PDF Oku - sence dergisi
Transkript
PDF Oku - sence dergisi
editör Merhaba Yasemin GÜNGÖR Sence’den selam olsun, Yeni sayımızda bizi buluşturana... Selam olsun; hazanın ve hüznün sahibine… Selam olsun; bayrağa renk veren şehitlerimizin her birine… Selam olsun; albayrak altında kıymet bulan bu güzel vatana… Kıymetli dostlar, Hepimiz günler güne eklenirken ardı kesilmeyen terör olayları ve şehadet haberleri ile yürek sızılarının doldurduğu bir dönemi geçiriyoruz. Duamız o ki; bu dönem artık bitsin. Bu cennet köşesi yurdumuz; çiçekler açsın. Ocaklarımız tütsün! Hiçbir ana evladına, hiçbir gelin yârine, hiçbir yavru babasına ağlamasın. Allah birliğimizi, dirliğimizi ve kardeşliğimizi daim kılsın. İçimiz kan ağlarken, ümidimiz kırılmasın. İlelebet payidar kalacak Devletimiz zeval görmesin. Şanlı bayrak yalnızca gönderlerde ve gönüllerde dalgalansın, artık tabutlara örtü olmasın! Allah, vatan görevi yapan bütün civanlarımızı esirgesin! Haine, namerde ve düşmana fırsat vermesin! *** “Sence”nin elinizdeki dokuzuncu sayısı, geçen zaman içinde olduğu gibi senin desteğinle hayat buldu. Sence’yi sensiz bırakmadığın için teşekkür ediyoruz. Bu sayıda, memurların hükümetle yaptıkları toplu sözleşme görüşmelerine geniş bir şekilde yer verdik. Bu süreçte talepler ve sonuçlarını okurumuzun dikkatine sunmak istedik. Prof. Dr. Ümit Özdağ ile Türkiye’nin beka sorununu konuştuk. Türkiye Kamu Sen Şehit Yakınları ve Gaziler Komisyonunun çalışmalarını Abdullah Gazioğlu anlattı. Kaya Kuzucu ile yeni albümü Son Akın dolayısıyla müzik, Türk ve İslam’a dokunan bir söyleşi yaptık. Cengiz Zengin gelir dağılımındaki adaletsizliği, İlhan Dülger küreselleşme şartlarında planlamanın önemini yazdılar. Yenilenebilir enerji olarak rüzgar Selahattin Baysal tarafından, çevremizin tahribatı Yasin Pekeroğlu tarafından anlatıldı. İsmet Özadam Berlin’deki Türk mezarlığı ve Giritli Ali Aziz Efendi’yi tanıtırken, Timuçin Kodaman Kut’ül – Amare Zaferini anlattı. Gönül Akbulut Ermeni tehcirinin tarihi gerçeklerini ortaya koydu. A. Yılmaz Soyyer Aleviliğin geçmişten geleceğe isteklerini ifade etti. Süleyman Güngör Nasrettin Hocamızın değerini hatırlattı. Banu Kıran, Hayme Ana’yı yad etti. Ahmet Azizoğlu yeni öğretim yılının başında çocuklarımıza nasıl yaklaşmamız gerektiğine ışık tuttu. Abdullah Kızılet yeterli ve dengeli beslenmenin ipuçlarını verirken Dilek Kapdağ keşkülün lezzet sırlarını paylaştı. Sence’yi beğenilerinize sunarken; senin için sağlık ve mutluluk, memleket için huzur ve refah diliyoruz. Bütün çocukların babalarıyla kucaklaşabildiği bayram tadında bir bayram temennisiyle, sağlıcakla kalın. İÇİNDEKİLER Türk Büro-Sen Adına Sahibi Fahrettin YOKUŞ Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Nejla ÖKSÜZ 5 Editör Yasemin GÜNGÖR Yayın Kurulu Dr. Süleyman GÜNGÖR Yunus Şevki KİBAR Mustafa YİĞİT Ahmet AZİZOĞLU Ülkü DAVUTOĞLU Ali KARADENİZ Banu KIRAN Ramazan DURMUŞ Didem ÖNDER Kaya KUZUCU Deniz GÜRBÜZ 10 Yönetim Yeri Talatpaşa Bulvarı No:160 06590 Cebeci / ANKARA Tel: 0.312 424 22 11 Yapım Alban Tanıtım Ltd. Şti Tunalı Hilmi Cad. Büklüm Sk. No 45/3 Kavaklıdere/ANKARA Tel: 0.312 430 13 15 www.albantanitim.com.tr Baskı Ozyurt Matbaacılık Ltd. Şti. Süzgün Sokak No:8 İskitler/ANKARA Basım Tarihi Eylül 2015 Yayın Türü Yerel Süreli Yayın (Üç ayda bir yayımlanır.) Yazıların tüm sorumluluğu yazarlara aittir. ISSN: 2147-7329 Bu dergi Türk Büro-Sen tarafından ücretsiz dağıtılmaktadır. 5 Türkiye’de Gelir Dağılımı ADALETSİZLİĞİ Türkiye, zenginlerin çok daha zengin olabileceği, gelirden çok daha fazla pay alabileceği, fakirlerin ise her geçen gün daha da fakirleştiği bir ülkedir. 12 Beni Tanımak İster Misiniz? Ailem Ben ve Başarılarım Çocukların örnek aldığı anne ve babalar,kendi aralarındaki ilişkilerinde sevgi,saygı,güven,hoşgörülü olmalıdırlar. Fotoğraf Editörü S. Bahar ALBAN Kapak Şiir Alıntı Ali ALTINLI Seçime Giderken Beka Sorunu Yaşayan Türkiye Üzerine Ümit ÖZDAĞ ile SÖYLEŞİ 16 10 12 HER DAİM GÖREVDEKİ ELÇİ GİRİTLİ ALİ AZİZ EFENDİ Prus makamları şaşkındır, çünkü ilk kez Berlin’de bir Türk’ün bir Müslümanın defni gerçekleşecekti ve bu defin elbette ki Hristiyan mezarlığı içine olamazdı. 21 Hayme Ana (Devlet Ana) 16 22 Kut’ül-Amare Zaferi 25 Geçmişten Geleceğe 22 Birinci Dünya Savaşında, 1915’te Çanakkale ve 1916’da Irak cephesinde Kut’ül- Amare Zaferleri ile Türkler, İngiliz gururuna önemli darbeler indirmişti. ALEVİLİĞİN İstekleri Bektaşilik bir kültür ocağı olarak Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarında faaliyette bulunup, yerleştiği topraklarda bir taraftan tasavvufun, diğer taraftan ise Türk kültürü ve özellikle de Türkçe’nin yeşerip yayılmasını sağlıyordu. 36 25 100 Yıl Sonra 1915 ERMENİ TEHCİRİ 36 Tarihin zincirlerini kırıp ne kadar özgürleştirirsek, tarihten gelen ön yargılardan ne kadar kurtulursak, bizler de o kadar ÖZGÜRLEŞİRİZ. 46 Son Akın Kaya KUZUCU Söğüt Ağacının yıkılmamasının tek sebebi köklerinin sağlam oluşudur. Bu kökler bizim kültürümüzdür. Kültürümüzün genlerini korumamız gerekiyor. 50 46 ORTAK DEDEMİZ Nasrettİn Hoca Nasrettin Hoca Türk’ün milli varlığını oluşturan başlı başına bir değeri temsil etmektedir. Bu temsil kabiliyeti sebebiyle de bütün Türklerin ortak dedelerinden birisidir. 57 Yenilenebilir Enerji “Rüzgar” Türkiye için bir şeyler yapmayı düşünenlerin; vatansever, milliyetçi, ulusalcı, mukaddesatçı olduklarını söyleyenlerin yapması gereken ilk iş enerjide dışa bağımlılığı kaldırmaktır. 60 Biz ve Çevremiz Biz bu dünyayı atalarımızdan miras değil, çocuklarımızdan emanet aldık. 60 50 SENCE ŞEHİT POLİS M. Akif HATUNOĞLU’NUN VASİYETNAMESİ “Eğer bir gün yaban ellerde şehit düşersem Hiçbir hükümet temsilcisi gelmesin cenazeme (Vali, milletvekili, bakan, başbakan, cumhurbaşkanı vs.) Neden diye sormayın…. Çünkü onlar uyuduğu için bunca şehitler verildi… Allah’tan dileğim aileme ve ülkeme yaşattıkları acının binlerce mislini yaşasınlar. Anneciğim, babacığım ellerinizden tekrar öperim, Hakkınızı helal edin, size layık bir evlat olamadım, İhtiyaçlarınız karşısında yanınızda bulunamadım, Hakkınızı helal edin… Hakkınızı helal edin… Kızım benim tatlı meleğim seni çok seviyorum, Mis kokulum benim… Kızımı önce Allah’a sonra annesine sonra da annem ve babama emanet ediyorum, Sabişim benim biricik tatlı meleğim, Hiçbir suretle devlete kızımı emanet etmiyorum. Çıkıp kürsüden sakın ha konuşmasınlar ‘emaneti emanetimizdir’ diye, Devlet ite köpeğe göz yumup bizlerin elini kolunu bağladıysa Benim zaten zerre kadar güvenim yok bu hükümete, devlete. Silah arkadaşlarım, yoldaşlarım, kardeşlerim hepiniz Allah’a emanetsiniz, Devlet uyuduğu için bizler öldük, Türk Devleti, sizler uyumayın ki diğer Mehmetçikler ve polislerimiz yaşasın, ulusumuz yaşasın, boyun bükmeyin. Naaşıma gelince babam uygun görürse Pozantı, Tekir’deki yayla evimizin bahçesine gömün. Yok derse de nereyi uygun derse ondan izin alınsın, istediği yere defnedin.” 4 www.sencedergisi.com Seçime Giderken Beka Sorunu Yaşayan Türkiye Üzerine Ümit ÖZDAĞ Röportaj: Yasemin GÜNGÖR - Yunus Şevki KİBAR ile SÖYLEŞİ 1 Kasım seçimlerine giderken Türkiye’nin durumu nasıl tanımlanabilir? Davutoğlu, 27 Ağustos’ta “Tarih, millet beka mücadelesi verirken, Hayır diyenleri affetmeyecektir” diyerek, Türkiye’yi beka sorunu yaşayan ülke diye tanımlıyor. Bu bir tesadüf veya ağızdan kaçma değil. Çünkü Davutoğlu 28 Ağustos’ta yaptığı konuşmada da Bahçeli’yi suçlamak için Türkiye’yi beka sorunu yaşayan ülke diye tanımlıyor. Oysa Sayın Bahçeli, AKP’nin PKK ile sürdürülen teslimiyetçi müzakereler sonucunda Türkiye’nin varlığını ve bütünlüğü tartışmalı hale getiren politikalarına “hayır” diyor. Davutoğlu, 24 Ağustos 2015’de köy korucularının temsilcileri ile görüşürken, “2013 Mayıs’ında Türkiye’den geri çekilmesine karar verilen unsurlar, aksi- ne son iki yıl içinde Türkiye’de kendi yıkıcı saldırılarını artırabilmek için ciddi bir yığınak yapma teşebbüsüne yöneldiler” diyor. 28 Ağustos 2015’de AKP il başkanlarına hitaben yaptığı konuşmada ise “Bölücüler silahlanmaktan, ayaklanmadan, teröre yaslanmaktan bahsediyorlar” Devlet olmadan demokrasi olmaz. SENCE 2015 Sayı 9 5 SENCE diyerek, teslimiyetçi müzakere sürecinin sonunda PKK’nın ayaklanma sürecine girdiğini itiraf ediyor. Yine Davutoğlu, 30 Ağustos 2015 resepsiyonunda “Kimse Türkiye’nin her bir santimetre karesinde kamu düzeni hâkim olana kadar bu huzur operasyonundan vazgeçilmesini beklemesin” diyerek, bugün PKK’nın ülkenin bazı bölgelerini kontrol ettiğini itiraf ediyor. Arınç ise 14 Temmuz 2015’de Bakanlar Kurulu toplantısından sonra şöyle bir itirafta bulunarak: “Son seçimlerde şunu gördük: Bu terör örgütü kitlesel terör olaylarına yönelmedi, silahını kullanmadı, şehit cenazeleri gelmedi ama tehdide, şantaja devam etti. Halk üzerinde baskı kurdu ve KCK marifetiyle şehir yapılanmasında ileri bir noktaya ulaştı. Bunların farkına vardık, bunları bırakacaksınız dedik bırakmadılar ve seçimler böyle geçti” diyerek, Güneydoğu Anadolu’nun aslında nasıl PKK/KCK denetimine terk edildiğini anlatmıştır. Oysa Arınç seçimlerden önce “dağa çıkanlar haklı bende çıkardım” diyordu. Arınç, Öcalan’ı “namaz bile kılan” diye Türk Milletine takdim ederken, Beşir Atalay Öcalan’ı Türk Milletine “Kürtlerin lideri” olarak takdim ediyordu. Peki, şimdi sormak lazım 2 seneden bu yana nerede idiniz? Neden PKK’nın kentlerde örgütlenmesine, 80 bin silah, 63 ton cephane sokmasına, yüzlerce uyuyan bomba yerleştirmesine izin verdiniz? 6 www.sencedergisi.com Türkiye’yi beka sorunu yani varlığı tehdit altında olma, parçalanma tehdidi altında bırakan süreç, AKP’nin PKK ile sürdürdüğü müzakere sürecidir. Neden valiler, TSK’nın 120’nin üzerinde operasyon yapma talebini reddederek, PKK’nın dağlara yerleşmesinin önünü açtılar? Neden bunlar olurken, AKP liderleri PKK güzellemeleri yaptılar? Neden Türk bayrağının asılmasının bile tahrik sayan PKK’lı teröristlerin ve yandaşlarının günlük yaşama hâkim olmaları sağlandı? Durum böyle iken neden Abdullah Öcalan’ın 10 maddeden oluşan İmralı pazarlığı sonucunda oluşan bildirisini “Dolmabahçe Mutabakatı” adı altında Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, İç İşleri Bakanı Efkan Ala’nın ve HDP’li milletvekillerinin katılımı ile ecdadın sarayından Türk Milletine okudunuz? Bu soruları uzatabiliriz. Bazıları bu sorularımıza muhalif eleştiriler diye itiraz edebilir. Bakın, Erdoğan’da bu eleştirilere hak veren açıklamalar yapıyor. Recep Tayyip Erdoğan’da Türkiye’nin varlık sorunu yaşadığı ve bölünme tehdidi ile karşı karşıya olduğu konusunda Davutoğlu ile aynı fikirde. Kelime olarak “beka sorunu” demiyor ancak “işler çığırından çıkmıştır” diyerek, AKP’nin PKK ile teslimiyetçi müzakerelerinin Türkiye’yi getirdiği noktayı tanımlıyor ve 30 Ağustos resepsiyonunda “Bugün de, ülkemizin birliğine, beraberliğine, kardeşliğimize ve geleceğimize yönelik tehditlerle karşı karşıyayız” diyerek, tehlikeye dikkat çekiyor. 13 Ağustos 2015’de muhtarlar ile konuşurken: “Terör örgüt 2013’ten beri, kendi aklınca devleti oyalayarak tahkimat yoluna gitmiştir… Tamamen sığınak, yığınak yapıyorlar, Suriye’den yığınaklar yapılıyor. Niçin? Yarınlara” diyor. Erdoğan, 26 Ağustos 2015’de yine muhtarlar ile konuşurken daha açık konuşmuş: “Türkiye tarihinin en kritik dönemlerinden birini yaşıyor” demiştir. Erdoğan, Davutoğlu ve Arınç tehdidin bu kadar büyük olduğunu söylerken, 2015 başında ne yaptılar? Bu sorunun cevabını Saygı Öztürk, 10 Mayıs 2015’de Sözcü gazetesinde şöyle vermiştir: “29 Nisan 2015’te Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlığında toplanan Milli Güvenlik Kurulu’nda, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ne son şekli verilmiştir. Yapılan bu değişiklik ile PKK’nın adı iç tehdit bölümünden çıkarılmıştır.” Öztürk’ün makalesi şöyle bitiyor: “Hükümetin talimatıyla Genelkurmay, istihbarat da operasyon da yapamıyor. Bölgenin askersizleştirilmesi ve PKK’nın “yerel silahlı kuvvetler” olarak görevlendirilmesine adım adım gidiliyor. Röportaj Siyaset belgesinin “iç tehdit” bölümünden PKK’nın adının çıkarılması, seçim güvenliğinin PKK’ya bırakılması da “çözüm süreci”nin işlediğini gösteriyor.” Bence bu büyük bir açıklama. Özetle, Türkiye’yi beka sorunu yani varlığı tehdit altında olma, parçalanma tehdidi altında bırakan süreç ise AKP’nin PKK ile sürdürdüğü müzakere sürecidir. Eğer AKP, PKK ile anılan teslimiyetçi müzakere sürecini sürdürmese idi, Türkiye bölünmenin eşiğine gelen bir ülke olmayacaktı. Nitekim Bülent Arınç’ta TBMM’de yaptığı konuşmada MHP’nin ve CHP’nin açılım süreci ile ilgili yapmış olduğu eleştirilerin haklı çıktığını söyleyerek AKP’nin müzakere sürecinde ağır hatalar yaptığını itiraf ediyor. Beka sorunu yaşayan bir ülke seçimleri gerçekleştirebilir mi? 7 Haziran seçimleri Güneydoğu Anadolu’da 1946 seçimleri gibi “açık oy-kapalı sayım” usulü yapıldı. Tam Sıkı yönetim antidemokratik değil anayasal bir müessesedir. Eğer sıkıyönetim ilan edilir ise TSK’nın PKK ile gerçekten mücadele imkânı ortaya çıkar. bir tek-parti/örgüt ortamı hâkimdi. Bunu bir muhalefet milletvekili olarak ben söylemiyorum. AKP Van Milletvekili 2. sıra adayı Prof. Dr. Ömer ÇAHA, seçimlerden sonra Star gazetesinde bölgede hâkim olan PKK/HDP şiddet, terör ve baskı mekanizmasını çok iyi tahlil etmiştir. Esasen devletin olmadığı yerde demokrasinin olması mümkün değildir. Şimdi Erdoğan, 1 Kasım seçimlerinin 7 Haziran seçimleri gibi olmayacağını söylüyor. O zaman öncelikle sorulması gereken sorular, Neden Haziran seçimlerde Güneydoğu Anadolu’dan devletin çekilmesine ve terör örgütünün hâkim olmasına müsade ettiniz? İstihbarat örgütlerinin raporlarını neden ciddiye almadınız? TSK’nın uyarılarını neden göz ardı ettiniz? Şimdi Erdoğan, bu sefer bölgeye hâkim olacağız diyor. Bunun nasıl olacağını merak ediyorum. Çünkü bölgede PKK terörü bir dalga halinde yükseliyor. PKK’nın terör dalgası yükselirken, her an terörün ayaklanmaya dönüşme şansı var. Halen birçok ilçede PKK ilçe içinde kamp kurmuş durumda. Önümüzdeki 2 ay içinde PKK terörü gerçekten mücadele edilmediği için tırmanabilir. İstihbarat raporları 12 ilçede PKK’nın ayaklanma hazırlığı içinde olduğunu söylüyor. Hakkâri merkez, Yüksekova, Şemdinli, Şırnak Cizre, Silopi, Mardin Nusaybin, Kızıltepe, Ağrı Doğu Beyazıt, Şanlıur- SENCE 2015 Sayı 9 7 SENCE fa Suruç, Diyarbakır Silvan, Lice, Muş Varto ve Bulanık her an patlayabilecek durumda. Beytüşşebap ilk adımın atıldığı ilçe olabilir. Ben Ahmet Takan’ın iyi bir okuyucusuyum. Takan’ı okumadan güne başlamak Türkiye’nin en iyi terör istihbarat ve analizinden mahrum kalmak anlamına gelmektedir. Sizede tavsiye ederim. Sadece Güneydoğu Anadolu’da mı terör eylemi bekliyorsunuz? Hayır, Türkiye’nin birçok yerinde mümkün. Öncelikle İstanbul, Ankara ve İzmir’in hedef olduğunu düşünüyorum. Hatay, Gaziantep, Kilis’te hedefler arasında. Ancak bakın Ankara 10. Sulh Mahkemesi Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün başvurusu üzerine 23 Ağustos’tan itibaren 30 gün süre ile Çankaya ilçesinde polise aralıksız üst, araç, umuma açık yerleri ve özel evrak araması yapma izni verdi. Bunun Türkçesi Ankara’da büyük bir saldırı bekleniyor. MHP’nin tırmanan terör süreci ve erken genel seçimler ile ilgili politikası nedir? MHP Genel Başkanı Sayın Bahçeli erken genel seçim yapılmasına PKK terörünün ulaştığı boyut ve İŞİD terörünün vermesi muhtemel ağır hasarlardan dolayı karşı çıktı. Bu seçimleri Türkiye için zehir olarak nitelendirdi. 8 www.sencedergisi.com AKP Hükümeti vali ve jandarma alay komutanlarına PKK’lılar ateş etmediği sürece ateş etmeme emri vermiştir. Ateş edenler hakkında soruşturma açılacağı baskısı yapılmaktadır. Bahçeli, bu seçimlerin gerçekleşebilmesi ve Türkiye’yi zehirlemesinin engellenmesi için sıkıyönetimin Türkiye’nin düşünülmesi gereken bir seçenek olduğunu söyledi. Davutoğlu, Sayın Bahçeli’yi sıkıyönetim talebinden dolayı sert şeklinde eleştirdi. Oysa sıkıyönetim antidemokratik değil, anayasal bir müessesedir. Üstelik Güneydoğu Anadolu bölgesinin PKK’nın eline geçmesine müsaade eden bir başbakan neden TSK’nın geçici olarak sıkıyönetim ile idareyi almasına bu kadar sert tepki gösteriyor? Demokrasiden dem vuruyor. Hangi demokrasi üstelik? Devlet olmadan demokrasi olmaz. Peki, Sayın Bahçeli’nin dile getirdiği sıkıyönetime ihtiyaç var mı? Olmasa sokağa çıkma yasağı veya askeri bölgeler neden ilan edilsin. Demek ki, Sayın Devlet Bahçeli’nin sıkıyönetim ile ilgili uyarısı doğru ve yerindedir. Davutoğlu, öyle ise neden sıkıyönetime karşı çıkıyor? Bu noktada söylediğim şeyin ağırlığının tamamen farkında olarak söylüyorum. Eğer sıkıyönetim ilan edilir ise TSK’nın PKK ile gerçekten mücadele imkânı ortaya çıkar. Oysa Erdoğan-Davutoğlu ikilisi gerçekten PKK ile mücadele edilmesini, PKK’nın ağır bir tasfiyeye uğramasını istemiyorlar. Bundan dolayı sürekli PKK’ya “silahlı güç” diyerek, sınır dışına çekilmesini istemektedirler. PKK ile ciddi şekilde mücadele edilmiyor mu? Hayır, Türk Hava Kuvvetleri’nin kuzey Irak’ta yaptığı ve başarılı olan operasyonlar dışında başarılı olan bir kara operasyonu yok. Aslında çok detaylandırmaya gerek yok. 19 Ağustos’ta Siirt/Pervari’de şehit düşen uzman çavuş Hakan Aktürk, Güneydoğu Anadolu’da terörle mücadelenin daha doğrusu mücadelesizliğin özünü şöyle ifade etmektedir: “Dağa asker çıkmadığı sürece bir sonuç alınamaz. Defansta duran takım. Elbette gol yemeğe mahkûmdur. Aslanları bağlamışlar birliğe, dağ, taş köpeğe kalmış. Daha zamanı gelmedi mi?” Bu tespiti yapan genç askerimiz bu savunma merkezli anlayışın sonunda hedef haline gelmiş ve şehit olmuştur. AKP Hükümeti vali ve jandarma alay komutanlarına PKK’lılar ateş etmediği sürece ateş etmeme emri vermiştir. Ateş edenler hakkında soruşturma açılacağı baskısı yapılmaktadır. Kara Kuvvetleri birlikleri PKK ile mücadeleye sokulmamaktadır. Kara Kuv- Röportaj vetleri’nin mücadeleye sokulmaması, bazı durumlarda şehit vermemize neden olmaktadır. 30 Temmuz 2015’de Şırnak/Akçay’daki Gömeç ve Sesli üs bölgelerinde yaşanan elim olaylar bunun sadece bir örneğini oluşturmaktadır. HDP’nin başarılı olacağı seçimleri PKK neden engellesin? Cevabı açıktır: Bütün dünyaya gücünü sergilemek için. PKK açısından HDP’nin ne kadar güçlü olacağı değil, PKK’nın ne kadar güçlü olacağı önemlidir. Türkiye’nin değişik yerlerinde kantonlar açıklamak, dünya kamuoyunun dikkatini Türkiye’ye yönlendirmek, ABD, AB ve BM’yi Türkiye’ye müdahale etmeye çağırmak, PKK için büyük bir güç sergilemesi olacaktır. Ayrıca terör örgütü, birkaç kentte yaşanacak kent savaşının Türk kamuoyunda kırılma ve teslimiyet yaşanmasına neden olacağı tahlilini de yapmaktadır. Öte yandan önümüzdeki süreçte AKP’nin yalvarması ile Öcalan barış çağrısı yapabilir. PKK bir süre bu çağrıyı “Başkan aslında şöyle demek istedi” diyerek yorumlayacak, vakit kazanacaktır. Eylül ortası Ekim başı Suriye’de İŞİD’e karşı kara operasyonu için PKK Türkiye’de eylemlerini sona erdirmese de azalta bilir. PKK, AKP’ye güvenlikli bölgeye girmesine izin verilmesi için baskı yapabilir ya da “terör tırmanır” tehdidinde bulunabilir. Seçimler ABD’nin PKK’ya yoğun baskısı sayesinde yapılabilir. Kasım’da G 20 toplantısı için Türkiye’ye gelen Obama’nın PKK ile Türkiye’yi tekrar müzakerelerin başlaması için ikna etmeye çalışacağından da bahsedilmektedir. Erdoğan seçimleri erteleyebilir mi? Bugün alınan önlemler Güneydoğu Anadolu’nun büyük bir bölümünde seçim propagandasının yapılmasını imkânsız hale getirecek ve böylece seçilme hakkını ortadan kaldıracaktır. Seçim sadece oy kullanmak değildir. Seçilmek için çalışmakta oy kullanmak gibi seçimin bir parçasıdır. Gelelim seçimlerin gerçekleşmesine; eğer bugün AKP tarafından sürdürülen güvenlik güçlerini frenleyici yaklaşım devam eder ve PKK eylemleri tırmanır ise seçimlerin yapılması mümkün olmaktan çıkar. Birileri bunu seçimleri iptal etmek için mi yapıyor, bunu bilmiyorum. Ancak PKK seçimlerden çok kısa bir süre önce terörü durdurabilir. Böylece oy kullanılabilir ancak bu Güneydoğu Anadolu’da demokratik bir seçim sürecinin gerçekleştiği anlamına gelmez. MHP bu seçimlerin gerçekleşmesi halinde seçimlerden nasıl bir sonuç bekliyor? Erdoğan Türkiye’yi seçimlere götürürken, PKK’yı geriletip Güney Doğu Anadolu’dan oy almayı bekledi. Ancak PKK ile gerçekleşecek gerçek bir mücadelenin maliyetini üstlenmeye cesaret edemedi. PKK açısından HDP’nin ne kadar güçlü olacağı değil, PKK’nın ne kadar güçlü olacağı önemlidir. 1 Kasım seçimlerinde de HDP’nin Güney Doğu Anadolu’da oylarını muhafaza edeceği hatta yükselteceği gerçeğini kabul ederek seçimlere gitmek zorunda kaldı. CHP’den de oy gelmesini beklemiyor. Erdoğan ve AKP 1 Kasım seçimlerinde “tek başımıza gelmez isek istikrarsızlık ve kaos hakim olur” sloganına dayanan bir tehdit stratejisi ile hareket edecek. İstikrarsızlık korkusu, basın ve sermaye üzerinde kurulacak baskılar ile seçmen üzerinde bir güç baskısı kurulacaktır. İstikrarsızlık korkusunu “AKP, PKK ile savaşıyor” görünümlü propaganda ile destekleyecek. Hedefleyeceği seçmen ise MHP seçmeninin bir bölümü olacak. Şimdi bir beyin fırtınası yapalım. PKK ile savaşır gibi yapar ve aslında savaşmayıp Güney Doğu Anadolu’da seçmeni PKK/HDP’nin insiyatifine bırakma karşılığında PKK’dan seçim kazanmaya yönelik bir şov yardımı istemek mümkün mü? Bence mümkün, hatta böyle bir şovun hazırlandığının bilgileri sızmaya başladı. MHP’ye karşı başka psikolojik operasyonlar yapılacak mıdır? Her şey mümkün. MHP bunları aşar. SENCE 2015 Sayı 9 9 SENCE Türkiye’de Gelir Dağılımı ADALETSİZLİĞİ Türkiye, zenginlerin çok daha zengin olabileceği, gelirden çok daha fazla pay alabileceği, fakirlerin ise her geçen gün daha da fakirleştiği bir ülkedir. Cengiz ZENGİN ⎟ E konomi bilimi için bir ülkenin makro ekonomik göstergelerinin iyiye ya da kötüye gittiğinin en önemli göstergelerinden biri gelir dağılımı adaleti/adaletsizliğidir. Maalesef Türkiye’nin gelir dağılımı adaleti hususundaki karnesi pekte iç açıcı değildir. Türkiye’de zengin (gelir düzeyi yüksek) kesimin milli gelirden aldığı pay her geçen gün artarken, fakir kesimin (düşük gelirli) milli gelirden aldığı pay ise gittikçe azalmaktadır. 