Mahmut ÖZ Kararı - Hâkim ve Savcıların Avrupa İnsan Hakları
Transkript
Mahmut ÖZ Kararı - Hâkim ve Savcıların Avrupa İnsan Hakları
SUNUŞ Bu karar incelemesi, “Hakim ve Savcıların Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararları Hakkındaki Farkındalıkların Artırılması Projesi” kapsamında, Strasburg’a düzenlenen çalışma ziyaretine katılan hâkim ve savcıların, ziyaret sonrasında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından verilen bir kararın incelenmesi yönündeki Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Genel Sekreterliğinin talepleri doğrultusunda hazırlanmıştır. Proje kapsamında Strasburg'taki çalışma ziyaretine katılmak suretiyle çok büyük bir tecrübe ve kazanım elde ettiğimi belirtmek istiyorum. Ayrıca sonrasında yaptığım işbu karar incelemesi ile de farkındalığın pekiştiğini belirterek çalışmanın faydalı olmasını diliyorum. Bu kapsamda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin özellikle tutuklama konusunda çok ayrıntılı ve açıklayıcı bulduğum MAHMUT ÖZ / TÜRKİYE kararı incelenmesini aşağıda sunuyorum. Arz olunur. OSMAN KANDEMİR HAKİM – 20028 AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ MAHMUT ÖZ V. TÜRKİYE (Başvuru no 6840/08) KARAR STRASBOURG 3 TEMMUZ 2012 İşbu karar Sözleşme’nin 44 / 2 maddesinde belirtilen koşullar çerçevesinde kesinleşecek olup şekli bazı değişikliklere tabi tutulabilir. USUL 1. Türkiye Cumhuriyeti aleyhine yapılan bir başvuru (no 6840/08) neticesinde açılan davada, bu devletin vatandaşı Mahmut Öz (“Başvuran”) Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin (“Sözleşme”) 34. maddesine dayanarak 29 Ocak 2008 tarihinde dava dilekçesini Mahkememize sunmuştur. 2. Başvuran, AİHM önünde İstanbul’da görev yapan avukat I. Akmeşe tarafından temsil edilmektedir. Türk Hükümeti (“Hükümet”) kendi görevlisi tarafından temsil edilmektedir. 3. Başvuru, 21 Eylül tarihinde kısmen kabul edilemez olarak ilan edilmiş ve başvuruda 5. maddenin 3. 4. ve 5. paragraflarına ve ayrıca madde 6. ve 13’e istinaden yer verilen şikâyetler Hükümete tebliğ edilmiştir. Sözleşmenin 29. maddesinin 1. fıkrası gereğince, Dairenin, davanın kabul edilebilirliği ve esası konusunda aynı anda karar vermesi kararlaştırılmıştır. OLAY VE OLGULAR I. Davanın koşulları 4. Başvuran, 1990 doğumludur ve İstanbul’da ikâmet etmektedir. 5. Reşit olmayan başvuran, 15 Ocak 2007 tarihinde çete halinde şiddet yoluyla gasp suçundan tutuklanmıştır. Bıçak tehdidiyle reşit olmayan bir kisinin, cep telefonunu gasp etmekle suçlanmıştır. 6. Bakırköy Cumhuriyet Savcısı tarafından aynı tarihte, başvuranın ifadesi alınmış ve başvuran İstanbul Çocuk Mahkemesine çıkarılmıştır. Duruşma sonunda mahkeme, atılı suçun doğası ve niteliği, delillerin durumu ile delillerin yok edilmesi veya karartılması olasılığı ve mağdur ile tanıklar üzerine baskı riskini göz önünde tutarak ilgilinin tutuklanmasına karar vermiştir. 7. Savcı, 17 Mayıs 2007 tarihinde başvuran ve arkadaşlarını isnat edilen suçtan ötürü suçlamıştır. Bakırköy Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi’nde dava başlamıştır. 8. Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi, 24 Mayıs 2007 tarihinde başvuranın atılı suçun doğası ve niteliği, delillerin durumu ve tutuklanma tarihi göz önünde tutularak tutukluluk halinin devamına karar verilmiştir. 9. Çocuk Ağır Ceza Mahkemesindeki ilk duruşma, 26 Temmuz 2007 tarihinde gizli oturum olarak yapılmıştır. Mahkeme, sanıkların savunmalarını dinlemiştir. Diğer sanıklar, mağduru bıçakla tehdit edenin başvuran olduğunu ileri sürmüşler; başvuran ise bu iddiayı reddetmiştir. Duruşma sonunda, Mahkeme başvuranın serbest bırakılma talebini reddetmiş ve atılı suçun doğası ve niteliğini, delillerin durumunu ve kaçma riski konusunda somut olguların varlığını göz önünde tutarak tutululuk halinin devamına karar vermiştir. 10. Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi, 18 Ekim 2007 tarihindeki duruşma sırasında, başvuranın mahkeme salonuna naklini sağlayacak personel bulunmadığından dolayı başvuranın oturuma getirilemediğini kaydetmiştir. Mahkeme duruşma sonunda, başvuranın ilk duruşmadaki gerekçelerle tutukluluk halinin devamına karar vermiştir. Mahkeme, duruşmada mağdurun ifadesini almış ve mağdur ifadesinde, sanıkların ailelerinin özür dilediklerini ve kendini tazmin ettiklerini beyan ederek saldırganlara karsı şikâyetini geri aldığını belirtmiştir. 11. Başvuranın avukatı, 19 Ekim 2007 tarihinde Beyoğlu Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi’nde tutukluluk kararına itiraz etmiş, müvekkilinin gerekirse kefaletle serbest bırakılmasını talep etmiştir. 12. Beyoğlu Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi, 30 Ekim 2007 tarihinde heyet başkanı, savcıdan yazılı görüş istemiştir. Savcı bildirdiği görüşte, itirazın reddini ve isnat edilen suçun doğası ve niteliği, delillerin durumu ve tutukluk süresinin göz önünde tutularak başvuranın tutukluluk halinin devamını talep etmiştir. 13. Beyoğlu Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi, 31 Ekim 2007 tarihinde dosyayı incelemiş suçun islendiğine dair kuvvetli şüphe bulunduğu gerekçesiyle, suçun doğası ve gerektirdiği nedeniyle ayrıca fiilin Ceza Muhakemesi Kanununun (CMK) 100. maddesinin 3. fıkrası uyarınca suç teşkil ettiği gerekçesiyle savcının görüsüne uygun olarak itirazı reddetmiştir. 14. Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi, 15 Kasım ve 14 Aralık 2007 tarihlerinde resen araştırma sonucunda, başvuranın tutukluluk halinin devamına karar vermiştir. 15. Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi, 4 Ocak 2008 tarihli duruşma sonunda, delillerin toplandığı gerekçesiyle ve tutuklulukta geçen süreyi göz önünde tutarak başvuranın serbest bırakılmasına karar vermiştir. 16. Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi, 26 Kasım 2008 tarihinde başvuranın isnat edilen suçu islediğine hükmetmiş ve başvuranı üç sene dört ay hapis cezasına mahkûm etmiştir. 17. Türk Yargıtay’ının İnternet sitesinde, dosya sorgulandığında, temyiz incelemesinin halen derdest olduğu görülmektedir. II. İlgili iç hukuk kuralları ve uygulamaları 18. İlgili iç hukuk kuralları ve uygulamaları için bkz. Altınok v. Türkiye (no 31610/08, paragraflar. 28-32, 29 Kasım 2011). CMK’nın 100. maddesine göre, bir kisinin tutuklanması için, kisinin isnat edilen suçu islediğine dair kuvvetli şüphe bulunması ve kaçma riski veya delillerin karartılması gibi tutukluluk halini gerektiren bir neden olması gerekmektedir. Ancak, CMK’nın 100. maddesinin 3. fıkrasında, başvurana isnat edilen suça benzer nitelikler taşıyan özellikle, ağır suçlar için sanığın veya şüphelinin suçu islediğine dair kuvvetli şüphe bulunduğunda tutukluluk gerekçesinin (kaçma riski ve /veya delillerin karartılması) oluştuğu kabul edilmektedir. HUKUKÎ DEĞERLENDİRME I. Başvurunun ayrılması ile ilgili olarak 19. AİHM, 21 Eylül 2010 tarihinde davaların benzerlikleri bakımından 49651/06 ve 8076/08 no’lu başvuruları birleştirmeyi kararlaştırmıştır. Ancak, AİHM, bu davaların ayrılmasının ve ayrı ayrı incelenmelerinin gerekli olduğunu değerlendirmektedir. II. Kabul edilebilirlik ile ilgili olarak 20. Hükümet iç hukuk yollarının tükenmediğini öne sürmekte ve başvuranın Sözleşmenin 5. maddesinin 3. fıkrası ve 6. maddesinin 1. fıkrası kapsamındaki (tutukluluk süresi ve ceza davasının süresi) şikâyetleri ile ilgili olarak ulusal mahkemelere başvurmadığını kaydetmektedir. Hükümete göre, başvuran, CMK’nın 466 sayılı Kanunun yerini alan 141. ve takip eden maddelerine dayanarak şikâyetin esası hakkında ulusal yargı organları önünde tazminat davası açması gerekirdi. Hükümet, beraatla neticelenen davalarda veya ilgililerin ceza kovuşturmasına gerek görülmeksizin salıverildiği durumlarda tazminat ödenmesine karar verilen pek çok karar göstermektedir. 