İçindekiler - Sakareller
Transkript
İçindekiler - Sakareller
Deli Kadın sayı 8 sayfa 38 Leylek kafede Leylek çayına takas edilen kopya yerine alınan kopya NE DOLAPLAR PEŞİNDESİN Çeviri Derlemesi Mart 2016 Işık Barış Fidaner, Canan Coşkan, Ahmet Cemal yersizseyler.wordpress.com Kitabın LaTeX kodları yine CC AttributionNonCommercial 3.0 Unported Lisansı altındadır. 2 İçindekiler Söz hazzı ve hal hazzı üzerine . . . . . . . . . . . . . . . . . 4 Hakiki Kötüsöz: Pussy Riot Mahkumiyetine Dair Slavoj Žižek . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9 Niye Açlık Grevine Gidiyorum: Açık Mektup Nadya Tolokonnikova . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11 Utanç yahut Ötekinin Var Olmayışının Kanıtı Üzerine Daniel Tutt (IBF, CC) . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18 Fol bilinç Friedrich Engels . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 25 Rüya işinde mantık ve mantıkdışı John Sallis . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26 Çevirmenin Görevi Walter Benjamin (AC) . . . . . . . . . . . . . . . . . . 43 Öğrenin, öğrenin ve öğrenin Slavoj Žižek . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 56 3 Söz hazzı ve hal hazzı üzerine 25 Ocak 2016 — yersizseyler.wordpress.com ~Yersiz Şeyler~ sitesini 2008’de açmıştım. Çeşitli sebeplerle çeviriler yaptıkça burada yayınlıyordum. 2012’de herkesin bildiği ve 2013’te herkesçe bilinen büyük politik gelişmeler yaşandı. 1 Mayıs 2014’ten itibaren neredeyse her gün bir şeyler çevirmeye başladım. Facebook’taki Žižek gruplarından güncel makaleleri takip edebiliyordum. Çevirileri biriktikçe derleyerek Yersiz Kitaplar‘ı1 oluşturmaya başladım. İlk derleme Yeni Bir Dünya İçin (McKenzie Wark) önsöz ve içeriğiyle yürüttüğüm bu ~çeviri çabasının~ ne olduğunu dile getiriyordu. 2015 başından itibaren ~Dünyadan Çeviri~ sitesinin hazırlamış olduğu “çeviri kaynakları” listesini genişleterek çevrilmiş ve çevrilmeye değer güncel makaleleri sürekli bir diyalog içinde takip etmeye ve diğer çevirmenlerle iletişim geliştirmeye başladık. 7 Haziran 2015 genel seçimleri ardından bir yandan ~Fraksiyon.org~ sitesi çevirmenleriyle çeviri emeğinin değerlenmesi noktasında beliren çatışkılar bağlamında, öte yandan ~Psikanalitik Şeyler~ sitesiyle özellikle Türkiye’de herkesin bildiği politik gelişmelerin herkesçe bilinmeyişi konusunda oluşturduğumuz iletişim kanallarıyla felsefe ve psikanaliz çevirilerini sürdürdük. Yunanistan’daki SYRIZA iktidarının Avrupa Birliği karşısında düştüğü borç krizinin şiddetlendiği Temmuz ayında ~Dünyadan Çeviri~ ve ~Hayal Gücü İktidara~ ile birlikte Syriza: Deneyimler derlemesini yayınladık. 1 https://yersizseyler.wordpress.com/kitap/ 4 Ağustos sonunda Encore Yayınları’ndan gelen bir “teklif” sayesinde onuncu Yersiz Kitap Küçük Panteon (Alain Badiou) olmuşsa da ne yazık ki bu ~çeviri çabası~ bir “emek” statüsü edinemedi ve kitapta anlatılan Fransız ~sosyetesi~ “toplum” nitelemesi altında Türk dil sahasına katılmayı tarihte olduğu gibi yine reddetti. Buradaki Mesele sonradan şu sorularda ifade buldu: Üstdil var mıdır yok mudur? (Yoktur) Suyunu çıkarmanın alemi var mıdır yok mudur? (Vardır. Şimdi okuyacağınız yazının ilk taslağı “toplumun” ~sosyeteden~ Ekim başında ayrışmasından çok önce, SYRIZA iktidarının borç krizinin Temmuz ayında şiddetlenmesinden de önce, 28 Haziran 2015 Onur Yürüyüşü ardından yazılmış ve ait olduğu bağlamla birlikte dile getirilmesine yol açacak şartların oluşmasını beklemiştir. Işık Barış Fidaner Çaba ile “emek” arasındaki fark, çabanın kendisini kesinleştirmesindeki gecikme olabilir. Güçlü bir eminlik duyusuyla sürdürülse bile ~çaba~ kesin anlamına henüz ulaşmamıştır, hatta onu bilmiyordur. Anlam peşindedir ama belirli bir anlam “için” olduğu söylenemez. Çaba ile “emek” arasındaki fark, Jacques Lacan’ın Psikanalizin İçyüzü’nde (17. Seminer) keyif fazlası [surplus-jouissance] ile değer fazlası [surplus-value] arasında yaptığı ayrım olabilir. Solcu arkadaşlar bilirler: eylemlerde her slogan iki kere tekrar edilir. En başta bir kişi megafonla veya bağırarak tek başına ~sloganı atar~. Sloganın ritmini ve döngüsünü algılayan eylemciler sloganı tekrar ederler. Bu birinci tekrardır. İlk bağırıldığında sloganı algılayamamış ya da algıladıkları sözü benimseyecek güveni duyamamış eylem katılımcıları, birinci tekrar sayesinde uyumlanırlar. Sloganın ikinci tekrarını eylemciler ve katılımcılar birlikte atarlar. Sloganın bu iki tekrar edilişi aracılığıyla kurulan toplama ~kitle~ denir. Bazı başka eylemlerdeyse slogan iki kere değil, sürekli tekrarlanır. Belki ritmi hızlandırılır, trampet veya marakas çalınabilir. Solculuk bakımından istisna statüsü taşıyan böylesi eylemlere “renkli eylem” denildiği 5 de olur (veya “olurdu” demeliyiz zira 2012’den beri politik tarihin kesintiye uğramadığı hiçbir yıl yaşanmadı dense yeridir. Tarihselliğin olanaklılığı ile noktalama işaretlerinin varlık sebebi arasındaki tarihdışı bağıntı[nın 2011’de zaten ifade bulmuş olması] gibi karmaşalara hiç bulaşmamak üzere hemen 28 Haziran 2015’in şimdi ve buradasına bağlanalım: Etkin haber ajansının bildirdiğine göre, CHP’li ve HDP’li milletvekilleri “Nerdesin aşkım?” diye soruyor, LGBTİ bireyler “Burdayım aşkım” diye yanıtlıyor. Bu sahnede, yukarıda anlattığımız geleneksel tekrarlama yordamın6 dan farklı bir buluş var. Buna bir konvansiyon veya protokol da diyebiliriz, belki usul bile denebilir. Tabi elimizde bulunanın bir sahneden, bir gösterimden (demonstration – belki teknolojik inovasyon demoları gibi) ibaret olduğunu, hatta –o bile değil– yapılan gösteriye dair salt bir anlatımdan ibaret olduğunu unutmadan. Ne var bu sahnede? Tekrar etme yerine bir soru ve bir yanıt var: Nerdesin? Burdayım. Bir konumlama işlemi yapılıyor. Bu işlem yoluyla neyin veya kimin konumlandığını da biz soralım: Kim? Aşkım. Tekrarlanan slogan bir konumlama yapmıyordu. Örnek verelim: “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz.” – Burada olsa olsa, eylemdeki kişiler, slogan atma [ses çıkarma] yordamı bakımından konumlanıyor olabilirler: “Hep beraber sloganı tekrarlamamız [ses çıkarmamız] gerekir, yoksa sloganı ilk bağıran kişiyi [ses çıkarmış olanı] bir başına bırakmış oluruz. Ayrıca her birimiz suskunluğu ile başbaşa kalmış olur.” – Yahut her bir kişi kendi kişisel bağları açısından slogana yorum getirebilir: “Bu eyleme katılmasaydım beni çağıran arkadaşımı bir başına bırakmış olacaktım. Ben de bir başıma kalmış olacaktım.” – Ne var ki, eylemdekileri toparlayan somut bağ, “hep beraber” oldukları yer, slogan atma yordamından, yani ses çıkarıyor olmalarından ibarettir. Kurtuluşun aranacağı beraberlik de tekrarlanan cümlede [ya da çıkarılacak seste] kalacaktır. Verilen sözde [ya da onu duyurma tarzında Ama “tarz” dediğimizde söz alanından çıkıyoruz ve onun hal dilindeki duyusal zeminini ima etmiş [imletmiş] oluyoruz. Hal dili sözden ayrı durduğu ölçüde bir ima etme [imletme] haline döner. Söz onun peşinden gelmek zorunda kalır. Olan bitenin “ne anlamda” olup olmadığı ve bitip bitmediği sorgulanır. Diyelim ki: “üretim tarzı” mı kastedilmiştir (yoksa acaba “yaşam tarzı” mı kastedilmiştir? Tabii ki üretim tarzı kastedilmiştir! – Yanlış anlama ihtimallerine gülünür. Muğlaklık komiktir. Oysa muğlak sözcüklerin işlevi zaten budur: ciddiyetin kendini komiklikten ayrı tutması. Muğlaklık karşısında ciddiyetler komikliklere gülerek ciddiyetliklerini kanıtlamış olurlar. “Tarz!” – Muğlak sözcüğün telaffuzuyla çağırılan gülme, yön verici bir 7 gülmedir. ~Ayıplıkla~ bağlaşıktır. Sözlerin hal dili karşısındaki tutumlanışına döner. O dilin –diyelim ki Türkçenin– kendini sürdürmesine yarayan söz hazzını oluşturur. Hal dilinin önemli bir özelliği, suskunluklarla barışık oluşudur. Hal dilinin söz hazzına vereceği yanıt, suskunluğa katılmak olacaktır. – Fakat suskunluk ve söz birbirleri etrafında her an karşı karşıya olduklarına göre, sözün sorusu ve hal dilinin yanıtı çoğu zaman iç içe geçerek belirli işaretlerde yoğunlaşacaktır (“Aşkım, Ve bu işaretler aracılığıyla konumlandırılabilir olacaklardır. Buna da hal hazzı diyelim. Dünkü sahnemize dönelim. Milletvekilleri söz hazzı adına soruyor: “Nerdesin aşkım?” LGBTİ bireyler (veya eylem katılımcıları) hal hazzı adına yanıtlıyor: “Burdayım aşkım.” Žižek’in Lacancı psikanaliz terimleriyle, bir yanda simgesel düzen, öbür yanda imgesel düzen karşı karşıya. Üstelik iki taraf da kendi içinde bölünmüş, ve bu bölünmeler alfabetik düzeyde ifade edilmiş: Simgesel yanda farklı politik partileri ifade eden kısaltmalar (CHP-HDP, çatışmanın tarafı olarak AKP de burada örtük olarak mevcuttur), imgesel yanda ise farklı yönelimleri ifade eden harfler (L-G-B-T-İ, ve altıncı harf olarak “toplum” adına S (sıradan vatandaş) ve yedinci harf olarak ~sosyeteden~ kopup gelemeyen Q (queer) [hatta belki aslında hepsinin örtük dolayımcısı olarak Ç (çevirmen) de bu diziye eklenebilir. Bu karşılaşmada yaşanan şey nedir? “Ahlaki bozulma” sayılan şey belki de ~ahlaki bir bozunum~ olarak görülmeli. Kimya Mühendisleri Odasına göre “yüksek ısı veren yanma olayı” olarak tam algılanamayan2 ~ateş~ belki de bir entropi parametresidir. Radyo aktivite:3 yayılım faaliyetidir. İnşa etmek ve inşasızlaştırmaktır. Dürüstlüğün nesnel bir zemini, bir muhataplık yayılımıdır. Söz verilmesidir. Çabaların birbirini tetikleyebilmesidir. Söz hazzı ile hal hazzını birbirine dikişleyebilen duyular geliştirmektir. 2 https://twitter.com/KMOistanbul/status/687652116261920769 3 https://yersizseyler.wordpress.com/2015/05/19/yari-omur-sakareller/ 8 Hakiki Kötüsöz: Pussy Riot Mahkumiyetine Dair Slavoj Žižek — 7 Ağustos 2012 — Comradely Greetings Pussy Riot [Pisi İsyanı] üyeleri kötüsöz [blasphemy ] ve dinden nefret etmekle mi suçlanıyor? Yanıt vermek kolay: hakiki kötüsöz devletin yaptığı suçlamanın kendisidir, hakim klik karşısında politik protesto eylemi olduğu apaçık olan bu eylemi dinsel bir nefret suçu olarak formüle etmeleridir. Brecht’in Dilenciler Operası’ndaki o eski sözünü hatırlayın: “Bir bankayı soymak, yeni bir banka kurmaya kıyasla nedir ki?” 2008’de Wall Street bize bunun yeni versiyonunu tanıttı: birkaç bin dolar çalıp bu yüzden hapse atılmak, finansal spekülasyonlarla onlarca milyon kişiyi evinden ve kazancından yoksun bırakıp hem de bu sayede yüce ihtişamlı devlet desteğiyle ödüllendirilmeye kıyasla nedir ki? Şimdiyse Rusya’dan gelen, devlet iktidarından gelen başka bir versiyonla karşılaştık: Pussy Riot’un kilisede yaptığı müstehçen provokasyon, Pussy Riot karşısında yapılan suçlamaya kıyasla, devlet aygıtının her türlü makul kanun ve düzen mefhumuyla alay ederek yaptığı bu devasa müstehçen provokasyona kıyasla nedir ki? Pussy Riot’un eylemi sinikçe miydi? İki tür sinisizm vardır: ezilenlerin iktidardaki ikiyüzlülerin maskesini düşüren buruk sinisizmi, ve bizzat kendi ilan ettikleri ilkeleri açıkça ihlal eden ezenlerin sinisizmi. Pussy Riot’un sinisizmi birinci türdendir, iktidardakilerin sinisizmi ise –neden onların otoriter gaddarlığına bir Pipi İsyanı demeyelim– çok daha uğursuz olan bu ikinci türdendir. Ta 1905’te Leon Troçki çarlık Rusyasının karakterini “Asyanın kamçısı ile Avrupanın stok pazarının berbat bir bileşimi” diye nitelemişti. Bu niteleme 9 günümüz Rusyasında da giderek daha geçerli olmuyor mu? Kapitalizmin yeni evresinin yükselişini, Asya değerleri taşıyan kapitalizmin yükselişini de duyurmuyor mu? (Tabii bu evrenin Asya’yla hiçbir ilgisi yoktur, tamamen günümüz küresel kapitalizmindeki anti-demokratik eğilimlerle ilgilidir) Eğer sinisizmi kendine ait ilkelere gizlice gülüp geçen iktidarın insafsız pragmatizmi olarak anlarsak, o halde Pussy Riot anti-sinisizmin bedenlenişidir. Mesajları şudur: FİKİRLER ÖNEMLİDİR. Onlar sözcüğün en asil anlamıyla kavramsal sanatçılardır: bir Fikri bedenlendiren sanatçılardır. İşte bu yüzden kar maskeleri takarlar: bireysizleşmenin, özgürleştirici anonimliğin maskelerini takarlar. Kar maskeleriyle verdikleri mesaj, hangi birisinin tutuklandığının önem taşımadığıdır – onlar bireyler değildir, onlar bir Fikirdir. Ve işte bu yüzden onlar böylesine bir tehdittir: bireyleri hapse atmak kolaydır, bir de Fikri hapse atmayı deneyin! İktidardakiler –gülünç ölçüde aşırı gaddar tepkiler vererek belli ettikleri gibi– paniğe kapılmakta bu yüzden tamamen haklıdırlar. Ne kadar gaddarca davranırlarsa Pussy Riot o kadar önemli bir simge haline gelecektir. Ezici tedbirler daha şimdiden Pussy Riot’un tam anlamıyla dünyanın her yerinde gönüllerde yer etmesiyle sonuçlanmıştır. Bileşimindeki cesur bireylerin Pussy Riot’un küresel bir simgeye dönüşmesinin bedelini kendi canlarıyla ödemesinin önüne geçmek hepimizin kutsal vazifesidir. Slavoj Žižek 7 Ağustos 2012 ~~~ ç.n. “true blasphemy” karşılığı olarak “esas kötüsöz” veya “asıl kötüsöz” demek belki anlamayı kolaylaştırabilirdi ama kötüsöz hiçbir şeyin esası veya aslı sayılamaz. Burada hakikat [truth] üstüne (belki vérité üstüne, gerçek üstüne) bir belirsizlik sözkonusu (bir bahis [wager ] değilse 10 Niye Açlık Grevine Gidiyorum: Açık Mektup Nadya Tolokonnikova — 23 Eylül 2013 — Comradely Greetings 23 Eylül Pazartesi günü, açlık grevimi ilan ediyorum. Bu uç bir yöntem, ama şu an bulunduğum durumda başvurulacak tek şeyin bu olduğuna kesinlikle ikna oldum. Hapishanenin gardiyanları beni duymayı reddediyor. Ama ben taleplerimden vazgeçmeyeceğim. Sessiz kalmayacağım, mahpus arkadaşlarımın kölelik koşulları altında eriyip gitmesini teslimiyet içinde seyretmeyeceğim. Hapishanede insan haklarına uyulmasını talep ediyorum. Mordovya’nın bu kampında kanunlara itaat edilmesini talep ediyorum. Bize köle gibi değil insan gibi davranılmasını talep ediyorum. Mordovya’nın Partsa köyündeki 15 No’lu Penal Koloni’ye [PC-14] vardığımdan beri bir yıl geçti. Kadın mahkumların dediği gibi, “Mordovya’da hapis yatmayanlar hiç de hapis yatmış sayılmazlar.” Henüz Moskova’daki 6 No’lu Duruşma Öncesi Gözaltı Merkezi’nde tutulurken Mordovya’nın hapishane kamplarından bahsedildiğini duymuştum. En sert koşullar, en uzun iş günleri ve en berbat kanunsuzluk oradadır. Mahpuslar arkadaşlarını Mordovya’ya darağacına gönderir gibi uğurlarlar. Son ana kadar umutlarını korurlar: “Belki de seni Mordovya’ya göndermeyeceklerdir? Belki de tehlike senden geçip gidecektir?” Benden geçip gitmedi, ve 2012 sonbaharında, Partsa Irmağı kıyılarındaki hapishane ülkesine vardım. Mordovya’ya dair ilk izlenimim hapishanenin yardımcı gardiyanı olarak PC-14’ü fiilen yürüten Yarbay Kupriyanov’un sözleri oldu. “Şunu bilmelisin ki iş politikaya gelince ben Stalinciyimdir.” Öbür gardiyan Albay Kulagin (hapishane iki yerden yönetiliyor) buradaki ilk günümde beni sohbet etmeye çağırarak suçumu itiraf etmeye zorladı. “Bir şanssızlık başına gelmiş. Değil mi? Hapishanede iki yıl hüküm giymişsin. Başlarına kötü işler gelince insanlar çoğunlukla görüşlerini değiştirirler. En kısa zamanda şartlı tahliye istiyorsan, suçunu itiraf etmelisin. İtiraf etmezsen şartlı tahliyeni alamazsın.” Hemen ona Emek Kanununda belirtilen şartlarda günde sadece sekiz saat 11 çalışabileceğimi söyledim. “Kanun kanundur. Esas önemlisi kotanı tamamlamaktır. Tamamlamazsan fazla mesai yaparsın. Ve biz burada seninkinden daha güçlü iradeleri kırmışızdır!” diye yanıtladı Kulagin. Benim vardiyamdaki herkes günde onaltı ila onyedi saat dikiş atölyesinde çalışıyor, sabah yedi buçuktan gece oniki buçuğa kadar. Geceleri dört saat anca uyuyabiliyoruz. Bir buçuk aylık aralıklarla bir gün iznimiz var. Neredeyse her Pazar günü çalışıyoruz. Mahpuslar haftasonları çalışmak için “gönüllü” başvuru yapıyor. Aslında bunun hiç “gönüllü” bir yanı yok. Bu başvurular gardiyanların talimatıyla ve gardiyanların irade dayatmasına yardım eden diğer mahkumların baskısı altında gönülsüzce hazırlanıyor. Kimse itaat etmemeye (yani Pazar günü imalat bölgesine gitme başvurusu yapmamaya, yani sabah bire kadar çalışma başvurusu yapmamaya) cesaret etmiyor. Bir seferinde elli yaşında bir kadın koğuş bölgesine oniki buçuk yerine akşam sekizde dönmeyi rica etti, böylece akşam onda yatabilecek ve o hafta bir kereliğine olsun sekiz saat uykusunu alabilecekti. İyi hissetmiyordu; tansiyonu yükselmişti. Yanıt olarak, koğuş birimiyle bir toplantı alındı ve orada kadın azarlandı, aşağılandı, hakarete uğradı ve parazit diye yaftalandı. “Ne yani, çok uyumak isteyen bir tek sen misin zannediyorsun? Daha sıkı çalışman gerek, at gibi kuvvetlisin!” Vardiyadakilerden biri doktor talimatıyla işe gelmediğinde de kötü muameleye uğruyor. “Ben kırk derece ateşliyken dikiş diktim, fena mı oldu. Senin arkanı kim toplayacak zannettin?” Koğuş birimimde beni karşılayan hükümlü dokuz yıllık mahkumiyetini bitiriyordu. “Bu domuzlar seni ezecek baskıyı kendileri uygulamaya korkarlar. Mahkumlara uygulatmak isterler.” Gerçekten hapishanedeki koşullar böyle örgütlenmiş. Gardiyanlar, çalışma vardiyalarından ve koğuş birimlerinden yükümlü olan mahkumları, diğer mahkumların iradesini ezmekle, terör estirerek onları dilsiz kölelere döndürmekle görevlendirmişler. Disiplin ve itaatin sürdürülmesi için gayrıresmi cezalardan oluşan ve çok yaygın uygulanan bir sistem var. Mahpuslar “ışıklar sönene kadar yerelde durmaya”4 zorlanıyorlar, yani sonbahar da olsa kış da olsa barakaların içine girmeleri yasaklanmış. Engelli ve yaşlıların yaşadığı ikinci birimdeki bir kadın bir gün boyunca yerelde durmanın sonunda öyle kötü bir ayazlamaya [frostbite] tutuldu ki parmaklarının ve bir ayağının ampute edilmesi gerekti. Gardiyanlar ayrıca “sanitasyonu kapayabiliyorlar” (mahpusların yıkanmala4 “Yerel” kamptaki iki alanı bağlayan çitle ayrılmış bir koridor. 