Sorun Polemik No
Transkript
Sorun Polemik No
SORUN Polemik MARKSİST İNCELEME ARAŞTIRMA ELEŞTİRİ DERGİSİ 20 MART 2006 www.sorunpolemik.net e.posta: sorun_polemik@hotmail.com Süresi: Şimdilik İki Ayda Bir Yayımlanır Sayı: 20 (2006) Fiyatı: 4 YTL (KDV Dâhil) Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Sırrı Öztürk Yönetim Yeri ve Adresi: Çatalçeşme Sokak, No: 46, K/3, D/6 Cağaloğlu-İstanbul-34110 Telefon : (0212) 511 08 29 Fax : (0212) 519 05 60 Posta Çeki No: 98213 Banka Hesap No: İş Bankası Cağaloğlu Şubesi (1095) 325 835 Abone: Yurtiçi, yıllık 6 sayı - 24 YTL. Yurtdışı, dört katı Teknik Hazırlık: Sorun Teknik Büro İlan: Yayın ilkelerimizle bağdaşmayan ilanlar kabul edilmez. Gönderilen yazıların beş dergi sayfasını geçmemesi (CD ve e-posta), Word programında zenginleştirilmiş metin biçiminde Times Türk veya Helvetica Türk yazı karakteriyle kaydedilerek gönderilmesi gerekir. Yazılı metinler kaynak gösterilerek kullanılabilir. Baskı: Ser Matbaacılık (0212 565 17 74) Yayın Türü: Yerel Süreli Baskı Tarihi: 9 Mart 2006 ISSN 1303-2402 1 İÇİNDEKİLER ● Sırrı Öztürk II.TTKK Yöntemini Kimler Algılıyor? ● Sırrı Öztürk II.TTKK Yöntemi Önerisine Patolojik Tepkiler ● İsmail Arguvanlı II.TTKK Yönteminin Ayrıştırıp-Bütünleştirdiği Nedir? ● Ali Özdoğu II.TTKK Yöntemi Kapitalizme ve Emperyalizme Karşı Güvencedir ● Hıdır Diren II.TTKK Önermesi “Neden Kongre?” Sorusuna Cevaptır ● Mehmet Eymen “Kurumsal” Partiye Doğru… ● Hüseyin Alevli II.TTKK Yöntemi Önerisi Politik Birliğin Yolunu Açar ● H.Hüseyin Koptagel II.TTKK-Partileşme Sorunu, Tutsak Dergiler ve Tecrit ● Devrim Demir Sermayenin Beşinci Kolu : “Özgürlükçü Sosyalizm” ● Tolga Ersoy Resmî Tarih Polemikleri - 4 ● Serpil Eren “Feminizm” Değil, Kadının Emek Mücadelesi! ● Nazire Işıklı 2006 Yılı Newroz’unu Kutlayabilmek İçin… ● Gündoğumunu Görmek ● Ali Özdoğu Kitap Üretim-Dağıtım Sürecinde “Sol”un Vukuatı ● Hüseyin Ali Selvi Kültür/Sanat Cephesinin Genel Başlıkları Neler Olmalı? ● Meral Kaşoturacak Popülist ve Yoz “Kültür”e Karşı Sanat ● İsmail Hardal Bizim Kültür/Sanat Cephesi Bir İhtiyaç Haline Gelmiştir ● Hasan Koç “Çevik Kuvvet”in Kitap Talebine Olumlu Cevap Verin ● Turgay Ulu “Akıllı Tasarım” mı? Akıllı Tasarımcılar mı? ● Osman Tiftikçi “Şu Çılgın Türkler” mi? Aptallaştırılmak İstenen Türkler mi? ● Cemalettin Aykın Devrimci Gerçekçilik ve Sorunlarımız ● Serhat Munzur Yurtseverlik ve Sosyalist Yurtseverlik Üzerine Bir Deneme ● Ahmet Temizel Oportünizmin Yeni Emek Hırsızlığı “Atak”ları ● Sorun Yayınları Kolektifi Açıklaması ● Bizden Haberler 3 9 19 23 29 31 36 41 44 47 56 58 62 71 76 79 82 87 91 99 108 114 120 123 124 Sırrı Öztürk II.TTKK Yöntemini Kimler Algılıyor? -Polemik- “Korkuyorlar, korkacaklar, korksunlar!” Yukarıdaki dizeler Aşık İhsani’ye aittir. İhsani, 1944-1950 yılları arasında DP’nin iktidar olabilmesine yardımcı oldu. Eşi ile birlikte mahalli giysileriyle, ellerindeki sazıyla köy köy, kasaba kasaba dolaşarak DP’nin propagandasına büyük bir katkı sundular. Halk şairleri günümüzdeki küçükburjuva şairlerden daha fazla emekçi halkı tanımaktadır. Halkın ne yiyip içtiğini, nasıl bir yaşam sürdürdüğünü, nasıl barındığını, işsizlik ve pahalılık cehenneminde nasıl bir çile çektiğini, yokluğu, yoksulluğu, zulmü, baskıyı ve sömürüyü en çok bilenler Halk Şairleridir. DP’nin “yeter söz milletindir” ve “demokrasi, özgürlük, eşitlik, adalet...” türünden sloganların maskesiyle yaktığı sahte demokrasi mumu Yassıada duruşmalarında söndürüldükten sonra Aşık İhsani bu kez l.TİP’in sazını çalmaya başladı. O dönem TİP, DP-AP’nin tam karşısında bir “alternatif” odağıydı. TİP’in kitle gösterilerinde, mitinglerinde, Halk Kültür Geceleri’nde İhsani aranan ve etkili olan bir şairdi. Hele “Baltasını biledi…” nakaratıyla söylenen türküsü küçükburjuva solculuğunun ağzında âdeta pelesenk oluvermişti! İhsani, TİP İstanbul milletvekili adayı olarak Taksim Meydanı’nda 50 bin kişiye hitap da edince iyice meşhur oluvermişti... Şimdi Diyarbakır’da ikâmet ediyor ve Kürt sazı çalıyor… * * * Bulunduğumuz coğrafyanın işçi sınıfı ve emekçi halkları kapitalist anarşinin baskı, terör ve sömürüsüne karşı örgütsüz ve güvencesiz bırakıla beri sistemin efendileri bu düzeneğin bir süre daha ayakta durabilmesi için binbir yol ve yönteme başvuruyor. Ancak onca çabalarına rağmen sistem, doğası gereği, son derece dejenere olmaktan kurtulamamıştır. A’dan Z’ye kadar sistemin bütün mekanizmaları çürümüştür. Siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel ve öteki bütün alanlarda kapitalist anarşinin pisliklerine şu ya da bu düzeyde bulaşmamış unsurlar âdeta yok gibidir. Burjuva yasallığı çerçevesinde hemen her kesimden birilerine yolsuzluk, rüşvet, suiistimal, görevi kötüye kullanma, evrakta sahtecilik, hırsızlık, mafyatik ilişkiler ağında çeşitli davalar açılmış, büyük hırsızlık suçu işleyenler korunmuş, küçüklerin yargılanması ise sansasyon ve magazinleştirilen haberlerle kitlelerin uyutulup oyalanması düşünülmüştür. Sağlı sollu burjuva parti sözcülerinin ve bilcümle satılık ve kiralık kalemlerin aksini söylemesine rağmen sistem boşluğa sürükleniyor. Ak3 tüel “mal varlığı”, açıklamaları kapitalist anarşinin ne demek olduğunu kitlelerin gözünden kaçırmaya yetmiyor. Avantalar-yağmalar düzeninde hırsızlık demek olan kapitalist özel mülkiyetin ve paranın padişahlığı sorgulanıyor. Sistemin çürüdüğü sanal ve suni gündemlerle başka türlü yansıtılmış olsa da, kapitalizmin-emperyalizmin bilinçli örgütleri ve sözcüleri IMF, Dünya Bankası “Globalleşme Çağı”nın hegemonlara “felâket getirdiğini” raporlarına yazmaktan geri durmuyor. Bu raporları ilgili kuruluşların internet sitelerinden 26 dolar karşılığında satmaktadırlar. Hegemonlar çok “şık” bir serbest-pazar ağı kurmuş. İnternet’e tıkla, istediğin rapor, program, CD, vs.’nin ederini dolar üzerinden ödedikten sonra anında sana hizmet sunulacaktır. Dolar, İncil, İngilizce hegemonların kullandığı başlıca araçlardandır. Bu araçlar, NATO, PENTAGON, CIA vb. araçlarla daha da tahkim edilmiştir. Sahibinin sesi-burjuvazinin borazanı tekelci medya canavarı bu düzeneğin “hınk deyicisi” kimliği ile hegemonların çirkin propagandasını, yoz ve kozmopolit “kültür”ünü yaymaktadır. Demokrasi, özgürlük ve barışın sözcülüğü artık tek diktatör ABD faşizmi ile müttefiklerinin paşa gönlüne kalmıştır. Hâkim gerici sınıflar ve maşaları bütün kurumlarıyla büyük bir sınıf bilinci ve kini ile sömürücü sistemlerinin devamı için cansiperane dövüşüyor. Onlar, sistemlerinin çürük olduğunu, çürümüş yapının köklü yöntemlerle değiştirilip/dönüştürüleceğini biliyorlar. Bildikleri doğrudur. Tarihsel/ sınıfsal/ ideolojik/ kimlikleriyle doğru düşünüp çürük davranıyorlar. Evet, diyalektiğin yasasıdır. Çürük yapı çürük organizma kökten yıkılır, yerine yenisi kurulur. Günümüzün kapitalist anarşisi bütün “haşmetine” rağmen çok çirkin bir yerdedir! Sistem her alanda dökülmektedir. Ana ve baba yasalarıyla, görünen görünmeyen kurumlarıyla, gladio, gizli cinayet şebekeleri, mafyatik ilişkili çeşitli istihbarat ağlarıyla, tekelci militarist polis gücüyle, keyfî ve fiilî infaz yöntemleriyle, baskı, sömürü, inkâr, imha, asimilasyon ve sömürgeci yöntemleriyle kapitalist anarşi fena halde sıkışmıştır. Teori-pratikleriyle, sistemi şu ya da bu düzeyde eleştiren birey, grup, çevre ve örgütler sistemin âdeta boy hedefi yapılmıştır. Yargı ve infaz kurumları aracılığıyla yapılan “caydırıcı” baskılar hiç bir işe yaramamaktadır. F Tipi tecrit hücreleri yönteminin de bir gün geri tepeceğinin bilincindeler. Tecride karşı 121 insanımızın kaybı, yüzlercesinin sakat bırakılışı, kırda ve kentte (17’ler) kırılan insanlarımızın imhası, “iç savaş” yöntemlerinin faşist uygulamalarla sonuçlanıp taçlandırılması, uluslarötesi tekelci sermayenin çıkarlarını gözeten iktidarları çok zor durumlarda bırakmıştır. Emperyalist sömürünün tahakkümü altında bulunan emekçi halkların emperyalizme karşı mücadelesi daha da artacaktır. 4 Sistemin hegemonların gündemine kölece bağlanmış oluşu pratikte netleşip bilince taşındıkça “demokrasi, insan hakları, barış, halkların kardeşliği” yutturmacasının cilası da dökülüp sırıtmaktadır. “Demokratik cumhuriyet” isteyenlerin durumu da kapitalist anarşinin demagojik çukurlarında kaybolmuştur. Onlar da çok kötü bir yerde olduklarının farkındadır. Sistemin çürümüşlüğünü en çok “adalet mülkün temelidir” serlevhasının altında cereyan eden “yargı ve hukuk” alanındaki uygulamalarda görüyoruz. Sistem o denli çürükmüş ki, fukara Sorun Yayınları Kolektifi’ne, ekonomik-maddî gücünü sıfırlayacak ölçekte manevi tazminat davaları açmıştır. TC devleti, devletin bir parçasına MİT Kontur Daire Başkanı Mehmet Eymür’e bir “MİT raporu” hazırlatılır, ardından bu “rapor” tekelci basına verilir. Pek çok kitapta bu kaynak yorumsuz olarak kullanılır. Raporu kaynak olarak kullanan başkalarına dava açılmaz. Fakat bu işi Kolektifimiz yapınca 25 milyar TL manevî tazminat davası açılır. Ceza verecek savcı, hâkim ve bilirkişiler bulunur, hüküm infaz edilir, icra takibiyle… Aynı yöntem fukara www.katman.info internet sitesi için de uygulanır. Katman’ın 15 Haziran 2005 tarihli 13.sayısında “Genelkurmay İkinci Başkanı Org. İrfan Başbuğ, Washington’daki Türk-Amerikan Konseyi toplantısında yaptığı konuşmada Türkiye’nin içine sokulduğu teslimiyeti apaçık ortaya koydu.” başlıklı haberi için site kurucusu sosyolog Mehmet Eymen hakkında manevî tazminat davası açıldı, İstanbul Basın Bürosu Savcılığı’na yapılan ilgili müracaat üzerine. Daha önceleri de benzeri gerekçelerle siteye dava açılmış icra takibiyle Mehmet Eymen’in evine, emekli maaşına ve her şeyine haciz takibi uygulanmıştı. Alperen Ocakları’ndan Bülent Orkun imzalı bir “tehdit” mektubu alan M.Eymen, C.Savcılığı’na suç duyurusunda ve ayrıca silâh taşıma ruhsatı almak için başvuruda bulunmuştur. Ne hazin(!) bunlar haber niteliğinde görülmemiş; ne burjuva basınında, ne de “sol” basında haber olabilmiştir. Yukarıda andığımız iki tekil örnek bile sistemin fukara Sorun Yayınları Kolektifi’ne, fukara www.katman.info web sitesine ne derece kafayı taktığını ibretle göstermeye yeter. Demek ki, sistem o düzeyde çürümüş ki, birilerini bırakmış bunlarla uğraşıyor. Sistemin mantığına göre bu türden kuruluşların finansmanını sağlayanlar vardır. Birer “kurum” disiplinleriyle çalıştıklarına göre de arkalarında mutlaka bir “örgüt” güvencesi olması gerekir! 24 adet “legal” ve 61 adet “illegal” duruşlarıyla (Bu rakamlar her geçen gün değişebilir.) sahne alan “sol”lardan olmayan Sorun Kolektifi bu düzeneği bozmaya yeminli duruşuyla “oyuna” çomak sokmaktadır. Yargı, hukuk, icra tehtidi, baskın, soygun, kundaklama gibi binbir yöntem uygulamalarına karşı hâlâ ayakta durabilmektedir. Bu durumda solcular arasında kâfi miktarda bulunan ve artı-değerle, rant ile bes5 lenmiş eloğullarına trenin makası açılır. Onların spekülasyon, sataşma, tehdit ve kuşatma politikası(!) devreye sokulur. Onların tezviratı da yetmiyorsa CIA-MOSSAD-MİT ve öteki istihbarat ağları devreye sokulur... Ne var yani olmadık işler midir? Kapitalist anarşinin dönen çarkları arasına çomak mı sokulur? Sol’un dönen kapitalist çarkların arasına kum tanesi misali soktuğu “çomak” acımasızca kırılıp ezilmektedir. Aşık İhsani’nin “Korkuyorlar, korkacaklar, korksunlar!..” dizeleri tam da günümüzdeki kapitalist anarşi için söylenmiştir. Korkuyorlar, üzerimize binbir yöntemle geliyorlar, “sinsi kuşatma” yöntemleri hep geri tepiyor. Kullandığı ajanları da iş bitiremiyor. Bu durumda sözümüz kime mi olacaktır? Sözümüz Devrimci ve Marksist Kadrolaradır: Görüyorsunuz, Solu binbir parselasyona tâbi tutarak ancak iktidar olabiliyorlar, tarihsel-sosyal olarak da çürümüşler. Bürokrasinin iki kanadı, parlamentosu, hukuk kurumları ve sistemin bütün kurumları, işçi sınıfı ve emekçi halklarımız gibi hoşnutsuz. Herkes birbirinin kuyusunu kazıyor. Gemisini kurtaran kaptan olamıyor artık. Kapitalist anarşi avantalar-yağmalar düzenini koruyup kollayamıyor. Kitlelerin talep ve ihtiyaçlarına karşı sertleşen iktidar yetkililerinin sinirleri de bir hayli bozulmuş. “Tutarlı bir demokrasi mücadelesi” ile “tutarlı bir iktidar mücadelesi”ni atbaşı götürmekten yana yığınağı mümkün olan tek bir yere yapmayı düşünen Devrimci ve Marksist Kadrolar da birer “canlı hedef” misali binbir kuşatma altında... Özelleştirme yağmasında, Şemdinli’de, kuş gribi olaylarında, fena halde yakalanan kapitalist anarşi, gündemi değiştirmede çok yeteneklidir. Sistemi silkeleyecek, işçi ve emekçilerin hoşnutsuzluğunu örgütleyip arkasına alacak ve kitlelerin kabaran öfkesini devrimcileştirecek Sol nerededir? Parti kurma atağında DİSK yöneticileri ile kırıştıran kaşarlanmış sağ teslimiyetçi oportünist yazar-çizer takımı, mevcut “legal” örgütlere bir yenisini katma yarışına girmişse Marksistlerin bundan utanması gerekmez mi? Tarihi TKP ve Kolektif literatürünü yeni yeni kullanmaya başlayan başarısız dergi faaliyeti taraftarları işlevsiz oluşlarının bir ifadesi olarak yalancı pehlivan edasıyla “kongre-kurultay-konferans” terennüm ederek yeni yeni tekapelerin hayalini kuruyorsa Marksistlerin bu aymazlıklar karşısında iradesini yansıtması gerekmez mi? Madalyonun iki yüzlü görüntüleriyle sahte işçi ve komünist partileri fevri bir şekilde kurulurken ve bilcümle reformist, revizyonist, postmodern yeni sollar işbaşı yaparken Marksistlerin bu türden örgüt kurma atakları karşısında hicap duyması gerekmez mi? 6 Irkçı, faşist, kara gerici kimlikleriyle MHP’li ülkücülerle nasyonal sosyalist “ip” partisi “Kızıl Elma” koalisyonu kurup kolkola Talat-Enver’leri anmaya soyunuyorsa… Tarih ve geleneklerimizin uzantısında devrimci Hareketimizin yeni nitelikler kazanması için yaşamlarını yoka sayan ve bir daha yeri kolayca doldurulamayacak olan kadroların binbir tecrit altında tutuluşundan kimler sorumludur? Otuzdokuzuncusu tezgâhtan geçirilip kırkıncıya gelinci “heyt” diye kılıcını çeken ve Kırk Haramilere haddini bildiren “Korucubaşı”larından da mı geridedir şu memleketin yetiştirdiği Marksist Kadrolar? Öte yandan internet gibi “çağdaş” bir araca sahip olan “seçkin”ler kastı da binbir paranoid rahatsızlıklarıyla türemiştir. “Türkiye’de komünist yoktur, komünist ve devrimci geçinenler vardır. Onlar da örgüt değil çetedirler, yapılacak iş: Troçki’den, Altusher’den, Rosa’dan yapılan alıntılarla işi idare etmektir. İşçi sınıfı yoktur, biz varız! Emekçi halk ne demektir? Bizler (aşırı teorisizme, entelektüalizme kayanlar), teorik birikimimizle(!) Ağustos böceği misali, şu fani dünyadaki 40 günlük ömrümüzde,”devrim” gibi tehlikeli meselelerle uğraşacak yerde ‘marksizm sazı’ çalıp, sanal ve suni gündemlerle hemhal olup Arabistan fıstığı satarak internetimizi tıklar dururuz.” Evet, mübalağasız aynen bu mealde bir “icraat” içindedirler, tuzu kuru “aydın” ve “entelektüel” geçinip bir türlü fikir işçisi olamayan marksolog taslaklarımız... Böylelerine “aşk olsun” derken, Devrimci ve Marksist Kadrolara daha münasip bir isim ya da sıfatı nasıl bulmalıyız? Beri yandan özel ve devlete ait tv.’lerde Tarihi TKP ve Mustafa Suphi yoldaşlarımız hakkında resmî tarih anlayışı ile resmî ideolojileri aklamaya aday programlara “katkı” sunanlara ne demeliyiz? Devlete hizmette kusur işlemeyen bir efendi biraderimiz anılan röportajında Mustafa Suphi’leri “Türkçü, Millî Komünist” olarak tanıtmak ve böylece genç kuşakların tutarlı bir tarih ve sınıf bilinci kazanmalarının önünü karartmak gibi uğursuz bir işe soyunmuştur. Kimileri de Suphileri kimlerin katlettiğini “doğru” biçimde “destan” yazarak; “Harici Büro” tekapesine girmenin yolunu bulduktan sonra, şimdi sığındığı nasyonal sosyalist, kemalist bir organda ise büyük bir krozman yapıp tam tersini yazanlar da TKP’nin devrimci tarih ve geleneklerinin ırzına geçmeye teşebbüste bir sakınca görmemiştir! Bilmem daha fazla “örnek” yazalım mı? Tarihi TKP’nin I. Doğu Halkları Kurultayı’nın ardından Türkiyeli Devrimci ve Marksist kadrolarla yapılan çok yönlü temas ve istişarî toplantılardan sonra oluşturulduğu gerçeğini kendiliğinden, emrivaki, keyfî ve ikâmeci tekape kurma yarışındaki zevata nasıl anlatmalı? Böylelerine TKP’nin 22 bin kişilik Kızıl Ordu’su ile kurulmuş olduğunu ise bir türlü anlatamadık. Türkiye’de örgüt kuranlar bolca “ordu”, “cephe”, “parti” 7 sözcüklerini olur olmaz biçimde kullanmış, bu süreci harcamıştır. Hayat ve mücadele kurma fiilini çekenleri acımadan açığa vurmuştur. “TKP oluşturulmalıdır. Kadrolar arası yaratıcı diyalogun önünü açacak bir iklim ve altyapı oluşturulmadır. Çeşitli ve çok yönlü etkinlikler birlikte yapılmalıdır. Bilimsel Sosyalizm-Komünizm kaynaklı kadrolar iş-üretim sürecinde sınanıp denendikten sonra (adı konferans, kurultay, kongre veya ne olursa olsun), iktidar perspektifli bir uzun yürüyüşün en anlamlı aracı, kurumu ve PARTİ’si olan örgütlenmeye gidilmelidir.” II. TTKK yöntemi önerisini bir fetiş gibi anlamadığımızı dost-düşman herkes bilmektedir. ‘Partileşme Sorunu’nun çözümünde “tek yol” var denilmeyeceğini, çok farklı yol ve çok yöntemin olabileceğini/bulunabileceğini bilince çıkarmaya çalıştığımızı bir kez daha vurgulamak zorundayız. Sistemin korucuları da, sistemi dönüştürmek isteyenlerin de binbir çelişki ve çatışkı içinde oluşuna sevinmek gerekiyor. Çürümenin had safhaya varışı, yeninin doğumunu koşullayacaktır. Sosyal çürümenin bu düzeyde egemen oluşu sürecinde kurtarılacak en değerli unsur Devrimci ve Marksist kadroların yanı sıra işçi sınıfı ve emekçilerin en militan ve ileri unsurları olacaktır/olmalıdır. Sistem elindeki çok yönlü araçlarla kendini tarih ve insanlık önünde aşmaya aday kurumların beynini vurmayı, kitleleri örgütsüz ve güvencesiz bırakarak emekçi halkları da uyutmayı deniyor! Sol ise, altyapısını hazırlamadan, içi boşatılmış olarak çeşitli “platform”, “birlik”, “kurultay” çağırışımlarıyla işi idare etme cihetine gidiyor. Sol, sistemin sahte ve suni gündemini değiştirip/dönüştürecek yerde, tıpkı köhne Bizans’ın sonunu getirecek toplar surları döverken, “meleklerin cinsiyetini tartışan” papazlar misali, gayri ciddî aymazlıklarla iştigal etmektedir. Şimdi söylemenin tam da sırası: 15-16 Haziran’ın kadroları Kartal-Maltepe Hapishanesinden bu durumdaki yarımaydınlara, gazetecilere yazdığı mektuplarında söyledikleri gibi “bir gün işçi sınıfı gelecek sizi de bizi de kurtaracak!” denilmesinin tam da zamanıdır. II.TTKK yöntemi önerisini boşuna yapmıyoruz. Hem ideolojiksınıfsal konumumuzun hem de onurumuzun, sınıfsal kurtuluşumuzun gereğini yerine getirmek için yapıyoruz. 1 Şubat 2006 8 Sırrı Öztürk II.TTKK Yöntemi Önerisine Patolojik Tepkiler -Polemik- Sorun Yayınları Kolektif’i çalışanları 30 yıldır bir konunun altını çize çize ilerliyor. Anılan ve anılmayan etkinliklerimizle Sol’un, özellikle de Devrimci ve Marksist Kadroların gündemine bizce acil ve hayatî bir sorunun tartışılmasını getiriyor. Kolektifimizce bu sorun ‘Partileşme Sorunu’dur. Bilimsel bilgi ve bilinçlenme sorunudur. Marksizmi öğrenme, algılama, özümleme ve yorumlama sorunudur. İdeolojik-teorik konulardaki sorunlarla çalışmaların işçi sınıfı ve emekçi halkların en militan unsurlarıyla buluşupbütünleşmesi sorunudur. Var olan teorinin geliştirilip daha da güçlendirilmesi sorunudur. Marksizmin günümüz koşullarında sosyal-pratikte yeniden üretilmesi sorunudur. Özetle anılan sorunlarımızın çözüm yöntemi bu çabaların uzantısında ve sosyal-pratikte devrimci iş’ler yapılarak bulunacaktır. Çözüm yöntemi arayış ve yönelişlerimizde biricik esin kaynağımız diyalektik, tarihsel, felsefî materyalizme başvurmak olacaktır. Sosyalizmin 150 yıllık tarihine sahiplenmek, insanın ve insanlığın sosyal kurtuluşu mücadelesindeki siyasal-sosyal devrimleri iyice incelemek, bu süreçten çıkarılan ders ve sonuçları doğru okumak zorundayız. Bunu geleceğin sınıfsız, sömürüsüz, sınırsız, özgürlükçü, eşitlikçi toplumunu üretmek için yapıyoruz. Kapitalizmi, emperyalizmi bir daha diriltmemek, devrimci onurumuzu, ideolojik ve sınıfsal çıkarlarımızı korumak için yapıyoruz. İşçi sınıfı ve emekçi halkların sosyal kurtuluşu bizatihi bütün insanlığın kurtuluşudur. Sınıflar mücadelesinde tutarlı bir tarih ve sınıf bilinci taşıyan bütün devrimci kadrolar böyle düşünmek ve davranmak durumundadır. İnsanı, toplumu ve doğayı sevmek, hayatı sahiplenmek için insanı ve insanlığı diz çöktürüp aşağılayan kapitalizme karşı savaşmak gerekir. Kapitalizm ile savaşabilmek için, O’nun sistemine, rejimine ve mantığına karşı tutarlı ve birleşik bir mücadele hattı örmek gerekiyor. Kapitalizm insanlık tarihinin gelmiş geçmiş en iğrenç, en ahlâksız, en sömürücü, en baskıcı sınıflı toplum sistemidir. Kapitalist özel mülkiyete, paranın boyunduruğuna, haksız savaşlara, sömürüye, sömürgeciliğe karşı tutarlı bir mücadele için her şeyden önce bu sisteme karşı çıkmak gerekiyor. İnsanı ve hayatı koruyup sevgiyi egemen kılmak için de sömürücüye-sömürgeciye ilkin, kin duymak gerekiyor. Barış, sevgi, kardeşlik gibi insanî-beşeri duygu ve düşünceler sömürüye karşı kin duymadan gelişemez. 9 Bu sistemle tarih ve insanlık önünde hesaplaşabilmek için onun kullandığı araçlardan daha gelişkinlerini kullanabilmek ve üretmek gerekir. İnsanın insan olması kapitalist üretim, mülkiyet ve paylaşım koşullarında olmadığına/olamayacağına göre sosyalizm ülküsü için dövüşülecektir/ dövüşülmektedir. Sosyalizmin nihaî hedefi “herkesin yeteneğinden ihtiyacına göre” ilkeselliğinin egemen olduğu komünist toplumun üretilmesidir. Proleter Devrimci düşünce-davranış çizgisi ile kapitalizmin, devrimci yol ve yöntemlerle aşılacağı siyasal-sosyal devrimlerle kanıtlanmıştır. Büyük Ekim Sosyalist Devrimi bu sürecin en değerli bir halkasıdır. SSCB deneyimi ile kırılan bu halkaya Çin, Vietnam, Küba, vb. deneyimlerinin eklendiğini biliyoruz. Pek çok “geriye dönüş” deneyimleri, yaşadık. Bugünkü sınırlı bilgilerimizle Sosyalist Sistem’in çözülüşü, ya da kapitalizme dönüşümünden sonra günümüzde şimdi daha serinkanlı düşünmenin/davranmanın gündeme geldiğini binbir acılar içinde bilincimizde yeniden tartıyoruz. İnsanlık çok sancılı bir süreci yaşamaktadır. Sosyalizmin tarihsel-sosyal bir zorunluluk olduğu şimdi daha yakıcı olarak bilincimizi bilemektedir. Kapitalizmin tarihsel ömrünün duvara dayandığını, çeşitli vitrin düzeltmeleriyle sosyal ömrünü daha fazla sürdüremediğini pratiği ile görüyoruz. “Yeni Dünya Düzeni”, “Globalleşme Çağı” gibi illüzyon ve isimlendirmelerin kapitalizmin ömrünü uzatmayacağı gün gibi açık. Uluslarötesi tekelci sermayenin küreselleşmesi, ABD, AB ve Japon hegemonlarının bin bir çelişki ve çatışkısını gideremeyecektir. Hegemonlar arası kriz, hegemonya krizi, “düşük yoğunluklu savaş”, emekçi halkları inkâr, imha, asimilasyon, sömürgeleştirme, istila ve ilhaklarla daha da artacaktır. Sermayenin küreselleşmesi emeğin yeni nitelikler kazanması ile sosyalist devrimlerin önünü de nesnel olarak açacaktır. Sermayenin bağrında onun mezar kazıcısı da politik önderliği ile buluşup-bütünleşip öznel olarak işbaşı yapacaktır. Aynı zamanda sermaye günümüzdeki barbarlığı ile kendi mezarını da kazmaya başlamıştır. Binbir marazi düşünce ve davranış çizgileriyle Devrimci Marksizmden kopup çıplak vücutlarını kapitalizme teslim edenlerin safsataları asla gerçekleşmeyecektir. Üniversite okumuş yarımaydınlar, Batı’dan devşirme Marksizm dışı, sözüm ona Marksist tekerlemelerle kolektif bilincin, aklın ve eylemin önünü kesemeyecektir. Sosyalist Sistem’in içinden ve dışından aldığı darbeler artık kulağımızda küpedir. Marksistler atılacak adımlarda bir daha bu düzeyde “fenersiz yakalanmamak” için mutlaka “teyakkuz” halinde olacaktır. Sosyalist uygulamaların dışardan değil içerden fethedilerek yıkılması süreci de Marksist kadrolara pek çok şey öğretmiştir. 10 Kapitalizmin gücü Sosyalizmi yıkmaya yetmez. “Yoldaş biz, düşmanı içimizde ararız” özdeyişi bugün daha çok anlamlıdır. Sosyalizmin yeminli düşmanları, bütün eloğulları çeşitli kılıklarıyla içimizdedir. İşçi sınıfı hareketi, sosyalist hareket, ilerici gençlik hareketi, ulusal özgürlük talepleriyle öne çıkan bütün emekçi halk hareketleri dışarıdan değil, içeriden kuşatılmıştır âdeta. Bilimsel Sosyalizm-Komünizm kaynaklı olmayan “sol”lar, solcular, ara katmanlar Devrimci ve Marksist düşünce/davranış çizgilerinin işbaşı yapmaması için burjuvazi ile işbirliği içindedir. “Sosyalizm-Komünizm’den haberli” olup ta sabah akşam tesbih çeker gibi “marksizm-leninizm-bolşevizm” tekbirleri getirenler de, söze “marx, engels, lenin, stalin, troçki, mao, guevera, vb.” dedi ki diye başlayıp arkasını getiremeyenlerin tamamı da kapitalizmin egemenliği için arka kapılardan “hizmet servisi” sunma yarışındadır. Hayat ve mücadelenin Devrimci ve Marksist Kadrolara öğrettiği: “Arkadaş sen ne diyorsun?”, “Ne yapıyorsun?” sorusunun cevaplanmasıdır. Hayat ve mücadele bu türden unsurların dışında yeni nitelikler kazanmış ya da kazanmaya aday kadroları da üretmiştir/üretmektedir. Türkiye coğrafyasındaki sınıflar mücadelesinde tutulacak “Ana Halka”nın ne demek olduğunu görmeye çalışıyoruz. Deney birikimimizle, bilincimizle, sınıfsal sezgi ve gözlemlerimizle Sorun Yayınları Kolektifimizi bu gerekçelerimizle oluşturduk. “Legal” ve “illegal” duruşlarıyla bilinen kimi yapıların dışında kalışımızın ve de onlara benzemeyişimizin bilimsel ve gerçekçi bir açıklaması elbette vardır. Teori-pratiğimizle ilkin kendi iç kozamızı örmeye çalışmamızı, ardından dışımızdaki ve yarın birlikte olmayı özlediğimiz yol arkadaşlarımızın yeni nitelikler kazanmasını düşünmemizin de haklı nedenleri vardır. Siyasî ve ahlakî çürümüşlüklerden arınmış kadrolar bu duruşumuzun nedenlerini anlamakta ve haklılığımızı teslim etmektedir. Yüzde yüz bağımsız ve yüzde yüz işçi sınıfı ve emekçi halklardan yana olmamızın nedeni emperyalizme, faşizme, kapitalizme karşı tutarlı bir mücadele hattının oluşturulması ihtiyacının dayatmasıdır. Birey, grup, çevre ve örgütsel yapılarıyla Marksistlerin çeşitli formasyonlarda duruşu bir yanıyla gerekli ve doğru olabilir. Önceleri nüveler halinde farklı yerlerde duran kadroların “dar grup” yapılarını aşıp hareketi merkezî otoriteye ve disipline çekmeleri diyalektiğin yasalarına göre bir süreç yaşayacaktır. Komün, Komünist gibi isim ve sıfatları rasgele kullanma özgürlüğümüz yoktur. Birileri sıkça “Komünistlerin Birliği”, “Komünist Birlik”, “Komünist bir dünya kuracağız” diyor, pratikte bir adım yol katedemiyor ve binbir kılığa girerek hizayı bozucu çizgilerinden vazgeçemiyorsa böylelerine ya 11 komünist değil denilecektir, ya da birer “siyasî şarlatan” olarak tarihe kayıtlarını tescil ettireceklerdir... Kimi kullanılan isim ve sıfatları tırnak içinde ifade edişimizin de elbette haklı nedenleri vardır. Kimi örgüt yapılarını hece ayrımlarıyla yazışımızın da haklı gerekçeleri vardır (ödepe partisi, emep partisi, sip partisi tekapesi, ip partisi, vs...). “Komünistlerin Birliği” bizatihi “Komünistlerin Komünist Olması” demektir. Başka türlüsü eşyanın tabiatına aykırıdır. Komünistler farklı formasyonlarda duruyor ve birlik için adım atmıyorsa ya Komünist değildir ya da bu işte bir bit yeniği vardır. Sınıflar mücadelesinin ulusal ve enternasyonal ölçekte yürütülmesi için ancak bir tane Komünist Partisi olur. Ulusal ölçeğin Komünist Partisi Enternasyonalin birer seksiyonudur ancak! Millî komünist parti olmaz! Belli bir coğrafyada birden fazla Komünist Parti de olamaz. Komünizm nitelemesi ve sıfatlarını sosyal meşruiyet ve devrimci yasallıklarını hak etmeden kullanarak onlarca komünist parti kuruluyor/kurulabiliyorsa o partilerin daima birer muvazaa partisi, naylon ve sahte oldukları tarihe kaydını düşürmüştür. Böyleleri sınıflar mücadelesinde ve son tahlilde burjuvazi ile uzlaşırlar/uzlaşmak zorundadır. Bir ülkede 24 adet “legal”, 61 adet “illegal” örgüt yapılarının şaşılası bir özgürlük (aymazlık) içindeki “sol” hareketi olumlayanlara gelecek kuşaklar ne diyecektir? Ne diyecekleri bir sır değildir: “Büyük özveri gösterdiler ve çalışkandılar, yaşamlarını yoka sayabildiler, coşku ve heyecanlıydılar, çok yönlü kırım ve kıyımlardan geçtiler, fakat Marksizm ile henüz derinliğine tanışamadılar, sosyal sınıf ve emekçi halk sosyolojik gerçekliğini yeterince göremediler. İdeolojik çalışmalarını yetkinleştiremediler. İşçi sınıfının koruyuculuğunu düşünemediler. Devrimci tarih ve geleneklerini günümüze taşıyamadılar. Bu süreçten ders çıkarıp tutulacak ‘Ana Halka’yı göremediler. İçlerindeki ‘eloğlu’larını açığa vurarak hesaplaşamadılar. Popülist, halkçı, milliyetçi, etnik sorunları öne çıkardılar. Resmî tarih anlayışı ile resmî ideoloji kuşatmasında çok zaman yitirdiler. Ne işçi sınıfı hareketi ile sosyalist hareketi buluşturup bütünleştirebildiler, ne de böylelikle ciddî, güvenilir ve donanımlı bir Komünist Parti’nin oluşturulmasını başarabildiler. ‘Ulusal Sorun’a proje üretemediler. Öğrenci gençliği ‘ateş hattı’na sürüp harcadılar, bir daha yeri asla doldurulamayacak kadar diri, militan ve yürekli kadroların yeni nitelikler kazanmasını düşünemediler. ‘Gençliğin yolu işçi sınıfının yoludur…’ diyemediler. Yoksul Türk ve Kürt köylülüğünün talep ve ihtiyaçlarını gündeme getiremediler. İşçi sınıfını, emekçileri, işsizleri, ara katmanları devlet tekelci kapitalizminin pençesindeki kara gerici, ırkçı, milliyetçi, faşist ideolojilerin sömürüsüne terkettiler. Ne ‘tutarlı bir demokrasi mücadelesi’ için ve ne de ‘tutarlı bir iktidar mücadelesi’ için dövüşebildiler. Aysberg’in ne altını ne de üstünü hesaba katabildiler...” 12 Bilinmez... Daha neleri sıralamalıyız? Kolektifimiz Çalışanları, bir yandan hâkim gerici sınıfların, öte yandan sosyalizm-komünizm maskeli eloğullarının hareketimizden arınması için, sıralanan siyasî tabloyu değiştirmenin/dönüştürmenin kavgasını vermeyi en büyük devrimci bir görev olarak gündemine almıştır. Bu siyasî tabloyu tersyüz etmeyi önüne görev olarak koymayana ne komünist ne de devrimci denir. Türkiye’de adına layık bir Komünist Parti olmadığı için sıralanan olumsuzluklar bu düzeyde seyretmektedir. “Bizim hiç bir zaman Marksist-Leninist bir PARTİMİZ olmadı.” özdeyişini boşuna slogan gibi tekrarlamıyoruz. Devlet tekelci kapitalizmi, liberal-sahte demokrat, milliyetçi, kara gerici, ırkçı, faşist-faşizan çizgileriyle cenahımıza bu düzeyde destursuz saldırıyor/saldırabiliyorsa, sistem ile hesaplaşmaya ve boy ölçüşmeye aday bir Komünist Partimiz olmadığındandır. Sol ve Sosyalizm adına bu kadar spekülasyon yapılabiliyorsa, üniversite okumuş yarımaydınlar aşırı teorisizme ve entelektüalizme kayabiliyorsa, kimse burnundan kıl aldırmamacasına “dediğim dedik-çaldığım düdük” diyebiliyorsa, bu kadar çok “marksizm yorumu” yapılıyor/yapılabiliyorsa, gelenek diye her eğilim kendi serüven göreneğini kemikleştiriyorsa, “sol”larımız düşmanı bırakmış “kan emici” yarım-aydın tartışmalarına girmişse, yan yana durmak, deney aktarımında bulunmak, birbirinden öğrenmek dururken hayat ve mücadelenin asla doğrulamadığı teoripratiğinde ısrar ediyorsa, orada “örgütler anarşisi” hastalığı kol geziyor demektir. Bir yanda kapitalist anarşi, diğer yanda tarihsel-sosyal haklılıklarıyla kapitalizmi aşma iddiasında olan “sol”un “örgütler anarşisi” hastalığı… Bu süreç mutlaka dönüştürülecektir. Kolektifimiz Çalışanları, ürettiğimiz Dergi, Gazete ve telif kitaplarımızla bu türden konulara yeteri kadar kafa yormuştur. Sözümüz Devrimci ve Marksist Kadrolaradır. İlkeli, iyi yürekli, dürüst, samimi, militan ve namuslu insanlarımızadır. Sosyalizm-Komünizm güzergâhında ne yazık pek çok kötü insan malzemesi de bulunmaktadır. “Karanlığın gözleri” nitelemesini hak edenler bu kötü tabloyu tersyüz etmek isteyen devrimci kadrolara ve onların önerilerine destursuz saldırmayı “huy” edindi. Çok görülmez. Son demleridir. Onların bu düzeyde sinirlerini-tiklerini bozmalarının maddî nedenleri vardır. Küfür, spekülasyon, sataşma, demagoji, tehdit ve saldırıları boşuna değildir. Can havli ile yaralı hayvanın, içgüdüsel tepkileriyle yapabileceklerinin ötesinde daha ne yapacaklardı ki? Kolektifimiz Çalışanları, en azından elimizdeki araçlarla anılan konu ve sorunları bilinç ve kararlılıkla gündeme getirmiştir/getirmeye devam edecektir. II. Tüm Türkiye Komünistleri Kongresi, bu yöntem ile devrimci politika yapmaya aday kadrolara yapılan “öneri” öyle çeşitli spekülasyonlar13 la sömürülecek bir öneri değildir. Önü ve arkası hesaplanarak yapılmıştır. V.İ.Lenin’in Çarlık Rusyası’nda 60 yıl hüküm süren “ihtilâlci demokrat” siyasî akımların “boşuna tüten dumanlar” misali heder oluşunu önlemeye aday RSDİP’in oluşturulmasındaki yöntemini ‘Partileşme Sorunu’nun çözümünde temel çıkış hattı olarak alan bir öneridir. Bu tarihsel yöntem, hayat ve mücadelenin öğrettikleriyle, eleştirel katkılarla geliştirilip aşılmaya adaydır. Türkiye pratiğinde ise, 10 Eylül 1920’lerde Mustafa Suphi ve Yoldaşlarının vurgulayageldiği (ve de SORUN Polemik Dergi’mizin hemen her sayısında bilince çıkardığımız): “Teşkilât devirlerini geçiren ve şimdiye kadar birer grup halinde yaşayan Türkiye Komünistleri bu kongreden örgütlü ve birleşik bir parti olarak çıkmakla yeni bir hayat devresine ayak basıyorlar. Partinin önünde duran biricik görev, bundan sonra memleketimiz amele ve fukara rençberleri arasında fikirlerimizi kuvvet ve süratle yayarak, halkın mukadderatını kendi eline verecek sebep ve kabiliyetleri hazırlamaktır.” (28-29 Ocak 1911’i Unutma, Güncel Yayınları, İstanbul, 1977, s.113- I.Tüm Türkiye Komünistleri Kongresi sonunda Mustafa Suphi Yoldaş’ın nutkundan.) II.TTKK yöntemi birer kangren vakasına dönüşmüş komünist örgütsel perişanlığımıza son verecek bir yöntemdir. Geliştirilip güçlendirilmeye ve eleştirel katkılara açıktır. Yerli iç deney zenginliğimizin esin kaynağıdır. 150 yıllık sosyalizm tarihimize,100 yıllık sınıflar mücadelemize, günümüzdeki Devrimci ve Komünist Kadroların teori-pratiğine “ilk harcı” koyan bu esin kaynağımıza sarılmadan, O’nu eleştirel katkılarımızla yeni nitelikler kazandırmaya aday çabalarımızla bir üst düzeye sıçratmayan bütün girişimlerin gelişme gösteremeyeceği sosyalpratikte yüzlerce kez test edilmiştir. Günümüz başka bir gündür. Yöntemlerimiz yeni koşullara göre değişecektir. Geleneğimiz Marx-EngelsLenin’in teori-pratik sürecine bağlanacaktır. Bu sürecin öğrettiklerinden başka bir gelenek arayışı hiç bir örgütsel arayışı bir adım ilerletmeyecektir/ilerletememiştir. Bu gelenekten yola çıkarak hareketimizin yeni bir kalıba dökülmesi mücadelesini veren kadroların varlığından elbette haberliyiz. Haberli oluşumuz bir yana bu yoldaki etkinliklerimiz sosyal-pratikte sınanmaktadır. Bu mücadelenin vazgeçilmez bileşenleri olarak gördüğümüz birey, grup, çevre ve örgütsel duruşlarla ilkeli ve yaratıcı diyalogların önemini kavrıyor ve bu yolda bazı etkinliklerde de bulunuyoruz. Herkesin gözünün önünde cereyan eden bu diyaloglarla kadrolar arası bir iklim ve altyapının oluşturulması gündemdedir. Henüz iş sırasının birinci basamağındayız. Komünistler akıllı, bilinçli, ilkeli, dürüst, namuslu, ahlâklı ve militan unsurlardır. İşi, özel yaşamı, üretimi ile örnektirler. Ebleh, zekâ özürlü ve ahlâksız komünist olamaz! 14 Komünist Kadroların II.TTKK önerisindeki içtenliği sosyal-pratikte, mücadelenin ateşinde test edilir/edilmiştir. II.TTKK yöntemi ile kadroları düşündürüp kazanmak için öne çıkanlar bu önerileriyle haklı bir zeminde midir? Muhatap alınan Komünistlerin ciddî, güvenilir ve donanımlı olup olmadığı hayat ve mücadelede biçimlenir. Polis, işkence, hapishane, duruşma deneyimleri sağlam olan kadrolar II.TTKK yöntemi ile öneri yapma hakkını kendilerinde görüyor ve kendi “dar grup” çağlarını terkederek birleşik, merkezî bir otoritenin disiplinini arzu ediyor ve bunun için çalışıyor, elindeki bütün araçları Proletaryanın malı-mülkü yerine koyuyorsa (bu konuda da) içtenliklerini daha nasıl göstermelidir? II.TTKK yöntemi, şimdiden bazı komünist grupların yakıcı bir sorunu olmuştur. Hemen her kesimde tartışılmaktadır. Sahte işçi ve komünist örgütlerin (madalyonun iki yüzü görüntüleri) izolasyonu gelenekten geleceğe kurulan köprülerle geleceğin kazanılması içindir. Bu yöntem Marksist-Leninist teori-pratik geleneğimize uygun düşmektedir. Yerel, ulusal, sosyal ve enternasyonal diyalektiğinin politikleşmesinin bir adımıdır. Sosyalizm-Komünizm adına(!) kendiliğindenliğin, keyfiliğin, ahkâm kesmenin, “örgütler anarşisi” hastalığının ilk ve kesin tedavisidir. Komünist kadroların ilke, kural ve yöntemleri birlikte tartıştığı, devrimci normları işlettiği, program, tüzük, kadro, strateji-taktik, vb. acil ve hayatî sorunlarımızı tartışıp kararlaştırdığı “Devrimci Oturum”dur. Bu türden oturumları düzenleme ve sonuçlarına katlanma pratiğidir. II.TTKK yöntemini Kolektifimiz Çalışanları üretmedi. Marx-Engels-Lenin teorik-pratik sürecinin doğal bir uzantısı olarak bilincimize aktı. Bizler bu sürecin “iyi bir öğrencisi” olmayı düşünerek II.TTKK yöntemini dışımızdaki mücadele arkadaşlarımızla ve yarın birlikte yürümek zorunda olduğumuz yeni yol arkadaşlarımızla -bizim insanlarımızla- paylaşmak için dillendiriyoruz. Bu süreci anlamlı kılmak yalnızca Kolektifimiz’in iradî müdahalesi ve inisiyatif kullanmasıyla mümkün değildir. II.TTKK yöntemini biricik çıkış hattı olarak bilincinde tartmış tüm kadroların kolektif çabalarıyla vücut bulmasını tahrik etmek esastır. II.TTKK yöntemi tek bir komünisti dışarıda bırakmamayı amaç edinmiştir, Devrimci ve Marksist Kadroların yaşadığı “öndersizlik krizi” müzmin hastalığını tedavi edecektir. Nihaî amacı bir, fakat farklı formasyonlarda durmayı tercih eden kadroların ayrışma-buluşma, birlik-dayanışma sürecine katkı getirecektir. “Birlik: Zıtların Birliğidir” ilkeselliğini hayata geçirecektir. İlke, kural, yöntem ve normların işletilmesini disiplin altına alacaktır. Sosyalist demokrasinin geliştirilip güçlendirilmesini, tartışmaların kurul disiplinine çekilmesini, alınan kararların güvenceye kavuşturulmasını sağlayacaktır. Komünistlerin ideolojik, teorik, örgütsel ve siyasal birliğini sağlayacak olan II.TTKK yöntemi mevcut “sol” politikayı ayakları üzerine oturtacaktır. Cenahımızda yaşanan ve âdeta bir “kan davası”nı andı15 ran tarihsel deneyimlerin olumsuzluklarını aza indirecektir. Bir zamanlar sosyalizme duyarlı olan işçi, emekçi, işsiz, aydın, gençlik ve ara katmanları yeniden hareketlendirecektir. Kitlelerin devrimcileştirilmesi mücadelesindeki ‘‘atak”ları anlamlı kılacaktır. Liberal, sahte demokrat, kara gerici, milliyetçi, ırkçı, faşist örgütlerin propagandası altına girmiş emekçileri yeniden davaya kazandırmaya önayak olacaktır. Komünistlerin parçalı, birbirine düşman kılınmış yapısal duruşlarıyla burjuva iktidarlarını geri adım atmaya zorlayacaktır. Hâkim gerici sınıflar artık bu düzeyde köpeksiz köyde değneksiz dolaşamayacaktır. İşçi sınıfı, emekçiler, ezilen sömürülen kitleler talep ve ihtiyaçlarını İSP ya da KP güvencesiyle daha anlamlı dile getirecektir. Demokratik hak ve özgürlükler için yapılan mücadeleler nihaî amacına mutlaka ulaşacaktır. Solu “böl, parçala, yönet” diyenlerin arasına kama sokacaktır. Burjuvazi böylelikle Sol’u attığı bütün adımlarda hesaba katmak zorunda kalacaktır. Kolektifimiz Çalışanları bu türden sorunlarımızı gündemde diri tutup, Devrimci ve Marksist Kadroları düşündürmeyi amaçladığı için II.TTKK yönteminde ısrarlı olmaktadır. Bizler “köyün delisi” değiliz. Kadroların kolektif iradesini ve inisiyatifini esas almayı yeğleriz. Tek başımıza hareket etmeyiz. Bu yolda tek başımıza da değiliz. Fakat gerekirse Devrimci ve Marksist Kadrolar, KADRO olmayı hak etmiş iseler çok rahatlıkla “köyün delisi” rolünü de oynamaktan geri durmayacaklardır/durmamışlardır. Kolektifimiz Çalışanlarına karşı sistemli spekülasyon, sataşma ve “sinsi kuşatma” politikalarının beş para etmediği sosyal-pratikte denenip sınanmış ve de geri tepmiştir. Spekülasyon, sataşma ve “sinsi kuşatma” yöntemleri burjuvazinin cenahımız içindeki “beşinci kolu”dur. Sınıflar mücadelesi sürdükçe de bu türden faaliyetler eksilmeyecektir. Marksizmi sahiplenen kadroların eksilmeyen etkinlikleri devam ettikçe burjuvazinin ajanlarının provokasyonları da kılıktan kılığa girecektir. II.TTKK güvencesine kavuşacak bir politikleşmeyi sağlı “sol”lu hiç bir burjuva yöntemi yıpratamayacaktır. Bireyci, benmerkezci, kariyerist hiç bir yabancı unsur Devrimci ve Marksist Kadroların birliğini bozamayacaktır. Sağ ve “sol” teslimiyetçi oportünist unsurlar, artık bunca deneyden sonra örgütlerimizin atacağı ileri ve anlamlı adımları saptıramayacaktır. Oluşturulacak örgütlerimizde çeşitli eloğulları, sızmalar eskisi kadar rahat at oynatamayacaktır. Kolektifliği tökezletecek mekanizmalar henüz icat edilmemiştir. Bu düşüncelerin uzantısında Kolektifimiz’in içinde de yabancı unsurların barınma “şansı” yoktur. Güvencemiz yetkinleşmektedir. İşliklerimizde Proleter Devrimci hegemonya hâkimdir. Lenin’in devrimci vasiyetini hiç bir zaman unutmuyoruz. İşçi sınıfı ve emekçi halklarımızın mücadelesinden ve en militan unsurlarından oksijen almaya devam edeceğiz. Mücadelenin ateşinden gelen deneyimli kadroları kucakla16 mayı sürdüreceğiz. “Kan emici” yarım-aydınların kitabî tartışmalarına karşı iş, emek sevgisi ve çalışkanlığın bağışıklık aşısıyla karşılık vermeyi öne çıkarıyoruz. Bu konuda duyarlıyız, âdeta teyakkuz halindeyiz. Kolektifimiz’e çeşitli niyet ve amaçla gelip ilişki kuranların ideolojiksınıfsal konumu iş ve üretim sürecinde sınanıp denenmiştir. “Sel gider, kum kalır” özdeyişindeki gibi doğal ayrışma ve bütünleşmeler iş içinde biçimlenmiştir. Emek güçlerini Kolektifimiz’de buluşturan yoldaşlarımızla daha da biçimlenecektir. II.TTKK yöntemini kadroların bilincine taşıyanların tarihsel-sosyal haklılığını hayat ve mücadele test edecektir. Bu yöntemi doğru ve haklı bulanların kimliği-kişiliği, üretim faaliyetindeki rolü, işi, özel yaşamı bellidir, belgelenmiştir. Öneri doğru adrese yapılmıştır. Bunun özel-öznel bir yorumu yoktur/olamaz. II.TTKK yönteminin ardındaki güçler açık sözlü, somut-konkre niteliklere sahiptir. Herkese anladığı dilde hitap etmesini bilirler. Memur kafalı, tâbî kimliğe sahip değildirler. “Siyasî mülteci” olmadıkları, kendilerine “özel misyon” payesi vermedikleri için de haklı bir zemindedirler. Mücadele hattında Devrimci ve Marksist olan hiçbir birime asla zarar vermeyen tavırlarıyla neyi, nereye kadar bazı zorlamalarda bulunup bulunamayacaklarının hesabını yapmaktadırlar, kadrolar arası yaratıcı diyalogların önünü açma çabası içindedirler. Kadrolarla yüzyüze gelmenin, tanışma ve tartışma zeminlerinin hazırlığını yapmaktadırlar. Kadroları bu yönteme ikna edecek mekanizmaları hareketlendirmenin sancısını çekmektedirler. Küçükburjuvaca hesaplarla II.TTKK yönteminin daha altyapısı ve iklimi hazırlanmadan darbe almamasına çalışmaktadırlar. II.TTKK yönteminin yeni nitelikler kazanması ciddî, donanımlı ve güvenilir kadroların katkısıyla, kolektif çevrelerin kolektif iradî müdahaleriyle vücut bulacaktır. Gerisi ‘Lâf-ü güzaf’tır. Kimilerininin gerek Kolektifimiz’e, çalışanlarımıza, gerekse SORUN Polemik Dergi’mize, ayni zamanda telif eserlerimize karşı müzminleşmiş alerjilerinin nedenlerini biliyor ve de anlamaya çalışıyoruz. Küçük yaşta sağ ve sol teslimiyetçi oportünist örgütlere girip “örgüt mikrobu” yiyenler, elbette bundan bir türlü kurtulamıyor/kurtulamayacaklar. Aldıkları “virüs” böylelerini yiyip bitiriyor. II.TTKK yöntem önerisini ve ne yapmak istediğimizi bilimsel açıdan irdeleyip anlamadan hemen altında bir “çetrefil” arayanlar bu tavırlarıyla Kadrolar arasına “kama sokmakta” mahirdirler. Yapmaya çalıştıkları tezvirat ve spekülasyonlarla hem Kadrolar arası güven duygusunu yok ederler, hem de iyi saatlerde olanlara göz kırpıp gerdan kırarak görevlerini yerine getirirler. Doğruların ve hakikatin kavgasını verenler birikimlerimizin yok edilmesine izin vermeyecektir. 