Post Demokrasi Yazar: Colin Crouch Polity Press, Londra, 2004
Transkript
Post Demokrasi Yazar: Colin Crouch Polity Press, Londra, 2004
1 Post Demokrasi Yazar: Colin Crouch Polity Press, Londra, 2004. Çeviren: Emre Yıldırım 2 İçindekiler Giriş 1 Neden Post Demokrasi? 2 Küresel Şirket: Post Demokratik Dünyanın Anahtar Kurumu 3 Post Demokraside Sosyal Sınıf 4 Post Demokraside Siyasi Parti 5 Post Demokrasi ve Vatandaşlığın Ticarileşmesi 6 Sonuçlar: Nereye Gidiyoruz? Kaynakça 3 Giriş Bu kitap, zihnimi meşgul eden değişik soruların zamanla bir araya gelmesiyle oluştu. 1990’ların sonlarına doğru sanayileşmiş ülkelerin hepsinde açıkça görülmeye başlandı ki, parti kimlikleri her ne olursa olsun, devlet politikalarının, kapitalist ekonominin sınırsız faaliyetlerinden korunmaya muhtaç olanlar yerine, bundan yararlanan zenginlerin çıkarlarını koruması yönünde hükümetler üzerinde sürekli ve kararlı bir baskı uygulanmaktaydı. Olağanüstü olan durum ise Avrupa Birliği üyesi ülkelerin tamamına yakınında merkez-sol partiler iktidarında olmasına rağmen bu olguya karşı dikkate değer bir başarı gösterememeleriydi. Bir sosyolog olarak, bu durumun siyasetçilerin artık önemini yitirmesi üzerinden açıklanması ile yetinemezdim. Bu durumun yapısal dinamiklerle bir ilişkisi vardı: Öyle ki, 20. Yüzyılın neredeyse tamamında zenginlere ve toplumsal olarak avantajlı konumda olanların çıkarlarına karşı mücadele veren örgütlü işçi sınıfının yerine siyasal yapıda yeni bir şey konulamadı. İşçi sınıfının sayısal olarak küçülmesi, siyaseti geçmişte daima görüldüğü gibi, her çeşit ayrıcalıklara sahip olanların çıkarlarına hizmet eden bir biçime dönüştürmekteydi. Bu zaman zarfında, Andrew Gamble ve Tony Wright, ‘‘yeni sosyal demokrasi’ hakkında The Political Quarterly ve Fabian Society için hazırlamakta oldukları kitaplarına bir bölüm ile katkıda bulunmamı istediler. Ben de bu iç karartıcı düşünceleri ‘‘İşçi Sınıfı Politikalarının Parabolü’’ (A. Gamble ve T. Wright (ed.) The New Social Democracy (Oxford: Blackwell, 1999), ss. 69-83) adlı bir bölüm altında geliştirdim. Bu kitabın 3. bölümü, adı geçen bölümün geliştirilmiş biçimidir. 1990’ların sonlarında birçokları gibi ben de İngiltere`deki Yeni İşçi1 hükümeti etrafında ortaya çıkmaya başlayan yeni siyasi sınıftan rahatsız olmaya başlamıştım. Partinin farklı düzeylerdeki lider kadroları yerini hükümetten destek bekleyen büyük şirketler için çalışan müşavirler, lobiciler ve danışmanlar ağına bırakıyordu. Benzer durumların başka yerlerde de görülmesine karşın İngiltere veya İşçi Partisi`nde bu denli keskin şekilde yaşanması İşçi Partisi’nin eski lider kadrolarının 1980’lerin başlarında güvenilirliklerini yitirmiş ve dolayısıyla da kolayca altedilebilecek bir duruma gelmiş olmasından kaynaklanıyordu. 1 İngiliz İşçi Partisi`nin 1990`larda gerçekleştirdiği bazı temel parti içi reformlar sonucu seçim propagandalarında partinin artık değiştiğini göstermek için “New Labour” sloganı kullanıldı. E 4 Alessandro Pizzorno’dan siyasi hayatın yapısı ve toplumun geri kalanı ile ilişkileri hakkında çok şey öğrenmiştim. Donatella Della Porta, Margaret Greco ve Arpad Szakolczai’ Sandro adına düzenledikleri Festschift’e katkıda bulunmmı istediklerinde bu düşüncelerimi daha ayrıntılı bir şekilde geliştirme fırsatını elde ettim. Sonuçta ortaya çıkan çalışmanın, ‘Interno ai partitie ai movimenti: militanti, iscritti, professionisti e il mercato’ (D. Della Porta, M. Greco ve A. Szakolczai (ed.), Identita, riconoscimento, scambio: Saggi in onore di Alessandro Pizzorno (Roma: Laterza, 2000) ss. 135-150) geliştirilmiş bir versiyonu bu kitabın 4. bölümüne dahil edilmiştir. Bu iki farklı tema yani işçi sınıfının gerilemesinin kitlelerin siyasal katılımında yarattığı boşluk ve toplumun geri kalanına yalnızca iş dünyası lobicileri üzerinden bağlı bir siyasal sınıfın gelişmesi, açık bir şekilde birbirine bağlıydı. Ayrıca bu temalar, Batı demokrasilerindeki zayıflamanın işaretlerine dikkat çeken giderek artan sayıda gözlemcinin açıklamalarına da katkı sağlamaktaydı. Muhtemelen post demokrasi dönemine girmekteydik. Bu fenomenin genel bir tartışma içerisinde ele alınmasıyla ilgilienebilecekleri düşüncesiyle Fabian Society2 ile yakınlaştım. Post-demokrasi kavramını geliştirdim, değişimlerin ardındaki anahtar kurum olarak gördüğüm küresel şirket tartışmasını ve bu kötü duruma vatandaşların nasıl karşılık verebilecekleriyle ilgili bazı düşünceler ekledim (1., 2. ve 6. bölümlerin kısa versiyonları). Bu çalışma, Coping with Democracy (Fabian Ideas 598, Lodra: The Fabian Society, 2000) olarak yayınlandı. Bu küçük çalışma, Giuseppe Laterza’nın kendi adındaki yayınevi gibi bazılarının dikkatlerini çekti. Kitabın İtalyanca baskısı, sosyal ve siyasal konular üzerine bir dizi kısa kitapla birlikte yayınlanması ile ilgilendiğini, fakat mevcut haliyle özel olarak İngiliz okuyucuya hitap ettiğine dikkat çekti. Ben de Postdemocrazia (Rome: Laterza, 2003) kitabında genel anlamda daha Avrupa tabanlı ampirik bir tartışma oluşturdum. Tam bu konuyla meşgul olduğum sırada bir başka konu ilgimi çekmeye başlamıştı: diğer birçok ülkede olduğu gibi İngiltere’de de başta eğitim olmak üzere diğer kamu hizmetlerinin ticarileşmesi. Bu sıralarda eşim İngiltere’de bir taşra kasabasında milli eğitimde idareci olarak çalışmaktaydı. Merkezi hükümet tarafından karımın ve meslektaşlarının üzerinde kendi çalışmalarını ve okullarının bazı faaliyetlerini özel firmalara devretmeleri yönünde ülke genelinde giderek artan bir baskıyı gözlemledim. Bu baskı, milli eğitim hizmetinin yapısını 2 Fabian Society 5 değiştirmeyi, böylece bu hizmetlerin kolaylıkla bu tür firmalara devredilmesini kapsamaktaydı. Böylece, kamu idarelerine göre firmalar bu hizmetleri daha mantıklı bir şekilde yürütebilirdi. Sağlık hizmetleri ve refah devletinin diğer alanlarında da benzer gelişmeler yaşanmaktaydı. Bu durum refah devletinde vatandaşlık kavramı ile ilgili ana sorunların dile getirilmeye başlanmasına sebep oldu. Ben de her iki genel sorunu ve özelde eğitimle ilgili durumu Fabian Society’nin bir başka yayınında ele aldım: Commercialization and Citizenship: Education Policy and the Future of Publice Services (Fabian Ideas 606, Londra: The Fabian Society, 2003). Ama refah devletinin geleceği ile ilgili çelişkinin bir parçası olarak bu sorunlar aynı zamanda demokrasinin problemleri tartışmaları ile de bağlantılıydı. Küresel şirketlerin siyasi anlamda artan önemi, işçi sınıfının gerilemesi ile solda oluşan boşluk ve siyasi danışmanlar ve iş dünyası lobilerinden oluşan yeni siyasi sınıfın bu boşluğu doldurması, neden hükümetlerin sosyal politikalarının, işleri özel firmalara vererek, giderek bozulduğunu açıklamaya yardımcı olmaktaydı. Bu tartışma aynı zamanda bir post demokrasi tartışmasıydı ve aslında post demokrasinin pratikteki sonuçlarıyla ilgili temel bir örnek teşkil etmekteydi. Ben de Commercialization and Citizenship’teki genel argümanları Postdemocrazia metnine dahil ettim. Daha sonra Coping with Post-Democracy’nin oldukça genişletilmiş bir versiyonunu, yayın hakemlerinden gelen öneriler doğrultusunda, İtalyan baskısındaki tartışmaların yardımcı olduğu bazı değişiklikler ve siyasal sisteme uygun olarak, İngilizce olarak yeniden yayınlama fırsatı doğdu. Guiliano Amato ve Michele Salvati gibi bazı yorumcular, yapmakta olduğum tartışmanın, genel anlamda bir demokrasi tartışması olmasından ziyade sosyal demokrasinin problemleri ile ilgili olduğunu söylediler. Ralf Dahrendorf da benim, liberal demokrasiden ziyade eşitlikçi demokrasi konusunda ısrar ettiğimi söyleyerek benzer bir noktaya parmak bastı. Bu argümanlara itiraz etmek zorundayım. Eğer kalabalık ve sosyal olarak tanımlanmış gruplar içindeki seçmenlerin kamusal yaşama entegre olması engellenir ve siyasetle ilgili fikirlerinin küçük bir seçkin grup tarafından şekillenilmesine izin verilirse, evrensel anlamda vatandaşlıkla alakalı konularda ilkeli ve ciddi siyasetle ilgili birçok problem var demektir. Hükümetlerin ekonomik eylemleri lobiler tarafından çarpıtılır, hiçbir direnç noktası bırakmaksızın ayrıcalıklı siyaset yapma, yapısal boşluğu doldurur ve liberallerin inandıkları piyasa düzenini bozarsa, neoliberaller de en az sosyal demokratlar kadar konuyla ilgilenmek zorunda kalacaklardır. 6 1.Neden Post-Demokrasi 21. yüzyılın başında demokrasi son derece paradoksal bir durumda görülmektedir. Bir açıdan bakıldığında demokrasinin, dünya tarihi açısından doruk noktasını yaşadığı söylenebilir. Geçen çeyrek yüzyılda İber yarımadası, Sovyet imparatorluğunun büyük bir bölümü, Güney Afrika, Güney Kore ve Güney-Doğu Asya’nın diğer bölgeleri ve son olarak Latin Amerika’nın bazı ülkeleri, iyi kötü en azından serbest ve adil seçimleri kabul etmişlerdir. Artan sayıda ulus devletler önceki dönemlere kıyasla daha fazla demokratik uygulamalara gitmektedirler. Philippe Schmitter tarafından küresel demokrasiyle ilgili yürütülen bir araştırmanın verilerine göre, makul düzeyde serbest seçimlerin gerçekleştiği ülkelerin sayısı 1988 yılında 147 iken (Sovyet sisteminin çökmesi arifesinde), 1995’te 164’e ve 1999’da 191’e ulaşmıştır (Schmitter, özel görüşme, Ekim 2002; ayrıca bknz. Schmitter ve Brouwer, 1999). Daha titiz bir tanımlamayla gerçek anlamda serbest seçimlere bakıldığında veriler daha karmaşıktır: 1988 ile 1995 arası 65’ten 43’e açık bir düşüş vardır fakat 1999’da 88 ülkeye doğru bir yükseliş görülmektedir. Fakat aynı dönemlerde, demokrasinin sağlığını ölçmek için daha detaylı göstergelerin kullanıldığı Batı Avrupa, Japonya, Amerika Birleşik Devletleri ve sanayileşmiş dünyanın diğer bölgelerindeki yerleşik demokrasilerdeki düşünceler daha kötümserdir. Örnek olarak verilebilecek bir olay, 2000 yılındaki ABD başkanlık seçimleridir. Florida’da, eyalet valisi’nin kardeşi olan George W. Bush’un zaferiyle sonuçlanan seçimlerde sahte oy pusulaları olduğuna dair kesin kanıtlar bulunmuştur. Afrika kökenli Amerikalılar arasından çıkan bazı gösteriler dışında demokratik sürecin tahrif edilmesi olgusuna karşı çıkan çok az itiraz vardı. Sonuçta başarılı olmanın göstergesi olarak hakim görüş, borsalarda güvenli ortamı yeniden sağlamanın önemi olarak görülmektedir. Bu durum çoğunluğun kararını temin etmekten daha önemli bir durum olarak keşfedilmiştir. 7 Daha küçük bir anekdot ise Batı Avrupa, Japonya ve ABD’den akademisyenlerin biraraya getirildiği seçkin bir yapı olan Trilateral Komisyonu’nun hazırladığı rapordur ve bu rapora göre adı geçen ülkelerde demokrasi adına herşey iyi gitmemektedir (Pharr ve Putnam, 2000). Yazarlar, sorunu, öncelikle siyasetçilerin eylem kapasitelerinde bir düşme olduğu ve bunun sebebinin de meşruiyetlerinin giderek azalmasıyla sorun yarattığı şeklinde değerlendirmektedirler. Yazarların seçkin bir konumda olmalarına rağmen, bu konumları, problemin kitleler ile ilgili olduğunu görmelerini engellememiştir. Sonuçta vardıkları düşünceler, siyasetçileri ikna etmek noktasında zor görünse de, yeterli derecede rahatsızlık vermiştir. Putnam, Pharr ve Dalton’un (2000) da işaret ettiği gibi, kitlelerin siyasetten ve siyasetçilerden giderek artan bir ivmeyle tatmin olamamasının, demokrasinin sağlığıyla ilgili bir kanıt olduğu ileri sürülebilir: siyaset anlamında yeterli olgunluğa ulaşmış ve talepkar olan kitleler, kendilerine göre daha riayetkar olan önceki nesillere kıyasla, liderlerinden daha fazla beklenti içindedirler. Bu önemli uyarıyı, birkaç farklı noktadan değerlendirebiliriz. Demokrasinin başarılı olabilmesi, sıradan kitlelere, tartışmalar ve bağımsız örgütlenmeler sayesinde siyasete aktif olarak katılım noktasında gerekli fırsatın verilmesi ve kitlelerin, bu fırsatı, kamusal yaşamın gündemini belirleyebilme noktasında kullanabilmeleri ile mümkündür. Bu iddiaya göre, geniş kitleler, pasif bir şekilde kamuoyu yoklamalarına katılmak yerine, etkili bir şekilde önemli siyasi tartışmalara katılmalı ve gündemi belirlemeli, siyasi olaylar ve konularla ilgili bilgi sahibi olarak sürece dahil olmalıdır. Bu iddia, diğer tüm imkansız idealler gibi hiçbir zaman tam anlamıyla başarılabilecek olmasa da, olması gerekeni belirterek, ideal modeli ortaya koymaktadır. İdeal model, uygulanabilirliğine inanılması ve eylemlerimizi ideal olana göre uyarlayarak kendimizi geliştirmeye çalışmamız açısından ele alındığında her zaman için değerlidir. İdeal olanın çıtasını düşürerek kolayca başarılabileceğini iddia eden yaygın bir yaklaşıma karşın demokrasiye bu yönde bir yaklaşım, daha elzemdir. Kendi kendini tatmin etme ve endişeleri ortadan kaldırma gibi bir gönül rahatlığı getiren yaygın yaklaşımın tecih edilmesi, demokrasinin zayıflamasına neden olan yolları ortaya çıkartmaktadır. 1950 ve 60’lardaki Amerikalı siyaset bilimcilerinin yazılarına yeniden bakacak olursak, bu yazarların, demokrasi tanımlamalarını, ABD ve İngiltere gibi iki ülkenin siyasi uygulamalarındaki problemleri dile getirmeden, bu iki ülkedeki mevcut uygulamalara uygun şekilde yaptıklarını görürüz (örn. Almond ve Verba, 1963). Bu tavır, bilimsel analizden ziyade Soğuk Savaş ideolojisini yansıtmaktadır. Benzer bir yaklaşım, çağdaş demokrasi tanımlamalarında da görülmektedir. Aynı Amerikan etkisi, demokrasinin, gittikçe artarak, 8 aslında normatif bir kavram olmayan ve tarihsel şartlara bağlı bir model olan liberal demokrasi olarak tanımlanmasına neden olmaktadır (bu noktanın eleştirel bir yaklaşımı için bknz. Dahl, 1989 ve Schmitter, 2002). Bu model, seçimlere katılımın, kitlesel katılımın ana yöntemi olduğu; lobicilik faaliyetlerine geniş özgürlüklerin tanındığı ve kapitalist ekonomiye zarar verecek herhangi bir eylemden kaçınılan bir yönetim şeklinin hakim olduğu bir sistemdir. Bu sistem, geniş halk kitlelerinin ilgisine ve iş sektörü dışındaki diğer örgütlenmelerin oynadıkları rollere çok az dikkat eden bir modeldir. Liberal demokrasinin hırslı olmayan demokratik beklentilerinden tatmin olmanın verdiği gönül rahatlığı, benim, post demokrasi olarak adlandırdığım olguyu ortaya çıkartmaktadır. Bu modele göre, seçimler hala daha geçerliliğini korumakta ve hükümetleri değiştirebilmekte özelliğine sahip olmakla birlikte kitlelerin seçimlerle ilgili düşünceleri sıkı bir şekilde kontrol altında tutularak, ikna yöntemleri konusunda uzman kişilerden oluşan rakip gruplar tarafından yönlendirilmekte ve bu gruplar tarafından belirlenen az sayıda konuya dikkat çekilmektedir. Vatandaşlar pasif, hareketsiz hatta kayıtsız bir rol oynamakta, sadece önlerine gelenlere tepki vermektedirler. Açık seçik ortada olan bu seçim oyunun arkasında ise, siyaset, özelde, seçilmiş hükümetler ve büyük oranda iş dünyasının çıkarlarını temsil eden seçkinler arasındaki etkileşim ile şekillenmektedir. Bu model de, tıpkı ideal tip örneği gibi abartılıdır ama siyasi hayatımızın, ideal model ile post demokrasi arasındaki ölçekte nerede durduğu ve özelde, ikisi arasında ne yönde ilerlediğine dair sorgulamamız göstermektedir ki, bügünkü siyaset, post demokrasi olgusunun geçerli olduğuna dair yeterli kanıta sahiptir. Benim iddiam, gittikçe artan bir ivmeyle post demokrasi kutbuna doğru ilerlemekte olduğumuz yönündedir. Eğer bu konuda haklıysam, içinde bulunduğumuz durumu tanımlamakta kullanmış olduğum faktörler, bu kitabın öncelikle hitap ettiği siyasal eşitlikçiler ve sosyal demokratların özelde ilgilendikleri farklı bir noktayı daha açıklamaya yardımcı olacaktır. İktidarı giderek iş dünyası lobilerine devreden post demokrasi koşulları altında, iktidarın ve refahın yeniden dağıtımı yada yetkililerin çıkarlarının sınırlanması gibi güçlü eşitlikçi politikaların gündeme alınması gibi bir umut da vardır. Daha ileri düzeyde, eğer siyaset bu anlamda post demokratik hale gelmekteyse, siyasi solun 20. Yüzyıldaki çoğu kazanımları dönüşüme uğrayacaktır. Bu dönemde sol, bazı zaman ve mekanlarda tedrici olarak ve barışçıl bir temelde büyük bir mücadele vermiştir, diğer zaman ve mekanlarda ise şiddete ve baskıya karşı durmuş, yönetimle ilgili konularda sıradan insanların seslerini duyurmalarını sağlamıştır. Bugün bu sesler yeniden bastırılmış mıdır, halk 9 giderek zayıflarken iktisadi olarak güçlü olan, nüfuz etme araçlarını kullanmaya devam mı etmektedir? Bugünkü durum tam anlamıyla 20. yüzyılın koşullarına dönmek anlamına gelmemektedir çünkü tamamen farklı yönde bir seyir izlenmektedir. Geçmişten gelen mirasımızı yanımızda taşıyarak, tarihsel olarak çok farklı bir yerde konumlanmış durumdayız. Daha doğrusu, demokrasi bir parabol durumuna dönüşmüştür. Eğer bir parabolün dış hatlarının izinden giderseniz, kaleminiz koordinatların her birinden iki defa geçecektir: parabolün merkezinin tepe noktasına doğru bir kez ve dışa doğru farklı bir noktadan tekrar. Bu imgelem, post demokrasinin karmaşık özellikleri olarak ileride bahsedeceğim konu için çok önemlidir. Başka bir yerde (Crouch, 1999b), girişte değinildiği gibi, İngiliz işçi sınıfının deneyimlerine odaklanan ‘‘işçi sınıfı politikalarının parabolü’’ hakkında yazmıştım. 20. Yüzyılında, bu sınıf, Keynezyen talep yönetimi ve kurumsallaşmış endüstriyel ilişkilerin refah devletini şekillendirdiği dönemde, merkezde yer aldığı kısa zaman zarfındaki zayıf ve dışlanmış fakat giderek artan sayıda ve güçte siyasetin kapısına dayanan halinden; sayısal olarak azaldığı ve organizasyon yapısının giderek bozularak marjinalleştiği bir sona gelmiştir. Bu sonun ardından ve aynı zamanda, orta sınıf kazanımlarının patlama yaptığı bir yaşam şekline gelinmiştir. Parabol en net haliyle İngiltere ve belki bir de Avustralya örneğinde görülebilir: işçi sınıfının siyasi gücünün yükselişi aşamalı ve kapsamlı bir şekilde olurken düşüşü ise özellikle keskin olmuştur. Yükselişin benzer şekilde aşamalı ve kapsamlı olduğu diğer ülkelerde –öncelikle İskandinavya’da- düşüş bir hayli yavaş olmuştur. Kuzey Amerika işçi sınıfları ise derin düşüşü yaşamadan önce çok daha az etkileyici başarılar gerçekleştirmiştir. Şiddet, bazı örnekler hariç (Hollanda, İsviçre gibi), Batı Avrupa’nın çoğu ülkesinde ve Japonya’nın erken dönem tarihinde, daha huzursuz edici kesintilere sebep olmuştur. Komünizmin hakim olduğu işçi sınıfı hareketlerinin modelin çarpıtılmasına ve bozulmasına sebep olduğu Orta ve Doğu Avrupa ülkelerindeki gidişat, çok daha farklı bir tablo çizmiştir. İşçi sınıfının çöküşü demokrasinin parabolik tecrübesinin görüntüsü açısından son derece önemlidir. Eşitlikçi politikaların krizi ve demokrasinin önemsizleşmesi gibi iki sorun, aynı anlama gelmek zorunda değildir. Eşitlikçiler, demokratik yönetimin refah ve iktidarın bölüşümü noktasında nasıl manipüle edildiğini umursamadıklarını söyleyebilirler. Muhafazakar bir demokrat, siyasal müzakerenin kalitesinin yükseltilmesinin, yeniden dağıtıcı politikalar ile sonuçlanması gerekmediğine dikkat çekebilir. Fakat, kritik bir nokta, bu iki sorunun bir yerde kesiştiğidir ve ben de bu kesişim noktasına odaklanmaya niyetlenmekteyim. Temel argümanlarım, bir taraftan demokrasi biçimsel anlamda her yerde kökleşmekte ve bazı 10 açılardan da günümüzde sağlamlaşmaktayken, diğer taraftan siyaset ve yönetim, giderek geri çekilmekte ve kontrol, demokrasi öncesi zamanların temel özelliği olan ayrıcalıklı seçkinlere geçmektedir. Bu sürecin en temel sonuçlarından birisi, eşitlikçi hedeflerin azalan önemidir. Bu durumun bir anlamı da demokrasinin problemlerinin, kitle iletişimin hatası ve spindoctorların, halen geçerliliğini koruyan etkili süreçleri kaçırmaları olarak görmektir. Demokratik Zamanlar Demokrasi talebinin hızla yayıldığı, sıradan insanlardan birçok ayrı grupların ve örgütlerin endişelerini giderecek siyasi bir yönetimin kurulması arayışının paylaşıldığı, demokratik olmayan toplumlara hakim olan güçlü çıkar gruplarının hazırlıksız yakalanarak savunmaya geçtikleri bir siyasal sistemde yeni talepleri nasıl yönetecek ve manipüle edeceklerini henüz keşfedemediği büyük rejim krizlerinin yaşandığı yılları takip eden ilk dönemler, bana göre, toplumların demokrasiye muhtemelen en yakın oldukları zamanlardır. Popüler siyasi hareketler ve partiler, kişisel tavrı demokratik olmanın dışında başka birşey ifade etmeyen patron figürlerin hakimiyeti altına girebilirler. Ama bu kişiler, kitle hareketlerinden gelen aktif baskının sıradan insanların beklentilerini temsil etmeye dönüştüğü noktadaki öznelerdir. Batı Avrupa’nın çoğu ve Kuzey Amerika özelinde bizim demokratik zamanımız, 20. Yüzyılın ortalarına denk gelmiştir: Kuzey Amerika ve İskandinavya’da 2. Dünya Savaşı’ndan önce ve diğerleri için savaştan sonra. Bu dönemde, sadece Faşizm ve Nazizm gibi demokrasiye karşı duran en son hareketler küresel bir savaşta bozguna uğratılmamış aynı zamanda siyasi değişim, birçok demokratik hedefin gerçekleştirilmesini mümkün kılan büyük bir ekonomik kalkınma hamlesi noktasına gelmiştir. Kapitalizmin tarihinde ilk kez ekonominin genel durumu, maaşla çalışan kitlelerin refahına bağımlı hale gelmiştir. Bu durum Keynezyenizm olarak adlandırılabilecek ekonomi politikaların uygulanmasında açıkça görülmektedir. Aynı zamanda bu durum, ‘Fordist’ üretim yöntemleri olarak nitelenen kitle üretim ve tüketim çemberi mantığında da görülmektedir. Komünist olmayan bu sanayileşmiş toplumlarda kapitalist iş dünyası çıkarları ile çalışan sınıf arasında bir sosyal uzlaşı noktasına yaklaşılmıştır. Kapitalist sistemin sürdürülmesi ile sistemin ürettiği eşitsizliğe karşı geniş kitlelerin sessiz protestosu arasındaki karşılıklı değişimde iş dünyası güçlerini kullanma kapasitelerinde belli sınırlamaları kabul etmeleri gerektiğini öğrendiler. Demokratik siyaseti irade bu sınırlamaları garanti altına almak için ulus devlet düzeyine odaklandı ve şirketler ulusal devletlerin idaresi altına girdiler. 11 Bu şekilde bir kalkınmanın en saf hali İskandinavya, Hollanda ve İngiltere’ta görüldü. Diğer yerlerde ise önemli farklılıklar mevcuttu. 1930’larda İskandinavya ile aynı zamanlarda büyük çapta refah devleti reformlarına girişmiş olmasına rağmen ABD’de işçi hareketlerinin genel anlamda zayıf oluşu, 1950’lerde ülkenin refah devleti politikaları ve endüstriyel ilişkilerde elde ettiği erken dönem avantajlarını aşamalı olarak kaybetmesine sebep oldu. 1980’lere kadar ekonominin Keynezyen politikalar ile sürdürülmesine rağmen ABD ekonomisinin kitle üretimi ve tüketimi için gerekli demokrasisi kendini sürekli olarak yeniden üretmeye devam etti. Farklı bir yön izleyen Batı Almanya 1960’ların sonlarına kadar Keynezyen talep yönetimine geçmemişti ama güçlü kurumsallaşmış endüstriyel ilişkilere ve güçlü bir refah devletine sahip oldu. Fransa ve İtalya’daki süreç daha bulanıktı. Bu ülkelerde, komünizmin cazibesine kapılmamaları için işçi sınıfı taleplerine tanınan ayrıcalıklar ile işçi sınıfı menfaatlerinin doğrudan temsilinin reddedilmesi gibi garip bir bileşim vardı. Bu ayrıcalıklar bir dereceye kadar geçerliydi çünkü genel olarak komünist partiler ve birliklerin hakimiyeti altında ortaya çıkmışlardı. Uzun süredir devam eden savaş sonrası modelin sona ermesini doğuran koşulların oluştuğu 1970’lere kadar İspanya ve Portekiz demokratik sürece dahil olmamışlardı. Yunan demokrasisi ise sivil savaş ve uzun yıllar süren askeri diktatörlük ile kesintiye uğramıştı. 1940’ların sonları ve 1950’lerin başlarındaki yüksek derecede ve geniş çapta siyasi katılım bir anlamda savaş sonrası yeniden inşa sürecinin kamusal sorumluluklar açısından hayati öneminin sonuçları ile bağlantılıdır. Ayrıca bazı ülkelerde, savaş sırasındaki yaşamın yoğun kamusallığının kalıntılarıyla da ilgilidir. Ama bu kamusallığın uzun yıllar sürmesini beklemekte mantıklı değildir. Seçkinler kısa zaman içinde nasıl yöneteceklerini ve manipüle edeceklerini öğrendiler. İnsanlar hayal kırıklığına uğramış, sıkılmış ve günlük işlerle meşgul bir hale geldiler. Reformların ilk etaptaki büyük başarılarının ardından sorunların büyüyen karmaşık yapısı, herşeyden haberdar olabilmeyi, akıllıca yorumlar yapmayı hatta birinin hangi tarafta olduğunu bilebilmeyi giderek zorlaştırdı. Siyasi örgütlere katılım her yerde düşüşe geçti ve sonunda seçimlere katılım noktasında bile bir ilgisizlikle karşılaşıldı. Bununla birlikte, kitle üretim ve tüketimine bağımlı bir ekonomik kalkınma için temel demokratik gereklilikler, 1970’lerin ortalarına kadar süren temel bir politika olarak kamusal harcamaların artırımı ile sürdürüldü. Bu yıllardaki petrol krizleri, Keynezyen sistemin enflasyonla mücadeledeki eksikliklerini gözler önüne serdi. Hizmet sektörünün yükselişi üretim/tüketim çemberinin sürdürülmesini sağlayan işçilerin oynadığı rolü giderek azalttı. Bu durumun etkisi Batı Almanya, Avusturya, 12 Japonya, ve diğer ülkelere göre, imalat sanayiinin büyümenin temel etmeni olduğu İtalya’da geniş ölçüde görüldü. Kuzeydeki kuzenlerinin yıllardır farkında olduğu, politik güçlerinin tadını çıkarmaya daha yeni başlayan işçi sınıfına sahip İspanya, Portekiz ve Yunanistan’daki problemler ise hatırı sayılır derecede farklılıklar göstermekteydi. Bu gelişmeler, sosyal demokrasinin izine çıktığı izlenimi verdiği kısa dönemde gerçekleşme şansını buldular. Sosyal demokrasinin kalesi olan İskandinav Baltık ülkeleri siyasal olarak sağa kayarken, birçok Akdeniz ülkesindeki sol partiler hükümetlerde önemli roller üstlendi. Fakat bu izin çok kısa sürdü. Bu Güney ülkelerindeki hükümetlerin, harcamalarını öncelikle refah devletini en aza indirme yönündeki dikkate değer başarılarına rağmen (Maravall, 1997) sosyal demokrasi hiçbir zaman için bu ülkelere iyice yerleşme şansını bulamadı. İşçi sınıfı, sanayileşmenin yoğunlaştığı dönemlerde gerçekleşme şansını bulduğu türden bir güçlenme imkanına kavuşamadı. Daha kötüsü ise İtalya, Yunanistan ve İspanya’daki bu hükümetlerin siyasi yolsuzluk skandallarına karışmış olmasıydı. 1990’ların sonlarında açıkça ortaya çıktı ki yolsuzluk sadece sol partiler yada güney ülkeleri ile sınırlı değil, tüm siyasal hayatın içine sıçramış durumdaydı (Della Porta, 2000; Della Porta ve Meny, 1995; Della Porta ve Vannucci, 1999). Aslında, yolsuzluk, demokrasinin sağlığının bozulmuş olduğunun önemli bir göstergesi olarak siyasi sınıfın, kötü, ahlaksız, denetimden uzak ve kamudan kopuk olduğunu işaret etmektedir. İlk olarak Güney Avrupa örnekleri, sonra da Belçika, Fransa ve bazen Almanya ve İngiltere’ta yaşananlardan çıkacak üzücü ders, sol partilerin, kendi hareketleri ve partilerinin fenomeninden muaf tutulamayacaklarını öğretmektedir. 1980’lerin sonlarında finansal piyasalardaki küresel serbestleşme, ekonomik hareketliliğin merkezini kitle tüketiminden hisse senetleri piyasalarına doğru kaydırdı. İlk olarak ABD ve İngiltere’ta ortaya çıkan fakat hemen ardından hevesli bir taklitçilikle yayılan hissedarların değerlerini maksimize etme vurgusu ekonomik başarının temel göstergesi haline geldi (Dore, 2000); geniş çapta paydaşlara dayalı ekonomi arayışı ile ilgili tartışmalar derinden ilerlemekteydi. Yıllarca ısrarla dillendirilen, sermayeye karşı işçi sınıfı tarafından dile getirilen gelirin bölüşümü vurgusu tekrar düşüşe geçti. Demokratik ekonomi demokratik politikalar ile birlikte yavaş yavaş dize geldi. ABD demokrasinin küresel örneği olarak saygınlığını korumaya devam etti ve 1990’ların başlarında tekrar, savaş sonrası dönemdeki herkesin modernite ve hareketlilik arayışı içinde olduğu sorgulanmayan model konumuna yükseldi. Bununla birlikte, bugün ABD tarafından temsil edilen sosyal model, erken dönemde yaşananlarla kıyaslandığında çok farklı bir görünüm arzetmektedir. ABD’deki model, çoğu 13 Avrupalı ve Japon için bir tarafta sağlam bir kapitalizm ve aşırı güçlü seçkinler ile diğer tarafta eşitlikçi değerler, güçlü ticari birlikler ve New Deal’in refah devleti politikaları arasındaki yaratıcı uzlaşıyı temsil ediyor gibi gözükmektedir. Avrupalı muhafazakarlar, iki savaş arası dönemde faşizmi ve Nazi terörünü desteklemelerine sebep olan inaçlarına bağlı olarak kitleler ile diğerleri arasında herhangi bir artı-kazanç tercihi yapmalarına olanak tanıyacak durumda olmadıklarını düşünmektedirler. Ne zamandır yaygın olan bu yaklaşım savaşa ve rezalete sebep oldu, Avrupalı muhafazakarlar da kitle-üretim ekonomisi tabanlı Amerikan uzlaşısına can atar hale geldiler. Bu nedenle ABD, en az savaştaki askeri başarıları kadar, dünyanın esas demokrasi şampiyonu olarak meşru bir hak kazandı. Yine de Reagan döneminde ABD radikal bir değişim yaşamıştır. Bu dönemde, refah devleti öngörüsü geride kalmış, sendikalar marjinalleşmiş, zengin ile fakir arasındaki ayrım Üçüncü Dünya ülkeleri ile benzerlik göstermeye başlamış, eşitsizlikleri azaltma ile modernleşme arasındaki tarihi ortaklık tersine dönmeye başlamıştır. ABD örneği, komünizmden ortaya çıkanlar dahil dünya genelindeki seçkinlerin benimsediği bir gerçekliktir. Aynı zamanda ABD’nin demokrasi konsepti, bu durumun, serbest kapitalist ekonomi dahilinde sınırlı bir yönetime ve kontrol altında tutulan seçimler ile demokratik yarışın azaltılmasına indirgenmesine sebep olmuştur. Demokratik Kriz? Hangi Kriz? Maksimum demokrasiye ulaşmanın zorlukları göz önünde tutulursa, demokratik zamanlardan uzaklaşmanın kaçınılmaz olduğu kabul edilmek zorundadır. Büyük kriz anları ve yeniden biraraya gelmeye izin veren değişimler yada daha gerçekçi olarak genel oy ilkesinin kabul edildiği toplumlar hariç tutulursa, geniş çapta katılımın şeklini değiştiren mevcut yapı içinde yeni kimlikler ortaya çıkacaktır. Hepimizin görebileceği gibi çok önemli olan bu olasılıklar gerçekleşme şansını da bulmaktadır. Her nedense çoğu zaman demokrasinin vereceği tepkileri beklemek zorundayız. Bu nedenlerle iş hayatındaki güçleri anlamak ve yaklaşımımızı, bu noktadaki siyasal katılım şekline uyarlamamız gerekmektedir. Eşitlikçiler post demokrasi akımını tersine çeviremezler ama post demokrasiyi kolaylıkla kabul etmekten ziyade onunla, yumuşatma, düzeltme zaman zaman mücadele etme gibi yöntemlerle, nasıl başa çıkacağımızı öğrenmemiz gerekmektedir. 