? Nasıl yaşar? Neler biliyorsunuz diye? Onlar da bildiklerini anlatırlar. Sonra dersin sonunda sorarım, ne öğrendiniz? Ne yapıyormuş? Diye. “Hocam çok büyük fark var öğrendiklerimizden” diyorlar. Bu da benim için güzel bir şey oluyor. Yani, insanları bu noktada aydınlatmak. Ama maalesef çalışmalar çok yeterli değil. Yani, kaynaklar oldukça biz bunları öğrenebiliyoruz. Özellikle kadın konusunda çok fazla araştırma hani günümüzde yapılıyor, fakat nasıl söyleyeyim, gerçek anlamda onların yaşamlarını bize projeksiyon gibi sunabilecek kaynaklar bizim elimizde yok. Belki son dönemlerde, ben de daha çok onlara dayanarak hazırlamıştım çalışmalarımı. Kadınlar için hazırlanan gazeteler ve dergiler var o yıllarda. Onlardan bakarak veya resmi Osmanlı Devleti'nin kayıtlarına bakarak bir şeyler bulmaya çalışmıştık. Şimdi yaptığım çalışmalar sonucunda işte kadının tarihsel gelişimini ortaya koymaya çalıştım. Şimdi, Osmanlı kadınının iktisadi hayattaki yeri nedir? diye sorarsak, onun işte sosyal hayattaki konumuyla doğru orantılı olduğunu söyleyebilirim. Şöyle ki; Osmanlı'dan önce yani biz pek çok devlet kurmuş bir milletiz. Eski Türklerde kadının konumuna bir bakalım, nasıl bir yaşam tarzı vardı diye. Eski Türklerde kadın oldukça özgür. Yani, sosyal hayatta her zaman erkeğin yanında. Hatta siyasi, hukuki ve askeri alanlarda da erkeğin yanında. Öyle ki, eski Türk devletlerinde yani hükümdar ülkesini eşi olan hatunla birlikte yönetiyor. O dönemde işte “Hakan emrediyor ki;” diye bir ibareyle bir emirname verilirse, asla kimse buna itibar etmiyor. Buna itibar etmeleri için Hakan ve Hatun emrediyor ki; sözünün, ibaresinin olması gerekiyor. Yani, bu ne demek? Sadece hakanın sözü geçerli değil. Bunu hatunun da kabul etmesi gerekiyor. Dolayısıyla etkin bir şekilde Türk kadınını görüyoruz. Zaten sosyal hayatında işte at biniyor, savaşa katılıyor. Müslüman olmadan önce oldukça geniş haklara sahip Türk kadını. Müslüman olduktan sonra ne oluyor? Müslüman olduktan sonra Türk kadını kendi sahip olduklarını kaybetmediği gibi üzerine yeni haklar elde ediyor. Yani yaşamış olduğu dönemde var olan kadınlardan çok daha fazla haklara sahip oluyor Türk kadını. Hem geleneğinde var, hem de İslamiyet'in 166 Kadınlar Akademisi ona bahşetmiş olduğu haklar var. Bu ne Hıristiyan dünyasında, ne diğer çok tanrılı dinlerde, hiç birinde zaten böyle bir durum söz konusu değil. O dönemde en üst kariyeri olan kadın Türk kadını. İslamiyet'i seçtikten sonra da yine ilk Müslüman Türk devletlerinde kadınlar yine eşlerinin yanında yer alıyorlar. Siyasi, iktisadi, sosyal alandaki faaliyetlerini sürdürüyorlar. Hatta ordunun başında savaşabiliyorlar, elçilik heyetini kabul edebiliyorlar, siyasi, idari, kültürel faaliyetlerde etkin bir şekilde rol alıyorlar. Anadolu Selçukluları döneminde, biliyorsunuz Türk Devleti, Anadolu Selçukluları döneminde Türk kadınının sosyal faaliyetleri çerçevesinde ele aldığımız bir kurum var. Kitabımızın da başlığında bulunan Baciyan-ı Rum Teşkilatı Şimdi Baciyan-ı Rum Teşkilatı nedir? Çok kısa size ondan bahsedeyim. Anadolu Türkleşirken, yani Orta Asya'dan Anadolu'ya göçlerle birlikte Anadolu, Türk Yurdu haline gelirken Türkmenler elbette topraklarda kökleşmesini sağlayacak bir takım müesseseler kuruyorlar ve yurt ediniyorlar burayı. Bu kurumlar işte siyasi olur, iktisadi, olur, tasavvufi olur. Bunların hepsinin önemli işlevleri var. Ve o dönemde 4 taife bulunmakta. Bunlardan biri mutlaka duymuşsunuzdur, Gaziyan-ı Rum, ikincisi Ahiyan-ı Rum, üçüncüsü Abdalan-ı Rum, dördüncüsü de Baciyan-ı Rum. Şimdi Baciyan-ı Rum, Ahiyan-ı Rum'un kadın kolu aslında. Genelde böyle var olan teşkilatların günümüzde nasıl kadın kolları vardır, aynı o şekilde Baciyan-ı Rum da Ahilikle iç içedir. Baciyan-ı Rum Selçuklular Devletinde kuruluyor. Türklerin sanat ve meslek erbabı olarak yetişmeleri, dini ve ahlaki yönden de gelişmeleri için çalışan bir teşkilat. Bu bağlamda ele alındığı zaman da Ahiyan-ı Rum'la bire bir örtüşüyor aslında. Aslında Baciyan-ı Rum'un bir teşkilat olduğunu söylerken şunu belirtmek lazım. Hani bugünkü teşkilatlanma gibi görmememiz lazım aslında. Hani teşkilat deyince aklımıza hemen organize, başında bir yöneticisi olan, bir 167 Kadınlar Akademisi sürü kolları olan bir şey düşünüyoruz biz. Burada öyle bir şey söz konusu değil. Çok örgütlü değiller yalnız. Onları tek birleştiren şey var; din ve felsefi görüşleri. Onların yaşam tarzını oluşturuyor. Aynı din ve felsefi görüşe mensup insanlar bir araya gelerek iktisadi faaliyetlerde bulunuyorlar. Bir nevi bugünün esnaf teşkilatı gibi, hatta artık son yıllarda, hani ahilik pek bilinmezdi, son yıllarda ahilik sürekli söylenir. Hatta haftaları kutlanır. Artık Türkiye'de herkes ahiliğin ne olduğunu biliyor. Şimdi bu hanımlar iktisadi faaliyetleri nasıl yapıyorlardı, ne yapıyorlardı? Az önce değerli arkadaşlarımız bizi gezdirirken gördüm. Çok güzel faaliyetler öğreniyorsunuz burada. Benzer şeyler aslında. Burada tabii daha modernize edilmiş elbette. Orada hanımlar ne yapıyorlar? El sanatlarıyla uğraşan hanımlar bir araya geliyorlar ve ürettikleri ürünleri pazarlıyorlar. Tabii bu sadece el sanatları