Yavuz Selim – Cahit Tuz
Transkript
Yavuz Selim – Cahit Tuz
HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ Aylık Siyaset, Strateji ve Toplum Dergisi TEMMUZ 2014 YIL 8 SAYI 92 haber 12,5 TL www.haberajanda.com.tr SÖYLEŞİ ZEHRA ULUCAK PROF. DR. YAŞAR HACISALİHOĞLU Küreselleşme ve Ortadoğu’da kırılan fay hatları DOÇ. DR. SİNAN CANAN Allah’ın ipine sarılamamak PROF. DR. REFİK TURAN Ortadoğu’da gerilim Türkiye’de seçim PROF. DR. TURAN GÜVEN Halkın kendi cumhurbaşkanını seçmesi, statükonun sonudur AHMET TURGUT Cumhurun vazettiği kelimeleri SERVET HOCAOĞULLARI “Cumhur” devlet mi, halk mı? PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaşırken kuşatma daralıyor MEHMET ŞEKER Erdoğan kaybederse, ben bu ülkeyi terk ederim! LOKMAN AYVA Hemfikiriz lakin farkında değiliz MURAT İLKTER Tayyip Erdoğan’ın karşısına Abdülhamid veya Fatih’i çıkarma şansınız olsaydı, belki… MEHMET SERHAT BIÇAK Yavuz Selim – Cahit Tuz ÖZEL SÖYLEŞİ: BAŞBAKAN YARDIMCISI PROF. DR. EMRULLAH İŞLER Fonda hep Çankaya çalıyordu NESRİN ÇAYLI İhanetin inkârı ve idlâl! MUHAMMED İKBAL BAKIRCI Aradan 14 yıl geçti SEYDAHMET KARAMAĞRALI Tencere yuvarlandı, Ekmel’ini buldu 10 Ağustos kilidinin şifresi AHMET YOZGAT Dünyadaki on komplonun dokuzu İslam üzerine IŞİD FENOMENİ MUHSİN SELÇUK BAYINDIR Sustu Lema... Yayınları www.cansuyu.org.tr MERKEZ ANKARA İ STA N BUL İZMİR KO NYA 0312 285 20 03 0312 473 44 77 0212 521 65 65 0232 264 44 45 0332 236 15 05 B İR LİDER, kendisini öven veya yeren bir kitabı başucu kitabı yapmaz. Bir tek uykusunu kaçıran veya uyanık tutan kitabı benimser. Bu kitap, sadece “zamanlama” olarak “uyku eşiğinde” yazıldığı için bile el altında tutulacağını bilmektedir. *** Bu kitap, bir ülkenin lideri ölmeden yaşatılması gereken ve liderin ölmeden önce “son görev” olarak niteleyeceği, “zamanı gelen” tarihî bir fırsatı konu edinmektedir. Kuşkusuz 17 Aralık Operasyonu’yla “zamanı gelen suikast” yapılmış ve “tarihî fırsat transferi” hedeflenmiştir. Bu transferle uluslararası güçler, Yeni Türkiye’nin liderliğine bir başka ismi hazırlamak istemişlerdir. Bu kitap, “zamanı gelen lider” olarak kayıtlara geçecek bu ismi deşifre etmektedir. *** “Muhafazakâr Demokrasi” kendi ellerinde büyüyen “Politik Dindarlık” tarafından intihar saldırısına maruz kalmıştır. Saldırı altında kalan Erdoğan’ın “karşı hamle” yerine “büyük hamle” hazırlığı tamamlanmıştır ve start verileceği yer ve zamanı ilk kez bu kitap belgelemektedir. *** Yeni Türkiye’nin yeni sözlüğü, esneme payı, kronolojik liderlik, bağlantısız kardeşlik, tarihsiz evrensel öncü, iktidarın üç geni “ön kavramlar” ile oluşacaktır. Bu çalışma “yeni siyaset” kurgusunun giriş kitabı olarak kayıt düşülecektir. Çünkü Erdoğan’ın bu süreçte tek bir dost desteğine ihtiyacı vardır: Siyasetname... *** Bu kitap, bir “siyasetname” denemesidir; ancak denenmemiş bir şeye daha cesaret etmektedir: Dindarlık ile politik yüz arasındaki “yüz transferi”ni deşifre etmektedir. *** Bir lider, sadece kendisini anlatan değil, aynı zamanda anlamayı da sağlayan kitaba önsöz yazar. Çünkü son sözü bu olacaktır... Ç I K T I Tel: 0 312 3809092 0 533 165 39 82 YENİ TÜRKİYE - YENİ VİZYON “ZAMANI GELDİ” RECEP TAYYİP ERDOĞAN Sedat Servet Hocaoğulları HABER AJANDA YAYINLARI 2 temmuz 2014 temmuz 2014 3 haberajanda İçindekiler SAYI: 92 // TEMMUZ 2014 BAŞYAZI DOÇ. DR. SİNAN CANAN Allah’ın ipine sarılamamak 10 Eğer bu zor görevi ifa etmek yolunda ciddi bir niyet ve cehd ortaya koyabilirsek, Filistin’de, Mısır’da, Myanmar’da, Bosna’da ve dünyanın daha nice yerlerinde zulüm altında inleyen Müslümanların durumuna kahrolmak yerine, insanlığa saadetin yollarını yeniden gösteren bir medeniyeti nasıl inşa edeceğimizi konuşmaya başlayabileceğiz. Artık bir an olsun durma lüksümüz yok; zira bütün dünya yüzyıllardır bizlerden bunu bekliyor... 74 KAPAK / YAVUZ SELİM – CAHİT TUZ 74 SÖYLEŞİ: PROF. DR. EMRULLAH İŞLER “Bu seçimle eski Türkiye ile ‘Yeni Türkiye’ arasına çizgi çekilecek” Önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimleri, “Halkın Sözcüsü” ile ideolojik yaklaşımlarına göre belli çevrelerin sözcüleri arasında geçecektir. Bu seçimi ayrıştırıcı ve anarşist söylemlerden beslenen değil, bütünleyici ve kardeşlik esasına dayanan söylemlerin sahibi kazanacaktır. 30 PROF. DR. REFİK TURAN Ortadoğu’da gerilim, Türkiye’de seçim Sistemin istemediği bir gelişme de Başbakan Recep Tayyip Erdoğdan’ın cumhurbaşkanlığıdır. Şimdilik sebepler tam belirgin olmasa da sistem, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını istememektedir. Bunun için Türkiye dışında ve içinde bin bir türlü manipülasyonlar yapılmaktadır. 34 PROF. DR. TURAN GÜVEN Halkın kendi cumhurbaşkanını seçmesi, statükonun sonudur Her Cumhurbaşkanlığı seçimi problemli olmuş, halk bu önemli seçimin dışında tutulmuştu. Şimdi ise durum değişmiştir; halk, cumhurbaşkanını doğrudan kendisi seçecektir. Halkın kendi cumhurbaşkanını seçmesi, bana göre 90 yıllık statükonun da sembolik olarak sonudur. 36 AHMET TURGUT 30 34 Cumhurun vazettiği kelimeleri Enbiya Sûresi 105. ayet, “dünya lideri” diyebileceğimiz kadroları “Salihler” olarak betimliyor. Yani sulhu ve ıslahı bir arada kuşanan kişiler… Kurumları veya eski-yeni iktidar paydaşlarını ilkeler ve değerler üzerinden “ıslah” etmeye girişirken diğer gözü de tüm muhatapları kuşatan bir “sulh”ta olacak kadrolar, cumhurun da desteğiyle 2023’e uzanacaktır. Ya da umutlar başka bahara… 38 SERVET HOCAOĞULLARI 36 4 38 temmuz 2014 “Cumhur” devlet mi, halk mı? Erdoğan’ın başından beri “lider” karizmasındaki pozisyon alışları ve bunun en tipik örneği olan, Sayın Gül’ün Başbakan ve Cumhurbaşkanı oluşundaki tayin ediciliği bir gerçeği ertelenemez kılıyordu: Yeni Türkiye’nin lideri, ölene dek Erdoğan… 6 EDİTÖR 7 AHMET YOZGAT Karikatür 10 BAŞYAZI: DOÇ. DR. SİNAN CANAN Allah’ın ipine sarılamamak 14 AYIN OLAYI Cumhurun seçeceği ilk başkan için aday belli oldu! 18 SELÇUK KAYIHAN Türkiye Ajanda 22 ÖMER BEKİR SADIK Dünya Ajanda 26 ULUĞ BAYINDIR Medya Ajanda 30 PROF. DR. REFİK TURAN Ortadoğu’da gerilim Türkiye’de seçim 34 PROF. DR. TURAN GÜVEN Halkın kendi cumhurbaşkanını seçmesi, statükonun sonudur 36 AHMET TURGUT Cumhurun vazettiği kelimeleri 38 SERVET HOCAOĞULLARI “Cumhur” devlet mi, halk mı? 42 PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaşırken kuşatma daralıyor 45 CÜNEYT AKAR Yeni Türkiye, yeni düzen, ilk “Başkan” 46 MEHMET ŞEKER Erdoğan kaybederse, ben bu ülkeyi terk ederim 48 LOKMAN AYVA Hemfikiriz lakin farkında değiliz 50 MURAT İLKTER Tayyip Erdoğan’ın karşısına Abdülhamid veya Fatih’i çıkarma şansınız olsaydı, belki… 53 YAVUZ ŞAHİN Devletin başı 54 ORHAN MÜCAHİT Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet söyleminden adım adım tek başkanlığa 56 NADİRE ÇAMLI YILDIRIM “Reis”i cumhur seçecek 58 ORHAN RUFAT KARAGÖL Cumhur başkanını seçerken… 60 SABRİ ÖĞE Tayyip Erdoğan’ın “kızıl elması” 62 MUHAMMED İKBAL BAKIRCI Aradan 14 yıl geçti... 82 SEYDAHMET KARAMAĞRALI SÖYLEŞİ: ZEHRA ULUCAK Tencere yuvarlandı, Ekmel’ini buldu 10 Ağustos kilidinin şifresi PROF. DR. YAŞAR HACISALİHOĞLU Küreselleşme ve Ortadoğu’da kırılan fay hatları Yeni yüzyılın Cumhuriyetçileri içerisinde ne kadar ülkücü, İslamcı, komünist, faşist, Kürtçü, sağcı ve solcu olacaksa, Demokratlar içerisinde de aynı kimliklerin eski müntesipleri yer alacak. Sadece Laikler hariç. Zira onlara sadece CP içinde rastlamak mümkün olacak; onların karşıtları “Demokrat Parti” içinde anti-laik olarak değil, seküler olarak yer tutacaklar. “Bir toplum değerleriyle, inançlarıyla, kararlılıklarıyla ve güçlü bağlarıyla ayakta kalır. Bir toplumun geleceğinden ürkülürse, hasım strateji şunu yapar: Önce o toplumun genç nesillerinin tarihle olan bağlarını kopartır. O açıdan savaş ve politika, aslında içiçe geçmiş iki kavramdır. Yani politika kansız savaştır, savaşsa kanlı bir politika.” 64 SUNA AKAR Tarihle yüzleşmenin vaktidir 66 NESRİN ÇAYLI İhanetin inkârı ve idlâl! 68 ALPARSLAN ŞİMŞEK Vaktin telafisidir 69 AYTEKİN ATASOYU Yeni bir değişim ve dönüşüm sürecine doğru 70 MEHMET SERHAT BIÇAK Fonda hep Çankaya çalıyordu 73 AHMET SAĞLAM Son kördüğümü çözmenin arefesinde bir seçim 74 KAPAK/SÖYLEŞİ YAVUZ SELİM-CAHİT TUZ BAŞBAKAN YARDIMCISI PROF. DR. EMRULLAH İŞLER: “Bu seçimle eski Türkiye ile ‘Yeni Türkiye’ arasına çizgi çekilecek” 82 SEYDAHMET KARAMAĞRALI Tencere yuvarlandı, Ekmel’ini buldu 10 Ağustos kilidinin şifresi 90 YAHYA KURT Cumhurbaşkanlığı meselesi 91 FATMA ŞURA BAHSİ Cumhurbaşkanı adaylarının dış politika yaklaşımları 92 DOÇ. DR. SERHAT ATABEY Çatı Aday da ne? 94 MEHMET ZİYA ÜSKÜDARLI Komiser Kolombo ve Çatı Adayı 95 MUHAMMED LÜTFÜ AVCI Yabancı bir erk olarak enformasyon ve kitlesel algı mühendisliği 96 PROF. DR. BÜNYAMİ ÜNAL Kimse üstüne alınmasın, kendimle röportaj yaptım! 98 SÖYLEŞİ/ZEHRA ULUCAK PROF. DR. YAŞAR HACISALİHOĞLU: Küreselleşme ve Ortadoğu’da kırılan fay hatları 108AHMET YOZGAT Dünyadaki on komplonun dokuzu İslam üzerine IŞİD fenomeni 116ZEHRA MÜCAHİT Barışın ve bağımsızlığın bedeli 118MUHSİN SELÇUK BAYINDIR Sustu Lema... 124DR. NURETTİN ALABAY Teknoloji 98 42 48 96 46 66 118 PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN LOKMAN AYVA PROF. DR. BÜNYAMİ ÜNAL Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaşırken kuşatma daralıyor Hemfikiriz lakin farkında değiliz Kimse üstüne alınmasın, kendimle röportaj yaptım! 42 Şunu siyasetle biraz ilgisi olan herkes bilir ki “siyasette tarafsızlık diye bir şey yoktur, adalet diye bir şey vardır”. Adalet, tarafsızlık değil, haktan ve haklıdan yana olmanın adıdır. Eğer aranacaksa tarafsız değil, adil bir cumhurbaşkanı aranacaktır, aranmalıdır. MEHMET ŞEKER Erdoğan kaybederse, ben bu ülkeyi terk ederim Tarih önümüze böyle bir fırsat getirmişken mırın kırın etmek, “İyi güzel ama…” deyip burun kıvırmak, naza çekmek, kendi sorumluluğunun dahi farkında olmamak anlamına gelir. 46 48 Eğer biz cumhurbaşkanımızdaki özelliklerin aynı olması husussundaki hemfikirliğimizi “hemaday” çizgisine dönüştürürsek, işte o zaman tadından yenmez. Bakın, işte o zaman kendini aşmış insanlar ülkesi olan Türkiye’yi kimse tutamaz! Ayaklarına ağırlık bağlamış değil, ağırlıkları çıkarılmış insanlar tarafından yönetilen bir ülke oluruz. NESRİN ÇAYLI İhanetin inkârı ve idlâl! Bu ülkenin ışıklarını kimin yaktığını bilenler biliyor. O ışığın şavkını dünyaya yansıtmaya ahdetmiş olanın kalbine kuvvet diliyor. Kimileri de göremese de, nasıl göreceğini öğreniyor. Sair “safi zihinlerin” ahvali ve dahi ahvallerinin vebali Rabbe emanet! Dileriz, onların da zihinlerinden tez kalkar zulmet! 66 96 Olması gerekenlerle ilgilenmezler. İlgilendikleri yegâne unsur, mevcut dengelerin korunmasıdır. Genel itibariyle mevcut dengelerin bihakkın gözetilmesi statik bir durumu iktiza ettiği için, uygulamacının yegâne amacı da değişiklik veya düzenleme yapmak yerine, günü kurtarmak dışında bir şey olamaz. MUHSİN SELÇUK BAYINDIR Sustu Lema... Bugüne dek yapılan kara, hava ve deniz saldırılarında 350’ye yakın Filistinli şehit oldu. Dosyanın başlığındaki “Lema”yı merak etmiş olanınız varsa belirtelim. Lema, bu saldırılarda şehit olan en minik Filistinli, zira 5 aylık… 118 temmuz 2014 5 haberajanda Editör Sayı: 92/ Temmuz 2014 İMTİYAZ SAHİBİ AJANDA GRUP BAŞKANI YAYINLAR GENEL YÖNETMENİ GENEL KOORDİNATÖR GENEL YAYIN YÖNETMENİ SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ İNTERNET SAYFASI EDİTÖRÜ REKLAM ABONE ve DAĞITIM KOORDİNATÖRÜ GÖRSEL YÖNETMEN GRAFİK TASARIM FOTOĞRAFLAR HABER AJANDA BASKI Yavuz Selim yavuzselim.ajanda@gmail.com Müzeyyen Selim muzeyyenselim.ajanda@gmail.com Sinan Canan sinancanan.ajanda@gmail.com Erkan Oğur erkanogur.ajanda@gmail.com Mehmet Serhat Bıçak msbicak.ajanda@gmail.com A. Levent Şahsuvaroğlu Ömer Bekir Sadık obsadik.ajanda@gmail.com Bige Canan bigecanan.ajanda@gmail.com Ahmet Oğuz ahmetoguz.ajanda@gmail.com Aykut Koçoğlu aykutkocoglu.ajanda@gmail.com Aktüelya İlker Kırmızı Anadolu Ajansı Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd. Şti. tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Kültür Ajanda’nın isim ve yayın hakları Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd. Şti.’ne aittir TŞOF Trafik Matbaacılık A.Ş. I. Org. San. Böl. Prof. Dr. Orhan Işık Cd. No: 3 Sincan/ ANKARA Tel: 0312 267 08 97 BASKI TARİHİ Temmuz 2014 İDARİ ADRES Anafartalar Cad. Şan Sk. 10/303 Kat: 3 Ulus – Ankara Tel: (0.312) 380 90 92 Fax: (0.312) 381 45 65 HABERLEŞME ADRESİ Posta Kutusu 168 06420 Yenişehir/Ankara Posta Kutusu Maltepe/İstanbul okur.kulturajanda@gmail.com Dergide yayınlanan malzemelerin her hakkı saklıdır. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, ilanların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir. Dergimiz haber ahlak ilkelerine uyar. ISSN ABONELİK Yurtiçi yıllık abonelik 150 TL, kurum ve kuruluşlar için 300 TL, Kıbrıs için 200 TL, Avrupa için 150 € ve ABD için 200 $’dir. HESAP BİLGİLERİMİZ Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltdi Şti. Vakıfbank Ankara Meşrutiyet Şubesi Hesap (IBAN) No: TR 1200015 0015 8007 287367226 Posta çeki Hesap No: 5315328 6 1306-5742 Abone bildiriminiz için abone.haberajanda@gmail.com e-mail adresine veya 0 533 165 39 82 GSM numarasına mesaj bırakabilirsiniz. 0 312 381 45 65’e faks çekebilirsiniz veya 0 312 380 90 92’yi direkt arayabilirsiniz. temmuz 2014 Mehmet Serhat Bıçak msbicak.ajanda@gmail.com Bu millete taraf, bu milletin tarafı olanlardan olmaktan başka çaremiz mi var? Ayeti tanımaktan, O’na uymaktan, emrini yerini getirmekten başka yolumuz mu var? Tarafız, taraftarız ve milletin karşısında olanın, biz de karşısındayız… Milletin tarafı veya milletten taraf olmak A LLAH rahmet eylesin, Ömer Lütfü Mete Ağabey, millet kavramından bahsederken “İbrahimî millet” başlığıyla bir çerçeve oluştururdu. Zira Allah, farklı halkları yalnız birbirlerini tanımaları hikmetiyle yarattığını hakikat sabitleriyle beyan ediyor. Yani her bir millet, Allah’ın ayeti vücuduyla karşımıza çıkıyor. Demek ki milleti ve milletleri inkâr etmek, Allah’ın ayetini tanımamak anlamına geliyor. Ancak dünya üzerinde Allah’ın ayetini tanımayan, görmezlikten gelen, aşağılayan öyle çok inkârcı var ki, kendi sermayelerini arttırmak için hep bu yol üzerinden planlar kuruyor, hukuka kastediyorlar. Türkiye’de 1960 Darbesi’nin ardından milleti inkâr eden, onu tanımayan, yani yukarıdaki beyanla Allah’ın ayetine uymayan inkârcılar, milletin tarafı olduğu veya milletten taraf olana kıydılar. Ve bu tarihle devam eden süreçte milletin tarafı olduğu ve dolayısıyla milletten taraf olanlara engeller gerildi, kumpaslar kuruldu, şehadet düştü. Elbette İbrahimî millet deyince bu meseleyi yalnız Türkiye’yle sınırlı bırakmak olmaz; dünyada da söz konusu ayeti tanımayan ve aslında Rabbin hiçbir ayetini kabullenmeyerek O’na karşı münkir olan şer odakları, tarihleri ve yaşayışları boyunca milletten taraf, bu yüzden de milletin tarafı olduğu kimliklere tuzaklar kurdular, örtülü ve örtüsüz savaşlar açtılar. Karanlığın efendileri, milletin tarafı olduğu kişilere savaş açmakla elbette millete, milletlere cephe aldılar. Rönesans Avrupa’sı ve kuruluş ABD’sinde görülen tarihî utanç karelerini hatırlayalım. Afrika’nın silahtan, savaştan ve kandan habersiz masumlarını benzersiz bir yüzsüzlükle yamyam diye niteleyen aşağılık uygulamaları kimse unutmamalıdır. Keşfedildikten sonra Amerika denen kıtanın kuzeyinde “kızıl” diye belirledikleri derilere sahip insanların kafataslarını yüzerek çadır basan, güneyinde ise asırlık medeniyetlerin insanlarına samanlardan yığma evleri dahi çok gören gaddar ve barbar beyaz adamın, Allah’ın ayetlerini tanıdığını, O’na ve O’nun yarattıklarına iman, sevgi ve “hoşgörü” besleyebildiğini söyleyebilen bir beri gelsin!.. Bugün Suriye’de, Mısır’da, Irak’ta ve Filistin’de Ramazan isimli Müslümanın bahar ayında milletten taraf, milletin de kendisine taraftar olduğu kimselere, dolayısıyla millete, milletlere aynı ayeti tanımayarak, kabul etmeyerek, alçakça ve düşmanlıkla zulmedenlere ses çıkartmayan, onlarla usulca temas kuranlar tarafsız olmadıklarını, hele milletin veya milletlerin yanında olduklarını söylemesinler, inkârlarını inkâr etmesinler!.. Türkiye’de millet, iradesini tanıyan, kendine tuzaklar kurmayan, kendisiyle hemdem olan, kendisinde fena bulanlara taraftır, taraftardır. Zira bu millet, Mısır, Suriye, Irak ve Filistin’in de tarafı, taraftarıdır. Sırf bu sebeple Mısır, Suriye, Irak, Filistin, Bosna-Hersek, Makedonya, Arnavutluk, Kosova, Macaristan, Cezayir, Tunus, Libya, Etiyopya, Somali, Kongo, Kenya, Nijerya, Endonezya, Malezya, Maldivler, Kırgızistan, Türkmenistan, Azerbaycan, Kosta Rika, Brezilya ve daha birçok milletin var olduğu ülke bu milletin yanındadır, tarafıdır, taraftarıdır. Bu millete taraf, bu milletin tarafı olanlardan olmaktan başka çaremiz mi var? Ayeti tanımaktan, O’na uymaktan, emrini yerini getirmekten başka yolumuz mu var? Tarafız, taraftarız ve milletin karşısında olanın, biz de karşısındayız… *** Güzeller güzeli, bereketin şehri, huzurun, sıhhatin ve affın ayı Ramazan’a veda ederken, Rabbimizden bayramlarla dolu bir bayram niyaz ediyoruz. “Nerede mazlum varsa zulümlerden kurtulsun!” diye, “Milleti, milletleri tanımayanların tuzakları bozulsun!” diye, “İnananlara güç versin, ilim, siyaset ve fenle donatsın!” diye Yüce Mevla’ya yalvarıyoruz. Bayramımız güzelliklerle gelsin ve İslam dünyasına kutlu olsun efendim… Ahmet Yozgat - ahmetyozgat.ajanda@gmail.com haberajanda Karikatür temmuz 2014 7 Dünya mü’minleri, merhamet ve rahmet ayı Ramazan-ı Şerif’te sadece açlığa, susuzluğa değil, bütün kötü hasletlerden arınmak için oruca niyet etti! Kötülüğe dair her ne varsa hepsinin terki için gayrete düşüldü. İyiliğe ve güzelliğe “Besmele” çekerken mü’minler gönüllüydü. Öfkelendik, sustuk! Üzüldük bağışladık! Üzdüğümüzde helallik aldık! Aşımızı, suyumuzu, soframızı paylaştık! Gönül hoşluğuyla dualaştık! Ve bayrama ulaştık!... Ne acıdır ki, adalete, merhamete, şefkate, sevgiye oruçlu olan zalimler, kirli kalpleriyle Müslümanlara zulmetmeye devam etti. Canlar alındı, canımız yandı... İnsanlığa oruçlu zalimler, dünya tarihine masum çocukların kanıyla zulmün imzasını yine, yine, yine attı! Şimdi buruktur, mahzundur Bayrama erişmiş kalplerimiz… Haber Ajanda ailesi olarak, okurlarımıza kalplerimizin burulmadığı bayramlar dileriz. Dualarınız makbul, Ramazan-ı Şerif Bayramınız mübarek olsun!... Yurtiçi ve yurtdışı vip turlar… Yurtdışı ve yurtiçi tüm havayolları ve hızlı tren yetkili acentası… Alemara Turizm Seyahat Acentası İzmir Cad. Arık İş Merkezi No: 36/22-23 Kızılay-Ankara Tel: 0312 4241323 - 0553 2812737 - 05324044237 E-mail: info@alemaraturizm.com haberajanda Başyazı Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanı’nın ağzından bu sözleri duymak, gelecek adına umutlarımızı yeşerten müthiş bir müjdedir aslında. “Anlayalım diye Arapça olarak indirilen” hayat rehberi Kur’an-ı Kerim’in, günümüzün bilgisine hakim bilim adamlarıyla birlikte yeniden, yeniden ve tekrar yeniden okunması, yeni baştan anlaşılması ve anlatılması gerekiyor. Kur’an’ın asli mesajlarından en önemlisi olan “kevni ayetlere dikkat çekme” mesajının, yeni nesillere doğru biçimde anlatılması gerekiyor. Bu görev, bugün bizlerin omuzlarındadır. *** Eğer bu zor görevi ifa etmek yolunda ciddi bir niyet ve cehd ortaya koyabilirsek, Filistin’de, Mısır’da, Myanmar’da, Bosna’da ve dünyanın daha nice yerlerinde zulüm altında inleyen Müslümanların durumuna kahrolmak yerine, insanlığa saadetin yollarını yeniden gösteren bir medeniyeti nasıl inşa edeceğimizi konuşmaya başlayabileceğiz. Çok geciktik, boşa çok zaman harcadık. Artık bir an olsun durma lüksümüz yok; zira bütün dünya yüzyıllardır bizlerden bunu bekliyor... 10 temmuz 2014 Allah’ın ipin I SLAM dünyası olarak başımız dertten kurtulmuyor. Yüzlerce yıldır, dünyadaki mazlumlar listesinde başı, maalesef Müslümanlar çekiyor. Ebette hepsi değil; kendilerine dünyevi zenginliklerden orantısız miktarda pay nasip olmuş küçük bir azınlık, kendi midelerinin ve rahatlarının derdiyle ruhlarını karartırken, İslam dünyasının geri kalanı şedid ve kesintisiz bir zulüm dalgası altında inliyor. Hem de dünkü yahut bir kaç gün önceki bir durum değil bu; görebildiğimiz kadarıyla yüzlerce yıldır bu haldeyiz ve maalesef durumumuzda bir iyileşme görünmüyor. >> Katliamlarda şehit düşen insanların, hele hele kadın ve çocukların haberleri ve fotoğrafları haber ajanslarına düştükçe, lanet ediyor, kızıyor, bazen ellerimizi açıp en samimane dua ve beddualarımızı sıralıyoruz. Zulmün tavan yaptığı her menfur hadisede, “bir bedenin uzuvları gibi” olmamız gereken kardeşlerimizin hali, aklımıza, hissiyatımıza ve benliğimize şiddetle dokunuyor. Fakat ne çare ki, şehit haberleri ve katliam görüntüleri medyayı işgal etmediği zamanlarda, sanki yüzlerce yıllık ölü toprağımızın altına gizleniyoruz yeniden. Günlük telaşelerimiz, kısır siyasi tartışmalarımız, futbol maçlarımız, sağlıklı beslenme reçetelerimiz, gelecek kaygımız ve maişet derdimiz, yeniden meşguliyetlerimizin en baş köşesine yerleşiveriyor. Bir sonraki darbeye, bir sonraki zulüm dalgasına kadar, “Neden bu haldeyiz?” sorusunu sormak ekseriyetle aklımıza bile gelmiyor. Ali İmran Suresi’nde Allah’ın ipine sımsıkı sarılanlara verilen bir müjde vardı; o ipe sarılanlar, daha önceden oduğu gibi, aralarındaki düşmanlıkları kardeşliğe tebdil edebilecek yardımı göreceklerdi. Pekiyi biz o ipin ucunu mu kaçırdık acaba? Neden kalplerimiz her gün birlikte atmıyor? Neden bu fetret ve atalet halinden bir türlü sıyrılamıyoruz? Elbette, özellikle de “kabz” zamanlarında, benim gibi herkesin aklına geliyor bu neden sorusu. Her insanın, kendi bakış açısı, tecrübesi ve mesleğiyle ilgili bir görüşü yahut fikri olması da normal. Ben bir bilim adamıyım. Kainatın en esrarlı parçalarından birisi olan canlılığı anlamaya çalışan, onun gizemli mantığını anlayabildiğim kadarıyla çözebilmek adına, kevni ayetlerden bilgi ve ders devşirmeye çalışan bir fizyoloğum. Elbette herkes gibi ben de kendi mesleğimin penceresinden bakıyorum hayata; ve gördüklerim, zulüm altında inleyen İslam dünyası ile ilgili bana da bazı fikirler veriyor, beni bazı çözüm arayışlarına itiyor. Mesleğimden bakınca, sımsıkı sarılmamız istenen Allah’ın ipinin benim avuçlarıma düşen kısmına dikkat etmeye gayret ediyorum. Hayat kitabı olarak bize bahşedilen Kur’anı-ı Kerim’in benim idrakime düşen kısmıyla akletmeye gayret ediyor ve o pencereden, hastalığımızın teşhisine dair bir fikir edinmeye çalışıyorum. Dedim ya, ben bilimle uğraşıyorum. Tek bir emirden neşet eden fizik kanunlarına tabi olarak yaratılmış olmakla, her bir cüzü birbiri ile doğrudan irtibatlı bir kainatın anlamını, “bilgi” ve “akıl” yoluyla deşifre etme mesleği bu. Bu mesleğin gözlüğü ile, bu kainatı Yaratan Zat’ın bana nasıl bir metot öğütlediğine, kainatın sırrının bana düşen bölümünü ne şekilde çözmemi murat ettiğine bakmak, benim öncelikli işim olmalı diyorum. Ve bakınca görüyorum ki, Rabb’imin bana gönderdiği en mühim mesaj, kainatı anlamak için “kainatın kendisine bakmak”… Dünyayı anlamak için dünyayı, “can”ı anlamak için canlıları, Sünnetullah’ı anlamak için kainatı işleten yasaları araştırmak, çalışmak, bilmeye gayret etmek gerekiyor; zira bu iman edenlere “emrediliyor”. Kur’an-ı Kerim, bana maddesel dünya ile ilgili doğrudan hiç bir kopya vermiyor. Fakat sıklıkla oraya bakmamı istiyor. Ağaçlar, kuşlar, dağlar, canlılar, suda giden gemiler, göklerdeki ışınlar, yörüngelerinde seyreden gökcisimleri ve daha niceleri, “Düşünenler için nice ibretler vardır” denilerek sürekli nazarıma veriliyor. Kainatın Yaratıcısı adeta bana diyor ki: “Gözünü çevir ve bak, tekrar tekrar bak; bir çatlak bulmayı umuyorsan boşuna; fakat sünnetimi anlamak istiyorsan tekrar, tekrar bak!” Doç. Dr. Sinan Canan sinancanan.ajanda@gmail.com e sarılamamak Dünyayı anlamak için dünyayı, “can”ı anlamak için canlıları, Sünnetullah’ı anlamak için kainatı işleten yasaları araştırmak, çalışmak, bilmeye gayret etmek gerekiyor; zira bu iman edenlere “emrediliyor”. Kur’an-ı Kerim, bana maddesel dünya ile ilgili doğrudan hiç bir kopya vermiyor. Fakat sıklıkla oraya bakmamı istiyor. Ağaçlar, kuşlar, dağlar, canlılar, suda giden gemiler, göklerdeki ışınlar, yörüngelerinde seyreden gökcisimleri ve daha niceleri, “Düşünenler için nice ibretler vardır” denilerek sürekli nazarıma veriliyor. Kainatın Yaratıcısı adeta bana diyor ki: “Gözünü çevir ve bak, tekrar tekrar bak; bir çatlak bulmayı umuyorsan boşuna; fakat sünnetimi anlamak istiyorsan tekrar, tekrar bak!” Diyanet İşleri Başkanı Sayın Prof. Dr. Mehmet Görmez’in Kültür Ajanda Dergisi’nin Haziran 2014 sayısında yayınlanan mülakatı, bu konuda şahsıma ve benim gibi düşünenlere umut veren mesajlar içeriyordu. Bunlardan belki de en önemlisi “Kainatın ayetlerini anlamayanlar, Kur’an’ın ayetlerini de anlayamazlar!” ifadesidir. Her beş on yılda bir Kur’an’ın yeniden tefsir edilmesi gerektiğini belirten Görmez, bu “tercüme” faaliyetinin sadece tefsir uzmanlarınca değil, bilim alanında uzman insanların da katılımıyla amacına ulaşabileceğinin defaatle altını çiziyor. Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez haberajanda Başyazı Sonra kendime bakıyorum. Gördüğüm manzara güzel değil. İçine doğduğum İslam geleneği, maddi alemin bilgisi konusunda pek de iç açıcı bir tablo çizmiyor. Temel rehberi olan Kur’an-ı Kerim’in açık ve sarih emirlerine ve ikazlarına rağmen, kainata bakma iştiyakını, gördüğünden hayrete düşme 12 temmuz 2014 kaabiliyetini ve Sünnetullah’ın gizli yönlerini anlama tecessüsünü neredeyse tamamen yitirmiş! Günde beş vakit, zamana bağlı bir ibadeti ifa ile yükümlü kılınan Müslümanlar, her nasıl oluyorsa, son bir kaç asırdır ciddi bir astronom çıkartamamış. Her gün en az beş defa aynı kıbleye yönelmesi istenen Müslümanlar arasından, son bir kaç yüzyıldır nam salmış bir coğrafyacı duyulmamış. Ankebut Suresi’nin 29 numaralı ayetinde tüm Müslümanlara açık ve net bir emir olarak “yaratmanın nasıl başladığını anlamak için yeryüzünü gezip dolaşma” talimatı verilmiş olmasına rağmen, son bir kaç yüzyıldır adını bildiğimiz hiç bir Müslüman biyolog, jeolog, palentolog yahut antropolog çıkartamamışız. Kısacası, sadece Kur’an’ın açık işaretlerine bakarak, bu gün bilim ve teknoloji anlamında bulunduğumuz nokta, başımızı öne eğdiriyor ve bizi Rabb’imiz karşısında mahçubiyetten suskun bırakıyor. Maddenin ilmini neredeyse bu gün tamamen “Batı”dan alıyoruz. Bu kainatın nasıl yaratıldığına, yıldızların nasıl teşekkül ettiğine, canlıların nasıl bu dünyaya dağıldığına, fiziğe, kimyaya, nanoteknolojiye, tıbba, psikolojiye, sosyolojiye ve dahi bilginin tüm alanlarına dair elimizdeki malumatın neredeyse tamamı, İslami değil, seküler ve materyalist temelli Batı biliminin ürünleri. Maddeci bir saikle işe koyulan Batı, maddeyi anlamakta özellikle geçtiğimiz yüzyılda çok ciddi mesafeler kat etti. Size derdimi arz etmeye çalıştığım bu yazının yazılmasını ve şu anda sizin bunu okumanızı mümkün kılan teknolojinin neredeyse her kademesi, modern Batı biliminin ürünü. Bu gelişmişlik, çoğu zaman bizi hayrete düşürecek boyutlara ulaşıyor. Müslüman bilim meraklıları ve bilim alanının profesyonelleri, her gün onlarca yeni keşif haberlerini tercüme yoluyla takip etmeye çalışıyorlar. Elbette arada Müslüman bilim emekçilerinin isimleri de okunuyor; ama hala bilim kitabının kurallarını, madde temelli Batı bilimi yazıyor. Bazen, bilimsel keşiflerden bir kısmı özellikle ilgimizi çekiyor. Yeni bulunan galaksiler, “Büyük Patlama” gibi kuramlar, birbirine karışmayan denizler, karadelikler, canlılar dünyasındaki harikalar, bedenimizdeki akıl durduran mekanizmalar… Özellikle bu gibi bilimsel bulgular ile Kur’an ayetleri arasında ilişkiler bulmayı çok seviyoruz. Fakat tüm bu bilgilerin işaretleri Kur’anda mevcutken, bunları neden Müslüman bilginlerin bulamadığı çok sık gelmiyor aklımıza. Daha da ilginci, ekserisi “inançsız” olarak bilinen bilim adamlarının çalışmaları sonucu Kur’an’daki bilgileri teyit ediyor oluşumuz, bizde görünür pek bir rahatsızlık oluşturmuyor gibi. Öte yandan, Batı biliminin bazı netameli mevzuları bizim için tartışma konusu dahi olmadan reddediliyor. Bunların belki de en ünlüsü, canlıların evrimi konusu. Canlıların nasıl yaratıldığı ve bu dünyaya hangi kurallar çerçevesinde yayıldığı son bir kaç yüzyıldır Müslümanların ilgi alanına hiç girmemiş olmasına rağmen ve bu konuda hemen hemen hiç bir fikrimiz yokken, bu konuda yapılan araştırmaların sonuçlarını şiddetle reddetme ve görmezden gelme eğilimimiz hala çok yaygın. Hem de aslında reddiyemizin, Hıristiyan kilisesi ile bilim adamları arasındaki asırlık bir kavganın doğudan ithal versiyonu olduğunu tamamen göz ardı ederek yapıyoruz bunu. Dünyayı gezip araştırma işini hiç yapmadan, bu işi yüz yılı aşkın bir zamandır rutin olarak yapan Batılı bilim adamlarını bir kalemde silmekte beis görmüyoruz. “Allah’ın ipine sarılma” noktasında nasıl bir hata işlediğimizi merak edip de kendi mesleğimin gözlüğüyle duruma baktığımda gördüğüm acı manzaranın hülasası bu… Ağır bir misyonumuz var Üzerinde bulunduğumuz coğrafyada yaşayan insanlar, aslında hiç de sıradan bir insan topluluğu değil. Bu coğrafya, tüm semavi dinlerin ve neredeyse bütün önemli felsefi fikirlerin dölyatağı. İnsanlığın başlangıcından beri Mezopotamya ve Anadolu coğrafyası, hemen her dönemde insanlığa yön verecek bilgilerin neşet etmesi için hazırlanmış, özel bir mekan gibi görünüyor. Bin yılı aşkın zamandır İslam bayrağı altında medeniyetler kuran dedelerimizin bıraktığı kültür ve toplumsal kodlar, ister fark edelim ister etmeyelim, adeta genlerimize işlemiş halde bizimle birlikte. Fakat son bir kaç yüzyıldır, sebepleri benim ilmimi aşan bir fetretin pençesinde kıvranıyoruz. Bütün bunlara rağmen, “ümmetler yarışı”nda gerilere düşmüşüz. Sebepleri elbette muhteliftir, elbette ki sadece benim bilgimle bu büyük hastalığın teşhisi konamayabilir. Fakat yine Kur’ana bakarak, “Allah’ın ipine sımsıkı sarılma”, yani O’nun bize bahşettiği mesajı her devirde yeniden ve yeniden okumaya üşenme rahatsızlığının tam da meselenin merkez noktasını oluşturduğunu görmek, çok zor değil. Teşhis bu şekilde belirlendiği zaman da çözüm aslında kendiliğinden ortaya çıkıyor. Diyanet İşleri Başkanı Sayın Prof. Dr. Mehmet Görmez’in Kültür Ajanda Dergisi’nin Haziran 2014 sayısında yayınlanan mülakatı, bu konuda şahsıma ve benim gibi düşünenlere umut veren mesajlar içeriyordu. Bunlardan belki de en önemlisi “Kainatın ayetlerini anlamayanlar, Kur’an’ın ayetlerini de anlayamazlar!” ifadesidir. Her beş on yılda bir Kur’an’ın yeniden tefsir edilmesi gerektiğini belirten Görmez, bu “tercüme” faaliyetinin sadece tefsir uzmanlarınca değil, bilim alanında uzman insanların da katılımıyla amacına ulaşabileceğinin defaatle altını çiziyor. Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanı’nın ağzından bu sözleri duymak, gelecek adına umutlarımızı yeşerten müthiş bir müjdedir aslında. “Anlayalım diye Arapça olarak indirilen” hayat rehberi Kur’an-ı Kerim’in, günümüzün bilgisine hakim bilim adamlarıyla birlikte yeniden, yeniden ve tekrar yeniden okunması, yeni baştan anlaşılması ve anlatılması gerekiyor. Kur’an’ın asli mesajlarından en önemlisi olan “kevni ayetlere dikkat çekme” mesajının, yeni nesillere doğru biçimde anlatılması gerekiyor. Bu görev, bu gün bizlerin omuzlarındadır. Eğer bu görevi hakkıyla yerine getirmeye niyet edersek, yani mesleği ve uzmanlığı ne olursa olsun, dünyanın ve kainatın güncel bilimsel bilgisine sahip insanlarımızla, kainatın ezeli tercümesi olan Kitabımız’a bakmaya karar verebilirsek, yüzyıllardır avuçlarımız arasından kayıp duran o kutlu ipi tekrar sımsıkı kavramak yolunda büyük bir aşama kaydedeceğiz. Geleneğin ve geçmişin sırtımıza yüklediği tüm zan ve ön yargılardan kurtulup, Kadir-i Mutlak’ın bize ne mesaj verdiğini yeni baştan anlamaya çalışırsak, önümüzde açılacak yeni ufukların bizi bambaşka diyarlara ulaştıracağını ve tüm insanlığın beklediği kurtuluşun tohumlarının bu çabada saklı olduğunu, imanen kat’iyet derecesinde biliyoruz. Eğer bu zor görevi ifa etmek yolunda ciddi bir niyet ve cehd ortaya koyabilirsek, Filistin’de, Mısır’da, Myanmar’da, Bosna’da ve dünyanın daha nice yerlerinde zulüm altında inleyen Müslümanların durumuna kahrolmak yerine, insanlığa saadetin yollarını yeniden gösteren bir medeniyeti nasıl inşa edeceğimizi konuşmaya başlayabileceğiz. Çok geciktik, boşa çok zaman harcadık. Artık bir an olsun durma lüksümüz yok; zira bütün dünya yüzyıllardır bizlerden bunu bekliyor... temmuz 2014 13 Haber Ajanda AYINOLAYLARI Ayın Olayları Cumhurun seçeceği ilk başkan için aday belli oldu! G EÇTİĞİMİZ ayki özel sayıda, Türkiye Cumhuriyeti’nin 12’inci cumhurbaşkanını seçmek üzere ilk kez sandığa gidecek milletin karşısına çıkacak ilk adayın haberini Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu olarak Türkiye Ajanda’da sunmuş, özel sayının yekûn görüntüdeki mahiyetiyle de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bu makama ne denli yakışacağına dair fikrimizi açık yüreklilikle beyan etmiştik. >> CHP ve MHP liderlerinin gelgit trafiğinin ardından açıkladıkları Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun adaylığının ilan edilmesinin ardından, HDP’ye evrilen BDP’nin “aktif siyasetle ilgilenmeyeceğini belirten” eski Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, HDP yörüngesinde siyaset yapanların adayı olarak kamuoyuna sunulan ikinci isim oldu. Bu iki ismin ardından elbette en çok merak edilen kişi, AK Parti’nin Cumhurbaşkanlığı adayı idi. ATO Kongre Merkezi’nde tarihî bir toplantıyla ilan edilen isim, temennilerin buluştuğu Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan oldu. Bu ilanın ardından cumhurbaşkanı olacağına çok yüksek ihtimaller verilen Erdoğan’ın sonrasında AK Parti’de işletilecek olan üç dönem kuralı ile parti, bilinen sağlam kurumsallığını daha ileri mekanizmalarla güçlendirerek perçinleyeceğe benziyor. “Yeni başbakan kim olur?” sorusunun çok sorulmasına karşılık, Erdoğan’ın aday ilan edildiği toplantıda yaptığı konuşma her detayda önem arz ediyor. O konuşmadan satırbaşları ise şöyle: “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun. Zaferin sahibi sadece ve sadece Allah’tır. Bu davayı, bu 14 temmuz 2014 hareketi, bu mücadeleyi işte bugünlere eriştiren Rabbime sonsuz hamdüsenalar olsun. Selçuklu Sultanı Alparslan gibi kefenimizi giyerek mücadeleye soyunduk. Kudüs fatihi Selahattin Eyyûbi gibi zaferin kılıç ve kalkanla değil, Allah katında olduğuna inandık. Endülüs fatihi Tarık Bin Ziyad gibi arkamızda gemileri yakarak yolculuğa çıktık. Sen ki her şeye gücü yetensin, bu mübarek günde dileğimiz de odur ki, bu milleti bir kez daha zaferle müjdele Ya Rab! Bugün çıktığımız kutlu yolculuğu Türkiye, milletimiz ve insanlık için hayırlara vesile eyle… 1994 yerel seçimlerinde, birileri günler öncesinde zaferlerini ilan ederken, biz Allah’ın takdirine inanıyor, milletin takdirinin farklı olduğunu hissediyor, hiç hız kesmeden koşturuyorduk. İstanbul’un yoksul mahallelerinden birindeydik; kalabalığın içinden 7-8 yaşlarında bir kız çocuğu yanıma geldi. Elinde bir şey vardı, uzattı, elini tuttum, ‘Bunları annem gönderdi. Seçildikten sonra sakın bizi unutmasın dedi’ ve iki tane bileziği elime tutuşturdu. Daha ne olduğunu anlayamadan kendisi de o ince bileğindeki oyuncak bileziğini çıkardı, onu da elime tutuşturdu. Ben daha bir şey söyleyemedim, bayağı uzak kalabalığın içinde kaybolup gitti. O bilezikler İstanbul’da, Büyükşehir Belediye Başkanlığı makamında hep karşımda oldu. Ben asıl o gözleri unutamadım. Aradan 20 yıl geçti, 7-8 yaşlarındaki o çocuğun gözlerindeki parıltıyı, heyecanı unutamadım. Gece yorgun başımı yastığa koyarken, sabah uyanınca, o masum çocuğun gözlerindeki o heyecan, o umut, o parıltı, o beklenti hep karşımdaydı. Ne o gözleri, ne de o gözlerin küçük sahibinin verdiği mesajı bir an olsun aklımdan çıkardım. Annesi ‘Seçildikten sonra bizi unutmasın’ demişti ya, Allah’ıma hamdolsun, o büyük emaneti, büyük mesajı hiçbir zaman unutmadım. Biz siyaseti işte o temiz yürekler için yaptık. Biz siyaseti İstanbul Sultangazi, Ankara Altındağ, Diyarbakır Benusen Mahallesi’ndeki, Türkiye’nin tüm kenar mahallelerindeki yoksullar için yaptık. Dicle’nin kenarında koyunları kurtlar kapıyordu, kaybolan koyunların hesabını sormak, o büyük emaneti omuzlamak için siyaseti yaptık. Diyarbakır, Mamak, Metris’teki işkencenin, zulmün, adaletsizliğin hesabını sormak için siyaset yaptık. Başörtülü olduğu için üniversite kapılarından döndürülen, boynu bükük, gözü yaşlı kızlarımız için bu siyaseti yaptık. Gurbette unutulan vatandaşlar için, Balkanlarda terkedilmiş kardeşlerimiz için, Ortadoğu’daki mağdurlar için, Filistin için, Mısır için, Suriye için, Irak için, Somali için, Afganistan’ın mazlumları için siyaset yaptık. Biz siyaseti ikbal için, makam, mevki, rütbe veya paye için yapmadık. Biz siyaseti Allah için yaptık. Biz siyaseti millet için, vatan için, bayrak için, istiklalimiz ve istikbalimiz için yaptık. ‘Seçildikten sonra bizi unutmasın’ diyen tüm unutulmuşlar, tüm terkedilmişler, kimliği, kültürü, hakları, özgürlük- leri elinden alınmış tüm insanlar için siyaset yaptık. kadar sevmeyenlerin de ülkesidir. Bu toprakların değerlerini savunuyoruz diye bize farklı gözle baktılar. İnancının gereği başını örten eşlerimize, kızlarımıza, bacılarımıza hayatı dar ettiler. Mücadelemiz yükseldikçe saldırılarını ve hakaretlerini daha da artırdılar. Kimi zaman partimizi kapattılar, kimi zaman şiir okuduk diye hapsettiler, ‘Muhtar bile olamaz’ diye manşetler attılar, ‘Başbakan olamaz’ dediler, ‘Cumhurbaşkanı seçemezsiniz’ dediler; bize demokrasiyi, eşitliği, devlet nazarında insan olmayı dahi yakıştırmadılar. AK Parti şahıslarla var olmuş, şahıslarla bugüne gelmiş bir parti değildir. AK Parti, bir dava partisidir. Arkada güçlü bir geleneğin olduğunu biliyorum. Benlik kavgasına, fitne ve fesat tuzağına düşmeden, AK Parti’yi daha ileri seviyelere götürecek güçlü kadrolarımızın olduğuna inanıyorum. Gayemiz, genç ve dinamik bir yapıyla geleceğe yürümek. Gayemiz, koltuğa oturup kalkmayan siyasetçilerin tersine, koltuktan nasıl vazgeçildiğini gösterebilmek. Biz, 21 yaşında karanlık bir çağı kapayıp aydınlık bir çağ açan Fatih’in torunlarıyız. Bu güzel ülke, bizi sevenler Ağustos 2001’de AK Parti’yi kurduğumuz günden beri birlikte yürüdüğümüz tüm yol arkadaşlarımdan helallik diliyorum, haklarını bana helal etmelerini arzu ediyorum. Şüphesiz ki bu bir veda değil. Bu bir ayrılık buluşması, bir veda töreni de değil. Şunu biliniz ki, bizim için her an yeni bir başlangıçtır. Bugün de birbirimize veda etmiyor, birbirimizden ayrılmıyor, yeni bir başlangıcın heyecanını hep birlikte yaşıyoruz. Birbirimizden kopmayacağız. Özellikle Türkiye’nin istikametini belirlerken, Türkiye için mücadele ederken her aşama ve her kademede hep birlikte olacağız. Bu bir veda değildir; bir kapa- nış, bir bitiş değildir. Bu ifadeyi çok çok önemsiyorum: Bu bir hatime değil, inanıyorum ki bir Fatiha’dır, bir açılıştır. Onun için diyorum ki, ‘Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla, Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun. O Rahman’dır, Rahim’dir. O ki Din Gününün Sahibi’dir. Ancak Sana ibadet eder, ancak Senden yardım dileriz. Bizi doğru yola ilet. Bizi kendisine nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazaba uğrayanların, sapkınların yoluna değil…” Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na üç adayın da başvuru dilekçeleri sunuldu, Yüksek Seçim Kurulu aday işlemlerini gerçekleştirdi ve süreç başladı. Hayırlı olsun!.. temmuz 2014 15 Haber Ajanda AYINOLAYLARI Ayın Olayları “Allah ve Resulü’nün bu ülkedeki ezelî ve ebedî düşmanı olan CHP’ye, partimiz namına gerekli istişareler yapılmadan destek açıklayanların Büyük Birlik Partili sayılmamalarını istiyoruz. Zira Muhsin Yazıcıoğlu’nun 40 yılda alına çektiği nur çizgileri, siyaseti ticaret belleyenlerce bir hamlede zifte inkılâp edebilecektir. Allah şahit olsun ki, İslam dinini kuvvetlendirmek için milletimizi kuvvetli kılmaktan başka muradı olanlara ne bu hareketi, ne de Muhsin Yazıcıoğlu’nu teslim etmeyeceğiz. Ant olsun!..” Ültimatom B ÜYÜK Birlik Partisi, Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesindeki adaylık çalışmaları esnasında önce Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, daha sonra da Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun ziyaret ettiği ilk durak oldu. Bu ziyaretlerin ardından BBP Genel Başkanı Mustafa Destici, konuyu istişare ettikten sonra hangi adayı destekleyecekleri konusunda açıklama yapacaklarını beyan etti ve nihayet bu açıklama da yaptı: “Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu desteklenecek...” >> Ancak bu açıklamanın hemen ardından Alperen Ocakları Genel Başkanı Serkan Tüzün, vakıf binasında yaptığı açıklamayla camiadaki durumun durağan olmadığını göstermiş oldu. Lider Muhsin Yazıcıoğlu’nun şehadetiyle BBP Genel Başkanı olan Yalçın Topçu ve bir dönem önceye kadar Genel Başkan Yardımcısı olan Metin Gündoğdu da bu durumu beyanları gündeme yansıttılar. Topçu seçimde Erdoğan’ı destekleyeceğini belirterek “Biz ayrı sokaklarda oturmuş olsak da aynı mahallenin çocuklarıyız” şeklindeki cümleyle anlam yüklü bir ifade kullanırken, Gündoğdu ise parti bünyesinde en üst düzey yöneticilerden tabana uzana bir silsileyi işaret ederek İhsanoğlu’na desteğin Destici’nin kendi fikri olduğuna dair “Benim gibi düşünen parti kurucusu, Başkanlık Divanı üyesi, MKYK üyesi, il başkanı, ilçe başkanı, eski yöneticiler gibi dava arkadaşlarımızla birlikte istişare içindeyiz. En kısa zamanda geniş katılımla bir deklarasyon yayınlayacağız” dedi. 16 temmuz 2014 Bu noktada en sert açıklamayı Alperen Ocakları yaptı. “BBP Genel Başkanı Mustafa Destici’ye yönelttikleri ültimatomdan önemli pasajları yorumsuz biçimde yayınlıyoruz. *** “(…) Şunu saklamadan ve gayet net bir dille ifade edelim ki Büyük Birlik Partisi, Alperen Ocakları’nın gönül bağıyla bağlı olduğu bir müessesedir. Kişilerin gelip geçici oldukları bir vazife intikalinde adını zikrettiğimiz bu iki kurum, rahmetli başkanımız zamanında senfonik bir uyumla birlikte yürürlerken, İslam davasına karınca kararınca katkı sağlamış ve kişisel menfaatleri değil, her zaman millet menfaatlerini ön planda tutucu adımlar atmışlardır. Ama yiğit liderimizin aramızdan ayrılmasıyla beraber zamanla akustiği bozulan bu senfonik uyum, kişisel ikbalini önde tutucu insanların fikrî bir tutum takınamamaları nedeniyle aksamış ve gitgide Büyük Birlik Partisi’nin Alperen Ocakları’ndan kurtulma kavgası- na dönüştürülmüştür. (…) Allah’ı şahit tutmak kaydıyla yiğit Alperenlere buradan haykırırız ki, Büyük Birlik Partisi Genel Başkanlığı’nı yürüten irade, köklü ocak geleneğimizden de, onun garip mensuplarından da iğrenmektedir. Bunu şahsımıza karşı bile defalarca beyan etmişlerken ‘Kol kırılır, yen içinde kalır’ hassasiyetiyle susmuş, teşkilatlarımızın huzurunu esas tutmuş ve iki yılı aşkın bir süredir yiğitlik hudutları dışında serdedilen her yakışıksız davranışı sinemize çekmişizdir. Tüm Alperenlere yine Allah’ı şahit tutmak kaydıyla beyan ediyoruz ki, Şehit Liderimiz Muhsin Yazıcıoğlu’nun akamete uğratılmaya çalışılan davasını canlı ve gündemde tutmak için ne zaman eylem hazırlığına girişsek, Parti Genel Başkanı’ndan telefon almış, eylemlerden vazgeçmemiz istenmiş, yapılan birçok eylemi de bunlara rağmen yapabilmiştik. ‘Hükümet’le olan iyi ilişkileri bozulmasın, basın ile olan ilişkileri seçimler öncesinde sekteye uğramasın’ diye rahmetli liderimizin cenaze resimlerini yayınlayan haber kanalının önüne eksi 25 derecede hem İstanbul, hem de Ankara’da yönleniyorken Parti Genel Başkanı’ndan yine telefon almış, ‘Seçim arefesinde bu mevzuyu kaşımayın, kaşırsanız görevden alırım!’ ikazlarına muhatap olmuşuzdur. Buna rağmen cenaze üzerinden reyting kaygısına girmiş kanal önünde toplanmış, Alperen Ocakları olarak ültimatomumuzu vermiş ve görüntülerin yayınlanmasını engellemiştik. Şimdi bütün teşkilatlarımıza BBP Genel Başkanı Mustafa Destici’nin Hükümet’le iyi ilişkiler sürdürdüğü günlerinde çok sıklıkla kullandığı bir cümlesini hatırlatmak istiyoruz: ‘Büyük bir evliyayla konuştum; bu mevzu kazadır ve siz de kapatın diyor, yoksa Muhsin Yazıcıoğlu’nun ruhunu zedelersiniz.’ O günlerde ismini bile veremediği kişilerden aktardığı gıyabi cümlelerle Şehit Liderimizin davasını his planında sulandıran Mustafa Destici, son zamanlarda da karanlık cümlelerle teşkilatlarımıza Liderimizi Hükümet’in katlettirdiğine dair imalarda bulunmakta, birtakım ses ve görüntü kayıtları dinleyip izlediği imajı oluşturmakta, böylece evvela Hükümet’i sevindirerek, şimdi de Hükümet’i üzerek yanlış bir dava takibatı yürütmekte, bu omurgasız hareket planında da olan, liderimizin dava sürecine olmaktadır. (…) Bugüne kadar sabırla bizleri suskun kalmaya zorlayan şartlara artık tahammülü kabul edilemez başkaca bir cinayet eklenmiştir ki kanaatlerimizi kamuoyu ve gönüldaşlarımızla paylaşma ihtiyacı da buradan hâsıl olmuştur. Cumhurbaşkanlığı seçimleri münasebetiyle bütün Büyük Birlik Partililer ve bütün Alperen Ocaklılarla yapılmış bir istişare kararıymış gibi, Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı tarafından yapılan Ekmelettin İhsanoğlu’na destek açıklaması, asla bir araya gelemeyecek olan CHP ve BBP isimlerini bir araya getirmiş ve bu da Büyük Birlik Partisi kurucusu Muhsin Yazıcıoğlu eliyle oluşturulmuş Büyük Birlik ruhunu bağrından hançerlemiştir. Tüm Alperenler bilmelidirler ki, bu konuda Alperen Ocakları’yla yapılmış herhangi bir istişare yoktur. Bizimle istişare yapılmamasından da öte, itibarlı itibarsız birçok vagoncuk eklenmek suretiyle CHP lokomotifi peşine takılan bir güruh arasına BBP adının yazılması, 21 yıllık temiz mazisiyle Büyük Birlik Partisi’ne yapılabilecek en büyük kötülüktür. (…) Bakın, Sayın Mustafa Destici, CHP ile aynı kanaatte buluşmalarının gerekçesini 3 maddeyle nasıl açıklıyor: 1. Şehit Liderimizin dosyasına hükümetçe gösterilen ilgisizlik… Soruyoruz: Daha evvel, az önce bahsettiğimiz gibi, Alperen Ocakları’nın ekser girişimlerine engel olmaya ve Hükümet’i incitmemeye çalışan sen değil miydin? Tüm siyasî kararlarını, Şehit Liderimizin dosyasıyla ilgiliyse eğer, 2010 yılında tam destek verdiğiniz referandumda neden Şehit Liderimizin davasını masaya sürmeyip Hükümet’le beraber şen aile profili çizmiştiniz? 2. Hükümet’in Çözüm Süreci ile ilgili attığı adımlardan duyduğu endişeler… Soruyoruz: Hem işbirliği yaptığınız CHP, hem de onun şapkadan tavşan çıkarırcasına ortaya attığı çatı aday Ekmeleddin İhsanoğlu kameralar önünde açık açık Çözüm Süreci’ne destek olduklarını açıklamıyorlar mı? 3. Ekmelettin İhsanoğlu’ndan sivil anayasa yapmak noktasın- da güya alınan söz… Soruyoruz: Yeni yasama döneminden beri sivil anayasa yapmak noktasında atılan her adımın karşısında yıkıcı bir muhalefetle yer alan CHP değil midir? (…) Allah ve Resulü’nün bu ülkedeki ezelî ve ebedî düşmanı olan CHP’ye, partimiz namına gerekli istişareler yapılmadan destek açıklayanların Büyük Birlik Partili sayılmamalarını istiyoruz. Zira Muhsin Yazıcıoğlu’nun 40 yılda alına çektiği nur çizgileri, siyaseti ticaret belleyenlerce bir hamlede zifte inkılâp edebilecektir. Allah şahit olsun ki, İslam dinini kuvvetlendirmek için milletimizi kuvvetli kılmaktan başka muradı olanlara ne bu hareketi, ne de Muhsin Yazıcıoğlu’nu teslim etmeyeceğiz. Ant olsun!.. Son söz babında Sayın Mustafa Destici’ye tüm yiğit Alperenler namına sesleniyoruz: Ey Mustafa Destici! Sen Muhsin Yazıcıoğlu değilsin, Alperen Ocakları da olta balıkçılığı federasyonu değildir…” temmuz 2014 17 Türkiye Ajanda “Şimdi başını paralel biçimdeki kollarının arasına al!” YUKARIYA taşıdığım başlıkla hitap ettiğim tampon kurumun piyasa adı “paralel yapı”... Neden bu şekildeki bir hitabı başlık yaptığımıza gelince… Devrimci Karargâh Davası’ndan dolayı tutuklu bulunan eski bir emniyet müdürü ve “Haliç’te Yaşayan Simonlar” adlı kitabıyla Fethullah Gülen tâbiyetindeki yapının hedefindeki Hanefi Avcı tahliye oldu. Ve işte bu yüzden “Şimdi onlar düşünsün!” demek istedik. Peki, bundan sonraki süreçte Hanefi Avcı hakkında ne yapılmalı? Sanırım öncelikle sıhhati mutlak surette korunmalı!.. kaale almamış. Öyle ya, Uğur Mumcu’nun katledilişini Selam ya da Tevhid-i Selam adlı örgüte yükleyenler, 21 yıl sonra binlerce kişiyi kanunsuzca dinleyip aynı örgüte üye yapmışlardı. İşte Avcı’nın çektiği sıkıntılar da ülkeye yutturulanlardan biriydi. Avcı, paralel örgütün nasıl bir korku ve kumpas sistemi kurduğunu ve MİT’i nasıl ele geçirmek üzere hareket ettiğini tahliyenin ardından şöyle açıkladı: “Emniyet içinde bazı emniyet mensuplarına yönelik komplo ve tahkikatlar başladı. Bunlar, daha çok Cemaat’in Emniyet’te yapacağı faaliyetlere mani olacak insanları bertaraf etmek şeklinde oldu. Emniyet Genel Müdür Yardımcıları çok namusludur; rüşvet ve örgüt iddiası söylenemez. İstihbaratta başlayan kaçakçılığa dönüşen birtakım tahkikatlarla saf dışı ettiler. Cemaat olduğu biliniyor arkasında. Sahte ihbar mektuplarına başvurdular. Tamamen Emniyet’i ele geçirdiler. Özel yetkili savcılıklarda yapılan soruşturmalar normal yürümüyor. Cemaat’in plan ve programlarına uygun hedefler tayin ederek, sahte belgeler açıklayarak ve hukuka aykırı dinlemeler yapıyorlar. Ben uyandım, ilgililer de uyansın diye uğraştım. >> Bilindiği üzere mütedeyyin kimliğiyle tanınan Hanefi Avcı, Fethullah Gülen tâbiyetindeki yapının yanlışlıklarına dikkat çekerek kaleme aldığı kitabıyla söz konusu yapıya uyarılarda bulunmuş, ancak bu kitabın çıkmasının üzerinden 18 temmuz 2014 çok zaman geçmemişken soluğu cezaevinde almış ve Devrimci Karargâh adlı örgüte yataklık ettiği gerekçesiyle suçlanmıştı. Ancak meğer Türkiye’nin bu uydurma örgütlerden hiç haberi yokmuş. Hatta ülke böyle örgütleri aslında duymuş fakat Emniyet’teki imamın Kozanlı Ömer olduğunu biliyordum, kitapta yazdım. MİT’e bakan imamın ismini de verdim savcıya. Tüm kurumlarda imamları var. Kozanlı Ömer ile ilgili kitabımda dokümanlar da var. Kozanlı Ömer’i şahsen tanı- mam, Emniyet’te birçok insan onu bilir. Rapor, Ömer’in neden sorumlu olduğu, hangi operasyonları yürüttüğü, Cemaat tarafından yürütüldüğü ve emniyet müdürü ve savcının sonradan haberdar olduğunu belgelerle anlatıyor. Kozanlı Ömer, Cemaat hiyerarşisinin başı. Hiyerarşi olmazsa paralel örgüt çalışmaz. Cemaat, ideolojik bir örgüttür. Birtakım insanları gayrimillî olarak görüyorlar ve kendileri dışındaki herkesi dizayn etmeyi düşünüyorlar. İşadamları da, sermaye de, basın da, üniversite de içeri girecekti. Kimlerin tutuklanıp kimlerin serbest bırakılacağı bellidir. Sahte isimlerle dinleme yapıldı, sahte tutanaklar tutuldu. El yazısı doküman yok, dijital belgeler yapıldı. Akla mantığa uygun olmayan tanıklar sundular. Bazı insanların evlerine utanç verici çocuk pornoları yerleştirdiler. Davamda yargılanan bir şahsın bilgisayarında ‘Porno görüntü var’ deyip tutanak tutuyorlar, kötülemek için fotoğrafını çekip dosyaya koyuyorlar. Bir saniyede altı görüntüye bakıldığı görülüyor, mantık dışı… Paralel örgüt benim de odama sahte malzeme koydu. Makam odam ve evimden çıkan sahte kasetleri mahkemeye delil olarak sunan Kadir Altunışık şu an Yargıtay üyesi. HSYK da şikâyetlerime kayıtsız kaldı. HSYK’da özel yetkili bir anlayış var. Emniyet’i, sonra yargıyı ele geçirmek istiyorlardı. Asker zaten yerle bir edilmişti. MİT’in yönetiminde etkilileri yoktu. Herkesi ekarte ederek ele geçirmeye çalıştılar. MİT ele geçerse Hükümet kuklaya dönüşürdü. 7 Şubat hamlesi, MİT Müsteşarı ve ekibini ele geçirmeye yönelikti.” Paralel yapının Hrant Dink cinayetini de kullandığını belirten Avcı, aslında dönemin Trabzon Emniyet Müdürü ve Cemaat’in MİT Müsteşarı yapmak için uğraştığı iddia edilen şahsa doğrudan işaret ediyor. Bütün bunlar düşünüldüğünde, belki de Muhsin Yazıcıoğlu ve beraberindekilerin şehadetlerinin aralanacağı anı yakalayıp çıkışı göreceğiz. “Mevlam görelim neyler... Neylerse güzel eyler…” Selçuk Kayıhan // selcukkayihan.ajanda@gmail.com Adaletin tecelli edişini görmek istiyoruz MAVİ Marmara Davası’nda İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi, İsrailli sanıklar için verdiği tutuklama kararına itirazın İstanbul 8. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından reddi üzerine Interpol devreye girdi. Mavi Marmara saldırısının sanıklarından İsrailli 4 komutan için kırmızı bültenle yakalanmalarının önünde artık hiçbir engel kalmadı. Diyarbakır’daki “yürekli isyan” devam ediyor DİYARBAKIR’da çocukları terör örgütü PKK tarafından kaçırılan ve seslerini duyurmak için oturma eylemi yapan ailelerin eylemi bu ay da devam etti. >> İsrailli sanıklar hakkında verilen tutuklama kararına sanık avukatlarının itirazı reddedildi ve karar kesinleşti. Dosya, Interpol için Ankara’da. Gemiye saldırıyla ilgili olarak dönemin İsrail Genelkurmay Başkanı Rau Aluf Gabiel Ashknazi, Deniz Kuvvetleri Komutanı Eliezer Alfred Marom, İstihbarat Başkanı Amos Yadlin ve Hava Kuvvetleri Komutanı Avishay Levi hakkındaki tutuklama kararıyla öncelikle şehit yakınları Filistin’in özgürlüğü için yüreklerini ortaya koyanların ümitleri alevlendi. Ancak bu güzel haberi perdelemek isteyen onlarca mahfille karşı karşıya inananlar. Ve bu mahfiller, maalesef Siyonist İsrail’e o hep bildiğimiz veya söylenegelen yancılık ve yardakçılık edenler değil, bugün inananların adresi olduklarını belirten bazı kurumlar ve medya organları. Zira bu ümit dolu haberi her gün konuşarak bugün Müslüman Filistin halkına yine kan kusturup korku aşı veren İsrail’i her an köşeye sıkıştırmak yerine, terörist bir devleti tartışmak yerine bir iki terörist gruptan sürekli bahsetmeyi reyting için daha faydalı görenler var bu memlekette. Interpol tarafından aranan ve tutuklama kararı kırmızı bültenle sabit olan söz konusu 4 İsrailli komutan, bugün dünyanın 36 milletinin gözünün içine baka baka “Bana dünyayı zindan edene dünyayı zindan ederim!” ihtarı çekiyor ve bu memleketteki Siyonist İsrail korkakları, İsrail’le uzlaşı politikasından yana pozda duranlar, haber bültenlerin birkaç saniyelik ara hücrelerine ve gazetelerinin bir günlük baskısının ufacık bir çerçevesine iliştiriyor bu mühim haberi. Bu memlekette bir de Mavi Marmara’ya otorite izninden bahsedenlerin zürriyeti, söz konusu davanın ve Filistin’in hangi halde olduğunu, hangi aşamada yürüdüğünü bilmeksizin bu davalar üzerine yüreklerini koyanların güya mezarlarını eşelemeye, yollarına çukur kazmaya yelteniyorlar. Ey bu memleketin zavallı korkakları! Ha İsrail, ha siz; kurtçukların yediği kuru yapraklar gibi sizler de ufalanıp yiteceksiniz, az kaldı… >> AK PARTİ AR-GE Başkanlığı tarafından gerçekleştirilen Çözüm Süreci Çalıştayı’nın da yapıldığı bu ayda neredeyse tüm devlet erkânı Diyarbakır’daydı ve söz konusu yürekli isyanı herkes yerli yerince gördü. PKK’nın ailelerinden zorla kopardığı çocukların evlerine iadeleri konusundaki baskı ise bütün Türkiye’de artıyor. Bu baskılar küçük olumlu dönüşler gösterse de ailelerin canına bu durum tak etmiş vaziyette. Öyle ya, devam eden eylem sürecinde açlık grevine dahi girildi ancak sonlandırıldı. Zira çocukları ölüme, daha doğrusu yaşamsızlığa götürenler için ailelerin açlık eylemi ne ifade ederdi ki? Gaziantep’ten dağa götürülen kızları için oturma eylemine katılan ve Berat Kandili’nde ellerini açan annenin Rabbe şu niyazı, adeta Rabia ahını andırıyor: “Allah, ‘Kapınıza gelen dilenciyi boş çevirmeyin’ buyuruyor. Biz de Allah’ın evinde Rabbimizden çocuklarımızı, huzuru ve barışı dileniyoruz. İnşallah Rabbim bizi boş çevirmeyecek. Başımızdaki bu bela ve şerden Rabbimize sığınıyoruz. Allah bizi başımızdaki sıkıntılardan beraat ettirsin.” temmuz 2014 19 Türkiye Ajanda Evren ve Şahinkaya’ya müebbet Yerli “Atak” TSK’da KENDİ millî imkânlarımızla geliştirilen taarruz ve taktik keşif helikopteri T-129 Atak, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, TBMM Başkanı Cemil Çiçek ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın katıldığı törenle Türk Silahlı Kuvvetleri’ne teslim edildi. TAM da 12 Eylül’dü halkın sandığa gidip de gönlünden geçeni hakikate yansıttığı o tevafuk gün. Tam 30 yıl sonra on sekizlik delikanlıların işkencelere tutulduğu, postalın düştüğü, gülün kuruduğu tarihin hesabı için varılmıştı fikir birliğine. >>12 Eylül 1980 Darbesi’nin iki önemli ismi olan Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın yargılandığı davada karar verildi: “Müebbet”. Ankara’da yürütülen duruşmalar neticesinde davayla ilgili savcının belirttiği gerekçelerle istenen müebbet hapis cezası karara bağlandı. Şimdi son mercii Yargıtay... Konuya dair haber bomba gibi gündeme düştüğü anda, belki de birçok zihinde trajikomik bir durumun klibi yayınlandı. Öyle ya, ülkede yaptıkları darbe yargılanırken, yine kendi yaptıkları anayasaya inanılıyordu. Ne hazin, ne acı ve ne hayret verici bir durumdu ki biz görmüştük bu durumu. Bundan sonraki süreçte onama gelirse rütbeleri sökülecek söz konusu iki ismin nasıl şekildeki bir ceza ortamına sokulacakları şu an için bilinmiyor. Yaşları ve hazır durumları sebebiyle kimi acıyla bakan gözlerden hissedilenlerse “Bunlar çok yaşlı ama yitirdiklerimiz de çok gençlerdi” şeklinde. Bugünleri de gördü Türkiye, inşallah sivilliğini de, anayasasını da görür… 20 temmuz 2014 >> Teslimin gerçekleştirildiği günün sabahı sanayi dolaşan bu fakir, gökyüzünde seri turlar atan Atakları gördüğünde çok heyecanlandı, zira o günü bekliyordu. Ancak bu heyecanımı trajik bir komediye bırakan bir diyalogla karşı karşıya kaldım. Aylar öncesinde birçok ülkeden sipariş alan Atak helikopterin üretimi ve satışı yalnız Türkiye Cumhuriyeti’ne ait. Helikopter üretimini gerçekleştirdiğimiz gibi, bu üretimin teknolojisine de sahip artık Türkiye. İşte bu parantez tarzı açıklamayı yaptıktan sonra o diyaloğu başlatan cümleye geliyorum. Müşteri ustaya doğru, “Yerli malı diyorlar, neresi yerli malıymış? İtalyan bunlar!” diyor. İşte bu süreci bilen fakirin o an suratı düşmüşken usta, müşteriye cevabı veriyor: “Bizim göğümüzde, içindeki de bizden… Sen hâlâ nerelerdesin?” İşte ustanın verdiği o cevapla yüzüm tebessüm ederken işimi halledip haberlerin karşısına geçiyorum. Karşımda söz konusu tören ve devlet gökte nişan takmış... Cumhurbaşkanı Gül şöyle konuşuyor: “TAİ’nin ana üstlenici olduğu yerde, bu helikopterleri Türkiye’de ürettik. Nasıl Boeing, Airbus o zaman ana üstleniciyse, bu sefer burada da TAİ ana üstlenici oldu. Tabiî ki başka yerlerden aldığımız destekler de söz konusu. Bu, Türk savunma sanayinin helikopter yapımında, ‘know-how’ başta olmak üzere geldiği noktayı göstermektedir.” İşte bendenizin aylardır takip ettiği ve her şeyiyle apaçık tespit de budur! “Know-how”, yani yalnız montaj ve yazılım yükleme ya da sadece montaj yahut da sadece yazılım yükleme değil, üretimin doğrudan bilgisine sahip olmak, artık doğrudan Türkiye’nin varlıklar bilançosuna kayıtlı bir hesap. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ise aynı törende şunları kaydetti: “Biliyoruz ki yerli sanayimizin geliştirilmesi, silahlı kuvvetlerimizin ihtiyaçlarının yerli firmalarımız tarafından özgün ürünlerle karşılanması -bunun altını özellikle çiziyorum- bizim için bir nevi istiklal ve istikbal mücadelesidir.” Milli tank Altay, milli gemi Milgem, insansız hava aracı Anka ve başlangıç temel eğitim uçağı Hürkuş’un ardından artık daha da yüksek ve daha da sağlam projelere inşallah… İstiklal ve istikbal için… Dünyanın en büyüğü (olacak biiznillah) VE nihayet, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul’da bütün dünyayı kıskandıran üçüncü havalimanının temelini attı ve naziresini yaptı: “150 milyon yolcu kapasitesiyle dünyanın en büyüğü olacak.” Besmele çekildi. İşte bu Besmele sırasında yorumların yorumunu Başbakan Recep Tayyip Erdoğan yaptı: “Bugün sadece İstanbul değil, Türkiye tarihî bir anı yaşıyor. 