14 İlerideki tartışmalarda öncelikle post demokrasi fenomeninin esas nedenlerininin bazılarını araştırmaya, daha sonra ise bu konuyla ilgili neler yapabileceğimizi ortaya koymaya çalıştım. İlk olarak, endişe ettiğimiz şeylere daha yakından bakmalıyız. Bunların çoğu, başlarken söylediklerimle doğrudan ilgilidir ve demokrasimizin durumu, herşeyin çok iyi gitmediğini göstermektedir. Tarışılabilecek önermelerden birisi demokrasinin en parlak dönemlerinden birini yaşamakta olduğudur. Bir taraftan seçilmiş hükümetlerin genel anlamda yaygınlaşmasına gönderme yapılırken diğer taraftan ve daha yakından baktıkça gelişmiş ülkelerdeki durumun siyasetçilerin, belki de daha önce hiç olmadığı kadar kamuya ve kitle iletişim araçlarına karşı daha az saygı gösterdiklerini görmekteyiz. İktidar ve sırları gittikçe daha fazla demokratik bakış açısına yaslanmaktadır. Sürekli ve ısrarlı bir şekilde hükümetlerin halka karşı sorumluluğunu artırmak için daha saydam bir hükümet ve anayasal reformlar için çağrılar yapılmaktadır. Kesin olan bir şey var ki, bugün itibariyle 20. Yüzyılın üçüncü çeyreğindeki demokratik zamanlardan daha demokratik bir çağda yaşamaktayız. Siyasetçilere, hak etmedikleri halde, saf ve uysal seçmenler tarafından daha fazla saygı ve bağlılık gösterilmektedir. Bir açıdan bakıldığında bugünkü siyasetçilerin düşünceleri manipüle etmeleri olarak görülen olgu bir başka açıdan ele alındığında siyasetçilerin zeki ve karmaşık bir yapıya sahip seçmenlerin görüşlerini öğrenmek için devasa bütçeleri harcama ve ardından da bu meraklı bir şekilde taleplere cevap vermek zorunda kalmaları ile alakalıdır. Kesin olan, demokrasinin kalitesindeki ilerleme olarak, bugünkü siyasetçilerin siyasal gündemi belirleme noktasında seleflerine göre çok daha tedirgin oldukları, kamuoyu araştırma teknikleri ve anketlerin sonuçlarından daha fazla almayı tercih ettikleri gerçeğidir. Bugünkü demokrasi ile ilgili iyimser görüşler, iş dünyası seçkinlerinin gücü ile ilgili temel problemler noktasında herhangi bir fikir vermemektedir. Bu kitabın gelecek bölümlerindeki ana sorunsal bu tema olacaktır. Ama aktif demokrat vatandaşlığın iki konsepti arasında çok önemli bir fark vardır. Bir tarafta, halktan grupların ve örgütlerin biraraya gelip kolektif kimlikler geliştirdikleri, bu kimliklerin çıkarlarını kavradıkları ve bu çıkarlara göre özgürce taleplerini formüle ettikleri ve siyasal sisteme yansıttıkları pozitif vatandaşlık konsepti yer almaktadır. Diğer tarafta ise siyasal muhalefetlerin ana eğilimi olarak siyasetçilerin hesap vermesine dayanan hem kamusal hem de özel yaşamda güvenilirliklerinin ayrıntılı bir şekilde sorgulanmaya açık olmasına inanan sorumluluk üzerine negatif etkinlik içeren vatandaşlık konsepti yer alır. Bu farklılaşım vatandaşlık haklarının iki farklı konsepti ile paralellik göstermektedir. Pozitif haklar, vatandaşların yapabilirliği üzerinden politikaya katılımlarını 15 düzenler: seçme ve seçilme hakkı, örgütler kurma ve katılma, doğru bilgi edinme hakkı gibi. Negatif haklar ise her bireyi diğerlerine ve özellikle de devlete karşı koruyan haklardır: yargıya başvurma, mülkiyet edinme hakkı gibi. Demokrasi vatandaşlık temelli her iki yaklaşıma da ihtiyaç duyar ama günümüzde esas önem verilen negatif olandır. Bu durum endişe vericidir çünkü demokrasinin yaratıcı enerjisini açıkça temsil eden pozitif vatandaşlıktır. Siyasi sınıfla olan tüm çatışmalarıyla birlikte negatif model, özünde siyasetin, yanlış birşey yaptıklarını keşfettiğimiz zaman kızgın kitleler tarafından utanç ve suçlama oklarına maruz kalan seçkinlerin işi olduğu yönündeki demokrasiye pasif yaklaşım fikrini paylaşır. Yanıltıcı olan, başarısızlık yada felaket olarak nitelenebilecek olayları yaşadığımız her zaman, bu olayların bir bakanın yada bürokratın istifaya zorlanması ile çözüme kavuşabileceğine inanmamız ve bu modelde hükümetleri yada siyaseti, seçkinlerin yalnız başına karar verdikleri küçük grupların işi olarak değerlendirmemizdir. Son olarak, ‘açık yönetim’, şeffaflık ve denetime ve eleştiriye açıklık doğrultusundaki hareketlerin gücü sorgulanabilir. Bu hareketler, 20. Yüzyılın son çeyreğinden beri neoliberalizmin siyasal ortak iyiye yaptığı katkı anlamında devlet güvenliği ve gizlilik gibi gerekçelere karşı ortaya çıkmışlardır. Hareketleri bir dizi gelişme izlemiştir. Çoğu ülkede gözle görünür oranda bir suç ve şiddet artışı ve fakir ülkelerden zengin ülkelere doğru göç konusunda ve genelde yabancılar hakkında bir endişe baş göstermiştir. Bütün bu gelişmeler, 11 Eylül 2001’de İslami teröristlerin ABD’de gerçekleştirdiği intihar eylemleri niteliğindeki uçak saldırılarında doruk noktasına ulaştı. O zamandan beri ABD’de ve benzer şekilde Avrupa’da bir tarafta devlet güvenliği adına vatandaşların yöneticilerin faaliyetlerini denetleme haklarını reddeden gelişmeler olurken diğer tarafta, halk arasında casusluk yapma ve özel hayatla ilgili kazanılmış haklara tecavüz etme gibi devlet lehine yeni haklar geliştirildi. Anlaşılan o ki, önümüzdeki yıllarda iktidarın şeffaflığı adına 1980 ve 1990’lardaki birçok kazanımdan geriye dönülerek birincil öncelik küresel finansal çıkarlar haline gelecektir. Seçim Politikalarına Alternatifler Demokrasinin zayıflamasına neden olan gelişmelerin, gerçek dünyanın hedefleri ve giderek artan önemleriyle baskı gruplarından geldiği yönündeki tezimi destekleyen çok farklı kanıtlar 16 mevcuttur. Bütün bunlar sağlıklı pozitif vatandaşlığı oluşturan yapılar değil midir? Önemli bir tehlike, siyasetin parti ve seçim mücadelesi tabanlı sınırlı bir yapıya indirgenerek ele alınması ve yaratıcı vatandaşlığın bu alandan uzak tutularak dikkate alınmamasıdır. İnsanların oluşturduğu örgütler, evsizler, Üçüncü Dünya, çevre ve birçok başka amaç grubu daha zengin bir demokrasi ortaya koyar çünkü parti şemsiyesi altında faaliyet yürütmek paket bir programı kabul etmeyi gerektirirken, farklı amaç grupları özel amaçlardan istediğimizi seçmemize izin verir. Ayrıca imkanlar dahilindeki eylemlerin sınıflandırılması siyasetçilerin seçilmesine destek olmaktan daha kapsamlı bir faaliyettir. Ve, İnternet gibi modern şekliyle iletişim, yeni amaç gruplarını organize ve koordine etmeyi hiç olmadığı kadar kolay ve ucuz hale getirmiştir. Buradaki argüman, çok güçlüdür. Bu argüman ile tam olarak görüş ayrılığı içinde olmasam da, son bölümde göreceğimiz üzere, mevcut çıkmaz ile ilgili bazı cevapların bu argümanda yattığını söyleyebilirim. Yine de bu argüman aynı zamanda bazı zayıflıkları da içinde barındırmaktadır. İlk olarak, eylem güvenliği, yasallık ve idarecilerin harcamalarını denetleme gibi hedeflerle özünde siyasal gündemin peşinde olan amaç grupları ile doğrudan siyasetle uğraşan yada onu tamamen görmezden gelenleri birbirinden ayırmamız gerekmektedir. (Önceki dönemin bazı kesimleri sonrakileri de gerçekleştirmektedir fakat mesele bu değildir.) Siyasi birleşmeye karşı duran amaç grupları, son zamanlarda önemli oranda artış göstermiştir. Bu bir noktaya kadar demokrasinin kırılganlığı ve kapasitesi hakkındaki geniş çapta olumsuz görüşlerin yansıması ile açıklanabilir. Böyle bir açıklama tam olarak ABD’deki durumu yansıtmaktadır. ABD’deki durum, sol kanadın, özel sektördeki büyük çıkar ortaklıklarının siyaseti tekelleştirmesinden duyduğu rahatsızlık ile sağ kanadın hantal devlet yapısını reddederek siyaset dışı sivil ahlakı yüceltmesidir. Bu noktada Amerikan liberallerinden Robert Putnam’ın sivil toplum hakkındaki olağanüstü popülarite kazanan kitabı Making Democracy Work (Putnam, Leonardi ve Nanetti, 1993) not düşülebilir. Bu durum, İtalya’nın büyük bir bölümünde toplulukların ortaklaşa hareket etmedeki katı kuralları ve pratiklerinin idealize edilmiş bir versiyonunu gösterir ve bu inanç, devlete referans verilmeden geliştirilmiştir. İtalya’dan gelen eleştiriler Putnam’ın modelin sürdürülmesi için yerel politikaların önemini görmezden geldiği noktasında odaklanmaktadır (Bagnasco, 1999; Piselli, 1999; Trigilia, 1999). İngiltere’ta da tıpkı Amerika’da olduğu gibi bölünerek çoğalan birçok farklı grup mevcuttur. Bu gruplar, kişisel-yardım gruplarından cemaatçi ağ yapılarına, çevre izleme projelerinden 17 hayırsever faaliyetlere kadar geniş bir alanı kapsamakta ve refah devleti politikalarının geri çekilmesi nedeniyle sol tarafından önemsenen boşlukları umutsuzca doldurmaya çalışmaktadırlar. Çok ilginç, değerli ve önemli gelişmeler yaşanmaktadır. Bunun yanında kesin olan şey, bu grupların siyasetten uzak durmaları nedeniyle demokrasinin sağlığını ölçme noktasında siyasetten tarafından tanımlanan bir gösterge olarak alınmalarının mümkün olmamasıdır. Aslında bu faaliyetlerin bazıları, devletin toplumsal problemleri dikkate almaktan uzaklaştığı ve siyasal katılımın hem tehlikeli hem de imkansız olduğu demokratik olmayan toplumlarda da gelişme gösterebilir. Esas karmaşık olan yapı ikinci tür amaç gruplarıdır. Bu gruplar, siyasetle uyumlu hareket eden kampanyalar ve lobicilik faaliyetleri ile oyları örgütlemeyi yada yönlendirmeyi düşünmekten ziyade doğrudan iktidar politikalarını etkilemeyi amaçlarlar. Bu grupların faal oldukları toplumlar güçlü liberal toplumların kanıtıdır ama bu durum gerçek anlamda güçlü bir demokrasiyle aynı anlama gelmez. Liberal demokrasinin ortak idealine alıştığımız zamandan beri, çalışma hayatıyla ilgili iki ayrı unsuru görmezden gelmekteyiz. Vatandaşların siyaset yapma sürecini doğru şekilde etkileme kapasitesine sahip olabilmesi için demokrasinin gerçek anlamda eşitliklere ihtiyacı vardır. Bu sürecin sonuçlarına etki edebilmesi için liberalizmin yeteri kadar serbest ve çeşitli imkanlara ihtiyacı vardır. Bütün bu imkanlar ise içinde bulunulan koşullara doğrudan bağlantılıdır. Gerçek demokrasi, güçlü bir liberalizm olmadan ortaya çıkamaz. Ama bu ikisi, birbirinden tamamen farklı hatta belli noktalarda zıtlıklar içeren olgulardır. Bu farklılıklar, gerilimin gerçekten farkında olan 19. yüzyıl burjuva liberal çevrelerinde iyi idrak edilmiş noktalardı. Bu gerilim ise, siyasi faaliyetlerde eşitlik kriteri üzerine daha fazla ısrarın, kanunlar ve sınırlamalar ile eşitsizlikleri azaltmak anlamına geleceği, bunun da eylemin serbest ve çeşitli doğası konusunda liberalizmin ısrarını tehdit edeceği algılayışıydı. Basit ama önemli bir örneği ele alalım. Eğer partiler ve onların yandaşlarının kendi amaçları doğrultusunda kullanmak için çeşitli medya kaynaklarını ve reklamları satın almaları noktasında ilgili fonlara herhangi bir sınırlama getirilmezse, partiler varlıklı kişilerin çıkarları doğrultusunda desteklenebilir ve seçimleri kazanma noktasında çok büyük avantaj elde edebilirler. Böyle bir rejimde liberalizm desteklenirken demokrasi engellenecektir çünkü eşitlik ilkelerine uygun bir rekabet zeminine sahip olunamayacaktır. Bu örnek, ABD siyasetini yansıtmaktadır. Başka bir açıdan, devletin partileri mali açıdan desteklemesi, seçim kampanyaları harcamalarına sınırlamalar getirmesi, siyasi meseleler ile ilgili televizyon yayın 18 süreleri ile ilgili düzenlemeler yapması bir taraftan eşitliği ve demokrasiyi güçlendirirken diğer taraftan özgürlüğün kısıtlanması anlamına gelmektedir. Politik olarak aktif gruplar, hareketler ve lobilerin oluşturduğu dünya, demokratik politikalardan ziyade ortama hakim olmak için belli kuralların hüküm sürdüğü liberal siyasete ait bir dünyadır. Farklı amaçlar için uygun kaynaklar çok güçlü ve sistematik olarak çeşitlidir. İki ayrı nedenden ötürü, iş dünyası menfaatlerinin lobileri ciddi avantajlara sahiptir. Birincisi, Lindblom (1977) tarafından ikna edici şekilde tartışıldığı üzere, ABD’nin çoğullukçu modelinin hayal kırıklığına uğramış eski savunucuları olan iş dünyasının, iktidarların bu kesimin çıkarlarını dikkate alması durumunda ekonomik başarılarındaki kendi temel kaygılarını tehlikeye atacaklarıdır. İkincisi, lobicilik faalliyetlerine ayırdıkları devasa bütçelerin aslında çok zengin oldukları için değil, lobilerin muhtemel başarılarının kendilerine yüksek oranda başarı getirecekleri beklentileridir. Lobicilik harcamalarını yatırım olarak düşünmektedirler. İş dünyası dışındaki çıkarlar ekonomik başarılara verilen zararı çok nadiren dikkate alırlar ve kendi lobiciliklerinin başarısı somut olarak kendilerine dönmemektedir (bu olgu, iş dünyası dışı çıkarların tanımlanmasında geçerlidir), yani bu kesimin maliyeti yatırım olarak değil harcama olarak değerlendirilir. Belli bir amaç doğrultusunda - örneğin sağlıklı gıda talebi- ortaya çıkan ve hükümeti lobicilik faaliyetleriyle etkilemeye çalışan fakat seçim siyasetini dikkate almayan bir amaç grubunun unutmaması gereken nokta, gıda ve kimyasal endüstrilerinin, amaç gruplarının kayıklarına karşı savaş gemileri ile karşı gelecekleridir. Sağlıklı bir şekilde gelişme gösteren liberalizm, iyi-kötü her türlü amacın dile getirilmesine, politik nüfuz arayışlarına ve halkın zengin siyasal katılımına gerçek anlamda izin verir. Ama böyle bir liberalizm, özünde sağlıklı bir demokrasi tarafından dengelenmedikçe, her zaman için sistematik olarak yolundan sapacaktır. Tabiki, iş dünyası çıkarlarının eşitsizliklerin üretiminde oynadığı rol, seçim politikalarının şeklini değiştirecektir ama bu durumun doğruluğunun anlamı, liberalizmin demokrasiye dahil olmasına ne derece izin verildiğine doğrudan bağlantılıdır. Partilerin finanse edilmesi ve medyanın kullanımı alanındaki garantinin artırımı, gerçek anlamda daha fazla demokrasi demektir. Diğer taraftan, seçim siyasetinin atropysinden ortaya çıkan liberal siyasetin modalitiesi daha fazla olması, eşitsizliklerin ortadan kaldrılması sürecini daha hassas bir hale getirmekte ve demokratik siyasetin kalitesini zayıflatmaktadır. Çıkar gruplarının etkin olduğu bir ortam maksimum demokrasiye ulaşma potansiyelimiz olduğunun kanıtıdır. Ama bu şekilde bir değerlendirme yapabilmek için post demokratik aktörlerin, liberal toplumun fırsatlarını kullanma olgularını iyi değerlendirmemiz gerekir. 19 Amerikan neo liberal modelinin düşüncesi olan, atalarına göre daha bireysel ve daha becerikli olan ve amaçlarını gerçekleştirmek için piyasa ekonomisini benimseyen ve buna özelliklere bağlı olarak da siyasi meseleler ile ilgili daha az ilgilenen (örn. Hardin, 2000) modern vatandaşların, atalarının ihtiyaç duyduğu gibi devlete ihtiyaç duymadıkları yönündeki teze, benzer argümanlarla karşı gelinebilir. Ama şirket lobilerinin amaçlarını gerçekleştirmek için devleti kullanmaları noktasında en ufak bir ilgisizlik görülmemektedir. ABD’deki son durum, bu lobilerin, refah devletine yönelik kamu harcamalarının düşük seviyede tutulduğu, müdahaleci olmayan neo liberal bir devlet amacı düşüncesinde biraraya gelmektedirler. Aslolan, devletin, kitlelerin yaşamlarını garantiye alma noktasında daha geri çekilmesi ve kitleleri siyaseten ilgisiz kılması, şirketlerin, çıkarları doğrultusunda devleti kullanmalarını daha kolay hale getirmektedir. Bu noktanını anlaşılması noktasındaki başarısızlık, neo liberal düşüncenin temel saflığıdır. Post demokrasinin belirtileri Eğer sadece iki temel yaklaşımımız, demokrat ve demokrat olmayan, olursa, demokrasinin sağlığı ile ilgili tartışmaları ileri düzeye taşımamız mümkün olamaz. Post demokrasi fikri, demokratik zamanların ardından hissedilen can sıkıntısı, hayal kırıklığı ve hüsran gibi duyguların nedenlerini; kitlelerden daha etkin olan güçlü azınlık çıkarlarının siyasal sistemi kendileri için çalışır duruma nasıl getirdiklerini; siyasal seçkinlerin, çoğunluğun taleplerini yönetme ve yönlendirmeyi nerede öğrendiklerini ve yukarıdan aşağıya doğru reklam kampanyaları ile insanların oylarını kullanma noktasında nasıl ikna edildiklerini anlamamıza yardımcı olmaktadır. Bu durum demokratik olmayan uygulamalar ile aynı şey değildir ama içinde bulunduğumuz dönemi yani demokrasi parabolünün diğer tarafını açıklamaktadır. Bu fikrin dçağdaş ileri toplumlarda ortaya çıktığına dair birçok belirti vardır. Bu belirtiler, demokrasinin ideal modelinden post demokratik modele doğru ilerlediğimiz noktasındaki kanıtları oluşturmaktadırlar. Bu ilerlemeyi açıklayabilmek için ‘post’ eki ile ilgili terimlerin genel kullanımına kısaca göz atmak gerekmektedir. ‘Post-‘ eki düşüncesi, daha çok, post-endüstriyel, post-modern, post-liberal, post-ironik gibi çağdaş tartışmalar dahilinde ileri sürülmüştür. Yine de, daha kesin bir durumu açıkladığı söylenebilir. Özünde terim, ‘post-‘ ekinin önek olarak eklendiği kavramın ilerlemekte olduğunu ortaya koyan tarihsel bir parabolü ifade etmektedir. Daha doğru anlaşılması için soyut bir örnek olarak ‘post-X’i ele alalım. 1. zaman dilimi olan durum, pre-X olarak 20 adlandırılır ve bu zaman dilimi X kavramının temel bazı özelliklerinin eksikliğini ifade eder. 2. zaman dilimi durumunda X’in en yoğun olduğu dönem gelir ve ne zaman ki X’in 2.duruma birçok yeni şey eklenir ve X 1.durumdaki halinden de farklı bir konuma dönüşürse 3. zaman dilimi olan post-X ortaya çıkar. Bu gelişme, X’in önemini azaltan yeni bazı şeylerin ortaya çıktığını ve derine inildiğinde 1. ve 2. zamandan farklı birçok şeyin yaşandığını gösterir. Yine de, X önemini korumaya devam etmekte ve X’e ait birçok kalıntı varlığını sürdürmektedir. Diğer taraftan, X’in, 1. zaman dilimine ait bazı özelliklerinin yeniden yaşanmaya başlandığı söylenebilir. ‘Post-’ dönemlerin çok karmaşık bir yapı arzetmesi beklenir. (Eğer buradaki açıklamalar aşırı soyut kaçmışsa, okuyucu X gördüğü yerlere, daha belirgin bir örnekleme olarak ‘endüstriyel’ kavramını koymayı deneyebilir.) Post-demokrasi de bu şekilde anlaşılabilir. Bir anlamda, post demokrasi ile birlikte yaşanan gelişmeler ile demokrasinin ötesine doğru bir ilerlemenin olduğu ve 20. yüzyılın ortalarında sağlanan geniş çapta uzlaşının ürettikleri ile yüzleşme noktasında siyasal olanın daha esnek bir yapı arzettiği söyleyebilir. Bazı yönlerden bakılınca, insanların yönetim düşüncesiyle karşı karşıya gelmesi neticesinde bu düşüncenin ötesine geçtik. Daha önce de değinildiği gibi bu gelişme, iktidara riayet etmenin sona ermesi ve özelde kitle iletişim araçlarının politikalar ile ilgili tutumundak değişim; yönetimin tam anlamıyla şeffaf hale gelmesi noktasındaki ısrar; siyaetçilerin yöneticiler kademesinden çok esnafa benzer bir seviyeye indirilmesi; koltuklarında kalabilmeleri için ‘müşteriler’inin talep ettiklerini anlamak için kaygılı arayışları gibi noktalarda vatandaşlık kavramının dengesindeki değişimini yansıtmaktadır. Siyaset dünyası ise yaşanan gelişmelerin bir sonucu olarak koyulmak istendiği herhangi bir çekiciliği olmayan ve köle gibi boyun eğen konuma karşı kendi cevabını verdi. Otorite ve saygı bağlamında önceki konumuna geri dönme ve halktan gelen talepleri kolayca fark etme gibi özelliklere yeniden sahip olamamakla birlikte, sürecin kontrolünü ele almadan kitlelerin görüşlerini keşfetmenin avantajlarını kendisine veren çağdaş siyasi manipülasyonun iyi bilinen tekniklerinin yardımına başvurdu. Ayrıca şov dünyası ve pazarlama gibi diğer sektörlerin yöntemlerini örnek alarak kendini daha rahat ve güvenli hissetti. Günümüz siyasetinin benzer paradoksları da bu noktalarda ortaya çıktı. Parti programlarının içerikleri ve parti rekabetinin karakteristiği hiç olmadığı kadar daha yumuşak ve yavan hale gelirken, hem kamuoyunu yönlendirme teknikleri hem de siyaseti denetlenebilir hale getirme gibi süreçler daha karmaşık bir forma kavuştu. Bu tarz siyaseti demokrasi dışı yada antidemokrat olarak nitelendiremeyiz çünkü siyasetçilerinin kaygılarının çoğu sonuçları doğrudan 21 vatandaşlarla ile ilişkileri ilgiliydi. Aynı zamanda bu gelişmeleri demokrasi olarak da algılayamayız çünkü çok sayıda vatandaş, yönlendirilmiş, pasif ve ilgisiz birer katılımcı rolüne indirgendi. Ancak bu bağlamda ele alırsak İngiliz Yeni İşçi Partisi’nin lider figürlerinin, parlamentoda temsil fikrinin ötesine geçen demokratik kurumların geliştirilmesini öneren ve örnek olarak odak gruplarının kullanımını veren (Mulgan, 1997) söylemlerini anlayabiliriz. Bu fikir mantıklı değildir. Bir odak grubu tamamen grubu organize edenlerin kontrolü altındadır. Kurucular katılımcıları, konuları ve konuların tartışılıp sonuçlarının analiz edilme yöntemlerini seçerler. Yine de, post-demokrasi döneminin siyasetçileri kendi gündemi belirleme noktasında pasif ve kafası karışmış bir kitle ile karşı karşıya gelmektedir. Siyasetçilerin, kamuoyunun fikirlerini öğrenmek için demokrasinin işçi hareketi modeli olarak alternatif tarihsel önerisi olan halkın sesi olarak inanılan kitle partilerinin kaba ve yetersiz aygıtlarından daha bilimsel bir kılavuz olarak gördüğü bir odak grubunu ele alması gerçekten anlaşılabilir. Demokrasinin neredeyse tüm şekli yöntemleri, ‘post-‘ döneminin karmaşıklığı ile uyumlu bir biçimde, post-demokraside de varlığını sürdürmektedir. Bununla birlikte, ideal demokrasiden giderek uzaklaştığımız ve hayal kırıklığına uğradığımız uzun vadeli ilerlemede bazı aşınmaları görmeyi bekleyebiliriz. 2000 yılındaki başkanlık seçimlerindeki skandala Amerikan kamuoyunun çoğunun sessiz kalışı, bu aşınmanın kanıtı niteliğindedir. Britanya’da da hem Muhafazakar hem de Yeni İşçi Partisi’nin yerel yönetimler ile ilgili yaklaşımlarında bu demokratik yıpranma görülmektedir. Yerel yönetimlerin yetkileri giderek ellerinden alınmakta ve merkezi hükümet kurumları yada özel firmalara devredilmektedir, bu gelişmeler, çok az bir muhalefetle karşılaşmaktadır. Ayrıca demokrasinin bazı temel dayanaklarının ortadan kaldırılması ve pre-demokratik dönemin bazı temel özelliklerine parabolik bir dönüşü bekleyebiliriz. Bu gelişme, iş dünyası menfaatlerinin küreselleşmesi ve kitlelerin geri kalanının bölünmeye başlaması ile gerçekleşmektedir. Bu durum ise siyasal avantajların, refah ve iktidar eşitsizliklerini en aza indirmeyi amaçlayanlardan alınarak pre-demokratik geçmiş dönem seviyelerine geri dönülmesini arzu edenlere verilmesini sağlamaktadır. Bu sürecin kanıtı niteliğindeki bazı sonuçları bir çok ülkede görülebilmektedir. Refah devleti giderek, vatandaşların evrensel haklarından biri olmaktan ziyade fakirlerin hakkı olarak bir artık niteliğinde olmaya başlamış; ticaret birlikleri toplumsalın dışında ortaya çıkmış; devletin polis rolü yeniden önem kazanmış; zengin ile fakir arasındaki ayrım büyümüş; 22 vergilendirmenin yeniden dağıtıcı yapısı giderek azalmış; siyasetçilerin birinci önceliği kamu politikaları yerine özel çıkarlarına hizmet edilen güçlü iş dünyası liderleri olmuş; fakirin, süreç içinde ne olup bittiği ile ilgili merakının önü kesilerek oy bile vermeyen bir duruma getirilmiş, demokrasi öncesi zamanlardaki mecburi konumunu gönüllü kabulü sağlanmıştır. Geçmişte demokratik gelişimin öncü lideri ve dünyanın en gelecek merkezli toplumu olarak kabul edilen ABD’deki durum budur. Ayrıca demokrasinin parabolü bağlamında açıklanabilecek, geçmiş zamanlara güçlü bir geri dönüş yönünde de ilk sırada yer aldığı söylenebilir. Yine öncelikle ABD’de gözlemlenen bir diğer gelişme, siyasete karşı giderek artan bir kuşku duygusu ve siyaseti düzenlemelerle kontrol altına alma arzusu yönündeki post-demokratik eğilimin etkileyici belirsizliğidir. Demokratik zamanların önemli bir unsuru, özel güçlerin talepleriyle iktidarın mücadele etmesi yönündeki kitlesel beklenti idi. Siyaset ve siyasetçilerin iyi olduğuna dair önemli bir inanç eksikliği, siyasetçilerin başarıları noktasında düşük bir beklenti, refah devleti ve Keynezyen devlet formasyonunda etkin devletin gücünü geri kazanmasını talep etmeleri üzerinde yetkileri ve faaliyet alanlarının gündemini belirleyen yakın bir takip, tam olarak bu özel güçlerin özgürleşmesini ve serbestleşmesini sağladı. En azından, batı toplumlarındaki bu özel güçler, demokrasi öncesi toplumların bir özelliği olan serbest devlet iktidarı niteliğindeydi. Ayrıca post-demokrasi, siyasal iletişimin doğasına özel bir katkı yapar. İki savaş arası ve savaş sonrası yıllarının çok yönlü politik tartışmalarına bakacak olursak, idari belgelerin, haber gazeteciliğinin, magazin gazeteciliğinin, parti bildirilerinin ve siyasetçilerin halka hitabetlerinin tamamının şekil ve uslüb açısından birbirine benzer olduklarını görürüz. Siyaseti icra eden kesimler için özel olarak hazırlanmış resmi raporlar ile kitlesel dolaşımdaki gazetelerin dili ve yapısı arasında önemli farklılıklar vardır ama bugünkü durum ile kıyaslığında aradaki fark çok daha küçüktür. Bugün itibariyle siyasi raporlardaki dil az çok daha önceki dönemlerle paralellik göstermektedir. Fakat gazetelerin, iktidarın halka yönelik açıklamalarının ve parti bildirilerinin dili tam anlamıyla farklılaşmıştır. Tamamı, dilde ve tartışmalarda yapısal anlamda zorluklardan kaçınırlar. Bugünkü basit dile alışmış olan birisinin önemli bir belgeye ulaşması gerektiğinde anlamak açısından zorluklarla karşılaşması kaçınılmazdır. Bu iki dünya arasında kalan televizyon haberleri sunumu ise aradaki bağlantıyı kurmak için insanlara önemli bir yardım hizmeti sunmaktadır. 23 Bizler, herbirinin doğal olarak iyi ve güzel konuşma özelliğine sahip olduğu siyasetçilerin sıradan insanlar gibi konuşmamalarına alışmışız. ‘Özlü söz’ olarak niteleyebileceğimiz tüm bu sözlerin ardından neler olup bittiğini düşünmemize gerek kalmıyor. Parti literatürü ve bulvar gazetelerinin dili gibi, bu tarz bir iletişim ne sokaktaki insanın konuşması ne de gerçek politik tartışmaların diline benzemektedir. Demokratik tartışmaların iki ana biçiminden her birisi böyle detaylı bir incelemenin ötesinde oluşturulmuştur. Bu durum bir dizi soruyu da beraberinde getiriyor. 20. yüzyıl ortalarının nüfusunun iyi eğitim alma oranı bugünkünden düşük gözükmektedir. Acaba kendilerine sunulan siyasi tartışmaları anlayabiliyor muydular? Kendilerinden sonra gelen nesillere göre seçimlere daha çok önem vermekte, birçok ülkede bugün ödediğimizden daha fazlasını bütçelerinin önemli bir kısmını ayırarak ödemeyi göze alarak kendilerine sunulan gazeteleri düzenli olarak almaktaydılar. Geçen yüzyılın ortalarından beri neler olup bittiğini doğru anlamak için daha geniş bir perspektiften tarihi resme bakmamız gerekmektedir. Tesadüfî olarak öncelikle bir talep şeklinde, ardından ise gerçek anlamda demokrasi, yüzyılın ilk yarısındaki siyasetçileri yeni kitlesel kamuoyunu işaret edecek yolları aramak zorunda bıraktı. Bir dönem sadece Hitler, Mussolini ve Stalin gibi manipülatif demogoglar kitlesel iletişimin gizli gücünü keşfettiler. Demokrat politikacılar beceriksiz birer girişim olan halka hitabetlerinde seçmenlerine benzer ama kaba ve tutarsız bir dil kullandılar. Daha sonra ise, özelde ticari televizyonculuğun gelişiminden kaynaklanan bir ivme ile Amerikan reklamcılık sektörü yeteneklerini geliştirmeye başladı. İkna etme, inandırma işi bir meslek olarak ortaya çıktı. Bu işin temeli ürün ve hizmetlerin pazarlanması sanatı, ama politikada ve ikna etme yönteminin kullanıldığı diğer alanlarda reklamcılık sektörünün yeniliklerinden gelen bir öngörü ve kendilerini ürünlerin pazarlanması işine mümkün olduğu kadar entegre etme idi; böylece yeni tekniklerden maksimum avantajı elde edeceklerdi. Bir parti programının ‘ürün’ olduğu ve siyasetçilerin mesajlarını bize ‘pazarlama’ya çalıştığı fikrini kabul ediyor oluşumuz bu duruma artık alışmış olduğumuzu gösteriyor. Ama gerçekte durum tam anlamıyla bu şekilde değildir. Dini hatipler, öğretmenler ve ağırbaşlı ama popüler gazeteciler gibi geniş çapta kitlelere ulaşmanın diğer başarılı yöntemleri de potansiyel olarak mevcuttur. Bu noktayla ilgili geçmişten önemli bir örnek, kitlelerle kurulacak siyasal iletişimi bir taraftan bir sanat olarak icra ederken diğer taraftan da ciddi ve derinliği olan bir olgu olarak veren İngiliz yazar George Orwell’dir. (Orwell’in eseriyle ilgili iyi bir değerlendirme için özellikle bknz. Crick, 1980) 1930’lardan 1950’lere kadar İngiliz popüler gazeteciliğinde 24 Orvelyen yaklaşımın egemen olduğu bir rekabet vardı. Ama günümüze çok azı ulaştı. Politika gibi popüler gazetecilik de kendini reklamcılık üzerinden kurguladı: çok kısa anlık mesajlar; güçlü imajların oluşturulması için zihne yönelen argümanların yerine kelimelerin kullanımı. Reklamcılık rasyonel bir diyalog şekli değildir. Eldeki verilere dayanan bir olay meydana getirmeden sanatın özel bir dalı olarak ürünlerini öne sürerler. Öne sürülenlere karşı bir cevap geliştiremezsin. Reklamcılığın amacı herhangi bir tartışma ortamına müdahil olmadan ürünü satın almaya ikna etmektir. Politikacıların, reklamcılığın yöntemlerini benimsemesi kitleler ile iletişim kurmaları probleminde kendilerine yardımcı olmuştur ama reklamcılığın, demokrasi hedefine kendi başına hizmet ettiği de söylenemez. Kitlesel siyasal iletişimin basitleştirilmesiyle şekillenen bir diğer konu, seçim politikalarının giderek kişiselleşmesidir. Tam anlamıyla kişilik temelli bir seçim kampanyası diktatörlüklerin karakteristiği ve zayıf gelişme göstermiş partiler ve muhalefet sisteminin olduğu toplumlardaki seçim politikalarının alışa geldiği biçimidir. Çok nadir görünen bazı istisnalar (Konrad Adanauer ve Charles de Gaulle gibi) dışında böyle bir kampanya demokratik zamanlarda çok daha az görülmüştür. Bu yöntemin geri dönüşü konusundaki ısrarı parabolün bir başka cephesi olarak görülmektedir. Parti liderinin inanılan karizmasının gördüğü destek ve kendine has çarpıcı pozlarının yer aldığı film ve fotoğraflar giderek problemler ve çatışan çıkarlar ile ilgili tartışmaların yerini almaya başlamıştır. İtalyan siyaseti uzun zaman bu gelişmeler dışında kalmayı başarabilmiştir. 2001 yılındaki genel seçimlerde Silvio Berlusconi’nin kendi kişiliği etrafında örgütlediği merkez sağ seçim kampanyası, kendini öne çıkarması ve özenle gençleştirilen resimlerinin kullanılması, Mussolini’nin çöküşünün ardından oluşan İtalyan siyasetinin parti merkezli yapısına tamamen karşıt gelişmelerdir. Merkez sol ise bu noktadaki karşıtlık ile merkez sağa cevap vereceği yerde, Berlusconi’nin kampanyasının aceleyle taklit edilmiş bir kopyası olan kişisel liderliğe bağlı fotojenik bir kişiyi karşısına çıkarmışlardır. Kişilere bağlı kampanyalarının rolleri ile ilgili daha radikal bir örnek ise 2003 yılında Kaliforniya’daki sıradışı vali seçimleridir. Bu seçimlerde sinema oyuncusu Arnold Schwarzenegger ünlü bir Hollywood yıldızı olması dışında hiçbir politika içermeyen başarılı bir kampanya yürütmüştür. 2002 yılında Hollanda’daki ilk genel seçimlerde Pim Fortuyn sadece kendi kişiliği etrafında şekillenen bir parti kurmamış, partiye kendi ismini vermiştir (Lijst Pim Fortuyn). Aynı zamanda seçimlerden kısa bir süre önce uğradığı suikaste rağmen (yada ona bağlı olarak) dramatik bir başarı kazanmıştır. Parti iç çekişmeler yüzünden kısa bir süre içinde dağılmıştır. Fortuyn fenomeni bir taraftan bir post demokrasi örneği olurken diğer 25 taraftan da post demokrasiye karşı bir cevap girişimidir. Fortuyn, Hollanda’daki mevcut göçmenler ile tedirgin edici rakamlar dışında hiçbir şey ifade etmeyen bir dizi belirsiz ve tutarsız politikaların birleşimi için karizmatik kişiliğini kullanmıştır. Daha önce sahip oldukları siyasi kimliklerini kaybetmiş nüfusun farklı gruplarının desteğini görmüş olmasına rağmen hiçbirine yeni bir kimlik bulma konusunda yardımcı olmamıştır. Hollanda toplumu, özellikle, siyasi kimliğin çok kısa bir zamanda yok olması ile ilgili önemli bir örnektir. Batı Avrupa toplumlarının çoğunda yaşandığı gibi Hollanda da açıkça görülen, sınıf bilincinin ve 1970’lerden beri temelde önemli bir olgu olan ve Hollanda halkınının çok kültürlü toplumsal yapısı içerisinde kendi öz kültürlerini bulmalarında siyasi kimlikleri kadar önemli bir yer teşkil eden dini kimliklerin yok olması sürecidir. Bununla birlikte, Tony Blair ve Silvio Berlusconi örnekleri gibi kimlik politikalarının çöküşünü kutlayan ve siyasete kimlikler sonrası yeni bir yaklaşım getirmeyi deneyenler olmasına rağmen, Fortuyn hareketi, bu yöndeki beklentilerin başarısızlığa uğraması tecrübesini de deneyimlemiştir. Fortuyn’un kampanyasının büyük bir bölümünü teşkil eden siyasi mevkilerin şeffaf olmadığı yönündeki şikayetleri çoğu Hollandalı siyasetçi tarafından da benimsendi. Fortuyn’un ateşli bir şekilde savunduğu gibi diğer politikacılar da düzensiz bir orta sınıftan kaynaklanan seçmen profilindeki belirsizliğin ortadan kaldırılması ile problemlerin çözüleceğini ileri sürdüler. Göçmenlere karşı düşmanlıktan kaynaklanan siyasi kimlikle destek gören Fortuyn çok daha yeni bir şey söylemiyordu. Böyle bir siyasi duruş günümüz siyasetinde neredeyse heryerde görülür hale geldi. Bu konuya tekrar döneceğiz. Ciddi siyasal tartışmaların düşüşe geçişine başka bir yönden bir ekleme yapılacak olursa, siyaseti cazip kılmak adına yeni fikirler bulmak için ‘‘show business’’a başvurulması, seçkinlerin kendi çıkarlarının neler olduğunu ortaya çıkarmak için yoksun modern vatandaşların giderek artması ve sorun alanlarının teknik karmaşıklığının artışı ve kişiye bağlılık fenomeni post demokrasinin problemlerinin bazılarına cevap niteliğindedir. Siyasal alanda iletişimin reklamcılık sektörü modelinden vazgeçilmesine kimsenin niyetinin olmamasına rağmen, bu modelin özel durumları, günümüz İngiliz jargonunda ‘dönme’ ile eşdeğer olarak dürüst olmamakla suçlanmaktadır. Siyasetçiler, kişisel karakterlerinin, özlerinde dürüst olmadıkları şeklinde bir yargıyla değerlendirilmektedirler. Özel hayatlarının medya tarafından yakın takibe alınarak açığa vurulmasının giderek yaygınlaşması ile muhalefet eden ve araştıran yapıcı vatandaşın geri gelmeye başlaması aynı olgunun sonuçlarıdır. Seçim yarışı, insanların karakterlerinin ve güvenilirliklerinin sorgulanması için bir yöntem haline gelmektedir. Ama bu arayış boşunadır çünkü genel seçimler temel değer 26 yargıları ile ilgili verileri vermemektedir. Bunun yerine olan ise siyasetçilerin kendi kişilikleri ve güvenilirlikleri ile ilgili izlenimlerini ortaya koyarken siyasi muhaliflerin, karşılarında kullanabilecekleri özel hayatları ile ilgili kayıtları araştırmaya konsatre olmalarıdır. Post-demokrasiyi incelemek İlerleyen bölümlerde post demokratik politikalara doğru yönelişin siyasi açıdan hem nedenlerini hem de sonuçlarını incelemeye çalışacağım. Nedenlerin yapısı çok karmaşıktır. Beklenmesi gereken bir maksimum demokrasi arayışıdır fakat sorulması gereken soru, oluşmuş olan siyasi boşluğu doldurmak için ortaya çıkan şeyin ne olduğudur. Bu sorunun bugün için gözlemlenen cevabı ekonominin küreselleşmesidir. Büyük çapta şirketler bağımsız ulus devleletlerin iktidari kapasitelerininden daha fazla gelişmişlerdir. Bu şirketler bir ülkedeki mali rejimi yada düzenlemeleri başka bir ülkeye gitmekte tehdit etmekte ve yatırıma ihtiyaçları olduğu için artan sayıda ülkeler bu şirketlerin çıkarlarına uygun koşulları onlara sunmak için rekabet içerisindedirler. Demokrasinin kapitalizmin küreselleşme yolundaki hızlı koşusu ile aynı paralelde değerlendirilmesi basitçedir. Demokrasinin en başarılı olduğu nokta uzak ara en önemli örneğinin Avrupa Birliği (AB) olduğu devletlerin uluslararası arenadaki işbirlikleridir fakat AB bile dinamik dev şirketler ile ilişkilerinde beceriksiz bir cüce izlenimi vermiştir. Ayrıca demokrasisinin durumu, en düşük standartlar açısından dahi sınıfta kalmıştır. Bu konyla ilgili bazı temaları, tek başına değerlendirilmesi gereken fakat diğer konularla da bağlantılı önemli bir fenomen olan küreselleşmenin sınırlandırılmasına dikkati çekmeye çalıştığım 2. bölümde ele alacağım: kurum olarak şirketlerin yükselişi, şirketlerin, demokratik hükümetlerin standart işleyişlerine karışması ve şirketlerin parabolün oluşumundaki rolleri. Özelde küresel şirketlerin genelde de şirketlerin güçlenmesi ile sıradan insanların siyasi açıdan önemlerinin azalması arasında doğrusal bir ilişki vardır. 