10 www.sencedergisi.com Gelir dağılımı ölçümümde İktisat biliminde kullanılan yöntem “Lorenz Eğrisi” ve dolayısıyla “Gini Katsayısı”dır. Lorenz Eğrisi Amerikalı İktisatçı Max Lorenz tarafından bulunarak kullanılmaya başlamıştır. Köşegen mavi doğru mutlak eşitlik doğrusudur. Tüm halkın gelirden eşit oranda pay aldığını gösterir. Gini Katsayısı: Gelir eşitsizliğinin sayısal (yüzdesel) tanımlanmasını sağlayarak karşılaştırma yapma imkanı sunan bir ölçü birimidir. Adını meşhur İtalyan İktisatçı Corrado Gini’den almaktadır. Gini Katsayısı 0 ile 1 arasında değerler almaktadır. 1’e yaklaşması gelir adaletsizliğinin arttığını, 0’a yaklaşması ise adaletsizliğin azaldığını göstermektedir. Lorenz Eğrisi ve Gini Katsayısını açıkladıktan sonra gelelim Türkiye’nin durumuna. Türkiye’de gelir dağılımı ölçümleri Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından yapılmaktadır. Gini Katsayısı sıfıra ne kadar yakınsa o ülkede gelir dağılımı adaletinin o kadar iyi olduğunu yukarda belirtmiştik. Sadece Meksika ve Şili’yi geçebilmiştir. Bu katsayıyı düzeltmeden değil gelişmiş ülke, gelişmekte olan ülke olmak bile imkansızdır. Güncel Kırmızı renkli Lorenz Eğrisi ise gelir dağılımı adaletsizliğini gösterir. Lorenz Eğrisi sağ alt köşeye yaklaştıkça gelir dağılımı bozulmakta, Mutlak Eşitlik Doğrusu’na (Köşegen) yaklaşıkça ise gelir dağılımı daha adil duruma gelmektedir. Şekil 3- Gini Katsayısı Tablo (OECD Ülkeleri) Ülke Gini Katsayısı Norveç 0.249 OECD Ortalaması 0.316 Türkiye 0.411 SONUÇ: Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere Türkiye, zenginlerin çok daha zengin olabileceği, gelirden çok daha fazla pay alabileceği, fakirlerin ise her geçen gün daha da fakirleştiği bir ülkedir. AKP ekonomi politikaları Küresel Sermaye’nin politikaları ve eylemleri doğrultusunda gerçekleşmektedir. AKP, uluslararası şirketleri, yandaş ve yandaş ol2001 krizinden sonraki 2002 senesinde 0.44 gibi bir noktamayan (TÜSİAD vs.) sermayedarları, gelir da olan Gini Katsayısı, izleyen yıllarda krizdüzeyi yüksek olanları zenginleştirirken, den çıkış ve yüksek büyüme oranlarıyla 2013 yılında en düşük fakire garibana ayda yılda bir sadaka vedüzelme eğilimine girmiştir. 2003’de 0.42, gelirli %20 milli gelirin rerek her geçen gün daha da kötüye gö2004’de 0.40’a inmiş ve 2005’de 0.38 ile türmektedir. %5,9’unu alırken, en Türkiye için en adil seviyeye erişmiştir. zengin %20 milli gelirin Özellikle memurun son yıllarda enflasyon Eğer Türkiye bu eğilimi sürdürebilseydi ve karşısında ezildiği, refah artış payı alama%46,6’sını almaktadır. katsayıyı daha aşağı çekebilseydi, gelişmiş dığı, maaşlarının kuşa döndüğü aşikardır. 2014 ve 2015’de bu ve kalkınmış ülkeler ligine yaklaşacaktı. AKP-Memur-Sen (Sarı ya da Ak Sendika) Ancak; 2006 yılında yeniden 0.43’e çıkan kirli ittifakının memuru ne hale getirdidurum daha da kötü Gini Katsayısı 2007 ve 2008 yıllarında 0.41 ğini değerli memur kardeşlerimize çokta hale gelmiştir. oranında kalmıştır. anlatmaya gerek yoktur. AKP ekonomisi, inşaat sektörü ve AVM üzerine oturtulmuş Kriz ortamında zengin kesimlerin geliri ne reel üretim sağlayan ne istihdam olanaklarını geliştiren ne daha fazla erime gösterir. Fakir insanların çok fazla kaybede uzun vadede büyüme ile gelir dağılımını istikrara sokabidecek geliri olmadığından onlarda çok fazla bir değişiklik lecek politikalar bütünüdür. AKP, tarımı ve hayvancılığı bitirolmamıştır. Krizin etkisi ortadan kalkmaya başladığında ise miştir. Memur kardeşimiz en pahalı benzini kullandığı gibi 40 gelir dağılımı bozukluğu yeniden ortaya çıkmaya yöneliyor. liraya en pahalı eti yiyememektedir. Dünyada gıda fiyatları 2001 krizi kadar etkili olmasa da küresel krizin etkisiyle 2009 son 3-4 yıldır düşme eğilimindeyken, Türkiye’de en az %30 ve sonrasında Gini Katsayısında benzer düzelmeler ortaya oranında yükselmiştir. çıkmış bulunuyor. Açıklanan enflasyon oranları TUİK manipülasyonları ile 2013 yılında en düşük gelirli %20 milli gelirin %5,9’unu alır%8’lerde gösterilirken, çarşı-pazar gezen memurun enflasken, en zengin %20 milli gelirin %46,6’sını almaktadır. 2014 yonu en az %30’dur. Mevcut benzin, elektrik, et-süt, ulaşım, ve 2015’de bu durum daha da kötü hale gelmiştir. Irak ve gıda, eğitim, eğlence, otel fiyatları ve bu fiyatlara her sene Suriye Savaşları, Suriyeli mülteci sorunu, AKP’nin kötü ekoyapılan zamlar düşünüldüğünde aksini düşünmek safdillik nomi yönetimi, kriz ortamı ve uluslararası ekonomik konolacaktır. Teknoloji üretemeyen, eğitim seviyesi medeni üljonktür gibi nedenlerle Türkiye’de büyüme oranları düşkelerin çok gerisinde, reel üretimden ziyade hizmet sektömüş, gelir dağılımı adaleti daha da kötüye gitmiştir. Daha rüne yönelmiş, hukukun, teammüllerin ayak altına alındığı, anlaşılır olması bakımından OECD ülkeleri için bir Gini KatAVM alışverişlerine ve gökdelen inşaatlarına dayalı bir ekosayısı tablosu oluşturulmuştur. Türkiye’nin hali içler acısıdır. nominin ne kadar sürdürülebileceğini hep beraber göreceğiz. SENCE 2015 Sayı 9 11 SENCE BENİ TANIMAK İSTER MİSİNİZ Ailem, Ben ve Başarılarım Ahmet AZİZOĞLU ⎟ Eğitimci Çocuk öfkeyi, kızgınlığı, sevgi ve hoşgörüyü evde yaşayarak öğrenir. Sevgi, acıma, anlayışlı olma gibi duygular anne baba örnek alınarak gelişmektedir. Ailede İletişim Aile, çocuğun ilk sosyal deneyimlerini yaşadığı yer olması nedeniyle gelişiminde birinci derecede önemlidir. Bireyler çocukluk dönemlerinde zamanlarının çoğunu aile fertlerinin bakım ve desteğine bağımlı olarak geçirmektedir. Aile ortamı, çocuğun en yoğun etkileşimde bulunduğu sosyal bir çevre olarak davranışlarının kazanılmasında etkilidir. Çocuk öfkeyi, kızgınlığı, sevgi ve hoşgörüyü evde yaşayarak öğrenir. Sevgi, acıma, anlayışlı olma gibi duygular anne baba örnek alınarak gelişmektedir. Anne babanın şefkati, ilgisi, çocuklarına bakmak için gösterdikleri özveri ve çabaları çocuklarıyla aralarında güçlü bir bağın oluşmasına neden olmaktadır. 12 www.sencedergisi.com ? Eğitim Çocukların örnek aldığı anne ve babalar, kendi aralarındaki ilişkide sevgi, saygı, güven, hoşgörülü olmalıdırlar. Çocuğun örnek alacağı modellere ihtiyacı vardır. Bu da başlangıçta anne, baba ve kardeşler olmalıdır. Çocuklar iyi birer gözlemci olduklarından aile iletişiminin niteliği ve çocuğun bu dönemi nasıl atlattığı, ailesinden ne kazandığı önemlidir. Aile üyeleri sağlıklı iletişime sahipse çocuk bu becerileri kazanacak, iletişimleri bozuksa çocuk ailesiyle ve sosyal çevresiyle sürekli çatışmaya girecektir. Çocukla iyi iletişim kurmak için ilk yapılması gereken; çocuğunuzun zekâ, duygu, düşünce biçimi ve davranışlarıyla eşsiz ve farklı olduğunu kabul etmektir. Anne ve babalık sanatı biraz da budur; çocuğun bireysel özelliklerini göz önünde tutarak onunla iletişim kurabilmeyi başarmaktır. Dinlemeyi öğrenmek, çocukla kaliteli iletişim kurmanın püf noktalarından biridir. Çocuğunuzu dinlerken onun söylediklerini işittiğinizi belli eder biçimde basit tekrarlar yaparsanız onu sevdiğiniz ve saydığınız mesajı vermiş olursunuz. Kendilerini anne ve babalarına dinletmekte zorlanan çocuklar ya huysuz ve saldırgan olur ya da duygularını ifade etmekte zorlanır. Çocuğunuzun: • Sizin dışınızda bir birey olduğunu kabullenmek, • Tutarlı davranmak, • Onu kardeşleri ve diğer çocuklarla kıyaslamamak, • Onu eleştirirken, eleştirinin dozunu ayarlamak, • Onunla empati kurmak, • Ona zaman ayırmak, • Çocuğuyla iyi iletişim kurmak isteyen anne-babaların uyması gereken kurallardır. Çocuğunuzla iyi iletişim kurmak için onun zekâ, duygu, düşünce biçimi ve davranışlarıyla eşsiz ve farklı olduğunu kabul edin. Çocuklarımızla İletişim Kurarken Neler Yapmalıyız? Gözlem yapmak: Önce çocuğun yaptığı davranışları gözlemlememiz gerekmektedir. Gözlemlediğimiz olumlu ve olumsuz davranışlarını gerekirse not alabiliriz. Empati kurmak: Kendini karşısındakinin yerine koyarak olaylara onun gözleriyle, onun dünyasından bakmaya çalışmaktır. Kendini çocuğun yerine koyarak, yaşadığı şeyin çocuk için ne denli önemli olduğunu anlamaya çalışmak, empati kurmaktır. Empatinin en önemli göstergesi, diz çökerek çocukların görüş açılarından dünyaya bakmaktır. Dolayısıyla, çocuklarla konuşurken diz çökerek onları anlamaya çalışmak veya kaldırıp kucağına almak... Anlayışlı Olmak: Çocuğun hata yapabileceğini, yaşının icabı cezalandırılamayacağını düşünerek, o an ki durumu göz önünde bulundurarak, çocuğu o an (yani sorun sırasında) günahı ve sevabıyla kabul ederek onu anlamaya çalışmaktır. Görüşlerini Almak: Çocuğun yaptığı davranışların yanlış, söylediği sözlerin yalan olduğunu, arkadaşlarıyla kavga ettiğinde kabahatin onda olduğunu bilseniz de önce derdini anlamanız ve görüşlerini almanız gerekmektedir. O zaman çocuk size daha yakın olacaktır. Rehberlik Etmek: Çocuğun yanlış ve olumsuz davranışları karşısında, her zaman doğruyu, iyiyi ve güzeli savunmamız gerekir. Tüm davranışlarımızda ona rehberlik etmemizin, onun ileriki yaşamında önemli olduğunu bilmemiz gerekmektedir. Ergenlik Dönemi Ergenlik dönemi; bireyin içinde bulunduğu toplumun onu artık bir çocuk gibi görmeyi bıraktığı, fakat ona henüz yetişkin statüsünü tümüyle vermediği bir yaşam dönemi olarak tanımlanabilir. Bu dönem, biyolojik, zihinsel, sosyal ve psikolojik açıdan hızlı bir gelişme ve olgunlaşmanın görüldüğü, çocukluktan erişkinliğe geçiş dönemidir. Anne babanın şefkati, ilgisi, çocuklarına bakmak için gösterdikleri özveri ve çabaları çocuklarıyla aralarında güçlü bir bağın oluşmasına neden olmaktadır. • Ona iltifat etmek, SENCE 2015 Sayı 9 13 SENCE Bu dönem, kız çocuklarında erkeklerden 2 yıl kadar önce başlar. Ergenlik dönemi ortalama olarak kızlarda 11– 20, erkeklerde 13–20 yaşları arasında yaşanır. Ergenlik döneminde çocukların yaşadığı hızlı bedensel değişiklikler ve büyüme, beraberinde bazı duygusal ve ruhsal değişikliklere sebep olur. Bu dönem kızlar ve erkekler kendilerini artık bir çocuktan çok, yetişkin bir insan olarak görmeye başlarlar. İlgileri oyuncak,oyundan;siyaset, dünya meseleleri, meslekler ve de karşı cinslerle olan ilişkilere yönelmiştir. Ergenlik Döneminde Neler Yaşanır? Ergenin duyguları sürekli olarak değişkenlik arz eder. Bir gün evvel çok tepkisel yaklaştığı bir konuya bir diğer gün çok sükûnetle yaklaşabilir. Kendisini çok iyi ve mutlu hisseden ergen kısa bir süre sonra çok gergin ve hüzünlü olabilir. Ergenin duygularındaki bu değişim çok hızlıdır. Aslında bu değişimi kendisi de tam olarak tanımlayamaz. Duyguları olduğu kadar duyguların yansıması olan davranışlarının da çok kısa zaman dilimleri içinde değişim gösterdiğini görürüz. Hatta bu nedenle, kimi ebeveynler ergen çocuklarını samimiyetsizlikle suçlarlar. Ergeni tanımaya çalışırken duygu süreçleri hakkında da bilgi sahibi olmalıyız. Aksi takdirde ergen-ebeveyn güç çatışmalarının çok sık görülmesi kaçınılmazdır. Anne-Babalar Ergenlere Nasıl Yaklaşmalıdır? Aileler çocuklarıyla arkadaşça ile- 14 www.sencedergisi.com tişim kurup, bu iletişimlerini ergenlik çağında da devam ettirmelidirler. Çünkü gençlerin ihtiyaç duydukları en önemli şey; yol gösterici ve destekleyici bir ailedir. Çocuğunu iyi tanıyan bir aile ona daha etkili bir biçimde yol gösterebilir. Ebeveyn çocuğun değişen duygu süreçleri ile ilgili olarak sürekli soru Anne-babaları tarafından kendi varlıklarından memnun bireyler olarak yetiştirilen çocukların daha mutlu ve başarılı olacağı unutulmamalıdır. sormamalı. “Neden böyle davranıyorsun?, Daha önce gayet iyiydin. Bu şekilde bizi mi kandırıyorsun?” tarzı yaklaşımlar veya sorular ebeveynin ergene güvenmediği mesajını verir. Ebeveyn çok sık olmamakla birlikte, ihtiyaca göre ,ısrarcı olmadan “Senin için bir şey yapabilir miyim?” diye sormalı. Çocuğun yaşadığı duygusal süreçlerle kesinlikle şakayla bile olsa dalga geçmemelidir. Ebeveyn ergenin yaptığı tepkisel davranışlara, kontrollü yaklaşmalı, yaşanan problemin çözümü için sakinleşmesini beklemelidir. Kendi yaşadığı duygu süreçlerine bağlı anılarını zaman zaman ergenle tatlı bir üslupla paylaşmalı, ancak bu paylaşımın sorun anında ve nasihat tarzında olmamasına dikkat etmelidir. Anne ve babasının davranışlarını kendine model alan çocuk, iyi ve kötü davranışları onlardan öğrenmektedir. Ailenin temel görevlerinden biri sağlıklı bireyler yetiştirmektir. Bunun için de ailenin sağlıklı ve güçlü olması gerekir. Ailenin sağlıklı olması ise üyelerinin birbirleriyle olumlu ilişkiler içinde olmaları ve rollerini beklenen düzeyde yerine getirmeleriyle mümkün olmaktadır. Anne-babanın uyumu ya da uyumsuzluğu çocuğun uyumunu da etkilemektedir. Anne-babaları tarafından kendi varlıklarından memnun bireyler olarak yetiştirilen çocukların daha mutlu ve başarılı olacağı unutulmamalıdır. Yaşamın ilk yıllarından itibaren gösterilecek koşulsuz Eğitim ÇOCUKLAR AİLELERİNDEN NELER BEKLER? a. Dürüst olma b. Çocuğuna zaman ayırma c. Çocuğuna değer verme d. Çocuğun görüşlerine önem verme e. Kişisel kararlarına saygı gösterme f. Eğitimiyle ilgilenme g. Başkalarının yanında rencide etmeme h. Eğitim hayatını takip etme sevgi, saygı, güven ve belli ölçülerde özgürlük, sağlıklı kişilik gelişimi üzerinde çok etkili olmaktadır. Öğrencilerin içinde bulundukları durumları ve ailelerine bakışlarına ilişkin görüşlerin bazıları şöyle; “Televizyonun sesini çok açıyorlar, kısar mısınız? deyince kızıyorlar. Her gün misafir gelmesinden bıktım. Tek sosyal yaşantım, okul ve ev. Bazı zamanlar ders çalışmak bile istemiyorum.” “Her çocuk annesi ve babasıyla gezerken, bizim ailede her gün kavga oluyor. Benim derslerimdeki başarısızlığım bu yüzden.” “Keşke annem ve babam biraz daha anlayışlı olsalardı. Beni 15 yıldır hiç tanımadıklarını sanıyorum.” “Derslerde kötü not aldığımda bana kızmasanız bile kendi kendinize söylenmeniz beni çok üzüyor. Artık kendim için değil onlar için çalışıyorum. Çünkü onları çok seviyorum. Kendimi onlar için feda edecek kadar…” Anne ve babalık sanatı, çocuğun bireysel özelliklerini göz önünde tutarak onunla iletişim kurabilmeyi başarmaktır. 1. Çocuklara Kendilerine Değer Verildiği Nasıl Hissettirilir? 2. Çocuklarla Diyalog Nasıl Kurulur? 3. Çocukların Açık Davranmaları ve Duygularını Açıkça İfade Etmeleri Nasıl Sağlanır? 4. Çocukların Başarılar Nasıl Ödüllendirilmelidir? “Başarısızlığımın sebebi, ilkokul 4. sınıftan beri sürekli dershaneye gitmek. Bu kendimi bir yarış atı gibi hissetmemi sağladı.” 5. Çocuklar Hata Yaptıklarında Nasıl Uyarılmalıdır? SENCE Dergimizin gelecek sayılarında aşağıdaki sorulara hep birlikte cevaplar arayalım.Görüş ve önerilerinizi dergimizin editörü ile paylaşın. 7. Çocuklara Güven Duygusu Nasıl Geliştirilir? Bizi okuyan butun okurlarımız; anneler,babalar,gençler,çocuklar,öğrencilerimiz yukarıda verdiğimiz örnekler gibi sizde duygu,düşünce ve sorunlarınızı bizimle paylaşabilirsiniz. Birlikte aşağıdaki sorulara da cevap arayabiliriz. 6. Çocuk Hangi Durumlarda Cezalandırılmalıdır? 8. Çocukların Ders Çalışma Ortamları Nasıl Olmalıdır? 9. Çocukların Kardeşleriyle ve Başkalarıyla Karşılaştırma Ölçütleri Neler Olmalıdır.? 10. Çocukları Başkalarının Yanında Rencide Etmeme 11. Sınavlarda Ailelerin Çocuğa Yaklaşımları Nasıl Olmalıdır? 12. Aile İçi Sorunların Çocuğa Yansımaları nasıl olur? SENCE 2015 Sayı 9 15 SENCE HER DAİM GÖREVDEKİ ELÇİ GİRİTLİ ALİ AZİZ EFENDİ İsmet ÖZADAM ⎟ O smanlı Devleti kurulduğu günden itibaren komşu ülkeler veya rekabet içinde olabileceği ülkeler hakkında çeşitli vasıtalarla malumatlar toplamıştır. Her dönem bilgi toplama usulleri farklıdır. 18. yy başlarına gelindiğinde ise yeni bir usule geçildi. Bu usul önce geçici şekilde bir görev iken, zamanla daimi bir hale gelmesinin faydalı olacağına kanaat edildi. Bu kararın hayata geçirilmesi ilk geçici elçinin 1720 yılında Paris’e gönderilmesinden 73 yıl sonra Londra’ya Agah Efendi’nin ulaşması ile gerçekleşti. 1793 yılında Agah Efendi Londra’da Osmanlıların ilk daimi elçisi olarak görev yaptı. Onu takiben 1796 yılında Paris’e, 1797 yılında ise Viyana ve Berlin’e daimi elçiler gönderildi. Gönderilen elçiler ortalama gittikleri ülkelerde 3’er yıl görev yapacaklar ve sonrasında İstanbul’a döneceklerdi. Elçilerimizden birisi hariç diğer üçü İstanbul’a dönmeyi başardı. Bir tek Berlin Elçimiz Giritli Ali Aziz Efendi Berlin’de vefat etmiş olduğu için dönemedi. Berlin’e defnedildi ve böylece “Her daim görevde elçi” oldu. “Bir ölümle daimi elçilik nasıl olurda, her daim elçilik haline geldi?” sorusu insan zihninde kendiliğinden uyanıyor. Onun açıklaması da Giritli’nin vefatı ile oluşan mezarının zamanla geçirdiği değişimlerin içindedir. 16 www.sencedergisi.com Prus makamları şaşkındır, çünkü ilk kez Berlin’de bir Türk’ün bir Müslümanın defni gerçekleşecekti ve bu defin elbette ki Hristiyan mezarlığı içine olamazdı. “Mezarlık zamanla büyüdü, kayboldu, taşındı, içine padişah isteği abide yapıldı. Her aşamasında kemikleri nakledilen, abidelere adı yazılan kişi Ali Aziz oldu. Böylece Ali Aziz her daim görevde kalan elçi oldu. Nasıl mı? Olur. O zaman başlayalım anlatmaya. Osmanlıların Prusya nezdindeki ilk daimi elçisi Giritli Ali Azizi Efendi 4 Haziran 1797 günü karayolu ile heyet halinde görev yerine ulaşır. Görevi Osmanlı Devletini en iyi şekilde Prusya Kralına karşı temsil etmek ve uluslararası bilgiler toplamaktı. Şehre ulaşmasından sonra Spree nehri kenarındaki Ephraim Palas’a yerleşir. Ancak 27 Ekim 1798 günü aynı evde vefat eder. Vefatı neticesi Osmanlı elçiliği mensupları Prus makamlarına cenazeyi gösterilecek uygun bir yere defnetmek istediklerini bildirirler. Prus makamları şaşkındır, çünkü ilk kez Berlin’de bir Türk’ün bir Müslümanın defni gerçekleşecekti ve bu defin elbette ki Hristiyan mezarlığı içine olamazdı. Prusya hükümdarı III. Friedrich Wilhelm gelişmeler üzerine o günlerde Berlin şehri duvarları dışında, bugünkü adıyla Landwehrkanal geçildikten sonraki arazi olan Tempelhofer Feldmark bölgesinden ücreti mukabilinde, mülk sahibi Graf von Podewils’den, mezarlık yapılması için bir parça yer satın alır. Cenaze hazırlandıktan sonra Friedrichstrasse’den geçirilerek, satın alınan araziye defnedilir. Giritli Ali Aziz’in defnedildiği bu alana “İlk Türk Mezarlığı” denir. 28 Nisan 1804 günü ise Osmanlı Elçiliğinde görevli olan Mehmet (Muhammet) Esad Efendi vefat eder. Esad Arazisini sürerken pulluğuna bir şey takılan ve pulluğuna takılanın basit bir taş olmadığını anlayan Berlin’li köylü meseleyi resmi makamlara bildirir. Bölge sakinlerinin ve dışişleri yetkililerinin verdikleri bilgilerden, bulunan taşların kayıp Giritli Ali Aziz ile Mehmet Esad Efendi’nin mezarları olduğu anlaşılır. Efendi de, Giritli Ali Aziz’in yanına defnedilir. Akabinde uzunca bir süre elçilikte herhangi bir vefat gerçekleşmemiş olması neticesi alana ilgi gösterilmez. SENCE 2015 Sayı 9 17 SENCE Tam bu sıralarda Avrupa’da Napolyon savaşları başlar. Şehirler alt üst olur. Berlin şehri de Napolyon’un işgaline uğrar ve tahrip olur. Gerek yeni bir Türk elçiliği mensubunun vefat etmemiş olması ve gerekse Berlin’in yaşadığı savaş yıkımı neticesinde İlk Türk Mezarlığı unutulur ve kaybolur. 1836 yılının ilkbaharında Berlinli bir köylü araziyi sürerken pulluğuna bir şey takılır, uğraşırken pulluğuna takılanın basit bir taş olmadığını anlayan köylü meseleyi resmi makamlara bildirir. Eski İttihat ve Terakki önde gelenlerinden Talat Paşa, Bahaeddin Şakir ve Cemal Azmi Bey Berlin’de terörist Ermenilerce şehit edildiklerinde Berlin Türk Şehitliğine yine Hafız Şükrü tarafından defnedilmişlerdir. Bölgenin sorumlusu ormancı Cristoph, bölge sakinlerinin ve dışişleri yetkililerinin verdikleri bilgiler doğrultusunda bulunan taşların kayıp Giritli Ali Aziz ile Mehmet Esad Efendi’nin mezarları olduğunu anlar. İlk mezar yerini 1798 yılında veren Prusya Kralı III.Friedrich Wilhelm halen tahttadır. Kral mezarların tekrar gün yüzüne çıkarılmasını, tamir edilmesini ve başlarına isimlerini ve görevlerinin olacağı yeni taşlar dikilmesini emreder. Kralın istekleri kısa sürede gerçekleşir. 1839 ile 1953 yılları arasında yine Osmanlı elçiliğinden iki görevli ve bir askeri öğrenci vefat edince aynı yere defnedilirler. Böylece mezarlığa defnedilenlerin sayısı beşe ulaşır. Alan 1856 yılında genişletilir ve elçilik bir görevli tayin eder. 1995 yılında ise Urbanstrasse’de tespit edilen İlk Türk mezarlık alanına unutulmaması için bir “Anma Taşı” dikilmiştir. 1856 yılına gelindiğinde şehir imar planında yapılan değişiklik nedeni ile Urbanstrasse’deki mezarlığın taşınması gündeme gelir. 