6 kıtanın, bütün dünyanın en büyük havalimanı, işte bugün, burada yükselmeye başlıyor. Bu havalimanı kamu kaynaklarıyla değil, özel sektörümüzün kaynaklarıyla, yap-işlet-devret modeliyle inşa edilecek. Havalimanının inşası özel sektör tarafından gerçekleştiriliyor. 25 yıl buranın işletmesini bu firmalarımız yapacak, ayrıca devlete de bunun karşılığında kira ödeyecekler. Kamu kaynaklarını kullanmadığımız gibi, bu havalimanı sayesinde kamuya çok önemli miktarda kaynak da kazandırmış oluyoruz. >> Aslında bu temel atma töreni ve söz konusu havalimanına ilişkin yorumları belki de bir yıldır, ta Gezi olayların- dan beri her gün yapıyorduk. Hafriyat işlemlerinin yapıldığı esnada kimi engellemelerle karşılaşılsa da kamu yararının ne demek olduğunu, lordlar ve baronların yararıyla eşdeğer görenlerin tuzakları tutmadı ve inatla başlangıcın başlangıcına Artık “Çözüm Yasası” ÇÖZÜM Süreci’nin yasalaşarak “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun” adını aldığı çalışma TBMM’de kabul edildi. >>Böylece terörün sona erdirilmesi ve toplumsal bütünleşmenin güçlendirilmesine yönelik siyaset, hukuk, sosyoekonomi, psikoloji, kültür, insan hakları, güvenlik ve silahsızlandırma konulu alanlarda adımlar atılacak. Gerekli görülmesi halinde, yurtiçi ve dışındaki kişi, kurum ve kuruluşlarla temas, diyalog ve görüşme yapılabilecek. Silah bırakan örgüt mensuplarının eve dönüşleri ile sosyal yaşama katılım ve uyumlarının temini için gerekli tedbirler alınacak. Çözüm Süreci kapsamında yapılan çalışmaların koordinasyonu ise Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı tarafından yürütülecek. Düzenleme kapsamında verilen görevler, ilgili kamu kurum ve kuruluşlarınca ivedilikle yerine getirilecek. Düzenleme kapsamında verilen görevleri yerine getiren kişilerin hukukî, idarî veya cezaî sorumluluğu doğmayacak. Buraya yalnız havalimanı değil, bir zafer anıtı dikiyoruz…” Hangi zaferi kastettiğini, dilerim bizi okuyanlar kadar okumayanlar da anlarlar… Balyoz sanıklarına tahliye ANAYASA Mahkemesi’nin “ihlal” kararı kapsamında Balyoz Darbe Planı üzerine açılan davada yargılanan tüm sanıklar tahliye edildi. Tahliyeden yararlanamayan birkaç sanığın ise başka davalar sebebiyle tutuklulukları devam edecek. Anadolu 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği karar doğrultusunda Silivri, Hadımköy ve Hasdal Askerî Cezaevi’nden tahliyeler gerçekleşti. Aralarında Em. Orgeneral Çetin Doğan, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Em. Oramiral Özden Örnek, eski MGK Genel Sekreteri Em. Orgeneral Şükrü Sarıışık gibi isimlerin de bulunduğu 92 kişi bu karardan yararlanmış oldu. temmuz 2014 21 Dünya Ajanda İsrail? Her zamanki gibi! İSRAİL’de her seçim, bir önceki Filistin zulmünün katlanarak genişleyeceği vaadiyle sürer ve bu vaad mutlaka yerine getirilir. İşte öyle bir kronolojide başladı her şey ve 10 Haziran 2014’te, İsrail Cumhurbaşkanlığı’na eski Meclis Başkanı Reuven Rivlin seçildi. Likud Partisi üyesi ve sert “sağcı” kimliğiyle –elbette- bilinen Rivlin, Kudüs doğumlu -hani Filistin toprağı olduğu halde bugün yakıp kavrulan şehirden-… cağından endişe edilen eşkıya devletin yüzsüzleri, “bin hedefi” bombaladıklarını açıklıyorlar. Demek ki bombalanan hedef binin de üzerinde ve Hamas’ın “İsrail askerî mevzilerine 77 roket attık” açıklaması bunun yanında hiç… Hatırlıyorum da Netanyahu, Hamas-Fetih anlaşmasına tepki olarak “Filistin barıştan yana değil” açıklamasını yapmıştı. Söz konusu “uçurum neye karşı koyuyor”? “Karşı koyan uçurum” Tevrat’ın hangi bahsinde geçiyor? “Sivilleri öldürmek istemiyoruz ama…” diye başlayan beyanların tiksinti verici yüzlerle arzından utanmalarını beklemiyoruz, ancak Tevrat’tan ayetler okuyarak bomba yağdırdıklarını izledikçe insanlığından utanıyor insan. Otorite kan kusturuyor, otorite cambazları Ramazan iftarları düzenliyor dünyanın bütün semavî dinlerinin mensuplarıyla. Otorite kan kusturuyor, emdiği kan yetmezmiş gibi kustukça daha fazla kan emmenin iştahına erişiyor ve otorite cambazlarının “dostları olanlardan dinlerinin emri gereği yapılan bu saldırılara elbette gık çıkmıyor, dua ile destek veriliyor”; Türkiye’nin Filistin hakkındaki dava sahiplenişini dünyaya şamar gibi patlatanın ardından ise işler çevriliyor. >> O günlerde İsrail, dünya kamuoyuna üç Yahudi yerleşimcinin kaybolduğunu duyurdu. Onları bulmak için elbette varını yoğunu ortaya koyacaktı. Doğru, varını gösterecek, ortada koskoca bir “yok” bırakacaktı. Önce Batı Şeria’da düzenlenen baskınlarda çok sayıda ev zarar gördü. Bu baskınlarda 55 kişi gözaltına alındı, daha sonra da bir mülteci kampında 9 kişi. Söz konusu baskınlarda birçok evin duvarları yıkıldı, Filistinlilere ait bilgisayar ve cep telefonu gibi birtakım özel eşyalara el konuldu. Hamas üyelerinin evlerine düzenlenen baskınlarda ise milletvekilleri ve eski bakanların da bulunduğu 150’den fazla kişi gözaltına alındı. Ancak söz konusu gözaltılarda ilginç bir detay vardı: Gözaltına alınanların çoğu, daha önce kaçırılan 22 temmuz 2014 İsrail askeri Gilad Şalit’in serbest bırakılması karşılığında tahliye edilen tutuklulardı. Üç Yahudi yerleşimcinin aranması hikâyesi devam ededursun, bir gün Filistinli 17 yaşındaki Hudayr, benzin içirtilerek yakılmış vaziyette bir şehit olarak bulundu. Otopsiye göre Hudayr, canlı haldeyken yakıldı. Bu otopsi haliyle İsrail’de yapıldı, ancak İsrailli yetkililerden hiçbir açıklama tabiî olarak gelmedi. Hudayr’ın şehadetinin ardından sokak eylemleri başlatan Filistinlilere haliyle İsrail askerleri müdahale etti. İsrail askerleri müdahale etti derken… Terörist devlet, Gazze’ye “Karşı Koyan Uçurum” mealindeki bir isimle askerî operasyon başlattı. 20 bin yedek askerini çağırarak sınırlara yığan yağma devleti, hayat tünelleri diye bilinen ve Filistin’in maalesef can damarı niteliğindeki geçitleri vurdu. Gerekçe, Hamas ve El-Kassam’ın İsrail topraklarına roketli saldırılarıydı fakat ne Hamas, ne de El-Kassam roket attığını kabul etti. Ortada, ustasından yalanların döndüğü zaten belliydi. İsrail her gece uçakları ve toplarıyla bombardımana tuttuğu Filistin’i ablukaya aldı. Haberleri düzenlediğimiz vakitlerde hayatını kaybedenlerin sayısı 200’ü bulmuştu. “Hayatını kaybeden Filistinli” demedik dikkat ettiyseniz, zira ölen veya yaralanan İsrailli yok, zira İsrail’e atılan top yok, roket yok. Her an kara harekâtı yapa- Filistin meselesinde Filistin’den tarafız. Tarafız her mazlumun yanında atamız Selçuk ve Ertuğrul gibi. Zira onlar, Hakk’ın emri gereğince saflarını belli ettiler. İşte biz bu yüzden “Bu meselede taraf olmayan bertaraf olur” diyerek sakız muhabbeti yapanlardan değil, “Filistin’den taraf değilsen zulme tarafsın” diyen gönüllülerdeniz. Otorite dostlarının inanç hoşgörüsü çikletiyle ağız gevelemeleri ortadayken hiçbir hoşgörü göstermeksizin ve dinlerinin emri üzere toplu cinayetler işleyen İsrail Devleti’ni Kahhar ism-i celilinle kahreyle ya Rab! Düştükleri zulmün pençesinden kurtulacak iman, akıl, siyaset ve fen gücünü her mazluma lütfeyle; kör ve sağır dünyanın kulaklarına ses, gözlerine fer ikram eyle. Sen ki Kadir-i Mutlak’sın, bizler aciziz ve bütün ümitlerimizi Sana bağladık… (Âmin.) Ömer Bekir Sadık // obsadik.ajanda@gmail.com 3. Havalimanı Frankfurt’u korkutuyor LAFI evelemeye gerek yoktu ki geçen yıldan beridir kimlerin neler yaptığını park bahçe eylemlerinden biliyorduk. İşte bu noktada bir itiraf ve alçak bir planın anatomisini sunan kişi, Frankfurt Havalimanı ile ülkemizde Antalya Havalimanı’nı da işleten Fraport’un Yönetim Kurulu Başkanı Stefan Schulte oldu. >> Schulte, İstanbul’a yapılacak üçüncü havalimanının kendileri için “üstesinden gelinmesi gereken bir sınama” olacağını söyledi. Alman Haber Ajansı’na konuşan Schulte, 150 milyon yolcu kapasiteli bu havalimanının, Frankfurt Havalimanı’nın büyümesini olumsuz etkileyeceğini belirtti. Avrupa’nın üçüncü büyük havalimanı olan Frankfurt Havalimanı, güçlü iç pazar için büyük önem arz ediyor ve Avrupa’daki turizm trafiğinin de en önemli duraklarından biri. İstanbul’a Antalya gibi bakamayan Schulte, Almanya’nın bakışlarının böylelikle tahlilini yapma imkânı sunuyor. Acaba İstanbul’daki üçüncü havalimanının yapım ve işletmesini cumhurunun başı SONUNDA emeline vardı ve Mısır’a Cumhurbaşkanı oldu darbeci Sisi. Katılım oranıyla eleştirilen Mursi’nin seçimini mumla aratan Sisi, yüzde 9’un seçtiği cumhurbaşkanı olarak tarihe azınlık cumhurunun başı olarak geçecek. kendileri kazansalardı aynı açıklamayı yaparlar mıydı? Geçen yıldan bu yana gerçekleşen üçüncü havalimanı engellemelerini görmez miydik? Doğru ya, üçüncü havalimanı İmama baltalı saldırı SON yıllarda sanırım Avrupa’daki ırkçı saldırılardan bahis açılsa ilk akla gelecek kişi Anders Breivik olacaktır. Norveç’te onlarca kişiyi gözünü kırpmadan ve bir ibadet huşusu Sisi: Azınlık içinde katleden Breivik’in ülkesi Norveç’te bu kez de bir cami imamına baltayla saldırıldı. Olay, yabancıların yoğun olarak yaşadığı Grönland semtinde geç saatlerde meydana da yerli sermaye, tüh!.. Fraport şirketi İstanbul’da yapılacak yeni havalimanının inşası ve işletmesi için bir Türk partnerle birlikte ihaleye girmiş, ancak kazanamamıştı. geldi. Yatsı namazını kıldırmak üzere evinden çıkan imam Nehmat Ali Shah, bu sayfalardan “Norveç’te ezan” haberiyle de duyurduğumuz ülkenin en büyük camii olan Ehl-i Sünnet Camii’ne yürüyerek gittiği sırada yüzü maskeli bir kişinin saldırısına uğradı. Saldırıdan sonra hastaneye kaldırılan Shah’ın durumu iyiye gidiyor. Bahsini ettiğimiz ezan haberini işlediğimiz günlerde, Norveçli ırkçı ve uç zihniyete sahip kişilerin cami ve ezana sert şekilde karşı çıktıklarından bahsetmiştik. Öyle ki aynı caminin kapısına daha yaklaşık iki ay önce kesik bir domuz başı konulmuştu. Dünyadaki İslamofobyaya değinirken bu tür saldırıları fazla mı atlıyoruz ne? Hani neredeyse bu tür saldırıları yapanlar bile “Müslüman teröristlerden korktuğum için yaptım” diye kendilerine müdafaa yolu açacaklar; endişemiz büyük… Anayasa Mahkemesi’nde yapılan yemin töreniyle Adli Mansur’dan görevi devralan Sisi, hani bizim “Şaka gibi!” diye niteleyeceğimiz bir konuşma yaptı: “Mısır bugün tarihî bir âna tanıklık ediyor. İlk kez görev süresi dolan bir cumhurbaşkanı, el sıkışarak, görevini seçilmiş bir cumhurbaşkanına devrediyor.” Zaten bu cümleleri duyduğunda insanın tüyleri ürperiyor. Mısır’da ilk kez el sıkışılarak bir devir yapılmışmış… Daha sonra da şöyle diyor Sisi: “Mısır gibi değerli ve özel bir ülkeden mesul olmak, büyük bir sorumluluk gerektiriyor. Cumhurbaşkanı olarak seçilmem, özellikle samimi bir şekilde Mısır’a yardımcı olanlar başta olmak üzere, tüm dünya için yeni bir tarihin başlangıcı olacak. Terörle mücadelemiz sürecek.” Terörle mücadeleden maksadı, sanırım ihanet darbesini vurduğu Mısırlılar ile Müslüman Kardeşler oluyor. Zira dünyada zulüm saçan bütün liderler bu tür bir mücadeleden bahsediyor. Bu arada Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül de Sisi’yi tebrik etti. Maalesef… temmuz 2014 23 Dünya Ajanda Aynı babası! Uygur bölgesinde SURİYE’de gerçekleştirilen devlet başkanlığı seçimini yüzde 88,7’lik (!) oy oranıyla Beşşar Esed kazandı. Suriye Halk Meclis Başkanı Muhammed Cihad el-Lahham’ın iddiasına göre seçime katılım oranı yüzde 73,42. Hani mezar oyları denen şey böyle oluyor sanırım. >> Bu arada Şam’da, televizyonlarda devlet başkanlığı seçimini Beşşar Esed’in kazandığının duyurulmasından sonra açılan kutlama ateşinde 7 kişi hayatını kaybetti. Adamı sevmek ölüm, yermek ölüm… Seçimlere dair Suriyeli muhaliflerse internet üzerinden yayınladıkları fotoğraf ve görüntü kayıtlarıyla meşruiyeti sorgulanan seçimi daha da tartışılır hale getirdiler. Söz konusu belgelere göre Esed rejimi, kontrolünde tuttuğu bölgelerde “esir” vatandaşları ve kamu çalışanlarını oy vermeye zorluyor. Yine bir seçim merkezinden alınan görüntüde, cep telefonundan kimlik bilgilerini gönderen bir Suriyelinin yerine oy kullanıldığı görülüyor. Öte yandan devlet televizyonundaki canlı yayında farkında olmadan ekranlara yansıyan ifadeler hayret uyandırdı. Canlı yayında olduğunu fark etmeyen spiker, görüş almak için hazırlandığı vatandaşlara “Sizden ‘Seçimler çok iyi bir ortamda geçiyor. Seçimlere katılmak için İdlib’den geldik’ demenizi 24 temmuz 2014 istiyorum” şeklinde bir telkinde bulunuyor. Elbette Esed’in varlığı gibi seçimi de meşruiyet açısından sıkıntılı. Hama ve Humus’la başlayan ve günümüzde her haliyle iç savaşın yaşandığı Suriye’de rejimin her hareketi öldürmeye yönelik. Esed rejimine bağlı birlikler, muhaliflerin kontrolünde yer alan Bayırbucak Türkmen bölgesindeki köylere hava saldırılarında bulunuyor. Daha önce rejim güçleri Lazkiye kırsalında yer alan Cebel Ekrad bölgesine de kara ve hava saldırısı düzenlemiş, Bayırbucak’a yakın bölgedeki Keseb kasabasını ele geçirmişti. Bu arada Suriye’de Esed’den dört yıldır beklenen genel af da ilan edildi. Söz konusu afta en çok dikkat çeken kısım, “firarî ve kanun kaçaklarının ancak teslim olmaları halinde karardan faydalanabilecekleri”. İç savaşın devam ettiği Suriye’de Esed rejimi daha önce de birkaç kez af ilan etmiş, ancak genel af boyutunda olmamış ve net şekilde duyurulmamıştı. 13 idam ÇİN’in Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde 13 kişi, “terör faaliyetleri düzenlemek, kasten adam öldürmek ve kundaklama” iddiaları ile idam edildi. Çin, bu ve benzeri davalarda şüphelilerin yargılama sürecine ve isnat edilen suçlara ilişkin ayrıntılı bilgileri kamuoyu ile paylaşmıyor. Ülkede “bölücü” oldukları iddia edilen kişilerin aldıkları cezalar ve ceza infazları sadece resmî medya kanalıyla kısıtlı şekilde duyuruluyor. Dolayısıyla söz konusu 13 soydaşımızın hangi gerekçelerle tutuklanıp nasıl idam edildiklerine dair bilgi edinemiyoruz. Ancak Çin’in uyguladığı hukuksuzluğun farkındayız. Zira “bölücü” diye nitelediği insanlar zaten “özerk”, yani bölünmüş bir çerçevedeler. Bu noktada artık Doğu Türkistan halkının Çin zulmü altında ezilmesine tahammülümüz kalmadı! Eş-Şebab dehşet saçıyor KENYA’da, Afrika’nın baş belası olan Eş-Şebab tarafından düzenlenen ve yüzlerce kişinin hayatını kaybetmesine sebep olan saldırıların ardından, Mpeketoni’deki Müslümanlar, olası saldırılardan korunmak için bölgeyi terk ediyorlar. Hıristiyanların yoğun olarak yaşadığı Mpeketoni’nin Lamu bölgesinde Hıristiyan milislerle Eş-Şebab arasındaki gerginliğin artması Müslümanları tedirgin ediyor. Çünkü bu çatışmalar sırasında Eş-Şebab, güya Müslümanları Hıristiyanlara karşı temsil ederken Müslüman evle- rini yakıp yağmalamayı ihmal etmiyor. Bölgedeki Müslüman etnik grup olan Swahililer, işte bu yüzden daha sakin yerlere göçmeye başladılar. Yani Afrikalı Müslümanların hepsine aynı senaryo: “Savaş var! En iyisi mi siz bu toprakları terk edin…” Bu ortamdaki en ilginç durum ise şu: Bölgede Müslüman kıyımı yapan örgüt İslam ile lanse edilirken ve Müslümanlar bu örgüt yüzünden topraklarını terk etmek zorunda kalırken, Müslümanların topraklarını terk etmemeleri için uğraşanlarsa bölgedeki Hıristiyan komşuları… İran, Türk taşımacılardan “yakıt fark ücreti” alıyor İRAN petrol satışında bir devrime imza atıyor. Yalnız bu petrol satışı, öyle uluslararası anlaşmalar veya lider görüşmeleriyle filan resmedilen satışlardan değil, bayağı benzin istasyonundaki pompa satışı. Ne yapıyor peki? Türk taşımacılarından “her bir sefer için tek yönde ortalama 750 dolar” yakıt fark ücreti alıyor. Türkiye’de akaryakıt fiyatlarının yüksekliğinden haberdar olan İran, belli ki kendi topraklarında daha ucuz olan akaryakıtın, Türkiye endeksiyle farkını kapatmaya çalışıyor. Belli ki “Her zaman Türkiye’de mazot alan kamyonların ne günahı var? Kul hakkı geçmesin!” diye düşünmüşler. Şaka bir yana, bu uygulama yalnız Türk nakliyecilere uygulanarak hukuksuzluğun zirvesini gösteren örneklerden birini teşkil ediyor. Yunanistan’a ikinci uyarı AVRUPA Konseyi’nin karar organı olan Bakanlar Komitesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Batı Trakya’daki Türk azınlıkla ilgili verdiği kararlara saygı göstermediği gerekçesiyle Yunanistan’ı ikinci defa uyardı. Batı Trakya Türklerinden olan Hasan Bekir Usta ve arkadaşları, Yunanistan’ın insan haklarına aykırı bir hukuk uyguladığı gerekçesiyle meseleyi AİHM’ye taşımış, ancak Yunan makamlarından gerekli karşılık alınamamıştı. Usta ve arkadaşlarının 1995’te kurduğu “Evros Valiliği Azınlık Gençlik Derneği”, mahkeme tarafından kuruluş nedeni gerekçe gösterilerek kapatılmıştı. Yunanistan’ın hukuksuzluğu 19 yıldır sürüyor... Teşekkürler Avrupa! İkinci uyarı şarttı (!)… Nijerya’da terör daha da hızlandı GEÇTİĞİMİZ aylarda Nijerya’daki terör eylemlerinden ve özellikle Boko Haram adlı terör örgütünden bahsetmiştik. Afrika’nın yaşadığı sürekli iç savaşların altyapıları daima hazır tutuluyor. >> Bunlardan olan bir hamle de Nijerya’nın kuzeyindeki Yobe eyaletinin başkenti olan Damaturu’da maç izlemek için toplanan 50 kadar kişinin bulunduğu bir mekânın yakınında düzenlenen bombalı saldırı oldu. 14 kişinin öldüğü, 26 kişinin yaralandığı saldırı, 2014 FIFA Dünya Kupası karşılaşmalarından Brezilya-Meksika maçının oynandığı sırada gerçekleşti. Damaturu, Boko Haram örgütünün güçlü kalelerinden olan Borno eyaletinin başkenti Maiduguri’ye neredeyse komşu. Dolayısıyla daha öncelerde de Boko Haram militanlarınca düzenlenen birkaç bombalı saldırının hedefi olmuştu. Ortadoğu’da IŞİD, Afrika’da Boko Haram, Eş-Şebab derken, “İslam’la lanse edilen bu terörist örgütlerin Müslümana zarar vermedikleri bir toprak parçası var mıdır acaba?” diye düşünüyor insan. Barzani: “Referanduma gideceğiz” IŞİD’in savurduğu Irak’ta ayrılık sesleri yükseliyor. Irak Kürt Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani, Kerkük ve diğer sorunlu bölgelerde, Irak Anayasası’nın 140. Maddesi çerçevesinde referanduma gideceklerini açıkladı. >> Barzani, Birleşmiş Milletler (BM) Irak Temsilcisi Nikolay Miladinov’u kabulünde yaptığı konuşmada, Irak ordusunun çekilmesinin ardından Peşmergenin kontrolü sağladığı bölgelerde referanduma gideceklerini belirtti. Irak Anayasası’na göre statüsü netleştirilmeyen bölgelerde aslında 2007 yılında referandum yapılması gerektiğini hatırlatan Barzani, “Ancak bizimle ittifak kuran Bağdat’taki yöneticiler bu uygulamanın karşısında durdular. Yaptığımız anlaşmadan geri adım attılar. Maalesef Bağdat’ın yanlış siyaseti ve diğer unsurları dışlaması sonucu sorunlar derinleşerek bugün yaşadığımız krizi ortaya çıkardı. Bu krizin ortaya çıkmasına neden olanlar, siyasetlerinin çöktüğünü kabul ederek yeni bir sürecin önünü açmalıdırlar. Krizin çözümü, Bağdat’ın siyasetini değiştirmesinden geçiyor” dedi. Ortadoğu’nun sıcaklığı hiçbir dem düşmüyordu ki Irak’ın savruluşu çok şeylere gebe kaldı. Artık doğacakların normallikle mi, yoksa sezaryenle mi ortaya çıkacağı merak konusu. Türkiye’nin bu noktada alacağı pozisyon ise belki de dünyada en çok bekleneni. temmuz 2014 25 MEDYA AJANDA Medya Ajanda 26 IŞİD’iniz gücünüz metni ve de bu metnin hemen altında da Efendimiz’in (s.a.v.) yüzüğünde yer alan ve kaleme aldırdığı mektup ve anlaşmalarda kullandığı “Allah Resulü Muhammed” yazılı mühür bulunuyor. S Bütün İslam sembolleriyle dolu flamanın “IŞİD bayrağı” olarak özellikle yayınlanması ve tüm dünyaya az sonra bahsedeceğimiz haberlerle servis edilmesi bütün bu kepazeliği yeterince anlatıyor. yok mu sizin? ANIRIM bu ayın en öncelikli konusu IŞİD oldu. İsmi “Irak-Şam İslam Devleti” olarak açılan örgütün IŞİD şeklindeki kısaltma adının Türkçedeki telaffuz zorlanması medyamızdaki günümüz yazı işleri tayfasının hız düşkünlüğüyle birleşince sürekli İŞİD, hatta İŞİT biçiminde tekrarlanması gülünçtü. temmuz 2014 Benim aklıma “IŞİD” dendiğinde hemen Adana’da durdurulan MİT tırları ve dolayısıyla vatana dibine kadar yapılan ihanetin pespayeliği geliyor. Evet, ille de bu olayı hatırlıyor ve zaten unutamıyorum. Durdurulan MİT tırları üzerinden her gün Türkiye’nin bu söz konusu terör örgütüne sahip çıktığı ve ona silah yardımı yapmak amacıyla o tırları gönderdiği yalanı alçak iftiralarla sunulup durulmuştu. Ancak Allah, bu oyunun nihayete erişini bütün dünyaya bambaşka bir hayırla göstermişti. Bu oyunun ayyuka çıkışından çokça zaman geçmedi, ancak gündemin yoğunluğunda bunalan topluma IŞİD bambaşka bir suretle gösterildi ve bu ülkede altı ayda neler olduğu unutturulmaya çalışıldı. Rotasını Suriye’den güya Irak’a çeviren IŞİD, önce Musul’u düşürdü, Başkonsolosumuzu, ailesini, çalışanlarımızı ve şoförlerimizi rehin aldı, Şii katliamı yaptı, Telafer’e hâkim oldu, Türkmenlere kıydı ve zorunlu göçe zorladı, büyük petrol rafinerilerini ele geçirdi derken, bir haber gördük ki küçük bir çocuğumuz, Suriye sınırında, birkaç aydır IŞİD için çarpışırken yaralandığı için “resmen” ülkesine, yani Türkiye’ye iade edilmiş vaziyette bulundu. Rabbim kendisine şifa, ailesine de sabır versin, bu yavrumuzun yaşı ve oturduğu muhit üzerinden bir kara propaganda sağanağı daha yedik. Nasıl mı? Zaten şu bizimkilerin yazı işleri tayfasının pek de haber içeriğiyle arası da yok; bu aşikâr... Zira bu örgütle alakalı tüm haberleri kirletmeye çalıştıkları İslam’dan habersizce yayına vermeleri ve örgütün kimliği ve neye hizmet ettiği fikrinden yoksun olmaları her şeyi açıklıkla gösteriyor. Söz konusu örgütle yürütülen kara propaganda ile örgüt üzerinden İslamî metin ve semboller öyle ayağa düşürülmeye çalışılıyor ki bir algı hücumuna tutulan toplumda bütün normaller olağandışı hale getiriliyor. Örgüt tarafından kullanılan ve medya eliyle aşağılanan en mühim ve en basit sembol, “IŞİD bayrağı” olarak lanse edilen flama. Bu flamada öne çıkan ve İslam adına son derece normal olan dinî ve tarihî üç parça var. Bu üç parça da iç içe kullanılıyor ki flama, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) kullandırdığı ve savaş ile anlamlandırılan “siyah sancağın” siyahını taşıyor. Bu siyah fonun en üstünde Arapça Kelime-i Tevhid, yani “Allah’tan başka ilah yoktur” Söz konusu yavrumuz, Ankara’nın Altındağ ilçesinde ikamet eden bir ailenin çocuğu. Beş arkadaşıyla birlikte ve aynı bölgeye giden ağabeyinden aldığı cesaretle Esed muhaliflerinin yanında savaşmak için Suriye’ye geçmiş kaçak yollarla. Daha 15 yaşında. Bu genç kardeşimize dair haberi gördüğüm an, aklıma başrollerinde Ozan Bilen ve Ali Sürmeli’nin oynadığı “Girdap” adlı Türk yapımı film geldi. Gerçek bir hikâyeden yola çıkılarak çekilen Girdap’ta, İstanbul’a üniversite eğitimi için gelen gencin, arkadaş eliyle İslam kodlu sohbetlere gidip gelirken nasıl bir intihar komandosu olduğu anlatılıyordu. Gencin bu aşamaya gelmesindeki en önemli araç, mazlum coğrafyalarda Müslümanların başına gelen korkunç zulüm görüntüleriydi. Evet, bizim Altındağlı yavrumuzun da verdiği ifade aynı şeye karşılık geliyor ve internette izlediği görüntüler sebebiyle oraya gitme kararı aldığını söylüyordu. Gelelim buradan devamla Hacı Bayram haberlerine. Ankara’nın en bilindik İslam Uluğ Bayındır // ulugbayindir.ajanda@gmail.com hafızası Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri’ni işaret eder. İslam tarihi Ankara’da daha eski olsa da onun kutbu’l evliya oluşu bu düşünceyi uyandırır. Hazretin cami ve türbesinin bulunduğu Ankara ilçesinin adı da ne tevafuktur ki Altındağ’dır. Size IŞİD bayrağındaki üç sembolün ardından dördüncü kuşun da nasıl vurulduğunu anlatabiliyor muyum? Bu medya, sırf Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri’nin kabir etrafı ile ilgili dosya haberler yaptı. Başbakan Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın da gittiği lokantayı IŞİD’ci yapan medya, Ankara’da manevî tasarrufundan himmet bekleyen ve Hacı Bayram’ı çok seven Müslümanları ve Erdoğan destekçilerini şimdi kim bilir ne yapmazdı? Fakat Allah’ın izniyle bu tuzaklar tutmadı, tutmayacak. Sonra İstanbul’daki bir tişört satıcısının haberlerini gördük. “IŞİD İstanbul’da” başlıklarıyla verilen haberde yayınlanan fotoğraflarda “tek” görülen şey, yukarıda bahsini ettiğimiz “Peygamber (s.a.v.) mührü”. Şimdi aynı mührün söz konusu olduğu bir başka haberi taşıyalım buraya. Haber şöyle: “(Başlık) Arabanın arkasında o işareti görünce... Adana’da, terör örgütü IŞİD’in de kullandığı Arapça harfler bulunan çıkartmanın yapıştırıldığı otomobil trafikte dikkat çekti. Arka camında ‘Zalimler için yaşasın cehennem’ yazan ve amblem bulunan otomobil, kentin en işlek noktalarından olan Mücahitler Bulvarı’nda ilerledi. İçerisinde iki kişi bulunan otomobilin üzerinde IŞİD’in de kullandığı çıkartmayı görenler, araçlarının kornasını çalarak duruma tepki gösterdi. Bir süre trafikte ilerleyen araç, daha sonra gözden kayboldu. Sosyal medyada bazı vatandaşlar, söz konusu mührün ‘Peygamber mührü’ olduğunu belirtip duruma tepki gösterdi.” Dedik ya, bu algı operasyonuyla normaller olağandışı hale getirildi. “Zalimler için yaşasın cehennem” biçimindeki söz, Bediüzzaman Said-i Nursî’ye ait. Bir arabanın arkasına yazılı olması, “Aşıksan vur saza, şoförsen bas gaza” kadar normal bir şeydir. Bu durum, bir tür meşrep ve fıtrat meselesindendir. Araba zaten “Mücahitler Bulvarı”nda seyrediyormuş (!); bütün şeriatçılığıyla IŞİD’ci olduğu belli bu iki kişinin. Hele mührü görenler basmışlar kornalarına, “Bize mi çalıyor bunlar?” diye afallayan iki kanka basmışlar Bağdat’a doğru, gözden kaybolmuşlar (!)… “Allahu Ekber” deyince… S İYAH sancak, Kelime-i Tevhid, Peygamber (s.a.v.) mührü, Hacı Bayram-ı Veli ve Ramazan’da oruç tutmama sembollerinin ardından, bir başka sembol olan “Allahu Ekber” tekbirini içeren bir haberi işleyeceğiz şimdi de. Yahu hele bu mühürden ne istediniz? Sosyal medyada bazı kişiler “Peygamber mührü” diye tepki göstermişler de lütfedip ahmakça yayına sürmüşler. Eğer bir kez araştırmış ve biliyor olsalardı o mührün özelliğini, zaten diğer haberleri de yapmazlardı. Fakat bunu bilmek gibi bir dertleri yok, zira istedikleri her an kuş vurmak… Bir ara şu da geldi aklıma: Yaklaşık iki yıldır Adnan Oktar’ın kedicikleriyle ilgili haberle İslam’ı bir erotizm malzemesi haline getirmeye çalışıyor bu medya; bir gün olsun kedicik yayınların kesitler alırken hiç mi görmemişler aynı mührün Adnan Oktar tarafından da kullanıldığını? IŞİD’le kedicikleri bir arada düşünemezler değil mi? IŞİD’le ilgili son kuş da Ramazan ile ilgili. Oruç tutmayanlara kırbaç cezası uyguladığını Twitter aracılığıyla duyuran örgüt, ele geçirdiği bölgelerde oruç tutmayanları tespit ettikten sonra çeşitli şekillerde cezalandırdığını gösteriyor. Bizim medyanın haber şekline göre IŞİD, El-Bağdadi’nin halife ilan edildikten sonra hâkim olduğu yerlerde şeriat kanunlarını geçerli kıldı; tıpkı Taliban gibi. İşte bütün bu iç karartıcı operasyonların arasında bize yine her bayram olduğu gibi “Bayramsa bayramınız mübarek olsun” demek düşecek ağız ucuyla. Eğer size özel verilecek bir lütuf olsaydı, bunun şu garabet medyayı susturmak olmasını istemez miydiniz? Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde bombalı saldırılarda çok sayıda kişi hayatını yitirmiş, kızını ve torununu kaybeden 72 yaşındaki Döne Kuvvet’in yaşadığı acı patlamaların simgesi olmuştu. >>Haber şöyle: “İstanbul’dan Şanlıurfa’ya giden yolcu otobüsündeki A.K., sabaha karşı ‘Allahu Ekber’ diyerek elindeki bıçakla etrafına saldırıp üç yolcuyu boynundan ağır yaraladı. A.K., iddiaya göre sabaha karşı, diğer yolcuların uyuduğu sırada eline aldığı bıçağı ‘Allahuekber’ diyerek yolcuların boyunlarına saplamaya başladı. Saldırgan, otobüsteki panikten yararlanarak kaçtı. Yaralılarsa olay yerine gelen ambulanslarla Ankara’daki çeşitli hastanelere kaldırılarak tedavi altına alındılar. Jandarma olayla ilgili soruşturma başlattı.” Geçtiğimiz cinayetler döneminde de bu tür vakaları görmüştük. Rahip Santoro’yu öldüren gencin zihinsel ve ruhsal problemleri olduğu, hatta kendisinin mahalle delisi olarak bilindiği dahi söylenmiş, ardından da Kur’an okur vaziyetteki fotoğrafları servis edilmişti. Geçen sene Reyhanlı’yı kana bulayan eylemin Türkiye’nin eğittiği iftirası atılan El-Kaideci Nusra’ya yüklenmesi için ikinci bombanın patlamasının ardından çekilen ve internette defalarca paylaşılan “Allahu Ekber”li videoyu da unutmayalım. Tam da pörsümeye yüz tutmuş bir İslamofobyadan bahsedecekken İngiltere’deki olaylarla başlayıp en son IŞİD ile zirveye tırmandırılan bu konunun sonunun gelmeyeceği aşikâr. Ancak böylesi haberlerin yerli yersiz ve gerçekliği ve aslı astarı ortaya çıkarılmadan sürekli topluma sunulması tedirgin edici. Söz konusu olaya dair haberler iki gün boyunca servis edilirken, saldırganın yakalanması haberine neredeyse yer bile verilmedi. Hâlbuki daha sonra yakalanarak ifadesi alınan A.K.’nın şizofren olduğu zannıyla tutuklu olarak kontrole alındığı açıklandı. İşte telaşımızı arttıran ikinci mahallenin delisi vakası da burada başladı. Bugünden sonra acaba kaç mahalle delisi haberi duyacağız? Anıtkabir’e elinde Kur’an girip “Putlara tapmayın!” diyenleri mi, yoksa sokak ortasında mini etekli kızlara tekme tokat savuranları mı haber yapmazlar sizce? temmuz 2014 27 MEDYA AJANDA Medya Ajanda 28 Mehmet Tezkan: “Erdoğan da, Gül de iyi rol yapmış...” M İLLİYET gazetesi yazarı Mehmet Tezkan’ın, kendisine ait “Aslında ne oldu?” başlıklı bir köşesi vardır. Bu köşede hep meselelerin asıllarına (!) değinir. 1 Temmuz 2014 tarihli “Erdoğan da, Gül de iyi rol yapmış” başlıklı yazısını okuyunca, Başbakan Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’na adaylığının altında nelerin yattığını, aslında ne olduğunu öğrenmiş olarak sizin de aslında ne olduğunu bilmenizi istedim(!). Yalnız Mehmet Bey’in penguenlere türban giydirme gibi bir hastalığının olduğunu hatırlatayım da gülme krizine girmeyin… I IŞ LM IN AY >> Bu arada Mehmet Bey, Abdullah Gül epey kırılmış, dünyası yıkılmış adamcağızın. Başbakan Erdoğan’a örtülü şekilde “O zaten yalancı” derken, Abdullah Gül’e “Ama sen de mi?” demesi çok trajik. Neyse, sizi yazıyla baş başa bırakayım. “Aslında sizi, bizi, hepimizi kandırmışlar. Cumhurbaşkanı ile Başbakan çoktan konuşmuş, anlaşmış. Gül aday olmayacağını Erdoğan’a söylemiş, ‘28 Ağustos’ta görevim temmuz 2014 biter’ demiş. Ne zaman söylemiş? 30 Mart yerel seçimlerinden önce... Mart’ı saymayalım, aradan üç ay geçmiş. Üç aydır tiyatro mu seyrediyoruz? Gül aday olmayacağına göre başka alternatif var mıydı? Yoktu... Ya Gül olacaktı, ya Erdoğan… Meğer çoktan anlaşmışlar; kurdele kesilmiş. Seçimden iki gün sonra Cumhurbaşkanı ile Kuveyt’e gitmiştik. Gece I AT D L A sohbetinde Cumhurbaşkanı seçimi konusu da açılmıştı. Gül, ‘Zamanı gelince konuşuruz diyordum, günü geldi, oturup konuşacağız’ demişti. Meğer oturup konuşmuşlar. Gül’e ‘Adaylığı düşünür müsünüz?’ diye de sormuştuk. ‘Bir şey söyleyemem. Oturup konuşalım bakalım. Muhakkak ki benim de düşüncelerim var’ demişti. Meğer söyleyeceğini çoktan söylemiş. Anlaşılan o ki, Gül o gece bize doğruyu söylememiş, bizimle oynamış, rol yapmış. Başbakan’ın istişare toplantılarına ne demeli? Milletvekillerini kampa almasına, sivil toplum kuruluşlarını dolaşmasına, sık sık iç kabineyi toplamasına, son defa Cumhurbaşkanı ile istişare yaptıktan sonra ‘Adayımız için karar vereceğiz’ demesine? Kurdeleyi Mart’ta kesmişler. AKP yerel seçimde tepe taklak olsaydı sonuç değişirdi, ayakta kaldığına göre… İki aydır meşguliyetle tedavi halindeyiz... Şimdi diyecekler ki, ‘Siyaset bu! Bazen rol yapılır, rakipler kollanır. Bazen tansiyon yükselsin, beklenti artsın istenir”. Başbakan’ı anlıyorum, sonunda siyasetçi. Devlet Başkanı’nın rol yapmasını anlamadım, adaylık tiyatrosuna katılmasını yakıştıramadım. ‘Mağdurlar’ mağrur arıyorsa gitsin görsün; Star’dan Mustafa Karaalioğlu yazdı, Başbakan Erdoğan’ın temsil ettiği muhafazakâr kesim hâlâ mağdurmuş, hem de 100 yılı aşkın bir süredir mağdurlarmış. 100 yıllık mağduriyetin 2010 referandumuyla başlayan Yeni Türkiye süreciyle hemen telafisi mümkün değilmiş. 100 yıllık mağduriyet üç yılda giderilmezmiş. 2002-2010 arasını saymıyor muyuz? Saymıyoruz!.. Milat 2010 mu? Tam değilmiş, 17 Aralık 2013 milatmış. Yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun düğmesine basıldığı tarih… Milat o günmüş. Mağduriyetlerin telafisi o gün başlamış. Topu topu altı aydır… 11 buçuk yılın günahı? Cemaatin... Bu sebeple yüzde 70’lere varan mağdur kitlenin Erdoğan’a hâlâ ihtiyacı varmış. Doğru, memlekette mağdur olan çok, ama mağdurları gören iktidar yok. Çünkü AKP mağrur oldu. İspatı mı? Bugün yapacakları aday açıklama toplantısına bakın; o şaşaa başka partide var mı? Mağrur arayan, yok yok mağdur (!) arayan ATO Kongre Merkezi’ne gitsin…” BU PARALELCİLER İYİCE AZITTILAR, ANCAK HER ŞEYİN BİR SONU VARDIR MUHAKKAK… RABBİM TÜRKMEN GARDAŞLARIMIZA YARDIMCI OLSUN, ONLARIN DAİMA YANINDA OLACAK ÜLKEMİZİ ONLARSIZ, ONLARI DA BİZSİZ KOMASIN… Yabancı yapınca Paralele tekzip üstüne tekzip RANSA’da yerli ve yabancı birçok hazır giyim markasının bir araya geldiği bir moda fuarı gerçekleştirildi. Paris’te düzenlenen fuarın bu yılki onur konuğu Türkiye idi. B U ay paralelkenar medyanın kenarlıklarını bahsetmemeye dair çok düşündüm, ancak ille de yazılmak isteyen serseri bir huya sahip. >> Bilindiği gibi IŞİD’in Irak’taki terör eylemleri ve şehir ve de rafinerilere bir bir hâkim oluşu gündemde. Musul’un ardından Telafer’in düşmesi ve Kerkük’te de çatışmaların yaşanması Türkmen gardaşlarımızı ve dolayısıyla bizi yakından ilgilendiriyor. Adana’da durdurulan MİT tırları eğer durdurulmayıp vazife gereği hedefe ulaşmış olsaydı bugün Türkmen gardaşlarımızın acısı belki de bu kadar derin olmayacak, kıymetli bir basiret ve önleyici güç etkinliği gerçekleştirilmiş olacaktı. Bölgede Türkmenlerin kitle sesi olan Irak Türkmen Cephesi’nin şu an liderliğini yürüten Erşad Salihî, IŞİD’in de dâhil olduğu birçok eyle- min hedefi olmuştu. Salihî, maalesef bölgedeki tek silahsız güç olarak nitelenebilecek Türkmenlerin huzursuzlukla mücadelesine değinirken muhatap olarak yalnız Türkiye’yi alıyor, sadece ülkemizden yardım istiyor. Neredeyse ülkemizdeki bütün televizyon ve gazetelere konuşan Salihî, sürekli biçimde de bu durumu dillendirdi. Ancak kendisine atfen bir gazetede yayımlanan “Türkiye’yi mukaddes bilirdik. Şimdi ise para, petrol ve ticaretten başka bir şey ifade etmiyor” şeklindeki sözleri bizim medya açısından tam bir utanç manzarasıydı. Salihî, vakit kaybetmeksizin bu demeci yalanladı. Salihî, bir gazeteye (!) verdiği demecinin çarpıtılarak yayımlandığını belirterek şunları söyledi: “Bir basın kuruluşu, ağır şartlar altında şahsımla yaptığı röportajda, metin içerisinde yer almayan sözlerimi manşete çekti. ‘Biz Türkiye’yi mukaddes bilirdik. Şimdi ise para, petrol ve ticaretten başka bir şey ifade etmiyor’ şeklindeki sözler kesinlikle bana ait değildir. Türkmenler, Türkiye’den çok şey bekliyor. Biz, Türkmenler olarak Türkiye’yi mukaddes bir merci olarak biliyoruz. Sözümün bir kısmının alınıp çarpıtılarak manşete taşınmasına üzüldüm. Bizim Türkiye’den başka kimimiz var, başka kime dayanacağız? Türkiye’nin Kuzey Irak’la önemli petrol ve ticarî ilişkileri var, bunlara saygı duyuyoruz.” Bu paralelciler iyice azıttılar, ancak her şeyin bir sonu vardır muhakkak… Rabbim Türkmen gardaşlarımıza yardımcı olsun, onların daima yanında olacak ülkemizi onlarsız, onları da bizsiz komasın… işler değişir F >>Türkiye’den 50 önemli marka ve tasarımcının katıldığı fuarda dünyanın da çeşitli ülkelerinden gelen 2 bini aşkın marka yer aldı. Canlı animasyonların sahnelendiği fuarın temalarından biri de “Saray” idi. Tema böyle, onur konuğu da Türkiye olunca fuarda ülkemiz, o bilindik oryantalist Batı mantığıyla zannedilen harem zevkine hapsolmuş canlandırmalarla anlatıldı. Bizim medya bu durumu görünce ne yaptı? “Rezalet! Türkiye’yi böyle tanıttılar” diye bastı manşeti… Fuara dair yapılan yorumlardan biri, söz konusu haberin hangi zihinle yapıldığını gayet iyi anlatıyordu: “Sabahtan akşama Osmanlıcılık oynarsan böyle olur…” Hani oğlan kelimesinin argoyla söylenen şeklini çekerek bir ünlem düşüyor ve soruyorum: Kendi tarih kitaplarımızda, televizyon dizilerimiz ve filmlerimizde, hatta bütün tahayyüllerimizde kendi kendimizi öyle anlatıp ecdada çamur atarken bir şey yok da elin adamı anlattığınız gibi canlandırınca mı var cazgırınız? Siz neden gocunuyorsunuz? Dansözlü zevk ü sefa görüntülerinden mi, her zemin ve zamanda Osmanlı ile anılmaktan mı? Bir Türk olamadınız gitti be!.. temmuz 2014 29 haberajanda Perspektif Ortadoğu’da gelinen bu menfi noktanın öncelikli sebebi, İslam dünyasının içinde bulunduğu atalet, Batı medeniyetine karşı yaşanılan büyük yenilginin olumsuz sonuçlarını ve komplekslerini üzerinden atamama, Müslüman halkların az gelişmişliği ve reşit düzeye yükselemeyişleridir. Bunun yanında dünya tarihinin tam bir talihsizliği olan Batı medeniyetinin eriştiği yüksek güç, ahlakî değerlerden yoksun hukuka sahip oluşu ve bu doğrultuda tesis ettiği küresel sistemdir. *** Batı, yapmış olduğu çıkar hedefli politikalar doğrultusunda dünyada çok az milli devlet bırakmıştır. Özellikle elli yedi İslam ülkesi içerisinde Türkiye haricinde neredeyse milli devlet yoktur. Günümüz dünyasında bir devletin milli niteliğe sahip olması büyük ölçüde “demokratik” rejimin gerçek anlamda yerleşmesine bağlıdır. Mısır’da yaşanan demokrasi denemesine küresel sistem bu açıdan son vermiştir. Bu gelişmeler doğrultusunda Türkiye Cumhuriyeti demokrasisi de küresel sistemin hedefindedir. *** Türkiye’nin etrafında bulunan şiddet çemberinin içindeki olayların son zamanlarda ivme kazanması Türkiye’deki cumhurbaşkanlığı seçimleriyle de yakından alakalıdır. Küresel sistem Türkiye’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerini de hedef almıştır. Zira seçimler ilk defa halkın doğrudan oy kullanarak cumhurbaşkanlarını seçme yöntemine dayanmaktadır. Bu da Türkiye’nin devlet yönetim sistemine müspet mânâda önemli katkılar sağlayacaktır. Bir kere Türkiye’deki devlet sistemi ve içindeki kurumlar daha da güçlenecektir. Hatta bizzat Türk demokrasisi güçlenecektir. Ayrıca devlet istikrar kazanacaktır. Bütün bunlar küresel sistem tarafından asla istenmemektedir. Sistemin istemediği bir gelişme de Başbakan Recep Tayyip Erdoğdan’ın cumhurbaşkanlığıdır. Şimdilik sebepler tam belirgin olmasa da sistem, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını istememektedir. Bunun için Türkiye dışında ve içinde bin bir türlü manipülasyonlar yapılmaktadır. Neredeyse bütün dünya, Türkiye’deki cumhurbaşkanlığı seçimleriyle yakından ilgilenmektedir. *** Türkiye bu şartlarda cumhurbaşkanlığı seçimlerine gitmektedir. Gelişen olaylar bu seçimlerin sanılandan çok daha fazla müspet sonuçlar doğuracağını göstermektedir. Türk halkı teyakkuzla hareket edip istikbâlini ve istiklâlini yükseltebilir. Bu seçimler, bahsettiğimiz çözülmesi zor meselelerin çözümünde de önemli bir anahtar olabilir. ORTADOĞU’DA GERİLİ I İsrail Filistin’e yine saldırdı SRAİL, Filistin’in Gazze bölgesine yönelik gerçekleştirdiği hava saldırısının arkasından 17 Temmuz 2014 tarihinde de kara saldırısı başlattı. İsrail sözcülerinin bildirdiğine göre Başbakan Netenyahu, Gazze’den İsrail’e uzanan tünellerin vurulması amacıyla kara harekâtı başlatma emrini vermişti. Görgü tanıklarından alınan bilgiye göre, İsrail ordusuna ait tank ve zırhlı araçlar Gazze’nin kuzeyindeki Beyt Lahya kentine doğru ilerlemekteydiler. Zırhlı araçlardan bölgedeki tarım arazilerine, sivil yerleşim birimlerine bombalar yağdırıldı ve ateş açıldı. Ayrıca aydınlatma fişeği ve sis bombaları da kullanıldı. >> Elektriklerin kesildiği Beyt Hanun ve Beyt Lahya kentlerinin yanı sıra Gazze’de de telefon hatları kilitlendi. Çeşitli kentlere düzenlenen hava saldırılarında birçok bina- 30 temmuz 2014 da ve altyapı organizasyonlarında derin hasarlar oluştu. Tabii ki en önemli kayıp yine insan oldu. Şimdiden ölü sayısı yüzleri buldu. Bunların önemli bir kısmı masum ço- cuklar ve sivil vatandaşlardır. İsrail Devleti’nin kurulduğu 1948’den beri sürekli yaptığı, sayısı yüzleri bulan saldırılarından birisi daha sergilenmekteydi. Üstelik modern dünyanın seyrettiği, ABD gibi siyaset devinin el altından desteklediği, Almanya gibi ülkelerin kabaca desteklerini ifade ettikleri, insan yüreğinde kan bırakmayan iğrenç saldırılardan birisi daha gerçekleşti. Bizim burada amacımız, şimdiye kadar tekrarlanmış İsrail saldırılarından birisi olan bu son saldırıyı bütün kötü sahneleriyle tasvir edip, anlatmak değildir. Üzerinde duracağımız hususlar, insanlık için, temel hukuk Prof. Dr. Refik Turan refikturan.ajanda@gmail.com M TÜRKİYE’DE SEÇİM Son yüzyıl içinde meydana gelen olaylar göstermiştir ki, İslam dünyasının kahir ekseriyetinin beyin ve lider merkezi Türkiye’dir. Türkiye bu konumunu uzun süre suskunlukla kamufle etmeye çalışmıştır. Ancak gelişen olaylar Türkiye’nin liderliğini ve beyin olma halini adeta icbarla hatırlatmış, Türkiye bu vasfına doğru zorla çekilmiştir. Dolayısıyla Türkiye’nin bu önemli vasfı küresel sistemin gözünden kaçmamıştır. Sistem aldığı tedbirlerle Türkiye’yi kuşatmakta, adeta dev bir prangaya almaktadır. normları içinde olması gerekenlerin olmaması, “İsrail” adındaki bir zulüm makinesine şeklen de olsa “Dur, yapma!” denmeyişidir. Uzmanlar tarafından soykırım diye nitelendirilen bu vahim hadise karşısında dünyanın en büyük siyasi gücü ABD, susmakta hatta arka planda İsrail’e destek vermektedir. Aynı paralelde gelişmiş Avrupa ülkeleri de Almanya gibi İsrail Devleti yanında tavır koyarak “kurdun kuzuya olan saldırısına” alkış tutmaktadırlar. Bunun yanında dünyada huzur ve güvenlikten sorumlu bir numara- lı kuruluş “Birleşmiş Milletler” teşkilatı konuyla ilgili hiçbir müspet karar ve icraatın içinde olmamaktadır. Şimdiye kadar İsrail’e yönelik basit bir kınama kararı bile alamamıştır. Bütün bu gelişmeler dünya üzerinde saldırıya uğrayan insanları, hukukları ezilen milletleri ve halkları tam bir ümitsizlik ve çaresizlik içine yuvarlamaktadır. Bunların yanı sıra en vahim durum ise Ortadoğu’daki Arap dünyasının hatta İslam dünyasının hareketsiz ve tepkisiz bir vaziyette Filistin’de boğazlanan Müslümanları seyretmeleridir. Şu ana kadar birkaç cılız sesin dışında Arap Birliği’nden ve İslam dünyasından beklenen cesamette bir tepki alınamamıştır. Gazze ve Filistinlilere karşı yapılan en sert tepki Türkiye’den ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dan gelmiştir. Türkiye, başbakanı, hükümeti ve dışişleriyle birlikte Filistin mazlumlarının kurtarılması için adeta çırpınmaktadır. Bu arada İslam ülkelerinden gelemeyen tepki uzaklardan Güney Amerika’nın iki ülkesinden yükselmiştir. temmuz 2014 31 haberajanda Perspektif Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Sistemin istemediği bir gelişme de Başbakan Recep Tayyip Erdoğdan’ın cumhurbaşkanlığıdır. Şimdilik sebepler tam belirgin olmasa da sistem, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını istememektedir. Bunun için Türkiye dışında ve içinde bin bir türlü manipülasyonlar yapılmaktadır. Neredeyse bütün dünya, Türkiye’deki cumhurbaşkanlığı seçimleriyle yakından ilgilenmektedir. (Cumhurbaşkanı adayı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas, AK Parti İstanbul İl Başkanlığı’nca Yenikapı Şehir Parkı’nda düzenlenen iftara katıldı.) Venezüella, Gazze saldırısı sebebiyle İsrail büyükelçisini istenmeyen adam ilan etmiş, Şili de İsrail ile olan bütün ticari ilişkilerini kestiğini bildirmiştir. Bu tepkilerin benzeri, İslam ülkelerinin yarısından bile gelse Filistinliye yapılan saldırı zulmünün durdurulacağına inanıyoruz. Ancak böyle bir ihtimal ufukta henüz görünmemektedir. Suriye’de emperyaller savaşı Suriye’de dördüncü yıla giren iç savaş ve büyük siyasi buhran, tüm şiddetiyle devam etmektedir. Resmi kaynakların bildirdiğine göre iki yüz elli bin insan ölmüş, altı milyon insan yaşadığı yeri terk etmiş, dört milyon insan da mülteci durumuna düşmüştür. Bir tarafıyla el-Kaide ve Nusra gibi PKK benzeri terör örgütleri şiddete dayalı yöntemle- 32 temmuz 2014 rini icra ederken, diğer tarafta teröristleşen Esed güçleri adeta ölüm kusmaktadırlar. Daha yakın zamanda yan yana sıralanmış küçük masum çocukların inanılmaz bir gaddarlıkla infazları internette haberlere düşmüştü. Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de “belhum adal” (hayvandan aşağı) diye ifade ettiği insan dönüşümü bu olsa gerektir. Aynı sıralarda Suriye’de meşruiyeti kaybetmiş Esed kendisini yeniden devlet başkanı seçtirme arsızlığını bütün dünyaya ilân etmektedir. Halbuki Suriye’de Esed’in ayakta kalışı emperyal güçlerin yeni Suriye yönetiminin kim olması konusunda anlaşamamaları sonucunda olmaktadır. Emperyalistlerin anlaştığı anda bu göstermelik iktidarın yerinde kalamayacağı son derece aşikârdır. Bütün bunlara rağmen sekarete düşmüş bu iktidarın ömrünün uzatılması için bu aralar bir takım yeni dış hamlelerin olduğu da açıktır. Bu da tamamen Türkiye’ye yönelik işletilmeye çalışılan bir plânın parçasıdır. Irak’taki parçalanma ve yeni aktörler Irak’taki Nuri el-Maliki yönetimi Irak’ın bütünlüğünü sağlamaktan çok öte icraatlarıyla varlığını sürdürmektedir. Nuri elMaliki yönetimi genelde ABD, İngiltere ve İran yanlısı olmanın yanı sıra katı bir Türkiye aleyhtarı politika izlemektedir. Maliki’nin Türkiye aleyhtarı politikalarının temel sebebi yoktur. Zira Türkiye, Nuri el-Maliki ve Irak’ta temsil ettiği sosyal yapıya karşı herhangi bir tavır, muhalefet ve politika icrasına girmemiştir. Türkiye’nin Ortadoğu’daki halklara karşı eşit, vakur ve istikrarlı tavrı her şeye rağmen devam etmektedir. Bunun yanında Nuri el-Maliki’nin kuzeydeki Erbil yönetimiyle de arası açık hatta kopuktur. Irak’taki Sünni gruplara karşı ise tamamen düşmancadır. Yer yer elindeki güçlerle Sünni bölgelere operasyonlar yapmakta, ge- niş Sünni halk kitlelerine terörist muamelesi uygulamaktadır. Zaten Irak ve Suriye’de bütün gruplar ve hükümetler, muhaliflerine doğrudan teröristmiş gibi davranmaktadırlar. Irak’taki bu parçalanma hali devam ederken iki yıldır adı ortalarda dolaşan IŞİD (Irak-Suriye İslam Devleti) örgütü son iki aydır yoğun bir şekilde eylem yapmaktadır. Irak ve Suriye’nin bazı bölgelerine ve şehirlerine el koymaktadır. Örgütün kendisinden beklenmeyecek ölçüde çok sayıda silahlı güçlere Irak’ın Felluce, Tikrit, Selahaddin gibi şehirlerine saldırdığı hatta hâkim olduğu görülmektedir. En şaşırtıcı olanı da Telafer ve tarihî Musul vilayetine girmesi ve her şeye el koyması oldu. IŞİD’in bu eylemi sırasında sahip olduğu silahlı gruplar, ancak muntazam bir orduda bulunabilecek olan ağır silahlar, işgaller sırasında kullanılan taktik ve yöntemler, tecrübeli bir devletin güçlü askerî sistemlerini çağrıştırmaktadır. IŞİD’in eylemlerinin ana hedeflerinden birisi de Türkiye oldu. IŞİD en başta Irak’taki Türkmen kitlelerini hedef aldı. Arkasından Musul konsolosluğunda bulunanları ve bazı Türk tır şoförlerini rehin aldı. Tır şoförleri bırakıldı ancak Musul konsolosluk çalışanları hala örgütün elinde bulunmaktadır. Örgüt bu tarz eylem ve faaliyetleriyle Türkiye’nin sinir merkezlerine yönelik eylem yapmaktadır. Bütün bu olaylar ve gelişmeler, Irak’taki durumun Saddam Hüseyin döneminden çok daha beter bir konuma geldiğini göstermektedir. Irak şehirlerinin çok büyük bir kısmında şiddet eylemleri devam etmektedir. Savaşın ve eylemlerin Irak halklarına yönelik büyük bir şiddet travması doğurduğu aşikârdır. Daha doğrusu bu şiddet sarmalının doğurduğu bu sosyal travma sadece Irak halkının yaşadığı kader değildir. Bu travma Mısır’dan Filistin’e İsrail’den Lübnan’a Suriye’den Irak’a Ortadoğu’nun çok geniş bir bölümünü içine alan ağır bir travmadır. Adeta bu bölgedeki halklar Hz. İbrahim’in içine atıldığı ateşe benzer bir ateşin içine atılmış bir vaziyettedir. Ateşin söndürülmesi ve insanların kurtarılması gerçekten mucizevi bir halin beklentisine bağlıdır. Bu durum karşısında AB, ABD, Rusya ve BM dişe dokunur, faydalı, müspet bir teşebbüste bulunmamaktadır. Ortadoğu’daki şiddetin ve savaş yangınının hedefi Ortadoğu’da gelinen bu menfi noktanın öncelikli sebebi İslam dünyasının içinde bulunduğu atalet, Batı medeniyetine karşı yaşanılan büyük yenilginin olumsuz sonuçlarını ve komplekslerini üzerinden atamama, Müslüman halkların az gelişmişliği ve reşit düzeye yükselemeyişleridir. Bunun yanında dünya tarihinin tam bir talihsizliği olan Batı medeniyetinin eriştiği yüksek güç, ahlakî değerlerden yoksun hukuka sahip oluşu ve bu doğrultuda tesis ettiği küresel sistemdir. Batı, yapmış olduğu çıkar hedefli politikalar doğrultusunda dünyada çok az milli devlet bırakmıştır. Özellikle elli yedi İslam ülkesi içerisinde Türkiye haricinde neredeyse milli devlet yoktur. Prof. Dr. Mehmet Altay Köymen, milli devleti “yöneten ve yönetileni sosyolojik olarak aynı olan devlettir” şeklinde tarif etmiştir. Bu ölçüye göre İslam ülkelerinde yöneten ve yönetilenler açısından baktığımızda bu farklılık hemen dikkat çekmektedir. Günümüz dünyasında bir devletin milli niteliğe sahip olması büyük ölçüde “demokratik” rejimin gerçek anlamda yerleşmesine bağlıdır. Mısır’da yaşanan demokrasi denemesine küresel sistem bu açıdan son vermiştir. Zira Mısır’a demokrasi gelebilseydi, milli devlet olma vasfı da artmış olacaktı. Bu doğrultuda Mısır, politikasını milli kararlarla yürütecekti. Tabii bu da küresel sistemin işine gelmedi. Bu gelişmeler doğrultusunda Türkiye Cumhuriyeti demokrasisi de küresel sistemin hedefindedir. Ortadoğu’da tamamen küresel sistem tarafından tezahür ettirilen savaş sarmalının şu temel hedefleri bulunmaktadır. Dünyadaki ekonomik yarışın ana kaynağı enerjidir. Enerjinin de hâlâ birinci unsuru petroldür. Petrol rezervlerinin de yüzde yetmişi Ortadoğu’dadır. O halde bu temel enerji unsurunun kontrol edilmesi gerekmektedir. 1.Ortadoğu, çok eski çağlardan beri büyük dinlerin, siyasetin, medeniyetlerin ve dolayısıyla jeopolitiğin merkezi hüviyetindedir. Dünya güç dengelerinin sıklet merkezidir. Bu hali günümüzde de devam etmektedir. 2.Son yüzyıl içinde meydana gelen olaylar göstermiştir ki, İslam dünyasının kahir ekseriyetinin beyin ve lider merkezi Türkiye’dir. Türkiye bu konumunu uzun süre suskunlukla kamufle etmeye çalışmıştır. Ancak gelişen olaylar Türkiye’nin liderliğini ve beyin olma halini adeta icbarla hatırlatmış, Türkiye bu vasfı- na doğru zorla çekilmiştir. Dolayısıyla Türkiye’nin bu önemli vasfı küresel sistemin gözünden kaçmamıştır. Sistem aldığı tedbirlerle Türkiye’yi kuşatmakta, adeta dev bir prangaya almaktadır. Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri ve hedef alınan Türkiye Son on yılda yaşanan olaylar göstermiştir ki, Türkiye tam anlamıyla hedeftir. Suriye’de yirmi milyonluk halkın yerinden oynatılması, Irak’ta milyonlara varan kişinin öldürülmesi, ayrıca ülkenin parçalanması, İsrail’in Filistinlileri imha planları, Şiiliğin siyaseten güçlendirilmesi Türkiye’yi de çok yakından ilgilendiren büyük menfi gelişmelerdir. Türkiye adeta bu olaylarla bir çemberin içine sokulmaktadır. Bu arada Ukrayna’da yaşanan örtülü Rusya-AB savaşı bile Türkiye’yi saran politik çemberin bir parçasıdır. Zira olaylar böyle giderse Karadeniz ve Kırım dolayısıyla Türkiye’nin güvenliği de tehlikeye düşecektir. Türkiye’nin etrafında bulunan şiddet çemberinin içindeki olayların son zamanlarda ivme kazanması Türkiye’deki cumhurbaşkanlığı seçimleriyle de yakından alakalıdır. Küresel sistem Türkiye’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerini de hedef almıştır. Zira seçimler ilk defa halkın doğrudan oy kullanarak cumhurbaşkanlarını seçme yöntemine dayanmaktadır. Bu da Türkiye’nin devlet yönetim sistemine müspet mânâda önemli katkılar sağlayacaktır. Bir kere Türkiye’deki devlet sistemi ve içindeki kurumlar daha da güçlenecektir. Hatta bizzat Türk demokrasisi güçlenecektir. Ayrıca devlet istikrar kazanacaktır. Bütün bunlar küresel sistem tarafından asla istenmemektedir. Sistemin istemediği bir gelişme de Başbakan Recep Tayyip Erdoğdan’ın cumhurbaşkanlığıdır. Şimdilik sebepler tam belirgin olmasa da sistem, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını istememektedir. Bunun için Türkiye dışında ve içinde bin bir türlü manipülasyonlar yapılmaktadır. Neredeyse bütün dünya, Türkiye’deki cumhurbaşkanlığı seçimleriyle yakından ilgilenmektedir. Türkiye bu şartlarda cumhurbaşkanlığı seçimlerine gitmektedir. Gelişen olaylar bu seçimlerin sanılandan çok daha fazla müspet sonuçlar doğuracağını göstermektedir. Türk halkı teyakkuzla hareket edip istikbâlini ve istiklâlini yükseltebilir. Bu seçimler, bahsettiğimiz çözülmesi zor meselelerin çözümünde de önemli bir anahtar olabilir. temmuz 2014 33 haberajanda Siyaset Halkın kendi cumhurbaşkanı Prof. Dr. Turan Güven turanguven.ajanda@gmail.com Sivil siyasetin halka güvensizliği kısmen devam etse de (hâlâ milletvekillerini siyasî partilerin genel başkanları seçiyor) cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi, ülkemiz için önemli bir adımdır. Kısacık ömrümüz içinde, gördüğümüz kadarıyla her Cumhurbaşkanlığı seçimi problemli olmuş, halk bu önemli seçimin dışında tutulmuştu. Şimdi ise durum değişmiştir; halk, cumhurbaşkanını doğrudan kendisi seçecektir. Halkın kendi cumhurbaşkanını seçmesi, bana göre 90 yıllık statükonun da sembolik olarak sonudur. 34 temmuz 2014 statükonun so T ÜRKİYE’de sivil siyasetin problem çözme yeteneği her geçen gün biraz daha gelişiyor. Tabiî ki bu yetenek durup dururken gelişmez; ne kadar problemle karşılaşır ve bunlara çözüm ararsa, o kadar çok gelişme kaydeder. Siyasetin üzerindeki vesayete son verilmiş olması, bastırılmış yeteneklerin ve insanî yaratıcılığın birden açığa çıkmasında önemli bir rol oynadı. Eminim ki halkın desteğini arkasında hisseden bir sivil siyaset, ülkenin 90 yılı aşkın bir sürede birikmiş devasa meselelerini de çok kolay bir şekilde çözecektir. Peki, sivil siyaset, problem çözme konusunda var olan yeteneğinin ve kapasitesinin tümünü kullanabiliyor mu? Bana kalırsa kendi aymazlıkları, iç ve dış faktörlerin bozucu etkileri yüzünden yeteneklerinin tümünü kullanamıyor. Daha 15 yıl öncesine kadar ülke, yaklaşık 80 yıl gibi uzunca bir süre aynı insan tiplerinin değişmeyen yöntemleriyle idare ediliyordu. Bunlar, kurdukları sistemle ülkenin geleceğini değil, sadece kendi geleceklerini garantiye almış, toplumla doku uyuşmazlığı yaşayan bir avuç insandı ve kısa sürede kurdukları sistemi kutsamaya başladılar. Sistem kutsal olunca, sistemi eleştirenler de “kutsala saldıran hainler” oluyorlardı. Sistemden rahatsız olduğunu söyleyen halk, onların gözünde “düşman” olarak algılandı ve devlet, halkı hizaya getiren bir aygıta dönüştü. Kimdi bu insanlar? Yabancımız değillerdi; biz onları tanıyorduk da onlar bizi, yani halkı tanımıyorlardı. Tıpkı yeni doğmuş bir çocuk gibi, hayata tutunmak için her şeye sıfırdan başlamışlardı. Kendilerini inşa eden medeniyetin özgün beşerî tecrübesini ve sermayesini “yok” sayarak insanlık okyanusunda kalmaya çalışıyorlardı. Hâlâ bu eski yöntemlerde ısrar etmeleri ve işlerin yürüyeceğini sanmaları da benzeri olmayan bir aymazlık, entelektüel yetersizlik ve zihinsel travma örneğidir. Halkı ahmak yerine koydular ve Allah’ın kendilerine verdiği zamanı iyi kullanamadılar. Ne kendilerinde, ne de yöntemlerinde bir değişiklik yapabildiler. Dahası, Allah’ın her insana verdiği “insanî yaratıcılığı” bir zerre miktar geliştiremediler. Bu gidişle de geliştiremezler, çünkü önce kendi iç dönüşümlerini gerçekleştirmeleri gerekiyor. Bir topluluk kendini değiştirmez ve geliştirmezse, Allah da o topluluğu değiştirmez. İlk adım iradî olarak insanın kendinden gelecektir ki Allah o insanın yolunu açsın. Millî hafızası olmayan bir sistemi, kendileri için kurdukları bir statükoyu sonsuza kadar yaşatacaklarını sanıyorlardı. Zaten bütün statükocuların ortak özelliği, içine doğdukları statükoyu ezelden beri varolan ve sonsuza kadar da kalacak bir sistem olarak görmeleridir. Eğer durum statükocuların dediği gibi olsaydı, köleler hep köle, efendiler ise hep efendi olarak kalacaklardı. Bu da statükocuların başka bir ahmaklığının delilidir. Şöyle bir düşünmüş olsalar… Kendileri de başka bir statükonun zeval bulmasıyla ortaya çıkan bir statükonun eseridirler ya… Değişen dünya şartlarına uyum sağlayan ve kendini devamlı yenileyen bir sistemi bu ülkede kurmak zorundayız. Üzerinden 30 yıl geçmiş bir darbe anayasasının değişmesine bile karşı çıkan bir muhalefet varken, böyle esnek ve gelişmeye açık bir sistemi nasıl kuracağız? Düşünebiliyor musunuz, dünyanın büyük değişim ve dönüşümlerinin yaşandığı bir süreçte kendinizi darbe anayasası ile zincirliyor ve içinden geçilen süreçleri algılamakta zorlanıyorsunuz. Sivil siyasetin halka güvensizliği kısmen devam etse de (hâlâ milletvekillerini siyasî partilerin genel başkanları seçiyor) cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi, ülkemiz için önemli bir adımdır. Kısacık ömrümüz içinde, gördüğümüz kadarıyla her Cumhurbaşkanlığı seçimi problemli olmuş, halk bu önemli seçimin dışında tutulmuştu. Şimdi ise durum değişmiştir; halk, cumhurbaşkanını doğrudan kendisi seçecektir. Halkın kendi cumhurbaşkanını seçmesi, bana nı seçmesi, nudur göre 90 yıllık statükonun da sembolik olarak sonudur. Statükonun cenaze namazını birlikte kılalım ve baş sağlığı dileyelim. Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni “başkan”ı, pardon “Cumhurbaşkanı” hayırlı olsun… (Bu arada bütün okuyucularımın ve milletimin Ramazan Bayramı’nı kutluyorum.) Zorunlu bir açıklama HÜRRİYET gazetesinin 10 temmuz 2014 tarihli “Hürriyet-Gündem” internet sayfasında, CHP-MHP’nin ortak Cumhurbaşkanı Adayı Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’na, aralarında ANAP, DYP ve DSP’den eski bakanlarla milletvekillerinin de olduğu isimlerden destek geldiğine dair Ankara mahreçli “İhsanoğlu’na destek” başlıklı bir haber yayımlanmıştır. Destek olan isimler arasında fotoğrafımla birlikte benim de ismim (Turan Güven) yer almıştır. Oysa benim ne milletvekilliği gibi bir sıfatım vardır, ne de böyle bir toplantıya katılmışlığım olmuştur. Ayrıca Cumhurbaşkanlığı seçimi gibi çok önemli bir olayda ismi öne çıkacak kadar meşhur bir siyasî tanınmışlığım olduğunu da sanmıyorum. Bu yanlış ve çarpık haberin, DYP Mersin Milletvekili Turhan Güven ile benim ismimin karıştırılmasından kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Adı geçen milletvekilinin ismi yerine, “h” harfi düşürülerek benim adım yazılmış ve internet ortamındaki görünürlüğümden dolayı fotoğrafım da habere monte edilerek kolay ve dikkatsiz bir gazetecilik örneği verilmiştir. Yanlışı düzeltmeleri için Hürriyet gazetesini aradım ve bir açıklama gönderdim. Yazıyı bitirinceye kadar bu yanlış haberin düzeltilmesi ile ilgili olarak bana bir dönüş yapılmadı. Ne böyle bir toplantıya katıldım, ne de böyle bir desteğim söz konusudur. Okuyucularıma ve kamuoyuna saygılarımla arz ederim... temmuz 2014 35 haberajanda Siyaset Kimi analistlerin muhtemel bir fay hattı olarak değerlendirdiği bu yeni fiilî modelin El-Câmi ismine ne denli hürmet edebileceğini zaman içerisinde göreceğiz elbette. Konuya dair tüm yorumları aşkın şekilde biricik beklentimizse, “toparlayıcı olabilmek, özlenen bir aradalığı, sosyoekonomik veya alt kimliksel düzlemlerde yeknesaklığı hayata ve sisteme aktarabilmek”... *** Enbiya Sûresi 105. ayet, günümüz terminolojisiyle “dünya lideri” diyebileceğimiz “Yeryüzü Vârisi” olacak kadroları “Salihler” olarak betimliyor. Yani sulhu ve ıslahı bir arada kuşanan kişiler… *** Kurumları veya eski-yeni iktidar paydaşlarını ilkeler ve değerler üzerinden “ıslah” etmeye girişirken diğer gözü de tüm muhatapları kuşatan bir “sulh”ta olacak kadrolar, cumhurun da desteğiyle 2023’e uzanacaktır. Ya da umutlar başka bahara… 36 temmuz 2014 CUMHURUN VAZETTİĞİ KELİMELERİ C UMHURBAŞKANLIĞI konusunu ele alacağımız bu yazıda, takip edegeldiğimiz yöntemin vazettiğince birkaç kelimeye odaklanacağız yine. Peki, nedir bu yazının kod kelimeleri? “Reis-i Cumhur” tamlamasını oluşturan “reis” ve “cumhur” ile bu ikisinin ardı sıra gelecek olan “başkan”... >> Kubbealtı sözlüğünde, “reis” maddesinin karşısında kelimenin Arapça olduğu bilgisi var. “Baş olmak” manasındaki riaset mastarından geliyor. Kelimenin bizdeki ilk kullanımları daha çok askerî sahayla ilgili. Öyle ki hemen hepimiz ilk anda hatırlarız “Turgut Reis” yahut “Piri Reis” isimlerini. Aynı kelime siyasî literatürümüze “Dışişleri Bakanı” manasında “Reisü’l-Küttap” tamlamasıyla girmiş. Zamanla hüküm veren makamlar için de “reis” unvanı kullanılır olmuş. Askerî mahkemelerin başkanlarına “Reis Paşa” demişiz. Ahmet Turgut ahmetturgut.ajanda@gmail.com Yine bir nevi askerî üst hâkimler olan kazaskerler, “Reisü’l-Ulema” olarak anılmışlar. Zaman içerisinde kelimeyi militarist öğelerden sıyırıp sivil hâkimler için de “reis” demişiz. Görüleceği üzere kelime, askerî yahut sivil sahalarda gücü, yönetimi, hükmü barındıran bir unvan olagelmiş. Nihayet Cumhuriyet’le birlikte “Reis-i Cumhur” tamlaması belirmiş. Yine benzeri bir ilerleme neticesinde de yönetim tasavvurumuz askerîden sivile doğru meylettikçe “Reis-i Cumhur” tabirinin yerini “Cumhurbaşkanı” alıvermiş. “O’nun için” bir araya gelmek Bu detay tespitin ardınca “kelime” yolculuğumuza “cumhur” ile devam edebiliriz artık. Ancak kubbealtı sözlüğüne başvurunca bu kelimenin de Arapça kökenli olduğunu görüyoruz. “Özgür insan toplulukları” muadili bir manaya sahip. Kökeninde bir arada olmayı vazeden “cem” kelimesi var. Toplanma günümüz olan “Cuma”, toparlanma manasındaki “ictima”, evrakların bir araya geldiği “mecmua”, cinsî münasebeti anlatan “cima”, ortak amaçlar için gönül rızalığı ve özgür iradeyle bir araya gelmiş insanların oluşturduğu “cemaat” kabilinden birçok isim de yine bu kökten türetilip dilimize girmiş. Tüm kelimelerin anayurdu olan Kitap’a baktığımız zamansa “El-Câmi” ism-i ilahîsi ile karşılaşıyoruz. Eşsiz toparlayıcı, varlığı derleyen, hesap günü insanları bir araya getiren sonsuz ve mutlak özne olan Allah’ı anlatıyor. Ayetlerdeki kullanımları göz önünde bulundurunca El-Câmi’nin “herkesi layık olduğu yerde, layık olduğu insanların arasında toplayan yüce irade” vurgusuna haiz olduğunu da görürüz. Kitap’ın ilk emrinden kinaye üzerine ElCâmi ism-i şerifi ile varlığı okuyan bir aklın dağıtmak yerine toplamak ve parçalamak yerine bütünleştirmek için gayret sarf edeceğini söyleyebiliriz. Yine böylesi okumalara yönelen basiret sahiplerinin duygu, düşünce ve eylem dünyalarını birbirlerine yakınlaştırmak üzere hareket edeceği de açık. Bu yakınlığın iki kefesinde bazen adalet ve rahmet kaygılarıyla hareketlenmek belirirken, bazen de zahiri ve bâtını anlama çabaları yer alacaktır. Mana ile maddenin ve ilke ile değerin buluştuğu bu bakış açısında dünden ibret alabilmek ve bu sayede yarını öngörmek yeteneği de var. ANLATILIR Kİ, ŞEHİRDE MAHİR BİR MARANGOZ YAŞARMIŞ. GÜNLERDEN BİR GÜN CEHDEDİP MESCİD-İ AKSA İÇİN HARİKA BİR MİNBER YONTMUŞ. “İYİ DE BUNU NASIL ORAYA KOYACAKSIN? KUDÜS, HAÇLI İŞGALİ ALTINDA…” Müfessirlere başvurduğumuz vakit “ElCâmi” isminin Medenî ayetlerle birlikte zikredildiğini görürüz. Buradan çıkarabileceğimiz mesajsa zımnen şöyle olsa gerek: “Ey Allah’ın El-Câmi oluşuna iman eden insan! Bu isme hürmet etmek istiyorsan, medeniyet tasavvurunu ve toplum inşanı O’nun adıyla yapmaya uğraş. O’nun için bir araya gel ve O’nun için, O’nun tasvir ettiğince yeknesak ol!..” Yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya Yukarıdaki yorumların, sadece “ülkenin 1 numarası” için bağlayıcı olduğunu düşünmemek gerek. Zira medeniyet tasavvuru ve toplum inşası sadece yukarıdan değil, aşağıdan da başlayan bir gayrettir. Öyle ki, cumhurun bir ayağı olan sanatçılar da en az siyasiler kadar bu konuda rol ve sorumluluk sahibidirler. İsterseniz sözün bu kısmında tarihe dönelim ve asırlarca evvele, Halep’e gidelim. Anlatılır ki, şehirde mahir bir marangoz yaşarmış. Günlerden bir gün cehdedip Mescid-i Aksa için harika bir minber yontmuş. “İyi de bunu nasıl oraya koyacaksın? Kudüs, Haçlı işgali altında…” diyenlere “Ben zanaatkârım. Elimden bu geliyordu, onu da yaptım. Bir babayiğit de çıksın, Kudüs’ü alsın ve şu minberi bulunması gereken yere yerleştirsin!” diyormuş. Minberin güzelliği ve yapılış amacı dillerden dillere, beldelerden beldelere doğru akıp giderken, Tikrit sokaklarında, o esnada 5-6 yaşlarında olan bir çocuk da bu olayı duymuş. Tarih onun bu olaydan kırk yıl sonra minberi Kudüs’teki yerine naklettiğini bildiriyor. Evet, o Tikritli çocuğu bizler Selahaddin-i Eyyûbî olarak tanıdık. Vaktinin ve bölge cumhurunun reisi olan Selahaddin... Yine bu kıssadan hisseyle gördük ki, sütün üzerinde süt kaymağı oluyormuş, katranın üzerindeyse katran kaymağı. Reisin yönelimlerini cumhurun beklentileri belirleyebiliyormuş. Başkan, sulh ile ıslahı “cem” etmeli Ve gelelim konumuza dair son kelimeye, “başkan”a… Malum, ülke gündemimiz bir yandan Cumhurbaşkanlığı seçimi ve unvanı ile ilerlerken, bir yandan da “cumhur” kelimesini elemine edip doğrudan “başkan” kelimesine de yöneliyor. Kastın “devlet başkanlığı” tartışmaları olduğu açıktır sanırım. Lakin güncel siyasete yönelince şunu da anlayabiliyoruz ki yakın gelecekte bizi bekleyen üst yönetim, “devlet başkanlığı” tabirinden ziyade “yarı başbakanlık” tabiri üzerinden şekillenecek. Zira önümüzdeki seçimin galibi iyi kötü belli. Bu durumda müstakbel başbakanı bekleyen pozisyon, evvelkilere nazaran daha kısıtlı yetkiler vazediyor. Çoğunlukla teamüllerle belirlenen Başbakanlık’a dair bazı yetkiler, ülkenin “1” numarası olacak cumhurbaşkanına devredilecek. “1” numara “tam cumhurbaşkanı” olunca, Başbakanlık yarım kalacak ve ülke “yarı(m) başbakan” ile hükümet edilecek. Kimi analistlerin muhtemel bir fay hattı olarak değerlendirdiği bu yeni fiilî modelin El-Câmi ismine ne denli hürmet edebileceğini zaman içerisinde göreceğiz elbette. Konuya dair tüm yorumları aşkın şekilde biricik beklentimizse, “toparlayıcı olabilmek, özlenen bir aradalığı, sosyo-ekonomik veya alt kimliksel düzlemlerde yeknesaklığı hayata ve sisteme aktarabilmek”. Bu noktada liderliği konu edinmiş olan bir önceki sayımızda yer alan yazıdaki bir hususiyeti hatırlayabiliriz: Enbiya Sûresi 105. ayet, günümüz terminolojisiyle “dünya lideri” diyebileceğimiz “Yeryüzü Vârisi” olacak kadroları “Salihler” olarak betimliyor. Yani sulhu ve ıslahı bir arada kuşanan kişiler… Kurumları veya eski-yeni iktidar paydaşlarını ilkeler ve değerler üzerinden “ıslah” etmeye girişirken diğer gözü de tüm muhatapları kuşatan bir “sulh”ta olacak kadrolar, cumhurun da desteğiyle 2023’e uzanacaktır. Ya da umutlar başka bahara… temmuz 2014 37 haberajanda Siyaset Aslında yeni devletin lideri ile yeni Türkiye’nin lideri, 2023’te buluşacaktır. Muhalefetin tahammül edemediği de bu başarı ihtimalidir. 2023 Türkiye’si, kurucu lider Atatürk ile öncü lider Erdoğan arasındaki özü imgelemektedir. Liderliği mevcut anayasa (özellikle ihtilal anayasası) çerçevesinde cumhurbaşkanını devletin bekçisi, başbakanı da “hizmet işleri başkanı” olarak tarif etmek, aslında hem yeni devletin kurucu ufkuna aykırı, hem de vizyon için yüzüncü yılda kendini taçlandıracak ideal Türkiye karşısında bir engeldi. Çünkü toplumu lidersiz bırakan ve sadece gizli lider olarak askeri tek 38 temmuz 2014 “CUMHUR” DEVL C UMHURBAŞKANLIĞI seçimi, beraberinde yeni tartışmalar getirdi. Bu tartışmalar muhalefetin “çatı” adayı ile başlattığı kampanya ile politik hedef kadrajından çıkmadan yürütülmek isteniyor. Amaç, aslında 2015 genel seçimlerinde bir “başlangıç” çizgisi oluşturmak. Yani bir anlamda kaçınılmaz olan Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasından sonra iktidar yolunu açacak bir kanal inşa etmek. Muhalefetin, cumhurbaşkanının “tarafsız” misyonu etrafında kopardığı fırtına ve bu fırtınayı yelkenini şişirecek şekilde kullanma mahareti sergileyen Erdoğan’ın “cumhurun tarafı” şeklindeki kampanya kodu, aslında bir direnç noktasında topla- Servet Hocaoğulları servethocaogullari.ajanda@gmail.com Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı seçiminde “lider” çerçevesi içinde yol haritası çıkarmaktadır, cumhurbaşkanının yasal yetkileri ile hükümetin icrası arasında yaşanabilecek tartışmalara odaklı değil. Sonuçta yasal çerçeve içinde kalarak da liderliği yapacağındaki ısrarı açıkça ilan etmektedir. ET Mİ, HALK MI? nıyor: Devlet Cumhuriyet, Erdoğan’a kadar özü itibari ile “yeni devlet” tanımında ve halkı temsil etme ve de yönetme erki olarak tarif edilmiş, bu sebeple de cumhurbaşkanı, “Cumhuriyet Başkanı” olarak işlem görmüştür. de “yetki-yasa” tartışması yapılmamıştır. Çünkü devleti temsil ve cumhuriyeti (rejim olarak) korumak noktasında cumhurbaşkanı, hükümet dışı tüm unsurların (asker, yargı, YÖK başta olmak üzere) başkanı olarak görev yapmıştır. Türkiye’de Erdoğan’ın cumhurbaşkanı adayı oluşuna kadar hiçbir aşamada cumhurbaşkanı ve hükümet denklemin- Özal ve Demirel döneminde yaşanan sorunlar bile hükümet-cumhurbaşkanı tartışmaları değil, Özal ve Demirel’in koşul sayan bir zihniyete sahipti. *** Erdoğan’ın başından beri “lider” karizmasındaki pozisyon alışları ve bunun en tipik örneği olan, Sayın Gül’ün Başbakan ve Cumhurbaşkanı oluşundaki tayin ediciliği bir gerçeği ertelenemez kılıyordu: Yeni Türkiye’nin lideri, ölene dek Erdoğan… *** 2023 hedefi için “Yeni Türkiye” formatı doğru bir niteleme taşımakta mıdır? Vizyon için “lider” ihtiyaç mıdır? Türkiye, lider olmadan devleti ve toplumu yönetecek, geliştirecek, değişime uygun halde dinamik kılacak bir sistem benimsemiş midir? temmuz 2014 39 haberajanda Siyaset kurucusu oldukları partilere hâkim olmak adına ellerindeki imkânı kullanma sanatına ilişkin bazı örneklemelerle sınırlı olmuştur. sokmak mümkün olsa bile, birlikte yürümeyi, hatta koşmayı engelleyemeyecektir. Mesele budur!.. Erdoğan liderliğinde kurulan ve 12 yıldır iktidar olan AK Parti, Cumhuriyet’in “yeni devlet” tanımına ve özellikle bazı “tartışılamaz” içeriğine yönelik “Yeni Türkiye” vizyonuyla özeleştiri ve yeni açılımlar getirmiştir. Erdoğan, “yeni devlet” imkânını gelişen, değişen ve kaçınılmaz dünya dengelerine göre daha üretken ve daha dinamik bir yapıya kavuşturmak için “2023” hedefini göstererek, bir anlamda yeni devletin yüzüncü yılını “Yeni Türkiye” olarak vizyone etmektedir. Cumhurbaşkanı ile icranın başı arasında kurulan bağlar veya bu bağı koparan “siyaset dışı aday” gibi salvolar, bir anayasa sorunu ve yorumu değil, aksine, ilk defa cumhurbaşkanını halkın seçmesi, pratikte lider için imkân, hedefte ise lider sistemine yönelmek anlamındadır. Yarı başkanlık veya başkanlık sistemi, netice olarak “Başkan, eşittir lider” sistemidir. Kuşkusuz bu liderlik, sistemi yönetme liderliği içeriğinde bir “kontrollü güç” imkânıdır. Yeni Türkiye yolunda açıklanan vizyon, “İcranın başı başbakan mı, yoksa cumhurun başkanı mı?” polemiğini aşan ufuklara sahiptir. Çünkü “Yeni Türkiye” ile çizilen sistem, Hükümet, Cumhurbaşkanlığı, sorunlar ve çözümlerle birlikte dünyadaki yerimize ilişkin çerçeve de aslında “yeni devlet”in lideri Mustafa Kemal Atatürk ile Yeni Türkiye’nin lideri Erdoğan arasındaki “cumhur” yorumuna ilişkin tamamlayıcı bir pozisyon alıştır. Aslında yeni devletin lideri ile yeni Türkiye’nin lideri, 2023’te buluşacaktır. Muhalefetin tahammül edemediği de bu başarı ihtimalidir. 2023 Türkiye’si, kurucu lider Atatürk ile öncü lider Erdoğan arasındaki özü imgelemektedir. Liderliği mevcut anayasa (özellikle ihtilal anayasası) çerçevesinde cumhurbaşkanını devletin bekçisi, başbakanı da “hizmet işleri başkanı” olarak tarif etmek, aslında hem yeni devletin kurucu ufkuna aykırı, hem de vizyon için yüzüncü yılda kendini taçlandıracak ideal Türkiye karşısında bir engeldi. Çünkü toplumu lidersiz bırakan ve sadece gizli lider olarak askeri tek koşul sayan bir zihniyete sahipti. Lider, her yerde liderdir Parlementer sistemi savunmak, toplumun liderlik anlayışının parlementer sistemle örtüştüğünü ileri sürmektir. Siz, “Parlamenter sistem, yeni devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne en uygun sistemdir” diyebilirsiniz. “Devlet lidersiz olacak” düşüncesine bulaşmak bir tercih ifadesidir. Peki ya toplum? Bu toplumun tarih ve genindeki liderlik algısını ne yapacaksınız? Toplumun doğasına ve dünyanın gelişen şartlarına en uygun sistem, “liderlik üzere kurulu sistem” değil midir? Asıl tartışmanın odağı budur! Erdoğan fiilî olarak öncüllüğü toplumun lider özlemiyle buluşturan bir güce dönüştürebilmiştir. Ancak bunu yasal bir sisteme de evriltmek istemektedir. Erdoğan’a yöneltilen itirazdaki “lidersiz Türkiye” ile parlamenter sistemle devletin birden fazla lideri olması devam etsin isteniyorsa, o zaman Atatük’ün liderlik dönemi de -Erdoğan’a yapılan eleştiri gibi- “tek adam/diktatör” kurgusu içinde kalır. Oysa yeni devlet, lider olduğu için kurulabilmiştir. Değilse Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran bir lider olmaz, liderliği paylaşan komisyon-komite-grup ve gücü paylaşan kurumlar olurdu. Özün sözü Erdoğan’ın başından beri “lider” karizmasındaki pozisyon alışları ve bunun en tipik örneği olan, Sayın Gül’ün Başbakan ve Cumhurbaşkanı oluşundaki tayin ediciliği bir gerçeği ertelenemez kılıyordu: Yeni Türkiye’nin lideri, ölene dek Erdoğan… Dolayısıyla özün sözü şudur: 2023 hedefi için “Yeni Türkiye” formatı doğru bir niteleme taşımakta mıdır? Vizyon için “lider” ihtiyaç mıdır? Türkiye, lider olmadan devleti ve toplumu yönetecek, geliştirecek, değişime uygun halde dinamik kılacak bir sistem benimsemiş midir? Dolayısıyla lider hükümet başı iken de liderliğini gösterecek, cumhurbaşkanı olduğunda da liderliğini sürdürecektir. Liderin toplumla yürüyüşünü yasalarla parkura Hadi daha açık soralım: Parlamenter sistem devlet için mi, yoksa toplum için mi doğru bir sistemdir? Toplum -tabiatı gereği- devlete oranla daha hızlı değişken ve 40 temmuz 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimi, bir liderin final hareketi değil, Yeni Türkiye için toplumun lideri ile beraber atacağı ilk adımdır. Bu başlangıç sadece eski Türkiye’nin sonunu getirmeyecek, aynı zamanda bu toplum ve devlet için “lideri bırakmak” hesabı yapanların da sonunu getirecektir. Hayırlı olsun!.. gelişken olduğuna göre, sistemler toplumu merkez alarak kendilerini değiştirerek ve geliştirerek yollarına devam edemezler mi? Erdoğan “Yeni Türkiye” derken çok açık konuşuyor: Bu toplumun doğasında “lider” odaklı bir doku var. Bu toplumun devleti de liderlik sistemi ihtiyacına karşılık vermeli. Bu liderliğin -tek adam ve diktatörlük durumlarına düşmeden- kontrolü içinde her sistem tartışılmalıdır. Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı seçiminde “lider” çerçevesi içinde yol haritası çıkar- maktadır, cumhurbaşkanının yasal yetkileri ile hükümetin icrası arasında yaşanabilecek tartışmalara odaklı değil. Sonuçta yasal çerçeve içinde kalarak da liderliği yapacağındaki ısrarı açıkça ilan etmektedir. kalıpları çoktan kırmış bir liderdir. Bu toplum, bu kalıplara sığmayacak kadar taşmıştır. Geriye tek şey kalıyor: Liderli toplumun lideri ile Yeni Türkiye’nin lideri için en uygun anayasa ve buna dayalı sistemi kurmak... Liderlik yasalara ve Yeni Türkiye’de mevcut anayasaya sığmayacaktır. Erdoğan bu Cumhurbaşkanlığı seçimi, bir liderin final hareketi değil, Yeni Türkiye için toplumun lideri ile beraber atacağı ilk adımdır. Bu başlangıç sadece eski Türkiye’nin sonunu getirmeyecek, aynı zamanda bu toplum ve devlet için “lideri bırakmak” hesabı yapanların da sonunu getirecektir. Hayırlı olsun!.. Yeni devlet, yüzüncü yılında hayal ettiği Türkiye’yi “Yeni Türkiye” ile ilan etmiş olacaktır. Onun için “Yeni Türkiye Yolunda” kullanılan stratejik isim, seçim ve seçenek için en doğru tanımlamadır. temmuz 2014 41 haberajanda Siyaset Şunu siyasetle biraz ilgisi olan herkes bilir ki “siyasette tarafsızlık diye bir şey yoktur, adalet diye bir şey vardır”. Adalet, tarafsızlık değil, haktan ve haklıdan yana olmanın adıdır. Eğer aranacaksa tarafsız değil, adil bir cumhurbaşkanı aranacaktır, aranmalıdır. *** Oysa yapılması gereken ve siyaseten yakışır olanı, herkesin kendi adayını aylar öncesinden belirlemesi, bunu ülkenin her ferdine tanıtması ve elbette bu adayların da kendilerine verilen yetkiler çerçevesinde ülke için ne yapacaklarını bu millete anlatmasıydı. Fakat muhalefet partileri bu basit gerçeğe uymadılar ve “Nasıl yaparız da iktidarın adayının seçilmesini önleriz?” hesabıyla hareket ederek seçilecek adayın bu ülkeye yapacakları konusunda hiçbir hazırlık yapmadılar. Dolaştıkları değişik mahfillerde de çatı adaylarının kim olduğunu söylemeden destek istediler. Çünkü çatı adayının kim olacağını kendileri de bilmiyorlardı. Bilmiş olsalardı önce Kemal Derviş’e, sonra da Abdullah Gül’e teklif yaparlar mıydı? Hiçbir birliktelik bu milletin tarihe yürüyüşünü önleyemeyecektir. Milletin önüne dinin ekmeli, en kemallisi, en faziletlisi, en erdemlisi olarak konulan Ekmeleddin İhsanoğlu’nun da, onu “çatı aday” olarak millete dayatan dış ve iç güçlerin gayretleri ve çabaları da bu yürüyüşü önlemeye yetmeyecektir. Anadolu insanı bu durumlarda ne güzel söyler: “Gün ola, harman ola…” 42 temmuz 2014 Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen seyitmehmetsen.ajanda@gmail.com Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaşırken kuşatma daralıyor G EREK Cumhurbaşkanlığı’nın çok etkin ve önemli olmadığı 1960-1980 arası dönemde, gerekse Cumhurbaşkanlığı yetkilerinin Evren’e göre düzenlendiği ve elbette arttırıldığı -12 Eylül çetesinin darbesiyle başlayan ve halen devam eden- dönemde, ülkemiz demokrasisinde Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin çok sancılı geçmesi akıllara pek de uymayan bir olaydır. >> Her ne kadar 1982 Anayasası ile yetkileri çok arttırılmış, hatta kimi siyaset bilimcilere göre Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın yetkileri, dünyanın jandarmalığını yapan süper güç ABD’nin başkanından daha fazla olsa da -Anayasa ve Cumhurbaşkanlığı yetkilerini kendisine göre düzenleyen 12 Eylül çetesinin başı Kenan Evren döneminde bile- bu yetkilerin tamamı, hükümeti çok da zora sokacak şekilde kullanılmamıştır. Bu yetkileri rahmetli Turgut Özal’ın da, Abdullah Gül’ün de Cumhurbaşkanlığı döneminde hükümeti rahatsız edecek şekilde kullandıklarını söyleyemeyiz. Belki sadece muhafazakâr kesimin içinden çıktığı ve muhafazakâr kesimin oylarıyla siyaset sahnesinde kalıcı olduğu için bu kesimin reflekslerini çok iyi bilen Süleyman Demirel, Cumhurbaşkanlığı yetkilerini özellikle RefahYol zamanında hükümeti zora sokacak şekilde kullanmış ve ülkenin milyarlarca dolarının, belli ailelerin kasasına akmasını sağlamıştır. (Diyet borcu olarak görevi idi; böyle yaparak borcunu ödemiş oldu.) Demem şu ki, Anayasa’da var olan yetkilere rağmen Cumhurbaşkanlığı makamı, esasen, geçmişten bugüne gelen uygulamalara bakarak üzerinde fazlaca durulmaması gereken bir makam gibi görünmektedir. Nitekim rahmetli Turgut Özal gibi cesur, bilgili, reformist bir insan bile Anayasa’da olan onca yetkisine rağmen, o çok korkulan yetkilerini kullanamamış ve tekrar aktif siyasete dönme planları yapmıştır. Eğer kimi siyasilerin ve elbette Boğaziçi Aşireti’nin içinde bulunduğu ve aktif rol aldığı derin çete tarafından -kesinlikle derin devlet değilzehirlenip öldürülmemiş olsaydı, mutlaka aktif siyasete dönecekti. Fakat derin çete, rahmetli Turgut Özal’ın aktif siyasete dönmesine kadar geçecek süreye bile tahammül edememiş ve onu zehirleyerek ortadan kaldırmayı tercih etmiştir. Hal böyleyken, neden Cumhurbaşkanlığı makamı, olduğundan daha fazla büyütülmekte ve ülkenin ekonomisini baltalayacak şekilde korku senaryoları ortalıkta dolaşmaktadır? Nedir Cumhurbaşkanlığı etrafında kopartılan fırtınanın ve altına olanca yakıt sürülen cadı kazanının sebebi? Abdullah Gül yetkilerini kullanmadı (!) İşte mevcut Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül! Söyler misiniz, yedi yıl boyunca Abdullah Gül, cumhurbaşkanı olarak dişe dokunur hangi yanlışlığı yaptı? Kimin tavuğuna kış dedi? Toplumun hangi kesimini dışladı? Ülkeyi hangi zararlara soktu? Ülkenin itibarını hangi davranışları ve uygulamalarıyla zedeledi? Laik dine mensup müminlerin hangi ibadetlerine karıştı? Onların hangi törenlerine çomak soktu? Elinizi vicdanınıza koyun ve söyleyin; kendisini cumhurbaşkanı yapan Bülent Ecevit’e Anayasa kitapçığı fırlatarak ve bunu anında basına sızdırarak ülke ekonomisini milyarlarca dolar zarara uğratan Necdet Sezer’in yaptığını mı yaptı? Başörtülüleri kamusal alana sokmak istemeyen ve bunu açıkça dile getiren Necdet Sezer’in yaptığının tersine, laik dine mensup hanımların belli mekânlara girmesini mi yasakladı? Bütün siyasî hayatını ve siyasî hayatındaki tırmanışlarını kimi meşhur siyasilerin ölmesine ve öldürülmesine borçlu olan, geldiği yerlere esas olarak muhafazakâr kesimin oylarıyla ve desteğiyle gelen Süleyman Demirel’in başörtülü kızları Suudi Arabistan’a gönderdiği gibi Abdullah Gül de laik dinin mümine, mutaassıp, fanatik, bağnaz ve muhafazakâr kadınlarını İsveç’e, Norveç’e, Danimarka’ya mı gönderdi, yoksa 28 Şubat çetesiyle işbirliği yapıp bütün teamülleri çiğneyerek hükümeti kurma görevini yeterli sayıda milletvekili olmayan laik dine mensup siyasilere mi verdi? Diyebilirsiniz ki “Abdullah Gül başka, şimdi aday olarak karşımıza çıkacak olan Tayyip Erdoğan başka”, fakat laik dinin müminleri olarak bugün başka olarak gördüğünüz eğer kabul edilecek olsaydı, Cumhurbaşkanı adayı olarak omuzlara alacağınız Abdullah Gül’e Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecindeki tavrınızı bu millet unuttu mu temmuz 2014 43 haberajanda Siyaset Ekmeleddin Bey sanıyorsunuz? Cumhurbaşkanı olduktan sonra kaç kez görüşme talebini reddettiğinizi, kabul günlerini boykot ettiğinizi bu millet göz ardı mı etmeli sizce? Gerçekten de ey laik dinin müminleri, nedir bu telaşınız? Siz de biliyorsunuz ki tarafsızlık çerçevesinde seçmek için elinizden geleni yapacağınız her cumhurbaşkanı, ülke ekonomisini Boğaziçi Aşireti’ne peşkeş çekecek ve çoğunluğun kazancı, alavere dalavere ile belli bir azınlığın kasasına akacaktır. Nitekim ne tarafsız cumhurbaşkanı olarak seçilen ve aslında hiç de tarafsız olmayan Süleyman Demirel, ne de bulunduğu yer -yani daha önce görev yaptığı makam- bakımından tarafsız olması gerektiği halde hiçbir şekilde tarafsız olmayan/olamayan Necdet Sezer ülke için bir uğraş vermiştirler. Öyle ya, kendilerini oraya getiren siyasî güç gibi görünenler için dahi çalışmamıştır bu isimler, ellerine verilen gücü her fırsatta kendilerini oraya getiren siyasî gücün ve halkın lehine değil, ülke ekonomisini elinde tutan, darbeleri kurgulayan ve darbecileri besleyen ekonomik gücün lehinde kullanmışlardır. İsterseniz 12 Eylül öncesinde yine tarafsız olarak seçilen Fahri Korutürk’ün yaptığı cumhurbaşkanlığının kimin için olduğuna şöyle kabataslak bakabilirsiniz. Korutürk millet ve milletin çoğunluğu için mi, yoksa belli bir zümrenin çıkarlarını korumak için mi çalışmıştır? Muhalefet konuyu anlamadı, anlamayacak Şunu siyasetle biraz ilgisi olan herkes bilir ki “siyasette tarafsızlık diye bir şey yoktur, adalet diye bir şey vardır”. Adalet, tarafsızlık değil, haktan ve haklıdan yana olmanın adıdır. Eğer aranacaksa tarafsız değil, adil bir 44 temmuz 2014 cumhurbaşkanı aranacaktır, aranmalıdır. Fakat muhalefet nedense adil değil, tarafsız bir cumhurbaşkanı üzerinde durmuş, bütün arayışını böyle bir aday üzerinde yoğunlaştırmış, tarafsız bir cumhurbaşkanı adayı olarak da hep laik dinin müminlerini öne sürmüştür. Şahsen, herkesin kendi dinini kimseye zarar vermeden ve kimseye dayatma yapmadan yaşaması gerektiğine inanan, bunu kabul eden, yeri geldikçe yazılarımda, sohbetlerimde ve konferanslarımda bunu dile getiren bir insanım ve bilir ve de inanırım ki kişilere kendi dinlerini yaşama imkânı verilmeyecek olursa toplumda iki kimlikli kişilikler ortaya çıkacaktır. Yani münafıklar ve mürailer… Böyle kişilikler hem kendileri huzursuz olacak, hem de giderek toplumun huzurunu bozacaklardır. Bu bakımdan insanlar, tercihleri konusunda zorlanamazlar. Zorlanırlarsa zulmedilmiş ve adaletsiz davranılmış olunur. Ancak kimileri geçmişten gelen alışkanlıkla halkın kendi cumhurbaşkanını seçmesi konusunda bile -ellerinden gelirse- zorlama ve dayatmadan yana bir arayış içindeler. Kendilerine göre değişik güç odaklarını dolaşacaklar ve asıl olarak o güç odaklarının menfaatlerini koruyacak olan birini “İşte sizin oy vereceğiniz cumhurbaşkanı budur!” deyip çatı adayı olarak milletin önüne süreceklerdir. Millet de amiyane tabirle bunu yutacak ve bir çatı adayı olarak Fahri Korutürk, Süleyman Demirel veya Necdet Sezer gibi birine oy verecek ve onu ülkenin başına cumhurbaşkanı olarak seçecek… Bu ne güzel kurgu, bu ne güzel hayal, bu ne güzel rüya böyle!.. Anadolu insanı bu durumlarda o irfan yüklü sözünü söyler: “Ümit fakirin ekmeği; ye muhalefet ye! Hem de bol bol, kepçeyle, kürekle, kazanla ye…” Oysa yapılması gereken ve siyaseten yakışır olanı, herkesin kendi adayını aylar öncesinden belirlemesi, bunu ülkenin her ferdine tanıtması ve elbette bu adayların da kendilerine verilen yetkiler çerçevesinde ülke için ne yapacaklarını bu millete anlatmasıydı. Fakat muhalefet partileri bu basit gerçeğe uymadılar ve “Nasıl yaparız da iktidarın adayının seçilmesini önleriz?” hesabıyla hareket ederek seçilecek adayın bu ülkeye yapacakları konusunda hiçbir hazırlık yapmadılar. Dolaştıkları değişik mahfillerde de çatı adaylarının kim olduğunu söylemeden destek istediler. Çünkü çatı adayının kim olacağını kendileri de bilmiyorlardı. Bilmiş olsalardı önce Kemal Derviş’e, sonra da Abdullah Gül’e teklif yaparlar mıydı? Ve Yozgatlı İhsan Efendi’nin oğlu Ekmeleddin Bey, Osmanlı Cihan Devleti’ni yıkan güç tarafından yıllar önce belirlendi ve günü gelince rollerini oynamaktan başka yetkileri olmayan muhalefet liderlerinin önüne konuldu “Buyurun buradan yakın, sonra da Türkiye’ye olacaklara bakın” der gibi… “Bu durumda olacak nedir?” mi diyorsunuz? Muhalefetin çatı adayı, eğer seçilecek olursa Hükümet’in ayağına pranga vuracak ve elinden geldiği kadar güç odaklarının çıkarları için cansiperane çalışacaktır. Gerekirse kimi derin güçlerin iktidarı defakto olarak ele geçirmesi için kimi plan ve programların kurgulanmasına ve uygulanmasına çalışacaktır. Maalesef milletimiz yakın zamanda bunu gördü, yıllarca muhafazakârların oylarıyla bir yerlere gelenlerin değişik bağlantılarla güç odaklarına çalıştıklarına ve ülke ekonomisinin yerle bir olmasına neden olduklarına tanık oldu. Bütün bunları bizzat yaşayan bu millet, binlerce yılın kendisine kazandırdığı irfanla laik dinin müminlerine bir daha o fırsatı vermeyeceği kanısındayım. Zaman bunu bize gösterecek. Ve nice emekle kurdukları çatının, bu milletin irfanıyla kurgulayanların üstüne nasıl çöktüğünü, bu millete çatı adayını dayatanların nasıl hüsrana uğradıklarını da… Biraz daha sabır! Hiçbir birliktelik bu milletin tarihe yürüyüşünü önleyemeyecektir. Milletin önüne dinin ekmeli, en kemallisi, en faziletlisi, en erdemlisi olarak konulan Ekmeleddin İhsanoğlu’nun da, onu “çatı aday” olarak millete dayatan dış ve iç güçlerin gayretleri ve çabaları da bu yürüyüşü önlemeye yetmeyecektir. Anadolu insanı bu durumlarda ne güzel söyler: “Gün ola, harman ola…” haberajanda Siyaset Cüneyt Akar cuneytakar.ajanda@gmail.com > > Klasik bir cumhurbaşkanı mı istiyoruz? Öyle ise seçimimiz belli: Ekmeleddin Mehmet İhsanoğlu. Yok, “Eğer ben seçeceksem, o koltuğa bir onay makamı olarak değil, icra makamı olarak bakmak isterim” diyorsak, seçimimiz “Recep Tayyip Erdoğan”. Herkes gibi ben de üçüncü adayı, yani Demirtaş’ı seçenekler arasına koymayı pek düşünmüyorum. Ancak Demirtaş’ın alacağı oyların her biri, seçim ikinci tura kalırsa çok büyük anlam kazanacak. Zira bugüne kadar muhalefet cephesinin dillendirdiği taviz pazarlıkları asıl o zaman ziyadesiyle gündeme gelecektir. Zaten Demirtaş’ın aday olma amacı da tam olarak bu. Erdoğan kalacak yüzde 49 ‘da, İhsanoğlu alacak yüzde 44 oy; Demirtaş turları başlayacak ondan sonra. Kim daha çok taviz verirse… Bunu düşünmek bile çocukça aslında. “Ben sınırları Anayasa’yla çizilmiş bir cumhurbaşkanlığı yapmaya geliyorum” diyen İhsanoğlu ya da tabanındaki CHP-MHP ikilisi ne verebilir ki Kürtlere. Elindeki hangi güçle hangi tavizi verecek? Dolayısıyla burada da Erdoğan bir adım öne geçiyor şimdiden. Şahsî kanaatim odur ki, seçim ilk turda sonuçlanacaktır. Bunun aksi, ancak CHP-MHP seçmeninin yüksek oranda sandığa gidip çatı adayını desteklemesiyle mümkün olabilir. Şimdilik söylüyorum ki, özellikle CHP seçmeninde küçük tepkilere rağmen büyük “acaba”lar var İhsanoğlu konusunda. Bir de -ne kadar tam tersi algı yaratılmaya çalışılsa da- “Erdoğan bu seçimi de ne yapar eder, kazanır” izlenimi, çatının çatlak tabanını sandıktan uzak tutabilir. Unutmayalım ki bir adayın seçmeni sandığa ne kadar az giderse, diğer adayların aldığı her oyun yüzdelik karşılığı artıyor. Türkiye kendini yeniliyor. Bu yenilenme, Yeni Türkiye, yeni düzen, ilk “Başkan” T ÜRKİYE kabuğundan sıyrılmaya devam ediyor. Halk ilk defa kendi cumhurbaşkanını kendi seçecek. “Seçilen kişi cumhurbaşkanı mı olmalı, yoksa fiilî bir başkan mı?” sorusu herhalde tarafımızı belirlemekte bize en çok yardımcı olacak soru. ekonomiden siyasete, etnik sorunlara bakışımızdan dünya siyasetiyle baş edişimize kadar her alanda kendini gösteriyor. Yenilenmenin en zayıf halkası ise maalesef muhalefet siyaseti. Sokaktaki 100 kişiye sorsak, yenilenmeye verilen onay herhalde 90’ların üzerinde çıkar. Ne var ki bunun siyasete uygulanması ayağı, CHP ve MHP’de çok zayıf kalıyor. Yeni deyince “öcü” anlayan bu zihniyet, Türkiye’nin önünde engel olarak kalmaya devam ediyor. Oysa yeni dünya düzeni, devletlerin askerî ve sayısal güçlerini ikinci plana atmış durumda. Dünyaya hükmeden devletlerin hepsi, ekonomik sorunlarını geride bırakabilmiş, politik hamlelerini zamanında yapabilen, iç siyasette istikrarı yakalayabilmiş olanlar. İstikrar, sürekli aynı partinin hükümet etmesi anlamına gelmiyor. ABD seçimlerinde Cumhuriyetçilerin ya da Demokratların kazan- ması ne değiştiriyor ABD vatandaşı ya da dünya için? Sistemin istikrarı önemli yani. Sistem doğruyu bulduktan sonra, kim gelirse gelsin, büyük tahribat yapamıyor. İşte bizim şu andaki en büyük eksiğimiz “sistem”. 12 yıldır yenilenen Türkiye doğru sistemi kurdu mu hâlâ bilmiyoruz. Eğitimden sağlığa, yargıdan siyasete kadar bitmeyen bir yenilenme içinde devlet. Sistem, oturduğunda kendi kendini yönetir duruma gelecek ve biz bunu kendi hayatımızdan bile rahatlıkla fark edebileceğiz. Ancak 12 yıllık çabaya, yapılanların genellikle doğru olmasına rağmen eksiklikler bitmiş değil. Bu eksikleri de siyaset ve siyasetçi tamamlayacak. O halde siyaset ve siyasetçiden korkmanın bir anlamı yok. Devlet ve demokrasi var oldukça, siyaset ve siyasetçi de var olacak ve devleti yönetecek. Ve biz o siyasetçiyi denetleyip oylarımızla puan vereceğiz. Yapmadıkları için hesap soramayacağımız bir cumhurbaşkanını seçmek için niye oy verelim ki? O halde siyaset dışı bir adayı cumhurbaşkanı yapmanın hiçbir geçerli mantığı olamaz. Benim cumhurbaşkanım siyaseti çok iyi bilmeli. Vatandaşın dün tanıdığı, dünyanın neredeyse hiç tanımadığı biri olmamalı. Ufku açık, vizyonu geniş, devleti bilen, icraya engel değil de destek olacak biri olmalı. Benim cumhurbaşkanım taraf olmalı. Yeniliğe, gelişmeye, büyümeye, 2023 hedefine taraf olmalı. Bugüne kadar olduğu gibi, gecesini gündüzüne katarak vatanı için çalışıp vatandaşından taraf olmalı. Benim cumhurbaşkanım hem devletin, hem milletin, hem icranın, hem ordunun başkanı olmalı. Velhasıl benim cumhurbaşkanım, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk seçilmiş başkanı, Recep Tayyip Erdoğan olmalı. temmuz 2014 45 haberajanda Siyaset Erdoğan kaybederse, ben bu ülkeyi terk ederim! 10 AĞUSTOS’ta tarihî bir gün yaşayacağız. Sandık başında sıraya girecek, elimize oy pusulasını ve mührü alacak, gönlümüzdeki aday için besmele ile tercihte bulunacağız. 46 temmuz 2014 >> “Mühür kimdeyse Süleyman odur” sözünü hatırlayacak ve o an için hepimiz birer “Süleyman” olacağız. Kimin cumhurbaşkanı olacağına, tarihte ilk defa millet karar verecek. Bu aşamaya kolay gelmedik. Sıradan bir seçim değil bu, seçimlerden herhangi biri değil. Ne badireler atlattığımızı zihnimizden geçirelim. Tehditleri, şantajları, 367 garabetini, aday olmak isteyenlerin tartaklandığını, dövüldüğünü, statükonun isteğinden farklı oy kullanma eğilimine sahip olduğu bilinenlerin silah zoruyla seçimden uzak tutulduğu dönemleri hatırlayalım. Hiçbir sıkıntı boşuna çekilmiş sayılmaz. 2007’deki cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında yaşanan kriz, bir sonraki seçimin halk tarafından yapılmasının yolunu açtı. “Öyle de olmayaydı, böyle de olacağı yoğidi.” Mehmet Şeker mehmetseker.ajanda@gmail.com O gün, milletin gönlündeki kişi cumhurbaşkanı olacak. Üç aday arasından hiç biri yeterli oy alamazsa, kısa süre içinde en çok oy alan iki aday tekrar yarışacak. Neticede yine milletin en çok istediği Çankaya’ya çıkacak. Seçimlerden önce yorum yapanların genellikle temkinli davrandığına şahit oluruz. Tıpkı futbol maçlarındaki gibi... Dünya Kupası yarı final maçında Brezilya, Almanya karşısında çok gollü bir yenilgi alınca, bazı yorumcuların teknik direktörü eleştirdiklerini gördük. Tarihinin en ağır yenilgisine uğrayan Brezilya için maç bittikten sonra yorum yapanların durumuna epey güldüm. Eğer yorum yapacaksan, takım kadroları açıklandığı zaman yapacaksın. Bu takım Almanya’dan en az 7 gol yer diyebiliyorsan, ne âlâ. Benzer şekilde tek kelime bile etmediysen, söylediğin sözler pek anlam ifade etmez. İşbu sebeple, seçime henüz bir ay varken temkinli davranmayı aklıma bile getirmeden, son derece iddialı bir yorumda bulunmak istiyorum. Eğer Recep Tayyip Erdoğan kaybeder, Ekmel Bey seçimi kazanırsa, ben bu ülkeyi terk ederim... *** Ekmeleddin İhsanoğlu, ya da Kemal Bey’in ifadesiyle Ekmeloğlu kötü bir insan mıdır? Hayır... Allah selamet versin, sağlık afiyet versin. Fakat uygun kişi değildir. Vaziyet bu kadar basit. Hele adaylardan biri Ekmel Bey, diğeri Erdoğan iken, eğer bu millet tercihini düşündüğüm şekilde kullanmaz da tam tersi yönde sonuç çıkarsa, hayırlı olsun deyip pılıyı pırtıyı toplamaya ve kendime yeni bir adres aramaya başlarım. Seçime bir ay kala değil, adayların hiç biri ortaya çıkmamışken bile kimin cumhurbaşkanı olacağı belliydi. Diyelim ki aylar önce, “Bu ülkede cumhurbaşkanı olmayı en çok hak eden kişi kimdir?” şeklinde bir soru ortaya atılsaydı, nasıl bir cevap alınırdı? Kimdir? Kemal Kılıçdaroğlu mu, Devlet Bahçeli mi, Selahattin Demirtaş mı? Haydar Baş mı, Doğu Perinçek mi, Mesut Yılmaz mı? O dönem için kim olduğu bilinmeyen çatı aday mı? Hangi partiden olursa olsun, çoğunluğun Ekmel Bey’in “İşbirliği Teşkilatı” bugüne kadar ne yaptı? MUHALEFETİN ortak adayı Ekmel Bey’e bakıyorum... İyi bir insana benziyor. Önce adından “din” kısmını çıkardı. Sonra kendisine ufakken “ekmek” dediklerini söyledi. Tanıtım toplantısında “Ekmek için Ekmeleddin” diye bir sloganla halkın karşısına çıktı. Kılıçdaroğlu özenle seçtiği, fakat yardımcılarının bile habersiz olduğu ortaya çıkan adayının adıyla soyadını birleştirip “Ekmeloğlu” yaptı. Ekmel Bey, Suriye konusunda “Ben olsam sınırları açmazdım” açıklamasında bulundu. Filistin meselesinde kıyıda durdu. Ortadoğu’nun diğer ülkeleri ve Filistin dramıyla ilgili “Arapların meselesi, araya girmemek lazım” gibi anlamsız cümleler kullandı. (Anlamsız tabiri, burada pek hafif kaldı, farkındayım!) Araya girmemek gerekirmiş, çünkü onlar yarın anlaşırlarmış, sonra biz kötü olurmuşuz. Oy, oy, oy!.. Durun, bitme- di; dahası var... Kürt meselesiyle ilgili görüşü sorulduğunda yorum yok deyip geçti gitti. Mısır’daki darbeye darbe demediğini de biliyoruz. Paralel yapının da desteğini alacağı malûm… Daha ne? Karnede bu kadar fazla zayıf not olduktan sonra… Ve bunları kendi ağzından duyduktan sonra… Geçiniz... *** İslam Konferansı Teşkilatı İKT vardı; Ekmel Bey’in başında bulunduğu... Bir süre sonra “Teşkilat” yerine “Örgüt” kullanılır hale geldi, İKÖ oldu. Ardından isim değiştirdi, “İslam İşbirliği Teşkilatı yapıldı. “İşbirliği” kelimesi olumlu yanlarıyla beraber, “işbirlikçi” tabirini de akla getiriyor. “Kim, kiminle işbirliği içinde?” sorusu doğuyor bu durumda. Aynı zamanda “Kimlere işbirlikçi deneceğini” düşündürtüyor. Ve asıl soru şu: İKT, İKÖ ve İİT bugüne kadar ne yaptı? *** Ekmel Bey için çekincesiz şekilde kullanılan “İngiltere Kraliçesi’nin adamı” ifadesi bir yakıştırmadan mı ibaret hakikaten? Eğer yakıştırma değilse, haksızca yapılmış bir isnat değilse, biz başımıza İngiltere Kraliçesi’nin adamını mı seçmeliyiz? *** CHP’li olsaydım, müzmin bir Erdoğan muhalifi olsaydım bile, gidip kuzu kuzu Ekmel Bey gibi bir adaya oy vermezdim. Gider, seçim pusulasının üstüne “Kamer Genç” yazar, mührü basardım. Sırf nam olsun, kâr olmasın niyetine. Adam hiç değilse çevreci; çiçeği seviyor, yeşili koruyor... vereceği cevap, daha o zamandan tek adrese işaret ederdi emin olun. En fazla hak eden kişi sorusuna mukabil Erdoğan’ın ismi öne çıkardı. Muhalif pozisyonunda bulunanlar bile dürüstlük içinde “Ben karşıyım ama en fazla Erdoğan hak ediyor” cevabını verirdi. Seçimden önce böyle çıkan bir isim, seçim sandığından da çıkar. En ufak bir endişem yok. *** Bugüne kadar girdiği her seçimi kazanan ve her seferinde daha fazla oy alan bir liderin, cumhurbaşkanlığı seçiminde Ekmel Bey gibi bir aday karşısında mağlup olması, akıllara durgunluk verecek derecede vahim bir durum demektir. Öyle bir sonuç, bu milletin vefasızlığına işaret eder ki, kendi adıma başka bir adres aramak için yeterli sebeptir. Ayrıca unutmamak gerekir ki, “Emaneti ehline teslim etmek” gibi bir mecburiyetimiz var. Asla göz ardı edemeyeceğimiz sağlam bir tavsiye bu. Daha doğrusu tavsiye değil, emir... *** Bir de, “İyi diyorsun ama ben Erdoğan’ın icraatın başında kalmasından yanayım” diye açıklamada bulunanlar var. Samimi olduklarından şüphe duymuyorum. Sebebi sorulduğunda, “Başladığı işleri tamamlaması gerektiği” gibi gayet mantıklı cevaplar alıyoruz. Bu düşünce, Erdoğan’ın adaylığı açıkladığı anda geçerliğini yitirmiştir. “Seçilecek kişinin, farklı bir cumhurbaşkanı olması gerektiği… Koşturan, terleyen, biri olmalı” diye tarif veren kişi de bizzat Başbakan Erdoğan değil miydi? Adaylığı açıklandıktan sonra da aktif şekilde koşturacağını günlerdir meydan meydan anlatan, bütün yetkilerini kullanacağını belirten o değil mi? Sembolik bir cumhurbaşkanına mecbur muyuz? Tam aksine, güçlü bir cumhurbaşkanına ihtiyacımız var. Güçlü, karizmatik, ne yaptığını ve ne dediğini bilen, planı programı olan, bu ülkenin daha iyi şartlara sahip bir ülke olması için hayatını ortaya koyabilen biri… Kimseden sözünü sakınmayan, icraatın içinden gelen, yurdun her karış toprağında ayak izi bulunan biri… Sevdası, birlik ve dirlik içinde güçlü Türkiye olan bir cumhurbaşkanı… Tarih önümüze böyle bir fırsat getirmişken mırın kırın etmek, “İyi güzel ama…” deyip burun kıvırmak, naza çekmek, kendi sorumluluğunun dahi farkında olmamak anlamına gelir. temmuz 2014 47 haberajanda Analiz Eğer biz cumhurbaşkanımızdaki özelliklerin aynı olması husussundaki hemfikirliğimizi “hemaday” çizgisine dönüştürürsek, işte o zaman tadından yenmez. Bakın, işte o zaman kendini aşmış insanlar ülkesi olan Türkiye’yi kimse tutamaz! Ayaklarına ağırlık bağlamış değil, ağırlıkları çıkarılmış insanlar tarafından yönetilen bir ülke oluruz. C UMHURBAŞKANLIĞI seçiminde de kendimize has durumdayız. Memleketimizin iyi idare edilmesi için cumhurbaşkanı seçmeyi mi istiyoruz, yoksa Cumhurbaşkanlığı seçiminden başka kârlar mı umuyoruz? Yağı, salçayı, bulguru ve suyu koyup şiş kebap elde edeceğimizi ummuyorsak, adaylarımızın da ifade ettikleri gibi, aslında tek adayımız var. Bir süre milletvekilliği vazifesi icra ettik. Vekillik, temsilî bir vazife olmasına, herkesin bunu bilmesine rağmen nedense hep icra beklentisi oldu. Birçok milletvekili arkadaşımız hastane, misafirhane, ulaşım gibi birçok hizmeti icra ettiler. O vazifedeyken sorun çözmek ve milletimizi, insanımızı sevmek adına bunlar istenerek, şikâyet edilmeden yapılan işler. Atama, tayin, yol, su, elektrik gibi birçok icrayı veya günümüz tabiriyle yürütmeyi ilgilendiren hususlardı bunlar. Ama tüm vekiller bilfiil bunlarla ilgilendik. Temsilciden beklenen veya yer yer de temsilcinin kendi anladığı temsil vazifesi, aslında icra vazifesi. Bir milletvekilinden bile bu kadar icra beklenirken, cumhurbaşkanından icra beklenmeyeceğini mi sanıyorsunuz? Üstelik Anayasa böyle bir vazife vermişken… Cumhurbaşkanlığı’nın algılanmasında kesinlikle icra vardır. En büyük makam olacak da icra olmayacak? Olacak bir durum değil. Sade vatandaşın taleplerine bir bakın, neler yoktur ki? Eğitimden maddi yardıma, adli meselelerden uluslararası ilişkilere kadar her konuda icra talebi vardır. Peki, siyasilerde böyle bir beklenti yok mu? Tabiî ki var. Hükümet’in birtakım icraatlarının engellenmesini Abdullah Bey’den isteyen muhalif partilerimiz idi. Tabiî ki istenecek, beklenecek. Hepimizin elinden 48 temmuz 2014 ne geliyorsa, el ele verip bu işi yapmalıyız. Cumhurbaşkanlarımızın yapabileceği bir şey varsa tabiî ki geri durmamalılar. Kimse, kimsenin görevini zaten yapmaz. Ona gerek de kalmaz. Bu konuda cumhurbaşkanı adaylarımız da artık sloganları ve açıklamalarıyla icraat yapacaklarını söylemekteler. Bir başka ifadeyle hepimiz, cumhurbaşkanının icra yapması gerektiği konusunda hemfikiriz. Çözüm Süreci önemli Hemfikir olduğumuz bir başka husus ise Çözüm Süreci. Her ne kadar muhalif partilerden CHP ve MHP bu sürece karşı duruyor olsalar da ortak adayları bu noktada desteğini gösteriyor. Tüm adaylar bu konuda hemfikirler. Başka bir hemfikir olunan konu ise ekonominin, yatırımların Türkiye’de iyiye gittiği. Hızlı trenden yollara, Marmaray’a, sağlık hizmetinden konut meselesine, ihracattan turizme dek pek çok konuda iyiye gidişle ilgili ciddi bir hemfikir durumu var. Aslında istikrarı bozmayacak bir şekilde ilerlenmesi gerektiği de konuşmalarda vurgulanan bir durum. Son zamanlarda Filistin konusunda Ekmelettin Bey de Tayyip Bey ile aynı şeyleri söylemeye başladı. Yani önceleri tarafsız olunmasını savunurken, sonra Filistinlilerin yanında yer alınacağını ifade ediyor. Demek ki her ikisi de daha önce konuşma fırsatı bulsalarmış farklı şeyler söylenmeyecekmiş. Yani Tayyip Bey, ne yapılması gerektiğini ikna edici bir şekilde izah ederdi gibi geliyor bana. Fatiha Hemfikir olunan meseleler bunlar mı sadece? Tabiî ki değil. Her iki adayın da Fatiha Suresi vurgusu önemli bir birliktelik. Tabiî CHP’nin bu konuya nasıl baktığı da bir şekilde ortaya çıkmış Lokman Ayva la@lokmanayva.net Ne yapabilirlerdi? Çok basit! Madem her konuda hemfikiriz, kişisel duyguları bir tarafa bırakıp galibiyet-mağlubiyet sıkıntılarını bir kenara atıp Tayyip Bey’i aday gösterirdik. Niye mi? Aynı fikirdeysek neden Türkiye’yi 12 sene yönetmiş genç, aşırı çalışkan, dürüst, vizyoner ve tabiî ki erdemli bir kişiyi göstermeyelim ki? Üstelik arkasında sımsıkı duran, “Dik dur, eğilme! Bu millet seninle!” diyen bir halk varken... oldu. Bu tür tutumlara karşı çıkan ciddi bir CHP kesiminin ne yapacağını bilemiyorum. Önemli bir hayal kırıklığı yaşamış oluyorlar. Ama bunlara rağmen CHP yönetimi AK Parti ile aynı düşünüyor ki aynı istikamette bir aday çıkarmayı MHP’ye teklif etti. Köşe yazılarında, kulislerde birçok dedikodu var: “Aslında CHP’li bir aday çıksaymış Kemal Bey’in koltuğu sallanırmış, o yüzden böyle bir aday çıkarmışlar…” Neymiş efendim “Tayyip Bey’in cumhurbaşkanı olmasını AK Parti’lilerden daha çok muhalefet istiyormuş, zira böylelikle seçimi kazanabilme umudu ortaya çıkıyormuş”. Bunların hangisi doğrudur bilemem, doğrusu bilmek için de hiç uğraşmam. Zira bizim şu anki gündemimiz, “cumhurbaşkanının seçilmesi”. Az önce arz ettiğim tarife göre yemek yaparsanız, bana inanın, şiş kebabı ortaya çıkmaz, çıksa çıksa bulgur pilavı çıkar. Onun gibi, muhalefet partilerimiz böyle değişik hesaplara hiç girmesinler. Onların plan ve programını ayrıca yapsınlar. Ama şu güzelim ülkeye, harika insanlar ülkesine zaman kaybettirip eziyet çektirmesinler. Peki, ne yapabilirlerdi? Ne yapabilirlerdi? Çok basit! Madem her konuda hemfikiriz, kişisel duyguları bir tarafa bırakıp galibiyet-mağlubiyet sıkıntılarını bir kenara atıp Tayyip Bey’i aday gösterirdik. Niye mi? Aynı fikirdeysek neden Türkiye’yi 12 sene yönetmiş, genç, aşırı çalışkan, dürüst, vizyoner ve tabiî ki erdemli bir kişiyi göstermeyelim ki? Üstelik arkasında sımsıkı duran, “Dik dur, eğilme! Bu millet seninle” diyen bir halk varken... Anlaşılıyor ki muhalif liderlerimiz bu konuda kendilerini aşamıyorlar. Madem öyle, bari vatandaş olarak biz bu durumları aşalım. Aksi halde bizim durumumuz şuna benzeyecek: İki kişi lokantaya gidiyor ve her ikisi de hemfikir oldukları yemekleri sipariş veriyorlar. Ama biri bağırıyor, çağırıyor, üzülüyor, ağlıyor; diğeri yemeğini afiyetle yiyor. Yani diğer arkadaşı için bir şeyler yapmak istese de yapamamış oluyor. Eğer biz cumhurbaşkanımızdaki özelliklerin aynı olması husussundaki hemfikirliğimizi “hemaday” çizgisine dönüştürürsek, işte o zaman tadından yenmez. Bakın, işte o zaman kendini aşmış insanlar ülkesi olan Türkiye’yi kimse tutamaz! Ayaklarına ağırlık bağlamış değil, ağırlıkları çıkarılmış insanlar tarafından yönetilen bir ülke oluruz. Efendim, diliyoruz ki çocuklarımız, bizim yaşadığımız olumsuzlukları yaşamazlar. Ama yine diliyoruz ki bizim yaşamadığımız güzellikleri yaşayacakları bir ülkeleri olur. Keşke bizler de bu mirası bırakacak fırsatı değerlendirebilsek… temmuz 2014 49 haberajanda Siyaset Türkiye’de siyaset artık tamamen konsalide olup, saflar da oldukça netleşti. Bundan ötesi yok; herkes bunu biliyor. Bu durum, yenilenen Ağrı ve Yalova seçimlerinde de ispatlandı. Seçmen, 30 Mart 2014’te Başbakan’a, “Cumhurbaşkanlığı’na adaylığını koy, senin yerin artık orası” mesajını iletmiştir. Cumhurbaşkanlığı seçimi bundan dolayı heyecanını kaybetmiştir. Seçim, aslında o gün bitmiştir. *** CHP’nin klasik reel politik dış politika ağzıdır bu; pragmatist, oportunist, pasif ve de statükocu... Aday yapılmasındaki en büyük etkenin de bu olduğu açık. Hem dünyada sulhtan bahsedeceksin, hem de Suriyeli mülteciler için “Ben olsam sınırdan içeri almazdım” diyeceksin. Bunun adı sanırım “kibar ölüm” oluyor. Bunları başında “İslam” olan teşkilatın emekli Genel Sekreteri söylüyor. 50 temmuz 2014 Tayyip Erdoğan’ın karşısına Abdülhamid veya Fatih’i çıkarma şansınız olsaydı, belki… C UMHURBAŞKANLIĞI seçimi öncesi üç adayı da kendi temsil ettiği ideoloji ve taraftarlarıyla birlikte düşünmek gerekiyor. O zaman tek tek bakalım ve en renklisinden başlayalım Ekmeleddin İhsanoğlu Bir öğretmen arkadaşım dükkânıma ziyarete gelmişti. Hoşbeşten sonra “CHP’nin çatı adayını duydun mu?” diye sordu. “Duymadım, kimmiş?” dedim. “Ekmeleddin İhsanoğlu!” dedi. “Şaka yapıyorsun?” deyince “Yapmıyorum” demesiyle birlikte neredeyse karnıma ağrılar girecekti… Her yere müracaattan sonra buldukları aday buydu demek! Bir anda gözümün önüne sessiz, sakin, stükonun gereklerini yerine getirecek bir şahıs geldi. Bu şahsı AK Parti’nin İslam İşbirliği Teşkilatı’na Genel Sekreter yapmak için didindiği, İİT’yi BM ayarında bir stratejik araç yapacağını umduğu kişi olarak tanıyorduk. Maalesef olmadı, olamadı. Sürekli BM söylemlerine eklemlenmiş bir İİT gördük. Özellikle Suudi Arabistan’ın finansörlüğünü yaptığı bu teşkilat, ne Ortadoğu’daki demokratikleşmede bir rol alabildi, ne de Batı’dan bağımsız bir politika geliştirebildi. Neden aday yapıldı? CHP ve MHP’de aday olacak kapasitede bir lider olmadığından mı, Yeni Türkiye’den korkmalarından mı, kendi mamalarının kesileceği endişesinden mi, Mansur Yavaş’ın Ankara’da ortaya koyduğu performansa dair milliyetçi muhafazakâr ve özellikle dindar oyları kafesleme stratejisinden mi İhsanoğlu aday gösterildi? Belki de Aydın Doğan’ın dört yıl önceki işaretinden? Dindarlara yaklaşmaya çalışırken, içeride var olacak kırılmalardan dolayı “dindarlardan uzaklaşmayı” ancak böyle başarabilirlerdi, başardılar. Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Tıpış tıpış oy verecekler” demeye getirdiği işte buydu! Sokakta nal bulanın, “Hah, şimdi sıra at almaya geldi!” demesi gibi… Aslında durumun farkındalar ya da çaresizlikten “salağa yatıp” denemek zorunda kaldıkları tek strateji bu kaldığı için böyle bir siyaseti denemeye karar verdiler. Türkiye’de siyaset artık tama- men konsalide olup, saflar da oldukça netleşti. Bundan ötesi yok; herkes bunu biliyor. Bu durum, yenilenen Ağrı ve Yalova seçimlerinde de ispatlandı. Seçmen, 30 Mart 2014’te Başbakan’a, “Cumhurbaşkanlığı’na adaylığını koy, senin yerin artık orası” mesajını iletmiştir. Cumhurbaşkanlığı seçimi bundan dolayı heyecanını kaybetmiştir. Seçim, aslında o gün bitmiştir. Benim üzüntüm başka Önüne konan kâğıttan Fatiha Suresi’nin mealini bile doğru dürüst okuyamayan bu adamı millete ezdirecekler. Aday gösterdikleri adamın seçim yürütecek bir becerisi olmadığı gibi siyaset alanında da hiçbir yeteneği yok. Cumhurbaşkanının siyasî bir kimliğinin olmaması gerektiğini bundan öne sürüyorlar. Fakat ne çare ki cumhurbaşkanını bu kez halk seçeceği için her şeyi ellerine yüzlerine bulaştırıyorlar. Size, Kemal Kılıçdaroğlu ve Bahçeli’nin siyasî istikballerini garanti altına almak için bir garibi kurban etmesine dair Fatih Altaylı ile Kılıçdaroğlu arasında geçen bir diyalog: Kılıçdaroğlu: “Ekmel Bey, bu Murat İlkter muratilkter.ajanda@gmail.com Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu İsrail Gazetesi Haaretz’in “Ekmeleddin” manşeti şöyle: “He is one of us.” Yani, “O bizden biri”... Bu başlık bile tek başına ne kadar da çok şey anlatıyor. zamana kadar toplumu rahatsız edecek bir söylemde bulunmadı.” bizden biri”... Bu başlık bile tek başına ne kadar da çok şey anlatıyor. Altaylı: “Ekmeleddin Bey’in bir söylemi yok zaten. Konuşmalarını dinliyorum, kayda değer bir şey söylemiyor.” Finansörlüğünü Suud’un yaptığı İslam İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreteri iken Sisi’ye ve Esad’a verdiği desteği unutan varsa, bir de 13 Temmuz 2013’te yaptığı şu cumhurbaşkanı tanımına baksın: Elde görünen bir tek şey var, o da “beyefendilik”... Adama “Sen kibar ol, gerisini bize bırak” talimatı verilmişe benziyor. Bu kadar nezaketin ise bu millette bir karşılığı yok. Bir diğer başlık İsrail Gazetesi Haaretz’in “Ekmeleddin” manşeti şöyle: “He is one of us.” Yani, “O “Bütün Türkiye’yi kucaklayacak, dünyadaki itibarını yükseltecek, düşmanların hedefi olmayacak bir ülke haline getirecek, yani içeride huzur, dışarıda itibar sağlayacak bir cumhurbaşkanına ihtiyacımız var. ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’u sağlayacak bir cumhurbaşkanına ihtiyacımız var.” CHP’nin klasik reel politik dış politika ağzıdır bu; pragmatist, oportunist, pasif ve de statükocu... Aday yapılmasındaki en büyük etkenin de bu olduğu açık. Hem dünyada sulhtan bahsedeceksin, hem de Suriyeli mülteciler için “Ben olsam sınırdan içeri almazdım” diyeceksin. Bunun adı sanırım “kibar ölüm” oluyor. Bunları başında “İslam” olan teşkilatın emekli Genel Sekreteri söylüyor. Savaştan yenilgi ile çıkmış bir devletin, o günlerde zaman kazanma adına “Bizim artık emperyal hedeflerimiz yok, bize dokunmayın” dediği günlerdeki dış politik söylemle aynı ağız kullanılıyor. Böyle bir söylemin ne fıtratla bir alakası var, ne de temenniden öte bir gerçeklikle. Öyle olsa bugün başımıza Kürt sorunu örülür müydü, Balkanlar ve Ortadoğu kan gölüne döner miydi? temmuz 2014 51 haberajanda Siyaset Öncelikle cebine bakan millet açısında tüm rakamlar, son on senedir milletin alım gücünün arttığını gösteriyor. Halkın en büyük korkusu, şu anki mevcut durumunun kötüye gitme ihtimali. Bu da daha çok etrafımızdaki ateş çemberinden kaynaklanıyor ve muhalefet de sürekli bu yumuşak karna vuruyor. İkinci kriter olan vaatlere göre Erdoğan, yeni ve demokratik bir Türkiye ile birlikte icracı bir cumhurbaşkanlığını işaret ediyor. Demirtaş, “birlik ve beraberliğin teminatı olduklarını ve asla bir daha silaha sarılmayacaklarını” vurguluyor. Ekmeleddin Bey ise hâlâ 1970’lerin Türkiye’sinde gezinip “Ekmek için Ekmeleddin” diyerek Ahmet Necdet Sezer tadında bir cumhurbaşkanlığı vaat ediyor. Üçüncü kriter olan vizyon noktasındaysa “görünen köy kılavuz istemiyor”. O yüzden… Selahattin Demirtaş Sonuç ortada Kürtlerin akıllarını başlarına devşirip muhalefeti CHP ve MHP’den alması an meselesi. Selahattin Demirtaş’ın yaptığı açıklamalara bakarsanız bu açıkça görülüyor. Milliyetçiler farkında mı bilmem ama Demirtaş tüm propagandasını Türkçe ve Türkiye’ye yönelik yapıyor, Türkçeyi de Ekmeleddin Bey’den daha güzel kullanıyor. Hedefine ne kadar varır bilemem ama bu adamdan önümüzdeki beş sene çekecekleri var. Selahattin Demirtaş Demirtaş daha vizyonel, muhalafetin geleceği adına daha akılcı ve günümüz siyasî gerçekliğine dair daha idealize bir propaganda yürütüyor. Handikabı ise hitap ettiği kitlelerle doku uyuşmazlığı yaşıyor olması. Hoş, o alanı AK parti kuşattığı için çaresiz, ama madem Türkiye’ye dair bir siyaset hedefleniyor, hem de Türk milletinin değerlerine ve inancına yönelik bir siyaset, mevcut siyasî boşluğu doldurmakta çok daha iyi iş yapacaktır. Erdoğan’ın “Yeni Türkiye” vizyonundaki devlet-millet ikileminde “milletten yana” olduğunu ortaya koyması, Demirtaş’ın “birlikte yaşama vizyonu” birbirini tamamlayan siyasî bir perspektif sunuyor. Bu da gösteriyor ki önümüzdeki en az beş yıl, Türk ve Kürdün yılı olacak. Bu, sadece bizim bölgemiz için değil, iki vizyonun örtüşmesiyle gerçekleşecek ve tüm Ortadoğu huzur bulacak. Tayyip Erdoğan Erdoğan’ın adaylığındaki en büyük hak 52 temmuz 2014 ediş, batmış bir ülkeyi getirdiği noktadır. Halk bunu biliyor. Yeni Türkiye’nin nereye doğru evrildiğini fark etmeyenlerin de en büyük güvencesi Erdoğan. Onun söylediği her şeyi bir güvence olarak gören bir millet ile Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’nı daha ilk turda alacağı açıkça görülüyor. “Güçlü liderlik” milletin genlerine sirayet ettiği için, Erdoğan simgesel bir cumhurbaşkanı değil, yetkilerini sonuna kadar kullanan icracı bir cumhurbaşkanlığını vaat ediyor. Bunun karşılığını da alıyor. Ortadaki durum, açıkçası yepyeni bir devlet demek… Erdoğan, özellikle Ekmeleddin Bey’in siyasî zaafına çalışıyor ve onu siyasete çekerek sürekli hataya zorluyor. Bahçeli ve Kemal Kılıçdaroğlu bu açığı kapatmak için rol çalmaya kalktıkça da Ekmeleddin Bey pasifize oluyor ve kendi karakteri ile CHP’nin karakteri birbirine uymadığından yapılan her açıklama tevile uğruyor. Halkın seçime yaklaşımı Türk milleti oy verirken üç şeye bakıyor: Cebine, vaatlere ve vizyona... Zerre heyecanı olmayan bir seçime gidiliyor. Oy pusulasında yer alan sıralamadaki gibi gerçekleşecek her şey. Başta Erdoğan, sonra Demirtaş ve oyları Demirtaş’tan yüksek olmasına rağmen Demirtaş’a karşı bile kaybeden İhsanoğlu… Gördüğünüz gibi işin içine bir de Ramazan ve yaz rehavetinin girmesi bu yazıyı da heyecandan yoksun kılıyor. Bu seçimde özellikle beni ilgilendiren taraf, yakından izlediğim Kürt sorunu ve buna mukabil açılımın geleceği… 1980 öncesi Cumhurbaşkanlığı’na adaylığını koyduğu için Diyarbakır Cezaevi’nde İstiklal Marşı’nı ezbere ve tersten okumak zorunda kalan Nurettin Yılmaz’dan Demirtaş’ın adaylığına nasıl geldiğimizi iyi düşünmek gerek… Kürtlerin akıllarını başlarına devşirip muhalefeti CHP ve MHP’den alması an meselesi. Selahattin Demirtaş’ın yaptığı açıklamalara bakarsanız bu açıkça görülüyor. Milliyetçiler farkında mı bilmem ama Demirtaş tüm propagandasını Türkçe ve Türkiye’ye yönelik yapıyor, Türkçeyi de Ekmeleddin Bey’den daha güzel kullanıyor. Hedefine ne kadar varır bilemem ama bu adamdan önümüzdeki beş sene çekecekleri var. Not: -Hangi sivri zekâlının akıl ettiğini bilmiyorum- “Muslukaçistanbulunsuyunubitir” kampanyasına itibar eden ey gafiller! Ne yaparsanız yapın, kaybedeceksiniz! haberajanda Siyaset Yavuz Şahin yavuzsahin.ajanda@gmail.com M ONARŞİNİN padişahından Cumhuriyet’in reis-i cumhuruna… Yaşamını yüzyıllarca şaşaayla sürdürebilmiş bir imparatorluğun padişahlarının bir gece verilen kararla sürgüne gönderilmiş olmaları, Cumhuriyet’in monarşi karşısında hükmen galip olduğunu gösteriyor. Devletin başı YENİ bir Türkiye için yine sandık başına! Sıra, 10 Ağustos günü, artık iller bazında bir adayı değil, ülkenin, yani devletin başını seçmeye geldi. dolayı vesayetin aktörleri tarafından üretilen sofistike argümanlara rağmen 7 yıldır hakkını vererek halkla iç içe gerçekleştirdiği görev süresinin son zamanlarına gelmek üzere. 1920 yılında kurulan Meclis’in ardından ilan edilen yeni rejim, “cumhuriyet”. 1923 yılında o cumhurun reisi olan, yeni yönetim biçimini halkına büyük bir sağduyunun şemsiyesiyle sunan ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk dahi iliklerine kadar benimsediği siyasal partiden arınamadan Cumhurbaşkanlığı görevini yürütmüştür. İkinci seçim ilkinden daha sarsıntılı gerçekleşmiş. Yeni rejimin ilk kabil hamlesi militarist zorbalık, ikinci Cumhurbaşkanlığı seçiminde sahneye konulmuş ve İnönü’nün seçilmesi için ordu komutanının muhtıra (!) yayınlamasıyla beraber zafer gerçekleşmiş. 1980 Darbesi, 115 tura rağmen seçilemeyen bir cumhurbaşkanı kaosunu ortaya çıkaran ve ardından referandumla kendini zorla kabul ettirmiş bir diktatör cumhurbaşkanını meydana getiren bir darbedir. Kimler geldi, kimler geçti Çankaya’dan, fakat sonunda ilk sivil ve dindar cumhurbaşkanının seçilmesiyle mustazafların yüzü sonunda güldü. Askeri şortla denetleyebilen ve Çankaya’da Cuma namazı kılabilen, iftar yemekleri verebilen, ezberleri bozmuş rahmetli Kimler geldi, kimler geçti Çankaya’dan, fakat sonunda ilk sivil ve dindar cumhurbaşkanının seçilmesiyle mustazafların yüzü sonunda güldü. Askeri şortla denetleyebilen ve Çankaya’da Cuma namazı kılabilen, iftar yemekleri verebilen, ezberleri bozmuş rahmetli Turgut Özal, ilklerin temelini attığı gibi bugünler için de rol model olmuştur. Turgut Özal, ilklerin temelini attığı gibi bugünler için de rol model olmuştur. İçinde general barındıran 28 Şubat post-modern darbesinin avukatı kesilen Demirel ve adam olmanın laiklikten gelebileceğine inanabilmiş bir sabit fikir babası Sezer, reis-i cumhurlar tarihçesinin son iki renkli halkasıdır. Vesayet rejiminin Cumhurbaşkanlığı’na yüklediği anlamı en doğru şekilde okuyabilmek bu kısıtlı tarihçeden mümkündür. Nitekim 2007 yılında işlenmiş şaibeli cinayetler, teknolojik militaristlik 27 Nisan muhtırası ve Anayasa’da bile hükmü olmayan 367 zırvası, türbanlı eşi olan bir cumhurbaşkanının Çankaya’ya çıkmasını engellemek için gerçekleştirilmiştir. Bu kadar büyük ve etkin planların yapılabildiği bir seçimin seçileni mühim olmaz mı? Dikkat edilmesi gereken en önemli unsurlar- dan biri, cumhurbaşkanını politik olmayan, sadece bilimsel, ahlakî, adeta göze hitap eden bir sanat eseri gibi göstermek ve siyasallıktan çıplaklaştırma gayretinin boşuna ve antidemokratik olduğunun bilinmesidir. Son günlerde en çok tartışılan konuların başında, hiç şüphesiz Recep Tayyip Erdoğan’ın, seçilmesi sonrası Cumhurbaşkanlığı’nın bütün yetkilerini kullanabileceğine dair açıklamaları geliyor. Seçilmişlerin değil, artık direkt seçenin belirleyeceği cumhurbaşkanı, 2007 referandumuyla birlikte yetkilerini halk kadar genişletmiştir aslında. Halkımız o referandumda, artık Cumhurbaşkanlığı’nın sembolik bir makam olmadığına çoğunluğuyla “Evet” dedi. Köşk’ü artık halk sahiplenmişti o mükemmel şahsiyetin maneviyatından duydukları hoşgörmezlikten Çankaya, Sayın Abdullah Gül ile birlikte halka bütün kapıları en samimi şekilde, ilk defa açmıştı. Bayrağın devri de en az kendisi kadar yüce bir gönülle vatanını seven ve her alanda aktif bir devlet adamına gerçekleşmeli? İşte bayrağı teslim almaya aday olanların ilki, defalarca girdiği seçimlerde galip çıkmış, maneviyatının hamdını gururla söyleyebilen, tırnaklarıyla kazıyarak geldiği bu mevkide dünyada adını puntalı harflerle yazdırabilmiş bir “Başbakan”. O, halkın bazen ağabeyi, bazen oğlu ve gerçek bir dava adamı “Tayyip Erdoğan”... Bir diğer aday, ülkenin tanıyıp bildiği her ne kadar etnik kimlik vurgusunu siyaset hayatının vazgeçilmezi olarak kabul etse de barış ve özgürlük adına yapıcı hedef ve planlarıyla aday olduğunu açıklayabilecek cesarete sahip Selahattin Demirtaş… Ve son olarak, tabanı birbirine zıt iki partinin uzlaşısı gibi tanıtılan, ansızın belirlenmiş ve ismini halkın belki de çoğunun ilk defa duyduğu ve ilk fırsatta Anıtkabir ziyaretiyle imaj tazeleyen, tarafsızlığını Filistin-İsrail Savaşı’ndan yana kullanabilecek kadar taraflı çatı aday, Türk-İslam sentezi Ekmeleddin İhsanoğlu… Evet aziz yurttaşlarım, yeni bir Türkiye için yine sandık başına! Sıra, 10 Ağustos günü, artık iller bazında bir adayı değil, ülkenin, yani devletin başını seçmeye geldi. temmuz 2014 53 haberajanda Siyaset Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet söyleminden adım adım tek başkanlığa Türkiye, aslında fiilî olarak olmasa bile zihnen başkanlık sistemine geçmiş durumda. Recep Tayyip Erdoğan bu konudaki hedefini ve isteğini gizlemiyor. Bu seçimlerde alınacak oy oranı, bir anlamda bu sistemin onayı anlamına da gelecek. Önümüzdeki dönem bu sistemin daha çok konuşulduğu ve siyasetin bu yönde geliştiği bir dönem olacak. Başbakan Erdoğan’ın sıkça tekrarladığı “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” kavramı, bundan sonra “tek başkan” söylemi ile devam edecek. 