Kayra - Turuncu Dergisi
Transkript
Kayra - Turuncu Dergisi
ÖZGECAN’ımız MÜNEVVER FATMA SULTAN EMİNE DİLBER ARZU KÜBRA DEMET BİRSEN FATMA AYŞE SELİME SONGÜL ELİF MERYEM YASEMİN FİRDEVS DÜRDANE ve YİTİRDİĞİMİZ tüm canlarımız İÇİN... A dının hakkını veren az rastlanan bir mekân Kuleli Yakamoz Restaurant. 5.yılını dolduran ‘İstanbul’un tadı boğazda, boğazın tadı Yakamoz’da çıkar’ düsturuyla hareket eden mekânın ne kadar haklı olduğunu içeri girdiğiniz anda anlayacaksınız. Kuleli Askeri Lisesi’nin yanı başında, iki boğaz köprüsünün arasında denizi ayaklarınızın altında hissedeceksiniz. Etrafta yeşil ve mavinin hakim olduğu, huzur dolu bir nefes almak isteyen herkesi güler yüzle karşılayan Kuleli Yakamoz Restaurant düğün, nişan, kına, doğum günleri gibi farklı organizasyonlarınıza da ev sahipliği yapıyor. Keyifli bir boğaz turunun ardından Kuleli Yakamoz’da lezzet molası verebilir, seyrine doyulmaz manzarası ile bu keyfi siz de yaşayabilirsiniz Yakamoz’da boğaz havasını içinize çekerek harika bir kahvaltıyla güne başlayabilirsiniz. Hafta içi serpme kahvaltı ve kahvaltı tabağı hafta sonu 9.00-14.00 arası 120 çeşit ürün ile açık büfe kahvaltınızı yapabilirsiniz. Yakamoz’un kahvaltısında yok yok. Ama biz Havva Abla’nın yaptığı gözlemeleri tatmanızı tavsiye ederiz, zeytinli ekmeği de unutmayın deriz. Ana menü de ise balık çorbasının ve balık köftesinin müdavimleri çok. Bunun yanında mutfak şefleri maharetlerini sergileyip Gaziantep yöresinden gelen salçanın sosu ile hazırlanan Yakamoz Bonfile’yi ve eti Susurluk’tan özel olarak gelen ve özel malzemelerle Dana Stragonof’u favorilerinize ekleyin. Tatlı olarak Aydın’ın inciri ile yapılan incir tatlısı, içecek olarak kış aylarında enerji ihtiyacınızı karşılayacak olan demirhindi, peygamber çiçeği ve Osmanlı şerbetleri seçenekler arasında. Hem gözünüze hem midenize şölen vermek istiyorsanız Yakamoz harika bir tercih. Kuleli Mekan menüsünde alkol içermiyor. Yazın 500, kışın 300 kişilik bir alana sahip Yakamoz özel günler için de biçilmiş kaftan. Özellikle evlenme teklifleri için özel programlar hazırlayıp çiftlerin en özel anlarını daha özel kılıyorlar. 9.00-24.00 arası açık. Yakamoz’un otoparkı da mevcut. Kuleli Cad. No: 69 Çengelköy - Üsküdar - İst. Tel: 0216. 318 95 05 Fax: 0216. 321 39 50 Gsm: 0530. 315 16 85 bilgi@yakamozbalik.com www.yakamozbalik.com BÜLTEN Club Familia’DA HUZUR DOLU BiR TATiL C özel mini disko ile başlıyor skeç-komedi-parodi, animasyon showları ve sizlere özel profesyonel akrobasi-gösteri gruplarıyla devam ediyor. Şelale kafede Kayra, eşarp ve çanta sektörüne İddialI gİrdİ K ayra ilkbahar yaz sezonuna 2 farklı yeni ürün segmentiyle iddialı bir giriş yaptı. Dünyaca ünlü ressamlarla çalışılan eşarp koleksiyonuyla Kayra, tarihi, sanatı ve nostaljiyi etkileyici bir şekilde harmanlayarak Koleksiyona yalınlık hakim Kayra İlkbahar- Yaz koleksiyonu her zamanki gibi 8 Turuncu Dergİ / Mart 2015 sadeliği ve zarafeti taçlandırıyor. Minimalizmin eşsiz esintilerini taşıyan tasarımlar, tüketicilerin alışkanlıklarını değiştirecek kadar etkileyici farlı kumaşlar, Kayra’nın bu sezon da hayli ustalıkla ortaya koyduğu farklılıklarını yansıtıyor. Kayra tasarımdaki yalınlığı Kayra imzalı çanta ve özel baskılı Kayra eşarplarda da görmek mümkün. Sıradışı tasarımlar... lub Familia olarak hem siz hem de çocuklarınız için gün boyu süren aktivitelerimizle hep birlikte doyasıya eğlenmenizi sağlıyoruz. Her gün havuz başında sabah sporları ile başlayan aktivitelerimiz havuz oyunları, çocuklara özel yarışmalar, dart ,havalı tüfek, su volevbolu, plaj voleybolu ile devam ediyor. ayrıca tenis kortu turnuvalara katılabiliyorsunuz. Oyun parkımızda çoçuklarınızla doyasıya eğlenebiliyorsunuz. Akşam aktivitelerimiz amfi tiyatroda çocuklara müzik dinletileriyle son buluyor. Ayrıca yat turu organizasyonları ile seyahate çıkabilir tarihi kültürel yerleri gezebilirsiniz. Atv safariye katılabilirsiniz. S ezonun en çarpıcı renkleri pırlanta, safir, yakut ve değerli taşlar ile muhteşem mücevherlere dönüşüyor. Jival yaratıcı ekibinin hazırladığı yeni ürünler alışılagelmiş taş kesimlerini altının farklı tasarımları ile birleştiriyor. Sınırlı sayıda üretilen sıradışı tasarımlar özgür ve yenilikçi ruhlar için seçkin Jival mağazalarında satışa sunulmuştur. turuncudergi.com BÜLTEN Nolte NEO Yarının mutfağı… N olte Küchen; tasarımcıları tarafından geliştirilen ve kullanıcıların beğenisine hazırlanan Nolte NEO serisi ile 2015’te yine 1 numara olmaya devam edecek. Nolte Neo Serisinde bulunan “Chalet”, “Salon” ve “Loft” modelleriyle evinizin salon ve mutfağını bir araya getirmeyi amaçlayan Nolte, Almanya’nın Köln şehrinde bulunan Ren nehri yanındaki ihti- şamlı salonda yapmış olduğu Dünya Lansmanıyla NEO serisini tanıttı. Nolte Neo serisi; yeniden hayatımızı mutfaklarda yaşadığımız bir konsept olarak karşımıza çıkıyor. Yenilikçi tasarım, daha geniş yer anlayışı ve esnek modüler sistem sayesinde herkese yaşam tarzına uygun konsepte sahip olmasına olanak veriyor. Nolte için bir evin en önemli yeridir mutfaklarımız. En çok vakit geçirdi- ğimiz yer, ailemiz, arkadaşlarımız ile buluştuğumuz, yemek pişirdiğimiz, yemek yediğimiz, güzel vakit geçirdiğimiz yerdir mutfaklar. Bazen kavga edip barıştığımız yer, bazen de kitap okuduğumuz ve düşüncelere daldığımız yerdir. Sakin ve gizem dolu bir günümüzün ritmini belirleyen yerdir mutfak. İşte bu nedenledir ki mutfakta yaşam için tercihiniz Nolte mutfakları… PUANE’DE RENKLERİN DANSI P uane’nin 2015 yaz koleksiyonuna baharın en çarpıcı renkleri eşlik ediyor. Fıstık yeşili, turuncu, mor ve fuşyanın neon varyantları baharı hızla karşılarken; bebe mavisi, pudra pembesi, safran ve ekru gibi pastel tonlar Puane 2015 İlkbahar/Yaz Koleksiyonu’nun tamamlayıcısı niteliğinde. Yeni Sezonu Renklerin Dansı İle Karşılayın! Şifon kumaşlar, minik yaka aksesuarı gibi detaylarla tamamlanan parçaların yanında; kuşaklı geniş formlu tunikler, fermuarlı kaplar ve çiçek desenli elbiseler Puane 2015 Yaz koleksiyonunun temel kodlarını oluşturuyor. İNAN VE ÖZGÜRLÜĞÜ HİSSET! A lternatif mayonun mucidi HAŞEMA,2015 koleksiyonunda da yine bir ilke imza attı.2006 yılında HEŞOFMAN markası ile bayanlara alternatif eşofman modellerini sunan HAŞEMA, şimdi de HAŞEMA SPORT markasıyla, bayanların birçok spor da- 10 Turuncu Dergİ / Mart 2015 lında kullanılabilecekleri aktif sporcu kıyafetlerini sunuyor. Her sene olduğu gibi ürünleriyle farklı ihtiyaçlara cevap veren firma bu sene de profesyonel olarak spor yapmak isteyenlerin ihtiyaçlarına cevap veren modellerle yine bayanların gözdesi olmayı hedefliyor. turuncudergi.com YAPIM EKİBİ PRODÜKSİYON ADINA İMTİYAZ SAHİBİ VE GENEL YAYIN YÖNETMENİ Zahide CEYLAN SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Zahide Ceylan KURUCULAR KURULU Halise ÇİFTÇİ, Zahide CEYLAN, Güzin CANAN, Taciser İÇYER, Nilgün KARABULUT, Ayşenur GÜN, Sema KARABULUT YAYIN KURULU BAŞKANI Ayşe KEŞİR YAYIN KURULU Ayşe KEŞİR, Ayşe UYAR, Hatice BİLİCİ, Latife Özbek, Esra Yerebakan, Gaye Ergezen, Ümmügülsüm Tat, Gülfem KELEŞ, Betül ŞATIR REDAKTÖR Rabia NUR DUMAN GÖRSEL YÖNETMEN Şerife AKYOL KURT MARKA İLETİŞİMİ YÖNETİCİSİ Şenay BUYURMAN BASIN DANIŞMANI Mürvet UÇ İSTANBUL KOORDİNATÖRÜ Gülay KURT 0507 485 55 95 BURSA SORUMLUSU Zehra BAYRAKTAR 0506 535 72 65 KONYA SORUMLUSU Didem KÜÇÜKKÖY 0506 445 55 09 TURUNCU DERGİSİ MERKEZ OFiSi Ufuk Üniversitesi Cad. 1472 Sk. No: 24/17 Çukurambar / Çankaya / Ankara TELEFON: 0312 472 98 33 WEB: www.turuncudergi.com e-mail: info@turuncudergi.com editor@turuncudergi.com BASKI TURKUVAZ MATBAACILIK Akpınar Mah. Hasan Basri Cad. No: 4 P.K. 34885 Sancaktepe / Kartal / İstanbul TEL: 0216 585 90 00 FAKS: 0216 585 9130 info@turkuvazmatbaacilik.com.tr ‘TURUNCU’ Dergisi, yerel süreli aylık yayındır. Basın yayın ilkelerine uymayı kabul eder. Basılan ilanların tüm sorumluluğu ilan sahibine, yazılan yazıların sorumluluğu yazarlara aittir. Kurum ve kuruluşlar için kargo dahil fiyatı 20 TL’dir. TURKUVAZ DAĞITIM PAZARLAMA A.Ş. tarafından dağıtılmaktadır. zahideceylan@turuncudergi.com K Eşdeğer olabilme mücadelesi ADIN EMEĞİ ile hayat bulan, alanında tek dergi olma özelliğini on iki yıldır taşıyan, aylık kadın dergisi Turuncu, büyüğümüz ve onur konuğumuz Sayın Cumhurbaşkanımız RECEP TAYYİP ERDOĞAN’I ağırlamaktan büyük bir gurur duymaktadır. Turuncu’nun doğuşundan bu yana manevi desteklerini esirgemediği ve yıllarca öteki muamelesi yapılan biz kadınlara, “Kadın-erkek eşdeğerdir ve her vatandaş eşittir.” diyerek hukuksal haklarımızı büyük mücadeleler ile geri kazandırdığı için kendilerine şahsım ve tüm kadınlar adına teşekkürü bir borç bilirim . DÜNYA KADINLAR GÜNÜ kutlamak, kadına sunulan bir ayrıcalık değil de negatif ayrımcılık gibi düşündürüyor zaman zaman beni. Aynı çarkın dişlilerinde dönen bizler, bu ayı atlamak gibi bir lüksümüz olmadığını biliyoruz. Bu yıl da Turuncu dergisi olarak, farkındalık olsun mantığı ile, kadınlardan değil erkeklerden kadını nasıl anlayıp yorumladıklarını anlatmalarını istedik. YARADILIŞ GAYESİ AYNI olan insanoğlunun doğduğu andan itibaren başlar cinsiyet statüsü. Sayın Cumhurbaşkanımızın ifadesi ile “Kadına karşı ayrımcılık, ırkçılıktan beterdir!” cümlesi sanki Havva anamızdan bu zamana kadar süregelen, kadının var olabilme mücadelesinin ne kadar çetin süreçlerden geçtiğini özetler. İlk kadın hikayesi şöyle başlar: Cennette Havva anamızın yasak elmayı Âdem babamıza yedirme çabasıyla cennetten kovulurlar. Şeytan bile hikayenin içine kadından sonra intikal eder. “İlk kan kadın için akar. Cehennemde en çok kadın yanar.” ile sürer, gider. Ne hikmetse cennet de annelerin ayağı altındadır. Allahu Teala ne kadar değer verdiyse kadına, cahiliyet de o kadar aşağılamıştır kadını. Biliriz ki kadın, Cahiliye Dönemi’nde utanç vesilesi olduğu için diri diri toprağa gömülmüştür. Ve hâlâ şu zamanda, bu çağda, kızların cinsiyeti değiştirilir bu utançtan kurtulmak için çeşitli ülkelerde. “Rüzgar esmezse yaprak kımıldamaz.” diyerek gözlerine kestirdikleri kadınları taciz etmek için bahaneler de hazırdır. Aah Özgecanlar, aah Münevverler, aah Ayşeler, aah Fatmalar, aah… Yürekten dualar sizlere gelsin. Siz tecavüze uğradınız, siz doğrandınız, siz yakıldınız ve bu dünyada hunharca katledilip ebediyete uğurlandınız. Daha acı bir gerçek ise; uğradığı tacizi, te- cavüzü, fiziki şiddeti, sözlü şiddeti en yakınına diyemeyen ve ölünceye kadar o acıyı, o ayıbı, o ağır yükü içinde toprağa kadar saklayan kadınlar… Onlar ki zaten bu ayıpla o andan itibaren yanmış ve ölmüştür. Siz erkekler kadınları Allah (c.c)’ın emaneti olarak aldınız, bu emanete ihanet edemez; onları üzemez, dövemez; onların canına kast edemezsiniz! Siz bilir misiniz kadınlar ne kadar hassas, ne kadar kırılgan, ne kadar korunmaya muhtaç, ne kadar duygusaldır? Ve kadınlar siz erkekleri doğurur, büyütür; arkanızda dimdik durmak için, sizi bu zor dünyaya hazırlamak için bir o kadar da savaşır. Çok bir şey istemez kadın; Allah u Teâlâ’nın kadınlara verdiği değeri, verdiği hakları ister. Yani kısacası doğuştan var olan yaşama hakkını ister! Kadınlar fiziken sizinle aynı güce sahip değildir, bir kavanoz kapağı açamayabilir belki ama yüksek feraset ve öngörü ile çok kapılar açar ve sizlerin de o yüksek kapılardan girmenizi sağlar. Her bir erkeği bir kadın doğurur, yetiştirir, geliştirir. Devlete, millete hizmet edecek olan ve hizmet eden siz erkekler; bir annenin, bir eşin elinde yoğrulursunuz. Gelişmiş ve çağdaş olarak adlandırılan ülkelerdeki kadınlar ile gelişmemiş olarak adlandırılan ülkelerdeki kadınlar aynı negatif ayrımcılığa maruz kalmıştır. Kadına seçme ve seçilme hakkının verilmesinden önce kişilik hakları verilmek zorundadır. Kadın eşini seçemez, işini seçemez, kıyafetini seçemez, okulunu seçemez… Sonra da “Kadına seçme ve seçilme hakkı şu tarihte, şu ülkede verildi.” gibi lütuflar sıralanır. Önce kendine olan saygısı kaybettirilir sonra da seçme ve seçilme hakkı gündeme getirilir! Ülkemizde, yakın geçmişte yaşanan, hafızalardan silinmeyen ve asla da silinmeyecek olan bir olay yaşanmıştır: Seçilmiş milletvekili Merve Kavakçı’ya seçilme hakkı verilip kişisel hakkı olan başörtüsü ile meclise girme ve görevini yapma hakkı elinden alınıp yuhalanarak oradan kovulmuştur. Bu gerçek, ülkenin alnında kara bir leke olarak mahşere kadar kalacaktır. 2002 yılından bu yana, birçok konuda olduğu gibi demokrasi ve kadın hakları üzerine de büyük gelişmeler yaşanmış ve kadının hakkı kadına iade edilmiştir. Artık Türkiyeli kadınlar kamusal alanın heryerinde var olabilme özgürlüğüne kavuşmuştur. Bu bağlamda daha ileri demokrasiye hep birlikte koşar adımlarla ulaşabilme dileği ile... Sağlıcakla kalın... Zahide Ceylan halkbank.com.tr | 444 0 400 Halkbank Dialog 80 74 14 Turuncu Dergİ / Mart 2015 CUMHURBAŞKANIMIZ RECEP TAYYİP ERDOĞAN: YENİ TÜRKİYE’NİN KADINLARI 20 TEK KANATLI KUŞ UÇAMAZ Yazarımız Ayşe Keşir, kadına şiddet ile mücadelede, erkeklere ulaşmayan çözümün çözüm olmadığını yazdı. ÜNLÜ ERKEKLERİMİZİN GÖZÜNDEN KADINLAR Kendi alanlarında ünlü ve başarılı isimlerimizden, Turuncu okuyucularına özel 8 mart dünya Kadınlar günü mesajları... KADININ SOSYAL VE SİYASAL ALANDAKİ TARİHSEL SERÜVENİ Yazarımız Hatice Bilici, Selçuklu dönemi, Osmanlı Dönemi ve son olarak Cumhuriyet Dönemi’ne kadar olan kadının siyasal alandaki serüvenini yazdı. KADEM RÖPORTAJI Kadın ve Demokrasi Derneği Başkanı Yrd. Doç. Dr. Sare Aydın Yılmaz, “Kadın” gerçeğini Turuncu Dergi’ye anlattı. 88 AYGÜL FAZLIOĞLU YAZDI: TOPLUMSAL CİNSİYET Toplumsal cinsiyet, son dönemlerde projeli hayatta sıkça kullanıldığı gibi sadece “kadınlar ve erkekler” anlamına gelen bir kavram değildir. İYİ İŞLER Toplumun faydası için yapılan tüm “İYİ İŞLER”i gönderin Turuncu Dergi sayfalarında yayınlayalım. YEŞİLAY BAŞKANI İHSAN KARAMAN İLE RÖPORTAJ Türkiye Yeşilay Cemiyeti Genel Başkanı Prof. Dr. M. İhsan Karaman, Yeşilay’ın amaçlarını, projelerini ve toplumdaki yerini anlattı. İSKİLİPLİ ATIF HAYATI VE MÜCADELESİ Yaşama özgürlüğü -haklarıelinden alınan diğer ilim ve fikir adamları gibi Atıf Hoca da unutulmadı. 102 96 88 68 60 58 48 44 34 28 24 20 ICINDEKILER YETİM KUDÜS Kudüs’ü anlamak, onun neden bu denli paylaşılamaz olduğunu bilmekten geçer. EVLERDE COUNTRY ŞIKLIĞI Konforlu, rahat, sıcak ve samimi, pastel veya toprak renklerinin hakim olduğu Country tarzı. 100 YIL GEÇTİ ÜZERİNDEN “HAVADİS: 100 Yıl önce” serginin bu seneki teması, yakın tarihimizin en acı kayıplarını verdiğimiz 1. Dünya Savaşı’nı içeriyor. HUZUR VEREN SES: NEY Asırlardır dinleyenleri başka bir aleme götüren Neyi, üstadlarından Neyzen Erdinç Bal’ın anlatımıyla, Neyzenler Konağı’nda dinledik. DÜNYANIN SAADETİ ATIN SIRTINDADIR “Hayrın kıyamete kadar atın perçemine bağlı olduğu”, “ata yapılan masrafın sadaka yerine geçtiğini” biliyor muydunuz... 102 turuncudergi.com YAZAR HANGİ SUÇTAN DOLAYI ÖLDÜRÜLDÜK? K afamız çok karışık bazı konularda. Ciddi uyum sorunları yaşıyoruz. Hızlı teknolojik değişimle eş zamanlı bir şekilde ekonomik, sosyolojik ve kültürel değişimler oluyor hayatımızda. Yaşadığımız mekânlar değişiyor. Duygu ve düşüncelerimiz, alışkanlıklarımız, zevklerimiz değişiyor. Tasavvurlarımız yeniden kuruluyor. Kavramlarımızın içi boşaltılıp tekrar dolduruluyor. Dijital bir hayatın güdümünde yeni bir hayatı deneyimliyoruz. Medyatik bir kuşatmanın ortasında kendimiz olmanın savaşını veriyoruz. Sorumluluk ve emânet algımız, kadın ve erkek rolleriyle ilgili algımız; evlilik kurumuna, aileye ve çocuğa bakışımız -bizim dışımızdaki etkenlerin de etkisiyle- farklılaşıyor. Geleneksel bakış açısı ve eski alışkanlıklar yeni soru ve sorunlarımızı çözmeye yetmiyor. Uzun zamandır tüketmeye; köhnemiş, yorulmuş bir hâfızayla ayakta kalmaya ayarlanmış saatlerimiz. Kavramlarımız yeniden anlamlanmayı ve okunmayı bekliyor. Tarihte sıkıştığımız yerde fasit daireler çizip duruyoruz. Kavramlarımız artık bir sistem içinde oluşmuyor. Bir bütünün anlamlı parçası olarak algılanamıyor. Sisteminden koparılmış, havada uçuşan kavramlarla; körün el yordamıyla yürümesi gibi yol alıyoruz zamanda. Birçok konuda olduğu gibi kadın konusunda da vahim durumdayız. Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de kadınlar ve mâruz bırakıldıkları sorunlar, gündem belirleyen bir insanlık sorunu. Çünkü toplumsal değişimin motoru kadınlar. Kadınların kendileriyle ve toplumun kadınlarla ilgili algısı değişiyor. Kadınların eğitim ve çalışma imkânlarının artması, kendilerini ifade etmekte ve haklarını korumakta daha etkin rol almalarını sağlıyor. 16 Turuncu Dergİ / Mart 2015 AYŞE BOSTANCI abostanci@turuncudergi.com Genellikle kaba ve hoyrat bir ataerkil baskı altında yaşayan kadınlar için eğitim ve çalışma hayatı yeni bir soluk, yeni bir dil oluyor. Bir zamanlar mecburiyetlerden dolayı baş eğilen otoriteye karşı sesini yükseltme cesareti gösteren, düşünce ve eylemleriyle hayata müdâhil olan kadınlar ciddi bir değişimin yaşanmasına yol açıyorlar. Bu değişim bazılarının tahtlarını sarsıyor. Yüzyıllardır hiç sorgulanmayacakları zannıyla kurdukları küçük dünyalarında efendiliklerini ilân edenler zor durumdalar. Ataerkilliği putlaştıranlar taşların yerinden oynamasından, kötüye kullandıkları gücün sorgulanmasından rahatsızlar. Kendileriyle yüzleşmekten kaçıyorlar. Kendilerinin mülkü ya da bir uzantısı gibi algıladıkları kadınların, küllerinden doğmasına farklı şekillerde itiraz ediyorlar. Kaba, yoz ve şiddet dolu bir dil üretiyorlar. Varlıklarına ipotek konulmuş, erkeğe kul edilmiş bazı kadınlar olanları fark ediyor. Kanatları kırılarak uçmaları engellenmiş bazı kadınlar yaralarını sarıyor. Erkekler ise -eski alışkanlıkları üzere- kadınların hâlâ kendilerinin mülkleri ve uzantıları olduğu konusunda ayak diriyorlar. Mülkün sadece Allah’a ait olduğunu unutarak emânet kavramını yok sayarak gelenekten medet umuyorlar. Hâlâ kadınları bir eşya gibi algılamaya ve ona boyun eğdirmeye çalışıyorlar. Kimilerine göre kadın komutla çalışan ekonomik bir temizlik robotu , kimilerine göre binbir çeşit yemekler yapan mahâretli bir aşçı, kimilerine göre cinsel fantezilere ayarlı bir zihinle hazzın bin bir kapısını aralayan cinsel bir tatmin aracı. Kimilerine göre pazarı canlandıran bir cinsel nesne, kimilerine göre ucuz iş gücü. Şubat’ın sevgilisi, Mart’ın kışkırtılanı, Mayıs’ın kutsal anası... Bazı kadınlar hâlâ bazılarının kullanışlı aptalı. Sadece adaletse istediğimiz, erkek ve kadın bunun bir parçası olmalı. Kadın ve erkek, vicdanı ve aklıyla bir yol aramalı, bir yol bulmalı. Çünkü güçlerini adalet ve merhamet merkezli kullanmak yerine çıkar ve haz merkezli kullananlar; ailenin, evliliğin ve insanlığın kuyusunu kazıyorlar. Hatalarla yüzleşmek yerine, sürekli kendini temize çıkaran ve kutsayan anlayış insanlığa zarar veriyor. İnsanlık dünyanın farklı yerlerinde farklı tecrübelerle kendine bir yol bulurken, biz kendimize ve insanlığa rahmet olacak, uygulanabilir çözümler üretmek zorundayız. Bu karanlık tünelden çıkmak için hâfızanın yetmediği yerlerde aklımıza abdest aldırıp yeniden ilkelere göre cehdetmeliyiz. Gücün adaletinden, adaletin gücüne dönmek gibi bir derdimiz olmalı. Bu karışık duygu ve anlam dünyasında üzerine üfürülmüş kördüğümleri çözmeye ahdetmeliyiz. İnsan olmayı kim öğretirdi bize? Kadın ve erkeğe haddini kim bildirirdi? Küçük taşlarla boğuştuğumuz dünyamızda, büyük taşlarımızı kim koyardı hayatımıza? Hatırlamalıyız yeniden. “Hangi suçtan dolayı öldürüldü?” sorusu sorulmasın diye yeni yetme kızlara, yeniden Hira’da buluşmalıyız. Dünyada ne için var edilmiştik? Kadın ve erkek birbirinin neyi olurdu? Sapla samanı ayırmak; bizi kim, ne için bir araya getirdi tekrar sormak için… turuncudergi.com YAZAR Kadın... Bugün ELİF NİSA elifnisa@turuncudergi.com G ünümüzde birlikteliklerin temeli genellikle karşılıklı çıkar ilişkilerine dayanıyor. Sevgi, kaynağını Allah sevgisinden almadığı için evlilikler zamanla hem kadın hem de erkek için ıstırap hâline geliyor. Birbirleri olmadan yaşayamayacaklarını söyleyen çiftlerin sevgisi bir süre sonra; şiddetli kavgalarla, karşılıklı suçlama ve hakaretlerle sona eriyor. Eşi kendisini ütü yapan, bulaşık yıkayan bir makine gibi görüyorsa, kadında sevgi, saygı ve aşk kalmaz, hatta gizli bir nefret meydana gelir. Başlangıçta birbirlerine çekici gelen yakışıklılığı, güzelliği artık göremezler. Evlilik karşılıklı azaba dönüşür. Kavgalar, laf sokmalar, aşağılama ve hakaretler yaşanır. Kadın ve erkek arasında, fiziksel farklılıklar nedeniyle -örneğin kadının güç gerektiren işler yapamaması gibi- bazı farklı sorumluluk paylaşımları olabilir. Ancak bunlar toplumun öngördüğü yemek, çamaşır, bulaşık gibi çok bilinen sorumluluklar değildir. Saydığım bu işleri erkekler de yapabilir. Dinin bu anlamda, kadına erkekten farklı olarak yüklediği bir görev yoktur. Diğer yandan anne, çocuğunu bedensel yönden beslediği gibi, ruhsal açıdan eğitmekle de yükümlüdür. Çocukların ilk öğretmeni olan anneye oldukça önemli görevler düşer. Gelecek nesillerin iyi yetişmesi, kendini yetiştirmiş annelerle mümkündür. Anneler; kişiliklerini, davranışlarını, konuşma biçimlerini Kur’an’da bildirilen üstün ahlaka yakışır bir hâle getirmeye gayret ettikleri kadar, bilime dair konularda da kendilerini eğitmelidirler. Bütün bu özellikler, çocuklarına verecekleri eğitimde onlara yardımcı olacaktır. 18 Turuncu Dergİ / Mart 2015 Deccalî fitnenin son derece azgınlaştığı bugün Müslüman kadınlar da, erkekler gibi Kur’an ahlâkını yaygınlaştırmak için, Allah’ın emrettiği fikir mücadelesinin içinde olmalı. Allah’ın emri olan fitne kalmayıncaya kadar mücadele, erkek ya da kadın tüm müminlerin sorumluluğudur. Bu sebeple yaşanan dönem, Müslüman kadın için de yalnızca günlük işlerle uğraşan ev kızı olma zamanı değildir. Kadınlar için örnek olan sahabe hanımlar, Müslümanlar arasında yiğitçe mücadele vermişlerdi. Tebliğ faaliyetleri, sohbetler yapmışlardı. Kısacası Müslüman kadının görevi yalnızca eş ve annelikle sınırlanamaz. Müslüman kadın, dini anlatmada pasif durumda kalmamalı; kişilik sahibi, cesur ve atak bir tavır içerisinde olmalı. Muhammed’in Hatice’sindeki Güzel Örnek Hz. Hatice(ra); Resulullah (asm)’ın ilk ve en sevdiği eşi. İçinde oluşan yalnızlık isteği ile sık sık Mekke yakınlarında Hira Mağarası’na gittiğinde de eşine destek olan, ilgisini eksik etmeyen kutlu annemiz. O, gençlerin bile zorlukla tırmanabildiği mağaraya; yaşına, sıcağa, baskı ve sıkıntılara rağmen tırmanıp, sevgili eşine yemek ve su taşıyarak derin sevgi, saygı ve bağlılığını ispatlıyordu. Hatice(ra) ilmî merak, kâinatı okuma ve hayatı anlamlandırma azmi içindeydi. O, her dönem nesne değil özneydi. Resulullah (asm)’a ilk emirler olan “Oku!” ve “Uyar!”ı muhatap alan ve uygulayan ilk kadın öğretmendi aynı zamanda. Bugün toplumun sisteminin koyduğu yalnızca “Evlen.”, “Doğur.”, “Büyüt.”, “Pişir.”, “Yıka.”, “Temizle.” gibi emirlerin muhatabı olan ve arta kalan zamanlarını “harcayan”, arkadaşlarıyla boş sohbetler yapan, geceler boyu dizi film izleyen ve saatlerce üzerine konuşan kimi Müslüman kadınlar için de örnek olmalı Hatice (ra). O; İslam’a hizmet için yaşın, işin ve uğraşların mazeret olmayacağı mesajını veriyor, Muhammed’i gibi Allah için yaşayarak, O’nun “Mümin müminin aynasıdır.” hadisinin ne kadar doğru olduğunu kanıtlıyordu. Hz. Hatice (ra); Resûlullah’ın yükünü hafifletiyor, dilinden hoşlanmayıp karşı çıkılacak bir söz dökülmüyordu. Onun hissettiklerini hissediyor, onu tutkuyla seviyor, şefkatle koruyor ve onunla aynı mekânı ve yalnızca onu yaşıyordu. Kuşkusuz onun güzellikleri, Peygamberimiz (asm)’da da aynı incelik, fedakârlık ve vefa ile karşılık buluyordu. Kimi zaman içi coşkun bir nehir gibi akarken, huzur veren bir dinginlikle, âdeta emerek O’nun üzüntüsünü gidermeye çalışıyordu. Hz. Hatice’nin bu özelliğini şu sözlerle dile getiriyordu Peygamberimiz (asm): “Onun gönlünde hiç kimsede olmayan bir özellik vardı. İnsanın gönlündeki hüznü bir vakum gibi çeker alırdı.” Bizler evliliğe, eşlerin birlikteliğine bakış açımızın nasıl olması gerektiğini; Kur’an’dan, Peygamberimiz (asm)’in ve kutlu annelerimizin hayatından öğrenmeliyiz. Evlilik, Allah sevgisi ve hoşnutluğu üzerine kurulmalı; insan, samimi olarak takvayı aramalı. Aksinde Allah mutluluk vermez, huzur vermez. turuncudergi.com YAZAR ANNELERİN ERKEK EVLATLA İMTİHANI ELİF AYLA elifayla@turuncudergi.com G ecenin üçünde yazıldı bu yazı. Bir anne, oturdu; misafiri olduğu şehrin, bir kadın eseri olan camisinin gölgesinde düşündü de düşündü. Bu bir sayıklamadır. Bir erkek annesi sayıklaması. Oğlum benim, canım, gözümün bebeği, en güzel hediyem. Büyüyecek, adam olacak. Ve benim canım oğlumdan kadınlar çok korkacak. Öyle mi? Gözü dalsa mesela; karşıdaki kız, çantasından biber gazı spreyine uzanacak. Ben bir erkek annesiyim. Oğlum var benim. Kocam bir erkek babası. Oğlu var onun da. Oğullarımız... “Erkeğimmm, paşammm, küçük prensim benim.” diye sevdiklerimiz onlar. Bizim küçük prenslerimiz, öyle paşalar oluyor ki sayemizde; öncelikleri değişiyor. En üste koyacağı kulluk, yeryüzü halifeliğini geçip önce erkek oluyor. İnsan değil, erkek! Bizim evlerimizde yemeğin en güzel yeri erkek çocuğa verilmiyor belki, eğitimde eşitsizlik de yapılmıyor. Temel haklarda da sevgide de denklik var, tamam. Yazık ki tamam değil. Sesimizde, tavrımızda, hâlimizde, toplumsal olaylara bakışımızda var ayrım. Biz anneler, sinsi bir parçası hâline geliyoruz oğul büyütürken. Hepimiz ya kayınvalide ya geliniz yahut 20 Turuncu Dergİ / Mart 2015 da aday. Hadi oradan biçelim bu kumaşı, dürüstçe. Sabaha az kalmış, uykum kaçmış, sayıklıyorum. Biz yavru öldürüldü hunharca ve o yavrunun katilini bir anne yetiştirdi. Ben bir erkek annesiyim. Erkek babası kocam, oğlumuzla oynadığı itiş kakışlı, güreşli oyunları benimle oynamasına izin vermedi hiç. Bana sesini yükseltmesine, kabalaşmasına müsaade etmedi. “Annen kız, kızlar erkeklerden daha çabuk incinir. Kızların canı daha çabuk acır. Oğlum, annene kibar ol.” Ve çoğu zaman bunları tedip eden, sert bir sesle söyledi. Babasının tatlı sert uyarıları canımı sıktı aslında. “Ne var sanki canım, o kadarcık şeyden ne olur, yavrum üzülmesin.” dedim içimden. Gönlüm öyle şeyler söyledi. Yavrum üzülmesin diye elin yavrusu üzülsün sonunda, öyle mi? Biz anneler, gece gireriz uyuyan yavrularımızın odasına. Dualarını eder, O’na emanet eder, fısır fısır çıkarız odalarından. Terleyen saçlarını ellemekten korkarak, bakmaktan korkarak, kendi nazarımızdan korkarak... “Yarabbi sen cümlenin evladıyla beraber, benimkini de koru.” diyerek. Bizim düşünce çizgimizde bir eğrilme var. Var ki tuhaf şeyler oluyor. Kadınlar eziliyorsa, kadınlar öldürülüp, yavrular tecavüze uğruyorsa bu bir düşünce eğrisi sorunudur. Biz erkeklerimizi yetiştiremiyoruz. Biz erkek anneleri; kızlarımıza verdiğimiz edep, ahlakı oğullarımıza veremiyoruz demek ki. Allah’ın bizi adaleti karşısında eşit yarattığı kullukla ilgili algısal bir hata yapıyor, erkek evlatlarımızın –küçükahlaksızlıklarını görülmez sayıyoruz. Ne olsa fıtrat diyoruz. Ya kızların fıtratı? Birazdan sabah olacak. Bu yazıyı uyuyan oğlumun yanında yazıyorum. Allah kimsenin evladını, benim de evladımı zalim eline koymasın. Allah kimsenin evladını, benim de evladımı zalim etmesin. Büyük planda mazlum olmaktan kötüdür zalim olmak. Allah yavrularımızı zalim etmesin. Hamiş: Her evlat bir “Özgecan”dır. Ve “Özgecanlar”ı kul olarak yetiştiren anaların ayakları altında değil midir cennet? turuncudergi.com ONUR YAZISI D ünya tarihinde 19. yüzyıl, çok büyük değişimlerin, çok önemli dönüşümlerin gerçekleştiği, geleneksel değerlerin ve yapıların çözüldüğü zaafa uğradığı bir dönem oldu. Sanayi devrimi, insan fıtratını zorlayan yeni bir çalışma düzenini beraberinde getirdi. Erkeklerle birlikte kadınların da etkilendiği bu süreçte, geleneksel aile yapısı ciddi tahribata maruz kaldı. Aradan geçen uzun zamana rağmen, söz konusu süreçte kadınların yaşadıkları olumsuzlukların halen tam manasıyla telafi edilemediğini görüyoruz. Bu açıdan Mart ayı, dünyada kadınların yaşadıkları zorlukların enine boyuna tartışılmasına vesile olması bakımından önemlidir. 22 Turuncu Dergİ / Mart 2015 Mart 2015 / Turuncu Dergİ 23 ONUR YAZISI Bilhassa kadına yönelik şiddet konusu, ülkemizde de kanayan bir yara olmaya devam ediyor. Üzerinde hassasiyetle durduğumuz bu sorunun çözümü için geçtiğimiz 12 yıl boyunca önemli adımlar attık. “Kadınlara karşı ayrımcılık, ırkçılıktan beterdir” anlayışıyla kadınların sorunlarının çözümüne yönelik Anayasa değişiklikleri yaptık, pek çok yasal düzenleme gerçekleştirdik. Kadınlara hayatın her alanında “pozitif ayrımcılık” uygulayarak, geçmişteki kayıpları telafi etme çabası içinde olduk. Kızlarımızın, başörtüsü nedeniyle üniversite kapılarından geri çevrildiği dönemleri geride bırakıp ülkemizin 81 ilindeki üniversitelerde ve orta öğretim kurumlarında diledikleri eğitimi görebildikleri günlere ulaştık. Başlattığımız kampanyalarla, kız çocuklarımızın eğitimleri 24 Turuncu Dergİ / Mart 2015 Özgecan kızımızın acılı babasının gösterdiği olgunluğu, erdemi bu topraklarda siyaset yapanların da paylaşmasını temenni ediyorum. Türkiye kadına yönelik şiddet ile mücadele konusunda, İstanbul Sözleşmesi’ne çekincesiz imza koyan ve parlamentosundan geçiren ilk ülke oldu. Uluslararası sözleşmenin uyum yasası, pek çok Avrupa ülkesinde “ekonomik krizler” bahane edilerek çıkarılamazken, 6284 sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesi” yasası 2012 yılında Meclisimizde kabul edildi. Şiddeti önlemeye, kadınlarımızı korumaya yönelik yasal düzenlemeler yapılması elbette önemlidir. Ancak daha da önemlisi, bu hususta köklü bir kültür oluşturabilmektir. Bizler, cennetin anaların ayakları altında olduğuna inanan, kendisine yapılmasını istemediğini bir başkasına da yapmamayı tavsiye eden bir medeniyetin temsilcileriyiz. Bu anlayışa sahip çıktığımız, konusunda toplumsal hassasiyet oluşturduk. Milletin oylarıyla Meclis’te temsil görevi üstlenen kadın milletvekillerimizin başörtülü olarak yasama faaliyetlerine katılabilmelerine temin ederek, kadınlarımızın seçme ve seçilme haklarını tam manasıyla kullanabilmelerini sağladık. Çalışma hayatında kadınlarımızın haklarını koruyacak çok önemli düzenlemeler yaptık. Türkiye büyüdükçe, geliştikçe, kalkındıkça yeni imkanlarla birlikte yeni sorunlar da ortaya çıkıyor. En son Mersin’de gencecik bir kızımızın başına gelen vahşet, hepimizin, tüm Türkiye’nin yüreğini dağladı. Özgecan kızımızın başına gelen elim hadise, kamuoyunda bu tür olaylar konusundaki duyarlılığı artırdı. Bu vahşetin sorumlularının hak ettikleri cezayı alacaklarına inanıyorum. turuncudergi.com turuncudergi.com bu değerleri fiiliyata geçirdiğimiz sürece, kadınlarımız hayatın her alanında hakları olan o müstesna yeri alacaklardır. Yeni Türkiye’de temel haklar ve yükümlülükler açısından erkek ile kadın arasında herhangi bir farklılığa ya da ayrımcılığa yer olmayacaktır. Kadınlarımızın adalet ve eşdeğerlik ilkeleri doğrultusunda, ailelerine ve ülkelerine katkı sağlayacakları, sorumluluk üstlenecekleri, başarılarıyla herkesin takdirini toplayacakları Yeni Türkiye’de, kadınıyla erkeğiyle hiç kimse ayrımcı muamelelere maruz kalmayacaktır. Yeni Türkiye’nin inşasında kadınlarımızın da aktif rol üstleneceklerine, ülkemizin 2023 hedeflerini yakalamasında pay sahibi olacaklarına inanıyorum. Recep Tayyip ERDOĞAN T.C. CUMHURBAŞKANI Mart 2015 / Turuncu Dergİ 25 YAZAR erkeklere ulaşmaması, çözüm önerilerini yetersiz bıraktı. Kadına karşı kötü muamele ve şiddetti yok etmek için, beklenen asıl davranış değişikliğinin şiddet eğilimli erkekler tarafından yapılması gerekiyor. Bu erkeklerde kadını bir meta gibi değil hayat arkadaşı, iş arkadaşı, annesi ve evladı görme; insan olma ve insani muamelede bulunma becerisinin artırılması gerekiyor. Tek Kanatlı Kuş Uçamaz Erkekleri Sadece Erkek Oldukları İçin Hedef Almak… Diğer yandan erkekleri, sadece erkek oldukları için hedef alan yaklaşımlar da çözüme katkı sağlamak yerine sorunu derinleştirmektedir. İnsana ait hemen tüm sorunlarda olduğu gibi toplumsal değişim ve dönüşümde, “erdem ve ahlak” temelli yaklaşımlar esas alınmalı ve topyekûn bir çalışma sergilenmelidir. Kadınlar ve kız çocukları güçlendirilirken, erkekler ve erkek çocuklarının eğitimi de ihmal edilmemelidir. AYŞE KEŞİR akesir@turuncudergi.com Okulda Şiddet, Trafikte Şiddet, Sporda Şiddet, Evde Şiddet Sarmalı Toplumun değer yargılarının “madde” üzerine inşası ve insanın “insan” olma erdeminden uzaklaşmasının, sorunların temelindeki payı ihmal edilmemelidir. Şiddet sadece evin içinde kendini göstermiyor; okulda şiddet, sporda şiddet, trafikte şiddet aslında aynı bütünün parçalarıdır. Medyanın “Sosyal Öğrenmedeki” Kanıtlanmış Etkisi T uruncu yönetimi olarak Mart ayının konusunu, 8 Mart vesilesiyle, “kadınlar” olarak belirledik ve konuyu erkek bakış açısıyla, erkekler için, erkekler üzerinden anlatalım istedik. Elbette biz bunu belirlerken Özgecan Aslan hâlâ yaşıyor ve okuluna gidiyordu. 