21. Başvuran, Hükümetin itirazına dayanak olarak gösterdiği kararları kabul etmemektedir. 22. AİHM, bu kararların tutukluluk süresine dayanarak yapılan şikâyetlerle ilgili olduğu birçok benzer davada şikâyetin ilk kısmını daha önceden incelediğini ve reddettiğini hatırlatmaktadır. (diğerlerinin yanı sıra bkz. Kosti ve diğerleri v. Türkiye, no 74321/01, paragraflar 16-26, 3 Mayıs 2007, ve, daha yakın tarihte Tunce ve diğerleri v. Türkiye, no 2422/06, 3712/08, 3714/08, 3715/08, 3717/08, 3718/08, 3719/08, 3724/08, 3725/08, 3728/08, 3730/08, 3731/08, 3733/08, 3734/08, 3735/08, 3737/08, 3739/08, 3740/08, 3745/08 ve 3746/08 paragraf. 14, 13 Ekim 2009). AİHM, daha önce vardığı kararı değiştirmek için hiçbir neden görmemektedir ve şikâyetin bu kısmını reddetmektedir. 23. AİHM, Tazminat davası açılmamış olması ile ilgili olarak, başvuranın şikâyetinin (Sözleşmenin 5. maddesinin 3. fıkrasına istinaden) tutukluluk süresi ile ilgili olduğunu, Hükümetin savunmasının ise Sözleşmenin 5. maddesinin 5. fıkrası kapsamında yer alan tazminat hakkına ilişkin olduğunu kaydetmektedir. AİHM, makul sürede yargılanma veya tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılma hakkı ile tutukluluk nedeniyle tazminat hakkından farklı olduğunu, ilkinin 5. maddenin 3. fıkrası, diğerinin ise 5. maddenin 5. fıkrası kapsamında olduğunu dikkatlere sunmaktadır (Yağcı ve Sargın v. Türkiye, 8 Haziran 1995, paragraf 44, seri A no 319-A ve ya, daha yakın zamandaki Tunce ve diğerleri, paragraf 15). Diğer bir ifadeyle, Hükümetin işaret ettiği tazminat talebi, Sözleşmenin 5. maddesinin 3. fıkrası bağlamında asırı uzun tutukluluk süresine son vermeyi mümkün kılmamaktadır; dolayısıyla bu koşullarda etkili bir hukuk yolu olarak değerlendirilemez. Bu nedenle, AİHM bu ilk itirazı da reddetmektedir. 24. Hükümetin gösterdiği örnekler ceza davası süreleri ile ilgilidir; AİHM, bu örneklerin başvuranın Sözleşmenin 13. maddesine istinaden ve yargılamanın uzunluğu konusunda başvuracak bir ulusal merci olmadığı gerekçesiyle yaptığı şikâyetiyle yakından ilişkili olduğunu kaydetmektedir (Daneshpayeh v. Türkiyeı, no 21086/04, paragraf 24, 16 Temmuz 2009). AİHM, bunları esastan birleştirmeye karar vermektedir. 25. Başvuran Son olarak, tutukluluk süresine yönelik resen araştırmanın etkin yürütülmemesinden şikâyetçi olmakla birlikte, AİHM, tutukluluk süresine ilişkin resen verilen kararlar hakkında Sözleşmenin 5. maddesinin 4. fıkrası bakımından karar verme hakkına sahip olmadığını düşünmektedir (bkz. Knebl v. Çek Cumhuriyeti, no 20157/05, paragraf 76, 28 Ekim 2010 ve yukarıda belirtilen Altınok, paragraf 40). Başvurunun bu kısmı Sözleşmenin 35. maddesinin 3 a) fıkrası bağlamında Sözleşmenin hükümleri ile konu bakımından uyuşmamaktadır, dolayısıyla 35. maddenin 4. fıkrası gereğince reddedilmelidir. 26. AİHM, şikâyetin geri kalan kısmının Sözleşmenin 35. maddesinin 3 a) fıkrası bakımından açıkça dayanaktan yoksun olmadığını ve başka herhangi bir kabul edilemezlik nedeni görmediğini kaydetmektedir. Bu nedenle, şikâyetin geri kalan kısmının kabul edilebilir olduğu belirtmektedir. III. Sözleşmenin 5. maddesinin ihlal edildiği iddiası ile ilgili olarak A. Sözleşmenin 5. maddesinin 3. fıkrası ile ilgili olarak 27. Başvuran, Sözleşmenin 5. maddesinin 3. fıkrasına istinaden uzun tutukluluk süresinden şikâyet etmektedir. Söz konusu maddenin ilgili kısımları aşağıdaki gibidir: « 3. Bu maddenin 1.c fıkrasında öngörülen koşullara uyarınca yakalanan veya tutuklu durumda bulunan herkes hemen bir yargıç veya adli görev yapmaya yasayla yetkili kılınmış diğer bir görevli önüne çıkarılır; kendisinin makul bir süre içinde yargılanmaya veya adli kovuşturma sırasında serbest bırakılmaya hakkı vardır. Salıverilme, ilgilinin duruşmada hazır bulunmasını sağlayacak bir teminata bağlanabilir. » 28. Hükümet, başvuranın tutukluluk süresinin isnat edilen suçun ağırlığı, doğası ve niteliği göz önünde tutulduğunda makul bir süre olduğunu savunmaktadır. İlgilinin, silahlı gasp fiiliyle suçlandığını ve tutukluluğunun kamu düzeni ve güvenliğini korumak için gerekli olduğunu ileri sürmektedir. Hükümete göre, adli makamlar başvuranın yeniden aynı türde bir suç islemesinin önüne geçmek ve aynı zamanda masum insanların hayatını koruma altına almak amacıyla tutuklama ve tutukluluk halinin devamı kararları vermişlerdir. 29. Başvuran, reşit olmadığı halde altı ay boyunca tutuklu kaldığını belirtmekte ve tutukluluk halinin devamıyla ilgili kararların yeterli gerekçeden yoksun olduğundan şikâyet etmektedir. 30. AİHM, herhangi bir davada tutukluluk süresinin makul süreyi asmamasının gözetilmesinin öncelikle ulusal adli makamların görevi olduğunu hatırlatmaktadır. Bu amaçla, ulusal adli yetkililer, kişisel özgürlüğe saygı kuralına istisna getirilmesini masumiyet karinesi bakımından teyit edecek gerçek kamu menfaati koşulunun mevcut olduğunu veya olmadığını ortaya koyacak nitelikteki tüm koşulları incelemeli ve ilgilinin salıverilmesini reddettikleri kararlarında bu kararların gerekçelerini de bildirmelidirler. AİHM, özellikle söz konusu kararlarda belirtilen gerekçeler ve ilgilinin başvurularında belirttiği tartışmaya mahal bırakmayan olgular temelinde Sözleşmenin 5. maddesinin 3. fıkrasının ihlal edilip edilmediğini belirlemek zorundadır. (Assenov ve diğerleri v. Bulgaristan, 28 Ekim 1998, paragraf. 154, Hükümler ve Kararlar Raporu 1998-VIII). Tutukluluk halinin devamı kararının hukuki olmasının olmazsa olmaz bir şartı, yakalanan kisinin suç teşkil eden bir fiil islediği yolundaki kuvvetli şüphenin devam etmesidir. Ancak, belli bir süre sonunda artık bu da yeterli olmayacaktır. AİHM bu durumda adli makamlar tarafından kabul edilen diğer nedenlerin özgürlüğün kısıtlanmasına gerekçe teşkil edip etmediğini ortaya koymak zorundadır. Şayet bu gerekçeler “uygun” ve “yeterli” ise AİHM, ayrıca yetkili ulusal makamların davanın yürütülmesinde “gerekli özeni” gösterip göstermediklerine bakar. (Labita v. Italya [BD], no 26772/95, paragraf. 153, AİHM 2000-IV). 31. AİHM, Türkiye aleyhine açılan birçok davada küçüklerin tutuklanmaları uygulamasına yönelik kaygılarını ifade ettiğini ve Sözleşmenin 5. maddesinin 3. fıkrasının ihlal edildiği yönünde karar verdiğini hatırlatmaktadır (Selçuk v. Türkiye, no 21768/02, paragraflar. 26- 37, 10 Ocak 2006, Güveç v. Türkiye, no 70337/01, paragraflar. 106-110, 29 Ocak 2009; Nart v. Türkiye, no 20817/04, paragraflar. 28-35, 6 Mayıs 2008). AİHM, Nart davasında, küçüklerin korunmasına ilişkin çok sayıda uluslararası belgeyi göz önünde tutarak, küçüklerin tutuklanmalarının son çare tedbiri olarak öngörülmesi, tutukluluk hallerinin mümkün olduğunca kısa tutulması ve nihayet bu tedbir kaçınılmaz ise, küçüklerin yetişkinlerden ayrı yerlerde tutulmaları gerektiğini kaydetmiştir. (yukarıda belirtilen Nart, paragraf. 31). 