8 Ocak 2006 17 İsmail Arguvanlı II.TTKK Yönteminin Ayrıştırıp - Bütünleştirdiği Nedir? Iskra yayın kurulu toplantısında Lenin, Martov ve Menşeviklerle Lenin, Sotsial-Demokrat'ın 49. sayısındaki yazılarından (21 Aralık 1915) başlayarak Martov'a sert suçlamalarda bulunmuştur. Ama bu birbirlerine karşı düşmanca hisler beslemeyen iki eylem adamının kişisel sürtüşmesi değil, temsil ettikleri politik görüşlerin çatışmasıydı. İşte bu nedenle devrim sürecinde partileşmede yan yana durabiliyorlardı. Lenin, III.Enternasyonal Kongresi’nde Sol Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı adlı broşürünü ıÜü(27 Nisan 1920) bu kongrede başını ıÜüHerman Gorter'ın çektiği "sol komünist" muhalefete karşı yazacaktır. 18 -Polemik- Devrimci ve Marksist Kadroların yaşadığı "öndersizlik krizi" sorunsalına çözüm yöntemi üretenler çoğalmıştır. Toplumsal çözülmenin ve çürümenin (cenahımızdaki yansıması) had safhaya ulaşmasının hem sevindirici hem de tiksindirici sonuçları ortaya çıkmıştır. Bu türden bir sürecin muhtemel sonuçlarını denetleyip yönlendirebilmek Devrimci ve Marksist Kadroların sorumluluğunu da sınamaktadır. Kadrolar yeninin doğumunu işaretleyen olay, olgu, veri, süreç ve koşulları bilimsel ve doğru değerlendirebiliyorsa bu iyi bir gelişmedir. Kaçınılmaz olarak çürüyenin-çözülenin yerini yenisi, diyalektiğin yasaları gereği, zorunlu olarak alacaktır. Sürecin tiksindirici yanı Devrimci politikayı hâlâ eskimiş ve aşınmış yol-yöntemlerle götürebileceğini sananların hesapsız spekülasyonu, sataşması ve destursuz saldırılarıdır. Elbette iş bununla da sınırlı kalmıyor. Tıpkı müflis kumarbaz kafasıyla "şansımı bir daha deneyeceğim" diyenler de çıkıyor. Kumar oynama ortamı ortadan kaldırıldığı sürece böylelerinin ikna edilmesi zordur. Devrimci politikanın nasıl ve hangi araçları kullanarak yapılması gerektiğini çok büyük bedeller (kırım ve kıyımlar sürecinde) ödeyerek öğrenmeye çalışıyoruz. Hayat ve mücadelenin öğrettiğini sandığımız tezlerimizi senteze kavuşturucu diyaloglarımızın ete kemiğe bürünmesi için nelerimizi feda etmiyoruz ki? II.TTKK yöntemini bilince çıkaranlar, doğallıkla ikna etmeye ve olmaya aday olacaktır. Sorunun çözüm yönteminde doğallıkla "doku birliği" aranacaktır. Ciddî, güvenilir ve donanımlı kadrolar bu süreçte yine doğallıkla elindeki bütün araçları, daha ileri ve işlevsel olan için feda etmeyi göze alarak diyalog arayacaktır. "Doku birliği" Marksizmin devrimci geleneklerine bağlılık ve sahiplenişlerimizde aranacaktır. Enternasyonal ölçekte Marksist gelenek, özelde I.TTKK geleneğimiz, günümüzde II.TTKK süreciyle organik ilişkili olarak biçimlenirse, bu temelde yükselen bir hareket hem sosyal meşruiyet, hem de devrimci yasallık kazanacaktır. Devrimci yasallığı ile sosyal meşruiyeti kadroların onayından geçiyorsa o hareketin işlevsel olması kolaylaşacaktır. Aynı zamanda anlamlı bir örnek olarak “parti kurma” ataklarına fren olacaktır. Hayat ve mücadelenin affetmeyip açığa düşürdüğü siyasî akımları yeniden diriltmenin inandırıcılığı yoktur/olamaz. Çoktan sönmüş yanardağların yeniden harlayacağını hayâl etmek ahmakların işidir. 19 Yeni, denildiğinde "kuyruklu yıldız" misali bir icat peşinde olan yoktur. Eski, denildiğinde de eskimiş, aşınmış ve aşılmış olanı algılamalıyız. Yeni, eskinin, sosyal-pratikte doğrulanmış devrimci birikimi, yani sağlam bir temel üzerine bina edilecektir. Bu türden yakıcı sorunlar hayatın içinde hem biçimleniyor hem de tartışmaların odağını oluşturuyor. Heyecanlanmamak, coşku duymamak mümkün değil. Aynı zamanda teyakkuz halinde olmak durumundayız. Düğün-bayram edilecek zaman değil. Bu süreçte hissettiğimiz korku değil, devrimci kaygılardır. II.TTKK yöntemini telaffuz edeliberi dostumuzu-düşmanımızı da yeniden öğrenmeye başladık. Bu telaffuz ediş eylemi aynı zamanda Kadroların ayrışmasını ve yeniden bütünleşmesini de tetiklemiştir. "Ben partiyim, biat edin", "benden sorulur", "TKP benim", vb. megalomanisine giren zortlamalar açığa düşürüldükçe, yeninin üretilmesine asla katkı getirmeyecek girişimler de sahne almıştır. Kolektifimiz’in gündemleştirdiği “Tarihi TKP” literatürü anlaşılmadan birilerince kullanılmaya başlanmıştır. Doğrudur. Elbette Tarihî TKP. Devrimci yasallığı ve sosyal meşruiyeti olmayan tekapeler değil. Yeni, Tarihi TKP'nin devrimci gelenekleri üzerine kurulup yükselecektir Kendiliğinden, keyfî, ikâmeci yol-yöntemlerle kurulan "girişim komiteleri", hiziplerin sıkça başvurduğu işlevsiz "kurultay"lar ve devrimci olmayan gizli ve de kirli diplomasiye başvuranlar, sosyalist solun birliğini sömüren yeni "Kuruçeşme Toplantı”larının işlevsel olmadığı, yarın da olamayacağı gün gibi açıktır. II.TTKK yöntemi Devrimci ve Marksist Kadroların ayrışmasına da, buluşup bütünleşmesine de yardımcı olabilecek âdeta bir "neşter" görevini yerine getirecektir. II.TTKK yöntemini dillendiren Kolektifimiz’e karşı sağlı "sol”lu saldırıların bu düzeyde yapılması da doğaldır. Bunların ''muhtemel" sonuçlarına aday olmak için de hazırlıklıyız. Önerimizin bağımsız sınıf tavrı sergileyen kadrolarca sahiplenileceğine olan güvenimizi kaybetmemek azmindeyiz. Bunun için de titizlik gösteriyoruz. Kolektifimiz’in önerisine karşı doğrudan olmasa da, dolaylı araçlar kullanarak (özellikle internetteki www.katman.info web sitesi aracılığıyla) yapılan "tariz oku" sataşmalarını da olağan karşılıyoruz. Kolay mıdır, sen kalk hariçten gazel oku, sosyalist solu-devrimci solu anlamsız parselasyona sok. Türkiye coğrafyasının dışından, "siyasî mülteci" kimliğine bürün, "Harici Büro"nun kendisini TKP olarak ilan etmesi yanlışına ortak ol, elindeki örgüt, sendika, gençlik-kadın-kitle, basın-yayın, vb. kuruluşlarını likide et, bu sürecin inandırıcı bir özeleştirisini verme ve yeniden TKP hayâlleri kur!... Olur mu? "Harici Büro” TKP kuruluşunda rol ve sorumluluk alanların bu süreçten geleceği kazanmaya aday ne gibi teori-pratikleri vardır? Türkiye'de 20 kalarak devrimci görevlerinin başında ve sorumluluğunun gereğini yerine getirmek durumunda kalan kadrolardan çok daha "şanslı" bir konumdaydılar. SSCB’deki "Parti Okulu"nda okudular, fakat Marksizmi algılayamadılar, öğrenemediler. Bizler A.N. Afanesiyev, M.A. Suslov, V. Çernisevski gibi öğretmenlerden ders alamadık. Onlar aldılar, fakat anlamadılar ki Marksizmi yorumlayabilsinler. Moskova hapşısa bunlar nezle oluyordu. SSCB, Bulgaristan, Demokratik Almanya gibi ülkelerin diplomasisine tanık oldular, onların büyük enternasyonal dayanışmasına sahip oldular, fakat ne birlik, ne dayanışma ne de devrimci diplomasiyi öğrenebildiler. Anılan ülkelerin Komünist Parti'lerinin nasıl oluşturulduğunu bizzat görüp gözlem yapma fırsat ve imkânını yakaladılar, fakat bulunduğumuz coğrafyadaki işçi sınıfı, emekçiler, yoksul köylülük, ilerici gençlik, ara katmanlar ve "Kürt Sorunu" üzerine MarksistLeninist bir proje üretemediler. Çünkü Türkiye’yi tanımıyorlardı (ayakları yere basmıyordu). Dişe dokunur telif bir çalışma yapamadılar. Hazır birikimlerimizin üzerine çullandılar. Varolanı geliştirip yeni nitelikler kazanmasını sağlayamadılar. Pragmatist yöntemi çok “ustaca” kullandılar. Komünist Kadro değildiler. Hazır şablonlara reçetelere sahiplerdi. Melekelerini geliştirememişlerdi. SSCB’nin çözülüp kapitalizme dönüşmesiyle Gorbaçov misali "öksüz" kaldılar. Bu durumda; Türkiye sosyal-pratiğinde mücadelenin ateşinden gelen kadrolara, bizim çocuklarımızın arayış ve yönelişlerine sataşmaya ne hakkınız var? Türkiye'deki Devrimci ve Marksist Kadrolarla diyaloga girmek, yüzleşmek ve hayatî sorunlarımızı tartışmak Marksist-Leninist ilke, kural, yöntem ve normları işletmek gibi bir ihtiyacı duymayanların günümüzdeki perişanlıklarını ve sataşmalarını son derece olağan karşılıyoruz. Sosyalizm adına (!) yapılan yanlış ve yanılgılardan sonra, ‘nerede kalmıştık’ mantığıyla hareket etmeyi sürdürürlerse, çok fazla yapacak devrimci işlerinin kalmadığını görüyoruz. Taşın altına elimizi koyarken her ihtimali düşünüyoruz. Böylelerini de, kendimizi de kurtaracak projelerimizin hazırlığına girişiyoruz. Her şeye rağmen, Komünist ve KADRO olmayı hak etmiş her birim ile diyaloga girmeyi geleneğimizin bir gereği olarak öne çıkarıyoruz. Kolektifimiz’e destursuz sataşanlardan sip partisi tekapesi ise, bugünlerde kendi "iç" meseleleriyle uğraştığından olsa gerek, sataşmayı bırakıp sesini kısmıştır. Madalyonun öteki yüzü ip partisi'nin de nasyonal sosyalist kimliği ile bu konularda söyleyeceği bir şey yoktur. Sataşmalarını da Kadrolar ciddiye almayacaktır. DY siyasetinin bir bölüğü Kolektifimizi, onun inisiyatifini yansıtan önerisi yerine emektar arkadaşımız Sırrı Öztürk'ün şahsını hedef alan sataşmalara girmiştir. Sorun Yayınları Kolektifi çalışanları ne yapmış, ne yazmış, nasıl bir sınav vermiş ise herkesin gözü önünde yapılmıştır. İmzalı ve belgelidir teori-pratiğimiz. Bu süreç Devrimci ve Marksist 21 Kadro olabilmeyi hak edenlerin eleştirel katkısına açık ve muhtaçtır. Bu türden katkılara neredeyse hasretiz. Küfür, sataşma ve entrikacılığa ise kapalıyız. DY'nin liberal, yeni solcu, reformist-revizyonist ya da postmodern olarak nitelenen ödepe partisi’nin sataşmalarını ise bizim cevaplamamız artık doğru olmayacaktır. Efendi biraderler "Kuruçeşme Toplantıları" sonucunda "şeytan taşlamaya çıkmış" fakat kendilerini öyle bir "gayya kuyusu"nda bulmuşlardır ki, bu ayıp onlara yeter de artar bile... Kolektifimiz'in adını ana ana birer "sorunkolik" olanlara da Allah selâmet versin(!) Küçükburjuvaca sinsi ve sinik politikalarıyla çeşitli çağrışım ve imalarda bulunan bilcümle zevata da laf yetiştirmek bizim işimiz değildir. Çünkü II.TTKK yöntemi kumda oynanan çelik çomak oyunu değildir. Sözümüz, ilkeli, iyi yürekli, dürüst, namuslu, bilinçli, militan bizim insanlarımızadır. Devrimci ve Marksist Kadrolaradır. Mücadelenin ateşinden gelen bizim cenahımızadır. Aşırı teorisizme, entelektüalizme, kitabiliğe kaymış olanlara değil. Fanatik, sekter, inkârcı, dogmatik olanlara hiç değil. Sosyalizmin 150 yıllık tarihini sahiplenen, 100 yıllık sınıflar mücadelesi tarih ve devrimci geleneklerimizi doğru tahlil ederek hareketimizi yeni bir potada buluşturup bütünleştirme çabasında olanlaradır. 2 Ocak 2006 Desen: S. Oral Uyan 22 Ali Özdoğu -PolemikII.TTKK Yöntemi Kapitalizme ve Emperyalizme Karşı Tutarlı Mücadele Hattının Biricik Halkası ve Güvencesidir Türkiye sınıflar mücadelesi tarihi ve gelenekleri açısından hem "tekin" bir ülke değildir, hem de örgütsel güvenceleri çok zaaflı bir konumdadır. Bu süreçte bir daha "fenersiz yakalanmamak için" anlamlı ve ileri bir adım atılmasının sancısını çekiyoruz. Türkiye'de burjuvazinin asla hesaba katmadığı, fakat aslında katmak zorunda olduğu büyük bir Devrimci ve Marksist birikim vardır. Bu birikim henüz potansiyel bir güç niteliğindedir. Bitip tükenmemiştir. Genel anlamıyla sol ne tümüyle ayrışmış ne de bütünleşmiştir. Mevcut konumları ile "legal" ve "illegal" yapıların varlık nedeni, Tarihi TKP'nin ‘Partileşme Sorunu’ konusundaki yönteminin günümüzdeki kadrolara bir şey öğretememiş oluşunda aranmalıdır. Tarihî TKP örgütsel, ideolojik, politik varlık ve sürekliliğini organik ilişkilerle günümüze kesintisiz bir biçimde yansıtamamıştır ki, günümüzdeki "legal" ve "illegal" örgüt yapılarının sosyal meşruiyeti ve devrimci yasallığı gibi bir konu bilimsel olarak tartışılıp yerli yerine konulmuş olsun. Türkiye Solu’nda yapılan tartışmalar bu temelden hareketle incelendiğinde pek çok hayatî ve can alıcı sorun ve konunun tepetaklak duruşunun başlıca nedenini anlamış oluruz. Türkiye Solu, RSDİP veya I.Tüm Türkiye Komünistleri Kongresi (10 Eylül 1920) gibi bir geleneği ve ‘Partileşme Sorunu’na çözüm için getirilen yöntemi ne anlamış ne de gereğini yapma cihetine gidebilmiştir. Türkiye'deki potansiyel devrimci güç anladığımız manada henüz enerjiye çevrilememişse bu konuda herkes-hepimiz kusurluyuz demektir. Kolektifimiz'in darbe almamasına özen göstererek açık bir faaliyet alanında gündemleştirdiği bu konu Marksizmden haberli kadrolarca ciddiye alınmıştır. Birey, grup, çevre ve örgüt yapılarıyla "herkesin kendi değirmenini boynunda taşıdığı" kapitalist anarşi ortamında kimileri de bu konuyu sulandırmak için burjuvaziye ajanlık etme yarışındadır. Bugünkü örgütsel yapılar, kimi iddialarına rağmen Tarihi TKP’nin uzantısında oluşturulmuş örgüt yapıları değildir/sayılmazlar. Çünkü ideolojik, terorik, örgütsel ve politik duruşlarıyla da bu sürecin doğal uzantısı değillerdir. TKP ile organik ilişkili bir düzenekten gelmiyorlar. Gelmedikleri için de Marksizm-Leninizm ilkeleri doğrultusunda ayrışma-bütünleşme süreci yaşamadan kendiliğinden, keyfî veya ikâmeci yol-yöntemlerle kurulmuş örgüt olmayı aşıp bir türlü PARTİ olamamışlardır. 23 Marksizm-Leninizm literatürünü kendi dar grup örgüt yapılarına uyarlamaları böylelerinin birer hüsnü kuruntusudur. Bilimsel yaklaşım ve yorum ile öznel hüsnü kuruntunun mihenk taşında nasıl ayrıştığını bütün altüst oluşlarda onlarca kez deneyip sınamış durumdayız. Sosyal-pratik olay, olgu, süreç, veri, vb.lerini kendi koşullarında yerli yerine koymuştur. "Gerçekler devrimcidir" sözü boşuna değildir. Türkiye'deki sınıflar mücadelesinde işçi sınıfı hareketi, sosyalist hareket, ulusal kurtuluş talepleriyle kendini dayatan emekçi halk hareketleri sosyal muhalefet dinamiklerinin en anlamlı birimleridir. Anılan sosyal muhalefet dinamiklerini yönetip yönlendirecek bir irade henüz üretilememiştir. İSP ya da KP’nin ancak üstesinden gelebileceği sorunların çözüm yöntemine mevcut siyasî sol tablodaki örgütler talip olmuştur. Mevcut örgütler PARTİ olmadıklarının ayırdındadır. MarksizmLeninizm literatürünü yalnızca lafta bırakan, sosyal-pratikte ise bunu tekzip eden teori-pratikler ne işçi sınıfına ne de emekçi halkların talep ve ihtiyaçlarının karşılanması mücadelesine katkı sayılabilecek bir "vukuata" sahiptir. İşçi ve komünist parti nitelemelerini "özgürce" kullandığını sananları hayat ve mücadele daima açığa vurmuştur. Çünkü böyleleri işçi sınıfı hareketi ile sosyalist hareketi buluşturup bütünleştirememiş, böyle bir sınıfsal görevi yerine getirememiş ve böylelikle birer kendiliğinden kurulmuş örgüt konumlarını aşamamıştır. İSP ya da KP’ler elbette yukardan devrimci iradelerin buluşup bütünleşerek ilk harcı koydukları bir kurumlaşmadır. PARTİ, siyasalsosyal devrim yolunda yukardan aşağıya doğru oluşurken işçi sınıfı ve emekçilerin en militan unsurları ile buluşup bütünleşerek kitlelerden oksijen alacaktır. Kitleler ile buluşup bütünleşemeyen PARTİ’ler ne "demokrasi mücadelesi" verebilir, ne faşizme karşı kitleleri seferber edebilir ve ne de siyasal-sosyal devrime uzanan süreçte başarı sağlayabilir. Bu mücadelelerin tamamında kitlelere fener olma yeteneğine sahip olan araçlardan biri, en önemli kurumlardan biricik olanı PARTİ'dir. PARTİ aygıtı bir araç olarak bu açıdan önemlidir. PARTİ aygıtının işbaşı yapması için verilen mücadelelerde öne çıkan arayış ve yönelişler arasında yöntem olarak II.TTKK yöntemini öne sürmemiz, Türkiye sosyal-pratiğinde âdeta işlevsiz bir konuma itilmiş olan örgütsel yapıların aşılarak burjuvazi ile boy ölçüşebilecek adına layık bir Proleterya Partisi’nin oluşturulması, inşası veya üretilmesi davasıdır. Türkiye'de elbette bağrında devrimci nüveler-özneler taşıyan ve ayrıca hesaba katılması şart olan örgütlerimiz vardır. 72 milyonluk bir ülkede hem modern sosyal sınıflar, hem de onun ideolojik-sınıfsal çıkarlarının temsilcileri bulunmaktadır. Hegemon durumdaki burjuvazi ve tarihsel müttefikleri pek çok sorunlarına, tarihsel, sosyal haksızlıklarına 24 rağmen işçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki diktatörlüklerini sürdürmektedir. Burjuvazinin alternatifi olan sınıfsal/sosyal güçler ise henüz burjuvazi kadar donanımlı durumda değildir. Burjuvazi Sol'un "örgütler anarşisi" hastalığının tedavi edilmesini istemez. Daha da müzminleştirilmesine çalışır. Devrimci ve Marksist kadroların yaşadığı "öndersizlik krizi"nin aşılmasından da hoşlanmaz. Türkiye Solu buluşup bütünleşemeden kendiliğinden ayrışıp, her hizibin kendi dar grubunu oluşturduğu bir "altın çağı"nı bir daha bu düzeyde yaşayamayacaktır. Devrimci mücadelede hizipçi duruşlarıyla hizayı bozan örgütsel yapılar bir daha şimdiki veya eskisi gibi konumlarını bir üst basamağa çıkartacak ideolojik, teorik, örgütsel ve politik "atak" şansını bu düzeyde yakalayamayacaktır. Mücadelenin bütün biçimlerini gerçekleştirmeye aday donanımlı bir PARTİ’yi işbaşı yaptıramıyorsak, belki de bugünleri de arar duruma düşebiliriz. Sınıflar mücadelesinde bu kaygı her zaman hesaba katılmalıdır diye düşünüyoruz. Bilimsel Sosyalizm-Komünizm kaynaklı bütün siyasî akımlar, bağrında devrimci özneler taşıyan grup, çevre ve örgütlerin varlığını hesaba katarak "birlikte neleri yapabiliriz?" sorusuna tutarlı cevaplar vermek zorundadır. Burjuvazinin faşist baskı ve terör uygulayageldiği ortamlarda devrimci ve Marksist kadroların bu soruna "palyatif" tedbirler yerine köklü çözüm yöntemleri üretmesi zorunlu hâle gelmiştir. Sözde "iç hukuk arayışı", "konferans, kurultay, kongre" gibi içi boşaltılmış, sorunun özüne değinmeden mevcut durumu müesseseleştirmeyi amaçlayan suni teneffüsler, kanayan müzmin yarayı iyileştirmeyecek, daha da azıtacaktır. Bu türden arayış ve yönelişlerde, DHKP-C ile PKK'nin içeride ve dışarıda yaşadığı "kargaşa" sorunun temelinde yatan eksikliği işaretlemektedir. Fakat ne DHKP-C ne de PKK ve onlara "yardım" babında konu ve sorunlara müdahale edenler, "devrimci demokrat yapılar arasında" gerçekleşen "şiddete dayalı çözüm"lere karşı bir alternatif üretebilecektir. Çünkü bulunduğumuz coğrafyada hem sosyal sınıf hem de sosyolojik emekçi halk gerçekliğine önderlik edebilecek Proletarya Partisi yoktur. I.TTKK yöntemi ile partileşme sorununa bilimsel yöntem üreten 10 Eylül 1920'nin kadrolarının örneği dışında, bulunduğumuz coğrafyada her örgütsel arayış bu yöntemi dikkate almadan örgütlenme yolunu seçmiş ve fakat bir türlü işlevsel olamamıştır. "Bizim hiçbir zaman Marksist-Leninist bir PARTİ'miz olmadı" vurgusunu üzerine basa basa tekrar edişimizin doğallıkla bir gerekçesi bulunmaktadır. Dünyamızdaki bütün işçi ve komünist partileri bağrında devrimci nüveler taşıyan grup, çevre ve örgüt yapılarının birleşik, bütünlüklü çabalarını (istişarî toplantı, konferans, kurultay, vb deneyimlerini) kongreye taşıyarak partileştiğini biliyoruz. Bu gerçeği saptırmadan II.TTKK yöntemini (bazı riskleri de göze alarak) gündeme getirişimizin bilim25 sel gerekçeleri de, ilkeleri de bulunmaktadır. İşin metedolojik yanına vurgu yaparak henüz detaylı tartışmalara girmediğimizin de bilincindeyiz. ‘Partileşme Sorunu’na çözüm yöntemi arayış ve yönelişlerimizde yine doğallıkla (ve de haklı olarak) II.TTKK yöntemini bir fetiş misali öne çıkarmıyoruz. "Tek yol" yerine pek çok yol ve yöntem gibi bilimsel, ayrıca bütün KP'lerin oluşturulmasında denenmiş bir yöntemi sınamayı bilince çıkarıyoruz. Türkiye'de II.TTKK yöntemini ciddiye alan kadroların mevcut örgüt yapıları içindeki tartışmalarından da haberliyiz. Devrimci ve Marksist nüveleri hayat ve mücadele buluşturup bütünleştirecektir. Bu yoldaki çabalar önünde sonunda devrimci iradeyi devreye sokacaktır. Mevcut "devrimci demokrat yapıların" örgütsel bir deneyimini burada örnekleyerek konuyu daha da özele indirgeyebiliriz: “Irak’ta savaşa karşı olmakta birleşen, bir aşamasında sayısı 159’a kadar ulaşan kurum, dernek, parti, sendika, dergi vb. 2002 yılının sonunda Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu’nu (ISHK) kurmuştu. (İşçi Mücadelesi, 15 Ocak 2006, s.4) Türkiye özelinde emperyalist saldırganlığın en vahşi uygulamaları Irak'ta yaşanırken Irak’ta İşgale Hayır Koordinasyonu (IİHK) örgütlenmiştir. Miting ve çeşitli etkinliklerde bulunmuşlardır. Türkiye'de sınıf hareketini ve sosyal muhalefetin en ileri unsurlarını harekete geçirecek ciddî, donanımlı, güvenilir, aynı zamanda mücadelenin ateşinden gelmiş bir PARTİ'miz olmadığı için Irak halklarına bulunduğumuz coğrafyadan anlamlı bir katkı da sunulamamıştır. IİHK da içindeki bu zaafın kurbanı olarak en kısa zamanda bağrındaki hizayı bozan unsurların (ve başlarındaki burnundan kıl aldırmayan üniversite okumuş yarım-aydın önderliklerin) aymazlıkları sonucunda dağılmış, ayrılanların "cızdım oynamiram" mazeretleriyle grupların birbirine “tariz oku" atma salvolarıyla yara almıştır. IİHK’da tartışılan konu "Troçki-Stalin" meselesidir! Açık mücadele alanlarında Troçkizmi birer "ekmek parası"na inkılâp eden troçkistlerimizin başkaca bir "vukuatı"da yoktur. Güç yığınağı olan her yere girer, söze "Troçki dedi ki" diye başlayıp "Sovyet ve Stalin düşmanlığı"nda karar kılıp birlikte hareket etme, yan yana durma, deney aktarımında bulunma kültürümüze anlamlı bir katkı sunmadan mevcut IİHK gibi inisiyatifleri de "kundaklama" girişiminde bulunurlar. Konuyu II. Paylaşım Savaşı'nda Stalin “faktörü”ne indirgeyip tarihsel bir süreci güncele taşıyan örgüt yapılarının “vukuatı” da ayrı bir tartışma konusudur. Devrimci ve Marksist kadrolar konuya nasıl eğilmelidir? Birincisi: Günümüz başka bir gündür. İkincisi: Sosyalizmin 150 yıllık tarihi bizimdir. Bu süreci sahipleniyoruz. Artılarıyla eksilerini ayıklayarak yeni sentezlere ulaşacağız. Üçüncüsü: Tarihe damgasını vuran kişiliklere yaslanarak devrimci politika yapma yerine, onları tekrar yeri26 ne, neyi, nasıl, niçin yapacağımızı "somut şartların somut tahlili" yöntemiyle pratikte yeniden üretme yolunu seçeceğiz. Dördüncüsü: "Dedi ki" diye eklektik alıntılar yerine "sen ne diyorsun?" denilmesini öne çıkaracağız. Beşincisi: Marksizmin yorumuna, ideolojik-teorik sorunlarımıza katkı babında (Marksizmi algılama, özümleme ve yorumunda) pratik örgütçü geleneklerimizi nasıl yetkinleştireceğiz? Birileri bir şeyi yapmaya cüret etmiş yanlış da yapmış olabilir. “Biz daha yetkinini yapmaya cüret edeceğiz" demesini öğreneceğiz ve böylelerini ciddiye alacağız. Ayrıca yeni bir sosyalist kültür deneyimi kazanarak, "üzümün sapı, armudun çöpü var" özdeyişinden hızla kopmayı öğreneceğiz. Birlikte iş yapılmasının önkoşulları sıralanırken asıl meseleyi de gözden kaçırmamalıyız: Asıl meselemiz PARTİ'nin oluşturulmasıdır. ‘Partileşme Sorunu’muzu II.TTKK yöntemiyle gerçekleştirebiliyorsak, en azından “raydan çıkan trenin tekrar raylar üzerine oturtulduğunu” göreceğiz demektir. IİHK örneği gibi daha onlarca güncel örnek “neden II.TTKK yöntemi?” gibi soruların cevabına uygun düşmektedir. Güncelliği açısından diğer bir örnek de AB Parlamentosuna getirilen ve SSCB deneyimini, Büyük Ekim Sosyalist Devrimi'ni, onun tarihsel önderliklerini Alman nazizminin önderine “Hitler-Stalin” benzetmesiyle karartmaya çalışanlara karşı verilen cevaplarda aramak durumundayız. AB'deki işçi, sosyalist ve komünist partiler, komünizm korkusundan "haçlı seferi"ne çıkanlara karşı birer özeleştiri yaparak, sosyal meşruiyet ve devrimci yasallıklarını neden kaybetmiş olduklarını gözden geçirmelidir. "Sosyal refah devleti" gibi uluslarötesi tekelci sermayenin zokasını yiyip, kendilerine sunulan artı-değer kırıntılarıyla yetinerek işi idare cihetine gitmenin bakın nelere malolduğunu görerek "rota düzeltmesi" yapmaları, bunun yanı sıra "kapitalizm ile birlikte yaşama ve yarışma" diyenlerin Marksizm okulunda yeniden öğrenciliğe başlamaları gerekecektir. AB’deki komünizm düşmanlığını parlamentodan geçirmeye çalışan zihniyete karşı büyük bir kampanya başlatılmıştır. Türkiye özelinde Devrimci ve Marksist damarını koruyanlar da çeşitli, sözlü ve yazılı etkinlikleriyle önemli bir "karşı koyuş" duruşu sergilemiştir. Hiçbir gücün çabası Marksizmi yargılamaya yetmez! ABD’de filizlenip başı çekilen, AB’de yasallaştırılmaya çalışılan komünizm düşmanlığı histerisine karşı mevcut örgütsel yapılarımızla nasıl karşı koyacağız? Türkiye'deki emperyalizmin “zayıf halka”sını bugünkü teori-pratik duruşlarımızla nasıl kıracağız? Türkiye'nin ve de bölgemizin gündemini emekten ve emekçi halklardan yana değiştirip/dönüştürme işi Devrimci ve Marksist kadroların emek güçlerini biraraya getirip bütünleştirmesine bağlıdır. O takdirde gündem yarım saatte lehimize dönüşecektir. Sistemin efendi biraderleri Türkiye’yi babalarının bağı-bahçesi gibi yönetemeyecektir. Burjuvazinin baskı, terör, sömürü, inkâr, imha, asimilasyon, keyfî ve fiilî infaz 27 yöntemleriyle içerideki-dışarıdaki hapishanelerde uygulayageldiği tecrit geri tepecektir. Sağlı sollu burjuva partileriyle sözcülerinin "temiz toplum" ve "kapitalizmi şeffaf yapmak"(!) için cansiperane savaşması boşuna mıdır? "Hz.Muhammed'in karikatürünü yapma” bahanesiyle fukara Müslümanların ayaklanışı, yeni "haçlı seferine" çıkmış ABD-AB sömürgeciliğine karşı sınıfsal öfkenin devrimcileştirilemeyen yansıması değil midir? Bu soru bir yana,"Kapitalizm-Sosyalizm" karşıtlığı hegemonya çıkar savaşlarında "Hristiyan-Müslüman" karşıtlığına doğru kışkırtılmıştır. Provoke edilen örgütsüz ve bilinçsiz kitleler dinsel histeri gösterileriyle her yöne manipüle edilebilir. Emperyalizmin binbir çıkar hesap ve projesiyle birbirine karşı konuşlandırılan emekçi halk kitlelerini doğru kanallara çekecek kurum ve örgütlere büyük bir ihtiyaç duyulmaktadır. Sömürücü-sömürgeci sistemlerin kışkırtıcı oyunlarını tersyüz edecek mekanizmaları üretemiyorsak, kitlelerin bilimsel bilgi ve bilinçlenmesine katkı getirecek kurumları oluşturamıyorsak bundan sonra da nelerin olacağı bellidir. Dünyada emperyalizmin çıkar savaşları yüzünden daha çok savaş olacak, bombalar patlayacak, kitlesel kırım ve kıyımlar gerçekleşebilecektir. Fukara Müslümanların kitlesel eylemlerinin sınıfsal-tarihsel temelinde yatan ve biçimlenip bilince çıkarılamamış olan kapitalist sömürüye karşı öfkesidir. Dinsel öfkeyi tahrik eden de, dini alet olarak kullananlar da bu soruna çözüm getiremez. Sömürülen Doğu halklarının emperyalizme karşı mücadelesinde bahane olan “karikatür” yalnızca bardağı taşıran bir son damladır. Kitlesel eylemin tabanındaki birikimi sömürücü ve sömürgeci hegemonlar hazırlamıştır. Batı kapitalizminin karikatür çizme işini "ifade özgürlüğü” çerçevesine indirgeyip bilimsel ve sosyolojik bir yaklaşım ve değerlendirmenin üstünü örten hesaplarını Marksistler bozacaktır/bozmalıdır. Hegemonların sömürücü-sömürgeci yöntemleri, Müslüman ülkelerin onların yerli ortakları ve taşeronları tarafından yönetildiği bilindiği halde bu ülke halklarının emperyalist sömürüye karşı reflekslerini test anlamına da gelmektedir. "Ufacık bir kıvılcımın koca bozkırı rahatlıkla tutuşturduğu” günümüz dünyasında halk düşmanlarının neleri yapmaya aday olduğunu gözden uzak tutamayız. Hegemonların binbir çelişki ve çatışkılarının kol gezip rahatlıkla at oynattığı coğrafyamızda ve bölgemizde bu gidişle kadrolarımızın tecrit koşullarında "kahramanlık destanları" yazmasını herhalde beklemeyeceğiz? Devrimci ve Marksist Kadroların atacağı en ileri adım bu gerekçelerimizle de II.TTKK yöntemini bilince çıkarmak olacaktır. 6 Ocak 2006 28 Hıdır Diren II.TTKK Önermesi “Neden Kongre?” Sorusuna Cevaptır -Polemik- Sovyetler Birliği deneyiminden sonra Dünyamızdaki İşçi ve Komünist Parti’lerde de büyük ideolojik, teorik, örgütsel ve politik kaygıların uç verdiğini çeşitli vesilelerle öğreniyoruz. Sosyalizmin tarihsel ve sosyal bir zorunluluk olduğunun ayırdında olan komünistler kapitalizmin barbarca saldırılarından sonra nasıl bir “çözüm yöntemi” üretiriz diye “fikir talimi” yapmaya da yönelmiştir. Batı’nın sunduğu imkân ve fırsatların eşliğinde kimi marksologlar da kapitalizmin ebedî oluşu üzerine oldukça “yoğun” bir çaba içindedir. Sosyalizm-Kapitalizm üstüne yapılan binbir spekülasyon arasında sosyaldemokrasinin de bir “ideoloji” olduğunu söyleyen Hacivat-Karagöz mukallitleri de bulunmaktadır. Bunlardan kimileri büyük ücretler karşılığında Tv’lerde sabah akşam ahkâm kesmektedir. Yerli meddahlarımız sosyolog değil ne “olog” olurlarsa olsunlar sosyaldemokrasinin tekelci sermayenin iktidarda kullandığı bir stepne olduğunu bildikleri halde sulandırıcı rollerini oynamaktadır. Evet son derece haklı(!)dırlar, gezegenimiz hegemonların istilasına uğramış/uğratılmıştır. Kapitalizmden ve emperyalizmden başka bir sistem olmadığına(!) göre sosyalizme-komünizme sövmek serbesttir! Yerli marksologlarımızın yaptığı “fikir talimleri” arasında ise ne bilimselliğe ne partileşmeye ne de pratik örgütçü çabalara merhem olabilecek bir ışıltıya rastlanmaktadır. “Sosyalizmden haberli” olduklarından dem vurup kapitalist Batı’nın Sovyetler Birliği deneyimine ve sosyalist kuruculukta öne çıkan önder kadrolara sövmekte onlardan asla geri kalmayan bilcümle anarşist ve de yerli troçkistlerimiz de koroya katılmıştır. Haklı olarak sormak durumundayız: Bu oyunu bozmaya aday sosyal güçler nerededir? “Marksizm, Leninizm, Bolşevizm” uvertürleriyle işi idare cihetine giden, lafta Leninizm, sosyal-pratikte ise O’nun kötü bir karikatürü dahi olmayı başaramamış “yuvar”ların insanımızın özverisini körelten duruşlarına kim dur diyecektir? Tarihi TKP’nin, Türkiye ölçeğindeki sosyal mirasını bir türlü paylaşmayan isim ve sıfat hırsızlamalarıyla kendiliğinden kurulan örgütlerin neden işlevsel olmadığını/olamayacağını söyleyen tek bir Marksistin bile bu cenahtan çıkmadığının mantıklı bir açıklamasını kimler yapacaktır? Binbir idaalizasyon ve mistifikasyon yöntemiyle hayat ve mücadelenin aşındırıp açığa düşürdüğü KP’leri eleştirel katkılarla kendine geti29 recek bir iradenin bir türlü ortaya çıkmayışını/çıkamayışını nasıl izah edeceğiz/edebilecek miyiz? Diyalektik, tarihsel materyalizm yöntemiyle bu ve benzeri durumlar da kimlerin, nasıl bir tavır geliştireceğini anlamaya çalışırken hem sabırlı, hem dengeli, hem özenli hem de donanımlı olmayı öğreneceğiz. “Yumruğunu vurduğu yerden ses getirecek bir PARTİ’miz yok!” diyenlerin âdeta bir “özdeyişe” dönüşen serzenişleri yalnızca birer saptamadır. Durum saptamasının ardından bu işe talip ve taraf olmak gerektiğini de öğreneceğiz. Kolektifimiz, mütevazi katkılarıyla bu türden arayış ve yönelişle anlamlı kılabilecek etkinliklerden geri durmamıştır. Kastettiğimiz PARTİ doğallıkla yukardan bir iradeyle birbiriyle hemen her konuda anlaşmış, ilkeli, dürüst, samimi ve militan bir avuç Devrimci ve Marksist Kadro tarafından kurulmuş/oluşturulmuştur. Tarihsel-sosyal-siyasal devrimlerini gerçekleştiren bütün inisiyatifler böylece kurumsallaşmıştır. Marksizm-Leninizm ilkeleriyle donanımlı örgütlerin kurulmasına, oluşturulmasına cüret edenlerin iddiası sosyal-pratikte test edilmiştir. Ayrıca kimi örgütlerin bir türlü parti olamadığının nedenleri ikircimsiz kanıtlanmıştır. Kongre lafını sıkça telaffuz edişimiz ve II.TTKK yöntemine vurgu yapmamız boşuna değildir. Türkiye pratiğinde birbiriyle her konuda anlaşmış/anlaşmakta zorunlu birimler farklı formasyonlarda duruyor. Bu türden duruşların doğruluğunu hayat ve mücadele doğrulamamıştır. Bilimsel Sosyalizm-Komünizm kaynaklı, nihaî amacı bir kadroların “yumruğunu vurduğu yerden ses getirecek PARTİ’mizi anılan yöntemle oluşturabildiğimiz takdirde çok şeylerin değişip/dönüştürüleceğinin işaretlerini alıyoruz. ‘Partileşme Sorunu’nu tartışırken 100 yıllık sınıflar mücadelesinin ve birikimlerimizin organik uzantısında böyle de bir yöntemi gerçekleştirebilir miyiz denilmesi Marksist metodoloji aykırı değildir. II.TTKK yönteminin hayata uygulanışı ile bundan hem işçi sınıfı hareketi, hem sosyalist hareket, hem kadrolar, hem de yerel, ulusal, sosyal ve enternasyonal hareket zararlı çıkmayacaktır. Belki de dillendirip iklimini yaratmaya çalıştığımız bu yöntem ‘Partileşme Sorunu’na bulunduğumuz coğrafyadan anlamlı bir katkı da sunabilecektir. “PARTİ yukardan kurulur” ilkeselliğini çiğnenemişte oluruz II.TTKK yöntemini tartışırken. Yapmaya çalıştığımız önerme sözü edilen ilkesellikle örtüşen bir içeriğe sahiptir. Çünkü aynı amaçlı özneler, aynı ideolojiden beslenenler ve de aynı strateji-taktiği savunanların farklı formasyonlarda durmasının gerekçesini(!) ortada kaldırmaktadır. Marksist-Leninist Kadroların “Neden Kongre?” sorusuna vereceği cevaplar bellidir. 11 Şubat 2006 30 Mehmet Eymen “Kurumsal” Parti’ye Doğru… -Değerlendirme- Kapitalist sömürünün dayattığı barbarca koşullar, “özgürlük ve demokrasi” kılıfına sığmıyor artık. Liberalizme eklemlenmiş monetarist ekonominin neo-liberal yüzüne takılmış küreselleşme maskesi, parayı her zamankinden daha çok temel eksen aldı. İnsanın değerini salt para belirliyor. Savaşların para için çıkarıldığını günümüzde herkes anlıyor. Dinciliğin, paraya ulaşıp kullanma yollarından biri olduğu apaçık ortaya çıktı. Burjuvazi işçileri insan olarak görmüyor. Üretim ve tüketim aracı olarak varsayıyor. İşçiler emekleriyle yarattıkları değere yabancılaşmaktan öte, mali-sermaye egemenliği koşullarında çalışma faaliyetinden de geniş ölçüde koparak (işsizleşerek) sınıflarına da yabancılaşıyorlar. Küreselleşmiş sermayenin merkezileşmiş yoğun saldırıları, saldırı altındaki ülkelerde “ulusal refleks”leri canlandırıyor. Emperyalist zorbalığa karşı “anti-emperyalist” tavırlar güçleniyor. Ancak, kapitalizmin en yüksek aşaması emperyalizme, anti-kapitalist tutumu, sermayeye karşı mücadeleyi içermeyen karşı çıkışlar, bir ucu milliyetçiliğe ve faşizme, diğer ucu “üçüncü dünya solculuğu”na teyetlenmiş “cephe”leşmelere varıyor. Hatta bu cepheler giderek bir ve ayni cephenin ögeleri durumuna geliyorlar. Etnik ve dinsel çatışmaların temel etkeninin kapitalizm olduğu gözden kaçırılıyor. Bu boşlukta ulusal çelişkiler sistematik olarak yeniden ve yeniden üretiliyorlar. Sınıfsal taban kaymasında, toplum “onlar” ve “biz” çatışmasına odaklanıyor. “Onlar” kimi zaman Kürtler, Ermeniler, Hristiyanlar, Yahudiler; kimi zaman AB, kimi zaman ABD, kimi zaman da “küresel sermaye” oluyor. “Küresel sermaye”nin karşısındaki “biz” ise, “ulusal sermaye” diye yutturulan aslında varlığını küresel sermaye ile uluslar arası düzlemde tümleşip yoğunlaşmaktan başka amacı olmayan irili ufaklı ticari odaklardan başkası değil elbette. Sınıfsal öz gözetilmedikçe, “onlar” ve “biz” giderek iç içe geçiyorlar. Ayni görüntünün değişik perspektiflerini oluşturuyorlar. Milliyetçi/faşist perspektif, etnik ve dinsel farklılıkları yadsıyıp hatta onlara karşı savaşıp küresel kapitalizmin amaç müttefiği konumuna giriyor. “Üçüncü dünya solculuğu” perspektifi ise “ulusalcı sol” türünden söylemlere uyaklanarak, burjuva egemenliğinin yeniden üretilmesini ve egemen boyunduruğun pekiştirilmesini koşullayarak küresel kapitalizmin hizmet eri oluyor. Bu çarpık “yerel tımarhane”den çıkış yolu aramak, bu yolda yeniden bir örgütlenmeye gitmek, ivedi bir atılımı gerektiriyor. Ancak bu, son 31 süreçte ortaya çıkan DİSK eksenli -ya da kendinden menkul diğer-bir parti arayışıyla asla olamaz. “Devrimci demokrasi” eğiliminin ardındaki “horgörülen insanları, sömürülen kitleleri kucaklayacak bir parti” anlayışı ise daha söylem anında bile çarpıktır. Mevcut durumu aşmak, ancak ve ancak işçi sınıfının özel rolünü, tarihsel görevini algılamış bir yapılanmayla mümkündür. Plekhanov’un “emekçi ve sömürülen kitlelerin sınıf savaşımı” anlayışından Lenin’in “işçi sınıfının emekçi ve sömürülen kitleler arasında eritilmesine” karşı çıkan anlayışına evrilmekle gerçeklik kazanır. Yeni bir parti, işçi sınıfının özel tarihsel konumunu hiçbir yanlış anlamaya ya da saptırmaya meydan vermeyecek bir şekilde ortaya koyabildiği ölçüde “parti” olacaktır. Bu parti, işçi sınıfı partisi olacaktır. Bu parti, önce işçi sınıfını tek başına ele alan, sonra diğer emekçi kesimlerle olan ilişkisini irdeleyen ve onların hepsinin kurtarıcısı olduğunu belirtmeden “parti” olamaz. Çünkü işçi sınıfının ancak kendi ayrı, özgül sınıf çizgisini kararlı bir şekilde izleyebilen parti diğer emek kesimlerine öncülük edebilir, onları toplumsal dönüşüme götürebilir. Bu parti, Marksist bir partidir. Ne “devrimci demokrasi”nin idealist tarih yorumu zaaflarını taşır ne de “halk”tan söz ederek bu soyutlamanın toplumun uzlaşmaz çelişkili sınıfsal yapısını göz ardı etmesine prim verir. Hiçbir “ulusal sorun”u ne merkeze ne de periferiye koyar. Burjuvazinin karşısına tek ve merkezi bir savaşım örgütü olarak çıkmayı öngörür. Teorik, pratik, taktik ve örgütsel sorunları merkezi ortaklaşalıkta çözmekten yana olmayanları, çözümsüzlüğü sistemin devamlılığı için tek dayanak gören burjuvazinin gizli müttefikleri olarak tanımlar. İşçi sınıfı partisi, sistemdeki diğer sınıf partilerine eklemlenmiş bir kuruluş ya da örgüt değildir. Bu parti, her şeyden önce ideolojisiyle diğer partilerden ayrılır. Bu partinin ideolojisi, bilimsel sosyalizme dayalıdır. Baskı ve sömürüden kurtulmak için topluma egemen olan mülkiyet ilişkilerine son verilmesini hedefler. Burjuvazi ile içi sınıfının çıkarlarının uzlaşabileceğini, “refah toplumu”na evrilebilineceğini, sosyal adaletin sağlanabileceğini, baskı ve sömürünün sona erebileceğini savunan sosyal demokrat partiler işçi sınıfına yabancıdır. Mevcut burjuvazi tahakkümü sürecinde özgürlükçü, özyönetimci, demokratik planlamacı olmayı, doğa-insan ilişkilerini öne almayı, cinsiyetçi olmamayı savunarak “yeni bir düzen” yaratılabileceğini varsayan “reel sosyalizm” karşıtı partiler de öyle. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması ve nihayetinde sınıfsız topluma ulaşılması yolunda işçi sınıfının iktidarı ele alması biricik seçenektir. Hiç kuşku yok ki, iktidarın ele alınması ve toplumsal devrimin başarılması, her ülkenin tarihsel ve somut koşullarına göre farklı biçimler izleyebilir. Ancak yollar ve biçimler değişse de, öz değişmez. Burjuvazi iktidarı elinde tutmaktadır ve onu yitirmemek, sömürü çarkını sürdürmek için gereken yerel ve evrensel temelde kurumsal örgüt32 lenmeye sahiptir. Ordular, kilise, havra ve camiler, bankalar, polis gücü, mahkemeler, vb. oluşumlar bu düzeni korumak ve işletmek üzere vardırlar. İşçi sınıfı ancak iktidarı kendi eline alarak, bütün bu örgütlenmeyi karşı-devrimci direnişleri kırarak toplumcu düzenin hedeflerine uyarlayabilir ve toplumsal kurtuluşu gerçekleştirebilir. İşçi sınıfının iktidarı ele almadan da yaşam koşullarını düzeltebileceğini -sendikal ve ekonomik savaşım yoluyla- istemlerini yerine getirebileceğini savunan görüşler sınıf ideolojisine yabancı ve düşmandır. İşçi sınıfı partisinin ideolojik olarak yetkince donanmış ve sağlam olması, kadrolarının teorik konularda iyice eğitimine bağlıdır. Bundan partinin tüm üyelerinin teorisyen olmaları gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. Ancak bütün üyeler işçi sınıfının dünya görüşü üzerinde temel, doğru ve özlü bilgiye sahip olmalıdır. İşçi sınıfının teorisi bilimsel sosyalizmdir. Bilimsel sosyalizm, dünya ve toplumun gelişim ve değişim yasalarının temel bilgilerine ulaşmamızda bize doğru bir yöntem -diyalektik materyalizm- sunar. Ne zaman ki bu teorik bilgi gereğince özümsenir ve toplumsal değişimi etkileyecek pratiğe dönüştürülür, o zaman partini sosyalizmi inşa yolunda donanır. Teoriyi kendi ülkesi koşullarına doğru ve yaratıcı biçimde uygulamak için partinin, ülkenin konumunu, ekonomik ve sosyal yapılanmayı ve sınıf ilişkilerini somutça tahlil edebilecek ve bundan program sentezi çıkarabilecek donanımlı kadrolara gereksinimi vardır. Hedefleri, temel mücadele hattı olan stratejiyi, dönemin gerçeklerine uygun taktikleri belirlemek buna bağlıdır. Bu çalışmayı yapacak kadroları olmayan parti, ancak işçi sınıfına gönüldeş bir örgütten öte değildir. Teorinin rolünün küçümsenmesi, partiyi kitlelerin kendiliğinden hareketinin kuyruğuna takar. Ne uzun erimli hedefleri belirleyebilir ne de kitlelere yol gösterme ve öncülük görevini yerine getirebilir. Bu, 15-16 Haziran 1970’de de, ertesindeki öğrenci hareketleri ve örgütlenmelerde de I. Ve II. TİP’in içinde bocaladığı durumla sabitlenmiştir. Ancak, unutulmaması gereken, pratiğin burada ikincilleştirilmemesi gereğidir. Çünkü işçi sınıfı partisi, pratik eyleminde teorinin yol göstericiliğinden gereğince yararlandığı gibi, pratik çalışmalardan kazandığı deneyle de onu zenginleştirip geliştirmek zorundadır. Kuşkusuz, işçi sınıfı partisi salt ideolojik ve politik olarak doğru biçimde konumlanmakla parti olamaz. Hedefine varmaya elverişli bir örgütlenme yapısı oluşturmadan, ne son derece güçlü karşıtlarıyla mücadele sürdürebilir ne de bir fikir kulübü olmaktan öte gidebilir. Dahası, örgüt yapısının en geniş burjuva demokratik koşullarında bile her zaman karşıdan gelecek açık ve gizli saldırılar için tedbirli ve hazırlıklı olması gerekir. Çünkü burjuva iktidarının her biçimi, ister açık faşizm şeklinde isterse demokrasi şeklinde olsun bir diktatörlüktür. Dikta rejiminin nerede ne zaman hangi çıkar ve kâr koşullarını gözeterek de33 mokratik görünümünden faşist zorbalığa geçeceğini sermayenin kendi içindeki çelişkileri belirler. Bu bir anda işçi sınıfı ve partisi üzerine hızlı bir saldırıya dönüşebilir. 14 Aralık 2005’te Paris’te Avrupa Parlamenterler Konseyi Asamblesi Avrupa Halk Partisi - Hıristiyan Demokrasi (PPE-DC) üyesi Göran Lindbland tarafından sunulan “Komünizmin Uluslararası Mahkûm Edilmesi İhtiyacı” başlıklı karar tasarısını onaylayarak bunu 23-27 Ocak 2006 tarihlerinde gerçekleşecek olan tüm üyelerin hazır bulunduğu Avrupa Parlamenterler Konseyi Asamblesi toplantısına sunmuş olması da, anılan durumun enternasyonal yansımasıdır. Gerçi tasarı Rusya Federasyonu Komünist Partisi Genel Başkanı Gennady Zyuganov’dan Yunanistan Komünist Partisi’nden Aleka Paparhiga’ya, Küba Komünist Partisi MK’den Belçika İşçi Partisi MK üyesi Herwig Lerouge’a kadar 54 ülkeden sosyalist ve komünistlerin kararlı direnişiyle -şimdilik- geri çekildi ama bu da bize enternasyonal dayanışmanın önemini bir kez daha kanıtladı. Enternasyonalizm, işçi sınıfı ideolojisinin temel taşıdır. Tüm ülkelerin işçi sınıf sınıflarının çıkarlarının bir ve ayni olduğu gerçeğine dayanır ve tüm ülkelerin işçi sınıfı partilerinin en sıkı dayanışmasını gerektirir. Eğer bir işçi sınıfı partisi enternasyonalist dayanışmayı gerçekleştiremiyorsa, o kendi burjuvazisi tarafından her zaman başka ülkelerin işçilerine, başka uluslara karşı “vatan, millet” sloganlarıyla kışkırtılmaya açık demektir. Enternasyonalist alanda güçlü bir birliktelik kurabilecek işçi sınıfı partisinin, kendi ülkesinde de hedefini doğru belirlemeli, karşıtını tecrit ve tüm emekçi kitleleri sosyalist dönüşüm yolunda avantajlı kılmak için doğru bir birliktelik (ittifak) politikası izlemelidir. Tüm bunları gereğince yapabilecek bir işçi sınıfı partisinin, demokratik merkeziyetçilik ilkesine göre çalışması gerekir. Parti yapısı nasıl koşullar ve görevlere göre biçimleniyorsa, demokratik merkeziyetçilik de koşullara uygun işlemelidir. Parti, merkezi düzeyde en üst biriminden başlayarak aşağı doğru yönetilmelidir. Üst birimlerin kararları alt birimleri, çoğunluğun kara azınlığı bağlamalıdır. Ancak böylece partinin irade birliği ve eylemsel yekvücutluğu, işleyiş disiplini sağlanabilir. İşçi sınıfı partisinin disiplin anlayışı, demokratik merkeziyetçi çalışma ilkesi ile sıkıdan sıkıya bağlantılıdır. Ancak böyle yapılanmış bir parti, “kurum” olur, “örgüt”lükten ayrışır. Kurum olan bir partinin gündemi, çalışma ve eylem alanı karşıtı partiler ve hükümetler, burjuvazinin her türden manipülasyon araçları tarafından değil, kendi nitelikli kadroları tarafından saptanır. Yukarıda saydığımız nitelikli, bilgili ve yaptığı işe kendisini yürekten adamış bir kadro da ancak yapıcı bir kurum kültüründe var olur. Tıpkı nitelikli tohumun, elverişli toprakta verimli olması gibi, yapıcı kurum kültürü de işçi sınıfı partisini “parti” kılar. Böyle bir parti ise, birilerinin gördüğü “ihtiyaç” ve “lüzum” üzerine değil, işçi sınıfı kültürünün tüm ögelerinin kolektif “karar” ve “katılım”ı ile oluşur. Sorun Kolektifi çevresinin II.TTKK 34 yöntemi çağrısını bu açıdan değerlendiriyorum. “Kurum”sallaşma, her süreç ve koşulda yaşamanın, dimdik ayakta durmanın ilk belirleyenidir çünkü. Ancak böylece parti değerleri, politikaları, her tür olağanüstü koşulda varolma normları, iktidar yürüyüşünün yol ve yöntemleri bir kurum kültürü oluşturur ve hep canlı kalır. Zaten işçi sınıfımız bugüne değin böyle bir “kurumsal” partiye sahip olamadığı için de, ne TSF’den, ne TİÇSF’den, ne 1920’lerin TKP’sinden, ne THİF’den, ne TİP’lerden ne de tüm diğer oluşumlardan ne tarihsel sürekliliğe ne de kuşaktan kuşağa aktaracak bir “parti kültürü”ne kavuşmak mümkün olmuştur. Eğer bugün bu yolda ciddi bir adım atılacaksa -ve bu adım “işçi sınıfı partisi” olmanın irdelenmiş ön olmazsa olmazlarının tümünü içerecekse- desteklememek, yan yana durmamak -en azından- karşı saflarda yer almak demek olacaktır. 15 Şubat 2006 Birinci Doğu Halkları Kurultayı Beşinci Oturumu’nda (5 Eylül 1920) Türkiye adına TKP’den Naciye Hanım Kadınların Eşitlik Mücadelesi hakkında konuşuyor. (Kaynak : Gündoğumunu Görmek, Birinci Doğu Halkları Kurultayı - Bakû 1920 Sorun Yayınları, Şubat 2006) 35 Hüseyin Alevli II.TTKK Yöntemi Önerisi Politik Birliğin Yolunu Açar -Mektup- Kolektifiniz'in sosyalizmin sorunları üzerine yaptığı telif çalışmaları ilgi ile izliyorum. Sorunlarımıza yaklaşım tarzınız, kullandığınız literatür ve ele aldığınız çeşitli konular hakkındaki bakış açınız büyük ölçüde dikkatimi çekti. Sol'un siyasî kültür konusundan tutun da edebiyat, sanat, estetik, vb. konular hakkındaki yaklaşımınızın da bir çok kesiminkinden oldukça farklı olduğunu görüyorum. Kant ve dinî alandan ahlâka bakış açısından da, etik sorunlar üzerine de oldukça geniş bir yer verdiğinizi ifade edebilirim. Telif bir eserinizde "Devrimci Siyasî Terbiye-Ahlâk-Diplomasi" derken de Devrimci vurgusunu her bir konu için ayrı ayrı yazmayı etik bir sorun ya da konu olarak belirginleştiriyorsunuz. "Emeğin Ressamı Avni Memedoğlu"nun hayat öyküsü, mücadelesi, sanat, estetik ve politika anlayışı, resimleri, şiirleri, vb. konuları ayrıntılı belgeleyen kitabınız da âdeta bir kavga kitabı niteliğinde. Sol'un bu türden kitaplar karşısındaki suskunluğu, çok yönlü kritikten sakınmasının başlıca nedeni (Kolektifiniz'in de sıkça değindiği gibi) bizim hiç bir zaman adına layık ciddî, güvenilir ve donanımlı bir PARTİ'mizin olmayışındandır. Doğru bir saptama. Evet bu türden bir güvenceden yoksunuz. Bunun yanında Bilim Kurulu, Enstitü, Bilimler Akademisi gibi kurumlaşmaların da eksikliğini büyük bir açlıkla hissediyoruz. Dolayısıyla "Marksist Eleştiri" görevini yerine getirecek temel dayanaklarımız da yoktur ya da eksiklidir. Bu yolda yapageldiginiz vurgular da yerindedir. 15/16 Haziran Hareketi ile ilgili kitabınızın da iki baskı yapmasına karşın yeterince hazmedilerek okunduğunu sanmıyorum. Sol'un bu konular hakkındaki "suskunluğu"nu ve her 15/16 Haziran yıIdönümlerini özsüz, ruhsuz bir biçimde yasaksavarcasına "anma" etkinlikleriyle geçiştirmesini de son derece yanlış buluyorum. Oysa bu süreç hakkında daha onlarca kitap üretilmeliydi. Toplumsal hareketlerin örgütlenişi, nihaî amacı ve hedefi, olumlu ve olumsuzlukları, geleceğin kazanılmasındaki rolü daha belirgin bilince çıkarılmalıydı. Sol'umuz ne 15/16 Haziran Hareketini ne de Ulusal Özgürlük Hareketinin tabanındaki sınıfsal talepleri anlayabildi. Yüzde yüz bağımsız ve yüzde yüz işçi sınıfından yana taraflı tutumunuzla bu konudaki ısrarlı, sürekli duruşunuza da aynen katılıyorum. Gerek Sosyalist solun, gerekse Devrimci solun yeni nitelikler kazanamayışı sorunsalını bu iki konu hakkın36 daki derinleşmeyen teori-pratiğinde buluyorum. Mahalli -yerel- ulusal, sosyal -sınıfsal- ve enternasyonal diyalektiğine yapılan gönderme de yerindedir. Yerli ve iç deney zenginliğimizden hareketle Dünya Devrimci Pratiğine bulunduğumuz coğrafyadan anlamlı bir katkı sunulmasını dillendirmek te Sol'un üzerinde ayrıntılı kafa yormadığı bir konudur. Orijinal sınıf ilişkileri ve çelişkileriyle her halkın toplumsal ve politik dönüşümlerini gerçekleştirmesinin yol ve yöntemlerini saptaması doğallıkla kimi farklılıkları ortaya koyacaktır. Sol'umuzun bu orijinal sınıf ilişki ve çelişkilerimiz üzerine özgün bir bakış açısı getirdiğini de sanmıyorum. Sol, genellikle Batı'dan eklektik biçimde yapılan aşırma tezlerle toplumsal ve politik dönüşümlere bakmayı denemektedir. Doğu'yu, Yakın Doğu'yu, Asya ve Afrika'yı, ayrıca Latin Amerika'yı yeterince tanımayan Sol'umuzun diyalektik tarihsel materyalist yöntemi de yeterince özümlediğini ya da yorumlamaya çalıştığını da söyleyemiyorum. Kolektifiniz’in ayrıntılı ve özgün inceleme-araştırma yapmamış oluşuna karşın konuya sıkça vurgu yapmış oluşunu da takdir ediyorum. Dr.Hikmet Kıvılcımlı'nın bu yoldaki çalışmaları bir "ilk" devinim kazandırmış olsa da ileri sürdüğü tezlerin senteze kavuşturulması için karşı tezlerle tartışılarak sonuca gidici çabalara büyük bir ihtiyaç vardır diye de düşünüyorum. Sorun Yayınları Kolektifi'nin ısrarla üzerinde durduğu belli başlı bir konuyu ve kullandığı literatürü hemen hemen hiç bir politik akım kullanmadı. "İşçi Sınıfının Sendikal ve Siyasal Birliği"ni âdeta bir özdeyiş gibi her zaman kullanmaktasınız. Bir dönem "TKP"-İşçinin Sesi çevresi "işçi sınıfının sendikal birliği" konusuna önemli bir vurgu yapmıştı. Günümüzde ne Sosyalist sol, ne de Devrimci sol kesimin bu türden yaşamsal bir konuya değinmeyini de nedenleriyle görebiliyorum. "İşçi Sınıfının Siyasal Birliği" konusunu gerek SORUN BSD, YENİDEN ÜRETİM, gerekse Sorun Broşür Dizisi'nden sonra yeniden yayımlamaya başladığınız dergi etkinliğiniz olan SORUN Polemik'de oldukça sık biçimde gündemde tutmuş oluşunuzu da doğru ve gerekli buluyorum. Gündemine toplumsal sınıf ve ara katmanların sorunlarını almayan ya da alamayan bir Sol'un, hele proletarya ile emekçi halkların davasından bu derece uzak oluşunu ya da eklemlenişini üzülerek hatta hayıflanarak izliyorum. Genellikle öğrenci gençliği "arabanın önüne koşan" bir anlayış 1962'lerden sonra âdeta genel bir "tutum" hâlini aldı. I.TİP'in Türkiye'deki öğrenci gençlik üzerine tutarlı bir politikasının olmayışı, sosyalist hareketin, merkezini gençlik temeline çeken MDD hareketini öne çıkarmıştı. Öğrenci gençliğin omuzlarına yıkılan bir devrimci mücadele 37 sırasıyla TİİKP, THKO, THKP-C,TKP/ML gibi politik örgütlerin kurulmasını getirmiştir. Tarihî TKP'nin Dış Komünistler-İç Komünistler olarak bölünüp ayrışması kök salmış yanlışlıkları temellendiren belli başlı bir etkendir. Devrimci gençlik hareketinin devrimci mücadele dinamiğini üstlenişi (öncü parti, önder parti, kitlesini arayan parti, vb.) legalde konuşlanan I.TİP'in ve doğallıkla Tarihî TKP'nin sürekliliğini koruyamayışı, devrimci tarih ve geleneklerini günümüze kadar kesintisiz biçimde taşıyamayışı, vb. onlarca sorun ve etken yüzünden Dış Komünistler-İç Komünistler olarak bölünüp ayrışması, böylelikle sınıflar mücadelesi alanlarındaki boşluğun başka güçler tarafından doldurulmasını getirmiştir. Tarihî TKP'nin, I.TİP'in politikadaki yanlışlıkları yüzünden Türkiye'de bir DevGenç olgusu vücut bulmuştur. Dev-Genç, politik mücadeleye âdeta itilmiştir. Sınıflar mücadelesinde öğrenci gençliğin cılız omuzları (ne işçi sınıfının sendikal birliği ne de işçi sınıfının politik birliğini gerçekleştirmeye) mücadelenin her biçimine aday bir yükü çekmeye yetmez. Gerçi toplumsal sınıfların politikada billurlaşarak aslî yerini alamadığı ya da belli ölçülerde ve eksikli biçimde varoluşu yüzünden devrimci gençliğin önemli kesimi "proletaryanın potasında yeni bir kalıba dökülmek-erimek" aşkına küçük-burjuva kimliğinden ayrışma yoluna girmiştir. Kimileri "devrimci romantizm" olarak nitelese de Dev-Genç'in bazı kadroları "profesyonel devrimci" bir kalıba dökülmeye aday bile olmuştur. Dev-Genç ile İşçi Birlikleri diyaloğu, Anadolu'nun her yöresinde kendiliğinden kurulan ve sayısı 600'e ulaşan sovyet deneyimleri (yerli şûra ya da devrim ocakları deneyimleri) ile kurulan diyaloglar, bürokrasinin her iki kanadı içindeki örgütlenme arayış ve yönelişleri karşısında Tarihî TKP (ki, o dönem politikada bir etkisi yoktu) ile I.TİP' in özeleleştiri vermesi gerekirdi. Dev-Genç' i ve bu süreçten ayrışan örgütsel yönelişleri tek yanlı olarak eleştirmek Marksist bir değerlendirme olamaz. Tarihî TKP ile I.TİP'in kucaklayamadığı bir gençlik hareketinin "kendi gelenek"lerini, o da belli politik merkezlerin uzantısında, onlara öykünerek (Sovyet, Çin, Vietnam, Küba, Latin Amerika, Arnavutluk, vs.) kurulan örgütler günümüze değin kimi varlıklarını (teori-pratikleri çeşitli kabuklar değiştirerek) sürdüregeImiştir. Kolektifiniz'in tekrarında yarar umduğu 21 adet "legal" ve 61 adet "illegal" örgütsel duruşlar işte bu sürecin birer acı meyvesidir. Gerek politik, gerekse etik açıdan bilimsel bir değerlendirme söz konusu ise bu "sonuç"un alınmasından hepimiz derece derece suçlu ya da kusurlu durumdayız. Günümün koşullarında Tarihî TKP, I. ve II.TİP deneyimi, daha eskiye dönülecekse TSP ve TSEKP deneyimleri, 1970 sonrası TSİP, TEP, 38 VP, SVP, SDP, TİKP, vs. deneyimleri, günümüzde giderek sayıları oldukça kabaran örgütsel arayışlar "legal" mücadele alanlarında neleri yapmış, neleri yapamamıştır? "İllegal" yönelişleriyle Sosyalist Sol ve Devrimci Sol örgütlerimiz hangi haklı gerekçelerle bu türden bir duruşu -konuşlanışı- seçmiştir? Genel anlamı ve teorik-pratik konumlarıyla Sol'umuzun bu durum ve düzeyde oluşunun adı, doğallıkla tarihimizdeki mücadelelerin incelenerek bu süreçten birlikte çıkaracağımız çeşitli -çok yönlü- ders ve sonuçlar ışığında konulacaktır. Kolektifiniz'in bu durumda ‘Partileşme Sorunu’ olarak gündeme getirdiği ve çözüm yöntemi olarak bilince çıkarmak istediği 10 Eylül 1920 deneyimimizin, I.Tüm Türkiye Komünistleri Kongresi (I.TTKK)'nin günümüz koşullarında yeniden realize edilerek II.Tüm Türkiye Komünistleri Kongresi (II.TTKK) önermesi, Devrimci ve Marksist Kadroların politik birliği sorunsalına çözüm yöntemi olarak sunulmuştur. II.TTKK yöntemi önerisi kimilerinin "Komünistlerin Birliği", "Komünist Bir Dünya Kuracağız", "Parti Güçleri", "Girişim Komitesi" vb. ajitasyonlarına karşın kökten çözüm yöntemi olarak daha gerçekçidir. Almanya KP bir durum değerlendirmesi için halka açık geniş toplatılar düzenliyor. Portekiz KP Dünya Komünist Kadroları arası bir enformsayon ağı kurmaya çalışıyor. Rusya KP yeniden Komintern örgütlenmesi için komünistleri konferansa çağırıyor. Dünyanın pek çok ülkesinde Yeni Komünist Enternasyonal'in örgütlenmesi için bazı çalışmalar yapılıyor. Türkiye ölçeğinde ise, Tarihî TKP'nin toplumsal geleneği, hakedilmeyen girişim ve spekülasyonlarla habire sömürülüyor. II.TTKK yöntemi önermesi Tarihî TKP geleneğinin eleştirel katkılarımızla yeniden ayakları üzerine oturtulması anlamını taşıyor. Toplumsal mücadele tarihimizde gereksiz pek çok tartışmalar yaşandı. Kimi kişisel bayağılıklar, politik giysilerle gizlenilmeye çalışıldı. İdeolojik, teorik, örgütsel ve politik duruşlarımız genç kuşaklara doğru biçimde aktarılamadı. Toplumca çeşitli kırım ve kıyımlardan geçirildik. Marksizmin algılanışı, özümlenmesi ve pratiğe aktarımı üzerine özgün çalışmalar gerçekleştirilemedi. Teorinin geliştirilip güçlenmesine bulunduğumuz coğrafyadan anlamlı bir katkı getirilemedi. Pratik örgütçü çabalarımızla yeniden üretim bir türlü gerçekleşemedi. Bu sürecin dönüştürülmesine cüret eden militanlarımıza destursuz saldırıldı, ya da "suskunluk kumkuması" , "yok sayma", "sinsi kuşatma" gibi ilkelliklerle düşmana hedef gösterildi. Daha eskilere gitmeden yakın tarihten örnek sunarak konuyu noktalamak istiyorum. 1946-1950'lerin Mihri BelliZeki Baştımar gibi hizayı bozan hizipleşmelerini I.TİP'e taşıdığımız gibi Tarihî TKP'nin devrimci geleneklerine de taşımanın ve bu düzlemde saf tutmanın -ayrışmanın- kimseye yararı olmamıştır. Denenip sınanmış ve açığa vurulmuş tarihsel kimlikleri ve politik profilleri öne çıkarıp 39 yeniden TKP kurmak yöntemlerini hangi Devrimci ve Marksist Kadro örnek "eylem kılavuzu" yaparak içine sindirecektir? Bu tarih bizim tarihimizdir. Tarih yaşanmıştır. Geçmişte kalmıştır. Günümüz başka bir gündür. Tarihteki yanlışları yinelemenin önü kapalıdır. Bilimsel Sosyalizm-Komünizm kaynaklı Kadrolar nesnel gerçekliği görüp "olmayacak duaya amin" demek yerine politik birliğin yolunu açıcı çabalara girme zorundadır. II.TTKK yöntemi önermesi ve bu yolda bir zemin oluşturma, diyalog arama yöntemleri bizce de doğrudur. Sahte ve naylon işçi ve komünist örgütler kurup parti böbürlenişinde bulunanları yaşam haklı kılmamıştır. "Biz partiyiz. İşçi sınıfı ve emekçi halklar devrim yapar ayaklanır, biz de gider baş köşeye otururuz!" Toplumsal sınıfların oluştuğu, devrimci kabarışların eksik olmadığı, sınıflar mücadelesinin giderek keskinleştiği bir ülkede böyle düşünüp davrananların çıkmasından herkes sorumludur. Bu ne demektir? Bu ne aymazlıktır? Bulunduğumuz coğrafyada yaşanan bütün altüst oluşlarda Devrimci ve Marksist Sol'un birlik-ayrışma sürecini sağlıklı yürütemediğimiz için daima yenildik. Ne karşımızdaki güçlerle, ne de içimizdeki Marksizm dışı unsurlarla hesaplaşabildik. "İç savaş" sürecinden zaferle çıkacakken faşizmin zaferi ile kendimizi içerideki-dışarıdaki hapishanede tecrit koşullarında bulduk. Tecride karşı direnen kuşaklar bizim çocuklarımızdır. "Kürt Sorunu"nun kuşatılmasından ve yeni nitelikler kazanamayışından da politika üretemediği için Marksist Sol sorumludur. 1946'lardan bu yana her on yılda çeşitli kırım ve kıyımlardan geçirilen Devrimci ve Marksist Kadroların dram ve trajedisine son vermek için, egemen sınıfların baskı, terör, inkâr, imha, asimilasyon, keyfî ve fiilî infaz yöntemlerine dur demek için, "tutarlı bir demokrasi mücadelesi" ile atbaşı gidecek "tutarlı bir iktidar yürüyüşü" için politik birlik zorunludur. II.TTKK yöntemi önerisinin eleştirel katkıya açık ve muhtaç olduğunu Kolektifiniz çalışanları yazılarında sıkça vurgulamaktadır. Politik birlik için başka yol-yöntem önerilerinin, çıkması da umut verici olacaktır. Kadroların bu konuyu tüketici girişimlerden uzak durmasına ve darbe almadan, işlevsel olmasına çaba göstermesini diliyoruz. 13 Şubat 2006 40 H.Hüseyin Koptagel II.TTKK- Partileşme Sorunu Tutsak Dergiler ve Tecrit -Polemik- Toplumu en ince ayrıntısına kadar tektipleştirerek, büyük bir kuşatılmışlıkla teslim almaya çalışan burjuva mülkiyetinin yönetim ağı, sınıflar mücadelesinin gelişim seyrine göre farklı farklı uygulamaları devreye sokmaktadır. Bu farklılıklar kimi zaman açıktan zorbalık, kimi zaman ise “inceltilmiş” zorbalılıktır. Demokrasi iksirinin etkili olmadığı dönemlerde kaba gücü açıktan açığa uygulayan burjuvazi, kendi varoluşu için kitlesel kıyımlardan çekinmemiştir. Burjuva demokrasisinin yaldızlı nutukları kazındıkça altından hep diktatörlük, zulüm ve kıyımlar çıkmıştır. Demokrasicilik rüzgârının estiği dönemlerde bu kıyımlar “estetize” edilerek gerçekleştirilmiştir. Gerçekleştirmektedir. Bu estetizenin başrolünde burjuvazinin kültürel hegemonyasının kitleleri teslim alması ve böylelikle beyinlerin iğdiş edilerek köreltilmesi vardır. Başrölün bir ucunda okul, kışla, cami ve medya dururken diğer bir ucunda ise her geçen gün koşulları ağırlaştırılan cezaevleri durmaktadır. Liberal solun teslimiyet ve tövbekârlığını vurgulayan kültür-sanat ürünlerinin fazlaca revaçta olduğu günümüzde, toplumsal duyarlılık ve hafıza âdeta buz üstünde yazı yazmaya dönüşmüştür. Burjuvazinin açtığı alanlarda boy gösteren, geçmiş kimliğini tavsiye etmiş ve herkese de bunu tavsiye eden sözde sanatçılar bir sis gibi ortalığı sarmış durumdadır. Bu sisi dağıtacak muhalif sesler olsa da ne hazin ki birlikte iş üretememe ve ideolojik kafa karışıklığı nedeniyle etkili olamamaktadır. Etkili olamayışı da arkasına alarak günlük hayatı toplu bir cezaevine çeviren egemenler, zindanlarda ise F Tipi uygulamalarıyla tam bir tecrit ile oradakileri iliklerine kadar teslim almayı istemektedir. Bilindiği gibi cezaevleri sınıflar mücadelesinin bir parçası ve vazgeçilmez bileşenidir. Kapitalizmle birlikte devasa boyutta cezaevlerinin inşası hızlanmıştır. Zamanla buralardaki disiplin biçimi bütün topluma yaygınlaştırılmıştır. Böylelikle sistem için egemen ideolojinin-kültürün her yerde tahakkümü ana ilke olmuştur. Esas olarak, sınıflar mücadelesinde her şey güç dengesine bağlı olduğundan işçi sınıfı iktidar mücadelesinde zayıf düştüğünde; burjuvazi görece kazanılan hakları hepten silmek için son noktasına kadar saldırmayı gündemine almaktadır. Kendi kültürünü alternatifsizce dayatmakla, hayatın her alanını işgal etme saldırısı ile varlığını sürdürmenin planları içersindedir. İşçi sınıfı önderliğinin yani Marksistlerin çok parçalı, merkezi bir disiplinden uzak ve bir o kadar da zayıf olduğu günü41 müzde, egemenler bütün alanlarda mutlak belirleyici olmayı ve sınıfsız toplum düşüncesinin kökünü kazımayı istemektedir. Ancak insan her türlü kuşatılmışlığa karşın yinede kendini yeniden üretme, yaşanır bir dünya gerçekleştirme düşüncesinden koparılamamıştır. Ne buna toplama kampları, ne darağaçları ne de cezaevleri son verebilmiştir. Vermesi de sınıflı toplumlar oldukça doğasına aykırıdır. İnsan yaşadığı zamanla ve sınıflar mücadelesindeki yeri ile bir bütündür. Bu bütünlülükle insan yaşar, yani üretir, eylemde bulunur. Kültürel-sanatsal üretim zor zamanlarda bir karşı koyuşu, varoluşu ve umut etmeyi temsil eder. Cezaevlerinde kültür-sanat üretimini gündemine almış birçok insan var ve hep de var olmuştur. Hikmet Kıvılcımlı’nın Nazım Hikmet’in birçok eseri cezaevi koşullarında yazılmıştır ve daha çok örnek verilebilir. Bugünde koşullarının kat be kat zorlaştırıldığı bu mekânlardan şiirler, öyküler, romanlar ve bilimsel incelemelerle hayatı sahiplenen insanlar vardır. Hatta F Tipi uygulamalarıyla birlikte el baskısı dergiler bile çıkarılmaktadır ve bunların İngilizce çevirileri bile yapılmıştır. F Tiplerindeki tecridin, ölüm oruçlarının bütün izlerini sayfalarında taşıyarak. Mesela FEşMekan dergisi giriş sayfalarında amacını: “Bulunduğumuz bir mekânı insana dair tüm güzel değerlerle donatmak, o mekânları umudun, sevdanın, kavganın, üretimin… velhasıl GELECEĞİN yaratıldığı asli mekânlar haline çevirmek” olarak tanımlıyor. Üstelik F Tipi cezaevlerine alaycı bir eda ile adlarındaki FE’yi parmaklık olarak çizerek ve M harfini gülümseyen bir logoya çevirerek. Bugün onlarca dergi çıkmaktadır cezaevlerinde. Şafaktan Önce adlı derginin bir sayısının kapağında “düşünceyi oluşturan maddi yaşam koşullarıdır-Devrimci yaşamayan devrimci düşünemez” diye yazıyor, yapılan işin tam bir tanımı olarak. Eksiklikleri bir yana, dışarıda “özgür”üm diyen binlerce sanatçıya hayatı sahiplenmenin ipuçlarını gösteriyor bu dergiler. Dışarıda kapitalist kültürün hamallıklarıyla zaman öldüren ve bu hengâme içinde yok olup giden binlerce sanatçıya, “en zor anda bile insan hayatı üretebilir” diyor bu dergiler. Boran Yayınları TAYAD’ın katkısıyla bu dergilerden bir seçki yaparak Tutsak Dergiler adıyla kitaplaştırdı. Kitap arka kapağında kendini söyle tanıtıyor: “Bu dergiler, dünyanın başka hiçbir yerinde bu şekilde bir araya gelmedi. Çünkü dünyanın hiçbir yerinde, böyle bir ‘hapishane basınına’ rastlanmadı. Dolaysıyla elinizdeki kitap, büyük ihtimal ki, dünyada ilk ‘hapishane dergileri’ kitabıdır. “Bir yaratıcılık ve irade örneği olarak bu dergiler, 19 Aralık 2000’de F Tipi Hapishanelerin açılmasının ardından çıkmaya başladı. Giderek çeşitlendiler, yetkinleştiler. Mizah, kültür-sanat, siyasal yorum üzerine uzmanlaşmaya yöneldiler.” 42 Bunların dışında cezaevinde üretilen onlarca roman, öykü, inceleme ve en çokta şiir asıl sahiplerine ulaşmayı ve eleştirel katkıyı bekliyor Cezaevlerinde hayatı planlamak, bütün yoksunluklara karşın üretimde bulunmak tecridin çürütücü etkisine karşı kendini korumanın önemli bir alanı. Bütün bunlarla birlikte dışarıdaki cezaevinde yaşanan hızlı çürümenin panzehiri nerede? Öncelikle dışarıdaki toplumsal çürüme ve duyarsızlaştırma saldırısının kırılması Marksistlerin kitlelerle kurduğu doğru ilişkilere; bu doğru ilişkilerinde bin parçaya bölünmüş Marksist Sol’un ‘Partileşme Sorunu’na çözüm üretmesi ve gerekli kurumlaşmaları oluşturmasında. Evet, egemenler doğasına uygun olanı yapıyor, ya merkezî bir otoriteden yoksun Marksist Sol? Sınıflar mücadelesinde önemli bir yer olan cezaevlerinde yaşanan sorunları birkaç çevrenin özel sorunu gibi algılamak, sıra kendine gelene dek sessizce beklemek dışında... Günümüz tektipleşmeye, her alanda tecride ve çürümeye birleşik, güçlü ve çözüm getirici projeler üretme zamanı. Günümüz burjuva kültürüne -birleşik güçlü bir kurumsallaşmayla/cepheyle- karşı koyma ve aşma zamanı. Günümüz “örgütler anarşisi”ne ‘Partileşme Sorunu’na II. Tüm Türkiye Komünistleri Kongresi yöntemi ile çözüm getirme zamanı... 10 Şubat 2006 43 Devrim Demir Sermayenin Beşinci Kolu : “Özgürlükçü Sosyalizm” -Polemik- Bugünlerde, -ne yazık ki- kendini "sosyalist" diye tanımlayan birçok organda, -yeniden- bir "Marx sorunu" yaratılıyor. SPD'nin eski sosyal reformisti Arnold Künzli'yi yeniden diriltenler, "Marx'ın kuramı, bugün sosyalizmin genel kuramı olarak, gerici bir kuramdır" demeye cüret ediyorlar. Üstelik bunu öyle dolaylı olarak da değil, açıkça dile getiriyorlar. "Reel sosyalizm"e dalaşmaya dün alt tarafı sıkmamış bu nazende "özgürlükçü sosyalizm" lafazanlarının tutumları, aslında pek de yeni sayılmaz. 1940'lı yılların sonlarında ve 1950'li yılların başlarında, Peter Rueschenbach'ın başını çektiği sağ sosyal demokratlar, Marksizmi sosyalizmin "güvertesinden atmak" için büyük gürültü koparmışlardı. Onlar için "sınıfsız toplum" öğretisi "totaliter" bir koşullamaydı. Toplumsal sınıfları kaldırma hedefi, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti kaldırmanın bir aryantı olduğu için de, sonuçta özel mülkiyetten yana tavır alıyordu bu efendiler. Hiç utanmadan sıkılmadan da, Marksist öğretiden "sınıfsız toplum ögesi çıkartıldığında, öğretinin bilimsellikle süslü kehanetleri değil ahlâksal istemleri öne alındığında, Marx'ın sosyalizm gemisinde kalmasında sakınca yoktur" diyebiliyorlardı. Bugün de -dün olduğu gibi-, Marx'ı proleter devrimci özünden ayrıştırarak onu soyut bir hümaniste, toplumsal etikçi bir düşünüre, sıradan bir liberale indirgemek isteyenler hortladı. Onu sosyal reformist politikalara ideolojik bir dayanak olarak almak hevesleri azdı. Bu, Bernstein'ın "ahlâkçı sosyalizm"inin bile cüret edemediği bir "ırza geçme" operasyonudur. Meyvelerini de tüm Avrupa kıtasında vermektedir. Türkiye'de de sürüsüne bereket bu türden "sosyalist"likler, örgütlenmeler, partileşmeler türemiştir. Bunların yönsemeleri, -anılan fikirleri açıkça dile getirmeye henüz cesaret edemeyenleri dahil- parti program ve çalışmalarında görülmektedir. Sosyalist harekete özgü temel istek olan üretim araçlarının toplumsallaştırılması hedefi ne yazılı bir argüman, ne sözlü bir ifade ne de eylem pratiği içinde yer almaktadır. Dahası, bu temel ilke, onlar tarafından "zamanı geçmiş bir istek" sayılıyor. Çeşitli toplantılarında, etkinliklerinde "reel sosyalizm dönemi bitti" derken kastettikleri tam tamına budur. Onlar, irreel bir sosyalizm alanı açmak hevesindedirler. Tekelci devlet mülkiyeti dahil büyük kapitalist mülkiyet ile küçük ve orta kapitalist mülkiyetin uyumlandırılması temeline dayalı tez ve tavırlar üretiyorlar. Bonel'in La Revue Socialiste'in 1953'ün yılında yayınlanmış 75. sayısında ortaya attığı "Demokratik sosyalizm, bütün kapitalist kurumlara düşman değildir. Teknik yönden kapitalizmin 44 temelini oluşturan özel mülkiyete ve pazara da düşman değildir. Sosyalist örgütlenme, kapitalizmin kökten yadsınması demek değildir" dışkısını bugün sahipleniyor "özgürlükçü sosyalist" bayanlar ve baylar. Tek tük de olsa bunlar arasında "sınıfsız toplum"dan, "kolektifleştirmeyi özel mülkiyetle birleştirme"den söz edenler de oluyor. Oysa, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete dokunulmaksızın sınıfsız toplumun nasıl ortadan kaldırılacağına ilişkin hiçbir savları yok. Çünkü bu mümkün değil. Aslında onların dil altlarında sakladıkları şey, "kolektifleştirmeyi özel mülkiyetle birleştirme" adına "sınıfsız toplum" ilkesini ortadan kaldırmakta olduklarıdır. Çünkü onların bugün varolan düzenin niteliği hakkında da somut görüşleri yoktur. AB karşıtı geçinen kimi "komünist" kılıklılar dahil, günümüzde Batı toplumunun artık bilinen anlamda "kapitalist" olmadığı görüşündedirler. Onlar, "sanayi toplumu"nun yerini "bilgi toplumu"nun aldığını ve "sınıf savaşımı"nın da "sosyal ortaklık" aşamasına evrildiğini öngörüyorlar. Dahası "devlet"i, "demokratik özgürlükler"i güvenceye alan bir ivmelenme içinde varsayıyorlar. Dolayısıyla "reel sosyalizm"in "asık yüzü" olan "proleterya egemenliği" ilkesine küfürler yağdırıyorlar. "Proleterya egemenliği"ni bir "diktatörlük" biçimi olarak öne çıkarıp "özgürlüklü ve demokrat" bir sosyalizm istiyorlar. Oysa, diktatörlük ile demokrasiyi karşı karşıya koyan ve birinin olduğu yerde diğerinin olamayacağını öne süren sav, burjuvazinin temel -demagojik- savıdır. Çünkü burjuva egemenliğinin "demokratik" biçimi bile bir diktatörlüktür. Burjuvazinin işçi sınıfı üzerine kurduğu diktatörlüktür. Eğer "sınıf savaşımı" yerine "sosyal ortaklık"ı koyarsanız, bu diktayı zaten peşinen kabul ediyorsunuz demektir. Bir avuç mülkiyet sahibinin -burjuvazinin- toplumun çoğunluğu üzerine tahakkümüne "demokrasi" diyorsunuz demektir. Oysa, proleterya egemenliği, çoğunluğun azınlığı denetimi olduğu için, kim onu "dikta" diye adlandırısa adlandırsın, bugün adına "demokrasi" denilen uydurmaca düzenden çok daha "demokrat"tır. Öte yandan, üretim araçlarının küçük bir azınlığın elinde olduğu ve bu yolla üretim ve tüketimi denetlediği, insanın yaşamsal ihtitaç alanlarına hükmettiği düzene "özgürlükçü" diyebilmek için kenef üzerine sıkılmış esansın kokusuna aldanacak denli burunsuz olmak gerekir. Tam tersine, üretim araçlarının kolektif mülkiyeti yoluyla üretim ve tüketimi insanın gerçek ihtiyaçlarına göre planlayan bir topluma "özgürlükçü" denilebilir. Ve bu demokratik özgürlükler, egemen sınıfın zırhı olan "devlet" aygıtının her süreçte değişen yasa uyarlamalarıyla değil, doğrudan toplumun kolektif iradesi ile güvenceye alınırlar. Gözü Avrupa'nın "refah toplumu" modellerinden başkasını göremeyen "özgürlükçü sosyalist"ler, ülkemizde pompalanan tüketim ekonomisi anlayışına kabaca bakıyorlar ve Reithofer'in 1972'lerde Die Zukunft'da öne sürdüğü "Sosyalizmin çok ve az zamanda en fazla 45 otomobil, televizyon, çamaşır makinesi vb. üretme olduğunu sanan 'otomoli sosyalistleri' yanılıyorlar... Yeni kuşaklar arasında görülen huzursuzluklar, dalgalanmalar, toplumun temel hedefi olan üretim dışındadır... Ekonomik amaçlar günücü yitirmiştir. Ekonomi dışı araçlar daha önemlidir artık...Özgürlük gibi, demokrasi gibi..." saptırmanın kuyruğuna takılıyorlar. Bu söyleme inanacaksak, ekonomik hedefler eğer bitmişse, o zaman işçi sınıfının maddî ve sosyal gereksinmeleri karşılanmış, sosyalizme geçmişiz de haberimiz yok demektir. Zaten böyle olmadığı içindir ki, sosyalizm hedefini açıklarken "Biz, sosyal adaletin ve özgürlüğün ahlâksal ön dayanaklarının gerçekleşeceği sınıfsız bir toplum modelinden söz ediyoruz" diyorlar. Böylece "özgürlükçü sosyalist"ler ulaşmak istedikleri tek şeyin "eşit haklar" olduğunu itiraf ediyorlar. Ardından da eşcinsellere ve hayvanlara eşit haklar talep eden burjuva "özgürlük" kandırmacılığı içinde çeşitli bölüntülere savruluyorlar, "eşit işe eşit ücret" isteminde "emek" üzerinden biçimlenen kadın taleplerini bile "kadıncılık"a -feminizme- indirgeyerek sistemin sevgili ayrıksıları (eksantrikleri) oluyorlar. Ve giderek "sosyalizm", bu "özgürlükçü sosyalist" bayanların ve bayların burjuva efendileriyle el-ele kol-kola oluşturdukları bir "ayrıksı alan" haline geliyor. Bu ayrıksılara kendi hallerinde tepişmeleri için tanınan alan da "demokrasi" ve "özgürlük" alanı sayılıyor. Kendilerini ve "sosyalizm"i düşürdükleri kepazelik söylemi bir yana, ihanetin böylesine sosyalizm tarihinin hiçbir evresi tanık olmamıştır! Ama bu, hiç kuşkusuz yanlarına kalmayacaktır. Bugün Avrupa'da ve ülkemizde sosyalizm adına maskaralık yapanların kurguladıkları ihanet cephesi mutlaka yıkılacaktır. Sosyalizm, işçi sınıfının Marksist ideoloji ve örgütsel öncülüğünde inşa edilecektir. "Sosyalizm" adına ortalıkta salınan burjuvazinin "özgürlükçü sosyalist", "demokrat sosyalist" kılıklı ayrıksı biraderleri oturdukları kucakta bırakılacaklardır. Sosyalizm için savaşmanın, öncelikle işçi sınıfının kendi bağımsız partisini kurmak için savaşması demek olduğu bugün -her zamankinden daha çok önemli ve acil olarak- kavranılacaktır. İşçi sınıfı kendi öz partisinin cephesinde kenetlenecek, "milli devrimci yol", "kapitalist olmayan yol" gibi soytarılıkları dün nasıl açığa çıkardıysa bugün de "özgürlükçü sosyalizm"in sermayenin beşinci kolu olduğunu kitlelere gösterecektir. Ve önümüzdeki 8 Mart'ta adını bir kez daha saygıyla anacağımız Marksist mücadelenin kadın önderlerinden Rosa Luxemburg'un dediği gibi, "devrimin rotasını bilinçle izleyenler, yarının zafer kazananları olacaktır!" 16 Şubat 2006 46 Tolga Ersoy Resmî Tarih Polemikleri - 4 -Polemik- “Hızlı okuma kurslarına gittim” diye söz başlar bir anlatısında Woody Allen, ve devam eder “Savaş Ve Barış’ı yirmi dakikada okudum, olay Rusya’da geçiyor.” Teşbihte hata olmazmış; üstelik hızla okuma kurslarına da gitmeye gerek yok, milyonlarca sayfalık resmî tarih yazınını istediğiniz hızda ya da yavaşlıkta- okuyabilirsiniz ve “olayı” -ve daha doğru bir kelime ile: anlatılanı- bir iki cümle ile özetlemek olanaklı ki bunlardan birincisi “olay Türkiye’de geçiyor” şeklinde de olabilir. İkinci ve biraz zorlama ile üçüncü bir cümle ile özetinizi tamamlamanız olanaklı olacaktır. Allen, dünya edebiyatının en çok kahramanı olan romanlarından biri sayılan Savaş ve Barış’ı “hızlı okuma kurslarının da katkısıyla” bir cümle ile özetlerken “kahraman” olgusunu es geçmek zorundaydı; bizim hızlı okumamız ise milyonlarca sayfaya rağmen, öyle sanıyorum ki tüm dünya resmî tarih yazımlarına göre en az kahramanlı olma durumu ile ilgili olacaktır. Bunun resmî tarih yazarları için kaçınılmaz bir zorunluluk olduğunu düşünüyorum; birçok resmî tarihçi tarafından “büyük kurtarıcı” ya da “ulu önder” gibi ve benzeri kutsallığa gönderme yapan sıfatlarla anılan Mustafa Kemal Atatürk eksenli yaratılan ve her geçen an, her geçen dakika yenilenen ve yinelenen ritüellerle geliştirilen kült, bu “zorunluluk” iddiamın başlıca dayanağı. Kuşkusuz bu durumun sorumluluğu Mustafa Kemal Atatürk’e ait değil, bu kült duvarının oluşturulmasına harç koyan tüm ideoloji emekçileri; üniversite hocasından sanatçısına, siyasetçisinden askerine tüm “resmî” şahsiyetler bu sorumluluğu paylaşıyorlar. Hiç kuşku yok ki seve seve paylaşıyorlar. Doğal olarak tartışmamızda taraf olanlar -ya da bu sorumluluğun altında kalacak olanlar- da onlar. 