2015 yılında, STK çalışmalarında 30. yılını dolduracak olan biri olarak, çok uzun yıllar diğer çalışma alanlarımın yanı sıra kadın, kadının güçlendirilmesi, eğitim, yoksulluk ve istihdam alanlarında çalıştım. 2002’den bu yana da yerel ve merkezi siyaset ile bürokrasideki işleyişe şahit olma ve katkı sağlama imkânı buldum. 26 Turuncu Dergİ / Mart 2015 Kadının güçlenmesi, kadın hakları, kadın istihdamı, kadına yönelik şiddet ile mücadele vb. konuları 1980 sonrası, gündemimizde daha yoğun yer almaya başladı. Bu konuda yürekten çalışan kadınları ve kadın kuruluşlarının hakkını teslim etmek gerekir. Öncelikli olarak kadının güçlendirilmesi temel eğitim ve bilinçlendirme çalışmaları yoğunlukla yapıldı. laştı ve hatta bazılarında yaşadıkları baskılar artmaya başladı. “Sen oralara gidiyorsun ve bunları mı öğreniyorsun?” merkezli çıkışlar ile karşı karşıya kaldılar. O zaman daha da açık görüldü ki kadını güçlendirmek gerekli ama yeterli değil. Kadını Güçlendirmek Gerekli Ama Yeterli Değil. Başlangıç için gerekli olan bu çalışmalar neticesinde beklenmedik bir başka sonuç ile karşılaşıldı. Haklarını bilen, kısmen de eğitilen kadınların hatırı sayılır bir kısmı daha da mutsuz- Yaşanan sorun ve çatışmaların bir tarafında şiddet eğilimli erkekler olduğu için, erkeklere ulaşmayan, orada değişim ve dönüşüm sağlamayan projeler yarım ve yetersiz kaldı. Karar alma mekanizmalarında sadece erkeklerin olması, kadınlar için verilen mesajların Medyanın “sosyal öğrenmedeki” kanıtlanmış etkisini yok sayamayız. Bandura’ nın okul çağındaki çocuklar üzerinde yaptığı araştırmalar göstermektedir ki televizyonun, bir “sosyal öğrenme aracı” olarak, özellikle şiddetin öğrenilmesindeki etkisi kayda değerdir. Hemen her yaştaki okuyucuya, izleyiciye hitap eden yayınların içeriği bu bakış açısıyla değerlendirilmesi, medyanın şiddetin artmasındaki sorumluluğunun bilincinde olması gerekmektedir. Kadim Doğruları Tamamen Yok Sayarak Sadece Yeni Gerçekler İle Yeni Sorunları Çözemeyiz. Hemen tüm sosyal sorunda olduğu gibi, kadına yönelik şiddet ile mücadelede de kadim doğruları tamamen yok saymanın ve sadece yeni gerçeklerin, yeni sorunları çözmeye yetmediğini de gördük. Sorunun tarafında olan erkeklerdeki yanlış tutum ve davranışların tek sebebini “geri kalmışlık, dindarlık ve gelenekler” ile açıklamaya kalkan zorlama yaklaşımlar, aslında çatışmayı daha da derinleştirmekte ve çözüm üretme kapasitesini azaltmaktadır. Kadim doğruları bugünün dili ile anlama ve anlatma, ortak çözümler üretmemize katkı sağlayacaktır. “Bir cana kıyan, tüm insanlığa kıymış gibidir.” anlayışıyla; kadına şiddeti, aşağılamayı asla onaylamayan bir inanış ve kökten gelindiği de asla göz ardı edilmemelidir. Şimdi Yeni Şeyler Söyleme Zamanı… Geçmişten gelen yerleşik yanlışları düzeltirken, kıymetli olanları da özgüvenle muhafaza etmemiz; “ben” veya “bizi” tek taraflı yüceltmeden, kadın ve erkeği birlikte dönüştürmemiz gerekiyor. Avrupalı hemcinslerimizden çok önce çıktığımız bu yolda yenidünya değerlerini, kendi kıymetlerimizle hemhâl ederek toplumsal standartlarımızı yükseltebiliriz. Onlarca yasa çıkarsak dahi empati, muhabbet, sevgi, saygı, vicdan dilini kullanmadan; arkadaş, yoldaş, aile ve hatta insan olmayı başaramayız. Kadına Şiddet İle Mücadelede Erkeklere Ulaşmayan Çözüm, Çözüm Değildir! turuncudergi.com turuncudergi.com Mart 2015 / Turuncu Dergİ 27 YAZAR Eksik Yanımıza Dair… K adınların yayınladığı bir kültür dergisine yazı yazma fikrine hazır değilmişim. Teklif geldiğinde fark ettim bunu. Hazır olmadığım şey bir kültür dergisine yazı yazmak değil, “Kadınların yayınladığı…” kısmı… Kadın bakış açısı ve düşünme biçimi farkı üzerine hiç kafa yormamışım. Düşünürken, yazarken, konuşurken “âdemoğulları ve kızları”nı birlikte muhatap saymışım; ayrım yapmamışım. Okurken de… Bu bana “doğru ve iyi bir şey” olarak gelmiş. Fakat düşününce… HHH Kadının ne kadar farklı anlamları var bizim için. Kardeşimiz olarak farklı, arkadaşımız olarak farklı; Annemiz olarak farklı; Sevgilimiz, eşimiz olarak farklı; Çocuklarımızın annesi olarak daha farklı… Muhatabımız, patronumuz, çalışanımız olarak farklı; Fiziksel görünüm olarak farklı, entelektüel olarak farklı… Uzatmak mümkün. Her biri için ayrı bir “kadın” algısına sahibiz. Doğal olarak her biri için ayrı bir düşünme ve davranış biçimine de… Muhtemelen bu karşılıklı. HHH Turuncu’nun eski sayılarını karıştırırken kadın algısı, bakış açısı, düşünme ve davranış biçiminin dokundukları hemen her şeyde nasıl farklılıklar yarattığını “keşfettim.” Bunu “biliyor olmak” yeterli değilmiş. 28 Turuncu Dergİ / Mart 2015 MUSTAFA KARTOĞLU Kadına fizyolojik olarak farklı bir yer biçiyoruz zihnimizde; Ancak mesleki kariyer ve entelektüel olarak “kendimiz gibi” görme eğilimindeyiz. Mesleki veya entelektüel üretimlerini “erkeklerin yaptıklarıyla” değerlendiriyoruz. Bu sanırım kadınlara da yansımış. Birçok kadın akademisyen, yönetici, yazar ve sanatçının “erkekler gibi yapmaya çalıştığı” izlenimim var. Aslında geçerli bir mazeretleri var. Hakim kültürler, zihinsel ve sanatsal alanlarda “sadece erkeklere müsaade ettiği” için standartları, biçimleri, yöntemleri onlar oluşturdu. Kadınlar, ancak onlar gibi yapabildiği kadar “başarılı” sayıldılar. Modern zamanlarda ortaya çıkan kadın hareketinin figürünün “pazusunu gösteren” ve “Biz de yapabiliriz.” diyen bir kadın olması acıklıdır bu yüzden. Bunun yerine “işaret parmağını şakağında çevirerek” hakim erkek sınıfına “Kafan ne kadar çalışıyor? Onu göster.” mesajı veren bir kadın figürü tercih edilseydi mesela? Esasen “pazulu figür”’ün de bir “erkek fikri”, dahası bir “kapitalist erkek fikri” olduğunu, kadını “ucuz işgücü” olarak dokuma fabrikalarına, çamaşırhanelere sokmayı amaçladığını söyleyenlere katılıyorum. “Kapitalizmin şövalyeleri” olan “markalar”ın dayattığı kadın figürleri, bugün de farklı değil. Hazır giyim ve deterjan reklamlarını hatırlatmak yeterli olur sanırım. HHH Kadının “anneliği” ve “aile kuruculuğu” yüceltilirken üretim ve yönetim alanlarına açılan kapılarının kapatılması ne kadar yanlış ise; Kadının üretim ve yönetimde söz sahibi olması yüceltilirken, anneliğin ve aile kuruculuğunun değersizleştirilmesi de o kadar yanlış. Kadına dair, tarihten süzülüp gelmiş bile olsa geleneksel kodları güncellemek bir “kültürel ihanet” değil. Geleneksel kodlara meydan okuyan “yabancı” kodları sorgulamak da gericilik değil. Batı’nın “kadın” algısını oluşturan tarihi derinlik bizden farklı. Onların kodlarıyla davranmak bizde çok trajik sonuçlar doğurdu. Kendi kodlarımız da zaman içinde bozuldu; düzeltemedik, yenileyemedik. Ama en azından bugün bunun daha çok farkındayız. Ve kodlarımızı sorgulamak, güncelleme yapmak zorundayız. Kadın, eşitlik, annelik, aile, üretkenlik… HHH “Nesil doğurma ve yetiştirme” yetisi kadınlar için müthiş bir lütuf. Ancak bunu -tercih edenlere saygıyla- “zorunlu hayat tarzı”na dönüştürmeye kimsenin hakkı da yetkisi de yok. Bugüne kadar “gasp edilen haklara” karşılık pozitif ayrımcılığın doğru olduğunu düşünüyorum. Bu açık görüşlülüğümden veya iyi niyetimden değil; “Kadın aklı”na, duygusuna ve yeteneklerine ziyadesiyle ihtiyacımız olduğu için. Turuncu’da bana bunları düşündürten yazarlarla sayfa komşusu olmak gurur verici. turuncudergi.com DOSYA “erkekler de kadınların haklarını elde etmelerinden birinci derece TOLGA KAREL (OYUNCU) Yaşadığımız toplum her ne kadar ataerkil sorumluyuz gibi görünsede bizler annelerimizin .” 8 Mart Dünya Kadınlar Günü Vesİlesİyle ÜNLÜ ERKEKLERDEN, ERKEKLER iÇiN yetiştirdiği, emek verdiği, fedakarca büyüttüğü evlatlarız. Ve ben önce annemin sonra da tüm kadınlarımızın hatta tüm dünya kadınlarının 8 Mart dünya kadınlar gününü kutlarım. TOLGAHAN SAYIŞMAN J A S E M (OYUNCU) n Emekçi kadınların günü olan 8 Mart vesilesi ile öncelikle biz erkeklerin “kadın haklarını” tekrar hatırlaması gerektiğini düşünüyorum. Özellikle son dönemlerde tüm ülke olarak üzülerek şahit olduğumuz olaylar karşısında insanın nutku tutuluyor. Bir yandan da bu öfkeyle birlikte, şiddetle mücadele karşısında yaşanan bu birliktelik de bizleri umutlandırıyor. Kadınların, aktif eğitim ve çalışma hayatında yer almaları temel insan haklarının gereğidir. Unutulmamalı ki her bir bireyi topluma kazandıran bir kadındır, annedir... Evlat, eş, arkadaş ve en önemlisi bir insan olarak biz erkekler de kadınların haklarını elde etmelerinden birinci derece sorumluyuz. VAR OKAN KURT Onlar, kendi alanlarında başarı elde etmİş, radyo, televİzyon ve sİnema dünyasının sevİlen İsİmlerİ. Turuncu okuyucuları için, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü, kadın hakları ve kadına yönelik şİddetle mücadele mesajlarını aldık 30 Turuncu Dergİ / Mart 2015 turuncudergi.com n Annem ile başlayan kadına olan saygım ve sevgim şimdi eşim, ilerde de yetiştirdiğim kızımla devam edecek. Ben kadınlarımıza olan sevginin sadece 8 Mart ile sınırlı kalmasını doğru bulmuyorum. Yaşam içinde erkeğin sağ kolu, destekçisi, cefakar kadınların daima sevgi ve saygıyla anılmayı hakettiklerini düşünüyorum. Ailenin temel taşını oluşturan ve topluma birey yetiştiren kadınlarımızın huzuru gelecek nesillere aktarılacak sağlıklı bir mirastır diyorum. Ve tabii ki bu yazı vesilesi ile de annemin, sevgili eşimin ve sadece Türkiye değil tüm dünya kadınlarının Dünya Kadınlar Günü’nü kutluyorum. turuncudergi.com KAAN TAŞANER (OYUNCU) Kadına karşı şİddet uygulama zavallılığını gösteren tüm erkeklerİ kınıyorum n Yeryüzünün en naif hamalı, sessiz kutsalı, hor görülmüş emanetçisi… 8 Mart dünya kadınlar günü sebebiyle, evde, işte, hayatın her yerindeki emekçi tüm kadınlara minnet ve şükranlarımı sunuyorum. DOSYA Var etmeye, İmar etmeye, yaşatmaya çalışan kadınların acımasız erkekler tarafından vahşİce katledİlmelerİne kahroluyorum SELİM YUHAY (evİm şahane prog mİmarı) n Bugüne kadar TV ekranları aracılığı ile 600’ ye yakın eve konuk oldum. Bu bir anlamda kimsenin sahip olamayacağı kadar ailelerin yaşanmışlığına tanıklık etmek, acılarına ve mutluluklarına kısacası hayatlarına ortak olmaktı benim için. Eşler, evlatlar, anneler tanıdım. Ailelerini daima bir arada tutmaya çalışan, tüm güçlüklere göğüs geren kadınlar tanıdım… Yürekli kadınlar... Evlerinde yaptığımız küçük değişiklikler, bazen onlar için yepyeni, büyük başlangıçlar oldu. Onların yani kadınların gözlerindeki mutluluğu görmek bana daima güç verdi. Ve ne için daha çok çalışmam gerektiğini içten içe hissettim. Var etmeye, imar etmeye, yaşatmaya çalışan kadınların acımasız erkekler tarafından vahşice katledilmelerine kahroluyorum. Kadınların yuvalarındaki mutluluğu, güveni onların yetiştireceği neslin daha sağlıklı ve güven dolu olmasını sağlıyor. Ben kendimi bu misyonla bir anlamda onlara adadım da diyebilirim. ALİ ŞENTÜRK (RADYOCU) TOLGA KAREL (Oyuncu) n Yaşadığımız toplum her ne kadar ataerkil gibi görünse de bizler annelerimizin yetiştirdiği, emek verdiği, fedakarca büyüttüğü evlatlarız. Bizim töremizde, anneye el kalkmayacağı gibi, eşe, evlada da el kalkmaz. Ülkemizde kadına şiddete karşı olan her projede yer almaya hazırım 32 Turuncu Dergİ / Mart 2015 n Son dönemlerde kadınlarımıza karşı oluşan şiddet olaylarının yüreğimizi yakıp canımızı acıttığı büyük bir gerçek. Onların saçının teline dokunulunca birlik ve beraberlik ile buna karşı durmamız ise onur verici bir durum. Eğitimin başlangıcı aile ailenin de temel taşı kadınlar yani annelerimiz, eşlerimiz aslında. Yani İslam dini bunu yüzyıllar öncesinden bize haber vererek , onlara cenneti müjdelemiş. Bunun üzerine artık çok da bir söz söylemek doğru olmaz sanırım. Ben eşim ve annem başta olmak üzere tüm fedakâr kadınların, cefakâr kadınların sadece belirli günlerde değil, daima anılması, hoş tutulması ve takdir edilmesinden yanayım. O yüzden Mart ayı bahanesi ile tüm günlerde onları anmak ve mutlu edebilmek dileği ile diyorum. ADEM TERZİ (İMAJ MAKER) Kadına Karşı Şİddet utanç verİcİ… n “Doğurduğu ve dokunduğu her şeyi güzelleştiren kadın şefkattır, anadır. Son zamanlarda giderek artan kadına şiddet vakalarının ruhumuzda açtığı yarayı onarmak mümkün değil. O anne, o baba, o kardeşin acısı nasıl diner? Kadına Karşı Şiddet erkeklik adına yapılması utanç verici. Bütün kadınlarımıza, fiziken ve ruhen zarar görmedikleri, haklarını tam olarak kullandıkları, güzel günler diliyorum. turuncudergi.com Deli Kızın Bohçası VERA NUR AYDINBAŞ veranur@turuncudergi.com Tatlı Benim sevgilim Uzuun bir sessizlik hâli. Onunla haftalardır irtibatımız yok... 34 Turuncu Dergİ / Mart 2015 Sen. Bana bir şey söyle. Seninle konuşmak için bir bahaneye ihtiyacım var. Bana ne tavsiye edersin? Bana bir şey söyle! Seni çok fazla düşünüyorum. Bu yoksunluk beni öldürüyor. Cezalı gibiyim. Buna bir son ver. Bana bir şeyler söyle ve beni sakinleştir. Dindir. Denizlerin tuzu çekildi, gemilerin canı... Dışarıdan güçlü görünüyorum, biliyorum. Aklıma her gelişinde kemiklerim kırılıyor. Bu, uyuşturucu gibi... Bir doz için her şeyi yapabilirim. Bir doz alıp sakinleşebilmek için... Bir doz ve özlem dinsin. Batakta olduğumun farkında olsam da bu illetten sabır ve meşakkat ile kurtulmam gerektiğini bilincimin her kıvrımıyla kabul etsem de yoksunluk krizindeyim ve ah, o uyuşturucum için her şeyi yapabilirim. Sonrası daha büyük acı ama umurumda değil. Tam şu anda organlarım şişiyor ya da yok oluyor. Bana bir şeyler oluyor, yeter ki bir doz… Evet, evet. Aşkın, aşığın, aşık olma hâlinin fiziki tam karşılığı madde bağımlılığı olsa gerek. Bu his, Allah’ım... İçimde köpüre köpüre burun deliklerimi kapayıp beni nefessiz bırakan bu his… Ama bu bir yanılsama. Sanrı bu. Bu gerçek değil! Her şeyin sebebi özlem. Ne demiş Aşık Veysel; “İki kişi birbirini sever de kavuşamazsa, aşk olur.” Bir insan kendisinin bu denli acı çekmesine neden izin verir? Neden yapar bunu kendine? Çünkü bu bir haz. Bağımlılık. Zorunluluk. Ah, benim tatlı uyuşturucum… Rehabilite olmak istiyorum. Hay aksi, aşk illetinden kurtulma rehabilitasyon merkezi de yok ki! turuncudergi.com YAZAR Hititçe çivi yazılı kaynaklar ve arkeolojik malzemeden Hitit Devleti’nin idari yapısının üst kademesinde bulunan kadınların yani kraliçelerin, krallardan bağımsız bir mevkiye sahip oldukları, çağdaşları olan Mısır ve Mezopotamya kraliçelerinin aksine bilfiil iç ve dış siyasetin içerisinde yer aldıkları anlaşılmaktadır. Hitit kadını devletin konumunu sağlamlaştırmak maksadıyla siyasî bir unsur, canlı bir güvence olarak farklı bir statüde karşımıza çıkmaktadır (Hititlerde Kadın ve Siyaset / Yusuf KILIÇ-H. Hande DUYMUŞ). Kadının devlet yönetiminde ve toplumun şekillenmesindeki önemini ve yerini pek çok örnekte görebilmekteyiz. Büyük Hun İmparatoru ile Çin arasındaki ilk barış antlaşmasını Mete Han’ın hatununun imzaladığı bilinmektedir. Hun Devletleri’nde kağanın emirnameleri sadece “Hakan buyuruyor ki….” diye başlamışsa, hatunun adı olmadığından kabul görmez ve uygulamaya geçilmezdi (Necdet Sevinç, Türk Dünyası Araştırmalar Vakfı İstanbul -1987) . İslam öncesi Türk Devletleri’nde, hakanların eşi veya annesi olan hatunlar devlet yönetiminde söz sahibiydi. Aralarında Mete’nin eşi gibi devlet siyasetine yön verenler bulunduğu gibi naibe olarak devleti idare edenler, hatta devlet başkanlığı yapanlar mevcuttu. Örneğin; Hun ülkesine gelen elçiler Attila ile birlikte eşi Anghan’a da hediyeler getirirlerdi. Hatun elçileri kabul ederek, devlet meselelerini görüşürdü (Ali Ahmet Beyoğlu-Avr. Hun İmp.Ankara-2001). Mesela, Tuğrul Bey’in eşi Altuncan Hatun, hükümdarın yokluğunda yapılan bir hücumu kendi birlikleriyle püskürtmüştür. Göktürk ve Uygurlar’da kağanın karısı hatun, devlet işlerinde kocasıyla KADININ SOSYAL VE SİYASAL ALANDAKİ TARiHSEL SERÜVENİ Türk siyaset kültüründe kadınlar önemli bir konuma sahiptir. Osmanlı’da da kadınların son derece etkin olduğu ve sosyal hayatın içinde olduğu hatta seferlere çıkıp savaşlara katılması, kadınların devlet ve siyasetten ayrı düşünülmediğinin bir göstergesidir. TÜLAY ÖZDEMİR tulayozdemir@turuncudergi.com T arih boyunca kurulan Türk devletlerinde kadınlar, toplum hayatında olduğu gibi siyasi hayatta da önemli roller üstlenmişlerdir. Zaman ve mekâna bağlı olarak bulundukları coğrafyada farklı kültürleri ve inandıkları dinin de etkisiyle, kurmuş oldukları devletlerde kadınların rollerinde de birtakım değişiklikler yaşandığı görülmektedir. İslam öncesi Türk tarihine baktığımızda kadının temel niteliği “annelik” ve “kahramanlıktır”. Türk devletlerinde yaşanan pek çok savaşa ve göçe rağmen Türklerin yıkılmadan, dimdik kalabilmeleri; mutlu ve güçlü aile yapısına, dolayısı ile kadınların iradesine de bağlıdır. Bu tablo, Türk toplumunda kadının yerini açıkça ortaya koymaktadır. Orta Asya’daki devletlerin tümünün sosyal ve siyasi hayatına bakıldığında kadınların önemli yetki ve haklara sahip olduklarını görmekteyiz. Örneğin, İskitler’de kadınlar erkeklerle beraber askeri eğitim alırlar, onlarla beraber savaşa katılarak birebir mücadele ederlerdi. (Aytunç, Altındal Türkiye’de Kadın 1991). 36 Turuncu Dergİ / Mart 2015 turuncudergi.com turuncudergi.com beraber söz hakkına sahiptir. (İ. Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü,2007). Türk kadının geleneklerinde barındırdığı geniş yetki, önemli statü İslam’a geçişte dikkat çeken bir durumu beraberinde getirmiştir. Arap Devletleri’nin siyasi geleneklerinde yer almayan kadınların, devlet yönetiminin zirvesinde yer aldıkları görülmektedir. Harzemşahlar Devri’nde Sultan Tekiş’in kızı Terken Hatun eşi ve oğlunun hükümdarlığı döneminde, onlarla aynı derecede yönetimde bulunmuştur. Bu hatunun “Hüdavend-i Cihan” yani dünyanın sahibi unvanını taşıması, tuğrasının bulunması, iktidarda nedenli önemli olduğunu göstermektedir (İ.Kafesoğlu-Harzemşahlar İmparatorluğu). 1250 yılında Mısır’da Eyyübi Hükümdarı olarak ilan edilen Melikşah Necmüddin’in zevcesinin hükümdarlığının kadın olduğu için Abbasi Halifesi tarafından kabul edilmemesi tarihte dikkat çekici olaylardandır (İ.Hakkı Uzunçarşılı-Osmanlı Devlet Teşkilatı M.TTK.Ankara-1984) (Arzu Terzi-21.Yy Da Eğitim Ve Toplum-Eğitim Bilimleri Ve Sosyal Araştırmalar Dergisi). Selçuk Sultanı Tuğrul, 11. yy’ da Bağdat’ı işgal ettikten sonra eski halifelerin sarayında Halife el Kasım Biemrillah’ ın kızı ile evlenir, eşini büyük bir saygıyla tahta oturtur (g.l.s.Boghdad Abbasid Oxford 1900). Selçuklular’ da Han’ın eşine ait bir siyasi birim, hazine ve ordu bulunmaktaydı. Anadolu’ya gelen Türkler’ in devlet sisteminde birtakım değişiklikler olunca, kadının da yönetimdeki konumunda bazı değişimler yaşanmıştır. Örneğin, Büyük Selçuklu’ da kadının yönetimde fiilen bulunması en aza indirgenmiştir. Kadınların iktidar mücadelesi, planlı evliliklere ve çocukları üzerinden sürdürülen taht mücadelelerine dönüşmüştür. Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında kadınların siyasi alanda erkeklerle beraber etkin bir konumda olduklarını görmekteyiz. Anadolu Selçuklu Dönemi’nde kurulan ve Osmanlı’nın kuruluş yıllarında varlığını devam ettiren Bacıyanı Rum Teşkilatı ile kadınlar örgütlenerek siyasal ve toplumsal yaşamın vazgeçilmez parçası olmuş- lardır. Kadınların üretici, aktif, organize edici rollerini Ahilik Teşkilatı’nı kuran Fatma Bacı’dan da anlayabilmekteyiz (A.Kurt,Osmanlı Kadınının Sosyo Ekonomik –Ankara-1999). Ahilik Kuruluşu’nda rol oynayan ve din büyüğü tarafından bizzat organize edilen bu örgüt, bize o dönemde kadının siyasi ve sosyal alandaki yerini göstermektedir. Bu örgütün faaliyetlerine bakıldığında kadının sosyal alanda örgütlendiği görülmektedir. Bu uygulama, kültürel bir miras olarak Osmanlı’ya da ulaşmıştır. İbn-i Haldun’un nazariyesine uygun olarak mülkün kurulduğu ilk dönemde toplum katmanlarında önemli bir ayrışma yoktu. Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında kadınların siyasi alanda erkeklerle beraber etkin bir konumda olduklarını görmekteyiz. 1.Murat’ın kızı Melek Hatun ve Selçuk Hatun ilk dönem Osmanlı devlet siyasetinde önemli rol almışlardır. Kanuni Dönemi ve sonrasında Hürrem Sultan ile güçlenen kadın siyasi gücünün kızı Mihrimah Sultan’la devam etiği ve Esma Sultan Dönemi’nde de kadının politik güçlülüğünün hissedildiği görülmektedir. Özellikle valide sultanların dönem dönem Osmanlı siyasetine yön verdikleri, küçük yaştaki oğullarına Nabilik yaptıkları bilinmektedir (A,Rıfat Altınay Kadınlar Saltanatı Tarih Vakfı Yay. Mart 2015 / Turuncu Dergİ 37 YAZAR XIX.yy.’da Sultan Abdülmecit’in annesi Bezmi Alem Valide Sultan, oğlunun İstanbul’da olmadığı zamanlarda devlet işiyle uğraşmış, yol göstermiş ve en önemlisi de İstanbul’da bir bürokrat yetiştirme okulu inşa ettirdiği Osmanlı arşivlerinde tespit edilmiştir. V. Murat’ın tahta çıkması, kısa saltanatı ve tekrar padişahlık makamına gelmesi mücadelelerinde annesi Şevk-i Efsar Valide Sultan’ın önemli etkileri olmuştur (Arzu Terzi-Sarayda İktidar Mücadelesi-Timaş Yayınları-İstanbul-2011). Cumhuriyetin getirdiği yenilikler içerisinde yer alan kadınlara seçme ve seçilme hakkı, kadınların tarihteki siyasi atılımları açısından oldukça önem taşımaktadır. Tanzimat Dönemi (18381876)’nde kadınların sosyal hayatta kendilerini ifade edebilmeleri açısından devlet tarafından atılmış önemli adımlar yer almıştır. Devlet, kızların eğitimleri ile ilgili önemli kararlar almış; sübyan, rüştiye, idadi, sultani gibi okullara devam etmeleri sağlanmıştır. Meslek edinmeleri, öncelikle öğretmenlik mesleğinin önü açılmıştır. Dönemin kadınları tarafından özgürlüğün ilanı olarak algılanan İkinci Meşrutiyet’in ilanı, yeni modern kadın modelinin de şekillenmeye başladığı süreç olmuştur. Bu dönem, kadınlara yönelik politikaların da kadınların eğitimine hız kazandıracak kurumların açılışını da gerçekleştirmiştir. Kızlar için 1913 yılında ilk kız lisesi olan İstanbul İnas Sultanîsi, bugünkü adıyla İstanbul Kız Lisesi açılmış ve bunu halen günümüzde de eğitim veren Erenköy, Çamlıca ve Kandilli Kız Liseleri’nin açılışı takip etmiştir. İkinci Meşrutiyet Dönemi’nin kadınlar için en önemli özelliklerinden biri de yükseköğrenim hakkını elde etmiş olmalarıdır. 1914’te Darül- Fünun’ da kızlara yönelik derslere başlanmış ve 1914’te ayrı bir İnas Darül-Fünun’u kurulmuştur. 1915 yılında İstanbul Darül- Fünunu’ nda kadınlara haftada dört gün olmak üzere düzenli konferanslar verilmeye başlanmıştır. Ayrıca 1915’de ilk defa İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde Türk 38 Turuncu Dergİ / Mart 2015 kızları erkekler ile beraber yükseköğrenim görmeye başlamıştır. 1917 yılında kızlar için Güzel Sanatlar Okulu ve Konservatuvar, terzilik eğitimi veren okullar ile hemşirelik ve ticari derslerin verildiği okullar açılmıştır. İlk defa yurt dışına eğitim için kızların gönderilmesi de bu dönemde gerçekleşmiştir. (Daha geniş bilgi için bkz. Kurnaz, 1997). İkinci Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte, çalışma hayatındaki kadın sayısında artış olmuştur. Hastane, posta idaresi, tekel idaresi, laboratuvar vb. işlerde kadın çalışan sayısı artmış; yol yapımı, maden işçiliği, atölyeler, sokak temizliği gibi işlerde de kadınların çalıştırıldığı görülmeye başlamıştır (Güzel, 1985: 868-871). 1913 yılında ilk kez bir kadın, devlet memuru olarak çalışmaya başlamıştır (www.kgsm.gov.tr). 1908 yılı sonrasında kadınlar, gıda sanayi, dokuma sanayi, kerestecilik imalatı, sigara, sabun, kimyasal ürünler sanayi, matbaacılık vesaire alanlarda da istihdam edilmişlerdir. İkinci Meşrutiyet’in ilanı itibariyle Osmanlı’nın gelişmiş kentlerinde sanayi iş gücünün %30’unu kadınlar oluşturmakta ve kadın iş gücünün yoğunluğu, dokuma ve gıda sanayinde, tarım işletmelerinde görülmektedir (Çaha, 1996: 103). İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra kadınlar, siyaset alanında da varlık göstermeye başlamıştır. İttihat ve Terakki Cemiyeti politikaları gereği, partinin kadın kollarını faaliyete geçirmiştir. İttihat ve Terakki Cemiyeti Kadın Kolları, kadınlara yönelik konferanslar vermekle kalmamış, kadınlara yönelik derneklerin kuruluşuna da destek vermiştir. Bu dernekler arasında İttihat ve Terakki Kadınlar Şubesi, Osmanlı Kadınları Terakkiperver Cemiyeti ve Teal-i Vatan Osmanlı Hanımlar Cemiyeti yer almaktadır (Çakır, 1996: 52). İkinci Meşrutiyet Dönemi kadınları siyasal hayata katılmayı öncelikli olarak ele almamışlar, toplumsal alanda hukuki güvenceler elde etmeyi, erkeklerle aile hayatında eşit haklara sahip olmayı amaçlamışlardır. Ayrıca, siyasal katılım anlamında oy hakkı, erkekler için bile kurumsallaşmış değilken, Meşrutiyet kadını oy hakkı talebini geri planda bırakmıştır (Çaha, 1996: 105). turuncudergi.com İkinci Meşrutiyet’in ilanını özgürlüğün ilanı olarak kabul eden kadınlar için bu dönem, geleneksel rollerinden sıyrılıp yeni modern kadın kimliğine kavuştukları sürecin başlangıcıdır. Kadın konusunun bu kadar güncel olmasında en önemli etken muhakkak ki İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin hem kendi parti programlarında hem de hükümet politikalarında kadına özel bir yer vermesinin sonucu olmuştur. Tanzimat Dönemi ile başlayan kadının toplumdaki yeri meselesi İkinci Meşrutiyet Dönemi’nde daha kapsamlı ele alınmış ve Cumhuriyet Dönemi, yeni modern kadın modelinin oluşum sürecinin de temelleri atılmıştır. 15 Haziran 1923’te ilginç bir gelişme yaşanmış, Nezihe Muhittin’in başkanlığında ilk kadın partisi olan Kadınlar Halk Fırkası’ nın kurulması girişiminde bulunulmuştur. Ne var ki kadınlara oy hakkı tanımayan 1909 tarihli Seçim Kanunu gereğince valilik tarafından partinin kuruluşuna onay verilmemiştir. Bunun üzerine hareket 1924 yılında Türk Kadınlar Birliği adıyla dernekleşme yoluna gitmiştir. Cumhuriyet’in ilanından sonra, gerçekleştirilen reformlarla birlikte kadınlar birçok alanda yeni ve çok önemli medenî ve siyasal haklar elde etmişlerdir. Bu hakların temel taşını 17 Şubat 1926’da TBMM’de kabul edilen Medeni Kanun oluşturmaktadır. Bu şekilde kadın-erkek eşitliğinin sağlanmasının önü açılırken, kadınların toplumsal hayattaki statüleri de yükselmiştir. 1930’da Belediye Yasası çıkarılmıştır. Yasa ile kadınlara belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır. 8 Şubat 1935’te Türkiye Büyük Millet Meclisi 5. Dönem seçimleri sonucunda 17 kadın milletvekili ilk kez Meclis’e girmiş, ara seçimlerde bu sayı 18’e ulaşmıştır. Unutmamak gerekir ki Türkiye’de kadınlara seçme ve seçilme hakkı verildiğinde Fransa’da kadınlar seçme ve seçilme hakkına henüz sahip bulunmuyordu. 80 sonrasında birçok kadın derneğinin kurulduğu görülmektedir. 1990 yılında kurulan Kadının Statüsü ve turuncudergi.com Sorunları Genel Müdürlüğü (KSSGM) ise devlet katında kadın sorunlarına eğilmenin önemli bir adımı olmuştur. 1993 yılında, bir kadının başbakan olması pek çok bakış açısını değiştirmekle kalmamış siyasi partilerin kadın siyasetçi arayışına girmelerini sağlamıştır. Tansu Çiller örneği, Türk kadınının siyasi arenada en üst düzeye çıkabileceğinin iyi bir örneği olmuştur. 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinden sonra ise TBMM’deki kadın milletvekili sayısında önemli bir artış olduğu görülmektedir. Bu dönemde kadın milletvekillerimizin sayısı 50’ye yükselmiştir. Bu şekilde, 23’ncü dönem parlamentomuz 1935’teki kadınların yüzde 4.6 olan temsil oranını ilk kez aşmış ve yüzde 9.1 düzeyini yakalamıştır. Öğretim üyeleri arasında kadınların oranı, ülkemizde yüzde 40’a ulaşıyor. Bu, Avrupa ve Amerika’dakinden daha yüksek bir oran ama unvan yükseldikçe kadın oranının azaldığı da bir gerçek. Bu da bize kadınların toplumsal temsilde yaşadıkları sıkıntının sadece siyasetle sınırlı olmadığını gösteriyor (Hayati Yazıcı- Kadın Ve Siyaset Paneli Sunumu). 2011 yılı seçimlerine gelindiğinde kadınlar, TBMM’den 78 milletvekili ile bir rekora imza atmıştır. 