PDF seçeneği için tıklayın

Transkript

PDF seçeneği için tıklayın
İbrahim Yıldırım
üzerine düşünceler
Zeki Z. Kırmızı
2015
Yıldırım, İbrahim; Madam Samatya…Ve Diğer Şüpheliler (2013)
Doğan Kitap Yayınları, Birinci Basım, Ekim 2013, İstanbul, 342 s.
*
Yıldırım, İbrahim; Alçıtepe Ailesinin Son Ferdi: Dokuzuncu Haşmet (2015)
Doğan Kitap Yayınları, Birinci Basım, Ocak 2015, İstanbul, 247 s.
Fregoli Sendromu; adını bir gösteri sırasında kılıktan kılığa giren İtalyan
oyuncudan almıştır. Ben böyle bir sendromdan mustarip değilim ama üretimin
(hayal kurma sürecinden yazma eylemine kadar) her aşamasında kılık
değiştirmeye önem veren bir romancı-yazar olduğumu söyleyebilirim.
Mehmet Öztunç; İbrahim Yıldırım ile Söyleşi, Türk Dili Dergisi, 2014
Buna yazgı diyemem. Seçili yazgı? Belki… Sözcede (Seçili yazgı?) kendini
yıkan önerme (Ne deniyordu? Oksimoron?..) türünden bir çelişki var. Seçilen yazgı
olur mu? Yazarımız İbrahim Yıldırım‟la yolumuzun kesişmesinde seçime ya da
yazgıya kalmayan bir şeyler var. Kimi yazarlar(ımız) için böyle.
Son iki romanına birlikte (şimdiden belli, oldukça dağınık) bakmak, yazmak
istiyorum. Ayrı yazmayı isterdim aslında. Ama daha az zamanım var ve daha da
azalacak zamanım. Kafamın içi tasa dolu bir arı kovanı…
Yönteme ilişkin bir iki çıkma… Ama önce birkaç başlık mı atsam? İşimi
kolaylaştırmak, bir şeyleri, söylemek istediğim şeyleri atlamamak için. Zor bir yazı
durduğu için önümde, çuvallama korkusu elimi bağlıyor şimdiden. Aslında biliyorum ki
benim yazı(n), yazma(k) üzerine düşüncelerimin sınaması olacak, yazı(n)dan
anladığım şeyle bir kez daha (Bitmeyecek hiç, öyle görünüyor, ben bitene dek!) özgül
bir bağlamda hesaplaşacağım. Bir yere çıkacağımdan ya da düşeceğimden mi?
Hayır. Yanılsama olsa da sonu(ç), buna yurtlanma diyecek, keseceğim. Başlık?
2
Mel’un (İleri, 2013).
Deneysellik.
Öğrenme tutkusu.
Dilin berilenmesi ve olayın ötelenmesi.
Yavaşlık temrini:Citta Slow.
Dilin davranışa dönüşümü (Somut tepke).
Dil tin mi?
Oyun-metin.
Bir yere çık(a)mamak.
Yazının kendi bağlamı dışından beslenmesi…
Sapkınlık tipolojisi?
Türlerarasıcılık (melezlik).
Güncellik ve karayergi.
Gülmece anlayışı.
Karnavalesk.
Romanın içkin (romana ilişkin) gerçekliği.
Yazar bakışı, konumu, anlatı biçimlemede etkisi.
Tımarhane, vb.
Başlıklar uzayıp gidecek ve yıldırmaktan başka işe yaramadıklarını anlar
anlamaz daha şimdiden vazgeçtim bile. Başlık da yok o zaman. Rastgele bir avlanma
yazısı olacak bu. Kendime, avı, avcıyı yakıştıramasam da peşin peşin avcılığımı
bağışladığım bir avlanma yazısı.
Karşımda nasıl bir yazar olduğunu, kitap(lar) olduğunu unutmamam gerektiği
açık. Sorumsuzluğumun aşılmaz çitleri var. Özgürlüğü sorumsuzluktan ayıracak ince
çizgilerde yalpalasam da düşmemeyi becermem gerek. Yine de düşersem yapacak
bir şey yok. Düşersem düşerim. Artık düşe kalka… Nereye gideceksem. Alttaki yazar
üstteki yazarı yeterince imliyor bana kalırsa:
“Şöyle ki: Eğer yıllar önce Samatya‟da gerçekleşen (…) görsel-yazınsal-işitsel
labirente girmeseydim buraya kapatılmayacaktım. Öyle olsaydı, tabii ki o öyküler
hakikatim ya da hayalim olmayacak ve siz okurlarımla –büyük olasılıkla- bambaşka
bir yazıda buluşacaktım.” (MS, 19)
“Önemli olan öyküleri anlatan kişinin ben olmam, başka bir şey değil. Bana
kısaca yazar da diyebilirsiniz. Sevinirim buna.
“Aslında kim olduğum yalnızca küçük bir ayrıntı. Zaman‟ı da sakın
sorgulamayın: yaz diyorsam yaz‟dır, kış diyorsam kış‟tır. Bulunduğum yeri ise
aklınıza takmayın. Bütün bunları bir kır kahvesinde ya da akşam rüzgârlarının serin
serin estiği bir kıyı kentinde, hem de buzlu içkiler eşliğinde yazıyor olabilirdim.
“Peki, sizler için bir şey fark eder miydi?
“Hiç sanmıyorum.
“Nasıl olsa sonunda balyalar halinde bir depoya kaldırılmama neden
olacaksınız.” (MS, 292)
3
Yukarıda az çok yöntem üzerine de diyeceğimi demiş oldum. Yaz(dıklar)ımı
mutlu akışlar, kılçıksız, huzurlu, tatlı aktarımlar olarak çatmadım hiç. Kasıtla girdi
uygunsuz, aykırı şey(ler) araya. Ayraçlar, engeller, köşeli dönüşler, hoplayıp
zıplamalar, bir daldan ötekine rastgele, vurdumduymaz şu geçişler… Rahatlık bana
nasıl battıysa hep, yanılıp okuyana da batsın istedim. İstemişimdir. (Yıldırım‟ın
kişilerine benzediğim açık.) Bu yazının (yani yazılarımın) savunulacak ya da
önerilecek bir yanı olmadığını artık söylememe gerek yok. Ölçünleri tutturamaz,
çünkü beceremez. Kendi okurluğumu masaya yatırmak yaptığım, sonuçta… Bedeni
kesip biçmenin (teşrih deniyor ya) akça pakça bir iş olmadığını belirtmekle bitireyim
zırvalamamı. (Nuri Bilge Ceylan, Bir Zamanlar Anadolu’da, 2010.)
Yazısını kendi yazı serüveninin dönüm noktalarında sıçramalar yapan arayış ve
gelişmelere alçakgönüllülükle iliştiren İbrahim Yıldırım öncelikle yazar-kişi olarak
önüme çıkıyor bir süredir. Yazının, Türkçe yazmanın kendinden sorulduğu türedi
şanlılarımızdan değişik olarak Yıldırım yazmayı deniyorum dercesine, ama bir
yandan da alttan almanın sınırlarının duru bilinciyle, şimdiden gelecekte
yazacaklarını da okutuyor bize. Ülkenin yazgısına koşut yürüyen toplumsal ve de
tarihsel çıldırının (histeri) günlüğünü tutan yazar daha neler yaşayabileceğimize bağlı
olarak geçmiş tutanaklarını güncelliyor. (Selim İleri‟nin hakkını da yeri gelmişken
Mel’un üzerinden verelim.) Bu, anlatısının duyarlı, devingen yanını imliyor. Konuşan,
zamanla, dünyayla konuşan, dolayısıyla içetkileşimli (interaktif) bir anlamda kitaplar
yazıyor. “Şimdi buradayım. Sevgi Bebek ise herhalde bir anatomi laboratuvarındadır:
/“Ölü ya da sevgisiz doğan bütün Sevgi‟ler gibi…” (MS, 339) Yani dışarıdan da
okunmazsa algısı eksik kalacak, haksızlık yapılabilecek kitaplar. Okuru bu
duyarlıklarda gezdiren Yıldırım, gerçekten ortalama yayın dünyamızın üstünde bir
şeyi, ters de tepebilecek bir şeyi deniyor. Düşünelim. Kitabını alıyor, okuyor,
anlatılanın kendi içinde (kitap içinde) kısıtlı ve sınırlı bileşimini yüzeyden bir okumayla
tekseslilik, boyutluluk olarak algılıyoruz. Ölü okuma bu. Törensel (ritüel) okuma.
Ancak kapalı, düzgüleri kendi içinde tutarlı olsa da dışarıyla ilişkilenmeyen
(Eşleşmeyen demiyorum, lütfen dikkat!) yetkin, doygun anlatıların okuru zorladığı,
tıktığı yer (Kapalı yer korkusu, klostrofobi gibi: Sinema, tiyatro, opera, konser
salonları, orada başlayıp bitecek, kamusallığı oranında da mahrem duygusu
yaşatacak durumlaşmalar, yerleşimler, tapınaklar içre çarpık denebilecek bir
kişisellik, narsisizm…), ilginç bir terslenmeyle bir tutukevi aynı zamanda… Açık yapıt
ise okumayla eşanlı olarak dış dünyaya arklanan, kanallanan, kitabı ve okuru
dışarıdan besleyen, okuru bu ilişkiye, aracılığa zorlayan yapıt bence. Burada
odaklanmamız gereken şey, yapıt ikinci kez okurca gerçekleştirilirken, yani
okunurken kaçınılmaz olarak dışarının da eşanlı okunması. Dışarı derken uzak
bağlamdan yakın bağlama, ta okura dek inen bir dışarı düşünüyoruz. O zaman okur
kendini ve ötekini okuduğuna sürekli eklemleyerek ilerler. Gerçekte değişik türden
çoksesli, yaratıcı okuma eylemi diyebileceğim bu uygulamanın (pratiğin) önemli
kışkırtıcılarından biri İbrahim Yıldırım. Onun hakkında ilk usuma gelen nitem
kışkırtıcılık (provakasyon) zaten. Yeri gelmişken alıntılara bakalım:
“ „Bu abartılı haber dili, renkli olmasına renkliydi, sıradan olmasına karşın
edebiydi ama anlatılanlar, verilen bilgiler, biraz kıvamsız, loş ve muğlaktı. Dolayısıyla
4
metinler, şüpheli ölümlerin üzerindeki örtüyü kaldırmaya çalışırken yeni kuşkulara yol
açıyor, böylece her şeyin üzeri kefensi örtülerle yeniden kapanıyordu. Öte yandan,
bilgiçlik taslayan renkli sözcüklerin ansızın ayaktakımı ağzına dönüşüp muhabirin
ilkel bir şiddetle okur avcılığına soyunması, asıl istenenin çözüm olmadığının
işaretiydi. Amaç, okurun merakını ve bazı duygularını kışkırtmak, gazetenin sonraki
günlerde daha çok okunmasını sağlamaktı. Bu çok belliydi.‟” (MS, 27)
“-Sayın okur!
“Biraz mola vereceğim.” (MS, 40)
“Ne düşüneceğinizi, nasıl bir tepkide bulunacağınızı tabii ki bilemem, fakat
tahmin edebilirim: Örneğin bazılarınız, bu çok önemli bilgiyi olağanüstü bulup
şaşıracaktır. Bazı okurlar ise zihinlerinde beliriveren merak kıvılcımlarına karşın Hadi
oradan! Deyip dudaklarına küçükmseyen bir gülümseme yerleştirecektir. Hiç
kuşkusuz aranızda soğukkanlı davrananlar, Devam edelim… Bakalım başka ne
tuhaflıklar olacak! Diyenler de çıkacaktır. ” (MS, 115)
“Bana henüz teşhis konulmayan enteresan vaka, kısacası deli, sizlere ise okur
deniyor.” (MS, 221)
Romanında yol alırken romanın katmanı bizi kuşatan katmana dönüşür
kendiliğinden. Soluğu kesilen anlatı kişisi olur çıkarız. Daral gelir, dünya bir yerinden
yırtılsa, yırtılsa da derin derin çeksem havayı içime, deriz. Kurtuluş yoktur. Bu
kurtuluşsuzluk, çıkışsızlık Eduardo Mendosa (Zeytinli Labirent, İspanya, 1982) ya
da Paul Auster (New York Üçlemesi, ABD, 1987) benzeri bir tıkanma mı? Onlarda
(buradan baktığımızda kuşkusuz) evrensel, soyut, dolayısıyla mitolojik izlek
Yıldırım‟da buralıdır, yereldir ve durum yerimizi, dilimizi, tarihimizi yerinden etmektedir
tam da bu nedenle. Yani örneğin Kafka‟nın sorusunu burada, şimdi sorabilir yine de
buralı kalabiliriz. Öte yandan aynı zamanda yapılan tersi olacaktır. Burası oralara
eklemlenecek, yerel öykü buradanlık oranında evrenselleşecektir. Orhan Pamuk bu
denklemi kurdu ama insanı (!) bir güzel harcadı, yuttu. Tinsiz kitaplara vardı. Tinsizlik
albenisizlik değildir unutmayalım. (Konu dağılıyor.)