32. Bu davada, söz konusu dönem başvuranın 15 Ocak 2007 tarihinde yakalanmasıyla başlamış ve 4 Ocak 2008 tarihinde serbest bırakılmasıyla son bulmuştur (yukarıda belirtilen 5 ve 15. paragraflar). Dolayısıyla bu süre yaklaşık bir senedir. Bu dönem boyunca, başvuranın tutukluluk hali düzenli olarak değerlendirilmiştir. Hâkimlerin tutukluluk halinin devamı kararları atılı suçun doğasına, verilmesi beklenen cezaya, delillerin durumuna, suçu islediğine dair kuvvetli şüphe bulunmasına, kaçma riskine, delillerin karartılması ve mağdur ve tanıklar üzerinde baskı kurma olasılığına, yani CMK’nın 100. maddesinin 3. fıkrası hükmü üzerine bina edilmiştir (yukarıda belirtilen 6, 8-10 ve 12-13. paragraflar). 33. AİHM, öncelikle Hükümetin kamu düzenini sağlamaya ve başvuranın tekrar suç işlemesi endişesine ilişkin savlarının ulusal adli makamlar tarafından dikkate alınmamış göründüğünü kaydetmektedir. Her halükarda, AİHM benzer gerekçelerin Hükümet tarafından sadece ulusal hukukta öngörüldüğü ölçüde ileri sürülebileceğini dikkatlere sunmaktadır. Hâlbuki, Türk hukukunda kamu düzenine zarar gelmesi veya tekrar suç isleme olasılığı, tutukluluk gerekçeleri arasında sayılmamaktadır (Letellier v.Fransa, 26 Haziran 1991, paragraf. 51, seri A no 207). 34. AİHM, adli makamlar tarafından başvuranın tutukluluk halinin devamına yönelik gösterilen gerekçeler ile ilgili olarak, delillerin karartılması ve mağdur ve tanıklar üzerinde baskı kurma olasılığının tutukluluk kararlarında açıkça belirtilmediğini kaydetmektedir. Oysa, başvuranın tutukluluk halinin devamı kararının ikinci duruşma günü olan 18 Ekim 2007 tarihinden sonra bu gerekçelere dayandırılması pek mümkün değildir. Nitekim, anılan son tarihte, ana deliller toplamıs, sanıklar ve mağdur Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi tarafından dinlenmişlerdir. 35. Kaçma olasılığı ile ilgili olarak, Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi, 26 Temmuz ve 18 Ekim 2007 tarihli duruşmalarında kaçma riski yönünde somut olgular olduğunu kaydetmiştir. Bununla birlikte, mahkemenin bu olasılığa dair hiç bir emareden bahsetmediğini tespit etmek gerekmektedir. AİHM, ayrıca başvuranın avukatının 18 Ekim 2007 tarihinde verilen tutukluluğun devamı kararına itiraz ettiğini kaydetmektedir. Bu itirazda, müvekkilinin gerekirse kefaletle serbest bırakılmasını talep etmiştir. Hâlbuki yetkili hâkim bu talebe cevap vermemiş ve bu tedbirin ilgilinin mahkeme huzuruna çıkarılmasını neden temin etmeyeceği ile ilgili olarak herhangi bir açıklama getirmemiştir. 36. Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi’nin, ayrıca tutukluluk halinin devamı kararlarında ileri sürülen gerekçelere bakıldığı vakit, bilhassa başvuranın yası dikkate alındığında bu tedbirin son çare olarak ve Türk hukuku ve birçok uluslararası sözleşmeden kaynaklanan yükümlülüklere uygun biçimde uygulandığına dair bir sonuç çıkmamaktadır (örneğin bkz. Yukarıda belirtilen Nart, paragraf 22 veya daha yakın zamanda Güveç, paragraf. 108). 37. AİHM, ulusal makamların davanın yürütülmesinde “gerekli özeni” gösterip göstermediklerine ilişkin fazladan inceleme yapmayı gerekli görmemektedir. 38. AİHM, Sözleşmenin 5. maddesinin 3. fıkrasının ihlal edildiği sonucuna varmaktadır. B. Sözleşmenin 5. maddesinin 4. fıkrası ile ilgili olarak 39. Başvuran, 18 Ekim 2007 tarihli karara itirazı hakkında etkin işlem yapılmadığından şikâyetle Sözleşmenin 5. maddesinin 4. fıkrasının ihlal edildiğini ileri sürmektedir. İlgili hüküm aşağıdaki gibidir: « Yakalama veya tutulma nedeniyle özgürlüğünden yoksun kılınan herkes, özgürlük kısıtlamasının yasaya uygunluğu hakkında kısa bir süre içinde karar vermesi ve yasaya aykırı görülmesi halinde, kendisini serbest bırakması için bir mahkemeye başvurma hakkına sahiptir. » 40. AİHM, tarafların, tutukluluk haline itirazda bulunulan bir davaya katılma hakkı olduğunu ve tarafların (savcı ve tutuklunun) eşitliği ilkesinin gözetilmesi gerektiğini hatırlamaktadır (Nikolova v. Bulgaristan [BD], no 31195/96, paragraf. 58, AİHM 1999-II). Bu gereklilik ulusal yasada farklı şekillerde yerine getirebilir, fakat her halükarda karsı taraf verilen beyanlardan haberdar edilmeli ve bunlara mukabele edebilmelidir (Lietzow v. Almanya, no 24479/94, paragraf. 44, AİHM 2001-I). 41. Sözleşmenin 5. maddesinin 4. fıkrası kapsamında usule ilişkin ilk güvence, itirazı inceleyen Hâkim tarafından fiilen dinlenme hakkıdır. (yukarıda belirtilen Nikolova, paragraf. 58, Reinprecht v. Avusturya, no 67175/01, paragraf. 31, AİHM 2005-XII ve Włoch v. Polonya, no 27785/95, paragraf. 126, AİHM 2000-XI). 42. AİHM, 18 Ekim 2007 tarihli duruşma sonunda Bakırköy Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi’nin, başvuranın, gıyabında tutukluluk halinin devamına karar verdiğini kaydetmektedir. Bakırköy Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi, 31 Ekim 2007 tarihinde dosya üzerinden karar vermiş ve Bakırköy Cumhuriyet Savcısı’nın yazılı görüsüne uygun olarak bu karara yapılan itirazı reddetmiştir. 43. AİHM, geçmişte Türkiye’de mevcut olan sistem gibi, sistemlerde her itirazın incelenmesi amacıyla duruşma yapılmasını gerekli kılmanın ceza yargılamasını akamete uğratabileceğini kabul ettiğini hatırlatmakta, 5. maddenin 4. fıkrası kapsamındaki usulün ivedilik şartı da dâhil özgün niteliği dikkate alındığında, her itiraz için duruşma yapılmasının gerekli olmadığını değerlendirmektedir. AİHM, Altınok v. Türkiye, ilgilinin itiraz işlemleri sırasında duruşmada bulunmamasının Sözleşmenin 5. maddesinin 4. fıkrasının ihlali anlamına gelmediği sonucuna varmıştır; zira ilgili, Hâkimin tutuklama kararı vermesinden birkaç gün öncesinde mahkeme önüne çıkarılmıştır (yukarıda belirtilen Altınok, paragraflar. 54-56) 44. AİHM, bu davada durumun böyle olmadığını kaydetmektedir. Başvuran, yargılama öncesi tutuklama kararı için, ardından 18 Ekim 2007 tarihinde Bakırköy Çocuk Ağır Ceza Mahkemesinde ve mahkemeye yaptığı itirazın değerlendirildiği 31 Ekim 2007 tarihinde yine Beyoğlu Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi’nde hâkim karsısına çıkmıştır. 45. AİHM, ayrıca bu şikâyete konu kararın 31 Ekim 2007 tarihinde verildiğini, yani başvuranın hâkim karsısına son çıktığı gün olan 26 Temmuz 2007 tarihinden itibaren üç aydan fazla bir süre geçtiğini dikkatlere sunmaktadır. AİHM bu noktada, tutukluluk kararına yapılan itirazı değerlendirecek Hâkim karsısına çıkma hakkının makul aralıklarla uygulanması zorunluluğunu hatırlatmaktadır (yukarıda belirtilen Knebl, paragraf. 85). Ancak, somut olayda davada bu süre üç ayı asmıştır. AİHM, kişisel özgürlüğün söz konusu olduğu bir durumda bu sürenin “makul” nitelenemeyeceği kanaatindedir. 46. Başvuranın, Cumhuriyet Savcısı’nın yazılı görüsünün kendisine tebliğ edilmediğine dair şikâyeti ile ilgili olarak, AİHM, itirazın değerlendirilmesi esnasında, savcının salıverme talebinin reddine yönelik görüsünü Beyoğlu Çocuk Ağır Ceza Mahkemesine sunduğunu, fakat bu değerlendirmelerin başvuranın avukatına tebliğ edilmediğini kaydetmektedir. Beyoğlu Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi, savcının görüsüne uygun olarak karar vermiş ve başvuranın itirazını reddetmiştir (yukarıda belirtilen 13. paragraf). Başvuran ve avukatı, savcının görüsü kendilerine tebliğ edilmediği ve görüşe cevap veremediklerinden dolayı savunmada tarafların eşitliği ilkesi gözetilmemiştir (bu bağlamda bkz. Yukarıda belirtilen Altınok, paragraf. 