3. bölümde tartışılacak bu ilişki, mesleki değişimleri yansıtmaktadır. Kitlelerin siyasi taleplerinin yükselebilmesine imkan sağlayan işçi örgütlenmelerinden doğan mesleklerin öneminin azalması geride parçalı bir yapı bırakmıştır. Siyasi açıdan pasif kalan nüfus, taleplerini formüle edebilecek örgütlenmeler ortaya çıkaramamıştır. Daha da önemlisi, Keynezyen politikalarının ve kitle üretiminin çöküşü kitlelerin iktisadi önemini de en aza indirmiştir. Bu durum işçi sınıfı politikalarının parabolüdür. 27 Büyük toplumsal grupların siyasi konumlarındaki bu değişimler, siyasi partiler ile seçmenler arasındaki ilişki açısından önemli sonuçlar doğurmuşlardır. Bu sonuçlar özellikle siyasi önemlerinin geri plana atıldığı grupların tarihsel temsilcisi olan sol partiler ile ilgilidir ama problemlerin çoğu, genel anlamda seçmenlerin tümünü ilgilendirmeye başlayınca konunun muhatabları genişlemiştir. Demokrasinin yükselişi ile gelişen siyasi partiler modeli, giderek karmaşıklaşan başka bir yapıya, post demokratik partiye evrilmiştir. Bu olgu, 4. bölümün ana temasını oluşturmaktadır. Okuyucuların çoğunun dikkat edebileceği gibi şu an itibariyle 4. bölümdeki tartışmalara ulaşmış gözüküyoruz. Benim açımdan önemli olan siyasi alemin bana ne ifade ettiğiyle ilgilidir. Acaba sıradan insanlar için siyasi etkinin koridorlarında kimin dolaştığının önemi var mıdır? Bu dünya gerçek anlamda toplumsal sonuçları olmayan bir oyun mudur? İş dünyası lobilerinin diğer birçok sektör üzerindeki büyüyen hakimiyetininin çıktısı olarak yönetimin faaliyetlerinden gelişen ve vatandaşlar için gerçek sonuçlar içeren gerçek politikaları çarpıtmasını ortaya koyacak herhangi birisi siyasal konuların çoğunu inceleyerek bu bakış açısını çürütebilir. Bununla ilgili sadece bir örneği ele alacak kadar yerimiz vardır. 5. bölümde, önemli bir konu olan kamu hizmetlerindeki örgütsel reforma, post demokratik politikaların etkisi üzerinde durmaktayım. Son olarak 6. bölümde, burada tanımlanan ve kaygı uyandıran gelişmeler ile ilgili yapabileceğimiz herhangi birşey olup olmadığını soruyorum. 28 2.Küresel Şirket: Post-Demokratik Dünyanın Anahtar Kurumu 20. yüzyılın büyük bir kısmında Avrupa solu, birer kurum olarak şirketlerin önemini idrak etme noktasında sınıfta kaldı. Önceleri şirketler sadece şirket sahipleri için gelir sağlayan ve çalışanları sömüren bir aygıt olarak görülüyordu. Şirketlerde somutlaşan tüketicilerin talepleri doğrultusundaki serbest piyasanın duyarlı yapısının sağladığı avantajlar, tüketicilerin tercihlerini ifade etme noktasında çok sınırlı bir şansa sahip olan genel anlamda fakir bir işçi sınıfı ile kaybedildi. Daha sonra, 20. Yüzyılın üçüncü çeyreğinde refahın yaygınlaştığı rahat yıllarda kitle tüketiciliği kontrol altına alınınca, şirketleri uygun birer kazanç kaynağı olarak değerlendirilmek fikrinden vazgeçildi. Bu Keynezyen dönemde hemen hemen tüm partiler makro ekonomik politikalar üzerinde yoğunlaştı. Özel şirketler, makro politikalar tarafından korunan ürün pazarlarını keşfetme ve bu pazarlara açılma konusunda hiçbir zorlukla karşılaşmadılar. Neo liberal sağın bu şirketleri, mikro ekonominin önceliğine dikkati çekerken şirketlerin problemlerine ilgisiz kalmaktaydı. Bazı yönlerden bu şirketler, ekonomik istikrar bağlamında yapılanmayı ve hükümetin kendileri ile ilgili konulara müdahale etmedikleri zamanda şirketlerin yaptıkları olumlu işler ile ilgilenmemeyi seçtiler. 1970’lerdeki enflasyon krizleri sırasında Keynezyen paradigmanın çökmesi, herşeyi değiştirdi. Toplam talep seviyelerinin artık garanti altına alınamadığı zamanlarda ürün pazarları güvenilir olmaktan çıktı. Bu durum başka gelişmeler ile derinleşti: hızlı teknolojik gelişmeler ve buluşlar, küresel rekabetin yoğunlaşması ve daha fazla talep eden tüketiciler. Yeniliklere açık olmayan şirketler, zemindeki toprağın ayakları altından kayıp gittiğini gördüler. Başarılı olanlar ile olamayanlar arasındaki fark, işsizlik oranının büyümesi ve iflaslar gibi nedenlerle giderek büyüdü. Makul düzeydeki başarılı şirketlerden ayakta 29 kalabilenler eski itibarlarını kaybetti. İş dünyasının çıkarları için çalışan lobiler ve baskı grupları daha fazla dinlenir hale geldi. Tıpkı hasta bir insanın yakınmalarının sağlıklı bir insana göre daha ciddiye alınması gibi. Paradoksal olarak, sorunların devam etmesi ve taleplerine daha fazla ilgi duyulması çabası ile aynı sonuçları doğuran, şirketleri dayanıklı ve ilgi gerektiren bir yapıya dönüştüren bir dizi başka gelişme bu süreci takip etti. Küreselleşmenin bu sürecinin özüyle alakalı olduğu yönündeki söylem siyasal muhalefetin bir klişesi haline geldi. Açık bir şekilde rekabeti yoğunlaştıran bu süreç, özel şirketleri hassas birer yapıya kavuşturdu. Ama bu yarışın sonunda ayakta kalanlar, daha dayanıklı hale geldi ve bu dayanıklılık, öncelikle yarıştaki rakiplere karşı değil, hükümetlere ve işçi birliklerine karşı açığa vuruldu. Eğer küresel bir şirketin sahibi yerel mali rejimi yada işçi hakları ile ilgili düzenlemeleri çıkarlarına uygun bulmazlarsa, başka bir yere gitmek ile tehdit eder hale geldiler. Böylece hükümetlere müdahil olma ve kendilerini ilgilendiren konularda siyaseti etkileme gücüne sahip olurken, daha geniş perspektifte ise sözde birer olarak, orada yaşamamalarına rağmen yasal vatandaşlar gibi haklara ve vergi rejimine tabi oldular. The Work of Nations (1991)’da Robert Reich, bu kesim ve tüm dünyada yetenekleri yüzünden talep gören yüksek ücretli profesyoneller için, ayrıca, bunların herhangi bir insan topluluğuna bağlılık hissi duymadan dikkate şayan güçleri olduğu gerçeğinden kaynaklanan problemlerden bahsetmekteydi. Toplumun geri kalan kitleleri üçin benzer olanaklar yoktu. Bu kesimler, anayurtlarına daha köklü bağlar ile bağlıydı ve buralardaki kanunlara uymak buralardaki vergi rejimine göre vergilerini ödemek zorundaydılar. Bir çok açıdan bakıldığında bu durum, Devrim öncesi Fransası’ndaki koşullar ile benzerlikler göstermektedir. Bu dönemde, monarşi ve aristokrasi tekelleşmiş siyasi gücü elinde bulundurdukları halde vergi ödemeden muaf iken orta sınıflar ve köylülerin hiçbir siyasi hakkı yoktu fakat vergi ödemekteydiler. Açıkça görülen adil olmayan bu düzen, demokrasi için gerekli mücadelenin enerjisinin ve mayasının büyük bir kısmını oluşturdu. Küresel şirketlerin seçkin üyeleri, oy verme hakkımızı elimizden almak gibi küstahca hareketlerde bulunmuyorlar. (Demokrasi parabolündeyiz, tam çember haline gelemedik.) Bunun yerine yöneticilere, eğer işçi hakları lehine düzenlemeler yapılırsa, bu ülkede yatırım yapmayacaklarını söylüyorlar. Bu ülkelerdeki bütün büyük partiler, bu blöften korkar bir halde, işçi hakları ile ilgili modası geçmiş yasal düzenlemelerde reforma gidilmesi gerektiğini seçmenlere iletiyorlar. Seçmenler ise, aralarından çok azının seçim yaptığı bir ortamda, teklifin farkında olarak veya olmayarak partileri için oy kullanıyorlar. Böylece, çalışma 30 hayatının serbestleşmesi süreci demokratik süreç içerisinde özgürce seçilmiş olarak nitelendirilebiliyor. Benzer şekilde, şirketler, eğer ülkede yatırıma devam edeceklerse, vergi oranlarının düşürülmesi için ısrarcı olabiliyor. Eğer hükümetler buna uyarlarsa, mali yükümlülükler şirketlerden yüksek vergi oranlarından kırılmış özel vergi mükelleflerine doğru kayıyor. Büyük partiler bu sürece, genel seçim politikalarını vergileri azaltma politikaları üzerine kurarak cevap veriyor ve seçmenler, vergi oranlarındaki en büyük düşüşü öneren partiye oylarını veriyorlar, birkaç yılı sonra ise kamu hizmetlerinin giderek gerilediğini keşfediyorlar. Ama bunun için oy verdiklerinden, politika demokratik açıdan meşru kabul ediliyor (Przeworski ve Meseguer Yebra, 2002). Bütün bunları çok da fazla abartmamalıyız. Gerek sol gerekse de sağ, tam anlamıyla bağımsız sermayenin görünümünü garip bir şekilde çarpıttı. Sol, bu durumu, tamamen kontrolden çıkmış olan iş dünyası çıkarlarını temsil eden bir resim gibi kullandılar. Sağ ise firmalara bıkkınlık veren işçiler ile ilgili düzenlemeler ve vergileme gibi konulara karşı bu durumu kullandı. Gerçekte ise küresel ölçekten uzak çok sayıda firma yoktu, ama uluslar arası devler bile yatırım, ekspertiz ve en düşük vergilerin ve en kötü işçi haklarının tüm dünyada araştırılması ağları gibi geçerli kalıplar tarafından sınırlandırılmaktaydı. Bunlar, ekonomistlerin ‘‘sunk costs’’ diye adlandırdıkları ve taşınmanın maliyetli olduğu anlamına gelmekteydi. 2000 yılında önemli bir hatırlatma geldi, BMW ve Ford Britanya’daki operasyonlarını azaltma ve Alman fabrikalarına yönelme kararı aldılar. Meselenin önemli bir kısmı sterlinin aşırı değeri ile alakalı olmasına rağmen, bir başka gerekçe Almanya’daki operasyonların sona erdirilmesinin daha zor ve maliyetli olması ile ilgiliydi. Başka bir şekilde ifade edilecek olursa, Muhafazakar ve Yeni İşçi hükümetlerin çabaları, yatırımları cazip hale getirerek İngiliz yasalarının ne kadar esnek olduğunu, aynı zamanda yatırım yapan firmaların İngiltere’deki fabrikalarını kolaylıkla kapatabileceklerini göstermekteydi. Kolayca gelmek demek kolayca da gitmek anlamına gelmektedir. Yine de, Almanya gibi bir ekonomi İngilizlere göre mevcut üretim faaliyetlerini elinde tutabilme konusunda daha elverişli şartlarda iken, İngilizlerin küresel şirketlere istediklerini verme doğrultusundaki tutumları yeni firmaları çekme noktasında daha olasıdır. Eğer bu politika başarılı olursa, aynı şekilde davranacak ülke sayısı giderek artacaktır. Birbirleriyle rekabet edebilmek için yatırımcılara istedikleri her şeyi önerecek, işçi hakları standartlarında, vergilendirme düzeylerinde ve kamusal hizmetlerin kalitesinde en kötüsü olabilmek için 31 liderlik mücadelesi vereceklerdir (bunlardan ayrı olarak örneğin yollar ve işgücü yatırımcılar tarafından doğrudan talep edilecektir). İleride ise bu mücadelenin hızı düşmeye başlayacaktır. Bunun sebebinin büyük bir kısmını bazı Avrupa ülkelerindeki (hepsinde değil) ileri düzeyde işçi ve refah devleti çıkarlarının Birleşik Krallığa göre daha fazla güç kazanmış olmalarından kaynaklanacaktır (Kiser ve Laing, 2001). Yine de bu durum da giderek aşınacaktır. Siyasetin demokratik sürecinden üreyen herhangi bir emel, nüfusun işe ihtiyaç duyması gibi, küresel şirketlerin talepleri karşısında diz çökmek zorunda kalmaktadır. Abartı veya değil, küreselleşme açık bir biçimde, ulusal düzeyin üzerine çıkma noktasında zorluklar yaşayan bir sistem olan demokrasi üzerinde belli kısıtlamaların ortaya çıkmasına katkıda bulunmaktadır. Ama küreselleşme sorunsalının bir yüzü olan bir kurum olarak şirketlerin giderek artan öneminden doğan sonuçlar, oldukça gelişmiş ve spesifik olarak demokrasi üzerinde olumsuz etkiler doğurmaktadır. Hayalet Şirket 1980’ler boyunca birçok büyük çapta şirket bir tür şirket kültürü yada ‘tam anlamıyla şirket’ yaklaşımı geliştirmeyi denediler. Bu durum, her şeyin, rekabete dayalı başarının peşinden gidilmesinin hedeflenmesi şeklinde belirlenmesini ortaya çıkardı. Özelde ise, çalışanların kişilikleri ve kuruma karşı bağlılıklarının kalitesinin merkezi planlamaya göre belirlenmesi durumu görüldü. Bu dönem Japonya’nın ekonomik başarının öncelikli modeli olarak görüldüğü ve büyük çapta Japon şirketlerinin bu tarz stratejileri etkili bir şekilde takip ettiği zamana denk gelmekteydi. Birçok firma için bu süreç, neden şirketlerin çalışanlarını dışarıdaki ticaret birliklerinin temsil etmesine yada işveren birliklerinin toplu müzakerelerde kendi çıkarlarını yada ticaret birliklerinin kendi teknik ve pazarlama menfaatlerinin temsiline izin vermemesi yönünde bir tartışmayı beraberinde getirdi. Hepsi, kendi çıkarları doğrultusunda faaliyette bulunma ve lobicilik yapma konusunda özgür olmak zorundaydılar. Bu durum, iş dünyası birliklerine göre özel şirketlerin daha önemli oldukları yeni durumu belirledi ama sonraki gelişmeler politika açısından garip bir yola girilmesine neden oldu. Şirket kültürlerinin modası yerini, Japon modelinin yerine herkesin taklit etmek isteyeceği ABD’deki şirket modeli ile yer değiştirmesini takip eden iki yeni ana eğilime terk etti: 1) birleşmeler, satın almalar ve sık sık yeniden yapılanmalar ile şirketlerin kimliklerini çabucak değiştirme eğilimi ve geçmişte karşılaştıkları kötü şöhretten kaçmaya çalışmaları; 2) 32 işgücünde sözleşmeli yada geçici çalışan personel sayısının giderek artması (geçici işçi kontratları, ayrıcalık tanımalar ve insanların fiili çalışanlar olarak serbest çalışanlar statüsüne sokulması da dahil). Bu değişiklikler şirketlerin karşı konulmaz talebi anlamına gelen bir duruma cevap niteliğindeydi: esneklik. Böyle bir gelişme yaşanması şirketlerin merkezi operasyonel önceliklerinin, küresel finansal serbestleşmeden kaynaklanan borsaların yeni merkezler olması ve günümüz pazarlarının belirsizliğinin kombinasyonu şeklinde belirlenmesine neden oldu. Hisselerinin değerlerinin maksimize edilmesi öncelikli hedef haline geldi ve bu durum, faaliyetlerin çabucak değiştirilebilme kapasitesine sahip olunmasını gerektirdi. Kıta Avrupası ve Japonya’daki güçlü iş dünyası lobileri, özünde Anglo-Amerikan şirket yönetimi sistemi olan bu yeni durumun adapte edilebilmesi için itici güç oldular. Bu kampanyada önemli bir ideolojik unsur bulunmaktaydı. Pratikte, şirketlerin yatırım fonlarının büyük çoğunluğu, borsa yerine dağıtılmamış karlardan gelmeye devam etmekteydi. Bu olgu, kıta Avrupası ekonomilerinde, dağıtılmamış karların, hisse senetleri yerine banka tahvilleri ile tamamlandığı yerde, meydana gelmekteydi ama bu durum, borsa tarafından yönlendirilen ekonomilerin anayurdu olan ve hisse senetleri hesaplarının yatırım fonlarının çok küçük bir yüzdesini oluşturduğu Anglophone ekonomilerinde çok daha önemliydi (Corbett ve Jenkinson, 1996). Bu tarz bir tam esneklik durumu, ana faaliyet konusunun korunmasına benzer bir sürecin ötesine, taşeronlara bağlı aktivitelere geçilmesine neden oldu. Bir ana faaliyet alanına sahip olma başlı başına esnek olamama anlamına geldi. En ileri düzeyde firmalarda markanın yönetildiği ama gerçek anlamda çok kısıtlı üretimin gerçekleştirildiği stratejik genel merkezlerin finansal karar alıcı kapasiteleri hariç az yada çok her şey, dışkaynaklı ve taşeroncu bir hale geldi. Bu merkezlere, bilgi teknolojileri, karmaşık organizasyonun görevlerinin icap ettirdiği noktalarda önemli katkılarda bulundu. İnternet, hem müşterilerden gelen direktiflerin birleştirilmesi ve üretim için kararın alınması hem de pozisyona göre hızlı değişimlere gidilebilen üretim birimlerinin dağınık yapısından dağıtımın sağlanması konusunda kullanılabildi. Başarılı bir şirketin temel hedefi öncelikli olarak kendine finans sektöründe bir yer bulmak oldu çünkü bu dönem sermayenin en fazla hareket halinde olduğu ve tam anlamıyla güvenilir olmayan birimlerin en basit şeye kadar taşeronlaştırıldığı dönemdi. Daha sonra ise Naomi Klein’ın No Logo (2000) kitabında çok becerikli bir şekilde analiz ettiği gibi eğer üretim işinin tamamı dışarıya verilebiliyorsa, şirketin kendisi sadece marka imajının geliştirilmesi hedefine odaklanabilirdi. Başarılı bir firmanın rolü, sabit hedeflerden tamamen bağımsızlaşarak, etkileyici imajlar, konseptler, ünlü figürler ile marka isimlerini 33 kumsallaştırmaktı ve markayı taşıyan ürünler, neredeyse gerçek kaliteleri hesaba katılmaksızın bu faaliyetler ile satın alınabilir duruma gelecekti. Birleşmelerin şaşırtıcı gidişatı ve geçici şekilde oluşan şirketlerin dağınık faaliyetler yığınının elektronik koordinasyonu için isimsiz finansal birikimlerin hayalet yapıları, birçok uzmanın, eski endüstri toplumundaki sınıf ayrımlarının sonundaki önemli bir devrede bir sosyo-politik kategori olarak sermayenin sonuçta çözüleceğini görmelerine sebep oldu (örn. Castells, 1996; Giddens, 1998). Böylece, erken dönem 21.yüzyıl şirketleri, seleflerine göre daha zayıf bir kurumsal yapı olarak görüldü. Artık büyük bir yönetim merkezi binası ve güçlü bir duruşu olan sağlam organizasyonlar yerini yumuşak, esnek ve sürekli aldatıcı, yanıltıcı değişikliklere giden yapılara bıraktı. Hiçbir şey gerçekten öte olamaz. Şirketlerin son tahlilde kendi kendini dağıtabilme kapasitesine sahip olması, çağdaş toplumlardaki hakimiyetinin göstergesiydi. Klasik şirketler, az yada çok daha istikrarlı mülkiyet yapısına, uzun dönem çalışmaya teşvik edilen doğrudan işçilerden oluşan bir işgücüne ve uzun süreli kazanılmış bir müşteri saygınlığına sahipti. Çağdaş şirketlerin ilk örnekleri, hisse sahiplerinin, elektronik olarak malvarlıklarını sık sık değiştirdiği bir mülkiyet yapısına sahiptir. Bu yapı, işçilerin dağınık yapısını biraraya getirmek ve gerçekten çalışanlara ihtiyaçlarını vermek yerine işgücündeki sözleşme formlarının farklılaşmasını sağladı. Bu durumun içinde olanlar ise ne içinde bulundukları durumu anlama ne de bu duruma karşı tepki göstermekten çok uzakta idiler. Kaliteli ürünler üreterek saygınlık kazanmak yerine şirketler, faaliyet alanlarını yada şirketlerin isimlerini değiştirmek, geçici imajlar kazanmak için reklamcılığı ve pazarlama tekniklerini kullanmak gibi yöntemler ile göreceli olarak kısa bir zaman dilimi içerisinde yerine bir başkasını koyabileceği yada farklı bir planın izleyebilecekleri yollara başvurdular. Müşteriler ise bu şirketleri takip edebilme noktasında çok zorluklar yaşadılar. Görünmezlik bir silah haline geldi. Bu değişimin içinde iki şey sabit kaldı. Birincisi, şirketlerin büyük çapta gerçek kar sahiplerinin kimlikleri çok daha yavaş değişmekteydi: yeni şekiller ve imajlarda görünen ama aslında aynı olan gruplar ve daha çok sayıda bireyler. ABD ve İngiltere gibi çok daha ileri düzeyde esnek kapitalizmin yeni formlarının örneklerini sergilemekte olan iki ülke, bir taraftan geçmişe nazaran hissedarların oranının daha geniş bir kitleye ulaşmasına rağmen aynı zamanda mülkiyet konusunda eşitsizliklerin giderek arttığı bir dönemi deneyimlemekte olan gelişmiş bir topluma sahipti. Bireysel olarak sermaye birikimleri kendi kendini eritebilirdi 34 ama büyük çaptaki patronlara zarar veremezlerdi. İkincisi, birçok özel şirketin kimliklerini değiştirmiş olmalarına rağmen, bir kurum olarak şirketlerin genel konsepti, kısmen esnek yapılarının bir sonucu olarak, toplumda kayda değer bir ün kazanmak durumundaydı. Bu durum ise, post demokrasinin önemli problemlerinden bazılarını ortaya çıkaracak olan daha yakın bir incelemeyi gerektirmektedir. Bir kurum modeli olarak şirketler Esnek hayalet şirketler, birçok yönden müşterilerin taleplere cevap verebilme noktasında etkilidir. Eğer bir şirket örneğin çelik üretiminde vazgeçerek cep telefonu üretimi gibi bir alana kayması durumunda karlılığını daha da artırabileceğini görürse, bir diğeri o şirketin sektörde boş bıraktığı yeri hemen doldurur. Bu durum pazarın yaratıcı ama çalkantılı yapısının bir ürünüdür. Yine de bütün taleplerin en iyi şekilde böyle bir modelde karşılandığı söylenemez. Herkesin, şirketlerin serbest piyasada üretiminden herhangi bir kar sağlayamayacağı belli ürünleri ve hizmetleri elde edebilmenin garanti altına alınması durumunu açıklayıcı güçlü nedenler bulmak mümkündür. Bu durum devletin rolünün ne olduğuna dair verilecek cevaba ilişkin benzer problemleri içerir. Ama bu yönde bir bilgi, devletin bir kurum olarak çalışma biçiminin özel sektörle birlikte kabul edilmesinin farklı açılardan ele alınmasını gerektirir. Basit bir örnekten yola çıkacak olursak: süpermarketler şehir dışında ve ana güzergahlar üzerinde konumlanarak, karlı müşterilerin çoğunun kolayca erişebilmelerini sağlarlar. Bu durum diğer insanların böyle yerlere ulaşmasının çok zorlaşmasına neden olur fakat bu insanlar zaten fakir oldukları için süpermarketlerin onlarla ilgili herhangi bir kaygı duymasına gerek yoktur. Böyle bir olay zaman zaman küçük çapta bir skandal olarak nitelendirilebilir fakat ele alacağımız sıradaki olayla kıyaslandığında çok küçük çapta kalacaktır. Düşünün ki bir şehirde okullardan sorumlu olan bir kamu otoritesi, pazarın araştırılması ve en karlı olana karar verilmesi politikasının bir parçası olarak, bilirkişilere maliyet açısından en efektif yerlerin nereleri olduğuna dair danışmanlık hizmeti aldığını duyursun. Böylece birçok okulunu kapatacak ve az sayıda fakat daha büyük okulları otoyolların kesişim noktalarında açacaktır. Bu araştırma, aileleri araba sahibi olmayan bir grup öğrencinin eğitim açısından düşük performans gösterecek olarak kabul edilmeleri anlamına gelecektir. Buna bağlı olarak çok sayıda okulun önemli maliyetleri azaltacağı 35 düşüncesiyle kapatılması, düşük performans gösteren öğrencilerin okullara ulaşamamasının bir sonucu olarak o şehrin okullar açısından puan sıralamasında iyileşmesiyle sonuçlanacaktır. Birçok nedenden ötürü herkes böyle bir durumun neden kabul edilemez ve uygulanamaz olduğunu bilir. Uygulamada ise, herhangi birisi kamusal mallar ile özel sektörün sunduğu hizmetler arasındaki temel farklılığı işaret eden temel kamusal mallara evrensel anlamda ulaşım ihtiyacı konseptine başvurur. Devleti ise yine de, bu ikisi arasındaki farklılığın nereden kaynaklandığını söyleme noktasında giderek çekimser davranmaktadır. İhtiyacın olduğu zamanlarda, 19. Yüzyıl sonu ve 20. Yüzyılın başında olduğu gibi kamusal mallara ve vatandaş entitlement fikirlerine dönüş olacaktır. Ama bu fikirler arasındaki ilişki, müzelerdeki eserlere karşı duyulan durağan Bu noktada gerçek bir uyuşmazlık vardır ve bu durum hiçbir zaman tam olarak anlaşılmamıştır. Çünkü hükümetler, hayalet şirketlerin esnekliğine ve aşikar olan etkinliklerine karşı bir tür kıskançlık içerisinde onları başka hiçbir şeye önem vermeksizin taklit etmeye çalışmaktadırlar. 5. Bölümde görebileceğimiz gibi, yönetimler kamusal hizmetlerin (yüksek standartlarda daha eşit şartlarda vatandaşlara hizmet götürülmesi sorumluluğuna odaklanan) diğerlerinden ayrı bir konumda algılanmaları halini sürekli yadsıyarak, kendi kurumlarının şirketler (mali hedeflerin gerektirdiği kalitede hizmetlerin sunulması sorumluluğuna odaklanan) gibi hareket etmelerine gereksinim duymaktadır. Bu değişimi gerçekleştirebilmek için, kamusal hizmetlerin bir kısmının özelleştirilmesi yada taşeron şirketlere verilmesi, yada kamu sektöründe kalsalar dahi şirketler gibi davranmalarına ihtiyaç duyulmaktadır. Tıpkı hayalet şirketler gibi hükümetler de kamusal hizmetlerin yerine getirilmesi ile ilgili doğrudan sorumlulukları noktasında kendilerini geri çekmeye çalışmaktalar. Bu yolla gerçek anlamda saygınlıkları konusunda faaliyetlerine bağımlılıktan kaçınmayı arzulamaktalar. Ama böyle yaparak, sadece kamusal hizmetler tarafından yerine getirilebilecek spesifik fonksiyonları üzerindeki hak iddialarından feragat etmekteler. Bu durum, özel sektörden insanların artık kendi uzmanlık alanları olan konuyla ilgili hale gelen kamusal hizmetleri de idare edebilecekleri sonucunu doğuracaktır. Devletin özgüveninin ortadan kalkmaya başlaması 5. bölümde daha detaylı olarak işleyeceğimiz üzere, bütün bu gelişmelerden çıkarılabilecek sonuçlardan birisi, artık kamusal hizmetlerin özel sektörün idaresi altında sunulmaması halinde iyi bir şekilde idare edilemeyeceği yönünde ciddi bir güven eksikliğinin ortaya çıkmasıdır. Sonuçta bu gelişme kendi kendini haklı çıkarmıştır. Artan bir oranda devletin 36 fonksiyonlarının özel sektöre devredildikçe, devlet bir zamanlar doğru bir şekilde yerine getirdiği hizmetler noktasında becerisini kaybetmeye başlamaktadır. Hatta devlet yavaş yavaş belirli faaliyetleri gerçekleştirebilme noktasında gerekli olan bilgi birikimini de kaybetmedir. Bundan sonraki aşama ise devletin faaliyetlerini özel sektöre devretmesi noktasında daha da zorlanması ve kendi işini yapabilmek için dahi danışmanlık hizmeti almak zorunda kalmasıdır. Devlet kurumsal açıdan aptallaşmakta, akıllı piyasa aktörleri tarafından gücü kırılarak yanlış bilgilendirmelerle ilerlemeyi umut etmektedir. Bu olgunun ardı sıra gelecek olan gelişme ise siyasetin ana damarları çağdaş ekonomik ortodoksinin önerilerine ihtiyaç duymasıdır: devlet, serbest piyasanın garanti altına alınmasından başka hiçbir şeyi iyi bir şekilde yapamaz. Devlet kendine has bu becerisini giderek kaybettikçe, özel şirketler tarafından görülmeyen merkez aktör konumundaki aktif devlet anlayışına karşı güçlü bir argüman olarak çıkan neo liberal ideolojiye teslim olur. Devletin bu rolü, Keynezyen politikalar için birinci öncelik olarak temel yaklaşımdı. 1920 ve 30’lardaki deneyimler, piyasanın kendi kendine bir iyileşme gerçekleştiremeyeceğini göstermişti. Devlet bunu yapabilirdi. Bugün için geçerli olan devletin bilgi birikiminin gücünün artık beceriden uzak bir hale geldiği noktasındaki kabuller ise bu kuralı etkisiz hale getirdi. Bu arada, yönetim ve düzenlemeler ile ilgili düşünceler neredeyse tamamen birincil sırada kar amacı güden özel sektöre odaklandı. Sektör bu kabulü, kendi karlılıkları amacına yöneltti. Bu durumun mevcut düzeni bozucu hatta basitçe özünden uzaklaştırıcı bir yanı vardır. 2002’den beri dünya çapında önde gelen bir dizi şirketi etkileyen mali skandallar böyle bir yanın örnekleridir. Şirketlerin hesaplarının kontrol edilmesi işi uzun bir zamandır bir kısım denetleme firmasına verilmişti fakat 1990’larda yaşanan iki gelişme, böyle bir uygulamanın, güvensizlik ve birçok dolandırıcılık olayıyla sonuçlanmasına neden oldu. İlk olarak, bu firmaların, giderel artan sayıda hesaplarını kontrol ettikleri şirketlere yönetimle ilgili konular gibi başka alanlarda hizmet vermeleriyle ilgili hiçbir siyasi yada yasal düzenleme yapılmadı: denetlenenler denetimcilerin müşterileri haline geldiler ve denetçiler, denetlenenleri gücendirmemek için dikkatli davranmaya başladılar. İkincisi, 1990’larda yaşanan hisse senedi piyasalarının patlaması, gerçekleşen performansların yerine gelecekle ilgili beklentilerin daha önemli hale gelmesini doğurdu. Eğer bir şirketin hesapları ile ilgili ortaya koydukları gelecekte daha iyisini gerçekleştireceği yönünde ise, daha önce üretim sürecindeki performansı dikkate alınmaksızın hisselerinin değeri arttı. Bu noktada, şirketlerin gelecekle ilgili öngörülerini resmen bildiren birimler bu konuda kendilerine güvenilen denetçi 37 firmalardı. Ancak kendiliğinden özel şirketlerin temelde kamusal düzenleme kapasitelerine göre etkili bir şekilde faaliyet gösterdikleri koşullar altında, bu şirketlerin, çok büyük zararlar verene kadar aptalca hareket etmelerine izin verildi. Bu arada, küçümsenen bir kurum olarak devlet kendini üç parçaya ayırma eğilimdeydi: giderek piyasa koşullarına uyum sağlamaya çalışan bir dizi faaliyette bulunma, özel sektörün üstlenmeyeceği bazı iç karartıcı, yorucu ve külfetli hizmetlerin yerine getirilmesi ve en saf haliyle siyasi bir imaj yaratılması. Devletin reel hizmetleri sunması noktasında başarılı görülmemesi, artı başkalarının sırtından geçinen bir konumda görülmesi şaşırtıcı bir durum değildir. Sadece gerek sağın gerekse de solun sivil toplumun yaratılmasında en büyük yapısal güç olarak devlette cumhuriyetçi geleneği paylaştıkları Fransa’da, bu yaklaşıma daha fazla direnç görülmekle birlikte, kamu hizmeti sözleşmeleri ve özelleştirilen hizmetlerin ödül olarak politikacıların iş dünyasındaki arkadaşları ve siyasi olarak kayırılan şirketlere verildiği yerlerde, geleneğin pratikte gücünün kalmadığı şeklinde bir anlayış hakimdir. Şirket yöneticileri ve siyasi güç Şirketler sadece basit birer örgütlenme değil, gücün toplandığı yerlerdir. Şirketlerin mülkiyet yapısıyla ilgili örnekler, bireysel refahın bir noktada toplandığını ve önemli şirketlerin sayısı arttıkça, şirket sahipleri sınıfının daha önemli hale geldiğini göstermektedir. Ayrıca, şirketlerin büyük bir oranının örgütlenme yapısı üst düzey yöneticilerine ciddi anlamda yetkilerin verildiği bir yapılanma sergilemektedir. Bu durum, giderek yöneticilerin bütün gücünün hisse sahiplerine karşı sorumlu olunması noktasına odaklandığı Anglo-Amerikan şirket modellerinde olduğu gibi, kapitalizmin bütün formlarında geniş çapta hisse sahiplerine önem verilmesini doğurmuştur. Örgütlenme modeli olarak şirketin giderek daha güçlenmesi, bu örgüt yapısındaki koltukları elinde tutan insanların daha güçlenmesi anlamına gelmektedir. Bu kişilerin ne kadar güçlü olduklarını görmek için devletin kendi faaliyet alanlarının organize edilmesini bile bu insanlara bıraktığını ve onların deneyimlerinin danışmanlığına kendini teslim ettiğini bakmak yeterlidir. Ekonomi üzerindeki hakimiyetlerine ek olarak bu sınıf devletin yönetimine de hakim olmuştur. Bir başka önemli sonuç daha vardır. Devlet Keynezyen ve Sosyal Demokrasi dönemlerinde üstlendiği kapsamlı finansman rolünden geri çekilmeye başladıkça kazanç getirisi olmayan alanlardaki kurumların faaliyetlerine devam edebilmeleri için finansal sponsorlara ihtiyacı 38 olacaktır. Refah ve güç şirketlerde toplandığına göre böyle bir sponsorluk için ana kaynak bu şirketler olacaktır. Bu gelişme ise, iş dünyasındaki insanların hangi hizmetlere sponsor olacaklarına karar vermeleri noktasında çok güçlü konumlara gelmeleri sonucunu doğuracaktır. İngiltere’de gelinen nokta, düşünce kuruluşlarının İşçi Partisi ile ortaklaşa hareket ederek siyasi araştırmalarına göre farklı alanlarda, ki bu alanlar genelde firmaların sponsorluk politikalarına göre sürecin çıktılarından doğrudan çıkar sağlayacakları konular olmakta, sponsor olacak firmaları bulmaları durumudur. Hatta İngiliz hükümetine danışmanlık yapan bazı birimler çalışmalarını finanse etmek için şirketlerin desteklerine ihtiyaçları vardır. Bu faaliyetlerin bazılarının özel sektörde birincil derecede yer almamasının sebebi ise bu tür davranışların genellikle uygunsuz olarak karşılanmasındandır. Örneğin, eğer ilaç şirketleri medikal araştırmaların sponsorluğunu üstlenirse, ortada ciddi problemler var demektir ama hükümetlerin üniversiteleri, kamusal finansman yerine sponsorluklara bel bağlamaları noktasında teşvik etmesinde gelişen durumla aynı şeydir. Geçmişte şirketler genellikle desteklerini bilimsel ve kültürel aktivitelerden yana kullanırken bu tip desteklerin şirketlerden kısmen bağımsız bir şekilde olduğuna inanılırdı. Bu durum demokrasi anlamında hassas olunan bir zamana, insanların ticari güç ve çıkar merkezlerinin ticari olmayan faaliyetlere doğrudan yatırım yapmalarına yan gözle baktıkları döneme ait gelişmelerdi. Bugün ise sponsorluklar bu yönde yapılmamakta, şirketler aktiviteleri doğrudan desteklemeyi tercih etmekteler. Bilimsel, kültürel yada diğer ticari olmayan faaliyetler için özel sponsorluk arayışına paralel olarak hükümetler, giderek, bu aktivitelerin kendilerini sponsorlar için cazip hale getirmelerindeki başarılarına göre kendi finansal desteklerini sağlamaktalar: yerel bir tiyatro yada üniversite departmanı özel yardımlar için kendilerini çekici hale getirebilirlerde kamu desteği almaya hak kazanmaktalar. Ayrıca bu durum zengin insanların güçlerini daha da kuvvetlendirmekte, bu insanlara kamusal fonların nerelere aktarılacağını belirleme hakkı tanıyarak özel sponsorların verdikleri kararlar doğrultusunda kamunun parasının yönünü tayin etmekteler. Benzer bir örnek ise pratikte, ABD kaynaklı ama çabucak diğer yerlere yayılan bir uygulamada, hayırsever yardımların vergiden muaf tutulmasına izin verilmesi noktasında görülmektedir. Böyle bir düzenlemenin amacı, devletin finanse etmesi gereken miktarın azaltılmasıdır. Yine de bu uygulamanın sonucu, güçlü şirketlerin ve işadamlarının sadece hangi aktiviteleri kendi paralarının ile finanse edebileceklerine karar verme imkanlarının 39 olması değil, ayrıca zenginlerin tercihlerinden farklı olan önceliklere uygun şekilde gerçekleşmesi gereken kamu harcamalarının önünü kesecektir. Bu gelişmelerden kaynaklanacak bir diğer önemli sonuç ise girişimciler ve şirket yöneticilerinin, siyasetçiler ve yerel yöneticiler açısından çok ayrıcalıklı bir konuma kavuşacak olmalarıdır. Bu kesimlerin başarılı olmaları yada tecrübe kazanmalarının şirketlerin hisse sahiplerinin kazançlarını maksimize edebilme durumlarına bağlı olduğundan beri, bu kişilerin kazandığı ayrıcalıklarını şirketlerinin menfaatleri doğrultusunda kullanacakları bilinmelidir. Eğer hükümetle bir ekonomik sektör arasındaki ilişki sektördeki şirketleri temsil eden birlikler vasıtasıyla değil de, büyük çaptaki özel şirketler vasıtasıyla kuruluyorsa, bu durum gerçek anlamda esas mesele haline gelecektir. Bu gelişme ilk olarak Almanya ve İsveç gibi uzun yıllar şirketlerin güçlü ve etkili kolektif örgütlenmeler tarafından temsil edildiği iki ülkede başladı. 