18 www.sencedergisi.com Resmi görüşmeler neticesi aynı büyüklükte araziyi, yani bugünkü Colombiadamm’daki yeri, Prusya makamları elçiliğimize teklif ederler. Osmanlı elçiliği teklifi kabul eder, masrafları elçilikçe karşılanacak şekilde taşınmaya ve yeni düzenlemeye izin verir. Yeni mezarlık alanı Alman Mimar Voigtel tarafından tasarlanır ve bitirilerek Osmanlı elçiliğine teslim edilir. Aynı yıl içinde Abdülaziz Han her iki ülke arasındaki dostluğu hatırlatması için mezarlık alanının ortasına bir abide dikilmesini ister ve ücretini gönderir. Abide yine Voigtel tarafından yapılır ve mezarlık alanının ortasına o zamanki giriş kapısından tam cephe görülecek biçimde dikilir. Abide kaidesi sekizgendir. Sekizgenin her bir yüzünde levhalar bulunmaktadır. Beş levhaya defnedilen ilk beş kişi adı yazılıdır. Sonraki üç levla boştur. 1867 yılında abidenin yapımından sonra her yıl mezarlık alanının bakımı için İstanbul’dan elçilik namına masraflar gönderilir. Uzunca bir süre mezarlık bu haliyle kalır. 1913 yılına kadar Müslüman kökenli olan çeşitli kimselerin gömüldüğü bilinmekle beraber isim ve görevleri üzerine sarih bilgiler yoktur. 1913 yılında Berlin elçiliği emrine İstanbul Ortaköy Camii İmamı Hafız Şükrü din görevlisi olarak atanır. Hafız Şükrü göreve başlamasından sonra alanla ilgilenmeye başlamıştır. Malum olduğu üzere 1914-1918 yılları arasında Osmanlı Devleti ile Almanya İmparatorluğu I. Cihan Harbine müttefik olarak girmişlerdi. Savaş devam ederken Berlin Askeri Hastanesine tedavi amacıyla Osmanlı askerleri de gelmiştir. Türk askerlerinden tedavi esnasında vefat edenlerin Türk Mezarlığına gömüldükleri ve bu nedenle “Türk Mezarlığı” olarak anılan yere Türkler arasında artık “Berlin Türk Şehitliği” ismi verilmiştir. Türk iddialarına karşın Alman kaynakları vefat eden Türk askerlerinin Türk Mezarlığına değil, yan tarafta bulunan Alman Askeri Mezarlığı içine Almanca isimler adı altında defnedildiklerini kaydederler. Türk askerleri nereye defnedilmiş olursa olsun Türk toplumu onları gönlünde Türk Mezarlığı içine defnederek alana “Berlin Türk Şehitliği” adını vermişlerdir. Birinci Cihan Harbi bitiminde genç Türkiye Cumhuriyeti de kuruluş süreci içinde iken alan yalnız kalmış, bu ara zamandaki bütün yükü imam Hafız Şükrü omuzlarına almıştır. Hafız Şükrü alanının bakım ve tamirat masraflarını sağladığı gibi, çeşitli toplum kesimlerinden sağladığı desteklerle alan içerisine 2 katlı bir ev yapmayı başarmış ve bu evin alt katı morg ve gasılhane olarak kullanılmaya başlanmıştır. (1922) Eski İttihat ve Terakki önde gelenlerinden Talat Paşa, Bahaeddin Şakir ve Cemal Azmi Bey Berlin’de terörist Ermenilerce şehit edildiklerinde Berlin Türk Şehitliğine yine Hafız Şükrü tarafından defnedilmişlerdir. (1921/1922) Talat Paşa’nın mezarı 1943 yılında İstanbul’a nakledilmesine karşın, Bahaeddin Şakir Bey ile Cemal Azmi Bey’in mezarları halen aynı yerde bulunmaktadır. 1924 yılında mezarlığın en büyük geliştiricisi olan Hafız Şükrü Bey vefat etmiş ve alana gömülmüştür. Türk askerleri nereye defnedilmiş olursa olsun Türk toplumu onları gönlünde Türk Mezarlığı içine defnederek alana “Berlin Türk Şehitliği” adını vermişlerdir. 1924 yılından 1961 yıllara kadar alanda önemli değişikler yaşanmıştır. İlki 1938 yılında yapılan imar değişikliği neticesi kapının bulunduğu taraf içte kalmış yeni ana cadde tam aksi yönden geçmiştir. Eski ana kapı yıkılmış ve duvarla örülmüştür. Arada yine çeşitli İslam toplumu mensubu kimselerin alana defni devam etmiştir. İkinci Cihan Harbi devam ederken 1941’de meşhur Türk Kazak Lideri Mustafa Çokay Berlin’de vefat etmiş ve şehitliğe gömülmüştür, kabri halen oradadır. İkinci Dünya Savaşının yıkıcılığı tüm dünyayı kasıp kavururken Berlin de bu kasırgadan nasibini aldı ve şehir alt üst oldu. Bu süreçte abide çeşitli ayarlar almış ve zamanla tamir edilmiştir. İkinci Dünya Savaşı bitip Berlin şehri ikiye bölündüğünde alan Amerikan işgal bölgesinde kaldı. 1999 yılına kadar da Alman başkenti Bonn’a taşındığı için Berlin’de de Türk elçiliği kapatıldı ve mezarlık sahipsiz kaldı. Ancak Hafız Şükrü’nün akrabası olan iki yaşlı bayan vefatlarına kadar mezarlığa itina ile baktılar ve davranışları da çokça Alman basınına yansıdı. 1976 yılında alanda gömülü Yedek Subay Zeki Menduh Bey ile askeri malzeme üretim öğrencisi (Makine Kimya Endüstrisi) Süleyman Efendi’nin naaşlarının Türkiye’ye taşınması ile birlikte alan nitelik değiştirmeye başlayacağının da bir nevi işareti idi. Toplum ve resmiyette Berlin Türk Şehitliği Mezarlığının tekrar gündeme gelmesi 1961 yılından sonra gerçekleşti ve alan tekrar hayat buldu. 1961 yılında Almanya Türk işçi göçü başladı. Almanların bile o dönemde yaşamak istemediği dört tarafı duvarlarla çevrili Batı Berlin’e önemli miktarda Türk işçi göçü gerçekleşti. Berlin’e gelen Türkler vefat ettiklerinde bir kısmı hazır buldukları Türk Mezarlığına defnedildiler. SENCE 2015 Sayı 9 19 SENCE Cuma namazlarında günümüzde dolup taşmaktadır. Hutbeleri Türkçe’dir ve imamları Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığının gönderdiği imamlarıdır. Alan cami yapımının bittiği tarihten sonra “Berlin Türk Şehitlik Camii” olarak isimlendirilmiştir. Türkiye’den Berlin’e giden her yetkili mutlaka alana uğramaktadır. Bunun yanında Almanya makamlarının da en üst temsile sahip kimseler alanı çeşitli zamanlarda ziyaret etmişlerdir. Alan günümüzde toplum kadar, Alman ziyaretçilerinin, devlet yetkilerinin önem verdiği bir yerdir. Nasıl başlamıştık. İlk daimi elçimiz Giritli Ali Aziz’in vefatı ile başlamıştık. Onun vefatı ile 4 metrekake olarak başlayan alan zamanla büyümüş, yanına başka definler gerçekleşmiş, daha sonra taşınmış, en sonda bugünkü olduğu yerde kabri üzerine abide yapılmıştır. Bir süre sonra mezarlık tamamen doldu. Her ne nedenle olursa olsun alan yine gündeme gelmiş oldu. 1924-1990 yılları arasında şehitlik statüsü ile Milli Savunma Bakanlığında kalan arazi Milli Emlak’a devredildi. 1999 yılında Alman başkenti Bonn’dan tekrar Berlin’e taşındı. Şehrin başkent olmasıyla Türk nüfusuna katılımlar oldu. Türk nüfusu cenaze nakil şirketleri kurarak bir ölçüde cenaze ve defin ihtiyacını karşılasa da yeni bir ihtiyaç ortaya çıktı. Cuma namazı için mescit ihtiyacı. Aslında Berlin’de cami vardı ama hutbeleri Türkçe değildi, üstelik cami yap- 20 www.sencedergisi.com mak için arsa lazımdı, arsa da Berlin’de ateş pahası idi, milyonlarca marktan kapı açılıyordu. Yine imdada Giritli Ali Aziz yetişti. Türk elçiliği insanımızdan gelen talepler doğrultusunda alana cami yapımı için Berlin-Neukölnn Belediyesine başvuruda bulundu. Alman makamları olumlu cevap verdi. Kendi içinde teşkilatlanan Türk toplumu bağış kampanyaları düzenleyerek gerekli maddiyatı sağladı. 2004 yılında cami bitirildi ve hizmete girdi. Halen iki minaresi ve kendisine ait bağımsız bahçesi ile Berlin şehrinin en muhteşem ve güzel camisidir. Cami, Hizmeti ve elçiliği bununla bitmeyen Ali Aziz’in mezarı ilginç bir şekilde Talat Paşa’yı, Bahaeddin Şakir’i, Cemal Azmi Bey’i, Mustafa Çokay’ı ve nicelerini kendine çekmiş ve sinesinde barındırmıştır. 1961 sonrası Almanya’ya gerçekleşen ve Berlin’e yerleşen Türk toplumu en fazla hangi semtlere yerleşmiştir dersiniz? Türk nüfusu günümüzde en fazla ilk Türk Mezarlığının bulunduğu yer Kreuzberg semti ile, ikinci mezarlık alanının içinde bulunduğu Neukölnn’ün de bulunmaktadır. Ne demek lazım! Evet Berlin’e giden ilk daimi elçimiz Giritli Ali Aziz Efendi kelimenin tam anlamıyla “Her daim görevde elçi” oldu mu, olmadı mı? Banu KIRAN ⎟ Değer Hayme Ana (Devl et Ana) Hayme Ana, eşi Gündüz Alp’in göç sırasında Fırat Nehri’ni geçerken boğularak ölmesi üzerine, 1250’li yıllarda dağılma noktasına gelen Kayı Boyu’nu ilk Aşağı Sakarya Vadisi’ne, Ankara’nın batısındaki Karacadağ bölgesine yerleştirdi. Kayı Boyu’nu daha sonra Kütahya’nın Domaniç ilçesindeki Çarşamba köyüne getiren Hayme Ana, oğlu Ertuğrul Gazi ile torunu Osman Gazi’yi yetiştirerek Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna vesile oldu ve bundan dolayı ‘’Devlet Ana’’ olarak anılmaya başladı. Osmanlı Devleti’nin kurucusu Ertuğrul Gazi, annesi Hayme Ana’dan 13’üncü yüzyılın ortalarında bir beyliği değil, aynı zamanda asırlara hükmedecek devlet anlayışını da teslim aldı. Hayme Ana’nın, oğluna nitelikli devlet adamı olma ve milletini hakkaniyetle yönetmenin ip uçlarını verdiği şu öğüdü, asırlardır unutulmuyor: O ğuzlar’ın Bozok kolunun Kayı Boyu’na mensup bir Türkmen kızı olan Hayme Ana, 1200’lü yıllarda Gündüz Alp ile evlenerek sadece bir ailenin değil, 6 asır hüküm sürecek bir devletin temellerini atmıştır... Hayme Ana; “Ulu çınarlar, verimli ve temiz topraklarda yetişir” demiş. Yalan, kötü söz, hile nedir bilmemiş, emanete hıyanet etmemiş, kul hakkı yememiş, komşusu açken tok yatmamış, hak hukuk gözetmiş iyi bir insan ve hayatı özümseyen, öğreten öğretmendir Hayme Ana. Çocuklarına yaptığı öğretmenliğin aynısını zamanı gelince torunlarına da yapmıştır. Osmanlı Devletinin Kurucusu Osman Gazi’nin kişilik hamurunu yoğuran kadındır. Osman Gazi’nin Babaannesi Hayme Ana’nın öğütleri asırlardır yol göstericilik yapmıştır özümsemesini bilenlere... “Oğul... Boyundan, soyundan olsun olmasın insanlara adil davran. Adaletten ayrılma ki, insanların birlik ve dirlik kazansın. Yurdunda, obanda herkes gezsin. Ululuk isteyen töreden ayrılmasın. Bu dünya bir oturma yeri değildir. Yapacağın iyi ve doğru işlerle insanların hizmetinde bulunursan güzel övünçler senin olur. Yüreğinden inancı, ağzından duayı, davranışından erdemi hiç eksik etme. Bir de sabırlı ol oğul, ekşi koruk sabırla, tatlı üzüm olur. Oğul... Beylik dermekle, ağalık vermek iledir. Sofranı ve keseni yoksullara açık tut” Hayme Ana sadece bir ana değil, tüm analara örnek bir Türk kadını ve bir filozoftur. Hayme Ana’nın, 1280’li yıllarda eylül ayının ilk günlerinde kışlağa dönüş sırasında öldüğüne ve Ertuğrul Gazi’nin annesini Çarşamba köyünde her yıl çadır kurduğu bir tepenin üzerinde defnettirdiğine inanılır. SENCE 2015 Sayı 9 21 SENCE Kut’ül-Amare. Zaferi Prof. Dr. Timuçin KODAMAN ⎟ Süleyman Demirel Üniversitesi B ir ülkenin sömürü amacıyla başka bir ülkeyle eşitsiz değişime dayalı ticaret yaparak ya da başka yollarla o ülkeyi siyasi ve iktisadi egemenliği altına alıp yayılması veya yayılmak istemesi emperyalizm olarak tanımlanmaktadır. Güçlü bir ülkenin kendisini daha güçlü kılmak ve zenginleştirmek için daha zayıf ülkenin kaynaklarını kullanması ve genellikle bir devletin başka ulusları, devletleri, toplulukları, siyasal ve ekonomik egemenliği altına alarak yayılması veya yayılmayı istemesi de sömürgecilik olarak tanımlanır. Bu iki terim birbirine çok benzemekle birlikte özellikle 19. ve 20. Yüzyıllarda Avrupalı devletlerin dünyanın geri kalanında hakim olma, kaynak bulma, pazar yaratma etkinliklerinden dolayı aynı anlamda kullanılmaya başlanmıştır. 22 www.sencedergisi.com Tarih Birinci Dünya Savaşında, 1915’te Çanakkale ve 1916’da Irak cephesinde Kut’ülAmare Zaferleri ile Türkler, İngiliz gururuna önemli darbeler indirmişti. V. İ. Lenin, N. İ. Buharin gibi Marksistlerce emperyalizm, kapitalizmin son aşaması olarak görülür; ulusal kapitalist ekonomi tekelci bir aşamaya geldiği ve öteki kapitalist devletler ile rekabet içinde, üretim ve sermaye fazlası için yeni pazarlar bulmaya zorlandığında ortaya çıkar. Ancak diğer bir yandan da Niccolo Machiavelli, Francis Bacon, Lodwing Gumplowicz gibi düşünürler ise farklı açıdan yola çıkarak emperyalizm, ayakta kalmak için sürdürülen doğal mücadelenin bir parçası olarak görülür. Emperyalizm hakkında bütün bu farklı görüşlere rağmen 15. Yüzyılın sonlarından başlayarak çeşitli Avrupa devletlerinin dünyanın birçok yerini keşif, ilhak ve iskân etmeleriyle sömürgecilik anlayışıyla yani bir ülkeyi işgal ederek yönetmesi ve ekonomik çıkar sağlaması ile günümüzün zengin petrol yatakları üzerinde kurulu olan Osmanlı Devleti’nin toprakları da bu Batılı devletler tarafından paylaşılmış ve bu sebepten dolayı büyük savaşlar meydana gelmiştir. Coğrafi keşiflerin başlaması, endüstri devriminin başlaması, Alman ve İtalyan ulusal birliklerinin kurulması tüm yeryüzünü etkilemekle birlikte sömürgeciliğin emperyalizm biçimine dönüşmesi de olmuştur ve 1870’den sonrası dönem “emperyalizm” çağı olarak adlandırılmıştır. Özellikle Endüstri devriminin sonucunda artan üretimin yeni pazarlar, biriken sermayenin yeni yatırım alanları, sürekli üretimde bulunan fabrikaların hammadde ihtiyacı dolayısıyla Avrupa’da Hollanda, Belçika, İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya ve İtalya’nın sömürgecilik faaliyetleri artmıştır. 20. Yüzyılda sömürgecilik yarışı hız kazanmıştır ve büyük devletler yeni sömürgeler elde etmenin yollarını ararlarken mevcut sömürgelerinin güvenliğini sağlayarak ellerinde tutmaya çalışmaktaydılar. Bunun en büyük örneği sömürgelerinden dolayı (the empire on which the sun never sets) “Üzerinde güneş batmayan imparatorluk” olarak adlandırılan İngiltere’nin en önemli sömürgelerinden Hindistan’ı diğer sömürgeci devletlerden korumak ve ticaretinin kesilmemesi için giriştiği mücadeledir. “Hasta Adam” olarak nitelendirilen Osmanlı Devleti’nin ise Hindistan’a giden ticaret yolları üzerinde kurulu olması ve ulusal birliğini tamamlayarak sömürgecilik yarışına hızlı bir giriş yapan Almanya’nın Bağdat demiryolu projesi İngilizleri rahatsız etmiştir. Çünkü İngiltere Almanya’nın Irak’a nüfuz ederek Basra Körfezine ulaşmasının İngiliz sömürgesi durumundaki Hindistan için tehdit oluşturacağını biliyordu. Zaten Birinci Dünya Savaşının başlaması ile birlikte İngiltere’nin Mezopotamya’da sömürgeler elde edebilmek, bölgedeki Alman nüfuzunu engellemek ve Hindistan’ın güvenliğini sağlayabilmek için Irak harekâtını başlattığı görülmektedir. Ancak İngilizlerin Irak seferi, sömürgesi Hindistan’ı korumak amacı petrolün bulunması ve Osmanlı Devleti’nin de büyük petrol yataklarının üzerinde bulunduğunun fark edilmesi üzerine değişmiştir. Bunda İran’ın Abadan kentinde 1907 yılında büyük bir petrol yatağı bulunması ve İngilizlerde Irak’ın da petrol yataklarının olabileceği kanısını uyandırması çok etkilidir. İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ne karşı izlediği siyaseti yönlendiren en önemli etkendi “Alevli Ocak” yani “Petrol”. Dönemin İngiliz Hükümeti, Basra Körfezi ile Güney Irak’a müdahale ederek Bağdat’ın ele geçirilmesini hedeflemişti bu doğrultuda. İngiltere başta Hindistan olmak üzere sömürgelerinden aldığı destek ile kısa zaman içerisinde zayıf Osmanlı birliklerini yenerek Bağdat’ı ele geçireceğini tahmin etmişti. SENCE 2015 Sayı 9 23 SENCE Harekâtın başlarında İngiltere’nin almış olduğu galibiyetler ve sağlanan hızlı ilerleme İngiltere’nin bu görüşünde haklı olduğu fikrini güçlendirdi. Osmanlı birlikleri başlangıçta İngiliz birlikleri karşısında çok fazla varlık gösterememişlerdi ancak Bağdat’tan önceki son savunma noktaları olan Selman-ı Pak’ta İngilizleri yenerek geri çekilmeye mecbur bıraktılar. Muharip kuvvetlerinin yarısını kaybeden İngilizler kendilerini takip eden Türk birlikleri ile açık arazide karşılaşmayı göze alamayarak Kut’ül-Amare’de savunma durumuna geçtiler. Şehri kuşatan Türk birlikleri yaklaşık beş ay süren savaş boyunca ne kuşatılmış birliklerin dışarı çıkmalarına nede kuşatılan birliklere yardım ulaştırılmasına izin vermediler. Uzun süren kuşatma neticesinde General Townshend komutasındaki İngiliz birlikleri, Halil Paşa komutasındaki Türk birliklerine teslim oldular. 1915 yılında Irak cephesinde İngilizlerin Noel’de Bağdat’ta olma hayali Selmanıpak Muharebesi ile kesintiye uğradı. İngilizler çıkış noktaları olan Kut’ül-Amare’ye geri çekilmek zorunda kaldı. Kut’ül-Amare 4 ay 23 gün süren kuşatmadan sonra Türkler tarafından geri alındı. İngilizler önemli kayıplar vermiş olsalar da Çanakkale ve Kut’ül-Amare’de yitirdikleri itibarlarını geri kazanmak için Bağdat’ı ele geçirme fikirlerinden vazgeçmediler. Osmanlı’nın Kut’ül-Amare zaferi İngiltere’nin planlarını 24 www.sencedergisi.com Türkiye Cumhuriyeti ordusunda Kut’ül Amare Zaferini anmak adına her yıl kutlanan “Kut Günü” NATO’ya üye olduktan sonra İngilizlerin yoğun baskılarıyla kaldırılmıştır. sekteye uğratsa da savaşın genel gidişatını değiştirmeye yetmedi. Gelinen noktada İngiliz kuvvetleri ileri yürüyüşlerine devamla Kurna, Şuaybe, Amare, Nasıriye ve Kutü’l-Amare’yi ele geçirmişlerdir. Bu sırada Os¬manlı orduları Kutü’l-Amare’yi kuşatmış ve 5 aylık bir kuşatmadan sonra geri almışlardır. Fakat bu başarıyı devam ettirememiş ve bölgedeki kuvvetlerini başka tarafa kaydırmıştır. Neticede meydana gelen gelişmeler İngiltere’nin Orta Doğu’ya iyice yerleşmesi sonucunu doğurmuştur. Bu durum ise Orta Doğu’nun bugünkü şekillenmesinin başlangıcını oluşturmuştur. Birinci Dünya Savaşında, 1915’te Çanakkale ve 1916’da Irak cephesinde Kut’ül-Amare Zaferleri ile Türkler, İngiliz gururuna önemli darbeler indirmişti. Fakat Mart 1917’de Irak cephesinde ve Ekim 1917’den başlayarak Filistin cephesinde İngilizlerle yapılan başarısız muharebeler sonucunda Türkler, Ortadoğu’nun önemli şehirlerinden olan Bağdat ve Kudüs’ü kaybetmişti. Türkler, 11 Mart 1917’de kaybettiği Bağdat’ı kurtarmaya çalışırken, aynı yıl izledikleri yanlış askerî politikalar yüzünden Kudüs’ü de kaybetmişlerdi. Bağdat’ın kaybı ile beraber Kudüs’ün de kaybedilmesi İslam dünyasında Türk prestijine önemli bir darbe daha vurulmuştu. Ayrıca Osmanlı Ordusunun savaş değeri konusunda da ciddi sorular oluşturmuştu. Diğer taraftan, Kudüs’ün İngilizler tarafından ele geçirilmesi Hıristiyan dünyasında büyük bir sevinç yaratmış ve olay hemen bir Haçlı zihniyetine dönüşmüştü. Dolayısıyla, kısa ve hatta orta vadeli bir zaman sürecinde Suriye’de nasıl bir rejim oluşacağı, kimlerin bu gelişmelerden avantajlı çıkacağı konularında doğru bir sonuca ulaşabilmek için Suriye demografisinde yer alan asimetrik bileşenleri, yani, demografik yapının nüfussal ve mezhepsel dengelerini, bu dengeler üzerine geliştirilen emperyal projeler bugün bile devam etmektedir. 1915 Londra Antlaşması, 1916 Sykes-Picot Antlaşması, 1917 St. Jean de Maurienne Antlaşması ve yine 1917 Balfour Deklarasyonu’nun türevlerini günümüz Orta Doğu’sunda görmekteyiz. Burada şunu da eklemek gerekir ki Türkiye Cumhuriyeti ordusunda Kut’ül Amare Zaferini anmak adına her yıl kutlanan “Kut Günü” NATO’ya üye olduktan sonra İngilizlerin yoğun baskılarıyla bu kutlamalar kaldırılmıştır. Dolayısıyla bu kutlu zafer maalesef Türk halkına unutturulmuştur. Güncel Geçmişten Geleceğe ALEVİLİĞİN İstekleri Dr. A. Yılmaz SOYYER ⎟ Süleyman Demirel Üniversitesi Bektaşilik bir kültür ocağı olarak Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarında faaliyette bulunup, yerleştiği topraklarda bir taraftan tasavvufun, diğer taraftan ise Türk kültürü ve özellikle de Türkçe’nin yeşerip yayılmasını sağlıyordu. S on on yıldır yepyeni bir mecraya girip tabir-i caizse yeniden çerağların uyanış dönemini yaşayan Alevilik hem kendi içerisinde bir şaşırış yaşamakta hem de kendisinden olmayan çevrelerde olağanüstü bir ilgiyle karşılanmaktadır. “Karşılaşmaktadır” yerine “karşılanmaktadır” deyişim bilinçli bir hipotezin sonucudur ve ben bu cümleyle Aleviliğin kendi bünyesinde yeterli bir bilinç gelişimi ortaya koyamadığı kanaatindeyim. Aleviler her şeyden önce “ne oluyoruz?” derken ne “ne olduklarının” ne de “ne olmadıklarının” farkındadırlar. Elbette bu bilinçsizlik durumunda en az suç yine kendisini Alevi olarak nitelendiren bu kitlelere aittir. Daha önceki ezilmişlikler bir yana 1826 yılından beri yasaklı bulunan bir topluluğun şuur kaybı kadar tabii ne olabilir? İkinci Mahmud’dan bu güne kadar önceleri devlet son yüzyılda ise toplum tarafından mücrim yani suçlu muamelesi gören bir topluluk içinde bulunduğu bilinçsizlik durumunu ancak uzun bir süreçte aşabilecek gibi görünmektedir. Osmanlı Devleti 8 Temmuz 1826 tarihinde Bektaşiliği yasaklamıştır. Bu olay Yeniçeriliğin tarihe gömülüşün- SENCE 2015 Sayı 9 25 SENCE den bir ay sonra olmuştur. Sultan II. Mahmud Topkapı Sarayı’ndaki camide ulema (medrese bilginleri) ve meşayıh’ı (tarikat şeyhleri) toplantıya çağırarak Bektaşiliğin yasaklanma kararını aldırmıştır. Ulema zaten Bektaşiliğin yasaklanmasından yana tavır takınmış, tarikat şeyhlerinin bir kısmı ise bu girişime karşı oldukları halde, devletin kararlı tutumu sonucu kapatılışa en azından ses çıkarmamak zorunda kalmışlardır. Bu kararın sonucunda, devlet İstanbul başta olmak üzere Rumeli ve Anadolu’daki bütün Bektaşi tekkelerine girmiş; tekkelerin mal varlıkları kitaptan iğneye, öküzden buğdaya kadar tek tek sayılarak kayıt altına alınmıştır. Pirevi olarak adlandırılan Hacıbektaş ilçesindeki, içinde Hacı Bektaş Veli’nin türbesinin de bulunduğu merkez tekke, Nakşibendî tekkesine çevrilmiş, 60 yıldan yeni olan tekkeler yıktırılmış, eski olanlar medreseye dönüştürülmüştür. Osmanlı Devleti Bektaşi tekkelerini Yeniçerilerle olan yakınlıklarından dolayı kapatmıştır. Ancak kapatılış fermanında bu duruma hiçbir şekilde atıf yapılmamaktadır. Bu fermanda Bektaşiliğin, dine karşı laubali tavır sergilediği, Hulefa-i Raşidin’in (dört halife) üçüne saygısız davrandığı, Kuran sayfalarını içki şişelerine tıkaç yaptığı, namazı ve orucu terk etmeyi mübah gördüğü şeklindeki suçlamalarla kapatıldığı kayıtlıdır. Ne burada ne de sonradan yayınlanan fermanlarda Yeniçerilik-Bektaşilik ilişkisi vurgulanmaktadır. Çünkü bu ilişkinin kanıtlanması hem çok zordur hem de bu ilişki bir sivil toplum örgütü yapılanmasındaki bir tarikatı kapatmak için yeterli değildir. İncelediğimiz Osmanlı Arşivi kayıtlarına göre Bektaşilerle Yeniçeriler arasında ilişki bulunmaktadır. Bu ilişki Osmanlının