cern deneyleri ve
Transkript
cern deneyleri ve
Marksist Teori 8 Kasım/Aralık [2012] Marksist Teori - Yaygın Süreli Yayın Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. Adına İmtiyaz Sahibi: Alper Kaba Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Alper Kaba Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt. No: 8/10 Aksaray/İstanbul Tel: (0212) 529 15 94 Faks: (0212)529 06 75 e-posta: marksistteori@gmail.com Web sitesi: www.marksistteori.com Baskı: Ceylan Matbaacılık Tel: (0212) 613 10 79 Abonelik: Yıllık 40 TL (Posta çekini yatırdıktan sonra bilgilerinizi e-posta veya faksla iletiniz.) Posta Çeki: Songül Akbay 1600206 İçindekiler [4] MARKSİST TEORİ’DEN [6] [14] ÇÖZÜMSÜZLÜĞE VE ZOR DURUMA DÜŞEN AKP AKP İMHAYI UMARKEN DEVRİMCİ HALK SAVAŞINI BULDU Yücel Yıldırım [22] HDK: AŞAĞIDAN BİRLİĞİ GELİŞTİRMEK İÇİN İRADİ MÜDAHALE Ziya Ulusoy [33] SEÇMELİ DEĞİL ANADİLİNDE EĞİTİM Bayram Namaz [46] ULUSAL UCUZ, GÜVENCESİZ VE ESNEK İSTİHDAM STRATEJİSİ Dr.İbrahim Okçuoğlu [54] ERKEKLİĞİ DİLE DOLAMAK Mesut Çeki [63] SÖZ VERİYORUZ, FAŞİZMİ VE SÖMÜRGECİLİĞİ YENECEĞİZ Seyfi Polat [69] BÜYÜK BİR DİRENİŞ İÇİNDEYİZ İsa Haso [72] [75] TUNUS’TA SOL GÜÇLER HALK DESTEĞİNİ ARTIRIYOR Hamma Hammami YENİ BİR AYAKLANMANIN KOŞULU VAR Lhoussain Lahnnaoui [79] BÖLGENİN VE İRAN’IN KURTULUŞU SOSYALİZMDE Massoud Djalili [83] [86] [89] BU DEVRİM İŞÇİLERİN ÇOCUĞU Bahıga Hussein LÜBNAN’DA KENDİ HATTIMIZDA İLERLİYORUZ Ali Selman CERN DENEYLERI VE “TANRI PARÇACIĞI” Ali Haydar Saygılı [100] PROTON SAVAŞLARINDAN HIGGS PARÇACIĞINA Hasan Çoşar [110] EKİM DEVRİMİNE GİDEN YOLDA SOVYETLER Aydın Akyüz MARKSİST TEORİ’DEN Merhaba, Marksist Teori’nin 8. sayısında yine sizlerle buluştuk. Düzenli olarak çıkaracağımızı duyurduğumuz Marksist Teorinin 8. sayısını Eylül-Ekim aylarında çıkarmamız gerekiyordu. Ancak 8. sayıyı gecikmeyle Kasım-Aralık sayısı olarak çıkardık bundan dolayı öncelikle okurlarımızdan özür dileriz. Bu sayımızda ilk yazımız “Çözümsüzlüğe ve zor duruma düşen AKP” Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da son aylar içinde gelişen olayları ele alan bir siyasi durum değerlendirmesi. AKP iktidarı Kürt halkına yönelik olarak KCK siyasi kırımıyla başlattığı ve hayata geçirdiği kirli savaş konseptinde PKK’yi imha etmeyi hedefliyordu. Ancak PKK uygulamaya koyduğu 4. dönem halk savaşı stratejisiyle AKP’yi siyasi çözümsüzlüğe ordusunu da zafersizliğe iterek, alan hakimiyetini sağladı. “AKP imhayı umarken halk savaşını buldu” yazısı bu durumu irdeleyen bir yazı. Üçüncü yazımızın konusuysa, Halkın Demokratik Kongresine kuruluş aşamasında gelen eleştiriler. Bu eleştirileri geç de olsa görmek ve bunun üzerinden beraber Marksist Teori 8 mücadeleyi örgütlemek için bu sayımızda eleştirilere yanıt verdik. Yazımızın adı, “HDK: Aşağıdan birliği geliştirmek için iradi müdahale” 12 Eylül’de Türkiye ve Kuzey Kürdistan hapishanelerinde süresiz dönüşümsüz açlık grevine başlayan PKK ve PAJK tutsaklarının 3 talebinden biri de anadilde eğitimdi. Bizde “Seçmeli değil anadilinde eğitim” yazısıyla anadilde eğitim konusunu ele almak istedik. AKP iktidarı tarafından Türk ekonomisini 2023 yılında ilk 10 ekonomi arasına sokma amacıyla hazırlandığı belirtilen ulusal istihdam stratejisi bu yılın sonunda resmileşecek. İbrahim Okçuoğlu “Ulusal ucuz, güvencesiz ve esnek istihdam stratejisi” yazısıyla 4+4+4 yasası ve toplu iş kanunu gibi saldırılara kaynaklık eden bu taslağı inceliyor. Kadın devriminin başladığı günden bu yana kendi erkliği ve erkekliğini tartışan Mesut Çeki, “Erkekliği dile dolamak” yazısıyla bu tartışmayı sayfalarımıza da taşıdı. MLKP Dava Tutsağı Seyfi Polat 6 Eylül’de 10. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen davasında, 6-7 Eylül olaylarını ve nedenlerini anlatıp, ırkçı ve faşist saldırıların bugün Kürtlere yönelik olarak yaşandığını belirtiyor. Kürt halkının sömürgeci Türk devletine karşı yürüttüğü mücadeleye de değinen Seyfi Polat, aynı zamanda MLKP’nin 10 Eylül’de 18 yılına giren kuruluşunu da kutluyor. Halkın Demokratik Kongresi, 20-21 Ekim tarihinde İstanbul’da Ortadoğu Konferansı düzenledi. Çeşitli ülkelerden bu konferansa gelen davetlilerin bazılarıyla Marksist Teori olarak söyleşiler gerçekleştirdik. Batı Kürdistan’dan Kürt Ulusal Konseyi’nde diplomatik alanda görevli İsa Haso, Tunus Emekçileri Partisinden Hamma Hammami, Lübnan Komünist Partisi Politbüro üyesi Ali Selman, Mısır Komünist Partisi Merkez Yönetim Kurulu üyesi Bahıga Hussein, Fas Demokratik Yol Partisi temsilcisi Lhoussain Lahnnaoui, İran Emek Partisi’nden Massoud Djalili ile Arap baharı ve sonrası hakkında yapılan söyleşileri de dergimizde okuyabilirsiniz. Cern ve “tanrı parçacığı” hakkında iki yazımız var bu sayıda. “Cern deneyleri ve ‘tanrı parçacığı’” ve “Proton savaşlarından Higgs parçacığına” farklı açılardan Cern deneyleri ve sonuçlarını inceleyen iki yazı… Ekim devriminin yıl dönümü olan ve Batı Kürdistan’da gelişen demokratik yanı gelişkin ulusal devrim ve iktidar örgütlenmesinin yaşandığı bu günlerde Sovyet örgütlenmesinin doğuşu ve gelişimi hakkında bir yazı da dergimizde yer alıyor. Gelecek sayımızda görüşmek üzere hoşçakalın. [5] ÇÖZÜMSÜZLÜĞE VE ZOR DURUMA DÜŞEN AKP Siyasi gelişmeler içinde öne çıkanlar Suriye’yle savaş ile Bölgede savaşın şiddetlenmesi oldu. Yanı sıra AKP iktidarı, oldukça kapsamlı ekonomik ve siyasal saldırı silahını hazırlayarak uygulamaya geçirdi, geçiriyor. Milyonlarca işçi ve emekçinin ekonomik yoksulluk ve demokratik hak yoksunluğu içindeki yaşamını doğrudan hedef alan bu saldırılardan başlıcaları; zaten dibe vurmuş durumda olan sendikal örgütlenmeyi tamamen kontrol altına alma yasası zamlar ve vergi soygunu; kentsel yıkımın yasalaştırılıp uygulanmaya başlanmasıdır. Bu arada kıdem tazminatının sermaye için yük olmaktan çıkarılması hazırlığı, bölgesel asgari ücret gibi saldırılar var olan tepkiler dikkate alınarak yeniden gündemleştirilinceye kadar hazır halde tutuluyor. Ayrıca çoğunluğu metal sektöründe olmak üzere sermaye ile sendikalı işçiler arasında sürmekte olan toplu iş sözleşmesi görüşmelerinden doğacak direnişler de sürece eklenecek. Suriye’ye Savaş İki Ucu Tehlikeli Durum AKP iktidarı Suriye’deki gerici iç savaşı doğrudan himayesine alıp örgütlediği gibi, başlangıçtan itibaren [6] Marksist Teori 8 “tampon, güvenli askeri bölge kurma”, isteği ve önerisiyle işgale de niyetlendi. Dışişleri Bakanı Davutoğlu “mülteciler 100 bini geçerse askeri müdahale yaparız” tehditleriyle ve sonra da Erdoğan’la birlikte yaptıkları “NATO müdahale kararı alarak NATO üyesi Türkiye’yi desteklesin”, “BM ortak müdahale kararı çıkarsın” çağrılarıyla Ankara’nın Suriye’ye savaş planına elverişli emperyalist işgal ortamı yaratmaya çalıştılar. ABD emperyalizminin dış savaş bakanı Clinton başlangıçta ‘Suriye bunalımında Türkiye’nin öncü güç olmasını destekliyoruz’ diyerek Ankara’nın savaş planına yeşil ışık yakmıştı. Arap gerici devletleri –Katar, Suudi ve Ürdün despotik diktatörlükleriHür Suriye Ordusu(HSO)’na askeri eğitim ve silah-para desteği yanı sıra, Ankara’nın savaş planına da destek verdiler, teşvik ettiler. Arap Birliği ve BM nezdinde Libya benzeri bir savaş kararı çıkarmaya çalıştılar. AKP iktidarı, savaş için engellerle karşılaştıkça plan doğrultusunda provokasyonlara da girişti. Suriye’de düşürülen uçak olayı, Antep’te sivil halkın canını alan bomba bunun örnekleriydi. Ayrıca ana karargâhı Türkiye’de olan HSO’nun sınır karakollarında çatışma çıkararak savaşa sebebiyet verecek provokasyonları da -Akçakale’ye düşen top mermisiyle sivil halkın ölmesi, karşılık olarak Ankara’nın Suriye askeri alanlarını hedef alan saldırısı ve Genelkurmay Başkanı’nın sınırda savaş şovu yapması, Suriye’ye giden yolcu uçağının Esenboğa’ya indirilip aranması- savaşa doğru tırmanmayı hedefliyordu. Ankara savaş doğrultusunda planlamasını sınıra silah ve asker yığınağı yaparak da sürdürdü. Yanı sıra Suriye’de yaşayan Kürt halkının özerklik ilanını, öncü güç olarak PYD’yi göstererek savaş nedeni sayacağını ilan etti. Esasen Suriye’yle savaş nedenin ilk sırasında Kürtlerin olası statü elde etmesini ezmekti. Önleyici savaş politikasını uygulamayı hesaplarken Kürt halkının özerkliğini karşısında buldu. Evdeki hesap çarşıya uymadı. Ankara bütün çabasına rağmen savaş planını değişik nedenlerin toplam sonucu olarak uygulama imkânını şimdilik bulamadı. Suriye Baas rejiminin Libya Kaddafi rejiminden farklı olarak daha güçlü ordusu ve silahlanma kapasitesi bulunması, Rusya ve Çin’in BM’de savaş kararını engellemeleri, gerici silahlı muhalefet cephesinin kitle desteğinin giderek azalması ve Rojava Kürt halkının bağımsız çizgide gerici muhalefet cephesiyle arasına sınır çekmesi, Ankara’nın erken savaş ve kolay askeri galibiyet hesabını bozdu. Elbette aynı nedenlerle ABD ve Avrupa emperyalistlerinin erken savaş planını değiştirerek yıpratıcı gerici içsavaşı örgütlemeye yönelmeleri, onlardan daha savaş heveslisi Ankara’nın planını uygulamasını gemledi. Hatta öyle ki, Ankara HSO’nun ana karargâhını Türkiye’den çıkarmak zorunda kaldı. [7] Marksist Teori 8 Şimdi Erdoğan, Suriye’de gerici içsavaşı tırmandırmaya hamilik yapmayı sürdürürken, işgal/savaş planını bir başka zamana bırakmak zorunda kalmış görünüyor. Yıpratıcı iç savaşla Esad rejimini güçten düşürdükten sonra ABD ve Avrupalı emperyalistler ve gerici Arap devletleriyle birlikte ortak savaş ilan etmeyi bekliyor. Ancak gerici içsavaşı tırmandırmanın kendisi mayınlı alan gibidir. Planlanandan farklı biçimde erken savaşa yol açabilir. Vurgulamak gerekir ki, Erdoğan’nın Suriye’yle savaş politikası, içte beklediğinin tersine, iktidarı, halklarımız nezdinde yıpratan rol oynamaya devam ediyor. Halk kitleleri savaşa pek taraftar olmadığı gibi, Erdoğan’ın savaş ortamı ve gündemiyle büyük devlet şovenizmi zehrini halka içirme politikası diğer bakımdan da boşa çıktı. Erken savaşkolay zafer afra tafrası boşa düştükçe AKP’nin güçsüzlüğü ortaya çıkıyor, Kürt devrimi, devrimci olandan, antifaşist olandan, demokrat olandan tek bir şey istiyor ve soruyor; karar ver... Birlikte direnip savaşacak mıyız, savaşmayacak mıyız? olası savaşı Kürt hareketini ve politik özgürlükler ve demokratik hak talepleri etrafında gelişen politik kitle mücadelelerini daha katı faşist yasaklarla tahkim edilmiş bir rejimin aracı yapma politikası bozulmuş oluyor. Erdoğan’ın, bir yandan Suriye’de gerici yıpratıcı savaşı tırmandırırken diğer yandan da Filistin halkının celladı Lübnan falanjistleriyle yaptığı işbirliği ve İsrail Siyonizmiyle Esad rejimini düşürmek uğruna geliştirdiği kirli politik birliği, iktidarın teşhir olmasına yol açıyor. İçte ve bölgede toplumsal desteğini yitirmesini hızlandırıyor. Başta HDK’dekiler olmak üzere antifaşist, antiemperyalist güçlerin savaşa karşı mücadelesi AKP iktidarının bu zayıf noktasını değerlendirerek, onun toplumsal desteğini zayıflatıyor. AKP doğrudan savaşa başvurursa bu zayıflık içinde savaş karşıtı kitle mücadelesinin tırmanmasına yol açacak, antifaşist hareket daha yoğun biçimde güç toplayacaktır. Ki iktidar için bu, savaşla ve buradan yaratılacak büyük devlet şovenizmiyle başta Kürt ulusal demokratik hareketi olmak üzere toplumsal muhalefeti ezecek bir gerici faşizan hamlesi olarak öngörülmüştü. Eğer doğrudan savaşa girerse, bu plan, Erdoğan için bumeranga dönüşecektir. Savaşa doğrudan başvurmazsa, iki yönden kitle desteğini zayıflatacaktır. İddialı olarak savaş ajitasyonu yapmış ve bunun için tezkere çıkarmış bir iktidarın savaşı göze alamadığı görüldükçe ve savaş karşıtı ajitasyon [8] Marksist Teori 8 kitleler içinde geliştikçe güçsüzlüğü açığa çıkacak, zayıflayacaktır. İkincisi, desteklediği gerici cephenin niteliğinin burjuva siyasal İslamcı, emperyalist-siyonist işbirlikçisi olduğu halklarımız tarafından kavrandıkça, AKP iktidarının kitle desteği ciddi erozyona uğrayacaktır. Bu süreç boyunca savaş karşıtı devrimci ajitasyon sürdürülmeli, savaşa doğru tırmanma gerçekleştikçe kitle eylemleri yükseltilmelidir. Yenmeyi Umdu Halk Savaşını Karşısında Buldu Erdoğan, KUDH’ne karşı kirli savaşı yoğunlaştırarak ağır darbeler indirme, kitlesel tutuklama kırımıyla Kürt halkımız içindeki örgütlülüğünü yok etme yoluyla umut kırma ve en az hakla teslim alma stratejisi yürütüyordu. Kısmi Srilanka “çözümü” de denebilecek bu saldırı stratejisi, arkasına ABD’den bölge gerici devletlerine uzanan yelpazede geniş çaplı uluslararası ve bölgesel karşıdevrimin desteğini de alarak yürütülen bu stratejiyle, KUDH’ni yenmeyi umuyordu. Ancak KUDH’nin çetin askeri direnişi karşıdevrimin umudunu yenilgiye uğrattı. KUDH, dağdaki direnişi yükseltmenin öncülüğünde devrimci halk savaşı (DHS) stratejisini yükselterek, Erdoğan liderliğindeki saldırı stratejisine cevap verdi. Dağdaki çetin askeri direnişini alan tutmayla, kent ve kırda yaygınlaştırılmış gerilla mücadeleleri ve serhildanlarla birleştirilmiş topyekûn mücadele biçimindeki DHS stratejisi, politik amaç bakımından demokratik özerklik statüsünü sömürgeci diktatörlüğe dayatıyor, ayrıca fiili olarak demokratik özerkliği inşaya çalışıyor. KUDH, sömürgeciliğin saldırısını yenilgiye uğratırken, onun önemli bazı silahlarını da işlemez hale getiriyor, işlevsiz kılıyor. Bir bölümünü de kendi avantajına dönüştürerek ilerliyor. Erdoğan’ın Suriye’yi işgal ve önleyici savaşıyla Rojava Kürt hareketini ezerek KUDH’nin moralini ve önemli bir güç kaynağını yok etme planını, KUDH Rojava ulusal devrimini başlatıp zafere ulaştırarak bozguna uğratmış oldu. Süreç şimdi KUDH bakımından daha başka avantajlar elde edilmesi yönünde gelişiyor esas olarak. Örneğin, karşıdevrimci destek güçlerinden Suriye ve İran rejimleri, sömürgeciliğin emperyalizm işbirlikçisi ve yayılmacı hareketi nedeniyle destekten vazgeçerek KUDH lehine belirli bir durum yaratıyorlar. Bu avantajları yanına alarak DHS’nı yürütmeye devam eden KUDH, kentlerdeki kitlesel tutuklama kırımına, polis terörüne, doğacak olan boşluğu cemaat güçleri, ilişkileri ve sadaka dağıtma kampanyaları, imam ordusu seferberliğiyle doldurma saldırısına karşı da, direnişlerle yanıt veriyor. 14 Temmuz direnişi ve süresiz dönüşümsüz açlık grevleriyle Kürt halkımızın kitlesel hareketini yükselme mücadelesi, mahkemeleri haklı taleplerin kürsüsü ve direniş [9] Marksist Teori 8 mevzisine dönüştürme çabası, bu direnişin başarılı adımlarıdır. AG’lerin, DHS stratejisinin şimdiki koşullar altında mücadeleyi sonuç alıcı bir savaşım düzeyine taşımanın taktik hamlesi olarak örgütlendiğini söyleyebiliriz. Bu taktiğin kritik öneminin -görüldüğü üzere de- Kürt halk yığınlarının düzenden kopuşunun hem en derin ideolojik/siyasal gücünü örgütleme yeteneğini taşıyor oluşu ve hem de bunun AKP’ye şu yada bu nedenle yedeklenmiş Kürt halk yığınlarının konumlarını da sarsan, sorgulatan ve AKP’den uzaklaştıran güçlü bir ulusal-manevi etki yaratıyor ve yaratacak oluşudur. Başka bir deyişle Kürt kitleleri arasında ‘iç’ politik saflaşma KUDH lehine daha da derinleşecek ve AKP’nin Kürdistan’daki toplumsal dayanakları hızlı biçimde erozyona uğrayacaktır... Sömürgeciliğin ve AKP’nin KUDH karşısındaki yenilgi süreci AG direnişi ve geliştirilen serhildan dalgasıyla yeni bir boyut daha kazanmış, AKP iktidarının siyasi geleceğinin kaderi üzerinde kaçınılmaz ağır etkilerde bulunacak ve sonuçlar doğuracak bir dönemi açmıştır. Ayrıca AG ve serhildan süreci, politik saflaşma bakımından genel siyasi savaşım düzeyinde de esaslı etkiler yapacaktır ve yapmaktadır. Türk ve Kürt halklarının ‘kader birliği ‘denilen politik perspektifin ya da inancın, eğer her hangi bir devrimci ya da ilerici yapı bakımından somut, gerçek ve tarihsel bir anlamı varsa, bu uğurda “elinden gelenin fazlasını” şimdi/bu süreçte yapmayan için “yarın” diye “somut” bir gelecek de yoktur ve olmayacaktır. Politik yaşamda ve savaşımda “saf dışı” kalıp kalmama bakımından “kader an”ları diyebileceğimiz yeni ve yeniden bir takvimsel zamanlardan geçtiğimiz açıktır. Kürt devrimi, devrimci olandan, antifaşist olandan, demokrat olandan tek bir şey istiyor ve soruyor; karar ver... Birlikte direnip savaşacak mıyız, savaşmayacak mıyız? Halkların birliği, kardeşliğinde “saflaşma”nın başka bir gerçek karşılığı var mı bugün? KUDH, bölgesel planda Kürt ulusal özgürlük mücadelesinin birliğe gidişini güçlendirerek, göreceli daha zayıf olduğu parça olan Güney’de halk kitleleri üzerinde etkisini yaygınlaştırmaya başlayarak gelişme gösteriyor. Bu yolla da sömürgeciliğin ve emperyalizmin planlarına çomak sokuyor, beklentilerini boşa çıkarıyor. Erdoğan, kirli savaş stratejisindeki yenilgiden sonra, İmralı’yla görüşülebilir şeklindeki oyalayıcı manevrasıyla durumu kurtarmaya, beklentiyle mücadele seviyesini düşürmeye, ama askeri saldırıları sürdürerek durumu yeniden lehine dönüştürmeye çalışıyor. Erdoğan, Suriye’de yıpratıcı savaş stratejisinin bir süre sonra işgal savaşına dönüştürüleceğini umar ve beklerken, gerçekleşirse bunu Rojava Kürt devrimini ezmenin aracı yapmaya çalışıyor. Eğer bu adımı atarsa bu kez de savaşa karşı Türk halkının ve demokratik kesimlerin tepkisini karşısında bulacak, birleşik kitle hareketinin büyümesini kışkırtmış olacak. [ 10 ] Marksist Teori 8 İşçi ve Ezilenlerin gelişen Mücadelesi İşçilerin sendikalaşma çabasına karşı kapitalist patronların işçi kıyımına başvurması tekil işyeri direnişlerini yaygınlaştırıyor. Son olarak Rose ve Teksim tekstil, Antep’teki tekstil fabrikalarında ve Bedaş’ta yaşanan direnişlerle ilişkilenmek, dayanışmayı büyütmek, günün görevlerindendir. Yine AKP’nin THY işçilerinin direnişini öncü işçilerin kıyımıyla karşı işçi direnişi ve dayanışmasını güçlendirmek sınıfın hareketini geliştirmek açısından önemlidir. Bursa Bosch işçilerinin burjuvazinin saldırgan ajanı Türk-Metal’den kopma çabası, işçi hareketinin mücadele isteğinin göstergelerinden bir diğeridir. İşçi hareketinin tekil direnişlerini yaygınlaştırmak, küçük başarılarla sınıf hareketinin özgüven kazanmasını sağlamak, direnişlerde öncü işçi kıyımını engellemek bu yolla işsizlik korkusunu yenilgiye uğratmak, hareketin gelişmesi ve devrimci özelliklerinin artmasına katkıda bulunduğu gibi, ekonomik krizin derinleşmesi koşullarında sıçramalı büyümesine hazırlık açısından da önemlidir. Daha önemlisi de, işçi hareketini yükseltilmesi, burjuva sendikacılığın sermayenin ajanlığı ve işbirlikçiliği eliyle ördüğü çürütücü-engelleyici barikatının yenilgiye uğratılması, sermaye ve hükümetinin amansız saldırıları karşısında ayağa kaldırılması için perspektifler geliştirip çalışmayı yönlendirmek ve pratik gelişmesini hızlandırmak mücadeleye güç ve kararlılık kazandıracaktır. Elbette bu direnişler, sermaye ve AKP hükümetinin, Toplu İş İlişkileri Yasası’yla örgütsüzleştirme saldırısı döneminde yaşanıyor. DİSK ve SGB’nin zayıf kalan eylemleri dışında, sendikaların ve devrimci parti ve güçlerin bu saldırıya karşı mücadele örgütlemeye girişmemeleri ciddi bir zaaf ve zayıflıktır. Daha geniş işçi kitlelerinin duyarlılık içinde olacağı kıdem tazminatını tasfiye girişimine karşı mücadele gündemde duruyor. Demokratik Alevi Hareketi Ekim ayında Ankara mitingiyle yeniden mücadele canlılığı gösterdi. AKP hükümetinin alevi inancına karşı dayattığı çözümsüzlüğe ve asimilasyona, dindar gençlik yetiştirme saldırganlığına karşı önümüzdeki süreçte bu hareketin daha da gelişeceğini beklemek gerekiyor. Ancak alevi hareketini bekleyen bir tehlike olarak daima göz önünde bulundurulması gereken şeylerden biri de, AKP muhalifliği üzerinden sahte ‘ilerici siyasi pozisyon’ alan gerici-şovenist Ergenekoncu kliğin alevi kitleleri kuyruğuna takmak için çok özel bir gayret içinde olduğu ve olacağıdır. Devrimci siyaset, bu oyunun boşa çıkarılması ve alevi hareketinin emekçi-demokratik temel karakterinin bağımsızca geliştirilmesi için çabasını yoğunlaştırmalıdır AKP iktidarı ve sermayenin 4+4+4 yasasıyla ucuz işçi-çocuk gelin-dindar gençlik yetiştirme saldı- [ 11 ] Marksist Teori 8 rısına karşı, zayıf kalsa da mücadele yaşandı. Zayıflık, AKP ve sermayeyi cesaretlendirse de, belirtiler bu alanda değerlendirilmesi gereken mücadele potansiyelinin varlığını gösteriyor. Yaşam Alanlarını Yağmaya Karşı Mücadele Son yıllarda yaygınlaşan bu mücadelenin tekil direnişleri devam ederken, hareketin koordinasyon ve dayanışmayı örmüş olması da geleceğe doğru bu hareketin gelişeceğinin dayanağı olmaktadır. Ayrıca sermayenin doğayı - yaşam alanlarını - araçlarını yağmasına karşı gelişen bu mücadele aynı zamanda antifaşist hareketin kitlesel zeminini güçlendiriyor. AKP iktidarı ve sermaye yeni artı değer alanları yaratma amacıyla “afet yasası” adıyla hukuki çerçevesini oluşturarak hazırladığı kentsel yıkım saldırısı önümüzdeki dönemde hızlanacak. AKP bu saldırısında, kentlerde bazı alanlara küçük mülk sahiplerini ikna edeceği “yararlanma” imkanı verse de, bunu saldırısını örtmenin aracı yapacak. Küçük mülk sahipleri ve kent yoksullarının çoğunluğunu ağır mağduriyete sürükleyerek ellerindeki mülkleri kent rantının aracı yaparak sermayeye peşkeş çekecek. Başlangıçta hemen yansımayacak ama semtler halkı tarafından saldırının somut sonuçları kavrandığı oranda, bu saldırının en yıkıcı - talancı özelliğinin yansıyacağı yerleşim yerlerinde halk direnişleri yükselecektir. Ayrıca bu saldırıda, AKP iktidarının diğer bir amacı da, antifaşist mücadele deneyimi bulunan semt/mahalle halklarının devrimci potansiyelini dağıtmaktır. Gerek bu mücadele potansiyelini değerlendirmek, gerekse AKP iktidarının antifaşist mücadele geleneğine ve birikimine sahip semtlerin/mahallelerin devrimci potansiyelini dağıtmak amacıyla gerçekleştirmek istediği bu saldırıya karşı semt yoksulları ve küçük mülk sahiplerinin direnişini geliştirmek güncel mücadele görevidir. Sonuç olarak; AKP iktidarı, işçi sınıfını örgütsüzleştirme ve işçi kıyımını serbestleştirme, asgari ücreti düşük tutma, emekçi memurları sözleşmeli statüsüne düşürme; zam-vergi yağdırma; sağlığı paralı hale getirme, paralı orta öğretimi baskın hale getirme; kentleri sermayeye yağmalatma saldırısıyla yerli sermaye ve uluslararası tekellere dikensiz gül bahçesi yaratmak istemektedir. Buna karşı işçi sınıfını ve yoksulları aldatma aracı olarak sunabildiği, sınırlı ve birçok yolla engellenen işsizlik sigortası -işsizlik fonunu da, sermayeye işçi primi yatırmaya katkı yoluyla yağmalatmakta-, bakıma muhtaç yoksullara ve eşlerini kaybetmiş kadınlara maaş ve sadaka yardımıdır. Sermayeye sunulan denizin yanında işçi sınıfına ve yoksullara sunulan bir damladır. Bu damlanın işçi sınıfının mücadelesini gevşetmesine izin verilmemelidir. [ 12 ] Marksist Teori 8 Mücadele bu saldırılara karşı başlatılsa da, işçi sınıfının daha ileri politik ve ekonomik hak talepleri doğrultusunda geliştirilmelidir. AKP iktidarı, Kürtlere karşı kirli savaşı yoğunlaştırarak, Suriye’yle savaş tamtamlarını çalarak generallerden yönetimini devraldığı faşizmi sürdürmeye çalıştı, çalışıyor. Yanı sıra politik İslami gençlik ve milliyetçiliği geliştirerek, iktidarının kitle dayanağını güçlendirmek istiyor. Sermayenin işçi sınıfı ve emekçilere karşı saldırılarını gözü dönükçe sürdürüyor. Bütün bunları ekonomik krize doğru gidilirken yapıyor. Ancak, AKP iktidarı, Kürt halkımıza saldırısında umduğunun tersine muazzam bir direniş bulduysa, aynı düzeyde olmasa da işçi sınıfından ve emekçilerimizden beklemediği direniş ve mücadeleleri karşısında bulmalıdır, bulacaktır. Öncünün görevi, bu direnişleri örmek, İspanya’dan Yunanistan’a, Kuzey Afrika’dan Rojava’ya uzanan fırtınaya, Kuzey Kürdistan’da yükselmeye devam eden rüzgâra, emekçi halkımızın mücadelesini eklemektir. [ 13 ] AKP İMHAYI UMARKEN DEVRİMCİ HALK SAVAŞINI BULDU Yücel Yıldırım AKP, İmralı ve Oslo görüşmelerini PKK’yi tasfiye etme, oyalama ve kitle desteğini zayıflatma stratejisinin aracı yaptı. Özellikle 2011 seçimleri sırasında bu durumu daha net olarak anladıktan sonra, PKK, devrimci halk savaşıyla hedeflerine varma stratejisini geliştiriyor. Bilindiği gibi Öcalan’la hükümet temsilcilerinin görüşmesi döneminde de, daha önce de defalarca PKK tek taraflı ateşkes ilan etmiş, ama karşılık bulamamış, hatta Oslo ve İmralı görüşmeleri sırasında bile kirli savaş saldırılarını yoğun olarak sürdürmüştü. Seçim sonrasında ve özellikle kış aylarında AKP iktidarı kimyasal silah kullanarak gerillaları toplu olarak katletmiş, Güney’deki tüm PKK kamplarına yoğun hava saldırıları düzenlemiş, tonlarca bomba yağdırmıştı. Bu saldırılarda yüzleri bulan gerillanın yanı sıra Rüstem Cudi ve Yücel Halis gibi önemli üst düzey yöneticiler yaşamını yitirmişti. Kara savaşıyla Güney’e inmeyi planlayan Erdoğan, bundan Güney itirazı ya da ABD’nin izin vermemesi [ 14 ] Marksist Teori 8 nedeniyle değil, kara savaşının 2008 kışında hüsrana uğramış olması nedeniyle vazgeçmişti, şimdi de yine aynı nedenle göze alamıyor. AKP yönetimindeki sömürgeci diktatörlük, Kürt ulusal demokratik hareketini (KUDH) tasfiye etme amacıyla diğer başlıca saldırı biçimi olarak 2009’dan bu yana 10 bine yaklaşan BDP’li kadro ve sempatizanı F tipleri zindanına attı, atmaya devam ediyor. Bu siyasi kırımla, KUDH’nin kitle çalışmasını bitirmeyi veya marjinal duruma düşürmeyi, boşluğu politik İslamcı örgütlenmelerle, devletin imam ordusunu seferber ettiği çalışmalarla, açlığa mahkum edip sadaka yardımlarının etkisiyle doldurarak KUDH’ni en az hakla teslim almayı amaçlıyor. Kentlerde polis terörünü kullanarak KUDH’nin kitle eylemlerini en aza indirerek zayıf bırakmayı hedefliyor. Ulusal özgürlük mücadelesine kitlesel desteğini artırdığı Hakkari ve Şırnak gibi yerlerde, Roboski katliamıyla Kürt halkımızı dehşetle korkutmaya, sindirerek teslim almaya çalışıyor. Bu saldırılarla amacına varmak için bazı taktikleri de kullanıyor. Başlangıçta “PKK içinde güvercinler/şahinler” bölünmesi yaratmaya çalıştı. Bu taktik, Peru, Kolombiya ve en son Sri Lanka karşıdevriminin deneylerinden edinilmiş ve özellikle Sri Lanka diktatörlüğünün Tamilleri yenilgiye uğratmasında etkili olmuştu. KUDH ve destekleyen kitle hareketini bölmek için Güney Kürt lider- lerinin, etki potansiyelini hesapladığı politik şahsiyetlerin uzlaşma arayışını kullanıyor. Barzani’yi ABD’yle bu amaçla buluşturuyor ve Ankara’ya davet ederek görüşme yapıyor. Burkay ve Leyla Zana’yla bu hedefle görüşüyor. Kürdistan “STK”larının KUDH’den “bağımsız” hareketini yine bu taktiğin başarısı için teşvik ediyor. Yine aynı amaçla Kürdistan burjuvalarını rüşvetle yanına çekiyor. KUDH’ni ezmek için ABD’den askeri ve politik, AB’li emperyalistlerden politik destek sağlıyor. Hatta öyle ki KUDH’ne karşı NATO’ya savaşa katılması çağrısı bile yapıyor Ayrıca geçen yıl gerici iç savaşı örgütlemeye karar verinceye kadar on yıl oğul Esad’la, füze kalkanını Türkiye’ye yerleştirinceye kadar İran molla rejimiyle, KUDH’ne karşı askeri ve politik işbirliği yaptı. Öyle ki 2011 güzünde ateşkesle sona erinceye kadar sürdürülen İran’ın top-tankuçak ve füzelerle PJAK ve Kandil’e düzenlediği büyük çaplı savaşını Ankara ve Tahran birlikte planladılar. AKP sömürgeci diktatörlüğünün bu stratejisi Sri Lanka diktatörlüğünün Tamillere uyguladığı stratejinin bir benzeri, kısmi Sri Lanka stratejisiydi. Sri Lanka diktatörlüğünün soykırımcı zaferini ilk önce Ankara başarı mesajıyla kutladı. Sri Lanka yönetimi, soykırım öncesi son görüşmesini Ankara’yla yapmıştı. AKP diktatörlüğünün kalemleri bu kanlı zaferi kutlarlarken ‘Sri Lanka gibi yapalım’ önerisi yaptılar, tehdit ettiler. [ 15 ] Marksist Teori 8 Erdoğan, emperyalistlerden daha çok heveslenerek, Suriye gerici iç savaşını örgütlüyor. Suriye’deki olayların başlangıcında Kürt bölgesinde tampon işgal alanı yaratarak, diğer bir ifadeyle “önleyici savaş”la, Kürtlerin özerklik kurmasını engellemeye ve savaş koşullarında kirli savaşı daha yüksek düzeye çıkarmayı hesaplayarak KUDH’ni ezmeyi planlamıştı. Ayrıca Arap baharını gerici parlamentarizmle restorasyona uğratmaya öncülük ederek kazandığı politik nüfuzu, içte büyük devlet şovenizmine dönüştürerek büyüteceği kitle desteğini KUDH’ne karşı kirli savaşta kullanmayı da hedeflemişti. Hatta öyle ki Erdoğan’da büyük devletin diktatörü tavrı KUDH’ne karşı yansıdı. Ortadoğu çapında nüfuz kazanan lider KUDH’yle uzlaşma yapar mı tavrına girdi. AKP liderliğinde sömürgeciliğin bütün bu planlarının politik hedefi Kürtçe seçmeli dersi azami sınırıyla KUDH’ni silahsızlanmaya razı etmek ve umut kırarak boyun eğdirmektir. Sömürgeciliğin Erdoğan liderliğindeki bu hedefler doğrultusundaki stratejisini KUDH’nin lider kadrosu daha net kavradı. Seçimler sonrasında yaptığı açıklamalarda devrimci halk savaşını yükselteceğini daha sık vurgulamaya başladı. 2011 sonundaki Çele’deki(Çukurca) eylemiyle başladığı bu yükseltmeyi bugün ŞemzinanÇukurca bölgesinde aylardır süren alan hakimiyetiyle ve yaygın gerilla eylemleriyle sürdürüyor. Devrimci Halk Savaşı…. KUDH’nin liderleri AKP hükümetleri döneminde samimi olarak sorunu masada çözmek için hareket ettiklerini ama AKP diktatörlüğünün tasfiyeci saldırısı ve hileleri nedeniyle siyasi çözüme varılmadığını belirtip, bunun 3. dönemdeki mücadelelerini kararsızlığa düşürdüğünü tespit ediyorlar. Geçen dönemin derslerinden yararlanarak 4. dönem olarak adlandırdıkları bu dönemde devrimci halk savaşı(DHS) stratejisini oluşturduklarını, kararlılıkla uygulayacaklarını vurguluyorlar. Büyük çaplı askeri eylemlerden, Şemzinan-Çukurca hattının aylarca hakimiyet altına alınmasına, yoğun ve yaygın kır ve kent gerilla eylemliğine varan yükseliş bu stratejiyi uygulama kararlılığının pratiğidir. DHS stratejisiyle, KUDH, demokratik özerklik statüsünü AKP liderliğindeki sömürgeci diktatörlüğe dayatmayı amaçlıyor. Bununla Kürt ulusal özgürlük mücadelesinin kitlesel gücünü koruma ve büyütmeyi hedefliyor. Böylece sömürgeci diktatörlüğü yenilgiye uğratmayı öngörüyor. DHS stratejisi, kırda gerilla savaşını yükselterek ve yayarak, sömürgeci imha savaşına karşı direnişi koruma ve büyütmeyi, kentlerdeki kitlesel tutuklama kırımıyla tasfiye saldırısına karşı KUDH kitlesinin moral zayıflamasını önleyip gelişmesine etki yapmayı, böylece sömürgeci diktatörlüğün umut kırma hesabını bozguna uğratmayı öngörüyor. Bu yaz boyun- [ 16 ] Marksist Teori 8 litik istikrar kazanmasını engelleyen tayin edici bir başarıdır. KUDH’nin kitlesine, Kürt halkımıza, moral ve mücadele gücü kazandırdığı gibi, Türkiye devimci ve antifaşist hareketini, karşıdevrimin şovenist kibiriyle zehirlenmiş olası zaferinin gericilik dönemine girilmesinden kurtarıyor. DHS stratejisi tek yanlı kır gerilla savaşını kent-kır dengesine doğru geliştirmeyi öngörüyor, kentte serhildanlarla birleştirmeyi hedefliyor. Kentte kitle eylemlerini sürdürme ve serhildanlara vardırma bu stratejinin diğer temel bileşenidir. DHS stratejisi, AKP iktidarının tasfiyeci kirli savaşını yenilgiye uğratarak demokratik özerklik statüsünü kazanmayı hedeflediği gibi, demokratik özerkliğin kitlesel seferberliğini kapsıyor ve örgütlenmesini fiilen kurmaya çalışıyor. KUDH’nin ancak mevcut programatik talepleri üzerine anlaşmaya yanaşacağı DHS stratejisi kararlılığından anlaşılıyor. Bu durumda AKP iktidarı ya bu talepler üzerine bir anlaşmaya yönelerek demokratik bir gelişmenin kapağını açmak zorunda kalarak zayıflayacak ya da aleyhindeki etkenlerin büyüyerek ilerleyeceği bir savaş ortamını sürdürerek birleşik mücadeleyi kışkırtan ve sonunu yaklaştıran bir rol oynayacaktır. ca yaşanan pratik bu işlevi oynamakta olduğunu gösteriyor. Özellikle başta ABD olmak üzere emperyalist güçleri ve İsrail siyonizmi dahil bölge gerici devletlerinin askeri-politik desteğini alarak yoğunlaştırdığı kirli tasfiye savaşına karşı KUDH’nin DHS stratejisiyle gücünü koruyabilmesi, yenilgiye uğratılamaması AKP liderliğinde karşıdevrimin şovenist kibri doruğa çıkaracak po- DHS’nın Bölgesel İşlevi Bu strateji gücünü yalnızca Kuzey halkından almadığı gibi mücadelesinin hedefleri Kuzey’de AKP iktidarını yenilgiye uğratmakla sınırlı değil. Rojava’da devrimi başarmaya ve sürdürmeye destek olduğu ve olacağı gibi, Rojava’daki ulusal devrimi ezmeye yönelecek –önceden işgali planlayan- Ankara’nın işgalini Kuzey’den de bozguna uğratma işlevini görüyor. Kuzey ve Güneybatı ulusal özgürlük mücadelesinin birliğini yeni ve üst düzeydeki mücadelenin ateşi içinde gerçekleştiriyor. [ 17 ] Marksist Teori 8 Bu durum yankısını Doğu’da ve ABD taraftarlığının son 20 yıldır etkili olduğu Güney’de de bulacaktır. Güney’de Araplarla komşu bir kentte merkezi iktidarın saldırılarına karşı peşmergelerin kendilerini korumamaları üzerine kent yönetiminin PKK’ye talepte bulunması bu etkinin bir biçimidir. Kandil köylerinin savaş uçaklarıyla bombalanmasına karşı Güney kentlerinde yaygın gösterilerin yapılması diğer bir kanıtıdır. Daha özgül olarak en son olarak açlık grevlerini destekleyen onbinlerin Xaneqin’de başlayıp diğer kentlerde süreceği anlaşılan kitle eylemleri bu etkinin Güney’de de büyümeye başladığını gösteriyor. Bu etkiler Kürdistan halkının mücadelesinin birliğini geliştiriyor. Fakat asla bununla sınırlı kalmıyor. Bölgede KUDH’nin haklılığının etkisini diğer halklar arasında da yayıyor. Ona desteği artırıyor. Geçen yıl Amed’de gerçekleştirilen Mezopotamya Sosyal Forumu’nda özellikle Arap halklarının devrimci ve ilerici örgütlerinin geniş çaplı olarak yer alması, Arap aydınları arasında –Güney’in olumsuz etkisine karşılıkKürtlerin ulusal haklarının kabulüne ilişkin düşüncenin yaygınlaşması, Kuzey’in yenilmeyen uzun süreli mücadelesinin DHS kararlığı döneminde büyüyen etkisidir. Suriye’deki gerici içsavaşta bağımsız duruşunu koruyan PYD’nin Suriye halklarının devrimci demokratik güçleri üzerinde sempati, dayanışma ve destek yaratması bu etkinin yükselerek devam edeceğine işaret ediyor. İran molla diktatörlüğüne karşı zaman zaman gençlik kitle hareketleriyle kendini gösteren mücadele liberal etkileri de önemli ölçüde taşırken, PJAK’ın mücadelesi kesintisiz sürebilmekte. Yanı sıra Beluci ulusal mücadelesi İslami idelojik egemenlik altında ve bölge gericiliği-emperyalizmin yedeğine düşerken PJAK bu ve benzeri gerici etkiden bağımsızlığını koruyarak olası halklar devriminin başlıca güçlerinden biri olarak hazırlanmaktadır. KUDH Kürdistan çapında mücadelenin birliğini geliştirirken birlikte yaşadığı halklarla ortak mücadele stratejisiyle de -ezen ulus halklarındaki şovenizme rağmen- demokratik, devrimci parti ve güçlerle birleşik mücadeleyi örgütlemekte, birleşik devrimlerin hazırlanmasına doğrudan katkıda bulunmaktadır. Bu durum ezen -sömürgeci ulus halkları üzerinde demokratik devrimci etkinin sürmesinin önemli bir aracıdır, hızlanacak devrimci halk ve emekçi hareketleri koşullarında birleşik devrimlerin gelişmesinin başlıca etkenlerinden biri olacaktır. KUDH’nin devrimci halk savaşı stratejisini bu koşullarda uygulamaya koyuyor. Kuzey Kürdistan ulusal özgürlük mücadelesinin düzeyini koruyup geliştirmeye, Kürdistan ulusal mücadele birliğini inşa etmeye çalışırken Kürt halkımızda devrimci özellikler üretiyor ve bölge halklarını etkiliyor. Arap halk ayaklanmalarında [ 18 ] Marksist Teori 