1990’ların sonlarında sosyal demokrat Alman hükümeti, sektörlerdeki lider şirketlerin çalışanları ile şirketlerin vergilendirilme politikalarını idare etmek için birada çalışmaya başladı; şaşırtıcı olmayan bir şekilde sonuçta Alman vergi sisteminde büyük çapta şirketlerden küçük şirketlere ve çalışanlara doğru vergi yükünde bir kayma olduğu görüldü. Ayrıca, hükümetlerin genelde özel sektörden insanların tavsiyeleri doğrultusunda şekillenen faaliyetlerindeki dış kaynakları ve taşeron anlaşmaları daha da arttı. Böylece hükümetten ihale almanın potansiyel getirisi sürekli yükselmekteydi. Bir önceki bölümde tartışıldığı üzere, eğer mevcut siyasetin bir özelliği, lobicilik ve hedefe yönelik bir yaklaşım olarak parti politikalarına karşı gelen bir tutumla liberal modele doğru kayış ise, bu durum çok ciddi bir gelişmedir. Bu gelişme, lobicilik politikalarının da ileride büyük çapta şirketlerin ve bu şirketlerin yöneticilerinin gücünü artıracak şekilde bu kesimlere doğru kayacağıdır. Şirketleri sayesinde elde ettikleri güçleri daha kapsamlı bir siyasi güce dönüşmektedir. Bu gelişme demokratik dengenin şiddetli bir şekilde zorlanmasıdır. Medya şirketlerinin özel konumu Siyasetle yoğun şekilde ilgili şirketler grubu olan medya endüstrisinin gücü aslında tercihlerin azaltılması ve siyaset dilinin ve iletişiminin itibarının küçültülmesi ile doğrudan bağlantılı olarak demokrasinin zayıflığının önemli göstergeleridir. Bu olay iki ayrı biçimde ele alınabilir. İlki, yazılı basın ve giderek artan önemiyle radyo ve televizyon bir toplumda, 40 hayırseverler yada eğitim sektöründen ziyade ticari sektörün bir parçasıdır. Bu durum, haberlerin yayınlanması ve diğer tüm siyasetle ilgili iletişimin, pazarlanabilir ürün fikri formatına göre modellenmesini gerekli kılar. Eğer bir medya şirketi diğerinin müşterisini kapmak istiyorsa, okuyucunun, dinleyicinin yada izleyicinin dikkatinin hızlıca yakalanması gerekmektedir. Bu durum, vatandaşların zekasını en aza indirgeyerek politik tartışmaların kalitesinin düşüürlmesi gibi aşırı bir basitleştirme ve hassasiyeti öncelikli kılar. Aşırı basite indirgeme ve hassaslaşma pazarda üretilmemiştir ve diğer ürünlere göre nadir kitapların pazarı, yüksek performanslı arabalar ve iyi şaraplar gibi ürünlerin ticarileşmesi, dikkatli bir şekilde değerlendirme ve zengin bilgilendirme gibi konularda alıcıların ihtiyaçlarına riayet eder. Sınırlı bir kapsamdaki bu tür pazarlar kitle iletişimi araçları, gazeteler ve kafasını daha fazla çalıştırarak karmaşık tartışmalara girebilecek olan yüksek eğitimli insanlar için yapılan programlar vasıtasıyla keşfedilmiştir. Bu durum, haberlerin kitlesel pazarının ve ürünlerin geçişken doğasının özel bir karakteristiği olarak, ciddi bir hal almasını mümkün kılmamaktadır. Siyasi kişiliklerin kendi söylemlerini nasıl ifade ettiklerini üzerinde kontrol sağlayabilmeleri için aynı modelde hareket etmeleri konusunda zorlanmaktadırlar: eğer bu tarz hızlı ve gözle görülen sıradanlığa adapte olamazlarsa gazeteciler mesajlarının tamamını baştan yazacaklardır. Başlık ise etkili bir lafın babasıdır. Herhangi biri küçük bir beyin jimnastiği ile bu durumun nasıl işlediğini görebilir. Düşünün ki okullar tıpkı gazetelerin yaptığı iletişim biçimi yaklaşımını benimsesinler, ya da tersi. Öğretmenler, hergün için öğrencilerin dikkatini hızlı bir şekilde çekmeyi başaramazlarsa, öğrencilerin bir sonraki gün başka bir okula gitme riskiyle karşı karşıyadırlar. Cebir, karbon atomlarının yapısı yasa Fransızca’daki düzensiz fiilerin herhangi bir öğrenciye öğretilebilmesi şüphelidir. Aslında, bu kabusun bir kısmı gerçekleşme şansını buldu: öğretmenler, öğrencilerin televizyon izleyerek geçirdikleri boş vakitler ile mücadele etmek için dikkatlerini çekmeye çalıştılar. Bu durum, eğitim standartları ile ilgili kamusal kaygıların dışa vurumunda hiçbir zaman için dile getirilmesi mümkün olmayan bir noktaydı. Acaba bu nokta, kitlelere ulaşan medya patronlarının temelde idare edebildiği bir kaygının dışa vurumu gerçeği ile ilişkilendirilebilir mi? Şimdi ise ebeveynler ve öğrenciler anlık ve basitçe kavramaya yönelen, heyecanlandırıcı ve azıcık bilgi içeren bir eğitim sisteminin idrakine vardılar ve özel olarak bakıldığında bu sistemin iş gücü piyasasında iyi posizyonlar için öğrencilerin yetiştiremediğini gördüler. Bilgi için piyasa böylece kendini doğrulayabilir ve iyi okullar katılımın artması ile ödüllendirilebilir. Ama kitlesel siyasal iletişim olayında böyle bir doğrulama için herhangi bir 41 kaynak yoktur. Yüzeysel eğitimin kendileri için herhangi bir faydası olmayacağının farkına varan öğrencilerin test edilmesi analojisi, insanların gazeteler ve televizyon programları ile etkili bir siyasal vatandaşlık geliştiremeyeceklerinin farkına varması şeklinde kullanılabilir. Ama böyle bir olgu, en azından gerçekten algılanabilir bir formatta test edilemez. İnsanların, hükümette ve siyasette ne olup bittiğine ilişkin çok küçük bir kısmının farkına vardıklarına dair belli belirsiz bir algılamaları olduğunu hissedebilirler ve duyduklarının sadece siyasi kişilikler, skandallar ve bir sürü ıvır zıvırdan olştuğunu şaşırtıcı bir şekilde görebilirler. Ama bu noktadan geri, hızlıca değişen piyasanın gerçek yüzünün kaynağına doğru iz sürüldüğünde, bu insanlar için herhangi bir şey bulmak imkansızdır. Ters yönde analoji yaptığımızda, medyanın okullar gibi faaliyette bulunduğunu düşünürsek, çok fazla hayal gücüne ihtiyacımız olmayacaktır. Bu model, İngiliz Radyo-Televizyon Kurumu’nun (BBC) ve demokratik dünyadaki diğer bazı kamusal hizmet veren yayın kurumlarının orjinal modelidir. Bu yayıncıların, BBC örneğinde olduğu gibi, misyonları ‘bilgilendirme, eğitme ve eğlendirme’ şeklindedir. Bu modelden geriye kalanlar BBC’de ve daha küçük çapta özel sektör televizyonculuğunda düzelenmiş olan kısımlarda hayatta kalmaya çalışmaktadır. Siyasi engellemelerin ulaştığı alanın dışında kamusal düzenlemelerin şekli, bir taraftan en yakın piyasa baskısından korunma biçimini, diğer taraftan hızlı ilgi gerektiren konulardan başka alanlardaki amaçların yerine getirilmesi için sorumluluk üstlenmeyi içermektedir. Bu model uzun bir zamandır düşüşe geçmiş durumdadır. Kamusal hizmet sunan programların yapımcılarının kendilerine rakip olarak gösterilen özel sektördeki muhataplarıyla ilişkili olarak ratingleri dikkate alma noktasındaki yükümlülükleri, onların da seyircinin dikkatini çekme-seyirciyi kapma gibi önceliklere sahip olmalarını gerektirmiştir. Bu süreç, uydu sistemlerinin kurulması, kablolu ve dijital yayına geçilmesi gibi yeniliklerle yayın kaynaklarının sayısı üzerinde önceden olan sınırlamaların kaldırılmasını doğuran teknolojik gelişmelerle birlikte daha da yaygınlaşmıştır. Ayrıca yazılı basın ve görsel medya birbirlerinin hikayelerin kaynakları olarak kullanma eğilimdedirler. Bu durum tek taraflı olarak gelişmiş, normalde hızlı dikkati çekme-kapma sürecinin eskinin yeniden daha fazla şey alması anlamını içerirken bu durum bu şekilde gelişmemiş, sadece yazılı basının ve özel sektör yayıncılığının önceliklerinin kamu hizmeti veren yayın kurumlarının öncelikleri haline gelmesine sebep olmuştur. Böylece ticari model, diğer kitlesel siyasal iletişim konseptleri üzerinde zaferini ilan etmiştir. Siyasi ve diğer tür haberler kısa zaman dilimlerinde müşterinin zaman harcayacağı 42 formatlarda yeniden düzenlenmiştir. Müşteri, vatandaş üzerinde zaferini ilan etmiştir (bu sürecin iyi bir muhasebesi için bknz. Davies ve Graham, 1997) Siyasal iletişimin sağlanmasında yazılı basın, radyo ve televizyonun oynadığı rol konusundaki kaygılanma için ikinci gerekçe, bu medya organlarının kontrolünün, az sayıda elde toplanmış olmasıdır. İronik olan, bilginin ulaştırılmasındaki yeni teknolojilerin giderek gelişmiş olmasının, bazı az sayıda kişisel ilgi kanalları hariç, bu hizmetleri sağlayıcıları artırmamış olmasıdır. Problem, gerçek anlamda kitlesel sirkülasyonun sağlanabilmesi için gerekli olan teknolojinin son derece pahalı olmasıdır, ve bu hizmeti sadece büyük çapta şirketler sağlayabilmektedirler. Kuşkusuz uç bir örnek olan İngiltere’de, bir şirket (News Corporation) uydu televizyonculuğunu tekelinde tutmakta (BSkyB), The Times and The Sun gibi çok sayıda gazeteye sahip olmakta ve diğer medya grupları ile girift ilişkiler içerisindedir. Ayrıca News Corporation uluslararası bir girişimdir ve İngiliz çıkarları sadece küçük bir parçasını oluşturur. İtalya’da, Başbakan özel medya sektörünün uzak ara en temel figürüdür (kamu yayıncılığı üzerinde giderek artan bir etkisi gözlemlenmektedir). Rekabetin olduğu herhangi bir yerde, kitlesel medya piyasasının ekonomik açıdan mali durumuyla ilgili farklılıklar getirmek doğru değildir. Üreticiler büyük çapta ve hatta homojen bir müşteri kitlesi keşfedince bütün faaliyetlerini bu kitleyi hedef alacak şekilde düzenlemektedir, bu durum da sunacakları şeyin daha fazla yada az olsa da aynı şey olacağı anlamına gelir. Farklılaşma sadece iki koşul altında gerçekleşebilir. İlki, tıpkı önceki birçok kamusal yayıncıkta olduğu gibi misyonu tek bir kitleyi hedef almaktan ziyade farklılaşmaya yönelen medya tedariği biçimleri olabilir. İkincisi, ticari üreticilerin, hakimiyet kurulan bir kitleden ziyade bölünmüş bir pazarı kabul ederek farklılaşmayı sağladıkları ortamda kendi hedef kitlelerini seçerek onlar üzerine yoğunlaşacakları bir parçalı piyasa yapısı olabilir. Bu durum örneğin, ‘kaliteli’ yayın olayında, küçük ama genel olarak zengin olan iyi eğitimli okuyucular segmentinin hedef alınması gibi olabilir. Demokratik vatandaşlığın ana kaynaklarından biri olan siyasetle ilgili haberlerin ve bilginin üzerindeki kontrol, çok zengin küçük sayıdaki bir grup insanın kontrolü altına girmektedir. Ve bu insanlar her ne kadar kendileri ile rekabet halinde olsalar da aynı siyasi perspektifleri paylaşma eğilimdedirler ve emirlerindeki kaynakları bu yolda kullanmak için çok güçlü çabalar sarfederler. Bu, sadece bazı partilerin diğerlerine göre daha fazla medyadan destek görecekleri anlamına gelmez; bütün partiler liderleri bu gücün farkında olarak programlarını hazırlarken bu durumu göz önünde bulundururlar. Aslında, gerçekleşmekte olan bu süreç 43 yani, mülkiyetin bir elde toplanaması şekilleri, büyük çapta ayrılıklar ve rekabete bağlı menfaatlerin düzenlenmesi noktasında hükümetlere cesaret verir. Özel sektörün gördüğü hizmetlere göre küçük bir azınlığın oynadığı rolün kamusal yayıncılık tarafından geri bastırılması noktasında çoğu demokraside hissedilen mevcut baskıların arka planında benzer faktörler yatmaktadır. Piyasalar ve Sınıflar Özel sektörün çıkarları doğrultusunda büyüyen siyasi gücü genellikle piyasaların aşırı etkinliğinde kendini gösterir. Bu durum tıpkı medya şirketlerinde görüldüğü gibi gerçekten çok ironik bir hal arzeder. Adam Smith ve diğerleri tarafından serbest piyasa ekonomisi doktrinlerinin 18. Yüzyıl orjinal formülasyonlarının birincil önceliği, politik dünya ile özel girişimciliğin birbirinden tamamen ayrıştırılması, özelde monopollleşmeyle ve sözleşmelerde kayırmacılık ile mücade edebilmekti. 5. Bölümde göreceğimiz üzere, özelleştirmelerdeki bugünkü uygulamaların çoğu, sözleşme yapılarak özel firmalar ile kamusal hizmetler arasındaki ayrımın ortadan kaldırılması ile bize problemli bir yapı olarak geri dönmesidir. Böylece parabolün bir başka cephesine tanıklık etmiş oluruz: piyasa ve serbest rekabet sloganları altında yeniden özel sektörün siyasi olarak ayrıcalıklı konumuna geri dönüş. Bu gibi durumlar ancak, kamu otoriteleri tarafından kendi özerk yapılarının kurulabilmesi için korunan kamu yararı ile onun ardından gelecek olan özel sektör çıkarları arasındaki ayrım anlayışının kaybedildiği toplumlarda görülebilir. Pre-demokratik dönemlerde ekonomiye ve sosyal yaşama hakim olan toplumdaki seçkinler aynı zamanda kamusal yaşamda siyasi nüfuz ve konumları da tekellerinde tutmaktaydılar. Demokrasinin yükselişe geçişi en azından ellerindeki bu gücü seçkin olmayan kesimlerin temsilcileri ile belli alanlarda paylaşmak konusunda zorlanmalarına sebep oldu. Bugün ise her nedense, hükümetlerin şirket yöneticileri ve önder girişimcilerin deneyimlerine ve bilgi birikimlerine ve partilerin bu kişilerin finansal desteklerine giderek bağlı hale gelmeleri yüzünden, siyasi ve ekonomik olarak hakim yeni bir sınıfın oluşmasına doğru gitmekteyiz. Sadece gücün ve zenginliğin onların tarafına doğru akması ve toplumsal eşitsizliğin giderek artması ile karşı karşıya değiliz, aynı zamanda bu kesim, gerçek anlamda hakim sınıfların işareti olan ayrıcalıklı siyasi rollerini de elde etmeye başlamışlardır. Bu durum, erken dönem 21. Yüzyıl demokrasisinin merkezindeki krizdir. 44 Güncel tartışmalara, sınıfları, aksan, kıyafet, boş zamanlarda yaptıkları gibi kendi kültürel özelliklerine göre tanımlama ve bu yüzden sınıfsal yapının bu tanımlamaya göre düşüşe geçtiğini söylemek gibi genel bir eğilim hakimdir. Kavramın daha farklı ve ciddi bir tanımlanması ise ekonomik konumların farklı türleri ile siyasi farklı yönleri arasındaki ilişkiyi açıklar. Bu açıdan baklıldığında sınıfsal yapının düşüşe geçmekten çok uzak olduğu görülür. Yaratıcı demokrasinin direncinin azalmasına paralel olarak şirket yöneticilerinin gücünün artışı yönündeki değişim, post-demokrasiye doğru gidişatın en ciddi belirtilerinin başında gelmektedir. Aynı zamanda bu gelişme, başlangıçta verilen iki problematik ile de bağlantılıdır: eşitlikçi politikaların zorlukları ve demokrasinin sorunları. Özel sektör seçkinlerinin politik olarak ana hedeflerinden birisi açık bir şekilde eşitlikçi siyaset ile mücadele etmektir. 45 3. Post demokraside Sosyal Sınıf Post demokrasi’nin göstergelerinden biri olarak sosyal sınıfın artık mevcut olmaması, çağdaş siyasal düşüncede genel kabul gören bir durumdur. Sınıf ayrıcalıklarının gururla ve kibirle öne çıkarılması, alt sınıfların alt tabakadan olduklarını kabul etmeleri demokratik olmayan toplumlarda görülür; demokrasi alt sınıflardan hareketle sınıf ayrıcalıklarına karşı mücadele eder; post demokrasi ise hem ayrıcalıkları hem de alt sınıf kavramlarını reddeder. Bu reddetme hali gayretli bir şekilde sosyolojik analizlerde mücadelesini sürdürebilirken, bu reddediş, açıkça sosyal gruplar olarak tanımlanmış hissedarlar ve yönetici sınıfların kendilerini kabul etme ya da onlara atfedilen kabul görme hallerine olan inancın giderek yaygınlaşmasından daha zordur. Bu gerçek ve üretilen eşitsizlik, demokrasinin problemlerinin ana kaynaklarından birisidir. Üretici İşçi Sınıfın Çöküşü 19. yüzyılın sonunda, çoğu kalifiye olan, bir kısmı da kalifiye olmayan üretici işçi sınıfı bugün sanayileşmiş olan dünyanın büyük bir kısmında sendikalaşmasını başarılı bir şekilde gerçekleştirmiş ve tam anlamıyla siyasi katılım hedefini elinde tutmaktaydı. Ama işçi sınıflarının tecrübeleri arasında önemli farklılıklar mevcuttu. Fransa, İsviçre ve ABD’de yasal er demokrasisinin kazanımları, daha sonra bu ulus devletlerdeki özerk organize olmuş işgücünün zayıflamasına paradoksal bir durum olarak, organize işgücünün büyümesinden önce gerçekleşmişti. İngiltere ve Danimarka gibi diğer bazı örnekler de ise oy hakkı için tüm çabalara rağmen bu durum yaşanmadı ama kademeli bir büyüme gözlendi. Diğer bazı 46 örneklerde mücadele çok daha zor ve vahşi geçerken, birkaç ülkede kısa yada uzun süreli faşizm yada onun gibi rejim formları yaşanmadan başarı sağlanamadı. Demokrasi yürüyüşündeki uç farklılıklara rağmen, hemen hemen bütün işçi sınıfları siyasi dışlanmayı farklı derecelerde de deneyimlediler. Aynı zamanda ciddi anlamda bir sosyal dışlanma hissi de hakimdi. Dönemin üretici olmayan işçi sınıfı dışındaki grupların çoğu, kalifiye üretici işçi sınıfı da dahil diğerlerinin sosyal birliklere ait olmadıklarını düşünmekteydiler. Bu faktörler, yerleşim yerlerinde ayrımcılığın örneklerini yeniden hayata geçirerek, çoğu sanayi şehrinde mahalleler arasında tekli sınıf topluluklarını üretti. Bu ayrımlar hiçbir zaman kesin çizgilerde olmadı ve diğer küçük farklılıklar genelde daha önemli oldu: İskandinavya hariç, Katolikler ve Protestanlar yada dindarlar ve laikler yada her ikisi de birbirleriyle mücadele içindeydi ve genelde bu mücadele sınıflar arası mücadelenin üstünü örttü. Yine de, etki yaratabilecek kadar yeterli sınıf bağlantılı siyasal hareketlilik mevcuttu. İşçi sınıfının göreceli sosyal dışlanması, her zaman için sınıfın hoşnutsuzluğundan korkulduğu anlamına gelmekteydi ve sınıfın belli gruplarının gücü, Katolik sosyal tartışmasında la question sociale olarak bilinen tedirgin edici bir sosyal problem olarak görülmesine neden oldu. 19. Yüzyılın sonunda 20. Yüzyılın üçüncü çeyreğine kadar bu sınıfın siyasal varlığıyla mücadele etmek için yöntemler geliştirmek, iç politikaların öncelikli görevlerinin başında gelmekteydi. Yoğun Katolik toplumlarda açık bir şekilde sınıf bağlantılı siyasal muhalefet güdülürken, özerk işçi sınıfı partilerinin büyümesi sınıflar arası güçlü bir dinsel bağlılık yüzünden yavaşlamış, mücadele Hristiyan Demokrasi’nin kendi içinde devam etmiştir (Van Kersbergen, 1996). Tüm bu zamanlarda işçi sınıfı sayısal olarak büyümesini sürdürmüş, sonunda gelirini de yükseltmiştir. Böylece endüstriyel ilişkiler ve refah devleti politikalarında olduğu gibi tüketici piyasasında da etkinliğini artırmıştır. Görünüşe göre, işçi sınıfı geleceğin sınıfı olarak sunulabilecektir. Neredeyse tüm partiler kendi geleceklerinin bu sınıfın taleplerine cevap verebilme yeteneklerine bağlı olduğunu gördüler. Daha ötesi, bu dönem, 20. Yüzyılın ortalarında kitle üretimi kapitalizminin dinamizmini harekete geçirecek olan işçi sınıfını zenginleştirecek şekilde ekonomilerin yeniden yapılandırıldığı zamandı. Daha sonra 1960’ların ortalarında, üretici işçi sınıfının göreceli büyüklüğü azalmaya başladı. İlk olarak Kuzey Amerika, İngiltere ve İskandinavya’da ama giderek, İtalya, Fransa ve İspanya gibi tarımın düşüşe paralel sanayileşmenin yükselişe geçtiği sanayileşmiş dünyanın diğer bölgelerine yayılan bir hal aldı (Crouch, 1999a: 4.bölüm). Verimliliğin ve otomasyonun 47 artışı üretim çıktıları için gerekli birimdeki üretici işçilerin sayısının azalmasına neden olurken birçok hizmet sektöründe olduğu gibi idari destek faaliyetleri (refah devleti ile bağlantılı) istikrarlı bir şekilde büyümekteydi. 1980’lerde birçok fabrikasyonun iflas etmesi ve 1990’lardaki teknolojik gelişmelerdeki yeni trendler doğrudan endüstriyel istidamı ve daha da fazlasını yendi. Çoğu erkek çok sayıda insan el emeğiyle çalışmaya devam ediyordu fakat artık geleceğin büyüyen sınıfı olmaktan çıkmışlardı. 20. yüzyılın sonu itibariyle işçi sınıfının çoğu sadece savunmacı ve korunmacı mücadeleye girişti. Bunun en açık ve dramatik örneği İngiltere’dir. İngiltere’de eskiden güçlü olan işçi hareketleri üçlü bir kriz durumu ile zayıfladı: ülkenin endüstriyel temellerinin zayıflamasından kaynaklanan hususi bir endüstriden kaçış; İşçi Partisi bünyesinde büyük bir iç mücadele ve madenciliğe vurulan çok ağır bir darbe. Siyasi düzeyde İşçi Sınıfı, 1960’dan beri yaşanmakta olan işçi sınıfının göreceli düşüşüne çözüm olarak, büyümekte olan üretici işçi sınıfından olmayan grupları koalisyonlara dahil etmeye başladı. Bu girişim özelde üretici işçi sınıfı dışında istihdamda büyük bir gelişmenin yaşandığı kamuda çalışan erkek ve kadınlar arasında başarılı oldu. 1980’lerde partinin umutsuzca sola kayması, tarihsel olarak geleceğe yönelik duruşunu unutmasına ve dışarıdan gruplarla koalisyonlar kurma girişimlerine neden oldu. Kuzeyde, Liverpool’da yaşanan sanayiden kaçış, partinin yeniden muhalif proleter tavır içine girmesiyle sonuçlandı. Aynı strateji uzunca bir zaman Fransız Komünist Partisi tarafından da uygulandı. Yeni kozmopolit post modern güneyde, Londra’da ise etnik azınlıkları ve çeşitli kimlikleri, birinci önceliği cinsiyet uyumunu sağlamayı amaçlayan, bir araya getirmeyi hedefleyen, sınıfa dayalı olmayan şemsiye bir koalisyon kurma girişimleri vardı. Aynı dönemde bu yöntem ABD’de Demokrat Parti tarafından da izlenmekteydi. Her Liverpool hem de Londra’daki strateji de başarısız olmaya mahkumdu. Üretici işçi sınıfı yeni yüzyıla geleceği tahrip ederek başladı. Bir çağdaki kolektif çıkarlar bireycilik tarafından yıpratıldı: bu durum evrensel vatandaşlık mesajını ve bir toplumda zenginler için lüks ürünlerin fakirler için ise temel ihtiyaçların tüketileceği bilincine varan bir kitle tüketimini gündeme getirdi. Bu durum en sonunda tarihsel olarak kaybedenler tarafından temsil edildi: refah devleti savunucuları, vatandaşlar için evrensel talepleri geçerek, merhamet için özel olarak yalvarma durumuna geldiler. Bu yüzyılda sınıfın gidişatı, parabol durumunun tasvirini vermektedir. 48 Başka yerlerde ise bazen örnekler dikkate değer ölçüde değişiklik göstermiştir. İtalya, İspanya, Portekiz ve Fransa’daki deneyimler, ülkelerindeki güçlü komünist partilerin kendilerini Sovyet etkisinden kurtarmaya başladıkları bir dönemde, kırsal nüfusun azalması ile birlikte doğal bir sola kayışı gösterdi. Aynı dönemde bu olgu, yukarıda yer verilen işçi hareketlerinin yükselişi ile paralellik kurdu. Almanya ve Avusturya’da, planlamalara uygun olarak fazlalıkların azaltılması ile sanayi istihdamı uzun bir dönem gücünü korudu. Her ne kadar bu durum 1990’larda bu ülkelerdeki işçi hareketlerini değişime ve uyuma az da olsa direnç göstermelerinden etkilenmiş olsa da bu durum gerçekleşti. İskandinavya’daki hareketlerde de düşüşe geçen bir sanayi tabanı etkili olsa da geçen yarım yüzyıl boyunca korudukları güçlü yapıları marjinalize olmalarını engelledi. Yine de, 20. Yüzyılın sonunda büyük ve geri dönüşü olmayan sayısal azalış gelişmiş dünyanın üretici işçi sınıfının çoğunu etkiledi. 1980’lerdeki İngiliz deneyimi sınıfın siyasi olarak marjinalleşmesi olayında uç bir örnek olarak değerlendirilebilirse de, ayrı olarak değerlendirilemez. Diğer Sınıfların Anlamsızlığı Geri kalan sınıfların hikayesini anlatmak çok daha zordur. Bugün açık bir şekilde nüfusun çoğunluğunu oluşturan; ayrışmış ve heterojen gruplar halinde profesyoneller, yöneticiler, büro yada pazarlama elemanları, finansal kurumlarda, kamu bürokrasisinde ve refah devleti kurumlarında çalışanlar. Tarihsel olarak eğitim standartlarına, gelirlerine ve çalışma koşullarına göre üretici işçi sınıfından çok daha iyi durumda olanlardan çoğu genellikle üretici işçi sınıfının çıkarlarında ve organizasyonlarında ittifak yapma noktasında isteksiz davrandılar. Yine de çoğu özerk bir siyasi profil çizmeyi başaramadı. İş ile alakalı organizasyonları genelde zayıf (çok önemli bazı istisnalar uzmanlar ve kamu hizmetlerinde çalışanlardan geldi); oy verme alışkanlıklar çok değişken ve gerçek anlamda burjuva sınıflarıyla aralarındaki ayrılığı görmekten muzdariptiler. Ama bu durum, bu gruplardaki insanların kamusal yaşamla ilgili umursamaz bir konumda oldukları anlamına gelmez. Tam tersi, bireyler olarak, bu gruplardakiler kendileriyle ilgili organizasyonlarda ve hedef gruplarının aktif birer üyesi olarak herkesten fazla yer aldılar. Ama bu kişiler geniş bir politik yelpazenin etrafına saçılmış bir durumda olarak açık seçik taleplerini, en azından canlanan kapitalist sınıfın ve bir kereye mahsus bunu başarmış olan üretici işçi sınıfının yaptığı kadar bile siyasal alana taşımayı başaramadılar. Genelde siyasi olarak kapitalistlere yakın duran, bu nedenle de iki parti sisteminde tarihsel eğilimleri 49 itibariyle anti-sosyalistlere işçi tabanlı partilerden daha fazla oy veren bir konumda yer aldılar. Ama gerçek konumları bu durumdan çok daha karmaşıktır; örnek olarak, özellikle sağlık, eğitim ve barınma hizmetlerinde refah devletinin güçlü savunucusu vatandaşlardır. Daha yakından bakarsak eğer bu orta sınıfı tanımlayıcı unsurlar ile ilgili daha fazla bilgiye ulaşırız. Genelde bir kamu/özel ayrımı yapılır ve kamunun, birlik olmaya daha yakın duran bir tavrının hatta daha gözlemsel olarak kamusal hizmetleri korunması için lobiler ve organizasyonlara müdahil olmasından bahsedilir. Kamu sektörünün büyük bir bölümünün özelleştirilmesi 1980 ve 90’larda seçimlerin genel yaklaşımın önemli bir parçasını oluşturmaktaydı ve bazı ülkelerdeki merkez sağ partiler kamu çalışanlarına sanki bir sınıflarmış gibi karşı çıkarak sayılarını azaltmanın hesaplarını yapmaktaydılar. (Yüzyılın sonu itibariyle merkez sol partiler de aynı politikalara gelince çekirdek seçmenleri ile çelişik bir durumla karşı karşıya geldiler.) Aynı zamanda büyük çapta hiyerarşik ayrımlarda vardır. Sıradan ofis personeli ile üst düzey yöneticiler arasında herhangi bir bağlantı yoktur. Ofis personeli hem geliri hem de eğitim düzeyi açısından genelde kalifiye işçilerden bile daha düşüktür. Bu noktada cinsiyet farklılıklarının oynadığı rolü hatırlamak da gerekir. Bazı istisnalar dışında genellikle, hiyerarşik olarak aşağıya doğru gidildikçe, ücretler de, eğitim düzeyleri de düşer, bu durumun en iyi örneği ise emek işçisi olmayan kadındır. Cinsiyet ayrımı, ofiste yada dükkandaki emek işçisi olmayan çalışanlar hiyerarşisinde fabrikadaki emek işçisi olan/olmayan ayrımı gibi keskin bir kültürel bölünmeyi ortaya koyar. Üst düzey yöneticiler ve uzman çalışanların kamu sektörü dışında sermayedarın politik menfaatlere göre hareket etme noktasında makul nedenleri olduğu farzedilirse, beyaz yaka hiyerarşisinin alt seviyelerinde neden kendilerine dair ayırdedici bir siyaset geliştirilmediği sorusu akla gelmektedir. Bu soru ile neden kadınların, erkeklerin kalifiye işçi sınıfı için yaptıkları gibi, yeni emek dışı işçi sınıfına ait özerk bir siyaset geliştirememiş oldukları sorusu neredeyse denk düşmektedir. Bu soru, aşağıda daha detaylı olarak inceleyeceğim üzere, çağdaş demokrasinin durumu açısından son derece önemlidir. Alt orta sınıfın çıkarları noktasındaki zayıflığına eklenecek bir diğer nokta, siyasetçilerin bu grubu hiçbir zaman için akılda tutmaları ve onların kaygılarına cevap vermeleri noktasında herhangi bir eylemde bulunmamalarıdır. Yine de, bu kaygılar bir şekilde siyasal sistem içerisinde özel sektörün çıkarları ile birmiş gibi tanımlanarak işlenir. Bu şekilde bir işleyiş merkez sağ partilerin önemli ölçüde başardıkları gibi, bu gurubun işçi sınıfı ile güçlü bir birlik 50 oluşturmalarına engel olacak şekilde gelişmiştir. Eğer İngiltere’deki Yeni İşçi Sınıfı gibi reformist gruplar merkez sağın kendilerine karşı geliştirdikleri politikalara başarılı bir şekilde karşılık vermişlerse, bunun sebebi reformist grupların bu kesimin ihtiyaçlarına özel sektörün hoşuna gitmeyecek şekilde çözüm bulmalarından değil, merkez sağ gibi davranmalarından kaynaklanmaktadır. Bu kesimler, kamu hizmetlerinin kalitesi dışında hiçbir konuda herhangi bir ayrıcalık istememelerine rağmen, memnuniyetsizlik yaşamadan temsil edilmektedirler. Kendileri yada gelecek nesiller için özel sektörün uygun gördüğü kariyer basamaklarında yükselebilme dışında herhangi bir toplumsal ilerleme beklememeleri yönünde teşvik edilmektedirler. Bu noktayı, günümüz siyasetinin kariyer basamaklarında ilerleme anlamında gelecek olan eğitimle ilgili konulardaki saplantısal kaygıları takip eder. Toplumsal mobilizasyonun herkesin rekabetine açık olduğu bir ortamda sadece küçük bir azınlığın başarabileceği şekilde gelişmeye başladığı zamandan beri genel anlamda hayata dair memnuniyetsizliklere çözüm getirecek olan politikalar çok acaip bir hal arz etmeye başlamıştır. Bu durum, geçici olarak ama gerçekte değil siyasal anlamda, büyük bir kitle oluşturan öğrencilerin ebeveynlerinin, öğretmenler tarafından çocuklarının başarılarının göreceli olarak eksikliği konusunda telkin edilmeleri ile çözülmektedir. Post endüstriyel ekonomi gelişen yeni toplumsal kategorilerin siyasetle olan ilişkisi post demokratik modele yakın gelmektedir: bu ilişkide siyasetin manipülasyonu en çok kullanılan yöntem, grubun kendisi geniş çapta pasifleştirilmiş ve siyasi olarak özerk bir yapıdan uzaktadır. Bu durum şaşırtıcı değildir çünkü bu grupların sayısal anlamda post demokratik dönemde gelişme göstermişlerdir. İlginç olan, bu grupların aslında parabolün bir parçası olmayışlarıdır. Demokrasi öncesi dönemde sayıları çok az olaj işçi olmayan çalışanlar son dönemde siyasi olarak dışlanmayı yaşamamışlardır. Demokrasinin yoğun olduğu dönemde ise iş dünyasının meşgul güçleri olarak pasif bir rol üstlenmişler ve örgütlü çalışanlar (büyük çapta eme işçisi) sınıfı toplumsal uzlaşıyı bulmada güçlenmişlerdir. Bu gelişmelerin sonucu olarak bu gruplar post demokrasideki değişimi çok fazla deneyimlememişlerdir. Kadınlar ve Demokrasi Herşeye rağmen, bu pasifize modelde yakın dönemde büyük çapta bir değişim ve dönüşüm yaşanmıştır: kadınların siyasal mobilizasyonu. Kadınların siyasetle ilgili mesleki taleplerinin tarihsel süreçte çok az dile getirilmiş olmasının nedenlerinin ne olduğu sorusuna kolaylıkla cevap verilememektedir. İlk olarak, iş olarak niteledirilmeyen ailenin koruyucuları olarak 51 kadınlar, iş dünyasındaki konumları paralelinde siyasal görüşleri erkeklere göre daha sınırlı olarak yönlendirilmiştir. Kilise dışındaki tüm örgütlenmelere erkeklere kıyasla daha az katılmışlardır. Burada anılması mümkün olmayan birçok nedenden ötürü Avrupa ülkelerindeki muhafazakar partiler, ulusal ve dini çıkarlarla daha fazla ilgilenmişlerdir. Son otuz yılda daha fazla sayıda kadının işgücüne katılmış olmasına rağmen, büyük bir çoğunluk yarı zamanlı çalışmış, bu yüzden sistem ile aralarındaki ilişki çok iyi kurulamamıştır. İkincisi, kamusal hayatta her zaman aktif olan erkekler, hiçkimsenin kendilerini kadınlara karşı bir hareket olarak nitelendirmedikleri bir süreçte sendikalar ve örgütler kurabilme fırsatını bulmuşlardır. Kadınlar ise ancak erkeklerden sonra örgütlenebilmişlerdir. Bu yüzden durumları itibariyle birbirlerinden oldukça farklı konumdadırlar. Kadınsı bir bakış açısı geliştirebilmek, erkeğinkini eleştirmekle başlar. İnsanların büyük bir kısmının topluma aileler vasıtasıyla bağlı oldukları bir ortamda, kadınların meslek gruplarında kendilerine ait özel çıkarlarına uygun bir strateji geliştirmeleri, sistemle ilgili genel kaygıları ve toplumu azıcık da olsa yeniden şekillendirebilme umutlarını dikkate almadan mümkün görünmemektedir. Bu nedenle feminist örgütlenmelerin evli olanlara kıyasla bekar kadınların taleplerine göre şekillenmeleri bir rastlantı değildir. Herşeye rağmen 1970’lerin başlarından itibaren bu durum değişmeye başlamıştır. Bu dönemden itibaren, kadın kimlikleri ve kadınların siyasal talepleri ile ilgili bir tür mobilizasyon daha doğrusu mobilizasyonda bir farklılaşma başlamıştır. Yeşiller hareketi ile yanyana yürüyen bu gelişme, demokratik siyasetin olumlu ve yaratıcı ile ilgili yeni ve en önemli örneği oluşturmuştur. Bu gelişme, popüler mobilizasyonun klasik örneklenmesini takip etmiştir. Entellektüeller ve radikaller grubundan başlayarak, gelişme kendini daha kompleks bir sahada, zengin ve kontrol edilemez bir alanda, ama kökenini geniş çapta bir hareketliliğin temel gereksinimlerinde göstermiştir: daha önce tanımlanamayan bir kimliğin keşfedilmesi, öncelikli taleplerin, yasal yada yasal olmayan grupların kendilerini ifade etmelerine imkan tanınması. Bütün büyük hareketler gibi bu gelişme de mevcut siyasal sistem açısından şaşkınlıkla karşılandı fakat kolayca da manipüle edilemedi. Aynı zamanda bu hareket, yasal feminist hareketlerin gerisinde farklı yollarda bir gelişme de gösterdi. Büyük bir ihtimal feminist liderler kızkardeşlerini seferber etmeyi düşündükleri sırada Kadın Gücü (Girl Power) gibi bir fenomene sahip değillerdi ama gerçek anlamda geniş çaplı bir toplumsal hareketin temel karakteristiği, genellikle şaşırtıcı ve birbirini tutmayan çok farklı formasyonlardan oluşmaktadır. 