toplum yapısının sonucu olarak 26 www.sencedergisi.com ortaya çıkmıştır. Yani meşruiyetini buradan almaktadır. Osmanlı dönemindeki doğru ve güzel nitelendirilmesiyle Kızılbaş ocakları olarak adlandırılan bu gruplar, “Kızılbaş” kelimesine yüzyıllar boyunca yüklenilen aşağılama anlamları yüzünden Cumhuriyetle birlikte kendilerine Alevi demeye başlamışlardır. düşüncelerinden dolayı devletle karşı karşıya gelmiş bir tarikat şeyhiydi. At meydanında aynı iddialarla başını vermiş Oğlanlar şeyhi İbrahim Efendi, Bosna eşrafından Hamza Bali Efendi her nedense bu Marksist grupların hiç ilgisini çekmedi. Nesimi ve Şeyh Bedreddin de zaten bütün dinî kimliklerinden soyutlanarak anakronik bir gayretle adeta Karl Marx’a derviş yapılmışlardı. Aslında bu terim nadir kullanımlarla 1826’ya kadar uzanıyorsa da asıl yaygınlaşması son yetmiş-seksen yıl içerisindedir. Bana göre bilinç kaybının başlayışı da bu kavram değişimiyle başlamıştır. Bu bilinç değişiminin etkileri günümüze kadar devam etti. Hatta bugün yeniden cemevlerine ve dedelerinin dizlerinin dibine dönmek isteyen Alevi kitleler karşılarında bu bilinç dönüşümüne uğramış dernekçileri buldular. Kızılbaşlık bir tarafıyla Şah Hataî’ye diğer tarafıyla Hünkar Hacı Bektaş Velî’ye dayanırdı. Kızılbaş kitleler her ne kadar “Buyruklar” vasıtasıyla kendilerini ehl-i beytin vasıtasız bilgisine bağlasalar da asıl kendilerini harekete geçiren dinamiğin Makalat ve Hataî’nin nefesleri olduğunu bilirlerdi. Yani içerisinde yer aldıkları tasavvuf yolu büyük oranda İran-Anadolu ekseninde şekillenmişti. Burada oluşturdukları şuur da bu toprakların geleneğine özgü bir yaşayış biçimini beraberinde getirmekteydi. Çeşitli Alevi kimlikli derneklerde Marksist bir örgütlenme içerisindeki bu kişiler hem çok teşkilatlı olduklarından hem de mücadeleyi iyi bildiklerinden bir tasavvuf hareketi olan Aleviliğin temsilcisi olarak kendilerini sunabildiler. Uzun yıllar boyunca yazılı kaynaklarından ve sözlü geleneğinden kopan bazı Aleviler inanç temelli yani din kaynaklı bilinçlerini ideolojik etkilerle yeniden oluşturma peşine düştüler. Özellikle Kızılbaşlığın ihtilalci ve paylaşımcı karakteriyle paralelmiş gibi görünen Marksist ideoloji bu gurupların içerisindeki gençleri bir hayli etkiledi. Bir müddet sonra Kızılbaş tasavvufu Marksist terminolojiyle yeniden inşa edilmeye başlandı. Bektaşilik bir kültür ocağı olarak Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarında faaliyette bulunup, yerleştiği topraklarda bir taraftan tasavvufun, diğer taraftan ise Türk kültürü ve özellikle de Türkçe’nin yeşerip yayılmasını sağlıyordu. Bir tasavvufi gönül insanı ve inanç önderi olan Hacı Bektaş Veli bu yeni terminolojide fazla yer bulamadı. Onun yerine Nesimi ve Simavna Kadısı Şeyh Bedreddin ön plana çıkarıldı. Oysaki Şeyh Bedreddin ne Kızılbaş ne de Bektaşî idi. Sadece vahdet-i vücutçu Günümüzde Bektaşilik yalnızca ülkemizde yaygın bir topluluk değildir. Bu sosyal müessese, Osmanlı döneminde Balkanlara ve Osmanlı’nın yıkılışından sonra Amerika’ya da ulaşmış bulunmaktadır. Bektaşilik Hacı Bektaş Veli’nin Makalatı, Pir Sultan Abdal’ın, Şah Hatai’nin şiirleri ve Balım Sultan erkânnamesiyle sistemleşen Türkçe ayin-i cemleriyle, yayıldığı yerleri bir tür “Türkçe kültür çevresi” haline getiriyordu. Hacı Bektaş Veli merkezli Anadolu Aleviliği bir sosyolojik yapı olarak 1826’dan beri yasaklı bulunmaktadır. Bu tarihten önce de Bektaşilik dışındaki Kızılbaş ocaklar (Hubyar Ocağı, Hıdır Abdal Ocağı, Hacim Sultan Ocağı, Baba Man- Cumhuriyet yönetimi ise, Bektaşilik ve Kızılbaş Ocaklarının alternatifi durumundaki diğer tasavvufî yapılanmaları (Mevlevilik, Kadirilik, Cerrahilik, Uşşakilik vs.) da yasaklayarak bir tür dengeleme faaliyetinde bulunmuştur. Böylece Anadolu coğrafyasındaki tasavvufi hayat tamamıyla yer altına çekilmiştir. Dinî hayatın batınî ağırlıklı yorumları da kendisini, yegâne olarak, felsefe alanında ifade edip anlamlandırma imkânı bulabilmiştir. Bu da – meşru platformda – ancak Hacı Bektaş Veli’nin, Mevlana’nın, Yunus Emre’nin felsefeleri şeklinde ele alınıp düşünce dünyasına sunulabilmiştir. Düşünce platformunda durum bu merkezde olduğu halde sosyolojik alanda – ki devlet tarafından meşru kabul edilmeyen bir platformdur – faaliyetler çok daha canlı ve hareketli olagelmiştir. Bütün unsurlarıyla birlikte yasaklı oldukları halde gerek Bektaşilik ve Kızılbaş Ocakları, gerekse diğer tasavvufî yapılanmalar faaliyetlerini dernek ve vakıf isimleri altında sürdürmüşlerdir. Hacı Bektaş Veli ve Anadolu Velilerinin isimleriyle kurulan yüzden fazla dernek ve vakıf bulunmaktadır. Bektaşilik ve Kızılbaş Ocaklarının dışındaki tasavvuf dünyasının bağlıları, kendilerini bireysel olarak Cumhuriyetle birlikte kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı camilerde ifade edebilmiş, dinî hayatlarının belli bir kısmının ihtiyaçlarını buralardan karşılayabilmişlerdir. Camide ifade edemedikleri evrad, zikirler, ayin gibi diğer ritüellerini ise gözden uzak mekânlarda icra etmişlerdir ve etmektedirler. Devletin bu takibatı Bektaşiler üzerinde de etkin biçimde uygulana gelmiştir. Örneğin 1950’li yıllarda Mısır Kasrulayn Bektaşi Dergâhı Şeyhi Ahmed Sırrı Baba Türkiye’ye Osmanlı dönemindeki doğru ve güzel nitelendirilmesiyle Kızılbaş ocakları olarak adlandırılan bu gruplar, “Kızılbaş” kelimesinde yüzyıllar boyunca yüklenilen aşağılama anlamları yüzünden Cumhuriyetle birlikte kendilerine Alevi demeye başlamışlardır. yaptığı bir ziyaret esnasında tutuklanmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı niteliği bakımından olmasa da fonksiyonlarından bir kısmı bakımından Osmanlı Devleti’ndeki Şeyhülislamlık ve daha sonraları Şeyhülislamlığın yerine kurulan Bab-ı Meşihat’ın devamı niteliğindedir. Ancak hem protokoldeki durumu hem de etkinliği son derece azaltılmıştır. Daha önce kontrolünde bulunan tarikatler ve medreseler kapatıldığından da etkisi cami çerçevesindeki din hizmetlerinden ibaret kalmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı camiye devam eden ve devam edilmesi gerektiğine inanan insanlara din hizmeti sunmaktadır. Durum böyle olunca da – sebep her ne olursa olsun – çoğunluk itibariyle camiden din hizmeti almayan ve almak istemeyen Bektaşi ve Alevi gruplar kendilerini devletin verdiği din hizmetinden yararlanamayanlar olarak nitelendirmektedirler. Bu fiili durum devlete vergi ödeyen bir kısım vatandaşların devletin bir kurumunun verdiği hizmetten yararlanamaması gibi bir sonuç doğurmaktadır. Dernek ve vakıflar bünyesinde açtıkları “cemevleri” etrafında kendi çabalarıyla örgütlenen ve kendi din hizmetlerini kendileri sağlama yoluna giden bu din kaynaklı toplumsal yapıların bir kısmı gerçek anlamda laik olan bir ülkede devletin din hizmeti veremeyeceğini, bu yüzden de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kapatılmasını savunmaktadırlar. Güncel sur ocağı vs.) kendilerini gerçek kimlikleriyle ifade edebilmiş değillerdir. Özellikle Babagan Bektaşileri bir din adamı olan “baba”ların inançları gereği devletten maaş almaması gerektiği görüşündedirler. Bu gurupların bir kısmı ise, kendilerinin de tıpkı cami cemaati gibi kendi cemevlerinde bu yardımdan yararlanmak istemektedirler. Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinde devletin bu tutumu sürdürebilmesi daha fazla mümkün gözükmemektedir. Çünkü Alevi vatandaşların din hizmeti arzusu cemevlerinin meşru ibadethane kabul edilmesinden ibaret değildir. Bir de din eğitimi hizmeti almak isteyen ama bunu alacak hiçbir yer bulamayan Alevi çocuklar ve gençler bulunmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda yer alan ve ilk ve orta dereceli okullarda zorunlu olarak okutulan Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersleri gerek müfredatı gerekse veriliş biçimi bakımında Alevi-Bektaşi kitleleri tatmin etmemektedir. Hatta bu dersleri bir tür “Sünnileştirme faaliyeti” olarak gören pek çok Alevi-Bektaşi bulunmaktadır. Bütün bunların yanı sıra Üniversitede yapmış bulunduğum araştırma ve gözlemler, Alevi gençlerin kendi inançları bakımından hemen hemen hiçbir bilgiye sahip olmadıklarını da ortaya koymuştur. Vermekte olduğum ve Bektaşi kültürünü anlatan yüksek lisans-doktora derslerine tanelerce Alevi genç gönüllü izleyici olarak katılmaktadır. Bu arada Almanya’nın bazı eyaletlerinde Alevi Din Dersleri okutulmaya başlanmıştır. SENCE 2015 Sayı 9 27 SENCE Bu fiili durum Türkiye’deki Alevileri de bu istek doğrultusunda etkilemektedir. Özet olarak söylemek gerekirse Aleviler hem ibadet hem de eğitim ihtiyacı talebiyle ortaya çıkmaktadırlar. Anayasal bir zorunluluk olan Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersleri tıpkı ibadethane meselesinde olduğu gibi Alevileri iki farklı görüşte toplamaktadır. Bir kısmı laik devletin adı ne olursa olsun din dersi veremeyeceğini savunmakta; diğer kısmı ise, tıpkı Almanya’nın bazı eyaletlerindeki gibi Alevi din derslerinin orta öğretim müfredatına konulmasını istemektedir. Durum, özü itibarıyla bu biçimdedir. Alevi kitleler devlet tarafından tam anlamıyla yok sayıldıkları kanaatindedirler. İşte bu soruna bir çare bulmak, hiç değilse zevahiri kurtarmak amacıyla Tayip Erdoğan hükümetinin Alevi kökenli milletvekilleri aracılığıyla Alevilerin sorun ve isteklerine çare bulma niyeti gündeme gelmiş bulunmaktadır. Aslında bu tutum Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Alevi Kültürünün klasikleri mesabesinde olan kitapları orijinali ve çevrim yazısıyla birlikte yayınlama işine girişmesiyle başlamış bulunmaktaydı. Bu satırları yazanın kanaati bu faaliyetin çok önemli ve yararlı olduğu istikametindedir. Bu, bilinmeyen sırlarla kaplı bir dünyanın insanlar tarafından doğru öğrenilmesini sağlayacak bir girişimdir ve ehil eller tarafından yapılmaktadır. Bunun yanı sıra Alevi kökenli bir yayın evi olan Horasan Yayınları’nın da bir Bektaşi Erkannâmesi’ni yayınlaması çok önemli bir çalışmadır. Her şeyden önce şunu belirtmeliyiz. Eğer Türkiye’de Alevilik sorunu çözülmek isteniyorsa bu Alevi ve Bektaşileri temsil kabiliyeti olan kanaat önderleriyle birlikte hareket ederek olabilir. Örneğin Bektaşiliğin iki kolundan biri olan Çelebiler kolunun önderi Veli- 28 www.sencedergisi.com yettin Ulusoy ile birlikte hareket etme imkânı aranmış mıdır? Kızılbaş Ocakları dediğimiz ve makalenin girişinde sözünü ettiğimiz din kaynaklı toplumsal gruplardan kaçıyla bu sorun derinliğine ele alınmıştır? Pek çok makale ve yazımızda da belirttiğimiz üzere Alevi dünyasının önemli unsurlarından Babagan Bektaşileri bu çabanın içerisinde yer almakta mıdırlar? Onların yüzyıllara dayanan kültürel geçmiş ve birikiminden yararlanılmakta mıdır? Bir Şakir Keçeli Babaerenler, bir Dursun Gümüşoğlu Erenler bu projenin içerisinde var mı? Yine Alevi dünyanın sayılı entelektüellerinden ve araştırmacılarından olan Ayhan Aydın’la temas sağlanmış mıdır? Ayhan Aydın, Alevilerin dağılım ve yapılanışını en iyi bilen insanlardan biridir. Yüzlerce Alevi inanç önderi dede ve babayla söyleşiler gerçekleştirmiştir. On yıllar boyunca Alevi Bektaşi gruplar çerçevesinde şehir şehir, köy köy dolaşılarak elde edilmiş video, fotoğraf ve ses kayıtlarından oluşan muazzam bir arşivi bulunmaktadır. Yurt dışında (Almanya vs.) yaşayan Alevilerin önemli öncülerinden ve değerli bilim adamı Dr. İsmail Engin’e ve eğitim bilimcisi Prof. Dr. Havva Engin’e danışılmakta mıdır? Dr. Özgür Savaşçı’yla temas kurulmuş mudur? Burada bir gerçeği de belirtmek zorundayız ki Cem Vakfı’yla belirli ölçüde temas kurulmuş olduğu basına yansımıştır. Bu çok önemlidir, ancak yeterli değildir. Tıpkı Cem Vakfı gibi Aleviliği temsil kabiliyeti olan bütün gurupların hiç değilse önderleriyle görüşülmeli, beraber hareket imkânları aranmalıdır. Eğer hükümet “biz Aleviliği yapılandırırız gelip biat edenler eder etmeyenler kendileri bilir” mantığıyla hareket ediyorsa – etmediklerini görmek istiyoruz – büyük bir yanılgı içerisindedir. Alevilik sorunu – ki tam anlamıyla karmakarışık bir sorundur – ancak Alevilerle beraber hareket edilerek çözülebilir. Alevilik sorunu kolay çözümlenecek bir mesele değildir. Bu problemi halletmek için belki de Anayasa değişikliğine varan girişimler gerekmektedir. Kısacası bu konu siyasal bir iradenin üzerine yönelmesiyle çözümlenebilir. Ama mutlaka ve mutlaka çözümlenmelidir. Aleviliğin meşrulaşması Türkiye’nin huzuru için elzemdir. Alevilerin meşrulaşma çabalarına AKP hükümeti sessiz kalmayacağını, onla- Güncel ne olduğunu veya ne olacağını zaman gösterecek. Kültür Bakanlığı bünyesinde cemevlerine bir yasal statü bulunması bana oldukça makul geliyor. Sakın bu cümlemden Aleviliği inanç biçimi saymadığım çıkarılmasın elimden gelse Sünniliği de bu Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bünyesinden çıkarırım. Aleviler eğer makul ve mantıklı bir topluluksa Diyanet’e hiç bulaşmazlar. Cemevlerinin devletten hizmet almasının yanı sıra dede ve babaların devlet tarafından karşılanacak bir takım maddi imkanlara kavuşmasını da destekliyorum. rın sorunlarına çözüm getireceğini ilan ederek bir dizi çalıştaylar yapmaya başladı. 19 Ağustos 2009’da İlahiyat kökenli akademisyenler ve Diyanet mensupları Ankara’da toplandı. Aralarında benim de bulunduğum şahıslardan bazıları şunlardı: Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, Prof. Dr. Hasan Onat, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Prof. Dr. Mehmet Saffet Sarıkaya, Prof. Dr. Hayri Kırbaçoğlu, Doç. Dr. Aliye Çınar, Prof. Dr. Süleyman Uludağ, Prof. Dr. Şinasi Gündüz, Prof. Dr. Ömer Özsoy. Öte yandan, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı Başkan Yardımcısı Prof. Dr. İzzet Er temsil ediyordu. Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Hamza Aktan, Türkiye Diyanet Vakfı Yayın Kurulu Başkanı Saim Yeprem ile Tunceli Müftüsü Arslan Türk de katılımcılar arasında bulunuyordu. Katılımcıları başlıca üç grupta toplamak mümkündü: Birinci grup gerçekten bütün bir akademik hayatı boyunca Alevilik, Bektaşilik çalışmış bilim insanlarıydı. Söylenecek sözleri, devletin sorunu çözmesi için yapılacak teklifleri vardı, nitekim öyle de oldu. İkinci grup ise sadece İlahiyat Fakültelerinden birinde öğretim üyesi olan ve hayatı boyunca bırakın Alevilik çalışmayı bir tek Alevinin elini dahi sıkmamış zevattı. Bakan Faruk Çelik’in, işin doğrusunu söylersek aziz dostumuz moderatör Necdet Subaşı’nın bu kişileri niçin davet ettiğini bir türlü anlayamadım. Çoğu da zaten anne babalarından dinledikleri Alevi öykülerini anlattılar. Bir de Diyanet İşleri Başkanlığı’nı temsilen gelenler vardı. Mantıklı şeyler söyleyen İzzet Er hocayı bir kenara bırakırsak diğer temsilciler adeta Bab-ı Meşihatın artık meriyette olmadığını dahi unutmuş durumdaydılar. Böyle bir yapı ve zihniyetin Alevilik sorununa hiç bir katkısı olamaz. Aslına bakarsanız bu temsilciler mevcutken Sünnilik de bir arpa boyu yol alamayacaktır. Biz yine konunun asıl sahipleri olan bilim insanlarına ve önerilerine dönelim. İlk konuşmalardan birini Prof. Dr. Fığlalı, son konuşmayı ise Yaşar Nuri Öztürk hoca yaptı. Bakan Faruk Çelik, bütün oturumlarda mevcuttu ve önerileri büyük bir ciddiyetle dinledi. Bana öyle geliyor ki hükümet kendisini artık Aleviler için bir şey yapmak zorunda hissediyor. Bu “bir şeyler”in Bunun maaş biçiminde olmasa da bir takım ek ödenti ve yardımlar biçiminde Osmanlı Devleti zamanında diğer tekkelere olduğu gibi Bektaşi tekkelerine de yapıldığını biliyoruz. İsteyene “traş bahası”ndan tutun da pirinç yardımına kadar yapılan yardımları anlatan yüzlerce belgeyi yollayabilirim. Osmanlı zamanında tekke personeline maaşlarını elbette devlet vermiyordu ancak çok iyi kurumlaşmış bir vakıf müessesesi mevcuttu. Tekkenin dedesi de meydancısı da vakıf gelirlerinden maaşlarını almaktaydı. Özellikle de Hacı Bektaş hankahındaki Çelebi ailesi o zamanki vakfın mütevvellisi olarak gelirlerin ve harcamaların da bir tür kontrolörü durumundaydılar. Son Çelebilerden Cemaleddin Efendi’nin “Müdafaa” adlı eseri incelenirse bu konuda çok malzeme bulunacaktır. Günümüzde vakıf kurumunu etkin hale getirmek biraz zor görünmektedir. Çünkü Alevi toplumu vakıflara gelir vakfedecek maddi kaynaklardan uzak bulunmaktadır. Bence Sünni imamların aldığı maaşı -ki onlar da Osmanlı döneminde vakıflardan maaş alırlardıalmalı ve emeklerinin karşılığı olarak afiyetle harcamalıdırlar. SENCE 2015 Sayı 9 29 SENCE Türkiye Kamu-Sen Şehit Yakınları ve Gaziler Komisyonu Başkanı Abdullah GAZİOĞLU Adınız tek. Adınız bir milletle ayakta. Kimi vatan der Kimi Mehmetçik, Yaşamanız bu toprakta. Fazıl Hüsnü Dağlarca Röportaj: Deniz GÜRBÜZ 30 www.sencedergisi.com Türkiye Kamu-Sen bünyesinde şehit yakınları ve gaziler komisyonu oluşturarak yerinizi aldınız, bizlere çalışmalarından bahseder misiniz ? Haziran ayı içerisinde faaliyete başladık. Komisyonumuz beş kişiden oluşmaktadır. Komisyonun başkanlığını şahsım yürütmektedir. 2008 yılında uzman çavuş olarak görev yaptığım Hakkari Şemdinli’de çatışmada yaralanarak gazi oldum. Komisyonu oluşturan Başkan Yardımcılarımız Gazi Nihat Ertay, Gazi Özkan Genç, Gazi Turgut Yıldırım, Gazi Rasim Yalçın diğer gazilerimizin her biri kendi dalında rüştünü ispat eden, şehide ve gaziye hizmeti kendilerine dava bilen, camiada sevilen sayılan, inanılan, itibar gören isimlerdir. Bizlerin temel gayesi kamuda memur olarak çalışan tüm şehit yakınlarımızın, gazilerimizin sorunlarına çözüm odaklı bir yaklaşım sergilemek olacaktır. Onların hak hukuk mücadelesinde nefer olmak gayesindeyiz. Biz o nedenle ilk olarak camianın eksiklerini, yapılması gerekenleri tespit etmek için bir envanter çalışması başlattık. Akabinde envanter listesiyle tespit ettiğimiz eksikliklerin öncelik sırasını belirlemek amacıyla sözlü ve yüz yüze anketler yaptık. Anketlerimizin sonuçlarına göre çalışma planı oluşturduk. Birliğin beraberliğin her daim elzem olduğu bu yapılarda kucaklaşmayı sağlamak amacıyla yaklaşık 300 şehit yakını ve gazimizle birlikte Kamu-Sen de ramazan atmosferine uygun olarak iftar programı gerçekleştirdik. Hükümet ve sendikalar arasında gerçekleştirilen toplu pazarlık görüşmelerine memurların sosyal ve özlük hakları ile ilgili istek ve beklentilerini taşıdık. Bu faaliyetlerimizin basında da yer almasının ardından geri dönüşlerin olumlu yönde olduğunu söyleyebilirim. Gelen yoğun destek mesajlarını da göz önünde bulundurursak güzel bir sinerji yakalayacağımız konusunda hayli iyimserim. Birçok sendika ve sivil toplum örgütü var. Bu kuruluşların içinde de sizin ki gibi komisyon var mı? Maalesef yok. Hatta üç büyük sendikada Kadın Komisyonu ve Engelliler Komisyonu bulunmasına rağmen bizim Şehit Yakınları ve Gaziler Komisyonu kurmaya yönelik teklifimizi reddetmişlerdir. Bundan önceki yıllarda iftar, basın açıklaması, miting gibi çeşitli aktivitelerde bizden desteğini esirgemeyen Akil heyeti kurarak, necip milleti akılsız görürseniz, Habur’da teröristlerin ayağına, hakim savcı gönderip adaleti ayaklar altına alırsanız, Doğu ve Güneydoğu’da sözde şehitlik yapılmasına göz yumarsanız, şehit kanlarıyla rengini bulan al bayrağın indirilmesinde birilerini cesaretlendirirseniz, ulu önderimizin büstlerine saygısızlığı kulak arkası ederseniz, tarihten büyük bu millete, yenilmişlik duygusunu yaşatırsınız, eli kanlı terör örgütü daha da palazlanıp güçlenir. Türkiye Kamu Sen’e böyle bir teklifle gittiğimizde ise teklifimiz hemen kabul edildi. Böylelikle de Türkiye Kamu Sen de vatan-millet sevgisinin, şehit ve gazi hassasiyetinin ve bunlara sahip çıkmanın kuruluş felsefesi olduğunu bir kez daha görmüş olduk. Özetle diyebilirimki diğer sendikalarla kıyası bile kabil değil. Çünkü bu bir komisyon oluşturmanın ötesinde şehit yakınlarımızla gazilerimize sahip çıkmanın tezahürüdür. Şunu net olarak söyleyebilirim ki diğer sivil toplum kuruluşları bunu yapmayıp bizi görmezden gelerek yok saymaktadır. Röportaj 2016 yılına kadar kamuda yaklaşık 40 bin şehit yakını, gazi ve gazi yakını istihdam edilecek. Bir şehit geldiğinde üzüldüm diyeceksiniz, gazi gördüğünüzde ah vah çekeceksiniz ama onlarla ilgili bünyenizde hiçbir birim oluşturmaya gerek görmeyeceksiniz. Bizim Adana’da çok söylenen bir atasözü vardır der ki; “kuru kuru kadanı almak.” Bunlar da bizim kuru kuru kadamızı alıyorlar. Açılım adı altında başlatılan süreç ile gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Her gün şehit haberleri geliyor komisyon olarak bu sürece bakışınız nedir? Bölücü terör örgütüne silah bıraktırılması, şehit cenazelerinin gelmemesi birlik beraberlik ve kardeşliğimizin zarar görmemesi korunması hükümetin görevidir. Bizi yani şehidi ve gaziyi yok sayarak yapılacak çözüm çözüm olmaz. Bunu ne vicdan kabul eder ne de din. Şehitlerimiz ve gazilerimiz hakkını helal etmediği sürece çözüme ulaştık denemez. Cephede kan veren masada söz sahibi olur. Açılım sürecinin böyle bir yöntem ile yapılmasına her dem karşı durduk. Maalesef gelinen nokta bizi haklı çıkardı. Çünkü yöntem yanlıştı silah bırakmadan, eylemlerine son vermeden, aman dilemeden yapılacak her süreç devleti zayıflatır bilakis örgütü güçlendirir. Akil heyeti kurarak, necip milleti akılsız görürseniz, Habur’da teröristlerin ayağına, hakim savcı gönderip adaleti ayaklar altına alırsanız, Doğu ve Güneydoğu’da sözde şehitlik yapılmasına SENCE 2015 Sayı 9 31 SENCE daki sevgiyi, bebeği olduğunda bebeğini göremez olmuştur. Bu yaşadıkları acıyı anlayabilen var mı? Gazilerin halini anladıklarını söyleyenlerin de onlara reva gördüğü sadece 2250 TL’dir. Gelen şehit cenazeleri ile her gün yüreğimiz dağlanmakta ciğerimiz yanmaktadır. Artık ana kuzularının al bayrağa sarılı gelmesine tahammülümüz kalmamıştır. Sabrımız tükenmek üzeredir. Olan 17 bin lira bulamayıp askere giden Mehmetçiğimize olmaktadır. göz yumarsanız, şehit kanlarıyla rengini bulan al bayrağın indirilmesinde birilerini cesaretlendirirseniz, ulu önderimizin büstlerine saygısızlığı kulak arkası ederseniz, tarihten büyük bu millete, yenilmişlik duygusunu yaşatırsınız, eli kanlı terör örgütü daha da palazlanıp güçlenir. 