45 tanesi AK Parti’den olmak üzere seçilen milletvekili kadınlar, siyasette kadınların yaptığı atılıma büyük bir örnek teşkil ettiler. Ak Parti tarafından büyük bir hassasiyetle sürdürülen “Kadınlara Pozitif Ayrımcılık” çalışmaları seçimlere de olumlu yansımıştır. Bu görüş siyasal alanda da toplumsal alanda da etkisini hissedilir derecede göstermektedir. Kültürümüzün kadına verdiği toplumsal hayattaki annelik rolü, kadını sosyal ve siyasi arenadan uzak tutmamalıdır. Zira anneliğin getirdiği organizasyon ve yönetme yeteneği kadını bu alanda daha da güçlendirmektedir. Pozitif ayrımcılık ilkelerinin toplumumuzda daha etkin hâle getirilmesi ve kadınlarımızın bunu iyi değerlendirerek sosyal hayatta ve siyasette aktif rol alma yolundaki gayretlerini artırmaları, siyasi arenada etkinliklerini hissettirmeleri gerekmektedir. Cumhuriyet’in ilanından sonra, gerçekleştirilen reformlarla birlikte kadınlar bir çok alanda yeni ve çok önemli medenî ve siyasal haklar elde etmişlerdir. Mart 2015 / Turuncu Dergİ 39 YAZAR MUHAFAZAKÂR MEDYANIN KADINLA İMTİHANI Muhafazakar medyada çalışan Kadınlar “sığınmacı” olduğuna göre, “düdük” muhafazakâr medyanın erkeklerİnİn elİndeydİ ve onlar da neyİ muhafaza etmelerİ gerektİğİne daİr net bİr şuura sahİp değİldİ AYŞEGÜL YILDIRIM KARA M uhafazakâr camianın başına kâbus gibi çöken günleri hatırlarsınız; herkes mağdurdu, başörtülüler herkesten çok daha fazla mağdurdu. Nazardan nihan olmanın lazımesi olan başörtüsü, bütün projektörler üstüne dönünce en büyük görünürlük vasıtası hâline geldi, başörtülüler de göze batmanın ceremesini kat kat çekti. Hâl böyle olunca başörtüsü meselesi “davanın” 40 Turuncu Dergİ / Mart 2015 aysegul@turuncudergi.com ana eksenlerinden birine dönüştü, mücadelenin “bayrağı” ve sloganı hâline geldi. Başörtülü “bacılar” bizim canımız, feda olsun kanımız… Lakin vitrinde argümanlar döne döne nar gibi kızarırken, mutfağı çerçöp doldurmuştu. Başörtülü kadınlar trajik bir seçimle karşı karşıya bırakılmıştı, iki tavizden birini seçmek mecburiyetindeydiler: Ya inandıkları gibi yaşamaktan vazgeçeceklerdi veya sosyal hayattan tecrit edileceklerdi. Eğitim imkânları turuncudergi.com kadar çalışma imkânları da baskı altındaydı. Devlet dairelerine zaten giremiyorlardı ama kraldan çok kralcı özel kuruluşlara da giremiyorlardı. Hatta muhafazakâr kuruluşlara bile zaman zaman giremiyorlardı. Bir gün önce başı açık personel istihdam etmeyen bazı kurumlar, bir gün sonra başörtülü personele kapının yolunu gösterivermişti. Zaman dik durmak zamanı değildi, mücadeleye boyun eğerek devam edilecekti. Omurga gösterip başörtülü kadınları çalıştıran kuruluşlarda bile işler sanıldığı gibi değildi ve medya sektörü de bundan muaf değildi. Ana akım medya kurumlarında başörtülüler bırakın çalışmayı, zinhar kapıdan bile bakamazlardı. Muhafazakâr medya ise başörtülüleri içeri buyur etti ama “besleme” muamelesiyle. Sosyolojisi karmakarışık olmuş bir memleketin, fikriyatı çıkmaz çelişkilerde düğümlenmiş evlatlarıydı muhafazakârlar, kadını ve erkeğiyle... Fakat kadınlar “sığınmacı” olduğuna göre, “düdük” muhafazakâr medyanın erkeklerinin elindeydi ve onlar da neyi muhafaza etmeleri gerektiğine dair net bir şuura sahip değildi. Mesela “piyasanın” kötü alışkanlıklarını muhafaza ettiler: Başörtülü kadınların çalışmak için başka alternatifleri yoktu. Yani belirli kurumlara, belirli patronlara mecburdular. Yani maaşları pekâlâ kırpılabilirdi; malum “piyasa kuralıdır”, “Beğenmiyorsan kapı orada kardeşim!..” Modernite ile gelenek arasında sıkışmış bir zihniyet karışıklığını da muhafaza ettiler: Dinde de, örfte de kadın muazzez bilindiği hâlde, her nasılsa araya kaynamış birtakım kötü âdetler vardı. Çıka çıka bunlara sahip çıktılar, kadını hor ve hakir gördüler. Hor görmediklerine “evin kızı” muamelesi yapıp, kimselerin yapmadığı “fedakârlığı” onun yapması gerektiğini söylediler. Başörtülü kadın işin gelenek(!) tarafında kalıyordu ve itibar görmüyordu, terfi edemiyordu, hele idareci olması hiç mümkün değildi. “Modern görünümlü bayanlar”la ise iletişim kurmak daha kolaydı(!). Durum “ruj farkı” isimlendirmesiyle sosyoloji literatürüne bile geçti. Başörtülüler bu duruma sessiz sedasız katlandılar, zira “kartalı vuran ok” kendi tüyündendi. Birçok turuncudergi.com yetenekli kadın, sırf başörtülü oldukları için geri planda bırakıldılar. Sağlıklı bir iletişim kurulamadı, “sıkıntı” olarak algılandılar. Haklarını aramaya kalktıklarında “Hizmet ediyorsunuz, daha ne istiyorsunuz?” gibi savunmalarla geri püskürtüldüler. Nedense erkek meslektaşlarının “hizmet etmesi” gerekmiyordu. Muhafazakâr kadınlar başörtüsü ile çalışabilme imkânının bedelini fazlasıyla ödediler ve memnuniyetsizlikleri giderek arttı. Zaman geçti, muhafazakâr camia sonunda “muzaffer” oldu, fizyolojisi öncekinden bin beter karışmış bir hâlde... Hayat da değişiyordu, değerler ve düşünceler de. Madem “dava” kavramı giderek unutuluyordu, “muhafaza-i kâr” kavramı öne çıkıyordu. Madem artık kırılan kolun yen içinde kalması gereken günler geride kalmıştı; artık çatlak sesler çıkabilir, sıkıntılar dile getirilebilirdi. İslâm “sosyal adalet” kavramı etrafında, sosyalizm üzerinden okunur olmuştu. Aynı zamanda “hak ve özgürlükler” kavramları, liberalizm üzerinden de ifade edilebiliyordu; neden “kadın sorunları” kavramı da “feminizm” üzerinden kurgulanamasındı? İç çekişmelerimize bir yenisi eklenirken feminist retorik ters tepti, sıkıntıların üstünün örtülmesini kolaylaştırdı. Kullanılan kavramlar ve ithal literatür yüzünden çoğunlukla kadınların dile getirdiği sorunlar “Başımıza feminist mi kesildin?” toptan yargıcılığıyla değersizleştirildi, anlamsızlaştırıldı. Mart 2015 / Turuncu Dergİ 41 Bebek hep bencil, anne de hep fedakâr oldu. Bebek yuvasında aklına geldiği gibi davrandı; annenin midesi bulandı, kustu, yemek yiyemedi. Bebek, annenin kalsiyumunu, proteinlerini, kanını emdi; annenin saçı döküldü, derisi kurudu, dişleri çürüdü, metabolizması bozuldu. Bebek ekşi istedi, tuzlu istedi, tatlı sevmedi; anne, bebek ne istediyse onu yedi, sevdiği şeylerden vazgeçti. Tüm bunlar olurken kadın bir kez olsun şikayet etmedi, pişman olmadı, sızlanmadı, kızmadı. Bir ömür boyunca evladın hep bencil, annenin hep fedakâr olma dönemi işte böyle başladı. KONUK YAZAR Bir KEMAL ÖZTÜRK Bir Aşk ki Dünyada Benzeri Yok nnenin Bari olan Allah, kadının rahmine, en büyük mucizesi olan insanın nutfesini koyarken, aynı zamanda bizim fark etmediğimiz ikinci mucizesi olarak kadının kalbine bir duygu koydu. İşte o an kadın, karnındaki canlıya aşık oldu. Cinsiyetini, boyutunu, adını, yüzünü bilmediği bir canlıya aşık olmak, sadece Hâlik olan Allah’ın lütfu keremiyle mümkün olabilir. Kadını anneye dönüştüren şey de bu benzersiz aşktır. Bari olan Allah; kadının rahmine, en büyük mucizesi olan insanın nutfesini koyarken aynı zamanda bizim fark etmediğimiz ikinci mucizesi olarak kadının kalbine bir duygu koydu. İşte o an kadın, karnındaki canlıya aşık oldu. Kadını anneye dönüştüren şey de bu benzersiz aşk oldu. H epimiz çocuklarımızın doğumuna ve büyümesine şahitlik ettik. Allah’ın en büyük mucizelerinden biridir insanoğlunun doğumu. Hiçbirimiz, en az bebeğin mucizesine benzer başka bir mucizeye sanırım hiç dikkat etmedik: Bir kadının anne olması, yani bir annenin tıpkı bir bebek gibi doğuşu… Hepimiz, kadının kendisi de dâhil, bebeğe odaklandığı için bir annenin doğuşuna dikkat kesilmedik, izlemedik ve yazmadık. Anne adayının doktor kontrolündeki rutin sürecinden bahsetmiyorum. Bir kadının anneliğe geçişindeki ruhsal, bedensel, duygusal değişim bahsettiğim mucize. Ne muhteşem bir doğuş. 42 Turuncu Dergİ / Mart 2015 İlk Müjde ve İlk His İlk müjdeyi aldığında yani Azim olan Allah’ın ona, dünyanın en muhteşem lezzetini tattıracağını duyurduğu anda başlıyor annenin hikayesi. “Karnında bir canlı var”. Bu cümlenin, kadının tüm ruhunda ve benliğinin derinliklerinde yarattığı hissi, hiçbir erkek canlı türü tarif edemez. O canlı, annenin bir uzvu ve ruhundan bir parça olarak yerleşiyor rahime. Çocuk, doğduktan bir süre sonraya kadar anneyi kendinin bir parçası zannediyor, anne ise ölünceye kadar o çocuğu kendinin bir parçası hissediyor. O his, o ilk müjdeyi aldığında başlıyor yeşermeye. Anne ilk müjdeden sonra içine dönüyor, içinde filizlenen çiçeğe dönüyor artık. Kendine özel bir dünya kurmaya başlıyor: Çocuğu, kendisi ve duygula- rı… Bu dünya iki kişiden ibaret, iki kişiye ait. Evet, baba da var ama annenin kurmaya başladığı bu yeni iç dünyada aslında çok da yeri yok. Üzülecek bir şey değil bu, baba da zaten annenin o dünyayı inşa etmesini istiyor. Çünkü hiçbir baba; anne kadar güzel, huzurlu ve güvenli bir dünya inşa edemez. Kadının anne olacağı, anne olarak doğacağı dünya işte bu dünyadır. İpek böceğinin kozası gibi yumuşacık, naif, zarif, sevgi dolu ve mucizevi... Bir anne ancak böyle bir dünya inşa eder bebeği için. Kadın, karnındaki canlıyı dokunmadan sevmesini ilk günden itibaren bildi. Vücudundaki tüm organlar ve hormonlar yeni başlayan bu aşka göre kendini tekrar düzenledi. Kalp yumuşadı, merhamet, şefkat ve sevgiyle doldu. Beyin yeni salgılar yaydı. Nefret, öfke, kötümserlik içeren duygular hapsedildi. Hayaller, iyimserlik ve hoşgörü artırıldı. Vücut tüm kan dolaşımını, organların çalışma düzenini, beslenmesini, fiziksel yapısını yeni aşkın sahibine göre ayarladı. Her şey henüz bir nokta kadar olan maşuk için yeniden dizayn edildi. Dünyada hiçbir canlı erkek bu aşkı tadamadı, hissedemedi ve tanımlayamadı. İlk Hissediş Bebek karnında büyüdükçe aşkın şiddeti de arttı annede. Artık ondan başka bir şey düşünemez, ondan başka bir şey sevemez oldu. Elleri karnının üstünde, bebeğe dokunmaya çalıştı; ona duyduğu aşkı hissettirmeye uğraştı. Bebek kıpırdayarak ona, aşkının bir karşılığı olduğunu söyledi. Demek bu aşk karşılıksız değilmiş! O an, anne için şaşkınlığın ama aynı zamanda tarifsiz mutluluğun yaşandığı bir andır. İlk kıpırdama, ilk canlılık mesajı, aşka verilmiş ilk tepki, aşkın alevini daha da harlandırdı. Vakit yaklaştı, vuslatın sancıları artmaya başladı. Bebek Bencil, Anne Fedakâr Olur Daha ilk aylardan itibaren bebek hep kendini düşündü, anne de hep bebeğini... turuncudergi.com turuncudergi.com Mart 2015 / Turuncu Dergİ 43 KONUK YAZAR Tutmak, tüm evrenin boyutunu değiştirecek etkileşimi başlatacak olan dokunma anı... Bebeğin o minik eliyle annesini, aşık olduğu kadını tutmasıyla annenin gözlerinden pınarlar boşalır, gözyaşlarında aşkın incileri dizilir, iki beden tekleşir, yek vücut olurlar. Aşk iki ayrı bedeni, iki ayrı ruhu eritip tek bir varlığa dönüştürür. Böylece sevgililer yeni bir boyuta girer. Öylesine tek vücut ki bebek, karnı ağrıdığında annesinin de ağrır sanır, sancısı olduğunda annesinin de var sanır, acıktığında anne de acıkmış zanneder. Anne de onun tüm acılarını, sancılarını içinde hisseder; onunla beraber ağlar, onunla beraber güler. Hangi canlı doğum sancısını bu denli isteyebilir ve sevebilir? Bedenin her tarafını kasıp kavuran, acısı dayanılmaz bu sancıya sadece aşık olmuş anneler dayanabilir. Çünkü sadece tutuklu bir aşk bu acıları hafifletir, dayanılır kılar. Sancılar, maşuka kavuşma anının habercisi olduğu için, bir de mutlu olur anne. Böylece o muhteşem aşk bir de acıyla, sancıyla yoğrulur ki daha da kıymetli hâle gelir. Doğuma giderken annenin içinde bir korku rüzgarı eser ki bu, dünyadakilerin anladığı türden bir korku değildir. Bu, aşkın karşılıksız kalma ihtimaline duyulan korkudur. Bu, maşuka kavuşamama ihtimalinin korkusudur. O maşuk öyle kıymetlidir ki anne onun yaşaması için kendini feda etmeye hazırdır. Kaç bebek doğarken annesinin aşkı için kendini feda ettiğini bilir acaba? Sancıların şiddeti arttıkça aşkın da derinliği artar. Her nefeste, sancılar o aşkın duygusunu beynin her zerresine, vücudun her hücresine âdeta nakşeder. Böylece annenin bedeninde ölünceye kadar devam edecek bir aşkın görünmeyen ve silinemeyen dövmesi yapılmış olur. 44 Turuncu Dergİ / Mart 2015 İlk Dokunuş Bir canlının dünyaya gelişi, Bedii olan Allah’ın ayetlerinden en mucizevi olanın gerçekleşme anı, tüm insanlığın secde etmesi gereken bir andır aslında. Bir noktayken ete kemiğe bürünen bu canlının, yeryüzünün en akıllı ve en yetenekli canlısı olması da ayrıca muhteşem bir şeydir. Ancak bunların yanı sıra annenin o an yaşadığı duygular ve ilk temas belki de Muhyî olan Allah’ın lütfu keremi karşısında tekrar secde etmemizi gerektirecektir. Acıların en şiddetlisi sancılar, ona aşkların en güzeli evladını kavuşturacaktır. İlk kez o karnındaki canlıyı göğsüne yatırdıklarında dünyadaki tüm nimetler ve ziynetler bir anda değersizleşir. Aliyy olan Allah’ın bizzat aracılık ettiği aşıklar kavuşmuştur artık. Dünyada bundan daha önemli ne olabilir ki? Böylece dünya sürgünü biter, ikisine ait dünyada, o ipekten örülmüş kozada yeni bir hayat başlar. Öyle bir dünya ki, bizim bilmediğimiz, anlayamadığımız bir lisan konuşulur, bizim bilmediğimiz derinlikte ve boyutta mesajlar alınıp verilir. Onlar hâl lisanı ile konuşur, gözleriyle anlaşır, henüz bilmediğimiz bir enerji türü ile birbirlerini beslerler. Bebek dünyaya geldiğine iki melekeyle doğar; biri tutma, diğeri de emme. Başka bir uzvu çalışmaz, hiçbir yeri tutmaz bebeğin. Her ikisi de aşık olduğu kadın içindir. Rezzak olan Allah, 9 ay boyunca kavuşmak için sabreden o anneye ve bebeğe hediye olarak bu iki melekeyi vermiştir. Bebek doğduğunda havayla dolan ciğerinin yandığını, dışarıyla temas eden gözünün kör, kulağının sağır olduğunu sanır. Bilmediği, görmediği bu dünyada öylesine korkar ki ağlamaya başlar. Tutunacak bir dal ararken imdadına anne yetişir. Ona tutunur, duygusundan ve kokusundan tanıdığı, aşık olduğu kadına tutunur ve güvende olduğunu anlar. Onu her şeyden çok seven kadın korumaya almıştır. Tüm canlıların en güçlüsü, en korkusuzu, en muhteşemi annenin kollarında güvendendir artık. turuncudergi.com Başka Bir Mucize: Anne Sütü Anneyle bebeğin aşkındaki yeni etkileyici evre dokunmayla başlamıştır. O minik elin kocaman bir yüreği yerinden hoplatması o kadar kolaydır ki... Anne yüreği o denli hafiflemiştir yani. Ağır uykular gitmiş, bebeğin minik bir seslenmesiyle hemen yanında bitmiştir anne. Şimdi Kerim olan Allah’ın verdiği ikinci hediyenin vakti geldi: Emme melekesi. O minik bedenin, tutmadan sonraki ikinci refleksi devreye giriyor. Bir bebeğin annesini emmesi kadar etkileyici durum ne olabilir acaba? İki aşığın meşkidir bu. Göz göze, el ele, beden bedene muhteşem bir meşk. Ruhun tüm derinliklerinde hissedilen sevgi bebeğin anne memesini emmesiyle oluşur, tutkuya dönüşür. O minik ağız, anne memesini emerken annenin içinde besleyip büyüttüğü aşkı da içer âdeta. Annenin içi boşalıp bebeğe dolar. Vücudun ve beynin yeni düzende ürettiği her şey o emme anında bebeğe aktarılır. Latif olan Allah aşıklara vuslat hediyesi olarak bir nimet daha vermiştir. Cennet içecekleri nasıl diye sorulsa Mukit olan Allah’a; “Anne sütüne bakın.” derdi herhâlde. İşte öyle bir hediye. O sütün içine bir canlının ihtiyaç duyduğu her şey konmuştur. Her zaman hazırdır, her zaman sıcaklığı ayarlanmıştır, her zaman içmeye nazırdır. Sadece bebeğin emme refleksiyle çalışan bir mekanizmayla üretime başlanır ve emmenin bırakılmasıyla da üretim durur. Boşa üretim olmaz, israf yapılmaz. Gece yarılarında acıktı mı? Yolculukta yemek mi istedi? Her şey için hazırdır o cennet içeceği. Vehhâb olan Allah daha güzel ne hediye verebilirdi maşuklara? O emme esnasında aralarında konuşuyorlar ama kimse duymuyor. O gözlerde bir iletişim var ki sadece ikisi anlayabilir. O dokunuşlarda özel mesajlar yüklü ama hikmetini sadece ikisi biliyor. Bir erkeğin asla sahip olamayacağı duygular o emme anında yaşanıyor. Anneyle bebeğin aşkındaki yeni etkileyici evre dokunmayla başlamıştır. O minik elin kocaman bir yüreği yerinden hoplatması o kadar kolaydır ki... Bu Yüzden Cennet O Ayakların Altında Bir aşk ki geceleri uyandıran, uyutmayan, yedirmeyen, dışarı çıkartmayan bencil bir canlıyı hoş gösterir, sevdirir, ona tahammül ettirir. Bir aşk ki ölünceye kadar bitmez, azalmaz, tükenmez. Bir aşk ki dünyanın en güçlü bağını kurar. Bir aşk ki cenneti ayakların altında koyar. Bir aşk ki kadını anne yapar. (Bu yazıyı; Zül Celali vel İkram, Malikül Mülk olan Allah’ın bana lütfundan hediye olarak bahşettiği Rabia’mın annesine ve benim aşık olduğum kadın, gözümün nuru, kalbimin sahibi anneme ithaf ederim.) turuncudergi.com Mart 2015 / Turuncu Dergİ 45 RÖPORTAJ RÖPORTAJ Topyekün BİR zİhİn İnşaAsı ŞART KADIN VE DEMOKRASİ DERNEĞİ BAŞKANI YRD. DOÇ. DR. SARE AYDIN YILMAZ, “KADIN “GERÇEĞİNİ, YAZARIMIZ HATİCE BİLİCİ’YE ANLATTI RÖPORTAJ: HATİCE BİLİCİ Ü haticebilici@turuncudergi.com lkemizde, kadın hareketi dendiğinde feminist bakış açısıyla, belli bir gruba hitap eden sivil toplum kuruluşları anımsanırdı. Sürekli kadını üstün gösterme çabası içerisinde gözüken, klasik söylemlerin dışına çıkamayan kadın STK ‘lar… Kadın ve Demokrasi Derneği (KADEM) ismi ile birlikte “toplumsal cinsiyet adaleti” diye bir söylem girdi hayatımıza. Kadın, eşitlik, adalet gibi kavramları tekrar düşünmeye ve sorgulamaya başladık. Özellikle Anadolu’daki kadınların teveccühünü ve desteğini almayı başarmaları dikkat çekici. Türkiye’de ki kadının, mevcut konumu ve sorunlarına karşı çözüm üretmek 46 Turuncu Dergİ / Mart 2015 için kurulan, henüz yeni bir dernek olmasına rağmen iyi bir çıkış yakalayan KADEM’in başkanı Yrd. Doç. Dr. E.Sare Aydın Yılmaz ile konuştuk. // HB-KADEM son dönemlerde yaşanan en ciddi kadın hareketi olarak adlandırılıyor. Bu başarının mimarlarında biri olarak KADEM’in politikası ve çalışma alanları hakkında bilgi verir misiniz? SA-KADEM, Demokratik bir toplumun gereği olarak kadınların iş hayatında, yerel yönetimlerde, siyasette, akademide hakkaniyetli temsili için çalışmalar yapıyor ve yapmaya devam edecek. Kadına karşı şiddet, çocuk gelinler, sığınma evlerindeki kadınların yaşadığı sorunlar, toplum içindeki kül- türel kodlar sebebiyle kadınların ötekileştirilmesi gibi meseleler üzerinde duruyoruz. Ülkemizde kadınlar, kâğıt üzerinde eşit haklara sahip olsa da, genelde uygulamada ayrımcılığa maruz kalıyor. Erkeklere göre az maaş alıyor, doğum ya da emzirme iznine çıkması gerekeceği için işveren tarafından tercih edilmiyor. KADEM olarak 5 bin 36 kadın arasında bir araştırma yaptık. Bu çalışmamız, “Değişen Türkiye’de Kadın” başlığı ile aynı zamanda kitaplaştı. Bu araştırma ile Türkiyeli kadınların topluma, sosyal yaşantıya, siyasete, geleneğe bakışını anlamak istedik. Bu bakış açısı bize hem politika belirlememizde hem de çalışmalarımızı şekillendirmemizde yol gösterici oldu . turuncudergi.com // HB-Kadına karşı şiddete hayır sloganları ile yapılan pek çok girişim başarısız oldu, bu söylemler havada kaldı. Sizce başarısız olma sebepleri neydi? SA-Şiddeti uygulayan erkek, buna yeterince tepki vermeyense toplum. Kadına şiddete hayır gibi çözüm çalışmaları kadın üzerinden gidiyor. Bu tür çalışmalarda havada kalan nokta bu bence. Kadına karşı şiddete hayır için erkeklerin çözümün içerisinde yer alması gerekiyor. Yapılan çalışmalar da şiddetin kaynağına yönelik olursa önleyici ve başarılı olur. // HB-“Önce adam ol. “”Erkeksen öfkeni yen.” kadına karşı şiddetle mücadele kapsamında yapılan çalışturuncudergi.com malardan farklı, alışılmışın dışında, iddialı çalışmalardı. Bu çalışmaların toplumsal algısı ile ilgili ne söylemek istersiniz? SA-Bizim toplumumuzda kültürel ve geleneksel kodların da etkisiyle erkeğin kadını dövmesi normalleşti ve bu konu mahrem kabul edildiği için evin dışına çıkarılmadı. Toplum olarak topyekün bir zihin inşası gerekiyor. Bir şiddet olayı yaşandığında önce kadın dernekleri aranıyor, kadınlar üzerinden çözüm konuşuluyor. Kadına şiddeti önlemek istiyorsak erkeklerle iş birliği yaparak çözüme onları da dâhil etmeliyiz. Şiddeti uygulayan erkek kadar, buna ses çıkarmayan anne, baba, arkadaş, öğretmen, komşu görmezden gelen herkes Kadına şiddeti önlemek istiyorsak erkeklerle iş birliği yaparak çözüme onları da dâhil etmeliyiz. sorumlu. Kadına karşı şiddetle mücadele kapsamında KADEM ironi yaparak “Önce adam ol.” “Erkeksen öfkeni yen.” dedi ve topluma, şiddeti uygulayana karşı tepki gösterin çağrısında bulundu. Alışılmışın dışında çalışmalar olması sebebiyle toplumun da ilgisini çekmeyi başardığını düşünüyorum. Mart 2015 / Turuncu Dergİ 47 RÖPORTAJ Milletvekili seçimleri öncesinde de KADEM yine kadın adayları desteklemeye devam edecek. Kadın aday sayısının artması kadının mecliste temsil gücünün artması anlamına geliyor Kongrede sunulacak bildirilerle; Ülkemizde kadının toplumsal, akademik, siyasal, ekonomik ve sosyal yaşamdaki yeri ve statüsü konusuna “toplumsal cinsiyet adaleti” kavramı çerçevesinde farklı bakış açıları getirilmesi öngörülüyor. Bu sebeple kongrede sunulmaya değer bulunacak bildirilerin; alışılagelmiş söylemlerin ötesinde, mevcut akademik yazında ağırlıklı olarak yer alan cinsiyet eşitliği kavramını sorgulaması ve toplumsal cinsiyet meselesine eşitlik merkezli bakan egemen söylemden farklı olarak adalet merkezli bir yaklaşımın sağladığı imkân ve kısıtları da tartışmaya açması beklenmektedir. KADEM 6 Mart 2015 tarihinde İstanbul’da “Toplumsal Cinsiyet Adaleti” Akademik Kongresi gerçekleştirilecek // HB-Modernizm düşüncesinin ortaya çıkardığı, feminizmin beslediği tek tip kadın modelini tehlikeli buluyor musunuz? SA-Biz klasik feminist bakış açısından ayrılan bir derneğiz. Sosyal gerçekliklerimiz çok daha farklı ve güncel. Yüzde 30 kadın istihdamı var Türkiye’de. Okuma-yazma oranı yüzde 86, genç kuşaklarda eşit. Zamanla ve feminizmin mücadelesiyle kadın kendine yeni bir sosyal statü elde etti. Batı, ideal olarak batı tipi kadın imajını empoze ederek kendisi gibi olmayan kadınları ötekileştirdi. Dünyada tek tip toplum olmadığı gibi tek tip kadın da yok. İşte KADEM bu tek tipleştirmeye karşı farklılıkların, kadını ve demokrasiyi zenginleştirdiğini benimseyen bir dernek. Bizim için her kesimden kadın var ve hepsinin farklı problemleri var. Bu problemlere çözüm üretirken bu farklılıklar bizim için esastır. 48 Turuncu Dergİ / Mart 2015 // HB-Kadına şiddet konusunda STK ‘ların da etkisiyle son dönemde artan bir bilinçlenme söz konusu. Bu çalışmaların öncülerinden biri olarak yasalar yeterli diyebilir misiniz? SA-6284 sayılı kanunun yeniden gözden geçirilmesine ihtiyaç var. KADEM hukuk komisyonu da yasanın kadını daha iyi nasıl koruyacağı üzerinde yoğun çalışıyor. Alınan tedbirler uygulamaya konulduğunda aile birlikteliği ile ilgili sorunları beraberinde getirebiliyor. Aile içerisinde bir kavga yaşandığında kadın rapor alıyor, kocaya mahkeme tarafından evden uzaklaştırma veriliyor. Olay çok ciddi boyutlarda değilse araya girenlerin de etkisiyle eşler barışıyor, ancak devlet bu olayı kamu davası olarak devam ettiriyor. Aile birlikteliği kurtulabilecekken, bu davalar sebebiyle eşler arasında huzursuzluk tekrarlanabiliyor. Kanun üzerinde düzenlemelerin yapılarak eksiklerin giderilmesi gerekiyor. KADEM hukuk komisyonunun yoğun çalışmaları bakanlıkla paylaşılıyor. // HB-KADEM’in sıkça gündeme getirdiği toplumsal cinsiyet adaleti kavramı bazı kesimleri rahatsız etti, biraz bu kavramdan ve KADEM için öneminden söz etsek... SA-Kadın ve Demokrasi Derneği; cinsiyet adaletini merkeze alan, tek tip kadın anlayışına karşın, farklılıkların kadını ve demokrasiyi zenginleştirdiğini benimseyen, kadın ve erkeğin mevcut fırsatlara ve olanaklara eşit oranda sahip olması gerektiğini savunan, demokratik mekanizmaları kullanarak, siyasal, sosyal, ekonomik sürdürülebilir kalkınmada kadının temsil oranını arttırmayı hedefleyen bir sivil toplum kuruluşu olarak toplumsal cinsiyet adaletine inanan bir sivil toplum kuruluşudur. // HB-KADEM’ in düzenlediği Mart ayında yapılacak olan Toplumsal Cinsiyet Adaleti Kongresi ile ilgili bilgi alabilir miyim? SA-Kadın ve Demokrasi Derneği’nin kuruluş amaçlarına uygun olarak; kadın konusunda yeni fikirsel çalışmaların yapılmasına katkı sağlamak, kadın çalışmaları alanında yapılan araştırmaları bir araya getirerek üretilen bilgi birikimini açığa çıkarmak, kadın literatüründeki mevcut eksiklikleri tamamlamak ve toplumsal cinsiyet adaleti konusuna dikkat çekmek üzere, KADEM Kadın Araştırmaları Dergisi öncülüğünde 6 Mart 2015 tarihinde İstanbul’da “Toplumsal Cinsiyet Adaleti” Akademik Kongresi gerçekleştirilecek. turuncudergi.com // HB-KADEM bir akademik dergi çalışması da yapıyor. Bir kadın sivil toplum örgütünün akademik dergi çıkarıyor olmasını çok önemsiyorum. Bu konuda neler söylemek istersiniz? SA-KADEM; toplumsal cinsiyet, fırsat eşitliği, cinsiyet adaleti, eşitlik, feminizm, aile gibi kadın çalışmaları alanının ele aldığı kavramlarla birlikte hukuk, siyaset bilimi, ekonomi, kültür, sanat, antropoloji, sosyoloji, psikoloji, iletişim gibi sosyal bilimlerin çeşitli alanlarından farklı bakış açıları geliştirerek disiplinler arası nitelikli bilimsel makalelere yer veren ulusal hakemli bir dergi yayınlıyor. Bir kadın sivil toplum kuruluşu olarak bilimsel bakış açımızı önemli noktalarda etkilediğini ve geliştirdiğini düşünüyorum. // HB-Geçtiğimiz günlerde kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin Önlenmesinde İstanbul Sözleşmesi Çalıştay Raporu Basın Lansmanı gerçekleşti. Bu konuda neler söylemek istersiniz? SA-İstanbul Sözleşmesi bağlamında, yetkili kurumlar tarafından kurumsal düzeyde ortaya konulan çaba ve bu hususta alınan inisiyatiflerin yanı sıra, bu uygulamaların pratik düzeyde hayata geçirilmesi gerekmektedir. Kadınların yaşam mücadelesini kolaylaştırıcı bu yasal düzenlemelere ilişturuncudergi.com kin olarak toplumun bilinçlendirilmesi ve şiddete karşı hassasiyetle gösterilmesi gereken tavır ve duruşun ikamı için, sivil toplum örgütlerine ciddi bir görev düşüyor. Bu görev bilinciyle, Kadın ve Demokrasi Derneği olarak, 30 Eylül 2014 tarihinde, 6284 sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” ve “İstanbul Sözleşmesi” dikkate alınarak, şiddetin hukuki ve toplumsal boyutunun ele alındığı ve kadına yönelik şiddet alanında çalışan çok sayıda sivil toplum örgütünün müdahil olduğu “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesinde İstanbul Sözleşmesi Çalıştayı” düzenlendi. Çalıştayda “Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesinde İstanbul Sözleşmesi Kapsamı ve İçeriği”, “Sözleşmenin Taraf Devletlere Getirdiği Yükümlülükler ve İzlenecek Politikalar”, “Sözleşmenin Şiddet Gören Kadınlara Yönelik Getirdiği Çözümler”, “Sözleşmenin Cezai ve Hukuksal Yaptırım Boyutunun Tartışılması” ve “Sözleşmeye Göre Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesinde Sivil Toplum Kuruluşlarının Rolü” ayrı başlıklar hâlinde ele alındı. Eylül ayında gerçekleştirilen çalıştay sonucunda ortaya çıkan rapor, KADEM bünyesinde gerçekleştirdiği toplantıların yanı sıra, çalıştaya destek veren sivil toplum örgütleri ve hukukçuların katılımı ile KADEM Hukuk Komisyonu tarafından gerçekleştirilen toplantılar neticesinde son hâlini aldı ve 21 Ocak’ta basın lansmanı gerçekleşti. // HB-Seçimler yaklaşıyor, adaylık çalışmaları hareketlendi. KADEM kadın adayları desteklemek amacıyla çalışmalar yapıyor mu? SA-Amacımız kadının temsil hakkını savunmak ve toplumdaki statüsünü yükseltmek. Kadın ve Demokrasi Derneği (KADEM) öncülüğünde, 2014 yerel seçimler öncesinde belediye meclis üyesi kadın adaylarına yönelik bir eğitim ile birlikte, yerel yönetimde kadın adayların önemi vurgulandı. Kadın adaylar, başarılı bir lider olma yolunda karşılaşacakları zorluklara karşı nasıl önlem alabilecekleri konularında aydınlatıldı ve farkındalık oluşturulmaya çalışıldı. Milletvekili seçimleri öncesinde de KADEM yine kadın adayları desteklemeye devam edecek. Kadın aday sayısının artması kadının mecliste temsil gücünün artması anlamına geliyor. KADEM her alanda olduğu gibi siyasette de kadının yanında olmaya devam edecek. // HB-Son dönemde kadın yönetici sayısında artış olduğu ortada. Yeterli mi? SA-Her alanda kadınların var olmasını kabullenmede bir artış söz konusu, evet…Ama yeterli değil. Özellikle yönetici konumundaki kadın sayısı mutlaka daha fazla olmalı ve bu anlamda kadınların desteklenmesi gerekir. Yönetici seçimleri yapılırken kadının evinde olduğu, çocuklarıyla ilgilendiği zaman dilimleri tercih edilmemeli. Böyle haksız tutumlar, kadınlara fırsat eşitliği sağlamıyor. Mart 2015 / Turuncu Dergİ 49 BEN-Ü SEN KALKINMA PERSPEKTiFiNDEN TOPLUMSAL CiNSiYET GÜÇLENMESi 50 Turuncu Dergİ / Mart 2015 T oplumsal cinsiyet kavramı, uluslararası kalkınma literatürüne gireli otuz yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen, hâlâ kalkınmanın üzerinde en çok tartışılan konularından birisi olmaya devam etmektedir. Türkiye’de ise, bu kavram ve buna bağlı olarak kalkınmanın toplumsal cinsiyet boyutu kalkınma literatüründe ve pratiğinde henüz kendine yer bulma aşamasındadır. Diğer yandan toplumsal cinsiyet eşitliğinin ve fırsat eşitliğinin sağlanması konusundaki çalışmalar ise uzun bir geçmişe sahip olmakla birlikte son yıllarda bu alana ilişkin yasal çerçeve genişletilmiş ve kadınların toplumdaki konumunu güçlendirmeyi hedef alan politikalar yaygınlaştırılmıştır. AYGÜL FAZLIOĞLU Toplumsal cinsiyet son dönemlerde projeli hayatta sıkça kullanıldığı gibi sadece “kadınlar ve erkekler” anlamına gelen bir kavram değildir. turuncudergi.com turuncudergi.com Bu kapsamda başta Anayasa olmak üzere Türk Ceza Kanunu’nda, Türk Medeni Kanunu’nda ve İş Kanunu’nda pek çok düzenleme gerçekleştirilmiş ve 2009 yılında TBMM’de Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu kurulmuştur. Ülkemizde son zamanlarda sivil toplum örgütlerinin, kamu kuruluşlarının ve üniversitelerin toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifinin politika oluşturma ve uygulamanın tüm aşamalarına dâhil edilmesine yönelik çalışmaları, bu alanda farkındalığı büyük oranda artırmıştır. Toplumsal Cİnsiyet ve Cİnsİyet - Kadınlık ve Erkeklİk Toplumsal cinsiyet karmaşık bir kavramdır. Toplumsal cinsiyet son dönemlerde projeli hayatta sıkça kullanıldığı gibi sadece “kadınlar ve erkekler” anlamına gelen bir kavram değildir. İngilizce dışında bu kavrama yüklenen anlam konusunda Almanca ve Fransızca’da uzlaşma olmaması, kalkınma alanında toplumsal cinsiyet yerine kadın ve erkek ve/ veya kadın-erkek ilişkisi kavramları kullanılmaktadır. Uluslararası belgelerde “gender” olarak kullanılan toplumsal cinsiyet kavramı Türkiye’de de kadın-erkek eşitliği anlamında kullanılmaktadır. Toplumsal cinsiyet (gender) kavramı, toplumsal ve kültürel olarak belirlenmiş cinsiyeti, biyolojik cinsiyetten (sex) ayırmak üzere kullanılan bir kavramdır. Başka bir ifade ile biyolojik yapı içerisinde değil toplumsal, kültürel, politik ve ekonomik doku çerçevesinde belirlenen kadın ve erkek arasındaki ilişkiler ve roller istemini işaret etmektedir. Mart 2015 / Turuncu Dergİ 51 BEN-Ü SEN TOPLUMSAL Cİnsİyet EŞİTLİĞİ Her kültürde, her toplumda kadınlar ve erkekler için tanımlanmış farklı roller vardır. Bu ayrım, kadın ve erkeklerin kendilerini “erkek” ya da “kadın” yapan özelliklerinin önemli bir kısmının toplumsal olarak belirlendiğini, ilişkilere ve rollere buna uygun değerler atfedildiğini, dolayısıyla toplumlara ve zamana göre belirlenen bu algının değişebileceğini vurgulamaktadır. Toplumsal cinsiyet ile biyolojik cinsiyet birbirinden farklı kavramlar olup, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasındaki kavramsal ayrıştırma ilk defa 1970’lerde bir analiz aracı olarak Ann Oakley tarafından geliştirilmiş ve evrensel bir kabul görmüştür ( KSGM, 1999;1). Cinsiyet (sex); insanların doğuştan biyolojik olarak belirlenmiş dişilik ve erillik özelliklerini tanımlamaktadır. Toplumsal cinsiyet (gender); belirli bir zamanda, belirli bir mekânda, belirli koşullar içinde bir toplumun erkeklere ve kadınlara hangi kimliği ile tanıdığı, Toplumsal cinsiyetin oluşumu, yani “kadın ve erkek olma” bireylerin toplumsallaşması sürecinde öğrenilmektedir. Örneğin, Türk kültüründe kız bebeklere giydirilen pembe kıyafetler, alınan bebekler, makyaj çantaları; erkek çocuklarına giydirilen mavi kıyafetler, alınan araba ve tabanca gibi oyuncaklardan başlayarak toplumsal cinsiyet rolleri farklı birçok kanaldan öğrenilmektedir. Aynı şekilde kız ve erkeklere verilen isimlere bakıldığında tamamen bilinçli bir şekilde olmasa da kızların zarif ve naif -Ceylan, Gül, Fidan vb.