8 siyasal İslamcı-emperyalizm ekseninin, gerici restorasyonu şimdilik hakim kılmasına karşılık, devrimi bu eksene karşı yeni koşullarda sürdürmeye çalışan devrimci güçlerin yanı sıra, Filistin’de FHKC’nin direngen mücadelesi El Fetih önderliğinin çürümüşlüğüne ve Hamas’ın baskıcı rejimine alternatif olarak ortaya çıkmakta, KUDH’nin egemen olduğu 3 parçadaki mücadele bağımsızlığını ve gücünü sürekli koruyabilmekte, böylece bölge devrimci hareketinin gelişmesine dayanak olan güçleri oluşturmaktadırlar. Olasılıklar KUDH, DHS stratejisiyle şimdiden kanıtları ortaya çıkmaya başladığı gibi tasfiye saldırısını yenilgiye uğratan bir gelişme gösterdi. Bu gelişmenin öncülüğünü dağ ağırlıklı askeri mücadelesi çekiyor. Askeri bakımdan KUDH son 1 yıl içindeki, özellikle yaz ayları boyunca atılımı ve hücumuyla sömürgeci diktatörlüğün askeri imhayla umut kırarak en az hak çizgisine boyun eğdirme ve bu yolla galip gelme saldırısını yenilgiye uğrattı. Şimdi askeri açıdan sıkışan sömürgeci diktatörlüktür. Bu nedenle Erdoğan yeniden İmralı’yla görüşmeyi dillendiriyor. Fakat KUDH’nin taleplerini kabul etmeyeceğini önşart olarak belirtiyor ve Kürt halkımızı KUDH’ne karşı kışkırtarak yapıyor. Erdoğan kirli savaşın askeri imha saldırısındaki yenilgi durumunu beklentiyle oyalama manevrasına dönüştürmeye çalışıyor. Bu taktiğe zorunlu kaldığı için başvuruyor ve kış mevsiminde askeri darbeler vurma ve görüşme/beklentiyle umut kırma/halk kitlelerini yorma taktiği izleyecek. Uzayan ulusal kurtuluş mücadelesinde zaferi etkileyen etkenler güç ilişkisinin yönünü tayin edecektir. Birincisi KUDH’nin doğrudan yedeği olan ve birleşik devrimin temel güçlerinden Türk halkımızın sınıf mücadelesinin geriliğine ve şovenimin hegemonyası altında olmasına sömürgeci diktatörlük güvenmekte, uzayan savaşta bu destek sayesinde zafer kazanacağını ummaktadır. Fakat hesap etmediği şey, işçi ve emekçi hareketinin mücadelesinin yeni etkenlerle ivmeleneceği olasılığıdır. Bugün bu hız henüz yavaşsa da birçok belirti hızlanacağını gösteriyor. Kapitalist saldırganlığa karşı tekil işçi direnişlerinin artması, kentsel toplu yıkıma karşı semt halkının direnişlerinin artma olasılığı, yaşam alanlarını sermayenin yağmasına karşı koruma mücadelesinin geçen süreçte gelişmesi ve bunun önümüzdeki süreçte gelişmeye devam edeceği gerçeği, demokratik alevi hareketinin yeniden canlanması ve AKP’den beklentisinin ya da Ergenekoncuların kuyruğuna takılma olasılığının en geri noktaya inerek yığınsal demokratik kitle hareketi olarak gelişme imkanı, bütün bunların olası ekonomik sert krizle birleşme ihtimali Erdoğan’ın hesaplarını bozacaktır. İkincisi, bu durumu göz önüne alan Erdoğan, Suriye’ye erken bir askeri saldırı ve erken zaferle kabartıl- [ 19 ] Marksist Teori 8 mış şovenizm ve işgal altına alınmış Güney Batı Kürdistan (Suriye Kürdistanı bölgesi/Rojava) durumuyla kitle desteğini korumaya, Kürt hareketinin umudunu kırmaya çalıştı. Ancak KUDH ve koşullar bu planı bozduğu gibi, Kürtler Güney Batı Kürdistan’ın ağırlıklı bölümünde özerklik ilan ederek ve olası bir işgale karşı güç hazırlamaya başladı. Böylece sömürgeciliği güçlendirecek bir etken KUDH’ni güçlendirdi. AKP’nin işgal planını provakatif olaylar ve NATO’ya işgal kararı çağrısı çıkarmayla yeniden uygulama yoluna sokmaya çalışması yakın vadede tutmayacak gibi görünüyor. Üçüncüsü, KUDH’ni kentlerdeki kitlesel mücadelelerini tutuklama kırımıyla çökertme ve etkisizlik sınırlarına hapsetme saldırısıdır. Tutuklu binlerce BDP kadrosu mahkemeleri ulusal talepler için mücadele mevzisine dönüştürerek moral bozma planını tersine çevirdi. Roboski katliamı da kitle desteğini kırma ve halkı cezalandırma amacını taşıyordu. Roboski katiamı bumerang etkisine dönüştü. Fakat kabul etmek gerekir ki, kitlesel tutuklama kırımı hergünkü kitle çalışmasında boşluk yaratmaktadır. Bu boşluğu, AKP, cemaatlersiyasal İslamcı hareket çalışmaları ve sadakayla değerlendirmeye çalışmaktadır. Buna karşı KUDH’nin yeni kadrolarla hergünkü kitle çalışmasını yeniden yeniden geliştirmeye önem vermesi elbette gerekir. Ama Erdoğan siyasi kırımla umduğunun tersine yüzlerle başlayıp onbinleri bulan tutsağın açlık grevleri, bunun yol açtığı serhildanları kışkırtmış oldu. Açlık grevleri serhildalarını yükselten kaldıraç rolü oynamakta. Dördüncüsü, başta ABD olmak üzere emperyalistlerin ve bölge gericilerinin desteğini aktif biçimde harekete geçirme olanağı yakalayan AKP’nin, mevcut koşullar altında bu desteği etkili tarzda elde edip edemeyeceği meselesidir. AKP geçen 10 yıllık sürede bu desteği etkili tarzda sürdürebilmişti. Doğrudan yedek güç olarak rol oynayan ABD’nin askeri-politik desteğinin aktifçe süreceği açık. Yine doğrudan yedek güç olarak Suriye rejiminin desteği Erdoğan’ın Esad rejimine karşı savaş politikası nedeniyle ortadan kalktı. Yine yaklaşık on yıldır KUDH’nin kadrolarını idam ederek, PJAK’a ve Kandil’e savaş açarak AKP hükümetlerini askeri-siyasi bakımdan aktif olarak destekleyen molla rejiminin bu desteğini geri çekmesine neden olan yine AKP’nin Suriye’ye yönelik savaş politikası ve İran’a yönelik ABD füze-radar üssünü küreck’e kurma kararı oldu. AKP’nin bölgede artan desteği daha çok birçok Arap ülkesinde İhvan’nın iktidar ortaklığına gelmesidir. Doğrudan yedek güç konumundaki bu desteği İhvan hükümetlerine karşı gelişecek halk hareketleri zayıflatacaktır. Arap halklarında Erdoğan’nın anti-siyonist ajitasyonun yarattığı etki de, AKP’nin Suriye’ye işgal politika- [ 20 ] Marksist Teori 8 sını Siyonist rejimin desteklediği gerçeği tarafından erimeye başlamıştır. Bu desteği Sunni-Şii ve Alevi çelişkisine dayanarak güçlendirme çabasının ne kadar etkili olacağı ise ortada ve belirsizdir. Böylece 10 yılı aşkın süredir KUDH’ne karşı ABD’den bölge gerici devletlerine uzanan yelpazedeki dünya gericiliğinin Erdoğan’nın arkasında birleşen desteği çatırdamaya başlamış, bazı devletler şahsında yıkılmıştır. BU durum, KUDH’nin imha saldırısına karşı çetin askeri direnişinin lehine bir durum yaratmakta, uzayan savaşta beklediğinin tersine Erdoğan liderliğindeki sömürgeci diktatörlüğü yıpratmaktadır. KUDH’nin ancak mevcut programatik talepleri üzerine anlaşmaya yanaşacağı DHS stratejisi kararlılığından anlaşılıyor. Bu durum- da AKP iktidarı ya bu talepler üzerine bir anlaşmaya yönelerek demokratik bir gelişmenin kapağını açmak zorunda kalarak zayıflayacak ya da aleyhindeki etkenlerin büyüyerek ilerleyeceği bir savaş ortamını sürdürerek birleşik mücadeleyi kışkırtan ve sonunu yaklaştıran bir rol oynayacaktır. Bu denklemde temel rol oynayacak Türk emekçilerinin mücadelesinin yükseltilmesi yalnızca KUDH’ne yönelik kirli imha savaşını bozguna uğratmakla kalmayacak birleşik devrimi mayalayacak , diktatörlüğü onulmaz bir sona doğru yaklaştıracaktır. Komünistlerin ve antifaşist hareketin görevi Türk emekçilerinin mücadelesini yükselterek ve KUDH’yle ittifakını geliştirerek AKP iktidarının sonunu yaklaştıracak süreci hızlandırmak olmalıdır. [ 21 ] HDK: AŞAĞIDAN BİRLİĞİ GELİŞTİRMEK İÇİN İRADİ MÜDAHALE Ziya Ulusoy Batı’da ve tabandan hareketi geliştirme gerekliliği birliğe engel değil HDK’ye yönelik başlıca eleştirilerden ve katılmama gerekçelerinden biri Batı’da devrimci bir merkez yaratmaya öncelik vermek ise diğeri de tabandan kitle hareketi “yaratma”ya öncelik vermek fikrine dayanıyor. Birinci fikri HDK’ya katılmayıp başarı dileyen ÖDP ortaya attı. İkinci fikri benimseyen Halkevleri birinci fikri de savunuyor ama alttan kitle hareketi geliştirmenin önceliğine vurgu yaparak Batı’da yukarıdan bir cepheleşmenin yararlılığına karşı çıkıyor. Bu görüşe dayanarak HDK’dan uzak duran başkaları da var. TKP ise Türk ulusalcısı “yurtsever cephe” stratejisini temel aldığı uzunca bir dönemden sonra, bundan vazgeçmeye başlayınca, önce anayasa referandumunda “hayır” üzerine bloklaşmaya dahil oldu, sonra antifaşist birlik sorununu tartışırken bu iki görüş arasında bir yerde duruyor. [ 22 ] Marksist Teori 8 Antifaşist hareketin Batı’da kitleselleşme ve güçlenme ihtiyacı açık. Bu ihtiyacı karşılamak temel tayin edici görev olduğu gibi, devrim ve sosyalizm iddiasındaki her güç için kendi çizgisinde bu görevin çözümüne yoğunlaşmak ve pratik gelişme yolu açmak varlık nedeni. Ancak aynı zamanda bu gelişmeyi engelleyen temel faktörlerden biri şovenizmin Türk emekçi kitleleri üzerindeki etkisi olduğu için, Kürt ulusal demokratik hareketiyle (KUDH) yanyana durmanın gelişmeyi engelleyeceği kanaati dillendirilmeyen bir görüş olarak emekçi sol hareket içinde yaygın. Bu sosyalşoven etki bugün HDK’de birliği reddetmenin, HDK’ye uzak durmanın birinci gerçek nedeni. ÖDP ve TKP ‘90’lı yıllarda KUDH’yle seçim bloklarına katıldılar. Seçim bloku deneyleri, gelişmeyi sıçratan bir rol oynamadıysa da, kitlelere parlamenter mücadele alanında antifaşist alternatif sundu. Faşizmin seçimlere katılımı baskı altına alan koşulları daha hafiflemiş olsaydı, verimli bazı sonuçlarını o zaman yaşardık ve mücadeleye katkısı olurdu. Aynı karakterde ama yalnızca seçimler alanıyla sınırlanmayan cephesel ittifak politikası daha fazla katkı sunar, antifaşist güçleri büyütür, özel olarak şovenist kuşatmaya darbe indirir. Peki bugün KUDH, bu güçlerle ilişkisi bakımından değişmediğine, hatta değiştiği noktalarda bu güçlerin programatik görüşlerine daha uygun hale geldiğine göre, demek ki ittifak politikası açısından tavır değiştiren, ittifaktan vazgeçen bu güçlerin kendileridir. Bu duruma yol açan da şovenist atmosferin bu güçleri KUDH’yle ittifaka mesafeli kılan etkisidir. CHP’yle İttifakın Neresi Hak Temelli Kitle Mücadelesi? Halkevleri’nin temel ittifak politikası yalnızca KUDH ile değil antifaşist diğer partilerle de ‘tabandan ittfak’tır. Bunu aynı zamanda hak mücadelelerine ağırlık vermek ve tekil eylemlerde ittifakla sınırlı kalmak olarak da formüle ediyor. Bugün devrimci ve antifaşist hareket sınırlı bir kitleselliğe sahip ve kitlesel gelişme hızı yavaş. Bu durum kitleselleşme ihtiyacını en yakıcı sorun haline getiriyor. Kendiliğinden işçi ve emekçi hareketini geliştirmeyle devrimci hareketi geliştirme iç içe geçmiş başlıca iki görevdir. Bu durum emekçi solun bileşeni her partiyi ekonomik politik taleplerle, kitle hareketini geliştiren kitle eylem ve direnişlerini örgütlemeye yoğunlaşmaya haklı ve doğru olarak yöneltirken, ittifaklarda ikileme zorlamaktadır. Ya ittifaklarla gelişmeye umut bağlayan ve kitle içinde parti çalışmasını önemsemeyen sağ ya da grupsal gelişme uğruna ittifakları bir yana bırakan sekterliğe itiyor. Halkevleri özgülünde grupsal sekterlikle CHP/sosyaldemokrasiyle ittifak bir arada yer alıyor, liberal sağ ittifakla grupsal gelişme isteği birleşiyor. Halkevleri buna tabandan ittifak veya hak mücadeleleri temelinde gelişme adını verse de [ 23 ] Marksist Teori 8 gerçek öyle değil. Örneğin ÖDP’nin devrimci demokratik bir merkez kurma önerisini, hak talepli mücadele temelinde gelişmeye ağırlık verdiğini söyleyerek reddeden Halkevleri, pekala Çankaya ve bazı diğer belediye seçimlerinde CHP adaylarını desteklemekte tereddüt etmedi. Politik pragmatizm olarak yansıyan bu tutum bugüne gelen süreçte Halkevleri’nin seçim politikası olduğu gibi gelecekte de devam edecek. Ya da Halkevleri yönetiminde CHP milletvekillerine yer vermesi, CHP’yle tepeden ittifaktır ve aynı pragmatist politikanın bir diğer biçimidir. Bu örneklerde yansıyan CHP’yle ittifak açık ki devrimci olmadığı gibi sosyaldemokrasi kuyrukçuluğudur. Yanı sıra tekil taleplerle kitleleleri mücadele alanlarına çekmeye çalışan halkevleri daha bütünlüklü bir politik yönlendirme olarak sosyaldemokrasinin kuyruğuna takılan seçim politika- Fakat biz programın tek başına devrimcilik üretmeye yetmediği, HDK’yi devrimci kılmayacağı bilinciyle ve HDK’nin benimsediği ve geliştirmeye çalıştığı fiili/meşru mücadele çizgisini esas alarak hareket ediyoruz, etmeliyiz. sı izliyor. O zaman nerede kaldı hak temelli mücadelelerden ve tabandan birlik politikasından başka bir yola sapmamak! Demek ki bu söylemler CHP’yle yukardan birliği örten demagoji rolü oynuyor o kadar. Ulusalcılıktan Hayalkırıklığına ve TKP Türkiye emperyalist işgal koşullarında olmadığı halde uzun yıllar ‘Yurtsever Cephe’ stratejisini izleyen TKP, ulusalcılığın özelikle KUDH’ne ama aynı zamanda emekçi sola düşman çizgisiyle paralel politikalar izledi. Burjuva diktatörlüğünün temel baskı aracı orduyu savundu. Yetinmedi sayfalarında BDP milletvekiline saldıran faşistin ‘emekçiliği’ni keşfeden yazılara yer vermekten kaçınmadı. Ulusalcı çizgiyi, üstelik generallerin baskın iktidar ortağı oldukları koşullarda iktidarın diğer ortağı AKP hükümetine ve sözümona ABD emperyalizmine karşı izledi. TKP bu çizgisini emperyalizme karşı mücadele emekçi sınıfların kapitalizme karşı mücadelesinden ayrılamaz lafızlarıyla örtmeye çalıştıysa da, bu, gerçekte ABD’ye ve AKP’ye karşı Ergenekoncu generaller kliğine kuyrukçu cephe politikasıydı. TKP’nin ulusalcı çizgisi, zeminini Türk emekçi kitleleri üzerindeki sosyalşoven etkide bulan ve KUDH’ne uzak durarak ve işçi-emekçi kitle hareketi geliştirmek yerine karşıdevrimin iktidar dalaşında bir tarafa güvenerek konumlanan kuyrukçu politikaydı. [ 24 ] Marksist Teori 8 Ordu kuyrukçusu politikadan beklediği güçlenme yerine gerileme yaşayınca 2011 seçimlerinden hemen sonra TKP, politika değiştirme kararı aldı. TKP bu karar sonrasında ‘Kürt hareketiyle açılan mesafeyi kapatma’ eğilimini içeren görüşler ortaya koymaya başladı. Ancak ÖDP’nin önerisine olumlu yanıt vermediği gibi, HDK’ye de başarı dilemekten, gözlemcilikten öteye gitmedi, katılmadı. TKP’nin grupsal gelişmesini önplanda tuttuğu ve KUDH’yle yanyana durmaktan kaçınan sosyalşoven tutumdan çıkamadığı görülüyor. TKP KUDH’yle yan yana durmaktan kaçınan tavrını -antifaşist hareketin pek çok ögesinin dile getirerek veya ifade etmeden yaptığı gibi- şu gerekçeye dayandırmaktadır: “Türkiye solu ile Kürt ulusal hareketi arasında bir asimetri var. Kürt ulusal hareketi, büyük bir toplumsal, siyasal ve bölgesel bir güç. Türkiye’de sosyalist hareket ise henüz güç biriktirme evresinde. Bu evresinde ortak örgütlenme alanı içine giren Türkiye solu, Kürt hareketinin oluşturduğu, kaçınılmaz olarak damga vurduğu, baskın olduğu bir atmosferde kendi kendisini önemsizleştirmeye mahkûmdur. Önemsizleşmeye, Kürt ulusal taleplerinin içinde asimile olmaya, onun tarafından özümsenmeye başlıyor. Bizim kaygımız budur.”1 “Kendi kendini önemsizleştirme” ve “Kürt ulusal taleplerinin içinde asimile olma” kaygıları… Birinci kaygı, kitlelerin sosyalşoven şartlanmasına teslim olma eğilimini de içeren ama özellikle emekçi sol hareketin güçsüzlüğünü kullanan grupçu tutuculuk tavrıdır. Çünkü emekçi solun her bir partisi özgücüyle ve ittifaklarla yürüttüğü mücadelelerde başarılı siyasal mücadelelerle gelişmediği müddetçe zaten kendi kendisini önemsizleşmeye mahkum eder. Bu durumu değiştirerek gelişmesini hızlandırma her partinin önündeki yakıcı görevdir. İttifaklarla da mücadeleyi geliştirme bunu baltalamaz, tamamlar. Bu ittifaklar içinde KUDH’nin varlığını öngörmesi emekçi sol harekete ve onun aracılığıyla Türk emekçi hareketine enternasyonalist nitelik kazandırır. Bundan kaçınan emekçi sol partiler kitleleri sosyalşovenizme teslim ederler ya da Sri Lanka sol hareketi gibi kitleselleşseler bile saldırgan bir şovenizmin içinde kendilerini bulurlar. İkinci kaygıya gelince, HDK’nın pratik çalışması diğer yönlerden eleştirilerek geliştirilmeli. Fakat açık ki HDK “Kürt ulusal talepleri içinde” asimile olmayan ve ağırlıklı olarak da Türk emekçilerini mücadeleye seferber edecek konu ve gündemleri önüne çeken birliktir. Mesele TKP ve benzeri eleştirilere sahip olanların grupçu gelişme kaygısı ve sosyalşovenizme boyun eğmeleri meselesidir. TKP, ‘Türk yurtseverliği’nden umduğu ‘500 bin oy’luk gelişmeyi elde edemeyince, parlamenter çıkarmak gibi grupçu kaygısı nedeniyle Kürt 1 (A.Güler, TKP Kürt Hareketi ile Açılan Arayı Kapatacak,ANF ile röportaj) [ 25 ] Marksist Teori 8 hareketiyle seçim ittifakına yine de yanaşabilir, o taktirde bu ittifakı ‘Kürt ulusal talepleri içinde asimile olmak’ olarak görmez. Bu faydacı taktiği AKP iktidarına karşı mücadele olarak göstermeye çalışmaktan geri durmaz. Fakat kitlelerin antifaşist ve devrimci hareketini büyütmek isteyenler seçim ittifakı gibi grupçu parlamentarist kaygıya teslim olmayı bir yana itmeli HDK gibi antifaşist mücadele birlikleri aracılığıyla kitlelerin mücadelesini büyütme kaygısını öne çıkarmalı ve ısrar etmelidirler. Devrimci Hareket Sekterizmle Malül Devrimci hareketin, ittifaklar sorununda sekterizmi daha çok kitlesel zayıflığına dayanıyor. Bu durum devrimci partilerin antifaşist hareketle arlarındaki farkı vurgulama ve pratikte onlardan ayrı durma yoluyla kendilerini koruma tavrına, sekterizme itiyor. Ayrıca devrimci çalışma yaptıkları kitleler içindeki sosyalşoven atmosfer ise bu devrimci partilerde Kürt hareketinden uzak durarak gelişebilecekleri yanılgısını besliyor. Kürt hareketine karşı sekterizmle antifaşist göreve ilişkin sekterizm birleşiyor. Kürt hareketi dışında ezilenlerin ve işçi sınıfı hareketinin kitlesel geriliği ve olduğu kadarıyla devrimci harekete mesafeli duruşu ne yapmayı gerektirir? Devrimci partilerin kitle hareketini geliştirme mücadelesine her şeyden daha çok önem vermelerini elbette gerektirir. Bunun teorik, siyasi, taktik, pratik sorunları üzerine yoğunlaşarak, başarılı gelişme yolunu özgücüne güvenerek açmak en yakıcı görevidir. Bu yolda yürürken, özgüven eksikliği taşımayan bir devrimci parti diğer devrimci ve antifaşist partilerle ve kitle örgütleriyle eylemsel ve cephesel birliği neden reddetsin? Red etmenin kendisi özgüven zayıflığıdır. Pratiğiyle değil ama lafzıyla sosyalizm ve devrimcilik iddiasını kimseye bırakmayan Kızılbayrak, “sınıftan ve sosyal mücadele dinamiklerinden kopuk güçlerin üstten oluşturacakları bir birlik üzerinden etkili bir odak haline gelmek mümkün değil” perspektifinden hareketle HDK’nin kaçınılmaz başarısızlığını ilan ediyor. HDK’nin hemen ileri başarılar kazanmadığı gerçeğini onu red etmenin devrimci tavır olduğuna kanıt olarak gösterip seviniyor, demokratik nitelikli HDK’yi neden ‘programında sosyalizm için mücadele yok’, ‘işçi sınıfı hareketiyle demokratik hareketlere niye aynı değer ve yeri veriyor’ eleştirileriyle HDK’nin gereksizliğini devrimci harekete benimsetmeye çalışıyor. Bu tavrın temel pratik ve düşünsel esası, devrimci partilerin önünde işçi sınıfının, ezilenlerin kitle hareketini ve partilerini büyütmek görevi bütün yakıcılığıyla dururken antifaşist birlikler kurmakla uğraşmanın önemsiz olduğu fikridir. Bu perspektif yanlıştır ve temel iki görevi bağdaşmaz kılma bakış açısıdır. Oysa birinci göreve yoğunlaşan devrimci hareket bununla içiçe ikinci görevi yürütürse kitle [ 26 ] Marksist Teori 8 hareketini ve partilerini daha çok geliştirir. Her iki çalışma da sınıf ve ezilenlerin hareketini geliştirmenin siyasi, örgütsel görevlerini başarmak için uzun soluklu çalışmayı gerektiriyor. Ama birinci görevi gerçekleştirirken antifaşist birliğin varlığı kitle hareketinin gelişmesini –hangi hızla olacağı bir yana- ivmelendirir. HDK’nin neden sosyalizme programında yer vermediği, işçi hareketine demokratik hareketlerle eşit yer verdiği eleştirisi yalnızca elmayla armutları karıştıran bakış açısı karışıklığıdır. HDK sosyalistlerin içinde yer aldığı ama demokratik/antifaşist nitelikli birliktir. Sosyalist değildir ama sermayeye karşı mücadele sorunlarını gündemine alır ve programında yer verir. Sosyalist değil demokratik bir programının olması niteliği ve işlevinden gelir. Kızılbayrak’ın istediği gibi sosyalizmi program edinirse sosyalizmi program edinen partileri gereksiz hale getirerek tasfiyeci rol oynar. İşin ABC’si olan bu perspektifi Kızılbayrak da biliyor ama amacı üzüm yemek değil bağcı döverek HDK’nın devrimci partileri ikna olasılığını engellemek amacı taşıyor. Ancak biz biliyoruz ki devrimci partilerin antifaşist birliğe iknasının temel yolu teorik tartışmalar değil pratikte kitle hareketini geliştirebilmektir ve HDK bu yolda başarılı olmak için çalışmalıdır. Kızılbayrak’ın HDK’ye parlamentarist eleştirisi ile burjuva demokratik çerçevede bir birlik eleştirisine gelince. Parlamenter alanda burjuva kamp- lara halkçı demokratik bir alternatif sunmak kesinlikle gereklidir. Çünkü on milyonlar hala parlamenter alana politik ilgisini sürdürüyor. Fakat bu çabanın parlamentarizme değil devrimci ve antifaşist harekete hizmet etmesi için HDK kitle hareketini büyütmeye yoğunlaşmakla kalmamalı, bunu başarmanın siyasi, örgütsel, eylemsel sorunlarını ele almayı süreklileştirmelidir. Örneğin 1. Kongresinin gösterdiği, kuruluş delegelerinin yarısı pasif kalırken onlardan çok daha fazla yeni ögenin HDK çalışmasında sürekli olarak yeralıp konreye katılması, HDK’nin antifaşist mücadelede ısrar ve kararlılığı ile gelişme azmiydi. Kızılbayrak bunu HDK’nin zayıflığı olarak göstererek bağcı dövmekle boşuna uğraşıyor. “Burjuva demokrasisi çerçevesinde kalacak birlik” eleştirisi iki bakımdan yanlıştır. Birincisi HDK meşru ve fiili bir mücadele çizgisi izlemektedir. Bu çizgide olabildiğince devrimci kitle eylemi ve örgütlülüğü geliştirmeyi amaçlıyor. Eleştirenlerin savlarına kanıt gösterdikleri büyük kitleselliğe sahip bileşeni olan KUDH’nin Demokratik Özerklik programı program olarak elbette büyük çaplı da olsa reformlarla sınırlıdır. Ama eleştirenlerin de vurguladıkları gibi, KUDH, sömürgeci burjuvazinin değişik kliklerinden müzakereyle bu programı elde edemeyince haklı savaşını sürdürme ve Türkiye’de antifaşist hareketle ittifaka yöneldi. KUDH’nin bu gerçeğini HDK’yle değerlendirmeye çalışmak devrimci hareket açısından [ 27 ] Marksist Teori 8 doğrudur. KUDH’nin güncel mücadelesi, saflarında ve kitlesinde -programına rağmen- devrimcilik ürettiği gibi HDK’nin etkinliğinde geliştirilecek Batı’daki kitle hareketinde de devrimcilik üretir. HDK saflarındaki kitle örgütleri ve antifaşist partilerde de devrimcilik üretir. Kaldı ki HDK programı reformcu değildir. Kızılbayrak HDK programını eleştirirken bir maddesindeki “bir arada ve birlikte yaşama”yı ele alıp eleştiriyor, fakat diğer maddesinde yer verilen “halkın kendi yönetimini kurmasını sağlamak” amacının üzerini Bektaşi gibi kapatarak programı reformcu ilan ediyor. “Halkın kendi yönetimini kurmasını sağlamak üzere, birlikte mücadele etme”k devrimci bir hedeftir reformcu değil. Fakat biz programın tek başına devrimcilik üretmeye yetmediği, HDK’yi devrimci kılmayacağı bilinciyle ve HDK’nin benimsediği ve geliştirmeye çalıştığı fiili/meşru mücadele çizgisini esas alarak hareket ediyoruz, etmeliyiz. Kaldı ki HDK KUDH’nin güncel mücadelesi saflarında ve kitlesinde -programına rağmendevrimcilik ürettiği gibi HDK’nin etkinliğinde geliştirilecek Batı’daki kitle hareketinde de devrimcilik üretir. antifaşist cephesel bir birliktir, güncel somut siyasi durumda devrimi yapma değil devrime yarayacak kitle hareketini geliştirme iddiasındaki birliktir. Peki, bu eleştiriyi yapan Kızılbayrak pratikte kitle eylemlerine müdahale çabasından başka bir şey mi yapıyor. Kendi mücadelesinin, tekil reform talepleriyle kitle eylemi geliştirme çabasının “burjuva demokrasisi sınırları” içindeki bir sonuçla kalmamasının garantisi kendi programının devrim iddiası mı? Bunun tek başına kitle hareketini devrimcileştirmeye yetmeyeceği açık değil mi? Yetseydi işçi hareketine devrimci müdahale çabasına rağmen neden işçi hareketi sendikalist egemenlik altında kaldı ve devinimini yitirerek gerileyip güçsüzleşti? Kaldı ki devrimci partiler eğer işçi sınıfı ve ezilenlerin kitle hareketini devrimci çizgide büyütmeyi başaramazlarsa, kitleler gerici, liberal, şovenist burjuva partilerin arkasında aldanmaya devam eder ve kitle hareketini büyütmenin yollarından biri olan antifaşist birliklere yanaşmayan dar görüşlü devrimci partilerin bunda günahı çok olmaz mı? Son 20 yılı aşkın süreçte olan da bir yanıyla budur. O halde HDK’nin kitle hareketini büyütme ve devrimcileştirmede yetersizliklerini eleştirerek, öneriler getirerek antifaşist birlik geliştirmeye çalışmak saygıyı hak eder ama HDK’nin yetersizliklerini kullanarak burjuva demokratikle suçlamak, yalnızca devrimcilik üretmemekle kalmaz, saygıyı da hak etmez. Kızılbayrak’ın yaptığı ikincisidir. [ 28 ] Marksist Teori 8 Antifaşist ittifaklar ve birlikler kurmak, devrimci partilerin bağımsız mücadele ve çalışmasını engellemez ama devrimci partilerin gelişmesine zemin sunar. Sekterizmle Sosyalşovenizm Bulamacı Aynı sekterlikle malül Yürüyüş ve DHF, bir yanıyla KUDH’nin Demokratik Özerklik programından dolayı HDK’yi ve benzeri cephesel ittifakları reformcu görüyorlar. Diğer yanıyla özellikle Yürüyüş HDK’de yer almayı KUDH’ne kuyrukçuluk olarak suçluyor. Türk emekçileri arasında KUDH’nin taleplerini tanıyan barış hareketini geliştirecek taktiği reformcu kuyrukçuluk olarak yerden yere vuruyor. Biz komünistler soruna ilişkin olarak ayrılma hakkını ve özgürleşecek ulusların gönüllü birliğinin biçimi olarak da halk cumhuriyetleri birliğini -ayrılma hakkını koruyarak- savunuyor ve öneriyoruz. Bu devrimci programın propagandasını sürekli yapıyoruz. Eğer sorun bu propagandaysa, biz komünistler Kızılbayrak’tan da DHF ve Yürüyüş’ten de tutarlıyız ve kararlıyız. Bu üç akım, Demokratik Özerklik talebine Batı’da Türk emekçileri arasında karşılık veren taktiği re- formcu kuyrukçulukla suçlarlarken, UKTH’nı savunan propagandadan öte, kampanya ve pratik olarak bu konuda yıllarca bir şey de yapmadılar. Yıllar sonra ilk defa Yürüyüş “Kürdistan Kürtlerindir” ajitasyon kampanyasını 2012’nin ortalarında yürütmeye çalıştı. Ama “Kürt milliyetçisi” tanımlamasını sürekli kullanarak devrimci tabanda KUDH’nin ilericiliğine ilişkin tereddüt yaratma çabasını aralıksız sürdürmekten usanmadı. Kirli savaş teşhirinden başka soruna ilişkin pratik kampanyalar ve Türk emekçilerini etkileyecek taktikler yürütmeye gerek görmedi. Çünkü Kürt sorununda pratik kampanyalar yürütmek el yakıyor. Türk emekçiler arasında güçlü etki bırakmıyor ve kitle kazandırmıyor. Bu faydacılık sosyalşoven ilgisizlikten başka bir şey değil. Türk emekçileri sınıfsal ve demokratik diğer sorunlar üzerinden kazanma çabasına ek olarak enternasyonalist tutarlılığın ve şovenizme karşı mücadelenin olmazsa olmazı olarak soruna ilişkin taktikler ve pratik kampanyalar yürütülmezse şovenizmin etkileriyle uzlaşılmış olur. Yürüyüş’ün Kürt sorununda pratik konumu budur. Yürüyüş’ün en çok saldırdığı nokta olan “barış” taktiğine gelince. Yürüyüş UKTH’nın devrimci içeriğiyle propagandası dışında Türk emekçilerinin mevcut somut siyasi durumuna elverişli hangi taktikle hareket ediyor. Örneğin sınıfsal ve antiemperyalist mücadelenin sorunlarını tekil talepler halinde pratik mücadele kampanyalarına dönüştürüyor. Fakat şiddetli bir [ 29 ] Marksist Teori 8 savaşın sürdüğü Kürt sorununda hangi taleplerle ve nasıl kampanyalar yürütüyor? Türk emekçileri arasında soruna ilişkin tekil taleplerle de ve KUDH’nin öngördüğü programın taleplerinin tanınmasını isteyen pratik kampanyalar yürütmesi gerekmez mi? Nasıl ki sınıfsal ve antiemperyalist tekil veya birçoğu bir araya getirilen taleplerle yürütülecek kampanyalar, kimseyi reformist kılmıyorsa Kürt sorununda da kılmaz. Peki, bu kampanyaları yürütürken Türk emekçilerine ‘bu talepler tanınarak, gerçekleştirilerek barış sağlansın’ demek Türk emekçilerinde etkili olduğu ölçüde kirli savaşa karşı kitle hareketi yaratmaz mı ve Türk emekçilerinin antifaşist kitle hareketini büyütmez mi? KUDH’nin savaşının haklı olduğunu Türk emekçileri arasında yaymaz mı? Türk emekçileri arasında devrimci bir durum ve devrim durumu henüz yaşanmadığı sürece bu rolü oynar. Öncünün görevi bu rolün gereğini yerine getirmektir. ESP ve HDK’nin, KUDH’nin taleplerini tanıma talepli barış taktiği budur. Elbette Türk emekçileri arasında devrimci yükseliş-durum-devrim koşullarında böylesi bir taktik reformcu rol oynar ama bu durumdan henüz uzak olunduğu çok açık değil mi? O halde Yürüyüş’ün somut koşullara ilişkin taktik yürütme isteksizliği, sosyalşoven faydacılığı ve yeteneksizliğini devrimcilik olarak yutturmasına değer verilemez, verilmemelidir. DHF’nin HDK’ye yaklaşımı ise, gerek 40.yıl sempozyumlarındaki konuşmalarda gerekse Halkın Günlüğü yazarı S. Çakıroğlu’nun Partizan’ı HDK’ye olumlu yaklaştığı için eleştiren makalesinde (HG s.32), iki noktada somutlaşıyor: HDK devrimin zaferini öngörmüyor, Kürt hareketine yaslanarak var olmaya çalışan reformistlerin merkezidir ve HDK’nin asıl gücü olan Kürt hareketinin ideolojisi olan üçüncü alancı, sivil toplumcu, eski devlet mekanizmasını parçalamadan aşma teorilerinin odak merkezidir, bu iki nedenle katılınmamalı. Ayrıca HG, HDK program taslağı ortaya çıktığında HDK’ye yönelik eleştirilerini özetlerken yine bu iki noktaya yoğunlaşmıştı: “Silahlı bir mücadele... perspektifi(ni) merkezine almayan her hareket, oluşum sistemin sınırları içinde “demokrasicilik” oyunu oynamaktan başka bir misyona sahip olamaz.” “Kürt Ulusal Hareketi’yle ilişkilenme meselesinde de istisnalar dışında sol-devrimci örgütlenmeler pragmatist-kuyrukçu bir politika izlemektedir.” HDK içinde devlet sorununda devrimin zaferini öngörmeyen parti ve kitle örgütlerinin de olduğu bir gerçektir. Hatta KUDH program olarak devrimi değil demokratik özerkliği öngörmektedir. Ama bu programa sahip olmasına rağmen yürüttüğü pratik mücadele Halkın Günlüğü’nün kabul ettiği gibi Kürt halk kitlelerini devrimcileştirmeye devam etmektedir; “Kürt ulusal hareketinin dinamikleri(nin) devrimci bir nitelikte ol” ması “ayrı gerçekliktir.”(SÇ, agm) [ 30 ] Marksist Teori 8 Peki bu devrimci dinamiği taşıyan hareketle cephesel veya eylemsel birlikler kurmak, neden antifaşist direniş odağı yaratmasın? Kürt illerinde DTK, Batı’da HDK meclis ve komitelerinde yeralmayı öngören Partizan neden yanlış yapıyor olsun? Bunu yapmakla neden Kaypakkaya çizgisinden saparak kesk u sur u zer rengine kaymış olsun? Partizan’ın eleştirdiğiniz görüşü olan faşizme kaşı direniş odağı geliştirmeye bugün gerçekten ihtiyaç yok mu? Antifaşist direniş odağı geliştirmek günün acil görevidir. Devrimci ve antifaşist partilerin, kitle örgütlerinin ve bireylerin AKP liderliğindeki faşist diktatörlüğe karşı birlikte kitlesel direniş odağını yaratma çabası olarak HDK’nin devrimci hareketin gelişmesine zemin hazırlayacağını iddia ediyoruz. Halkın Günlüğü olarak sizin buna kafa yormamanız yanlıştır, sekterizmdir ve Kürt ulusal hareketine kuyrukçulukla suçlamanız sosyalşovenizmden etkilenmektir. Dağlarında ağır bedellerle mücadele ediyorsunuz ama yerleşim yerlerinde kitlesel halk örgütlülüğünün biçimi olarak geliştirilmeye çalışılan DTK meclis ve komitelerinde yer almayı yanlış görüyorsunuz. Peki buralardaki kitleleri AKP’ye (ve Dersim’de CHP’ye) terk etmek değil mi bu tavır? Yoksa Dersim’de bir başka biçimdeki sosyalşovenizmden halkın etkilenmiş olmasından faydacı tarzda yararlanacağınızı mı düşünüyorsunuz. Ayrıca uğruna mücadele etmeyi öngördüğünüzü ileri sürdü- ğünüz ulusal demokratik taleplerle mücadele eden Kürt kitlelerinin DTK içinde toplanmış olması bile DTK meclis ve komitelerinde yeralmayı gerektirir. Antifaşist direniş odağının bir biçimi devrim yapma işlevinde olmamasına rağmen HDK, DTK gibi birliklerdir. Bu birliklerin antifaşist kitle hareketini büyütme iddiasıdır. Bu birlikler devrim yapmaz ama devrime hizmet eder. Kitle eylemleri düzenleyerek ve yaygınca örgütlenme çabasına girerek kitle hareketini geliştirmeye çalışan bu antifaşist birliklere silahlı mücadele yürütmediği için devrimci değiller eleştirisini yapan HG, bugün kitle hareketlerini/ serhıldanları birleşik bir çabayla büyütmenin yakıcı ihtiyacını atlıyor. Ama öte yandan silahlı mücadelede de KUDH’yle ittifakı, KUDH’ne ve onun reform programına kuyrukçu olmamak adına reddediyor. HG’nün ‘işçi ve emekçilerin mücadelesini örgütlemek yerine Kürt hareketine kuyrukçu oluyorlar’ eleştirisi Batı için ayrı Kürt illeri için ayrı eleştiriyi gerektiriyor. Kürt illeri için şu vurgulanmalıdır. İşçi ve emekçilerin devrimini örgütlemek, ulusal devrimden kopuk olamaz ve ulusal talepleri önde tutarak, sömürgeci boyunduruğa karşı ulusal devrimi ayakta tutmaya çalışırken yanı sıra sınıfsal taleplerle kitlelerin mücadelesini geliştirmeyi gerektirir.. Fakat kabul etmek gerekir ki Kürt illerinde KUDH’nin yüksek düzeydeki mücadelesine ne bu arkadaşların ge- [ 31 ] Marksist Teori 8 leneğinin yürüttüğü mücadele ne de bu illerde çalışma yapan sosyalizm iddiasındaki diğer partilerin mücadelesi ayak uydurabilecek durumda. Bu dengesizlik nasıl azaltılabilir veya giderilebilir? Dağda mücadele eden bu gelenek, Kürdistan çapında ulusal kurtuluş sorununu öne alarak ve Batı’da devrimin patlak vermesi yoluyla Kürdistan’da etkinliğini sağlayabileceğini bilince çıkarması gerekmez mi? Bu sağlanıncaya ve devrimin zaferine değin, KUDH bugünkü mücadelesini sürdürdüğü müddetçe onunla ittifak kurmak, birleşik devrim iddiasındaki her devrimci partinin ciddiyetle ele alması gereken görevidir. Bu göreve uzak durarak “kuyrukçuluk”la suçlamak devrimci ciddiyetle bağdaşmaz. Batı’da ise Türk emekçilerini mücadelelere seferber etmenin zahmetli görevlerini yerine getirme ve gelişmenin önünü açmayla içiçe özel olarak Kürt ulusal mücadelesinin her somut düzeyini ve Türk emekçi hareketi üzerindeki şovenist etkinin durumunu dikkate alan taktikler izlemeyi de gerektirir. Kürt hareketinin taleplerini tanımayı eksen alan barış taktiği üzerine yukarda durmuştuk. Bu ve benzeri taktiklerin, soruna ilişkin temel görüşün propagandasının yanı sıra, Kürt hareketine düşmanlığa karşı enternasyonalist sağlam duruşu sürekli korumak da olmazsa olmazdır. Bu tavrın bir parçası da KUDH ve antişovenist/antifaşist güçlerle birlik kurmayı gerektirir. Antifaşist ittifaklar ve birlikler kurmak, devrimci partilerin bağımsız mücadele ve çalışmasını engellemez ama –örneğin HDK geliştiği/geliştirilebildiği oranda- devrimci partilerin gelişmesine zemin sunar. Bunu “kuyrukçuluk”la suçlamak, antifaşist ittifakların önemini reddeden sekterizm olduğu gibi, sosyalşovenist bir tavır içine de girmektir. Ayrıca HG’nün yaptığı gibi Kürt hareketinin demokratik konfederalizm teorisini politik olarak bu hareketle ittifak kurmanın önüne engel yapmak da ayrı bir doktriner sekterizmdir. Sonuç olarak Antifaşist ve devrimci partiler, kitlesel gelişme yollarını kendi çizgileri ve bağımsız çalışmalarıyla açmaya çalışırlarken, antifaşist birlikle daha geniş kitlelerin toplanacağı bir HDK’yi geliştirme görevini önlerine koymalıdırlar. Sorun bu cephenin gerekliliği değil pratikte geliştirilebilmesidir. Bu gerçekleştiği oranda devrimci hareketin sekterliği de, antifaşist hareketin bir bölümünde var olan sosyalşovenist duruş da gerileyecek, terk edilecektir. Bu nedenle HDK’nin pratik gelişimine yoğunlaşılmalı ve bu bakımdan HDK’ye yöneltilecek eleştirilere ise değer verilmelidir. [ 32 ] SEÇMELİ DEĞİL ANADİLİNDE EĞİTİM Bayram Namaz “Bir halk zincire vurulmuş, soyulmuş, susturulmuşsa özgürdür hala/ işsiz bırak, pasaportunu al, yemek yediği masayı, uyuduğu yatağı, zengindir hala/ Bir halk yoksul ve tutsaktır dedelerinden kalan dili çalındığı zaman/ Kayıptır artık” (İgnazzio ButtitaSicil01yalı şair) “Öğrencilerimiz ‘Farklı Dil ve Lehçelerin Öğrenilmesi Hakkında Kanun’ kapsamında yaşayan diller ve lehçeler adı altında, yerel dil ve lehçeleri öğrenme imkânına kavuşuyorlar. Örneğin yeterli sayıda öğrenci bir araya geldiğinde Kürtçe, bir seçmeli ders olarak alınabilecek, öğretilecek.” Bu cümleleri önündeki promterdan okuduktan sonra derin bir nefes alan Başbakan Erdoğan, grup toplantısına katılan milletvekili ve izleyicilerin kendisini alkışlamasını bekledi. Çılgınca alkış[ 33 ] Marksist Teori 8 layan kalabalığı hoşnutlukla izlerken O, bu sözlerin haber bültenlerinde ya da gazete manşetlerinde nasıl tanımlanacağını, hangi sıfatlarla yansıtılacağını az çok “tahmin” ediyordu. Nitekim “beklediği” gibi oldu. Başta akraba kontenjanından yönetilenler olmak üzere cemaate ve diğer yandaşlara ait gazete ve televizyonların açıklamayı “tarihi adım”, “devrim gibi” başlıklarla gördüler. İnkârcılığın en katı günlerinden, “kart-kurt”lardan, yasaklamalardan “seçmeli ders”e gelmek, ancak “devrim” olarak nitelendirilebilirdi onlara göre. Küçümsemek, hafife almak “nankörlük” ve “Türkiye gerçeğini bilmemek”ti. Hükümet, bütün milliyetçi ve “derin” tepkileri göze alarak bu adımı atmışken buna kayıtsız kalmak, “siyasi körlük”tü. “Anadilde eğitim” gibi “maximalist talepleri” dayatmamalı, “hükümete yardımcı olmak” gerekirdi. Hükümetin yaptıkları takdir edildikçe arkası da gelirdi nasıl olsa. Bu ve benzer argümanlar çeşitli liberallerin, burjuvazinin sözcülerinin ve ruhları iğdiş edilmiş kimi Kürtlerin dillerinden düşmüyordu o günlerde. Peki, durum gerçekten de iddia ettikleri gibi mi? Eğer zamanı dondurup, on binlerce insanın hayatına mal olan, milyonlarca insanın hapisler, sürgünler, acılar ve işkenceler pahasına katıldığı, bedeller ödediği ve halen öde- mekte olduğu özgürlük mücadelesini yok sayarsınız; öncesi bir yana, 12 Eylül’den beri Kürt yurtseverlerinin, devrimci ve sosyalistlerin, keza demokrasi mücadelesi verenlerin yaptıklarını görmezden gelirseniz bile, bu yapılanlara o sıfatları veremezsiniz. Değil çünkü! Zira söz konusu olan bir halka mensup milyonlarca insanın nefes almak kadar doğal bir hakkının, ana dilde eğitimin tanınmamasıdır hala. “Seçmeli ders” dedikleri asimilasyon politikalarının devam etmesidir ve asimilasyon, tıpkı işkence gibi insanlık suçudur. Birilerinin “sizi öldürmüyoruz ama siz de işkence görmeyi kabul edin” demesi ne kadar “tarihi” ve de ahlaki ise bu da öyledir.