sehrengiz 8 - WordPress.com
Transkript
sehrengiz 8 - WordPress.com
mayıs-haziran 2011 bari sen yanma diye aşk için m ı r a n ben ya gül için m ı r a n ben ya nmesin diye sö bu ateş : n a m r u d nurettin si e b i z a c n i r i i «Ş ..» . r o y ı r ı t ş ı r ortalığı ka cihat karaman + emrah tahiroğlu + şahin gürçay nebiye arı + abdullah şahin + mustafa kadir çelik osman akyol + döndü sağlık + hatice gökdere muhammet çelik + bilal şeriati + sema erdoğan ahmet eren + bilal can + görkem evci *** Mayıs Haziran sayısının gecikmeli olarak vitrine sunuyoruz: imtiyaz sahibi ve yazı işleri sorumlusu: Cihat Karaman yayın ekibi: Fatih Kaşcıoğlu (editör) Muhammet Çelik (tasarım) Nebiye Arı Cihat Karaman Hafize Betül Durmuş Hatice Gökdere Mustafa Kadir Çelik Ali Yaşkın genel iletişim: sehrengizdergisi@hotmail.com abonelik için: sehrengizabone@gmail.com (0 554.773.35.64) temsilcilik için: sehrengizitemsil@gmail.com (0 544.397.12.38) posta çeki hesap no: 5997263 adres: Çınar mah. Esenler cad. No:57/9 Bağcılar İstanbul internette: sehrengizdergisi.wordpress.com fotoğraf: derginin bu sayısında ağırlıklı olarak Ali Noohi imzalı fotoğraflar kullanılmıştır. baskı: Milsan Basın San A. Ş. 0212 471 71 50 Cemal Ulusoy Cad. No:38/A Bahçelievler / İstanbul Yazı yazmak büyük bir eylem, bunu muharrir ifa edebildiği takdirde şükrünü iade etmesi lazım gelir. Bir yazının şükrü ne olabilir? Yeni sayıda aramızda görmekte mutluk duyduğumuz yazılar yazarlar kalemler var. “kuş yarası geçmez” şiiri ile Emrah Tahiroğlu “heybeden siyaset” ile Şahin Gürçay; “beklenen bir ışıktır çoğu zaman” hikayesi ile Görkem Evci “bozoğun kırmızı” hikayesi ile Abdullah Şahin “közleme” yazısı ile Osman Akyol “çevir tersine” şiiri ile Döndü Sağlık ablamız “soğuk nostalji” şiiriyle Bilal Şeriati “Taare Zameen Par” filminin tanıtımı ile Hatice Gökdere... Aamir Khan'ın oynadığı ve yönettiği bu filmi bu yazıdan sonra izleriz… Ve sayfalarımızın ev sahibi arkadaşlarımız Nebiye Arı, Mustafa Kadir Çelik, Muhammet Çelik, Sema Erdoğan, Ahmet Eren.. Bu sayının esenliğini hissetmeniz dileği ile… Dergimizin heyecanlandırıcı bir de hediyesi var sizlere: Nurettin Durman'la sıradışı söyleşimiz.. Biz buna «şairin kelimeleri» de diyebiliriz. Şiiri ve şâiri hissedeceksiniz... Yazar okumalarımız (Sezai Karakoç) tüm güzellikleriyle devam ediyor, sekiz kitabımız kaldı. Katılacak arkadaşların dergi ile iletişime geçebilirler. Okumaların İstanbul ayağında değerlendirme toplantıları için bize kapılarını açan HİKDE' ye (Esra Nur Olgaç'a) teşekkürlerimizi sunuyoruz. Dergi yönetiminden pek saygıdeğer arkadaşımız Ali Yaşkın'ı vatanı görev diye addettiği askerlik vazifesinden dolayı aramızda fiilen bulunmamaktadır. Kendisinin bir an önce sağ salim bir şekilde dönmesini yüce yaratıcıdan diliyorum… Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen. şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.1 8.sayı mayıs-haziran 2011 Sade güzellikler barındıran sizleri, ellerimizin avuçlarında hissettiğimiz bahar serinliğini, gecikmiş güneşi, yeni yeni tomurcuk açan dalları biz bu sayıda selamlıyoruz. Geçen sayımızın asil duruşu, devrimlerin kattığı ortak kanıda saklanan, armağan edilmiş bir sayı olarak kalsın istemeyiz, devrimlerin devamlılığını da selamlıyoruz… kuş yarası geçmez emrah tahiroğlu bir geç kalıştır bu Toprak kaymasına sebebiyet veren çocukları ben doğurtmadım Üstelik ikimiz birden ağladık Duymuştum sesini daha uzatırken başımı Saçlarım yoktu ve gözlerim kör kim demiş sırtüstü ölemediğimi tek başıma Benim mağaramdı o, özgür kalacaktım sonra Bilmem kaçıncı ay Keşfe çıkacakken dudaklarını Çekik bir ses değdi yavan kaslarıma Ağlama sesi yoktu… şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.2 O öldü, açın dediler haberleri Açın ve sulayın denizleri Kuşlara benzeyen bütün bulutları yakın 'inan sevgili ağlayacak çocuk kalmadı çeperlerimde' Gizli bölmelerin vardı uzun İnancın olsun gördüm Gömleğine sinen dolgunluğu -Nehirkuşgillerin yelkensiz uçamaz Omuzlarım bir hayal veİştahım kesiliyor gece gece gramofon fırlatan ben değildim uçurumdan Dünya dillerini unuttum Günleri göğüsleyen sen Kaçma payı bırakma Sırtını ver Soluğunu ver bana… heybeden siyaset şahin gürçay siyasetten anlasam da gitmek istiyorum çarşafa dürülmüş ideolojilerimi toplayıp bir sopanın ucunda omzumdan sallandıra dallandıra gitmek istiyorum bu beni çemberinden çıkarmaz sevgilim biliyorum ama bir de sedirlerin altında saklamak istiyorum şu öpücüğü hani devlet anamın doğduğumda sesime örttüğü siyasetten atlasam da gitmek istiyorum kalburundan damlamak gerek hem zaten bu ülkeni ben bir tek sana söylemekle mükellefmişim unuttuğum şu lanet cümleyi sevgilim belime dolanan şu resimleri bir çözsen hepsi sanki altmışlardan kalmış gibi bak şu adamı sevdim mi ne hem gözü de mavi o da sana hediyem olsun yaşar kalbinde belki ah siyasetten anlasam da gitmek istiyorum dağların denize uzanamadığı yerlere biliyor musun belki de unuturmuşum dedenin biri ak sakalı olmamasına rağmen böyle dedi gidiyorum şimdi siyasetten anlasam ne anlamasam ne bilirim ayak bastığım toprak buram buram beni çağırıyor işte sevgilim korksam da şu hendeği de bir geçmeli in style we trust! reklamlarda arayın bıraktığım cümleleri siyasetten anlasam da gidiyorum ben hani ardımdan cuma namazımı kılın iyi mi! şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.3 şimdi bir yolun ucundan sana öpücükler bölüyorum sevgilim hani devlet anamın beni doğunca öldürdüğü öpücükler biliyorum sana kart atacağım onları yolumun üstünde başta katil olanlarını sınav senfonisi nebiye arı Artık kalem tutunca çabuk yoruluyor Ellerim, kireçlenmiş parmaklarım ve klavye Hislerimi bir word dosyasına sıkıştırıyorum sevgilim Pahalı diyorlar hayat, kaç tl'ye tekabül eder? Gel de Hesap et. Bazen şiir yazmak şizofrenik bir dürtüyle geliyor Bütün hitapları var oluşuna adıyorum. Karışan bir beyin, açık havada kalmalı ki Oksijenin hücrelere kavuşmasıyla Rasyonaliteye vurulmadığımız Delillenmiş olsun. Kafiye arama sözcüklerimde sevgilim, şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.4 İçimdeki