Bütün bunlar birer cinnet anlatısı kuşkusuz. Zamandan düşmüş, ayak
uyduramamış, hatta çoğu kez ayak uydurmayı bile isteye yadsımış, kendi bildiği
zamana ve onun tinine onurla bağlı kalmış, onurun bedelini ise ağır mı ağır ödeyen
ama yine de yenilmeyen, gülünç olmayı göze alıp direnen insanların acıklı, tutarsız,
deli saçması (!) öykülerinden çıksa çıksa keskin bu koku (pekmez, katran, vb.,
kıvamında), karayergi (ironi) kokusu çıkardı. Daha önce belki Oğuz Atay‟da, Vüs‟at
O. Bener‟de bunca keskindi. Yine de başkadır, bunu belirtmeliyim. En olağanüstü,
görkemli deli Don Quijote‟nin uzağında değiliz üstelik. Bu eğreti, karikatürümsü
insanların yarım yamalak öyküleri neden içimizi paramparça ediyor, yüreğimizi
oyuyor? Dile bağlanmış, seçik, titiz anlatıcı anlattığına inanıyor olmanın olanca
saflığıyla dünyanın olağanlaştırılmış neden sonuç zincirinin dışına düşüyor. En
başından sapmış, yoldan çıkmıştır. Oysa kendisinin daha yavaş akan, belki daha
sağlam çıkarsamalar dizisinden oluşan anlığı tutarlı, insancıldır. Ne yazık ki bizler
(okurlar, diğerleri) dışarıdan bakıyoruz. İki ayrı hızda akan iki öykü kanalını
umutsuzca çarpıştırmaya, kesiştirmeye, buluşturmaya, ilişkilendirmeye,
özdeşleştirmeye çalışıyoruz. İbrahim Yıldırım‟ın anlatısı bu ayrımdan,
5
eşleşmeyenlerden, dikiş tutmayan yama yerlerinden yükseliyor. İki önemli ve
yazınımızda az rastlanır özellik, karayergi (Humor ve ardılı ironi: çünkü ironinin
humorun çocuğu olduğunu düşünmek için nedenler var) ve güldürü işte bu birbirine
yamanamayan değişik hızlı öykü boşluklarından gelir. Toplum dediğimiz şeyin
(varlık?) konumlanışı, kendini kavrayışıyla ilgilidir bütün bunlar ve yazar toplumsal
cinneti dile getirebilmenin keskin, karşıtlık ve elektrikle yüklü iyonize imgelerini
bulmak zorunda. Benim için İbrahim Yıldırım‟ın yazdığından daha çok, yazacağı öykü
budur. O büyük komedyaya doğru yol almaktadır. Selim İleri ise yakın tarihimizden
tinsel kesitler alarak (tarihin MR‟ını çekerek) Mel’un‟a çıktı, kendi büyük tikel
komedyasına. Dilerim ötesinde uzanan sonsuz ve karanlık boşluğa bakışını sürdürür.
Bu cesareti bulur kendisinde. (Bana niye zor geliyor?) Ama Yıldırım‟ın şakası;
parlayan, yoklayan, kurcalamayı sürdürmede henüz pes etmemiş bir şaka. Bu şakayı
önemli buluyorum bir Türkçe okuru olarak. Atay‟dan sonra ikinci büyük şaka bu…
Gerçi kuşkuluyum bundan. Atay buralı mıydı? Dilimize içrek miydi şakası? Madam
Samatya‟dan birkaç örnek:
“Annesinin İnadı inad, adı kâfir Murat, çocukluğunda içindeki ısrarcı ve kötü
şeyi çıkartmak için kurşunlar döküp onlarca yol yöntem deneyip bir sürü muska yazan
üfürükçünün ise Fıtratı bozuk, zamiri kötü bu oğlanın dediği…” (MS, 48)
“Kitsch‟imin kenarı Yusuf Şimşek (…).” (MS, 293)
“Eleştirmen‟i yeterince şiddetli bir üslupla terbiyeye davet etmiş, böylece
seslendirme provasına uzun bir ara vermek zorunda kalmıştık: Sait Alaplı hışımla
masayı terk edip bir başka yere gidip, bir yandan yeni şişenin dibini bulmaya, bir
yandan da kanlanmış gözleriyle beni süzmeye başlamıştı.” (MS, 285)
“Temizlik işlemini tamamlayamayacak olsan da, yazıyı bitir Murat, hem de bir
an önce…
“İşte bitiyor ve bitiriyorum…” (MS, 336)
Ağulu, neredeyse ölümcül bir şakadan söz ediyorum. Gerek Madam
Samatya‟nın anlatıcısı Murat, gerekse Dokuzuncu Haşmet‟in anlatıcısı Haşmet,
paranoya derecesinde keskin bir duyarlıkla içinde yaşadığımız dünyaya dalışlar
yapıyorlar ve her kezinde dilleri daha sivri, daha yalnız, daha deli dönüyorlar geriye.
Uzlaşma girişimlerinin tümü boştur. “Hayır efendim, yetersiz kalacak olmam değil
beni kuşkuya düşüren… İşin aslı şu: Kendimi yeterince anladığımdan-tanıdığımdan,
bir anlamım olduğundan emin değilim ben. Belki de haklısınız: Kendini bile
tanımlayamayan biri anılarını yazsa ne olur. Böyle biri gençlere ders verse ne olur,
vermese ne olur…” (DH, 88) Dünya tartışılmayı, anlaşılmayı değil yalnızca satın
alınmayı, kabul edilmeyi beklerken Yıldırım‟ın kişileri yersiz, boşa sorularla
dünyamızın (gündelik yaşamlarımızın) canını sıkadururlar. Toplumun sade suya tirit
gereksiz (!) yaşamlarına kaynak harcayan çoğunluğunun gizliden öfkelendiği,
görmezden gelmeye çalıştığı, yapabilirse yalnızlıklarına ya da yakalayıp
hastanelerine, bakımevlerine, tımarhanelerine tıktığı bu tuhaf insanlar çileden
çıkarıyor hepimizi. Onlar için iki kat çalışıyor, onlar için keyfimizden vazgeçiyor,
yoksunluklar (!) yaşıyoruz. Gözümüzün önünden nasıl sileriz, yeraltına, mağaralara,
fırınlara süreriz derken belki bir beden imgesi üzerinden değil, anlatmak-imgesi
üzerinden (Thomas Bernhard ne yapmıştı sahi?) tekinsiz denebilecek bir yazar
6
(Önceki tekinsizlere eklenen bir halka olarak İbrahim Yıldırım) durup durup gözümüze
sokuyor bu kılıksız, yersiz yurtsuzları. Yurtsuz sözcüğünü özellikle kullanıyorum.
Elbette evleri, barınakları var, çoğu da geçmiş yüklü, anı yüklü barınaklar bunlar.
Yurtsuzluk derken bireysel yazgıyla toplumsal-tarihsel yazgının aktıkça büyüyen,
açıldıkça açılan açısına işaret ediyorum. Bir alıntı: “Karar verdiğim bir başka husus
ise anılarımı kitaplaştırabilirsem adının kesinlikle Hal ve Gidiş: Problemli olacağıdır.
Böyle olmalı, çünkü hayatımı en iyi anlatan başlık budur. Söylediğim gibi,
karnelerimin en kötü not hanesini anlatmak konusunda acele ediyorum: Bir an önce
sonuca ulaşmalıyım. Gelin görün ki, düşünmem ve çözmem gereken bir de önemli
sorun var… O da şu: Romanlarıyla ilgimi çeken bir muharrir, yazdıklarının temel
sorusunun Bir insanı nereye kadar tanıyabiliriz olduğunu defalarca ifade
edegelmiştir… Bir Fransız düşünür ve yazarın bir diğerine yönelttiği bu demir
leblebiyi, ben bir aydır, Bir insan kendini nereye kadar anlatabilir ya da kendini ne
kadar tanır sorusu eşliğinde kurcalıyor, bir sonuca ulaşamıyorum. Kısacası
anılarımda anlatacağım kişinin ne kadar ben olacağı, ne kadar gerçek, ne kadar
hayal olacağı konusunda bazı sorulara cevap bulamıyor, yol yöntem tayin
edemiyorum… Dahası çok önemli bir yazarımızın İncitmebeni adlı hikâyesindeki şu
söz de kıpırdayıp duruyor zihnimde: İnsan soyuna soyuna deriye varır.
“Varır mı, varabilir mi Hatice Hanım!
“Yanıt vermediniz, öyleyse bir kurtarma sorusu yönelteyim, belki bunu
bilirsiniz…
“Sorum şu: Bir anlamı olduğundan kendisi bile kuşkulanan bir insan, vardığı yeri
yani derisini anlatır mı, anlatabilir mi; zamirini-içyüzünü-çıplaklığını başkalarıyla
eksiksiz paylaşabilir mi? Hele hayatının her aşamasında her türlü olumsuzluğa tepki
gösterip isyanlara-direnişlere katılmış, sürekli darp edilip sorgulamalardan, eziyet
odalarından geçirilmiş, bir hiç olduğu yüzüne, bedenine, ruhuna defalarca haykırılmış
bir adam, nasıl olur da tamamen kendisi olup maçı kazanacak bir gol atabilir,
gençlere akıl fikir verebilir?” (DH, 90-1)
Bunca gerilmiş, gerildikçe incelmiş yaşam zarının yırtılmaması,
Schopenhauer‟in “Hiçbir şey onu telaşlandırıp heyecanlandıramaz artık, çünkü o, bizi
dünyaya bağlayan arzu, korku, kıskançlık ve öfke suretini alarak bizi sürekli bir acı
içinde ileri geri sürükleyen binlerce istenç ilmeğini kesip attı,” dediği yerde öykünün
son bulmaması şaşırtıcı olurdu. Yıldırım‟ın sapkın uyumsuzlarını (bizim) dünyamıza
bağlayacak herhangibir pamuk ipliği yoktur. Ama uyumsuzluğu tümleyen başkaldırı
(isyan) kişilerin, karakterlerin ikinci asal niteliğini oluşturuyor ve bu deli cesareti
belleğimize gelmiş geçmiş en büyük deli cesaretini, Don Quijote‟yi indiriyor. Onun
öyküsünde içimizi umutsuzca kavuran, sonu umutsuz hiçlikte bile bitse dik
durmamızı, savaşımı sürdürmemizi ve bunun içler acısı gururunu kederle
yaşamamızı sağlayan aynı şey var.
“Olabilir, ama burada saçmalayan tek kişi ben değilim. Örneğin doktor, bir
önceki defteri biraz dikkatlice okumuş olmalı ki, son pazartesi, Yusuf Şimşek ve Sait
Alaplı‟nın dışında benim kendimi Şahnur Andonyan da sandığımı söyleyip Hastamız
kendini yazar sanmakla kalmıyor, izlendiği kuşkusuyla, zihinsel olarak devamlı kılık
7
değiştiriyor… Aslında izleyen de izlenen de kendisi diye pestenkerani bir yorum
yapmış, bir kez daha tepemin tasını attırmıştı.
“Bu herif, kafama taktığı huniyi alıp kendi başına geçirmeli.” (MS, 220)
Yazarın Cioran‟dan yaptığı ve Madam Samatya‟nın sonuna koyduğu diğer alıntı
da benzer bir şeyi söylemektedir: “Alınyazımız kıtalar ve yıldızlarla çürümek
olduğundan, mütevekkil hastalar gibi ve çağların sonuna kadar, öngörülmüş,
ürkütücü ve beyhude bir meraklılığı peşimiz sıra sürükleyeceğiz.”
Birkaç gündür üzerinde çalıştığım bu yazıda kendime bir yaklaşım noktası
oluşturamayınca çözümleyici (analitik) bir tekniği denemek istedim. Anlatı ve anlatıcı
zamanı, kişiler ve ilişkileri, vb. tablolar, başlıklar, alıntılarla önümde devasa bir duvar
yükselttim. Teknik çözümlemeleri (kurgu, biçim, dil, içerik, yapı, vb.), sıkça yazar
bakışaçısına yerleştiğimden olsa gerek, çok da anlamlı bulmadığımı, daha doğrusu
tüm çözümlemelerden sonra geriye yine başka yaklaşım yolları deneyerek içine
girilmesi gereken bir dünya kaldığı için, yapıtı estetik varlık kılan nedir sorusunun
daha da büyüdüğünü gördüğümden, sonunda pes ettim ve yeniden başa döndüm.
Yani dönüyorum. Yığını (olgu yığını) bir kenara süpürüyorum ve derdin ne, diye
soruyu kendime yöneltiyorum. Derdin ne senin? Dönüp dolanıp üzerime kalan, beni
köşeye sıkıştıran bu soruyu hemence, el tezliğiyle İbrahim Yıldırım‟a yöneltiyorum:
Derdin ne?