* Ötesi değil? Yıllar önce, bir panelde Hrant Dink, “Anadil hak mı, hukuk mu, tüm bunlar açıkça terbiyesizce dayatmalardır. Anadil hak, hukuk meselesini aşar, karın guruldaması gibi bir şey yani, neyini tartışıyoruz ki?” diye sorarken çoğumuzun şimdiki tartışmaların manası üzerine hissettiklerine tercüman oluyordu. İnsani ve bir halka mensup olmaktan gelen en doğal haklardan biri, kendi anadilinde konuşmak, okumak, düş kurmak, eğitim görmektir. Bunlar tartışma götürmez haklardır. Eğer bir yerde bu türden bir tartışma varsa orada baskı vardır. Hele yasak, engel söz konusu ise durum zulümle, işkence ve faşizmle izah edilebilir ancak. * Gerçi Kürtlerin başına bu da geldi. Aslen Kürt olan Tarım Bakanı Mehdi Eker, “Eskiden Kürt siyasetçileri sokakta öldürüyorlardı. Şimdiki hükümet hiç değilse hapishaneye atıyor” mealinde sözler söylemişti. [ 34 ] Marksist Teori 8 Adı Olmayan Dilde Seçmeli Ders Hükümetin “Yerel Dil ve Lehçe” başlığı altına gizlemeye çalıştığı Kürtçe, dünyada en çok konuşanı bulunan 100 dilden biridir. Halen konuşulmakta olan 6 bin küsur dil arasında, objektif verilere dayanmayan nüfus oranları baz alınsa bile 40. sırada bulunmaktadır. Bunca konuşanı, güçlü ve köklü bir tarihsel arka planı olsa da Kürt dili ait olduğu topraklarda yıllar yılı yok sayıldı, yasaklandı, engellendi. Sömürgeci politikalarla, asimilasyon uygulamalarıyla öz yurdundan silinmeye çalışıldı. Tıpkı Kürtler gibi dilleri de on yıllardır direnerek varlığını korudu, yaşama tutundu. Özellikle en büyük nüfus oranını barındıran Türkiye sınırları içerisinde son 50 yılda oldukça büyük oranda bir konuşan kitlesini kaybetse de, Kürtçenin direnişi devam ediyor. Kürt halkı, kendi diliyle var olma savaşından vazgeçmiyor çünkü. AKP Hükümeti ve devlet, bedeli ne olursa olsun anadilinde eğitim talebinden vazgeçmeyen Kürt halkının önüne, bu isteğinin karşılığıymışçasına adını bile anmadan, “yerel dil ve lehçe” başlığı altında bir kaç saatlik seçmeli ders kararıyla çıktı. Yapılan düzenlemenin henüz bir uygulaması yok ama planlarına göre ilköğretim okullarında 4. sınıftan itibaren “seçmeli yabancı dil” statüsünde Kürtçe okutulacak. Üstelik Kürtçe’yi öğren1 2 mek isteyenler başka bir “yabancı dil” dersini seçemeyecekler. “4+4+4 düzenlemesi ile okula başlama yaşı erkene çekildi. Dolayısıyla okulda asimilasyon süreci daha erken başlayacak. Bu yeni düzenlemeyle kendi anadilin “yabancı dil” kapsamında “öğrenecek” olan çocuklara, ondan önceki 4 yıl boyunca dilleri unutturulmaya çalışılacak. Asimilasyon cenderesinden geçen küçücük çocuklar ‘tep tip’leştirici, gerici ve antidemokratik eğitim sistemi ile şekillendirilecekler. Frantz Fanon’un altını çizdiği gibi sömürgelerdeki ezilen halkın çocukları “okulda önce kendi lehçelerini hor görmeyi öğrenirler.”1 Dolayısıyla İngilizcenin, Fransızcanın ya da Almancanın karşısına bir seçenek olarak konulacak Kürtçe, konuşanın başını derde sokan, polisten, gerici ve faşistlerden dayak yemenin, işkence görmenin vesilesi olan bir dil gibi tanıtılıp gösterilirken olacak bunlar. Bu koşullarda küçücük çocukların aileleri üzerinden kendilerine “kapalı tutulan bir takım kapıları açacak bir anahtar olarak”2 öğretilen egemen dille konuşmaya yönelecekleri açıktır. Kürtçenin yaklaşık 90 yıldır ret ve inkâr cenderesinde tutulmasının, yasaklı ve lanetli bir dil olarak sunulmasının doğal bir sonucudur bu. Kürt ailelerinin ve çocuklarının algılarıyla ilgili bir sorun değil sözünü ettiğimiz. Bir arada yaşayan halklar bakımından da sorunlu bir süreç var ortada. Frantz Fanon-Siyah Deri Beyaz Maskeler sf. 23 A.g.e- sf. 42 [ 35 ] Marksist Teori 8 Bırakın seçmeli ders olarak verilmesini, tümüyle anadil eğitimine geçilse bile Kürtçe dezavantajlı bir dil olmaya devam edecektir. Bu, mevcut siyasal yapı ve ortamla doğrudan ilgilidir. Dolayısıyla çözüm için rejimin yapısında değişim, anayasal-yasal güvenceler, pozitif ayrımcılık ve sahici bir barış iklimi gerekli olacaktır. Ne var ki, henüz bu noktadan uzaktayız. Kürtlerin en doğal hakları olan “anadilde eğitim”e hala “kırmızı çizgi” demeye devam ediyorlar. Anayasa ve yasalarla engeller -yasaklar sürüyor. Egemen sömürgeci zihniyet tüm kibirli halleriyle iş başında. Burunlarını sürten mücadele gerçeğini görmezden geldikleri için, “seçmeli ders” düzenlemesinde Kürtçenin adı yok. Tıpkı “yasa uygulayıcı” mahkemelerinde olduğu gibi “bilinmeyen dil” statüsünde Kürtçe. Buna rağmen yapılana “devrim” denilmesini istiyor, eleştiri ve itirazları kibirli bir öfkeyle reddediyorlar. Bir TV programında Kürtlerden yaka silker gibi söz ediyordu Erdoğan, “İstedikleri hiç bitmiyor ki” diye yakınarak, kadir kıymet bilmez bir halk olduklarını ima ediyordu. Tam da burada, Fransız sömürgeciliğinin uygulamalarını eleştiren I. P. Sautre’ın bir sorusunu tekrarlayabiliriz: “Siyah ağızları susturan tıkacı çıkardığınız zaman ne söylemelerini bekliyorsunuz onlardan? Size övgü okumalarını mı? Dedelerimizin, enselerine basarak önlerinde secdeye vardığı bu insanların başlarını yerden kaldırdık3 ları zaman onların gözlerinde ne bulacağınızı sanıyorsunuz? Hayranlık parıltısı mı?”3 Anadilde Eğitim ve Rejim Bugün hala yürürlükte olan 12 Eylül Anayasası “tek dil” dayatmasının başlıca kaynağıdır. Değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen 3. maddeye göre “Türkiye Devletinin... Dili Türkçedir.” “Resmi dil” gibi kapsamı belirleyen ya da başka dillerin varlığını içeren bir ifadeyi tercih etmeyen 12 Eylülcüler, hazırladıkları Anayasa’nın çeşitli maddelerine de bu ırkçı faşist zihniyetlerini yansıtmıştı. Örneğin 42. maddenin son fıkrasında “Türkçeden başka hiç bir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” deniliyor. Bunun “Kürtçe anadil olarak okutulup, öğretilemez” fikrinin yasa kılıklı hali olduğu açıktır. Kaynağını Anayasa’dan alan ve bir kısmı sonradan değiştirilen yasalarda da bu zihniyet varlığını ortaya koymaktaydı. Özal döneminde revize edilen 2932 sayılı yasanın ilgili hükümleri buna örnek olarak verilebilir. O yasaya göre, “Türkçeden başka hiçbir dil anadili olarak kullanılamaz”dı. Eğitim-öğretim değil, apaçık konuşma yasağıydı bu. Kan ve gözyaşı ile uygulandı. Yıllardır süregelen mücadelelerle bir bölümü işlevsizleştirilen bu faşist yasakların ruhu hala yasalarla varlığını korumaktadır. Eğer bugün TRT-Şeş varsa, yine “seçmeli ders” Aktaran Fanon, Age sf. 32 [ 36 ] Marksist Teori 8 varlıklarına kast edilmişçesine gerici bir reaksiyonla karşılamaktadırlar. Ve bu zihniyet neredeyse cumhuriyetle yaşıttır. Atatürk, bu dağ köylerinde bütün yoksulların Türkçe bilmemekten ileri geldiğini söylemiş, bunu isyan sebeplerinden biri olarak görmüştü. Onun için Türkçe’nin bu köylere “ana” ile sokulmasını arzu etmişti. Cumhuriyet’in Kürtçe ile İmtihanı konusu gündemdeyse bu tümüyle yürütülegelen en ağır bedelli mücadelelerin ürünüdür. Bu çok net. Devlet bu adımları, “Kürt halkının meşru ve doğal hakkıdır” diye değil, anadilde eğitimin, hak ve özgürlüklerin, eşitlik ve adalet taleplerinin karşısında bir barikat gibi duran gerici faşist varlığını sürdürebilmek için attı. Dolayısıyla tüm demagojilere ve pazarlama stratejilerine rağmen bu adımlarla mevcut krizin çözümü olanaklı değil. Anadilde eğitim yasağı sömürgeci rejimin üzerinde yükseldiği gerici temellerden biridir. Hal böyle olunca gerçek bir çözüm doğrultusunda atılacak her adımı bu temeldeki bir sarsıntı gibi algılamaktadır rejimin sahipleri. Anadil yasağı ile rejim arasında simbiyotik bir ilişkinin varlığından bile söz edilebilir. Birinin yaşaması diğerinin varlığına bağlıdır adeta. Bu nedenle çözüm için atılabilecek adımları 4 Doğu Kürdistan doğumlu, dilbilimci Amir Hassanpaur’un doğru bir tanımlamasıyla ifade ettiği gibi egemenlerin Kürtçe ile ilişkisi “dil kırım”ı temelindedir. Hassanpaur, “Konuşan sayısı bakımından (25-30 milyon) dünyada 40. sırada bulunan Kürtçe 1918’den beri coğrafi olarak dört birbirine komşu devlet (Türkiye, İran, Irak, Suriye) arasında zora dayalı bir bölünmüşlük içindedir. Dilkırım, dilin kasıtlı olarak katledilmesi, Türkiye’de 1925’ten beri, İran’da özellikle 1925-41 arasında ve Suriye’de özellikle 1960’tan beri uygulanmaktadır. Resmi bir “bölgesel dil” olarak Kürtçe’ye izin verilen Irak’ta dahi Kürt milliyetçiliğini belki sınırlar içine hapsetme aracı olarak Araplaştırma uygulanmıştır” diyerek bu tanımın dayandığı nedenleri sıralıyordu. 4 “Dilkırım” siyaseti Kürt inkarının Cumhuriyet’le başlayan acılı sürecinin bir başka adıdır. Bu süreç Ermeni soykırımının “mantiki” bir sonucudur aynı zamanda. Ne yazık ki, bu büyük utanca yol açan o kırım günlerinde ittihatçıların yanında saf tutan kimi Kürt aşiretleri, kendi kıyımlarına giden yolu da kanlı elleriyle açmış oldular. Vesta Dergisi – Deneme Sayısı sf. 190 [ 37 ] Marksist Teori 8 Bilindiği gibi Lozan’a “Türk ve Kürtleri temsilen” giden İnönü geriye döndüğünde Kürt ülkesi resmen 4 parçaya bölünmüştü. İnönü konferanstayken bir kısım Kürt aşiretleri, yeni devletin teşvikiyle, “arkanızdayız” içerikli ilanlar vermişlerdi gazetelere. Kürtleri temsil değil tecrit eden İnönü, altına imza attığı anlaşma ile “yeni Cumhuriyet”in daha en baştan hastalıklı-krizli doğduğunu ilan etmiş, inkâr ve asimilasyon yoluyla sonuç alacaklarını varsayarak, savaş öncesi Kürtlere verdikleri “ortak vatanda kardeşçe yaşama” sözlerini unutan Mustafa Kemallerin politikasını uygulamıştı. Oysa “Kurtuluş Savaşı” boyunca “Türkiye halkı” kavramını kullanan M. Kemal ve arkadaşları, “müslümanlık” ortak paydası ve “makam-ı Hilafet-i İslamiye ve Saltanat-ı Osmaniye’nin temin-beka ve mahfuziyeti gayesi” ile Kürtlerle protokoller imzalamışlardı. Orada “Kürtlerin serbesti-i İnkişaflarını temin edecek vech ve surette hukuk-i ırkiye ve içtimaiyece mashar-ı musadat olmaları”na** dair irade beyanında bulunmuşlardı. (Amasya-22 Ekim 1919)5 Gerçi M. Kemal daha sonra hazırladığı ünlü Nutuk’ta protokolün bu bölümlerini sansürlemişti ama belgeler devlet arşivlerinde olduğu için gerçeklerin üzeri örtülemiyor. Yine Kürtlere muhtariyet (özerklik) verilmesine dair gerek TBMM’de, gerekse başka platformlarda alınan kararlar, bulunulan vaatler, M. Kemal’in İzmit’teki basın toplantısında (16-17 Ocak 1923) bu kapsamda söyledikleri hep “unutulmuş” ve 1924 Anayasası’nda “Türkiye ahalisinde din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur” denilmişti. Kuzeyli Kürtlerin Misak-ı Milli hapishanesindeki tutsaklığı başlamıştı artık. Milyonlarca insan 4’e bölünmüş, vatanlarının Kuzey parçasında adları-dilleri ve varlıkları inkar edilerek esir alınmıştı. (Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi’nde yaşananlar bu büyük hapishanenin bir tezahürüdür aslında.) Sonrası bu tutsaklıktan kurtulma mücadelesidir özü itibariyle. Koçgiri, Şex Said, Ağrı/Zilan, Dersim... Her biri şu veya bu düzeyde aynı amaca bağlıdır. Arada “tutsaklık koşullarının iyileştirilmesi” gibi talepler yükseldiyse de, asıl ve nihai amaç özgürlüktür. Bu, “Kürtler ne istiyor” sorusunun cevabıdır aynı zamanda... Şimdi, “Cumhuriyet Dönemi”nde Kürtçe ve Kürtlerin yaşadıklarına hızlıca bakabiliriz. Fakat buna geçmeden kısa bir ön bilgi paylaşımı konuyu daha anlaşılır kılabilir. Osmanlı döneminde “ümmet-i Muhammed” üst kimliği ile “bir millet” (millet-i hakime) sayılan Kürtler, görece özerk pozisyonlarından ve diğer dinlere mensup halklar (millet-i mahkûme) karşısındaki ayrıcalıkla- **Kürtlerin gelişme serbestliğini sağlayacak şekilde ırk hukuku ve sosyal haklar bakımından daha iyi duruma getirilmesine” (Türkleştirilmiş hali)- Aktaran Prof. Ahmet Özer (Kürtler ve Türkler sf. 290) 5 Naci Kutlay – 21. yüzyıla girerken Kürtler sf. 82 [ 38 ] Marksist Teori 8 rından memnun sayılırlardı. Bu pozisyonlarını korumak istiyorlardı. M. Kemal ve arkadaşları ile imzaladıkları “Amasya Protokolü”nün özünde de bu vardı. Osmanlı’da, geleceği temsil iddiasındaki Jön-Türkler, dolayısıyla İttihat ve Terakkiciler bir yandan Kürt aşiret önderlerini ve aydınlarını ortak hareket etmeye çağırırken, diğer taraftan üzerinden yükselecekleri siyasal ve milli temeli inşa ediyorlardı. Ve aslına bakılırsa daha o zamandan, Kürtler, “Kürt olarak” yoktur bu “gelecek planlarında”. Onlara “cesur kılıçlar” ve ölümüne savaşan askerler olarak ihtiyaçları vardı sadece. “Ortak bir vatanda eşit haklarla birlikte yaşamak” planda bulunmamaktaydı. Nitekim daha 1908’lerde “Şura-yı Ümmet”te ilk siyasal programlarını yayınlayan İttihatçılar, “Türkiye’nin resmi dil olarak ilkokullarda zorunlu eğitim dili olacağını, tüm yazışmaların Türkçe yapılacağını” ilan ederek bu niyetlerini ortaya koymuşlardı. Güya bu da “özgürlükçü” bir programdı... Ne var ki, henüz iktidar değillerdi ve kendilerini yok sayan, asimilasyoncu politikalarına tepki gösteren Kürtlere ve diğer kesimlere ihtiyaçları vardı. Bu amaçla söz konusu programda kimi revizyonlar yaptılar. Buna göre, Türkçe yine zorunlu eğitim dili olurken, diğer etnik gruplar “öğrenim dili” olarak kendi dillerini kullanabileceklerdi. Bunlar o dönem Kürtlerin ağzına sürülen “bir parmak bal”dı. 6 Nitekim ardılları iktidar olduktan sonra bunların tümü unutuldu. Yeni rejimin “kurucu aklı” daha iktidar olmadan Kürtlere asimilasyonu dayatırken, Ermenilerin payına 1915’teki tehcir ve kıyım düşmüştü. Yaptıkları yapacaklarının güvencesiydi. TürkleştirmeAsimilasyon Cenderesi Şex Said İsyanı’ndan 13 gün önce, 27 Ocak 1925’te Türk Ocakları nekresinde bir konuşma yapan İsmet İnönü, Cumhuriyet rejiminin “millet olma” politikasını açıklıyordu. “Vazifemiz” diyordu İnönü, “Türk vatanı içinde bulunanları behemehal (mutlaka) Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.”6 İşte bu ırkçı zihniyet, başta Kürtler olmak üzere, Rum, Ermeni, Çerkes, Laz, Gürcü, Arap, Yahudi ve diğer ulusal topluluklara karşı uygulanan baskı, zor ve asimilasyon politikalarının tipik bir örneğidir. “Herkes Türk olsun” diyerek duvarlara yazılar yazan günümüzün ırkçı faşişt güruhları yeni bir şey söylemiyorlar yani. Ataları da çok uğraştılar bunun için! Denemedikleri zorbalık ve zulüm kalmadı. Örneğin Şex Said İsyanı’ndan sonra Eylül 1925’te yürürlüğe sokulan “Şark Islahat Planı” Kürtlerin sürgün edilmelerini, idam ve tutuklamaları, Kürtçe konuşmanın yasaklanıp ağır Aktaran Dr. Aldülkadir Kıran – Serbesti Dergisi Sayı 21. sf. 70 [ 39 ] Marksist Teori 8 para cezasına tabi tutulmasını, köy ve bölge isimlerinin değiştirilmesini, Kürdistan’a Kürt olmayan Çerkes, Türkmen, Laz vb. toplulukların yerleştirilmesi, asimilasyon uygulamalarının devam etmesini, bunun için yaygın yatılı bölge okullarının açılmasını içeriyordu. Kürtlüğün varlık nişanesi dildi ve yeni rejim bu dili ve dolayısıyla Kürtlüğü yok etmeye kararlıydı. Kız okullarının açılması, parasız yatılı bölge okullarının yaygınlaştırılması çağdaşlık adına sunulan asimilasyon uygulamalarıydı. O dönemlerde öğretmenlik yapmış ve kendini çağdaş Türk nesilleri yetiştirmeye vakfetmiş bir öğretmenin anılarında anlattıkları bu bakımdan dikkat çekicidir. “Atatürk, bu dağ köylerinde bütün yoksulların Türkçe bilmemekten ileri geldiğini söylemiş, bunu isyan sebeplerinden biri olarak görmüştü. Onun için Türkçe’nin bu köylere “ana” ile sokulmasını arzu etmişti. Bu en köklü öğretimdi. Tarihte örneği vardı. Rumeli vilayetlerinden, ilk kez sultaniyesinin açıldığı bir ilden pek çok siyaset adamı yetişmişti. “Buraya da Türkçe’yi ana ile sokacağız” diyorlardı.” 7 Anadillerini unutturmak, yok etmek için “ana”ları asimile etmek amacını bu sözler gayet net anlatıyor aslında. “Neden o “ana”yı kendi dilinde eğitim verip, geliştirmiyoruz” diye sormak yerine, daha zor ve insanlık dışı bir yol izlendiğini sorgulamayan zihniyet, günümüzde bile “çağdaşlık” adına savunulabiliyor ne yazık ki! 7 İnkar ve asimilasyon rejimi, Türkleştirme işini sadece okullarla yapmadı elbette. Ancak bu yoldaki en etkili araç okullardı. Çünkü okul, çocukları hedefliyordu ve Kürtçenin potansiyel konuşanlarını azaltıp, yok ediyordu. Kürt çocukları “ya asimilasyon ya eğitimsizlik” seçenekleri ile karşı karşıya kalıyordu. Aslında “zorunlu eğitim” uygulaması ile böyle bir seçim olanağı da bulunmuyordu. Asimilasyon politikalarına karşı herhangi bir itiraz geliştirildiğinde hem “yasa” sopası sallanıyor, hem de kemalist koro devreye girip “çocukların, kızların cahil kalmasını savunan gerici” sözleriyle bombardımanda bulunuyordu. Bu, günümüzün de sorunlarından biridir. “Baba Beni Okula Gönder” tarzı kampanyaların “kız çocuklarının okutulması” gibi meşru bir talep arkasına gizlenen asimilasyonist amaçlarının olduğu tartışmasızdır. “Ya Türkçe ya eğitimsizlik” seçeneği zorbalıktır. “Kırk satır mı kırk satır mı” dayatmasından farksızdır. İnsanlara üçüncü dördüncü bir yol önermemek, o yolların önünün açmamak kemalist rejimin Kürtlere ve dolayısıyla Türklere yaptığı kötülüklerden biridir. Bu, siyasal amaçlı ideolojik kumpas, asimilasyona karşı söz söyleyenleri de etkisizleştirmiş, bir çok ilerici aydın bu zorbalık dayatmasında taraf kılınmıştır. Oysa olması gereken bellidir: “Eğitime evet ama anadilinde” . Bu kadar “basit”! Ancak “Cumhuriyet” zor olanı seçti ve on yıllardır bu yanlış yolda, Age, sf. 71 [ 40 ] Marksist Teori 8 Bir halkın en doğal hakkını yasaklayarak birlik sağlayacağını zannedenler akılsız bir takım ırkçı - faşistlerdir. Dünyayı bilmeyen sefillerdir. ağır bedeller ödenilen politikalarda ısrar ediliyor. Tüm cumhuriyet döneminde uygulanagelen politikaları oldukça net ortaya koyan 1930 tarihli gizli bir “İçişleri Bakanlığı Genelgesi”nde ifade edilenlere biraz daha yakından bakalım. Zira oradaki belirlemeler ve zihniyet hala güncel ve uygulanmaktadır. “Madde 8: Şehir ve köylerde dil cemiyetleri teşkil ederek yalnız Türkçeyi konuşturmaya çalışmak, bu hususta Türk Ocaklarından, mektep muallimlerinden, ... Türkçe konuşan Türklerden intihap edilmesine azami dikkat olunacak köy imamı, muhtarı, bekçisi, tahsildarı, korucusu vesaire memurlardan çok istifade olunur” (Türk olmayanları korucu bile yapmayın diyen bu zihniyet şimdi kendi kardeşlerini vursun diye onbinlerce Kürt korucusuna maaş veriyor). “Madde 9: Türklüğe ve Türkçeye paye vermek som Türkçülüğün ve mühnasıran Türkçe konuşmanın, yalnız şerefli olduğunu değil, maddeten kârlı olduğunu bilfiil kendilerini göstermek” (Türk olmayanların hem şerefleri yok sayılıyor, hem de dillerini “maddeten” kazanç için terketmeleri isteniyor. Bu amaçla alenen rüşvet teklif ediliyor. Her bakımdan aşağılıyorlar başka bir deyişle) Madde 10: Bilhassa kadınlar arasında Türkçe’nin taammümüne* (yaygınlaşmasına) çalışmak, bunların Türk kızlarının Türkçe konuşmayan köylülerle evlendirilmesini teşvik etmek ve suretlerle yerleştirmek” (“önce kadınları” vurun diyen faşist zihniyetin bir başka tezahürü) Bahsi geçen genelgede başka maddeler de var elbette. Ancak aşağıda uzunca alıntılayacağımız madde üzerinde özellikle durmak gerekiyor, çünkü orada belirtilenler güncel olarak sürmekte olan bir dizi uygulama ve davranışı da önceliyor. Madde 12: Kıyafetin, şarkıların, oyunların, düğün ve cemiyet adet ve ananelerinin de milliyet ve ırk hislerini daima uyanık tutan ve cemaatleri mazilerine bağlayan rabıtalar olduğu unutulmamalı, binaenaleyh lehçeyle beraber bu gibi aykırı adetleri de fena ve zararlı görmek ve bilhassa kötü göstermek ve hiçbir suretle tergip (isteklendirmek) ve terçi (cesaretlendirmek) edilmeyerek adi ve iptidai mahiyetleri her vesile ile teşhir olunarak takbin ve tayip edilmeli (çirkin gösterilmeli, ayıplanmalı) o lehçeyi ko- *Taammüm:Kültür öğelerinin ya da kültür karmaşalarının coğrafya bakımından yer değiştirerek bir toplumdan başka bir topluma yayılması süreci. [ 41 ] Marksist Teori 8 nuşan zümrelere mensup fertlerin ve ailelerin isim ve lakaplarını Türkleştirmek, nüfustaki kayıtlarını ve künyelerini fırsat düştükçe tashih etmek ve kendilerine hiçbir suretle mesela Boşnak, Çerkes, laz, Kürt, Abaz, Gürcü, Türkmen, Tatar, Afşar, Pomak lakabı vermemek, köylerin o lehçedeki isimlerini değiştirmek ve mesela Çerkez köyü vesaire gibi ayrılıklara müsaade etmemek ve ettirmemek ve kendilerini ve yerlileri buna alıştırmak, ve evlerinde ve aralarında Türkçe konuşturmak ve öz yüreklerinden kendilerine Türküm dedirtmek, hülasa dillerini, adetlerini ve dileklerini Türk yapmak, Türkün tarihine ve bahtına bağlamak, her Türk’e teveccüh eden milli ve mühim bir vazifedir.”8 Aradan geçen 82 yıla rağmen bu madde somutlanan asimilasyoncu, inkarcı ve ırkçı zihniyetin uygulamaları hala gündemde değil mi? Çocuklar hala ana- babalarının dillerinden, geleneklerinden utandırılmıyor mu? TV dizilerindeki “Kiro”ların Kürtler, saf ya da yer yer ebleh gösterilenlerin Laz’ların olması tesadüf mü? Detaylı bir araştırma ile daha fazlasının da tespit edileceği açık olan, isimleri değiştirilen “40 il, 368 ilçe ve 7526 köy” bu coğrafyada değil mi? Belediyelerin sokak ve parklara verdiği isimler yasa ve yönetmeliklerle engellenmiyor mu? Kuşkusuz sorular çoğaltılabilir ancak üzerinde durmak gereken bir boyutu daha var ki o da çok önemli... Bu genelgede somutlaşan zihniyet eliyle öyle aşağılayıcı bir baskı örgütleniyor ki, anadilleri Kürtçe olan çocuklar kendi kimliklerinden, ana babalarından utanır hale getirilmek isteniyor. Kendine güvensiz, kişilikleri zedelenmiş bu çocuklar daha hayatlarının başında maruz kaldıkları bu baskılar nedeniyle travmalar yaşıyorlar. Kürtçe konuştu diye arkadaşlarını ihbar etmekle yükümlendirilen nice çocuk, alet edildikleri bu kirli ve onur kırıcı tutumun izlerini ömür boyu taşıyorlar. Cumhuriyet tarihi bu bakımdan travmalar tarihidir, sayısız Kürt çocuğu için her okul gününde bağıra bağıra “Andımız” yalanını söyleyen bir çocuk ne kadar bunlardan azade kalabilir ki? Çocuklar -Anadili ve Eğitim Sistemiİlkokula başlayana kadar, eğer aile asimile olmamışsa, ev ortamında Kürtçe konuşan, düşünen, düş gören çocuklar, okula gittiklerinde, önce dillerinden oluyorlar. Yasakla tanışıyorlar. Bazıları 6-7 yaşında yeni baştan konuşmayı öğrenmeye zorlanıyorlar. Oysa çocuklar anne babalarından, aile ve çevrelerinden, içinde yaşadıkları kültürel ortamdan, doğuştan itibaren, herhangi bir sistematiğe ve bilinçli yönelime dayanmadan, doğal olarak dilsel bir kimlik edinirler. Dil bilimci Prof. Dr. Doğu Aksan “anadil, başlangıçta anne ve yakın aile çevresinden, daha sonra ilişkili bulunulan M. Bayrak’tan aktaran Dr. A. Kıran/Serbest sayı 21, sf. 72, 10 İbrahim Sediyani-Adını Arayan Coğrafya sf. 10) 8 [ 42 ] Marksist Teori 8 çevrelerden öğrenilen, insanın bilinçaltına inen ve bireylerin toplumla en güçlü bağlarını oluşturan dildir” derken bu gerçeğe dikkat çekiyor. Yine Prof. Aksan “çocuğun konuşmaya başladığı sırada annesinden, aile çevresinden öğrendiği anadil, kuşaktan kuşağa aktarılan ulusun kültürüyle sıkı sıkıya ilişkili bir bildirişme (iletişime) dizgesidir, bir toplumsal kurumdur”9 diyerek dil ve ulusal aidiyet arasındaki ilişkiye vurgu yapıyor. İşte bu aidiyet mensubu Kürt çocukları (ki bu dillerinin korumaya çalışan diğer ulusal topluluklar için de geçerlidir) büyük acılar çekerek asimilasyon çarklarının içine giriyorlar. Eğitim-Sen tarafından hazırlanan “Anadilinin Önemi ve Anadilinde Eğitim” (Bundan Sonra Eğitim- Sen broşürü) isimli broşürde de dikkat çekildiği gibi “Türkiye’de anadili Türkçeden farklı olan çocuklar, anadili Türkçe olan çocuklarla aynı öğretim programlarına devam etmektedirler. Türkiye’deki eğitim sisteminde Türkçeyi bilmeyen ya da Türkçe bilgisi yetersiz olan çocuklara yönelik dil eksikliklerini kapatacak programlar ve özel yaklaşımlar bulunmamaktadır”. Böyle olunca Türkçe bilmeyen ya da az bilen Kürt çocukları anadili Türkçe olanlara göre, dilbilimci Zana Farqini’nin deyimiyle “5-0 mağlup” başlıyorlar ilkokula. Onlar, yok sayılan aşağılanan yasaklı anadillerini unutup, yeni bir dil öğrenmeye çalışırken diğer çocuklarla aralarında9 ki mesafe artıyor.” Eğitimde fırsat eşitliği”nin kapitalizm koşullarında zaten olanağı yok ama dil farkı bu eşitsizliği katmerleştiriyor. “İyi ya, herkes Türkçe öğrenir, Kürtçeyi unutursa bu sorun da ortadan kalkar” gibi lümpen faşizmine özgü değerlendirmeleri bir kenara bırakırsak, bilimsel araştırmaların gösterdiği şudur; kendi anadilinde eğitim alan bireyler, bu dilin yanında ikinci üçüncü dilleri daha çabuk ve başarılı öğreniyor. Eğitim-Sen broşüründe de denildiği gibi “çocuğun kendi anadilinde eğitime başlaması, ülkede kullanılan resmi dili ve hatta başka pek çok dili öğrenmesine ve kullanmasına engel değildir” Çok dilli eğitim veren ülkelerde bunun başarılı örnekleri mevcuttur. Yıllar içinde birçok kez düzenlenen demokratik eğitim kurultaylarının hemen hepsinde alanın uzmanları anadilde eğitimin gerekliliği ve sonuçları üzerine konuşmalar yaptılar, tebliğler sundular. Aşağıdaki değerlendirmeler 1998 yılında Ankara’da Eğitim-Sen tarafından düzenlenen Demokratik Eğitim Kurultayı’na sunulan ve altında Prof. Dr. Ali Nesin, Doç. Dr. Fatma Gök, Doç. Dr. Gürsen Topses ve diğer katılımcı öğretmenlerin imzalarının bulunduğu bir rapordan alınmıştır. Güncelliğini koruyan rapor “eğitim felsefesi” üzerine şunları vurguluyor: “Eğitimi bireyin ben merkezli ruhsal, zihinsel ve bedensel biçimlenmesine, bilgi ve beceri kazanmasına yönelik olarak düşündüğümüzde, Aktaran Faik Bulut - Kürt dilinin Tarihçesi. sf. 371-73) [ 43 ] Marksist Teori 8 bireyin aile ortamında ve günlük yaşamda konuştuğu dil ile yani anadilinde eğitim görmesi kaçınılmazdır. Çünkü anadili, insanın topluma katılmasını, toplumu etkilemesini, toplumdan etkilenmesini bilgi edinme ve aktarımını sağlayan en temel unsurdur. Farklı etnik kökenden gelen halkların bilinçli bir şekilde, egemen anlayışın dayattığı tek dile dayalı asimilasyoncu yöntem bilimselliğe aykırıdır.”10 Bunu temellendirirken de: Birey, kendi anadiliyle daha sağlıklı ve olumlu düşünür. Birey, eğitimi anadilinde gördüğünde bilgiyi daha çabuk kavrar. Anadilinde eğitim gören bireyin ruhsal gelişimi daha sağlıklı olur. Anadilinde eğitim gören birey kendisini güven içinde hisseder. Dil-Kültür arasındaki güçlü bağ çerçevesinde anadilini bilen çocuk, çevresiyle yakınlarıyla daha sağlıklı ilişikler içine girer. Bu da bireyin toplumsal bir varlık olarak kişiliğinin kimliğine uygun gelişmesini sağlar. Bu temel ilkelerden hareketle “anadilinde eğitim, eğitim felsefesinin temel ilkelerindendir”11 Anadilde Eğitim Böler mi? Çok değil, 2000 yılının başlarında “Kürtçe dersinin seçmeli dersler kapsamında üniversite bünyesinde okutulması” talebi ile, bulundukları yüksek öğretim kurumlarına başvuran ve aralarında SGD’lilerin de bulunduğu yaklaşık 22 bin üniversite 10 öğrencisine YÖK yürütme Kurulunun 2001/37 sayılı kararı ile verilen yanıta bakılırsa “Kürtçe eğitim talebinin masum bireysel hareketler olmayıp, bölücü terör örgütü PKK’nin doğrudan ve dolaylı yandaşları ve destekçileriyle birlikte planlayıp organize ettiği, doğrudan doğruya Türkiye Cumhuriyetinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne yönelik bölücü faaliyetler olduğu” açıktır. Yine Üniversitelerarası Kurula göre “Türkiye cumhuriyetinin ve Türk milliyetinin temel dil birliği olup bundan asla ödün verilemez Türk milletinin anadili Türkçedir.” Dolayısıyla bu talep sahipleri suç işlemektedir. “Bilim yuvası” iddialı üniversiteler adına polis-asker jargonuyla yazılmış bu kararlar ibretliktir. YÖK’cüler bu utanç beyanlarıyla yetinmediler elbette. Gereğini yapmaları için rektörlere ve “ilgili kurumlara” çağrı yaptılar. Ardından binlerce öğrenci hakkında soruşturmalar açıldı, yüzlercesi okuldan uzaklaştırıldı. Başta Ankara DGM olmak üzere bir dizi mahkemede davalar açıldı. Yüzlerce öğrenci işkenceli sorguların ardından tutuklandı, aylarca hapiste kaldı. Bunlara bakıp, “ülkede demokrasi adına büyük gelişme kaydedildiğini” dün okuldan atılma ya da tutuklanma gerekçesi olan Kürtçe dersi talebinin artık hükümet eliyle serbestçe uygulandığını, sorunun çözüldüğünü söyleyenler, hadi kibarca olsun, gerçeği ifade etmiyorlar. Çünkü “seçmeli Vesta Dergisi sayı: 3-4, sf. 270) [ 44 ] Marksist Teori 8 ders” isteyenleri tutuklayanlar, bugün zaten tutuklu olan ve anadilinde savunma yapmak isteyenleri serbest bırakmıyor, rehin tutuyorlar. 2009’dan beri onurlu bir duruş sergileyerek anadilinde savunma hakkını kullanmakta ısrar edenler, Kürtçenin özgürleşme mücadelesinde hem siyasi hem de ahlaki bakımdan oldukça kıymetli bir yerde duruyorlar. Onlar “bilinmeyen dil” denilerek küçümsenen Kürtçe bayrağını onurla dalgalandırıyor, bütün dillerin konuşanları için değerli olduğunu, bedensel özgürlükleri pahasına gösteriyorlar. “Anadilde eğitim böler mi” sorusuna “anadilde eğitim ülkeyi bölmez” gibi savunmacı izahlarda bulunmanın dahi zül kabul edilmesi gerekir. Bir halkın en doğal hakkını yasaklayarak birlik sağlayacağını zannedenler akılsız bir takım ırkçı - faşistlerdir. Dünyayı bilmeyen sefillerdir. Evet, anadilinde eğitim bir ülkeyi bölmez ama yasaklar böler. Hem de her bakımdan çok dilli - çok kültürlü olmanın bir coğrafyaya kattığı zenginliğin farkına varmayanlar, ancak Hitlervari ırk saplantıları olanlardır. Bu zihniyetleri dünya için felakettir.. [ 45 ] “ULUSAL İSTİHDAM STRATEJİSİ” Mİ YOKSA “ULUSAL UCUZ, GÜVENCESİZ ve ESNEK İSTİHDAM STRATEJİSİ” Mİ? Dr. İbrahim Okçuoğlu IMF, ILO, Dünya Bankası, OECD gibi uluslararası sermayenin önde gelen kurumlarına dayanan AKPhükümeti, onlarla ağız birliği içinde Türkiye’de işgücü piyasasını fazla kurallı, yani katı ve sermaye açısından da maliyetli bulmaktadır. Bu durumu ortadan kaldırmak ve Türkiye’de sermayenin önündeki bu türden engelleri yıkmak için hareket eden hükümet, 2010 yılında “Torba Yasa” ile gündeme getirdiği istihdamda dönüşüm politikasını ve elde etmek istediği amaçlarını “Ulusal İstihdam Stratejisi”nde ortaya koydu. Şüphesiz ki, “Ulusal İstihdam Stratejisi”(UİS) AKP’nin tek başına ortaya attığı, ona özgün olan bir proje değildir. Bu proje dünya çapında işçi sınıfına karşı dayatılmış olan, yıllardan beri birçok ülkede bir biçim[ 46 ] Marksist Teori 8 de uygulanan neoliberal saldırıların sadece bir uzantısıdır. “Ulusal İstihdam Stratejisi” sendika konfederasyonlarının eleştirilerinin ötesinde işçi sınıfının fiili büyük tepkisine neden olmaksızın ekonomik ve toplumsal yaşamımıza girdi. Bu stratejinin amacı nedir diye soracak olursak sorunu ele alan hemen bütün muhalif çevrelerden yaklaşık aynı doğrultuda cevap alabiliriz: Söz konusu stratejide 2012-2023 döneminde gerçekleştirilmesi gereken hedeflerden ve bunların nasıl gerçekleştirileceğinden bahsedilmektedir: 1- İşsizlik oranı 2023 itibarıyla yüzde 5 düzeyine indirilecek. 2- İstihdam oranını yüzde 50’ye yükseltilecek. 3- Tarım dışı istihdamın büyüme esnekliği 0.52 düzeyinden 0.62 düzeyine yükseltilecek. 4- Tarım dışı sektörlerde yüzde 29.1 düzeyinde olan kayıt dışı istihdam oranı, 2023 yılında yüzde 15’in altına indirilecek. 8 Şubat 2012 tarihinde yapılan “Üçlü Danışma Kurulu” toplantısında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik tarafından gündeme getirilen “Ulusal İstihdam Stratejisi” taslağında diğer şeylerin yanı sıra esas olarak “işsizlikle mücadele” amaç olarak açıklanmaktadır. Söz konusu Taslak birkaç bölümden oluşmaktadır: Birinci bölümde Türkiye’de işgücü piyasasının ve istihdamın mevcut durumu ile ilgili tespitler yapılıyor ve istihdam stratejisinin dayandığı politik çerçeve belirleniyor. İkinci bölümde “Eğitim-İstihdam İlişkisinin Güçlendirilmesi”, “İşgücü Piyasasında Güvence ve Esnekliğin Sağlanması”, “Özel Politika Gerektiren Grupların İstihdamının Arttırılması” ve “İstihdam - Sosyal Koruma İlişkisinin Güçlendirilmesi” başlıkları altında Taslağın inşa edildiği dört ana politik eksen ayrı ayrı ele alınıyor. Ana politik eksenlerde bazı düzeltmeler dışında Taslak 2010’da yayınlanan ilk hali ile hemen hemen örtüşüyor. Üçüncü bölümde UİS’in nasıl hayata geçirileceğine ve ilgili çalışmaların nasıl izleneceğine açıklık getiriliyor. Taslağın ekinde dört ana politik eksene göre tasnif edilmiş 2012-2014 arasında uygulanması öngörülen “Ulusal İstihdam Stratejisi Eylem Planı” yer alıyor. Bu “Eylem Planı”, işgücü piyasasının esnekleştirilmesi hedefiyle işçi sınıfına saldırı politikalarının hangi başlıklarda ve hangi sürelerde gerçekleştirileceği açıklanıyor. Hükümet, işçi sınıfını ve dolayısıyla sendikaları doğrudan ilgilendiren Taslak metnini sendika temsilcilerine vermedi. Ama işçi sınıfı ve sermaye kesimlerinden stratejiye ilişkin genel değerlendirmenin yanı sıra, işgücü piyasasının esnekleştirilmesi, güvenceli esneklik, esnek çalışma modelleri, işsizlik sigortası fonu, kıdem tazminatı, fazla çalışma süreleri, özel istihdam büroları-geçici iş ilişkisi ve bölgesel asgari ücret konularında görüş bildirmelerini istedi. [ 47 ] Marksist Teori 8 Şunu da belirtelim ki bu Taslak’ta yer alan bazı düzenlemelerin bir kısmı ilk defa Torba Yasa’da yer almıştı. Ancak son gün (gece) bazı saldırı düzenlemeleri Torba Yasa’dan çıkartılmıştı. Taslak, sermayenin, kapitalistlerin diliyle yazılmış, onların sınıfsal çıkarlarını doğudan ifade etmektedir. Taslak aslında bir TİSK belgesidir. “Ulusal İstihdam Stratejisi”, işgücü piyasasında neoliberal dönüşümün genel ve kapsamlı bir programı olarak görülmelidir. Bu programın emdirilerek, parça parça uygulanması öngörülmektedir. Bu taslak, sermaye adına hükümetin uygulaması gereken bir stratejidir, bir “yol haritası”dır. Bu haritanın ana siyasi eksenini oluşturan alanlar şunlardır: 1-Eğitim-istihdam ilişkisinin güçlendirilmelidir. 