41.sayıya ulaşmak için tıklayınız
Transkript
41.sayıya ulaşmak için tıklayınız
CMYK CMYK Halkın Kurtuluş Partisi’nden... Kurtuluş Partili Kadınlar: “Yaşamın yarısı biziz, kavganın yarısı da biz olmalıyız!” Kurtuluş Partili Kadınlar, 25 Kasım “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü” dolayısıyla yayımladıkları bildiriyle, tüm Kadınları Halkın Kurtuluş Partisi saflarında her türden sosyal eşitsizliğe ve ayrımcılığa karşı mücadeleye çağırdı. 19 Aralık Cezaevleri Katliamlarını Unutmadık, Unutturmayacağız! Engelliler Toplumun Eşit Bir Parçasıdır Kurtuluş Partisi İl örgütleri yaptıkları açıklamalarla, 19 Aralık Cezaevi Katliamlarını lanetlediler. Diri diri yakılan devrimci tutsakların çığlıklarını unutmadık ve unutmayacağız. Devrimcilerin çığlıkları, bir gün elbet halkımızın zafer çığlıklarına dönüşecektir. İşte o zaman bu katliamları yapan Parababaları uşakları kaçacak delik arayacaklardır. Ama şunu iyi bilsinler ki, Halk iktidarında zaman aşımı olmayacaktır, dedi. Kurtuluş Partisi, Dünya Engelliler Günü dolayısıyla yaptığı açıklamada, tüm engellilerimizin günlerini kutladı. Kurtuluş Partisi yaptığı açıklamada: İnsanlığın tüm sorunlarının kaynağında olduğu gibi, engelli insanlarımızın sorunlarının kaynağı da yaşanan Parababaları düzenidir. Çözümü ise insanın insana kulluğunu yok edecek olan Sosyalizmdedir. Sosyalizmin eşit-adil-hakça üretim ve üleşim düzenindedir, dedi. www.kurtulusyolu.org ISS 1305-8975 YIL: 4 • SAYI: 41 •27 ARALIK 2008 Kriz Bahanesi ile İşten Atılmalara, Zamlara Son Halkın Kurtuluş Partisi: İ 15 GÜNLÜK SİYASİ GAZETE FİYATI: 50 Ykr Emperyalizmin (Yerli-Yabancı Parababalarının) Krizinin Faturasını, İşçi Sınıfımıza ve Halkımıza Ödetmeye Çalışanlar Tarih Önünde Hesap Vereceklerdir. HALKIMIZA çerisinde yaşadığımız son aylarda kapitalizmin en son tekelci aşaması olan Emperyalizm, tam da merkezinden-ABD’den başlayan ve İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, İspanya, Kanada, Rusya, İsveç, İzlanda, Türkiye vb. tüm ülkeleri etkisi altına alan ve 1929’dan bu yana en önemli kriziyle karşı karşıya kalmıştır. Finans krizi olarak adlandırılan, ancak bizim bildiğimiz gibi, kapitalizmin en son aşaması olan emperyalizmin kaçınılmaz krizi sonucu, ABD’de bu güne kadar 11 büyük finans işletmesi battı. Dünyanın en büyük otomotiv şirketlerinden olan ABD’nin General Motors’u batma noktasına geldi. Birçok ülkede FinansKapitalistlerin onlarca işletmesi ya battı, ya el değiştirdi ya da devletleştirildi. ABD bütçesinden ayrılan 850 mil- İşçi Sınıfımız İşten Atılmalara karşı İşgal ve Direnişlerle savaşıyor Devamı sayfa 10’da Yaşasın Ünsa Direnişimiz ve Sinter İşgalimiz! P arababalarının oyunları bitmek bilmiyor. Yerli yabancı Parababaları, son aylarda kriz bahanesi ile fırsat bu fırsat deyip, işçileri -haklarını vermedentopluca işten çıkarmaktadır. Krizin faturasını İşçi Sınıfına ödetmek istemektedir. Ancak İşçi Sınıfı kendisine yönelik bu saldırılara direnişlerle, grevlerle cevap vermektedir. Bu çok açık kanunsuz işten çıkarmaların bir tanesi de Ünsa Çuval fabrikasında gerçekleşti. Ünsa fabrikasında 2 bin işçi çalışmaktadır. Çalışan 300 işçi DİSK’e 24 Aralık Maraş ve 19 Aralık Cezaevi Katliamlarını lanetliyoruz! A ralık ayı da Mart ayı gibi talihsiz bir aydır. Katliamlarla doludur çünkü o da… Çok acı, kanlı katliamlar… 24 Aralık 1978’de, Kontrgerilla’nın sivil kanadı olan MHP, Maraş’ta “solcular camiye bomba koydu” provokasyonuyla 111 solcu-Alevi insanımızı vahşice katletti, 1000’den fazla insanımızı yaraladı ve birçok ev ve işyerini harabeye çevirdi. Daha sonra bu boyutta olmasa da aynı senaryo; Sivas, Kayseri, Trabzon, Tarsus, Çorum ve Malatya’da tekrarlandı. Tâ ki 12 Eylül Faşist Darbesi gerçekleştirilene kadar… Maraş Katliamı; 27 Mayıs Politik Devamı sayfa 11’de Devriminden sonra toplumda hızla yayılıp gelişen Sosyalist Hareketin ve Sosyalist Kültürün kökünü kazımak amacıyla, ABD’nin ve onun casus örgütü CIA’nın tezgâhladığı 12 Eylül Faşist Darbesini oturtmak için yürürlüğe koyduğu kanlı bir senaryoydu. CIA’nın tetikçileri ise Panama’daki Kontrgerilla okulunda CIA tarafından eğitilmiş Alpaslan Türkeş’in “komandoları”ydı. Bugün, dünyanın başhaydudu, kanlı zalim ABD Emperyalizmi; ülkemizin ekonomisinden siyasetine, kültürüne kadar her şeyini yönetmektedir. ABD Emperyalizmi, özellikle Sosyalist Kamp’ın yıkılmasından sonra Dünyayı istediği gibi sömürmektedir. Bunun için de, gerekli gördüğü yerlerde her türlü “operasyonu” yapmaktadır. ABD, bu amacına ulaşmak için bizim gibi geri ülkelerin devletlerini uydulaştırmakta, yönetici olarak da Amerikancı siyasetçileri getirmektedir. Bu ülkelerde istediği gibi faşist darbeler yaparak, katliamlara girişmekten çekinmemektedir. Maraş Katliamı da, bu hayâsız emperyalist planların ülkemizde uygulananlarından sadece birisidir. Devamı sayfa 2’de Başyazı Görmek isteyen herkesçe görülmektedir ki, Ergenekon Davası bir CIA Operasyonudur 2 001’de Tuncay Güney’i sorgulayan, o dönemin “Organize Suçlarla Mücadele ve Kaçakçılık Şube Müdürü” Adil Serdar Saçan, yardımcısı Ahmet İhtiyaroğlu’na diyor ki; “Ergenekon operasyonunu Tuncay Güney’in bize anlattıklarına göre başlatmışlar.” (Milliyet, 29 Kasım 2008) Türkiye Yahudi Cemaati de T. Güney’in davadaki önemini şöyle belirtiyordu. 16 Kasım tarihli Milliyet’ten okuyalım: “Türkiye’nin gündeminde olan önemli olaylarla ilgili en kilit adamın, bir Yahudi din adamı kisvesi altında biri olması, ters bir olay.” (agy) Gördüğümüz gibi Milliyet yazarı da, Musevi cemaati sözcüsü de Tuncay Güney’in, bu davanın kilit ismi olduğundan hemfikirdir. Kaldı ki tüm objektif olmaya çalışan yazarçizerler de aynı görüştedir. Biz, bu dava maskeli CIA operasyonu başlatıldığında, devrimci teorimizin ışığını olayın üzerine düşürerek, Tuncay Güney’in CIA adına bu davada görev yaptığını görmüş ve göstermiştik. Davanın amacının da, Türkiye’deki antiemperyalist, yurtsever ve laik güçleri tasfiye etmek olduğunu söylemiştik. Bunları teorimizin gücüyle görmüştük. Bugün artık gün gibi açığa çıktı ki, davanın kilit ismi olarak nitelenen Tuncay Güney, Sabah gazetesinde yayımlanan bir MİT belgesine göre, MİT’in “İpek” kod adlı bir elemanıymış. Belgenin yayımından sonra MİT’ten yapılan açıklama ise gazetelerde şöyle yer aldı: “MİT adres verdi EYMÜR “Milli İstihbarat Teşkilatı, 2001’de verdiği ifadelerle Ergenekon’da kilit rol oynayan Tuncay Güney’in bir dönem Mehmet Eymür’ün başında olduğu ‘Kontr Terör Merkezi’nce kullanıldığına işaret etti. Devamı sayfa 8’de 2 27 Aralık 2008 Kurtuluş Partisi’nden Tarih Önünde Yargılanacak Olan Tayyipgiller’dir! Partimiz Genel Sekreter Yardımcısı ve Ankara İl Başkanı Av. Sait Kıran’ın Yargılandığı Tayyip Erdoğan’a Hakaret Davasının ilk duruşması yapıldı. H alkın Kurtuluş Partisi olarak; AKP ve MHP’nin el ele vererek yaptığı türbanı üniversitelerde serbest bırakan Anayasa değişikliği (Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerinde yapılan değişiklik) üzerine, bu eylemin “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının öngördüğü Laik-Demokratik Düzeninin ortadan kaldırmaya, bu düzenin fiilen uygulanmasını önlemeye teşebbüs” suçu (TCK 309/1) ve “Halkı din ve mezhep farklılığı gözeterek birbiri aleyhine kin ve düşmanlığa tahrik” (TCK 216/1) suçu oluşturduğu gerekçesiyle Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli başta gelmek üzere bu yasa değişikliğini yapan tüm milletvekillerinin yargılanarak cezalandırılmalarını talep eden bir suç duyurusunda bulunmuştuk. Suç duyurusunun ardından da adliye önünde basın açıklaması gerçekleştirmiştik. İşte Partimiz adına bu basın açıklamasını gerçekleştiren Av. Sait Kıran hakkında, bu konuşmasında Tayyip Erdoğan’ı hukuksal ve siyasal olarak teşhir etmesinden dolayı, kamu görevlisine hakaret suçlamasından dava açılmıştır. Oysa Tayyip Erdoğan’ın eleştiriye konu eylemi, Anayasa Mahkemesi’nce “laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline gelme” sebebi olarak kabul edilmiştir. Nitekim üniversitelerde türbanı serbest bırakan Anayasa değişikliği de laiklik ilkesine aykırılığından dolayı iptal edilmiştir. Şayet Yüksek Mahkeme, yaptırım olarak hazine yardımının kesilmesine değil, AKP’nin kapatılmasına karar verseydi, Tayyip Erdoğan’ın siyasi yasaklılığı ortaya çıkacak, kamu görevlisi sıfatını kaybedecek ve içerisinde bulunduğu eylem nedeniyle belki de ceza yargılamasına tabi tutulacaktı. Demek ki, Halkın Kurtuluş Partisi siyaseten olduğu kadar hukuken de haklı çıkmıştır. Yargılanması gereken vatan haini, laik- lik-demokrasi ve hukuk düşmanı Tayyipgiller olması gerekirken, yurtsever ve halksever devrimci-demokrat aydınlar yargılanmaktadır ne yazık ki. İşte bu “ortaoyunu” yargılamanın ilk sorgu duruşması 27 Kasım günü Ankara 2. Sulh Ceza Mahkemesinde yapıldı. Av. Sait Kıran, duruşmada, türban değişikliği ve benzer uygulamaların karşıdevrim niteliğinde olduğunu ifade ettiği savunmasıyla AKP’yi bir kez daha teşhir etti. Kurtuluş Partili avukatların, Kıran’ın avukatlık görevi nedeniyle Adalet Bakanlığı’ndan izin alınması gerektiği şeklindeki dava şartını öne sürmeleri üzerine, bu talebin değerlendirilmesi için dava 24 Şubat 2009 tarihine ertelendi. Duruşma çıkışında Halkın Kurtuluş Partisi üyeleri ile yönetici ve avukatları adına Av. Doğan Erkan tarafından basın açıklaması gerçekleştirildi. Erkan açıklamasında, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarıyla Kurtuluş Partisi’nin tezlerinin kanıtlandığını, asıl yargılanması gerekenlerin Tayyip Erdoğan ve benzerleri olduğunu; Türkiye üzerinde AB-D Emperyalistleri ve yerli satılmışlar tarafından iki projenin atbaşı biçimde inşa edilmek istendiğini, bu projelerin “Yeni Sevr” ve “Ilımlı İslam” olduğunu söyledi. Ilımlı İslam projesine dönük olarak yaşanan türban değişikliği sürecinin namusluyurtsever-laik yargıçlarca bir süreliğine de olsa frenlenebildiğini ifade eden Erkan, Kurtuluş Partililerin bu gerici-halk düşmanı saldırılara karşı mücadele etmek için bugüne kadar her türlü baskı ve zulmü göze aldığını, bundan sonra da her türlü baskının, dava-tutuklama-mahpuslukların vız geleceğini vurguladı. Kurtuluş Partili Hukukçular 24 Aralık Maraş ve 19 Aralık Cezaevi Katliamlarını lanetliyoruz! Baştarafı sayfa 1’de 19 Aralık 2000’de Parababaları düzeni, F Tipi Cezaevlerine karşı Ölüm Orucu ve Açlık Grevi eylemi ile direnen devrimci tutsaklara vahşi bir şekilde saldırarak, ilk anda 28 devrimci tutsağı şehit etmiş, onlarcasını yaralamıştır. Devrimcileri her ne pahasına olursa olsun yok etme derdinde olan Parababaları, onları bedenen yok edemediklerinde cezaevlerinde tutsak ederek halktan soyutlamak isterler. Ama halkımızın en ileri unsurları olan devrimciler, cezaevlerinde tutsak edilmekle teslim alınamazlar. Bunu bilen Parababaları bu kez onları F tipi denen hücrelere koyup yalnızlaştırmak, zayıf kişilikli, zayıf bilinçli insanlar haline getirmek, kafaca ve bedence sakatlayacak olan yoğun işkencelerle yok etmek isterler. İşte buna boyun eğmeyen ve cezaevindeki tek mücadele aracı olan bedenini ortaya koyan devrimciler, Ölüm Orucu ve Açlık Grevi eylemleriyle F tiplerine karşı mücadele ettiler. Ancak kan içiciler, insanlıktan nasibini almamış olan caniler, “Hayata Dönüş” operasyonu adı altında devrimci canları, yakarak, kurşunlayarak, bombalayarak yok etmeye çalıştılar. Ülkemizde yaşanan bu kanlı katliamlar, Parababaları düzeninin halk düşmanı, devrimci düşmanı yüzünü bir kez daha gözler önüne seriyor. Onlar kendi çıkarları için devrimcilerin ve emekçi halkımızın kanını içmekte en ufak bir tereddüt bile göstermiyor. Yaşanan bu insanlık dışı katliamları, yıldönümleri dolayısıyla bir kez daha lanetliyoruz. Tarihte katliamcılar hep Tarihin çöplüğüne atılmış ve halkın iradesiyle defterleri dürülmüştür, isimleri cisimleri lanetle anılmaktadır. Maraş ve Cezaevleri Katliamlarının katilleri de elbet halkımıza hesap verecek, hak ettikleri yere, “lağım çukuruna” süpürüleceklerdir. 19.12.2008 Sinter İşçileri: İşgalden Direnişe7 Mücadele devam ediyor! Kurtuluş Yolu/İstanbul Sinter İşçileri, 22 Aralık’ta fabrikayı işgal etti. Ümraniye Yukarı Dudullu Bölgesi’nde 500 kişinin çalıştığı Sinter Metal işyerindeki işçilerin Birleşik Metal-İş Sendikası’na üye olması üzerine işveren işçilere işbaşı yaptırmadı. Bunun üzerine, Sinter İşçileri 22 Aralık’ta fabrikayı işgal etti. Sinter İşçileri, 22 Aralık’ta 07.30’da fabrika önünde, işten atılan sendikalı arkadaşlarıyla ilgili eylem yaptılar. Eylemin ardından işbaşı yapmak için fabrikaya girmek isteyen işçilere seslenen işveren, eyleme katılan işçilerin tümünün işlerine son verildiğini söyledi ve kapıları işçilerin yüzüne kapadı. İşverenin üretimi durdurması ve fabrika tabelalarını sökmesinin ardından, işçiler durum hakkında bilgi almak için demir kapıların üstünden atlayarak üretim alanına girdiler. Burada bekleyen işçiler, “İnadına Sendika, İnadına DİSK” sloganları atarak İşgal başlattı. Fabrikada işçilere seslenen Birleşik Metal-İş Örgütlenme Sekreteri Özkan Atar; “İşverenin saldırılarının psikolojik yıpratma politikası olduğunu belirterek, işçilerin sendikanın güvencesi altında olduğunu” söyledi. Sabah işçilerle birlikte fabrikaya gelen D bırakılmayacağını belirtti. Birleşik Metal İş Sendikası’nın İşçilerle birlikte almış olduğu karar doğrultusunda mücadele fabrika önünde devam ediyor. Sinter İşçilerinin İşgali, Direnişte devam ediyor. İşçileri, DİSK’e bağlı sendikalar, KESK ziyaret etti. Nakliyat İş Sendikası yöneticileri ve Halkın Kurtuluş Partisi de İşgal ve Direnişin ilk gününden itibaren İşçilerle dayanışma içerisinde. reel sektöre “yardım olarak” veya yaklaşan yerel seçimlerde AKP iktidarına oy olarak geri dönecek yatırımlara aktarılması kaçınılmaz olacaktır. “Nasıl ki AKP ve sermaye, yaşanan krizi kendi hak ve çıkarlarının korunması temelinde aşmak istiyorsa, bizler de; işçiler, emekçiler, işgücüyle yaşayanlar olarak kendi taleplerimiz etrafında mücadele etmek ve en geniş toplumsal muhalefeti örgütlemek, harekete geçirmek zorundayız. Bu tespiti yapan çeşitli halk örgütleri ve zam haberiyle uyanmadığı günün kalmadığına, yoksullaşma oranının gün geçtikçe büyüdüğüne dikkat çekti. “AKP hükümeti, kamu emekçisine, işçiye, emekliye, dul ve yetimlere zam yaparken yüzde 2-3’leri geçmiyor ama doğalgaza, elektriğe, ulaşıma, haberleşmeye yani temel tüketim maddelerine gelince neredeyse yüzde yüzlere varan zamları yapmakta tereddüt etmiyor” dedi. Basın açıklamamız halkın da yoğun ilgisiyle karşılandı. Toplam sayının yaklaşık 110 kişiyi bulduğu basın açıklaması sıra- meslek örgütleri olarak yaşanan krizin yarattığı işsizliğe ve zamlara karşı örgütlü bir mücadelenin başlatılması kararlılığındayız” diyerek konuşmasını noktaladı. Ardından sözü Eğitim Sen MYK Üyesi Serpil Açıl Özer aldı. Özer konuşmasında, hükümetin, ekonomik krizin yükünü vatandaşın sırtına yüklediğini belirterek, vatandaşın yeni bir sında sık sık “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek”, “İşsizliğe Pahalılığa Zamma Zulme Son”, “Yaşasın DİSK Yaşasın KESK” sloganları atıldı. Nakliyat-İş, işten atılmalara ve zamlara karşı alanlarda İSK’in ve KESK’in aldıkları ortak karar doğrultusunda 26 Kasım Çarşamba günü Konya’nın en merkezi yeri olan Zafer Meydanı’nda DİSK/Nakliyat-İş ve Eğitim Sen Konya Şubeleri tarafından ortak düzenlenen ve siyasi partiler ile bazı halk örgütlerinin de desteklediği bir basın açıklaması yapıldı. Eylem, Nakliyat-İş üyesi işçilerin saat 11:30’da Nakliyat-İş ve DİSK Bölge Temsilciliği yazılı pankartın arkasında seksen kişilik bir kortejle sendika önünden Zafer Meydanı’na doğru yürüyüşüyle başladı. Nakliyat-İş üyesi işçiler Zafer Alanı’na “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek” sloganlarıyla coşkulu bir şekilde girdi ve orada KESK’e bağlı sendikalar ve diğer halk örgütleriyle buluşuldu ve basın açıklaması başladı. Basın açıklaması Eğitim-Sen Konya Şube Başkanı Celalettin Dinç’in kısa bir konuşma yapmasıyla başladı. Bu konuşmanın ardından sözü DİSK İl Temsilcisi ve akliyat-İş Konya Bölge Temsilcisi Ali Özçelik aldı. Özçelik konuşmasında kısaca; “Bütün dünyada bir ekonomik kriz yaşanmakta. Ancak ülkemizde bu kriz çok önceden başladı. 2008’in ilk aylarından itibaren büyümede yaşanan durgunluk, işsizlikte yaşanan artış ve artık kimsenin saklayamaz hale geldiği hayat pahalılığı, halkımızı olumsuz yönde etkilemektedir. Geçen süreçte anlaşıldı ki, hükümet, ekonomik krizin tüm yükünü zamlar yoluyla emekçi ve yoksul kesimlerden çıkartmak istemektedir. “Önümüzdeki süreçte de gerek işsizlik gerekse yeni zamlarla devlete para aktarılması ve bu paranın, bir yönüyle finans ve Selam Olsun Bizden Önce Geçene! Selam Olsun Savaşırken Düşene! Konya’dan Kurtuluş Partili İşçiler DEVRİMCİ MÜCADELEMİZDE YA;IYOR Eğitim Emekçisi Yoldaşımız Orhan Melek Demiröz, kısa ömründe insanlığından başka her şeyini Türkiye İşçi Sınıfının ve Halkının kurtuluş davasına adadı. Yol ver ölüm Çök yıkıl ey mezar Bak Devrim dev gibi dimdik İnsan ateştir, yanarken yakar Bomba patlarsa açılır gedik Maraş Katliamının Hesabı Sorulacak! 19 Aralık Cezaevleri Katliamını Unutmadık! Devrim Şehitleri Ölümsüzdür! Katiller Halka Hesap Verecek! Halkın Kurtuluş Partisi İstanbul İl Örgütü DİSK Merkez Yönetim Kurulu Üyesi ve Nakliyat-İş Sendikası Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu da işçilere bir konuşma yaptı. Direnişteki işçilerin yanında olduklarını ifade eden Küçükosmanoğlu: “İşçi Sınıfının haklı mücadelesi meşru ve haklıdır. Ayrıca Anayasaya ve hukuka da uygundur” dedi. Sinter işçilerinin mücadelelerinin Türkiye İşçi Sınıfının mücadelesinden ayrı düşünülemeyeceğini vurgulayan Küçükosmanoğlu, Sinter İşçisinin yalnız Doğan Terlemez 1956/16.12.1976 Orhan Melek Demiröz 1946/06.11.1987 Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: M. Cihan Çakır Yönetim Yeri: Bestekâr Osman Sokak ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli Basıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah. 8/19 Cağaloğlu/İST Telefaks: (0212) 512 43 95 Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30 internet: www.kurtulusyolu.org e-posta: kurtulusyolu@kurtulusyolu.org 3 27 Aralık 2008 CIA Ajanı G. Fuller! Hevesin kursağında kalacak! A ksiyon dergisi yazarlarından Taner Korkmaz, “A!KARA-WASHI!GTO! HATTI-Amerikan İktidarının Sonu” kitabında Abdullah Gül’ün devlet başkanı seçilmesini: “Gül ‘Yeni Ankara’nın adayı “Gazeteci Tamer Korkmaz, (…) gelinen noktada Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün “Yeni Ankara”nın adayı olduğunu düşünüyor.” diye değerlendiriyor. Yeni Şafak gazetesinden Hakan Albayrak, Ergenekon soruşturmasını konu alan 2 Temmuz 2008 Çarşamba günkü yazısını: “Yeni Ankara”nın mimarlarına selam olsun! “O Ankara er veya geç payidar olacaktır inşaallah.” diye bitiriyordu. CIA Türkiye Masası Eski Şefi ve CIA Ulusal İstihbarat Konseyi Başkan Yardımcısı, CIA’nın RAND şirketinde siyaset bilimci, Vancuwer (Kanada) Simon Fraser Üniversitesinde misafir Tarih Profesörü ve Müslüman Dünya ile İlişkiler Danışmanı, Analist, bağımsız bir yazar (Bu kadar sıfattan sonra nasıl bağımsız olabiliyorsa(!)), Graham Fuller’in ABD’de 2007 yılında, Türkiye’de ise Mart 2008’de yayımlanan “Yükselen Bölgesel Aktör Yeni Türkiye Cumhuriyeti” adlı kitabına, “Yeni Türkiye İçin !e Dediler?” başlıklı bölümünde yazan ABD’li Ian Lesser de şöyle diyor: “Yeni Türkiye’yi ve onun başkaları için ne anlam ifade ettiğini anlamak isteyenler için çok önemli bir eser.” (Ian Lesser, ABD Alman Marshall Fonu Kıdemli Transatlantik Üyesi, Washington D.C. Woordow Wilson Merkezi Kamu Politikası Uzmanı, Aktaran: Graham Fuller, Yükselen Bölgesel Aktör Yeni Türkiye Cumhuriyeti, s. 7) Yani ABD Emperyalistlerinin ve onların ülkemiz medyasındaki kalemşorlarının, yazarçizerlerinin lügatinde Türkiye Cumhuriyeti’nin adı artık “Yeni Türkiye Cumhuriyeti”. Doğal olarak da bu Cumhuriyet’in başkenti de “Yeni Ankara”… “Yeni” kavramını sadece Ortaçağcı Tayyipgiller’in medyası kullanmıyor. Başta Taraf yazarlarının tamamı olmak üzere, dönekliğinin kitabını yazmış Milliyet’in yazarı Hasan Cemal’inden, Derya Sazak’ına, Taha Akyol’undan Çetin Altan’ına kadar yazarçizerleri ve Radikal’in İsmet Berkanı vb.leri de aynı kavramı sürekli ve geliştirerek kullanıyorlar, açımlıyorlar ve yeni yeni örneklerle kanıtlamaya çalışıyorlar durup dinlenmeden. Emperyalistler ve onların ülkemizdeki kalemşorları, kendileri açısından olumsuz bir durumun ya da kurumun tersine dönmesi halinde, yani esasta olumsuz bir hale dönmesine ise olumlu anlamda “Yeni” ibaresi ekleyerek olumluluyorlar. Taha Akyol’un “Yeni DİSK” demesi gibi, “Yeni KESK” denmesi gibi… Ve “Yeni Sol” denmesi gibi… Şimdi okuyalım Bay Graham Fuller’in “yeni” kitabına yazdığı Önsüz’ü ve görelim bakalım “Yeni”den kastı ne Fuller’in: “Türkiye hakkındaki bu yeni kitabımın Türkçe çevirisine önsöz yazma fırsatı bulduğum için çok memnunum. “Her şeyden önce, -İngilizce baskısıyla aynı başlığı taşıdığını varsayarak- kitabın başlığı konusunda bir yorum yapayım. Söz konusu başlık benim tarafımdan değil, ABD’deki yayıncı tarafından seçilmiştir ve korkarım biraz yanıltıcı olabilir, zira kitap gerçekte Türkiye’de bir “Yeni Cumhuriyet”ten değil, daha çok yeni bir dönemden söz etmektedir. Doğru başlık “Türkiye’nin Dünyadaki Yeni Yeri” olmalıdır, çünkü kitabın odaklandığı nokta budur.” (G. Fuller, agy, Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin Türkçe Çevirisine Önsöz, s. 17) İyi de Bay Fuller, adına ne dersen de, Türkiye için biçtiğin (daha doğrusu ABD’nin biçtiği) rol, Ilımlı İslam değil mi? Bu da “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” anlamına gelmez mi? Bunun böyle olduğunu aşağıdaki satırlarda bizzat kendin en açık biçimde dile getiriyorsun: “(…) şu anda Türkiye hakkında hayatımda olmadığı kadar olumlu düşünüyorum. Türkiye’ye ilk gittiğimde ülkenin devasa sorunları vardı. Bugün inanıyorum ki Türkiye’de durum daha önce hiç olmadığı kadar iyidir. Ülke refah içindedir. Ilımlı İslamcı bir çizgiyi siyasi düzene başarılı bir şekilde entegre etmiş dünyadaki ilk Müslüman ülke Türkiye’dir. Zorlu Kürt sorununu çözme yolundadır. Kürtlerle olan durum, problemli olmakla birlikte, Kürt sorunu hakkında yazdığım 1990’ların ortalarındaki durumdan çok daha iyidir. Özal’a kadar giden reformlar sayesinde ekonomi de daha iyi durumdadır. Kendine daha güvenir durumda olan ülke şu anda, Orta Doğu dâhil olmak üzere dünyadan, modern zamanlarda hiç olmadığı kadar saygı görmektedir.” (agy, s. 18) AB-D, Sovyetler Birliğine karşı 0eriatçı hareketleri destekledi “Ilımlı İslamcı bir çizgiyi siyasi düzene başarılı bir şekilde entegre etmiş dünyadaki ilk Müslüman ülke” haline getirmişsiniz Türkiye’yi. Daha farklı nasıl bir “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” düşünüyordunuz ki? Düşündüğünüz, istediğiniz, yapmaya çalıştığınız ve de yaptığınız şey bu değil mi? Bunu daha önce Türk gazeteci Devrim Sevimay’a verdiğiniz (Vatan Gazetesi’nde) bir röportajda açıkça söylemediniz mi? “AKP İslam dünyası için iyi bir örnek. Sonuçtan memnun musunuz peki? “Bence şu anda Türkiye çok iyi bir noktada.” (Devrim Sevimay, Vatan, …1994) diyordunuz o zaman. Yani 1994’lerde... Ve şimdi de ne diyorsunuz? “(…) şu anda (Mart 2008’de – K. Y.) Türkiye hakkında hayatımda olmadığı kadar olumlu düşünüyorum.” Yani başarmışsınız size göre. O yüzden de: “Bu kitabı Türk insanına ve onun başarıya ve kazanımlara doğru –sağlığımda şahit olduğum- yürüyüşüne ithaf etmekten mutluyum.” (G. Fuller, agy., s. 20) diyorsunuz. Nereye “yürüyüş”? “Ilımlı İslamcı bir çizgiyi siyasi düzene başarılı bir şekilde entegre etmiş dünyadaki ilk Müslüman ülke”ye yürüyüş… Değil mi Bay Fuller?.. Ama “sağlığımda şahit olduğum”, diyerek erken bayram ediyorsun. Bir: henüz yaşıyorsun ve hayat akıyor. “Yürüyüş” devam ediyor. Sizin için de, bizim için de... İki: Sizin ülkenizde ne derler bilmiyoruz ama bizim ülkemizdeki bir deyimde: “Erken öten horozun başını keserler”, denir, Bay Fuller. Siz, “erken öt”üyor ve erken bayram ediyorsunuz be Bay Fuller. Hem de çok erken… Bilir misiniz ki; “Gün doğmadan meşime-i şebden neler doğar...” Size erken öttüğünüzü ve erken bayram ettiğinizi kanıtlayıverelim mi? Siz ve yöneticisi olduğunuz CIA, Sovyetler’e karşı Afganistan’da mücadele eden “cihatçıları, Taliban’ı, Kuzey İttifakı”nı, vb. vb…lerini desteklediniz, Afganistan’ın Sosyalist İktidarını ve onun devrimci, yiğit önderi Necibullah’ı iktidardan devirmek için. Devrim Sevimay’a verdiğiniz röportajda aynen şöyle söylemiştiniz: “(…) bütün dünya radikal İslam’ı Sovyetlere karşı kullanmak istedi. Sadece ABD değil. Bütün Arap dünyası, Avrupalılar, herkes Sovyetler bir hezimete uğrasın diye yardım ettiler. Parayla, silahla... Her şekilde...” (agy) “Parayla, silahla... Her şekilde...” yürütülen mücadele ve Leninci Bolşevik Partisi’yle ilgisi kalmamış ve Bürokratik Sosyalizme karmış Sovyet liderlerinin alçakça ihaneti sonucunda Afganistan’ın yalnız bırakılmış, yalıtılmış Sosyalist İktidarı ve önderi Necibullah Yoldaş kahramanca direndi ancak yenildi. İktidarı bilumum tonlarıyla Şeriatçılar ele geçirdi. “Sadece ABD değil. Bütün Arap dünyası, Avrupalılar” bayram ettiniz… Sovyetler ve Sosyalist İktidar yenilmiş, Emperyalizm kazanmıştı! Ama bugün baktığımızda sonuç ne? Şeriatçılar arasında yaşanan mücadeleler sonrasında iktidara Taliban geldi. Sosyalist Kamp yıkılıp, tehlike olmaktan çıkınca, Afganistan’daki Şeriatçılar size, Batılılara karşı mücadeleye başladılar. Taliban ve El Kaide, 11 Eylül 2001’de gerçekleştirdikleri “İkiz Kule” saldırılarıyla sizi -ABD’yi- kalbinizden vurdular. Ve siz bir kez daha “Parayla, silahla... Her şekilde...” saldırarak, Taliban iktidarını yıktınız, yerine size sadık Şeriatçı unsurları getirdiniz. Taliban da yenilmiş, “Ilımlı İslam”cı bir Şeriatçı hareket (Karzailer, Raşit Dostumlar, vb…) iktidara gelmişti… Bir kez daha bayram ettiniz. Ama aradan geçen onca yılın sonunda Afganistan’da askeri açıdan düştüğünüz utanç verici durumlar da ne öyle Bay Fuller? Şehirler, kasabalar, köyler basılıyor, kurduğunuz garnizonlar basılıp yıkılıyor, cezaevleri basılıp tüm mahkûmlar kaçırılıyor… Aynen Vietnam’da ya da Irak’ta olduğu gibi asker, daha çok asker, daha çok asker… deyip duruyorsunuz. NATO ülkeleri de bu savaşa katılmalıymış, terörle mücadele herkesin göreviymiş, vb. vb… diye bağırıp duruyorsunuz. Hani “para, silah, her şekil” ne oldu?.. Ya Irak?.. Irak’ta ne oldu?.. Irak’ı işgal ederek seçilmiş yönetimi devirdiniz, Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’i ve yardımcılarını astınız. Sonuç ne oldu? Irak’ta direniş var gücüyle devam ediyor. Vietnam’dan sonra en büyük askeri kaybı Irak’ta verdiniz. Askerleriniz ve ülkeniz bir kez daha “Vietnam Sendromu” yaşamaya başladı. Öyle değil mi Bay Fuller?.. Türkiye, 1923’lerde mi saygındı, 2000’lerde mi?.. Yine Önsöz’ünüzde: “(…) Kendine daha güvenir durumda olan ülke şu anda, Orta Doğu dâhil olmak üzere dünyadan, modern zamanlarda hiç olmadığı kadar saygı görmektedir.” diyorsunuz. “Yağcılarda inecek var” mı diyelim, “o kadar büyük yalan söyle ki, duyanlar bu kadarı da yalan olmaz desin”, diyen Nazi Propaganda Bakanı Göbels’i mi hatırlayalım? Ülke “kendine daha güvenir durum”daymış ve “Orta Doğu dâhil olmak üzere dünyadan, modern zamanlarda hiç olmadığı kadar saygı görmekte”ymiş.. Öyle mi gerçekten? Bir cümlede kaç yalan, kaç vuruş?.. Türkiye Cumhuriyeti ne zaman kuruldu? 1923’te. Türkiye, 1920’lerde mi daha “saygı gör”üyordu, 2008’lerde mi? Ekim Devrimi’nin Önderi Lenin’in, Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mıza ve onun önderi Mustafa Kemal’e ilişkin değerlendirmelerini, gazetemizdeki yazılarımızda aktardık. Lenin’in görüşleri çok açık ve çok net hatırlayacağımız gibi: “Mustafa Kemal sosyalist de- CIA Türkiye Masası Eski Şefi Graham Fuller ğil ama akıllı bir devlet adamı…” diyerek Mustafa Kemal’i övüyor ve saygısını belli ediyordu. Şimdi de, 2008’lere gelmeden önce, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran (Ama “Yeni”(!) Türkiye Cumhuriyeti’ni değil, Birinci Kuvayimilliyeci atalarımızın, Türk ve Kürt Halklarımızın ve azınlık insanlarımızın ortak çabalarıyla kurdukları Kurtuluş Savaşı kahramanlarının, önderlerinin saygınlıklarını ve onların kendilerine ve Halklarımıza olan güvenlerini görelim: “Gazi, İsmet paşa’yı Eskişehir istasyonunda sevgiyle kucaklar, bağrına basar. Olan biteni İsmet paşa’nın ağzından dinlemek için sabırsızlanmaktadır. İsmet Paşa’yı Lozan’dan beri takip etmekte olan yerli ve yabancı basın ordusu da Eskişehir’e gelmiştir. “(…) “Mustafa Kemal ve İsmet Paşa yanındakilerle birlikte Eskişehir istasyonundan ayrılırken bir fırsatını bulup yanlarına kadar gelen (…) Fransız bayan gazeteci şöyle sorar: “-Paşam Lozan Konferansı sırasında çok hararetli ve hırçın görüşmeler oldu. İsmet Paşa çok güzel Fransızca bilmesine rağmen çok ağır duyuyor. Ağır duymasından dolayı da söylenenleri dinleyemediği kulaktan kulağa dolaşıyor. Bu arada konferansın ikinci defa açılacağı duyumları var. Şayet konferans ikinci defa açılırsa, İsmet Paşa’nın yerine daha iyi duyan ve dinleyen bir kimseyi gönderseniz daha çabuk netice alamaz mısınız? “Günlerdir bir çocuk sabırsızlığı ile İsmet Paşa’yı bekleyen Gazi, o alev alev yanan gözlerini bayan gazeteciye çevirerek şöyle der: “HA!IMEFE!Dİ, 600 SE!E SİZ SÖYLEDİ!İZ BİZ Dİ!LEDİK. OYSA BU!DA! SO!RA BİZ SÖYLEYECEĞİZ SİZ Dİ!LEYECEKSİ!