değil, tarımda yetiştirdikleri ürünleri yine pazarda satıyorlar. Bacıyan-ı Rum aslında önemli. Çünkü; Anadolu'nun İslamlaşmasında, Türkmenlerin ekonomik alanda gelişmesinde önemli katkıları bulunmuştur. Öncelikle çalışkan ve üretken olmaları, sonra aldıkları tasavvufi eğitim metodu, sahada etkili olan Türk kadını evinin her türlü işini yaparak, hayvan bakarak, ip eğirerek, kumaş dokuyup elbise dikerek, tarlada ekip biçerek tüm bu ürettiklerinin fazlasını da pazarda satarak hayatın içerisinde yer almışlardır. Modern toplumların bakış açısıyla bu çok büyük bir ekonomik gücü temsil ediyor aslında. Ama Anadolu kadını bunları yaparken, hani bunu aslında günlük işler olarak telakki ediyor. Yani öncelikli olarak ailesinin geçimini sağlamayı düşünüyor. Daha sonra artanı pazarlamayı düşünüyor. Ama bu açıdan değerlendirildiğinde de Baciyan-ı Rum'un, göçmen Türkmenlerin iktisadi alanda bel kemiğini oluşturduğunu söylemek de çok yanlış sayılmaz. Bacılar Selçuklu Devleti'nde varlıklarını sürdürmüşler ama Moğol istilasından sonra biraz dağılmışlar. Dağınık bir şekilde yaşamışlar ama kendi faaliyetlerine yine devam etmişler. Bu bakımdan günümüz teşkilatlarına benzemediğini ifade ediyorum. Yani, onlar aslında hem örgütlü gibi görünüp, hem de bireysel olarak çalışmalarına devam ediyorlar. Osmanlı Devleti ilk kurulduğu dönemlerde, yani, beylik döneminde de bacıların var olduğunu artık görüyoruz. Dağınık bir şekilde de olsa onların izlerine rastlıyoruz. Mesela o dönemde, yani ilk kuruluş yıllarında kadın ne durumdaydı diye baktığımızda aslında eski Türklerin yaşam tarzından çok da farlı değil. Mesela Orhan Gazi'nin eşinin sosyal yaşamı ilk devir Türk Kadınıyla hemen hemen aynı. Erkeklerle aynı haklara sahip. O dönemdeki kadın en az erkek kadar özgür. Sosyal hayatın içinde. Göçebe bir kültür ve tarımsal ekonomiye dayalı. Osmanlı Devleti'nin devlete dönüşmüş olduğu 16. yüzyıla kadar giyiminde serbest olmakla birlikte İşte az önce de söylediğim gibi savaşa katılabiliyor, at binebiliyor, tarlada çalışabiliyor, aile içi kararlara aktif olarak katılabiliyor. Yani böyle bir rahatlığı var. Belki günümüz kadınına biraz benziyor ama şimdi hep kendimiz gibi değerlendirirsek 168 Kadınlar Akademisi biraz da olmuyor. Baktığımız zaman Türk toplumunda da işte ailede çok söz sahibi olmadığını, şiddete maruz kaldığını kadının hala görüyoruz. Beylikten devlete geçişle birlikte Osmanlı toplumunda kadının konumunda önemli kısıtlamalar olmuş. Yani bizim hani kafamızda bulunan işte harem hayatını yaşayan, evlerinde kapalı kalan, kafes arkasında kalan kadının başlangıç tarihi bu döneme rastlıyor. Neden kısıtlamalar oluyor? Bunların sebepleri ne aslında? Şöyle bir baktığımız zaman, ortak din bağı nedeniyle, Emevi ve Abbasi geleneklerinin Osmanlı Devletini çok etkilediğini görüyoruz. Bu sebeple Türk kadınının giyim kuşam tarzında daha farklı bir değişim oluyor. Daha çok örtünmeye yönelik faaliyetler oluyor. Fatih devrine kadar da kadın yine örtülü ama Fatih'ten sonra küçük kısıtlamalar geliyor. Şimdi şöyle; Ben bunu derslerimde anlattığım zaman bazı erkek öğrencilerim bunu anlayamıyorlar. Şimdi şöyle bir durum var; Fatih dönemi, o zaman var volan Bizans İmparatorluğuyla iletişimin, temasın çok olduğu bir dönem. Hatta İstanbul'un fethedilmesiyle birlikte Bizans kurumlarıyla karşılaşıyorlar ve bu Bizans müesseselerinin Osmanlı'ya etkisi çok büyük olmuş. Kadın bakımından ele alırsak, mesela Harem hayatıyla Osmanlı'nın bir kere saray geleneği yok normalde. Fakat Bizans saray geleneğinden çok etkileniyor. İlk defa Haremle orada tanışıyor. Ve böylece kendi kültürüne de katılınca, kadın biraz artık yavaş yavaş harem hayatına doğru alınıyor. Artık onların siyasi anlamda etkin rollerine son veriliyor. Tamam, belki bazı Hanım Sultanların eşlerini veya çocuklarına müdahaleleri var. Onları biliyoruz ama toplum açısından baktığımız zaman onların rollerinde bir takım kısıtlamalar meydana geliyor. Artık yavaş yavaş Türk kadını geri planda kalıyordu. Dolayısıyla kadının böyle bir ortamda çalışma hayatından söz edilemez. Sosyal yaşamı sınırlanmış, şehirli kadının iktisadi hayattaki yeri çok kısıtlı. Buna rağmen çok az da olsa işte geçimini sağlamak amacıyla dükkân sahibi olan, ticaret yapan kadınlar var. Bunlar da bizzat kendileri yapamıyorlar elbette. İşte vekilleri aracılığıyla, ya kardeşidir, ya akrabasıdır, onların sayesinde bu işletmeleri yürütebiliyorlar. Bir de Selçuklu döneminden itibaren var olan bir gelenek var. Nedir bu? Vakıf kurma geleneği. Özelikle üst düzey ailelerin hanımları bu geleneği çok güzel devam ettirmişlerdir. İşte vakıf kurarak okul, medrese yapmışlar, böylece hayırseverlik faaliyetlerini devam ettirmişlerdir. Ama hemen şunu söylemem gerekiyor ki, Osmanlı kadını deyince bir kere şu ayrımı yapmak lazım. Kentli kadın, köylü kadın. Neden bu ayrımı yapıyoruz? Çünkü; ikisinin yaşam tarzları o kadar farklı ki, İstanbul kadınını sadece temel alarak Osmanlı kadınını anlayamayız. Çünkü İstanbul kadını şehir hayatına ayak uydurduğu için üretici değildir, tüketicidir. Kırsal alandaki kadın ise tam tersi üreticidir. Çalışma hayatında erkeğiyle birlikte