50.000 silahı şehirlere yığar, tonlarca patlayıcı maddeyi ülkeye getirir. Örgüte militan kazandırır, kendi hakimini Kaymakamını atar, kendi polis gücünü kurar böylelikle özerkliğini ilan eder. İşte küçük yanılgılar büyük bedeller ödetir. 40 günde 42 ana kuzusu hakkın 32 www.sencedergisi.com Tabi ki son yıllarda yapılan olumlu kanuni düzenlemeler var, bunalrı inkar etmiyoruz. Lakin bunu yeterli görmek şehide gaziye en büyük saygısızlıktır. Yapılacak düzenlemeler her zaman şehide gazi’ye ne yapılsa azdır düsturu çerçevesinde hep daha iyileştirici yönde olmalıdır. rahmetine sessizce yürür, bir tek baba ocağına ateş düşer. Bizim en büyük üzüntümüz İmralı canisinin kurtarıcı olarak bu millete lanse edilmesi, pkk’nın uluslararası bir boyuta taşınması, kundaktaki bebeklerin öldürülmesinin unutturularak ayrılıkçı bir hareket olarak dünyada yer bulmasıdır. Peki bunun müsebbibi kimdir? Tabi ki onlarla masaya oturanlardır. Şehit aileleri ve gazilerimiz hak ettikleri değeri görebiliyor mu? Kendilerine tanınan ekonomik ve sosyal hakları yeterli buluyor musunuz, yaşadıkları sorunlar nelerdir? Üzülerek ifade ediyorum ki yaşadığımız sorunların en temel kaynağını, şehitlerin yok sayılıp gazilerin engelli sınıfında değerlendirilmesi çabasıdır. Bu düşünceler şehit ailesine tuvalet temizletmeye, gazi’yi otobüsten atmaya sebep olabilmektedir. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı ? Ben son olarak buradan bir kez daha yetkililere seslenmek istiyorum; Terörle müzakereden vazgeçin. Çünkü terörle müzakere olmaz terörle mücadele olur, siz de mücadele edin. Televizyonlarda şehit haberlerine 20 saniyelik yer verildiğini düşünürsek verilen değer ortada. İşte üzüntülerimüz bu kadar kısa sürmektedir. Olağanüstü hal ilan edilmeli, sırtını PKK’ya dayayanlar, kahraman Türk ordusuna dil uzatanlar, sözde özerklik ilan edenler en ağır cezaya çarptırılmalıdır. İdam cezası geri getirilmeli, başta İmralı canisi olmak üzere tüm hainler idam edilip, Kandil’e şanlı Türk bayrağı dikilmelidir. Evin tek oğlu... O çocuğu da şehit veren anne... Sizce nedir onun için şehit? Bu yaşanan acıların son bulmasını temennisiyle. Gazi ayağını vermiş, artık koşamaz olmuş; elini kaybetmiş, yemeğini kendi yiyemez başkasının eline bakar olmuş, Gözlerini kaybetmiş evlenince karısının gözünün rengini, bakışların- Bu Vatanı Canından Aziz Bilen Şehitlerimizi Saygı Minnet Rahmet Dua İle Anıyor Kahraman Gazilerimize Şükranlarımı Sunuyorum Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor! ŞEHİT ADEM CANKURTARAN ŞEHİT ADNAN ERGEN ŞEHİT AHMET ÇAMUR ŞEHİT AHMET KILIÇ ŞEHİT ALİ KOÇ ŞEHİT AYDIN NAZİLLİOĞLU ŞEHİT BEKİR SERHAT KAYA ŞEHİT BEYAZIT ÇEKEN ŞEHİT BURAK ZOR ŞEHİT BURHAN GATFAR ŞEHİT CEMRE SALİH GÖZEN ŞEHİT CİHAN AKSARI ŞEHİT DENİZ GÖÇKÜN ŞEHİT ERCAN HIRÇIN ŞEHİT FATİH DURU ŞEHİT FATİH KILBEY ŞEHİT FEHMİ ŞAHİN ŞEHİT FEYYAZ YUMUŞAK ŞEHİT HALUK VARLI ŞEHİT HARUN SALTALI ŞEHİT HASAN ESERLERİ ŞEHİT İBRAHİM DERİNDERE ŞEHİT İLKER ÇELİKCAN ŞEHİT İSA İPEK ŞEHİT MEHMET PARLAK ŞEHİT MEHMET UYAR ŞEHİT MUHAMMED ONUR DEMİR ŞEHİT MUHAMMET FATİH SİVRİ ŞEHİT MUHARREM ÖKSÜZ ŞEHİT MURAT SAVAŞ KALE ŞEHİT MUSTAFA ÖZDEMİR ŞEHİT MUSTAFA YAHYA MERTCAN ŞEHİT OKAN ACAR ŞEHİT OKAN TAŞAN ŞEHİT ÖZGÜR YATAKDERE ŞEHİT RESUL COŞKUN ŞEHİT RESUL KAYAOĞLU ŞEHİT SAVAŞ AKYOL ŞEHİT SERDAR KAZAR ŞEHİT ŞAHİN POLAT ŞEHİT TANJU SAKARYA ŞEHİT TAYFUR HANÇER ŞEHİT TOLGA ARTUĞ ŞEHİT TUĞRUL KÖSEOĞLU ŞEHİT UĞUR YILDIZ ŞEHİT YALÇIN TALIK ŞEHİT YAŞAR DOĞANCAY ŞEHİT YILMAZ DİKMEN ŞEHİT YUSUF YELKENCİ ŞEHİT TANSU AYDIN ŞEHİT GÖKHAN ÇAKIR RUHUNUZ ŞAD MEKANINIZ CENNET OLSUN EMANETLERİNİZ EMANETİMİZDİR TÜRK BÜRO-SEN SENCE 2015 Sayı 9 33 SENCE İÇİMİZDEN BİRİ Fatma UÇARLAR F atma UÇARLAR, Isparta doğumlu olup Memuriyetine Konya’da o zamanki ismi ile Beden Terbiyesi Bölge Müdürlüğü’nde başladı. Daha sonra Çanakkale, Burdur ve Isparta illerinde görev yaptı. Hizmetinin 22 yılını şube müdürü olarak tamamladı ve 18 Mart 2015 tarihinde 38 yıllık memuriyet hizmeti ile Isparta Gençlik Hizmetleri ve Spor İl Müdürlüğü’nden emekliye ayrıldı. Edebiyat, özellikle şiir ve deneme ilgi alanı olan UÇARLAR’ın, Sevdim Yetmez Mi? İsimli şiir kitabı, Antalya Güllük Dergisince 2005 yılında, “Yılın Kitabı” dalında mansiyon ile ödüllendirildi. Yine 2005 yılında Egeli Araştırmacı Yazarlar Birliği (EGAY-DER)’nin düzenlemiş olduğu yarışmada “Bayrak” isimli şiiri “Jüri Özel Ödülü”ne layık görüldü. Egeli Araştırmacı Yazarlar Birliği tarafından 2004 yılı “Türk Kültürüne Hizmet” plaketi ile de ödüllendirildi. 2006 yılında Anayurt Gazetesi’nin düzenlediği yarışmada “Fatma’ya Geldim” isimli şiiri, hece dalında üçüncülük ödülüne değer bulundu. Yine aynı sene Türkiye Kamu-Sen’in düzenlediği “Çalışma Hayatında Kadının Rolü ve Sorunları” konulu yarışmada Türkiye beşinciliği, 2007 yılı Ağustos ayında Denizli Şairler ve Yazarlar Derneği’nin düzenlemiş olduğu “Av Hikâyeleri” konulu yarışmada “Yeşil Ördek Gibi Daldım Göllere” isimli hikâyesi ikincilik elde etti. 2015 yılında Türk Eğitim-Sen tarafından düzenlenen “100 Yıllık Destan Çanakkale” konulu Şiir Yazma Yarışması’nda “Ispartalı Ahmet Oğlu Ali” şiiri Jüri özel ödülüne değer bulundu. Şiirleri ve deneme türündeki yazıları, Anadolu’da çeşitli gazetelerde ve antolojilerde yayımlanmakta olan UÇARLAR, İLESAM üyesi ve Isparta Göller Bölgesi Yazarlar ve Şairler Derneği Yönetim Kurulu üyesidir. Evli ve iki oğlu bulunan Fatma UÇARLAR’ın değişik makamlarda bestelenmiş şiirleri bulunmaktadır 34 www.sencedergisi.com Ben, Ispartalı Ahmet oğlu Ali! 57. Alay neferi… Eli kınalı yârim bekler beni, Karnında bebem… Annem yaşlı, gözleri daha da yaşlı, Elleri duada, gönlü yaslı… Babamı bilmem, Tıpkı, tıpkı çocuğumun beni bilmeyeceği gibi… Yemen’e gitmiş Ve ömrü orada bitmiş… Ben, Ispartalı Ahmet Oğlu Ali! 57. Alay neferi… İngiliz, Fransız, Anzak, Ülkemin pak toprağında, Komutan Hüseyin Avni buyurdu “ İleri! “ Birimiz, birimiz dahi bakmadı, durup da geri. Yirmi beş bin düşmanla baş ettik, Biz 628 Türk eri… Ben, Ispartalı Ahmet Oğlu Ali! 57. Alay neferi… Yıl 1915, tarih 25 Nisan Bayramdı o gün Hem de kurban… Birlikte kıldık namazı, Birlikte ettik niyazı… “Ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum!” dedi Atam, Başka türlü reva mı bize uyku? Yoksa yoksa nasıl yatam? Ben, Ispartalı Ahmet oğlu Ali! Biz 57. Alay neferi, Hepimiz bu vatanın eri… Yaş ortalamamız yirmi dört Ey vatanımın toprağı, Üstümüzü sen ört! İçimizden Biri Ben Ahmet Oğlu Ali Yâr * Bahar geçti; aşktan, sevgiden uzak, Sen de benim gibi naçar mısın yar? Yeter, kurulmasın bu aşka tuzak, Hazanda gönlünü açar mısın yâr? “Sevginle kalbimi şöyle del” desem, “Senden başkası da bana el” desem, “Açsam kollarımı, hadi gel” desem, Yine uzaklaşıp, kaçar mısın yâr? Yeter vurmayalım artık dizlere, Kulak asmayalım başka sözlere, Ağlamakla bitap olan gözlere, Mutluluk gözyaşı saçar mısın yâr? Güç alsak ikimiz tek bir bilekten, Şarkılar söylesem usulü düyekten, “Seni seviyorum” desem yürekten, Gül olup gönlümde açar mısın yâr? Karayazıları silsem elimle, İçten duaları etsem dilimle, “Bana bu dünya dar” desem benimle, Başka dünyalara uçar mısın yâr? * Bestekar Tahir Sıral tarafından, Hüseyni makamında bestelenmiştir. Ben, Ispartalı Ahmet oğlu Ali! 57. Alay neferi, Siper ettik göğsümüzü “Çanakkale geçilmez!” dedik Ve geçilmedi… Yıl 1915, tarih 25 Nisan Bayramın ilk günü O gün oldu, o gün Hepimizin düğünü… SENCE 2015 Sayı 9 35 SENCE 100 Yıl Sonra 1915 ERMENİ TEHCİRİ Tarihin zincirlerini kırıp ne kadar özgürleştirirsek, tarihten gelen ön yargılardan ne kadar kurtulursak, bizler de o kadar ÖZGÜRLEŞİRİZ. 1915’te Ermenilerle ilgili yaşanan tehcir olayı; bir soykırım değil, bir iç-göçtür. 36 www.sencedergisi.com Gönül AKBULUT ⎟ Ö ncelikle ifade etmek gerekirse, 1915’te Ermenilerle ilgili yaşanan tehcir olayı; bir soykırım değil, bir iç-göç olayıdır. Savaş koşullarında cephe arkası güvenliğin sağlanması amacıyla Osmanlı Vatandaşı Ermenilerin, Osmanlı toprakları içinde (Anadolu’dan Suriye’ye) yer-değiştirmesi olarak planlanmıştır. Ancak o koşullar altında beklenmeyen sonuçlar ortaya çıkmıştır. Avrupa devletlerinin kışkırttığı, silahlandırdığı Ermeni çeteleri ve onların Anadolu’da Türklere ve Kürtlere yaptığı zulümler, katliamlar gelişmeleri tetiklemiştir. Türkler de kendilerini korumak için müdafaaya geçmiştir. Tarih Çatışmalardan her iki taraftan da -haklı veya haksız- ölenler ve katledilenler oldu. Yani kısacası karşılıklı bir “mukatele” yaşandı. Olayların temel nedeni; maalesef Ermeni çetelerin düşmanla işbirliği yapıp, vatandaşı oldukları ülkenin iç güvenliğini tehdit etmeleridir. Bu bağlamda, konu iyice tefekkür edildiğinde, savaş koşulları altında iç güvenliğin tehdit edilmesi, bir devlet açısından kabul edilebilecek bir durum değildir. Ermeniler Osmanlı topraklarında 600 yıl yaşamış bir millettir. Dinlerine, dillerine, gelenek ve göreneklerine müdahale edilmemiştir. Serbestçe ticaretlerini yapmışlar, çocuklarını yetiştirmişlerdir. Osmanlı yönetimiyle uyum içinde yaşadıkları için “Millet-i Sadık’a” adını almışlardır. Ermenilere yönetim kadrolarında yer verilerek danışmanlık, tercümanlık, hatta bakanlık olmak üzere devletin her kademesinde istihdam edilmişlerdir. İçlerinden edebiyatçılar, müzisyenler, mimarlar, bürokratlar ve tıp adamları çıkmış, Osmanlının toplum dokusunda bir renk oluşturmuşlardır. 100. Yılına geldiğimiz Ermeni Tehciri ile ilgili konular, maalesef yanlış zeminlerde, yanlış amaçlar doğrultusunda ve önyargıların rehberliğinde tartışılmaktadır. zergahında emniyet ve asayişin sağlanmasındaki güçlükler, salgın hastalıklar gibi etkenler tehcir uygulamasını olumsuz yönde etkilemiştir. Aslında bu tehcir sırasında Türk toplumu Ermenilere insani duyarlılık göstererek, yardım elini uzattı. Birçok evlilikler yapıldı. Komşu Ermeni aileler korundu. Özellikle Diaspora Ermenilerinin derdi, Türk Devletini uluslararası kamuoyunda zor duruma düşürmek ve bu doğrultuda toprak ve tazminat talebinde bulunabilmektir. 1915’in 100. yılında bazı ülkelerde kabul edilen “inkar yasaları” gereğince, “Ermeni soykırımının olmadığı” ifade edilememektedir. Tehcir; ilk defa Ermenilere uygulanmamıştır, Osmanlı devletinin uyguladığı çok eski bir yöntemdir. Türk aşiret ve oymakları da zaman zaman çeşitli yerlere sürgün edildiler ya da mecburi göçe zorlandılar. George Orwel’in söylediği gibi, ”özgürlük insanlara duymak istemedikleri şeyleri söyleyebilmektir”. Ayrıca James Joyce’un “Ulysess” isimli romanında şöyle bir cümle geçer. “Tarih hep uyanmak istediğim bir kâbustur”. 1915 yılında Ermeniler eski bir devlet iskân siyaseti gereği başka yere göç etmek zorunda bırakıldılar. Bu uygulama sırasında, organizasyon ve o zamanın teknik imkânsızlıklarından dolayı bazı istenmeyen olumsuzluklar yaşanmıştır. Savaş ortamı, ulaşım olanaklarının kısıtlılığı, çetin doğa koşulları, göç gü- Diasporanın asıl amacı, Türk Devletini uluslararası arenada zor durumda bırakabilmektir. Ama bu yaklaşım kesinlikle doğru ve adil değildir. Tarihi bir kâbus olmaktan hep birlikte çıkarmak, bu kâbustan bir an önce kurtulmak zorundayız. Tarihin bizi esir almasına izin vermeyelim. Tarih yüzünden birbirimizle düşman olmayalım. Tarihin zincirlerini kırıp ne kadar özgürleştirirsek, tarihten gelen ön yargılardan ne kadar kurtulursak, bizler o kadar özgürleşiriz. Soykırım sözcüğünü icat eden Lafa el Lemkin adlı bir hukukçudur. BM’nin “1948 Soykırım Konvansiyonuna katılmıştır. Orada bu sözcüğü telaffuz etmiştir. Sözleşme, 9 Aralık 1948 tarihinde Paris’te toplanan BM Genel Kurulunun 260 (III) sayılı kararıyla kabul edilip imza, onay ve katılıma açılmıştır. Bu sözleşme 13 üncü maddeye uygun olarak 12 Ocak 1951 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Türkiye bu sözleşmeyi 23 Mart 1950 tarihinde onaylamıştır. Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına dair Sözleşmeye göre; “Ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla, gruba mensup olanların öldürülmesi; grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi; grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten değiştirmek; grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak; gruba mensup çocukları zorla başka bir gruba nakletmek; amacıyla işlenen fiiller” soykırım suçunu oluşturmaktadır. Soykırım denildiği zaman ilk akla gelen Nazilerin, Yahudilerin ve diğer etnik gruplara karşı giriştikleri kitlesel kıyım akla gelir. 1939-1945 yılları arasında 5-6 milyon Yahudi, 3 milyondan SENCE 2015 Sayı 9 37 SENCE Konu iyice tefekkür edildiğinde, savaş koşulları altında iç güvenliğin tehdit edilmesi, bir devlet açısından kabul edilebilecek bir durum değildir. fazla Sovyet savaş tutsağı, 1 milyondan fazla Polonya ve Yugoslavya sivil halkı, 200.000 bin civarında çingene ve 70.000 özürlü insanın canına kıyılmıştır. İşte soykırım budur. Bunlara ilave olarak, BM’lerin önleyici yönde sözleşmesi olmasına rağmen modern çağda da sayısız soykırım olayı görülmüştür., örneğin bizzat olayın kahramanı iki emekli Fransız General’in Le Monde’da yayınlanan itiraflarına göre, Fransızlar -1954-1962 yılları arasında Cezayir’de en az 1 milyon Cezayirliyi katletmiştir. 1965-1966 yıllarında Endonezya ordusu 1 milyon komünisti ve ailelerini öldürmüş, 1975-1979 yılları arasında Kamboçya’da Kızıl Kmerler 1,7 milyon Kamboçyalıyı katletmiş, 1994’de Ruanda’da 500.000 Tutsi, Hutular tarafından öldürülmüş ve nihayet 1991’den sonra Bosna-Hersek ile Kosova’da binlerce Müslüman Sırp vahşetine maruz kalmıştır. Soykırım suçu, gerçek anlamda bu olaylarda işlenmiştir. Bu çerçevede, öncelikle dünya üzerinde her ülkenin kendi kapısının önünü süpürmesi gerekmektedir. Öte yandan, 1915 olayları Diasporanın iddia ettiği gibi asla bir soykırım olarak görülemez. Bu doğrultuda Ermenilerin sözde soykırım iddialarına bir yalanlama da İsveç tarihinden geldi. İsveç’te 1917’de yayınlanan ve son günlerde ortaya çıkan “Niya Dagligt Allehanda” isimli İsveç gazetesinde 1915-1917 arasında Ermenilerle yaşayan Binbaşı Hjalmar Pravitz‘in yazdığı yazıda sözde Ermeni soykırımının bir yalan olduğunu ortaya koydu. Yayınlanan mektubunda Binbaşı Pravitz “İran’dan Türkiye’ye geçerek (2 sene kalıyor) İsveç’e geldiğim zaman, Marika Stjerstedt’in “Ermenilerin Acınacak Durumu” adlı kitabını okudum. Baştan aşağı yalanlarla dolu olan kitabı hemen çöpe attım” derken. Ermenilerin arasında iki sene kaldığını, tamamen kendi gözlemlediklerini yazdığını kaydediyor. Mektubun devamında Binbaşı Pravitz, “Her zaman sefilliğe şahit oldum. Ancak önceden planlanmış bir katliama hiçbir yerde şahit olmadım. Savaşın başında güvenilmez Ermeniler’in Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuzey kısmından sürülmelerinin sebebini kavramak ve Osmanlının zorunlu nedenlerle bu işi yaptığını anlamak gerekiyordu. Ermenilerin bir çeşit Türk esareti altında olduğunu itiraf etmek zorundayım. Ama hiçbir zaman bu talihsiz insanlara karşı bir Türk saldırısı görmedim. Bir görgü şahidi olarak, göçmenleri gözeten Türk Jandarma Birliklerinin Ermenilere katliam yaptığı iddialarına kesinlikle karşı çıkıyorum” diye yazıyor. Sonuç itibarıyla, 100. Yılına geldiğimiz Ermeni Tehciri ile ilgili konular, maalesef yanlış zeminlerde, yanlış amaçlar doğrultusunda ve önyargıların rehberliğinde tartışılmaktadır. Diasporanın asıl amacı, Türk Devletini uluslararası arenada zor durumda bırakabilmektir. Ama bu yaklaşım kesinlikle doğru ve adil değildir. Ayrıca sorunların çözümüne yönelik umut vaat etmemektedir. Bu konunun aslı, ancak karşılıklı olarak arşivlerin açılması ve önyargılardan uzak biçimde objektif bir yaklaşımla yapılacak araştırmalar sonucunda ortaya çıkarılabilir. 38 www.sencedergisi.com Çalışma Hayatı Özeleştiri Kültürü ve Toplu Sözleşme Mekanizması Dr. Levent Ersin ORALLI ⎟ Gazi Üniversitesi T oplumu besleyen her bireyin örf ve adetlerden kaynağını alan bir kişiliği, sosyo ekonomik gerçekleri, kültürel birikimi ve hayata dair beklentilerinin bulunduğu tartışılmaz bir realitedir. Bu gerçekliği yaşama geçirebilmek adına bireysel yetilerinden faydalanan ve müstakil talepler üzerine ilişkiler bina eden kişi grupları devlet tipi örgütlenmeler karşısında bir arada bulunmanın lüzumu üzerine on dokuzuncu yüzyıldan itibaren mesleki örgütlenmeler dahilinde bir diyalog geliştirmişlerdir. Bir sendikal örgünün ya da bir konfederasyonun tek başına memur ve emeklilerin tamamına hitap eden bir uzmanlık becerisine sahip olabileceğine ilişkin algıya sahip olmak, diğer konfederasyonların yeterliliklerini ve hazırlıklarını göz ardı etmek, toplu görüşme ve toplu sözleşme platformunu daha başında bir çıkmaza itmektedir. Tüm farklılıklarını bir kenara bırakarak asgari müştereklerde oluşturulacak bir birlikteliği yeğleyen çalışan sınıf önce işçi örgütlenmeleri ardından da her dönem çeşitli zorluklara rağmen bir araya gelebilen kamu görevlilerinin uzlaşı platformlarıyla, talep ve temennilerini çeşitli vasıtalarla siyasi iktidara aktarma çabası içerisinde bulunmuştur. Bu aktarım sürecinin monolog şeklinde cereyan etmesi ihtimaline karşı bir olmanın iri olmak, diri olmanın ekmek kavgasında belirleyici aktör olmak anlamına gelece- ği yıllar içerisinde alınan derslerle anlaşılmış ve tüm nesillere devlet otoritesine saygının hükümet ile müzakere sürecinin tek doğal sınırı olduğunu öğretmiştir. Müzakere kabiliyetinin altında bir başkaldırı iddiasında bulunma kültürünün yattığı kıta Avrupasından farklı olarak, karşılıklı anlayış ve uzlaşı zemini yaratma çabası Anadolu coğrafyasının ve Türk kimliğinin kodlarına işlenmiştir. İşte bu çabanın ürünü olan hoşgörü geleneği örgütlü olma bilinciyle talep edenin sınırlarını bilmesinin yanında siyasi otoritenin yani suyun başındaki grubun da özeleştiri yapabildiği ve kendi doğrularını esnetebildiği bir platformu zorunlu kılmaktadır. Bu noktada toplumsal dayanışma ve kitlesel örgütlenme bilincine sahip olmanın temelinde hatalardan ders alabilme yeteneği ve süreklilik arz eden öğrenebilme kabiliyeti yatmaktadır ki, bu yetenek sadece mevzuat farklılıkları ya da mevzu hukukta yapılacak değişikliklerle sınırlı kalmamalıdır. SENCE 2015 Sayı 9 39 SENCE Mesleki birlikteliğe ilişkin ilk yasal adımların atıldığı 1961 Anayasası dönemi değerlendirildiğinde, sunulan çoğulcu yapı kitlelerin bir kısmını kendi adaletlerini arama duygusuna itmiştir ki, beraberinde gelinen nokta bütüncül bir mücadelenin dışına taşmış, belirli grupların ideolojik söylemleri etrafında sıkışıp kalmıştır. Siyasi bazlı kümelenmenin ötesine geçebilecek sendikal hareketler 1982 Anayasasında yapılan düzenlemeler ile birlikte yeniden filizlenmiş, “hak, ekmek ve adalet” anlayışı ekseninde işçi ve kamu personelinin taleplerinin organize bir şekilde korunduğu, güçlü hukuksal mekanizmaların geliştirildiği birliktelikler oluşturulmuştur. Bilinçli ve kuvvetli sendikal birliklerin karşısında hükümetlerin aynı olgunluğa erişmesi ise ciddi bir zaman almıştır. Genel olarak hükümetlerin ömürlerinin kısa süreli olmasından kaynaklı bir uzlaşı kültürünün yoksunluğuna ilişkin geliştirilen savunmalar belirli ölçülerde kabul görebilecekken, uzun süreli tek parti iktidarların bu tip bir savunma geliştirmelerini makul karşılamak mümkün görünmemektedir. Anayasa değişiklikleri ve bu sürece eklenen kanun metinlerinde yapılan yeni düzenlemelerin kağıt üzerinde bir görüşme ve uzlaşma alt yapısını oluşturduğu açıktır; ancak karşılıklı anlayış sadece gündelik hukukla yaratılamayacak uzun bir hissiyat sürecidir. 