İZ. İSMET PAŞA’!I! DUYACAKLARI DEĞİL SÖYLEYECEKLERİ MÜHİMDİR. KO!FERA!S AÇILDIĞI ZAMA! LOZA!’A BAŞDELEGE OLARAK TEKRAR İSMET PAŞA GİDECEKTİR. “Konferans ikinci defa açıldığı zaman Türkiye’yi temsilen İsmet Paşa Başdelege olarak gene Lozan’daydı ama İngilizler ve Fransızlar kendi delegelerini değiştirmişlerdi. “İngilizler Lord Curzon’un yerine İngiltere’nin Türkiye eski Büyükelçisi Sir Horas Rumbold’u, Fransızlar ise Bombard’ın yerine General Pelle’yi göndermişti. “Müttefikler İsmet Paşa’nın dediklerini duymuş ve dinlemişler, 24 Temmuz 1924 günü de Türkiye’nin bağımsızlığının belgesi olan LOZA! A!TLAŞMASI’nı imzalamışlardı.” (S. Eriş Ülger, Türk Rönesansı ve Anılarda Gazi Mustafa Kemal Atatürk, s. 69-71) İşte emperyalistlere böyle Damat Ferit, Rıza Tevfik, Hadi Paşa, Reşat Halis Paris Konferansı ders verilir! Saygınlık böyle için Fransız savaş gemisi “Demokrasi”nin güvertesinde sağlanır. Başka türlü değil. Hatırlayacağımız gibi, Taynı Mussolini, İsmet Paşa’yı resmen İtalyip bundan birkaç yıl önce, geçtiğimiz gün- ya’ya davet eder. Ziyaretle ilgili tüm hazırlerde ortaya çıkan ve arsa yolsuzluğu yaparak lıklar tamamlanır, İsmet Paşa beraberin1 milyon dolar komisyon alan Şaban Dişli’yi deki heyetle İtalya’ya doğru yola çıkar. (pek de “Dişli” çıkmadı, rüşvet ayan beyan “İsmet Paşa yol boyu, Mussolini ile yaolunca kuyruğu kıstırıp çekip gitmek zorunda pacağı karşılıklı görüşmelerde neler konukaldı.), “Karanlıklar Prensi” Wolfowotiz’e şacağını, isteklerini, gelecek teklifleri uzun göndererek, şöyle yalvartmıştı: uzun düşünür, ara ara küçük not defterine “Bu adamı (Tayyip’i) lağım deliğinden notlar alır. aşağı süpürmeyin kullanın.” “Yolculuk hareketli ve neşeli geçmekteBir bunlara bakın, bir de 1920’lerin Kuva- dir. Yanında eşi Mevhibe Hanım da vardır. yimilliyecilerine… Aradaki dağlar kadar far“Roma’ya doğru yaklaşılırken, paşanın kı görmemek mümkün mü? Tayyipgillerle ne yaveri kendisine bir tel yazısı arz eder. Telkadar utansak azdır. Birinci Kuvayimillliyeci- graf Mussolini’den gelmektedir. Telgrafta, lerle ise ne kadar övünsek, ne kadar gururlan- İsmet Paşa’nın İtalya’da hararetle beklensak yeridir… diğini ancak daha evvelce yapılan protokol gereği, istasyonda değil, devlet konukeviBirinci Kuvayimilliyecilerle Tayyip- nin önünde karşılanacağı bildirilir. Paşagiller akla kara kadar karşıttırlar nın canı sıkılır. Gerçi küçük bir ayrıntıdır Birbiriyle bağlantılı iki örnek daha: ama genç başbakanın huzuru kaçar. Lozan Birinci örneğimiz bugünden, 14 Ağustos Konferansı’ndan tanıdığı bu yuvarlak yüz2008 tarihinden. lü, kısa boylu, asık suratlı İtalyan delegesi İran Devlet Başkanı Ahmedinecad, resmi ile konferans sırasında birkaç kere baş babir ziyaret için ülkemize geldiğinde, Birinci şa görüşmüş, hatta bir seferinde de beraAntiemperyalist Kurtuluşun önderi Mustafa ber yemek yemişlerdir. Ancak Paşa, MusKemal’in Anıtkabiri’ne gitmemek için, gö- solini’ye pek sıcak bakmamıştır. rüşmeleri Ankara’da yapmak yerine, İstan“Telgrafı birkaç kere daha okuyan pabul’da yapmayı istedi. Ve bizim Mustafa Ke- şanın gözleri dalar. Lozan Konferansı’nın mal düşmanı Başbakan ve Cumhurbaşkanı da o hırçın, yorucu, sinirleri allak bullak edici Ahmedinecad’ın bu isteğini olumlu karşıladı- görüşmelerini, konferansın kesildiği sabalar. A. Gül ve Tayyip İstanbul’a gelerek bura- hı, Gazi’nin kendisini Eskişehir istasyoda görüştüler Ahmedinecad’la. Bu durum ka- nunda karşılayışını, İkinci Lozan Konfeçınılmazca tartışmalara yol açtı. Dışişleri Ba- ransı’nın açılışını, Mustafa Kemal’in bir kanı Ali Babacan ise, bu konuyu soran gaze- edebiyat şaheseri olan telgrafını ve nihayet tecilere: Lozan Anlaşması’nın imzalandığı günü ha“Bunlar küçük şeyler. Geçelim.” dedi. tırlar. Fakat şimdi bunların üstünden koca Diyebildi… bir sekiz sene geçmiş, hırçınlıklar, kavgalar “İRA CUMHURBAŞKAI’I ZİYA- yerini dostluğa bırakmıştır. Bunun gereği RETİDE, ŞEKİLDE ÖTE ÖZE DİKKAT değil midir ki, şu anda İsmet Paşa İtalya’yı EDİLMELİ” ziyaret etmektedir? “Babacan, İran Cumhurbaşkanı Ahme“Paşa telgrafa şöyle göz ucu ile bir defa dinecad’ın Ankara’yı ziyaretinde Anıtka- daha bakar. Kararını vermiştir. Ancak bir bir’i ziyaret etmeyeceği yönünde çıkan ha- de durumu Gazi’ye bildirmek ister. Öyle berlerin hatırlatılması üzerine, İran’ın de yapar. Çok kısa bir zaman sonra Gadünyanın gündeminde bulunan önemli bir zi’nin cevabı gelir. İsmet Paşa yanılmamışülke olduğunu söyledi. !ükleer program tır. Gazi de kendisi gibi düşünmektedir. ile ilgili tartışmaların ve müzakere süreci“İsmet Paşa Hazretlerine, nin halen devam ettiğini dile getiren Baba“Telgrafınızı aldım. Tereddüt edecek bir can, şöyle devam etti: durum yoktur. İlk protokol gereği Ekselans ‘Tartışmalar yersiz’ Mussolini sizi istasyonda karşılamadığı tak“Böylesine önemli bir süreçte ve böyle- dirde aynı gün aynı vasıta ile Türkiye’ye avsine önemli bir ziyaret öncesinde, ziyaret det edeceğinizi kendilerine bildiriniz. Buraüzerinde ufak tefek detayları, ‘Formatı da esas olan protokol değil Türk Devleti’nin böyle olacak, şöyle olacak’ tartışmalarını, saygınlığıdır. ben son derece yersiz görüyorum. Ziyare“Gözlerinizden öperim, aziz kardeşim. tin özüne, başarısına gölge düşürecek yak“Gazi Mustafa Kemal” laşımlar olarak görüyorum. Görüşmeye “İsmet Paşa gerekeni yapar. odaklanmak gerektiğini düşünüyorum. “Ertesi gün alacakaranlıkta İtalya DevBunun haricindeki tartışmaları, tamamen let Başkanı Mussolini üzerinde frak, elinde bu ziyareti gölgelemeye, ziyaretin başarısı- silindir şapkası ile Türkiye nı şimdiden engellemeye yönelik çok tatsız, Cumhuriyeti’nin Başbakanı İsmet Paşa’yı yersiz girişimler olarak görüyorum” istasyonda karşılamaktadır. “Babacan, sözlerini şöyle sürdürdü: “İşte Türkiye Cumhuriyeti Devleti, işte “Bu konuların zaten iki ülke arasında onun Devlet Başkanı, görüşmesi yapılır. Şekilden öte öze dikkat “İşte, onun Başbakanı.” (S. Eriş Ülger, etmeniz lazım. Bu tür ziyaretlerin özü, iç- agy., s. 90-91) eriği ve zamanlaması önemlidir. Şekilden Gördük mü İ. İnönü’nün ve Mustafa Keöte, öze dikkat etmenizi ben özellikle siz- mal’in benzer bir olaydaki tutumlarını? lerden rica ediyorum. Türkiye gibi hem Yapabilir mi bizim şimdiki satılmışlar? 5+1 ülkeleri hem de İran’ın güven duyduYapabildiler mi? ğu bir ülkede, kuşkusuz basın kuruluşlarıYapamadılar! mızın da Türkiye’nin önemli pozisyonuNerede İnönü’deki ve Mustafa Kemal’denun bilincinde olarak ve Türkiye’nin bu ki onur? Nerede Tayyipgiler’deki onur?... önemli, ağırbaşlı, ciddi pozisyonuna gölge “Burada esas olan protokol değil, Türk düşürmeyecek bir yaklaşımla bu ziyarete Devleti’nin saygınlığıdır.” diyebildiler mi? yaklaşmalarını tavsiye ediyorum.” (Milli- Diyebilirler mi?.. yet, 5 Ağustos 2008) Devletlerarası ilişkilerde eşitlik esastır. Bakın aynı olay için, İngilizlerin ünlü ga- Sen kendini eşit görmezsen ve bunun gerekzetesi The Guardian bile: lerini yerine getirmezsen, seni kimse ciddiye “Türkiye (yani Tayyipgiller – K. Y.), Ah- almaz. Sana saygı duymaz ve sana güvenmez. medinecad’ın devletin kurucusunu hiçe Kendisine saygı duymayana kim saygı duyar? saymasını önemsiz gösteriyor” diye yazıBakın Türkiye Cumhuriyeti nasıl kurulyor. (Milliyet, 7 Ağustos 2008) muş? Şimdi de 1932 yılına gidelim ve o zaman“Lozan Muahedesinin ilk müzakereleri ki devlet ve hükümet başkanının tutumlarını eşit haklarla müzakere mevzuu üzerinde görelim benzer bir olayda. Bakalım onlar da, başlar. Birinde Yunanlılar ve Mondros’un “Şekilden öte, öze dikkat etme”liyiz mi de- galip devletleri olduğunu söyleyenler, diğer mişler… tarafta ise Amerikalılar. “Yıl 1932 ortaları. İtalya Devlet Başka- 4 “Yunanlılar bizimle ayrı bir sefer yapmışlardır. Bunu hesaba katmayıp, Mondros Mütarekesi haklarına dayanarak salona oturduklarını söylüyorlardı. İlk münakaşa daha konferans açılmadan söylenecek nutuklar üzerinde çıktı. Karşımızdakiler, Lozan Konferansını Orta Şark meselelerinin halli için toplanmış gibi bir hava vermek istiyorlardı. “Çok ehemmiyet [önem] verdikleri bu konferansta Lord Curzon, Fransız Cumhurbaşkanı Poincare ve İtalyan murahhası [delegesi] olarak da Mussolini bizzat konferensa gelmişlerdi. Biz Lozan Konferansına ilk anlaşmayı Fransızlarla yapmış olarak, Ankara İtilafnamesi ile Adana ve Gaziantep hudutlarını çizmiş olarak giriyorduk. “Onların hazırlamış oldukları bir programa göre evvela konferans açılırken muhtelif devlet temsilcileri birer nutuk söyleyeceklerdi. Bu kararı bize de tebliğ etmişlerdi. “Mösyö Poincare ve ben Lozan Palas otelinde oturuyorduk. Benimle konferanstan evvel temas etmek istedi ve beni Paris’e davet etti. Poincare o zamanlar yalnız Fransa’nın değil bütün dünyanın en ileri gelmiş siyaset adamlarından biriydi. Benim konferansın açılacağı gün söyleyeceğim nutku görmek arzusunu gösterdi. Ben de gösterdim. Zehir zemberek bir şeydi o nutuk. Anadolu’dan yeni gelmişiz. Sıcağı sıcağına… Çok eziyetler çekmişiz. “Aman” diyordu, “Konferans iyi bir hava içinde açılsın. Sulh yapacağız.” Diyordu. “utkumuzu çok sert bulmuş. “Yalan mı?” diyordum, “Şunları şunları yapmadınız mı? Bu anlattıklarımız yalan mı?” diyordum. Mırın kırın etti, fakat ısrar ediyor ve bazı değişiklikler yapmamı istiyordu. Esası bozmayacak şekilde sadece birkaç kelime değiştirmeye razı oldum. “Konferansta ilk nutku İsviçre Cumhurbaşkanı söyleyecek ve sonra normal müzakerelere başlanacaktı. Tam konferans binasına hareket ederken Poincare geldi. Benim nutkumun metnini bildiği için telaşa düşüp onlara gitmiş anlatmış ve hepsini ikna etmiş, konferansta hiç kimse nutuk vermeyecekmiş, hepsini razı etmiş. Pekâlâ dedim ve bir kişi konuştuğu takdirde derhal çıkıp benim de nutkumu okuyacağımı bildirdim. “Konferans başladı. İsviçre Cumhurreisi kısa ve nazikâne bir nutukla çıktı. O iner inmez fevkalade İngiliz Murahhası Lord Curzon söz aldı. Hâlbuki hiç kimse konuşmayacaktı. Daha ilk günden böyle bir muamele ile karşılaşmıştık. Lord Curzon nutkunu bitirdi. O, yerine oturmadan ben kürsüye koştum, kimseden söz istemeden konuşmaya başladım. Etraf şaşkınlık içinde iken başladım ve zehir zemberek nutku baştan sona kadar okudum. Ses çıkarmadan sonuna kadar dinlediler. utuk bitince İsviçre Reisicumhuru yerinden kalktı ve “Celse bitmiştir beyler” diyerek toplantıyı kapattı. “Herkes dışarı çıktı. Koridorda Lord Curzon beni yakaladı ve latife [şaka] ederek “Hani kimse konuşmayacaktı?” dedi ve ben de “Hani bir kişi konuşmayacaktı? Bir kişi konuştu, ben de konuştum” dedim ve sordum: “-Biz bu konferansa eşit haklarla gelmedik mi? “-Evet, dedi ve sustu.” (İsmet İnönü, Lozan Barış Konferansı Konuşma, Demeç, Makale, Mesaj, Anı ve Söyleşileri, Hazırlayan: İlhan Turan, s. 229-230) Birinci Kuvayimilliyecilerdeki onurun, cesaretin, inancın zerresi Damat Feritlerde ve bugünkü ardıllarında yoktur İ. İnönü’yü böyle cesaretle ve kararlılıkla konuşturan ne? Silahın gücü! Emperyalizme karşı, Dünyanın ilk Başarılı Kurtuluş Savaşı’nı başarmış olmanın güveni! Batılıların, özellikle İstanbul’un fethiyle birlikte bölüp parçalamak, ortadan kaldırmak için can attıkları ama bir türlü başaramadıkları Osmanlı’nın, 17 ve 18’inci Yüzyıllarda başlayan gerilemesi ve nihayet 19’uncu Yüzyılın başında Birinci Emperyalist Evren Savaşı’yla yıkılması üzerine, elde kalan son parça Anadolu toprağının da elden gitmemesi için verilen Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı ve çekilen onca acı, kan ve gözyaşının sonunda elde edilen Bağımsızlık ve Kurtuluşun verdiği inanç, yiğitlik ve cesaret… Bir örnek daha verelim 1920’lerin Kuvayimilliyeci kahramanlarının, komutanlarının kendilerine, davalarına ve halklarına olan güvenlerine ve emperyalistlere dayattıkları saygınlıklarına dair: “Enternasyonal müzakere ve konuşmaların daima müsavi [eşit] şartlar içinde cereyan etmesi lazımdır. Biz Lozan’da bu müsavi şartları temin ederek davamızı yürüttük. Konferansın resmi dili Fransızca ve İngilizce idi. Esasen bu bütün enternasyonal görüşmelerde böyle kabul edilmiştir. 27 Aralık 2008 Ben itiraz ettim, “Bir de Türkçe olacaktır.” dedim. Kıyametler koptu. Hepsi “Türkçe bilmiyoruz ki” diye haykırıyorlardı. “Ben ihtiyaç hissedersem Türkçe de konuşurum” dedim. ihayet buna da razı oldular.” (İ. İnönü, agy., s. 231) Emperyalistler “Kıyametler kop”arsalar da, “haykır”salar da beş para etmiyor gördüğümüz gibi… Ya da Damat Feritler? Rıza Tevfikler?.. Onlar ne yapmışlar? “(…) o ana kadar Fransız lisanı, III. apolyon devrinden beri, genellikle milletlerarası diplomatik dil olarak kabul edilmişti ve kullanılırdı. En yüksek rütbede bulunan İngilizlerden pek çoğunun bile ecnebi dili öğrenemedikleri, makam-ı mazarette ileri sürülerek diplomasi müzakeratında (görüşmelerinde) ve layihalarda mutlaka İngilizcenin de Fransızca ile birlikte bulunması şart koşulmuş imiş. Hatta aslına tamamen mutabıktır diye İngilizce bir de şerh verilmesi lazım gelirmiş.” (Rıza Tevfik, Biraz da Ben Konuşayım, s. 77) İşte böyle teslimiyetçi bir yaklaşımla Emperyalistlerin dayatmasını sanki Tanrı buyruğuymuş gibi kabul ederler. Ve bu kabulün sonucu olarak Damat Ferid, metnini Fransızca okur. Bu teslimiyet anlayışının yarattığı olayın acıklı hikâyesi şudur: Hatırlayacağımız gibi Sevr Antlaşması öncesi İtilaf Devletleri, 1919 yılında Paris’te “Paris Barış Konferansı” adlı bir konferans düzenleyerek, dünyaya yeni bir şekil vermeye başlamışlardı. Bu Konferansa, Osmanlı Devleti de 1919 Haziranı’nda çağırılmış ve görüşleri alınmıştı. Konferansta Osmanlı Devletini; Sadrazam (Başbakan) Damat Ferid Paşa, Maliye Bakanı Tevfik Bey, o zamanki Paris büyükelçisi olan Reşad Halis Bey ve Meclisi Mebusan (Milletvekilleri Meclisi) Başkanı Rıza Tevfik temsil etmiştir. Heyeti Fransa’ya Fransızların “Demokrasi”(!) zırhlısı götürmüştür. Rıza Tevfik, “Biraz da Ben Konuşayım” adlı İletişim Yayınlarından çıkan anılarında, bu gidişi ve orada yaşadıklarını uzun uzun anlatır. Güya, Damat Ferid, hiçbirisinin görüşlerini almadan bir metin hazırlamış ve onlara rağmen Paris Barış Konferansına sunmuştur: “Onlar Meclisi Huzurunda “Meclis, at nalı şeklinde, yeşil örtülü bir masa etrafında toplanmıştı. Meclise Fransız Başvekili (Başbakanı) ve murahhası (delegesi) Monsieur Clemenceau riyaset (başkanlık) ediyordu. Sağ tarafında Birleşik Amerika Devletleri Cumhurreisi Wilson, sol tarafında da İngiltere’nin o zamanki Başvekili Lloyd George yer almışlardı. Büyük Britanya İmparatorluğu emperyalizminin en büyük mürevviçlerinden (yayıcılarından) olan Lord Balfour’un da Lloyd George’un yanında oturduğuna dikkat ettim.” (R. Tevfik, agy, s. 74) Emperyalistler, uşaklarını -Rıza Tevfikleri vb.- aşağılar Rıza Tevfik burada bir anısını aktarır. 1909 yılında Londra’ya, Osmanlı mebuslar heyeti olarak, yaptıkları bir resmi ziyarette, İstanbul’da Duyun-ı Umumiye müdürü olan İngiliz Sir Adam Block tarafından Lord Balfour’la tanıştırılır. Lord Balfour’la, sohbet ederler. Hatta Lord Balfour, yeni çıkan “İmanın Esasları” adlı kitabını Rıza Tevfik’e hediye etmek ister ve “Sizde bu kitabım var mıdır?” diye sorar. Gerçi Rıza Tevfik, İstanbul’dayken kitabı okumuş ve üzerinde çeşitli ortamlarda değerlendirmelerde de bulunmuştur. Şöyle der: “Şüphesiz ki vardır efendim, lakin sizin hediye edeceğiniz kitap benim ailemde, mucib-i şeref olacak pek kıymetli bir yadigâr olarak, çok müddet kalacaktır.” der. Ve anlatmaya devam eder: “Bunun üzerine Lord Balfour, büsbütün mahzuz olmuş ve bana ithaf ettiği bir nüsha kitap ile iki mektubu otelde ismime göndermişti.” (R. Tevfik, agy, s. 76) Rıza Tevfik, bu anısını bu kadar uzun anlatmasının gerekçesine gelir. İbretle okuyalım: “Bunu anlatmaktan maksadım şudur ki Lord Balfour’u ve daha bir hayli mühim zevatı Londra’yı bu ziyaretimde tanımıştım. Fakat biz, Fransız Hariciye ezareti’ndeki Onlar Meclisi’nde at nalı şeklindeki büyük yeşil örtülü masanın karşısına konulmuş küçük ve müstakil masada, yani mahkûmlar mevkiinde yer aldığımız vakit meclis haricinde kimse bizimle ne konuştu, ne de selam verdi. Onun için bu büyük adamlar arasında bildiklerimden bir iki kişi, yanımdan, pek yakından geçtikleri halde yüzüme bile bakmadılar.” (R. Tevfik, agy, s. 76) Böyledir emperyalistler. Mahkûmsanız, yenilmişseniz, ne konuşur, ne de selam verirler. Yüzünüze bile bakmazlar. Ne yaparlar? Bunu da bize yine Rıza Tevfik anlatsın. Ama önce kısa bir bilgi aktaralım. Bu toplantıda, Damat Ferid hazırladığı metni okur. Daha doğrusu okumaya çalışır. Çünkü hazırladığı metni Fransızca yazmıştır ve Fransızca ola- rak okumak ister. Ama Fransızcası iyi olmadığı ve kısık bir sesle okuduğu için Clemanceau tarafından uyarılır. Okuyalım: “Bizim Damat Ferid Paşa, evvelce arzettiğim gibi, tertip ve tashih ettirmiş olduğu mahud uzunca layihayı koynundan çıkarıp bizzat okumaya başladı. Paşa merhum Fransızcayı epeyce bilir, mektup yazmasını da becerirdi. Hatta bana bile ilk gönderdiği mektup Fransızca idi. Lakin ulûm-ı siyasiye ile ve alelumum ilimlerle hiçbir ülfeti olmadığı için o vadide ve o meselelere dair hiçbir rapor yazmaya kabiliyetli olmadığı da bence muhakkaktı. Fazla olarak Fransızcayı da pek rahat söyleyemez ve söylediği şeyleri de İstanbul Türkçesi şivesiyle söylerdi. Bu itibarla raporunu yavaş sesle ve o yabancı Fransızcasıyla okumaya başladı. “Monsieur Clemenceau başını ileriye eğdi. Llyod George sağ elini kulağına koydu. Anlaşıldı ki kimse paşanın sesini işitemiyordu. O vakit Lloyd George, Clemenceaui’ya doğru eğilerek bir şeyler söyledi. Monsieur Clemenceau, derhal Damat Ferid Paşa’ya hitaben: “-Efendim, sesinizi biraz yükseltin, kimse işitemiyor! Dedi. “Zavallı paşa zaten sıkılgan bir adam olduğu için bu ihtar karşısında büsbütün sıkıldı, bozuldu ve bu sefer de kekelemeye başladı. “Onun üzerine yine Clemenceau: “-Lütfen siz evvela layihayı bize veriniz! Biz içeride müzakere odasında bunu mütalaa ederiz. Buna intizaren de, siz lütfen büfeye teşrif buyurun! Dedi ve ayağa kalktı. Damat Paşa da kâğıdı odacıya teslim etti, herkesle beraber biz de salondan çıktık.” Okuyoruz, acıyoruz ama bir yandan da kinle doluyoruz. Yukarıda İsmet Paşa’nın Lozan görüşmeleri sürecindeki tutumunu gördük. Şimdi de Damat Feridlerin, Rıza Tevfiklerin durumunu görüyoruz. Nasıl aşağılandıklarını, nasıl uşak muamelesi gördüklerini okuyoruz. Devam edelim emperyalistlerin aşağılamalarını okumaya: “Benim sinirliliğim o derecede idi ki munis Türkçemizdeki pek meşhur bir tabire göre, ağzım çarık gibi kurumuş ve dilim damağıma yapışmıştı. Büfede her türlü içki vardı. Ben bir parça limonata içtim ve yarım saatten ziyade, sanırım kırk dakika kadar, büfeye hücum etmiş olan kalabalık arasında, kımıldamadan durduk ve birbi- Mussolini rimizle hiç konuşmadık. Orada bulunanlardan hiçbir kimse de bizimle ne konuştu, ne aşinalık etti. “Onlar Meclisi azası müzakere odasından çıkıp da masa başındaki yerlerini yeniden işgal edince bize de haber verdiler, biz de hemen geldik, yerlerimize oturduk. “O vakit Clemenceau dEskierhal kalktı ve bize hitaben dedi ki: “-Efendiler, raporunuzu okuduk. Siz bu raporda öyle birtakım meselelerden dem vurmuşsunuz ki onlar hakkında mülahaza beyan etmek ancak dört büyük devletin salahiyeti dairesindedir. Mamafih bundan başka bir söyleyeceğiniz varsa; buyurun, dinlemeğe hazırız. “(…) “Damat Paşa o sırada gayet büyük bir gaf daha yaptı, bizimle müşavereye lüzum görmeden: “-Efendim bize üç gün ruhsat veriniz, size daha mufassal bir rapor vermek üzere hazırlanalım ve yine buraya gelelim! dedi. “Paşanın bu ricasını derhal kabul ettiler. (…) “(…) “Köşkümüze avdet eder etmez Damat Ferid Paşa ile adeta görüşmedik bile. (…) “Kendisi yine bir şeyler kaleme aldı. Bermutad yine hiçbirimizle müzakere lüzumunu görmeyerek karargir olan günde kalktık, yine Hariciye ezareti’ne gidip Onlar Meclisi huzuruna çıktık ve yeni layihayı verip döndük, köşkümüze geldik.” (R. Tevfik, agy, s. 77-79) Rıza Tevfik anılarının bundan sonraki bölümlerinde, Onlar Meclisi’nin artık kendile- riyle görüşmediğini ve ülkenize dönebilirsiniz diye haber saldıklarını anlatır. Aradan zaman geçer ve itilaf Devletleri, Osmanlı Temsilcilerini Antlaşmayı imzalamak üzere yine Paris’e çağırırlar. Bu arada geçen olaylar konumuz dışında olduğu için aktarmıyoruz. Görüşmeler bu kez Sevr çini fabrikasında yapılmaktadır. Osmanlı Heyeti; Hadi Paşa, Reşad Halis ve Rıza Tevfik’ten oluşmaktadır: “(…) 22 isan 1920 tarihinde de İtilaf Devletleri Osmanlı hükümetini sulh kongresine resmen davet etmişlerdi. “(…) Şura-yı Saltanat’ta verilen karar açıkça gösteriyordu ki bize uzatılan sulh muahedesini imza etmek mecburiyetinde idik ve o zamanki şartlara göre de yapılacak başka bir şey görünmüyordu. “Zaten bizden biraz evvel koskoca Almanya İmparatorluğu mümessillerine de 800 sayfalık bir kitap şeklindeki muahedename zorla imza ettirilmiş ve bu vesikanın mütalaası için kendilerine ancak bir hafta müddet verilmişti. Bu cebri teklife karşı Alman murahhasları itiraz edecek olmuşlar ve 800 sayfalık koskoca bir kitabı bu kadar kişi bir haftada okuyup mülahazalarında ittifak ettikten sonra nasıl imza edebileceklerini ve bunun insafa sığıp sığmayacağını sormuşlar, Monsieur Clemenceau’dan şu şiddetli, hiddetli ve bed cevabı almışlardı: “-Efendiler, sizin bunları okuyup okumamanız bizce haiz-i ehemmiyet bir şey değildir. Bu muahedeyi imza etmeğe mecbursunuz vesselam. “Bu misal bizim gözümüzün önünde belirirken ve Clemenceau’nun sözleri de kulaklarımızda çınlayıp dururken 70 milyonluk kavi ve müterakki bir Avrupa devleti olan Almanya’dan daha ziyade zorbaca bir mukabeleye maruz kalabileceğimizi düşünüyor ve üzülüyorduk. Zira koca Hıristiyan Almanya’nın ağız açmasına bile müsaade etmeyen galip ve müntakim devletler, Müslüman ve zayıf Osmanlı İmparatorluğu mümessillerine kim bilir ne hakaretler reva göreceklerdi. “Ben o halde, o mevkide ve o günkü şartlar altında bulunan Osmanlı imparatorluğu’nun Almanya’dan daha cesur ve kuvvetli bir lisan ile cevap verip de muvaffak olacağına inanacak kadar dimağı mağşuş bir adam değildim. Ben divane olsam bile Hadi Paşa merhum öyle değildi. Biraz aşağıda vereceğim tafsilattan da anlaşılacaktır ki Paris’te Sevres çini fabrikasının bilhassa hazırlanmış olan salonuna girmezden evvel bize Fransız hariciye memurlarından seçilmiş ve bu işe memur edilmiş üç kişi ağız açtırmadılar ve şu tenbih ile bizi ikaz ettilerdi: “-Efendiler, her şey olmuş bitmiştir. Sizlerin imza etmekten başka bir işiniz kalmamıştır. “(…) “Evvelce arzetmiş olduğum gibi, bize ağız açmak memnu idi. Yalnız imza etmek düşüyordu. Teklif olunan maddeler evvelce hükümetin malumu idi. Şura-yı Saltanat’ta ise teklif olunacak sulh ve şartlarının kabulüne karar verilmiş olduğundan bizlere sadece vesikayı imza etmek mecburiyeti düşüyordu. Hatta galip devletler yalnız imza ettirmekle iktifa etmeyip bir de mühür istediklerini vaktiyle Babıali’ye ihtar etmişlerdi. Ben de vakit (R.T.) harfli bir mühür kazdırmıştım ve yanıma almıştım. “Evvela Venizelos imzaya davet olundu. O zaman salonda toplanmış olan birçok Yunanlılar Venizelos’a suret-i mahsusuda hazırlanmış altından mamul dolma bir kalem hediye ettiler ve kendisini alkışladılar. Venizelos muahedeyi bu altın kalemle imza ettikten sonra bizi çağırdılar, biz de, sıra tertibi üzere, evvela Hadi Paşa, sonra ben, sonra da Reşad Halis Bey muahedeyi imzaladık ve mühürledik. Sonra salondan çıkıp gittik.” (Rıza Tevfik, Biraz da Ben Konuşayım, İletişim Yayınları, 2. Baskı, 2008, s. 74-76-77-78-79-80-135-136-140-141) Halka ihanet edenler Tarih boyunca lanetle anılacaktır Sevr Antlaşmasını imzalayan Damat Feritleri, Rıza Tevfikleri, Tevfik Paşaları, Hadi Paşaları, Reşad Halisleri örnek alanlar günümüzde vardır. Hem de ne yazık ki bolca vardır. Bizler bunları ve bugünkü takipçilerinin adlarını lanetle anacağız; satılmış, hain, alçak diye… Ve elbette 1950’lerden sonra ABD tarafından iktidara gelmiş-getirilmiş Amerikanofil Bayarları, Menderesleri, Demirelleri, Özalları, Tayyipgilleri de aynı sıfatlarla anacağız... “Lozan konferansında arada (Şubatta) kopma oldu, ayrılma oldu. Mesela, bahsettim; kapitülasyonların kalkmasını kabul etmiyorlar. Promajo isminde bir Fransız hukukçusu var, Hariciye hukuk müşaviri imiş. Çok anlatır bana. Kapitülasyonlar maddesini söyleriz, “Yazın,” der, kapitülasyonlar maddesi: “Kapitülasyonların ıslahı ve kaldırıl- Mustafa Kemal ve İsmet İnönü ması için zemine girmek üzere...” İşte şöyle olur, böyle olur... “Canım, kaldırılması zeminine girmek falan yok! Kaldırılmıştır! iye bunu demiyorsunuz?” “Canım, hukuk dili bu, olmaz ki böyle şey... Hukuk dili...” “Hulâsa, dokuz ay, hukuk dilini öğrenemedim... “Tali komisyon”da uzun boylu konuştuktan sonra olmadı. Sonra bir gün, kapitülasyonlar maddesini yazmak için Promajo bana geldi: “asıl istiyorsunuz?” dedi. “Yazın!” dedim, “kapitülasyonlar kaldırılmıştır! Lağvedilmiştir!” Daha bilmem ne falan... “Bitti, yoktur böyle bir mesele!” dedim. “Peki, böyle yazalım” dedi. “e oldu, hukuk diline uydu mu?” dedim. “Karar verdiler” dedi, “kapitülasyonları kaldırmaya karar verdiler.” “E, demek şimdiye kadar karar vermemiştiniz?” dedim. “Vermemişlerdi...” “Hukuk dilidir diye “kıyamet”i kabul ettirmeye çalışıyorlar. Bu tarzda kapitülasyonlardan çıktık.” (İ. İnönü, agy., s. 303304) Bir örnek de Mustafa Kemal’in kendisine olan özgüveninden ve saygısından verelim: “O sırada Atatürk’ün başlıca uğraş konusu Hatay işidir. 29.10.1937’de Romanya Başbakanı (Tataresko)’nun önünde Fransız Büyükelçisi (Ponsa)’ya şunları der: “(…) Ben toprak büyütme dileklisi değilim. Barış bozma alışkanlığım yoktur. Ancak muahedeye dayanan hakkımızın isteyicisiyim; onu almazsam edemem. Büyük Meclisin kürsüsünden milletime söz verdim. Hatay’ı alacağım. Milletim benim dediğime inanır. Sözümü yerine getirmezsem onun huzuruna çıkamam; yerimde kalamam. Ben şimdiye kadar yenilmedim; yenilmem, yenilirsem bir dakika yaşayamam. Bunu bilerek ve sözümü mutlaka yerine getireceğimi düşünerek benim dostluğumu lütfen bildiriniz ve doğrulayınız.” (Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, c. II, s. 608’den Aktaran: Tayfur Sökmen, Hatay’ın Kurtuluşu İçin Harcanan Çabalar, s. 11) Bir örnek daha vermek istiyoruz. Bu örneğimiz de Rauf Orbay’dan. Mondros Mütarekesi’ni imzalayan Osmanlı Bahriye Nazırı, Birinci Kurtuluş Savaşı kahramanlarından olan R. Orbay, “Cehennem Değirmeni-Siyasi Hatıralarım” adlı kitabında Mondros Mütarekesi’nin görüşmelerini uzun uzun anlatır. İbretle doludur hatıralar… Herkesin okuması ve ders alması gerekir… Hele de bizim Sevrci Solcularımızın mutlaka okuması gerekir. Emperyalistlerin “demokrasi güçleri”, “umut kaynağı” olmanın, emperyalistlere güvenmenin nelere yol açtığını anlamak bakımından. “(…) Kırım Muharebesi’nden beri, İngiliz ve Fransızların yalnız ahitlerine değil, vaatlerine de sadık milletler oldukları hakkında milletimizde umumi bir kanaat vardı. Bu kanaate ben de iştirak ediyordum [katılıyordum]. (e yazık ki, bu fikir ve kanaatlerimizde yanılmıştık. Mütarekenin hemen ertesi günlerinde gördüğümüz hareket tarzları ile tamamıyla hayal kırıklığına uğradık. Rızaları ile kabul ettikleri şartlara, hiçbir makul sebep olmaksızın, riayet etmediler ve mütarekenameyi pervasızca ve mütemadiyen [sürekli olarak] yırta yırta parçaladılar.” (R. Orbay, agy., s. 107) 1950 sonrası iktidara gelmiş-getirilmiş siyasi partilerin ve onların liderlerinin ne mal olduklarını, nasıl sıfır numara Amerikan uşağı olduklarını tarihi okuyan herkes bilmektedir. Amerika’ya danışmadan atanamayan bakanlar, NATO’ya girebilmek için Mehmetçikleri binlerce kilometre ötedeki Kore Savaşına sokarak asker sayısına oranla en fazla kaybı verdirenler, eskiden olsa müttefik olacağımız mazlum halklarla düşmanlıklar, Birleşmiş Milletler’de yapılan oylamalarda, ABD Emperyalistlerinin emriyle onlar aleyhine oy kullanmalar, birkaç milyon dolar para için IMF ve Dünya Bankası başkanlarının kapısında dilenmeler… Bunlar bizzat yaşadığımız gerçeklerdir. Kim bunları inkâr edebilir ya da etmesinin kaç paralık değeri olur? Devam edecek 5 27 Aralık 2008 İşsiz Üniversite Mezunlarına YURTKUR’dan bir de İcra Takibi-Sillesi Baştarafı sayfa 16’da bunları göz önünde bulundurmayacak ve bölüm değişikliğinden kaynaklanan uzamaları hesaba katmayacak ve henüz okurken geri ödemeleri başlatacaktır. Özetlediğimiz durum işin ayrıntılarına girdikçe vahametini daha da açık göstermektedir. Krizi bahane eden Parababalarına, “aman siz kârınızdan eksik düşmeyin biz faturayı işçi-emekçilere keseriz” diyerek her türlü kolaylığı gösteren AKP, toplumun en eğitimli kesimine dahi iş bulamazken, bir de icralık yapıyor. Bir toplumun aydınları işsiz ve icralıksa gerisini siz düşünün artık... Tüm bu gerçekleri dile getirmek için 17 Aralık 2008 Çarşamba günü ,Ankara’da YURTKUR Genel Müdürlüğü önündeydik. Yaptığımız basın açıklamamızda şöyle haykırdık: “Asıl Sen Halka Borcunu Öde, Gör- evini Yap” “Yurtkur Uyuma, Yurt Kur!” 13 Aralık Cumartesi tarihli Milliyet Gazetesinde Abbas Güçlü şöyle yazıyor: “Milli Eğitim Bakanlığı ve YURTKUR, öğrenciyken aldıkları kredi borcunu ödemeyen öğrencilere 17 Aralık Çarşamba gününe kadar süre tanıdı. 5 bin 100 YTL’lik borcu ödemeyenlere haciz uygulanacakmış.” “ Kaldı ki bu paranın çok önemli bir bölümü faizlerden oluşuyor.” “AKP iktidarı bunu hep yapıyor. Son dakikaya kadar vatandaşı sıkıştırıyor. “Ortada bir kriz var: Üniversiteyi bitirdiği halde yıllardır iş bulamayan gençlerin kapısına haciz memurları dayanmak üzere ve perişanlık diz boyu. Öğrencilerin burs ve yurt sorunu, böylesi büyük bir devlet için çocuk oyuncağı denilecek boyutlarda. Ama çözülmüyor. Hem de hiçbir iktidar tarafından. Hem de kasıtlı olarak!.. “Her yıl on binlerce konut üreten bir ülke, birkaç yüz yurt yapamaz mı? Yapmıyor işte. Her yıl ithalata yüz milyarlarca dolar harcayan bir ülke, üniversite öğrencilerine asgari ücret düzeyinde öğrenim kredisi vermez mi? Fazlasıyla verir. Ama vermiyor işte! Ve belli ki okuru olan bir öğretim görevlisinden aktarıyor: “Çalıştığım üniversite küçük bir şehirde. Maddi durumu yetersiz olan öğrencilerin nasıl cemaatlerin eline düştüğünü görüyorum. Ayrıca cemaatlerin yeni üye bulma baskısı, kimi öğrencilerimizde psikolojik baskılara yol açıyor. Bölümümde cemaatlere üye olmayan öğrencilerin umudu yatay geçiş yapıp ailelerinin bulunduğu şehirlere gitmek ama şu ana kadar sadece bir öğrencimiz bunu başardı. Biz de en iyi öğrencilerimizden birini kaybetmiş olduk. Umarım çabalarınız başarılı olur ama ben umudumu yitirdim...” YURTKUR’un kuruluş gerekçesi anayasaya dayanır: 1961 Anayasası ile; öğrencilerin barındırılması devletin temel görevi olarak belirtilmiştir. Bu görevlerin yerine getirilmesi için 1961 tarihindeki bir kanun ile Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu YURTKUR’un görevi şöyle belirlen- miştir: “Yüksek öğrenim öğrencilerinin çağdaş ve güvenilir barınma, beslenme, kredi-burs hizmetleriyle öğrenimlerine, sosyal, kültürel ve sportif faaliyetlerle kişisel gelişmelerine sosyal devlet yaklaşımıyla katkıda bulunmaktır.” YURTKUR, 2007-2008 verilerine göre 2 milyon 497 bin 473 üniversite öğrencisinden yalnızca 200 bin 942’sine yurt sağlamıştır. Rakamlarla Yurt Sorunu 1999-2008 yılları arasında özel yurtlar yatak kapasitelerini % 111,4 artırırken devlet yurtlarındaki artış % 15,2 olmuştur. Böylelikle 2008 yılında kayıtlı olan özel yurtların sayısı 3126 iken devlet yurtlarının sayısı 219’da kalmıştır. (Kullanılan veriler YURTKUR’un internet sitesinden alınmıştır.) Gördüğümüz gibi devlet yurtlarının kapasitesi yıllardır çok az bir artış gösterirken, nasıl oluyor da özel yurtların kapasitesi ikiye katlanıyor? Neden devlet, üniversite kontenjanlarını % 20 artırırken, aynı öğrencilerin barınma sorununa çözüm bulmuyor? Bu sorulara kestirmeden verilecek bir cevap: “Kaynak sıkıntısı var.” olabilir. Ama devletin, ortalama sayıları her yıl belli olan öğrencileri kaynak sıkıntısından dolayı Yurt Kur Kampanyası dalga dalga büyüyerek devam ediyor K urtuluş Partisi Gençliği’nin başlattığı “Yurt-Kur Uyuma Yurt Kur Kampanyası” Türkiye çapında yapılan çeşitli eylem ve etkinliklerle devam ediyor. ABD-AB (AB-D) Emperyalistlerinin “Ilımlı İslam” Projesinin bir ayağı olarak, ülkemizdeki Şeriatçı örgütlenmenin önü açıldı. Halkımızı kafadan silahsızlandırmak, ulusal değerlerden, laiklikten uzaklaştırmak, böylece kendi emperyalist çıkarlarına yedeklemek için hayata geçirilen bir barındıramaması anlaşılır bir durum değil! Sonuçta YURTKUR’a bağlı yurtların kapasitesinin yetersizliği, Tarikat yurtlarına fırsat yaratıyor. Bizce bu durum bilerek görmezden geliniyor, Cemaat yurtları özel olarak destekleniyor. 