sesler senfoniye durdu. Ben hep Nietzsche'nin akademik kariyerine özenmişimdir Sınavlarda kendini kaybedenler kulübünde olmamdan belki Alfabenin tüm harfleri bir sınav kısaltmasına dâhil Saç telleri gibi uçları kırık taşınıyor sınav çocukları. Test kitaplarını ateşe verip, ısınsak bir şiirle sevgilim Sahil şarkıları tadında bir beste yapsak sallanarak söylesek: Sınav: hayatınızı şekillendiren: algılarınızdı. Kıyamam yüzüne doyasıya bakmaya sevgilim Elbet, İsraf yeryüzünün dengesini bozar. bozoğun kırmızı abdullah şahin Yetiştim çok şükür. Patronun da inadı tuttu mu tutuyor; yok efendim, bir koşu halleder dönermişim. Tövbe estağfirullah! Bu devirde yaşamak istiyorsan patron olacaksın arkadaş! Emir vermek kolay. Sen ta Altunizade'den Üsküdar'a koş, vapuru yakala; Eminönü'ne emaneti bırakıp son vapura yetiş. Olacak iş mi Allah aşkına! İnsan fazladan bir bilet parası verir; otobüsle iner, rahat rahat gider gelirim. Çaycı haklıymış, adam cimri kardeşim; utanmasa bize boğazı yüzdürecek. Hava soğuktu. Nefes nefese kalmış, adamakıllı terlemiştim. Neden bu kadar kalın giyiniyorsam... Bunları düşünüp söylenirken üzerimdekileri boş koltuğa yığıyordum. Hamlamışım biraz. Bu iş bana göre değil. Gençliğimde olsam hadi neyse. Bu yaştan sonra biraz zor. Hele bu göbekle... Anadolunun bir dağ köyünde doğmuşum. 'Çocukluğun kırda geçeni makbuldür.' derler ama benimkisi biraz zor geçmiş. Annem söylüyor, çok haylazmışım. Komşular kendi aralarında, “Bu oğlan çok yaşamaz, bir gün yuvarlanır gider tepenin birinden.” derlermiş. Sonrasını hayal meyal hatırlıyorum: Asfaltı, zift kokusunu, köye gelen ilk kamyonu, babamın sürüsünü, atların sesten ürküp ortalığı nasıl savaş alanına çevirdiğini. Altı yedi yaşlarındaydım. Babamın bir kır atı vardı. Öyle böyle değil. Hani denir ya, 'dillere destan' cinsten bir kısrak. Koşarken önden bakınca hızla gelen bir oka benzerdi. 'Bozok' derdik ona, babam onu bir başka severdi. Haftalık keyif gezileri yapardı onunla. Gören atın babamı değil, babamın atı gezdirdiğini zannederdi. Asil hayvan, yürüyüşü çerkez dansı gibi: Yürümüyor, kayıyordu. Adımlarını hissettirmemek ister gibi imtina ile atardı. Günün birinde Bozok yavruladı. İyi para verenler oldu. Babam her defasında terslerdi adamları, öz evladını istemişler zannederdiniz. Komşuların şikayetlerini benimle konuşarak savuşturduğu günlerden birinde kulağıma fısıldadı: “Uslanırsan, belki ilerde sana veririm yavruyu.” Ne demekti, zaten babam gibi olmak için giymediğim elbisesi, kullanmadığım eşyası kalmamıştı. Bir de atım oldu mu... şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.5 Televizyonda bir haber dönüyordu; at seyisliği iyi para getiriyormuş. At, para... Ona adını ben verdim: Kırmızı. Öğretmenimiz bir kitap vermişti o günlerde: 'Elveda Gülsarı' diye. Aytmatov'un atına benzesin istedim. Artık okuldan kalan tüm zamanımı onunla geçiriyordum. Çantamı balkona fırlattığım gibi yanındaydım. Kaşağılamayı öğrenene kadar bayağı canını acıttım. Ama sonra o da bir alıştı ki... Balkona fırlattığım çantanın sesini duyunca bir hareketlenme olur, yanına vardığımda gözlerinin parıltısından kaşağı vaktini beklediğini anlardım. Gülsarı'yla büyüttüm onu. Önce karnını iyice doyurur, suyunu içirir, bir güzel temizlerdim. Sonra yalağa oturur, Gülsarı'yı okumaya başlardım. Anlıyormuş gibi arkama geçer, başını eğip çenesini omzuna dayar, baygın baygın bir samana bir kitaba bakardı. şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.6 İlk başlarda annesi Bozok'un peşinde beraber koşuyorduk. Bacakları çok inceydi, üflesen yıkılacak. Koşuşunda bir dengesizlik kendini belli ederdi. O halde bile bana acıdığını hissederdim; arasıra yavaşlar, ona yetiştiğimde tekrar hızlanırdı. Gittikçe serpiliyordu, babam onu zor da olsa geme, eyere alıştırdı. İlk ben bineyim istedim, sırtından attı. Çürüklerimin iyileşmesi uzun zaman aldı. Babam onu biniciye alıştırana kadar yine beraber koştuk. Ama nasıl koşuyorum bir görsen. Onun peşinde koşmaktan haylazlığa ne fırsat kalıyordu ne de takat. Uslanmış görünüyordum galiba, babam sözünde durdu. Kırmızı artık benimdi. Neredeyse annesi kadar olmuş, biniciye de iyice alışmıştı. Artık her yere onunla gider olmuştum. Islığıma zaten alışıktı, tek nefeste yanıbaşımda biterdi. Koşarken bana Gülsarı'yı hatırlatıyordu. İki yıl geçti, iyice serpildi. Artık yetişkin bir at olmuş, sürübaşına kafa tutar hale gelmişti. Bir gün babam bir iş için beni şehre yollamıştı. Üç gün halamlarda yatmış, Kırmızı'dan ilk defa ayrı kalmıştım. Dört tekerlekli bu soğuk canavarların hiçbirisine değişmezdim onu. Ayrı kalınca insan daha iyi anlıyor. Dönerken asfalt yolda inip köye doğru yürümeye başladım. Adımlarım kendiliğinden hızlanıyordu. Uzaktan Kırmızı'nın kişnemesi geliyordu. Islığı çalmış, bekliyordum. Uzun köy yolunun ufkunda önce başı, sonra yavaş yavaş vücudu göründü. Hafiften hızlanıp tırısa kalktı, benim olup olmadığım hakkında şüpheli gibiyli, kuvvetli bir ıslık daha çaldım. Birden atılıp dörtnala koşmaya başladı. Nasıl geliyor bir görsen. Öylece durdum, gelişini izliyorum. Gururlanmıyor da değilim hani. Aklım nerelere gidiyordu: onunla yarışlara katılıyorum, zengin oluyorum... Yok, hayır! Her şey olurdu da bu olmazdı işte. Kırmızı'ma eşek dedirtmezdim. Yolun bana yakın tarafında bir dörtyol ağzı vardı. Kenarları ağaçlarla kaplı yoldan hızla bir taksi geliyordu, taksici Ahmet abi bu. Telaş içinde koşmaya başladım, ne yapacağımı şaşırmış halde bir taksiye bağırıyordum bir Kırmızı'ya: “Ahmet abi!”, “Kırmızı dur!”