60). 47. Bu nedenle, AİHM, iç hukuk kapsamındaki itiraz yolunun Sözleşmenin 5. maddesinin 4. fıkrasının gerekliliklerine uygun olmadığını değerlendirmekte ve bu hükmün ihlal edildiği sonucuna varmaktadır. C. Sözleşmenin 5. maddesinin 5. fıkrası ile ilgili olarak 48. Başvuran, son olarak tazminat talebinde bulunabileceği başvuru yolunun bulunmamasından şikâyet etmektedir. Başvuran, Sözleşmenin 5. maddesinin 5. fıkrasını ileri sürmektedir. İlgili hüküm aşağıdaki gibidir: « 5. Bu madde hükümlerine aykırı olarak yapılmış bir yakalama veya tutma işleminin mağduru olan herkesin tazminat istemeye hakkı vardır. » 49. Hükümet, başvuranın CMK 141. ve takip eden maddeler uyarınca tazminat elde etme imkânına sahip olduğunu savunmaktadır. 50. AİHM, Sözleşmenin 5. maddesinin 5. fıkrasında belirtilen tazminat hakkının, bu hükmün diğer fıkralarından herhangi birinin ihlal edildiğinin bir ulusal makam veya Sözleşmenin kurumları tarafından tespit edilmiş olmasını gerektirdiğini hatırlatmaktadır (N. C. v.İtalya [BD], no 24952/94, paragraf. 49, AİHM, 2002-X). Bu davada, AİHM 5. maddenin 3. ve 4. paragraflarının ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Dolayısıyla, başvuranın uğradığı zarar için tazminat elde etme imkânı bulunup bulunmadığı belirlemek kalmaktadır. 51. AİHM, CMK’nın 141. maddesinde tutuklanan kisi için uzun bir liste teşkil eden bazı hallerde tazminat talep etme hakkı öngörüldüğünü kaydetmektedir. AİHM, bu hükme bakıldığında, sayılan hiçbir halde tutuklulukla ilgili usul hataları neticesinde hâsıl olan zarar için tazminat talep etme imkânı öngörülmediğini gözlemlemektedir. Bu bakımdan, Hükümet, sanığın, başvuranın konumunda bulunduğu ve bu hüküm uyarınca tazminat aldığı hiçbir mahkeme kararı gösterememiştir. 52. AİHM, ayrıca bu hükmün sanığa yargılama esnasında tazminat başvurusunda bulunma imkânı tanımadığını gözlemlemektedir; zira iç hukukta söz konusu itiraz sadece kararın kesinleşmesinden sonra yapılabilmektedir (Kürüm v. Türkiye, no 56493/07, paragraf. 20, 26 Ocak 2010). Bu durumda, dava halen derdest olduğundan dolayı, başvuran söz konusu başvuruyu yapma imkânına su an için sahip değildir. 53. Dolayısıyla, AİHM, Hükümet tarafından işaret edilen tazminat yolunun Sözleşmenin 5. maddesinin 5. fıkrası anlamında etkin bir başvuru yolu olmadığı kanaatindedir. Bu nedenle, AİHM, Sözleşmenin 5. maddesinin 5. fıkrasının ihlal edildiği sonucuna varmıştır. IV. Sözleşmenin 6 ve 13. maddelerinin ihlal edildiği iddiası ile ilgili olarak 54. Başvuran, Sözleşmenin 6 ve 13. maddelerine istinaden davasının makul sürede görülmediğinden ve kendisine karsı yürütülen ceza davasının süresine itiraz edebileceği iç hukuk yolu bulunmadığından şikâyet etmektedir. Bu maddelerin ilgili kısımları aşağıdaki gibidir: 6. madde « Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir AİHM tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini isteme hakkına sahiptir. (…) 13. madde « Bu Sözleşme'de tanınmış olan hak ve özgürlükleri ihlal edilen herkes, ihlal fiili resmi görev yapan kimseler tarafından bu sıfatlarına dayanılarak yapılmış da olsa, ulusal bir makama etkili bir başvuru yapabilme hakkına sahiptir. » 55. Hükümet bu argümana itiraz etmektedir. A. Sözleşmenin 6. maddesi ile ilgili olarak 56. Hükümet, ihtilaf konusu davanın, süresinin makul olmadığı değerlendirmesinin yapılamayacağını ve ulusal makamların davanın yürütülmesinde gerekli özeni göstermedikleri yönünde eleştirilemeyeceğini savunmaktadır. 57. Başvuran, bu argümanlara itiraz etmektedir. 58. Dikkate alınması gerek dönem 15 Ocak 2007 tarihinde başlamıs olup dava Yargıtay’da halen derdesttir. Dolayısıyla, dava iki yargılama aşamasında hâlihazırda beş yıldan fazla sürmüş durumdadır. 59. AİHM, bir dava ile ilgili makul sürenin davanın koşullarına ve AİHM’nin yerleşik içtihadı bağlamında özellikle, davanın karmaşıklığına, başvuranın ve yetkili makamların tutum ve davranışına göre değerlendirildiğini hatırlatmaktadır. (diğerlerinin yanı sıra bkz. Pélissier ve Sassi v. Fransa [BD], no 25444/94, paragraf. 67, AİHM 1999-II). 60. AİHM, bu davada konu edilenlere benzer sorunlara ilişkin pek çok davaya bakmış ve Sözleşmenin 6. maddesinin 1. fıkrasının ihlal edildiği yönünde karar vermiştir (bakınız yukarıda belirtilen Pélissier ve Sassi). AİHM, sunulan bütün delilleri değerlendirmiştir ve Hükümetin bu davada farklı bir karara varmasına yol açacak hiç bir olgu ve argüman sunmadığı kanaatindedir. Bu konudaki içtihadı ışığında, AİHM, somut olayda davanın süresinin asırı olduğunu ve “makul süre” gerekliliğine uygun olmadığını değerlendirmektedir. 61. Dolayısıyla, Sözleşmenin 6. maddesinin 1. fıkrası ihlal edilmiştir. B. Sözleşmenin 13. maddesi ile ilgili olarak 62. Hükümet, iç hukuk yollarının tükenmediğini öne sürmekte ve başvuranın ceza davasının süresi şikâyeti ile ilgili olarak ulusal mahkemelere başvurmadığını kaydetmektedir. Hükümete göre, başvuran, CMK’nın 141. ve 142. maddelerine dayanarak şikâyetin esası hakkında ulusal yargı organları önünde tazminat davası açmalıydı. 63. AİHM, davaların 6. maddenin 1. fıkrası kapsamında öngörülen makul sürede görülmesi yükümlülüğünün ihlali halinde, 13. maddenin şikâyetçi olmayı mümkün kılacak etkin bir başvuru yolunu güvence altına aldığını hatırlatmaktadır. (Kudła v. Polonya [BD], no 30210/96, paragraf. 156, AİHM 2000-XI). 64. Şüphesiz ki burada aslolan, bir başvuru yolunun yalnızca tazminat imkânı tanımasının devam etmekte olan bir davayı hızlandırmaması değildir. Bu bağlamda AİHM, önceki davalarda sanığın yargılama süresinden şikâyetçi olabilmesine imkân tanıyan iç hukuk yollarının, ancak “iddia edilen ihlalin oluşmasını veya sürmesini engellediği veya ilgilinin geçmişte meydana gelen herhangi bir ihlal gereğince tazmin edilmesini mümkün kıldığı ölçüde” “etkin” kabul edilebileceğine karar verdiğini hatırlatmaktadır (Hartman v. Çek cumhuriyeti, no 53341/99, paragraf. 81, AİHM 2003–VIII (özet). Dolayısıyla, 13. madde bu konuda bir seçenek sunmaktadır: bir başvuru yolunun “etkin” olması için, o başvuru yolu yargılamayı yapan mahkemenin önceki kararına müdahale edebilmeli veya ilgilinin meydana gelmiş gecikme için yeterli biçimde tazmin edilmesini mümkün kılmalıdır. (yukarıda belirtilen Kudła, paragraf. 159). AİHM, Sözleşmenin 13. ve 35 (1). maddeleri arasında “yakın benzerlikler” görmektedir; bu benzerlikler, anılan ikinci hüküm bağlamında “etkin” başvuru yolu kavramı için de geçerlidir (Mifsud v. Fransa (kabul edilebilirlik kararı) [BD], no 57220/00, AİHM 2002–VIII). 65. Hükümetin itirazına dayanak olarak gösterdiği kararların ilk kısmıyla ilgili olarak, AİHM baktığı önceki davalarda benzer kararları dikkate almadığını hatırlatmaktadır. Nitekim, AİHM Türk hukuk sisteminin sanıklara 13. madde kapsamında ceza davalarının asırı uzunluğundan şikayetçi olmalarını mümkün kılacak etkin başvuru imkânı tanımadığını gözlemlemektedir. (yukarıda belirtilen Daneshpayeh, paragraflar. 35-38, 16 Temmuz 2009; Tendik ve diğerleri v. Türkiye, no 23188/02, paragraf. 36, 22 Aralık 2005). 66. Hükümetin CMK’nın 141. ve 142. maddelerine iliskin itirazı ile ilgili olarak, AİHM, bu maddelerin “koruma tedbirleri nedeniyle tazminat” baslıklı bölümde bulunduğunu kaydetmektedir. 