2004 yılında AKP’nin yaptığı bir yasa değişikliği ile: “Yurtların faaliyetine dini alet etmesi” yurtların kapatılma gerekçeleri arasından çıkarılmıştır.” (Radikal, 04.12.2004) Böylece devlet yurtlarına yerleşemeyen öğrenci, pıtrak gibi artan cemaat yurtlarının kucağına düşüyor. Tabiî Cemaat ve Tarikatlar da maddi sıkıntı çeken insanlarımızı, sundukları bol imkânlarla kandırmasını biliyorlar. Öğrenciler; 3 öğün yemek, 24 saat sıcak su, tamamı halı kaplamalı mekânlar, internet kullanma gibi olanaklar sunan bu yurtlardan ücretsiz ya da sembolik ücretler ödeyerek yararlandırılıyor. Biz, öğrencilerin, ailelerin; Cemaat evi, Tarikat yurdu kıskacına kurban gitmesini istemiyoruz. Biz, Ortaçağcı gericilerin, insanlarımızın acizliklerinden yararlanamayacağı bir ülke istiyoruz. Biz, halktan gasp ettiklerinin küçük bir bölümüyle AKP’li belediyelerce fakire kömür, öğrenciye burs vererek ruhu dilencileştirilen bir ülke istemiyoruz. Biz Aydın Gençliğimizin günde bir simit parası için belediye önlerinde dilendiği bir ülke istemiyoruz. Herkese Eşit, Parasız, Demokratik, Laik, Anadilde Eğitim talebimizi dile getiriyoruz. Eğitim parasız olmalıdır, eğitimin ondan kopmaz bir parçası olan barınma da parasız olmalıdır. Çözüm bizim ellerimizde. Unutmayalım ki; örgütlü olduğumuzda kazanacağız. Kurtuluş Partisi Gençliği, Emperyalizme karşı ilk başarılı Kurtuluş Savaşı’nı vermiş, saltanatı ezmiş bu ülke halklarını, pırıl pırıl gençlerimizin meczuplaştırılmasına, bu işi kotaran, başını AB-D Emperyalistlerinin çektiği Ortaçağcıların örgütlenmesine dur demeye çağırıyor. Kurtuluş Partisi, Halkımızı: “Emperyalizme köle, Tarikata mürit olmayacağız” demeye çağırıyor. Gel, sen de bu gidişe “dur” de. Tepkini imza kampanyamıza destek vererek göster! Basına ve Kamuoyuna Tayyipgiller, Öğrenci Gençliğin en meşru ve haklı talebi olan Yurt Talebini bile Düşmanlıkla karşılıyor! K urtuluş Partisi Gençliği’nin, Türkiye çapında başlattığı “YurtKur Uyuma Yurt Kur!” Kampanyasını en yaygın biçimde halkımıza duyurmak için yapmak istediği afişlere ilgili makamlardan yasak çıktı. İzmir ve Muğla’dan sonra İstanbul, İzmit ve Gebze’de de afiş başvuruları yasakla karşı karşıya geldi. Tayyipgiller; üniversite öğrencilerinin (Aydın Gençliğin) en haklı ve meşru talebi olan insanca yaşanılacak yurtlar talebini içeren afişlemeler yapmasına engel olmaya çalışıyor. Resmi makamlara yapılan afiş başvurularına red cevabı veriyor. Halk düşmanlığını bir kez daha gözler önüne seriyor. Halkımızın elektrik, su, yol istemesi gibi yurtlar da öğrencilerimizin son derece insancıl ve zorunlu isteği-ihtiyacı. Üniversiteyi kazanarak başka bir şehre üniversite okumaya giden gençlerimiz için bundan daha acil, daha haklı ve meşru ne olabilir? Kurtuluş Partisi Gençliği, Aydın Gençliğimizin bu en haklı, insancıl ve meşru talebi için mücadele ediyor. İnsanca yaşanılacak devlet yurtları açmak yerine gençlerimizin, ateş pahası özel yurtlara ya da Mustafa Kemal ve laiklik düşmanlığı yapan tarikat yurtlarına, cemaat evlerine mahkûm edilmesine karşı çıkıyor ve herkese eşit, parasız, demokratik, laik, anadilde eğitim talebini dile getiriyor, bu kampanyada. Yurt-Kur’un 2007-2008 verilerine göre, kayıtlı olan özel yurtların sayısı 3126 iken devlet yurtlarının sayısı 219’da kalmış durumda. Yine 2,5 milyon üniversite öğrencisinden yalnızca 200 binine devlet yurdu sağlanabiliyor. Sonuçta YURT-KUR’a bağlı yurtların kapasitesinin yetersizliği tarikat yurtlarına fırsat yaratıyor. Bizce bu durum bilerek görmezden geliniyor, cemaat yurtları özel olarak destekleniyor. 2004 yılında AKP’nin yaptığı bir yasa değişikliği ile “Yurtların faaliyetine dini alet etmesi.” yurtların kapatılma gerekçeleri arasından çıkarılmıştır. (Radikal, 04.12.2004) Böylece devlet yurtlarına yerleşemeyen öğrenci, pıtrak gibi artan cemaat yurtlarının kucağına düşüyor. İlköğretim ve lise öğrencileri de cemaat yurtlarının özel ilgi alanındadır. Li- sedeki öğrenciler ücretsiz sınavlara hazırlık vaadiyle, özel okullarla, özel dersanelerle kandırılmaktadır. Bizce tüm bu olanlardan; çaresizlikten cemaat yurtlarına gitmek zorunda kalmış, dar gelirli halk çocukları sorumlu değildir. Olanların sorumlusu ABD-AB (AB-D) Emperyalistleri ve onların “Yeşil Kuşak”, “Ilımlı İslam” projesiyle yarattığı ucube Tayyipgiller’dir. Amaçları, vurgunlarını, soygunlarını daha da arttırmak, bu tarikat yurtlarında ve cemaat evlerinde, beyinleri gerici ideolojileriyle doldurarak kendilerine mecnun olacak kişiler yetiştirmektedir. İşte Kurtuluş Partisi Gençliği’nin: “ e Tarikat Yurdu e Cemaat Evi, İnsanca Yaşanılacak Yurtlar İstiyoruz! Yurt-Kur Uyuma Yurt Kur!” Kampanyasına düşmanlıkları ve kampanyanın afişleri için resmi makamlara yapılan başvuruya söz birliği etmişçesine çeşitli illerde red cevabı vermeleri, yuvalarına çomak sokuşumuzdandır. CIA ajanı Fethullah Gülen’in tarikatı başta gelmek üzere, Ortaçağcı-Şeriatçıların örümcek yuvası tarikatların gerçek yüzünü, zavallı, çilekeş halkımıza anlatışımızdandır. Bu yasak bizim için onurdur. Doğru yolda olduğumuzu bir kez daha gösterir. AB-D Emperyalistlerine karşı ve onların uşağı yerli satılmışlara, Ortaçağcı din bezirgânlarına karşı mücadelemiz her gün daha da büyüyerek devam edecek. Bu yasaklar bize vız gelir. Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşımızın yiğit savaşçıları gibi, biz İkinci Kurtuluş Savaşçıları da ulusal değerlerimize, kendi vatanına düşman bu Şeriatçılara pabuç bırakmayacağız. Ve onları, tıpkı Birinci Kurtuluş Savaşçıları gibi, emperyalist ağababaları ile birlikte ülkemizden defedeceğiz, ama bu sefer İkinci Kurtuluş Savaşı’mızı sosyal devrimle, Sosyalizmle taçlandıracağız. Vahdettinler İngiliz zırhlılarıyla kaçtı, Tayyipgiller o kadar şanslı olamayacak… Yaşasın Yurt Kur Kampanyamız! Demokratik, Laik, Anadilde Eğitim! Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız! Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi Kurtuluş Partisi Gençliği YURTKUR’a hesap soruyor; ASIL SE HALKA BORCU U ÖDE, GÖREVİ İ YAP! “YURTKUR UYUMA, YURT KUR! www.yurtistiyoruz.org Ankara’dan Kurtuluş Partisi Gençliği projeydi bu. Tarikat yurtları, cemaat evleri pıtrak gibi çoğaldı. Şeriatçı örgütlenme ilkokullara kadar el attı. Ülkemizde iktidar, Şeriatçı güçlerin, tarikatların eline geçti. Bu hayat pahalılığında okumaya çalışan halk çocukları, kötü koşullardaki yetersiz devlet yurtlarına da giremeyince, ateş pahası özel yurtların ya da onlara her türlü kolaylığı sağlayacağını vaadeden, Mustafa Kemal ve laiklik düşmanı, ulusal değerlere düşman tarikat yurtlarının, cemaat evlerinin pençesine düştü-düşüyor. Kurtuluş Partisi Gençliği, Aydın Gençliğin uyanıklığı, yurtseverliğin gereği olarak Şeriatçı örgütlenmeye karşı, tarikat yurtlarına, cemaat yurtlarına karşı, “bilimsel, demokratik eğitimin bir gereği olarak insanca yaşanılacak yurtlar istiyoruz” talebiyle bir kampanya başlattı. Kampanya çerçevesinde Ankara’dan İzmir’e, İstanbul’a, İzmit’e, Muğla’ya, Isparta’ya kadar Türkiye’nin çeşitli illerinde stantlar açılarak kampanyanın amacını anlatan ve öğrenci gençliği, anneleri, babaları kampanyaya desteğe çağıran bildiriler dağıtıldı. Binlerce imza toplandı. Bu çerçevede İzmit’te de iki kez imza standı açıldı. İkincisi 22 Kasım’da Yürüyüş Yolu’nda açılan standa halkımızın ilgisi gerçekten heyecan vericiydi. Yüzlerce imza topladık. Bin civarında bildiri dağıttık. Sesli ajitasyon yaparak halkımıza kampanyamızı tanıttık. Partimizin önlükleri, şapkalarıyla, afişlerimizle canlı, ilgi çeken bir stant oldu standımız. Aldığı bildiriyi, üzerinde Tayyip ve İblis Fethullah’ın resmi var diye buruşturup atmak isteyen iki kişi, Kurtuluş Partisi Gençliği tarafından hadleri bildirilince çareyi arkasına bile bakmadan kaçmakta buldu. Bu sırada çevredeki insanlarımız da; bu gericilere karşı mücadele ediyorsunuz, bunların hiçbir şeye tahammülleri yok, sizi tebrik ederiz, diyerek bize destek oldular. Hatta, verin biz dağıtalım, diye desteğini göstermek isteyenler oldu. Yine İTÜ’nün Maslak ve Maçka Kampusları’nda imza stantları açıldı, yüzlerce bildiri dağıtıldı, afişler yapıldı. Yurt Kur Kampanyası İTÜ’de de devam ediyor, büyüyerek devam edecek. Hâlâ halkımızın çoğunluğu Şeriatçı örgütlenmeye, Şeriatçı örgütlere karşı tepki duyuyor. Ulusal değerlerinin kerte kerte aşındırılmasından, 1 milyon şehit vererek emperyalistlerin işgalinden kurtardığımız ülkemizin, bugün yine aynı Batılı Emperyalistlerin ayaklarının altında ezilmesinden, Kurtuluş Savaşımızda işgalci emperyalistlerle işbirliği yapan Tefeci-BezirgânlarınŞeriatçıların bugün ülkemizin iktidarında olmasından büyük rahatsızlık duyuyor. Fakat halkımız örgütsüz, Örgütsüz Halk da ne yazık ki duyduğu tepkilere rağmen bir mücadele yürütemiyor, etkili olamıyor. Görev biz Kurtuluş Partililere düşüyor. Halkımızı örgütleyeceğiz. Ulusal Kurtuluş Savaşımıza, Laikliğe düşman oldukları halde takiyye yaparak bugün iktidarda olan Tayyipgiller’in varlığına, bu yaman çelişkiye son vereceğiz. Sadece öğrenci gençlikten değil, halkımızın her kesiminden destek gören “Yurt Kur Kampanyamız”ı daha da büyütecek ve yayacağız. Yurt Kur Kampanyası Devam Ediyor! İstanbul ve İzmit’ten Kurtuluş Partisi Gençliği 6 27 Aralık 2008 Devrimci, Che gibi, Kıvılcımlı gibi yaşarsa insanlığının hakkını vermiş olur (2) Hikmet Kıvılcımlı’yı Anma Toplantısı’nda Kurtuluş Partisi Genel Başkanı urullah Ankut Yoldaş’ın Yaptığı Konuşma: Türkler, tüm insanlıkla aynı sıraya gir- Türkleri, Arapların önceki 300 yıl içinde İlkel Komünal Osmanlı Toplumu, içine girdiği Sınıflı Toplum bataklığında hızla kirlenir V e biz, Usta’mızın “Tarih Tezi” adını verdiği, Tarihi bir bilim haline getiren emeğinin ışığında Osmanlı’yı da yani Tarihimizin bir parçası, kökümüz olan Osmanlı’yı da çok iyi anlıyoruz. Selçuklu’yu da çok iyi anlıyoruz. Ve bizim dışımızda hiç kimse anlamıyor. Ne Halil İnalcık gibi ömrünü, 100 yıla yaklaşan uzun ömrünü, Osmanlı Tarihine adamış burjuva profesörleri anlayabiliyor Osmanlı’yı, ne de bizim Küçükburjuva Sahte Solcular. Bizim dışımızda hiç kimse anlamıyor. Onu da sadece neyse öylece, olduğu gibi tek biz anlıyoruz. Usta’mız diyor ki, Osmanlı’yı kuran 400 atlı Göçebe, İlkel Komünal Toplum insanıdır. Çoban Toplum insanıdır. Ve Söğüt-Domaniç taraflarına geliyorlar, 300 çadır, arkadaşlar. Yurt adını verdikleri Çadırda yaşıyor bu insanlar. İlkel Sosyalist Toplumu benimsiyorlar. Oğuz’un Kayı Boyu’na mensup 300 çadırda yaşayan insanlar, 400 savaşçıları var. Özel mülkiyet nedir bilmiyor bu insanlar o güne kadar. Ama içine girdikleri toplum, sınıflı toplum. Biri-Doğudaki; çökkün İslam Medeniyeti’nin bir parçası olan, derebeyleşmiş Selçuklu Medeniyeti’nin bir parçası. Diğeri ise en Batıdaki, yine çökmek üzere olan derebeyleşmiş Bizans Medeniyeti’nin bir parçası. Bunların içine gelip giriyorlar. Tabiî İlkel Komünal Toplum insanları yani sosyalist insanlar, o değerlere sahip insanlar, sınıflı toplumun içine girdiler mi, sınıflı toplum bataklık… İnsanı çamurlara bulayan bir bataklık sınıflı toplum… Yalanın, alçaklığın, namussuzluğun, düzenbazlığın, korkaklığın, ikiyüzlülüğün, sömürünün, talanın, acımasızlığın diz boyu olduğu bir toplum sınıflı toplum. İnsanlar kişicil çıkarlarından başkaca hiçbir şeyi düşünmezler genellikle sınıflı toplumda. Toplumun çıkarı diye bir şey olmaz… Hile, yalan, düzen, sahtekârlık, acımasızlık var sınıflı toplumda. Ama İlkel Sosyalist Toplumda bunların hiçbiri yok. Eşit kan kardeşler toplumu. Korku nedir, yalan nedir bilmeyen bir toplum. İşte onun (sınıflı toplumun) içine girince, kirlenirler insanlar. Hızla kirlenirler… Hani yine şairimizin dediği gibi: Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler. Özdemir Asaf, değil mi, arkadaşlar? Evet. İşte İlkel Sosyalist insanlar da beyaz gibi hızla kirlenirler, tozlanırlar sınıflı toplumda. Çünkü, katran kazanının yanında olup da islenmeyen, üzeri kararmayan insan olur mu? Olmaz. Mezbahaya gidip de işkembe kokusu üzerine sinmeyen insan olur mu? Olmaz… Olmaz… Onun gibi. İnsan kirlenir, sınıflı toplumun kurallarını da benimser; ama o güne kadar o insanlar, o toplum yüz binlerce yıl, sosyalizmi yaşamışlardır. O yaşam tarzını, o geleneklerini bir anda unutamazlar. O kuralları unutamazlar. Ruhları öyle şekillenmiş bu insanların. O yüzden o insanlar, gelenekler biçiminde o İlkel Sınıfsız Toplumun kurallarını yaşatmaya devam ederler. Ülkülerini bir ölçüde de olsa yaşatmaya devam ederler. İşte Osmanlı, o kuralları yaşattığı sürece gelişti, üç kıtaya yayılan koca bir imparatorluk oldu, arkadaşlar. Ama o da giderek derebeyleşti. Sınıflı toplumun bütün rezilliklerine bulaştı ve sonunda çöktü. Yani her şey gibi Osmanlı’nın yaşamı da bakın, İnsanlığın başından geçenler gibi, İslam Toplumunun başından geçenler gibi bir süreç… Ve o süreçte de başlangıçtaki kurallar, töreler, insanlar; o sürecin sonunda tamamen öbür tarafa savrulmuş, zıddına dönüşmüş olurlar. Diyalektik süreç de işte budur. Her şey zıddıyla birlikte bulunur ve başlangıçta baskın olan yön, sonunda altkın duruma gelir, yani onun zıttı olan taraf ağırlık kazanır. Bu iki- sinin çarpışmasından da bambaşka, yeni bir sentez ortaya çıkar. Bu senteze varılamazsa çürüme, çökme ve yok olma meydana gelir. İşte burada da aynen o oluyor. Başlangıçtaki İlkel Sosyalizm, içine girilen toplumun niteliğinden dolayı, yani aşırı olumsuzluğundan dolayı, giderek katı derebeyleşmeye varıyor. İkisinin çarpışmasından yeni bir senteze-daha üst bir toplum biçimine (kapitalizme) varılamıyor. Bu derebeyleşmenin yoğunluğundan kaynaklanıyor. Osmanlı her geçen gün derebeyleşmenin batağına biraz daha saplanıyor. Ve sonunda da çöküş ve bitiş geliyor. Bizim dışımızdakiler ve burjuva tarihçileri sanırlar ki, Osmanlı derebeyi, feodal bir toplum olarak doğdu. Yok böyle bir şey. Böyle bir şey yok, arkadaşlar. Göçebe Toplum neyin özel mülkiyetine sahip olacak?.. Bir sürüleri, bir de çadırları var. Kan kardeşler toplumu zaten. Nerede özel mülkiyet, neyi paylaşacak? Bunu düşünmezler. Bu hiç akıllarına gelmez. Zaten üretilen ürünler kabilenin geçimine ancak yeter. Kim mal istifleyecek, Karunlaşacak, zenginleşecek?.. Yok böyle bir şey... Ve toplum önderleri, Askercil Demokrasi dediğimiz demokratik kurallarla seçilir gelirler. İşte bunu da netçe tek biz görürüz. Bizim dışımızdakiler görmez. Osmanlı’nın, o 400 savaşçının bir anda hem İslam Medeniyeti’ni-Selçuklu Medeniyeti’ni, hem de Bizans Medeniyeti’ni iskambilden şatolar gibi paramparça etmesi, üç kıtaya yayılan ve 15 ila 20 milyon kilometrekare yüzölçümüne sahip koca bir imparatorluğa dönüştüren gücü nereden geliyor arkadaşlar? İşte bu İlkel Sosyalist Geleneklerden geliyor. İlkel Sosyalist toplum, eşit kan kardeşler toplumu olduğu için korku nedir bilmez. Kendini toplumun dışında görmez. O bakımdan savaşçıdır. Bir de; adildir, eşitlikçidir. Zalim, gaddar değildir. İşte bu iki önemli anlayıştan dolayı Osmanlı hızla gelişti ve yayıldı, güçlendi, koca bir imparatorluğa dönüştü. Bunu bizim Küçükburjuva Sahte Solcu arkadaşlara bir türlü anlatamıyoruz. Bunu anlattığımız zaman, vay, sen Osmanlıcısın diye saldırıyorlar bize. İslamiyeti anlatıyoruz, vay sen, İslamiyet sosyalizm demektir, Kur’an’da sosyalizm savunulur diyorsun, diye saldırıyorlar bize. Anlamıyorlar bizim ne dediğimizi. Osmanlı’nın bu tarihi sürecini anlattığımız zaman, vay siz Osmanlıcısınız, şovensiniz, diye yine saldırıyorlar bize. Süreci görmüyorlar ki, olayı görmüyorlar, anlayamıyorlar. Çünkü o teorik ışık yok kafalarında, o teorik güç yok. bulursunuz. Bu kişi sıradan bir tarihçi, bir yazar, arkadaşlar: “İsa’dan sonra on üçüncü yüzyılda Büyük Kuraklık meydana geldi. Çin Seddi’nden Orta Asya’ya kadar bütün topraklar susuzluktan çatlayıp kavruldu ve bu topraklarda yaşayan kabileler sü- Yusuf Hikmet Bayur rüleri için yeni topraklar aramak üzere yollara düştüler. Bunların arasında, sancaklarının üzerinde bir Bozkurt başı olan, Süleyman Şah önderliğindeki Osmanlı Türkleri de vardı. “Geniş Moğol suratlarındaki çekik gözleri ve hayvanca güçleriyle, bu Osmanlı Türkleri zalim ve ilkeldiler. (Tabiî Medeni İnsan, İlkel Sosyalist İnsanı böyle değerlendiriyor, değerlendirecek.) En azından vahşi Orta Asya topraklarının uçsuz bucaksız steplerinde avlanan bozkurtlar kadar acımasız ve gaddardılar. Gene de, göçebe yaşamlarının sunduğu tehlikeler ve risklere karşı, önderlerine kayıtsız şartsız boyun eğecek kadar disiplinliydiler.” diye gidiyor. Yani bir Göçebe Çoban Toplum olduğunu anlatıyor burada Osmanlı’yı kuranların, arkadaşlar, bu yazar. di.” Yani tüm insanlıkla aynı sıraya indi, diyor. Ondan önce tüm insanlığın daha üst bir aşamasındaydılar, düzeyindeydiler. Neydi bu? İlkel Sosyalist Geleneklere sahip oldukları dönemdi, arkadaşlar. Onu söylemiyor ama böyle bir gücün olduğunu söylüyor. E, biz bunun, Marksist Tarih anlayışımız ve Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi ışığında, İlkel Sosyalist Gelenekler olduğunu koyuyoruz, buluyoruz. “(…) aynı sıraya girdi. Yapılarındaki çelik doku yok olmuştu. (Bakın, ne güzel bir anlatım: “Yapılarındaki çelik doku yok olmuştu.”) Enerjilerinden ve canlılıklarından eser kalmamıştı. (Derebeyleşince, artık çıkar ilişkileri ön plana geçince, özel mülkiyet duygusu ön plana geçince, insanlar işte böyle çürür.) Soy ve ahlâk açısından çürümüşlerdi. Egemenlikleri altındaki bağımlı halklar, onlara başkaldırdılar. Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan birbiri ardına bağımsızlıklarını ilan ettiler. (Yani giderek Osmanlı’nın çürümüşlüğünü, dökülmüşlüğünü, artık giderek çatırdamaya başladığını anlatıyor.) “Bu imparatorluğun artık dağıtılması gerektiğine kani olan Hıristiyan güçler, onu baskı altına alıp, cesaret edebildikleri parçalarına ele koymaya başladılar. Kırım’ı ve Kafkasya’yı ele geçiren Rusya, İstanbul ve Akdeniz’e açılan yolu olan Boğazlar üzerinde hak iddia etmeye başladı. Fransa, Suriye ve Tunus’a el attı. İngiltere, Mısır ve Kıbrıs’ı işgal etti. Yeni ve gelişmekte olan Almanya, diğer rakiplerini saf dışı eder etmez ülkeyi kendi başına ele geçirme ümidiyle, tüm Avrupa’ya karşı Sultan’ın, yani II. Abdülhamid’in yanında saf tuttu. Bu ulusların hepsi Osmanlı’dan özel haklar ve ekonomik ayrıcalıklar talep etmekteydi. “Birer akbaba kadar açgözlü olan Hıristiyan Güçler, büyük bir iştahla imparatorluğun sonunu gözlemekteydiler. Birbirlerinden çekinerek de olsa, tohumlarını ektikleri akla ziyan Dünya Savaşı felaketi öncesinde, her birinin haset dolu gözleri diğerlerinin üzerindeydi.” (Armstrong, agy, s. XI-XII) Selçuklu ve Osmanlı’nın eşit kankardeşleri toplumu olduğunu Burjuva Tarihçileri bile görüyor-seziyor 1932 yılında Mustafa Kemal’in biyografisini yazan ilk kişi İngiliz Armstrong, arkadaşlar. Ve Türk düşmanı bir yazar Armstrong. Arabistan cephesinde yüzbaşı olarak İngiliz Ordusunda savaşırken Osmanlı’ya esir düşmüş bir kişi. Sonra rüşvet vererek kaçıp kurtulmuş, bir yolunu bulmuş kurtulmuş, İngiltere’ye gitmiş. Ve Osmanlı çöküp İtilaf devletlerinin egemenliğine girdikten sonra da, İstanbul işgal edildikten sonra da gelip İngiliz yüzbaşısı olarak İstanbul’da görev yapmış bir kişi. Ve o zaman da Anadolu’ya silah kaçıran yurtseverlerin peşine düşmüş, onları yakalamış, yakalamaya çalışmış. Yani İstanbul’dan silah sevkiyatını engellemeye çalışmış bir kişi Armstrong. İşte 1932’de de bu biyografiyi yazıyor. Mustafa Kemal, İngilizcesini bulup getirtiyor bunun. Ve okutuyor Yusuf Hikmet Bayur’a. Hakaretamiz saldırılar var burada Mustafa Kemal’e. Okumak istemiyor Hikmet Bayur, zorla okutuyor Mustafa Kemal. O bile, Armstrong bile yazdığı Önsöz’de, Giriş diyor, o bile bütün bilinçsizliğine rağmen, Osmanlı’nın ne olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini az çok sezer, arkadaşlar. Sezer... İnanın şu Giriş’i okuduğunuz zaman, yani bizim Tarih Tezinin ışığında Osmanlı’ya ilişkin bu bakışımızın sezi biçiminde de olsa, çok yüzeysel bir anlayışını Selçuklu Savaşçıları “Önlerinde can çekişmekte olan imparatorluklar buldular. Yozlaşmış Selçuklu İmparatorluğu, Bağdad ve Halifelerin yıpranmış Arap İmparatorluğu ile köhnemiş Bizans. Bu imparatorlukları paramparça edip fethettiler. “Süleyman Şah’ın ölümünden sonraki üç yüzyıl içinde, onun onuncu halefi olan Kanuni Sultan Süleyman, Adriyatik kıyılarındaki Arnavutluk’tan İran İmparatorluğu sınırlarına ve Mısır’dan Kafkasya’ya dek uzanan koskoca bir imparatorluğu adalet ve dirayetle yönetmeye başlamıştı bile.” Diye devam ediyor. Yani arkadaşlar, bütün düşmanlığına rağmen, bakın o yazar bile diyor ki, Kanuni Sultan Süleyman koca imparatorluğu “adalet ve dirayetle” yani beceriklilik ve başarıyla yönetmeye başlamıştı. Ama sonradan, arkadaşlar, derebeyleştiğini de yine sezi halinde anlatır: “(…) Bir istisna dışında (yani Kanuni’den sonra), ondan sonra gelen yirmi yedi padişahın her biri bir öncekinden daha da dejenere idi. Yönetimi saray haremi, iç oğlanları ve hadım ağaları ele geçirdi. İyi bir önderden yoksun kalan Arkadaşlar, burada Birinci Emperyalist Büyük Yağma Savaşı’nın sebebini de koyuyor Armstrong. Yani bütün mesele, Osmanlı’dan en büyük payı kimin kapacağı. Birinci Büyük Emperyalist Yağma Savaşı’nın en büyük nedeni bu. Böyle gidiyor, zamanımız yok, gerisini okumaya. Yine Georgios akracas adında bir Yunanlı yazarın, günümüz yazarının “Anadolu ve Rum Göçmenlerin Kökeni” adında çok ciddi, değerli bir incelemesi var. Buradan kısa bir bölüm okumak istiyorum. Selçuklu’nun ve Osmanlı’nın neden genişlediğini, neden yayıldığını, neden kolayca büyük fetihler yaptığını, zaferler kazandığını anlatıyor: “Bizanslılar 1071 Mancikert (Malazgirt) savaşında bozguna uğradıktan sonra, bunu izleyen 10 yıl içinde Anadolu’nun siyasi haritasında dramatik değişmeler oldu. Bu süre içinde Selçuklu Türkleri ikaiya’ya (İznik) ulaşarak, neredeyse tüm Anadolu’yu ele geçirdiler. İznik, sultan Alp Arslan’ın ilk başkenti oldu. Bu devletin toprakları dışında Dardanel (Çanakkale), Küçük Ermenistan ve Trabzon bölgeleri kaldı. “Engel tanımadan ilerleyen Selçuklu başaramadıklarını 10 yıl içinde başardılar. Bibliyografyada Selçuklu Türkleri ile Bizanslılar arasında cereyan eden önemli bir savaştan söz edilmemektedir. Bu olay, Anadolu topluluklarının istilacılara karşı neredeyse hiç direniş göstermediklerine işaret etmektedir. “Anadoluluların Selçuklu istilacılarına karşı hiçbir askeri direniş göstermemeleri, önceki Bizans döneminde yönetenler ile yönetilenler arasındaki ilişkilerin çok düşük bir düzeyde oluşuna bağlanmaktadır. Bilinen bir olay, Makedon Hanedanının hüküm sürdüğü yıllarda, derebeylerin, imparatorların da katkısıyla, küçük toprak…” Selçuklular da aynı süreçten geçiyor, tıpkı Osmanlı gibi. Yazar Selçuklu’yu anlatıyor burada öncelikle. Yani o da İlkel Komünal toplumdan gelip, derebeyleşip çürüyor ve Osmanlı tarafından ortadan kaldırılıyor. Evet… “(…) Makedon hanedanının hüküm sürdüğü yıllarda, derebeylerin, imparatorların da katkısıyla küçük toprak sahiplerini tam anlamıyla ezdikleri ve onları toprak kölelerine dönüştürdükleridir. Makedon Hanedanı yıllarında Anadolu Bizans toplumunda mülkiyet ilişkilerindeki değişiklik şu yolla gerçekleşmişti: Büyük çiftliklerde ve Kilise topraklarında yapılan üretim her çeşit vergiden muaf tutulurken, küçük üreticilere % 90’lara varan çok ağır vergiler konuyordu.” Düşünebiliyor musunuz, arkadaşlar, küçük üretmenler ürünlerinin yüzde doksanını vergi olarak ödüyorlar Bizans’ta. Ama büyük çiftlikler ve kilise toprakları vergiden muaf tutuluyor. İşte çürümüş derebeyi medeniyetlerinde üretmenler böylesine baskı ve zulüm altında bulunurlar. “Bu ezici vergilendirme yüzünden özgür üreticiler kendi başlarına var olmayı sürdüremiyor ve topraklarını gönüllü olarak derebeylerine bağışlayıp, geçinebilmek için toprak kölesi olmayı yeğliyorlardı. Derebeyleri ise, boyun eğmeyen az sayıdaki özgür rençperleri, “sopalılar” diye adlandırılan adamlarının yardımıyla ikna ediyorlardı. (Gönüllü boyun eğmeyenleri dayakla yola getiriyordu, diyor, arkadaşlar.) Çimiskes’ler, Phokas’lar, Bardas’lar gibi imparatorlar veren Bizans aristokrasisinin bu toplumsal politikası, Anadolu’nun en büyük bölümünde Bizans yönetiminin sona erişine de damgasını vurdu.” Yani bu zulüm politikası, Anadolu’nun en büyük bölümünde Bizans’ın sona erişine damgasını vurdu, diyor. Alparslan’ın Malazgirt zaferinden sonra da bildiğimiz gibi Selçuklular hızla Anadolu’yu ele geçirdiler, Bizans’ı Anadolu’dan silip süpürdüler. “Bizanslı yazar Khionates’in (arkadaşlar, bunun ünlü bir tarih kitabı da var, Khionates’in) anlattıklarını, Fotiadis şöyle yorumlar: “(…) böylelikle sonunda Helen kentleri tümüyle barbar sömürgeleri olmayı yeğliyorlardı ve vatanlarını seve seve ödün olarak verdiler.” (Georgios Nakracas, Anadolu ve Rum Göçmenlerin Kökeni, Belge Yayınları, s. 51-52) Düşünebiliyor musunuz, arkadaşlar, Kent Üretmenleri, Barbar Toplum dediği İlkel Komünal Toplum insanlarını seve seve kabulleniyorlar ve vatanlarını gönül rızasıyla onlara veriyorlar. Niye? Çünkü o Barbarlar geldiği zaman, bunları derebeylerin zulmünden kurtarıyor. Bunu, kendisinin Bizans’ın varisi olduğunu iddia eden Yunanlı bir yazar anlatıyor. İşte Selçukluların geçtiği bu süreçten, Osmanlılar da aynen geçtiler. Şimdi bu yazarların gördüğünü bile, (hiç de solculuk iddiası yok bu yazarın, bir burjuva tarihçisi) bizim küçükburjuva sahte sollar göremiyorlar. Göremiyorlar, çünkü yok o teorik güç kendilerinde. Ve yine ömrünü Osmanlı Tarihine, Bizans Tarihine vermiş Tarihçilerimiz de göremiyor. Ve Marksizmin-Leninizmin ve Hikmet Kıvılcımlı’nın ideolojisinin şaşmaz ışığı altında, sadece biz görüp teorik zeminine oturtabiliyoruz olayları. Yani olayı olduğu gibi kavrayabiliyoruz. İşte Kıvılcımlı böylesine büyük işler başarmış, büyük teorik mucizeler yaratmış, insanüstü emekler ortaya koyabilmiş bir devrimci, arkadaşlar. 7 27 Aralık 2008 Çanakkale Savaşı ve Zaferi, Tüm Mazlum Milletlerin Emperyalizme Karşı İlk Zaferidir Şimdi, geçen yıl 18 Mart’ta, İzmirli ve İstanbullu Kurtuluş Partili Yoldaşlarımız, Çanakkale’de 18 Mart 1915 Deniz Zaferi’nin kutlamasını yaptılar. Çoğu yoldaşımız bunu hatırlar. Yine bizim küçükburjuva sahte sollarımız, ad vermeden bizleri eleştirdiler, bu kutlamayı yaptığımız için, bu zafere sahip çıktığımız için. Kıvılcımlı Usta der ki: “Çanakkale Zaferi sadece bizim değil, tüm mazlum milletlerin emperyalizme karşı ilk zaferidir.” (Alkışlar…) “O yüzden o zaferi ne kadar kutlasak yeridir”, der, arkadaşlar. Bizim Sahte Solculara göre, Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda Osmanlı da, emperyalist paylaşım savaşını güden cephelerden birine mensup bir devlet. O yüzden, onun kazandığı bir zafere sahip çıkılamaz. Bu anlayıştalar. Ama biz diyoruz ki, Osmanlı o savaşın bir tarafı değil, o savaşın kurbanı! O savaşın öznesi değil, nesnesi! O savaşın asıl çıkış sebebi, Osmanlı’yı parçalamak, yağmalamak, yutmak arkadaşlar. Olay bu. Osmanlı aldatılarak yarısömürge durumuna düşürüldüğü için, o savaşa zorla sokuldu. (Sloganlar: Davamız Halkın Kurtuluş Davasıdır… Alkışlar…) Lenin, arkadaşlar, “Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky” adlı eserinde, yine yüce anıt eserlerinden biri Lenin Usta’nın: “(…) Kendi burjuva “vatanı” için konuşmaya tarihî bir hakkı bulunan ve feodalizme karşı mücadelede yeni ülkelerde milyonlarca insanı uygar bir hayata götüren büyük burjuva ihtilallerine derin bir saygı gösteremeyen insan, Marksist olamaz.” Yani büyük burjuva devrimlerine, 15’inci Yüzyılda İngiltere’de başlayan büyük burjuva devrimlerine saygı göstermemiz gerekir, çünkü feodalizmden daha üst bir üretim ve toplum biçimi olan kapitalizme sıçrattı insanlığı o devrimler, diyor. Onlara saygı göstermeyen insan, Marksist olamaz, diyor Lenin. “(…) Bir insan, Alman Emperyalistleri tarafından Belçika’nın boğazlanması ya da Avusturya ve Türkiye’yi yağma için İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya Emperyalistleri arasında imzalanan pakt ile ilgili olarak, “vatanın savunması”ndan söz eden Plekhanov ve Kautsky’nin ikiyüzlülüğüne karşı nefret duymayınca da Marksist olamaz.” (Lenin, age., s. 26) Demek ki, arkadaşlar bakın, Lenin Usta burada emperyalist savaşın iki cephesini çok net olarak görüyor. Bir tarafta kim var? Almanya var. Mustafa Kemal ve Arkadaşları Çanakkale Savaşı’nda Marks-Engels Usta’mızın, Türkiye üzerine yazıları Sol Yayınları tarafından “Doğu Sorunu [Türkiye]” adıyla yayımlanmıştı. Ustalarımız burada der ki, Batılı devletler Osmanlı’nın ruhuna fatiha okumaktadırlar. Yine bir yerde derler ki, Osmanlı, Avrupa Medeniyetine yem olacaktır, yem edilecektir. Ve yine burada Engels der ki, Osmanlı kaçınılmaz bir şekilde parçalanacak, çökecek… “(…) Türkiye’nin bağımsızlığının korunması ya da Osmanlı İmparatorluğu’nun olası çözülüşü durumunda, Rusya’nın bu toprakları kendine katma tasarısının önlenmesi en önemli sorundur. (F. Engels, age., s. 31) Yani ne güzel koyuyor meseleyi. 