Yazarın açıklama yapması, bu gereği duyması toplumun yapıtı olmadık yerlere
sürükleme eğilimiyle, düzeyiyle ilgili olmalı ve durum açısından biraz ilkel buluyorum
bunu. Yapıt orada. Yazar tüm olanaklarını bir araya getirerek ortaya koymuş.
Açıklaması gerekiyorsa yapıt tümlenememiş, bir yeri açıkta kalmış demektir. Yapım
işi sürecektir. Ama bittiği kamuya duyurulmuş yapıt eşikten geçirilmiş; her nasılsa
öyle, sunulmuştur. Saltık anlama diye bir şey yok. Birikimler yapıta uygulanır ve
yapıttan yapıt çıkar. (Yaratı bir esinlemeler ve esinlenmeler halkalanmasıdır,
kanonudur diyelim hadi modaya uyarak.) Eleştiri yapıta nereye dek bağlı kalmalı.
Serimleme, döküm, açma, kesip biçme (teşrih) vb. işlemi, bir uygulamadır. Oysa
bana göre eleştiri bir yeniden bireşimleme, bir kuramlaştırma (teorileştirme)
girişimidir. Neden sanat yapıtı karşısında yeniden anlama, yorumlama çabası aynı
zamanda kuramlaştırma girişimidir sorusu önemli. Şöyle bir değinmek gerekirse,
sanatın yasaya gelmezliği yüzünden eleştiri bitmez tükenmez biçimde yeni baştan
kuramlaştırma girişimi, yani Don Kişotluktur. (En az sanat girişimi, tasarısı denli…)
Güzel yanı da zaten budur belki işin.
Yıldırım; yapıtlarında, ayak uyduramayan, uyumsuz, çoğunluğa (olağan
çoğunluğa) tekinsiz görünen o birinin, sapığımızın yazarıdır. Öyle bir sapık ki sahte
kimlik belirteçlerimizle tıkabasa do(y/l)duğumuz zamanlarımızda huzursuzluk kaynağı
olarak bozgunculuk yapmakta, (her daim) mutluluğumuzu didiklemektedir.
Uyumsuzluğu oranında bu sevimsiz kişi gereğinden çok kişidir, kendinindir. Yani
buncasını kaldırmamız, sindirmemiz zor oluyor. Tımarhaneye tıkmayalım, çanına ot
tıkamayalım (biz değil de güvenlik görevlilerimiz tabii), arada idare edelim etmesine
ama adam (evet, adam; erkektir, orta ya da ileri yaşlıdır genelde) uslu durmuyor ki.
Olay çıkarmaya teşne. “Lanet olsun, biraz dolanıp öfkemi dizginlemem gerekiyor. Bu
8
arada siz de kitabın önsözünü bir zahmet okuyuverin: lütfen efendim, lütfen.” (DH,
213)
Bakışlarımızdan fırlayan milyonlarca ölümcül oka bana mısın demiyor. Yedi
canlı kedi sanki (Ip…ıp). Yolunda gittikçe giden, aktıkça akan, artan çoğalan
yaşamlarımız böyle birkaç musibet yüzünden (sepetteki çürük elma) heder oluyor. İyi
de derdin ne sevgili yazar? Kimden yanasın sen? Dünyanın en mutlu insanları bu
ülkede yaşamıyor mu? Sen hangi ülkenin yazarısın acep?
İyi, tamam. Şu tekinsizlik üzerine duracağım biraz. (Tutunacak birkaç dalın
peşindeyim.) Yeraltının iyi (!) insanı. İroni üzerine. Sonra, Selim İleri‟de doruk yapan,
anlatıcının dilinden dolaylı olarak biçimlenen kimliği ele veren, yazınımızda başarılı
örnekleri az bulunur söylemsel kişileştirme (karakterizasyon). Söylemsel kişileştirme
dediğime bakmayın uydurmadır. Anlatacağım. Kesintili akış (kurgu), bana kalırsa
anlatıda yavaşlık tekniği. Yazı felsefesi yapan yazı. Metinlerarasıcılık. Yaşama
direnen ama altında kalan yazı. Olay yazıyı eziyor: Umutsuzluk. Kağıt yemek?
Bu ve benzeri kavramlara yöneleceğim yönelmesine ama yazımın konusu olan
iki roman ve arkasından İbrahim Yıldırım görünür mü bilemiyorum şimdiden.
Okuduğum hemen tüm yapıtlarında dikenli, kayalık, huysuz o dilsel kabuk-doku
duygusal, düşünsel, kendinden hoşnut uydumcu (!) okurluğumu tedirgin etti. Böyle bir
sanatçı tutumunu çok değerli, anlamlı ve geçerli bulduğumu en başından belirtmem
gerek. Sürücü hani anahtarı çevirir (karar), tekerlekler döner (eylem) ya... Karardan
devinime yürüyen işleyiş kesintisiz, yumuşatıcı bir dizi ileti (buyrultu, komut) ve
aktarma düzeneğiyle çalışır. Başlangıçtan sona kesintisiz, düzgün ve uscul bir akış
sözkonusudur sanki. Biz aradaki sayısız düzeneğin ara işlem dizileri sayesinde hiç
huzursuz olmayız. Sanat yapıtlarının önemli ve ortalama bir kitlesi verdiğimiz binek
aracı örneğini yineler. Uyum, iç tutarlılık en çağcıl (modern) anlatılarda bile, belki
daha derinlerde, belki daha yüce bağlamlarda, okuru kendisiyle bağdaşık, örtük tutar.
Yapıt büyük esinler taşır. Sarsar, silkeler, etkiler ama okuru çelişik, dağılan, iki
yakasını bir araya getiremez durumda bırakmaz. Yapıtın içinden okur uysal, isyancı,
anarşist, inançsız, mümin, nihilist, ilkesiz, kaypak, dönek, hain, yiğit, cesur, vb, vb.
olarak (yani her halükârda onanmış) çıkar ama bunlardan yalnızca biri olarak. Yapıt
bir duyguyu, düşünceyi beslemiş, büyütmüş, okurunu topluluğuna, siyasetine
katmıştır. Bu okurluk keyifli, rahattır. Özgüveni çoğaltır. Hatta şişinmek, övünmek için
yeterli neden olabilir. Sanki yazar okurunu bir yerden tanıyor, onu destekliyor,
kavgasına (gazasına) omuz veriyor gibidir. Pat pat sırttan tıpışlanan okurun en az
kuşku duyduğu şey ise okurluğudur bu durumda. Gelgelelim İbrahim Yıldırım
soykütüklü yazarlar okurun yapıttan tek parça çıkmaması, hiç değilse doygunluktan
kuşku duyması için elinden geleni yapıyorlar yazık ki. (Derdin ne Sayın Yazar?
İnsanları mutsuz kılmak ne kazandırıyor sana? Para kazandırmadığı handiyse
kesin…) Okurunu dağıtmayan, kuşkulara boğmayan has yapıt olmaz. Okur önce
dağılmalı, sonra yeniden toplanmayı denemeli. Yazarla söyleşilerde ilginç bir şey
gözledim. Soru soran kişiyle yazar olağan bir anlatı, olagelen türden, yadırgısız bir
metin üzerinde konuştukları konusunda bir varsayımdan yola çıkıyor gibiler. Oysa
ben Yıldırım‟ın kitaplarında olağan bir şey görmüş değilim (İyi ki görmedim hem.)
Uçarı kaçarı, kanatlı, başka evrenleri, düş dünyalarını şöyle bir harmanlayıp gelen
9
düşlemsel (fantastik) yapıttan söz etmiyorum olağandışı derken. Ama şöyle bir şey…
İlk bakışta, ilk izlenimde imge çelişkisiz, herhangi bir imge gibi çarpar algımıza.
Yakışıklı adam, güzel kadın. Sonra alıcı gözle bakmamız gerekir bir nedenle. Yapıtın
elinin olması gereken yerde bir kanca var sanki. Yahu bir şey (dikiş) tutmuyor,
sarkıyor. Ne olduğunu ilk bakışta çıkarmak zor. Bakıyorsun ama güzelliği, uyumu,
yeterliliği, yetkinliği (Daha iyisi olmaz) vb. düşünemiyorsun bir türlü. (Zizek: Hiçten
Az, Çev.Erkal Ünal, Encore y., 2015; Agamben, Gelmekte Olan Ortaklık, Çev. Betül
Parlak, MonoKL y.) Görünüşte un var, şeker tamam, yumurta falan. Ama bu
kurabiyede (roman) dile gelmez bir eksiklik (!) var. İyice tedirginiz. Öte yandan
bugüne dek böyle bir kurabiye yemedik ve bu kurabiye daha önceki hoşnut
okumalarımızda olmadığınca anımsatıcı, düşündürücü, duygulandırıcı, bir o denli de
yorucu. Diplere gömülü, üstü kalın kalın örtülü ne varsa eksiklik, boşluk duygusu
içinden sökün ediyor. İlk tepkimiz kusuru yapıta yüklemek olabilirdi, daha önce büyük
tedirginliklerle tanışmış, kaygının türümüzün kısa tarihi içindeki anlamlı, önemli yerini
öğrenmemiş olsaydık. Ama biliyoruz ve kaygıyı, İbrahim Yıldırım‟la gelen kaygıyı
göğüslüyoruz. Bu nedenle anlıyoruz ki onun yapıtının ortasına serdiği boşluğu,
seyreltilmişliği, farklı yoğunluklarda derişimidir bizi istemediğimiz, unutmaya
yeltendiğimiz, üstünden geçip kendimize değdirmediğimiz, ilgisizmişiz gibi yaptığımız
her şeyi, tüm bir yaşamı anımsamak zorunda bırakan. İşte ben buna diyorum
bağlanma, sanatın işlevi ya da görevi. Bunu anlamlı buluyor, öne çıkarıyorum.
Yaldızlar dökülsün, Selim İleri‟nin, İbrahim Yıldırım‟ın 2013 yılında geldiği yer kadar
çıplak, dondurucu, en yalın halinde dille, acının, ağunun en yeğini çıksın ağulasın biz
okurları. Bu okur başka türlü okur olduğunu, neyi okuduğunu, niye okuduğunu
bilemeyecek çünkü. (Bütün bunlar nedeniyle kimi yazarlarımıza özel teşekkür borçlu
olduğumu/zu belirtmem gerek tam burada.) Beni etkileyen asıl konu ise, Yıldırım‟ın
çok erken dönemlerinden başlayarak okurda sindirim sorunu yaratmayı, okuru
okurluğundan kurtarmayı bilinçle denemesi, bir biç(i/e)m yaratması. Geçmişle
yüzleşme geleceksiz, gelecek duygusu olmadan olmaz. Dur, şu okuru yerinden bir
hoplatayım hınzırlığından şakanın siyaseti, yıkıcı gücü ister istemez doğacaktır
öyleyse. Çoğu yazarımız (Tunç, vb.) geçmişle yüzleşme denilen yükseltilmiş
(şişirilmiş demek istiyorum aslında) söylemi yücelte yücelte saltıklaştırdıklarından
biricik açıklamaya, ilk nedene bağlanarak tarihe batmış, raptiyelenmişler, dolayısıyla
geleceği (ve dolayısıyla şimdi‟yi) ıskalamışlar, hesaplaşmaları suya düşmüş, aldatıcı,
yanıltıcı bir yüzleşme olarak kalmış, sonuçta beklenen karayergi (ironi) bir türlü
sağlıklı eleştiriye dönüşememiştir. Tarihin olgusuna (yani boka) saplanıp kalan
yazarçizerlerimize üzülmemek elde değil. Tarihin olgusuna güncel Ermeni ya da Kürt
sorununu doğrulamak ya da yanlışlamak için bakılmaz. Bir kere tarihe salt olgudan
bakılmaz. Ama daha önemlisi yüzleşme gelecekten olur. Gelecek tasarımından içerik
alır. Öteki türlüsü sanatçıyı insanlıktan, bence sanattan da düşürür. Yazık oluyor.
Ama yeri gelmişken yukarıdaki konuyla da bağlantılı olarak önemli olduğunu
sandığım bir şeye değineceğim. Şu Don Quijote imgesiyle yakından ilgili bir şey.