141. maddede tazminat talebine konu olabilecek haller uzun bir liste halinde sayılmaktadır. Tutuklama tedbiri uygulanması ve uzun yargılama süresi de bu haller arasında sayılmaktadır. 67. AİHM, bu hükmün esasında, ceza yargılamasının uzunluğuna ilişkin değil, uzun tutukluluk süresi nedeniyle tazminat talebinin söz konusu olduğunu kaydetmektedir. Bu bağlamda, Hükümet, bu hüküm gereğince ceza yargılamasının uzunluğu nedeniyle sanığın tazmin edildiği herhangi bir mahkeme kararı sunamamıştır. Bundan hareketle, AİHM, bir bütün olarak ceza yargılamasının makul süreyi asması durumunda Hükümet tarafından belirtilen başvuru yolunun tazminat elde etmek adına Sözleşmenin 13. maddesi anlamında etkin bir başvuru yolu olmadığı değerlendirmesinde bulunmaktadır. 68. Her halükarda, AİHM, bu hükmün yargılama devam ederken sanığa tazminat girişiminde bulunma imkânı tanımadığını, zira iç hukuk uyarınca ancak kararın kesinleşmesinin ardından tazminat başvurusunda bulunulabileceğini gözlemlemektedir (yukarıda belirtilen Kürümı, paragraf. 20). Somut olayda, dava ise halen ulusal mahkemelerde derdesttir. Dolayısıyla, başvuran su an için böyle bir tazminat talebinde bulunma imkânına sahip değildir. 69. Bu nedenle, Hükümetin iç hukuk yollarının tükenmediğine ilişkin itirazı kabul edilemez; iç hukukta başvuranın Sözleşmenin 6. maddesinin 1. fıkrası uyarınca davasının makul sürede görülmesi hakkının incelenmesini sağlayacak bir başvuru yolu bulunmadığı için Sözleşmenin 13. maddesi ihlal edilmiştir. V. Sözlesmenin 41. maddesinin uygulanması ile ilgili olarak 70. Sözleşmenin 41. maddesine göre, « AİHM işbu Sözleşme ve protokollerinin ihlal edildiğine karar verirse ve ilgili Yüksek Sözleşmeci Taraf’ın iç hukuku bu ihlali ancak kısmen telafi edebiliyorsa, AİHM, gerektiği takdirde, zarar gören tarafın hakkaniyete uygun bir surette tatminine hükmeder. » A. Manevi tazminat 71. Başvuran uğradığını iddia ettiği manevi zarara karsılık 50. 000 Avro talep etmektedir. 72. Hükümet bu miktara itiraz etmektedir. 73. AİHM, başvurana 2.200 Avro tutarında manevi tazminat ödenmesine hükmetmiştir. B. Masraf ve giderler 74. Başvuran, ayrıca AİHM’ye yaptığı başvuruyla ilgili masraf ve giderler için 4. 938 Türk lirası (yaklaşık 2. 250 Avro) talep etmektedir. Kanıt olarak Türkiye Barolar Birliği ücret cetvelini sunmaktadır. 75. Hükümet bu miktara itiraz etmektedir. 76. AİHM’nin içtihadına göre, başvuran harcama ve masraflarının doğruluğunu, gerekliliğini ve ödenen miktarların makul olduğunu ispatlamak kaydıyla bu masrafların iadesini talep edebilir. AİHM, masraf ve giderlere dayanak teşkil edecek belge ve içtihadında öngörülen kriterler mevcut olmadığı gerekçesiyle bu kapsamdaki talebi reddetmektedir. C. Gecikme faizi 77. AİHM, gecikme faizi olarak Avrupa Merkez Bankası’nın marjinal kredi kolaylıklarına uyguladığı faiz oranına üç puan eklenerek elde edilecek oranın uygun olduğu sonucuna varmaktadır. BU GEREKÇELERE DAYANARAK AİHM, OYBİRLİĞİYLE: 1. Bu başvurunun 49651/06 ve 8076/08 sayılı başvurulardan ayrılmasına, 2. Hükümetin ceza yargılamasının süresiyle ilgili itirazına ilişkin esasların birleştirilmesine ve reddine, 3. Başvurunun, tutukluluk halini resen araştırma usulünün etkin yürütülmediğine ilişkin kısmı dışında kabul edilebilir ilan edilmesine, 4. Sözleşmenin 5. maddesinin 3.4. ve 5. paragraflarının ihlal edildiğine, 5. Sözleşmenin 6. ve 13. maddelerinin ihlal edildiğine, 6. a) Sözleşme’nin 44 / 2. maddesine uygun olarak; davalı devletin başvuranlara kararın kesinleştiği tarihten baslamak üzere üç ay içerisinde, ödeme tarihinde geçerli olan döviz kuru üzerinden Türk lirasına çevrilmek üzere aşağıdaki miktarları ödemekle yükümlü olduğuna: b) Söz konusu sürenin bittiği tarihten baslayarak, ödemenin yapıldığı tarihe kadar, Avrupa Merkez Bankası’nın o dönem için geçerli olan faiz oranının üç puan fazlasına eşit oranda basit faiz uygulanmasına; karar vermiştir. 7. Başvuranın adil tazmine ilişkin diğer taleplerini reddine karar vermiştir. İşbu karar Fransızca dilinde tanzim edilmiş; Sözleşme’nin 77 / 2. ve 3. maddesi uyarınca 3 Temmuz 2012 tarihinde yazılı olarak tebliğ edilmiştir. Stanley Naismith Françoise Tulkens Yazıişleri Müdürü Başkan *Adalet Bakanlığı Uluslararası Hukuk ve Dışİlişkiler Genel Müdürlüğü İnsan Hakları Daire Başkanlığı tarafından Türkçe' ye çevrilmiş olup, gayrı resmi tercümedir. 1 1 Karar, Adalet Bakanlığı Uluslar arası Hukuk ve Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü, İnsan Hakları Daire Başkanlığı'nın İnternet Sitesinden alınmıştır. (http://www.inhak.adalet.gov.tr/ara/karar/mahmutoz.pdf ) KARARIN İNCELENMESİ İncelemeye konu olan karar AİHS'nin 5.maddesinindeki “Özgürlük ve Güvenlik Hakkı”nın ihlaline ilişkindir. İhlal büyük oranda tutuklama ile ilgili olduğundan öncelikle tutuklama konusuna genel olarak değinilme gereği duyulmuştur. Tutuklama : Ceza muhakemesi hukuku açısından bir koruma tedbiri olarak öngörülen tutuklama; “hakkında henüz mahkumiyet kararı verilmemiş olan şüpheli veya sanığın zorunlu hallerde hakim kararı ile sınırlandırılarak özgürlüğünden yoksun bırakılmasıdır.” 2 Tutuklama, kişi özgürlüğüne karşı ağır bir müdahale oluşturması nedeniyle gerek Anayasamız ve gerekse uluslar arası sözleşmelerde de düzenlenmiştir. Anayasamızın 19/2.maddesinde de tutuklama, kişi özgürlüğünün hukuka uygun olarak sınırlandırılması sebeplerinden biri olarak sayılmıştır. AİHS'nin 5.maddesinde “kişi özgürlüğü” keyfi sınırlamalara karşı korunması düzenlenmiştir. Maddede kişi özgürlüğünün hukuka uygun olarak kısıtlanabileceği haller sayılarak gösterilmiştir. Bu nedenlerden biri de kişinin tutuklanmasıdır. AİHS'nin 5/1-c. 1'de “bir suç işlediği şüphesi altınca olan yahut suç işlemesine veya suçu işledikten sonra kaçmasına engel olmak zorunluluğu inancını doğuran makul 2 Cengiz-Demirağ-Ergül-McBride-Tezcan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararları Işığında Ceza Yargılaması Kurum ve Kavramları, TBB. Yayını S.37 sebeplerin varlığı halinde tutuklanması” amacıyla kişi özgürlüğünün kısıtlanabileceği kabul edilmiştir. 3 İç hukukumuzda da tutuklamanın şartları 5271 Sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 100.maddesinde gösterilmiştir. Bu hüküm, hem anayasa hükmüyle ve hem de AİHS'nin 5.maddesinde yer alan düzenlemelerle uyumludur. Bu şekildeki genel açıklamalardan sonra, somut kararın incelemesine geçecek olursak; I. Kabul edilebilirlik ile ilgili olarak : AİHM, Tazminat davası açılmamış olması ile ilgili olarak, basvuranın sikâyetinin (Sözlesmenin 5. maddesinin 3. fıkrasına istinaden) tutukluluk süresi ile ilgili olduğunu, Hükümetin savunmasının ise Sözlesmenin 5. maddesinin 5. fıkrası kapsamında yer alan tazminat hakkına iliskin olduğunu kaydetmiş ve AİHM, makul sürede yargılanma veya tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılma hakkı ile tutukluluk nedeniyle tazminat hakkından farklı olduğunu, ilkinin 5. maddenin 3. fıkrası, diğerinin ise 5. maddenin 5. fıkrası kapsamında olduğunu, yani Hükümetin isaret ettiği tazminat talebinin, Sözlesmenin 5. maddesinin 3. fıkrası bağlamında aşırı uzun tutukluluk süresine son vermeyi mümkün kılmadığını; dolayısıyla bu koşullarda etkili bir hukuk yolu olarak değerlendirilemeyeceğini belirtmiştir. Aslında iç hukukumuzda, 5271 saylı CMK.nun 141/1-d maddesinde “Kanuna uygun olarak tutuklandığı hâlde makul sürede yargılama mercii huzuruna