12 rını ve tuvalete gitmelerini yasaklayabiliyorlar) ve “kantin ve çay odasını kapayabiliyorlar” (mahpusların kendi yiyeceklerini yemelerini ve içecek içmelerini yasaklayabiliyorlar). Kırk yaşında bir kadının size “Demek bugün cezalandırılıyoruz! Acaba yarın da cezalandırılacak mıyız.” demesi hem komik hem de korkutucu. Çiş yapmak veya çantasından bir parça şeker almak için dikiş atölyesini terk edemiyor. Yasaklanmış. Tek bir yudum çay ve uyuyabilme hayali kuran, bitkin, yılmış ve pis hükümlüler, onları ücretsiz iş gücünden ibaret sayan yönetimin elinde uysal macuna döner. Haziran 2013’te aylık ücretim yirmidokuz ruble oldu – yirmidokuz ruble!5 Bizim vardiyamız her gün yüzelli polis üniforması diker. Bunlardan kazanılan para nereye gider? Teçhizatını tamamen yenilesin diye hapishaneye birkaç kez fon tahsis edildi. Fakat yönetim dikiş makinelerine boya yaptırmakla yetindi ve bu işi de hükümlüler yaptı. Eskimiş ve yıpranmış makinelerde dikiş diktik. Emek Kanununa göre, teçhizat güncel endüstri standartlarına uymuyorsa, üretim kotaları standart endüstri normlarından düşük tutulmak zorundadır. Ama kotalar sadece yükseliyor, aniden ve birdenbire. “Yüz üniforma teslim edebildiğini görmelerine müsaade edersen, asgariyi yüzyirmiye çıkarırlar!” diyor kıdemli makine operatörleri. Ve teslimatı beceremezlik edemezsin, ya teslim edersin ya da bütün birimi cezalandırırlar, vardiyanın tamamını. Mesela hepimizi tören alanında saatlerce ayakta durmaya zorlayarak cezalandırırlar. Tuvalete gitme hakkı olmadan. Bir yudum su içme hakkı olmadan. İki hafta önce hapishanedeki bütün çalışma vardiyalarında üretim kotaları sebepsizce elli birim artırıldı. Önceden asgari günde yüz üniformaysa, şimdi yüzelli oldu. Emek Kanununa göre, üretim kotasında yapılacak her değişiklik yürürlüğe girmeden en az iki ay öncesinden işçilere haber verilmek zorundadır. PC-14’te bir gün uyandık ve yeni bir kotamız olduğunu işittik çünkü “terhane” [sweatshop] (mahpuslar penal koloniye böyle diyorlar) gardiyanlarımızın kafasına böyle esivermişti. Çalışma vardiyasındaki insanların sayısı azalır (tahliye edilirler veya sevk edilirler) ama kota artar. Sonuçta geride kalanların hep daha sıkı çalışması gerekir. Teknisyenler [mechanic] makineyi tamir edecek parçalar elimizde yok ve getirtemeyiz derler. “Yedek parça yok! Ne zaman mı gelir? Ne yani, sen Rusya’da yaşamıyor musun? Nasıl böyle sorular sorabilirsin?” İmalat bölgesindeki ilk birkaç ayım boyunca teknisyenlik mesleğinde neredeyse ustalaştım, böyle gerektiği için ve kendi kendime. Elimde tornavidayla makinama umutsuzca saldırırdım, tamir etmek için. 5 Avro cinsinden yaklaşık altmışyedi kuruş. 13 Elin çizilir, iğneler batar, akan kanınla tezgah kaplanır ama dikmeye devam edersin. Bulunduğun seri üretim hattında deneyimli terzi kadınların yanında kendi işini yapman gerekir. Allahın belası makine de bu arada devamlı bozulur durur. Sen yeni gelmiş olduğundan ve hapishanede iyi teçhizat eksikliği olduğundan en kötü teçhizat sana düşer, hattaki en işe yaramaz makine sana düşer. Ve şimdi gene bozulmuştur, ve bir kez daha yerinden fırlayıp teknisyeni ararsın, onu da bulmak imkansızdır. Üretimi yavaşlattın diye sana bağırırlar, seni azarlarlar. Dikiş dersi de yoktur hapishanede. Yeni gelenler derhal makinenin önüne oturtulup işe başlatılır. “Sen Tolokonnikova olmasaydın senin çoktan ağzını burnunu dağıtmışlardı,” diyor gardiyanlarla yakın bağı olan mahpus arkadaşlar. Haklı: diğer mahpusları döverler. İşe ayak uyduramadıkları için. Böbreklerine vururlar, yüzlerine vururlar. Bu dövme işini hükümlüler kendileri yaparlar ve bunların teki bile gardiyanların onayı ve bilgisi dışında olmaz. Bir yıl önce, ben buraya gelmeden önce, üçüncü birimde bir Çingene [Gypsy ] kadın öldüresiye dövülmüş. (Üçüncü birim “baskı fırını”dır: gardiyanlar her gün dövülmesini istediği mahpusları buraya gönderir.) PC-14 revirinde ölmüş. Yönetim döverek öldürüldüğü gerçeğinin üstünü örtebilmiş: resmi ölüm nedeni olarak felç yazılmış. Başka bir blokta, işe ayak uyduramayan yeni terzi kadınlar soyuldu ve çıplak dikiş dikmeye zorlandılar. Kimse gardiyanlara şikayet etmeye cesaret edemez, çünkü yapacakları tek şey gülmek ve mahpusu koğuş birimine geri göndermektir, “ispiyoncu” burada aynı gardiyanların talimatıyla dövülecektir. Canından bezdirme yönetimi, hapishane gardiyanının hükümlüleri kendi kanunsuz rejimine bütünüyle itaat ettirmesine uygun bir yöntemdir. Tehditkâr ve sinirli bir atmosfer imalat bölgesine hakimdir. Ezelden beri uykudan mahrum kalmış, insanlıkdışı yükseklikte kotaları yerine getirmenin sonu gelmez yarışı altında boğulmuş hükümlüler her zaman çöküntü sınırındadır, birbirlerine bağırırlar, en küçük şeylerden kavga çıkarırlar. Daha yakın zamanda genç bir kadın bir pantolonu vaktinde teslim etmedi diye kafasına makas saplandı. Başka birisi testereyle kendi karnını kesmeye çalıştı. İşi bitirmesi engellenmişti. Büyük duman ve yangınlar yılı 2010’da6 PC-14’te bulunanların dediğine göre yangın hapishane duvarlarına yaklaşırken hükümlüler imalat bölgesine gitmeye ve kotalarını yerine getirmeye devam etmişler. Duman yüzünden iki metre ötende duran birini bile göremezsin, ama yüzlerini ıslak mendillerle örterek herkes yine de çalışmaya gitmiş. Olağanüstü koşullar yüzünden mah6 2010’da Rusya’nın her yanında yüzlerce büyük yangın çıktı. 14 puslar yemekhaneye götürülmemişler. Birçok kadının anlattığına göre öyle berbat acıkmışlar ki başlarına gelen korkunç şeyleri belgelemek için günlük tutmaya başlamışlar. Yangınların nihayet söndürülmesinin ardından, hapishane güvenliği dikkatli aramalar yaparak bu günlüklerin kökünü kazımış, dış dünyaya hiçbir şey sızmasın diye. Hapishanedeki sanitasyon koşulları mahpus kendini güçsüz pis bir hayvan gibi hissetsin diye tasarlanmış. Koğuş birimlerinde hijyen odaları olmasına rağmen, ıslah etme ve cezalandırma maksatlı bir “genel hijyen odası” kurulmuş. Bu odaya beş kişi sığabilir, ama sekizyüz mahpusun hepsi yıkanmaya buraya gönderilir. Barakamızdaki hijyen odalarında yıkanmamak zorundayız: bu fazla kolay olurdu. “Genel hijyen odası”nda her zaman izdiham olur çünkü küçük küvetleriyle kadınlar “süt anne”lerini (Mordovya’da böyle denir) çabucak yıkamaya çalışırlar, birbirlerinin tepesine tırmanarak. Haftada bir kez saç yıkama iznimiz vardır. Ama bu banyo günü bile iptal edilir. Su tesisatında ya bozukluk olur ya da tıkanıklık olur. Benim koğuş birimimin iki üç hafta yıkanamadığı zamanlar oldu. Borular tıkandığında hijyen odalarına idrar fışkırır ve dışkı parçaları uçuşur. Borulardaki tıkanıklıkları kendi kendimize açmayı öğrendik ama uzun dayanmaz: kısa süre sonra gene tıkanırlar. Hapishanede boruları boşaltıp temizleyecek bir plumber’s snake yok. Haftada bir kez çamaşır yıkayabiliyoruz. Çamaşırhane küçük bir odadır, üç musluğundan ince birer tel soğuk su akar. Hükümlülere hep bayat ekmek, cömertçe sulandırılmış süt, fevkalade ekşimiş darı ve sadece çürümüş patatesler verilir, belli ki gene ıslah etme maksadıyla. Bu yaz çuvallarca siyah yapış yapış patates soğanı topluca hapishaneye getirildi. Ve bize yedirildi. PC-14’te çalışma ve yaşama koşullarındaki ihlalleri anlatsam sonu gelmez. Ama benim esas derdim başka bir şey: PC-14 koşullarına dair dilekçelerin, şikayet ve isteklerin hapishanenin dışına ulaşmasına hapishane yönetiminin olabilecek en katı yollarla engel olması. Gardiyanlar insanları sessiz kalmaya zorlarlar, bu uğurda en aşağılık, en zalimce yöntemlere kadar alçalırlar. Diğer tüm sorunların, artan çalışma kotaları, günde onaltı saat çalışma, vesairenin kaynağı budur. Gardiyanlar dokunulmaz olduklarını hissederler ve bu cüretle mahpuslara hep daha fazla yüklenirler. Bir hükümlü sesimi çıkarayım dediğinde tepesine yıkılan engeller dağıyla bizzat kendim karşılaşıncaya dek herkesin niye böyle sessiz kaldığını anlayamadım. Yapılan şikayetler hapishanenin dışına ulaşmaz ki. Tek şans avukat veya akrabalar yoluyla şikayette 15 bulunmaktır. Yönetim bu esnada darkafalı kinciliğiyle tasarrufundaki tüm araçları kullanarak, hükümlü şikayetlerinin hiçkimseye iyilik getirmeyeceğini anlasın, sadece işleri kötüleştireceğini anlasın diye büyük bir baskı yapacaktır. Kolektif ceza uygulanır: sıcak su olmadığından şikayet edersin, suyu tamamen kapatırlar. Mayıs 2013’te avukatım Dmitry Dinze savcılık ofisiyle birlikte PC-14’teki koşullara dair bir şikayet dosyası hazırladı. Hapishanenin yardımcı gardiyanı Yarbay Kupriyanov kamptaki koşulları derhal dayanılmaz hale getirdi. Arama üstüne arama oldu, tanıdığım herkesle ilgili disiplin raporları sel gibi aktı, kışlık kıyafetlerimize el koydular ve ayakkabıları da almakla tehdit ettiler. İşyerinde karışık dikiş ödevleri vererek, kotaları artırarak ve defolar uydurarak öc aldılar. Komşu birimin ustabaşısı, Yarbay Kupriyanov’un sağ kolu, imalat bölgesinde benim mesuliyetimdeki eşyaları sabote etsinler diye mahpusları açıkça kışkırttı, böylece “kamu mülküne” zarar verdim diye beni hücre hapsine göndermeye mazeretleri olacaktı. Ayrıca kendi birimindeki hükümlülere bana karşı kavga çıkarma talimatı da verdi. Bir tek sizi etkilediği sürece herşeye tahammül etmeniz mümkündür. Ama bu hapishanedeki kolektif ıslah yöntemi daha başka bir şey. Buna göre sizin biriminiz, hatta hapishanenin tamamı sizin cezanıza sizinle birlikte katlanmak zorunda kalır. En berbatı da cezanıza katlananların sevip değer verdiğiniz insanları da içermesidir. Arkadaşlarımdan birine şartlı tahliyesi verilmedi, ki imalat bölgesinde kotalarını fazla fazla yerine getirerek yedi yıldır bu uğurda gayretle çalışmıştı. Benimle çay içti diye kadını azarladılar. Yarbay Kupriyanov aynı gün içinde onu başka bir birime taşıdı. Yakından tanıdığım bir başkası, çok kültürlü bir kadın, Adalet Bakanlığı’nın “Islah Tesislerinde İç Regülasyonlar” başlıklı bir belgesini benimle birlikte okuyup tartıştığı için her gün dövülsün diye baskı fırını birimine gönderildi. Benimle konuşan herkese disiplin raporları çıkarıldı. Değer verdiğim insanların acı çekmeye zorlanması canımı yaktı. O zaman Yarbay Kupriyanov gülerek “Muhtemelen hiç arkadaşın kalmamıştır!” dedi. Bunların hepsinin Dinze’nin şikayetleri nedeniyle olduğunu anlattı. Şimdi anlıyorum ki Mayıs ayında kendimi bu halde bulduğum ilk seferinde açlık grevine gitmeliymişim. Ama ben öteki hükümlülere çok fazla baskı yapılıyor diye hapishaneyi şikayet etme sürecimi durdurdum. Üç hafta önce, 30 Ağustos’ta, Yarbay Kupriyanov’dan benim vardiyamdaki mahpuslara sekiz saat uyku izni vermesini istedim. Aklımda günlük çalışmayı onaltı saatten oniki saate düşürmek vardı. “İyi, Pazartesiden baş16 layarak, vardiya sekiz saat bile çalışabilir,” diye yanıtladı. Bunun yine bir tuzak olduğunu biliyordum çünkü sekiz saatte artırılmış kotamızı tamamlamamız fiziken imkansızdı. Yani vardiyanı işleri yetişmeyecek ve cezalandırılacaktı. “Bunun arkasında senin olduğunu bir bulsalar,” diye devam etti yarbay, “bir daha asla kötü olmayacağın kesin, çünkü öbür dünyada kötü diye bir şey yoktur.” Kupriyanov duraksadı. “Ve son olarak, asla herkes için bir şey talep etme.” Taleplerin yalnızca kendin için olsun. Ben uzun yıllar bu hapishane kamplarında çalıştım, ve ne zaman ki birisi bana gelip öteki insanlar için bir şey talep ettiyse, benim ofisimden doğrudan doğruya hücre hapsine gönderildi. Bunun başına gelmeyeceği ilk kişi sensin.” Takip eden haftalar boyunca koğuş birimim ve çalışma vardiyamda hayat tahammül edilmez kılındı. Gardiyanlara yakın olan hükümlüler birimde şiddet kışkırttılar. “Çay, yemek, banyo molalarınız ve sigara içmeniz yasaklanmıştır, bir hafta cezalısınız. Ve yeni gelenlere, özellikle Tolokonnikova’ya daha farklı davranmaya başlamazsanız artık sürekli cezalandırılacaksınız. Onlara eskilerin ilk geldiğiniz günlerde size davrandıkları gibi davranın. Onlar sizi dövdüler mi? Tabii ki dövdüler. Ağzınızı yırttılar mı? Yırttılar. Ağızlarına sıçın. Bu yüzden ceza görmeyeceksiniz.” Çatışma ve kavgalara gireyim diye tekrar tekrar kışkırtıldım, ama kendi iradeleri olmayan ve yalnızca gardiyanların emrine göre davranan bu insanlarla kavga etmenin ne yararı var? Mordovyalı hükümlüler kendi gölgelerinden korkuyor. Tamamen sindirilmişler. Bir gün evvel bana nezaketle gelip günde onaltı saat çalışmaya karşı bir şey yap diye yalvarmış olsalar da, yönetim bana ağır azar çektikten sonra benimle konuşmaya bile korkuyorlar. Gardiyanlara bu çatışmanın çözdürülmesi için bir öneri sundum. Kendi kendilerine imal ederek denetimlerindeki mahpuslara uygulattıkları bu suni baskıdan beni çıkarmalarını, ve çalışma günü uzunluğunu azaltıp kotaları düşürüp kanuna uygun hale getirerek hapishanedeki köle emeğini kaldırmalarını istedim. Fakat buna yanıt olarak baskılar sadece yoğunlaştı. Bu nedenle 23 Eylül itibariyle bir açlık grevi ilan ediyorum ve yönetim kanunlara uyana kadar, hükümlü kadınlara, giyecek endüstrisinin ihtiyaçları için yasal dünyadan sürgün edilmiş bir hayvan sürüsü gibi değil, insan gibi davranana kadar, hapishanedeki köle emeğine dahil olmayı reddediyorum. Nadya Tolokonnikova 23 Eylül 2013 17 Utanç yahut Ötekinin Var Olmayışının Kanıtı Üzerine Daniel Tutt — 7 Mart 2013 — danieltutt.com Son zamanlarda sosyal medyada “Utan!” buyruğuna giderek daha fazla maruz kalır olduk. Bu buyruk ona zemin oluşturan, çeşitli gerekçelerle destekleyip yaygınlaştıran ve şiddetini arttıran somut olaylardan (son örneği “Vahşet Bodrumu”) bağımsız olarak, kendi imleyici işlevi bakımından ne anlama gelir? Bunu anlayabilmek için ~Viyanalı Psikanalistler~ facebook grubuna bir soru7 sorduk: “Utanç acaba genel olarak (bilinçli veya bilinçdışı) bir aktarımdan kaçınma hali olarak tanımlanabilir mi? Ben karşısına Biz’i koyan paradoksal bir Ben karşıtı savunma mekanizması sayılabilir mi?” Chris Oliver Schulz, fikirlerimizi doğrulayacağını düşündüğü bu Daniel Tutt gönderisini [post] bize iletti, biz de Türkçeye çevirdik. Adam John Ost’un da katıldığı tartışma şöyle ilerledi: “Bütün sosyal etkileşimlerde aktarım vardır ve aktarımlardan kaçınılamaz,” “ama burada imgesel bağlamı olan politik bir çerçeve sözkonusu olduğundan,” “buna aktarımdan kaçınma değilse bile karşı-aktarım denilebilir. Aktarım hiç olmadığında şeyler işlenmeden kalırlar, yani Şey [das Ding] olarak kalırlar. Karşı-aktarım olduğundaysa inşa edilen belirli simgelerde kendi ifadelerini bulabilirler.” ~Çevirmenler~ 7 https://www.facebook.com/groups/204518883089437/permalink/ 462473077294015/ 18 Analizde analistin sorabileceği en sinir bozucu sorulardan birisi şu: “Evet, siz böyle diyorsunuz biliyorum, ama gerçekten böyle mi, yoksa bu dediğiniz daha çok bir istek/dilek gibi mi?” Veya, biliyorum ki onu aştığınızı düşünüyorsunuz, veya onun size hissettirdiğini özdeştirmiş olduğunuzu düşünüyorsunuz, ama gerçekten onu ardınızda bırakmak, onun ötesine geçmek istiyor musunuz? Analistin söylediklerinin çevirisi şudur: kendi belirtinizle [symptom] karşılaşıp onu tanımış olabilirsiniz, ama şimdi esas zor iş geliyor: bu belirtiyi derinlemesine çalışmanız, akla gelebilecek tüm açılardan onu ele almanız ve ona yönelik bütünüyle yeni bir ilişki içine girmeniz. Fakat her belirtide sosyal bir boyut vardır. Freud’a göre belirtinin sosyal boyutu kalıcı bir Ötekine dayanırdı, sıklıkla “nevrotik özne” denen şeyi üretmiş, suç, görev, yasaklama vb. üretmiş bir Ötekine dayanırdı, demek ki Lacan’ın terimleriyle Öteki, belirtiyi ortaya çıkaracak bağlantıyı sağlardı. Gerçek’in korkunçluğunun üstünü örtmeye yarayan suret Ötekiydi. Suret Lacan’ın başvurduğu karmaşık bir terimdir, şunu dememiz yetsin: sureti burada hakikatten ayrılan şey olarak tanımlayacağız – gerçek’i savuşturmak için zemin alınan şey olarak tanımlayacağız. Bu gönderide [post] utanç duygulanımını incelemek istiyorum, çünkü görünen o ki utanç, “Öteki var olmaz” formülünü mantıksal sonucuna kadar izlersek ortaya çıkan başlıca duygulanımdır. Bize delik deşik olmuş bir Öteki sunulur, bir sahtekârdır, hayal kırıklığına uğratır, ve bizim için artık hiçbir şeyi güvence altına alamaz. Utanç aynı zamanda bizi, Öteki boşa çıktığı için, kendi kendimize koyduğumuz istisnaların da bizi hayal kırıklığına uğratabileceği hissiyle doldurur, çünkü bunlar kısmen Ötekinin bizden beklentileriyle dolayımlanmıştır. Jacques-Alain Miller ve Eric Laurent “Var olmayan Öteki ve onun etik komiteleri” seminerinde günümüzde belirtilerin Ötekinin var olmayışı savına hiçbir zıtlık oluşturmadığını öne sürerler. Çağdaş simgesel, eskiden Lacan’ın analitik deneyimi endekslediği –Ötekinin ekseni boyunca– diyalektik geçişmeyi artık yerine getirmez. Aksine simgesel imgeye adanmıştır, Freud’un zamanında bulduğumuz Ötekine değil. Ötekinin var olmayışı sosyal bağı açarak teşvik eder ve Ötekinin kendi tutarsızlığı içinde sunulmasıyla birlikte üzerimizde sıklıkla bir utanç hissi kalır. 