- erkelerin ise güçlü ve yırtıcı -Aslan, Yiğit, Tayfun vb.- özelliklere sahip olmaları beklenmektedir. Bu isimler genellikle ailelerin çocukları ile ilgili gelecek Bİyolojİk Cİnsİyet n Biyolojiktir. n Değişmez. n Evrenseldir. n İki cins arasındaki fiziksel farklara işaret eder. hangi rolleri ve işlevleri yüklediği ile ilgilidir. Örneğin, toplumsal cinsiyet çerçevesinde kendi ailemiz ya da yakın çevremize baktığımızda dede, anneanne, baba ve anneye toplumun biçtiği roller, kimlikler ve işlevler değişebilmektedir. TOPLUMSAL Cİnsİyet n Toplumsal olarak belirlenir. n Sosyo-kültürel yapı içinde öğrenilir/yaşanır. n Zaman ve mekâna bağlıdır. n İki cins arasındaki toplumsal farklara işaret eder. n Dinamiktir, değişime direnebilir. n Toplumsal yapılarla ilişki içindedir. n Kültürler arasında ve içinde farklılıklar gösterir, bir örnek değildir. n Yaş, sınıfsal konum, din, etnik köken gibi unsurlardan etkilenir. beklentilerini, umutlarını ve toplumsal norm ve değerleri yansıtmaktadır. Biyolojik cinsiyet, ileriye dönük olarak bireylerin toplumsal konumunu etkilemektedir. Toplumda genel kabul gören anlayışa göre kadının güzel, uysal, zarif, söz dinleyen, iyi bir ev kadını; erkeğin ise erkeksi, güçlü, cesur, aile ve topluluğun lideri olması beklenmektedir. TOPLUMSAL Cİnsİyet ÖZELLİKLERİ n Kadın, bayan, n Anne, abla, teyze, hala, gelin, anneanne, babaanne n Güzel, n Zayıf, narin, n Döl tutan, n Duygusal, n Sessiz, sakin, n Tüketen, bakan, büyüten, n Sevecen, n Fedakâr, n Söz dinleyen. 52 Turuncu Dergİ / Mart 2015 n Erkek, bay, n Baba, ağabey, dede, amca, dayı, enişte, damat, n Yakışıklı, n Güçlü, n Döl veren, n Akılcı, n Arsız ve mücadeleci, n Üreten, n Saldırgan, n Buyurgan, n Rasyonel, n Mahallenin abisi. turuncudergi.com Toplumda kadınlara ve erkeklere uygun görülen roller toplumsal olarak belirlenmekte; zaman, mekan ve kültür gibi değişkenlere bağlı olarak değişebilmektedir. Dolayısıyla toplumsal cinsiyet, kadınlar ve erkekler için hangi davranışların doğru ve/veya uygun, hangilerinin yanlış olduğunu, kadınlar ve erkeklerin hangi işleri yapabileceğini belirlemek suretiyle cinsiyetlerin toplumsal konumlarını belirleyen bir kavramdır. Toplumsal Cinsiyet Rolleri Toplumsal cinsiyet rolleri kadınlar ve erkeklerin fiilen yaptıkları etkinlikleri ifade etmektedir (http://ec.europa.eu/ europeaid/sp/gender-toolkit/en/pdf/ section3.pdf ). Toplumsal cinsiyet rolleri esnek ya da katı olabilmekte ve zaman ve mekâna göre değişebilmektedir. Pek çok geleneksel toplumda kadın ve erkeklerin rolleri, erkeklerin ev dışında çalışması ve kadınların evde aile ve hane görevlerinden sorumlu olması biçiminde cinsiyet temelinde ayrışmaktadır. Erkekler ve kadınlar arasındaki farklılıklar, toplumsal olarak nasıl algılandığına bağlı olarak ortaya çıkmakta ve toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümü içerisinde pekişmektedir. Toplumsal cinsiyet rolleri erkeklerin ve kadınların hissediş ve yaşayış biçimlerini belirlemektedir. Her iki toplumsal cinsiyet grubunun kendi aralarında da yaş, meslek, toplumsal statü, meslek, yöresel farklılıklar gibi diğer toplumsal ve kültürel farklılıklara bağlı olarak ortaya çıkan çeşitlenmeler mevcuttur (KSGM, 1999; 2). Toplumsal cinsiyet rolleri genel olarak yeniden üretim, üretim, topluluğun idame ettirilmesi ve karar verme mekanizmalarına katılım gibi dört alanda ele alınmaktadır. Toplumsal cinsiyet rolleri toplumsal kimliğin ayrılmaz bir parçası olup bireyin kendisi, başkaları hakkındaki beklentileri, talepleri, neleri yapmasının mümkün olduğu ve bunları hangi kaynakları kullanarak ve ne zaman yapabileceğini belirlemektedir. Bu rollere bireyin toplumsal aidiyet duygusunu pekiştirmesini sağlarken turuncudergi.com n Fırsatlar, kaynak tahsisi, hizmetlere erişimi sağlar. n Adil ve hakkaniyetli sonuçlar ortaya çıkarır. n Aynılık ile eş anlamlı değildir. toplumsal kabul görmesini sağlamaktadır. Toplumsal Cinsiyete Dayalı İş Bölümü Toplumsal cinsiyet farklılaşması, kadınlar ve erkekler arasındaki eşitsizlikleri anlamak için anahtar bir kavramdır. Toplumların kadınları ve erkekleri için farklı rolleri, sorumlulukları ve aktiviteleri uygun görmeleri hâline cinsiyete dayalı iş bölümü denir. Bu roller, hem cinsiyetler arasında hem de aynı cinsiyet içinde toplumsal, kültürel, coğrafi ve ekonomik koşullara bağlı olarak farklılık göstermektedir. Toplumsal cinsiyete dayalı işbölümünün en önemli yönlerinden birisi de kadınlar ve erkeklerin yaptıkları işlere farklı ve eşit olmayan değerler biçilmesidir. Genellikle erkeklerin yaptıkları işler, üretime yönelik olduğu varsayılmakta, toplumsal olarak daha prestijli ve/veya karşılığında daha fazla gelir getiren işler olduğu kabul edilmektedir. Kadınların yaptıkları işler ise daha ziyade ve çoğunlukla ev emeğine dayanan, mevsimlik, yarı zamanlı, emek yoğun, ücretsiz ve düşük ücretli işler olmaktadır. Toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümünün önemli bir özelliği de özel alan/ kamusal alan ayrımının yapılmasıdır. Kadınların “asıl olan” sorumlulukları özel alanda, erkeklerinki ise kamusal alanda kurgulanmaktadır. Kamusal alana çıkan kadının buradaki sorumlulukları ikincil kabul edilerek, özel alandaki sorumluluklarını devam ettirmesi beklenmektedir (KSGM, 1999; 3). Toplumsal cinsiyet ilişkileri, cinsiyetler arası iş bölümünün sorumluluk, fırsat ve fayda dağılımın belirlenmesinde önemli rol oynamaktadır. Dolayısıyla kadınlar ve erkeklerin kaynaklara erişim süreci, içinde bulundukları konum onların herhangi bir aktivitenin gerçekleşmesinde katılım ve yarar sağlama düzeyini belirlemektedir. Kaynaklara erişim, kaynakların denetimi ile yakından ilgilidir. Toplumsal cinsiyet ilişkileri her zaman güç ilişkileri çerçevesinde değerlendirilmektedir. Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Toplumsal cinsiyet eşitliği; bir kişinin fırsat, kaynak ve hakların verilmesinde veya menfaatlerin gözetilmesinde ve hizmetlere erişimde cinsiyeti nedeniyle ayrımcılığa uğramamasıdır. Başka bir ifade ile; iki cinsiyetin eşit fırsatlara sahip olması ve eşit muamele görmesidir ki bu sayede kadınlar ve erkeklerin hizmetler, hak, fırsat ve kaynaklardan eşit bir şekilde faydalanması, karar alma süreçlerinde etkinlik ve süreçten fayda sağlama noktasında eşit seviyeye kavuşmasıdır. Toplumsal cinsiyete dayalı işbölümünün en önemli yönlerinden birisi de kadınlar ve erkeklerin yaptıkları işlere farklı ve eşit olmayan değerler biçilmesidir. Fırsat Eşitliği Fırsat eşitliği, kadınların insani, toplumsal ve kültürel gelişiminde eşit hak ve yetkiye; vatandaşlık ve siyaset hayatında eşit söz hakkına sahip olmalarıdır. Başka bir ifade ile her bireyin toplumun tüm alanlarında aynı fırsatlara sahip olmasıdır. Kazanımda eşitlik ise, bu hak ve yetkilerin kullanımında adil ve hakkaniyetli olan ancak tamamen aynı olması gerekmeyen sonuçlara yol açmasıdır (KSGM, 2007; 20). Mart 2015 / Turuncu Dergİ 53 BEN-Ü SEN SON SÖZ Kadın-Erkek Eşitliği Kadın-erkek eşitliği; her iki cinsiyetin de yaşamın tüm alanlarında eşit şekilde yer alması, görülebilmesi, güçlenmesi, temsil edilmesi ve katılımıdır. Kadın-erkek eşitliğinde anlaşılması gereken, kadınlarla erkeklerin eşit haklara ve sorumluluklara sahip olmaları; karar verme, seçme, fırsatları kullanma, kaynakların ayrılması, kullanılması ve hizmetleri elde etmede cinsiyete bağlı ayrım yapılmaması ve kadınlarla erkeklerin birbirinden farklı olduğunu kabul etmek ve bu farklılıklara değer vermektir. Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinin Ana Plan ve Politikalara Yerleştirilmesi Toplumsal cinsiyet eşitliğinin ana plan ve programlara yerleştirilmesi stratejisi toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifinin tüm politikalar, stratejiler, programlar, projeler, müdahaleler, kurumsal mekanizmalar, bütçe ve normatif eylemler içerisinde hayata geçirilmesine dönük bir bakış açısı ile politika süreçlerinin planlanmasını, (yeniden) örgütlenmesi, düzeltilmesi ve değerlendirilmesini ifade eden bir kamu politikası kavramıdır. Bu kavram, kadınlar ve erkeklerin farklı ihtiyaçlarını dikkate alıp, çeşitliliğe değer vermektedir. Kent merkezlerinde ya da gecekondu mahallerinde ışık lambalarının az olduğu ve/ veya otobüs duraklarının çok seyrek olduğu alanlarda kadınlar, erkeklere göre kendilerini daha güvensiz hissetmekte ve korkmaktadır. Dolaysıyla yerel yönetimlerin iyi ışıklandırma yapması ve otobüs duraklarının sıklığına daha fazla dikkat etmesi gerekmektedir. Konutların bulunduğu alanlar ya da alışveriş merkezine yakın olan yerel spor soysal destek merkezlerinin kurulması özellikle taşıma aracı olmayan kişiler -erkeklerden ziyade kadınlariçin çok faydalıdır. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin ana plan ve programlara yerleştirilmesi stratejileri, kadınlar ve erkeklere yararlanıcılar, katılımcılar ve karar alıcılar olarak eşit haklar, eşit fırsatlar ve eşit muamele sağlamayı hedeflemektedir. Toplumsal Cİnsİyet Eşİtlİğİnİn Ana Plan ve Polİtİkalara Yerleştİrİlmesİ n Toplumsal cinsiyet bakış açısını dâhil etmek, n Düzenli politika geliştirmek, uygulamak ve değerlendirmek, n Her aşamada her düzeyde göz önünde bulundurmak, n Toplumsal cinsiyet eşitliğine giden bir strateji olarak kabul etmek. Toplumsal Cinsiyet Analizi Toplumsal cinsiyet analizi; bir toplum içerisinde yaşamı paylaşan kadın ve erkeklerin ihtiyaçları, katılım oranları, kaynaklara ve kalkınmaya erişimi, kaynaklar üzerindeki kontrolü, karar alma güçleri ve benzeri alanlardaki farklılıkları (ILO, 2010) ortaya koymak için kullanılan bir uygulama/planlama aracıdır. İzleme ve değerlendirme içinde kullanılmaktadır. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin ana politikalara dâhil edilmesinin ilk adımı, toplumsal cinsiyet analizinin yapılmasıdır. Bu kapsamda toplumsal cinsiyet analizi, kurumsal süreçler ve özel yaşam içinde meydana gelen toplumsal cinsiyet ilişkilerini anlayabilmek, sorunları teşhis ve analiz 54 Turuncu Dergİ / Mart 2015 edebilmek için sorulması gereken bir dizi soruyu kapsamaktadır. Belli bir politika alanında, kadınlar ve erkekler arasında gözle görülür farklar var mı? Bu farklar söz konusu politika alanını etkilemekte mi? Bu farklar, politika önlemleri açısından ne ifade etmektedir? Kim, ne yapıyor? Kim, neye sahip? Kim karar veriyor? Nasıl? Hangi kadınlar, hangi erkekler?.. gibi. Kadınların ve erkeklerin fırsatlara erişimi ve kontrolü genelde farklıdır. Örneğin; kadınlar, erkeklere göre daha az özel araba kullanırken, toplu taşım araçlarını daha fazla kullanmaktadır. Bu nedenle kadınların ev ve iş dışı yerlere gitme olasılığı erkeklere göre daha yüksek olmaktadır. Dolayısıyla ulaşım politikalarında toplumsal cinsiyet bakış açısı göz önünde tutularak, kadınların erkeklere göre daha fazla gitme olasılığı olan yerlere daha sık toplu taşıma araçları tahsis edilmelidir. Toplumsal cinsiyet penceresinden bakılınca kadınların ve erkeklerin kaynaklara erişim süreci içinde bulundukları konum, onların herhangi bir faaliyetin gerçekleşmesindeki katılım ve bundan yarar elde etme oranlarını da belirlemektedir. Kaynaklara erişim, kaynakların denetimi ile yakından ilgili olup erişim ve denetim toplumsal cinsiyet ilişkilerinin her zaman güç ilişkileri çerçevesinde düşünülmesi gerekliliğini ortaya koymaktadır. turuncudergi.com Toplumsal cinsiyet son dönemlerde herkesin bir projesinin olduğu hayatta sıkça kullanıldığı gibi sadece “kadınlar ve erkekler” anlamına gelen bir kavram olmayıp toplumsal rollerin ve statülerin cinsiyetlere göre farklılaşmasıdır. Aslında toplumsal cinsiyet ve/veya toplumsal cinsiyet rolleri dendiğinde kastedilen; kadınların ve erkeklerin üstlendikleri rollerin toplumsal ve kültürel olarak belirlendiği, dolayısı ile evrensel olmayıp toplumdan topluma, kültürden kültüre ve aynı toplum ve kültür içinde zaman içinde sosyo-ekonomik yapıdaki değişmelere dayalı olarak değiştiği ve sürekli yeniden tanımlandığıdır. Kalkınma paradigmalarında bugün gelinen nokta, projelerin toplumsal cinsiyet duyarlı olmasını gerekli kılmaktadır. Bu duyarlılık aslında iki açıdan önem taşımaktadır. Bunlardan birincisi, proje çerçevesinde hangi faaliyetlerin hangi hedef gruba yönelik yürütüleceğidir ki bu projenin hedeflerine ulaşmasında etkinliği artırmak açısından önem taşımaktadır. Örneğin sıkça yapılan bir hata; kırsal kalkınma projelerinde, hayvan bakımının kadınlar tarafından yapıldığı toplumlarda, hayvancılığın geliştirilmesine yönelik tarımsal yayım ve çiftçi eğitimi faaliyetlerinin erkeklere yönelik yürütülmesidir. Benzer bir hata tarımsal kredi politikalarında gözlenmektedir. Erkeklerin kentlerde mevsimlik işlere gittiği kırsal topluluklarda tarımsal işler kadınlar tarafından yapılmakta ve yönetilmekte, ancak topraktaki mülkiyet erkekte olduğu için kadınlar tarımsal kredilerden ve tarımsal yayım faaliyetlerinden yararlanamamaktadır. Buradaki temel hata; toplumsal cinsiyet analizi yapılmadan, kadınların her yerde ev kadını olduğu varsayımından kaynaklanmaktadır. Kuşkusuz bu durum kırsal kalkınma projelerinin etkinliğini düşürücü bir faktör olmaktadır. Kalkınma paradigmalarında bugün gelinen nokta, projelerin toplumsal cinsiyet duyarlı olmasını gerekli kılmaktadır. Bu konuda dikkat edilmesi gereken unsur, toplumsal gerçeklere uygun olarak toplumsal cinsiyet analizinin yapılması ve projelerin stratejilerinin ve faaliyetlerinin bu analiz sonuçlarına dayalı olarak tanımlanmasıdır. İkinci önemli nokta ise; insani, toplumsal kalkınmanın sağlanması ancak her iki cinsin de dengeli bir biçimde kalkınma sürecine katılması ile yani cinsiyet dengeli bir kalkınma ile mümkün olabilmektedir. Toplumun yarısının insani gelişme göstergeleri açısından geri durumda bulunduğu bir toplumda gerçek bir kalkınmadan söz edilemeyecektir. Dolayısı ile kalkınma projelerinin, daha zayıf konumda bulunan cinsi güçlendirme yönünde önlemleri içermesi gerekmektedir. ulaşım politikalarınDa toplumsal cinsiyet bakış açısı göz önünde tutularak, kadınların erkeklere göre daha fazla gitme olasılığı olan yerlere daha sık toplu taşımA araçları tahsis edilmelidir. Kaynaklar ILO (2010), (Gender Mainstreaming Strategies in Decent WorkPromotion: Programming Tools (www.ilo.org/publns KSGM. ( 1999). Toplumsal Cinsiyet Eğitimi El Kitabı, Kadın İstihdamının Geliştirme Projesi (KİG), Ankara. KSGM. (2007), Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinin Geliştirilmesi El Kitabı, Politika Uygulamaları. http://ec.europa.eu/europeaid/sp/gender-toolkit/en/pdf/section3.pdf ( AT Kalkınma İşbirliğinde Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinin Anaakımlaştırılması için Araç Kiti, Toplumsal Cinsiyet ve Kalkınma Terimleri Lügati, (Toolkit on Mainstreaming Gender Equality in EC Development Cooperation, Glossary of gender and development terms .http://ec.europa.eu/employment_social/gender_equality/docs, (European Commission, Equal Opportunities Unit DG 5 (1998), A guide to Gender Impact Assessment) http://www.atol.be/docs/publ/gender/women_empowerment_approach_CVO.pdf (The Women Empowerment approach – a Methodological Guide ,2007). http://www.atol.be/docs/publ/gender/women_empowerment_approach_CVO.pdf Yöntem bilgisi ile ile ilgili olarak bakınız: Kadınların Güçlenmesi Yaklaşımı – Bir Metodoloji Rehberi, 2007 turuncudergi.com Mart 2015 / Turuncu Dergİ 55 YAZAR SiZ DOĞRUYU N U L U B Kimileri diyor ki “Eskisi iyiydi, bir kural vardı, yanlış da olsa bir düzen vardı.” Kimileri de “Yanlışta ısrar edilmez.” diyor. Anlayacağınız her kafadan ayrı bir ses çıkıyor AYŞE ERTEM ayse.ertem@turuncudergi.com O n beş yaşındaydı, çok akıllı ve de güzeldi fakat o bunu ancak 35 yıl sonra fark edecekti. Çünkü evlerinde bir ayna vardı ama tavana yakın bir yerde asılı dururdu. Arkasındaki sırlar da kalktığı için durgun suya baktığınızda yüzünüzü ne kadar görürseniz o kadar görüyordunuz. Etraftakiler asla “Sen ne kadar güzelsin.” demezdi. Nedeni belli değil ama insanlar yüzlerine karşı övülmezdi. Şımarır korkusu galiba, belki de kıskançlık… Bilinmez. Akıllı olduğunu da anlayamadı çünkü etrafında hiç onun gibi düşünen yoktu. Kendinin herkesten farklı olduğunu biliyordu ama bunu eksiklik gibi algılıyordu. Bir gün evlerine pek çok insan geldi, esrarengiz bir durum olduğu her hâlinden belliydi. Her gelenin gözü onun üzerindeydi. Herkes ona bakıyordu da sebebini bilmiyordu. 56 Turuncu Dergİ / Mart 2015 Ertesi sabah durum anlaşıldı. Annesi akşam misafirlerin onu istemeye geldiklerini, onların çok iyi insanlar olduğunu, bu onurun herkese nasip olmayacağını anlatıyordu. Fatma ne “Evet.” dedi ne de “Hayır”... Öylesine baktı durdu ama biraz mutlu olmuştu. O güne kadar önemsendiğini, adam yerine konduğunu pek hatırlamıyordu. Şimdi birileri onu önemseyip ziyaretine gelmişti. Düğün telaşı başladı. İki aile de çok heyecanlıydı. Kızın ailesi sözde onu kayırıyor, oğlan ailesi oğullarının hakkını savunuyor görünüyordu. Bütün işler toplumun aileyi yönlendirmesi, ailenin de çocukları yönlendirmesi ile oldu bitti. Doğru zannedilerek yapılan yanlışlar silsilesi böylece başlamış oldu. Kendini hâlâ çocuk zanneden Fatma’ya süslü püslü kadın elbiseleri turuncudergi.com aldılar, o bunu hâlâ oyun zannediyor, okuduğu roman kahramanlarının hâllerine üzülmekle meşgul oluyordu. Her nedense kendi hayatının nereye gittiğini düşünmek aklına gelmiyordu. Sonra yine bir gün evleri kalabalık oldu. Gücü yoktu olup bitene “Dur!” demeye. “Dur!” dese durur muydu her şey? Belli değil ama o da “Dur!” diyemedi zaten. İnsanlar geldiler, düğün hazırlıkları yaptılar. Her şey oyun gibiydi. Belki de çocukluğundan beri edindiği tecrübe “Dur!” dese de durmayacağını öğretmişti ona. Ama bunu hâlâ netleştirebilmiş değil. “Artık…” dediler “…senin evin burası, sen gelinsin, erken kalkacaksın, geç yatacaksın, hep ayaktasın, ne denirse “Peki.” diyeceksin. Büyük küçük pek çok olay yaşandı. Yılların ona kazandırdıkları da oldu, kaybettirdikleri de…. Önce kazanımlarından söz edelim: Beş tane çocuğu oldu. Ya kaybettikleri? Henüz para denen şeyle tanışmamıştı; bu iyi mi, kötü mü tartışmaya açık tabi. Hayatında hiç alışverişe gitmedi. Senede iki elbisesi olurdu: Biri yaz, biri kış için… Yazın basmadan, kışın pazenden… Oturdukları köyden, sadece iki kez 90 km uzaktaki şehre gitti. O da çok hasta olduğu için etraftan haberdar değildi, bakıp görmek mümkün olmadı. 40 yaşına yaklaştığı yıllarda aile büyükleri ahirete göçmüşlerdi. Çocuklarının babası; eskiden onunla yaşamak daha kolaydı. Çünkü anne ve babasından çekinir, ne derlerse onu yapardı. Şimdi ona “Dur, yapma!” diyen onun alt biriminde olduğunu düşündüğü bir kadın. Hiç onun dediği yapılır mı!? Sonra millet ne der!? Günlük işlerin yoğunluğu azalınca insan düşünmeye fırsat buluyor. Bizim kahramanımızda da öyle oldu, işlerin yoğunluğu azalınca aslında etrafındaki herkesten daha akıllı olduğunu anladı ve de bunca yıla rağmen ne kadar da güzel olduğunu… Daha pek çok şeyi anladı da artık bunları tek tek sıralamanın pek bir anlamı kalmamıştı. Hani heyelan olan yerlerde toprağın katmanları belirgin bir şekilde görülür ya aynen öyle yeni bir katman gün yüzüne çıktı. Eskilere verip veriştirme zamanı geldi. Eskinin yanlışları tespit edildi de yerine yeni doğrular konulamadı. Fatma Teyze’nin beş çocuğu da ne yapacaklarını henüz tespit edemediler. turuncudergi.com Onlar da anneleri gibi savrulup duruyor, oradan oraya çarpıyorlar. Kimileri diyor ki “Eskisi iyiydi, bir kural vardı, yanlış da olsa bir düzen vardı.” Kimileri de “Yanlışta ısrar edilmez.” diyor. Anlayacağınız her kafadan ayrı bir ses çıkıyor. Fatma Teyze’nin kızına kayın validesinin adını vermişlerdi: Ayşe… Ayşe, üniversitede tanıdığı yakışıklı, akıllı bir delikanlı ile evlendi. Çok mutlu olmasını diledik ama olmadı. Annesi “Kızım biraz sabırlı ol, sabır ibadettir.” dedi ama Ayşe “Ben salak mıyım, neden susayım? Kültür farkı var, hayata bakış farkı var.” bir dizi gerekçe sayarak bir yılın sonunda eşinden boşandı. Ben de bugünlerde sizler gibi düşünmekteyim: “Bu işin ortası nedir? Ne zaman doğruya ulaşacağız?” gibi soruların cevaplarını arıyorum. Biraz da aile kurmak, baba olmak, anne olmak isteyen gençlere birkaç tavsiyede bulunayım: İnanın insanların çoğu intikam alır. Siz bilerek ve de isteyerek kul hakkına girerseniz bunun karşılığını mutlaka ödersiniz, bundan emin olun. Kul hakkının en çok ihlal edildiği yer aile içidir. Eğer dini hassasiyetiniz olduğunu iddia ediyorsanız, kul hakkı konusunda bu kadar duyarsız olmanızı anlamak mümkün değil. Kul hakkı konusunda hassasiyeti olmayan eşe sahip olan bir kardeşime İsa’nın (as) hayatını anlatıyordum. Gökyüzüne çekilişini anlattığımda, ne dedi biliyor musunuz? “Yaratan ne zaman beni bu eziyetten kurtaracak? Ne zaman buralardan alıp beni çekecek?” dedi. Aile içindeki olumsuzluklardan dolayı Yaratan’dan bu dünyadan alınmayı talep edenlerin sayısı hiç de az değil. Hani heyelan olan yerlerde toprağın katmanları belirgin bir şekilde görülür ya aynen öyle yeni bir katman gün yüzüne çıktı. Eskilere verip veriştirme zamanı geldi. Bu arada söylemeden edemeyeceğim bir cümle var: Hiçbir zalim kendine zalim demez. Toplumsal hayatın içindeki her insan kendini zaman zaman sorgulamalı, “Ben zulmedenlerden miyim?” diye. İmtihanın en çetini evlerimizde, aile içlerindedir. Artık kazanan kim bilinmez. Benim kanaatim, dışarıdan kim yorum yaparsa yanlıştır. Gerçek doğruyu bir Yaratan bilir, bir de konunun muhatabı. Ama etrafta izlediğim her insanın söyleyecek ne çok sözü var. Herkes bir başka aile hakkında ne çok bilgiye, yoruma sahip. Bu cesareti nereden buluyorlar bilmem. Onun için, aile içindeki ihtilaflara mümkünse katılmamaya azami dikkat ediyorum. Etmeyenler o kadar çok ki… Cahil cesareti galiba, ne dersiniz? Mart 2015 / Turuncu Dergİ 57 YAZAR Kadını Daralan Pencerede Dünyayı kadınlara dar gören erkek düşüncelerini biliyorum fakat görmek istemediğim şey o düşünce pencerelerini daha da daraltan kadınların var olduğu İREM ÖZAL iremozal@turuncudergi.com İ nsan, hayatına devam etmek için önceliklerini zamana göre sıralayabilmek zorunda. Bundan dolayı, tüm yan etkilerine rağmen, yılda bir günü herhangi bir konuya ayırmayı tamamen reddedemiyorum. Bir konuya öncelik vermek o konuyu sonuna kadar çözümlemek anlamına gelmese de dikkat çekmek adına önemli bir adım. Yazıma başlamadan önce 8 Mart Kadınlar Günü’nün kutlu olmasını ve bugünden doğru şekilde fayda sağlanmasını diliyorum. Daha birkaç sayı önce Turuncu’da kadına şiddeti, kadın haklarını, çocuk gelinleri ele aldığımız bir dosya hazırlamıştık. Görünen o ki fiziksel olarak aleni olan haksızlık ve şiddet unsurlarına zamanla gözümüz alışıyor. Otomatik olarak hırçınlaşsak, asla kabul edilemez olduğunu haykırsak, kampanyalar düzenlesek dahi durumları değiştirmek için tam anlamıyla ayağa kalkamıyoruz. Fiziksel olarak şahit olduklarımıza bile karşı duramazken fikren kalıplaşmış, içi boşaltılmış “eşitlik” söylemlerine ne kadar dikkat çekebiliriz? Bunların küçümsenmesinden ve akabinde Feminizmi öcü olarak görmekten, dalga konusu hâline getirmekten 58 Turuncu Dergİ / Mart 2015 turuncudergi.com turuncudergi.com Düşünmek nasıl kurtarabiliriz? Kadınların söyleyip yazdıklarının sızlanma ve şikayet etmenin ötesinde olduğunun farkına varılmasını nasıl sağlayabiliriz? Dünya üzerinde sürekli aktif hâlde olan dernek ve kuruluşların yaptığı “kadın” başlıklı eylemlerin şova dönüşmesi, sloganların sosyal medyada eğlence unsuru olarak kullanılması, liselerde öne çıkan kızların daha anlamını bilmeden Feminist olarak adlandırılması gibi olayların önüne geçmekle başlayabiliriz. Bu tip denge kaymalarının da etkisiyle kadın hareketleri bugün dahi başlama nedenlerini ortadan kaldırabilmiş değil. Klasikleşmiş bir cümle olarak her gün haberlerde yeni bir kadın cinayeti, şiddeti, kaçırılması gibi vakaları izliyoruz. Erkeklerin yanında, kadınların da kafasında bir kadın ayrışması varlığını sürdürüyor. Biz kadınlar olarak kendimizi yalnızca erkeklerle yan yana gördüğümüz vakit eşit hissettiğimiz, kadınlar arasında “Ama o da hak etmiş.” minvalinden cümleler kurmaya devam ettiğimiz sürece, 8 Mart’lar serzenişten ibaret olarak görülmeye devam edecektir. Yetiştirdiğimiz çocuklara aşıladığımız zihniyetle, yazdığımız yazılarda dillendirdiğimiz isyanla, susmayı ve konuşmayı yalnızca bir silah olarak görmekle dışarıya karşı güvende olmaya çalışıyoruz. Peki ya içimiz? Düşüncelerimizin, geleceğimizin, donatılarak yaratıldığımız dinin güvenliği için ne yapıyoruz? Bunca yıldır hayranlıkla izlenen Avrupa’da İslamiyet’in kadınlar için boğucu bir hakimiyet olarak görülmesinin nedeninde İslamiyeti yaşayan kadınların da parmağı var. Müslüman kadınlar olarak varlığımızı eğitim, diploma, giyim kuşam, alışveriş, mutfak zevki gibi şeylerle sınırlandırarak İslamofobi’ye karşı savaş veremeyiz. Dünyayı kadınlara dar gören erkek düşüncelerini biliyorum fakat görmek istemediğim şey o düşünce pencerelerini daha da daraltan kadınların var olduğu. Kadını daralan pencerelerde düşünmek, onun yaratılışını inkar etmek gibi geliyor bana. Büyük adamlar toplumların yükselişini siyaset ve ilimle inşa ediyorsa kadınlar da temellerini değer ve güvenle atıyor. Zihniyetimizi “eşitlik” terimini kanıtlamaya çalışmaktan arındırıp değerli olduğumuzun bilincine varmak üzerine şekillendirmeliyiz. Değerli olmayı bir iktidar ilanı yerine, kendine güven kalkanı olarak gördüğümüz vakit birebir ilişkilerden başlayarak tüm kadına bakış pencerelerini genişletebiliriz. Bu fikrin ütopik olduğunu ben de zaman zaman düşünüyorum fakat kendimizi güvende hissetmek için harcadığımız her çaba bizi daha fazla savaş vermeye zorluyor. Eğitim ve bilincin artırılmasının tek başına yeterli gelmediği bu savaşta, bütünleşerek değerlenen ve genişleyen düşüncelerin filizlenmesine ihtiyacımız var. Mart 2015 / Turuncu Dergİ 59 iYiR DOSYA ÇOCUKLARIN İLK 6 YILI ANNE VE BABALARIN CEBİNDE A iŞLE ÇEV ve Türkiye Vodafone Vakfı işbirliğiyle geliştirilen “İlk6Yıl” uygulaması, çocukların yaşamındaki en önemli dönem olan ilk 6 yıla ilişkin güncel bilgiler sunarak, anne ve babaların hayatını kolaylaştırıyor. Ücretsiz sunulan “İlk6Yıl” uygulaması, 1.200 maddelik bilgi hazinesiyle anne ve babalara rehberlik ediyor. İki günde bir kullanıcının telefonuna gelen bilgiler; fotoğraflar, eğitici videolar ve animasyon filmlerle destekleniyor. Uygulama, Android ve iOS işletim sistemlerinde kullanılabiliyor. Uygulama AÇEV tarafından hazırlanan özgün içeriklerle, çocuğun yaşına göre ve hemen uygulanabilecek pratik YEŞERİR. E D LER LP A K İ İY CE N Ö K İL , İy İ İş le r LAYALIM. N YI YA N ŞI A AYL P LE İM İZ B İ SİZ DE İYİ İŞLERİNİZ m runcudergi.co info@tu 8 33 Tel: 0312 472 9 A K adınlar Sinema Yapıyor” sloganı ile yola çıkan ve bu yıl 13. senesini dolduracak olan Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali 13 Mart Cuma’ günü İstanbul’da başlıyor. Festivalde, ‘kadınlara yönelik şiddet’, ‘namus’ gibi temalara ayrılan özel bölümler, Kadınların Sineması bölümü, toplu gösterimler, söyleşi, panel ve atölyeler yer alıyor.Pozitif ayrımcılıkla sadece kadınların filmlerine yer veren festivalde filmlerde format, uzunluk ya da tür sınırı 60 Turuncu Dergİ / Mart 2015 bilgiler ve öneriler sunuyor. Çocuğun gelişim özelliklerine göre farklı başlıklar altında sunulan bu bilgiler; fotoğraflar, eğitici videolar ve animasyon filmlerle destekleniyor ve iki günde bir kullanıcının telefonuna geliyor. Uygulamada ayrıca, anne, baba ve çocuk açısından önemli tarihlerin kaydedilebileceği takvim, çocuğun boy ve kilosunun takip edilebileceği ölçüm ve yine çocuğa ait fotoğraf ve videoların saklanabileceği ve paylaşılabileceği albüm alanları da bulunuyor. Çocuğun yaşamındaki pek çok ilkleri yaşadığı İlk 6 Yıl dönemini kaçırmak istemeyen anne ve babalar uygulamanın Aile Paylaşımı özelliğiyle bu özel anları aile yakınlarıyla da paylaşabiliyor. Mamak Belediyesi’nden şiddet mağduru kadınlara destek yyer, ya da ayrımı yok. “Kadınlar tarafından kadınlar için” yola çıkan festival, 27 Nisan tarihine kadar toplamda 6 şehirde “Kadınların Sineması, Kadınların Direnişi, Direnişin Sineması” bizlerle buluşacak. 13-22 Mart’ta İstanbul, 28 – 28 Mart’ta Nevşehir-Kapadokya, 4-5 Nisan Muğla-Bodrum, 11-12 Nisan Diyarbakır, 18-19 Nisan Adana ve 25-26 Nisan’da İzmir’de olacak olan festivalin geliri Şengal ve Kobane kamplarındaki kadınlara ve çocuklara aktarılacak. Biletler ise Mart başında satışa sunulacak. turuncudergi.com n Mamak Belediyesi’nden şiddet mağduru kadınlara destek. Geçtiğimiz Ağustos Ayı’nda hizmet vermeye başlayan kadın sığınma evini ziyaret eden Mamak Belediye Başkanı Mesut Akgül, 21. yüzyılda kadınlar hala şiddet görüyor ve öldürülüyorsa hepimizin oturup düşünmesi lazım dedi. Meclis Başkanvekili Erdal Ak ve Mamak Dayanışma Merkezi Koordinatörü Zeliha Akgül ile birlikte Mamak Belediyesi Kadın Sığınma Evi’ni gezen Akgül, Sorumlu Müdür Sosyal Hizmet Uzmanı Hilal Gürpınar’dan bilgi aldı. Şiddete maruz kalmış, şiddete karşı mücadeleyle ilgili bilgi almak, yasal haklarını öğrenmek ve kadın sığınma evinde kalmak isteyen kadınlar Mamak Belediyesi’nin 363 84 76 numaralı kadın danışma hattını arayarak bilgi alabilirler. turuncudergi.com n Yeşilay ve Narkotik Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü uzmanları tarafından Belediyeler işbirliği ile annelere bağımlılık eğitimi verilmeye başlandı. Ortaöğretim döneminde okuyan çocukların annelerine yönelik, bağımlılıklar ve uyuşturucu madde kullanımı konusunda farkındalıkların geliştirilmesi amacıyla yapılan bu çalışmada annelere konuyla ilgili önleyici ve koruyucu eğitim hizme- ti sunuluyor. Yeşilay Kadın Kolları üyelerinin katılımlarıyla gerçekleşen bu projeyle ilçe sınırlarında faaliyet gösteren ortaöğretimlerde, aileye yönelik eğitim çalışmaları yürütülecek, eğitim öncesinde ve sonrasında uygulanacak öntest ve sontest ile annelerdeki konuya yönelik bilgi artışı ölçülecek. Proje kapsamında 22 eğitim programı düzenlenmiş ve yaklaşık 2.000 anneye ulaşılmıştır. KADIN DAYANIŞMA VAKFI Bildiğiniz gibi Kadın Dayanışma Vakfı 22 senedir şiddetle mücadele eden bağımsız bir kadın örgütüdür. Zor bir dönem geçirirken bir süredir yapamadığımız geleneksel 8 Mart Dayanışma Yemeği’ni gerçekleştirerek dayanışalım istiyoruz. Hadi gelin, hep birlikte, kadın dayanışmasıyla güçlenelim! Yer: Hot’n Beer Pub, Konur 2 Sokak, No: 26 Tarih ve Saat: 6 Mart Cuma – 19.00 Not: Biletler için vakıfla iletişime geçebilirsiniz. Kadın Dayanışma Vakfı Mithatpaşa Caddesi, 10/11, Sıhhiye 0312 430 40 05 – 0312 432 07 82 Mart 2015 / Turuncu Dergİ 61 RÖPORTAJ RÖPORTAJ Kullanıcı Dostu, Yenİ, Farklı Teknolojİlere Uyumlu, Büyüyen YEŞiLAY TÜRKİYE YEŞİLAY CEMİYETİ GENEL BAŞKANI PROF. DR. M. İHSAN KARAMAN, YEŞİLAY’IN AMAÇLARINI, PROJELERİNİ VE TOPLUMDAKİ YERİNİ ANLATTI RÖPORTAJ: BETÜL TAT Y betultat@turuncudergi.com eşilay, Türkiye’nin en önemli sivil toplum kuruluşlarından bir tanesidir. Sigara, alkol, uyuşturucu, kumar ve teknoloji bağımlılığı konusunda önemli mücadeleler veriyor. Türkiye Yeşilay Cemiyeti Genel Başkanı Prof. Dr. M. İhsan Karaman ile Yeşilay hakkında konuştuk. // Yeşilay’ın amacı nedir? Yaklaşık bir asırdır bağımlılıklarla mücadele eden Yeşilay; bugün yeni vizyonuyla, uluslararası alanda örnek bir sivil toplum örgütü olma yolunda kararlı bir şekilde ilerliyor. 