. Arabasındaki teybin sesi bana kadar geliyordu. Kırmızı'ya ne desem durduramıyordum. Garibim benim koştuğumu görünce daha da hızlanmıştı. Yerden taş alıp atıyor, isabet ettiremiyordum. On saniye bir ömür gibi geliyordu. Bir yandan çılgınlar gibi koşuyor diğer yandan yerde taş arıyordum. Ani bir fren sesiyle olduğum yerde çakılıp kaldım. Lastiklerin çıkardığı ses dondurdu beni. Kırmızı, o cüssesiyle havada taklalar atıp, düştüğü yerden yolun dışına kadar bir çuval gibi sürüklendi. Ne hareket edebiliyor ne bir ses çıkarabiliyordum. Ne olduğunu henüz anlayamamıştım. Yere çöktüm. Boş boş etrafıma bakıyordum. Ne kadar o halde kaldım bilmiyorum. Birden çıldırmış gibi Kırmızı'nın yanına koştum. Ağzından kan boşalıyordu. Diz çöküp başını dizlerime koydum, yaşıyordu. Bacakları kırık dallar gibi biçimsizce uzanmış, can çekişen serçeler gibi kıpırdıyorlardı. Gözlerinden yaş akıyordu, fakat buna ağlamak denemezdi, sadece akıyordu. Yine alık alık bakıyordu etrafa, olan biteni anlamaya çalışıyordu. Yelesindeki kanları temizliyor, başını okşuyordum. Bir çif bot gördüm önümde. Babamdı. Amcamlar beni tutup kaldırdılar. Karşı koyamıyor, gerisin geri yürüyordum. Yirmi yıl oldu neredeyse. Şimdi burada, bir vapurun sallantısını ninniye dönüştürmüş Kırmızı'yı hatırlıyorum. Onun üzerindeyken; görmesen, gittiğini hissetmezdin. Burada ne kadar bilmemezlikten gelsen de can sıkıcı konuşmalardan anlıyorsun. Vapur Eminönü'ne yanaştı. Terim üzerimde kurumuştu. Giyindim, beremi iyice başıma geçirdim. Cebimdeki emaneti kontrol edip her şeyi unuttum tekrar. İşimi halledip tekrar vapura yetiştim. İndiğimde son minibüs yeni kalkmış, gidiyordu. Koşarken ıslık çalmak istedim. Ağzımdan kesik bir ses çıktı. Dolmuş iyice hızlandı, yavaşladığında köşeyi dönüyordu. şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.7 Babam: “Acısını dindirdik oğlum.” diyordu, koluma yapışmış beni döndürmeye çalışırken. Cevap veremiyordum, ama hayat bu köyde yoktu artık. “Belki uzun bir yol, belki gurbet söker alır acımı benden.” diye kendimi teselli etmeye çalışıyordum. Babama ilk defa orada karşı çıkıp kolundan tuttum, ittirdim. Gururuna yedirememiş olacak, peşimi bıraktı. Asfalta doğru yürüyordum. Son bir kez dönüp balkonda duran anneme baktım. Yaşmağıyla ağzını kapatmış ne yapacağını bilmez bir halde öyle bakıyordu. Yürüdüm. devrimsel paranoya mustafa kadir çelik Önce gözleri kapandı sunucunun Korktum sonra vahy gelecek sandım müsteşriklere Düşmüyor elleri yakamdan ülke çıkarlarına dair politikaların Ama kusurumuza bakın artık siz de; Zaten genciz yüreğimiz delifişek Çok tuttuk aksın Ortadoğu kadar gözyaşlarımız Zaten yeminliyiz aşkımız hira Üstelik öfkeliyiz özgürlüğe sevdalı Çok aradık bilensin biraz da imanımız şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.8 Libyanın canı çıksın uylukları acırken hepimizin Ne de olsa üzülmeyi çok da güzel beceririz Ve yatak odaları işgal edilsin Filistinlilerin Bu diriliş oyununun oynarken Sivil, suçsuz, savunmasız Trablusgarp çatışırken Bingazi ile Uçurtma gibi uçuşsun ülkelere bombalar Vursun Allah u Ekber nidasıyla birbirini Müslümanlar Vursun yeni sömürüler için ortadoğuya demokrasi taşıyanlar Bizse Devrimci olmakla avutalım çaresizliğimizi Herkes yeni Ömer Muhtarlar beklesin yeni Selahaddinler Dursun ve beklesin herkes Bu işgal çok haçlı ve amaçlı Bu ölümlerden petrol sıçrıyor üzerimize Herkesin cebinde bir koalisyon var Hepimizin içi ; BM NATO ne kadar bizim Ortadoğu ne kadar bizimse! Bu yüzden hepimiz biraz modernistiz ve biraz da emperyalist Hadi canım siz de Siz de, siz de... köz-leme osman akyol 12 Eylül 2012 tarihinde Fatih'teki muhteşem boğaz manzaralı Empati Rezidansın 72. katında yer alan Barış Kafe'de Dolmuş dergisinin olağan toplantısı yapılacaktı. Günler öncesinden toplantının gergin bir atmosferde geçmesi bekleniyordu. Editör Sait'in oğlu Boran'a aldığı Beyaz Reno marka otomobil ve kızı Zozan'a yaptırdığı beş yıldızlı düğün uzun süre gazetelerin manşetlerinden inmemişti. Elbette bu gelişmeler dergi içindeki bazı grupları rahatsız ediyordu. Bilindiği gibi; derginin on dokuz ana eğiliminden biri olan Ömer Faruk'un başını çektiği gelenekçiler, geçen yıl derginin hem patronu hem de editörü Sait Çeker'ın “dergiye satanist bir yazar arıyorum” çıkışına kızıp dergiden ayrılmıştı. Toplantı, şimdi Hakiki Dolmuş adında bir dergi çıkaran bu grubun dergiyi basacağı söylentilerinin gölgesinde başladı. Toplantıya il gelen, dergide “dev dolmuşçular” olarak bilinen grubun önde gelen ismi Osman Takar oldu. Ardından Eyüp Tatava, Timur Bozkır, Berk Kemal ve İbrahim Keleş salona girdiler. Her yeni gelen selam verip protokoldeki yerini alıyordu. Saatler ilerledikçe salondaki kalabalık daha da arttı. Son gelen kişi “öz dolmuşçular” grubunun önemli ismi Yalçın Sarpkaya oldu. Toplantıda çaylar içildi, kekler börekler yenildi, hal hatır soruldu, acelesi olanlar uzadı vs. Havadan sudan konuşmalar bitmiş artık sıra ciddi konulara gelmişti, fakat herkes ağızbirliği etmiş gibi tartışmaya yanaşmıyor, Sait'in provokasyonuna gelmiyordu. Sait, “çok profesyoneller” diye geçirdi içinden. Sait için geriye bir tek Z planı kalmıştı, gençler... Evet, gençler, ateşli gençler… Seksi değil, ateşli… “Elbette seksi de olabilirler” diye geçirdi içinden. şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.9 Gündeminde bu söylentilere yer olmayan Sait Çeker'ın kafasında başka planlar vardı, derginin daha fazla kan kaybetmesini istemiyordu. Aylardır kafasında kurduğu planı nihayet bu gün uygulayacaktı. Planın ilk aşamasında dergide sivrilen “öz dolmuşçular” ve “dev dolmuşçular”ı birbirine kırdırıp pasifize etme düşüncesi vardı. Böylelikle dergideki mutlak iktidarını biraz daha pekiştirecekti. Bu planı uygulamak için dergi toplantısından daha uygun bir yer olamaz, diye düşündü. Doğru ata oynamıştı, toplantıda aradığını fazlasıyla buldu. İçinden “zaten 'akıncı' bir milletiz, adamlar genç, kanları kaynıyor, son akından bu yana beş yüz yıl geçmiş” diye düşündü. Özgürleşmek isteyen “hatun”ları daha fazla bekletmesi ayıp olurdu. Evet, gençler “aksiyon” istiyordu ve o da bunu onlara fazlasıyla verecekti. Toplantının sonunda: - Yarın Anadolu'ya sefere çıkıyoruz, dedi. Gençler hariç herkes şaşkındı. Gelenlere patronun kim olduğunu gösteren Sait, yarattığı şaşkınlıktan istifade ederek bu anın tadını çıkarmak istiyordu; mağrur bir komutan edasıyla koltuğuna yaslandı, kaçak sigarasından bir dal çekip yaktı, yaşlı kurtların üstüne doğru üfledi. Bir gün sonra Beyazıt Meydanı hıncahınç doluydu, yakıcı güneşin altında at kişnemeleri ve dualar birbirine karışıp gökyüzüne yükseliyordu. “Fazla söze gerek yok” diye düşündü