1853’te yazıyor bunu Engels. New York Daily Tribune’de, 12 Nisan 1853’te, “Türkiye’de Konusunda Gerçek Sorun” başlığını taşıyan Başyazısında. Yani Osmanlı’nın parçalanması kaçınılmaz. (Bir dinleyicinin sözü üzerine.. Söz anlaşılmıyor.) Evet, tabiî, tabiî… Biz diyoruz ki işte, Batı Kapitalizmi, Emperyalizm aşamasına geçti artık, o dönemde. Yani, Türk bağımsızlığını korumak, diyor, önemle üzerinde durulması gereken meselelerdendir. Yani büyük Usta’mızın 1853’te gördüğünü, bizimkiler bugün bile, aradan 150 yıl, 155 yıl geçmiş olmasına rağmen görüp kavrayamıyorlar. Bunların nerede MarksistLeninistliği?.. Lafta! İşte biz Marksist-Leninistiz derken, bunu dudaktan söylemiyoruz. Bir söz, ünlü yazarımız Reşat Nuri’nin dediği gibi, “dudaktan kalbe” vurmazsa, o sözün beş paralık bir değeri yoktur. Biz Marksizmi-Leninizmi bir bilim olarak, İşçi Sınıfının kurtuluş bilimi olarak benimsiyoruz. Onun rehberliğinde mücadelemizi sürdürüyoruz. Bizi, vay Osmanlıcı, şoven vesaire zırvalamalarıyla adi, basit sözlerle suçlamaya kalkıyorlar, kara çalmaya çalışıyorlar. Buna prim verir miyiz biz? Ciddiye alır mıyız bunu? Bilimin dediği ortada… O neyi yutmak istiyor, Usta’nın koyuşuna göre? Belçika ve Avusturya’yı. Öbür tarafında kim var emperyalist yağma savaşının? İngiltere, Fransa, Çarlık Rusyası ve İtalya var. Bunlar kimi yağmalamak istiyor? Avusturya ve Türkiye’yi yağmalamak istiyorlar. Demek ki emperyalist savaşın bir parçası değil, kurbanı Türkiye. Öznesi değil, nesnesi, arkadaşlar. Ve bunu Lenin söylüyor. Ne zaman söylüyor? “1915 yılında, Mayıs’ın ikinci, Haziran’ın birinci yarısında yazıldı” bu makale. Bu dönem, Çanakkale Kara Savaşlarının bütün şiddetiyle sürdüğü dönemdir. Bildiğimiz gibi Çanakkale Kara Savaşları, 25 Nisan 1915’te başladı, 9 Şubat 1916’da emperyalistlerin hezimeti kabul ederek defolup gitmesiyle sona erdi. Tam o savaşın en şiddetli biçimde sürdüğü günlerde diyor bunu, Lenin Usta. E, şimdi biz Leninistsek, bunu böyle göreceğiz, teori bunu söylüyor. Hem bunu ciddiye almayacaksın, bunun zıddına zırvalamalar ortaya süreceksin, ondan sonra da ben Marksist-Leninistim diyeceksin. Adına MLKP, bilmem HÖC şu bu diye adlar koyacaksın. Bunların, bu zırvalamaların, beş paralık bir değeri yok bizim için. Bizse Marksist-Leninist ideolojiyi biliyoruz ve onun rehberliğinde savaşıyoruz! Oyun oynamıyoruz! Stalin de burada, “Leninizmin İlkeleri”nde iki yerde açıkça söyler. Ama vaktimiz son derece azaldı, o yüzden… “Leninizmin İlkeleri”nde, (Sol Yayınları’ndan) arkadaşlarımız bakabilirler. Aynı, Lenin’in koyduğu tezleri tekrarlar. Demek ki, Çanakkale Savaşları konusunda da, Marksizmin-Leninizmin tezini savunuyoruz biz; Kıvılcımlı ve biz. Bizim dışımızdakiler, burjuvazinin tezlerini savunuyorlar. Çanakkale Savaşları’na böyle aşağılık biçimde saldıran dönek yazarçizerler var. Hadi Uluengin, geçen yıllarda benzer bir yazı yazmıştı, hatırlayan arkadaşlarımız olabilir. Mustafa Yoldaş’la birlikte okumuştuk. Yine Engin Ardıç döneği, benzer bir yazı yazdı. E, şimdi bunlarla saf tutacaksın sen, ondan sonra da devrimcilik iddiasında bulunacaksın. Biz de sana Sahte Sol, Soytarı Sol deyince, vay bize hakaret ediyor, diye bize saldıracaksın. Ve bizimle ilişkiyi askıya alacaksın. Hiç umurumuzda olmaz! Ya adam olursunuz ya da erir, tükenir, yok olur gidersiniz… (Alkışlar… Sloganlar… Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız…) Emperyalistlerin Çanakkale Hezimeti ve bu Hezimetin Dünya çapındaki önemi Çanakkale Savaşları’nda bulunan, yağmacı emperyalist orduyla beraber bulunan bir İngiliz Savaş muhabiri var, arkadaşlar, Ellis Ashmead Bartlett. “Çanakkale Gerçeği” diye, tüm arkadaşlara salık vereceğim bir kitabı var. Burada çok açık bir şekilde anlatır emperyalistlerin amaçlarını. Yani, “Rüyalar Şehri İstanbul’u bir an önce ele geçirmek, Ayasofya’da yeniden Haç’ın hâkimiyetini sağlamak, Fatih’in Yeniçerilerinin yaptıklarının öcünü almak”, diye sıralar. Sürekli makaleler gönderir Londra’ya, savaşın başlarında gönderdiği yazılarında, zaferden o denli emindir ki; zafer çok yakın, der defalarca. Ve “Osmanlı Türkleri son Haçlı Seferinden bu yana Anglosakson süngüsü tatmadılar, şimdi tadacaklar”, der. “Haç için savaşan o kutsal şövalyelerin öcünü alacağız”, der. Ve coşkuya kapılır emperyalist ordu karşısında. “Bugüne dek Tarihin gördüğü en büyük Haçlı Ordusu bu. Onun önünde kim durabilir?” der. Ve Türkleri o kadar aşağılar ki… Türkleri ve Osmanlı Halklarını… Tabiî Kürt yoldaşlarımız da var, omuz omuza bu savaşlarda. Hiçbir şekilde ayrılmamışlar, Malazgirt Savaşı’ndan bu yana sürekli Türklerle omuz omuza, her zaman, sevinçte ve zor günlerde, tasada beraber olmuşlar, arkadaşlar. “Bunlara on şilin rüşvet versek, bir de teslim olduklarında af çıkarsak, bu siperlerdeki Osmanlı Türkleri kaçar gider”, diye teklifte bulunur, Çanakkale Savaşlarının Komutanı Ian Hamilton’a. O denli emin yani, o denli aşağılıyor bizleri, savaşın başlangıcında. Ama sonunda ne olduğunu görür. “Türkler müthiş kahramanca savunuyorlar yurtlarını. Köşeye sıkıştığı zaman korkunç yenilmez savaşçılar olur Türkler” der. Ve savaşın gidişatını görür. Ve o yönde değerlendirmelerde bulunur ve Londra’ya o makaleleri göndermeye başlar. Ian Hamilton hemen ambargo koyar, Bartlett’in yazılarına. Engeller, gönderilmesini. Sonunda bir Avustralya savaş muhabirine makalesini verir ve İngiltere Başbakanı Asquith’e bir mektup yazar, arkadaşlar. Fakat bu mektubu Avustralya savaş muhabirine verirken, başka bir İngiliz savaş muhabiri görür, Ian Hamilton’a haber verir. Ian Hamilton, hemen o Avustralya savaş muhabirini Marsilya’da gemiden iner inmez tutuklatır. Ve elinden Bartlett’ın makalesini alır. İngiliz Başbakanına, Asquith’e ulaştırılmasını engeller böylece. Ama Avustralya savaş muhabiri, mektubun içeriğini belleğine yazmıştır. Onu tekrar kaleme alır. Avustralya Başbakanı Andrew Fisher’e gönderir. Fisher de İngiliz Başbakanı Asquith’e gönderir. Şimdi o mektubun son bölümünden kısa bir bölüm okumak istiyorum: “Sayın Asquith, “Size böylesine rahatça yazıyor olmamı mazur göreceğinizi umuyorum; ancak, bu mektubu size elle ulaştırma imkânına sahibim ve kesinlikle meselelerin gerçek yüzünü buradan öğrenmeniz gerektiğini düşünüyorum. Türklere karşı mutlak büyük başarılar gösterme yolundaki son büyük çabamız, Bannockburn Muharebesi’nden beri tarihimizdeki en korkunç ve pahalı fiyasko idi. Karargâhlar tarafından belirlenen planın en ufak bir başarı şansının bulunduğunu şahsen hiç düşünmedim, keza, bu planın akim [başarısız] kalışını 9. Kolordu’nun Anafarta Tepelerini zapt etmede başarısız kalışıyla açıklamaya yönelik gayretlerin gerçekle bir ilgisi bulunmamaktadır. Operasyonlar, imkânsız bir ülkede, İşgalci Güçlerin, bir generalin kesinlikle beklenti hakkına sahip olamayacağı mikyasta, elde edilmesi imkânsız hedeflere kahramanca dalması ve hayatlarını feda etmesi suretiyle bir süre sürdü. Asıl hedef, Yarımada’yı Suvla Körfezi’nden” (agy, s. 276) diye devam eder, arkadaşlar. Yani, bu savaşın, vaktimiz yok okumaya, sürmesinin hiçbir anlamı yok. Kayıptan başka, hezimetten başka hiçbir şey vermez. En kısa sürede, zaten kış da yaklaşmakta- dır, çekilmemiz gerekir, der, arkadaşlar. Onun üzerine İngiliz Başbakanı Asquith, Ian Hamilton’ı, o gururlu, mağrur, emperyalist yağma savaşlarında büyük deneyimler edinmiş, zaferler kazanmış, Güney Afrika Halklarına kan kusturmuş, Hindistan’da mazlum Hindistan Halkına kan kusturmuş Ian Hamilton’ı görevden, yani Çanakkale Savaşları Müttefik Orduları Komutanlığından alır, yerine General Monroe’yu gönderir. Monroe, savaşın sürmesindeki anlamsızlığı çabuk kavrar. Ve onun üzerine emperyalist İtilaf Ordusu defolur gider, arkadaşlar. Yani Çanakkale Savaşları ve Zaferi konusundaki tezlerimiz de, tümüyle Marksizmin-Leninizmin ilkelerine uygundur, arkadaşlar. Birinci Kurtuluş Savaşı’mızın niteliği nedir? Taci Arkadaşımız da uzun uzun anlattı. Bizim Birinci Kurtuluş Savaşı’mız, Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşı’dır. Burjuva Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşı’dır. Usta’mız adını böyle koyar. Ve Türkiye Komünist Partisi’nin ilk Başkanı ve onun yoldaşları da böyle koyar bu savaşın adını. Mustafa Suphi Yoldaş ve Onbeşler de aynen böyle koyar, arkadaşlar. Şimdi bizim Sevrci Sahte Solcular, Mustafa Suphi’yi savunur görünürler, Onbeşler’i savunur görünürler. Ama hiç ilgileri yok Onbeşler’le de, Mustafa Suphi’yle de, TKP’nin o yıllarda verdiği mücadele ve savunduğu tezlerle de. Tam tersine, onlarla tam bir uyum içinde olan bizleriz. Yine isterseniz önce Lenin’den başlayalım, arkadaşlar, Kurtuluş Savaşı’mızın niteliği neymiş. Büyükelçi olarak Ankara’ya gönderilen Sovyet diplomatı Aralov, Türkiye’ye hareket etmeden önce Lenin’le görüşür. Lenin’in öğütlerini, direktiflerini alır. Lenin’in ona söylediklerinden kısa bir bölüm okumak istiyorum. “Türkler”… Lenin söylüyor arkadaşlar. Lenin’in çalışma odasına gidiyor Aralov, zamanımız yok oraları aktarmayalım. Lenin içtenlikle, dostlukla tokalaşıyor, hal hatır soruyor. Yani gönlünü okşayıcı sözler ediyor ve şunları söylüyor sonra da: “(…) Şimdi size büyük bir iş veriliyor. Türkiye’de yararlı çalışacağınızı umuyorum. Türkler, milli kurtuluşları için savaşıyorlar. Bunun için Merkez Komitesi, askerlik işlerini bilen birisi olarak, sizi oraya gönderiyor. Emperyalistler Türkiye’yi soyup soğana çevirdiler, hâlâ da soyuyorlar. Köylüler ve işçiler buna katlanamadılar ve başkaldırdılar. Sabır bardağı taştı; gerek Doğu Halkları, gerek biz emperyalist kuvvetlere karşı savaşıyoruz. Sovyetler Birliği emperyalistlerle olan işini bitirdi. Onları bozguna uğrattı ve memleketten kovdu. Onların dişlerini söktük. Keskin tırnaklarını vücudumuza geçirmelerine izin vermedik.” “Lenin Türkiye’de olup bitenleri çok iyi biliyordu. (Aralov diyor bunu hatıralarında ve Lenin devam ediyor:) “-Mustafa Kemal Paşa, tabiî ki sosyalist değildir” diyordu Lenin, “Ama görülüyor ki iyi bir teşkilatçı. Kabiliyetli bir lider, milli burjuva ihtilalini idare ediyor. İlerici, akıllı bir devlet adamı. Bizim sosyalist inkılâbımızın önemini anlamış olup, Sovyet Rusya’ya karşı olumlu davranıyor. O, istilacılara karşı bir kurtuluş savaşı yapıyor. Emperyalistlerin gururunu kıracağına, padişahı da yardakçılarıyla birlikte silip süpüreceğine inanıyorum. Halkın ona inandığını söylüyorlar. Ona, yani Türk Halkına yardım etmemiz gerekiyor. İşte, sizin işiniz budur. Türk Hükümetine, Türk Halkına saygı gösteriniz. Büyüklük taslamayınız. Onların işlerine karışmayınız... İngiltere onların üzerine Yunanistan’ı saldırttı. İngiltere ile Amerika bizim üzerimize de sürü ile memleket saldırttı... Sizi ciddi işler bekliyor. Yoldaş Frunze bu günlerde Ukrayna Cumhuriyet adına Ankara’ya gidecektir. Herhalde onunla Türkiye’de karşılaşacaksınızdır. “-Kendimiz fakir olduğumuz halde Türkiye’ye maddi yardımda bulunabiliriz. Bunu yapmamız gereklidir.” (diyor arkadaşlar.) Küçük paragraf bir daha aktarayım: “-En önemlisi halka saygı göstermektir. Emperyalistlerin yağmacı istilacı politikalarına karşılık bizim, hiçbir çıkara dayanmayan dostluk ve memleketin iç yaşamına karışmama durumumuzu, açıklayınız! İşte sizin ödeviniz!.. e gibi yardımlarda bulunacağımızı da bildirelim; en kuvvetli bir ihtimalle silah yardımında bulunacağız. Gerekirse başka şey- ler de veririz. Dil öğreniniz…” filan diye, devam eder arkadaşlar, zamanımız yok. (S. İ. Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıraları, s. 37-40) Demek ki Lenin, çok net bir şekilde Kurtuluş Savaşımızın karakterini ortaya koyuyor, arkadaşlar. Şimdi bunu inkâr ettik mi, o zaman Leninciyiz deme hakkımız kendiliğinden ortadan kalkar. Biz neden Leninistiz? Marksizmin-Leninizmin tezlerini benimsediğimiz için. O tezlerin ışığında kavga yürüttüğümüz için Leninistiz, diyoruz. E, onları reddedersek Leninistliğimiz lafta kalır… Yine, zamanımız yok arkadaşlar, burada, Stalin Boğazlar’da İtilaf Donanmasını bombalayalım, der, imha edelim der, işgalci donanmayı. İşgal altında o zaman İstanbul. Ali Fuat Paşa’ya önerir Stalin bunu açıkça. Ve 10 milyon altın ruble yardım vaat eder Sovyetler. Birinci 5 milyonunu gönderirler, ikinci 5 milyonu da, arkadaşlar, halledeceğiz, der Stalin. “Stalin’in Boğazlar’ı torpilleme teklifi, “Bundan sonra Milletler Komiseri Stalin’le olan mülakatımız aşağıdaki Stalin şekilde cereyan etmişti.” General, Mustafa Kemal’in silah arkadaşlarından Ali Fuat Cebesoy. O zaman Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi. O, anılarında, “Moskova Hatıraları” adlı anılarında, yazıyor. “- Anlıyorum, Paşa! (diyor, Ali Fuat Cebesoy’a, Stalin) Selanik’in Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan’dan hangisine verilmesinin daha münasip olacağı hakkında fikrinizi öğrenebilir miyim?” Yani bu denli dostça davranıyor Stalin de. Sizin tercihiniz yönünde bizim de görüşümüz olsun, istiyor. Sizin tercihinize uyalım, diyor Stalin. “Ben- Yunanistan’da kalması daha adilane olur. “Stalin- Boğazlar’da denizden bir teşebbüste bulunulmasını ve İtilaf Donanmasının ızrar edilmesini [zarar verilmesini] düşünüyorum. Bu maksatla Alman mütehassıslarını Kırım’a getirteceğim. Onlara Kırım’da torpil ve sair tahrip vasıtaları yaptırtacağım. Eğer bunların Boğazlar’a nakli tarafınızdan temin edilebilirse, hemen işe başlanabilir. Siz ne dersiniz? “Ben- Tahrip vasıtalarını, mütehassısların gösterecekleri usul dairesinde Türk denizcilerinin kendi küçük gemileriyle nakledebileceklerini mümkün görüyorum. “Bundan sonra sözü benim istediklerim üzerine getirdim, dedim ki: “Vaadedilen on milyon rublelik altının ikinci taksidi olan beş milyonu Ankara’ya gönderebilmek üzere acele yola çıkarılmasını rica edeceğim. “Bu hususta bir iki gün içinde kat’i ve müspet bir cevap verebileceğini söyledi. “Türkiye’ye gönderilmesi takarrür eden esliha (yani Türkiye’ye gönderilmesi kararlaştırılan silahlar, - N. Ankut), cephane ve harp malzemesinin, görülen mübrem ihtiyaç üzerine bütün süratiyle gönderilmesini hususi surette Yoldaş Stalin’den rica edebilir miyim? “Sual ve ricama da: “Bunu temin edeceğimi vaad ediyorum. “Cevabını verdi. Konuşmamız geç vakitlere kadar samimi olarak devam etmişti.” diye devam ediyor, arkadaşlar. (agy., s.160-161) Yani Stalin de böylesine dost. Birlikte İtilaf Donanmasını, işgalci donanmayı imha edelim, diyor. Şimdi zamanımız ne kadar kaldı? İki saat doldu, bir yarım saat kaldı. İki buçuk saat süre tanımıştı yoldaşlarım bana. O bakımdan… Devam edecek 8 27 Aralık 2008 Başyazı Görmek isteyen herkesçe görülmektedir ki, Ergenekon Davası bir CIA Operasyonudur Baştarafı sayfa 1’de “Atasagun yolladı iddiası “ERGE EKO davasının seyrini değiştirecek önemli bir belge ortaya çıktı. Dün Sabah gazetesinde yayımlanan haberdeki iddialara göre, Tuncay Güney bir dönem “İpek” kod adıyla MİT’in Türkiyeİran Masasında görevliydi. 1992’de JİTEM ve Ergenekon’un içine sızdırıldı. Ancak 2001’de Adil Serdar Saçan’ın yaptığı sorguda Ergenekon’u deşifre ettikten sonra dönemin MİT Müsteşarı Atasagun tarafından ABD’ye gönderildi. “O belge teşkilata aittir’ “Bu haber üzerine MİT’ten bir açıklama geldi. Teşkilat, belgenin kendilerine ait olduğunu doğruladı ancak “Güney, o dönem itibarıyla şüpheli faaliyetlerinden dolayı dikkatimizi çeken ve üzerinde çalışma yapılan bir şahıstır. Kayıtlı bir haber kaynağımız değildir” dedi. Açıklamada, “Kuruluş ve işleyişi tartışmalı Kontr Terör Merkezi, sorumluları ile birlikte 1997’de kuruluş şemasından çıkarıldı” ifadesiyle, Eymür’ün başında olduğu birime dikkat çekildi.” (Milliyet, 27 Kasım 2008) Demek ki Tuncay Güney, MİT’te Mehmet Eymür’ün başında bulunduğu birimde çalışmış. Zaten T. Güney de 2001’deki polis sorgusunda, “Eymür’ün adamlarına düzenli bilgi veriyordum.” (Milliyet, 27 Kasım 2008) diye netçe itiraf ediyor. Mehmet Eymür, geçmişte uzun bir süre olduğu gibi şimdi de AB-D’de yaşıyor. CIA’nın koruması altında… Tabiî yine CIA’nın beslemesinde… MİT’teki “Kontr-Terör Dairesi” de, CIA yönetimindeki Uluslararası Kontrgerilla’nın ya da diğer adıyla “Süper ATO”nun Türkiye’deki şubesinin adıdır. Yani gerçek Ergenekon’dur. Bu gerçeğin ışığında bakınca, “Ergenekon Davası”nın bir CIA ya da bir Kontrgerilla ya da Gerçek Ergenekon Operasyonu olduğunu görürüz. Demek ki gerçek Ergenekon, yani Kontrgerilla görevine eskiden olduğu gibi yine devam ediyor. 16 Mart Katliamı’nın failleri olan gerçek Ergenekoncular aklandı AB’ci, dönek, sinsi sermaye uşağı Can Dündar bile, 16 Mart Katliamı’nın kurbanları olan devrimcilerin gönüllü savunucusu, namuslu aydın, avukat Cem Alptekin’in görüşlerine yer vermek durumunda kalıyor, Milliyet’teki köşesinde. O yazının başlığını da Cem Alptekin’in kullandığı bir kavramdan oluşturuyor. “Çakma” diyor Cem Alptekin, bugünkü Ergenekon Davasına işaret ederken. Bu argo kelime, çalıntı ya da kaçak araba motorlarının seri numaralarının silinerek, yerlerine numaratörle sahte seri numaraları vurulması, yahut da çakılması olayından hareketle oluşturulmuş bir kavramdır. Motor numarasının orijinal değil de sahte olduğunu işaret eder. C. Dündar’ın köşe yazısından bir bölüm: “İstanbul Üniversitesi’nde 100 solcu öğrencinin üzerine atılan ve 7 öğrenciyi öldürüp 41’ini yaralayan bombanın polis aracında bir ülkücüye verildiği ortaya çıkmıştı. “O ülkücü, vicdan azabıyla davadan dönmeye niyetlenince beyninden kurşunlanmıştı. “Kanlı perde böyle açılmıştı. *** “16 Mart’ın altını kazınca, altından tanıdık isimler çıkmıştı. “Mahkeme tutanaklarına göre, bombayı getiren, dönemin Ülkü Ocakları Şube Başkanı Abdullah Çatlı idi. “Bomba atıldıktan sonra saldırganları kovalayan polislere bir komiser muavini “Geri dönün” emri vermişti. “Katiller böyle kollanmıştı. “Veee tesadüfe bakın ki, o “Dönün” diyen müdür, Emniyet içinde hızla tırmanmış, Terörle Mücadele’nin başına geçmişti. “Veee tesadüfe bakın ki Susurluk’ta kazada ölen Abdullah Çatlı’nın telefon kayıtları incelendiğinde, ölmeden önce o Şube Müdürü ile 5 kez konuştuğu ortaya çıkmıştı. “16 Mart davasında avukatlar, bunun sıradan bir cinayet davası değil, “devlet içindeki bir suç örgütü”nce gerçekleştirilen, birçok başka davayla ilişkili, örgütlü bir suç eylemi olduğunu dile getirmişlerdi. “Mahkeme ikna olmuş ve MHP davası, Abdi İpekçi suikastı, TİP’li 7 gencin katledilmesi gibi önemli davalar, bu dava dosyasına delil olarak celp edilmişti. “Sonra mahkeme durdu, heyetler değişti, dava geciktirildi ve nihayet beklenen ol- du: “Dün 16 Mart katliamı davası, 30 yılını doldurduğu ve zaman aşımına uğradığı gerekçesiyle “düştü”. *** “Veee tesadüfe bakın ki, “kontrgerilla” denilen devlet örgütlenmesinin işbaşı yaptığı eylem sayılan 16 Mart’ın tarihe gömülüşü, Ergenekon denilen yapılanmaya ilişkin davanın başladığı güne denk geldi. “Dün 16 Mart davasını baştan beri inatla takip eden Cem Alptekin’e bu “ilahi tesadüf”ü sordum: “Şimdiki gençler buna ‘Çakma’ diyorlar” dedi: “Çakma” yani “bir şeyin sahtesini aslına benzetme çabası...” “Yakın tarihimizin bütün katliamlarını içine alan Gladio dosyasını kapattıkları gün, içinde yakın tarihin hiçbir ciddi katliamının olmadığı Ergenekon davasını başlattılar.” (agy, 21 Ekim 2008) Demek ki bugünkü “Ergenekon Davası”nda adı geçen-konu edilen sahte-uydurma Ergenekon’un gerçek Ergenekon’la yani Kontrgerilla ile bir ilgisi yoktur. Benzerliği yoktur. Amaçları da birbirinin tam zıddıdır. CIA, kendi emrindeki gerçek Ergenekon’u gizlemek, korumak ve kullanmak için, bu sahte Ergenekon’u onun yerine “çakma” yapmıştır. İşte bu “çakma” Ergenekon Davasının da “kilit ismi” yine kendi ajanı Tuncay Güney’dir. Tuncay Güney’i ABD’ye ve CIA’ya pazarlayan Fethullah Gülen hareketidir. Çünkü bu ruhu rahatsız, değer yargısız kişi, medya ortamında dolaşırken, Fethullahçı medyaya da gider. Ve orada işe alınır. Fethullah Gülen’in Ortaçağcı hareketiyle CIA zaten içli dışlıdır. Yani CIA’nın istediği gibi oynamaktadır bunlar. İşte bu arada T. Güney, CIA’nın gözüne çarpar. Tam onların kullanacağı tiplerdendir T. Güney. Çıkar ve kariyer için her şeyi yapmaya hazır kişilerdendir çünkü T. Güney. CIA bunu alır, doktrine eder ve Veli Küçük’le JİTEM çevresine gönderir. Onlara yakın görüşlere sahip, bu nedenle de onların vereceği her görevi istekle yapacak kişi görünümünde bu çevreye yaklaşır. Sonunda da Veli Küçük ve JİTEM yetkililerini kandırarak, içlerine girmeyi başarır. Sonra ulusalcı, yurtsever, laik askerlerin yanına da gönderilir. Oralardan da bilgiler toplamaya çalışır, görüşmeler yapar… CIA, Tuncay Güney’i yetiştirerek İstanbul polisine gönderir CIA zaten bu kesimlerin her yaptığını izlemekte ve büyük oranda bilmektedir. CIA, elindeki bilgileri de yükler T. Güney’e. Sonunda da “teşekkül halinde dolandırıcılık”tan İstanbul polisine düşürülüyor T. Güney. Dikkat edelim. Polise düşmüyor. Planın bir parçası olarak polise düşürülüyor. Daha doğrusu T. Güney, CIA tarafından polise gönderiliyor. Tabiî bu gönderilmeden önce de CIA, Tuncay Güney’in cebine “10 yıl süreyle ABD’de oturma izni” veren belgeyi koyuyor. Ve görev sonrası da T. Güney de ABD’ye uçuruluyor. Sonra oradan da Kanada’ya aktarılıyor. Şimdi, Tuncay Güney’i sorgulayan polis şefi Ahmet İhtiyaroğlu’nun konuya ilişkin açıklamalarına yer veren Milliyet’e bakalım: “Tuncay Güney’in sorgucusu olan eski emniyet amiri: “ 24 Bİ KİŞİ SORGULADIM, OU GİBİSİİ GÖRMEDİM. “Tuncay Güney’i 2001’de sorgulayan Organize Şube Müdür Yardımcısı Ahmet İhtiyaroğlu, savcılığa dilekçeyle başvurarak o dönemi anlattı: “Sanki birileri bize bazı şeyler anlatması için göndermiş gibiydi. Hem bu kadar evrak bulunduran hem de kolay anlatan adam bana uygun gelmedi” “Ergenekon davasının ‘kilit’ ismi Tuncay Güney’i 2001 yılında Organize Suçlarla Mücadele ve Kaçakçılık Şube Müdürlüğü’nde sorgulayan polisin, 2005’te işkence iddiasıyla yargılanan ve ceza alan, dönemin Organize Şube Müdür Yardımcısı Ahmet İhtiyaroğlu olduğu anlaşıldı. Savcılığa dilekçeyle başvururak o dönemi anlatan İhtiyaroğlu, “ esim Malki cinayeti, Karagümrük çetesi, Hizbullah başta olmak üzere örgütlü 110 cinayet olayını çözdüm, Meslek hayatım boyunca 24 bin kişi sorguladım ama Tuncay Güney gibisini görmedim” dedi. “2 Mart 2001’de “Teşekkül halinde dolandırıcılık” iddiasıyla gözaltına alınan Tuncay Güney’in, Ergenekon yapılanması ve emekli Tuğgeneral Veli Küçük hakkındaki iddialarla ilgili sorgusunu yapan İhtiyaroğlu, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılı- ğı’na 28 Ekim 2008’de bir dilekçeyle baş- kalı bir çalışma başlatılmasını isteyip ‘İsvurarak, ‘Adalete yardımcı olmak istiyo- tihbarat ve Organize birlikte çalışalım’ dedi. rum’ dedi. “Her şeyi bilen tek adam olamaz dedim “Dilekçede kendisini “muhafazakâr “Ben her fırsatta bu adama inanmadığımilliyetçi” olarak tanımlayan İhtiyaroğlu, sorgulamadaki başarısı nedeniyle işin ken- mı söyledim çünkü meslek hayatım boyundisine verildiğini öne sürdü. ca 24 bin kişi sorguladım, yanıldığım elbetİhtiyaroğlu’nun dilekçesinden bazı bölüm- te vardır ama Tuncay Güney gibisine hiç rastlamadım. Bu kadar çok şeyi bilen tek ler şöyle: “Şubede ‘Küçük’ün adamıyım, çıkarım’ adam... Bu kasetleri incelediğinizde bizim de ne kadar şaşırdığımızı göreceksiniz. demiş “İstihbarat Şubesi’nde görevli Emniyet Hem gay, hem bu kadar evrak bulunduran, Amiri Hakan Ünsal Yalçın, Harun isimli hem de kolay anlatan adam bana uygun polis memuru, bizim şubede Tahkikat Büro gelmedi. “Hatta ben Adil Bey’e herkesin içinde, Amiri Kemal Karademir toplantı yaptık. Hakan Ünsal Yalçın bana ‘Tuncay Güney ‘Müdürüm bu adamın anlattıkları doğru ise şu an burada MİT Müsteşarı’nın, Geisimli bir şahsı takip ediyorduk. “Teknik dinleme yaptık. Bu adam dün nelkurmay İstihbarat Komutanı’nın, EmAsayiş tarafından gözaltına alındı, gözal- niyet İstihbarat Daire Başkanı’nın da oltındayken bizim takip ettiğimiz grubu de- ması gerekiyor. Biz bunların doğru olup olşifre etti, mecburen bu adamı aldırdık, sor- madığını süzebilecek bilgi ve beceriye sahip gusunu yapıp operasyona hazırlamamız la- değiliz’ dedim. “Ama Adil beyi ikna edemedim. Onun zım’ dedi. “Ben de bu grubun eylemlerini sordum. anlattıklarına inandı. Sonunda proje izni Hakan da bana ‘Ergenekon denilen bir suç alınmasına ve İstihbarat ile koordineli çaörgütü, bu suç örgütünün lideri Veli Kü- lışmaya karar verildi.”(Belma Akçura, Milçük, mafya bağlantısı da Sedat Peker’dir, liyet, 28 Kasım 2008) Ahmet İhtiyaroğlu, katıldığı bir tv prograeylemlerini tam olarak bilmiyoruz’ dedi. Zaten ilk olarak Asayiş’te ‘Ben Veli Kü- mında; “Sizce Tuncay Güney’i kim gönderçük’ün adamıyım, bizim Ergenekon örgü- miş olabilir? MİT mi?” diye soran medya tümüz var, beni buradan alırlar’ demiş. görevlisine, “Yabancı bir istihbarat örgütü Asayiş’teki polislerin sorusu üzerine Erge- gönderdi gibi geldi bana…” diye cevap vermiştir. Yani A. İhtiyaroğlu, CIA gönderdi denekon’u tamamıyla anlatmış. “İstihbarat’tan Hakan ‘Konu İl Emni- mek istemiştir. Yine bildiğimiz gibi CIA’nın kardeş istihyet Müdürlüğü’ne intikal edince olaydan bizim haberimiz oldu. Sızma ihtimali olma- barat örgütü MOSSAD’dır. CIA, Ortadoğu’da sın diye biz de gidip susturduk. Yine de MOSSAD ve hain, kukla kralların yönetiminoradaki arkadaşların yarım yamalak da ol- deki Ürdün İstihbarat Örgütü El Muhabesa bilgileri oldu. İyi sorgulanması lazım, biz rat’la ortaklaşa çalışır. Tabiî yönetici hep de bu yüzden sorguyu senin yapmanı iste- CIA’dır. dik’ dedi (...) Bu işi Tahkikat Amiri Kemal Musevi Cemaati, T. Güney’in Karademir’in yapması gerekirdi ama Şube Yahudiliğinin ve Hahamlığının Müdürü emrettiği için ben yapmak zorunsahte olduğunu açıkladı daydım. Ben soruşturmanın içinde hiç bulunmadım, sadece Tuncay Güney’in sorgu Tuncay Güney’in Musevi olduğu hatta bumülakatını ben yaptım. nunla da yetinmeyip Kanada’da Hahamlık “Güney sanki her gün sorgulanıyormuş (Musevi din adamlığı) yaptığı da yine medyagibi rahattı da çok geniş biçimde yer aldı. Bir de bunlara “Akşam saatlerinde Tuncay Güney sor- ilaveten Tuncay Güney’in homoseksüel halk guya hazırdı(...) Mülakat odasına girdik. deyişiyle ibne olduğu yazıldı çizildi. Zaten T. Tuncay Güney’i getirdim, içeri girdi, karşı- Güney’in görünümü de o mesajı veriyordu. mıza oturdu. Ben Hakan ile yan yana idim. Bu iş ortaya atıldığı anda, biz işin içinde Kemal Karademir ise solumuzda oturuyor- bir b.k’lik olduğunu anlaşmıştık. Çünkü hodu. Memur arkadaşlar ise ayakta ya da boş moseksüelliğe karşı en tepkili kitaplı-yapay bulduğu banka oturmuştu. Ben kendisini din Museviliktir. Eşcinsel ilişkilerin yaygınlıtanıtarak başlamasığı yüzünden İsrail nı istedim. Tuncay tanrısının-Rab’bin bir doğumundan günüşehri çoluk çocuk, müze kadar kendini genç yaşlı, kadın eranlattı. Ben dün gece kek demeden tümden Asayiş’te anlattığı yok ettiği bu dinin Ergenekon’u en başkutsal kitabında-Tevtan detaylı anlatmarat’ta anlatılır. Bu sesını istedim. bepten homoseksüel “Güney konuşurbirinin Musevi din ken hep hareketleriadamı olması bizce ne neye tepki verip olası değildi. T. Güneye vermediğine de ney haham olamazdı. bakıyordum. Dikkaİşin garibi, bu dutimi ilk çeken hiç terum karşısında İsrail dirgin değildi. Oysa Elçiliği de, olması gerekirdi. Türkiye’nin Musevi Sanki her gün sorguCemaati de uzun sülanıyormuş gibi raren bir suskunluğa bühat, soru sorulmasıründü. Oysa, Tuncay Mehmet Eymür nı dahi beklemeden Güney’in haham olmaanlatmaya başladı. Bu dığını onların da anında bilmesi gerekirdi. durumdan şüphelendim. Hatta önümdeki MOSSAD için bu türden bilgilere ulaşmak dadeftere ‘Hiç tedirgin değil, bu adamda yo- kikalık işlerdi. Biz, İsrail tarafının bu suskunlunda gitmeyen bir şeyler var’ diye yazıp luğundan anladık ki, onlar da oyununun içinHakan’a okuttum (...) Tuncay ise anlattı da dedir. T. Güney MOSSAD tarafından da koanlattı. Hatta öyle şeyler anlattı ki, ilk defa runmaktadır. Ve bir şekilde ilişkidedir. Dolayduyduğumuz olaylar olduğu gibi, duyunca lı ya da dolaysız… şaşırdığımız olaylar, meğerse yanlış biliyorSonunda suskunluğu bozan Türkiye Musmuşuz bu olay bildiğimiz gibi değil de baş- evi Cemaati lideri oldu. Baktı ki Türkiye’deki kaymış dediğimiz olaylar, hatta ve hatta Yahudi toplumu, T. Güney yüzünden düzey inanamadığımız olayları anlattı. yitirmektedir. Zaten de Türkiye’de kendilerine “Tuncay Güney’i sanki bize konuşsun di- karşı hayli önyargılı bir yaklaşım mevcuttur. ye göndermişler Şimdi bu T. Güney olayı, durumu daha da “Güney’in anlattıklarında dikkatimi çe- ağırlaştırmaktadır. Tuncay Güney ve CIA yüken bizim asli görevimiz olan mafya, çete işi zünden puan yitiren biz oluyoruz. Artık yeter, değil de başka oluşum, terör niteliği taşı- ABD kendi işini kendi halletsin bundan sonra, masıydı. Ben de ‘kendi kendime yahu bu diye düşünerek suskunluğunu bozdu Türkiye adamın anlattıkları bizim şubeyi ilgilendir- Yahudilerinin temsilcisi… miyor ki’ dedim. Bu işin sonu nereye varır Konu 15 Kasım tarihli gazetelerde yer aldı. diye de merak ettim (...) Sorguyu bitirdiği- Milliyet, haberi manşetten, “SAHTE HAmizde sabaha karşıydı. Aralıksız 6 saate HAM OPERASYO U” şeklinde vermişti. yakın belki de daha fazla sürdü. Bu sorgu Bir gün sonra da, haberin bir özetini verdi iç kayda alınmadı sorgu notları tutuldu. En sayfada. Biz amacımız için yeterli olacağı sesonunda Adil Bey (Dönemin Organize Suç- bebiyle bu özeti aktarıyoruz: larla Şube Müdürü Adil Serdar Saçan) ile “Türkiye Musevi Cemaati Başkanı Sildeğerlendirme yapmaya karar verdik ve is- vio Ovadyo, Ergenekon soruşturmasının tirahate ayrıldık. önemli isimlerinden Tuncay Güney’le ilgili “Şube’de tekrar Adil Bey’in başkanlı- olarak, “Türkiye’nin gündeminde olan ğında toplandık. Ben ‘Sanki birileri bize önemli olaylarla ilgili en kilit adamın, bir bazı şeyler anlatması için göndermiş gibi. Yahudi din adamı kisvesi altında olması Ben bu adamın anlattıklarına inanmıyo- ters bir olay” dedi rum. Bilgiler tek adamda toplanmaz. Bu “Milliyet dün manşetten “Sahte haham işin içinde başka bir şey var’ dedim. İstih- operasyonu!” manşetiyle yayımladığı habarat’tan Hakan da, ‘Bu adamın anlattık- berde, İstanbul Emniyeti’nde 2001 yılında larının bazılarını kendilerinin de bildiğini, verdiği ifadeyle Ergenekon soruşturmasınbir proje izni alarak bu suç örgütüyle ala- da kilit rol oynayan Tuncay Güney’le ilgili olarak Türkiye Hahambaşılığı’nın yaptığı araştırmayı duyurmuştu. Hahambaşılık, Kanada’da yaptıkları araştırmada, Güney’in söylediğinin aksine “Toronto’daki Beith Jacob Sinagogu’nda din adamı olmadığını” ortaya çıkardıklarını açıklamıştı. “Rahatsız edici “Beith İsrail Sinagogu önündeki törende konuyla ilgili soruları yanıtlayan katılan Türkiye Musevi Cemaati Başkanı Silvio Ovadyo, “Hahambaşılığın kayıtlarında böyle bir kişinin (Tuncay Güney) adına rastlanmamıştır” dedi. “Ovadyo, bir gazetecinin, “Tuncay Güney’in, sürekli Yahudi kıyafetiyle televizyonda demeç veriyor olması sizi rahatsız ediyor mu?” sorusu üzerine, “Bu durum Yahudi cemaatini rahatsız ediyor. Türkiye’nin gündeminde olan önemli olaylarla ilgili en kilit adamın, bir Yahudi din adamı kisvesi altında biri olması, ters bir olay. Bu bizim bünyemizde oluşan bir hahamın bulaştığı olay da değilse tabii ki bizim için daha da rahatsız edici” karşılığını verdi.” (agy, 16 Kasım 2008, s.19) Gördüğümüz gibi, T. Güney’in bırakalım hahamlığını, Museviliği bile sahte çıkıyor. Yani Türkiye’deki hahambaşılığın kayıtlarında böyle bir isme rastlanmıyor. Bu karanlık soytarı Türkiye’de Musevi diye bilinmiyor. T. Güney, CIA, MOSSAD, MİT’le içlidışlıdır Şimdi de T. Güney-MOSSAD ilişkisini bildiren habere gelelim: “MOSSAD’a ÇALIŞIYOR İDDİASI “Tuncay Güney’le ilgili bir iddia da haber dergisi ewsweek Türkiye’de çıktı: “2007’de Muhammed el Attar adlı bir Mısırlı genç, Mısır’da İsrail lehine casusluk yaptığı suçlamasıyla tutuklandı. Ardından Kanada’da yaşayan üç isim bu kişiyle bağlantılı olarak aynı casusluk olayıyla gündeme geldi. Bu isimler Daniel Levi, Kemal Kosba, Tuncay Bubay. Biri Mısır Dışişleri Bakanlığı’ndan üst düzey bir isim, diğeri bu ülkedeki etkin bir Batılı elçiliğin güvenlik sorumlusu iki yetkili tarafından doğrulanan bilgilere göre, bu üç ismin de Güney’e ait olması olasılığı yüzde 99.9. Yani Güney, Mısır tarafından aranıyor. Güney’in bir dönem Toronto’da aynı evi paylaştığı bir kişi de, Attar ile farklı bir isim altında Güney’in arkadaşı olarak tanıştığını gayet iyi hatırlıyor.” (Milliyet, 28 Kasım 2008) Gördük ki Tuncay Güney CIA, MOSSAD ve MİT’le içli dışlı olmuş biridir. Ve besbelli ki AB-D Emperyalistlerinin alçak çıkarlarının hizmetkârıdır. AB-D uşağı bir zavallı, insan sefaletidir. Bu zavallıyı bu ajan örgütlerine pazarlayan da, iblis Fethullah Gülen’in yönettiği Ortaçağcı harekettir. T. Güney, 1994 yılında bu hareketin ana tv’si Samanyolu tv’de çalışmıştır. Yine hatırlarsak, bu davanın bir numaralı savcısı Zekeriya Öz de bu gerici-Şeriatçı harekete mensuptur. Yalova’da sıradan bir savcı iken, onu da alıp bu davanın başına getiren aynı güçlerdir. Medyada yer aldığına göre, Z. Öz de, AB-D ve İngiliz istihbarat örgütlerinin temsilcileriyle görüştükten sonra Ergenekon Davasını oluşturmaya