52 Büyük çapta demokratik bir fenomenin içerdiklerinin tamamı kendini göstermiştir: aşırı uç radikaller; aydınlanan reformist siyaset yapıcılar; hareketin mesajını alan ve yeniden yorumlayan kurnaz reaksiyonistler; farklı birçok alanda hem seçkinci hem de popüler anlamda kültürel manifestolar; başlangıçta gizemli bir hareketin diline sıradan insanların dahil olmasını sağlayan bir yeterlilik durumu. Bu gelişmeyi takiben siyasal sistem farklı yollarla kendini ifade eden kadınların taleplerine cevap verebilmek adına politikalar geliştirmeye başlamıştır. Aynı yönde bu gelişmeye paralel olarak siyasetin ve iş dünyasının seçkinleri kadınların işgücüne katılımı konusunda giderek artan bir ilgi göstermişlerdir. Şu anda kadınların ve erkeklerin iş sahibi olabilmesinin geniş çapta kabul gördüğü bir ortamda günümüz cinsiyet ilişkilerinin konumu garip ve istikrarlı olmayan bir biçimde gelişme göstermiştir. Fakat kadınlar hala da sistemin temel taşıyıcıları vazifesini görmeye devam etmekle birlikte kadınlar part time işler için hala daha ideal kişiler olarak görülmekte ve bu durum şirketlerin esnek çalışma gücü yaklaşımı açısından ideal bir tablo çizmektedir. Ayrıca hükümetler de kadınların işgücüne katılımı vasıtasıyla vergi mükelleflerinin sayısındaki artıştan memnun gözükmektedirler. Ama hareketin önemininin azalmaya başlaması bir yana, bu durum, sadece gelişmeleri biraz daha tetiklemiştir. Herşeyin ötesinde, işçi sınıfının siyasal arenada yükselişi, bu sınıfın tüketim gücü doğrultusunda ekonomik sisteme bağlılığındaki artış ile benzer bir ilerleme göstermiştir. Kadınların siyasal özgürlük kapasitelerinin gelişimi yukarıda yer verilen faktörler kontolünde ilerlemektedir ama bütün bu gelişmeler post demokrasinin genel gidişatı dahilinde değerlendirildiğinde demokratik bir süreci ifade ederek, bize önemli tarihsel gelişimlerin aslında birbirinden tutarsız olguları da içerdiğini göstermektedir. Çağdaş reformizmin problemleri Reformist hareketler olarak adlandırılan Üçüncü Yol, Yeni İşçi Sınıfı, Neue Mitte, riformisti gibi akımların konumları içinde bulunduğumuz dönemdeki tartışmalar açısından bakıldığında kolayca anlaşılabilir. Bu hareketlerin siyasi partilerinin önceki tabanları savunmacı bir anlayışla geri düşmüş ve yenilgi noktasına gelmiştir ve seçimler yada benzeri temel konular üzerinden ileriye dönük bir gelişim göstermekten aciz bir konumdadırlar. İnsanların temel talepleri doğrultusunda siyasetçileri konumlandırması gereken örgütler yani partiler ve onların birlikte hareket ettiği işçi sendikaları, işgücünden ve seçmenlerden uzaklaşmış, post 53 endüstriyel toplumun yeni kitlelerinin siyasi önceliklerindeki temel kaygıları yakalayamayan bir görüntü vermektedirler. Bu olgu dahilinde İngiltere’deki Yeni İşçi Partisi’ne özel bir yer ayırmak gerekir. Daha önce değinildiği üzere, dünyadaki en güçlü işçi hareketlerinden birine imza atmış olan İngiliz işçi sınıfı, 1980’ler başlarında kendisine has travmatik darbeler atlatmıştır. Parti ve sendikalar sol siyasetin düşüşe geçtiği bir dönemde umutsuz bir biçimde eski tabanlarına dönmeye kalkmışlardır. Bu deneyimin sonucunda geçmişinden kendini ayırmayı birinci öncelik olarak vazife edinmiş yeni bir parti lider kadrosu ortay çıkmıştır. Ama bu strateji partiyi farklı toplumsal taleplere cevap verebilme noktasında, önemli bir istisna olarak kendinden önceki Muhafazakar ve İşçi Sınıfı Partisi seleflerine göre kadın hakları ile ilgili konular dışında, aciz bırakmıştır. İşçi Partisinden Yeni İşçi Partisini doğuran bu ayrılık, demokratik siyasetten post demokratik döneme doğru geçişin 1980’lerde uygulanabilir gözüken demokratik modeldeki kabus dolu dönüşümün izleri olarak okunabilir. Bu gelişmeler parti yönetimini kendi tabanından uzaklaşarak herkesin partisi olması noktası özgür bırakmış ve bu hedef başarılı bir şekilde gerçekleştirilme şansını bulmuştur. İsveç’teki SAP örneği hariç tutulursa, İngiliz İşçi Partisi, Avrupa’daki merkez sol partilerin son yıllarda kazandığı en başarılı seçim sonuçlarına imza atmıştır. (Her ne kadar bu zaferin, parti yönetimleri örgütlenmede başarısız da olsalar yada partiler arasından herhangi bir partinin genel oya göre parlamentodaki temsil sayısında başarılı olması sözkonusu olsa da İngiltere’deki seçim sisteminin bir ürün olduğu not düşülmektedir.) Ama kendine ait bir tabanı olmayan herhangi bir parti boşlukta yok olmaya mahkumdur. Bu durum siyasetin iğrenç doğası ve özel sektörün çıkarlarıyla uyumlu bir halde olsa da, şirketlerin hisse sahiplerinin değerlerini artırmak için agresif ve esnek bir model izleme konusunu birinci öncelikleri haline getirmeleri ile doğrudan ilintilidir. Bu olgu, hükümetteki Yeni İşçi Sınıfı Partisi’nin paradoksal durumunu izah etmektedir. Şimdi ise partinin yenilenmiş, modernize edilmiş ve değişime açık bir görüntüsü vardır ama mevcut sosyal ve ekonomik ajandaları itibariyle işçi partisi, 18 yıldır hüküm süren neo liberal muhazafakar hükümetlerin bir devamı gibi algılanmaktadır. İngiliz Yeni İşçi Partisi, tüm sosyal demokrat partilerin özünde giderek daha fazla bir tür ticari partiye dönüştüğü dönemde iş dünyasının menfaatleri ile uzlaşı içerisinde ortaklaşa hareket etmenin ötesinde davranmaya başlamıştır. Böyle bir hareketlenmeyi doğrulayan bir dizi gelişme bulmak mümkündür. Bunlar en azından, birçok bakanın, danışmanlarının, 54 profesyonel lobicilik şirketlerinin, şirketleri bakanlara ulaşma noktasında kullanmaları ve onlarla ortaklaşa hareket etmeleri yönünde gelişmeleri içinde barındıran bir dizi garip ilişkilerin 1998’de ortaya çıkmasıdır. Kapsamına göre bakılacak olursa bu faaliyetlerin bazıları partinin ihtiyacı olan maddi desteği işçi sendikalarından bulmak yerine iş dünyasından sağlamak amacıyla hareket eder ve işçi sınıfı için alternatif bir toplumsal taban arayışının emek için temel bir ikilem oluşturmasına doğrudan bağlantılıdır. Bu durumun sonuçları farklı yönlerde ortaya çıkar ve bu bölümdeki temel tartışmayı birinci bölümde tartışılan özel sektör seçkinlerinin siyasette yükselişe geçişi ile bağlantılandırır, ayrıca siyasi partilerin iç yapısındaki değişimler ile bağlantısı bir sonraki bölümde işlenecektir. Yeni İşçi Sınıfı Partisi, Avrupa’daki merkez sol partilerdeki reformistler açısından bakıldığında radikal bir örnek olarak ortaya çıkar. Çünkü gerek yukarıda yer verildiği yönde uzun zaman hareket etmiş olması gerekse de ciddi anlamda seçim başarılarına imza atmış olması diğer kardeş partilerin kıskançlığını kazanmalarına neden olmuştur. Ama genel eğilim, farklı yollara başvurmaktan ziyade parti için maddi desteğin iş dünyasından sağlanması yönündedir ve bu açıdan büyük bir ihtimalle Yeni İşçi Sınıfı’nın elleri Belçika, Almanya ve Fransa’daki eş partilere göre daha temizdir. Siyasi açıdan bakılacak olunursa, Alman SPD’nin Neue Mitte’si yada İtalyan Democratici della Sinistra’nın riformisti hareketleri Yeni İşçi Sınıfı kadar iş dünyasını olduğu gibi kabul eden bir ajanda ile yola devam etmemişlerdir. Bunun sebebi, post endüstriyel toplumunun alt işçi sınıfının temel çıkarlarını temsil edebilecek biri formül geliştirmiş olmalarından değil, işçi sendikaları ile endüstri toplumunun diğer bileşenleri arasında daha büyük çapta bir uzlaşı sağlamayı amaçlamalarındandır. Bu dönemde, potansiyel bir radikal demokratik ajanda geliştirilememiştir. Bizim yaklaşmakta olduğumuz piyasa merkezli toplumun en saf halinde, gelir eşitsizlikleri ve göreceli ve mutlak fakirlik hali giderek keskinleşmektedir. Yeni esnek işgücü piyasası en azından çalışan nüfusun en alt tabakaları için hayatı daha güvensiz hale getirmektedir. İmalat sanayi ve madencilikteki emek yoğun işin azalmaya başlaması kirli ve tehlikeli olan meslekleri de azaltırken, yeni hizmet sektöründeki mesleklerin çoğu kendi problemlerini beraberinde getirmiştir. Hızla büyüyen hizmet sektöründeki işler, insanları işverenlere ve müşterilere göre ikincil bir konuma indirgerken eski dünyadaki hizmetlerin küçük düşürücü niteliklerinin çoğunu yeniden meydana çıkarmıştır. Günümüzde iş ile ilgili problemleri sadece alt sınıflar ile sınırlandıramayız. Mesleki yapılanmanın her basamağındaki insanlar işlerinin günden güne daha fazla hayatlarını istila 55 ettiğini ve haksız şekilde stres yarattığını düşünmekteler. Birçok kamu ve özel sektör kurumlarında geçtiğimiz yıllarda yaşanan ve çalışanların maaşlarının azalmasına neden olan küçülme süreçleri her kademe için aşırı derecede bir iş yükü üretmiştir. Çok sayıda çalışan için çalışma saatleri sürekli artmaktadır. Erkeklerin ve kadınların formel ekonomi için çalışmaya başlamasından itibaren aile hayatı ve eğlence için daha az zaman kalmıştır. Bu gelişmeler ise ebeveynlerin, giderek zorlaşan çocukluk dönemlerinde, oğullarını ve kızlarını yetiştirebilmeye kendilerini adamak istedikleri bir yaş çağında gerçekleşmektedir. Kapitalizmin farklı alanlarından gelen baskılar çocuklar için tıpkı müşteriler gibi özenle ilgilenilmesi gerektiğinin farkına varılmasına böylece kazananlara mükafatın verildiği kaybedenlerin ise cezalandırıldığı iş dünyasındaki yarışta diğerlerinden önde olabilmesi için iyi bir eğitime aşırı ihtiyaç duyulması sonuçlarını doğurmuştur. Kamuda çalışanların yetersizlikleri, mevcut siyasi konsensüsün kendilerini temsil ettiğini düşünenlerin, siyasetten tatmin olamamasının temel gerekçesi anlamına gelmemektedir. Siyasetçiler, vergi ödeme konusunda modern toplumların açıkça isteksiz oldukları bir dönemde, piyasanın şartlarından korunma ihtiyacını karşılamak için devletin gün geçtikçe daha zorlanmakta olduğunu söyleyebilirler. Ama bu durumu tarafsız bir şekilde ele alacak olursak böyle bir ihtiyacın artık kalmadığını yada bir siyasi partinin temel argümanlarından biri olabilecek kadar siyasi bir mesele olmaktan çıkmış olduğunu söyleyebiliriz. İş hayatında gördüğümüz problemler herhangi bir siyasi ajandadan daha önemli gözükmektedir. Ve ancak böyle bir ajanda işgücünün eski ve yeni kollarını biraraya getirebilme şansına sahiptir. Biraraya gelmiş böyle grupların çıkarlarını gerçek anlamda temsil etme arayışındaki bir parti uzağı göremez. Görünen o ki Hollanda’daki İşçi Partisi uzun yıllar bunu gerçekleştirebilecek bir formül buldu, yeniden tanımlanmış hakları dahilinde emeğin esnetilebilmesinin başarılı bir kombinasyonu, Hollandaki istihdama geçen yıllarda bir ‘mucize’ yaşatma fırsatını verdi (Visser ve Hemerijck, 1997). 2002 seçimlerinde partinin ve koalisyon ortaklarının Lijst Pim Fortuyn’nun geçici zaferi ile iktidardan uzaklaştırılmaları o dönem için çok rahatsız edici bir gelişmeydi. Bu durum ancak partinin, zaten uygulamada yapmakta olduğu üzere, Hollanda’daki yeni istihdam stratejisini hiçbir zaman için partizan bir siyaset anlayışı olarak, yeniden tanımlanmış olan işçi gruplarının hakları için savaştığı yönünde, geliştirmedikleri ile açıklanabilir. Stratejik nedenlerden ötürü geliştirilmesi gerekli olan bu politika, siyasi arenada genelinde bir konsensüs anlamında sınıfların uzlaştırılması olarak geliştirildi. Bu nedenden ötürü bu olay, yeni çalışan kesimin çıkarlarının cesurca ifade edilmesinde çok küçük bir rol 56 oynasa da muhtemelen Hollandalı seçmenlerin, yöneticilerin uzlaşı arayışı içerisinde battıkları yönünde bir görüş benimsemelerine yardımcı oldu. Birçokları Fortuyn ve arkadaşlarının geleceklerinin parlak olduğunu düşünmekteydi. Yeni sınıf temelli çıkarların temsil edilememesi durumunda ise ulusal kimlik ve etnik azınlıklara karşı ırkçılık gibi net kimlikler geçerli olabilecek tek format olarak görüldü. 1990’lar boyunca sosyal demokrat partilerin seeçimlerde yenilgiye uğratılmaları ile ilgili önemli örnekler, yönetimlerdeki partilerin, ister emek yoğun olsun isterse de diğer çalışanlar için önemli olan konularda iyi kazanımlar elde etmeleri ile benzer şekilde açıklanabilir. Avusturya ve Danimarka sosyal demokratları tıpkı Hollandalılar gibi yeni kalkınma stratejilerini rakip partilerden bazıları ile koalisyonlar kurarak geliştirdiler. Fransız sosyalistleri merkez sağdan bir başkan ile uyum içerisinde yaşamaktaydılar. İtalya’daki Ulivo koalisyonu, sol ve sağ partiler arasındaki gerilimi azaltmayı başaramayınca, aralarındaki çatışma herhangi bir siyasi ajandadan daha önemli hale geldi. Her bir olayda, istihdam politikaları ile ilgili yeni ve iyi bir ajanda geliştirildi ama hiçbirinde bu gelişim, yeni kimliklerin inşa edilme sürecine katkı sağlayamadı çünkü bu politikalar, siyasal mücadele süreci sonunda değil hükümet konsensüsü altında biçimlendi. İsveçli sosyal demokratların 2002 genel seçimlerinde kazandıkları büyük başarı tartışmayı yeniden alevlendirdi. Artık çok farklı talepleri temsil eden partiler ile koalisyonlar kurmaya ihtiyaç duymadan bu tarz bir ajanda üzerinde ilerleme sağlayan bir hükümet vardı. Almanya’daki kızıl-yeşiller koalisyonunun sınırlı da olsa varlığını sürdürmeyi başarması başka bir şeyi daha gösterdi. Bu hükümet Fransızlar yada Hollandalıların yaptığı gibi bir istihdam ajandası geliştirmediler ama Almanlar, diğer gelişmiş toplumlardan daha büyük oranlarda (azalıyor olmasına rağmen) sanayide istihdam rakamlarını korumuşlardı. Yine de durum çok fazla sürmeyecektir ve Alman sosyal demokrasisi post endüstriyel siyasetin tercihleri ile yüzleşmek zorunda kalacaktır. Bu arada önemli olan bir nokta da, merkez sol güçlerin kendilerine uygun yeni partizan sosyal kimlikler geliştirmek ve onları mobilize etmek için koalisyonlar ve birlikte hareket etme yükümlülüklerine ihtiyaç duydukları yerlerdeki bu örneklerin herbirinde, partiler, net ve uzlaşmaz kimlikler olarak milliyetçi, göçmen karşıtı ve ırkçı politikalar geliştirmiş, merkez solun yenilgiye uğratılması bağlamında genelde geçici de olsa kazanımlar elde etmişlerdir. Bu tür politikaların çoğunun geçici karakteri, örneğin ırkçılığın siyaset açısından popüler talepten 57 daha az önemli olduğunun söylenmesi gibi, insanların kaygılarının mevcut siyasal ve toplumsal seçkinler ağının dışından işaret edilmesidir. 4. Post demokraside Siyasi Partiler Siyaset bilimi kitapları, genellikle, partiler ile geniş seçmen kitleleri arasındaki ilişkiyi, giderek genişleyen bir dizi çemberler şeklinden hareketle modellerler: en küçük çember, çekirdek lider kadroyu, danışmanlarını da içine katacak şekilde gösterir; bir sonraki çember parlamentodaki temsilcileri; sonra gelen, yerel yönetimlerdeki temsilciler, yerelde faal çalışanlar ve ücretli personel gibi parti için çalışan, zaman harcayan aktif üyeleri; sıradaki, parti için çok az şey yapan, arada sırada faaliyetlere yardım eden ama sembolik de olsa parti ile bağlantısı olmasını isteyen ve düzenli olarak üyelik aidatlarını ödeyen sıradan insanları; daha sonraki, gerçekte parti için hiçbir şey yapmayan ama seçim zamanlarında faaliyete geçen destekçileri yada sadık seçmenleri; son olarak en büyük çember, partinin oyunu kendine çekmeye çalıştığı geniş hedef kitleyi verir. Demokratik parti modelinin en saf halinde bu çemberler eş merkezlidir: liderler aktivistlerin arasından, aktivistlerden önce parti üyesi olan ve partinin temsil etmeyi arzuladığı, partinin bir parçası olarak seçmenlerin endişeleri ve menfaatlerini temsil eden kişiler arasından gelir. Orta çemberlerin en önemli fonksiyonlarından biri, siyasi liderler ile seçmenler arasındaki bağlantıyı, partinin çeşitli dereceleri yolu ile iki yönlü bir etkileşim temelinde kurmaktır. Bu model tipi, bölgeselci ve ayrılıkçı partiler ve bazı Hristiyan Demokratlar ve faşistler de olduğu gibi, işçi sınıfı partilerinin görüntüsü açısından özel bir öneme sahiptir. Bu tip partiler toplumsal hareketler olarak parlamento dışında doğmuş ve daha sonra parlamento yer alarak 58 gelişmiştir. 20. Yüzyıl boyunca, toplumsal temeller, temelde siyasi elitlerden türemiş daha eski partiler içinde giderek artan bir öneme kavuşmuştur. Daha sonra bu partiler, demokrasinin kendilerini zorladıkları bir dönemde kendileri için bir ulusal hareket üretmek istemişlerdir. İronik olan, bu partilerin, post demokrasinin eski modellerini bütünden kopmuş bir siyasi elit olarak daha gerçekçi bir biçimde ortaya koyduğu zamanda, kendilerini giderek eylem partileri olarak anmalarıdır. Bütün idealler gibi demokrasinin eş merkezli çemberler modeli pratikte mümkün olmamaktadır. Yine de farklı dönemlerde, bu modele yaklaşma yada modelden uzaklaşma gibi hareketler görülmektedir ve bu gözlem son derece eğitici bir nitelik taşır. Liderler aktivistlerin sadık seçmenlerden daha önyargılı oldukları yönünde şüpheleri olması durumunda temelde demokratik modellere benzeyen herhangi bir örgütlenmede tansiyon yükselir. Kendi kendilerini seçmeye başladıklarından beri bu durum görülmektedir. Bu anlamda seçmenlerin düşüncelerini keşfedebilmek için diğer yöntemlerin de kullanılmaya başlanması beklenebilir. 20 yüzyılın ortalarında kamuoyu yoklamalarının keşfedilmesine kadar bunu yapmak zordu ve bu dönemlerde aktif üyeler seçmenlerin tutumlarını tahmin edebilme noktasında haklıydılar. Bugün için meseleler çok daha farklıdır. Eğer liderler sasık seçmenlerin oluşturduğu destek tabanın çok küçük olduğuna inanırlarsa stres daha da artacaktır. Bu durumda genel seçmenler havuzundan oy toplayabilmek için ortalıkta boy göstermeye başlayacaklardır. Bu durum yabancıların aktivistlerin ilgilendiği konulara yakınlaşmalarını sağlayacaktır ama mevcut parti ile hiçbir şekilde eşmerkezli olamayacakları için uyuşma kaçınılmaz olacaktır. Eğer yeni grupların bazılarını aktif üyelik noktasına getirmede başarı sağlanırsa, bu sefer uyuşmazlık aktif üyeler arasında gerçekleşecektir ama parti yapısal olarak yenilenmiş olacaktır. Eğer yeni gruplar kamuoyu yoklamaları ve diğer üyelik dışı yöntemlerle avlanırsa, tüm orta dereceli ilişkilerin üzerinde partinin eşmerkezli çemberinin en içerdekisi ile en dışardaki arasında çok ilginç bir bağ kurulma potansiyeli vardır. Post-demokrasinin meydan okuması Sınıf yapısındaki karışıklık ve şirketlerin yükselişe geçisi gibi kaygıları da içeren, önceki bölümlerde tartışılan, son günlerdeki değişim, eşmerkezli model için geniş çapta eklemeler içermektedir. Bu değişimlerden biri liderler etrafında toplanan danışmanlar ve lobiciler 59 çevrelerinde yaşanan büyük bir patlamadır. Bu üç grup, liderler, danışmanlar ve lobiciler, birbirlerinden ayrılabilecek olmalarına rağmen, pratikte insanlar bu gruplar arasında hareket etmekte ve hepsi beraber siyaseti uzmanlaşılmış bir meslek halinde uzlaştırmaktadır. Bu süreç, çekirdek lider kadro ile diğer parti çevreleri arasındaki ilişkinin şeklini değiştirmiştir. İlişki bir elips görüntüs almıştır. İlişki önceden olduğu gibi aynı noktada başlamaktadır, parti liderleri ve aktif uzmanlar partinin merkezinde yer almakta, ya lider kadroya geçebilme başarısını göstermeyi yada başarılı politikalar üreterek somut getirileri görmeyi arzulamaktadırlar. Ama bunların yanında, partiye ve hedeflerine sempati duymalarıyla beraber öncelikli olarak para için parti adına çalışan kesimler de vardır. Bunların ardında, partinin herhangi bir görevi ifa etmesi için işe aldığı katıksız profesyoneller vardır ve bu kişilerin partiyi siyasi olarak desteklemelerine gerek de duyulmamaktadır. Daha da önemlisi bütün bu gruplar üstüste gelmekte ve siyasetçiler vasıtasıyla ihaleler alabilmek için idari meselelerle uğraşan şirketler için çalışan lobiciler grubuyla karşılıklı etkileşim içindedirler. 2. Bölümde tartışıldığı ve 5. Bölümde daha da detaylı ele alınacağı üzere hükümette yer alan yada seçilme şansına sahip olan bir parti yoğun bir biçimde özelleştirme ve sözleşme yoluyla taşeronlara iş yaptırma konusuna odaklanmaktadır. Yönetimde yer alanlar ile bağlantı içinde olmak bu işten çıkar sağlamak isteyen şirketler için hayati bir öneme sahiptir. Sözleşme ile taşeronlara iş yaptırma en önemlisidir çünkü genellikle tam anlamıyla özelleştirilmesi mümkün olmayan ve politikanın merkezinde yer alan hizmetler ile bağlantılıdır ve periyodik yenilemeler şeklinde sözleşmeler ile gerçekleşmektedir. Şirketler, yönetimdeki partinin siyaseti belirleyen çekirdek merkez ile sürekli bağlantı halinde kalarak iyi şekilde referans olmaya böylece yapılacak işlerden bir parça koparmaya bakarlar. Şirketlerin üyeleri danışman çevreler ile uzun zamanlar geçirir ve parti danışmanları lobiciler gibi şirketlerden işler alır. Bu çekirdek kadro, parti çevrelerinden partinin oy oranlarının gerisinde bir elips şekline dönüştürmüştür. Bütün partiler bu zayıflığı deneyimlemişlerdir. Günümüz gelişmiş toplumlarındaki tüm partileri etkilemiş olan bir çok yolsuzluk skandalı yaşanmıştır. Bir kere kamu hizmetlerini özel yapan düşünce önemini yitirerek silikleşir ve bireysel kazancın peşinden koşmak insanın birincil hedefi haline gelirse siyasetçiler, danışmanlar ve diğerleri siyasal yaşama katılımlarının tam anlamıyla esas ve meşru görüntüsünden kazanacaklarını siyasal nüfuzları doğrultusunda kullanacaklardır. Ama eliptik siyasi seçkinlerin genel problemi sosyal demokrat partiler için özel zorlukları ortaya çıkartırlar. Özellikle üyeleri ve seçmen tabanı merkez sağ partilere göre seçkinlerden daha fazla arındırılmıştır. Sol partilere ait özel 60 problemlerin başında 3. Bölümde tartışıldığı üzere 1980’ler sonrası sınıf yapısında meydana gelen değişimin sonuçları ile doğrudan ilintilidir. İşçi sınıfı küçülmeye başladıkça, temelde bu sınıfı baz alan parti aktivistleri lider kadro ile geniş seçmen kitlesi arasındaki bağlantıyı daraltma noktasına gitmişlerdir. Liderler, doğal olarak bu tarihsel tuzağa düşmekten kaçınmak için giderek kamuoyu ile ilgili danışmanlık veren kanallara yöneldiler. Eşmerkezli modellemeye özgü belli bir dönemde sınıf yapısındaki büyük değişiklikler gibi bu tür gerilimler yönetilemez hale geldi. Yeni grupların düşüncelerini keşfetmek için kullanılan bu süreçler tam tersine döndü ve önemini yitirdi; ancak grupların kendi özerk seferberlikleriyle neticelenen sınırlı sonuçlar alınabildi. Ve böylece uzmanların kullanılmasının sonucunda liderliğin yapısı parti içi çemberlerden elipse doğru kaydı. Aktivistlerin parti liderlerine için esas tarihsel değeri, hakları ödenemez biçimde zamanlarını ayırmalarından yada finansal destek ve sermayeye yaptıkları katkıdan ziyade seçim mitinglerine yaptıkları katkıdır. Yeni ortaya çıkan elips bu yapılanmaya alternatif kendi yapısını ileri sürmeye çalışmaktadır. Parti liderliği etrafında toplanan şirketler, ulusal yada özel kanallar yada kampanyalarda kullanılarak seçim mitingleri için yerel faaliyetlerin yerini alacak bir sistemin kurulması için partiye para teklif edebilirler. Parti liderlerinin gözüyle bakıldığı zaman, daha bilgili olan ve eski aktivist çevrelere göre beklentileri daha iyi karşılayabilecek durumdaki yeni elipslerle kurulabilecek ilişki çok daha kolaydır. Elipsin uzmanlığı normal parti aktivistinin önerebileceği amatör heyecandan çok daha kullanışlıdır. Son zamanlardaki trendlerden ileriye dönük tahmin yürütecek olursak, 21. Yüzyılın klasik partisi kendi içinde seçkinlerini üretecek, kitlesel hareket tabanından uzaklaşmış, bir dizi şirket tarafından etrafı çevrilmiş, kamuoyu yoklamaları, siyasi danışmanlıkları ve seçim mitingleri hizmetlerini ihale ile dışardan fonlayan ve hükümete geldiği zaman siyasi nüfuzunu şirketler yönünde kullanacak bir yapıda olacaktır. Bu şekilde bir partinin en saf halinin günümüzde sadece bir örneği vardır ve sosyal demokrat bir parti değildir: İtalya’nı Forza Italia partisi. 1990’ların başlarında yaşanılan yolsuzluk skandallarının ardından Hristiyan Demokrat ve Sosyalist partilerin düşüşe geçmesini takiben, aslında eski rejimle iyi ilişkiler içerisinde bir girişimci olan Silvio Berlusconi, oluşan boşluğu, diğer türlü Komünist Parti’nin hükümete kolayca gelmesine olanak tanıyacak imkanların oluştuğu bir ortamda, yatırımlarıyla kurduğu geniş ilişkiler ağındaki kaynaklarını da kullanarak doldurdu. Bu ağ, televizyon kanalları, yayın evleri, büyük bir futbol klübü, bir finans imparatorluğu, lider bir süpermarketler zinciri vd. oluşmaktaydı. Birkaç ay içerisinde 61 İtalya’nın önde gelen partilerinden birini kurmayı başardı ve devamında gelen birçok yolsuzluk skandalına rağmen parti yoluna devam etmektedir. Aslında Forza Italia’nın yukarıda bahsedildiği gibi üyeleri ve aktivistleri yoktur. Gönüllü çalışanların yerine getirmesi gereken birçok fonksiyon, Berlusconi’nin şirketlerinde çalışanlar tarafından yerine getirilmektedir. Dışarıdan finansal kaynak bulmaya ise hiç ihtiyaç duyulmamaktadır ve üç ulusal kanalı, bir ulusal gazetesi ve popüler bir haftalık dergiye sahip olan bir adamın mesajlarını kitlelere ulaştırmak için herhangi bir aktiviste de ihtiyacı yoktur. Forza Italia partisi, 2. Bölümde tanımlanmış olan güçlerin meydana getirdiği örnek bir partidir: klasik parti tipi örgütlenmesinden ziyade özünde bir şirket yada şirketler ağı olan parti, toplumsal grupların talepleri doğrultusunda oluşmuş bir parti değildir, mevcut siyasi ve ekonomik seçkinlerin bir bölümü tarafından inşa edilmiş bir yapıdır. Aynı zamanda herhangi bir parti programından daha çok parti liderine dayanmaktadır. 1. Bölümde işaret edildiği gibi, bu durum post-demokrasinin en temel karakteristiklerinden biridir. Bütün bunlara rağmen, Forza Italia’nın hikayesi bize içinde bulunduğumuz dönemin, tam anlamıyla, bu tür bir parti için olgunlaşmış olmadığını göstermektedir. Yıllar geçtikçe Forza Italia giderek klasik bir parti tipine yakınlaşmıştır: üyelere ve yerel gönüllüler yapısına kavuşmuş ve sonuçları açısından giderek daha başarılı bir hale gelmiştir. Burada kritik nokta, yerel yönetimlerin İtalya’daki öneminin, insanlar ile siyaset arasında özellikle partilerin hayatiyeti açısından gerekli olduğudur. Forza Italia, günden güne, gerçek anlamda seçmenleri temsil edebilmek ve seçimlerde başarılı olabilmek için yerel bir tabana ve gerçek üyelere ihtiyaç duymuştur. Bu ihtiyacı karşıladıkça ulusal anlamda temsiliyeti gerçekleştirmek için öncelikli olan yerel siyasette başarılı olmuştur. Bu durum da bir açıdan Berlusconi’nin, televizyon kanallarını, yerel seçimlerin genel seçimler için bir gösterge olarak kullanması ile mümkün olmuştur. Parti aktivistlerine dayanmayan bu tür yeni yapılanmalarının bir diğer örneği de Yeni İşçi Partisi tecrübesinde gözlemlenebilir. Parti işçi sendikaları ve kitlelerin üyeliklerine bağlı olma durumdan kurtulmak için şirketlerin desteklerini elde etme konusunda ciddi çabalar sarfetmiş ve başarılı da olmuştur. Yine de siyasetin profesyonel hizmetlere bağlılığı ve kitle iletişim araçları ile tanıtılması gibi yeni şekli oldukça yüksek maliyetler gerektirir. Partilerin ihtiyaç duydukları paralar çok büyük rakamlara ulaşmıştır. Seçimlerin çok pahalı hale geldiği bir ortamda Yeni İçi Partisi herhangi bu tür bir fonu sağlamaya gücü yetmediği için Milyonerler de üyelerin yada işçi sendikalarının yerini almamıştır. Ama bu yeni duruma uyum sağlama 62 yönündeki hamleler yapılırsa, zengin işadamlarının yardımları diğer tüm destek biçimlerinin yerini alacaktır. Belçika, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya ve İspanya gibi birçok ülkedeki partilerde yükselişe geçen yolsuzluk skandallarının arkasındaki bir diğer faktör, günümüz seçim kampanyaları için gerekli olan maddi deste için duyulan şiddetli ihtiyaçtır. Bir partinin her ikisinden de destek alabileceği yerde, üyelikler ve işçi sendikalarına bağlı olmaktan çıkıp kendini şirketlere dayanan bir yapıya geçirmesi için gözükara olması gerekir. İronik olan, profesyonel uzman desteğinin çok pahalı olması, partileri yeniden geleneksel aktivistlere yönelmek zorunda bırakmakta, aynı zamanda da güven duyulmayan faaaliyetlere yöneltmektedir. Şimdilerde bütün bu güçlerin birarada yaşayabilmesi hem karşılıklı bir güvensizlik barındırmakta hem de çok kolay gözükmemektedir. Giriş bölümünde yer verildiği üzere post demokrasi dönemi demokrasi öncesi dönem ile demokrasi döneminin karakteristiklerini kendi dönemine göre farklılaşan özellikleri ile biraraya getirmektedir. Bu durum günümüz siyasi parti modelinde de kendi göstermektedir. Demokratik modeli meşruluğu kendini yenileme kapasitesinden yoksun olmasına rağmen hayati bir taraf olarak hala daha varlığını sürdürürken, liderlerin geleneksel kitle partisi çevrelerine olan bağımlılığı da devam etmektedir. Lider kadrodan danışmanlara oradan da dış lobilelere doğru yönelen yeni elips modeli ise paradoksal olarak hem demokrasi öncesi dönemin hem de post demokratik dönemin izlerini taşımaktadır. Post demokratik döneme ait en temel özellikler, uzmanların politika yapım sürecinde olması ve kamuoyu yoklamalarıdır. Demokrasi öncesi döneme ait özellikler ise özel şirketler ve ticari menfaatlerin siyasal alana taşınmasına ve ayrıcalık kazanmalarına imkan tanınmasıdır. Merkez sol partiler için günümüzde geçerli olan problemler, post demokrasinin kendi problem alanlarıdır. Aslolan, henüz mobilize olmamış olan yeni sınıfların, eski seçmenler ile yeni dönem parasının tuhaf bir karışımı olmasıdır. 63 5. Post demokrasi ve Vatandaşlığın Ticarileşmesi 20. yüzyıl boyunca kamu hizmetleri ve refah devleti ile ilgili düşünceler ve gerçeklikler siyasetin demokratikleştirilmesinin önemli bir parçasıydı. En açık şekilde İskandinavya’da görüldüğü şekliyle bazı dönemlerde bu düşünceler, demokratik mücadelenin doğrudan kazanımları oldular. Başka bir yerde, I. Dünya Savaşı öncesi Almanya’da, bu düşünceler demokratikleşme baskısını yumuşatmak için meydana çıkarılmıştı. Ama bu mücadele sürecinde her yerde bir şeyler başarma imkanını buldular. Ve 20. Yüzyılın ikinci yarısında demokrasi sağlam temellerle yerleşme imkanı bulunca kamu hizmetlerinin kalitesi, sosyal vatandaşlığın karakteri ve kalitesi için çok önemli hale geldi. Vatandaş devlet modeli, kapitalist gelişmiş dünyanın her yerinde güçlü piyasa sektörleri arasından ortaya çıkmıştı. Sosyal devlet ile piyasa arasındaki ilişki her zaman için karmaşıktır ve ülkeden ülkeye ciddi değişiklikler gösterir. Ama neredeyse her yerde geçerli olan konsept sosyal vatandaşlığın en önemli meselesi, nasıl yapılacaksa yapılsın, piyasa rekabetinden ve kar amacından ayrılması gerekliliğidir. Bu ön kabul, demokratik vatandaşlık düşüncesinin temelini oluşturur çünkü bu durumda toplumun kapitalist yapısının doğurduğu eşitsizlikleri yaratmayan bir dağıtıcı ve karar verici sistem uygulanmış olmaktadır. Demokrasinin eşitlikçi talepleri ile kapitalizmden doğan eşitsizlikler arasındaki gerilim hiçbir zaman aşılamadı ama bu gerilim için daha yapıcı bir uzlaşma zemini ayarlanabilir. 