Gerçek bir yana Hakikat nitemine bile pek bozulan ardçağcılara inat (Vattima/Zabala,
vd.), sanatın siyasallığından sözetmek istiyorum. Onu estetik nesne kılan en önemli
yapısal özelliklerinden biri siyasallığıdır ve yapıtın siyasallığı (ya da hakikati diyelim)
10
ölüm anlatılarında bile yine de ölmeyen, dikilen, ayağa kalkan direniş, imgenin
yedicanlı yanıyla ilgilidir. En geniş anlamda devrimci sanat ölen ama doğan, ölürken
dirilen, direnen sanattır ve şaka (ironi) işte bununla ilgilidir. Don Quijote‟nin
ölümsüzlüğü (bizi gözelerimize değin etkileyen yanı) buradan gelir. Öte yandan ironiyi
saltık karanlığın bir öncesine, eşik öngününe iliştiren (sanatçı), oraya bağlayan,
sabitleyen düzenbazdır, düzenboz (Başar Başarır, 2012) değil. Birçok büyük (!)
yazarımız ironi kancasını buralarda düğümlemiş, düzeni peklemiştir ama Tahsin
Yücel böyle yapmadı örneğin. Oğuz Atay, belki… Umutsuzdu, nihil‟di. Yazar olarak
tabii, kendini bilmem. Yıldırım buradan geliyor. Önemli oluyor. O bir direniş
(yenilgilerden, ölümlerden, ölümüne yine, direniş) yükseltiyor. Karayergi girişiminde,
tasarında devrimci öğeyi ayırmak, vurgulamak, derdim. Sanatçıda siyasete fena
halde bakmamız gerekiyor bayanlar baylar. Yoksa günün siyasetine mide bulandırıcı
süslü kuyruklar olmadan ileri geçemeyeceğiz. Okurların da insan olduklarını
unutmayın lütfen.
Yeraltında mıyız? Bu insan (Murat, Haşmet, vb.) yeraltı insanı mı? “Özür dilerim,
ara vermek zorunda kaldım. Çünkü fena hırpalandım.” (MS, 228) Öyle görüntü
veriyor, yanıltıyor ama aslında o insanı bir duruma, zamana bağlayan, tarihleyen (!)
bir şey var. Ay‟dan düşmüş garabet değil zamanın uygunsuz, imalat hatalı çıktısı,
getirisi ya da. Erk (iktidar) çoğunluğu oluşturan bizimle (tümümüzle) olduğuna göre
ayıklayıcı edimsel güç biziz. Yanlış ürünü ayıklayacak düzeneklerimiz 24 saat
devrede. Aynı ayıklama, eleme düzeneklerini elbette İbrahim Yıldırım‟a da
uyguluyoruz. Sorun nerede peki? Oturuşmamışlık demek geliyor içimden. Tarihi,
akarken yatağını kazmış bir ırmak olarak düşünsek (eşyerlilik, eşzamanlılıkla içiçe
ayrıyerlilik, ayrızamanlılık) yatakla ırmak arasındaki ilişkiden bir topik çıkması
eytişmeli, olmazsa olmaz koşullu, yani zorunlu ve en az (asgari) süre(y/c)i gerektirir.
Sözün, söylemin (retorik) ağzından döküldüğü yaşamla örtüşememesi, yaşantının
rastlantı sonucu bireye en kolayından gelip gitmesi, tarihin (!) insanların üzerinde
eğreti durması, dökülmesi, bir yandan eşleşme niyeti öte yandan sözde özgürlükle
karıştırılan aykırılık uydumculuğu (marjinalizm), merdiven basamaklarının eşitsiz
yükseklikleri, merdiveni çıkan ayakların merdivenin sonu hakkında karmaşık
beklenti(sizlik)lere bağlanması ve merdivenin bir türlü merdivenlik yapamaması vb.
bütün bunlar sanatçıyı anlatma derdinde birkaç seçenekle karşı karşıya getiriyor. Bu
oturmamışlığı, zaman/uzam(yer) sıkışmaları içre tuhaf yaratıklaşmayı keskince,
uyarıcı, ayartıcı biçimde ele almak doğru gibi görünürken, her nerede ve
zamandaysan o yer ve zamandan şakımak ve kanseri çoğaltmak, içinde sayısız
seçeneği barındıran yoz tutumlara örnek olarak verilebilir. Ben bu kanserin bedenime
üşüşmesinden, yürümesinden bıktım. İbrahim Yıldırım gibi bir yazarın alçakgönüllü,
sessiz girişiminin arkasında soluyabileceğim havayı bulmak yatıştırıyor biraz.
Yatıştırmak sözü gerçekten karayergisel oldu. Ama tam da böyle işte… Tersine
yatıştırmadığı, uyumsuzluğa baktığı, arkasındaki yazıyı (anlatmayı da) gösterdiği, her
şeyi topyekün tartışmaya aldığı, çiğ ışık altında mahrem anlatısını da çözüme
uğrattığı için yatışmaktan söz ediyorum. Acı çekmeyi, yalnızca acı çekmeyi
istediğimden değil; gülmenin kışkırtıcı, devrimci, eylemli gücünü yeniden üstlenmek,
sahiplenmek için.
11
Umduğumuzu değil ummadığımız şeyi, beklenmedik yerden göstermeye
kurgulanmış ayna belki de anımsatmak, çağrıştırmak, çoktan unuttuğumuz ya da
unutmayı çoktandır yeğlediğimiz kimliğimiz hakkında bir duruş sergiliyor.
İstemediğimiz şeyleri (kendimiz de içinde olmak üzere kurbanlarımızı) ısrarla ve
yeniden ve bize rağmen beynimize sokarak (bilincimizi oyarak) cinnet geçirtiyor,
çileden çıkıyoruz o zaman. Yaa sabır, diyoruz, ya sabır! Bu yazarın derdi ne? İçimiz
kabarıyor, tezlenip ivecenleşiyor, kabına sığmazlanıyor, patlamak üzereyiz, şiştik
iyice. Canım yaşamı böyle ağırdan, böyle yavaştan nasıl alırız? İletişim, hız çağında,
yemek yemeğe zamanımız yokken yazarın bize gösterdiği; bırakın tüm bunları,
tımarhanede ya da mezarda yeriniz hazır‟dan ibaret mi? Ya hız, ya tımarhane‟ mi?
Hıza ayak uyduramayan, yakılanmış gibi koşturamayan, durup soluklanmayı,
durmayı arada bir anımsayan; koşan, dönen, sollayan, uçan, yakalayan, uzamları
zamansızlaştıran, akan akan daha hızlı akan çağımızda şu töreden, aktöreden,
düşlerden, bahçelerden dem vuran ya yerini, ya zamanını belki de ikisini birden
kaçırmış insan nereden çıkageldi ya da onun anlatılmaya değer bir öyküsü olabilir
mi? Selim İleri ve İbrahim Yıldırım‟a katılarak açıkça söylüyorum ki anlatılmaya
değer öykü, o insanların öyküsüdür. Böyle deyince sanılır ve denir ki, çağını
kaçırmışların zoruna bakın. Bu küçük, geçmiş özlemli, yaşlarından da yaşlı insanların
sulugöz herzelerine mi terk edeceğiz kusursuz (!) erişen, bilen, üreten, tüketen, renkli
yaşamlarımızı? Ayak uyduramamış ve sürten, geçmişe takılmış, anlamsızca direnen
türünün son ve gereksiz örnekleri için en çok ne yapabiliriz? Hoşta ama genellikle
boşta tutalım. Bulaşmasın, görünmesin, yapıp etmesin, huzursuzluk vermesinler.
Otoyolda asfaltın üzerinde uçarken kaplumbağa ya da kirpinin birden önümüze
çıkmasından daha can sıkıcı ne olabilir ya da şu sahile vurmuş üç yaşında çocuktan.
(8 Eylül 2015 Salı diye tarih düşüyorum). Ne İleri, ne Yıldırım geçmiş özlemli
(nostaljik), takıntılı, aşırı duygusal insanlar değiller. Okuyan bilir. Tersine bu güzel
metinler duygusallıklardan yeterince arıtılmadan ortaya çıkamazlardı ve öteki birçok
yazarımıza bu içsıkıdüzeni (disiplin) ayrıca öneririm. Keçi boynuzu yedirip
durmasınlar habire okurlarına.
[İçten gelen bir dürtüyle, doğaçlama yazdığım, yazının bir noktadan sonra ucunu
kaçırdığım için giderek dağıldığımı biliyor, ne gam diyerek, rastgele sürdürüyorum.
Murat ya da Dokuzuncu Haşmet’in yazacağı türden bir tümce oldu bu.]
Yazarın söyleşilerinden iki alıntı önce: “Gezi romanı olduğunu, amacının
yalnızca o günleri anlatmak olduğunu kabul etmem pek olası değil. Çünkü
Dokuzuncu Haşmet, İstiklâl Mahkemeleri‟yle başlayan mağduriyetlerini 27 Mayıs
sonrasında İnkılâp Mahkemeleri girişimiyle yeniden yaşayan, 12 Mart ve 12 Eylül‟de
başka türlü mağdur olan Alçıtepe Ailesi‟nin tükenişini anlatıyor.” [Musa İğrek, Şubat
2015]. “Evet, romandaki baskın ve tartışılması gereken meselelerden biri de “devlet”
denen aygıt. Daha doğrusu roman, İstiklal Mahkemeleri‟nden ve Takrir-i Sükun‟dan
27 Mayıs‟a, 12 Mart‟tan 12 Eylül‟e, oradan günümüze ulaşan sürece de
değindiğinden, devlet -birey;devlet- toplum ilişkisi olarak da okunabilir.” [Sibel Oral,
Cumhuriyet Kitap Eki, 2 Şubat 2015]
Yerlilikten, buralılıktan söz etmek istiyorum biraz da. İleri ve Yıldırım için aynı
zamanda yerlilikten, buralılıktan söz edebiliriz çok kişinin tepki gösterebileceğini
12
düşleyerek. Çünkü öykü (olayörgüsü) herhangi bir uzamsız/zamansız çerçeve
içerisine yerleştirilemez, yapılırsa eğer yapıt tuhaflaşabilir. Tekinsizliğin
tekinsizliğinden ne gelir kestiremiyorum. Tarihini böyle somutlaştırmış, böyle içeriden
bireyleştiren yazarımız çok gibi görünür. Oysa değildir. Görüntü yanıltmamalı.
(Örneğin Tanpınar‟ın tarihini sıkı bir eleştiriden geçirmek gerek.) Tarih hemen
hiçbirinde ıraya (karaktere, gündeliğe) dönüşmez. Bunlar başarılı anlatılar olabilir
ama içeriden, yerli mi, buralı mı, tarihli mi sahiden, soruları boşluktadır. Çünkü
mesele, bakışın önünde açımlanan tarihsel (toplumsal) yaşamlar meselesi değil.
(Tarihsel anlatılar, roman furyasının toplumbilimi yapılamaz mı?) Oysa romanımızın
tarih duygusu az çok böyledir, sıradışı örnekler bir yana. Gündeliğin gözelerinde
yuvalanan, titizce bakmasan asla ayrımsayamayacağın tarih tortulaşmaları,
çökeltileri, insanlara bulaşık gizil yönlendiriciler olarak yapıta nasıl getirilir ve niçin?
Eğer derdimiz siyaset ise sanatın zorunluluğudur diyeceğim bu özene, yineleyerek.
Sanatın gerekçesi siyaset, siyaset de güne tarihin ya da tarihe günün yorumudur.
Günü gündeki kişi, oradaki insan olarak düşünmeliyiz. Sonuçta tarihi kaçıran toplum
ya da birey dediğimizde birkaç katmanlı akıştan söz ediyoruz. Tarih elbette özne
değil ama içinden çıkarmaya çalıştığımız anlam (içerik) bir eğilime, yasa yatkınlığına
işaret ediyor. Tarihi bilim yapan deneyimimiz budur ve bu deneyimden süzdüğümüz
atakları ya da sapmalarıyla, açılanmaları, ayrışmaları ile kendine (yine) dönen tarihin
bir doğru(ltu)su, mantığı, ekinsel yakıştırma da olsa geçerliliği ve bir tutamak noktası
vardır, geçici olarak oluşur. Yoksa türümüz ve uygarlığı dağılmayla başladı,
demeliyiz, türümüz bozunumun (entropi) çıktısı, bir sapmadır (!) yalnızca… Şimdi
varsayımlı tarih biliminin açtığı kanalda ve çerçeveler içerisinde kabul edilebilir bir
tarihsel katman ya da bağlam söz konusu. Yaratılmış ve uzlaşılmış bir tarih giyiti.
Çıplaklığımızı örteriz. Nesneymiş, dışarılıklıymış gibi söz ederiz ondan. Canımızdan
çekip alır, kendimizi ağı(l/t)ına bağlatırız (Mit). Yani olması gereken, yaşanmamış,
yaşanması arzulanan bir tarih var (gelecekten gelecek). Toplumun gelecek düşü,
tasarısı zamanı gölgeler (=zamanı çizer, büker, tarihler). Daha alt katmanlar tarihi
nasıl yaşantılar sorusu kezlerce sorulmuştur. Tarih duygusu üreten insan (toplum,
birey) tarihlidir ve tarih bir bağdaşım biçimi, düşüngüdür, öyleyse sorun nerede diye
sorulabilir. Bu toplumun ve arkasından bireyin tarihlenmesi, tarihleme yeteneği, düşü,
toplumun kendini toplum olarak kavrayışa getirmesiyle ilgilidir. Tarihi, dışarıdan
başkası da (başka toplum vb.) giydirebilir. Eğreti tarihlenmek. Tarihin hakiki yapıcısı,
parlak anlar (örneğin Kurtuluş Savaşımız) koşulsuzluğa, nedensizliğe, rastlantıya bir
ölçüde bağlanabilir ya da tarih, kurucu, yapıcı öznelerini zamansız (erken, geç, vb.)