19 Psikanalizin utanç üstüne tartışmamızda önem taşıyan başka bir formül ile bize sunduğu, asıl düşlemi katetmek için büyük Ötekine bağımlılığın ötesine geçmemiz gerektiği, yani büyük Ötekinin var olmadığıdır. Lacan’ın ilk zamanlarında ünlü “büyük Öteki yoktur” bildirisini buluruz ve bunda imletilene göre, büyük Öteki yine de işlev gösterebilir ve simgeselde var olmamasına rağmen kişinin eylemlerine anlam sağlayabilir. Ama Lacan gerçek’e dair sonraki çalışmalarında büyük Ötekinin salt bir suretlik olduğu fikrini geliştirdi. Lacan’ın kuramsal çalışmasının bu aşamasında, simgesel düzende denetleyici bir düzen bulunmaz, ve buradaki sorun büyük Ötekinin bu halde var olması etrafında oluşur. Çalışmanın bu aşamasında, simgeselin bizzat kendisi yabancılaşmıştır ve Kanunları da anonimce işlev gösterir. Žižek büyük Ötekinin, özellikle de postmodern ve post-totaliter sosyetelerimiz bağlamında, işte bu anonim düzen olduğunu belirtir. Utanç konusuna dönelim. Eğer simgeselin büyük Öteki desteğinden yoksun olduğunu açığa çıkaran çatlaklar utanç duygulanımına yol açıyorsa bunun sebebi utançta bağımlı olduğumuz bu Ötekinin desteğinden mahrum, çıplak kalmamızdır. Joan Copjec’in belirttiği gibi: “Utanç, kendimize veya değer verdiğimiz insanlara başka birinin gözünden baktığımızda değil, Öteki’nde aniden bir eksiklik algıladığımızda uyanır. O anda özne kendisini, dünyanın mer20 kezi olan bir Öteki’nin arzusunun gerçekleşmesi olarak deneyimlemez artık; o merkez şimdi ondan hafifçe kayar, öznenin kendi içinde bir mesafe açılmasına yol açar. Bu mesafe, suçluluk duygusu doğuran ve kendimizi Öteki’ne iptal edilemez bir borç hissetmemize yol açan o “üstbenlik” mesafe değil, tam aksine borcu silip temizleyen mesafedir. Suçluluk duygusunun aksine utançta görünürlüğümüzü deneyimleriz; ama gören dışsal bir Öteki yoktur burada, zira utanç Öteki’nin var olmadığının kanıtıdır.” (Imagine There’s No Woman: Ethics and Sublimation, Joan Copjec, p. 128, Tut ki Kadın Yok: Etik ve Yüceltim, çev. Barış Engin Aksoy [değiştirildi], s. 136) Suçun aksine utanç o kadar öznelerarası bir duygulanımdır ki, tam da bu yüzden Ötekiyle, Ötekinin çıplaklığıyla karşı karşıya gelmeyi, dolayısıyla da kişinin kendi çıplaklığıyla yüzleşmesini gerektirir. Utancın tetiklediği belli bir kırılganlık, bir güvencesizlik [precarity ] vardır ve utancın politik rolündeki büyük güç ve potansiyel buradan gelir. Fakat görürüz ki utanç, neoliberalizmin birçok sayısız yolla kentsel ve politik hayatı politik faaliyetlerden daha da mahrum etmekte kullandığı bir alettir. Utanç yoksul insanlara, durumlarını bir tercih meselesine indirgeyerek kendi yenilgilerinden ve boşa çıkmalarından kısmen sorumlu hissetmeleri gerektiğini söyler: sen yeterince sıkı çalışmadın ki. Hatta daha bile acımasız bir buyruk: elinden geldiğince sıkı çalışabilirsin, ama hiçbir güvence yok, şanslı olmayabilirsin. Büyük Ötekinin başarıyı teminat altına alabileceği bütün yolların boşa çıkmasıyla birlikte, utanç içine düşeriz. Şimdi, hepimizin tecrübe ettiği, ikisi de doktor yeni bir çiftin bile “bir maaş gününden öteki maaş gününe” yaşamasına yol açan tipteki bu vahşi yatırımcı kapitalizmi düşünüyorum. Bu yeni vahşilikte utancı savuşturmak için neler yaparız? Ve Lacan’ın dediği gibi, sosyetenin kalbine ulaşmanızla birlikte fark edersiniz ki orada utanç o kadar fazladır ki onunla ne yapacağınızı bilmezsiniz. Kapitalizmin vahşi vahşi batısı böyle dimdik ayaktayken, İhanet (The Edge) filminden alıntı yapmak pek uygun olacaktır. Anthony Hopkins ve Alec Baldwin’in oynadığı film ormanda kaybolan üç adamı anlatır: 21 Charles Morse: Bilirsin, bir seferinde okuduğum ilginç bir kitapta diyordu ki, yabanda kaybolan insanların çoğu, çoğu, utançtan ölürler. Stephen: Ne? Charles Morse: Evet, işte, utançtan ölürler. “Ben neyi yanlış yaptım? Nasıl kendimi bu hale sokabildim?” Ve öylece orada oturur ve. . . ölürler. Çünkü hayatlarını kurtarabilecek tek şeyi yapmamışlardır. Robert Green: Peki nedir o şey, Charles? Charles Morse: Düşünmek. Utancın politik yedeklenişi tabii ki Amerikan rüyasının boşa çıkmasıyla örtüşür. Analist arkadaşlarımdan duyduğuma göre günümüzde psikanaliz esnasında genç insanların getirdiği ortak bir deneyim –ki taşıdıkları belirtiler sıklıkla büyük Ötekinin boşa çıkma sahasında yerlendirilir– sosyetenin onlardan istediği bütün meziyet hamlelerini yerine getirmiş olmalarıdır. Teknik anlamda, pazar yoluyla vesaire nesnel olarak “başarıya” ulaşmışlardır, ama yine de üzerlerinde bir boşluk duyusu kalmıştır. Fakat, kurdukları hayallerin işe yarayacağını teminat altına alan büyük Öteki –hayatlarındaki kuvvet, kişinin yaptığı çalışmanın anlamlı olmasını teminat altına alan kuvvet–şimdi ortadan kaybolmuştur. Azıcık başarıyı güvence altına alabilmiş bu yenik Ötekine destek nereden bulunacaktır? Ötekinin var olmaması, meziyetler edinmeye dönük daha bile gaddar bir üstben buyruğuna yol açar, ve burada özne Ötekinin yokluğu içinde artı-keyif arayışına girer. Utanç ve Efendi Meselesi Yakın zamanlı bir metin olan Psikanalizin Hayatı ve Ölümü: Bilinçdışı Arzu ve Yüceltime Dair (2011) kitabında Jamieson Webster, Lacan’ın bütün pratik ve öğretisinin merkezindeki utanca temellendirilmiş yeni bir Lacancı psikanaliz okuması sunar bize. Lacan’ın herhangi bir erdeme inanç beslediğini 22 düşünmek garip gelse de, Jamieson’ın8 savına göre eğer Lacan’da tek bir erdem yerleştirecek olsaydık Fransızcadaki terimiyle “pudeur” olurdu. Ar, utanç veya alçakgönüllülük diye çevrilebilir. Riskin getirdiği cesaretle ilişkilidir, kendimizi başarısızlığa, boşa çıkmaya, zayıflığa, vb. açık tutmamızdaki cesarete ilişkindir. Jamieson, Badiou ve Lacan’ı ilginç yollardan bağlıyor. Bu yollar psikanalizin geleceğine güç verme potansiyeli taşıdığı gibi, utançla nasıl baş edebileceğimiz hatta belki utançtan nasıl arınabileceğimiz sorusuna da ilişkin. Lacan’dan alıntı yapıyor: “Dürüst olanların utançtan ölmesi imkansızdır. . . bunun gerçek demek olduğunu biliyorsunuz. Şimdi olmuşsa, o halde demek ki bunu haketmenin tek yolu buydu. . . Şanslısınız.” Lacan utanç hakkında bize şunu öğretir: altüst olmak [subversion] istiyorsanız, imkansızlığın kendisinden (yani utançtan) asla ölememenin imkansızlığını (yani utancını) sevmelisiniz. Utanç psikanalizin “zayıflık ile güçlü olmak” yaklaşımı yoluyla keşfettiği şeydir, oluşun nüvesinde utanç duygulanımının ortaya çıkışını gören bir yaklaşımdır bu. Webster’in Badiou’da bulduğu Efendi, Efendi konumunu elinde tutarak psikanalizi utancın derinlemesine çalışılması olarak sunabilen bir Efendidir: “Badiou, denebilir ki, Lacan’ın kimsenin anlamayı beceremediği gerçek efendi dediği şeydir – ilksel insan sürüsünün babası. Babanın tuttuğu ebedi yeri taşıdığı birçok boyut içinde özetleyen odur. O, eğer sürmekte olan bir petit hysterie’yi derinlemesine çalışacaksak, psikanalizin anlamaya başlayacağı en önemli figürdür.” (Jamieson, 2011 s.99) Webster’in belirttiğine göre Badiou psikanaliz hakkında hiçbir şey bilmek istemez ve böylece bir efendi imleyen konumuna gelir, bunun sebebi de psi8 ç.n. Jamieson Webster paragraf başlarında soyadıyla diğer yerlerde adıyla anılırken öteki yazarlar her yerde soyadlarıyla anılmışlar. Jamieson’un kadın olmasıyla ve konunun utanç olmasıyla belirtisel bağı olabileceğini düşünerek Daniel’in dokuduğu bu örüntüye dokunmadık. 23 kanalitik bilgiye yönelik arzuyla olan ilişkisini kaydırmış olmasıdır (Jamieson, s.133). Jamieson’un savına göre utanç, Badiou’nun kendi dört söylemiyle (bilim, aşk, sanat ve politika) dışarıda işleyen felsefeyi, “hakikat altında emek, aşk olarak emek”ten ayıran bir takoz koymasını sağlayan şeydir. Felsefe bu sava göre asla mütevazı bir gayret olamaz çünkü söylemlerin dışındaki beşinci koşul olarak işler – hakikatlerin bir tür dolayımcısı olarak işler, ama hakikat üzerinde kendine tekel kurarak değil. Nihayetinde histeriğin hakikati her zaman Efendinin iğdiş edilmiş olduğudur ve histerik utanç karşısında belli bir rahatlık duyabilir – en azından ona belli bir aşinalığı vardır. Jamieson kendisini Badiou’nun histeriği konumuna koyuyor, ve müstakbel bir psikanalist olarak, Badiou onun için mümkün olan son Efendi oluyor çünkü dediğine göre Badiou “suretliğin değerini inkâr etmiştir,” bu da onun “ilksel insan sürüsünün son efendisi” işlevi göstermesini sağlamıştır. Efendi, Jamieson’un anlatımına göre, kurala istisna oluşturan bir uzamda ikamet eden figürdür. “Kural” Jamieson’un metninde arzu ve aşk arasındaki kördüğümdür, ve ona göre bu sorun, Freud’un Uygarlık ve Huzursuzluğu üstüne çalışmasından beri psikanalizin inherent bir sorunudur, ki Freud bu çalışmasında sosyetenin her tarafında arzu ve aşk kuvvetlerini birbirinden ayırmıştır – bu asla çözdürülemeyecek bir gerilimdir. Jamieson’un bu kördüğümü aşk tarafında çözdüren filozof Badiou’da bulduğu Efendi figürü, bunun devası olur. Analistin arzusunun içine çekilmeyi reddeden filozof (Badiou), çıkmazın bulunduğu konuma yerleşerek Efendilik yerini işgal eder. O halde elimizde kalan mefhuma göre, vahşiliğin en ücra köşelerinde artık hiçbir desteğimizin kalmadığı yerlerde – bir Efendiye mi gerek duyarız? Analist söyleminin gösterdiği şey kısmen budur – aslında Efendi olmadan da hayatta kalabiliriz ama bu iş pratik ister ve bunu yapabilmek utanç denen erdemi gerektirir. Türkçesi: Işık Barış Fidaner, Canan Coşkan 24 Fol bilinç Friedrich Engels İdeoloji, düşünür denen kişinin bilinçle gerçekleştirdiği bir süreçtir aslında, ama fol [false] bir bilinçle. Onu sevk eden gerçek güdüler ona bilinmez kalır, yoksa bu hiç de ideolojik bir süreç olmamış olurdu. İşte o böylece fol ya da görünüşte kalan güdülerin hayalini kurar. Bu bir düşünce süreci olduğu için, düşünür bu sürecin hem biçimini hem de içeriğini arı düşünceden türetir, ya kendi arı düşüncesinden ya da öncüllerinin arı düşüncesinden. Üstüne çalıştığı salt düşünce maddesini, inceleme yapmaksızın, düşünceden üremiştir diye kabul eder, daha uzakta düşünceden bağımsız bir sürecin peşine düşmez; bu maddenin kaynağı aslında ona aşikar gözükür, çünkü her eylemin düşünce ortamı yoluyla üremiş olması gibi ona göre bu madde de nihayetinde düşünceyi temel almış gibidir. Tarihle uğraşan ideolog (tarihle burada kastedilen, doğadan ayrıca topluma da ait – politik, yargısal, felsefi, teolojik – tüm çeperlerden ibarettir), demek ki tarihle uğraşan ideologun tüm bilim çeperlerinde sahip olduğu madde, önceki nesillerin düşüncesinden bağımsız olarak kendi biçimini almış bir maddedir, birbirini izleyen bu nesillerin beyinlerinde bağımsız bir dizi gelişmeyi başından geçirmiş bir maddedir. Doğrudur, kendi çeperinden veya diğer çeperlerden gelen dış olgular bir araya gelerek bu gelişme üzerine belirleyici bir nüfuz uygulamış olabilirler, ama dile getirilmeyen önvarsayım, bizzat bu olguların da bir düşünce sürecinin meyvelerinden ibaret olduğunu söyler, yani biz gene, en zorlu olguları başarıyla sindirmiş olan bu arı düşüncenin diyarı dahilinde kalmış oluruz. Franz Mehring’e mektuptan, 14 Temmuz 1893, Londra, marxists.org 25 Rüya işinde mantık ve mantıkdışı John Sallis — 1 Ocak 2004 — Rereading Freud Rüya işi [dream-work] bir çeviri meselesidir, bir çeviri işidir. Sadece çeviridir. Başka bir şey değil. Fazlası değil. Rüya işinde rüya işi yoluyla bir çeviriden başka hiçbir şey üretilmez. En azından Freud’un rüya işine dair söylediği şey budur, bu işin sadece çeviriden oluştuğudur, bu işin olsa olsa bir çeviri ürettiğidir. Psişe, bizzat rüya işi içinde –işleyeceği şeyin bünyesinde değil– sadece bir çevirmen işlevi gösterir, –bilinçli zeminin altında– çeviri işini icra eder. Peki çevrilen nedir o halde? Rüya işi bu çeviriyi ne ile üretir? Freud’un tekrar tekrar belirttiği gibi, çeşitli formüllerde, çeşitli çevirilerde adlandırdığı gibi, –belki en dolaysızca– söylediği gibi rüya işi “rüya düşüncelerinin [dream-thoughts] bir çevirisinden [eine Übersetzung der Traumgedanken] başka hiçbir sonuç gerçekleştirmez.”9 Rüya düşüncelerini çevirerek neyin üretildiği, bunların neye çevrildiği, bu adla zaten belirtilmiş olur: rüyanın kendisi. Yahut rüya düşüncelerinin çevrildiği şey, çoğunlukla başka bağlamlarda, psikanalizden başka bağlamlarda rüyanın kendisi sayılmış olan şeydir. Belki böylece rüya düşüncelerinin rüyanın altında yatan düşünceler oldukları söylenmiş olur – ya da en azından söylenmek istenmiş olur. Yine de bu eğer dile getirmekten ibaret olmayan bir çeviri meselesiyse, rüya düşüncelerinin böylece altında yatmış olacağı şeylerle olan ilişkisi basit yerdeğiştirme [relocation] veya konumaşırma [transposition] ile teşkil edilemez, zira çeviri, herkesin onaylayacağı gibi, ne çeşit olursa olsun, çevrilen şeyde, çeviriye maruz kalan şeyde bozunum ve kayıp üretir. Bu fark bir yandan Freud’un “rüyanın çözümünü [Lösung] oluşturmasına” (s.280) yeni bir yol sağlarken, öte yandan bu çözüme sonu gelmez karışıklık9 Sigmund Freud, Die Traumdeutung, Studienausgabe cilt 2 (Frankfurt a.M.: s. Fischer, 2000), 429. Çeviriler bana ait, gerçi Joyce Crick (The Interpretation of Dreams [Oxford: Oxford University Press, 1999]) ve James Strachey’in (The Interpretation of Dreams [New York: Avon Books, 1965]) çevirilerine sık sık başvurdum. Bu çalışmaya yapılan sonraki atıflar metinde Studienausgabe cilt 2 sayfalarına göre verilmiştir. 