Sait. Hemen arkasında yaveri Osman duruyordu. Bindiği eşeğin üzerinde doğruldu, kılıcını kınından çıkarıp havaya kaldırdı. Herkes ona bakıyordu… “İleri!” diye haykırdı… şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.10 Birden ortalık toz duman oldu, bir buçuk milyon genç “Allah Allah Allah!...” nidalarıyla ileri atıldı. Sait arkalarından, “Durun lan durun, nereye gidiyorsunuz, beni de alın!” diye bağırdı. Fakat ereksiyon halindeki gençler, onu dinleyecek durumda değillerdi, İstanbul'un içlerine doğru dalga dalga fışkırdılar. Her şey bir anda gelişmiş Sait ve yaveri Osman alabora olmuşlardı, artık gökyüzü daha net görünüyordu. Halbuki Sait'in onlara birkaç öğüdü olacaktı, hatta kopya çekmek için eline yazmıştı. · Dünya dönüyor · Elmalarla armutlar toplanmaz · Irkçılık tehlikelidir, dokunanı yakar · Demokrasi, her durumda tek seçenektir · “Hakiki erdem, ancak insanlar arasındayken belli olur” · Müstakbel dul ve yetimleri kollayın Yatay konumdaki Yaver Osman yattığı yerden bir kademe doğrulup üstündeki tozları silkeledi, ardından önce kendisinin “yaver” sonra da bu yaverin bir “komutanı” olduğunu hatırladı. “Komutanım komutanım!” diye seslendi. Çok uzaktan “Erê ez li vir im!” diye bir inleme sesi geldi. Sait çok kötü bir haldeydi, kafa travması geçirmiş saçmalıyordu. Yaver: - “Eşeğiniz nerde efendim?”, diye sordu. Sait: - Bilmiyorum, en son bir kısrağın arkasındaydık, dedi. Sait; güçlükle dizlerinin üzerinde doğruldu, ayakta zor duruyordu. Birden sinirlenip yerde duran bir bira kutusuna tekme attı. “Biiiip tenim!...” diye bilinmeyen bir dilde anlaşılmaz bir tepki verdi (Has..tir lan, yanlış yeri bipledik!) - İstersen dönelim Abi, diyen yaverine Sait: - Şu yerdeki nalları topla, Horhor'a varınca hurdacı Hayrettin Abi'ye üç-beş liraya okuturuz, bu günkü nevalemiz çıkar, dedi. Toparlanıp tekrar yola koyuldular. Akdeniz caddesinden yürüyerek Fatih camisine geldiler. Metin Yüksel'in şehit düştüğü yerin hemen önündeki şadırvanda yüzlerini yıkayıp serinlediler. Bu kısır tartışma yol boyunca sürdü. Fatih Koleji'nin önünden geçerken yaver: - Abi bizim de bir cemaatimiz olucak mı, diye sordu. Sait: - Ne cemaati olum, biz önce bi dernek kuralım sonra bakarız, dedi. “Zaten elimizde milis de kalmadı” diye mırıldandı devamında. Yaver: - Abi, istersen hoca efendinin cemaatine takılalım, getirisi büyük, dedi. - Bırak şimdi cemaati, ümmet artık çok ilerledi. Muhammed'i, İsa'yı, Musa'yı geçip İbrahim'e kadar dayandı. Kim takar hocaefendiyi. Artık Rönesans çağındayız, sen hala uyuyorsun! - Nereye gidiyoruz abi, yol bitti. - Has…tir, çıkmaz sokağa girmişiz olum, geri dönüyoruz. Osman bi ara hatırlat bana, şu bizim avukata uğrayalım, dernek başvurumuzu yapsın. - Tamam Abi. Sait, şakacıktan yaverinin ensesine tokatı patlattı: - Ne abisi lan, “kutbu'l-aktab” diyeceksin bundan sonra! Gülüştüler… şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.11 Camideki turistik gezileri kısa sürdü. Sait, yaverine caminin minarelerini gösterip 'barok mimarisinde yapıldığını' söyledi. Söylenenle ilgilenmeyen Yaver: - Eşekten düşmeseydik nereyi fethedicektik Abi, dedi. - Ne fethi lan, 'özgürleştiricektik'. - Kimi Abi? - Nayn nayn diyen herkesi, Karolin-Marlin ne bulursak işte… - 'Kerilayn' diye okunmuyo muydu abi, o. - Keri deme bana, asabım bozuluyor. Devamında “Kerê kurê kerê!” diye söylenerek yine bilinmeyen bir moda girdi. çevir tersine döndü sağlık dağıldı duman karışan renkler arasından bir dünya çıkardı zaman… bu mudur şimdi aklımızın yettiği bu mudur aklımızın sobeleyip bir koşu ile terk ettiği: hakikat duvarına dokunup her seferinde dağıldı duman dünyaya yeniden karışan renkler arasından sürüklendiği bir dünya çıkardı zaman… bir rüya mı. şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.12 işte şimdi sırası diyorum dağıldı duman burak şahlanışıyla karışan renkler arasından bulutlara değmenin bir dünya çıkardı zaman… sırası şimdi aşkın yağmuruyla tersine yor diyorlar şimdi başı öne eğmenin rüyayı tersine yor adım adım çoğalttığın yollardan an ki asırları taşır göğsünde kanadığın kanattığın yollardan tüm renkler geçmez mi bir nokta başladığın yere imbiğinde? dönmenin… o halde, ağıdı gülmeye yor dağıldı duman kışı hep bahara yor karışan renkler arasından çevir bakışlarını korkmaksızın ardına hafifçe aralanmış karanlık bir kapıdan başlayıp durulan o büyük fırtına bir dünyaya kum saatini çevir bir rüyaya çıkardı zamanı tersine yor…. zaman… sağ elime islâmı sol elime demokrasiyi verseler... muhammet çelik “Araplar nerede?” diye soranlar cevabını almış oldu: “Araplar burada!” Arap halkları diktatörlere karşı ayaklandılar ve yıllardır içlerinde biriken öfkeyle özgürlük devrimleri yaptılar. Belki bundan sonra “asıl Türkler nerede?” diye bir soru çıkabilir karşımıza. Ya da aslında böyle sorular bizi yanıltıyor mu dersiniz? “Müslümanlar orada mı?” diye sorsa yukarıdan bir ses, o sese gür bir seda ile “Burada!” cevabını verebilecek bir topluluk mevcut mu? Yoksa o gür sesi çıkarabilecek millet, kendi içinde bölünmüş bir halde, birbirlerine “senden adam olmaz” türünden sataşmalar yapıp, büyük vahşetlere av mı oluyorlar? Devletin yönetim biçimi hiç de hafife alınacak bir olgu sayılmamalı. Devletin yönetim biçimi milletin fertlerinde bir karaktere dönüşür. “İslâm dini herhangi bir yönetim biçimi önermemiştir, hangisi olursa olsun fark etmez” diyenler, dün saltanatı içine sindirmişti, elleriyle kaldırmayan Müslüman topluluklar, dış müdahalelere maruz kaldıktan sonra bunu düşünmeye başlamışlardı. Bu gün, parçalanmış haldeki Müslüman topluluklar farklı bayraklara farklı sınırlara sahip. Kimi ülkelerde diktatörler dış müdahalelerle kimi ülkelerde de içten bir direnişle çökertildi. Türkiye çok partili hayata, diğerlerine göre daha erken girmiş gözüküyor. Türkiye'nin saltanatı kaldırıp demokratik hayata geçtiği izlenimi, şimdi de Arap topraklarında gözlemlenecek. Arapların Türkiye'yi örnek almaları bir geriden takip ediş görünümü arz ediyor. Yakından bakınca ise, Türkiye'nin durumu daha farklı… Saltanatı kaldıran Türkiye, açık bir putperestliği (demokrasiyi) dinle