54 temmuz 2014 10 AĞUSTOS Cumhurbaşkanlığı seçimi için adaylar belli oldu. Muhalefet partileri, bir süre önce “çatı aday” formülü ile birlikte “her ne kadar daha önce ismi çeşitli şekillerde telaffuz edilse bile” yine de çok sürpriz bir biçimde eski İslam İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu’nu aday olay gösterdiler. HDP bu çatının altında yer almayarak ve kendi adayını ortaya koyarak Selahattin Demirtaş’ı aday gösterdi. Son olarak AK Parti, beklendiği gibi Genel Başkan ve Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan’ı Cumhurbaşkanlığı’na aday olarak gösterdi. AK Parti cephesinde son ana kadar bir sürpriz bekleyenler yanılmış oldu. 10 Ağustos’ta ilk tur seçimleri gerçekleştirilecek ve Türkiye, halkoyuyla ilk defa cumhurbaşkanını seçmiş olacak. Beklenen çoğunluk sağlanamaz ise, 2. turda 12. Cumhurbaşkanı seçilmiş olacak. Anketler ve son durum Son yerel seçimlerle birlikte AK Parti’nin en az yüzde 45-50’lik bir oy oranına sahip olduğunu gördük. Genel seçimleri de hesaba katarsak, bu oy oranının Erdoğan etrafında kemikleştiğini söyleyebiliriz. Yapılan anketlerde ise Başbakan Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı adayı olması durumunda yine en az yüzde 50-55’lik bir desteği olduğu görülüyor. MHP ve CHP, kısacası “MCHP” partilerinin ise toplamda yüzde 40-45’lik bir oyu var. Ancak çatı aday olarak gösterilen Ekmeleddin İhsanoğlu’nun yapılan anketlerde yüzde 35-40 civarında oy aldığı görülüyor. Bu durumun muhtemelen sandığa böyle yansıyacağını öngörmek –sanıyorum- yanlış olmaz. Çünkü adaylığının açıklandığı ilk günden itibaren, haftalar geçmesine rağmen her iki partinin tabanı da İhsanoğlu ismini tam olarak benimseyebilmiş değil. Selahattin Demirtaş’ın oy oranı ise yüzde 5-7 ortalamasında görülüyor. Demirtaş’ın aday gösterilmesi, bir iddia değil, daha çok bir varlık gösterisi. Çatı aday formülü MCHP partileri, son yerel seçimlerde AK Parti karşısında kol kola bir siyaset izleyerek bir cephe stratejisi oluşturmuşlardı. Karşılıklı transferlere, bazı bölgelerde AK Parti adaylarına karşı açıkça birbirilerini desteklemelerine ve hatta okyanus ötesi desteğe rağmen istenilen başarı elde edilemedi. Mevcut oy oranları Orhan Mücahit orhanmucahit.ajanda@gmail.com ile başarı sağlayamayacaklarını gördükleri için ortak bir aday çıkarma konusunda anlaştılar. Ancak çatı aday çıkarma formülünün altında sadece mevcut oy oranlarının yetersiz oluşu yatmıyor, başka nedenlerde var. Bu nedenleri kısaca özetlemek gerekir: 1. AK Parti’nin, daha doğrusu Erdoğan’ın karşısında kendi adaylarının fazla şansı olmadığını biliyorlar. Karşılarında her türlü karşı plan ve propagandaya rağmen, hemen her seçimde oylarını arttıran bir Erdoğan var. Muhtemel bir yenilgi sonrası sonuçta direkt olarak kendi adayları değil, destekledikleri ortak aday kaybetmiş olacak. Yenilgi sonrası kendi tabanlarında oluşacak olan eleştiriler, bir anlamda en başından asgarî düzeye indirilmiş olacak. 2. Kılıçdaroğlu ve Bahçeli için kendi içlerinden çıkaracakları her aday, aynı zamanda seçim sonrası pekâlâ karşılarına güçlü bir muhalif aday olarak çıkabilirdi. CHP’de Deniz Baykal, MHP’de Meral Akşener isimleri konuşuldu. Deniz Baykal’ın uygun bir fırsat beklediği zaten malumumuz. Örneğin bir Deniz Baykal isminin yüzde 30’ları aştığını düşünelim. Bu durumda genel ve yerel seçimlerde yüzde 30’u aşamamış Kemal Kılıçdaroğlu’nun liderliği sorgulanmaya başlayacaktı. Meral Akşener ismi ise MHP’de son yıllarda oldukça çok öne çıkan bir isim. Akşener, muhalif olarak Bahçeli’nin karşısına çıkarılabilecek bir isim değil ve MHP’de bir bayanın genel başkan olması, teamülleri aşan, çok zor bir ihtimal. Ancak örneğin yüzde 15 üzerinde bir oy alması durumunda Bahçeli’nin liderliği de sorgulanmaya başlayacaktı. Hem Kılıçdaroğlu, hem de Bahçeli, bence az çok bu riskin farkındaydı. Ortak aday stratejisi bu riskleri azalttı. 3. Erdoğan’ın muhtemel bir Cumhurbaşkanlığı’nı CHP ve MHP’den daha fazla sorun olarak gören ve meseleyi kendileri için varlık-yokluk olarak addeden çeşitli dâhilî ve haricî gruplar var. Muhalefet, onların da baskısı ile Erdoğan’a karşı ortak hareket etme konusunda anlaşmış oldu. İşte bütün bu nedenler, muhalefeti yine ortak olmaya yönlendirmiş oldu. Siyaset, aynı zamanda maalesef böyle bir metafor. Menfaatler yeri geldiğinde ilkeleri, prensipleri ve değerleri bile bir kenara bıraktırabiliyor. Kim derdi ki CHP, kurtuluşunu muhafazakâr bir adayda arayacak? Kim derdi ki o laik-Kemalist CHP tabanı, El-Ezher Üniversitesi’nin bir akademisyenine oy verecek? Kim derdi ki MHP, kurtuluşu Suudla- rın gözdesi bir adayda arayacak? Kim derdi ki CHP ve MHP örgütleri kol kola siyaset yapacak? Kim derdi ki okyanus ötesi cemaat, düne kadar savaştığı statükocu zihniyetle ve küresel çetelerle beraber hareket edip davasına ihanet edecek? Ekmeleddin İhsanoğlu İhsanoğlu’nun ismi sürpriz oldu. MHP ve CHP liderleri, altını çiziyorum, tanımayı bırakın, adını bile söylemekte zorlandıkları bir ismi ortak aday olarak göstermiş bulundular. Görevli olduğu dönemde, özellikle son yıllarda hemen hemen hiçbir varlık gösteremeyen silik ve sinik bir genel sekreterlik görevi yapan Ekmeleddin İhsanoğlu’nu her nasılsa ikna edip Cumhurbaşkanlığı’na aday olarak gösterdiler. “Her nasılsa” diyorum, çünkü daha önce kendisine Cumhurbaşkanlığı adaylığı sorulduğunda “İddialar iftira, benden politikacı olmaz” diyen biri bugün aday olabiliyorsa, farklı zorlayıcı etkenlerin bu süreçte rol aldığını düşünmek yanlış olmaz. Ismarlama ve daha yukarılardan gelen bir emir olduğu belli. İhsanoğlu’na gelelim… 1. Erdoğan karşısında düşük bir profile sahip. Öncelikle bir lider olma vasfı taşımıyor. Güçlü bir duruşu yok. Güven vermiyor. Bilinirliği az. Devlet yönetimi tecrübesi yok. Hitabet yeteneği zayıf. Akademik kariyer, cumhurun reisi olmak için yeterli bir gösterge değil. Her ne kadar değişimci gibi görünse bile izlediği tutum ve davranışları ile statükonun ve vesayetçi sistemin emrinde olduğu/ olacağı izlenimi veriyor. Çizgisi, yönü net değil. Herkesi memnun etme çabası, karmaşık izlenimlere kapılmamıza yol açıyor. 2. Her ne kadar Cumhurbaşkanlığı bir iç siyaset makamı değilse bile ülke siyasetinin temsil edildiği bir makam. Siyaseti bilmeyen, dış siyasete yön verme kabiliyeti olmayan bir cumhurbaşkanının ise ancak statükonun emrinde olduğu ve bu makamı bürokratik bir makamdan öteye taşıyamayacağı bir gerçek. Bu da Türkiye için kaybedilmiş bir 5 yıl daha demek. Necdet Sezer döneminde biz bunu yaşadık. 3. İktidar ile uyumlu olmayan ve muhtemel AK Parti iktidarı ile uyumlu olamayacağı görülen bir adayın cumhurbaşkanı olması Türkiye’yi geriye götürür. İhsanoğlu, AK Parti ve Erdoğan’ı durdurmak için seçilmiş bir isim. Bu ülke gerilim siyasetinin faturasını geçmişte çok ağır ödedi. Bizim artık böyle bir lüksümüz yok. 4. Mısır, Suriye ve Filistin konuları Türki- ye’nin yumuşak karnı. Bu sorunlardaki duruşu milli dış politik çizgimize uymuyor ve halkın çoğunluğunun beklentilerini karşılamıyor. Genel Sekreterliği döneminde sadece Türk halkını değil, tüm İslam âlemini hayal kırıklığına uğrattı. Beklentileri karşılayamadı. İhsanoğlu’nun Erdoğan karşısında şansı çok az. Muhalefet bunun farkında ama yapabilecekleri fazla bir şey yok. Cumhurun reisi ve başkanlık 12. Cumhurbaşkanımız, muhtemelen Recep Tayyip Erdoğan olacak. Erdoğan’ın, cumhurbaşkanı seçildiği takdirde mevcut duruşunu değiştirmeyeceği ve proaktif bir yaklaşımla Cumhurbaşkanlığı makamını daha fazla icracı bir konumda sürdüreceğini düşünüyorum. Abdullah Gül, Cumhurbaşkanlığı döneminde çok büyük işler yaptı. Makamın vizyonu değişti. Tabiri caizse, Gül hiç yerinde durmadı, sürekli çalıştı. Türkiye’nin önünü açan liderlerden biri oldu. Gül için “Gelmiş geçmiş en iyi Cumhurbaşkanı oldu” dersek yanlış olmaz. Recep Tayyip Erdoğan’ın bu çıtayı daha da yükselteceğine inanıyorum. Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan arasında güçlü bir sinerji yakalandı ve bu sinerji, Türkiye’nin gelişmesine büyük katkı sağladı. Bunun yanında Cumhurbaşkanı Erdoğan ile örneğin bir Başbakan Gül arasında çok daha güçlü bir sinerji yakalanabileceğini düşünüyorum. AK Parti, Erdoğan sonrası güçlü lider sorununu çözer (bu satırlar kaleme alındığında henüz bir yol haritası belirlenmemişti ve lider sorunu çözülmemişti) ve kendi içince bütünlüğünü muhafaza etmeyi başarırsa, uyumlu bir birliktelik, Türkiye’nin gelişmesi ve büyümesi adına muazzam bir ivme sağlayacaktır. Başkanlık konusuna gelince… Türkiye, aslında fiilî olarak olmasa bile zihnen başkanlık sistemine geçmiş durumda. Recep Tayyip Erdoğan bu konudaki hedefini ve isteğini gizlemiyor. Bu seçimlerde alınacak oy oranı, bir anlamda bu sistemin onayı anlamına da gelecek. Önümüzdeki dönem bu sistemin daha çok konuşulduğu ve siyasetin bu yönde geliştiği bir dönem olacak. Başbakan Erdoğan’ın sıkça tekrarladığı “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” kavramı, bundan sonra “tek başkan” söylemi ile devam edecek. temmuz 2014 55 haberajanda Siyaset “Reis”i cumh Halen yürürlükte olan ve bizzat muhalefet engeli ile değiştirilmeyen 1982 Anayasası’nın verdiği yetkileri kullanan cumhurbaşkanı, bizzat devletin, yürütmenin başıdır. Hukukçu olmayan bir vatandaş olarak oldukça açık ve anlaşılır maddeler olduğunu düşünüyorum. Ama öyle değilmiş; cumhurbaşkanı başbakana talimat veremezmiş. İşe bakın, gerektiğinde Bakanlar Kurulu’nu kendi başkanlığında toplantıya davet edecek kişi için söyleniyor bunlar. 56 temmuz 2014 S ON yıllarda yaşanan seçimlerde genel manzara hiç değişmiyor, malumunuz. Sözde yarışa herkes “Hedefim yüzde …” diyerek kazanacağından emin başlar; seçim sonuçlarında alınan birkaç puan fazla oy ise herkesin kazanmasına yeter. Hâsılı, bizim seçimlerin kaybedeni yoktur; herkes kazanmıştır ama tek parti iktidarını mümkün kılacak bir çoğunluk yine de çıkmıştır. Bu çoğunluk desteğini on küsur yıldır aynı parti, aynı adam alıyor. Diğer liderler ise “Neden kaybettik?” sorusunu asla sormadan, nasıl kazandıklarının izahında bir sonraki seçime ilerliyorlar. Kimi uzun yıllar liderliğini bu şekilde sürdürüyor, kimi de birtakım kasetlerle yerinden ediliyor ve yenileri geliyor. İsimler değişiyor, lakin ana yapı değişmiyor. 30 Mart seçimleri de bu temelde yaşansa da onu diğerlerinden ayrı kılan bir yönü vardı: Anti-Erdoğan cephesi. Bu cep- henin ortak teması, Erdoğan’ı devirme yolunda her şeyin mubah olması idi. Yargıdan polise, akademiden medyaya her alanda sözde demokrasi savunucularının kendilerine özgü demokrasi özlemlerini ve bu uğurda göze aldıklarını anlamamız açısından önemli, zorlu, kritik bir süreçti. Şubat 2013’ten bu yana cesur hamlelerin olduğu bir satranç oynanıyor ve oyun henüz bitmedi. Süreç devam ediyor. Algı operasyonları dört koldan sahneye konuluyor. Türkiye’nin itibarı düşünülmeden, yıllanmış emeklerin heba edildiği operas- Peki, ne imiş efendim? “Cumhurbaşkanı hükümetin işlerine karışmayacak”mış. Hiç hizmet deneyimi olmayan bir adayı ortaya attıklarından olmasın bu savları da. Oysa bizzat Anayasa diyor ki, hükümet toplantılarına başkanlık eder, uluslararası anlaşmaları onaylar, TBMM seçimlerinin yenilenmesine karar verir, başbakanı atar ve sair… Nadire Çamlı Yıldırım nyildirim.ajanda@gmail.com ur seçecek yonların sürdüğü biliniyor, yeni planlardan ve kasetlerden söz ediliyor. 30 Mart’ta alınan net sonuçsa gerekli mesajı vermemiş olacak ki hâlâ aynı doğrultuda ve aynı garabette seyreden bir saflaşma mevcut. Sonucu belli bir yarış Cumhurbaşkanlığı seçimi de yerel seçimlerdeki ittifakın uzantısı olarak, sonucu önceden belli bir müsabaka şeklinde başladı. Muhalefet, aday adaylığı için harcayacağı yahut parlatmayı göze aldığı bir isim bulamadı ve ismini dahi telaffuz edemedikleri bir adayı çatıya kondurdu: “Ekmeleddin İhsanoğlu”. HDP’nin cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş, siyasetin aktif isimlerinden oluşu ve temsil ettiği harekete hitap etmesi açısından çok daha makul bir seçim gibi görünüyor. Bir yanda sadece gündemle az da olsa ilgilenen insanların İslam İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreteri olarak bildiği bir isim, diğer yanda daha belediye başkanı iken adını duyuran bugünün “Başbakan”ı. Üstelik İnsanoğlu’nun (Kılıçdaroğlu karıştırmasın da ne yapsın? İnsanın İslamoğlu demeden söylemesi için pür dikkat olması gerek) bu teşkilat ile tanınması da lehine olacak gibi görünmüyor. Çünkü onu biz daha çok, oldukça silik ve tavırsız bir genel sekreterlik dönemi geçirdiği teşkilatla ve bilhassa yüzlerce insanın idamı ile sonuçlanan Mısır olaylarındaki gayri insanî duruşu ve Suud yakınlığı ile hatırlıyoruz. HDP adayı özgürlük ve eşitlik vurgusunu doğru kullanacak gibi görünüyor. Çatı adayı ise daha şimdiden siyaset dışı olmaktan ve cumhurbaşkanının tarafsız duruşundan dem vuruyor. Seçilmesindeki amaç işin başında ortaya kondu. Zaten kazanamayacağı belli bir aday üzerinden “Cumhurbaşkanı nasıl olunur?” vurgusunu yapmanın, Çankaya’yı pasif bir onay yahut engel mekanizması olarak çalıştırma heveslerinin peşindeler. Bir ihtimal de, bunların yanında “Evet, sistem ancak bu şekilde korunur” diyen eski Türkiye heveslilerinin üç beş oyunu daha çalabilmek. Siyasete bakışları, demokrasi algıları, halklarına yakınlıkları işte bu kadar! Bu mesajlar üzerinden bile yönlendirebilecekleri bir halk olduğuna, orada öylece kalmalarının bile bir gün ve bir şekilde kazanmaya yeteceğine inanmak istiyorlar. Durum gerçekten vahim… Onca seçim yenilgisine rağmen en ufak bir özeleştiri yok. Değişim ve yenilenme çabasını bırakın, ihtiyacını dahi hissetmediler henüz. Onca parti siyasetin içerisinden bir aday bulup çıkaramadı ya, gerekçeleri hazır: “Cumhurbaşkanı siyaset üstü olacak.” Bizzat bu cümlenin evvelde kendilerine hakaret olduğunun farkında değiller. Siyaset hokkabazlığı Peki, ne imiş efendim? “Cumhurbaşkanı hükümetin işlerine karışmayacak”mış. Hiç hizmet deneyimi olmayan bir adayı ortaya attıklarından olmasın bu savları da. Oysa bizzat Anayasa diyor ki, hükümet toplantılarına başkanlık eder, uluslararası anlaşmaları onaylar, TBMM seçimlerinin yenilenmesine karar verir, başbakanı atar ve sair… Halen yürürlükte olan ve bizzat muhalefet engeli ile değiştirilmeyen 1982 Anayasası’nın verdiği yetkileri kullanan cumhurbaşkanı, bizzat devletin, yürütmenin başıdır. Hukukçu olmayan bir vatandaş olarak oldukça açık ve anlaşılır maddeler olduğunu düşünüyorum. Ama öyle değilmiş; cumhurbaşkanı başbakana talimat veremezmiş. İşe bakın, gerektiğinde Bakanlar Kurulu’nu kendi başkanlığında toplantıya davet edecek kişi için söyleniyor bunlar. Tarafsızlık vurgusu yapan adayların neye hizmet ettikleri yahut aslında kimlerin tarafında olduklarını halkın sezme ihtimaline karşı, çatı adayın kimin tarafından önerildiğini dahi doğru düzgün açıklayamadılar. Arkasında duruyorlar ama bir yandan içlerinden yükselen itiraz seslerine, bir yandan adaylarından çıkabilecek olası gaflara ve aykırı görüşlere karşı markaj konumundalar. İhsanoğlu cumhurbaşkanının neler yapmaması gerektiği üzerine vurgu yaparken, Recep Tayyip Erdoğan bizzat aktif bir rol alacağını açıkça ilan etmekten geri durmuyor. “Aktiflik”, en vurgulu söylemi… İcraat adamı olmanın getirdiği ve halkın yıllardır kendisine verdiği desteğe güvenle söylem ve hedeflerini de birkaç tık daha yükselten bir portre var karşımızda. Hal böyle olunca çatı aday seçimindeki anlamsızlık daha da büyüyor gözümüzde. Bu noktada Haşmet Babaoğlu’nun birkaç kez dillendirdiği “Tezgâhlanacak bir ara rejim ve geçiş sürecinde El-Baradey türü liderlik rolü mü?” sorusu önemli. Amaç için her şeyi mubah görenleri, muhalefeti, paraleli ve destekçileri ile bütün gelişmeleri izlerken, bu soru, akılda tutulması gereken bir nokta olarak havada öylece kalmalı. Ağustos’ta “Yeni Türkiye”nin cumhurbaşkanı seçilecek ve bu yarış, eski zihniyet ile yeniden yapılanmaya inananlar arasında geçecek. “Vesayet mi, seçilmiş mi?” Hep birlikte göreceğiz… Ana muhalefetin aday seçimi ve söylemlerindeki değişim bile Türkiye’nin yaşadığı derin ve köklü değişim hakkında en güzel açıklamayı yapıyor. Yine aynı yazarın Haziran ayında hatırlattığı bir bilgiyi de paylaşarak veda edelim. ABD merkezli East West Institute tarafından İhsanoğlu’na 2013 yılında Yaşam Boyu Başarı Ödülü verildi. Başka kimlere mi verildi? “Bu enstitüden ödül alan iki Türk var: 2000 yılında İsmail Cem ve 2010 yılında da F. Gülen.” temmuz 2014 57 haberajanda Siyaset Cumhur başka “M ERHABA kızım, ben Ayşe Amcan!/ —Efendim?/ —Ben senin Ayşe Amcanım evladım, neden şaşırdın?/ —Amcaysan niye adın Ayşe? Adın Ayşe’yse neden bıyıkların var? Ben senin gibi amca istemem, istemiyorum!/ —Amcanı seçemezsin evladım!...” >> Yukarıdaki kısa diyalogda ana fikir olarak ne anlatılmak istenmiştir? a) Bir şeyin sahtesi, hiçbir zaman aslının yerini tutmaz./ b) Dayatmaları kabul Tabiî dile kolay, neredeyse bir asır... Pek çok oturmuş, adı konulmamış, konulmak istenmemiş kural var bu oyunda. Sandıkla işi olmayan ensesi kalın bürokrasinin biraz daha kullanılmazsa artık çalışmaz hale gelecek pompaları, elbette ki körükleme hevesiyle birtakım yangınlar bekleyecekler. Kapitalin korku imparatorluğu armalı maskelerini takmış soytarıları, elbette ki kraldan çok kralcı olacak, budalalık yarışına girişecekler. Kendi hesabına çalışan pek çok kont, vikont, baron ve lord, paslandığından bîhaber oldukları vesayet zırhlarını kuşanacak ve adaletten, haktan ve hukuktan bahsedecek. Ve tüm bunlar halk adına yapılacak, 90 küsur yıldan sonra akıllarına gelen halkın adına... 58 temmuz 2014 etmek, kader anlayışı içinde yer almaz./ c) Hezeyanların üstü bıyıkla örtülemez./ d) Akıllı çocukların vesayetle işi olmaz./ e) Hepsi. Cumhur, cumhuriyet ve cumhurbaşkanı… Halk, halkın egemenliği elinde tutması ve halkın başındaki kişi… Yönetim sisteminizi “cumhuriyet” olarak belirlemenizin üzerinden tam 91 yıl geçtikten sonra halk iradesini temsil eden bu sistemin başkanının seçimi ilk defa halk tarafından yapılacak. Yani ilk defa tam ve bağımsız, dolaysız, hiçbir etki altında kalmadan, halk, kendi cumhurbaşkanını kendisi seçecek. Unutulmaya yüz tutmuş bir Orhan Rufat Karagöl orkaragol.ajanda@gmail.com nını seçerken… alfabenin onlarca yıl raflarda tozlanmaya mahkûm bırakılan bir nüshasının bulunup da ilk harfi üzerinde şöyle parmakların dolaştırılması gibi... Tabiî dile kolay, neredeyse bir asır... Pek çok oturmuş, adı konulmamış, konulmak istenmemiş kural var bu oyunda. Sandıkla işi olmayan ensesi kalın bürokrasinin biraz daha kullanılmazsa artık çalışmaz hale gelecek pompaları, elbette ki körükleme hevesiyle birtakım yangınlar bekleyecekler. Kapitalin korku imparatorluğu armalı maskelerini takmış soytarıları, elbette ki kraldan çok kralcı olacak, budalalık yarışına girişecekler. Kendi hesabına çalışan pek çok kont, vikont, baron ve lord, paslandığından bîhaber oldukları vesayet zırhlarını kuşanacak ve adaletten, haktan ve hukuktan bahsedecek. Ve tüm bunlar halk adına yapılacak, 90 küsur yıldan sonra akıllarına gelen halkın adına... Ve sonra içleri özene bezene süslenmiş korku cümleleri salınacak etrafa; “Burası bir kaledir” denilecek ve “Burası da giderse…” diye devam edilecek… “Bir saniye! Epikuros der ki, ‘Etrafa korku salanın kendisi de korkuyordur’.” “Boş ver Epikosu!” şeklinde zırvalanacak, koltuk iştahları kabartacak, zil çalan karınların bazılarına atıştırmalık “bisküvi” girecek, doğruluğa “yürüyen merdivenlere” bu heyecanla tersten binenler olacak… Sakın gülmeyin, ciddi bir durum bu! Tüm bunlar yaşanırken, rüzgâr uygun zamanı kollayan bir sırtlan gibi yine pusuda, esip geçeceği her yeri kardinal kırmızısına bürümeyi bekliyor olacak. Halkı temsil eden kişinin devletin çıkarlarını düşünen, bu vesileyle Türkiye Cumhuriyeti ve Türk ulusunun birliğini temsil eden, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın yerine getirilmesini ve devlet organlarının birbirleriyle organize ve uyumlu iş yapabilmesini sağlayacak olan, özetle devleti ve milleti adına güzel şeyler yapması gereken kişi olması gerekliliği elbette ki gözardı edilecek. Denilecek ki, “Herkesin cumhurbaşkanı olmalı”. Muhterem! “Herkes” dediğin seçecek ya zaten… “Yok, senin bilmediğin işler var” tavrı takınılacak, temsil vurgulanacak… Temsil etmek? Sadece temsil yani, süs bitkisi gibi. “Sen orada otur, bizleri izle ama sus, hiçbir şeye karışma!” misali… Peki ama cumhurbaşkanı adayı seçim çalışmalarında halka ne diyecek? “Ben tepenizde gören gözünüz, işiten kulağınız olacağım. Çok iyi bir temsilci adayıyım. İzlerim, gözetlerim. Kafamı sallarım. Kim ki devletin çıkarları doğrultusunda güzel bir icraat yapar, onun için bile konuşmam; bu benim tarafsızlığımı bozar. Bu ülkenin kanayan bir yarası, hayatî bir ihtiyacı olsa ya da dış politikada adım atılması gereken kritik bir noktası bulunsa bile sesimi çıkartmam. Tüm bunları siyasiler gerçekleştirecek, benim makamım her şeyin üstünde, çok yukarıda yani, öyle böyle değil” mi? Peki, halk ne diyecek bu sözlere? Son 23 Nisan’ın sembolik cumhurbaşkanı kaç yaşında bir çocuktu hatırlamıyorum, fakat ona bile sorsanız şunu der: “Peki, o zaman biz niye ve ne için seçeceğiz sizi? 90 yıldır elinizin altında olan bu dümeni neden bize, yani cumhura, yani halka bıraktınız?” Unutulan kavram: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” Özgürlük beyaz bir kısraktır. Bazen uçsuz bucaksız bozkırlarda dörtnala koşarken görürsünüz onu, bazen kanlı bir savaşın ortasında… Cumhuriyetin en temel kriteri olan egemenliğin “kayıtsız şartsız” milletin elinde bulunması ilkesi, işte bu nedenle kimsenin tekeline tâbi olamaz. Dolayısıyla temsil görevi atanmışların değil, seçilmişlerin hakkı olmalıdır. Yoksa o atanan kişi, en başta zikrettiğimiz diyalogda bulunan bıyıklı Ayşe Amca’ya döner ki karşısındaki çocuk olsa sorar: “Sen Ayşe’ysen neden sana amca diyorum? Bıyıklarınla adın örtüşmüyor. Ayrıca içinde bulunduğumuz durum babadan, kan bağıyla gelen değil, benim seçimime bırakılan, hür bir amcalık seçimi.” Bir çocuk zekâsıyla verilen bu örneğin, bazılarının idrakine dâhil olacağını ümit ediyorum… Hatırlarsanız, Ekim 2007’de cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi başta olmak üzere, birtakım Anayasa değişikliklerinin halkoyuna sunumundan önce de bir kesim çıkıp bir bardak suda fırtınalar koparmaya çalışmıştı. Yüzde 68 katılımlı bu halkoylamasından çıkan yüzde 70’lik “Evet” sonucu, “Buna halk karar vermemeli” diyen veya lafı geveleyip benzer bir fikre getiren bu kesimi akıllandırmıştır diye ümit edenler muhakkak vardı; onlar adına üzgünüm. O zamanlar bu referanduma karşı çıkanlar, şimdi tüm bunları unutmuşçasına yine birtakım benzer söylemlerle ortadalar. İçinizden bazıları bir ıstekayla impuls momentum diyerek karşı görüş diye bellediklerinin kafalarına vurmak isteyebilir, bazıları da olan biten her şeye kulak tıkayıp sandık sonuçlarını bekleyebilir. Ancak kaynağı insan olan hiçbir sistemde her şey sütliman değildir ve olamaz da. Tıpkı satrançta şah çekenin suçlanamayacağı gibi... Demokrasinin pratiği de burada başlar. Öyle sanıyorum ki, Sayın Erdoğan’ın şu ana dek söyledikleri ve bundan sonraki süreçte de söyleyeceğini tahmin ettiğimiz ve kendi bakış açımızdan da benzerlik arz eden konuları izah edebilmişizdir. Dünyanın değişmez gerçeğidir ki halk, her zaman milletin yanında olanla beraberdir. İlanihaye, herkes ve her sistem millete ayak uyduracaktır, zira devlet aynalarda yaşar. Koltuk sevdasını parti tüzüğünden çıkaran, verdiği sözü yemeyen, halka ve dolayısıyla Hakk’a hizmet edenler kazanacaktır. temmuz 2014 59 haberajanda Siyaset ESASEN TÜRK MİLLETİNİN GELENEĞİNDE “GÜÇLÜ BAŞBUĞLUK” ANLAYIŞI VARDIR. TARİHEN SABİTTİR Kİ, MİLLETİMİZ NE ZAMAN BİR GÜÇLÜ LİDER BULMUŞSA COŞMUŞ VE TAŞMIŞTIR. ADI CUMHURBAŞKANI, ETKİNLİĞİ SIFIRA YAKIN BİR GARABETTEN ÜLKEMİZ ARTIK KURTULMALIDIR. Tayyip Erdoğan’ın “kızıl elması” İ KİNCİ, Dünya Savaşı sonunda oluşturulan küresel statü ömrünü tamamlayalı yirmi yılı geçmiş olmasına rağmen yerini alacak yeni bir statü oluşturulamamış ki yakın bir zamanda oluşacağa da benzemiyor. Çünkü milletlerarası münasebetlerde çok sayıdaki değişken önemli roller oynuyor. Başta enerji kaynakları olmak üzere, yeryüzünün nimetlerini paylaşma hesapları ve mücadelesi bütün şiddetiyle devam ediyor. Eski ittifaklar sarsılıyor, yeni ittifak arayışları, yeni blok oluşturma hamleleri birbirini takip ediyor. >> Bütün bu hesapların içerisinde bölgemiz ve ülkemiz birinci derecede konu oluyor. Bunun başlıca sebebi, başta Ortadoğu olmak üzere, Kafkasya ve Orta Asya’da mevcut bulunan enerji kaynakları ve coğrafi olarak Türkiye’nin bütün bu enerji kaynaklarının Batı’ya ulaştırılmasındaki adeta belirleyici konumudur. İlahi bir lütuf mu, yoksa bir musibet midir bilinmez, Kazakistan petrollerinden başlamak üzere Azerbaycan petrolü ve gazı, Türkmenistan gazı, İran petrolü ve gazı, Irak petrolü ve gazı ve de İsrail ile Kıbrıs gazı tüketim merkezlerine ulaştırılmak için ülkemize muhtaç, hatta bazıları bir bakıma mahkûm durumdalar. Türkiye’nin önemi sadece bu değil, aynı zamanda bu kaynaklara sahip olan devletlerin ve coğrafyanın üzerinde etkinlik sağlama potansiyelidir. İşte bu sebeplerden dolayı bütün küresel güçlerin hesaplarının ortasında Türkiye vardır. Ancak Türkiye’yi çok önemli kılan bir başka sebep daha mevcuttur. Ortadoğu’daki Osmanlı mülkü üzerinde 100 yıl önce oluşturulan statü 60 temmuz 2014 ömrünü tamamlamış, darmadağın olmuştur. Irak ve Suriye gibi bölgenin en önemli iki “büyük” devleti ortadan kaldırılmıştır. Büyük ihtimalle Lübnan ve Ürdün’ün, belki de Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin de ortadan kalkması söz konusu olacaktır. Bu bölgede oluş(turula)acak yeni statünün belirleyici unsurlarından biri de İsrail faktörüdür. Halen Suriye ve Irak’ta olup bitenler, kendi başına bırakılmış değildir. Mısır’ı kendi başına bırakmayan Batı dünyasının, bölgenin diğer kısımlarını ihmal etmiş olması asla mümkün değildir. Bölge üzerinde yapılması planlanan yeni operasyonlara zemin hazırlanmaktadır. Tıpkı 100 yıl öncesinde veya bugün Mısır’da olduğu gibi, bölgenin yeniden dizayn edilmesinin hesabı ve hazırlıkları yapılıyor. Bu hazırlığı esasen bu ülkeler yıllar öncesinden açıkça deklare etmişlerdir. ABD eski Dışişleri Bakanı Condoloezza Rice, henüz bakan olmadan önce, daha Başkan’ın güvenlik danışmanı iken bir dergiye yazdığı makalede, Fas’tan Türkiye’ye kadar 24 ülkenin sınırlarının değişeceği- ni iddia etmiştir. Daha sonra bakan olduğunda İsrail’e giderek Cumhurbaşkanı Peres’le beraber, kameraların karşısında bölgenin haritasını değiştirmeye karar verdiklerini küstahça beyan etmişlerdir. Ülkeyi yönetenler, muhalefet gibi düşünemezler Onlar bu bölgeyi kendi mülkleri sayıyorlar. İşte bu noktada Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı “Hop! Durun bakalım, o kadar değil” demiştir. Onları çıldırtan, Tayyip Bey’i hedef tahtasına koyduran şey, Türkiye’den hiç alışık olmadıkları bu çıkıştır. İnsanlıktan nasipsiz Batı zihniyeti, kendi bencil hesapları için bir kadim medeniyetin mahvolmasını, milyonlarca masum insanın akıl almaz acılar içinde yok olmasını zerre kadar kaale almıyor. Peki, bütün bu gelişmeler karşısında gerçekten Türkiye’nin pozisyonu nedir? CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “Bize ne?! Ne yaparlarsa yapsınlar; biz bu işlere bulaşmayalım, başımızı belaya sokmayalım” diyor. Acaba biz bulaşmasak oradaki gelişmeler bize ulaşmayacak, bulaşmayacak mıdır? Bu bölge her şeyden önce Türkiye’nin coğrafi devamı ve periferisi olmakla en fazla Türkiye’yi ilgilendiriyor. Ayrıca bu topraklar, bizim devletimizin yüzyıllardır hükmettiği kendi mülkü, bir kısmı “Misak-ı Milli”ye dâhil, kendi vatanımızın parçasıdır. Üzerinde yaşayan insanlar, Türk halkı ile 500 sene aynı devletin vatandaşları olarak beraberce yaşamış, aynı dinin ve kültürün mensuplarıdır. Dolayısıyla bölge üzerinde ilk ve en fazla söz hakkı olan ülke Türkiye’dir. Türkiye’nin yerinde dünyanın en Sabri Öğe sabrioge.ajanda@gmail.com zavallı devleti bulunmuş olsa, o dahi CHP liderinin tavrını benimseyemez, yanı başındaki oluşuma bir şeyler söylemeye çalışır. Çok şükür ki devletimizin başında olanlar CHP Genel Başkanı gibi düşünmüyorlar. MHP’nin bu konularda bir görüşü var mıdır, bilmiyor ve sanmıyorum. Genel Başkan Devlet Bahçeli, akşamleyin başını yastığa koyduğunda –Allahuâlem- ertesi günü Başbakan’a hangi yeni kelimelerle küfredeceğini düşünüyordur. Bu partinin, şu kadar senedir iktidarın her yaptığına banko karşı çıkmaktan ve Başbakan’a terbiyesizce küfretmekten başka yaptığı bir şey, olumlu bir davranışı olmuş mudur? Türkiye bir oyun kurucudur Neyse… Şimdi gelelim Başbakanımızın konuya nasıl yaklaşması gerektiğine, nasıl yaklaştığına. Sayın Başbakan, yıllardır “Türkiye oyun kurucudur, olayların arkasından giden değildir” diyor. Olması gereken de budur. Bunun için belirlenmiş hedefler ve bu hedeflere uygun stratejiler geliştirilmeli, zamanı gelince gerekli hamleler yapılmalıdır. Sayın Baş- bakan, bu yaklaşımın gereği olarak, yıllarca önce bir hususu bütün dünyaya, tabiatıyla özellikle de ilgili devletlere hitaben dedi ki, “Ortadoğu’da Türkiye’ye rağmen hiçbir şey yapılamaz”. Tabiatıyla bu iddiaların gerçekleşmesi güç ve ülke içinde birlik ve de istikrar ister. Bunun için Türkiye’nin “Kürt sorunu”nu çözmesi, PKK terörünü ortadan kaldırması, milli birliğini tahkim etmesi ve ayrıca ekonomisini dünya ölçeğinde mega projelerle daha da güçlendirmesi şarttır. Tayyip Bey kararlılıkla bunu yapmaya çalışıyor. İktidarı süresince verdiği her sözü gerçekleştirmiş olması sebebiyle onun bu tutumu, bölgemiz üzerinde hesabı olan uzak yakın bütün devletleri ve güç odaklarını dehşete düşürmüş, onu boy hedefi haline getirmelerine sebep olmuştur. Dâhildeki işbirlikçileriyle birlikte yapmış oldukları en pespaye, en kalleş saldırıları ise şu ana kadar Sayın Erdoğan Allah’ın izniyle bertaraf etmeyi başarmıştır. Tayyip Bey’in “Güçlü Cumhurbaşkanlığı” projesi, önümüzdeki çok kritik dönemde gelişmelere daha etkin bir şekilde müdahil olabilmenin, çevik hamleler yapabilmenin gereğidir. Esasen Türk milletinin geleneğinde “güçlü başbuğluk” anlayışı vardır. Tarihen sabittir ki, milletimiz ne zaman bir güçlü lider bulmuşsa coşmuş ve taşmıştır. Adı cumhurbaşkanı, etkinliği sıfıra yakın bir garabetten ülkemiz artık kurtulmalıdır. Anti-Erdoğan cephesinin gündemdeki son kozu ise Ekmeleddin İhsanoğlu’dur. Ben bu zatı çok eskilerden beri takip ve takdir etmekte, hatta onun kariyerini kendi oğluma örnek göstermekte idim. Beynelmilel fitne cephesinin sinsi oyununa alet olmakla kendisine yazık etmiştir. Ülkemiz bir kere daha önemli bir dönemeci inşallah başarıyla geçecektir. Bundan sonra ülkemizin aydınları, Ortadoğu’nun yeni haritası üzerinde düşünmeli ve tartışmalıdırlar. Türkiye, Anadolu’ya sıkışmış bir vaziyette, ilânihaye kendisini ve kendisine umut bağlayanları savunamaz. Türkiye mutlaka emperyal bir devlet olmalı, hesaplar ve hamleler de bunun üzerine yapılmalıdır. Dünyada Türkiye kadar gelişme ve genişleme potansiyeline sahip olan bir başka ülke yoktur. At binenin, kılıç kuşananındır. temmuz 2014 61 haberajanda Siyaset Ve bugün tarihî bir dönemeçteyiz. Badireler aşıldı, engeller geride kaldı. Eloğlu tuzak kurdu ama boşa çıkardı Allah. Gündüze örtü çektiler, günün üstüne geceyi devirdiler, ay ışığında yol bulduk, sabahı teze çektik. Bu milleti uyutmak için sihirli dumanlar savurdular düzlüklere. Soluksuz geçtik o düzlükleri, nefesimizi tuttuk. Çokça diyarlar aştık. Medeniyetin şuur çerağanını başımıza gök ettik, yıldızlarını ise gecelerce ezberledik. Günü gün, geceyi aydınlık, bahtımızı bahtiyar etti Allah. 62 temmuz 2014 Aradan 14 yıl Ö YLE bir görüntü veriyordu ki ümitsizlik, bitkinlik ve adamsendecilik almış başını gidiyordu. Dışarıdan bakıldığında henüz yerli yerine oturmamış, bir ülkeydi. Kronik bir hastalık haline gelen “gelişmekte olan ülke olmak” sendromunu üzerinden bir türlü atamıyordu. Her geçen gün daha da kötüye gidiyordu. Ne sorulanlara cevap veriyor, ne de olup biteni anlıyordu. Kendini bitkisel bir hayata alıştırmış öyle gidiyordu. Aradan 14 yıl geçti... Kritik eşiği aşamıyordu bir türlü. Avrupa Birliği’ne katılım süreci, Doğu’nun zenginliği, soydaşlarıyla ilişkisi, din kardeşleriyle hakeza belli belirsizdi. Nereye ait olduğuna dair ulusal kimlik tanımını bile Ve bugün tarihî bir dönemeçteyiz. Badireler aşıldı, engeller geride kaldı. Eloğlu tuzak kurdu ama boşa çıkardı Allah. Gündüze örtü çektiler, günün üstüne geceyi devirdiler, ay ışığında yol bulduk, sabahı teze çektik. Bu milleti uyutmak için sihirli dumanlar savurdular düzlüklere. Soluksuz geçtik o düzlükleri, nefesimizi tuttuk. Çokça diyarlar aştık. geçti... henüz netleştirememişti. Kendi halkına dahi net bir biçimde anlatamamıştı. Çevresindeki ülkelerle ilişkisi devamlı aleyhe işleyen, genç nüfusuna gelecek umudu ve istikamet şuuru aşılayamamış, kaynaklarını rasyonel olarak kullanamayan, kendini tüketen, iç borç olarak en az 90 milyar dolar, dış borç olarak da en az 110 milyar dolarlık lanetli bir sarmalın ortasında kalmış, eli ayağı, ruhu, dili, gözü ve nihayetinde aklı bağlanmış, yükselen ve üreten dünyaya Muhammed İkbal Bakırcı muhammedikbal.ajanda@gmail.com inat, gerisin geriye giden bir ülke görüntüsü veriyordu. Aradan 14 yıl geçti... “Çuvalladık” diyenlerin sayısı bir hayli fazlaydı. “Biz ülke yönetmeyi bilmiyoruz, dışarıdan birisi gelse de bizi yönetse…” diyecek kadar asaleti satılık, izzeti kiralıkların sayısı da azımsanmayacak kadar artmıştı. Özgüven ise sizlere ömür... Özgürlüğü her gün yeniden fethedenler, özgürlüğü hak ederlerdi oysa. Dünya değişirken, hem de süratle değişirken, devamlı bir biçimde toplumlar sıçramalar yaşarken, gereken ritim ve genişlikteki değişim bu ülke için başarılamamıştı. Bunun maliyetini de yıllarca tünelin ucundaki ışığa avunup, adeta kurtuluş gününü beklerken gitgide yoksullaşan insanımıza hiç de adil olmayan şekilde ödettiler. Aradan 14 yıl geçti... Ekonomik bunalım bir bataklıktı, içine çekmeye başlamıştı Türkiye’yi. Motor güç olarak lanse edilen özel sektörün de makyajı bozulmuş, rimeli akmış, ruju yüzüne bulaşmıştı. Onca boya hiçbir işe yaramıyordu artık. 2001 yılında dünya ligindeki yerimiz 49 ülke arasında 46’ıncı sıraydı. Uluslararası rekabet gücü sınıflandırması böyleydi. Rüşvette, yolsuzlukta ise başı çekiyorduk. Tarımda, sanayide, işgücünü verimli kullanma sıralamasında diplerdeydik. Ortalamanın altında olmaktan utanmayacak kadar vazgeçmiştik yarıştan. Turizmi hiç sormayın; gelen turist parasızdı. Kazanılacak bir şey varsa, onu da yabancı tur şirketleri kendilerine ayırmıştı. Gecekonduların istilası, doğal hayatın sahipsiz kalması, ormancılığa ait bir aklın olmaması ve kültürel değerlerin çöp niteliğinde görülmesi nedeniyle çevre yönetimi de dibi bulmuştu. Bu hale nasıl düşmüştü, daha kötüsü ne olabilirdi? 14 yıl geçti. Dile kolay, “14 yıl”... Üretim sektörü rant dağıtmaktan bilgi çağını yakalamaya vakit bulamıyordu. Akıl zindandaydı, IMF disiplini ise bir gardiyan gibi sadece belaydı. Önerileri hiç bitmezdi. İnandırıcılığı o gün de yoktu, bugün de –malumunuz-. Kanatlarımızı kaz yolar gibi yolan heyetler, her gelişlerinde bir miktar demoralizasyon enjekte edip giderlerdi. “Kımıldama sakın!” dediler usanmadan. Emir almaya müptela eli bağdaşlar ise “Olur efendim!” demekten öteye gidemediler. Aradan 14 yıl geçti... Halkın iradesini yansıtmayan, sureti ecnebi bir ruhla işgal ve sireti hercümerç olmuş, yönetemeyen ya da uzaktan kumanda ile yönetilen sahte bir demokrasi kalmıştı elde avuçta. Akışa karşı kulaç atıyorduk. Adalet sistemi adil işlemiyordu ve belli bir grubun kontrolündeydi. Katillerin savcı, hırsızların hâkim, satılmış vicdanların avukat olduğu bir dönemden geçiyorduk. “Ananı öpen kadı ise kimi kime şikâyet edesin?” diyordu devlet adamları. Neredeyse övünecek hiçbir şeyimiz kalmamıştı milletten başka. Hem hızan, hem zartazan bir haldeydik vesselam… Uluslararası hiçbir örgütte sesimiz çıkmazdı. Parmakla değil, burun ucuyla gösterilir bir ülke olup çıkmıştık. Aradan 14 yıl geçti… Ve bugün tarihî bir dönemeçteyiz. Badireler aşıldı, engeller geride kaldı. Eloğlu tuzak kurdu ama boşa çıkardı Allah. Gündüze örtü çektiler, günün üstüne geceyi devirdiler, ay ışığında yol bulduk, sabahı teze çektik. Bu milleti uyutmak için sihirli dumanlar savurdular düzlüklere. Soluksuz geçtik o düzlükleri, nefesimizi tuttuk. Çokça diyarlar aştık. Medeniyetin şuur çerağanını başımıza gök ettik, yıldızlarını ise gecelerce ezberledik. Günü gün, geceyi aydınlık, bahtımızı bahtiyar etti Allah. Ancak biliyoruz ki bu coğrafya, Batı dünyasının hem bizi rahat bırakacağı, hem de bize bırakacağı sıradan topraklar üzerinde kurulu değil. Yine yeni köprülerden geçeceğiz. Yine yeniden dinamitler döşenecek eloğlunun ihanet aşılı eliyle. Dünyanın süper güçleri yeni ağırlık merkezleri oluşturmakta, kılık değiştiren kavramlar algı dünyamızı yeniden biçimlendirmektedir bugün. Başlama düdüğü çoktan çaldı, değişim başladı. Milli menfaatlerimiz inci niteliğinde artık dünya pazarında. Eskisi gibi kaçakçıların, kaçakçı kılıklıların elinde oyuncak değil, ne mutlu!.. Diplomasinin oyun tahtasında ulusal menfaatlerimiz öncelikli hale geldi bugün. Eski zurnanın sesiyle değil, şehriyanlar arasında davulların çıkardığı yeni bir sesle uzak diyarlara gidip geliyoruz. Bu millet burada, “Durun kalabalıklar, burası çıkmaz sokak!” diyerek makus talihe bir “Dur!” diyoruz şimdi. Artık ümit var olun... Aradan 14 yıl geçti... temmuz 2014 63 haberajanda Siyaset Tarihle yüzleş T ARİHLE yüzleşmenin vaktidir… Bu memleket; çay, portakal, üzüm ve iyot kokulu bu mis topraklar, nice seçilmiş gördü. Nice mâkamdan, nice mevkî sahibi geçti. Nice derdestlere şahit oldu nemli gözlerimiz, nice silahlı nöbetlere eşlik etti babalarımızın hıçkırıkları. Hiçbir şahitlik çözmedi geçmişin düğümlerini. Söylendik, dağlandık, kanadı mütemadiyen yaramız, acıttı… Ama derde deva olmadı seçtiklerimiz. Ya tapacaksın, ya susacaksın! rahmet dilemek suçtu, gericilikti, sustuk, yutkunduk… Tarihle yüzleşmenin vaktidir… Ata’nın adıyla sindirildik, öğütüldük. Ata’yla kanırtıldık, kışkırtıldık. Ve kendimizi “Ya tapacaksın, ya susacaksın!”larda bulduk. “İnsan” olduğunu öyle unuttuk ki, meydanlarda sloganımız oldu; bir rahmet dileyemedik; Bir benzerinin gelebilme fikrini ayıp saydık! Oysa ne imrenilesi bir durumdur kahraman ve cesur liderlerin sıklığı… Kabullenemedik, çünkü insan olduğu unutturuldu Ata’nın. Namlu ucu yaşamlar Hep namlu ucunda yaşadık biz. “Asker milletiz” diye övündük durduk. Silah oldu demokrasimizin direği. Üniforma ne buyurursa oydu. Son söz hep komutanındı. Değişmez zannettik, cesur değildik, sustuk, yutkunduk. Tarihle yüzleşmenin vaktidir… Küçülmüştük, Anadolu toprağına sıkıştırılıp bırakıldı yüzyılların hükümranlığı. O gözükara, merhametli, hoşgörülü, tüm toplumları şefkatiyle kucaklayan Osmanlı Devleti, yerini Türkiye Cumhuriyeti’ne bıraktı kan ve gözyaşıyla. Ömrü bitti ve yeni Türkiye kuruldu acıyla, topyekün mücadeleyle. Bunu da konuşamadık, yutkunduk… Sorgulamaksa, asla! Hatasızlık mümkün değildi ama söylenemez, yazılamazdı. Irkçılık pahasına susmalıydık. Yabancının tarih diye yutturduğunu alıp, düşman olduk Osmanlı’ya, kendi atalarımıza… Bunca sene dünyayı hoşgörü ve İslam ile yöneten o mübarek ceddimize düşman edildik. Ama Mustafa Kemal’in hiçbir adımına “Neden?” diyemedik, insanüstüydü, sustuk! Kalbim temiz ve gizli ibadetler! “Yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir ülkeyiz” diye masa başında hem memleketi hem de Müslümanları kurtarırdık ama iş icraata gelince durum başkalaşırdı. Hepimiz kendi Müslümanlığımızı yaşamalıydık; yoktu öyle beraberlik, cemaat, tarikat, mürşid filan. “Google Hazretlerine soralım, öğrenelim efendim.” “Başımıza iş açılmasın, aracı filan yoktur İslâm’da.” Birinden öğrenemezsin deniyorsa, dinleyelim dedik, yutkunduk. Çocuklarımızı öğrenme sınırı aştıktan çok sonra gönderebildik Kur’an-ı Kerim öğrenmeye. Ve İngilizce eğitimini “Tam da öğrenme yaşı!” diyerek indirdik ana sınıflarına! Çocuk dil öğrenmeliydi ama “Kur’an Dili”’ni asla! Paradokstu her yanımız. Yoktu bir standardımız. İnanabilirdik ama uygulayamazdık. Kalbimiz temiz olsun, yeterdi… Gizledik, gizlendik, acı çektik sürekli. Evlerimize hapsettik secdelerimizi, okumalarımızı, sohbetlerimizi. Oğlumuzun yemin törenine alınmaz, üni- 64 temmuz 2014 Suna Akar sunakar.ajanda@gmail.com menin vaktidir versitede okuyamazdık. İkinci sınıf vatandaş sayıldık, içlerini rahatlattık birinci mevkî kavgasındakilerin. İzleri vardır hâlâ üzerimizde. Ömrümüz kadar derin, yaşantımızca sıcak, büyük, nemli, kapanmaz yaralar edindik. Üstlerini örttük örtebildiğimizce, affettik. Tarihle yüzleşmenin vaktidir... Biri çıktı ve indirdi yatak başlarının üzerindeki Kur’an-ı Kerim’leri… Usulca başörtülerimizi bıraktı kucağımıza. Gözümüzün içine herkese baktığınca baktı. Okulların kapılarını açtı ardına kadar. Hocalara “Eşit olun” dedi. Üslerin, nizamiyelerin kapısını açtı, komutanlara “Eşit olun” dedi. Türkçe ezan beklenirken yeniden, ruhlarımız yıkandı. “Ata’m ruhun şâd olsun. Verdiğin mücadelen boşa gitmeyecek! Şimdi cesur, yürekli ve yeni Türkiye’yi kurma zamanıdır.” Fatiha okudu Anıt Kabir’de. Korkuyu rayting edinmiş olanlar, “irtica geliyor”un ardından çıkıp, yeni karanlıklara saklandılar. Tarihle yüzleşmenin vaktidir… Kürtler Türklere döndü yüzünü, Türkler Kürtlere… Kucaklaştık birbirimizin gözlerinin içine bakarak. Düne kadar kız alıp verdiğimizle kesmişken ticareti bile, bugün açılımlarda helalleştik. Irk ve milliyet zırhlarımızdan sıyrılıp “insan”a baktık, adına ümmetçilik dediler ama Hırıstiyan-Yahudi-ateist-agnostik-putperest ayırmadıydık aslında. Çıktı ve “Kucaklaşma zamanıdır!” dedi. PKK’yı ayrı tuttuyduk ya yıllarca, şimdi gömecektik tarihe, heyecanlandık… Acılar hiyerarşisi ve adil hafıza Sözde Ermeni soykırımına itirazı dillendirmenin bile yasaklandığı ülkelerde başı dik dolaştı ve günü geldiğinde, 24 Nisan 2014’te, 1915 Ermeni tehcirinin 100. Yıldönümü’nde, devlet olarak taziyelerimizi bildirme enginliğini gösterebildi. Yüreklerimize su serpildi, acıyı birlikte yaşa- mıştık ve öyle çok masum vardı ki… Biz Türk milletiydik; Türk’ü, Kürd’ü, Ermeni’siyle… Ve unutturulmaya çalışılan buydu. Evet, bir tehcir yaşanmış, kayıplar olmuş ama asla bir soykırım yaşanmamıştı. Elbette yanlış yapanlar olmuştu. Tıpkı bugün gibi… Piramitin ilk basamaklarında -ki o basamak geniş ve kalabalık olur- bulunan masum ve temiz tabaka günahsızken, tepe noktadaki çıkar gruplarının alengirli hesapları bizi düşman etmişti birbirimize. “Ermeni’den özür diledi” diye eleştirildi, oysa çok açıktı mesaj! Bu ortak kültüre sahip halklar kayıplarını birlikte anabilmeli ve geçmişlerini olgunlukla konuşabilmeliydi. Osmanlı Devleti’nin son yılları hangi din ve etnik kökenden olursa olsun, tüm vatandaşlar için çok acılı ve zordu. Birbirimizi anlamalıydık. Acılar hiyerarşisi kurmaya, acıları kıyaslamaya gerek yoktu, hepimiz acı çekmiştik. Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı herkes gibi Ermenilerin de o dönemde yaşadıkları acıların hatıralarını anmalarını anlamak ve paylaşmak bir insanlık vazifesiydi. Her din ve milletten milyonlarca insanın hayatını kaybettiği 1. Dünya Savaşı esnasında, tehcir gibi gayr-ı insani sonuçlar doğuran hadiselerin yaşanmış olması, Türkler ile Ermeniler arasında duygudaşlık kurulmasına ve karşılıklı insani tutum ve davranışlar sergilenmesine engel olmamalıydı. Bugünün dünyasında tarihten husumet çıkarmak ve yeni kavgalar üretmek kabul edilebilir olmadığı gibi ortak geleceğimizin inşası bakımından hiçbir şekilde yararlı da değildi. Aynı dönemde benzer koşullarda yaşamını yitiren, etnik ve dini kökeni ne olursa olsun tüm Osmanlı vatandaşları da rahmetle ve saygıyla anılmaktaydı. Cesurca ve sürpriz bir çıkış, enfes bir HakkHalk-Tarih selamlamasıydı. Cesur Adam! Ve şimdi bu CesurAdam veda ediyor partisine, meclise… Az kaldı, Cumhuriyet’in başı- na geçiyor. Dua ile başladığını, dua ile bitiriyor alnı secdede, gönlü Rabb’inde CesurAdam. Bu bakış; özlediğimiz, burnumuzun direğini sızlatan Osmanlı bakışı, Osmanlı kucaklayışıdır. Elbette gözleri, kulakları ve kalpleri mühürlüler olacaktır. Onlara duacıyız… Önemli olan devletin bekâsıdır. Recep Tayyip Erdoğan, AK Parti’nin kurucusu, Şehr-İstanbul’un Belediye Başkanı -ki İstanbul’u yönetmek ülkeyi yönetmek gibidir-, Başbakan, Türkiye’nin uluslararası arenada iade-i itibarının mimarı, Türkiye mozaiklerini tek tek işleyen CesurAdam, elbette kalıcı olmayacak, bir gün bu makam ve mevkîlerden sıyrılacak ve dahî belki de bu vatan, bu millet için kurban olacaktır. Ama bu memleketin böyle liderlere ve masaya yumruğunu vurabilen efelere her dem ihtiyacı vardır. Varsın “Kasımpaşalı” diye anılsın, iş yapsın, memlekete huzur gelsin, ülke gelişsin, müreffeh bir toplum olalım. Bugünün gözleri ve bugünün hafızasıyla düne bakmak bize asla geçmişi göstermez. Ne dünkü biz, biziz; ne dün bugündür. Tarih hafızamızı canlandırırken, yarınki ışığa ulaşmamızı kolaylaştıracak yolları seçip bir an önce aydınlanmaktır aslolan. Aksi takdirde kör kuyularda yalnız kalmaya mahkûm ve mecbur oluruz. Tarihle yüzleşmenin vaktidir… Bu memleket; çay, portakal, üzüm ve iyot kokulu bu mis topraklar, nice seçilmiş gördü. Nice mâkamdan, nice mevkî sahibi geçti. Nice derdestlere şahit oldu nemli gözlerimiz, nice silahlı nöbetlere eşlik etti babalarımızın hıçkırıkları. Hiçbir şahitlik çözmedi geçmişin düğümlerini. Söylendik, dağlandık, kanadı mütemadiyen yaramız, acıttı… Ama derde deva olmadı seçtiklerimiz. Bugün bir CesurAdam, seçimle gelen, seçimle ilerleyen, ilaç olacak sanki tarihin yaralarına, sarıp sarmalayacak gibi… Herkesi memnun etmek imkânsız ama bu kez olacak galiba… Umutla kalın... temmuz 2014 65 haberajanda Siyaset Bu ülkenin ışıklarını kimin yaktığını bilenler biliyor. O ışığın şavkını dünyaya yansıtmaya ahdetmiş olanın kalbine kuvvet diliyor. Kimileri de göremese de, nasıl göreceğini öğreniyor. Sair “safi zihinlerin” ahvali ve dahi ahvallerinin vebali Rabbe emanet! Dileriz, onların da zihinlerinden tez kalkar zulmet! İhanetin i “B ATIL şeyleri iyice tasvir, safi zihinleri idlâldir” der zamanın bedisi Said Nursi... Bu düsturdan hareketle haktan ve haklıdan söz etmeye geçmeden bu ifadeyi bir parça açmakta fayda görüyorum. Öncelikle “idlâl” kelimesine odaklanmak gerekiyor ki, Osmanlıca ve Arapça iki tanım karşımıza çıkıyor. Osmanlıcada “idlâl” kelimesi, “Hak dinden, iman ve İslamiyet’ten saptırmak. Doğrudan, Hak ve hakikat caddesinden ayırmak...” anlamlarında karşılık bulurken, Arapçada “Naz etme, çok nazlanma...” olarak izah buluyor. Bediüzzaman “idlâl” kelimesini Hakk ve hakkaniyetten sapmak olarak esas alıyor. Bu ibarede yer alan “safi zihinler” ifadesinden ise, derin meselelere girmeye kabiliyeti olmayan, yüzeysel ve zahir ile hükmederek mevzuyu yahut vuku bulan olayı derinlemesine etüt etmeden yargıya varan kimseler işaret ediliyor. Marazi bir alışkanlık Batılın enine boyuna tarif ve tasviri işte böylesine derinlikten, mânâ ve mazmun kaygısı taşımayan, havas ehli olmayıp avami bir ezberciliği benimsemiş insanlar için neredeyse bir tür reklâm vasıtası haline geliyor. Batılı izah ettikçe, “safi zihinler” farkındalıktan uzak, marazi bir alışkanlık ve savunma psikolojisi ile “Hak” olanı ötelemekte beis görmüyor. Batıl olanı abes bulmadığı gibi 66 temmuz 2014 kendi içinde bulunduğu duruma yani batıla olan yakınlığına, yapılan tasvirleri kişileştirerek şahsına yapılan bir saldırı olarak kabul ediyor ve anlamak, araştırmak yerine hakikati inkârı seçiyor. Bunu yapmasa kendini inkâr etmesi gerekecek ki, bu, insanoğlunun nefsine yapmakta zorlandığı büyük bir haslet olmakla birlikte, ilim ve irfandan yoksun olanlar için hayli zor bir tutum olacaktır. Kendisinin batıl ile iştigalinden şüphe dahi duymuyor. Duysa, şüphe onu sorulara, sorular cevaplara, cevaplar farkındalığa ve dahi hakikate ulaştıracak. Direkt reddetmek ve inkâr böylesi düşünmekten mahrum “safi zihinler” için elbette en kolayı olacaktır. Daha keskin bir reddiye İşte Bediüzzaman’ın bu sosyolojik tespitinden hareketle, batılı iyice tasvir ve tenkit ve dahi gündemde sıklıkla tutmak, bir nevi o şerrin reklâmını yapmak kadar riskli ve tehlikeli durumlara vesile olabiliyor. Ki, bu metot üstelik irşada da vesile olmuyor. Sadece, daha keskin bir reddiyeye sebebiyet vermekle kalmayıp batılın gündemde uzun soluklu kalmasını, yeni “safi zihinlerin” etkilenmesini sağlayabiliyor. Risale-i Nurların geneline baktığımızda, bu risk ve tehlikelerin hesaplandığı, batılın saklı ve gizli tutularak o minvaldeki fikirlerin temelden çürütüldüğü görülür. Risale-i Nurlar, muhatabına batılın reklâmını ve izahatını yapmıyor. Sadece o yanlış ve ba- Nesrin Çaylı nesrincayli.ajanda@gmail.com nkârı ve idlâl! tıl düşüncenin esassız ve çürük noktalarını gösteriyor. Teferruata girmeyerek, zihinlerin bulandırılmasına meydan tanınmıyor. *** Detayları göz ardı eden zihniyet Yazıma bu cümlenin şerhi ile girmemin ana sebebi, Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi adayların açıklanmasından sonra, 17 Aralık itibariyle neşet eden “Gezici Zihniyet”ini ve “Pensilvanya merkezli örgüt”ün medyaya yansıyan siyasi dillerinin sebep olacağı riske dikkat çekmek içindir. Ve bir parça kaygı taşımamdandır. Bu kaygının iki ciheti var: İlki, örgüte ait basın kurumlarının yaptığı manipülasyonların, yazılı ve sosyal medyada alıntılanarak eleştirilmesi... Zira örgütün büsbütün mesnetsiz haberlerini, tekzibe muhtaç suçlamalarını, karşı cenahı eleştirmek için; logolarıyla, markaları ve amblemleriyle alıntılanarak kullanılması halk arasında detayları göz ardı edenlerin (safi zihniyetin) marazlı bir şekilde taraf durmalarını sağlaması ihtimaldir. Tabii bu görünen yüzü... Bir de tahrifatta uzmanlaşmış bu örgüt elemanlarının yerleştirebileceği subliminal mesajlar da yabana atılmamalı. İnkâr psikolojisi İkinci kaygım ise, yukarıda da değindiğim gibi, bile isteye yahut sürüklenerek bu örgüt içinde yer alanların hakikate karşı geliştirecekleri “inkâr psikoloji”nin tetiklenmesi... Dr. Jung, “Aion” adlı kitabında “Hiç kimse üzerinde ciddi olarak uğraşmadan ‘gölge’sinin (Egonun bilinçaltında saklı yanı) farkına varamaz ve onun farkına varmak demek kişiliğin karanlık yüzünü karakterinin bir parçası olarak kabul etmek demektir. Bu kabullenme kendimizi tanımak için gereklidir fakat kural olarak da her zaman bir iç direniş (inkâr ediş) ile karşılaşır!” der. İşte bu inkâr edişin tetikleyicisi olmak yerine, inancımızın kaynağı vahiy ve sünnetullaha uygunluğu ile tercih ettiğimiz, ideal bulduğumuz şahıs ve siyasi oluşumun prensiplerini izah ve teşri etmeyi seçmek daha aklı selim bir tavır olacaktır. *** Güzel bir nazire Geçen ay dergimizde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a ithafen kaleme aldığım “Her kardeş ihaneti bir Yusuf eder” başlıklı yazım yer almıştı. Bu yazımı okuyan şair bir dostum kısacık şiiriyle şöyle nazirede bulunmuş: “Yazgısında ihanet olan Yusuf ’a kardeş gerek değil(di)/ Kederi Yusuf ’a kader eyleyen kardeşlerine Yusuf gerekti!” Ne güzel de yapmış! Öyle ya... İnkişafları için kendisinden “Hakk” adına talep edilenleri yerine getirme gayretini esirgemeyen Başbakana ihaneti reva görenler, Başbakan için kardeş değilmiş meğer. Ve görüldüğü gibi gerekli de değilmişler. Yerel seçimlerde, ihanetlerinin ardından “Cehennem Partisi”ni destekleyen örgüt oylarının AK Parti’nin oy oranını sarsmadığını cümle âlem içinde kendileri de gördü. Fakat Yusuf ’a ihanet edenlere, elbet bir gün Yusuf gerekecek! Kederi ona kader eyleyenler, o gün geldiğinde Yusuf ’un şefkatinden nasiplenip belki “çuval ile buğday” değil ama nadim olmanın ecrini kazanacaklar! Şair dostuma bu kıymetli naziresinden dolayı teşekkür ediyor bir küçük kıssa ile yazımı sonlandırmak diliyorum. Görmeyi öğrenmek de marifet Sultan II. Mahmut Han döneminde yaşlı bir kadıncağız duymuş ki, Hızır her gün yatsı namazında Yeni Cami’de görülürmüş. Kendisi de Hızır Aleyhisselam’ı görmeyi öteden beri çok istermiş. Eşinden izin alarak bir gece yatsı namazına Yeni Cami’ye gitmiş. Namaz çıkışında, avluda bir kenara çekilmiş ve başlamış çı- kanlara dikkatle bakmaya. Pür dikkat çıkanları takip ederken, yanına bir yaşlı adam yaklaşıp “Ne beklersin hatun?” diye sormuş. Kadın, “Dediler ki bu camide her gece Hızır Aleyhisselam görünürmüş, onu görmeye geldim” demiş. Adam, “Peki onu görsen nasıl tanıyacaksın?” diye sorunca kadıncağız, “Bilmem! Nasıl da akıl edemedim!?” diye seslice hayıflanmış. O vakit yaşlı adam, “Bak öyleyse, sana onu nasıl tanıyacağını öğreteyim. Şu arakamdaki camiyi görüyor musun?” diye sorunca, kadın, “Evet!” demiş. “Işıklarına bak, söndü mü şimdi?” Kadın bakmış ki caminin ışıkları sönük. “Aa, evet söndü!” demiş. Yaşlı adam yeniden sormuş: “Şimdi bir daha bak, caminin ışıkları tekrar yandı mı?” Kadın şaşkınlıkla bakmış ki, caminin ışıkları yanıyor. Onaylamış: “Evet ışıklar tekrar yandı.” Yaşlı adam son cümlesini kurmuş: “İşte aynı böyle, hiç kıpırdamadan karşındaki caminin ışıklarını yakıp söndürebilen birisini görürsen anla ki o Hızır’dır.” Kadıncağız bu tariften çok memnun olmuş ve “Hay Allah senden razı olsun!” diyerek yanından ayrılan yaşlı adama dua etmiş. Ve koyulmuş yine beklemeye... Cami cemaati boşalmış. Ne gelen varmış ne giden. Ne caminin ışıkları yanıyormuş, ne de sönüyormuş. Yaşlı adamın tarifine uygun hiç kimseyi görememiş. Melül mahzun evinin yolunu tutmuş. Eşi, “Hızır Aleyhisselamı görebildin mi?” diye sormuş. Kadın yarı üzgün yarı memnun bir ifadeyle eşine “Göremedim ama nasıl görülür çok iyi öğrendim” demiş. Ahval ve vebal! Bu ülkenin ışıklarını kimin yaktığını bilenler biliyor. O ışığın şavkını dünyaya yansıtmaya ahdetmiş olanın kalbine kuvvet diliyor. Kimileri de göremese de, nasıl göreceğini öğreniyor. Sair “safi zihinlerin” ahvali ve dahi ahvallerinin vebali Rabbe emanet! Dileriz, onların da zihinlerinden tez kalkar zulmet! temmuz 2014 67 haberajanda Siyaset Ö Alparslan Şimşek asimsek.ajanda@gmail.com ZÜNDE merhametli, işinde merhametli olan Allah’ın adıyla… Şüphesiz her şey, “Allah namına” diyene musahhar olur. Vaktin telafisi, sin’lerin yıkılışıdır. Zan makamında söylenen sözlerin boğumu, medeniyet hırkasını parçalayan ideolojilerin hüsranıdır. Ya yalancısın, ya yalansın yahut sen kimsin? Yıllarca mücadelesini verdiğin fikriyatla ilgisi olmayan bir kişiyi “Cumhura başkan için seçilsin” diyorsan sen yalancısın, aksi halde yalansın. Yahut sen kimsin? Ne söylemiş Sadî? “Eğer Yüce Allah’a satabileceksen, riya ile hırka dikmeye devam et. Zira insanlar, elbisenin içindeki kimdir ne bilsin?” Vaktin telafisidir VAKTİN telafisi, sin’lerin yıkılışıdır. Zan makamında söylenen sözlerin boğumu, medeniyet hırkasını parçalayan ideolojilerin hüsranıdır. Ya yalancısın, ya yalansın yahut sen kimsin? Yıllarca mücadelesini verdiğin fikriyatla ilgisi olmayan bir kişiyi “Cumhura başkan için seçilsin” diyorsan sen yalancısın, aksi halde yalansın. Yahut sen kimsin? Ne söylemiş Sadî? “Eğer Yüce Allah’a satabileceksen, riya ile hırka dikmeye devam et. Zira insanlar, elbisenin içindeki kimdir ne bilsin?” Oradan oraya koşturup durdular. Sonra bir çatı yaptılar. Halk ustayı ne bilsin? Ne söylemiş Sadî? “Mektupta ne yazdığını, ancak onu kaleme alan bilir. Doğruluk divanıyla adalet terazisinin bulunduğu yerde, içi hava dolu tulumun ağırlığı ne tutar?” Bir baktık ki bizce söylemler… Ne söylemiş Sadî? “Eğer güzel kokun yoksa ‘Bende güzel koku var’ deme. Varsa, koku her yere dağılacaktır.” Bu özete bir de ek yapmak gerekir: Kim demiş “Başkanlık sistemi olmaz” diye? Bak, nasıl bir araya geldiler! Kadercilik ile iktidarını meşrulaştıran, sözde demokrasilerle fıtratının ezberini bozan ideoloji parçacıklarının unuttuğu, edebiyatçılara göre ses, bizce nefes olanın zahir olmasıdır. Bu millet, mektupta yazanı ve elbisenin içinde ne olduğunu bilmese de nefesi tanır. Yüreğine yazılanı Yaratan Rabbi adıyla okur. İkra ile başlıyor Kur’an-ı Hakîm, bişnev ile başlıyor Mesnevî-i Şerif. Bunu bilen, varlığı yaratan ve yarattığı her varlığın fıtratını da yaratan Allah’ın, karanlığın ve bilinmeyenin de Rabbi olduğunu bilir. Çokçu varlık tasavvurunun inşa ettiği beyinler, Nebevî yönetim anlayı- 68 temmuz 2014 şından sapmış ve halka rağmen “Halk yanımızda” safsatasını diline dolamıştır. Hangi kavmin sapık düzeni kurtuluş olabilir ki? İnsanları hayvan olarak görüp canlarını, mallarını ve namuslarını kendi malı yerine koyan ve bu suretle insanın başına bela olanlara yeryüzünü imar ve inşa ile görevlendirilmiş müminlerin nefese yönelmesi elbette sizi çıldırtacaktır. Sınırlı olduğunu unutup sınırsız erk kullanmaya çalışanın çıldırmaktan başka çıkışı da yoktur. Kur’an ve sünnetin inşa ettiği idareci, yani Nebevî yönetim anlayışına sahip kişilik “yönetici” olarak seçilmelidir. Âlim, adil ve emaneti ehline veren kişi Allah’la pazarlığa girişmez ve ahdini bozmaz. Bilgili değil, âlim olması gerekir. Bilginin hamallığını yapanı öne çıkarmanın anlamı yoktur. Gerek zamansız ve mekânsız, gerekse her zaman ve mekânda eşsiz ve benzersiz biçimde bilen Allah’tır. Allah’tan rol kapıp, zaman ve mekânda konuşup zaman ve mekân üstü rollerle kendini inşa edense firavunlaşır. Yüreğine yazılanı okuyan bir medeniyetin evladı, “on iki levha” kanunları ile yönetilemez ve hiçbir süre demokratik toplum düzeniyle başlamaz. Bu toprağın evlatları, kuytu bir mecrada modernizmin lokmalarını taşımanın meşakkat olduğunu anlayınca ve gecede kalıp renklerin döküldüğünü görünce, yetim bir bebeğin elini tutmak için ve kandil gecesi duaya kalkan uçuşlu ellerin gerekliliğini anlayınca, seçeceği başkanını da iyi bilir. İktidarı putlaştırmayan iyi bilir ki, her şeyi yaratan ve bir ölçüye göre düzenleyen Allah’tır ve her devlet, El–Melik’in mülkünde kurulur. Şimdi kara gözlerin çağırdığı bu memlekette, Bilge Kral Aliya gibi, tüm pazarlıklardan çıkıp üçüncü bir yolu seçmek gerekir. Nitekim yerini ve haddini bilen insan, El-Vekîl olan Allah’ın sonsuz güven veren ve tek koruyucu otorite ve Vekîl sıfatında tek olduğunu, Vekîl olana tevekkül edileceğini, Allah’ın insanı yeryüzüne halife tayin ettiğini bilir. Hüşyâr olan görmelidir bu en latif, en nazif dirilişi. Tecâvûb vaktidir. Bu aziz millet kirli bulutlardan hesap sormaz. El-Ekrem’den ikramını ister. Kelam yoktur Allah’ın kelamı üzerine: “Muhakkak ki bu sizin ümmetiniz (topluluğunuz, dîniniz) tek bir ümmettir (dîndir). Ve Ben, sizin Rabbinizim. Öyleyse Bana kul olun!”