1930’lu yılardan itibaren devletin ve ideolojinin restorasyonu ve konjonktürsel yeniden inşasına girişildiğinde bu az kahramanlı öykünün figüranları yüklendikleri ağır görevin hakkını ancak zor altında onaylayabileceğimiz bir estetik anlayışla yerine getirdiler. Bu tarihten itibaren birçok “Savaş ve Barış” öykünmelerinin yazıldığını, Savaş ve Barış karikatürlerinin çizildiğini ve bu üretimlerin şaşalı bir şekilde yayınlandığını ve bu metinlerin ağaçlar henüz yaş iken “talim ve terbiye” baskıları altında ezberletildiğini biliyoruz. Resmî tarihin ya da resmî romanın has ürünlerini geçelim, “geride kalanlar” arasından ilk akla gelen, bir dönem -1960’lı 1970’li yıllarda- kendisini sol ya da devrimci sananların başucu kitabı mertebesine erişen Hasan İzzettin Dinamo’nun Kutsal İsyan’ı olabilir; aynı yıllarda yayınlanan “sağ” Selek’in Anadolu İhtila47 li’nin “soldan” ayna görüntüsü olan bu kitap diğer taraftan da ulusalcı olup sol olunamayacağını bilmeyenlerin ya da “ulusalcı solun” estetik anlayışını yansıtması açısından da ayrı bir öneme sahiptir. Diğer taraftan soldaki bulaşıklığı ve resmî ideoloji-resmî tarihten kendisini bağımsızlaştıramamış ve onları sorgulamasını becerememiş bir “solun” düşkünlüğünü de örnekleyebilir. Bu makale dizisinde bu kadar “yenilere” atlama yapsakta asıl amacımızın daha eskilere dönebilmek için bir kapı aralamak olduğunu unutmadan devam edelim. Resmî tarih yazımının çok kişilikli yol göstericilerinden biri olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun otuzlu yıllarda, o müthiş “istikrar” günlerinde, en yaşlısından en gencine günümüzdeki bütün Kemalistlerin özlemle andığı, düzenin istikrarı uğruna sefaletin sürekli kılındığı “o altın yıllarda”, “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış kitle” masalının hipnotik gücü altında 1934’de kaleme aldığı bir romanda, Ankara’da Mustafa Kemal Atatürk’ü nasıl tanımladığını anımsamaya çalışalım. Karaosmanoğlu’nun hızlı okuma kurslarına katılıp katılmadığını bilmiyoruz ancak Savaş ve Barış’a da gönderme yaptığı romanında yüklendiği görevi gücünün ve yeteneğinin ölçüsünde hakkıyla yerine getirdiği düşünülebilir. Ankara adını verdiği üç bölümlük “romanı”, savaş yıllarından başlayarak cumhuriyetin kuruluşunu ve devamında ülkenin sosyo kültürel ve ekonomik imarını anlatarak yazıldığı yıldan on yıl sonrasına dek metaforik örneklemelerle tarihin yeniden yazımına bir başlangıç yapar. Bireysel mücadeleler yenilenmelerle sürerken bu coşkulu atılım yıllarında değişmeyen tek unsur, bu öykünün kahramanı Mustafa Kemal Atatürk’ün kutsal varlığıdır. Ankara romanı, geçmişi yeniden yazmanın dışında geleceğin kurgusunun da bu yeniden yazılan geçmişe göre biçimleneceğinin haberini vermesi açısından “resmî roman” yazımında önemli bir yere sahiptir. Bu bağlamda onu, örnek olsun, 12 Eylül’ün “öteki” tarihini 12 Eylül’ün dili ile anlatan seksenli yılların Latife Tekin’i ya da doksanlı-ikibinli yılların Oya Baydar’ı ile yan yana koymak hatalı bir tasnif olmayacaktır! Ancak bizim burada Ankara’yı irdelememizin nedeni bu tarih vurgusundan çok kitapta Mustafa Kemal’in resmedilişi ile ilgili satırların şaşırtıcı kutsallık vurgusudur; kitabın üçüncü bölümü “bir yeni sabahın ilk işareti” olan ve “Türk milletini” ilim, bayındırlık, ekonomi ve sanat alanında “taze şevkli ve toplu bir hamleye davet eden” “Onuncu Yıl Nutku”nun okunmasıyla başlar. 1933’de tüm “kadro”, gelenekselleşen siyasetin ideolojisinin olgunlaştığı yeni bir dönemin başladığının bilincindedir. Roman bize bu süreçte “tüm sorunların hal olduğunu ve sanatta atılımın başladığını” haber verir. Bu yaklaşım aynı zamanda Kemalist yazının, otuzlu yıllar için ortak payda aldığı 48 temel postulatında formüle edilmesidir. Özetle otuzlu yılların tarihi bundan sonra artık böyle, gösterildiği ya da dikte edildiği biçimiyle yazılacaktır. Otuzlu yılların ortalarında bolca üretilen ve ardında bolca okutulan bu ve benzeri metinlerde yazıldığı gibi yazılacaktır. İşte tarihin nasıl yazılacağına karar verildiği bu günlerde bu şekilde kurgulanan tarihin kahramanlarının da son bir rötuşla bir kez daha yeniden tanımlanması gerekmektedir. Roman, dinleyicilerin gözünden Mustafa Kemal’in tasvirleriyle ilerler: “ve onun sonsuz bir gençlikle taravetli sarışın profiline bakıyordu. Bu profil’in en belli, en göze çarpan hususiyetleri, alında, göz yuvasında ve çenede toplanmıştı. Bu alın, çok geniş olmamakla beraber, eski Yunan heykeltıraşlarına bir genç Tanrı kafası örneği olacak derecede düzgün, ahenkli ve yontulmuş idi. Göz oyukları çukur değildi, fakat, bakışlarının derinden, çok derinden gelen bir hâli vardı. Ve bütün yüzün enerjisi çenede toplanmış gibiydi. Bu kuvvetli, bu sert çene, kendi gücünden emin bir yumruk gibi hafifçe öne doğru uzanıyordu...” bir başka karşılaşmada: “o hiç de sert ve asık suratlı değildi; bilakis, güzel ve yuvarlak başı insanda, dayanılmaz bir okşama arzusu veren ehlileşmiş, munisleşmiş bir pars yavrusu kafasını andırıyordu. Fakat, gene öyle bir kafa gibi, kalbe bir korku ve çekinme hissi vermekten de hâli kalmıyordu. Onun mayası, öbür insanlarınkinden büsbütün başka bir cevherle yoğrulmuş gibiydi. Ne derisi bizim derimize, ne saçları bizim saçlarımıza benziyordu ve senelerle ve zamanla hiçbir alakası yoktu.” Daha önce de değindiğimiz zaman-kutsallık ilişkisinin bu kadar net bir söylemle dile getirilmiş olmasının önemle altını çizerek yazarın kutsallaştırma operasyonuna bir romanla nasıl katıldığını izlemeye devam edelim. Üç bölümlü roman başkişi Selma’nın yaşamındaki üç evliliği ile beraber Ankara’nın üç ayrı dönemdeki tablosunu çizer. Romanda hiçbir kahraman mükemmel değildir; doğru. İnsan unsurunu göze aldığımızda son derece doğal olan bu “durum” romanın kurgusu içinde gerçekliğini yitirir, çünkü onları mükemmellikten uzaklaştıran ilahi güç, onları romanın asıl kahramanının gölgesi altında figüranlaştırmaktadır. Öyküye doğal olarak mekân olan Ankara, ancak Mustafa Kemal’le birlikte, Onun sakin, kararlı ve destansı çehresi ile birlikte başka türlü görünmektedir. Yakup Kadri’nin anlatımına göre bütün bir ırkın asaletini taşıyan Mustafa Kemal varlığıyla kentteki tüm insanları ötekileştirmekte ve sıradanlaştırmaktadır. Ve tüm kent halkı her sabah uyandığında “kendisini selâmete gönderecek kahramanın başucunda gülümseyerek durduğunu” görmektedir. Didaktik anekdotların eklemlenmesiyle gelişen ikinci bölüm, 1923 sonrasını anlatırken derinliksiz ve arka planı oturmamış düşüncelerin 49 edebiyatlaştırılmış şeklidir, ancak yazarın sorununun edebiyat olmadığı ortadadır. O bu bölümde “değişimlerin” vicdani muhasebesini yapmakta ve bu muhasebe sonucunda “kuruluşu” restore etmektedir. Batılılaşmanın algılanışı bu muhasebenin temel eksenini oluşturmaktadır. Yerine ne konacağı konusunda ise tatminkâr bire fikre rastlanılmaz, bu nedenle örnek olsun, efsaneleşen “cumhuriyet balolarına” yapılan eleştiri sönük kalmaktadır. Yüzyıllık siyaset geleneği gözden geçirildiğinde “batılılaşma” denen şey bizatihi bu balolarla özdeşleştirilebilir ve ne yazık ki Yakup Kadri ve “Kadro” Çernişevski -bile- olmaktan alabildiğine uzaktırlar. Bu ve benzeri örnekler bize diğer taraftan cumhuriyetin birkaç on yılındaki entelektüel kapasitesizliği de göstermektedir. “Akla hesaba sığmaz, insanlıktan üstün gayretlerin” ürünü olan bir savaşımın ardından birkaç sene içinde bu noktaya neden gelindiğini sınıf kavramından ya da sosyalizm düşüncelerinden bihaber olanların açıklayabilmesinin imkânsızlığı bir kez daha görülmektedir. “Avrupa proletaryasının sefalet ve felâketinden Türkiye’de eser görülmüyordu. Türkiye’de işçiler birer devlet memuru idi ve yüreklerinde bir devlet memurunun haysiyetini, vekarını, mesuliyetini taşıyorlardı. Gülüp geçeceğimiz bu türden sözler sendikaların bugünkü hâlini gördüğümüzde farklı bir şekilde anlam kazanabiliyor. “Başlarında patron diye bir belâ yoktu. Kimsenin esiri değildiler. Yalnız memleketin hizmetçisi olduklarını ve alınlarından akan terin vatan topraklarına bereket getirici birer rahmet gibi yağdığını biliyorlardı.” Evet, imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle olduğunu sanmak ya da zorla sandırılmak böyle bir şey olmalı. Bu “duygu ve düşünce içinde” figüranlarımız onuncu yıl nutkundan aldıkları feyiz ile “vatan millet işlerine” kendilerini adarlar: üçüncü bölüm. Karaosmanoğlu bu yazımı ile “çılgınlığı” öncelemektedir. Ve tıpkı tüm çılgın resmî tarih yazarlarında olduğu gibi yazdığı ne tarihtir ne de roman. Dolayısıyla eleştirmek zordur! Onların görevi tarihi yeniden yazmaktır, tarihi yeniden ve öyle imiş gibi yazmaktır. Kuşkusuz beyhude bir çaba içinde olduklarını her örnekte test etme ve iddiamızı doğrulama şansına sahibiz. Diğer taraftan yüz yıldan bu yana her geçen gün açlık sefalet ve yoksullukla sınanan sınıf gerçeğinin de ortada olduğunu unutmayalım. 1934’de yazılan roman 1943 yılına ait tarihi bir öngörü ile son bulur; benzerleriyle ancak 12 Eylül’ün ardından tanışacağımız bir tören anlatılır son satırlarda... Soru tekrar sorulabilir: Yakup Kadri ne yapmak istemektedir, yanıt başta verdiğimiz gibidir: yazının tüm amacı kutsallaştırma işlevinin bir parçası olmaktır, diğer taraftan bu ve benzeri yazılar otuzlar tarihi ile ilgili okumalara da en baştan müdahale işlevini de görmektedir. Bu dönem yazını incelendiğinde tarih anlatımından çok ön plana çıkan unsur 50 budur. Bu da döneme yönelik okumalarda birçok konunun yeterince irdelenmemesi ve hatta karanlıkta kalmasıyla sonuçlanmaktadır. Tekrarlarsak romanda kültleştirme vurgusu şaşırtıcı biçimde had safhadadır: “Bu, bir ‘dünyanın ikinci yaratılışı’ idi. Bundan dört yıl evvel yüzünü gördüğü ve sesini işittiği Tanrı, aydınlığa, ol! Demişti; aydınlık oluyordu. Suya ol! Demişti, su oluyordu ve ‘suların arasında Levh olsun’ demişti. Levh meydana gelmişti ve tohum verir nebatı ve yeryüzünde tohumu kendisinden olarak cinsine göre yemiş veren ağaçlar husule gelsin’ demiş ve ‘tohumun cinsinden türlü ağaçlar bitmişti”. Okuyucunun bağışlayacağını umarak bir not düşmek gerekiyor; yaptığımız alıntı Eski Ahit’in Tekvin’inden bir parça değil, Yakup Kadri’nin Ankara’sından ve betimlenen de kutsal kitaplar aracılığıyla konuşan tanrı değil. Edebiyat dünyasındaki -ve tarihteki- kutsallaştırma eğiliminin en önemli köşe başlarından biri olarak gördüğümüz Ankara romanının misyonu üzerine gerektikçe dönmeyi düşünebiliriz. Burada önemle üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da bu ve benzeri yazınlarla tarihin yeniden kurgulanması, üretilmesi ve yazılması ya da resmî tarih oluşturulmasıdır. An kutsal bir vurgu ile yeniden yoğrulmakta ve Ankara romanının son bölümünde gördüğümüz gibi, gelecek bu kutsallığın ışığında planlanmaktadır. Toplumsal geleceğin düşlenmesi ve 30’lu yılların resmî tarih yazarlarının ve resmî romancılarının toplumsal ütopyası ancak kutsallık vurgusu ile var olabilmektedir. Geleceğe yönelik tarih kurgusu, gelecekte de resmî tarihin tıpkı o gün yazıldığı gibi okunacağının da garantisidir. Ancak resmî tarihin ve örneğimizden yola çıkarak resmî romanın işlevini bu kadarla sınırlarsak ona haksızlık etmiş oluruz! Onun belki de söz ettiklerimizden daha önemli işlevi geçmişin yeniden yazılmasıdır, çünkü geçmiş bugünün gereksinimlerine göre yeniden yazılmazsa zorunlu değişimler yapılmazsa- bugünün inşası olanaksızlaşacaktır. Resmî tarih geçmişi yeniden yazma aşamasında başlıca hesaplaşmasını, aslında kendisinin de birer parçası olduğu İttihat ve Terakki ile yapar. Bu genel hipotezimize bir parantez açmak zorunludur: sorun yalnızca İttihat Ve Terakki partisinin etkin isimlerinin gözden düşürülmesi şu ya da bu şekilde tarihten silinmesinden ibarettir. Bu iktidar mücadelesinin gereğidir ve burjuva siyaset dünyasında kazananı bunu yaptı diye suçlayamayız, bu onun doğasındadır! Yakup Kadri’nin 1927 tarihli Hüküm Gecesi adlı romanı geçmişi yeniden kurgulama ve oyunun kurallarına uygun olarak yeniden yazma işine bir örnek olarak verilebilir. Kitabın zamanlaması yerindedir. Resmî tarihe İzmir Suikastı olarak geçen olayın ardından yapılan -sözdeyargılamalar sonu İttihatçılardan yeni yönetim için tehlikeli olabilecek 51 tüm unsurlar temizlenmiştir. 1910’lu yılları ve bu dönemdeki İttihatçıları anlatan kitap, bu temizlik operasyonunun hemen ardından yayınlanır ancak kitap resmî tarihin her zaman başvurduğu bir yönteme başvurarak dünü anlatırken dünden bugüne göndermeler yapar bugünün olaylarını dünde yaşatmaya özen gösterir. Özetle Hüküm Gecesi’inde yazar, bugünün, 1926-33’ün kuralları ile 1910-13’ü yazmaya kalkışmıştır. Temmuz 1926’da Los Angeles Times gazetesinde Mustafa Kemal’le 22 Haziran 1926’da yapılmış bir röportaj yayınlanır. Bu röportaj “Kemal, Türkiye’de Daha Birçok Siyasî Muhalifini Asmayı Vaad Ediyor” başlığı ile yayınmıştır. Röportajın ara başlığı ise “Cumhurbaşkanı, bir zamanlar kendisinin yakını olduğu halde sonraları suikastçılara katılan kadını affedecek” şeklindedir. İlginç olan suikast ve yargılanma sürecinde böyle bir kadına rastlanılmaması değil örneğin Hüküm Gecesi adlı romanda böyle bir öykünün yer alıyor olmasıdır. Diğer taraftan bu metinde dile getirilen birçok görüş örneğin, “cumhuriyetin hayatına kasteden iki unsur” diye tanımlanan saltanatçı/dinsel bağnazlık unsuru ile “ittihatçılık” tanımlandığı şekliyle romanın temel siyasî eksenini oluşturmaktadır. Röportaja daha sonra kısaca döneceğiz, ancak burada dikkat çekmek istediğim unsur bu metnin örneğinden yola çıkarak 1926-27’de hakim olan siyasî görüş ve bu görüşe uygun öznel yargılarla geçmişin yeniden yazılması ve edebiyatın bu işe aracı edilmesidir. Diğer taraftan bu metinde, Hüküm Gecesi adlı romanda, tıpkı Ankara’da olduğu gibi, gerek tarih gerekse edebiyat alanından gelecek eleştirileri diğer tarafa geçerek yanıtlama şansına sahiptir! İttihatçılara yakın duran ancak “ülkenin içine düştüğü durum” nedeniyle onları da sürekli sorgulayan bir gazetecinin Ahmet Kerim’in öyküsünü anlatan roman, 1913’de “tüm olumsuzluklarıyla” -ya da 1926’da yazıldığı gibi “hayvanca suikast yöntemlerine başvurarak, katiller kiralayarak, kadınları baştan çıkararak”- İttihat Terakki’nin açık bir şekilde iktidara gelişi idealist gazeteci Ahmet Kerim’in ise yeterince olgunlaşmamış siyasî düşüncelerinin de katkısıyla mahvoluşu ile sona erer. Tıpkı tüm İttihatçılarda olduğu gibi olumlu birçok niteliğine rağmen Ahmet Kerim de diğerleri gibi ülkenin gerçeğini iyi değerlendiremediği ve bu eksiklikle kurtuluş yolunu doğru tanımlayamadığı için tarihten silineceklerdir. Karanlık bir sokakta kulağına fısıldanan “Türkiye son günlerini yaşıyor. Artık bizden hayır gelmez” sözleri, kuşağını nitelendirmektedir. Ve bu nitelendirmeyle Yakup Kadri onları “kayıp” olarak ilan etmekte bir sakınca görmemektedir. Yakup Kadri’ye göre romanın tüm kahramanları, romanda ismi geçen herkes -biri hariç- Enver’inden Talat’ına, Ahmet Samim’den Ahmet Kerim’e herkes bu gerçekliği algılamaktan uzak, umutsuz bir yaşam sürmektedir. Biri hariç; romana tümüyle eklenmişlik duygusu veren “bir genç” Ahmet Samim’e kurtuluş 52 nutku çekecek kadar bilinçlidir ve sözleriyle cumhuriyet sonrasının tüm kurgu ideallerini taşıdığı görülmektedir. O cumhuriyet kuşağının temsilcisidir ve “kayıp” İttihat Terakki kuşağına son uyarılarını yapmaktadır. Mahmut Şevket Paşa’nın vurulup İttihat Terakki’nin açık bir şekilde iktidara gelmesiyle sonlanacak olan romandaki Hüküm’ün sadece bu suikastla ilgili olarak İttihat ve Terakki’nin “diğerleri” hakkında verdiği bir hükmü değil, 1927 yılında iktidardaki ikinci kuşak İttihatçıların diğer İttihatçılarla ilgili hükmünü de içerdiğini görürüz. Bu öznel hüküm resmî tarihin “gerçeği” olmaktadır. Romanı belki de en ilginç kılan unsur Merkez-i Umumi olgusunun resmedilişi ile ilgilidir; buna resmî tarih yazının da sık rastlanılmaz, çünkü bu olgu devralınmış ve fiilileştirilmiş bir gelenektir. Gizlidir. Burada anlatılan ise karikatürleştirilmiş bir “merkez” yapısıdır, iktidardan düşmüşler ve tarihten kaybolmuşlardır. Bu tabloda yalnızca kaybolanların ismi vardır, yola devam edenlerin ise gizliliğine her koşulda saygı gösterilmektedir. Ayrıca değerlendirilmelidir! Kuşkusuz resmî tarih geçmişi her zaman bu kadar sofistike bir biçimde tahrifat edip yeniden yazmakla uğraşmaz, çoğu zaman daha doğrudan müdahalelerde bulunur. Bu müdahaleler o kadar doğrudandır ki, gerçeğin nerede başlayıp nerede bittiğini ya da daha doğrusu nerede başlamayıp nerede bitmediğini algılamakta zorladığımız olur! Ancak bu zorluğun üstesinden gelmek sanıldığından kolay olabilir. Nelerin atlandığı, nelerin yok sayıldığı ya da nelerin anlatılmadığını sorgulamak bu bağlamda önemlidir. Burada geniş bir parantez açıp, “Mustafa Kemal tarihinin en az anlatılan bölümünün hangi dönemi kapsadığı” sorusunun, ele aldığımız bağlamda yanıtlanması gerektiğini düşünüyorum. Ya da soru şu şekilde de formüle edilebilir: birinci savaş yılları boyunca Mustafa Kemal’in Osmanlı ordusundaki görevi yalnızca “Çanakkale” ile sınırlanabilir mi? Sorunun yanıtı resmî tarihin genel yazımında arandığında ulaşacağımız “boşluklar” bir taraftan sorumuzun yanıtını oluştururken, diğer taraftan da birçok yeni sorunun kurgulanması için ip uçlarını verecektir. Burada bu süreci tartışmak yerine resmî tarihin bir diğer yönteminin irdelenmesini gerekli duymaktayım; anlatılmayanın ya da boşlukta kalanın yılların ardından anlatılmaya doldurulmaya çalışılması. Tabii ki resmî ideolojinin/resmî tarihin kurallarına ve söylemine göre... Tarihte boşluk olmayacağına göre boş bırakılanın doldurulması işlevi de geçmişin yeniden yazılması işinin bir parçası olarak resmî tarihin doğal görevlerinden biri olarak ele alınmalıdır. Kolaylaştırıcı bir örnek olarak resmî gazetecilerimizin peygamberlerinden Falih Rıfkı Atay’ın “Zeytindağı” adlı anlatı-anı çalışması olarak verilebilir. 1932 yılında yayınlanan anılarda savaş yıllarının Filistin ve Suriye’sinden ilgi çekici manzaralar verilir. “Meşrutiyet şahsiyetlerinde 53 adına eser yazılacak kıymette” kimseyi bulamayan yazar 1915-18 yılları arasında söz ettiğimiz bölgeyi anlatırken sarışın, sert ve bakınırken gözlerine takılmamanın imkânsız” olduğu “yaman” bir Mustafa Kemal’i anlatılan coğrafyanın ve yaşanan olumsuz sürecin tümüyle dışında tutma çabası güder. 1918’de dile getirilen ancak 30’lu yıllardan itibaren ancak somutlaşabilen “misak-ı millî” anlayışı ile 1915’li yılları anlatmaya kalkmak tarih yazımının deformasyonu için bir örnek olarak ele alınabilir. Atay’ın yaptıklarından biri budur. Atay’ın tüm anlatısı boyunca anılan coğrafyada Mustafa Kemal’le bir kez karşılaşırız. Bu, tarihsel nesnelliği sorgulanması gereken bir an’dır: “hiçbirinin durduramadığı İngiliz seli, yine bir Türk, fakat bu sefer öz bir kumandan Mustafa Kemal tarafından Halep aşağısında tutulmuştur. Mustafa Kemal’in orada seçtiği savunma hattı, Millî Misak’taki Türkiye sınırı idi.” (Örneğin Ana-Britannica Ansiklopedisindeki “Atatürk” maddesinin ilgili kısmında bu söyle satır satır tekrarlanır.) Tekrarlarsak, bunun dışında Suriye ve Filistin çarpışmalarında Mustafa Kemal’e rastlamayız. Özenle dışında tutulmuştur, Atay’ın yaptıklarından birisi de budur. Okuyucu ise “öyle mi” sorusunu sormak ve yanıtlamakla yükümlüdür. Diğer taraftan 1930’lu yılların “tarih yeniden yazımı” için örnek oluşturan “Zeytindağı” anlatısı ilginç satır aralarıyla otuzlu yıllarda henüz bir Ermeni “konusunun” bir Ermeni “sorunu” oluşturmadığını da bize anlatmaktadır. Henüz bu “sorunun” siyasi ihalesinin tamamlanmamış olduğunu, Lozan’da “Ermeni Sorununun” dışlanması için önemli çabalar harcanmasına rağmen sorunla ilgili siyasetin pragmatik dalgalanmalar gösterdiğini saptayabiliriz; İttihat ve Terakki-Merkez-i Umumi ve Teşkilât-ı Mahsusa’dan devralınan “sorun” konjonktürsel olarak tarih yazımı için henüz kaydıyla yeterince bir “sorun” oluşturmamaktadır! Tarih-polemik denememizin bu bölümünde karşılaştırma amacıyla ele aldığımız 1926 tarihli Mustafa Kemal söyleşisinde de bu anlamda ilginç bir söyleme tanık oluruz: “Yuvalarından kitle halinde acımasızca tehcir edilen ve kıyıma uğratılan milyonlarca Hıristiyan teb’amızın hayatlarının hesabı kendilerinden sorulmak gereken Genç Türkiye Partisinin bu kalıntıları Cumhuriyet yönetimi altında rahat durmuyordu” diyen Mustafa Kemal sözlerine şöyle devam eder: “Bunlar şimdiye kadar yağma, haydutluk ve rüşvetle yaşamış ve faydalı bir işte çalışmak, hayatlarını namuslu alın terleriyle kazanmak yolundaki herhangi bir düşünce ya da öneriye düşman olmuşlardır. Halkın iradesine karşın ülkemizi Büyük Harbe sürükleyen ve Enver Paşa’nın caniyane ihtirasını tatmin etmek için Türk gençliğinin nehirler gibi kanını akıtan bu unsur, muhalefet partisi kisvesi altında, benim ve kabine üyelerimin canları54 mıza kasteden korkakça bir düzen kurmuştur.” Çok kolaylıkla kabul edilebileceği gibi, resmî ideolojinin ve günümüz resmî tarih anlayışının tümüyle dışında bir söylem ve üslupla karşı karşıya olduğumuz görülmektedir. Bu da resmî tarih yazımının bir diğer sorunu olarak karşımızda durmaktadır... *** Bu polemik dizisinde gelen kimi eleştiriler dikkate alınarak ilk ve son kez bir “metin altı not” konması zorunlu olmuştur. Bu yazı dizisi bir deneme olarak da ele alınabilir; bununla birlikte tüm alıntılar dipnotsuz olarak verilmektedir ancak metin içinde yapılan alıntıyla ilgili yeterli künye açılımı metin içinde bulunmaktadır. Araştıran okur gerçeği kolaylıkla bulacaktır. Bilgisayar ortamının, elektronik postaların “sanallığı” korkakların işini epeyce kolaylaştırmış görünmektedir. İsimlerini-cisimlerini saklayarak bu aracılarla küfretmek anlaşılan odur ki kendisini “ulusalcı sol” olarak tanımlayan kimi nazi artıklarının ve faşistlerin yeni geleneğini oluşturmuş gibi görünmektedir. (Devam edecek) 9 Şubat 2006 55 Serpil Eren “Feminizm” Değil, Kadının Emek Mücadelesi! -Değerlendirme- Marx, Engels ve Lenin, kadın emekçilerin amansızca sömürülmelerinin ve ağır esaretlerinin nedenlerini açıklamakla kalmamışlar, enternasyonal düzeyde dayanışmalarının gereklerini de ortaya koymuşlardır. Ardılları da kadınların aile içi ve emek süreci yaşamlarına, acılarına, kavgalarına, toplumsal kurtuluşlarına yönelik çalışmalar yapmışlardır. Tüm dünyanın emekçi kadınlarının -onları "çiçek" diye niteleyip sermaye sisteminin koklayıp attığı birer ikincil tür meta olmaktan çıkmak için- militanca mücadeleleri; anti-kapitalist, anti-emperyalist, sosyalist mücadele ile bir ve tümleşik bir mücadele alanına evrilmiştir. Burjuvazi, bu tümleşik mücadeleyi sabote etmek için çeşitli yollara başvurmuştur. Kadını "özel bir cinsiyet" saptırması alanına çekmek, toplumsal kurtuluş mücadelesini sisteme karşı değil "karşı cinse" verme indirgemeciliğiyle "feminist" akımları ortaya sürmüştür. Ama emekçi kadınlar, tarih içinde belirleyici unsurun maddî hayatın üretimi ve yeniden üretimi olduğunun bilinci içindedirler. Bu üretim, bir yandan yaşama araçlarının öte yandan bizzat insan türünün üretilmesidir. Dolayısıyla yaşam diyalektiğinin iki ögesi olan kadın ve erkek birbirlerine karşıt değil, tam tersine, hayatın üretilmesinin tümleşikleridir. Gerçekte, kadın ve erkeğin kolektif yaşamlarına karşıt olan, onların emeklerini ve alınterlerini barbarca sömüren, gözyaşlarına ve gittikçe artan sefaletlerine neden olan sermaye düzenidir; burjuvazidir. İşte bu nedenle, tüm dünyanın emekçi kadınları, "feminist" söylemlerle sermaye karşı erkeklerle yanyana olan mücadelelerini sabote etmek isteyen güçlere asla prim tanımazlar. Ve sırf bundan dolayıdır ki, ABD dahil tüm ülkelerde, kadının bu bilince erişmesinin önünü tıkamak için onu eğitmemek, bilgisizliğe ve sisteme tutsak kılmak istenir. Eğitim almışları da "feminist" alana yönlendirilmeye çalışılır, özendirilir. Doğal yaşam diyalektiği ve emek sürecinde -özel ya da kamusal sermayenin ücretlendirmesi dışında- zaten eşit olan kadın ve erkeğin, "cinsel özgürlük" davranışlarıyla eşitlenmeleri gibi yapay ve belden aşağı devinimler yaratılır. Ama tüm dünyanın emekçi kadınları, ne bu tuzaklara düşmektedir ne de bu tuzaklara burjuvazi eliyle konulmuş peyniri kapıp kaçmaktan başka marifeti olmayan "feminist"leri benimsemektedir. Ama ortada koskocaman bir gerçek de vardır. O da, kapitalist düzenin kadın için çifte sömürü olduğudur. Bir yandan iş yerinde öte yandan evde. Ne ki, bir yandan giderek büyük sayıda kadının toplumsal çalışma alanına girip bilgilenmesi ve bilinçlenmesi, öte yandan malîsermaye egemenliğinde yoğun işsizliğin ortaya çıkması, burjuvaziyi 56 yeni dümenler tezgâhlamaya itmiştir. Günümüzde, kimi yeni "feminist" akımlar, kadının evine dönmesini ve çifte sömürüden kurtulup yaşamı erkeğin omuzlarına yüklemesini önermeye başlamışlardır. Katolik ve İslâmî kimi kadın hareketleri türemiş, bunlar da "kadının yuvaya dönmesini" istemeye başlamışlardır. Bunların ortak noktası, refah döneminde yoğun el emeğine gereksinme duyan ve kadını düşük ücretle istihdam eden kapitalizmin, bugün vardığı noktaya yarattığı yoğun işsizlik karşısında kadını emek alanından geri çekmek üzere burjuvazi tarafından beslenen akımlar olmalarıdır. Tüm dünyanın emekçi kadınlarının bir 8 Mart gününde daha birlikte seslendirdikleri istemler ise "Kanun önünde ve politik hayatta kadın ve erkeğin toplumsal eşitliği, evlilik hukuku ve aile yasalarında kökten değişim, anneliğin sosyal bir işlev olarak tanınması, çocuklara verilecek eğitim ve bakımın toplum tarafından yüklenilmesi, kadını esir yapan gelenek ve ideolojilere karşı savaş"tır. Jean Fréville'in sözleriyle de, "Zamanımızın ilkeleri bunlardır ve bu ilkeler halkların sosyalizme doğru yürüdüğü her yerde törelere ve hayata girmişlerdir." "Sosyalizmin zaferi olmadan kadının kurtulması mümkün değildir. Ama sosyalizmin kurulması da kadınların etkin katılımı olmadan mümkün değildir." 57 Nazire Işıklı 2006 Yılı Newroz’unu Kutlayabilmek İçin… -Değerlendirme- 2006 Yılı Newrozuna çözümlenmemiş sorunlar ve cevap bekleyen önemli sorularla giriyoruz. Newroz, Doğu halklarının tarihî ortak bir değeri. Tarih içinde her halk için yenilenmenin, doğuşun simgesi olmuş. Siyasî ve kültürel anlamda bıraktığı izin derinliği, bugün de hâlâ halkların vazgeçilmez değeri olmasını sağlamış. Yakındoğu ve Önasya halkları açısından ortak bir değer olarak görülen bu günün, uzak ve yakın tarihte Kürt halkı açısından çok daha özgün bir anlamı olduğu da biliniyor. Çünkü Newroz, yakın tarihimizde sadece kültürel anlamıyla değil bir siyasal mücadele ifadesi olarak da gündeme girdiyse, bu, Kürt halkının kendini yeniden tanımlama, özgürlüğü için direnme mücadelesiyle oldu. Bu, Newroz üzerine söz söylenir ve yazılırken mutlaka altı çizilmesi gereken bir gerçektir. Medlerin Asur İmparatorluğu’nun köleci sömürgeciliğine karşı mücadelesi ile 1970’lerin ikinci yarısında modern ulusal kurtuluş hareketinin öncülüğünde sömürgeciliğe karşı yeni bir özgürlük hareketini başlatma tezi ve eylemi arasında kurulan özdeşlik, sonraki yıllar içerisinde Newroz ve Kürt halkının bağımsızlık-özgürlük taleplerinin anlamlarını bütünleştirdi. Newroz, Kürt halkı açısından tarihle bugün arasında köprü oldu. Mazlum Doğan, Zekiye Alkan, Sema Yüce gibi nice önder ve militan kişilikler de partilerine, emekçi halka ve dünyaya mesajlarını iletmede bu günü seçerken, bu bağın bilincindeydiler. Bu tarih köprüsünün günümüzdeki açılımı üç kelimeyle özetlenebilirdi: Bağımsızlık, özgürlük ve sosyalizm. Bağımsızlık ve özgürlük, Kürt halkının kendini sömürgeleştiren yabancı egemen sınıfların ve yerel işbirlikçilerinin egemenliğinden kopması; sosyalizm hedefi ise, sömürüsüz bir dünya yaratma eylemini kendinde başlatarak Türkiye, İran ve Arap halkları başta olmak üzere dünya emekçi halklarıyla kardeşçe bir dünyanın yaratılması ütopyasını dile getiriyordu. Mücadelenin içinde yer alan kadrolar ve bu mücadeleye her şeyini veren halk bu hedefe bağlandı, bununla kendini tanımladı ve yürüyüşe geçti. Bu amaç ve bu amaç için yapılan büyük yürüyüş yakın tarihimize damgasını vurdu. Bu büyük mücadelenin Türkiye’de ve Kürdistan’da etkisini hissettirmediği tek bir alan yoktur. 1999 ve 2000’li yıllar içinde ise, yeni bir dönemin başladığını görüyoruz. 2006 yılı Newroz’unda dile getirilen sloganlara bakmak bile, da58 ha önce kurulan tarihsel köprünün altına döşenen dinamitleri görmemiz için yeterlidir. Türk, Arap ve Fars sömürgeciliğinden kopma, buna karşılık Türkiye, İran ve Arap halklarıyla sömürüsüz bir ortak dünya hedefi etrafında birleşme, Yakındoğu demokratik halklar federasyonu için mücadele etme iddiası ve çabası yerini günümüzde, bambaşka hedeflere bırakmış durumda. Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile bütünleşme sözü, “Demokratik Cumhuriyet” formülasyonu ve bunun daha sonra da Kürt halkı açısından siyasal iktidar perspektifini açıkça reddeden konfederalizm gibi içi boş bir tanımla sürdürülmesi, Kürt kimliğinin tanınması, dil ve kültürel hakların kabulü ve genel af ve burjuva kulvarlarında siyaset yapma hakkının tanınması gibi talepler… 1970’ler,1980’ler ve 1990’lar süresince Newroz’un mesajları ile yukarıdaki son paragrafın mesajları karşılaştırıldığında, arada bir sürekliliğin, bir uyumun, nitelikli-dönüştürücü bir yenilenmenin olduğunu söyleyebilecek hiç kimse olamaz. Başlangıç iddiası ve amaçlarından köklü bir kopuş ve egemen devlete doğru dramatik bir savruluşun olduğunu açıkça görüyoruz. Şüphesiz, bunun ideolojik, politik, örgütsel nedenleri ve yine dünyadaki gelişmelerin etkisi üzerinde çokça durulup, değişik görüşler ifade edilebilir. 1982 Newroz’unda Mazlum Doğan’ın Diyarbakır zindanında verdiği mesaj ve bunun algılanma biçimiyle, bugün İmralı Cezaevi’nde verilen mesaj ve algılanma biçimi arasındaki farkı görmek, birincisinin sömürgeci egemenlik sisteminden kopuşu, ikincisinin ise bu egemenlik sistemine bağlanma ve onun tarafından kabul görme isteğini ifade ettiğini tespit etmektir. Fark bu kadar açık ve derindir. 2006 Newroz’unda Kürt halkı, mevcut slogan ve talepler etrafında yine büyük fedakârlıklarla sokaklara dökülse de, inancı, enerjisi ve emekleri yatak değiştirmiş bir nehir gibi başka bir hedefe akıtılmaktadır. İster Türkiyeli devrimci ve sosyalistler, isterse Kürdistanlı devrimci ve sosyalistler açısından önemli olan, bu noktada, yatağı değiştirilen emekçi halk hareketinin enerjisinin en başta bu halkın kendi çıkarlarına karşı, ama genelde de Yakındoğu halklarının çıkarlarına karşı kullanılma hesaplarının görülmesidir. Ucuz ve küfürbaz eleştirilerle gün geçirmek yerine bu potansiyelin hak ettiği doğrultuya neden çekilemediğini kavrayıp ilerisini görmektir. Türkiye egemenleri, Kongra-Gel’i isim dahil kendi geçmişi ile tüm köprüleri dinamitlemeye zorlamış ve buna rağmen devletle bütünleşme talebine de kesin bir red cevabı veriyorlarsa, bunun nedeni, bizzat yarattıkları uçurumda boğma amacıdır. Yatağı değiştirilen nehir, bu uçuruma akıtılmak istenmektedir. Unutulmamalıdır ki, bu nehrin akışına 59 kapılmak aynı uçuruma yuvarlanmak ise; sadece eleştirmek, hatta eleştiri sınırlarının ötesinde küfür edebiyatı da değersizdir, anlamsızdır ve başka bir noktada batakta debelenmektir. Bilimsel bakış açısıyla olanları ve olabilecekleri herkes az çok görebiliyor. Soru şudur: Ne yapılmalı? ABD emperyalizmi dünya ve Yakındoğu’daki çıkmazlarını halkların da çıkmazı haline getirerek sömürgeci yüzünü -ve tarihsel haksızlığınıörtmeye, daha ötesi, yarattığı yeni boğuşmalar içerisinde kendi damarlarına kan çekmeye çalışıyor. Sorunları ve çözümleri kendinde merkezileştirme politikasını yürütüyor. Irak zemininde Kürt halkının içine itildiği durum bunun göstergesidir. Aynı şey İran’da da tezgâhlanıyor. PKK somutunda ise, PKK’yi kendi kendisine inkâr ettirme ve içine itildiği çözümsüzlükte çözümü TC Devletinde ve ABD’de arama noktasına çekme operasyonunu yürüttüğü biliniyor. Bilinen bir başka gerçek daha var: Eğer çözüm gücü olamazsan, çekim gücü de olamazsın. Türkiye’de ve Kürdistan’da devrimci, sosyalist, komünist olduğu iddiasındaki partiler, örgütler, hareketler, yapılar… Türkiye’de proletarya ve emekçi kesimler ve Kürdistan’da hâlâ ayakta olan kitleler açısından çekim gücü olabiliyorlar mı? Bu soruya olumlu cevap verebilmek mümkün değil. O halde, ürettikleri çözümlere bakmak gerekir. Bir başkasının olumlu ya da olumsuz anlamda yapıp ettiklerini eleştirmek hiçbir zaman çözüm üretmek anlamına gelmiyor. Hatta bu politika yapmak anlamına bile gelmiyor. Ve hiç şüphe yok ki, emekçi halk kitleleri de bunu görüyor, anlıyor ve doğal olarak hiçbir değer vermiyor. Bu, emekçi halkın politikadan beklentilerinin devrimci politika yapma iddiasında olanların çok daha ötesinde olduğunu, çözüm üretmeyen sosyalist cenahı ciddiye almaktansa, sorunların da kaynağı olan egemen sınıf partilerini tercih etmelerini getiriyor. Nasıl ki Türkiye’de işçi sınıfı ve yoksullar hiç olmazsa ufak tefek günlük çıkarları için bile olsa, burjuva siyasal partilere meylediyorsa ve bunun için suçlanamazsa, Kürt halkı da TC Devleti ve ABD “çözümleri”ne meyletti diye asla suçlanamaz. Buna elbette Avrupa Birliği de dahildir. Devrimci politika sınırlarının Türkiye devrimci ve sosyalistleri açısından da en az PKK’deki kadar gerilediğini görmemiz önem taşıyor. Yüzlerce insanın hayatını militanca ortaya koyduğu cezaevleri direnişi hangi talepler sınırında? Başlangıç ve geliş noktası ne? Amaç ve sonuç bağlantısı doğru orantılı mı? YDD propagandacılarının “proletaryanın sonu” tezlerine karşı büyük öfke ifade edilirken, proletarya içerisinde örgütlenmenin düzeyi ne? Böyle bir propagandayı, bir iddiayı, bir politikayı boşa çıkarmanın en anlamlı karşılığı proletaryayı örgütlemek 60 değil midir? Sınıf partisi, sınıf örgütlenmesi çabaları neden genelde yerini sınıf tanımsız kitle örgütlenmelerine bırakmıştır? Kongre-Gel çizgisini haklı olarak eleştiren tüm yapılar açısından, kendi geldikleri bu noktada yaşanan zaafı görmemek nasıl izah edilebilir? Hep beraber aynı uçurumdayız. Kabul etmek zor olsa da, ne yazık ki gerçek bu. PKK’nin içine itildiği uçurum, hepimizin uçurumudur. Bu, ortak tarihimizdir. Türkiye egemenleri Mustafa Suphi’lerin TKP’sini Karadeniz’in sularında boğup, bu geçmişle hiçbir köprüsü olmayan sahte örgütlenmeleri yaratırken nasıl ki, Türkiye sosyalist hareketini kendi tarihinden koparmayı amaçlamışlarsa, şimdi de aynı şeyi PKK şahsında Kürdistan gerçeğine dayatıyorlar. Yani dün Türkiye’de olan bugün Kürdistan’da yapılmaya çalışılıyor. Tarihten geleceğe akan bir nehir olma yeteneği ortadan kaldırıldığı andan itibaren, toprağın şurasından burasından bazen sızan, bazen fışkıran ama kesinlikle denize ulaşma yeteneğine kavuşamayacak kaynak suları gibi kalmaya mahkûm oluyoruz. Türkiye’de sayısız örgüt toprağın üzerine sızan kaynak suyu gibi ortaya çıktı. Günümüzde isimlerini bile sayamıyoruz. Amerika’sı ve Avrupa’sıyla emperyalizm tarafından Yakındoğu halklarının bugünü ve ufku karartılmaya, karmaşa ve kaos ortamı içinde birbiriyle boğazlatılmaya çalışılırken, 2006 Newroz’u halkların sosyalist olma iddiasındaki güçleri ve hatta tek tek bireyleri açısından tarihten geleceğe akan direniş köprüsünü birlikte örme, bunun için de sevapları ve günahlarıyla beraber yüzleşme başlangıcı olabilmelidir. Eğer günümüzün yakıcı gerçekliği bize bunu bile gösteremiyorsa, Newroz’u kutlamanın, Newroz hakkında söz söyleyip eylem yapmanın hiçbir ilerletici anlamı olmayacaktır. 2006 Newroz’unun önümüze koyduğu sorunlar geçmişten günümüze aşamadığımız kendi sorunlarımızdır ve çözümleri de kendimizdedir. NEWROZ kutlu olsun! 20 Şubat 2006 61 Gündoğumunu Görmek * Birinci Doğu Halkları Kurultayı’ndan I.Tüm Türkiye Komünistleri Kongresi’ne… Bir Marksist için tarihin sınıf mücadelelerinin tarihi olduğunu bilmek yeterli değildir. Mesele tam da bu ön bilgiyle birlikte başlar. Her Marksist kendi sınırlı politik gerçekliğinde Marx’ın devrimci teorik ve pratik hattını işletmekle yetinmemeli ve bu hattı merkezî kolektif bir mevzi olarak güçlendirmelidir. Bu açıdan, durum, dönem ve süreç gibi tespitler yaparken sınıf mücadeleleri ile ilgili ezberini mi kullanacağı, yoksa tersten, diyalektik tarihsel bilgisini her duruma, döneme ve sürece göre anlamlandırıp derinleştirmesi mi gerekeceği noktasında karar vermek zorundadır. Sol literatürde karikatürize edilmiş bir yığın “Marx”, “Engels” ve “Lenin” mevcuttur. Kurucu Marksistlerin sözleri ve eylemleri farklı öznel ihtiyaçlar uyarınca istismar edilmektedir. Oysa aslolan, onların teoride ve pratikte yaptıklarını yapmak ve yeniden üretmektir. Ama buradaki birincil mesele, metodolojist bir yaklaşımla yöntemi soyutlamak ya da diğer bilimler ölçüsünde yeni bir bilim inşa etmek değil, bütünselliği ve sürekliliği içinde yaşanan gerilimlere, çelişkilere ve çatışmalara teoride ve pratikte alan açmaktır. Marksistlerin belli bir durum/dönem/süreç dâhilinde oluşan gerilim/çelişki/ çatışmalara dair söyleyeceği bir sözü mutlaka olmak zorundadır. Bu noktada işin kolayına kaçılmamalı; örneğin başka bir durumda diğer Marksistlerin nasıl bir tavır sergilediğine bakıp onlar taklit edilmemelidir. “Ekim Devrimi bir savaşa doğdu” denilip yeni bir savaş beklenmemeli ya da “Küba Devrimi bir diktatörlüğe karşı halkın ortak isyanıdır” tespitinde bulunulup verili durumda iktidarda olan her unsura diktatör muamelesi yapılmamalıdır. Marksist bağlamda yürütülecek devrimci teorik ve politik mücadele durumu döneme, dönemi de sürece boğmamalı; bunlar arasındaki tarihsel-toplumsal ayrımları tespit edebilmelidir. Bu anlamda sürecin döneme, dönemin de (devrimci) duruma doğru daraldığı koşullarda fiilî olarak var olabilmelidir. Bu daralmanın neden ve sonuçları yaşanan gerilim, çelişki ve çatışmalarda aranmalıdır. Örneğin, “her şey emek-sermaye çelişkisinden ibarettir” deyip, düşmana karşı millî ya da dinî mevzilerde örgütlenerek savaşıldığı durumlarda ve dönemlerde, süreçte aradığı “işçi” ve “burju* Gündoğumunu Görmek, Birinci Doğu Halkları Kurultayı-Bakû 1920, Sorun Yayınları, Kitap Hakkında Bölümü, s.11-18, Şubat 2006. 62 va”yı aramaya kalkmamalıdır. İşçi ve burjuvazinin sabit değil, dinamik, değişken olgular olduğu ön tespitiyle, sınıf mücadelelerini politik alandaki tezahürleriyle birlikte karşılamalıdır. İşçi sınıfıyla özdeş olmak, onun safında ve yanında hareket etmek ile işçiler dâhil tüm emekçi kolektif dinamiklere politik öncülük yapmak birbirinden bütünüyle farklı maddî pratiklerdir. Her durumda ve dönemde “işçi-burjuva” çatışmasını arayan bir özne, soluğu ya rahat sendika koltuğunda ya da serin parlamento koridorlarında alır. Oysa Marksizmin varlık zemini rahat koltuklar, serin ve sığ sular ya da düz ovalar değil, fiilî gerilimlerin, çelişkilerin ve çatışmaların olduğu alanlardır. Bu, hem teori hem de pratik için geçerlidir. Marx sonrasında Marx’ın fiilî olarak var olduğu bu türden, gerilimli alanları kendi rahatlığı için düzlemek isteyenlerin huzurunu Lenin ve Ekim Devrimi büyük ölçüde bozmuştur. Ancak ne yazık ki, bu süreç Lenin sonrasında, Ekim Devrimi’nin içe doğru daralması nedeniyle kesintiye uğramış; sistem çözülmüş, bir yığın marksizm anlayışı da marksizm adına sahiplenilemeyecek pek çok rahatsızlıklar üretmiştir. Sömürge politikaları ile büyük ölçüde uykuya yatan Avrupa’nın karşısına Asya’nın uyanışını çıkartan Lenin ve partisi büyük ölçüde, Avrupa’yı işgal edeceği korkusuyla Avrupaî fikirlerin devrimci etkisine açık hâle gelen Rusya’da iktidara geldiğinde, Batılı güçlerin oyununu bozarak farklı bir perspektif geliştirmiş ve Doğu’daki yeni durumu devrimcileştirmenin imkânlarını araştırmıştır. Moskova-Petrograd hattına sıkışan devrim genelde Batı, özelde Avrupaî güçlere karşıtlıkla nefes almış olmasına rağmen, devrimin öncü güçleri, “Avrupa karşıtı devrim”i, “Avrupa için devrim” olmaktan kurtaramamıştır. Bunun önemli bir nedeni, devrimin gerçekleştiği politik dönemin maddî yetersizliğidir. Söz konusu maddî yetersizlik manevî imkânsızlığı da tetiklemiş, komünistler Batı işçi sınıfından ve komünistlerinden medet umar hâle gelmiştir. Burada tabiî ki, Lenin’in Marksizmde ısrarı ve bu ısrarın devrimciliğine bağlılığı önemli rol oynamış, “Almanya-Fransa-İngiltere” bütünlüğünde tanımlanan Marksizmin Avrupamerkezcilikle malûl olması sebebiyle Lenin ülkesinde Batı ajanı muamelesi görmüş, Batı’da ise “oryantal despotik diktatör” olarak mimlenmiştir. Bu gerilimde biçimlenen Leninizmin Batı ayağı Zimmerwald ise, Doğu ayağı Bakû’dür. Macar Sovyeti, Almanya’daki grevler ve diğer ülkelerdeki sınıf mücadelelerindeki başarısızlık Rusya komünistlerini Doğu’yla tanıştırmış, ancak bu tanışma, dönemin verili politik niteliğine ait sınırlara mahkûm olması sebebiyle akim kalmıştır. Bu sonuç, Doğu’nun komünist mücadeleye ve komünist inşaya kendi rengini katmasına izin vermemiştir. 