12 Eylül 2010 tarihli Anayasa değişikliği ve 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu Sözleşme Kanunu’nda yapılan değişiklikler dahilinde kamu çalışanlarına ilişkin toplu sözleşme müessesine dair önemli adımlar 40 www.sencedergisi.com Hükümet temsilcilerince sürekli dile getirilen yönetişim ahlakını, uzlaşı kültürünü ve özeleştiri mekanizmasının temel direği olan karşılıklı anlayış yaklaşımını hayata geçirmek için daha fazla zaman kaybetmenin ve umutları yeni bir toplu sözleşme sürecine terk etmenin savunulacak bir tarafı kalmamıştır. atılmış ve milyonlarca kamu çalışanın aranan uzlaşı kültürünün bir parçası olmasının hukuki zemini oluşturulmuştur. İşte bu noktada müzakere taraflarının özeleştiri kültürüne ne denli açık olduğunu test edecek bir süreç doğmuştur: “Görüşmeler esnasında sağlanan yuvarlak masa kültürü sözleşme imzalanma noktasında da cereyan edecek midir ve tarafların eşit temsiline ya da nispi eşitlik müessesine uygun bir saygı kültürü işletilebilecek midir?” Sendikal faaliyetlerin tamamen siyaset arenasından uzak, ideolojik söylemlerin dışında bir faaliyet sahasına sahip olmalarının gerekliliği üzerine inşa edilen hukuki zeminden yola çıkarsak, masada oturan tüm tarafların birbirlerinin söylemlerine saygı göstermesinin ne kadar zorunlu olduğu sonucuna ulaşmak hiç de zor değildir. Bu noktada sorulması gereken soru tarafların derslerine çalışıp çalışmadığıdır ki, kamu çalışanlarının hakkını arayacak önemli bir misyon yüklenecek sendikaların hazırla- Çalışma Hayatı dıkları raporlar ve somut verilerle “Biz istedik, hükümet vermedi” şeklindeki subjektif ifadeleri yıllar önce terk ettiğini ortaya koymaktadır., Bu noktada geliştirilen analizler, hükümeti sıkıştırma telaşının yerine hükümeti özeleştiri yapmaya davet etmektedir. Enflasyon farkından özlük haklarına, emeklilerin gereksinimlerinden asgari geçim tutarına kadar oldukça detaylı şekilde oluşturulmuş veriler, milyonlarca çalışanın hakkını savunmanın ağır yükünü sırtlayan uzmanlar tarafından titizlikle neticelendirilmiştir. (Bu noktada kamu çalışanlarının da sendikalarının faaliyetlerini yakından takip etmesinde ve hak tesliminde fayda bulunmaktadır) Gelinen nokta, ortaya konulan talepler, hazırlanan raporlar, bastırılan kitapçıklar, kavgacı değil uzlaşmacı bir zemin yaratma çabasının emekçi cephesinde vuku bulduğunun, kayıkçı kavgasına son verilmesinin arzu edildiğinin ve bir oldu bittiyle milyonların beklentilerinin heba edilmemesi gerektiğinin önemli göstergeleridir. Masanın diğer tarafında ise bir takım bürokratik eksiklikler öne çıkmaktadır. Maliye Bakanlığı ve Devlet Personel Başkanlığı’nın memur sayısında dahi birbiriyle çelişen rakamlar ifade etmeleri üzerinde durulması gereken ilginç bir eşiği ifade etmektedir. Masaya oturan tarafların anlayış içinde hareket edebilmelerinin ilk unsuru şüphesiz kendilerini tanımlarından geçmektedir ki, olası bir toplu sözleşme zemininde SGK’nın nasıl bir maliyet içerisine gireceğinin bilinmesi icap etmektedir. Türkiye’nin en büyük sözleşme platformu oluşturulurken, tüm verilerin analizinin önemi yeni bütçe döneminde oluşturulacak envanteri de şekillendirecektir. Gerek görüşmeler gerekse sözleşmelerin sadece çalışanları değil, emeklileri de kapsadığı değerlendirilirse maaş katsayısındaki artıştan yan ödemeye hatta ek ders ücretlerine kadar oldukça detaylı bir analizi lüzumlu kıldığı gerçeğiyle karşılaşılacaktır. İşte bu durum, tarafların tümünün farklı alanlarda uzmanlaştığı, sendikaların farklı üye sayılarının kendilerini ister istemez belirli alanlarda daha kuvvetli hak arama gayesine ittiği gibi basit bir realiteye işaret etmektedir. Tüm sendikaların ya da konfederasyonların farklı hesap türevlerinden hareket ettiği ve farklı beklentiler içerisinde olduğu açmazının yanında, tümünün belirli başat ölçütler dahilinde 3,2 milyon çalışan ve 2 milyon emeklinin hakkını temsil etme çabasına saygı göstermek öncelikli gerekliliktir. Bu kişilerin aileleri ve bakmakla yükümlü olduğu kişiler de hesaba katıldığı zaman 15-16 milyon vatandaşımızın geleceği bu masadan çıkacak sonuca bağlıdır ki, bu denli nesnel verilerin tümünün hükümet tarafından ele alınması büyük bir vebalin neticesidir. Yukarıda bahsi geçen bu denli büyük bir pazarlık ve uzlaşı kültürüne dayalı bir müzakere sürecinde harcanan yoğun emeğin, oluşturulan verilerin, raporların ve analizlerin dikkate alınmaması söz konusu olabilir mi diye bir sorunun makul olmadığını belirtebilirsiniz; ancak görüşme ve müzakere süreci sözleşme masasına taşındığında tüm bu müktesebatın sürecin dışına taşındığı sadece tek bir sendika ile görüşmelerin tamamlanıp diğer birimlerden alınacak verilerin ikinci plana atıldığı bir işleyiş beraberinde çok sayıda soru işareti doğurmaktadır. Bir sendikal örgünün ya da bir konfederasyonun tek başına memurlar, KİT’lerdeki sözleşmeliler, yargı personeli, askerler, polisler ve öğretim elamanları gibi sigortalılar ve bu birimlerin emeklilerinin tamamına hitap eden bir uzmanlık becerisine sahip olabileceğine ilişkin algıya sahip olmak, diğer konfederasyonların yeterliliklerini ve hazırlıklarını göz ardı etmek toplu görüşme ve toplu sözleşme platformunu daha başında bir çıkmaza itmektedir. Bu noktada alınması gereken tedbir yasal bir değişiklikle tüm platformların temsilcilerinin en azından üyeleri oranında temsil edildiği yeni bir görüşme ve sözleşme yönetim modeli oluşturmaktır ki, çağımızın sivil toplum kültürüne damgasını vuran en önemli kavramı olan “yönetişim” anlayışı da bunu gerektirmektedir. Hükümet temsilcilerince sürekli dile getirilen yönetişim ahlakını, uzlaşı kültürünü ve özeleştiri mekanizmasının temel direği olan karşılıklı anlayış yaklaşımını hayata geçirmek için daha fazla zaman kaybetmenin ve umutları yeni bir toplu sözleşme sürecine terk etmenin savunulacak bir tarafı kalmamıştır. SENCE 2015 Sayı 9 41 SENCE Çalışan, Üreten, Yol Gösteren Sendika Türk Büro-Sen Toplu Sözleşme FİYASKOSU Çalışma barışının devamlılığı, verimliliğin arttırılması, kaliteli ve güler yüzlü hizmetin sunulabilmesi, çalışanların moral ve motivasyonunun sağlanabilmesi için hizmet kolumuzda yer alan Kamu Kurum ve Kuruluşları ile ilgili 2016 - 2017 yılı Toplu Sözleşme Taleplerimizi 3 Ağustos pazartesi günü başlayan toplu sözleşme masasına taşıdık. Memur ve Emeklinin Zararının Telafi Edilmesini Talep Ettik. Hatırlanacağı üzere 2013 yılında gerçekleştirilen toplu sözleşme görüşmeleri sonuçlarına göre, 2014 yılında memur maaşlarına yalnızca net 123 TL zam yapılması kararlaştırılmış, bunun dışında memur maaşlarındaki hiçbir kaleme (çocuk parası, aile yardımı, doğum, ölüm yardımları, ek ödemeler, tazminatlar) artış yapılmamıştı. 2014 yılı bütçesinde enflasyon hedefi %5,3 olarak öngörülmüşken, enflasyon %8,2 olarak gerçekleşmiştir. Bu durumda toplu sözleşme görüşmelerinde belirlenen maaş artışı gerçekleşen enflasyonun ortalama 3 puan altında kalmış, başka bir deyimle memur maaşları ortalama aylık %3 oranında erimiştir. Bu erimenin parasal karşılığı aylık yaklaşık 76 liraya, 2014 yılının tamamı için ise 912 TL dir. Kamu görevlileri ve emeklilerinin 2014 ve 2015 yıllarında ortaya çıkan zararlarının telafi edilebilmesi için; 42 www.sencedergisi.com • Memur ve emeklilerimize 2014 yılı zararı karşılığında 1000 TL ve 2015 yılı zararı karşılığında 1000 TL olmak üzere toplam 2000 TL telafi ödemesi yapılmasını ve bu ödemenin 2016 yılı içinde her üç ayda bir 500 TL olarak dört taksitte yapılması, • 2014 ve 2015 yıllarında ortaya çıkan zararların gelecek dönem için de telafi edilebilmesi için de memur ve emeklilerin maaşlarına ayrıca 2016 Ocak ayından itibaren %5 + %5; toplamda %10 Telafi Zammı yapılması, • Bu zamlar yapıldıktan sonra Memur ve emekli maaşlarına 2016 yılının birinci ve ikinci altı aylık dilimlerinde, %6+6, 2017 yılının birinci ve ikinci altı aylık dilimlerinde ise %10 + %10 zam yapılmasını, düşük maaş alan ile yüksek maaş alan kamu görevlileri arasındaki makası kapatmak içinse taban aylığa 2016 Ocak ayından itibaren net 100 TL 2017 Yılı Ocak ayından itibaren de 150 TL net artış yapılması, • 2016 ve 2017 yıllarında gerçekleşen enflasyonun yılın her iki dönemi için memur ve emeklilere yapılan oransal maaş artışlarını geçmesi durumunda da aradaki farkın dönem sonu itibarı ile maaşlara yansıtılması, • Devlet memurlarına ödenen taban aylık tutarının Gelir Vergisi’nden muaf tutulması, • Yardımcı Hizmetler Sınıfında çalışan personel başta olmak üzere ek göstergeden faydalanamayan personele ek gösterge verilmesi ve ek göstergelerin hiyerarşik düzene göre yeniden belirlenmesini ve artırılması, • Memurlara yapılan bütün ek ödemelerin emekli maaşı hesaplamasında esas alınması, • Memur ve emeklilere Ramazan ve Kurban bayramları öncesinde 20 bin gösterge rakamının memur maaş katsayısıyla çarpımı tutarında bayram ikramiyesi verilmesi, • Kamu görevlilerine fazla mesai ödenmeyeceği ya da fazla mesai ücretlerinin belli bir miktarı aşamayacağı yolunda yapılan düzenlemelerin iptal edilmesi, • Fazla mesai ücretlerinin çalışanın saat başı ücreti olarak belirlenmesini, tatil ve bayram günlerinde yaptırılan zorunlu çalışma karşılığında fazla mesai ve nöbet ücretinin bir kat fazla ödenmesi, • Memurlara yaptırılan her sekiz saatlik fazla çalışma karşılığında bir günlük izin verilmesi uygulamasının, isteğe bağlı hale getirilmesi, fazla çalışma karşılığında ücret alma ya da izin kullanmanın memurun kararına bırakılmasını. “idari izin” günlerinde çalışan personele fazla mesai ücreti ödenmesi, ÖNCELİKLİ TALEPLERİMİZ ARASINDAYDI. Kimse Kimseyi Aldatmaya Kalkmasın Memur Masada Tam Bir FİYASKO YAŞADI 3 Ağustos 2015 günü başlayan 3. Dönem Toplu Sözleşme görüşmeleri Kamu İşveren Heyeti ve Yetkili konfederasyon arasında atılan imza ile sonuçlandı. Yaklaşık 3 milyon kamu görevlisi, 2 milyon emekli ve aileleri ile birlikte toplam 20 milyon vatandaşımızın beklentileri bu toplu sözleşmede de gerçekleşmedi. Her anlaşma sonrası olduğu gibi, bu anlaşmayı da “Tarihi başarı” olarak niteleyen sözde yetkili konfederasyon 2016 yılı için yüzde 6+5, 2017 yılı için ise yüzde 3+4’e evet dedirtildi! 2013 yılında imzalanan toplu sözleşmenin vatandaşlarımızın 2014 ve 2015 bütçesinde yarattığı tahribat giderilmeden atılan bu imza önümüzdeki belirsiz dönem için tarihi bir leke olacaktır. Dolar kurunun zirve yaparak 3 TL’yi bulduğu, altının gram fiyatının 110 TL’ye ulaştığı, 2014 yılı enflasyonun bile yüzde 8,2 olduğu bu dönemde geçmiş yıl kayıplarımızı, emeklilerimizin beklentilerini, hizmet kollarında çözüm bekleyen yüzlerce sorunu göz ardı ederek atılan bu imza memurlarımız ve emeklilerimize 2016-2017 yıllarının da kaybedileceğinin en açık bir göstergesi oldu. Bakın bu toplu sözleşme 2015 yılında işçi sendikalarıyla yapılan 2016 yılı için yapılan toplu sözleşmenin gerisindedir. İşçilere 500 TL bir defaya mahsus iyileştirme verilmiştir, hü- kümet memura ise yüzde 11 vermiştir. Hükümet kamu işçisine verdiği 500 TL’yi memura vermemiştir. Bu neyin tarihi başarısıdır? Sendika • 2015 yılından önce emekliye ayrılan memurlara da 30 yılın üstündeki hizmetleri için emekli ikramiyesi verilmesi, Ne İstediler, Ne Aldılar Masaya oturmadan önce Memur-Sen’in istediği; 2016 Yılı; • Seyyanen 150 TL (brüt) • Ocak ve Temmuz aylarında %8+8 zam • Yan ödeme puanlarının %50 artırılması (En düşük dereceli memur için yaklaşık 7,5 TL) • 2015 büyümesinin %50’si (2015 büyüme hedefi %4; Dolayısı ile %2) • 2016 yılında gerçekleşen büyüme oranları (2016 büyüme hedefi %5) • Kıdem aylığı gösterge rakamının 20’den 100’e çıkarılması (Kıdem aylığına 5 kat zam) Memur-Sen’in taleplerini altalta koyduğumuzda en düşük devlet memuru için 2016’nda %33.2, ortalama memur maaşları için ise %31.7 zam istenmekteydi. Yine 2017 Yılı için de; • Seyyanen 100 TL (brüt) • Ocak ve Temmuz aylarında %7+7 zam • 2017 yılında gerçekleşen büyüme oranları (2017 büyüme hedefi %5) zam istenmekteydi. Şimdi Memur-Sen’in masadan aldığı 2016 Yılı için %6+5 2017 Yılı için %3+4 Ayrıca ek gösterge artırılması ile ilgili masaya getirilen taleplerde fiyasko, vergi dilimi ve vergi matrağı ile ilgili bir anlaşma duymadık. “Fazla çalışmalar konusunu çözeceğiz” diyorlar, nasıl çözeceksiniz? Bakın şu anda, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununda “Fazla çalışmalar izne çevrilir” diyor, memura fazla çalışma karşılığı izin verilmediği gibi parasal karşılığı da ödenmiyor, kavgalar var, Siz kanunun bu maddesinin değiştirilmesi için bir mutabakata vardınız mı? Bu nasıl bir başarıdır?” 4-C’lilerle ilgili çalışma yapacaklarmış. Ne olduğu da belli değil, sayın Bakan önce “4-C’lileri sözleşmeli yapacağız” dedi, ardından “Kadrolu yapabiliriz” dedi. Daha neye karar verdiklerini dahi bilmeyen bir toplu sözleşme. Ne zaman yapacaksınız? 4-B’lilere kadro nerede? TÜİK çalışanı 4-C’lilere kadro nerede? SENCE 2015 Sayı 9 43 SENCE MEMURA Türk Büro-Sen ARGE KAŞIK İLE VERİLEN ZAMLAR KEPÇE İLE GERİ ALINACAK Memurlar 2016 Yılında %11 Değil, %6 Zam Alacak B ilindiği üzere yıllık kazancı 12 bin TL’ye kadar olanlardan %15 oranında, yıllık kazancı 12 bin TL’nin üzerine çıkanlardan ise %20 oranında gelir vergisi alınmaktadır. 2015 yılında memurlarımızın bir bölümü Nisan ayında, bir bölümü ise Haziran ayından itibaren %20’lik vergi dilimi kapsamına girmeleri nedeniyle aylık %5 gelir kaybına uğradı. Varılan toplu sözleşme mutabakatına göre 2016 yılı için memurlara %6+5 zam yapılacaktır. Bu zamlarla memurların tamamı %15 vergi diliminden, %20’lik vergi dilimine girecek ve toplamda %11 olarak gösterilen zam, memurlara ve memur emeklilerine sadece %6 olarak yansıyacaktır. Ayrıca Hükümetin vergide yeniden değerlendirme oranlarını %10,1 artırması nedeniyle memurlarımız iki defa vergiye çarptırılmış olacaklardır. 44 www.sencedergisi.com GELİR VERGİSİ ORANLARININ YENİDEN DÜZENLENMESİNİ TALEP ETTİK Türkiye Kamu-Sen ve Türk Büro-Sen olarak, toplu sözleşmede “Gelir Vergisi oranlarının yeniden düzenlenmesini ve yüksek vergi dilimleri sebebiyle yaşanan kayıpların önlenmesini” talep etmiştik. Ancak, sözde yetkili konfederasyon ve hükümet bu konudaki taleplerimizi dikkate almayarak, memurların tıpkı 2015 yılındaki gibi tekrar mağdur olmasına sebep olmuştur. Memura kaşık ile verilen zamların kepçeyle geri alınacağını Toplu Sözleşme görüşmeleri başladığı andan itibaren ifade ettik. Hatta tarihinde ilk defa Asgari ücretlilerin de 2015 yılında Gelir Vergisi kapsamına gireceğini ve mağdur olacaklarını söyledik. Bu adaletsizliğe tepkisiz kalmamız mümkün değildir. 2014 ve 2015 yıllarında memurların ekonomik ve sosyal haklar bakımından bir çok mağduriyetine sebep olan Malum-Sen, memurları 2016 ve 2017 yılında da imzaladığı toplu sözleşme ile mağdur olmaya mahkum etmiştir. Türkiye Kamu-Sen ve Türk Büro-Sen olarak, memurlara tarihi başarı diye yutturulmaya çalışan 2016 yılı için toplamda %11 zammın büyük bir yalan olduğunu, vergi dilimleri sebebiyle memurların ellerine geçecek olan asıl zammın %6 olduğunu bir kere daha hatırlatırız. 2017 yılı için yapılan %3+4 artışında en az yarısı Gelir Vergisi dilimlerinde yapılan artışlarla geri alınacaktır. Toplu sözleşme masasında geçmiş yılların kayıpları telafi edilmemiştir. Gelir vergisi dilimlerinde artışlar hesaba katılmamıştır. Enflasyon kadar zam aslında “sıfır” zamdır. Refah payı da eklenmemiştir. TERÖR Yüzünden 30 Yılda En Az 500 Milyar Dolar KAYBETTİK Ülkemizde Yaşanan İşsizliğin, Fakirliğin En Büyük Nedeni Terördür. Bölücü terör PKK ve IŞİD katilleri yüzünden etrafımız ateş çemberine döndü. Göçmenler ülkesi olduk. Uyuşturucu ve insan kaçakçılığı hız kesmeden devam ediyor. 7 Haziran seçimleri sonrası yeniden terör saldırılarının yoğunlaştığı bir sürece girdik. Bugün ki iktidarın yanlış iç ve dış politikaları ülkemizi kaosa sürüklemektedir. PKK, DHKP-C terör örgütüne bir yenisi daha eklendi, IŞİD… Ülkemiz terör örgütlerinin harman yerine döndü. Vatandaşlarımızın can güvenliği kalmadı. Sınırlarımız kevgir gibi, ne giren belli, ne de çıkan belli… Göçmenler ülkesi haline geldik. Suriyeli, Iraklı, Pakistanlı, Bangladeşli göçmeler her yerdeler. Ülkemiz terör örgütlerinin harman yerine döndü. Vatandaşlarımızın can güvenliği kalmadı. Sınırlarımız kevgir gibi, ne giren belli, ne de çıkan belli… Göçmenler ülkesi haline geldik. Suriyeli, Iraklı, Pakistanlı, Bangladeşli göçmeler her yerdeler. zanmasına zemin hazırladı. Habur ve OSLO rezaletlerine, Dolmabahçe ihaneti eklendi. Burada bölücü teröre verilen tavizlerle, bölücüler azgınlaştırıldı. Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgemizde bölücü terör 20 ilimizi kontrolü altına aldı. HABUR, OSLO VE DOLMABAHÇE REZALETLERİYLE TERÖR GÜÇLENDİRİLDİ Vatandaşlarımızdan vergi alıp, kendi mahkemelerini kurar hale geldi. Polis karakoluna, asker kışlasına çekildi. Bölücü eşkıyalar şehirler arası yolları kapatıp, hendekler kazdılar. 2009 yılında bölücü terör örgütü ile müzakereye oturan hükümet, bölücü terörün yeniden dirilmesine ve güç ka- Başta uyuşturucu ticareti olmak üzere, insan ve kadın ticareti yaptılar. Ül- kemize kaçak yolla giren mazot, çay, şeker ve bir çok emtianın merkezinde PKK var. PKK terör örgütü topladığı haraçlarla birlikte yıllık 100 milyar dolara yakın bir gelire ulaştı. Avrupa’nın eroin organizasyonlarını PKK gerçekleştirmektedir. Teröre 30 yılda 35 bin can verdik ve en az 500 milyar dolar ekonomik kayba uğradık. Ülkemizde yaşanan işsizliğin, fakirliğin en büyük nedeni terördür. Eğer bugün yapılan operasyonlar gerçekten PKK terörünü bitirmek için yapılıyorsa, biz Türkiye Kamu-Sen olarak buradayız. ŞEHİT KANLARI ÜZERİNDEN OY DEVŞİRMEK OLMAZ Geçtiğimiz hafta Başbakan’ın başkanlığında yapılan terörle mücadele toplantısında da bunu bildirdik. Türkiye Kamu-Sen her zaman terörün karşısındadır dedik. Bugün yine söylüyoruz. Terörle mücadele etmekten vazgeçmeyeceğiz. Ancak, bu operasyonlar erken seçim hesapları ile yapılıyorsa, şehit kanları üzerinden oy devşirilmeye çalışılıyorsa, Türk Milleti olarak bunu affetmeyiz. SENCE 2015 Sayı 9 45 SENCE S o n A k ın Kaya Kuzucu Söğüt Ağacının yıkılmamasının tek sebebi köklerinin sağlam oluşudur. Bu kökler bizim kültürümüzdür. Kültürümüzün genlerini korumamız gerekiyor. Röportaj: Deniz GÜRBÜZ 46 www.sencedergisi.com 1 Ocak 1961 yılında Hekimhan’da dünyaya geldim. Yılbaşı gecesiymiş, babamı kahvehaneden çağırmışlar gel bir oğlun oldu diye. İlkokulu Hekimhan’da okudum. Devlet Parasız yatılı Okulları sınavına girdim Kayseri’yi kazandım. 4 Sene Kayseri’de okudum. 1979 yılında ise Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Kelam ve İslam Felsefesi Bölümünü kazanarak Ankara’ya geldim. Fakültemizde zorunlu Türkçe Musikisi dersleri vardı. Bu dersleri aldım. Ayrıca Ankara Üniversitesinin Klasik Türk Müziği, Türk Halk Müziği koroları vardı. Burayı tamamladıktan sonra Öğretmen olarak tayinim Sivas Yıldızeli’ne çıktı. Sivas’ta Din Kültürü ve Müzik derslerine girdim. Tayinim çıkmadan öncede bir süre Hekimhan’da Felsefe gurubu derslerine girdim. Bu arada halk müziği formunda besteler yapmaya başladım. Müzik gruplarını çalıştırıyordum ve bağlama dersleri veriyordum. Tekrar Ankara’ya döndüğümde ise Yükseliş Kolejinde öğretmenlik yapmaya başladım ve Ankara Üniversitesi Türk Dini Musikisi Ana Bilim Dalı’nda yüksek lisansımı yaptım. Yine Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Türk Dini Musikisi üzerine doktora derslerini tamamladım. Tez yazdım, düzeltmeden dolayı kaldı. Doktoram esnasında öğretmenlik yaptığım okulla zaman problemi yaşadığım için istifa ettim. Motif Müzik adı altında yapımcılık şirketimi kurdum. Çalışmalarımı burada sürdürdüm. Okuldan ayrıldım ama kendi bünyemizde Motif Müzik olarak kurduğumuz kurslarla eğitimciliğe devam et- tim. Kurslarımız halen devam ediyor. Köklü bir okul oldu diyebiliriz. Hayalimde Türk İslam Sanatları Akademisi kurmak vardı her zaman, bu kurslarda çekirdeğini oluşturdu diyebiliriz. Müziğe olan ilginizi nasıl keşfettiniz? Hekimhan’da Türk Müziği içinde bir form var, Arguvan ağızları diye... Bizim orada herkes anneler, babalar, abiler ablalar bu ağzı kullanır. Çocuklar bu melodik ağızla uyuturlar, gezdirilir. Dertlenirler söylerler, mutlu olurlar söyler. Dolayısıyla alışığız. Fakat profesyonellikte bu yeterli olmuyor, teknik olarak da ilerlemeniz gerekiyor. O dönemde teknik olarak bana bilgi verecek kimse yoktu. Fakat gördüklerim vardı. Amcamın oğlu bağlama, dayımın oğlu cümbüş çalardı. Babamın dükkanın karşısında Mustafa Amca vardı, Ahraz Mustafa derlerdi kendisine. Onu tambur yaparken izledim. Çok etkilendim ve ilk müzik aletimi kendim yaptım. Yaptığım enstrüman bir bağlama değildi. Tonu cümbüşü andırıyordu. Döşü metalikti çünkü bir tencereden yapmıştım. Üstüne deri çekiyordu görmüştüm, gittim kasaptan deriyi de aldım. Bir tek buğuları yapamadım. Onu da marangoza götürüp yaptırdım. Perde bağlamasını bilmediğim için perdesiz yaptım. Ama Çaldım. Gerçek bağlamam daha sonra oldu. Malatya’da Yıldızeli Saz Evi vardı, tüm yıl boyunca biriktirdiğim harçlıklarımla gidip buradan bir bağlama almıştım. Sonra elime bir mandolin geçti, onu kurcaladım biraz. Tabi bir hoca olmayınca, yapılan şeyler de hep doğaçlama oluyor. İlerleme tecrübeyle ve çok yavaş oluyor. Röportaj Okurlarımız için kendinizi tanıtırmısınız? Türk Dünyası her yerde saldırı altındadır. Ekmek, su, kan, hayat verdiklerimiz, hem içerden hem de dışardan saldırıyorlar. Ankara’ya geldiğimde bana yol göstericiler oldu. Fakültede ve koroda. Mustafa Özgül bana teorik bilgileri aktardı. Osman Duman bağlamayla ilgili teknik dersleri veriyordu. Aslında benim profesyonel müzik yapmak gibi bir niyetim yoktu. Felsefeyi seviyordum, kitap yazmak istiyordum. Ama müzik benim 24 saatte 25 saatimi almaya başladı. Bağlamayı da iyi kullanmaya başlamıştım. O dönem bir ihtilal oldu. Bu ihtilalde sevdiklerimiz mağdur oldu. Bu mağduriyetlerin müzikal açıdan besteye ihtiyacı vardı. Ben bir başlangıç yapayım, nasılsa devamı gelir diyerek, müziğe başladım. Ancak beklediğim gibi olmadı. Kapıdan çok giren olmayınca, bu müziği geliştirmekte bana kaldı. Yüksek Lisans ve Doktoraya da bu yüzden başvurdum. Müzik alanında bir eksiğim kaldıysa tamamlayım istedim. Neticede başardım. Olmayacak hiçbir şeyin olmadığını yaşayarak gördüm. İlahiyat Fakültesi mezunusunuz, bunu müziğinizle harmanlıyor musunuz? Müziğin temeli matematiktir. Müzik “seslerin kulağa hoş gelecek şekilde sıralanışıdır, uyumudur” denilmektedir. Bu uyumun sağlanabilmesi için sistemin, düzenin olması lazım. Sistem ölçülerle yapılır, dolayısıyla bu işin öl- SENCE 2015 Sayı 9 47 SENCE çüsü de matematiktir. Bu, işin teknik kısmıdır. Felsefenin bir bölümünde mantık vardır o da matematikle alakalıdır. Müziğin kanallar açması, farklı çiçeklerin açmasını sağlaması için insanların derin bir hayal gücüne ihtiyacı vardır. Benim Felsefe okumam, müzisyenlikte bestecilik yönümü beş kat daha geliştirdi. Hayal gücümü geliştirdi, her konuda derinlemesine düşünmemi sağlıyor. Felsefeyle birlikte psikoloji de okuyorsun ve ister istemez insanların halet-i ruhiyesinden anlamaya başlıyorsun. Öyle olunca da bestenin ana fikri olan melodik diziyi size açmış oluyor, siz de rahatlıkla oradan bir melodi üretmiş oluyorsunuz. Sonsuzluk fikri dinde de felsefede de çok önemlidir. Müziğin kalıcı olması yahut, insanların ufkunda bir çığır açması sonsuzluk fikrine paralel giderse gerçekleşir. Batılı müzisyenlere baktığınız zaman bir çoğunun kilise kökenli olduğunu görürüz. Çünkü inanç sistemi, neye inanırsanız inanın inandığınız şey sizin elinizde somut olan kavramları artık soyut bir yapı içinde büyütür, genişletir. Felsefe de bana bunu sağladı. İslamın müziğe bakış açısı nedir? yata göre haram ya da helallik kazanır. Musiki de böyledir. Helale götürüyorsanız helalleşir, harama götürüyorsanız haramlaşır. Mesela bizim semahlarımız, semanın bir başka şeklidir. Semanın biraz sert halidir. Ama Semahlarımızı türkü barlarda çalarsanız yanlış olur. Mevlana, “Musiki, Tanrının dilidir” demiştir. Musiki cemiyetlerinde bir makamdan başka bir makama geçilmez. Mesela Hicaz başladıysa, hicaz şeklinde icra edilir. Bitmeden başka makama geçilmez. Orada oturanlar, canının istediğini söyleyemez. Makamın değişmesi gerekir. Ya şunu da söyleseler diyemez, bekleyecek. Sabretmesini bilecek. Bunların hepsi usul, erkan, adaptır. Kuran’ı Kerim’e baktığımda Hadislerde musikinin haram olmadığını gördüm. Bunu araştıran herkes kendi de görür. Müziğin haramlığını ya da helalliğini yapmış olduğunuz müziğin gidişatı belirler. Dolayısıyla yaptığınız işte insanlara, doğaya faydayı gözetiyorsanız bunun haramlığından söz etmek mümkün değildir. Kuran’ı da en güzel şekliyle okumamız emredilmiştir. 