(21/92) Zamanın tükettiği kısık bakışlara geliş müjdesi bağlama vaktidir. Takvimleri “keşke”den çıkarma vaktidir. Şimdi, seçim sabahı medeniyetin resmini gözbebeklerimize çizip oy kullanma vaktidir. Bu, vaktin telafisidir. haberajanda Siyaset Ü Aytekin Atasoyu aatasoyu.ajanda@gmail.com LKEMİZ, kurulduğu günden itibaren çok önemli değişim ve dönüşüm süreçlerinden geçti. Bu değişim ve dönüşüm süreçlerinin ilki, hiç şüphesiz Türkiye’nin modernleşme tarihinin de başlangıcı sayılan Cumhuriyet’in ilanıdır. Farklı bakış açılarına göre Türk modernleşmesini daha da geriye götürmek mümkün olsa da konunun uzmanı olan sosyal bilimciler, ulus devletin inşa sürecinin başlangıcı olan 1923’ü Türk modernleşmesinin başlangıcı sayarlar. Yeni bir değişim ve dönüşüm sürecine doğru ÖNÜMÜZDEKİ ay yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimi, büyük önem arz etmektedir. Çünkü cumhurbaşkanını halkın seçecek olması, cumhurbaşkanının aktif olarak bu süreçlerde rol alması anlamına da gelmektedir. Yani biz, cumhurbaşkanı seçerken tüm bunların gerçekleşmesi için efor sarf eden, devletin kurumlarını, toplumu, sivil toplum kuruluşlarını bu noktada motive edebilecek bir kişiyi seçmeliyiz. ği reformlar sayesinde AB ile müzakerelere başlayan Türkiye, son yıllarda yavaşlasa da bu sürece devam etmektedir. Osmanlı bakiyesi üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti, siyasî, iktisadî ve toplumsal atılımlar yapma yolunun modern toplum yapılanmasından geçtiğini öngörerek modernleşme hamlesini başlattı. Fakat 1923’te başlayan Türk modernleşmesi, yeni bir ulus yaratma iddiasıyla toplumu çağdaşlaştırmaya çalışsa da bu girişimler cemiyetin tüm kliklerine ulaşamamış, yalnızca kendi elitini yaratmıştır. Bu elitist kadroların oluşturduğu tek parti döneminde gerçekleştirilen partizan-elitist uygulamalar ve mukaddesata saldırı niteliği taşıyan icraatlar ile tek parti döneminde halkın değerlerine karşı gösterilen hoşgörüsüzlük, ülkede demokrasi eksiğini iyice hissettirmeye başlamış ve 1950’den itibaren Türkiye, bir demokratikleşme sürecine girmiştir. Dış politika bağlamında ise Türkiye’nin demokrasiye geçişi bir zorunluluktur. Çünkü 1945’te sona eren İkinci Dünya Savaşı sonrasında Soğuk Savaş başlamış ve dünya kutuplara bölünmüş durumdaydı. Türkiye, Sovyetler gibi totaliter rejimler ya da Batı demokrasisi arasında bir tercihle karşı karşıya kalmış ve demokrasi kültürünü benimseyerek Batı dünyasının yanında saf tutmuştur. Türkiye’nin demokratikleşme süreci zaman zaman sekteye uğrasa da demokrasi kültürünün gelişimi halen devam etmektedir. 1980 Darbesi’nden sonra serbest piyasa ekonomilerinin güçlenmesiyle birlikte Türkiye, kendini küresel sisteme entegre etme ihtiyacı hissetmiş ve 1980’den sonra küreselleşme macerasına başlamıştır. Dış politika bağlamında ise Türkiye’nin demokrasiye geçişi bir zorunluluktur. Çünkü 1945’te sona eren İkinci Dünya Savaşı sonrasında Soğuk Savaş başlamış ve dünya kutuplara bölünmüş durumdaydı. Türkiye, Sovyetler gibi totaliter rejimler ya da Batı demokrasisi arasında bir tercihle karşı karşıTürkiye’nin bu küreya kalmış ve demokrasi kültüselleşme macerası, yeni rünü benimseyerek Batı dünya- milenyumun başına sının yanında saf tutmuştur. kadar inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir. Dış politika bağlamında Türkiye’nin bu sürece entegre olması, yine bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü Soğuk Savaş 80’lerin sonuna doğru nihayet bulmuş siyasî haritalar yeniden şekillenmeye başlamış, ülke ekonomileri birbirine bağımlı hale gelmiştir. Siyasal, toplumsal ve ekonomik anlamda küreselleşen Türkiye, yeni milenyumun başından itibaren gerçek manada Avrupalılaşma sürecine girmiştir. Türkiye’nin Avrupalılaşma sürecinin geçmişi 1950’li yıllara dayanıyor olsa da Aralık 1999’da Türkiye’nin aday statüsü kazanması sonrası ve hızla gerçekleştirilen reformlar nedeniyle konunun uzmanları 2000’li yılların başını Türkiye için gerçek manada Avrupalılaşma sürecinin başlangıcı olarak görürler. AK Parti hükümetlerinin ardı ardına gerçekleştirdi- Tüm bunların yanı sıra Türkiye, yeni bir değişim ve dönüşümün arefesinde bulunuyor. Bu değişim ve dönüşüm süreci, önce bölgesel, sonra da küresel aktör olma sürecidir. Türkiye bu değişim ve dönüşümü yaşamalıdır. Yerel veya küresel bağlamda güç olabilmenin yolu, ülkenin askerî, ekonomik ve teknolojik kapasitesi arttırılarak bölgesel ve küresel güçlerle yarışabilecek olgunluğa ulaşmasından, yani siyasal, askerî ve ekonomik dönüşümden geçmektedir. Tabiî bunların gerçekleşebilmesi için de uygun bir siyasal zemin, uygun bir siyasal sistem, iktidarı ve muhalefetiyle bu siyasal sistem aktörlerinin aynı amaçlar için ortaya koyacağı siyasal, sosyal ve ekonomik takvimin olması gerekmektedir. Önümüzdeki ay yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimi, işte bu noktada büyük önem arz etmektedir. Çünkü cumhurbaşkanını halkın seçecek olması, cumhurbaşkanının aktif olarak bu süreçlerde rol alması anlamına da gelmektedir. Yani biz, cumhurbaşkanı seçerken tüm bunların gerçekleşmesi için efor sarf eden, devletin kurumlarını, toplumu, sivil toplum kuruluşlarını bu noktada motive edebilecek bir kişiyi seçmeliyiz. Kanımca diğer tüm kriterlerimizin yanında en önemlilerinden biri de bu olmalıdır. temmuz 2014 69 haberajanda Analiz Siyasetle uğraşılıyorsa eğer, birinin sizi kapalı kutuyken keşfetmesini bekleyemezsiniz. Nasıl bir sanatkâr eserini arz etmek derdindeyse, siyasetçi de fikrini arz etmek derdinde olmalıdır. Böyle yapan siyasetçi, yeryüzünde en zor meslek olan yönetmeye talip olmuştur artık. Yok, kapalı kutu yer tutup birinin sizi bulmasını istiyorsanız ve “Zaten o veya onlar var, onlar beni, ben de milleti idare ederim” demek istiyorsunuzdur. İşte bu, kirli siyasetin başlangıç versiyonudur! *** Şu sıra gündem ve lobi oluşturanlar çok rahatlar. Zira akıllarındaki, “Recep Tayyip Erdoğan eğer cumhurbaşkanı olursa onun ardından başbakanlık ve genel başkanlık o kadar kolay olacak ki tadından yenmeyecek” diye geçiyor. Öyle ya, tek hedef olarak yalnız Türkiye’nin değil, bütün dünyanın karşısında duran biri varken ve hiçbir nazı gönlünden geçirmeyip sözünde er biçimde duruyorken kim başbakanla uğraşır? Böyle bir durumda Başbakanlık makamı, “Yediğim önümde, yemediğim arkamda” makamı olur. 70 temmuz 2014 Ş U sıralar Türkiye, Çankaya yokuşunda söylenen marşları dinliyor. Zafer geçidine az kaldı. Kulaklara tak tak düşen ayak seslerinin kime ait olduğunu en iyi Allah bilir. Biz şu ara çelik çomakla meşgul olalım en iyisi... >> Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun arasında geçecek yarışın evvelinde kimin hangi özellik, avantaj ve dezavantajlara sahip olduğunu değerlendirmek, meydana konulmuş olan imajları vizyon vizyon takip eden halka belki de ayıp etmek demek. Zira toplumun topyekûn bu konuyla ilgilendiği ve her bireyin başka detaylar yakaladığı bir süreç yaşanıyor. Bu deyişi arz edip halkımıza yönlendirmeli veya güdümlü yorumlarla eksen çizmek yerine, çok rahatsız edici ve dahi kaşındırıcı bir etkiye sahip seçim sonrasını Cumhurbaşkanlığı makamıyla Başbakanlık arasında gidip gelen ve Türkiye’nin bu sürecinde güdüleme üzere örtme faaliyetleri yürütülen, herkesin görmüş olduğu birkaç aşamaya değinmek istiyoruz. Tek tabancanın kalibresi Haliyle Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’na aday olması, partinin sabitlenmiş üç dönem sonunda aktif pozisyondan çekilme ilkesi üzerine birçok teoriyi konuşturmaya başladı. Elbette bu teoriler daha önce de dillendiriliyordu, ancak birtakım söylemlerin gelecekte olacakmış gibi lanse edilmesi, ciddi ve tekin olmayan sorgulamalarla baş başa bıraktı milleti. Zira millet, şu sı- ralar gayet ürkek. Sebebi, Erdoğan isminin icranın başından ayrılmasıyla yerine gelecek kimseye güvenmeme hissi… Bu sebepten bahsettiğimiz anda özellikle AK Partili üst düzey kadronun hangi yörüngede konuştuğuna ve Başbakan Erdoğan’ın danışman kadrosunun neden hiç konuşmadığına yöneliyor dikkatlerimiz. Kim nasıl konuşmuştu ki dikkate şayandı? Zaten konuşulanlar da, konuşanlar da belliydi ya, dikkate ne gerek vardı? Başbakan Erdoğan’ın da bazı anlarda vurguyla söylediği ve AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Ekrem Erdem’den de dinlediğim bir Başbakan düsturu var ki şöyle: “Vazifenin verilmesini bekleme, ona talip ol!” Başbakan Erdoğan’ı bugüne kadar gelmiş başbakanlardan ayıran en önemli özelliklerden ikisi, siyaset yaparken nazlı olmamak ve –hata mahlûka mahsus- sözünün kendini bağladığını bilerek geri dönmemesi. Bu noktada Başbakan Erdoğan’ı belki de gündem manzarasında tek tabanca yapan faktör de bu iki özellik. Zira icra ile vazifeliyken naz yapmamayı ve gemi yakmayı kendine şiar edinmiş tek isim o... dindeyse, siyasetçi de fikrini arz etmek derdinde olmalıdır. Böyle yapan siyasetçi, yeryüzünde en zor meslek olan yönetmeye talip olmuştur artık. Yok, kapalı kutu yer tutup birinin sizi bulmasını istiyorsanız ve “Zaten o veya onlar var, onlar beni, ben de milleti idare ederim” demek istiyorsunuzdur. İşte bu, kirli siyasetin başlangıç versiyonudur! Belki beni yadırgayacaksınız ama uydurulmuş bir Türk töresinden bahsedeyim: “Görev alınmaz, verilir…” Bu törenin hiçbir yanının Türk kokmadığını hissediyorum ki sebeplerim var. Kadim Türk geleneğinde insan tipolojisinin savaşçılığa uygun olduğu belirtilir. Savaş, tarihte bugünkü tür yerine meydan ve cephe şeklinde yürütülen, analitik zekâ ile fizikî yeteneklerin konuşturulduğu bir olaydır. Öyleyse savaşta mevcudiyeti arz vardır. Yani savaşan herkes, yalnız düşmanı mağlup etme hissiyle dövüşmez, kendi safındakine ayrıca psikolojik sunumlarda bulunur. Mağlupken “Her şey düzelecek” diyenle galipken “Ha gayret!” diyen bellidir. Yahut düşmana en çok zarar verenle safını en iyi müdafaa eden bellidir. Bu belli şahıslar, hâl dilleriyle talip olmuşlardır zaten. Kalibresiz adamların siyaset oyunu Resul-i Zişan Efendimiz (s.a.v.), bir hadislerinde şöyle buyuruyorlar: “Ey iman edenler! İçinizden biri bir kötülük gördüğünde onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmiyorsa diliyle söylesin. Buna da gücü yetmiyorsa kalbiyle buğz etsin. Ancak bu, imanın en zayıf olanıdır.” Siyasetle uğraşılıyorsa eğer, birinin sizi kapalı kutuyken keşfetmesini bekleyemezsiniz. Nasıl bir sanatkâr eserini arz etmek der- “Görev alınmaz, verilir” iddiası, Bu hadisin kaydını birinci, ikinci ve üçüncü ölçüde düşen de bellidir. Mehmet Serhat Bıçak msbicak.ajanda@gmail.com bana bir kraliyet şövalyesinin, ailevî bağları kullanarak sarayın biricik prensesiyle evlenip seremonide kraliçenin önünde diz çökerek unvan almasını hatırlatıyor. Elbette iddia tasavvufî ölçekte değerlendirerek kişinin tevazu göstermesi ve benlik çıkıntısı olmaması hakkında yorumlayabiliriz. Ancak tasavvufun “Edeb ya Hû!” gibi öncelikli düsturlarından biri de “Derde talip ol ki dertli kalmasın” şeklindedir. “Artık başbakan olana ilişmezler” fikri Şimdi, belki de bu kadar hadsiz açıklamaya girdikten sonra bu iddiamın arkasındaki en güçlü gerekçelere geliyor ve başlangıçta belirtmiş olduğum açık fakat perdeli konuşmalar ile Başbakan Erdoğan’ın naz gütmeyen siyasetini anlatmaya başlıyoruz. Bundan iki veya üç yıl önce, –Rabbim zeval vermesin- Başbakanımıza bir suikast dışında ecel gelmiş olsaydı yalnız Türkiye değil, dünya çalkalanırdı. “Suikast dışında” diyerek vurgu yapmamızın sebebi, suikast süreci ve sonrasının belirli planları olmasından kaynaklanıyor. Suikast dışındaki her ecel senar- 8 Temmuz 2014 tarihli TBMM AK Parti Grup Toplantısı konuşmasında bütün alevlerin arasından AK Parti Genel Başkanı Erdoğan şöyle dedi: “Paralel yapıyla mücadelemiz sırasında bazı arkadaşlarımız bize gayretleriyle destek olmadılar. Devekuşu toprağa başını gömünce görülmediğini sanır, bu arkadaşlarımız da böyleler; görülmediklerini sanmasınlar!..” yosu, planları belli işleyişlere sahip olan bütün yabancı mihrakları birbirine düşürecekti. Zira ülke içinde bir klik savaşı başlayacaktı. Böyle bir ortamda Başbakanlık makamına adaylığını açıklayacak cesarette birini bulabilir miydik? Şu sıra gündem ve lobi oluşturanlar çok rahatlar. Zira akıllarındaki, “Recep Tayyip Erdoğan eğer cumhurbaşkanı olursa onun ardından başbakanlık ve genel başkanlık o kadar kolay olacak ki tadından yenmeyecek” diye geçiyor. Öyle ya, tek hedef olarak yalnız Türkiye’nin değil, bütün dünyanın karşısında duran biri varken ve hiçbir nazı gönlünden geçirmeyip sözünde er biçimde duruyorken kim başbakanla uğraşır? Böyle bir durumda Başbakanlık makamı, “Yediğim önümde, ye- temmuz 2014 71 haberajanda Analiz Süleyman Aslan’a gösterdiği “Aklanıp gelsin” tavrıyla Aslan’a bir gurur tablosu olarak istifa resti çektiren ve o güne kadar 17 ve 25 Aralık’la ilgili konuşmayan Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, her nedense “17 Aralık her şeyiyle bir darbe girişimidir” diyor… Ülkemizde yürütme erki, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu’ndan oluşur. Cumhurbaşkanı ile Bakanlar kurulu arasında bir de Başbakan’dan bahsedilmez. İlke böyledir. Zira başbakan, diğer bakanların başıdır. İcranın, yani yürütmenin başı cumhurbaşkanıdır. Şimdi bunca çelişki varken Başbakan Erdoğan’ın meydan meydan neden cumhurbaşkanının, icranın başındaki kişi olduğunu anlatmaya çalıştığını daha net anlamak lazım. Öncelikle Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin ve birkaç AK Partili yetkinlerin, Başbakan Erdoğan’ın adı Cumhurbaşkanlığı’na aday olarak ilan edilmeden evvel yerine geçecek isim olarak zikrettikleri kişi hep Abdullah Gül’dü –hâlâ da öyle-... mediğim arkamda” makamı olur. Gül lansmanı Tam da bu noktada AK Partililerin konuşmalarına gelelim. Öncelikle Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin ve birkaç AK Partili yetkinlerin, Başbakan Erdoğan’ın adı Cumhurbaşkanlığı’na aday olarak ilan edilmeden evvel yerine geçecek isim olarak zikrettikleri kişi hep Abdullah Gül’dü –hâlâ da öyle-... Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun “Çatı Aday” sıfatıyla nitelendirildiği gün konuşulan yorumlardan en önemlisi, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü en iyi tanıyan isimlerden biri olan Taha Akyol’a aitti. İhsanoğlu ile ilk canlı yayın röportajını gerçekleştiren de ne tevafuk ki Akyol idi. İhsanoğlu, Abdullah Gül’ün muazzam cehdiyle İslam İşbirliği Teşkilatı’na Genel Sekreter olmuştu, zira Gül’ün çok değerli bir ahbabıydı. Dolayısıyla İhsanoğlu, elbette Akyol’a konuk olacaktı. Söz konusu röportajda her sorunun stratejisi hesap edilmişti. İşte burada Akyol’un İhsanoğlu yorumuna geri dönünce, Çatı Aday’ı yorumu boyunca Abdullah Gül’e benzeten ve şahin Erdoğan’la kıyaslarken ayar bozan bir yorum manzumesiyle karşı karşıya kalıyoruz. Şimdi 72 temmuz 2014 soralım: Taha Akyol, İhsanoğlu’nun adaylığını mı, yoksa Abdullah Gül’ün lansmanının nasıl gerçekleştirileceğini mi anlattı? Özellikle son bir yılda verdiği kararlarla Recep Tayyip Erdoğan’ı kontrpiyede bırakan bir Anayasa Mahkemesi var ortada. Bugünlerde adaletin kalesi konumunda birilerine göre. Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğini yaptığı düzenlemelerle Recep Tayyip Erdoğan’a çalım atmaya çalışan bu mahkemenin 11 asil üyesini atamaktan gurur duyduğunu söyleyen kim? Cumhurbaşkanı Abdullah Gül… Hey devekuşu! Seni gördüm 8 Temmuz 2014 tarihli TBMM AK Parti Grup Toplantısı konuşmasında bütün alevlerin arasından AK Parti Genel Başkanı Erdoğan şöyle dedi: “Paralel yapıyla mücadelemiz sırasında bazı arkadaşlarımız bize gayretleriyle destek olmadılar. Devekuşu toprağa başını gömünce görülmediğini sanır, bu arkadaşlarımız da böyleler; görülmediklerini sanmasınlar!..” Başbakan’ın bu konuşmasının, yukarıda belirttiğimiz üzere ürken halka moral olmasını niyaz ederken, konuşmanın hemen bir gün sonrasında eski Halkbank Genel Müdürü iken 17 Aralık darbesiyle gözaltına alınıp daha sonra serbest kalan ve ardından da Ziraat Bankası Yönetim Kurulu’na alınan Şimdiye dek Abdullah Gül’ün hep bir noter gibi çalıştığını söyleyenler neden AntiErdoğancı Anayasa Mahkemesi üyelerini de onun atadığını anlatmazlar? Yalnız Twitter’in kapatılması hikâyesinde bile Başbakan tam söz konusu siteye diz çöktürecekken kanunsuz şekilde siteye girdiği belli olan Cumhurbaşkanı demokrat biliniyorsa eğer, o ismin atadığı üyelerin bu siteyi tekrar açtıracağı ve Başbakan’a meydan okuyacağı da belli olmalıdır. 1 Temmuz 2014 günü adayını açıklayacak AK Parti hükümetinin, düzenlenecek tanıtım organizasyonundan üç gün önce kameralar karşısına geçen Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç neden dayanamayıp Başbakan’ın aday olduğunu söyler? Gelecek dönemdeki başbakan ve partinin de genel başkanı olacak isim konusunda Abdullah Gül’e bağlılığını bildiren Arınç’ın gayesi nedir? DSP ile anlaşarak dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer’i Cumhurbaşkanlığı’na aday gösteren ve bu duruma itiraz ederek kendi adaylığını açıklayan Sadi Somuncuoğlu’nu tartaklatan dönemin MHP Divanı, sözcülüğünü Şefkat Çetin’in yaptığı bir basın toplantısıyla “töre” bahsinden söz etmişti. Öyle ya, aynı töre yıllarca Muhsin Yazıcıoğlu için de işletilmiş, ihanet iftirasına devam etmek töreden sayılmıştı. “Görev alınmaz, verilir” iddiasının Türk gibi neden kokmadığını anlatabildiysem ne mutlu bana, yok anlatamadıysam burada adlarını zikrettiklerim de, bu yazıyı okuyanlar da haklarını helal etsinler… Rabbim milletimizi kapalı kutulardan korusun… Ramazan Bayramı bütün âlem-i İslam’a güzellik, esenlik ve huzurla gelsin; Cumhurbaşkanımız dünyaya hayırlı olsun inşallah… haberajanda Siyaset Ahmet Sağlam ahmetsaglam.ajanda@gmail.com >> Bu devletlerin sistemleri, çıkarları üzerine kuruludur. Onlar için hiçbir zaman insanların hayatlarının veya dünyanın geleceğinin bir önemi yoktur. İlk önce çıkarlarını belirlerler, daha sonra bunu hayata geçirebilecekleri sistemi dizayn ederek dünyaya bu sistemi entegre ederler. Yine bunlardan biri olan “ulus devlet” olgusunun uluslararası sistemin ana unsuru haline gelmesi ile birlikte, bir siyasî topluluk olan “ulus”, bu topluluğun egemenlik şeklinde örgütlenmesi olan “devlet” ve bu siyasî egemenliğin yayıldığı alanları kapsayan “ülke” kavramları iç içe geçmiş bir anlam bütünlüğü ve bağımlılık kazanmıştır. Modern “sınır” kavramının temelini, coğrafî alanların devletler arasında bölüşümü oluşturmaktadır. Son kördüğümü çözmenin arefesinde bir seçim “B ATI” diye tabir ettiğimiz Avrupa devletlerini ve daha sonralardan dünya sistemine dâhil olup Avrupa devletlerinden bir farkı olmayan ABD’yi hep sistemleri ile tanıdık. Kişilere bağlı olmayan oturmuş sistemleri sayesinde yeri geldi 40 yıllık, yeri geldi 100 yıllık planlar kurguladılar ve bu planlarını çoğu zaman hatasız şekilde hayata geçirdiler. derdiyle dertlenen evladı, bu sistemin ne pahasına olursa olsun değişeceğini söyledi. Muhteşem takımını oluşturdu. Bu millet, onların döneminde öyle başarılara şahitlik etti ki “Bizden hiçbir şey olmaz” düşüncesinden sıyrılıp, “Bizler mazlumların tek umuduyuz” düşüncesine ulaştı. İmparatorlukların dağılması ile birlikte ortaya çıkan ulus devletlerin aralarındaki çatışmaların çoğunun görünen sebebi, tarihî vizyonları ile şu anki hukukî sınırlarının birbiriyle uyuşmuyor oluşu ve bu devletlerin vizyonlarındaki sınırlara bir şekilde ulaşmak arzusunda olmalarıdır. Kurulan bu sistem sayesinde ve yaşanan savaşlar neticesinde satılan silahlar, bu ülkeleri fazlası ile zenginleştirmiştir. ABD’nin dünya sahnesine bu kadar hızlı giriş yapmasının sebebi, 1. Dünya Savaşı’nın puslu atmosferinde aranmalıdır. Diğer devletler birbirleri ile savaşırken ABD’yi bu devletlere sattığı silahlar fazlasıyla ihya etmiştir. Bununla beraber bu sistem, sömürgeciliğin de yolunu açmıştır. Birbirleri ile sınır derdine düşen ve “gelişmemiş ülkeler” Onlar için hiçbir zaman insanların hayatlarının veya dünyanın geleceğinin bir önemi yoktur. İlk önce çıkarlarını belirlerler, daha sonra bunu hayata geçirebilecekleri sistemi dizayn ederek dünyaya bu sistemi entegre ederler. olarak nitelenen devletler, yeri gelmiş ve güçlü ülkelerden kendi devletlerine müdahale etmelerini istemişlerdir. Zalimlikte sınır tanımayan Yahudilerin de Ortadoğu’ya yerleştirilmesi tam da bu amaca hizmet etmiştir. Bu sayede Yahudileri bölgeden uzaklaştırma gücü bulunmayan Arap ülkelerine yüklü miktarlarda silahlar satılmış, aynı sistem sömürgecilere, Arap ülkelerinin topraklarına müdahale etme fırsatını doğurmuştur. Bu yeni sistemin ilk uygulamaya konulduğu vakitlerde, maalesef tarihinde kale anlayışı bulunmayan bizler de belli sınırlar içerisine tıkılmış ve bu sistemi en çok benimseyen milletlerden biri olmanın zararını, kolayca yönlendirilebilen, idealsiz ve davasız nesillerin varlığı ile ödemişizdir. Bizler eğer arzuladığımız tarihî vizyonumuzu gençliğin sinelerine yerleştirebilirsek ve bu gençler sayesinde vizyonumuzu fikir ve düşünce ekseninden çıkartıp aksiyon hayatına sokabilirsek, bu tarihî miras, bizleri bir kafese tıkar gibi belli sınırların içerisine hapseden mihrakların yüz yıldır vücudumuzu parçalayan pençelerini törpüleme fırsatını muhakkak sunacaktır. Bugüne kadar bizler, bunun asla başarılamayacağını düşünerek ülkemize güvenden yoksun yol aldırdık. Sonra milletimin eskiden beri oluşturduğu vizyonunu tekrar bu millete hatırlatmanın “Artık bir daha sıkıntılı günler yaşamayalım” diyen millet gitmiş, yerine sömürgeci güçlere “Dur!” demek için güçlü olmayı beklemeyen bir millet gelmişti. İlk defa sömürgeci devletlerin oyunlarını bozmaya bu kadar yaklaştık. Çünkü uzun zamandan sonra ilk defa milletim, kendine olan inancını tazelemeyi başardı. Bunun farkında olan kan emici güçler, bu düzenin yıkılmaması için düzenlerinin önündeki engeli ortadan kaldırmanın derdine düştüler. Onlar için Türkiye’nin kendi başına birtakım politikalar üretmesi gerektiğini söyleyen herkes potansiyel bir tehditken, Recep Tayyip Erdoğan bu düşünceyi fikir çerçevesinden çıkartıp Türkiye’nin aksiyon hayatına dâhil etmiş bir liderdi. Ve bu lider, hâlâ milletinin umuduydu. Başbakanlık’ın keyif makamı olmadığını millete öğreten Erdoğan, şimdi de Cumhurbaşkanlığı anlayışını değiştirmek üzere yola çıktı. Kazanırsa -tecrübeyle sabittir ki- millet kazanacak, kaybederse eski düzenin devamından yana olan ve varlığını da bu asalak düzene borçlu olan sömürgeci vampirler. temmuz 2014 73 HABERA JANDA/SÖYLEŞİ/KAPAK İlk etapta muhafazakâr demokrat bir profil olarak değerlendirebileceğimiz Ekmeleddin Bey’in, bu kimliğinden ziyade vesayet ve statüko yanlısı kesimi ikna çabasında olduğunu müşahede etmekteyiz. Başörtüsü ile ilgili kullandığı “Gelenekten gelen bir şeydir” ifadesi, İsrail-Filistin meselesi için “Taraf olmamalıyız” açıklaması, İsmet İnönü’nün kabrini ziyaret etmesi, ülkemizin en büyük sorunlarından olan 82 Anayasası için “Onun koruyucusu olacağım” şeklindeki sözleri ve en son Gezi Parkı’nı ziyaret etmesi bu çerçevede değerlendirilebilecek önemli hususlardır. *** Siyasî söylem olarak yıllarca tüm vatandaşlarımızı kucaklamamış olması nedeniyle elbette ki karşılığı olmayan bir taleple toplumun karşısına çıkacak olan Selahattin Bey, diğer siyasî partilerin yapamadığı bir cesareti göstermiştir. Ancak şahsen Demirtaş’ın adaylığını “cumhuru temsil etme” talebi olarak görmüyorum. Bu adaylık, var olabilme adına bir çeşit ontolojik direnç olarak okunmalıdır. Umarım Selahattin Bey, bu süreçte korku yaratma üzerine inşa edilmiş eski siyaset tarzıyla değil, hizmet aşkı ile tüm yurt sathında kucaklayıcı bir söylem geliştirmeyi başarır. *** Ne hazin bir paradoks ki, geçmişimizi hem geri kalmışlığımızın nedeni sayıyor, hem de geçmiş başarılarımız üzerinden ezilmişlik psikolojisinden kurtulmaya çalışıyorduk. *** Önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimleri, “Halkın 74 temmuz 2014 BAŞBAKAN YARDIMCISI PROF. DR. EMRULLAH İŞLER: YAVUZ SELİM – CAHİT TUZ “Sayın Başbakanımız bireysel bir ilerleyişin yanında, beraberinde kitleleri de sürükleyebilmiş ve başta da ülkemizde çeşitli nedenlerle ezilmiş kitleler olmak üzere, bugün İslam coğrafyasının tamamına hem ilham, hem de umut olmuştur.” Sözcüsü” ile ideolojik yaklaşımlarına göre belli çevrelerin sözcüleri arasında geçecektir. Bu seçimi ayrıştırıcı ve anarşist söylemlerden beslenen değil, bütünleyici ve kardeşlik esasına dayanan söylemlerin sahibi kazanacaktır. *** Esasında bana göre bu seçimi önemli kılan en önemli husus, eski Türkiye ile yeni Türkiye arasında kalın bir çizgi çekeceği ve adeta tarihin bizden yana olan tarafına adım atacağımız hakikatidir. Bu hakikatin net bir şekilde anlaşılabilmesi adına çizginin her iki tarafını anlamaya çalışmakta yarar görüyorum. Zira ancak bu şekilde çizginin her iki tarafı arasındaki farkların somut bir şekilde görülebileceğini düşünüyorum. *** Çiftçiyi milletin efendisi olarak gören kurucusunun tersine, onu aşağılayan bir tutum sergiledi. Nitekim bir dönem milletvekili de seçilen Nevzat Tandoğan’ın, hapisten çıktıktan sonra tekrar üniversiteye dönmek isteyen Osman Yüksel Serdengeçti’yi yanına çağırarak, “Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilik ile, komünizm ile ne işiniz var?” diye bağırması ve sonrasında da “Sizin iki vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere çağırdığımızda askere gelmek!” demesi, bu zihniyeti net bir şekilde ifşa etmektedir. *** İnsanlar anadillerinde konuşamaz olmuş ve kendi vatanlarında yabancı bir şekilde yaşamak zorunda bırakılmışlardı. Oysa insanlar bugün olduğu gibi mesela Kürtçe konuşabilse, Kürtçe eser yazıp kendi dilinde kendisini ifade edebilse bu kadar acı yaşanır mıydı? Bundan kaybımız ne olurdu? temmuz 2014 75 HABERA JANDASÖYLEŞİ/KAPAK “O, yıllarca biriken kin ve öfkenin tercümanı oldu. Kendine şiar edindiği ‘Gidiyoruz gündüz gece...’ söylemini rehber edinerek durmadan yola devam etti. Sayın Başbakanımızın ortaya koyduğu kararlı ve dirayetli duruşla ‘Çözülemez!’ dediğimiz pek çok sorunumuzu halletmeyi başardık.” T ÜRKİYE, tarihinin en önemli imtihanını 10 Ağustos 2014 tarihinde verecek. Cumhurbaşkanlığı seçimine gösterilen ilgi, son dört yıldır Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın sürekli şekilde dillendirmiş olduğu bu meselenin bıçak kemiğe dayandığında ne mühim bir değere sahip olduğunun nişanesi oldu. >> Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı makamına adaylığının açıklanmasının ardından, İstanbul’daki bir davette ilan edilen vizyon belgesi ile patenti alınmış “Yeni Türkiye” söyleminin yol haritası arz edildi. Bu anlamda söz 76 temmuz 2014 konusu belgenin adı da “Yeni Türkiye Yolunda” şeklinde lanse edildi. Cumhurbaşkanlığı seçimine hazırlanan Türkiye’nin elbette tek cumhurbaşkanı adayı Erdoğan değil. İslam İşbirliği Teşkilatı’ndan tanıdı- ğımız Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu ile HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş da YSK’nın onaylayarak önümüze sunduğu adaylar. Bu iki isimden Demirtaş’ı ülke daha iyi tanırken, İhsanoğlu noktasında tanımlama sıkıntısı çektiği kesin. Zira kendisini aday olarak ilan edenlerle birlikte adayın kendisi de iç çatışmalar yaşayınca oturması gereken imaj çerçeveye girince eksen kaybediyor. Bütün bunları düşününce Başbakan Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı makamına “uzun ince bir yolda gündüz gece gidişini” seyretmek belki de daha da kolaylaşıyor. Söz konusu süreci değerlendirirken bizler ne kadar zihin dünyamızla yorumlar üretmeye çalışsak da his dünyamızdan derdiğimiz iyi niyetli temennilerin de zerrelerini dokunduruyoruz söylemlerimize. Fakat bu noktada konunun tam da merkezinden, hâce duruşu ve keskin anlayışıyla mühim bir ismi kendimize bir tercüman olarak buluyoruz… 17 ve 25 Aralık darbe girişimleriyle sarsılmaya çalışan Türkiye’nin kirişlerini sağlama almak için, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bu mukaddes binada kuvvetlendirme çalışmalarına girişerek söz konusu düzlemde bir kabine değişikliğine gitti ve daha önceleri de ismi sıkça zikredilen ve Güç; arzu, dava, dert ve kavga aşkıdır. “Şu yeryüzünde çakılı bir çivimiz olsun” aşkıdır bu… Mizaç, durmayan bir akış gibi yol alıştır. Bu güç, bütün bunların armonisidir aslında. Biz sünnetullah ile büyüdük. Halifeleri örnek aldık; Alparslan’ı, Osman Bey’i, Fatih’i, Yavuz’u, Abdülhamit’i kendimize rehber edindik. Duramıyoruz, koşasımız var. Nasıl kendimizi, yolun ortasındaki taşı kenara koymak zorunda hissediyorsak, iman ve sünnet düsturu olarak bir diplomat ve bir işçi gibi de çalışmak zorunluluğunu hissetmeliyiz. *** Türkiye’nin yakalamış olduğu siyasî ve ekonomik istikrarın ardından, TİKA’nın bugün gelmiş olduğu konum bir tesadüf değildir. Türkiye olarak girdiğimiz her yeri kendimizden bir parça olarak görüyoruz. Samimiyetle, karşılık beklemeksizin, büyük bir mesuliyet duygusuyla hareket ediyoruz. Bu tutumumuz, muhataplarımızda çok güzel bir şekilde karşılık buluyor. entelektüel birikimi ve iletişim ağlarıyla dikkat çeken bir isim olan Prof. Dr. Emrullah İşler’i Başbakan Yardımcısı olarak arz etti. İşte bize o hâce duruş ve kesin anlayışla tercüman olan, nezaketiyle bizleri kırmayarak müthiş yoğunluğu sırasında röportaj talebimizi kabul eden Başbakan Yardımcısı Sayın Prof. Dr. Emrullah İşler’e tekrar şükranlarımızı sunarken, Türkiye’nin rolünü ve “Yeni Türkiye” yolunu içtenlikle izah eden yorumlarıyla sizleri başbaşa bırakıyoruz. *** • Öncelikle röportaj talebimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ediyoruz Sayın Bakanım… “Cumhurbaşkanlığı seçimi, ‘Halkın Sözcüsü’ ile ideoloji sözcüleri arasında geçecek” Doğrusu adaylarla ilgili çok söze hacet olmadığı kanaatindeyim. Ancak ayırt edici ve belirgin bazı özelliklere değinmekte fayda mülahaza ediyorum. Bu nazik talebiniz için ben teşekkür ediyorum… • Sayın Bakanım; ülkemiz, yakında tarihimizin en önemli seçimlerinden birine sahne olacak. Uzun zamandır merakla beklenen adaylar da açıklandı. Seçimler üç aday arasında geçecek. Adaylarla ilgili düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz? Ekmeleddin Bey’in, adaylığının açıklandığı andan itibaren izlediği stratejiye baktığımızda çelişkili bir davranış sergilediğini görüyoruz. İlk etapta muhafazakâr demokrat bir profil olarak değerlendirebileceğimiz Ekmeleddin Bey’in, bu kimliğinden ziyade vesayet ve statüko yanlısı kesimi ikna çabasında olduğunu müşahede etmekteyiz. Başörtüsü ile ilgili kullandığı “Gelenekten gelen bir şeydir” ifadesi, İsrail-Filistin meselesi için “Taraf olmamalıyız” açıklaması, İsmet İnönü’nün kabrini ziyaret etmesi, ülkemizin en büyük sorunlarından olan 82 Anayasası için “Onun koruyucusu olacağım” şeklindeki sözleri ve en son Gezi Parkı’nı ziyaret etmesi, bu çerçevede değerlendirilebilecek önemli hususlardır. Görünen o ki, Sayın İhsanoğlu ne olduğu değil de ne olacağı yönünde, özellikle belli bir kesimi ikna uğraşında bulunacağı bir profili sıkça kullanacaktır. Ekmeleddin Bey, bu profiliyle belli odaklarca “günü geldiğinde oyun tahtasına konulan ve statükonun bekçiliği için ona iliştirilmiş tüm rozetler referans gösterilen” bir kişi tasviri olarak önümüze çıkarılmaktadır. Diğer taraftan bir siyasî aktör düşünün ki, kendi meşruiyetini kaos ve şiddet üreten terör tehdidinden almakta, toplumsal tabana yayılmak yerine etnik değerleri kullanarak söylem geliştiren, kendi kendini idare etmek yerine yönlendirilen bir kurumsal yapıyı temsil etmektedir. Ancak bu siyasî yapının ilk defa tüm yurt sathında bir temsil hakkı talep etmesini önemsemek gerekir. Bu durum, her ne kadar sonuç olarak bir beklentisi olmasa da nitelik olarak çok şey ifade etmektedir. Siyasî söylem olarak yıllarca tüm vatandaşlarımızı kucaklamamış olması nedeniyle elbette ki karşılığı olmayan bir taleple toplumun karşısına çıkacak olan Selahattin Bey, diğer siyasî partilerin yapamadığı bir cesareti göstermiştir. Ancak şahsen Demirtaş’ın adaylığını “cumhuru temsil etme” talebi olarak görmüyorum. Bu adaylık, var olabilme adına bir çeşit ontolojik direnç olarak okunmalıdır. Umarım Selahattin Bey, bu süreçte korku yaratma üzerine inşa edilmiş eski siyaset tarzıyla değil, hizmet aşkı ile tüm yurt temmuz 2014 77 HABERA JANDASÖYLEŞİ/KAPAK “Özellikle AK Parti’nin art arda kazandığı zaferler sonucunda kurulan hükümetlere yapılan saldırılar silsilesine karşı halkın iradeli tavrının yeniden teyidi, salt bir partiden ziyade bir devrim hareketi olan AK Parti’nin en tepesindeki ismin adaylığıyla devrimin kemale erecek olması, sessiz yığınların sesi haline gelen ismin adaylığı ve yüksek oranda kazanma ihtimali neticesinde mazlum halkların umudunun devam etmesi başta olmak üzere, bu seçimi anlamlı kılan pek çok hususu zikretmemiz mümkündür.” sathında kucaklayıcı bir söylem geliştirmeyi başarır. Sayın Başbakanımız ise, siyasî hayatına adım attığı günden itibaren önüne çıkarılan tüm engellere rağmen dik durmayı başarmış ve istikrarlı ilerleyişini sürdürebilmiştir. Bireysel bir ilerleyişin yanında, beraberinde kitleleri de sürükleyebilmiş ve başta da ülkemizde çeşitli nedenlerle ezilmiş kitleler olmak üzere, bugün İslam coğrafyasının tamamına hem ilham, hem de umut olmuştur. “Çözülemez sorunları çözmeyi başardık” Taklit bataklığına düşmüş, kendine ait olandan tamamen bîhaber bırakılmış, benliği yok edilmiş, sürekli kendi dışındakine doğru koşan, siyasî buhranlar ve boşluklar yaşayan bir dünya düşünün! Birbirinden koparılan ve araya türlü nifakların sokulmasıyla birbirine düşürülen bir dünya… İşte Osmanlı’nın dünya sahnesinden silinmesinden sonra, İslam dünyası belirli güçlerin parça parça böldüğü, hasta bir vücudu andıran, bedbaht bir sürece girdi. İslam coğrafyası istikrarsızlığın, yolsuzluğun, darbelerin, acının ve her türlü gayr-ı ahlakî davranışın merkezi haline gelmişti. Bir yanda yeni kırılmalar yaşanırken, diğer taraftan yarım asrı aşan -başta Filistin meselesi olmak üzere- pek çok sorun, giderek çözümsüz hale geliyordu. Ülke olarak “Batı’ya rağmen Batılılaşma” projesine gark olmuş vaziyette, başkalarının dili ve ağzıyla kendi dünyamızı kurmaya çalışmıştık. Örgütsüz ve dolayısıyla şuursuz bir kalabalık haline gelmiştik. Geçmişimizle iki yönlü bir bağımız vardı: Birincisi, tüm geri kalmışlık ve başarısızlığı- 78 temmuz 2014 mızın müsebbibi olarak geçmişimizi görmek suretiyle ona acımasızca saldırdık. İkincisi, başarısızlıklarımızın doğurduğu ezilmişlik psikolojisiyle dört beş yüzyıl öncesinde kazandığımız zaferleri zikrederek hem kendimizi tatmin etmeye çalıştık, hem de buradan prim yapmaya... geliyorsa, tüm bunlar, ortaya konan ilkeli ve kararlı politikalar sonucunda olmuştur. Osmanlı’dan sonra tevarüs eden lider boşluğu, İslam coğrafyasında yaşanan bu buhran ve acıların derinleşmesini hızlandırdı. Tam da böyle bir dönemde Sayın Başbakanımız, siyasî hayatında basamak basamak ilerleyerek, adeta üzerine toz serpiştirilmiş ruhlara bir canlılık, bir hareket getirdi. Başbakanımız, gerek söylemleri ve gerekse yeri geldiğinde fiilen gösterdiği tepkilerle -başta ülkemiz olmak üzere- tüm İslam coğrafyasına bir aydınlık, bir rehber olabileceğini gösterdi. “Mazlumların umudu solmayacak” Ne hazin bir paradoks ki, geçmişimizi hem geri kalmışlığımızın nedeni sayıyor, hem de geçmiş başarılarımız üzerinden ezilmişlik psikolojisinden kurtulmaya çalışıyorduk. İşaret ettiğimiz bu gerçekler ışığında bir değerlendirme yaptığımızda, önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimleri, “Halkın Sözcüsü” ile ideolojik yaklaşımlarına göre belli çevrelerin sözcüleri arasında geçecektir. Bu seçimi ayrıştırıcı ve anarşist söylemlerden beslenen değil, bütünleyici ve kardeşlik esasına dayanan söylemlerin sahibi kazanacaktır. • Sayın Bakanım, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesiyle Türkiye’nin yeni bir sürece gireceği aşikâr… Siz Yeni Türkiye’yi nasıl tanımlıyorsunuz? Kuşkusuz neresinden bakarsak bakalım, önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimleri ülke tarihimiz için son derece önemlidir. Bu seçimi önemli kılan, sadece reis-i cumhurun ilk kez cumhur (halk) tarafından seçilecek olması değildir. Özellikle AK Parti’nin art arda kazandığı zaferler sonucunda kurulan hükümetlere yapılan saldırılar silsilesine karşı halkın iradeli tavrının yeniden teyidi, salt bir partiden ziyade bir devrim hareketi olan AK Parti’nin en tepesindeki ismin adaylığıyla devrimin kemale erecek olması, sessiz yığınların sesi haline gelen ismin adaylığı ve yüksek oranda kazanma ihtimali neticesinde mazlum halkların umudunun devam etmesi başta olmak üzere, bu seçimi anlamlı kılan pek çok hususu zikretmemiz mümkündür. Esasında bana göre bu seçimi önemli kılan en önemli husus, eski Türkiye ile yeni Türkiye arasında kalın bir çizgi çekeceği ve adeta tarihin bizden yana olan tarafına adım atacağımız hakikatidir. Bu hakikatin net bir şekilde anlaşılabilmesi adına çizginin her iki tarafını anlamaya çalışmakta yarar görüyorum. Zira ancak bu şekilde çizginin her iki tarafı arasındaki farkların somut bir şekilde görülebileceğini düşünüyorum. Bir ülke düşünün... Boynu tutulmuş hasta misali sadece tek yönlü bakabilen, tek yönlü düşünen ve ruhsuz bir surete bürünmüş bir ceset haline gelmiş, getirilmiş; kendi tarih ve coğrafyasıyla çatışan, hatta onu geri kalmışlığının sebebi sayan bir zihniyet hâsıl olmuş bu ülkede. Teknolojiyi üretecek akıldan yoksun, değer üretemeyen, taklitçiliği ilerleme addeden, yeni cumhuriyeti omuz omuza kurduğu kardeşlerini inkâr eden politikalar izleyen, halkın büyük teveccühüyle yönetime gelen güzide liderleri darağacında asan, meşruiyetini darbe zihniyetinden alan, öfkeyi, yıkıcılığı, kestirip atmayı, toptan ret veya toptan kabulü zorlayan, buna mecbur eden yöneticilerin eksilmediği bir ülke… “Toplumun kodlarıyla oynandı” Uygulanan politikalarla O, yıllarca biriken kin ve öfkenin tercümanı oldu. Kendine şiar edindiği “Gidiyoruz gündüz gece...” söylemini rehber edinerek durmadan yola devam etti. Sayın Başbakanımızın ortaya koyduğu kararlı ve dirayetli duruşla “Çözülemez!” dediğimiz pek çok sorunumuzu halletmeyi başardık. Yıllarca ülkemizin kangreni haline gelmiş sorunlar ise çözüm aşamasına gelmiştir. Dün Kürtçe kasetler toplatılırken, bugün TRT Kürtçe yayın yapıyorsa, başörtülü hanımlar serbestçe resmî kurumlara girip çıkabiliyorsa, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkından söz edebiliyorsak, Avrupa’daki pek çok vatandaşımız bulundukları ülkeleri terk edip akın akın Türkiye’ye temmuz 2014 79 HABERA JANDASÖYLEŞİ/KAPAK mıydı? Maalesef Aram Tigran, Şivan Perver, Civan Haco ve Ahmet Kaya gibi değerler, ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar. Yine bu zihniyetin yarattığı toplumsal kırılmanın bir sonucu olarak ülkemiz, daha sonra 40 bin cana mal olan terör sorunuyla karşı karşıya kaldı. Yaşanan terör hadiseleri, aldığı canların yanında on binlerce insanın hayal ve ümitlerini de yok etti. adeta toplumun kodlarıyla oynandı. “Üzüntüyü bırak, hayata bak!” sloganlarıyla bilinçsiz, kendine ait olandan bîhaber, benliği çökmüş bir nesil yetiştirilmek istendi. Zira benliğin çöktüğü yerde ne kişilikten, ne kimlikten, ne de bilinçten söz edilebilirdi. Atatürk’ün ölümünden sonra Türkiye’yi yöneten tek parti zihniyeti, yukarıda zikrettiğim tüm uygulamaların yanı sıra, isminde “halk” olmasına rağmen bir türlü halkla bütünleşemeyen, derdine merhem olamayan, hatta onu hakir gören bir yönetim sergiledi. Kendini devletin yegâne sahibi sayan bu zihniyet, halkın kutsalına dokunmakta bir beis görmedi. Çiftçiyi milletin efendisi olarak gören kurucusunun tersine, onu aşağılayan bir tutum sergiledi. Nitekim bir dönem milletvekili de seçilen Nevzat Tandoğan’ın, hapisten çıktıktan sonra tekrar üniversiteye dönmek isteyen Osman Yüksel Serdengeçti’yi yanına çağırarak, “Ulan öküz Anadolulu! Sizin 80 temmuz 2014 milliyetçilik ile, komünizm ile ne işiniz var?” diye bağırması ve sonrasında da “Sizin iki vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere çağırdığımızda askere gelmek!” demesi, bu zihniyeti net bir şekilde ifşa etmektedir. CHP zihniyetinin hâkim olduğu o dönemde toplumsal kutuplaşma artmıştı ki halk kâh sağcı solcu, kâh etnik ayrışmalara dayalı olarak birbiriyle sürekli bir çatışma halindeydi. İnsanlar en temel gıda ve sağlık ihtiyaçlarına bile ancak uzun kuyruklardan sonra ulaşabiliyorlardı. Halka rağmen darbelerle halkı yönetmeye çalışan bu zihniyet, büyük toplumsal kırılmalara yol açtı. Yaşanan hadiselerde pek çok vatan evladı hayatını kaybederken, yurtdışına da büyük beyin göçleri verdik. Başta Ordinaryüs Profesör Ali Fuat Başgil ve Prof. Dr. Fuad Sezgin olmak üzere, pek çok bilim adamımız ülkeden sürülmüş, yurtdışında vatan hasretiyle yaşamak zorunda bırakılmıştır. “İnsanlar kendi vatanlarında yabancılaşmışlardı” Yüzyıllarca birlikte yaşadığımız Kürt, Ermeni ve diğer pek çok etnik mensubiyete ait vatandaşımız, ötekileştirilerek asimilasyon politikalarına maruz bırakıldı. Söz konusu bu politikalar, toplumun hafızasında silinmez yaralar açtı. İnsanlar anadilleriyle konuşamaz olmuş ve kendi vatanlarında yabancı bir şekilde yaşamak zorunda bırakılmışlardı. Oysa insanlar bugün olduğu gibi mesela Kürtçe konuşabilse, Kürtçe eser yazıp kendi dilinde kendisini ifade edebilse bu kadar acı yaşanır mıydı? Bundan kaybımız ne olurdu? Aslen Ermeni olan, ancak Kürtlerle kaynaşmış ve pek çok kişi tarafından Kürt olarak bilinen Diyarbakırlı sanatçı Aram Tigran, “Günaydın Diyarbakır! Seni çok özledik, seni görmeye geldik. Ancak sen kapılarını açmadın!” gibi vatan hasreti kokan böylesi ifadeleri kullanır Ülkemiz bir türlü tarihsel fonksiyonunu idrak edemedi. Tüm bu mühendislik faaliyetleriyle toplumumuz, varlık, anlam ve amacından uzaklaştırıldı. Medeniyet havzamızı daraltmak, düşünmemizi engellemek suretiyle varlık ve yaşamımız anlamsızlaştırılmak istendi. “Dert etme!”, “Kafana takma!” mantığıyla ot gibi yaşamayı, amaçsız ve boş hayatları imrenilecek bir hayale dönüştürme gayreti içerisine girdiler. Şüphesiz CHP zihniyeti ve koalisyon hükümetlerinin Türkiye’sine dair daha zikredebileceğimiz pek çok hadise, bizi en başta bizden, coğrafyamızdan ve medeniyet muhayyilemizden uzaklaştırdı. Suiistimale açık, keyfî ve baskıcı bir sistemde insanın hayatını, aklını, hürriyetini ve izzetini koruması mümkün değildi ve bunun önlenmesi, durdurulması gerekirdi. “İki günü eşit olanın zararda olduğunun idrakindeyiz” Çizginin bu tarafına, yani yeni Türkiye’ye gelince... Her şeyden evvel kendi tarihi ve coğrafyasıyla barışmaya çalışan, ekonomik ve siyasî istikrarını sağlamış, gerek bölgesel, gerekse küresel meselelerde bekleyip gören ve ona göre adım atan değil, bilfiil rol alan, sözü anlam ifade eden bir Türkiye inşa etme gayretindeyiz. Az evvel zikrettiğimiz tüm sorunlarını çözmüş, kökü mazide olan atiyi inşa etmeye çalışıyoruz. Yolumuzun uzun ve meşakkatli olduğunu biliyorduk. Ancak “iki günü eşit olanın zararda olduğunu” bildiren bir inanç ve medeniyet tasavvurunun ferdi olduğumuz idrakiyle hareket ettik. Öncelikle “hafıza tazeleme”ye ihtiyaç duyduğumuz bilinciyle kararlı ve cesur politikaları icra ettik. Bu tazeleme, hem inanç, gelenek ve kültürümüzü ifade eden medeniyet tasavvurumuzu, hem de taklitçi olmanın ötesine geçemeyen yeni bir sistem kurmak adına sahip olduğumuz değerler üzerinde yapılan tahrifatları anlamak şeklinde olmalıdır. İşte tüm bu sebeplerden dolayı “sandık”, belki de tarihimizde ilk kez bu kadar net bir şekilde siyasal meşruiyetin, güçler dengesinde tayin edici son sözün adresi olacaktır. “Şu yeryüzünde çakılı bir çivimiz olsun” • Türkiye’nin özellikle Orta Asya, Balkanlar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da geliştirmeye ve ağını genişletmeye çalıştığı ve de bizim anlatırken sevinçten boğazlarımızı düğümleyen çalışmaları mevcut. Bu programların sağlıklı biçimde yürütülmesinde hem bir işçi, hem de bir diplomat gibi çalışıyorsunuz. Bu güç nereden geliyor? aldık; Alparslan’ı, Osman Bey’i, Fatih’i, Yavuz’u, Abdülhamit’i kendimize rehber edindik. Duramıyoruz, koşasımız var. Nasıl kendimizi, yolun ortasındaki taşı kenara koymak zorunda hissediyorsak, iman ve sünnet düsturu olarak bir diplomat ve bir işçi gibi de çalışmak zorunluluğunu hissetmeliyiz. Küresel bir aktör olarak hızla var olan Türkiye, tüm bu etki alanında üreten insan kaynaklarını yakalamakta gecikmekle beraber, son 5-6 yıldır güçlendirmekte ve desteklemektedir. Eğitim, vakıf ve dernek gibi birçok kuruluş ulusal alanın ötesine geçmiş olup, uluslararası düzlemde hizmet vermeyi, eğitim stratejisi üretmeyi müzakere ve istişare çalıştayları ile desteklemektedir. Hissiyatı millî mücadele ve milliyet şuuru olan fert, elini taşın altına koymayı vazife bilmelidir. Yetenekli fertler keşfedilmeli, devlet kademelerinde ve siyasî zeminde, akademi ve millî enstitülerde değerlendirilmelidirler. Eğitimini kurumsal değil de bireysel düzeyde tamamlayan veya tamamlamaya gayret eden kimselerin meziyetleri bir ölçüde enstitü ve akademilerce veya STK ve siyasî kurumlarca besleyici unsur olarak değerlendirilip, verimliliğe katma değer haline getirilmelidir. Bu güç, bu unsurların bir bütünü olarak var olmuştur ve daha da genişleyecektir diye ümit ediyoruz. “Nerede bir dertli varsa Türkiye orada” • TİKA neredeyse siz orada, siz neredeyseniz TİKA orada… Bu muazzam koordinasyona sanırım dünya da hayret ve gıpta ile bakıyordur. AK Parti hükümetlerinden çokça evvel kurulmasına rağmen, AK Parti’nin bu kurumu en verimli şekilde kullanmasının altında yatan nedir? Türk dış politikası, AK Parti hükümetleri ile yeni bir anlayışa evrilmiştir. Sayın Başbakanımızın dünyaya ilan ettiği üzere, dünyanın her yerine uzanıp, nerede bir dertli varsa Türkiye olarak oraya gidip -az veya çok- yardımda bulunmayı düstur edinmemizden dolayı TİKA olarak dünyanın her yerindeyiz. Bu durum, AK Parti hükümetleri döneminde iki bin yıllık kadim devlet geleneğimizden miras aldığımız ırk, dil, din ve renk ayırımı yapmaksızın “insanı ve insanî değerleri merkeze alan” bir anlayışla dış politikada ülkemizin daha aktif olmasının doğal bir sonucudur. Başbakanımızın 2011 yılında Somali’ye yapmış olduğu ziyaret ile neredeyse her şeyiyle iflas etmiş olan ülkenin bugün yeniden kendine gelmesi, bu durumun en güzel örneğidir. Türkiye’nin yakalamış olduğu siyasî ve ekonomik istikrarın ardından, TİKA’nın bugün gelmiş olduğu konum bir tesadüf değildir. Türkiye olarak girdiğimiz her yeri kendimizden bir parça olarak görüyoruz. Samimiyetle, karşılık beklemeksizin, büyük bir mesuliyet duygusuyla hareket ediyoruz. Bu tutumumuz, muhataplarımızda çok güzel bir şekilde karşılık buluyor. Neticede TİKA, bütün dünyanın takdir ettiği etkin projeler üretmeye başlamış ve bugün dünyada 100’ün üzerinde ülkeye ulaşmıştır. Böylece bugün gelinen noktada Türkiye, kendine özgü tarihî ve geleneksel kodlarından ilhamını alan “yardım felsefesi” sayesinde dünyadaki diğer donör ülkelerle arasındaki farkı net bir şekilde ortaya koymayı başarmıştır. Güç; arzu, dava, dert ve kavga aşkıdır. “Şu yeryüzünde çakılı bir çivimiz olsun” aşkıdır bu… Mizaç, durmayan bir akış gibi yol alıştır. Bu güç, bütün bunların armonisidir aslında. Biz sünnetullah ile büyüdük. Halifeleri örnek temmuz 2014 81 haberajanda Dosya Söz konusu belgede yer alan “İsmet’in mahdumlarının tahsil masrafı olarak” şu kadar miktar paradan söz eden madde, bu iddianın gerekçesi olarak belirtiliyor. Ayrıca, Ulus ya da Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin tek adet olarak basılan nüshası da ortada duruyor. Vefatından kısa bir süre önce söz konusu nüsha, Mustafa Kemal’in eline tutuşturuluyor okuması için. Gazetenin manşetinde şöyle yazıyor: “Eski başvekillerimizden İsmet Paşa vefat etmiştir, milletimizin başı sağ olsun!” O hâlde, bütün bunlara rağmen nasıl oldu da İsmet İnönü cumhurbaşkanı oldu? *** 10 Kasım’da Mustafa Kemal’in vefatının hemen arkasından, yani 11 Kasım günü, Meclis’i ablukaya alan Birinci Ordu’ya mensup askerler, halen Genelkurmay Başkanlığı’nı yapmakta olan Fevzi Çakmak ve Başbakan koltuğunda oturmakta olan Celal Bayar’a rağmen, gizli kapılar ardında olup biten darbe senaryosunu hayata geçirdiler ve böylece İnönü “Cumhurreisi” oldu. Bu öyle öfkeli bir darbeydi ki, kendisine darbe yapılanların birincisi olarak tarihe mal olan Mustafa Kemal Paşa’nın na’şı bile toprağa verilmedi, bir müzede yok oluşa terk edildi. *** Bu dönemde kurulan partilerin neredeyse tamamı Cumhuriyet Halk Partisi’nin rahminden çıkmıştı. Bir bakıma yeni partiler, CHP’nin evlatları ve tabiî ki yeni partileri kuranların çoğu da İsmet Paşa’nın arkadaşlarıydı. Demokrat Parti de bu saptamanın dışında değildi. 82 temmuz 2014 Seydahmet Karamağralı sakaramagrali.ajanda@gmail.com Menderes ve birkaç arkadaşı, Demokrat Parti’yi oluştururken İsmet’in yakın arkadaşlarından birini de içlerine dâhil etmekte bir beis görmediler. Tabiî ki bu arkadaş, Celal Bayar’ın ta kendisiydi. Bayar, belki de İsmet Paşa tarafından “ne yapacakları belli olmayan bu çoluk çocuğu koruyup kollaması” ve “onların denk durması hususunda göz kulak olması” için bu partiye “tayin” edilmişti. *** Bu karmaşa ve kafa karışıklığının nedeni, miatlarını doldurmuş olan, B geçen yüzyıla ait fikrî ve siyasî markaların öldükleri yerde kalmayıp bu yüzyıla tabela taşınması olarak izah edilebilir. Daha açık söylemek ve örneklemek gerekirse, 1999 yılı öncesine ait partiler artık aynı noktada değiller, zemin değişti. Bunun gibi, partililerin önemli bir kısmı da eski adreslerinde yoklar artık. Ne dünün MHP’si bugünün MHP’sine, ne dünün CHP’si bugünün CHP’sine benziyor. Bunun gibi SP, SP değil; İP, İP değil. Zaten kafaları karıştıran da eski ve yeni oluşumlardaki bu isim ve parti- İR iki ay önce birtakım geometrik çiziktirmelerle başlayan ve adı “Çatı Aday” şeklinde belirlenen “proje” sonuçlandırıldı. “Çat kapı davetsiz misafir” faaliyetinin ardından “Çatı Aday” açıklandı: “Ekmeleddin İhsanoğlu...” >> İki sayın, Kılıçdaroğlu ve Bahçeli, ortak adaylarını kamuoyuna duyurdular. Ortalık şaşkına döndü; sağcı ve solcuya, CHP’li ve MHP’liye, kısacası herkes birbirine bön bön bakmaya başladı. Haberal, Kılıç, Yavaş mavaş derken, ağızdan kulağa dolaşan bir düzine isim çöpe dökülmüş ve adı dillendirilmeyen “terüta- ze” bir isimde karar kılınmıştı: Yozgatlı İhsan Efendi’nin mahdumu Ekmeleddin Bey… Hayırlara vesile olur inşallah… Kısa ve anlamlı bir suskunluğun ardından “elin torbası”, pardon “ağzı” açıldı, yumuldu gözü. İlk tepki “İkna Odası Kraliçesi”nden geldi, ardından da onun kafa denkleri itiraz ettiler ve böylece CHP’nin “ulusal köşe”den çatlamaya başladığı anlaşıldı. Bu normaldi, ancak en yoğun tepki İslamcı cemaatten geldi. Söz konusu cemaatin gazetecileri el birliği etmişlerdi sanki ve bu sebeple söz birlikleri de aynıydı: “Ekmeleddin Bey’in efendiliğine, çelebiliğine bir şey demiyoruz ama o olmaz!” “Çatı Adayı”na karşı olanlardan biri de “Kürkçügiller”di ve onların karşı oluşları, kendi gidişatlarına uygun olmayan bir kimlik ve kişilikti. Bu da normaldi. Ancak karşı olan bir başka grup da Erbakanist- temmuz 2014 83 haberajanda Dosya daş benzerliği. Belki bu isim karmaşasından ilk sıyrılmaya çalışan BDP oldu tabelasını HDP olarak değiştirme sürecini başlatarak. *** Yüzyıl aralığındaki değişim, sadece partilerin kovanında olmadı, partililer de tabelayla birlikte taşındılar geçen yüzyıldan bu yüzyıla. Ancak onların bir kısmı kendi değişimini başlatarak kişiliğini 21. yüzyıla uygun yaptı, önemli bir kısmında ise değişim sürüyor. Lakin bir kısmı asla değişme niyetinde değil. İşte ferdî ve toplumsal sıkıntının kaynağı bu! Siyaseten bölünmüş insan, kendini nasıl tarif edeceğini bilemeyen, iki adresli partili ve ideolojik değişimi içselleştiremeyen siyasetçi… *** Yeni dönem insanı eski kimliğinden kurtulunca beynindeki prangadan da özgürleşecek. Doğal olarak kendisine önerilen, eski partisini arkasına takıp gitmek olmayacak. Zira “abiler”in ağabeylik tahakkümü kalkacak ve özgür birey kendisine soracak: “Ben Cumhuriyetçi miyim, yoksa Demokrat mı?” 20. yüzyıldan, 21. yüzyıla geçerken kat ettiği yüz yıllık yolun yorgunluğuyla kendisini yeniden tarif etmek şart olacak. Bu sebeple yeni yüzyılın Cumhuriyetçileri içerisinde ne kadar ülkücü, İslamcı, komünist, faşist, Kürtçü, sağcı ve solcu olacaksa, Demokratlar içerisinde de aynı kimliklerin eski müntesipleri yer alacak. Sadece Laikler hariç. Zira onlara sadece CP içinde rastlamak mümkün olacak; onların karşıtları “Demokrat Parti” içinde anti-laik olarak değil, seküler olarak yer tutacaklar. 84 temmuz 2014 ler olarak kendini gösterdi. Muhsinistlerin pozisyonunu ise, son günlerde belli oldu: “Çatı Aday” desteklenecekti... Ha bu arada beş parti bir olarak Çatı’nın altına sığındıklarını deklare ettiler. (BBP sonra katıldı bunlara... Daha sonra bu particikler 9 oldu.) Beş kardeşin aralarında Sayın Baş var ve galiba serçe parmak olarak Demokrat Parti de beşibiryerdeye dâhil... Yukarıdaki girizgâha bakıp “Çatadayı”na karşı durduğumu sanmayasınız diye araya sokuşturuyorum üçüncü paragrafı. Benim karşı olmam, bidayette sosyogenetik olarak namümkün. Zira Ekmel abiyle hemşeriyiz. Yani ikimiz de “yiğidin harman olduğu diyar”ın toprağıyız. Bir Yozgatlı olarak “Dayı”ya karşı durmam “Melmeket”e karşı ayıp olur. Sonra nasıl bakarım “toprağım”ın yüzüne?! Bu paragrafın ikinci argümanını, yazının genel muhtevası içinde bulacaksınız. Dördüncü paragrafla mevzuya dalalım. Efendim, aslında yazının başlığını “Cumhurbaşkanı seçmecesinde en kesmece aday Ekmel Abi” şeklinde koymuştum, sonra kalemime yukarıdaki başlık döküldü. Buradaki “kesmece” sözcüğünü yanlış anlamayın, Çatadayı’nı hedef medef gösterdiğimiz yok vallahi, seçmeceye uygun kafiyeyi oluşturan, masum bir kelime “kesmece”... Okuyucularımız, yazılarımızda “dünbugün-yarın” formülünü kullandığımızı bilirler, bu yazımızda da söz konusu formülle tarihe bir göz atıp günümüzdeki meseleyi ederler ki, Mustafa Kemal’den sonra onun tahtına geçecek iki saklı aday vardı: Kazım Karabekir ve Fevzi Çakmak... Ancak bunlardan ilkini “Birinci Adam”, sonrakini “İkinci Adam” istemiyordu. Bu itibarla “Birinci Adam” Karabekir’i saf dışı etti, Çakmak’ı ise Genelkurmay Başkanlığı koltuğuna “tutkallayarak” adaylığını sıcak tuttu. Kanaatimce Çakmak’ı isteyen sadece Mustafa Kemal’di, zira İkinci Dünya Harbi’nin başlamasına ramak kala “Cumhurbaşkanı Atatürk ve Kurmaybaşkanı Çakmak” olan bir Türkiye’nin “yamuk” yapabileceği endişesine kapılan dış güçler, Mustafa Kemal’i saf dışı ederek bir taşla iki kuş vurdu ve Çakmak’ın cumhurbaşkanlığını da ilelebet kapattı. Birdenbire İsmet İnönü, Cumhurbaşkanlığı tahtına kuruldu. Oysa Mustafa Kemal, ona son dönemde, 1937’den itibaren Başbakanlık’ı bile layık görmemişti. Hatta bir söylentiye göre, yaveri Salih Bozok’a verdiği gizli görev için gerekçesini şöyle dillendirmişti: “Korkuyorum; bu sağır, milletin başına bir çorap örecek!” yorumlamak ve yarına projeksiyon tutmak muradındayız. O hâlde aynı formülü bu makalede de kullanalım ve bakalım ayine-i devran ne gösterecek? Tarihteki gezintimiz, cumhurbaşkanları ve seçimleri hususunda olacak bittabiî. Bu manada Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal için söyleyecek bir sözümüz yok. Çünkü o, kuruluş sürecinde oluşmuş şartların gereği olarak kendini “Cumhurtahtı”nda bulmuştu. Görevinin birkaç kere uzatılması ve sonunda ömür boyu cumhurbaşkanı hâline getirilmesi eleştiriyi hak ediyor olsa da onu yapmayacak fakir. “Olmuş bitmiş bir geçmişi karıştırmayayım” diyor ve de ilk Cumhurbaşkanını geçiyorum. Tarih yorumcuları şöyle hikâyet ve rivayet Gizli görev oldukça vahimdi ve “Sağır Paşa”nın “defterinin dürülmesi” şeklindeydi. Vallahi bu hususta biz elin yalancısıyız; gerçeği bir onlar biliyor, bir de tarihçiler. Tarih yorumcuları, durumun ayniyle vaki olduğuna gerekçe olarak Gazi Paşa’nın vasiyetnamesini gösteriyorlar. Söz konusu belgede yer alan “İsmet’in mahdumlarının tahsil masrafı olarak” şu kadar miktar paradan söz eden madde, bu iddianın gerekçesi olarak belirtiliyor. Ayrıca, Ulus ya da Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin tek adet olarak basılan nüshası da ortada duruyor. Vefatından kısa bir süre önce söz konusu nüsha, Mustafa Kemal’in eline tutuşturuluyor okuması için. Gazetenin manşetinde şöyle yazıyor: “Eski başvekillerimizden İsmet Paşa vefat etmiştir, milletimizin başı sağ olsun!” O hâlde, bütün bunlara rağmen nasıl oldu da İsmet İnönü cumhurbaşkanı oldu? Gizli 1938 Darbesi Konunun uzmanları, darbelerin ilki olarak 1960 Darbesi’ni sayarlar. Oysa ilk darbe, 1938 Darbesi idi ve gizli yapıldığı için bugüne kadar kimse farkına varmadı. Tıpkı 1993’te Özal’a yapılan darbe gibi… İlk defa fakirin bu satırlarda sözünü ettiği “1938 Darbesi” iddiasını izah etmek de yine bu fakire düşüyor. Efendim, ordu mensupları ve orduyla ilgilenen tarihçiler iyi bilir, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde iki damar ya da iki güçlü ekol vardır. Günümüzde de varlığını sürdüren bu ekoller, “İnönücüler Fraksiyonu” ve “Çakmakçılar Kliği”dir ki kökü ta Osmanlı’nın Mansuriye Ordusu’na kadar uzanır. Son dönem Osmanlı Ordusu’nda “İttihatçılar” ve “Hürriyetçiler” olarak kendini gösteren bu iki damar, Cumhuriyet’le birlikte Çakmakçılar ve İnönücüler olarak devam edegelmiştir. 1940’lı yıllar, bu ekollerin orduda adeta demirbaşı şekline geldiği ve sık sık darbelerle devlet yapısına müdahale ettiği bilinmektedir. Her iki damarın da “darbecileri” vardır. Ancak siyasî tarihimizdeki darbelerin çoğunu, birinci fraksiyona mensup “İnönücü darbetörler”in kotardığı görülüyor ki onlar, adlarını tarihe katran harflerle yazdıranlar olarak ünlerini korudular. 1938 Darbesi’ni yapanlar da İnönü fraksiyonuna mensup “darbetör”lerdi. 10 Kasım’da Mustafa Kemal’in vefatının hemen arkasından, yani 11 Kasım günü, Meclis’i ablukaya alan Birinci Ordu’ya mensup askerler, halen Genelkurmay Başkanlığı’nı yapmakta olan Fevzi Çakmak ve Başbakan koltuğunda oturmakta olan Celal Bayar’a rağmen, gizli kapılar ardında olup biten darbe senaryosunu hayata geçirdiler ve böylece İnönü “Cumhurreisi” oldu. Bu öyle öfkeli bir darbeydi ki, kendisine darbe yapılanların birincisi olarak tarihe mal olan Mustafa Kemal Paşa’nın na’şı bile toprağa verilmedi, bir müzede yok oluşa terk edildi. Çakmak Paşa ise, yıllardan beri yapageldiği Kurmay Başkanlığı’ndan apar topar emekliye sevk edildi ve kalan ömründe süründürüldü. İkinci Adam, İkinci Cihan Harbi’nin toz dumanı arasında, şimdilerde “İnönücü kalabalıklar”ın boş zamanlarında bağırış çağırışını yaptıkları “Atatürk Cumhuriyeti”ni yıktı ve yerine “İsmet Cumhuriyeti”ni kurdu. Ancak usta bir manevrayla kurduğu “İsmetistan”a biçtiği ideolojinin adını “Kemalizm” koydu ve gerçeği sakladı. Onun oyununa ilk düşenlerse Menderes ve arkadaşları oldular. Demokrat Parti’nin oylarıyla Kemalizm’in adını “Atatürkçülük” yaparak kanun garantisi altına aldılar. O garanti altında “İnönist Oyun” devam ediyor günümüzde dahi ve hepimiz, 1940’ın “sahipsiz bağda değnekli gezen bağcı İsmet Paşa”nın kurduğu ideolojik tuzağa hapsolmuş durumdayız. temmuz 2014 85 haberajanda Dosya İdeolojik tuzağın her konuya el atan ceberut anlayışı içerisinde “Cumhurbaşkanlığı seçimi boyutu” da vardı tabiî. Buna göre devletin tahtına oturacak tüm cumhurbaşkanları ya “İnönist” ya da “Gizli İnönist” olacaklardı. O günden bugüne “İnönist ekol”ün başkanları belli: Asker kökenli Cemal Gürsel, Cevdet Sunay ve kısmen Fahri Korutürk. Aynı fraksiyonun sivillerinden üçüncüsü Ahmet Necdet Sezer, diğerleri Celal Bayar ve Süleyman Demirel olarak “en tepe liste”ye adını yazdıranlardır. “Geriye kim kaldı?” dediğinizi duyar gibiyim: Turgut Özal ve Abdullah Gül... Evet, Özal ve Gül’ü diğerlerinden ayırarak, öncülleri olarak Mustafa Kemal’in peşinden sıralamak gerekiyor. Bu üçü bir kampta, diğerleri karşı kampta, yani İnönizmin ardında yer alıyorlar. Bu durumda, günümüzde yapılacak seçimi eğer Erdoğan kazanırsa, Atatürk, Özal ve Gül skalasının dördüncü ismi olacak. Eğer İhsanoğlu kazanırsa, İnönü’nün arkasından sıralanan diğerlerinin sonuncusu olarak adını tepe listesine yazdıracak kanaatimizce. Buraya bir “virgül” atalım ve devam edelim… Cumhurbaşkanlığı seçiminde “Gizli İnö- 86 temmuz 2014 nist” yöntemini biraz daha açalım. “Açıktan İnönizm” yönteminde herhangi bir “katakulli” yok. Bizzat İsmet Paşa’nın kendisinde olduğu gibi, ordudaki “İnönü Ekolü”, belirlediği adayı darbe yapıp tahta geçiriyor. Darbeyle tahta geçenler için en belirgin misal, tabiî ki 1960 Darbesi’nin eseri olan Cemal Gürsel. Gürsel’in ardılları ise bir nevi “Het höt!” ile başa geçen komutanlar şeklinde karşımıza çıkıyorlar. Bunlar gibi bizzat İsmet Paşa’nın kendisini de “Het höt darbesi” eseri saymak gerekiyor. “Gizli İnönizm Yöntemi”ne gelince… İşte bu yöntem tam bir katakullik oyun olarak defaatle denendi ve başarılı oldu. Bu yöntemde adaylar, karşı kampın içine yerleştirilmiş olan Truva atlarından seçiliyordu; yöntemin birinci namzeti elbette Celal Bayar’dı. İstiklâl Harbi sırasında “Galip Hoca” adıyla Anadolu’yu dolaşan Komitacı Bayar’ın İttihatçılığı, su götürmez bir gerçek olarak her zaman kendisini göstermişti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Yalta Konferansı’nda toplanan savaşın galipleri, Türkiye’nin Batı kampında yer almasını kararlaştırmışlardı. Batı kampının patronu da İngiltere’nin müsaadesi ile artık Amerika Birleşik Devletleri’ydi. ABD, yeni dönemde kendi nüfuz sahası içerisindeki devletlere çok partili sisteme geçmelerini şart koşmuştu. 