2-İşgücü piyasasının esnekleştirilmelidir. 3-Kadınların, gençlerin ve dezavantajlı grupların istihdamı artırılmalıdır. 4-İstihdam-sosyal koruma ilişkisinin güçlendirilmelidir. AKP hükümetinin temel hedeflerinden biri de sermayenin önündeki “kurala bağlı” işgücü piyasasını yıkmak ve tamamen kurarsızlaştırmaktır, yani esnekleştirmektir. Taslak’ta yer alan bütün konular bu amaca hizmet için hazırlanmıştır. 61. Hükümet programı ve bazı bakanların yaklaşım ve açıklamaların- daki ortak sav, Türkiye’de işgücü piyasasının katı, yani “kurallara bağlı” olduğudur. Türkiye’de istihdam tam da bu nedenden dolayı artmıyormuş. Tabi bu konuda hükümet yalnız değil. Ona yön veren uluslararası sermaye ve kuruluşlarıdır. Bunların başında da Dünya Bankası, IMF ve OECD gelmektedir. Dolayısıyla bu saldırı ulusal değildir; uluslararası sermayenin işçi sınıfına saldırısının Türkiye’ye yansımasıdır da. Hükümet ve sermaye, işgücü piyasasındaki katılıktan, “kurallara bağlı” işgücü piyasasından bahsederken neyi kast ediyor? Hükümet ve sermayenin göz diktiği, mutlaka kaldırılmasını istediği, kısmen de olası geçerli olan çalışanları koruyucu ve düzenleyici yasalardır. Sermaye ve ulusal sözcüsü hükümet, örneğin asgari ücret katıdır, kurallara bağlıdır diyor; kıdem tazminatı katıdır diyor; taşeronculuğun belirli kısıtlamalara tabi olması katıdır diyor. Hükümet ve sermaye el ele vererek UİS ile bu ve benzeri “katılıkları”, kuralları eritmeyi, buharlaştırmayı ve ortadan kaldırmayı amaç edinmektedir. Taslak’ta amaç oldukça açık bir biçimde dile getiriliyor: “İşgücü piyasasının katılıkları ve ücret dışı işgücü maliyetinin yüksekliği, ekonomik büyümenin istihdam yaratması önündeki diğer engellerdir”. Sermayenin istihdam ilişkilerinin esnekleştirilmesinden anladığı, ücret maliyetinin düşürülmesinden başka bir şey değildir. Bunun diğer adı da ucuz işçiliktir. Ucuz işçilik ancak ve [ 48 ] Marksist Teori 8 ancak güvencesiz ve olabildiğince esnek istihdam sürecinde gerçekleştirilebilir. Tam da bu nedenden dolayı “Ulusal İstihdam Stratejisi” bir “ulusal ucuz, güvencesiz ve esnek istihdam stratejisi”dir. Yukarıda belirttiğimiz ana siyasi eksen içinde “işgücü piyasasında güvence ve esnekliğin sağlanması” anlayışına da yer veriliyor. Burada “güvence”den bahsediliyor, ama esneklik ile güvence birbiriyle çelişir; birinin olduğu yerde diğeri olamaz. Yani hem “güvence”li hem de “esnek” istihdam olamaz. Taslak’ta “güvence” ile işçi sınıfı yumuşatılmak isteniyor. Taslak’ta da belirtildiği gibi “temel hedef işgücü piyasasının esnekleştirilmesidir.” UİS üzerinden sermaye, uygulanan çalışma yasalarında yer alan bazı koruyucu düzenlemelerin esnetilmesiyle yetinmiyor ve başkaca esnek çalışma biçimlerinin de yasallaştırılmasını talep ediyor. “Ulusal İstihdam Stratejisi” taslağının içeriği çalışma yaşamını tamamen altüst etmektedir ve böylece çalışma yaşamında yeni bir yapılanmanın genel geçerli olmasını amaçlamaktadır. Taslak’ta yer alan konuları biraz somutlaştıralım. Çalışma yasalarında gerçekleştirilmesi istenen değişikliklere ve bunun işçi sınıfı açısından ne anlama geldiğine bakalım. Daha fazla kâr için geçici işçiliğin yaygınlaştırılması amaçlanmaktadır Belirli süreli -geçici- iş sözleşmesinin kullanımını kolaylaştırmak için İş Yasasında değişiklik yapılacak. Böylece, belirli süreli iş sözleşmelerinde önemli bir neden olmadıkça üst üste yapılamaması koşulu kaldırılacak. Diğer bir ifadeyle: güvencesiz istihdamın daha da yaygınlaştırılmasının önü açılacak. Taşeron uygulamasına ilişkin sınırlandırmalar etkisizleştirilecek Böylece taşeron uygulaması çalışma yaşamının her alanına girecek ve asıl işlerde de taşeron çalıştırılmasının önündeki engeller kaldırılacağı için toplumsal yaşamı da tamamen etkileyecek bir güç olacak. Taşeronluğu yaygınlaştırmakla işçiler kayıt dışına kaydırılmış olacaklar ve böylece sendikalaşmaları neredeyse tamamen olanaksızlaştırılacaktır. Amaç, kiralık işçiliği veya modern köleliği yasalaştırmaktır Özel istihdam bürolarının geçici iş ilişkisi kurabilmeleri için yasal düzenleme yapılacak. Bunun yasallaşması durumunda özel istihdam büroları iş [ 49 ] Marksist Teori 8 bulmaya aracılık eden kuruluşlar olmaktan çıkarak, bizzat işveren olacaklar ve kendilerine kayıtlı işçileri başka şirketlere kiralayabilecekler. Yani Özel İstihdam Büroları, kar amaçlı şirketler olarak çalışacaklar. Bu türden bürolar çok düşük ücretle ve sigortasız olarak istihdam ettikleri işçileri biraz daha yüksek ücretlerle başka işverenlere kiralayacaklar. Aradaki farkı, bu şirketlerin karı olacak. Amaç, yeni esnek çalışma biçimlerini yasalaştırmaktır Kısmi süreli çalışma, belirli süreli çalışma, geçici çalışma, çağrı üzerine çalışma, uzaktan çalışma, evden çalışma, iş paylaşımı, esnek zaman modeli gibi yeni esnek çalışma biçimleri2 yasal hale getirilecek ve kurallı (düzenli-güvenceli) çalışma giderek istisnai bir çalışma biçimi halini alacak. Esnek çalışma biçimi, kurallı çalışma biçiminin yerini alan genel geçerli çalışma biçimi olacak. Amaç, kıdem tazminatı fonu kurmaktır Kıdem tazminatını yeniden düzenleme adı altında kıdem tazminatı fonu oluşturmak ve sermayeyi bu yükten de kurtarmak baş hedeflerden birisi oluyor. Kıdem tazminatı bu fon üzerinden budanacaktır. Buna dayanak olarak da yetersizliği bilindiği halde İşsizlik Sigortası gösteriliyor. Hükümet, Türkiye’de kıdem tazminatını gelişmiş Avrupa ülkeleri ile karşılaştırmakta ve kıdem tazminatının yüksekliğinden hareketle bu hakka el uzatabileceğini sanmaktadır. Amaç, asgari ücrette yaş ayırımını yeniden düzenlemektir Asgari ücret yaş ayırımı 16’dan 18’e çıkarılacaktır. Bunun gerçekleşmesi durumunda 18 yaş altındaki çalışan genç işçilere daha düşük asgari ücret ödenecektir. “Ulusal İstihdam Stratejisi” taslağının içeriği çalışma yaşamını tamamen altüst etmektedir ve böylece çalışma yaşamında yeni bir yapılanmanın genel geçerli olmasını amaçlamaktadır. Bu türden öneriler yıllardan beri başta emperyalist ülkelerde olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde şiddetli sınıf mücadeleleri eşliğinde gerçekleştirilmiştir. Bu neoliberal anlayış Türkiye’ye gecikmeli olarak yansımıştır. Son kertede tam süreli istihdam, sosyal koruma ve sendikal haklar gibi kazanımlar, direncin şiddetine göre ya kuşa çevrilecek ya da tamamen kaldırılacak ve yerine geçici veya kısmi süreli çalışma, güvencesiz çalışma biçimi alacaktır. Açık ki bu durumda sermaye, işçi sınıfını örgütsüzleştirecektir. Buna ek olarak yaygınlaşan taşeron iş ilişkisi ile de iş güvencesi ve sosyal güvence ortadan kaldırılacaktır; iş güvencesi ve sosyal güvencenin olmadığı çalışma biçimi sürecinde ücretlerin de giderek düşmesi kaçınılmaz olacaktır. Bu nedenlerden dolayı, esnek istihdam modeli, süreklilik arz etmeyen [ 50 ] Marksist Teori 8 istihdam, düşük ücret, sosyal güvensizlik, işsizlik ve yoksulluk üzerinde yükselen bir istihdam biçimidir. Tamamen sermaye ve üretimin uluslararasılaşması hareketine; uluslararası sermayenin çıkarlarına uygun düşen, Türkiye koşullarında gecikmeli olarak gündeme gelen bir neoliberal saldırıdır. Sermaye en az ve en ucuz istihdam ile faaliyet göstermeyi genel geçerli ve kalıcı bir strateji haline getirmiştir. Taslak’ta işgücü piyasasında esnekliğin, “işletmelerin rekabet ve verimlilik düzeyi üzerinde önemli etkisi” olduğu boşuna vurgulanmamaktadır ve “istihdam yaratan bir büyüme için işverenlerin ve çalışanların rollerinin esneklik-güvence dengesi temelinde yeniden tanımlanması” gerektiğinden iş olsun diye bahsedilmemektedir. Taslak’ta ifade edildiği gibi sermaye, “işin korunmasını ve aynı işte kalabilme güvencesini ifade eden iş güvencesi yerine istihdamın korunması ve tek bir işverene bağlı olmadan çalışmanın sürdürülebilmesi güvencesini ifade eden ... istihdam güvencesi” talep etmektedir. Yani tamamen güvencesiz, örgütsüz durumda olan bir işgücü ordusu talep etmektedir. Çalışma yaşamında esneklik, küreselleşmenin piyasalara getirdiği rekabetin doğrudan bir sonucudur. Uluslararasılaşan dünya ekonomisinde çok uluslu tekeller arasındaki rekabet sadece üretim teknolojilerinin değil, üretim yönetimi sistemlerinin de değişimini kaçınılmaz kılmıştır. Öyle ki, “normal”, kurallı iş ilişkisinden pek çok yönüyle ayrılan yeni çalışma biçimleri, ürünün ucuz maliyeti ve tekelin rekabet gücü için vazgeçilmez olmuştur. Uluslararası alandaki bu değişimlerin Türkiye’ye yansımaması mümkün değildi. Bunun sonucu olarak Türkiye’de de işgücü piyasası parçalı ve dağınık bir yapı arz eder olmuştur; esnek çalışmanın hemen bütün biçimleri, özellikle kayıt dışı ve örgütsüz özel kesim işyerlerinde oldukça yaygın olarak kullanılmaktadır. Uygulandığı ülkelerdeki örneklerinden de görüldüğü gibi, uluslararası rekabet koşullarına uyum sağlamak için gündeme getirilen esnek çalışma biçimleri ile işçilik maliyetleri düşürülecek, çalışma süreleri uzatılacak, sendikasızlaştırma ve kayıt dışı istihdam artacak ve nihayetinde çalışma koşulları daha da kötüleşecektir. Hangi ülkede olursa olsun esnek çalışma biçimleri söz konusu olduğunda “istihdam artırma” demagojisi öne sürülür. Başlangıçta geçici de olsa şu veya bu iş kolunda böyle bir gelişme olabilir de. Ama esas amacın işgücü maliyetini düşürmek olduğu kısa zamanda anlaşılır. Bu nedenle esnek çalışma ve istihdam arasında kurulan ilişki yalancı bir ilişkidir, yanlış bir denklemdir. Sermaye, çalışma yaşamının esnekleştirilmesinden dolayı değil, ihtiyaç duyduğunda istihdam eder, çalıştırmak için işgücü satın alır. Sermayenin sözcülüğünü yapan hükümet, kapitalistlerin ancak düşük işçilik maliyetiyle iç ve dış pazarlarda rekabet gücüne sahip olacakların- [ 51 ] Marksist Teori 8 dan hareket etmektedir. Bu nedenle yukarıda belirttiğimiz çeşitli çalışma biçimlerinin uygulamaya konması istenmektedir. Sermayeye rekabet yeteneği kazandırmak için işçi maliyetini düşürme planının bir parçası da işçileri sendikasızlaştırmaktır. Uluslararası rekabet koşullarında tekellerin ve “ulusal” ekonomilerin var olabilmeleri, ötesinde büyüyebilmeleri için ürünleri düşük maliyetle üretmeleri gerekmektedir. Bu nedenle tekeller, uluslararası sermaye, işgücü maliyetini düşürmeye ve dolayısıyla da işgücü piyasasını daha da esnekleştirilmeye yönelmektedir. Neoliberal dayatmalar olarak tanımlanan çalışma koşullarının kuralsızlaştırılması, çalışma yaşamının yeniden tanımlanması; işçi sınıfının mücadeleler sonucu elde ettiği koruyucu iş yasalarının kaldırılması ve yerine esnekliği, kuralsızlığı getiren yasaların konması Türkiye’de sermayenin işçi sınıfına gecikmeli bir saldırısından başka bir şey değildir. Bu gecikmeli saldırının nedeni de Türkiye’nin OECD ülkeleri arasında ücretten yapılan kesintilerin yüksekliği bakımından önde gelen ülke olmasında aranmalıdır. Anlaşılan o ki, sermayenin geleceği için artık bu da yetmiyor. Türkiye’de sermaye uyguladığı “düşük ücret” politikasını kapsamlaştırmak ve derinleştirmek istemekte- dir. Bu nedenle böyle bir proje hazırlamıştır. Uygulanmaya konduğunda bu proje ile Türkiye’de sermaye bir taraftan uluslararası rekabette daha güçlü olacağına, ucuz işgücü maliyetinden dolayı ülkeye yabancı sermaye çekeceğine; üretim maliyetini düşürerek kar oranlarını yükselteceğine; sermaye birikimi sağlayacağına ve böylece yatırımları hızlandıracağına inanmaktadır. “Ulusal İstihdam Stratejisi” AKPhükümetinin uluslararası sermaye ile ortaklığı içinde işçi sınıfına doğrudan bir saldırısı olarak görülmelidir. Burada söz konusu olan, işçi sınıfının şu veya bu alanda kısmi haklarına saldırı değildir. Bu strateji, sınıfı ekonomik, sosyal ve siyasi olarak teslim almanın, etkisizleştirmenin stratejisidir. Sendika konfederasyonlarının bu stratejiye karşı sergiledikleri tepki asla yeterli değildir. Kapsamlı bir aydınlatma çalışmasıyla olmaksızın ekonomik, sosyal ve siyasal yaşamı neredeyse tamamen değişime uğrayacak olan bu neoliberal saldırılara karşı işçi sınıfını mücadeleye çağırmanın da pek yararı olmayacaktır. Önce sorunun ne olduğunun kavratılması gerekir ki, işçilerin de bunu kavramada bir sorunlarının olmayacağı açıktır. hazırlamak ve harekete geçirmek gerekir. Önemli olan bunu örgütleyebilmektir. [ 52 ] Marksist Teori 8 DİPNOTLAR UİS, her iki yılda bir oluşturulacak ve her yıl sonu itibariyle güncellenecek “Eylem Planları” aracılığıyla uygulanacak ve çalışmalar “Ulusal İstihdam Stratejisi İzleme ve Değerlendirme Kurulu” tarafından izlenecek ve değerlendirilecektir. 2 “Kısmi süreli çalışma: Normal çalışma süresinden daha az sürede yapılan çalışmadır. 4857 Sayılı İş Kanunu’nun 13. maddesinde düzenlenmiştir. UİS Taslağı’nda bu tür çalışma biçiminin ülkemizde yaygınlaştırılması gerektiği belirtilmektedir. Belirli süreli çalışma: Belirli bir işin tamamlanması, belirli süreli işlerde veya belirli bir olgunun ortaya çıkması gibi durumlarda uygulanan çalışma biçimidir. 4857 Sayılı İş Kanunu’nun 11. maddesinde düzenlenmiştir. UİS Taslağı’nda Türkiye’de bu çalışma biçiminde iş sözleşmelerinin tekrarlanmasının önündeki engellere işaret edilmekte ve bu kısıtların kaldırılması istenmektedir. Geçici çalışma: Özel İstihdam Büroları aracılığıyla iş sözleşmesi imzalayan çalışanların diğer işletmelere geçici işçi olarak devredilmesiyle ortaya çıkan çalışma biçimidir. İşçi, Özel İstihdam Bürosu ve iş emrini veren işletme olmak üzere üçlü bir iş ilişkisi öngörmektedir. Özel İstihdam Büroları aracılığıyla geçici iş ilişkisi, İş Kanunu’nda düzenlenmemiştir. Çağrı üzerine çalışma: Özellikle talebin yükseldiği dönemlerde işçiye ihtiyaç duyulması halinde çalıştırılmasına dayanan bir çalışma biçimidir. Kısmi süreli çalışma biçimlerinden sayılmakta, 4857 Sayılı İş Kanunu’nun 14. maddesinde düzenlenmektedir. Ancak UİS Taslağı’nda bu tür çalışma biçiminin ülkemizde yaygın olmadığı tespit edilmektedir. Uzaktan çalışma: Bilişim teknolojilerini kullanarak işyerinin dışında uygulanan esnek bir çalışma biçimidir. İş Kanunu’nda düzenlenmemiş olan bu çalışma biçimine, UİS Taslağı’nda “işaile yaşamının uyumlulaştırılmasında önem taşıdığı” şeklinde bir atıf bulunmaktadır. Evden çalışma: İşçinin, ücret karşılığı işverenin belirlediği bir malı veya hizmeti üretmek amacıyla bir veya birden fazla işverene bağlı olarak ancak işverenin denetimi dışında ve genellikle işçinin kendi evinde iş görme edimini yerine getirdiği yazılı sözleşmeye dayalı iş ilişkisidir. İş Kanunu’nda bu çalışma modeline ilişkin bir düzenleme yoktur. 5 4857 Sayılı İş Kanunu’nun “Geçici İş İlişkisi” başlıklı 7. maddesinde işçi ile işveren arasında kapsamı dar tutulmuş bir geçici iş ilişkisi tanımlanmıştır. İş paylaşımı: Özellikle kriz dönemlerinde işten çıkarmaları azaltmak için çalışma sürelerinin kısaltılarak işin iki veya daha fazla işçi arasında paylaşılması ile üretimin sürdürülmesini amaçlayan bir esnek çalışma biçimidir. Bu çalışma biçiminde, ücret ve diğer sosyal haklar da, işi paylaşan işçiler arasında paylaştırılmaktadır. Yani bu uygulama ile geçici süre işçiler, ciddi ücret ve hak kaybına uğramaktadır. 4857 Sayılı İş Kanunu’nda bu çalışma biçimi düzenlenmiş değildir. Esnek zaman modeli: İşçilerin işe başlama ve bitirme saatlerinin işletme yönetiminin belirlediği sınırlar çerçevesinde değiştirilmesini ve böylece çalışma sürelerinde esnekliği sağlayan bir modeldir. UİS Taslağı’nda bu model için de, “iş-aile yaşamının uyumlulaştırılması açısından önem taşıdığı” tespiti yapmaktadır” (Bkz.: petrol-iş araştırma; “ Ulusal İstihdam Stratejisi Taslağı (2012-2023)”, s. 7/8. 1 [ 53 ] ERKEKLİĞİ DİLE DOLAMAK Mesut Çeki Erkek cinsi olarak dünyayı ve hayatı öylesine ele geçirmişiz ki; elimize sözlük alıp herhangi bir sayfayı açsak, rastgele bir kelime seçsek sayfalarca erkeklik ve toplumsal cinsiyet analizi yapmak zorunda kalabiliriz. Elbette ki, o analizden kendi erkekliğimizin payına düşenleri de almamız gerekecektir. Tek yazıda küresel, yerel ve kişisel erkeklik sözcüklerini incelemek mümkün olmadığı gibi gerekli de değil. Fakat kadın özgürlük mücadelesinin eleştirileri ve çağrıları doğrultusunda erkekliği sistematik biçimde tartışmak mümkün olduğu gibi gerekli de! Yeter ki, sözlerimize gereğinden fazla anlam biçmeyelim. Beylik sözlerden sakınıp, ‘öğreten adam sendromu’ndan kurtulmaya çalışalım. Yeter ki, tartışmaları (kişisel, kolektif ve toplumsal), pratik yüzleşmelerden ve hesaplaşmalardan kopuk yapmayalım. İşin ucu erkekliğimize dokunmaya başlayınca diyalektik materyalist pusuladan şaşıp ‘utangaç idealizm’e meyletmeyelim. Zırhlarla kaplı toplumsal erkekliği de, kolektif ve kişisel erkekliğimizi de dile dolamaktan, dile düşürmekten korkmayalım! [ 54 ] Marksist Teori 8 Erkek dayanışması “Patriarkayı, yararlı bir biçimde, maddi temeli olan ve hiyerarşik olsa da erkekler arasında, onların kadınlara egemen olmalarını sağlayan bir karşılıklı bağımlılık ve dayanışma kuran ya da yaratan erkekler arası toplumsal ilişkiler dizisi şeklinde tanımlayabiliriz. Patriarka hiyerarşik olsa da ve farklı sınıflardan, ırklardan ya da etnik gruplardan erkeklerin patriarka içinde farklı yerleri bulunsa da, erkekler aynı zamanda kadınların üzerindeki egemenlik ilişkilerini paylaşma bakımından birleşmişlerdir; bu egemenliği sürdürmek için birbirlerine bağımlıdırlar.”* Ataerkil (patriarka) sistemden aldıkları ‘cins payı’ (sus payı) farklı olsa da erkekler ezen – egemen cinsin mensuplarıdırlar. Kolektif cins iktidarını korumak ve atadan miras ayrıcalıklarını, ‘hakları’nı yitirmemek için gerici bir ittifak, faydacı bir dayanışma içindedirler. Klasik erkek dayanışmasına danışıklı dövüş de denilebilir. Yahut kirli bir kader ortaklığı. İttifakı çatlatan dayanışmayı bozanların, vay haline! Küçümseyen bakışlar ve aşağılayan sözlerle önce ‘muhtıra’ verilir. Ardından hizaya getirme operasyonu başlar. Ki, bu ‘darbe’ genelde başarıyla sonuçlanır. Hemen her sosyal ve siyasal çevrede ‘erkek cemaati’ tarafından dışlanmak, teşhir edilmek günümüzde neredeyse erkeklerin tamamına yakınının kaldırabileceği bir ‘durum’ değildir.** Eğer ‘yeni insan’ hedefinin de bir parçası olan başka türlü bir erkekliğin kararlı bir arayıcısı ve savunucusu olunmamışsa süngüler düşer, isyan biter, teslim bayrağı çekilir. Ataerkinin militanlığına kalınan yerden devam edilir. Hem de zedelenen erkekliği tamir etmek ve kanıtlamak için daha büyük bir coşku ve pervasızlıkla. Şüphesiz ki, tek tip veya homojen bir erkeklikten söz edilemez. Herkes etrafına bakarak farklı erkeklik şekillenmelerinin/pratiklerinin olduğunu rahatlıkla görebilir. Sınıfsal, ulusal, mezhepsel, kültürel ve ideolojik ayrımlar beraberinde farklı erkeklik modellerini de yaratmaktadır. Erkek egemen iktidardan her erkeğin aldığı payın ‘eşit’ olmadığı da aşikar. Fakat ortada hiç birimizin inkar edemeyeceği kocaman bir gerçek var. Erkekliğimizin biçimi ve ayrıcalıklarımızın düzeyi değişse de küresel erkek egemen iktidardan vazgeçemiyoruz. Makro iktidarın parçası mikro iktidarçıklarımızın efendisi olmak işimize geliyor. Kolektif cins iktidarlarımızı sarsacak her türlü sorgulamaya karşı safları -bazen bilinçle bazen de kitle psikolojisiyle- sıklaştırıyoruz. İktidarımızın sembolü olan erkek dayanışması -gericiliği de diyebiliriz!bayrağını dalgalandırıyoruz! İki paragraf önceye dönüp sorarsak; erkekliğe dair ‘çatlak ses’ çıkaran erkeklerin üzerine neden çullanılır? Erkekler çok iyi bilir ki, ittifak çatlar dayanışma bozulursa ‘dünyadaki * Marksizmle Feminizmin Mutsuz Evliliği/Herdı Hortman- sf. 29 ** Genellemeler sübjektivizm içerebilir. İstisna olduğunu düşünenler üzerine alınmasınlar! [ 55 ] Marksist Teori 8 cennet’ kaybedilir. Yepyeni bir hayata başlanması gerekir. Kalpler yeni bir ritmle atmayı, akıllar tahakküm stratejisinden vazgeçmeyi, diller eril zehirden kurtulmayı, bakışlar sinsi çirkinlikten arınmayı öğrenmek zorunda kalır. Erkek rekabeti Madalyonun yalnızca bir yüzüdür erkek dayanışması. En az bunun kadar çirkin ve acımasız olan madalyonun diğer yüzünde ise erkek rekabeti vardır. Erkekliklerin ispatı için bitip tükenmeyen erkek rekabeti. Nedir bu rekabet tutkusu? Doğuştan mı gelir? Yoksa biyolojik erkeğin toplumsal erkeğe evriminin çimentosu mudur rekabet? Erkek olarak doğmak -tıpkı kadın doğmak gibi- biyolojik bir olgudur. Biyolojik cinsiyet olarak erkek, doğumuyla birlikte ataerkil zincir halkasına eklenir. Toplumsal yaşamda nasıl yer alacağı, hangi durumda nasıl düşüneceği ve duygulanacağı, nerede nasıl davranacağı tesadüflere bırakılmaz. Rakel Dink’in sözünü biraz değiştirerek ifade edecek olursak; bir bebekten eril iktidar savaşçısı yaratılır. Ona tarihsel olarak ‘kazanılmış hakları’ öğretilir. Kadınlara ve ‘cinsel azınlıklar’a karşı kolektif erkek iktidarının nasıl savunulacağı, korunacağı konusunda; ailede, sokakta, okulda, işyerinde, stadyumda, askerde ve hemen her sosyal çevrede birbirini destekleyen dersler verilir. ‘Erkek gibi olma’nın şans, bulunmaz bir nimet olduğu algısı bilinçaltını-üstünü düşünce, duygu ve davranışları belirlemeye, yönlendirmeye başlar. Kaybeden cins olmamak adına eril iktidarın aktif ya da pasif savaşçıları haline gelinir. Çünkü T. Real’in, “Erkekler Ağlamaz” kitabını okusa da okumasa da tüm erkekler bilir ki: “‘Yeterince erkek’ olmak bir kere elde edilip sonuna kadar süren bir şey değildir. Erkek topluluğu tarafından izlenerek, tartılarak ve yargılanarak verilen bir şeydir. Aslında erkek ‘olmak’ bir erkek referans topluluğu tarafından kişinin erkekliğinin onaylanmasıdır. Erkekliğin oluşması, sosyal bir süreçtir... Bağışlanan bir şey olduğu için geri de alınabilir.”* ‘Yeterince erkek olmak’ yahut aynı anlama gelmek üzere ‘ana kuzusu’, ‘muhallebi çocuğu’, ‘kılıbık’, ‘top’, ‘karı gibi’ olma korkusu erkekleri ömür boyu erkekliğini ispata zorlar. Hayat ‘en’li bir yarışa döner. Erkeklikler birbiriyle yarışta kökleşir, olgunlaşır, keskinleşir. En dayanıklı, en başarılı, en cesur, en çok içki içebilen, en güçlü, en anlayışlı(!), en esprili, en harbi, en centilmen(!), en vefalı, en cömert, en hazır cevap, en militan ... liste böyle uzar gider. Hangi konularda ‘en’lik rekabetine girileceği sosyal çevrelere ve o an içinde bulunulan duruma göre değişir. Değişmeyen ise, ispatlandıkça ispatlanması gereken, doyuruldukça açlığı daha fazla hissedilen erkeklik gururudur! Çünkü erkeklik yalnızca kadınlarla ve farklı *a.g.e. s. 176 [ 56 ] Marksist Teori 8 cinsel yönelimdeki insanlarla ilişkilerde ve erkek erkeğe ortamlarda oluşturulan kolektif bir kimliktir. Her erkek çevresindeki erkeklerin hem örgütleyicisi hem de denetleyicisidir! (Üzüm üzüme baka baka kararır!) Yani ortada kapitalist sistemin, devletin ve ailenin, hemen her türden sosyal çevrenin kendi meşrebince beslediği fasit bir daire vardır: Yumurta tavuktan çıkar, tavuk yumurtadan...! Biçim değiştirse de, erkek rekabetinin binlerce yıldır sürmesinin altındaki nedenlerden biri de toplumsal açıdan meşru görülmesidir. Meşruiyetimizi kaybetmek, erkekliğimizin sorgulanır hale gelmesi ve eril gururumuzun okşanmaması bizi tedirgin eder. Kabul etmeliyiz ki; neredeyse gözlerimizi yarış pistinde açıyoruz. Erkeliğin inceliklerini (illa ki kalınlıklarını da!) yarışarak öğreniyoruz. Erkek cemaatinin gözünde ve toplumsal açıdan meşruiyet yitimine uğrarsak, hayatımızın anlamsızlaşacağını düşünürüz. Varlık nedenimizi kaybetmenin şaşkınlığına kapılırız. Bu yüzden toplumsal yaşamdaki ayrıcalıklarımızı yitirmemek için canla başla yarışırız. Kaybedince pes etmez, kazanınca mutlu oluruz. Tesadüfe bakın ki, erkeklerin ‘en iyi’ olmaya odaklı hayatı laboratuvarda istenen ve beklenen hareketleri yapan ‘deney canlıları’nın ödüllendirilmesine benziyor! Belki de benzetmeyi acımasız ve haksız bulanlar olabilir. Fakat hiçbir benzetme ataerkil cinsiyet rejimi kadar acımasız olamaz! Hiçbir benzetme cinsiyetçi ve homofobik yak- laşımlarla kadınların ve farklı cinsel yönelimdeki insanların geçmişlerini ve bugünlerini karartan, geleceklerini ipotek altına alan bir rejimin suç ortaklığı kadar ‘talihsiz’ olamaz! Kulağımızda küpe olması gereken bir gerçeği hatırlatmakta fayda var. en güçlü, cesur; en bilgili, okuyan; en karizmatik, cömert... olmak için rekabet etmek masum bir yarış değildir. Rekabet, erkekliğin karanlık ordusunun tepeden tırnağa silahlandırılıp insanlığın yaşamını çekilmez kılmanın bir başka adıdır. Ki, ömür boyu erkekliği ispata çalışmak erkekleri de daima istim üstünde huzursuz, gergin, agresif ve mutsuz etmektedir. İlle de ‘rekabet etmek’, ‘yarışmak’ istiyorsak; ataerkil cinsiyet rejimini mahkum etmek, eril düşünce, duygu ve davranışlarımızla yüzleşmek ve hesaplaşmakta; kadınlarla ve farklı cinsel yönelimdeki insanlarla eşitlikçi, adil ve özgürlükçü ilişkiler kurmak için yarışmalıyız! Üretilmesi gereken tek panzehir erkek dayanışması/rekabeti için geçerli değildir. Belki de dildeki zehir en tehlikeli olanıdır. Erkek dili Hayat kadında ve erkekte farklı dile gelir. Aynı dili konuşuyor aynı sözcükleri kullanıyor gibi görünsek de gerçek bambaşkadır. Kadınların dili sadedir, erkek dili karmaşıktır. Kadınlar anlamak, anlaşmak, yakınlık kurmak, sorunları çözmek ve yaşamak için kullanırlar dili. Erkekler ise çatışmak, mesafeyi korumak, öğretmek, [ 57 ] Marksist Teori 8 erkekliği ispat etmek ve yaşama hakim olmak için... Toplumsal erkekliğin inşasında kurucu ögelerden biri de hiç kuşku yok ki dildir. Çocukluktan itibaren toplumsal elbirliğiyle cinsiyet rollerimiz öğretilirken; asli cins olmayı, gücü, kendine güveni, kibri, yöneten olmayı, cesareti de yansıtan ve sembolize eden bir dile kavuşuruz. Hem de ne dil! Ezen cinsin kendine has sözcüklerini kullanırken de; kadınlarla ve farklı cinsel yönelimdeki insanlarla ‘ortak’ sözcükler kullanırken de eril anlamlar ve sesler yüklüdür dilimiz. Oturuşumuz, kalkışımız, yürüyüşümüz el kol hareketlerimiz, Kadınları sürekli eleştirmekte ve dile düşürmekte kimse erkeklerin eline su dökemiyor. Neredeyse her yaptıklarına -zaman zaman espriye vurarak- muhalefet etmek, onlara güvensizlik beslemek ve bunu (söz ve mimikle de) dile getirmek ortak davranış kalıplarımızdan biri haline geliyor. mimiklerimiz gibi dilimizde iktidarezen olmanın rahatlığını ve keyfiyetini taşır; buyurgan, saldırgan, küçük gören, yöneten, meydan okuyan ve statükocu. Tarihi yazan sınıftan olmasak da tarihi yazan cinse mensup olmanın rahatlığıdır bu! Erkek cinsini, başarılarını ve kahramanlıklarını anlatan bir tarihe sahip olmanın, keyfiyeti ve konforudur! Tarihi erkekler yazınca hayat gibi dil de ‘erkeklerden yana’ kuruluyor. Kadınlar ‘ikinci cins’, farklı cinsel kimlikler ‘lanetliler’ haline getiriliyor. İnsanoğlu demek insan oluyor, bilim adamı demek bilim insanı oluyor, adam gibi demek insana yakışır ve iyi yetişmiş kişi oluyor, dava adamı demek kendini davasına adayan insan oluyor. İnsanlığa dair temel kavramların bir çoğu erkek(lik)le özdeşleştirilmiş oluyor. Ezen cins olmanın pervasızlığıyla erkelerin dili de uzuyor! Kadınları ve farklı cinsel kimlikleri aşağılamaktan, saygısızca, incitici kötü sözler söylemekten çekinilmiyor. Bilakis çoğu durumda hak görülüyor. Esasen kadın cinselliğini nesneleştirme ve teşhir üzerinden yükselen ‘küfür’ kültüründen tüm erkekler nasibini alıyor. Küfürle yalnız dilimiz değil, kalbimiz ve aklımız da kirleniyor. Zaten aklımızdaki cinsiyetçi fikirler ve kalbimizdeki cinsiyetçi duygular dilimizi zehirliyor. (Bir yumurta tavuk diyalektiği daha!) Erkek erkeğe ortamlar küfür üretme merkezlerine dönüşüyor. Okullarda kümelenilen kantin masaları, sınıflarda arka sıra- [ 58 ] Marksist Teori 8 lar, internet kafeler, birçok sanal sohbet grupları, filmler, diziler, futbol ve bilumum eğlence programları, kahvehaneler, halı sahalar, stadyumlar, barlar, kışlalar, parklar, sokak başları, meclis vb. yerler eril küfürlerin dilden dile aktarıldığı mekanlar oluyor. Aynı zamanda erkek erkeğe ortamlar kadın bedenlerine sözle şiddetin uygulandığı, topluca kadınların nesneleştirildiği alanlar haline gelebiliyor. Böylesi erkeklik ayinlerinden çıkan erkekler potansiyel tacizciler olarak toplumsal yaşama katılıyorlar! Kadınların, aile büyüklerinin, ihtiyarların yahut belli bir ağırlığa sahip sosyal ortamlarda sorulduğunda ereklerin tekmil-i birden laf atmaya, tacize karşıdırlar. Hatta o davranışları, en sert sözlerle kınama yarışına tutuşurlar. ‘Erkek klişeleri’ ve ‘resmi görüşler’ art arda sıralanır. Oysa erkeklerin dilinin altında çoğu zaman bir şey vardır! Kadınlara laf atmanın yaygınlığı ‘bu işi’ yapanların bir avuç kendini bilmez serseri olmadığını göstermeye yeter. Hayatının en az bir döneminde kadınlara laf atmamış tek bir erkek var mıdır? Hiç kendimizi kandırmayalım! ‘Laf atmak’ her zaman küfürle veya erkek argosuyla olmuyor. O tür ‘kabalıklar’ daha çok, tanınmayan, sosyal yaşamda bir daha karşılaşılmayacak kadınlara yapılıyor. Okul veya iş arkadaşları ve komşular gibi tanınan kadınlara ise genellikle ‘iltifat’ maskesiyle laf atılıyor. Unutulmamalıdır ki, kadınların canını sıkan, onları tedirgin ve rahatsız eden her türlü bakış ve davranış gibi sözler de taciz kapsamına girer. Söylenen sözün, atılan lafın erkekçe iltifat görülmesi, normal kabul edilmesi yaşanılan durumun normal ve meşru olduğu anlamına gelmez. Böylesi olaylarda esas belirleyici etken kadınların algısı ve yaklaşımlarıdır! Erkeklerin dilinin kemiği de yoktur. Doğru yanlış her şeyi söyleyebileceğimize inanırız. Hele bir de söz konusu kadınlarsa bir çoğumuz kendimizi ‘kadın uzmanı(!)’ sanırız. Kadınlar ve kadın–erkek ilişkileri hakkında çok rahat ahkam keser ve genellemeler yapabiliriz. “Kadınlar çiçektir” sözünden başlayıp “kadın erkek eşittir, hayat müşterektir”e kadar uzanan ‘ucuz’ ve ‘beylik’ laflar etmekten çekinmeyiz. Bununla da yetinmeyiz. İnsanın dilinin kemiği olmayınca nerede duracağını da bilmiyor. Kadınları sürekli eleştirmekte ve dile düşürmekte kimse erkeklerin eline su dökemiyor. Neredeyse her yaptıklarına -zaman zaman espriye vurarak- muhalefet etmek, onlara güvensizlik beslemek ve bunu (söz ve mimikle de) dile getirmek ortak davranış kalıplarımızdan biri haline geliyor. Çoğu kez kadınların fikirlerine, sözlerine, duygularına ve yaşam pratiklerine tepeden bakarak, ürettiklerini beğenmeyerek (en iyi ihtimalle şüpheyle yaklaşarak) adeta kadınlar hayatları boyunca kendilerini erkeklere kanıtlamak zorunda bırakılıyor. “... Otorite konumundaki kişilerde çoğunlukla görüldüğü gibi, fazla sorgulamadan her şeye baştan ‘hayır’ demek, sınır koymak ve onay esirge- [ 59 ] Marksist Teori 8 mek, yıldırıcı bir politikayla talepleri en baştan asgariye indirmeyi amaçlar. Yanına fazla yaklaştırmayarak itirazları da denetleyen bu otoriter tutum doğrudan bir kontrol mekanizmasıdır. Takdir ve onayı esirgemek kontrolü elinde tutmanın dolaylı ve etkili bir yoludur.”