64 Bugün bu ön kabuller ciddi biçimde değişikliğe uğramış gözüküyor. İş dünyası çıkarlarının güçlü lobilerinin artışı, kamu hizmetleri ve refah politikalarının diğer her şey gibi kar amacı güdülen konular haline neden gelmesin gibi bir soruyu gündeme getiriyor. Ticari amaç güden restoranları ve berberleri kabul ediyoruz da neden okulları ve sağlık hizmetlerini kabul etmiyoruz? Refahın ticarileşmesi ile ilgili endişeler gerçekten tutarlı söylemler midir? Ve Özelleştirme ilgili tartışmanın post demokrasi problemi ile ilgili yapabileceği bir şey var mıdır? Bu sorular bir takım analizler yapılmasını gerekli kılıyor. Şu ana kadar kapitalist pratiğin öncelikle kamu hizmeti olarak kabul ettiği şeylerin değişikliğe uğratılması girişimleri çeşitli şekillerde karşımıza çıkmaktadır: kamuya ait pazarlar, hem kapital projeleri hem de servis hizmetlerinin bazen özelleştirme yada piyasaya açılmadan taşeronlara verilmesi gibi. Piyasanın özel sermaye ile olan ilişkisi genelde düşünüldüğünden çok daha muğlaktır. Aslında ekonomik kaynakların özel sermayeye ait olduğu mükemmel pazarlar, ekonomi kitaplarındaki kapitalizm ile ilgili koşulları ortaya çıkarmıştır ve bu iki kriter birbirleriyle tam uyum içerisindedir. Ama yine de özel sermayeye açık olmadan da pazara sahip olmak mümkündür: kolektif kaynakların sahibi olan bir idare, fiyatlar sistemini ve paradan hareketle bu kaynakların kamu ya da gönüllü hizmetler şeklinde kullanılabileceği şekilde karar verebilir. Bu düşünce, Özellikle İngiltere gibi hakiki özelleştirmelerin öncüsü olan ülkelerde 1980’lerde yaşanan refah devleti reformlarının çoğunun içeriğini şekillendirmiştir. Hükümet birimleri ve hizmet üniteleri, tıpkı piyasa ilişkilerinde olduğu gibi diğer birimlerle ticari hizmetlere girişmişler, aralarındaki ilişki profesyonel iş modeli şeklinde şekillenmiştir. Önemli bir örneği Ulusal Sağlık Hizmetleri’nin iç pazara açılmış olmasıdır. Tüm bu pratikler için burada kullanacağımız anahtar kavram ticarileşme olacaktır çünkü her bir örneğin temellendirildiği genel kabul, kamu hizmetlerinin kalitesinin, bu hizmetlerin ortaya çıkış pratikleri ve kamu hizmetleri ethos’unun yerini ticari pratiklerin tipik işleyiş yöntemlerinin alması ile artırılabileceğine olan inançtır. Bu konsept, süreçlerin bazılarında saflaştırmadan ziyade piyasanın gerekli çarpıtmalarının izlerinin rastlandığı piyasalaştırmadan daha etkilidir. Ayrıca hakkında konuşulurken sadece hisse sahipliğinin transferi olarak bahsedilen özelleştirmeden daha genel bir ifadedir. Kapitalizm en büyük başarısını ve hakimiyetini endüstrileşme ile birlikte gerçekleştirmiştir. Fabrika ve donanım yatırımları ile üretim ve ürünlerin satışı arasında sarmal bir bağ kuran hammadde ürünlerinin geniş çapta üretimine geçilmesi ve süreç içerisinde bu ürünlerin satışları ilerledikçe yapılan yatırımlar, 19. ve 20. Yüzyılın refah ve zenginliğinin en önemli 65 motoru haline geldiler. Ama kapitalizmin genişlemesi, sadece yeni ürünler ve üretim teknikleri geliştirmesi ile değil, aynı zamanda ulaştığı her yerde hayatın daha fazla alanını kendi içine çekmesi ile mümkün olmuştur. Metalaştırma olarak adlandırılan bu süreç boyunca piyasa dışındaki insan faaliyetleri ile birikim sistemi kendi sınırlarına dayanmıştır. Bu olgu, hizmetlerin meta üretim sürecine dahil edilmesini peşi sıra getirir. Sonuçta, kapitalizmin temelleri Ortaçağ sonrası Avrupa’da temelde bankacılık gibi hizmet sektörlerinde atılırken, geçen on yıllarda yaşananlar bir diğer parabolik gelişme olarak yeniden bu noktaya gelindiğini ortaya koymaktadır. Kapitalizmin ulaştığı sınırları daha da genişletmesi için gerekli olan şey, bir topluluğun yada aileye ait sorumlulukların ücretli emeğe dönüştürülmesi ve satın alınmasıdır. Geçen iki yüzyıldaki politik çatışmaların büyük bir bölümünün endişe ettiği konu, kilise yada işçi sınıfı gibi büyük ayrılıkların sınırlarının vahşi kapitalizmin gücü etrafında hayatın daha büyük bir kısmını kontrolü altına almaya çalışması şeklinde tezahür etmesidir (Crouch, 1999a: bölüm.1). Bu konumda, Pazar günleri ve diğer dini bayramların kapitalist çalışma günleri karşısında kayırılması; temelde işgücü piyasasından evli kadınların çoğunun uzak tutularak aile hayatının korunması; emeğe karşı gelişimin belli sınırlamalarla durdurulması ve 20. Yüzyılın ortalarında temel bazı hizmetlerin getirilerinin çok önemli ve evrensel olması nedeniyle kapitalizmin ve piyasanın ulaşabildiği alanlar olmaktan çıkartılması gibi çeşitli konularda uzlaşı sağlanmıştır. T.H. Marshall’ın (1963) hatırı sayılır şekilde tartıştığı gibi, ana tema, piyasadan satın almaya imkanları olduğu için değil vatandaşlık statülerinin erdemi gereği insanlar, bu hizmetler ve malları elde etme hakkına sahiptirler. Tıpkı demokrasinin işaretlerinden birisi olarak oy verme ve adil yargılanma hakkında olduğu gibi bu haklar piyasadan satın alınabilecek şeyler değildir. Böylece bu hizmetlerden yararlanma hakkı benzer şekilde değerlendirilmiş; bu hizmetlerin piyasadan karşılanması vatandaşlık kalitesini düşürür halde algılanmıştır. (Kapitalist toplumların çoğundaki temel düşünce yasal ve demokratik haklar, birer mit olarak algılanan ve piyasa tarafından dokunulamaz alanlardır. Zengin insanlar ve kesimler çok iyi avukatlar tutup, lobicilik güçleri ile demokratik haklarını daha da genişletebilirler. Yine de, ahlaki anlamda eşitlik arayışının sorgusuz sualsiz yasalardan önce talep edilmesi ve oy sandığına hiçbir şekilde itiraz edilemez.) Bu hizmetlerin tamamen ücretsiz olmasına gerek yoktur fakat herhangi bir ücret ulusal düzeyde olmalı ve belli sınırlamalar yada araçların ayrımcılıkla dağıtılması şeklinde olmamalıdır. Bu öğelerin listesi toplumdan topluma ve dönemsel olarak farklılıklar gösterir fakat genellikle, eğitim, sağlık, ihtiyaca göre korunma hizmetleri (çocukların desteklenmesinin 66 farklı şekilleri dahil) ve yaşlılara yada işsizlik, sağlık sorunu ve yaralanma gibi durumlarda geçici dahi olsa para kazanma kapasitesinden yoksun olanlara maddi destek gibi formlarda kendini gösterir. Metalaşmanın ve piyasanın ulaştığı alanların dışındaki çatışmaların daha keskin ve zor olmasına rağmen, toplumsal hayatta kapitalizmin alanını sınırlamaya yönelik bu girişimler, dönemin büyük bir bölümünde, endüstriyel üretimden kaynaklanan piyasanın alanının genişlemesi ve kazanç için en iyi fırsatların doğması gerçeğiyle daha kolay hale gelmiştir. Bu süreç, batı dünyasının büyük bir kısmının en demokratik zamanları olan İkinci Dünya Savaşı yıllarında özel bir patlama yaşamış, savaştan kaynaklanan mecburi teknolojik gelişmeler, farklı alanlarda icat, araştırma ve geliştirmeye dışarıdan bir dürtü ile katkı sağlamış, barış zamanında da çoğaltılarak kullanılır hale getirilmişlerdir. Batı kapitalizmi, işçi hakları ile refah devleti arasındaki müzakerelerden doğan önemli uzlaşıların imkanlarından faydalanmıştır. 1960’ların sonları ve 1970’lerin başında bu süreç zirveye ulaşmıştır. Başka açılardan bu sayfalarda ele alınan aynı süreçler tekrardan burada işlenen demokrasi parabolünün en güçlü etmenleridir. Üretim sürecindeki yenilikler bir taraftan adım adım ilerlerken, diğer yandan araştırma ve büyük çapta yatırımlar için artan maliyetler getiren büyük çapta yeni gelişmeler yaşanmaya başlanmıştır. Aynı zamanlarda üretimden daha çok refah devleti hizmetlerini artıran birçok yeni fırsat doğmuştur: dağıtım sürecinde yenilikler, ulaşımın gelişmesi, mali ve diğer iş dünyası hizmetlerinde yeni modeller, restoranların ve diğer yeme içe yerlerinin artması, sağlık, eğitim, haklar ve diğer profesyonel hizmetlerden yararlanma noktasında bilincin artması gibi. Artan sayıda kapitalist şirketler kendi karlarının, üretim fabrikasyon yerine giderek bu sektörlerde olduğunu görmüştür. Ama bu durum bir problemi su üzerine çıkartmıştır. Potansiyel olarak çok karlı olabilen ve geniş alanlara hitap eden refah devleti hizmetlerinden bazıları, 20. Yüzyılın ortalarındaki vatandaşlık algısının bir parçası olarak özel sektörden ve pazardan korunmuştur. Refah devleti yaşadığı sürece kar amacı güdülecek potansiyel alanlar kapitalist sınırların dışında tutulmuştur. Post-endüstriyel kapitalizm ise endüstriyel haleflerinin yaptığı anlaşmayı ortadan kaldırmaya ve 20. Yüzyılın ortalarındaki vatandaşlık konseptine uygun olan sınırlamaları ticarileştirmeye ve metalaştırmaya çalışmaktadır. Bu amacı gerçekleştirmek için ise dünyanın en güçlü hükümetleri tarafından yönetilen ve ürünlerin ve hizmetlerin uluslar arası mübadelesinin serbestleştirilmesini hedefleyen Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) tarafından çok 67 güçlü bir şekilde desteklenmişlerdir. Bu kurum, diğer herhangi bir insan önceliği ile ilgili sorumluluk ve dikkate alma durumunda yoksundur; bu kurum post-demokrasinin gelişmeye başladığı dönemde ortaya çıkmış ve tüm sorumlulukları post-demokratik bir yaklaşımla ele almaktadır. Kurumun, Serbest rekabete karşı korumakta olduğu tek hak patent hakkıdır, bu yüzden kurumun çok uluslu ilaç firmalarına olan desteği – pratiğin sonucunda geniş çapta siyasi bir sonuç alınıncaya kadar – fakir ülkelerin, hayati ilaçların piyasadan ucuz ve rekabet edebilen formlarını almalarını engellemeye yöneliktir. Buna ek olarak mevcut pazarların serbestleştirilmesi için DTÖ, daha önce farklı prensipler ile yönetilen sahaları pazara açmaya çalışmaktadır. Kendine has bir biçimde refah devletini, milli eğitim ve sağlık hizmetleri gibi alanların piyasa koşullarına açıldığı yada özelleştirildiği alanlar olarak tanımlamaktadır (Hatcher, 2000; Price, Pollock ve Shaoul, 1999). Bu baskıların bir sonucu olarak neredeyse her yerde vatandaşlık kavramının içeriği saldırı altına girmiştir. Vatandaşlık ve Piyasalar Ticarileşme yönündeki bu baskının eleştirisine başlanması gereken temel noktalardan birisi, piyasanın ve özel sektörün en üst düzeye çıkartılmasının diğer insani amaçlar ile çatıştığına dair düşüncedir. DTÖ bu olguyu hiçbir şekilde dikkate almaz iken, tek tek hükümetler, organizasyonlar ve özel kişiler piyasalaşmayı özgürce perspektiflerine dahil etmeyi ve bizim düşüncelerimizi saran özel kriterlerimiz ile çelişmeyi kabul edilebilir bulurlar. Gerçekleşmekte olan bu çatışmaya engel olmak için demokrasi kapasitesine büyük bir sınırlama getirmek gerekmektedir. Neredeyse hiçbir radikal liberal prensipte bu görüşü kabul etmez. Örneğin, gerçekte hiçbir muhafazakar (ya da hiç kimse) cinsel ilişkilerin ya da aileler ile çocukları arasındaki ilişkinin piyasa koşullarına dahil edilmeye zorlanabileceğine inanmaz. Gerçekte hiçbir muhafazakar ve çok az liberal ulusal siyasi bağımsızlığın piyasalarda mübadele edilebilir olmasını ya da devletlerin göç siyasalarının yerine insanların iş gücü piyasası fırsatlarına göre ülkeden ülkeye göç etmelerini kabul etmez. Piyasa, mutlak bir prensip, kategorik bir zorunluluk değildir, belli amaçların yerine geldiği bir sonu olan yoksa kendi başına bir sonu olan bir gerçeklik değildir. Piyasanın olayı, eğer kurallarına uyarsak, amaçlarımızı gerçekleştirmek için, bu amaçlar her ne ise, bölüşüm ile ilgili daha iyi kararlar vereceğimiz bir düzendir. Bölüşümün ile karar vermenin diğer bir 68 anlamı ise her zaman için geride etkin bir maliyet hesaplaması ya da fırsatların bedeli ile ilgili gerçek pazara göre belli kuşkular bırakır. Ama bu durum iki temel noktayı ortadan kaldırmaya yetmez: piyasa, bir ürünün seçimi noktasında bütün uygun öğelerin bir araya gelmesini sağlamaktan acizdir; ve piyasanın uygunluğu kendiliğinden ürünün kalitesini olumsuz yönde etkileyebilir. Birinci nokta pratik açıdan büyük bir öneme sahiptir ama en azından pazarın kendi kalitesini düşürmektense, yükseltilmesinde çare olarak görülebilir. Örneğin, eğer bir ürünün fiyatı üretiminde ortaya çıkardığı kirliliğin maliyetini yansıtır biçimde düşerse, bu ürün için kirlenmenin bedeli bir vergi koyma yöntemine başvurulabilir ve bu durumda fiyatını yeniden etkileyecektir. İkinci düşünce, piyasanın uygunluğunun olumsuz olarak ürünün kendisini etkileyebilmesi daha temel bir düşüncedir. Örneğin, birçok insan fuhuş adı altındaki cinsel ilişkilerin piyasa dışı koşullara bağlı olması gerektiğini düşünmektedir. Kuşkusuz fuhuş, piyasa koşullarının mükemmelleştiği yerlerde daha iyi şartlarda olacaktır: örneğin, fuhuş, herhangi bir yasal sınırlamaya konu olmazsa, sektör ciddi şekilde sömürülecek ve hizmet sunumu çok kötü koşullarda verilecektir. Ama kalitesiyle ilgili mutlak bir yargılama yapılmasına bağlı olarak öne sürülen bir ana itiraz konusu değildir. Bu tür itirazların vatandaşlık hizmetlerine alanına uygulanması beklenebilir mi? Bu problem, iki ana prensip olarak, ticari prensiplerin uygulanması anlamında kullanılanabilir: çarpıtma ve residualization Çarpıtma Ürünlerin ve hizmetlerin piyasa aracılığıyla arz edilişi, bizim herhangi bir ücret ödemeksizin bu ürünlere ve mallara sahip olamayacağımız bir kısıtlama sürecini üretmektedir. Bazen bir ürün özelliği itibariyle böyle bir süreci değiştirebilir. Böyle bir çarpıtmayı kabul ederiz yada ürünlerin yada hizmetlerin çoğu tam anlamıyla bu şekilde arz edilemezler; Açıkça ortada olan, eğer biz ödeme noktaları yada tam anlamıyla paranın mübadele sürecini kabul etmezsek, tüccarlar mağazalar açma gayreti içerisinde olmayacaklardır. Bazı örnekler göstermek mümkün, yine de, çarpıklığın kapsamı ürünlerin kalitesine zarar verme noktasında gereklidir ve çarpıklığın ürettiği engellemeler o kadar sunidir ki herhangi biri mantıklı olarak verimliliğin geliştirilmesinden sağlanan kazançların uğranılan zararlardan 69 daha değerli olmasından kuşku duyabilir: örneğin, girişimcilere parça parça kıyı şeridinden yer alabilmeleri ve sonrada buraları plaj ya da yürüyüş parkurları olarak kullanma hakkı verilmesi gibi. Bir başka örnek, televizyon programlarının reklamlar ile kesilmesi prodüksiyonun maliyeti açısından ihtiyaç duyulan bir şeydir. Daha spesifik bir örnek ise 1980’lerde İngiltere’de muhafazakar hükümet tarafından kurulan ve çocukların, kendilerinden öncekiler gibi çocukların büyütülmesine fazla özenmedikleri ailelerin (özellikle babaların) yükümlülüğünden kurtulmasına destek vermek amacıyla oluşturulan Çocuk Destek Ajansı tarafından kayda geçilmiştir. Yönetime neo liberal bir bakış açısının egemen olmasından kaynaklanan yeni yaklaşıma göre Ajans, birinci öncelik olarak vatandaşların yasal haklarını savunmada tarafsız olmayı yada adaleti yerine getirmeyi dert edinmemektedir. Kurum, borç tahsilatı yapan özel bir firma gibi çalışmakta ve personelleri, ellerinden geldiğince hükümete finansal anlamda getiri sağlamak amacıyla hizmet vermektedir. Bu yüzden Ajans kolaylıkla zaten belli ödemeler yapmakta olan babalardan daha fazla para talep edebilmekte, buna bağlı olarak babaları izlemekte ve ödeme yapmayanları takip etmektedir. Vatandaşlara karşı tarafsız olma ve adaletin ilkeleri açısından bakılacak olursa, bu durum esas amacın çarpıtılmasıdır ve bu yüzden Ajans, geniş çapta kabul görmemiş, güvenilirlik kazanamamıştır. Ama özel sektör prensipleri açısından bakılacak olursa, Ajans geri dönüşlerin sağlıklı bir şekilde en üst seviyeye çıkarılabilmesi için doğru adımları atmaktadır. Adaletin ilkeleri, özel sektörün prensiplerine tabi hale gelince çarpıtılmaktadır. Çarpıtmanın başka bir türü ise fiyatların eşit seviyede tutulması adına göstergelerin ayarlanması yönündeki yapay girişimlerdir. Özellikle kayıtdışı pazarların, piyasanın önemli avantajlarının elde edilebilmesi için genellikle kamu hizmetlerinde özelleştirme ile ilgili sorunların savuşturulabilmesi için kullanılmasında görülür. Sanal bir pazarda ve ürünlerin ve hizmetlerin gerçekten mübadele edilmediği yerlerde, ürünlerin ve hizmetlerin kalitesini tespit etmekten ziyade göstergelerin kullanılarak bu unsurların ölçülebilir hale getirilmesi yönünde güçlü bir eğilim vardır. Bu türü hizmetleri tedarik edenler kendi işleri ile ilgili göstergelere dahil olan konulara odaklanma ve diğerleri görmezden gelmeyi severler ama bunu kendi işlerinin daha önemsiz olmasından değil daha zor ölçülebilir olmasından dolayı yaparlar. İngiltere’de Yeni İşçi Partisi hükümetinin ilaç tedavisi bekleyenlerin listesini azaltma yönündeki girişimleri beraberinde birçok çarpıklığı getirmiştir: sağlık sektörü yöneticileri ve uzmanları belirtilmiş olan maddelerle ilgili kaynaklar konusuna odaklanmış ve sektörün diğer kısımlarını daha az dikkate alarak ve kaynakları diğer sektörlerden sağlayarak siyasi anlamda 70 ün kazanmışlardır. Böyle bir hedefin seçilmesinden doğan ve kolayca anlaşıldığı gibi bu tarz verimlilikten sağlanan kazançlar gerçekte bir aldatmacadır; eğer esas mesele bu ise kolayca ölçülebilen bu öğeler gerçekten en önemli olanlar değildir ve büyük bir ihtimalle gerçek anlamda etkinlikten uzaktırlar. Bu sorun, göstergelerin sayıları artırılarak çözülebilir ama bu durum da eninde sonunda aşırı derecede ölçümlere ve haddinden fazla karışıklığa yol açacaktır. Herhangi bir göstergenin değeri müşterilerin aradığı kalitenin doğru bir şekilde ölçülebilir olması ile doğrudan ilgilidir ama bu durum reel piyasalar açısından tam olarak güvenilir bir ölçüm olmayabilir. Şirketlerin borsalardaki değerlerleri, genellikle ilgili şirketin uzun dönemli değerlerinin taraflı ve çarpıtılmış bir halini gösterir; genellikle para birimlerinin değişim oranları ile esas satın alma güçleri arasında zayıf bir ilişki kurulmaktadır; göreceli olan kazançlar iki ayrı işin değerlerini karşılaştırmada geçerli olan tek yol değildir. Bu sorun kamu hizmetleri uygulamalarında olduğu gibi kayıt dışı yada yapay piyasalarda daha da şiddetlenmektedir. Burada kullanıcılar tarafından değil de siyasi yada yönetici otoriteler tarafından tercih edilen göstergelerin sonuçları, uygulamada ana hedeflerden birisi olan müşteri hassasiyeti yerine, siyasi veya idari kriterler açısından uygun oldukları yönünde sonuçlar vermektedir. Kapitalizmin piyasalara dayalı formasyonu 20. Yüzyılın sonu itibariyle hakim konuma gelmiştir ve rakamlar ile ilgili problemler konuyla ilgili temel sorun olmaya devam etmektedir. Müşterilere herhangi bir ürün satmadan yüksek hisse değerlerine sahip olan bilgi teknolojileri şirketlerinin çoğunda görüldüğü üzere, bir şirketin hisselerinin değeri o şirketi değerlendirmede tek etken gibi gözükmektedir: eğer yeterli sayıda insan hisse değerlerinin herhangi bir şirketin değerini gösterme açısından önemli olduğuna kanaat getirirse, bu hisseleri satın alacaklardır, böylece rakamsal değerler kendini haklı çıkaracaktır (Castells, 1996:2. bölüm). Böyle bir ekonomi bu hisselerin düşmesi durumunda yaşayacağı güvenilirlik problemleri açısından savunmasızdır ama yeniden yapılanma süreci çok kısa bir sürede tekrar başlayacaktır. Ayrıca bu tür ekonomiler, daha önce değinilen ABD’deki denetim skandallarında açıkça görüldüğü gibi yolsuzluklar açısından son derece zayıftır. Yaşananlar ile ilgili gerekli işlemler yapılmıştır fakat esas olarak bu skandallar 1990’larda kurulmuş olan ‘yeni ekonomi’ düzeninin koşullarına göre savuşturulmuştur. Eğer bir ekonomik faaliyetin değeri sadece hisselerinin değerine göre ele alınırsa ve eğer gerçek olarak lanse edilen hisse değerleri yeterli sayıda yatırımcı tarafından reel ve satın alınmaya değer bulunursa, elde edilen kazançların görmezden gelinerek bir güvensizlik ortamı yaratılmaya çalışılması neden yanlış olsun ki? Bu 71 durumun gerçek olduğuna yeterli sayıda insanın inanması, hisselerin fiyatlarını yeniden artıracak ve kendini haklı çıkarma süreci yeniden başlayacaktır. Benzer bir mantık refah devleti hizmetlerinin başarılarını ölçen rakamlar açısından da geçerlidir. Eğer insanlar göstergelerin bir şeyi gerçek olarak sunduğuna inanıyorlarsa, göstergelerdeki rakamların iyileştiğini öğrendikleri zaman kendilerini daha iyi hissedeceklerdir. Ve daha iyi hissettikleri zaman, yönetimleri başarılı işler yapmış olarak ödüllendireceklerdir. Bu süreçte, hizmetlerin esas durumuna yönelik bakış açısı, bu duruma yönelik herhangi bir dikkat çekici eleştiri olmaz ise tamamen yitirilecektir. Aynı zamanda bakış açılarının ciddi anlamda çarpıtıldığı bir süreç yaşanmaktadır. Residualization Genellikle piyasa, müşterinin egemen olduğu düzen olarak tanımlanır: şirketler ancak biz onların ürünlerini alırsak, ürün ve hizmet satabileceklerdir. Ama aslında ürünleri arzedenler, piyasanın hangi segmentini ürünlerini sunmak için hedefleyeceklerine karar vererek, kendi müşterilerini seçmektedirler. Herhangi bir şirket için herkesin ihtiyacına cevap verecek diye bir zorunluluk yoktur. Ama kamu hizmetleri bu duruma göre farklıdır, bu yüzden potansiyel olarak evrensel olmak zorundadırlar. Böyle bir ortamda özel-kamu ortaklığı demek, özel sektöre istedikleri segmenti seçme izni verirken, özel sektörün ilgilenmediği kamu hizmetlerinin garantiye alınması ortamını doğurmaktadır. Böyle bir kamu yaklaşımı çökmüş durumdadır ve gerek teoride gerekse de pratikte Albert Hirschman (1970) ve Richard Titmuss (1970) gibi akademisyenlerin çalışmalarından gördüğümüz, geri kalan kamu hizmetleri çok düşük kaliteli hizmetler haline gelmiştir çünkü sadece fakir ve siyasi olarak etkili olmayanların ilgilenmek zorunda kaldıkları alanlardır. Problem, hükümetlerin ticari bir bakış açısının getirilmesi adına her şeyi serbestleştirdiği bir ortamda kamu hizmetlerinin kalitesinin en düşük seviyeye indirildiği ve fazlalık olarak görüldüğü bir konuma geldiği zaman çok daha vahim bir hal almaktadır. Böyle bir hal, hükümetlerin mali dengeyi sağlamak için satışlar yoluyla özelleşirmeden başka umutları kalmadığını düşündükleri zamanda kolayca gerçekleşebilir. Böylece birçok hizmet, piyasanın ve vatandaşları kontrolü dışında tutulacaktır. Bu tür kamu hizmetleri ‘vantandaşlık’ olarak tanımlanamaz: bu hizmetlere ulaşmak bir hak olmaktan ziyade cezalandırma gibi olacaktır. Temel vatandaşlık hizmetleri, geride kalanları kabul edenler için uygun olmamalıdır yada bu 72 kişiler, piyasaya uygun bir bakış açısıyla rekabetin olmadığı bir düzeni kırmak için iyileştirmelerin peşinden gitmelidirler. Önemli bir örnek, istihdam etme ve iş bulma dünyasından alınabilir. Neo liberal piyasa ekonomisinin mantığına göre, yerleştirilmesi güç olan işsizlerin kamu hizmeti olarak bırakılması dışında istihdam etme işinin özelleştirilmesi gereklidir. İşsizlikle ilgili meselelerin yönetimi, işsizlerin yerleştirilmesi gereken işler dikkate alınacak şekilde düzenlenmelidir. Piyasa şartlarından ve vatandaşlık hizmetlerinden yararlanabilmek için yeterli durumda olmadıklarından hem pazarda serbestçe seçim yapabilme şanslarını yitirmişler hem de haklarının tehlikeye düştüğü bir dünyada güvenliğin artık bir hak olmadığı bir durumda kalmışlardır. 1960’lar ve 70’ler boyunca gelişmiş ülkelerdeki genel kabul devletin isthdam hizmetlerinin mümkün olduğunca geniş kapsamlı olmasıydı ve kamunun bu konuda yardımcı olacak birimlerinin, değerlendirildiğinde, hem etkinlik bireylerin uygun hem işlere de vatandaşlık yerleştirilme kavramı fırsatları çerçevesinde açısından işe yerleştirmeden ayrı bir hizmet olarak ele alınması gerekliliğiydi. Bugünkü anlayış ise bunun tam tersidir: Avrupa Birliği üyesi ülkelerde özelleştirmeler, Amsterdam Antlaşması’na ve Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD) teşviklerine göre, gerekliydi. Ayrıca iş bulma ve danışmanlık hizmetlerinin yeniden birleştirilmesi gerekli görülmekte, vatandaşlık hakkından doğan zorluklardan, işsizliğin cazip olmadığı bir yaşam biçimi geliştirilerek işsizlerin herhangi bir iş bulması aldatmacasına doğru bir anlayış değişikliği görülmektedir. Desmon King (1995) bu değişimin, fakir işsizlerin aldığı hizmetlerin kalitesi üzerindeki olumsuz etkisini, İngiltere ve ABD’deki iş bulma hizmetlerinin uygulamalarının bu değişimden nasıl etkilendiklerini analiz ederek, göstermekteydi. Piyasa Düzeninin Bozulması Daha önce de belirtildiği gibi özellikle piyasa denildiği zaman ekonomi kitaplarındaki en saf haliyle piyasa düzeninden bahsediliyorsa, özel mülkiyet ya da özel girişimcilerin katkısı dahilinde hizmetin ticarileştirilmesi kaygısı olmadan da hareket edilebilir. Bu durumda çok sayıda rekabet içerisinde olan üretici ve tüketicilere, yeni üreticilerinde piyasaya girişinde çok az sınırlandırmalar olması gerekir. Ayrıca yasal düzenlemelerin tam rekabet şartlarını garanti altına alacak şekilde hareket etmesi, herhangi bir özel üretici yada tüketiciyi kayırıcı yada ona ayrıcalık tanıyan bir yapıda olmaması gerekir. Buradaki gibi sıkı şartlar, iki temel hedefe ulaşmak içindir. Birincisi, üreticilerin piyasada tutunabilmesi ile uyumlu fakat mümkün olan 73 en düşük fiyatların garanti edilmesi gerekir. Tam rekabet şartlarında hiçbir üretici piyasa fiyatlarına etki edememeli, hiç kimse kendi bireysel hamleleri ile fiyatları değiştirme yada sabitleme konumunda olmamalıdır. İkincisi ise hiç kimsenin müdahale edememesi ve hiç kimsenin ayrıcalıklı olmaması şartlarına da bağlı olarak, herhangi bir şirketin diğer şirketlere göre kayırıldığı siyasi bir etki sahası olmamalıdır. Aslında, neo klasik ekonomilerde yasal düzenlemeleri yapan birimlerin üreticilerin menfaatleri doğrultusunda lobicilik faaliyetlerine maruz kalmalarına fırsat tanınmamaktadır. Sadece, pazardaki üreticilerin hepsinin yararına ve açık bir şekilde düzenlemelerin yapılmasına izin verilmektedir. Bu şartların sağlanabildiği birçok ürün ve hizmet bulmak mümkündür ama çok sayıda şirketin olmasının istendiği bir pazarda bunu gerçekleştirmenin zorlukları açıkça görülmektedir. Rekabet kurumları tarafından baz alınan yeni ekonomik teoriler ve kabuller, oligopol piyasalarda tam rekabet şartlarının gerçekçi olmacağını kabul ederler. Burada dikkate alınan, çok az sayıdaki büyük şirketlerin özellikle fiyatlar konusunda diğerleri ile kuvvetli rekabet edebilecekleridir. Bu yüzden, petrol gibi oligopol piyasaların ve bilgisayar yazılımları gibi monopolleşmeye doğru giden sektörlerin yasal düzenlemelerin güvenilir olmamaları durumunu etkilediği düşünülmemektedir. Yine de, bu kabuller sadece fiyatın önemli olduğunu göstermektedir. Siyasi otoritelerin tam rekabet piyasasındaki ilişkileri gösteren ayrıcalıklı lobicilik faaliyetleri hakkındaki önemli siyasi kaygıları da dikkate alınmamaktadır. Oligopol şirketler arasındaki rekabet ayrıcalıklı siyasi lobiciliğin aza indirgenmesine ihtiyaç duymaz hatta bu ilişkileri daha da geliştirir çünkü bu şirketler siyasi meseleleri mücadele sahalarının bir parçası olarak görürler. 18. Yüzyıl siyasi iktisatçıları için, Özelde Adam Smith, ve Friedrich von Hayek gibi 20. Yüzyılda onları takip edenler için, üreticilerin şartları etkileme kapasitelerine sahip olmamaları ve kimliklerinin belirsiz olmasının garanti taahhüt edilebilmesi burada sayılan siyasi nedenler yüzünden önemliydi. Smith, Enron ve Microsoft gibi şirketlerin siyasi rollerini, kafasındaki piyasa ekonomisi ideali açısından kesinlikle uygun bulmazdı. Adam Smith, kitle demokrasisi gerçeğiyle karşı karşıya kalmış değildi ve muhtemelen bu durum tam anlamıyla onaylayacağı bir durum olmazdı. Yine de, 2. Bölümde değinildiği gibi, post demokrastik dünyadaki iş dünyası lobiciliğinin siyasete hakim olduğu bir ortamı onaylamayacağını biliyoruz. Muhtemelen, erken 21. Yüzyıl toplumsal koşullarında, ancak yeniden canlanmaya başlayacak bir demokrasi, siyasi sınıf ile politize olmuş iş dünyası seçkinlerini birbirine bağlayan bir elips yapısından kaynaklanan, şüpheli ve verimli olmayan uygulamaların üzerine gidebilir. Von Hayek demokrasiden yanaydı fakat kapitalist piyasayı 74 eleştirme eğilimlerinin de olması gerektiğini umut ederdi. Hayek hiçbir zaman için şu tarz bir problemle karşılaşmamıştı: herhangi bir kapitalist özel girişimcinin, piyasanın bir öznesi olmaktan ziyade siyasi nüfuza sahip olmasının kendisine daha fazla kazanç sağlayacağı bir yapı. Kapitalist güçlerin hakim olduğu bir siyasi rejim nasıl olurda iş dünyası lobilerinin etki alanından uzak durabilirdi ki? Hayekyan model ancak herhangi bir şirketin siyasi nüfuza sahip olmadığı ve herkesin sistem dahilinde hiçbir nüfuza sahip olamayacağını varsayılan genel siyasi perspektiflerin ortaklaşa paylaşıldığı, gerçek anlamda bir neo klasik ekonomide geçerli olabilirdi. Ama geç 20. Yüzyıl ve erken 21. Yüzyıl konjonktüründe bu varsayım gerçekçi değildir. Büyük şirketler, gerçek anlamda piyasa ekonomis şartlarında mücadele veren küçük ve orta ölçekteki firmalardan çok farklı bir konumda siyasi bir kapasite ve nüfuz geliştirmişler, bu durumu da sadece kendi geleceklerini güvence altına almak için kullanmışlardır. Ayrıca bu yönde bir kullanım, nüfuzlarını devam ettirecek bir siyasi sistemin varlığını sürdürmesi için de geçerlidir. Bu problemlerin tümü, özelleştirme ve kamu hizmetlerinin ihaleleştirilmesi yönündeki büyük çapta uygulamalar açısından bakıldığında çok temel bir öneme kazanmaktadır. Burada, lobicilik ve siyasetçiler ve yerel yöneticiler ile geliştirilen kapsamlı özel ilişkiler, şirketlerin tarafsızlıktan çok uzakta özenle seçilen kurumlar olmasına neden olmuştur. Özelleştirme ihalelerinin ayarlanması, içeriğinin ve yenilenme şartlarının düzenlenmesi, yeni siyasi sınıfın elips yapısı için kendi içinde bir etkileşim geliştirme fırsatlarını tanımıştır: şirketleri temsil eden çok az sayıdaki seçkinler (genellikle eski bakan ve yöneticiler), siyasi danışmanlar ve parti düşünce kuruluşlarında çalışanlar ve mevcut bakanlar ile yerel yöneticiler. ‘Eski dost’ ilişki ağları rolünün, parti bütçelerine yapılan yardımların, post kamu hizmetleri idarecilerinin verdikleri sözlerin, vb. karşılıklı ilişkilerin kontrol edilebilmesi imkansızdır. Bugün için, özel müteahhitlerin ayarlanmasındaki başarı, siyasi gücün önemli bir sembolü haline gelmiş, ulusal ve yerel siyasetçiler için bir şirketin ihalelerinden birini almaya gönüllü olması, sıkı bir pazarlık yapabilme şansına sahip olmaları açısından, dışında başka bir ödül beklememektedirler. Tam anlamıyla özelleştirme durumunda ise, tam rekabet piyasasının şartlarını tam olarak sağlamayan şirketler, sektördeki gidişatına odaklanarak, genellikle düzenlemeyi yapan kurumlar tarafından kabul görmektedir. Böylece yasal düzenleyiciler ile lobicilerin kaygılarının bir araya geldiği ortak bir zemin kurulmaktadır. Özelleştirme için geçerli olan genel yargı, bu yönde bir uygulama ile bir sektörün ya da hizmet alanının siyasetten uzaklaştırılacağı ve yolsuzlukla mücadelede başarılı olacağı yönündedir. Hükümet ile iş dünyası arasındaki ilişkinin yolsuzlukla mücadelede başarılı olmadan çok uzaklarda 75 olması bir yana, bu strateji ciddi anlamda yolsuzlukları artırmış, yüksek düzeyde siyasal ayrıcalıkları olan özel bir şirketler sınıfı yaratmıştır. İlgili hizmet ile siyasetin ilişkisi arttıkça, mesele daha da sorunlu bir hal almaktadır. Özelleştirme mi, İhale mi? Özelleştirme ile ihale ile işlerin devredilmesi arasındaki ayrımı doğru anlayabilmek için daha detaylı bir inceleme gerekmektedir. Birincisinde, bir kamu kaynağının mülkiyeti özel bir şirkete devredilmektedir. İkincisinde ise mülkiyet kamu sektöründe kalır iken, hizmeti yerine getirilmesi için kar amacı güden bir şirkete, farklı zaman dilimlerine ait sözleşmelerle iş devredilmektedir. Burada açık bir fark görülmektedir. Örneğin, demiryollarının özelleştirilmesi devlet her şeyi özelleştirebilir yada demiryolları ağının mülkiyetini geri alabilir ve tren, istasyon ve idare hizmetlerini ihale ile devredebilir. Bu ayrım özellikle İngiltere’deki Yeni İşçi Sınıfı hükümeti örneğindeki gibi ‘Üçüncü Yol’ yaklaşımları açısından çok önemli bir hal almıştır ve temel mantığında, sağlık ve eğitim hizmetlerinin kamu ve özel sektörün ortaklaşa yatırımları ile yapılması gerektiği, kamu mallarının özel sektöre transfer edilmesi olan özelleştirme yerine, hizmet sunumunun ihale ile devredilmesi gerektiği politikası yatmaktadır. Bu durum, bir taraftan özelleştirmedeki gibi kamu mallarının mülkiyeti ve kontrolünün kaybedilmesinin önüne geçerken, aslında ana sorunun şiddetini daha artıracak bir gelişmedir: özel şirketlerin bakanlara ve yöneticilere ulaşmada ayrıcalıklı olduğu bir lobicilik faaliyetleri. Çünkü kamu-özel finansman ortaklığında yada hizmetlerin ihale ile devredilmesinde malların tam anlamıyla özelleştirilmesi söz konusu değildir. Bu yüzden kamu otoriteleri ile özel girişimciler arasındaki ilişki sürekli devam eder ve böylece karşılıklı olma kayırmacılık ve lobicilik faaliyetleri kalıcı bir nitelik kazanır. Her iki türde de uzun dönemli sözleşmeler önemli rol oynamaktadır. Hastane yada okul gibi özel sermaye ile finansmanı sağlanan büyük çapta projelerdeki sözleşmeler en azından 30 yıllık gibi süreyi kapsamak zorundadır. Çağdaş siyasi ve örgütsel düzenlemelerin kısa ömürlü oldukları göz önüne alınırsa, bu sözleşmeler yaşam süresinden daha uzun süreli sözleşmeler olmaktadır. Hizmetlerin ihale ile verilmesinde ise bu kadar uzun süreli sözleşmelere gerek yoktur, ama yine de belli bir sermaye yatırılması ve ihaleyi alan firma için bir öğrenme süreci göz önüne alınırsa, bu tür sözleşmeler için beş yada yedi yıl gibi zaman dilimleri normaldir. 