63 Zimmerwald, Avrupa işçi sınıfını savaşın öncü gücü hâline getirmediği gibi, Bakû de Doğulu mazlum milletleri anti-emperyalist mücadelenin öncüsü kılmamıştır. Ekim Devrimi tarihsel-nesnel zemine oturtulduğunda, bu iki devrimci politik adımın ortak “zaaf”ının “devrim” olduğu görülecektir. Darlaştırılmış politik durum dâhilinde oluşan devrime öncülük etmek, devrim öncesinde Zimmerwald’ı, devrim sonrasında Bakû’yü içinde bulundukları dönemsellikte talîleştirmiştir. O dönem Komintern genel sekreteri olan ve Avrupa’daki sosyalist hareketin bütün olarak muhafaza edilip kazanılmasını arzulayan, bu anlamda komünistlerin “bölücü” faaliyetlerine tahammül edemeyen Angelica Balabanova Zimmerwald’ı kısmen onaylamış, sonrasında ise kendi rızası ile kenara çekilmiştir. Balabanova, kendisini tasfiye etme amacı güttüğünü düşündüğü Türkistan görevini “Ne o ülkeyi ne de ilkellikleri şüphesiz olan insanlarının psikolojisini biliyorum” diyerek reddetmiştir. Avrupacı Balabanova Doğu’yu küçümserken, emperyalist sömürüden sus payı alan Avrupa’nın işçisine bile güvenmeyen Doğucu Galiyev de Batı hakkındaki görüşlerini farklı temeller üzerine kurmuştur. Ekim Devrimi, her iki insanda temsil olunan siyaset tarzını kendi hattının dışına atmıştır. Geride kalan kişiler arası tartışmalar ise bu noktada önemsizdir. Zimmerwald ve Bakû’de simgeselleşen birbirinden farklı iki hattın devrimle kesintiye uğramasına ilişkin gerçek, iki tarihsel-politik olguya bugünden bakmak devrimin menfaatleri adına düşünüp hareket etmeyi gerektirmez. “Devrim edebiyatı” adına bu tip politik olguların bugüne geldiği biçimiyle hâlâ dışlayıcı bir refleksle karşılanması bilimsel değildir. Ekim, Zimmerwald ile Avrupa’yı, Bakû ile Doğu’yu parçalayıp kendisinde bütünlemiştir. Bu devrimin tarihsel varlığıyla sebep olduğu zaaflar geriye dönük olarak bertaraf edilemeyeceğine göre, her iki durumsal politik müdahalenin, geleceğin devrimi için farklı bir bağlamda teorik açıdan ilişkilendirilmesi zorunludur. Bu ilişkilendirmede, Avrupa’nın ve Doğu’nun toplumsal, politik ve tarihsel ihtiyaçları belirleyici olmamalıdır. Kimse politik planda Avrupa’nın ve Doğu’nun kolektif tarihsel bilinciymiş gibi davranamaz. Bu davranışın kısmî durum ve dönemler dışında devrimci politik bir değeri yoktur. Bu açıdan, Zimmerwald’da Doğu’nun öfkesi, Bakû’de de Batı’nın bilinci eksiktir. Bolşevikler ilkinde dönemin fiilî öfkesi, ikincisinde de verili bilinçlilik hâlinin kendisi olmaya çalışmışlardır. Ancak bu pratik tarz, hâlihazırda mevcut olan ya da oluşma imkânı barındıran öfke ve bilinç hâllerinin fiilîleşmesini, politik dönemin ihtiyaçları uyarınca, görmezden gelmiştir. Bu zaaf ve eksiklik her kısmî, parçalı ve kesintili politik gerçekliğin doğal olarak yaşayacağı bir durumdur. Bir makale “kitap” olamadığı için eleştirilemeyeceğine göre, bir devrim de tarihin akışına 64 yaptığı katkı göz ardı edilerek, tarihin kendisi olamadığı için eleştirilemez. Taktik ve strateji bağlamında Doğu’da açığa çıkan Pan-Türkist ve Pan-İslâmist yönelimlerin içinde fiilî ve maddî planda işleyen sınıf mücadelelerini tetiklemeksizin yapılan ideolojik çalışma, bu coğrafyanın Batı’ya kan kusmasını önlemiştir. Bu eksiklik, Rusya komünistlerini 1921’de Britanya ile gizli bir antlaşma imzalamaya itmiştir. Avrupaî bakış açısına sıkışıp kalan Ruslar Batı’daki komünistleri de sosyaldemokrat ve geniş anlamda sosyalist siyasanın alanına hapsetmiştir. Bu açıdan Ekim Devrimi süreç içinde “Avrupa için devrim”e dönüşmüştür. Her iki Dünya savaşında gücüne güç katan ABD’nin kara gölgesi Avrupa üzerine düştüğünde SSCB’nin varlığı bu fasit daire içinde bir çok durumda insanlığın onurunu kurtarmasına rağmen, devrimci anlamını yitirmiş, seksenlerin sonunda ise fiilî olarak işlevini kaybetmiştir. Buradaki eksiklik ve zaaf, bugün Uzak ve Yakın Doğu hattında yaşanan siyasî ve iktisadî gelişmelerin açığa vurduğu biçimiyle, Doğu’nun devrimcileştirilememesi ve devrimci Doğu’nun teorik/politik ürünleri ve yankılarının Batı’da dalgalanmalara yol açmamasıdır. Batı kendi meşruiyeti ve haklılığı noktasında icat ettiği “Doğu” denilen şeytanı taşlamaya devam etmiş, içindeki sınıf mücadelelerini ört bas etme ve ezme konusunda ustalaşmış, bu ustalık büyük ölçüde Doğu’nun politik varlığından kaynaklanmıştır. Komünistlerin tarihsel zaafı, Batı’nın elindeki bu oyuncağı kırmamak olmuştur. Dün olduğu gibi bugün de Doğu tüm bilinmezliği ve belirsizliği ile emperyalist kapitalizmin olduğu kadar, Dünya komünist hareketinin de yumuşak karnıdır. Doğu’ya ilişkin bilgi Batı’dan yansıtılan teorilerin sınırlarına mahkûm olduğu sürece komünist hareket kendi dar mecrasında boğulacaktır. Doğu’nun sağ liberal/faşist siyasetler uyarınca belirsizlikten kurtulması ise, komünistlerin siyaset sahnesindeki yerini etkisizleştirecektir. Bu anlamda 1920’de Doğu’nun Batı’ya bakan eşiğinde, Bakû’de toplanan kurultayın devrimci edinimi Çin, Kore, Vietnam, BAAS ve hatta İran pratiklerinin toplam sonucunu dönüştürecek, farklı bir mevziiyi farklı bir hat boyunca yeniden kuracaktır. Söz konusu devrim pratiklerinin dolaylı ya da doğrudan Bakû’den beslendiği düşünülürse, kurultayın 1920 yılıyla, Zinovyev ve şürekâsının kaprisleriyle sınırlı olmadığı görülür. Ancak kurultay salonunu aşan politik devrimcilik bizzat devrimci işçi iktidarı için savaşan komünistlerin önderliğinde somutlanmadığından, kurultayın tüm teorik, ideolojik ve politik kazanımları küçük büyük tüm Doğulu burjuvaların hanesine yazılmıştır. 1920’lerle birlikte mazlum halklar ve milletlerle ilgili geliştirilen politika, sınıf mücadeleleri ve devrimci işçi iktidarı perspektifinden uzaklaştığı ölçüde, iflas etmiştir. 65 Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongresi’nde kurultay için kararlaştırılan çağrı metni esas olarak İran, Türk ve Ermeni emekçi halklarına mensup temsilcilere yöneliktir. Burada asıl amaç, MoskovaPetrograd hattında yanan devrim ateşinin güneye doğru genişletilmesidir. Ancak hem karşı-devrimci güçlerin varlığı hem de Batı’dan gelen kötü haberlere Doğu’daki sınıfsal çelişkilerde komünistlerin zayıf olması eklenince, söz konusu niyet terk edilir ve ateşin bu coğrafyaya taşınmasından ziyâde, bu üç kart uluslararası ilişkiler ve diplomasi bağlamında emperyalist güçlerle oturulan pazarlık masasında koz olarak kullanılır. İngilizler, Almanlar hatta Osmanlı artıklarının göz diktiği bu bölgede Rusya devrimci-saldırgan değil, savunmacı-çekilmeci bir siyaset uygular. 1920, bölge için önemli değişimlerin ve dönüşümlerin yaşandığı bir yıldır. Batı’nın iktisadî ve siyasî açıdan Doğu’ya muhtaç olması sebebiyle bu yıl sadece bölge değil, tüm Dünya için muazzam bir önemi haizdir. Kurultaya katılan ABD’li komünist John Reed’in, kurultayın güney ve kuzeyiyle tüm Amerika kıtasına sirayet edeceğine dair tespitleri meselenin boyutlarını göstermektedir. Ancak kurultayda ve sonrasında yaşananlar Reed’i hayal kırıklığına uğratmış ve O yapılan hamlenin birkaç politikacının ayak oyunlarına kurban edildiğini söylemiştir. Bu ayak oyunları, kurultayın teorik mimarı, Milletler Komiseri Stalin’in yardımcısı ve KUTV kurucusu Mir Seyit Sultan Galiyev’i dönem dâhilinde tasfiye etmiştir. Devrimin Batı’ya doğru yayılamayacağını gören Rus komünistler önce Doğu kartını oynamış, ardından da devrimin muhafaza edilmesi için adımlar atmaya başlamışlardır. Sonradan geliştirilen Türkçülük ve İslâmcılık karşıtı edebiyat büyük ölçüde mazeretten ibarettir. Çünkü o dönemde, bugün anladığımız anlamda anti-komünist bir Türkçülük’ten ve İslâmcılık’tan eser yoktur. Devrimin fiilî varlığı, Çar ve Rusya karşıtı halk dinamiklerine öncülük eden siyasetlerin bilinç ve eylemlerini dönüştürmüştür. Kurultay salonunda asılan ve üzerinde Kur’an’dan bir ayetin yazılı olduğu pankart bunun delilidir: “Birbirinizi şûralarla yönetin.” Batılı anlamda devlet olmayan bir şûra devleti, Sovyet Rusya, Mehdîci kimi Müslümanlar’a cazip gelmiş, Mehdi’nin yeryüzüne indiğini ve O’nun Sovyetler olduğunu düşünmelerine sebep olmuştur. Yine, Batı’da milliyetçi ideolojiyi biçimlendiren Yahudi-Siyonist teorisyenlerin anladığı anlamda bir millet kavramsallığını Doğu’nun somutunda arayanlar ya bu dinî-politik yönelimin mensuplarıdır ya da onların güdümünde hareket edenlerdir. Doğu’daki millet anlayışı büyük ölçüde, politik temelde darlaştırılmış bir ümmet anlayışıdır ki burada ırkî ve kabilevî üstünlük anlayışına yer yoktur. 66 Brest-Litovsk ile sarsılan devrim ölçeğini ve ölçüsünü değiştirmek yerine, kendisini teorik ve pratik açıdan besleyen Avrupa ile arasındaki tarihsel-toplumsal bağları nitel anlamda dönüştürecek müdahaleye, Doğu’nun pratik mücadelesine, izin vermemiştir. Sadece Rus değil, tüm Çarlık Rusyası’na ait coğrafya ile kendisini tanımlayan devrimin partisi, kendi içinde devrime alan açma noktasında zayıf kalmıştır. Barış politikası ile mevzi kazanan Bolşevikler iç savaşı ve dış tehditleri savuşturmak için kimi durumsal ittifak politikaları geliştirmenin ötesine geçememiş, Doğu’nun hâlihazırda var olan ya da oluşma potansiyeli taşıyan kolektivist, komünizan geleneklerine güvenememiştir. Mazlum milletler içinde oluşan kimi ideolojik geçişmelerin içinde faal hâle gelen çatışmaları ve gerilimleri devrimcileştirmek için gerekli zamansalmekânsal imkânları bulamamıştır. İmkânsızlık, Doğu’ya Batılı gözlüğü ile bakmaya, Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi gibi dönüşüm momentlerini yaşamamış olan Doğu’daki bu çifte eksikliği Ekim ile gidermeye zorlamıştır. Komüntern’in desteği, yardımı ve kararıyla ama esasen Bakû’nün etki ve itilimiyle toplanan Tüm Türkiye Komünistleri Kongresi, devrimin sınırlarını Brest-Litovsk’un ötesine taşımayı hedefleyen ve farklı kanallardan gelen kadroları ortaklaştıran yeni bir parti örgütlenmesiyle süreklilik kazanmıştır. İçindeki Türkçü ve İslâmcı ögelerin tespitini bugünün apolitik sosyolojistlerine ve siyaset bilimcilerine bıraktıktan sonra söylenebilir ki; TKP, emekçi halkın biricik ideolojik-politik cephesi olması sebebiyle, önce Karadeniz’de, ardından Ankara koridorlarında boğulmuştur. Bir yıl gibi kısa bir süre içinde Doğu’nun cesur komünistleri, emekçi halk dinamikleri ile kurduğu ilişkileri devrimcileştiremeden Kemalistler gibi sınıf düşmanları tarafından ezilmiştir. Bakû Kurultayı’ndan iki gün sonra aynı şehirde kurulan parti Onbeşler’in katlini izleyen süreç içinde burjuva siyasasının figüranı düzeyine düşürülmüştür. Eski Doğu toplumlarında kullanılan bir atasözü partinin ezilmesine dair önemli bir işaret vermektedir. Geçmişte Doğu’da kurulan hemen hemen bütün devletlerin bilinçaltında olan bu söze göre; “evi kuran balta evin içine konmaz.” Tarih boyunca bu sözü doğrulayacak şekilde, devletleri kuran unsurlar dışlanmış, zulme uğramış ve tasfiye edilmiştir. ‘Kurtuluş Savaşı’ olarak ifade edilen dönemde Osmanlı’nın bir biçimde dönüştürülüp yeni bir devlet formülasyonunun oluşacağı momentte üç kurucu dinamik öne çıkmıştır: Kürtler, tarikatlar ve sosyalistler. M. Kemal, yeni devletin mutlak kendisi olarak, bu üç kurucu unsuru tasfiye etmek için elinden geleni yapmış, ordu tümüyle bu zihniyet üzerinden biçimlendirilip tahkim edilmiştir. Hâlâ tartışılan bu üç meselede komünistler önemli bir kolektif mevzi açmış olmakla baştan hedef tah67 tasına alınmıştır. Komünistlerin bu üç dinamik içinde ortak devrimci hat çıkarmasına izin verilmemiştir. Sonraki kuşaklara bu zaaf teorik ve pratik bir mecburiyet olarak öğretilerek, Kemalist siyasanın sınırlarını aşmayı imkânsızlaştırmıştır. Kürt ayaklanmalarını bastıran orduyu alkışlayan ve tarikatların kapatılıp mazlum Müslüman halkın horlanması karşısında ellerini ovuşturan Batı kafalı II. Enternasyonalci sosyalistler komünist hareketi sekteye uğratmıştır. Üç kurucu unsur içinde işleyen sınıf mücadelelerinde saflaşmayı zorlayıp devrimci bir hat çıkartmayı düşünmeyen sözde komünistler burjuva siyaset tiyatrosunda, perde arkasında rol bekleyen figüranlar gibi, oyunu daima kenardan izlemiştir. Önümüzdeki süreçte komünistlerin kendi tarihini dönüştürecek adımlar atması zorunludur. Bakû Kurultayı ve Tüm Türkiye Komünistleri Kongresi bu dönüşümün ihtiyaç duyduğu araçlar için iki önemli örnek modeldir. Batılı fikriyatın ve fiiliyatın ülkeyi ve bölgeyi dönüştüreceğine hâlâ safça inananlar, bu inançlarından ötürü, dönüşümü gerçekleştirecek fiilî maddî dinamikleri göremeyip onlarla organik ilişkiler geliştirememektedir. Hâlâ Batı’nın “gör” dediğini gören, “duy” dediğini duyan aydınlar ve genelde solcular, Tanzimat’tan Kemal’e uzanan dönemin kırıntılarıyla yaşamayı tek yol olarak görmektedir. “Batı’dan devrim çıkmaz” diyen Sultan Galiyev’in erken çığlığı bugün için gerçek bir hattı anımsatmaktadır. Soros’un, Masonik vakıfların, NATO ordularının, BM’nin, ABD ve AB’nin Doğu’yu “dönüştürmesi”ne eyvallah eden solculukla komünistlerin hiçbir ilişkisi olamaz, olmamalıdır. Komünistlerin, bir yıl gibi kısa bir süre içinde kimi tarihsel zorunluluklar uyarınca etkisiz kalan Bakû ve TKP oluşumunu yeni imkânlarla farklı bir bağlamda üretmesi gerekmektedir. Komünistler kendilerini, tarihe ve topluma ait her türlü hareket biçimine karşı koruyan sığınaklarından çıkmalı, soyut imgelerden, hayallerden ve ütopyalardan sıyrılıp somut ilişkiler kurarak tüm kapı ve pencerelerini Doğu’dan esen rüzgârlara açmalıdır. Geçmişte İngilizler’in saldırı ve yağmasına maruz kalan, bugün ABD’nin yeni stratejik planlarına kurban olan Doğulu mazlum halklar için komünistlerin söyleyeceği bir şeyler olmalıdır. Komünistler Kongresi bayrağını açıp; yeniden ve “ilk defa”, Devrim, Parti, Bakû Kurultayı ve Doğunun mazlum halkları çağrışımı yapmanın kıvancını taşımaktayız. Tarihi, kendi tekelindeymiş gibi zannedip, donduranlardan farklı olarak, daha önce yayınlanan ama dönemin siyasal mevzilenişi gereği amacı dışında işlev gören ve kasıtlı tahrif edilen bu kitabı tüm belgeleriyle ve yeni bir çeviriyle gün yüzüne çıkarmaktaki amacımız mevcut siyasî mevzilenişimize müdahale etmektir. * * * Kapitalist-emperyalizmin iç dinamiğinin baskısıyla içine sürüklendiğimiz tarihsel kesit, özellikle coğrafyamızda, Komünistlerin tarih bilgisini yeniden kurmasını zorlamaktadır. Elbette yalnızca Doğulu mazlum halklar için değil; tüm dünya halklarının kaderi için Doğulu komünistlerin söylecekleri tarihin akışını değiştirecek yığınla SÖZ vardır. Bu tarihsel SÖZ’lerin yeni yeni vücut bulacağı bir tarihsel kesitte kulağımızı bizden öncekilerin söylediklerine kabartarak, II. Tüm Türkiyeli Ancak tarihsel kesitimiz içinde ne Zimmerwald (Batı) ve Bakû (Doğu) gibi iki tarihsel süreci rayına oturtacak bir Devrim momenti yaşıyoruz ne üzerimizde Komüntern’in hamiliği ile sosyalist devlet güvencesi var ne de I. Doğu Halkları Kurultayı gibi oluşu iliklerimizde hissediyoruz. Ayrıca tarihsel haklılığı ve meşruluğu ile saflarımıza “partini kur” çağrısı yapan bir güç de yoktur. Bu noktada da Türkiyeli Komünistler olarak diyalektiğin bilimsel yasasını işleteceğiz. Bolşevikler yaparak öğrenmişlerdi. Biz öğrenerek yapacağız ve yaptıkça da öğreneceğiz. Tarih- 68 Görüyoruz ki kapitalist-emperyalizmin Doğuya müdahalesinin derinleştiği şu günlerde, özellikle müdahalenin etkisiyle ve Doğulu mazlum halkların direnişiyle Doğudan gelecek bir Devrim güncellik kazanmıştır. Dolayısıyla da Sol çevrelerde bu bağlamda yürütülen tartışmalar alevlenmiştir ve ilk elden gözden geçirilen süreç Sovyetlerin dış politikası ve Bolşeviklerin öncülüğünde gerçekleştirilen I. Doğu Halkları Kurultayı olmuştur. Bu ilgide Kolektifimiz’in de bir payı olduğuna inanıyoruz. Ancak tartışmaların geneli ya Doğuculuk-Batıcılık ya özellikle burjuvazi tarafından gündemimize yerleştirilen ulusalcılık (nasyonal sosyalizm) ya da Sovyetlerin Bolşevik kadrolarının hataları üzerinden derinleşmek adına sığlaştırılmıştır. Bütün bu sığlaştırılan tartışmaların maskelediği tek gerçek ise “Biz daha yetkinini, iyisini yapacağız!..” komünist ilkeselliği olmuştur. Bu kitabı yayınlamamızın nedenlerinden biri de bu ilkeselliği gündemleştirilerek bütün kadroların bilincine taşımaktır. Devrimci ve Marksist Doğulu komünistlerin Batıcılık-Doğuculuk, ulusalcılık ve aşırı teorisizm(eleştiricilik)e karşı aşısı Zayıf Halka formülasyonudur. Bu ayraç üzerinde derinleşmek Devrimci ve Marksist kadrolar için yersiz bir tartışma olan Batıcılık-Doğuculuk gibi bir saflaşmayı ve 2. Enternasyonalci yoz bir bilinç olan ulusalcılığı bertaraf edecektir. Bilindiği gibi Marksizm Batı düşüncesi eleştirisi üzerinden ayaklarını yere basmış, Doğudan gelen Ekim Devrimi ile yeni bir senteze kavuşmuştur. Gerçektende tarihsel akış içinde Doğu hem kapitalizmin ve emperyalizmin hem de Marksizmin zayıf halkası olagelmiştir. Bu düğümü çözecek olan Doğulu komünistler Dünya Devriminin ateşini tekrardan yakabileceklerdir. Ve biz Doğunun bir parçası olan Türkiyeli Marksistler tarihsel olarak diğerlerinden avantajlı konumumuzla bu görevi kolektif bir bilinçle sırtımıza yüklenmeliyiz. 69 sel kesiti tersinden işleterek Bolşeviklerin göreviyle kendi görevimizi çakıştırırken Bolşeviklerin düştüğü hatalardan çok yönlü derslersonuçlar çıkaracağız. (Örneğin yoldaşlarımızdan: Amerikan (antiemperyalist) karşıtı görünen İran burjuvazisi, oradaki yoldaşlarımızı boğarken sırf bu kimliği yüzünden ulusal burjuvaziyi el altından desteklememeyi; Dünya Devriminin kaderini etkileyecek kararları verirken bir kalenin feda edilebileceğini öğrendik). Devrim, bu günün Doğulu komünistleri ile öncülerimizin arasındaki bağ olarak görevlerimizi açıkça önümüze koymuştur. Tarihin tersten diyalektik olarak işlemesi için önce II. Tüm Türkiyeli Komünistler Kongresi ile saflarımızı sıklaştırmalı ve bizi Devrime ulaştıracak Komünist Partimizi oluşturmalıyız. Paralel biçimde Enternasyonalin bir çekirdeği olarak Doğulu yoldaşlarımızla halklarımızı kapitalist-emperyalizme karşı savaşa mevzilendirecek II. Doğu Halkları Kurultayı’nı örgütlemeliyiz. I. Doğu Halkları Kurultayı her şeye rağmen işlevini yerine getirmiştir. Devrimin ateşi İda dağından çalınıp Alpleri tutuşturmuş, Ekim Devrimi ile Ural-Altay Dağları aydınlanmış, Bakû Kurultayı ile Asyanın engin doruklarına taşınmıştır. Bolşeviklerin torunlarının elini yakan ateş yere düşse de insanlık Nuh’un Dağında yakılacak ateşle dünyanın ikinci kuruluşunu Doğulu Komünistlerden beklemektedir. Bu ateşi, yana yana nasırlaşmış ellerimizle dünyanın bütün doruklarına taşımalıyız. Kurultay’a Türkiye komünist hareketini temsilen katılan Naciye Hanım’ın “her insan gündoğumunu görmek için karanlığın içinden geçmek zorundadır” sözüne atfen bu kitaba Gündoğumunu Görmek ismi uygun görülmüştür. Kitabın ek bölümünde çeşitli Türkçe ve İngilizce kaynaklardan temin edilen kimi makalelere ve belgelere yer verilmiştir. Eklerde, Lenin’in siyasî yürüyüşünde Doğu’ya yüklediği devrimci anlamı ifade eden bazı yazılara; Kurultay’ın fikir babası olan Sultan Galiyev’e ait Doğu ile ilgili makalelere; Stalin’in bir çalışmasına ve Mustafa Suphi’ye ait iki yazıya yer verilmiştir. Koral Yayınları’nın yaptığı eski basımda bulunan Kurultay’la ilgili Sovyet basınının haberlerine ait bölüm kimi düzeltmelerle yeniden kullanılmıştır. Eklere kadar olan bölümün ve kimi ek yazıların çevirisinde John Riddell’in editörlüğünde hazırlanan aynı adlı kitaptan faydalanılmıştır. Söz konusu kitap belgelerin 1977’de yayınlanan ve Brian Pearce tarafından yapılan çevirisi kullanılmıştır (John Riddell, To See the Dawn, Pathfinder Press III. Baskı 2001 New York). 70 Ali Özdoğu Kitap Üretim-Dağıtım Sürecinde “Sol”un Vukuatı -Eleştiri-Uyarı- Sol’un bütün renklerinin elinde birer yayınevi aracı bulunmaktadır. Binbir emek ve özveri ile oluşturulan bu yayınevleri kitap, dergi, broşür ve gazete üretiminde rol almıştır. Sorun Yayınları Kolektifi’mizin elindeki yayınevi aracı da bu türden bir Kurum’dur. İşçi sınıfının malı olan bu Kurum şimdilik bir Yayın Kurulu disiplini ile yönetilmektedir. Harcında Proletaryanın teri ve faşizmin boy hedefi Orhan Kaplan gibi yoldaşlarımızın kanı vardır. Devrimci ve Marksist Sol Kadrolar “öndersizlik krizi” sorununu aşarak II.TTKK yöntemi ile hareketimizi daha ileri bir mevziye sıçrattığında şu an elimizdeki yayınevi anahtarını, maddî-manevî birikimlerimizle, arşivimizle birlikte bu türden bir kurumlaşmanın disiplinine teslim edeceğimizi 30 yıl önce bu işe başlarken söylemiştik. Bu sözümüzün bir ifadesi olarak yayın faaliyetinde bulunduğumuzu dost-düşman herkes biliyor. Belgelidir. Nihaî amacı bir olan bütün kadrolar elimizdeki aracı (Kurum’u) belli amaç ve disiplinlerle kullanma hakkına da sahiptir. Yeter ki, işçi sınıfı hareketi ile sosyalist hareketi buluşturup bütünleştirme sürecinde katkıda bulunabilsin ve böylelikle ciddî, güvenilir ve donanımlı bir PARTİ’nin oluşturulması mücadelesine yeni ivmeler kazandırabilsin. Yoksul Türk ve Kürt köylülüğünün talep ve ihtiyaçlarının karşılanması mücadelesine, ilerici-devrimci gençliğin mücadelesine “gençliğin yolu işçi sınıfının yoludur” diyerek bütünlüklü çabaların yeni nitelikler kazanmasına katkı sunmayı amaçlasın. Yeter ki, Marksizmin algılanması, özümlenmesi ve yorumu konusunda anlamlı bir niyeti ve çabası olsun. Marksizmi pratikte yeniden üretmeye yönelik bir iş üzerinde bulunsun... * * * Üretim faaliyeti içindeki yayınevlerinin hem siyasî hem de ticarî ilişkileri vardır. Yapılan üretim kapitalizmin koşullarında ve kuşatması altındadır. Devrimci ve Marksist kimlikli yayın kolektifleri ise daha ağır koşul ve kuşatma altında işlevsel olmanın mücadelesini veriyor. Kitap, Dergi, Broşür ve Gazete üretiminin asıl sahibine ulaştırılması mücadelesinde hem siyasî ilişkiler ağı hem de ticarî ilişkiler ağı kullanılmaktadır. Bu ağları yeterince kullanageldiğimizi iddia edemiyoruz. Elimizdeki araçları kullanırken ürettiğimiz kitap, vb.lerini binbir emek ve özveri ile hazırlıyoruz, sonra da “kedinin boynuna ciğer takar” gibi götürüp “kapitalist” işleyişli(!) dağıtım kuruluşlarına teslim ediyoruz. On71 ların mantığı ise ‘Allah bize, biz de size…’ gibi çalışmaktadır. Kitap dağıtım şirketleri ne kapitalist, ne de sosyalist bir işleyiş içindedir. Bunların dışında tekelci sermaye kuruluşları da yayın-dağıtım alanında işbaşı yapmıştır. Çoğu sol cenahtan gelen kimi dağıtımevleri ilerici, demokrat, devrimci, sosyalist ve Marksist Yayın Kolektiflerini sömürüp ayakta kalmayı başardıktan sonra çok büyük maddî-manevî “hatıra” bırakarak ortadan toz olmaktadır... Babıâli’nin tarihsel açıdan da kirli sokak ve mekânlarında 30 yıldır bunların bıraktığı “hatıra” ve pisliklerle boğuşuyoruz. Kolay mıdır? Hem dost kılıklı eloğulları ile hem de sistemin kuşatma, baskı ve terörü ile boğuşmak ve ayakta kalabilmek?... Cenahımızın ürettiği kitapların asıl sahibiyle buluşabilmesi için: Sol’un bağımsız sınıf tavrı sergilemesi, açık faaliyet alanlarında çeşitli ve çok yönlü kurumlaşmaları örgütlemesi için öncelikli olarak ciddî, güvenilir ve donanımlı bir PARTİ’nin oluşturulması gerekir/beklenir. PARTİ kurumlaşmasıyla organik ilişkili “Bilim Kurulu-Enstitü ve Akademi” gibi gerekli kurum disiplinlerinin geliştirilip güçlendirilmesi gerekir. Bu türden güvencelerle üretilen kitap, dergi, gazeteyi kitlelere ulaştırabilecek dağıtım ağının kurulması, gerekiyorsa burjuva dağıtım ağının belli disiplinlerle kullanılması son derece hayatî ve can alıcı bir sorundur. Kendi bağımsız örgütsel dağıtım ağını örgütleyemeyen kimi sol eğilimler, organlarında “tekelci holdingler bizim yayınları dağıtmıyor” yollu bazı serzenişlerde(!) bulunuyor. Sen tekelci sermayenin diktatörlüğünü kökten yıkmaya uğraşıyorsun, onlar da senin yayınlarını dağıtmıyor diye sevinecek yerde birilerine “sitem” ediyorsun!? Hangi hakla? Oturur hesabını kitabını yaparsın, kendi dağıtım ağını kurup yayınlarını dağıtırsın. Konu bu kadar açık ve nettir. Kitap dağıtım işinde 30 yıllık yayın hayatının bizlerde bıraktığı “hatı1 raları” anlatmaya kalksak buna sayfalar, yetmez. Hatta romanlar bile yazılır. 1962 yılında görece sınırlı demokratik bir ortamın getirdiği koşullarda ilerici yayınlarda bir artış gözlendi. O güne kadar basılıp yayınlanamayan kitaplar ve kimi Marksist klasikler “furya” misali ortaya çıktı. Yanlış tercümeler, çarpıtıcı-saptırıcı yayınlar insanımızı biçimlendirmeye koyuldu. İlerici yayın hayatı yaygınlaşırken I.TİP’in kimi kadroları “dağıtım” işine de soyundu. Bu dağıtımcılar “sol yayıncılıktan” âdeta Karun oldu. Anılan dağıtımcılar Babıâli’de han-hamam sahibi oldu. Çeşitli yayınevleri kurdular. Dağıtımdan kazanılan paralarla büyük kitabevleri, kafeler açtılar. Bu işlere girenler, doğallıkla sistemle bütünleşip tüccar olmayı başardılar. Kimileri de devletle bütünleşip “memur” oldu. 72 1962-1970 sürecinde basılan kitapların tirajı 5-10 bini aşıyordu. 12 Mart 1971 askerî faşist diktatörlük dönemi bu sürece ağır darbeler vurdu. Devrimci ve Marksist eserler askerî kışlalarda alenen yakıldı.12 Eylül 1980 faşizmi bu sürece tüy dikti. Kitap tirajları 3 binlere indi. Devlet tekelci kapitalizmi Devrimci ve Marksist kadroları çifte kilit altında tutmaya başladı. Sorun Yayınları Kolektifi ve çalışanları tam altı yıl (1980-1986) çifte kilit altında tutuldu. TCK ve TMK gibi gerici-faşist yasalarla cenahımızın hayat damarları iyice kısıldı. 1990’lardaki tirajlar bin rakamına, günümüzde ise 500 adetlere çekildi. Yakın bir gelecekte bu rakamlardaki ürünler eski sosyalist ülkelerdeki gibi sokak satıcılarında ve birer liraya alıcı aramaya başlayacaktır. Cenahımızın hızla toparlanıp örgütlenmesine bağlı olarak bu süreç de tersyüz edilmeyi beklemektedir. Sistem tarafından kültürel açıdan da geri bıraktırılmış bir formasyonda kitap sektörü (birkaç tekel hariç), ilaç, giyim, gıda sektörü gibi organize değildir. Siyasal-ekonomik kriz süreçlerinde insanımızın temel bir ihtiyacı olmayı başaramayan kitap ilk vazgeçilecek “meta”dır. Hele cenahımızın hitap ettiği kesim bin parçalı ve “örgütler anarşisi” hastalığına duçar olmuşsa, beynine, yüreğine ve bilincine hitap edilecek insanımızı nerede bulacaksın?... Günümüzdeki kitap dağıtımı ile iştigal edenlerin çoğu “sol” cenahtan gelmektedir. Bu işle iştigal edenlerin büyük çoğunluğu ilerici, demokrat, devrimci, sosyalist ve Marksist yayınevlerini sömürerek ayakta kalmayı başarmış, dağıtım ağının tekelleşmesiyle birlikte iflâs etmiş, “cızdım oynamiram” diyerek ortadan yok olmuşlardır. Bazılarının isimlerini de yazalım: Yön, Arkadaş, Papirüs, Kelepir ve Devin “dağıtım” bunlardan belli başlılarıdır. Bu “dağıtım”cıların tamamı “devrimci ve sol” iddiaların merkezinden gelmektedir. Gençlik hareketleri içindeyken çok “sevimli” olan bu çocuklar, esnaf ilişkilerine girince devrimci özlerini hızla kaybetmiş, birer çirkin esnaf kimliğine bürünmekte zorluk çekmemişlerdir. Milyarlarca zarar verip “dağıtım” işinden çekilen bu zevatların bıraktığı “hatıra”ları mensup oldukları siyasî eğilimlerden-örgütlerden mi tahsil edeceğiz? Ticarî-siyasî hangi mekanizmaları hareketlendireceğiz. Arkadaş dağıtım DY geleneğinden, Papirüs ve Devin ÖDP’den Yön ile Kelepir Aydınlık ayrışmasından geliyor. Papirüs yetkilisi: “Siz bizim partimize ‘What is this party? ÖDP vb. Üzerine’ diye kitap yazdınız. Kitaplarınızı niye dağıtalım?” demiş, kurduğu ticarethane ile “partisini” birbirine karıştırmıştı. Papirüs tabelasına ÖDP yazmış olsaydı bunu söylemeye hakkı olabilirdi. Fakat siyasî tercihi ile yaptığı ticarî işin kurallarını birbirine karıştırmıştı. Bu türden bir işleyiş büyük kitabevlerinde de aynıdır. Tezgâhtar gerici veya ÖDP, İP, 73 SİP, EMEP vb. örgüt taraftarlarının elindeyse Sorun Yayınları Kolekti2 fi’nin kitapları raflarda yerine alamayacaktır. Papirüs dağıtım batar, aynı mekâna bu kez Devin gelir. Onlar da ağabeylerinin yolundan gider ve batarlar. Kendilerine yapılan uyarıyı dinlemeyip tekelleşen dağıtım piyasasından bizlere büyük zararlar vererek ayrılırlar. Böylelerinin dağıtım işindeki başarısızlıkları topyekûn Sol’un hanesine yazılır: “Sol yayınevi kuramaz, dağıtım işini beceremez, matbaa-mücellithane işletemez, kurum oluşturma geleneklerini daima batırır...” Sözün özü: “Sol”lar, solcular zararlı yaratıklardır! Benzeri işleyiş Anadolu’daki kitabevi işleyişleri için de geçerlidir. HEP-DEP-HADEP sürecinde sorumlu yöneticilerinin “kefil” olduğu bütün kitabevleri Sorun Yayınları Kolektifi’nin kitaplarını almış, satarak para kazanmış, fakat çeklerinin karşılığı çıkmamış, sorumlular da toz olmuştur! ÖDP ile HADEP’lilerin bıraktığı “hatıra”yı bu örgütlerin yetkililerinin kapısına dayanarak tahsil etmek hakkına sahibiz. Nasıl mı yapacağız? Öncelikli olarak sözlü-yazılı uyararak, ardından teşhir ederek ve... * * * Devin dağıtımda karşılaştığımız bir ÖDP’li zevat, hazır Sırrı Öztürk ayağına kadar gelmişken içindeki zehirini kinayeli laflarla kusmuş; “Şu işçi sınıfının anasını sin kaf ederim, bizi arkadan vurmuştur!...” diyebilmiştir. Öğrendiğimize göre bu sözleri sarfeden hem de sosyolog imiş (!). Sosyalist sol düzeyli ve ilkeli bir zeminde olsaydı böyleleri “ya delidir ya kışkırtıcı ajandır” diyerek açığa vurulurdu. İsmini Sırrı Öztürk’ün isminden önce yazıp kendisine verdiğimiz değerin ne anlama geldiğini kavrayamayan bir haddini bilmez “felsefeci” genç 3 insan da “işçi sınıfı bok çukurundadır” diyebilmektedir. Bu sözünü doğrudan işçi sınıfı için sarfediyor/edebiliyor. Sendika bürokrasisi, işçi aristokrasisi için diyemiyor. Bugünkü sınırlı bilgilerimizle eleştirdiğimiz ve de daha yetkinini üretmeye yeltenip davrandığımız Sovyetler Birliği deneyiminde böylelerini tedavi için “akıl hastanesi”ne gönderiyorlardı... Acaba biz nasıl bir yöntem uygulasak? Çok şükür, sınıfsal-ideolojik konumlarıyla ve başta TÜSİAD olmak üzere finans oligarşisi ile emekli-emeksiz paşalar böyle düşünmüyor. İşçi sınıfının dosta-düşmana verdiği 15/16 Haziran Hareketi dersini 4 akıllarından çıkarmıyor. Bu babta en büyük tesellimiz de budur. Küçükburjuva avantürye takımı ideolojik-sınıfsal kimlikleriyle hâkim gerici sınıflardan da bin kat geridedir. “Kader”e bak!... Kapitalist sistemde ticarî ilişkilerin de sosyalist ilişkilerin de birer (kendine özgü) mantığı vardır. Rasyonel akılcılık yerine saçma sapan ilişkiler kurulmasını elbette özlemiyoruz. Dağıtım işine soyunan kapita74 list ile kapitalist, sosyalist ile de sosyalist ilişki kurulur. Örneğimizde ne biri ne de ötekisi söz konusudur. Mafyatik ilişkilerin bile bir mantığı vardır. Böylelerinde ise hiç biri yoktur. Siyasî ve ahlâkî bir duyarlılığı ve işleyişi olmayan ilişkilerle Devrimci ve Marksist Kadroların işlevsel oluşuna “darbe” anlamına gelen bu türden asalaklıkların hesabı sorulacaktır. Koç, Sabancı, Eczacıbaşı’na kazık atmayı beceremeyenler, Solu sömürerek sistemin başaramadığı bir “görevi” yerine getirirken bu işlerin “hayır” getirmeyeceğini bilmek zorundadır. Ayrıca, Devrimci ve Marksist Yayın Kolektiflerinin birer Kızılay ya da Yardım Sevenler Cemiyeti olmadığını da öğrenmek durumundadır. 12 Ocak 2006 Dipnot Açıklamaları: 1. Sırrı Öztürk, İlerici Yayıncılığımızın Sorumluluğu, Sorun Yayınları, 1985. 2. Gökkuşağı dağıtımevi, kitap dağıtımında Babıâli’nin birincisi olmuştur. İlanların da 800 yayınevinin dağıtımını yaptığı ve Anadolu’daki 4 bin kitabevi ile ilişkili olduğu belirtiliyor! “Hocaefendi hazretleri” sempatizanı olduğu söylenen Gökkuşağı dağıtımevinde her yayınevinin kitabı dağıtılır, fakat Sorun Yayınları Kolektifi’ne yer yoktur. Yani Gökkuşağının kırmızı rengi böylece pembeleşmiş, ismine ters düşmüştür. İslâmî bir hizip Devrimci ve Marksist bir Yayın Kolektifi’nin kitaplarını sansür etme hakkını(!) ticarî ilişkilerinde dahi gözetebiliyorsa, Sol’un bundan utanması gerekmez mi? İslâmî hiziplerden bir diğeri de TİMAŞ (Babıâli’de tersinden MİTAŞ diye okunur) dağıtım kurumlaşmasıdır. Kitabevi-kafe zincirleri oluşturarak tekelleşen, yayınevlerinden direkt alım yaparak kârına kâr katanların tavrı ise hiç olmazsa net ve açıktır; “Sizin kitaplarınızı siyaseten satmıyoruz/satmayız!” Cenahımızın ürettiği kitapların sınırlı da olsa İstanbul’da dağıtımını yapan birkaç dağıtımevi kalmıştır: Sosyal, Yeni Çizgi ve Alfa dağıtım. Ankara’da ise yalnızca Dost dağıtım. Fazla söze gerek var mıdır, cenahımızın “halipürmelâlini” arzetmeye?... 3. Orhan Gökdemir, Fabrika dergisi, 2005, Sayı:3, s.19. 4. Sırrı Öztürk, İşçi Sınıfı Sendikalar ve 15/16 Haziran, Sorun Yayınları, 2.Baskı, 2001. 75 Hüseyin Ali Selvi Kültür/Sanat Cephesinin Genel Başlıkları Neler Olmalı? -Tartışma- Günümüzdeki Egemen-Yoz “Popüler Kültür” Cephesine Karşı Oluşturulacak Bir Kültür/Sanat Cephesinin Genel Başlıkları Neler Olmalı? 1-Sanat cephesi, öncelikle, egemenlerce dayatılan popülist/popüler kültür/sanata içtenlikle, tutarlılıkla karşı çıkan sol görüşlü tüm muhalif sanatçıların dayanışma, diyalog, üretim ve paylaşım ihtiyacını karşılayacak bir ZEMİN olmalıdır. Bu dayanışmanın, ilkeselliğin üretim ve paylaşımın, yaratıcı diyalogların GELENEK halini alması hedeflenmelidir. Bu zeminde sağlıklı araçlar oluşturulmazsa, geçmişteki olumsuz “vukuat”ların gölgesi sürekli görülür ve en genel çerçevede bile bir araya gelinememiş olunur… Buradaki “sol görüşlü” sözünden kasıt, faşistlerle kol kola girmiş “adı belli” sahte sol çevreler dışında kalan, şu ya da bu şekilde sosyalist görüşü sanatına kılavuz edinmiş tüm çevre ve kişiler ile onların tutarlı bağlaşığı olabilecek devrimci-demokratyurtsever çevre ve kişilerdir… Dikkat edilmesi gereken, şu anki aşamada mümkün olan en geniş çerçevenin ilkeli biçimde oluşturulması görevidir. Satılık olmayan kalemlerin birliği, dayanışması, yaratıcı diyaloğu, ürün kolektifi ve paylaşımı… Ürünlerinin basım, dağıtım, tanıtım sorunlarına karşı tekelci dayatmaların, kuşatmaların delinmesi… Bunlarla birlikte yoz-tekelci kültürel dayatmalara alternatif olacak kültürün niteliklerinin özgürce tartışılması ve bu sürecin sonunda genel ilkelerin belirlenmesi… Saptanacak ilkeler ışığında sanatsal cephenin ve onun organlarının geliştirilmesi… Yoz kültüre karşı (nitelikli ürünlerle) kampanyalar düzenlenmesi (kültür merkezlerinden saz kurslarına kadar her yerin zorlanması)… Etkinlikler yapılması (sohbet, panel, gece, miting vs.)… 2- Yukarıda sözünü ettiğim “ilkelilikler” sözünü biraz daha açmak gerekir. Bu ilkelilik sanat-edebiyatta izlenen çerçeve, tutum ve inanışları kapsamaktadır. Bir yanıyla sanatsal bir yanıyla felsefî sayılır. Öncelikle, sanat cephesi, sanatın bireysellik-toplumsallık diyalektiğinden, tarihsellik ve sınıfsallıktan ayrı düşünülemeyeceğini ilke olarak kabul eder. Kitlelere yukarıdan aşağıya doğru dayatılan yoz, gerici, mistik, bireyci, bilinemezci, vb. tüm çürük kültürel afyonlara; bu ürün “sol” etiketli de olsa bilinçle ve ısrarla karşı çıkar. Bu karşı çıkış; cephenin belirli 76 bir yıkıcı güce sahip olması anlamına gelmektedir (eleştiri, teşhir ve boykota kadar). Ancak bu yıkıcılık, oluşma evresindeki yeni kültürün, başta burjuva çağının kazandırdığı kültürel değerler olmak üzere, insanlığın binlerce yıldır biriktiregeldiği bütün kültürel-sanatsal değerlerin üzerinde, onların ‘akla uygun gelişimi’ olacağını bir an için bile olsa unutmamalıdır. Yıkıcılık ve yapıcılık kol kola yürümelidir. Demek ki sanat cephesi, oldukça geniş ufuklu, seçici, ama ilkesel konularda tavizsiz olmalıdır… 3- İkinci adımda sözü edilen seçicilik yetkesinin hakkıyla yerine getirilebilmesi, sanat cephesi sanatçılarının devrimci bir “rönesans” yaşamasını gerekli kılmakta, insanlığın geçmiş kültürel değerlerini (bu arada Anadolu’nun da ) özümlemeye dönük araştırmalar, etkinlikler, yayınlar yapma ve tanıtma sorumluğunu, kısa vadede olmasa da sanat cephesine yüklemektedir. Bu konu, cephe sanatının niteliği sorunuyla da ilgilidir. Bilindiği gibi, Marksizm; nasıl ki insanlığın bilgi, kültür ve sanat birikiminin diyalektik bir gözle değerlendirilmesinin sonucuysa; burjuva kültürünün yerini alacak olan proletarya kültürü de kendisinden önceki bütün değerlerin seçici bileşimi üzerinde yükselecektir. Burada yine “seçici göz”ün niteliği sorunu ortaya çıkar. Anadolu coğrafyasında Türk ve Kürt türkülerinin, masallarının, efsanelerinin vb. yeterli kopuşla yepyeni biçimlerle kurulabileceği vb. gibi örneklendirilebilir. Neyse ki ders çıkarmasını bilenler için tarihte yeterince deneyim vardır: “Proletarya kültürü; rastgele bir yerden birden bire ortaya çıkmaz. Bu konuda uzman olduklarını söyleyen insanların icadı da değildir. Saçma bunlar. Proletarya kültürü insanlığın, kapitalist toplumun, toprak sahipleri ve bürokratlar toplumunun boyunduruğu altında birik1 tirmiş olduğu bilgilerin tümünün akla uygun gelişimi olmalıdır.” Bu gözle bakıldığında Anadolu’nun bilinen onbin yıllık tarihinde birikegelen değerlerin, ayrıca dünyanın dört bir yanındaki genel kültür birikiminin inceden inceye değerlendirilmesi gibi “muazzam” bir görev ortaya çıkmaktadır. Bu sürecin iyimser, dinamik ve yaratıcı yorumunu sanatçılar üretecektir/üretmelidir. Sanat cephesinin, sanatçılar ve okurlar açısından da bugünden başlatılacak bir devrimci “rönesans”ın öncüsü olması gerektiğini bu yüzden söyledim… 4- Çocuk edebiyatı ve tiyatrosu, burjuva/küçükburjuva kültürlerin kuşatmasında unutulmuş gibidir. Oysa sanat cephesinin çocuk edebiyatı ile ilgili üretimlere özel bir ilgi göstermesi gerekmektedir. 5- “Edebiyatın mekanik bir ayarlamaya ya da ayrı düzen içine konmaya, çoğunluğun azınlık üzerine baskı yaratmasına açık olmadığı su götürmez bir gerçektir. Bu alanda kişisel girişkenliğin, bireysel eğilimlere, düşünce ve hayâl gücüne, biçim ve içeriğe kesinlikle daha geniş yer verilmesi gerektiği kuşku götürmez. Bunların hiçbirisi yadsınamaz; 77 ama bütün bunlar Proletarya Partisi davasının edebî cephesinin öbür cepheleriyle mekanik biçimde tutulamayacağını gösterir yalnızca.” (Lenin, 1905, Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı). Lenin’in çok tartışılmış bu makalesinin, içinde bulunduğumuz koşullarda, altı çizilmesi gereken satırları bunlardır diye düşünüyorum. Sanat cephesi, sanatın oldukça özgül ve kısmen özerk bir alan olduğunu göz önünde tutarken, onun ideolojik üstyapının bir elemanı olarak tarihsellik ve sınıfsallıkla bağlantısını özenli bir tutumla korumalıdır. Diğer yandan, ileride, ülkeyi kucaklayacak bir parti yapılanmasının, bir de parti basını ve parti edebiyatı üretmesi doğaldır. Lenin’in makalesi, esas olarak partinin fonksiyonlarından birinin anlatımıdır. Edebiyat politikası, devrim öncesi durumda sosyalist inşa döneminde ve sınıfsız topluma geçiş aşamasında en azından üç ayrı evreden geçecektir kanımca… 6- Gelişiminin belirli bir aşamasında, ürünlerin sağlıklı, nesnel, yapıcı bir eleştiriden yansımasını sağlayacak, çeşitli konularda cephenin birikimini ve yön bulmasını kolaylaştıracak bilim-sanat kuralları oluşturulması hedeflenmelidir. Bu konuda bir gazete ya da başlangıçta bülten yayınlanabilir… 7- Sanat cephesi, etkinliğini hangi maddî olanaklarla yapabilir? Bileşenlerinin çoğunlukla ezilen-sömürülen katmanlardan oluşacağı göz önüne alındığında hangi maddî olanaklarla kitaplar basılacak, araştırmalara kolektif çalışmalara girilecek, etkinlikler düzenlenecektir? Çeşitli çalışmaların üretiminden dağıtımına kadar bütün süreçlerinde rol ve sorumluluk üstlenmesi nasıl sağlanacaktır? İlk elde belirli bir “aidat” sistemi akla gelse de asıl olarak ortaya konan sanatsal emeğin sağlayacağı “artı-değerin” topluluk yararına kullanılması amaçlanmalı… Yani bir kitabın satışından elde edilecek gelir, başka iki kitabın basımında kullanılabilir ya da gecekondu bölgelerinde, işliklerinde bir tiyatro oyununun sahnelenmesinde kullanılabilir vb… Peki, sağlı “sol”lu binbir kuşatma altında acaba, bizim koşullarımızı yaşayan bir ülkede sanatsal emek, bir artı-değer sağlayabilir mi? Kuşkusuz ki bu; sanat cephesi bileşenlerinin, öz-ürünlerine ne kadar sahip çıkıp tekelci yayın kuşatmasını ne ölçüde yırtacağına bağlıdır. Bu ise asla imkânsız değil, olanaklıdır. Devrimci, nitelikli ve organize bir sanat ürününü hiçbir karşı güç engelleyemez. 