uzlaştırma yolunda ilerledi ve imrenilecek noktaya geldi. O halde demokrasiye imrenme duygumuzu bir sorun olarak ele alacaksak, bütün Müslümanların bir sorunu hatta bütün insanların bir sorunu olarak ele almalıyız. şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.13 bu gün de demokrasiyi içine sindiriyor. Bütün zulümlerine rağmen, saltanatı kendi Müslümanlar olarak bizim bu günkü meselemiz, sadece İslâm'ı yaşama ve dindar olma meselesi değil, aynı zamanda onu anlama ve doğru algılama meselesidir de. İnsanın varoluşuna ve özüne en uygun yolun adı İslâm, o yoldan farklı yönlere doğru uzaklaşmaların adları ise Materyalizm, Nihilizm, Kapitalizm, Faşizm, Sosyalizm, Liberalizm, Demokrasi ve sairedir. Müslümanlar hâkim dünya ile aynı anda, saltanatı zoraki veya isteyerek seçenek dışı bıraktıktan sonra, yine hâkim dünya ile beraber düşünmeye devam ediyorlar. Futbol topu gibi bir köşeden diğerine savrulmaya devam ediyoruz. Arap halkları şu anda “Arap milliyetçiliği” ve “sosyalizm” köşesinden demokrasi köşesine doğru savruluyor. Suya kapılmış yapraklar misali sürüklenerek geldiğimiz noktanın adı Demokrasi. Demokrasi, insan nefsinin hevâ ve heveslerini tanrılaştırması şeklinde cereyan eden bir yaşam tarzının adıdır ki, şeytanın icatları arasında en kurnazca olanıdır. Demokrasi, kendisine küfretme özgürlüğünü bile içerebilir. En koyu dindarlığı da içinde barındırabilir. “Gerçek Tanrı'yı” ya da “Tanrı gerçekliğini” hesaba katmadan, ya da “birçok gerçeklikten biri” olarak hesaba katarak, insanların bir arada yaşayabilmesi şeklindeki bir konformizm, bir rahatlama cennetidir. Doğanın pençesinden kendini kurtaran insanoğlunun, ortaklaşa bir kararla doğa kanunlarına geri dönüşüdür. Diğer rejimlerdeki güç sahipleri fiziksel bir şehrengiz dergisi-mayıs-haziran - s.14 atılımla hayatta kalmayı başarırken, demokrasilerde düzenbazlıktır gücün kaynağı. Doğadakinden daha vahşi bir şekilde, ama kibarca ve kimseyi rahatsız etmeden… Diğer rejimler insanların bedenlerini esir alıp, onlara kendilerini dayatıyorken; demokrasi insanlara kendini sevdirerek, kendini tattırarak hâkim oluyor. Dolayısıyla insanlık olarak en tehlikeli bir rejimle karşı karşıyayız ve sil baştan düşünmek zorundayız. Müslümanların demokrasiyi kabul etmeleri ise, bir kumardan ibaret… Dinimizi kaybetmeyi göze alarak masaya demokrasiyi sürenlerle kumar oynuyoruz. Kaybedebiliriz de, kazanabiliriz de. Ancak sonuçta kazançlı çıkmak veya kaybetmek asıl büyük sıkıntı olsaydı, o sıkıntıyı hafifletmek için çalışmalar yapılabilirdi. Ne var ki, asıl problem kumarın kendisinin zararlı olması. Kumarın sonunda kazanan olmaz. Sadece zevk verir, o kadar. Bütün günahlar zevkle işlenir. Demokrasi bile... e y i iv m r u ot «Ç «Egemen verili koşullara kin duymadan geçilen, tüketilen gecenin, tek bir gecenin vebâli insanın boynunu morartır.» şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.15 NURİ PAKDİL KONUŞUYOR ı s a uşç k e r e g z z» ı m ayı a m ınd a l r ı llar f n yı e zd hlık i im sta r e ü y K a n şâirin kelimeleri sevgili ağabeyimiz şâir nurettin durman ile kendine özgü bir söyleşi gerçekleştirdik biz onun yaşamına ve şiirlerine bakarak şâirin iç dünyasına dokunmuş kelimeleri bulup kendisine yönelttik o da kendi üslûbuyla bu kelimelere karşı hislerini dile getirdi nurettin durman Şiir: Bir gökkuşağı gibi harikulade renklerin oluşturduğu imgeler dünyası. Söz söze ulanıyor ve dizeler alıyor başını gidiyor ülkesi serazat motiflerden oluşan gizemli hayata. şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.16 Hayat o acımasız labirentler şehri. Çizginin önü ve arkası. Macerası dar kapılardan oluşan kananlıkları içinde barındıran mağara. Çile ve ıstırap yumağı. Bir tarafı da aydınlık olan rengârenk bir gülistan. Hayat işte. muğlak ya da mütevekkil. Sabır veya isyan halindeki organizma. Dahası mutlak sınav yeri. İnsanoğlunun bir müddet konakladığı mekân. Rüyası bol bir âlem. Arzusu bol bir alem. Nef'i'nin deyişiyle; “Bahar erse yine seyri gülistan olduğun görsem”. Ne gam. Şair Nef'i'yi boğdurtan şiir; meşakkatli, zor, mesuliyetli bir şahitliğin adıdır. Şiir inşa etmek her kulun üstesinden gelebileceği bir iş değildir. Anlayış ve kavrayışları yüksek, içlerinde ateşli hassas bölgeler barındıran, söz söyleme yetisine sahip kişilerin harcıdır şiir söylemek: “Ben, ma'na âleminin, cihan bezeyen padişahlar padişahıyım / Sözlerim de sözlerin mutlu padişahıdır.” Şiir böyledir… Şâir: Mevcudiyetinin, varlık sebebinin alt yapısında neler var, üst kategoride neler muhafaza edilmekte, meçhul bir geminin meçhul bir denize açılması gibi meçhul mü? İdrak mekanizmaları atıl bir vaziyette, tek ötüşlü borazanın sesi çınlatmakta mı ortalığı? Kendini bir türlü kendi kılamamış zoraki, dayatmacı, üstelik yapay bir çelişkinin içinde bocalayıp durmakla hemhal iken; sessizken, kabullenmişken, muti olmuşken bu hayhuya. Kendi olmak başlı başına bir çile, bir idrak, bir şahsiyet sorunu. Bir ayağa kalkma eylemi. Kendi olmak birçok şeyi ifade kolaylığı içinde bu çetin yolda olgunluğa ulaşmak… Bir kışkırtıcı olarak şairin varlığı inkâr edilemez bir gerçeklik olarak kendini afişe ediyor zaten. Şiiri kuşatacak olan asli ve sahici bir bakışın evrensel olanın hamurunda var olması elbette elzem. Lâkin tahakkümcü unsur orada da kendini ele veriyor. Kendini daimi; hep kalıcı bir fenomen; değiştirici, bozucu, baştan çıkarıcı, iğdiş edici olarak görüyor. Asli olana karşı inkârcı tavrını hiç gizlemiyor. Kültürel varoluşun varyantlarını neredeyse yadsımayı öngörüyor. Bu kadar baskıya, yok saymaya, görmezliğe rağmen gene de varılan nokta tabii seyrini icra ediyor hayatın içinde. Bütüncül bir bakış açısıyla bakıldığında yapıp edilenlerin sonunda nasıl bir boşluğa düşüldüğünü görmekte mümkün oluyor. Yeni baştan idrak etmek! Şair, şuur, şiir! Bir fetret havası… Belki de bir aramak. Şair: O uslanmaz varlık! Şair: O vadilerde başıboş dolaşan! O şaşkın! O kelime hırsızı! Gerek renkli reklam çağrışımlı olsun, gerekse diğer teknik aygıtların cazibesi eşliğinde kendini afişe etmek olsun, birer şaşırtmacı unsurlardır bunlar. Şairin