başlamıştı. Sonuç olarak, bu dava AB-D Emperyalistlerinin, Türkiye’deki Mustafa Kemalci, yurtsever, antiemperyalist ve laik güçleri tasfiye yönelik bir operasyondur. AB-D Emperyalistleri bir şaşırtmaca yaparak bu davaya, Kontrgerilla içinde yer almış Veli Küçük ve ekibini de dahil etmiştir. Sebebi saf kitleleri kandırmaktır. Peki neden bu ekibi katmıştır da, Kontrgerilla’nın yani gerçek Ergenekon’un başka bir ekibini katmamıştır? Şundan: Veli Küçük ve ekibi 1991 sonrasında Kürt hareketiyle mücadeleye ağırlık vermişlerdir. AB-D Emperyalistlerinin çıkarlarıysa bu hareketin önünün kesilmesi değil tam tersine açılmasını gerektirmektedir. Bilindiği gibi bugün Amerikancı burjuva Kürt Hareketiyle AB-D müttefik durumdadır. Bu nedenle de, AB-D, Veli Küçük ve çevresini bu davaya dahil ederek, burjuva ABD’ci Kürt hareketinin de gönlünü bir kez daha kazanmış olacaktır. Yani AB-D böyle davranarak iki ayrı kazanç sağlamış olmaktadır. Tekrarlarsak, bu davada konu edilen Ergenekon hayalidir. Bir AB-D operasyonudur. Geçen yazımızda da belirttiğimiz, Soner Yalçın’ın uzun uzun anlattığı, örnekleriyle kanıtladığı gibi böyle davalar, daha önce de Sorosçu Zerzavat Devrimlerinin yapıldığı daha doğrusu yaptırıldığı her ülkede açılmış, görülmüş. Bunu iyi bilelim. Bu davanın Ergenekon’unun gerçek Ergenekon’la hiç ilgisi yoktu. Amaçları da terstir zaten. Biz, gerçek Ergenekon’la yani Kontrgerilla’yla 1960’lı yıllardan beri mücadele ediyoruz. Hep de edeceğiz… 9 27 Aralık 2008 Kahraman Iraklı gazeteci Arap Halkına ve tüm İnsanlığa umut veriyor! Fidel Yoldaşın Görüşleri Akıntıya Karşı 1 Havana, 5 Aralık (Prensa Latina) Küba Devrimi lideri Fidel Castro, Cubadebate sitesinde Cuma günü yayınlanan ‘Akıntıya karşı’ (‘avegar contra la marea’) başlıklı yazısında, ABD’nin yeni seçilen başkanı Barack Obama’nın son açıklamalarını ele aldı. Castro, Obama ile her koşulda görüşebileceklerini, ancak kendilerine karşı havuçsopa taktiğinin geçerli olmayacağını söyledi. O bama’nın 23 Mayıs tarihinde, vaktiyle Ronald Reagan tarafından kurulmuş olan Küba-Amerika Ulusal Vakfı’nda yaptığı konuşmanın ardından, 25 Mayıs’ta, ‘İmparatorluğun ikiyüzlü politikaları’ başlıklı bir yazı yazmıştım. Söz konusu yazıda, Miami’de konuşlanan ABD mandası sevdalılarına hitaben Obama’nın sarf ettiği cümleleri aktarmıştım: “(…) omuz omuza Küba’da özgürlük için çalışacağız; size sözüm budur (…) Kübalı-Amerikalıların geride kalan ailelerine, Castro rejimine dokundurmadan para gönderebilmelerinin vaktidir. (…) Ambargoyu sürdüreceğim.” Daha sonra bu bugüne kadar gelmiş geçmiş başkanların tezlerine ve ahlâk dışı davranışlarına örnekler vermiştim. Şöyle yazmıştım: “Bazı hassas soruları gündeme getirmem gerek. “1. ABD Devlet Başkanının, hangi gerekçeyle olursa olsun, bir insana suikast düzenlenmesini emretmesi doğru mudur? “2. ABD Devlet Başkanının, insanlara işkence yapılmasını emretmesi ahlâka sığar mı? “3. Devlet terörü, ABD gibi güçlü bir ülke tarafından dünyaya barış getirmek için bir araç olarak kullanılmalı mıdır? “4. Bir ülkeye, Küba’ya, istikrarını bozmak için ceza olarak, masum çocukların ve annelerinin hayatına mal olması pahasına, Uyum Yasası adlı bir yasanın uygulanması, iyi ve gurur duyulacak bir şey midir? Eğer bu iyi bir şeyse, neden bu hak, otomatik olarak Haitililere, Dominiklilere, Karayiplerdeki diğer halklara da verilmiyor ve neden bu Yasa, Meksika sınırında sinek gibi avlanan Meksikalılara veya Atlas ve Pasifik okyanuslarının sularında boğulan diğer Orta ve Güney Amerika halklarına uygulanmıyor? “5. ABD, kendi vatandaşları için sebzemeyve yetiştiren, gıda üreten göçmenler olmadan ayakta kalabilir mi? Sokaklarını kim süpürür, evlerinde kim hizmetçilik yapar, en kötü ve az maaşlı işlere kim koşulur? “6. ABD’deki yasadışı göçmenlere yönelik operasyonlar, ABD’de doğan çocukları bile kapsamına alan bu operasyonlar, adil midir? “7. Yoksul ülkelerin mustarip olduğu beyin göçü, bu ülkelerin en iyi bilimcilerinin ve aydınlarının sürekli çalınması ahlâki midir, savunulacak yanları var mıdır? “8. Yazımın başında belirttiğim gibi, ülkeniz uzun süre önce Avrupalı erkleri, kendi yarımkürenize yönelik herhangi bir müdahaleyi hoş görmeyeceğini söylemişti ve siz de konuşmanızda bunu tekrarladınız. Ancak aynı zamanda, dünyanın dört bir yanına, yüzlerce askeri üsle, deniz, hava ve kara güçleriyle müdahale etme hakkı istiyorsunuz. Soruyorum: ABD’nin özgürlüğe, demokrasiye ve insan haklarına saygısı bu mudur? “9. Hangi gerekçeyle olursa olsun, Bush’un deyimiyle, dünyanın altmış kadar karanlık köşesine önleyici saldırı düzenlemek adil midir? “10. Savunma sanayiine milyonlarca dolar yatırmak, dünyadaki bütün canlıları birkaç kez yok edebilecek güçte silahlar üretmek şerefli ve mantıklı bir iş midir?” Bu soruları daha da uzatabilirdim. Yine de, sorularımın tüm yakıcılıkları bir yana, Afrikalı-Amerikalı adaya karşı merhametsiz davranmadım. Hem diğer partiden, hem de kendi partisindeki rakiplerine kıyasla siyaset sanatında çok daha üstün yeteneklere sahip olduğunu baştan farketmiştim. Geçen hafta ABD’nin seçilmiş başkanı Barack Obama, İktisadi Canlanma Programı’nı açıkladı. 1 Aralık Pazartesi günü ise ulusal güvenlik ve dışişleri ekiplerini kamuoyuna sundu. “Başkan yardımcısı Biden ve ben ulusal güvenlik ekibimizi açıklamaktan memnuniyet duyuyoruz (…) eski çatışmalar devam ediyor, kimi yeni, iddialı güçler uluslararası sistemin sınırlarını zorlamakta. Nükleer silahların yayılması dünyanın bu en ölümcül teknolojisinin yanlış ellere geçmesi tehlikesini doğuruyor. İthal petrole bağımlı oluşumuz otoriter hükümetleri güçlendiriyor ve gezegenimizi tehdit ediyor. “(…) iktisadi gücümüz, askeri gücümüzü, diplomatik ağırlığımızı ve küresel öncülüğümüzü sürekli kılmalı. “Eski ittifaklarımızı yenileyeceğiz ve yeni ve sürekli ortaklıklar kuracağız (…) Amerikan değerleri Amerika’nın en büyük ihraç kalemleri olacak. “(…) bugün burada kurduğumuz ekip bu hedefleri gerçekleştirmek için biçilmiş kaftandır. “(…) bu kişiler Amerikan gücünün tüm öğelerini temsil ediyorlar (…) dün üzerlerinde üniforma vardı, diplomat olarak hizmet veriyorlardı (…) iktidarın kullanılması konusundaki pragmatizmimi ve Amerika’nın dünya lideri olarak rolü konusundaki hissiyatımı paylaşıyorlar. “Hillary Clinton’u yakinen tanıyorum (…),” diyor. Bu arada benim aklıma gelenler: Hillary Clinton Barack Obama’nın rakibi idi ve de ABD’nin Küba’ya karşı çıkardığı Torricelli ve Helms Burton yasalarını onaylayan eski başkan Bill Clinton’un karısıdır. Başkanlık yarışı sırasında kendisi de bu yasalara ve iktisadi ablukaya bağlılığını açıklamıştı. Şikayet etmiyorum, yalnızca kayda geçsin istiyorum. Obama diyor ki “Yeni Dışişleri Bakanımız olacağı için gururluyum (…) Dünyanın her başkentinde saygı görecektir; çıkarlarımızı dünya çapında geliştirecek yeteneğe sahiptir. Hillary’nin atanması, bu yöndeki kararlılığımızı dosta düşmana göstermiştir.” “İki savaş arasında yaşayacağımız bu ciddi geçiş döneminde, Robert Gates Savunma Bakanı olarak görevine devam edecektir.” “(…) Bakan Gates’e ve ordumuza, görevi devralır almaz yeni bir görev vereceğim: Irak’ta kontrolü yerli güçlere devrederek Irak savaşını sona erdirmek.” Bu arada Gates’in Demokrat değil, Cumhuriyetçi olduğunu hatırlıyoruz. Kendisi hem Savunma Bakanı hem de Merkezi Haberalma Teşkilatı Başkanı olarak görev yapmış yegane kişidir, hem Demokrat hem de Cumhuriyetçi yönetimlerde çalışmıştır. Gates popularitesinin farkındadır ve yeni seçilen başkanın kendisi seçeceğini hemen temin etmiştir. Bir başka ilginç nokta aklıma geliyor: Condoleezza Rice şu anda Hindistan ve Pakistan’a Bush’un görevlendirmesiyle gitti ve bu iki ülke arasındaki gergin ilişkileri yumuşatmaya çalışmakta. Öte yandan iki gün önce Brezilya Savunma Bakanı, bir Brezilyalı şirketin MAR-1 füzelerinden, şimdiye kadar olageldiği üzere ayda bir değil, beş adet üretmesine yeşil ışık yaktı. Çünkü bu füzelerden yüz adedi, 85 milyon avro karşılığında Pakistan’a satılacak. Kamuya yaptığı açıklamada Brezilyalı bakan şunları söylüyordu: “Uçaklara yerleştirilebilen bu füzeler yerdeki radarları tespit edecek şekilde tasarlandı. Hem hava hem de kara alanını etkili şekilde izleme imkanı yaratıyorlar.” Obama’ya gelince, Pazartesi günkü konuşmasını aynı soğukkanlılıkla devam etti: “Ordumuzu güçlendirecek ve kara kuvvetlerimizin 21. yüzyılın tehditleriyle başetmelerini sağlayacak yatırımlara devam edeceğiz.” Janet Napolitano hakkında ise şunları söyledi: “İçgüvenlik Bakanlığı’nda ihtiyaç duyacağımız tüm tecrübe ve yeteneklere haiz bir kişidir.” “Janet bu kritik rolü, 11 Eylül ve Katrina gibi kimi vahim deneyimlerin ardından üstleniyor (…) Zayıf bir sınırın yarattığı tehlikeleri herkesten daha iyi anlıyor. Ülkemizi korurken bir yandan da genişleyen bir bakanlığı reforme edecek bir liderdir.” Bu tanıdık şahsiyet de 1993 yılında Clinton tarafından Arizona Bölge Savcısı olarak atanmıştı, 1998’de de Vali Danış- manı oldu. 2002’de kendisini Demokrat Parti adayı olarak gördük, 2006’da, yasadışı göçmenlerin en sık kullandıkları yolların geçtiği bu sınır eyaletinde vali seçildi. Susan Elizabeth Rice hakkında şöyle konuşuyor: “Susan, karşı karşıya olduğumuz küresel sınavların, küresel kurumlar gerektirdiğini bilen bir kişidir. Birleşmiş Milletler’in ortak eylemler için daha etkili bir platform olmasını istiyoruz - teröre, iklim değişikliğine, açlığa ve hastalığa karşı.” Ulusal Güvenlik Danışmanı James Jones hakkında ise şunları sarfetti: “(…) General James Jones’un Ulusal Güvenlik Danışmanı konumu için son derece uygun olduğuna kaniyim. Nesiller boyunca Jones ailesi savaş meydanlarında kahramanca çarpıştılar - İkinci Dünya Savaşı’nın Tarawa sahillerinden Vietnam’da Foxtrot Sırtı’na kadar. Jim’in Gümüş Yıldız Madalyası bu gururlu mirasın bir parçasıdır (…) Bir muharebede müfreze komutanlığı yapmış, savaş zamanında Müttefik Güçler Komutanı olarak hizmet vermiş (NATO’yu ve Körfez Savaşı’nı kastediyor – FC), Ortadoğu’da barış adına çalışmıştır.” “Jim bugünün ve yarının tehditlerine odaklanmıştır. Enerji ve ulusal güvenlik arasındaki ilişkiyi iyi kavramış, Kosova’dan Irak ve Afganistan’a kadar küresel istikrarsızlık cephelerinde çalışmıştır.” “Bana danışmanlık yapacak ve hükümetin tüm çabalarının bütünlük içinde yürümesi için uğraşacaktır, ki Amerikan gücünün tüm öğelerini yeni tehditleri yenmek ve değerlerimizi yaymak için kullanalım.” “Amerikan ulusal güvenliğinin yeni bir başlangıç yapması için muhtaç olduğumuz ekibin bu olduğuna yürekten inanıyorum.” Obama, istediği herhangi bir yerde görüşebileceğimiz bir kişidir, ne de olsa şiddet ve savaş yandaşı değiliz. Ancak kendisine hatırlatmak isterim ki, bizim ülkemize karşı havuç-sopa taktiği geçerli olmayacaktır. Dikkat edilirse, yukarıda alıntıladığım konuşmanın hiçbir yerinde, altı ay önce, 25 Mayıs tarihinde sorduğum sorulara cevap teşkil edecek bir öğe yoktur. Obama’nın zeki olmadığını söyleyemem. Aksine, vasat bir kişi olan rakibi John McCain’e kıyasla üstün meziyetleri olduğunu fark etmiştim. Yine de McCain Amerikan toplumunun gelenekselliği sayesinde büyük destek almıştı. Eğer ekonomik kriz, televizyon ve internet olmasaydı, Obama, bu ülkedeki etkin ırkçılığı alt edip yarışı kazanamazdı. Tabiî Obama’nın önce Columbia Üniversitesi’nde siyaset bilimi okumuş olması, sonra da Harvard’dan hukuk diploması alması da herhalde faydalı olmuştur. Bu adımlar sayesinde kendisi de cepte birkaç milyon doları olan bir orta sınıf zenginler katmanına dahil olmuştur. Kesinlikle Abraham Lincoln değildir, tabiî bugün de Lincoln’ün zamanından farklıdır. Artık karşımızda azgın bir tüketim toplumu var; tasarrufa önem veren bir toplum bugün kendini harcamaya adamıştır. Bunları niye yazıyorum: Birisinin gelişmelere sakin ve soğukkanlı şekilde tepki vermesi gerekiyordu, bu, Obama’nın uluslararası kamuoyunda yarattığı umut dalgasına karşı yüzmek anlamına gelecekse bile. Bizim ilkelerimiz Baraguá’nınkilerle aynıdır. İmparatorluk, anavatanımızı küle çevirebileceğini, ancak Küba halkının egemenliğinin pazarlık konusu olmadığını artık öğrenmek zorundadır. Fidel Castro Ruz 4 Aralık 2008 4 Aralık günü ve ertesinde defalarca televizyondan izlemişizdir… Yüzlerimizde bir gülümse ve yüreğimizde bir ferahlık ile Iraklı televizyoncu Muntazar El-Zeydi’nin, Bush’un kafasına ayakkabısını fırlatmasını… ABD Emperyalizminin eski temsilcisi Bush, kan gölüne çevirdiği Irak’a, görevini bırakmadan önce “veda ziyareti” yapmak üzere gitti. Irak Başbakanı Nuri El Maliki ile ortak bir basın toplantısı düzenlediği sırada, gazeteci El Zeydi, “Bu sana ırak Halkının veda öpücüğü köpek” diyerek, ayakkabılarını Bush’a fırlattı. Bush, saldırıdan eğilerek kurtuldu maalesef… İsabet ettiremedi gazeteci… Gazeteci belki hedefi tutturamadığı için Bush’a fiziksel olarak zarar veremedi; bu konuda başarılı olamadı. Ama bu yürekli gazetecinin bu bireysel tepkisi, eylemi, başta Ortadoğu olmak üzere tüm dünyadaki antiemperyalistlere, yurtseverlere büyük moral verdi, geniş destek buldu. El Zeydi’nin kardeşinin belirttiği gibi, “Muntazar, Iraklıların kalplerini gururla doldurdu. Eminim Iraklıların çoğu, Muntazar’ın yerinde olmak isterdi”. Sanırız sadece Iraklılar değil, tüm dünyadaki antiemperyalistler, devrimciler isterdi bunu… Ve El Zeydi’nin 4 yaşındaki yeğeni Haydar Dirğam El Zeydi… Amcasının bir kahraman olduğunu belirtti. Amcasının durumundan çok etkilenen, ağlayan Haydar, “Bush’un ayakkabıdan fazlasını hak ettiğini, amcasının serbest bırakılmaması durumunda Amerikalıları parçalayacağını” söyledi. Türkiye’deki bir televizyon programına katılan Haydar, “Bush’tan bir talebin var mı?” diye sorulması üzerine de “Hayır! Ben amcamın o ayakkabıyı Bush’un suratına tekrar fırlatmasını istiyorum” demiştir. nu ve bu tavrının kabul edilemez olduğunu açıkladılar. El Zeydi’ye tepki gösterdiler. Şimdi şöyle düşünelim: Dünyanın başhaydudu, kimyasal silah var, diye ülkenizi işgal ediyor. Özgürlük ve demokrasi getireceğim diye… Sonra da ülkenizi harabeye çeviriyor. Kadın, çocuk, yaşlı sivil demeden bombaları yağdırıyor tepenize… Bir milyonun üzerinde insanınız ölürken, dört milyon insanınız da ülkeyi terk ediyor… İşsizlik, yoksulluk da diz boyu… Sonra da bütün tekelleri ile ülkenize giriyor… Tekeller ülkenizi yağmalıyor, bütün kaynaklarınıza el koyuyor… Karşı koyanlar cezaevlerinde, işkence uçaklarında en insanlık dışı muameleyi görüyor. Yaklaşık 60 bin kişi hiçbir dava veya suç isnadı olmadan hapiste tutuluyor. 15 bin kişi kayıp... Kadınlara tecavüz ediliyor… Ülkenizi fiilen üç parçaya bölmüş, halklar ırk, mezhep ayrımlarıyla birbirine düşman edilmiş. 5 yıldır Irak Halkı ölüm, açlık, gözyaşından başka bir şey görmemiş… Hâlâ da aynı durumda… Ve bunun yaratıcılarından, ülkenizi bu hale getiren AB-D Emperyalizminin temsilcisi, tüm bunlara rağmen akıl almaz bir yüzsüzlükle “veda etmeye” gelmiş!.. Evet, işte bu ortamda ne yaparsınız?.. Eğer gerçekten halkınızın çektiği acıları yüreğinizde duyarsanız, elinize böyle bir fırsat geçerse ve yürekliyseniz El Zeydi’nin yaptığını yapmaz mısınız? Tepki vermeden durabilir misiniz? Gazeteci, soracağı sorularla, kalemiyle onu sıkıştırmalıymış, onu öyle vurmalıymış, basın özgürlüğü kötüye kullanılmış(!) Kimisine göre de ülke işgal edilirken neredelermiş(!) Emperyalistler tarafından işgal altında tutulan bir ülkede hangi ideal “gazetecilik” normla- Zeydi, kanlı zalim ABD Emperyalizminin temsilcisi Bush’a olan kini, öfkeyi haykırdı. Tüm ezilen halkların duygularına, düşüncelerine tercüman oldu. El Zeydi’nin ayakkabısını fırlatmasından sonra da Irak’ta ve birçok yerde binlerce kişi ellerinde ayakkabılarla, AB-D Emperyalizmini lanetleyen eylemler, mitingler düzenliyor. Destek için internet sitelerinde yüzlerce grup açıldı. Bush’a ayakkabı atma oyunu internette büyük ilgi görüyor. Ve tabiî ki, El Zeydi kahraman ilan edildi. Bir yönüyle ayakkabısıyla direnişin simgesi oldu. Tabiî Arap Halkının kültüründe, terlik veya pabuç ile karşısındaki insana vurmak, onu aşağılamak anlamına gelir. Bu nedenle Arap Halkı daha bir sahiplendi Iraklı gazeteciyi… Ayrıca Saddam Hüseyin’in avukatlarından Halil Duleymi, Iraklı gazeteciyi 200 avukatın ücretsiz savunmaya hazır olduğunu açıkladı. Duleymi, AFP’ye yaptığı açıklamada, kendisinin de Iraklı gazetecinin savunmasını hazırladığını belirterek, “Şu anda aralarında Iraklı ve Amerikalıların bulunduğu 200 kadar avukat, gazeteciyi ücretsiz savunmak için başvuruda bulundu” dedi. Duleymi, “Bir Iraklının, Irak’ta ve Afganistan’da 2 milyon insanı öldüren zalim bir tiran olan Bush’a yapabileceği en asgari hareket budur” diye konuştu. Iraklı gazetecinin kardeşinin ve yakınlarının belirttiğine göre, El Zeydi, büyük bir Che hayranı. Evinde Kahraman Gerilla’nın resmi asılıymış… Onun kitaplarını okuyor, O’nu kendine örnek alıyormuş… Evet, Che, dünyanın dört bir yanında insanlara ilham kaynağı olmaya devam ediyor. rından bahsediliyor, hangi basın özgürlüğünden bahsediliyor? Evet, gazeteci olabilirsiniz ama ondan önce insansınız… Sizin de bir ülkeniz, değerleriniz, onurunuz var… Bunlara saldırıldı mı, gereken tavrı vermek zorundasınız… İnsan olmanın gereğidir bu… Hani Fidel der ya; “Onur yaşamdan önemlidir” diye… Iraklı gazeteciye bu tepkiyi verenlerin bir kısmı zaten 2003 yılında ABD’nin Irak’a girmesinin özgürlük ve demokrasi getireceğini savunan satılık, dönek yazarlar… O yüzden onların bu tepkiyi vermesi gayet doğal… AB-D uşaklıklarında tutarlılar bir anlamda… Diğerleri ise farkına varmadan ABD yandaşlığı yapmaktadırlar. Iraklı gazeteci şimdi tutuklu… Ayakkabıyı fırlattıktan hemen sonra zaten televizyonlara yansıdığı gibi, oradaki korumalar tarafından çok kötü dövülmüştür. Haber ajanslarının geçtiği bilgilere ve ailesinin anlattığına göre de gazetecinin bir kaburgasının kırıldığı, bacağından sakatlandığı ve sorgulanmak üzere Amerikalıların denetimindeki, havaalanı hapishanesi olarak bilinen Croper Cezaevi’nde bulunduğu belirtiliyor. Evet, gazeteci bu durumdayken, desteklenmesi gerekirken yapılan açıklamalar, kanlı zalim ABD’nin yandaşlığını yapmak demektir. Gazetecinin hareketini “barbarca ve rezalet” olarak nitelendiren bu davranışın medyanın rolüyle bağdaşmadığını söyleyen ABD uşağı hain Irak hükümeti ile aynı yerde, safta olmak demektir. Emperyalizmin savaşlarla, işgallerle, krizleriyle dünya halklarına kan kusturduğu günlerden geçiyoruz. Mücadele etmediğimiz, örgütlü olmadığımız sürece, bu artarak devam edecek maalesef… İnsanlık daha fazla acı çekecek… Buna isyan eden, bunu yüreğinde duyan herkes kavgadaki yerini almalı. Başka çıkar yolumuz yok!.. Ülkemizde, Parababaları medyasının köşeyazarları Iraklı gazeteciye saldırdı Bizim ülkemizde medyada verilen tepkilere gelince… Çağdaş Gazeteciler Derneği, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Türkiye Gazeteciler Federasyonu ve köşe yazarlarının büyük çoğunluğu, neredeyse tamamı, El Zeydi’nin gazetecilik mesleğini kötüye kullandığını, “saldırgan” olduğu- 10 E 27 Aralık 2008 Yerli-yabancı Parababaları, IMF aracılığıyla krizin faturasını İşçi Sınıfına ödettirme peşinde mperyalizmin krizi giderek daha fazla derinleşiyor. Dünyanın önde gelen tekelleri iflas açıklamaları yapıyor, üretim kapasiteleri düşürülüyor. İşten çıkarmaların artarak süreceği açıklanıyor. Tekelleri kurtarmak için devlet kaynaklarından yüzlerce milyar dolarlar devreye sokuluyor. İşçi Sınıfının, emekçi halkın payına da işten atılma, yoksulluk, açlık düştü. Kriz, şu anda tüm ülkelerde emekçi halkları kasıp kavuruyor. Parababaları, krizinin faturasını İşçi Sınıfına çıkartmak istiyor. Krizde en büyük fatura dünya halklarına ödetiliyor. İşsizler ordusu giderek büyüyor, maaşlar eksik-geç yatıyor, işçiler “ücretsiz izne” çıkarılıyor. İLO’nun tahminlerine göre, kriz dünya çapında 20 milyon işçinin işini kaybetmesine yol açacak. Dünyadaki bu gelişmelerin aynısını tabiî ki Türkiye’de de yaşıyoruz. Her gün bir fabrikadan üretime ara verildiği, işçilerin ücretsiz izine gönderildiği, işçi çıkarıldığı haberleri geliyor. Son 5 yıla baktığımızda, sürekli “ekonomi büyüyor, istikrar var” denildi. Gerçekten Parababaları, tekeller kârlarına kâr kattılar. Ama emekçi halk cephesinde değişen bir şey olmadı. Ne işsizlik azaldı, ne maaşlar doğru dürüst zam gördü, ne eğitim ve sağlıkta iyileşme sağlandı. Bahsedilen büyümeden emekçi halkın payına yine açlık ve yoksulluk düştü. Ve şimdi doğası gereği kapitalizm krizde. Bu krizden çıkabilmek, egemenliklerini devam ettirebilmek için faturayı emekçi halkımıza çıkartmak istiyorlar. Yabancı Parababaları, emperyalistler, kendi ülkelerinde başlayan krizi ihraç ederek faturayı ezilen halklara ödetiyorlar. Özellikle bizim gibi ekonomisi tamamen AB-D’ye bağlı ülkelerde bunu yine IMF aracılığıyla gerçekleştirecekler. En son yapılan G20 Zirvesinde yapılan açıklamalarda “IMF, makro finansal uzmanlığı (soyma ve sömürme uzmanlığı- K. Y.) dikkate alınarak var olan krizle ilgili dersler çıkarmada önder rol oynamalı” denildi. Bugüne kadar da IMF’yle Macaristan ve Ukrayna anlaşma imzaladı. Sırada iflas bayrağını çeken İzlanda, Pakistan ve Belarus var. Türkiye de şu anda yeni bir stand-by anlaşması imzalama aşamasında. En son yapılan açıklamaya göre, IMF heyeti ocak ayı başında Türkiye’de olacak. Parababaları ve burjuva ekonomistleri bangır bangır tek kurtuluşun IMF’yle anlaşmak olduğunu söylüyorlar. Hatta ülkemizdeki yerli Parababalarının örgütü TÜSİAD’ın Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ, kendi sınıfının cibilliyetini ortaya koyan bir açıklama yaptı geçtiğimiz günlerde… Geçmiş dönemlerde IMF ile yapılan anlaşmalardan Türkiye’nin fayda sağladığını kaydeden Yalçındağ, “IMF’yle yapılacak bir anlaşmayı onur zedeleyici gibi görmemeliyiz” diye konuştu. Tabii TOBB, MÜSİAD, TİSK de benzer açıklamalar yaptılar: “Krizden çıkmak için bir an önce IMF’yle anlaşma imzalanmalı” dediler. Yerli Parababaları, anlaşmayla, Türkiye’den çıkan sıcak paranın tekrar ülkeye döneceğini umuyor, dışarıdan yeniden kredi almayı amaçlıyor. Tabiî bunun yanında krizin faturasından kurtulmayı, onu bahane ederek İşçi Sınıfının kazanımlarını gasp etmeyi de planlıyor. Yabancı Parababalarının örgütlerinden Moody’s de Türkiye’yi tehdit etmekten çekinmiyor. Moody’s Ülke Risk Birimi Kıdemli Başkan Yardımcısı Kristin Lindow, IMF’yle anlaşma imzalanmadığı taktirde Türkiye’nin 1-2 yıl içinde resesyonla (ekonomik durgunlukla) karşı karşıya kalacağını açıklıyor. Tayyip, IMF’ye karşı çıkamaz Tayyip, halkımızın IMF’ye olan bakışını bildiği için yerel seçimler nedeniyle “ümük sıktırmam” diye sözde IMF’ye efelendi. Önce “IMF’ye ümüğümüzü sıktırmayız” dedi ardından G20 Zirvesi için Washington’a gitti ve orada yaptığı açıklamada, “Burada bütün hedef karşılıklı olarak dayanışma içinde bir çözüm yolunu bulmaktı, yani çözüme en çok yaklaştığımız noktadayız diyebilirim” diye konuştu. Tayyip’in, yemek yer su içer gibi nasıl yalan söylediği bir kez daha kanıtlanmış oldu böylece. Davranışlarının, sözlerinin ne kadar sahte olduğu da… IMF demek AB-D demek. Karşı çıkarsa bir gün bile iktidarda duramayacağını biliyor. Çünkü onu iktidara getiren ABD’dir. IMF’den yalvar yakar istedikleri, yerel seçimlerden sonra IMF’nin acı reçetesini uygulamaya koymak. Yerel seçimler için halka yine kaşıkla vermek -kömür vs sadakaları-kazandıktan sonra da IMF aracılığıyla verdiklerini kepçeyle almak… Ümük sıktıracak program Basına da yansıyan ve iki tarafın da inkâr etmediği IMF’nin emirleri doğrultusunda hazırlanan anlaşma, aşağı yukarı belli oldu. Hazine Müsteşarlığı kaynaklarına dayandırılan bilgilere göre, IMF anlaşma için Türkiye’nin önüne beş şart koydu. Krizin bütün faturasını emekçi halka yükleyecek anlaşmanın belli noktaları şunlar: IMF ile 18 ay vadeli 25 milyar dolarlık bir anlaşma imzalanması bekleniyor. 2009 yılında GSYH büyümesi yüzde 0 olacak. 2009 yılında enflasyon yüzde 14-15 aralığında tahmin ediliyor. “Bütçede harcama kısıcı önlem alınsın” IMF’nin ilk şartı, cari harcamaların azaltılması. Buna göre, bütçede, 8-10 milyar dolarlık harcama kısıcı önlem alınacak. “Yüzde 8 olan KDV oranın yüzde 18’e çıkarılsın” Başta gıda, tekstil ve ilaç olmak üzere bazı ürünlerdeki KDV oranı yüzde 8’den yüzde 18’e çıkartılacak. Yeni zamlar demektir bu… Örneğin halkımızın mutfağındaki yağlar, tüm bakliyat ürünleri, meşrubatlar, şeker vs. KDV artışından sonra ciddi bir zam görecek. “Kamu personeline zam yok...” Maaş artışına neden olacak kamu personel reformu askıya alınacak. Anlaşmadan sonra reformun ertelenmesi için yeni bir yasa çıkartılması gerekecek. Bu kadar zama, pahalılığa karşı kamu emekçimizin maaşının satın alma değerinin daha bir düşmesi demektir. Yani daha bir yoksullaşması demektir. “Belediyelerin bütçesi küçülecek...” Belediyelere, 2009 yılında yapılması öngörülen 4 milyar YTL’lik yardımın 1.7 milyarı kesilecek. Ancak, yerel seçimler nedeniyle söz konusu kesinti yılın ikinci veya üçüncü çeyreğinde yapılacak. “Sağlık harcamalarında da kesinti yapılacak...” IMF ile imzalanacak anlaşma ile sağlık harcamalarında da kesinti yapılacak. İlk etapta, yeşil kart sayısı azaltılacak. Sağlık hizmetinin ne durumda olduğunu sanırım anlatmaya gerek yok. Sadece parası olanın gerçek anlamda sağlık hizmeti alabildiği bu sistemin daha da bozulması demektir. Evet, aşağı yukarı IMF’nin stand-by anlaşması için verdiği emirler bunlar. Gördüğümüz gibi, sağlık dâhil, kamu harcamalarının azaltılmasını emrediyor. Yine ezilen, yoksul halk için zamdan, pahalılıktan başka bir şey yok. Resmi rakamlara göre, bu ülkede nüfusun yaklaşık yüzde 20’si yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Zaten son dönemde yapılan zamlardan halkımız daha belini doğrultamadı. Kasım 2007-Kasım 2008 fiyat artışlarına baktığımızda da bunu somut olarak görürüz: Ekmekte yüzde 30, makarnada yüzde 38, kırmızı ette yüzde 15, margarinde yüzde 16, patateste yüzde 8, kuru fasulyede yüzde 33, kirada yüzde 13, mercimekte yüzde 118, toz şekerde yüzde 16, çayda yüzde 12. Pirinç ve bulgur fiyatları ise yüzde 48 ve yüzde 53 artmıştır. Tüp ve kömür fiyatlarında artış yüzde 11 ve yüzde 52’dir. Hastane yatak ve ameliyat ücretleri yüzde 71 ve yüzde 23 oranında yükselmiştir. Belediye otobüs, dolmuş, banliyö tren ücretleri yüzde 16 artmıştır. IMF programları, borç döndürme üzerinedir IMF’nin isteği, düşündüğü tek şey verdiği krediyi faiziyle almaktır. Modern tefeci bir anlamda… IMF programları borç döndürme programlarıdır zaten. Üretimin arttırılması, fabrikaların kurulması, işsizliğin önlenmesi bu programda yer almaz. IMF, “memur ve işçi maaşlarını arttırmayacaksın. Tarıma destek vermeyeceksin. Altyapı yatırımlarına, sağlık, eğitime kaynak aktarmayacaksın. Buralardan kısacaksın. Sana verilen krediyi-borcuyu ödemeye odaklanacaksın” diye emreder. Anlaşmaya varılan konulara baktığımızda da bunu net bir biçimde görürüz. Ekonomist Mustafa Sönmez de bu durumu şöyle ifade ediyor: “IMF’nin derdi, hastalanan Merkez ayağa kalkıncaya kadar çevre ülkelerini eteklerde, sistemde dağılmadan tutmak, alacakları, devlet garantileri alarak tahsil etmek, yeni bir retorik oluşturuncaya kadar merkezkaç hadiselerin önüne geçmek, çevre ülkelerine, bütçe disiplinleri ile daralmaları, soğumaları yaşatıp sistemi yeni bir finansal mimari inşasına kadar ayakta tutmak, oyalamak...” Türkiye, ilk stand by anlaşmasını yaptığı 1958 yılından bu yana geçen 49 yılın 27’sini IMF’nin denetim ve gözetiminde geçirdi. Sonuç, ekonominin durumu ortada… Tabiî halk açısından… ATO’nun IMF programlarının makro ekonomik sonuçlarıyla ilgili araştırması da durumu ortaya koyuyor: “IMF programlarının temel amacı Türkiye’nin ‘yüksek borçluluk düzeyini düşürerek, yüksek reel faiz oranlarını kabul edilebilir düzeylere çekmek’ olarak açıklanmıştı. “(…) 1999 yılı sonunda Türkiye’nin 42 milyar dolar düzeyinde bir iç borç stoku bulunuyordu. IMF gözetiminde geçen yaklaşık 7,5 yıllık sürede iç borç stoku 153 milyar dolar artarak 195,4 milyar dolara kadar yükseldi. Milli gelirin yüzde 121 oranında arttığı bu dönemde iç borç stokundaki artış ise yüzde 365,2’ye ulaştı. 