üretebilir ya da yitirebilir. Bütün bunları yazmamın nedeni, girişte de belirttiğim gibi,
çalışmalarımın kuramlaştırma ile doğrudan ilgisi olduğu kadar, Yıldırım‟da tarihlenme
ve sürecin içinde yapıların, öğelerin ilişkilenme biçimlerinin ana izleği oluşturması.
Yazarımızın derdi bu olabilir mi? Tarihin içinde, buralı kişi, ötekiyle beraber tarihe
nasıl ilişkileniyor? Bunu nasıl kendine katıyor? Tarihi kendine katma konusunda
benzer yöntem, yaklaşımlar üzerinde uzlaşamayan; yaklaşamayan birey ve onların
toplumlarından söz edebilir miyiz? Israrla, dayatmayla, baskıyla söz edilmesini
sağlasak bile (Kim?) bireyi toplumun bireyi, toplumu tarihin parçası saymaya yetecek
mi? İnişler çıkışlar ve kırılmaları bu haritanın neresine konuşlandırabiliriz? Kurmaca
13
tarihin içinde açılan kovuk, mağara (!) nice yurtlaşacak? Yurt tarihi giyinmekse, tarih
şimdilik, burada tarih değil midir ve bağlamsal, geçici olduğunu görmek zorunda değil
miyiz? Şimdi burada oluşumuz sonsuzca şimdi ve burada oluşumuzun kanıtı mı?
Tarihlenmenin içinde eyleyen (fail) eğer yurtluk duygusunu eğreti taşıyor ve kendini
kandıramıyorsa, grotesk bir anlatı biçimi olarak önümüze düşer. Ne Selim İleri‟de, ne
İbrahim Yıldırım‟da groteski taşımayan bir geleneğe ve dile bağlı olmaktan
gelebilecek bir nedenle böyle bir başvuru yoktur ama öte yandan karayerginin
groteski içinde gizilgüç olarak taşıdığını görmezden gelemeyiz. “Fakat bir sorunum
var. O da şu: Hayal (ya da rüya) ile hakikatim arasındaki sınır sel olup gitti. Bu
erimenin nedeni tabii ki öldürmekten ve ölmekten vazgeçmem için zorla içirdikleri
ilaçlar…” (MS, 16) Buralardan düşlemsel yapıtlar, masallar, olağanüstü anlatılar da
gelebilir(di). Nitekim böyle bir furya da var (oldukça sevimsiz). Yine de sanırım
Murakami türü bir şey gelmez. Murakami tarihle ilgili bir soru peşinde değil. Yani
Madam Samatya ve Dokuzuncu Haşmet, buralının tarihlenme çabaları ve
yaşadıkları sorunlarla ilgili bir tuhaflıklar diyarı gibidir. Tuhaflık şuradan: Çok fazla
tarih vardır, yeraltı, yerüstü, görünür, görünmez, dev ya da cüce (Ah, Sevgili Leyla
Erbil, merhaba!), odaya rastgele tıkıştırılmış izlenimi veren garip yaratıklar (Bunu
duygular, düşünceler, kararlar, eylemeler olarak anlayın lütfen.) ölçeksiz, yığışımlı,
karadüzen, saçılı. Us (Mancha‟lı Don Quijote, yani deli aklı yani Murat, Haşmet);
ölçek, bağdaşıklık, tutarlılık, boyut önerisiyle bu yaratıklar evreninde en garip, tuhaf
varlık olarak, yani tarihlemenin tarihlemesi (yadsımanın yadsıması) olarak en yanlışta
doğru yer gibi beliriyor. Dünyanın ortası Nasrettin Hoca‟nın ayağının bastığı yerdir.
Kuşkusu olan var mı?
“Kuşkusuz mizacımdan, yani anlatmanın şehvetine kapılmamdan ya da kalemi
denetlemeyi unutmamdan kaynaklanan bu tür aymazlıklar ya da ukalalıklar (…).”
(MS, 298)
İbrahim Yıldırım yapıtını (poetika) bu soruya bağlamış, iliştirmiştir (bence).
Yapıtı çekici kılan şey de işte bu hayal perdesi izlenimi. Aslında İnci Aral‟ı son
romanında (Kendi Gecesinde, 2014) Karagöz-Hacivat perdesine taşıyan da bu
kaygı olmuştu (yine bence). Sanki bir yüzeye izdüşürülmüş ruhlar (Ecinniler,
Dostoyevski, 1872; Düzülke, Edwin A. Abbott, 1884) tıpkı gölge tiyatrosunun
izleyicinin düşgücünü yeniden ve sonuna dek tetiklemesi gibi ölçeksizlikleri,
uyumsuzlukları ve tuhaflıklarıyla okuru silkelemektedir. Aziz Nesin‟in gülmecesini
toplumun (!) doğal haliyle ilişkilendirmesi boşuna değildi. O uydurmuyordu,
bağdaşmaz, bir arada düşünülemez iki şey (boyut, renk, doku, öz, vb.) bir bileşim
değil karışım oluşturuyordu ve karışım uzlaşılmış anlamı oluşturmaya (kimyasal
bileşim) yetmiyordu. Mekanik bir düzenekten öteye geçilemiyor, insanlar gülerken
neye güldüklerini unutuyor, yalnızca bozulan yüzeye, topoğrafyaya bağlı olarak sınır
çizgileri kayıyor, değişiyordu. Acımızı bir gözbağcı hızıyla olabilecek en kısa sürede
gömüyor, kaldırıyorduk gözönünden. Çağlayan Adalet Sarayı‟nda (!) öldürülen
savcının cenazesi daha sabahına varmadan neredeyse kaldırılmıştı değil mi? Neden
acaba?
Bu ülke, bu insanlar böyleydi, tuhaftı. Tuhafı imgeleştiren, aslında saltıklaştıran
Masumiyet Müzesi (Orhan Pamuk, 2008) onu çekicileştirerek okurunun içinde
14
yaşadığı dünyayı daha da tuhaflaştırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Küresel
pazarın bayıldığı ustalıkla (profosyonelce) tasarlanmış sofistike (!) ürün aynı
zamanda ve artık bir fetişti.
Cinnetimizin (Bkz.Rene Girard) ısrarcı yazarı Yıldırım‟ın anlatısını teknik olarak
düzlemsel bulabilirdik eğer arkasında bu görünge (perspektif), birikim durmasaydı.
Dolayısıyla tekniği ileriden, sınırlardan geriye bakış olarak adlandırıyorum ben.
Yadırgatma etkisine (efekt) bağlıyorum ve bazı zamanlarda bunun kaçınılmaz
olabileceğini düşünüyorum. Artık kanıksanmış, yerleşikleşmiş ve etkisi sıfırlanmış üç,
dört ya da çok boyutlu (bana kalırsa artık fetiş-nesne olarak boyutsuz) anlatma
tekniklerinin elden geçirilmesinin, bazen eski teknikleri (siyah beyaz fotoğraf, klasik
anlatı, vb.) denemenin devrimci bir tutum olabileceğini anlamamız gerekiyor.
Geleneksel halk anlatım teknikleri varsıl bir kaynak bence de ve İbrahim Yıldırım bu
teknikleri en iyi yorumlayan yazarlarımızdan biri. Tekniği göstererek kullanan (yine
fetişizm) ve buradan olsa olsa geçmiş özlemi (nostalji) duygularına oynayan,
yaratacağı geçici etkinin güncel getirilerine sanatını düğümleyen, hadi bu kez ad
vermeyeyim, anlı şanlı yazarlarımız da var diye söylüyorum. Çünkü bir şeyin geçmişe
özgü olması onu masum kılmaz. Geçmiş geçmiş olduğu için masum olmaz. Geçmişin
hayaleti (Derrida, 1994) burada ne yapar, ona bakalım. Ama bir kez daha belirteyim:
İbrahim Yıldırım‟da Brecht‟çi epik uygulama bir doktora konusu olabilir. Öneriyorum.
Kendini (yazma eylemini) sergilemeye örnek:
“Bakın size ne diyeceğim: Zaman, mekân, yazar gibi, öyküler de önemli
değildir. Önemli olan az önce karşıtlıklar bağlamında iyi-kötü diye sıraladığım
birbirinin içine girmiş durumlardır… İşte ben bunları yazıp duruyorum. Aslında
asırlardır aynı şeyler yazılmasına, asırlardır aynı şeyler anlatılmasına rağmen; kim
iyi-kim kötü, kim şeytan-kim melek bir türlü belirlenemedi. Bu beceriksizliğe son
verecek kişi ben değilim. Haddim de değil. Sakın, Ne diyor bu deli! Diye söylenmeyin;
roman kahramanlarının yanı sıra tarihsel kişilerden de söz ediyorum efendim: Hem
de iyilik ve kötülük bağlamında… Bu konuyu, yani asırlardır süren beceriksizliği
sizlere daha açık şöyle ifade edebilirim:
“Şahnur Andonyan, Yusuf Şimşek‟in sarsıntı geçirmesine neden olduğu için kötü
biri olabilir mi.” (292)
İleri‟nin son yapıtı (Mel’un) ve Yıldırım‟ın genel yapıtı gizil bir çokseslilik
duygusu taşısalar ve konu araştırmaya değer olsa da (çünkü tarih zamana dal budak
salarak, çatallanarak yayılıyor, sızıyor bu yapıtlarda) gövdeleşme, biçimlenme
teksesli (modal, monolitik) bir tinsellik tasarıyla ilgili. Bunun yeğlendiğini ileri
süreceğim. Bu öykülerin hüzünleri, kırılganlıkları (Kırılganlık sözcüğü yerli yersiz çıkar
oldu karşımıza. Kırılganlık biraz uygarlaşma meselesi değil mi?) bu kasıtlı teknik
seçimle bağlantılı elbette. Yazar değişik boyutlar içeren dünyaları ve onların
öykülerini düzlemde ilişkilendiriyor, kesiştiriyor. Boyut tutmazlığı; yuvalanamamak,
yuvadan taşmak (evsizleşmek, yurtsuzlaşmak), gariplik, öksüzlük ya da tersine bir
başka yerde, başka evde, başkasında yuvalanmak, sığınmak, konuklanmak, yersizlik
duygusundan kurtulamamak, bir başına garip kalakalmak sonuçlarını (gülmeceyi
hatta ötesini: acı, kara yergiyi) doğuruyor. Tümcede yer sözcüğünün yerine rahatlıkla
zaman sözcüğünü geçirebilirsiniz. Modal, yerleşik yapılar, imgeler içeriklerini yitirmiş
15
olsalar da algıda (kulakta) bıraktıkları biçimlenme, topoğrafik örüntü, tıpkı divan
kalıpları, mazmunları gibi başka içeriklerle sınanabilir açık alanlara dönüşebilir ve
sanatçı bu kalıplara (klişe) yaratıcı yorum uygulayabilir. Çok işe yarayabilecek bir
tekniktir bu. Her zaman yeni ve iyidir ve tarih duygusuna elverir. Coğrafyaya, üretime
vb. bağlanabilir kuşkusuz. Ama sonuçta mirasyedinin savuracağı kalıt asla olamazlar.
Yine çiftyanlı bıçak işler. Birçoğu önüne açılan çukura, tuzağa düşer. Hamağa uzanır,
sallandıkça uyur, uyutur. İmgenin eskiliğinden ve daha henüz gelmemiş, bilinememiş
yeniliğinden söz ediyorum. İmge bir yanıyla daha şimdiden burada, kulağımızdaki
bildik sestir ve daha bunu kavramadan yabandır, eldir, canımızı (kulağımızı) yakar
(çeker). Anlatıcının başvurduğu kalıplarla bu kalıpları anlatıcı üzerinden açmazlayan
üstanlatıcı (yazar) tutumunu ayırabilirsek metnin hakikati açılabilir önümüzde. Yazar
anlatıcının sesini düzeylemiş, tekleştirmiştir. Niyeti; içinde bulunulan çokluk görüntülü
dünyanın bu tek sesle kesişme biçimlerini (matris) açığa çıkarmak, buradan
okurluğumuza bir boyut daha katmak. Yitirilen, yitirildiği sanılan ya da unutulan
önümüze gelmekle kalmaz, neyi yitirebileceğimiz, unutabileceğimiz kaygısı tutuşturur
insanlaşma sorumluluğumuzu. İnsanlaşma terimi belki de yanlış oldu burada. İleri
gitmiş olabilirim. Bilemiyorum.
Kuşkusuz yazarın yine de roman yazdığını çıkarmamalıyız bir an usumuzdan.