* Tabi her zaman kadınlara dil uzatıp onları dile düşürmüyoruz. Kadınlara dil döktüğümüz de oluyor. Kadınları aldattığımızda, yalan söylediğimizde, üzdüğümüzde, hata yaptığımızda, güvenlerini sarstığımızda inandırıcı olmak için; onlara bir şeyler yaptırmak, faydalanmak ve yaranmak için değme aktörlere taş çıkarırcasına diller döküyoruz. Dile kolay binlerce yılık cins egemenliği var arkamızda. Ellerimiz, kaslarımız, bakışlarımız gibi yeri geldiğinde dilimizi de silah gibi kullanabiliyoruz. Sivri dilli de olabiliyoruz yumuşak dilli de. Hangisi işimize gelirse. Biliyoruz ki, dil yalnızca iletişim aracı değildir. Kullananın duygu ve düşüncelerini de yansıtan bir aynadır. Öyle bir aynadır ki sır tutmaz, tutamaz. Sahibinin ‘gerçekliği’ni aşikar eder. Kişi ne kadar usta bir ‘hayat oyuncusu’ olursa olsun, dili ile uzun süre ‘ger-çekliği’ni maskeleyemez (Tıpkı bakış açısını maskeleyemediği gibi) Konuştukça, aslına rücu eder. Hiç umulmadık bir anda ataerkil cinsiyet rejiminin aktif bir taşıyıcısı olduğumuz gerçeği dile geliverir. Çünkü dil hiçbir zaman yalnızca dil değildir! * Tapınağın Öbür Yüzü/Leyla Navaro – s. 130 “Söylemenin en iyi yolu yapmaktır” Bütün dinlerde tanrı buyruklarına karşı olan, din tarafından yasaklanan ve suç sayılan, ‘öteki dünya’da ceza gerektirecek duygu, düşünce ve davranışlar günah olarak değerlendirilir. İslamiyette, işlediği günahtan pişmanlık duyup aynı günahı bir daha yapmamaya karar verenler tövbe ederler. Hıristiyan inancına sahip insanlarsa, tanrının günahlarını bağışlaması için kiliseye gidip işledikleri günahları papaza anlatarak günahlarından kurtulmak isterler. Günah çıkarırlar. Günah çıkarmak dini referanslı bir kavram olsa da -birçok dini, bilimsel, felsefi ve sanatsal kavram gibi- toplumsal yaşamda farklı/mecazi anlamda kazanmıştır. Suçlarını ve kötü davranışlarını açıklayarak, anlatarak vicdanını rahatlatmayı istemek çoğu sosyal çevrede günah çıkarmak diye adlandırılmaktadır. Yüksek sesle dile getirilmesi pek tercih edilmese de, günah çıkaranların yeniden ‘günah’ işleyeceklerine inanılır. Günah çıkarmanın geçici bir rahatlama yarattığını inkar edecek değilim. Hatta çevremizdeki insanların bazılarında anlayış ve sempatiyle de karşılanabilir. Fakat bizim ihtiyacımız günah çıkarma değil; sahici bir yüzleşme ve sistematik bir hesaplaşmadır. Sürdürülebilir (!) erkeklikle kavgaya tutuşmaktır. Ezilen sınıfları, ulusları ve cinsleri sömürgeci boyunduruk altında tutan; [ 60 ] Marksist Teori 8 insanlığa ve doğaya yabancılaşmanın bin bir halini örgütleyen kapitalizmin en önemli koltuk değneklerinden ataerkinin bir parçası olduğumuzu kabul etmek kolay olmayabilir. Ortadan kaldırmak için mücadele yürüttüğümüz kapitalizmin değirmenine görünen görünmeyen erkeklik duygu, düşünce ve davranışlarımızla su taşıdığımızın yüzümüze vurulması zorumuza gidebilir. Hemen hepimizin hayatımızın merkezine koyduğu eşitlik, adalet ve özgürlük gibi kavramlarla kurduğumuz ilişkinin çarpık yanlarının yüksek sesle dile getirilmesi canımızı acıtabilir. Uzağımızdaki -ama özellikle- yakınımızdaki kadınların sorgulayıcı sözleri ve bakışları karşısında maskelerimizin düştüğünü hissedip panikleyebiliriz. Sandığımız veya çevremize sunduğumuz kadar eşitlikçi, özgürlükçü ve demokrat/devrimci bir erkek olmadığımızın açığa çıkması kimyamızı bozabilir. Birden bire değersizleşme ve hiçleşme duygusuna kapılabiliriz. Hatta artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını anlayıp korkabiliriz de... Eşitlik deyip eşit ilişkiler kuramamanın; adalet deyip kadınların emeklerini, duygularını ve bedenlerini sömürmenin; özgürlük deyip egemen erkeklikten ve ayrıcalıklarından vazgeçmemenin meşruiyeti olabilir mi? İnsanlık tarihinin yarattığı en değerli kavramlardan eşitlik, adalet ve özgürlükle ilişkimizi bir de toplumsal cinsiyet rolleri ve erkekliğimizin özgülünde ele almadan iç çelişkilerimizden kurtulmamız mümkün mü? Eşitlik, adalet ve özgürlük hakkında sarf ettiğimiz ‘güzel sözler’in hayatın ve toplumsal ilişkilerin içinde her gün ve her an sınandığını görmezden gelebilir miyiz? Gelmesek iyi olur! İsteyelim ya da istemeyelim her geçen gün erkeklik daha fazla tartışılır hale geliyor. Feminist, sosyalist ve Kürt yurtsever kadınların sabırlı ve kararlı mücadeleleriyle erkek egemen sistemin surlarında bir bir gedikler açılıyor. Erkekliği dosya konusu yapan dergilerin ve erkekliği inceleyen kitapların (çevirilerin) sayısı artıyor. Kadın özgürlüğü ve kadın devrimi ekseninde yayınlanan dergilerde, faaliyetlerde; evde, sokakta, sanatta, politikada hayatın her alanında erkeklik halleri -farklı düzeylerde- kesintisizce eleştiriye tabi tutuluyor. Kadın özgürlük mücadelesinin basıncıyla Biz Erkek Değiliz İnisiyatifi (BEDİ), Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP)’li Erkekler, Kürtaj Yasağına Karşı Erkekler gibi erkekliğini sorgulayan erkek grupları ortaya çıkıyor. Bu erkekler, sokaklarda tacize-tecavüze, kadına şiddete, nefret cinayetlerine/homofobiye ve kürtaj yasağına karşı eylemler yapıyorlar. Benzer gruplar toplumsal erkekliği tartıştırmak, kişisel erkeklik pratikleriyle yüzleşmek için ‘Erkeklik Atölyeleri’ kuruyorlar. Henüz kapsadığı ve etkilediği erkek sayısı sınırlı olsa da tüm bunlar erkek dayanışmasının çatladığını, erkek rekabetinin sorgulandığını ve erkek dilindeki zehrin atılmaya çalışıldığını gösteriyor. Şüphesiz ki, [ 61 ] Marksist Teori 8 kadınların zorlaması/denetlemesi ve yönlendirmesiyle toplumsal erkeklik tartışmaları yaygınlaşacak, eylemler süreklileşerek ve erkeklikle yüzleşme pratikleri derinleşecektir. Kapitalizme karşı sosyalizm mücadelesi yürüten, başka bir dünya mümkün diyen erkeklerin sıfatları ne olursa olsun ezen cinsten olduklarını; toplumsal ereklikle sahici bir yüzleşme ve sistematik bir hesaplaşmayı örgütlemeden ideolojik ve politik kimliklerinde yaman bir iç çelişki ve derin bir boşluk taşıyacaklarını unutmamaları gerekiyor. Gerçi unutsak bile sabır ve uzlaşmaz bir kararlılıkla hatırlatan da illa ki olacaktır! Senin veya benim, şu veya bu sosyal/siyasal çevrenin, kolektifin mevcut ve geleneksel statükoda ısrar etmesi, toplumsal erkeklik karşıtı tartışmalara ve harekete ilgisiz kalması üzerine alınmaması, erkeklikle ilgili ideolojik, politik, örgütsel ve kültürel görevleri meçhul bir zamana ertelemesi süreci ancak yavaşlatabilir... Malumunuz, “Zamanı gelen bir düşüncenin gücüne hiç bir ordu karşı koyamaz.” Buna toplumsal yapının ve politik arenanın her hücresinde erleri bulunan ‘erkeklik ordusu’ da dahil! [ 62 ] SÖZ VERİYORUZ, FAŞİZMİ VE SÖMÜRGECİLİĞİ YENECEĞİZ* Seyfi Polat O gün “Atatürk’ün Selanik’teki evi bombalandı” manşetiyle çıkmıştı İstanbul Ekspres Gazetesi. Her zamankinden farklı iki baskı yapmıştı üstelik bir kaç binlik tirajından farklı olarak 290 bin adet basılmıştı. Sanki hazır halde bekliyormuş gibi Trakya’dan kamyonlarla insan taşınmıştı İstanbul’a ve Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin mahalleleri, evleri, dükkanları, mağazaları, atölyeleri bu güruhun yağma ve talanına terkedilmişti. Dönemin Özel Harp Dairesi Başkanı Sabiri Yirmibeşoğlu’nun “Özel Harp Dairesi’nin muhteşem bir örgütlenmesi” diyerek itiraf edip sahiplendiği 6-7 Eylül 1955 ırkçı provokasyonu böylece Türkiye Cumhuriyeti tarihine kara bir leke olarak geçti. İttihat Terakki Hükümetinin 1915 Ermeni Soykırımı, Osmanlı azınlık halklarının son toplu katliam, sürgün ve soygun saldırısı olduğu sanılıyordu. Soykırım suçlusu İttihatçı Enver de Alman efendilerine, “bunlar, * MLKP Dava Tutsağı Seyfi Polat’ın 6 Eylül 2012 tarihinde İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen davasında yaptığı savunma. [ 63 ] Marksist Teori 8 böyle Ermeni Sorunu tamamen hal olmuştur” dememiş miydi? Olmamış demek ki! Nitekim 1934’te Trakya Yahudileri, 1942 Varlık Vergisi ve Aşkale Sürgünleri ile Türkiye Cumhuriyeti devleti Osmanlı’dan kalan azınlıklarla hesabının bitmediğini ortaya koyuyordu. 6 Eylül 1955 linç ayinleri eşliğinde azınlık halklara yönelik düşmanlığın devam etmekte olduğunu gösteriyordu. Devletin kucağında semirtilen Türk burjuvazisi atalarından aldığı hırsızlık, soygun ve talan mirasını sürdürmekte kararlıydı. Emperyalist burjuvazinin sömürgecilikle dünya halklarından çalıp çırparak servetine servet katması yeni palazlanan Türk burjuvazisi için de en kolay sermaye biriktirme yoluydu. Ödenmesi imkansız vergilerle bir kısmının mallarına yasal yollardan el koydu. O yasalar ki hukuk kisvesi altında devlet eliyle hırsızlıktan başka bir anlama gelmiyordu. Bu resmi hırsızlık ve gasp paralarını ödeyemeyenler Erzurum’a sürüldüler, çalışma kamplarında köle işgücü olarak kullanıldılar. Bir kısmı gece yarıları tehditlerle tacizlerle evinden, bağından kaçırtıldı. Tüm dünyada lanetlendikleri, horlandıkları, düşmanlaştırıldıkları için bu bir avuç Yahudi topluluk haklarını aramaya bile cesaret edemedi. Sessizce kabullenip Edirne eşrafına terk ettiler mallarını mülklerini. 6-7 Eylül 1955 yeni bir halkasının oluşturuyordu azınlık halklarına düşmanlığın ve servetine el koymanın. Binlerce ev, dükkan, işyeri yağmalan- dı, kilise ve havralar tahrip edilirken para edecek değerli ne varsa çalındı. Hristiyan ve Musevi mezarlıkları bile bu düşmanlıktan payına düşeni aldı. ‘60’lı yılların ortalarına doğru çıkartılan göçertme yasası ile de İstanbul Rumları binlerce yıllık tarihlerini ve yaşanmışlıklarını bir bavula sığdırıp terk ettiler kadim yurtlarını. Geriye kalan mal varlıkları, vakıf mülkleri, arazi ve binaları, okul ve hastaneleri, ibadethaneleri Türk burjuvazisinin türedi zenginleri tarafından tapularına geçirildi. Türkiye Cumhuriyeti ismini taşıyan bu sabık devlet ise yasal-yasadışı, resmi-gayriresmi kurumları ile yüz yıla yayılan fiziksel-ekonomik kültürel soykırım suçunun organizatörleri ve faili olarak halkların kolektif hafızasında yargılandı, mahkum edildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan başlayan Kürt düşmanlığı Ermeni, Rum, Yahudi halklara duyulan düşmanlığın yerini aldı. Hristiyan-Yahudi azınlıklar tehdit olmaktan çıkarıldıktan sonra Anadolu-Mezopotamya nüfusunun 1/3’ünü oluşturan Kürtler tehdit algısına yerleştirildi. Türk milliyetçiliğinin inkar, imha ve asimilasyon politikaları Enverist çizginin devamı olarak hayata geçirildi. Kürtler ve Kürtçe ile ilgili her şey inkar edildi, yasaklandı, ezildi. Kürt sözcüğü dahi bölücülük tehdidi olarak kabul edildi. Kürt isyanlarının görülmemiş zalimlikle bastırılması, zincirlerinden boşalmış düşmanlık ve ırkçı nefret TC’nin Kürt politikasının yüz yıllık değişmezidir. Türk halkının şo- [ 64 ] Marksist Teori 8 venizm zehrinin esareti altına girmesi PKK’den daha eski bir tarihe uzanır. TC’nin kuruluş felsefesi ile yaşıt ve tarihi köklere sahiptir. Kürt ulusal mücadelesinin son çeyrek yüzyıla damgasını vuran direnişi işlerin bu kez farklı olduğunu göstermektedir. Yenilen ve ezilen Kürt isyanlarının kaçınılmaz kaderi bu sefer tekrarlanmadı. Kürtler 30 yıldır yürüttükleri antisömürgeci ulusal özgürlük mücadelesinde yenilmeyerek zafer kazandılar. Türk devleti ise sömürgeci kirli savaşta başvurmadığı alçaklık ve kullanmadığı savaş yöntemi kalmamasına karşın yenemeyerek yenildi. Kürtler, ulusal kimliklerini ve varlıklarını TC’ya fiilen kabul ettirdiler. Kazanan taraf Kürt halkı ve Kürt yurtsever hareketidir, ama savaş hala devam etmektedir ve Türk devleti yenilmiş olduğunu kabul etmeye yanaşmamaktadır. Bu da önümüzdeki dönemde savaşın daha sert bir seyir izleyeceği ve mazlum Kürtlerle Türk halkının yoksul evlatlarının daha çok öleceği anlamına geliyor. Sömürgeci Türkiye Cumhuriyeti tarihi inkar, imha ve asimilasyon politikasını sürdüremez duruma gelip, kırmızı çizgileri birer birer silinirken ırkçı nefret ve şovenist düşmanlık propagandalarına daha sıkı sarılıyor. Türk halkının tarihi ile yüzleşmesini engelliyor, o da biliyor ki sömürgeci boyunduruğun devamı Türk halkının şoven milliyetçi politikalarının arkasında durmasına bağlıdır. Sömürgeci burjuvazinin Kürt paranoyası Kuzey Kürdistan’da gelişen ulusal mücadele ile sınırlı değil. Barzani-Talabani önderliğindeki Güney Kürdistanlı Kürtleri seneler boyu aşağıladı, tehdit etti, parya muamelesi yaptı. Irak Kürdistan yönetimi ile bugün kurmuş olduğu ilişki ise ilkesiz, pragmatist ve kirli çıkarlara dayalıdır. Güneyli Kürtleri PKK karşısında bir koz olarak kullanmak istiyor. PKK’nin Güney Kürdistan’daki siyasi, askeri kurumlaşmalarını tasfiye etmeleri için bastırıyor, bu bölgeyi geri çekilme, eğitim, dinlenme, tedavi, lojistik üs merkezi olarak kullanmasını önlemeye çalışıyor. TC’nin Güney Kürdistanla mevcut ilişkisi Kuzey Kürdistan’daki ulusal mücadeleyi ezmede işbirliği temellidir. Güney’deki ekonomik fırsatların iştah kabartan cazibesi ise, sömürgeci Türk burjuvazisini çeken bir başka yararcı etkendir. İranla stratejik ortaklığı da Kürt karşıtlığını esas alır. PKK ve PJAK’a karşı ortak operasyonlar, yakalanan PKK’lilerin teslim edilmesi ya da İran’da idam edilmeleri Türk devletinin İran politikasının önceliklerindendir. Emperyalist kuşatma ve savaş tehdidi altındaki İran’ın içinde bulunduğu sıkışık durumdan yararlanmak için anti Kürt çizgide işbirliğini şantaj olarak dayatıyor ve kullanıyor. Özellikle Batı Kürdistan’daki gelişmeler Türk devletinin Kürt antipatisi ve düşmanlığını açıkça ortaya çıkardı. Kendi sınırları dışında bile olsa Kürtlerin ulusal haklarını elde etmeleri, hele ulusal statü kazanmaları Türk devletini teyakkuza geçiriyor. Suri- [ 65 ] Marksist Teori 8 ye’deki gerici iç savaşın her iki tarafı da zayıflatmasından oluşan boşlukta Batı Kürdistanlı Kürtler öz yönetimlerini oluşturmaya, ulusal kurumlarını inşa etmeye, özerklik temelinde kendilerin örgütlemeye giriştiler. Türk Başbakanı derhal çıkıp bunu savaş sebebi sayacaklarını söyledi ve işgal etmekle tehdit etti. Türkiye Cumhuriyeti ve Türk egemen sınıflarının Kürt düşmanlığının Kuzey Kürdistanla sınırlı ve bugüne kadar öne sürdüğü hiçbir gerekçe ile alakalı olmadığı en son Batı Kürdistan’daki Kürt özerklik adımlarına karşı düşmanca tavrı ile kanıtlanmış oluyor. Türk egemen sınıfları birlikte yaşadıkları halkları kendileri ile eşit görmüyorlar. Türkler egemendir, efendidir, sahiptir, üstündür ve sonsuza kadar böyle devam etmelidir! Çok zor durumda kalınsa, eşitsizliği sürdüremez duruma gelirse bazı haklar verebilir, inkardan vazgeçebilir, bireysel haklarını tanıyabilir, ama bu ayrıcalıklarını kaybetme ve eşit haklara sahip olma tehdididir. Ve ırkçı nefret ve düşmanlığın toplu katliamlar yapacak derecede güçlenmesi için bu kadarı yeterlidir. Kürt halkına ve PKK’ye inkarı kaldırdık, bazı bireysel hakları kullanmanın önünü açtık, dilinizi, kültürünüzü geliştirebilirsiniz, bağımsız bir Kürt devleti kurma amacı taşımadığınızı söylediğinize göre, bu durumda niçin gerillayı tasfiye etmiyor, silahları bırakmıyor, parlamenter siyaset ortamına girmiyorsunuz diye baskı kuruyor. Kürt halkının meşru ulusal haklarını tanımada “samimi” olan zihniyetin aynı soruyu öncelikle egemen olan tarafa yönetilmesi gerekmez mi? Türk egemen sınıflarını, bu savaşı niçin sürdürüyorsunuz, Kürt halkı madem kabusunuz olan ülkeyi bölmek ve ayrı bir devlet kurmak istemiyor, Türklerle eşit haklara sahip olmak, siyasi bir statü edinmek, kendi kendini yönetmek istiyorsa buna niçin karşı çıkıyorsunuz diye sorgulaması gerekmez mi? Kürt halkının ulusal özgürlük mücadelesini yürütmesinin meşru nedenleri biliniyor. Peki, Türk egemenlerinin yürüttükleri savaşın sömürgeci düzeni devam ettirme, egemen ulus statüsünü koruma savaşı olduğu; Kürtleri kendisine eşit görmeyen, ırkçılığa varan, milliyetçi ideoloji temeline dayanan haksız, gayri meşru, gayri insani, adalet ve eşitlik karşıtı, özgürlük düşmanı bir savaş olduğu niçin söylenmiyor ve bu savaşın baş sorumlusu olarak Türk devleti ve egemen sınıfları insanlık huzurunda niçin mahkum edilmiyor? Bu kadar açık bir gerçek ortada dururken Kürt halkına ölme-öldürme çağrıları yapmak ahlaksızlık, iki yüzlülük, her şeyden önce vicdansızlık değil mi? Son iki aydır Şırnak-Hakkari bölgesinde açıkça bir cephe savaşı yaşanıyor. Şemdinli’de yoğunlaşan savaşta Türk ordusu ağır kayıplar veriyor. Kara hakimiyeti gerillanın elinde. AKP hükümeti medya desteği sayesinde Türk kamuoyundan gerçekleri saklıyor. Savaş politikalarının iflas ettiği, Kürt yurtsever hareketi karşısında siyasi, askeri bir yenilgi yaşadığı, [ 66 ] Marksist Teori 8 inisiyatifi kaybettiği, alan hakimiyeti ve moral üstünlüğün gerillanın elinde olduğu gerçeğini gözlerden kaçırmaya çalışıyor. Sürekli yalan söylüyor, iftira atıyor, demagoji yapıyor. Hamaset söylemleri ile ırkçı lümpenleri lince kışkırtıyor. Türk halkının zihnine yeni düşmanlık tohumları ekiyor. Kürt halkı ise tüm bu alçakça ve rezilce kara çalma ve yalan propagandalarına ısrarla barış çağrıları ile yanıt veriyor. Daha 34 evladının acısını yüreğinde taşıyan Roboskili Kürtler trafik kazası geçiren askerlerin yardımına koşarak tüm dünyaya insanlık dersi verdiler. Türk halkının evlatlarına gösterilen bu şefkat ve ilk yardım çabalarını hiç de övünmeksizin, gözlere sokarcasına değil, alçak gönüllükle dile getirdiler. Türk medyası ve hükümet yandaşı yazar çizer takımının bu yüce gönüllü insan severlik örneğinden yüzleri kızarmadı, utanmadılar, sessizce geçiştirmeyi tercih ettiler. Bir an için bile olsa Kürt karşıtı yayınlarına ara vermediler, ırkçı şoven zehirlerini akıtmaya devam ettiler. Türk milliyetçiliğinin beslendiği kaynaklar dün Ermeni, Rum, Yahudi düşmanlığı idi. Bugün Doğusu, Batısı, Güneyi, Kuzeyi ile tüm Kürdistan ve Kürtlerdir. Bu düşmanlık Ermeni soykırımından Kürtleri inkar, imha ve asimilasyon suçlarına kadar her suça kalkışmanın gerekçesi ve kaynağı olagelmiştir. Bugün ise Kürt halkı kendi tarihini yapmakta ve yazmaktadır. Kendi kaderini tayin hakkı için sömürgeciliğe karşı mücadele etmektedir. Başta Kürt halkı olmak üzere; Laz, Çingene, Abhaz, Gürcü, Çerkez, Arap, Ermeni, Rum ve diğer ulusal topluluklara dair partimizin asgari programı olan antiemperyalist demokratik devrim programında ifade ettiği şudur: “Kürt ulusuna uygulanan asimilasyon ve sömürgeci faşist terör siyasetine ve kirli savaşa son verilecek, Kürt ulusunun kendi devletini kurma hakkını kullanmasının ve bu amaçla ajitasyon, propaganda ve örgütlenme özgürlüğünün önündeki tüm engeller kaldırılacaktır. Türkler ve Kürtler arasında her alanda tam hak eşitliği sağlanacak, tüm dil ve kültürler üzerindeki baskılara son verilecek. Türk milliyetçiliğine karşı sistemli bir savaşım sürdürülecek. Kürt ve Türk halklarının, Laz, Çingene, Abhaz, Gürcü, Çerkez, Arap, Ermeni, Rum ve diğer ulusal toplulukların tam hak eşitliği temelinde özgür iradeleri ile İşçi Emekçi Sovyet Cumhuriyetler Birliği’nde birlikte yaşaması için çaba harcayacaktır.” Antiemperyalist Demokratik Devrim programında bunları dile getiren MLKP’li komünistlerin dün olduğu gibi bundan sonraki süreçte de görevi tabi ki ezilenin yanında haklının yanında durmak, onunla dayanışma içinde olmaktır. Kürt halkının ulusal özgürlük mücadelesinin en kararlı, en samimi, en tutarlı dostları komünistlerdir. Partimiz MLKP’nin bu enternasyonalist çizgisi ve pratiği Türk işçi ve emekçilerinin devrim ve sosyalizm mücadelesi ile kürt ulusal mücade- [ 67 ] Marksist Teori 8 lesinin ittifakını yansıtır. “Halkların kardeşliği ve mücadele birliği” şiarı partimizin bu ilkeli çizgisi ile hayat bulur. Partimiz şahsında Türk işçi ve emekçilerinin bugünkü mücadelesi Türkiye-Kuzey Kürdistan devriminin zayıf kanadını temsil ediyor olsa da bu olgu geçicidir ve hızla açığı kapatma potansiyeline sahiptir. 18. kuruluş dönümünü kutlamaya hazırlandığımız şu günlerde partimizin önünde duran öncelikli görev Batı’da devrimin ikinci cephesini büyütmek öne geçen Kürt devrimi ile Türkiye devrimi arasında açılan mesafeyi hızla kapatmaktır. Türk sömürgeciliğinin ve faşist diktatörlüğün gemi azıya alınmış karşı devrimci terörü hangi yola başvurursa vursun partimizi devrim yürüyüşünden alıkoyamaz!... Kirli savaş yöntemleri, kimyasal silahlar, toplu katliamlar, kanlı infazlar, kaçırma ve kaybetmeler, en iğrenç işkence biçimleri ve tecavüzler... Hepsi kullanıldı... En son tescilli işkenceci katil Sedat Selim Ay devrimcilere ve partimizin militanlarına uyguladığı insanlık dışı işkenceleri nedeniyle ödüllendirildi, terfi ettirildi, müdürlüğe atandı. Tecavüz ve işkence kariyerini müdür olarak sürdürecek!... Yoldaşımız Süleyman Yeter’i işkence ile öldürmekten sorumlu, kadın yoldaşlarımıza tecavüzden mahkum olmuş bu insan müsveddesini sizin mahkemeleriniz yargılayamaz, yargılamaya kalksa da gücü yetmez. Ama sanılmasın ki adalet yerini bulmaz!... Halka ve devrimcilere karşı işlenen suçlar er geç halkın adaletine hesap verir!... 10 Eylül 2012; partimizin 18. kuruluş yıl dönümüdür. 18. yılında partimiz, devrim ve sosyalizm ideallerine bağlılıkla mücadelesini sürdürmektedir. Sert çarpışmalardan geçtik, sınandık. Karşı devrim siyasi, ideolojik cepheden aralıksız saldırdı. Şehit düştük, tutsak verdik, direndik. Yeri geldi atağa geçtik, tempomuzu yükselttik. Yeri geldi yavaşladık, mevzileri onarma işine yoğunlaştık... Yürüyüşümüz hiç durmadı ama, kararlıkla yürüdük, hep aynı inatla, dediği gibi Işık yoldaşımızın. 18. yılını kutladığımız yürüyüşümüzü umutla, dirençle, adanmışlıkla sürdürme sözümüz var. Bu inanç ve adanmışlıkla halklarımızı, işçi ve emekçileri, tüm ezilenleri, partili yoldaşlarımızı ve siper yoldaşlarımızı devrimci duygularla selamlıyor, şehitlerimize devrim sözümüzü yineliyorum. Söz veriyoruz, kuruluş kutlamalarımızı zafer kutlamaları ile birleştireceğiz!... Söz veriyoruz, faşizmi ve sömürgeciliği yeneceğiz!... Söz veriyoruz, biz kazanacağız!... Zafere kadar daima hep ileriye!... Em ê sebikevin!... Heta serekinê tim, hertim peş ve çûn!... [ 68 ] BÜYÜK BİR DİRENİŞ İÇERİSİNDEYİZ Kürt Ulusal Konseyi’nde diplomatik alanda görevli İsa Haso’yla HDK’nın düzenlediği Ortadoğu Konferansına katılmak için geldiği İstanbul’da bir söyleşi gerçekleştirdik. Batı Kürdistan’da ilan edilen demokratik özerkliği anlatır mısın, nasıl işliyor? Aslında bu mücadele bizim açımızdan yeni başlamadı. Bizim mücadelemiz onlarca yıl gerilere uzanıyor. Suriye Kürdistan’ında 4 bin şehidimiz var. Bu özgürlük mücadelesi, geçmişe, köklü bir geleneğe dayanıyor. Bugün bu iki güç arasında çatışma çıkınca, biz bu ortam içerisinde geçmiş deneyimlerimize dayanarak, politikamızı bu temelde geliştirdik. Suriye’deki çatışmalar başladığında, şunu tahmin ettik, bu coğrafya üzerinde, genelde olduğu gibi ABD’nin bir planı olduğunu tahmin ettik. Diğer güçlerin, Avrupa’nın bir planı var. Biz de tüm bu planları dikkate alarak, önceki mücadelemize dayanarak yeni bir planla, özgürlük eksenli olarak çalışma geliştirdik, onların planlarına karşı. [ 69 ] Marksist Teori 8 Öncelikli olarak, demokratik özerklik projesi geliştirdik. Demokratik özerkliğin yaşam bulması için meşru savunma gücümüzü, buna paralel olarak da dil alanında, kültürel alanda meclisler oluşturduk; köylerden mahallelere kadar halkın oluşturduğu meclisler örgütledik. Bu meclisler aracılığıyla dil, kültür, sağlık gibi her alanda demokratik özerklik temelinde kendi alanlarımızı var ettik. Bunun için iki meclis oluşturduk. Biri Suriye gerçekliğiyle ilgilenen meclis, diğeri Kürdistan sorunlarıyla ilgilenen meclis. Demokratik özerklik bu meclisler üzerinden yürütülüyor. Bunları savunmak için 15 bin kişilik silahlı savunma birlikleri kurduk. Aynı zamanda özgürlük mücadelemizi bütün dünyaya anlatmak için bir de diplomatik komisyon oluşturduk. Suriye Kürdistan’ında, Irak’a sınır bölgelerindeki bütün karakollara tarafımızca el konuldu. Hiçbir şekilde buralara Esad güçlerinin veya diğer kuvvetlerin girmesine izin verilmemektedir. Burası tamamen demokratik özerk güçlerinin savunması altındadır. Suriye genelinde bütün hizmetler aksamakta ve işlememektedir, Kürtlerin yaşadığı bölgelerde ise her şey düzenli bir şekilde çalışmaktadır. Halkımızın sıkıntıya düşmemesi için Mesut Barzani ile ilişkiye geçtik. Batı ve Güney Kürdistan’ın ekonomik ilişkilerinin geliştirilmesinin kanallarını açmış bulunuyoruz. Paris’te toplanan halklar konferansında biz de hazır bulunduk. Her dört parçanın sorunlarını birlikte ele aldık. Bütün bu ekonomik sorunları ele aldık. Mevcut koşullar altında büyük bir direniş içerisindeyiz. Aynı zamanda büyük bir savunma gücü oluşturuyoruz. Kürdistan’ın 4 parçasıyla da ilişki kurduk. Biz halkımızın çatışmalı bir ortama girmesini istemiyoruz. Mevcut statüyü korumak için elimizden gelen her şeyi yapıyoruz. Bizim demokratlara, ilericilere çağrımız şudur: Türkiye’ye baskı yapsınlar. Türkiye’nin Kürdistan üzerindeki baskılarını, planlarını bozsunlar. Halklar arasındaki barış ortamı sürsün. Kürtler Suriye’deki mevcut durumda demokrasinin anahtarıdır. Kürtler gerçek anlamda demokratik haklarını almadan diğer kesimler de hiçbir hak elde edemezler. Kürt bölgesinde, Rojava’da Araplar, Ermeniler, Süryaniler, Nasuriler halk meclislerinde, komitelerinde yer alıyor mu? Kürtler öncü güç konumundadır. Çünkü Kürtler, eskiden beri örgütlü güçtü. Araplar daha çok eski feodal aşiret yapısıyla hareket ediyorlar. Bu açıdan hepsi Kürt meclisleri içerisinde yer alıyor. Ancak, kendilerine ait kendi özgün meclisleri de bulunuyor. Bunların hepsiyle ilişki içerisindeyiz, hepsiyle birlikte yürümeye çalışıyoruz. Savaşan gerici güçlerin Arap halkının üzerinde etkisi var mı? Bunların aslında kendi öz güçleri yok denecek düzeydedir. Tamamıyla Türkiye’nin denetiminde, Türkiye’nin desteğiyle harekete geçiyorlar. Biz, [ 70 ] Marksist Teori 8 halkların demokrasi içerisinde yaşayabileceği bir Suriye istiyoruz. Halkımız için de özgürlük istiyoruz, bunda kararlıyız. Halkımız için her türlü savunmaya hazırız. Ona göre kendi öz güçlerimizi kurduk. Bu muhalefetin, sivil halk ile bağı var mı? Suriye muhalefetinin merkezileşmiş bir yapısı yok. Her bir muhalefet ayrı bir odak, kendi kendine bir merkezdir. Halkı temsil etmiyorlar, Türkiye ile bağlantı içerisindeler. Gerçek anlamda halk, Müslümanıyla, Hristiyan’ıyla, Arap’ıyla, Kürt’üyle, Türk- men’iyle hepsi içi içedir. O muhalefet halktan kopuk, dışarıdan yönlendiriliyor. Arap bölgesinde demokrat olan muhalefetin bir gücü var mı? Orada Marksistler var, sosyalistler var, demokratlar var. Biz hepimiz aynı cephe içerisinde yer alıyoruz, birlikte hareket ediyoruz. Bütün bu cephenin önünü kesen de Türkiye’dir. Türkiye buradaki Kürtleri bastırarak, Türkiye’deki Kürtleri etkisizleştirmek istiyor. Esas amacı budur. Demokrasiden, özgürlüklerden yana olan herkesle aynı cephedeyiz. [ 71 ] TUNUS’TA SOL GÜÇLER HALK DESTEĞİNİ ARTIRIYOR 23 yıllık diktatörlüğü deviren ve Arap devrimlerinin fitilini ateşleyen Tunus devriminin baş aktörlerinden Tunus Emekçileri Partisi’nin sözcüsü Hamma Hammami’yle, ülkelerindeki son durum üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Tunus devriminde devrimcilerin, komünistlerin ve özelde partinizin rolü neydi? Biz komünistler ve devrimci demokratik güçler bu devrimde yer aldık. Hatta devrimde yer alanın sadece bizler olduğunu söyleyebiliriz. Zira İslami hareketler devrim sürecinde yer almadılar. Herhangi bir şekilde çağrısını da yapmadılar. Halkı sokaklara çağıran bizler ve devrimci demokratik güçlerdi. İslamcı güçler aslında bütünüyle bu sürecin dışında kalmışlardır. 14 Ocak’ta sokaklara çıkanlar, tutuklananlar da devrimci sol güçlerdi. O tarihte liberal güçler ya da diğer siyasi güçler de sokakta değildi. O tarihte gösterileri gerçekleştiren ve sonucunda tutuklananlar sol güçlerdi. [ 72 ] Marksist Teori 8 Yani devrimi yapanlar, devrimden sonra büyüyemedi, güçlenemedi. En Nahda partisi, seçimlerden galip çıktı. Bu sonucu neye bağlıyorsunuz? Bu devrimin zayıf yanı, yönlendirecek merkezi bir unsurun var olmamasıydı. Elbette devrimci sol güçler katıldı fakat birleşik bir şekilde bu devrimi yönlendirme ve yönetme becerisini gösteremediler. Devrimin yarı yolda kalmasını açıklayan şey bu. İslamcılar bu yönetememe halinden yararlandılar ve aynı zamanda aldıkları destek de onlara bu başarıyı getirdi. Hem sağ liberal güçlerin, hem bazı Körfez ülkelerin, hem de doğrudan doğruya Amerika’nın desteğini alarak -parasal destek dahil olmak üzere- bu başarıyı gerçekleştirebildiler. Böylece Amerika başta olmak üzere bu aktörler, Tunus’un emperyalist sistem içerisinde kalmasını sağladılar. Bu süreçte 14 Mart cephesi kuruldu. Bu cephe bir rol oynayamadı mı? O günden bugüne kadar birçok şey değişti. Geride kalan 10 ay içerisinde sol, devrimci, demokratik güçler halk desteğini arttırıyor. Çünkü bu 10 ayda, En Nahda partisi kitleler nezdinde ciddi bir destek kaybına uğradı. Gerici bir karakter taşıdığı halk tarafından daha net bir şekilde anlaşıldığı için, sol güçler halk desteğini arttırıyor şu süreçte. Geçtiğimiz hafta bir halk cephesinin kurulması yönünde bir çağrı yapıldı. Bu daha önce kurulan 14 Mart Cephesi’nin bir devamı gibi değil, ondan daha geniş ve daha güçlü bir oluşum. İçerisinde 12 siyasi parti, bazı sendikalar ve bağımsız bazı mi- litanlar bulunuyor. Araştırmalara göre bu hareket Tunus’taki üçüncü büyük siyasi güç haline gelmiş durumda. Ve temel hedefini, temel siyasi yönelimini devrimin başlangıçtaki amaçlarını gerçekleştirmek olarak planlıyor. Bu; devrimin sona ermediği, devam ettiği ve sürecin giderek hızlandığı anlamına geliyor. Devrim sürecinin kadın hareketine etkisi ne oldu? Ülkenizde kadın hareketinin durumu ne düzeyde? Tunus’taki kadınlar her zaman siyasi demokratik mücadele içerisinde yer aldılar. Sol hareketlerde, öğrenci hareketlerinde varlardı. Siyasi gruplara karşı açılan davalarda hukuki mücadele de vermişti. Yıllar içerisinde verdikleri mücadelelere baktığımızda birçok konuda örneğin tek eşlilik, örneğin boşanma hakkı gibi somut kazanımlar elde etmişti. Devrim sürecine katılmaları hem bu kazanımların sağlamlaştırılması anlamına geldi hem de geniş çaplı bir siyasi hareketin içerisinde yer almalarını sağladı. Fakat İslamcılar iktidara geldikten sonra hazırladıkları anayasa ile kadınların bazı haklarına doğduran saldırmaya başladılar. Buna karşı hem kadınlar hem de genel olarak demokratlar tarafından çok yoğun tepki gösterildi ve bu tepkiler sonucunda yapmak istedikleri girişimlerden vazgeçmek durumunda kaldılar. Şu andaki yeni anayasaya çok net bir şekilde kadın ve erkelerin hukuk önünde tam eşitliğe sahip olduğunu gösteren bir maddenin eklenmesi sağlandı. [ 73 ] Marksist Teori 8 Daha önce Tunus İşçileri Komünist Partisi olan isminiz, “Tunus Emekçileri Partisi” olarak değiştirildi. Neden? Aslında isim değişikliği 2004 yılından beri tartışılan bir konuydu, yeni değil yani. Sadece bu kadar derinlemesine yapılan bir tartışma değildi. Yakın zamanda yapılan tartışmalar sonucunda, evet ismimizi değiştirdik. Ama bu partinin ne siyasi çizgisinde değişiklik anlamına geliyor ne ideolojisinde değişiklik anlamına geliyor. Sadece halk kitleleriyle, işçiler ve yoksul kesimlerle daha doğrudan temas kurabilmek için bunun doğrudan bir araç olabileceğini düşündük. Çünkü “komünist” isminin insanlarda yaptığı çağrışımlar var. Komünist denildiği zaman, ilk olarak İslama karşı, dine karşı olduğumuz anlaşılıyor. Halk kitleleri ile temas kurarken bu nedenle vakit kaybetmeyelim, bizim komünist olmamız İslama karşı olmamız anlamına gelmiyor diye uzun uzun anlatmak zorunda kalmayalım diye böyle bir yönelim belirledik. Ve daha net olmak gerekirse, biz insanları bir ideoloji etrafında toplamıyoruz, biz insanları kendi hayatlarını değiştirecek olan, kendi çıkarlarına olan bir siyasi program etrafında örgütlemeye çalışıyoruz. Parti programınızın şu anki en temel hedefleri nedir? Adaleti ve sosyal adaleti hayata geçiren demokratik halk cumhuriyeti şeklinde ifadesini bulan bir Tunus Cumhuriyeti. Küçük ve yoksul köylüler lehine tarım reformu. Stratejik sektörlerin ulusallaştırılması ve işçiler tarafından demokratik tarzda yönetilmesi. Herkes için parasız eğitim ve sağlık hakkı. Ve halkın ve sağlığın lehine ekolojik bir toplum. [ 74 ] YENİ BİR AYAKLANMANIN KOŞULU VAR Fas Demokratik Yol Partisi temsilcisi Lhoussain Lahnnaoui’yla yaptığımız röportajda Arap Baharından etkilenen Fas’ta hareketin son durumundan, demokratik hakların kullanımına, kadın hareketinden Emezilere kadar çeşitli konularda konuştuk. Paneldeki konuşmasınızı dikkatlice dinledik. Fas da Arap Baharı’ndan etkilenerek ayağa kalktı, ancak hareket kısa sürede sönümlendi. Bunun nedeni neydi ve şu an ülkede son durum nedir? 20 Şubat Platformu, başlangıçta Fas’ta bir grup genç tarafından internet üzerinden örgütlenmiş bir eylem olarak başlamasına rağmen, kısa sürede geniş çevrelere yayıldı ve gerçekten de somut bir niteliğe kavuştu. Eylemin ulaştığı boyutlardan sonra 10-15 gün içerisinde Kral, halka yeni bir anayasa dahil bir takım vaatlerde bulunarak eylemin uzun sürmesinin önüne geçmiş oldu. Hakikaten Kral ve hükümet, yeni anayasa vaadini yerine getirdi. Bir anayasa yazıldı ama bu anayasa halkın temsilcileri tarafından yazılmadı. Üstten kralın temsilcileri tarafından yazılıp halka dayatılan bir anayasa olduğu için halka bir şey kazandırmadı. Onların günlük yaşamınında bir değişikliğe yol açmadığı için de [ 75 ] Marksist Teori 8 somut olarak hareketin devam etmesinin tüm koşulları mevcut. Ve hareket ilerlemeye, güçlerini birleştirmeye devam ediyor. Bu eylemlere halkın katılımı Tunus’taki kadar kalabalık oldu mu? Bizim ülkemizdeki hareket Tunus’la karşılaştıracak kadar büyük değil. Bunun en büyük nedeni Kral’ın çabuk hareket etmesidir. Çünkü kısa süre sonra, 15 gün sonra, 9 Mart’ta yeni anayasa vaadinde bulundu, işsizlere iş vaadinde, diplomalı işsizlerden 4 binini işe aldı, gençlere okul ve iş vaadinde bulundu, yani umutsuzlara umut vaadinde bulunduğu için, hareket çok büyük boyutlara ulaşmadı ve kısa sürede sönmeye yüz tuttu. Ancak bugün anayasa tamamlanmış ve oylanmış olmasına rağmen, bu anayasa halkın büyük çoğunluğunun talep ve ihtiyaçlarına yanıt vermiyor. Yani yeni bir ayaklanmanın ortaya çıkması için bütün koşulları içinde barındırıyor. Ayaklanmanın, demokratik örgütlenme hakkının kullanımında bir etkisi oldu mu? 20 Şubat Hareketi’nden sonra, Kral ve hükümetin vaatleri bazı iyileştirmelere yol açsa da, bunlar kısa sürede geri alındı. Yani böylece yine eski duruma döndük. Ekonomik açıdan memurlara tanınan ücret artışları kısa sürede yapılan zamlarla sıfıra indi. İşe alınan 4 bin gencin büyük çoğunluğu bütçe sıkıntısından dolayı işten çıkarıldı. Ülkedeki kuraklık, ekonomik sıkıntılar ve kriz bahane edilerek her türlü muhalefet büyük bir şiddetle bastırılıyor. Ama başkent ile diğer taşra kentleri arasında farklılık var. Ülkenin başkenti dünya kamuoyunun gözü önünde olduğu için Krallık başkentte her şeyin güllük gülistanlık olduğunu göstermek amacıyla şiddet uygulamıyor. Ama ülkenin diğer bölgelerinde şiddet uygulanıyor. Fas’ta işçiler, emekçi köylüler, gençlik arasında örgütlülüğünüz var mı? Ve Parlamentoya giriyor musunuz? Biz sadece hükümeti karşımıza almış politik bir parti değiliz. Biz sistemin kendisine karşı mücadele ediyoruz. Parlamento ya da seçim sadece görünüşte demokrasinin bir unsuru olduğu için, biz bu tür girişimlere alet olmuyoruz, seçimleri boykot ediyoruz. Demokratik talepler içerisinde en önemlilerinden bir tanesi Sahra halkının kendi kaderini tayin hakkı. Ve ülkedeki siyasi partiler içerisinde onların kendi kaderini tayin hakkını tanıyan tek siyasi parti biziz. Bundan dolayı da sistemin, Kral’ın polisinin şiddetine, takibine uğradık. Yıllar boyunca arkadaşlarımız hayatını kaybetti. Bizim bundan önceki genel sekreterimiz 10 yıl hapiste yattı. Biz hükümetin kendisini demokratikmiş gibi göstermesine katılmıyoruz ve onun bir parçası haline gelmiyoruz. İşçiler ve yoksul emekçiler arasında nasıl örgütleniyorsunuz? Paneldeki konuşmanızda parlamento katılımının yüzde 20 seviyesinde kaldığını söylediniz. O zaman halk hangi yolla mücadele ediyor? [ 76 ] Marksist Teori 8 20 Şubat ile birlikte ortaya çıkan halk hareketi ülkemizde başlangıçta güçlü bir hareket olmasına rağmen, biraz önce de söylediğim gibi kısa süre sonra Kral’ın bazı noktalarda geri adım atması nedeniyle zayıflama eğilimi gösterdi ve 20 Şubat Platformu içerisinde yer alan İslamcı örgütlerden birinin Kral tarafından verilenleri yeterli görüp geri çekilmesiyle zayıflama ve gerileme dönemi yaşadı. Fakat yeni anayasanın tamamlanması, çatışma süreci içerisinde Kral’ın tanıdığı vaatlerin kısa sürede eriyip gitmiş olması halkın yeniden mevcut sisteme karşı sokağa dökülmesi eğilimlerini güçlendirdiği andan itibaren biz de zaten mücadelenin içerisindeydik ve giderek yükselmesi için çaba harcadık. Ama biliyoruz ki mücadele düz bir seyir çizgisi izlemez. Yükseldiği dönemler olduğu gibi geriye düştüğü dönemler de olacaktır. Şu anki hareket 20 Şubat’ın biraz geriye düşmüş olmasına rağmen, Kral’ın vaatlerinin kısa sürede erimiş olması, yeni anayasanın taleplere ve özlemlere cevap vermemiş olması halk kitleleri içerisinde nefret ve öfkenin içten içe büyümesine yol açıyor. Fas’ta her ay bir pazar günü eylem günü olarak belirledik ve halka sokağa çıkmaya, taleplerine sahip çıkmaya davet ediyoruz. Ülkenin bütün şehirlerinde, hemen 50 noktada bu eylemleri yapıyoruz. Başkentteki gösteriye şimdilik 2-3 bin arasında insan katılıyor. Ülkenizde sendikal hareket ne durumda? Ülkede sendikalaşma yasak değil. İki tanesi büyük sendika konfederasyonu olmak üzere 30 kadar irili ufaklı sendika var. Bu sendikalar hükümete yakın olduğu için biz fazla ilişki kurmuyoruz. Ama diğer iki konfederasyonun yönetiminde bizim yoldaşlarımız var, bu yönetimlerde söz sahibiyiz. Bu iki konfederasyonun süreç içerisinde birleşip tek bir konfederasyon haline gelmesi için çaba harcıyoruz. Ülkenizdeki ayaklanma kadın hareketini de etkiledi mi? Fas’ta kadın hareketi özellikle son dönemde gelişti ve hala devam ediyor. Kadın hareketi ikiye bölünmüş durumda. Bir tarafta 20 Şubat Hareketi’nin de içerisinde bulunduğu ilerici güçlerin etrafında toplanmış olan kadınlar var. Bu hareket son olarak başkent Rabad’da bir gösteri düzenlerken, aynı gün İslamcıların etkisi altında olan kadınlar da Kasablanka’da karşıt bir gösteri düzenledi. Ama İslamcıların gösterilerine katılanların sayısı, Rabat’taki gösteriye katılanların ancak yarısıydı. Kadınların mücadelesi yükseliyor. Yeni anayasada kadınlar için birkaç küçük ilerleme olmasına rağmen esas olarak durumlarında değişikliğe yol açacak yeni bir durum ortaya çıkmadı. İslamcıların halk kitleleri üzerinde etkisi var mı? İslamcı hareketleri bir blok olarak görmememiz lazım. Bir tarafta Kral ve Kral’ın politikalarının tamamına taraftar olan bir grup var. Diğer ta- [ 77 ] Marksist Teori 8 rafta Kral’ın diktatörlüğüne karşı yıllardır bizimle birlikte mücadele eden İslamcı bir gruplar var. Biz bu İslamcı gruplarla hala bazı durumlarda birlikte hareket ediyoruz. O yüzden İslamcı grupları, tek bir grup olarak ele almak doğru olmaz. Fakat ilerici güçler arasında da ayrılık var. O da bir blok halinde değil. Her ne kadar ayrılık olsa da, ilerici güçler arasında İslamcı güçler kadar birbirinden kesin çizgilerle ayrılan bir ayrışma yok. Marksistlerin, devrimcilerin, ilerici güçlerin bir cephe birliği var mı? Böyle bir birlikten bahsedemeyiz. Bunun en temel sebebi de bizim ülkemizde Marksist Leninist bir geleneğin köklü ve gelişmiş olmayışıdır. Biz, bu güçler içerisinde Marksizme en yakın güç olarak kendimizi görüyoruz. Biz de elimizden geldiğince burada düzenlenen konferanstan da faydalanarak, buranın deneyimlerinden yararlanarak ülkemizde bir araya getirmeye ve birleştirmeye çalışıyoruz. Ülkemizde en büyük kitlesel güç olarak biz varız. Berberi azınlığın mücadelesi var mı? Sizin Berberiler ile bir ittifakınız var mı? “Berberi” bizim kabul ettiğimiz bir tanım değil. Bu, Emezi halkına Batılılar tarafından verilen aşağılayıcı bir tanımdır. Biz Emeziler diyoruz. Emezi halkı, evet onların bir mücadelesi var. Bu mücadele iki ölçekte devam ediyor. Birincisi; onların kendi örgütleri ve kendi mücadeleleri. Bu, fazla büyük bir gücü teşkil etmiyor. İkincisi; Emezilerin ezici çoğunluğu bizim hareketimiz içerisinde bulunuyorlar. [ 78 ] BÖLGENİN VE İRAN’IN KURTULUŞU SOSYALİZMDE Marksist Teori’nin Halkların Demokratik Kongresi’nin düzenlediği Ortadoğu Konferansı’na katılan İran Emek Partisi’nden Massoud Djalili’yle gerçekleştirdiği söyleşiyi yayınlıyoruz. İki yıl önce İran’da öğrenci gençlik hareketi gelişti. Son günlerde yeniden eylemler görülmeye başlandı. Bu eylemlerin gelişme dinamiği nedir? O zaman cumhurbaşkanlığı seçimi oldu biliyorsunuz, 2,5-3 sene önce. Ve seçimlere büyük bir hile karıştı. Orada Ahmedinejad’ı sandıktan çıkardılar. Buna karşı halk sokağa döküldü ve bu durumu protesto etti. Bu protestolar kendiliğinden bir hareketti. Zayıf noktası da örgütlü olmamasıdır bu hareketin. O zamanki sloganlara bakılırsa, şöyle diyorlardı, “Musevi ya da Kerrubi” -Musevi de eski başbakanlardan Humeyni zamanında 8 sene başbakanlık yapmış ama onun da eli kana bulanmıştısavaş bittikten sonra hapishaneleri iki dakikalık mahkemelerle hepsini idam ettiler. Soruları da “Müslüman mısın, değil misin” idi. Değilsen, idam. “Müslümansan bizim düşüncelerimizi kabul ediyor musun, etmiyorsun” diye soruldu. “Hayır” dersen, yine idam... Bu, o zamanın [ 79 ] Marksist Teori 8 başbakanıydı. Ama halk bunu bahane olarak kullandı, baskı altında ezilen insanlar sokağa döküldü, “biz oyumuzu geri istiyoruz” diye. Ancak bunlar tabi ki bastırıldı. Ne yazık ki bu sözde liderler, hiçbir harekette bulunmadılar, hep susun diye ağzımı kapattılar, sokaklara döküldüğümüzde. Barışçı bir tavır devlete karşı. Bu barışçı tavır en son kendilerini hapse götürdü ve bu hareketin başarısızlığa uğramasına neden oldu maalesef. Bu demokratik bir harekettir. Çünkü açıkça söylediler, “Musevi veya Kerrubi, seçimlerde kaybedenler bahanedir. Biz rejimin kendisini direkt hedef alıyoruz” diyorlardı. Ya da İslam Cumhuriyeti yerine “biz İran Cumhuriyeti istiyoruz”. Bu hareket gittikçe radikalleşiyordu ama maalesef bastırıldı. Bunun da sebebi, lidersizlik ve örgütlenmenin olmamasıdır. Peki geçmişte gücü olan devrimci partilerin bu harekette bir gücü var mı? İran’da siyasi insanlar, ister örgütlü ister bağımsız olsun, daha çok yer altı çalışması yapıyorlar. Çünkü yakalanırsan idam. Önce işkence, sonra idam. Tabi birisi yakalanırsa, onlarca kişi yakalanacaktır. Bunun için bu riski göze almıyorlar. Ama yeraltı çalışmaları sonucu sloganlarda gözüküyor. Nasıl olur, “İslam Cumhuriyet istemiyoruz, İran Cumhuriyeti istiyoruz”. Bu büyük bir gelişmedir. Bu kimin ağzından atılıyor? Aydın ya da yasal örgüt mensupları tarafından. Bizdeki aydınlar ya da deşifre olmayan insan- lar daha çok demokratik organizasyonlarda çalışıyor. İnsan hakları derneği, yazarlar derneği gibi. Tabi onlar da yakalanıp içeri atılıyor. İran’ın işçi hareketi ne durumda? Organize edilmiş bir hareket maalesef yok. Sendikalar yasak mı? Devlet sendikaları serbesttir, ama sendika müdahalesi vardır. Özellikle son yıllarda epey kurban vermiştir. İdam mı ediliyorlar? İdam, bizde iki türdür; bir hapishaneye gidiyorsun idam alıyorsun, bir de dışarıda “kazayla” gidiyorsun. Ya da çoğu hapishanelerde zehirleniyorlar. Şu anda bağımsız işçi sendikaları kurmak istiyorlar. Daha çok Tahran’da otobüs işçileri ile başladı ve daha sonra yayıldı. Ama her gün fabrikalar önünde grevler vardı. Çünkü işçiler, emekçiler, ücretli çalışanlar -ister müdür olsun, ister kapıcı- maaşını alamıyor. 