5 vakit ezanın 5 ayrı makamda okunması gerekir. Bunun sebebi de, atalarımız makamları oluştururken, insanların ruh hallerini göz önünde tutarak makamları oluşturmuştur. Mesela, ekmek haram mıdır, helal midir diye sorulduğunda helaldir denir. Ama alın teri ile kazanırsan helaldir, hırsızlık yaparsan haramdır. Yani fiili- Mesela hicaz makamının karşılığı halk müziğinde garip dizisidir. Garip, sevdiğinden, memleketinden, ailesinden ayrı olan, bulunduğu yere yabancı İnsan hayatını güzelleştiren, disipline eden, insanlara sevgiyi öğütleyen şeyin haramlığı söz konusu olabilir mi? 48 İnsanlar ilkeleriyle yaşar hayatları zorlaşır, ama hayatlarının bir anlamı olur. İnsanlar ilkesiz yaşar, hayatları kolaylaşır. Ama hayatlarının hiçbir anlamı olmaz. www.sencedergisi.com olan anlamında kullanılır. Hicaz da bulunduğun yere ayrı düşme anlamında kullanılır. Saba makamının Türk Halk Müziğindeki karşılığı derbederdir. Saba insanların elini ayağını dünyadan çekmesi, dünya işleriyle uğraşmaması, onlara tamah etmemesi ruh halini ifade eder. Derbeder de dünya nimetlerinden uzaklaşmış, Allah’a adanmış için kullanılır. Sabah uyandığınızda, ses olmaz. İnsanlar elini ayağını çekmiştir. O yüzden Sabah Ezanı Saba Makamında okunur. Musiki din ve ideolojinin kanatları gibidir. Musikisiz olmaz. Doğan çocuk için de ölen için de Kuran okunur. İnsanları camiye estetik bir yapıyla Ezan ile çağırırsın. En başında da söylediğim gibi fiiliyatlar haramlığı ve ya helalliği getirir. Müzik, kültürümüzü gelecek nesillere aktarmanın bir yolu mudur? Bir milleti millet yapan değerlerin taşınması için köprüler lazım. Duygu ve düşüncelerimizi farklı şekilde izah ederiz. Ressamsanız, sevginizi ya da öfkenizi yaptığınız resimlerle çizerek anlatırsınız. Hiç konuşmasanız bile düşüncelerinizi çizimlerinizle anlatırsınız. Şairseniz iki dörtlükte anlatırsınız duygu ve düşüncelerinizi. Heykeltıraşsanız yontarak yaparsınız. Müzisyenseniz bir melodiyle aktarırsınız. Bunların hepsi bir milleti millet yapan değerlerin sonraki nesillere ulaşması için köprü vazifesi görür. Biz bu köprü vazifesini en iyi şekilde yapmak durumundayız. Günümüzde yaşananlara bakarsanız Türk Dünyası her yerde saldırı altındadır. Ekmek, su, kan, hayat verdiklerimiz saldırıyor. Hem içerden hem de dışardan saldırıyorlar. Ama Söğüt Ağacının yıkılmamasının tek sebebi köklerinin sağlam oluşudur. Bu kökler bizim kültürümüzdür. Kültürümüzün genlerini korumamız gerekiyor. Alanım müzik olduğu için, kendimi de bu alanda sorumlu hissediyorum. Bu manada değerlerimizi yansıtmanın iki şekli olduğunu düşünüyorum. Bir; var olanları aktarmak, iki; uyarıcı nitelikte zararlı olanları, söze döküp aktarmak. Bunu da bestecilikle yaparsınız. Neme lazımcımlık ya da etliye sütlüye karışmayım demek olmaz. Bu durum sanatçı kimliğine yakışmaz. Şartlar ne olursa olsun bunları aktarmak zorundayız. Müzik alanında çalışmalarımı albüm yapmak için yapmadım. Sahneye çıktığımda şunu söylediğimde şu kitle kırılır diye bir düşüncem hiç olmadı. Aktarmam gereken ne ise, onu aktardım. Albüm yapacağım zaman, öncelikle onu ne için çıkarmam gerektiğini araştırdım. Eserlerimi üretirken ülkemizin içinde bulunduğu durumları düşünerek çalıştım. Örneğin, aşıklar, ozanlar bir kıza ya da erkeğe aşık olur, onu ilan etmek için beste yapar. Mehmet Akif gibi, Yahya Kemal gibi vatan sevgisi varsa, vatanına aşkını ifade eder. Sanatçının birinci dereceden vazifeleri vardır. Bizim birinci derece vazifemiz, kendimize, milletimize ait herhangi bir hususta uyarı, aydınlatma yapmaktır. Ben de onu yapıyorum. Türk Milliyetçisi oluşum da bunu birinci vazife olarak yapmamı gerektiriyor. Çünkü Türkçülük, Türk Milletine ait olan ne varsa, hepsine aşık olmaktır. Yoksa aşka, sevdaya dair şarkılar yapardım ben de. Bir milleti yok etmek için önce dilini bozmak gerekir. Son dönemde popü- ler kültür müzikler aracılığıyla gençlerimizin dili bozulmaya çalışılıyor. Örneğin Ankara havaları denilen müziklerin, Ankara’nın folklorik yapısıyla hiçbir ilgisi yoktur. Altını çizerek söylüyorum ki, bunları yapanların bölücü terör örgütü PKK’dan hiçbir farkı yoktur. Teröristler 1-2 veya daha fazla insanımızı öldürüyor, bunlar ise bir milleti oluşturan yapıyı öldürüyorlar. Fakat bunların hepsi nasıl var olduysa, öylede yok olacaklardır. Herkes bilir ki, dünya var oldukça Türk Milleti de var olacaktır. Taş kırılır tunç erir, Türklük ebedidir. Bunu insanların tekrar tekrar hatırlaması lazım. Yıllardır Türklüğümüze saldırılar neden devam ediyor? Sebebi çok basit. Biz kültürümüzün genlerini koruduğumuz ve değişmesine izin vermediğimiz için. Yeni albümünüzden bahseder misiniz? Son albümüm bir savaş müziği formunda. Ülkenin durumu, ülkemizdekilerin Türklüğe karşı olan tutumundan dolayı bunları bestelemek zorunda kaldım. “İnsanlar ilkeleriyle yaşar hayatları zorlaşır, ama hayatlarının bir anlamı olur. İnsanlar ilkesiz yaşar, hayatları kolaylaşır. Ama hayatlarının hiçbir anlamı olmaz.” Ben bu albümümü ilkeleriyle yaşayan insanlar için yaptım. Öncelikle araştırmasını yaparak; olup, olamayacağını tespit ettikten sonra, bir yol haritası çizip, uzak ya da yakın, zor ya da kolay olup olmadığına bakmadan yol haritam üzerinde çalıştım. Bir milletin yankısı Söğüt Ağacı gibidir. Söğüt ağacının özelliği, dalları kadar köklerinin olmasıdır. Türk dünyasına olan sevdamdan dolayı, Türk dünyasına geziler düzenledim. Türk dünyasındaki savaş müziklerini, kahramanlık ezgilerini bir araya toplamaya karar verdim. 43 adet Türk topluluğu var. Bu 43 topluluk arasında köprü olacak şey de musiki yapıdır. Bizim işimiz de budur köprüden geçirip gelecek nesillere aktarmak. Bütün Türk topluluklarındaki savaş müziklerini ele aldım. Son akın albümümde de bu savaş müzikleri yer alıyor. Bu 1. Albüm. 43 Türk topluluğu var her birinden bir şarkı aldığımda 43 şarkı ediyor. O yüzden 4 albümde tamamlamayı planlıyorum. Şükür ki, bu işin ihtiyaç olduğunu düşünen dostlarımız desteklerini esirgemediler. Özellikle Türkiye Kamu-Sen’e teşekkür etmek istiyorum, bu alandaki çalışmamada nefes almama destek oldular. Destek sağlayan tüm dostlarıma çok teşekkür ediyorum. SENCE 2015 Sayı 9 49 SENCE ORTAK DEDEMİZ Nasrettİn Hoca Dr. Süleyman GÜNGÖR ⎟ Nasrettin Hoca Türk’ün milli varlığını oluşturan başlı başına bir değeri temsil etmektedir. Bu temsil kabiliyeti sebebiyle de bütün Türklerin ortak dedelerinden birisidir. Y eri gelince anlatılan bir fıkrası ile sözü tatlıya bağlayan bir Nasrettin Hocamız var. Nüktedan bir adam bizim Hoca. Adında Hoca olması, onun asgari bir din ilimleri tahsili, belki de hakikatli bir medrese eğitimi gördüğünü ifade etmektedir. Maalesef hayatı ayrıntılı şekilde bilinmemektedir. Bilinen 13. yüzyılda Akşehir’de yaşadığıdır. Fıkralarındaki Hoca, içinde yaşadığı toplumun bütün aksaklık ve uygunsuzluklarını mizahi bir kıvamda dile getirip değerleri hatırlatan bir toplumsal vicdan ve irfan figürüdür. Nasrettin Hoca, Türkçe konuşulan bütün coğrafyalarda fıkralarıyla yaşamış ve onların arasından birisi olarak hala yaşamaktadır. Aynı fıkra farklı Türk lehçelerinde yüzyıllardır anlatıla gelmektedir. Nasrettin Hoca, farklı coğrafyalarda, farklı devletlere dağılmış olmasına rağmen Türk Dünyasının ortaklıklarından biridir. 50 www.sencedergisi.com Modern dünyanın milletlerine bakılınca, Türk eski ve köklü bir millettir. Bu tarihi sadece devletlerin, hanedanların ve savaşların hikayesi oluşturmaz. Milletleri meydana getiren, ortak bir soy ve ortak bir geçmiş olduğu gibi, ortak bir anlayış ve değer yargılarıdır. Ortak bir estetik ve sanat, ortak bir ahenk duygusu, ortak bir gündelik hayattır. Ortak doğrular ve ayıpları belirleyen ahlak, örf ve töre milletin yapı taşıdır. Nasrettin Hoca tam da Türk’ün milli varlığını oluşturan başlı başına bir değeri temsil etmektedir. Bu temsil kabiliyeti sebebiyle, Nasrettin Hoca bütün Türklerin ortak dedelerinden birisidir. Başka bir ifade ile biz, bugünün yaşayan Türkleri, ne kadar Nasrettin Hoca’nın torunu isek o kadar Türk’üz. Nasrettin Hoca, bir köy imamıdır; halkın arasında yaşayan bir kanaat önderi ve aydın bir kişidir. Latifeleri, karşısındaki ile olduğu kadar kendisi ile de eğlenebildiğini göstermektedir. Bindiği dalı kesip düşünce, onun haline gülen insanlara “düşmesem de inecektim” hazır cevabı ile durumu kurtarmaya çalışırken, Hocamız kendi kendimizi düşürdüğümüz halleri gözümüze sokmaktadır. Nasrettin Hoca’nın ödünç kazan aldığı komşusuna verdiği ders, hepimizin kulağında küpe değil midir? Hani kazanın doğurduğunu duyunca ses çıkarmayıp öldüğünü duyunca feryat eden komşu. Hoca, komşusunun tamahkarlığını, mal sevgisini yerle bir ederken, torunlarına da ibret vermektedir. Değer Türk Milleti, uzun bir tarihin üzerine oturan beşeri bir bütünün adıdır. Hocamızın adı anılınca zihinlerde canlanan görüntüsünde, karakaçanına ters binmiş durumdadır. Aslında bu manzara ardından gelenlere sırt dönmeme erdemine vurgu yapmaktadır. Her bir fıkrası barındırdığı mizahı ve taşıdığı nüktesi ile bize ibret verirken; anlatıla aktarıla canlılığını koruyan Nasrettin Hoca ortak zekanın ve halk refleksinin adı haline gelmiştir. Anadolu’yu ezip geçen Timur ile çağdaş olmamasına rağmen, halk onun ağzından bir zalime haddini bildirmiştir. Aynı zamanda en meşhur Hoca ve Timur fıkralarından birinde; ahalinin onu öne itip sonra yalnız bırakmaları üzerine, bizim Nasrettin kalabalığa güvenmenin yersizliğini fark edip Timur’un huzurunda köylerine daha fazla fil gönderilmesini isteyivermiştir. Bununla da, halka öne çıkardığı kişiyi kendi keyfine bırakmamak gerektiği konusunda ders vermektedir. Hele bir de göle maya çalan Hoca Nasrettin vardır ki, kendisi ile dalga geçenlere ciddiyetle “ya tutarsa” cevabını vererek içimizde her zaman bir umut taşımamız gerektiğini hatırlatmaktadır. Bu hatırlatmayı yaparken de göl suyuna bile olsa mayayı karıştırmamızın şart olduğunu göstermektedir. Sözün kısası, Oğuz Ata’dan başlayıp Atatürk’e gelinceye kadar uzun ve bereketli bir ecdad silsilesi Piri Türkistan, Hacı Bektaş ve Mevlana gibi iman, Dede Korkut gibi irfan, Uluğ Bey gibi ilim, Mimar Sinan gibi sanat, Fuzuli ve Karacaoğlan gibi aşk ve Nasrettin Hoca gibi bir letafet ile süslüdür. Güncel Türk, bütün bu zincirin zamanımızdaki halkası olduğunun farkında olursa; en vahim sıkıntılar bile aşılmaz değildir. Nasreddin Hoca’nın evine tüccar arkadaşı misafir oImuş. Hoca ona mantı pişirip getirmiş. Arkadaşı aceIe edip mantıyı hemen ağzına atınca boğazı yanmış. Boğazının yandığını beIIi etmemek için başını tavana doğru dikmiş ve yanmanın etkisi gidince de başını tavandan indirmeyip sormuş: Hocam bu tavanı ne zaman yaptınız. Hoca hemen: Boğazına ateş düştüğü zaman, demiş. SENCE 2015 Sayı 9 51 SENCE Sıfır Noktasındaki HAYATLAR Mustafa YİĞİT ⎟ Beyoğlu’ndayım… Eski Yeşilçam Sokağı’nda yürüyorum, gecenin geç vakti, hava ayaza çalmış... Gece pek tekin olmazmış buralar. Ne de olsa Beyoğlu, iti var kopuğu var, diyorlar... Ama ben ısrarla bu ıssız sokaklarda dolanıyor ve çay ocağı arıyorum.. Sıcak bir çay içeceğim. İçimi ısıtacak, soğuğu kıracak sıcak bir çay. Nihayet buluyorum aradığımı, küçük taburelerden birine ilişiyorum. Çay geliyor, yudumluyorum. Bu yudumla adeta hayata yeniden geliyorum. Biraz sonra yanıma, saçlarının beyazı siyahından çok, yaşı altmışı bulmuş, pejmürde bir kadın yaklaşıyor. Hemen yan taburelerden birine oturuyor. Bir çay da o istiyor. Çayevinin sahibi “Hemen getiriyorum İpek Abla” diyor. İpek Abla bu sefer bana dönüyor ve “Bir sigara verebilir misiniz beyefendi” diyerek mahcup bir şekilde sigara istiyor. Sigara paketini uzatıyorum, bir tane alıyor, “Paketin tamamı sizin olabilir” diyorum. Yine aynı nezaketle “Olmaz” diyor, teşekkür ediyor... Bakışıyoruz, susuyoruz, susuyoruz... Konuşacak çok şeyimiz varmışçasına susuyoruz… Sabaha kadar sürecek bir konuşmanın başlangıcı olacak bu susmalar, biliyorum... Anlatacak çok şeyi var, hissediyorum. Ama ben nereden başlamalıyım bilemiyorum.. Çaycı yetişiyor imdadıma, “İpek Abla bugünkü çayını da içti” diyor. 52 www.sencedergisi.com Her gün gecenin ilerleyen vaktinde gelir ve bir bardak çay içer gidermiş. Ona bedavaymış çay. Çaycı bu malumatları verir vermez seğirtip gidiyor. Ve baş başa kalıyoruz İpek Abla ile... “Bu sokaktan kırk yıldır geçerim” diyor. “Geçmek istemiyorum, bugün gitmeyeyim diyorum, ama dayanamıyor ve geliyorum buralara her gün...” Sonra “Sen beni bilmezsin, yaşın çok genç değil mi” diyor... “Evet, yaşım genç ve sizi yeni tanıdım. Zaten ben İstanbullu da değilim. Aslen Konyalıyım. Ama ayda bir İstanbul’a gelir gezerim, severim İstanbul’u…” diye karşılık veriyorum. Hemen heyecanlanıyor, “Konya’ya gidersen… Mühendisi bul, şimdi büyük adammış beni ona sor” diyor. Şöhretli olduğu dönemde Konya’ya çok gelmiş İpek Abla. Ben mühendisi nasıl bulacağımı soruyorum, “Zenginmiş, 118 bilir ” diyor muzipçe. Çok sevimli biri. Konuştukça daha çok seviyorum İpek Abla’yı. Ve sadece ben değil Beyoğlu sokaklarında herkes seviyor Onu. Bunu anlamak onun için yanında beş dakika oturmanız bile yetiyor. Bugünkü iaşesi Beyoğlu’nun iki esnafındanmış, yanımıza yaklaşıp ellerindeki poşeti bırakıyorlar İpek Abla’nın ellerine ve onunla şakalaşarak yanımızdan ayrılıyorlar.. Eskiden çok şöhretliymiş... Pek çok filmi varmış, gazinolarda şarkı söylermiş. Şöhretten bahsedince “Aysel İpek benim adım, ama beni daha çok İpek Abla diye bilirler” diyor, sohbetimizin ilerleyen bölümlerinde. “Her şeyi gördüm, her şeyi yaşadım. Aşkı da, terki de, köşkü de, tek odalı otelleri de” diye devam ediyor gözünün önüne düşmüş kaküllerini papatya figürlü tokasıyla toplarken.. Nerede oturuyorsun sualime biraz da hüzünle karışık bir tebessümle “Çok uzakta…” diyor. Çok uzak, yani neresi olursa... Şimdilik Rize Otel’de kalıyormuş. Sonra bir sergiden bahsediyor, bu hüzünlü havayı dağıtmak istercesine, geçtiğimiz günlerde yapıldığını söylüyor. O da bu serginin baş konuğu ve konusuymuş. Merakla soruyorum, “Ne sergisiydi bu, senin gözlerinin içini güldürecek kadar önemli bir şey olsa gerek” diye. Cevaplıyor heyecanla, “Benim hayatımdan esinlenmişler” diyor ve ardından dalıyor uzaklara... Soruyorum, ayrıntısını bilmiyor. Fotoğraflarını çekmişler. Bir sürü gazetelerde çıkmış bu yaştan sonra. Elbiseleri de o kadar iyi değilmiş, utanmış biraz, ama olsunmuş, ömrünün son deminde yeniden şöhreti yakalamış. Sonradan öğrendim; sergi sahipleri Gül Ilgaz, Nazan Azeri ve Nancy Atakan’mış. Sıfır noktasına itilmiş hayatlar üzerine kurgulanmış bir sergiymiş, on gün sürmüş. İpek Abla haklı... Sergi tam da onu ve onun gibi yitirilmiş hayatları anlatan bir isme sahip: “Hayat ve Kör Talih.” SENCE 2015 Sayı 9 53 SENCE Küreselleşme ve PLANLAMA Doç. Dr. İlhan DÜLGER ⎟ Küreselleşme ve Planlama Günümüzde “kapsamlı planlama”, yerini çok daha ince hesaplı bir uygulama yönetimi isteyen “stratejik planlamaya” bırakmıştır. İnternetin varlığı merkezin birkaç dakikada dünya çapında koordinasyon ve yönlendirme yapmasına imkân vermektedir. Türkiye, 1994’ten itibaren kendini ve planlarını stratejik planlama yönünde dönüştürmüştür. Alman Teknik Yardım Teşkilatı (GTZ), Türkiye’de gördüğü planlama yetkilendirilmesini ve örgütlenmesini küreselleşme dönemi için en uygun şekil olarak tespit edip, ülkelere bunu öneriyor ve teknik yardım veriyordu. DPT’nin; Başbakana doğrudan bağlı olması, plan ve program kapsam ve karar sürecinin hukuken belirlenmiş olması, her tür kaynakların yönlendirilmesi, kullanımı 54 www.sencedergisi.com Türkiye orta düzey teknolojilere yükselmişken geleneksel teknoloji düzlemine ve ithal hammadde ve ara malına dayalı montaj sanayiine geri düşen, içe dönük inşaat sektöründen başka önemli işi kalmayan, büyüyen dış ticaret açığı ve cari açıklarla sonunda şiddetli istikrarsızlığa giren bir ülke haline gelmiştir. Küreselleşme ve Yükselen Pazarlara Plansızlık Baskısı 1950-1980 arası uluslararası söylem, dış denetim amacıyla “planlılık” iken, günümüzdeki uluslararası söylemse diğer ülkelerin piyasalarını ithal ürünlere açmalarını sağlamak için, ülkelerin kendilerini küresel piyasaların akışına açık bırakarak, “plansızlık” ile günlük fırsatları değerlendirmeleri yönündedir. Oysa bilinen bir gerçektir ki, fırsatları kaynağın başındakiler ve sermaye birikimi olanlar değerlendirebilir, küreselleşebilenler de onlardır. Bu sebepledir ki, ülkeler ve nüfusları değil, bazı büyük şirketler küreselleşmektedir. 1989’a kadar Türkiye önemli bir planlı kalkınma meydana getirmiş, tüketim malları ve ara malları sanayiini tamamen kurmuştur. Ne var ki, bu tarihten sonra siyasal kadroları küresellik telkini altına alınan Türkiye, küresel mali piyasaların etkisine açık hale gelmiş, sıcak para ile kur farkı ve faiz soygunu başlamıştır. Plan uygulaması gevşek bırakılan ve teşvik planlaması ile uygulamasının ikisinin birden Hazine’ye kaydığı, 1990’lı yıllarda toplam girdi verimliliği gerileyen, dış piyasalarda kalıcı olamayan bir ülke olmuştur. Türkiye, o tarihten sonra plan uygulamasının zayıflaması sorunu yaşamakta, başta insan gücü olmak üzere kaynakları dağılmaktadır. Özelleştirme telkini ile kendi sermaye birikimini ve istihdam kabiliyetini en fazla kaybeden ülke oldu. Türkiye orta düzey teknolojilere yükselmişken geleneksel teknoloji düzlemine ve ithal hammadde ve ara malı- Oysa, bilinen bir gerçektir ki, fırsatları kaynağın başındakiler ve sermaye birikimi olanlar değerlendirebilir, küreselleşebilenler de onlardır. na dayalı montaj sanayiine geri düşen, içe dönük inşaat sektöründen başka önemli işi kalmayan, büyüyen dış ticaret açığı ve cari açıklarla sonunda şiddetli istikrarsızlığa giren bir ülke haline gelmiştir. Küreselleştirmecilerin maliyetlerini düşürme, kazançlarını arttırma yolu; üretim yapabilecek ülkelerde ilk kademe işgücünü “yerine çakılı küresel ucuz işçi” haline getirmekte ve üst kademe yetişmiş işgücünü “sıfır” maliyetle “beyin göçü” olarak kendine çekmektedir. Her yıl kurulan yüksek öğrenimli insan gücünü yurtdışına aktarma pazarları çocuklarınıza yeni fırsatlar sunuyor değildir. Türkiye’nin yetişmiş insan gücünü çalmaktadırlar. Bir yanda, beyin göçü için verilen vizeler varken, diğer yanda bozulan ülke şartlarından kaçmaya uğraşan Asya ve Afrikalı işgücüne sınırların kapatılması ile denizlerde boğulmaya terk edilmeleri, küresel işgücü politikalarının en açık görünümüdür. Bu kesim kendi ülkesinde yerine çakılı kalmalıdır ki düşen ücretlerle çalışmaya razı olsun. Sözkonusu iki kademe işgücünü ayırmanın stratejik yolu; ülkenin “ana işgücü kademesi” olan tekniker-yüksek tekniker, teknisyen-yüksek teknisyen kademesini biçmektir. En büyük operasyon Türkiye’de oldu. 1997 Örtülü Darbesi’nin gölgesinden yararlanarak, güya İmam-Hatipleri kısıtlıyoruz adı altında yapılanları hatır- layınız: Katsayı engeli ile bütün meslek ve teknik öğretimin yükselmesinin önü tıkandı. Meslek yüksek okullarına sınavsız geçiş diye bu kitleye iki sene daha aynı programı okutarak yükseköğrenim diploması verildi, ama sistem nitelik yükselmesi sağlayamadı, itibar kaybetti. Okul kayıtları azaldı. Çalışma Hayatı ve koordinasyonundaki yetkileri, Türkiye’nin küreselleşme ile daha iyi başa çıkacağının işareti sayılıyordu. İŞ-Kur ve yabancı sermaye işverenleri, vasıfsız işgücünü işe almaya yönelince üretimde ustalar dâhil tekniker-yüksek tekniker insan gücü % 14’e düştü. Orta kademedeki ana işgücü piyasadan sürülünce, üst kademe işgücünü beyin göçüne çekmek kolaylaşır. O zaman ülke ilk kademedeki “yerine çakılı küresel ucuz işgücü”yle başbaşa kalır, düşük katma değerli ürünler üretimine mahkûm olur. Küreselleştirmeci kıskaç, Türkiye’de bunları uygulamış bulunmaktadır. IMF ve Dünya Bankası’nın Türkiye’ye Tutumu Bu dönem sonrasında, dünyaya “plansızlık” öğütleri veren IMF, Türkiye’nin 15 yıllık planını kendi üzerine almak istemiştir. DPT buna sert karşılık verdi. Bunun üzerine sağlam politikasıyla ekonomik politikaları kendi etkisindeki kişi ve kurumlara geçirme yolu izleyip, zayıf siyasal dönemlerde karar sürecine yerleşmiş ve 15 yıl makro-ekonomik kararlarda etkili olmuştur. Özellikle, Hazine’yi elde tutma gayreti ve Merkez Bankasını kalkınmaya destekten kopararak “bağımsızlık” adı altında uluslararası finans-kapitalin merkezine dönük işler hale getirmek üzerinde durulmuştur. Dünya Bankası da bunların uygulatıcısı olmak istemiştir. 