Yazar bize tarihteki yerimize ilişkin imada bulunmuyor, bir şeyi doğallaştırmıyor (hatta
tersine) okunabilir, bizlerin okumak isteyeceği bir şey yazıyor. Çerçevelerimizden biri,
önemlisidir bunu anlamak. Yoksa olmadık yerlere çeker, metni kutsallaştırabilir,
totemleştirebiliriz. Hayır, kutsal herhangi bir şey yok ve yapıt daha varoluşundan,
belirişinden başlayarak kutsallıkdışıdır, yıkıcıdır. Kusuru özenle taşır. Çünkü
yapılmışlık nitemi yapan için önemlidir. Yapılan yapanı gerektirir. Yapılan kusurlu
oldukça bir daha yapılır. Yalnızca Tanrı kusursuzdur. (Yoktur.) Öyleyse roman düşe,
geleceğe ilişkin bir tasarıdır (proje). Bitmemiş, bitemeyecek bir tasar. İbrahim
Yıldırım‟ın yapıtı bilinçli kusur düşüncesini, çekinmesem kusursuzca diyeceğim, taşır.
Okur bir tansıkla değil, yapılmış edilmiş, uğruna gerçekten çok emek harcanmış,
yazarının hemen tüm kaynaklarını seferber ettiği bir işle, ürünle ( Bkz. Howard
Becker, 1982) karşı karşıya olduğunu bilir. Kusursuzluk iması güdümlemedir. Usu
başında, sorumlu sanatçı hatta bu yapay, sahte sanıyla dalga geçmeli. Şapka
çıkarıyor, selamlıyorum çünkü yazarımız bana göre aşağı yukarı bunu yapıyor.
(Brecht yine devrede.) Tekniği göstermeyi fetişizme bağlamadan eşitlikçi bir dünya
tasarımıyla ilişkilendirmek, anlatıyı boşluklarla, okur katkılarıyla ilerletmekten söz
ediyorum. Öyle ki okur umarsızca, belki hiç istemeden girdiği bu teknik aygıtın
içerisinde tüm somutluğuyla bir yana (taraf) dönüşmüş bulur kendisini. Yazara,
anlatıcıya, anlatı dünyasına, vb. tepki vermeye (etkileşim) başlar. Çünkü kendi
uzamlanma/zamanlanma kalıplarını, alışkanlıklarını elinde tuttuğu dünyanınkiyle
eşleştirmeye çabalarken sıkça ayağı tökezler, düşeyazar. Ormanda yol yitirilir, öfke,
sıkıntı, umutsuzluk, umut, vb. anlatının duygu katlarıyla harmanlanır. Okurunu
monolojik bir alışverişe tutsak kılmayan Yıldırım, sinirlendirir, okurun sinirlerini
öldürmez, tersine üzerini açar ve acıysa acı, bunu duymamızı sağlar. Teknik budur.
Mel’un da bunun başarılı örneklerinden biridir ve afyonlama sanatına karşı duruşu
sergiler. Bu tekniğin yapıt düzeyinde serimlenmesi ise (Örneğin, anlatıcı anlatırken
16
kendini gösterir.) uzunca çözümlemeler gerektirir ki zaten yeterince yoruldum ve
yapabileceğimi de sanmıyorum. Bu noktada birkaç şeye daha değinebilirsem
değinecek, yazıyı biçimsiz, olmadık yerinden bile olsa keseceğim. Bu yazdıklarıma
yine rastgele bir örnek:
“İnanınız neredeyse vaktinden önce öleyazıyordum.
“Bu arada –uygun adım marş marş- gide gele şunu da anladım: Süre yeterince
uzatılır, tempo iyice arttırılırsa insan bu yolla da kendini imha edebilir. Ama ben, hiç
olmazsa zevahiri kurtarmak istediğimden bu yöntemi yeğlemiyor, tasarladığım düzen
doğrultusunda hareket etmeyi, yazı‟yı bir an önce bitirip meşrebime uygun biçimde
gitmek istiyorum. Ancak, bu amaç istikametinde attığım her ok, şimdiye kadar sık sık
menzilini şaşırıp yanlış hedeflere yöneldi. Bu da mutlu sona ulaşmamı geciktirdikçe
geciktirdi. Örneğin, çeşitli yollarla kendilerini yok etmeyi başarmış olan Vartan‟ı,
Abdülaziz‟i ve Sermet Serdengeçti‟yi, hatta birkaç saat önce İzzet Molla‟yı ve Andelib
mahlaslı şairi çeşitli hilelerle yazıya dahil ettim, daha doğrusu kendi pabucumu
kendime ters giydirerek atış talimleri yapıp oyalandıkça oyalandım. Öte yandan bana,
Kerberos‟u üzerime salmaktan başka bir kötülük yapmamış olan Bay Şahnur‟u da
iyice şeytanlaştırıp hedef şaşırttım. Oysa en başından beri, vurup düşürmek istediğim
kişiler, adı soyadı bile uydurma olan kart iblis Yusuf Şimşek ve aynı yolun yolcusu
Sait Alaplı idi.” (MS, 283)
Usuma, belleğime İbrahim Yıldırım düştüğünde nelerden söz etmek isterdim
daha diye kafamdan şöyle bir geçiriyorum. Onca alıntı yaptım, çalıştım onları ne
yapacağım. Yukarıdaki metnin uygun yerlerine mi yerleştirsem onları, yoksa
uğraşmasam mı hiç? Tek tek iki kitaba (somuta) ilişkin birşeyler söylesem mi? (Ne de
zor, yıldırıcı?) Bu yazdıklarım sahiden Yıldırım‟la mı, yoksa Yıldırım esinli, bahaneli
mi? Soruyu kendime sormam gerektiğini anlıyorum her yazımın sonuna gelirken
olduğu gibi: Bütün bunları niye yazıyor, niye Murat ya da Haşmet gibi top çeviriyor,
Bernhard gibi sonu gelmez gevezelik içre anlatıyor, anlatıyorum? Derdim ne ki? Belki
de yazardan çok derdi olan kişi benim. İşte kitap. Noktası konmuş. Kapağı kapanmış.
Benim bir noktam, son diyebileceğim bir yerim yok? Anlaşılan yargı verilmiş, çoktan
tutsak kılınmışım. (Bay K. belli belirsiz bir işaret gönderiyor uzaktan.) Demek Jaime
Deza gibi (Marias, Yarınki Yüzün, 2002-7) ya da Chow Mo-wan‟ın (Wong Kar-wai,
Aşk Zamanı, 2000) film sonunda antik kalıntılarda bir deliğe ağzını dayayıp
bilemeyeceğimiz birşeyler fısıldaması gibi ben de anlatmak zorundayım, cezam bu,
deyip…
İyi iyi, tamam!
Tabii İbrahim Yıldırım‟ın çok sevdiği, ardçağcılıkla (postmodernizm) hemence
ilişkilendirilebilecek bir özellikten, metinlerarasıcılıktan söz etmek iyi olur. Barthes‟ın
bir Balzac çözümlemesinde (sanırım) bir gizli mektubun kurucu, yapısal işlevinden
söz ediliyordu (gerilerde kalmış bir okumadan belleğimde kalmış). Bir kere başından
söyleyeyim özgün teknikler konusunda çok düşünen, bulmaca düşkünü Quaresma
(Pessoa) ya da Borges gibi zeki ve hınzır düzeneklere (tuzaklara) bayılan sağlıklı bir
oyunbazlığı var Yıldırım‟ın ve geliştirdiği bu teknikler karşısında öyle de özgür, rahat
bir tutum takınıyor ki, okura kalan tek seçenek şucu bucu demeden oyuna katılmak
oluyor haliyle. Aynı duyguyu Saramago karşısında büyülenerek yaşadığımı itiraf
17
edeyim. Bundan benim çıkardığım şey, ardçağcılık konusuna bakarken
dizgeselleşememiş yarım düşüngünün bir dizi teknikle özdeşleştirilemeyeceği,
araçlara indirgenemeyeceği. Ama bunu yapan işin kötüsü tam da ardçağcılık. O
yaklaşım karışıklıktan fena halde yararlanıyor, sinsi, kaypak, ikiyüzlü bir tutumla.
Demek yabana atılamayacak şeyler var yine de. Eagleton (sanırım) yardımcı olabilir
bu konuda. Anlatı ya da anlatıcı zamanlarından başka zamanlara ait değişik türde
metinleri kurgunun yapı öğelerine dönüştürmek elbette çok eski bir teknik.
Ardçağcılığın bu tekniklere hevesle atılmasında iştahı ve muradı, tekniğin
rastgelelikten (nedensizlikten) kaynaklanan tümlük duygusunun yitirilmesi için uygun
bir ortam sağlaması. Tak yapıştır‟la (kolaj) bir kez çomak sokulur ve tüm dizgeler
(anlamlar) yıkılır. Oysa bağlam soyutlamadır, bir başka bağlamdan sürmeyen bağlam
yoktur asla. Yani boşunadır ardçağcının umusu, beklentisi. Sanatçı sezgisi sanırım
buralarda devreye girer ve böyle bir sanat yapıtının olanaksızlığını kavrar. Her yapıt
şöyle ya da böyle bir karşı-evren (kapanırken açılan) önermesidir. Kendine
kolayından ardçağcı diyen, dedirten yazarlara şaşıyorum. Ama üzerinde yazarımız
bağlamında durduğum şey oyun kuruculuğu. İşte bunu yabana atamayız. Bunun
kışkırtıcı, özgürleştirici bir çocuk oyunundan ayrımı yok. Ve oyundan daha yaratıcı bir
etkinlik olabilir mi diye kuşkudayım (Sanat?) Oyun nice başıboş, ereksiz (Schiller)
görünse de bir genel imgeye bağlanır eninde sonunda. Birbirine değmeyen,
ilintilenmeyen gevşek, dağılan, çürüyen bir dokudan ve sayısız da olsa imgeler
bileşiminden oyun, yapıt, sanat çıkmaz. Sayısız imge ne zaman ki yatay, dikey, tüm
yönlerde gözünü tek (ama uzak)-imgeye, özgün yapıt-imgeye diker, imgeler
nedenlerini, gerekçelerini tek imgeye bağlar, o zaman yapıt da varlığa gelir, olduğu,
bulunduğu yerde oradaki varlık olarak yerindelik, geçerlilik kazanır. Sanki bir zoralım,
zorbalık varmış izlenimi veriyor söylediğim. Oysa arkada anlatıcı, üstanlatıcı, yazar
vb. açıları, duruşları, yaklaşımları belirleyicidir. İmgeler içinde bir imge (yazar-imge)
Fareli Köyün Kavalcısı gibi ötekileri yürütür, sürükler. Dünyanın ortası neresi? Her
yere benzeyen hiçbir yer. Heryerle değiştirebilen yer. Adı Dilimin Ucunda‟daki (P.
Quignard, 1993) yer: Burası. Yapıt bulunduğum yerden, özgürlüğümden gelir,
özgürlüğüme (yapıt-imge) gider. Derbeder, dağıtmış yapıt çoktur. Bunları derlemeye,
sınıflandırmaya kalkışsak işimiz iş. Yapılabilecek en iyi şey ilkeler oluşturmak.
Evrenin odağına yerleşen ama öte yandan odaktan boşalan, odağa dönük istem
olarak odaksızlaşan yapıt için ardçağcıl yapıt diyemem. Bunun anlamı, yapıtın (ve
arkasındakinin) derdi olduğudur. Böyle bir derdi olduğunu gösteren, tüm tekniklere
kuşkuyla yaklaşan, yapıtını inanç bağlamına ilintileyen, imgeleri inancıyla bağdaşık,
sapmasız, dümdüz, güdümlü ve partili (!) sayılabilecek sanatçı örneğin ardçağcıl
yapıt üretiyor olabilir. Yazarları şöyle mi böyle mi diye ayıracak değilim. Ama kolay
yargılar verilebiliyor ve yapıt bazen de yüceltildiği düşüncesiyle (iyi niyetle) belli bir
akıma ya da modaya bağlanabiliyor. Yıldırım hem kurmaca başka (!) metinleri
bağlıyor, hem de dışarıdan metin ya da belgeleri kullanıyor yapıtlarında. Tümünün de
işlevsel olduğu kanısındayım. Doldurdukları yer ne olduklarından fazla. Romanın
habitusuna (yurt, ev, ortam diyebiliriz belki de) katkıda bulunuyor. Okurunu dama ya
da satranç oynamaya, resmi kendince bütünlemeye çağıran yazarın oyunbazlığından
arada eşsiz bir öylelik (tam da öyle, her şeye karşın gerçekleşen, düğümlenen yazgı),
18
haiku duygusu çıkıyor. Bunu örneğin Füruzan‟da yaşamıştım. Bunca dikbaşlılığı,
isyanı yine de öyle, umarsız, çözümsüz tutan; günün karardığı akşam saatlerinde
henüz evlerine çekilmemiş ve oyuna doymamış çocukların kuş sesli cıvıltılarının
yavaşça sönümlendiği, bütün çocukların ikindiyi biriktiren duvarın önünde tek bir
hayvana her nasılsa dönüştükleri, delimsirek bağırtı cayırtılarından ve itişip
kakışmalarından şaşırtıcı biçimde çok uzak, bir daha yinelenemeyecek ve
yaşanamayacak tatlı bir ezginin yükseldiği ve sanki Bir Köpeğin Araştırmaları‟ndaki
(Kafka) köpeklerin uyumlu dansını çağrıştıran devinilerin yumuşakça gerçekleştirildiği
o yer ve o zamanın içinde yitip gidecek, bir daha yaşanmayacak, asla gelmeyecek
şeyin duygusu… Sanki o çocuklar neyin içinde olduklarını, ne orası ne burası olan
başka, bambaşka bir dünyanın içinde ve zamanında hep beraber yüzdüklerini, bu
yaptıklarının olağanüstü, eşsiz, çok güzel bir şey olduklarını biliyorlar ve yine de
yaptıkları şeyi sürdürüyorlarmış gibi… Sanki kendi sesleri, görüntüleri karşılarında
duruyormuş ve hem ayrı, hem aynı şeymişler, tek bedenin parçalarıymış ve sonsuzca
birbirlerini yansılayacak, yineleyeceklermiş gibi… Oyunun biricikliği, bir daha
olmazlığı duygusu… Sanat yapıtının durduğu yeri anıştırıyor. Madam Samatya ile
Dokuzuncu Haşmet‟le ne ilgisi var denecek. Dışarıda kalan benziyor. Dışarıdan
bakan, izleyen, seyreden okur, alacakaranlıkta camın arkasında çocukları yarattıkları
renk yumağı içerisinde lekeymişçesine seyre dalmış adam, benziyor. İçine
giremeyeceği o düş salkımını uzaktan izleyen insanın burukluğu, yitirmişlik duygusu:
Rosebud… (Yurttaş Kane, Orson Welles, 1941) Dönersek (Nasıl döneceksem!)