çıkarılmayan ve bu süre içinde hakkında hüküm verilmeyen” kişinin maddi ve manevi her türlü zararını devletten isteyebileceğine ilişkin hükme göre, Sözleşmenin 5.maddesinin 3.fıkrasına istinaden, yani makul sürede yargılanma veya tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılma hakkının ihlali halinde başvurulabilecek bir hukuk yolu düzenlenmiştir. Fakat ne varki, uygulamada CMK.nun 144/1-a maddesindeki “gözaltı ve tutukluluk süresi başka bir hükümlülülüğünden indirilenler”in tazminat isteyemeyeceğine ilişkin hüküm karşısında tazminat hakkından faydalandırılmamakta idi. Gerçi Yargıtay son içithatlarında bu durumda tazminata hükmedilebileceğine dair kararlar vermekte idi. 4 Ancak bu hususla ilgili 6459 sayılı kanunun 18.maddesi gereğince, CMK.nun 144.maddesinin 1.fıkrasın a bendi yürürlükten kaldırılmakla iç hukukumuzdaki bu eksiklik giderilerek artık tazminat yolunun kullanılabilmesine imkan sağlanmıştır. Bir de 5982 sayılı kanunun Anayasamızın 148.ve 149.maddelerinde yaptığı değişiklik üzerine çıkarılan 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 45 ila 51.maddeleri arasındaki düzenleme ile, Anayasa 3 Bahri Öztürk, Ceza Muhakemesi Hukuku, Seçkin Y. S.401 4 Yarg.12.CD. 15.05.2012 Tarih, 2011/20114 E., 2012/12183 K. sayılı ilamı, Yarg.12.CD. 04.04.2012 Tarih, 2011/15700 E., 2012/9187 K. sayılı ilamı, Mahkemesine bireysel başvuru yapılabileceğine dair iç hukuk yolunun da açılması karşısında, artık bu hususlarda AİHM nezdinde mahkumiyet alınmayacağı kanaatindeyim. II. Sözlesmenin 5. maddesinin ihlal edildiği iddiası ile ilgili olarak: A. Sözlesmenin 5. maddesinin 3. fıkrası ile ilgili olarak; İncelenen olayda basvuran, Sözlesmenin 5. maddesinin 3. fıkrasına istinaden uzun tutukluluk süresinden sikâyet etmektedir. AİHM, herhangi bir davada tutukluluk süresinin makul süreyi asmamasının gözetilmesinin öncelikle ulusal adli makamların görevi olduğunu hatırlatarak, ulusal adli yetkililerin, kisisel özgürlüğe saygı kuralına istisna getirilmesini masumiyet karinesi bakımından teyit edecek gerçek kamu menfaati kosulunun mevcut olduğunu veya olmadığını ortaya koyacak nitelikteki tüm kosulları incelemesi ve ilgilinin salıverilmesini reddettikleri kararlarında bu kararların gerekçelerini de bildirmesi gerektiğini belirtmiştir. AİHM açısından, tutukluluk halinin devamı kararının hukuki olmasının olmazsa olmaz bir sartı, yakalanan kisinin suç teskil eden bir fiil islediği yolundaki kuvvetli süphenin devam etmesidir. Ancak, belli bir süre sonunda artık bu da yeterli olmayacaktır. AİHM bu durumda adli makamlar tarafından kabul edilen diğer nedenlerin özgürlüğün kısıtlanmasına gerekçe teskil edip etmediğini ortaya koymak zorunda olduğunu belirterek, Şayet bu gerekçeler “uygun” ve “yeterli” ise AİHM, ayrıca yetkili ulusal makamların davanın yürütülmesinde “gerekli özeni” gösterip göstermediklerine baktığı anlaşılmaktadır. Bu davada, yerel mahkeme tutukluluk halinin devamı kararlarını atılı suçun doğasına, verilmesi beklenen cezaya, delillerin durumuna, suçu islediğine dair kuvvetli süphe bulunmasına, kaçma riskine, delillerin karartılması ve mağdur ve tanıklar üzerinde baskı kurma olasılığına, yani CMK’nın 100. maddesinin 3. fıkrası hükmü üzerine bina edilmistir. Buna karşılık AİHM, adli makamlar tarafından basvuranın tutukluluk halinin devamına yönelik gösterilen gerekçeler ile ilgili olarak; Delillerin karartılması ve mağdur ve tanıklar üzerinde baskı kurma olasılığının tutukluluk kararlarında açıkça belirtilmediğini, oysa basvuranın tutukluluk halinin devamı kararının ikinci durusma günü olan 18 Ekim 2007 tarihinden sonra bu gerekçelere dayandırılmasının pek mümkün olmayacağını, zira anılan tarihte, ana delillerin toplandığını, sanıklar ve mağdur Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi tarafından dinlenmiş olduğunu; Yine kaçma olasılığı ile ilgili olarak, Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi, kaçma riski yönünde somut olgular olduğunu kaydetmesine rağmen, mahkemenin bu olasılığa dair hiç bir emareden bahsetmediğini, ayrıca şüpheli müdafii, müvekkilinin gerekirse kefaletle serbest bırakılmasını talep etmesine rağmen yetkili hâkimin bu talebe cevap vermediği ve bu tedbirin ilgilinin mahkeme huzuruna çıkarılmasını neden temin etmeyeceği ile ilgili olarak herhangi bir açıklama getirmemi olduğunu belirtmiştir. AİHM ayrıca tutukluluk halinin devamı kararlarında ileri sürülen gerekçelere bakıldığı vakit, bilhassa basvuranın yaşı dikkate alındığında bu tedbirin son çare olarak ve Türk hukuku ve birçok uluslararası sözlesmeden kaynaklanan yükümlülüklere uygun biçimde uygulandığına dair bir sonuç çıkmadığını belirtiştir. Açıklanan nedenlerle AİHM, Sözlesmenin 5. maddesinin 3. fıkrasının ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Yukarıda belirtilen hususlardan da açıkça anlaşıldığı üzere; Tutukluluk süresinin uzunluğundan şikayet ediliyorsa Sözleşme'nin 5/3.fıkrasının ikinci hükmü uygulanır. Mahkeme bu hükmü “makul süreyi aşmaması gereken şey, yargılama değil, sanık Ya da şüphelinin tutukluluğudur” şeklinde yorumlamaktadır. Yani bu hüküm, “tutuklunun makul sürede salıverilme hakkı” biçiminde anlaşılmalıdır. 5 Sürenin makullüğünün değerlendirilmesinde mahkemeye göre, tutukluluk süresini makul kılan temel şart “kamu yararı” dır. Mahkemenin içtihatlarına göre bir tutukluluk süresinin makul olup olmadığı soyut olarak değerlendirilemez. Her olayın şartlarına göre değerlendirilmek zorundadır. Bir olayda tutukluluğun devamı ancak, masumiyet karinesine rağmen kişi özgürlüğü kuralına ağır basan gerçek bir “kamu yararı” nın bulunduğuna dair olaya özgü belirtilerin varlığı halinde haklı görülebilir. Mahkemeye göre bir kimsenin suç işlediğine dair makul kuşkunun sürmesi tutukluluğun hukukiliği için olmazsa olmaz şarttır. Ancak -somut olayda olduğu gibi- belirli bir süre geçtikten sonra bu yeterli olmaz. Mahkeme, bu gibi durumlarda tutukluluğun devamını haklı kılmak için yargısal makamlar tarafından başka gerekçeler gösterilip gösterilmediğine bakar. Buna göre ulusal mahkemelerin gerekçeleri “konuyla ilgili” ve “yeterli” olmalıdır. Süresi ne kadar olursa olsun tutukluluğun haklı olduğu ikna edici bir şekilde gösterilmelidir. Gerekçeli kararın başka bir işlevi de, tarafların yargıç tarafından dinlendiklerini göstermesidir. Mahkeme, somut olayda olduğu gibi haklı olarak, yasadaki tutuklama nedenlerine ilişkin terimleri veya uygulamadaki kalıp ifadeleri tekrarlamakla yetinen ve yasadaki tutuklama nedenlerini olayla ilişkilendirmeyen ulusal mahkemelerin tutukluluk konusundaki kararlarını soyut olmakla (Latellier p.51) veya basmakalıp olmakla ( Yağcı ve Sargın p:52) veya ayrıntıdan yoksun olmakla (simirnova p;70) eleştirmektedir. Mahkeme bu tür kararları gerekçesiz veya gerekçesi yetersiz kararlar olarak görerek sözleşmenin 5/3.fıkrasının ihlal edildiği sonucuna varmaktadır. 