26 lar getirir. Artık bu, salt yüzeyin, yahut salt yüzey olduğu şu anda tanınmış olan şeyin deşifre edilmesi meselesi olmayacaktır; rüyanın belirtik içeriğini sadece yorumlamak yetmez – ki yorumlanmasa bunlar rüyanın kendisi sayılmış olurdu. Zira bu içerik –görülür ki– başka bir şeyin çevrilme sürecinin sonucundan ibarettir: rüya içeriğinin altında yatan rüya düşüncelerinin, ki rüya düşünceleri hem rüya görülürken hem de rüya sonradan hatırlandığında rüyayı görenden saklı dururlar. Böylece Freud rüyada belirtik içerikle örtük içeriği (altta yatan rüya düşünceleri) ayırt ederek bir göreve işaret eder, “önceden olmayan yeni göreve,” (s.280) rüyanın yüzeyine bağlı kalındıkça ve tanınmadıkça var olamayacak bir göreve işaret eder, salt yüzey, belirtik içerik rüyanın kendisi sayıldığı sürece var olamayacak bir göreve işaret eder. Görev, ayrık halde konmuş iki zemin arasındaki ilişkinin araştırılmasıdır, örtük içerikten belirtik içeriği ortaya çıkaran süreçlerin (Vorgänge) izinin sürülmesidir (nachspüren). Freud’un bu yeni çözümü getirme yolu, araştırmayı mümkün kılan farklılığı ilk başta eritir gibi olur. Başlar: “Rüya düşünceleri ile rüya içeriği aynı içeriğin iki farklı dildeki iki temsili [Darstellungen] gibi karşımızda durur [liegen vor uns].” (s.280) Ama bunların –sorulacaktır ki– ikisi birden mi karşımızda durur ? Ve bu birinci çoğul şahıs kime atıf yapar? Bunlar, ikisi de –görünüşe göre– dümdüz halde [uniformly ], ikisi de aynı ölçüde, –şayet birinin karşısında duruyorlarsa– kimin karşısında dururlar? Rüyayı görenin karşısında durmadıkları bellidir, hatta uyandıktan sonra rüyayı hatırladığında ve belki öyküsünü anlattığında bile onun karşısında durmazlar. Rüya içeriği fiilen rüyayı görenin karşısında durabilir, ama rüya düşüncelerinin onun karşısında durmayacağı bellidir. Psikanalist bunları açığa çıkarmaya yetkin bir rüya yorumlamasını icra etmediği sürece saklı dururlar. O halde kimin karşısında açığa çıkmış olurlar? Öncelikle psikanalistin karşısında açığa çıkmış olurlar, rüyayı görenin ona getirdiği çağrışımlar tipik rüya yorumlamasında vazgeçilmez bir rol oynayacak olsa da. Yıllar sonra Freud iki görevi ayırt ederek bu yapıyı sağlamlaştırır.10 Birincisi rüya yorumlamasıyla (Traumdeutung) icra edilen pratik görevdir: belirtik rüyanın –buna Freud rüya metni der– örtük rüya düşüncelerine dönüştürülmesinden (umwandeln) oluşur. İkinci görev, kuramsal görev, rüyayı gören açısından –onun Seelenleben‘inde– örtük rüyanın belirtik rüyaya nasıl çevrildiğinin açıklanmasından oluşur. İkinci görev fiilen ikinci sırada gelmek zorundaymış gibidir, yani en başta gelip derinliği ifşa etmiş olan pratik görevin ardından gelmek zorundaymış gibidir, yüzeyin altında, belirtik rüyanın altında yatan rüya düşüncelerinin ifşa edilmesinin 10 Neue Folge der Vorlesungen zur Einführung in die Psychoanalyse‘inde, 1932’de. Studienausgabe cilt 1, 453. 27 ardından gelmek zorundaymış gibidir. Nasıl bir kuramsal öngörü iş başında olursa olsun, pratik rüya yorumlaması fiilen en başta gelmiş ve rüya işine bağlaşık kuramsal görevin ilerleyebileceği uzamı ortaya çıkarmış olur. Rüyaların Yorumu‘nda sunulan kuramsal çalışma ancak rüyaların yorumlanması yoluyla mümkün olur. Soru şudur: Bu yapılanmadaki mantık dairesellikten muaf olabilir mi, olamaz mı? Pratik rüya yorumlaması görevi, –sadece kuramsal görevin kurgulayabileceği– rüya işini önşart koşmadan ilerleyebilir mi, ilerleyemez mi? Rüya işinde farkın sürdürülmesi, rüya düşüncelerini oldukça başka bir şeye bozundurarak yapılır. Bu çok genel zeminde bile bu bir mantık sorusudur. Kendi mantığının terimleriyle sözkonusu daireselliği müzakere etmiş olacak bir hermenötik sorusudur. Bu zemindeki mantık, kuramsal-pratik yapılanma toplamı içinde rüya işinin göreceği işlevin nasıl açıklanacağı ile belirlenmiş olur. Ama yapılanma üstüne bir mantıktır bu, rüya işine özgü olan mantık değildir (özgü oluşun [propriety ] rüya işine atıfla anlam taşıyabileceğini varsayarak). O halde rüya düşünceleri ile rüya içeriğinin bizim karşımızda durduğu zannıyla gelen tüm karışıklıklar bir kenara bırakılabilir. Rüya işiyle ilgili bölümün tamamına yön veren bu pasaja atıfla, Freud’un hem rüya düşüncelerinin hem de rüya içeriğinin metinler halinde tercümesine şimdiden ne kadar yaklaşmış olduğunu görmek daha yerinde olur: bunları aynı içeriğin iki farklı dildeki temsillerine benzetir. Farklı dilde metinlere benzedikleri için, birisi öbürünün çevirisi sayılabilir: “ya da şöyle diyelim, rüya içeriği bize rüya düşüncelerinin öbür ifade şekline bir çevirisi [erscheint uns als eine Übertragung] gibi görünür” (s.280) Freud –tahminen kuramsal– görevi formülleştirir: “buradaki [yani çevirideki] işaretleri ve gramatik inşa yasalarını öğreneceğiz.” Bunu nasıl yapacağız –biz her kimsek–, çevirinin işaretlerine ve sözdizim yasalarına nasıl aşina olacağız [kennenlernen]? Yine bunların ikisi de bir ölçüde karşımızda durmak zorunda gibidir; zira Freud çevirideki bu işaretlere ve sözdizimine aşinalığın “kaynak ile çeviriyi karşılaştırarak” [durch die Vergleichung von Original und Übersetzung] edinileceğini açıkça söyler. Her halükarda Freud “bunları [sie‘de biçimsel muğlaklık var; rüya düşüncelerine atıf yapıyor olabilir ama tahminen işaretler ve gramatik inşa yasalarına atıf yapıyor] öğrenmemizle birlikte rüya düşüncelerinin hiç bekletmeden bize anlaşılır kılınacağında” ısrar eder. Demek ki belirtik içeriğin bir çeviri olduğu bir kez tanınınca ve –rüya düşünceleri ile kıyaslanarak– buradaki inşa tarzına, çeviri yasalarına aşina olunduğunda, belirtik içeriğin altında yatan rüya düşünceleri anlaşılır kılınır. Bu hiç bekletmeden anlaşılır kılınma (ohne weiteres verständlich) nasıl bir şeydir? Freud cevap verir: “Rüya içeriği adeta bir re- 28 simli yazı [Bilderschrift] halinde verilmiştir, oradaki işaretler birer birer rüya düşüncelerinin diline çevrilecektir,” ki bu da –Freud’un geliştirdiği örnek– rebus diye çevrilebilir. Çevirinin genel olarak nasıl ortaya çıktığı bilindiğinden itibaren, rüya düşüncelerinin rüya içeriğine çevirisini yöneten yasalar bilindiğinden itibaren, bir rüya içeriğinden başlayarak, çevirisi olduğu rüya düşüncelerine doğru bu içeriğin karşıt-çevirisini yapmak zor olmayacaktır. Demek ki her şey kaynak çeviriyi yöneten, yani kaynağın çevrilmesini yöneten yasaların keşfedilmesine bağlıdır. Yine de böyle yasaların keşfedilmesiyle her türlü karşıt-çeviriden tamamen vazgeçilip vazgeçilemeyeceği –veya kaynak çeviri işini bitirinceye kadar bu karşıt-çevirilerin ertelenip ertelenemeyeceği– bir merak konusudur. Dairesellik –ki basit olmadığı çoktan görülmüştür– böyle kolayca bir kenara bırakılabilir mi?11 Rüyaların Yorumu‘nun “Rüya işi” başlıklı sondan ikinci bölümünde, önceki herşey nihayet tanımlayıcı bir yönelim içinde bir araya getirilir. Ardından, son bölümde, başka bir zemine geçiş yapılır; Freud son bölümün en başında bu geçişi gayet sarihçe belirtmiştir; “bizi aydınlığa götüren” önceki yollarla, şimdi kalkışmaya hazırlandığı, peşinen itiraf ettiği gibi “karanlığa götürmekte olan” yollar arasında karşıtlık kurarak (s.490).12 Bu anlamda, denebilir ki Rüyaların Yorumu‘nun zirvesi veya merkezi, rüya işi üstüne olan bölümdür. Bu bakımdan bu bölüm ifade verdiği işletici [operative]13 yapıyı aynalar; zira belirtik ve örtük rüya içerikleri arasında farklılık kuran bu yapının merkezinde rüya işi bulunur. “Rüya işi” bölümü, rüya düşüncelerinin rüya içeriğine olan çevirisinin nasıl icra edildiğinin belirlenmesine, bu çeviriyi yöneten yasa veya ilkelerin formülleştirilmesine adanmıştır. Başka sözlerle, Freud’un görevi, birlikte alın11 Freud’un rüya düşünceleriyle rüya içeriğinin birlikte “bizim karşımızda durduğu” zannından çıkan zorlukları halihazırda içeren bu dairesellik sorunu, Derrida’nın “çevirinin mecazi kavramı”nın sınırına dair sorduğu aynı soruyu hermenötik bir şekilde formülleştirir. “Freud ve Yazının Sahnesi”nde Derrida şöyle yazar: “Burada yine, çevirinin (Übersetzung) veya deşifrenin (Umschrift) mecazi kavramı tehlikelidir, yazıya atıf yaptığı için değil ama, orada hazır bulunacak bir metni önşart koştuğu için, bir heykel, yazılıtaş veya arşivin dingin mevcudiyeti gibi hareketsiz bir metinde imlenen içeriği, başka bir dilin, önbilinç veya bilinç dilinin öğesine zararsızca taşıyabileceğini önşart koştuğu için tehlikelidir.” (Jacques Derrida, L’Écriture et la différence [Paris: Éditions du Seuil, 1967], 312-313). 12 Freud’un aklında özellikle psişenin bütünsel şematik temsili vardır, tanıtmak üzere olduğu bu temsil son bölümdeki söylemin çoğunu yönetir. “Karanlığa götüren” yollara yaptığı atıfı izleyerek şöyle yazar: “psişik aygıtın yapısına ve burada iş başındaki kuvvetlere dokunan spekülatif [mit Vermutungen streifen] yeni bir varsayımlar kümesini öne sürmeye mecbur kalacağız, ama onları ilk mantıksal bağlarının çok ötesine kaçırmamaya özen göstermek zorundayız, yoksa değerleri belirsiz kalıp yitirilecektir” (490). 13 ç.n. “Operate” kökünün olduğu her yerde “işletme/işletim” demeye dikkat ettik. 29 dıklarında rüya işini teşkil edecek çeşitli iş biçimlerinin, çalışma şekillerinin birbirinden ayırt edilerek tarif edilmesidir. Rüya işindeki bu momentleri oluşturan sınırlar çizilirken, icra edilen işin çeviri karakterine sözsüz bir atıf süregider. Aslında momentlerden birisinde, taşınma işinde (Verschiebungsarbeit, work of displacement) çeviri karakteri öylesine vurgulanmıştır ki, translation [çeviri] diye çevrilebilecek bir sözcük bu momente özgü adla eşanlamlı olur. Freud’un anlatımına göre, taşınma işi, rüyanın merkezinin rüya düşüncelerinin merkezinden farklı olmasına yol açan şeydir. Rüya düşüncelerine yayılmış belirli öğelerin kıymeti rüya içeriğinde korunmaz; rüya düşüncelerine yayılmış en kıymetli öğeler kıymetlerinden yoksun kalır, ve onların yerine rüya düşünceleri zemininde çok az kıymet iliştirilmiş başka öğeler geçer. Demek ki bu iş tek tek öğelerin psişik yoğunluklarını [intensity ] taşımaktan ibarettir,14 Freud’un kendi botanik kitabı rüyasında olduğu gibi; burada, rüya düşüncelerinde “meslektaşlar arasında hizmet kaynaklı mecburiyetlerden çıkan karışıklık ve çatışmalara” ilişkin öğe, “botanik” öğesine taşınmıştır (bkz s. 183-189). Freud bu işi adlandırırken, rüya işindeki bu momenti adlandırırken iki terim kullanır: Verschiebung (displacement, taşınma) ve ayrıca Übertragung, ki transference [aktarım] diye çevrilebilir ama translation [çeviri] diye de çevrilebilir – özellikle ortak etimoloji düşünülürse (Latince transfero). Freud’un bu Übertragung‘un sonucunu ifade edişi, sözcüğün translation diye çevrilmesine ek bir teminat verir: “bunun sonucunda rüya içeriği ile rüya düşünceleri arasındaki metin farkı [Textverschiedenheit] ortaya çıkar” (s. 307). Bunları birer metin sayarak Freud rüya düşünceleri ile rüya içeriği arasındaki farklılığa yol açan şeyin –aslında örtük içerikten farkı içinde belirtik rüyanın bizzat biçimlenişine yol açan şeyin– çeviri olduğunu ilan etmektedir. Yine de, rüya işindeki tek tek momentlere (yoğuşma [condensation], taşınma [displacement], temsil edilebilme) sınırlar çizmeyi sürdürürken, Freud, nihayet rüya içeriğindeki bir öğenin, bir tür içeriğin, hiçbir rüya düşüncesiyle ilintili olmadığı sonucuna varır. Bu öğe, rüyanın içinde, rüyaya belli bir eleştiri yapan, içeriğine belli bir direnç belirten öğeler arasında oluşur. Elbette Freud ısrarcıdır: Rüyayı görenin diyelim ki rüyasından şaşkınlığa düştüğü veya sinirinin bozulduğu hatta bazen içeriğiyle irkildiği eleştirel çalkantıların çoğu, tepki verdikleri rüya içerikleri gibi, rüya düşüncelerinden türemişlerdir. Yine de o, rüya içindeki bazı eleştirel yanıtların buradan türetilemeyeceğini, bunların hiçbir rüya düşüncesiyle ilintili olmadığını kabul eder. Freud rüyalarda oldukça sık karşılaşıldığını söylediği bir eleştiriden, artık dilsiz, duygusal 14 ç.n. ~yoğunluk~ diye bir şey varken intensity terimine “yeğinlik” demeye gerek duymadık. 30 bir çaba olmaktan çıkıp “Ne de olsa bu bir rüyadan ibaret” bildirisinde ifadesini bulan bir eleştiriden söz eder. Böyle bir örneği açıklarken Freud sansür kavramına başvurur, psişik bir sansürün rüyalarda kesinlikle işletildiği varsayımına başvurur. Rüyaların Yorumu‘nda bu varsayım aksiyomatiktir; bu işletim ne sorgulanır ne de özen ve titizlikle analiz edilir. Rüya bozumunun ardındaki sansür mefhumunu tanıtırken Freud’un bu sansürle politik durumlarda işletilen sansür arasında detaylı bir benzeşim kurması önemsiz değildir, ki politik sansür karşısında politik yazarlar ancak kinayeli konuşarak ya da sakıncalı görüşlerini kamuflajla saklayarak sözlerinin tamamen baskılanmasından kaçınabilirler. Freud şöyle der: “Sansür görüngüsü ile rüya bozumu görüngüsü arasında en ince detayına kadar izlenebilen tekabüliyet, bize bu ikisine benzer önkoşullar getirme hakkını verir” (s. 160). Gerçekten denebilir ki sansür mefhumu Freud’un metnindeki birincil aksiyomlardan birisidir, zira rüya işinin rüya düşüncelerinin rüya içeriğine çevrilmesinden oluştuğu şekiller içinde bile –birincil şekiller: yoğuşma, taşınma, temsil edilebilirlik– çeviriyi harekete geçiren şey, rüya işini gerekli kılan şey, sansürün işletilmesidir. Rüya düşünceleri sansür altına girdikleri için, sansür altında politik yazarların görüşlerindeki gibi, ancak yeterince kamufle olmuşlarsa rüya içeriği olarak bilince çıkabilirler. Başka bir dile çevrilirmiş gibi, farklı bir şeye çevrilerek kamufle olmuş olurlar. Sanki politik yazarlar metinlerini ancak iktidardakilerin okuyamayacağı bir dile –ya da en azından, böyle yazarların hep yaptığı gibi, sahici niyeti okunaksız kalacak bir hikayeye– çevirerek yayınlayabiliyorlar gibidir. Rüyada olduğu halde rüyaya karşı ifade bulan eleştiride, “Ne de olsa bu bir rüyadan ibaret” sözlerinde ifade bulan eleştiride, sansürün rolü içeriğin bir çevirisini gerektirmek veya harekete geçirmek değil, ona doğrudan müdahale etmektir. Freud bu sözü sansürün edeceği bir söz sayardı, habersiz yakalandığında, sakıncalı içeriği baskılamakta ve olağan araçlarla yani çeviriyle kamufle etmekte çok geç kaldığında edeceği bir söz sayardı. Böyle örneklerde rüya düşüncelerinden türememiş bir şey rüyaya girer. Böylece rüya içeriğinin salt rüya düşüncesinden çevrilmiş öğelerden oluşmadığı görülür. Böyle örneklerde sansürün doğrudan müdahalesinden türeyen öğeler de ayrıca bulunacaktır, ihtiyat eksikliğini telafi etmek üzere, veya her halükarda şu veya bu eksikliği psişik sansür ekonomisinin dengesi yamulmamış olsun diye telafi etmek üzere laf arasına giren bir şey de bulunacaktır: “Kuşkusuz, sansür faili, şu ana dek ele aldığımız, rüya içeriğindeki kısıtlama ve atlamalardaki nüfuzunun yanısıra, araya katmalardan ve eklemelerden de sorumludur” (s. 471). Freud’un ikincil revizyon veya yeniden işleme (die sekundäre 31 Bearbeitung) dediği şeyin bu ürünleri, belirli özellikler gösterir, şöyle der: bunlarda belirli bir canlılık yoktur, bellekte daha az kolaylıkla tutulabilirler, ve rüya içeriğinde bulunacakları noktalar her zaman rüya içeriğindeki iki parçayı bağlama işlevi görebilecekleri yerlerdir. En önemlisi, ikincil revizyonun hizmet ettiği amaç rüyanın yapısındaki ayırıların doldurulmasıdır: “Bu emeğin sonucunda rüya absürtlük ve tutarsızlık görünüşünü yitirerek akla uygun bir deneyim örüntüsüne yaklaşır” [dem Vorbilde eines verständlichen Erlebnisses] (s. 471-472). Böylece ikincil revizyonda rüya çok derinden ve baştan aşağı yeniden işlemeye, Freud’un tarifiyle “uyanık düşünceyi andıran bir psişik işleve,” (s. 472) her halükarda rüyaya uyanık düşüncenin talep ettiği biçim ve tutarlılığı getiren bir işleve tabi tutulur. Yahut, daha kesin olarak, bu işlev rüya işindeki diğer üç momentin (çevirisel momentler: yoğuşma, taşınma ve temsil edilebilirliğin) ürettiği şeye biçim ve tutarlılık dayatır. Rüyaların Yorumu‘nda ikincil revizyona rüya işinin bir parçası olarak (dieses Stück der Traumarbeit [s. 471]) açıkça atıf yapmış olsa da Freud sonradan ikincil revizyonun aslında rüya işinin parçası olmadığını söyleyerek bu tayini niteleyecek, yeniden belirleyecektir.15 İkincil revizyona dair denebilir ki, rüya içeriğinin biçimlenmesine katkı yapması ölçüsünde rüya işine aittir, ama rüya düşüncelerini çevirmemesi ölçüsünde, rüya içeriklerini onların biçim bozumundan üretmemesi ölçüsünde, daha ziyade biçimi bozulmuş içeriğe biçim dayatması ölçüsünde, öbür momentlerden ayrı kalır. Biçimi ve tutarlılığı tamir edilen rüya, anlamlı gözükür, bir anlama sahip gözükür (einen Sinn zu haben [s. 472]). Ama bu anlam, rüyanın içeriğine özgü, ona ait olan anlam değildir – ona ait anlamlardan birisi bile değildir; dayatılmış bir anlamdır ve hatta, Freud der ki, “rüyanın esas anlamından olabildiğince uzaktır” (s. 472). İkincil revizyonun rüya işinin mantığını kurduğunu söyletecek nedenler vardır. Ama o halde eklemek gereklidir ki bu mantık, rüya işine özgü olan mantık –o mantık her neyse, öyle bir mantık varsa– değildir, rüya işinin ürettiği, yani (diğer) üç momentinin ürettiği çevirideki absürtlük ve tutarsızlığı saklamaya yarayan bir mantıktır. Bu mantık olsa olsa rüya işindeki momentlerden birisine ait sayılabilir, sonradan aslında rüya işinin parçası olmadığı söylenecek bir momente ait sayılabilir. Rüya işindeki bu mantık tam olarak rüya işindeki mantıkdışılığı saklamaya yarar. Bu bakımdan rüya işinin mantığı sorusu anlam (Sinn) sorusundan ayrı tutulamaz. Buradaki mantık sözcüğü, düşünceyi çeşitli bakımlardan yöneten ideal yasaları belirlemiş bir disiplini adlandırmaz, bizzat o yasaları adlan15 James Strachey kendi Rüyaların Yorumu çevirisinde buna dikkat çeker, 528 n. 1. 