76 Bu tipik uzunluklardaki sözleşmelerin hertürü için, temel prensip, hizmetin sunulma kalitesine bağlı olmasıdır. Hizmetin sunulmaması durumunda cezai işlemler uygulanabilir ama bu gibi performans kriterleri sadece mevcut durumda öngörülen ihtiyaçlar ve hedefler için geçerli olabilir. Sözleşmeler genellikle kolay değiştirilemeyen bağlayıcı belgelerdir. Uzun dönemli sözleşmeler, normalde hızlıca adapte edilebilir ve esnek gibi gözükselerde aslında görülmemiş şekilde sıkı ve esnetilemeyen hukuki maddeler içermektedir. Kısa süreli (beş yada yedi yıl) hizmet sözleşmelerinde ise şirketler kısa bir dönem sonra sözleşmeyi yenilemenin hesaplarını yapmaya başlarlar. Bu durum aslında mevcut sözleşmeler üzerinden olumlu performans göstermelerini gerektirir fakat geçmiş deneyimler bu konuda saf olmamamız gerektiğini bize öğretmiştir. Sözleşmeleri yenilemek için en kolay yol ise, iyi hizmet sunumu için günbe gün uğraşmak yerine, karar verici konumda olan az sayıda kişi ile iyi ilişkiler geliştirmekter geçmektedir. Hükümetten ihale alma konusunda uzmanlaşmış ve farklı sektörlerde birçok alanda ihaleler kazanmış olan bazı şirketlerin nasıl ortaya çıktıklarının gözlemlenmesi de bir o kadar ilginçtir. Örneğin, bomba alarm sistemlerinden ilkokulların denetlenmesi işinin örgütlenmesine kadar farklı sektörlerden ihaleler için gerçek bir İngiliz deneyimini ele alalım. Açıkça bomba alarm sistemleri üzerine uzmanlaşmış olan bir şirketin, herhangi bir tecrübesi olmadığı ve ilk kez almış olduğu bazı okulların denetlenmesi hizmet sözleşmesinde, herhangi bir artı katkısı olamayacağı açıktır. Siyasetçilerden ya da yöneticilerden böyle bir ihaleyi kazanabilmiş olmasının tek geçerli nedeni, 4. Bölümde yer verildiği gibi, post demokratik elipsin bir üyesi olabilmede gösterdiği başarı ile doğrudan ilintilidir. Bu beceri, gerçekten de bir hizmetin son kullanıcıya kaliteli bir şekilde ulaştırılması için gerekli midir? Unutulmamalıdır ki, böyle bir beceriden uzak durabilmek için en kolayı özel girişimi her alana sokmamak gerekmektedir. Kamu Otoritesi Kavramının Yitirilmesi Hükümetlerin hem mevcut hem de potansiyel taşeron şirketler ile ilişki içerisinde olması ve bu şirketlerin kendi yararları doğrultusunda kamu politikalarını şekillendirmeye kayıtsız şartsız katılımları 2. Bölümde yer verilen bahsedilen fenomenin örneklerini oluşturmaktadır: devletin özgüvenini, kamu hizmeti ve kamu otoritesi kavramlarını yitirişi anlamına gelmektedir. Kamu hizmeti kavramının demokrasi öncesi döneme ait bir kavram olduğunu hatırlamakta yarar vardır. Birçok ülkede bu kavram, bugün bizim vahşi kapitalizm olarak nitelendirdiğimiz, ülkelerin en parlak dönemlerinde geliştirilmiştir. Buradaki paradoks, tam 77 anlamıyla kapitalizmin serbestliklerini sınırlandırdıkları ve genellikle diğer değer ve çıkarlar ile yüzleşmek zorunda kaldıkları zaman, 19. Yüzyıl reformcuları Adam Smith’in en az siyasetin iş dünyasına bulaşabileceği kadar iş dünyasının da siyasete bulaşabileceği yönündeki kaygılarını ciddiye almışlardır. Bu yüzden siyasetçiler ve yöneticiler kendileriyle alakalı bir konularda iş dünyasından farklı davranmalarını sağlayacak bir etiğe ihtiyaç duymuşlardır. Geç 19. Yüzyılı genellikle ikiyüzlü olarak görmemize neden olan bu idealleri gerçekleştirmeden başarısızıklarıdır fakat idellar hala orada durmaktadır. Kamusal hayatta insanların, iş dünyasının güçlerini temsil eden kişilerle mücadele edebilmesi için çok dikkatli davranmaları beklenmektedir. Aynı zamanda özel amaçlarının toplamından daha fazlasını ifade ettiği düşünülen yada bu yönde teşvik edilen hedeflerin ötesinde kamusal olana bir anlam yüklemeleri beklenmektedir. Bu düşünce, monarkın her şeyden üstün olduğu anlayışının dışında gelişmiştir fakat kendini burjuva kapitalizmine ve dışarıdan bir düzenleyici olarak devlete duyulan ihtiyaç fikrine adapte etmiştir. Sonra da evrensel vatandaşın hizmetinde olan demokratik sosyal devlet ideali ile en yüksek noktaya ulaşmıştır. Kapitalist davranış biçime karşı herhangi bir düşmanlık geliştirmeyen bu yaklaşım, kamu hizmeti algılayışının kapitalizm ile ahlaki anlamda farklılıkları ve kendine has alanları olduğunu fark etmiştir. Aynı süreç, sivil ve seküler devlet anlayışının ortaya çıkmaya başladığı dönemde, ordunun ve kilisenin, bu anlayış ile ilişkisinde de gözlemlenebilmektedir. Siyasal yaşam, ordunun dostluk gösterilerine aldanmadan kurumsal yapılanmalarını oluşturmaya başladıkça, siyasi ve askeri kodların birbirinden ayrıştırılması gerektiği ortaya çıkmıştır. Böyle bir ayrımı ve ordunun siyasetten uzak olması gerektiğini savunan sivil siyasal yaşam taraftarları için bu kesimler barışçıl amaçlar taşımamaktaydılar. Benzer şekilde, eninde sonunda dindar Hristiyan siyasetçiler de kilise ile devletin rollerinin birbirinden ayrıştırılması düşüncesi mümkün olabilmiştir. 1980’lerdeki neo liberal hegemonya konteksi içerisinde ‘yeni kamu yönetimi’ olarak adlandırılan yaklaşım çerçevesinde yaşanan değişimlerden birisi devlet ile özel sektör arasındaki sınırların yeniden tanımlanmasıydı. Bu tanımlamaya göre, özel sektör istediği ölçüde devletin işlerine karışabilecek fakat aynı durum tam tersi için geçerli olmayacaktı. Bu modele karşı çıkan kesimler ise genellikle ‘özel sektör düşmanı’ olarak tanımlanmaktaydılar. Bu durum, klasik ekonominin siyasi öğretilerinin tek taraflı bir açılımıydı ve iş dünyası lobilerinin gücü gerçeğinin karaktersiz bir adaptasyonunu sergilemekteydi. Entellektüel bir rasyonelleştirme açısından bakılacak olursa, bu durum, şirketlerin temel mantığı olarak neo liberal bir ideoloji anlayışını, hükümetler açısından ise özünde aptallık barındıran bir durum 78 olarak 2. Bölümde tanımlanmıştır. Daha önce tartışıldığı gibi, tam rekabet piyasasındaki rekabete dayanan yapının başarılı olması, bir taraftan mümkün olan en sağlam bilgiye sahip olmaya bağlı olurken, diğer taraftan yanlış bilgi sahibi olmak strateji hatalarına ve sonuçta iflasa kadar gidebilir. Bu yüzden başarılı şirketler, pazardaki tüm oyuncuların eylemlerini tahmin edebilecek bir kapasiteye sahip olmayı da içeren en iyi bilgi birikimine sahip olanlar olarak değerlendirilebilir. Böyle bir değerlendirme, başlangıçta belli şeylerin kabul edildiği bir yaklaşımdır ve bu kabule göre, pazardaki yarışta hayatta kalabilen sadece en formda olanlar olacaktır. Bu olayda ise şirketler arasında bilgi birikimi açısından en donanımlı olanlar başarılı olacaktır. Bu kabullerin hiçbirisi kamu için geçerli değildir. Tam rekabet şartlarında kamunun olamayacağı gibi kamunun bilgi birikimi de belirsizdir. Bu tez, devletin ekonomiye müdahale ettiği tüm durumlara karşı, doğal bir durum gibi ileri sürülür. Eğer pazardaki şirketler ille de kamu adına en üstün bilgi birikimine sahipseler, kamunun onları takip etmek için yapacağı herhangi bir şey şirketlerin zaten yapmakta olduklarına kıyasla etkisiz kalacaktır. Aslında ileriyi görme kapasitelerinin mükemmel olduğu bir ortamda şirketler, kamunun müdahaleci politikaları yada baştansavma faaliyetleri ile başarmaya çalıştıkları herşeyi çoktan gerçekleştirmiş olacaklardır. Bu eksiksiz bilgi birikimi, özelde, ekonomi bilgisi alanında rekabet ederek para piyasalarında başarılı olabilmiş ve ulaştığı noktalarda herhangi bir rakibi kalmayan şirketler için geçerlidir. Bu argümanın pratikte üç zayıf noktası bulunmaktadır. Birincisi, birçok piyasanın tam rekabetten hayli uzak olduğu zamandan beri en başarılı şirketlerin, eldeki bilgi birikimlerini mümkün olan en yüksek dereceye ulaştırdıkları varsayımı geçerli değildir. İkincisi, hızla değişen bir dünyada bilgi sahibi olmanın zaman aldığı kabulünden hareketle neyin eksiksiz bilgi olacağını; uzun dönemde herhangi bir şirketin yeterli bilgi birikimine sahip oup olmayacağını belirleyemeyiz. 1990’larda hisse senetleri piyasalarındaki patlama sırasında aklı selim birçok insan, bir şekilde, bilgi teknolojileri sektörünün sonunda tüm problemlerini çözdüğüne inandılar. 2000’den beri bu patlamanın çökmeye başlaması, para piyasalarına bağımlı bilginin aslında çok da kusursuz olmadığı gerçeğini hatırlatması açısından değerliydi. Üçüncüsü, kesin bilginin, tuhaf bir şekilde, piyasa süreci dışından bilgiye ulaşmayı başarabilen merkezi olarak yerleşmiş olan kurumlar (örn. Hükümetler) için geçerli olmasıydı. Başka türlü ifade edilecek olursa, bir taraftan şirketlerin bilgi birikimi açısından kamuya göre belli avantajları var ise, kamu da diğer konularda şirketlere göre daha ileri noktalara varmıştı. Herşeye rağmen, bu tür itirazların kabul edilmediği bir dünyada yaşamak durumundayız ve kamuya göre başarılı olan şirketlerin bilgi birikimine öncelik verilmesi mücadele edilemez bir 79 ideoloji haline gelmiştir. Kamu kurumlarının tüm birimlerini etkisi altına almış olan böyle bir kronik özgüven eksikliğinin boyutlarını 2. Bölümde görmüştük. Kendilerine olan güveni yeniden kazanmayı sağlamak ve belli bir meşruluk kazanmak için kendilerini mümkün olan en kısa zamanda özel sektöre benzetmeye (örn. Kurum içi pazarlama ile) çalışmakta, uzmanlar, danışmanlar ve özel sektörden hizmeti sunacakları işe dahil etmekte ve özelleştirme ve yönetimin (yada eski yönetimin) çoğu hizmetlerini genel anlamda para piyasalarının kararlarına hızlıca açmaktalar. Kar amacı güden özel sektör ile kamu hizmeti ahlakı arasındaki 19. Yüzyıl ayrımları böyle bir süreçte bir kenara bırakılmış ve eski alışkanlıklar modaso geçmiş olarak reddedilmiştir. Eğer şirketlerin bilgi birikimi her zaman için kamudan daha iyiyse, özel sektörün makul seviyede kamuyu yönlendirmesi fikri anlamsızlaşacaktır. Bu süreç, kendi kendine gerçekleşmektedir. Devlet faaliyet alanlarını giderek artan seviyelerde ihaleler yoluyla devrettikçe, müteahhitlerin sahip olduğu alanlarda çalışan devlet personeli daha önce herhangi bir rakipleri olmadan kamuda hizmet verdikleri alanlarda rekabet etme kapasitelerini kaybedecekler. Çalışanlar kamusal prensipler ile özel sektör arasında birer aracı konumuna geldikleri sürece profesyoneller ve teknik bilgiye sahip olanlar, çalışanları geride bırakacaklardır. Uzun zamandır süregiden bu tartışma, sadece özel sektörün gerekli deneyimlere sahip olduğu şeklinde sonuçlanmıştır. Kamunun kendini özel sektöre benzetmeye çalıştığı süreçte kamu kurumları, aslında kendi otoriteleri alltında olan bu perspektiften kendilerini yoksun bırakmışlardır. Bu kayıbın, merkezi hükümetin kendisinden kaynaklanmadığını da belirtmek gerekir. Aslında serbestleştirmeden yana olanların düşündükleri gibi devletin müdahaleci konumunun en aza indirgenmesinden çok uzak bir konumda olduğu için özelleştirmenin siyasi gücü, özünde özel sektöre hakim olan seçkinlerin oluşturduğu dar bir merkezi öze odaklanmaktadır. Bu süreç şu şekilde gelişmektedir: merkezde yerel yönetimlerin yer aldığı düşük ve orta seviyeli otoriter yerine getirmekte oldukları faaliyetleri piyasa şartlarına göre alıcılara gerekli tedariği sağlayan özel sektör birimlerine devretmek zorunda kalmaktalar. Siyasi otoritelerin rolü bu kurumlardan alınarak merkeze doğru çekilmekte, merkezi hükümetler de aynı şekilde kendi faaliyetlerini danışmanlar ve müteahhitlerin istekleri doğrultusunda özelleştirmektedir. Ama kapitalist merkezi hükümetin seçimle işbaşına gelenleri arasında diğerlerinden farklı olarak boyun eğmeyen ve lobicilere kıyasla parayla satın alınamayacak ve son tahlilde esas karar mercii olan ve özelleştirme yada ihale ile işleri devretme aşamasında son kararı verecek bir siyasi çekirdek kadro da mevcuttur. Bu çekirdek kadro özelleştirme süreci devam ettiği sürece küçülmektedir ama gerek devletin gerekse de demokrasinin çökmeye başladığı konjonktürde 80 de olsalar tamamıyla elimine edilemeyeceklerdir. Kamu hizmetlerinin sunulmasında özelleştirme ve serbest piyasaya devretme süreci özellikle yerel düzeyde devam ettikçe zorla kabul ettirilmek istenen bir ortalama bir siyasi eylem düzeyinin ötesinde jakoben bir merkezi demokrasi ve vatandaşlık modeli artışa geçecektir. Vatandaşlık kapasitesinin kaybolması Bütün bu yaşananlar esnasında vatandaşların demokratik hakları ile ilgili çok ciddi problemler vardır. Freedland (2001) üçlü bir ilişkiye dikkati çekmekteydi: hükümet, vatandaş ve hizmetlerin özelleştirimiş şekilde sunulması. Vatandaşların, demokratik seçimler ve siyasal sistem yoluyla yönetimle (merkezi yada yerel) arasında bir bağlantı vardır. Hükümetlerin de sözleşme hukuku yoluyla özel şirketler arasında bir bağlantı vardır. Ama ne vatandaşlık ne de piyasa yoluyla vatandaşlar ile şirketler ve özelleştirme arasında herhangi bir bağlantı yoktur. Ayrıca vatandaşlar hizmetlerin sunulması ile ilgili hükümetlere herhangi bir şikayette bulunamamaktadır çünkü hükümetler çoktandır hizmetleri zaten ihaleler yoluyla devretmişlerdir. Kamu hizmetlerinin post demokratik hale gelmesinin bir sonucu olarak hükümetler halka karşı detayların yerine getirilmesinden değil, sadece genel politikalardan sorumlu hale gelmişlerdir. Freedland bu ilişkiyi, 2000-2002 arasında İngiltere’de yaşanan ve taşeronluk ilişkilerini gözler önüne seren sayısız demiryolu krizlerinden önce yazmıştı. Gerek özelleştirme gerekse de ihaleler yoluyla hizmetlerin devredilmesinin ardından şirketler kendi üzerlerine düşen sorumluluklarını taşeronlara devretmekte ve hizmetler vatandaşların ulaşabileceği alandan daha da uzağa taşınmaktaydı. Demiryollarında yaşanan kriz ile ilgili sorumluların tespit edilmesinde temel zorluklardan birisi, çok sayıda taşeronların içinde bulundukları ve giderek genişleyen bir ağda, şirketleri sözleşme ilkelerine bağlı kılan alanın karmaşıklaşması ve sorumluluk derecesinin kaybolmaya başlamasıydı. Bütün bu yaşananlardan sonra hizmet sunumu ile ilgili geride kalan tek şey çok karmaşık bir dava durumuydu. Bu tür ihale yöntemlerinin izlenmesinde çok büyük riskler vardır. Herşeye rağmen hükümetler cazip teklifleri göz önünde bulundurmaya giderek daha önem vermekteler. Kendilerini karışık ihale zincirleri vasıtasıyla hizmetlerin sunulması durumundan uzak tutmak için hükümetler, 2. Bölümde tartışılan, 1990’larda ortaya çıkan gerçek anlamda akıllı hareket eden şirketlerin yaptığını yapmaya çalışarak, özünde işle ilgili durumdan kurtulmaya 81 çalışmaktalar. Böylece hükümetler, şirketler gibi, ürünün kalitesi yerine pazarlama tekniklerini kullanarak marka imajlarını geliştirme işine odaklanabileceklerdir. Bu şekilde sadece marka ve imajlarını geliştirme ihtiyacına odaklanırlarsa hükümetlerin işi çok daha kolaylaşacak ve politikalarının ürünlerinin gerçek anlamda değerini hesap etmek zorunda kalmayacaklardır. Böyle bir süreç ise açıkça kaliteli bir demokrasinin altının oyulması demektir. Bu gelişmeler bizi, özel sektörün hizmetlerin yerine getirilmesinde kamudan daha iyi neler vaad edebileceği sorusuna son tahlilde verilecek cevaba geri döndürmektedir: Sunuş. Kamu sektörünün bir parçası olmalarına rağmen siyasetçilerin davranış biçimleri daha çok özel sektör dünyasına yakın durmaktalar ve kendilerini bilinçli bir şekilde marka ve imaj yoluyla satmaya çalışmaktalar. Okulda öğretilenlerden ve hayatta öğrendiklerinden daha çok özel sektörün bu yöndeki katkısının değerinin farkındalar. Daha da önemlisi, bu hizmetlerin yerine getirilmesinde sunuşun öneminin giderek artması, hizmetlerin gerçek kalitesinin sürekli takip edilmesi yerine kamunun, özel sektör tarafından meydana çıkartılan reklamcılık ve pazarlama biçimlerine odaklanmasına neden olacaktır. Tam anlamıyla karmaşıklaşmış siyaset aleminde, sağlık, eğitim ve diğer hizmetler siyasetin merkezinde yer almaya devam edeceklerdir fakat siyasete markalaştırmanın sokulması tıpkı Coca Cola’nın herhangi bir yer için içecek bulunabileceği referansında olduğu gibi bir etki yaratacaktır. Önemli işlere odaklanmak yerine, imaj oluşturmanın kaynaklarına yoğunlaşacaklardır. Seçim rekabeti rakip partilerin daha çok kazanan imajı oluşturmayı amaçlamaları doğrultusunda yoğun ve yaratıcı bir şekilde yaşanmaya devam edecek fakat bu rekabet, partilerin kontrol altında tuttukları bir yarış şeklinde gerçekleşecektir. Hükümetler ve partiler, eğitim ve sağlık hizmetlerini ve diğer refah devleti uygulamalarını özel sektör içerisinde uzayıp giden bir ağa devretmedikleri sürece bu şekilde ideal bir dünyayı tam olarak kuramayacaklardır. Öyleyse hükümetler hizmetlerinden, Nike’ın ürettiği ayakkabılardan sorumlu olması durumundan daha fazla sorumlu olmayacaklardır. Eğer bu senaryo Freedland’ın üçgeni çerçevesinde düşünülecek olursa varılacak olan sonuç, vatandaşların taleplerini gerçek anlamda siyasi eyleme dönüştürme kapasitelerini tamamen yitirmeleri olacaktır. Seçimler ise vatandaşların hizmetlerin kalitesi ile ilgili siyasetçilere şikayetlerini iletebilecekleri fırsat alanları olmaktan ziyade markalar etrafında dönen bir oyun haline gelecektir. Daha da derinlemesine bakacak olursak, seçimler, aslında hiç farkında olmadan alıştığımız bir sürecin daha ileriye götürülmesi demektir: demokratik bir seçim 82 süreci ve vatandaşlık haklarının en ileri düzeyde ifade edilmesine benzeyen fakat ürünlerin satılabilmesi için manipülatif tekniklerin kullanılmasına dayanan bir pazarlama kampanyası. 6. Sonuçlar: Buradan nereye varırız? Bundan önceki bölümlerde yaptığım tartışmalarda, nasıl çağdaş siyasetin demokrasi açısından temelden kaynaklanan bir çöküş yaşadığını, şirketlerin çıkarları ile diğer bütün kesimler arasında devasa bir dengesizlik geliştiğini ortaya koymaya çalıştım. Demokrasi için zorunlu olarak yaptığımız entropi bize, siyasetin tıpkı demokrasi öncesi zamanlarda olduğu gibi dar bir seçkin çevresinin uğraşı haline gelmeye başladığını göstermektedir. Bu çarpıklıklar farklı birçok düzeyde kendini göstermektedir: bazen hükümetler üzerinde dışarıdan gelen baskılar; bazen hükümetlerin kendi içlerinden önceliklerinin değişmesi ile kaynaklanan değişimler; bazen de siyasi partilerin yapılarından kaynaklanan gelişmeler. Bu değişimler o kadar güçlü ve geniş çapta olmaktadır ki bu değişimlerden geri dönüldüğüne dair herhangi bir ize rastlamak mümkün değildir. Yine de, çağdaş siyasetin belli bir bölümünün de olsa, post demokrasi yönündeki kaçınılmaz sapmadan farklı bir yere yönelme yolundaki denemeleri olduğunu söylemek mümkündür. Bu çabalar üç düzeyde ileri sürülebilir: şirket yöneticilerinin giderek artan hakimiyeti ile mücadele etme yönündeki siyaset; siyasi pratiğin farklı türlerinde reforma gidilmesi yönündeki siyaset; ve vatandaşların kendileri ile ilgili konulara ilgi duymasını sağlama yönündeki girişimler. Şirketlerin Hakimiyeti İle Mücadele Etme 83 Şirketlerin artan siyasi gücü, post demokrasinin gelişiminin arkasında yatan temel değişimin nedenidir. Geçmiş dönemlerdeki radikaller için bu cümle, kapitalizmi ortadan kaldırma amacını taşıyan temel düşünceyi ifade etmektedir. Bu durum artık geçerliliğini yitirmiştir. Kapitalist üretim biçiminin coşkusu artık aşırıya kaçmış durumdadır (örnek vermek gerekirse özelleştirilmiş demir yolları, su arzı ve hava trafik kontrolü) ve şu ana kadar hiç kimse kapitalist şirketlerin üretim sürecine, icatlarına ve müşteriye cevap verebilme noktasında ürünlerin ve hizmetlerin dikkate alınmasına alternatif etkili bir yaklaşım geliştirememiştir. Bu yöndeki çaba, bir taraftan kapitalist girişim ve dinamizmi muhafaza ederken diğer taraftan şirketlerin ve şirket yöneticilerinin icra güçlerinin demokrasi ile uymayan yanlarını engelleme noktasında olmalıdır. Günümüzde bu yöndeki önerilerde moda olan yaklaşım bu durumun imkansız olduğu yönündedir: bir kere kapitalist davranışı düzenlemeye ve sınırlamaya başlarsak kapitalizmi dinamizminden mahrum bırakırız. Bu yaklaşım, siyaset dünyasının görmeye cesaret edemediği bir blöftür. Başka yerlerde ve zamanlarda demokrasi, iş dünyası çevrelerinin (ya da ordu, kilise) siyasi gücünü azaltabilecek siyasetçilerin kapasitelerine bağlıdır, aynı zamanda onların etkilerini azaltmak refah yaratıcı (mücadele, etik) güç anlamına gelmektedir. Bu dengeyi kurmak, demokrasiyi sağlıklı kılmak için gereklidir. Demokrasi ile ulusal üretim kapitalizmi arasında 20. Yüzyılın ortalarında böyle bir uzlaşı sağlanmıştı. Bugün için geçerli olan, küresel finans kapitalizmini bu çizgilere çekmek anlamına gelmektedir. Ama bugün için küresel düzeyde böyle bir şeyi talep etmek olmayacak duaya amin demektir. Uluslar arası düzeyde oluşturulmuş olan yönetim ağı, Dünya Ticaret Örgütü, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı, Uluslar arası Para Fonu ve (Avrupalılar için) Avrupa Birliği bünyesinde tam aksi istikamette hareket etmektedir. Aslında uluslar arası ekonomik reform ve serbestleşme ile ilgili bütün faaliyetler şirketlere daha fazla serbestlik tanımak için engellerin ortadan kaldırılmasını içermektedir. Kapitalist ekonomi tarihine çok benzer bir çelişki ise tam anlamıyla serbest pazarlara geçilmesinin ana hedef olmasına rağmen, pratikte herhangi bir düzenleme olmaksızın ticaretin özgürleşmestirilmesinin büyük çaptaki şirketlerin çıkarlarına hizmet etmesidir. Bu durumda serbest pazarların yerine oligopol piyasalar ortaya çıkmaktadır. Bu şirketlerin birçoğu dünyanın tek süper gücü olan ABD merkezlidir ve bu şirketler, hükümetlerini uluslar arası örgütlerin güçlenmesi doğrultusunda lobicilik faaliyetleri ile yönlendirebilmektedirler. ABD yönetimi de şirketlerin serbestçe hareket etmesine diğer her şeyden çok daha fazla önem vermektedir. Sağlıkla ilgili düzenlemeler ya da fakir ülkelere yardım edilmesi gibi politika alanları serbest ticaret politikalarından daha önce hariç 84 tutularak tanınmıştı fakat şimdilerde ABD yönetimi tarafından tehdit edilmektedir. Örneğin, Avrupa Birliği’nin Avrupalı tüketicileri ABD’den gelen etlerdeki katkı maddelerinden koruma mücadelesini kaybetmeye başlaması yada ABD’nin Karayipler’deki muz üreticilerine verdiği sözleri tutmaması gibi. 1990’lar boyunca Avrupa, Japonya yada diğer bölgelerde, Anglo-Amerikan şirket yönetimi modelinin ve ekonomik düzenlemelerinin kendilerininkinden çok daha iyi olduğu söylendi. Şirket yönetimlerinin davranış biçimlerindeki şeffaflık vurgusunu ön plana çıkartan düzenlemeler bütünü, neo-liberal ekonomilerdeki hisse sahiplerinin oynadıkları güçlü roller dolayısıyla birinci derecede öneme sahipti. Fakat aynı dönemde bize söylenen, kamuya daha korumacı bir yaklaşım içeren bu tarz bir şeffaflığın, herhangi bir yerde devleti daha kapalı yada kurumsal düzenlemeleri daha yaygınlaştırıcı hale getirdiğiydi. Bu da hisse sahiplerinin çıkarları ile kamunun çıkarlarının eşit derecede öneme sahip olduğunu göstermektedir. Çok sayıda insanın küçük çapta da olsa birer hisse sahibi haline geldiği zamanda ise bu durum, soldan gelen bütün itirazlara son tahlilde bir cevap niteliğindeydi; kapitalist ekonominin dışarıdan müdahale edilecek bazı düzenlemelere ve kontrole ihtiyacı vardı. ABD denetim sisteminin son dönemde yaşadığı skandallar bu bakış açısının revize edilmesi gerektiğini göstermiştir. Elbette ki bütün sistemler kendi skandallarını ve yolsuzluklarını yaratırlar. Burada önemli olan nokta, her şeye rağmen, şeffaflığı geliştirmek amacına hizmet etmesi gereken düzenlemeler bütününün ilk etapta yaşadığı en büyük başarısızlığın, AngloAmerikan sistemini en üstün sistem haline getirmiş olmasıdır. Daha önce işaret ettiğimiz gibi, şirketleri kollayan bir kamusal düzenlemeler sistemi olan dürüst bir yönetimin oluşturulması hedefi, aynı zamanda hisse sahiplerinin çıkarlarına odaklanma durumunda olan aynı işletmelerin işlerini takip etme iznine sahip olan denetim şirketlerine bırakılmıştır. Gerek denetim şirketleri gerekse de yeni siyasi çevrelerin popülerleşmesini sağlayan bir ilişki içerisine giren işletmeler 4. Bölümde tanımlanmıştı. 2002 yılında ABD hükümeti kendi çelik endüstrisini koruma adına çelik ihracatı ile ilgili uluslar arası anlaşmaları açıkça ihlal eden yeni tarifeler ve kotalar koymuştur. Bu durum, sanayi politikalarına karşı serbest piyasa değerlerinin tahribata uğratıldığı yönünde ABD ekonomisinin imajı ile ilgili endişe verici bir anlayışı uyandırmıştır. Artık, Anglo-Amerikan modelinin, 1990’lar boyunca hisse sahiplerine uygun bir modelde yaptığı düzenlemeler sonucundaki üstünlüğünden kar elde edenlere karşı atağa geçmenin vakti gelmiştir. Daha 85 özelde ise Avrupa Birliği’nin basit bir biçimde ABD modelini taklit etmesinden vazgeçmesinin de vakti gelmiştir. AB’yi kendi içinde değerlendirdiğimizde demokrasinin iyi bir örneği olduğunu söylemek zor gözüküyor. Avrupa Ekonomik Topluluğu, savaş sonrası demokrasisi döneminde hayata geçirilmişti ve kendi içinde teknokratik bir kurum olarak tasarlanmıştı. Seçkinlerin, yönetime post demokratik yaklaşımları hakim kıldığı bir zaman olan 1980’lerden beri iç demokrasisi gelişimini yaşamaya devam etti. Bu nedenle demokrasisi zayıf ve kaotiktir. Bu unsurlarla birlikte çoğu ulusal hükümetlerin Avrupa demokrasisinin ulus devletler ile rekabet edebilecek bir seviyede olmadığı yönündeki kaygılarının bir araya gelmesi, zayıf bir parlamenter yapının ortaya çıkmasına ve Avrupa halklarının çoğunun gündelik yaşamları ile olan bağlantılarının kesilmesine neden oldu. Bu durumun zaman geçtikçe düzelmesi ihtimali var. En azından seçilmiş bir parlamento yapısı oluşturuldu ve Avrupa Komisyonu, Brüksel’dekine benzer bir şekilde, ulus devletler vasıtasıyla çıkar örgütlenmeleriyle kapsamlı ilişkiler geliştirebildi. Yine de, AB’nin demokratikleşme sürecinde oynayabileceği ana rol farklı bir düzeydedir. Ancak açık bir şekilde kendi duruşunu ve farklı yaklaşımlarını sunması durumunda ABD hakimiyeti ile rakabet edebilir yoksa ABD tam anlamıyla bir hegemonya kuracak ve herhangi bir demokrasi için minimum standartlar anlamına gelen alternatiflerin ve seçim yapma imkanlarının ortadan kalkmasına neden olacaktır. Aynı zamanda iş dünyasının hakimiyetine karşı ulusal düzeyde bir karşı çıkış fırsatı da bulunmaktadır. Buradaki hayati soru, iş dünyası menfaatlerinin hükümetler vasıtasıyla birçok farklı alanlarda kurdukları hakimiyeti azaltmak için neler yapılacağıdır ve 2. Ve 5. Bölümlerde tartışılmıştır. Doğrusu, çok sayıda ulus devlette bunu başarabilmek, herhangi bir alanda uluslar arası faaliyete geçmenin ön koşuludur. Bugün için bütün yönetimlerin değerlerine göre hareket ettiği neo-liberal ideolojiye göre bu problemlerin çözümlenmesi için gerekli olan, uygun piyasa koşullarının oluşturulmasıdır. Bu düşünceye göre eski Keynezyen ve korporatist sosyal demokrat ekonomi modelleri altındaki yönetimler ile iş dünyası çıkarları çok yakınlaşmıştır. Bir kere serbest piyasa hayata geçirilirse, hükümetler temel yasal çerçevenin oluşturulmasındaki sınırlı rollerini bilecek ve kabul edecekler; böylece şirketler de hükümetlerin ekonominin içine dahil olmadıklarını, piyasanın siyasetin dışında tutulduğunu bileceklerdir. Ama geçen 20 yılın bize öğrettiği bir şey var ise, o da, bu şekildeki bir formülleştirmenin yanlış olduğudur. Bunun sebebi sadece bu ideolojinin telkin ettiği bir politika ve yöneticiler ile şirketler arasında yakın ve sürekli bir 86 etkileşim kurmayı gerektiren bir durum olan kamu hizmetlerinin taşeronlaştırılması değildir. Daha genel ve önemli olan nokta, neo liberal ideolojinin empoze ettiği şekliyle, kamunun rekabet edebilir olmadığı ve şirketlerin rekabet edebilir olduğu yaklaşımı bir kere hakim olunca, hükümetler, kamu hizmetleri üzerinde daha fazla kontrolü şirketlere ve yöneticilerine verme noktasında baskı hissetmektedirler. Hükümetler ile iş dünyası arasındaki sınırları daha iyi tasnif etmek yerine neo liberalizm, yeni yöntemlerle her ikisini daha da fazla iç içe geçirmekte fakat hükümeti eski sınırları dışına hiç çıkarmamaktadır. Kamunun işlevinin sürekli kötüye gittiği ve yolsuzluğun giderek cazip hale geldiği durumlarla mücadele edebilmek için çeşitli düzeylerde eyleme geçmek gerekmektedir. En azından, partiler, danışman çevreleri ve şirket lobileri için para ve personel akışının düzenlenmesine ilişkin yeni kuralların koyulması mecburidir. Bir tarafta şirketlere hizmet edenler ile diğer tarafta kamu hizmetçileri, kamunun harcama kriterleri ve kamusal politika yapıcılığı arasındaki ilişkinin açıkça tanımlanması ve kodifiye edilmesi gerekir. Kamu hizmeti kavramının sui generis bir ahlak ve amaç olarak görülmesinin yeniden sağlanması ihtiyacı vardır. Kapitalistlerin ataları olan Viktoryan İngiliz elitlerinden aydınlatıcı bir şekilde öğrendiğimiz üzere, kamu hizmeti ile özel kar amacını birbirinden ayıran bir yaklaşımla, özel kar amacına özgü işlevlere tam anlamıyla karşı gelmeden bir anlayışın geliştirilmesi ve güçlendirilmesi gerekmektedir. Bu seçkinlerin, klasik bürokrasi modelinin arkasındaki düşünceden temellenen büyük çapta örgütlerin nasıl çalıştıklarının anlaşılması için radikal düzenlemeleri yapmaları gerektiği bir dönem yaşanmıştır. Bu düşünce temelde kamu hizmetlerinin daha iyiye götürülmesi için özel sektörden öğrenmeleri gereken çok şey vardır. Hem olumlu hem de olumsuz anlamda araştırma, öğrenilmesi gerekenlerin başında gelmektedir ki yıllar boyunca özel sektörün kamu hizmetlerini etkilemesi sonucunda bu durum için uygun ortam oluşmuştur. Çarpıtılmış hedeflere karşı etkin bir denge mekanizması geliştirebilmek için ne yapmak gerekmektedir? Bugün için açıkça görülen iş dünyası liderlerinin kendi rekabet alanlarının dışındaki kamusal hizmet sahalarında bağışlar ve sponsorluklar ile etkinliklerini artırmaya davet edildikleridir, ticari hakimiyetleri yada kendilerine özgü davranışlarını ortaya koyma şansları vasıtasıyla profesyonel pratikleri ile karşı karşıya gelecekler midir, eğer olursa, bu durumun sonuçları neler olacaktır? Vatandaşların Çıkmazı 87 Şirketlerin ve lider kadrolarının siyasi konumları üzerine bir araştırma yapma ve yeniden düşünme zorunluluğu çok sayıda insanın hemfikir oldukları bir konudur. Bu anlamda küresel iş çevrelerinin davranış biçimlerini diğer sosyal faydalar ve kaygılar ile uyumlu bir çerçeveye getirmek için yeni yasal düzenlemelerin formüle edilmesi gerekir. Ama bu yöndeki gerçekçi çabaları kime atfedilecektir? Doğal olarak cevap hükümetin organları olmalıdır ama bu kitabın esas teması olan konu, yönetimle ilgili konuların yada merkez sol partiler de dahil partilerin politika üretim süreçlerinin nasıl şirket elitlerinin güçleri problemi ile iç içe geçmiş hale geldiği sorusudur. Buraya kadar ki kısımda kamu hizmetlerinde özel sektörün oynadığı rolünün etkisi üzerine yapılan sorgulama bunu göstermektedir. Böyle bir araştırmanın konusu kimdir? Bugün için hükümetler özel danışmanlık şirketlerine, kendilerinin öznesi olduğu bu problemle ilgili böyle bir araştırma yapmak için yetki vermektedirler. Ben, demokrasiyi en üst düzeye çıkarmak için hayati öneme sahip olan aktif ve pozitif vatandaşlık imajına 1. Bölümde dikkati çekmeye çalıştım, bu yüzden kitabı sonlandırırken demokrasimizin kalitesini artırmak için siyasi sınıfa atıf yapmak istemiyorum, bunun yerine bu konuları siyasi gündem maddemizin bir numaralı sorunsalı haline getirmek adına neler yapmamız gerektiği sorusunu sormak istiyorum. Bu kitabın temel argümanı, endişe verici düzeyde çelişkili sonuçlara dayanmakta gibi gözüküyor. Bir