6 5 Osman Doğru-Atilla Nalbant “İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi Açıklama ve Önemli Kararlar 1.Cilt S.399” 6 Osman Doğru-Atilla Nalbant “İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi Açıklama ve Önemli Kararlar 1.Cilt S.400” O halde bir tutukluluk süresinin Sözleşme'nin 5/3.maddesine aykırı olmaması için; a) Tuklamaya ilişkin mahkeme kararları gerekçeli olmalı, b) Bu gerekçeler “konuyla ilgili” ve “yeterli” olmalı, c) Gerekçelerde suç şüphesinin devam ettiğinin gösterilmesi dışında tutukluluğu haklı kılacak “kamu yararı”nın olayda mevcut olduğu ortaya konmalıdır. Birde Mahkeme önünde davalı devlet bir olayda uzun tutukluluğu ancak ulusal mahkeme kararındaki gerekçelere dayanarak savunabilir. Davalı devletin daha sonra Mahkeme önünde ileri sürdüğü yeni bir gerekçe Mahkeme tarafından dikkate alınmaz. Burada yeri gelmişken iç hukukumuzdaki tutuklama gerekçeleri ile ilgili bir hususa değinmek istiyorum. İncelenen kararın 33.fıkrasında da belirtildiği üzere, AİHS'nin 5. maddesinde “tekrar suç işleme olasılığı” tutuklama nedeni olarak gösterilmesine rağmen, iç hukukumuzda bu durum tutuklama nedeni olarak gösterilmemiştir. Ancak AİHS hükümlerine de uygun olacak bu tutuklama nedeninin, CMK.nun 100.maddesine konulmasının uygun olacağı kanaatindeyim. Zira “suç makinesi” haline geldiği sabıka kaydından açıkça anlaşılan kişiler bırakıldığı takdirde suç işlemeye devam etmektedir ve bu durum kamu vicdanını yaralamaktadır. Ayrıca tutuklama yasağı kapsamında kalan, ancak sürekli işlenmek suretiyle mağdur açısından tahammül edilemez boyutlara ulaşan cinsel taciz vs. gibi suçlarda şüpheli veya sanığın tutuklanmasına olanak sağlayabilecek ve dolayısıyla yeni suçların işlenmesini önleyecek olan bu düzenlemenin hukukumuz için faydalı olacağı kanaatindeyim. B. Sözlesmenin 5. maddesinin 4. fıkrası ile ilgili olarak; İncelenen kararda basvuran, karara itirazı hakkında etkin islem yapılmadığından sikâyetle Sözlesmenin 5. maddesinin 4. fıkrasının ihlal edildiğini ileri sürmektedir. AİHM, tarafların, tutukluluk haline itirazda bulunulan bir davaya katılma hakkı olduğunu ve tarafların (savcı ve tutuklunun) esitliği ilkesinin gözetilmesi gerektiğini hatırlatarak, bu gerekliliğin ulusal yasada farklı sekillerde yerine getirebileceğini, fakat her halükarda karsı tarafın verilen beyanlardan haberdar edilmesi ve bunlara mukabele edebilmesi gerektiğini belirtmiştir. Sözlesmenin 5. maddesinin 4. fıkrası kapsamında usule iliskin ilk güvence, itirazı inceleyen Hâkim tarafından fiilen dinlenilme hakkı olduğunu, usulün ivedilik sartı da dâhil özgün niteliği dikkate alındığında, her itiraz için durusma yapılmasının gerekli olmadığını, ancak olayda bu sikâyete konu kararın basvuranın hâkim karşısına son çıktığı günden itibaren üç aydan fazla bir süre geçtiğini dikkatlere sunarak, AİHM bu noktada, tutukluluk kararına yapılan itirazı değerlendirecek Hâkim karsısına çıkma hakkının makul aralıklarla uygulanması zorunluluğunu hatırlatmış ve somut olaydaki davada bu süre üç ayı aştığından AİHM, kisisel özgürlüğün söz konusu olduğu bir durumda bu sürenin “makul” olarak nitelenemeyeceği kanaatine varmıştır. Basvuranın, Cumhuriyet Savcısı’nın yazılı görüşünün kendisine tebliğ edilmediğine dair sikâyeti ile ilgili olarak, AİHM, savcının görüşü kendilerine tebliğ edilmediği ve görüşe cevap veremediklerinden dolayı savunmada tarafların eşitliği ilkesinin gözetilmediğinden bahisle, iç hukuk kapsamındaki itiraz yolunun Sözlesmenin 5. maddesinin 4. fıkrasının gerekliliklerine uygun olmadığını değerlendirmiş ve bu hükmün ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Ancak bu hususla ilgili iç hukukumuzdaki eksiklik 11.04.2013 tarihli, 6459 sayılı kanununla giderilmiştir. Buna göre 5271 sayılı CMK.nun 105.maddesine, “Duruşma dışında bu karar verilirken Cumhuriyet savcısı, şüpheli, sanık veya müdafiinin görüşü alınmaz.” şeklinde cümle eklenmiş, aynı kanunun 108/1.maddesine göre en geç otuzar günlük sürelerle yapılacak olan tutukluluğun incelenmesinin, “ şüpheli veya müdafii dinlenilmek suretiyle” karar verileceğine dair hüküm getirilmiştir. Bu şekilde iç hukukumuzdaki bu eksiklik Sözleşmeye uygun hale giderilerek, eksiklik sebebiyle gereksiz yere AİHM nezdinde sebep olunabilecek mahkumiyetlerin önüne geçilmiştir. Burada yine yeri gelmişken bir hususa değinmek istiyorum. Yukarıda belirtildiği üzere iç hukukumuza 6459 sayılı yasa ile getirilen 5271 sayılı CMK’nın 108/1. maddesinde yer alan yeni düzenlemeye göre, tukluluk hâlinin devamının gerekip gerekmeyeceği hususunun en geç otuzar günlük süreler itibariyle değerlendirilmesi gerektiğine ilişkin, özellikle “şüpheli veya müdaffiin görüşünün alınması zorunluluğundan” sonra, bu sürenin çok kısa olduğunu gözlemlenmektedir. Zira soruşturmalardaki işlemler düşünüldüğünde 1 aylık sürede eksik işlemlerin tamamlanması zordur. Nitekim yukarıda incelenen kararın 45.fıkrasında belirtildiği üzere, AİHM'de kararlarında 3 aylık süreyi makul görmektedir. Bu sebeple CMK.nın 108.maddesine, dosya üzerinde incelemenin ayda bir, yüze karşı incelemenin ise 3 ayda bir yapılacağı şeklinde bir düzenleme getirilmesinin daha uygun olacağı kanaatindeyim. C. Sözlesmenin 5. maddesinin 5. fıkrası ile ilgili olarak AİHM, Sözlesmenin 5. maddesinin 5. fıkrasında belirtilen tazminat hakkının, bu hükmün diğer fıkralarından herhangi birinin ihlal edildiğinin bir ulusal makam veya Sözlesmenin kurumları tarafından tespit edilmis olmasını gerektirdiğini hatırlatmaktadır. AİHM, CMK’nın 141. maddesinde tutuklanan kisi için uzun bir liste teskil eden bazı hallerde tazminat talep etme hakkı öngörüldüğünü kaydetmektedir. AİHM, bu hükme bakıldığında, sayılan hiçbir halde tutuklulukla ilgili usul hataları neticesinde hâsıl olan zarar için tazminat talep etme imkânı öngörülmediğini gözlemlemektedir. AİHM, ayrıca bu hükmün sanığa yargılama esnasında tazminat basvurusunda bulunma imkânı tanımadığını gözlemlemiştir; zira iç hukukta söz konusu itiraz sadece kararın kesinlesmesinden sonra yapılabilmektedir. Bu durumda, dava halen derdest olduğundan dolayı, basvuran söz konusu basvuruyu yapma imkânına su an için sahip değildir. Dolayısıyla, AİHM, Hükümet tarafından isaret edilen tazminat yolunun Sözleşmenin 5/5. fıkrası anlamında etkin bir basvuru yolu olmadığını düşünmüş ve bu nedenle, AİHM, Sözlesmenin 5. maddesinin 5. fıkrasının ihlal edildiği sonucuna varmıstır. Yukarıda kabul edilebilirlikle ilgili kısımda belirtildiği üzere, bu hususla ilgili 6459 sayılı kanunun 18.maddesi gereğince, CMK.nun 144.maddesinin 1.fıkrasın a bendi yürürlükten kaldırılmakla iç hukukumuzdaki bu eksiklik giderilerek artık tazminat yolunun kullanılabilmesine imkan sağlanmıştır. Yine 5982 sayılı kanunun Anayasamızın 148.ve 149.maddelerinde yaptığı değişiklik üzerine çıkarılan 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 45 ile 51.maddeleri arasındaki düzenleme ile, Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru yapılabileceğine dair iç hukuk yolunun da açılması karşısında, artık bu hususlarda AİHM nezdinde mahkumiyet alınmayacağı kanaatindeyim. IV. Sözlesmenin 6 ve 13. maddelerinin ihlal edildiği iddiası ile ilgili olarak: A. Sözlesmenin 6. maddesi ile ilgili olarak; Sözleşmenin 6.maddesinde yer alan haklardan biri de “makul sürede yargılanma hakkı”dır. Ceza davalarında süre, bir kişiye suç isnat edilir edilmez başlar ve esas olarak en üst mahkemenin nihai karar vermesi ile sona erer. Mahkeme içtihatlarına göre, yargılama süresinin makul olup olmadığı dört ölçüte bakarak değerlendirilir. İlk olarak, davada ortaya çıkan maddi ve hukuki “sorunların karmaşıklığı” na bakılır.Bir davanın karmaşık olup olmadığı değerlendirilirken davanın bütün boyutları dikkate alınır. Karmaşıklık hem dava konusu olaya, hem de hukuki