bulunan köylü kadınına nazaran kentteki kadın evindedir. Evinin işleriyle meşguldür. Asla toplumda herhangi bir 169 Kadınlar Akademisi iktisadi faaliyette bulunmaz. Dolayısıyla onların yaşam biçimleri ve imkânları birbirinden farklı. Tarlada kocasının yanında yer alan köylü kadın dokumacılık ve zanaatta üretken bir şekilde yaşamını sürdürmüştür. Orta Asya'dan çıkmadan önce sahip olduğu geleneklerini koruyabilmiştir. İstanbullu kadına getirilen kısıtlamalar ve yasaklar her zaman onun için geçerli olmamıştır. Özellikle mesela İstanbul'da kadınların bir yerden bir yere gitmelerini engelleyen fermanlar vardır. Efendim, giyimini kuşamını düzenleyen fermanlar vardır. Ama bu köylü kadını çok etkilemez. Neden? Onun zaten dediğim gibi geleneksel kıyafetleri vardır. Zaten tarlasında o bahsedilen kıyafetleri giyemeyeceği için onu hiç etkilemez. Ve hiç bir zaman da, o bakımdan İstanbullu hanımlar gibi de kendini kısıtlanmış hissetmez. Şimdi Anadolu kadını bizim iktisadi faaliyetler diye nitelendirdiğimiz işleri, yine az önce de söylediğim gibi günlük faaliyetler olarak değerlendiriyor. Ve bunun bilinciyle, üretim bilinciyle hareket ediyor. Onun için asıl olan evin, ailenin ihtiyaçlarının karşılanması, dolayısıyla bu amaca yönelik olarak ürettiklerini çarşı ve pazarlarda satmışlar, tarlada üretime katkıda bulunmuşlardır. Nitekim Osmanlı döneminde Kara Hisar olarak bilinen Afyon'un merkezinde de 4 önemli pazar kuruluyor. Bunlardan biri de kadın pazarı. Kadınlar burada kendi ürettiklerini, el işlerini vs. satıyorlar. Kadınlar tabii bu iktisadi faaliyetlerin büyük bir kısmını evlerinde bulunan dokuma tezgâhları sayesinde yapıp üretime katkıda bulunmuşlardır. İşte bunların en büyük kanıtı da nedir? Kadınların öldükten sonraki terekeleri. Tereke dediğimiz şey, öldükten sonra mal varlığını beyan eden listeler. Bu listelerde bir baktığınız zaman daha çok kadınların basit dokuma tezgâhlarının olduğunu görüyoruz. Osmanlı toplumu dediğimiz zaman çok uzun bir yüzyıldan, bir dönemden bahsediyoruz. Dolayısıyla beli dönemleri esas alarak kadının konumunu ele alabiliriz. Bu dönemlerden biri de hepimizin bildiği Tanzimat dönemi. Tanzimat döneminde ne olmuştu? Batılılaşma hareketi olmuştu, yenileşme hareketi olmuştu. Ve toplumu dönüştürme hareketi başlamıştı. Tanzimat'la birlikte hızlanan ve yönünü Batı'ya çeviren toplum, işte siyasi, sosyal ve kültürel hayatta birçok değişiklik yaşamıştır. Bu deşiklikle birlikte kadının toplumdaki statüsü tartışılmaya başlanmıştır. Artık Batı ile temasta bulunan aydın yazarlar, Batı'daki kadını gördükten sonra kendi toplumundaki kadını sorgulamaya başlıyor ve kadının konumunun yükseltilmesi için bir takım girişimlerde bulunulması gerektiğini savunuyorlar. Şimdi o dönemde şöyle bir algı var; Toplum gerilemiş durumda. Yani devletin çöküşe girmesinin sebebi toplumun gerilemesi, toplumun gerilemesinin sebebini de kadının gerilemesi veya kadının cahil olması olarak düşünüyorlar. Ve diyorlar ki; Bizim bu toplumu yükseltebilmemiz için kadını bilinçlendirmeliyiz, kadını eğitmeliyiz. Bu noktada her şeyden önce kadının eğitimine önem veriyorlar. Şimdi kadının eğitimi, bizim 170 Kadınlar Akademisi şimdi kız çocuklarımız var, hepimiz okulluyuz, eğitimlerimizi aldık. Bunu belki anlayamıyoruz ama bu bahsettiğim yıllardan Tanzimat dönemine gelene kadar kadınlar nasıl bir eğitim alıyordu? Fikri olan var mı? Biliyor musunuz nasıl bir eğitim alındığını? Sizce nasıl bir eğitim alıyorlardı? Buyurun. …………… Evet, bildikleriniz doğru. Fakat medreseye kadınlar gitmiyorlardı. Medreseler çok farklı eğitim kurumları ama söylediğiniz gibi kızlar genelde küçük mahalle mektepleri dediğimiz sıbyan mekteplerinde buluğ çağına erene kadar gidebiliyorlardı. Onun dışında okullarından alınıp, annelerinin dizi dibinde işte dikiş, nakış işlemek, kanaviçe vs. Ev hanımı, iyi bir eş, iyi bir anne olmak üzere eğitiliyorlardı. Eğer ailenin maddi durumu iyiyse belki bir hoca tutuluyordu, genelde üst düzey ailelerin kızları, işte kadı kızı olur, paşa kızı olur, bunlara hoca hanımlar tutuluyor, işte Farsça, Edebiyat, Türkçe, İmla, Tarih gibi dersler ve piyano eğitimi veriyor, bu tür şeyler var. Kuruluştan Tanzimat dönemine kadar kaç yüzyıl kızlar böyle eğitildiler. Fakat o dönemde tartışılıyor ki, bu eğitim yeterli değil. Yani toplumda şöyle bir tartışma var; diyorlar ki, madem toplum hem erkekten, hem kadından oluşuyor. Kadınlar bu toplumun yarısını oluşturduğuna göre, toplumun yarısını temsil eden bu kadınların diğer yarısını eğittiğine göre, erkekler de annenin terbiyesini aldığına göre biz kadını eğitirsek, Bütün toplumu da eğitmiş oluruz gibi bir anlayış o dönemin aydınları tarafından düşünülüyor. Dolayısıyla Tanzimat döneminde ilk defa, bugün ortaokul diyebileceğimiz sıbyan mekteplerinin üzerinde kızlar için bir okul açılıyor. İnas Rüştiyesi. Bu okul Sultanahmet'te açılıyor 1859 yılında. Maalesef aileler pek rağbet etmiyorlar. Sebebi; öğretmenlerinin erkek oluşu. Çünkü; başlatsalar dahi, kızlar beli bir yaşa geldikten sonra mahrem olduğu düşüncesiyle geri alınıyorlar eve. Hâlbuki aileleri teşvik etmek için şöyle bir şey de geliştiriyor Maarif