5-6 aylık maaşları var. Onun için sokağa dökülüyor, Meclisin önüne ürüyor. Ama bunlar sert saldırılarla bastılıyor ve yakalanıyorlar. Fabrikalar İslami vakıfların elinde mi, özel mi? Zaten Amerika’nın liberal sistemi bize de bulaşmış. IMF her şeyi allak bullak etmiş. Bizim bir çok milli şirketlerimiz, özelleştirildi. Ama bunları kimler aldı? Devlette, hükümette yer alan insanların kendi adına değil, akrabaları adına... Tahran çarşısında kepenk indirme eylemleri oldu? Bu eylem, Şah’ı [ 80 ] Marksist Teori 8 deviren eylemlere benzetiliyor? Bu değerlendirmeye katılıyor musunuz? O yine organize edilmiş bir hareket değil. Baskının daha fazla ezilenlerin daha fazla ezilmesinin tepkisidir. Çünkü bizde bir günde dolar üç misline çıktı. Bu ne demektir? Ekmeği, sütü üç misli almak. Eyleme katılanlar Tahran pazarcıları, tüccarlar. Çünkü onlar da alışveriş yapamıyorlar, yüksek fiyata alıyorlar. Güç, belli bir kesimde toplanıyor. Tabi Tahran çarşısındaki eylemi de bastırdılar. İran’ın ezilen-sömürge uluslarının, Kürtlerin, Belucilerin ve Azerilerin, Arapların ulusal hareketlerinin durumu nedir? Önderlik eden partilerin niteliği nasıl? İran’da ezilen demeyelim de, çünkü bütün halklar eziliyor. Bu ezenler başında da bütün o milliyetlerden vardır. Buna biz milli sitem diyoruz. Biz orada çeşitli saydığımız halklar, aynı eşit haklara sahibiz. Ama yazıp okuma hakkımız yok. Kültürümüz geliştiremiyoruz. Bu Şah zamanında da aynıydı, şimdi de aynı. Emperyalizmin Ortadoğu’da sürdürdüğü çirkin siyaset, duvarın yıkılmasından sonra, halkları bir bahane olarak kullanıyor, ülkeleri elde etmek için ve kendi çıkarları için kullanıyor. Şu anda İran’da Azeri ve Kürt halkı hemen hemen aynı seviyede baskı alında. Kürtler daha yoksul. Yatırım yapmıyorlar. Güneydoğuda Belucistan dediğimiz yine öyle. Petrol bölgesi olan Buzistan zengin bir bölge. İran’ı o bölge geçindiriyor. Onlar da Arap soylular orada. Savaştan sonra hiçbir gelişim olmadı, yerle bir olmuştu. Tabi ki bunun bir aksiyonu da olması lazım tüm hareketlerin. Ve bu maalesef yurt dışından yardım alıyor ve kör milliyetçiliği kışkırtıyorlar. Ama bu şu anda kuvvetli değil. Ancak geçen İran Kürdistan’ında bir olay oldu, İran Kürdistan Demokrat Partisi ile KOMALE birleşti ve bir bildiri yayınladı. Bu bildiriye bakarsanız, kendilerini İran’dan ayrı görüyorlar. Kendi geleceklerini diğer halklardan ayrı görüyorlar ve Amerika ve Bat’nın gelip de kendilerini kurtarmasını bekliyorlar Kürtler. Böyle bir bildiri yayımladılar ve bütün siyasi gruplar tarafından reddedildi. PJAK var? Ben, PJAK’ın görüşünü bilmiyorum. Onlar federasyon istiyor ama soralım millete, Kürtistan’daki bizce bu da yanlış. O ülke geleceğine yeni bir ışık tutmadan bir bölge ayrılıp bir bölge federal olup bizde yararına değil. Neden? Irak Kürdistan’ına bakalım, orada otonom bir bölge yaratıldı. Şimdi Irak anayasasına aykırı hareket ediyor, kendi başına Türkiye ile petrol anlaşması imzalıyor. Bundan sonraki mücadelede nasıl bir programınız var ve hareketin yakın zamanda gelişme imkanları nedir? İran çok uluslu bir ülke. İran’ın, sadece İran’ın değil, tüm bölgenin kurtuluşu sosyalizmdir. İran’da sol veya demokrat bir durum ortaya çıkması uzak bir ihtimal. Daha sürer. [ 81 ] Marksist Teori 8 Ama yakındaki faktörler ne yönde gelişir bilemeyiz. İsrail, İran’a savaş açar mı? Aslında bunlar birbirleri ile oyun oynuyor. Şimdi bence aslında sermaye sistemi, emperyalistler ambargonun etki etmesini bekliyor. Ama biz ambargoya karşıyız. Faturayı millet ödüyor. Amerika, Irak ve Afganistan’da kötü bir tecrübeye sahip oldu. Planları istedikleri gibi gitmedi. Savaşa girmeleri kolay geldi. İran, Irak ya da Afganistan gibi değil. İran’da bir savaş olursa Ortadoğu karışır, Türkiye dahi. Emperyalistlere karşı çıkma ile Mollalara karşı çıkmayı birleştirebiliyor musunuz? Tabii. Bizim gündemdeki siyasetimiz mollalarla işbaşına gelip şu ana kadar verdiğimiz mücadele gerici rejimi kaldırmaktır. Temel programımız bu. Ama tabii ki geçmiş bize bir şeyler öğretti. Şartlara göre tahlil yapmanız lazım. ABD, eğer yarın İran’a girerse, bu bizim milli hakimiyetimizin gasbıdır. Milli hakimiyet, hükümetlerin değildir, halklarındır. Öyle bir durumda İran rejimine karşı mücadelemiz ikinci plana düşer. İlk sırada işgale karşı olur. İran’daki mücadelelerde kadınların katılımı nasıl, kadın hareketinin durumu ne aşamada ve talepleri neler? Ben İranlı bir erkek olarak çoğu zaman kendimden utanıyorum. Çünkü devrimde ve devrimden sonrası kadın hareketleri erkekleri utandırıyor. Bu bizim için büyük bir iftihar- dır, bize de güç katıyor. Biz de onların hareketlerini destekliyoruz. Çeşitli modellerde çeşitli tiplerde kadınlar mücadele ediyor. İster makyaj olsun, kadınlar gözlerini en güzel şeylerle boyuyorlar, şık güzel temiz elbiselerle sokağa çıkıyorlar. En basiti budur. Kadın hakları dernekleri var, kadın özgürlükleri, kadın yazarlar feminist örgütler vardır. Kadın demokratik örgütleri epey gelişmiş. Onları da içeri atıyorlar mı? Atıyorlar. Başkanlarını falan ama onlar sürdürüyorlar. Seçimden sonraki olaylarda en başta genç kadınlar geliyor. Dünyadaki komünist hareketinin gelişmesi için önerileriniz ne? Yalancı duvar yıkıldıktan sonra -ben şahsım adıma konuşuyorumben çok sevindim. Çoğu insan siyasi depresyona kapıldı, siyasi depresyona. Ama ustalar çok önceden söylemişti. Revizyonist sistemin 1990’lara gelmeden önce neler yaşayacaklarını belirtmişti. Onlara çok saygı duyuyorum. O teorilerin doğru olduğuna inanıyorum. Bence bu, MarksizmLeninizme de güç katmıştır, duvarın yıkılması. Tabi ki bu yolda mücadele edenlerin büyük bir kısmı hayal kırıklığına uğradı. Sol için ister Avrupa’da olsun ister başka yerlerde olsun bir kriz dönemi var. Ama bu böyle kalmayacak. Şimdi Almanya’da Marks’ın kitaplarını bulamıyorsunuz kitapçılarda. Çünkü okunma orana çok arttı. Bu da o teorilerin ne kadar doğru olduğunu gösteriyor. [ 82 ] BU DEVRİM İŞÇİLERİN ÇOCUĞU Mısır Komünist Partisi Merkez Yönetim Kurulu üyesi Bahıga Hussein, 25 Ocak 2011’de Tahrir ile başlayan devrimi Marksist Teori’ye değerlendirdi. Mısır halk devrimi şu an ne durumda? Mısır halk devrimi ilk bakışta bir yol ayrımında. İlk başladığı günlerde Mısır devriminin sloganları; “adalet, ekmek ve iş” idi. O günlerde devrim doğru bir yoldaydı. Fakat belli bir zaman sonra bütün devrimler gibi bu devrim de özellikle Mısır askerleri ve devrimin içerisindeki İslami akımlar, yani Müslüman Kardeşler, bu devrimi başka bir yola soktu. Mısır devrimine uzaktan bakan sanki bu devrim Müslüman Kardeşler’in kucağına düşmüş kanaatine kapılabiliyor. Fakat bu hiç doğru değil. Çünkü en önemli sebep; Mısır devrimi 25 Ocak 2011’de başlamadı. Bu devrim işçilerin çocuğudur. Bu devrimi, özellikle Mahalla El-Kubra’da başlayan grevler, işçi hareketlerinin başlattığı sürecin sonucu olarak görüyoruz. Mahalla El-Kubra’da 26 bin işçi var. Devrim oradan başladı ve 25 Ocak’a kadar geldi. En büyük grevler, 20062008 yıllarında yapıldı, 2011’e kadar geldi. Bu bir örnektir. İşçilerin talepleri ne 2006’da, ne 2008’de, ne de şimdi karşılandı. İstekleri hala kabul görmedi. Mesela Mısır’da [ 83 ] Marksist Teori 8 son 4 ayda günde en az 31 protesto hareketi var, grev, gösteri, değişik protestolar sürüyor. Bu protesto gösterileri belli talepler için yapılıyor ve liderliği olgunlaşmış kadrolarla yapılıyor. İşçi sınıfının durumu bu şekilde. Orta burjuvaziye gelince, Mısır’da ekonomik durum nedeniyle özellikle doktorlar ve öğretmenler statü kaybetti. Müslüman Kardeşler iktidara geldikten sonra doktorlar grev yaptı. Müslüman Kardeşler, doktorların maaşlarında zam yapılacağı havası estirdi. Ama doktorlar, Müslüman Kardeşler’in söylediğinin tam tersi olarak, fakir insanlara daha iyi hizmet verilmesi için maaşlarından yüzde 5 kesinti yapılmasını istiyor. Aynı şekilde öğretmenlerin de başlattığı grevler var. Müslüman Kardeşler yönetimi, sanki öğretmenler ücret artışı istiyor gibi yansıtıyor. Ama onların talepler listesi var. Eğitim sisteminde reform istiyorlar, pek çok talepleri var. Listenin en sonunda zam var. Öğretmenler ile yönetim arasında çekişme devam ediyor. Devrimden sonra işçilerin bağımsız sendikaları gelişiyor mu? Devrimden önce başlayan sendikalaşma, devrimden sonra hem daha güçlü oldu, hem de daha iyi bir noktaya geldi. Mısır’da genel işçiler federasyonu vardı eskiden, şimdi mesela çiftçiler sendikası var, şoförler sendikası var. Mısır’da buna benzer sendikalaşma yaygınlaştı. Öğrenci gençlik hareketi ne durumda? Hangi talepler etrafında mücadele yürütüyorlar? Mısır’da gençler 70’lerden beri özellikle üniversitelerde iyi bir rol oynamışlardır, hala da devam ediyor. Devrimden önce gençler üniversitelerde ayaklanma diyebileceğimiz bir hareket başlattılar ve talepleri sadece öğrencileri ilgilendiren talepler değil Mısır’ı ilgilendiren siyasi taleplerdi. Halkın taleplerini sahiplendiler. Mesela, Amerika’nın Irak’ı işgali sırasında ve Filistin ile ilgili de güzel bir mücadele yürüttüler. Üniversitelerde başlatılan devrimden önce bazı hareketler çok başarılı oldu. Özellikle 9 Mart Hareketi, hocalarla birlikte bu mücadeleyi yürüttü. Üniversite içerisindeki sivil ve resmi polisleri üniversiteden dışarı çıkardılar. Eski dönemden kalma bazı kanunlar vardı, bu kanunu bile iptal ettirdiler. Bunlar sadece üniversitenin içerisindekiler, ama öğrenciler dışarıda, herkesle, işçilerle, doktorlarla birlikte mücadele ediyorlar. Bu sokakta bizden ayrı değiller. Devrimden sonra gençlerin kurduğu iki federasyon var. Birini Müslüman Kardeşler kurdu, diğerinde solcular ve diğerleri var. Bu federasyona öğrencilerin katılımı nasıl? Fena değil, güçlü. Özellikle solcu grupların hepsi destekliyor, hepsi içerisinde. Mısır Komünist Partisi, Demokratik Birlik Partisi, vs. Devrim sürecinin kadın hareketine etkisi ne oldu? Kadın hareketinin temel gündemleri neler? Cinsel şiddete karşı nasıl örgütleniyorlar? Kadınların anayasal talepleri nasıl karşılık buluyor? [ 84 ] Marksist Teori 8 Mısır halkı bir devrim yarattı, biz halktan bahsediyoruz. Biz ayrım yapmıyoruz. Bir görüş olarak söylüyorum. Hüsnü Mübarek gidene kadar kadınlarla ilgili özel bir slogan atılmadı. Fakat Mübarek gittikten sonra durum değişti. Biz Müslüman Kardeşlere’e karşı kadın haklarını daha fazla savunmaya başladık, slogan atmaya başladık. Mısır devrimi sürecinde Tahrir Meydanı’nda kadınlar vardı, şehit düşen, yaralanan, tutuklanan kadınlar da oldu. Hüsnü Mübarek 11 Ocak’ta gitti. Biz kadınlar olarak 8 Mart Dünya Kadın Günü’nü Tahrir Meydanı’nda kutlama kararı aldık. Meydana doğru yürüyoruz, kadın liderlerimizin resimlerini taşıyorduk, birden yolumuza çıkan Selefiler, meydanı kuşatmışlar ve meydana girişimize izin vermediler ve bize saldırdılar. Biz o günden beri büyük bir savaş veriyoruz bu tip zihniyete karşı. Nisan 2011’de çok kadın tutuklandı. Askerler, bazı kızları tutukladı ve bekaret testinden geçirdiler. Ve askerler özellikle kadınlara saldırmaya başladı. Kadınların daha önce kazandığı bazı haklar, Müslüman Kardeşler yönetime gelince iptal edildi, yok sayıl- dı. Şimdi Mısır’da anayasa yazım süreci var. Kadın hakları konusunda çok ciddi kaygılarımız var. Kadını baskı altına almak istiyorlar. Fakat kadınlar da boş durmuyor, biz daha fazla çalıştık, daha fazla protesto gösterileri yaptık, meclisin önünde gösteriler yaptık. Taleplerimizi daha sert bir şekilde savunmaya devam ediyoruz. Bu gösterilere katılım artıyor mu azalıyor mu? Artıyor. Çünkü devrim bitmedi, biz öyle bakıyoruz. Devrim hala devam ediyor, kadın erkek olarak, işçi sınıfı, orta burjuvazi sınıfı, Mısır Komünist Partisi olarak, bütün solcular işbirliği halindeyiz. Bu birlikteliği genişletmek istiyoruz. Kazanımlarımızı başka bir aşamaya geçirmek istiyoruz. En son Mısır Devrimci Demokratik cepheyi kurduk. Bütün sol gruplar var bu cephede. Biz devrimi kaybetmek istemiyoruz. Biz kenarda kaybolmak istemiyoruz. Çünkü asıl mücadele sınıfsal mücadeledir. Cephede demokratik kitle örgütleri ve sendikalar var mı? Bu cephede sosyalist-sol gruplar ve işçi sendikaları var. [ 85 ] LÜBNAN’DA KENDİ HATTIMIZDA İLERLİYORUZ Lübnan Komünist Partisi Politbüro üyesi Ali Selman, Lübnan’da işçi ve emekçilerin mücadelesi ile İsrail’e karşı verdikleri mücadele deneyimlerini Marksist Teori’ye anlattı. Partinizin içerisinde yer aldığı cephenin halk üzerindeki etkisi nasıl? Şu anda ulusal bir cephe yok. Ama iç savaşın hüküm sürdüğü dönemde ilerici halk hareketi vardı, Kemal Canpolat başkanlığında. Komünist Partisi’nin bu cephedeki etkinliği büyüktü. Bu cephenin amacı o dönemde ilerici bir Lübnan hareketini kurmak ve etkin hale getirmek ve içerisinde bulunduğu durumdan kurtarmaktı. İsrail’e karşı savaş sonrası halk üzerindeki etkiniz arttı mı? İsrail 1982 yılında Lübnan’ı işgal ettiği günden başlayarak Komünist Partisi, İsrail güçlerine karşı ilerici direniş halk hareketi, kurtuluş hareketi başlattı. Lübnan Komünist Partisi, Lübnan Komünist Çalışma Hareketi ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’ndeki yoldaşlar beraber İsrail’e karşı direniş cephesini kurduk. Komünistlerin böyle bir mücadeleyi başlatmasının gururunu [ 86 ] Marksist Teori 8 ve şerefini yaşadık. Bu halk direnişini gören İsrailliler, Beyrut’ta birkaç günden fazla kalma cüretini gösteremedi ve çekilmek zorunda kaldı. Hatta Beyrut’taki İsrail askerleri “Biz gidiyoruz, çekiliyoruz, ateşi kesin” diye bağırmaya başladı. Komünist Partisi’nin başlattığı bu hareket sonucunda İsrail, Sayda’ya çekilmek zorunda kaldı. O zamana kadar hiçbir İslam hareketi mücadeleye başlamamıştı. Komünist Partisi tek başına bu mücadeleyi başlattı ve zafer kazanmış oldu. Bu harekette ilk günlerde sadece Lübnan Komünist Partisi’nin yanında Lübnan’daki sol partiler ve Filistin’deki sol hareketler yer aldı. İslami hareketlerin İsrail’e karşı mücadelesi 1985’de başladı. O zamana kadar LKP’nin liderliğindeki mücadele sonucu, İsrail, işgal ettiği toprakların yüzde 75’inden çıkmak zorunda kalmıştır. LKP liderliğindeki bu hareket, İsrail, Lübnan topraklarından çekilinceye kadar, yani 2000’li yıllara kadar devam etti. İsrail’in Lübnan’da hala işgal altında tuttuğu topraklar var. LKP, İsrail işgaline karşı verdiği mücadelede 187 şehit verdi, 2 bin 995 kişi yaralandı, 5 bin yoldaş da İsrail tarafından tutuklanıp, İsrail hapishanelerine kapatıldı. İsrail’in 2006’daki Lübnan’a yaptığı saldırıya gelince, yine öncü güç LKP oldu. LKP, Lübnan’ın kurtuluş hareketinde her zaman öncü güç olmuştur. Lübnan Komünist Partisi ile Hizbullah ve diğer İslami örgütler arasında çelişkiler olmasına rağmen, 2006’da İsrail’in Lübnan’ı istila etti- ği ilk gün bütün vatanseverlere “herkes silahına sarılsın ve İsrail’e karşı mücadeleye katılsın” çağrısında bulunduk. İşgal süresince Hizbullah ile yan yana, omuz omuza dövüştük. Biz sahip olduğumuz olanaklarımızla mücadele ettik. Bizim olanaklarımızla Hizbullah’ın olanakları kıyaslanamayacak kadar farklıdır. 2006 savaşında LKP 12 şehit verdi. İktidara karşı nasıl mücadele ediyorsunuz? Lübnan’da iktidardaki partiler, kendi içinde bölünmüş durumda, 8 Mart ve 14 Mart hareketleri adı altında. 14 Mart hareketi daha çok Amerika’ya bağlı. ABD’nin direktifleri doğrultusunda hareket ediyor ve Arap Körfezi ülkeleri tarafından besleniyor, destekleniyor. 14 Mart Hareketi’nin başını el-Mustakbel Partisi lideri Hariri çekiyor. 14 Mart Hareketi’nde başka partiler de var ama bunların en etkin olanı Hariri. Bunların karşısında 8 Mart Hareketi var. Bunların başında Hizbullah ve Emel geliyor. Bunlar İran ve Suriye tarafından desteklenen hareketler. Biz Komünist Partisi olarak her iki tarafta da yer almıyoruz. Bu iki cephe, Komünist Partisi’ni kendi tarafına çekmek için yoğun çaba gösteriyor. Biz bu cephelere yakın olmamak için bazen fatura da ödüyoruz. Uzak kalmaya çalışıyoruz ve bunun faturasını da ödemekten çekinmiyoruz. Hükümetin ekonomik ve sosyal politikasına karşı, halka daha iyi hizmetler verilmesi için var gücümüzle mücadele ediyoruz. 8 Mart ve 15 Mart Hareketi, birbirine karşı olan iki hareket ama siyasi [ 87 ] Marksist Teori 8 olarak aynı. Bazı konularda aralarında anlaşmazlık olabilir ama ülke politikası aynı. Her ikisi de reforma karşı. Her ikisi de yoksul Lübnan halkına karşı aynı politikayı uyguluyor. Her ikisi de yoksuldan yana politikalar uygulamıyor. Biz bu politikalara muhalefet ettiğimiz için zaman zaman baskı görüyoruz. Lübnan’da çok geniş bir halk hareketi var, isyan hareketi var. İşçi sınıfı ve yoksul halk kesimi, daha iyi bir ekonomi politikası için, önceki gün greve gitti ve hayatı felce uğrattı. Komünist Partisi, 31 Ekim ve 1 Kasım’da bütün işçileri ve devlet memurlarını kapsayan bir grev hareketi başlatacak. Sendikalardan oluşan bir komite bu grevi organize ediyor. Biz de meydanlarda bu halk hareketlerini destekliyoruz, açıkça desteğimizi ilan ediyoruz. Grevin talepleri nedir? Grevin ilk amacı, Lübnan hükümetinin ekonomi politikasını protesto etmek. İkinci olarak ise işçi ve memurların ücret artışı talebi var. Ve geniş halk kesiminin, yoksul halkın etkilendiği vergilerin kaldırılması. Hükümet kendi ekonomik sıkıntısını çözmek için sürekli işçi ve memurlardan vergi almaya çalışıyor. Zengin kesime, tüccarlara dokunmuyor. İşçi ve emekçiler grev ile buna karşı çıkacaklar. Lübnan Komünist Partisi’nde kadın üyelerin durumu nedir? Lübnan’da kadınların mücadelesi ne düzeyde? Bütün Arap ülkelerinde olduğu gibi, yüksek diyemeyiz ama... İsrail işgaline karşı ve sınıf hareketinde kadın şehitlerimiz vardır. Komünist Partisi’nin en önemli eylemlerini kız üyelerimiz gerçekleştirdi. Çok sayıda kadın yoldaşlar intihar eyleminde bulunup şehit oldular. Onlarla gurur duyuyoruz. Suriye’deki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Suriye, Amerika’nın Ortadoğu’da uygulamak istediği yeni politikasına karşı bir direniş gücünü oluşturuyor. Ve Amerika’nın taleplerini yerine getirmeyi reddettiği için ona karşı böyle bir savaş başlatılmıştır. Ancak Suriye hükümetinin işlediği hatalar, Amerika’nın böyle bir hareketi başlatmasına yardımcı oldu, yani eline koz verdi. Biz Lübnan Komünist Partisi olarak, üçüncü bir seçenek görüyoruz. Kesin olarak dış müdahaleye karşıyız, dış müdahaleye çağrı yapan silahlı muhalefete de karşıyız. Buna paralel olarak, rejimin uygulamakta olduğu baskıyı da tasvip etmiyoruz. Biz Suriye’deki sol ve demokratik hareketlere birleşme çağrısı yapıyoruz. Suriye’yi içinde bulunduğu bu kötü durumdan kurtaracak en etkin ve en doğru yolun bu olacağını düşünüyoruz. [ 88 ] CERN DENEYLERİ VE “TANRI PARÇACIĞI” Ali Haydar Saygılı Bilimin ve bildiğimiz evrenin sınırlarında dolaşmak Kısa adı CERN olan Avrupa Nükleer Konseyi, Temmuz ayı başında bir açıklama yaptı. İsviçre’nin Cenevre kentinde, yerin 100 metre altında bulunan dünyanın en büyük parçacık fiziği laboratuvarı olan CERN, yürütülen deneylerin sonucunda yeni bir parçacığın izinin bulunduğunu duyurdu. Bu parçacığın popüler olarak “Tanrı Parçacığı” diye ünlenen Higgs parçacığı olma ihtimalinin çok yüksek olduğu ifade edildi. CERN deneyleri, Büyük Hadron Çarpıştırıcısı (LHC)’nin çalıştırılmaya başlandığı Kasım-Aralık 2009’dan bu yana çok konuşuluyor. CERN, LHC’nin ilk çalıştırıldığı dönemde, “bir kara delik oluşacak ve dünyayı yutacak” tartışmaları ile kaygı ve heyecan yaratmıştı. Eylül 2011’de “ışık hızı aşıldı” açıklamaları ile bilim dünyası dalgalandı. Sonradan söz konusu deneyde bir hata olduğu açıklansa da bu durum “bildiğimiz fiziğin sonuna mı geldik?” sorusunu sordurmaya yetti. Bilim insanları arasında fiziğin sınırlarında [ 89 ] Marksist Teori 8 gezildiği bu deneyler sonucunda, yeni bir bilimsel eşiğe sıçranacağı fikri ve beklentisi daha da güçleniyor. Üstelik bu heyecanlar hiç de yersiz değil. Bu yüzden CERN’in yaptığı açıklamalar hep bir olağan üstülük havası yaratıyor. CERN, yaptığı son açıklamayla, bu kez de “Tanrı Parçacığı”nın izini bulduklarını söyleyerek bir heyecan yarattı. Peki bu CERN deneyleri neyin nesi? Neyin peşinde? Ya bu parçacık nedir? Neden “Tanrı Parçacığı” denmiş? Bunun özelliği ve önemi nedir? CERN Deneylerinin Amacı CERN Avrupa Parçacık Fiziği Laboratuvarı’nda kurulan Büyük Hadron Çarpıştırıcısı (LHC), aslında atomdan daha küçük parçacıkları ve onların davranışlarını gözlemeyi sağlayan bir çeşit “mikroskop” olarak tanımlanabilir. Bildiğimiz mikroskoplardan değil elbette. Burada “görmeyi” sağlayan ortam, çok yüksek enerjili parçacıkların çarpıştırılması ile elde edilmektedir. Bu deneylerin en temel amacı Standart Model olarak tanımlanan teorinin yanıtlayamadığı sorulara yanıt bulmaktır. Yine aynı konuda Standart Model Ötesi Fizik Modelleri olarak tanımlanan modellerin (örneğin süper simetri) öngördüğü parçacıkların gözlenmesi amaçlanıyor. Standart Model (SM) evrende bulunan 4 temel kuvvetten ikisini, elektromanyetik kuvvet ile zayıf kuvveti (diğer ikisi güçlü kuvvet ile kütle çekim kuvvetidir) aynı teori içerisinde birleştiren bir modeldir. Bu model, maddenin temel yapı taşları olarak bilinen 12 çeşit atomaltı parçacık ile bunların her birinin karşı parçacıklarının ve bunlar arasındaki temel etkileşimleri gerçekleştiren ara parçacıkların nasıl davrandığını açıklamaya çalışır. Bu yolla evrendeki maddenin yapısını sunan bir teoridir. Bu teorinin tutarlılığının sağlanması, var olduğu öngörülen ancak bugüne kadar tespit edilemeyen temel bir parçacığın gözlemesine bağlıdır: Higgs bozonu. Yani CERN deneylerinin, en öncelikli amacı bu parçacığı bulup Standart Model’in tutarlılığını sağlamaktır dersek yanlış olmaz. Bu yüzden Higgs parçacığı parçacık fizikçilerini ziyadesiyle heyecanlandırıyor. Higgs parçacığının gözlenmesi fizikte yeni ufuklar açacaktır. Kimilerinin “yeni fizik” dediği bilimsel araştırmalar döneminin eşiğinin bu parçacıkla aşılacağı düşünülüyor. Higgs parçacığı evren bilimcileri de heyecanlandırıyor. Evrenin yapısı, doğası ve evrimi konularında bir dizi temel sorunu açıklamak için ihtiyaç duyulan düzeye, Higgs parçacığının incelenmesiyle ulaşılabileceğini umuyorlar. Bu yüzden günümüz fizik çalışmalarının evren bilim araştırmalarının en önemli eşiğinde bu çok marifetli parçacık duruyor. Higgs Parçacığı Şimdi bu Higgs parçacığı nereden çıktı? Niye bu adı aldı? Maddenin yapısını ve doğasının açıklamak üzere geliştirilen teoriler- [ 90 ] Marksist Teori 8 den biri olan SM’nin üzerinde yapılan çalışmalarda, bu modelin tutarlı bir bilimsel temelde oluşması için modele yeni bir olgunun dahil edilmesi gerektiği sonucuna varıldı: Higgs Alanı. Bugün bütün evreni sarmış olan bu alan, maddenin gerçek doğasının anlaşılmasını örten bir perde gibi durmaktadır. Bu alanın varlığını öngören İskoç teorik fizikçi Peter Higgs olduğu için Higgs Alanı olarak adlandırılmıştır. Evrende bulunan her temel etikleşim kuvveti için bir alan bulunmaktadır; ya da aynı anlama gelmek üzere her alan, içinden geçmekte olan maddeye bir kuvvet uygular. (Örneğin elektromanyetik kuvveti uygulayan elektromanyetik alan gibi.) Bu alanlarla etkileşime giren her madde enerji kazanır, (mesela yukarıdan aşağıya Neler oluyor? Yoksa madde yoktan mı var edildi? Bu CERN deneyleri, tanrının varlığını kanıtlamaya mı çalışıyor? Her şeyi yoktan var eden bir yaratıcının izlerini mi arıyor? Bu Higgs alanı, ilahiyatla bilimin uzlaştırılmasını mı amaçlıyor? doğru bırakılan bir cismin, kütle çekimi etkisiyle düşerken hızlanıp hareket enerjisinin artması gibi.) Higgs alanının özelliği ise, kütlesiz parçacıklarla etkileşime girdiğinde onlara kütle kazandırmasıdır. Yine SM’ye göre, her alan, bozon adı verilen bir ara etkileşim parçacığı vasıtasıyla kuvvet uygular. Higgs alanı ise, parçacıklara kütle kazandıran etkisini Higgs bozonu adı verilen parçacık aracılığıyla yapar. Higgs alanı ve Higgs bozonu şimdilik bilimsel bir öngörüdür. Ayrıca bu öngörülen Higgs alanının özelliğinin diğer çekim alanlarından farklıdır. Diğer çekim alanları (evrende var olan dört temel kuvvet alanı) zaten bir durgun kütleye sahip olan maddeleri etkiler, onlara enerji kazandırır. İlk etapta anlaşılması zor ve yadırgatıcı gelse de Higgs alanı kütlesiz parçacıkları etkiliyor, onlara durgun kütle olarak tanımlanan kütleyi kazandırıyor. Bu durgun kütle, kütlenin kökenini oluşturur, tabii evrendeki maddenin kökenini de. O yüzden bu husus çok önemlidir. (Ayrıca kütlesiz parçacık olur mu, demeyin. Quantum düzeyinde tespit edilmiş kütlesiz parçacıklar bulunuyor.) Higgs alanı ve onun etkisini taşıyan Higgs bozonu bu işlemi, evrenin simetrisini kırarak yapmaktadır. Bu durum kısaca, fizikte korunum yasaları olarak bilinen durumun (mesela enerjinin korunumu yasası gibi) bozulması olarak tarif edilebilir. Bugün laboratuvar koşullarında da -çok ama çok kısa bir an için- enerjinin koru- [ 91 ] Marksist Teori 8 numu yasası (yani buna denk gelen simetri) kırılması gözlenebilmektedir. Higgs alanı önce dört temel kuvveti bir arada tutan simetri kırılmasını, sonra da madde/karşı madde simetrisinin kırılmasın sağlamış, bu yolla kütlesiz parçacıklara kütle kazandırarak maddenin evrende hakim olmasına yol açmıştır. Başka bir ifade ile, maddeyi oluşturan yapı taşlarının ve maddi evrenin varlığı bu Higgs mekanizması sayesindedir. Bu yüzden bu alandaki çalışmalar yalnızca parçacık fizikçilerini ilgilendirmiyor. Evren bilimde özellikle Büyük Patlama teorisini merkez alan evren modelinin karşılaştığı kimi sorunların yanıtları yine bu Higgs alanı ve Higgs parçacığının bulunmasıyla açılacak kapının ardında duruyor. Bu yüzden CERN deneyleri LHC ile Büyük Patlama’nın ilk anlarındaki ortamı yaratarak Higgs alanı ve Higgs parçacığına dair öngörüleri test edip, Higgs mekanizmasının nasıl işlediğini çözmeyi, maddenin ve evrenin evrimindeki temel noktaları aydınlatmayı hedefliyor. “Allah’ın Belası” Higgs Bozonu Bilimsel çalışmalarda, bilhassa fizik alanında kullanılan kavramsal dil ile günlük pratik dil ve algı arasında tam bir örtüşme olmayabiliyor. Bu sorun, genelde pratik mantığın ve algının büyüktüğü spekülasyonlara yol açıyor. Nitekim Higgs bozonu da, bilimin amentüsü gibi algılanan korunum yasalarının kırılması ve kütle- siz parçacıklara kütle kazandırılması biçiminde açıklanınca, “yoktan var etme” gibi spekülasyonların önü de alınamıyor. Üstelik Higgs bozonuna “Tanrı Parçacığı” denmesi de var. Neler oluyor? Yoksa madde yoktan mı var edildi? Bu CERN deneyleri, tanrının varlığını kanıtlamaya mı çalışıyor? Her şeyi yoktan var eden bir yaratıcının izlerini mi arıyor? Bu Higgs alanı, ilahiyatla bilimin uzlaştırılmasını mı amaçlıyor? Bu soruların hepsine kesin bir “hayır” yanıtını verebiliriz. Ancak şaşırtıcı gelse de böylesi bekletiler ve yorumlar hiç de az değil. Parçacık fiziğinin yeni bilinmezci idealist yorumları yeni değil. Şimdi, bir yerlerde, bir zamanlar evrenin ve maddenin oluşumuna dokunmuş bir “tanrı eli” beklentisi sürdürenlerin Higgs parçacığı tartışmalarını bu yöne bükmeye çalışmaları da olacak elbette. Başlıbaşına “Tanrı Parçacığı” ismi bile insanlarda böylesi çağrışımlara yol açıyor. İsmi garip yani, bazı ilahiyatçılar da tam tersi cepheden CERN deneylerine kaygıyla yaklaşıyorlar. Onlara sorarsanız, CERN deneyleri tanrının yokluğunu ispatlamaya çalışıyor. İşte bu kaygı “yerinde”. Zira CERN deneyleri, tanrının dışında olduğu sanılan mistik perdeyi yırtma ve inanç sarsma beklentisini/kaygısını besliyor. İdealist cepheden birinciler, “Allah’ın lütfü”, ikinciler “Allah’ın belası” diye dursunlar, Higgs parçacığının “Tanrı Parçacığı” adını almasının hikayesi bambaşka. [ 92 ] Marksist Teori 8 Parçacık fizik alanında önemli ve başarılı çalışmaları sonucunda Nobel ödülü kazanmış olan Leon Lederman, Dick Teresi ile birlikte bir kitap yazıyor. Higgs (The God Particle) ismiyle basılıyor. Kitabın yazarları tarafından düşünülen esas adı “Tanrının belası parçacık” anlamına gelen “The Goddamn Patricle”dir. Lederman, hem parçacık fiziğinde hem de evren biliminde bir çok sorunun aydınlatılmasının kavşağında bulunması ve otuz yılı aşkın uğraşlara rağmen tespit edilememesi yüzünden, biraz da espri ile bu adı koyuyor. Fakat yayınevi sahibi, daha fazla ilgi çekeceği düşüncesiyle kitabın adının değiştirilmesini öneriyor. Böylece Higgs bozonu “Tanrı Parçacığı” olarak ünleniyor. Yani bu adla anılmasında herhangi bir ilahiyatçı yorum veya ima yok. Üstelik başta Peter Higgs olmak üzere, çoğu bilim insanı hem bu addan rahatsızlar, hem de bu adın üzerinden yapılan mistik yorumlardan. Nitekim CERN deneyleri sonucunda, Higgs bozonun izinin bulunduğuna dair açıklama yapılınca bilim insanları arasında Muhammed’in mirası misali perde ardındaki tanrıyla söyleşi heyecanı gözlenmiyor. Tam aksine, ortadan kalkacak olan perde ile maddenin ve evrenin materyalist incelenmesinde, mevcut bilimsel teorilerin önünde yeni ufuklar açılacak diye heyecanlanıyorlar. Higgs parçacığı, bugün öngörü düzeyinde olsa da, deneyler sonucunda varlığı ispatlanırsa, bilim tarihinin önemli bir kilometre taşı, yeni bir bi- limsel dönemin başlangıcı olacaktır. Ancak Higgs sonrası fiziğin önünde de önemli sorular duruyor. Bu konulardan en temel bir kaç tanesine değinelim. Kendiliğindenci Simetri Kırılması ‘Kendiliğindenci Simetri Kırılması’ maddenin evriminin temel ilkeleri olarak tanımlanıyor. CERN’de bu konuda da araştırmalar yapılmaktadır. Simetri, bir sistemde herhangi bir değişiklik yapıldığında sistemin ilk durumunu koruması olarak tanımlanıyor. Fizikte simetri, fizik yasalarının uzaydaki konuma ve zamandaki yolculuğa bağlı olarak değişmemesi; aynı kalması biçiminde ifade ediliyor. Evrende her simetriye karşılık gelen bir korunum yasası -enerjinin korunumu yasası gibi- mevcuttur. Simetri kırılması ise bu korumun yasasının ihlal edilmesi (ihmal değil!) anlamına gelir. Parçacık fiziğinde araştırma konusu yapılan “kendiliğinden simetri kırılması” maddenin evriminin açıklanmasında temel bir yerde duruyor. Bu