1920 yılında alkol ve uyuşturucu ile mücadele amacıyla kurulan Yeşilay bugün alkol bağımlılığı, tütün bağımlılığı, madde bağımlılığı ve kumar bağımlılığının yanı sıra teknoloji bağımlılığı alanlarında toplumu bilgilendirme çalışmalarını sürdüren bir sivil toplum kuruluşudur. Yeşilay, insanların sağlıklı birer birey olarak hayatlarına devam etmesini ve topluma faydalı olmasını amaçlar. İnsan onuru ve saygınlığının korunması için her koşulda, her yerde ve 62 Turuncu Dergİ /Mart 2015 her zaman desteğe muhtaç insanlara yardım eder. Toplumun bağımlılıklara karşı bilincine, farkındalığına ve mücadele gücüne sürekli katkıda bulunur. Bu amaç doğrultusunda ulusal ve uluslararası kamu, özel ve sivil toplum kuruluşlarıyla gerekli işbirliği ve ortak çalışma organizasyonlarını geliştirir. // Bağımlılık denilince ilk olarak sigara ve alkol bağımlılığı akla geliyor. Neden? Sigara ve alkol legal yani yasal olan maddelerdir. Satışı belli kurallar çerçevesinde yapılması ile serbesttir. Ve çok yaygın bir kullanıma da sahip olduğu için bağımlı oranı en fazla olan maddelerin başında yer almaktadır. Toplumumuzda bağımlılık anlayışı da bu iki madde üzerinde kurgulanmıştır. Buradaki haklılık payını ise; örneğin, uyuşturucunun sigara ve alkol kadar diğer ülkelere kıyasen çok derin ve yaygın olmayışı göstermektedir. Yeşilay Başkanı Prof. Dr. M. İhsan Karaman turuncudergi.com Ama ne yazık ki ülkemizde bilhassa uyuşturucu madde konusunda hem hedef hem koridor ülke olmamız bu maddelerin de kullanımını ve ulaşımını kolaylaştırmış, yaygınlaştırmıştır. Buradaki kilit nokta bilgi eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Halkımız uyuşturucudan korktuğu kadar sigara ve alkolden tedirgin olmuyor. “Keyfine kullanıyorum, istediğim zaman bırakabilirim.” algısı mevcut maalesef. Uyuşturucuya bir deneme ile bağımlı olunduğu bilinir ama sigara ve alkolün tetikleyici, hem kişiyi hem de çevresini zora sokacak, psikolojik ve biyolojik etkileyecek, aile temelini yıkacak derecede tehlikeli olduğu pek umursanmaz. Her bir bağımlılık, bir diğer bağımlılık yapıcı maddeye bulaşmak için tetikleyicidir. Tüm bağımlılık yapıcı maddeler, bizim için tehlike sinyallerini verir. Bu maddelerin deneme yaşlarının gün geçtikçe düşmesi de bu sinyallere karşı gerekli önlemlerin alınması için yeterlidir. // Nargile, sigaraya nazaran, daha masum görülüyor. Siz ne düşünüyorsunuz? Bu masumiyet algısı; nargilenin, tütün endüstrisi tarafından bir sosyalleşme aracı olarak gösterilmesinden kaynaklanmaktadır. 2014 yılında “Ucunda Ölüm Var” adı ile büyük ses getiren bir “Nargile Farkındalık Kampanyası” düzenledik. Yeşilay, nargile kampanyasını tütün kontrolü çalışmalarının bir parçası olarak başlatmıştır. Çünkü tütün kullanımı, Dünya Sağlık Örgütü’nün belirttiği gibi, dünyada önlenebilir ölüm ve hastalıkların en önde gelen nedenidir. Özellikle 90’lı yıllardan itibaren aromatik tütünün piyasaya sürülmesiyle birlikte nargile salgını tütün kontrolü çalışmaları için yeni bir tehdit olarak ülkemizde de özellikle gençler ve ergenler arasında hızla yayılmaya başlamıştır. Tıpkı sigara gibi bağımlılık yapan ve ölümcül hastalıklara neden olan nargilenin hızla yayılması, müdahale edilmesi gereken bir halk sağlığı sorunudur. Bu nedenlerden dolayı Yeşilay, turuncudergi.com nargile sorununa el atmıştır. Pek çok nargile kullanıcısı nargilenin, sigaradan daha masum olduğunu düşünse de nargile en az sigara kadar tehlikelidir. Nargile; -sigara gibi- kanserler, solunum yolu hastalıkları, kalp ve damar hastalıkları gibi pek çok önemli hastalığa neden olur. Nargile tütününün kömürde yakılması, dumanındaki zehirli maddeleri daha da artırır. Bununla birlikte, nargile içme süresinin uzun olması daha çok zehirli maddeye maruz kalınmasına neden olur. Nargile de sigara gibi bağımlılık yapan ve öldürücü bir tütün ürünüdür. Nargile karşıtı bilgilendirici kampanyalar yapmak özgürlük alanına bir müdahale değildir; bireyin sağlıklı yaşama hakkı için savunuculuk yapmaktır. Nargilenin zararları konusunda bilinçlendirme kampanyaları yapmak oldukça önemli olsa da tek başına yeterli olamaz. Kampanyalara ek olarak, 18 yaşının altına nargile satışının daha sıkı denetlenmesi, özellikle gençleri tuzağa düşüren aromatik tütünlerle ilgili yasal düzenlemeler yapılması, nargile fiyatlarının artırılması, nargile kafelerin kısıtlanması gibi önlemlerle salgının önüne geçmek mümkündür. // Günümüzde sigara, alkol vs. bağımlılığı kaç yaşına düştü? Bu konuda en çarpıcı ve güncel araştırmalardan biri, 2013 sonunda verileri açıklanan ve İstanbul Emniyet Müdürlüğü ve Milli Eğitim Müdürlüğü’nün ortaklaşa yaptırdığı bir çalışma. Burada İstanbul’da, çoğunluğu lise birinci sınıfta okuyan, 32.000 lise öğrencisine bağımlılık yapan maddeleri az veya çok kullanma durumları soruluyor. Sonuçta öğrencilerin %45’i sigara, %32’si alkol ve %9’u ise uyuşturucu madde ile tanışmış olduğunu ifade ediyor. Bilinen bir gerçektir ki yüz yüze sorguda ortaya çıkan bağımlılık oranları gerçek rakamın daima birkaç puan altındadır. Yani liseli gençlerimiz arasında uyuşturucu maddeyi en az bir kez kullananların her on çocuğumuzdan biri olduğu aşikâr bir vakıa. Gençlerimiz, hem de 14 yaş civarındaki gençlerimiz arasında bağımlılık yapan maddelerin bu oranda kabul görmesi, tehlike çanlarının çaldığına işaret ediyor Yeşilay, birçok kampanya ve afişle, toplumu kötü alışkanlıktan uzak tutmak için vargücüyle çalışıyor. Mart 2015 / Turuncu Dergİ 63 İzlenen filmin üstüne muhabbet geliştirip çocukların zihin dünyasında farkındalık oluşturmaya çalışılabilir. Yine başka bir yol; çocukların hoşlanacağı, ilgilerini çekebilecek yerlere ufak geziler düzenlenerek ortak muhabbetler kurulabilir ve en önemlisi çocuklarının sağlıklı sosyalleşebileceği ortamlara, eğitim kurumları ve gençlere yönelik çalışmaları olan yaşıtlarıyla ve kendileriyle ilgilenen ağabey ve ablalarının olduğu kurumlara çocuklarını yönlendirmelilerdir. Aksi takdirde ailenin ve sağlıklı ilişkilerin doldurmadığı boşluğu sosyal medya doldurmaya başlayacaktır. RÖPORTAJ Gençlerimiz, hem de 14 yaş civarındaki gençlerimiz arasında bağımlılık yapan maddelerin bu oranda kabul görmesi, tehlike çanlarının çaldığına işaret ediyor. Genel nüfus olarak niteleyebileceğimiz 15-64 yaş aralığında % 51.8’lik oran bir tütün ürünü denemiş, % 28.3’ü alkol ürünü denemiş, % 2.7’si de yasadışı bağımlılık yapıcı madde denemiş. 15-35 yaş arasında bu oran yükseliyor; % 3.0. Yaşam boyu esrar kullanma oranı ise % 0.7. Öğrencilerin % 1.5’i ise yasadışı bağımlılık yapıcı yasadışı madde denemiş. İlk kullanma yaşı ortalaması 13.8. Yatarak tedavi olan madde bağımlılarının yaş gruplarına göre dağılımı incelendiğinde, her yıl vakaların yaklaşık üçte birinin 15-24 yaş grubunda olduğu görülmektedir. Yine yıllara göre vakaların yaklaşık %40’ı da 25-34 yaş grubunda yer almaktadır. Bu da gençler ve erişkinler arasında madde kullanımının sorun olduğuna ilişkin önemli bir bulgu olarak yorumlanabilir. Madde bağımlılığı nedeniyle tedavi olanlar arasında 15 yaşın altında olan vaka sayısı ve oranında artış olması dikkat çekicidir. Ayrıca, 15-19 yaş grubunda da -her ne kadar oransal olarak büyük bir artış görünmese de- tedavi olan vaka sayısında yaklaşık iki kat artış söz konusudur. Bu vakaların ölümle neticelenme durumlarına bakıldığında 2009 yılında ülkemizde 153 doğrudan madde bağlantılı ölüm gerçekleşmiştir. Bu sayı 2008 yılında 147, 2007 yılında ise 120’dir. 64 Turuncu Dergİ / Mart 2015 // Son zamanlarda teknoloji bağımlılığı artmış durumda. Sosyal medyayı bilinçli kullanmak için neler yapılmalıdır? Günümüz dünyasında inanılmaz bir hızla gelişen teknoloji, hayatı kolaylaştırarak insanların hem enerji hem de zamandan büyük ölçüde tasarruf etmesini sağlamakta. Ancak teknolojinin hayatı yeniden şekillendirmesiyle dönüşen benlikler, teknolojinin esareti altına girmek gibi ciddi bir tehlike ile karşı karşıya kalmaktadır. Özellikle, gözünü açtığı andan itibaren hayatının hemen her karesinde, aile bireylerinden birini görebildiği sıklıkta teknolojik aletleri gören günümüz çocuk ve ergenleri için, teknoloji ve internetle sağlıklı bir ilişki kurabilmek oldukça zordur. İşte bu yaşlarda, akran sıcaklığını, oyun arkadaşlığını, dostluk ve yarenliği yaşayamadan klavyelerin, ekranların, kablolu ve kablosuz ağların tuzağına düşen yeni nesiller, ilerleyen yaşlarda da yalnızlaşan, iletişim güçlüğü yaşayan, neşeyi ve teselliyi sanal dünyada arayan bireylere dönüşmektedir. Son günlerde gündeme taşıdığımız bir kavram var: FOMO (Fear of Missing Out). Fomo, sanal dünyada gelişmeleri kaçırma korkusu olarak bilinen ve bir nevi sanal uyuşturucu olan bir duygu durumu. En çok Z kuşağını ve erkekleri etkiliyor. Kişi gündemi kaçırma korkusuyla yaşar ve sürekli telefonuna bakma ihtiyacı duyar. Özellikle “nomofobi” olarak bilinen, bağımlılık derecesinde telefon kullanma durumudur FOMO. Bu durum insanın kontrol duygusuyla ilgili bir korkudur. Sosyal medyada fazla zaman geçirilmesiyle oluşan bu durum sonucunda kişi, bırakmayı ve durdurmayı deniyor ama başarılı olamıyor. Sosyal medya başında geçirilen zaman miktarı gittikçe artıyor. Bununla birlikte haz tatminleri azalıyor. Beyindeki ödül-ceza sistemi bozuluyor. Sanal ortamda bulunmaktan zevk alıyor bu kişiler. Bunu beyindeki ödül-ceza sistemine kaydediyorlar ve bu olmadığı zaman sanki temel ihtiyaçlarını almamış gibi hissedip huzursuz oluyorlar. Temel ihtiyaçlarını kaybettikleri zaman da korku oluşuyor. Yani bunu “sanal uyuşturucu” olarak tanımlayabiliriz. Nasıl ki uyuşturucu kişinin muhakeme yeteneğini kaybetmesine neden oluyorsa, FOMO da kişinin bilinç kontrolünü bozuyor. Bilgisayar ve akıllı telefonlarla çok zaman geçirenlerin ileriki zamanlarda psikiyatrik sendromlara yakalanma oranı çok yüksek. “Sanal ortamda yer alamadığım zaman kötü hissediyorum.” diyenler, Twitter’da yazdıkları retweet yapılmayanlar veya Facebook’ta yeterince beğeni almayanlar kendilerini kötü hissediyorlar. Çünkü kendilerini onaylanmamış ve kabullenilmemiş hissediyorlar. Bu da haz alma duygusunu olumsuz etkilediğinden psikolojik sorunlara yol açabiliyor. Sosyal medyanın cazibesinin önüne geçebilecek aktiviteler öncelemelidir. Bu konuda anne-babalar çocuklarıyla beraber, onların hoşlanacağı filmleri izleyebilirler. turuncudergi.com // Yeşilay olarak projeleriniz, hedefleriniz nelerdir? Yeşilay, asırlık bir kuruluş ve sorumluluğumuz da büyük. Yönetim kadromuzla birlikte Yeşilay’ı daha iyi yerlere taşıyacak, bağımlılıkla mücadelede daha çok ivme kazanacak birçok çalışma yaptık ve yapmaya da devam edeceğiz. Sigara, alkol, uyuşturucu, kumar ve teknoloji bağımlılığı alanında yaptığımız önleyici çalışmalarla halkımızın ve gençliğimizin farkındalığını artırmaya çalışıyoruz. Toplumun her kesimiyle kucaklaşarak, fertlerin bedenen ve ahlaken çökmesine neden olan bağımlılığa ve bağımlılık endüstrisinin kirli oyunlarına karşı sürekli bir çaba içerisindeyiz. 2020 yılında, kuruluşunun ikinci yüzyılına girerken, “bağımlılıklarla mücadelede Türkiye’yi örnek ve lider bir ülke yapan ve misyonunu yurtdışına taşıyan bir Yeşilay” olarak oluşturduğumuz vizyonumuzla bu amacımızı adım adım gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Bir asırlık geçmişi ile ülkemizin en köklü kuruluşlarından biri olan Yeşilay’ımızın kurumsal alanda yapılandırmasını sürdürürken, bir yandan da bilgi, tecrübe ve Yeşilay kültürüne sahip profesyonellerle kadromuzu güçlendirmeye devam ediyoruz. Bağımlılıklarla mücadelede modern ve bilimsel yöntemleri kendine prensip edinen Yeşilay ailesi olarak Türkiye’de ve dünyada örnek bir sivil toplum örgütü modeli olma yolunda büyük bir adım attık ve Ulusal Kalite Hareketi’ne katılarak Yeşilay’ı “mükemmeliyet merkezi” hâline getirmek için çalışmalarımız devam ediyor. turuncudergi.com RÖPORTAJ Milli Eğitim Bakanlığı ile imzaladığımız protokol sonrası tüm bağımlılıklarla topyekûn mücadele için Türkiye Bağımlılıkla Mücadele Eğitim Programı (TBM) projesini başlattık. Bu projenin pilot il İstanbul uygulamasında 8 bin saha eğitimcisi ile 8 milyon öğrenciye, doğrudan bağımlılıklarla ilgili eğitim verdik. Bu yıl hedefimiz tüm Türkiye. Bu kapsamda, 487 rehber öğretmeni formatör eğitimci olarak yetiştirdik. Formatörler aracılığıyla yaklaşık 20 bin uygulayıcı eğitici yetiştirilerek 2014-2015 eğitim yılı 2. döneminden itibaren ulusal boyutta toplam 20 milyon öğrenciye bağımlılıkla mücadele eğitimi verilecek. Bu projemizle okulların yanı sıra askeri birlikler, sağlık mensupları, hapishaneler, kadın sığınma evleri, halk eğitim merkezleri, üniversiteler, kültür merkezleri ile ülkemizin dört bir yanında milyonlarca kişiye bağımlılıklar hakkında bilinçlendirme ve farkındalık çalışması yapacağız. Yeşilay’ın Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu Başkanlığı (BTK) ile yürütmekte olduğu “İnternetin Bilinçli Kullanımı ve Teknoloji Bağımlılığı” çalışması, önümüzdeki aylarda ülke genelinde teknoloji bağımlılığı ve bilinçli internet kullanımı ile ilgili farkındalığın artmasına katkı sağlayacak önemli sonuçlar doğuracak. Yeşilay olarak bu dönem teşkilatlanma çalışmalarımıza hız verdik ve ülke genelinde şube sayımızı 60’a çıkardık. Mart 2015 / Turuncu Dergİ 65 RÖPORTAJ Genç Yeşilay ekibimiz, personelimiz ve dinamik yönetim kurulumuz ile Yeşilay, bağımlılıklarla mücadele için daha büyük adımlar atacak, daha da büyüyecek Yeşilay’ımızın hâlihazırda ülke genelinde 60 şubesi, 80 temsilcisi ve 30 binden fazla gönüllü üyesi bulunmaktadır. Hedefimiz, İstanbul’un tüm ilçelerinde ve 81 ilimizde şubeleşmeyi sağlamak. Bunun yanı sıra 21 ülkede Ülke Yeşilay’ı kurduk ve bu yıl içerisinde sayıları artarak devam edecek olan Ülke Yeşilayları’nı, Dünya Yeşilaylar Federasyonu’nu kurarak bir çatı altında toplayacağız. Teşkilatlanma çalışmalarımız, tüm büyükşehirler başta olmak üzere ülkemizin tüm il ve ilçelerine kadar yayılarak şubelerimiz, temsilcilerimiz, kadın kollarımız, Genç Yeşilay ekibimiz, personelimiz ve dinamik yönetim kurulumuz ile Yeşilay, bağımlılıklarla mücadele için daha büyük adımlar atacak, daha da büyüyecek. // Yeşilay, önleyici hizmetler dışında rehabilitasyon görevini de üstlendi. Ülkemizde de eksik bir hizmet alanı olan bu alanda hem bağımlıya hem de ailesine yönelik danışmanlık verilecek projeniz var mı? Önleme faaliyetlerimizdeki en önemli program Türkiye Bağımlılıkla Mücadele Eğitim Programı (TBM). Bütün önleme faaliyetlerini bunun etrafında odaklandırdık ve TBM ile önleme faaliyetlerini operasyon hâline getirdik. Diğer taraftan geçen sene tüzükte bir değişiklik yaparak daha önce hiç görevimiz olmayan rehabilitasyon meselesini misyon edindik. Bu, Yeşilay için çok önemli bir değişiklik. Bu anlamda Türkiye için model olabilecek Yeşilay Danışmanlık Merkezi (YEDAM) projesini başlattık. Bu projenin temel fonksiyonu, tıbbi tedavisini tamamlamış bağımlıların sosyal entegrasyon ve rehabilitasyonuna destek vererek bunların topluma entegre edilmesi ve bu bağımlılık illetine tekrar bulaşmasını engellemektir. Bir diğer önemli projemiz de rehabilitasyon geliştirme projesidir. Dünyada 66 Turuncu Dergİ / Mart 2015 ve Türkiye’de en iyi örnekleri inceleyerek bu anlamdaki en başarılı modeli geliştirmek ve bunu Yeşilay sertifikasıyla tüm toplumun ve tüm dünyanın hizmetine sunmak istiyoruz. // İnsanlar, Yeşilay’dan, bağımlılık hakkında nasıl bilgi alabilirler? Kullanıcı dostu, yeni, farklı teknolojilere uyumlu, büyüyen Yeşilay’ın ve ziyaretçilerin ihtiyaçlarına cevap veren sade ve modern tasarımlı yeni web sitemiz yesilay.org.tr’yi yayına soktuk. Burada bağımlılıklar ve Yeşilay hakkında her türlü bilgi mevcut. Ayrıca Twitter, Facebook, Instagram, Youtube gibi sosyal medya hesaplarımızda da günlük hap niteliğindeki paylaşımlar yapmaktayız. Çünkü biz günlük hap niteliğindeki bilgileri Twitter hesabımızdan paylaşıyoruz. Ayrıca eğitimle ilgili tüm içerik ve dokümanları tbm. org.tr portalımızdan sürekli olarak takip edebilirler ve bundan sınırsız bir şekilde faydalanabilirler. // Yeşilay’da üye ve gönüllü olma çalışmaları nasıl bir sürece sahip? Üye ve gönüllüler neler yapar? Birçok aktivite yapıyoruz. TBM dediğimiz eğitim aktivitesi bile birçok gönüllü barındırıyor. Milli Eğitim Bakanlığı’ndan farklı olarak burada çalışanları sadece ve sadece gönüllü öğretmenlerimizden seçtik ve bu gönüllü öğretmenlerimiz bu faaliyetlerde bulundular. Öte yandan pek çok aktivitemiz olduğu için vatandaşlarımız da kendi kapasiteleri ve formasyonlarına uygun olarak söz konusu aktivitelerde bize destek olabilirler. Ayrıca üye olmak isteyenler, şubelerimiz aracılığıyla bize başvurup üye olabilirler. // Son olarak 1–7 Mart Yeşilay Haftası ile ilgili neler söylemek istersiniz? Bu hafta bizim için çok önemli bir yere sahip. Yeşilay’ımız 95 yaşına basacak. Bizler de bunu tüm ülke genelinde yapacağımız etkinliklerle kutlayacağız ve bunun için de ciddi çalışmalar içerisindeyiz. Şubeler ve temsilcilerimizin olduğu tüm illerde meydanlarda olacağız, spor etkinlikleri düzenleyeceğiz. İstanbul, Beşiktaş’ta fotoğraf ve karikatür sergisinin olduğu büyük bir çadırımız olacak. Maçlarda futbolcularımız Yeşilay pankartıyla çıkacak. Ülke genelinde yürüyüşlerimiz olacak. Çocuk festivalleri yapacağız. Cumhurbaşkanımızın da teşrif edeceği ve bu sene ikincisini düzenleyeceğimiz, bağımlılıklardan uzak, sağlıklı yaşamı misyon edinen; sanatçıları, sporcuları, akademisyenleri, siyasetçileri özetle 21 dalda kişi ve kurumları “Zümrüdüanka Ödülü” ile ödüllendireceğiz. 7 Mart’ta ise Mustafa Sandal’ın vereceği ücretsiz bir halk konserimiz olacak, bu da kapanış etkinliğimiz olacak. Tüm burada yaptıklarımızla amacımız; halkımızda Yeşilay algısını ve bağımlılıklara karşı farkındalığını yükseltmek. Pursaklar Belediyesi bağımlılık konusunu masaya yatırdı T oplumun önemli bir yarası olan bağımlılık konusu Pursaklar Belediyesi’nin düzenlemiş olduğu programda masaya yatırıldı. Yazar Aliye Satılmışoğlu verdiği seminerde “Bağımlılık bir toplumsal sorundur. Toplum olarak mücadele etmeliyiz” dedi. Pursaklar Belediyesi Abdurrahim Karakoç Kültür ve Kongre Merkezi’nde düzenlenen “Gençlerle İletişim ve Bağımlılıklar” konulu programa İlçe Milli Eğitim Müdürü Adnan Gürbüz, Belediye Başkan Yardımcıları Nedim Erçetin, S. Mehmet Gümüş, Keçiören Belediye Başkanı Mustafa Ak’ın eşi Aliye Ak, öğretmenler, hanımlar ve çok sayıda genç katıldı. Gençlerle iletişim ve bağımlılık konusunu anlatan Yazar Aliye Satılmışoğlu, madde bağımlısı gençlerin içinde bulunduğu durumu slaytlarla gösterip, önemli mesajlar verdi. Tuzağa düşen gençlerin bu tuzaktan kurtulması için herkesin mücadele etmesi gerektiğini söyleyen Satılmışoğlu, bağımlılığın iki türü olduğunu, bunlardan birincisinin madde bağımlılığı ikincisinin ise davranışsal bağımlılık olduğunu açıkladı. Madde ve davranışsal bağımlılıkları anlatan Aliye Satılmışoğlu, “Onların içimizi acıtan turuncudergi.com durumlarını gördüğümüz zaman buna duyarsız kalamayacağımızı bir kez daha hatırlamalıyız. Hep birlikte bununla mücadele etmeliyiz” dedi. Bağımlılığa iten sebepler Bağımlılığa iten sebepleri tek tek sıralayan Satılmışoğlu, bunlar arasında kişilik özellikleri, hayır diyememe, stres ve öfkeyi yönetememe, çözüm bulmada güçlük çekme gibi etkenlerin olduğunu kaydetti. Madde bağımlılığında erkeklerin oranının daha fazla olduğuna dikkat çeken Satılmışoğlu, artış oranında ise kadınların önde olduğunu ifade etti. Bu durumda sevilmeyen çocuklar ve eşler, aile içinde yaşanan huzursuzluklar, aile içindeki kopukluklar, birbiriyle iletişim kuramayan ailelerin tehlikelerle karşı karşıya olduğunu belirtiliyor. Sosyal çevrenin de büyük bir etki oluşturduğuna vurgu yapan Satılmışoğlu, şunları söyledi: “Sosyal seviye ve ekonomik seviyenin düşük olduğu kesimlerde madde bağımlılığı daha fazla görülür.” “Tütün ve sigara en büyük sebep” Madde bağımlılığının en büyük sebeplerinden birinin tütün ve sigara olduğunu dile getiren Aliye Satılmışoğlu, sigaranın içinde bulunan zehirleri sıraladı: “Bir sigara içinde kar- bon monoksit, arsenik, betanom, DDT ilacı, aseton, naftalin, nikotin gibi çeşitli zehirleri barındırıyor. Gençler, sigara illetine hiç alışmasın. Sigara içenlerin yanında bulunanlar da pasif içicidirler.” Madde kullanımının belirtileri nelerdir? Madde kullanımına başlama yaşının bir hayli aşağılara indiğinden yakınan Satılmışoğlu konuşmasını şöyle bitirdi: “Çocukların bakışlarında değişim, dağınık yaşam, çevreyle ilişkinin kesilmesi, yeme içme bozukluğu, gözlerde kanlanmalar olur, bacak ağrısı, öfke nöbetleri, saldırganlık gibi belirtiler meydana gelir. Bağımlı olan bir kişinin kendi kendine bundan kurtulması çok zordur. Tedavi süresi çok uzundur. Tedavi sonrası başıboş bırakmamak gerekir. En ufak bir etkide yeniden bağımlılık başlayabiliyor. Bağımlılık mutlaka tedavi ile iyileşir, ardından rehabilitasyon süreci gereklidir. Bir de davranışsal bağımlılıklar dediğimiz internet kullanımı, bilgisayar, telefon, televizyon, alışveriş, fazla tüketim gibi modernitenin ve popüler kültürün getirdiği alışkanlıklar var. Bunlara karşı da dikkatli olmalıyız.” Programın sonunda Konuşmacı Aliye Satılmışoğlu’na Pursaklar Belediye Başkan Yardımcısı Seyit Mehmet Gümüş teşekkür ederek çiçek takdim etti. Mart 2015 / Turuncu Dergİ 67 HABER “YAŞADIKLARINIZI DEĞİŞTİREMEZSİNİZ AMA YAŞAYACAKLARINIZI DEĞİŞTİREBİLİRSİNİZ Gaziantep B.Ş.Belediye Başkanı Fatma Şahin ÇOCUKLARIN MERKEZİMİZE GELDİĞİ İLK GÜN ONLARIN DOĞUM GÜNÜ OLUYOR B uradaki asıl amaç kişinin kendi ayakları üzerinde durabilmesi. Gaziantep Oya Bahadır Gençlik Merkezi; madde kullanan 13-19 yaş aralığındaki gençlere yönelik olarak; barınma, tedavi, rehabilitasyon, eğitim, aile ve sosyal yaşama geri dönüşe hazırlık ana başlıklarında Gaziantep Büyükşehir Belediyesi ‘nin sosyal sorumluluk bilinci ile Nisan 2008 tarihinden bugüne hizmet veriyor. Uygulanan tedavi ve rehabilitasyon programı ergenlik dönemi, madde bağımlılığı tedavisi uygulamalarından 68 Turuncu Dergİ / Mart 2015 yola çıkılarak oluşturulmuş davranış bilimleri, kanıta dayalı uygulamaları madde bağımlılığı tedavisinde etkin, insancıl yaklaşımı ve rehabilitasyon sonrası takip, destek sistemiyle son derece özgün bir içeriğe sahip. FATMA ŞAHİN: “Sosyal devlet anlayışımızda önce insan var” Merkeze insanı aldığınız zaman, insanın maddi ve fiziki ihtiyaçları ile beraber her insanın sevgiye, muhabbete, özgüvene, mutluluğa ihtiyacı var. Bu merkezin en büyük farkı, gelen çocukların bu muhabbet ortamı içerisinde tedavi edilebilmesidir. Özellikle başta bulunan uzman grubun buna çok dikkat ediyor olması, çocuklara özgüven, güven verilmesi, aileleri ile beraber onların geleceğe hazırlanmasında “Ben bunu yapabilirim.” “Ben bunu başarabilirim.” anlayışının güçlü bir şekilde verilmiş olması önemlidir. OYA BAHADIR YÜKSEL “2008 yılında bu merkez açıldı orayı inşa edip belediyeye belki hediye ettik ama hiçbir zaman ilgimizi eksik etmedik. Gençlik merkezinin kuruluşu çok önemliydi çünkü Türkiye’de tekti.” MEHMET A. “Çocukluğum kolay kolay aklıma gelmedi. Hatırlamadım bile. Okuldan atıldıktan iki gün sonra kin duymaya başladım. Nasıl ki bir insan ışıktan karanlığa gider karanlıkta uzun bir süre kalır sonra da çıkmaz istemez. Işık ona tuhaf gelir. Belki de o meseleydi benim meselem. Cezaevinde 3 ay kaldım ama bana 10 yıl gibi geldi. Cezaevi benim için çok büyük bir travma oldu. Maddeyi bir taraftan kullanmak istiyordum bir taraftan da ölmekten korkuyordum. Akıl sağlığım gerçekten bozulmuştu. Öğretmenlerim hayalimi sorardı ve bana yap derlerdi ama ben o resmi yapmaya korkardım. Her zaman hayalimde şu resim vardı. ”Bir deniz, üstünde bir kayık o kayıkta da ben ve sevgilim. Beraber denize bakalım istiyordum. Öğretmenim fırçayı elime aldığımda neden korktuğumu sordu bende tabloyu bozmaktan korktuğumu söyledim. Öğretmenimde bana hayatta her zaman hata yapabileceğimi hatadan çok hatayı düzeltmeye bakmamı söyledi. En sonunda hatalar yapa yapa kafamdaki resmi çizebildim. Adsız narkotik toplantılarına ailemi çağırdım ve MAHMUT A. bıkmaya “Küçük yaşlarda herkesten her şeyden larım… başladım. Ağabeylerim, amcalarım, hala ve edi etm ul kab i ben Akrabalarımdan hiçbiri klara soka bur mec yaşım daha on altıydı. Ben de , ızlık hırs m; düştüm.Devamlı kaçmaya başladı bula Para m. gasp gibi suçlara karışmaya başladı soen ve ım mayan insan ne yapar ? Battıkça batt olmadı rsem iste ar kad ne Ben nunda dipteydim. m. ve en sonunda maddesel bağımlı oldu EKİ “BEN GENÇLİK MERKEZİND İNSANLARA TERS DAVRANDIKÇA ONLAR BANA SICAK DAVRANDILAR.” insanların Aradan 2 ay geçtikten sonra oradaki dım. bana bir şeyler vermeye çalıştığını anla onları çok sevdiğimi söyledim. Ellerinden öptüm ve hayatımda ilk defa babamın ağladığını gördüm. Anneme kolye yaptım, kız kardeşime bileklik yaptım. Diğer kardeşime tespih yaptım. Bunları yapmakta bana çok gurur verdi çünkü geçmişte çevremdeki herkese zararım dokunmuştu. Merkezden ayrıldıktan sonrada bir isteğim olup olmadığını her şeyin yolunda gidip gitmediğini soruyorlar. Yine bir aradayız. Yeni evlendim. Bu hediyeyi bana veren tek şey benim temiz kalmam. Uyuşturucuyu bırakmasaydım bir işe ve böyle bir eşe sahip olamazdım. RAMAZAN T. “Ben de kendi kendime bir müddet kullanayım bırakırım diye düşünmüştüm ama maalesef öyle değilmiş.’’ ORHAN Ş. “Çocuk yaşta maddeye bağlanınca eve gitmemeye başladım. Bu süreç kısa bir zamanda daha sık tekrarlanmaya başladı. Ölmek ve madde kullanmak istiyordum. Sanki hayatımdaki tüm sorunların tek çözüm yolu buymuş gibi.’’ Mart 2015 / Turuncu Dergİ 69 ARAŞTIRMA İSKİLİPLİ ATIF HAYATI VE MÜCADELESİ Resmi ideoloji onu, Laleli’deki evinden aldı, Ankara’da birinci meclisin önünde salben idam etti. Yaşama özgürlüğü -haklarıelinden alınan diğer ilim ve fikir adamları gibi Atıf Hoca da unutulmadı Y eni nesillere aydınlık bir istikbal inşa etmek için tarihimizi doğru olarak bilmek zorundayız. Bu konuda modelimiz İskilipli Atıf Efendi’dir. Onun hayatı, eserleri, hizmetleri, mücadelesi ve akıbeti bir ibret tablosudur. Resmi ideoloji onu, Laleli’deki evinden aldı, Ankara’da birinci meclisin önünde salben idam etti. Yaşama özgürlüğü -hakları- elinden alınan diğer ilim ve fikir adamları gibi Atıf Hoca da unutulmadı. Talimatla kalem kıran, küreğe mahkûm eden, sürgün eden, vicahen –gıyaben ve müeccelen- idam kararları vererek ev 70 Turuncu Dergİ / Mart 2015 MEHMET SILAY ödevi yapan zalimler unutuldu. Fakat zulmen canlarına kıyılanlar kıyamete kadar rahmetle anılacaklar. Husumete vaktimiz yok, biz muhabbet fedaileriyiz. Şehitlerimizi, öc almak, intikam almak ya da rövanş almak için değil, ibret almak için rahmetle anıyoruz. İskilipli Atıf’ın bize ihtiyacı yok, bizim ona ihtiyacımız var. Şehit âlimler, indallah’ta itibar sahibidir. Millete, İslami hayat teklifini yol haritası olarak sunan ve kitabın ortasından konuşan- yazan münevverler, aydınlar asıldılar. Tarih, magazin değildir. Tarihi çalınmış bir milletiz. Tarihimizle yüzleşmek zorundayız. mehmetsilay@turuncudergi.com Hakikat aramakla bulunmaz ama onu bulanlar da arayanlardır. Ne kadar gözden gizlenirse gizlensin, hakikatlerin mutlaka bir gün ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır (Bayezit-i Bistami ve Mustafa Armağan). Bir gazetenin ömrü on beş-yirmi dakikadır. Dergilerin ömrü bir-iki gündür. Medeniyetin intikali kitaplarladır. “Sosyal Tsunami” nin sebebi olan kitaplar, kültürümüzün dip dalgalarıdır. Şehitler verdik, çok bedel ödedik ve toplumun dili çözüldü. Türkiyede hiç dokunulmayan konular artık tartışılıyor. Bu memlekette kim, kime yanlış yaptıysa özür dileyecektir. Devlet terörüne kurban gidenlere de iade-i itibar verilecektir. turuncudergi.com HAYATI İskilipli Muhammed Atıf; 1876’da, Çorum İskilip’e bağlı Tophane Köyü’nde doğdu. Daha altı aylıkken anası Nazlı Hanım (1) vefat etti. Baba Mehmet Ali Ağa’nın büyük çiftlik evinde özel dersler alarak büyüdü. Cacabey Medresesi’nde şöhretli müderris Hoca Abdullah’ın rahle-i tedrisinde 2 yıl yer aldı. İstanbul Fatih Medresesi’nde 7 yıl eğitim gördü, icazet aldı ve müderris oldu. Dar’ulfünûn’da İlahiyat okudu. Kabataş İdadîsi Lisan-Arapça öğretmeni oldu. Safranbolu’lu Fatma Zahide Hanım’la evliliği 22 yıl sürdü. * Fatih Müderrisi olur-Ders-i âm. Sonra, sırayla, İskilipli Atıf Efendi, * Medaris Müfettişi’dir. * Meşihat Dairesi-Medreselerin ıslahından sorumlu Umum Müdür. * Sarayda Huzur Dersleri muhatabıdır. * 15 Şubat 1919. Önce, Cemiyet-i Müderrisin’i ve 9 ay sonra da Teal-i İslam Cemiyeti’ni kurar. 14 Kasım 1919. Kabataş Lisesi, 1905-Arapça Muallimliği döneminde devlet memurlarının maaşları ya 5-6 ay geç ödeniyor veya bir kısım gecikmeli olarak ödeniyordu. Özellikle muallimlere ve hocalara ödenen maaş daima gecikmeliydi. Arkadaşı Rasim Efendi’yle birlikte bu problemi çözmeye karar verdiler. Üst düzey devlet yetkilileriyle görüşür ve kalabalık bir memur kitlesine turuncudergi.com düzenli maaş ödeme disiplinini başlatmaya muvaffak olurlar. Fakat buna karşı Şeyhülislam’ın tavrı sert olur. “Hocalar, makama karşı mercii tecavüz suçu işlemiştir.” diyerek Atıf Hoca’nın arkadaşı Rasim Efendi’yi Bodrum Kalesi’ne sürgün ederler. İskilipli Atıf Efendi, bu fedakâr arkadaşının ihtiyaçlarını gönderir ve onu kurtarmaya çalışır. Bu sefer, kendisi de şikâyet edilir. “Meşihatın menfuru bir zat olan Rasim Efendi’yi himaye ediyor.” diye suç icat ederler. Polis takibine alındığını görünce, medrese arkadaşı Kırımlı İbrahim Tali Efendi’nin pasaportuyla Tophane’den kalkan bir gemiyle Kırım’a gider. Kırımlılar, onu çok sevdiler ve takdir ettiler. Onun ilminden faydalanmak istediler. Kendisine Kırım Evkaf Nazırlığı teklif ettiler. Yani vakıflardan sorumlu bakanlık... İskilipli Atıf Efendi, onlara teşekkür etti ve “Benim hizmet yerim İstanbul.” dedi. İskilipli Atıf, bir fikir ve hareket adamıdır. Bahçesaray’dan trenle kuzeye Polonya’ya gitti, Varşova ve çevresini gezdi. Avrupa’nın sosyal-kültürel yapısını üç ay boyunca dolaşarak inceledi. FİKİR VE AKSİYON ADAMI İkinci Meşrutiyet’in ilanından bir hafta önce, İstanbul’a döndü. Arkadaşı Rasim Efendi’nin Bodrum sürgününden İstanbul’a dönmesini sağladı. Başkent İstanbul’da dengeler değişmişti. 