1938’den 1950’ye kadar dört kere Cumhurbaşkanlığı makamına oturan İsmet İnönü, istemeye istemeye ABD’nin bu buyruğunu yerine getirdi ve ülkemiz, çok partili demokratik hayata geçmiş oldu. Bu dönemde kurulan partilerin neredeyse tamamı Cumhuriyet Halk Partisi’nin rahminden çıkmıştı. Bir bakıma yeni partiler, CHP’nin evlatları ve tabiî ki yeni partileri kuranların çoğu da İsmet Paşa’nın arkadaşlarıydı. Demokrat Parti de bu saptamanın dışında değildi. Menderes ve birkaç arkadaşı, Demokrat Parti’yi oluştururken İsmet’in yakın arkadaşlarından birini de içlerine dâhil etmekte bir beis görmediler. Tabiî ki bu arkadaş, Celal Bayar’ın ta kendisiydi. Bayar, belki de İsmet Paşa tarafından “ne yapacakları belli olmayan bu çoluk çocuğu koruyup kollaması” ve “onların denk durması hususunda göz kulak olması” için bu partiye “tayin” edilmişti. Öyle ya da böyle, sonuçta Celal Bayar, İsmet Paşa gibi İttihatçı gelenekten gelen bir komitacıydı ve pek çok hususta Paşa’dan farklı düşünmüyordu. Bu itibarla, müsait yaşının da gereği olarak, yeni dönemin en uygun cumhurbaşkanı adayı olarak ortaya çıktı. Böylece üçüncü cumhurbaşkanı olarak Celal Bayar’ın seçilmesine kimsenin itirazı olmadı. Nevi şahsına münhasır bir gizli İnönücü olan Bayar, on yıl boyunca birkaç kez başkan seçildi ve bu arada elinin altındaki “yaramaz çocuklara göz kulak oldu”. Sonunda zurna öttü, on yıl tamam oldu ve orduya gün doğdu. Zira şimdi darbe zamanıydı. 1960’da darbeler tarihinin en büyük darbesi yapıldı. Darbenin ardı sıra önce Devlet Başkanı, daha sonra Cumhurbaşkanı olan Cemal Gürsel, bidayette gizli oluşumun hiçbir yerinde yoktu. Bir “Albaylar Darbesi” olan 1960’ı kotaranlar, kendilerine “omzu kalabalık” bir paşa arıyorlardı ve aradıklarını İzmir’de buldular. Söylendiğine göre henüz “tekaüte” ayrılmış olan Gürsel Paşa, bir gece yatağından kaldırılarak, pijamaları ile birlikte Ankara’ya getirildi ve darbenin başına geçirtildi. “Zavallı yeni emekli adam”, daha neler olduğunu anlamadan evvela Devlet Başkanı, sonra da Cumhur(un) başkanı oldu, ancak ömrü vefa etmedi. Birkaç yıl süren “ikinci baharında” sağlığı bozuldu, hastalandı, tedavi için Amerika’ya gönderildi. Orada komaya girdi ve bir daha da çıkamadı. Tekrar yurda getirilip Gülhane Askeri Tıp Fakültesi Hastanesi’ne yatırıldı ve çok geçmeden de orada öldü. Burada duralım ve soralım: Acaba Cemal Gürsel öldü mü, öldürüldü mü? Daha darbenin ilk yılında birbirine düşmüş olan darbecilerin komplosuna mı gitti yoksa? Milli Birlik Komitecileri, arkadaşlarından bir grubu Hindistan’a sürerken “komadaki adam”ın da fişini mi çekti? Araştırılsın efendim! Özal’ı araştırmadılar mı? Veya Dördüncü Başkan ve yandaşları, kendilerini Köşk’e götürecek yolu Gürsel’in vücut temizliği ile mi açmışlardı/açtırmışlardı? Bunlar olmayacak şeyler değil. Zira aynı arkadaşlar, karşı kampın adayı olmaya sıvanan Ali Fuat Başgil’i güzellikle (!) ikna etmişlerdi de adamcağız aday olduğuna olacağına nasuh tövbesi yaparak evine saklanmak zorunda kalmıştı. Kanatimizce “Gizli İnönücülük”ün en belirgin örneği Süleyman Demirel’dir. Yıllarca karşı kampın birinci adamlığını “Nurlu Süleyman” yaftasıyla oynayan “Ispartalı Çoban”, kendisini aynı kampın oylarıyla cumhurbaşkanı seçtirdiğinde hâlâ kamp arkadaşları uykudaydı. Eğer “Beyefendi” 28 Şubat’ın baş mimarlığını yapıp “İşte laik Türkiye’nin fotoğrafı bu!” dememiş olsaydı, kamp uykusu devam ediyor olacaktı. Biz bu yönteme “Sülü Tekniği” diyelim ve geçelim gizli İnönizmin ikinci yöntemine. Bu yöntemin adı da “Sezer Tekniği” olsun. Sezer Tekniği’nde aday, hiçbir kampta değilmiş gibi görünüyor. Zira o, bir yüksek bürokrat. Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaşırken, İnönistler, belirlenen adaya öyle bir konuşma yaptırıyorlar ki bir anda gizli İnönücü namzet, “memleketin en demokrat” bireyi hâline getiriliyor. Böylece karşı kampın oyları adayın arkasına alınıyor ve taht yolu sonuna kadar açılmış oluyor. Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanlığı seçimi bu teknikle yapıldı ve çok geçmeden Sezer’in gerçek kimliği ortaya çıkınca birçok kişi, pişmanlığını belirtmek için “Elim kırılaydı da oy veremez olaydım!” demek durumunda kaldı. İki üst paragrafta virgül attığımız yere tekrar dönelim ve makaleyi günümüze getirerek neden “En uygun aday İhsanoğlu” dediğimizi izaha çalışalım. Sözün burasında bir ara makale yazmamız elzem oldu. Efendim, 20. yüzyıl bitti ve 21. yüzyıla usul usul giriyoruz. Son üç yüzyıldan beri “medeniyetin sahipliği”ni yapan Batı, her yüzyılı ayrı biçimde formatlıyor, dolayısıyla yüzyıl geçişlerinde kafalar karışıyor. İnsanlar eski alışkanlık ve ezberlerinden kopup yeni duruma eklemleniyorlar. Dolayısıyla insan, toplum ve siyaset, kendi içinde ikilem yaşıyor. Bir yanda eski argümanlar yakasını bırakmazken, öbür yakasına yeni tercihler yapışıyor. Bu durumdaki insan, toplum ve siyaset, tam bir “anakronizm sersemi” hâline geliyor. Baş döndüren bir anafor ortasında kalan memlekette dünkü milliyetçilerin Maocularla “Kızılelma koalisyonu” kurması, dünkü İslamcıların ateistlerle aynı partinin çatısı altında buluşması, dindarların ve sosyalistlerin Kürtçü partide milletvekili olması, solcuların liberal partide siyaset yapması, yani kısaca fikir zeminlerindeki kaymayı, fikirler ve partiler arasındaki savrulmaları anlamak kolay olmuyor. Bu karmaşa ve kafa karışıklığının nedeni, miatlarını doldurmuş olan, geçen yüzyıla ait fikrî ve siyasî markaların öldükleri yerde kalmayıp bu yüzyıla tabela taşınması olarak izah edilebilir. Daha açık söylemek ve örneklemek gerekirse, 1999 yılı öncesine ait partiler artık aynı noktada değiller, zemin değişti. Bunun gibi, partililerin önemli bir kısmı da eski adreslerinde yoklar artık. Ne dünün MHP’si bugünün MHP’sine, ne dü- temmuz 2014 87 haberajanda Dosya nün CHP’si bugünün CHP’sine benziyor. Bunun gibi SP, SP değil; İP, İP değil. Zaten kafaları karıştıran da eski ve yeni oluşumlardaki bu isim ve partidaş benzerliği. Belki bu isim karmaşasından ilk sıyrılmaya çalışan BDP oldu tabelasını HDP olarak değiştirme sürecini başlatarak. Şimdilerde AK Parti de eski idarecilerini istifa ettirerek ve üç dönemlik vekillerini bir nevi emekliye sevk ederek bunu yapmaya çalışıyor. Bakarsınız “AK” olan adını “PAK” bile yapabilir. Yüzyıl aralığındaki değişim, sadece partilerin kovanında olmadı, partililer de tabelayla birlikte taşındılar geçen yüzyıldan bu yüzyıla. Ancak onların bir kısmı kendi değişimini başlatarak kişiliğini 21. yüzyıla uygun yaptı, önemli bir kısmında ise değişim sürüyor. Lakin bir kısmı asla değişme niyetinde değil. İşte ferdî ve toplumsal sıkıntının kaynağı bu! Siyaseten bölünmüş insan, kendini nasıl tarif edeceğini bilemeyen, iki adresli partili ve ideolojik değişimi içselleştiremeyen siyasetçi… Geçelim bir başka hususa… İnsanımız, 88 temmuz 2014 geçen yüzyılda siyasî kimliğini Alman ve Fransız markalarını kullanarak, ikişerli kamplar üzerinden, komünist-faşist, sağcısolcu, laik-dindar gibi kavramlar şeklinde tarif etmişti. 21. yüzyılda bu kavramların hepsi out! Zira son kullanma tarihleri 2000 itibariyle doldu. Şimdi siyasî hayatımıza Amerikan kavramları transfer oluyor. Alman ve Fransız kavramlarının yerine ikame edilen tarif kavramları, “Cumhuriyetçi” ve “Demokrat” şeklinde belirlenmiş durumda. Lakin halkımız, hatta siyasetçimiz, hâlâ kendine “sağcı veya solcu” demeye devam ediyor, “Cumhuriyetçi” veya “Demokrat” demekte zorlanıyor. Bu yüzyıl için önerilen “Cumhuriyetçi” ve “Demokrat” kavramları Amerikan siyasetine ait dedik yukarıda, söz konusu Atlantik ötesi siyasî rejim de bu kavramları kendisine isim olarak vermiş olan iki parti üzerinden işliyor. Ülkemizin bu yüzyılı ağırlıklı olarak Amerikan nüfuz sahasında geçireceği kesin gibi duruyor. Bu itibarla partilerimizin de 15 yıldan beri “Cumhuriyetçiler” ve “Demokratlar” olarak iki adreste toplaşmasına zor- landığını görüyoruz. Büyük ihtimalle operasyon bu yıl içinde tamamlanacak ve ülke, 2015 seçimlerine belki iki rakip parti olarak değil ama “Demokratlar ile Cumhuriyetçiler Dayanışması/İttifakı” içinde girecek. Ancak 2015’ten sonraki seçim mutlaka iki partili geçecek. Peki, kim Demokrat, kim Cumhuriyetçi? Partiler düzleminde bu durum hızla şekilleniyor. Geçen yüzyılın Alman ekolü Cumhuriyetçiliği, Amerikan ekolü de Demokratlığı inşa ediyor. Cumhurbaşkanlığı için “Çatı Aday” önerisi Cumhuriyetçileri toplulaştırmak için yapılan en çaplı çalışmaydı. CHP ve MHP artık “Cumhuriyetçi”. İkisinin dışında kalan ve çatı görüşmesi yapılan diğer tüm partiler yolda. Altı parti şimdiden “Cumhuriyetçiler kampı”na dâhil oldu. Kamp kenarında dolanan diğerleri de kafalarındaki karışıklığı atar atmaz yeni adreste yerlerini alacaklar. Hangileri mi? İlk aklımıza gelenleri sayalım da hayret edin: Saadet Partisi, İşçi Partisi, Komünist Parti ve benzerleri… Bu durumda ortada kala kala sadece AK Parti kalıyor; onun kaderi de “Demokrat” olmak... Bu arada Demirtaşgillerin durumuna ayna tutalım mı? İyi olur! Doğulu kardeşlerimizin ilk önceki partileri, yani BDP, kerhen Demokrat bir oluşumdu. Zira Amerika, PKK’nın tasfiyesini ve o yolun yolcularının düz ovada siyaset yapmasını istediği için kendi yörüngesinde BDP’yi kurdurmuştu. Lakin Demirtaşgiller, genetik yazılımlarında Fransız Mösyö Miterand’ın karısı Madam Miterand’a bağlılık yeminlerini taşıdıkları için bir türlü Demokrat olmayı içselleştiremediler. Olmak için uğraştılar, hatta bunun için iki üç yıl önce “toplu birlik hâlinde” Amerika’ya bile gidip “hacı” da oldular, ancak aşı tutmadı. Bunun üzerine kardeşlerimiz, Amerikancı partinin içini boşalttı ve eski tüfek komünistlerin yardımıyla Almanist bir oluşum olarak HDP’yi icat ettiler. Onlar şimdi “asker”, hem de “kürklü” parkalarına bürünmüş olarak “Çayanlar”ın izini bile sürebilirler. Zaten Almanya da böyle istiyor: “İch möhte so!” 21. yüzyılın siyasetini, partisini, insanını ve hatta devlet yapısını belirlemede kullanılan şifre kelime “yeni”. Bu kelime şimdiye kadar bir CHP için kullanıldı, bir de “Yeni Türkiye” şeklinde Erdoğan’ın ağzından ortama düştü. Bu kullanım CHP açısından çok önemli; zira CHP’nin önüne konan bu sıfat, “yeni siyaset” döneminde “Cumhuriyetçi Parti”nin adresinin neresi olacağını işaret ediyor. Cumhuriyetçiliğin adresi “CHP”. Ancak partinin kısaltması “CHP” şeklinde yazılacak değil, “CP” biçiminde, yani “Halk” kısmı atılmış olarak yerini alacak Cumhuriyetçi Parti tabelalarında. Erdoğan’ın telaffuz ettiği “Yeni Türkiye”ye gelince… Türkiye’nin başındaki “Yeni” sözcüğü, geçen yüzyılda kurulan “Lozan Devleti”nin yıkıldığını/yıkılmak üzere olduğunu işaret ediyor. Yeni Türkiye, Erdoğan ve arkadaşları eliyle ve 2023’te kurulmak üzere hazırlanıyor. Tıpkı iki yıl önce paradaki sıfırların atılması ve Türk lirasının “Yeni Türk Lirası” olması gibi. Hatırlayın, TL önce YTL olarak yazılmıştı etiketlere, sonra tekrar TL’ye döndü. Ama bu kez etiketlere TL olarak yazılmadı, dolar ve avro misali özel bir işaretlemeyle grafize edildi. Paradaki bu operasyon, şimdilerde bizzat devletin kendisinde hayata geçiriliyor, sessiz ve derinden… “Yeni CHP, yani önümüzdeki seçimde iyice şekillenecek olan CP’nin (Cumhu- riyetçi Parti) en büyük icraatı ne olacak?” sorusunun cevabı şu: Başta MHP olmak üzere AK Parti dışındaki tüm partileri yutacak, sindirecek ve ülkücü, İslamcı, solcu hatta Kürtçü gibi kavramları işlevsiz hâle getirip herkese “Cumhuriyetçiyim” dedirtmeye çalışacak. Ancak yeni dönem insanı eski kimliğinden kurtulunca beynindeki prangadan da özgürleşecek. Doğal olarak kendisine önerilen, eski partisini arkasına takıp gitmek olmayacak. Zira “abiler”in ağabeylik tahakkümü kalkacak ve özgür birey kendisine soracak: “Ben Cumhuriyetçi miyim, yoksa Demokrat mı?” 20. yüzyıldan 21. yüzyıla geçerken kat ettiği yüz yıllık yolun yorgunluğuyla kendisini yeniden tarif etmek şart olacak. Bu sebeple yeni yüzyılın Cumhuriyetçileri içerisinde ne kadar ülkücü, İslamcı, komünist, faşist, Kürtçü, sağcı ve solcu olacaksa, Demokratlar içerisinde de aynı kimliklerin eski müntesipleri yer alacak. Sadece Laikler hariç. Zira onlara sadece CP içinde rastlamak mümkün olacak; onların karşıtları “Demokrat Parti” içinde anti-laik olarak değil, seküler olarak yer tutacaklar. Tabiî her iki partide de partililer, kendilerini eski kimlikleriyle tarif etmeyecekleri için herhangi bir kan uyuşmazlığı yaşanmayacak. Operasyon bitmedi. Demokrat Parti haline dönüşecek olan AK Parti, bugünlerde ilçe teşkilatlarını baştan yaparak değişimin başladığının ilk işaretini veriyor bize. Ancak yeni AK Parti, eski AK Parti’den bir farkla ayrılıyor: Yukarıda izah ettiğimiz CHP’nin CP olma serüveninde ülkücü, İslamcı ve diğerlerinin Cumhuriyetçileştirilme ameliyesi, aynı şekilde yeni AK Parti’de de yaşanacak. Zira her iki parti de partilisini ve siyasetçisini tek havuzdan derliyor/derleyecek. Bu havuz, geçen yüzyılda ayrı havuzlarda yüzen partili ve siyasetçiyi haznesinde karıştıran ve sonra ikiye ayrıştıran bir iksirle dolu. Bu itibarla geçen yüzyılın ülkücüsü, kapanan MHP’den koparken ikiye ayrılmak durumunda. Bu süreç içinde kendi iç değişikliğini yaşayanlar “Demokratlaşmış” olarak AK Parti’ye yönelirken, anakronizm batağına saplanmış olanların yeni adresi de yeni CHP olmak zorunda. Diğer partiler için de gelecek yok ve yol ayrımı önlerinde duruyor. İhsanoğlu’nun adaylığını tarifi Biraz zaman alan ara makaleden sonra gelelim Ekmeleddin İhsanoğlu’nun adaylığına… Yukarıdaki izahtan sonra hiç kimseye bundan kelli “Bu ülkücüdür/İslamcıdır/ Türk-İslam sentezcisidir” demeyeceğimize göre, İhsanoğlu’nu niye eski fikriyatıyla yaftalayalım ki? Ona ateş püsküren laikçiler ve Kemalistler ya da eski dindar arkadaşları henüz yüzyıl değişimini anlayamamış olan anakronik vakalar olarak arz-ı endam ediyorlar ekranlarda. Yani onlar, bir nevi zaman şaşkınları… Ancak korkacak bir durum yok, zira şaşkınlık bulaşıcı değil ve zamanla geçiyor. Bu noktada ben kendi adıma “Kemal Abi”yi kutluyorum. Çünkü şahsen ve parti olarak geldikleri ve gidecekleri noktayı anlamış bir Kılıçdaroğlu var karşımızda. İnanmayacaksınız, lakin Sayın Bahçeli de anlamış. Hatta “çatıcı biraderler”den aylar önce Mısır’daki Sisi darbesi karşısında yeni yerini belli eden Ekmeleddin Bey de anlayanlardan. İİT Genel Sekreterliği hususunda İhsanoğlu’nu bidayette arkalamasına rağmen nihayette Erdoğan da kimin ne olduğunu anlamış, hem de ta 7 Ocak’ta, Oslo görüşmelerinin ardından. (Galiba bir de fakir anlamış ki bu makaleyi yazmayadurmuş. Başka anlayan yok galiba.) Zaten Kılıçdaroğlu ve Bahçeli’nin, Ekmeleddin Bey’in Cumhurbaşkanlığı’nı alacağı umudu da burada yatıyor. Nerede mi? Ne demiştik ta yukarılarda bir yerdeki “Gizli İnönizm” bahsinde? İnönistler Cumhurbaşkanlığı seçiminin gizlisinde ya “Sülü” ya da “Sezer Tekniği”ni kullanırlar. Şimdilerde İnönistler, Ekmeleddin İhsanoğlu’nu cumhurbaşkanı yapmak için iki tekniği birden kullanıyor/ kullanacaklar. Yani Ekmeleddin Bey, dindar kimliğiyle karşı kampın içinde yer alıyor, Esed ve Sisi hususundaki tavrıyla Cumhuriyetçi/Darbeci kampa ait olduğunu işmar ediyor. Daha ne etsin adamcağız? Düşünsenize, Cumhuriyetçilerin oyu zaten çantada keklik. “Truva atı” resmiyle de dindarların, daha doğrusu yeni tabirle “Demokrat” olması gerekenlerin ciddi bir miktar oyunu alabilirlerse “Çataday” neden Cumhurbaşkanı olmasın? Olur mu olur!.. Bu seçimin en önemli buluşuna gelince… Eski İnönistler, şimdiki Cumhuriyetçiler, ağababalarının tekniklerine yeni bir “Cumbaba seçtirme tekniği” daha katacaklar. Bu tekniğin adı şimdiden belli: “Ekmel Bey”. temmuz 2014 89 haberajanda Siyaset Y Yahya Kurt yahyakurt.ajanda@gmail.com SK tarafından açıklanan kesin listeye göre Cumhurbaşkanlığı için üç isim yarışacak. Asıl yarış ise Erdoğan ve İhsanoğlu arasında geçecek. Çünkü Demirtaş’ın adaylığının milliyetçi Kürt seçmenin son durumunu görme ve safları sık tutma amacında olduğu ve en fazla yüzde 8-9 gibi bir oy alacağı biliniyor. Bu iki aday arasındaki seçimin favorisi ise şüphesiz Erdoğan. Hatta adaylığının açıklanmasından önce başlayıp ilanıyla kesinleşen süreçte en çok konuşulan konu, Erdoğan’ın kazanıp kaybetmesinden ziyade alacağı oy oranı ve ilk turda seçilip seçilmeyeceği üzerinden devam ediyor. Cumhurbaşkanlığı meselesi ASLINDA CHP ve MHP, seçimi kaybedeceklerini biliyorlar. YSK’ya yapılan itirazdan da anlaşıldığı üzere, aslında CHP ve MHP seçimi değil, seçim sonrasını düşünüyor. Seçim sonrası bahaneler için altyapı şimdiden hazırlanmaya başlandı bile. Seçimden sonra Kılıçdaroğlu ve Bahçeli, Erdoğan yüzde 99 oy alsa, “İyi de seni istemeyen yüzde 1 var, sen tüm Türkiye’nin cumhurbaşkanı olamazsın!” diyecek. İki adayla ilgili son durum ise ideolojileri… Erdoğan, AK Parti’nin de üzerine inşa edildiği “muhafazakâr demokrat” kavramı üzerinden kendisini ifade ediyor. Ekmel Bey’in durumu ise bu konuda epey karmaşık. Ekmel Bey’in aile geçmişi ve hafızlığı vurgulanarak muhafazakâr olduğu vurgulanıyor. Eşinin başörtüsüz olması ile de laik olgusu kuvvetlendiriliyor. Memleketi ve kökeni ile milliyetçi bir portre çizilirken İhsanoğlu’nun bunlardan hangisi olduğunu anlamak zorlaşıyor. Siyasî tecrübe ve liderlik meselesini ise sanırım konuşmaya bile gerek yok. Peki, bu ik i adayın seçim çalışmaları ve adaylık süreci incelendiğinde nelerin dikkat çektiğine birlikte göz atalım. Ekmel Bey bir uzlaşı üzerinden aday olarak önerildi ve “çatı aday” olarak kamuoyuna takdim edildi. Daha geniş katılımlı bir destek oluşumu beklense de sayı 5-6 parti ile sınırlı kaldı. Bu partilerin tabanları ve ideolojileri dikkate alındığında ise bir araya gelmeleri epey zor, ancak durum dikkat çekici. Son yerel seçimlerden hareketle bu partilerin toplam oy oranı yüzde 4243 civarında. AK Parti’nin yüzde 45-46 civarında oy aldığı dikkate alındığında seçimin çekişmeli geçeceği düşünülebilir. Fakat benim kanaatim böyle olmayacağı yönünde. Çünkü ulusal çizgideki CHP seçmeni ve CHP’deki adaylık süreci çatlağı göz önüne alındığında ve buna Alevi oyları ilave edildiğinde, bu durum çatı cephesinde epey karmaşık bir hal alacak. Erdoğan’ın ise son seçimde aldığı oy, aslında bugünkü sürecin en önemli ve en güçlü göstergesi. Siyasî düşünce olarak Erdoğan’a yakın olmakla birlikte, gerek ideolojik, gerekse başka sebeple diğer partileri destekleyen seçmenin de kendisini temsil edecek en 90 temmuz 2014 iyi adayın Erdoğan olduğu düşüncesinden hareketle Başbakan’ı desteklemesi durumunda AK Parti adayı, ilk turda seçilmesine yetecek oyu rahatlıkla alacaktır. Gelelim diğer hususlara… Ekmel Bey, Cumhurbaşkanlığı adaylığı sürecinde polemikten uzak, yumuşak güç tarzı bir seçim çalışması yürütüyor ve sıklıkla “seçilirse tarafsız bir cumhurbaşkanı” olacağına vurgu yapıyor. Türk siyasetini takip eden herkes bilir, Türk halkı her zaman güçlü bir lider portresi benimsemiş, arzu etmiş ve karizmatik ve güçlü liderleri destekleyerek onları zafere taşımıştır. Peki, o halde neden siyasî tarihimizde Kılıçdaroğlu ile başlayan ve şimdi Ekmel Bey ile kendini bize tekrar hatırlatan yumuşak güç meselesi yeniden ortaya çıkıyor? Aslında buna biraz mecburlar. Çünkü güçlü lider rolünü oynamaya kalktıklarında Erdoğan karşısında öyle gülünç duruma düşüyorlar ki ellerinden başka bir şey gelmiyor. Dolayısıyla mecburî olarak böyle bir yola tevessül ediyorlar. Erdoğan ise kendisini uzun yıllardır siyasette başarıya taşıyan halk merkezli ve güçlü lider eksenli metodu kullanmaya devam ediyor. Söylemlerinde de bunun üzerine giderek Cumhurbaşkanlığı makamını sembolik bir makam olmaktan öteye götürüp, halkın iradesinin direkt tecelli edeceği ve halkı merkeze alan, halka karşı sorumlu olan bir kuruma dönüştüreceğini açıkça ifade diyor. Son olarak şunu belirtmekte fayda var: Aslında CHP ve MHP, seçimi kaybedeceklerini biliyorlar. YSK’ya yapılan itirazdan da anlaşıldığı üzere, aslında CHP ve MHP seçimi değil, seçim sonrasını düşünüyor. Seçim sonrası bahaneler için altyapı şimdiden hazırlanmaya başlandı bile. Seçimden sonra Kılıçdaroğlu ve Bahçeli, basının karşısına geçip “İyi de bu hiç adil bir seçim olmadı, Erdoğan iktidarın gücünü ve etkisini kullanarak seçime girdi ve kazandı”; hatta Erdoğan yüzde 99 oy alsa, “İyi de seni istemeyen yüzde 1 var, sen tüm Türkiye’nin cumhurbaşkanı olamazsın” diyecek. Ancak cumhur, öncesinde de, sonrasında da kendine yakışanı yapıp iradesini ortaya koyacak ve “Reis-i Cumhur”unu seçecek. Türkiye, yeniden büyük devlet olma iradesiyle dünyaya nizam verecek. haberajanda Strateji >> Bu yazımızda Türkiye’de ilk defa gerçekleştirilecek olan cumhurbaşkanlığı seçiminden ve bu seçimin adaylar bağlamında dış politikaya yansımasını analiz edeceğiz. Birinci tur oylamanın 10 Ağustos tarihinde yapılması ve ilk tur oylamada söz konusu adayların salt çoğunluğu sağlayamadığı takdirde ikinci tur oylamaFatma Şura Bahsi fatmasurabahsi.ajanda@gmail.com nın 24 Ağustos tarihinde yapılması beklenmektedir. Seçim sonrası Türkiye’de gerek iç politika gerekse dış politika bağlamında yeni bir süreç başlamış olacak. Böylelikle Türkiye “Başkanlık” sistemine giden yolda ilk adımı atmış olacak. Cumhurbaşkanlığı seçimine dair tartışmalar uzun süredir devam ederken adayların netlik kazanması ile birlikte tartışmalar da hızlandı. “Çatı Aday” olarak gösterilen Ekmeleddin İhsanoğlu’nun adaylığının açıklanmasının ardından İhsanoğlu’nun kimliğinden ötürü destekçisi olduğu partilerin kendi içlerinde de tartışmalar çıkmış ve yoğun bir eleştiri söz konusu olmuştur. İhsanoğlu ile birlikte Selahattin Demirtaş da adaylığını açıklamış ve resmen Recep Tayyip Erdoğan’ın adaylığının duyurulması ile cumhurbaşkanı adayları netleşmiş ve tartışmalı seçim kampanya süreci başlamıştır. Cumhurbaşkanı adaylarının dış politika yaklaşımları bir başka tartışma konusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Her üç adayın da dış politika öncelikleri ve dış politikaya yönelik tutumları birbirinden farklılık arz ettiği/edeceği kanaatindeyim. Cumhurbaşkanlığı makamı siyaset üstü bir makam olması nedeniyle adayların doğrudan siyasi bir tavır takınmaları beklenen bir durum olmamasına karşın her adayın siyasi geçmişi göz önünde bulundurularak analiz yapmak mümkündür. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ve bu bağlamda AK Parti’nin dış politika konusundaki yaklaşımını geçmiş tarihli yazılarımızda defaatle Cumhurbaşkanı adaylarının dış politika yaklaşımları B U makaleyi kaleme aldığım şu günlerde dünyanın her bir yanından mazlum halklara yönelik olarak uygulanan zulüm haberlerini içimde dalga dalga büyüyen nefret ile izliyor, kalbimin sızısını ayak tırnaklarıma kadar hissediyorum. Sözlerime başlamadan önce duyarsız kalamadığım Filistin’e, Doğu Türkistan’a, Suriye’ye, Mısır’a ve zulüm altında adeta inim inim inleyen bütün halklara Rabbim’den refah ve barış diliyorum. mektedir. Bu bağlamda muhalefet partilerinin özellikle “Arap Baharı” sonrası Türkiye’nin bölge devletleri halklarına verdiği desteği sürekli olarak eleştirmeleri, Türkiye’nin Suriye’de, Mısır’da tarafsız kalması gerektiğini savunmaları İhsanoğlu’nun söylemleri ile paralellik arz etmektedir. analiz ettiğimiz için bu yazımızda değinmeyeceğiz. Diğer iki aday üzerinden değerlendirmelerde bulunmaya çalışacağız. Bir varsayımda bulunmak gerekirse Demirtaş’ın hem iç hem de dış politikaya karşı yaklaşımının Kürt ve PKK sorunu odaklı olacağı aşikârdır. Buna karşın İhsanoğlu’nun diplomasi bağlamında var olan tecrübesi AK Parti dış politika yaklaşımına karşı eleştirel bir tutum sergilemesini de kolaylaştırmaktadır. İhsanoğlu’nun diplomatik kimliği geleneksel Türk dış politikası yaklaşımı bağlamında bir dış politika anlayışı benimsemesine neden olmaktadır. Dolayısıyla İhsanoğlu Türkiye’nin bilhassa bölgesinde üstü örtülü de olsa tarafsız bir politika izlemesi gerektiğini savunmaktadır. Son günlerde Filistin’de yaşanan olayları değerlendirirken Türkiye’nin Filistin konusunda taraf olmaması gerektiğini ima eden açıklamalarda bulunmuş, eleştirilerin ardından yanlış anlaşıldığını ifade etmiştir. Belki de İhsanoğlu’nun bu türden söylemlerinin ardında daha önce de ifade ettiğimiz gibi cumhurbaşkanlığı makamının siyaset üstü ya da partizanca tutumlardan arındırılmış bir konumda olması gerektiği inancından kaynaklanmaktadır. Söz konusu bu değerlendirme İhsanoğlu’nun tutumuna karşın iyi niyetli bir yargı olsa da MHP ve CHP tarafından dile getirilen söylemlerle İhsanoğlu’nun söylemlerinin paralellik göstermesi bu yargıyı çürütür niteliktedir. Zira AK Parti iktidarının komşularla sıfır sorun ve aktif çok yönlü dış politika yaklaşımının bir sonucu olarak bugün gelinen noktada dış politikada tarafsız kalmanın mümkün olmayacağını göster- Şayet İhsanoğlu’nun cumhurbaşkanlığı seçimini kazanması durumunda- ki anket çalışmaları bu oranı yetersiz göstermektedir – yaklaşık son 12 yıldır sürdürülen dış politika yaklaşımını görmezden gelerek geleneksel, başka bir deyişle anti-revizyonist ve realist dış politika yaklaşımını yeniden temel dış politika argümanı olarak görmesi, Türkiye’yi başladığı noktaya geri götüreceği gibi hem bölgesinde hem de uluslararası arenada büyük bir itibar kaybına neden olacaktır. Söz konusu bu varsayımları ise kendisini “Çatı Aday” olarak belirleyen ve destekleyen parti ve grupların Davutoğlu tarafından kurgulanan ve sürdürülen dış politikaya ilişkin sürekli olarak eleştirel bir tutum içerisinde olmalarından ve geçmişteki iktidar tecrübelerinde benimsedikleri dış politika yaklaşımlarını göz önünde bulundurarak ortaya koymaktayız. Nihayetinde 11 Ağustos sabahı güneşin ülkem ve dünya için hayırlarla doğmasını temenni ediyor, tüm insanlığın ihtiyacı olan barışı diliyorum… temmuz 2014 91 haberajanda Siyaset Şimdi Sezer’den daha bilinmez bir “Çatı Aday”ımız var. CHP ve MHP’nin ortak adayına, i’rapta mahalli olmayan birkaç partinin de destek deklarasyonu var. Güya geniş kesimlere hitap edebilmek için rengini pek belli etmiyor. Ama toplumu ilgilendiren konularda fireler vermeye başladı. Örneğin “Filistin meselesine tarafsız kalmalıyız” veya “Başörtüsü gelenektir” gibi sözleri, Türksolu mecmuası ile verdiği poz belli kesimleri rahatsız ediyor. Ayrıca Selahattin Demirtaş’ın adaylığı ile ilgili Devlet Bahçeli’yle farklı yön çizmeleri de çatının ilk çatlağı olarak yorumlanıyor. Çatı Aday da ne? MHP lideri Devlet Bahçeli’yi, siyasî literatürümüze kazandırdığı “Çatı Aday” kavramı için tebrik etmek lazım. “Nedir bu Çatı Aday?” diye soranlara şöyle anlatabiliriz: >> Birinin altında yüzde 64, diğerininkinde yüzde 36 olan iki üçgenin ortasına, iki üçgenin tabanını da kapsayacak şekilde daha büyük bir üçgen çiziyorsunuz ve üçgenin tepesine de adayı oturtuyorsunuz. Böylelikle “Çatı Aday” ortaya çıkmış oluyor. Ortaya çıkan şeklin yanında da alt alta yazılmış üç tane “M” harfi ve onların da altında “laik” ve “dem” (“demokratik” denmek isteniyor) yazıyor; en sonunda da bir çizgi var (diğer aranan özellikleri anlatmak için yazılsa gerek). Üç “M”nin “milliyetçi”, “muhafazakâr” ve “manevi değerleri önemseyen” anlamlarına geldiğini gazetelerden öğreniyoruz. Çatı Aday’ın kavramsal temeli bu şekilde şematize edilmiş ve açıklanmış. CHP’nin de öneri aklına yatmış olmalı ki kısa sürede iki parti, bu teorik çerçeveye uygun aday bulma peşine düştüler. İki partinin de bu işe iştahla sarılmasının arkasında Türkiye’ye iyi bir cumhurbaşkanı seçme der- 92 temmuz 2014 dinin mi, yoksa siyasî ikballerini ortaya çıkabilecek tehlikelere karşı koruma endişesinin mi olduğuna emin değiliz. Çünkü her iki parti adına çıkabilecek herhangi bir aday, Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanamasa bile, son seçimde partilerin aldıkları oyun üzerine çıktığı takdirde parti liderlerinin koltukları sallanmaya başlayacaktı. “Çatı Aday” formülü bu açıdan iki partiyi de rahatlattı. Partileriyle ilgili olmayan bir aday, kazansa da, kaybetse de parti dışından olduğu için “Faydası olur, zararı olmaz” mantığıyla düşünüldü. Tabiî ki sosyal ve siyasî meselelerde bu tür hesaplar çoğunlukla tutmaz, öngörülenlerden daha farklı sonuçlar doğurabilir. Çatı seçenekleri “Çatı Aday” arayışları başlayınca akla CHP’den Deniz Baykal ve Emine Ülker Tarhan gibi isimler zikredildi. Ancak CHP içerisinden herhangi bir “Çatı aday” formülü, cumhurbaşkanını Meclis’in seçtiği sistemde daha iyi tutabilir. Formül tutar tutmasına da -Ekmeleddin Bey’de de olduğu gibi- bilinmez bir kişiyi aday olarak milletin önüne getirirseniz, sonunda bir sürprizle karşılaşabilirsiniz. Bunun örneğini 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’de Türkiye tecrübe etti. Doç. Dr. Serhat Atabey serhatatabey.ajanda@gmail.com ismin “Çatı Aday” formunun kavramsal çerçevesine uymayacağı belliydi. MHP’den ise Meral Akşener’in ismi geçti. Üç “M” ile birlikte “laik” ve “demokratik” olarak belirlenen “Çatı Aday” standartlarına Meral Akşener’in CHP içinden çıkacak adaylardan daha çok uyduğunu söyleyebiliriz. Bir ara MHP’den CHP’ye geçen Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı adayı Mansur Yavaş’ın da ismi geçti. Mansur Bey de belki Meral Hanım’dan sonra “Çatı Aday” formülüne uygun bir isim olabilirdi. Gelin görün ki iki partiden de uygun bir isim bulunamadığından ya da partilerden önerilen isimlerin yukarıda bahsedildiği gibi yine bu partilerin başına musal- CHP İÇİNDEN ÇATI ADAY”A MESAFELİ DURANLAR VAR. BÜTÜN BUNLARA BAKILDIĞINDA, “ÇATI ADAY” ADINI VEREREK SÖZ KONUSU MUHALEFET PARTİLERİ, SEÇİMİ KAZANMASI ZOR BİR KİŞİYİ YA “YA TUTARSA?” DİYEREK YA DA SEÇİM SÜRECİNDE MEYDANLARA ÇIKMAMAK ÜZERE İLERİ SÜRDÜLER VE KAZANSA DA, KAYBETSE DE “BİZDEN UZAK OLSUN” DİYE DÜŞÜNDÜLER. BAKALIM ONLAR AÇISINDAN SONUÇ NE OLACAK? İhsanoğlu profilindeki eksiklikler Ekmeleddin Bey, kamuoyunun çok bilip tanıdığı bir isim değil. İslam İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreterliği’ni yapmış olması sebebiyle biraz aşinalık var. Ama onun dışında nerede doğduğu veya ne yaptığı pek bilinmiyordu. Kişilik özellikleri, siyasî duruşu, hayat tarzı da bilinir değil. Türkiye’nin etrafını kuşatan sorunlar, Avrupa Birliği süreci, Kürt meselesi ve benzeri konulardaki görüşlerini hâlâ bilmiyoruz. Miting yapmama kararı aldığı için de kendisini tanımak istersek ara sıra televizyonlara yansıyan görüntülerine ve “Google”ye bakmaktan başka imkânımız yok. “Çatı Aday” formülü, cumhurbaşkanını Meclis’in seçtiği sistemde daha iyi tutabilir. Formül tutar tutmasına da -Ekmeleddin Bey’de de olduğu gibi- bilinmez bir kişiyi aday olarak milletin önüne getirirseniz, sonunda bir sürprizle karşılaşabilirsiniz. Bunun örneğini 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’de Türkiye tecrübe etti. lat olma ihtimalinden ötürü hiç kimsenin beklemediği bir isim “Çatı Aday” olarak kamuoyuna açıklandı: “Ekmeleddin İhsanoğlu”... Hatırlarsanız Süleyman Demirel’in yeniden seçilmek için uğraştığı ancak başarılı olamadığı 5+5 çalışmalarından sonra, o zamanki hükümetin koalisyon ortakları Bülent Ecevit, Devlet Bahçeli ve Mesut Yılmaz ve de muhalefet partilerinin liderleri Recai Kutan ile Tansu Çiller, Ahmet Necdet Sezer’i ortak cumhurbaşkanı adayı ilan ettiler. Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’ndan Cumhurbaşkanlığı’na terfi eden Sezer, özellikle belli çevrelerde tam bir hayal kırıklığına sebep oldu. Adaylık sürecine bakıldığında Sezer’in Ekmeleddin Bey’den daha bilinir ve tanınır olduğunu söyleyebiliriz. Buna rağmen “demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü” filan derken gittikçe marjinalleşen ve belli kesimleri temsil eden bir profil ortaya çıkardığına şahit olduk. Bülent Ecevit’e Anayasa kitapçığı fırlatması, hapisteki DHKP-C’lileri affı, özellikle AK Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte kanunları veto etmesi gibi icraatları akılda kaldı. Liderlik özellikleri açısından da resmî törenlere katılmak dışında bir inisiyatif gösteremeyen ve vaziyeti idare eden bir görüntüsü vardı. Kısaca Sezer, kanaatimce çoğu toplum kesimleri için tam bir hayal kırıklığıydı. Şimdi Sezer’den daha bilinmez bir “Çatı Aday”ımız var. CHP ve MHP’nin ortak adayına, i’rapta mahalli olmayan birkaç partinin de destek deklarasyonu var. Güya geniş kesimlere hitap edebilmek için rengini pek belli etmiyor. Ama toplumu ilgilendiren konularda fireler vermeye başladı. Örneğin “Filistin meselesine tarafsız kalmalıyız” veya “Başörtüsü gelenektir” gibi sözleri, Türksolu mecmuası ile verdiği poz belli kesimleri rahatsız ediyor. Ayrıca Selahattin Demirtaş’ın adaylığı ile ilgili Devlet Bahçeli’yle farklı yön çizmeleri de çatının ilk çatlağı olarak yorumlanıyor. CHP içinden Çatı Aday”a mesafeli duranlar var. Bütün bunlara bakıldığında, “Çatı Aday” adını vererek söz konusu muhalefet partileri, seçimi kazanması zor bir kişiyi ya “Ya tutarsa?” diyerek ya da seçim sürecinde meydanlara çıkmamak üzere ileri sürdüler ve kazansa da, kaybetse de “Bizden uzak olsun” diye düşündüler. Bakalım onlar açısından sonuç ne olacak? Vatandaşların Cumhurbaşkanlığı seçiminde çatıya mı, zemine mi daha çok bakacağını göreceğiz. Ancak Türkiye’nin içinde bulunduğu konjonktürel durum, bilinmez bir “Çatı Aday”ı kaldıracak gibi görünmüyor. İlaveten, sadece Türkiye’ye cumhurbaşkanı seçilmiyor, birçok mazlum ve mağdur halkın gözü de bu seçimlerde olacak. Siyasî ve iktisadî istikrarın devam etmesi, Ortadoğu’yu bölük pörçük eden girişimlerden Türkiye’yi korumak, yine Ortadoğu’yu yeniden dizayn edecek iradenin ortaya çıkması ve Çözüm Süreci’nin, Türkiye’nin birliği ve dirliğini güçlendirecek bir şekilde neticelenmesi açısından bu seçim önem arz ediyor. Bu çerçevede seçimlerin ülkemiz için hayırlı neticeler ortaya çıkarmasını temenni ediyoruz. temmuz 2014 93 haberajanda Siyaset B Mehmet Ziya Üsküdarlı mzuskudarli.ajanda@gmail.com İR vakitler, televizyonun siyah-beyaz olduğu zamanlarda bir dizi vardı, Komiser Kolombo... Elinde not defteri, sırtında yorgun trençkotu, ağzında yamuk pürosuyla sempatik bir komiserdi. Daima birşeylerin sebebini isticvab eder, fevkalade zekîce suallerle mücrimleri sıkıştırır, bunaltır, itirafa icbar eder ve nihayeten onları tevkîf ederdi. Komiser Kolombo ve Çatı Adayı TAYYİB BEY’İN Başkan seçilmesinin sadece memleketimiz açısından değil, tüm dünya dengeleri bakımından ne raddede sıhhatli ve hayırlı neticeler getireceğini bir de ben yazsam ne olur, fazla olur mu? Bu hususda zaten çok güzel makaleler yazıldı. O makalelerin muharrirleriyle ayni safda olmakdan şeref ve saadet duyduğumu yazmakla iktifa edeyim. Çatı Adayı olarak lanse edilen “müeddeb” şahsa, bu seçimi kaybedeceğini müdrik olmasına rağmen böyle bir adaylığı neden kabul ettiğini sorardı muhakkak. “Edeb” cevabı Kolombo’yu tatmin eder miydi, bilemiyorum da; Nasreddin Hoca, “Biraz da biz ölsek yahu!” diyebilirdi. Öyle ya, sayın aday neden bile bile lâdes demektedir? Ben de kafamı kaşıyarak bu suali kendime isticvab ediyorum. Vehmettiğim cevablar canımı sıkıyor. “Sıkılan can bende kalsın, sizleri de sıkmayayım” diyeceğim, lâkin bunun için makale yazılmaz. Çatı Adayı’nın tebşiriyle eşzamanlı olan Ortadoğu’daki gelişmelere bakıyorum da, “Bu kadar tesadüf meteoroloji’de bile Sayın Kılıçdaroğlu, Çatı Adayı’nı “zamanla seveceğimizi” müjdelemiş. Teşbihte hata olmaz, nikahda keramet aramak gibi bir durum bu. Demek ki muhalefet liderinin bu hususda tecrübesi var. Acaba kendisinin sayın adayı sevmesi ne kadar zaman aldı? Kaç zamandır teşrik-i mesaideler? Sayın aday yolla, tünelle uğraşmayacağını tebliğ ettikten sonra da ayni muhabbet devam ediyor mu? Ma’mafih buna hiç şaşırmam; öyle ya, CHP’nin bildiğimiz alıştığımız siyaseti de böyledir zaten. Hizmeti “Devlet” değil, “Millet” eder. “Şimdi durduk yerde öyle yol, tünel filân; ne gereği var efenim, kâfi derecede yol da var, tünel de… 94 temmuz 2014 olmaz” diyesim geliyor. Sayın Kılıçdaroğlu, Çatı Adayı’nı “zamanla seveceğimizi” müjdelemiş. Teşbihte hata olmaz, nikahda keramet aramak gibi bir durum bu. Demek ki muhalefet liderinin bu hususda tecrübesi var. Acaba kendisinin sayın adayı sevmesi ne kadar zaman aldı? Kaç zamandır teşrik-i mesaideler? Sayın aday yolla, tünelle uğraşmayacağını tebliğ ettikten sonra da ayni muhabbet devam ediyor mu? Ma’mafih buna hiç şaşırmam; öyle ya, CHP’nin bildiğimiz alıştığımız siyaseti de böyledir zaten. Hizmeti “Devlet” değil, “Millet” eder. “Şimdi durduk yerde öyle yol, tünel filân; ne gereği var efenim, kâfi derecede yol da var, tünel de… Reis-i Cumhur hazretleri konfortabl bir şekilde Çankaya’da otursun, haftada bir Cuma selâmına çıksın, haftada bir de başvekil hazretle- rini kabûl buyursun, kâfî; bu iş için yola tünele filan gerek yok.” Yahu, Allah selamet versin diyeceğim de, dilim varmıyor. Çünki sizlerin bu halini gören vatandaş AK Parti’ye koşuyor. Demek ki herşeyde bir hikmet var! Tayyib Bey’in Başkan seçilmesinin sadece memleketimiz açısından değil, tüm dünya dengeleri bakımından ne raddede sıhhatli ve hayırlı neticeler getireceğini bir de ben yazsam ne olur, fazla olur mu? Bu hususda zaten çok güzel makaleler yazıldı. O makalelerin muharrirleriyle ayni safda olmakdan şeref ve saadet duyduğumu yazmakla iktifa edeyim. Brezilya- Kolombiya maçını izleyebildiniz mi? Ne maçdı o Yarabbi! Top, futbol topu olmaktan çıkmış, ping-pong topuna müşabih bir hal almıştı. TRT1’in spikeri maçın temposuna imtizac ede- bilmek için adeta helâk oldu. Latin Amerika futbolu bambaşka bir şey. Bir futbol muhibbi olan Sayın Başkan Tayyib Bey’den ilk recamdır: Memleketimize Latin Amerika futbolunu tedris eden hocalar idhal edelim. Avrupa’nın şaşı futbolunun bize bir faidesi yok. Fevkalade elzem hukuk reformu kadar ehemmiyetli görünmese de, Latin Amerika’nın estetik ve pek keyifli futbolu, yapılması pek elzem pek çok reforma muavenet edebilir. Ne dersiniz? Yeni bir sahife açılırken tüm sistemleri tecdîd etmek güzel olmaz mı? Ziya Paşa’nın bir beyiti ile bitireyim: “Ümmîd-i vefa eyleme her şahs-ı degalde/ Çok hacıların çıktı haçı zir-i begalde.” * * Hilekâr insanlara vefa umudu bağlama. Nice hacıların koltuklarının (katırlarının) altından haç çıktı. haberajanda Toplum K Muhammed Lütfü Avcı mlutfuavci.ajanda@gmail.com ADİM destanlardan, efsanelerden, masal, kıssa ve anlatılara, mesnevîlere, şarkılara, şiire, aşka, şaraba ve kalbe işleyen, modern edebiyat, şiir, roman, öykü ve muhtelif neşriyatın hissiyatına sinen, toplumların karakteristiğini oluşturan ve genetiğini inşa eden şuuraltı epizotlarına kadar uzanır algı dünyamızın yapısal başlangıcı. Bir topluluğu yönetmek ve yönlendirmek istediğinizde o topluluğun davranışlarını, algılama biçimlerini, duygusal uçlarını ele almak, o topluluğa dair tarihten gelerek gündelik hayatın içinde kök salmış, geleneğe ve dine dair her türlü kavramı evvela tespit edip incelemek, tahlil ederek araştırmak zorundasınızdır. Sosyal bilimler bugün bizlere gösterdi ki çağımız, enformasyonu güce çevirebilenlerin kitlelere hükmedebildiği bir çağ. Bu bağlamda enstitülerin imkânsızlıklar içinde gerçekleştirmeye çabaladığı bilgi edinim mücadelesini milli bir mesele olarak gören ülkelerden biri olduğumuza pek emin değilim. Teoride bilgi edinim ilkelerinin en ussal kaideleri bizde mevcut, fakat bu kaidelere riayet etmek konusunda ne durumda olduğumuz beni düşündürüyor. İlim Çin’de, fakat almaya yeltenenimiz yok. Harf öğreten var, ilme tebaa olmayı göze alanımız yok. Bu nedenle gelecek 150-200 yılı imar edecek enformasyon birikimine sahip olmak için daha yolun başındayız ve yapılacak çok iş var. Rusya, medeniyetimizin doğusunu, Orta Asya İslâm beldelerini sosyolojik enformasyon metotlarıyla işgal etti. Misyonerlik faaliyetleri de günümüzde sosyal bilimlerin ulaştığı bilgiler ışığında çağ atlamış durumda. İran, Güney Azerbaycan Türklerini Hakikatin kalıcı, batıl olanınsa akıp gidici olduğunu görebilmemiz için inancımızın bize ilk emridir “okumak”. Yabancı bir erk olarak enformasyon ve kitlesel algı mühendisliği TEORİDE bilgi edinim ilkelerinin en ussal kaideleri bizde mevcut, fakat bu kaidelere riayet etmek konusunda ne durumda olduğumuz beni düşündürüyor. İlim Çin’de, fakat almaya yeltenenimiz yok. Harf öğreten var, ilme tebaa olmayı göze alanımız yok. Bu nedenle gelecek 150-200 yılı imar edecek enformasyon birikimine sahip olmak için daha yolun başındayız ve yapılacak çok iş var. aynı metotlarla kendi inanç normlarına adapte etmeyi başardı. Yahut küresel şirketler, gittikleri her ülkede halkbilim verileri ışığında yaptıkları toplumsal mühendisliğe dayalı yatırımlarla kültürel işgal hamlelerini gerçekleştirdiler. Bizde insanın özüne sirayet etmiş olan ve kültür genetiğimizi barındıran dinsel ve geleneksel unsurların, şiirin, müziğin, resmin ve sinemanın anlam ve niceliğine, insana dair bu kavramların etki alanlarına henüz tam manasıyla vakıf olunamamıştır. Köklerimizi medeniyetimizde değil de bizden uzakta, Batı âleminde aramaya meylettiğimiz günlerden beri kendimizin, ifade ettiğimiz bilinçli ve bilinçdışı varlık bütünlüğümüzün hangi insanî kodları barındırdığını anlamaya muktedir ola- madık. Kendimizi Batı’nın deneysel numunesi olmak durumundan bir an olsun kurtaramadık. Son dönemde bu paslı boyunduruktan kurtulmak için kararlı adımların atıldığına şahit oluyoruz. Bu adımları yüzyıllara yaymanın ön şartı ise bilgi üretimini sağlamaktır ki bunun için atılması gereken adımlardan biri de “ithal enformasyonun satır aralarına ustaca gizlenmiş telkinlerle toplumumuz üzerinde yürütülen algı yayınlarının sinyallerini bozmak”tır. Bilgi çağı şarlatanları Bu noktada bilgiye muz muamelesi yapan küçük, çoğu zaman sevimsiz maymuncuklara değinmeden geçemeyiz. Bilgiyi üretmeye dönük en ufak bir çaba göstermeyişimiz yüzünden içimizde barınıp parayı, makam ve şöhreti bahşeden ithal güçlere tapınan, “millî” ve “dinî” kimliğimiz üzerinden uyduruk siyasî veya ekonomik doktrinler üreten şarlatanların maskelerini düşürmekten aciz kaldık. Bilgelikten o kadar yoksun bırakıldık ki millet olarak eski Sovyet ülkelerinde para karşılığı aldıkları sahte diplomalarla başımıza ekonomist kesilen yalancı şeyhlerin siyasî kimliklere bürünerek -büyük aktörlerin kucağında- milletimize yol tayin edişlerine de sonunda şahit olduk. Rol kapma çabası içine giren bu uyduruk figüranları son olarak “çatı üstünde saksağan” komedisinin kiremitleri arasında da müşahede ettik. Hakikatin kalıcı, batıl olanınsa akıp gidici olduğunu görebilmemiz için inancımızın bize ilk emridir “okumak”. Okumaktan uzağız; bu nedenle insanımız inanca aç ve okumadığı için bu açlığı hakikatle doyuramıyor. Sosyal ve kitlesel medya vasıtasıyla halkın algı parametreleri üzerinden derin politikaların rahatlıkla uygulanabildiği bir çağda yaşıyoruz. Buna ek olarak, son zamanlarda Sovyet toplum mühendisliğini kullanarak adam adama, yüz yüze, askerî disiplinle ithal telkinlerin propagandalarını yapan, beyin yıkayan, bozuk inançlarını saf insanlara aşılayan birtakım dessaslar türedi. Eğer okumuyor ve gerçeği kendi iradenizle aramıyor iseniz, bu adamların sizi ikna etmemeleri için hiçbir sebep yoktur. temmuz 2014 95 haberajanda Otoröportaj Olması gerekenlerle ilgilenmezler. İlgilendikleri yegâne unsur, mevcut dengelerin korunmasıdır. Genel itibariyle mevcut dengelerin bihakkın gözetilmesi statik bir durumu iktiza ettiği için, uygulamacının yegâne amacı da değişiklik veya düzenleme yapmak yerine, günü kurtarmak dışında bir şey olamaz. İşin garibi, günü kurtarma becerisinden de yoksundurlar. Kimse üstüne alınmasın, kendimle röportaj yaptım! Y ETKİ sahibi olan bir kısım insanların kendi ikballeri için gösterdiği titizlik, bu yolda harcadığı mesai ve sergilediği çaba, nasıl oluyor da kamu yararının önüne geçebiliyor? - Bu durum, uygulamacının vizyon ve misyon sahibi olmamasının şaşırtıcı olmayan kaçınılmaz bir sonucudur. Neyi, niye, kiminle ve nasıl gerçekleştirebileceği hususunda ne kurgusal, ne de fizikî hazırlığı olan ve üstüne üstlük geçmişinde, başka görevlerde test edilmemiş yöneticileri bekleyen akıbet budur. Bu tür yöneticiler, mevcut bürokrasinin ve profesyonel çıkarcıların kuşatmasından, hatta oyuncağı olmaktan kendilerini kurtaramazlar. Zaten böyle bir kurgusal hedefleri de yoktur. Kuşatılan veya gönüllü kurban, bu duruma düştükten sonra ne yapar? - Yönetici, kendi için özel hazırlanan sanal dünyada yaşamaya başlar. Eller cebe gitmeden yenilir, içilir, gezilir… Zahmet çekilmeden protokol kuralları dâhilinde misafirler ağırlanır, misafir olunur, hediyeler alınır, ödüller dağıtılır… Kısacası, düzeneğin tüm tarafları mutludur. 96 temmuz 2014 Prof. Dr. Bünyami Ünal bunyamiunal.ajanda@gmail.com Bahsi geçen bu sanal dünyanın devamı için gerekli olan şeyler nelerdir? - Şimdi bu huzuru bozabilecek unsurlara yönelik operasyona sıra gelmiştir. “Her şey yolundacılar” -ki bu sınıf kendi çıkarları dışında hiçbir toplumsal kaygı taşımayan özel bir canlı türüdür-, olumsuzlukları “kral”a bildirebilecek unsurları saray çevresinden şu veya bu sebeple uzaklaştırmakla kalmaz, aynı zamanda sözlerinin tesirini kırabilmek için krala her gün, sistematik dozlarda tahşidatta bulunurlar. Bir kısım duyarlı insanların ise krala ulaşmaları şu veya bu şekilde engellenir. Hadi diyelim ki ulaştılar, baş başa görüşmeleri olanaksızdır. Hadi görüştüler, önceden kredileri yalan ve iftiralarla tüketildiği için, uyarıları kralda en küçük bir tesir oluşturamaz. Bunun söylediğiniz şekliyle gerçekleştiğini nereden biliyorsunuz? - Kendi çapımda yaşadıklarımın neticesi olan tecrübelerime dayanarak söylüyorum. Konuya başlamadan önce, “kral” nitelemesiyle neyi kastettiğimi açıklığa kavuşturmak isterim. Kral, yönetici pozisyonundaki herhangi biri olabilir. Mesela bunlardan biri de bir tıp fakültesinin dekanlığını yürütmem hasebiyle “benim”. Daha açık ifadeyle, verdiği kararlar ile bulunduğu kurum ve orada çalışan diğerlerini etkileme gücüne sahip olan idarecilerin hepsine bir manada “kral” denilebilir. Normal kognitif çabayla anlaşılması zor meseleler “Her şey yolundacılar” diye bir tabir kullanıyorsunuz, bunların davranış kalıplarından biraz daha bahsedebilir misiniz? - Bunlar da kendi içinde sınıflandırmaya tâbi tutulabilir. Böyle bir yol seçersek mesele çok uzar. Şimdilik genel ve ortak özelliklerinden bahsedip geçelim. En temel özellikleri, oldukça hırslı olmalarıdır. İkinci hususiyetleri ise, hırslarıyla ters orantılı biçimde donanımsızdırlar. Üçüncü ortak özellikleri, kompleksli olmalarıdır. Bu kompleks, mevcudun zıddıyla kendini gösterir. Yani bir şekilde kendini üstün hissetme algısı biçiminde karşımıza çıkar. Dördüncüsü de herhangi bir meselenin merkezine kendilerini yerleştirmeleridir. Dünyanın kendi etraflarında döndüğü duygusunun esiri olmuşlardır. Böyle olunca ne olur? - Kime göre ne olur? Her şey yolundacılara göre mi? Onlara göre her zaman olduğu gibi, tabiî ki her şey yolundadır… O halde sorun ne? - Problem yok… “Olana yok, olmayana var” derseniz her şey yolunda demektir. Gerçeklere sırtınızı dönerseniz, zahmet buyurup sorunla ilgilenmezseniz mesele yok demektir. Aranızda hiç “Olana var, olmayana yok” diyen kimse bulunmaz mı? - Elbette var… Bir şey demiyorlar mı? - Diyorlar, ama kendilerini dinletemiyorlar. Üstüne üstlük, uyaranların bir kısmı da iftiralara uğruyor, itibarsızlaştırılıyorlar. Neden? - “Sorun yok” diyenleri dinlemek, onlara itibar etmek, problem çözücünün işine geliyor. Kimse ağrımayan başını ağrıtmak istemiyor. Nasıl yani? - Demek istediğim, bu tür yöneticilerin sorun algılama biçimini anlamadan bir sonuca ulaşmak imkânsız. Normal bir kognitif çabayla anlaşılması da zor. Kognitif fonksiyonları olması gerektiği gibi çalışan insanların anlamadıkları da tam tamına bu!.. Her neyse… Bahsi geçen uygulamacıların problem çözme biçimi nasıldır? - Olması gerekenlerle ilgilenmezler. İlgilendikleri yegâne unsur, mevcut dengelerin korunmasıdır. Genel itibariyle mevcut dengelerin bihakkın gözetilmesi statik bir durumu iktiza ettiği için, uygulamacının yegâne amacı da değişiklik veya düzenleme yapmak yerine, günü kurtarmak dışında bir şey olamaz. İşin garibi, günü kurtarma becerisinden de yoksundurlar. Biri çıkıp “Kral çıplak!” diye bağırırsa… Yönetici ve etrafındaki ekip, tüm bu olumsuz gelişmelerden sonra ne yapar? - Bu arada yapılması gereken son bir iş kalmıştır. Allah esirgesin, bir yerde biri çıkıp “Kral çıplak!” diye bağırırsa, susan kalabalıkların uyandırılıp eyleme geçirilme ihtimaline karşı da önlemler alınması gerekmektedir. Evet, bu iş de başarıyla icra edilir. Kralın kalabalıklarla temas etmesi minimuma indirilir. Ne olur, ne olmaz bağlamında kralın, karşılaşabileceği muhtemel şikâyet veya olumsuzluklar konusunda önceden bilgilendirilmesi sağlanır. “Hocam şu konuda şöyle şöyle diyorlar. Aslı şudur. Bu söylentiyi çıkaran falanca, esasen sizin muhalifiniz olup, geçenlerde sizin aleyhinizde şunu şunu söylediğine arkadaşlar şahit olmuş…” Kralın neye kulak verip neye vermeyeceği, kimin sözüne itibar edip kiminkini kale alacağı veya almayacağı önden ayarlandığı için, küçük ve göstermelik temasların kimseye bir zararı olmayacaktır. Hakkın hatırını öncelemek İkinci konu başlığımız hak hukuk meselesi… Bu bağlamda benim dikkatimi çeken bir husus var ki o da insanımızın kendine yapıldığında isyan edip, başkalarına yapılan haksızlıklar karşısında sessiz kalması olgusudur. Bu konu nasıl açıklanabilir? - “Kendilerini doğrunun yegâne temsilcisi, muhatabını da kendi durduğu yerin tam zıddında konuşlanmış olarak kabul ediyorlar” demiyorum, kabul ediyormuş gibi yapıyorlar. Son ifade ettiğim iki cümle birbirinden oldukça farklı. İlkinde yanlış veya doğru bir inanmışlık var. Yani kişi samimi… Tabiî ki samimi olması onun yanlışlıklarını örtmez; yanlış, yanlıştır. İkincisinde inanmışlık elbisesi giydirilmiş bir çıkar ilişkisi söz konusu. Elbette arada hakikaten inanmış insanlar da var. Her zaman olduğu gibi onlar da ana akıma uymak zorundalar. Güzellikle olmazsa başka yöntemlerle… Sonra? - Sonrasında sen sağ, ben selamet… Yanlışa yanlış diyen kişi, saf ve göz yuman, ilmi siyaset uzmanı… Yalana ve iftiraya tevessül etmeyen, beceriksiz, ilkesiz olansa iş bitirici… Prensiplere bağlı olan kişi bozguncu, güce tutunan, yol arkadaşı… Sahada ter dökense asker, arkadan iş çeviren, vezir… Bu konuya ilişkin son olarak ne söyleyebilirsiniz? - Güzel bir tespiti buraya kaydedip bu konuyu bitirelim. “Memuriyete veya imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa yalnız maişet ve menfaat için girse bir nevi Çingenelik eder.” Hamiyet ve hizmet yoksa… Evet… - Kuru söğütten düdük olmaz. Eğri çubuğun gölgesi doğru olmaz… temmuz 2014 97 HABERA JANDASÖYLEŞİ “Bir toplum değerleriyle, inançlarıyla, kararlılıklarıyla ve güçlü bağlarıyla ayakta kalır. Bir toplumun geleceğinden ürkülürse, hasım strateji şunu yapar: Önce o toplumun genç nesillerinin tarihle olan bağlarını kopartır. O açıdan savaş ve politika, aslında içiçe geçmiş iki kavramdır. Yani politika kansız savaştır, savaşsa kanlı bir politika.” *** Böyle yerlere, yani pazar ve enerji imkânlarıyla ve doğal kaynaklarıyla iştah uyandırıyorsa ve bu iştah yüksek teknolojinin geldiği en üst seviyeye rağmen azalmadıysa, buralara gitmek için bir meşruiyete ihtiyacınız olur. Tarihin hiçbir döneminde dünyanın hiçbir yerine gerçek nedenlerle gidilmemişti. Şöyle bir bakın sömürgecilik tarihine. Afrika’ya gidildiğinde “Biz sizi köleleştirmek, ümüğünüzü sıkmak, kıymetli madenlerinizi elinizden almak için geliyoruz” denildi mi? Hatırlayın ünlü bir Afrikalının sözünü: “Misyonerler topraklarımıza geldiklerinde bize dua etmesini öğrettiler. Gözlerimizi kapadık ve dua etmesini öğrendik. Gözlerimizi açtığımızda Hıristiyanlık dini bizim olmuştu, topraklarımız onların.” *** 2004 senesinde başka bir adla Irak’ta kurulduğunda işgale karşı, Sünni direnişi benimseyen bir yapısı vardı IŞİD’in. O zaman El-Kaide filan denmişti. Bakın, haklı adalet mücadelesi, millet iradesi, insanca yaşama iradesi Müslüman dünyasının neresinde varsa, oraya bir şekilde bu tür örgütler sonradan geliyor; bütün bu haklı, herkesin benimseyeceği, Hıristiyan dünyasında bile içinde azıcık vicdanı olan yeni neslin vicdanını harekete geçirebilecek ne varsa onu baştan kesen, kopartan, bu haklı direnişi yerle bir eden bir davranış biçimi görüyoruz. Suriye bunun en çarpıcı örneğidir. 98 temmuz 2014 KÜRESELLEŞME VE ORTADOĞU’DA KIRILAN FAY HATLARI K ÜRESEL gelişmeler, evrensel değerler, demokrasi, insan hakları, hukuk ve eşitlik gibi kavramları ortaya çıkarmanın yanı sıra güçler arası çıkar çatışmalarını, ülkeler arası siyasî bağlantıları, güncel ve gelecek hayatlarımızı da şekillendirebilmektedir. >> Küreselleşme sürecinde ulus devlet, giderek artan ölçülerde uluslararası insan hakları düzenine karşı sorumlu tutulmaktadır. Ulus devletin egemenlik alanı ve rolü, uluslararası düzen tarafından tanımlanmakta, küreselleşme ile ulus devlet daha kapsamlı ve büyük bir birime bağlı hale gelmekte, dışa açılmakta, ulusal sınırlar da esneklik kazanmaktadır.1 Küreselleşme süreciyle birlikte bir de yeni bir siyasal mekân ortaya çıkmaya başlamaktadır. Küreselleşmenin Türkiye’ye yönelik en önemli etkilerinden biri, iç politika ile dış politika arasındaki ayrımı ortadan kaldırarak iç politikayı dış politikanın uzantısı haline getirmesi olmuştur. Küreselleşme öncelikle iç politikayı etkilemekte, iç politika da kendini dış politika üzerinden yeniden üretmektedir. Dış politikaya yön veren kimliklerin bilinç haritaları değişikliğe uğramakta, yeni güvenlik ve tehdit algılamaları ortaya çıkmaktadır.2 Sömürgecilik sonrası Ortadoğu’da Arap ülkeleri diktatörler, yerel işbirlikçiler ve dış güçler tarafından yönetilmişlerdir. Diktatör ve dış güçler arasındaki uzlaşma ve çatışmalar, birçok Arap ülkesindeki olayların gidişatını belirlemiştir3. Otoriter rejimlerin dünyadaki tüm değişim dalgalarına karşı koyarak ayakta kalmanın yolunu hep bulduğu bölgede, kentli orta sınıfların başını çektiği bir özgürlük ve egemenlik hareketi yerleşik yapıları sarstı, siyasetin niteliğini değiştirdi.4 İslamcılık düşüncesi 150 yıldır Müslüman toplumları ulus devletlere bölmenin aracı olmuştur. Arap halklarının kendi özgürlük, egemenlik ve onur mücadelelerini toplumsal hareketlenme ve barışçı örgütlenme yoluyla yapması Batı’nın desteğini alırken, Arap Baharı’ndan 2003 Irak Savaşı’yla tetiklenen mezhepsel fay hatlarına doğru bir kayış söz konusu olmuş, bugün İslamcı örgütler Müslüman toplumlarla çatışmaya, Müslümanlara eziyet etmeye başlamışlardır. Türkiye ise yeni dış politika konsepti gereği bölgesel ekonomik ilişkilere ağırlık verirken, sadece Ortadoğu’yla değil, Balkanlar’dan Kafkaslar’a kadar her bölgede etkinlik göstermektedir. Arap Baharı’nın akabinde sorun çözücü, istikrar sağlayıcı bir rol üstlenen Türkiye, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “akil ülke” tanımlamasıyla uyumlu bir çizgide ilerlemiş; Başbakan Zehra Ulucak zehraulucak.ajanda@gmail.com Bir anda yeni yapılar, yeni örgütler çıktı ortaya. El Nusra, IŞİD ve sair… Kafalar kopartılıyor kör bıçakla, insanların kalpleri çıkartılıyor ve bunların görüntüleri tüm dünyaya servis ediliyor. Bundan en çok Esad yararlandı; “İşte bu!” dedi, “Ben terörle mücadele ediyorum”. Rakka’da petrol bölgesini teslim etti. Finansman kaynağı üretti, üstüne gitmedi. IŞİD, Özgür Suriye Ordusu ile çarpıştı. Bu nasıl bir İslam savunuculuğu? Dolayısıyla bu bir maniveladır. Arkasında sığınak yapanları tek tek saymaya gerek yok, ama son günlerde bu tür analizler duydukça bir ülkenin adının hiç duyulmaması da bana çok manidar gelmeye başladı. *** Örneğin İngiltere… Sanki ortada böyle bir ülke yok. 1926 Ankara Antlaşması’nın tarafı olarak Musul’u oldubittiye getirip kapan, 1926’nın koşullarını isyanlarla 1925’te yaşatan İngiltere herhalde unuttu burayı, herhalde Irak’la hiç ilgilenmiyor. Peki, böyle bir şey sizce mümkün olabilir mi? Mümkün değil. Dolayısıyla bunların hepsinin hesap edilmesi gerek. Bu durum sermaye hareketliliği açısından yeni mekânların üretilmesine ve bu sıkışmanın giderilmesine zemin hazırladı. Bu yöneliş, Soğuk Savaş sonrasının siyasal iklimiyle bütünleşerek yeni coğrafî alanlar ve yeni devlet yapılarına odaklandı. Kapalı ve sorunlu devlet yapıları ise ilk akla gelenlerdi. Buralara yönelişler oldu. Bu yönelişlerin esası, pazarlık gücü daha sınırlı olan, daraltılmış küçük devlet modellerinin oluşumuna dayanıyordu. Nitekim öyle de oldu. Bugün Suriye, Irak, hatta Libya için üçe bölünmelerden söz ediyoruz. Bu ufalanmalar, yeni devletler veya devletçiklere yönelik denetim zorluğunu en aza indirebileceği gibi, her biri küçük birer kâr adacığı gibi bir işleve sahip olmalarına da zemin hazırlayacaktır. *** Biz bütün bu coğrafyanın verdiği çeşitlilikle dış politikada da seçeneksiz olamayız. Tek seçenekli hiç olamayız. Bunların hepsiyle birlikte olmalıyız, hepsiyle hem oyun kurucu, hem yönlendirici, hem aktif rol alıcı bir işleve sahip olmak zorundayız. Bu böyle olmak zorundadır. Olmadığı takdirde bu coğrafyaya hapsedilir- Yeni Yüzyıl Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Yaşar Hacısalihoğlu temmuz 2014 99 HABERA JANDASÖYLEŞİ siniz. Tarih boyunca da bu hep böyle olmuştur. Bakın, bir söz söylenmiştir Türkiye için: “Soldukça sulanmalıdır, yükseldikçe budanmalıdır.” Bu sözün sahibi, İngiltere Eski Başbakanı Churchill’dir. *** Ortadoğu’da rejimler ve halklar birbirinden ayrı keyfiyetlerdir. Yani bir ülkeyi rejimleri üzerinden değerlendiremezsiniz. Orada halklarla rejimler başka şeylerdir. Oraya suni olarak bırakılan totaliter yapılar, bölgeye nizam vermek isteyenlerin, özellikle İngiltere ve Fransa’nın bıraktığı bir mirastı. Bu mirasla kendilerinin bekçiliğini yaptırmak istediler. Ama şimdi halklar diyor ki, “Bu zengin toprakların yoksul bekçileri olamayız. Bu kaynakların asıl sahipleri bizleriz. Biz, artık kukla yönetimler ve maşa örgütlerle temsil edilemeyiz.” O yüzden ne IŞİD’i, ne Saddam’ı, ne Esad’ı… Bunlar, o halkların gerçek temsilcisi olamazlar. *** Koca İslam medeniyeti darmadağınık. İçinde bir Türk dünyası var, darmadağınık. Ne arıyorsunuz? Doğal kaynakları. Nerede? Burada. İnsan? İnsan kaynağı da burada. Genç nüfuslar zıpkın gibi, ama bir araya gelme iradeleri ellerinden alınmış. Hayır, Türkiye artık bu kabuğu kırmaktadır ve ilk defa Türkiye bu bölgede halklar nezdinde -rejimler değil, onlar manipüle edilmiş, üzerlerinden algı yönetiliyor- böyle bir tohumlanma yapılmaktadır. Yeter ki inançlı ve istikrarlı yürüyüş devam etsin. Ancak bunun için de ekonomik çekiciliğimizin artması gerekir. Burada parantez içinde şunu söylemek isterim: IMF’den kurtulmuş bir ülke olarak bundan sonra yapacağımız yegâne hamle, ileri stratejik teknoloji üretmek ve katma değeri yüksek ürün kategorisine geçmektir. 