umarı tekil kişiliktir. Ben merkezli, tek olmak... En başta olmak… Şairin egosu azgın bir nehir gibi! İlginç değil mi? Kendini herkeslerden başka görmek! Daima merkezde olmak Bu toz duman arasında, haksızlıklar, zorbalıklar arasında nasıl bir duruşu deruhte etmektedir şair? Nasıl davranmakta nasıl durmakta hayatın içersinde? Şiirin hasını mı sunmakta, estetik ve içkin bir şiirle mi buluşturmakta kimseleri kimselerle? Peki, şair ne yapmalı? Şairin boy aynası nasıl olmalı? şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.17 Şiirin cazibesi ortalığı karıştırıyor. Düzeni bozuyor. Elbet otoriteyi sarsmak önemli bir avantaj... Üzerini örtmek, kapamak, gizlemek artık bir şey ifade ediyor mu? İfade edenin ise ifadenin rahatça bir kapı aralaması bir yol bulması kendine. Öyleyse nasıl yapmalı, nasıl etmeli de şiirin hasını, şiirin şiir olanını söylemeli. Geçmişin o harikulade söyleyişlerini, o rahatlığı, o güzelliği sindirebilmeli; içimize, doğamıza taşıyarak, yenileyerek, şiirin o has bahçesinde mutena güzellikler içersinde beyanı aşk ile yürüyüşlere başlamak. Hayatın içinde olmanın ötesinde hayata hükmetme psikozu. Değişmeyen bir şeyin, varlık şuurunun derin baskısı altında mecz olunan imgenin fenalıklara karşı duruşunun ifadesi. Başka ne olabilir? Karşısında olunmakta beis görülmeyen, bünyesinde insana zararlı, insanı küçülten, insanı sömüren, insanı köleleştiren zihin egzersizlerinin amansız düşmanı şair. Ayrıca kötülük unsurunun içersinde de bulunabilen şair. İyilik unsurunun da içersinde bulunabilen şair… Hem öyle hem de böyle. Yani temelde insan… Sonrasında şair. Evrensel temel meselenin baş koyucusu... Yani serapa bir özgürlüğün, aşkın olanın baş koyucusu.. O şair. O her çağda militan. O her çağda devrimci. O putperest… O kâfir. Sapkınların önderi. Şeytanların, bozguncuların, yoldan çıkmışların, anarşistlerin önderi… Yani baş çekici… Baştan çıkarıcı. O şair! İyinin, güzelin, haklının, adaletin, muhabbetin arayıcısı... Hayatın içinde hep var olan uz dilli. O muharip. O mecnun. O muttaki. O Müslim. O mümin. O şair! Aşk olsun şair işte! Üsküdar: Ne kadar Anadolu havası esiyor burada. Ne kadar kucaklıyor insanı. Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerinin rüzgârı esiyor ya burada o manevi hazdan olsa gerek duyulan bu kadim muhabbet… Üsküdarı severim. Hele o Mihrimah Sultan ve Gülnüş Valide Sultan camilerinin şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.18 minarelerinden karşılıklı okunan ikindi ezanları. Dostluk: Hayatın asli rengi... Anlamın gerçeklik ırmağı… Kim ile hemhal olayım ey can dost yoksa neyleyim kalbi viranımı. Dostun dost olduğu bir dünyada yaşamak ne güzel… Dert: Onulmaz olarak görünür çoğu zaman ama bir bakılır ki derdi veren dermanını da vermiş. Derdi dert olarak kabul etmek de önemli tabii. Neyi kendimize dert edinir isek onu yanı başımızda, yüreğimizde, canımızın içinde tutar da iyileştirmeye bakarız. Dert çoğu zaman da bırakmaz yakamızı eğer dert edinecek şeylerimiz varsa… Ki vardır, hep olmuştur. Bir de derdini söylemeyen dermanını bulamaz demişler. Hele şairin derdi hiç bitmez ve derdini haykırmayan şair de dermanını bulamaz… Umut: Umut hep vardır. Umutsuzluk yok olmalıdır. Kovmak lazımdır umutsuzluğu içimizden. Müslüman: Ne mutlu Müslüman'ım diyene. Çınar: Uzun bir devlet yürüyüşü… Medeniyet ağacı. Düşçınarı dergisi… Filistin: Paris: Kanayan bir yaradır yüreğimizde. Bir Cuma namazı kılmak istediğim şehir. Dergi: Bulaşıcı, kronik bir hastalık hali… Devamlı bir hareketlilik sonucunda denizin kenarına inip bir nefes deniz almak gibi bir şey… Çilesi çok, uçuk kaçıkların vazgeçemedikleri bir sığınak… Kelimelerin serazat yürüyüşe geçtiği yolun başlama noktası… Sözü yoluna koymuşların tarassut kulesi. “Hür tefekkürün kalesi…” Anadolu: İyimser bir yalnızlık… Kimler geldi kimler geçti merakının iz düşümü. Kimlerin anavatanı değil ki. Yoksulların, yalnızların, anası ölmüş çocukların boy attığı yeryüzü parçası. Aç gözlülerin gözlerini diktiği bereketli coğrafyanın Anadolusu… Anne: “Cennet Annelerin ayaklarının altındadır.” Sezai Karakoç: Açık deniz gibidir. Ülkeleri dolaşır. Pasaport nedir tanımaz. Sınır yoktur, tel örgüler, asık suratlı sınır bekçileri hiç yoktur. İttihadı İslam, evet daha ne olsun. Şiirinde, fikrinde, zikrinde dünyanın selameti yüce yaratanın buyurduğu üzeredir. Şiiri Hassaten evrensel bir şiirin şairidir. şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.19 koşan atların ve koşu bittikten sonra da koşan atların özgürlüğe koşanların şiiridir. Hayat: Bir coşkudur. Kapılırsanız coşarsınız. Biraz geride durduğunuzda zahmete düşersiniz. Toparlanmaya mecal olursa ne âlâ, yoksa coşkunun seline kapılıp hayretler içinde kalırsınız. Her şey an ile hareket haline dönüşünce anın içinde arayışlara çıkılması halin hal olduğunun bilinmesi için bir neden olarak önünde durur insan. İnsan mı hayatı yaşar yoksa hayat mı çeker insanı kendi içine? Şaşılacak şey… Aklı olup da akl edememek… Çocuk: Hayatın devamı… Genç: Heyecan. Dirilik. Ufuk. Gelecek. Sevgi: Olmadan olmaz ki. “Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl.” Zulüm: Payidar olmaz tabii. Hüzün: “Melali anlamayan nesle aşina değiliz,” demiş şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.20 Ahmet Haşim. Yolcu: Hak yoluna yolcu olmak ne güzel. O bahtiyarlar ki yollarını şaşırmadan yolculuklarına devam ederler. O muttaki kişiler selam olsun. Ölüm: “Asude bir bahar ülkesidir bir rinde” demiş ya Yahya Kemal. Ne diyelim artık. Allah dinden imandan ayırmasın. Sonsuzluk diyarı. Âlemi hakikat… Dua: Müminin miracı olan namaz duayı baş tacı olarak öğretiyor bize. Biz ki aciz kullarız duamız olmazsa ne işe yararız ki yüce buyuranın buyurmasıyla. Dua ediniz… Taare Zameen Par (Yeryüzü Yıldızları) hatice gökdere “Bu çocukluk yılları hiçbir zaman geri gelmeyecek Öyleyse gününü bol bol harca, dostum, Beş parasızsan veresiye harca Hayatın tadını çıkar”* Taare Zameen Par (Yeryüzü Yıldızları) 2007 yılında gösterime sunulan bu filmin yönetmeni ve yapımcısı Aamir Khan, dili İngilizce ve Hintçe. Her çocuk özeldir sloganından