taraftan, artık post-demokratik toplumda, spesifik amaçlara yönelen spesifik partilere bağlılığı doğal olarak karşılayamayız. Bu durum bizi, parti kavgalarını bir kenara bırakıp güçlerimizi bizim kaygılarımız doğrultusunda baskı gücü oluşturacağını bildiğimiz hedef örgütlerine adama sonucuna götürmektedir. Diğer taraftan siyasi eylemin, amaçların çokluğu arasında kristalize olmasını ve lobilerin zengin ve güçlüler için, partilerin göreceli olarak açık bir şekilde sosyal konularda, partinin hakim olduğu politikalardan daha büyük sistematik avantajlar getirdiğini görmekteyiz. Bu perspektiften bakıldığında, partiyi sadece bir amaç grubu haline getirmek, post demokrasinin gelecekteki zaferine katkıda bulunmak anlamına gelecektir. Yine de, eski monolitik parti modeline bağlı kalmak demek, geri dönüşü olmayan bir geçmişe duyulan özlem içerisinde yitip gitmek demektir. Üçüncü Yol politikaları arayışında olan bazı araştırmacılar, geçmiş dönemin hantal yapıları olarak gördükleri kurumları bertaraf etmek için büyük parti örgütlenmeleri yerine daha esnek ve geleneksel olmayan siyasi yapıların geçmesi gerektiğini söyleyerek uzun vadede umutlu olduklarını söylüyorlar. Bu düşüncenin en önemli örnekleri Anthony Giddens’ın The Third Way (1998) ve Geoff Mulgan’ın Politics in an Antipolitical Age (1994) eserleridir. Yine de, vurucu olan nokta, bu yazarların hiçbirinin kapitalizmi temel problematik olarak görmemeleri, 88 şirket güçlerinin büyük çaptaki bloklaşmasını çağdaş toplumun çıkmazlarının ana kaynağı olarak görmeleridir. Yeni esnek hareketler ile katı eski partiler arasındaki çelişkinin uzlaştırılması için sadece eski katı partiler için geçerli olan problemlerin artık olmadığı gibi bir görmezden gelme anlayışından daha iyi yollar mevcuttur. Post demokrasinin eşitlikçi olmayan eğilimlerinden sakınmak için parti çok önemlidir. Sadece parti yoluyla politik hedefleri gerçekleştirmek için çalışmak gibi bir rahatlığa sahip olmamalıyız. Aynı zamanda bu amaçları gerçekleştirmek için baskı kurmak adına parti üzerinde dışarıdan çalışmalar yapmalıyız. Hedefler doğrultusunda baskı altında kalmayan partiler, şirketlerin lobilerinin post demokratik dünyasında kalmaya devam edeceklerdir; güçlü partiler oluşturma referansıyla hareket etmeyen hedefler ise şirket lobileri tarafından sindirileceklerdir. Açıkça farklılık gösteren bu iki faaliyet türünü, hedefe yönelik eylemler ve partileri, birbirleriyle ilişkili halde tutmalıyız. Partiler ile Seçimlerin İlişkisi Çok sayıda ülkede siyasetçiler giderek artan oranlarda seçimlere ilgisizlik ile parti üyeliklerindeki düşüş konusunda alarma geçmiş durumdalar. Bu durum, politikacıların ilginç bir paradoksu olarak gözüküyor. Politikacılar, vatandaşların bu durumunun hikmetini bir an önce ortaya çıkarma noktasında aktif olarak çalışmakta, farklı faaliyetler organize etmekte ve siyasi iş çevreleri tarafından bozulan sıkı kontrolü ortaya çıkarmaya çalışmaktalar. Ama umutsuz bir halde pasif bir destek vermemizi önermekte; faaliyetlerine karşı ilgimizi kaybedeceğimiz, oy vermeyeceğimiz, partilere para vermeyeceğimiz ve onları umursamayacağımız düşüncesinden endişe etmekteler. Bu noktada çözümü, en alt seviyede katılımı maksimum düzeyde teşvik etmekte görmekteler. Eğer vatandaşların seçimlere ilgisizliğinden kaygı duyuyorlarsa, seçim sandıklarının açık olduğu saatleri artırmak yada telefonla ve internetle oy kullanmak gibi yöntemlere başvurmaktalar. Eğer parti üyeliklerinin azalmakta olduğundan kaygı duyarlarsa, üyeliği cesaretlendirici destek kampanyaları düzenlemekteler ama bu yöntemin üyeliğin cazip ve faydalı bir faaliyet olarak görülmesi noktasına çok az katkısı vardır. Duyarlı ve eşitlikçi bir vatandaş ise aynı paradoksa farklı bir yaklaşım getirmekte, bu tarz birleşmeden maksimum fayda sağlama şansı olarak, siyasi elitlerin sınırlı kitlesel katılıma bağımlı olduğunu görmektedir. Philippe Schmitter (2002), düzenli katılımın güçlendirilmesi 89 için oldukça hayali ve riskli bir dizi öneri sunmaktadır. Bu öneriler, mevcut siyasi örgütlerden gelen standart temalardan çok daha etkili bir şekilde konuyu işaret eden tekliflerdir. Örneğin, birçok Avrupa ülkesinde genel olarak uygulandığı ve bir önceki seçim sonuçlarına göre paranın partiler arasında bölüştürülmesi şeklinde olduğu gibi siyasi partilerin devlet tarafından desteklenmesi yerine Schmitter bir tür doğrudan demokrasi yaklaşımı önermektedir. Her vatandaşın yıllık vergi yükümlülüğünün küçük bir tutarı, o vatandaşın her yıl için seçtiği bir siyasi partiye verilecektir; Schmitter, baskı gruplarının ve çıkar birliklerinin de aynı şekilde finanse edilmesini önermektedir. Daha radikal bir önerisinde ise Schmitter, vatandaşlar meclisi olarak bir kurum önermektedir: bir tür Eski Yunan demokrasisinin, Anglofon ülkelerindeki mahkemelerdeki jüri konsepti ve günümüzde İsviçre’deki doğrudan demokrasi uygulamasının bir kombinasyonu. Rastgele seçilen vatandaşlardan oluşan aylık meclisler, parlamentonun düzenli üyelerinin bir bölümü (üçte biri gibi) tarafından sunulan yasa tasarılarını görüşeceklerdir. Meclisin, yasa tasarısını kabul ederek yasalaştırma yada reddetme gibi hakları olacaktır. Şeffaf bir biçimde işleyecek süreçte, güçlü lobilerin meclis üyelerini baskı altına alma gibi imkanlarının olmaması için gerekli adımlar atılacaktır. Ama bu meclis ve partilerin finanse edilme önerisi, sıradan insanları doğrudan siyasal eylemin içine çeker ve rastgele seçim ağının dışından belirler. Vatandaşlar meclisi önerisi, bölgesel ve yerel hükümetler gibi farklı derecelere uygulanması durumunda farklı önem derecelerine sahip olacaktır. Potansiyel olarak çok sayıda vatandaş bu meclislere katılabilme ve en azından siyasete dahil olabilme mirasına sahip olabilecektir. Genel olarak bakılırsa, yerel düzeyde, post demokrasinin problemlerinden kaçınabilmek açısından, aktivistlerin süregelen rolleri ve diğer çevrelerin azaltılmış etkileri sebebiyle dikkate değer bir potansiyel bulmak mümkündür. Bu durum 5.bölümde işlenen konuyla ilgili, yerel kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ile mevcut eğilim ve yerel hükümetlerin ihale ajansı konumuna indirgenmesi gibi yerel yetkililerin kendi toplulukları ile ilgili kararlardaki rollerinin azaltılması durumuna dair bir diğer gerekçeyi vermektedir. Daha geniş çapta ulaşılabilirlik ve yerel düzeyde biçimsel siyasete katılımın kolaylaştırılması durumundan bakıldığında, demokratlar yerel ve bölgesel siyasetin rolünü güçlendirmeyi, yerelleşmenin sonuçlarının iyileştirilmesini ve yerel hükümetlerin sorumlu olduğu vatandaşlık hizmetlerinin kapsamını korumayı ve genişletmeyi talep etmektedirler. Hedef odaklı hareketlerin desteklenmesi, siyasi partilerin yerini alabilecek bir gelişme değildir. Yine de, bu durum partiye bağlılık ile alakalı bir argüman değildir. Daha inatçı bir 90 sadakatle bağlı olan destekçiler olması, parti lider kadrosunun bu duruma güvenip, siyasi çevreler vasıtasıyla güçlü baskılar yapabilmeye odaklanabilmesini sağlamaktadır. Böyle bir durumda parti üyelerinin gücü desteklerinin koşullara bağlı olmasına göre artar ve bu gerçek her şeyi kesin ve anlaşılır hale getirir. Eşitlikçilerin post demokratik vatandaşları kendi yanlarına çekmek adına sağlam bir yaklaşım geliştirmek için risk almayı öğrenmeleri gerekiyor. Bunu yaparken de eğer uygun şekilde eylemde bulunuyorlarsa partilerini ödüllendirmeleri, yapmadıkları zaman da cezalandırmaları gerekmektedir. Örneğin, İngiltere’deki işçi sendikaları desteklerini, yıllar boyunca yaptıkları gibi topyekûn İşçi Partisi’ne vermek yerine, üyelerinin bağlı oldukları hedef amaçlı örgütler arasında bölüştürmüşlerdir. Bu gelişmeyi de partinin, işçilerinin menfaatleri doğrultusunda hareket etmeyi bırakması şeklinde bir diğer gelişme takip etmiştir. Ama bu gelişmenin ileriye dönük bir süreci kapsaması için, sendikaların, 20. Yüzyılın büyük bir çoğunluğunda mantıklı buldukları şekliyle inandıkları ve kalifiye işçileri temsil etmek yerine ayrıcalıksız el emeği işçilerini temsil etmelerinde olduğu gibi, hem genel olarak hem de geniş çapta, sosyal sorunlar açısından temsil edildikleri noktasına emin olmaları gerekmektedir. Bugün ise, daha önce tanımlandığı biçimiyle yani imalat sektörü ve kamu hizmetlerinde güvenli bir şekilde istihdam edilen göreceli olarak ayrıcalıklı grupların korunmasındaki değişim, bazen yeni ama güvenilir olmayan sektörlere kaymalarında olduğu gibi, yarattığı tehlikeyle, işin yapısıyla ilgili yaşanan değişimin bir sonucu olarak kendi parabollerine doğru hareket etmektedir. Örnek olarak, Alman sendikaları, imalat sanayinde standart erkek işçilerin çıkarlarını akıllıca temsil etmeye devam etmektedir çünkü işleri tam anlamıyla mükemmel şekilde yapmaktalar. Fakat aynı sendika, kadın işçilerin standart sözleşmelerin dışından çalıştırılan işçiler ve yeni hizmet sektörlerdeki farklı problemler gibi sorunlara karşı gerekli ilgiyi göstermekten acizdir. İtalya gibi bir başka yerde ise örneğin üyeleri arasında emekli olanların yüksek oranlarda olduğu bazı sendikalar, mevcut çalışanların menfaatlerinden çok emeklilerin çıkarları ile ilgilenmektedirler. Bu durum özellikle emekli aylıklarına göre sosyal sigorta ödemelerinin yükselmesi örneğinde önemli hale gelmekte ve bu gerçekte yeni iş sahalarının açılmasını engellemektedir. Eğer sendikalar böyle durumlarda tuzağa düşerlerse, rakipleri tarafından saldırıya açık bir hale gelecek ve yeni iş sahaları gibi farklı sektörlerde yeni birliklerin oluşturulmasına engel olacaktır. 3. Bölümde de tartışıldığı üzere, istihdam ile ilgili problemler insanların hayatlarındaki en önemli sorun haline gelmiştir. Siyasi gündemin bu problemler etrafında şekillenmesi, sıradan insanların siyasete atfedecekleri değerin artmasına sebep olarak yeni 91 kolektif kimlikler oluşturmaları durumunu mümkün kılabilecektir. Sınıf siyasetinin tavan yaptığı dönemlerde, çok sayıda kadının iş dünyasına dâhil olması vatandaşların büyük bir oranının iş hayatının bir parçası haline gelmesini sağladı. Orta yol politikasının bu gibi potansiyelleri, siyasi olarak uyanık ve yaratıcı sendikalara ihtiyaç duymaktadır. Sendikaların bugünkü durumu, mesleki değişimin özel niteliği itibariyle, birer kurban niteliğinde olmaları itibariyle farklı bir konumdadır. Ama gerçekten tercih edebilirlerse, tuzaktan kaçmak için stratejik olarak eylemde bulunma konumundadırlar. 1990’ların başında İtalyan sendikaları, İtalya’nın Avrupa ortak pazarına girmesi için zorunlu olan geniş çapta bir emeklilik sistemi reformununu kabul etmelerine neden olan genel kamu politikasına verdikleri destek ile bunun olabilirliği gösterdi. Yeni Kimliklerin Harekete Geçirilmesi Herşeye rağmen post demokrasi gelişmesini sürdürdükçe, yeni sosyal kimliklerin şekillenmesi kapasitelerini engellemesine rağmen bu kimlikler siyasal sistemin dışındaki konumlarının farkına varacak, seslerini duyurma ve katılım yönündeki taleplerini dillendirecek ve geleneksel post demokratik seçim politikalarının sahneden yönetilen ve slogan temelli dünyasını çözecektir. Bu gerçeğin esaslı bir örneği olarak feminist hareketlerin bunu nasıl gerçekleştirdiklerini yakın zamanda gördük. Halka yeni bir yaratıcılık veren bu kararlı yaklaşım, eşitlikçi demokratların gelecek ile ilgili umutlarının kaynağını oluşturmaktadır. Gerek feminist gerekse de ekolojik hareketler geçmişteki hareketlenmenin klasik örneklerini takip etmişlerdir (Della Porta ve Diani, 1999; Eder, 1993; Pizzorno, 1977). Öncelikle bir kimlik geliştirilmiş ve farklı öncü gruplar tarafından tanımlanmış, siyasi dışlanma tarafından engellenmiştir. Bu hareketlerin bazıları radikalleşmiş hatta şiddete başvurmuştur. Ama bu dava geniş çapta kitlelere ulaşma şansı bulur ve yayılırsa, davanın ilkeleri normalde bu konuyla hiç ilgilenmeyen sıradan insanların düşüncelerine ve dillerine sızma şansı bulmaktadır fakat anlamsız ve kendi içinde tutarsızlaşmaktadır. Siyaset dünyası, bu düşünceleri şaşkınlıkla karşılar, hareketi yönetilemez görür ve demokratik olmadığı suçlamaları ile harekete saldırır. Daha anlaşılır talepler dile getirilmeye başlandıkça, seçkinler bu taleplere karşılık verecek yöntemler geliştirir. Böylece hareket siyasetin içine çekilir ve farklı zafer ve yenilgi örneklerini deneyimlemeye başlar. 92 Bugün için bu noktayı kabul etmek demek, reddedilenin ne olduğu ve neyin demokratik olarak nitelendirildiğini belirleyen siyaset dünyası tarafından genellikle kabul gören bakış açısının tersyüz edilmesi demektir. Bölücü ve zorlayıcı yeni taleplerle yüzleşen seçilmiş siyasetçilerin tek bir cevabı vardır: kendilerini demokratik tercihin somutlaşması olarak görmekte, bizim için birkaç yılda bir yapılan seçimlerde tercihimizi değiştirme şansımız olduğunu düşünmekte ve bu zamanlar dışında köklü değişimler peşinde koşanları da demokrasiye saldırı olarak nitelendirmektedirler. (Garip olan ise doğrudan hedef oldukları halde özel sektörün çıkarları doğrultusunda siyasete yaptıkları baskıdan hiç bahsetmemeleridir, ama bu konuyu yeteri kadar dile getirdik.) Bu perspektiften benim düşünceme göre sorunlu olan kitle, anti demokratik bir aylaklar grubudur. Bu noktada çok dikkatli olmalıyız. Bugün için feminist ve ekolojik hareketlere ek olarak, hayvan haklarına dikkat çekmeye çalışanlar, küreselleşme karşıtı anti kapitalist radikaller, ırkçı örgütlenmeler ve şiddete karşı mücadele eden çeşitli gruplar görülmektedir. Ama her zaman için, siyasi sınıfların bu gelişmeler yüzünden tüylerinin ürperdiğini düşünerek sevinmek, hata olur. Böyle bir yaklaşım, Jörg Heider’in Avusturya’da, Pim Fortuyn’un Hollanda’da ve onların popülist ve ırkçı benzerlerinin Belçika, Fransa, Danimarka ve diğer yerlerde iktidara gelebilmelerine yol açan mantıksız ve tehlikeli bir gelişmedir. Her zaman için iki noktayı birbirinden ayırmalıyız. Birincisi, demokrasi ile uyumlu olabilecek, sivil bilince katkı yapabilecek ve siyasetin seçkinler arasındaki manipülatif bir oyun içinde kaybolup gitmesine engel olabilecek yeni bir hareketin ortaya çıkması hakkına sahip olabilmesi düşüncesidir. İkincisi ise destekleme, karşı çıkma yada amaçları ile ayrı düşme noktasında harekete kişisel olarak vereceğimiz tepkidir. Bizim açımızdan, demokratlar olarak kabul ettiklerimiz ile eşitlikçi demokratlar olarak desteklediklerimiz arasında bir farklılık vardır. Ama tanımlamalarımızın ve yargılamalarımızın, siyasi sınıfların sadece kendilerini demokratik gruplar olarak kabul ettikleri ve ilgili konuların kendi mekanizmaları tarafından belirlendiği bir sürece yoğunlaşmamızı istedikleri öncelikli noktalar üzerinden değil, burada işaret edilen ilkeler üzerinden yapılması gerektiğinde ısrar ediyorum. Aslında birçoğu yapıcı ve yenilikçi düşünceler ve gruplara dayanan yeni küreselleşme karşıtı hareketlere biçilen olumsuz imajın gerisinde yatan düşünceler ekonomik değişimlere ve şiddete tarafgillik değil, ciddi anlamda üçüncü dünya ülkelerinin sömürülmesini engellemeyecek yeni bir enternasyonalizm ve demokrasini modeli arayışıdır. Bu hareketler küreselleşme karşıtı değil, en iyi gözlemcilerinden birisinin kavramlaştırmalarıyla ifade edilecek olursa ‘yeni küreselleşme’ 93 taraftarıdır (Della Porta, 2003). Herkesin kaygılı olduğu konu sadece demokrasinin geleceği değil, aynı zamanda insan hayatının sürdürülebilir olması noktasıdır ve herkesin ayırdedici bir kulak ile bu noktadan hangi seslerin yükseldiğini iyi dinlemesi gerekmektedir. Özelde sınırsız küresel kapitalizmin sonuçlarına karşı yürütülen kampanyalar olmak üzere merkez ve sol siyasetin gelecekteki gelişimlerine katkı sağlayacak hareketlenmeler, bazı reformcu hareketler tarafından yüzüstü bırakılma yada reddedilme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Bu yüzden yeni taleplerin dile getirilmesi insiyatifi sağ siyasete doğru kaymaktadır. Bu kayma devam edecek olursa, sağ, sadece siyaset ile ilgili dile getirilen şikâyetleri tanımlamayı ve yönetmeyi başarmakla kalmayacak, aynı zamanda, kendini siyasi sınıfların kapalı dünyası dışında yaşadığı şeklinde yanlış biçimde sunacak, doğrudan halkın içinden ve halka konuşma suretiyle kimlik sahibi olmayan orta sınıf seçmenlerin kimliklerini belirleyecektir. Irkçı ve popülist hareketler, günümüz Batı Avrupa ülkelerinin siyasi yapısında yeni bir rol ve saygınlık kazanmışlardır. Giderek büyüyen bu hâkimiyetleri, etnik azınlıklara ve göçmenlere karşı gösterdikleri düşmanlığı taklit ederek aşırı sağ partilerin oylarını kazanmaya çalışan ılımlı partiler tarafından karşılanabilecek bir durum değildir. Bu yöntem birçoklarını kolayca cezbeden bir yaklaşımdır fakat ırkçılığa karşı mücadele etme de tek başına yeterli değildir. Popülistlere rakip olabilecek ve onlarla mücadele edebilecek, memnuniyetsizliklerin dile getirildiği başka alternatif modeller olması gerekir. Aşırı sağ küreselleşmenin yarattığı sorunlardan bahsetmektedir fakat sorunlara küreselleşmenin en büyük kurbanları olan göçmenlere odaklanarak bakmakta, sorunların nasıl ortaya çıktığına değinmemektedir. Bu şikâyetlere, sorunların esas nedenlerine yeniden dönülerek bakmak gerekir. Büyük çapta şirketler ve özel kar amacı güden yaklaşımlar toplulukları yok etmekte, dünya çapında bir istikrarsızlık yaratmaktadır. Kimlik fikrinden kaçınmaya çalışan Üçüncü Yol siyasi yaklaşımındaki gibi kimlik politikalarının ötesinde hareket etmeye çalışmakla bu tarz bir populizm ile başa çıkılamaz. Pizzorno’nun (1993, 2000) tartıştığı gibi, kitleleri temsil ettiğini ifade eden siyasi partilerin bu insanların kaygılarını ve çıkarlarını tanımlayacak birer kimlik geliştirmeye ihtiyaçları vardır. Dikkat çekilmesi gereken bir nokta, kimliklerden daha başlıca başka hiçbir şeyin olmaması ve bu durumunda kitlelere odaklanan siyasi girişimcilerin onları harekete geçirebilme yeteneklerine bağlı olmasıdır. Böyle bir kimlik inşa edilmesinde, aslolan başarılı kimlik biçimlerinin sonuçlarının esas olacağıdır. Eğer insanlar, ırkçı gruplara yada kamu çalışanlarına karşı temelli kimliklerin oluşturulması için teşvik edilirlerse ve öncelikle bu grupların neden oldukları memnuniyetsizliklerini ve şikayetlerini ifade edebilmek için 94 cesaretlendirilirlerse, siyaset bu hedeflere odaklanacak ve diğer konuları görmezden gelecektir. Post endüstriyel ekonominin yarattığı yeni aile hayatı biçimleri ve meslek tipleri arasından şekillenen başka birçok potansiyel kimlikler de vardır. Bu kimliklerin biçimlenmesi ve harekete geçirilmesi noktasındaki eksiklikler, bu kimliklerin sunulması noktasındaki ihtiyacın karşılanamamasından değil, bu kimlikleri ifade edebilecek örgütlenmelerin kabul edilmemesi, denetim yüzünden yeni örgütlenmelerin oluşturulmasında yaşanan zorluklar ve çağdaş siyasetin yeniliklere alan tanımayan kalabalık ortamından kaynaklanmaktadır. Özelde solun örgütlenmeleri için seçkin çevreler dışında kalan kimliklerin rolünün yadsınması aslında temel yaşam kaynaklarının yadsınması anlamına gelmektedir (Pizzorno, 2000:201). Mevcut siyasi partiler, yeni toplumsal hareketleri kapsamanın kendileri için çok riskli olabileceğini düşünebilirler. Bu kimlikleri açık seçik dile getirme girişimlerinde birçoğu çuvallayacak çok azı başarılı olabilecektir. Siyasi taleplerle ilgili özel bir konuya yönelmede tüm kaynaklarını spekülatif bir girişimde batırma riski mevcut partiye sadece o işin yürümez olduğunu keşfetme fırsatını verir. Büyük şirketler genellikle riskli yatırımlardan kaçarlar ama bu düşüncede olan küçük çaptaki çok sayıdaki şirketi takip ederler, sonra da bu şirketleri ele geçirirler. Benzer şekilde, mevcut partilerin oligopol arenasının dışında fakat onlara yakın duran siyasi kimlikleri tanımlamak için mücadelede serbest bir pazara ihtiyaç vardır. Bu partiler ile aynı yolda olan insanların bu tür faaliyetlere dâhil olması, başarılı olanların benimsenebilmesi için gereklidir. Demokratik siyaset, hareketlerin ve grupların güçlü, kaotik ve gürültülü bir karışımıdır ve hepsi de gelecekteki demokratik canlanmanın fidelikleridir. Bu yöndeki gelişmelere verilecek önemli bir örnek, 2002 ve 2003 yıllarında İtalya’da Berlusconi iktidarının, liderlerinin geçmişteki, bugünkü ve gelecekteki özel işlerini ticaret ve ceza kanunlarının denetlemelerinden korumak için göstere göstere kanun çıkarmaları verilebilir. Bu durum kitlelerin bıkkınlıklarının geniş tabanlı bir protestosunu ortaya çıkartmış, büyük bir kısmı, çok sayıda vatandaşı dikkate almada ve taleplerine karşılık verme noktasında sınıfta kalan ayrıca kendilerinin de benzer şekilde siyaset-iş dünyası ağlarına çok yakın durdukları merkez sol partiler dışından organize edilen kitlelerin, sokaklara dökülerek yürüyüşler düzünelemelerine vesile olmuştur. En büyük işçi sendikası konfederasyonu olan Confederazione Generale Italiana del Lavaro’ya rağmen partiler, ilk etapta bu tür eylem planları uygulamaya koyma noktasında ürkek davranmışlar, kendilerinin şüpheli olarak görüldükleri yolsuzluk skandallarını protesto etmek için sokaklarda dökülen günümüz toplumlarının siyasetçilere karşı düşmancıl tavırlar takınmalarından korkmuşlardır. 95 Yargı sisteminin adaletli, özel sektörün dürüst olmasını talep eden protestoların pek azı radikaldir. 18. Yüzyılda bu protestolar, kapitalist ekonominin etkin bir şekilde işlemesi gerektiğini göz önünde tutan asgari taleplerdir. Bu talepler, 21. Yüzyıl İtalya’sında, İtalyan demokrasisinin sorunlu yapısına kanıt oluşturan parlamento dışı muhalefetin göstergeleri olmuşlardır. Ama İtalya vakası genelleştirilebilir bazı noktalar ortaya çıkarmıştır. Birincisi, 2000’deki ABD başkanlık seçimlerinden sonraki yapıdan farklı olarak çoğu İtalyan karamsar bir halde yitip gitmeden, siyasal sistemlerinin dürüstlüğünü korumak için sıradan insanların teşvik edilmesi gerektiğini düşünmekteydiler. İkincisi, siyasi sınıfların yardımı olmadan da büyük çapta toplumsal hareketleri örgütleyebilmek mümkündür. Üçüncüsü, merkez sol siyasetin yeni toplumsal hareketlerle birlikte hareket etmekten ziyade kenarda durması belki de daha iyidir çünkü herhangi bir radikal davranışa engel olmalarına dayanan bir tür gözden düşme riskiyle karşı karşıyadırlar. Son olarak ama en önemlisi, insanların göçmenlere karşı olan tepkilerinin aslında sağ partilere olan diğer talepler kadar doğal bir durum olmadığını öğrenmiş bulunuyoruz. Birçok Avrupa ülkesinde genetiğiyle oynanmış gıdaların süpermarketlerden kaldırılması geniş çapta müşteri kaygılarına bir yanıt niteliği itibariyle çok daha genel örneklerdir. Bu öngörü, giderek artan istikrarsız, güvensiz çalışma koşullarının yarattığı gerginlik gibi örneklemelerle daha da genişletilebilir. Bu kampanyaların aşırı sağ siyaset kadar popüler hale getirilmesi mümkündür fakat kampanyalar düzenli bir şekilde sürdürülmeli, talepler doğru ifade edilerek, şikâyetlerin nedenleri iyi tanımlanmalıdır. Yoksa kendi kendilerine ortaya çıkmaları beklenemez. Sonuç En nihayetinde eşitlikçi demokratlar kendilerinin ait oldukları bir parti olmadan farklı partilerdeki siyasi seçkinlere lobicilik yaptıkları 19. Yüzyıldaki konumlarına tam olarak geri dönecekler midir? Hayır, çünkü bir çemberde değil parabol içerisinde ilerlemekteyiz. Bu ilerleme sürecinde tarihsel olarak yeni bir noktaya vardık ve israf etmememiz gereken bir örgütlenme ve başarı tarihini peşimizde sürükledik. Bu durumun ikircikli yapısı bize görünüşteki çelişkili durum ile igili gerekli dersleri öğretmiştir. İlk etapta, anlaşılması zor gibi görünen yeni toplumsal hareketlerin potansiyellerine karşı tetikte olmamız gerektiğidir çünkü bu potansiyel gelecekte demokrasinin hayatiyeti açısından taşıyıcı güçler olacaktır. İkincisi, eski ve yeni hedef odaklı örgütlenmelerin lobileri üzerinden hareket etmek gerekliliğidir çünkü post demokratik siyaset lobiler vasıtasıyla işlemektedir. Eğer bu hedefe yönelik 96 örgütler eşitlikçiler tarafından desteklenseler de her zaman için büyük çapta şirketlerden daha zayıftırlar. Ve üçüncüsü de, koşullarla uyumlu olarak ve eleştirel bir bakış açısı ile partiler üzerinden çalışmaktır çünkü partilerin yerine ikame edilen post demokratik kurumların hiçbiri partilerin eşitlikçi politikalar vasıtasıyla taşıyıcısı olduğu potansiyel kapasitelerinin yerini dolduramayacaktır. Bu arada, herşeye rağmen yüzyüze kaldığımız birçok önemli meseleler ile ilgili küresel şirketlerin genel eğilimleri, refah devleti kriterleri ile ilgili yasal düzenlemeler konusunda kendilerine özgürlük tanınmadığı sürece verimli çalışamayacakları şeklindedir ve yeniden bölüşüm problemi siyasi tartışmaların tamamında ana koz olmaya devam edecektir. Aynı zamanda bu mesele 19. Ve erken 20. Yüzyıldaki kapitalizmin siyasi tutumunun temel problemiydi. Ekonomik istikrarın sağlanabilmesi için uzun dönemli bir iktidarsızlık, zaman zaman kendini faşizm ve komunizmin belirtileri şeklinde gösteren ve kontrol edilemeyen bir baskı, büyük ölçekte baskı içermemekle birlikte işçi sendikalarını sindirmeye yönelen bir mücadele, ihmal edilmiş olan toplumsal altyapının etkinsizliği ve sosyal demokrat partiler ve alternatif politikaların giderek makul hale gelmeleri gibi nedenler ile içiçe geçmiş bir takım güçlerin geçici bir uzlaşma içerisinde tekrar geriye dönülmesi için zorladığı görülmektedir. Böyle karmaşık bir konjonktürde kaaos ve istikrarsızlık korkuları ne kadar gerçekçidir? Hiçbir rol oynamadıklarını söylemek imkansızdır. Gerek 20. Yüzyıl ortalarındaki toplumsal uzlaşı gerekse de göreceli olarak en gelişmiş demokrasi ile barış yanlısı örneklerin olduklarını düşündükleri düzen halinden yavaş yavaş çalkantılarla dolu yeni bir döneme doğru yöneldik. Küreselleşme karşıtı göstericileri, şiddet yanlılıklarından, anarşizmlerinden ve kapitalist ekonomiye alternatif sistem üretme eksikliklerinden dolayı mahküm ettiğimizi hatırlamakta fayda var. Kendimize şu soruyu sormalıyız: Bu göstericilerin savundukları gerçekten yıkıcı faaliyetlerin kitleselleşmesine imkan tanımadan, küresel kapitalizmin kar amacı güden yeteri temsilcilerini müzakere masasına getirme işini geri çevirebilmenin, çocuk köleliği ve diğer çalışma hayatı ile ilgili rezaletlerin, açıkça çevremize zarar veren kirliğin üretilmesinin, yenilenemeyen kaynakların israfca kullanılmasının, hem uluslar arasında hem ulusal düzeyde zenginler ile fakirler arasındaki ayrımın giderek büyümesinin önüne nasıl geçilecektir? Bu sorular, günümüz demokrasisisin sağlığını en çok tehdit eden konulardır. 97 KAYNAKÇA Almond, G.A and Verba, S. 1963, The Civic Culture: Political Attitudes and Democracy in Five Nations. Princeton, NJ: Princeton University Press. Bagnasco, A. 1999, ''Teoria del capitale sociale e political economy comparata'', Stato e Mercato 57:351-72. Castells, M. 1996, The Rise of Network Society. Oxford: Blackwell. Corbett, J. and Jenkinson, T. 1996, ''The Financing of Industry, 19h, C.70-1989: An International Comparison '', Journal of the Japanese and International Economies 10:71. Crick, B. 1980, George Orwel: A life. London: Secker and Warburg. Crouch, C. 1999a, Social Change in Western Europe. Oxford: Oxford Universty Press. Crouch, C. 1999b, ''The parabola of Working Class Politics'', in A.Gamble and T. Wright (eds), The New Social Democracy. Oxford: Blackwell. Dahl, R.A. 1989, Democracy and its Critics. New Haven: Yale University Press. 98 Davies, G. and Graham, A. 1997, Broadcasting, Society and Policy in the Multimadia Age. Luton: University of Luton. Della Porta, D. 2000, Political Parties and Corruption: 17 Hypotheses on the Interactions between Parties and Corruption. Working Paper RSC 2000/60. Florence: European University Institute. Della Porta, D. 2003, I new global. Bologna: II Mulino. Della Porta, D. and Diani, M. 1999, Social Movements: An Introduction. Oxford: Blackwell. Della Porta, D. and Meny, Y. (eds) 1995, Democratie et corruption en europe. Paris: La Decouverte. Della Porta. D. and Vannucci, A. 1999, Corrupt Exchanges: Actors, Resources, and Mechanisms of Political Corruption. New York: Aldine de Gruyter. Dore, R. 2000, Strock Market Capitalism: Welfare Capitalism: Japan and Germany versus the Anglo-Saxons. Oxford: Oxford University Press. Eder, K. 1993, The New Politics of Class: Social Movements and Cultural Dynamics in Advanced Societes. London: Sage Publications. Freddland, M.R. 2001, '' The New Marketization of Public Services', in C. Crouch, K. Eder and D. Tambini (eds) , Disaffected Democracies: What's Troubling the Trilateral Countries? (2000) , Princeton, NJ: Princeton University Press. Hatcher, R. 2000, ''Getting down to Business''. Paper presented at conferense on ''Privatisierung des Bildungsbereichs'', University of Hmburg. Hirschman, A.O. 1970, Exit, Voice, and Loyalty: Responses to Decline in Firms, Organizations, and States. Cambridge, Mass: Harvard University Press. King, D.S. 1995 Actively Seeking Work? The Politicks of Unemployment and Welfare Policy in the United States and Great Britain. Chicago: Universtiy of Chicago Press. Kiser, E. and Laing, A.M. 2001, '' Have We Overestimated the Effects of Neoliberalism and Globalization? Some Speculations on the Anomalous Stabilty of Taxes on Business'', in J.L. Campbell and O.K. Pedersen (eds) , The Rise of Neoliberalism and Institutional Analiysis. Princeton, NJ: Princeton University Press. 99 Klein, N. 2000, No Logo: No Space, No Choice, No Jobs: Taking Aim at the Brand Bullies. London: Flamingo. Lindblom, C.E. 1977, Politics and Markets: The Word's Political Economic Systems.New York: Basic Books. Maravall, J.M. 1997, Regimes, Politicks and Markets: Democratization and Economic Change in Southern and Eastern Europe. Oxford: Oxford University Press. Marshall, T.H. 1963, Sociolog at the Crossroads and Essays. London: Routledge and Kegan Paul. Mulgan, G. 1994, Politics in an Antipolitical Age. Cambridge Polity. Mulgan, G. (ed.) 1997, Life after Politics: New Thinking for the Twenty-First Century. London: Demos and Fontana. Pharr, S.J and Putnam, R.D. (eds) 2000, Disaffected Democracies: What's Troubling the Trilteral Countries? Princeton, NJ: Princeton University Press. Pharr, S.J., Putnam, R.D. and Dalton, R.J. 2000, Disaffected Democracies: What's Troubling the Trilateral Countries? Princeton, NJ: Princeton University Press. Piselli, F. 1999, '' Capitale sociale: un concetto situazionale e dinamico'', Stato e Mercato 57: 395-418. Pizzorno, A. 1977, ''Scambio polittico e identita collettiva nel conflitto di classe'', in C. Crouch and A. Pizzorno (eds), Conflitti in Europa: Lotte di Classe, Sindacati e Stato dopo il 68. Milan: Etas Libri. Pizzorno, A. 1993, Le radici della politica assoluta e altri saggi. Milan: Feltrinelli. Pizzorno, A. 2000, ''Risposte e proposte'', in D. Della Porta, M. Greco and A. Szakoczai A. (eds), Identita, riconoscimento, scambio. Rome: Laterza. Price, D., Pollock, A. and Shaoul, J. 1999, '' How the World Trade Organization is Shaping Domestic Policies in Health Care'', The Lancer, 354, 27 November: 1889-92. Przeworski, A. and Meseguer Yebra, C. 2002, Globalization and Democracy. Working Paper 2002/183. Madrid: Instituto Juan March. 100 Putnam, R.D., with Leonardi, R. and Nanetti, R. 1993, Making Democracy Work: Civic Traditions in Modern Italy. Princeton, NJ: Princeton University Press. Reich, R. 1991, The Work of Nations: Preparing Ourselves for 21 st Century Capitalism. New York: Vintage Books. Schmitter, P.C. (2002) ''A Sketch of What a '' Post-Liberal'' Democracy Might Look Like''. Unpublished manuscript. Florence: European University Institute. Schmitter, P.C. and Brouwer, I. 1999, Conceptualizing, Researching and Evaluating Democracy Promotion and Protection. Working Paper SPS 1999/9, Florence: European Universtiy Institute. Titmuss, R.M. 1970, The Gift Relationship: From Human Blood to Social Policy. London: Allen and Unwin. Trigilia, C. 1999, '' Capitale sociale e sviluppo locale'', Stato e Mercato 57: 419-40. Van Kersbergen, K. 1996, Social Capitalism: A Study of Christian Democracy and the Welfare State. London: Routledge. Visser, J. and Hemerijck, A. 1997, A Dutch ''Miracle'', Amsterdam: Amsterdam University Press.