konu, bugünkü görünür evrenin oluşumu ve gelişimi konusunda en fazla kabul gören ve güçlü kanıtlarla desteklenen Büyük Patlama teorisini merkez almaktadır. Buna göre, bugünkü görünür evren, bundan 13.7 milyar yıl önce Büyük Patlama ile noktasal bir yapıdan genişlemeye başlayarak oluştu. (Burada Büyük Patlama’nın her şeyin başlangıcı olmadığını, ondan önce evrenin var olmadığı anlamına gel- [ 93 ] Marksist Teori 8 meyeceğini, hatta bildiğimiz anlamda bir patlama olarak anlaşılmaması gerektiğini belirtelim.) Büyük Patlama’nın başlangıcında evrende hiç madde yoktu, evren son derece sıcak, yoğun, noktasal bir yapıya sıkışmış, kütlesiz enerji formundaydı. Bugün evrende varolan dört temel kuvvet biraradaydı. Büyük Patlama ile bu yapı bozuldu ve evren genişlemeye başladı. Büyük Patlama’dan sonraki ilk saniyenin çok ama çok küçük bir kesitinde, önce dört temel kuvveti birarada tutan (veya koruyan) simetri bozuldu ve sırasıyla kuvvetler birbirlerinden ayrıldı. Aynı anlama gelmek üzere, bu kuvvetleri taşıyan etkileşim parçacıkları (bozonlar) kütle kazanmaya başladı. Yani Higgs mekanizması işlemeye başladı. Böylece kütlesiz parçacıklar (ve karşı parçacıkar) kütle kazanmaya başladılar. Bu aşamada evrende eşit oranda parçacık ve karşı parçacık varken, Büyük Patlama’dan sonraki ilk saniyenin binde biri kadar bir süre dolmadan bu simetri (parçacıklar ile karşı parçacıkların eşit oranlarını koruyan durum) kırıldı. Parçacıklar ile karşı parçacıklar çarpışıp karşılıklı olarak birbirlerini yok edip enerji açığa çıkarırken, bu simetri kırılmasıyla bir miktar parçacık (madde) arttı. Bu süreçten sonra, maddenin yapı taşları olarak atom çekirdeklerini oluşturacak şekilde birleşebildiler. Çok daha uzun bir erim sürecinin ardından da ilk hidrojen atomları oluştu ve elementlerin üretimi süreci başladı. Maddenin erimindeki temel dönüm noktası ise “kendiliğinden simetri kırılması” olarak adlandırıldı. Bu “yasa ihlali”, madde ve enerjinin tanımında ileri sürülen korunum yasalarını ortadan kaldırıyor sanılmasın. Burada mistik bir durum yok. Evrenin simetrik yapısı devam ediyor üstelik. Fakat bu simetri kırılması da gerek bir durumdur. Üstelik, on yıllardır laboratuvar koşullarında bazı atomaltı parçacıklarının davranışları incelenirken çok kısa bir anlığına da olsa gözlenebilen bir simetri kırılması olmasaydı evrende atomların ortaya çıkması, gezegenlerin, yıldızların, galaksilerin vb. oluşması mümkün olmayacaktı. Atomaltı parçacıklarının birbirlerini tamamen yok etmeden varlıklarını kararlı biçimde sürdürebilmeleri için madde/karşı madde simetrisinin kırılması, maddenin hakim olması gerekiyordu. Peter Higgs, 1960’lı yıllarda, bugün SM ile birleştirilmeye çalışılan elektromanyetik kuvvet ile zayıf kuvvetin, vaktiyle birleşik bir kuvvetken nasıl ayrıştığını, bu kuvvetleri taşıyan kütlesiz parçacıkların nasıl oldu da kütle kazandığını açıklamaya çalışıyordu. Bu mekanizmanın Higgs alanı ile sağlandığını, Higgs parçacığının bu simetri kırılmasına sebep olduğunu öngördü. Ancak bu mekanizmanın nasıl işlediği henüz aydınlatılamadı. Günümüzde evrenin her yanına dağılmış bulanan bu Higgs alanı, henüz tespit edilemedi ama CERN deneyleri ile Higgs bozonunun bulunduğu iddiası doğru çıkarsa, bilim insanlarının on yıllardır meşgul oldu- [ 94 ] Marksist Teori 8 ğu bu konuda büyük bir gelişme sağlanacaktır. Maddenin evriminin temel ilkesi olarak kabul gören bu simetri kırılması, “Higgs sonrası fiziğin” temel araştırma konularından biri olacak ve belki de yakın bir gelecekte aydınlatılabilecektir. Evrenin Yapısı Görüldüğü üzere CERN deneyleri, yalnızca atomaltı dünyasını (mikro evren) incelemiyor. Aynı zamanda büyük ölçekli (makro) evren hakkında Evren bilinemez değildir. Ne ki evren hakkında bildiklerimizin, bilmediklerimizden oranı çok çok düşük. Bilimsel çalışmalar da gösteriyor ki, haklarında sorular soracak kadar farkına varabildiğimiz gerçekliklere daha fazla yaklaşıyoruz. Her yeni ufuk evrenin sırlarını aydınlatmamız için yeni bir başlangıç olacak. bilmediğimiz konuları veya yanıtlarını aradığımız sorulara dair çalışmalara dair çalışmaları da kapsıyor. Bugün evrenin yapısını ve evrimini inceleyen bilim insanlarını en fazla meşgul eden konuların başında, gizemini hala koruyan karanlık madde ve karanlık enerji geliyor. Görünür evrende karşımıza çıkan gezegenler, yıldızlar, galaksiler, galaksi kümeleri, gaz ve toz bulutu halindeki öbekleşen bütün yapılar atomlardan oluşmaktadır. Evreni tümüyle atomlardan oluşan bu maddenin (karbonik madde) oluşturduğu sanılıyordu. Ama yapılan incelemeler sonucunda anlaşıldı ki, bütün bu madde toplamda evrenin yalnızca yüzde 4.6’sını oluşturuyor. Evrende her dalga boyundan elektromanyetik dalgaların oluşturduğu ışık (foton) miktarı, evrenin yüzde 0.005’ini oluşturuyor. Evrenin bileşiminde ayrıca yüzde 0.0034 oranında nötrino bulunuyor. Bunlar ise fotona benzeyen, hemen hemen kütlesiz denebilecek boyutta, ışık hızına yakın hızlarda hareket eden parçacıklardır. Evrenin yapısını oluşturan bu üç madde (madde ve enerjinin aynı olgunun türevini olduğunu unutmayalım) evrenin yüzde 5’i bile değil! İşte “bildiğimiz” evren bu kadar! Peki evrenin geri kalan yüzde 95’inden fazlasını oluşturan”şey” nedir? Karanlık madde ve karanlık enerji! Ama bu iki “şey”in ne olduğu henüz aydınlatılamadı. O yüzden “karanlık”. Peki bunların varlığından nasıl haberimiz oldu? [ 95 ] Marksist Teori 8 Karanlık Madde: 1930’lu yıllarda, çok uzak galaksi kümelerindeki galaksilerin hareketlerini inceleyen bilim insanları, galaksilerin hızlarının, onları bir arada tutan çekim kuvvetinden çok daha büyük olduğunu gözlediler. Bu hızla, bu galaksilerin savrulması gerekiyordu, ama öyle olmuyordu. Demek ki, kendi kütlelerinden çok daha büyük bir kütle çekim gücünün etkisindeydiler; bu yüzden, bu büyük hızlara rağmen savrulup dağılmıyorlardı. Ancak o dönemde bu fikir, pek rağbet görmedi. 1970’li yıllarda Samanyolu’nun hareketinin bilgisayar simülasyonu yapılırken de aynı sorunla karşılaşıldı. Buna göre Samanyolu’nun, mevcut hızıyla kısa sürede dağılıp parçalanmaması için görülen ve ölçülebilen kütlesinden daha büyük bir kütle çekimi kaynağı olması gerekiyordu. Ayrıca Andromeda galaksisini incelerken, galaksinin merkezinden uzak yıldızların merkezdeki yıldızlarla yanı hızda hareket ettiklerini gördüler. Bu da kütle çekim yasasına tersti. Böylece galaksiler ve galaksi kümelerinin etrafında yoğunlaşan, yapılan hesaplamalarda evrenin yüzde 22.7’sini oluşturduğu saptanan bu kütle çekim kaynağına “karanlık madde” denildi. Karanlık madde denmesinin sebebi, kütle çekimi uygulamasının dışında, atomlardan oluşan madde ile başka bir etkileşime girmemesi, yani “ışık” vermemesidir. O yüzden varlığı, kütle çekim etkisinin sonuçları üzerinden dolaylı olarak “gözleniyor”! Bugüne kadar karanlık maddenin yapısı ile ilgili olarak bir dizi fikir ileri sürüldü, ama bunların hiçbiri karanlık maddenin gizemini çözmeye yetmedi. Ancak onun, evrenin her yerine eşit biçimde dağılmadığı, galaksileri kuşatan görünmez küreler biçiminde yoğunlaştığı anlaşılıyor. Evren bilimciler 40 yıldan fazla bir zamandır bu karanlık maddeyi tanımlamaya çalışıyorlar. Üstelik bu gizemli yapının, evrenin evriminde önemli bir rolü olduğu düşünülüyor. CERN deneylerinde, Higgs parçacığının gözlenmesi ve Higgs alanının özelliklerinin anlaşılması karanlık maddenin sırrının kapısını aralayabilir. Karanlık Enerji Karanlık enerjinin ne olduğu da bilinmiyor. Onun varlığı da etkileri üzerinden dolaylı olarak hissedilmektedir. 1930’lu yıllardan beri evrenin genişlediği biliniyor. Ama bu genişleme hızının, kütle çekiminin etkisiyle, zaman içinde yavaşlayacağı sanılıyordu. Ancak evrenin genişleme hızıyla ilgili 1998-99 yıllarında yapılan gözlemlerde, evrenin yavaşlamak yerine giderek hızlandığı anlaşıldı. Evrenin genişleme hızı sürekli artıyordu. Demek ki karanlık madde de dahil olmak üzere evrendeki toplam kütle çekiminden çok daha büyük bir itici kuvvet vardı. Buna, “karanlık enerji” dendi. Karanlık maddenin kütle çekim etkisi ile yoğunluğunun tespiti mümkünken, karanlık enerji söz konusu olduğunda, evreni genişleten itici gücü [ 96 ] Marksist Teori 8 dışında bir şey bilinmiyor. Bu konuda bilinen diğer iki şey ise, evrenin her yerinde düzgün biçimde dağılmış olması ve evrenin genişlediği halde onun yoğunluğunun değişmemesidir. Yapılan hesaplamalar sonucunda evrenin yüzde 72.6’sının bu karanlık enerjiyle kaplı olduğu (ya da olması gerektiği) sanılıyor. Kütle çekimin tersi yönde işleyen, evrenin genişlemesini sağlayan ve genişleme hızını artıran itici bir kuvvet gibi davranan bu karanlık enerjinin varlığına ve yapısına dair bir dizi fikir bulunuyor. En fazla kabul göreni “vakum enerjisi” olmuş. Buna göre uzay boşluğu olarak ifade ettiğimiz yerde atomaltı parçacıkları sürekli bir oluş ve yok oluş halindedir. Bu çarpışmalar zayıf da olsa bir basınç etkisi yaratıyor. Küçük ölçekte önemsiz olan bu etki, evrenin bütünü düşünüldüğünde çok güçlü bir kuvvet etkisi yaratabilir. Keza evren genişleyip galaksiler arası mesafeler açıldıkça, galaksilerin kütle çekim etkileri zayıflar, vakum enerjisinin etkisi de artar. Belirli bir dönüm noktasından itibaren vakum enerjisinin etkisi baskın gelir ve evrenin genişleme hızı artamaya başlar. Bugün evrene bu kanalı enerji hakim olduğu için evrenin genişleme hızı sürekli artıyor. Bugün karanlık madde gibi karanlık enerjinin ne olduğu da evren bilimcilerin ve parçacık fizikçilerinin çözmek üzere önünde duran en önemli konular arasındadır. Üstelik Higgs alanının evrenin genişlemesinde bir rolü olduğu veya olabileceği de düşünülüyor. Karanlık madde ve karanlık enerjinin kaynaklarının ve yapılarının ne olduğunu bulmak, tutarlı bir evren modeli oluşturmamızı da sağlayacaktır. Öte yandan evrenin yüzde 95’inden fazlasını oluşturan karanlık madde (çekim gücü) ile karanlık enerjinin (itici kuvvet) birbirine oranı evrenin geleceğini de doğrudan ilgilendiriyor. Bu başka bir konu olsa da, karanlık madde ve karanlık enerjiye dair tartışmaların önemli bir yanını oluşturuyor. Netice itibariyle, CERN deneylerinin ve tespit edilmesi halinde Higgs bozonunun bu konularda bir ilerleme sağlayacağı düşünülüyor. Demek ki, bu deneylerin evren bilimcileri heyecanlandırması boşuna değil. Einstein’in Rüyası: Herşeyin Teorisi CERN deylerinde Standart Model (SM)’in tutarlığının test edildiğini söylemiştir. Ayrıca, bununla yetinilmediğini, SM Ötesi Fizik Modelleri’nin incelendiğini de belirtmiştik. SM zayıf çekirdek kuvveti ile elektromanyetik kuvveti birleştirerek elektrozayıf kuvvet teorisini oluşturdu. Ama evrende dört temel kuvvet olduğunu da biliyoruz. İşte evrendeki bu dört temel kuvveti tek bir teori içinde birleştirip, eksiksiz bir madde ve evren modeli sunmak, Einstein’in en büyük hayaliydi. Einstein, ömrünün son otuz yılını böyle bir teori oluşturmaya adadı. Birleşik Alan Teorisi adını verdiği bu teoride fiziğin bütün yönlerini birleştirmeyi amaçladı ama başarılı olamadı. [ 97 ] Marksist Teori 8 SM iki kuvveti birleştirerek Einstein’ın bulmayı umduğu teorinin yalnızca bir parçasını parçacık fiziği zemininde kurabildi. Ama bu model, atom çekirdeğini birarada tutan güçlü kuvveti ve kütle çekim kuvvetini içermiyor. Bu yüzden Birleşik Alan Teorisi olmaktan uzak, evren modeli bakımından eksiktir. Günümüzde SM’nin tanımladığı elektrozayıf kuvveti güçlü kuvvetle birleştirmeyi savunan bir arayış var. Bu teori ise Büyük Birleşik Teori olarak adlandırıldı. Bu teoriyi test edebilmek için gerekli olan sıcaklık koşulları, günümüzde laboratuvar koşullarında elde edilemeyecek kadar yüksektir. Buna rağmen, bilim insanları, proton bozunmalarını gözleyerek bu konuda bir yol bulabileceklerini umuyorlar. Büyük Birleşik Teori arayışlarında bugün simetri teorileri kullanılıyor. Henüz bilimsel birer varsayım düzeyinde olan ve test edilemeyen bu simetri teorileri içerisinde Süpersimetri teorisi daha iddialı bir teori olarak öne çıkarılıyor. CERN’de denenen SM ötesi modellerin başında Süpersimetrik Standart Model gelmektedir. Süpersimetri teorisi de hali hazırda kütle çekim kuvvetini dışta tutuyor. Her ne kadar çekim kuvvetini de diğer üç kuvvetle -teorik olarak- birleştirme iddiası taşısa da, bugün bundan uzaktır. Öte yandan, kütle çekimi de dahil temel bütün kuvvetleri tek bir teoride açıklama girimleri de var: Sicim Teorisi. Bu teori parçacık teorisine zıt bir teori olarak şekilleniyor, ama henüz teorik düzeyde. Görüldüğü üzere Einstein’nın son otuz yılını alan rüya, Herşeyin Teorisi, hala uzak ve bilinmez bir gelecekte. Ona yaklaşma çabaları ise henüz test edilemeyen varsayımlar düzeyinde. Ancak bu konuda sağlanacak en esaslı ilerlemeler, bugün CERN deneyleriyle yapılan simetri testleri sayesinde elde edilebilir. Bu simetri testleri, en azından -kütle çekim haricindeki- üç temel kuvveti birleştirebilecek SM ötesi modellerin geliştirilmesini sağlayabilir, bilhassa süpersimetri modeli. Ayrıca bugün SM’in ve genel olarak evren bilgimizin açıklamakta yetersiz kaldığı başka sorular ve konular da yakınımıza gelecektir. Evren bilinemez değildir. Ne ki evren hakkında bildiklerimizin, bilmediklerimizden oranı çok çok düşük. Bilimsel çalışmalar da gösteriyor ki, haklarında sorular soracak kadar farkına varabildiğimiz gerçekliklere daha fazla yaklaşıyoruz. Her yeni ufuk evrenin sırlarını aydınlatmamız için yeni bir başlangıç olacak. Dememiz o ki, bildiğimiz evrenin sınırlarında dolaşıyoruz. Higgs bozonunun bulunması deneyleriyle geliştirilecek yeni bilimsel zemin bunca soruyu kaldırabilecek mi göreceğiz. Ama bilimin ilerleyeceğini, soruların azalmayacağını, tam tersine artacağını biliyoruz. İşte o sorulardan biri de bu: CERN deneyleri bizi Einstein’nın rüyasına yaklaştırabilecek mi? [ 98 ] Marksist Teori 8 Sonuç değil başlangıç Quantum fiziğine dair bütün idealist göndermelere ve yürütülen ilahiyatçı propagandalara rağmen CERN deneyleri ve bilimsel çalışmalar diyalektik materyalist bir zeminde yürümektedir. Bu deneylerin herhangi bir yerinde ilahi bir el, bir Tanrı veya izi yoktur. Böyle bir arayış da yoktur. Öte yandan CERN’de test edilen teorilerin güçlü kanıtlarla desteklenen yanları olduğu gibi, eksik ve zayıf kaldıkları durumlar da vardır. Mesela bu deneylerde önemli bir yer tutan Büyük Patlama teorisine karşı itirazlar dahi söz konusudur. Ancak bu teoriler, sınanabilir olup her türlü bilimsel sınamadan başarıyla çıktıkları, yeni bilimsel gelişmeler karşısında yenilenme ve gelişme gücü taşıdıkları, geçerliliklerini korudukları ölçüde bilimseldirler; her şeyi eksiksiz açıkladıkları için değil! Bu teorilerin test edildiği CERN deneyler, artık günlük yaşantımıza da girmiş durumda. CERN laboratuvarı gazete, dergi, tv, radyo, internet vb. aracılığıyla iyice yakınımıza geldi. Adeta evimize girdi. Konular tartışıldıkça, uzmanlar konuştukça deneyler ve kavramlar anlaşılmaz olmaktan çıkıyor. Belirli bir düzeyde bilgilenme sağlıyor, en azından ilgi oluşturuyor. Burada dikkat edilecek en önemli şey şudur: Fiziğin dili ile günlük yaşamımızdaki dil arasında, fizik kavramları ile klasik ortalama bilimselmantıksal algı arasında bir iletişim problemi yaşanacaktır. Tartışmaların içine girildikçe maddeye ve evrene dair kesin, katı doğrular olarak görülen konuların esnediği, kaba ve genel geçer bilgilerin sarsıldığı görülecektir. Kimi kavramlar ve tartışmalar şaşırtıcı da gelebilir. Bu tartışmaların bilimsel zeminde yıkıcı ve yeniden kurucu, yani devrimci bir özellik taşıdığını görmek gerekir. Bilimsel gelişmeler yalnızca idealizmi yıkması, aynı zamanda kaba, yerleşik/ statükocu materyalist yaklaşımların büründüğü ezberciliği ve dogmatizmi sarsar. Lenin, fizik yasalarının kendiliğinden yorumunun idealizme götürdüğü uyarısın yapar ve bu konuların etraflıca kavranıp açıklanmasının önemini vurgular. Bugün “Tanrı Parçacığı” etrafından yürütülen tartışmalar da bu uyarının ne denli yerinde olduğunu göstermiyor mu? Günümüzde bilimin madde ve evrenle ilgili tanımlamaları genişliyor, bunların evrimi konusundaki bilgilerimiz derinleşiyor. Evrenin maddi açıklaması yetkinleşiyor ve popüler tartışmalara konu olup, geniş kesimlerin bilgisine ve ilgisine açılıyor. Peki biz Marksist Leninistler ne yapacağız? Maddenin ve evrenin diyalektiğini kavrama ve açıklayabilmek için bu bilimsel gelişmeleri yakından ve yüksek bir ilgi ile ele almamız gerekmez mi? O halde nereden başlamalıyız? Tabii ki soru sormak! Bu başlangıç olsun! [ 99 ] PROTON SAVAŞLARINDAN HİGGS PARÇACIĞINA Hasan Coşar Gökbilimci Giordano Bruno, kilisenin egemenliği altındaki evren modeli anlayışını sorgulayınca Engizisyon mahkemesinde yargılanmış, düşüncelerinden vazgeçmeyince de yakılarak öldürülme cezası ile cezalandırılmıştı, 1609 yılında. Charles Darwin, 19. Yüzyıl ortalarında, diyalektik materyalizmin gelişmesine de katkı sunan, doğa bilimleri alanındaki araştırmalarıyla ulaştığı evrim buluşunu uzun süre saklamak zorunda kalmış, yıllar sonra açıkladığında ise “hatırlı” çevresi tarafından aforoz edilmişti. ABD ise, Darwin’nin araştırmalarına yasak koymuş ve aradan yüzyıl geçtikten sonra, Sovyetler Birliği ilk uzay mekiğini yörüngesine fırlatınca paniklemiş, aldığı bir kararla, evrim teorisinin bütün okullarda okutulmasını emretmişti. Bilimi öteden beri bir egemenlik aracı olarak gören ve ancak sermayelerini büyütüp egemenliklerini pekiştirdiği ölçüde bilimsel araştırmalara hareket alanı sağlayan yaklaşım, Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi’nin (CERN) de yolunu açtı. Sovyetler Birliği ve ABD evren bilimi alanında bir hayli yol alınca, 12 Avrupa ülkesi [ 100 ] Marksist Teori 8 bu yarışta yer almak için harekete geçti. CERN’nin kuruluşu; Almanya, Fransa, Belçika, İngiltere, İtalya, Danimarka, Hollanda, İsviçre, İsveç, Norveç, Yunanistan ve Yugoslavya tarafından, İsviçre’nin Cenevre kentinde, 1954 yılında gerçekleşti. Bugün; 20 ülkenin üye olduğu, 80 ülkeden 6 bin 500’ü bilim insanı, toplam 15 bin 500 personelin çalıştığı, yüzlerce bina ile yüksek teknolojinin kullanıldığı, 8 milyar Euro maliyetli dünyanın en büyük nükleer fizik araştırma merkezi durumundadır. Türkiye 1956’dan beri CERN’de gözlemci olarak yer almaktadır. Birkaç yıl önce Sarayköy Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi’nde inşası süren 3 bin metrekare kapalı alana sahip Proton Hızlandırıcı Tesisi’ni inşa çalışmalarını sürdüren Türkiye, bu süreçte aktif olarak yer almak için 2008’de CERN’e tam üyelik başvurusu yaptı. Ama henüz sonuç almış değil. İlk Çarpışma CERN Bilişim Teknolojileri Departman Başkanı Wolfgang Von Lueden, ilk çarpışmanın startı verilmeden, çarpışma anı ve sonrasının görüntülerini kaydedecek teknik hakkında şu bilgileri vermişti: “CERN’de geliştirilen ve deneyde kullanılacak Web Grid’te 1 milyon cpu yani işlemci şu anda ana bilgisayara bağlı çalışıyor, saniyede 40 milyon fotoğraf çekilecek. 2 milyonunu data olarak tutacağız yani saniyede 250 bin DVD kaydediliyor. Bu kapasitenin yüzde 35’i. Kapasitenin geri kalanı diğer ülkelerde. CERN’le çalışan, Türkiye dahil dünyanın dört bir yanındaki ülkelerde toplam 140 bilgisayar merkezi kuruldu. 14 tane de büyük data merkezimiz var. Datanın tamamını CERN’de tutamayız. Her 40 milyon fotoğraftan saniyede 200 kare seçiliyor…”* Yarım yüzyıldan fazla zaman önce hazırlıkları başlayan bu “savaş” alanında protonların kafa kafaya çarpıştırılmasının ilki 10 Eylül 2008’de gerçekleştirilmişti. Dokuz gün sonra çarpışmaya mola verildi. Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nda (LHC) 50 bin noktadan yapılmış lehimli bağlantılarından biri 8 bin amperlik akıma dayanmayıp kazaya yol açınca çarpışmaya ara verildi. LHC ikinci kez 22 Kasım 2009’da hareket ettirildi ve 23 Kasım’da çarpışmalar sıklaştırıldı. Aynı yılın 30 Kasımı’nda ise protonlar daha da hızlandırılarak 1 elektron voltun 1.8 trilyon katı olan 1.8 TeV’e yükseltildi. Bu ikinci çarpışmada 2.36 GeV’lik (GeV, 1 elektron voltun 1 milyar katıdır.) çarpışma enerjisi elde edilmiş bulunuyor. Cenevre semalarında amaç dışı dolaşıp çarpışma alanına ekmek kırıntısı taşıdığı belirtilen ve sistemi bir dönem kilitleyen provokatör kuş yeniden eyleme geçmeyince, çarpışma enerjisi önce 10 TeV’e, 2011 yılında ise 14 TeV’e çıkarıldı. Kasım 2009’daki çarpışmalarla ABD’deki Tevatron Çarpıştırıcısının 2001 yılından bu yana faaliyetteyken ulaştığı 0,98 TeV’lik proton-antiprotonların çarpışma düzeyini bir hayli [ 101 ] Marksist Teori 8 aşan LHC’de, güneşin merkezindeki sıcaklığın 100 bin katı sıcaklığa, ışık hızının ise yüzde 99,99’una erişilmesi hedeflenmişti. İyi de bunca yatırımdan sonra bu proton savaşlarından ne kazanıldı. CERN Neyi Çözecek? 4 Temmuz 2012 tarihinde, CERN, milyarlarca Euro harcanarak peşine düşülen Higgs parçacığına ulaşıldığını ya da daha doğrusu, Higgs parçacığına yakın 60 adet parçacığın keşfedildiğini duyurdu. Büyük beklentilerin baskısı altında yapılan bu açıklamaya göre, 60 yeni parçacık üzerinden Higgs parçacığına her an ulaşılabilir. 25 Temmuz’da bilgilerin istatistiki ve matematiksel ayrıntılarına ulaşılabileceği de açıklamada yer almıştı. 2011 yılında yapılan deneyimlerle Higgs’e yaklaşıldığı zaten açıklanmıştı, geçtiğimiz Aralık ayında. Ama 4 Temmuz’da yapılan açıklamada, 126,5 GeV civarında atom altı parçacık bulunduğu belirtilerek biraz daha somut konuşulmuş oldu. Peter Higgs’in 1960’lı yılların başından itibaren peşine düştüğü ve adını soyadından alan Higgs parçacığının bulunduğu ilan edilince, dünya basını, bu haberi, “Tüm cisimlere kütlesini veren parçacık bulundu” şeklinde sayfalarına taşıdı. Higgs “evreni inşa eden tuğla” idi ve Higgs’in bulunması bilim alanında yeni bir atılıma yol açacaktı. Dünyanın egemeni tekeller bu müjdeli haberi sabırsızlıkla bekliyorlardı. Finansmanı sağlayan sermaye grupları tek yaratıcı Tanrı’yı bir kenara bırakıp evrenin sırrının çözülerek kendilerini sonsuza dek yaşatacak formülün bir an önce bulunmasını istiyorlardı. Bu da olmazsa, yeni mikro buluşlarla sömürü alanını büyütmenin olanaklarına kavuşacaklardı. Uzay alanı, gelişkin savaş sanayi, TV, radyo, bilgisayar, cep telefonu gibi birçok aracın bugünkü donanımı kuantum fiziği sayesinde, mikro teknolojideki ilerlemeyle elde edildi. CERN çarpışmasında çok büyük olasılıkla “bluetooth” ötesine ilerleyen teknolojide yeni aşamalar kaydedilecektir. “Evren neden yapılmıştır” sorusuna, Thales’in 2 bin 500 yıl önce verdiği “sudan yapılmıştır” yanıtından bu yana bilim maddenin sırrını çözmeye çalışıyor. Sezgiye dayalı mantık bilimi, tekniğin az çok ortaya çıkardığı bilgiyle birleştiğinde, ilkin, bir ya da birkaç atomun birleşmesiyle oluşan molekülün maddeyi meydana getiren en küçük birim olduğu görüşüne varılmıştı. Sonra atomda karar kılındı. Bilim çevrelerine bu görüş uzun süre hakim olmuş ve atomun maddenin bölünemeyen en küçük parçası olduğu kabul görmüştü. 1930’lu yıllar ve sonrasında teorik fizikteki ilerlemeler, teknolojideki gelişmeye paralel yapılan deneyler, atomun da bölünebilirliğini kanıtladı. Molekülden atoma geçiş yapan bilim, atomdan da çekirdek ve elektrona ulaştı. İşin peşinden koştukça hep yeni bir “başlangıç” noktası, yeni boyutlar ortaya çıkmış, nötron ve proton keşfedilerek oradan kuark, lepton, notrino ve bozonlara ulaşılmıştır. [ 102 ] Marksist Teori 8 CERN deneyiminden önce maddede son durak kuark iken, bu kez Higgs parçacığının bulunduğunu ilan edecek parçacıklara ulaşıldığı açıklandı. Edinburg Üniversitesi’nden, şimdilerde 83 yaşında olan İngiliz teorik fizikçi Prof. Peter Higgs, bir uzay alanından söz ederek bu alanın kütle halini almamış parçacıklarla dolu olduğunu ileri sürer. Maddenin bu parçacıkların titreşiminden etkilenerek kütle halini aldığı görüşünü savunur. Yani, bu görüşe göre, maddenin kütle kazanması, madde olarak ortaya çıkması, öncesinden var olan parçacıklarla dolu alanla etkileşime giren enerji parçacıkları sayesinde olmuştur. CERN’deki proton savaşlarıyla Higgs parçacığına ulaşılırsa, maddede “başlangıç” noktası, kuarktan Higgs parçacığına kaydırılmış olacaktır. Ne var ki, maddenin başlangıcını bulma gibi metafizik yaklaşımlar bir yana, Higgs alanı da henüz açıklığa kavuşturulmuş, tanımlanmış değil. Maddeye ille bir başlangıç zamanı bulmaya çalışan bu görüş, uzamının bir noktasını da Edwin Hubble’dan alır. Evrende bulunan nesnelerin hareket hızını ölçen Hubble’ın formülünde (Bu formüle Hubble Sabiti adı verilmiştir) nesnelerin belli bir hızla birbirinden uzaklaştığı ileri sürülür. Belirli bir galaksinin uzaklığı ve hızı tespit edildiğinde oradan geriye doğru gidilerek evrenin yaşı ve boyutlarının açığa çıkarılabileceği belirtilir. Bu denklemle yola çıkıldığında maddenin ve zamanın başlangıç noktasına ulaşılacağı ifade edilir. İyi de Higgs parçacığıyla bizi buluşturan bu teorinin Higgs alanını yaratan başlangıcı da bulması gerekmez mi? Bu görüşün ileri sürülmesinde Sovyet kozmoloğu Alexander Friedman ve Fransız Abbe Georges Lemaitre tarafından ilk kez 1920’de ileri sürülen “büyük patlama” görüşü önemli bir yer tutar. Geçtiğimiz yüzyılın ortalarında bu görüş üzerinde oynanarak bütün bir evrenin tek cisimden, büyük bir patlamayla meydana geldiği, patlamanın oluşturduğu enerji ve ısının etkisiyle yayıldığı belirtilir. Sıcaklığın yayılması ve seviyesinin düşmeye başlamasıyla atom altı parçacıklar, parçacıkların etkileşimiyle atomların ve daha büyük bileşimlerin oluştuğu ifade edilir. Madde bu şekilde oluştuğuna göre; şimdi hedef, maddenin ortaya çıktığı başlangıç noktasına inmektir! Büyük Hadro Çarpıştırıcısı’nda, tam olarak “büyük patlama” anı değilse de, patlamadan saniyenin milyonda biri kadar zaman sonrasında görülen fiziksel durumu fotoğraflama ve böylece evrenin oluşumunu gözlemleme şansı yakalanmak istenmiştir. CERN’de 1000 milyar derece sıcaklıkta nötron ve protonların kendisini oluşturan kuarklara bölünmesi sağlanır ve sözü edilen büyük patlama modelinin dillendirildiği durumla deneyin ortaya çıkardığı fotoğraflar örtüşürse, hem patlama kanıtlanmış ve hem de evrenin oluşumu çözümlenmiş olacaktır! Deneyin uzaktan gözlemcileri CERN’deki çarpışmada bir an önce [ 103 ] Marksist Teori 8 sonuca gidilebileceği beklentisine girdi. Konu az çok gündemden düşmüşken Higgs parçacığının bulunduğu yönünde açıklama yapılınca bu beklenti yeniden alevlendi. Ama yalnızca 1 metrenin bir katrilyondan biri büyüklüğündeki proton ya da nötronların bölünmesi ve bu bölünmeden çıkacak sonuçların beklenen düzeyde değerlendirilmesi belki de on, on beş yılı bulabilecektir. Maddenin Sırrına Ulaşılabilecek Mi? Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nda enerji ve ısı seviyesinin daha da yükseltileceği lav ortamında nelerin elde edildiği/edileceği ve hangi sonuçlara ulaşılabileceğini henüz biliyor değiliz. Kozmik lavın soğuduğu ve “büyük patlama” sonrası ortaya çıktığı ileri sürülen nötron, proton, elektron, foton ve nötrinolardan meydana geldiği belirtilen karışım elde edilebilecek mi, ya da nelerin elde edilebileceği konusunda konuşmak için erken. Ama bugünden, büyük patlamacıla- Oysaki bilim, felsefe ve fizik teorisindeki gelişmeler, araştırmalarda elde edilen her yeni olguyla buluştuğu ve yeni öngörülerle beslendiği ölçüde atılım yapacak, ilerleyebilecektir. rın şaşaalı açıklamalarla kendilerini kaptırarak ileri sürdükleri yarı mistik yaklaşımlar hakkında söylenmesi gereken çok şey var. Öncelikle belirtmeliyiz ki, maddenin oluşum biçimini ve onun en karmaşık ögelerini, geliştirilmiş dev bilgisayarlarla değil, o bilgisayarlarla elde edilen verilerden de yola çıkarak, maddenin en yüksek biçimi olan düşüncenin eylemiyle çözebiliriz. Bilimde, bilimsel sonuçlara varabilmek için düşünme yöntemi belirleyici önem kazanmaktadır. Bugün, bilimsel deneylere karşın, CERN bilim insanlarının üzerinde de egemen olan, metafizik düşünüş tarzıdır. Maddenin bir yaratılış zamanı ve anının olduğu yaklaşımıyla, özünde, yaradılışa ve yaratıcıya varılmaktadır. Büyük patlama teorisine, 1920’lerdeki ilk halinden saptırılarak verilen biçim ve evreni CERN’deki deneyle ortaya çıkarma yaklaşımı, maddeyi belirli bir döneme indirgeyerek öncesizleştirme anlamına gelir ki, bu da, doğa bilimin deneylerle kanıtlanmış maddenin sürekliliği ilkesine terstir. Enerjinin korunumu ve dönüşümü yasası, maddenin sonsuz biçime dönüştüğünü ve yok olmazlığını ortaya koymuştur. Madde, bilmem kaç katrilyon çarpı katrilyon kez dönüşüme uğrarsa uğrasın, kaç evresinde evrimsel gelişme ya da patlama süreçlerinden geçerse geçsin, onun hiçbir özelliği kaybolmayacağı gibi, yoktan var olacak özellikler kazanması da mümkün değildir. Maddede ifade edilecek eski ve yeni özellikler kendisinde var [ 104 ] Marksist Teori 8 olan sonsuz çevrim içerisinde değişik aşamalarda, değişik bileşim ya da ayrışımların ortaya çıkardığı özelliklerdir. Bilim, maddenin sonsuz biçimdeki bu özelliklerini çözebilir, açıklığa kavuşturabilir. Örneğin, doğada oksijen molekülü iki atom halinde bulunduğunda oksijen, üç atom halinde bulunduğunda ise ozonu oluşturur. Yine, gama ışınları üzerinde yapılan bir deneyimle, bir elektronla bir antielektrondan pozitronun elde edildiği görülmüştür. Tersten işletirsek; bir proton bir elektronla buluştuğunda birbirlerini yok ederek gama ışınlarını meydana getirirler. Bu da maddenin bir biçiminden farklı bir biçimine, yani enerjiye ve enerjiden maddeye dönüşümünü göstermektedir. Ve bilim açısından artık sıradanlaşmış bu olgulardan en karmaşık olgulara, maddenin, haliyle evrenin sırrını çözmek elbette mümkündür. Ama bu, öncelikle bilime, bilimin ortaya çıkardığı olgulara diyalektik materyalist bir görüş açısından yaklaşmayı gerektirmektedir. Düşünce, birbirinden koparılmış parçalar ve tekil olgularla sınırlı dar bir yaklaşımla bütünü göremez. Olgular arasındaki bağlantıları bütünlüklü algılama, çözümleme ve yorumlayabilme yeteneği maddenin ve dolayısıyla evrenin sırrını çözebilecektir. Teorik fizik, enerjinin korunumu ve dönüşümü yasasını bütünde görmek ve bilince çıkarmak zorundadır. Bu halka kavranmadığındandır ki, fizikçiler her yeni gelişme karşısında tökezleyip kalıyorlar. Maddenin keş- fine çıkıldığı ilk dönemlerde molekül maddenin bölünmeyen en küçük parçasıydı. Sonra atom onun yerini aldı. Atomun yerine atomaltı parçacıklar geçti. CERN’deki deneyle tokuşturulan protonlar bölününce bu kez Higgs parçacığı devreye girecektir. Bilim ilerledikçe Higgs parçacığının yerini de yeni parçacıklar alacaktır. Engels; atomun, maddenin bölünemeyen en küçük parçası kabul edildiği bir dönemde (bundan yaklaşık 150 yıl önce), “Bununla birlikte, atomları, hiçbir zaman basit ya da genellikle bilinen en küçük madde parçacıkları olarak kabul etmek doğru değildir” demişti. Kuantum fiziği, ulaştığı atomaltı parçacıklarla Engels’in değerlendirmesini doğrulamıştır. Ama fizikçiler bu gerçeği görmezden gelip maddenin en küçük parçasının peşinden koşmaya devam ediyorlar. CERN’de ya da bir başka deneyimle maddeye dair yeni bulgular elde edilebilecektir. Bu yeni bulguların hangi isimlerle anıldığı da önemli değildir. Ne var ki, yeni bulgular araştırmaları Nobel ödülüne kilitlemiş bilim insanlarının ufuklarının sınırlılığına takılıp kalırsa sonuç alınamaz. Bilimdeki maraton koşusu, teknolojik düzeyin daha da yükselmesiyle “Higgs bozonu”ndan sonra da, daha küçük matematiksel bölünürlülüğe götürecek, maddenin değişik formatlarının peşinden tüm hız sürecektir. Her yeni durumda yeni düzeneklerin ortaya çıkması ve farklı parçacıkların farklı roller oynadıkları sonsuz defa keşfedilmeye devam edilecektir. [ 105 ] Marksist Teori 8 Maddenin hareketi, Newton fiziğinde ifadesini bulan kaba haliyle ele alınamayacağı gibi, Kuantum fiziğinin bilinemezciliğe savrulan biçimiyle de çözümlenemez. Madde; güneşin kor halinden suyun buz haline, sürtünmeden ortaya çıkan ısıdan ışık haline, yeraltı mağmalarından elektriğe, çeşitli kimyasal bileşimlerden kuarklara, düşünebilen insandan beynin ürünü bilince, elektromanyetikten zamana sonsuz biçimde vardır ve bu biçimler de kendi içinde daima hareket halindedir. O nedenledir ki, maddenin bölünemeyen en küçük parçacığına ulaşma yaklaşımı, Tanrı’nın yaradılış felsefesiyle buluşan idealist bir yaklaşımdır. Aynı şey “büyük patlama” (Big Bang) teorisi için de geçerlidir. İlkin dünyayı, ardından güneşi evrenin merkezi gören anlayış, güneşin de samanyolu galaksisinin bir parçası olduğu keşfedilince, samanyolunu evrenin merkezi görmeye başladı. Oysa şimdilerde bu sisteme benzer büyüklükte milyarlarca galaksinin evrende hareket halinde oldukları bilinmektedir. Tartışmalı bir bilgi olsa da, evrenin ancak yüzde dördünün sırrının çözüldüğünü düşünürsek, büyük patlamacıların şimdi de evreni, büyük patlama ile ortaya çıkmış canlı - cansız yaşamın ve dolayısıyla maddenin oluşumunun başlangıç noktası olarak gördüklerini söyleyebiliriz. Bilimin varlık koşulunu da yok sayan bu görüş, yaradılış felsefesinin bilim sosuna bulandırılmış bir başka versiyonudur. Bazı veriler, patlama meraklılarının evreni ve maddenin ortaya çıkışını 15-20 milyar yıllık zamanla ölçülmesini daha şimdiden boşa düşürmüştür. Her madde gibi dünya, güneş, samanyolu ve diğerleri de kendinde var olan enerjinin korunumu ve dönüşümü ile bilebildiğimiz bugünkü biçimini almışlardır. Böyle olduğuna göre zamanı geldiğinde farklı biçimler almaları da kaçınılmazdır. Evrende ya da uzayda nitel farklılıklara yol açacak sayısız büyük patlamaların yaşanmış olması mümkün. İçinde bulunduğumuz evren de büyük bir patlama ile meydana gelmiş olabilir. Böyle bir iddiada bulunmak bilime ters değildir. Ama bu, maddeye bir başlangıç noktası biçmez; sadece, maddenin bir biçimden bir başka biçime geçişine işaret eder; onun evrensel ilişkiler içerisindeki gelişim seyrinin kimi keskin dönemeçleri olarak değerlendirilebilir bir durumu göstermiş olur. Dünyanın güneşten koparak oluşması gibi, yaşadığımız evren de kendisinden daha büyük bir oluşumdan kopmuş, ya da başka bileşenlerin hareketiyle oluşmuş olabilir. Kaldı ki tek bir evrenden bahsetme görüşü de artık ilgi görmeyecek kadar eskimiş bir görüştür. Teorik Fiziğin Çıkmazı CERN örneğinde de görülebileceği üzere, günümüzde fizik alanındaki bilim insanlarının en büyük sorunu, en basitinden en karmaşığına fiziksel olayları bilince çıkaracak bütünsel bir yaklaşıma sahip olmamalarıdır. Uğraştıkları alan, ortaya çıkardıkları yeni veriler, nesnel olarak materyalizm yö- [ 106 ] Marksist Teori 8 nünde gelişme zemini yaratmaktadır. Buna karşın, egemen maddi ilişkilerin ürettiği egemen düşüncelerin ağırlığı fizikçilerin üzerine bir karabasan gibi çökerek ufuklarını daraltmaktadır. Düşünme araçlarını da inisiyatifinde tutan egemen güçlerin düşünceleri, bilim insanlarının düşüncelerine adeta kilise papazlarının vaazları gibi yön vermektedir. Oysaki bilim, felsefe ve fizik teorisindeki gelişmeler, araştırmalarda elde edilen her yeni olguyla buluştuğu ve yeni öngörülerle beslendiği ölçüde atılım yapacak, ilerleyebilecektir. Geçtiğimiz yüzyılın başlarında Max Ernst, Ludwig Planck siyah cismin ışıması üzerinde durarak kuantum fiziğinin ilk işaretini vermişti. Paketler halinde aktarılan elektromanyetik enerjiye, enerji kuantumu adı verildi. Her ışık enerjisinin ışık frekansına orantı katsayısı Planck’ın bulduğu siyah cisim ışımasının deneyleriyle saptanmaktadır. Kuantum fiziğinin önemli bir basamağı olarak kabul edilen bu formüle “Planck Sabiti” dendi. Bu önemli bir bulguydu ve başka bulguların da önünü açacaktı. Aynı dönemde Albert Einstein devreye girdi. 