Nezareti; Bu okullara yaşlı ve çirkin öğretmenler gidecek ki, kızların gönlü öğretmene düşmesin. Böyle bir şey var. Fakat yine de pek rağbet olmuyor. Sonra düşünüyorlar kızları okula teşvik etmek için ne yapalım? Anlıyorlar ki, kızların okula gitmesinin tek şartı öğretmenlerinin de kadın olması. Hemen bu okulun açılışından bir 10 yıl sonra Kız Öğretmen Okulu açılıyor. Ve Kız Öğretmen Okulu Osmanlı Devleti'nin son yıllarına kadar en çok rağbet edilen kurum. En iyi eğitim veren kurumlardan biri. Maalesef İstanbul'da açılıyor başlangıçta. Daha sonra taşralarda kız öğretmen okulları açılıyor, fakat yeterli olmuyor. Dolayısıyla Tanzimat'ta yavaş yavaş kadınlar bilinçlendirilmek üzere kız çocuklarının eğitimine başlıyoruz. Daha sonraki yıllarda elbette başka okullar da açılacak. Fakat şimdilik böyle. Tabii Darülmuallimat açılıyor. Kız Öğretmen Okulu açıldıktan sonra bunların mezunlarını vermesiyle birlikte kadın ilk defa kamusal alanda öğretmenlik 171 Kadınlar Akademisi mesleğiyle çalışma hayatına başlıyor. Yani az önce anlattığım gibi tarlada çalışıyor, orada çalışıyor, burada çalışıyor vs. ama memur olarak, günümüz anlayışıyla baktığımız zaman ilk defa öğretmenlik mesleğiyle başlıyor. Bir de ebelik var tabii. Ebelik de kamusal alanda kısmen de olsa yer alıyor. Şöyle; maalesef onun bir eğitimi yok. Daha çok annesinden, ya da o yıllarda o işleri yapan kimselerden gördükleri şekilde ebeliği öğreniyorlar. Ama maalesef sizlerin de bildiği gibi ya çocuğa, ya anneye zarar verebiliyorlar. Bakıyorlar ki, maden böyle bir durum var. Bunları eğitelim, o dönemde işte Tıbbiye mektebinde ebelik kursları açıyorlar. Ebe olabilmek için bu kursa gitme şartı getiriliyor. Hatta askeri ve sivil Mekteb-i Tıbbiye muayenehanelerinde gayrimüslim hanımların yanı sıra Müslüman hanımların da bulunduğunu o devrin kayıtlarından anlıyoruz. Bir de ebelikle birlikte bir hastabakıcılık durumu söz konusu. Aslında 19. yüzyılın sonları, hatta 20. yüzyılın başlarına kadar hastabakıcılık bir meslek olarak kabul edilmiyor aslında. O yüzden de kurumsallaşmamış. Bunun nedeni, genelde bizim Türk toplumunda işte eşlerin, annelerin, kız kardeşlerin veya akraba hanımların hastanın yanında bulunup bu işleri görmesinden kaynaklanıyor. Ama bir süre sonra ebeliğin de özel bakıcılık olduğundan hareketle, ebe mektebinde hasta bakıcılık eğitimi de veriliyor ve böylece artık ebeler hastabakıcı diplomasına da sahip oluyor. Türk kadınının gerçek manada çalışma hayatına katılması aslında 1908 yılında ilan edilen meşrutiyetten sonra olabiliyor. Nasıl ki Tanzimat döneminde aydınlar işte kadının durumunu her şeyini ama sadece eğitimini değil, giyinmesini, kuşanmasını, çok eşliliği, her şeyi tartışırken ikinci meşrutiyet döneminde de bu tartışmalar gittikçe hararetleniyor ve özelikle kadının toplumdaki yeri, değişimi konusunda en köklü değişiklikler, yenilikler bu dönemde oluyor. Açılan kız okullarıyla birlikte bilinçlenen kadın bu dönemde hukuki sosyal ve ekonomik alanda bir takım haklar elde ediyor. Bilen insan hakkını ister. Eğer hiç bir şey bilmiyorsanız, haklarınızı bilmiyorsanız haklarınızı isteyemezsiniz, öyle değil mi? Günümüzde de, biz şu anda hangi haklara sahibiz? Birey olarak, sadece kadın olarak değil. Bunları biliyorsak o hakları talep edebiliriz. İşte o dönemin kadınları da yavaş yavaş bilinçlenince haklarını öğrenmeye ve bunları talep etmeye başlıyor. Eğitim alanında öğretmen olarak başladığını söyledik, daha sonra okul idareciliğiyle devam ediyorlar. Hatta ikinci Meşrutiyet döneminde kız okullarına müfettişlik bile yapabiliyorlardı yani hanımlar. Aynı şekilde yine ebelik devam ediyor. Hastabakıcılık eğitimi de az önce bahsettiğim gibi Tanzimat döneminde başlamıştı. Meşrutiyetle beraber ebe hanımlar artık resmi kurumlarda da görev alabiliyorlar. Bunun dışında özelikle hastabakıcılık eğitimi bu dönemde başlıyor. Bugünkü Kızılay'ın temelini teşkil eden Hilal-i Ahmer'in katkılarıyla bir hastabakıcılık kursu açılıyor ve 1914 yılında bu kurs faaliyete giriyor. Mezun olan ilk hastabakıcılar da Çanakkale Savaşı sırasında 172 Kadınlar Akademisi İstanbul'daki Kızılay ve Askeri hastanelerde görev almıştır. Şimdi 1912-1913, I. ve II. Balkan Savaşları çok kayıplar verdiren savaşlardı. Ve ardından biliyorsunuz I. Dünya Savaşı. Bu, toplum için büyük bir felaket olan bu savaşlar Kadınların saydığımız alanlar dışında yeni alanlarda çalışmasına vesile olmuştur. Hani derler ya her şerde bir hayır vardır diye. Böyle bir şer, böyle bir felaket kadınların aslında kendini göstermesine, ortaya çıkmasına ve çalışma hayatında yerini bulmasına neden olmuştur. Nasıl? Çünkü; Balkan savaşlarında erkek nüfus kırılıyor. I. Dünya Savaşı'nda erkekler cepheye gidiyor. Erkeklerden boşalan yerlerin doldurulmasın lazım. Bunun için kadınlar düşünülüyor. İlk olarak özel sektörde memur alımı 1914 yılı. Yani, I. Dünya Savaşı'nın başladığı yıl. İlk defa 7 Müslüman hanım bu şirkete kabul ediliyor. Bu şirket, Amerikan, İngiliz ve Fransız ortak sermayesiyle kurulmuş, Dersaadet Telefon Anonim Şirketi. Başlangıçta şirket ilan veriyor. Diyor ki; şu kadar hanım memure alacağız. Fakat hiç Müslüman