32 dırır; ama yasa biçimi altında değil, düşünce nesnesi olabilecek herşeyin o yasaları örneklemesi zorunluluğu altında o yasaları adlandırır. Başka sözlerle buradaki mantık, herhangi bir şeyin, bir içeriğin, şu veya bu bakımdan düşünülebilmesi için taşımak zorunda olduğu bağlantı biçimlerini adlandırır. Rüya işinde ikincil revizyon yoluyla kurulan mantık için bu, anlam bakımından bir düşünülmedir. Rüya işinin çevirisel momentleri ona bir absürtlük ve tutarsızlık görüntüsü verse dahi, ikincil revizyon yoluyla kurulan mantık onu akla uygun veya anlaşılabilir (verständlich) hale getirir. Fakat anlaşılabilir olan bir şey tam olarak anlamı olduğu için anlaşılabilirdir, çünkü anlayışa bir anlam öneriyordur. Çevirisel momentlerin ürününde absürtlük ve tutarsızlık, anlamdışılık görüntüsü olsa dahi, görünüşünde bir mantıkdışılık sergilese dahi, rüya içeriği ikincil revizyon yoluyla rüyayı anlamlı kılacak, ona anlam verecek bağlantı biçimleri edinir. Oysa bu anlam buradaki içeriğe ait değildir, yabancı bir anlam olarak sansürün gücüyle zorla ona uydurulmak zorundadır, ama o aynı zamanda “rüyanın esas anlamından olabildiğince uzakta” (s. 472) kalır. Rüya işinin bu mantığı fol [false] bir dayatmadır, fol bir anlamdır, yalancı bir mantıktır.16 Fakat true bir anlamla karşıtlık içinde olmayan fol bir anlam olabilir mi? Freud rüyaların anlam taşıdığından, onlara özgü, onlara ait, onlara true bir anlam taşıdığından emindir. Rüyaların Yorumu‘nun başlangıcındaki eleştirel literatür taramasının ardından Freud’un yaptığı ilk hamle böyle bir anlamın önerilmesidir. Metnindeki başlığın da belirttiği gibi, üstlendiği görev “rüyaların yorumlanmaya [Deutung] yetkin olduğunu göstermektir”; ve devam eder, “‘bir rüyayı yorumlamak’ onun ‘anlamını’ belirlemektir” [heisst, seinen ‘Sinn’ angeben] (s. 117). Freud’un bunu üstlenmesi, rüyanın altında anlam bulunduğu varsayımına, rüyaların nihayetinde anlamdışı olmadıkları varsayımına bağlıdır. Bu varsayımdan emin olduğunu her açıdan belli eder; tartıştığı belli absürt rüyalar için dediği gibi “rüya içeriğindeki absürtlük sadece görünüştedir [ein Anschein] ve rüya anlamının derinlerine inmemizle birlikte yok olur” (s. 413). Fakat rüya anlamının derinlerine inme sürecine atıf yapmasıyla bile kabul etmiş olur ki, anlamın hepsi bir anda açığa çıkma16 Burada çok ilginç bir şey yapıyoruz, wrong ile de karıştırılarak Türkçe’ye hep “yanlış” diye çevrilmiş olan false terimini “fol” diye çevirerek tüm ahlaki yüklerinden kurtarıyoruz. “Ortada fol yok yumurta yok” deyiminden bildiğimiz “fol” sözcüğü Vikipedi’de şöyle tanımlanmış: “Tavuğun istenen yere yumurtlaması için o yere konan yumurta ya da yumurtaya benzeyen şey.” False ile fol arasındaki ses benzerliğinin yanısıra, Slavoj Žižek’in büyük Ötekini tavuğa benzettiği fıkraya atıfla da buradaki mecaz desteklenebiliyor (“Buğday başağı olmadığımı artık ben tabii ki biliyorum ama ya tavuk da bunu biliyor mu?”). “Fol” gibi basit bir karşılık bulamadığımızdan true terimini aynen bıraktık. Hem fazla yüklü hem de buradaki anlamla uyumsuz olduğundan “hakiki” demek istemedik. 33 yabilir, uzayabilir, derinleşerek ifade bulabilir, ve çeşitli momentleri –çeşitli rüya düşünceleri– ancak azar azar açığa çıkarılmaya uygun olabilir. Gerçekten Freud kabul eder ki, bir rüyanın altında yatan rüya düşüncelerinin hepsinin açığa çıkarıldığından hiçbir zaman emin olunmaz: “aslında bir rüyanın tamamen yorumlanmış olduğundan asla emin olunmaz; çözüm tatmin edici ve gediksiz gözükse bile, bir anlamın daha aynı rüya yoluyla kendisini duyurma imkanı her zaman vardır” (s. 282). Böylece rüyanın anlamı açık uçlu kalır; hesaba katılmadığını belirtecek hiçbir şey yokken dahi bir anlam daha her zaman meydana çıkabilir. Hiçbir yorumlama bitmiş ve kendi içinde tamamlanmış sayılamaz. Freud’un anlamdaki bu açık uçluluğun bile ötesine gittiği pasajlar vardır. Rüyaların yorumlanmasının en uzak ama zorlu ve muammalı sınırına değinen iki pasaj vardır. Bunların ikisi de, Freud’un metninde birbirlerine çok uzak olsalar da, onun rüyanın göbeği dediği şeye atıf yaparlar. Birinci pasaj Irma’nın iğnesi rüyasının analizine Freud’un eklediği bir nottur. Bu bağlantı içinde, anlamın saklandığını, gizli anlamın hepsinin izlenemediğini ve rüyanın yorumlanmasında yeterince ileri gidilemediğini yazar (“um allem verborgenen Sinn zu folgen” [s. 130]). Sonra genelleyerek ekler: “Her rüyanın idrak edilemez [unergründlich] olduğu en az bir yeri vardır, diyelim ki bir göbeği vardır, bu yolla bilinmeyene bağlanmıştır” [durch den er mit dem Unerkannten zusammenhängt]. Sorulmak istenecek: Rüyanın bu göbeği nedir? Ama önce –bu soruyu imkanlı bir soru kılmak için bile– bu göbeğin bir ne, bir öz, bir anlam olduğunu belirlemek gereklidir, oysa rüyanın idrak edilemez olup bilinmeyene bağlandığı bu yerde şaibeli kalan şey tam olarak budur. Freud’un bu yerin ne olduğunu söylemeye kalkışmak yerine göbek mecazına başvurması pek şaşırtıcı değildir. İki pasajın ikincisi Freud’un metninde çok sonradan, onun da kabul ettiği gibi “bütün yolların karanlığa götürdüğü” (s. 490) sonuncu bölümde gelir. Bu pasaj birincisindeki mecazları genişletir, aydınlık ve karanlık çehrelerini bu bileşime ekler: “En iyi yorumlanmış rüyalarda çoğu zaman karanlıkta bırakılması gereken bir yer kalır, çünkü yorumlama sırasında fark edilir ki, bu yerde bir düğüm [yumak, dolaşıklık: Knäue] ortaya çıkar, bu düğüm çözülmeyi reddeder ama rüya içeriğine de hiçbir katkı sunmaz. Bu, o halde, rüyanın göbeğidir ve bu yerin altında bilinmeyen yatar” (s. 503). Bir rüyada, ne kadar derinden yorumlanırsa yorumlansın, bir mutlak direnç yeri olabilir, çözülemeyen bir dolaşıklık, bilinmeyen ve bilinemeyeceği tahmin edilenle eşik noktası olabilir. Bu dolaşıklığın –şayet halen anlam düzenindeyse– ne anlamda “rüya içeriğine hiçbir katkı sunmadığı” merak konusudur. Acaba sırf 34 dolaşıklık çözülemediğinden mi barındırdığı anlamlar açığa çıkarılamıyordur, ve dolayısıyla rüya işi yoluyla rüya içeriğine yaptığı katkılar gösterilemiyordur? Yoksa bu dolaşıklığın rüya içeriğine sunacağı hiçbir şey yok mudur, rüya içeriğine çevrilebilecek hiçbir rüya düşüncesi burada barınmaz mı, burası anlamın sona erdiği yer midir, öyle ki buranın altında yatan şeyler anlam ve anlayış düzenini önceledikleri için bilinemez midirler? Derrida bu soruyu özetler: “Çözülemeyen düğümün, ombilicin, anlamla [sens] mı dolu olduğu, yoksa kendi sırrı içinde, imlenebilir anlama olduğu gibi imleyene de radikalce heterojen mi kaldığı merak edilebilir, ayrıca analistin cesaretini koşullu veya kesin olarak kıran bu şeyin, analitik işin uzamıyla, yorumlama işinin (Deutungsarbeit) uzamıyla homojen olup olmadığı da merak edilebilir.”17 Bu anlamın sınırı sorusu, bu sınırın karakteri sorusu, başka bir kılıkta, henüz daha tasarlanmamış bir yönden geri dönecektir. Yine de, nasıl karar verilirse verilsin, hiç karar verilemez olduğu gösterilse bile, rüya işinin mantığı sorusu cevapsız kalmış olur, bir anlamda –anlam sorusuna indirgenmesiyle birlikte– dokunulmadan kalmış olur.18 Zira aynı ikincil revizyonun anlam dayattığı mantığın rüya işinden ayrı bir mantık olması gibi, ve bu bakımdan fol bir anlam, yalancı bir mantık olması gibi, rüyaların yorumu yoluyla açığa çıkmış olan anlam da rüya işinin sınırında yer alır, rüya işinin henüz başlamadığı bir noktada yer alır. Zira bir rüyanın anlamı, altında yatan rüya düşüncelerinden başka hiçbir şey değildir, ki bunlar da rüya işinde rüya işi yoluyla rüya içeriğine çevrilirler. Başka sözlerle rüyanın anlamı, rüya işinin kendi üzerine alacağı ve sansür gözetimi altında yeniden işlenerek –yani bozunarak– rüya içeriği olacak olan şeydir. Rüya işinin kendi anlamı –daha kesin olarak, mantığı– değildir bu. Rüyanın anlamı, rüya işini çeviri düzeninde önceler, onun çevirdiği şeydir, rüya işinde rüya işi yoluyla üretilerek ona özgü mantığı teşkil etmiş olan bağlantı biçimlerinden ayrıdır. Fakat bir içerik veya sürecin mantığı eğer şu veya bu bakımdan düşünülebilmek için taşıması gereken bağlantı biçimlerinde yatıyorsa, rüya işinde bir mantık olduğu bile varsayılabilir mi? Çünkü rüya işindeki iş, biçim ve bağlantı kurmaktan değil, biçim bozup bağlantı koparmaktan oluşur. Farklı 17 Jacques Derrida, Résistances de la psychanalyse (Paris: Galilée, 1996), 29. durduk yere “would” demeye başlamasıyla birlikte makalenin başından beri “would” kipiyle kodlanan belirsizlik burada “anlamın sınırı sorusu” adı altında yüzeye çıkmış oluyor. Bu kiple kodlanan belirsizliği fazla ötelere atmamış olmak için makaledeki “would”ları “-mış olmak” diye çevirmiş olmaya çalıştık, bunun tek istisnası “Freud bu sözü sansürün edeceği bir söz sayardı” olmuş oldu. Ek not: Yazıda “would” kipiyle kodlanarak “anlamın sınırı sorusu” olarak rüyanın göbeğiyle ilişkilenen şeyin Lacancı terminolojideki ~birsel özellik~ [einziger Zug, trait unaire, unary trait, single stroke] olduğunu söyleyebiliriz. Bkz. Entropi üzerine (Jacques Lacan) ∈ Renk nedir? (çeviri derlemesi). 18 Yazarın 35 terimlerle, buradaki soru, bu biçim bozma ve bağlantı koparmaların düşünülebilir olup olmadıkları ve de ne bakımdan düşünülebilir olduklarıdır; zira rüya işinin gerçekleştirdiği bu şeyler belli ki tutarlı bir anlam birikimi olarak düşünülemezler. Mantık disiplinindeki geleneksel yönergeleri izleyerek rüya işindeki mantığı belirlemeye kalkışabiliriz. Bu yönergeler konuşma ve muhakemeye dikkat etmeye çağırır; zira mantık disiplinine konu alınmış biçimler konuşma ve muhakemede somut halde bulunurlar. Mantık, konuşma ve muhakemeyi yöneten ideal yasaların nihai belirleyeni olsa bile, keşfedilmesi sırasında bu öncelik tersine çevrilecektir. Peki rüya işinde icra edilen konuşma ve muhakeme nasıl ele alınacaktır? Bunlar rüya işindeki mantığa erişmemizi sağlarlar mı? Freud konuşma içeren rüyaları ele alır, konuşma burada düşünceden ayrılmıştır. Israrla belirtir ki bu örneklerde “istisnasız doğrulanan kurala göre, rüya konuşması, rüya maddesinde [dream-material] anımsanan konuşmalardan türer” (s. 304). Konuşulan sözler aynen kalmış veya biraz değişmiş olabilirler, ve öyle ya da böyle, anlamlarının değişmesi muhtemeldir. Böylece rüya işinin kendisi hiçbir konuşma neşretmez, olsa olsa rüya maddesinden devraldığı sözlerin anlam biçimlerini bozar. Freud’un yazdığı gibi: “Rüya işi yeni konuşmalar yaratmaya da yetkin değildir” (s. 406). Bu anlamda rüya işine ait hiçbir konuşma yoktur, sadece rüya maddesinden devraldığı konuşmanın biçimini bozması vardır. Freud bu bakımdan ısrarcıdır, analiz hep aynı şeyi sergiler: Rüya işi konuşmalardan salt fragmanları ele alır ve onlarla gayet rastgele (willkürlich) bir uğraş verir, en azından konuşmanın önceki haliyle kıyaslanırsa bu uğraş gayet rastgele gözükür. Rüya işinde konuşma yetkinliği olmadığı gibi muhakeme yetkinliği de yoktur. Bu bağlantıda Freud daha bile ısrarlıdır: “Rüya içinde muhakeme işlevinin faaliyetine benzeyen bir an, rüya işine [der Traumarbeit] ait bir düşünme eylemi [Denkleistung] sayılmamalıdır; esasında o rüya düşüncelerinin maddesine aittir ve oradan hazır bir yapı olarak gelip belirtik rüya içeriğine geçmiştir” (s. 430). Yani çevirisel rüya işinin kendisinde –altta yatan rüya düşünceleri ve ikincil revizyonun çok farklı yollardan ona verdikleri ayrı tutulursa– kendi tabiatı itibariyle, ne konuşma ne de muhakeme vardır. Mantıksal biçimleri konuşmalarda ve muhakemelerde arayan geleneksel yönergeler, rüya işinin mantığına erişim kazanmamıza hiç yardım etmez. Gerçekten, Freud’un doğrudan rüya işinin mantıkla ilişkisine dair söylediği şeyler de düşünülürse, herhangi bir anlamda –hatta anlam ötesi bile olsa– 36 rüya işinde mantık olup olamayacağı epey merak konusudur. Zira Freud rüya işini öncelikle, rüya işini önceleyen mantığın sökülmesi, rüya düşüncelerinin arasındaki bağlantılarda yatan mantığın sökülmesi olarak betimler. Rüya işinin kendisinde, ikincil revizyon ilk hamleyi yapmadan önce, hiçbir mantık yokmuş gibidir; rüya işi, ikincil revizyonun getireceği biçim ve tutarlılık suretleriyle örtülecek mantıkdışı bir şeymiş gibidir. Freud bunu betimlemek üzere, rüya düşüncelerinin karmaşık yapısı içinde her bir parçanın çok çeşitli mantıksal ilişkiler taşıdığını söyleyerek sahneyi kurar. Sonraki sahne rüya işidir: “Daha sonra bütün bu rüya düşünceleri yığını, rüya işinin basıncına tabi tutulduğunda, parçalar ters döndüğünde, kırıldıklarında, dalga dalga buz kütleleri gibi birbirlerine doğru itildiklerinde, şu soru belirir: Önceden bu yapıya biçim vermiş mantık bağlarına şimdi ne olmuştur . . . ki bu bağlar olmadan önermeleri de konuşmayı da anlayamayız?” (s. 310). Freud bir başlangıç cevabı sunar, geçici bir cevap: “başlangıçta [zunächst] şöyle cevaplamak gerekir: Rüyanın elinde rüya düşüncelerindeki mantıksal ilişkileri temsil edeceği hiçbir araç yoktur. Çoğu zaman bütün bu önermeleri gözardı eder ve üstüne çalışmak üzere yalnızca rüya düşüncelerindeki olgusal içeriği [den sachlichen Inhalt] devralır. Rüya işinin yok ettiği bağlantıların yeniden kurgulanması rüyanın yorumlanmasına bırakılmıştır” (s. 310-311). Rüya işi –bu başlangıç cevabına göre– rüya düşüncelerinin mantıksal yapısını söker; rüya maddesini gayet “[mantıksal] ilişkiden yoksun” bırakır (s. 335). Fakat bu başlangıçtaki geçici bir cevaptan ibarettir. Freud, rüya işinin rüya maddesinin mantıksal ilişkilerini söktüğü iddiasını sürdürse de, öbür yandan şunu kabul eder: Rüya işi belirli mantıksal ilişkileri belli temsil şekilleri aracılığıyla bir anlamda hesaba katabilir. Freud bu süreci ressamlığa benzetir; resimde konuşma kullanamayan, ama resimdeki figürlerin ağzından parşömenler de çıkarmak istemeyen ressamların, ressamlığa özgü araçlar bularak figürlerin söylediği sözlerin niyetini –örneğin jestler yoluyla– ifade etmelerine benzetir. Rüya işi mantıksal bağlantıyı böylece eşzamanlılık aracılığıyla belirtir, rüya düşüncelerindeki tüm parçaları tek bir durum veya olay temsilinde yoğuşturarak [concentrating] belirtir. Freud bu gibi temsilleri, bir ressamın (Raffaelo) bütün filozof ve şairleri tek bir resimde (Atina Okulu) toplayarak temsil etmesine benzetir. Uzamsal yakınlık, rüyada olduğu gibi resimde de, başka bir düzende önem taşıyan ilişkilerin temsilini sağlayabilir; bu düzen ister mantıksal ilişkiler olsun, ister entelektüel sanatsal bir miras olsun. Rüya işi özgül mantıksal bağlantılar için de bu gibi temsiller icra eder. Örneğin rüya düşüncelerinde düşünülen şeyler arasındaki sebep-etki ilişkileri 37 [causal relations], rüya işinde, sebep ya da koşulun başlangıç rüyası olması, etki ya da koşullanan şeyinse ana rüya olarak sunulmasıyla temsil edilebilir. Sebep-etki ilişkilerini temsil etmenin başka bir yöntemi, bir imgenin (sebebin) bir diğerine (etkiye) fiilen dönüşümüdür. Freud sonuca bağlar: “sebep olma iki örnekte de ardından gelme [Nacheinander] ile temsil edilir, ilk örnekte bir rüyanın diğerini takip etmesiyle, ikincisinde bir imgenin aniden diğerine dönüşmesiyle” (p. 314). Rüya işi alternatiflerin (“ya . . . ya da”) temsilinde daha etkisiz kalır. Alternatifler ya eşit hak taşıyan seçenekler olarak sunulurlar, ya da rüyanın iki yarıya bölünmesiyle temsil edilirler. Ama Freud’un en çarpıcı bulduğu şey –ve bunun gerçekten çok kapsamlı neticeleri vardır– rüya işinde karşıtlık ve çelişki kategorisinin (die Kategorie von Gegensatz und Widerspruch) temsil edilişidir: “Gözardı etmekle kalır. Rüyada ‘Hayır’ yokmuş gibidir. Özellikle karşıtları birlik halinde toplamayı ya da onları bir arada temsil etmeyi tercih eder” (s. 316). Benzerlik, uygunluk ve ortak özelliklerin temsilinde de bunun gibi bir araç kullanılır –ve Freud’a göre bu araç daha etkilidir–; bunlar yoğuşturma [concentration] ile temsil edilir, bu yollarla ilişkilenen her ne varsa birlik halinde bir araya toplanarak temsil edilir. Rüyaların Yorumu‘nun son bölümünde Freud, rüya işinde rüya düşüncelerini bağlayan mantıksal ilişkilerin nasıl ele alındığı sorusuna döner. Bu soruyu tekrar sormaktaki öncelikli niyeti, bu mantıksal ilişkilerde neler olup bittiğini açıklamaktır, burada olanları, araştırmasının bu sonuncu ve çok farklı aşamasında psişe için önerdiği kuramsal temsilin terimleriyle açıklamaktır. Yaptığı açıklama gerileme [regression] kavramına dayanır: Psişik faaliyette gerileme, bir uyaranın, sistemin motor ucuna doğru gitmek yerine duyum ucuna doğru gitmesi ve nihayet algılar sistemine ulaşmasıyla olur. Bu uyarana motor bir yanıt yerine, halüsinatif bir yanıt verilir, Freud’un “gerileyici karakter taşıdığında” (s. 518) ısrar ettiği rüyalarda olduğu gibi. Mantıksal ilişkilerin kaybedilmesi, bu gerileyici karakter yüzündendir, bu gibi ilişkiler gerileme devresinin ötesinde kalırlar. Ama rüya işinin mantığı sorusu açısından, bu tartışmadaki en önemli nokta, Freud’un –rüyalarda bazı mantıksal ilişkilerin temsil edilebildiğine dair anlattığı herşeye rağmen– bu ilişkilerin kaybedildiğini ve temsil edilmekte zorluk çekildiğini kuvvetle doğrulamasıdır. Freud şöyle diyor: “Rüya sürecini hipotetik psişik aygıtımızın bir gerilemesi sayarsak, rüya düşünceleri arasındaki bütün mantıksal ilişkilerin rüya işi süresince kaybedilmesi ya da ancak zorlukla ifade edilebilmeleri, deneyle doğrulanan bu olgu, hemen açıklanmış olur. . . . Gerileme süresince rüya düşüncelerinin yapısı [Gefüge] kendi ham maddesine çözdürülür” (s. 519). 