yola çıkılmış oldukça lezzetli bir film. Başrolde 9 yaşında, sıradan bir ailenin sıra dışı oğlu İshaan Awasti (Darsheel Safary) buluyor. Tüm sıra dışılığına rağmen fark edilememiş bir çocuk İshaan. Bulutlarda yüzen yunusları, göğe balonlarla yükselttiği fili, renkleri kardeş ilan ederek yaptığı resimleri, gezegenleri yörüngelerinden eden matematiksel işlemleri, beyaz kağıdı dans pisti sanan Büyük harflerle yazdığı bu renkli dünyanın dilinin anlaşılması için ise, filmi izleyenleriyle birlikte oldukça hüzünlü bir maceraya koyulması gerekmekte küçük İshaan'ın. Küçüğün içinde bulunduğu ortamda insanın değerini toplumdaki statüsü belirlemektedir. Abisi tüm derslerde birinci, babası iyi bir işte çalışmakta, annesi ise çocuklarının kariyer sahibi olması için kariyerine elveda demiş, çocuklarına karşı derin sevgi, şefkat ve merhamet yüklü bir annedir. Başarısızlığa yer olmayan bu dünyada İshaan ise 3. sınıfı ikinci kez tekrarlıyor olmasına rağmen henüz okuma yazmada büyük güçlük yaşayan toplum nazarında tam bir fiyaskodur. şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.21 harfleri var dünyamızı aşan hayal dünyasında İshaan'ın. Derslerindeki başarısızlığının üzerine anlaşılamamaktan kaynaklanan öfke nöbetlerinin ve kavgaların da eklenmesiyle senenin ortasında tek geçerli kuralın disiplin olduğu yatılı okula düzelmesi umuduyla kaydettirilir. Yeni okulundaki öğretmenlerinin zihninde de genelin sahip olduğu kalıplardan çıkan düşünceler barınmaktadır. İshaan'ın olduğu okula vekil resim öğretmeni olarak gelen Ram Shankar Nikumbh (Aamir Khan)'a kadar İshaan eğitim sisteminin zalim dişlileri arasında yetenekleri tüketilen nice hüzünlü küçükten biridir. Ram'ın yardımıyla önce öğrenme güçlüğü olan disleksi hastalığı olduğunu sonra ise disleksiyle yaşamayı öğrenecek ve hüznünün ardından kabuğunu aşıp duvarın ardını görebilecektir İshaan.. Rehabilitasyon merkezinde zihinsel engelli çocukların eğiticisi olan Ram sadece küçük dişleğimiz İshaan'a yardımla yetinmeyecek, okuldaki diğer öğrenciler ve öğretmelere de umut ve neşenin yanı sıra kalıplı düşünceleri aşma cesareti verecektir. Prasoon Joshi'in filmin vermeyi amaçladığı mesajlara paralel ve çokça anlamlı sözlerine eşlik eden Shankar Mahadevan müziği; mızıka, flüt ve gitarın güzel sesleriyle sentezlenerek, kulakları ve kalpleri hedef alan kelimenin tam anlamıyla harika şarkılar ortaya koyuyor. şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.22 “…Onlar omletlerde vitaminlerde ve şuruplarda yaşıyorlar, Ve kurallı bir rejimle çalışır ve dinlenirler Yürü, mücadele et, öne geç Dünyanın yolu bu takip et İşte hedefin bu takip et.”* “…hayat sanki bir pamuk şekerdir umutlar ve hayaller arasında dönen avucunda biriktir ve tadını çıkar Susamışsan eğer köşe başında bir yağmur bulutu seni bekliyor olacak”* Girişte ve filmin arasına serpiştirilen animasyonlarsa filme “Vay be Bollywood yürü kim tutar seni!” dedirten cinsten. Taare Zameen Par, Filmfare ödüllerinde küçüğümüz Darsheel Safary, İshaan rolüyle en iyi oyuncu, resim öğretmeni Ram rolünün yanı sıra yönetmenliğiyle Aamir Khan en iyi yönetmen ödüllerine layık görülmüşler ki ziyadesiyle hak etmiş olduklarına izleyince kanaat getiriyor insan. Sürenin uzun olması ilk bakışta izlenir mi ki bu kadar saat dedirtse de sona doğru bitecek korkusuyla izliyor olmaktan kaçılmıyor. Defalarca izlenebilecek kıvamda olan nadir filmlerden. İyi seyirler.. *Filmdeki şarkı sözlerinden alıntıdır.. soğuk nostalji bilal şeriati yedi başlı ejderha getir bana onu terbiye ederim ama yetiştiremedim ey boynu tutuk bahçe nazlandın durdun kibrit kutulu mezarında artık çıkarmalıyım seni hisarından hazinesin vesselam kendi haritasına batmış maden misâli * anladım, yaşamak burada bir harita gibi kolay silinirmiş şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.23 sen batıya battıkça şair tedirginliği sema erdoğan çatlar bir gün harf uykuya düşer yol olur süzülür kurşun renkli toprak Berzah'ın gölgesine ad bulur kaç yıl oldu bilmem şairleri bile yaşamaya mahkûm ettiler bak, yüzükoyun yatmış kelimeler şu yarada duran şiir sızım şu alnımdaki senin yazın iyi ki diyorum Rüveydâ ben ölüp gideceğim zaman ardımdan bakacak geriye bir şair tedirginliğim bir de çocuk günlerim kalacak! Taht sallandı, öldüler ahmet eren Üzerinden kral düştü, Yüzükoyun yere kapandı. Halk ayaklandı. Gümüş başlı bir hançer çıkardılar sandıktan. şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.24 Kral getirildi huzura. Hançer saplandı kralın bağrına. Kral öldü. İçlerinden en sivrisi getirildi başa. Sivrildikçe sivrildi içlerinden birisi. Zulüm zulüm üstüne geldi o günden sonra. Kent sallandı, Üzerinden halk düştü, Yüzükoyun yere kapandılar. Kral ayaklandı. Gümüş başlı bir hançer çıkardılar sandıktan. Bu hançer o hançer. Hançer saplandı halkın bağrına. Halk öldü... gözün kördüğümüne inanç bilal can Öfke dolu sokakların kirlenmiş kaldırımlarında bıraktıklarım gölgem ve ayak izimdi. Sınır boylarında aldandığım tel örgülerin aramızda hiçbir önemi yoktu. Sen batıyı çekerken ciğerlerine ben doğunun güneşini emiyordum tenimle. Tenim güneş karası, yanık bir türkünün ilk barındırdığı. Barınağım uzun havalarda söylenen leyla, gecem mecnun güzellemesi, ay kırgın bir dilim gözümde. Sana ulaşmayan yolları silerim ayaklarımla. Güzellemeler dizecek kadar gücüm var. Güzelliğin aşkın renginden. Dilimde bıraktığım sayfa kesiği avuçlarımda ateşin merhamet ifadesi. Resimlerin yırtılmış renklerine ormanları adayan, ömrüme ömür diye deli küheylanları, aç barındıran sen diye ötreli bir ifadedir. Sen diye belirgin gök boşluğunu yoklarım gözlerinle. Haziranda kanamak da var. Haziran da yanmak da. Yollar sürgün izinde, sana gelmeyen tarafın esrarengiz gizinde. Yollar mahşerini yaşatıyor özlemin. Yollar barınaksız ve susuz bir deli yüreğin hayallerine seraplar konduruyor. Neden gergefine gonca deseni çizer ayrılık. Neden gelinler kınalı ellerini aya tutar. Neden gözüne hüzün batmış özlem deli yağmurları perdesine çeker… şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.25 denizleri, kızıl gün batımlarını izlek