1905’te ileri sürdüğü Özel Görelilik Teorisi, yüksek hızlarla, maddenin değişik biçimleri arasındaki ilişki ve varoluş biçimleriyle ilgiden çıktı, o ilişkileri tanımlamanın teorisi oldu. Einstein’ın 1915’te formüle ettiği Genel Görelilik Teorisi ise kütle çekim alanıyla ilgilidir. Einstein’ın geliştirdiği görelilik teorisiyle Engels’in madde, hareket, uzay ve zaman konusundaki görüşleri de kanıtlanmış oldu. Louis de Broglie de Newton fiziğinin dalga - parçacık ayrımını mutlak gören yanlışını ortaya koydu ve cisimlerin ikili özelliğine dikkat çekti. De Broglie’ye göre, cisimler hem dalga hem de parçacık özelliği taşıyorlardı. Bir cismin aynı anda farklı niteliksel özelliklere sahip olduğunu ortaya koyan bu gelişme, fizik alanında düşünme alışkanlıklarını yıkan dikkate değer bir gelişme olmuştur. Fizik alanında yaşanan bu önemli gelişmeler ciddi tartışmalara yol açtı. 1920’lerin sonlarına doğru iki yılda bir toplanan fizikçiler kuantum fiziğine farklı yorumlar getirdiler. Danimarkalı fizikçi Niels Henrick David Bohr’un başını çektiği bir grup fizikçi, 1930’larda “Standart yorum”u geliştirdi. “Kopenhag yorumu” da denilen bu teorinin dayandığı temel, “dalga fonksiyonun olasılık tanımı” üzerinden belirsizliğe yelken açmak olmuştur. Yoruma göre, ölçümle tespit edilen olgular gerçek olarak kabul edilebilir, ölçümle kanıtlanmamış olgularla ilgili hiçbir değerlendirme yapılamaz. 20. yüzyılın başındaki buluşlarla kanıtlanan doğa bilimin diyalektik niteliğinin karşısına geçen fizikçiler, Werner Heisenberg’in meşhur fizik toplantıları döneminde, 1927’de ilan ettiği “Kesinsizlik ilkesi”yle yaradılışçı felsefeye bilimsel bir format biçmeye çalıştılar. Bu ilke ile Heisenberg, parçacığın konumu ve hızını aynı anda belirlemenin mümkün olmadığını ile- [ 107 ] Marksist Teori 8 ri sürdü. Yani parçacığın konumu ne düzeyde kesinlik kazanıyor ise hızı da aynı düzeyde kesin olmaktan uzaktır; hızı kesinlik kazandığı oranda parçacığın konumu kesinlik kazanmaktan uzaklaşır. Bu; Louis de Broglie’nın, kanıtlanmış, bir cismin ikili özelliğe sahip olabileceği ve bunun ölçülebileceği bilimsel buluşuna da terstir. Einstein ve Max Planck, teorik çelişkilerine karşın, fiziğe bir katkılarının olamayacağını düşündükleri bu toplantılardan çekildiler. Kuantum fiziğinin ortaya çıkardığı bilimsel olgulara mistik bir içerik kazandırmaya çalışan Niels Bohr, Werner Heisenberg ve beraberindekiler bu toplantıları sürdürdüler ve Einstein’ın görelilik kapsamındaki görüşlerini de, kendi dillerinde bilinemezciliğin argümanına dönüştürdüler. Kuantum fizik teorisi ise, “Schrödinger’in kedisi”, “Sicim teorisi” gibi versiyonlarıyla beslenerek karmaşıklaştırılan bir bulamaç halini aldı. Hitler hayranı ve 1939’da Hitler’in atom bombasını üretme projesinin de başında yer alan Heisenberg’in öznel idealist görüşleri sonraki yıllarda da fizikçiler arasında ilgi gördü. 1930’lu yıllarda ortaya çıkan standart yorumun iz düşümü yaklaşım, 1970’li yıllarda yeni argümanlarla formüle edilerek, 1980’li yıllarda yapılan “katkılarla” bir “Standart model”e dönüştürüldü. Bu modele göre, bütün varlıklar maddenin bölünemeyen en küçük parçaları olan elektron, kuark, foton, gluan ve Higgs parçacıklarından oluşurlar. Maddenin son noktası bu parçacıklardır ve öte- si yoktur. İşte CERN deneyine, maddenin ilk oluşum noktasına ulaşmayı tasavvur eden ve büyük patlama figüründe tanrısal yaradılışın bir başka versiyonunu örgütleyen bu yaklaşım yön vermektedir. Şimdilerde, henüz bir yaygınlık kazanmamış olsa da, “kuark ve elektronlar mı, frekanslarda titreşen Sicim benzeri sistemler mi bölünemeyen en küçük birimdir” sorusunu soran ve “titreşen cisimler” yanıtını veren “Sicim teorisi” de fizik çevresinin içerisine düşmüş bulunuyor. Bu teorinin de standart modelden özünde bir farkı yoktur. Yalnız fizikçilerin üzerinde pek durmadıkları bir başka görüş daha vardır. Bu, İsveçli fizikçi Hannes Alfven’in ileri sürdüğü, “Plazma evren” olarak formüle edilen yaklaşımdır. Elektriksel iletken gazları inceleyen Alfven, dünyada çok az miktarda bulunan plazmanın evrende etkili olduğunu keşfeder. (Evrenin yüzde 99’unun plazma gazından oluştuğu günümüzde artık bilinen bir olgudur.) Fakat fizikçiler bu görüş üzerinde sonraki yıllarda pek durmamışlardır. Sonuç Olarak Maddenin hareketi ve dönüşümü gibi, bilgi de, bilim de yeniye ulaşmada sonsuzdur. Büyük Hodron Çarpıştırıcısı’nda elde edilen veriler bizi maddenin başlangıcındaki “yaradılış” öyküsüne ulaştırmayacak olsa da, yeni buluşlara ulaşmak mümkün olabilecektir. Teknoloji geliştikçe, kuşkusuz ki maddenin bölünürlülü- [ 108 ] Marksist Teori 8 ğündeki yolculuk da sürecektir. Bu yolculukta CERN, bir ara durak olarak, burjuvazi için, yeni buluşlarla muazzam düzeyde yeni pazarların yolunu açmaya adaydır. Sermaye tekelleri, yatırdıkları milyar dolarların karşılığı olarak, ağzını açmış CERN’deki olası yeni gelişmelerin yolunu gözlemektedir. Max Planck, Boltzmann’la yaptığı tartışmalara dair bir değerlendirmesinde şöyle demişti: “Bu arada sanıyorum ilginç bir gerçeği saptama fırsatını bulabildim. Bilimsel açıdan yeni olan bir gerçek aslında bu gerçeğe karşı çıkanları inandırıp öğretmek yoluyla başarıya ulaşmıyor, tam tersine bilimsel bir Doğru’nun genel kabul görmesi, genellikle bu doğruya karşı çıkanların yavaş yavaş dünyadan ayrılıp gitmeleri yoluyla oluyor.” Kuşku yok ki, bilimin özgürce ve sınırsız ilerleyişi de, bu ilerleyişi frenleyen burjuva egemen güçlerin ikna edilişi yoluyla değil, bilimin önünde barikata dönüşen egemenliklerinin hızla kaldırılması yoluyla sağlanacaktır. [ 109 ] EKİM DEVRİMİNE GİDEN YOLDA SOVYETLER Aydın Akyüz İşçi ve emekçi sınıfların inisiyatifinin en gelişkin politik mücadele organları olan Sovyetler ilk ortaya çıktığı 1905 devriminden bu yana evrensel bir araç olduğunu çok sayıda örnekle gösterdi. Nerede devrimci proleter ve emekçi inisiyatifleri ortaya çıksa, orada Sovyetik tipte örgütlenme araçlarının da uç verdiğini görüyoruz. Rusya’dan önce Paris Komünü’nde proletaryanın ortaya çıkardığı iktidar organlarıydı. Rusya’da 1905 devriminde kısa bir süreliğine ortaya çıkan Sovyetler, 1917 Şubat devriminden sonra yeniden kurularak iktidar organı oldu. Sovyetler Rusya’ya özgü bir model olmadığını da kısa sürede göstererek, 1918’de Almanya ve Macaristan’da, 1921’de İtalya’da, 1936’da İspanya’da ve 2000’li yıllarda Latin Amerika’daki devrim dönemlerinde vazgeçilmez mücadele ve örgütlenme aracı oldu. Günümüze kadar birleşik politik kitle hareketliğinin ortaya çıktığı birçok ülkede Sovyetik tipte örgütlenme ve mücadele araçlarının ortaya çıktığı görülüyor. Komünistler ülke ve dünya devrim deneylerine bakarak evrensel özelliğe sahip ve somut durumda mü[ 110 ] Marksist Teori 8 cadeleyi geliştirip daha ileriye taşıyacağını öngördükleri mücadele araç ve biçimlerini kullanmak için hazırlık yapar ve bunları yeniden hayata geçirmeye çalışırlar. Bunu yaparken kitle hareketinin ortaya çıkardığı yeni ve özgün araçları gözden kaçırmaz, bu araçları devrimin ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde sistemleştirerek yayarlar. Coğrafyamızda da Sovyetik mücadele araçlarının oluşturulması için bugünden kafa yormak, koşullarımıza uygun bazı adımları atmak mümkün. Bu yüzden Sovyetlerin ortaya çıkışı, yapısı, işleyişi ve sorunları çözme yöntemini incelemek ondan öğrenmek günümüzün devrimcileri ve ilericileri için ertelenemez bir görevdir. Rusya komünistleri 19. yüzyılın sonlarında devrim için mücadeleye başladıklarında, devrimden sonra Kurucu Meclisi devrimin iktidar organı olarak öngörüyorlardı. Ancak 1905 devrimi önceden öngörülemeyen yeni bir araç yarattı. Sovyetler ayaklanma organı olarak ortaya çıkmasına rağmen ilk andan itibaren iktidar organı potansiyelini içinde taşıyordu. Sovyetler, Lenin bunu vurgulamak için 1905’in sonlarında yazdığı bir makalede “İşçi Vekilleri Sovyet’i Geçici Devrimci Hükümet’in bir embriyonu kabul edilmelidir”1 demişti. Geniş kitlelerin politikleştiği ve ayaklanmaların patlak verdiği devrimci dönemde, sendikalar ve diğer demokratik kitle örgütleri gibi olağan araçlar süreci taşımakta yetersiz ka- lınca, ilkin örgütlenme ve ayaklanma organları olarak doğdu Sovyetler. İlk Sovyet oluşumu, Petersburg’da devrim patlak verdikten hemen sonra 1905 başlarında grevci işçilere mali destek sağlamak amacıyla seçilen işçi delegelerinin bir araya gelmesiyle; Moskova’da ise grevdeki işçi temsilcilerinin koordinasyon amacıyla bir araya gelmesiyle başladı. Petersburg Sovyet’i fabrikalardan temsilcilerinin seçilmesiyle 13–17 Ekim 1905’de ilk toplantısını yaptı. Toplantıda seçilen yürütme kurulunda üç Menşevik, üç Sosyalist Devrimci ve partisizler yer aldı. Petersburg Sovyet’i Ekim siyasal genel grevlerini örgütledi ve yönetti. Aynı şekilde Moskova ve Odessa’da da Sovyet toplantıları yapılarak yürütmeleri belirlendi. Petersburg Sovyet’i ilk toplantısından yaklaşık kırk gün sonra 8 Aralık’ta polis ve askeri birliklerin Yürütme Kurulu toplantısını basarak bütün kurul üyelerini tutuklamasıyla dağıldı. Moskova’da ise Sovyet’in çağrısıyla 7 Aralık’ta siyasal genel grev başlatıldı. Politik gösterilere asker ve Karayüz çetelerinin saldırmalarına işçiler barikatlar kurarak yanıt verdi. Çatışmalar 10 Aralık’ta silahlı ayaklanmaya dönüştü. On gün kadar süren ayaklanmada karşı devrim üstünlük sağlayınca, Moskova Sovyet’i silahlı ayaklanmaya son verme çağrısında bulundu. Ayaklanmanın yenilgisi Moskova Sovyet’inin de sonu oldu. Ancak ayaklanmalar başkaca kentlere sıçrayarak 1905 Aralık [ 111 ] Marksist Teori 8 ve 1906 Ocak ayları boyunca devam etti. Novosibirsk’le ve Sibira’da Krosnoyanks ve Çita kentlerinde de Sovyetlerin yönetiminde gerçekleşen ayaklanmalar da Novasibirsk ve Çita’da kısa süreliğine de olsa kent yönetimleri Sovyetlerin eline geçti. Sovyetlerin sadece ayaklanma organları olmadıklarını aynı zamanda yeni tipte bir iktidar organı olduklarını da göstermiş oldular. Bu ayaklanmalarda ki bir diğer yenilik ise Krosnoyank ve Çita kentlerinde ayaklanmaya katılan askerlerin de örgütlenerek ilk birleşik İşçi ve Asker Sovyetlerini kurması oldu. Bu ayaklanmaların tek tek karşı devrim tarafından bastırılması,1905 devrim yenilgisinin de başlangıcı oldu. 1905 Devrimi Rusya’daki işçi ve emekçilere olduğu kadar, dünya halklarına da paha biçilmez dersler ve deneyimler bıraktı. Bunların en önemlilerinden birisi de Sovyetleri ortaya çıkartmasıdır. Mücadelenin pratik ihtiyaçlarının dayatmasıyla kendiliğinden ortaya çıkan Sovyetler, bir ayaklanma organı olarak devrimci güçleri birleştirdiği gibi proleter-emekçi iktidarının yeni ve en yüksek biçimi olduğunu da kanıtladı. 1905 Devrimini takip eden gericilik yılları 1912’den itibaren yerini yeni bir devrimci yükselişe bıraktı. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın patlak vermesi ilk anda devrimci gelişmeyi olumsuz etkilese de, savaşın yol açtığı açlık, yoksulluk, Çarlığın baskısı ve cephelerde alınan ağır yenilgiler devrimci ve komünistlerin inatçı mücadeleleriyle birleşerek 1916 yılının sonlarında yeni bir devrimci krize yol açtı. 1905 devriminden 12 yıl sonra Şubat devrimi patlak verdiğinde işçiler ve devrimciler belleklerinde derin izler bırakan Sovyetleri yeniden gündemlerine aldılar. Şubat Devrimi’nin patlak verdiği ilk gün 23 Şubat (8 Mart) 1917’de Sovyet kurma fikri ortaya atıldı. Devrimin daha ikinci günü Petersburg’daki fabrikalarda Sovyet oluşturmak için temsilci seçimleri yapılmaya başlandı. Aynı gün Menşeviklerin ağırlıkta olduğu Geçici Sovyet Yürütme Komitesi oluşturuldu. Geçici Sovyet Yürütme Komitesi, Geçici Hükümeti’nin kurulması yönünde bir karar taslağına imza atarken, Geçici Hükümeti’nin içinde Sovyet olarak yer alma önerisini ret etti. Bunun yerine sonradan Geçici Hükümete dönüşecek olan Duma Komitesine programatik taleplerini iletme kararı aldı. Komite Geçici Hükümete verilecek desteği de taleplerinin yerine getirilmesi koşullarına bağladı. Petersburg’daki fabrikalardan seçilen Sovyet temsilcileri 12 Mart tarihinde yapılan ikinci Petersburg Sovyet’i toplantısı ile Sovyet yürütme komitesi seçimleri belirlenirken, Geçici Komite’nin görevlerine son verildi. Petersburg Sovyet’i aynı toplantıda geçici yürütme komitesi ile Duma Komitesi arasında varılan anlaşmayı onaylayarak kendisini devrimci demokrasinin kontrol organı olarak tanımladı. [ 112 ] Marksist Teori 8 İşçi ve köylülerin devrimci inisiyatifi, Avrupa ve Asya gericiliğinin önemli kalelerinden birini yıkmış, Çarlık devrilmişti. Ancak emekçiler henüz iktidarı alacak bilinç ve örgütlülükten yoksundular. Eylemleriyle yarattıkları özgürlük ortamı bilinç ve örgütlülüklerini geliştirmeleri için muazzam olanaklar sunmaktaydı. Sovyetler özgürlüklerinin en önemli aracıydı. İşçi ve köylülerin çoğunluğu Menşevik ve sosyalist devrimci partilerin politik etkisi altındaydı. Oysa bu partiler halka ihanet ederek iktidarı kendi elleriyle burjuvaziye teslim ettiler. Ezilenlerin taleplerini görmezden gelen burjuva Geçici Hükümet emperyalist savaştan çekilmemesi, açlık ve yoksulluk gibi emekçilerin temel taleplerine çözüm bulmaması, yoksul köylülerin toprak talebinin görmezlikten gelmesi nedeniyle kapitalizmi hedef alan yeni bir devrimi zorunlu kılıyordu. İşçi ve yoksul köylülerin taleplerine sonuna kadar bağlı kalan yegâne alternatif Lenin’in liderliğinde Bolşevik Partisi’ydi. Bu durum çok geçmeden işçi sınıfı ve yoksul köylüler tarafından anlaşılmaya başlanacaktı. Çarlığın devrilmesiyle iki iktidar organı ortaya çıktı. Birincisi Sosyalist Devrimciler Partisi ve Menşevik Parti’nin burjuvaziyle ittifakına dayanan resmi iktidar organı Geçici Hükümet, ikincisi ise devrimin gerçek sahibi işçi ve üniformalı köylüler olan askerlerden oluşan Sovyetlerdi. Sovyetlerde örgütlü işçi ve yoksul köylüler, örgütlülük ve bilinç eksiklikle- rinden dolayı Menşevik ve Sosyalist Devrimcilerin ihanetini göremeyerek Geçici Hükümeti destekliyorlardı. Bu desteğe rağmen Sovyetler örgütsel özerkliklerini koruyorlardı. Geniş işçi ve köylülerin devrimci enerjilerine dayandığından Sovyetleri, Geçici Hükümet’in tasfiye etmesi mümkün değildi. Zaten devrimin ilk aylarında Sovyetler Geçici Hükümeti desteklediği için buna gerek de yoktu. Ancak Bolşevik Partinin önderliği altında durum tersine dönecekti. Lenin, İsviçre’den Rusya’daki Bolşevik önderlere Mart ayı boyunca gönderdiği mektuplarda, ikili iktidar durumunu analiz ederek, henüz tam gelişmemiş olsa da işçi temsilcileri Sovyet’inin embriyon halinde işçi hükümeti olduğunu söylüyordu. Ayrıca burjuvazinin ve Geçici Hükümet’in halka ne barış ne ekmek, ne de özgürlük veremeyeceğini işçi sınıfının müttefikleri olan yoksul köylüler ve bütün dünya işçilerine dayanarak sosyalizme yürüyebileceğini yazıyordu. İkinci Petersburg Sovyet’i toplantısına kadar yürütme görevini üstlenen Geçici Yürütme Komitesi’ndeki Menşevik üyelerin bir kısmı Sovyetlerin saf proleter niteliğini koruma ve orduyu siyasal gelişmelerin dışında tutma demagojik söylemi ile askerlerin Sovyetlere alınmalarına karşı çıktılar. Ancak Sovyet çoğunluğu, askerleri Sovyetlere dahil etti. Bunun üzerine eyalette bulunan yüz bin asker temsilcilerini seçerek Sovyet’e gönderdi. Petersburg Sovyet’indeki temsilci sayısı Mart’ın ilk günlerinde 1200 [ 113 ] Marksist Teori 8 iken Mart’ın ikinci yarısında 3 bine çıktı. Bunların 2 bini asker 300’ü ise işçiydi. Petersburg’da işçi sayısı askerlerin iki üç katı olmasına rağmen Sovyetlerde işçi temsilcilerin azınlıkta kalması, askerlerin en küçük birimlerde bile temsilci seçimlerini yapmış olmalarına rağmen işçiler cephesinden bunun henüz sağlanamamasından kaynaklanıyordu. Askerler üniformalı köylülerdi. Köylüler içinde en güçlü siyasi akım Sosyalist Devrimciler Partisi, olduğundan Sovyetlerde askerlerin ağırlığının artması Sosyalist Devrimcilerin ağırlığının artması demektir. Petersburg Sovyet’inde sayısal çoğunluk Sosyalist Devrimcilerde ve Menşeviklerdeydi. Bunları Bolşevikler, küçük gruplar ve örgütsüzler izliyordu. Sovyetlerde Askerler ve işçiler kesimsel sorunlarını tartışacakları ayrı seksiyonlara sahipti. Politik sorunlar ise iki seksiyonun da katıldığı ortak toplantılarda tartışılıp karara bağlanıyorlardı. Söz alıp konuşabiliyorlardı. Çalışmanın ağırlığı yürütme komitesinde olmak üzere, günlük sorunların tartışılıp çözüme bağlanması için, işçi ve askerlerin eşit temsiline dayanan 600 kişilik daraltılmış Sovyet oluşturuldu. Yürütmede ve daraltılmış Sovyetlerde alınmış bütün kararlar, ilk Sovyet toplantısında onaya sunuluyordu. Çözülmesi gereken sorunlar giderek artınca Yürütme Komitesi işleri çeşitli parçalara bölerek, pratiklik için 15 komisyon kurdu. Bu komisyonlarda Sovyet temsilcileri dışında uzman- lar, memurlar ve teknik yardımcılar da yer alıyordu. Sibirya sürgününden Menşevik Çeretelli, Bolşeviklerden Kamanev ve Stalin gibi önderlerin dönmesiyle Sovyet Yürütme komitesi bu önderlerin katılmasıyla genişleyerek 42 üyeye ulaştı. Yürütme Komitesi toplantılarına konuşma hakkına sahip sendika temsilcileri, Duma’daki sosyal demokrat fraksiyonların üyeleri, bölge konseylerinin temsilcileri, yayın bürosu ve Sovyet tarafından atanmış olan komiserler katılıyordu. Yürütme önceleri gündemsiz toplanıyordu. Ancak toplantıların gündemi önerileriyle boğulması, acil çözüm bekleyen sorunlardan uzak ve uzun konuşmalar toplantıları verimsizleştiriyordu. Bu amatörlük ve ilkelliğe son vermek için yürütme çalışmaları bir disipline, plana ve kararlara bağlandı. Anlık gelişmelere müdahale etme amacıyla 7 kişilik yürütme bürosu oluşturuldu. Büro her gün, Yürütme Komitesi ise üç günde bir toplanıyordu. Toplantı gündemleri önceden belirlenerek ilgililere iletiliyordu. Böylece Petersburg Sovyet’i, iki ay içinde geçici bir organ olmaktan çıktı, iyi örgütlenmiş bir yönetim aygıtına dönüştü. Rusya’nın ikinci büyük sanayi kenti olan Moskova’da devrimin ilk günlerinde Bolşevik Parti MK’sının şehir bürosunun çağrısıyla diğer devrimci partilerin de bu çağrıya katılmasıyla hızla fabrikalardan Sovyet için temsilci seçimleri yapıldı. 1 Mart’ta Moskova Sovyet’i ilk toplantısını [ 114 ] Marksist Teori 8 yaptı. 30 kişilik bir yürütme komitesi oluşturularak, tüm Rusya Sovyetlerine gönderilecek delegeler seçildi. Petersburg’un aksine Moskova’da işçi ve asker Sovyetleri ayrı ayrı kuruldu. Asker Sovyetleri, İşçi Sovyetleriyle birlikte çalıştı ama örgütsel olarak bağımsız kaldı. Moskova İşçi Sovyet’inde çoğunluk Menşeviklerde idi. Menşevikleri Sosyalist Devrimciler, Bolşevikler, küçük gruplar ve örgütsüzler izliyordu. Petersburg ve Moskova’da Bolşeviklerin işçiler içindeki politik ve örgütsel etkisi Sovyetlere yansıyandan daha yüksekti. Bolşevikler bilinçli ve planlı olarak büyük fabrikalarda üslenmişlerdi. Çalışan kaç kişi olursa olsun bir fabrika en fazla üç Sovyet temsilci seçebileceği kuralı uygulandığından, küçük fabrikalar temsilde, büyük fabrikalara göre avantajlı durumdaydılar. Petersburg ve Moskova’da olduğu gibi Finlandiya’dan Büyük Okyanus’a kadar tüm Rusya’da Sovyetler hızla yayıldı. Bu iki sanayi kentinin aksine diğer kent Sovyetlerinde ilk aylarda politik akımlar etkili değildi. İşçiler seçtikleri temsilcilerin siyasal kimliklerinden çok, tanıdık ve güvenilir olmalarına önem veriyorlardı. Bu olgu merkezlerden uzak kentlerde politik saflaşmanın zayıflığının bir göstergesiydi. Birkaç ay içinde merkezden uzak kentlerde de devrimci partiler güçlenmeye başladı. Tüm Rusya Sovyet’i Genel Kongresinin toplandığı Mart’ın sonuna ka- dar Petersburg Sovyet’i fiilen, Genel Sovyetlerin işlerini yerine getirdi. Sovyetlerin yönetim organlarında işçi, köylü ve yine onların seçtiği aydınlar bulunuyorlardı. 1917 Haziran’ında Petersburg İşçi Sovyet’inin %4’ü aydın, %83’ü işçi, %13’ü ise diğer mesleklerden kişilerden oluşuyordu. Aynı dönemde Tüm Rusya Sovyet Yürütme Komitesi’nin % 37’si aydınlardan, %52’si ise işçiydi. Geriye kalanlar asker üniformalı köylüler ve diğer meslek sahibi emekçilerden oluşuyordu. Sovyetlerde bu oranlar belli dönemlerde askerler ve köylüler lehine değişebiliyordu. 1905 Devrimi dönemindeki Sovyetlerde partisizlerin ağırlığı görülürken, Sovyetlerin yeniden kurulduğu Şubat devriminden sonra ise Sovyetlerdeki emekçilerin çoğu partiliydi. Sovyetlerin inşasına paralel olarak Mart’ın ilk günlerinde fabrika ya da işyeri komiteleri denen birim örgütleri de oluştu. Fabrika komiteleri örgütsel olarak Sovyetlerden bağımsız olmakla birlikte fiilen işçi taban inisiyatifinin ifadesi ve Sovyetlerin fabrikalardaki en önemli dayanağıydı. Temel ortak politik kurum Sovyetler kabul edilmekle birlikte fabrika komiteleri de salt ekonomik mücadele örgütü değildi. Fabrika komiteleri kimi fabrikalarda yönetimi seçiyor, kimi fabrikalarda da yönetime katılıyorlardı. Üretim sürecindeki gelişmelere doğrudan müdahalelerde bulunan fabrika komiteleri çoğunlukla yasal sınırları aşıyorlardı. Birçok fabrikada [ 115 ] Marksist Teori 8 işçiler fabrika yönetimine ve teknik idareye karışarak, ustaları ve mühendisleri belirliyorlardı. Sahipleri tarafından kapatılmak istenen fabrikalarda yönetimini üstlenerek üretimi sürdürüyorlardı. Fabrika komiteleri toplantıları çalışma saatleri dışında yapılıyor, her toplantıda işçiler çalışmalarından memnun olmadıkları komite üyesini görevden alıyor, yenisini seçiyorlardı. İşçilerin yoğunlukla oturduğu semtlerde de semt komiteleri kuruldu. Semt komiteleri, fabrika komiteleri gibi işçi ve emekçilerin sorunlarını çözmeye çalışıyor, gerektiğinde mücadele konusu yapıyor ve Sovyetlere taşıyorlardı. Fabrika komitelerinin birimlere dayanmaları Sovyetler ile geniş işçi yığınları arasında köprü işlevi görmelerini sağlıyordu. Sovyetlerin kitlelerden kopması tehlikesine karşı ve bürokratik yabancılaşmanın panzehriydi. Bolşevik parti fabrika komitelerine önem vererek, çalışmalarının üssü haline getirmişti. Mayıs sonunda toplanan I. Petersburg Fabrika Komiteleri Konferansı’na Bolşevik Parti, Sovyetlere oranla daha yüksek bir temsille katıldı. Bu konferansta Bolşevik Partinin fabrikalarda işçi denetiminin kural haline getirilmesi öneri taslağı Menşevik Çalışma Bakanı’nın karşı çıkmasına rağmen, delegelerin yüksek çoğunluğuyla kabul edildi. Fabrika Komiteleri kendilerine bağlı işçi milisleri de oluşturdular. İşçi milisleri görevlerini çalışma saatleri dı- şında yapıyor, kimi zaman seçiliyor, kimi zaman da gönüllülerden oluşturuluyordu. Sosyalist Devrimciler ve Menşeviklerin çoğunlukta olduğu Petersburg Sovyet’i, Mart başında işçi milislerinin dağıtılmasını engelledi. Kentlerde oluşturulan işçi ve asker Sovyetleri ve fabrika komitelerine benzer biçimde, savaş cephelerinde ve köylerde de Sovyetler, birlik kurulları, asker komiteleri ve tarım komiteleri oluşmaya başladı. Geçici Hükümet cephelerde Sovyet kurulmasına karşı çıkmasına rağmen, Petersburg Sovyet’inin baskısıyla geri adım atmak zorunda kaldı. Asker Komiteleri orduda politik bilincin gelişmesinin önemli araçlarından biriydi. Menşevikler ve sosyalist devrimciler ordu içinde karşıdevrimci monarşistlerin etkisini kırdıkları için başlangıçta asker komitelerinin gelişmesine katkıda bulundular. Asker komiteleri zamanla Bolşeviklerin savaş karşıtı tutumunun yaygınlaşmasının kaldıraçları oldular. Şubat devrimi köylüleri işçiler ve askerlerden daha sonra etkisi altına aldı. İlk Köylü Sovyetleri Moskova, Petersburg ve Luga’da üniformalı köylüler olan askerlerin girişimiyle kuruldu. Şubat devriminden hemen sonra kurulan tarım komiteleri, hızla köylerde yerel yöneticilerin yerini alarak, devrimin organlarına dönüştüler. Nisan ortalarında da Geçici Hükümet aldığı kararla tarım komitelerini yasallaştırdı. Tarım Komiteleri ve Kooperatifler [ 116 ] Marksist Teori 8 Köylü Sovyetlerinin toplanmasını sağladılar. Nisan ortalarında Petersburg Garnizonu köylü temsilcileri Sovyet’i ilk toplantısını yaptı. Asker köylüleri temsil eden bu Sovyet, büyük toprak sahiplerinin karşılıksız olarak mülksüzleştirilmelerinin propagandasını yapma kararı aldı. Sovyetlerin merkezîleşme eğilimi ilkin kendini vilayet ve bölge konferansları şeklinde gösterdi. Moskova’da işçi ve asker Sovyetlerinin temsil edildiği Moskova Konferansı ile Aşağı Volga ve Urallar’dan Sovyet temsilcilerinin katıldığı Sarator konferansları ilk toplanan bölge konferansları oldu. Bu merkezileşme eğilimi, 29 Mart – 3 Nisan 1917’de I. Tüm Rusya İşçi ve Asker Sovyetleri Kongresi toplamasıyla yeni bir düzeye sıçradı. Askerlerin çoğunlukta olduğu Kongrede Petersburg Sovyet’inin geçici hükümeti destekleme kararı onaylandı. Ve “devrimci savunma savaşı”nın sürdürülmesi kararı alındı. Konferans’ta ayrıca işçi ve asker sovyetlerinin birleştirilmesi, köylü sovyetlerinin toplanması kararı alındı. Sovyetler örgütlülüğünü önemli ölçüde tamamlarken, ikili iktidar durumu daha açık hale geldi. İkili iktidar durumunun Sovyetler lehine değişebilmesi için devrimci krizin daha da derinleşmesi, Lenin’in liderliğinde Bolşevik Parti’nin önderliğine ihtiyaç vardı. Lenin İsviçre sürgünlüğüne son vererek, Nisan başında Petersburg’a ayakbastı. Rusya’ya geldiğinde Bolşevik parti içinde geçici hükümete karşı tutum, Sovyetlere yaklaşım ve devrimin bundan sonraki doğrultusu konularında yaşanan kafa karışıklığını gidermek için Nisan Tezleri olarak bilinen çalışmasını açıkladı. Lenin bu tezlerinde, savaşa son verilmesini, iktidarın işçi ve yoksul köylülerin diktatörlüğü anlamına gelen Sovyetlere devrini, geçici hükümetin desteklenmesine son verilmesini, tüm burjuva devlet organlarının dağıtılmasını, tüm büyük çiftliklere el konulmasını ve toprakların millileştirilmesini, tüm bankaların tek bir ulusal bankada birleştirilmesi gerektiğini savunuyordu. Devamında parti kongresini toplayarak programda devlet ve asgari program bölümlerini değiştirmek ve yeni bir enternasyonal toplamak önerilerinde bulundu. Nisan Tezleri devrimin yarattığı potansiyelin ve yeni dönemin teorik ifadesiydi. Doğrudan eylem içinde olan Bolşevik işçiler eski Bolşevik kadrolara göre daha erken Nisan Tezlerini kavradılar ve Lenin’e destek verdiler. Nisan sonunda toplanan 7. Tüm Rusya Bolşevik Parti Konferansı’nda Lenin’in tezleri kabul edildi. Bolşevik Parti konferanstan sonra kararlı biçimde sosyalist devrime yöneldi. Bolşeviklerin savaş karşıtı ajitasyonları karşılık bulmaya başladı. Haziran olayları, Temmuz politik krizi, Rusya’nın savaş cephelerinde aldığı ağır yenilgiler, Kornilov’un darbe girişimi gibi önemli olaylar [ 117 ] Marksist Teori 8 Bolşeviklerin doğru yolda olduklarını göstererek, Sovyetler üzerindeki hegemonyalarını güçlendirdi. “Tüm İktidar Sovyetlere” çağrısının eyleme dönüşmesi anı giderek yaklaşıyordu. Eylül sonlarında Bolşeviklerin önerisiyle Petersburg Sovyet’i 2. Tüm Rusya Sovyetler Kongresi’nin toplanması çağrısı yaptı. Tüm Rusya Sovyetleri ilk kongresinde ikinci kongrenin üç ay sonra yapılması kararlaştırılmış olmasına rağmen Bolşeviklerin Sovyetlere hakim olmasını engellemek isteyen Menşevikler ve Sosyalist devrimciler İkinci Kongreyi sürekli erteliyorlardı. Ayrıca bu kongrenin 12 Kasım’da yapılacağı kararlaştırılan Kurucu Meclis seçimlerinden dikkatleri uzaklaştıracağı ve Kurucu Meclisin kararlarını etkileyeceğinden çekiniyorlardı. Bolşeviklerin ısrarı üzerine genel Rusya Sovyetleri MYK’sı İkinci Kongre için tüm yerel Sovyetlerin delegelerini 25 Ekim’de Petersburg’a göndermelerini istedi. 25 Ekim’i önceleyen 2-3 hafta içinde Tüm Rusya’da 402 yerel işçi ve asker sovyet kongreleri tamamlandı. Bu kongrelerle ayrışmalar keskinleşerek çoğunluk Bolşevik Partinin “Tüm iktidar Sovyetlere” şiarı etrafında toplanıyordu. Sosyalist Devrimciler partisinden güçlü bir sol kanat ayrılarak Bolşeviklerle birlikte hareket etmeye başlayınca, Sovyetlerin kesin çoğunluğu Bolşeviklerin şiarları etrafında toplanmış oldu. 24 Ekim gününe kadar Bolşevik Parti genel ayaklanma için bütün hazırlığını tamamladı. Petersburg Sovyet’i aracılığıyla Geçici Hükümet’in tüm iktidar merkezlerini kontrol altına alarak, iktidarın Sovyetlere devri için geçici hükümeti tasfiye etti. 2. Tüm Rusya İşçi ve Asker Sovyet Kongresi 25 Ekim’de yeni takvime göre 7 Kasım’da toplandı. Bolşevikler, kendilerini destekleyen Sol Sosyalist Devrimciler, Enternasyonal Menşevikler, anarşistler ve diğer küçük gruplarla birlikte 650 delegenin çoğunluğunun desteğine sahipti. Kongre Geçici Hükümetin tasfiyesini onaylayarak iktidarı eline aldı. Lenin’in başkanlığında on beş kişilik Sovyet Halk Komiserliği Hükümeti’ni görevlendirdi. Kongre bütün cephelerde ateşkes yapılması ve asıl olarak demokratik bir barış yapılması kararı aldı. Çiftlik beyi, Çarlık ve manastır arazilerinin tazminatsız köylü komitelerine devredilmesini, ordunun tamamen demokratikleşmesini, üretim üzerinde işçi denetimini sağlayacak, açlığın önlenmesi için acil önemler ve halklara kaderini tayin hakkı doğrultusunda kararlar aldı. İktidarı işçi ve yoksul köylülerin diktatörlüğü anlamına gelen Sovyetler devralmıştı almasına da, Sovyetleri ve Bolşevikleri daha birçok zorlu dönemeçler bekliyordu. Bunlardan biri de Kurucu Meclis sorunuydu. Dönemin hemen hemen bütün devrimci ve komünist partilerinin yaptığı gibi Bolşevik Parti de RSDİP’in ilk yıllarından beri, devrimden hemen sonra Kurucu Meclisi toplamayı [ 118 ] Marksist Teori 8 programatik görüşleri arasında almıştı. Lenin’in deyimiyle “burjuva cumhuriyette Kurucu Meclis demokrasinin en yüksek biçimi”2ydi. Proleter karakterli iktidar organı Sovyetler ortaya çıkmadan önce Kurucu Meclisi savunmak doğru tutumdu. Sovyetler kurucu niteliği de olan bir iktidar organıydı. Tüm Rusya Köylü Sovyetlerinin 15 Kasım’da işçi ve asker Sovyetleriyle birleşme kararı almasıyla, kurucu niteliği önünde hiçbir engel kalmadı. Diğer yandan Geçici Hükümet’in kararlaştırdığı gibi 12 Kasım’da Kurucu Meclis seçimleri yapıldı. Bu seçimlerde Sosyalist Devrimciler partisi delegelerinin yarısından fazlasını kazandı. Bolşevik Parti bütün çabalarına rağmen azınlıkta kaldı. Devrim Petersburg, Moskova ve birkaç sanayi bölgesinde zaferini ilan etse de, henüz bütün Rusya’ya yayılmamıştı. Devrim yayıldıkça Kurucu Meclis’in kırsaldan seçilmiş delegelerinin politik eğilimleriyle geniş köylü yığınlarının politik eğilimleri arasındaki çelişki derinleşti. Sosyalist Devrimciler Partisi, gerçekte politik bir iflası yaşarken, kendisine oy vermiş olan tabanın çoğunluğu Ekim Devrimine katılan Sol Sosyalist Devrimciler kanadını desteklerken, Ekim Devriminden önce belirlediği aday listesi sayesinde Kurucu Meclis delegelerinin yarısından fazlasını elinde tutuyordu. Ortaya çıkan tablo, Lenin başta olmak üzere Bolşevik önderleri sorun üzerine derinliğine düşünmeye sevk etti. Kafa karışıklıkları da az değildi. Sovyetler ile Kurucu Meclis arasındaki çelişkinin çözümüne dair formülasyonlar Lenin tarafından kaleme alınmış ve ilk olarak 13 Aralık’ta Pravda’da imzasız olarak yayınlanan “Kurucu Meclis Üzerine Tezler”le açıklık kazandı. Lenin burada Kurucu Meclis’in, kitlelerin değişen politik eğiliminden dolayı, artık halkı temsil edemeyeceğini belirterek, onun burjuva karakterinin altını çizdi. Sovyetler Cumhuriyetinin burjuva cumhuriyetinden ve onun zirvesi olan Kurucu Meclisten çok daha yüksek bir demokratik biçim olduğunu vurguluyordu. Sovyetler Bolşevik Partinin önderliğinde aşağıdan yukarı, yukarıdan aşağı yeni devleti, Sovyetler Cumhuriyetini çoktan inşa etmeye başlamıştı. Kurucu Meclise ihtiyaç kalmamıştı. Mevcut bileşimiyle Kurucu Meclisin toplumsal dayanağı da artık yoktu. Devrimci Sosyalistler Partisi’nin ihaneti geniş köylü yığınları tarafından anlaşılmış, artık gerçekte var olmayan bir partiydi. Buna rağmen Bolşevik Parti Kurucu Meclis’in toplanmasına engel olmadı. Kurucu Meclis 19 Ocak 1918 tarihinde toplandı. Sovyet Yürütme Komitesinin yeni iktidar organının Sovyetler olduğuna dair sunduğu önergeler reddedilince ilk günün sonunda Kurucu Meclis zor kullanılarak dağıtıldı. “Ekim Devrimi burjuva demokrasisini aşan yeni tipte bir demokrasiyi, proleter demokrasisini ortaya çıkardı. Artık, Kurucu Meclis çağrısı, eskiye dönüşü özleyen burjuvaların ve Sov- [ 119 ] Marksist Teori 8 yetleri yıkmak isteyen karşıdevrimci cephenin umutsuz çığlığından başka bir şey olamazdı. Nitekim Kurucu Meclis, Sovyet iktidarının tanımayı ret edince dağıtıldı ve hiçbir emekçi de arkasından gözyaşı dökmedi. Sovyet iktidarı işçi, köylü ve askerin doğrudan demokrasisi anlamına geliyordu. Tarihte Paris Komünü’nden sonra ilk kez bir devlet işçi sınıfını ve yoksulları politikadan uzaklaştırmaya değil, tam tersine onları kitleler halinde politikaya katmaya çalışıyordu. Toplantı yerleri sağlıyor, matbaa imkânları sunuyor, sinema, radyo gibi teknik imkânları seferber ediyordu. Bu nedenle, Sovyet demokrasisi, en demokratik burjuva demokrasisinden binlerce kez daha demokratiktir. Bu kez politikadan uzaklaştırılan, üzerinde baskı kurulan, sömürücü azınlıktır”3 Son on yılda Latin Amerika’da üst üste birçok ülkede Sovyetik karakterli devrimci kitle örgütlerinin ortaya çıkışı, Kuzey Kürdistan’da ve özellikle Rojava’da halk komite ve meclislerinin ortaya çıkması Sovyet, Konsey, Meclis, Komite vb. biçimlerdeki mücadele ve iktidar örgütlerinin tartışılması ve anlaşılmasını günel kılıyor. Yarım kalan Mısır ve Tunus halk dev- rimlerinde yetersiz kalan bu örgütlenmeleri, emperyalizm ve İhvan’ın bürokratik parlamenter biçimlerle geçici olarak yenilgiye uğratması da tersinden bu örgütlenmelerin önemini güncel kılıyor. Ayrıca milyonlar halinde mücadeleye akan Yunanistan ve İspanya işçi, gençlik ve diğer emekçi kitlelerin yaratmakta olduğu mücadeleörgütlerinin incelenmesi güncel önem taşıyor. Yüzyıl önceki dünyadan ve Rusya’dan birçok açıdan niteliksel farkları olan tarihsel ve toplumsal koşullarda bulunduğumuz günün koşullarında,yeni oluşumların birçok biçimsel farklılıklar göstereceği de açık. En azından günümüzün iletişim ve ulaşım tekniğinin ulaştığı düzeyin Sovyetik tipte bir örgütlenmenin olanaklarını ve emekçi kitlelerin inisiyatifini daha fazla artırmayı olanaklı kıldığı görülüyor. İlkelliğe ve amatörlüğe yol açmamak koşulluyla kitlelerin inisiyatifinin önünü açacak Sovyetik tipte örgütlülükleri işletmenin teknik imkânları bugün, yüzyıl öncesine göre çok daha mümkün. İşçi sınıfı ve ezilenlerin aydınlık geleceği yeni Ekimler yaratmakta ve yüzünü sosyalist Sovyetlere dönmekte yatıyor. Dipnot 1 Lenin görevlerimiz ve işçi vekilleri Sovyet’i Aktaran Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, c. 2, S. 523, İletişim Yayınları 2 Lenin, Seçme Eserler, c. 6, s. 463, Inter yayınları 3 Latin Amerika’da Sovyetler, Teoride Doğrultu, Sayı; 28, s. 38 [ 120 ]