8- “Politik bakımdan doğru olanın, insan açısından örnek olana dö2 nüşebilmesi için sanatın varlığı zorunludur.” Bursa -1 Aralık 2005 Notlar: 1 Lenin, Proletarya Kültürü, s.64. 2 Brecht. 78 Meral Kaşoturacak -Panel KonuşmasıPopülist ve Yoz “Kültür”e Karşı Sanat * Toplumun Kendini Bulma Eylemi Olarak Sanat, Rolünü Oynayabiliyor mu? Bu Konuda Yaşanan Sorunlarımız… Türkiye tarihine baktığımızda, ilerici-özgürlükçü sanat adına önemli bir kavga verilmiştir, verilmektedir. Sanat ve edebiyatın gelişimi çok eskiye dayanmasa da azımsanamayacak ürünler yaratılmıştır. Bu konuda 20. yüzyıl edebiyatta, müzikte, resimde, egemen zihniyetin etkilerini tam kıramazsa da belli bir birikim yaratmış, ancak bir bütünden baktığımızda, tabandan beslenen tabana yayılan, işçi ve emekçilerin kültürel, sanatsal, politik eğitimlerine katkı getiren, toplumsal dinamikleri canlandıran bir gelişme düzeyinden söz etmek zordur. Toplumun iç çelişki ve çatışmalarından ziyade, homojen bir yapı olarak görülmüştür. Yakın tarihimizde ‘60’lı, ‘70’li yıllar, ‘90’lı yıllar sanat ve toplumsal hareket diyalektiğinin daha da gelişkin olduğunu söyleyebiliriz. Müzik, tiyatro, resim, şiir, edebiyat alanında toplumsal çelişkiler daha radikal ele alınmış, halkın dili, yüreği olmaya çalışılmıştır. Ancak bu dönemde burjuva ve küçükburjuva sanatçılarının “bunalım edebiyatı” da denilen, toplumdan, hayattan, üretimden kopuk, anlaşılmaz bir jargon, bir biçim öne çıkmıştır. Bu genel özetten yola çıkarak, ilerici sanatın neden beklenen ihtiyaca cevap veremediğine ve bu konudaki genel sorun ve tespitlere değinmek istersek, öne çıkan noktaları şöyle sıralayabiliriz: - Sanatçı ve onun ürünleri toplumsal ilişkilerde mutlaka taraflı olmak zorundadır. - Birçok sanatçı ideolojik yalpalanmaları nedeniyle elitize olmaktan kurtulamamıştır. Sanatçı, sanat yapmak adına toplumdan kendini soyutlamış, ya da toplumla buluşma adına varolanı betimlemekle yetinmiştir. - Tarihten, toplumdan yeterince beslenmemiş, insanın yarattığı değerleri özümsemek, güncelde yeniden anlamlandırmak yerine anlaşılmaz tekrarlara saplanmıştır. Mitolojinin ele alınışı buna örnektir. Mitoloji, iyimser ve dinamik bir yorumla incelenmemiş; idealizme, bilinemezliğe yeterince karşı çıkılmamıştır. Sonuç olarak yüzeysellikten kurtulamamıştır. - Sanatın felsefesi üzerine de yeterince kafa yorulduğunu söylemek * 6. Kitap Dünyası Fuarı’nda, Kolektifimiz’in 26 Kasım 2005 günü, saat 17.00’de düzenlediği “Popülist ve Yoz ‘Kültür’e Karşı Sanat” konulu Panel-Söyleşi’de yazarın yaptığı konuşma metnidir. (S.P.) 79 zordur. Bu konuda yazılmış eserlerin azlığı önemli bir göstergedir. Aynı zamanda bu eserlerin niteliği tartışma konusudur. Biz daha çok olay, olgu, süreç ve verilere doğal yeteneklerimizle bakmışız; el yordamıyla yürümüşüzdür. Bakış açısında formel mantıkla düşünmeye, kaba redçi ya da slogancı ürünlere yönelinmiştir. - Sanatçıya bilimsel, metodolojik eleştirel katkı yapılmamıştır. Yapmaya yönelenlerin çabaları sınırlı kalmış ya da kuşatılmıştır. - “Kimin için sanat?” sorusuna pratikte ne cevap verdiğimiz önemli bir konudur. - Donanımlı sanatçı -genelde ve özellikle- ülkemiz koşulları söz konusu olduğunda önemli bedelleri göğüslemek zorundadır. Bu konuda da iyi bir sınav verdiğimiz söylenemez. - Son dönemlerde tarihten, halk kültürü ve geleneklerden beslenme konusunda bir eğilim gelişmiştir. Bu alanda da popülizme kaymalar olmuş, bilimselliğin ve yaratıcılığın çıtası yükseltilememiştir. Ancak günümüzün çelişme ve çatışmaları daha karmaşıktır. Yeni şeyler üretmek zorundayız. - Yeni eskimiş, aşınmış ve aşılmış olanın bağrında hesaplaşılarak üretilecektir. - Toplum olarak ağırlaşan hayat koşulları, geçim sıkıntısı, manevi motivasyonu daha geri plâna atmıştır. Tv, tek eğlence, dinlenme ve moral aracı olarak görülmektedir. Bu araç, sistemin kendini yeniden üretmesinde çok önemli ve uyutucu bir işleve sahiptir. Ve ilericiözgürlükçü sanat adına çabalar bu kuşatmayı kırıp aşamamaktadır. Orta ve ara katmanlar da sınıfsal doğaları itibariyle statükocudur ve sorgulayan her şeyden kaçmayı yeğlerler. - Sanat adına üretilenlere baktığımızda, tabuları yıkmakta zorlandığımız açıktır. Devlet, resmî tarih, şiddet ve daha birçok konu böyledir. Meselâ, çokça adını duyduğumuz “Mustafa Suphi Destanı” katliamı yaratan ideolojik-sınıfsal zihniyete dokunmamıştır. Şovenizm, sosyalşovenizm sınırı da aşılamayan tabulardandır. - Resmî ideolojilere kapılarak kolaycılığa kaçış -ve doğallıkla- tembellik, ezbercilik gibi eğilim sorunlarımız da vardır. Sadece yeteneğe, özümüzdeki cevhere fazlaca güveniriz. Bilimsel düşünce yöntemiyle çalışkanlık unutulur. Böylece çoğu kere sistemin yönlendirmesine girildiği fark bile edilmez. Burada söylediklerimizi elbette kendimizi katarak da söylüyoruz. Bilimsel düşünme, yaratma özgünlüğünün ve özgürlüğünün olmayışı, dar grup anlayışlarının biçimciliği, sanata teknik ve basit bir “zanaat” gözüyle bakmayı da getirmiş, böylelikle küçük esnaf kafalı “zanaatçı” tipolojisinde sanatçılar üretilmiştir. Bizlere düşen, insanlığın bütün birikimlerini eleştirel gözle sahiplenerek her türden biçimciliği, idealist savruluşu ve resmî ideoloji kapanını yıkarak yeniyi üretmektir. Üreteceğiz de… 80 NEWROZ ÖZGÜRLÜKTÜR Sevgili oğlum Yaz bahar kokan çocuğum Olur da günün birinde seversen Düşersen pususuna Dağ kokulu bir kızın Bil ki aşıksın! Adı Newroz’sa Anlamalısın ki, o çiçektir yavrum Nazlıdır Acısını bal eyle onun Hor görme sakın O kız güldür ha!.. Gülün çiçeğini güzel eden dikendir değil mi? Öyleyse alevlere bakıp incitme onu Dokunma kendi dalından Koparma onun tek bir pelteğini Ezme onu O kız Newroz Newroz ise özgürlüktür yavrum Katletme özgürlüğü… Ali Rıza Bozyel E Tipi Kapalı Cezaevi - Elazığ İçerideki-Dışarıdaki Hapishaneden Bizim Şiir Antolojisi’nden Mehmet Boğatekin - F Tipi Cezaevi - Bolu 81 İsmail Hardal -Panel KonuşmasıBizim Kültür/Sanat Cephesi Yakıcı Bir İhtiyaç Haline Gelmiştir* Bizim Kültür/Sanat Cephesinin oluşturulması için neler yapılabilir? Pratik olarak bu örgütlenme nasıl gerçekleştirilebilir? Çağımızın egemen düşüncesi, egemen sınıfın düşüncesidir... Egemen kültür, egemen sınıfın kültürüdür. Maddî üretim sürecine egemenlik, düşünsel-kültürel üretim sürecine egemenliğin de nesnel temelini oluşturmaktadır. Üretim araçları üzerindeki kapitalist özel mülkiyet, üretim sürecinin bütün alanlarındaki (üretim-dolaşım-bölüşüm) ilişkilerin egemenliğini belirlemektedir. Toplumun sınıflara göre bölünmesi, toplumdaki bireyleri de bölmekte, parçalamakta, bütün ilişkilerin merkezine meta ilişkisini koymaktadır. Meta ilişkisi insanı insanlığından çıkararak, insanın kendisine ve topluma yabancılaşmasını koşullamaktadır. Atomize olarak parçalanan insan, yabancılaşmanın da etkisiyle paralize olmaktadır. Kısacası kapitalizm insanı bütün yönleriyle param parça etmektedir. İnsanı insanlığından çıkaran ve başka bir varlığa dönüştüren kapitalizmin bu yarattığı sonucu yoz kültür, kozmopolit kültür, tüketim kültürü, ölü kültür, çöküş kültürü... gibi çeşitli kavramlarla açıklamaya çalışıyoruz. Burjuvazinin toplumun geneline de yaygınlaştırdığı bu kültürden kopuş gerçekleştirilmeden burjuva kültürün alternatifini ortaya koyup geliştirmek mümkün değildir. Burjuva kültürün hegemonyası altında geliştirilecek olan kültür doğası gereği burjuva kültürün yeniden üretilmesinin ötesinde bir işleve sahip olamayacaktır. Kapitalist toplumda burjuva kültürünü alt edebilecek tek devrimci sınıf, proletaryadır. Ancak devrimci proletaryanın üreteceği kültür tek alternatif kültür olabilir. Kültürel-sanatsal kopuş: Kültürel sanatsal kopuş, burjuvaziden ve küçükburjuvaziden ideolojik, sanatsal, felsefî, kültürel olarak kopuşu da içerir. Burjuvazinin siyasal kültürü, sanatsal kültürü, felsefî kültürü neyin/nelerin üzerinden şekillenmektedir? Felsefî idealizmin üzerinden ve felsefî idealizmin günümüzde aldığı biçimler üzerinden şekillenmektedir. Felsefî idealizmin günümüzdeki en rafine biçimi bilinemezcilik ve belirlenemezciliktir. Burjuva ideolojisi felsefî idealizmden hareket ederek kültürel alanda en rafine biçimiyle kozmopolitizmi geliştirmiştir. Kozmopolitizmin kitle* 6. Kitap Dünyası Fuarı’nda, Kolektifimiz’in 26 Kasım 2005 günü, saat 17.00’de düzenlediği “Popülist ve Yoz ‘Kültür’e Karşı Sanat” konulu Panel-Söyleşi’de yazarın yaptığı konuşma metnidir. (S.P.) 82 lere veriliş yolu ise popüler kültür ekseni üzerinden olmaktadır. Burada kozmopolitizme (çokkültürlülük) değinmekte fayda vardır. Kozmopolitizmin temel mantığı toplumu sınıflara göre değil kültürlere göre ele almaktır. Kapitalist toplumu meydana getiren iki ana sınıf da kültürel iki ana ögeye indirgenmekte; meslekî kültürler kategorisine sokulmaktadır. Ve bu iki ana öge toplumdaki diğer kültürler arasında ve o kültürlere eşitlenen bir duruma getirilmektedir. Toplumun diğer kültürel ögeleri ise; etnisite kültürü, dinsel ve inançsal grup kültürleri, cinsel kültürler (cinslere ve farklı cinsel tercihlere göre oluşturulmuş kültürler), beslenme grupları kültürleri, hobi grupları kültürleri, psikolojik grup kültürleri, giyinme, bakım ve takı grupları kültürleri... gibi. Kapitalist toplum geliştikçe, burjuvazinin kozmopolitizme olan vurgusu da artmaktadır. Burjuvazi, kültürler arası uyuma ve hoşgörüye önem verilmesini propaganda etmekte, toplumun sınıf esasına göre nesnel olarak bölünmesinin doğurduğu sınıflar mücadelesini-sınıf sorununu; bu mücadelenin uluslaraarası çelişkilerinin ve çatışkılarının ürettiği ulusal-ulus sorununu gölgelemeye çalışmaktadır. Sanatta ise felsefî (nesnel-öznel) idealizm şöyle yansımaktadır: Tarihten ve tarihsellikten, toplumdan ve toplumun aslî sorunlarından kopuk; toplumsal sorunlardan izole edilmiş, bireysele-özel olana dayalı, mitolojinin zamanından ve mekânından kopuk illüzyonlara ve aksiyonlara dayalı yoğun şiddet içeren efektlerin sanat olarak pompalanması. Bu yansımaların en steril olanları “Yüzüklerin Efendisi” tarzında estetize edilerek üretilenleridir. Alternatif kültür/sanat: Burjuvazinin egemen sınıf kültürüne karşı alternatif-sosyalist kültür niçin oluşturulamıyor? Mevcut sol kültür bir alternatif niçin geliştiremiyor? Sol grup kültürlerinin sanatsal politikaları, modern devrimci proletaryanın alternatif kültürünü oluşturmanın çok çok uzağındadır. Sol grupların kültür/sanat araçları şunlardır: a-)Kültür sanat dergileri b-)Kültür sanat merkezleri c-)Kültür sanat dernekleri d-)Yazarlar sendikası e-)Yazarlar dernekleri f-)İşçi sendikalarının kültür sanat çalışmaları g-)Yazar çevrelerinin oluşturdukları topluluklar Devrimci ve sosyalist dar gruplar sanatı ve sanatsal faaliyeti, grup kültürünün yeniden üretimi ekseninde görmektedir. Sanatı grup örgütlenmesinin aracı olarak algılamakta, gruba taze kan taşıyan bir amaç üzerinden hareket etmektedir. Bu durum sanatsal bakış açısını zayıflatmakta, etkisini kırmakta, işlevsiz bırakmaktadır. Bu dar bakış açısı, 83 sanatın sınıf hareketiyle ve geniş emekçi kitlelerle buluşup kaynaşmasını engellemektedir. Kendi dar grubunu sınıf partisi olarak görme yanılgısı, ya da illüzyonu, bu dar grupları sosyalist sanatın, sınıf hareketi ve geniş emekçi kitlelerle buluşmasının önündeki engellere dönüştürmektedir. Saptamamız kimileri açısından belki acı ve insafsız bulunabilir. Ancak, ne yazık ki nesnel gerçeklik böyledir. Yakın geçmişe kısaca bir göz atıldığnda çok da olumlu bir tablo ile karşılaşacağımız söylenemez. Kaçış Sanatı: Yaşadığımız coğrafyada sosyalist hareket, işçi sınıfı hareketi 12 Eylül yenilgisinin muhasebesini yapamamıştır. Ciddî bir muhasebenin yapılamayışı geçmiş dönemde yapılan hataların ve yanlışların üzerini kapatmıştır. “Biz niçin yenildik?” sorusuna da cevap verilememiştir. İşçi sınıfı hareketi ile sosyalist hareketin ağır yenilgisi, sanat alanını da etkilemiştir. Sosyalist hareketle yenilgi öncesi kitleselleştiği dönemde çeşitli nedenlerle ve niyetlerle ilişkili olan sanatçılar sosyalist hareketten uzaklaşmaya başlamışlardır. Sosyalist hareketin likidasyon dönemi sanatın da likidasyonuna yol açmıştır. Sosyalist hareket ciddî bir direniş örgütleyemeyince, sanat alanın da “kaçış sanatı”nın yolu açılmıştır. İşçi sınıfından, emekçi kitlelerden, devrimci örgütlenmeden kaçış sosyalist harekete olan güveni zedelemiş, sosyalist hareket işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin güvenini kaybetmiştir. Güven bunalımının olduğu bir ortamda sanatçılar da kendilerini geriye çekmişlerdir. Sanatçılar sadece fizikî olarak geriye çekilmekle kalmamışlar, burjuvazinin uzattığı “havuç politikasına” sarılmışlardır. Sanatçıların büyük çoğunluğu “havuç politikası” sayesinde sisteme entegre olmuşlar ve sistemin sanatçılarına dönüşmüşlerdir. Son 30 yıla kısaca bir göz atıldığında ve bir çetele tutulduğunda sosyalist hareketten azımsanmayacak sayıda bir çok sanatçının koparak burjuvazinin saflarına geçtiğini rahatlıkla görebiliriz. Tekelci medyanın, tekelci sermayenin sanat kurumlarının, kültürel kurumlarının kadrolarına şöyle bir bakın tasfiyeciliğin tahribatlarının hangi boyutlara vardığını görmekte zorlanmayız. Kaçışın estetize edilmesi “kaçış sanatını” da doğurmuştur. “Kaçış sanatı”nın temel özelliklerinden en önemli noktaları şunlardır: Geçmişe küfür, sosyalist hareketi küçümseme, devrimci örgütlenmeye saldırı, bireyi toplumsallığından izole ederek, bireyin özgürlüğü adı altında bencilliğin bio-seksüelleğin abartılması, dayanışmanın, kolektif değerlerin, paylaşmanın karikatürize edilerek aşağılanması... Devrimci ve sosyalist siyasal kültür, felsefî kültür, sanatsal kültürün oluşturulması için bu alandaki sorunlarımızı olabildiğince nesnel olarak ve soğukkanlılıkla ortaya koyup, çözüm yöntemleri üzerinde kolektif aklı, bilinci harekete geçirip, kolektif inisiyatifi gerçekleştirmek zorundayız. 84 Somut olarak ilk elden sosyalist sanatçı kimliğine yaraşır bir kimliğin edinilebilmesinin önündeki engellerden kurtulmak gereklidir. Bunun için ilk adım olarak arınmak gereklidir. Bu adımları şöyle sıralayabiliriz: Arınma aşaması: Sosyalist sanatçı kimliğinde ısrarcı olanlar kapitalist yayın tekellerinden ve devletin yayın kurumlarından bağımsız olmasına titizlikle dikkat etmelidir. Bu kurumların havuç politakalarına kanmamalı, ödül kurumlarını karşısına almalı, imza günlerine karşı çıkmalı, panellerine, toplantılarına, seminerlerine, kokteylerine ... kan verilmemelidir. Burjuvazi kendi cephesini geniş tutmak için sanatçıların ekonomist, kariyerist, bencil, bireyci vb. eğilimlerine, zaaflarına hitap edip olanak ve bulanaklarını seferber etmektedir. Günümüzde bu seferberliğe katılan sanatçılar çoğalmaktadır. Bu türden zoka yutmaları normal karşılayan sanatçılar, yuttukları zokaları genel olarak şöyle teorize etmeye çalışmaktadırlar: Önemli olan okuyuculara ulaşmak. Büyük yayın-dağıtım kuruluşları kitapların yayınını, dağıtımını, baskı kalitesini, telif ücretlerini, tanıtımını çok iyi yapmaktadır. Bu toplumda yaşamak için, yeni ürünler ortaya koymak için de emeğimin karşılığını almalıyım. Hangi yayın kuruluşu emeğimin karşılığını veriyorsa, onunla çalışırım. Bireysel tercihlerime saygı gösterilmesini isterim... gibi gerekçelendirmeler kaçışın ve sığınmanın altyapısını oluşturmaktadır. Tarihsel mirasın ve günümüz birikimlerinin uzantısında, devrimci ve sosyalist gerçekçi sanatın temel ilkeleri ışığında (Gerisine düşülmemesi gereken devrimci-sosyalist gerçekçi sanatın temel ilkeleri: a-)Sanatın sınıf karakteri, olaylara, olgulara, sanata bir sınıfın penceresinden bakış... b-)Sanatta taraflılık, insanlığın sosyal kurtuluş davasına taraf ve bağlılık... c-)Örgütlü, partili sanat...), ilkelerin gerisine düşmeden, ilkelerin geliştirilip güçlü kılınması mücadelesinin bir bileşeni olup, katkılar sunularak, sanatçının “ne dediği” ile “ne yaptığı” arasındaki uyuma bakılarak arınma sürecini işletmek gereklidir. Arınma süreci “Bizim sanatçımız”, “Onların sanatçısı” belirginleşmesine katkıda bulunmalıdır. Her arınma, ayrışma, yeniden saflaşma ve bütünleşme süreçlerini koşullar. Karşılıklı tanıma, anlama, kaynaşma aşaması: Bu güne kadar yaşanılan deneylerin ışığında karşılıklı deney aktarımında bulunulmalı, karşılıklı tanıma süreci işletilmeli, birlikte ne türden işler yapılacağının planları yapılmalı, proje kolektif olarak belirlenmelidir. Kurumsallaşmaya hazırlık süreci yaşanarak yol alınmalıdır. Planlanan ve gündeme alınan işler hayata geçirilmeli, aksaklıklar saptanmalı, örgütlenme işine aday olunup olunmadığı test edilmelidir. Karşılıklı tanıma ve kaynaşma 85 aşaması da ayrışma, yeniden saflaşma ve yeniden bütünleşme süreçlerini koşullar. Kolektif kurumsallaşma, örgütlenme aşaması: hazırlık süreci de aynı zamanda arınma sürecinin devamıdır. Hazırlık sürecinde birlikte yürümeye karar veren kadroların kurumsallaşma kadrolarını, formunu, içeriğini, ilkelerini, finansmanını birlikte belirleyerek sanata müdahale sürecine girme aşaması olarak projelendirebiliriz. Bizim Kültür/Sanat Cephesi’nin oluşturulması için yapılan bu öneri, burjuvazinin yoz ve kozmopolit kültür ve sanatına karşı mücadele eden bireysel, grupsal duruş ve müdahalelerden, merkezi ve kolektif duruş ve müdahalelere geçme amacını taşımaktadır. Yakında Sorun Yayınları’nda yayınlanacak olan, İçerideki-Dışarıdaki Hapishaneden Bizim Şiir Antolojisi çalışması, burjuvazinin yoz ve kozmopolit kültür kuşatmasına karşı cephesel bir duruşun basit bir iş temrini örneğini teşkil etmektedir. Antoloji, Bizim şairlerimizi Biz’e doğru yaklaştırabilirse, Bizim şairlerimizin kültürel sanatsal duruşunu, cephesel bir duruşa doğru yönlendirebilirse amacına ulaşmış olacaktır. Kolektif olarak gerçekleştirilen ortak iş, sanatın diğer alanlarında bulunan bizim sanatçılarımızı birbirine yakınlaştırıp, ortak kolektif/sanatsal/ kültürel işler yapmaları doğrultusunda motivasyon aracı olabilirse, Bizim Kültür/Sanat Cephesi’nin oluşturulması artık yakıcı bir ihtiyaç haline gelmiştir, diyebiliriz. “Sanat Cephesi” Oluşuyor... Uzun zamandan beri hazırlık çalışmaları yapılan Sanat Cephesi'nin oluşturulması girişimleri tamamlandı. Sanat Cephesi için hazırlanan www.sanatcephesi.org internet sitesi de açıldı. İnternet sitesinin açılışı İçeridekiDışarıdaki Hapishaneden BİZİM ŞİİR ANTOLOJİSİ'nin yayınlanması için geciktirilmişti. Antoloji'nin üretimiyle Sanat Cephesi anlayışı bir üst basamağa sıçrama imkânına kavuştu. Sanat Cephesi'nin temel ilkelerini saptamak için bir toplantı düzenlendi. İlk aşamada İstanbul'da ikâmet eden sanatçıların katıldığı bu toplantıda İsmail Hardal, Kemâl Kök, Hüseyin Ali Selvi, Nevzat Oğuz, S.Oral Uyan, Ruhan Mavruk ve Meral Kaşoturacak Geçici Komite olarak görevlendirildi. Geçici Komite'nin hazırlayacağı temel ilkeler taslağı içerideki-dışarıdaki hapishanelerdeki sanatçılara iletilecektir. Eleştirel katkılardan sonra biçimlenecek taslak ayrıca ilerici,demokrat, devrimci, yurtsever, sosyalist ve Marksist dergi çevrelerine ve yapılara da iletilecektir. Burjuvazinin yoz ve kozmopolit 'kültür' anlayışına karşı oluşturulması düşünülen 'KARŞI KÜLTÜR' anlayışlarını belli ölçülerde üstlenmeye aday Sanat Cephesi'nin işlevsel olabilmesi için bizim insanlarımızı seferber olmaya çağırıyoruz. Bizim sloganımız şudur: “Dar elitin değil, kitlelerin toplumsal etkinliği için…” 86 Hasan Koç “Çevik Kuvvet”in Kitap Talebine Olumlu Cevap Verin -Mektup- Merhaba sevgili Sırrı Öztürk ve Sorun Yayınları emekçileri... Bertrand Russell’ın “Bilim Ve Din” isimli bir kitabı var (Cem Yn.). Bu kitaptan bazı alıntılar yaparak mektubuma başlamak istiyorum. “1348 yılında başgösteren kara ölüm, çeşitli yerlerde çeşitli kör inançların ortaya çıkmasına neden oldu. Tanrı’nın öfkesini yatıştırmada en çok başvurulan yollardan biri, Yahudi öldürmekti. Bavyera’da 12.000, Erfurt’ta 3.000 Yahudi öldürüldü; Strasbourg’da da 2.000 Yahudi diri diri yakıldı. Bunu başkaları da izledi.” (s.60-61) Russell, devamla, cadıcılık suçlamasıyla, insanların nasıl sorgulanıp işkence gördüğünü ve daha sonra katledildiğini şu şekilde dile getiriyor: “Büyücü olduklarından kuşkulanılan kadınlara sorulacak sorular bir liste halinde düzenlenmişti; bu sorulara karşılık istenen yanıtlar alınıncaya kadar da, beden organları gerilerek işkence ediliyordu onlara. Yapılan tahminlere göre 1450-1550 yılları arasında yalnızca Almanya’da, büyük çoğunluğu diri diri yakılarak yüzbin büyücü öldürülmüştü”!!! (s.65) Russell’ın bahsi geçen kitabından aktardığım iki alıntı bile, karanlık ortaçağ (din) egemenliğinin estirdiği dehşet rüzgârını kavramamız için yeterince güçlü ipuçlarını bünyesinde taşıyor. Sorunumuz, ya da irdelediğimiz konu bu dönem ve bu dönemde uygulananlar değil. O yüzden şimdi neden bu alıntıları yaptığımı açıklamaya çalışayım: SORUN Polemik Dergisi’nin 19. sayısını okurken sevgili Sırrı Öztürk’ün “Politika Cephesinden Güncele Bakış” anabaşlığı altında topladığı yazılardan bir tanesi özellikle dikkatimi çekti. Bahsi geçen yazının arabaşlıklarından bir tanesi; “Çevik Kuvvet... ‘Çağdaş’ Polis... Kitap...” Yazıyı baştan sona kadar dikkatlice okuduktan sonra, üzerinde düşünürken, Bertrand Russell’ın “Bilim Ve Din” isimli kitabı ve bu kitabın içinde yer alan kimi yaşanmış olaylar aklıma geldi. Okuduğum kitaplardan çıkardığım notları aktardığım deftere uzanıp (dolabın üzerinde duruyordu) aldım. “Bilim Ve Din”den çıkardığım notların yazılı olduğu sayfayı buldum ve bunlardan iki tanesini (mektubu notlarla boğmamak için kısıtlı tuttum alıntıları) aktarmayı yeterli buldum. “Çevik Kuvvet... ‘Çağdaş’ Polis... Kitap...” arabaşlıklı yazıyı okuduktan sonra neden ilk olarak aklıma “Bilim Ve Din” isimli kitap geldi bilmiyorum. Ama üzerinde biraz düşününce şöyle bir sonuç çıkardım: Cumhuriyetin (ne cumhur-iyet ama !) başlangıcından günümüze kadar, yüzbinlerce Kürt ve Türk devrimcisini, isyancısını... resmi ve 87 gayrıresmi sorgu odalarında çeşitli araç ve metodlarla akıl almaz işkenceler uygulayan, bazılarını katleden... bazılarını sakat bırakan (bedensel ve kişilik tahribatı düzeyinde)... ve hepsinin onurlarıyla (bir şekilde) oynanan... şu polis üniformasını üzerinde taşıyan kişiler değiller miydi? Peki, bu işkence gören, katledilen, sakat bırakılan, hapishanelere doldurulan insanlar ne istiyorlardı? Sınırların ve sınıfların ortadan kalkmasını, bunun yerine sosyalist (bir üst aşama olarak komünist) dünya görüşüne dayanan bir yaşam... Gerçek anlamda (toplumsal) özgürlük... Karanlık ortaçağ süreci, din ideolojisinin bütünüyle insanlar üzerinde egemen kılınmaya çalışıldığı ve bu ideolojinin katı bir şekilde sürekliliğinin sağlanmaya çalışıldığı dönemin adı olarak da rahatlıkla okunabilir... Egemenlik (hükmetme), esas itibariyle kilise/kilise babalarının ve bunların emri altında çalışan siyah üniformalıların elindeydi. Anayasaları İncil’di. Bunların İncil’den yola çıkarak oluşturdukları düşünceler kanun yerine geçiyordu. Ortaya konmuş, egemen kılınmış bu yaşamın dışında farklı düşünceler öne sürmek (örneğin kilise/kilise babaları “evrenin merkezi dünyadır” ya da “tanrı insanı 6.000 yıl önce yaratmıştır” dendiği zaman bunu herkes ‘doğru’ olarak kabul etmeliydi. Araştırmacı kimi kişilikler ortaya çıkıp bu fikirleri alaşağı etme cesaretini gösterdiklerinde, olabilecek en şiddetli şekilde cezalandırılıyordu...), alternatifler geliştirmek, egemen olanın egemenliklerini (hem ekonomik, hem toplumsal, hem bireysel, hem de politik olarak) sarsacak girişimler olarak (kapalı kapılar ardında konuşulan biçimi öz itibariyle budur) algılanıyordu. (İşin tuhaf tarafı, bu elit kesim “kilise babaları ve bunların alt kademelerinde yer alan rahipler... halka, anayasa (İncil) çerçevesinde bir yaşam, ahlâk anlayışı dayatırken bunları yazılarına, vaazlarına konu ederlerken, kendileri, kelimenin tam anlamıyla yozlaşmanın, çürümenin ve lüksün zirvelerinde dolaşıyorlardı...). Bu tür girişimlerin tamamını ortadan kaldırmak için, yine dini bir takım argümanlara başvuruldu. Şeytan (işte “içine şeytan girmiş”, “şeytan tarafından kandırılmış...”), cin (işte kötü cinler bedenini ve düşüncelerini ele geçirmiş...) gibi kavramlara başvuruldu. Saçma sapan gerekçelerle farklı görüş öne süreni de, sürmeyeni de yüzyıllar boyunca korkunç işkencelere maruz kaldılar, yakıldılar, idam edildiler!.. Bugün, biçimde pek çok şey değişmiş, yöntemler çeşitlenmiş ve inceltilmiş olsa da, aslında ana mantık hiç değişmemiştir: Sömürü! Tıpkı dün olduğu gibi bugün de bir avuç eliti (dün kilise babaları, feodal ağlar-beyler, bugün kapitalistler) ve onların çıkarlarını korumak için var olan bir sistem söz konusu (kapitalist-emperyalist sistem). Milyonlarca, milyarlarca insan, kuralları konulmuş bu düzen içerisinde yarı aç-yarı tok bir yaşam sürecek, çalışacak, üretecek, kurallara uya88 cak... bir avuç elitin ve bunların çanak yalayıcılarının sırf egolarını tatmin etmek için, refah içinde, her türlü sapkınlığı içinde barındıran bir yaşam sürmeleri için!.. Olur mu? Maalesef bin yıllardır oluyor!.. ama olan bir şey daha var; böylesi bir yaşamı, anlayışı kabul etmeyen alternatifler üreten, başka bir yaşamın egemen kılınması için mücadele edenler... Bugün bu mücadeleyi verenleri nasıl tanımlıyorlar? “Kandırılmış gençler”, “dinsizler”, “beyni yıkanmış kişiler”, “teröristler”, “dış mihrakların oyununa gelmişler”, vs. Kilise babaları ve onların emri altında bulunanların kullandığı argümanlara ne kadar çok benziyor bu söylemler: İçine şeytan girmiş; dış mihrakların oyununa gelmiş; şeytan kandırmış; kandırılmış gençler, kötü cinler bedenlerini ve akıllarını ele geçirmiş; beyinleri yıkanmış kişiler... Ne yapılacak? Kimi farklılıklar içerse de ortaçağda kilisenin başvurduğu yöntemlere başvurulacak: İşkence ve öldürme!.. İçimizdeki devrimci “şeytanı”, beynimizi ele geçiren isyancı “kötü cini”, kısacası sisteme göre “zararlı” ne kadar düşüncemiz varsa hepsini kovmak için işkence ve öldürme!.. Kim yapacak bunları; polis (ve asker) üniformasını üstlerinde taşıyanlar... Yani şu barbar sistemin koruyuculuğunu yapanlar... Şimdi bunlar sizlerden kitap istiyorlar. Yani kan kusturdukları/kusturmaya çalıştıkları yayınevlerinden biri olan, Sorun Yayınları Kolektifi’nden... Sevgili Sırrı Öztürk ve Sorun Yayınları emekçileri, belki şu yarım yamalak yazmaya çalışıtığım şeylerden sonra olumsuz cevap verin gibi bir anlayış ortaya çıkabilir. Ama ben tam tersini savunuyorum; şayet olanağınız varsa gönderin yönünde fikrimi belirtiyorum (gerçi nasıl olmuşsa, bu sefer ‘çeteci’ Mehmet Ağar ağabeylerinden yardım istememişler, şaşırdım doğrusu!). Gönderin, şayet biraz düşünebiliyorlarsa utançtan yerin dibine girerler (Sorun Yayınları Kolektifi’nin sergilediği bu davranıştan ötürü). Hem belki aralarında üç-beş tane dürüst adam varsa onlara bir faydası da olabilir... Bu konuda söyleyebileceğim bunlardan ibarettir. Sevgili dostlar, bu mektubumla birlikte, yayımlanmak üzere size bazı çalışmalarımı gönderiyorum. Yazacaklarım şimdilik bunlardan ibaret. Son olarak, zorlu çalışma hayatınızda yükselen başarılar diliyor, selam ve sevgilerimi gönderiyorum. Dostlukla... 2 Nolu F Tipi Cezaevi-Kandıra 89 SORUN Polemik’in Notu : 12’li faşist askerî darbelerden sonra gerek bürokrasinin iki kanadında, gerekse istihbarat örgütleriyle güvenlik güçleri arasında o dönem rahatlıkla bulunan ilerici, demokrat, devrimci, yurtsever, sosyalist kimlik ve kişilikler yerine günümüzde kara gerici, ırkçı, faşist kadrolar getirilmiştir. ABD'ye kölece angaje NATO’cu bir ülkede cenahımızın etkileyeceği tek bir insanı aramak oldukça güç ve sonuçsuz bir çabadır. Kolektifimiz çalışanlarından emektar arkadaşımız Sırrı Öztürk sıkça gittiği bu türden mekânlarda hiç de hoş karşılanmamakta, 75 yaşında itilip kakılmakta, hakaret görmektedir. “Allah köre nasıl bakarsa kör de Allaha öyle bakar” (ayrıca onlar Allah, biz de kör değiliz) özdeyişindeki gibi, polis teşkilâtı ’ da A dan Z'ye kadar ya ülkücü, ırkçı ve faşist örgütlerin ya da kara gerici hocaefendi hazretlerinin veya "siyasî İslâm”ın kadrolarından oluşturulmuştur. Birbirleriyle kafa kafaya tokuşan bu kesimin içinde kitaplarımızı okuyarak kazanılacak bir tek insana rastlanamaz. Devrimci, Komünist denilince kimyası bozulan, pekeke denilince terörist ve Kürt düşmanlığı ile heyheylenen bir kurumun bünyesinde bugüne kadar demokrat denilebilecek bir beyin taşıyana henüz rastlayamadık. Cenahımızın toparlanıp anlamlı ileri bir adım atması sürecinde, belki zamanla durum değişebilir. Koİektifimiz'den kitap talebinde bulunuşları da AB'cilik gösterilerinden biridir. Polis teşkilâtı, zaten Medenî Kanunu’na, Ticaret ve Borçlar Kanunu’na aykırı olarak her çıkan kitaptan 6'şar adet, Marksist eserlerden 8'er adet ederini ödemeden almaktadır. Dünyanın hiç bir ülkesinde olmayan bu türden kitap “zoralımını” Türkiye'de eleştiren de yoktur. “Çevik Kuvvet” kütüphane kuracaksa, kitaplarımız zaten polis teşkilâtında ellerinin altındadır. Böyle bir kuruma bir de bu yöntemle kitap vermemiz söz konusu değildir. Onların “çağdaş polis” dediği bir yutturmacadır. “Çevik Kuvvet” özel timlerinin halkımıza ve bizim insanlarımıza uygulayageldiği dayak seanslarına sıkça tanık oluyoruz veya tv. camından izliyoruz. Devlet tekelci kapitalizminin çıkarlarını koruyan polis gücünün ne demek olduğunu çok iyi biliyoruz. Dünyanın her yerindeki polis, kapitalist devletin-sistemin polisidir. Bizlerin değil. Anılan gerici devlet kurumlarının dönüştürülmesi durumu, ancak “tutarlı bir demokrasi mücadelesi” ile at başı gidecek “tutarlı bir iktidar ve devrim mücadelesi” sürecinde gerçekleşebilecektir. “Cenahımız” ise ne sistemi sorgulayıp geri adım attırabilecek ciddî, güvenilir ve donanımlı bir PARTİ'ye ve kadrolara sahiptir, ne de mevcut sol güçlerin birleşip bütünleşerek nihaî amacını somutta gösterecek bir niyet ve çabası sözkonusudur. Sosyal çürüme toplumun her kesimini kasıp kavurmaktadır. Hasan Koç arkadaş uzun yıllar tecrit hücrelerinde olduğu için dışarıdaki tecrit hapishanelerindeki durumlardan habersizdir. İnsanî ve eğitici açılardan haklıdır, fakat bu polis teşkilâtına kitap verilmez. Vermeyeceğiz. 90 Turgay Ulu “Akıllı Tasarım” mı? Akıllı Tasarımcılar mı? -Değerlendirme- Bizler yılları alan bir evrimin eseri miyiz, yoksa “akıllı bir tasarımcı” tarafından mı oluşturulduk? İnsanların kökenini sorgulayan bu soru en az insanlık tarihi kadar eskidir. Belki evrim ve “akıllı tasarım” ekseninde olmasa da, insanlık tarihinde felsefenin ve buna bağlı gelişen bilimlerin birçoğu yaşamın kökenini araştırdı. Her filozofun ve bilim insanının bulduğu sonuç ve genellemeler farklı da olsa, çıkışları aynıydı. “Neden”, “ne zaman“, ”nasıl” gibi sorular sorarak yaşamda bunlara cevap vermeye uğraştılar. Zaten bilim de bu değil midir? Karşısında aciz kaldığımız ya da anlayamadığımız olaylara önce merakı içeren “neden” diye sorduktan sonra buna belli zaman-mekân etkileşimi içinde cevap arama çabası... Kimse reddedemez ki; bugünkü felsefe, kimya, fizik, biyoloji vb. bilim dalları bu sorulara verilen cevapların birleşmesiyle oluştu ve olgunlaştı. Yani yaşanan fikirdeki, bilimdeki evrimdi. Bu evrimin birbirini izleyen halkalarını yakalayabilen evrilecek olanı da anlamaya yaklaşan olacaktı. İnsan her yanıyla bir evrimin eseridir. Birbirinden farklılaşıp ayrılan dilinden tutun da, kafatasımızın içindeki beynimize kadar yaşanan evrimin ayrıntılarıyla doludur. Ve ne yazık ki bu gelişimin, birbirini izleyen aşamalarında ve bir bütün olarak cevap verilemeyen soruları çoktur henüz. İşte bu yüzdendir ki üzerine fazlaca tartışmalar yapılmaktır. İnsanlar karşısında çözümsüz kaldıkları ya da anlayamadıkları her konuda böylesine tartışma ve atışmalara girmiştir yıllar boyu. Zaten herkesçe bilinecek hâle gelmiş olanın üzerinde konuşmaya gerek bile yoktur. Düşünün bir kere ilk sorulan felsefe sorularını: “Canlılığın temeli su mudur, ateş midir, yoksa toprak mı? Tanrısallık bu üç maddeden hangisine en çok yakışır?” Ama o gün bu sorular sorulmasaydı biz bu gün daha ileri olanı tartışıyor olamayacaktık. İnsanın evrimleşmesinin bir parçasıdır elbette sorulan sorularda ve cevaplarında aşama aşama bulunanlar. Ve bunlar ilerlemenin birer parçasıdır. (Ama burada önemli olan bu tartışmaları kimin yaptığıdır. Değişik zamanlarda değişik bilim insanları mıdır tartışan, ya da yaşamsal çıkarı çatıştığı için farklı düşünen ve kendi yaşamını kolaylaştırdığı için yanlışı savunanlar mı? Bu, önemli bir farktır.) 91 Ne zaman ki insanlar suyu ve ateşi yenmeyi başardı, o zaman bu tanrısallık sıfatlarını yakıştırdığı daha yüksek, erişilmez bir tanrı yarattı kendine. Bu kez o, erişilmez olanı aramaya başladı. Son yıllarda ortaçağın karanlık dinî motiflerini daha çağdaş terimlerle süsleyip piyasaya sürmek moda oldu. Bunları birkaç örnekle açıklayalım. Bugün bile baktığımızda birçok şeyi anlamakta zorlanırız. “İnsanlar bunu yapmayı nasıl becermişler?” diye sorarız kendi kendimize. Eğer insanı içinde yaşadığı yaşam koşullarından ve öncelinden yalıtık ele alırsak elimizdeki kalemin nasıl olup ta yapılabildiğinden tutun da, etrafımızdaki her eşyanın bu kadar mükemmellikte yapılabilmesini şaşkınlık içinde izleriz. Ve doğal olarak sonuçta “süper güçler”e varır aklımız. Bizim düşünemediğimizi düşünebilen, bizim göremediğimizi görebilen, algılayamadığımızı algılayabilen bir “şeye” varırız o zaman. “Bizim düşünmemize gerek bile yoktur. Zaten ‘o’nu anlamak kapasitemiz dışıdır. Düşünün bir kere çakmağı nasıl olmuş ta bulmuş insan ya da yemeği pişirmeyi nasıl akıl etmiş? Ya tencere ve tabakları nasıl yapabilmiş? Bunları icat etmeyi nasıl başarabilmişler?” diye sorar ve büyük bir kaosun içinde buluruz kendimizi. Tabii ki çıkaracağımız sonuç ya “akıllı tasarımcı” olur ya da “ne yapacağımızı kafamıza koyan takdiri ilahi”. “Mevlana dünya kardeşliği” diye bir grup mu, tarikat mı belli değil bir oluşumun broşürlerini okudum tesadüfen. Ana ekseni galaksiler. Uzaydaki enerji hareketlerini açıklayan terimleri kullanarak dördüncü bir din çıkarmışlar ortaya. Başlarında peygamber sıfatında bir kadının öncülük ettiği, bütün dinleri potasında eriterek, kabul ederek, daha anlayışlı, reenkarnasyona inanan, fizik, kimya karışımı, inen ayetlerden oluşturulmuş, içinde Yahudi yıldızından İsa’nın haçına kadar bütün simgeleri kabul eden bir din. Ne ben bir dinim diyor ne demiyor. Allah yerine yüce enerji kaynağı “o” diyor. Biraz da tasavvuf ve Alevilikten alarak biz “o enerjiden küçük birer parçayız” savında. Burada şaşırtıcı olan pek bir şey yok. Tarihin her döneminde bu tür tarikatlar var olmuştur. Fakat benim asıl üzerinde durduğum bu grup, ölümü insanın enerjiye dönüşmesi olarak algılıyor. İnsanlar doğup öldüğü her bedende daha da evrimleşerek “o” büyük enerjiye karışacakları zamana hazırlanıyorlarmış bu dünyada. Evrimi tamamlananlar ilkin ayın öteki yüzüne enerji olarak çıkacak, oradan süper novalarla kademe kademe evrende henüz insanların farkına varamadıkları o büyük enerji üssüne varacaklarmış. Tabii bunu açıklarken o kadar çok uzaysal ve fiziksel terim kullanılıyor ki, sıradan insanların bunları anlamayı bırakın “ne kadar bilimsel olduklarını” düşünmemesi işten bile değil. Akıllarınca evrimi reddetmeyen, bilim adamlarını da “ermiş peygamber” suretinde kabul eden, bilimsel keşiflerin sadece terimlerini kullanarak ama çürütülmesi zor uydurmalarla tam da çağımızdaki insan kafasına hitap eden bir açığı doldurmuşlar. Zaten bilim bu kadar gelişmişken, eskiyi savunmakla tutunacağı pek bir şey de olmazdı herhalde. Günümüz insanının dinde açık olarak görüp sorduğu her soruyu sorup, bilimin henüz araştırıp netleştiremediği terimlerle doldurmaya çalışmak kendilerince buldukları tutulma yöntemi. Ama birçoğumuz bu soruları sadece çocukların sorduğunu bilirler. Özellikle iki-üç yaşından sonra etrafındaki her şeye büyük bir merakla yönelen çocukların sorularıdır bunlar. Biz büyükler biliriz ki, şimdi kullandığımız her eşya ve olanak daha basitinin geliştirilmesiyle bu hâle geldi. Yüzyılları alan bu gelişimde insanlık birbirinden bir şeyler gördü ve onu geliştirdi, geliştirdikçe de gelişti. Ve bugün birçoğumuzun “nasıl bu mükemmelliğe geldiğini” anlamakta zorlandığımız kadar mükemmelleşti, evrimleşti. Ormanları kasıp kavuran yangınlar ve açlık olmasaydı yemek pişirmeyi bilemeyecekti insanlık. Ya da ateşi korumayı beceremeseydi ısınıp korunamayacaktı. Yakın zamana kadar köylerde komşuların birbirinden ödünç ateş aldıklarını biliriz. En azından tanık olduğumuz bu ateş alışverişi olmasaydı kibrit, çakmak vb. ateşi korumayı temel alan gelişim tetiklenmeyecekti. İnsanlar yaşamda karşılarına çıkan ve yaşamlarının devamını sağlayacak her bilgi, beceri, alet ve edevatı kullanarak geliştirdi ve gelişti. Kimbilir, belki de doğaya karşı güçsüz olan biz insanlar doğanın bize sunduklarını kullanmayı öğrendik ve kullandıkça geliştik, geliştirdik... İşte sorunun ince teması buradadır. Biz neden diye sormaya devam edip daha ileriye mi gideceğiz, ya da “ne gerek var, zaten biz anlayamayız kapasitemiz yetmez; ‘o’, o kadar erişilmezdir ki düşünüp yorulmak boşunadır “deyip yıllar öncesine geri mi döneceğiz? İşte son günlerin gözde akıllı tasarımına bakacağımız nokta budur. Bir yanda hayatı anlamaya çabalayan sorular sorup çözümler üretmenin karşısına konan hazır bir formül “akıllı tasarım”. 