İbrahim Yıldırım‟ın değişik metin ya da belgeleri kurgusuna katması eşitlikçi,
demokratik tutumuyla ilgili diye düşünmek hoşuma gidiyor. Çünkü erk peşinde değil.
Başı aylayla çevrili en üst, doruk ve tanrısal bir metni tartışılmaz biçimde önümüze
hiç getirmedi. Titiz işçiliğinin göstermediği bir yazı alçakgönüllülüğü bizi
düzdeğişmeceli (mimetik) dünyaya, eşitlerden biri olarak sokuyor. Bu metinlerin
arasına belki bizim de sığdırabilecek bir sözümüz vardır, bizim de anılarımızı,
öykülerimizi taşıyan fotoğraflarımız, resimlerimiz, mektuplarımız, günlüklerimiz,
tiklerimiz, sürçmelerimiz, alt ya da yan kimliklerimiz, vb. Böylesi düzülkedenlik
sokaklara, çıkmazlara, labirentlere sürükler sürüklemesine varlığımızı. Başka
herhangi bir yazarın yazı evrenine girme cesaretini böyle bulamazsınız ama.
Gediksiz, som ve doruklanan, yükseldikçe yükselen bir yapıntı karşısında küçüldükçe
küçülür, cüceleşir, ezilir, böcekleşir (Kafka, 1915) kalırsınız. Oysa Yıldırım‟ın yapıtı
sinirlerimizi oynatmakla kalmaz, karışma hakkı tanır. Buna çabalayan bir özenle,
dikkatle, emekle giriş yolları, seçenek dolayımlar sunar. Hatta eksiltmelidir. Yazı
kendinde daha daha boşluklar açarak, kırıla döküle ilerler. Düşmekten, üçten ikiye
(yüzeyselleşme) inmeden, Siz de buncasını yapabilirsiniz‟den örgülenir. Hırslanır,
öfkelenir, çıldırır ya da umarsız karışma gereksinimi duyarız. Buncasına
dayanamıyoruz Sevgili Yazar. Buraya şunu koyamaz, damgalı, onay belgeli bir nesne
yerleştiremez misiniz bölümler arasına. Güldüğünüzü görür gibiyim. Sıkıdokulu, her
ipliğin iki ucunun yanlışsız düğümlendiği örgülerinizde okur nasıl oluyor da boşluk,
gevşeklik, yer yer ilişkisizlik yapıları algılıyor, dağınıklıkla başedemediğini düşünüp,
Yetti ama, havalarına girebiliyor. Belki de girmiyor. Çünkü okurunu yapan
yazarlarımızdan biridir İbrahim Yıldırım. O yazdığı için elinden ne çıksa okunanlardan
19
değil (yani marka.) Dolayısıyla onu, bilen, diline tanış (aşina) kişiler okuyor öncelikle.
Çünkü okunmasından zevk almanın kolay olmadığı bir yazardır ve öykülerinin
(aldatıcı-pseudo) entrikasının bununla bir ilişkisi var mı kestiremiyorum. Yapıt
okunurluğunu dolambacıyla dengeliyor diyebiliriz. Tolstoy‟da yoktur ama
Dostoyevski‟de belirgindir, birçok yazar metnini bildik, alışıldık yapılar, biçimlerle
doğrudan ya da dolaylı olarak destekler. Okur, yazarın okuru ise bir noktadan sonra
buna gerek duymaz. Manevrayı kestirir, üstüne bundan artı zevk almanın yolunu
bulur. Belki asal öğe katına çıkmaz, ne gam. Zararı yok ama yararı vardır. Yazara
katkısı olabileceğini de düşünüyorum türel açılımların: “Evet polisiye edebiyatın
imkânlarından yararlanıyorum.(…) Ölümlerin yarısının şüpheli, faillerin yarısının
meçhul olduğu bir ülkede katilin de maktulün de hem okurlar hem de yazar olduğunu
düşünen biriyim.” [Mehmet Öztunç; İbrahim Yıldırım ile Söyleşi, Türk Dili Dergisi,
2014]; Böylece romanda anı, otobiyografik roman ve nehir söyleşi gibi türleri de
tartışmaya çalıştım. [Musa İğrek, İbrahim Yıldırım’la söyleşi: ‘İdeolojiler
edebiyata zarar verir’, 04 Şubat 2015]
Ben en yakın okumalarım içerisinde, Japonyalı yazar Kavabata‟da (çeviriden,
belirteyim) tümce temelinde ikileşime (Bu noktadan belki Bakhtin‟e uzanmak
gerekebilir) yani dikotomiye tanıklık etmiştim. Anlambirimi (ağırlıklı olarak tümce)
içerisinde karşıt içeriklenmeyi, Bach‟ımsı sesekarşı(t)ses (point contre point) benzeri
uygulamayı belki de tüm sanat dallarında izlemek olası. Bunu anlamaya
çalışmayacağım ama Yıldırım özelinde uygulamanın (ikilenme, üçlenme, kişilik
bölünmeleri, tekil yapı içinde çoklu ıralanma vb.) tümceler temelinde değil roman
oylumu içerisinde ve sahne temelinde gerçekleştiğini düşünüyorum. Tümcesini
çatlatmasa bile, ki bunun anlamı yapıtın bağlamı içerisinde yer alan imge yığınağında
bozuk, çatlak imge bulunmadığıdır, sahnesini (roman perdesini) çatlatıyor. Yani
bağlamsal, tümcül, yapıt-imgesini iki ya da üç vb. kanallı, çoğu kez ikileşimli
(dikotomik), terslenimli olarak çatlatıyor. Belki sahnesini değil kişisini çatlatıyor
demeliydim (patolojileri anlamak için). Çünkü hemen tüm yapıtında kişileri „çatlak‟. Bu
Heisenberg‟e bağlanabilir mi bilmiyorum. Gözlem altında atomun ya konumu, ya
devinimi saptanabilir, ikisi birden ölçülemez, gözlenemez. Gelmek istediğim yer,
yazımın başında değindiğim konu. Ülkemizde yaşayan insan (tipleşemiyor, temsil
yeteneği taşıyamıyor bu ayrı bir konu) Ülkü Tamer‟in dediği gibi “hem tembel, hem de
şişman herkesten”. Ya da ilkokulda bize öğretilen şarkıda olduğu gibi atımız
olduğunda at koşturacak meydanımız, defterimiz olduğunda kalemimiz yok.
Meydanımız yok ama duble otoyolumuz var. Atımızı duble otoyolda sürebilir miyiz?
Kalemimiz yok ama saç tokamız, rujumuz var. Onunla yazamaz mıyız deftere?
Diyeceğim İbrahim Yıldırım‟ın sorunsalı uzam/zaman tutmazlığı. Zayıf yerinden
yırtılan ve yama tutmayan zamanlarımız. Orada, o zamanda insanın yeri ve
zamanıyla insanı kuşatan, saran dünyanın yeri ve zamanı eşleşemiyor (eşleşme,
senkron sorunu). Göndermeler yarı yolda kalıyor. Atılan ok hedefinden vazgeçiyor,
başka yöne dönüyor. Gösterge tedirgin mi tedirgin… Neyi gösterdiğinden kuşkulu...
Gösteren (uzam) gösterilene (zaman) kavuşamıyor. Sahne topal ya da eğreti…
Oyuncu sahnede duramıyor, sürekli kayıyor, yuvarlanıyor, baştan alıyor. Zaman
biriktirelemediği, oyun sürdürülemediği, gösterge kendisine bir türlü yetemediği, bir an
20
için olsa da insanlar göstergeler (ya da onların geçicilikleri) üzerinde uzlaşamadığı
için, bellek nanay. Maskeler uçuşuyor. Sahnede anlama bağlayamadığımız bir itiş
kakış, sürekli düşekalkan, yuvarlanan insanlar, aslında görüntüler var. Oyuncunun
yine de kalkma, ayakta durma ve oyununu oynama çabasında Don Quijote‟nin
gülünçlüğü, gururlu yalnızlığı, kaçılamaz yazgıya sıvaşık hüznü hepimizi derinden
etkiliyor. Sorun ise bu etkiyi nasıl üstlenip bilişe getirdiğimizde… Sınıfta kaldığımız
yer burası. Yoksa 7 milyar insan birbirimize gereğinden çok benziyoruz.
Böylece anlıyoruz ki göstergeler, imgeler üzerinde çok duran, düşünen birisi
İbrahim Yıldırım. İmgesinin tını(lama)sına duyarlı (Selim İleri de.) Somut, nesnel
imgeleri güçlü birer araç olarak kullanması, gösterileni sıkça gösterene
bindirmesinden belli. Gösterilen sonsuzca yittiğinde (Lacan, Zizek) öykümüzün ne
olacağının çözülenmesidir (deşifre) yapıtı. O zaman okur dışarıdan toparlayarak
imgeyi (gösterge) kurtardı kurtardı yoksa vay halimize (mi?) Çünkü ey okur, neyi
kurtardığını biliyor musun? Babanın adı (Lacan) olmasın kurtarmaya çabaladığın şey,
hem de umutsuzca? Yazara bir kulak ver, dur hele. Yazarın derdi kurtarmak değil
anlamak gibi görünüyor. Temel soru şu: Bağdaşıklık (1=1) nedir? (Bkz. Zizek‟e göre
Fichte: Hiçten Az, 2015) İnsan hangi durumda uzamlı (yerli) ve zamanlıdır. O
uzlaşılabilir yerden ve zamandandır? Böyle bir yer var mı? Uzlaşma tam uzlaşma
mıdır? Hangi eşik kabul edilebilirlik eşiğidir ve kim kabul edecek? (Genel uzlaşma?)
Leyla Erbil‟in izini süren yazarımız belki de tümümüzün hasta olduğunun kâğıt
üzerine fotoğrafını basıyor. Olağanla olağandışıyı yeniden harmanlıyor, kâğıdı
karıştırıyor ve masaya dağıtıyor. Oyuncular mı oynar ya da daha doğrusu yalnızca
masada oturan oyuncular mı oynar? Elbette oyuncular kurbandı demek bir başka
sap(tır)madır. Çıkmaz döngü, lâbirent izlenimi ve boğuntusu buradan kaynaklanıyor
Yıldırım‟ın yapıtlarında. Hiçbir zaman onda gösterge genel, uzlaşılmış, doymuş,
hoşnut, uydumcu imge olarak belirmedi ve ortalama (hepimiz eninde sonunda
ortalamanın bir parçasıyız) okur eline aldığında çok sinirlenmiş olmalı bu duruma.
Çünkü okuru az da olsa mutlu edecek bir şey(in kırıntısı bile) yoktur yapıtında. Azıcık
da hoşluk, eğlence gerekmiyor mu peki? Oyun=eğlenmek değil miydi? Değil.
Eğlenmek diyelim ki bir sonuçtur. Oyun eğlenmek için (bir amaca bağlanarak)
kurulmaz. Neredeyse içgüdüseldir ve uyumlu toplumun zorunlu girdilerinin başında
gelir. Zorunluluklara, onların kavranma, giderilme biçimlerine bu nedenle sıkı sıkıya
bağlıdır, her ne kadar bugün bu bağ kopmuş görünüyorsa da. Ama yeterince
imaladığımı düşünüyor, bu konuyu şimdilik, burada kesmek istiyorum. (Gördüğünüz
gibi Yıldırım esinleyen bir ecinni, işte bundan kuşkum yok.)