diye şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.26 şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.27 görkem evci beklenen bir ışıktır çoğu zaman Dalıp gittim bu sesle beraber. Ama dalmak ne mümkün artık bu şehirde, ya avaz avaz bağıran bir satıcı geçer yanınızdan ya da sizi öldürmeye ant içmiş bir araba… Benim kısmetime bu kez araba düşüyor. Ne kanun sesi kalıyor ne evin kokusu ne de ruhu. Her şeyin madde olduğu âleme geçiyorum yine. Güneş kendini hissettirmeye başlamıştı iyice. Artık yalnız değildim sokaklarda. Bir - iki kişi daha çarptı gözüme. Bu sefer gerçekten yorulmuştum. Şehrin girişinden başlayıp, şehri üzerine kurulduğu dağın tepesine kadar takip eden yoldaydım. Yavaş ama soluk soluğa çıkıyordum. Hiçbir derdim yoktu. Tasasız, sorunsuz bir insan olarak atıyordum adımlarımı ve derdi olan insanları düşünüyordum. Ne çok derdi vardı herkesin… O küçük pembe evin hayalimdeki sahibi olan yaşlıların mesela… Birkaç gün sonra torunlara gelecektir belki. Telaş içinde bir hazırlığa girişmişlerdir iki büklüm halleri ile. Ağaçlar yapraklarını döktüğünde bahçe temizlenmek ister. Bir Köroğlu bir Ayvaz bu yaşta nasıl yapsınlar o işi? Yalnız başlarına zor oluyordur her şey, elektriği, suyu, doğalgazı derken bin bir iş çıkıyordur başa. Çok dert çok… şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.28 Sonra yolda gördüğüm koştura koştura giden o bıyıklı adam… Bu saatte koşuyor. Mutlaka işi olmalı. Ha geç kaldı, ha kalacak… Patrondan azar işitebilir, resmî işi varsa o aksayabilir, bir dolu iş işte. Balkonda aheste aheste çamaşır asan şu kadın mesela... Bakmayın öyle durduğuna neler düşünüyor kim bilir çamaşır asarken? Üniversitedeki kızını, evlenecek oğlunu, alışverişte alınacakları… Türlü türlü dert, türlü türlü sorumluluklar… Demek, herkesin bir derdi vardı muhakkak… Bense kalenderliğin en iyi örneklerinden biriydim şu anda. Hani dünya yansa umurumda değildi. Kalender insanların heykelleşmiş anlatılışlarından tek eksiğim dudağımda bir ıslık olmayışıydı. Ne var canım o da dert mi şimdi onu da ekleriz görüntümüze tastamam olur. Kafamı sallayarak bir de ıslığı yoldaş ettim yürüyüşüme. Sonra tepeye doğru çıkan yolun yarısında başlayan duvarların önünde durdum. Yol boyunca artık bu duvarlarla beraber yürüyecektim. Güneş, camları kırıp evlere girmek istercesine yüklenmişti şehre. Ama tüm baskılarına rağmen hala pek kimseyi uyandıramamıştı anlaşılan. Duvarın dibine oturdum. Yavaş yavaş uyanan bir şehir… Sağa sola serbestçe koşturan kedi ve köpeklerden başka kimse yoktu dışarıda. Yolda akan arabalar hariç… Şehrin içinden geçen karayolunu izliyordum oturduğum yerden. Sahil yolunun hafifçe sağa doğru kıvrıldığı 15-20 metrelik bir bölümünü görüyordum buradan. Şehirden geçişlerinin iki-üç saniyesine şahit olduğum arabalara şaşırıyordum. Gerçekten de ne çok işi vardı herkesin? Bu saatte bile boş değildi yollar. Uyandığımda da boş değildi. Gece boyunca da boş kalmamıştır. Vızır vızır akan arabaları seyretmeyi severim aslında geceleri... Zamanın akışını en iyi böyle fark ediyorum. Işıklar içinde bir anda gözden kaybolan arabalar... Arka arkaya geçtiklerinde ışık oyunlarıyla akıyormuş hissi verirler bana. Gecenin karanlığında sürekli akan bir ışık huzmesi… Her saniye, geçen bir önceki saniyenin akışından farklı… Birbirini tekrar etmeyen ama birbirini takip eden ışıklar… Bir gece uzuun uzun izlemiştim bu akıp giden ışıkları. Yerde oturdum öylece. Akıp giden ışıklar olmadığı için fark etmedim zamanı. Sağ elim yerde sol elim karnımın üzerindeydi. Sağ elimin hemen yanında minik bir karınca... Oradan geçmekte olan benim fark ettiğim ama beni fark etmeyen onlarca karıncadan yalnızca biri. Kendinden kat kat büyük bir çekirdek kabuğunu taşımaya çalışıyordu. Gözden kayboluncaya kadar takip ettim. Sonra dayandığım duvarın soğukluğunu hissetmeye başlayınca kalktım oradan. Şehir de kalkmıştı zaten… İşyerleri açılmaya başlamıştı yavaş yavaş. Kepenk seslerini duyuyordum. Güneş hâlâ yükselmekteydi. Ben de hâlâ yürüyordum. Bir yerlerden geçen bir karınca da hâlâ kendinden büyük bir yükü taşımaya çalışıyordu. Arabalar geçmeye devam ediyordu yollardan. Benim nazarımda hepsi bir karınca hükmündeydi. Çünkü hiçbiri benim farkımda değildi ama ben onların, görünen her şeyin, farkındaydım. Hatta görünmeyenlerin bile… Evlerin kokularının ve seslerinin mesela… Güneş camlardan içeri girmişti artık. Evlerin seslerinin gittikçe çoğalan bir şekilde duyulmaya başladığı vakitti. Ben de sanki bu sesleri duymak için evlerin önünden yürümeye gayret ediyordum. Çok katlı, çok renkli bir bina… Önünden geçiyordum. Güneşin camlarını delip girdiği ve sakinlerinin uyandığı bir binaydı. Bu çok katlı binalarda, sesler ve kokular birbirine karışırdı. Bu yüzden ruhsuz bir insana benzetirdim onları… İşte bu bina da öyleydi. Hızla geçtim önünden. Kâh dolaşıyor kâh oturuyor kâh pencerenin önünden uçup şehre havadan bakıyordum. Yollarda ışıklar akmaya başlamıştı. Artık karınca yükünü taşımıyordu, güneş yükselmiyordu mavi göğün derinliğinde ve yollarda kalender adımlar yoktu. Varsa da bana ait değillerdi. Geceydi. Yanıma arkadaşımı da alıp akan ışıkların yanından geçtik, sabit ışıkların altından yürüdük birlikte, ilerledik sabah gezdiğim sokaklarda. Evlerin sesleri uykulu geliyordu kulaklarıma. Kokularında da bir yorgunluk vardı… Geceydi, kanat çırpan bir kuş hafifliğinde sözler dökülüyordu dudaklarımızdan. Yorgundum. Tıpkı bu şehir gibi. Yine kepenk seslerini duyuyordum ama bu defa kapanan kepenk seslerini… Gökyüzünde yükselen de aydı bu defa. Akan ışıklar ve sabit ışıklar… Sabit ışıkları sevmedim hiçbir zaman. Çünkü ışık akmak için vardı benim düşüncemde. Yollarda akan arabalara takıldıkça gözüm, sokak lambaları için üzülürdüm. Akıp gitmek varken, durup kalmak… Nehirlerle barajlar gibi… Akıp gitmek varken, durup kalmak… şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.29 Ezan okunuyordu. Evlerden gelen sesler kesildi. Yalnızca tek bir ses vardı binalara ait. Bu nağmeler, ruhumda derin bir gölge seriyordu. Serinliyordum. şehrengiz dergisi-mayıs-haziran 2011 - s.30