1999 yılında yüzde 22,7 olan “iç borç stokunun milli gelire oranı” 2006 yılı sonunda yüzde 44,8 oldu. Türkiye’nin 1999 yılında toplam 103,1 milyar dolarlık dış borcu bulunuyordu. IMF ile program uygulanan dönemde dış borç yüzde 107 oranında artarak 213,4 milyar dolara (Mart 2007) kadar çıktı. Hazine’nin iç borçları ile kamu ve özel sektörün dış borçlarının toplamından oluşan “geniş anlamda borçlar” ise, bu sürede 264 milyar dolar artarak 145 milyar dolardan 409 milyar dolara kadar tırmandı. “Özel sektörün dış borçları ise 49,6 milyar dolardan 125,6 milyar dolara kadar yükseldi. Şirketlerin, Türkiye’deki bankalar ve bu bankalar aracılığıyla yurtdışından kullandıkları toplam krediler ise 33,5 milyar dolardan 139,9 milyar dolara ulaştı.” IMF’nin ülkemize verdiği zararlar ortada. Geçmiş deneyimlerden yola çıkılırsa alınacak paranın nereye gideceği belli. Giderek kötüleşen koşullarda imzalanacak olan bu anlaşma da, halkımızın hayatını iyice cehenneme çevirecektir. İşverenler, meclistekiler kriz karşısında herkesin “fedakârlık” yapması gerektiğini söylüyorlar. Fedakârlığı sadece İşçi Sınıfından ve emekçi halkımızdan istedikleri ortada… Ama emekçi halkımız bu fedakârlığı yapmayacak. Çünkü bu krizin sorumlusu halkımız değil. Bu kriz; tekellerin talan, anarşi, soygun düzenlerinden kaynaklıdır. İşçi Sınıfımız sessiz kalmayacağını ortaya koymaktadır. Kapitalizmin ölüm çağındayız. Bu sömürü düzenine son vermek bizim ellerimizde. Sömürüsüz, adil, eşit düzeni yani Sosyalizmi kurmak için, bizlere işsizliği, açlığı, yoksulluğu dayatan bu düzeni Tarih çöplüğüne göndermek için mücadele etmeli, örgütlenmeliyiz. Sonunda kazanan mutlaka biz olacağız!.. Halkın Kurtuluş Partisi: Kriz Bahanesi ile İşten Atılmalara, Zamlara Son Baştarafı sayfa 1’de yar dolar krizi aşmaya yetmiyor. İşten atılmalar, yoksulluk, açlık -başta ABD olmak üzere- tüm ülkelerde emekçi halkları kasıp kavuruyor. Hızla yayılan Emperyalizmin krizi sonucu, bilindiği gibi, bir Avrupa ülkesi olan İzlanda ekonomisi battı. Yaşanan bu ekonomik gelişmeler ve sonuçları, Marks-Engels-Lenin-Kıvılcımlı gibi İşçi Sınıfının önderi Ustaların, kapitalizm ve emperyalizm üzerine yaptıkları açıklamaların olaylarca bir kez daha kanıtlandığını göstermiştir. Emperyalizm, krizlerin, buhranların olduğu asalak, çürüyen, dağılan tekelci kapitalizmdir. Emperyalizm çağı aynı zamanda kapitalizmin ölüm, sosyalizmin ise doğum çağıdır. Türkiye Devriminin Önderi Hikmet Kıvılcımlı’nın dediği gibi: “Emperyalizm, geberen kapitalizmdir.” Dünyada emperyalizmin krizinden etkilenmeyen, tersine insanların yaşam standartlarının giderek daha da yükseldiği ülkeler de vardır. Başta Devrimin 50’nci yılını kutlayan sosyalist Küba, Kuzey Kore, Laos gibi sosyalist ülkeler olmak üzere anti-emperyalist halkçı iktidarların olduğu Venezüella, Bolivya, Ekvador gibi ülkelerin halkları doğal olarak emperyalist krizden etkilenmemektedir. İşçiler, Emekçiler Ülkemizin ekonomisi, yerli satılmışlar cephesi ve onların iktidarları sayesinde AB-D Emperyalistleri ile onların IMF, Dünya Bankası gibi ekonomik örgütlerinin denetimi altındadır. Bundan dolayı da Kriz etkisini ülkemizde daha fazla göstermektedir. Son bir iki ay içerisinde başta tekstil, metal, bankacılık sektörü olmak üzere 200.000’e yakın işçi kardeşimiz işten atılmış, birçok fabrika (Sönmez, Filament, Philips gibi büyük firmalar, ayrıca Adana’da 9, Denizli’de 8, Kahramanmaraş’ta 21, Gaziantep’te 23 vb. fabrika) ile 1500’e yakın tekstil atölyesi kapanmıştır. YTL, ABD doları karşısında % 40 oranında değer kaybetmiştir. Resmi açıklamalarda yıllık % 11-12 civarında; gerçekte ise % 20-25 oranında olan enflasyon giderek artmaktadır. Otomatiğe bağlanan doğalgaz, elektrik, su zamları; bir yılda sırasıyla doğalgazda % 82’ye, elektrikte % 65’e, suda ise % 57’ye ulaşmıştır. Ekonomik kriz, işsizliği, yoksulluğu, açlığı ahlâkî çöküntüyü daha bir hızla arttırmaktadır. Yerli-yabancı Parababaları düzeni ve onların siyası iktidarları tarafından ülkemizde sürekli uygulanan ekonomik-siyasi zulüm zaten biz emekçileri canımızdan bezdirdi. Bu da yetmedi, şimdi bir de emperyalizmin en büyük krizinin faturası biz emekçilere çıkarılıyor. Yıllardan beri İşçi Sınıfımızı ve Halkımızı sömürerek elde ettikleri yıllık % 300’e varan kârlarını, yüzlerce milyar dolarları İsviçre Bankalarına kaçıran Parababalarının; kendi ekonomik soygunununtalanının sonucu oluşan krizlerinin faturasını, İşçi Sınıfına ve Halkımıza ödetmeye kalkışması adaletsizlik, haksızlık, ahlâk- sızlıktır ve insanlık dışıdır. Sıradan bir ABD Eyalet Valisinden daha teslimiyetçi bir politika izleyerek; ülkemizin ekonomik ve siyasi geleceğini AB-D Emperyalistlerine teslim eden AKP iktidarının Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın; “kriz bizi teğet geçecek, krizi fırsata dönüştüreceğiz” gibi söylemlerinin ne kadar sahte, ne derecede yalan olduğu yaşadıklarımızla ortaya çıkmıştır. Yerli-yabancı Parababalarının (FinansKapitalistlerin) krizinin faturasını zamlarla, işten atmalarla başta İşçi Sınıfımız olmak üzere Halkımıza yani bizlere yıkanlar, yerli satılmış Parababaları ve TefeciBezirgânlardır, onların siyasi temsilcisi olan Tayyipgiller’dir. Ömrünün sonuna gelmiş sömürü düzenlerini kurtarmak için bizi yoksulluğa ve açlığa: İşsizlik ve Pahalılığa mahkûm etmek istiyorlar. Bu durum kader değildir!.. Bu hayasızca saldırıya karşı örgütlenelim mücadele edelim!.. Bu bir avuç sömürgene vatanımızı ve halkımızı sömürtmeyelim!.. Biz çalışan, üreten emekçi milyonlarız. Onlar ise sayısı üç bini, beş bini geçmeyen asalaklardır. Tükürüğümüz bile onları boğmaya yeter. Yeter ki örgütlenelim, mücadele edelim… O yüzden AB-D Emperyalistlerine yerli-yabancı Parababalarına, satılmışlar cephesine karşı en açık biçimde mücadele yürüten Halkın Kurtuluş Partisi saflarında toplanalım. Halk Kurtuluş Cephesini kuralım. Bu örgütlü gücümüzle Emperyalistlere ve onların yerli uşaklarına karşı vereceğimiz İkinci Kurtuluş Savaşımız sonucunda yaratacağımız Demokratik Halk İktidarı ve İşçi Sınıfı Sosyalizmi ile emperyalizmin krizinin faturasını bizlere ödetmeye çalışanlardan hesap soralım, kendi hakça, sömürüsüz düzenimizi kuralım. Tarihin akışı hiçbir ikirciğe yer vermeksizin İşçi Sınıfından, Sosyalizmden yanadır. Bu sömürü, soygun ve talan düzenine son verecek, sömürüsüz bir dünya kuracak güç, İşçi Sınıfı öncülüğündeki halklardır. Son yaşamakta olduğumuz Kriz, bir kez daha göstermiştir ki, emperyalizm çürüyen dağılmaya mahkûm olan asalak tekelci kapitalizmdir. İçerisinde bulunduğumuz tarihsel dönem emperyalizmin ölüm, sosyalizmin doğumu dönemidir. Kahrolsun İşçi Sınıfımızı, Halkımızı İşsizliğe, Pahalılığa, Yoksulluğa, Açlığa Mahkûm Eden Yerli-Yabancı Parababaları Düzeni! Emperyalizmin Krizinin Faturasını Bizlere Ödetmeye Çalışanlar Hesap Verecekler! İşten Atılmalara, Zamlara Son! Doğalgaz Zammı, Elektrik ve Su Zamları Geri Alınsın! Kahrolsun Emperyalizm, Yaşasın Sosyalizm! Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi 27 Aralık 2008 Emperyalizmin Krizinin Faturasını Ödemeyeceğiz! Kurtuluş Partisi İşçi Sınıfı Mücadelesinin olduğu her yerde... K apitalizmin en son, tekelci aşaması olan emperyalizm, emperyalizmin kalesi ABD’den başlayan ve İngiltere, Almanya, Fransa, Kanada, Rusya gibi birçok ülkeyle birlikte ülkemizi de etkisi altına alan, 1929 ekonomik buhranından bu yana, en önemli kriziyle karşı karşıya kalmıştır. 1929 Krizi, etkisini 1930’un sonunda tam olarak göstermeye başladı. 2008 Krizi, etkisini başladığı günden itibaren yoğun bir şeklide göstermeye başladı. Önümüzdeki günlerde de genişleyerek etkisini artıracaktır. Finans krizi olarak adlandırılan, emperyalizmin krizi, daha şimdiden 11 büyük finans işletmesini batırdı. Dünyanın en büyük otomotiv şirketlerinden, ABD’nin simgesi General Motors batma noktasına geldi. Finans-Kapitalistlerin onlarca işletmesi ya battı ya da el değiştirdi. Bizim gibi geri kalmış ülkelere her şeyinizi özelleştirin baskıları yapan emperyalistler, kriz ortamında devletçiliğe sarılarak batık işletmelerini kurtarmaya çalışıyorlar. ABD’nin bütçesinden ayırdığı 850 milyar dolar, krizden çıkmasına yetmiyor. Bu nedenle emperyalizmin krizinin faturasını kendi halklarıyla birlikte dünya halklarına çıkartmaya çalışıyor. Marks-Engels-Lenin-Kıvılcımlı Ustalar, İşçi Sınıfının önderleri yıllar önce açıklamışlardır: Kapitalist sistem için ekonomik krizler kaçınılmazdır. Bugün yaşadığımız ekonomik gelişmeler onları bir kez daha doğrulamıştır. Emperyalizm çağı kapitalizmin ölüm, sosyalizmin doğum çağıdır. Türkiye Devriminin Önderi Hikmet Kıvılcımlı’nın dediği gibi “Emperyalizm, geberen kapitalizmdir.” lere çıkartmaya çalışıyorlarsa, biz de açıkça onlar gibi söylemeliyiz ki, bu krizin faturasını biz emekçiler ödemeyeceğiz. Bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da Halkın Kurtuluş Partisi olarak, nerede bir işçi eylemi varsa orada olacağız. Nerede bir işçi direnişi varsa oraya ses vereceğiz. Nerede bir işçi kıyımı varsa ilk biz karşı duracağız. İşte bu yüzden, 29 Kasım’da Türkiye’nin dört bir yanından gelerek Ankara meydanlarını dolduran işçi ve memurların eylemindeydik. Umudu olduk halkımızın. Umutlandık on binlerin Ankara yürüyüşünde. Sonra 30 Kasım’da Gebze’deydik, mitingin başlayacağı yere kadar iki kilometrelik yolu halkımızın alkışları eşliğinde sloganlarımızla yürüdük. Binlere karıştık, moral bulduk, moral olduk Gebze Halkına ve tüm halkımıza. Kurtuluş Partisi işten atılan işçi kardeşleriyle dayanışmada Kurtuluş Partisi Gebze İlçe Yöneticileri olarak, 4 Aralık’ta, Gebze’de işten atılan Dostel Makine İşçilerini DİSK/Nakliyat-İş Sendikası Gebze Şube Yöneticileriyle beraber ziyaret ettik. DİSK/Birleşik Metal-İş Sendikası’nda örgütlü olan Dostel İşçilerinden ilk anda 30 kişi kriz bahanesiyle işten atıldı, ardından 4 Aralık’ta 40-45 kişi daha işten çıkarıldı. Biz de aynı gün işçi kardeşlerimizi işyeri önünde ziyaret ettik. Dostel İşçileri bizi sloganlar ve alkışlarla karşıladı. Ziyaretimiz eyleme dönüştü. Nakliyat-İş Gebze Şube Başkanı Erdal Kopal işçilere mücadelelerini desteklediklerini ve her zaman yanlarında olacaklarını belirten 11 DİSK Örgütlenme Daire Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu’nun, Ünsa Ambalaj taşeronlarının işten attığı işçilerle 19 Aralık’ta yapılan dayanışma eyleminde yaptığı konuşma. Yerli-Yabancı Parababaları Düzeni Krizinin Faturasını Ödemeyeceğiz Faturayı Sermaye Sınıfı Ödesin Ü nsa Ambalaj’ın alt işverenleri Doğa Tekstil, Baran Tekstil, Eda Tekstil işçilerinin kriz bahanesi ile keyfi şeklide işten atılmalara karşı başlatmış oldukları haklı direnişe sahip çıkıyor, destekliyoruz. Emperyalizmin merkezi olan ABD’de finans krizi olarak başlayan ekonomik kriz derinleşerek dünya geneline yayılmıştır. Kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizm krizler, buhranlar çağıdır. Bu krizde bunun bir göstergesidir. Kriz, emperyalizmin yerli yabancı Parababaları düzeninin, sermaye sınıfının krizidir. Bundan dolayı krizin faturasının başta İşçi Sınıfımız olmak üzere halkımıza ödetilmesi ahlâksızlıktır. Krizin faturasını yerli yabancı Parababaları, sermaye sınıfı patronlar ödemelidir. Değerli Basın Emekçileri Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu DİSK olarak “krizin bedelini ödemeyeceğiz” kampanyası başlatmış bulunuyoruz. DİSK olarak bu çerçevede işten atılmalara, işçilerin hak gasplarına, karşı verilen mücadeleleri örgütlemek daha da büyütmek bizlerin görevidir. DİSK ve KESK öncülüğünde 29 Kasım da Ankara’da toplanan on binler “Krizin Bedelini Ödemeyeceğiz” diye haykırdı. Belirli bir program çerçevesinde DİSK, KESK, TMMOB ve TTB’nin ortak eylemleri devam ediyor. Ünsa Ambalaj’ın Doğa Tekstil, Baran Tekstil, Eda Tekstil ile diğer alt işverenlerinde, taşeronlarda çalışan bizim tespitlerimize göre 300’e yakın işçi, kriz bahanesi ile işten atılmıştır. İşten çıkartmalar tamamen keyfi ve kanunsuzdur. İşten atılan Baran Tekstil ve Eda Tekstil’de çalışan (toplam 90 işçi) işçilerin birikmiş (birkaç aylık) ücretleri, fazla mesai ücretleri kıdem ve ihbar tazminatları öden- mediği gibi işçilere aldatılarak, tehdit edilerek tüm haklarımı aldım diye ibranameler imzalatılmıştır. İşçilerin hangi maddeye göre çıkarıldığı dahi bugüne kadar bildirilmemiştir. Ünsa Ambalaj işvereni, alt işverenlerle birlikte krizi kendileri açısından tam bir fırsata çevirmekte yüzlerce işçinin ücret, fazla mesai, kıdem, ihbar tazminatından kriz bahanesi ile kurtulmaya çalışmaktadır. Ünsa Ambalaj’ın alt işvereni Doğa Tekstil’de çalışan 85 işçiye de yukarıdakine benzer bir ibraname imzalatılmak istenmiş ancak, Doğa Tekstil İşçileri, Ünsa patronu ile alt işverenin bu oyununu bozarak DİSK’in de sahip çıkması ile direnişe geçmişlerdir. 15 Aralık’tan beri ise başta Doğa Tekstil İşçileri olmak üzere Baran ve Eda Tekstil’de çalışan işçiler bu haksız keyfi kanunsuz uygulamalara karşı direnişi geçmişlerdir. Ünsa işvereni, alt işverenle birlikte 4857 sayılı İş Kanununun 2. maddesine göre işçi- lerin ücret fazla mesai, kıdem-ihbar tazminatı gibi haklarından sorumludur. DİSK olarak Ünsa Ambalajın alt işverenleri Doğa Tekstil, Baran Tekstil ve Eda Tekstil İşçilerinin, haklı direnişlerine sahip çıkıyoruz. İşçiler aynı zamanda “krizin faturasını ödemeyeceğiz, krizin faturası patronlara” diyerek örnek bir sınıf mücadelesi sergiliyorlar. Buradan DİSK olarak, Ünsa işvereni ve alt işverenlerine sesleniyoruz: Sizin krizi fırsata çevirmenize izin vermeyeceğiz. Yaşasın Ünsa Ambalaj’daki Taşeron İşçilerinin Haklı Direnişi! Krizin Bedelini Ödemeyeceğiz! Krizin Bedeli Sermaye Sınıfı Patronlar Ödesin! Yaşasın İşçilerin Birliği! Yaşasın DİSK! Yerli yabancı Parababalarının krizin faturasını İşçi Sınıfına ödetme saldırılarına İşçi Sınıfı Direnişlerle cevap veriyor Baştarafı sayfa 1’de Dünyayı sarsan emperyalizmin krizi her türlü ablukalara karşı Sosyalist Küba, Kuzey Kore, Laos; antiemperyalist halkçı iktidarların olduğu Venezüella, Bolivya, Ekvator gibi ülkeleri etkilememiştir. Aksine bu ülkelerde yaşam koşulları her geçen gün daha da iyiye doğru gitmektedir. Ülkemizde ise Başbakan ve AKP Hükümeti önceleri krizi göstermemeye çalıştı. Sonra Başbakan, teğet geçer, sağdan, soldan geçer diyerek birçok konuda olduğu gibi bu konuda da bilgisiz, ilgisiz, yetkisiz olduğunu gösterdi. Oysa herkes bilir ki, dünyayı etkileyen krizden, emperyalist devletlere her yönüyle bağlı bir ülkenin etkilenmemesi mümkün değildir. Ama şöyle de düşünmek lazım, başbakanın teğet geçeceğini söylediği kesim kim, kimleri kastetti? İşçi Sınıfını, emekçileri kastetmediği kesin. Bu aşamadan sonra “kriz var, kriz” demeye başladı. Ne yapalım? İşçi çıkartalım, maaşları geç ödeyelim, ücretsiz izne çıkaralım, tüketim mallarına zam yapalım, binbir oyunla Parababalarının krizinin faturasını İşçi Sınıfına ödetelim politikasını uygulamaya başladılar. Başbakan, ulusa sesleniş konuşmasında, “krizin artık inişe geçtiğini” ve “bu krizin Türkiye üzerindeki etkisinin sınırlı olacağını” iddia ediyor. Bir kez daha halkımızı kandırmaya, oyalamaya çalışarak ihanetini sürdürüyor. Oysa resmi kurumların verilerinden de anlaşılıyor ki, kriz inişe geçmiş değil. İŞKUR’a ekim ayında başvuran işsiz sayısı, eylül ayına göre % 128 artmıştır. İşsizlik oranı % 9,3 ten % 10,3’e (bu rakam % 25 civarındadır.) çıktı. Kasım 2007-Kasım 2008’de bazı malların yıllık fiyat artışı şöyledir: Ekmek % 30, makarna % 38, kırmızı et % 15, margarin % 16, toz şeker % 16, çay % 12, elektrik % 65, su % 57, doğalgaz % 82 artmıştır. Son bir iki ay içerisinde başta tekstil, metal, bankacılık sektöründe 200.000’e yakın işçi işten atılmış, birçok firma (Sönmez Filament, Philips gibi büyük firmaların yanında Adana, Denizli, Kahramanmaraş vb. birçok ilimizde de onlarca atölye, fabrika) kapanmıştır. Bu krizi İşçi Sınıfı çıkartmadı. Ve de sonuçlarına İşçi Sınıfı katlanmayacak. Nasıl ki onlar açıkça krizlerinin faturasını biz emekçi- bir konuşma yaptı. Kurtuluş Partisi adına da kısa bir konuşma yaptık. Krizin Parababalarının krizi olduğunu, faturasını İşçi Sınıfımıza ödetmeye çalıştıklarını, işten atılmaların, hayat pahalılığının bunun bir parçası olduğunu, ancak Parababalarına karşı mücadele edersek krizin faturasını ödemeyeceğimizi anlattık işçi kardeşlerimize. Ardından yine aynı gün, 172 gündür grevde olan DİSK/Basın-İş’te örgütlü olan E-kart İşçilerini ziyaret ettik. Grev çayını paylaştık. Mücadelelerinde başarılar diledik. Mücadelelerini desteklediğimizi vurguladık. Daha sonra yine Birleşik Metal-İş Sendikası’nda örgütlü olan ve kriz bahanesiyle işten atılan Kocaeli’ndeki Tezcan Galvaniz İşçilerini ziyaret ettik. Orada da 39 işçi kriz bahanesiyle işten çıkarılmış ve 55 işçinin daha işine son verileceğinin açıklandığını söylüyordu işçi arkadaşlar. İşten çıkarılan işçi arkadaşlara içeride çalışan arkadaşları da destek verdi. Sloganlarımızı mücadele hıncı ve isteğiyle haykırdık, karşılıklı olarak. Birleşik Metalİş’in Kocaeli Şube Başkanı’nın işçilere hitabının ardından, Nakliyat-İş ve Kurtuluş Partisi adına da konuşmalar yapıldı. Emperyalizmin geberen kapitalizm olduğunu, her 10-20 yılda krizler patlak verdiğini, Tayyipgiller’in “kriz bizi teğet geçecek” zırvalamalarının hikaye olduğunu da yaşayarak gördüğümüzü belirttik. İşçi kardeşlerimizi mücadeleye çağırdık. Oradan da Direniş başlatan Samandıra’daki Ünsa Ambalaj İşçilerinin yanına koştuk, diğer bölgelerden Kurtuluş Partililerle beraber, yangın yerine koşar gibi… Ve sonra Esenyurt, Avcılar, Güzeltepe Pazarı, Nurtepe, Kartal, Sarıgazide’ydik, Gebze’nin çeşitli semtlerinde, işçi servislerinin kalktığı yerlerde; Kocaeli’nde Yürüyüş Yolu’nda, Fethiye Caddesi’ndeydik, binlerce bildirimizi dağıttık. Bir kez daha haykırdık “Emperyalizmin Krizinin Faturasını Ödemeyeceğiz!” Halkımız konuştu biz dinledik, biz konuştuk halkımız dinledi, güçlendik, güç aldık. Ve gördük ki teğet geçmeyecek halkımız, biz kazanacağız, inancımıza inanç kattık. İstanbul ve İzmit’ten Kurtuluş Partililer Yaşasın Ünsa Direnişimiz! bağlı Tekstil Sen üyesidir. İş yerinde Toplu İş Sözleşmesi vardır. Diğer işçiler ise değişik taşeronlarda çalışmaktadır. Ünsa patronu, kendi krizini fırsata çevirerek, daralma gerekçesiyle taşeronları Baran Tekstil, Eda Tekstil ve Ar-Ge’de çalışan toplam 300’e yakın işçiyi işten çıkarmıştır. Bunlardan 90 işçiye; ücretlerini, kıdem, ihbar tazminatlarını fazla mesailerini vermediği halde, tüm haklarımı aldım diye baskıyla ibraname imzalattırmıştır. Ünsa’nın taşeronlarından Doğa Tekstil firmasına bağlı olarak çalışan 85 işçiyi de, kasım ayı maaşlarını, 2 aylık fazla mesailerini, yıllık izin paralarını, kıdem ve ihbar tazminatlarını vermeden çeşitli tezgâhlarla işten çıkarttı. Ünsa patronu, 25.12.2008 tarihinde taşeron Doğa Tekstil ile olan sözleşmesini feshedeceğini bildirerek işçilere işbaşı yaptırmadı. 04.12.2008 tarihinde, bu haberi alan Doğa Tekstil’de çalışan Rozi Direnişçisi arkadaşımız, hemen durumu Kurtuluş Partililere iletmiştir. Durumu öğrenen DİSK’in Devrimci Sınıf sendikacılığını temsil eden Nakliyat İş Sendikası yöneticileri ve İşçi Sınıfının kurtuluş mücadelesini yürüten Kurtuluş Partililer, mücadelelerinin gereğini yerine getirmek için hemen fabrikanın önüne gitmişlerdir. Burada işçilerle yapılan görüşmelerde, fabrika önünde Direnişe geçme kararı alındı. Direnişin ilk gününde jandarma ile arbede yaşandı. Direnişin ilk günün sonucunda, daha önce “Sizin bizimle işiniz yok” diyen Ünsa patronları, bir aylık mesaileri Kurban Bayramı öncesi ödemek zorunda kaldı. Bir sonraki gün, mücadelenin bir kazanımı olarak fazla mesai ücretlerini aldıktan sonra işçiler, Direniş Önderleriyle birlikte mücadelelerine devam etme kararı almışlar; Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Bölge Çalışma Müdürlüğüne dilekçe ile durumu bildirmişlerdir. Bayramın hemen bitiminde işçiler, Kurtuluş Partililer ve Nakliyat İş Sendikası’yla yapılan toplantıda, Direniş başlatma kararı almışlardır. Taşeronun ve Patronun, Ünsa Direnişini kırmaya yönelik saldırılarına karşı gerekli tavır alınmıştır. Direnişin başladığı ilk gün olan 15 Aralık’tan beri işçilerle dayanışma içerisinde olan Halkın Kurtuluş Partisi de, Direniş yerinden bir an bile ayrılmadan bu mücadeleye destek vermektedir. Nakliyat İş Sendikası avukatıyla işveren arasında yapılan görüşmelerde, işveren yine, işçilerin alacaklarının Doğa Tekstil’de olduğunu, Ünsa Çuval’dan alınacak bir paranın olmadığını söylemiştir. Bunun üzerine sendika avukatları yasa gereği alt işverenin yaptığı tüm işlerden asıl işverenin de sorumlu olduğunu, işçilerin alacaklarından asıl işveren ÜNSA Çuval’ın da sorumlu olduğunu “Davamız Ekmek Davasıdır”, “İşçiyiz, Haklıyız Kazanacağız” sloganlarının atıldığı eylem halaylarla son buldu. Bir diğer eylem 25 Aralık’ta Taksim’de yapıldı. İşçilerin aileleriyle katıldığı eyleme DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, DİSK Örgütlenme Daire Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu, Gıda İş Genel Başkanı, Dev Sağlık İş Genel Başkanı, DİSK Genel Başkan Yardımcısı, TÜMKA İş ve Kurtuluş Partisi yönetici ve üyeleri katıldı. Basın açıklamasında, Çelebi, Küçükosmanoğlu ve Ünsa İşçileri birer konuşma yaptı. Basın açıklamasından sonra İstiklal Caddesi’ne yürümek isteyen eylemcilere polis izin vermedi. Ardından Taksim’de bir belirtmişlerdir. İşverenle yapılan görüşmelerde, Sendika yöneticilerince; işçilerin bir kuruşunun bile burada kalmayacağı, bunun için işçilerle birlikte her türlü mücadeleyi göze aldıkları belirtilmiştir. Bu kararlılığı gören işveren, geri adım atarak işçilerin maaşlarını 17.12.2008 günü ödemek zorunda kalmıştır. Doğa Tekstil’den önce işten çıkarılan, hiçbir ödeme yapılmadığı halde zorla ibraname imzalayan İşçiler de Direnişe katılmışlardır. 19 Aralık’ta DİSK, Ünsa İşçileriyle bir dayanışma eylemi yaptı. Basın açıklamasında DİSK Örgütlenme Daire Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu konuşma yaptı. Eyleme Kurtuluş Partisi de katılarak destek verdi. Sık sık “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek”, “Örgütlü İşçi Yenilmez”, saat beklendi. Ardından İstiklal’de sloganlarla yüründü. Yaklaşık 2.5 saat süren eylem coşkulu geçti. Burada yapılan mücadelede de İşçi Sınıfımız, doğru önderlik yapıldığında nasıl mücadele ettiğini, hakkını aradığını gösteriyor. Bizler de Kurtuluş Partili İşçiler olarak; Ünsa İşçilerinin mücadelesine sonuna kadar sahip çıkacağımız. Ünsa İşçilerinin mücadelesi mutlaka başarıya ulaşacaktır! Ünsa İşçisi Yalnız Değildir! Yaşasın Ünsa Direnişimiz! İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek! İstanbul Samandıra’dan Kurtuluş Partili İşçiler 12 27 Aralık 2008 Ünsa İşçileri: “Mücadele etmeden hiçbir şey kazanılamaz!” K urtuluş Yolu: 4 Aralık’tan beri kışın soğuğuna aldırmadan en meşru haklarınızı alabilmek için işyerinizin önünde direniştesiniz. Başarılar diliyoruz. İsminizi öğrenebilir miyiz? Ben Ebru Altındağ. Kurtuluş Yolu: Direnişinizin taleplerini öğrenebilir miyiz sizden? Ebru Altındağ: Biz verilmeyen haklarımızı almak için buradayız. İçeride, bize ödenmeyen maaşımız, mesaimiz, tazminatlarımız var. Ebru Altındağ Ben Fatih Bolat. Taşeron’da çuval üretimi yapıyoruz. Ben makineci olarak çalışıyordum. Biz bayramdan bir gün önce başladık Direnişe. Bayramdan sonraki Pazartesi, geçtiğimiz pazartesi tekrar başladık direnişe. Bizim şu anda içeride bir maaşımız, bir mesaimiz, iki aile indirimimiz, kıdem ve ihbar tazminatlarımız var. Onları istiyoruz. Sabah erken saatte, 8.00’da geliyoruz. Akşam 6’lara kadar buradayız. Gerekirse her gün burada olacağız. Mücadelemizi devamlı vereceğiz, paramızı, hakkımızı alana kadar. Adım Melahat. Biz taşeronda çalışan işçileriz. İşyerinde bant şefiydim. İşyerini kapatma kararı aldılar. Taşeronu kapattılar. Paramızı vermiyorlar. Haklarımızı vermiyorlar. Kasım ayının maaşı, mesaisi, işten çıkartıldığımız için tazminatlar içeride. On yıllık arkadaşlar var aramızda. Hiçbir şekilde hiçbir hakkımız verilmeden kapının önüne konulduk. Onun için burada bekliyoruz, haklarımızı almak için mücadele ediyoruz. Ben Hakan Yavuz. Ünsa’da çalışan bir ustabaşıyım. İçeride Kasım maaşımız, mesailerimiz, aile geçim indirimlerimiz var ve tazminatlarımız var. Bunları almanın mücadelesini veriyoruz. Bayramdan önce başladık. Şu an hâlâ devam ediyoruz. Arkadaşlarımızın tavsiyesi üzerine çağırdığımız DİSK’ten arkadaşlar yardımcı oluyor, sendikacı arkadaşlar, onlarla birlikte mücadelemize devam ediyoruz. Ve kararlıyız, hakkımızı alacağız. Ben Güven, ustabaşıyım burada. Ünsa yurtdışına çalışan, çuval ihracatı yapan bir firma. Kurtuluş Yolu: Sizi daha önceden DİSK/TÜMKA-İş’te örgütlenen Rozi Direnişinden tanıyoruz. Burada da mücadele ediyorsunuz… Güven: Çoğu arkadaş mücadelenin ne olduğunu bile bilmiyordu. Şu anda mücadeleyi herkes yaşayarak öğreniyor. Burada işçilerin çoluk çocuğunun rızkını kesmişler içeriden, vermeyeceğiz diyorlar. Biz de mücadele sonucunda Rozi’de olduğu gibi burada da kazanacağımıza inanıyoruz. Ünsa burada hayali taşeron şirketler kurmuş. Taşeronları burada çalışan şoförlerin üzerine kurmuşlar mesela. Hayali şirketler yani. Bize, sizin sigortanızı ödüyoruz, yemek paranızı, servis paranızı veriyoruz diyorlar. Ondan sonra da ben sizden sorumlu değilim, diyor. Değilsen, niye veriyorsun? Yani bizim asıl işverenimiz Ünsa. Biz mücadele ederek hakkımızı söke söke alacağız. Zafer kazanacağız. Sessiz de kalmayacağız. Yarın farklı olacağız, öbür gün farklı olacağız. Her gün yaşadıkça farklı farklı şeylerle karşılaşacağız ama sonunda kazanan biz olacağız. Mücadelede ölmek var dönmek yok. Haklarımızı alana kadar bunun peşini bırakmayacağız Bizim sendikacı arkadaşlara da Rozi’de olduğu gibi çok teşekkür ediyorum. Her zaman her yerde yanımızda oldular, önümüzde oldular. Yanımızı bırak her zaman önümüzde oldular. Önce onlar bir adım gidiyor, peşinden bizi çağırıyorlar, biz gidiyoruz. Nakliyat-İş Genel Başkanı ve Güven DİSK Örgütlenme Daire Başkanı Ali Rıza Başkan, Erdal Başkan, Barış Bey, sizler… Sağolun Allah razı olsun hepinizden, yardımcı oluyorsunuz. Zaten daha önceden de tanışıklık olduğu için ne zaman başımız sıkışsa hemen bir alo demek yetiyor yani. Türkiye’nin neresinde olursa olsun bir telefonla geliyorlar hemen, sağolsunlar. Adım Hüseyin Korkmaz. 5 yıldır Ünsa’da çalışıyorum. Kurtuluş Yolu: Siz de Ünsa’nın bir başka taşeronunda çalışıyordunuz. 4 Aralık’ta direnişe başlayan arkadaşlarla birlikte beklemeye başladınız Ünsa’nın önünde. Taleplerinizi öğrenebilir miyiz? Hüseyin Korkmaz: Biz de diğer arkadaşlar gibi, mesailerimizi, maaşlarımızı, tazminatlarımızı alamadık. Mesailerimizi senet olarak verdiler bize, tazminatlar için de sözleşme yapmıştık, ödemediler. Ödeyeceğiz dediler, ödemediler, bir kandırmaca yaptıkları. Ödemeye niyetleri yok. Oyalıyorlar. Biz de mücadele edeceğiz haklarımızı almak için. Buradayız hakkımızı alana kadar. Kurtuluş Yolu: Bildiğimiz kadarıyla Direnişinizin başlamasında size öncülük eden ve o günden verilen mücadeleyle bayram öncesi bir kısım mesailerinizi almanızı sağlayan DİSK/Nakliyat-İş Sendikası oldu. Nakliyat-İş Genel Başkanı ve DİSK Örgütlenme Daire Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu ve Nakliyatİş’in diğer yöneticileri ve avukatları oldu. Size önderlik, öncülük ettiler. Yine Kurtuluş Partililer Direnişin başından beri her an sizinle birlikteler. Mücadelede omuz omuzasınız… Ebru Altındağ: Sendikacılarımıza ve avukatlara çok teşekkür ediyoruz. Hepsinden Allah razı olsun. Onlar sayesinde çok şey öğrendik. Bilmediğimiz çok şey vardı. Onlar bize yol gösterdi. Fatih Bolat: Arkadaşları, içimizden bir ar- Hüseyin Korkmaz kadaşımız daha önce tanıyordu. Biz de tanıştık, görüştük. Kendileri bize haklarımızı anlattılar. Tabiî biz işçiyiz sonuçta. Kafamızı koyuyoruz işe, akşama kadar çalışıyoruz. Hiçbir hak, hukuk bilmiyoruz. Öğreten de yok. Bu arkadaşlar sayesinde birçok hakkımızı öğrendik. Tabiî illaki bilmediğimiz birçok şey daha var. Onları da öğreneceğiz bu zaman içerisinde. Öğrenip hakkımızı devamlı savunacağız artık. Mücadelemize destek veriyorlar. Bizi hiçbir zaman yalnız bırakmıyorlar, bırakmayacaklar da zaten. Biz de bu şekilde hakkımızı alana kadar devam edeceğiz. Başarıya ulaştıracağız. Bunun başka çaresi yok. Biz sadece içeride olan maaşımız, mesaimiz, aile indirimleri için değil, ihbar, kıdem tazminatlarımız için de, hepsi için mücadele ediyoruz. Buraya sadece 300-500 YTL para almaya gelmedik. Bizim alınterimiz var, emeğimiz var, hakkımız var. Bütün hakkımızı almak için geldik. Melahat: Bu arkadaşlar bize çok yardımcı oldular. Burada bize her konuda destek oluyorlar, önderlik ediyorlar. Bize her konuda burada öncülük ediyorlar. Hakan Yavuz: Tamamen bizden yana, işçiden yana olan insanlar. Sonuna kadar destekliyorlar. Başından beri yanımızdalar. Bizim kararlılığımız, onların kararlılığı, bu mücadelede en nihayetinde başarıya ulaşacağız. Ölmek var dönmek yok. Hakkımız neyse alacağız. Kurtuluş Yolu: Siz taşeronda çalışıyor görünüyorsunuz. Fakat tüm alacaklarınızdan üst işveren Ünsa sorumlu. Siz de zaten bu mücadelede Ünsa’yı muhatap alıyorsunuz. Ünsa’ya karşı veriyorsunuz mücadelenizi. Direnişinizde size öncülük eden Nakliyat-İş yöneticileri, avukatları ve Genel Başkanı’nın girişimleriyle işverenle görüşmeler yapıyorsunuz… Melahat: Biz Ünsa’nın işçisiyiz. Bu fabrikaya çalışıyoruz. Buradan iş geliyor parça halinde. Biz dikip pres yapıp tekrar buraya gönderiyoruz ama işyeri Ahmet’in üstüne, Mehmet’in üstüne yapılmış. Vergiden kaçırmak amaçlı… Ama dedi ki patron, haklarınız bende duruyor, çıkarken hakkınızı vereceğim. Şimdi fabrika kapatılıyor, diyor ki, ben size hiç bir şey veremem, bir canım var, alacaksanız... Gidin Ünsa’dan alın, onlar da Ünsa’yı kapatıyor, tüm hakkınızı vermek zorunda diyor. Ama onların bize bir şey verdiği yok, gördüğünüz gibi, arkadaşlarla hep beraber bekliyoruz. Biz 80-90 kişiyiz. Bir de ayrıca 3-4 tane Fatih Bolat daha taşeron var. Buradaki arkadaşlar daha da mağdur. Nereden baksanız 300-400 kişi varız bu şekilde. Hep bizim gibi mağdur edilen arkadaşlar. Fatih Bolat: İşverenin söylediği, bayramdan önce bize dağıtmış olduğu ekim ayının mesai parası, geri kalanı da veremeyeceğini, kendisinde öyle bir para olmadığını söyledi. İçeride olan parasını da kendi borcuna yatıracak. Bize vermeyeceğini söylüyor. Kapının önüne koydular bizi. Biz de hakkımızı Ünsa’da arıyoruz, ana binada arıyoruz. Kurtuluş Yolu: Mücadele süreci, birlikte mücadele etmek size neler kazandırdı? Ebru Altındağ: Çok şey öğrendik. Sonuna kadar mücadeleye devam edeceğiz. Birlik beraberliğin gücünü gördük. Hakkımızı alıncaya kadar buradayız. Hakkımızı söke söke alırız. Fatih Bolat: Birçok şey öğrendik. Boşu boşuna bunca sene boş yere çalıştırıldığımız, ezildiğimiz, hep hakkımızın yendiğini öğrendik bugünler içerisinde. Melahat: Birlikte mücadele etmek bize açıkçası bir umut kazandırdı. İlk başta hiçbir muhatap bulamazken şimdi Ünsa’nın hissedarlarıyla görüşüyoruz, hissedarlarla, ortaklarla… Ekim ayının mesaisi de içerideydi, onu aldık, mücadele sonucunda. Şimdi Kasım ayının maaşı, mesaisi verilmezken bu direnişimizle, mücadelemizle, birlik ve beraberliğimizle maaşımızı alma sözünü de aldık. Bugün burada onun için bekliyoruz, alacağız. Bu birlikle hep beraber tazminatımızı da buradan alacağız. Sonuna kadar bu mücadeleye devam edeceğiz. Hakan Yavuz: Bizlere kendi kişiliğimizi, kendi onurlu mücadelemizi verme hakkını kazandırdı. Kendi kendimizi savunmayı öğrendik. Birliği, beraberliği öğrendik. Dayanışmayı öğrendik, arkadaşlarımızı yarı yolda bırakmayacağımızı öğrendik. Kurtuluş Yolu: Şu anda Türkiye’de sizin gibi kriz bahanesiyle işten atılan ve direnişte olan işçi kardeşlerimize neler söylemek istersiniz? Ebru Altındağ: Mücadele etmeden hiçbirşey kazanılmıyor. Hepimizin mücadele etmesi gerekiyor. Fatih Bolat: Sonuna kadar dirensinler. Öbür türlü hep kaybeden biziz. Hep kaybettik, kaybetmeye de devam ederiz yoksa. Sonuna kadar mücadele etsinler. Melahat: Bu mücadelede sesimizi duyurmakta yetersiz kaldığımızı düşünüyorum. Daha çok hareket, daha çok direniş, daha çok mücadele. Mücadele etmeden hiçbirşey kazanamayız. Yiğit Ünsa İşçileri ve Önderlerine Y erli yabancı Parababalarının, içine girdikleri krizin faturasını İşçi Sınıfımıza yıkmasına isyan eden sizleri kutluyoruz. İşçileri işsizlik cehennemine attıkları yetmiyormuş gibi, bir de kazanılmış haklarına göz diken hırsızlara karşı sessiz kalmayarak, Örgütsüz İşçi Köle İşçidir! Örgütlü İşçi Yenilmez! ilkesinden hareketle, HAK VERİLMEZ ALIIR DİYEREK haklarını söke söke alan, ÜNSA işçilerine ve onların devrimci sınıf sendikacılığı yapan önderlerine İzmir’den devrimci selamlarımızı gönderiyoruz. Her biri Hikmet Kıvılcımlı ideolojisi ile donanımla, onlarca-yüzlerce direniş, grev, işgal okulundan yetişmiş, Halkın Kurtuluş Partisi’nin teorisi ve pratiği içinde çelikleşmiş önderleriniz sayesinde, bu direnişin başarılı bir şekilde sonuçlanması kaçınılmazdır. Daha düne kadar sizleri birer “yük hayvanı” yerine koyan patronunuz, şimdi sınıf bilinçli önderlerinizle bütünleştiğinizde, karşısında sizleri örgütlü bir güç olarak görmekten kaçamıyor ve el çabukluğu ile gasp etmek istediği haklarınızı vermek zorunda kalıyor. İşçi Sınıfımızın tek başına ekonomik kazanımlar elde etmesini küçümsemeden, asıl kurtuluşun işsizlik pahalılık cehennemine attıkları ülkemizi yangın yerine çeviren, yerli yabancı Parababaları ile onların uşağı Tayyipgiller’i başımızdan atmak olduğunu unutmamalıyız. Halkın Kurtuluş Partisi; bu yangını söndürecek, İşçi Sınıfımıza ve emekçi halkımıza rahat nefes aldıracak Demokratik Halk İktidarını kuracak biricik güçtür. Demokratik Halk İktidarıyla; başta İşçi Sınıfımız ve emekçi halkımız ABD ve AB Emperyalistleriyle yerli satılmışlar cephesine karşı zaferini taçlandıracak, işsizliğin pahalılığın, zammın, zulmün, işkencenin, baskının, sömürünün olmadığı, herkesin eşit, mutlu, özgür birer kardeş olarak yaşayacağı düzen kurulacaktır. Bu direnişiniz de Halkların Kurtuluş Davasına İşçi Sınıfımız cephesinden yapılmış önemli bir katkıdır. Kazanacağınıza inanıyoruz. Devrimci Sınıf Sendikacılığı yapan Kurtuluş Partili önderlerin kitabında kaybetmek yazmaz. Zira “DOĞRUYLA MÜCADELE EDE YEİLİR.” Şu anda Ünsa işvereni de doğruyu temsil eden sizlerin karşısında mutlaka dize gelecek ve yenilecektir. Mücadeleniz mücadelemizdir. Sizlerin bu haklı ve onurlu mücadelenizi İzmir Halkına ve Ege Bölgesindeki İşçi Sınıfımıza duyurmak boynumuzun borcudur. 