38 Yine de bu yapının bir izi kalır: Rüya işinin mantıksal kategorilerden biçimlediği temsiller.19 Kaybedilen kategorilerin yerine çeşitli temsillerinin geçirildiği bu biçimleme–biçim bozma süresince tam olarak ne olur? Freud’un tarif ettiği örneklerin hemen hemen hepsinde, gelip bir kategorinin yerine geçen temsil, uzamsal ya da zamansal bir ilişkinin temsilidir. Böylece, genel olarak mantıksal bağlantılar, Freud’a göre, eşzamanlılıkla ya da uzamsal yakınlıkla temsil edilecektir. Özgül mantıksal ilişkilerin temsilinde de aynısı olur. Sebep-etki ilişkisi, ana rüyanın giriş rüyasını takip ettiği zamansal diziliş biçimi altında, sebebin etkiden ayrı tutulmasıyla temsil edilir; veya bir imgenin (sebebin) diğerine (etkiye) dönüştürülmesiyle, yani zamansal ardışıklık ve uzamsal örtüşmeyle temsil edilebilir. Zamanda ardışık iki eşit kısım, alternatifleri temsil edebilir. Benzerlikler de, karşıtlık/çelişkiler de, uzamzamansal yoğuşturmayla temsil edilir. Böylece her seferinde ilgili kategoriye tekabül edecek bir şey rüya işi yoluyla gelir; bu şey kategorinin yerini alacak ve bir bakıma onun yerine işlev görecektir. Kategorinin bu temsilcisi, onu örneklendiren bir imgeden ibaret kalmaz, bu temsilci daha çok bir şemadır; imge ve rüya maddesine sözkonusu kategoriye tekabül eden uzamzamansal düzenlemeyi veren bir şemadır bu. Bu noktada uzam/zamanın kategorik veya aşkınsal belirlenimleri konusuna girilmesi, yani Kant’ın aşkınsal şemalarındaki gibi belirlenimlerden bahsedilmesi münasip olacaktır.20 Demek ki rüya işinin mantıksal kategoriler bakımından gerçekleştirdiği şey tam anlamıyla bir şemalaştırmadır; rüya düşüncelerindeki her bir mantıksal bağlantı yerine, rüya işi, ona tekabül edecek bir şemayı geçirir. Felsefe tarihine atıfla, kavram ile şema21 arasındaki devasa fark düşünülecek olursa, Freud’un –bu tarihi gözden geçirmemiş olarak, elbette çok farklı nedenlerle– mantıksal bağlantıların rüya işinde “ancak zorlukla” temsil edilebildiğini bildirmesi bizleri şaşırtmaz. Demek ki rüya işinin mantığı şemalaşmış bir mantıktır, şemalar mantığıdır, çeşitli mantıksal kategorilere tekabül eden uzamzamansal belirlenimlerin mantığıdır. Ama geleneksel felsefi mantığa göre ya da Freud’un sıklıkla uyanık düşünce dediği şeye göre ölçülürse bu şemalar mantığına ister istemez mantıkdışılık sirayet etmiş gibi gözükür. Ayrışmasını belirtmek için buna yörüngedışı [exorbitant] bir mantık, antik ontolojiden köklenen felsefi 19 Önceden belirtildiği gibi Freud karşıtlık ve çelişkiye atıfla Kategorie sözcüğünü kullanır. 20 I. Kant, Kritik der reinen Vernunft, A137/B176—A147/B187. 21 Kavram ile şema arasındaki ilişki, çok karmaşık bir rotayla, Plato’nun Timaeus‘unun merkezinde kısaca sergilenen farklılığa, akla uygun ηδη ile χωρα arasındaki farklılığa kadar gider. Şuradaki tartışmama bkz. Chorology: On Beginning in Plato’s “Timaeus” (Bloomington: Indiana University Press, 1999), özellikle 154-155. 39 mantığın yörüngesi dışında kalan bir mantık denebilir. Farklılığın silinmesini hoşgören hatta onu kurgulayan bir mantık olması anlamında yörüngedışıdır; örneğin sebep-etki şemasında bir imgenin daha farklı bir imgeye dönüşümü üretilebilir, sanki birbirlerinden farklı değilmişler, birbirlerinin yerine geçebilirmişler gibi, birinin diğerine dönüşümü üretilebilir. Karşıtlık ve çelişkiye (Gegensatz und Widerspruch) şema verilmesinde bu mantık belki daha bile yörüngedışıdır – ya da bu yörüngedışılığın paradigmasını veren anlamda yörüngedışıdır. Freud rüya işinin bu mantıksal bağlantıyı “gözardı etmekle kaldığını” söyler, orada “‘Hayır’ yokmuş gibidir.” Daha kuvvetli çelişkilerde, Freud’un dediğine göre iki çelişkili terimden ya birinin ya öbürünün –felsefi mantığa uygun olarak– reddedilmesi gerekliliği gözardı edilmekle kalır, felsefi mantığa göre terimlerden ya birine ya öbürüne söylenmesi gereken “Hayır”, rüya işinde yokmuş gibidir. Çelişkinin şemalaştırılması felsefi mantığın asla –mutlak anlamda asla– hoşgöremeyeceği şeyin icra edilmesinden oluşur: Çelişkili terimleri bir birlik halinde toplar, birlikte olmalarına olanak verir, bu çelişkili halleri içinde onları bir arada tutar. Felsefedeki mantığa ya da uyanık düşünceye göre ölçülürse, yaygın etki gösterecek bu şemayla birlikte, rüya işi mantığı mantıkdışından hemen hemen ayırt edilemez olur.22 Çelişkili karşıtlar yan yana tutulursa, çelişkili karşıtlar halinde kalacakları bir birlik içinde birbirlerine bağlanırlarsa, o halde, olağan standartlara göre, truth imkanının kendisi baltalanır, düşünce ve söylemin asli yasası olan çelişkisizlik yasası ihlal edilmiştir. Denebilir ki rüya işi kendi mantığıyla –öncelikle de çelişki şemasıyla– felsefi mantık ve uyanık düşünce standartlarına göre truthun bittiği bir noktaya tutturulur, Freud’un rüyanın göbeği dediği bu yerde truth, en az anlam kadar kesin bir kararla biter. Rüya işinin de bir göbeği olduğu görülür. Rüya işindeki mantıksal garipliklerin Rüyaların Yorumu‘nun neredeyse başlangıcından beri şekillendikleri görülebilir. Freud Irma’nın iğnesi rüyasını –kendi rüyasını– analiz ettiğinde, ki metinde ilk ele aldığı rüyadır, içedönük [intrinsic] bağdaşmazlıklar [inconsistency ]23 işletildiğini belirtir. Şöyle der: “Irma’nın hastalığına dair açıklamalar” –yani analizle bir bütün olarak açığa çıkan açıklamanın çeşitli momentleri– “beni [hastalanmasının suçun22 Freud şöyle yazar: “‘Rüya işi’ adını verdiğimiz her şey correct olduğunu bildiğimiz psişik süreçlerden o kadar uzak gözükür ki, yazarlarımızın rüya görmede psişik performansın düşüklüğüne dair en ağır yargılarını bile kusursuzca haklı ve uygun görmeden edemeyiz” (563) 23 ç.n. “Inconsistency” genelde “tutarsızlık” diye çevriliyor ama biz “bağdaşmazlık” demeyi tercih ettik çünkü “incoherence”ı “tutarsızlık” sayıyoruz. Bu kökün en sık kullanımı “bir şeyden oluşması” anlamında “consist of/in” denmesidir, bunun da tutarlı olmakla hiçbir ilgisi yoktur. 40 dan] temize çıkarmakta elbirliği yapsalar da birbirleriyle bağdaşır değildirler, aksine birbirlerini dışlarlar” [schliessen einander aus] (s. 138). Freud bunu “komşusunun kazanını24 ona hasarlı halde iade etmekle suçladığı adamın sunacağı savunmayla” kıyaslar (s. 138-139). Derrida’nın verdiği adla bu “kazan mantığı”25 rüya işindeki mantığı örneklendirir. Freud’un utanma rüyası dediği çıplak kalma rüyasında yine aynısı bulunur. Böyle rüyaların olmazsa olmazı “sıkıntı veren utanç duygusudur, çıplaklığı gizleme isteğiyle genelde hareket etmeye çalışıp becerememe duygusudur.” Öbür yandan “orada bulunarak utanç hissettiren insanlar hemen hemen her zaman yabancıdır, yüzleri belirsiz bırakılmıştır”; ve en önemlisi, “bu insanlar umursamaz.” Çelişki buradadır: “Bu aralıkta rüya görenin utanıp sıkılması ile öteki insanların umursamaması, rüyalarda sık karşılaşılan türde bir çelişkiyi üretir. Sonuçta rüya görenin hissine uygun olabilecek tek şey, yabancıların şaşkın bakışlarla ona gülmeleri ya da öfkelenmeleri olurdu” (s. 248). Yani burada çelişkili karşıtları rüya içinde birbirine bağlayan bir mantık vardır. Burada yine rüya işinin yörüngedışı mantığı işletilir. Rüyaların Yorumu‘nun en son kısmında Freud bu konuya döner: “Birbiriyle çelişen düşünceler birbirini geçersiz kılmayı amaçlamaz, yan yana durmakta inat ederler, çoğu zaman sanki hiçbir çelişki yokmuş gibi bileşerek yoğuşum ürünleri olurlar, ya da mantıksal düşünüşümüzde asla affetmeyeceğimiz tavizler biçimini alırlar” (s. 566). Yine bu yörüngedışı bir mantıktır, mantıkdışılıktan ayırt edilemezliğin sınırında duran bir mantıktır: Rüya işinin mantığı böyledir. Fakat rüya düşünceleri bundan çok başkadır. Freud, rüya düşüncelerinin rüya işine tabi tutulmadan önce rasyonel bir biçim taşıdıklarında ısrar eder (Freud’un ifadesi: “die vorher rationell gebildeten Traumgedanken” [s. 566]). Rüya düşüncelerini daha çok korrekt diyerek nitelendirir. Bunu en açık belirten pasaj şöyle, ki Freud’un metninde sonlardadır: “Demek ki rüyaların biçimlenişinde özce farklı iki psişik sürecin rol oynadığını söyleyen içgörüyü inkar edemeyiz; bu süreçlerden birisi kusursuz correctlikte26 rüya düşünceleri yaratır, bu düşünceler normal düşünüşteki kadar geçerlidirler [gleichwertig]; öbür sürecin bu düşüncelere davranışı gayet incorrect ve rahatsız edicidir.” Sonra Freud ikinci süreci sahici ya da esas rüya işi (die 24 ç.n. Freud’un “Kessel” dediği, İngilizceye ve Zizek’in metinlerine “kettle” diye geçen bu nesneye neden Türkçede “kazan” demeyi tercih ettiğimizi tahmin etmişsinizdir. 25 “la logique du chaudron” (Résistances de la psychanalyse, 19) ifadesi İngilizce çeviride “kettle logic” diye alınmıştır: Resistances of Psychoanalysis, çev. Peggy Kamuf, Pascale-Anne Brault ve Michael Naas (Stanford: Stanford University Press, 1998), 6. 26 ç.n. “True/truth” ile benzer sebeplerle “correct/incorrect”i çevirmeden bıraktık. 41 eigentliche Traumarbeit) diye özdeştirir, ve ayrı tutulduğunu, yalıtıldığını, tecrit edildiğini (abgesondert) belirtir. Bu bakımdan en dikkate değer nokta Freud’un rüya düşünceleri ile düşlem (Phantasie) arasında önerdiği ilişkidir. Scherner’in Rüyaların Yorumu‘nun ilk bölümünde tartışılan görüşüne atıfla Freud şöyle yazar: “Rüya düşleme biçim vermez, rüya düşüncelerinin biçimlenişindeki en büyük pay düşlemin bilinçdışı faaliyetine aittir” (s. 562). Gerçekten bu en dikkate değer noktada Freud, rasyonel biçim taşıyan, correct ve normal düşünüş kadar geçerli olan bu rüya düşüncelerinin, büyük ölçüde düşlem ürünü olduklarını belirtir. Fakat Phantasie, daha genelde hayal gücü [imagination] denen şeyin adlarından yalnızca birisidir. Rüya düşüncelerinin biçimlenişindeki en büyük pay hayal gücüne aittir, bilinçdışı bir hayal gücü faaliyetine aittir. Mesele şudur: Rüya düşüncelerinin biçimlenişinde işletilen hayal gücü, rüya işinin dışında tutulabilir mi? Freud’un rüya işinde kullanılan çeşitli temsil şekillerini tartıştığı bir pasaj bunun aksini belirtir. Bu pasajda Freud çoğu zaman rüyalara düşlemsel bir karakter (ein phantastisches Gepräge) veren karışım biçimlerinin [composite formations] yaratılışını ele alır. Şöyle yazar: “Bir rüyada karışımlar biçimleyen [Mischbildung] psişik süreç, belli ki, uyanıkken bir centaur ya da ejderhayı temsil ya da tarif etme [uns vorstellen oder nachbilden] sürecimizin aynısıdır” (s. 321). Fakat rüya işine kabul edilen bu süreç, düşlem sürecinden, hayal gücü sürecinden ibarettir. O halde rüya işi belki de Freud’un isteyeceği kadar ayrı tutulamayacaktır, rüya düşüncelerini rüya işinden ayrı tutan sınır zannedildiğinden daha kırılgan, daha istikrarsız gözükür. Yine de eğer hayal gücü Freud’un kabullenmiş olduğu gibi rüya işiyle iştigal ediyorsa, bu iştigalin herhangi bir sınırı olacak mıdır? Rüya işindeki mantığın bir hayal gücü mantığı olduğunu ne ölçüde söyleyebiliriz? Zira böyle bir şemalar mantığını üreten şey hayal gücünden başka ne olabilir ki – kabul edelim, Kant’ın dediği gibi “kendi içinde şema her zaman bir hayal gücü ürünüdür” ve şemacılık “insan canının [soul]27 derinlerine saklanmış bir sanattır.”28 27 ç.n. Ruh “spirit” olduğundan “soul” can oldu. Bu ayrımı basitçe “ruh canın hareketidir” diyerek açıklayabiliriz. 28 Kant, Kritik der einen Vernunft, A140/B179—A141/B180. 42 Çevirmenin Görevi29 Walter Benjamin Ünlü Alman eleştirmeni, yazarı ve yazınbilimcisi Walter Benjamin, Çevirmenin Görevi (Die Aufgabe des Übersetzers) başlıklı metni, Baudelaire’den yaptığı çevirilere bir önsöz olarak yazmıştı. Günümüzde çeviri üzerine kaleme alınmış en temel incelemelerden sayılan bu metni ilk kez 1979’da, Ahmet Taner Kışlalı’nın Kültür Bakanlığı döneminde, Kültür Bakanlığı’nca çıkarılan Çeviri dergisi için, biraz kısaltarak çevirmiştim. Daha sonra, ülkemiz yazgısının tipik görünümlerinden biri olarak, gerçekleşen iktidar değişikliği ile birlikte sözünü ettiğim dergi de sürdürülmedi; çıkarılmış olan tek sayısı da (Eylül 1979) yitip gitti. Aşağıda Çevirmenin Görevi başlıklı ünlü metin, bu kez hiç kısaltılmaksızın ve daha önce yapılmış olan çeviri de tümüyle baştan gözden geçirilmiş olarak sunulmaktadır. A.C. Bir sanat yapıtının ya da sanat biçiminin izleyicilerini de göz önüne bulundurmak, o sanat yapıtının ya da sanat biçiminin bilinmesi açısından hiçbir zaman verimli olmaz. Belli bir izleyici kitlesi ya da bu kitlenin temsilcileriyle kurulacak her bağıntının yanılgılara yol açmasının yanı sıra, «ideal» bir izleyici kavramı kuramsal sanat tartışmalarının tümü için sakıncalıdır; çünkü bu tartışmalarda insanın varoluşu ve özü, salt varsayıma dayandırılır. Sanat da insanın fizik varlığını ve tinsel varlığını koşul sayar – ama onun dikkat ve ilgisini hiçbir yapıt için koşul saymaz. Hiçbir şiir, resim ve senfoni, okuyucu, izleyici ya da dinleyici göz önünde tutularak yaratılmamıştır. 29 Yazko Çeviri 14, Eylül-Ekim 1983: Çeviri Kuramı ve Çeviribilim, Hazırlayanlar: Yurdanur Salman, Ahmet Cemal, Özcan Özbilge. Almancadan çeviren: Ahmet CEMAL 43 Peki ya çeviride durum nedir? Özgün metni anlamayan okurlar için mi yapılır çeviri? Bu soruya verilecek olumlu yanıt, görünüşte her ikisi arasında sanat açısından gözetilen ayrımı yeterince açıklayabilmektedir. Dahası, bu yanıt «aynı şeyi» yinelemenin düşünülebilecek tek mantıksal nedeni gibi gözükmektedir. Peki ne «söyler» bir yazın yapıtı? Neyi iletir? O yapıtı anlayana iletebildiği, söyleyebildiği çok azdır. Çünkü yazın yapıtının özü iletmek ya da bildirmek değildir. Bu durumda iletmeyi amaçlayan bir çeviri de, bildirme eyleminin kendisinden başkaca birşeyi iletmiş olmaz. Başka deyişle, önem taşımayan, özden olmayan bir şeydir ilettiği. Bir çevirinin kötü yapılmış olduğunun saptanmasına olanak sağlayan belirtilerden biri de budur. Bir yazın yapıtında bildirmenin dışında var olan şeye gelince –ki asıl önem taşıyanın bu olduğu, kötü çevirmence de yadsınmamaktadır–, genellikle kavranması olanaksız, gizemli, «yazınsal» diye nitelendirilen, bu değil midir? Çevirmenin yansıtabilmesi, ancak kendisinin de yazabilmesi koşuluna bağlı sayılmaz mı? Kötü çeviriye ilişkin ikinci bir belirti de buradan kaynaklanmaktadır; buna göre, önemsiz bir içeriğin yetersiz iletilişi diye tanımlayabiliriz kötü çeviriyi. Çeviri, okura hizmet etmeye kalkıştığı sürece bu tanımın dışına çıkamaz. Çeviri okur için yapılsaydı, özgün metnin amacının da bu olması gerekirdi. Özgün metin bu amacı taşımadığı takdirde, böyle bir bakış açısından çeviriyi anlayabilme olanağı var mıdır? Bir biçimdir çeviri. Çeviriyi bir biçim olarak kavrayabilmek için yapılması gereken şey ise, özgün metne geri dönmektir. Çünkü çeviriyi yöneten yasa, özgün eserin çevrilebilirliğinde yatar. Bir yapıtın çevrilebilirliği sorusu, çift anlamlıdır. Şu soruyla dile getirilebilir ilk anlam: O yapıtın okurlarının tümü arasından onu gereğince çevirebilecek bir çevirmen çıkacak mıdır? Ya da daha önemlisi: Yapıt, özü açısından çeviriye açık mıdır ve buna bağlı olarak da –çeviri denen biçimin taşıdığı anlam uyarınca– çeviriyi gereksinmekte midir? İlke olarak, ilk soruya yalnızca çeşitli olasılıkları kapsar biçimde, ikinci soruya ise kesin bir yanıt verilebilir. Sonuncu sorunun bağımsız anlamını yadsıyıp, her iki sorunun öneminin eşit düzeyde olduğunu ileri sürmek, ancak yüzeysel bir düşüncenin ürünü olabilir. Bu düşünce biçimi karşısında, şu noktayı vurgulamak gerekir: Varlıkları birbirlerini gerektiren, başka değişle bağıntılı kavram (Relationsbegriff) diye adlandırılan belli kavramların iyi anlamını, daha doğrusu belki de en iyi anlamını koruyabilmesi, bu kavramlarla insanoğlu arasında hemen bir bağıntı kurulmaması koşuluna