hanımlardan bir talep yok. Hiç kimse ilgi göstermiyor. Tabii vaktimiz kısıtlı diye ben çok fazla giremiyorum. Bu dönemde o kadar çok kadın dernekleri kuruluyor, her alanda işte. Eğitim amaçlı kuruluyor, siyasi amaçlı kuruluyor, kadınları çalıştırmaya yönelik dernekler kuruluyor. Bu derneklerin yayın organları veya tek başına hizmet eden kadın dergileri, kadın gazeteleri var. Bütün bunlar sürekli toplumu bilinçlendirmeye, kamuoyunu oluşturmaya yönelik faaliyetler içerisinde. Dolayısıyla Müdafaa-i Hukuk-i Nisvan Cemiyeti, yani kadın haklarını savunan cemiyet kendi yayın organı olan Kadınlar Dünyası diye bir gazete çıkarıyor. Bu gazetede sürekli kadınlar her konuda bilgilendirilmeye çalışılıyor. İşte, hakları konusunda, eğitim konusunda, çalıştırılması konusunda teşvik ediliyor. Ve bu şirketin ilanına Müslüman hanımların neden rağbet etmediği sürekli eleştiriliyor. Neden sizler de şansınızı denemiyorsunuz? Neden böyle bir memuriyete girişmiyorsunuz diye eleştiriler yapılıyor, yazılar yazılıyor, bir kamuoyu oluşturuluyor. Bunun üzerine yaklaşık 200 Müslüman hanım şirkete memuriyet için başvuruyor. Bunun hikâyesi de oldukça uzundur. Başvuruyorlar, maalesef Müslümanların alınmasını engellemek için oradaki kâtipler bile, işte sizin şu dili bilmeniz lazım, bunu bilmeniz lazım gibi engeller koyarak onların işlerini engellemeye çalışıyorlar ama şu an günümüzde de biliyoruz, işte medyanın, gazetelerin, şimdi biz medya diye biliyoruz, televizyonumuz var, internetimiz var, her şeyimiz var, yani kamuoyu oluşturulmasının bir işin yapılmasında ne kadar önemli olduğunu biliyoruz. O dönemde Kadınlar Dünyası gazetesi de sürekli bu konuları ele alarak şirkete baskılar yaparak Müslüman hanımların başvurularının kabul edilmesini sağlamışlardır. Şimdi burada 7 Müslüman hanımın şirkete kabul edildiğini söyledim. Bunlardan biri Bedra Osman Hanım. Bedra Osman Hanım aslında çok varlıklı bir hanım. Hiç de çalışmaya ihtiyacı yok. Yani öyle bir sıkıntısı 173 Kadınlar Akademisi olmadığı için varlıklı bir hanımın çalışma sebebini insan merak eder değil mi? Kendisi aslında Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti üyesi. Eğitimli bir hanım. Sadece Müslüman hanımlara örnek olmak, onları teşvik etmek amacıyla böyle bir işe başvuruyor ve müfettiş olarak zaten oraya alınıyor. Onunla birlikte 6 hanım daha alınıyor. Hatta bunlardan biri daha sonraki yıllarda Cumhuriyetin ilk yıllarında Bedia Muvahhit olarak tanıdığımız ilk tiyatrocu hanım var. O dönemlerde adı Bedia Şekip idi. O da bulunmaktaydı. Şirket bunları aldıktan sonra işte onlara üniforma şeklinde, çarşafa benzer, önünde de kırmızı bir parçası bulunan aynı tip kıyafetler giydiriyor bu hanımlara. İşe giden hanımların tabii o dönemde aslında çok ekstrem bir olay bu. Yani çalışma hayatında kadının yer alması söz konusu değil ama o dönemde artık yavaş yavaş başlıyorlar ve bir kesim var ki, onların çalışmasını istemiyor. Yani bunları doğru bulmuyor. Kadınlar da o üniformalarla işine giderken tacize uğruyorlar, saldırılıyor, elbiseleri yırtılıyor, neden çalışıyorsunuz diye bunların çalışmaları engellenmeye çalışılıyor. Hatta şirket bu kesimin tepkisini bastırmak için bir takım yöntemlere başvuruyor. İşte, diyor ki; Hanımlar üzerindeki üniformaları, çarşafları çıkarmasın. Zaten hanımlarla erkekler aynı yerde değiller. Odaları farklı. Yani hanımlar ayrı odada çalışıyor, erkekler ayrı odada çalışıyor. Yine mesai saatleri bittiği zaman erkeklerin önce boşaltılmasını sağlıyorlar, hanımlar daha sonra çıkıyor. Yani öyle bir karışıklık ta söz konusu değil. Böyle bir şeyle onların tepkisi azaltılmaya çalışılıyor. Yine aynı yıl, 1914 yılında İstanbul Postanesi'ne pul satış memureliğine hanımlar alınıyor. Pul satış memuresi olan Feride Hanım da işte görevini küçük bir kafesi andıran pul satış barakasında sürdürüyor. I. Dünya Savaşı nedeniyle İstanbul Postanesi'nde görev yapan hanımların sayısı özellikle artmıştır. Postanede çalışan hanımlar da tıpkı telefon şirketinde olduğu gibi üniforma gibi elbise giyiyorlar. Yani işte önlerinde kırmızı bir parçası olan çarşafa benzer siyah bir elbise. Bu onların orada çalıştığını gösteriyor. Ama dediğim benzer tepkiler sonucunda bir müddet sonra o üniformayı da terk ediyorlar. Yani yolda giderken bir yerde çalıştıkları anlaşılmasın diye bundan vazgeçiyorlar. Birinci Dünya Savaşı sırasında dedim ya erkeklerin boşalan yerlerini doldurmak amacıyla hanımların alındığını, Maliye Nezareti, bugünkü Maliye Bakanlığı yani, erkeklerin yerine o işleri görebilecek hanımlar alabileceğini duyuruyor ve bir sınav yapıyor. Bu sınavda başarılı olan 12 hanım memure olarak alınıyor. Hanımlar da işte kendilerine ayrılan odalarda işe başlıyorlar. Böylece başlangıçtan beri kızların eğitimine karşı olan, “Aman canım okuyup da Maliyede kâtip mi olacaksın” diyenlerin sözü gerçekleşmiş oluyor. Maliyede kâtip oluyorlar gerçekten de. Hanımların görev yaptıkları odalara odacılardan başka bir erkeğin girmesi zaten yasak. Kadınlar Posta-TelefonTelgraf Şirketinde olduğu gibi birbirine benzer üniformalar giyiyorlar. Bu kadınlar 174 Kadınlar Akademisi yalnız geçici olarak bu görevlere alınıyorlar. Çünkü