1910 Ocak’ında, günümüz YÖK başkanlığına muadil Bab-ı Meşihat Medaris Müfettişi olarak tayin edildi. İstanbul’da basılıp bütün Osmanlı coğrafyasına dağıtılan gazete ve mecmualarda makaleler yazdı. Yazıları en çok: Sebil’urReşad, Beyan’ul – Hak, Mahfel ve Alemdar dergilerinde yayınlandı. Sebil’urReşad idarehanesinde, İskilipli Atıf, Mehmet Akif, Eşref Edip, Eşref Sencer Kuşçubaşı, Said-i Nursi, Ahıskalı Ali Haydar, Ermenekli Saffet Efendi ve Trabzonlu Ali Şükrü Bey ile birlikte müşavere eder, sohbet eder, ilmi yazı ve makaleleri hazırlarlardı. Memleketin ve İslam âleminin hâlini konuşur, değerlendirir, kahvelerini içer ve yazılarını Eşref Edib Bey’e bırakır sonra evlerine dönerlerdi. Mehmet Akif , İskilipli Atıf Hoca’yı çok sever; ilmini, gayret-i diniyyesi’ ni ve ahlâkını takdir eder; ayrılırken onu “Biraderim!” diyerek kucaklar ve alnından öperek yolcu ederdi. Atıf Hoca, sorumlu ve atılımcı bir aydındı-münevverdi. Arkadaşlarıyla birlikte önce Cemiyet-i Müderris’i kurdu, sonra Teali-i İslam Cemiyeti’ni. 15 Mayıs 1919 da Yunan ordusunun İzmir’i işgalini (2) millet adına, ilk protesto eden İskilipli Atıf ve arkadaşları olmuştur. İşgal altındaki İstanbul’da bulunan itilaf kuvvetlerinin merkezine yürüyen bu direniş grubunun sözcüsü Atıf Hoca, işgal üzerine konuşur: “Kötü politikalar yüzünden zebun düşmüş bir milletin zaafını istismar etmek hiçbir din ve insaf ölçülerine sığmaz. Sizin gayeniz; milletimizin şahsında İslam’a darbe vurma ise açıklayın, başımızın çaresine bakalım.” 15 Şubat 1919’da kurulan Cemiyet-i Müderris’in derneği, müderrislerin haklarını korumak ve onların hayat standartlarını yükseltmek için kuruldu. İdarehanesi Molla Hüsrev Mahallesi Şehzade Camii No: 1 VEFA’ dır. Huzur derslerine “MUHATAB” olarak iştirak etti. Huzur Dersleri; Ramazan aylarında, sarayda ve Padişah’ın huzurunda seçkin âlimlerin katıldığı ilim sohbeti. 1922 yılında sonra erdi. Atıf Hoca, toplumsal ihtiyaçlara duyarlıydı. Zayıf düşen Donanma Cemiyeti’ni bir eserle destekledi. “Nazar-ı Şeriat’ta Kuvve-i Berriye ve Bahriyenin Ehemmiyeti ve Vücubu” eserinin gelirini Donanma Cemiyeti’ne bağışladı. Cemiyet tarafından, Atıf Hoca’ya teşekkür edildi ve ödül verildi.(3) FETVALAR ve KARŞI BEYANNAMELER Teâli-i İslam Cemiyeti’nin ilk beyannamesi, İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali üzerine halkı düşmana karşı kıyama teşvik eden sert bir protesto niteliğindedir. Şeyhülislam Meşihat Dairesi’nden, Dürrüzade Abdullah,Haydarizade ve Mustafa Sabri Efendiler’in imzasıyla-onayıyla verilen “Huruc Alel Sultan Fetvaları”nın tamamı İngiliz Entelijansı’nın eseridir. Zorla, tehditle ve baskı altında yayınlatılmıştır. Nisan 1920, Şeyhulislam Dürrüzade Abdullah Efendi’nin imzasıyla Anadolu’da parlayan Kurtuluş Savaşı aleyhinMart 2015 / Turuncu Dergİ 71 ARAŞTIRMA de beş ayrı fetva yayımlanmıştı. İşte bu akıl dışı fetvalara karşı İstanbul, Trakya ve Anadolu’dan 76 müftü ve 36 yazar ve ilim adamı harekete geçtiler. İlim ve fikir adamlarının başında, İstanbul’da Müderris İskilipli Atıf, Said-i Nursi, Ermenekli Saffet Efendi ve Tahir’ul Mevlevi vardır. Bu aydınlar ve arkadaşları; işgalci İngiliz, Fransız ve Yunanlılarla çarpışan Kuvay-i Milliye’nin yanındadırlar. Şeyhülislam Dürrizade’nin fetvalarına karşı İskilipli Muhammed Atıf ve arkadaşlarının, İstanbul’da dağıttığı beyanname, halkı aydınlatmış ve milletin hislerine tercüman olmuştur. “İşgal altındaki bir memlekette İngilizler’in emri ve tazyiki altında bulunan bir yönetimin (İstanbul Yönetimi’nin) ve Meşihatın fetvaları mualleldir! (Geçersizdir.). Düşman istilasına karşı harekete geçenler, asi değildir. Fisebilillah mücahittirler. Bu fetva geri alınmalıdır.” Yazdığı eserlerle Donanma Cemiyeti’ne yardımda bulunİskilipli Atıf Hoca’nın eşi ve kızı 72 Turuncu Dergİ / Mart 2015 duktan sonra onun hayatında beklenmedik bir travma yaşandı. Çorum’dan aday olup mebus seçilme hazırlığı içerisindeyken, İttihatçıların hıyanetine maruz kaldı. 31 Mart 1909 vakasıyla ilgili Mahfel mecmuasında yayınlanan bir makale yüzünden bir hafta tutuklu olarak cezaevine kapatıldı. Yazı dolayısıyla suçsuzluğu tebeyyün edince önce serbest bırakıldı. Sonra Mahmut Şevket Paşa’nın katlinde dahli olduğu, hatta azmettirdiği itham ve iddiasıyla sürgün edildi. Bir yük gemisinin ambarında, yüzlerce ilim adamıyla birlikte Sinop Kalesi’ndeki zindanlara 1,5 yıl hüküm giymiş olarak gönderildi. Onu özellikle, başkent İstanbul’dan ve Meclis-i Mebusan’dan uzak tutmak istediler. Üç ay sonra da cezasını tamamlamak üzere Orta Anadolu’ya gönderdiler. Çorum, Sungurlu ve Boğazlayan’da her akşamüzeri, karakola gidip imza atmak şartıyla tam 1,5 yıl hak etmediği ve ona reva olmayan bir sürgün hayatı yaşadı. Sinop sürgününün canlı şahitlerinden Cevdet Soydanses anlatıyor: “İlk defa onu Sinop’ta gördüm. İttihatçılar 600 kişiyi Sinop sürgününe gönderiyordu. Aralarında babamla birlikte Atıf Hoca da vardı. Mahkûmların ekseriyeti sarıklı hocalardı. Müderrisler ve din görevlileriydi. Atıf Hoca sakin ve heybetli bir insandı. Çok etkili konuşan bir hatip ve eli kalem tutan, kitap sahibi münevverlerdendi. Sürgünden sonra tekrar İstanbul’a döndü.” Resmi makamlar bir yanlışlık olduğunu, adli bir hatadan kaynaklandığını ondan özür dileyerek beyan ettiler. 1 Ocak 1919’da Dar’ul Hilafet’ul Âliyye Medreseler Umum Müdürlüğü’ne tayin edildi. Bu arada Medreset’ul Kuzat’ta yani Hukuk Fakültesi’nde, Hikmet-i Teşriiyye müderrisliği yaptı. Bosna ve Kırım’dan gelen heyetler O’nu memleketlerindeki medreseleri yeni baştan tanzim ve ıslah etmesi için İskilipli Atıf Efendi’yi cazip tekliflerle ülkelerine davet ettiler. Onlara nezaketle, bilgi verdi sonra da: “İslami kalkınma davasının ilk merkezi Türkiye’dir. Vatanımdan ayrılamam.” diyerek İstanbul’da kalıp hem bürokratlık hizmetleri vermeye hem de talebe yetiştirip yeni eserler yazmaya devam etti. Ramazan’da davet edildiği Yıldız Sarayı’nda verilen Huzur Dersleri’ne Muhatap Müderris olarak katıldığında ilmi sohbetler canlılık kazandı. Ayrılırken kendisine de hediye verilmek istendiğinde, Padişah 6. Mehmet Vahdettin’e karşı az rastlanır bir fazilet örneği sundu: “Kulunuzu ihsan almaya alıştırmamanızı rica ederim efendim!” BİR TEKZİBNAME… (4) Atıf Hoca’nın sadece yazılarının yayınlandığı Alemdar Gazetesi’nde İngilizlerin Kolonyal Entelijansı-Sömürge İstihbaratı- baskısıyla, Sadrazam Damat Ferit Paşa’nın ağzından Mustafa Kemal’in idam kararı yayınlanmıştı. Atıf Hoca, yılar sonra çıkarıldığı Ankara İstiklal Mahkemesi’nde bu yüzden haksız yere kınanacaktır. Atıf Hoca’nın başkanlığında Teâl-i İslam Cemiyeti’nin ilk beyannamesi, Yunanlıların İzmir’i işgali üzerine ve bütün Müslümanları işgalci Yunan ordusuna karşı teşvik eden, sert bir protesto niteliğindedir. Ayrıca üçüncü beyanname ile İngilizlerin -Kolonyal Entelijans- baskı ve tehditleriyle Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’ye yazdırılmıştı. Yönetim kurulu üyelerine imzalamaları için baskı yapılıyordu. Tahir’ul Mevlevi ile birlikte İskilipli Atıf, bu beyannameye şiddetle turuncudergi.com karşı çıktılar ve imzalamadılar. Ancak Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’ye karşı koymalarına rağmen, beyannamenin Yunan uçaklarıyla Eskişehir üzerine atılmasına engel olamadılar. Aynı gün Vakit Gazetesi’nin 1034 sayılı nüshasında bu tekzibname (yalanlama) neşredildi. İskilipli Atıf, bu beyannamenin Şeyhülislam’a zorla yazdırıldığını ve dağıtılan aykırı ve hain fetvaya şiddetle karşı olduğunu ifade ediyordu.Bu fetva tartışmasından sonra İskilipli Atıf, Meşihat Dairesi’nden bağlarını kopardı. Tahir’ul Mevlevi’de görevinden azledildi. Tahir’ul Mevlevi, İstiklal Mahkemesi’nde beraat ederken, mahkeme zabıtları arasında yer alan Tekzibname, başkan Kel Ali tarafından yok farz edildi. Bu noktadan bakınca net görülür ki Atıf Hoca’nın idam sebebi kesinlikle yazdığı “Frenk Mukallitliği ve Şapka” risalesi yüzündendir. Fetvayla ilgisi, Tahir’ul Mevlevi’den ne bir az ne bir fazladır. Aynı mesafede ve aynı konumdadır. İskilipli Muhammed Atıf Efendi, “Atıf Efendi Kütüphanesi Neşriyatından” adıyla bir seri kitap çalışmasına başladı. 1923 yılında, Tesettür-ü Şer’i yani dinimizde-İslam toplumunda şeriata uygun örtünmeyi, ayet ve hadislerle anlatıyordu. Bu küçük hacimli bir kitaptı ve kapışıldı. 1924 ilkbaharında, “Din-i İslam’da Men’i Müskirat” bütün kötülüklerin kaynağı olan alkol için, Resulullah (s.a.v.): “El hamru ümmülhabais.” buyurur. Sağlıklı nesiller yetiştirmek için gençleri uyaran ve aydınlatan ve çözüm üreten eser de yok satarak kısa zamanda tükendi. Aynı yıl 12 Temmuz 1924’te İskilipli Atıf’ın hayatına mâl olan “Frenk Mukallitliği ve Şapka” adlı risale, Kader Matbaası’nda 32 sayfa olarak basıldı ve dağıtıldı. Üretken bir ilim adamı olan İskilipli Atıf Efendi, bu seriyi 10 yılda 50 eserle tamamlamak umudundaydı. Bu on yıllık uzun vadeli ve disiplinli bir yayın programıydı. 25 Kasım 1925 tarihinde çıkarılan, Şapka İhtisası Kanunu’ndan bir buçuk yıl önce yazılmıştı. Kanunların kabul turuncudergi.com edildikten sonra geçerli olabileceği, evrensel hukuk kuralıdır. “Hiçbir kanun makabline şamil olmaz.” Savcı Necip Ali’nin duruşma sırasında talep ettiği, beş yıl hapis, hakim Kel Ali’nin salben idam kararıyla sonlandırıldı. Kılık kıyafetle başlayan, insanın başka birine benzemeye çalışmasının; ruhsal zaafa, psikasteni ve psikopatolojiye yol açacağı kesindir. Bağımsız ve güçlü şahsiyet inşa eden İslam ilkelerine ters düşeceğini, İskilipli Atıf Efendi ayrıntılarıyla anlatıyor. Tezini güçlendiren, Kütüb-i Sitte’den iki hadisi şerif-i bize hatırlatıyor: “Men teşebbehe bi kavmin fehuveminhum.” ve “Halıka ma’siyyet olan işte, mahlûka itaat olmaz”. İskilipli Atıf’ın kendi ifadesiyle; “Ben şapka ile ilgili konuları, asrın en muteber, hukuk kitaplarından olan, Kadıhan, Bezzaziye, Fetevayi Hindiyye ve Muhit-i Burhani kitaplarından alarak tercüme ettim. Meselenin ruhuna kendim bir şey ilave etmedim.” Görüleceği gibi, İskilipli Atıf’ın son üç kitabı olan Tesettür-ü Şeri, Din-i İslam’da Men’i Müskirat ve Frenk Mukallitliği ve Şapka’dır. İskilipli’nin her üç eseri de yönünü Avrupa’ya çeviren, milletçe savaşarak Çanakkale’den kovduklarımıza imrenen ve İslami hayata sırtını dönen, modernist yönetimi rahatsız edecek niteliktedir. Bu bağlamda eğer İslam Şairi Mehmet Akif, zorunlu sürgün ülkesi Mısır’da değil de bu tarihlerde Türkiye’de olsaydı; muhtemelen, onu da İskilipli gibi -Allah muhafaza- sehpada görecektik. İnfazından bir gün önce, 3 Şubat 1926 Ankara İstiklal Mahkemesi’nin 2. Celsesin- de, savcı Necip Ali son sözlerini söylüyordu: “Mütareke döneminde yani Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı 30 Ekim 1918 ile saltanatın ilgası ve Padişah 6. Mehmet Vahdettin Han’ ın ve hanedan mensuplarının bir gemiye bindirildiği ve hepsinin yurttan kovulduğu, 1 Kasım 1922 tarihleri arası işlenen suçlar, TBMM’nin çıkarttığı Aff-ı Umumi kanunuyla (5) affedilmiştir. Maziye karışmıştır. Milletin de vicdanında affa mazhar olmuştur. Esasen, Teal-i İslam Cemiyetinde Atıf Hoca, suçların en büyüğünü yapmış olsa dahi, iddianamemde arz ettiğim gibi bunlar, devlet tarafından affedilmiştir. Kanunen yeniden ceza takibatı hakkını kaybetmiştir. Hoca, satılan “Frenk Mukallitliği ve Şapka” kitabında 1300 adet satıldığını ispat etse idi, iddianamemde olumlu bir kanaat oluşurdu. “Sarık ve Cübbeli kıyafetini de işaret ederek” kendilerinin modern yaşam ile bağdaştıracak bir durumu olup olmadığını da Heyet-i Hakime’nin takdirlerine havale ediyorum.” NOT: Değerli Turuncu okurları, geçen sayımızdaki “BİR DEVİN ANATOMİSİ” başlıklı araştırma yazısı Rest. Mimar Yeşim Erdal’a ait olduğunu belirtmeyi uygun bulduk. Yaşanılan bu aksakılıktan dolayı üzgünüz. ALLAH RAHMET EYLESİN… İskilipli Muhammed Atıf Efendi, 4 Şubat 1926 sabahı Ulus’ta 1. Meclisin önünde salben idam edildi. Şehadetinin 89. Yılında “Ulucanlar’dan Mahkeme-i Kübra”ya yürüyen Atıf Efendi’yle birlikte, hayat hakkı gasp edilen fikir adamı ve kanaat önderlerinden Babaeski Müftüsü Ali Rıza Efendi, Ankaralı İbrahim Ethem, Trabzonlu Ali Şükrü Bey, Muhammed Esat Erbili ve Şeyh Said Hazretleri’ne Allah’tan rahmet diliyoruz. Mart 2015 / Turuncu Dergİ 73 SNAPS İnsan neden sanat üretİr? İnsanın bu dünyada arz-ı endam ettiği günden itibaren ilk ortaya koyduğu farklılık nedir diye baktığımızda, ne teknolojik eserleri ne işlevsel tasarımları ne de başka şeyleri görürüz. Bize kalan ilk işaretler hep “sanat” ile ilgilidir SİNAN CANAN sinancanan@turuncudergi.com B eyin bilimleri ile uğraşan insanlar kendilerini çoğunlukla zorlu sorularla karşı karşıya bulurlar. Ruh, bilinç, özgür irade, yaratıcılık ve sanat gibi mevzular, soru olarak sıklıkla karşımıza çıkar. Zira beyin bilimleri ile uğraşmak demek, insanın davranışlarını yönlendiren, onun tepki repertuarının programlarını içeren en üst kontrol merkezinin bu işleri nasıl yaptığını anlamaya soyunmak demektir. Basit refleks ve işlerimizi dahi nasıl yaptığımızı anlamakta oldukça esaslı zorluklar çekerken, bu tip yüksek insani 74 Turuncu Dergİ / Mart 2015 faaliyetler belirsiz, müphem kavramların nereden çıktığını, beynin bunlara nasıl aracılık ettiğini anlamak, şüphesiz kolay iş değildir. Bizim gibi beyin üzerine çalışan insanların en fazla kafa yorması gereken mevzuların belki de en başında, bizim beynimizi dünyayı paylaştığımız ve beyinleri olan diğer canlılardan ayıran temel farkların neler olduğu meselesidir. Eğer maddi yapı anlamında “beyinler”e göz atarsanız, aralarındaki yapının çok da farklı olmadığını hemen görebilirsiniz. Tek önemli fark, gelişmişlik derecesidir. İnsan beyni, yapı ve bölümlenme olarak, bir yunusun, bir filin, yahut bir maymunun beyninden çok fazla farklılık taşımaz. Ama “küçük görünen” farklılıklar, muhtemelen bu bahsi geçen canlılarla insan arasındaki büyük nitelik uçurumuna ev sahipliği yapabilecek gizemli devreleri ve merkezleri içerir. Farkımız ne? İnsanın tarihini geriye doğru izlediğimizde, geçmişe doğru gittikçe, insanlara ait buluntular arasında zaman boşlukları büyür ve kesintiler artmaya başlar. İnsanın bu yeryüzünde ne kadar bir süredir bulunduğunu tam bilmesek de, 150-200 bin yıl kadar geriye uzanan bir tarihten bahsetmek mümkün gözüküyor. İnsanın bu dünyada arz-ı endam ettiği günden itibaren ilk ortaya koyduğu farklılık nedir diye baktığımızda, ne teknolojik eserleri ne işlevsel tasarımları ne de başka şeyleri görürüz. Bize kalan ilk işaretler hep “sanat” ile ilgilidir. Binlerce yıl önce mağara duvarlarına çizilmiş resimler, amacı halen tam açık olmasa da, insan beyninin somut gerçekliğin ipuçları ile, hiç var olmayan soyut eserler üretebilme yeteneğinin, onu hayvanlardan ayıran ilk ve en önemli fark olarak karşımıza çıkmasına neden oluyor. Elimizde, neredeyse kırk bin yıl öncesinde ortaya konmuş olduğunu tahmin ettiğimiz mağara duvarı resimleri, henüz dünyada varlığı belli belirsiz bir düzeyde olan insanoğlunun, kendisine verilen o derin “üretme” kapasitesini nasıl karşı konulmaz ve zamana meydan okurturuncudergi.com casına hayata geçirdiğini bize açıkça gösteriyor. Peki, insanoğlundan sanatı bu kadar ayrılmaz yapan, onu sanata bu derece meftun eden nedir? Dahası, bugün sanat neden bu kadar hayatımızdan uzak, hatta profesyonel bir mesleğe dönüşmüş, yahut bir şekilde öyle algılanır hâle gelmiş durumdadır? Sanatın zihnimizdeki yahut beynimizdeki kaynağı, en zor sorularımızdan birisi. Her gün yığınla biriken bilgilerimize rağmen, sanat ve benzeri “zor” sorulara dair çok fazla bir fikrimiz yok, bunu itiraf etmek gerek. Fakat bence yakaladığımız çok önemli noktalar, bize kendimiz hakkında; yaratılışımızda her birimize “üflenen” o öz hakkında ilginç ipuçları fısıldıyor. Beynimizi diğer bize benzeyen canlılardan ayıran en önemli fark, özellikle ön kısmındaki bölgelerin ileri düzeyde gelişmiş olması. Alnımızın hemen altında kalan ön beyin lobu, diğer bütün canlılara göre bizde anormal oranlarda büyük. Beynimizin bu ön bölümündeki devreler, bize diğer canlılarda olmayan birçok yeteneğin bahşedilebilmesi için gerekli altyapıyı sağlıyor aslında. İrademiz, sosyal becerilerimiz, gelecekteki bir ödül için anlık hazları erteleyebilmemiz, ahlak kurallarına bağlı bir yaşam, konuşma, akıl yürütme ve problem çözme gibi daha nice beceriler, buradaki devrelerimizin arasında gezinen karmaşık sinirsel hesaplamalar üzerinden gerçekleşiyor. Beynin bu ön bölgelerinin bize sağladığı bir başka özellik de beynimizin derinliklerindeki alanlar tarafından yürütülen duygusal işlevlerimiz üzerinde sınırlı da olsa bir kontrol sağlaması ve daha da önemlisi, duygusal sistemimizde gerçekleşen o eşsiz deneyimleri, yani duyguları, çeşitli yöntemlerle ifade edebilmemizi mümkün kılması. Şiir, roman, resim ve müzik gibi, duygularımızın anlatılabilir farklı biçimlerdeki ifadelerine hayat verebilmemizi sağlayan yeteneklerimiz, işte bu gelişmiş devrelerin henüz çözemediğimiz koordinasyon özellikleri sayesinde hayat buluyor. Koordinasyon, yahut eşgüdüm, sanatsal zihni anlamada aslında çok önemli bir kavram. Beyinde özel bir “sanat merkezi”, yahut insanlara doğuşturuncudergi.com tan sanat yeteneği bahşeden özel bir “sanat çekirdeği” yok. Sanat, belli bir bölgenin işlevi olmaktan ziyade, yaşam boyunca beyinde ve zihinde biriktirilmiş olan tüm tecrübelerin müşahhas neticelerini, benzersiz ve tekrarlanamaz derecede karmaşık bir süreçler dizisiyle hayata geçirme süreci olarak karşımıza çıkıyor. Bu açıdan bakılınca, her insan bu devrelere sahip olduğundan, aslında hepimiz, değişik düzeylerde “sanatçı” bir beyne sahibiz. Sanatı sadece üretmek değil, anlamak ve anlamladırmak da insan düzeyinde gelişmiş bir beyin gerektiriyor. Bir resimde, bir müzik parçasında, bir şiir dizesindeki duygularla, ifade edilmek istenen düşüncelerle aynı frekansı yakalamak, onunla duygudaşlık kurarak âdeta o hisleri kendi içinde tekrar yaşamak, sanat eserlerinden keyif almanın temelini oluşturan ilginç bir özelliğimiz. Sözün özü şu ki: Sanat, bizi diğer beyni olan diğer canlılardan ayıran belki de en önemli özelliğimiz. İnsan, yeryüzünde gezinmeye başladığı günlerden itibaren, etrafındaki dünyaya, kendi zihninde ürettiği sanatlı tasarımları ilave etmeye, çevresini böyle değiştirmeye başladı. Bir çok teknolojik icadın dahi ilk önce sanatsal çizimler ve fikirler şeklinde hayat bulduğunu biliyoruz. Gelin görün ki, sanayi devriminin bir çocuğu olarak başımıza bela olan günümüzdeki temel eğitim mantığı, teknik ve sorun çözmeye dayanan, ekonomik kıymete haiz zihinsel özelliklerimizi hep öncelikli olarak ele almaya ve sanatla alakalı yüksek ve insani zihin işlevlerine bigane kalmayı, yüzyıllar içinde bir yaşam tarzı olarak adeta içimize yerleştirmiş gibi görünüyor. Öyle ki, sanatı artık sadece bir “zengin uğraşı”na; yahut esas (sigortalı-maaşlı) mesleğin yanında arada sırada ilgilenilmesinde zarar olmayan, rahatlama amaçlı bir hobiye indirgemiş durumdayız. Bunun bedeli ise aslında oldukça ağır: Mağara duvarlarına resim çizdirecek kadar temel donanım bileşenlerimizden birisi olan üst düzey bir çok zihinsel faaliyetimize yabancılaşmış ve onu hayatımızdan gittikçe daha çok uzaklaştırarak güdükleştirmiş ve dumura uğratmış durumdayız. Bir- birimizi derinlikli bir şekilde anlayamamak, dünyadaki tabii süreçlere yabancılaşmak, kendi medeniyetimizi teşkil edememek gibi temel sorunlarımızın altında büyük oranda da bu yabancılaşmanın yattığını düşünenlerdenim. Beynimizin sağ yarısının daha ziyade sanatsal ve yenilik içeren hadiselerde görev aldığını; sol kısmın ise daha çok yeknesak ve tekrarlı işlerde uzman olduğunu biliyoruz. Görünen o ki, hayatımızın büyük çoğunluğunu ve dahi içinde yaşadığımız medeniyeti, büyük oranda otomatik sol beynimiz üzerine kurmaktayız. Elbette sadece sağ beynimizin kuracağı bir sistem de bize yaşam şansı vermezdi; zira her şeyin belirsiz, muğlak, öznel ve tekrarsız olduğu bir dünyada yaşamak da imkansız olurdu. Fakat bu gün, hoşunuza giden bir sanat eserini deneyimlerken biraz durup düşünün: Acaba bu sanata ayinelik eden o zihin fakültelerinin şu sıradan günlük hayatımıza da biraz katkısı olsa, fena mı olurdu? Bir Dede Efendi, bir Bach, bir Marques, bir Mehmet Akif, hayatlarımıza daha çok dokunabilseydi, nasıl bir medeniyetimiz olurdu? Maalesef cevabı bilmiyoruz, ama öğrenmek için geç değil. Bunun için, kullanmadığımız kısımları hızla kullanıma sokmak gerek, hem de hiç vakit kaybetmeden... Mart 2015 / Turuncu Dergİ 75 RÖPORTAJ ASIRLARDIR DİNLEYENLERİN HUŞU İÇİNDE BAŞKA BİR ALEME DALDIĞI NEYİ, ÜSTADLARINDAN NEYZEN ERDİNÇ BAL’IN ANLATIMIYLA NEYZENLER KONAĞI’NDA DİNLEDİK... N RÖPORTAJ: ÜMMÜ GÜLSÜM ey, İslam dünyasınKonağı’na misafir olduk. Neyzen Erdinç da özellikle tasavvuf Bal ile sizler için söyleşi gerçekleştirdik. alanında önemli bir // Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz? yere sahiptir. Neyin taEğitimci, müzikolog ve neyzenim. savvuf kültüründe bu Aynı zamanda enstrüman yapımcısıderece önemli bir yer edinmesinin seyım. Ney imalatıyla ilgileniyorum. bebi, Mevlana’nın Mesnevisi’nin “Dinle // Genel olarak ney hakkında ne neyden…” ifadesiyle başlamasıdır. söylersiniz? Ney, sazlıkta biten sıradan bir kamış Ney; Türk dil musikisinde, özellikle değildir. Ney; aşığının elinde ateştir, tasavvuf musikisinde kullanılan baş gönüldür. enstrüman olarak düşünebileceğimiz Ney hakkında detaylı bilgi almak için bir çalgı aleti ama tasavvuflar tarafınHamamönü’nde bulunan Neyzenler 76 Turuncu Dergİ / Mart 2015 dan bu, çalgı aletinin dışında değerlendirilir. Buna değişik misyonlar yüklenmiştir. Mesela, tevhidi sembolize ettiği söylenir. Harflerin kutbu elif denir. Çalgı aletlerinde bu ney ile sembolize edilir, insana benzetilir. Ney, enstrüman olarak, dokuz boğumlu bir kamıştan yapılır. Hatay yöresinde yetişen kamışlar oldukça makbuldür. Üfleyen iyi usta tarafından yapılması gerekir. Akortlu olması gerekir, yapılırken fiziksel birtakım dengelere oturması gerekir. turuncudergi.com İç açkısından tutun da perdelerin büyüklüğüne kadar, başparesinden niteliğine kadar... Başpare ne diye soracak olursanız; baş tarafa takılan siyah parçaya verilen isim. Kimi manda boynuzundan kimi derlin dediğimiz endüstriyel malzemeden kimi gül ağacından kimi şimşir ağacından yapılır. Neyin alt ve üst tarafına takılan ve çeşitli madenlerden yapılan yüzük biçiminde parçalara parazvâne diyoruz. Günümüzde Konya’daki Şeb-i Aruz törenlerinde olsun, İstanbul’da Galata Mevlevihane’si, Yeni Kapı Mevlevihane’si ve birçok yerde ney üflenmektedir. // Ney çeşitleri nelerdir? Kız neyi dediğimiz ney, aşağı yukarı 70 cm’dir. Mansur ney bundan daha büyük bir neydir, yaklaşık 80 cm’dir. Bunun daha küçükleri, daha büyükleri var. Mesela; kız neyden daha küçük Yıldız, ondan daha küçük Müstahsen, ondan daha küçük Sipürde, ondan daha küçük Bolâhenk ney var. Nısfiye dediğimiz yarım ney ya da Mâbeyni dediğimiz ara neyler var. Bunun gibi boy boy ney mevcut. // Ney yapımı, süresi, karşılaşılan zorluklar nelerdir? Yapımı ile ilgili, sistemli çalışan ustalar için çok büyük zorluklar söz konusu değil. Bir ney, aşağı yukarı 3-4 saatle yapılabilir. Akort durumuna göre bu süre azalıp çoğalabilir. Manda boynuzu temin etme noktasında sıkıntı çekmekteyiz. Manda boynuzunun Türkiye’de nesli tükeniyor ve koruma altına alınmış durumdadır. Her şeyde olduğu gibi burada da orantısız bir tüketim söz konusudur. Manda boynuzu özellikle istendiği zaman bulmakta zorluk çekiyoruz. Türkiye’de birkaç yerde bulunuyor ve işlenmesi de oldukça zor. Bir manda boynuzundan baş pare (üste takılan parça) üretmek 4-5 saatimizi alıyor. Böylelikle neyin yapım süresi uzamış oluyor. Ney yapılırken karşılaşılan zorluklardan bir tanesi, düzgün kamış temin etme konusudur. Neyde kullanılacak kamışların Kasım-Aralık ayları gibi kesilmesi gereklidir. Çünkü kamışın suyunu tabi ortamda bırakması gerekir. Fakat kamış satan kişiler bu işi ticaret hâline dönüştürmüş ve ney kültürüyle alakaları olmadığı için kamışları erken kesiyorlar. Dolayısıyla turuncudergi.com kamışlar daha büyüyemeden kesilmiş oluyor ve git gide nitelikli kamış bulmakta zorlanıyoruz. // Neyin bakımı ve koruması nasıl yapılmalıdır? Neyin bakımı ile ilgili yağlama öneriyoruz. Ancak bu konuda bilimsel bir veri yok. Neyin kargının kamışın içerisinde yüzlerce lif var. Bu lifler âdeta bir enjeksiyon gibi bünyesine yağı ya da sıvı bir maddeyi çekiyor. Ney kamışlarının içerisinde mikroskobik hava başlıkları vardır. Yağlanmazsa rezonansı, volümü, tınısı, niteliği düşecektir. Yağ liflerin içerisini dolduruyor ve hava ile temasını kestiği için daha iyi bir rezonans elde ediliyor. Ney üfleyicilerinde sık karşılaştığı sorunlar üflenilen yerdeki ses kutusunun kararması, küflenmesi ya da mantar gibi bakterilerin oluşmasıdır. Biliyorsunuz, insanda bir bakteri florası var. Bu tükürüğümüzde ya da ağzımızda bulunan bakteriler kişiden kişiye değişir. Siyah süngerden yapılan ney kılıfları içerisinde, neyi hiç açmadan sakladıkları zaman bu bakteri ya da mantar üremesi çok çabuk olacaktır. Onun için neylerimizin kılıfların içerisinde saklanmasını istemiyoruz. Evde hava ile temas edecek şekilde açık bir ortamda saklanmasını istiyoruz. İnternet ortamında ne yazık ki bilimsel olmayan, yanlış bilgiler dolaşıyor. Tüfek harbisiyle, bezle neyin içini temizleyin ya da neyi suyla yıkayın deniliyor. Bunların, tamamıyla, yanlış olduğunu söyleyebiliriz. Ney, iç açgısıyla akort olan bir enstrümandır. Müzik fiziği alanında bu enstrümanlar silindirik enstrüman olarak adlandırılır. İçerisindeki hava basıncıyla akordu ifade edilir. Ney yapılırken karşılaşılan zorluklardan bir tanesi düzgün kamış temin etme konusudur. Neyde kullanılacak kamışların kasım-aralık ayları gibi kesilmesi gereklidir Şimdi neyin hem yağlanmasını istiyoruz, üflenilerek oturmasını istiyoruz hem de içini sürekli tüfek harbisiyle temizleyin diyoruz. Ney asla oturmayacaktır, akordu bozulacaktır. Birçok acemi ney üfleyicileri bu yanlış bilgiler doğrultusunda ses kutularını kırmış şekilde neylerini getiriyorlar. Ney sadece yağlanır, süzdürülür ve dışı silinir. İçi ile ilgili hiçbir şey yapılmaz. Sadece süzdürülür ve üflenir. Mart 2015 / Turuncu Dergİ 77 RÖPORTAJ Eğer ses kutusunda aşırı bir küflenme ya da bir tıkanma söz konusuysa bir atölyeye gidilip yardım istenip açtırılabilir ya da ince kalem gibi basit bir aparatla hafifçe açılabilir. Onu dışında bir şey yapılması gerekmez. Yağların hangisi iyidir, hangisi kötüdür bu konuda da hiç ehil olmayan insanlar şu yağ kesinlikle kullanılmalıdır veya bu yağ kullanılmamalıdır gibi bilgiler veriyorlar. Dediğim gibi elimizde bu konuda kesin bir veri yok. Dört beş yıl önce Türk Teknoloji Tarihi Kongresi’nde Süleyman Demirel Üniversitesi’nde Ney Yapım Teknolojisi ile ilgili bir bildiri sunduk. Orada yağla ilgili kesin bir ifade kullanmadık. Çünkü biz şunu biliyoruz; neyin yağlanması önemli, hangi yağ ile yağlandığı değil. Bu fındık yağı, tatlı badem yağı, susam yağı, zeytinyağı, ayçiçek yağı olabilir. Ama saf yağlar olması tavsiye edilir. Rafine edilmiş yağların asit oranı biraz yüksek ve karışımlı olduğu için kullanımı sıkıntı olmaktadır. Daha likit, neyin daha kolay emebileceği yağlar tavsiye edilebilir. Plastik yağ tankları yapıyoruz. Ney, başparesi üzerinde kalacak şekilde yağ tankının içine indiriliyor. Bir gece yağın içerisinde tutuluyor. Yağın içerisinden çıkarılıp, süzdürülüp, silinip, üfleniyor. Daha uzun süre yağın içerisinde kalsa bile yağın neye bir zararı olmuyor. Eski hocalar öğrencileri çok test ederlermiş. Hemen kabul etmezlermiş. Âdeta kapıdan kovulan kişi bacadan girermiş ve baba-oğul seviyesinde ilişkileri olurmuş // Ney almak isteyenler nelere dikkat etmelidir? Ney edinmek isteyen kişilerin boylarına göre tutabilecekleri bir ney almaları gerekir. Neye meraklı olan kişilerin 78 Turuncu Dergİ / Mart 2015 MEKAN mutlaka neylerini ustasından, üfleyen kişilerin atölyesinden alması gerekir. Yoksa turistik neylerle karşılaşırlar. Birtakım internet sitelerinde çok ucuz rakamlarla satılan neyler çok sağlıklı değildir. Sadece görüntü vardır. // Ney dersi almak isteyenlere tavsiyeleriniz nelerdir? Eğitim veren kişilerin mutlaka pedagojik formasyonları ya da icazeti sorgulanmalıdır. Herkes konservatuvar okuma imkânı bulamamış olabilir ama iyi bir hocanın, iyi bir ustanın icazeti varsa eğitimci olarak kabul edilir. Fakat günümüzde ne yazık ki bu işler sağlıklı değil. Öğrenci ile ne istediği konusunda ön görüşme yapılmalı, öğrenciye işin sınırları ve zorlukları, günlük ne kadar zaman ayırması konusunda bilgi verilmelidir. Eğitim süresinin çok kısa olmayacağı, temel eğitimin en az bir buçuk iki yıl süreceği öğrenciye net anlatılmalıdır. Kullanılacak repertuarın tamamıyla Tekke Musikisi’nde ya da Türk Dil Musikisi’nde kullanılan eserler olacağı, piyasa eserlerinin kullanılamayacağı konusunda bilgi verilmelidir. Eski hocalar öğrencileri çok test ederlermiş. Hemen kabul etmezlermiş. Âdeta kapıdan kovulan kişi bacadan girermiş ve baba-oğul seviyesinde hoca-öğrenci ilişkileri olurmuş. İşin ciddiyetinin anlatılması, paylaşılması, karşılıklı bunun farkına varılması gereklidir. Burada aslında hocalara daha çok sorumluluk düşüyor. Bu işe ticari yaklaşılırsa iyi sonuç elde edilmez ama ne yazık ki çoğunlukla ticari yaklaşılıyor. // Siz aynı zamanda interaktif eğitim veriyorsunuz. Biraz bahsedecek olursanız..? Ben interaktif eğitimi çok önemsiyorum. Bu konuda bizim yaklaşık dört-beş yıldır pilot uygulamalarımız var. Almanya’da bir kızımıza (O zaman 14 yaşındaydı.) internet üzerinden eğitim verdik ve birçok festivalde ney üfledi, sahne aldı. turuncudergi.com Hâli hazırda Amerika’da Houston Progli’de doktora yapan bir öğrencimize bir buçuk yıldır uzaktan eğitim vermekteyiz. Çok iyi sonuçlar alıyoruz. Sınırlılıklar var dünyanın değişik yerlerinde. Türkiye’de de her vilayette hoca yok. Bu konuda da insanların önünün açılması gerektiğini düşünüyorum. Yüz yüze eğitim kadar etkili olmasa bile % 70-80 oranında başarı gösteriyor. Sanal ortamda normal birebir eğitim yapar gibi karşı karşıya geliyorsunuz, nota lazımsa hemen dosyayı sürükle at şeklinde paylaşıyorsunuz. Zaten canlı olduğu için elinizi görmesi ya da sizin anlatımlarınızı görmesi de mümkün oluyor. Çoklu eğitim programlarını pilot olarak denedik. Bazı özel serverlar var. Bunları kiralıyorsunuz. Aynı anda yüz kişiye kadar sanal sınıf ortamında canlı eğitim veriyorsunuz. Öğrenciye diyorsunuz ki; “15-20 dakika soru sormayın.”