18.12.2008 Yaşasın Ünsa Direnişimiz! Selam Olsun Ünsa İşçilerine ve Önderlerine! Halkın Kurtuluş Partisi İzmir İl Örgütü E-Kart Grevcileri: Sendikamızla birlikte kazanacağız! D İSK/Basın-İş Sendikası’nda örgütlü olan Gebze Organize Sanayi Bölgesi’nde bulunan E-Kart’ta işçiler 172 gündür grevde. İşlerine, ekmeklerine, sendikalarına sahip çıkmak için 6 aydır mücadele eden E-Kart İşçileri adına Grev Komitesi Yürütme Üyesi İbrahim Şen’le kısa bir sohbet gerçekleştirdik: Kurtuluş Yolu: Öncelikle başarılar diliyoruz. İsminizi öğrenebilir miyiz? İbrahim Şen. Kurtuluş Yolu: Ne zamandır devam ediyor greviniz? İbrahim Şen: 2006 Ağustosu’nda bu mücadele başladı. Bununla birlikte ilk 2 arkadaşımız işten çıkarıldı. Bu 2 arkadaşımız da işe iade davası açtılar ve kazandılar bu davaları. Fakat tabiî işveren işe almadı, tazminatlarını ödedi. Bunun ardından atılan 3 arkadaşımızın daha işe iade davalarını kazandık. Hâlâ atılan arkadaşları- miz devam ediyor. Çeşitli kurumlardan dayanışmalar oluyor. Her ziyaretten sonra, dışarıda bekleyen arkadaşlarımıza daha bir neşe, bir heves geliyor. Yavaş yavaş üye kazandığımız arkadaşların olması, dışarıdaki arkadaşlarımızın da moralini yükseltiyor. Kurtuluş Yolu: Biliyorsunuz Türkiye çapında ekonomik kriz bahanesiyle 200 binden fazla işçi işten atıldı. Parababalarına yıllık yüzde 300’lere varan oranda kârlar kazandıran işçileri bir anda, daha kriz patlayalı 2 ay gibi kısa bir zaman olmasına rağmen kapıya koydular. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz? İbrahim Şen: Biz ulusal medyadan izliyoruz krizi. Herkes kriz var diyor. Fakat bazı ekonomistler, uzmanlar Türkiye’de hâlâ reel bir krizin olmadığını söylüyor. Burada bir çelişki var. Ben bu krizi sadece işverenlerin işçilerini çıkartmak, dışarıdaki işsiz sayısını arttırmak, sendikaları bitirmek amaçlı bir koz olarak kul- mızdan üçünün işe iade davası devam ediyor. Bunları da kazanacağımıza eminiz. Bugüne kadar hepsini kazandık, kaybettiğimiz davamız yok. Biz geçtiğimiz ağustos ayından beri, 172 gündür burada grevdeyiz. Bu 172 gün boyunca, ortalama 6 ay boyunca 17 kişi olarak greve çıktık. Ve boş durmayarak sürekli çalışmalarımızı devam ettirdik. İçeride birçok üyemiz var. Şu an bizim üye sayımızdan çok fazla üye sayımız var. Teker teker üye yaptık hepsini. Şu anda içeride yeniden çoğunluğu sağlamaya çalışıyoruz ve buna da yaklaştık. Bir yandan da burada Grevimiz, mücadele- landığını düşünüyorum. Zaten işverenler bugüne kadar hiçbir sendikayı istememiştir. Giderler kendileri sendikalara üye olurlar ama işçilerin hiçbir şekilde sendika üyesi olmasını istemezler. Çünkü ancak örgütlü olduktan sonra işverenden bir şeyler alabiliyor işçi, daha kararlı mücadele verebiliyor. Ama örgütsüzse işveren tarafından istediği zaman, keyfi olarak çıkarılabiliyor. Biz de bunu istemediğimiz için örgütlendik ve mücadelemize devam ediyoruz. Herkesin desteğini de bekliyoruz. Sonuna kadar mücadelemize devam edeceğiz, sendikamızla beraber kazanacağız. Melahat Mücadele, mücadele, direniş, direniş… Sendikadan arkadaşlara da çok teşekkür ederim. Bize çok yardımcı oluyorlar. Genel olarak özetlemek gerekirse mücadele etmeden hiçbir şey alamayız. Kararlılıkla sürdüreceğiz, mücadele edeceğiz sonuna kadar. Ölmek var dönmek yok. Gerekirse burada çadır kuracağız ama buradan ayrılmayacağız. Hakkımız olanı buradan alacağız. Hakan Yavuz: Kesinlikle mücadelelerinden vazgeçmemelerini, emeklerinin karşılığını almalarını, kendilerini satmamalarını, örgütlü olmalarını, birlik beraberlik içinde devam etmelerini isteriz. Kurtuluş Yolu: Bizler de Kurtuluş Yolu olarak mücadeleniz mücadelemizdir, diyoruz. Sonuna kadar destekleyeceğimizi belirterek başarılar dileriz. İşçiler: Biz de size teşekkür ediyoruz. Sesimizi duyurmakta bize yardımcı oluyorsunuz. 13 27 Aralık 2008 Dostel İşçileri: İşten atılmalara karşı sonuna kadar mücadele edeceğiz! 4 Aralık 2008 tarihinde Otomotiv Yan Sanayi üretimi yapan DİSK/Birleşik Metal-İş Sendikası’nda örgütlü olan ve kriz bahanesiyle işten çıkarılan Gebze Organize Sanayi Bölgesi’ndeki Dostel Fabrikası İşçileriyle yaptığımız röportajı olduğu gibi sunuyoruz: K urtuluş Yolu: Öncelikle mücadelenizde başarılar dileyerek girmek istiyoruz söze. İsminizi öğrenebilir miyiz? Şengül Karabulut. Kurtuluş Yolu: Dostel’de kriz bahanesiyle işten çıkarıldınız. Kısaca işten çıkarılma sürecinizi anlatır mısınız okuyucularımıza? Şengül Karabulut: Bizim işten atılmamız… Evlere kâğıt gönderdiler, noterden imzalatıp. Tazminat her şey yatmış bizim. Yeni çıkan arkadaşların tazminatları ise verilmemiş. 25’e 2 (25/2)’den atılmışlar şu anda. Bizi de kriz bahanesiyle Şengül Karabulut işten çıkardılar. İşler yavaşladı, durgunlaştı diye. Ama kriz diye bir şey yok. Bütün kalıpların hepsi dışarı gönderildi. İşin çoğu dışarıya, müteahhide verildi. Bizim de hiç haberimiz yokken ücretsiz izinden dönüşte evlere kâğıt gelmiş. Vedat Demircan: Kriz bahane edildi. Önce iki vardiya birleştirildi. Ardından bir hafta çalıştık. Ücretsiz izne çıktı Ford Otosan, ardından bizim işveren de çıkardı ücretsiz izne. Ondan sonra tebligat göndermişler evlerimize noter huzurunda. Ve buradayız. İşten atıldık. Kurtuluş Yolu: İşinizi bize kısaca anlatır mısınız? Vedat Demircan Vedat Demircan: Ford Otosan’a metal üzerine parçalar yapıyoruz. Ben fork-lift operatörüyüm. Erdinç Polat: İki yıldır burada çalışıyorum. Bu sabah işe geldik, fakat (bize böyle imzalı bir, işten atıldığımıza dair), 25’e 2’den bizi işten attıklarını belirttiler. Bizim daha önce 15’e yakın arkadaşımızı işten attılar. Biz de onların arkasında olduğumuzu her zaman işçilerin arkasında olduğumuzu, işçilerin birlik olduğunu anlatmak için işverene, burada bir eylem yaptık, içeride. Üretimi düşürdük. Gizli kameralarla hepimizi çektiler ve o vardiyayı işten attılar. Buraya biz geldik! Bu kâğıt bizim için hiçbir şey ifade etmiyor! Biz burada mücadelemizi sonuna kadar sürdüreceğiz! Ölümüne kadar kararlıyız biz! Biz sonuçta işçiyiz. Türkiye’yi, dünyayı ayakta tutan İşçi Sınıfıdır, kimse değildir. Biz olmazsak hiçbir şey olmaz. Biz bunun bilincinde olan işçileriz. Bu yüzden bu sendikaya, Birleşik Metal-İş’e üye olduk. Başka bir sendikaya üye olmadık. Tüm İşçi Sınıfına anlatmak istediğim şey, birlikte mücadeleci olmamız gerekiyor. 68 kuşağını, o zamanları yeniden canlandırmamız gerekiyor. O zamanlar alınan haklardır bunlar. Kimse kimseye hakkı bedavaya vermiyor. Ağlamayana emzik vermiyorlar bu devirde böyle. Sonuna kadar mücadelemizi vereceğiz biz. İster polis çağırsınlar, ister asker çağırsınlar burada yatacağız, burada kalkacağız, sonuna kadar... Hakkımızı alacağız. Kurtuluş Yolu: Siz de işten çıkarıldınız… Bülent Kötek: Ben daha önceden çıkarıldım, 30 kişiyle beraber. 22 Kasım’da. Hatta raporlu olduğum tarihte çıkartıldım. Kâğıtlar eve gönderildi. Şaşırdık yani, aynen şok olduk. Sizin de bildiğiniz gibi, hiç böyle bir şey beklemiyorduk. Neden böyle oldu diye sorduğumuzda, işveren direk krizi bahane etti. Geçen burada Can Bey, işverenin tâ kendisi… Daha önce de ben 2-3 kez çıkartıldım. Tekrar geri aldılar mücadele sonucunda, birlik beraberlik sonucunda. Tekrar geri alındım… Adam buraya geldi, direk bana saldırdı. “Senin ne utanmaz yüzün var, yüzün kızarmıyor. Bülent Kötek Terbiyesizlik yapıyorsun burada durmakla”, diye. Tabiî ben de ona aynen cevabını verdim. Terbiyesiz sizsiniz, daha önce çıkardınız nasıl aldıysanız yine alacaksınız! Çünkü bir mücadeleye girmişsin, bir örgütlenme var içeride, ondan dolayı, ona güvenerek öyle konuştuk. Yani beni alması da önemli değil, önemli olan İşçi Sınıfı dayanışmasıdır. 3-4 gündür 4-5 kişi bekliyordu burada. Bugün de bu arkadaşlardan hiç haberimiz Tezcan Galvaniz İşçileri Direnişte-Mücadelede! K Birleşik Metal-İş’te örgütlendikleri için işten atılan Gebze-Tezcan Galvaniz İşçileriyle yaptığımız röportajı sunuyoruz: urtuluş Yolu: İsminizi öğrenebilir miyiz? Ali Kıyak. Kurtuluş Yolu: Bildiğimiz kadarıyla Birleşik Metal-İş Sendikası’nda örgütlüsünüz ve kriz bahanesiyle işten çıkarıldınız. Kısaca Ali Kıyak süreci anlatır mısınız? Ali Kıyak: İşveren sendikayı istemiyordu, işverenler sendikayı sevmez zaten. 2003’te de aynı sendikal mevzudan dolayı epeyce bir insanın canını yaktı. Arkadaşlarımızı işten atarak, o zaman sendikayı göndermeyi başardı. 2-3 yıl tekrar zam vermeyi kesince, insanlar yeniden sendikaya üye olmaya başladı, 2005 yılından bu yana. Bu süreç 2005 yılında başladı. 2008’in başından itibaren de hızlandı. 0 zam olunca süreç hızlandı. Daha önce daha yavaş gidiyordu ama durum böyle olunca bir hızlanma olmuştu. 3-4 ay önce Yargıtay’a başvurmuştuk. 15-20 gün önce de tam yetkimiz geldi. İşverenler sendikayı istemez. Burada da işveren krizi fırsat bildi. Sendikal tazminat yüksek olduğu için işten çıkaramadı hiçbirimizi. Ama daha sonra kriz bahanesiyle, benim de içinde olduğum 39 kişiyi çıkardı. Ali Rıza Keskin: İşveren kriz bahanesiyle sendikayı düşürmek için işçi çıkarma yoluna gitti burada. Sendika güçlendi, toplusözleşmeye oturmak istedi. Bunun üzerine işveren işçi çıkarmaya başladı krizi bahane ederek. Ama bir yandan da biz bakıyoruz yatırımlar devam ediyor. Sevkiyat devam ediyor. Makineler çalışıyor, iş var… Bizi çıkarmasının tek sebebi sendikayı buraya sokmamak… Daha önceki süreçte de 60 işçi atmış, direniş olmuş burada, 40 işçiyi geri almak zorunda kalmış. Adem Turgut: Kasımın birinde 39 arkadaşımız krizden dolayı işten çıkarıldı. Ama öncelikle 20 Nisan, 1 Mayıs faaliyetlerinden dolayı. Ayrıca Yetki belgesi de fabrikaya geldi ve işveren sendikayı bitirmek için işçi atmaya başladı. 39 arkadaşı çıkardı. 55 kişi de çıkarılacak. Krizi bahane ederek kötü niyet tazminatından da kurtulmak istiyor. Biz, işyerinde bu duruma karşı çeşitli eylemler yaptık. 18 Kasım’da fabrikanın önünden, İzmit İnsan Hakları Parkı’na kadar yağmur altında yürüdük. Servislere almadılar bizi, biz de bir yürüyüşle bunu protesto ettik. Ardından Aslanbey’e, Suadiye’ye ve Acısu’ya yürüdük. Böylece sesimizi tüm İzmit’e duyurmak istedik. Fabrikanın önüne çadırımızı kurduk. Çadırımız bizim şerefimiz. Yıkılırsa biz de yıkılırız. Kurtuluş Yolu: Parababalarına yıllardır yıllık yüzde 300’lere varan oranlarda kârlar kazandırdı İşçi Sınıfımız, fakat kriz patlak vereli daha 2 ay oldu, işverenler patır patır işçileri sokağa dökmeye başladı. Ne düşünüyorsunuz bu konuda? Ali Kıyak: Ben işe başladığımda sadece şu gördüğünüz bina vardı burada. 8,5 yıldır burada çalışıyorum, şu anda sizin de gördüğünüz gibi 3 işletme var. Hâlâ da yatırım devam ediyor aslında. İşten atmasının bahanesi oldu kriz, yoksa asıl amacı sendikayı bitirmek. 2003’te bitirdi, bakalım 2008’de bitirebilecek mi? Kurtuluş Yolu: 17 Kasım’dan beri burada işyerinizin önünde direniştesiniz… Ali Kıyak: Evet, sendikalı ola- yoktu. Geldik herkes kapıda… Arkadaşlar bize destek verdiği için tamamen 25’e 2’den hepsi kapının önüne koyulmuşlar. Onun mücadelesini veriyoruz burada şu anda. Kurtuluş Yolu: Sendikanız Birleşik Metal-İş’le birlikte fabrika önünde direniştesiniz. Kaç gündür burada fabrika önünde bekliyorsunuz? Şengül Karabulut: 27 Kasım’dan beri bekliyoruz. Kurtuluş Yolu: 27’sinden beri burada işinize sahip çıkmak için mücadele ediyorsunuz. Sizinle birlikte atılan başka işçi arkadaşlar da vardı... Vedat Demircan: Evet biz 40 kişiydik işten çıkarılan. Biz haklarımızı aldık, içerideki arkadaşlarımızın da mağdur olmaması için bekliyorduk fabrika önünde ama onları da koydular kapının önüne bu sabah. Onları koymasın diye bekliyorduk ama işveren sözünde durmadı. Arkadaşları normal çalışmaya döndürdü ve bugün de kapının önüne koydular. 40-45 kadar arkadaşımızın işine son verdiler. 17’sinde bizimle beraber 30 kişiyi işten çıkarmışlardı, bugün de 40-45 kişiyi işten çıkardılar. Tuncer Tüter: Şu an bildiğimiz vardiya böyle. Diğer vardiyalardan işçi çıkarılıp çıkarılmadığını henüz bilmiyoruz. Kurtuluş Yolu: Kadın olarak da sadece siz varsınız şu anda direnişte olan… Şengül Karabulut: Kadınlar kendilerini hep ikinci sınıfa atıyorlar gerçekten. Buraya gelmekle kendi mücadelemi veriyorum. İşsiz kaldık… Öteki bayan arkadaşlar eşleri dolayısıyla mücadele vermiyorlar, işin içinde olmadılar. Ben sonuna kadar buradayım. Ekmek kapısı sonuçta… Kurtuluş Yolu: Bugüne kadar rak işimize geri dönebilmek için, içerideki arkadaşlarımız atılmasın diye burada bekliyoruz. 17 Kasım’dan beri burada mücadele ediyoruz. Kurtuluş Yolu: Krizin etkileri size en başta işsizlik olarak yansıdı… Ali Kıyak: Tabiî, ondan sonra pahalılık var. Kocaeli çok pahalı bir şehir. Geçen ayki doğalgaz faturam 95 YTL gelmişti, hemen arkasından 3-4 günlük bir fatura daha geldi, 35 YTL tutarında. İşverenlere yıllardır her türlü kıyağı yaptılar ama bunlar doymaz. Ali Rıza Keskin Şimdi daha krizin başında bizi sokağa döktüler. Yarın 53 arkadaşımızın daha işten atılacağının duyumunu aldık. Bekliyoruz. Mücadelemiz devam edecek. Sendika başkanı ve yöneticilerimizle birlikte devam edeceğiz. Kurtuluş Yolu: Gebze işçi böl- İşçi Sınıfımız, Parababalarına yıllık yüzde 300’lere varan oranlarda kârlar kazandırdı. Ama Dostel’de de gördüğümüz gibi kriz daha yeni başladı, hemen işçileri sokağa dökmeye başladılar… Bülent Kötek: Yüzde 300’lere değil, yüzde 500’lere varan değerler kazandı Dostel işvereni. Sonuçta yüzde 300’lerden yüzde 400’lerden bir pay vermediği gibi en ufak Erdinç Polat bir krizde milletin haline bakın hemen kapının önüne koyabiliyor işverenler demek ki. Krizin faturasını İşçi Sınıfına ödetiyor. Kriz bir bahane oldu işverenler için. Bence benim düşüncem ve arkadaşların düşüncesi de bu. Örgütlü işyerlerinde örgütlülüğü dağıtmak, sendikayı nasıl dağıtırım, bu örgütlülüğü nasıl dağıtırım, en büyük amaçları bu… Devlet bu kadar imkânları sundu, işçi çıkarmayın dedi. Gidin başvurun o zaman. Asıl amaç örgütlülüğü, sendikaları tamamen bitirmek. Bu çalışma ona yönelik. Kurtuluş Yolu: Sizin kısaca krizle ilgili ve şu an sürdürdüğünüz gesi olduğu için burada krizi daha yoğun yaşıyoruz. Gün geçmiyor ki, yeni bir fabrikada işten çıkarmalar olmasın. Türkiye çapında da son birkaç ayda 200 bin civarında işçi işten çıkarıldı. İşverenlere her yıl yüzde 300’lere varan oranda karlar kazandıran işçiler ödüyor krizin faturasını… Ali Rıza: Evet, burada gördüğünüz her şey işçi arkadaşlarımızın sırtından yoktan var edildi. Şimdi aynı arkadaşlar kapının önüne konuverdi. Zam zamanı geldiğinde, önce yatırımlar bitsin, diyorlardı. Biz de işimize, sendikamıza sahip çıkmak için sonuna kadar mücadele edeceğiz. Mahkeme süreci de başladı. Her şey sonuçlanana kadar buradayız. İçeride, dışarıda hepimiz aynı ekmeğin peşindeyiz. O yüzden mücadeleye devam… Kurtuluş Yolu: Kriz Parababalarının krizi fakat faturasını İşçi Sınıfımız ve halkımız ödüyor… Adem Turgut: Kriz söylentile- mücadeleyle ilgili düşüncelerinizi alabilir miyiz? Şengül Karabulut: Mücadele etmezsen olmaz. Kavga zaten masada bitmez, dışarıda da mücadeleni vereceksin, sınıf dayanışmanı. Sınıf dayanışması olmazsa zaten kapıyı vur çık. Patron sana kapıyı gösteriyor. Sen de öyle çıkıp gitmeyeceksin, mücadele vereceksin… Vedat: Sonuna kadar biz arkadaşların yanındayız. Arkadaşlar bize destek çıktı, biz de arkadaşların yanındayız. İşverenin dışarıda 3-4 fabrikada taşeronda malzemesi var, kalıpları var. Tuncer Tüter: İşverenin 54 tane kalıbı var dışarıda. Geçen hafta da iki tane daha gitti. Vedat Demircan: Geri alsa bu işçi burada mağdur kalmaz. Bunu yaparak daha ucuza ve daha fazla imalat yapıyor işveren. İçerideki işçi arkadaşlar iş beklemek zorunda kalıyor. İşçiye kriz bahanesini gösterip işten atmalar başlıyor. Dışarıdayız… Sonuna kadar buradayız. Arkadaşları destekleyeceğiz. Mücadeleye devam edeceğiz. Bülent Kötek: Mücadelemiz devam edecek, edeceğiz. Arkadaşlar her zaman arkasındayız. Biri de benim, çıkartılan işçilerden. Yani sonuna kadar mücadeleye devam, sonuna kadar örgütlülük, birlik, beraberlik her zaman devam etmesi lazım… Kurtuluş Yolu: Biz de teşekkür ediyoruz. Mücadelenizde başarılar diliyoruz. rine inanmıyorum. İşverenler işçilerin işsizlik fonunda biriken parasını, 47 katrilyona ulaştığı söyleniyor bu paranın, iç etmek istiyorlar. TÜSİAD hiç utanmadan bu parayı istiyor. Vergileri düşürün, diyorlar. İşçinin vergisi daha maaşı cebine girmeden kesiliyor. Yani işverenler hiç doymuyor. Ben temsilciyim bu işyerinde. Yarın beni de atacak belki. Ama biz işimize, ekmeğimize, sendikamıza sahip çıkmaya devam edeceğiz. Sendika olmazsa bu işçiler haklarını nasıl alacak? Biz hırsızlık yapmadık. Gittiği yere kadar gideceğiz. Burada bir işletme vardı, şimdi 3 işletme oldu. Biz ne kadar çalışırsak çalışalım bu patronu doyuramadık, doyuramayız. Sendikalaştık diye, krizi bahane edip arkadaşlarımızı kapının önüne koydu. Biz de gittiği yere kadar gideceğiz… Kurtuluş Yolu: Teşekkür ederiz. Mücadelenizde başarılar diliyoruz. 14 27 Aralık 2008 Ekim Devrimi Unutulmaz! Baştarafı sayfa 16’da liamına karşı devrimci düzeni sağlayacaktır. “Petrograd Garnizonu şiddet olaylarına ve kargaşalıklara izin vermeyecektir. Halk, serseri ve kışkırtıcıları en yakın kışladaki Sovyet Komiserliğine tutuklayarak götürecektir. Petrograd sokaklarında karışıklık, yağma ve savaş çıkarmak için şüphelilerin yapacağı ilk girişimde, suçlular amansızca ve derhal cezalandırılacaklardır. “Vatandaşlar... soğukkanlılığınıza ve sükunetinize güveniyoruz. Düzen ve devrim davası ellerdedir.” (John Reed, Dünyayı Sarsan On Gün, Oda Yayınları, Çev. Erdoğan Gürkan, 1976) Bu bildiri dağıtıldığında devrimci durum vardır ama henüz devrim başarılmamıştır. Buna rağmen bu kadar insancıl, bu kadar halka yakındır devrimcilerin tavrı. Halkı provokasyonlara, katliamlara, yağmaya, kargaşaya karşı uyarırlar. John Reed, başka bir yerde Devrim günü sabahını aktarır. Şöyle: “7 Kasım Çarşamba günü çok geç kalktım. evski caddesini indiğim zaman Piyer ve Pol Kalesi öğle topunu ateşliyordu. emli ve soğuk bir gündü bu. Devlet Bankasının kapısı kapalıydı ve süngülü tüfekleriyle birkaç asker koruyuculuk yapıyordu önünde. “- Hangi kampa dâhilsiniz? Hükümete mi? diye sordum. “- Hükümetin işi bitti, dedi içlerinden biri alayla, Slava Bogu (Allaha şükürler olsun). “Bütün duyabildiğim bunlar oldu. “Erkeklerin, kadınların, çocukların bulabildikleri her yere asıldıkları tramvaylar evski üzerinden işleyip duruyorlardı. Dükkânlar açıktı ve sokaktaki kalabalık bir gün öncekinden daha az endişeli gözüküyordu.” (age) Devrim günü halk böylesine rahattır. Devrim en kansız şekilde yürütülmektedir. Bunun için elden gelen yapılmıştır. John Reed, “Sendikalar Kurulu Başkan Yardımcısı” Riazanov’un şu sözlerini aktarır. “Riazanov, Bolşevikler adına, Belediye Dumasının (Meclisinin – K. Y.) isteği üzerine Devrimci Askeri Komitenin görüşmek üzere Kış Sarayına bir delegasyon gönderdiğini bildirdi. “Böylece kan dökülmesini önlemek için her şeyi yapmış oluyoruz” diye ekledi.”(age) Devrimciler, devrim günü zorunlu olmadıkça karşı güçlere ateş bile açmamışlardır. John Reed, bu durumu ortaya koyan pek çok olay anlatır. Örneğin, devrimin başladığı gün ağırlıklı olarak devrim karşıtlarından, aristokratlardan, hükümet ve belediye üyelerinden oluşan 400 kişilik bir güruh ile devrimcilerin tartışmasını aktarır: “Önümüzde şaşırtıcı bir sahne vardı. Tam Katerina kanalının köşesinde, bir fenerin altında silahlı gemicilerden oluşan bir kordon dörderlik kolonlar halinde yürümeye çalışan bir kalabalığın yolunu tıkayarak evski caddesini kesiyordu. Şık kadınlar, giyimli erkekler, subaylar ve her sınıftan oluşan üç-dört yüz kişiydiler. Aralarında Kongredeki delegeleri, Menşevik liderleri ve Devrimci Sosyalistleri (Bilindiği gibi Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler kısa süre içinde karşıdevrim saflarına savruldular – K. Y.) tanıdık: kırmızı sakalıyla Belediye Reisi Avksentiyev, Kerenski’nin sözcüsü Sorokin, Khintchouk, Abromoviç ve başlarında Petrograd Belediye Reisi beyaz sakalıyla Schreider, sabahleyin tutuklanan ve hemen sonra bırakılan Geçici Hükümet Levazım Bakanı Prokopoviç. “Russian Daily ews” gazetesi muhabiri Malkin de oradaydı. “Kış Sarayında ölümü aramaya gidiyoruz” diye neşeyle laf attı. Kolon durdu ve baş tarafta bir tartışmadır koptu. Schreider ve Prokopoviç, kendilerine emreder gibi duran bir gemiciye küfrediyorlardı. “- Geçmek istiyoruz. Bütün bu arkadaşlar Sovyet Kongresinden geliyor. Bak istersen kartlarına. Kış Sarayına gidiyoruz biz. Gemici çok şaşırmıştı. Kocaman eliyle başını kaşıyıp kaşlarını çattı. “- Komite bana kimseyi Kış Sarayına bırakmamamı emretti, diye mırıldandı. Bir arkadaşı göndereyim de Smolni’ye (Bolşeviklerin karargâhı ve Sovyet Kongresinin yapıldığı yer – K. Y.) telefon etsin. “- Geçmekte ısrar ediyoruz. Görüyor- sun silahlı değiliz. İzinli ya da izinsiz geçeceğiz, diye haykırdı ihtiyar Schreider öfkeyle. “- Emir aldım, diye tekrarladı gemici canı sıkkın. “Her yerden, “İsterseniz ateş edin, geçeceğiz, ileri” diye bağrışılıyordu. “Ölmeye hazırız, eğer Rusların, arkadaşların üzerine ateş etmek cesaretiniz varsa. Göğüslerimizi açtık tüfeklerinize” diye haykırıyorlardı. “Hayır”, dedi gemici, “sizi bırakmak istemiyorum.” “- Geçersek ne yaparsınız? Ateş mi edersiniz? “- Hayır silahsız insanlara ateş etmek istemem. Silahsız Ruslara ateş etmeyiz biz.” “- Geçmek istiyoruz. e yapabilirsiniz ki? “İyicene şaşırmış olan gemici “Haber veririz. Sizi bırakmayız ama, haber veririz”, diye cevap verdi. “- e yapacaksınız? e yapmak istiyorsunuz? “Kafası iyice kızmış olan diğer bir gemici söze karıştı. “- e mi yapacağız? Gerisin geri göndereceğiz.” (age) Ve gerisin geri dönerler. Görüldüğü gibi, mümkün olduğunca ikna yolunu seçmiştir devrimciler. Çünkü hainlik yapmaları önlendiği sürece, kişilerle işi yoktur devrimcilerin Hatta, Kışlık Saray’ı kuşatan devrimcilerin bile ateş açmadığını, kendi ağızlarından aktarır John Reed: “Bir grup askerin, Kış Sarayı’nın pırıl pırıl parladığı yüzüne bakarak şiddetle tartıştığı kızıl Arche’a döndük. “İçlerinden biri “Yok arkadaş ateş edemeyiz. Kadınlar taburu içerde. Sonra Rus kadınlarına ateş ettiler derler bize” diye konuşuyordu.” (age) Böylesine dikkatli davranırlar, Ekim Devrimcileri. John Reed, daha ileride, Kışlık Saray’ın devrimcilerce ele geçirilişini ise, bir devrimcinin ağzından aktarır. Karşıdevrimciler halkın örgütlü gücü karşısında sırra kadem basmıştır. Geride kalan askeri okul öğrencileri de direnmez: “- Kış Sarayı’nın nasıl alındığını biliyor musunuz? diye atıldı bir gemici. Saat on bire doğru, eva (Petrograd içinden geçen ırmak – K. Y.) yönünde hiçbir junker’in (karşıdevrimci askeri okul öğrencileri – K. Y.) kalmadığını görerek kapılara yüklendik ve çeşitli merdivenlerden birer birer ya da ufak gruplar halinde girmeye başladık. Merdivenlerin yukarısına vardığımız zaman junkerler bizi tutuklayarak silahlarımızı aldılar. Fakat arkadaşlarımız gelmeye devam ettiklerinden çoğunluk bizde kaldı. O zaman biz junkerlerin silahlarını aldık.” (age) Ekim devrimcileri esirlere karşı da adil davranırlar. Kesinlikle zulüm yapmazlar. Hatta kendileri açken, yiyeceklerini paylaşırlar. Önemli olan karşıdevrimcileri etkisiz hale getirmektir. Başka bir yerde, bir aristokrat karşıdevrimci esire karşı devrimcilerin tutumunu aktarır John Reed: “O sırada, gözlerinin etrafı uykusuzluktan morarmış, kolu sargı içinde, güleç yüzlü bir assubay olan kumandan içeri girdi. Gözü derhal esire takıldı (esir, karşıdevrimci Kont Tolstoy’dur – K. Y.). O da başladı durumu açıklamaya. “- Tamam tamam, diye sözünü kesti kumandan, Çarşamba günü öğleden sonra kurmaylığı teslim etmeyi reddeden şu komiteye dahilsiniz siz. Kusura bakmayın, size ihtiyacımız yok. “Kapıyı açarak Kont Tolstoy’a gidebileceğini işaret etti. Özellikle kızıl koruyucular (muhafızlar – K. Y.) arasında bir protesto mırıltısı dolaştı ve gemici kasıla kasıla. “- e haber, ben size dememiş miydim, dedi. “Sonradan iki asker kumandanla konuşmaya başladılar. Kale garnizonu tarafından gönderilen iki delegeydiler ve ancak ölmeyecek kadar yiyecek varken esirlerle nöbetçilerin aynı yemeği yediklerini söyleyerek olayı protesto ediyorlardı. eden karşıdevrimcilere bu kadar iyi bakılıyordu? “- Arkadaşlar, dedi kumandan, biz devrimciyiz, haydut değil. “Sonra bize döndü. Kendisine, junkerlere işkence yapıldığı ve bakanların hayatının tehlikede olduğu dedikodularının yayıldığını söyleyerek belki esirleri görme olanağı bularak şunu kanıtlayabilirdik ki... “- Hayır, diye atıldı genç asker. Bir kez daha esirleri rahatsız edemem. Zaten biraz önce onları uyandırmak zorunda kaldım. Garanti kendilerini öldürmeye geldiğimizi zannettiler... Junkerlerin çoğu serbest bırakıldı. Geri kalanlar da yarın sabah çıkacaklar.” (age) Ve John Reed, 8 Kasım sabaha karşı devrimin başkentinde sokakları tanımlıyor kısaca: “Sabahın üçüydü. evski üzerindeki tüm havagazı fenerleri yeniden yanmış, üçlük top kaldırılmıştı ve ateşin başında toplanmış askerler ve Kızıl Koruyuculardan başka savaşı hatırlatan bir şey yoktu. Kent, belki de tarihinde görmediği bir sessizliğe gömülmüştü. O gece ne bir cinayet işlendi ve ne de bir hırsızlık olayı oldu.” (age) Ekim Devrimi Devrimci Ahlâk Demektir Ekim Devrimi, 1914’te başlayan Birinci Emperyalist Savaş içinde doğmuştur. Çarlık Rusyası da savaşın içindedir. Açlık, yoksulluk, sefalet, acı, ölüm dizboyudur. John Reed’in deyişiyle “Dünyanın en çok ezilen 160 milyonluk halkını kurtaran” devrimdir Ekim. Ama bir taraftan da saraylardan lüks, zenginlik, asalet fışkırır. Ekim Devrimcilerinin ilk gün ele geçirdiği Kışlık Saray da böyledir. Yaşanan bu büyük çelişkiye rağmen Ekim Devrimcileri yokluk içindeki görevlilerin en küçük bir yarar sağlamalarına izin vermez. Başta bazı bilinçsiz görevlilerin bu yönde bazı girişimleri olsa da... Karşıdevrimciler mi? Onlar zaten kargaşayı değerlendirip çıkar sağlama peşindedirler. Tıpkı günümüzde emperyalist askerlerinin ve uşaklarının geri ülkelerde yaptıkları gibi... Ama devrimciler buna da izin vermez. John Reed, Devrim sırasında Kışlık Saray’da yaşananları aktarıyor: “Birkaç yüz kişiden oluşan grup, kolonun arkasında yığılı olarak bir iki dakika kaldıktan sonra yavaş yavaş yatıştı ve yeni emir beklemeden kendiliğinden yeniden ilerledi. Kış Sarayı’nın pencerelerinden gelen ışık sayesinde ilk iki üç yüz kişinin tamamen Kızıl Koruyucular olduğunu ve aralarında yalnızca birkaç askerin bulunduğunu seçebildim. Sarayı savunan odun barikatını aşarak öte yana geçtiğimiz zaman junkerlerin bıraktıkları tüfekleri görerek sevinç gösterisinde bulunduk. Genel girişin iki yanındaki kapılar ardına kadar açıktı ve ışık dışarıya vuruyordu. Bir tek ses bile gelmiyordu koca binadan. “Sabırsız kalabalık dalgası bizi, çıplak duvarlı ve kubbeli geniş bir salona açılan sağdaki girişe doğru sürükledi. Burası, bir sürü koridor ve merdivene açılan doğu kanadının mahzeniydi. Kızıl koruyucularla askerler, orada bulunan büyük tahta sandıkların üstüne atılarak kapakları dipçiklerle söktüler ve içlerindeki halıları, perdeleri, çamaşırları, porselen ve kristal takımları dışarı döktüler. Bir tanesi, omuzuna oturttuğu bronzdan bir sarkacı gururla gösteriyor, diğeri şapkasına devekuşu tüyü iliştiriyordu. Yağma henüz başlamıştı ki bir ses işitildi: “Arkadaşlar, hiçbir şeye dokunmayın, hiçbir şey almayın, bunlar halkın malıdır.” O anda yirmi ses birlikte tekrarladı: “Durun, her şeyi yerine koyun, yasak bir şey almak, bunlar halkın malı.” Eller suçluların yakasına yapıştı. Şam kumaşları, halılar yağmacılardan geri alındı, iki kişi bronz sarkacı yakaladı. Alınan mallar iyi kötü sandıklara yerleştirildi ve birkaç kişi kendiliklerinden nöbetçi kaldılar. Bu tepki tamamen kendiliğinden doğmuştu. Koridor ve merdivenlerde uzaklığın hafiflettiği kelimeler duyuluyordu. “Devrim disiplini bu. Halkın malı.” “Batı kanadındaki sol girişe yöneldik. Orada da düzen sağlanmaya çalışılıyordu. “- Sarayı boşaltın diye bağırıyordu bir Kızıl Koruyucu. Haydi arkadaşlar, çekip gidelim, hırsız ve haydut olmadığımızı gösterelim onlara. öbetçiler konuncaya kadar, komiserlerin dışında herkes dışarı. “İki Kızıl Koruyucu, bir asker ve bir subay, tabancaları ellerinde ayakta duruyor, bir asker de defter ve kamış bir kalemle bir masada oturuyordu. Her yerden aynı haykırış işitiliyordu. “Herkes dışarı, herkes dışarı.” Tüm kalabalık itişip kakışarak, küfrederek ve karşı çıkarak kapıdan yavaş yavaş dışarı çıktı. Her asker durduruluyor, üstü aranıyor, cepleri boşaltılıyor ve kaputunun içine bakılıyordu. Kendisinin olmayan her şeye el konuluyor, sekreter not alıyor ve eşya yandaki ufak odaya götürülüyordu. “Enteresan şeyler yakalandı: Küçük heykeller, mürekkep şişeleri, imparatorluk baş harflerinin işlendiği yatak örtüleri, şamdanlar, küçük bir yağlıboya kutusu, sümenler, altın saplı kılıçlar, sabun kalıpları, her çeşit giyim eşyası ve örtüler. Bir Kızıl Koruyucunun elinde, ikisini junkerlerden aldığı üç tüfek vardı. Bir tanesi ise içinde kâğıtların bulunduğu dört çanta taşıyordu. Suçlular, ya canları sıkkın eşyaları geri veriyor, ya da çocuklar gibi kendilerini savunuyorlardı. Araştırma komisyonu üyeleri ise hep bir ağızdan konuşarak, çalmanın halk şampiyonlarına yakışmadığını anlatıyorlardı. Yakalananlar, çoğunlukla geri dönüyor ve arkadaşlarının aranmasına yardımcı oluyorlardı. “Üçer, dörder kişilik gruplar halinde junkerler de gözüktü. Komisyon onların üstlerini ararken ince eleyip sık dokuyor ve “Provokatörler, Kornilovçular, Karşıdevrimciler, halk katilleri” diye de çeşitli hakaretlerde bulunmasına rağmen kendilerine hiçbir kaba kuvvet gösterisinde bulunulmuyordu. Ama ödleri patlamıştı. Her şeye rağmen cepleri boş değildi. Tüm çalınanlar sekreter tarafından kaydedilip yandaki odaya taşınıyordu. Ayrıca junkerlerin silahları da alınıyor ve kendilerine “Gene halka karşı silah kullanacak mısın?” diye sorulduğu zaman, peşpeşe “hayır” diyorlar ve serbest bırakılıyorlardı. (age) Görüldüğü gibi Ekim Devrimcileri en ufak bir kişisel zaafiyete, lümpenliğe, yağmacılığa izin vermezler. Gerekli ajitasyon ve propagandayı yaparak, ama bazen zor da kullanarak kendi sempatizanlarını ve karşıdevrimcileri ikna ederler. Bir de yanı başımızda süregelen emperyalist işgale bakalım. Irak’ta 2.5 milyon masum insan katledildi; binlerce Iraklı Direnişçi işkenceden geçirildi, geçiriliyor; on binlerce Iraklı kadın ve kıza tecavüz edildi; Irak’ın yeraltı zenginlikleri yağmalanıyor, yerüstü zenginlikleri çalındı; insanlık tarihi için büyük değer taşıyan müzeleri yağmalandı ve tahrip edildi. Irak Halkına karşı tümünü bilemediğimiz ama tahmin edebildiğimiz daha nice haksız uygulamalar yapıldı ve yapılıyor. (Yeri gelmişken, burnunun dibindeki bu zulmü, daha dünkü 12 Eylül Faşizminin katliamlarını, işkencelerini görmeyip, yaklaşık yüz yıl önceki olaylar için “Özür” kampanyası düzenleyen Sorospu Çocuklarını da analım.) Bu iki tabloyu yan yana Amerikalı Gazeteci John Reed koyduğumuzda Ekim Devriminin insanlığı bir anda nasıl zirveye taşıdığı görülüyor. Ekim Devrimi Demokratiktir Gericiler Ekim Devrimi’ni demokratik olmamakla suçlarlar. Ekim Devrimi bir toplumsal devrimdir. Elbette ki bir devrimde zor gereklidir. Ekim Devrimcileri de iktidarı alırken kaçınılmaz olarak zor kullanmışlardır. Ancak kullanılan zor halka karşı değil, tersine halka zulmeden gericiliğe, burjuvaziye ve büyük toprak sahiplerine karşıdır. Sömürücüler, hiçbir zaman kendiliklerinden sömürüden vazgeçmezler. İktidarlarını korumak, sömürülerini her daim sürdürmek isterler. Bunun içindir ki, cezaevleriyle, polisiyle, ordusuyla koca bir devlet yapısını sömürü aracı olarak kullanırlar. Ekim Devrimi bu sömürücü iktidarı alaşağı etmiştir. Hem de en demokratik biçimde... Devrim günü toplanan İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyetleri’nin 2. Kongresi’nde kabul edilen bildiri, Ekim Devrimi’nin her alanda ne kadar demokratik olduğunu göstermektedir. Kısacık bildiride dört kez demokratik kelimesi geçmekte ve demokratik girişimler amaçlanmaktadır. John Reed aktarıyor: “Meclis, bazı fraksiyonların ayrılışını hesaba katmadan, tüm Rusya’nın köylü, asker ve işçisine yapılacak aşağıdaki duyurunun yazılmasına geçti: “İŞÇİLER, ASKERLER, KÖYLÜLER, “İşçi ve Asker Temsilciler Sovyeti’nin Rus Birliği İkinci Kongresi açılmıştır. O, Sovyetlerin çoğunluğunu temsil etmektedir. Ayrıca Köylü Sovyeti’nden bazı delegeler de katılmışlardır. Köylü asker ve işçi büyük çoğunluğunun iradesiyle, Petrograd Garnizonu ve işçilerin zaferini destek alan Kongre iktidarı ele geçirmiştir. “Geçici Hükümet devrilmiştir. Üyelerinden çoğunluğu şimdiden tutuklanmıştır. “Sovyet iktidarı tüm milletlere ivedi demokratik bir barışla tüm cephelerde ivedi bir mütareke teklif edecektir. Kilise, Çarlık ve toprak sahipleri mallarının köylü komitelerine bırakılması için girişimde bulunacaktır. Askerlerin haklarını savunacak ve ordunun tüm demokratikleşmesi gerçekleştirilecektir. Üretim üzerinde işçi kontrolünü egemen kılacak, Kurucu Meclis’in belirlenen tarihte toplanmasını sağlayacak, kentleri ekmeğe ve köyleri ilk gereksinim maddelerine kavuşturmak için tüm gerekli tedbirleri alacaktır. Rusya’da yaşayan tüm milletlerin kendi kendilerini idare etme hakkını kesinlikle sağlayacaktır. “Kongre taşradaki tüm yetki kullanılmasının, mükemmel devrimci bir disiplin sağlamakla görevli İşçi, Asker ve Köylü Sovyetleri’ne bırakılmasına karar verir… “Kongre siperlerdeki askerlerin uyanıklığına ve cesaretine güvenmektedir. Sovyet Kongresi, hükümet tüm ülkelere doğrudan teklif edeceği demokratik barışı gerçekleştirinceye kadar Devrimci Ordunun emperyalist saldırılara karşı devrimi koruyacağından emindir. Yeni hükümet, varlıklı sınıfların vergilendirilmesi ve mallarının müsaderesini amaçlayan kesin bir politika güderek devrimci ordunun gereksinimlerini sağlamak ve asker ailelerinin durumunu iyileştirmek için gerekli tedbirleri alacaktır. “Kornilovcular –Kerenski, Kaledin ve diğerleri– Petrograd üzerine birlik göndermeye çalışmaktadırlar. Kerenski’nin kandırdığı birçok alay şimdiden ayaklanan halkın yanına geçmiştir. “Askerler! Kornilovcu Kerenski’ye karşı direnin. Daima tetikte olun. “Demiryolu İşçileri! Kerenski tarafından Petrograd üzerine gönderilen tüm trenleri durdurun. 