erkekler cepheden döndü mü yine eski yerlerine gelecek, kadınlar yine evlerine dönecekler. Hatta bunun için zorlanmışlardır. Yani gerçek işlerin sahipleri geldikleri zaman hanımları çıkarmak istemişlerdir. Ama işin aslı öyle olmuyor. Bir kere ok yaydan fırladı. Hanımlar çıktı dışarı, bir daha eve girer mi? Girmezler. Girer miyiz? Girmeyiz. Biz artık şimdi çalışıyoruz, oturun evde deseler bunu hangimiz kabul ederiz. Hiç birimiz kabul etmeyiz. O dönemde de böyle olmuştur. Hatta erkekler tarafından da destek bulmuştur bunların dirençleri. Bu tür memuriyetlerin yanı sıra, işte az önce de bahsettiğim, kadınlar için dergiler, gazeteler çıkıyor. Bu gazetelerin sahibesi veya idarecisi hanımlar da olabiliyor. İşte dernek kurucusu hanımları görüyoruz. Özelikle az önce ismini zikrettiğim Kadınlar Dünyası dergisinin sahibesi, Müdiresi, bütün çalışanları, hatta dizgicisi bile kadın. Hiç erkek çalışmıyor. Ne güzel. Bir büyük kadın dayanışmasıyla toplumsal bir misyon isteniyor ona. Dediğim gibi 1912-1913 Balkan savaşlarının kadının sosyal hayatın içine girmesinde büyük etkisi oluyor. Hatta tabii bu savaşın etkisiyle kadınlar sosyal hayata şöyle atılıyorlar; Bizler hayırsever milletiz elbette. Dolayısıyla üst düzey ailelerin hanımları kolları sıvayıp, işte kimsesiz kalan çocuklar için veya göç eden, göç ettikten sonra yersiz yurtsuz kalan kadınlar için, ordu için, ordunun ihtiyaçlarının karşılanması için çeşitli dernekler kuruyorlar. Bu şekilde sosyal hayata katılıyorlar. Bazı kadınlar da eşlerini kaybettiklerinden dolayı ailesinin geçimini sağlamak için çalışma hayatının içerisine sürükleniyorlar. Kadınların memurluk hayatı var. Onun dışında bir de sanayi alanında kadınları görüyoruz. İşçi kadınlar. Yine aynı sebeplerle erkeklerin yerini doldurmak amacıyla kadın işçilerin alımı artmıştır. Daha çok dokuma ve gıda sektöründe istihdam edilmişlerdir kadınlar. İşte genellikle halı ve ipek dokumacılığında kadın işçiler yer alıyor. Halı dokumacılığı Anadolu'da çok yaygın. Zaten şöyle söyleyeyim, Osmanlıda yavaş yavaş sanayileşme yeni başlıyor. Yani atölyelerin kurulması, fabrikaların kurulması, bunlar zaten yeni. Ve burada çalışan erkeklerin yanında kadınları da görüyoruz. Yani, işte büyük hangarlarda veya uzun koridorlarda halı kilim dokuyan kızlar da var ama bunlar daha çok gayrimüslim kızlar. Müslüman hanımlar daha çok evlerinde, evlerindeki dokuma tezgâhlarında. 3-5 hanım konu komşu toplanıyorlar, evlerinin avlusuna 3-5 tane dokuma tezgâhı koyup, orada üretimlerini gerçekleştiriyorlar. Ben sizi fazla sıkmak istemiyorum. O yüzden bunların ayrıntılarına çok fazla girmeyeceğim ama çeşitli yöntemlerle çalışıyorlar. Bu dönemde çalışan kadınların sayısı hakkında net bilgiler mevcut değil. Niye? Çünkü Osmanlı döneminde nüfus sayımı iki sebeple yapılıyor. Sizler de biliyorsunuz bunu mutlaka. Ya askere gidecek erkek nüfusun tespiti için, ya da vergi ödeyecek erkek nüfusun tespiti için. Kadınları sayan kimse yok. Niye saysınlar. Son dönemde bazı istatistiklerde, sayımlarda 175 Kadınlar Akademisi kadın nüfusun ne kadar olduğunu belirtmişlerdir, fakat bunların içerisinde çalışan kadınların sayısı belirtilmediğinden çok fazla bir bilgiye sahip değiliz. Ama yine de dediğim gibi dokuma sektöründe, gıda sektöründe, tütün ve sigara imalatında yoğun bir şekilde çalışmışlardır. Özelikle dokumacılığı kadın işi olarak gören erkekler zaten bu alandaki çalışmayı kendi onurlarına yakıştıramadıklarından dokumacılık sektöründe daha çok kadınlar ve çocuklar çalıştırılmıştır. Kadın ve çocukların çalıştırılmasına diğer bir sebep de aslında şöyle söyleyelim; yani erkeklerin sayısının az olması değil de, kadın ve çocuk iş gücünün daha ucuz olması. Maalesef onlar daha az ücret aldığı için işletme sahiplerinin işine geliyor ve kadın ve çocukları çalıştırıyorlar. Hatta daha uzun zamanlarda konuşulabilecek konulardan biri kadınlar o dönemde grev falan da yapıyorlar. Yani bu çalışma şartlarının zorluğu, çalışma saatlerinin uzunluğu, ücretlerin azlığı sebebiyle. Şimdi çok fazla lafı uzatıp, sizleri de sıkmadan bir kaç kadın girişimciliğine örnek vermek istiyorum. Gerek memur olarak çalışma hayatından, gerekse işçi olarak katılımlarından bahsettik. Bütün bu çalışma hayatına onların katılımı kadınların girişimcilik ruhunu da kamçılamış, kendi iş yerlerini açma, ticaret yapma konusunda onları heveslendirmiş. Özelikle meslek edindirmeye yönelik kurslar veren kadın dernekleri sayesinde terzilik, aşçılık gibi işleri öğrenen kadınlar kendi ticarethanelerini açmışlar. O zaman da bakın terzilik mesleği Müslümanların elinde değil. Gayrimüslimlerin elinde, genellikle Rumlar, Yahudiler bu mesleği icra ediyorlar. Müslümanlar meslek olarak bunu götüremiyor. Zaten Müslüman hanımlar annesinden, ailesinden mutlaka görüyor dikiş dikmeyi falan ama o dönemde moda olarak süslü püslü batılı tarzda elbiselerin dikilmesi hep gayrimüslim terzilerin elinde. Yani öyle Müslüman hanımlar dikemiyorlar. Bu açıdan kurslar sayesinde terzilik yapabiliyorlar. İşte sizin yapmış olduğunuz şeyler de bunun gibi, o dernekler de çeşitli, hanımları hayata hazırlayacak, çalışma hayatına yönlendirecek