. Dersinizi anlatıyorsunuz. Sonra öğrenci bir butonu tıkladığında parmak kaldırdı şeklinde işaret yanıyor. Onu aktif hâle getirdiğinizde sorusunu size yöneltebiliyor. // Bir öğrenci ne kadar sürede ney öğrenebilir? Temel eğitim süresi en az bir buçuk-iki yıl. Biliyorsunuz; Türk Müziği’nde, yaşayan kırk-elli makam var. Osmanlı Dönemi’nde bu rakam 500-600 civarında. Şimdi temel makamlardan 13 tane basit makam var. Öğrenci bir makamı bir ayda öğrense siz düşünün ki ne kadar bir temel eğitim gerektirir. Öğrencinin ve hocanın koşulları el veriyorsa, mümkünse 3-4 yıl devam edilmeli ve öğrenci iyice alıştıktan sonra artık yavaş yavaş kendi başına devam etmelidir. // Son olarak ne ilave etmek istersiniz? Ülkemizde maalesef ki workshop çalışmaları sağlıklı yapılmıyor. Bu, batılı ülkelerde daha ciddi yapılıyor. turuncudergi.com Mesela İsveç’te Kraliyet bu işe sahip çıkıyor. Amerika’da, Avustralya’da ve birçok ülkede workshop çalışmaları yapılıyor. İnsanlar davet ediliyor, ustalarla bir araya getiriliyor, dinletiler yapılıyor. Yani bir nevi festival gibi düşünün. Biz de ney festivalinin yapılabilmesini ümit ediyoruz. Şeb-i Aruz gibi törenler Konya’da yılda bir kez, bir hafta süresince yapılıyor. Bir ay önce, yüz yirmi bin bilet tükeniyor. Herkes Konya’ya gidebilme imkânı bulamıyor. Bizim arzu ettiğimiz (Bizden de yardım istenirse bu konuda seve seve yardımcı olabileceğimizi ifade edebiliriz.), belediyeler ya da valilikler bu işe sahip çıkmalı. Bunu İstanbul birkaç yıldır yapıyor. On bin kişilik kapalı spor salonları dolup taşıyor. Bunların yaygınlaştırılması gereklidir. İşin sağlıklı ilerlemesi önemli, popüler olması değil. Popüler oldukça zaten sanatın niteliği de düşer. Öğrencilerimizin küçük yaşta, ilkokul seviyesinde, okul ortamındayken enstrümanlarla tanışması gerekir. Bu önemli bir husus çünkü bu olmadığı zaman herhangi bir meslekte eğitim almış hatta master, doktora yapmış insanların gelip neyi gösterip “Ud mu?” dediğine rastlıyoruz. Öğrencilerde farkındalık oluşturmalı, o enstrümanı en azından canlı olarak dinlemesi sağlanmalıdır. Amatör gruplar ya da profesyonel icracı ile sohbet etme imkânı bulmaları toplumsal anlamda da sosyolojik anlamda da sanat bilincinin gelişmesinde çok önemli rol oynayacağını düşünüyorum. Bunlar zor işler değil. İlçe Milli Eğitim Müdürlüklerinin, Belediyelerle ya da bizim gibi profesyonel sanat merkezleriyle işbirliği yapıp çocuklarımızın bu konuda bilgilenmesini sağlayabilmeleri mümkündür. // Söyleşi için teşekkür ederim. Ben teşekkür ederim. Amerika’da Houston Proglide doktora yapan bir öğrencimize bir buçuk yıldır uzaktan eğitim vermekteyiz. Çok iyi sonuçlar alıyoruz Mart 2015 / Turuncu Dergİ 79 SANAT Cam Üfleme Cam üflemek genel anlamda zordur. Zira cam üflemeden önce yapılacak olan bazı teknikler vardır. Tarihi çok eskilere dayanan cam üfleme sanatı, dikkat ve sabır isteyen bir sanat dalı olduğu gibi bu sanatı icra edebilmek için el kıvraklığının da iyi olması gerekir. Sanatı ERKEN DÖNEM CAM SANATI Yaygın olarak camın tesadüf eseri keşfedildiğine inanılmaktadır. Camın keşfine dair en sık bahsi geçen açıklama Yunan tarihçi Piny’nin açıklamasıdır. Piny’e göre bir kaç tüccar teknelerinden kıyıya çıktıktan sonra bir nehir kıyısında kamp kurmuşlar, nehir yatağında bir ateş yakmışlar. Sonraki gün ise önceki günün ateşinin külleri arasında şeffaf, parlak cam parçaları bulmuşlar. Erken dönemlerinde, cam sanatı daha çok Mısır ve Mezopotamya’da gelişmiştir. Bu bölgede odunla yanan cam ocaklarının var olduğu düşünülmektedir. Cam, ateş ve nefesin buluşmasıyla, eşsiz güzellikteki eserlerin ortaya çıkarmasını sağlayan sanattır Cam Üfleme sanatı... Türkiye’de Cam İşçiliği Türkiye’deki geleneksel cam ürün yapımı Selçuklu ve Osmanlı Dönemleri olarak ele alınabilir. Selçuklular’ın doğudan Anadolu’ya yeni göç ettikleri dönemden kalma bazı Selçuklu cam ürünlerinin varlıkları bilinmektedir. Osmanlı dönemi sırasında, bu dönemden kalan parçalardan da görülebileceği gibi cam sanatı oldukça ilerlemiştir. I. Mahmut Dönemi’nde Fransa’dan cam ustaları getirtildiği, Mehmet Dede ismindeki bir Mevlevi Dervişi’nin III. Selim Dönemi’nde cam yapım tekniklerini öğrenmek üzere İtalya’ya gönderildiği bilinmektedir. Söylenildiği üzere, söz konusu Mevlevi usta, İstanbul Beykoz’da, İstanbul’da bir atölye açmıştır ve çalışmaları arasında en popüleri Çeşm-i Bülbül olmuştur. Çeşm-i Bülbül filigrano tekniğine verilen Türkçe isimdir. Diğer filigrano teknikleri dünya çapındaki çeşitli cam merkezlerinde bilinmektedir. Çeşm-i Bülbül, Anadolu atölyelerinin çıkardığı bir üründür. Bu teknik, modern cam endüstrisinin ilerlemiş yöntemlerinin bile geleneksel ustaların çalışmalarını geçemediği bir tekniktir. H ayatımızın hemen hemen her bölümünde yer alan bir maddedir cam. Doğa dostu ve zararsız olması, geri dönüşümünün kolaylıkla sağlanması bakımından tercih sebebidir. Geleneksel bir hâlde yapılan cam üfleme sanatı; cama farklı şekil, motif ve desenler verilerek eşsiz güzellikteki eserlerin ortaya çıkarılmasını sağlar.. Bu sanat ile son zamanlarda; orijinal vazolar, biblolar, aydınlatma lambaları, hediyelik eşyalar üretilmektedir. 80 Turuncu Dergİ / Mart 2015 turuncudergi.com turuncudergi.com Mart 2015 / Turuncu Dergİ 81 Bunun sonucu olarak İspanyolların getirdiği az sayıdaki atlar, yerlilerin korkuya kapılmalarına neden oldu. Bu atlar, Amerika’da yarı özgür yaşayan ve mustang adı verilen sürülerin soylarını oluşturdu. Kuzey Amerika yaban atlarının doğrudan akrabaları, Avrasya yaban atlarıdır. Bu atlar alt türleriyle birlikte Moğolistan’dan Batı Avrupa’ya kadar uzanan bölgelerdeki bozkır ve ormanlarda yaşayan gerçek kişneyen atlardı. İÖ 4000 ve 3500’lerde Orta Asya Kavimleri atı evcilleştirmişse de Sümerler, Babiller, İsrailliler ve Mısırlılar evcil atı bilmiyorlardı. Evcil at ancak İÖ 2. yüzyılda Hint-Avrupa dövüşken topluluklarının ortaya çıkmasıyla tanındı. Dünyanın ilk atlı toplulukları ise İskitler ve Kimmerlerdir. Bu arada Akdeniz Bölgesi toplulukları da attan yararlanmaya başladılar. O döneme kadar binek hayvanı olarak eşek ve deveyi bilen bu topluluklar Arap atlarının ataları olan at tipini yetiştirdiler. Bugünkü atların atalarının Moğol ve Avrupa yaban atı olduğu kabul edilir. AHAL TEKE Ahal Teke atı, bir Türk atıdır. Bilimciler Ahal Teke atını, 3000 yıl evvel insanlar tarafından ilk evcilleştirilmiş ARAŞTIRMA NAZENDE BİR ESİNTİ... ATLAR A tlar.... Bembeyaz... Çayırlarda doludizgin koşar. O ihtişamın ve asaletin rüzgarıyla insan ruhuna hitap eden, bakışlarıyla gönüllerde taht kuran atlar.. .Sahibiyle kurduğu duygusal bağ inanılmazdır. Yelesini okşadığınız da parmaklarınızın ucundan akan sevgi tam da kalbine, ruhuna işler. Samimidir, vefalıdır, narin ve nazendedir... Özellikle çocuklarla atlar arasında inanılmaz bir bağ kurulur. Atlar zekidir çünkü onlara dokunanın çocuk olduğunu,savunmasız olduğunu, masum olduğunu hissederler Bu yüzden çocukları sırtlarına aldıklarında daha da bir dikkat kesilirler. Sırtında taşıdığı emanete sahip çıkması gerektiğini anlamışcasına sakin ve uysal olurlar. Yelelerinden savrulan rüzgarla etrafına bir ihtişam yayar, farkındadır bütün gözlerin üzerinde olduğunun... Farkındadır adımlarıyla tarih yazdığının ve tarihe ihtişamıyla adını yazdırdığının... Dost canlısı, vefakar, zarif, rüzgarla dost, esen yelle kardeş... Evet, insanın hayatının bu kadar içinde olan, insanoğlunun her dönemde vazgeçilmezi atlar. Türk kültürünün simgesi, gücün ve iktidarın temsilcisi, asaletin taşıyıcısı, sevgi ve muhabbetin tabiatta ki imzası atlar Dünya’nın her yerinde önemli ve değerlidir. Güzel dostlarımızla ilgili yaptığımız araştırmalar ışığında, sizlerle ilginizi çekecek bazı bilgiler paylaşmak istiyoruz. Yüce Allah, süsü,hızı ve gücüyle insanlara hediye olarak atı gönderdi. Resulullah (sav)in hadislerinde de buyurduğu gibi: “ Atın alnına hayır bağlanmıştır: “ (Bu hayır), sevap ve ganimettir. Bu hal kıyamete kadar bakidir.” bu 82 Turuncu Dergİ / Mart 2015 değerli varlığı insanlara hediye etmiştir. At; insanlık tarihi boyunca insanların en yakın dostu olarak yer almış, insanlara büyük hizmetlerde bulunmuştur. İnsanlık, tarih boyunca, bu mübarek varlığın değerini bilerek atla iç içe yaşamış ve her zaman onu onurlandırmış, efsane hâline getirmiş ve Hz. Ali (r.a)’ın Düldül isimli atını, Köroğlu’nun kıratını, ünlü halk ozanı Dadaloğlu’nun Ala Paça adlı atını asırlar boyunca hafızalarından çıkarmamıştır. At, atgiller familyasına dâhil, otçul bir memeli hayvandır. Evcilleri olduğu gibi, Amerikan bozkırlarında “Mustang” ve Altay Dağları’nın her iki yanındaki açık arazilerde “Prezevalski” denen yabani atlar sürüler hâlinde yaşar. En meşhur at türleri Arap, İngiliz, Çin, Ahal Teke ve Midilli’dir. Atlar vücut yapılarına, çabuk ve uzun koşma yeteneklerine, yük taşıma güçlerine göre; sıcakkanlı atlar ya da binek atları, soğukkanlı atlar ya da koşum atları diye iki gruba ayrılırlar. Binek atları küçük ve narindir, çok hızlı ve sürekli koşabilirler. En ünlüleri, Arap atları ve İngiliz atlarıdır. Koşum atları iri ve güçlüdür, hareketleri oldukça ağırdır. Teknoloji alanındaki gelişmeler, atın koşum hayvanı olarak, kullanım değerini azaltmıştır. Evcil atın yaban soyu bilinmemekle birlikte; atalarının Kuzey Amerika’dan geldikleri bilinmektedir. Tavşan ya da köpek büyüklüğünde olan bu ilk atların soyları tükenmiştir. Atların Asya ve Avrupa’ya ikinci gelişleri 10 milyon yıl öncedir. Bunlar üçüncü ayak tırnakları üzerinde hareket etmekteydi. Bu hayvanlar, Avrasya bölgeleri koşullarına dayanabildi ve gelişimlerini sürdürdü. Kıtalararası bağlantıların kurulmasıyla Güney Amerika’da da soyları tükendi. Kristof Kolomb, Kuzey Amerika’da at bulunmadığını fark etti. turuncudergi.com turuncudergi.com olan at türü olarak görürler. Asil ve dik bir duruşu, uzun ince bir boyunu, dik omuzları, uzun bir sırtı, uzun bacakları vardır. Vücudu daima hafif metalik parlaktır. Kılları çok ince ve yumuşaktır. Büyüleyici asil hareketleri çok elastiktir. Hüner ve eğitim gösterilerinde diğer atların zorlandığı bazı zor hünerleri kolayca başarır. Soğukkanlı, zeki, duygusal ve bazen de inatçıdır ama sahibine daima çok bağlıdır. ÇİN ATI Bacakları İngiliz atından daha kısa ve Arap atından daha uzundur. Bacaklarının uzunluğu sayesinde çok uzun mesafelerde ortalama bir attan daha fazla yol kat eder, daha dayanıklıdır. Bu da Çin atlarını tarih boyunca Orta Asya kavimleri tarafından tercih edilen bir tür hâline getirmiştir. ARAP ATI Arap Atı; çeşitli vücut kısımları arasında ahenk ve güzelliği, uzun mesafeye dayanıklılığı (1 gün dinlenmek kaydıyla 240 km yol katetmekte.), çeviklik, sürat, sağlam tırnak yapısı, sağlam kemik ve kas yapısı, cesaret, asalet, zekâ, hastalık-açlık ve susuzluğa dayanıklılık, duygularının güçlü olması vasıflarına sahiptir. Dünyanın en asil Arap atlarının yetiştiği yörelerin bir kısmı, Türkiye´nin Güneydoğu Bölgesi’ndeki Urfa, Mardin, Siverek ve Suruç şehirleri sınırları içindedir. Bu yöreler, safkan Arap atı yetiştiriciliğimizin en önemli kaynak bölgeleri olmuştur. Türkler, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu döneminden yani on ikinci asırdan beri, Anadolu´nun mümbit arazilerinde safkan Türkmen ve Arap atları yetiştirmiş ve bu safkanları ile ve onlara ait koşum ve binek takımlarını zenginliklerinin en önemli göstergesi saymışlardır. Ancak Osmanlı İmparatorluğu´nun son zamanları uzun ve yorucu savaşlarla geçmiş, Birinci Dünya Savaşı ve sonrasındaki Kurtuluş Savaşı zamanlarında dağılan Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte çok değerli safkanlar kaybolmuş veya kontrolden çıkmış vaziyetteydi. Buna rağmen bazı kaynaklar, yeni Türkiye Cumhuriyeti´nin ilk zamanlarında, Anadolu da insan sayısı kadar at sayısı bulunduğunu bildirmektedir. İNGİLİZ ATI İngiliz atları, çok yönlü melezleme yöntemi ile daha ziyade hız yönü ıslah edilerek elde edilmiş soğukkanlı at ırklarındandır. Mart 2015 / Turuncu Dergİ 83 B SAĞLIK SİYAH ÇAY HAKKINDA DUYDUKLARINIZI UNUTUN! HALİT YEREBAKAN h.yerebakan@turuncudergi.com SON YILLARDA YEŞİL ÇAY, SİYAH ÇAYDAN DAHA POPÜLER HÂLE GELDİ. ÖYLE Kİ YEŞİL ÇAY DAHA YARARLI ALGISI OLUŞTU. PEKİ DURUM GERÇEKTEN BÖYLE Mİ? YAPILAN ARAŞTIRMALARDA SİYAH ÇAYIN DA EN AZ YEŞİL ÇAY KADAR SAĞLIĞA FAYDALI OLDUĞU KANITLANDI 84 Turuncu Dergİ / Mart 2015 turuncudergi.com u ay, özellikle çay tiryakilerini çok memnun edeceğine inandığım bir yazıyla karşınızdayım. Türkiye, kaliteli siyah çaya kolaylıkla ulaşabildiğimiz muhteşem bir coğrafyaya sahip. Bu nimetten faydalanmak konusunda, oldukça başarılı olduğumuz da âşikar. Peki günün her saati severek tükettiğimiz siyah çay hakkında bildiklerimiz ne kadar doğru ya da yeterli? Geçtiğimiz günlerde katıldığım bir televizyon programında -şahsen de tiryakisi olduğum- siyah çay hakkında kısa bilgiler vermeye çalıştım. Gelen olumlu tepkiler ve meraklı sorular neticesinde yaşantımızın değişmez bir parçası olan siyah çayı yeniden ele almam gerektiğine karar verdim. Özellikle son yıllarda yeşil çay, siyah çaya oranla çok daha popüler hâle geldi. Öyle ki yeşil çaya atfedilen tüm faydaların siyah çaydan elde edilemeyeceğine dair bir algı dahi oluştu. Oysa ki durum farklı. Her iki çay da aynı çay yaprağından elde ediliyor. Çay yaprağının toplanmasının ardından uygulanan kurutma yöntemi, aynı öze sahip farklı tipler oluşmasına sebep oluyor. Toplanan çay yaprakları, oksidasyon sürecinden önce fermante edilir. Yaprakların oksidasyon süresi, çay tiplerini ayırmada en önemli unsurdur. Konumuz olan siyah çay; beyaz, yeşil ya da oolang çaylarının tümünden daha uzun süre okside edilir. Uzun oksidasyon süresi, siyah çayın çok daha aromatik ve yoğun bir tada ulaşmasını sağlar. Siyah çay, Çin ve Çin’e yakın ülkelerde, demlendikten sonra ortaya çıkan renk sebebiyle “Kırmızı Çay” olarak adlandırılır. Batı ülkeleri ise, yaprakların kuru hâlinden esinlenerek, siyah çay demeyi tercih etmişlerdir. Ülkemizde her iki isim de kullanılıyor. Demlenmiş çayın kalitesi kırmızının tonuyla ifade edilirken, bu tip çayın genel adı siyah çay olarak geçiyor. Siyah çay, sahip olduğu yoğun aromayı uzun yıllar koruyabilir. Bu özelliği sebebiyle tarih boyunca çok farklı alanlarda kullanılan çay yaprağı, 19. yüzyılda Moğalistan, Sibirya ve Tibet’te fiili para birimi olarak kullanılmış ve aracılık ettiği taraflar arasında ticaretin yürümesine katkı sağlamış. Son yıllarda yapılan araştımalar, çayın turuncudergi.com insan sağlığına olumlu etkilerinin paradan da kıymetli olduğunu gösteriyor. Çay hakkında yapılan araştırmalara bakıldığında bilim adamlarının daha çok yeşil çaya yöneldiklerini görüyoruz. Yeşil çay, oldukça güçlü bir antioksidan madde olan Epigalokateçin Galat’tan (EGCg) oldukça zengindir. Siyah ve yeşil çay arasındaki farkları inceleyen bilim adamları, EGCg değerlerini karşılaştırdıklarında yeşil çayın daha zengin olduğunu görmüşler. Aynı çay yaprağından olmalarına rağman EGCg değerleri arasındaki farkın, siyah çayın fermantasyon sürecinden kaynaklandığını da tespit etmişler. Elde ettikleri bu veri, siyah çaydansa yeşil çay içmenin çok daha doğru bir seçim olduğu kanısını oluşturmuş. Oysa bu yaklaşım, farklı ve faydalı birçok maddeyi bünyesinde barındaran siyah çaya yapılan bir haksızlık. Böyle düşünen bilim adamları siyah çayın içerdiği maddeleri incelemişler. Siyah çaya koyu rengini veren theaflavins ve thearubigens adlı bileşiklerin, insan sağlığı üzerindeki olumlu etkilerinin yeşil çayı aratmadığını da tespit etmişler. Peki siyah çayı bunca öven araştırmalar, siyah çayın insan sağlığı üzerinde ne gibi faydalarını tespit etmişler dersiniz? Yapılan araştırmalara kısaca bir göz atalım. Çay sağlık kaynağıdır, çünkü... Netherlands National Institute of Public Health and the Environment (Hollanda Ulusal Halk Sağlığı ve Çevre Enstitüsü) tarafından yapılan uzun soluklu bir araşırmaya göre, düzenli çay içenlerin felç (inme) geçirme risklerinin azaldığı saptanmış. Siyah çayda oldukça yüksek seviyede bulunan Flavonoids’in (Anti-oksidan özelliklere sahip bir madde.) incelendiği farklı araştırmalardan da yardım alan ekip, 552 erkek gönüllüye 15 yıl boyunca her gün düzenli olarak siyah çay içirmiş ve etkilerini incelemiş. Karşılaşılan ilk veri oldukça sevindirici. Gönüllülerin büyük bir kısmında kalp krizi ve felç olma riskini artıran LDL (kötü kolesterol) seviyesinde düşüş gözlemlenmiş. Bu faydalı düşüşe sebep olan madde ise tabi ki Flavonoids. Bu faydalı sonuca ulaşmak için içilmesi gereken çay miktarı da elbette önemli. Aynı araştırma sonucu göstermiş ki günde dört fincan siyah çay içenlerin felç ve kalp krizine yakalanma riski, üç veya iki fincan içenlere oranla daha düşük! Boston Üniversitesi Tıp Fakiltesi’nde yapılan bir diğer araştırmada da benzer sonuçlar elde edilmiş. Bu kez 66 gönüllü erkeğe dört ay boyunca her gün dört fincan siyah çay içirilmiş. Araştırma sonucunda, siyah çayın kan damarlarında meydana gelen (Kalp krizi ve inme riskini oluşturan.) anormal hareketlerde azalma olduğu tespit edilmiş. Aynı araştırma sonucuna göre, bir fincan siyah çay içenlerin iki saat boyunca kan damarlarının işleyişinde uzun vadede hipertansiyon riskini azaltacak iyileşmeler yaşandığını tespit edilmiş. Araştırma sonuçlarına göre, günde dört fincan siyah çay içenlerin felç ve kalp krizine yakalanma riski, üç veya iki fincan içenlere oranla daha düşük! Mart 2015 / Turuncu Dergİ 85 SAĞLIK Yaklaşık 3 bin kişinin katılımıyla Suudi Arabistan’da yapılan bir diğer araştırma sonuçları da oldukça ilginç. Siyah çayın yeşil çaya oranla çok daha fazla tercih edildiği bu topraklarda gönüllülere düzenli olarak çay içirilmiş. Yapılan incelemenin ardından, kalp krizi riskini arttıran kandaki trombosit seviyesinin, düzenli çay içenlerde düşüş gösterdiği tespit edilmiş. Öyle ki araştırmacılar, düzenli çay içenlerin kalp krizine yakalanma riskinin %50 azaldığı kanısına varmışlar. Siyah çay, aynı zamanda polifenol adı verilen antioksidanlar içerir. Bu maddeler, tütün veya diğer toksik kimyasalların sebep olduğu DNA hasarını engellemeye yardımcıdır. Bu antioksidanlar bizim meyve veya sebzelerle yani beslenme yoluyla aldığımız antioksidanlara göre farklılık göstererek, daha sağlıklı bir yaşam tarzına kavuşmamız için ek faydalar sağlamaktadırlar. Âdeta C vitamininden bile daha fazla antioksidan özellik gösteren polifenoller, en fazla yeşil çayda bulunur ve bu çaya acımtırak tadı veren de bu polifenollerdir. Yeşil çay yaprakları genç ve okside değildirler. Bu sebeple polifenol içeriği %40’a kadar çıkar. Diğer taraftan oksidasyon sebebiyle siyah çaydaki polifenol bileşiklerinin oranı ancak %10 kadardır. Şeker Hastalığı ve Obezite Riskini Düşürür! Akdeniz Adaları’nda yaşayan yaşlı insanlar üzerinde yapılan bir araştırmaya göre, günde bir-iki fincan yani orta derecede siyah çay içen insanların uzun vadede %70 oranında daha az şeker hastalığına yakalandığı gözlemlenmiştir. Daha ileri giden bazı araştırmalar ise çayın içerisinde bulunan EGC’lerin, yağ metabolizması üzerinde de düzenleyici etkisi olduğunu göstermiştir. Yapılan araştırmaya göre çay içmek, egzersiz performansını geliştiryor, yağ oksidas86 Turuncu Dergİ / Mart 2015 Doğu Karadeniz bölgesinde yetiştirilen çaylar, ekolojik iklim şartları nedeniyle, kış aylarında kar altında kaldığından çay tarımında zirai ilaç kullanılmaz. yonunu artırıyor ve böylece obeziteyi engellemeye de yardımcı oluyor. EGC’lerin yüksek fruktozlu mısır şurubu ile vücudunuza giren toksinleri nötralize etmeye yardımcı olduğunu da vurgulayan kanıtlar bulunmaktadır. Bu sayede çay içmenin, yüksek fruktozlu mısır şurubu ile şeker hastalığı gelişimindeki dengeyi olumlu yönde etkilediği düşünülmektedir. Yeni yayınlanan randomize kontrollü araştırmalar, yeşil çay eksterisinin kan şekeri seviyelerini olumlu yönde etkilediğini göstermiştir. Hatta günlük bitkisel gıda desteği olarak kullanılmalarının sınırda diyabetik hastalarda -orta vadeli kan şekeri düzeyini gösteren- hemoglobin A1C düzeylerinde iyileşmeye sebep olduğu da gözterilmiştir. Çay İçin, Rahatlayın. Özellikle stresli anlarımızda iyi demlenmiş bir bardak çay içtiğimizde sebebini bilmesek de bir rahatlama hissederiz. Benzer şeyleri hisseden bilim adamları, çayın rahatlatıcı etkileri üzerinde çalışmalar yaparak, bu hissin bilimsel kaynağını araştırmışlar. Çayın içerisinde bulunan amino asit L-theanine adlı maddenin içeni rahatlatmanın dışında konsantrasyonu artırdığını da tespit etmişler. Düzenli çay tüketiminin stres hormonu kortizol seviyesinde azalmaya yol açtığı da benzer araştırmalar neticesinde gösterilmiş. Stres, birçok hastalığın temel kaynaklarından biridir. Kimine direk sebep olurken kiminin ilerlemesini hızlandırır. Düzenli tüketildiğinde stres hormonunun azalmasına yardımcı olan çay, uzun vadede diğer hastalıklardan da korunmaya yardımcı olur. Bu durumda günlük düzenli çay tüketimi, uzun vadede insan sağlığına son derece faydalı etkiler gösterir. Çay Hakkında Duyduklarınızı Unutun! Hemen hemen hepimiz fazla çay tüketmenin uzun vadede demir eksikliğine sebep olduğu tezini duymuşuzdur. Peki bu yaklaşım ne kadar doğru? Yapılan araştırmalar gösteriyor ki bu yaklaşım, kısmen doğru. Konuyla ilgili araştırmalar gösteriyor ki çay, demir emilimini azaltarak kansızlığı artırabiliyor. Yine aynı araştırmalar gösteriyor ki ilave alınan demir tabletleri ya da demirden zengin diyetler ile bu etkiden kolayca kurtulabilirsiniz. Çayın içerisinde bulunan tannat adlı madde, midemizdeki demiri emer. Bu durumda yapmamız gereken, ondan daha hızlı davranarak vücudumuzdaki demire sahip çıkmak olacaktır. Peki bunu nasıl yapabiliriz? Formül aslında çok basit. Yemekten yaklaşık bir saat önce ya da sonra çay içmeye başlamanız, tannatların daha az demir emmesini sağlayacaktır. Çayın demir emilimi yapıyor olması sizi korkutmasın. Sabırla sonuna kadar okuduğunuz bu yazı, çayın sayısız faydasından haberdar olmanızı sağlamıştır diye düşünüyorum. Bu durumda fayda-zarar dengesi incelendiğinde, artık neredeyse “genlerimize işlemiş” çay alışkanlığımıza korkmadan devam edebilir hatta artırabiliriz. turuncudergi.com Bu durum ülkemizi sağlıklı çay üretimi için ideal ülke konumuna getirmektedir. Bu nedenle, tarımında zirai ilaçlama , üretiminde katkı maddesi kullanılmayan tüm ürünlerimizi gönül rahatlığı ile tüketebilirsiniz. İ Z İ L A N A İ D H E BİR M SİNEMA GÜLAY KURT “KOD ADI: K.O.Z” gulaykurt@turuncudergi.com T arih boyunca her siyasal sistemde derin yapılanmalar olmuştur ve bu derin yapılanmalarla ilgili mücadele her devletin başına gelmiştir. Bur durum yani derin yapı ya da yeni adı ile “Paralel Devlet” ile mücadele son yıllarda iyice kendini hissettiriyor. Bu olaylardan siyasetten uzak durması mümkün olmayan sinema sektörü de nasibini almıştır. 13 Şubat’ta vizyona giren “Kod Adı. K.O.Z” sinema filmi bu bağlamda adından çok söz ettireceğe benziyor. Zira filmin yönetmeni Celal Çimen’in “Film, devlet düşmanlarının iç yüzünü ortaya çıkarmayı amaçlıyor.” demesi filmin bu mücadeleyi konu ettiğini baştan seyircilere aktarıyor. Filmi izledikten sonra “Kod Adı: K.O.Z.” filminin amacına kısmen de olsa 88 Turuncu Dergİ / Mart 2015 ulaştığını söyleyebilir miyiz bilemem. Çünkü anlatacak daha çok şey var. Son bir buçuk yıldır ülke gündemini meşgul eden meşhur adıyla “Paralel Devlet”in devlet içerisine yerleşerek nasıl geliştiğini anlatmaya bir film yetmez. Zira filmde sahnelenen her olaydan bir sinema filmi çıkabileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Baştan söyleyeyim ben de yönetmenle hemfikir olduğum için “Kod Adı: K.O.Z.” filminin analizini yaparken tarafsız olamayarak klasik bir sinema eleştirisinde bulunmayacağım. Siz bakmayın “bir sinema filmi gibi olmamış, dizi film gibi olmuş, “Bir sinema filmi gibi olmamış, dizi film gibi olmuş, Kurtlar Vadisi’ndeki bir bölümü seyreder gibi seyrettik.” veya ““Bu kadar propagandist bir film olmaz.” diyenlere. Bir sanat filmi izleme niyetiyle gitmediğim bir filmden muhteşemlik beklemiyordum. Gönül isterdi ki hepsi bir arada olsun. Hem sanatsal hem kurgusal hem de teknik yönden mükemmel olsun. Tabi ki filmin hataları var. Özellikle kurguda hatalar var. Gerçek hayatta olayları yakından takip ettiğim için filmdeki sahne geçişlerini yerli yerine oturtmada bir zorluk çekmedim. Ama olayları (7 Şubat, 17-25 Aralık darbe girişimleri) hiç bilmeyen kişilere anlatır gibi zaman sıralamasına göre bir anlatım ve kurgu olsaydı çok daha güzel olurdu. Ama sinema yapmayı öğreneceğiz inşallah deyip bu konuya nokta koyuyorum. Film hakkında acımasız eleştirileri! yapanlar, zaten devlet umurlarında olmadığı gibi bugüne kadar devlet, din, millet düşmanı olan en propagandist Yeşilçam filmlerini göklere çıkarmayı ihmal etmezler. Ayrıca Hollywood sinema sektörünün insanları eğlendirmek için mi kurulduğunu veya sanat için mi her yıl milyonlarca dolar harcayarak film çektiğini sanıyorsunuz? Bir Steven Spielberg olmasaydı Yahudi soykırımını bütün dünya nasıl bilecekti? Bir “Piyanist” filmi, bir “Schindler’in Listesi” kadar etkili bir film var mı, nazilerin Yahudilere yaptığını anlatan. Keza Yeşilçam da öyle. “Yol”, Sürü”, “Devrim Arabaları”, “Zincirbozan”, hatta bütün Kemal Sunal filmleri bile buram buram propagandadır. Bu yüzden “Kod Adı: K.O.Z” filminin aşırı propagandist bulup itibarsızlaştırmaya çalışmak filme haksızlık olur. Gelelim filme… Her şey devletin en gizli kurumu olan istihbarat biriminin başında olan kişinin Başbakan tarafından değiştirilmesiyle başlar. Devletin SİNEMA bütün kurumlarına -emniyet, yargı, borsa, finans, üniversite ve diğer eğitim kurumları- yerleşmiş ve örümcek ağı gibi masonik bir yapılaşma şeklinde gelişerek paralel bir devlet yapısı oluşturmuş bir şebeke söz konusudur. Bu şebekenin kuruluşu çok eskiye dayanmaktadır. 60 yıllık bir yapılanmadan söz edilmektedir. Bu yapılanmaTürkiye’deki yapılaşmasını tamamladığını düşünerek dünyaya açılmaya karar verir. Ama bu dış yapılanmasının bir bedeli olacaktır. Bu bedel Büyük Britanya’nın emri üzerine Türkiye’de bulunan bütün kurumları ellerine geçirmekten ve onların hizmetine sunmaktan geçmektedir. İlk iş İstanbul Borsası’nın yerli yazılımı yerine İngilizlerin oluşturduğu ve Türk ekonomisini çökertmeyi amaçlayan bir yazılımı yerleştirmektir. Buna “Faiz Lobisi” deniyor. Bunu reddeden borsacı ve iş adamlarına ise eline şantaj dolu yeşil dosyalar verip istediklerini yaptırıyorlar. Yani anlayacağınız şebekeyi yöneten, Mehdi denilen zatın emirlerini yerine getirmek için her yol mübahtır! Hatta bu yolda abiler ve ablalar ne emredilirse uymak zorundadırlar. Dünyanın hemen hemen her yerinde okullar açar paralel yapı. Ama bu okullar aslında bir maskedir. Mehdi ve adamları –imamları!- din kisvesi altında halktan büyük paralar toplayıp finansını sağlayıp bu yolda her türlü hile, desise, takiyye yapmaktan geri durmaz. Kendi yolunda engel olarak gördüğü emniyet müdürü, yargıç, hakim, gazeteci, parti başkanı -ki filmde bir helikopter kazası organize edilip suikasta kurban gitme sahnesi var- kim varsa öldürmekten veya şantajla susturmaktan çekinmez. Yetmiyor ülkede kaos yaratıp marjinal gruplara eylem yaptırıp halkı hükümete karşı kışkırtmaktan geri durmuyor. Hatta Gezi Olayları’nda polislere çadırları yakın talimatı verip yasadışı örgütlerin şehre girmesini sağlıyor. Emniyetin mehdi yan- lısı polisleri tarafından ele geçirildiğini farkeden vatansever polisler arasında bir karşılaşma, bir hesaplaşma sahnesi var ki görülmeye değer. Mehdi diye adlandırılan kişiye olan bağlılık o kadar güçlüdür ki emniyetteki karşıt görüşlü polislerinin birbirlerine nasıl silah çekme durumuna geldiğini görüyoruz filmde. Dünyada “Arap Baharı” denilen ama aslında “Azap Baharı” na dönen ayaklanmaların benzeri Türkiye üzerinde denenmiş ama tutmamıştır. Bir slayt gösterisinde diğer ülkelerdeki kargaşa ve kaos gösterilirken Türkiye’de neden başarıya ulaşamadığına kızan Büyük Britanya ise bu duruma çok sinirlenip iyice sıkıştırdığı Mehdi’nin has adamlarını daha fazla olay çıkarması için yönlendirirken okullarını kapatmakla tehdit etmekten geri durmaz. Düzmece bir ifade alma oyunuyla istihbarat başkanını tutuklamaya kalkan Mehdi’nin emniyet imamı, Başbakan’ın ameliyat olduğu esnada bunu gerçekleştirmek üzereyken Başbakanlık’a ait emniyet güçleri tarafından püskürtülür. “Korkaklar ölmemek için emir alır, cesurlar ise ölmek için.” diyen istihbarat başkanı ise son noktayı koyar. Aileleri paramparça eden, kardeşi kardeşe vurduran, devletin en hassas noktalarını çalışmaz duruma getirmeye çalışan paralel ihanet çetesi durmayıp yeni planların peşine düşmüştür. Film Başbakan’a düzenlenen, gerçekleşip gerçekleşmediği belli olmayan bir suikast sahnesiyle son bulur. Buradan yola çıkarak ülkeyi bu kadar hezimete sürükleyen bir hocanın! Mehdi mi Deccal mi olduğu sorusunu kendinize sormadan edemiyorsunuz. Aslında bir film değil yakın tarihimize ait âdeta bir belgesel izleyeceğinizi ve anlatılanları değil gerçekleri öğreneceğiniz bir film olmuş kanımca “Kod Adı K.O.Z.” Ve biz bu filmi hâlâ izlemeye devam ediyoruz, edeceğiz. Aranan Deccal yok olana dek... Mart 2015 / Turuncu Dergİ 89 SEYAHAT Yetİm KUDÜS Tüm dinler için kutsal sayılan bu şehrin, dünya geliştikçe ve “modernleştikçe” daha fazla vahşete sahne olmasının temelinde –ne gariptir ki- inanç yatıyor. Kudüs’ü anlamak, onun neden bu denli paylaşılamaz olduğunu bilmekten geçer E ESRA YEREBAKAN esrayerebakan@turuncudergi.com manet bedenlerimiz ve bir gün hesaba çekileceğine iman ettiğimiz ruhlarımız, kol kola gezer durur dünya denen mekânda. Her can, kendisine yaşama hakkı verilen o tesadüfi zamanı en mühimi zanneder. Oysa benzer sıkıntılardan geçmiş ya da kendisine bahşedilenden çok daha fazlasını görmüş çok beden yatar bu toprağın altında. Bilgisayarımın başında oturduğum şu anda vazifem ağır. Konu, Kudüs ve ben içime yerleşen tarifsiz sızıya, dua damlatıyorum. Kudüs’ün tarihini anlatan belgeler incelendiğinde, neredeyse tüm insanlığın o topraklara sahip olmak için mücadele ettiğini görmek mümkün. Yeryüzünde kaç toprak parçası, 2 kez -neredeyse- yok edilmiş, 23 kez işgal edilmiş, 52 kez saldırıya uğramış, 44 kez ele geçirilmiştir? Bu sorunun tek cevabı Kudüs! Baş döndüren bu rakamlardan da anlaşılacağı gibi Kudüs, tarih boyunca hemen hemen her din ve anlayıştan yöneticilerce yönetilmiş. 