15 27 Aralık 2008 “Askerler! İşçiler! Memurlar! Devrimin kaderi ve demokratik barış sizlerin elindedir. “İşçi ve Asker Temsilciler Sovyetleri Rus Birliği Kongresi, Ve Köylü Sovyetleri Delegeleri” Görüldüğü gibi, konulan amaçlar ve alınan önlemler barışa ve demokrasiye yöneliktir. Devrim, bugün dünya halklarına yutturulmak istenen, emperyalist ajanları ve emperyalistlerce para dökülerek satın alınan Sorospu Çocukları tarafından yürütülen “Sarı, Turuncu vb.” sözde devrimlerden tümüyle farklıdır. Sovyetlere gelince, bunlar zaten en demokratik halk meclisleridir. İlk kez 1905 Devrimi sırasında kendiliğinden oluşmuş, daha sonra Şubat 1917 Devrimi ile birlikte, eski deneyimin de katkısıyla İşçi, Asker ve Köylü Sovyetleri şeklinde bir anda örgütlenivermiştir. Sovyetler, iktidar ele geçirildikten sonra yönetimin seçimle oluştuğu yasama ve yürütme organları olarak devam etmiştir. Hiyerarşik yapıda, önce yerel boyutta başlayarak, özerk cumhuriyet, cumhuriyet ve tüm federatif devlet ölçüsünde, aşağıdan yukarıya doğru seçilen delegelerden oluşur. Bu sistem kuşkusuz günümüzdeki “çoğulcu demokrasi” kandırmacasından farklıdır. Burada demokrasi bir oyun değil, gerçektir. Bu nedenle klasik demokrasi kavramından farklıdır. Demokratik midir? Evet, emekçiler için demokratiktir. Diktatörlük müdür? Evet, sömürücüler için diktatörlüktür. Bu anlamda, klasik burjuva demokrasisi kavramından da kopuş demektir Ekim. Şöyle açıklar Lenin bu durumu: “(...) Sovyet düzeni işçiler ve köylüler için azami demokrasidir. Aynı zamanda, burjuva demokrasisinden kopuş, yeni, evrensel bir demokrasi tipinin, başka deyişle işçi demokrasisinin ya da işçi sınıfı diktatörlüğünün doğuşu anlamına gelir.” (Lenin, Ekim Devrimi’nin Dördüncü Yıldönümü Üzerine) Pekiyi, Ekim Devrimi’nde tepeden vuruş yok mudur? Tabiî ki vardır. Ama bu çekilen acıları azaltmaya yöneliktir, meşrudur, adildir ve yukarıda da aktarıldığı gibi kansızdır. Sovyetler, yukarıda değindiğimiz gibi gerçek halk örgütleridir. Bu yapı içinde devrimci kurmay Parti de çoğunluğu temsil eder. Sovyetler içinde, karşıdevrim saflarına geçecek olan Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler de vardır. Ancak Ekim Devrimi sırasında çoğunluk devrimci partidedir. Lenin bu durumu özellikle vurgular. Sovyet kongrelerindeki delegelerde Bolşevikler’in sayısını ve oranını verir. Buna göre, 3 Haziran 1917 tarihli 1. Sovyetler Kongresi’nde Bolşevikler’in oranı % 13’tür (toplam 790 delege içinde 103). Bu oran Devrim günlerinde (yeni takvimle 7 Kasım, eski takvimle 25 Ekim 1917) yapılan İkinci Sovyetler Kongresi’nde % 51’e çıkar (toplam 675 delege içinde 343). Oran artarak devam eder; 10 Ocak 1918’de yapılan Üçüncü Sovyetler Kongresi’nde % 61’e, 14 Mart 1918’deki Dördüncü Sovyetler Kongresi’nde % 64’e, 4 Temmuz 1918’de yapılan Beşinci Sovyetler Kongresi’nde % 66’ya ulaşır. (Lenin, Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky) sonucuna ulaştı. “Böylece, Ekimin hazırlanmasının temel noktası olarak, yönetimin bütünüyle tek bir partinin, Komünist Partisi’nin elinde olması, Ekim Devrimi’nin belirleyici bir niteliği, Ekimin hazırlanması döneminde Bolşevikler’in taktiğinin ilk özelliğidir.” (Stalin, Ekim Devrimi ve Rus Komünistlerinin Taktiği, Leninizmin Sorunları, Sol Yayınları, 1977) Devrim İçin Parti )arttır Görüldüğü gibi, Ekim Devrimi temsili açıdan da demokratiktir. Yapılan devrim halkın çoğunluğunun kararını temsil etmektedir. Oranlar aynı zamanda, doğru siyasi önderliğin, dolayısıyla Devrimci Partinin, kitlelerin eğitimi açısından ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Devrim eğer doğru yönetilirse hızla öğretir de. Devrim sıcaklığında, kitleler on yıllardır öğrenemediği gerçekleri aylar içinde öğrenebilir. Rusya’da kitleler 4 ay içinde kimin karşıdevrimci, kimin gerçek devrimci olduğunu seçebilir hale gelmişlerdir. Devrimi yönetecek olansa Devrimci Partidir. Stalin, Ekim Devriminin başarısını değerlendirirken partiyi en önemli yere koyar. Şöyle der: “1. Ekimin hazırlık dönemi boyunca, parti mücadelesinde her zaman devrimci kitle hareketinin kendiliğinden atılışından destek aldı; “2. Bu kendiliğinden atılışa dayanarak, hareketin yönetimini bütünüyle eline geçiriyordu; “3. Hareketin böyle yönetilmesi, partinin Ekim ayaklanması için bir kitle siyasal ordusunun kuruluşu işini kolaylaştırıyordu; “4. Böyle bir politika, zorunlu olarak, Ekimin hazırlanmasının bütünüyle tek bir parti, Bolşevik Partisi yönetiminde yapılması sonucuna götürüyordu; “5. Böyle bir hazırlık da, Ekim ayaklanması sonucunda iktidarın, tek bir partinin, Bolşevik Partisi’nin elinde bulunması Halkımız Sefalet Ücretine mahkûm ediliyor Karşıdevrimci Kazak General Kornilov İktidarı Almak Yeterli mi? Ekim devrimcileri hem aşağıdan yukarıya örgütlenerek, hem de yukarıdan aşağıya etkiyle, Partinin önderliğinde devrimi başardılar. Böylece Marks’ın teorisini hayata geçirdiler. Sosyalizmi bir slogan olmaktan çıkardılar, bir uygulamaya dönüştürdüler. Sosyalizmin sadece sınıf mücadelesi olmadığını, teorinin iktidarı ele geçirmekle taçlanması gerektiğini kanıtladılar. Ayrıca, Marksizmi softaca öğrenenler, sosyalizmin Rusya gibi bir “küçük köylüler ülkesinde” (Lenin), geri bir ülkede, başarıya ulaşamayacağını iddia ediyorlardı. Ekim Devrimi bu softalıkları da yıktı. Benzer şekilde, Marksizm Softaları sosyalizm için belli bir kültürel düzeye varılması gerektiğini, bu yüzden geri ülkelerde sosyalizmin hayata geçemeyeceğini öne sürüyorlardı. Lenin, bu Marksizm kaçkını softalara “Sosyalizmi kurmak için belli bir kültür düzeyi gerekiyorsa ki bu belli “kültür düzeyi”nin ne olduğu belli değildir, neden önce bu belli düzey için şartları devrimci yoldan sağlayıp, Bu artık ölüm sınırı değil de nedir? 2009 için belirlenecek Asgari Ücret ne olabilir? 30 Haziran 2004 tarihinden bu yana toplam artış, 154,55-YTL. 5 yıldaki artış oranı % 50. Doğalgaza, yılbaşından bu yana gelen % 82 zam, elektriğe yılbaşından bu yana gelen % 57,72 zam ve bunlara bağlantılı olarak tüm mal ve hizmetlere gelen % 40’ları bulan zamlarla halkımızın beli iyice bükülmekte. Görünen o ki 2009 yılı için asgari ücret ölüm sınırına bile gelemeyecek. Halkımızın belinde bir dikleşme görülmediği gibi daha da bükülecek. ABD-AB Emperyalistleri, taşeronları yerli satılmışlar aracılığıyla, daha fazla kâr, daha fazla sömürü için ülkemizi ucuz işgücü cennetine çeviriyorlar. Bizim gibi ülkelerden aşırdıklarıyla kendi insanlarına sus payı veriyorlar. O yüzden ABD ve AB’de asgari ücret bizdekinin 6 katı. İşçi Sınıfının Ekonomik Mücadele Örgütü olması gereken sendikalar, birkaç istisna dışında, ihanetin batağına saplanmışlardır. Nicelikçe en büyük ama niteliği yerlerde sürünen ve göstermelik olarak bu yılki görüşmelerden çekilen TÜRK-İŞ’in, yıllardır bu ortaoyununda figüran olması, sefalet ücretine olur vermesi, buna karşı oluşan sınıfın tepkisini göstermelik açıklamalarla yoka çevirmesi, ihanet batağına saplandıklarının kanıtı değil midir? Başta İçi Sınıfımız olmak üzere, halkımız için işsizlik-pahalılık cehennemine, Parababaları için “ucuz işgücü cennetine” çevrilen ülkemizi; ABD-AB Emperyalistleri ile yerli satılmışlar cephesinin ekonomiksiyasi zulmünden kurtaracak olan, Halkın Kurtuluş Partisi’dir. Kurtuluş Partisi Parabalarına teğet geçen, emekçi halkımızı delip geçen krize karşı basın açıklamalarıyla yetinmiyor. Direniş örgütlüyor, İstanbulSamandıra’da bulunan Ünsa Ambalaj Fabrikası’nda. Asgari ücret adı altında bizlere ölüm ücretini dayatanları, işsizliği, pahalılığı, zammı, zulmü yaratanları ve bir avuç olan azlık olan Vatan Satıcılarını yok etmenin yolu, İşgal, Grev ve Direnişlerin Partisi olan Kurtuluş Partisi saflarında örgütlenmekten geçmekte. Bu halkın tokadı 85 yıl önce Emperyalistlerin suratında patladı. Bu halkın 85 yıldır sıkılı olan yumruğu Emperyalistleri bir daha kalkmamak üzere yere yıkacaktır. İkinci Kurtuluş Savaşıyla bu halk, Demokratik İktidarını, kuracaktır. O günler mutlaka gelecektir. İşçi Sınıfımıza, Emekçi Halkımıza zulmedenler, İşsizlik-Pahalılık cehennemini yaratanlar; hesap vereceklerdir. Partimiz, İşçi Sınıfımızın öncülüğünde Halk Kurtuluş Cephesini örgütleyip, Demokratik Halk İktidarını kurarak bu ekonomik ve siyasi zulüm düzenine son verecektir. 25/12/2008 Sefalet Ücreti Değil; İnsanca Yaşam Ücreti! İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek! HALKI KURTULUŞ PARTİSİ GEEL MERKEZİ bizi geriye itmek için, ülkede mümkün olduğunca çok çöküntü yaratmak amacıyla Rusya’daki iç savaştan yararlanmak için, yarı kasıtlı, yarı bilinçsiz ellerinden geleni yaptılar... Şöyle dediler: “Rusya’daki devrimci sistemi yıkmayı başaramazsak ne olursa olsun Rusya’nın sosyalizme doğru ilerlemesini engelleyeceğiz.” Kendi açılarından başka türlü düşünemezlerdi... Devrimin yarattığı yeni sistemi yıkmayı başaramadılar ama sosyalistlerin üretici güçleri büyük bir hızla geliştirmelerini sağlayacak potansiyeli harekete geçirecek adımın atılmasını engellediler.” (Lenin, Az Olsun, Öz Olsun) Lenin’in vasiyeti diyebileceğimiz, susmadan önceki bu son makalesinde çözüm de gösteriliyordu devrimcilere: Birbiriyle ilişkili olarak Ucuz Devlet, Bürokrasiyle Savaş, İleri İşçilerin ülke yönetimine çekilmesi, İşçi-Köylü Denetimi, Tekniğin Geliştirilmesi ve Öğrenmek. Lenin’in bu önerileri kısmen hayata geçirildi ama büyük ölçüde başarılamadı. Sonuç Sovyetler Birliği’nin ve Avrupa’daki diğer sosyalist ülkelerin yıkılması, Ekim Devrimi’ni de başarısız gösterme aracı olarak kullanılmaktadır. Oysa gördük, Ekim Devrimi başarılıdır. Ekim Devrimcileri, bütün engellere, oynanan bütün oyunlara rağmen, daha 1920’de tüm gericileri yenmiş, sosyalizmi kurma çabasına girişmiş, asgari “burjuva demokratik” nitelikte reformları sağlamakla yetinmeyip, halkın taleplerini daha da ileri götürmüştür. Ayrıca, Ekim sadece bir başlangıçtır. Bu anlamda sonraki olumsuz gelişmeler Ekim Devrimi’ne gölge düşüremez. Lenin, daha 1921’de, Ekim Devrimi’nin 4. yıldönümü üzerine, şöyle diyordu: “Biz başlangıcı yaptık. e kadar zamanda, ne zaman, hangi ulusun işçileri bu eseri sonuna vardırırlar, bunun önemi yok. Önemli olan, buzun kırılmış, yolun açılmış ve gösterilmiş olmasıdır.” (Lenin, Ekim Devrimi’nin Dördüncü Yıldönümü Üzerine) İnsana hayvanlık konağından çıkmasının yolunu gösterir Ekim. Bu başarısıyla Ekim Devrimi dünya halkları için ders niteliğindedir. Bu özelliğini sürdürecektir. Bu dersin başka uygulamalarının olması kaçınılmazdır. Bu yüzden insanlık tarafından sonsuza kadar anılacaktır. Kubilay’ın Hesabı Ortaçağcı İrticadan Mutlaka Sorulacaktır! Baştarafı sayfa 16’da Baştarafı sayfa 16’da daha sonra işçi-köylü iktidarı ve Sovyet düzenine dayanarak diğer halklara yetişmeyelim?” diye cevap veriyordu. Çünkü zaten kültür bir üstyapı kurumu idi. Altyapıdaki değişiklikler kaçınılmaz olarak üstyapıyı hızla değiştirebilirdi. Ancak, tabiî ki güçlükler büyüktü. İktidarı ele geçirmeye göre, sosyalizmi kurmak çok daha zordu. Ekim Devrimcileri bunun farkındaydı. Lenin: “1917’deki son derece uygun tarihsel durumda Rusya için sosyalist devrime başlamak kolay olmuştu, oysa onu sürdürmek ve sonucuna ulaştırmak Avrupa devletlerinden çok daha zor olacaktır”, diyordu. (Sol Komünizm, Çocukluk Hastalığı) Bu kapsamda, devrimcilerin önündeki en büyük görevlerden birisi hantal, bürokratik devlet yapısının yıkılarak, ucuz devletin yapılandırılmasıydı. Ne var ki, bu görev yerine getirilememişti. Şöyle diyordu Lenin, devrimden 5 yıl sonra: “Beş yıldır devlet cihazımızı düzeltmek için didinip duruyoruz. e var ki bu uğraşımız, geçen beş yıl boyunca yararsız, boşuna hatta zararlı bir telaştan öteye gidemedi. Bu telaş, bir şeyler yaptığımız izlenimini uyandırıyordu. Oysa kurumlarımızı ve beyinlerimizi kösteklemekten başka bir şey yapmıyordu. “İşlerin değişmesi zamanı artık gelmiştir.” (Lenin, Az Olsun, Öz Olsun.) Sosyalizmi kurmak emperyalistler tarafından da zorlaştırılıyordu. Devrimden hemen sonra hem işgallerde bulundular, hem de gericileri, karşıdevrimcileri sosyalizme karşı örgütlediler ve silahlandırdılar. Bu durum, güç ve zaman kaybına yol açtı, sosyalizmin kuruluşunu geciktirdi. Şöyle diyordu Lenin, son makalesinde: “Bugünkü yaşamımızın genel niteliği şudur: Kapitalist endüstriyi yıktık ve Ortaçağ kurumlarıyla toprak mülkiyetini kökünden kazımak için elimizden geleni yaptık. Böylelikle de küçük bir köylü kitlesi yarattık. Bu köylüler, İşçi Sınıfının devrimci çalışmasının sonuçlarına inandıkları için, İşçi Sınıfının önderliğinde yürümektedirler. e var ki, daha gelişmiş ülkelerde sosyalist devrim zafere ulaşıncaya kadar sadece köylülükteki bu inancın desteğiyle yürümemiz kolay değildir... Üstelik uluslararası olaylar da Rusya’yı geriye itti ve genel olarak halkın emek üretkenliğini savaş öncesinin hayli altında bir düzeye düşürdü. Bütün Avrupalı kapitalist güçler, nin belli başlı yerlerinde çalışmalar yapıyor, Hilafetin tekrar getirileceğini, dinin elden gittiğini halka yayıyorlardı. Bu Şeriatçı düşünce ile beyinleri yıkanan Derviş Mehmet ve arkadaşları, Şeriat düzenini hâkim kılmak için Menemen’de bir sabah vakti yeşil bayraklarla harekete geçtiler. Tekbir sesleriyle dolaştıkları Menemen’de, 170 bin kişinin gelmekte olduğu, dinin elden gittiği, Mehdi’ye top tüfek işlemeyeceği, halifenin geleceği, yeşil bayrak altında toplanmaları, aksi takdirde kılıçtan geçirilecekleri naralarıyla halkı yanlarına çekmek istediler. Şeriatçıların bu isyanını bastırmak için görevlendirilen Teğmen Kubilay, Mustafa Kemal’in Laiklik ilkesini benimsemiş bir yurtseverdi. Mustafa Kemal’in; “Vazifeye atılmak için içinde bulunduğun vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin” sözünü eyleme geçiren ve Şeriatçılar tarafından başı kesilerek şehit edilen onurlu bir genç subaydı. Ortaçağcı gericilere gözünü kırpmadan karşı koyan ve Derviş Mehmet’in boğazına sarılan Kubilay, kapışmada önce yaralanır. Sonra geri çekilirken yere düşünce arkasından gelen yobazlar tarafından başı vücudundan ayrılır ve bir sırığa geçirilerek Menemen sokaklarında dolaştırılır. Kubilay’a yardım eden iki bekçi de vurularak öldürülür. Kubilay’a yapılan saldırı emperyalizme karşı Birinci Kurtuluş Savaşı’nı başarıyla vermiş, Batılı Emperyalistleri ülkemizden atarak, Saltanatı ve Hilafeti kaldırmış Yurtseverlere yapılan bir saldırıdır. Kubilay’ı katledenler o zaman idam sehpalarında sallandırılmışlardır. Ne yazık ki günümüz Türkiye’sinde Şeriatçılar, devleti işgal ederek en üst makamlarda oturmaktadırlar. Dün Hilafeti ve Saltanatı bu topraklardan atanların oturduğu koltuklarda bugün, “Ilımlı İslam” maskesini takmış Şeriatçılar oturmaktadırlar. Dün Kubilay’ın katillerine misliyle ceza veren askeri güçler, bugün Tayyipgiller’le sarmaş dolaş maçı idare etmektedirler. (Elbette ki Devrimci Gelenekli Ordu Gençliği bunların dışındadır.) Dört yıl yürüttüğümüz Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızla kazandığımız bu topraklarda bugün, AB-D (ABD ve AB) Emperyalistleri cirit atmakta ve yerli uşakları onlara yaranmak için vatanı satmaktadırlar. Gün, Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızla kovduğumuz emperyalistleri ve Şeriatçı güçleri bir daha geri dönmemek üzere bu topraklardan atmak için İkinci Kurtuluş Savaşı’nı başarmak günüdür. Eğer Kubilay’ın intikamını almak ve ona layık olmak istiyorsak, Kubilay gibi onurlu olmalı, mücadeleye gözü kara, ikircikliğe düşmeden girmeli ve Şeriatçı güçlere derslerini vermeliyiz. O gün Derviş Mehmetleri yetiştiren akşibendîler, bugün ülkemizde iktidarda iseler, bu, bu gidişe açık net tavır alıp mücadele etmesi gerekirken, tam tersine Şeriatçılara destek veren “laiklerin”, “yurtseverlerin”, “sosyalistlerin” ve Şeriatı tehlike olarak görmeyen Sahte Solcuların ayıbıdır. Halkın Kurtuluş Partisi, hiç kimsenin bu ayıpla yaşamasını istemiyor. Halkımızın da bu ayıpla yaşamaması için emperyalizme ve Ortaçağcı irticaya karşı mücadele bayrağını yükseltiyor. Halkımızı, Demokratik Halk İktidarını kurmak için Halkın Kurtuluş Partisi etrafında birleşmeye çağırıyor. Halkın Kurtuluş Partisi, bu görevi başaracak sorumlulukta ve kararlılıktadır. Kubilay’ın anıtında yazdığı gibi; “İADILAR, DÖVÜŞTÜLER, ÖLDÜLER. BIRAKTIKLARI EMAETİ BEKÇİLERİYİZ!” Kubilay’ın geleneğini sürdüren bizler de diyoruz ki; VATA AŞKII SÖYLEMEKTE ve BU UĞURDA DAVRAMAKTA KORKAR HALE GELMEKTESE ÖLMEK YEĞDİR. 23/12/2008 Şeriat Ortaçağdır! Onur Yaşamdan Değerlidir! Halkın Kurtuluş Partisi İzmir İl Örgütü CMYK CMYK Ekim Devrimi Unutulmaz! B ABD-AB Emperyalistleri ve yerli satılmışlar yarattıkları krizin faturasını Halkımıza çıkartıyorlar Halkımız Sefalet Ücretine mahkûm ediliyor “A sgari ücret normal geçim endeksinden (şu andaki rakamla günlük net 50 YTL’den) aşağı düşmeyecek. Günümüzde uygulanmakta olan asgari ücretin 4 mislinden fazla artış sağlanmış olacak. ormal geçim endeksi de üretimimizin verimindeki artışa paralel olarak yükseltilecek. Kişi emeğinin, sağlığının ve ulusal verimliliğin zararına olan prim usulü kaldırılacak. Ücretler, her hafta başı muntazam ödenecek. Genel tatil günleri tam ücretli olacak. Zorunlu haller ve işin niteliğinden dolayı o günler çalışana çift gündelik verilecek. Kadın, çocuk, din, ırk farklarına bakmaksızın: AYI İŞİ görene AYI ÜCRET verilecek.” (Halkın Kurtuluş Partisi Programı-2005) İnsanca yaşanacak ücreti tarif ediyor, Halkın Kurtuluş Partisi Programı’nın ücret ile ilgili maddesi. ABD-AB Emperyalistlerinin yarattığı kriz Parababalarına teğet geçmesin diye, halkımız açlığa, yokluğa ve yoksulluğa mah- kûm ediliyor. Göstermelik, göz boyamaya yönelik ve halk görmesin, duymasın diye, basına kapalı yapıyorlar toplantılarını. Asgari ücreti kendileri belirliyormuş gibi de havaya bürünüyorlar. Parababalarını temsilen TİSK (Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu) adına 5 üye, Tayipgiller hükümetini temsilen 5 üye, işçileri “temsilen” sarı-gangster Türk-İş’ten 5 üye ABD-AB Emperyalistleri adına sefalet ücretini belirlemek üzere “Asgari Ücret Tespit Komisyonu” adı altında oynuyorlar aşağılık oyunlarını. Komisyon, toplantıları sonucunda tarif ediyor azami yoksulluk ücretini. Yıllardır sınıyorlar sabrımızı. Bu ülkede asgari ücretler hep sefalet ücreti olmuştur. Türk-İş, Aralık ayında dört kişilik bir aile için açlık sınırını yaklaşık 740, yoksulluk sınırını 2 bin 409 YTL olarak hesapladı. 1 Temmuzdan itibaren Asgari ücret 457,63-YTL. Asgari Ücret Ankara’da Protesto Edildi Partimiz, her yıl olduğu gibi bu yıl da alanlara çıkarak, halkımıza reva görülen sefalet ücreti olan asgari ücretin artırılması için eylem yaptı. Çalışma Bakanlığı önünde gerçekleştirdiğimiz eylem sırasında, Asgari Ücret Tespit Komisyonu içeride toplantı halindeydi. Onlar da her yıl olduğu gibi bu yıl da, içeride İşçi Sınıfımızı nasıl sefalete mahkûm edeceklerinin planlarını yapıyordu. Attığımız; “İşsizliğe Pahalılığa Zamma Zulme Son”, “Sefalet Ücreti Değil İnsanca Yaşanacak Ücret İstiyoruz”, “Asgari Ücret Arttırılsın” “Zam Zam Ucuzluk e Zaman” sloganlarıyla, içerideki Parababalarının temsilcilerine ve ihanet çetesine sesimizi duyurduk. Ankara’dan Kurtuluş Partililer Devamı sayfa 15’te İşsiz Üniversite Mezunlarına YURTKUR’dan bir de İcra Takibi-Sillesi Y URTKUR, 1961 Anayasası’nda tanımlanan görevini yapmadığı gibi, bir de öğrenciyken aldıkları kredileri ödeyemeyenlere icra takibi başlatacağını açıkladı. Çoğu faizlerden oluşan borçlar ödenmediği takdirde haciz işlemleri başlatılacak. Milyarları bulan borçları, Türkiye’de işsizlik oranının en yüksek olduğu üniversi- te mezunlarının çoğunun ödeyemeyeceği açık. Bu durumda üniversite mezunlarına iş bulamayan devlet, bir sille de icra takibi ile vurmuş oluyor. YURTKUR’dan alınan kredilerin geri ödemesi, normal durumda mezuniyet tarihinden 2 yıl sonra başlıyor. Ve 4 yılda aldığınız parayı 2 yılda ödemeniz bekleniyor. Ödemediğiniz takdirde beyaz eşya fiyat endeksi üzerinden faizlendiriliyor. Bu durumda 2 yıl içinde iş buldunuz buldunuz yoksa haliniz harap. Çünkü işiniz olsa da, olmasa da borcu ödemeniz bekleniyor. Gerçi iş bulsanız ne olacak? En garanti meslek gözüyle bakılan öğretmenlik dahi aslanın midesinde artık. Kadrolu, sözleşmeli, vekil, ücretli hiçbirinin maaşı, aldığı kredinin taksitlerini düzenli olarak ödemeye yetmeyecektir. Bir de 4 yıllık bir fakülteden örneğin 6 yılda mı mezun oldunuz, haliniz bitik, çünkü o yıl borcunuzu ödemeye başlamanız gerekecek. Hele bir de okurken çoğu ÖSS zedenin yaşadığı gibi bölümünüzden memnun kalmayıp bölüm mü değiştirdiniz, YURTKUR hiç Devamı sayfa 5’te Kubilay’ın Hesabı Ortaçağcı İrticadan Mutlaka Sorulacaktır! AB-D Emperyalizmi ve Yerli Satılmışların Karşıdevrim Cephesine Karşı Yaşasın Halk Kurtuluş Cephesi! D ün Kubilay’ı Menemen sokaklarında şehit eden Şeriatçı katiller, 2 Temmuz 1993’te de Sivas’ta 37 canı diri diri yakmışlardır. 23 Aralık 1930’da, Cumhuriyet Devrimlerine saldıran, Hilafeti tekrar getirmek isteyen Ortaçağcı Şeriatçılar; Manisa’da örgütlenip köy köy gezerek topladıkları güçle Menemen’de eyleme geçtiler. Manisa’da örgütlenen bu Ortaçağ kalıntılarını yönlendiren Nakşibendî Tarikatı Şeyhi Erbilli Esat Hoca ise Erenköy’deki villasında Şeriat düşüncesini müritlerine anlatarak onları isyana hazırlıyordu. İstanbul’da eğitim gören gericiler, ülkeDevamı sayfa 15’te izim takvimimizle 7 Kasım tarihi, 1917 Ekim Devrimi’nin yıldönümüdür. Eski Rus Takvimi, bugün kullanılana göre 13 gün geri olduğundan, devrim günü eski Rus takviminde 25 Ekim’e karşılık düşer ve bu nedenden Ekim Devrimi olarak adlandırılır. Belki, Sosyalist Kamp’ın çöküşünden beri büyük kitlelerle kutlanamıyor Ekim Devrimi. Ama tüm dünyada gerçek devrimciler tarafından coşkuyla kutlandığı bir gerçek. Hep de kutlanacak... Bu yazıda Ekim Devrimi’nin temel bazı özelliklerini ve insanlığa sağladığı bazı kazanımları aktarmaya çalışacağız. Ekim Devrimi Kansızdır Ekim Devrimi Bir Hükümet Darbesi Değildir. Emperyalist uşakları, hatta kendini “Marksist” olarak gösteren satılık burjuva sosyalistleri, oldum olası Ekim Devrimi’ni basit, kanlı bir hükümet darbesi gibi göstermeye çalışırlar. Böylece Marks-Engels ile Lenin’i de ayırmaya çalışırlar. Onlara göre darbecidir Lenin. Ekim Devrimi ne darbedir, ne de kanlıdır. Tersine, darbe yoluyla devrimcileri etkisiz hale getirmeye çalışan ve Çarlığı, burjuvaziyi ve büyük toprak sahiplerini temsil eden Geçici Hükümet’tir darbeci. Geçici Hükümet’in temsil ettiği bu güçler, 1917 Eylül ayında devrimcileri ezmek için Kazak General Kornilov’u darbe için kışkırtmışlar ama devrimcilerin önderliğinde örgütlü halkın tepkisiyle bu tehlike savuşturulmuştur. Hükümet darbesinden halkı koruyan devrimciler olmuştur. Öte yandan, Geçici Hükümet’in başvur- duğu tüm karşıdevrimci uygulamalara (sıkıyönetim, baskılar, tutuklamalar, sansür) rağmen, Ekim Devrimi kansız bir devrimdir. Çünkü hem halk Geçici Hükümet’in ne idüğünü bellemiş, halk düşmanı yüzünü görmüş, hem de Geçici Hükümet halkı güdemez hale gelmişti. Halk ise, başta işçiler ve askerler olmak üzere, örgütlüydü. Devrimci Parti o anacık babacık günlerinde doğru bir çizgi izliyordu. Bu nedenle devrimcilerin iktidarı almaları neredeyse kansız oldu denebilir. Zaten devrimcilerin devrim sırasındaki çağrıları da barışçıl ve meşrudur: “Barış, Ekmek ve Toprak!” Amerikalı Gazeteci John Reed (1887-1920), devrim günlerinde bizzat yaşadıklarını bir belgesel roman halinde “Dünyayı Sarsan On Gün” adıyla yayımlamıştır. Reed, burada hem devrimin nasıl başarıldığını, hem de devrimcilerin saflığını ve barışçıllığını belgelerle ortaya koyar. Örneğin, devrimden bir gün önce (6 Kasım), devrimin başkentinde, Petrograd Sovyeti tarafından yayımlanan bildiride şöyle denilmektedir: “Vatandaşlar, “Karşıdevrim cani başını doğrultmaktadır. Kornilov taraftarları, Kurucu Meclisi dağıtmak ve Sovyet Rus Birliği Kongresini ezmek için güçlerini harekete geçirmişlerdir. Aynı zamanda Yahudi düşmanları, belki de halkı kanlı olaylara sürüklemeye çalışacaklardır. Petrograd Asker ve İşçi Temsilcileri Sovyeti, her türlü karşıdevrim eylemi ve Yahudi katDevamı sayfa 14’te Gökçek, Mamak Halkının sırtından elini çek! A nkara’nın en uç yerleşim yerleri olan Mamak İlçemize bağlı olan Tepecik ve Dostlar Mahallesi’ne yapılan otobüs seferlerinin yetersizliği üzerine, mahalleli yoldaşlarımızın talebi ve mahalle halkının Partimizle temasa geçmesiyle otobüs seferlerinin arttırılması kampanyası yapılmıştır. Bu mahallelerde son derece yoksul, demokrat, alevi kökenli yurttaşlar yaşamaktadır. Mahallenin altyapısı her yanıyla bozuktur. Mahalle halkı, Şeriatçı-vurguncu Büyükşehir Belediyesi ve Gökçek tarafından adeta cezalandırılmaktadır. İşte bu satılmış, gerici belediyeye karşı, yoksul fakat onurlu mahalle halkının sorununu üzerimize alarak, güzel bir mücadele ve mahalle çalışması örneği verdik. İlk adım olarak Partili avukatlarımız, mahalleyle ilgili Ulaşım Koordinasyon Merkezi (UKOME) kararlarını taradılar, daha sonra Büyükşehir Belediyesine “Bilgi Edinme Kanunu” çerçevesinde başvuruda bulundular. Bu süreç devam ederken yoldaşlarımız her iki mahallenin esnafını ve mahalle derneklerini gezerek görüşmeler yaptılar. Gelinen süreçte mahalle dernekleri ile yapılan toplantılar sonucunda Dilekçe Kampanyası yapılmasına karar verildi. Partililerin ve mahallenin öncülerinin katılımıyla ev ev, dükkan dükkan, kahve kahve gezilerek kısa bir sürede avukatlarımızca hazırlanan 1000 adet dilekçe toplandı. Dilekçeler toplanırken diğer yandan da Partimiz Ankara İl Örgütü’nün çıkardığı, İ. Melih Gökçek’i ve halka yaptığı zulümleri anlatan bildiriler dağıtıldı, “Ulaşım Haktır-Otobüs İstiyoruz” başlıklı afişler mahallenin dört bir yanına asıldı ve onlarca yazılama yapıldı. Evlere, kahvelere, esnafa ziyaretler sürekli hale getirildi. Öyle ki, belirli bir noktadan sonra mahalle halkı, dernekler ve esnaf dilekçeleri kendi kendine toplamaya başladı. Dilekçeler öngördüğümüz süre içinde 1000 rakamına ulaştığında, dilekçe toplama aşamasını momentinde noktalayarak belediyeye teslim etme kararı alındı. Gerek yoldaşlarımızla, gerek halkın öncüleriyle yaptığımız görüşmede ise, dilekçeleri eylemle teslim etme görüşü ortaya çıktı. Yoldaşlarımızın yaptığı bu hummalı çalışma öyle sessiz sedasız sürdürülemezdi de zaten… Her iki mahalle ve kampanyanın yayılmasıyla sürece dahil edilen Çobançeşmesi Mahallesi, yine Partili avukatlarımız, yoldaşlarımız ve mahallenin öncülerinin birlikte kurduğu ekiple, bu kez eylemin duyulması için adım adım gezildi. Yeniden afişler asıldı ve el ilanları dağıtıldı. 25 Aralık Perşembe günü saat 13.00’de Büyükşehir Belediyesi önünde “Otobüs İstiyoruz” pankartımız arkasında “İ. Melih’in Ulaşım Zulmüne Son”, “Ulaşım Haktır”, “Otobüsler Halkındır” ve benzeri dövizlerimizle toplandık. Mahalle halkı adına basın açıklamasını, Halkın Kurtuluş Partisi Ankara İl Sekreteri Av. Doğan Erkan gerçekleştirdi. Açıklama esnasında sık sık “Otobüs Hakkımız, Söke Söke Alırız”, “Gün Gelecek, Devran Dönecek, İ. Melih Halka Hesap Verecek”, “İ. Melih Şaşırma, Sabrımızı Taşırma”, “Ulaşım Hakkımız Engellenemez” sloganları atıldı. Açıklamanın ardından toplanan dilekçeler, Büyükşehir Belediyesinin ilgili birimine teslim edildi. Ankara’dan Kurtuluş Partililer