becerilerini geliştiriyorlar. Terzilik, pastane işletmeciliği, fotoğrafçılık, ticaret, makinistlik, dizgicilik, hatta madencilik gibi özel teşebbüsler içerisinde kadınları görüyoruz. Bazen tek başına çalışmışlardır, bazen ortaklık kuruyorlar. Mesela bunun en güzel örneği 1917 yılında açılan Hanımlara Mahsus Eşya Pazarı Anonim Ticaret Şirketi İsme bakar mısınız? Hanımlara mahsus eşya pazarı. Ne üretiyorlar bunlar? Hanımların ihtiyacı olan bütün her şeyi. İşte evlenecek kızların çeyizleri vs. Bunları üretip satıyorlar. Dikişe ait her türlü ihtiyacı karşılamaya çalışıyorlar. Savaş yıllarında kurulduğu halde ilk yıllarda şirket kar bile ediyor. Fakat daha sonraki yıllarda ekonomik buhran nedeniyle çok fazla hayatını ideme ettiremeyip kendini feshediyor. Şimdi sadece İstanbul'un değil, yurdun çeşitli yerlerinde kadınların girişimlerine rastlamak mümkün. Nitekim Bartın'da da kadınların kurup işlettiği 37 tane 176 Kadınlar Akademisi manifatura dükkânı var. Bunun dışında haftanın beli günlerinde kurulan kadınlar pazarında yine köylerden gelen ürünler satılıyor. Hatta İstanbul Kapalıçarşı'da kadınların el işlerini sergileyip sattıkları önemli bir mekân. Yere örtüler serip, işte yazma, mendil, yemeni, başörtüsü, örgü keseler, çoraplar gibi şeyleri satıyorlar Kapalıçarşı'da. Şimdi fotoğrafçılık dedim, enteresan bir hikâyesi var fotoğrafçılığın. Savaş yıllarında ekonomik sıkıntılar baş gösteriyor tabii. 1919 yılında fotoğrafçılık yapan bir hanıma rastlıyoruz, Naciye Hanım. Naciye Hanım bu mesleği subay olan eşi İsmail Hakkı Bey'den öğreniyor. İsmail Hakkı Bey, Balkan Savaşları'ndan sonra İstanbul'a dönmek için uğraşmış, fakat imkânlar dâhilinde gelemeyince Avusturya'ya sığınıyor, Avusturya'da fotoğrafçılık öğreniyor. Döndükten sonra da, İstanbul'a döndüğünde fotoğrafçılık yapmaya başlıyor. Ancak ailenin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntı nedeniyle eşi de bu mesleği öğreniyor ve evinin alt katındaki kapının üzerine Hanımlar Fotoğrafçısı Naciye tabelasını asarak, profesyonel olarak fotoğrafçılığa başlıyor. Müslüman hanımlar çok rağbet gösteriyorlar bu fotoğrafçıya. Çünkü; kadın çekiyor, günümüzde de ben hatırlıyorum, şimdi dijital fotoğraflar çıktı da artık tab etmeye falan gerek duyulmuyor. Eskiden fotoğraf stüdyosuna gittiğiniz zaman, benim de kız kardeşlerim başörtülüdür. Hiç biri saçı açık bir şekilde çektirmezler. Ona dikkat ederler. Veya evde kendi makinelerinde çekilen fotoğrafların yine mahreme görünmemesi için dikkat ederlerdi. Son yıllarda benim çocukluğumda falan hatırlıyorum, işte bayan fotoğrafçılar vardı, bayan fotoğrafçı tab ediyor deyince rahatlıkla oraya götürüp verirlerdi. Şimdi bu ilgi çekmesinin tabii sebebi bu. Naciye Hanım tabii işini büyütüyor. Ünü o kadar yayılıyor ki, artık kurtuluş savaşında cephede olan erkeklerin kulağına kadar gidiyor ve eşlerine mektup yazıyorlar. Diyorlar ki; İşte “İstanbul'da şurada, şu semtte bir fotoğrafçı hanım varmış. Sen oraya git, fotoğrafını çektir, bana gönder.” Ne yapsın? Hasret, yıllarca cephede, kadınlar da yüzleri kolları açık, rahat bir şekilde çekiliyorlar fotoğraflarını ve cephedeki eşlerine yoluyorlar. Hatta mütareke yıllarında İstanbul'u işgal eden kuvvetlerin subaylarının eşleri de çok rağbet ediyor bu hanıma. Naciye Hanım sadece çekmekle kalmıyor, Saraya işte oradaki hanım sultanlara falan da fotoğrafçılık sanatını öğretmeye çalışıyor. Hatta Cumhuriyetin ilk yıllarında da Naciye Hanımın izinden giden bir hanım daha var. Muzaffer Hanım. O başka bir çığır açmıştır. O seyyardır. Onun stüdyosu yoktur. İsteyenlerin randevuyla, işte “benim evime gelip şu saatte benim fotoğrafımı çeker misiniz” diye istedikleri mekânlarda, şimdi stüdyolardan çıktılar artık. Gelinlik fotoğrafları bile çayırda çimende, güzel manzaralarda yapılıyor. O dönemde işte Muzaffer Hanım da seyyar olarak fotoğrafçılık yapıyor. Bizim için şu an baktığımız zaman bizi gülümseten şeyler ama o dönemde yapıldığına bakarsanız hiç örneği yok ya çok enteresan geliyor. Günümüzde çok basit, çok normal şeyler bunlar. Artık herkesin elinde cep 177 Kadınlar Akademisi telefonu olduğu için herkes fotoğrafçı zaten. Bir de önemli olan başka bir husus var. Kadınların ticaret hayatına atılmaları tabii mecburiyetten oldu. Eşlerinin cepheden dönmemesi nedeniyle onların dükkânlarını işletmeye çalışmaları. Fakat kadınlar acemi oldukları için çok zor durumda kalıyorlar. İflas noktasına kadar getiriyorlar işletmelerini. Bunun için hükümet bir önlem alıyor. Diyorlar ki, Ticaret Mekteb-i Alisi'nde hanımlar için Uygulamalı Kız Ticaret Bölümü açalım. Bu çok önemli bir uygulama. Adı da İnas-ı Ameli Ticaret Şubesi. Başlangıçta bir yıllığına açılıyor. Sonra iki yıla çıkarıyorlar. Burada amaç; kadınları ticaret konusunda eğitmek, ticaretle ilgili bilgileri vermek ve işlerini de düzgün yürütmelerini sağlamak. Sonuç olarak şunu söyleyelim; Balkan Savaşları ve sonrasında, az önce dediğim gibi I. Dünya Savaşı'nda devam eden bu süreçte erkeklerin yerini dolduran ve savaş sonrasında bu alanları terk etmeye zorlanan kadınlar için asla geri dönülmez bir ufuk açılmıştır. Nitekim Mondros Mütarekesi'nden