92 Bir başka örnek de Harun Yahya ve onun kullandığı değişik isimlerle, birdenbire açığa çıkıp, tek işi evrimi çürütmek olan bir yayın serisiyle geldi gündeme. Bilim adamlarının bilimsel araştırmalarını yapacak finansman bulamadığı dönemde, bu bilim adamının(!) kitapları üniversite öğrencilerine, kalabalık meydanlarda insanlara bedava dağıtıldı. Aynı konular etrafında dolanıp, insan evrimini savunmanın tanrıya karşı gelmek ve kâfirlik olduğunu işleyen bu kitapların ana teması; evrimin açıklarını ortaya sermekten oluşmuştu. Evrimin cevap bulamadığı ve bilim adamlarının sorduğu soruları, kendisi de sorup, sonuçta cevap veriyordu : “Tanrı… yüce yaradanın eseriyiz biz”. Tabii ki bunu yaparken, tarihin değişik aşamalarında, daha önce bilineni çürüten bilimsel 93 buluşları kullanmayı ihmal etmiyordu. Yaş belirleme metotlarının gelişmesiyle ortaya çıkan birçok fosildeki yanıltmalar ve yanlış tarihlendirmeleri ele alıp bilimin ve bilim adamlarının sahtekârlıklarını açığa çıkardığını iddia ediyordu. Dikkat edin bunu yaparken gene bilimin kendisini kullanıyordu. mansal olarak verilen süreçlerin, insan genetiğindeki ufak mutasyonlarla böylesine bir değişimin olmasının mantıksız olduğunu” örneklerle açıklamaya girişmişlerdi. Yine bilim adamlarının “şunu itiraf etmeliyiz ki evrimde kocaman bir boşluk halkası var... Cevap veremediğimiz oldukça çok soru var” söylemine dayanarak... Yöntem çok basit. Biraz dikkat ve okumayla bilim adamlarının sorup cevap veremediği noktalardan tutup konuyu sonuca bağlamaktı yaptıkları. “Bu kadar mükemmel yapıdaki canlılar evrimle gelişemezdi. Zaten evrim ya da mutasyonda bu kadar büyük gelişim ve değişim olanaksızdı. Mutasyon bozukluktu. Bu kadar mükemmel canlıları yaratan mutasyonlar olamazdı. Birbirinin içine geçmiş bu mükemmellik ancak tanrı tarafından yaratılmayı gerekli kılıyordu. Zaten evrim sapkınlıktır ve onu savunan bilim adamlarının hileleri sonradan ortaya çıkmıştır” biçiminde kaleme alınanlar, gene bilim adamlarının söylediklerinin tırpanlanıp yapılmış sunumuydu. Elbet evrimi anlatmak ve ispatlamak bizim işimiz değil. Bunu yapabilmek iyi bir bilim insanı, tarih bilimci, incelemeci ve bilimin en gelişmiş halini biliyor olmayı gerektiriyor. Oysa biz birçok terimi anlamakta bile zorlanıyoruz ve tartışmaların bize yansıyan -yani gazete ve televizyonlara yansıyan- bir iki ana başlıklarına ve konuyu anlamaya dair okuduğumuz bir iki kitaptan ibaret bilgiye sahibiz. Bunun da bilimsel bir gerçeği açığa çıkarmaya yeterli olmadığının farkındayız. Son olarak “akıllı tasarım” teorisiyle başka bir grup çıktı ortaya. Evrimin bugüne kadar anlamaya çalıştığı, sorduğu ve bulduğu bulgulardan hareketle “insanların evrimleşmediğinin anlaşılması gerektiğini” savunan bu grup, Harun Yahya’nın kullandığı yönteme yakın delilleri kullanıyor olsa da onlar farklı olarak, tanrı yerine “akıllı tasarımcı” diyorlardı. Zaten Harun Yahya yaptığı açıklamayla bu grubu ”sanki tanrıdan başka bir şey, anlayamadığımız bir tasarımcı, demek doğru değildir…Zaten insanı bu mükemmellikte ancak tanrı yaratır, akıllı tasarımcı diye belirsiz bir şey yoktur…Tanrı demeye korkuyor musunuz?” biçiminde eleştirmekten de geri durmuyordu. “Akıllı tasarımcı”ların Amerika’da boy göstermesiyle içten içe bilime düşman olanlar ayağa kalkıp daha gür bir sesle bağırmaya başladılar. Birçok yayın organı, “evrimin sonu mu geliyor?”, “Evrim cevaplayamadığı soruların altında kaldı” gibi başlıklarla haberi duyurdu okurlarına. Akıllı tasarımcılara göre; “evrimin karşısına demokrasinin gereği olarak akıllı tasarımcı görüşlerinin de okutulması” gerekiyordu. Böylece öğrenciler tartışıp kıyaslayarak daha bilimsel sonuçlar çıkarmalıydı. “Evrimi sanki kesin kanıtlanmış bir bilim olarak sunmak yanlıştır, çünkü insan evrimi henüz birçok açık içeren, yıkılan bir özelliğe sahiptir” deniyordu. Tabii ki bunlar utangaçca ilk elden söylenenlerdi ve insanla maymun akrabalığının dayanaksızlığına vurgu yapan örnekler ve açıklamalarla haklılıklarını ortaya koyuyorlardı. “Bulunan fosillerin geçiş formunda bir canlı olmadığını gösterdiğini, çeşitli isimlerle adlandırılıp evrimde ara sınıflar diye tarif edilen homo eructusların tam bir maymun, homo spienslerin ise tamamen insan olduklarını, dünyanın değişik bölgelerindeki insanlar arasındaki farklılıklara benzer farklılıklar taşıdıklarını, bu yüzden de evrimde ara geçişi simgeleyen bir fosil veya kalıntının olmadığını, za94 Evet; belki insan maymundan mı evrimleşti buna cevap veremeyiz. Ama bu tartışmaların hedefini, hele ki okullarda yeniden çocuklara okutulması isteğinin nedenini anlayabilecek kadar da siyaset bilimini ve felsefeyi biliyoruz. En azından bilimin ortaçağda dinin gerici yüzüyle verdiği amansız savaş, insanlık tarihi açısından pek de eski bir tarih değil. Daha doğrusu, yapılmak istenenin bilimsel bir konuda fikir atışması ve karşılaştırması yapmak olmadığının farkındayız. Eğer öğle olsaydı, öncelikle eşit koşulların yaratılması gerekirdi. Yani bütün çocuklarımızın bulunan fosilleri inceleme, bu konudaki yapılmış bütün araştırma ve sonuçlarından haberdar olma, teorileri ve bu konudaki deneylerin sonuçlarını bilme, en son teknolojiyle bilimi birleştirip analiz yapıp yorumlamaya uygun yeterliliğe getirilmiş olması gerekiyordu. En azından insanlığın beyinsel ve sosyal olarak geçirdiği evrimi anlayabilecek alt düzeye getirilmesi gerekiyordu. Kapitalizm milyonlarca insandan yalıtıp kopardığı bilimsel gelişmeleri, bize “sizin kafanız basmaz, ne o evrim falan. Siz tanrınıza şükredip onun yaratıcılığındaki büyüklüğe şaşakalın. Biz aydan helyum gazının nasıl dünyaya çekileceğiyle uğraşırız. Tanrı size göz kulak olsun; ama yine de biz büyük uydularımızla ‘dünyaya göz kulak oluruz’(!),siz kendinizi yormayın anlayamazsınız zaten. Biz sizin yerinize füzeler, gezegenler, yıldızlar, mekikler, bombalar, biyolojik silahlar, mikroplar ve ilaçlarını buluruz. Biz yaratır, biz yok ederiz. Siz düşünmeyin. Çalışın çalışın çalışın... Zaten düşünseniz de, bilim sizden o kadar uzaklaştı ki anlayamazsınınız...” şeklinde dayatmaktadır. İnsanın “Dünya Mevlana Kardeşliği” grubuna hak veresi geliyor. Onlar diyordu ya “insan kapasitesi ‘o’ büyük enerjiyi anlamaya yetersiz. Bu yüzden biz değişik bedenlerde evrimleşip o sürece katılmaya geliyoruz bu dünyaya. Ufo, uzaylı söylentileri, bilimkurgular da bizi yavaş yavaş bu enerjiye alıştırmak için ‘o’ büyük enerji tarafından bilinçli yaptırılan söylentilerdir…” 95 Evet buna benziyor yaşanan. Gerçekten de bilimden o kadar koparılmışız ki anlamakta zorlanıyoruz. Peki okullara dini sokmak, ortaçağ gericiliğini sokmak, bu işi anlamamızda kolaylık mı sağlayacak? Elbette hayır. Bu iş yıllar önce hayatımıza giren pembe dizilere kendimizi kaptırmışken bize ayak uydurmuş babaannemin şaşarak baktığı televizyona benziyor. Radyo ve televizyondakilerin birer oyun, radyo ve ışık dalgalarının eseri olduğunu anlayabilen biz zamane gençlerinin, dizide de olsa, üç gün toprak altında kalıp hâlâ yaşayan bir kadına ağıtlar yakan babaanneme bunun film olduğunu anlatamayışımıza benziyor. Doğa karşısında güçlü olan bu kadının o insanların o kutunun içinde nasıl oluyor da yaşadığına şaşırması, bizim şaşırmamız gibi bir tuhaflık işte… Bilimden kopuk olduğumuzu geçmişten gelenlerin bildiklerimizi anlamamasını görünce kavrıyoruz. Ya bildiklerimizde bizden alınırsa? Biz ve çocuklarımız “neden?” diye sormayı bırakacağız elbette. “Ne zaman?”, “Niye”, “Nerede?” diye sormayı da bırakmış olacağız ki, bizim için asıl felaket o zaman başlayacak. Belki bu insanın evrimini anlayamayacağız ama getirilmek istenen bu yeni motifle geniş kitlelerin nasıl alıklaştırılmış köleler haline getirildiklerini, birer iş yapma makinesi konumuna getirildiklerini, beyinsiz et yığınına dönüştürüldüklerini göreceğiz. Artık gençler soru sormayacak. Bu sorular olamayınca da cevap aranmayacak. Hayatı anlamak yerine alıkça dünyaya bakıp “Vay be, ‘akıllı tasarımcımız’ nasıl olmuş ta bunu böyle heybetli yapmış!” deyip şükretmekten başka bize düşen hiçbir şey kalmayacak. Dikkat ederseniz bu tartışmaların Amerika’da başlaması hiç de tesadüf değil. Bütün dünyadaki zenginlikleri hunharca sömüren dünyanın jandarması ABD, son yıllarda dünyayı içine çektiği savaş kaosunda karşısına çıkacak tehlikeyi gayet iyi biliyor. İnsanları sorgulamaya başlaması; bu bir avuç sermayedarın dünyanın ganimetlerini eline almak için yarattığı yıkıma, ölümlere, işkenceye zulüme soru yöneltip cevap almaya başlamaları düzenin yıkımı demektir. İşte bu yüzden Amerika’da Bush’un “akıllı tasarım” dan yana fikir belirtmesi tuhaf değildir. O’na sorgulayan, cevap arayan bir gençlik gerekli değil ki. O’na savaşacak emirlere sorgusuz itaat edecek, gerektiğinde fabrikalarında amansızca çalıştırılacak insan sürüsüdür gerekli olan. Bunun için de düşünmemesi en iyisidir. Sormaması en iyisidir… Nasıl ki ortaçağda “Dünya yuvarlaktır ve kendi etrafında döner. Aynı zamanda güneş merkezdir. Dünya, güneşin etrafında döner” demek topluluklar üzerinde erişilmez olan kilisenin ve dinî gericilin tozunu dumana katıp iktidarını sarstı, günümüzde de öyle. O gün için kilise elindeki gücü kullanarak bunu engellemeye çalıştı. Geniş kitlelerin oku96 masına gerek yoktu. Çünkü onlar okuyup öğrendikçe “Tanrıdan bir parça olan tanrının oğlu İsa dünyaya geldiğinden, evrenin merkezi dünyadır ve diğer gezegenler dünya etrafında döner” diyen kilisenin yalanlarını görecek, gözlerine inen bu ince perdeden kurtulup gerçekle karşılaştıklarında sormaya başlayacaklardı “Neden?” diye. Nitekim tarihin ilerlemesi karşısında kimse duramadı ve insanlar beyinsel ve bilimsel evrimlerinin gereği olarak sormaya devam ettiler. Tabii ki cevaplarını da buldular. İşte bu kadar ilerlemişken insanı geri çekmeye çalışan, yeniden karanlık bir sisin içinde kaybetmeye çabalayan, bu kere de emperyalistlerin kendisidir. Ellerindeki gücün, erklerinin sonunun kimlerden geleceğini anlamış olacaklar ki ısrarla tarihi devindirmeye uğraşıyorlar. Bu sefer daha süslü sözlerle, daha çok bilimsel kelimeler kullanarak. İnsanlığı, sorgulamayan, ama sürekli bizim için yaratan “akıllı tasarımcı”ya şükreden alık bir sürü haline getirme çalışmalarını hiç bırakmıyorlar. Bu türden çabaların belirli dönemlerde yoğunlaştığını da unutmamak gerekiyor. 1970’li yıllardaki “Tanrıların Arabaları” furyasını hatırlayalım. Son yıllarda yazılan çizilene, gösterilen filmlere, gençlikteki yönelimin ağırlık kazandığı anketlere, gençlerin bakışına, yorumlarına bir bakın bakalım ne göreceksiniz? Alabildiğine dini şekilleniş hâkim. Olayları anlamak, kavramak sorgulayıp bilmek yerine falla, büyü ve sırla açıklayıp buna inanan bir duruma geldi gençler. Sadece ülkemizde de değil, en gelişmiş batı ülkelerinde de bu böyle. Bir yanda teknoloji çılgınca ilerlerken ve insanlar çok fazla bilgi kaynağına ulaşıyorken diğer tarafta bunun tam tersi bilimi anlamayan, sorgulayıp kavramayan bir şekilleniş egemen. İki sene önceki olayı bile hatırlayamayacak, bilmeyecek kadar yoğun bir bombardıman içinde, aşırı bilginin yığınında kaybolan kuşak mı desek bu duruma, yoksa “derya içinde olup ta deryayı bilmeyen balık” mı? Galiba kapitalizm önce yavaş yavaş bizi kendimizden uzaklaştırdı. Dev gibi makinelerin bir tek cıvatasını yapan ama ne işe yaradığını asla bilmeyen, yılları alan üretimle koptuk parçanın bütününden. Ya da bütünü göremez olduk. Cıvatanın ayrıntısına takılıp kaldık. Makinenin neresindedir onu bile bilemez olduk. Sonra sosyal yaşamdan tarihten, sanattan koptuk. Fabrikanın dört duvarına, küçük hapishane odaları gibi alt alta üst üste dikilmiş beton bloklarına sıkıştı hayatımız. Ormanın, tabiatın canlılığıyla beraber beynimizin kıvrımlarını zorlayan daha az soru kaldı bize: “Karnım aç mı? Bu para yetecek mi ay başına? Kirayı verebilecek miyim? Bizim hanım da bir iş bulabilir mi üçe beşe? Çocukları konfeksiyona verebilir miyiz?” Akşamları da kara kutulardaki şaklabanlar hatırlatır bize durmadan apış aramızı. Bize soracak pek 97 soru kalmamış ki zaten, düşünmeye ne gerek? Sormaya anlamaya ne gerek? Zaten soracak olsak gene dört duvarla örülü hapishaneler var bizim için. Yaşanan bir talan var yanı başımızda. Bir halkın kırımı: Irak. Yarın Suriye, İran... Ve daha emperyalistlerin zenginliklerine zenginlik, güçlerine güç katacak yeni savaşlar ve yeni katliamlar... Yine de “neden” diye soranlar çıkıyor ortaya. Suyu bulandıran bu mihrakların etkisini azaltmak için gerekli olan bir şey şu “akıllı tasarım”. Sormayı beceremeyen bir kuşak gerek emperyalistlere. Onları anlamak zor değil. Asıl anlaşılmaması gereken bilimi bilip de bizden uzak tutan bilim insanları. Bizi sormaktan ve cevap aramaktan uzak tutanlara göz yumanlar. Oysa bilim üzerine konuşan, soran ve çözümler üreten bizler olmalıyken... Her konuda olduğu gibi değiştirip yeniyi yaratacak olan devrimcilerin bu sürece verecekleri cevaplardır beklenen... Bu yüzden evrim tartışmasında önemli olan, bizim maymundan gelip gelmediğimizi savunan kısır bir sınırda taraf olmak değildir. Bize düşen, insanlık tarihini bilip aktarmaktır. Beyindeki, fikirdeki, sosyal yaşamdaki, dildeki, matematikteki, fizik ve kimyadaki, biyolojideki evrimi soyutlayıp bizi insan ve maymun cenderesinde bırakıp kapitalist gericiliğin mecburi yok oluşunu gizleyenleri açığa vurmaktır. “Böyle geldi böyle gider” düzleminde boyun eğmemeyi öğretmektir. Ya ileri devrimciliğimizle soruları cevaplarıyla ortaya seren biz oluruz, bilimi, sanatı ayakları üzerine oturtup gözlerine sis perdesi çekilmiş kitleleri silkeleyip soru sormaya yönelten bizler oluruz, ya da alıklaştırılmak için elinden gelenin yapıldığı kitlelerden daha geri ve gerçeği bilip seyrediyor olmanın acısı içinde bu karanlıkta debelenip dururuz. Bu yüzden önce bizim sorup cevaplar bulamamız gerek. İşte bence bilim insanlarının bizlere aktaracağı bilgiler bu yüzden oldukça önemlidir. Zaten ellerindeki her olanakla nasıl düşüneceğimizi bile şekillendiren emperyalizmin yeni ürünü “akıllı tasarım” gerçekten de “akıllı tasarımcıların” işidir. Hedefi amacı bellidir. Yıllar yılı felsefede cevap aranana bu kadar yaklaşmışken, bu kadar uzaklaştırılmaktır istenen. Biz devrimcilerin, Marksistlerin söyleyecek sözleri, soracak soruları olmalı. Her zaman ve her koşulda… 16 Şubat 2006 2 Nolu F Tipi Cezaevi - Kandıra 98 Osman Tiftikçi “Şu Çılgın Türkler” mi? Aptallaştırılmak İstenen Türkler mi? -Eleştiri- Bu yazıda Aralık 2005’de 264. baskısına yapan bir kitaptan söz edeceğiz. Kitap ve gazete okuma alışkanlığı pek iyi durumda olmayan bir toplumda, 750 sayfalık bir kitabın 264 baskı yapması olağanüstü bir olaydır. Ama bu noktada bir an duralım. Kitabı basan Bilgi Yayınevi’nin sahibi Ahmet Küflü’ye, Milliyetten Melih Aşık soruyor: “-Toplu alımlar hâlâ devam ediyor mu? -Evet. Askerler, üniversiteler, belediyeler, şirketler, sendikalar hâlâ toplu alım yapıyorlar. Örneğin son olarak Türk Metal Sendikası 5 bin kitap aldı”(Milliyet, 20 Aralık 2005) Yayınevi sahibi aynı konuşmada her baskıda 2 bin kitap basıldığını söylüyor. Böylece iki buçuk baskının sadece Türk Metal Sendikası’nın siparişi (belki de en son siparişi bilemiyorum) üzerine yapıldığını anlıyoruz. Bu sendika bilindiği gibi ambleminde bozkurt kafası bulunan, başında Türk ırkçılarının bulunduğu bir sendikadır. Kitabın diğer toptancılarına baktığımızda da (askerler, üniversiteler, belediyeler) bunların devlet kurumları olduğunu görüyoruz. Kitabı toptan alan şirket ismi verilmediği için bu konuda bir şey diyemiyorum. Görüldüğü gibi düzenin sivil resmî kurumları kitabın satışı için seferber olmuş durumdalar. Başta Hürriyet ve Milliyet gazeteleri olmak üzere düzenin basını da bu seferberliğin içinde. Kitabın yazarı da zaten devlete yabancı biri değil; eski Devlet Tiyatroları Genel Müdürü. Turgut Özakman “önsöz”de bu kitabın, Milli Mücadele’nin gençler için roman olarak anlatımı olduğunu yazıyor. Ama kitap gençlere Milli Mücadele’yi anlatmıyor. Kitapta Milli Mücadele’nin bir yıllık bir kısmı, Sakarya’da Yunan ordularının durdurulması ve ardından gelen Büyük Taarruz var. Eski Yeşilçam filmlerindekine benzeyen aşk hikâyeleri, Yunanistan’ın, İngiltere’nin yazarın kurguladığı tavırları vs.hep bu askerî başarı etrafında dönüyor, onu süslemeye yarıyor. Ama gençlere Milli Mücadele diye sadece Sakarya ile Büyük taarruzu anlatmak onları kandırmak değil mi? Bunun öncesi ve sonrası yok mu? Türkiye’deki Milli Mücadele ve genel olarak kurtuluş savaşları sadece askerî çarpışmalardan mı ibarettir? Bunların ekonomik toplumsal yanı, sınıfsal yanı yok mu? Varsa, konusu genel olarak Milli Mücadele olan bir kitapta bunlar nerede? Gençlerin bunları bilmeye hakkı yok mu? Yazar gençlerin dikkatini en başarılı şekilde şovenizm yapabileceği tarihî kesit ve askerî olaylar üzerinde toplamaya çalışıyor. Bu şovenizmin yöneldiği hedef ise en başta Rumlar ve Ermeniler. 99 Yazar Birinci Dünya Savaşı’nda ve Kurtuluş Savaşı sırasında savaştığımız Ermenileri ve özellikle de Rumları, sadece olumsuz yönleriyle öne çıkarıyor. Örneğin Rumları, ırza geçip öldürmekten başka bir şey düşünmeyen, zulüm yapmaktan zevk alan bir ulus olarak sunuyor. Öyle ki Yunanlılar, ölüm korkusuyla kaçarken bile ırza geçmekten baş1 ka bir şey düşünmüyorlar (örn. s. 651, 652) . Türkler ise hümanist, mezalime uğradığı halde sabretmesini bilen, kendini kaybetmeyen aklı başında örnek insanlar olarak resmediliyor. (örn. s. 161...165, 173) Hiç bir ulus ne birinci türden ne de ikinci türden kişilerden ibarettir. Rum ve Ermenilerin kitapta anlatılan zulümleri yaptıkları doğrudur. Ama Türkiye tarihî de onlarınkine benzer “çılgınlıklarla” doludur. Ermeni “tehcirini” bir kenara bırakalım. Örneğin Kurtuluş Savaşı sırasında Doğu Karadeniz bölgesinde Rumlara ve 1921’deki Kürt isyanının bastırılması sırasında Kürtlere yapılan, Meclis tutanaklarında kayıtlı (TBMM Gizli Celse Zabıtları, Türkiye İş Bankası Kültür Yay. 1985) zulümler kitapta yok. Bu zulümlerin baş sorumlusu Nurettin Paşa (Sakallı) daha sonra Birinci Ordu Komutanı olarak İzmir’e girecek ve bu sefer de Rum mahallelerini ateşe verecektir. Peki, bu Paşa’nın yaptıklarını öne çıkarıp bütün Türk ulusu suçlanabilir mi? 1955’in 6, 7 Eylül’ünde, önce Selanik’te M. Kemal’in evine bomba koymak, sonra da bunu Rumlar yaptı diye halkı galeyena getirerek, İstanbul’da azınlıkların evlerini, işyerlerini, kiliselerini ateşe vermek, papazları sünnet etmeye kalkmak, yaşlı kadınların ırzına geçmek bomba koyan kişiyi de daha sonra Vali yapmak zulüm yapan Rumlardan aşağı kalır davranışlar mıdır? Daha yakın zamanda örneğin K. Maraş’ta kendi soydaşlarını, dindaşlarını, hamile kadınları bile katledenler, Sivas’ta aynı işi yapanlar “Şu Çılgın Türkler’den” başkaları mıydı? 12 Eylül’le birlikte bir milyona yakın insanı işkenceden geçirenler, tecavüzü de bir işkence yöntemi olarak uygulayanlar, Kürt köylülerine bok yedirenler hangi ulusun “çılgınlarıydı?” Gene bildiğimiz kadarıyla Yunan basınında, gözaltına aldığı, tutukladığı bayanlara tevacüz eden “güvenlik görevlileri” haberleri yer almıyor. Ama bu tür haberler bizim basından eksik olmuyor. Bu tür davalar Avrupa mahkemelerine bile taşındı. Özetle ne Türk ulusu diğer uluslardan çok farklı, hiç bir lekesi bulunmayan özel bir “çılgın” ulustur, ne de Rumlar ve Ermeniler bu dünyanın en kötü, en rezil uluslarıdır. Yapılması gereken, kendi pisliklerini örtmeye çalışmak, başkalarının pisliklerini gerekçe göstererek bunları haklı çıkarmaya çalışmak değil, bunları dürüstçe ortaya koymak, gençlere bu yanlışları nedenleriyle anlatmak ve bir daha tekrarlanmalarına engel olmaya çalışmaktır. 1 Bu yazıda kaynak olarak kitabın 6. baskısını kullandık. 100 Yazar ayrıca kitabında Rumları, İngiliz emperyalizminin piyonu olmaktan öte gidemeyen bir ulus gibi gösteriyor. Yunan ordusu İngiltere namına Ege bölgesini işgal etmişti, onun bir piyonu idi, doğru. Ama bütün Rumlar böyle miydi? Ayrıca; Rumlar ezelî ve ebedî hep böyle bir ulus mudur? Değildir. Nasıl ki Kurtuluş Savaşı sırasında bütün Türkler aynı davranışı göstermediyse, Yunanistan’ın İngiltere’nin piyonluğuna soyunmasına karşı olan Rumlar da vardı. Örneğin Yunanistan Komünist Partisi Batı Anadolunun işgalini “kirli savaş” olarak görüyordu. Gençlere bu kirli savaşa katılmamaları için çağrı yapıyordu. Hatta YKP Yunan ordusu saflarında bu doğrultuda çalışmalar yapıyordu. T. Özakman’ın zaman zaman anlattığı, Yunan ordusunun moral bozukluğunda, askerlerin başkaldırmalarında, Yunan ordusunun bütünlüğünün bozulmasında bu propagandanın da rolü oldu. Bu enternasyonalist tutumu sayesinde Yunan Komünist Partisi giderek güçlendi. İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler faşizminin saldırılarına karşı vatanı için savaşanların başında bu parti vardı. Rumlar Hitler faşizmine ve yerli işbirlikçilerine karşı onurlu “çılgın” bir savaş verdiler ve faşizmi yendiler. Peki, o sırada bizim “çılgınlar” ne yapıyordu? Kitapta sadece övgüyle anılan İnönü, Hitlerle işbirliği yapıyordu. Onun zaferi için çabalıyordu, Almanyaya stratejik krom madeni satıyordu. Ordu içinde Hitlerci ve ırkçı örgütlenmeler oluşturuluyordu. Kitapta adı geçen diğer bir “çılgın” Yunus Nadi’nin Cumhuriyet Gazetesi Hitler’in yayın organına dönmüştü. Faşist Almanca broşürleri Türkçeye çevirip dağıtıyordu. Hükümetin başına da, şimdi adını Fenerbahçe Stadı’na verdikleri, faşist Şükrü Saraçoğlu’nu getirmişlerdi. Bu kişi azınlıklar için Varlık Vergisi koyuyor ve Hitler’e özenerek onları toplama kamplarına yolluyordu. Alman faşizmini ülkelerinden kovan Yunanlılar 1940’ların sonuna doğru bu sefer de Almanların yerini almaya çalışan İngilizlere ve onların işbirlikçilerine karşı savaşmaya başladılar. Bu arada bizim “çılgınlar” ise Amerika’ya yamanmakla meşguldüler. Ülkemizi emperyalizmin sömürgesi haline getirecek olan birçok ikili anlaşma İsmet İnönü zamanında imzalanmıştı. Böylece emperyalizme karşı ilk başarılı kurtuluş Savaşı’nı veren ülke, gene o savaşın önünde olan kadrolar tarafından hem de tek kurşun atmadan emperyalizmin yeni sömürgesi haline getirildi. Özetle Yunan tarihî sadece Batı Anadolu’nun İngiltere namına işgalinden ibaret değildir. Yunan halkı aynı Türk halkı gibi, diğer halklar gibi vatanına, onuruna düşkün bir halktır. Emperyalizmin piyonluğu da sadece Rumlara has bir özellik değildir. Yazar sadece Türk şovenizmini azdırmaya çalışmakla kalmıyor, tarihî de çarpıtıyor. Örneğin yazar Kurtuluş Savaşı’nı da, bütün üstyapı reformlarını da M. Kemal’le başlatıyor.Gerçekte ise Kurtuluş Savaşı’nı ilk örgütleyen İttihat ve Terakki örgütüdür. M. Kemal daha İstanbul’da 101 iken ve Vahdettin’in kurduracağı hükümetlerde bakanlık alma işi ile uğraşırken, Müdafaai Hukuk örgütlerini kuranlar, subayları Anadoluya toplayanlar, İstanbul’dan adam ve silah kaçıranlar, işgalcilere karşı silahlı eylemler düzenleyenler bunlardır. Kurtuluş Savaşı’nın başlangıçta padişah ve İngilizler tarafından bir İttihatçı fitnesi olarak suçlanması, Sivas Kongresi’nin açılışında delegelerin “bir daha ittihatçılık yapmayacağım” diye yemin ederek işe başlamaları nedensiz değildir. M. Kemal’in katıldığı ilk kongre olan Erzurum Kongresi, M. Kemal’den bağımsız olarak örgütlenmiştir. Öyle ki M. Kemal bu kongreye, güvenilmediği için başlangıçta alınmamış, sonradan Kazım Karabekir’in gayretleriyle bu kongreye katılabilmiş ve başkan seçtirilmiştir. Kongre delegeleri M. Kemal’e askerlikten ayrıldığı halde hâlâ giymeye devam ettiği üniformasını ve padişah yaveri kordonunu neredeyse zorla çıkarttırmışlardır. Adına daha sonra “devrim” denilen, toplumu, devlet kurumlarını dine göre değil modern hukuka göre örgütlemeye, yapılandırmaya çalışan üstyapı reformlarının başlangıcı da çok eskilere gider. Bu süreç en azından III. Selim’le başlar, II. Mahmut ve Tanzimat paşalarıyla devam eder. 1908 devrimi bu süreçte bir dönüm noktasıdır. Şu kadarını söylemekle yetinelim; 1908 devrimi, İttihat ve Terakki anlaşılmadan ne M. Kemal’i ne de onun yaptıklarını anlayabilmek, tarihî yerine koyabilmek mümkün değildir. Fakat yazarın objektif olma gibi bir derdi yok. M. Kemal’i yarı tanrı yapacağım diye İttihatçıların olumsuz yanlarını -tıpkı Yunan ulusuna yaptığı gibi- abarttıkça abartıyor. İttihatçılar hayalperest, maceracı (örn. s. 284), Sovyetlerin piyonu, M. Kemal’e komplo düşünmekten başka işi olmayan, iktidara gelmek için ülkenin mahvolmasını bile göze alan ( örn. s. 195, 196, 197, 357, 358, 359) başa belâ tipler olarak çiziliyor. Gerçekte ise Kemalizm ya da Atatürkçülük diye adlandırılan olumlu ve olumsuz uygulamalar, İttihatçılığın ulusal devlet koşullarına uyarlanmış halinden başka bir şey değildir. Yazar M. Kemal’in hazetmediği kişileri yerin dibine batırırken, M. Kemal’in gölgesi olanları bütün günahlarından arındırıyor. Bu kişilerin Milli Mücadele’ye karşı zaman zaman İttihatçılardan çok daha geri tavırlar içinde bulunduklarından hiç söz etmiyor. Örneğin İsmet ve Fevzi Kurtuluş Savaşı’na anadan doğma gönül vermiş ideal kişiler olarak çiziliyor. Yazar Kazım Dirik’e bile övgüler düzüyor (s. 297) Bu kişinin Erzurum’da M. Kemal askerlikten ayrıldıktan sonra odasına girip “bundan sonra senin yaverin değilim, emirlerini dinlemeyeceğim” diye tavır koyduğunu ve M. Kemal’i büyük bir umutsuzluğun içine ittiği anlatılmıyor. 1940’ların Hitler işbirlikçisi, Alman faşizmi yanlısı Yunus Nadi ideal bir antiemperyalist kişi olarak gösteriliyor. M. Kemal de Nutuk’da hem kendisinin hem de Fevzi İsmet’in tavırlarını en başından itibaren direnişten yana, mandacılığa karşı tavırlar olarak anlatır. Bu doğru değildir. Mütareke döneminde M. Kemal dire102 nişten değil, sorunun masa başında İngilizlerle uzlaşarak çözülmesinden yanadır. Bu nedenle Vahdettin’den Bakanlık alabilmek için uğraşmakta, Hürriyet ve İtilafçı hükümetle iyi ilişkiler sürdürmekte, hatta İngilizlerle ve İtalyanlarla temaslarda bulunmaktadır. Bu tavırları sayesinde M.Kemal Vahdettin’in, Damat Ferit’in ve İngilizlerin güvenini kazanır. M. Kemal 19 Mayıs 1919’da Vahdettin ve Damat Ferit’in güvendikleri Paşa olarak işgalci İngiliz güçlerinin mührü bulunan görev kâğıdıyla Samsun’a ayak basar. M. Kemal bu durumu; “İstanbul’dakiler benden korkuyorlardı, kurtulmak için Anadolu dağlarına sürelim de çürüsün dediler” diye açıklar. Üzerinde durmaya bile değmez. TBMM Kurtuluş Savaşı’nın amacını vatanı ve halife padişahı kurtarmak olarak ilan eder, İslâm âlemine bu doğrultuda dini içerikli bildiriler yayınlar. Yani M. Kemal bu sıralar hem saltanatçı hem de Hilafetçidir. Büyük Taarruz’dan sonra (T. Özakman’nın Milli Mücadele diye anlattığı olay) O’nun bu islâmî yanı daha da öne çıkar. Örneğin evlilik yapar. Öğrenimini İngiltere’de ve Fransa’da Boston’da tamamlamış olan Latife’yi kara çarşafın içine sokar. CHP’yi kurma gezisinde camilerde İslâmcı vaazlar verir. Ama sonunda ortada ne saltanat ve padişah, ne de hilafet kalır, adı Cumhuriyet olan tek adam tek parti diktatörlüğü kurulur. M. Kemal; “ben aslında başından beri saltanatı, halifeliği kaldırmak ve cumhuriyet kurmak istiyordum ama zamanı değil diye kimseye söylemiyordum. Kafamdaki planı zaman içinde bir bir hayata geçirdim” diyerek bu çelişkiye açıklık getirir! Diyelim ki inandık. Bu durumda M. Kemal adına hiç de iç açıcı bir durum ortaya çıkmıyor. Bir milli mücadele önderi var, bu önder önce İstanbul’da İngilizlere, Vahdettin’e, Damat Ferit’e sanki onlardan yanaymış gibi görünüp bunları kandırıyor ve ordu müfettişliğini kapıyor. Ardından Erzurum ve Sivas Kongresi’ne katılan delegeleri de kandırmayı ve kendi gizli amaçları için kullanmayı başarıyor. Daha sonra TBMM’deki milletvekillerini, hatta Türkiye’ye yardım için seferber olan İslâm âlemini de kandırıyor; onlardan farklı düşüncelere ve hedeflere sahip olduğunu gizliyor, sanki onlarla aynı fikirdeymiş gibi görünüyor. Doğal olarak gerçek kimliğini işçilerden, köylülerden, Kürt halkından da gizliyor. Bunlar da M. Kemal’in vatanla beraber halife padişahı da kurtarmak için savaştığını sanıyorlar. Zaferden sonra CHF’yi kurarken de aynı oyunu sürdürüyor, camilerde toplanan cemaate Kazım Karabekir’in bile eleştirdiği dini vaazlar veriyor vs. Bütün bunlara inanmak için 1920’li yıllarda Dünyanın ve Türkiye’nin enayilerle dolu olduğunu ve Kurtuluş Savaşı'nın enayilerin bolluğu sayesinde zafere ulaştığını kabul etmek gerekir. Bunlar doğru değildir. M. Kemal kendisinin ve İsmet İnönü, Fevzi Çakmak gibi yakınlarının geçmişte hatalı olan davranışlarını haklı ve olağanüstü gösterebilmek için senaryolar icat etmektedir. Gerçek şudur: M. Kemal değişik dönemlerde koyduğu çelişkili tavırlarda samimi103 dir, gerçekten öyle olması gerektiğine inanmaktadır. O bu tavırlar sayesinde tüm yetkileri elinde tutan tek adam olmaya çalışmaktadır. M. Kemal bu amacını her davranışı ile belli etmekte ve onun bu niyeti hem milletvekilleri hem de siyasetle ilgili bütün kişiler tarafından bilinmektedir. Mecliste oluşan muhalefetin ortak noktası da zaten, M. Kemal’in bu eğilimine engel olmaktır. Ama M. Kemal’in saltanatı, hilafeti koruyarak tek adam olma (bu durumun önceki örneği İttihat Terakki ve Enver idi. Ortada bir halife padişah ve de meclis vardı ama bütün yetkiler İttihatçıların elindeydi) öngörüsü gerçekleşmemiştir. Tarihî süreç M. Kemal’in öngörülerinden farklı biçimde gelişmiştir. M. Kemal ve çevresindekiler tarihî sürecin gelişimini genel hatlarıyla kestirebilecek bir bilimsel ve teorik birikimden yoksun kişilerdir. Bunların savunduklarının ve beklediklerinin tersi çıkınca; ben zaten kendi içimden böyle düşünüyordum demelerinin nedeni budur. T. Özakman “önsöz”de: “Milli Mücadele’nin emperyalizme karşı verilmiş ve kazanılmış ilk kurtuluş savaşı olduğu anlatılmadığı için gençlerimiz başkalarının kurtuluş mücadelelerine imrendiler.” (s. 9) diye yazıyor. Ama gençler haklı değiller mi? O imrendikleri kurtuluş savaşlarında örneğin söylediği başka niyeti başka, ne yapacağını sadece kendisi bilen, halktan gizleyen önderler yok. O önderler daha işin başında ne olduklarını, ne için savaştıklarını hem de yazılı programlar biçiminde ortaya koyuyorlar. Bu programlarını bilimsel temellere oturtuyorlar. Gerçekleri söylemeyi ve bu gerçekleri her ne pahasına olursa olsun savunmayı, devrimcilik için şart olan bir meziyet olarak biliyorlar. Kendilerini egemen, ezen sınıfın politikacılarından, halka gerçekleri anlatan kişiler olarak ayırt ediyorlar. Programlarını gizlemek bir yana tüm Dünyaya, özellikle de işçilere, köylülere, sömürge uluslara duyurmak için ölümü göze alıyorlar. Çünkü devrimci fikirler, kafada sır gibi saklanmak ve fırsat ele geçince darbeci, komplocu yöntemlerle uygulanmak için değildir. T. Özakman’ın iflah olmaz komplocular olarak sunduğu İttihat ve Terakkiciler bile örneğin 1908 öncesinde düşüncelerini gizlememişler, kongreler yapıp aldıkları kararları tüm halka ve Dünya’ya duyurmuşlar, bu fikirler etrafında muhalefeti örgütlemeye çalışmışlardı. Milli Mücadele Türkiye burjuvazisinin ilerici eylemlerinden biridir. Bu mücadele ile açık işgale, ülkemize dayatılan tam sömürge koşullarına son verilmiştir. Kurtuluş Savaşı ve Sovyetlerle ittifak sayesinde emperyalizmin Kafkaslara, Türkiye’ye ilişkin planları bozulmuştur. Kurtuluş Savaşı’nı izleyen yıllarda kapitülasyonlar kaldırılmış, yabancı şirketler millileştirilmiş, Düyunu Umumiye idaresi sona ermiş, kendi maliyesine, gümrüklerine egemen olan bir ülke ortaya çıkmıştır. Fakat Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın özellikleri sadece bunlardan ibaret değildir. Kurtuluş Savaşı, Osmanlı’dan kalma egemen sınıfların ve gene Osmanlı düzeninin ayrıcalıklı bir kesimini oluşturan Osmanlı paşaları104 nın öncülüğünde verilen bir savaştı. Bu nedenle Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet bu kesimlerin hiç bir ayrıcalığına dokunmadı. II. Mahmut’dan ve Tanzimat döneminden bu yana sürdürülen üstyapı reformlarına devam etmekle yetinildi. Bir tarım devrimi bile yapılmadı. Sınıfsal önderliğin bu niteliği nedeniyle Kurtuluş Savaşı sonunda ülkemizde demokratik bir siyasî rejim değil, tek parti tek adam diktatörlüğü kuruldu. Çünkü egemen kesimler hem Dünya Savaşı sırasında hem de Kurtuluş Savaşı ile sağladıkları kazanımları ancak böyle bir yönetimle koruyabileceklerini düşündüler. Eski Osmanlı egemen kesimlerinden oluşan ve başında Mustafa Kemal’in bulunduğu bu yönetici kesim, doğal olarak emperyalizme temelden karşı değildi. Yani bunlar örneğin sosyalistler gibi, bir sistem olarak emperyalizmin yeryüzünden silinmesini istemiyorlardı. Türkiye’nin yanısıra tüm dünyayı Amerika’nın ve Avrupa’nın bir kaç devletinin kölesi yapan bu sistemi, bunlar “çağdaş uygarlık” olarak görüyorlardı. Bu nedenle emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi veren Asyalı, Kuzey Afrikalı, Orta Doğu’lu uluslara yardım için kıllarını kıpırdatmadılar. Ama Avrupa emperyalizmi ile ilişkilerini sürdürdüler ve bu sistemle bütünleşmek için ne gerekiyorsa yaptılar. Kendilerine yardım için seferber olan Sovyetlere, Hintlilere bile dirsek çevirdiler, daha ilk fırsatta Alman faşizminin yanında yer aldılar. Hatta kendileriyle birlikte Çarlık Rusyasına, Ermenilere, Fransızlara, Rumlara karşı savaşan Kürtleri bile inkâr ettiler.(T. Özakman’nın kitabında da Kurtuluş Savaşı’nın Türklerle Kürtlerin ittifakının bir ürünü olduğuna dair tek cümle yok. Kitapta Kürt olarak Diyap Ağa’nın, Kürtler nezdinde hiç de iyi anılmayan M. Kemal kuyrukçusu zatın adı geçiyor.) Turgut Özakman, kitabın “sonsöz”ünde şunları yazıyor: “ Bugün Türk gençliği biri ötekine benzemeyen iki tarihe inanıyor: Biri bu romanın esas aldığı, sağlıklı ve dürüst belgelere dayalı, hepimize gurur veren gerçek tarih... Öteki Cumhuriyet’i yıkmak için çabalayanların uydurdukları, yalanlarla dolu, sahte tarih. (...) Sevgili gençler! İstiklal Savaşı, dünyadaki en meşru, en ahlâklı, en haklı, en kutsal savaşlardan biridir. Emperyalizmi ve yamaklarını dize getiren, bir enkazdan yepyeni, çağdaş bir devlet kurmayı başaran atalarınızla gurur duyun, şehit ve gazi atalarınızın onurunu yalancılara çiğnetmeyin. Sevgilerle.” Kitabın belgelere dayalı olduğu doğru. Ama esas önemli olan bu belgelerin nasıl seçildiği ve nasıl kullanıldığıdır. Örneğin kitapta M. Kemal, Fevzi ve İsmet’in Mütareke Dönemindeki tavırlarına ilişkin belgeler yok. Kürtlerle ittifak için vaadedilenlerin yer aldığı belgeler yok. Yokları uzatmak mümkün. Bu yokların yanısıra kullanılan belgelerden işine gelen yerler alınmış. Örneğin T. Özakman’ın kitabında kaynak 105 olarak gösterilen Kazım Karabekir’in kitaplarında, ya da Eric Jan Zürcher’in “Milli Mücadele’de İttihatçılık” kitabında anlatılanlar bambaşkadır. Yani Özakman dayandığı belgeleri hiç de sağlıklı, dürüst biçimde seçmemiş ve kullanmamış. Sonuçta ortaya ilkokullardan itibaren okutulan, M. Kemal’in Nutuk’una dayalı bir resmî tarih çıkmış. Bu nedenle gençlerin “Cumhuriyet’i yıkmak için çabalayanların uydurdukları, yalanlarla dolu, sahte tarih”e bakmalarında gene de fayda vardır. T. Özakman’ın “sonsöz”e yazdığı bu cümlelerden, onun asıl derdini ve resmî sivil devlet kurumlarının bu kitabı yaymak için neden seferber olduklarını da anlamış oluyoruz. Kurtuluş Savaşı’nda Diyap Ağa’dan başka Kürt tanımıyor. Özetle 12 Eylülcülerin yeni hamleleriyle tamamen uyum içinde olan bir kitap. Server Tanilli, Altemur Kılıç’la fikir birliği içinde; “Bir olaydır bu eser: Bir tarih, bir roman, bir destan... Gençler, hele sizler, okuyun bu kitabı!..” diyor. Bizim gençlere diyeceğimiz şu: Eğer okulda “inkılâp tarihî” dersi okuduysanız, bu kitabı okumamakla kaybedeceğiniz bir şey yok. Milli Mücadele’yi ve tarihimizi, sosyual kurtuluşu, günümüz gerçeklerini gerçekten öğrenmek istiyorsanız, gerçekten bağımsız, açlığın, sokaklarında çocuk sürülerinin olmadığı, her tür cehaletin yok edildiği bir ülke özlemi duyuyorsanız, mutlaka başka kitapları ve devrimci yayınları okumalısınız. Marx’ı, Engels’i, Lenin’i ve sosyalistleri okumalısınız. Gerçekten ulusal bağımsızlığına düşkün bir yazar, içinde bulunduğumuz koşullarda, halkının geçmişte emperyalizme karşı verdiği bağımsızlık savaşını neden ön plana çıkarmaya, gençlere anlatmaya çalışır? Bunun mantıklı cevabı şudur: Gençler ülkemizin Amerika başta olmak üzere emperyalızmin pençesindeki acı durumunu anlasınlar, bu durumu kendi çıkarları için zorla sürdürmeye çalışanları bilsinler ve emperyalizme bağımlı bu düzeni yıkmak için ayağa kalksınlar diye. Fakat T. Özakman emperyalizm ve işbirlikçilerinden değil, mevcut toplumsal ekonomik düzeni ve bunun tepesinde bulunan “Cumhuriyet” dediği 12 Eylül’le kurulmuş MGK yönetimini yıkmak isteyenlerden şikayetçi! Gençlerin bu amacı gerçekleştirmeye çalışanların yani devrimcilerin peşinden gitmesine müthiş kızgın! Geleneksel resmî ideoloji ya da generallerin faşist darbelere uydurdukları biçimiyle Atatürkçülük, 12 Mart ve 12 Eylül cuntalarından sonra ağır darbeler aldı. En başta Kürt gençliği ve halkı bu ideolojiden tamamen koptu. Türkiye solu da artık Kemalizme ve orduya örneğin 1960’larda baktığı gibi bakmıyor. İslâmcı kesim ise zaten Kemalizme soğuktu. Bu soğukluk özellikle son yıllarda daha net siyasî ve ideolojik biçimler almaya başladı. Resmî ideoloji bir kısım aydın çevresi, resmi düzen kurumları ve bazı Alevi çevrelerle sınırlı hale geldi. Egemen sınıflar ve onlar adına düzeni koruyan generaller, kendi yaptıklarını meşru göstermede kullandıkları ideolojinin böylesine kitlelerden soyutlanması karşısında harekete geçtiler. Örneğin Atatürkçü Düşünce Dernekleri kuruldu. Solcuyum, sosyal demokratım diyenlerle faşistler arasında Kızıl Elma koalisyonu oluşturuldu. Ermeni sorununda, Kürt sorununda yeni bir şovenizm dalgası estirildi. Örneğin Ermeni konferansı yapanlar taşlandı. 12 yaşındaki Kürt çocuğunu ve babasını terörist diye öldürenler, bunların mahkemesine gelenleri de linç etmeye kalktılar. Cenazelerine sahip çıkmaya çalışan devrimciler Karadeniz illerinde linç edilmeye çalışıldı. Bunlar basına yansıyan haberler. İşte tüm bunların yaşandığı süreçte “Çılgın Türkler” kitabı çıktı. Kitap gençlerin başkalarının kurtuluş savaşına imrenmelerini istemiyor. Defalarca Ermeni katliamının olmadığını tekrarlıyor.(Örneğin s. 54, 92, 93, 108) 106 17 Ocak 2006 www.sorunyayinlari.net 107 Cemalettin Aykın Devrimci Gerçekçilik ve Sorunlarımız -Eleştiri- Aix-En-Provence, 11 Şubat 2006 Sevgili arkadaş Sırrı Öztürk, Bilgisayarımızda Türk klavyesi sorunu olduğu için, dergiyi okurken, ara sıra beni duraklatan konular, ifadelerle ilgili görüşlerimi faksla iletmek zorunda kaldım. SORUN Polemik, Türk basınında görebildiklerim arasında benzeri olmayan bir dergi. Görüşlerine katılamadığım yazarlarda bile beni düşünmeye götüren özelliklerin bulunması önemli. Benimseyerek okuduğum, gerçekten yararlı yazılar da çok elbet. Ama takıldığım, farklı düşündüğüm noktaları da belirtmek gerekiyor. Bunları seninle özel olarak konuşmak istiyordum. Çünkü bazı yorumlarımla derginin yayın amaçları dışına çıkmış olabilirim. Bu nedenle gözlemlerimi dergi yazısı olarak açıklamayı düşünmemiştim. İletmeyi gerekli gördüğüm düşüncelerimle ilgili herhangi bir polemiğe de girmek istemiyorum. Eleştirilerimle, bazı önemli noktalar üzerinde, zamanımızın koşullarına göre düşünülmesi gereğini belirtmek istedim. Amacım her şeydan önce, emperyalistler kampına karşı halkların güç birliği oluşturması zorunluluğunun önemini belirtmektir. Özellikle Orta-Doğu ve Türkiye gerçekleriyle ilgili yorumlarda "dar açı gözlemleri" izlenimi verme olasılığının önlenmesi gerekiyor. Eleştirilerimin, devrimci Marksist hareketin topluma daha etkili ve kolay bir yaklaşımla açılımını sağlayabilecek, yapıcı, yararlı gözlemler olarak karşılacağını umuyorum. Arkadaşlara devrimci selamlarımı iletir, gözlerinden öperim. Cemalettin Aykın Devrimci işlev anlayışında ölçüt sorunu Doğrularımızı başkalarının yanlışlıklarını gösterip yorumlayarak da anlatabiliriz elbet. Ancak, doğruları dile getirme çabasının bizi kuramsal ilkelere dikkati çekme konusunda aşırılığa götürmesi olasılığını da göz ardı etmemeliyiz. "Usul hakkında" konuşmalar, irdelenmesi asıl amacımız olan sorunların geri planda kalmasına neden olmamalıdır. Devrimci sınıf bilinci konulu yorumlarda duyarlığımız bilgilerimizin önüne geçmemeli, militanlığımız slogancılık izlenimi vermemelidir. Marx ve Lenin örneklerinde olduğu gibi özde ödünsüz, biçimde rahat, güvenli ve güven verici olmalıyız. Bunların hepsi de gerçekte bilinen şeyler. Ama sınırları aşan yazılara da sık rastlıyoruz. 