bağlıdır. Örneğin tüm insanların unutmuş olmalarına karşın, unutulmaz bir yaşamdan ya da unutulmaz bir andan söz edilebilir. Eğer söz konusu yaşamın ya da anın özü bunların unutulmamasını gerektirseydi, o zaman yukarıdaki yüklem bir 44 yanlışlığı değil, insanlarca karşılanmayan bir istemi içerecekti yalnızca; aynı zamanda da büyük bir olasılıkla bu istemin yerine getirildiği bir alana, Tanrının unutulmazlığına yapılan bir yollamayı dile getirecekti. Aynı doğrultuda şöyle denebilir: Dil ürünlerinin çevrilebilirliği üzerinde, insanlar açısından bunlar çevrilemez nitelik taşısalar bile, durmak gerekir. Üstelik katı bir çeviri kavramı çıkış noktası alındığında, bu ürünlerin gerçekten de belli ölçüde çevrilemez olması gerekmez mi? Belli dil ürünlerinin çevirisi istenmeli midir, sorusu, işte böyle bağımsız kılınmış bir anlam içersinde ortaya konmalıdır. Çünkü burada geçerli olan tümce, şudur: Çeviri bir biçimse eğer, o zaman çevrilebilirlik, belli yapıtların temel özelliklerinden sayılmak gerekir. Çevrilebilirlik niteliği, belli yapıtlara özleri gereği uygun düşer – bu, çevirinin bu yapıtların kendisi açısından çok önemli olduğu anlamına gelmez; burada belirtilmek istenen, özgün yapıtlara içkin belli bir anlamın, bu yapıtların çevrilebilir oluşunda dile geldiğidir. Ne denli başarılı olursa olsun, bir çevirinin özgün metin karşısında önem taşıyamayacağı açıktır. Buna karşın çeviri, özgün metnin çevrilebilirlik niteliği yüzünden, bu metinle çok yoğun bir bağlam içersindedir. Bu bağlam, özgün yapıtın kendisi için bir önem taşımadığı ölçüde yoğundur. Doğal, ya da kesin olmak istenirse, kaynağını doğrudan yaşamda bulan bir bağlam diye nitelendirilebilir bu olgu. Yaşamın dışlaşma biçimlerinin, canlı varlık için bir önem taşımamasına karşın onunla yoğun bir bağlam içersinde bulunması gibi, çeviri de kaynağını özgün yapıtta bulur. Daha doğrusu özgün yapıtın yaşamından çok, «sonraki yaşam»ında bulur. Çünkü çeviri, özgün yapıttan sonra ortaya çıkar ve seçkin çevirmenlerini hiçbir zaman oluştukları dönemde bulmayan dünya yazınının önemli yapıtları bakımından, bu yapıtların sürekliliğini vurgular. Sanat yapıtlarının yaşamı ve bu yaşamın sürekliliği düşüncesi, tümüyle eğretilemeden uzak bir nesnellik içersinde kavranmalıdır. Yaşamın yalnızca organik bedensellikle sınırlanamayacağı, düşüncenin de en önyargılı olduğu dönemlerde bile sezgi yoluyla algılanmış bir olguydu. Ancak burada Fechner’in yapmış olduğu gibi, ruh kavramının zayıf çatısı altında yaşamın egemenlik alanının genişletilmesi söz konusu olamaz hiç kuşkusuz; bunun gibi, yaşamın tanımını duyumsama gibi kesinlik niteliği çok daha zayıf, hayvansal nitelikte ve yaşamı ancak rastlantısal olarak belirleyebilecek etkenlere dayandırmak da düşünülemez. Yaşam kavramına tüm geçerliliğinin kazandırılabilmesi, ancak salt tarihsel ortam olmayıp, kendine özgü bir tarihi bulunanların bütününün canlı olduğunun benimsenmesi koşuluna bağlıdır. Çünkü yaşamın kapsamı doğa tarafından, ya da çok daha sallantıda kavramlar olan duyumsama ve ruh gibi kavramlar tarafından değil, tarih tarafından belirlenir. Bundan ötürü düşü45 nürün görevi, doğal yaşamın tümünü, tarihin buna göre çok daha kapsamlı olan yaşamı açısından anlamaktır. Gerçekten de, en azından sanat yapıtlarının yaşamlarının sürekliliğinin saptanması, canlıların yaşamlarının sürekliliğinin saptanmasından çok daha kolay değil midir? Büyük sanat yapıtlarının tarihi bize bu yapıtların öncellerini, sanatçının döneminde yaratılmalarını ve ilke olarak sonrasız nitelik taşıyan yaşamlarını sonraki kuşaklarda sürdürüşlerini anlatır. Bu sonuncusu, başka deyişle sonraki yaşam, kendini gösterdiği yerde ün adını alır. Salt iletişim olmanın ötesindeki çeviriler, belli bir yapıt sürdüregeldiği yaşamının ün evresine vardığında gerçekleştirilir. Bu nedenle, kötü çevirmenlerin kendi çalışmalarına ilişkin savlarının tersine, çevirilerin sanat yapıtına hizmet etmeleri değil, varlıklarını o yapıta borçlu olmaları söz konusudur. Çeviriler içersinde özgün yapıtın yaşamı, sürekli yenilenen, en son ve en kapsamlı gelişme sürecine ulaşır. Yaşamın özel ve yüksek düzeydeki bir biçimi olan bu gelişme, kendine özgü nitelikte ve yüksek düzeyde bir amaca uygunluk ilkesince belirlenir. Yaşam ile amaca uygunluk arasında var olan, neredeyse elle tutulabilecekmiş gibi somut görünen, ama bilinebilmesi hemen hemen olanaksız bağlamın açığa çıkması, ancak yaşamın tek tek tüm amaca uygunluklarının kendisine yöneldiği o en son amaç, kendi alanı içersinde değil, daha yüksek düzeydeki bir alanda arandığı takdirde olanaklıdır. Son çözümlemede yaşamın amaca uygun nitelikteki tüm görünümleriyle, bunların amaca uygunlukları, yaşamın kendisi için değil, ama onun özünün dile getirilmesi, öneminin betimlenmesi açısından amaca uygundur. Bunun gibi çeviri de sonunda diller arasında var olan iç ilişkinin anlatılması açısından amaca uygun olma niteliğini taşır. Çevirinin bu gizli ilişkinin kendisini açığa çıkarması ya da kurması olanaksızdır; buna karşılık çeviri ilkel ya da yoğun biçimde gerçekleştirme yoluyla bu ilişkiyi sergilemeyi başarabilir. Gösterilen, üstüne dikkatin çekildiği bir şeyin, o şeyi üretme girişimiyle betimlenmesi, yaşamda dilin dışında kalan alanlarda eşine hemen hiç rastlanmayacak bir betimleme biçimidir. Çünkü sözü geçn alanlarda yoğun, başka deyişle önceden belirtici, gösterici gerçekleştirmeden ayrı dile getirme biçimleri, benzeşimlerden ve göstergelerden yararlanan dile getirme biçimleri tanınmaktadır. – Diller arasında var olduğu düşünülen iç ilişki ise bir tür kendine özgü ortaklık ilişkisidir. Buna göre, diller birbirine yabancı değildir; tersine, öncül (a priori) olarak ve tüm tarihsel bağıntıların ötesinde, söylemek istedikleri açısından aralarında yakınlık vardır. Bu açıklama girişimiyle birlikte gözlemimiz, dolaylı yollardan bir sonuç alamadan geçip yine çevirinin geleneksel kuramına varmış gibidir. Eğer çe- 46 viriler içersinde dillerin birbirine yakınlığı kanıtlanacaksa, bunun için özgün metnin biçim ve anlamının elden geldiğince yetkin anlatımından başkaca bir yol düşünülebilir mi? Sözü edilen çeviri kuramı bu yetkinlikten ne anlaşılması gerektiğini açıklayamamakta, bundan ötürü de bir çeviride asıl önem taşıyanın ne olduğunu ortaya koyamamaktadır. Oysa gerçekte diller arasındaki yakınlık bir çeviride, iki yazın ürününün yüzeysel ve tanımlanması olanaksız benzerliğinde olabileceğinden çok daha köklü ve belirgin dile gelmektedir. Özgün yapıtla çeviri arasındaki gerçek ilişkinin kavranabilmesi, düşünce düzeyinde belli bir araştırmayı gerektirmektedir. Bu araştırma için başvurulacak düşünme biçimi ile, bilgi eleştirisinin bir yansıtma kuramının olanaksızlığını tanıtlarken başvurduğu düşünme biçimi arasında benzeşim vardır. Bilgi eleştirisinde, gerçeğin yansımalarından oluşacak bir bilginin nesnelliğinden ve nesnel olması gerektiğinden söz edilemeyeceği gösterilir. Çeviriye gelince, eğer çeviri özü açısından özgün yapıtla benzerliği amaçlasaydı, o zaman çeviri diye bir şey olanaksızlaşırdı. Çünkü özgün yapıt, oluşturulma dönemini izleyen «sonraki» yaşamında –sonraki yaşamdan, ancak bir canlının değişime uğraması ve yinelenmesi söz konusu olduğu için söz edebiliyoruz– değişime uğrar. Saptanmış sözler için de bir «sonraki» olgunluk dönemi söz konusudur. Bir yazarın yaşadığı dönemde onun yazın dilinin eğilimi olarak adlandırılan, daha sonra yitip gidebilir, onun yazın ürünlerine içkin olan eğilimler ise ilk kez bu sonraki dönemde belirginleşebilir. Yazarın döneminde yeni sayılan, sonradan eskiyebilir, güncel olan, müzelik bir şeye dönüşebilir. Gerek bu değişimlerin, gerekse anlamın uğradığı sürekli değişimin özünü dilin ve dil ürünlerinin tümüyle kendine özgü yaşamında aramak yerine, gelecek kuşakların öznelliğinde aramak, –ruhbilim verilerin en abartmalı biçimde değerlendirildiği koşullar altında bile–, bir şeyin nedeniyle özünü birbirine karıştırmak demektir. Daha kesin söylemek gerekirse, böyle bir tutum, en güçlü ve en verimli tarihsel süreçlerden birini, yeterince düşünememek yüzünden yadsımak anlamına gelir. Bir yazarın kaleminin son hareketi, yapıta indirilen son ve ölödürücü darbe sayılsa bile, böyle bir şey çevirinin yukarda sözünü ettiğimiz ölü kuramını kurtarmaya yetmez. Çünkü yüzyılların akışı içersinde büyük yazın yapıtlarının ton ve anlamlarının tümüyle değişmelerine koşut olarak, çevirmenin anadili de değişimlere uğrar. Yazarın söylediklerini kendi sözcükleriyle sürdüren en büyük çevirinin yazgısı bile, bir yandan kendi dilinin gelişmesinin bir parçası olmak, öte yandan da bu dilin yenileşmesiyle birlikte eskiyip bir kenarda kalmaktır. Çeviri iki ölü dilin sağır denklemi olmaktan o denli uzaktır ki, tüm yazın biçimleri arasında yabancı dilin olgunlaşma süreciyle, kendi dilinin doğum sancılarını saptama 47 görevi yalnız ve yalnız çeviriye düşer. Çeviride dillerin birbirine olan yakınlığının belirginleşmesi, çeviri ile özgün metin arasındaki benzerlik aracılığıyla gerçekleşmez; tıpkı birbiriyle benzeşenler, arasında hısımlık bağının bulunmasının gerekmemesi gibi. Burada kullanılan yakınlık ya da hısımlık kavramı, dar anlamdaki kullanıma uymaktadır; her iki durumda da bu kavramı kökenlerin özdeşliğinden yola çıkarak yeterince tanımlayabilme olanağı yoktur. Ancak dar anlamda kullanımın tanımlanabilmesi bakımından köken kavramı, gerekliliğini yine de koruyacaktır. Tarihsel kökene dayanan hısımlık bir yana bırakılırsa, iki dil arasındaki yakınlık nerede aranmak gerekir? Bu yakınlık, hiç kuşkusuz yazın yapıtları ya da sözcükler arasındaki benzerlikte aranamaz. Diller arasındaki tarihüstü nitelikteki yakınlık, şu temele dayanmaktadır: Bu dillerden her birinde amaçlanan anlam, bir bütün olarak aynıdır, gelgelelim bu bütüne tek tek diller değil, onların birbirlerini tamamlayan yönelimlerinden oluşan bütün, başka deyişle salt dil (die reine Sprache) ulaşabilir. Yabancı dillerin sözcükler, tümceler, bağlamlar gibi tek tek öğeleri birbirlerini karşılıklı olarak dışlarlarken, aynı diller yönelimlerinde birbirini tamamlar. Amaçlanan anlam ile bu anlamın dile getiriliş biçimi arasında ayrım gözetme yönelimi bulunmaksızın, dil felsefesinin en temel yasalarından biri niteliğindeki bu yasanın kavranabilmesi olanaksızdır. «Brot» ve «pain» sözcüklerinde (her ikisi de ekmek anlamına gelir, Ç.N.) amaçlanan anlam aynı, bu anlamı dile getiriş biçimi ise farklıdır. Bu iki sözcüğün bir Almanla bir Fransıza çağrıştırdığı anlamlar arasında ayrılık bulunmasının, yine bir Almanla bir Fransız için bu sözcüklerin birbiriyle değiştirilmesinin olanaksız oluşunun, gerçekte her iki sözcüğün birbirini dışlamaya çabalamasının nedeni, anlamın dile getiriliş biçimleri arasındaki farkta yatar. Amaçlanan anlam bakımından ise her iki sözcüğün anlamları arasında tam bir özdeşlik vardır. Bu iki sözcük içersindeki anlamı dile getiriş biçimleri böylece birbiriyle çatışırken, aynı dile getiriş biçimleri sözcüklerin geldikleri dillerde birbirini tamamlar. Başka deyişle, dillerden her birinde amaçlanan anlam ile bu anlamı dile getiriş biçimi birbirini tamamlar. Çünkü birbirini tamamlamayan ayrı dillerde anlam, hiçbir zaman tek tek sözcüklerde ya da tümcelerde olduğu gibi, görece bir bağımsızlık içersinde ortaya çıkmaz; bu anlam sürekli bir değişim içersindedir. Bu durum, anlamın yukardaki tüm dile getirme biçimlerinin oluşturduğu uyumun dışına salt dil olarak çıkabilmesine değin sürer. Bu gerçekleşene dek ise anlam, diller içersinde gizlenmiş olarak kalır. Diller gelişmelerini yaşamlarının 48 sonuna dek böylece sürdürdüklerinde, yapıtların sonrasız yaşamıyla dillerin sürekli yenilenişi çeviri olgusuna kaynaklık eder; çeviri ise dillerin o kutsal gelişmesine ilişkin bir denek taşı niteliğindedir: Dillerin içerdiği gizli anlam ile, bu anlamın ortaya çıkışı arasındaki uzaklık ne kadardır? Bu uzaklığa ilişkin ne ölçüde bilgi edinilebilir? Böylece tüm çeviri çabalarının, diller arasındaki yabancılıkla hesaplaşmaya yarayan geçici bir yol olduğu açıklanmış olmaktadır. Bu yabancılığa geçici bir çözüm yerine çabuk ve kesin bir çözüm bulabilmek, insanoğlunun gerçekleştirebileceği bir girişim ya da doğrudan erişebileceği bir erek değildir. Dinlerin gelişmesi ise diller içersinde örtük olarak bulunan ve daha yüksek düzeydeki bir gelişmeyi gerçekleştirecek olan çekirdeği dolaylı olarak olgunlaştırır. Ürünlerinin sürekliliğine ilişkin bir savı bulunmayan, bu açıdan sanattan ayrılan çeviri, buna karşın dil alanındaki yaratıcılık çabalarının en son ve kesin diye nitelendirilebilecek bir aşamasına varmayı amaçladığını da yadsımaz. Özgün yapıt, çevirinin çerçevesi içersinde daha yüksek ve arı bir düzeye ulaşır; ancak bu düzeyde kalması, doğal oolarak söz konusu değildir. Ayrıca özgün yapıtın söz konusu düzeye bir bütün olarak, tüm öğeleriyle ulaşması da olanaksızdır. Bu duruma karşın çevirinin çerçevesi içersindeki yapıt, şaşılası bir dirençle, böyle bir düzeye en azından yelken açar: Bu düzey, dillerarası bir uzlaşmanın gerçekleşeceği, bir tür yazgının önceden saptadığı, ama uşaşılması olanaksız bir alandır. Özgün yapıtın çevirisi hiçbir zaman bu alana bir bütün olarak varamaz; ama öte yandan söz konusu alana varabilen, bir çevirinin salt bildirinin ötesinde içerdiği şeylerdir. Çeviri içersinde çevrilmesi olanaksız diye nitelendirmek, bu özün en iyi tanımlaması olur. Çünkü çeviriden istendiği kadar bildiri çıkarılıp, bu bildirilen çevrilsin, gerçek çevirmenin çabalarını yönelttiği bölüm her zaman dokunulamadan kalacaktır. Bu bölüm, özgün yapıtta yazarın ürünü olan sözcüklerin tersine, çevrilebilirlik niteliğini taşımaz; bunun nedeni ise içerik ile dil (biçim) arasındaki bağıntının özgün yapıtta ve bunun çevirisinde tümüyle başka olmasıdır. Özgün yapıtta içerik ve dil, örneğin yemişin etli bölümüyle kabuğu gibi belli bir bütün oluşturur; oysa çeviri dili, içeriği geniş kıvrımlı, bol bir kral giysisi gibi sarar. Çeviri için kullanılan dil, aynı dilin normal kullanımı ile karşılaştırıldığında daha yüksek bir düzeyi belirler, bundan ötürü de kendi içeriği ile uyumsuzluk gösterir, o içerik karşısında ezici bir güç sergileyip yabancı kalır. Bu kopukluk her türlü çeviriyi hem engeller, hem de gereksiz kılar. Çünkü dil tarihinin belli bir döneminden kaynaklanan bir yapıtın her çevirisi, içeriğinin belli bir yanı bakımından öteki tüm dillere yapılan çevirileri temsil eder. Böylece çeviri özgün metni, en azından bir ölçüde –cinaslı olmak üzere– son ve 49 kesin diye nitelendirilebilecek bir dil alanına taşımaktadır; şu ölçüde ki, artık özgün metnin herhangi bir çeviri aracılığıyla bu alandan başkaca bir yere götürülebilmesi olasılığı, söz konusu değildir; yapılabilecek tek şey, özgün metnin bu alanda yeniden ve başka bir zaman parçasında üretilmesidir. Burada «cinaslı» sözcüğünün romantikleri anımsatması, salt rastlantı değildir. Romantikler, başkalarından daha ileri ölçüde olmak üzere, yapıtların yaşamını kavramışlardı; çeviri, bu yaşamın en üst düzeydeki kanıtlarından birini oluşturur. Romantikler, doğal olarak çeviriyi bu yönüyle hemen hiç saptamamış, tüm dikkatlerini yazın ürünlerinin yaşamlarının sürekliliği açısından –önemi daha az da olsa– bir başka öğe niteliğini taşıyan eleştiriye yöneltmişlerdi. Ancak romantikler kuramsal çalışmalarında çeviriye hemen hiç yer vermemelerine karşın, uygulamada yarattıkları büyük çeviri yapıtlarında bu yazınsal biçimin özüne ve onurlu yerine ilişkin sezgilerini kanıtlamışlardır. Bu sezginin ya da duygunun –ki her şey, bunu göstermektedir– yoğunluğunun doruk noktasına yalnızca yazarda erişmesi, bir zorunluluk değildir; dahası, belki de bu duygu en az yazarda vardır. Büyük çevirmenlerin yazar, önemsiz yazarların da ikinci sınıf çevirmen olduklarına ilişkin genel önyargıyı tarih bile doğrulamamaktadır. Luther, Voss ve Schlegel gibi bazı büyük adların çevirmen olarak taşıdıkları değer, yazarlık değerlerinin çok üzerindedir; Hölderlin ve Stefan George gibi en büyük adlar arasında yer alanları ise, yaratılarının kapsamı göz önünde tutulduğunda, salt yazar ve ozan kavramlarının çatısı altına sığdırabilmek olanaksızdır; hele salt çevirmen diye nitelendirebilmek tümüyle olanaksızdır. Çeviri nasıl kendine özgü bir biçimse, çevirmenin işlevi de kendine özgü bir görev diye anlaşılıp yazarın görevinden kesin sınırlarla ayrılabilir. Bu görev, hangi dille çeviri yapılacaksa, o dilde