değerlendirmeye ilişkin sorunlar yönünden olabilir. Maddi kanıtların durumu, sanık sayısı, birden çok davanın birleşmesi gibi. İkinci olarak, “başvurucuların tutumları” değerlendirilir. Örneğin ceza yargılamasında kaçak sanığın kaçak olduğu sürece geçen süreye dayanarak yargılamanın uzun sürdüğünü ileri sürmesi doğru değildir. Üçüncü olarak, “yetkili makamların tutumu”dur. Makul süreyi değerlendirirken Mahkeme'nin en çok önem verdiği konudur. Devlet, bütün idari ve adli makamların yaptığı gecikmelerden sorumludur. Dördüncü olarak, “başvurucu bakımından dava konusunun önemi”dir. Yargılanan kişi tutuklu ise, yargılamanın süresi ve konusu sanık için daha büyük önem kazanır. Tutuklu kişinin yargılaması uzarsa, tutukluluk tedbiri bir cezaya dönüşmeye başlar. Buna göre, somut olayda şüpheliye suç isnadı 15 Ocak 2007 tarihinde baslanmış olup, AİHM'in karar tarihinde de dava Yargıtay’da halen derdesttir ve dava iki yargılama asamasında hâlihazırda bes yıldan fazla sürmüş durumdadır. Buna göre AİHM, somut olayda davanın süresinin asırı olduğunu ve “makul süre” gerekliliğine uygun olmadığını değerlendirmiş ve dolayısıyla, Sözlesmenin 6. maddesinin 1. fıkrası ihlal edildiğine dair karar verilmistir. Somut olayda, suç isnadından itibaren yaklaşık 4 aylık sürede şüpheli hakkında dava açılmış ve mahkemece yaklaşık 1,5 yıl yapılan yargılama sonucunda hüküm verilmiştir. Bundan sonra 3,5 yıldan fazla bir süre geçmesine rağmen temyiz aşamasının henüz tamamlanmamış olduğu görülmüştür. Burada temyiz aşamasının makul sürenin aşılmasında en büyük etken olduğu görülmektedir. Son yıllarda temyiz süresinin kısaltılması için, Yargıtay üye sayısının ve daire sayısının arttırılması, istinaf mahkemelerinin kurulması gibi, yapılan çalışmalar netice verdiğinde bu hususlarda da artık AİHM'den mahkumiyet kararlarının alınmayacağı umulmaktadır. B. Sözlesmenin 13. maddesi ile ilgili olarak; AİHM, davaların 6. maddenin 1. fıkrası kapsamında öngörülen makul sürede görülmesi yükümlülüğünün ihlali halinde, 13. maddenin sikâyetçi olmayı mümkün kılacak etkin bir basvuru yolunu güvence altına aldığını, ayrıca bir basvuru yolunun “etkin” olması için, o basvuru yolu yargılamayı yapan mahkemenin önceki kararına müdahale edebilmesini veya ilgilinin meydana gelmiş gecikme için yeterli biçimde tazmin edilmesini mümkün kılması gerektiğini, buna karşılık Hükümetin CMK’nın 141. ve 142. maddelerine iliskin itirazı ile ilgili olarak, AİHM, bu maddelerin “koruma tedbirleri nedeniyle tazminat” baslıklı bölümde bulunduğunu, 141. maddede tazminat talebine konu olabilecek haller arasında tutuklama tedbiri uygulanması ve uzun yargılama süresinin sayılmadığını belirtmiştir. AİHM, bu hükmün esasında, ceza yargılamasının uzunluğuna iliskin değil, uzun tutukluluk süresi nedeniyle tazminat talebinin söz konusu olduğunu, bu bağlamda, Hükümetin de, bu hüküm gereğince ceza yargılamasının uzunluğu nedeniyle sanığın tazmin edildiği herhangi bir mahkeme kararı sunamadığını belirterek bundan hareketle, AİHM, bir bütün olarak ceza yargılamasının makul süreyi asması durumunda Hükümet tarafından belirtilen basvuru yolunun tazminat elde etmek adına Sözlesmenin 13. maddesi anlamında etkin bir basvuru yolu olmadığı değerlendirmesinde bulunmuştur. Bu nedenle, iç hukukta basvuranın Sözlesmenin 6. maddesinin 1. fıkrası uyarınca davasının makul sürede görülmesi hakkının incelenmesini sağlayacak bir basvuru yolu bulunmadığı için Sözlesmenin 13. maddesi ihlal edildiği sonucuna varımıştır. Yukarıda değinildiği gibi, 23.09.2010 tarihinde yürürlüğe giren, 5982 sayılı kanunun Anayasamızın 148.ve 149.maddelerinde yaptığı değişiklik üzerine 03.04.2011 tarihli resmi gazetede yayınlanmak suretiye çıkarılan, 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 45 ile 51.maddeleri arasındaki düzenleme ile,“Her birey, Anayasa tarafından ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından korunan temel hak ve özgürlüklerini ileri sürerek, 23.09.2012 tarihinden sonra kesinleşen kararlara karşı bu tür bir iç hukuk yoluna başvurabileceği” şeklinde iç hukukumuzda düzenleme yapılmıştır. Bu düzenlemelerden UZUN/TÜRKİYE kararında; 7 sonra nitekim AİHM, 30.04.2013 Tarihli Hasan “Anayasa değişiklikleri ile ilgili gerekçelerde ifade edilen Sözleşme ile kurulan sistemin koruma mekanizması ile aynı koruma mekanizmasının hayata geçirme konusundaki yasa koyucunun iradesinden şüpheyi gerektirecek herhangi bir neden görmemektedir. 6216 sayılı Kanunda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Protokolleri tarafından güvence altına alınan temel hak ve özgürlükler ile bizzat Türk Anayasası’nda yer alan hak ve özgürlüklerin de, AYM’nin konu bakımından yetki alanına girdiği açık olarak belirtilmektedir. Bu hükümlerle, AYM’ne bireysel başvuru yolunun uygulanması için uygun imkânlar tanındığı anlaşılmaktadır; Türk Parlamentosu, Sözleşme hükümlerinin ihlal edilip edilmediğini tespit etmek adına, AYM’ni tam anlamıyla yetkili kılma, tazminat ödenmek suretiyle ve/veya ihlalin telafisine ilişkin imkânları belirterek, insan hakları ihlallerinin giderilmesine ilişkin yetkilendirme ve gerektiğinde, ilgili makama hak ihlalinin sürdürülmesinin yasaklanması ve mümkün olduğunca kendisine, statu quo ante, durumuna ilişkin karar verilmesi hususunda AYM’ne imkân tanınabilmesi ve tanınması gerektiği yönündeki iradesini belirtmektedir. Mahkeme ardından bireysel başvuruyla ilgili AYM kararlarına uyulması konusunda uygulamada ilk bakışta Türkiye’de bir sorun ortaya çıkmayacağını değerlendirmektedir. Nitekim geçmişte, koalisyon hükümeti döneminde iktidarda olan siyasi bir partinin kapatılma kararının bile icra edildiğini gözlemlemek yeterlidir. Mahkeme, yukarıdaki unsurlar ışığında, Türk Parlamentosu’nun, Anayasa Mahkemesini Sözleşme tarafından korunan hak ve özgürlüklere ilişkin ihlallerin ilke olarak doğrudan ve hızlıca giderilmesine imkân tanıyan yetkilerle donattığı kanaatindedir. AYM önünde yeni olan bireysel başvuru yolunun ana hatlarını ve AYM’nin elinde olan kaynakları yukarıda inceleyen Mahkeme, söz konusu bireysel başvuru yolunun, prensip olarak, Sözleşme bağlamında yapılan şikâyetlerin uygun şekilde ortadan kaldırmayacağını 7 Karar, Adalet Bakanlığı Uluslar arası Hukuk ve Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü, İnsan Hakları Daire Başkanlığı'nın İnternet Sitesinden alınmıştır. söyleyebilmek için elinde herhangi bir unsur bulunmadığı kanaatindedir. Dolayısıyla mağdur olduğunu düşünen bir kişi bu koruma ile ilgili başvuru yollarını kullanmalıdır. Somut olayda, yukarıda belirtilenler ve iç hukuktaki yargılamanın 25 Eylül 2012 tarihinde sona erdiği göz önünde bulundurularak; Mahkeme, başvuranın Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunması gerektiği kanaatindedir. İç hukuk yolları tüketilmediğinden, somut başvurunun Sözleşme’nin 35. maddesinin 1. fıkrası uyarınca kabul edilemez olduğuna karar verilmiştir.” AİHM, yukarıda özetlenen kararında, Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru yolu ile ilgili düzenlemeleri prensip olarak yeterli görerek, bu yolu tüketilmesi gerekli olan bir iç hukuk yolu olarak görmüştür. Böylece Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru yapılabileceğine dair iç hukuk yolunun da açılması karşısında, artık bu hususlarda AİHM nezdinde mahkumiyet alınmayacağı kanaatindeyim.