Yazarımızın anlatıcıları tutkuyla, neredeyse şehvetle anlatırlar. Anlatmaya
düşmüş, daha doğrusu anlatmaya kalmış gibidirler. Dokuzuncu Haşmet karşılıklı
konuşmayı (diyalog) perdeler. Konuşmanın bir yanını siler. Anlatıcı görünür, anlatılan
(kişi) görünmez, ikincildir. Konuşma diğer (asıl) yanın hem kendi, hem öteki
anlatısından (Anlatıcı üzerinden ötekinin tepkilerini okura aktarmak elbette en sıkı
metinlerin bile yüzeylerinde büyük yırtıklar demektir, okurun sindirmekte güçlük
çekeceği bir konu.) sürer. Anlatıcı dinleyici yerine de düşünür, konuşur neredeyse.
Yazarımızın önemli bir teknik atağı diye düşünüyorum bunu. Böyle bir yazar riskini
göze alma nedeni dinleyeni (romandaki gazeteci genç kadın, giderek okur) kendi
21
konumunda tedirgin etmektir, yani yerinden etmektir. Dinleyenin boşluğu anlatanın
karşısında bir olanağın (imkân) değerlendirilmesi ya da heba edilmesi anlamına gelir.
Bir boşluğun, hiçliğin, hiçliğin içinden gelmenin, hiçten belirmenin, anlatanın
karşısında öteki anlatan olabilmenin olanağı... Siyasetin çatılma, kurulma olanağıdır
aynı zamanda. Siyaset eşitler arasında yapılır ve siyasetsizlik demek eşitsizlik,
göstergenin bir ayağının topal kalması, gösterenin gösterileni silmesi anlamına gelir,
gizli ya da açık kasıtla. Yıldırım bize siyaset(sizliğ)imizin öyküsünü anlatmaya
çalışmaktadır aslında. Hadi bir kestirim daha yapalım: Siyasetsiz insan (bu insan ne
demekse) olunmaz. (Homo politicus.) Aslında ortalama bir insan eşitliği ideasında
buluşmadan… Ki hep yeniden yıkılası, kurulası bir ideadan söz ediyoruz. Belki de
anlatıcı ya da dinleyici boşluklarını (hatta boşlukları) berileştiren tekniklerin önemini
kavrıyor, bunu ardçağcı niyetlere bağlamıyoruz. Böyle deneysel çalışmalar içerisinde
çok yazarımız yok. Genç sayılabilecek bir öykü kuşağımız gerçi deniyor bunu. Ama
anlatmanın kendisini irdeleyen, kökündeki zorunluluğu yüze çıkarmaya çalışan
küresel bir kalkışma da var. (Marias, vb.) Sonuçlarını yaşarsak göreceğiz. Öte
yandan bıkkınlık verecek kerte kendini konulaştıran yazma eylemi değil üzerinde
durduğum, bunu belirtmeden geçemem. Zaten Yıldırım da haklı ve etkili biçimde
kendi deneyimine saplanmış, kendine tırmanan sanatsal (yazınsal) girişimleri epeyce
bir makaraya sarmış (yine Selim İleri‟nin Mel’un‟u gibi diyeceğim.) Birkaç rastgele
alıntı yapmak istiyorum örneklemek için MS: Madam Samatya, DH:Dokuzuncu
Haşmet.):
“Acaba akvaryumdaki fetüsten söz ederken pembemsi mor ışık yerine ölgün
fuşyanın solgun ışığı ya da küpeçiçeğinin boynu bükük gölgesi mi deseydim? ” (MS,
17)
“Kısacası, yazarlık anlayışıma daha uygun olan çok daha renkli ve hareketli
biçemi yeğlemedim. Daha doğrusu keçeli kalemin yazının şehvetine kapılıp ilgili
ilgisiz yollara sapmasını elimden geldiğince önledim. Çünkü önceliğim bu lanet
olasıca yere düşmeme neden olan olaylar zincirinin ilk halkasını sizlere paylaşmaktı.
İtiraf etmeliyim ki bu sınırlandırma beni az da olsa sıktı. Gerçi uyguladığım
yöntemden oldukça memnunum, ayrıca heyecana kapılıp yan ve ara yollara sapıp
kaybolmadığım için kendimi kutluyorum. Ama coşmak, yazının yavanlığını
tatlandırmak, kanlı durağanlıktan ara sıra uzaklaşıp başka renkleri, başka kokuları da
anlatmak istiyorum… Dolayısıyla ara sıra yapacağım bazı ihlalleri ve…” (MS, 41)
“Sonunda „ben‟i yeğleyip, kendimi iyice Yusuf Şimşek‟e kaptırıp, içime sinen,
daha doğrusu zamirine uygun birkaç sayfalık bir metin oluşturuverdim. ” (MS, 55)
“Annem, okuma yazma özürlü olmasına karşın, işaretparmağını ağzına sokup
ıslatır, sonra da beni babama gösterip İşte şuracığa yazıyorum, bu Murat‟dan köy de
olmaz, kasaba da deyip parmağının ucundaki tükürüğü bir yerlere, genellikle duvara
sürerdi. Ben ise duvardaki anne lekesine gözümü diker, ıslaklık silinip yitene kadar
titreye titreye beklerdim. Titrerdim, çünkü babam her defasında Yerden göğe kadar
diyerek anneme hak verir, sonra da bana yönelip Uydurukçu! diye bağırırdı.
“Rahmetlilerin oğullarıyla ilgili karamsarlıklarının ilk nedeni tabii ki inatçılığıydı.
Diğeri ise –sizlerin de sezdiği gibi- o‟nun durmadan bir şeyler uydurduğunu,
durmadan yalan söylediğini sanmalarıydı: Evet, çocukluğumdan başlayarak aklımdan
22
öyküler geçiriyor, onları evde, okulda, sokakta anlatıyor, insanları yemin billah
söylediklerine inandırmaya çalışıyordum .” (MS, 269)
“Bakın size ne diyeceğim: Zaman, mekân, yazar gibi, öyküler de önemli
değildir. Önemli olan az önce karşıtlıklar bağlamında iyi-kötü diye sıraladığım
birbirinin içine girmiş durumlardır… İşte ben bunları yazıp duruyorum. Aslında
asırlardır aynı şeyler yazılmasına, asırlardır aynı şeyler anlatılmasına rağmen; kim
iyi-kim kötü, kim şeytan-kim melek bir türlü belirlenemedi. Bu beceriksizliğe son
verecek kişi ben değilim. Haddim de değil. Sakın, Ne diyor bu deli! Diye söylenmeyin;
roman kahramanlarının yanı sıra tarihsel kişilerden de söz ediyorum efendim: Hem
de iyilik ve kötülük bağlamında… Bu konuyu, yani asırlardır süren beceriksizliği
sizlere daha açık şöyle ifade edebilirim:
“Lanet olsun: Yine lafı uzatıyor, yine bahaneler uyduruyor, yine son‟u
geciktiriyorum...” (MS, 284)
“Şahnur Andonyan, Yusuf Şimşek‟in sarsıntı geçirmesine neden olduğu için
kötü biri olabilir mi.” (MS, 292)
“Temizlik işlemini tamamlayamayacak olsan da, yazıyı bitir Murat, hem de bir
an önce…
“İşte bitiyor ve bitiriyorum…” (MS, 336)
“Önemli olan öyküleri anlatan kişinin ben olmam, başka bir şey değil. Bana
kısaca yazar da diyebilirsiniz. Sevinirim buna.
“Aslında kim olduğum yalnızca küçük bir ayrıntı. Zaman‟ı da sakın
sorgulamayın: yaz diyorsam yaz‟dır, kış diyorsam kış‟tır. Bulunduğum yeri ise
aklınıza takmayın. Bütün bunları bir kır kahvesinde ya da akşam rüzgârlarının serin
serin estiği bir kıyı kentinde, hem de buzlu içkiler eşliğinde yazıyor olabilirdim.
“Peki, sizler için bir şey fark eder miydi?
“Hiç sanmıyorum.
“Nasıl olsa sonunda balyalar halinde bir depoya kaldırılmama neden
olacaksınız..” (MS, 292)
[Bu yazıyı bir yerde durdurmam gerekiyor. İki kitabı tanıtmak gibi bir derdim
olmadığına, kendi esinlenmelerime yoğunlaştığıma göre belki son bir iki şeye daha
değinip kesmek iyi olacak. Örneğin, benzetmeli, yansılamalı (analojik) söz(cük)
kullanımı, ‘kitap yemek’ imgesi, vb.]
Ses genel olarak düzyazımızda önemli bir öğe olageldi. Bu, sözlü ekinimizin
düne değin güçlü etkisiyle açıklanabilir belki. Anlatının ses değerlerine, içeriği
boşlayacak kerte tutkuyla bağlıyız. (İmparatorluk merkezi yazıya, reaya söze tutundu
gerçekte.) Sesin fetişleşmesi (kendine dönen ya da yeten sesçil imge) yapıtı
ortaklaştırır (anonimleşme) olumsuz anlamda. Şiir için başlı başına tuzak olduğunu
düşünmekte haksız olmayız. Yazıda tikleşme, takınaklaşma bunalımı doğabilir
buradan. Günlük yaşamlarımızda dilimize takılan şarkı, belli bir söz kalıbına takılıp
kalma, vb. sıkça anlıksal geçici tutulmalarımıza örnektir. Sorun değil. Sorun yapıtı tike
bağlamakta, bilmeden, ayrımsamadan. Okur önüne döne döne gelen bu takınaknesnelerden ( içerik, biçim aygıtları, öğeleri) baygınlık geçirebilir. Gaza gelmiş sanatçı
donanma fişeği gibi çekici takınak gösterisiyle okuru büyüler ama bir yere dek.
23
İbrahim Yıldırım‟a gelirsek… Yazının (roman türünün) tüm özellikleriyle dalga geçen,
roman yazarak tatlı tatlı ama sıkı ve yansılamalı (parodik) bir roman eleştirisi (kritiği)
yapan, özellikle kendi roman geleneğimizi hallaç pamuğu gibi atan, üstüne üstlük
işini, yani romanı çok ciddiye aldığı verdiği emekle de kanıtlanan yazarımızın; yer yer
en iyi anlatım aracının doğrudan yansılama olduğu gerçeğinden yola çıkarak (günlük
dil kullanımında seyrek de olsa dışarıdan sesleri benzeşimli yineleyerek meramımızı
anlatmayı nasıl deniyorsak) ses kullanımının arkasında asıl gülmece duygusu
olduğunu düşünüyorum takınaktan çok. (“Nrank nrank”, “hast hast”, vb.)
“Bay Şahnur ise, köpeğin yanı başında gürlemeyi sürdürüyor, beni bastonla
değil bir sürü Ermenice sözcükle nrank nrank dövüyordu.” (MS, 41)
“Ayrıca bu nesneleri taşıyan çantanın nerede olduğunu sormamı, benim için
büyük önemi haiz eşyayı bana vermelerini ısrarla talep etmemi hast hast diye
yanıtlayan ses de kulaklarımda uğulduyor…” (DH, 33)
Ses fetişten çok bir (tipik) karakter işlevi görüyor burada. Gürbüz ya(p/z)ı
öğelerinden biri gibi, eşitler arasından öne çıktığı oluyor. Keyifli okuma anlarım bu
ataklarla ilgili belirtmeliyim. Hallacımızın yalnızca romanı değil toplumsal
yaşamlarımızı da pamuk gibi attığını ayrıca söylememe gerek var mı?
Buradan giderek basılı kâğıt, kitap yiyen ve yazmaya tutkuyla bağlı roman
kahramanına (Karşı-kahraman mı desek ya da delilerinden biri?) varmak bizi
şaşırtmamalı. Olacağı buydu çünkü. Roman kendini yedi, yiye yiye bitirdi. Ne yazar,
ne okur bu noktada herhangi bir şey yapabil(ir)di. Anlatı kendi üzerine kapa(kla)ndı.
Gördük, içimiz sızladı, gülmemizi tutamadık ama. (Şarlo: gag‟lar) Kör, topal ya, bu da
bir yaşama değil mi? Bu da bir yaşama‟nın anlatıcısıdır İbrahim Yıldırım. Yazmak
üzerine en çok düşünen, yazarak düşünen yazarlarımızdandır. Sanırım eksik algıları
tümleyecek ve giderecek çokboyutlu, kapsamlı yapıtı tezgâhında dokunuyor bir
yandan. Yalnızca okuyabilir, arkasından teşekkür edebiliriz.
Bir şey daha:
Neden ben anlatıcısı kullandığı sorusuna yanıtım; ben‟in esneme yeteneği,
plastikliği.
24