amaçlanan etkiyi, yani yönelimi bulmaktır; özgün yapıtın amaçdildeki yankısı, bu yönelimden kaynaklanacaktır. Çevirinin bu özelliği, onu yazın yapıtından kesinlikle ayırır; çünkü bu sonuncunun yönelimi hiçbir zaman dil niteliğiyle dile, onun bütünlüğüne değil, yalnızca ve doğrudan belli dilsel içerik bağlamlarına ilişkindir. Yazın yapıtının tersine, çeviri kendini dil ormanının içinde değil dışında, bu ormanın karşısında görür ve kendisi içeri girmeden özgün yapıtı çağırır. Çağırdığı bölge, amaçdildeki yankının yabancı dildeki bir yapıtın yankısını verebileceği tek bölgedir. Çevirinin yönelimi yalnızca yazının yöneliminden başka bir şeye ilişkin olmakla kalmaz –bu yönelim, yabancı bir dildeki belli bir yapıtı çıkış noktası yaparak, dilin tümünedir–; çevirideki yönelimin yapısı da başkadır. Yazarınki özgün, ilk ve somut yönelimdir; çevirmenin yönelimi ise türetilmiş, en son ve tasarım niteliğindeki yönelimdir. Çünkü çevirmenin 50 çabası, çok sayıda dili bir gerçek dil içersinde birleştirmek gibi büyük bir amaca yöneliktir. Bu dil, içersinde tek tek tümcelerin, yazın yapıtlarının, yargıların bibirleriyle hiçbir zaman uzlaşmaya varamadıkları ve hep çeviriye bağımlı kaldıkları bir dildir; ama öte yandan bu dil, anlamı dile getiriş biçimleri yönünden birbirlerini tamamlayan, bu yolla aralarında bir uzlaşmayı gerçekleştiren dillerin uyuma vardıkları dildir. Eğer tüm düşünce çabalarının odak noktasını oluşturan son gizleri, en son gerçekleri her türlü gerilimden uzak ve suskun biçimde barındıran, adına gerçeğin dili denen bir dil varsa, o zaman bu dil, gerçek dildir. Ve işte bu dil, sezgi ve betimleme gücünde, bir filozofun erişmeyi umabileceği tek yetkinlik deneyinin yattığı bu dil, yoğun biçimde çeviriler içersinde gizlidir. Ne felsefe, ne de çeviri için esinleyici bir gücün, bir müz’ün varlığı söz konusudur. Buna karşın bu iki alan, aşırı duyarlıklı sanatçıların kanılarının tersine, sanat anlayışından yoksun da değildir. Çünkü en büyük özelliği böyle bir dile, kendini çevirilerde açığa vuran böyle bir dile olan özleminde belirginleşen bir felsefe dehası vardır ortada. «Dillerin eksikliği, dillerin çokluğundan kaynaklanmaktadır; bir üst-dildir eksikliği duyulan; düşünmek, hiçbir yardımcıdan yararlanmaksızın, dahası fısıldamaktan bile kaçınarak yazmak demektir ve ölümsüz söz, suskunluk içersindedir henüz; yeryüzünde dillerin çokluğu, insanların gerçeği bir çırpıda oluşturabilecek sözcükleri söylemelerini engellemektedir.» Mallarmé’nin bu sözlerle dile getirmek istediği, filozoflarca kesin saptanabilecek bir şeyse eğer, o zaman böyle bir dilin çekirdeklerini içeren çeviri yazın ile öğreti arasında yer alıyor demektir. Belirlenmişlik açısından bu ikisininkinden geride kalır çevirinin ürünleri; ama çevirinin tarihte bıraktığı izler, bu yüzden daha az derin değildir. Çevirmenin görevi bu ışık altında belirginleştiğinde, bu görevin başarılması için düşünülebilecek çözüm yolları sanki daha bir çapraşık olmaktadır. Çeviri içersinde salt dilin çekirdeğini olgunlaştırmak diye tanımlanabilecek bu görev, hiçbir zaman bir çözüme ulaştırılama, hiçbir çözümce belirlenemez gibi gözükmekteddir. Anlamın aktarılması belirleyici olmaktan çıkınca, böyle bir çözümün gerektirdiği ortam da ortadan kalkmaz mı? Olumsuz açıdan bakıldığında, buraya değin anlatılanların tümünün ortaya koyduğu anlam, bundan başkaca bir şey değildir. Sadakat ve özgürlük – anlama uygun yansıtma özgürlüğü ve böyle bir yansıtmanın hizmetinde olan sözcüğe bağlılık: Bunlar çevirilere ilişkin tüm tartışmalarda gelenekselleşmiş kavramlardır. Çeviride anlamı yansıtmaktan başkaca şeyler arayan bir kuramın işine görünüşte yaramamaktadır artık bu kavramlar. Alışılagelmiş kullanımlar sürekli olarak bu kavramlar arasında giderilmesi olanaksız bir karşıtlık görmekte51 dir. Çünkü örneğin sadakat kavramının anlamın yansıtılmasına katkısı ne olabilir? Bir sözcüğün çevirisinde gösterilecek sadakat, bu sözcüğün özgün metinde taşıdığı anlamı hemen hiçbir zaman bütünüyle aktaramaz. Çünkü anlatılmak istenenle sınırlanmış değildir; gerçek varlığını belli sözcük içersinde amaçlanan anlam ile, bu anlamın dile getirilişinin birbirine bağlanış biçimiyle kazanır. Bu durum, sözcüklerin belli bir duygu içeriğini taşıdığı söylenerek belirtilir. Sözdizimi açısından sözcüğü sözcüğüne bir çeviri girişimi bile her türlü anlam aktarımını tümüyle bozar ve metni doğrudan anlaşılmaz kılma sakıncasına yol açar. Ondokuzuncu yüzyılda Hölderlin’in Sophokles çevirileri, bu türden sözcüğü sözcüğüne çevirinin çok kötü örneklerini sergiler. Biçimin yansıtılmasında gösterilecek sadakatin, anlamın çevrilmesini ne denli güçleştireceğini ise ayrıca açıklamaya gerek yoktur. Bu durumda sözcüğü sözcüğüne çeviri isteminin anlamı koruma temeline dayandırılması, olanaksızdır. Anlama çok daha geniş ölçüde –yazın ile dile ise çok daha dar boyutlar içersinde– hizmet eden tutum, kötü çevirmenlerin doludizgin özgür tutumlarıdır. Bu durumda haklılığı açık, ama geçerli nedeni çok gizli olan sözcüğü sözcüğüne çeviri isteminin temelini daha önemli nedenlerden oluşan bir bağlam içersinde aramak gerekmektedir. Kırık bir kabın parçalarının yeniden bir araya getirilebilmesi, bu parçaların en küçük ayrıntıya değin birbirine uymasına bağlıdır; buna karşılık parçaların birbirinin eşi olması diye bir zorunluluk yoktur. Bunun gibi çevirmenin çabası da, özgün metnin anlamına benzemek yerine, o metinde anlamın dile getiriliş biçimini en küçük ayrıntısına değin kendi yapısı içersinde yeniden oluşturmak, böylece de özgün yapıtın diliyle çeviriyi, bir kabın parçaları gibi, daha büyük bir dilin parçaları olarak belirgin kılma ereğine yönelik olmalıdır. Özellikle bu nedenden ötürü çeviri bir şey bildirme, anlama ağırlık tanıma çabasından geniş ölçüde uzak kalmalıdır; bu bakımdan çeviri için özgün yapıt, ancak çevirmeni ve ürününü bildirme eyleminin çabasından ve düzeninden kurtardığı ölçüde önem taşır. «Başlangıçta söz vardı» deyişi, çeviri alanı için de geçerlidir. Anlam açısından ise çevirinin dili, akışını özgürce sürdürmelidir; dahası özgürce sürdürmek zorundadır. Çünkü çevirinin özgün yapıtın yönelimini bir yansıtma biçiminde değil, ama bu yönelimin anadili ile bir uyum oluşturacak, onu tamamlayacak biçimde, kendi yönelimi içersinde dile getirebilmesi, ancak o zaman olanaklıdır. Bundan ötürü bir yapıtın çevirisinin sanki çevrildiği dilde yazılmışçasına rahat okunabildiğinin söylenmesi –özellikle çevirinin yapıldığı zamanda böyle bir şeyin söylenmesi–, çeviri için övgülerin en büyüğü değildir. Sözcüğü sözcüğüne çevirinin güvence altına aldığı sadakat kavramı asıl anlam ve önemine, ancak dilin tamamlanmasına 52 ilişkin büyük özlem yapıtta dile gelebildiği takdirde kavuşur. Gerçek çeviri saydamdır; yapıtın aslını saklamaz, onun saçtığı ışığı kesmez. Tersine, salt dilin, sanki kendi ortamıyla güçlenmişçesine, özgün yapıtı çok daha güçlü biçimde aydınlatmasına olanak sağlar. Bu, her şeyden önce sözdiziminin sözcüğü sözcüğüne çevrilmesiyle gerçekleşir; bu yol, çevirmenin ana öğesinin tümce değil, sözcük olduğunu kanıtlar. Çünkü tümce, özgün yapıtın dili önüne dikilen bir duvardır, sözcüğü sözcüğüne çeviri ise sütunlu bir geçittir. Özgür çeviri ile sözcüğü sözcüğüne çeviriye eskiden bu yana hep birbirine karşıt eğilimler gözüyle bakılmıştır. Yukarda bu eğilimlerden birine ilişkin olarak yapılan ve daha derine inen yorum, görünüşte ikisi arasında bir uzlaşma yaratmamakta, tersine ötekinin her türlü hakkını yadsımaktadır. Çünkü özgürlük, artık yön belirleyici olmaktan çıkması istenen anlamın aktarılması açısından söz konusu olmayacaksa, hangi açıdan söz konusu olacaktır? Yalnızca bir dil ürününün anlamı ile iletmek istediği bildirinin anlamı özdeşleştirilebildiği takdirde, en son ve en önemli bir öğe her türlü iletişimin ötesinde kalır. Bu, o dil ürününe hem yakın, hem de sonsuz uzak olan, onun ardında gizlenmiş ya da daha belirginleşmiş, gücü onun tarafından kesilmiş ya da daha yoğunlaşmış bir öğedir. Tüm dillerde ve dil ürünlerinde iletilebilecek olana ek olarak iletilmesi olanaksız bir öğe kalır; içinde belirginleştiği bağlama göre bu, simgeleştirici ya da simgeleşmiş bir öğedir. Simgeleştirici öğe, yalnızca tamamlanmış dil ürünleri açısından söz konusudur; simgeleşmiş öğe ise doğrudan doğruya dillerin oluşunda yatar. Dillerin oluşum süreci içersinde kendini betimlemek, dahası üretmek isteyen şey ise, salt dilin çekirdeğidir. Bu çekirdek, gizli ya da dağınık olsun, yaşamda simgeleşmiş öğenin kendisi niteliğiyle yer alırken dil ürünleri içersinde simgeleşmiş biçimde vardır. Bu son öz, başka deyişle salt dil, dillerde yalnızca dilsel öğelere ve bunların değişimlerin bağlı bulunmasına karşılık, dil ürünleri içersinde ağır ve yabancı bir anlamın taşıyıcısıdır. Onu bu ağırlıktan kurtarmak, simgeleştireni simgeleşene dönüştürmek, salt dili biçim kazanmış olarak yeniden dil devinimine sokabilmek, çevirinin gerçekleştirebileceği tek ve büyüklüğü ölçülemeyecek edimdir. Hiçbir anlamı amaçlamayan, hiçbir şeyi anlatmayan, anlatımdan yoksun ve yaratıcı söz olarak tüm dillerde amaçlanan niteliğini taşıyan bu salt dil içersinde tüm bildirme eylemi, tüm anlam ve yönelim tek bir kesite ulaşır; yazgıları bu kesit içersinde eriyip gitmektir. Çevirinin özgürlüğü, bu kesitten kaynaklanan, yepyeni ve daha yüksek düzeyde bir gerekçeye kavuşur. Bu gerekçe, kaynağını bildirinin anlamında bulmaz; sadakat kavramının görevi, bu anlamın egemenliğini etkisiz kılmaktır. Özgür çeviri salt dilin yararına olmak üzere kendi dilinde sınavdan geçer. Bir başka dilin güçlü etkisi 53 altında olan bu salt dili kendi dilinde özgürlüğüne kavuşturmak, yapıt içersinde kapalı kalmış olan dili o yapıtı yeniden türetme yoluyla özgür kılmak çevirmenin görevini oluşturur. Çevirmen, bu salt dil için kendi dilinin çürük engellerini yıkar: Luther, Vöss, Hölderlin ve George, Alman dilinin sınırlarını genişletmişlerdir. Çeviri ile özgün yapıt arasındaki ilişki açısından anlamın taşıdığı önemi ise bir benzetme ile açıklayabiliriz. Teğet, çembere yalnızca bir noktasında belli belirsiz dokunur; daha sonra onun sonsuzluğa doğru düz bir çizgi izlemesini öngören yasayı dokunma noktası değil, dokunmanın kendisi saptar. Bunun gibi çeviri de özgün yapıta yalnızca çok kısa bir süre, anlamın sonsuz küçüklükte bir noktasında dokunur; bu dokunuşun ardından sadakat yasası gereğince ve dil devinimi özgürlüğü içersinde tümüyle kendine özgü yörüngeyi izler. Rudolf Pannwitz, bu özgürlüğün gerçek anlamını sözü edilen özgürlüğün adını etmeksizin ve gerekçesini vermeksizin, Avrupa Kültürünün Bunalımı (Krisis der europaeischen Kultur) adlı yapıtındaki açıklamalarında belirtmiştir. Goethe’nin Doğu-Batı Divanı (Westöstlicher Diwan) adlı yapıtına ilişkin noktalarındaki tümcelerin yanı sıra, Almanya’da çeviri kuramı üzerine yayımlanmış en etkin yapıt diye kolaylıkla nitelendirilebilecek olan bu açıklamalarda şöyle denilmektedir: «Bizim çevirilerimizin en iyileri bile yanlış bir ilkeyi çıkış noktası yapıyor. Tümü de Almanca’yı Hindu, Yunan, İngiliz dillerine dönüştürmek yerine, bu dilleri ‘Almancalaştırmak’ çabasındalar. Bizim çevirmenlerimiz kendi dil alışkanlıklarına yabancı yapıtın ruhundan daha çok saygı gösteriyorlar. . . Çevirmenin, yabancı bir dilin kendi dilini güçlü biçimde devindirmesine olanak sağlayacak yerde, kendi dilinin bir rastlantı sonucunda vardığı düzeyde direnmesi, onun temel yanlışını oluşturuyor. Oysa özellikle kendisininkine çok uzak bir dilden çevirdiğinde, çevirmen doğrudan doğruya dilin en birincil öğelerine, söz, imge ve sesin birleştiği noktaya inmek zorundadır. Bunun ne ölçüde olanaklı olduğu, her dilin ne ölçüde değiştirilebileceği, diller arasındaki ayrımların neredeyse ağızlar arasındaki ayrımlar kadar önemsiz olduğu noktaları üzerinde bugüne değin genellikle durulmamıştır. Gelgelelim son olarak sözü edilen ayrımlar, ancak dilin yeterince ciddiye alınması koşuluyla önemsiz kalır.» Bir çevirinin bu biçimin özüne ne denli uyabileceğini, nesnel açıdan özgün yapıtın çevrilebilirliği belirler. Yapıtın dili ne denli değersiz olursa, yapıtın kendisi de ne denli bildiri niteliğindeyse, çeviri açısından kazanılabilecekler de o ölçüde azalır; bu durum, özgün yapıtın biçimden yana yetkin bir çeviriye destek olabilmekten çok uzak bulunan anlamının mutlak ağırlığının çeviriyi tümüyle engellemesine değin varabilir. Bir yapıtın düzeyi ne denli yüksekse, anlamına en yüzeysel biçimde değinilmiş olması durumunda bile, o ölçüde 54 çevrilebilir kalır. Bu, doğal olarak yalnızca özgün metinler için geçerlidir. Buna karşılık çeviriler, içerik açısından varolan bir güçlükten ötürü değil, anlamla aralarındaki bağın gevşekliğinden ötürü çevrilebilirlik niteliğinden yoksundur. Başka her önemli konuda olduğu gibi, bu konuda da Hölderlin’in çevirileri, özellikle Sophokles’ten yaptığı iki tragedya çevirisi söylenenleri doğrular. Bu çevirilerde dillerin uyumları o denli derindir ki, dilin anlama değişi, yalnızca bir aeol arpına rüzgarın değişi kadardır. Hölderlin’in çevirileri, türlerinin ilkörnekleri niteliğindedir; bunlarla metinlerin en yetkin çevirileri arasındaki ilişki, ilkörnek ile model arasındaki ilişki gibidir; Hölderlin’in ve Borchardt’ın Pndar’dan yaptıkları üçüncü Pythia Kasidesi çevirilerinin karşılaştırılması, bu durumu ortaya koyar. Özellikle bu nedenden ötürü Hölderlin’in çevirilerinde her çeviride bulunan büyük tehlike, başka deyişle bu denli genişletilmiş ve değiştirilmiş bir dilin kapılarının kapanıvermesi, böylece de çevirmeni bir sessizlik duvarıyla sarması tehlikesi, daha da yoğun düzeyde vardır. Sophokles çevirileri, Hölderlin’in son yapıtıydı. Bu çevirilerde anlam, dipsiz dil derinliklerinde yitip gitme tehlikesinin eşiğine varana dek uçurumdan uçuruma yuvarlanır. Ama bir durma noktası vardır. Ancak bu durma noktasını Kutsal Metnin dışında başkaca bir metinde bulmak olanaksızdır; Kutsal Metinde anlam, artık dilin akışıyla ilahi açıklamaların akışını bibirinden ayıran sınır olmaktan çıkmıştır. Metin doğrudan doğruya, anlamın aracılığı bulunmaksızın, sözcüğü sözcüğüne yapısı içersinde gerçek dile, gerçeğe ya da dogmaya ait bulunduğu noktada, çevrilebilirlik niteliğini koşulsuz olarak taşır. Doğal olarak artık kendisi açısından değil, diller açısından taşır. O metnin karşısında çeviriden sınırsız bir güvenilirlik beklenmektedir; özgün metinde dil ile açıklamalar nasıl gerilimsiz bir birliktelik içindeyse, çevirinin de metne bağlılığı ve özgürlüğü satırlar arasında birleştirecek biçimde özgün metinle bütünleşmesi istenmektedir. Çünkü en yüksek derecede kutsal yazılar olmak üzere, tüm büyük metinler satırları arasında bir gizilgüç niteliğindeki çevirilerini de barındırırlar. Kutsal metnin satırlararası gizilgücü, tüm çeviriler için ilkörnek ya da ideal niteliğindedir. ~~~ "Her faşizmin arkasında başarılamamış bir devrim vardır." Walter Benjamin 55 Öğrenin, öğrenin ve öğrenin Slavoj Žižek Lenin’e dair ünlü bir Sovyet fıkrası vardır. Sosyalizm altında Lenin, gençlere tavsiye olarak, “Neler yapmamız gerekir” diye soranlara “Öğrenin, öğrenin ve öğrenin” yanıtını verirmiş. Bu söz de her zaman anımsatılır ve bütün okul duvarlarında yazarmış. Fıkra şöyle: Marx, Engels ve Lenin’e “Karınız mı olmasını istersiniz, metresiniz mi olmasını istersiniz?” diye sorulur. Bekleneceği üzere Marx, ki özel meselelerde kendisi gayet muhafazakardır,”Karım!” der. Engels daha bir bon vivant [life & joy ] birisi olduğundan metresi olmasını ister. Lenin ise oradaki herkesi şaşırtarak “İkisini birden isterim!” der. Neden? Yoksa o kanaatkâr devrimci imajın arkasında bir keyifçi dekadanlık örüntüsü mü saklıdır? Hayır – açıklar: “böylece karıma metresime gideceğimi söyleyip metresime de karımın yanında olmam gerektiğini söyleyip. . . ” “Eee sonra ne yaparsın?” “Tek başıma kalabileceğim bir yere gidip öğrenir, öğrenir ve öğrenirim!” İşte Lenin 1914 felaketinin ardından aynen böyle yapmamış mıdır? İsviçre’de yalnız kalabileceği bir yere çekilmiş, orada Hegel’in mantığını [Science of Logic] okuyarak “öğrenmiş, öğrenmiş ve öğrenmiştir.” Ve bugün karşı karşıya kaldığımız medyatik şiddet imgelerinin bombardımanı altında yapmamız gereken şey de budur. Bu şiddete neyin sebep olduğunu “öğrenmemiz, öğrenmemiz ve öğrenmemiz” gerekir. http://www.nakedpunch.com/articles/34 ~~~ Boğaziçi-Levent metrosu, kavramsal çalışma İSTANBUL ULAŞIM A.Ş. 56