108 Kuramsal doğruları sayıp dökmek, devrime katkısı olabilecek güçlerle bağlantı kurmaya yetmiyor. Güncel gerçekleri halk kitleleriyle birlikte yaşamak, daha somut ve güncel olmak gerekiyor. Soyut bir işçi sınıfı edebiyatı yapmaktan kaçınarak, işçi sınıfının yanında olabilecek demokrat, anti-emperyalist, halkçı güçler, kuruluşlarla da diyalog ve dayanışma yolları aranmalıdır. Bugün, Türk toplumunda devrimci sosyalist örgütlenmenin önündeki en büyük sorun görüş ayrılıkları ve bölünmüşlüktür. Bunda, kendimizden başka hiç kimseyi devrimci saymamak gibi yanlış bir tutumun da payı var mıdır acaba? Başka yönelimleri, tutumları eleştirirken, kendi doğrularımızın da aynı eleştirel görüşlere açık olduğunu düşünmeliyiz. Son sözü söyleme hakkının bizde olduğunu kanıtlama çabası, başka görüşlere de aynı yolu açtığı için Türk toplumunda devrimci hareket başka toplumlardakinden daha çok bölünmüş, parçalanmıştır. Devrimci güçlerin en önemli görevi, örgütler, kuruluşlar arası güç birliğini sağlamaya çalışmaktır kuşkusuz. Konuyla ilgili eleştirel yaklaşımların değeri bu amaca yönelim ve katkılar ölçüsünde olacaktır. Eleştlrilerdeki vurgulamalar yapıcılığın gereklerini aşan bir duygusallığın ürünü olduğu izlenimini uyandırdığı ölçüde işlevsellik değerini yitiriyor. Her zaman, her durumda asgari müşterekler aranmalı ve desteklenmelidir. Bu bağlamda ölçüt, karşı açıdakileri susturmak, çürütmek değil, doğruları birlikte arama etkisiyle kazanmaya çalışmak olmalıdır. Bazı yazarlarda, bu konulardaki olumsuzlukların tipik örneklerini görüyoruz. Aşırılıklar, yanlış değerlendirmeler, anlatımdaki gerilim, kavgacı tavır, genellikle sağlanması beklenen amaca aykırı bir güç gösterisi oluşturuyor. Yeni durumlara bakış ve eylem için tavır belirleme Fransız Komünist Partisi'nin bölge örgütünden bir grup arkadaşla iktidardaki Fransız Sosyalist Partisi 'ni destekleme konulu bir tartışmamızı anımsıyorum. Ben böyle bir destekleme kararının, partinin kendi ilkelerine bağlı kalarak iktidar olma amacından vazgeçme anlamına geleceği, örgütüne ikinci parti olmayı önermiş olacağı görüşündeydim. Bu görüşe karşı, bana, Fransa'nın geçmişteki "Halk Cephesi" (Front Populaire) olgusuyla kazanımları anımsatıldı. Ama konuyu tartıştığımız 1980'li yılların sonlarında Fransız toplumu 1936-37'lerin koşullarına göre çok başka bir siyasal ortamda yaşıyordu. Bu olayı anışım, bugünkü Türk toplumunda kimi bakımlardan Fransa'da cephe politikasını gerekli kılan gelişmelere benzer ağır koşulların oluşumu dolayısıyladır. Toplum yaşamını belirlemekte olan güncel koşullar solda cephe birliğini her zaman olduğundan daha çok zorunlu kılmaktadır. Fransız Komünist Partisi, andığım tartışmamızdan bir süre sonra ilkelerini ve farklılığını savunmakta daha titiz davranma yolunu seçmiştir. Türkiye'de de Marksist-Leninist devrimci örgütlenme, 109 varlığının kuramsal temellerini savunmayı gerekli kılan her durumda kendi doğrularına ödünsüz bir kararlılıkla bağlı kalacaktır kuşkusuz. Ancak, yaşamakta olduğumuz dönem, ilkelerde ayrıntıları, farklılıkları tartışma zamanı değil, benzerlikleri, ortak görüşleri saptayarak gericiliğe, sömürüye karşı ilerici, anti-emperyalist güç birliğini sağlama zamanıdır. Kürt ve Türk gerçekleri çelişkisine devrimci bakışta ölçüt Gerçekçilik Marksist devrimci hareketin temel ilkesi olduğu halde kimi yazarların bazı gerçekleri gerçek adlarıyla anmaktan kaçındıkları görülüyor. Bunun en tipik örneklerinden biri Türk adının kullanımındaki özel dikkattir. Türk Devleti, Türkiye Cumhuriyeti diyemiyor bazı yazarlarımız. Bu tutum genellikle sorunları etnik kökenlere bağlı bir yaklaşımla irdelemekten kaynaklanıyor. Oysa Anadolu coğrafyasında Türk sözcüğü artık sadece bu coğrafyadaki tarih ve kültür ortaklığının, yaşam birliğinde oluşan toplumsal kimliğin günlük ifade pratiğindeki adıdır. Ayrıca, ırkçılık, soydaşlık anlayışına bağlılık, bu temele dayanan yorumlarda kendini taraf olarak görmek, bilimsel sosyalizmin ilkeleriyle bağdaşmaz, devrimci sınıf bilincine aykırıdır. Yakın, tarihteki olaylara bakışımız da devrimci sosyalist hareketin gerçekçiliğine uygun olmalıdır. Üyesi olduğumuz toplumun güncel yaşamını, geleceği hazırlama bakımından sorun ve olanaklarını doğru olarak değerlendirebilmemiz, temeli oluşturan tarihsel konjonktürü gerçek boyutları ve nitelikleriyle kavrayabilmiş olmamıza da bağlıdır. Bu bakımdan, özellikle Mustafa Kemal, Türk bağımsızlık savaşı ve Lozan Antlaşması konularında övücü, abartılı yorumlarda olduğu kadar, olumsuz yorumlarda da ölçüyü kaçırmamak, eleştirilerde tek yanlı, küçültücü yargılarla gerçeklerin dışına düşen duygusallıklardan uzak olmak gerekir. Özellikle kurtuluş savaşının anti-emperyalist bir halk ordusu savaşı olduğu, kazanılmasında da hiç kimsenin Mustafa Kemal kadar payı olmadığı gerçeği unutulmamalıdır. Bu anti-empeyalist bağımsızlık savaşının, halkçı hareketin yakın zamanlardaki gönüllü izleyicileri sayılabilecek birçok aydın insanın, bu kimlikleri dolayısıyla, emperyalist güçlerin ajanları, kiralık adamları tarafından, öldürülmüş oldukları da unutulmamalı. Marksist-Leninist devrim, eğer bütün ezilenlerin, emekçi halk kitlelerinin, demokratik güçlerin ve anti-emperyalist aydınlar kesiminin güç birliğiyle gerçekleştirilebilecekse, -başka bir yol da yoktur kuşkusuz- bu güçleri kazanmaya çalışmalıyız ve özellikle de karşımıza alma anlamına gelebilecek yanlışlık ve sekterliklerden dikkatle kaçınmalıyız. "Asimilasyon" konusu Zamanımızda ulusçuluk, ulusallık konularının, bu yöndeki siyasal amaçlı kışkırtmalara karşın, XIX. ve XX. yüzyıllardaki önemini yitirmiş 110 olduğu açık bir gerçektir. İnsanlık bu tarihsel dönemi, uluslaşma aşamasını geride bırakmıştır. Lenin'e göre, "Ulusal kültür sloganı (...) bir burjuva aldatmacasıdır." Bu görüş bağlamında dile getirilen, geçerli kültür ölçütünün, dünya işçi hareketinin ortak kültürü olduğu gerçeğidir. Bu anlatımla genelde ulusalcılığın da geçersizliği belirtilmiş olmaktadır. Sovyetler Birliği'nin dağılışından sonra, dinci akımlarla birlikte ulusçuluk hareketlerinin ABD tarafından desteklenip kışkırtılması da her ulusçu hareketin ilerici olamayacağını göstermiştir. "Asimilasyon" konusundaki tartışmaların da bu gerçekler ışığında irdelenmesi gerekiyor. Türkiye coğrafyasında ve toplumunda devrimci Marksist görüşle soydaşlığa, kan bağına dayanan ulusalcı görüş çelişkisine ilişkin tartışmalar halen sürüp gitmektedir. Kürt kökenli aydınlar çevresinde konuya özellikle "asimilasyon" yorumuyla yaklaşılması, görüş ayrılıklarını çok çeşitli kuramsal, siyasal, toplumsal boyutlara doğru genişletip derinleştiren bir yönelim olmuştur. Oysa Anadolu coğrafyasında bir etnik grubun ötekini kendi bünyesinde eritebilmesi savı gerçeklere uymaz. Bu coğrafyada oluşan toplumsal kimlik, çok çeşitli etnik grupların, kültürlerin yarattığı bir ortak yaşam ve kaynaşmanın ürünüdür. "Asimilasyon" terimi, konuya işçi sınıfı ve sınıf mücadelesi yönünden baktığımız zaman, çok sakıncalı, yanlış yorumlara yol açabiliyor. Bir etnik grubun ötekini içinde eritip kendi yapısına katması gibi olgular, gerçekte sınıflı toplum sorunlarını devrimci bir bilinçle irdelemelerde ilgi konusu olabilmekten uzak ayrıntılardır. Toplumu etnik yapı ve nitelikler bakımından görmek, toplumsal sınıfları da bu bakış açısından yaklaşımlarla bölmeye, soydaşlığa öncelik hakkı tanımaya götürür. Türk solu, Kürt solu gibi Marksist-Leninist kuramda ve devrim anlayışında asla yeri olmayan seçicilik ve duygusallıklardan uzak olmak gerekir. Böyle bir ulusçuluk, aynı coğrafya ve tarih ortaklığında, aynı toplumda Türk işçi sınıfı, Kürt işçi sınıfı ayrımcılığıyla devrimci güçleri karşı karşıya getirmeye kadar giden bir bölücülük, yıkıcılık aykırılığını da içermektedir. İşçiyi, ortak amaç olan işçi sınıfı örgütlenmesi, güç birliği, özgürlükçü dayanışma bilincine yöneltme yerine, "Türk işçisi" mi, "Kürt işçisi" mi olduğunu düşünmeye zorlamak, davayı baltalamaktır. Zamanımızın temel sorunu Toplumları gerçek barış ve mutluluğa ulaştıracak devrimin işçi sınıfı önderliğinde gerçekleşebileceği inancı bugün de örgütlü çalışmaların değişmez ilkesidir. Ancak, Türk toplumunda işçi sınıfının çok büyük bir kesiminin burjuva sıınfının mutlak egemenliği altında oluşu ve dinci felsefeye mutlak bağımlılığıyla, tarihsel görevine çok aykırı bir yaşamı sürdürmekte olduğu da açık bir gerçektir. Devrimci örgütlenmelere katılımının sağlayabileceği gücün nitelik ve nicelik olarak bu gerçeklere göre değerlendirilmesi gerekir. Türk toplumu gibi, tarihsel, kültürel ko111 şullanmaların çetin sorunları içinde yaşamakta olun toplumlarda işçi sınıfının sosyalist devrimde öncülük görevini başarıyla sürdürebilecek bilinç ve olgunluk düzeyine ulaşabilmesi uzun bir süreçtir. Öncü kadrolar bu yöndeki çalışmaları yürütürken, güncel sorunlar karşısında gereken duyarlığı göstererek toplum yaşamına etkili bir biçimde katılmak da devrimci görev anlayışının gereğidir. Bu bağlamda, devrimci kadroların önündeki en önemli görev, küresel egemenlik ve sömürü örgütlenmesini geliştirdikçe büsbütün vahşileşen kapitalistler kampının önderi ABD emperyalizmine karşı antiemperyalist güçbirliği çalışmalarına katılımdır. Ancak, belirtmek gerekir ki, yakın tarihin öne çıkardığı gelişimler tablosu, geçmişteki örgütlü mücadeleyi oldukça değiştirmiştir. Bu konuda artık görmezden gelemeyeceğimiz önemli bir gerçek var: Günümüzde, MarksizmLeninizm'in kuramsal ilkeleri doğrultusundaki çalışmalar, komünizm, ABD'yi geçmişte olduğu kadar ürkütmüyor. Hatta pek çok örnekleri Kuzey Irak'ta görülen türden sol aydınları ve "komünist" olduklarını söyleyenleri bile kendi siyasal amaçları doğrultusunda kullanıma elverişli görebiliyor. Bu durumda, kuramsal doğruları aramayı derinleştirip ülküleştirmenin yeni bir edilginlik biçiminden başka bir şey sayılamayacağı açıktır. Buna göre, yaşadığımız dönemin yarattığı siyasal ortamda, etkinlik ve sorumluluk bilincinin belirleyici ölçütü, ABD emperyalizmine ve onun yardımcılığını, taşeronluğunu yapan güçlere karşı olmaktır. Ödünsüz bir gerçekçilik ilkesine bağlılığı varlığının koşulu olan devrimci kadroların, Kuzey Irak'taki Amerikan siyaseti ile onun finansal ve askerî desteğine dayanan Kürt yapılanması konusunda da açık sözlü olması, gözlem ve yorumlarıyla tavrını belirtmesi zorunlu bir görevdir. Ulusçu hareketlerin her zaman ilerici olamayacağı, sakınılması gereken tuzaklar da hazırlayabileceği Irak'taki örneğiyle ortadadır. Kürt'ün kendi seçimlerine göre yaşamasını ilke olarak elbette her zaman savunuruz. Ama bu, eğer Amerika'nın önerileri ve dayatmalarıyla gerçekleşebiliyorsa, aslında savunulan Kürtlerin haklarından önce ABD'nin çıkarlarıdır. Bu bakımdan, ABD güdümünde Kürt ulusçuluğu, solculuğu gibi aykırılıklar karşısındaki görüşlerimiz açık olarak belirtilmelidir. Kuzey Irak'taki Amerikan ve İsrail varlığı ve amaçları yeterince açıklanmadan, ne Kürt varlığıyla ne de Orta-Doğu ve Türkiye ile ilgili siyasal, toplumsal oluşum ve yönelimler açıklanabilir. Bu gerçekler karşısında tutulması gereken devrimci yol, ABD ve AB'nin halkların baş düşmanı birer sömürgenler saltanatı olduğu bilinciyle bunlar önünde karşı güçbirliğini sağlamaktan geçer. ABD' nin parasal desteği ve silahlarıyla onun Orta-Doğu siyasetinde yardımcılığını üstlenen güçlere karşı tutumun Amerikan emperyalizmine karşı tutumla aynı olacağı açıktır. Türkiye'nin ABD ve AB bağımlısı siyasetinin halk düşmanı bir işbirlikçilik olduğu da ortadadır. Bu çürümüşlük, ko112 kuşmuşluk ortamında kurtuluş, emperyalistlerin kışkırtarak karşı karşıya getirdiği halklara gerçeklerin anlatılmasına, halklar arasında kardeşlik duygularının yeniden canlandırılmasına ve emperyalizme karşı halkların güçbirliğinin sağlanabilmesine bağlıdır. 15 Şubat 2006; Aix-En-Provence, Fransa SORUN Polemik'in Notu: Cemalettin Aykın, 1951 TKP Tevkifatı'nın sanıklarından ve Sırrı Öztürk'ün müicadele arkadaşıdır. 35 yıldır Fransa'da oturmaktadır. Provence Üniversitesi Türkoloji Bölümü öğretim üyeliğinden emekli olmuştur. FKP üyesidir. Yazarın mektubunu ve eleştirisini aynen yayınlanması uygun görülmüştür. Ayrıntılı bilgi için bakınız : 1. Sırrı Öztürk,12 Mart 1971'den Portreler, Sorun Yayınları, C.III, s.93-121. 2. Ali Özdoğu, Cemalettin Aykın'ın "Zor Zamanlar" Romanı Üzerine, SORUN Polemik,S:2,s.131-134. 3. Cemalettin Aykın, Marksist Sol'un Birliği Yolunda Nasıl Bir İleri Adım? SORUN Polemik,S:3,s.89-96. KARL MARX -Karl Marx’ın anısına- Ne de karanlık ürperiyor insanın içi yarasalar uçuşuyor üzerimizden fare suratlı Elinde bir meşale Çağırıyor Karl Marx Tüm insanlığı Çalkalanıyor deniz köpük köpük Fırtına duman Bozuk tüm pusulalar Bir deniz feneri Karl Marx İşaret ediyor Karayı Bir bataklık Kaynıyor güneşin altında iğnelenerek Tutunacak ne bir ağaç Ne bir dal … derken Bir umut ışığı Karl Marx Uzatıyor elini Kurtuluşu bekleyenlere Hasan Şahingöz F Tipi Cezaevi - Tekirdağ İçerideki-Dışarıdaki Hapishane’den Bizim Şiir Antolojisi’nden 113 Serhat Munzur Yurtseverlik ve Sosyalist Yurtseverlik Üzerine -Deneme- “İşçinin ulusu ne Fransız, ne İngiliz, ne de Almandır; çalışmadır, ücret köleliğidir, kişinin kendisini satmasıdır. Hükümeti ne Fransız, ne İngiliz, ne de Almandır; kapitaldir. Onun esas atmosferi ne Fransız, ne İngili,z ne de Almandır; fabrika havasıdır. Ona ait toprak ne Fransız, ne İngiliz, ne de Alman toprağıdır; yeryüzünün bir* kaç santim altıdır.” Karl Marx Her ideolojik hareket, kendisini teorik alanda temellendiren doktrinin yansıması olarak sosyal pratikte yaşam bulur, teorinin pratiğe geçirilmesine çaba harcar. Bu teorik zemin doğrultusunda toplumsalpolitik çıkarımlarda bulunur. Kısacası bu teorik zeminin belirlemiş olduğu sistematiği, metodolojiyi, bakış açısını ve argümanları kullanır. Bu bir zorunluluk olarak ideolojik hareketin mayasında bulunur. Yani ideolojik her hareket kendisini teorik zeminin belirlenimleri ile tanımlamak zorundadır. Zira sistematik bir teorik belirlenimin dışında kalan bir hareketin ideolojik olması beklenemez. Yukarıdaki bu belirlemeden hareketle, Marksist olarak adlandırılan herhangi bir oluşum veya hareketin, Marksist-Leninist ideoloji içerisinde değerlendirilmesinin ölçütü olarak, ideolojinin temel belirlenimleri ile hareketin politik duruşu arasındaki bütünselliğin oluşmasının zorunlu olduğu sonucuna ulaşabiliriz. Bilindiği gibi Marksist hareketin tarihi, kendisini bu hareket içerisinde göstermeye çalışan -çoğu kez de bunda başarılı olan- ancak özü itibariyle Marksizm ile ideolojik birlikteliği olmayan ve hatta ona karşı olan birçok oluşumun örnekleri ile doludur. Bu duruma örnek teşkil eden akımların, Marksizm’in argüman ve kavramlarından uzaklaşmaları ve/veya bu argüman ve kavramların içini boşaltmaları, onları deforme etmeleri bu akımların karakteristik özelliğidir. Kavramları deforme ederek, içeriğini boşaltarak, kendilerine göre tekrar yorumlayarak hareket eden anlayışlar, literatürümüzü zenginleştirmiş, oportünist, reformist, pasifist, revizyonist vb. gibi sıfatlar alarak sınıflar mücadelesi tarihindeki olumsuz yerlerini almışlardır. 150 yıllık Marksizm tarihi bize göstermiştir ki, Marksizm’i sulandırmaya çalışan bu anlayışlar en fazla da Marksist kavramlar üzerinde durarak, onları deforme ederek ya da deforme etmeye çalışarak sonuç almayı hedeflemişlerdir. Bu yöntemle kimi zaman Marksist-Leninist ha114 reket içerisindeki birey, grup, çevre ve hatta kitleler sınıf mücadelesinden uzaklaştırılmıştır. Tüm bu durum göz önünde bulundurulduğunda, bu sınıf düşmanı akımlara karşı, Bilimsel-Komünizm’in kazanımlarını ve geleceğini savunmak için Marksist kavramların deforme edilmesi yöntemi ile sınıf bilinçli kitlelerin bilinçlerini kirletmeye çalışanların karşısına çıkmanın yöntemi olarak, literatürümüzü ve kavramlarımızı Bilimsel-Komünizmin aydınlatıcı ışığı altında bir kez daha tanımlamak zorunluluğu ortaya çıkıyor. Şimdi bu bakış açısından hareketle, yurt (vatan), yurtseverlik (vatanseverlik), yurt savunması vb. gibi kavramları ve Komünistlerin bu kavramlar ile olan veya olması gereken ilişkilerini açımlamaya çalışalım. Bilindiği üzere günümüzde her siyasal-sosyal kavramın iki farklı yorumu, iki farklı tanımı vardır; bir burjuva yorumu, birde Marksist yorumu. Yurtseverlik kavramı da burjuva ve sosyalist olmak üzere iki farklı tanımlamaya sahiptir. Burjuvazi, “Yurtseverliği”, “Yurdunu sevme, vatanına milletine sonsuz sevgi duyma, bu sevgi temelinde yeri geldiğinde vatanı için savaşma ve bu uğurda ölmeyi seve seve göze alma” olarak tanımlar. Konuyla ilintisi bağlamında burjuvazinin enternasyonalizm tanımına da yer verelim : “Çeşitli ulusların iktisadi, sosyal ve siyasal alanda aralarında uygunluk olmasını isteyenlerin savunduğu doktrindir.” Burjuvazinin, enternasyonalizm tanımı da bu şekilde karşımıza çıkmaktadır. Görüldüğü üzere “burjuva yurtseverliği”, sadece bir vatan ve millet çıkarları için hareket etme olarak tanımlanmaktadır. “Burjuva enternasyonalizmi” ise aynı şekilde milletlerin uyum içerisinde olmaları şeklinde tanımlanır. Şimdi de bu kavramların Marksist tanımlarına bakalım. Yurtseverlik, Marksizm içerisinde artık Sosyalist Yurtseverlik olarak adlandırır. Sosyalist Yurtseverlik: “Sosyalist vatana olan bağlılık, sevgi, sosyalist yurdun savunulması…Sosyalist yurtseverlik kavramı sosyalist ülkedeki tüm halkı kucaklayan bir içeriğe sahiptir.” Marksizm’in “enternasyonalizm” tanımına geçmeden önce de belirtmek gerekir ki, bu tanım Marksizm içerisinde, artık Proletarya Enternasyonalizmi olarak karşımıza çıkar. Proletarya Enternasyonalizmi, “Ortak amaçları olan Sosyalizm ve Komünizm için, bütün ülke ve ulusların proleterlerinin kardeşçe birliği, burjuvaziye karşı uzlaşmaz sınıf savaşı, ulus ve ülke farkı gözetmeksizin bütün emekçilerin birliği” demektir. Yurtseverlik kavramının, yukarıdaki iki farklı yorumundan çıkaracağımız sonuç; yurtseverliğin, vatanın ve vatan savunmasının, o vatan 115 toprağı üzerindeki devlet mekanizmasından bağımsız düşünülemeyeceğidir. Bu durumda karşımıza Komünistlerin hangi koşullarda “yurtsever” mücadele verecekleri, yurtseverlik bayrağını yükselterek, kendilerini “yurtsever” olarak adlandıracakları sorunsalı çıkmaktadır. Bu sorunsala istinaden şöyle bir belirleme yapabiliriz sanırım: Komünistler ancak iki koşulda yurtseverlik bayrağını açar ve bunun mücadelesini verirler. Komünistlerin vatanlarını politik bir nedene dayalı olarak sevmeleri ve onu savunmaları için gerekli olan ilk koşul sosyalist bir vatana sahip olmalarıdır. Komünistlerin “yurtsever” mücadele vermeleri için gerekli olan ikinci koşul ise ülkelerinin açık bir askeri işgal altında bulunmasıdır. Açık bir askeri işgal altında olmayan ülkelerde, Marksist-Leninist bilimle donanmış bir bireyin, grubun, çevrenin veya halkın politik bir nedene dayalı olarak vatanseverlik ve vatan savunması yapmasını zorunlu kılacak yegâne gerekçe sosyalist bir vatana sahip olunmasıdır. Yani Komünistler, yurtseverlik bilincinin vermiş olduğu bir yurt savunmasına -pek tabiî ki bu silahlı bir savunma da olabilir- ancak sosyalist bir yurdu savunuyor olmaları durumunda girerler. Gene “yurtsever”, “yurdunun çıkarları için canını vermeye hazır kişi” olarak tanımlanıyor. Bu tanım bizi, yurtsever kişinin yurdunun çıkarları için savaşacağı ve bunu canı pahasına yapacağı sonucuna götürür. Ancak bir yurdun, bir toprak parçası olarak düşünüldüğünde çıkarları olmayacağı ve o yurdun çıkarı diye adlandırılanın aslında o yurdu temsil eden devletin çıkarı olduğu görülmelidir. O halde açık bir askerî işgal altında olmayan bir ülkede (örn. Türkiye) yurtseverlik adı altında mücadele etmek, ya da yurdun çıkarları için savaşmak, o yurdun devlet mekanizması için savaşmak, ya da en iyi ihtimalle burjuvazinin ekmeğine yağ sürmek manasına gelir. Zaten sosyalist olmayan bir yurt savunması için savaşmak ya da “yurtsever” mücadele vermek, burjuvazinin organize ettiği gizli bir oyundur. Komünistler bu koşullarda yurt için değil sınıf için savaşırlar. Sonuç itibari ile sosyalist yurtseverlik ya da komünistlerin yürüteceği bir “yurtsever” hareket için gerekli olan ilk koşul; Marksistlerin mücadelesi sonucunda proletarya iktidarının kurulmuş olduğu, komünistlerin iktidarı ele geçirmiş olduğu, sosyalist bir devlet mekanizmasının var olmasıdır. Sosyalist yurtseverlik, sosyalist bir vatan ve bu vatanı savunma veya askeri işgal altındaki ülke komünistlerinin yurtsever mücadele verme durumudur. Üzerinde kurulu sosyalist bir sistemin (devlet) var olduğu bir vatanın savunulması, Marksistlerin yurtsever olmalarını zorunlu kılacak birinci koşuldur. Komünistlerin yürüteceği bir yurtsever hareket için zorunlu olan ikinci koşul ise ülkelerinin emperyalizm tarafından açık bir şekilde işgal edilmiş olmasıdır. Bu işgalin, askerî iktidarını, sömürge ülke üzerinde 116 kurmuş olması ve işgal altındaki toprağın siyasî-askerî denetimini ele geçirmiş olması gerekmektedir. Proletarya iktidarının kurulu olmadığı bir devlet mekanizmasında yaşayan komünistlerin amacı, her koşul altında iktidara gelmek ve proletarya egemenliğini kurmaktır. Bunun için komünistler iktidarı elinde bulunduran güçle savaşmak zorundadır. Askeri işgal altındaki bir coğrafyanın iktidarı açıktır ki işgalci güçlerin elindedir. İşte bu zorunluluktan kaynaklanmaktadır, komünistlerin, işgal altındaki ülkelerde “yurtseverlik” temelinde hareket etmeleri. Yani askeri bir işgal ve ilhak altındaki ülke Marksistlerinin, iktidarı ele geçirmek için sömürgecilere karşı savaşmak zorunda olmaları onları “yurtsever” yapar. Bu gibi ülkelerde komünistlerin iktidara gelebilmeleri için savaşmaları gereken silahlı güç, işgalcilerdir. Burada önemli olan nokta komünistlerin, başlı başına ülkenin bağımsızlığını sağlamak için sömürgecilere karşı bir mücadele veremeyecekleridir. Burada verilen mücadele, komünistlerin iktidara gelme mücadelesidir. Zaten sosyalist bir iktidar hedefi olmayan mücadele yöntemlerinin de son tahlilde bağımsızlığı sağlayamayacağı ve her halükarda kapitalizme, emperyalizme bağımlı bir ülke yaratacakları açıktır. Konuyu daha iyi algılayabilmek anlamında Bilimsel Komünist hareket tarihi içerisindeki kimi olumlu ve olumsuz örneklere bir göz atalım. Bilindiği üzere oportünist sıfatıyla Marksist literatürdeki yerini alan II. Enternasyonalciler, Marksizm’in bir çok kavram ve tanımını deforme etmiş, bu yöntemle Marksist harekete büyük darbeler indirmişlerdir. II. Enternasyonal oportünistleri I.Emperyalistler arası paylaşım savaşı sırasında, yurtseverlik kılıcını kuşanarak, Marksist hareketin proletarya enternasyonalizmi ilkesine yüz çevirmiş ve yurt savunması adına kendi emperyalist hükümetlerinin yanında yer almışlardır. Böylelikle de proletarya enternasyonalizminin bir politik ilke olarak vücut bulmasına neden olan komünizmden keskin bir şekilde ayrışmışlardır. Bu örneğin karşısında ise II. Emperyalistler arası paylaşım savaşı sırasında, SSCB halkları, Emperyalizm-Faşizme karşı eşine az rastlanır bir kahramanlık göstererek sosyalist anavatanı savunmak biçiminde “sosyalist yurtseverlik” kavramının içeriğini oluşturmuşlardır. Yukarıda örneklendirdiğimiz iki yurtseverlik, birbirinden, sosyalist bir yurdu savunmak ile sosyalist olmayan kapitalist bir yurdu savunmak ve sevmek biçiminde keskin bir şekilde ayrılırlar. İlginç olan şu ki, birbirine temelden karşı olan bu iki yurtseverlik biçimini uygulayanların, kendilerini sosyalist olarak adlandırmalarıdır. Ancak kapitalist olan bir ülkenin yurtseverliğini yapanların, en azından bu nitelikleri itibariyle sosyalist olamayacakları açıktır. Sosyalist olmayan bir ülkenin vatanseveri olarak mücadele etmenin, ne kadar vahim sonuçlara yol açtığı II. Enternasyonalcilerce kanıtlanmıştır. Bununla birlikte SSCB halklarının sergilemiş olduğu sosyalist yurtsever mücadelenin ve pratikte ye117 niden üretilen “sosyalist yurtseverlik” kavramının, komünist harekete getirmiş olduğu katkılar tartışılamaz. 1937 yılının Çin’ine ait bir örnekle konuyu detaylandıralım. Japon emperyalizmine karşı savaşmayı önüne hedef olarak koymuş olan ÇKP, kuşkusuz ki yurtsever bir bilinçle hareket etmektedir. Bu temelde ulusal bir cephe kurmak için harekete geçen ÇKP, Çan Kay Şek’in Guomingdang’ı ile anlaşma yöntemini seçmiştir. Bu anlaşma ile ÇKP, Japon emperyalizmine karşı savaşmak adına, iktidardaki ** Guomingdang’a çok büyük tavizler vermiştir. Büyük tavizler verdiği Guomingdang ise daha sonra ÇKP’ ye çok büyük darbeler vurmuştur. Son olarak ta Vietnam’daki sosyalist yurtsever mücadeleye değinelim. Sosyalist bir iktidar hedefi olan Vietnamlı komünistler, iktidarı ele geçirmek için, iktidarı elinde bulunduran Fransız sömürgeciliğine karşı savaş açmış ve bu temelde açılan savaş sonucunda sosyalist bir iktidar, sömürgeci güçleri topraklarının dışına atarak kurulmuştur. Coğrafyamız Marksist hareketi ise Mustafa Suphilerin, Kemalistler tarafından Karadeniz’de katledilmesinden sonra, Kemalizm ile flört etmiş ve zamanla birlikte onun hegemonyası altına girmiştir. Kemalizm’in, coğrafyamız Marksist hareketini hegemonyası altına almasını sağlayan en önemli özelliği; ulusalcılık temelindeki yaklaşımlarıdır. Bu yaklaşımların etkisi altında kalan hareketimiz, Marksizm’in sınıf bakış açısından yoksun kalmış ve ulusalcı bir karaktere bürünmüştür. Bundan kaynaklı olarak ta bilim dışı, Kemalizm ile harmanlanmış kimi yaklaşımlar Marksist hareket içerisinde kötü huylu bir tümör gibi yer edinmiştir. Sınıf savaşımı yerine, yurt savunması, millî devrimcilik, demokratik devrimcilik, MDD’cilik, orduculuk, ulusal kurtuluşçuluk vb. gibi Marksizm dışı anlayışlar, komünist hareket içerisinde türemiştir. Günümüzde ise bu algılayış biçiminin yansıması olarak komünist mücadele içerisinde sınıf savaşı göz ardı edilmekte ve burjuvazinin kullandığı “yurtseverlik” tanımına yakın kimi tanımlamalarla yurt savunması ve yurtseverlik temel mücadele ve örgütlenme biçimi olarak öne çıkarılmaktadır. Bu uğurda Marksist hareket içerisinde “vatan” adında yayın organları çıkabilmekte, “yurtsever cephe”ler oluşturulabilmekte ve hatta T.C devleti bayrağını, İncirlik üssüne dikebilmek, faşist çevrelere karşı politik bir argüman olarak kullanılabilmektedir. Görüldüğü üzere tüm bu algılayış biçimlerinde açığa çıkan, Marksizm’in belirlemiş olduğu gibi, toplumun sınıfsal bir ayraca tâbi tutulması yöntemi değil de, toplumun ulusal ya da ortak yurda sahip olunması durumuna göre bir ayraca tâbi tutulması yönteminin kullanılmasıdır. Sonuç itibari ile Komünistlerin “yurtsever” bir mücadele yürütebilmeleri için bazı koşulların var olması gerektiği bilinmelidir. Komünistlerin “yurtsever” mücadele vermeleri için gerekli olan hiçbir koşulun bu118 lunmaması durumunda, yurtseverlikten bahsedilmesi ve bunun mücadelesinin verilmesi, tarihteki olumsuz örneklerinde de görüldüğü gibi, Marksist hareketi olumsuz yönde etkilemekte ve çoğu zaman özünden uzaklaştırmaktadır. “Emperyalizme karşı ulusal yurtsever mücadele”, sınıf savaşımını göz ardı etmektedir. Bu yöntemle emperyalizme karşı, sınıfların birliği başka bir değişle ulusal birlik yaratılmak istenmekte ve sınıfsal çelişkiler göz ardı edilmektedir. Bu ise emperyalizme karşı, sınıf savaşımından başka hiçbir mücadele yönteminin ve anlayışın, antiemperyalist olamayacağı gerçekliğinden hareketle, bu anlayışın aslında emperyalizmin dümen suyunda giden bir anlayış ve pratik olduğunu bize kanıtlamaktadır. Marksist teorisyenlerin de belirttiği gibi, proletaryanın ve proletaryanın davasına gönül vermişlerin vatanı, tüm dünya emekçilerinin yaşadıkları toprak parçalarıdır. Zaten komünistlerin politik bir nedene dayalı olarak ülkelerini sevmelerini gerektirecek tek neden sosyalist bir vatana sahip olmalarıdır. Bu türden bir koşuldan yoksun komünistlerin, kendi vatanlarını dünyanın diğer coğrafyalarında yaşayan emekçi halkların vatanlarından daha çok sevmelerinin hiçbir anlamı olamaz. 15 Şubat 2006 Dipnotlar : * Aktaran Michael Löwy, Sosyalist Bir Perspektiften Milliyetçilik ve Enternasyonalizm, Birikim Aylık Sosyalist Dergi, Sayı:25, Mayıs 1991, s.51 ** Guomingdang Merkez Yürütme Komitesi 3. Genel Toplantısına ÇKP’nin telgrafı : “1- Ulusal hükümetin silahlı kuvvetle devrilmesi siyasetinin uygulanması bütün ülkede terk edilecektir. 2- Demokratik İşçi ve Köylü Hükümetinin adı, Çin Cumhuriyeti Özel Bölge Hükümeti olarak değiştirilecek, Kızıl Ordunun adı Milli Devrimci Ordu olarak değiştirilecek ve doğrudan Nanking’deki Merkezi Hükümetin veya onun Askeri Konseyinin emrine verilecek, 3- Özel Bölge Hükümetine bağlı bölgelerde genel seçim hakkına dayanan tamamen demokratik bir sistem uygulanacaktır. 4- Toprak ağalarının topraklarına el koyma siyasetinden vazgeçilecek ve anti Japon ulusal birleşik cephenin ortak programı kararlılıkla uygulanacaktır.” 119 Ahmet Temizel Oportünizmin Yeni Emek Hırsızlığı “Atak”ları -Polemik- Kolektifimiz’in 30 yıllık basın-yayın faaliyetini yakından ve dürüstçe izleyen herkesin bildiği gibi, önemli gördüğümüz konu ve sorunları meşrebimize uygun şekilde gündem yapar, insanımızın bilincine çıkarmayı amaçlarız. Söze ‘Partileşme Sorunu’ diye başlarız; küçükburjuva avantürye takımı kalkar sahte işçi ve komünist parti kurmaya yönelir... İSP ya da KP oluşturulmalıdır diye ilkeli insanlarımızı düşündürmeyi amaçlarız; kimileri kendiliğinden, keyfi, ikâmeci yol ve yöntemlerle örgüt kurup parti çağrışımı yapar... PARTİ deriz; onlar örgüt diye anlarlar... “Tarihi TKP”, “Kolektif” diyerek bir literatürü bilince çıkarmaya çalışırız; birileri hemen konunun özünü sulandırmaya, tarihimizde saygın olan ne varsa ya da kalmışsa sömürmeye yönelir... PARTİ, siyasal-sosyal devrimin araçlarından biri, en önemli kurumsal aracıdır deriz; onlar kurdukları örgütleri amaçlaştırırlar... PARTİ, RSDİP’nin kuruluşunda veya I.Tüm Türkiye Komünistleri Kongresi’nde (I.TTKK) uygulanan yöntemlerle, bu süreçlere eleştirel katkı da yapılarak II.Tüm Türkiye Komünistleri Kongresi (II.TTKK) yöntemi ile oluşturulmalıdır, tarihsel-sınıfsal-devrimci yasallık ile sosyal meşruiyet bu temelde kazanılmalıdır deriz; onlar burjuva icazet ve meşruiyeti ile isim ve sıfat hırsızlığına soyunurlar... Devrimci ve Marksist Kadrolar, bunca yenilgi, yanılgı ya da bozgun ve “örgütler anarşisi” hastalığı deneyimlerinden sonra anlamlı bir ileri adım atmalıdır, çeşitli istişarî toplantı, konferans, kurultay vb. gibi gerekli diyalog ve ilişkilerden sonra PARTİ’nin oluşturulmasını Kongre’ye taşımalıdır deriz; onlar Bilimsel Sosyalizm-Komünizm davasını rozet olarak algıladıkları için “Devrimci Oturum” düzenlemekten kaçınır, sonuçlarına katlanmaktan korkar, bireyci, benmerkezci ve kariyerist duygularının esiri kimlikleri ile “benim arka sıralarda oturmaya niyetim yok!” derler... “Devrimci Oturum” disiplininden kaçan bilcümle okumuş-yazmış yarım-aydınlar aslında bu kavgadaki yerlerinin “arka sıralar” dahi olmadığını bal gibi bilirler. Parti kurulması uğraşının dışında bazı zorunlu inisiyatiflerin oluşturulmasının gerekliliğinden başlarız, örneğin; SANAT CEPHESİ, EDEBİYAT CEPHESİ, CEZAEVİ CEPHESİ, POLİTİKA CEPHESİ, BİRLEŞİK İŞÇİ CEPHESİ (BİC), BİZİM GAZETE, BİZİM RADYO, BİZİM KANAL, vb. nitelemelerini sözlü, yazılı dillendirdiğimizde; kimile120 ri hiç utanıp sıkılmadan ya da Osmanlının bile gözettiği “kılıç hakkı”nı dahi gözetmeden bunların üzerine atılıp çalmaya ya da içini boşaltarak kullanmaya kendilerinde hak görürler... Elbette ki; Tarihi TKP, İSP, BİC, SANAT CEPHESİ, EDEBİYAT CEPHESİ, CEZAEVİ CEPHESİ, POLİTİKA CEPHESİ, vb. çağrışımlar -salt söylemde bırakılmadığı sürece- kimsenin tekelinde değildir; babasının malı ise hiç değildir. Bu işin hakkını verenlerin karşısında en başta biz önümüzü ilikleriz; herkes de iliklemek zorundadır. Devrimci tarih ve geleneklerimizin bu düzeyde hırsızlama yöntemiyle çarçur edilişinin elbette nedenleri vardır. Bu türden sulandırma yarışında burjuvazinin flulaştırma yöntemlerine başvurmasına hiç gerek yok!.. Bu işin gönüllü talibi sağ ve sol teslimiyetçi oportünist akımlar her daim ‘hazır ve nazır’dırlar ve de “görevlerini” bihakkın yerine getirmektedirler. Doğrusu bu anlamda haklarını yememek gerekir!... Konu ve sorunlarımıza bu perspektiften baktığımızda ise şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: “Bizim bu çerçevede düşmana hiç ihtiyacımız yoktur!.. Çünkü düşman bizatihi Sol’un içindedir!..” Sol kendi içindeki tasfiyeci-bozguncu unsurlarla savaşamıyor, revizyonist-reformist unsurlar bütün bu süreçlerde “işbaşı” yapabiliyorlarsa, demek ki Sol’un bugünkü konumu “tartışmalı”dır. Devrimci ve Marksist Kadrolar bu sürece iradî müdahalelerle “dur!” diyemiyorlarsa demek ki, Sol cenahımız büyük ölçüde hantaldır, atalet içindedir, devrimcidönüştürücü refleks gösterememektedir, yaralıdır. Türkiye’deki siyasî tabloyu altüst edecek, doğruların/hakikatin kavgasını verecek birey, grup, çevre ve örgüt yapıları sosyal çürümenin had safhaya vardığı bir ortamda mutlaka bu işe “müdahil” olmalıdırlar, olacaklardır... Sağ ve sol teslimiyetçi oportünizm elbette ki burjuva yasallık ve meşruiyetine biat edecek, Devrimci ve Marksist Kadroların teri ve kanı pahasına kazanılan isim, sıfat ve nitelemeleri pervasızca kullanacaktır. Türkiye coğrafyası bu açıdan da hem “değneksiz köydür” ve hem de bağrında devrimci özneler-nüveler barındırmaktadır. Sıkılarak tekrarlamak zorunda olsak da bu türden siyasetlerin ipliğini pazara çıkarmak için birkaç önemli vukuatı hatırlatmakta yarar var: Sen kalk; “Kuruçeşme” toplantılarının sonunda bu tasfiyeci sürece müdahale edecek kurumlaşmayı sabote etmeye çalış, bu konuda oluşturulmuş Yayın Kurulu disiplinleri içinde rol almış insanlardan kendi meşrebine uygun olanların önüne birer kariyer yemi sunarak “Sosyalist Politika” Dergi’mizin isim ve kadrosunu ayart, hırsızla... (Acaba üç günlük siyasî ömürlerinde onbeş dala konmuş alzheimer malûlü yarımaydınlardan kaçı bu sürecin hesabını vermeyi düşünmüştür? Ama ona ne gerek; ne de olsa bu toplumda onlar da balık hafızalı değil midir?) Sen kalk; I.TTKK geleneğimizi sömürerek ve ideolojik-teorikörgütsel ve politik hiç bir eylemin bulunmadığı, “vukuat” işlemediğin 121 halde “TKP” kur. Küçükburjuva avantürye takımını başımıza belâ olmak üzere tahrik et. Zaten yeterince sulandırılmış, hesaplaşmadan kaçırılmış devrimci geleneklerimizi, mesnetlerine oturtulmayı bekleyen tarihî adlarımızı ve sıfatlarımızı daha da sulandır… Şimdi de kalk; 10 Temmuz 2005’de gerekli işlemlerini tamamlayarak kaydını yaptığımız www.sanatcephesi.org internet sitemizin ve bu yoldaki hazırlık çalışmalarımızın önünü kesmeye matuf aynı isimde bir dergi çıkartmayı dene... Gerektiğinde kemalist, gerektiğinde anti-emperyalist, işçilere vatanperverlik aşılama meraklısı zevatın pragmatist politika manevralarına bir halka daha! SANAT CEPHESİ konusunu gerek SORUN BİRLİKTE SOSYALİST DERGİ’mizde (1987-1992 döneminde), gerekse SORUN Polemik Dergi’mizde, ayrıca pek çok telif kitabımızda işlediğimizi cümle alem bilmektedir. “İçerideki-Dışarıdaki Hapishaneden BİZİM ŞİİR ANTOLOJİSİ” sırf bu işin bir ön adımı olarak üretilmiştir. Bu antoloji, F Tipi Cezaevlerinde idarenin megafondan “şiirlerinizi gönderebilirsiniz” diye ilân ettiği, bütçesi AB projelerinden karşılanan bir yayın da değildir. Kolektifimizin gerçekleştirdiği bir çok açık etkinlikte bu konu bilince çıkarılarak iklim ve altyapısı kurulmuştur. “Hâkim gerici sınıfların ve emperyalizmin pompaladığı yoz ve kozmopolit ‘kültür’e karşı, kolektif adımlarımızla nasıl bir ‘karşı kültür’ cephesi oluşturabiliriz?” diyerek harcanan emek mesaisinin önü sağ ve sol teslimiyetçi oportünizmin parti, dernek, sendika, yayın, kitap, vb. tüm alanlarda yapageldiğinin benzeri “atak”larla kesilemeyecektir. Aslında resmî tarih anlayışı ve resmî ideolijilerle halvet olmuş bir sanat anlayışının ilerici, demokrat, devrimci, yurtsever, sosyalist ve Marksist sanatçıların örmeye çalıştığı SANAT CEPHESİ’nin önünü kesmeye, işlevsiz kılmaya ve sulandırmaya gücü de yoktur... Burjuvazinin ve küçükburjuva avantürye takımının etki alanına girebilecek unsurlar, bilimsel bilgi ve bilinçlenme sürecinde sanat, politika ve estetiğin aynı yerde olduğundan, olacağından (ancak böyle olabileceğinden) henüz haberi olmayan kesimlerden çıkmaktadır. SANAT CEPHESİ’nin ilkeleri, gündemi ve kadrosu ise ortaya koyduğu eserlerde belgelenmiştir. Hayat ve mücadele sosyal-pratikte ilkesiz, niteliksiz ve aşırma-hırsızlama yöntemleriyle işi idare cihetine gidenler ile bedel ödemiş, hakikat kadar basit ve sade yaşantılarıyla emek verenleri ayrıştıracaktır. Bu doğal bir süreçtir ve işlemektedir. Politika, Sanat, Estetik yolunda bedel ödeyen insanlarımızın mücadelesine hiç bir oportünist tasfiyeci güç engel olamaz! 10 Şubat 2006 122 AÇIKLAMA İçerideki-Dışarıdaki Hapishane'den Bizim Şiir Antolojisi'ni binbir emek ve özveri ile ürettik. Burjuvazinin yoz ve kozmopolit 'kültür' politikasına karşı oluşturulmasının kavgasını verdiğimiz 'Karşı Kültür' cephesinin örülmesinde anlamlı bir halka olan Bizim Şiir Antoloji'nde ilerici, demokrat, devrimci, yurtsever, sosyalist ve Marksist şair ve sanatçılarımızı bir araya getirdik. Burada, Bizim Şiir Antolojisi'nin redaksiyonunda sonradan farkedilen büyük bir yanlışlığı açıklamak ve düzeltmek istiyoruz. Ali İbrahim Önsoy'un 12 Mart 1971 askerî faşist cunta döneminde Gayrettepe'de katledilen kardeşi Osman Mehmet Önsoy için "yazdığı şiirin" hemen hemen aynen başka bir şaire ait olduğunu büyük üzüntüyle farkettik, âdeta elimiz buz kesti. A.Kadir ve Gülen Fındıklı'nın Türkçe'ye çevirdiği Dünya Halk ve Demokrasi Şiirleri, C.3, s.84,85,86'de yer alan Vesselin Hançev'in "En İyi Öğrenci" şiirinin aynen alınarak katledilen devrimci bir insana -üstelik kardeşe- adanması, yapılan emek hırsızlığını katmerli hâle getirmiştir. Bu davranış, 30 yıllık denenip sınanmış ve ne olduğu ürettiği eserlerle kanıtlanmış Sorun Yayınları Kolektifi'mizi, Antoloji'yi hazırlayan şair ve yazar arkadaşlarımızı, hangi mevziden gelirse gelsin Antoloji'de güçbirliği sergilemiş ve yan yana duruşun belki de eşine az rastlanır örneğini vermiş 62 sanatçıyı, okurlarımızı ve temel taşlarını koymakta olmakta olduğumuz Sanat Cephesi'ne indirilmiş apaçık bir darbe sayılmalıdır hiç kuşkusuz. Bizi yanıltan, Önsoy'un "yazdığı bu şiiri" daha önce de Birgün gazetesinde yayınlatmış ve onların dikkatini çekmemiş olmasıdır. İdeolojik, sınıfsal konumlarıyla içerideki-dışarıdaki hapishanelerde direnip dik durmuş, sosyalizmin onurlu sesini yükseltmiş bizim insanlarımızın kolektif çabasına düşürülmeye yeltenilmiş bu "emek hırsızlığı" gölgesini gidermek için bu açıklamanın yapılması uygun görülmüştür. Anılan redaksiyon hatasından dolayı okurlarımızdan, şair arkadaşlarımızdan ve kamuoyundan özür diliyoruz. Antoloji'nin 2. baskısında bu yanlışlığı düzelteceğimiz bilinmelidir. 13 Şubat 2006 Sorun Yayınları Kolektifi adına Sırrı Öztürk Bizim Şiir Antolojisi’ni hazırlayanlar adına İsmail Hardal, Kemâl Kök 123 Bizden Haberler 2 125 126 127 128 • SORUN Polemik Dergi’miz Üniversitelerde… İstanbul Üniversitesi’nden tutarlı bir tarih ve sınıf bilincine sahip bazı genç arkadaşlar SORUN Polemik Dergi’mizin ve İşçi-Kitle Gazetesi Çağrı’mızın tanıtımı için uygun bir köşe hazırlamıştır. Dergi ve kitap kapaklarını içeren çeşitli afişlerle yapılan tanıtım ilgi görmüştür. • 4-12 Mart 2006 - 4.Bursa Tüyap Kitap Fuarı’ndayız… Bu yıl 4. düzenlenen Bursa Tüyap Kitap Fuarı’na çeşitli etkinliklerimizle katılıyoruz. Bu fuarda da okurlarımıza özel indirimli kitap, yayın katalogu ve kitap ayracı sunacağız. Ayrıca, düzenleyeceğimiz panelsöyleşi etkinliğimizde aşağıdaki konuyu işleyeceğiz. Konu : SERMAYENİN KUŞATMASINDA SENDİKACILIK Konuşmacılar : 1) Sırrı Öztürk (Sorun Yayınları) 2) Mehmet Eymen (Sosyolog, katman.info kurucusu) 3) Nihat Varol (Emekli işçi, Lastik-İş Sendikası üyesi) 4) Ayşe Yümli Yeter (Tekstil-Sen Sendikası Gn. Bşk.ı) Yöneten : Sırrı Öztürk Düzenleyen : Sorun Yayınları Kolektifi Yer : 4. Bursa Kitap Fuarı - Fuar ve Kongre Merkezi - B Salonu Yalova Yolu 4.km (Buttim yanı) Bursa Tarih-Saat : 11 Mart 2006 Cumartesi, 17.15-18.45 arası • 23-30 Nisan 2006 - 11.İzmir Tüyap Kitap Fuarı’ndayız… 11. İzmir Kitap Fuarı’na da her yıl olduğu gibi çeşitli etkinliklerimizle katılıyoruz. Okurlarımıza özel indirimli kitap, yayın kataloğu ve kitap ayracı sunacağımız bu fuarda düzenleyeceğimiz panel-söyleşi etkinliğimizde aşağıdaki konuyu işleyeceğiz. Konu : TARİH-KÜLTÜR-BİLİNÇ Konuşmacılar : 1) Sırrı Öztürk (Sorun Yayınları) 2) Tolga Ersoy (Araştırmacı, yazar) 3) Mehmet Eymen (Sosyolog, katman.info kurucusu) 4) Turabi Saltık (Araştırmacı, yazar) Yöneten : Sırrı Öztürk Düzenleyen : Sorun Yayınları Kolektifi Yer : Tüyap 11. İzmir Fuarı Konferans Salonu Tarih-Saat : 29 Nisan 2006 Cumartesi, 16.00-18.00 arası 124