100 temmuz 2014 Erdoğan’ın Kuzey Afrika gezisinde inançlı bir lider olmasına karşın laik devlet yönetiminden yana olduğunu söylemesi Batı dünyasından çok olumlu tepkiler almıştır. Biz de bölgesel ve küresel gelişmeleri, ulus devlet anlayışını, Ortadoğu’da kırılmaya yüz tutan fay hatlarını, dünyayı ve Türkiye’yi Yeni Yüzyıl Üniversitesi Rektör Yardımcısı, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı ve Uluslararası İlişkiler Profesörü Sayın Yaşar Hacısalihoğlu’yla konuştuk. *** Dediler ki, “Biz okyanusun dibine attık onu”… • Hocam, öncelikle söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ediyorum… Ortadoğu’da yaşananları, Suriye ve Irak’taki gelişmeleri ve son olarak IŞİD’in durumunu nasıl değerlendirirsiniz? IŞİD nasıl bir örgüt ve kime çalışıyor? Musul’daki Türk Başkonsolosluğu’na düzenlenen saldırı ve rehin alma hadisesinin sebebi neydi? Soğuk Savaş döneminin bloklu bir yapısı vardı. O zaman iki taraf, ideolojik zemin üzerinden bir karşıtlık üretmişti ve sınırlar belliydi. Her şey büyük ölçüde kaba kuvvete dayalı yöntemlerle yürüyordu. Uluslararası ilişkilerde karşıtlık ve düşmanlık algıları esastı. Bütün bunların değişime uğradığı yeni bir döneme girildi. Bu yeni dönemde güçlerin hedefleri gözden geçirilmiş ve buna dayalı yeni yöntemler saptanmıştır. Biz uluslararası sistemi şöyle görmeliyiz: “Büyük bir bilek güreşinin olduğu yer.” Uluslararası ortam, keşke işbirliğinin çok daha kolay işlediği, ortak idealde buluşulan, insanlık adına yararlı şeyler üreten bir sistem olsaydı, ama maalesef böyle değil. Çıkarlar belirleyici, ama bu çıkarlar nedense çoğu zaman işbirliğinden daha çok çatışmayı besliyor ve her zaman kaotik bir ortamla karşı karşıya kalıyoruz. Hal böyle olunca bu yeni dönemin yöntemlerine baktığımızda -geçmişten çok daha farklı olarak- yeni dönemde önemli jeopolitik boşlukların, sinir uçlarının üzerinde büyük bir kümelenmenin ortaya çıktığını görüyoruz. Sovyetler Birliği’nin önce kendi içinde çözülmeler başladı. Ardından Balkanlar, Doğu Avrupa, Kafkaslar, Orta Asya ve Ortadoğu gibi jeopolitik önemdeki bölgelerde önemli değişimler yaşandı. Ortadoğu özelinde Irak ve Suriye de bu değişimden nasibini aldı. Saddam ve Baba Esad’lı dönemler kapandı. Onlar ortadan kalkınca adeta bir enerji boşluğu doğdu. Ama dünyada değişmeyen bir şey daha vardır ki, o da, sürekli büyük güçlerin, büyük hedef koyanların, dünyaya nizam vermek isteyenlerin davranış biçimidir. Bu davranış biçimi iki unsura odaklanıyor: Birincisi, yerin altının bereketine yönelen ilgi ve hiç eksilmeyen iştah. İkincisi ise, yerin üstünün bereketi. Yani geniş nüfuslu, özellikle genç nüfuslu ve hatta üretmekten çok tüketmeye eğilimli pazarlar; bir ülkenin veya bölgenin pazar olarak görülmesi, ilgi uyandırması, iştah kabartması… Böylesi iki nokta üzerinde bulunduğumuz coğrafyada yeniden saflaşmanın gereği ortaya çıktı adeta. Bu noktada aracı kurumlar niteliğinde “aracılarla savaş, aracılarla mücadele ve vekâlet savaşları” tarzında diyebileceğimiz devletlerarası ilişkiyi örtülü bir savaşla yürüten terör örgütleri peydahlandı. El-Kaide adını 11 Eylül’den sonra dünya daha çok duydu. Sovyetlerin Afganistan işgali sonrası başındaki kişinin biçim değiştirdiğini duyduk. Bir resimlerini gördük, bir de dediler ki, “Biz okyanusun dibine attık onu”. Ne güzel, ne kıymetli sırları vardı onun, keşke onları öğrenebilseydik. Kimle nasıl ilişkileri vardı acaba? Şunu söylemek isterim ki, böyle yerlere, yani pazar ve enerji imkânlarıyla ve doğal kaynaklarıyla iştah uyandırıyorsa ve bu iştah yüksek teknolojinin geldiği en üst seviyeye rağmen azalmadıysa, buralara gitmek için bir meşruiyete ihtiyacınız olur. Tarihin hiçbir döneminde dünyanın hiçbir yerine gerçek nedenlerle gidilmemişti. Şöyle bir bakın sömürgecilik tarihine. Afrika’ya gidildiğinde “Biz sizi köleleştirmek, ümüğünüzü sıkmak, kıymetli madenlerinizi elinizden almak için geliyoruz!” denildi mi? Hatırlayın ünlü bir Afrikalının sözünü: “Misyonerler topraklarımıza geldiklerinde bize dua etmesini öğrettiler. Gözlerimizi kapadık ve dua etmesini öğrendik. Gözlerimizi açtığımızda Hıristiyanlık dini bizim olmuştu, topraklarımız onların.” Oysa söylenen, beyaz adamın boynunun borcuydu putperest topraklara semavi bir dini götürmek. Çıktısı ne oldu? Kolonyalizm, kölecilik ve bunları dünya siyasî tarihine armağan ettiler. Irak’a da demokrasi ve insan hakları götürmek için gidildi. Ama orada Basralı Ömerler, Felluceli Aliler babasız ve annesiz kaldılar. Elleri kolları kopartıldı üzerlerine düşen demokrasi bombalarıyla. Böyle bir noktada hedefteki yere giderken meşruiyet aracına ihtiyaç duyarsınız, mızrak uçlarına ihtiyaç duyarsınız; sistem böyle işliyor. Dolayısıyla 11 Eylül sonrası ne dendi? “Sovyet bloğu yok artık! Düşman yenildi, komünizm çöktü. Fakat yeni bir düşman var. Kim? Küresel terör…” Bu sıfat nasıl ortaya çıktı? “Yok, yok! Siz anlamadınız. İslam’la terörü yan yana getirin… İşte anlamanız gereken bu!” Zihinlere bu yerleştirildi. İslam, doğası gereği yaratılışın, fıtratı gereği varlığın, bütün hikmeti gereği barışın, kardeşliğin, komşuluk ve kardeşlik hukukunun ve de her şeyden önemlisi adalet duygusunun içinde olduğu bir hikmettir. Dolayısıyla terörle İslam’ı özdeşleştirmek ve kalıcılaştırmak, özellikle Batı toplumlarının zihnine bunu yerleştirmek adına bu örgütler işe yarıyor. Bu örgütlerin İslam’a faydasını tespit eden varsa çıksın söylesin. Bu elle, bu tür yöntemlerle nasıl bir faydası var? İsteriz ki bütün dünya İslam’ı benimsesin. Bu yöntemlerle mümkün mü? Bu tür örgütler bugünün gençliğine sempati uyandırır mı? Bu tür örgütlerin varlığı ve işleyişi, temmuz 2014 101 HABERA JANDASÖYLEŞİ bizim zorunluluğumuz mu bu? Türkiye gözümüzün önünde. Müslüman ve millet iradesiyle yaşayabilen, demokrasi ile İslam’ı bir arada buluşturabilmiş, bunu ispatlamış bir ülke; biz de böyle yaşamalıyız.” İslam’a yapılmış en büyük kötülüktür. IŞİD denilen yapı bir tür Sünni örgütlenmeymiş ve Sünnilerin haklarını savunmak üzere -Irak’ta Maliki rejiminin baskıcı, mezhepçi Müslümanlara zarar veren o ayırıcı niteliğini gözardı etmeden ve bunu da gerekçe göstererekSünnilerin ezilmişliğini ya da horlanmışlığını ya da doğal kaynaklardan ve sairden uzak kalmasının bir giderici unsuru öncüsü olacakmış. Böyle bir şeyin doğru olduğunu söylemek mümkün değil. “Nerede haklı bir mücadele varsa örgütlerin elleriyle kestiler” Şunu söylemek gerekir: IŞİD’in yaptığı, bugün Irak’ta yüzyüze kaldığımız, analiz etmeye çalıştığımız davranış biçimlerine bakın, bu İslam’a, Müslümanlığa dönük ve ihtiyaç duyduğumuz devrim niteliğine dayalı bir şey midir? Şunu demek istiyorum: Tarih 102 temmuz 2014 boyunca İslam dünyasında Sünni ve Şii ayrılığın fesadını yerleştirenler, İslam’a yapılmış en büyük kötülükle tarihe adlarını yazdırmışlardır. Ayrıntısına girmek istemem ama sordunuz ya “IŞİD’in arkasında kim var?” diye, bundan 1500 yıl önce bu hadiselerin arkasında kim vardı ise o var. Orada da aynı şey çıkar. Hıristiyan dünyası da birbiriyle çok çekişti. Ortodokslar, Katolikler, ardından Protestanlar çelişkileriyle büyük çatışmalar yaşadılar. Ama artık onlar için bitti bu işler. Şimdi bizim dünyamıza yıkılmış durumda, bizim medeniyetimiz benzer çatışmayı yaşıyor ve olaylar koca bir medeniyeti büyük bir girdaba çekiyor. Adeta içine gireni yok ediyor. Nedir bu girdap? Sünni-Şii ayrılığı. “Körükledikçe körükleyelim, bloklaştırdıkça bloklaştıralım, çatıştıralım, istediğimizi yapalım…” Bu da yetmiyor, IŞİD gibi yapılarla Sünni blok da atomize edili- yor aslında. Bunun da kanıtı, IŞİD’in Suriye’deki tavrıdır. 2004 senesinde başka bir adla Irak’ta kurulduğunda işgale karşı, Sünni direnişi benimseyen bir yapısı vardı IŞİD’in. O zaman El-Kaide filan denmişti. Bakın, haklı adalet mücadelesi, millet iradesi, insanca yaşama iradesi Müslüman dünyasının neresinde varsa, oraya bir şekilde bu tür örgütler sonradan geliyor, bütün bu haklı, herkesin benimseyeceği, Hıristiyan dünyasında bile içinde azıcık vicdanı olan yeni neslin vicdanını harekete geçirebilecek ne varsa onu baştan kesen, kopartan, bu haklı direnişi yerle bir eden bir davranış biçimi görüyoruz. Suriye bunun en çarpıcı örneğidir. Kaç yıldır Suriye her sorulduğunda şunu söylüyorduk: “İnsanlar burada hakça yaşamak istiyor ve şunu diyorlar: ‘Babadan oğula geçen bir rejimle yaşamak zorunda mıyız?’ Dünyada bir yığın iyi örnek varken Tüm bu haykırışlar, Suriye muhalefetinin özünü oluşturuyor. Peki ya ne oldu sonra? Bir anda yeni yapılar, yeni örgütler çıktı ortaya. El Nusra, IŞİD ve sair… Kafalar kopartılıyor kör bıçakla, insanların kalpleri çıkartılıyor ve bunların görüntüleri tüm dünyaya servis ediliyor. Bundan en çok Esad yararlandı; “İşte bu!” dedi, “Ben terörle mücadele ediyorum”. Rakka’da petrol bölgesini teslim etti. Finansman kaynağı üretti, üstüne gitmedi. IŞİD, Özgür Suriye Ordusu ile çarpıştı. Bu nasıl bir İslam savunuculuğu? Dolayısıyla bu bir maniveladır. Arkasında sığınak yapanları tek tek saymaya gerek yok, ama son günlerde bu tür analizler duydukça bir ülkenin adının hiç duyulmaması da bana çok manidar gelmeye başladı. Örneğin İngiltere… Sanki ortada böyle bir ülke yok. 1926 Ankara Antlaşması’nın tarafı olarak Musul’u oldubittiye getirip kapan, 1926’nın koşullarını isyanlarla 1925’te yaşatan İngiltere herhalde unuttu burayı, herhalde Irak’la hiç ilgilenmiyor. Peki, böyle bir şey sizce mümkün olabilir mi? Mümkün değil. Dolayısıyla bunların hepsinin hesap edilmesi gerek. Bu noktada bir şey söylemek isterim Zehra Hanım. Uluslararası ilişkiler analizi iki katmanlı yapılmalıdır. Birinci katman, “görünenlerin analizi”dir. Sonuçlardan yola çıkarsınız. Dersiniz ki, “El-Kaide’nin bir uzantısıdır, ayrışmıştır, yeni bir yapıdır; Sunnileri savunmaktadır. Maliki baskıcı rejimle buna ortam sağlamıştır. Sünnileri birbirine kırdırmak adına sessiz kalmaktadır” vs. İkinci katmansa “görünmeyenlerin analizi”dir. Sadece görünmeyenlerin analizi ile uğraşırsanız komplocu olursunuz. Yeterince ispat edemezseniz hayalcilikle de suçlanırsınız. Ama birinci katmanla ikinci katman arasında bağ kurup birinciden ikinciye veri taşır ve bir sentez yaparsanız gerçeğe ulaşırsınız. Uluslararası ilişkiler aslında perdelidir, ajandalıdır. Görünmeyenlere kayıtsız kalınarak, sadece görünenlerle meşgul olunursa ederler hiçbir zaman ne gerçeğe ulaşır, ne de sonuca. İkisini birlikte sentezleyerek, harmanlayarak yapmak gerekir. Böyle yapıldığında IŞİD’in gerçek niyeti ortaya çıkar. Ne İslam’a, ne de Müslümanlığa faydası vardır bu yapılanların. “Küçük kâr adacıkları oluşturmaya hazırlanıyorlar” İslam’ın, bugün geldiği noktada dâhilî düşmanları, haricî düşmanlarından çoktur. Esas olan buna zemin hazırlamasıdır. Bu zemini hazırlarsanız, küresel hesabı olanlar buna atlarlar tabiî. Bunu biz söylemiyoruz. Bunu yayınladılar rapor olarak. Hatta bu bir Pentagon raporuydu. Amerikan ordusunun Eğitim ve Doktrin Komutanlığı yayınlamıştı. Oradan küçük bir not olarak kalmış zihnimde. “21. Yüzyılda Terörizm İçin Askerî Rehber” başlıklı bir rapor. Burada çarpıcı bir iki tasnif vardı. Devletlerle ilişkili terör örgütleri ikiye ayrılıyordu: Birincisi, devlet destekli terör örgütleri (state supported). İkincisi ise, devlet yönelimli terör örgütleri (state directed). Dünyada terör örgütleri üzerine artık böyle bir tasnif yapılıyor. Bunların kim olduğu raporda belirtilmemiş. Dolayısıyla herkesin kendine göre bir terör tarifi, herkesin kendine göre bir terör örgütü var. O açıdan IŞİD’in buradaki mevzilenişini bu noktadan görmek gerekir. Aynı zamanda bu, dikkat edilecek olursa yeni dönemde Irak ve Suriye’de bir türlü yönetilemeyen ya da yönlendirilemeyen mevcut siyasî iradelerin daha kestirme bir yolla haritalandırılarak, doğal kaynaklara dayalı yeniden bir harita çizilmesine katkı sunulması demektir. Korkarım ki bu, bu işten medet umanların yeni bir harita çizilmesi konusunda düğmeye basma adına da son hamlesidir. Biz bunu Soğuk Savaş sonrası dönemde de gördük ve söyledik. Şöyle gördük: Dünyada iki strateji çatışacak ki birincisi, mevcut duruma dayalı olarak statükoyu kabul edip mevcut durumu sınırların değişmezliği üzerinden yürüteceklerin stratejisi, yani toprak bütünlüğü stratejisi. İkincisi ise, mevcut durumu kalıcı veri almayarak sınırlarında değişebileceğine dayalı anlayış; “Soğuk Savaş sonrası dünya değişti ve bu değişime bağlı olarak siyasî atlas da değişecek. Dolayısıyla ufalanmalar, parçalanmalar yaşanacak ve yeni dönemde toprak bütünlüğü tezi değil, toprak bütünlüğü tezinin geçersizliğinin öne çıktığı bir strateji olacak” diyenlerin yaklaşımı. Bu iki strateji bugün çatışıyor. Buna bir dönem “Balkanlaşma” dendi. Aslında uluslararası politikada belirginleşen trend, mekânsal temelli ve milli sınırlar üzerinden yeni birleşmelere değil, daha çok parçalanmalara, coğrafî boşanmalara işaret ediyor. Soğuk Savaş sonrası iki Almanya’nın birleşmesi dışında başka birleşme örneği yok. Oysa parçalanmalar daha çok. Örneğin bu belirgin trende göre Kıbrıs adasının da tek devlet olarak birleşmesi çok güçtür. Bu durumun, yani uluslararası ortamda birleşmelerden daha çok parçalanmaların yaşanıyor olmasının nedenleri, esas olarak yeni dönemin ekonomi politiğinde saklıdır. Buna göre Soğuk Savaş döneminde mekânsal olarak sıkışan sadece güvenlik boyutu değildi, aynı zamanda ekonomik alanda, özellikle sermaye hareketliliğinde kısıtlılık, yine mekânsal esası, pazarlık gücü daha sınırlı olan, daraltılmış küçük devlet modellerinin oluşumuna dayanıyordu. Nitekim öyle de oldu. Bugün Suriye, Irak, hatta Libya için üçe bölünmelerden söz ediyoruz. Bu ufalanmalar, yeni devletler veya devletçiklere yönelik denetim zorluğunu en aza indirebileceği gibi, her biri küçük birer kâr adacığı gibi bir işleve sahip olmalarına da zemin hazırlayacaktır. Gidişat bu yönde, trend böyle işliyor. Ön- anlamda sermaye sıkışmasına yol açmıştı. celikle bunu tespit etmeliyiz. Bu trend veya gidişata karşı çıkmak veya benimsememek ayrı bir konu, bu durumu saptamak ve buna göre bölgeleri ve uluslararası ortamı analiz etmek de ayrı bir husus. Bu durum sermaye hareketliliği açısından yeni mekânların üretilmesine ve bu sıkışmanın giderilmesine zemin hazırladı. Bu yöneliş, Soğuk Savaş sonrasının siyasal iklimiyle bütünleşerek yeni coğrafî alanlar ve yeni devlet yapılarına odaklandı. Kapalı ve sorunlu devlet yapıları ise ilk akla gelenlerdi. Buralara yönelişler oldu. Bu yönelişlerin Bu noktada söylenmiş iki söz, bu sürece dair yaklaşımları yansıtıyor. Birincisi, ABD’li futürist John Naisbitt’in “Dünya tek pazar haline gelecekse parçaları küçük olmalı” sözü. Diğeri ise, bir dönem temmuz 2014 103 HABERA JANDASÖYLEŞİ Genişlemeden Sorumlu AB Komiseri’nin “Biz Müslüman ülkeyi AB’ye tam üye yaparız, ama küçük olmalı” sözü... Aslında bu durum daha çok yöntemler açısından yeniliğe işaret ediyorsa da meselenin esası açısından geçmişle benzerlikler taşır. Nitekim Osmanlı’dan sonra Batı tarafından Ortadoğu’ya bırakılan mirasın özünde şu anlayış vardır: “Biz topumuzu, tüfeğimizi, üniformamızı götüreceğiz ama gözümüz arkada kalmamalı. Önce haritalar özenle, büyüklükleri küçülterek, etnik ve mezhepsel ayrışmaları körükleyerek ihtilafların kalıcılaştırılması esasına göre çizilmeli. Öyle ki, günün birinde denetim sorunu yaşarsak, bu ihtilaflar bölgeye 104 temmuz 2014 müdahale etmemize meşruiyet kazandırmalı ve tabiî ki bizden sonra bırakacağımız baskıcı rejimler de bizlerin çıkarlarını gözetecek tarzda olmalı.” Bu anlayış Ortadoğu’ya nizam vermiş ve geriye Irak, Suriye ve Ürdün gibi ülkeleri, cetvellerle sınırlarını belirleyerek yeni ülkeler diye önümüze koymuştur. Aynı ümmetin bu ülkelerinin farklılıklarından çok benzerlikleriyle bilinmelerine rağmen bu gerçek hep ötelenmiş ve ihtilaflarıyla yoğrulan bir kaos coğrafyasına dönüştürülmüştür burası. Bölgede sürekli ayrışan, atomize olan, ihtilaflarını uzlaşmaz çelişkilere dönüştüren ve milletleşmenin önünü tıkayarak güç oluşumunu engelleyen bir süreç hep egemen olmuştur. Bugün 50 eyaletli -eyalet sistemiyle yönetilen- ABD, iddiam o dur ki -gidip yaşadım, bizzat görmek için 42 eyaletini de gezdim- “bir millet refleksi ile çalışır”. Çünkü bir devlet, milletiyle bütünleşirse güç olur. Güç ise yönetilebilirse gerçek olur. İç barışını sağlayamamış, bir balıkçı ağı gibi içeride bütünleşmemiş hiçbir devlet, dışarıdaki, uluslararası arenadaki bilek güreşinde galip olamaz. Örneğin Mısır’da bir millet iradesi ile seçim oldu ve hemen “beş benzemez” orada darbeyi destekledi, finansmanını sağladı, siyasi gücünü de yansıttı ve ülkeyi darmadağın etmeye kalkıştı. Bu “beş ben- zemez”, İsrail, Suudi Arabistan, İngiltere, Esed ve General Sisi. Buradaki davranış biçimini görmezsek gerçeği anlayamayız. Hiç kimse “Cambaza bak!” mantığıyla uluslararası ilişkiler analizi yapmamalı. Esas olan, gerçekte var olan mekanizmayı çözmek. “Soldukça sulanmalı, yükseldikçe budanmalı” • Türkiye, mevcut stratejik konumunun ve küresel konjöntürün kendisine sunduğu fırsatları yeterince kullanabiliyor mu? Türkiye’nin bulunduğu yer, hakikaten biricik bir yer. Bunu ben değil, harita söylüyor. Tür- kiye, üst ölçekte Asya, Avrupa ve Afrika’nın, alt ölçekte ise Balkanlar, Karadeniz, Akdeniz, Kafkaslar, Orta Asya ve Ortadoğu’nun en stratejik orta yeridir, merkezî konumdadır. Bu konum eşsiz fırsatlar manzumesi sunar. Bu coğrafi konumun stratejik değeri, Türkiye’yi bölgesinde ve dünyada ayrıcalıklı kılmaktadır. Üç tarafının denizlerle çevrili olması başlı başına üstünlüktür. Bu durum dış politika stratejilerine de doğrudan yansır. Her şeyden önce bölge merkezli dış politika stratejiniz esas olmalı. Türkiye’nin çevresindeki tüm bölgeler, mutlak suretle sizinle hemhaldirler. Yani Ortadoğu, Kafkaslar, Balkanlar, Akdeniz ve Karadeniz dünyasıyla… Bizim milli ve idari sınırlarımızın yanı sıra başka sınırlarımız da var. Bizim inanç, kültür ve ekonomik sınırımız çok geniş coğrafyaları içine alır. Üstelik bu sınırlar başka ülkeleri bölen, onlarla çelişen, onları dışlayan değil, onlarla hemhal olan sınırlardır. Tarih boyunca da bu hep böyle olmuştur. Dolayısıyla geliştireceğiniz dış politika stratejiniz de bunları gözetip öne çıkartarak ortaya konulmalı. Biz bütün bu coğrafyanın verdiği çeşitlilikle dış politikada da seçeneksiz olamayız. Tek seçenekli hiç olamayız. Bunların hepsiyle birlikte olmalıyız; hepsiyle hem oyun kurucu, hem yönlendirici, hem aktif rol alıcı bir işleve sahip olmak zorundayız. Bu böyle olmak zorundadır. Olmadığı takdirde bu coğrafyaya hapsedilirsiniz. Tarih boyunca da bu hep böyle olmuştur. Bakın, bir söz söylenmiştir Türkiye için: “Soldukça sulanmalıdır, yükseldikçe budanmalıdır.” Bu sözün sahibi, İngiltere Eski Başbakanı Churchill’dir. “Soldukça sulanmalıdır”: “Bir pazar olarak, stratejik olarak tutulmalıdır: Maazallah bize hasım birinin eline geçerse ne yaparız?” “Yükseldikçe budanmalıdır: Yükselirse mızrak çuvala sığmaz, kontrol edemeyiz.” Dolayısıyla bu açıdan da bu coğrafya, bulunduğumuz bu yer, başlı başına bu özelliği ortaya koyar. Son yıllarda bölge merkezli dış politikaya yönelişimiz ve bilhassa Ortadoğu’yu tekrar hatırlamamız önemli. Burada da şöyle bir yol izlendi: “Bu konuda yanlışlar yapıldı” diye eleştiriler yapılabilir, ama bu uzun soluklu bir iş aslında. Bunun kırılma noktası “Davos süreci”dir. Oradan günümüze gelen süreç içerisinde uygulanan şey de aslında bir kamu diplomasisi, yani halklarla hemhal olma durumudur. Başlangıçta, yani Davos’ta spontan gelişen durum sonrasında mutlak suretle her şey bilinçle yürütülmüştür diye düşünüyor, öyle umut ediyorum. Kamu diplomasisi yolu meşakkatlidir, sabır ister. İnanç ve dayanıklılık ister. Sonuna kadar taşımak ve götürmek gerekir. “Dünya beşten büyüktür” Ortadoğu üzerinden cevap verecek olursak… Ortadoğu’da rejimler ve halklar birbirinden ayrı keyfiyetlerdir. Yani bir ülkeyi rejimleri üzerinden değerlendiremezsiniz. Orada halklarla rejimler başka şeylerdir. Oraya suni olarak bırakılan totaliter yapılar, bölgeye nizam vermek isteyenlerin, özellikle İngiltere ve Fransa’nın bıraktığı bir mirastı. Bu mirasla kendilerinin bekçiliğini yaptırmak istediler. Ama şimdi halklar diyor ki, “Bu zengin toprakların yoksul bekçileri olamayız. Bu kaynakların asıl sahipleri bizleriz. Biz, artık kukla yö- netimler ve maşa örgütlerle temsil edilemeyiz.” O yüzden ne IŞİD’i, ne Saddam’ı, ne Esad’ı… Bunlar, o halkların gerçek temsilcisi olamazlar. Bugün Mısır’daki Sisi de halkın temsilcisi olamaz, o da bir kukladır. Türkiye’nin yürüttüğü “kamu diplomasisi”, halkların yüreklerine ve zihinlerine bırakılan tohumlardır. Bu meşakkatlidir, sabır ister, uzun solukludur, değerlerle sürdürülen bir yaklaşımdır. Bu değerler, subjektif şeyler değildirler. Değerden kastettiğim, uluslararası sistemin içine düştüğü boşluk, bir değersizlik boşluğu. Nedir o? Uluslararası hukukun, yani adalet duygusunun yok olması. Birleşmiş Milletler diye devasa bir yapı var. Ondan beklenene yeterince cevap veremeyen, yaptırım gücü olmayan bir adres görünümünde. Güzel bir söz vardır “Beş mi büyüktür, dünya mı?” diye, dünya beşten büyüktür. Beş daimî üye dünyaya nizam verecek, onlar üzerinden her şey Güvenlik Konseyi’nde yönlendirilecek (!)... Böyle bir yapıdan hayır gelir mi? Konjonktür değişmiş, yeni bir dünya var artık. Başka ülkeler var, mazlumlar var… Dolayısıyla Türkiye’nin bugün itibariyle tuttuğu yol ve ilerlemek istediği nokta, elbette bütün bu dış politika seçenekleri içinde çeşitlendirerek hepsiyle temas kurmaktır. AB’ye üyelik süreci sürsün, ama bunu yaparken başka yerlerle olacak ilişkilerimiz engellenmesin, başka yapılarla kurulacak bölgesel ittifaklarımız ayrılığa uğratılmasın. Koca İslam medeniyeti darmadağınık. İçinde bir Türk dünyası var, darmadağınık. Ne arıyorsunuz? Doğal kaynakları. Nerede? Burada. İnsan? İnsan kaynağı da burada. Genç nü- fuslar zıpkın gibi, ama bir araya gelme iradeleri ellerinden alınmış. Hayır, Türkiye artık bu kabuğu kırmaktadır ve ilk defa Türkiye bu bölgede halklar nezdinde -rejimler değil, onlar manipüle edilmiş, üzerlerinden algı yönetiliyor- böyle bir tohumlanma yapılmaktadır. Yeter ki inançlı ve istikrarlı yürüyüş devam etsin. Ancak bunun için de ekonomik çekiciliğimizin artması gerekir. Burada parantez içinde şunu söylemek isterim: IMF’den kurtulmuş bir ülke olarak bundan sonra yapacağımız yegâne hamle, ileri stratejik teknoloji üretmek ve katma değeri yüksek ürün kategorisine geçmektir. Yani futbol terimiyle süper lige, A grubuna çıkmak… Biz, artık cari açıklarla uğraşmayan, ürettiği değerlerle ülkeler üzerinde çeşitlilik kazanan, ortak barışı sağlayacak bir ülke haline gelmeliyiz. Bunun için önemli stratejiler geliştirildiğini biliyorum. İnşallah bunlar başarılır. “Almanya tedirgin” • Türkiye’nin, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “akil ülke” tanımlamasıyla uyumlu bir çizgide ilerlediğini düşünüyor musunuz? “Hayali gerçekleştirmesin” diye uğraşanlar çok. Az önceki sorunun cevabında da bu saklıydı. Bakın, tarihinde ilk defa belki ama -biz ‘dost müttefik’ diye laflar ederdik - Almanya çok tedirgin. En tedirgin olan Almanya belki de. Türkiye’nin toparlanışı ve ilerleyişinden tedirgin. İstanbul’daki bazı projelerden bile tedirgin. Ben şaşkınlıkla izledim; “Başbakan Almanya’ya gidecek, kapalı toplantı düzenleyecek” diye gazete manşetlerinde ağıza alınmayacak laflar neden edildi? Hep bu tedirginlikten. temmuz 2014 105 HABERA JANDASÖYLEŞİ Mısır’a kadar geldi, Mısır’da durdurulmak istendi. Mısır’da o seçimle birlikte ortaya çıkan sonuç bunu ortaya koymuştu. İhvan Hareketi’nin Mısır’da kuruluşundan günümüze kadarki çeşitli merhalelerle yaşadığı değişimler ve yeni tecrübeler edindiği noktasında da bu sonuca varıyoruz. Nitekim hazırladıkları anayasada da İslam’la demokrasiyi birleştiren çok önemli maddeler vardı aslında. Ama orada da unutmayalım ki Selefi anlayış ve Vahhabi gölgesi ve etkinliği, bu anayasayı da boykot etmişti. Hatta “Neden yeterince şer’i hüküm içermiyor?” diye eleştirmişti. Batı’ya nasıl yansıtıldı? “Mursi şer’i hükümlerle şeriat devleti yönetiyor; radikal İslamcı” filan dendi. Bakın çelişkilere! Esasen her ikisi de manipülasyondu. Esas olan, İhvan’ın da millet iradesiyle seçilmiş olmasıydı. Bu tedirginlik şunu gösteriyor aslında Zehra Hanım: Almanya diyor ki, “Türkiye benim kulvarımda ve benim ölçülerimde bir ülke olma yolunda”. Korkusu bu! İleri teknoloji üretecek -bu konuda mesafe almamız gerekiyor- nüfus büyüklüğü, coğrafi büyüklüğü, etki alanlarındaki çatışmalar, pazar imkânları Almanya’yı tedirgin ediyor. “Akil ülke”den benim anladığım, ekonomisi istikrarlı, nihaî maldan çok ara malı üreten, ileri teknolojiye dayalı üretim mekanizmasını kuran, enerji santrali açısından önemli ölçüde bir merkez işlevi gören ve bunları da katma değere dönüştürebilen bir ülke noktasına geliyor. Ortadoğu’daki halklar üzerinde yumuşak gücünü de kullanıyor olması, uluslararası sistemde Türkiye’ye bir değer daha yüklüyor. “Demokrasi inancı 106 temmuz 2014 bölge insanının yüreğine ve zihnine yerleşti” • Arap devrimlerini başarısız olarak nitelendirmek doğru olur mu? İslamî partilerin kısa süreli iktidar deneyimlerinden yola çıkarak siyasal İslam’ın sonunun gelip gelmediğine yönelik tartışmalardan bahsetmek ne kadar doğrudur? Ben “Arap Baharı” nitelemesinin yaşananları tam olarak karşıladığını düşünmüyorum. Sonuçta bu Soğuk Savaş sonlandıktan sonra dünya yeniden şekillenirken, beraberinde yeni teknolojiler, yeni imkânlar, yeni bir neslin ortaya çıkması bunların kullanılmasını getirmiştir -daha önce hiç tanıdık olunmayan stratejik iletişim çağındayız-. Birçok çalışmanın algılar üzerinden yürütüldüğünü biliyoruz. Artık gerçek olan değil, algılanan önemli. Neyin gerçek olduğu değil, halkların neye inandırıldığı önemli. Bütün bu imkânlar hiç kuşkusuz bütün dünyada olduğu gibi Arap dünyasında, özellikle gençler üzerinde ciddi bir hareketlilik, büyük bir isyan hareketi başlattı. Tunus’la başlayan süreç –ki bu, aslında başından beri söylediğim, bölgeye monte edilmeye çalışılan rejimlerle halkların uyuşmazlığına karşıbir isyandı; bir isyan geleneği var Ortadoğu’da, bunun açığa çıkmasıydı. Ama “Bu süreç doğru yolda yürümesin” diye ellerinden gelen her şeyi, bu konuda her hesabı yapanların ajandasına yerleşti. Kulvar değişikliği, yön değiştirmeler ve sair… Bu süreç, İslam coğrafyasında yaşanan bir durumdu. Diğer soruların cevaplarında da söylediğim gibi, bana göre bu süreç yolunda gitseydi, İslam ile demokrasinin birlikte yaşamasının tüm dünyaya en yaygın biçimiyle ispatı olacaktı. Bizim Başbakanımızın Mısır ziyaretinde Mısırlılar, havaalanını bir akşam saatinde miting alanına dönüştürmüşlerdi, büyük bir coşkuyla karşılamışlardı. O zaman, “Korkmayın! Demokrasi ile İslam bir arada yaşar” mealindeki ifadeleri Başbakan da kullanmıştı “Örnek biziz” diyerek. Bunların hepsi Mısır ve bölge üzerinde hesap yapanlar için ürkütücü oldu. Bunun rotasını değiştirmek, yolunu kesmek için daha önce dediğim o “beş benzemez”in -ki bunu altı, yedi, sekize de çıkarabilirizhepsi darbeden yana oldular. İhvan’ın ve orada harekete geçirdiği Mısır halkının, millet iradesinin önünü kestiler. Ben şuna inanıyorum: Bir defa o inanç, o toprakların gençlerine ve insanlarına, yüreklerine ve zihinlerine yerleşmiştir. Eskisi kadar baskıcı ve totaliter rejimler, baskı yöntemleriyle kolay başarı elde edememektedirler. Bir süre sonra mutlak suretle bu yeniden rotasına girecektir. “Artık bir umut var” • Cumhuriyet tarihi boyunca gerek yurtiçindeki dinamikler, gerekse uluslararası konjonktür dolayısıyla kurumsallaşmakta zorluklar çeken Türkiye demokrasisinin geleceğine yönelik neler söylemek istersiniz? Devleti bir organizasyon yapısı olarak değerlendirdiğimizde, bana göre iki tip devlet modeli öne çıkıyor: Birinci modelde bir devletin içindeki milletiyle, bütün unsurlarıyla, yani içindeki insanî kurumları, onların teşkilatları ve ne varsa bir ülke içerisinde -fabrikasından okuluna, bürokrasisinden insanına- tüm varlıklarıyla, kimi başarılı, kimi başarısız, kimi yoksul, kimi zengin, ama onları bir balıkçı ağı gibi birleştirerek aynı idealde, aynı amaç doğrultusunda toparlayabilme becerisini gösterebilen devletler var. Bunu başaran devletler, uluslararası ortamda iç bütünleşmesini sağlamış olmanın gücüyle davranabilme imkânına kavuşurlar. İkinci model ise “ağaç dalları gibi kalanlar”. İç bütünleşmeyi sağlayamamış, kurumları ve bireyleriyle birbirinden kopuk, “Her koyun kendi bacağından asılır” veya “gemisini kurtaran kaptan” misali bir atmosferin egemen olduğu devletler… Bu modelde ağaç dalları gibi olan kurum ve bireylerini, ağaç dallarının uzun ve kısalığına göre simgeleyebiliriz. Uzun dal, “başarı örnekleri” olsun. Yok mu? Vardır elbette o ülkede başarılı olan. Öyle kurum, öyle birey vardır ki dünya çapında başarı sağlamıştır, ama tektir, korunaksızdır, emniyetsizdir, diğerleriyle bağı yoktur. Kısa dal da “başarısızlık ör- neği” olsun. Kurum veya birey olsun, kısa dalın uzun dal karşısında iki davranış biçiminden birini seçme durumu vardır. Ya uzun dalın başarı örneğini kabullenir, “Gölgesinde nasipleneyim” deyip asalak yaşar ve bütüne katkısı olmadığı için ondan bekleneni yapmamış olur ya da daha kötüsünü yapar ve hiç kabullenemeyerek uzun dalın başarısını ne yapıp edip, fitne fesatla aşağıya çekmeye çalışır. İlkinde -balıkçı ağı modelinde- tatlı bir rekabet vardır. İkincisinde boğazlaşma, çatışma hat safhadadır. Her kurum birbiriyle çatışma halindedir. Sürekli kamplaşan bir yapı burada vücut bulur. Ülke içinde balıkçı ağı modelini başaranlar, dışarıya şirketleriyle, vakıflarıyla, üniversiteleriyle, güvenlik unsurlarıyla gidecek, boynuna kement atacak yer, kurum, birey arar. Ağaç dalları gibi kalan, iç bütünleşmesini başaramayan ülkelerde de çok kolay boynuna kement yeme eğilimi çıkar ortaya. Yıllardır Türkiye, boynuna kement yiyen bir ülkeydi. IMF’nin bilmem kaçıncı sınıf memurları yönetiyordu Türkiye’yi. Türkiye’ye gelip gidişleri herkesin birinci gündemi oluyordu. Önemli siyasi kararlar, borsalar kapandıktan sonra açıklanıyordu. İrade bizde değildi demek ki… Çok şükür bunlar geride kaldı. Henüz daha tam balıkçı ağı olduğumuzu söyleyemeyiz, ama artık bu konuda bir umut doğdu, bir yola girildi. İnşallah her türlü fitne fesada rağmen Türkiye, bir an evvel tam bir balıkçı ağına dönüşür ve geleceğin küresel aktörleri arasında yerini alır. “Demokrasi ihraç edilemez, ancak üretilir” Demokratikleşmeye gelince… Demokrasi, bir körün fili tarifi gibi olmamalı. Kime göre demokrasi, neye göre demokrasi? Uluslararası ortamda demokrasi adına yaşanan ve yaşatılanlara bakıldığında demokrasinin lastikli bir kavrama dönüştürüldüğünü görüyoruz. Irak’a da demokrasi getirilmişti, yaşananlar ortada. Demokrasiler ihraç edilemez. Demokrasiler üretilir, kurumsallaştırılması için de sürekli bir meşakkat, merhale, sabır ister. Ben demokrasiyi Türkçeleştireyim müsaade ederseniz… Demokrasi demek, adalet demektir. Adalet sağlayan nizam, bana göre demokrasidir. Dolayısıyla Türkiye, terör meselesinin çözülmesinde, Kürt meselesinin çözümünde, herkesi mutlu edecek birlikte yaşama iradesini ve kararlılığını ortaya koyacak bir noktaya geldiği takdirde kenetlenmiş olacak. İşte bu balıkçı ağı modeliyle yolumuzda emin adımlarla ilerleyeceğiz inşallah. Son olarak, artık hiç kimse Türkiye’nin topla tüfekle, işgalle bileğini bükemez. Önemli olan zihinler, önemli olan kalpler üzerinden yapılan manipülasyonlardır. Yani psikolojik savaş teknikleri… 2500 yıl önce Çin askerî stratejisti Sun Tzu’nun, psikolojik savaş için beş önerisi vardır. Diyor ki, “Bir güçle mücadele ediyorsan, savaşmadan savaşı kazanmanın yollarını öneriyorum. Bir, hasım ülkelerde iyi olan şeyleri gözden düşürünüz. İki, hasım ülkelerin hakanlarının başarılarını küçük göstererek şöhretlerine gölge düşürünüz ve zamanı geldiğinde kendi halkının onları hor görmesini sağlayınız. Üç, karakteri sıkıntılı, adi, aşağılık, toplum içine çıkamayacak kişilerin işbirliğinden yararlanınız. Dört, düşman halkın kendi araların- daki uyuşmazlık ve kavgaları yayınız. Beş, hasmınızın geleneklerini gülünç hale getiriniz ve onları gözden düşürünüz.” Bir toplum ancak değerleriyle, inançlarıyla, kararlılıklarıyla, güçlü bağlarıyla ayakta kalır. Bir toplumun geleceğinden ürkülürse, hasım strateji şunu yapar: Önce o toplumun genç nesillerinin tarihle olan bağlarını kopartır. O açıdan savaş ve politika, aslında içiçe geçmiş iki kavramdır. Yani politika kansız savaştır, savaş da kanlı bir politika. Tüm bunların farkına vararak, tüm tuzaklara, fitne fesada “Dur!” diyerek, ortak kaderde herkesi buluşturarak, kimseyi ötekileştirmeden aynı harman yerinin asli unsuru kabul ederek, bilgiyi bilince dönüştürerek, büyük medeniyet havzamızda “Büyük Türkiye” mefkûresini yeniden inşa ederek, tüm mazlumların yâr ve yardımcısı olarak, kimsesizlerin kimsesi olarak, geleceğimizi biz belirleyerek, devletiyle milletini buluşturan bir güç olarak bu coğrafyada sonsuza kadar başı dik var olacağız inşallah. • Bu keyifli sohbet ve vermiş olduğunuz bilgiler için hem şahsım, hem dergimiz adına teşekkür ederim Hocam… Ben teşekkür ederim… Notlar 1. 2. 3. 4. Mehmet Yüksel, Küreselleşme, Ulusal Hukuk ve Türkiye, Siyasal Kitabevi, Ankara, 2001, s. 145 Bülent Aras, “Globalleşme ve Türk dış politikası”, Zaman Gazetesi, 23.07.2002 Ramzy BAROUD / Çeviri: Sevgi Kaçar, Arap devrimleri başarısız mı oldu? Soli Özel, “Arap Baharı” ile Ortadoğu’da değişen dış politika dengeleri temmuz 2014 107 HABERA JANDADOSYA Yaşı, sözünü ettiğimiz yılı kapsayan Ankaralılar gayet iyi bilirler, Ulus semtinde, Heykel’in yanından geçip Kale’ye çıkan Hisarpark Caddesi’nde, sol tarafta sekiz on katlı bir otel vardı: “Paris Oteli”... Otelin adına dikkatinizi çekerek ilerleyelim ki bu otelde kara sakallı, kara sarıklı, kara gözlü ve kara üstlüklü ihtiyar bir adam kalıyordu. Kara düşkünü bu adam İranlıydı ve sıradan biri değil, bir “Ayetullah” idi ve adı Humeyni’ydi. O yıllarda doğu komşumuza, 50 yıl evvel bir elçilik darbesiyle el koymuş olan “sonradan görme” ya da “çakma şah” Kavas Rıza Pehlevi’nin oğlu hâkimdi. *** Bunun için “Sekiz Yıl Savaşları” başlatıldı ve İran’la Irak, 1980-1988 aralığında acımasızca vuruşturuldu. Böylece Irak içerisindeki yüzde 80’lik Şia varlığının uyanması, Sünni devlete başkaldırması, en azından Bağdat’a düşman olması, İran sempatisi geliştirmesi ve istenen isyan hareketini başlatması istenmişti, lakin istenen yine olmadı. Bunun üzerine doğrudan müdahale gerekti ve “Körfez Harekâtları” başlatıldı. Baba Bush, Sünni iktidarı yıktı ve Şiilere yol açtı. Fakat Şiiler, Kürtler kadar bile olamadılar ve Güney Irak halkı üzerindeki “tarihî çekingenlik” devam etti. Bunun üzerine “İkinci Körfez Müdahalesi” yapıldı ve oğul Bush, idarenin anahtarını bizzat teslim etti Şiilere ve “Üzerlerindeki korkuyu atsınlar” diye de başta Saddam olmak üzere “Tikrit Sünnileri”nin tamamını cümle âlemin gözü önünde astı. *** “Bir İngiliz Casusunun Hatıraları” kitabındaki casus, çengeli 350 yıl evvel Riyad’da takmış ve hırslı Deriyye Emiri Suud ile Abdülvehhab’ı “Made in Majestik Yuvarlak Masa”nın etrafında bir araya getire- 108 temmuz 2014 Ahmet Yozgat ahmetyozgat.ajanda@gmail.com Dünyadaki on komplonun dokuzu İslam üzerine IŞİD FENOMENİ T AKIN kemerlerinizi, 1975’e gidiyoruz. Özelliği şu bu yılın: 20’nci asır bitti, ancak henüz 21’inci asır başlamadı. Başlaması için daha 25+25, yekûn 50 yıl var. (Yazımızın burasına bir parantez içi yıldız koyup dipnotumuzu “baş not” olarak kaydedelim. Bu konuyu ilerideki bir makalede ele alacağız.) >> 1975’le birlikte dünya ahvalinde birtakım değişimler başladı. Yazımızda bu olayların ilklerinden “İran Devrimi” ya da “komşudaki hanedan değişimi” ile başlayan o kanaldaki gelişmelerden söz edip, günümüz Ortadoğu’suna ulaşacağız inşallah. Yaşı sözünü ettiğimiz yılı kapsayan Ankaralılar gayet iyi bilirler, Ulus semtinde, Heykel’in yanından geçip Kale’ye çıkan Hisarpark Caddesi’nde, sol tarafta sekiz on katlı bir otel vardı: “Paris Oteli”... Otelin adına dikkatinizi çekerek ilerleyelim ki bu otelde kara sakallı, kara sarıklı, kara gözlü ve kara üstlüklü ihtiyar bir adam kalıyordu. Kara düşkünü bu adam İranlıydı ve sıradan biri değil, bir “Ayetullah” idi ve adı Humeyni’ydi. O yıllarda doğu komşumuza, 50 yıl evvel bir elçilik darbesiyle el koymuş olan “sonradan görme” ya da “çakma şah” Kavas Rıza Pehlevi’nin oğlu hâkimdi. İkinci Dünya Harbi’nin arka- sından gelen dönüşüm yıllarında Türkiye’de Menderes iktidara geldiği sırada, İran’da da milli eğilimler içindeki -Türk kökenli olduğu söylenen- Musaddık oturmuştu başbakanlık koltuğuna. Dünyanın yeni efendisi Sam Amca buna müsaade etmedi ve başarılı bir CIA operasyonu olan Ajax darbesiyle idareye el koydu. Böylece Avrupa çizgisindeki İran, ABD’nin nüfuz alanı içine girdi. Bu itibarla doğu komşumuz, “21’inci yüzyılın eşiğindeki küresel komplo”nun eylem alanlarından biri, belki de birincisi oldu. Ortadoğu’da en stratejik istasyonunu Atlantik ötesine kaptıran ve o yıllarda “DemirKömür Birliği”nin temellerini atma çalışması içinde olan “Avrupalı babalar” yenilgiyi kabullenecek değillerdi ya, İran’a çengellerini attılar ve böylece “Paris Oteli Operasyonu” başlamış oldu. Yazımızın üst başlığını bir kere daha yazalım; “Dünyada on komplo varsa, dokuzu İslam ve Müslüman üzerinedir” şeklinde ve devam edelim... Komplonun ve fitnenin beşikdarı olan “Salamon Efendi”nin yanında 300 yıldan beri “Mister Majeste Edvard” da vardı. Bu “dehşet çifti”ne yüz yıldan beri “Mösyö Şarl” ve “Herr Hans” da dâhil olmuştu. Şimdi ise bir de “Sam Amca” katılıyordu “mahşer atlıları”na. Birbirlerine karşı “taktik komplolar” düzenlemekten de çekinmeyen mahşerin bu beş atlısı, geçmişi bin 400 yıl evveline, hatta bir bakımdan “Kabil Operasyonu”na kadar giden “temel komplo”da ortak iş tutuyorlardı. Ve bu komplo, bizatihi İslam’a karşıydı ve Vahdet Dini’ni yeryüzünden silmek üstüneydi. Zira mahşerin atlılarının nihaî hedefleri sayılan “Satan İmparatorluğu”na giden yolda ayaklarına dolanan tek unsur “Tevhid Dini” idi. Ahir zamandaydık. Bu itibarla vakit giderek daralıyor, hatta tükeniyordu. Ancak kesin tarih belli değildi ve o nedenle “komplonun efendi- rek el sıkıştırmış. Hepimiz Suudi idarenin Arabistan coğrafyasının elimizden yittiği Birinci Cihan Harbi’yle tarih sahnesine çıktığını sanırız, oysa idare, 1800’ün de öncesine kadar gidiyor ve Deriyye Emirliği’ni o tarihlerde kuran ve Osmanlı’yı bölgeden kovan “Majeste” destekli Suud ailesinin Şerif Hüseyin’i alaşağı edip Hicaz Emirliği’ni iç ettiği tarih yanıltıyor bizi. *** Kendilerine Suriye’de insanî ve coğrafî bir zemin bulan Selefi cihatçılar, bir örgütler harmanına dönen ülkede hâkimiyet sağlamak için, Nuseyriyan devletle kapışmadan önce mevcut örgütleri temizlemesi gerektiğinin farkındaydı. Bu anlayışla Esad ile Rakka petrolleri karşılığında anlaşmıştı. Bu anlaşma üç başlı bir kazanımdı ve “harp de hile” idi. Cihatçılar bu sebeple Esed ile tokalaşmışlardı, biz Türklerin kafasını karıştırmak için değil. Bu arada Nuseyri Diktatör’e asıl amaçlarının Irak olduğunu ve Diktatör’ün ülkesinde “ayakları yere basana kadar” kalacaklarını da söylemiş olmalılar, yoksa iki tarafın anlaşması bu kadar kolay olamazdı. *** Biliyorsunuz, İslam dünyasının ekseri yerinde İslam olmak, Türk olmak/Turkuvaz olmak olarak isimlendirilir. Bu isimlendirme, hiçbir devirde bugünlerdeki gibi doğru olmadı. Evet, İslam olmak, artık Türk olmaktır. Şu anda Turkuvaz Türkler, Tevhid Dini adına tam bir varoluş mücadelesi vermektedirler, sadece “Cumhurbaşkanı” seçiyor değiller. Ya Türkler Türkiye’deki ve gurbetçi Türklerin oyu ve dışarıdaki Türklerin dualarıyla kendi başkanlarını seçerek 2023 itibariyle “Empergam Türk İmparatorluğu”nun temelini atacak ya da yüz yıl daha -bir başka ideolojik rejimle- “Batı boyunduruğu”nu boğazında taşımaya devam edecektir. temmuz 2014 109 HABERA JANDADOSYA İran’da bir “İslam Cumhuriyeti” kurmak, Şii gücünü Sünni gücün karşısında dayanabilecek sıklete çıkartabilir miydi? Hayır! Bu durumda terazinin Şii kefesini daha da arttırmak gerekiyordu. Bunun üzerine İran’ın eski alışkanlığı harekete geçirildi ve Şah İsmail yöntemiyle Müslüman ülkelere “devrim ihracı” çalışmaları başlatıldı. “Modern dailer”, başta Türkiye olmak üzere bölgeye sevk edildiler. O yılları anımsayınız lütfen! Ülkemizde bir “Humeynicilik” akımı doğmuş, hatta bu akıma kendini kaptıran kimileri mezhep değiştirip Caferi olmuştu. leri”, söz konusu vakti “kontrollü olarak kendi istedikleri takvim içinde tüketme”yi planlıyorlardı. Bu planın birinci ayağı İran ve İran’da hayata geçirecekleri yönetim değişiklikleriydi. “1953 Musaddık Darbesi’nin ardından, Berlin ve Paris’te mukim demir-çelik lordları İran’a çengel attılar” demiştik, oradan devam edelim. Çengel, İran’daki özerk dinî hayat üzerineydi. Kısa zamanda Şah’ın “laikçi” uygulamaları dinî otorite arasında hoşnutsuzluğa neden oldu ve gide gide bu hoşnutsuzluk muhalefete dönüştü. Ayetullahlar “Bu hanedanlıkla olmayacak” noktasına ulaştıklarında bazı mahfil ve gizli servislerin merkezlerinde “Şah’tan sonrası”nın düzenlemeleri yazılmaya başlanmıştı. Bu merkezlerin başında da “Mösyö”nün SDECE servisi geliyordu. “Fransız MİT”inin ceolarının hedefindeki ideal adam, “kara sakallı, kara gözlü, kara sarıklı” zattı. Bu itibarla Ayetullah Humeyni, Şah’ın karşısında hedef hâline getirildi. Önce Ankara’ya, Paris Oteli’ne taşındı ve kendisini fitnenin sonuncu istasyonuna götürecek kaçak trenini beklemeye başladı. Lakin bir durak daha vardı: Irak... Sonra Irak’a sürüldü. Orada “Necef’in Şii uleması” ile tanıştırıldı. “Fitnenin son istasyonu”, Ankara’daki otelin isminde saklıydı: “Pagi”… (“Pagi” kelimesini lütfen Fransız aksanıy- 110 temmuz 2014 la okuyunuz, yoksa çizgi film ayıcıklarını çağrıştırır.) Bir ara verelim, ince belli bardakta tavşankanı içelim ve “21’inci yüzyıl için temel komplo neden İran’da başlatıldı?” sorusunun cevabını arayalım... Bir Sünni-Şii savaşı istiyorlardı Efendim, İslam’ın en zayıf halkasının “Şii halkası” olduğunu ispatlamamıza mahal yok, bunu herkes biliyor ve bilinen bir başka şey de şu: Şia demek, İran demektir. İşte sebep bu! “Tötonik” fitne merkezleri şimdiye kadar yüzlerce yıla uzanan “Haçlı Seferleri” düzenlemiş, İslam imparatorluklarını çökertmiş, Müslüman diyarlarını işgal etmiş, lakin din mevzuunda yel, kayadan bir şey kopartamamıştı. İslamiyet, her yüzyılda müceddidleriyle kendini yenileye yenileye yoluna devam ediyordu. “Tötonik somon pehlivanları”na mücadelenin püf noktasını gösteren yine bir İbrani olmuştu ve galiba o İsrailliydi. Vaktiyle kendisi de bir Judik olan Majeste’nin Başbakanı “Avam Kamarası”nın kürsüsüne elinde bir yaldızlı Kur’an alarak çıkmış, “Bunu silmediğiniz sürece Müslümanları yok edemezsiniz!” diye hedef göstermişti. Ve fitne merkezleri, elbirliği hâlinde dinin kalbine saldırıyorlardı: Doğrudan Kur’an’a, İslam’ın bizzat kendisine... Ancak bu kez taktik farklıydı ve -tabir caiz değil ama biz yine de kestirmeden yazalım- “iti ite kırdırmak” deyimi, bu yeni savaşın temel kuralıydı. Yumuşak karın, “zayıf halka”dan koparılacaktı. Kısacası, planlanan şey bir Sünni-Şii savaşıydı. Bu düzlemde bir sorun vardı: 2 milyarı bulan Müslüman nüfusu içerisinde Şia’nın payına düşen en kabadayı şekliyle 100, bilemedin 150, hadi 200 milyon, yani genel içinde yüzde 10’du. Derin komplonun dişinin kovuğuna bile yetmeyen bir sayıydı bu. Bu durumda ne yapmak lazımdı? Basit: Kemiyet bir yana, keyfiyete el atmak gerekiyordu. Yani Sünni gücü azaltmak, Şii gücü arttırmak... Ta ki güç terazisinin kefeleri eşitleninceye kadar. Yoksa “yüzyıllara uzanan genetik yılgınlığı ruhunun bir parçası şeklini almış olan Şia”nın Sünniliğe ve Sünnilere karşı topyekûn bir saldırıya kalkışması zor, hatta imkânsızdı. İşte bu sebeple “grand” yatırım İran’a yapıldı. Evvela Paris Oteli Operasyonu ve bir “tanrısal kahraman” yaratmak amacıyla “kara sarıklı adam” SDECE elemanlarının yönlendirmesi üzerine Pagi’ye (lütfen Fransız aksanıyla…) götürüldü. Ondan sonrası karanlık… Pagi’de kimlerle görüştürüldü, bu görüşmelerde neler konuşuldu, operasyonun adı hangi görüşmelerden sonra “II. Ajax Operation”a dönüştürüldü, (lütfen “Ajax” söz- cüğünü de Alman aksanıyla telaffuz ediniz) işin finansmanı kim tarafından sağlandı, ne kadar sermaye kondu ben bilmem, ağam bilir... Ve operasyonun finali... “İmam”, doğrusu bilemiyorum fakat galiba bir Fransız uçağıyla Tahran’a indi. Peki, indiğinde ona refakat eden kişiler hangi ülkenin gazeteci kimlikli gizli servis elemanlarıydı? Mutlaka İmam’ın yanındaki koltuklarda Fransız SDECE görevlileri oturuyorlardı ve diğer yolcular ise Alman BND’sine bağlı olmalıydı. Yolcuların aralarında İngiliz MI6’sından da eleman var mıydı, ya MOSSAD ve CIA’dan? İranlı “ağır abiler” yanlış anlamasınlar sakın, fakir sadece bu soruların cevabını istiyor. Siz cevap olarak “İmam, Tahran’a İran uçağıyla geldi ve yanında diğer Ayetullahlar ve Şii din adamları vardı” deyin, size inanalım ve böyle “bozguncu yazılar” yazmayalım. İran’da bir “İslam Cumhuriyeti” kurmak, Şii gücünü Sünni gücün karşısında dayanabilecek sıklete çıkartabilir miydi? Hayır! Bu durumda terazinin Şii kefesini daha da arttırmak gerekiyordu. Bunun üzerine İran’ın eski alışkanlığı harekete geçirildi ve Şah İsmail yöntemiyle Müslüman ülkelere “devrim ihracı” çalışmaları başlatıldı. “Modern dailer”, başta Türkiye olmak üzere bölgeye sevk edildiler. O yılları anımsayınız lütfen! Ülkemizde bir “Humeynicilik” akımı doğmuş, hatta bu akıma kendini kaptıran kimileri mezhep değiştirip Caferi olmuştu. İşte Sünniler arasından devşirilen ilk cihatçı damar bu şekilde Afganistan güzergâhına döşenmiş ve batıdan doğuya sirkülasyon başlatılmıştı. Onlar, Elbruz Dağları geçitlerinden Afganistan yaylalarına akadursun, biz geri dönelim… İran’dan yapılan devrim ihracının asıl ereği başkaydı. İstenen, mihver ülkelerdeki pasif/edilgen/yarı uykulu Şii unsurların ihtilalci genetiğini uyandırmaktı. Böylece üzerlerinden uyku örtüsü sıyrılan “imametçi” kitleler arkalarını “Güçlü İran”a dayayacak ve kendilerine gelen güvenle birlikte ülkelerinde hükümran Sünni idareler karşısında “Sıffin savaşçıları”na döneceklerdi. Belki bu planın senaristleri, Şii unsurların “Hüf!” deyince ayağa kalkıp “Zülfikâr”ı kapanların meydanlara fırlayacağını sanıyorlardı, lakin öyle olmadı. Şii kitleler uyumaya ve Sünni iktidarlar karşısında “ezeli korkularına gömülerek” ya da sağduyuya müracaat ederek “efendice” yaşamaya devam ettiler. Türkiye’de bir uyanış yaşandı, lakin uyananlar da “Yavuz tedirginliği”ni üzerlerinden atamadılar. Maraş, Çorum, Sivas, Madımak ve Başbağlar provokasyonlarına rağmen kitleler harekete geçirilemedi. Hatta “Eli Zülfikar tutacak olan Evlad-ı Kerbela”, ülkeden kaçıp Avrupa’da mülteci yaşamayı tercih etti. Olsun, derin Germen BND elemanları, ayaklarına kadar gelen “Kerbelayan”a çengel atmakta gecikmedi ve “98 Kuşağı Marksizmi”nin üzerine “Alisiz Alevilik” diye bir başka klasör açarak malzeme biriktirmeye koyuldu. İşte DHKP-C, TİKKO ve sair tipteki örgütler de o malzemeden üretildi. 79 Ajax Operasyonu’nun ülkemiz üzerindeki etkisi, bu minval üzerinden devam ededursun, biz inelim güneye… Terazi dengeye getiriliyor İranizm’in etkisinin en çok hissedilmesi istenen bölge “Arap Ortadoğusu” idi. Zira Şia’nın Kâbe’si sayılan “Kerbela” oradaydı. Kerbela’nın vatanı Irak’ta ciddi bir Şii nüfus vardı ve “Arap Aleviliği”, Türklere has “Kızılbaşlık”tan daha çok benzeşmekteydi İran Şiası ile. Ancak bu durakta da bir sorun vardı: Daha çok benzeşiyor olmasına rağmen Arap Aleviliği, yüzyıllara uzanan zaman içinde Sünni idarelerin terbiyesinden geçmiş, devrimci karakteri iğdiş olmuş, edilgen bir meşrep geliştirmiş ve en önemlisi de Sünni kardeşlerle beraber yaşama kültürü geliştirmişti. Sayılan bu argümanlar, temel planın topal ayaklarıydı ne yazık ki... Topal ayakları tamir için Suriye’deki Nuseyriyan Alevilik, SDECE’nin bir makas darbesiyle iktidara getirildi ve bununla Şii zihinlerde “Evet, biz de muktedir olur, iktidara gelir, Sünnileri idare edermişiz!” düşüncesi oluşturulmak ve yok olan kendine güveni inşa etmek istenmişti. İstenen Suriye’de başarıldı ve fakat asıl coğrafyada, yani Irak’ta olmadı ya da orada bir başka yöntem denendi: “Şiileri savaş içinde bilemek ve bilinçlendirmek...” Bunun için “Sekiz Yıl Savaşları” başlatıldı ve İran’la Irak, 1980-1988 aralığında acımasızca vuruşturuldu. Böylece Irak içerisindeki yüzde 80’lik Şia varlığının uyanması, Sünni devlete başkaldırması, en azından Bağdat’a düşman olması, İran sempatisi geliştirmesi ve istenen isyan hareketini başlatması istenmişti, lakin istenen yine olmadı. Bunun üzerine doğrudan müdahale gerekti ve “Körfez Harekâtları” başlatıldı. Baba Bush, Sünni iktidarı yıktı ve Şiilere yol açtı. Fakat Şiiler, Kürtler kadar bile ola- madılar ve Güney Irak halkı üzerindeki “tarihî çekingenlik” devam etti. Bunun üzerine “İkinci Körfez Müdahalesi” yapıldı ve oğul Bush, idarenin anahtarını bizzat teslim etti Şiilere ve “Üzerlerindeki korkuyu atsınlar” diye de başta Saddam olmak üzere “Tikrit Sünnileri”nin tamamını cümle âlemin gözü önünde astı. U.S Army, bölgede tam bir “Sünni süpürmesi” yaptı ve dişe dokunur herkesi havaya savurdu. İşini tamamlayan Sam Amca, Irak’tan kendisi çekilirken Bağdat tahtına oturttuğu “Şii Maliki idaresini de İran’a emanet etti”. Bağdat’ı Nuseyri Suriye ile komşu ve Şam üstünden Lübnan’la da temas eder hâle getirdi. Böylece kökü Kum’da, bir ucu Bahreyn’de, diğer ucu Yemen’e inen “Şii hilâli” şekillenmeye başlıyordu ve bölgedeki Şii nüfusa Kumlu dailer –ki artık onlar SAVAMA ajanlarıydı- tarafından “Sasani ruhu” üflenmeye başlamıştı. Ve sözünü ettiğimiz “güç terazisi” böylece eşitlenme yoluna girmişti. Öte yandan “derin dünya” durmuyor ve insanlık önünde İslam’ı “lanetli” duruma getirecek her türlü numarayı yapmaya devam ediyordu. Bu lanetin adı İslamofobya idi ve aslında bu fobi, İslam değil, Sünnilik üzerineydi. Dolayısıyla lanetlenenler de bütün Müslümanlar değil, sadece Sünnilerdi. Hay Allah! Atın büyüğünü ahırda unuttuk. Derin dünya her ne yaparsa yapsın, Şiiliği bir savaş unsuru olarak Sünniliğin karşısına dikemeyeceğini biliyordu, bir şey hariç… Hariç olan şey nükleer güçtü ve böylece İran’ın nükleer güç hâline getirilmesi kararlaştırıldı. Fransız, Alman ve Rus nükleik şirketleri, İran’ın nükleer güç olması için yönlendirildi ve Buşehr’deki yeraltı sığınaklarında otomatik sarnıçlar kaynatılmaya başlandı. Uranyum ihtiyacı, dağılan komünistlerin Kızıl Ordu’sunun Rus pazarlarına düşen nükleer artıklarıyla karşılandı. Üstelik bu uranyum hareketi Türkiye üzerinden yapıldı. Ne yazık ki ülkemiz bu fırsatı değerlendiremedi ve nükleik yakıtı kendi elleriyle teslim etti “Çaldıran artıkları”na... Bu arada Batılı devletler boş durmadı ve sürekli “Buşehr faaliyeti”ni kışkırttı. “Vuracağım ha, kıracağım ha!” salvolarıyla işi hızlandırmak için ne lazım geliyorsa yapılırken, biz zavallılar da için için sevindik Pakistan’ı unutarak “İslamî bomba geliyor!” diye. Ne yazık ki o bombanın İslam değil, “Şii bombası” olduğunu hiç aklımıza getirmedik. Hatta Birleşmiş Milletler’de bile devlet olarak “Nükleik Şia”nın arkasında durduk. Tırnak içinde yazıyorum, “biz Türkiye’ye, yani ana İslam damarına karşı üretilen Şia bombasının İsrail’e ve Batı’ya karşı kotarıldığı yanlışına düştük ve hâlâ düştüğümüz yerdeyiz”. Bugün Ortadoğu’da bir “ŞiiSünni Savaşı” fiilen başladığına göre, terazinin dengesini sağlayacak son okka da Şia kefesine konmuş demektir. Gözünüz aydın kelaynaklar! “Ayetullah bombası” yapıldı. Bu yüzden birkaç ay evvel Ruhani, Batılılarla anlaşma masasına oturdu. Artık Kumlu Şah İsmail nükleer bir güç, tıpkı İsrael, Hindistan, ABD ve diğerleri gibi… Dikkat! Bu durakta bir şeye dikkatinizi çekmeden geçmeyelim: Batı, İran’la anlaşma yoluna girdiği andan itibaren Türkiye temmuz 2014 111 HABERA JANDADOSYA Arabistan’ı bilen bilir, Saudia’da nereye baksanız “Bin Laden” tabelalarıyla karşılaşırsınız. El-Cezire’nin en zengin ailelerinden biri olan Bin Ladenlerin birçok kalemde ABD’li şirketle ortaklık yaptıkları biliniyor. Galiba asıl ortaklık Afganistan’da olmuş. Afgan cihadı Vehhabi cihadına dönüşmüş, akabinde Bosna ve Çeçenistan savaşlarında önemli tecrübeler kazanılmıştı. Afgan, Boşnak ve Çeçen coğrafyalarında “cihatçılığı” meslek edinen ve elinden başka iş gelmeyen “nefret savaşçıları”, o zamandan beri serseri kurşunlar gibi dolaşıyor ortada ve nerede iş varsa orada mantar gibi bitiyorlar. ile külâhları değişti, farkında mısınız? Gezi, 17 Aralık ve sokak operasyonları, değişen külâhla birlikte başımıza oturtuldu. Halen “külâh operasyonları” devam ediyor. Şu anki hazırlıklar ve hazırlayıcıları 10 Ağustos’a kilitlenmiş durumda; bu arada her şeyi bekleyebilirsiniz, suikastlar dâhil! Geriye dönelim ve konumuza Türkiye üzerinden devam edelim... “Şii dünyasının koçbaşı” hâline getirilen İran ve arka bahçesinde bunlar olurken, zaten ve biz ne kadar “Yok canım, öyle bir şey yok!” desek de “Sünni dünyanın koçbaşı” durumundaki ülkemizde bir “model olma” teranesi tutturulmuştu. “Olmaz olaydık!” Bize model ülke yaftası yapıştıran “lordlar”, Sünni İslam dünyasını da bize benzeme vaadiyle bir “yalancı bahar” havasına soktu ve Tunus’tan Suriye’ye kadar bir dizi ayaklanma başlattı. Baharla birlikte “geçen yüzyıla ait idareler ve idareciler” birer birer tarihin çöplüğüne gönderildi ve yerlerine “taze kan lider ve idareler” getirildi/ getiriliyor. Bir bakıma “Batıcı yönetim/rejim” rektefeye çekildi. Mısır’ın firavunu gençleştirildi, Libya Afganistanlaştırıldı, Tunus’un zaten bir hükm-ü harbiyesi yok, Suriye malûm… “Bahar hurucu” devasa bir savaş halinde alt yanımızda kronikleşti ve sınırlarımızı zorlamaya başlamış durumda. Savaşın bize dönük 112 temmuz 2014 muharebelerini Gezi’de ve 17 Aralık’ta yaşadık, şimdi sırada 10 Ağustos var ve “atın büyüğü ahırda”, bizi bekliyor… “Arap Baharı Operasyonu”nun Ortadoğu’ya “hediye” ettiği en mühim unsursa “Selefiyan öfke” oldu. Lakin bu öfkenin kontrolü, öfkeli Selefilerin elinde değil. “Lordlar”, onu ta 1720’de, Deriyye bölgesinde Muhammed bin Abdulvehhab’ın zuhuru esnasında ele geçirmiş durumda. “Bir İngiliz Casusunun Hatıraları” kitabındaki casus, çengeli 350 yıl evvel Riyad’da takmış ve hırslı Deriyye Emiri Suud ile Abdülvehhab’ı “Made in Majestik Yuvarlak Masa”nın etrafında bir araya getirerek el sıkıştırmış. Hepimiz Suudi idarenin Arabistan coğrafyasının elimizden yittiği Birinci Cihan Harbi’yle tarih sahnesine çıktığını sanırız; oysa idare, 1800’ün de öncesine kadar gidiyor ve Deriyye Emirliği’ni o tarihlerde kuran ve Osmanlı’yı bölgeden kovan “Majeste” destekli Suud ailesinin Şerif Hüseyin’i alaşağı edip Hicaz Emirliği’ni iç ettiği tarih yanıltıyor bizi. Suudi Krallığı’nın kuruluş tarihi 1926, fakat Suud Hanedanı, milli bayramına söz konusu tarihi başlangıç yapmıyor ve 1744’ü baz alıyor. Yani “Vehhabi Selefiliği” yaklaşık 300 seneden beri var ve geleneksel “Tezkiyeci Selefilik”in siyasallaşarak günümüzdeki cihatçı ruha evrilmesinin ana rahmi görevini göregeliyor. Suudiler, 1980’lerde çok sözü edilen “Rabıta” sayesin- de İslam ülkelerine yayılmış ve bugünlerdeki “öfke hâli”ne ulaşmak için ciddi rakamlarda “petrodolar” harcamıştı. Vehhabi Selefiliği, harcadığı petrodoların karşılığı olarak ilk devşirmeyi Afganistan’da yapmıştı. Arabistan’ı bilen bilir, Saudia’da nereye baksanız “Bin Laden” tabelalarıyla karşılaşırsınız. El-Cezire’nin en zengin ailelerinden biri olan Bin Ladenlerin birçok kalemde ABD’li şirketle ortaklık yaptıkları biliniyor. Galiba asıl ortaklık Afganistan’da olmuş. Afgan cihadı Vehhabi cihadına dönüşmüş, akabinde Bosna ve Çeçenistan savaşlarında önemli tecrübeler kazanılmıştı. Afgan, Boşnak ve Çeçen coğrafyalarında “cihatçılığı” meslek edinen ve elinden başka iş gelmeyen “nefret savaşçıları”, o zamandan beri serseri kurşunlar gibi dolaşıyor ortada ve nerede iş varsa orada mantar gibi bitiyorlar. Birkaç yıldan beri de Suriye’deler. Bir kez daha dönelim ülkemize ve eğri oturup doğru konuşalım. 