sonra yaşanan işgaller, Kurtuluş Savaşı sonrasında erkek nüfusun kırılması sebebiyle kadınlar çalışma hayatından uzaklaştırılamamıştır, tam tersine teşvik edilmiştir. Hatta Cumhuriyetin ilk yıllarında da Mustafa Kemal Atatürk her gittiği yerde kadınların görevlerinden ve haklarından söz etmişlerdir. Kadınların sadece ekonomik alanda etkileri yok. Bakın bir de kurtuluş aşamasında kadınların görevleri de var. Onlar da ayrı bir konu. Yani ben bunları derslerim sırasında bölüm bölüm hep anlatıyoruz işte cephede kadın şöyle yapmıştır, kurtuluş mücadelesi için böyle yapmıştır diye. Sonuçta mesela Cumhuriyetin ilk döneminde çok önemli bir kongre olan İzmir İktisat Kongresine mesela kadınlar delege olarak kabul edilmiştir. Bu önemlidir. Cumhuriyet öncesinde kadınların hak ve özgürlükleri konusundaki verdikleri mücadelenin hazırlamış olduğu zemin Mustafa Kemal'in kadınlara vermiş olduğu önem sonucunda Türk kadını kanunlarla medeni, sosyal ve kültürel haklarını elde etmiş, böylece ailede ve toplumda layık olduğu yere ulaşmıştır. Ekonomik koşullar nedeniyle çalışmaya devam eden kadınlar Cumhuriyet döneminde de çıkarılan kanunlarla daha geniş haklara sahip olmuştu. Böylece Türk kadını tarımda ve sanayide işçi, kamu hizmetinde memur olarak çalışma hayatında yerini almıştı. Şimdi her alanda artık kadınları görüyoruz. Hizmet sektöründen eğitim sektörüne, Milletvekili olarak görüyoruz, siyasette görüyoruz, işte Başbakan olabiliyorlar, geçmişte bunun örnekleri var. Kadınların yolu açık olsun diyorum. Ben şahsen çalışan bir kadın olarak kadınları şeye benzetiyorum, bunu hep söylüyorum. Yani kadınların yükü çok fazla. Erkekler gibi değil. Evde çocuğunu, bakın telefonum çaldı, işte çocuğum beni arıyor. Demek istiyor, okuldan çıktım eve gidiyorum. Onu denetliyorum, onun işlerine bakıyorum. Her kadın böyle. Hem ailesini idare ediyor, hem işini idare ediyor, hem akademik kariyerini yapıyor, yani sadece çalışmakla kalmıyor. Bir yerde de daha güçlü olmaya çalışıyor. Ve inanın erkeklerden daha güçlüyüz biz. Bir kere erkekler iki işi bir arada yapamazlar. Asla. Ben eşimden biliyorum. 178 Kadınlar Akademisi Bakın ben özellikle, Kadın ve Çocuk tarihi dersleri verirken zaten erkeklerin böyle yüzlerindeki ifadeyi bir görseniz, erkek öğrencilerin. Ya bizim bu derste ne işimiz var gibi geliyorlar, ben diyorum ki; bu ders sizin için. Kızlar için değil. Kadınların mücadelesini göreceksiniz, kadınlara değer vereceksiniz, onların sizinle aynı, ben daha ileri gidiyorum, sizden daha üstün olduğunu kabul edin falan diyorum ama değil. Yani, şimdi şöyle bir şey var; “feminist misiniz?” diye başlıyorlar. Feministlikle falan alakası yok bu işin. Ben şuna inanıyorum; kadınlar elbette fıtrat olarak erkeklerle aynı olamaz mümkün değil. Biz bedenen ruhen, düşünce yapısıyla erkeklerle aynı değil, biz haklar noktasında eşitlik istedik. Ve hala tamam, kanunlar çerçevesinde bu haklar veriliyor elbette, kadın eşit erkekle hiçbir sorun yok. Ama maalesef erkeğin yetiştirilme tarzı, ben hep bunu söylüyorum, öğrencilerime de, anneler olarak erkek çocuklarımızı öyle bir yetiştirelim ki, aman bu erkek çocuğudur, bu işi yapmasın, sen erkeksin bunu yapma falan diye diye erkekler kendini bir şey zannediyorlar, hiç Bir şey. Benim eşim sağolsun yapar. Elektrik süpürgesini bana açtırmaz, kendisi süpürür, bana yardım eder. İstiyorum ki oğlum da aynı şeyi yapsın. Yapacak bunu, gidip eşine de yardım edecek. Tabii biz anneler olarak bundan mesulüz. Yani o erkeklerin yetişmesinde bizim payımız var. O maalesef işte geleneklere takılıp kalmış erkek nüfusun kadınlara bakış açısını yüzyıllardır değiştiremedik, değiştiremiyoruz da. Hala kadın şiddet görüyor, hala kadınlar öldürülüyor, evinde mutsuz. Yani biz belki şanslı azınlığız. Yani ekonomik gücümüzü elimizde tutuyoruz veya sosyal hayattayız, yani mutlaka çalışıyor olmak önemli değil. Sosyal hayatta olmak, erkeklerle aynı hakları paylaşmak önemli ama bizim bilmediğimiz yerlerde, görmediğimiz yerlerde, televizyonlarda duyuyoruz, gazetelerin 3. sayfalarında okuyoruz, pek çok şeyler görüyoruz. İnşallah bunlar düzelir, bir daha böyle bir şeyler görmeyiz. Kadınları daha güçlü görmek istiyoruz. Ve kadınları güçlü olma noktasında böyle hizmet eden değerli arkadaşlarımıza da teşekkür ediyoruz ve takdir ediyoruz. Ben belediye binasına geleceğimi düşünüyordum. Ama baktım Kadın Aile Sanat ve Kültür Merkezi Kadın Akademisi Ben şaşırdım yani. Kadınlar için böyle güzel bir bina yapılmış, Kadınlar, gezdik dolaştık, çeşitli alanlarda, yani, hani alıştık işte çiçekçilik, terzi, bir şekilde bilgisayar, muhasebe falan ama Osmanlıca, Rusça, İngilizce, kursları var. Bunlar çok güzel şeyler. Ben bu noktada bütün bu çatı altında çalışanlara teşekkür ediyorum, takdir ediyorum ve yaptıklarının çok değerli bir şey olduğunu söylemek istiyorum. Beni sabırla dinlediğiniz için çok teşekkür ederim. Evde belki çocuklarınız bekliyor. Belki yoğun bir programdan geçtiniz yorgunsunuz. Bu saatte sizi alıkoydum ama karşımda böyle hevesli bir dinleyici grubun bulunmasından da ben çok memnun oldum. Çok teşekkür ediyorum. 179 Kadınlar Akademisi 180 Kadınlar Akademisi 181