90 Turuncu Dergİ / Mart 2015 Kudüs’te gezilecek yerler, aslında kutsal alanlardan ibaret. Türkiye’den gidecek ziyaretçiler için İsrail vizesi alınması zorunlu. İstanbul baz alınacak olursa, Tel Aviv’e direkt uçuş imkanı da var. Duvarlar Ardında Bir Eski Şehir Kudüs, Orta Doğu’nun hemen hemen tüm şehirlerinde olduğu gibi eski ve yeni şehir olmak üzere ikiye ayrılır. Kudüs’teki Eski Şehir de yüksek duvarlar arasında âdeta gizlenmiş hatta korunmuş bir alan. Tüm kutsal yerler de bu bölgede bulunuyor. Kudüs’te modern yaşam, duvarlarını Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptırdığı Eski Şehir’in dışında akıyor. Oraya ulaşmak içinse sekiz kapı bulunuyor. Bunlardan ilki Altın Kapı. Zeytin Dağı’na bakan bu kapı, Yahudiler için son derece kutsal. İnanışlarına göre Mesih, Kudüs’e bu kapıdan girecek. Ancak Altın Kapı, Sultan Süleyman tarafından örülerek kapatılmış. İkincisi Yafa Kapısı. Yafa Kapısı, Yafa Limanı yönünde açılır ve Eski Şehrin en çok kullanılan kapısıdır. Ardından Hristiyan Mahallesi’ne açılan Yeni Kapı, Müslüman Mahallesi’ne açılan Şam Kapısı, çiçek motifleriyle süslü Herod Kapısı, doğuya açılan ve aslanlarla süslenmiş Aslan Kapısı (Saint Etienne olarak da bilinir.), Ağlama Duvarı (Burak Duvarı)’na en yakın kapı olan Detritrus Kapısı ve Sion (Davud da denir.) Kapısı. Eski Şehir’in çöplerinin çıkartıldığı bir de Çöp Kapısı vardır. Eski Şehir; Müslüman, Hristiyan, Ermeni ve Yahudi Mahalleleri olmak turuncudergi.com turuncudergi.com üzere dörde ayrılır. Her mahallede ismiyle anılan dine mensup kişiler yaşar. Filistin topraklarında yer alan Kudüs, Unesco Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor. Kudüs, kendi inancına göre “hacı” olmak isteyenlerce ve tarihe meraklı turistlerce sıklıkla ziyaret ediliyor. Eski Şehrin çarşısı; her ne sebeple gelmiş olursa olsun, Kudüs’ü ziyaret edenlerin en çok uğradığı yerlerden biri. Daracık sokakları, bir Orta Doğu şehrinde olduğunuzu yol boyu fısıldar. Geleneksel takı, giysi ve ev aksesuarlarını bu çarşıda bulabilirsiniz. Farklı inanç ve kültürlerin bir arada yaşamaya çalışması, sanatsal açıdan da gelişmesini sağlamış. Sanat galerileri ve atölyeleri bu şehrin sınırlarında bulmak mümkün. İsrail Müzesi, Tabiat Müzesi, Bilim Müzesi, Rockefeller Müzesi, İslam Sanatları Müzesi, Yahudi Müzesi, Soykırım Müzesi ve benzer birçok müzeyi Kudüs’te bulabilirsiniz. Mart 2015 / Turuncu Dergİ 91 SEYAHAT Harem-i Şerif Harem-i Şerif, Mescid-i Aksa ve Kubbet-üs Sahra’nın da içinde bulunduğu yaklaşık 150 dönümlük bir alandır. Mescid-i Aksa Mescid-i Aksa, Hz. Süleyman Mabedi’nden kaldığı düşünülen ve Yahudilerin Ağlama (Burak) Duvarı Duvarı olarak bilinen duvara bitişik hâlde bulunur. 92 Turuncu Dergİ / Mart 2015 Rabbini secdede bulanların ilk yönelişidir Mescid-i Aksa... İlk kıble, ilk buluşma noktası değil de nedir? Mescid-i Aksa, en uzak mescit demektir. Rabbe en yakın yer olan secde, en uzağa yönelince mi bulunur? Belki de... Mescid-i Aksa’nın İslâm’daki müstesna yerinin bir sebebi de Resulullah (s.a.v.)’ın İsrâ ve Miraç mekânı olmasıdır. Yüce Allah, İsrâ suresinin birinci âyetinde Mescid-i Aksa’yı adıyla anarak şöyle buyurur: “Kulunu, kendisine birtakım ayetlerimizi göstermek için bir gece Mescidi Haram’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescidi Aksa’ya yürütenin şanı pek yücedir. Şüphesiz o duyandır, görendir.” Mescid-i Aksa ve civarı, Kuran-ı Kerim’de övülmüş ve kutsal olduğu yüce Allah tarafından belirtilmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Miraç’a çıktığı dönemde Mescid-i Aksa henüz inşa edilmemişti. Bölgede Hz. Süleyman’ın inşa ettiği mabedin kalıntıları vardı ve bölge Beyt-i Makdis olarak anılıyordu. Mescid-i Aksa, Hz. Süleyman Mabedi’nden kaldığı düşünülen ve Yahudiler’in Ağlama Duvarı (Burak Duvarı) olarak bilinen duvara bitişik hâlde bulunur. Mescid-i Aksa, Hz. Ömer’in Kudüs’ü fethinden sonra, Halife Adbülmelik bin Mervan zamanında inşa edilmiştir. Altın kubbesi sebebiyle birçok kimse Kubbet-üs Sahra’yı Mesci-i Aksa ile karıştırır. Oysa ikisi farklı yapılardır. Kubbet-üs Sahra Altın kubbeli, İslam simgesi. Kubbet-üs Sahra, Kudüs’ün en belirgin ve gösterişli yapılarından biridir. Hz. Ömer, Kudüs’ü fethetmesinin ardından Herod tarafından yaptırılan ikinci mabedin kalıntılarının bulunduğu noktaya gitmiş ve yıkıntılarla dolu bu bölgenin çöplük hâline getirildiğini turuncudergi.com görmüş. Temizletilmesinin ardından aynı noktaya bir mescit inşa etmiş ve burada ibadet etmiş. Sahra Mescidi olarak isimlendirilen bu mescit, Halife Abdülmelik bin Mervan döneminde şimdiki hâline en yakın şekliyle inşa edilmiş. 14 ayar altından yapılmış muhteşem kubbesiyle Kubbet-üs Sahra, Osmanlı Dönemi’nde yapılan restorasyon çalışmaları sebebiyle günümüze kadar ayakta kalmayı başarmış. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Miraç gecesinde göğe, bir taşın üzerinden yükselmiştir ki bu taş Muallak Taşı olarak bilinir. Efendimiz (s.a.v.) göğe yükselirken ayağının altında duran bu taş da bir süre yükselerek havada asılı kalmış ve tekrar yere düşene kadar havada durmuş olması sebebiyle Muallak Taşı ismini almıştır. İşte bu kutsal taş, Kubbet-üs Sahra’da yer alır. Muallak Taşı, Hz. İbrahim’in sadakatine de şahitlik etmiş bir kaya parçasıdır. Hz. İbrahim, kendisine bir erkek evlat bahşedilecek olursa, O’nu Rabbine kurban edeceğine dair söz vermiş ve sözünü tutma sırası geldiğinde oğlunu bu kayanın üzerinde kurban etmek istemiş. En yüce merhametin sahibi Allah, bir an olsun şüphe etmeden evladından vazgeçen o müthiş iman sahibine bir koyun göndermiş ve onu kurban etmesini istemiş. Araştırmacıların bazıları, Ağlama (Burak) Duvarı’nın bu ikinci yapıdan kaldığı düşünüyorlar. Ağlama (Burak) Duvarı’nı görmek isteyenlerin Yahudi olması şart değil. Her dinden insan, duvarın dibine kadar gidebilir. Bilmeniz gereken tek detay, kadınlar ve erkeklerin ayrı noktalarda toplanması gerektiği. Bir nevi haremlik selamlık bir alan. Yahudiler, Hz. Davud (r.a)’ın Kudüs’e gelirken, içerisinde Hz. Musa’ya indirilen ve din ile ahlâkı birleştiren ilk belge olduğu düşünülen On Emir’in yazıldığı iki tableti barındıran bir sandıkla geldiğine inanıyorlar. Bu sandık Kutsal Ahit Sandığı. Rivayete göre, Hz. Davud bu kutsal ahit sandığını mabedin inşa edildiği yerde muhafaza edermiş. Yaşanan göçler ve yıkımlar esnasında Kutsal Ahit Sandığı’na ne olduğu bilinememiş ancak Yahudiler, aynı yerde durduğuna ve ona ulaştıklarında beklenen Mehdi’nin geleceğine inanıyorlar. Bahsi geçen On Emir der ki; Allah’tan başka ilahların olmayacak, putlara tapmayacaksın, Allah’ın adını boş yere ağzına almayacaksın, anne-babana hürmet edeceksin, öldürmeyeceksin, zina etmeyeceksin, çalmayacaksın, komşuna karşı yalancı şahitlik etmeyecek ve haklarına göz dikmeyeceksin! Kubbet’üs Sahra,olarak isimlendirilen mescit, Halife Abdülmelik bin Mervan Dönemi’nde şimdiki hâline en yakın şekliyle inşa edilmiş. Ağlama (Burak) Duvarı ve Hz. Süleyman Mabedi Yahudiler için son derece kutsal sayılan Ağlama Duvarı (Burak Duvarı)’nın hikayesi Hz. Davud (as)’a kadar uzanır. Kudüs ve Yahudiler denildiğinde, birçoğumuzun aklına büyük bir taş duvarın önünde yalvarırcasına ağlayan Yahudilerin resmi canlanır. Ağlama (Burak) Duvarı, Hz. Davud’un Kudüs’ü fethinin ardından inşasına başladığı ve oğlu Hz. Süleyman tarafından tamamlanan Süleyman Mabedi’nin olduğu yerdedir. Yahudi inancına göre Ağlama (Burak) Duvarı, o mabetten kalan yegâne kısımdır ve bir gün yeniden bir Yahudi mabedi olarak inşa edilecektir. Süleyman Mabedi, tarih boyunca defalarca tahribe uğramış. Hatta Babiller’in hüküm sürdüğü dönemde tamamen yıkılmış. Süleyman Mabedi, yıllar sonra Yahudi Kralı Herod tarafından aynı noktada yeniden inşa edilmiş. turuncudergi.com Mart 2015 / Turuncu Dergİ 93 SEYAHAT man bu zeytin tepesindeki ağaçların arasında dinlenmeye çekildiğine, son yemeğini de bu tepenin eteklerinde yediğine inanırlar. Zeytin Tepesi’nde bir de Yahudi mezarlığı bulunur. Beklenen Mehdi geldiğinde, bu mezarlıkta yatan ölülerin, ilk dirilenler olacağına duydukları inanç sebebiyle bu mezarlıktan yer almak son derece önemlidir. Kudüs’ün Kısa Tarihi Saint Sepulcre Bazilikası (Kutsal Mezar Kilisesi) Tüm kiliselerin anası olarak bilinen Saint Sepulcre Bazilikası (Kutsal Mezar Kilisesi), Sion Tepesi’nde yer alıyor. İnanışa göre, Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği, naaşının yıkandığı ve göğe yükseldiği yer de tam olarak burası. Hz. İsa’nın naaşının yıkandığı yerde bulunan ve o günden günümüze daima ıslak olduğu söylenen kutsal taş bu kilisede bulunuyor. İnançlı Hristiyanlar, hac vazifelerini yaparken bu taşa yüz sürmek için birbirleriyle yarışırlar. Hristiyanlık dininde Hz. İsa, Allah’ın oğlu olarak tanımlanıyor. Allah’ın, “oğlunu” insanlık uğruna feda etmek için bu toprakları seçmiş olması, Kudüs’ün Hristiyanlık için kutsal sayılmasının en önemli sebebi. 94 Turuncu Dergİ / Mart 2015 Çile Yolu Çile Yolu, Hz. İsa’nın sırtına yüklenen çarmıha gerilmek üzere geçirildiği yoldur. Hristiyanlar, Hz. İsa’nın acılar içinde kat ettiği bu yolda yürüdüklerinde, hacı olduklarına inanıyorlar. Bu bölgede bulunan kiliselerin büyük çoğunluğu Çile Yolu’nda belirlenen 14 noktada üzerinde inşa edilmiş. Bu 14 nokta, Hz. İsa’nın âdeta zulüm altında ilerlediği bu yolda, tökezleyip düştüğü yerlerden oluşuyor. Zeytin Tepesi Zeytin Tepesi, hem Hristiyanlar hem de Yahudilerce kutsal sayılan bir alandır. Bu tepe üzerinde bulunan zeytin ağaçlarının bir kısmının 2-3 bin yıllık oldukları söylenir. Hristiyanlar, Hz. İsa’nın zaman za- Orta Doğu’nun yaşanmışlıkta en eski toprak parçalarından biri olan Filistin, kalıntılara bakıldığında Bakır ve Bronz Çağı’na kadar uzanan bir geçmişe sahip. Kudüs, Hz. Davud (r.a)’ın bu toprakları fethinin ardından uzun süre Yahudilerin hakimiyetinde kalmış. Sonrasında Babiller ve Pars, Büyük İskender, Roma ve Bizans İmparatorluğu gibi farklı milletlerce yönetilmiş. Bizans yönetiminin ardından Hz. Ömer (r.a) tarafından fethedilmiş ve İslam yönetimine alınmış. Tekrar Hristiyanlar’ın eline geçen Kudüs, 1517’de büyük Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim tarafından fethedilerek Osmanlı toprağı olmuş. Kanuni Sultan Süleyman döneminde Kudüs, âdeta yeniden inşa edilmiş. Harem-i Şerif bölgesinde bulunan tüm kutsal alanlar yenilenerek ibadete açılmış. Asırlara meydan okuyan Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından huzur, İngilizler’in eline geçen Filistin topraklarına bir daha hiç gelmedi. 1947 yılında İngiliz Ordusu, Filistin topraklarından çekilerek bölgenin kaderini Birleşmiş Milletler’e üye devletlerin “ortak” kararına bıraktı. Çıkan karar neticesinde, Yahudiler, Filistin topraklarında bir devlet kurabileceklerdi. Tüm dinler için kutsal sayılan bu şehrin, dünya geliştikçe ve “modernleştikçe” daha fazla vahşete sahne olmasının temelinde –ne gariptir kiinanç yatıyor. Kudüs’ü anlamak, onun neden bu denli paylaşılamaz olduğunu bilmekten geçer. TERZİDEN Bahara Kuaybe Gider imzası T Vintage modasıyla tekrar hayatımıza giren süveterler, moda avcısı kadınlar tarafından dört gözle bekleniyor. Bunun farkında olan tasarımcı, bu kreasyonda farklı tarz ve kalıbıyla dikkatleri üzerine çeken siyah süveter ile karşılıyor bizleri. Mesela; krep kumaştan tasarlanan, yaka detaylı gömlekler her parçayla rahat kombinlenebileceği gibi gardrobunuzun demirbaş parçası olmaya aday gibi görünüyor. Geniş pantolon yelpazesi de gözlerden kaçmıyor tabii. Bizleri yüksek bel, bilek boy pantolonlarla barıştıran ve sevdiren tasarımcı, bu sezon da renkli ve asarımcılar ve tekstil firmaları, hummalı bir çalışmayla 2015 İlkbahar/Yaz kreasyonlarını basın ve kamuoyuna sunmanın heyecanı içerisindeler. Sektörde, başarıları ve muhafazakâr camiadaki farklı duruşuyla adından sıkça söz ettiren Kuaybe Gider; 2015- İlkbahar/ Yaz koleksiyonunu, bu ayki sayısında, Turuncu Dergi okurlarıyla buluşturuyor. Bu sezon Kuaybe Gider tasarımları, monokromun büyülü dünyasından nasibini alırken diğer renklerin de gönlü alınmış. Hemen herkesin seveceği ve kendini bulacağı bir parça var koleksiyonda. Vazgeçilmez maskülen parçalara yapılan feminen dokunuşlar, Kuaybe Gider ismiyle bütünleşmiş trençkotlar, sektörde artık marka ismiyle hemhâl olmuş oversized eğilimler, eğlenceli tunikler ve daha neler neler ... Yine bomba gibi bir Kuaybe Gider yeni sezonu bekliyor sizleri. Monokrom Serisi Renklerin en asilleri siyah ve beyazı tasarımlarına adapte ederek harika ürünler çıkarmış ortaya, tasarımcı Kuaybe Gider. En trendy, en modern parçaları en eski renklerle tasarlamak büyülü bi hava katmış kreasyona. 96 Turuncu Dergİ / Mart 2015 turuncudergi.com turuncudergi.com siyah-beyazların yanısıra jean tasarımlarıyla da sektörde eksikliğini hissettiren büyük bir açığı da kapatmaya hazırlanıyor. Monokrom serisinde en can alıcı parça ise “blazer”ların pabucunu dama attıracak “smokin ceketler”. Siyah ve beyaz renk seçeneği ile tasarlanmış smokin ceketler, artık alışılagelmiş ceket modellerinden usandığımız şu dönemde her birimize ilaç gibi gelecek cinsten. 2015 - İlkbahar/Yaz “2015- İlkbahar/Yaz”ında, moda dünyasında, askeriyeden alınan ilhamları sıkça göreceğiz zannediyorum. Haki tonları, körüklü cepler, çıt çıtlar ...vs. bu koleksiyona da rahatlık katmış. Kuaybe Gider klasiklerinden olan trençkotlar da siyahın yanında militarist tonları haki, bej; pastel tonlarda ise bebe mavi, pudra olarak üretilmiş. Kurtarıcı niteliğindeki trençlere farklı bir boyut getiren tunik trençler de sürpriz bir patlama ile en trendler arasında yerini alarak stil sahibi kadınları müptelası hâline getireceğe benziyor. Limon küfü olarak anılan yeşil tonları da bu sezon patlamaya hazır renkler arasında. Kuaybe Gider tasarımlarında tunik ve gömlek olarak çıkıyor karşımıza. Krep kumaş üzerine yerleştirilmiş lazer deri kesim eğlenceli motifler ile hareketlenen modeller de bi harika. Çekimlerini dış mekânlarda görmeye alıştığımız firma, bu sezon bizlere yine bir sürpriz yaparak kalitesini stüdyo ortamına taşımış ve çok iyi işler çıkarmış ortaya. Aslında muhafazakâr modanın tam da olması gerektiği yeri bir kez daha hatırlatıyor Kuaybe Gider bizlere. Giyilebilir moda anlayışından ziyade, podyum modası ile giyilebilir modayı birbiriyle kaynaştırıp harika ürünlerle çıkıyor karşımıza ve sektörü bir adım daha ileriye taşıyor. Turuncu dergi ailesi olarak yeni sezonun, kendilerine ve firmalarına hayırlar ve bereket getirmesini diliyoruz. Mart 2015 / Turuncu Dergİ 97 BEDESTEN EVLERDE EMİNE BÜYÜKKAYMAZ emine@turuncudergi.com K onforlu, rahat, sıcak ve samimi, pastel veya toprak renklerinin hakim olduğu, yumuşak detaylara sahip mobilyalarla döşenmiş bir ortam sizi daha çok keyiflendiriyor ise, tarzınız büyük olasılıkla Country’dir. Birç oğumuzun bildiğinin aksine, Country tarzı dekorasyon koyu renklerden meydana gelmez. Daha çok pastel ve toprak renklerinin hakim olduğu ve ayrıca içine doğada bulunan renklerin estiği bir tarzdır. Country tarzı ile evinizi sade ama şık, basit ama oldukça konforlu, pastel fakat rengarenk bir yaşam alanına çevirmeniz oldukça kolay. Bunun için püf noktaları bilmek yeterli. 98 Turuncu Dergİ / Mart 2015 Mart 2015 / Turuncu Dergİ 99 BEDESTEN Renkler Pencerenizden baktığınızda göreceğiniz ağaçlar, çiçekler, gökyüzü renk seçiminde ilham alabileceğiniz öğelerden. Bunları gün ışığında eskittiğinizde işte Country tarza uygun renklere ulaşmış olursunuz. Bunları beyaz, krem veya toprak tonlarıyla kombinleyebilirsiniz. Pastel tonlarda tek renk paleti üzerinde gitmeniz harika sonuçlar verecektir. Koltuklar oldukça geniş ve rahattır. Koltuk kumaşlarında daha doğal çizgili, ekose, büyük veya küçük motifli çiçek desenleri uygulanırsa, country tarzını çok daha kuvvetlendirmiş olursunuz. Duvar dekorları içinde beyaz rengi hâkim olabilir, çiçekli duvar kâğıtları uygulanabilir, doğal taş döşemesi veya duvar kâğıdı döşemesi yapılabilir. Salonda şömine dekoru, country tarzı güçlendirecektir. Eşyaları çok doldurmamalı, daha rahat ferah mekânlar elde edilmelidir. Salon renkleri asla parlak olmamalı; kahve, siyah, mavi ve beyaz mat renkler hâkim olmalıdır. Mobilya Daha çok açık renkli ahşap malzemeler kullanılır. Doğal ahşaplar, ceviz, maun en fazla kullanılanlardandır. Ayrıca hasır ve bambu mobilyalar da özellikle kış bahçelerinizde, teraslarınızda veya evin herhangi bir köşesinde de olabilir, oldukça şık bir hava verir. Aksesuar Seramik ve topraktan yapılmış aksesuarlar, ferforje serpiştirmeler ev dekorasyonunuzu tamamlamanıza yardımcı olacaktır. 100 Turuncu Dergİ / Mart 2015 turuncudergi.com turuncudergi.com Mart 2015 / Turuncu Dergİ 101 MUTFAK KÜLTÜRÜ ASIRLARA LEZZET KATAN Peygamber Efendimiz (sav)’in mutlaka yenmesini tavsiye ettiği yiyeceklerden biridir. Hz. Muhammed (sav)’in incirle ilgili olarak; “Eğer seçme şansım olsaydı, cennete yanımda incir ağacını götürmek isterdim.” dediği belirtilir. Siddharta Guatama’nın Budizm’in temelini oluşturan ilhamı, incir ağacının altında otururken aldığı bilinmektedir. İncirden sıkça söz eden Eski Ahit, incirden esinlenmiş imge ve benzetmelerle doludur. İncir ağacının gölgesinde oturmak ya da bunların meyvelerinden tatmak; dingin, huzur dolu bir varoluşu tatmakla eş anlamlı gibidir. Museviler bugün bile Fısıh Bayramı kutlamalarında geleneksel yiyecek olarak inciri kullanırken, İncil’de de cennet bahçesinde yetişen bir ağaç olarak tanımlanmakta ve kutsal bir meyve olması nedeniyle Noel kutlamalarının vazgeçilmez besini olarak gösterilmektedir. Sümerler ve eski Mısırlılar zamanında da yetiştirildiği bilinse de, Anadolu toprakları incirin anavatanı olarak kabul edilmektedir. Tarihçi Herodot, M.Ö. 484 yılında Anadolu’da yetişen enfes incirlerden övgüyle söz etmektedir. İncirin botanik bilimindeki ismi olan “Ficus Carica” da, Ege Bölgesi’ndeki antik yerleşim alanı “Caria”dan gelmektedir. İncir, daha sonra Anadolu topraklarından Orta Doğu, Hindistan ve Çin’e yayılmış; dünya çapında tanınır hâle gelmiştir. SAĞLIKLI YAŞAM İÇİN İNCİR İ ncir; (Lat. Ficus) ikiçenekliler sınıfının Dutgiller familyasından bir bitkidir. Bu cinse ait bitkilerin meyveleri de aynı adla anılır. İncir; yumuşak odunlu, çoğu her dem yeşil, çok azı da kışın yaprağını döken, genellikle sütlü, bazıları tırmanıcı ağaççıklardır. Tropikal ve suptropik bölgelerde yetişen incirin 750 kadar türü vardır. Bazılarından kauçuk elde edilir, bir 102 Turuncu Dergİ / Mart 2015 bölümü lezzetli meyveleri için yetiştirilir. Taşlı, kurak topraklarda iyi gelişen incir, güneşli açık alanları sever. Türkiye’de yetiştirilen incirlerin en önemlileri olan sarı lop, lop incir, kasaba ve bardacık incirleri, İzmir incirinin çeşitleridir. Türkiye dünyada kuru incir üretimi alanında önde gelen ülkelerden biridir. Kuşaklar boyunca hep bolluğun ve bereketin simgesi olarak görülen incirin halk arasında manevi anlamda da yeri bambaşkadır. Eski Yunan Uygarlığı’ nda incir yaprağından örülmüş taçlar, doğurganlığın sembolü olarak gururla taşınmıştır. Yüzyıllar boyunca incir yaprağı hediye etmek, karşı tarafı ödüllendirmek olarak kabul edilmiştir. İncirin insan için taşıdığı önem o kadar büyük olmuştur ki kutsal kaynaklarda incirden cennet meyvesi olarak bahsedilmiştir. turuncudergi.com İncirin sahip olduğu inanılmaz bir lezzet var bu tartışılmaz kuşkusuz. Ancak modern bilim göstermiştir ki incirin oldukça yüksek bir besin değeri var aynı zamanda. İncir, meyveler ve sebzeler arasında en yüksek lif içeriğine sahip olan meyvedir. Lifli yiyecekler, sindirim sisteminin düzgün olarak çalışmasını sağlamakta, kolesterolün kana karışmadan atılmasına yardım etmekte ve bazı kanser türlerinin oluşumunu daha baştan engellemektedir. Sadece beş adet kuru incir, vücudun günlük lif ihtiyacının tamamını karşılamaktadır. Bilim adamlarının araştırmaları, kuru incirin antioksidan bakımından sahip olduğu zengin fenol bileşimiyle de diğer meyveleri geride bıraktığını ortaya çıkarmıştır. Öte yandan incir, vücut tarafından üretilemeyen ve dışarıdan alınması gereken omega-3 ve omega-6 yağ asitleri ile fitosterol maddesini de yoğun olarak içermektedir. Yağ asitleri, beyin ve sinir sisteminin sağlıklı şekilde işlev görmesi açısından vazgeçilmez öneme sahip oldukları gibi, fitosterol da hayvansal gıdalardaki kalp ve damar sağlığı açısından tehlikeli olan kolesterolün kana karışmaturuncudergi.com dan vücuttan atılmasını sağlamaktadır. İncir, aynı zamanda en yüksek mineral içeriğine sahip olan meyvedir. 40 gram incir, günlük potasyum ihtiyacının %7’sini, günlük kalsiyum ve demir ihtiyacının ise %6’sını karşılayabilmektedir. Bir kâse kuru incir, bir kase süt ile aynı miktarda kalsiyum sağlamaktadır. İncir protein, karbonhidrat, fosfor, kalsiyum, demir, sodyum, potasyum, magnezyum içerdiği gibi A, B1, B2, B3, B6, C vitamini ve folik asit açısından da zengindir. Sindirimi kolaylaştırdığı gibi, hücrelerin yenilenmesine de yardımcı olmakta ve içeriğindeki benzaldehit maddesiyle kanserli hücrelerin büyümesini önlemektedir. HASTANE ÖNÜNDE İNCİR AĞACI Toplumumuzda farklı ve önemli bir yer tutan incir kültürümüze de yansımıştır. Hikaye olarak, türkü olarak, atasözü olarak… Anadolu’da sıkça söylenen bir türkünün doğuş hikayesinde inciri başkahraman olarak okuyabiliyoruz. Şöyle ki; komşusunun kızı ile beşik kertmesi olan bir genç, vatani görevini yapmak için gittiği askerde vereme yakalanır. Hastalanan genç hava değişimi olarak memleketi Yozgat Akdağmadeni’ne gelir. Beşik kertmesinin ailesi vereme yakalanan gence kızlarını göstermek istemez. Genç de tedavi olmak için İstanbul’a gelir ve bir hastaneye yatar, genç duygulandığı bir anda hastanenin penceresinden gördüğü incir ağacından aldığı ilhamla “Hastane Önünde İncir Ağacı” türküsünü söyler. Kısa bir zaman sonra yakalandığı verem hastalığı yüzünden hastanede ölür. Gencin ailesi cenazeyi Yozgat’a getiremezler ve cenazesi İstanbul’da kalır. Hastane Önünde İncir Ağacı Hastane önünde incir ağacı Doktor bulamadı bana ilacı Baştabip geliyor zehirden acı Garip kaldım yüreğime dert oldu Ellerin vatanı bana yurt oldu Mezarımı kazın bayıra düze Yönünü çevirin sıladan yüze Benden selam söyleyin sevdiğim gıza Başına koysun, karalar bağlasın Gurbet elde kaldım diye ağlasın ETİMEKLİ İNCİR TATLISI MALZEMELER • Bir paket tuzsuz Etimek, • 2 su bardağı su, • 1,5 su bardağı, • 1 yemek kaşığı tereyağı, • 6-7 adet damla sakızı, • 6 yemek kaşığı un, • 2 yemek kaşığı mısır nişastası, • 1 çay kaşığı tarçın, • 6 damla limon suyu, • 2 yemek kaşığı yulaf ezmesi, • Ceviz, fıstık, • 1 kilo kara incir, • 1 litre süt, • Hindistancevizi rendesi. YAPILIŞI: İlk önce şerbeti hazırlıyoruz. Bir tencereye suyu, şekeri koyup kaynatıyoruz. İçine tarçın ekliyoruz, biraz koyulaşınca limon suyunu da ekleyip 2-3 dakika daha kaynattıktan sonra ocaktan alıyoruz. Kalıbın içine Etimeklerimizi düzgün bir şekilde yerleştirip, üstüne şerbeti gezdiriyoruz. Diğer tarafta sütü, unu, mısır nişastasını koyup devamlı karıştırarak, kaynatıyoruz. Topaklanmaması için tencerenin başından hiç ayrılmamız gerekiyor. Koyulaşmaya başlayınca, dövülmüş damla sakızını ekleyip karıştırıyoruz. Daha sonra yulaf ezmesini de karıştırıp ocaktan alıyoruz. Kabuklarını soyduğumuz incirlerden bir kısmını üstüne ayırıp geri kalanını parçalayıp sütlü karışımın içine attık mı o dayanılmaz lezzet katlanıyor. Sonra bunu Etimeklerin üzerine yayarak döküyoruz. İsterseniz içine ya da üzerine irice kırılmış cevizden biraz ekleyebilirsiniz. Kalan incirleri de yuvarlak olarak dilimleyip üstünü kaplıyoruz. Süslemek için ceviz, fıstık ve hindistancevizi rendesi serpip buzdolabında 3-4 saat beklettikten sonra servis yapabilirsiniz. Afiyetler olsun… Mart 2015 / Turuncu Dergİ 103 e v h a K KÜLTÜR SANAT GeÇmİŞten Takılar YEŞİM ERDAL yesimerdal@turuncudergi.com Urartu takıları, ziyaretçilerini bekliyor. K adınların asırlar öncesinden günümüze uzanan tutkularından biri olan “takı” kavramına bakış açınızın Rezan Has Müzesi’nde ziyarete açılan Urartu Krallığı’ndan günümüze ulaşan takı koleksiyonu sergisini gördükten sonra değişeceğini düşünüyoruz. Bir Doğu Anadolu uygarlığı olan Urartu Krallığı’na ait takıların yer aldığı sergide; M.Ö. 8. ve 7. yüzyıl’a ait iğneler, yüzükler, küpeler, bilezikler, fibulalar, adak levhaları, pazıbentler, boyunluklar, kolyeler, saç spiralleri ve kemerlerin içinde bulunduğu 1100 parça yer alıyor. Topraklarında zengin maden yatakları bulunan Urartu medeniyetinin tunç, altın, gümüş ve demiri işleyerek elde ettiği objelerin hem takı olarak kullanıldığı, hem de ikonografik açıdan mistik anlamlar yüklendiği görülüyor. Ayrıca koleksiyonda bulunan bezemeli kemerler sayesinde, yaklaşık 250 yıl ayakta kalan Urartu Devleti’nin estetik değerleri, sosyal yaşamı ve sınıf farklarını içeren sosyo-kültürel durumuna ilişkin bilgiler de günümüze taşınıyor. Özellikle Urartu toplumu tarafından yaygın bir şekilde kullanılan metal kemerler üzerlerindeki dinsel içerikli figürlerin kemeri taşıyan kişileri kötülüklere karşı korumak, cesaret ve güç vermek gibi anlamlarının bulunması bir başka dikkat çekici ayrıntı olarak karşımıza çıkıyor. Takı ve aksesuarlara düşkün olmanın yanı sıra, Anadolu Uygarlıklarına da ilginiz varsa, Rezan Has Müzesi’nde yer alan Urartu Takı Koleksiyonu Sergisi, 31 Temmuz’a kadar. (Yılbaşı, dini ve resmi bayramların ilk günleri hariç) 09:00-18:00 saatleri arasında sizleri bekliyor olacak. KUMBARA AÇILIYOR... G eçtiğimiz ay, Fransız Kültür Merkezi’nde ziyaretçileriyle buluşan, fotoğrafçı Muammer Yanmaz’ın projelendirdiği “Yüz Kumbarası” fotoğraf sergisi, bu ayki etkinlik önerilerimizden biri. 40 fotoğrafçının 2011 yılından bu yana, toplumsal hafıza oluşturmak amacıyla devam ettirdiği çalışmada; sinema, müzik, edebiyat ve tiyatro dünyasında iz bırakan 40’ar kişi fotoğraflanarak 1600 yüzle toplumsal kumbara oluşturuldu. Projeye katılan fotoğrafçıların kimisi asıl 104 Turuncu Dergİ / Mart 2015 işlerinin yanında fotoğraf çekerken, kimisinin odağında fotoğrafçılık var. Yüz Kumbarası’nın açılmasını bekleyenler arasında fotoğraf severler olduğu kadar down sendromlu çocuklar da var. Projenin tüm geliri, down sendromlu çocukların eğitimine ve yaşama tutunmalarına destek veren Dost Yaşam Vakfı’na aktarılacak. “Yüz Kumbarası” sergisini Fransız Kültür Merkezi’nde 19 Mart’a kadar Pazartesi’den Cumartesi’ye 10:00-21:00, pazar günleri ise, 10:00-14:00 saatleri arasında ziyaret edebilirsiniz. turuncudergi.com 100 YIL GEÇTİ ÜZERİNDEN... M art ayında ısrarla katılmanızı salık vereceğimiz etkinliklerden biri, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kütüphaneler ve Müzeler Müdürlüğü’nün ilkini 2012 yılında hayata geçirdiği “Havadis: Yüzyıl Önce” sergisi. Serginin bu seneki teması, Atatürk Kitaplığı arşivinden derlenmiş belgelerle yakın tarihimizin en acı kayıplarını verdiğimiz 1. Dünya Savaşı’nı içeriyor. Sergilenen belgeler içinde 1914 ve 1915 yıllarına ait tüm Osmanlı Türkçesi gazete ve dergi arşivleri (İkdam, Sabah, Tanin, Tasfîr-i Efkâr, Servet-i Fünûn, Sebilürreşâd, Takvim-i Vekayi, Türk Yurdu, Harb Mecmuası, Donanma vs.), dönemin olaylarına ışık tutacak haberler, fotoğraflar, resimler, kartpostallar, harita ve belgelerin yanı sıra; Almanya Federal Arşivleri’nden elde edilen fotoğraflar ve koleksiyonerlerden temin edilen arşiv belgeleri de bulunuyor. Tarihi belgeler arasında dolaşırken zamanda yolculuğa çıkacak; turuncudergi.com ekmek kıtlığı, içme suyu zorluğu gibi günümüzde pek çoğumuzun hayal dahi edemeyeceği 100 yıl önce yaşanan sıkıntıları yaşayacak; millet olmanın, bir bütün olmanın bilincinin gazete manşetleri ile oluşturulmaya çalışıldığını, savaş kayıplarımızdan bahsederken bile kurtuluş ümidinin korunması çabasına şahit olacaksınız. Serginin övgüye değer bir diğer tarafı, savaşın yalnızca ülkemiz gazete ve dergileriyle değil, ihtilaf ülkelerine ait afişlerle de anlatılmış olması. Savaş propagandası içeren bu afişlerde eşlerini ve çocuklarını savaşa uğurlayan İngiliz kadınlarının, erkeklerin savaşa katılması yönündeki teşvik edici görüntülerinin karikatürize edilmiş olduğu görülüyor. 18 Mart Çanakkale Şehitlerini Anma Günü gibi şehitlerimizi yad etme fırsatını bulduğumuz Mart ayında mutlaka gitmenizi tavsiye ettiğimiz “Havadis: Yüzyıl Önce” sergisini 25 Mart’a kadar Taksim Cumhuriyet Sanat Galerisi’nde ziyaret edebilirsiniz. 500 YılLIK Tarİhİ Topkapı Müzesİ’nde T opkapı Sarayı Müzesi ile Türk Kahvesi Kültürü ve Araştırmaları Derneği, kahvenin 500 yıllık öyküsünü gözler önüne sermek amacıyla kahve ve kahve kültürüne ait eserleri bir araya getirdi. Türk Kahvesi Kültürü ve Araştırmaları Derneği Başkanı Merve Gürsel, Osmanlı coğrafyasına 16. yüzyılın ortalarında ulaşan kahvenin, buradan dünyanın dört bir yanına yayıldığını, ulaştığı her köşede, o diyara ait kültürün içinde kendi dünyasını oluşturduğunu söyledi. Ana sponsorluğunu Şekerbank’ın yaptığı, küratörlüğünü Ersu Peki’nin üstlendiği sergi, Topkapı Sarayı Müzesi Has Ahırlar’da 21 Şubat-15 Haziran tarihleri arasında ziyarete açık kalacak. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın himayesinde açılacak sergi, bugüne kadar Türkiye’deki kahveyle ilgili açılan en kapsamlı sergi özelliğinde. Çoğu ilk kez sergilenen eserlerle birlikte tarihi, kültürel ve sosyal öğelerin bir araya geldiği sergi, kahve bitkisinin botanik özellikleri, dünyadaki yayılımı ve pişirme teknikleriyle Osmanlı topraklarında yarattığı sosyal ortama, keyif ve ikram kültürüne, 16. yüzyıldan 20. yüzyıla tarihlenen eserler üzerinden tanıklık ediyor. Mart 2015 / Turuncu Dergİ 105 KİTAP BİN MUHTEŞEM GÜNEŞ İLE UYANMAK Kitabın Yazarı: Khaled Hosseini Çeviren: Püren Özgören Yayınevi: Everest Yayınları Kitap Türü: Yabancı Romanlar, Öykü/Hikaye Yayınlandığı Yıl: 2008 Sayfa Sayısı: 375 Nereye giderseniz gidin, ülkeniz peşinizden gelir. Artık siz orada yaşamasanız da o içinizde yaşar. Afganistanın Khaled Hosseinide yaşadığı gibi… Bin Muhteşem Güneş, ilk romanı Uçurtma Avcısıyla tüm dünyada inanılmaz bir başarı yakalayan Hosseininin ikinci romanı. Yazar bu romanında da yine doğduğu toprakları anlatıyor. Bu kez iki kadının kesişen yaşamları ve ALLAH DE ÖTESİNİ BIRAK 2 NİYET dostlukları üzerinden… Küçük yaşta evlendirilen kızlar, çocuğu olmayan kadınlar, babaya ya da çocukluk arkadaşına duyulan, geçmişe gömülmüş aşklar… Khaled Hosseini, hasreti, dostluğu, aşkı ve insanlığı en iyi anlatan yazarlardan. Başarıyla kurduğu olay örgüsüyle, çıkmaz yolların nasıl düzlüklere açılabileceğini gösteren yaratıcı bir kalem. Kitabın Yazarı: Uğur Koşar Yayınevi: Destek Yayınevi Kitap Türü: Tasavvuf Yayınlandığı Yıl: 2015 Sayfa Sayısı: 200 Allah niyetine göre verir... Allah bütün hazinelerinin anahtarını eline verdi. Dilediğin zaman kapılarını dua anahtarı ile açarsın. Dilediğin zaman semanın kapılarını açar, ölü toprağa hayat veren yağmurları indirirsin. Fakat istediğin şeyin hemen yerine gelmemesinden endişe edip umutsuzluğa düşme. Allah sorundan önce çözümü hazırlar. Sabır ve Vefa Tİmsalİ HAZRETİ Zeyneb Kitabın Yazarı: Nurdan Damla Yayınevi: Hayat Yayıncılık Kitap Türü: Roman Yayınlandığı Yıl: 2013 Sayfa Sayısı: 432 Eserde, Hz. Peygamberin ocağında yetişen, “Kızlarımın en hayırlısı.” dediği Hz. Zeyneb’e duyulan aşkı ve bu aşktan vazgeçme pahasına Ebu’l As’ın gurur ve nefis mücadelesini okurken tefekkür tohumları yüreğinizde yeşerecek. Ve kendi nefsinizi hesaba çekme fırsatını bulacaksınız. 106 Turuncu Dergİ / Mart 2015 turuncudergi.com