2002’de “İngoAmerikan ekolü”nün siyasal organizasyonu olarak iktidara gelen AK Parti’nin ömrü 10 senelikti ve 2012’de partinin arkasındaki Washington’un “on yıllık” desteği çekildi. “Plan gereği belli bir süreç içerisinde Amerikan ekolünün iktidarının sonlanması” ve “Alman-Fransız (Almo-Frans) ekolü”nün işbaşı yapması gerekiyordu. Lakin partinin arkasındaki halk desteği ve Erdoğan’ın meşrebi buna engel oldu. Bunun üzerine Ergenekon tutuklamaları nedeniyle ortada “militarist darbeci” kalmadığı için “TSK emir komuta zinciri içerisinde idareye el koyamadı” ve kerhen Gezi Parkı’nda “sivil darbe” girişimi başlatıldı. Ancak “başıbozuğun darbesi” ancak bu kadar olurdu ve girişim, Hükümet tarafından “kaput” hale getirildi. (“Kaput” kelimesini Alman aksanıyla okuyunuz, zira kelimeyi Almanca lügatten apardım.) Büyük şaşkınlık halleri Yazının burasında “hamd-ı şükr” şart oldu. Çünkü 1839’da Islahat Fermanı’yla iplerini resmen Batı’ya teslim eden ülkemiz, tam 172 yıl sonra ilk defa “bağımsız” oldu. Yani Amerika (fakir “Amerika” dediğinde İngiltere ya da İngo-Amerika anlayın lütfen), AK Parti’nin arkasındaki elini çekmiş, Almanya ise (yani Almo-Frans) elini sokamamıştı. İşte bu sebeple spontane olarak bağımsız alana düşmüştük. Bu gelişme karşısında “derin dünyanın planı” hiç umulmadık bir şekilde çatlamıştı. Herkes şaşkındı. İngiliz, Alman, Yahudi, hatta Türkiye bile… Şaşkınlardan ABD ve İsrail, kendisini ilk toparlayan taraf oldu ve apar topar “17 Aralık Operasyonu” tezgâha sürüldü. Oysa operasyonda kullanılan “argüman”, daha ilerideki bir başka ameliyat için hazırlanıyordu. Yani adamların kırk yıllık emeği heba oldu. Sonuç malûm, operasyon 30 Mart itibarıyla tam bir hezimete uğradı ve Türkiye gerçekten “bağımsız” oldu, bu kez taammüden... Lakin bağımsızlık, bizim için iki ucu keskin bıçaktı ve buna “lord- lar” asla müsaade etmezlerdi. Zira bağımsız olmuştuk ama bağımsız yaşayacak gücümüz yoktu. Şahsen ben, bağımsız olmaktan korktum. Galiba Başbakan da ürktü ve apar topar destek arayışına girdi. Önce Avrupa Parlamentosu’na gitti, destek işini konuştu. Fakat Avrupa “derin plan”da bir taraftı ve Türkiye’nin bağımsızlığını şiddetle reddetti. Erdoğan döndü ve ayağının tozuyla Pakistan, Japonya ve Malezya gezisine çıktı. Burada duralım… Batı emperyalizmi karşısında “öteki devlet/millet”lerin bağımsız olması o kadar zor ki, buna imkânsız demek daha doğru olur. Ancak bağımsız olmanın bir yolu var: Nükleer güç olmak… Batı’nın kâbusu hâline gelen atom bombalarını hangarlarına istiflemeyen hiçbir ülkenin bağımsız olmasının olanağı bulunmuyor; isterseniz dünyanın yarısı sizin olsun. Şu an mevcutlar içerisinde dünyanın en bağımsız devleti hangisidir, biliyor musunuz? Sizi yormayalım ve cevabı verelim: “Kuzey Kore”… Şimdi anladınız mı uçsuz bucaksız arazilerin bit kadar önemi olmadığını? Galiba bunu şu son bir sene içerisinde Erdoğan da anlamış olmalı. “Nükleer kardeş Pakistan”ı ve hemen ardından “nükleer dost Japonya”yı niçin ziyaret etti sanıyorsunuz? Biz niçin olduğunu sanmasak da “derin Avrupa” gerçeği fark etti ve apar topar Fransız Cumbabası Hollande ülkemize geldi -tabiî ki- “Delioğlan”ın kulağını çekmek için. Ancak o ise aynı gün İran’a gitmişti. Bu seyahat, “kulak çekicilere” verilmiş atomik bir cevaptı. Demek istiyordu ki Sayın Başbakanımız, “Van minit birader! Benim canımı sıkma- yın. İran’la otururum masaya, veririm Suriye’yi ve dahi Irak’ı, alırım nükleer sırları…” Ankara’dan uçan bu mesajı Şansölye Merkel aldı ve hatta “Türk Şövalyesi”ni Berlin’e çağırdı. Yetmedi, bir süre sonra Germen Cumbabası Gauck’u Ankara’ya yolladı. “Ukala Cumhurbaşkanı”nın Ankara’da “Gak guk!” etmesi, Almanların hâlâ Ankara’nın kararlılığını anlamadığını göstermişti. Lakin Herr Gauck, hak ettiği cevabı sert bir retorikle aldı. Yetmedi, bir süre sonra Erdoğan Almanya’ya gidip “lordların” ininde geniş katılımlı bir miting yaparak tüm “derin dünya”ya meydan okudu ve ipleri kesip attı. (Attı mı acep?) Şimdi her şey sil baştan… Bu arada iki şey daha yaptı Erdoğan ve sık sık “Yeni Türkiye”den söz etmeye başladı. Ne demekti “Yeni Türkiye”? Bana göre bağımsız bir devlete işaret ediyordu Başbakan bu tarifiyle. Tarifin içini doldurmak gerekiyordu. Gereğini yapmak üzere harekete geçildi. “Amerikancı AK Parti” bugünlerde yeniden kuruluyor ve “Bağımsız Türkiye’nin Partisi” olarak sil baştan dizayn ediliyor. İl yönetimleri “gönüllü” olarak istifa ediyor, eskilerin yerine “yerli ekol”, rengi en belirgin siyasetçilerden yeni yönetim oluşturuluyor/oluşturulacak. Ters tarafından “Birinci Meclis ve İkinci Meclis” operasyonu gibi… Gemiler yakıldı, köprüler atıldı, ipler koptu. Önümüzdeki son muharebe, 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı Seçimi… Bu seçim, 3. Dünya Savaşı’nın en belirleyici kapışması olacak ve belki de son muharebe yerine geçecek. Ondan sonra savaş bitecek mi? Ne gezer?! Zira harbin bitim tarihi belli: 2023... “Seçim savaşı”nı karşı cephe kazanırsa 1923’e döneceğiz hepimiz. Emperyalistlerin post-modern Saykıs-Pikot’ları Ortadoğu’yu yeniden cetvelleyecek. Bu bölüşümde bize başta Trakya ve Boğazlar olmak üzere ülkenin doğu ile güneydoğusu ve güneyi budanmış, 300 bin kilometrekare civarında bir iç devlet kalacak. Yani biz Türkler de “çöl halkı” olacağız. Bitmedi... Lordlar açısından bir problem daha var: Ya 10 Ağustos seçimini Erdoğan kazanırsa… Bu, 3. Dünya Savaşı’nı Sünni Türklerin ve “Çözüm Süreci”yle birlikte ağabeyleriyle beraber hareket etme kararı alan Sünni Kürtlerin kazanması anlamına geliyor ki bu kazanım, içinde bir kartopu potansiyeli taşımakta. Potansiyel kartopunun yuvarlandığında kinetiğinin nerede duracağı belli değil, ancak belli olan bir son var: Devasa kartopu, önüne çıkan “Tötonojudik”, yani Batı ve Yahudi ortaklığının eseri olan “zalim emperyalizmin” üzerinden bir buldozer gibi geçecektir. Bu, 1701’de Batılı Tötonlara geçen “gönül medeniyeti”nin tekrar gerçek sahiplerine, Şark milletlerine, daha da açık konuşalım ki Satan’dan Hakk’a geçmesi anlamına geliyor. Peki, binlerce yıllık emekle bina edilen kazanımlarının bir kartopu darbesiyle yok olmasına müsaade etmek, emperyalist lordların sineye çekeceği bir durum sayılabilir mi? Asla! Şimdi savaş zamanı! Hem de topyekûn bir savaştan söz ediyoruz. Biliniz ki 3. Dünya Savaşı, 1. Cihan Harbi’nin Ortadoğu cephelerinde şiddetle başlatıldı. Şimdi boğuşma Sünni-Şii düzleminde devam edecektir, zira 1979’da başlatılan “Şii dünyayı Sünni dünya ile savaşacak boyuta eriştirme planı” epey bir yol almış durumda. Artık düğmeye basılabilirdi, basıldı... Bunun üzerine IŞİD/DAİŞ markası altında birleştirilen Selefi cihatçılar, Şam’ın verdiği Rakka desteğinde elde edilen “petropara” ile yola dizildi. Ortadoğu çöllerinde “kan kervanı” yolda ilerliyor. Bu sebeple hepi topu 900 kişi olan IŞİD alayı, Sufilerin, Saddam ardıllarının ve aşiret muhariplerinin katılımıyla 10 bin savaşçıya ulaştı ve “çekirge sürüleri” gibi güneye akmaya başladı. Yolda zafer vardı, kolektif gücün verdiği egoizm vardı, ganimet vardı… Tıpkı bin yıl önce “Doğu’nun masalsı zenginliği”ne akmakta olan “Haçlı” çapulcuları misali… Hoş geldin Ruhani! IŞİD’in Bağdat seferi, İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin Ankara’ya ayak basışıyla başladı. Bu durum manidar! Kanaatimizce Ruhani’nin başkente gelişinin şifresi önemli. Bu gelişin, Hollande’nin Ankara’ya indiğinden birkaç saat sonra Erdoğan’ın Tahran’a yaptığı günübirlik seyahatin devamı olduğu belli oluyor. O seyahatte Ankara, Tahran’a ne önermişti? Fakirin yukarıdaki tahmini gibi, Türkiye’nin mevcut Suriye ve Irak politikasını İran lehine geliştirmek mi? İhtimal, “evet”! Ruhani’nin gelişi sırasında imzalanan antlaşma sayısı 10 kadar. Ya kamuoyunun bilmediği gizli imza kaç tane? Bunu bilmek güç, fakat yukarıdaki tahmin doğrultusunda anlamak hiç de zor değil. Zira IŞİD, seyahate paralel olarak harekete geçirilmiş durumda. Örgütün ve bağlı grupların hareketinin hem Türkiye, hem temmuz 2014 113 HABERA JANDADOSYA IŞİD’in Türkiye ile önce Süleyman Şah/Caber Kalesi’nde, sonra Musul Başkonsolosluğu’nda karşı karşıya gelmesinin sebeplerinden birincisi, Esed’e verdikleri söz veya “Nuseyri Kral”ın hazzını okşamak gibi görünse de Caber hususundaki meydan okuma nedeni, sınırlarımızdaki “katırla petrol transferi” ticaretiydi. Suriye’nin birkaç fakir petrol bölgesinden biri olan Rakka kuyularını ele geçiren örgüt, hem aynı bölgeye göz diken Rojova PYD’sinin PKK sever militanlarıyla çarpışıyor, hem de elde ettiği petrolü satıp “cep harçlığı”nı çıkarmanın peşinden koşturuyordu. de İran’a dönük tarafları var. Önce İran-IŞİD ilişkisini irdeleyelim. Meselenin uzun vadeli yüzünü 1979’da başlatmış ve yazının uzun içeriğinde izaha çalışmıştık. Spontane geliştiğini tahmin ettiğimiz Selefiyan Bağdat seferinin, Tahran’ın kulağını çekmeye matuf olduğu anlaşılıyor. Kanaatimizce Batı planlarında Türkiye ile İran’ın yan yana değil, karşı karşıya durması şarttı ve üstelik bu istek yeni değil, ta Venedik ve Ceneviz’den beri böyle. Lakin bir anda İran, kendisine çizilen yolun dışına çıkıyor ve Ankara’yı ziyarete geliyor… “Vay! Sen misin gelen!?” öfkesiyle birlikte İran, en başarılı olduğu “Irak Şii Devleti”nin başkenti Bağdat’ta vuruluyor. Ne oranda ve nereye kadar vurulacağını zaman gösterecek, ancak ilk sadmede Musul’dan Samarra’ya kadar kovalanmış durumda. Fakat bu sefer Şii hilâlinde, Suriye-Irak arasında derin bir çatlak oluşturmuş durumda. Bu arada Irak ordusunun da kof bir yapı olduğu belli oldu. Kof ordu gerçeği karşısında Maliki’nin “Büyük Şii Irak” hülyası ölümcül yarayı beyninde hissetmiş olmalı. Yazının kaleme alındığı tarihte durum bundan ibaret… Bölgede hilenin dibine çökülmüşken… Gelelim Türkiye’ye… Ken- 114 temmuz 2014 dilerine Suriye’de insanî ve coğrafî bir zemin bulan Selefi cihatçılar, bir örgütler harmanına dönen ülkede hâkimiyet sağlamak için, Nuseyriyan devletle kapışmadan önce mevcut örgütleri temizlemesi gerektiğinin farkındaydı. Bu anlayışla Esad ile Rakka petrolleri karşılığında anlaşmıştı. Bu anlaşma üç başlı bir kazanımdı ve harp de “hile” idi. Cihatçılar bu sebeple Esed ile tokalaşmışlardı, biz Türklerin kafasını karıştırmak için değil. Bu arada Nuseyri Diktatör’e asıl amaçlarının Irak olduğunu ve Diktatör’ün ülkesinde “ayakları yere basana kadar” kalacaklarını da söylemiş olmalılar, yoksa iki tarafın anlaşması bu kadar kolay olamazdı. IŞİD’in Türkiye ile önce Süleyman Şah/Caber Kalesi’nde, sonra Musul Başkonsolosluğu’nda karşı karşıya gelmesinin sebeplerinden birincisi, Esed’e verdikleri söz veya “Nuseyri Kral”ın hazzını okşamak gibi görünse de Caber hususundaki meydan okuma nedeni, sınırlarımızdaki “katırla petrol transferi” ticaretiydi. Suriye’nin birkaç fakir petrol bölgesinden biri olan Rakka kuyularını ele geçiren örgüt, hem aynı bölgeye göz diken Rojova PYD’sinin PKK sever militanlarıyla çarpışıyor, hem de elde ettiği petrolü satıp “cep harçlığı”nı çıkarmanın peşinden koşturuyordu. Elindeki malı -her ne ka- dar Esed’e satıyor dense de- tek pazarlayacağı ülke Türkiye’ydi. Ancak bu kaçak ticarete “Ayyıldızlı Jandarma” izin vermiyordu ki… Mehmetçik “Yassah hemşerim!” diyor, başka bir şey demeyi bilmiyordu. Oysa örgütün istediği birkaç yüz katırın sırtındaki birkaç bin galonluk mazotu paraya çevirmekti. Devenin kulağındaki kir… İşte Caber Kalesi tehdidinin altında yatan sebep buydu!.. Konsolosluk çalışanları ve Türk tır şoförlerinin tutsak edilmesi ise bir pazarlık kozu ele geçirme çabası gibi duruyor. Anlaşılan o ki, örgütün başı olduğu söylenen Ebubekir Bağdadi, Ankara tarafından dikkate alınmak arzusunda, bu bir. İkinciye gelince, Bağdadi, Irak seferinde halen Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırları içinde yer alan MusulKerkük hususunda Ankara’yla karşı karşıya kalacağının farkında. Ayrıca bir kısmı Şii olan Türkmenleri de içine alacak savaş ateşi karşısında kuzeydeki komşu, ırkî refleksleriyle hareket edebilirdi ve IŞİD idarecileri bu savaşta Türklerin karşısında hedef olmak istemiyorlardı. Bununla birlikte Selefi komutanlar, kim ne derse desin, artık Ortadoğu’da Türkiye’nin de var olduğunu haykıran gerçek tarihin sesini duymuş olmalılar ki bu itibarla IŞİD, yukarıda denildiği üzere Ankara tarafından tanınmasını, dikkate alınmasını arzu et- mekte. Güneye doğru çekilen örgütün giderayak Musul Başkonsolosluğu’nu basıp görevlileri esir almasının düşmanlık gibi bir başka gerekçesi olamaz. Başka kalemler tarafından dillendirilen bir diğer neden ise “Ankara’nın ayranlığını kabartmak” ve “spontane biçimde bataklığa çekmek” şeklinde kendini gösteriyor. Eğer amaç bu ise, Bağdadi ve çevresindekiler yanılmış olmalılar. Zira Kerkük’teki defakto duruma rağmen ve bununla birlikte Musul baskınının gerçekleşmesi karşısında Türkiye’de bir öfke patlaması oluşmadı. Ancak IŞİD’in muhatap alınması ve pazarlık arzusu gerçekleşmiş durumda ve görüşmeler -bugün itibariyle- sürüyor. Derin dünya açısından “IŞİD Irak Hurucu”nun Türkiye cephesinde arzulanan pratiği, “Kürt taşları”nın yerinden oynamasıydı. Derin planın bu gereği amacına ulaştı sayılır. “Bayrak ve Lice” derken taşlar yerinden oynama istidadı gösterdi. Suriye ve Irak’ta IŞİD’in hayalî devletinin arazisi “güneye hücum” ile birlikte boşaldı ve boşalan yeri Kürtler doldurdu. Artık Kerkük bir Türkmen kenti değil, Peşmergenin kontrolünde. Şehirden kaçan Türkmenler “Barzani bölgesi”ni zorluyor, ancak yine Kürt gruplara teslim olmaya zorlanan -Telafer başta olmak üzere- Ambar kasabalarının Sünni kaçkınlarıyla birlikte sınır boyunda bekletiliyor ve zorunlu kamp hayatına mecbur ediliyorlar. Fakat dönüp dolaşıp Türkiye’ye iltica edecekleri kesin görünüyor. Şii soydaşlar ise Sünnilerin aksi istikametinde yer alan ve Melek-ül Tavus adını verdikleri, Şeytan’ı kutsayan Yezidi Kürtlerin oturduğu Sincar şehrine doğru çekiliyorlar. Şii Türkmenler, her ne kadar Ankara kendilerini dışlamasa da politik olarak Türkiye’ye yakın durmuyorlar. Zaten seçimlerde de Şii blok içinde hareket ettikleri biliniyor. Irakta bunlar olurken Ankara açısından da, Suriye’de de durum farklı değil. Rojova köşesine sıkışmış olan PYD/ PKK’lıların eli ve yeri bolardı; Rakka petrolleri bugün değilse bile yakın bir süre içinde onların olacak. Suriyeli Kürtler, yine makul bir süre içerisinde sınır boyunca batıya doğru ilerleyerek Türkiye’nin “ikinci özerk komşusu” olmaya hazırlanıyorlar. Bir başka durumsa şu: Birbirlerinden pek hazzetmeyen PYD ve Barzani, IŞİD’e karşı ortaklığa karar vermiş durumda. Kısacası “IŞİD Emiri” Ebubekir Bağdadi’nin bir süre önce yayınladığı Irak-Şam Devleti haritası, doğu-batı ekseninde Kürt arazisi olmaya gebe. Yani Irak-Şam Devleti, Irak-Şam Kürt Devleti şeklini alırsa hiç şaşırmayın! Türkiye’nin yumuşak karnı bu şekilde şişerken “Bizim Kürtler” boş duracak değildi ya, IŞİD seferine paralel olarak kardeşlerimiz de “Süreç müreç derken Erdoğan bizi kandırıyor mu, aldatılıyor muyuz?” öfkesine kapılıp, başta Lice olmak üzere yine ortalığa saçıldılar. Planlı bir girişim olduğuna inandığımız “bayrak indirme olayı” işin tuzu biberi oldu ve kafası karışan iktidarı “süreç ve bayrak” dilemması içinde bıraktı. Başbakan, “Bayrağı indireni indireceksin!” demek zorunda kaldı. Bu söz, Bahçeli’nin “alnının çatından vurmak” tavsiyesinin ötesinde değil, yanında... Bahçeli demişken, lordlar epeydir ülkücüleri sokağa dökmeye uğraşıyorlardı, “bayrak hadisesi” ile birlikte bu arzu yerine geldi ve bayrağı kapan bozkurt dışarı fırladı. Çoktan beri kaşınan öteki ülkücüler/alperenler de PKK sempatizanlarıyla çatışmaya başladı. Zaten “Gezi mezhebi”nin müntesipleri hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar maşallah!.. yazdı. Otuz seneden beri İran cephesinde olanların, dört yıldan beri Tunus’tan başlayıp sınırlarımıza dayanan olayların, IŞİD’in Irak seferinin ve olan biten her şeyin hedefi Türkiye’dir, Türkiye’de yaşandığına inandığımız, “Hakk’ın İslam’ı”dır. Özetle, “10 Ağustos seçimi” yaklaşırken sokak savaşları yeni katılımlarla sürüyor/ sürecek... Biliyorsunuz, İslam dünyasının ekseri yerinde İslam olmak, Türk olmak/Turkuvaz olmak olarak isimlendirilir. Bu isimlendirme, hiçbir devirde bugünlerdeki gibi doğru olmadı. Evet, İslam olmak, artık Türk olmaktır. Şu anda Turkuvaz Türkler, Tevhid Dini adına tam bir varoluş mücadelesi vermektedirler, sadece “Cumhurbaşkanı” seçiyor değiller. Ya Türkler Türkiye’deki ve gurbetçi Türklerin oyu ve dışarıdaki Türklerin dualarıyla kendi başkanlarını seçerek 2023 itibariyle “Empergam Türk İmparatorluğu”nun temelini atacak ya da yüz yıl daha -bir başka ideolojik rejimle- “Batı boyunduruğu”nu boğazında taşımaya devam edecektir. Her şeyi O (c.c.) biliyor. Bu arada güzel bir gelişme var. Derin planın da, yufka planın da dışında geliştiğini zannettiğimiz “Yürekli Anneler Hareketi”ne “Yürekli Babalar” da katılmış durumdalar. Doğruyu söylemek gerekirse, bu anne ve babaların AK Parti çizgisinde olduğu biliniyor. Olsun, zararı yok! Sonuçta anneler kazandı; “ciğeri yananlar”ın Ankara ziyareti, HDP Genel Merkezi’ndeki “ağız dalaşı” dışında olumlu geçti. Hükümet dünyadaki tüm Kürtlere dostluk elini uzattı ve öncelikle süreci yasal bir zemine oturtmak için konuyla ilgili kanunu Meclis gündemine aldı ve Ramazan içinde halletme sözü verdi. Daha sonra “Barzani Vilayeti”nin Başbakanı Damat Neçirvan’ı birkaç kez Ankara’ya çağırdı. Genç adama -şu bağımsızlık hususunda- İsrael’in kışkırtmalarına kulak asmamasını öğütledi ve galiba zamanı gelince bu konuyu beraberce konuşacaklarının işaretini verdi. Her ne kadar Barzan Baba, Erbil Parlamentosu’ndan bağımsızlık için komisyon kurulmasını istese de “kazın ayağı”nın hiç de onun sandığı gibi olmadığı malumatını bir kere daha ortaya koydu. Sonuç Eğer bir paranoya ise, bu satırları paranoyak kardeşiniz Not Bu makale yazıldıktan sonra birtakım olaylar gelişti. Aklı sıra IŞİD, halifelik ve emiri olan Bağdadi’yi halife ilan etti. Garipler bilmiyorlar ki halen halifelik, TBMM’nin manevi şahsında temsil ediliyor; 90 yıl pasifleştirilmiş olsa da bir halife zaten var. Zamanı gelince ve gerekirse ortaya çıkar; gidişat ona doğru... Oldu oldu, halifenin çıkış tarihini de tahmin edelim bari. Kaldırılışının yüzüncü yılında, yani 2024’te bekleyin Halife Hazretleri’ni; tabii ki kendi kentinde, yani İstanbul’da... Anlaşılan çakma halife Bağdadi’nin, bir başka halife kenti olan Bağdat’ın fethini beklemeden adına hutbe okuması, Harun Reşid’in tahtını almaktan umudunun kesildiğini gösteriyor. Ha bu arada halifeciğe biat eden kabilelerden de bahsediliyor, ancak Türkmenler biatı reddetmiş ve “baş kesici militanlar”ın hedefi şekline gelmişler; bu anlamda çarpışmalar sürüyor. Demek ki IŞİD’ciler, Konsolosluk çalışanlarını tutsak ederken böyle bir durumla karşı karşıya kalacaklarını hesap etmişler. E bu da bir öngörü, ne diyelim?! Bu arada başkent 50 kilometre mesafedeki Samarra’da çakılıp kalan Selefiyan savaşçılarının da mezarlıkları tahrip ettiklerinin, cami minarelerini dahi bid’at işlerden sayıp bombaladıklarının, tekke ve türbeleri berhava ettiklerinin görüntüleri ekranlara yansımakta. Bir de Endülüs’ün fethi meselesi var. İspanyollar rüzgârı gerçek sanmışlar, verip veriştiriyorlarmış. Endülüs meselesi neyse de IŞİD cephesinden “Kâbe’nin dahi yıkılacağı” haberleri de geliyor ki fakir buna inanmıyor. Münafık medya söylenmemişi söylenmiş gibi yansıtmakta oldukça mahir, biliyorsunuz. Ya da çarpıtma hususunda sabıka zengini bir basın yayın dünyası var ortada. Hem Kâbe, hem Kabr-i Nebevî, 98 yıldan beri Vehhabiyan Suud krallarının yönetiminde. Nice zamandan beri Kutsal Kâbe’nin genişletilmesi için milyon dolarları da onlar yatırıyor. Şimdi durup dururken adamların hakkını yemeyelim; siz de yemeyin! Oralardaki vaziyeti bu sıralarda umreden dönen akrabalarınızı ziyaret edip, hurmalarını yiyip Ebu Zemzem’lerini içerken onlara sorun… temmuz 2014 115 haberajanda Analiz Bağımsızlığın, büyük devlet olmanın, “Biz artık kukla bir devlet olmak istemiyoruz” demenin ve diyebilmenin, küresel çetelere eyvallah etmemenin, onurlu siyasetin, “Biz özgür bir devletiz” demenin bir bedeli var. Sabırlı olmalıyız. Türkiye bir yol ayrımında. Ya eskisi gibi küresel çetelerin oyuncağı olacak ve “Biz bağımsız bir ülkeyiz” diye birbirimizi kandırmaya devam edeceğiz; ya da bazı bedeller ödeyip, biz olmasak da çocuklarımıza ve torunlarımıza tam bağımsız yaşayacakları, küresel siyasete yön verebilen onurlu bir ülkeyi onlara armağan edeceğiz. BARIŞIN VE BAĞIMSIZLIĞIN BEDELI İstikrarlı istikrarsızlık O RTADOĞU’daki istikrarsızlık devam ediyor. Daha doğrusu Ortadoğu’daki “istikrarlı istikrarsızlık” devam ettiriliyor. Ortadoğu’da planlı bir istikrarsızlık var. Bu istikrarsızlık, bölge ülkelerini kontrol altında tutmak için 100 yılı aşkın bir süredir uygulanan bir oyunun parçası. >> Bölge 100 yıldır bir kaosun içinde. Bu kaos İsrail’e, ABD’ye, AB’ye ve kısmen ve de zaman zamansa Rusya’ya yarıyor. İstikrarsızlık ne zaman azalmaya başlar ve bölge ülkelerinden biri ne zaman bu “kaos kümesinin” dışına çıkma emaresi gösterirse, ya yine yeni mezhep ve kimlik çatışmaları çıkartılarak istikrarsızlığın içine itiliyor ya da demokrasi getirme bahanesi ile işgal ediliyor. Osmanlı Devleti bu asırlık planın ilk hedefi, Türkiye ise bu planın sadece bir parçasıydı -kuruluşu ve yönetimi ile de bu planın ikinci adımıydı-. Türkiye, tarihinden koparılarak inkâr ve asimile politikaları ile dönüştürülmeye çalışıldı. Mayası sağlam olan halk, her seferinde aslına dönmek için gayret gösterdi ve ülke, tarihinde birkaç kez bağımsız 116 temmuz 2014 olma girişiminde bulundu. Ancak bu girişimler de çeşitli darbeler, sağ-sol çatışmaları, PKK terörü, çeşitli suikastlar ve kimliği meçhul cinayetler ve küresel patentli ekonomik krizler ile engellendi. Bağımsızlık mücadelesi AK Parti ile Türkiye yeniden bir bağımsızlık mücadelesine girişti. Narkozdan çıktı ve üzerinde yapılagelen ameliyatların farkına vardı. Bu yüzden Türkiye yeniden bir hedef haline geldi. Yurtiçi ve dışındaki piyonlar yeniden sahneye sürüldü. Vesayetçi sistemin elemanları, Kemalizm şemsiyesi altındaki burjuvazi ve elitist takılan devşirmeler yine devreye girdi. Ancak bu sefer planları tutmadı. Oynanan oyunlar ve oyuncular her seferinde deşif- re edildi. Maskeler düşürüldü. Son olarak içimize, tabiri caizse ta ciğerimize kadar sızdırdıkları Cemaat’i kullandılar. Ve fakat yine Allah’ın izni ile deşifre edilerek püskürtüldüler. Bayrak indirme olayı ve IŞİD Bunca yaşanan olaydan sonra gelişen olaylara ani tepkiler vererek değil, artık daha soğukkanlı ve sağduyulu bakmayı öğrenmemiz gerekli. Geçen ay Diyarbakır’daki askerî üstte Türk bayrağı indirildi. Bayrak indirilirken müdahale edil(e)medi; toplumun tepkisi test edildi. Hemen ardından IŞİD adlı örgüt Musul’u işgal etti ve burada bulunan Konsolosumuzu ve çalışanları rehin aldı; Hükümet’in refleksleri test edildi. Birbiri ile alakasız görünen olayların ortak paydası, Türkiye’nin istikrarsız bir savaş ortamına çekilmek istenmesi ve çözüm süreci ile artan huzur ortamının bozulması. Bayrak indirme olayına değinmeden önce, Kürt sorunu ve gelinen noktayı iyi bir şekilde tahlil etmek gerekli. PKK terörü ve Kürt sorunu, Zehra Mücahit zehramucahit.ajanda@gmail.com Irak Şam İslam Devleti IŞİD) örgütü lideri Ebubekir el-Bağdadi’ye ait olduğu iddia edilen bir görüntü... “Büyük Türkiye” önündeki en büyük engellerden biriydi. Bu sorunun çözümü için, Hükümet taşın altına sadece elini değil, adeta tüm bedenini koydu. Ciddi ve tarihî adımlar atıldı. Bu süreçte ufak tefek olayların ve boşa çıkartılan birkaç provokasyonun dışında çok ciddi bir olay yaşanmadı. Hükümet ve Çözüm Süreci’nde samimi olan tarafların sağduyulu yaklaşımları ile bu provokatif eylemler amacına ulaşamadı. PKK içinde çeşitli gruplaşmalar var. PKK’nın çok uluslu bir terör çetesi olduğu biliniyor ki fazla bilinmeyen yönü ise küresel uyuşturucu trafiğinin önemli ve kilit bir parçası olduğu. PKK içindeki gruplar hem kendi içindeki çıkarları, hem peşmerge ile Kuzey Irak’taki çıkarları, hem de Türkiye ile diğer çıkarları için çatışma içinde. Çözüm sürecinde PKK içindeki belirsizlik, çokseslilik ve provokatif eylemlerin nedeni de bu. Diyarbakır’da indirilen bayrak ise hem Çözüm Süreci’ne, hem de Hükümet’e bir darbe amaçlıyordu. Bu sınırları aşan provokatif eylem, yine hem Türk, hem de Kürt halkının sağduyusu sayesinde büyümeden engellendi. Yapılması gerekeni barış isteyen halk zaten yaptı da, yapıyor da. Diyarbakır’da indirilen tek bayrağa karşı, Kürt halkı binlerce Türk bayrağını kaldırarak cevap vermiş oldu. Barışı ve çözümü samimi şekilde isteyen hiçbir kesimin, bu tür olaylara ve provokatif eylemlere prim vermemesi gerek. La Fontaine, “Hiçbir zafere çiçekli yollardan gidilmez” demiş. Anlaşılan o ki, zafer kadar barışa uzanan yollar da artık çiçekli değil. Barışın bir bedeli var. Kalıcı bir barış için sabırlı ve sağduyulu olmamız gerekli. Benzeri provokatif olaylar ne ilk, ne de son olacak. Bu tür olaylardan sonra asla sessiz kalmayacağız. Ancak yine de asla öfkeyle tahriklere kapılıp barış ve huzur ortamını bozmak isteyenlere prim vermeyeceğiz. Türkler ve Kürtler, bu provokasyonlara kol kola girip gerekli cevabı verecektir. IŞİD’e gelince… Irak’taki durum çok daha karışık. İran destekli Şia blokuna karşı Arap milliyetçisi Sünni blok, yani Kürtler, Türkmenler ve IŞİD benzeri irili ufaklı örgütler… Bunların tamamı, aslında petrol üzerinde oynanan oyunların piyonları. Türkiye’nin Kuzey Irak’la, daha açık bir ifadeyle Peşmerge ile olan yakın işbirliği ve Kuzey Irak petrolünün Bağdat’a rağ- men Türkiye üzerinden akması da yine Türkiye’yi hedef haline getirenlerin hoşuna gitmedi. Irak ordusunun bir anda geri çekilmesi ve adeta dağıtılması, IŞİD’in Musul gibi stratejik bir kenti açıkçası elini kolunu sallayarak düşürmesi ve daha da ileri giderek Konsolosluğumuza girmesi ve Konsolos dâhil herkesi rehin alması da rastgele değil, planlı bir eylemin göstergesidir. Soğukkanlılığımızı kaybetmeden mevcut politikamıza devam etmemiz gerekli. Türkiye peşmerge ile yürüttüğü ikili ilişkileri sürdürmeli ve desteğini arttırmalıdır. Bağımsızlığın, büyük devlet olmanın, “Biz artık kukla bir devlet olmak istemiyoruz” demenin ve diyebilmenin, küresel çetelere eyvallah etmemenin, onurlu siyasetin, “Biz özgür bir devletiz” demenin bir bedeli var. Sabırlı olmalıyız. Türkiye bir yol ayrımında; ya eskisi gibi küresel çetelerin oyuncağı olacak ve “Biz bağımsız bir ülkeyiz” diye birbirimizi kandırmaya devam edeceğiz ya da bazı bedeller ödeyip, biz olmasak da çocuklarımıza ve torunlarımıza tam bağımsız yaşayacakları, küresel siyasete yön verebilen onurlu bir ülkeyi onlara armağan edeceğiz. temmuz 2014 117 İsrail, 2009’da Hayfa’nın 90 kilometrelik batısındaki açık denizde keşfedilen Tamar sahasında 283 milyar metreküplük ve 47 kilometre güneybatısındaki Leviathan sahasında da 530 milyar metreküplük rezerv buldu. Tamar’da bulunan rezerv Mart 2013’te üretime başlarken, Leviathan sahasındaki rezervde ise 2017’de üretime geçilecek. Zaten bu noktada İsrail Enerji Bakanlığı da 2015’te ülkenin enerji ihtiyacının yarısının yerli doğalgazla karşılanacağı, 2017’de ise net şekilde ihracatçı olunabileceği müjdesini vermişti. *** 2 Temmuz’da operasyon sinyali veren Netanyahu’nun ardından, 3 Temmuz günü Cumhurbaşkanlığı görevi bitmek üzere olan Simon Peres, “Kışkırtmaları durdurma zamanı geldi” diyerek iki ucu açık ve farklı şekillerde yorumlanabilecek bir açıklamayla “barışçıl” diye ifade edilen bir cümle kullandı. Ancak İngiltere’de BBC, Filistin’e yapılan hava saldırılarını İsrail yanlısı verdiği gerekçesiyle protesto ediliyor, bırakın bölgede bir sakinlik sağlanmasını, dünya kamuoyu fokurdatılıyordu. Bugünlerde eski İngiltere Başbakanı Tony Blair ile görüşen Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah Sisi’nin iş fırsatları ve ekonomi danışmanlığına getirildiğini öğreniyorduk. 3 Temmuz günü aldığımız bu bilgi, 4 Temmuz günü Mısır’da olaylar büyümeden önünün kesilmesi için görüşme turuna çıkan Hamas haberlerinden herhalde daha mühimdi(!). *** 118 temmuz 2014 Muhsin Selçuk Bayındır msbayindir.ajanda@gmail.com İsrail hava saldırılarını yavaş yavaş sertlik ve hız bakımından arttırırken, bir yandan da dünya kamuoyunda ilginç bir insancıl damar tutturmuş türden görüntüler veriyordu. Hüseyin Ebu Hudayr adlı 17 yaşındaki Filistinli gencin benzin içirtilerek diri diri yakılmış vücudu bulunuyor, bu iğrenç vahşeti yapanların ardına düşülmeyeceğinin, Uğur Mumcu’nun hayatını kaybettiği hain saldırının ardından “Faillerini bulmak namus borcumuz!” denildiği gibi Netanyahu’dan aileye taziye mesajı veriliyordu. *** 15 ve 16 Temmuz günlerinde ise birçok şey gerçekleşti. Bu silsilenin başlangıcında Mısır’ın söz konusu savaşa dair yaptığı ateşkes çağrısı vardı. Mısır’ın teklifini İsrail kabul ederken Filistin idaresi olan Hamas hükümeti reddetti. Sizce Mısır, 4 Temmuz günü kendisine gelen Hamaslı yöneticilerin arabulucuk isteğini 12 gün görüştükten sonra İsrail’e nasıl sunacaklarını mı istişare ettiler? Şartlardan evvel ateşkesin uygulanmasını isteyen Mısır’dan Hamas ne istiyordu da teklifi reddetmiş ve dünya kamuoyuna barışı istemeyen asıl taraf olarak lanse edilmişti? *** Bugüne dek yapılan kara, hava ve deniz saldırılarında 350’ye yakın Filistinli şehit oldu. Dosyanın başlığındaki “Lema”yı merak etmiş olanınız varsa belirtelim. Lema, bu saldırılarda şehit olan en minik Filistinli, zira 5 aylık… SUSTU LEMA... İ Kİ şey geldi aklıma: Biri Peygamber’in inci tanesi, biri türkü… Burnumu, gönlümü, beynimi, ruhumu sızlatan, düşündüğümde tâbiyete anlam kaybettiren, ebteri terse çeviren, kevseri damlatan, ürkek bir ceylanı küheylan gibi şahlandıran bir ânın ifadesidir o inci tanesinin cümlelerindeki… >> Baba, Resul-i Zişan, Hatemü’l-Enbiya, Server-i Kâinat Kâbe’de namaz kılarken, secde anında his yoksulu, zihin fakiri, dünya budalası azgın bir sefil güruh, Güzeller Güzeli Habibullah’ın mübarek ve temiz ensesine işkembe yığmıştı. Kimse bir hamlede bulunamazken, tehdit ve korku nefes nefes yayılmışken Mekke’ye, bir haber üzerine yıldırım olup meydana düşendi o inci tanesi, ciğer paresi… Meydan inliyordu: “Kim yaptı bunu?” İnlemenin sarsıntısında yaydığı korkuyu soluğuna karıştırdığı tükürükle sert bir lokma gibi bütün bütün yutan o meydan, o ciğer parenin karşısında ezim ezim eziliyordu. Derhâl o temiz enseye konulanları temizleyen zehra yürekli, narin kollarıyla kuvvetle sarmaladığı Baba’ya gözlerinden dökülen kevser damlalarıyla soruyordu bu kez “Kim yaptı bunu Sana?” diye... Ciğer paresine buğulu gözlerle bakan Rahmet Nebisi ise, “Ağlama kızcağızım! Allah, Baba’nın gayretini zayi etmeyecek!” diyordu… İşte bu hatırayı Nebevî hayatın en keskin ve en dramatik sahnesi olarak hatırlarken dilime takılan türküyü Karacaoğlan seslendiriyor yanık yanık: “Üryan geldim, gene üryan giderim./ Ölmemeye elde fermanım mı var?/ Azrail gelmiş de can talep eyler;/ Benim can vermeye dermanım mı var?/ Bu dünyanın hesabını isterler./ Onun için el çekti veliler./ Haramî var deyu korkuverirler;/ Benim ipek yüklü kervanım mı var?” Üç gencin cesedi bulundu ve… 12 Haziran 2014 günü, Yahudi yerleşimcilerden üç genç kayboldu. Kayboluş öyküsü hakkında hiçbir temmuz 2014 119 bilgiye yer verilmeyen takibat seyri 17 gün sürdü. 17 günlük hezeyan sırasında Batı Şeria’da taciz etmediği ev, tecavüz etmediği hak bırakmayan İsrail, hedefinde tuttuğu Gazze’ye Hamas mazeretli bir baskının planlarını çiziyordu. O planların başlangıcına uzanan süreçte, 585 Filistinli gözaltına alındı. 585 Filistinlinin gözaltı süresi hakkında hiçbir açıklama getirilmezken, İsrail’in kayıp üç genç hakkındaki beyanatı arz edildi: “Kayıp gençleri kaçıranlar, Hamas üyesi olan Mervan Kavasime ile Amir Ebu Ayşe...” 27 Haziran 2014 günü yapılan bu açıklamadan iki gün evvelse Mescid-i Aksa’da yeni bir kışkırtmayla karşılaşan Filistinliler, aşırı dinci diye tabir edilen Yahudiler tarafından İsrail askerlerinin hedefleri haline getiriliyorlardı. Aksa’nın basıldığı bugün, yani 25 Haziran 2014, operasyon programı belli olan İsrail’in hava saldırılarının başlangıç günüydü. Zira aynı gün Hamas tarafından İsrail topraklarına 4 adet roket fırlatıldığı iddiası hazırdı, ancak Hamas bu iddiayı yalanlıyordu. Dünya kamuoyunda başlayan hava saldırılarına dair hiçbir yankı bulunmazken ölü olarak bulunan üç Yahudi genç için Avrupa Birliği ve ABD’den taziye mesajları yayınlanıyordu. Galiba bu mesajlar, ileride değineceğimiz kara harekâtını İsrail’in haklılığı üzerine yorumlayan Batı’nın ilk bahanelerinin içeriğinin işaretlerini veriyordu. Zaten 2 Temmuz 2014 günü yapılan toplu cenaze 120 temmuz 2014 merasiminde İsrail Başbakanı Netanyahu, operasyon hakkında örtülü mesajlar dökmüştü dilinden. 585’ten damıttığı 2’nin hesabını Gazze’de vurduğu 34 hedefle başlatan İsrail’e bu hava saldırıları sırasında BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’dan itidal çağrısı geldi ve kara harekâtına girişilmemesi gerektiği uyarısı yapıldı. Ancak bu uyarının anlamını çözmekte zorlanmamızın sebebi, dünyanın meseleden neredeyse haberi yokken ortaya sürülen peşine itidal çağrısı ve kara harekâtı uyarısı idi. Peki, bu çağrı ve uyarının merkezinde ne olabilirdi? İsrail’in istediği roketlere cevap mı vermekti sadece? Mutlak surette Gazze’yi hedefine bu kez de oturtan İsrail, Netanyahu ağzıyla millî mutabakata gitmiş olan Filistin’e tehdidini savurmuş, “Hamas’la birlikte olan, barış istemiyor demektir” demişti. Hedef, İsrail’in gözüyle bakılınca millî mutabakat, yani Hamas ile Fetih’in siyaset ve fikir birliğine gidişiydi. Yalnız, sadece bu muydu sebep? Çalışmalarını Londra’da yürüten Politika Araştırmaları ve Kalkınma Enstitüsü Direktörü Dr. Nafiz Ahmed, “İsrail’in Hamas’ı zayıflatarak kendi şartlarını dikte edebileceği bir gaz rejimi yaratmayı istediği belli. Bu nedenle İsrail’in Gazze saldırısı, Gazze’nin henüz çıkarılmamış doğalgaz kaynaklarını kontrol etme arzusuyla doğrudan ilişkilidir” diyor. 2000’de Gazze açıklarında bulunan yaklaşık 38 milyar metreküplük ve 4 milyar dolarlık gazdan sonra İsrail-Filistin çatışmasının temel nedenlerinden birinin de Tel Aviv’in artan doğalgaz ihtiyacı ve buna yönelik geliştirdiği gaz planı olduğunu söyleyen Ahmed, plana göre söz konusu gazın Hamas kontrolüne geçmesinin engellenmesi gerektiğini ve İsrail’in de bu noktadaki tedbirlerini böyle aldığını vurguluyor. Ahmed, İsrail’in son yıllarda Doğu Akdeniz’deki Levant sahasında, ülkeyi enerji ithalatçısından Avrupa, Ürdün ve Mısır’a gaz ihraç eden ülke haline getirecek doğalgaz keşifleri yaptığını anımsatarak “Ancak potansiyel engel şu ki, Levant sahasındaki 3,5 trilyon metreküp gazın çoğu İsrail, Gazze, Lübnan, Suriye ve Kıbrıs arasındaki tartışmalı sularda” diyor. İsrail, 2009’da Hayfa’nın 90 kilometrelik batısındaki açık denizde keşfedilen Tamar sahasında 283 milyar metreküplük ve 47 kilometre güneybatısındaki Leviathan sahasında da 530 milyar metreküplük rezerv buldu. Tamar’da bulunan rezerv Mart 2013’te üretime başlarken, Leviathan sahasındaki rezervde ise 2017’de üretime geçilecek. Zaten bu noktada İsrail Enerji Bakanlığı da 2015’te ülkenin enerji ihtiyacının yarısının yerli doğalgazla karşılanacağı, 2017’de ise net şekilde ihracatçı olunabileceği müjdesini vermişti. İsrail söz konusu hava saldırılarına bahane olarak Hamas’ı gösterse de, Hamas’ın yalanladığı roket saldırılarını Filistin Halk Kurtuluş Cephesi üstlendi. Bu çıkışı İsrail’in tahriklerine dayanamadıkları ve Filistin’e yapılan baskıya karşı seslerini duyurmak için yaptıklarını beyanla ilan ettiler. Peki, İsrail Hamas’tan özür diledi, dünya İsrail’in iftirasını kınadı, Gazze saldırısı bitti mi? Bu noktada bir hatırlatma yaparak dikkat çekelim de karşımızdaki cepheyi genişletelim. 2 Temmuz’da operasyon sinyali veren Netanyahu’nun ardından, 3 Temmuz günü Cumhurbaşkanlığı görevi bitmek üzere olan Simon Peres, “Kışkırtmaları durdurma zamanı geldi” diyerek iki ucu açık ve farklı şekillerde yorumlanabilecek bir açıklamayla barışçıl diye ifade edilen bir cümle kullandı. Ancak İngiltere’de BBC, Filistin’e yapılan hava saldırılarını İsrail yanlısı verdiği gerekçesiyle protesto ediliyor, bırakın bölgede bir sakinlik sağlanmasını, dünya kamuoyu fokurdatılıyordu. Bugünlerde eski İngiltere Başbakanı Tony Blair ile görüşen Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah Sisi’nin iş fırsatları ve ekonomi danışmanlığına getirildiğini öğreniyorduk. 3 Temmuz günü aldığımız bu bilgi, 4 Temmuz günü Mısır’da olaylar büyümeden önünün kesilmesi için görüşme turuna çıkan Hamas haberlerinden herhalde daha mühimdi(!). İsrail hava saldırılarını yavaş yavaş sertlik ve hız bakımından arttırırken, bir yandan da dünya kamuoyunda ilginç bir insancıl damar tutturmuş türden görüntüler veriyordu. Hüseyin Ebu Hudayr adlı 17 yaşındaki Filistinli gencin benzin içirtilerek diri diri yakılmış vücudu bulunuyor, bu iğrenç vahşeti yapanların ardına düşülmeyeceğinin, Uğur Mumcu’nun hayatını kaybettiği lain saldırının ardından “Faillerini bulmak namus borcumuz!” denildiği gibi Netanyahu’dan aileye taziye mesajı veriliyordu. kara duman bulutları yükseliyor. Elektrikler kesik; ana caddeler, sokaklar ve Suriye’den iltica edenlerin bulunduğu mülteci kamplarının patika yollarından halk tamamen çekilmiş. Sadece bomba ve uçaklardan kaynaklanan yüksek ses dahi birçok çocuğun yaralanmasına neden olmuş. Mısır halkının seçtiği(!) Sisi gibi havadan ve karadan ölüm saçıyor, ateş ediyor. Ve sonunda, saldırılar başladıktan yaklaşık iki hafta sonra, 12 Temmuz günü Arap Birliği toplanıyor. Alınan karar mı? Bilinmiyor… On çocuklu bir baba, bombardıman sırasında yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Gece hiç bitmeyecek gibi, zaman durdu… Çocuklarımı uyutmaya çalışıyorum ama uyumuyorlar. Korkudan titreten patlama sesleri uykuya ağır bastı…” 12 Temmuz günü bir günde 200 hava saldırısı düzenledi İsrail. Netanyahu, bin hedefi vurduklarını belirttiği açıklamasında operasyonu savundu. Gazze’deki Ulusal İslam Bankası da vuruldu. İsrail’in saldırılarına karşılık El-Kassam Tugayları’nın Tel Aviv’e fırlattığı füzelerse Obama’nın gurur duyduğu Demir Kubbe tarafından infilak edildi. İsrail’in elinde 9 adet Demir Kubbe bulunuyor. 20 roket bataryalı füze savunma sistemi, ABD’nin hibelerinden oluşan gelirle kısa menzilli saldırılara karşı mobil bir düzenekle çalıştırılmak üzere yapıldı. Sistem, karşı atağa otomatik cevap veren bir yazılıma sahip. Bombardımanların sesinin kesilmesiyle bebeklerin, çocukların, yaralıların ve korkuya kapılanların çığlıkları titretiyor şehri. Saldırıların durduğu anda arama kurtarma ve ilkyardım ekipleri, itfaiye erleri harekete geçiyor. Öyle ya, İsrail, öncelikli olarak hedefine aldığı Filistin’in can damarı olan tünelleri vururken, bir yandan da hastaneleri, ambulansları, evleri de vuruyor. Kimse harekât istemiyor(!) Filistinleri korku mesajları ve tehdit telefonlarıyla demoralizasyon seanslarına tâbi tutan İsrail karşısında dünyada ilginç bir tıp oyunu oynanırken İslam İşbirliği Teşkilatı’ndan BM Güvenlik Konseyi’ne olağanüstü görüşme talebi yöneltiliyor. Bu sırada ABD’den bir beyan daha çıkıyor: “Kimse kara harekâtı görmek istemiyor.” Bu ne şimdi? BM’nin yaptığı gibi eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmek de neyin nesi? Her üç dakikada bir saldıran İsrail, Filistin’de silahsız halde kendini protesto edenlere dahi tahammül edemeyerek büyük Sesini yükselten bir iki devletten biri olan Türkiye’nin Başbakan Erdoğan tarafından yürütülen arabulucuk faaliyetlerine İsrail’den yanıt gelmezken Erdoğan, Katar Emiri El-Sani ve Fransa Cumhurbaşkanı Hollande ile görüştü. Katar Emiri, bu görüşmenin ardından bir de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile görüşmek üzere bir gece yeniden Türkiye’ye geldi. 13 Temmuz günü ise BM’ye iki çağrı geldi: Biri Filistin, biri de İran’dan. Uluslararası koruma talebinde bulunan Filistin’e olumlu bir cevap veremeyen BM’ye İran “İsrail’i durdurun!” dedi. Burada bir dikkat celbi yapacağız: Irak’taki Irak-Şam İslam Devleti denilen terör örgütü Şiilere katliam Hamas’ın 4 Temmuz günü arabuluculuk için başvurduğu Mısır’dan ses seda çıkmazken Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’tan “Yaşanan bir savaş değil, silahlı bir ordunun silahsız bir halkı katletmesi” açıklaması geliyordu. Zira İsrail hava saldırılarıyla hükümet ve kamu binalarını vuruyor, deniz saldırılarıyla Gazze kıyılarını topa tutarken yine sahildeki çocukları hedef alıyordu. İsrail terör kustuğu Gazze’de gece boyu süren saldırılara şahit olan Anadolu Ajansı muhabirleri, İslam dünyasının içinde bulunduğu Ramazan ayına dikkat çekerek saldırılardan endişe edildiği için camilerin bile kilitli olduğunu belirtiyorlar. Sahur vaktine hazırlan şehre, İsrail uçakları art arda bombalar yağdırıyor. Gazze’den gökyüzüne kap- temmuz 2014 121 Başlarda ifade ettiğimiz barışçıl Cumhurbaşkanı Simon Peres ise Mahmud Abbas hakkında tam da bu sırada “barışa hazır gerçek bir lider” övgüsünde bulundu. Abbas ne mi yaptı? 18 Temmuz’da geldiği Türkiye’de Cumhurbaşkanı Gül ile görüşmesinde gazetecilere “Ateşkesi kabul etmeliydik” dedi. Başbakan Erdoğan ile yaptığı görüşme ise 2 saat 15 dakika sürdü, ancak basına kapalıydı ve bilgi verilmedi. Ayrıca İsrail sadece bombalamıyor, Hamas üyesi milletvekillerini ve parti yöneticilerini de gözaltına alıyor. Yine 16 Temmuz günü Almanya Federal Güvenlik Konseyi, İsrail’e bir denizaltı satışı için daha onay verdi. Hamas’ın, Mısır’ın teklifini resmen tanımadığını ilan ettiği bugün, BM ve ABD’nin hep uyardığı ve kaygı duyduğu (!) kara harekâtı için 8 bin yedek asker daha çağırıldı sınıra yığınak yapıldı. uyguladığında devam etmesi halinde bölgeye girerek savaşacağını ilan eden ve Siyonist İsrail’in güya 1 numaralı düşmanı İran, Filistin hususunda bir adım öteye geçemedi. Her şey Hamas aleyhinde işletiliyor Bu arada 14 Temmuz günü, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Tayyip Erdoğan, katil İsrail’in düzenlediği saldırılara bahane olarak ileri sürdüğü Hamas füzelerinin neden bir yankısının olmadığını sorgulayarak “Niçin hiçbir zarar görünmüyor?” derken İsrailli kaynaklar askerî bir üsse füze isabet ettiğini açıkladılar. Demek ki Obama’nın gurur duyması boşuna, zira Demir Kubbe hem de askerî üs bölgesinde çalışmıyor, tutukluk yaptı zahir… ABD ile İsrail’i andığımızda tavukyumurta bahsini hatırlamak borç oluyor. İsrail’in orantısız güç kullandığına dair kanıt göremediğini ilan eden ABD Dışişleri Bakanlığı, kara gecede kara karıncayı tespit ettiği yönündeki ilahî iddiadan vazgeçmenin eşiğine gelmez mi acaba? 15 ve 16 Temmuz günlerinde ise birçok şey gerçekleşti. Bu silsilenin başlangıcında Mısır’ın söz konusu savaşa dair yaptığı ateşkes çağrısı vardı. Mısır’ın teklifini İsrail kabul ederken Filistin idaresi olan Hamas hükümeti reddetti. Sizce Mısır, 4 Temmuz günü kendisine gelen Hamaslı yöneticilerin arabulucuk isteğini 12 gün görüştükten sonra İsrail’e nasıl sunacaklarını mı istişare 122 temmuz 2014 ettiler? Şartlardan evvel ateşkesin uygulanmasını isteyen Mısır’dan Hamas ne istiyordu da teklifi reddetmiş ve dünya kamuoyuna barışı istemeyen asıl taraf olarak lanse edilmişti? Hamas’ın ateşkes şartları şöyleydi: Filistin’e uygulanan ambargo kalkacak, Refah Sınır Kapısı sürekli açık olacak, 12 Haziran’dan beridir tutuklu olanlar serbest bırakılacak (hani 585 kişi vardı ya), esir takasına bağlı kalınacak, Gazze’ye uygulanan balıkçılık sahasında kısıtlama genişletilecek, uzlaşı hükümetine karışılmayacak. Mısır’ın teklifi ise Filistin’i sıfır noktasına taşıyacaktı. Hamas’a ateşkesi uygulaması için baskı kuran ABD’nin Başkanı Obama Ramazan iftarı verirken Beyaz Saray’da, Ramazan’ı zehre bulanmış Gazze’de çocuklar ölüyordu. Ateşkes baskısı yalnız ABD’den değil, İngiltere, Almanya ve Fransa’dan da yoğun şekilde geliyordu. Fransa, İsrail karşıtı protesto eylemlerini yasakladı, Almanya Dışişleri Bakanı Frank Walter Steinmeier ise Filistin’e kadar giderek teklifi ikna görüşmelerinde bulundu. Filistinlilere sık sık evlerini boşaltma talimatı veren İsrail’de ayrıca bir çatışma da yaşanıyordu. Savunma Bakan Yardımcısı Danny Danon, “Başbakan iyiden de, kötüden de sorumludur” şeklindeki ifadesiyle şimşekleri üzerine çekiyor, Başbakan Netanyahu tarafından kovuluyordu. Almanya Şansölyesi Merkel bile İsrail’in haklı olduğunu söylerken bu adam da ne söylüyordu böyle? Ayın 17’si… Harekât başladı… Ve 17 Temmuz 2014… Kara harekâtı başladı. Hava saldırıları sürerken tank ve zırhlı araçlarıyla İsrail topyekûn Gazze’ye girdi. Netanyahu, “Günah benden gitti!” yüzsüzlüğünde “Ben Mısır’ın teklifini kabul ettim, Hamas ise reddetti. Tek sorumlu Hamas’tır!” dedi ve dünya kamuoyunda savaşın tek müsebbibi olarak görülen Hamas’a yöneltildi bütün oklar. Bu noktada Filistin’den tek arabulucu olarak tanınacak devletin Türkiye veya Katar olacağı ilan edildi. Aynı gün Birleşmiş Milletler, insanî yardımların ulaşması için 5 saatlik ateşkes istedi. Hayat tünelleri yerle yeksan edilen Gazze’de ilaç sıkıntısı had safhada… Mısır’ın teklifini reddederek kara harekâtını asıl müsebbibi olarak tanıtılan Hamas’a tam da bu sırada İngiltere’den bir uyarı geldi ve Hamas’ın roket atmayı durdurmasını istedi. Oysa bu sıralarda Filistin cephesinden İsrail hakkında zehirli gaz kullandığı da iddia ediliyordu. Yani durum şuydu: İnsan hakları bütün dünya tarafından korunuyor, İsrail lehine bütün tehditler yağdırılıyordu Filistinliler can verirken… Tavuk-yumurta bahsinin ortakları ABD ile İsrail arasındaki görüşmeler hız kesmiyordu. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Netanyahu’ya “tünelleri titiz bir çalışmayla yok etmelerini” tavsiye ediyordu. Zaten Netanyahu’yu bilmiyor muydu, o sivilleri vurmamaya gayret eden bir idareciydi(!). İsrail Dışişleri Bakanlığı tüneller tamamen imha edilince harekâtın biteceğini duyururken, Genelkurmay Başkanı ise operasyonun hemen bitemeyeceğini söyledi. Bugüne dek yapılan kara, hava ve deniz saldırılarında 350’ye yakın Filistinli şehit oldu. Dosyanın başlığındaki “Lema”yı merak etmiş olanınız varsa belirtelim. Lema, bu saldırılarda şehit olan en minik Filistinli, zira 5 aylık… Bir Kevser damlasında ümidim… Şimdi en başa dönüp Peygamber’in ciğer paresini utancımla baş başa kalmış halde bir kez daha anayım. Dünyanın gözünün önünde, bütün hücreleriyle korkuyu olurken arz, zehra zehra bir kevser damlası düşsün meydana istiyor gönül… letmeye hazır olduğu yönündeki başlığıyla verdiği haberinde İsrail ordusunun bombardıman öncesi 14 bölgeye broşürler bıraktığını, ancak zaten dar olan ve yoğun nüfusun yaşadığı Gazze’de Filistinlilerin kaçacak yerinin olmadığı bilgisini paylaştı. “Terörü durdurmanın tek yolu” başlığını kullanan Alman Die Welt gazetesi, İsrail’in Gazze’de Hamas’a karşı kara harekâtında bulunduğunu yazarak bir İsrail askerinin kendi arkadaşları tarafından yanlışlıkla öldürüldüğünü, birçok aşırılık yanlısının yanı sıra 4 Filistinli çocuğun da hayatını kaybettiğini belirtti. Yani Almanlara göre Filistinlerin kendileri zaten birer terörist. tutumundan övgüyle söz edilen haberde Katar’ın Gazze’ye verdiği desteğin açık ve etkili olduğu vurgulandı. Birleşik Arap Emirlikleri’nde yayımlanan El-Beyan gazetesi, operasyonu “Saldırganlık stratejisi” başlığıyla verdi. Otorite paralelindeki basının yazdıkları Türkiye Cumhuriyeti yetkilileri, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve Dışişleri Bakanlığı dâhilindeki kurumlarıyla Gazze’ye olan desteğini açık yüreklilikle dile getirirken tüm ilgili kurumlarıyla Türkiye bölgede yer aldı. Türkiye’de gerçekleşen protesto Garip Gazze, üryan geldiği dünyadan üryan giden Gazze ölümden kaçmanın değil, nereden, hangi anda geleceğinin hesabında. Can talep edilen meydanda can bile vermeye derman bulamayan yorgun Gazze için bir kevser damlası niyetiyle el açtık Mevla’ya… Şüphesiz bu dünyanın hesabı istenecek ve bu hesabı bütün dünya da, İsrail de verecek. İsrail denen haramîden korkanların hesabı en ağır olanı olacak. Ancak Gazze’nin ipek yüklü kervanları yok ki zor olan bir hesaba girsin; onun sahilde vurulan Lema’ları var… Dünyada Gazze operasyonunun yankısı ABD basını, haberlerinde ağırlıklı olarak operasyonun risklerine ve sivil can kaybının artacağına işaret etti. İngiliz basını aynı günlerde Ukrayna’da düşen Malezya uçağına Gazze’den daha fazla yer verdi. Zira Gazze idi adı, Gezi değil. Çin ve Yunanistan basını İsrail’in ateşkesi kabul ettikten sonra kara operasyonu başlattığına vurgu yaptı, Rus basını ise normal bir rutinden bahseder gibiydi. Gazze harekâtında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Erdoğan’a getirilen eleştirilerse dikkat çekiciydi, hani “Ne diye one minüt çektin be adam?!” diyen cinsten. New York Times, Erdoğan’ın açıklamalarına yer vererek İsrail’in Gazze’de soykırım yapmakla suçlayan sözlerine yer verirken İsrail’in İstanbul ve Ankara’daki diplomatlarını protestolar nedeniyle evlerine geri gönderdiğine dikkat çekti. CNN, İsrail’in kara operasyonunu geniş- İsrail’de yayın yapan gazete ve televizyonlarsa hükümetin operasyona başlamasında Hamas’ın anlaşmaya yanaşmayan tutumundan dolayı bu yönde bir kararı almak zorunda kaldığı düşüncesinde birleşti. Haaretz, “İsrail Savunma Kuvvetleri Gazze’ye büyük kara operasyonu başlattı” başlığıyla verdiği haberinde harekâtın Hamas’la yapılan ateşkes görüşmesinin gerçekleşmemesi sonucu başlatıldığını yazdı. Jerusalem Post ise Hamas’ın ateşkesi kabul etmemesi nedeniyle operasyonu doğrudan savundu. Katar basınından Eş-Şark gazetesi ise harekâtı “Yeni savaş suçu” başlığıyla manşetine taşıdı. Katar’ın saldırılar karşısındaki gösterileriyse İsrail’in elçilik personellerinin hepsini çağırmasına yol açtı. Ancak İsrail’in bu konuda yapmak istediği belli: Türkiye’yi saldırganlıkla itham etmek… Tüm bunlar olurken yukarıda sıraladığımız dünya basınına ait haberlerin yanında Türkiye’de işbirlikçi otorite paraleli medyanın haberlerinde Gazze’ye dair olmasa da güya İsrail’e yüklenen haberler yayınlandı. Ancak bağcı dövmek hevesindeki paralel sopa sahipleri sürekli şekilde Başbakan Erdoğan’a çatma derdindelerdi. Buna beddua edilir mi? Beddua edenler, beddua etmediklerinin yanında 5 aylıkların ahında boğulmazlar mı? temmuz 2014 123 haberajanda Teknoloji Günümüzde, tamamen sanal bir e-ticaret mağazası açmak mümkündür. Şimdi yasalar evde iş yeri (Home Ofis) açmaya müsaade etmektedir. Maliye Bakanlığı, elektronik faturaları da geçerli saymaktadır. Diğer bir unsur, yeni nesil sanal telefon numaralarının kullanılabilmesi sayesinde geride gerçek, fiziki bir adres bırakılmadan iş yapma imkanı bulunmaktadır. Başka bir konu ise, hiç bir stok bulundurmadan, kısacası mallara hiç bir para bağlamadan, tedarikçi ve üreticilerle güçlü anlaşmalar yapılarak e-ticaret mağazası açılabiliyor olmasıdır. Buna kısaca Kayseri tabiriyle “Elin taşıyla elin kuşunu vurmak” denilebilir. Bugün sistem buna müsaade ediyor. Şimdi geriye, kendine güvenen, özgüveni olan, girişimci bir ruha sahip, biraz işletme ve ekonomi üzerine bilgisi olan veya eğitimini almış olanların harekete geçmesi kalıyor. Haydi e-ticaret mağazası açmaya... 124 temmuz 2014 Türkiye’de elektr Dr. Nurettin Alabay nurettinalabay.ajanda@gmail.com onik ticaretin gelişimi E LEKTRONİK Ticaret veya kısa adıyla e-ticaret (E-Commerce), her türlü mal ve hizmetin, internet, bilişim teknolojileri, elektronik iletişim kanalları ve ilgili diğer teknolojileri (akıllı kartsmart card-, elektronik fon transferi –EFT-, sanal POS sistemleri, e-mail gibi) kullanarak yapılan satış işlemini ifade eder. Kısaca ödeme işleminin internet üzerinden yapıldığı her türlü alışveriş, e-ticaret kapsamındadır. Bu bakımdan, E-Ticaret yoluyla oluşan ekonomi de, dijital ekonomi, elektronik ekonomi (e-ekonomi) olarak tanımlanmaktadır. >> E-ticaret yoluyla yapılan alışverişler, geleneksel alış-veriş biçimine göre temelde bir kaç noktada farklılık göstermektedir: 1) 7/24 alış-veriş yapılabiliyor olması... 2) Ürünü görmeden ve incelemeden alma... 3) Ürünü hemen teslim alamama... 4) Ödeme biçimindeki farklılıklar... Bu farklılıkların tümü müşterinin güveniyle ilgili faktörlerdir. Satıcı, müşterinin güvenini kazanmak için, sitede ürün detaylarını yeterince verebileceği gibi, önceki müşterilerinin memnuniyetlerini de potansiyel müşterilere aktarabilir. Diğer taraftan, ürünü hemen teslim almama konusunda benzerlik de yaşanabilmektedir. Geleneksel pazarlamada da bazen, müşterinin ürünü hemen teslim alamadığı, sipariş ederek birkaç gün sonra aldığı da olmaktadır. Diğer bir durum ise, müşteri geleneksel mağazalarda ürünü inceleyip, fiyat cazibesinden dolayı internet üzerinden sipariş verebilmektedir. E-ticaret 20 milyonu aşkın yeni iş imkanı ortaya çıkarmıştır. Günümüzde, kurumlara ve bireysel girişimcilere elektronik dükkan (e-dükkan) kiralayan servis sağlayıcılar, e-ticaret ile dükkan açmayı kolaylaştırmışlardır. Bu e-ticaretin ülkemizde gelişmesinde önemli bir faktör olmuştur. Buna benzer diğer bir faktör ise, Kamu Lisansı (GNU) ile ücretsiz hazır e-ticaret yazılımlarının Türkçe’ye çevrilmesi, ülkemizde e-ticaretin yaygınlaşmasında ve gelişmesinde önemli bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Tüketicilerin internet ve e-ticaret bilgi düzeylerinin artması da, şüphelerin giderilmesi ve güvenin artmasıyla e-ticaretin gelişmesinde önemli bir faktördür. Bugün, elektronik ticaret hacmi tüm dünyada artıyor ve giderek geleneksel ticaret hacmini geçecek gibi görünüyor. Çünkü, büyük kolaylıklar sunuyor. Oturduğu yerden insanlar tüm işlerini yapabiliyor. Maliyetlerinin düşüklüğünün fiyata yansıtılması, fiyat cazibesi meydana getiriyor. Bu nedenle kullanıcılar tarafından çok tercih ediliyor. Ayrıca işletmeler açısından da oldukça fazla teşvik ediliyor. Çünkü, maliyeti daha düşük, daha az insan kaynağı ile yürütülebiliyor, temas düzeyi oluşturmadığı için şikayet üretmiyor, işletme itibarını korumada daha etkili görülüyor. Elektronik ticaret, ülkemizde ilk defa 1998 yılında uygulanmaya başlamış ve 2012 yılından 2013 yılına yüzde 35 büyüme göstermiştir. 2012 yılında toplam e-ticaret hacmi 31 milyar lira iken, 2015 yılı hedefi 62 milyar TL olarak beklenmektedir. İşlem sayıları da ciroya paralel olarak artmaktadır. Alışverişlerin yüzde 50’ye yakını 3 büyük ilden gerçekleşmektedir. Yüzde 28 ile İstanbul en başta, yüzde 13 ile Ankara, yüzde 7 ile İzmir illeri önde gelmektedir. Yüzde 50’si ise diğer iller arasında dağılım göstermektedir. İnternetten yapılan satışlarda, satış başına sepet ortalaması 2007’de 100 TL iken, 2013 yılında 200 TL’ye çıkmıştır. İnternetten en çok kadınlar alışveriş yapmaktadır. Kadınların yüzde 41’i giyim aksesuar alışverişi yaparken, erkeklerin yüzde 39’u elektronik ve bilgisayar ürünleri alıyor. temmuz 2014 125 haberajanda Teknoloji tekliflerinin yetersizliği, güvenlik ve gizlilik şartlarının yeterince sağlanmadığı, internet bilgilerinin olmayışı gibi nedenlerden dolayı internet üzerinden alış-veriş yapmadıkları biliniyor. Elektronik ticaret denildiğinde, işletmeden müşteriye (B2C), işletmeden işletmeye (B2B), Müşteriden işletmeye (C2B) ve müşteriden müşteriye (C2C) türlerinden bahsetmek mümkündür. Bununla beraber, bu yazıda elektronik ticaret denildiğinde daha çok İşletmeden tüketiciye türü olan B2C (Business to Customer) anlaşılmalıdır. Elektronik ticaretin ilk kullanılmaya başladığı yıllardan günümüze pek çok şekil değiştirdiği de görülmektedir. E-ticaret, kendi dijital parasını (Bitcoin) meydana getirerek büyük bir sektör haline gelmiştir. Dijital para Bitcoin, Dolar ve Euro gibi alınıp satılan, bir borsası olan ve dünyanın her yerinde geçen bir para birimi haline gelmiştir. Elektronik ticaretle birlikte, hem Türkiye’ye has hem de küresel elektronik ticaret (sitesi) markaları meydana gelmiştir. Mesela hepsiburada.com, sahibinden.com, yemeksepeti.com, markafoni.com, ciceksepeti.com, gittigidiyor.com vb. yerel markalar olabildiği gibi, amazon.com, ebay.com gibi küresel markalar da meydana gelmiştir. Hatta küresel markalar, ülkelerde meydana gelen yerel e-ticaret sitesi markalarını satın alarak büyümeye başlamışlardır. Buna örnek, ebay.com sitesinin kendi konseptine çok benzeyen gittigidiyor.com sitesi markasını satın alması verilebilir. Elektronik ticaret sitelerinin gelişiminde, internetin kullanımının yaygınlaşma- 126 temmuz 2014 sı, güvenlik açıklarının kapatılması ve SET, GET, 3D SSL gibi yeni güvenlik sistemlerinin geliştirilmesi, kapıda ödeme gibi yeni ödeme yöntemlerinin geliştirilmesinin yanı sıra kredi kartı kullanımının yaygınlaşması, sanal kart kullanımının yaygınlaşması, taşıma maliyetlerinin düşmesi ve kargo firmalarının elektronik alt yapısını tamamlaması gibi bir takım faktörlerden bahsetmek mümkündür. Türkiye’de internet kullanıcı oranı yaklaşık yüzde 50 civarındadır. İsveç’te ise bu oran yüzde 92 civarındadır. İnternet kullananlar içerisinde yüzde 22’si ise internetten alış-veriş yapmaktadır. İnternetten alış veriş-yapanların sayısı yaklaşık 8 milyon civarındadır. Elektronik ticaret yoluyla alım yapanlar, yüzde 57 kredi kartıyla ödeme yaparken, yüzde 31’i kapıda ödemeyi tercih ediyor. Diğer ödeme türleri ise yüzde 12 civarındadır. Elektronik ticaret yoluyla alım yapanlardan 10 kişiden biri problem yaşamaktadır. Bu problemlerin yüzde 50’si, yanlış ya da hasarlı ürün teslimi iken, yüzde 5 dolandırılma, yüzde 40’ı ise geç teslimata dayanmaktadır. Araştırmalara göre, tüketiciler önce mağazada ürünü inceliyor, sonra internetten satın alıyor. E-ticareti kullanmayanların ise, büyük ölçüde internetten yapılan satış E-ticaret sisteminin birçok tarafı bulunmaktadır. Bunlar, müşteri, satıcı firma, üretici veya tedarikçiler, lojistik firmaları, sigorta firmaları ve son olarak bankalar şeklinde sıralanabilir. E-ticaretin çalışma sistemi şu şekilde işlemektedir: Müşteri sitedeki ürünleri inceler. Beğendiği ürünlerin tutarını EFT veya sanal POS ile bankaya öder ve sipariş eder, banka satıcıyla arasındaki anlaşma şartlarına göre parasını satıcıya öder, satıcı stoklu çalışıyorsa malı kargoya verir, tedarikçi veya üreticiden çalışıyorsa onların malı kendi adına kargoya vermesini sağlar. Eğer kargo, sigortalı gidecekse sigorta firmasına mallar, sigortalatılarak kargoya verilir. Bu süreçte önemli 2 nokta bulunmaktadır: 1) Müşterinin sipariş bilgileri satıcıyla birlikte, istendiğinde kargocuya, sigortacıya ve gerektiğinde tedarikçi ve üreticiye de gönderilir. Onlar da işlemlerini buna göre yapar. Mesela kargo firması malın alınacağı yere (satıcı veya tedarikçi) bir kargo elemanı göndererek malı aldırtır. Sigortacı ise, sigorta evraklarını hazırlar ve isteğe bağlı olarak kargo firmasının almasını bekler. 2) Ödeme banka ara yüzüyle yapılır, hiç bir türlü müşterinin banka bilgileri üçüncü taraflara iletilmez. Ödeme, SET, GET veya 3D SSL gibi güvenlik sistemleriyle yapılır. Müşteri sipariş vermeden önce malın stok durumunu bilmelidir. Diğer taraftan siparişin ardından, malın hareketliliğini internet üzerinden izleyebilmelidir. Müşteri, malın ne zaman kendisinde olabileceğini, alış-veriş öncesi bilmelidir. Tüm bu izleme süreçleri, müşteriye e-mail veya cep telefonu mesajıyla bildirilmelidir. Fatura bilgileri, müşteriden eksiksiz alınıp, fatura mutlaka müşteriye gönderilmelidir. Çünkü bu ilişkinin en önemli belgesi faturadır. Fatura, satış sonrası ihtilaflı durumlarda veya garantinin işletilmesinde ihtiyaç olacaktır. Faturada yazan kalemler, e-ticaret sitesinde yazan kalemlerle aynı olmalıdır. Bu süreçte, müşteri siparişin nasıl ve hangi şartlarda yapılacağını, ödemenin hangi güvenlik şartları altında yapılacağını, teslimatın kaç günde ve nasıl yapılacağını, satış sonrası garantinin nasıl ve hangi şartlarda işleyeceğini, iade ve ihtilaflı durumlarda ne yapacağını ve gizlilik politika ve şartlarının neler olduğunu alışveriş yapmadan önce bilmelidir. Bu amaçla satıcı, bu bilgileri e-ticaret sitesine en açıklayıcı biçimde koymalıdır. Her şeyden önce e-ticaret sitesi müşteriye güven vermelidir. Güven eksikliği olduğunda alışverişin gerçekleşmemesi veya ödeme yöntemlerinin kapıda ödeme gibi diğer seçeneklere kayması söz konusu olacaktır. İşletmeler, geleneksel mağazalarının yanı sıra e-ticaret mağazaları açabildiği gibi, artık sıfırdan e-ticaret mağazalarının açıldığına da şahit oluyoruz. Bu durum, yazılımların gelişmesi, e-ticaret sisteminin kuruluşunun kolaylaşması, para ödeme sistemlerinin güvenliğinin artırılması, müşterilerin gittikçe internetten alışveriş yapmaya yatkın hale gelmesi ve güvenlerinin artması, geleneksel mağazacılıkta dükkan kiralama ve insan kaynağı maliyetlerinin artması gibi faktörlere dayanmaktadır. Geleneksel mağazalarda, eskiden kredi kartlarına taksit yapma özelliği eklenmeden önce (ki bu özellik sadece Türkiye’de var), müşterilerine elden taksitler yapardı ve her ay müşteri taksitini ödemeye mağazaya gelir ve bu vesileyle yeni ürün çeşitlerini görmesi sağlanırdı. Böylece müşteri taksitini bitirince satın alacağı yeni ürün adayını belirler ve taksitin bitimiyle o ürünü alır, taksit ödemesine devam eder ve bu süreç hiç bitmezdi. Ancak, kredi kartlarının taksit yapma özelliği çıktığından itibaren insanlar sadece ihtiyaçları olduğunda mağazalara gitmeye başladılar. Bu durum geleneksel mağazacılığın da işlerinin azalmasına neden oldu. E-ticaret mağazacılığında ise, ister önceden alış-veriş yapmış mevcut müşterilerine, ister potansiyel olarak müşteri olabilecek hedef kitlelere, Facebook gibi sosyal ağlar araçlarıyla reklam verilerek ulaşılabilmekte ve isterse de e-mail yoluyla onlara ulaşarak mağaza ve ürünler hakkında bilgi verebilmektedir. Her iki yolla da kampanyalar düzenleyerek müşterilerin cazibesini çekmek için kampanya şartlarını onlara bildirebilmektedir. Türkiye’de e-ticaret sektörü, kendini sürekli iyileştirme ve geliştirme çabası içerisinde olmuştur. Gelecek yıllarda da aşağıdaki konularda iyileşme beklenmektedir: 1) Aynı gün içinde teslimin artırılması... 2) Büyük veri (Big Data) ile müşterilerin internet üzerinde bıraktıkları bilgilerin değerlendirilmesi... 3) İçeriğin zenginleştirilmesi ve fayda merkezli içerik pazarlamasına yöneliş... 4) Geliştirilmiş müşteri desteği ile sepeti terk eden müşteri oranlarının azaltılması... 5) Canlı destek (chat) ile hizmetlerin geliştirilmesi, müşterilerin sorularına anında cevaplar verilmesi... 6) Mobil cihazlara uyumluluk ile mobil ticaretin geliştirilerek işlem hacminin artırılması... 7) Site optimizasyonuyla e-ticaret sitelerinin iyileştirmesi... 8) Kişiselleştirilmiş alış-veriş deneyiminin yaygınlaştırılması, müşterilerin ürünü test edebil- melerine imkan vermek için özel ürün ve fırsat markalar sunulması... 9) Sosyal ağlardan e-ticaret mağazalarına giriş yapabilmek ve üye olabilmek, böylece sosyal ticareti e-ticaret üzerinden geliştirilmesi... 10) Sepet tutarını artırmak için, çapraz ve dikey satışların akıllı telefon veya tabletlerin etkin kullanımının artırılması... Günümüzde, tamamen sanal bir e-ticaret mağazası açmak mümkündür. Şimdi yasalar evde iş yeri (Home Ofis) açmaya müsaade etmektedir. Maliye Bakanlığı, elektronik faturaları da geçerli saymaktadır. Diğer bir unsur, yeni nesil sanal telefon numaralarının kullanılabilmesi sayesinde geride gerçek, fiziki bir adres bırakılmadan iş yapma imkanı bulunmaktadır. Başka bir konu ise, hiç bir stok bulundurmadan, kısacası mallara hiç bir para bağlamadan, tedarikçi ve üreticilerle güçlü anlaşmalar yapılarak e-ticaret mağazası açılabiliyor olmasıdır. Buna kısaca Kayseri tabiriyle “Elin taşıyla elin kuşunu vurmak” denilebilir. Bugün sistem buna müsaade ediyor. Şimdi geriye, kendine güvenen, özgüveni olan, girişimci bir ruha sahip, biraz işletme ve ekonomi üzerine bilgisi olan veya eğitimini almış olanların harekete geçmesi kalıyor. Haydi e-ticaret mağazası açmaya... temmuz 2014 127 128 temmuz 2014