2000’li yılların başında maliye, bütçe ve para politikalarının dışarıdan düzenletilmesiyle, Türkiye’de, üretim yerine, sıcak para ile halkın kazancını elinden alan kur-faiz sarmalının kurumlaşması sağlanmıştır. O dönem SENCE 2015 Sayı 9 55 SENCE Kemal Derviş’in bıraktığı “büyüme politikası” dünyada beklenen para bolluğundan Türkiye’ye de bir şeyler akacağı tahminine dayalıdır. İstihdam artışı, katma değeri yüksek mal, hizmet ihracatı artışı ve yatırım artışı öngörülmemiştir. Nitekim 12 yıl boyunca her yıl IMF, “enflasyonun yükselmesi” gerekçesiyle “Türkiye’ye yatırım yapmaması” tavsiyesinde bulundu. Ekonomi biliminde böyle bir şey olabilir mi? Asıl sebep, Türkiye’nin sıcak para girişi ile paradan para kazananlara ve özelleştirmeye açık kalmasının istenmesidir. AK Parti iktidara geldiği zaman seçim beyannamesi ve hükümet programı üretimle planlı kalkınmaya dayanıyordu. İktidara gelişinin ilk beş ayı içinde AK Parti politikaları tersine çevrilmiştir. Bunun AK Parti içinden değil, dışarıdan yapıldığı anlaşılmıyor mu? 2007’de dünyada para bolluğu eğilimi durmuştur. Kendini uyarlayamayan Türkiye 2011’den sonra sarsıntıya girmiştir. Şimdi, Türkiye’de yeni bir ayarlama gerekmektedir. Hazine garantili özel dış borçlar ve sıcak parayla, kamu borçlanması yoluyla Türkiye’nin kaymağının sıyrılmasına devam etme Hazine’nin elden kaçırılmaması dış çevreler için tekrar gündeme gelmiştir. Kalkınma Bakanlığı Olur Mu? Serbest piyasa düzenlerinde “Ekonomi Yönetimi” diye bir kavram sakattır. Bakanlıklar eliyle ekonominin yönetimi yapılamaz, çünkü bu serbest rekabet fikrine aykırıdır. Üst koordinasyon görevi olan Başbakana bağlı kurul eliyle bir kısım yönlendirme yapılabilir. Bunun da teknik kurumu, bütçe ve yatırım planlamacısı, danışman kuruluşu ve uygulama sırasında Başbakan adına üst-koordinasyon kuruluşu “Devlet Planlama Teşkilâtı”dır. 56 www.sencedergisi.com Hazine-Maliye-Merkez Bankası icra görevleri olan kuruluşlardır. Demokratik planlama sürecinde kendilerini dengeleyebilirler, fakat görevleri icradır. • Kayıt dışı bağımlı çalışma Ekonomi Bakanlığı fikri 1970’lerde bazı yerlerde denenip bugün kalkmış bir bakanlık türüdür. Ekonomi Bakanlıklarında genellikle; “Tabiî Kaynaklar Bakanlığı,” “Sanayi Bakanlığı,” “Ticaret Bakanlığı” ve “Teknik Yardım ve İşbirliği” konuları bir araya toplanarak ihracat arttırılmaya çalışır. • İşyerlerinin %85’i, küçük işletme + taşeronlaşma IMF ve Dünya Bankası; DPT gibi makro ölçekte birikimi olan bir kuruluşu yönlendiremeyeceklerini anlayınca, hükümetin plansız yatırımlar yapma zaafından faydalanarak, DPT’yi yollarından kaldırma ve işlevlerini üstlenmeye teşebbüs ettiler. Bu, 15 sene evvelki bir istekleriydi. “Kalkınma Bakanlığı” buradan çıkmış bir saptırmadır. • İşsiz meslek-teknik mezunları dururken, İş-Kur, İşsizlik Sigortası kaynağıyla 3 aylık kurslarla vasıfsız işgücünü işe yerleştirmeye öncelik tanıyor Bakanlık icracı birimdir. Planlamayı icra görevi saymak ise mümkün değildir. Sanki kalkınma diye bir icraatı bu bakanlık yapacak, diğerleri de kalkınma dışındaki işlerle meşgul olacaklarmış gibi… Kalkınma kesit bir konudur, bütün icra kuruluşlarını ilgilendirir. • Ortanca ücretin %71’i asgari ücret ve «sosyal amaçlı» artışlar Nitekim Kalkınma Bakanlığı “stratejik plan”ı gündemde tutmaya devam ederek Türkiye’nin hesabını yapmaya devam ediyor. Dünya mali piyasalarını kullana gelen finans-kapital ise krizde… Dünya şu günlerde yeni bir planlı düzenleme ve kalkınma dönemine girme ihtiyacı içinde. Başbakanlığın yakında, üretime dönük demokratik stratejik planlı kalkınma uygulanması konusuna yeniden dönmesini gerektirecek günler yaklaşmaktadır. Özetle IMF – Dünya Bankası Müdahalelerinin Sonucu • Mülksüzleşme, özelleştirme sermayesizleşme, • Tüm eğitim kademelerinde beceri kazanabilmenin düşmesi • Büyük eğitim altyapısı meslek-teknik eğitiminden alıkoyan engeller altında • İmalât sanayiinde Meslek Eğitimi+Teknik kökenli istihdam %14,5 • Düşük teknoloji, montaj sanayi, vasıf gerektirmeyen hizmetlerde çalışanların artışı • Verimliliğin en düşük olduğu ülkelerden biriyiz • Türkiye beyin göçünde 3. ülke • İşsizlik Artışı (yükseköğrenimli ile ilkokul mezunu aynı asgarî ücret için yarışıyor, yükseköğrenimli genç işsizler % 31.) • Aylaklık yaşlılarda değil, gençlerde yüksek. (Genç kadınlarda %45, genç erkeklerde %35) • Erken emeklilikle birlikte 12 milyon kişi emekli. Devlet bütçesinin % 21.15’i sosyal güvenlik açığının finansmanına gidiyor; kamu kaynakları verimli istihdam yeri açılması için kullanılamıyor. • Türkiye dünyanın 17’nci büyük ekonomisi, İnsanî Gelişmişlik Sıralamasında ise 69’uncu. Çevre Yenilenebilir Enerji “Rüzgar” Türkiye için bir şeyler yapmayı düşünenlerin; vatansever, milliyetçi, ulusalcı, mukaddesatçı olduklarını söyleyenlerin yapması gereken ilk iş enerjide dışa bağımlılığı kaldırmaktır. Selahattin BAYSAL ⎟ Rüzgar Enerjisi Santralleri Yatırımcılar Derneği (RESYAD) Yönetim Kurulu Başkanı R üzgâr gücü dünyada kullanımı en çok artan yenilenebilir enerji kaynaklarından biri haline geldi. 2020 yılında dünya elektrik talebinin % 12’sinin rüzgâr enerjisinden karşılanması için çalışmalar yapılıyor. Yenilenebilir enerji kaynakları arasında yer alan, dünyada ve özellikle Avrupa’da büyük bir gelişme içerisinde olan rüzgâr enerjisinin diğer enerji türlerine göre Türkiye’de kullanımı çok düşük. Dünyada rüzgâr enerjisi yatırımı ve kullanımı, Türkiye’nin şu anki durumdan en az 10 sene ilerisinde. Rüzgâr yönünden Türkiye ile İspanya birbirine en yakın ülke olup, İspanya’da RES kurulu gücünün Türkiye’deki kurulu gücün 7 katı ile 20.000 MW’ı aştığı düşünülürse, gelişmiş ülkelerle kıyaslandığında çok iyi bir tablo ortaya çıkmadığı, bu konuda Dünya veya Avrupa ülkelerinin bu günkü değerlerine ulaşabilmemiz için yaklaşık 10 yıllık süreye ihtiyaç olduğu görülmektedir. Türkiye’nin 2023 RES hedefinin de zaten 20.000 MW mertebesinde olacağı ilgili Kuruluş yetkilileri tarafından dile getirilen hususlardandır. SENCE 2015 Sayı 9 57 SENCE Toplam nüfusumuzun 76-78 milyon ve yıllık elektrik tüketimimizin 220 milyar kwh olduğu dikkate alındığında Türkiye’de kişi başı elektrik tüketimi 3000 kwh civarındadır. Dünya ortalaması da 3000 kwh’dir. Bu rakam Avrupa Birliği ülkelerinde 6000 kwh, Almanya ve Amerika’da 11000 kwh üzerindedir. TEİAŞ uygulamalarına bakıldığında; Bağlantı kapasitesi konusunda TEİAŞ dünyada bir örneğine daha rastlanmayacak kadar maalesef cimri davranmaktadır. Oysa dünyanın her yerinde elektrik üretim, iletim ve dağıtımı aynı yöntem ve aynı araç-gereçlerle yapılmaktadır. Diğer ülkelerde bir bağlantı noktasına birkaç bin MW rüzgâr santralı bağlandığı halde, bizde özellikle son uygulamalarda onlu- yirmili rakamları geçmemektedir. Bir ülkenin enerjideki genel durumunu gösteren ve herkesçe bilinen göstergelerden bir tanesi kişi başına tüketilen yıllık elektrik enerjisi miktarıdır. Toplam nüfusumuzun 76-78 milyon ve yıllık elektrik tüketimimizin 220 milyar kwh olduğu dikkate alındığında Türkiye’de kişi başı elektrik tüketimi 3000 kwh civarındadır. Dünya ortalaması da 3000 kwh’dir. Bu rakam Avrupa Birliği ül-kelerinde 6000 kwh, Almanya ve Amerika’da 11000 kwh üzerindedir. 58 www.sencedergisi.com Nasıl ki yıllık kişi başı kâğıt tüketimi o ülkenin eğitim seviyesi hakkında bir fikir veriyorsa kişi başı elektrik tüketimi de o ülkenin enerji sektörü ve ekonomisi hakkında bir fikir vermektedir. Bu tablo göstermektedir ki Türkiye henüz elektrik üretiminde işin yarısındadır ve önünde büyük yatırımların yapılması zorunlu olan bir dönemdedir. Türkiye olarak 76 milyon mal ve hizmet üretiyoruz ve diyelim ki bunun parasal değeri yıllık 100 milyar dolar olsun. 76 milyon tüketim yapıyoruz bunun parasal değeri ise 170 milyar dolar oluyor. Bu aradaki açığa cari açık deniyor ve bu cari açığın %95’i “Enerji’de dışa bağımlılıktan” kaynak-lanıyor. 2012 yılında cari açığın 71 milyar dolar olduğunu ilgili Kamu Kuruluşları ve ilgili Bakanlar resmi olarak ilan etmişlerdir. O halde uzun sözün kısası Türkiye için bir şeyler yapmayı düşünenlerin; vatansever, milliyetçi, ulusalcı, mukaddesatçı olduklarını söyleyenlerin yapması gereken ilk iş enerjide dışa bağımlılığı kaldırmaktır, yok etmek en azından asgariye indirmektir. Tüketilen 220 milyar kwh elektriğin her yıl hemen hemen %50’sini doğalgazdan elde edeceksiniz, doğalgazın nerdeyse tamamını yurt dışından ithal edeceksiniz, fiyatları dolara endeksli olarak her an değişebilecek ve siz bundan sonra sağlıklı bir ekonomiden bahsedeceksiniz. Bu mümkün değildir. Doğalgaza ilaveten ithal kömür ve ithal petrol ile elektrik üretimini de ilave edersek dışa bağımlılığımız %73 civarındadır. Bu resmi açıklamalardır ve gerek Enerji ve Tabii Kaynaklar Ba-kanlığının gerekse Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu ve Devlet İstatistik Enstitüsünün ilgili internet sayfalarından çok net ve kesin olan bu rakamların görülmesi mümkündür. Böyle bir ül- kenin milli ekonomisi, milli sanayisi ve hatta milli savunmasından bahsetmek söz konusu olamaz. Tüm önceliklerinizi Yerli Enerji Kaynaklarına vermelisiniz. Yerli kaynaklar içerisinde de özellikle Rüzgâr, Güneş, Jeotermal ve küçük Hidrolik enerji kaynaklarına ağırlık verilmelidir. Elbette ki kömür santrali kurulacaksa yine öncelik yerli kömür kaynaklarına verilmelidir. Yukarıda bahsedilen yıllık 220 milyar kwh elektrik tüketimi içerisinde rüzgâr enerjisi 5 milyar kwh civarında, güneş enerjisi neredeyse hiç yok, jeotermal enerji ise 200-300 milyon kwh geçmemektedir. Özellikle temiz, yenilenebilir, yerli enerji kaynaklarına verilen teşvik tedbirleri dünyanın diğer ülkeleriyle kıyas edildiğinde çok düşük seviyelerdedir. Ayrıca bu yerli ve temiz enerji kaynaklarının gerçekleştirilmeleri için yerine getirilmesi gereken iş ve işlemler, alınması gereken izinler, yapılması istenen raporlar insan ömrünü ve insan sağlığını çürütür. Bilindiği üzere ülkeler arası siyasetin, jeopolitiğin ana belirleyici unsuru enerji kaynaklarının nerede, kimin kontrolünde olduğu meselesidir. Esasen ülkelerin ekonomik ve siyasi konumunu belirleyen en önemli gösterge yeterli enerji kaynaklarına sahip olup olmadıklarıdır. Geçen asrın başlarında bir ülke kömür kaynaklarına sahip ise güçlü ve etkili ülke konumunda idi. Daha sonra bunun yerine petrol geçti. Yüzyılın sonuna doğru ise petrol ve doğalgaza sahip olan ülkeler ekonomik açıdan güçlü, siyasi ağırlıkları olan ülkeler konumuna geldi. Çevre ABD’yi Afganistan ve Irak’ı işgale götüren sebep her halde iddia edildiği gibi “Demokrasi ve İnsan Hakları” yokluğu değildi. Son zamanlarda petrol ve doğalgazın jeostratejik etkisinin alçalmaya başlayan bir uçağın durumuna; Kaya Gazına sahip olan ülkelerin ise kalkışta olan bir uçağın durumuna benzediği uluslararası arenada sıkça konuşulmaktadır. Hemen hemen her gün ABD tarafından Dünya Kaya Gazı Haritaları yayınlanmakta, Enerji sektörü uzmanlarının ana uğraşılarından en önemlisi Kaya Gazı olmaktadır. Dünya kaya gazı rezervlerinin %70’den fazlasının Pasifik Okyanusu civarında oluşu özellikle ABD’yi petrol ve doğalgaz bölgesi olan Orta Doğu, Kafkasya ve Orta Asya bölgelerinden Pasifik’e yöneltmiş gözükmektedir. 2035’lerde ABD’nin teknik ve ekonomik gücünü geçeceği hem de bu yeni enerji kaynağına sahip olacağı varsayılan Çin’in tarihsel ve kültürel olarak ülkeleri ele geçirme ve yutma kabiliyeti dikkate alınarak bahsi geçen bölgelerde önemli jeopolitik gelişmelerin olacağı düşünülmektedir. Bu çerçevede hem Müslüman hem de Türk Dünyasında önemli rol oynaya- cak Türkiye’den başka bir ülke bulunmamaktadır. Türkiye, yerli-temiz enerji kaynaklarına verdiği önem ve Orta Doğu, Kafkaslar, Orta Asya’da etkin rol oynaması ile tarihi kaderini belirleyecektir. Türkiye’de artan tüketime paralel olarak enerjiye olan ihtiyaç her geçen gün artıyor. Peki, var olan kaynaklar içinde rüzgâr enerjisi nasıl bir potansiyele sahip? Rüzgâr enerjisi yerli, dışa bağımlı olmayan doğal, gelecekte de aynı oranda temin edilebilecek, doğal bitki örtüsü ve insan sağlığına olumsuz etkisi bulunmayan, fosil yakıt tasarrufu sağlayan, teknolojik gelişimi hızlı, istihdam yaratan, döviz kazandırıcı bir kaynaktır. Yenilebilir enerji kaynakları arasında yer alan, dünyada ve özellikle Avrupa’da büyük bir gelişme içerisinde olan rüzgâr enerjisinin Türkiye’de kullanımı yok denecek kadar azdır. Türkiye’nin teorik teknik rüzgâr enerjisi potansiyeli 83.000-88.000 MW mertebelerindedir. Bu rakam şu anda Türkiye elektrik enerjisi kurulu gücünün yaklaşık 1,6 katına eşittir. Türkiye’nin ekonomik rüzgâr potansiyeli ise çeşitli Türkiye, yerli-temiz enerji kaynaklarına verdiği önem ve Orta Doğu, Kafkaslar, Orta Asya’da etkin rol oynaması ile tarihi kaderini belirleyecektir. senaryolara göre 40.000 48.000 MW mertebelerindedir. Rüzgâr potansiyeli hesaplarında ortalama olarak yer seviyesinden itibaren 50-60 metre yükseklikteki rüzgâr hızları, ortalama %35’lik kapasite faktörü ve yine yıllık ortalama rüzgâr hızının 7 m/sn ve üzerindeki alanlara göre, kilometre kare başına 5 MW ‘lık bir rüzgar gücü kurulabileceği şeklinde güvenli yaklaşımlar kabul edilerek yapılmıştır. Her ne şekilde düşünülürse düşünülsün, rüzgâr enerjisi ülkemizin en önemli enerji kaynaklarından birisidir. Yapılması gereken bu doğal ve temiz enerji kaynağımızı sonuna kadar kullanabilecek yönetimsel, teknik ve altyapı düzenlemelerini bir an önce yerine getirmektedir. SENCE 2015 Sayı 9 59 SENCE Biz ve Çevremiz “Biz bu dünyayı atalarımızdan miras değil, çocuklarımızdan emanet aldık.” Yasin PEKEROĞLU ⎟ S ağlıklı bir yaşamın idamesi ancak sağlıklı bir çevreyle olur. Çevremizin bozulmasının ve artan çevre sorunlarının genel sebebi şüphesiz ki insan odaklıdır. Dolayısıyla insan faaliyetleri sonucunda ortaya çıkan çevre kirliliği hem insan yaşamını, hem de doğal yaşamı olumsuz etkilemektedir. 18. Yüzyılın sonunda başlayan sanayi devrimi, insanoğlunun doğayla olan ilişkilerinde oldukça köklü değişimleri beraberinde getirmiştir. Öyle ki sanayideki verimlilik göstergeleri çevreyle zıt olarak gelişmiştir. Sanayi yoğun alanlarda artan göç dalgaları ve kentleşmenin sonucu olarak çevre kirliliği tartışılır ve hayıflanır bir duruma dönüşmüştür. 20. Yüzyıla gelindiğinde artık küresel ölçekte bir sorun ve ekolojik krizlerin baş aktörü olmuştur. 2007 yılında dünya tarihinde ilk kez kentlerde yaşayan nüfus kırsal alanlarda yaşayan nüfusu geçmiştir. Dünyanın ekosistem dengesi son 100-150 yıl içinde bozulmaya ve tahrip olmaya başlamıştır. Son 50 yıl içinde gerçekleşen bozulmanın ise geçmiş yıllarla kıyaslandığında çok hızlı olduğu bilim insanları tarafından dile getirilmektedir. Dünyada var olan birçok bitki ve hayvan türlerinin yok olmaya başlaması, küresel iklim değişikliği ile birlikte, buzulların erimesi, yaşam döngüsünün bozulması üzerinde durulması gereken bir noktaya gelmiştir. Çevreyi gözetme yaklaşımları yönetsel anlamda ilk kez BM Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonunun 1987 yılında yayınladığı “Ortak Geleceğimiz” raporunda “Sürdürülebilir Kalkınma” kavramıyla ifade edilmiştir. 60 www.sencedergisi.com Daha sonra 1972 BM “Çevre ve İnsan Konferansı”, 1992 “Çevre ve Kalkınma Konferansı” ve 2002 yılında Güney Afrika’da “Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı” çevre sorunlarının artması ve tüm yaşamı etkileyebilecek nitelikte olmasının, ortak hareket ve politikalarla önlenebileceğinin değerlendirilmesinin önünü açmıştır. Ancak alınan kararlar ve yaptırımlar çevre sorunlarının hızını kesmeye yetmemiştir. Dünya için belki de en önemli yansımalardan biri de ekilebilir toprakların azalması, bilinçsiz ve aşırı üretim gibi her türlü doğal kaynak tüketiminin artmasıdır. Böylece artan nüfus baskısı sonucu tarıma elverişli olmayan toprakların kullanılması da, daha fazla alanı çoraklaştırıp verimsizleştirmektedir. Çevre Yapılan tahminlere göre; 2050 yılında ekilebilir toprakların yaklaşık % 20-30 oranında azalacağı belirtilmektedir. Bunun yanı sıra iklim değişikleri dünyadaki tüm ekosistemleri etkilemekte kuraklık, sel, fırtına gibi aşırı hava olayları; Türkiye’de dahil olmak üzere bir çok ülkeyi ciddi şekilde tahrip etmektedir. Resmi verilere göre 1920’li yıllarda nüfusun % 24’ü şehirlerde yaşarken günümüzde nüfusun %77’si şehirlerde yaşamaktadır. 2007 yılında dünya tarihinde ilk kez kentlerde yaşayan nüfus kırsal alanlarda yaşayan nüfusu geçmiştir. 2011 yılındaki tüketim miktarının, aynı sektörler için sırasıyla 32 milyar m³, 7 milyar m³ ve 5 milyar m³ olmak üzere toplam 44 milyar m³ olduğu görülmektedir. 2012 verileri değişmeyerek hemen hemen aynı kalmıştır. Nüfus artışı, çarpık kentleşme ve sanayileşme eğilimleri dikkate alındığında; 2030 yılında 112 milyar m³ su tüketimine ulaşılacağı; bu rakamın %64’ünün sulama, %16’sının içme kullanma, %20’sinin ise sanayi sektörü tarafından kullanılacağı tahmin edilmektedir. Yine TÜİK’in 2012 yılı geçici verilerine göre toplam tarım alanı yaklaşık olarak 38.412.000 hektardır. (Buna %11 ve daha az kapalılıktaki orman alanları da dahil edilmiştir). Toplam tarım alanının %53,6’sını ekilen alanlar, %8,4’ünü sürekli ürün altındaki alanlar (çok yıllık meyvelikler), %38,1’ini daimi çayır ve mera alanları oluşturmaktadır. Türkiye’de nüfusun artması, buna karşılık toplam tarım alanları miktarının azalması sonucu kişi başına düşen tarım alanı miktarı da azalmıştır. 1990-2012 döneminde, Türkiye nüfusunda yaklaşık %33,9 artış olmuş, aynı dönem içerisinde kişi başına düşen ekilebilir tarım alanlarındaki daralma %32,9 olarak gerçekleşmiştir. Türkiye’nin toplam kıyı uzunluğu 8.483 km’dir ve bunun 1.133 km’lik bölümü (%13) koruma altındadır. Deniz koruma alanlarının oranı ise % 6,57’dir. Toplam orman alanı, 2012 yılı itibariyle 21.700.000 hektardır. Bu orman alan miktarı ülke genel alan toplamının %27,6’sı kadardır. 2013 yılı için Çevre ve Şehircilik Bakanlığının istatistik bültenine göre, Türkiye genelinde tehlikeli atık beyanında bulunan kamu ve özel kuruluşa ait 32.801 tesisin tehlikeli atık miktarı toplamı 1.373.384 ton olarak belirlenmiştir. Verilerin tasnifinde ülkemizin en çok atık bertarafı sağlayan ve aynı zamanda atık üreten üç ili sırasıyla; Kocaeli 421.202 ton, İzmir 201.051 ton, İstanbul 115.435 ton olup en az atık bildirimi/ üreticisi olan il ise 22 ton ile Tunceli’dir. Kentsel nüfus artışı beraberinde sektörler arasındaki dağılımı değiştirmiştir. Türkiye’de tarımdaki istihdam düşmüş, sanayi ve en çok da hizmetler sektörünün payı artmıştır. TÜİK 2010 yılı anket sonuçlarına göre kişi başı günlük ortalama belediye atık miktarı, yaz mevsimi için 1.15 kg, kış mevsimi için, 1.10 kg, yıllık ortalama ise 1.14 kg olarak hesaplanmıştır. Rakamlar incelendiğinde geri kazanım ve bertaraf faaliyetlerinin ve maliyetlerinin nüfusa oranla artış göstereceği düşünülmektedir. Türkiye’de 1990 yılı su tüketimi incelendiğinde, sulama sektöründe 22 milyar m³, içme suyu sektöründe 5,1 milyar m³, sanayi sektöründe ise 3,4 milyar m³ olmak üzere toplam 30,5 milyar m³ tatlı su tüketilmiştir. Kamu sektörünün toplam çevresel harcamaları ise 2010 yılında 9,86 milyar TL olarak gerçekleşmiştir. Kamu sektörü için çevresel harcamalar toplamının GSYH içindeki payı, 2009 yılında % 1,02 iken, 2010 yılında % 0, 89’a düşmüştür. Oysa Ülkemizde çevresel politikalara, ekonomik ve sosyal politikalar kadar önem verilmesi gerekmektedir. Son 30 yılda önemli çevre politikaları geliştirilmiş, kirlilikle etkin mücadele edilmiş, yasal düzenlemeler ile de takip ve koordinasyonu sağlanmıştır. Bunun yanı sıra halkın çevresel konulardaki bakış açısı ve anlayışı da devamlı olarak gelişmiştir. Bir Kızılderili atasözü çevreye önemi şöyle vurgulamaktadır. “Biz bu dünyayı atalarımızdan miras değil, çocuklarımızdan emanet aldık.” SENCE 2015 Sayı 9 61 SENCE Yeterli ve Dengeli BESLENME Abdullah KIZILET ⎟ Diyetisyen Süt ve Süt ürünleri grubu Tahıl grubu Et grubu Sebze ve meyve grubu G ünümüzün en temel sorunlarından biri de beslenme bozukluklarıdır. Bu beslenme bozukluklarının başında yetersiz ve dengesiz beslenme gelmektedir. Sağlıklı beslenmenin yaşam biçimi haline getirilmesi için ilk başta ‘’yeterli ve dengeli beslenme’’yi öğrenmeliyiz. Peki nedir yeterli ve dengeli beslenme ? Sağlığın geliştirilmesi ve korunması için vücudun ihtiyaç duyduğu besinleri yeterli miktarda ve uygun zamanda almak önemlidir. Biz diyetisyenler günlük alınması gereken temel besinleri planlarken 4 yapraklı yoncayı kullanıyoruz. 4 yap- 62 www.sencedergisi.com raklı yoncanın her bir yaprağı bir besin grubunu temsil ediyor. Bu 4 temel besin grubuna kısaca değinecek olursak ; 1. Süt ve Süt Ürünleri Grubu Süt, ilk çağlardan günümüze kadar, insanların çoğalması ve hayatlarını devam ettirmeleri için gerekli besinlerin en başında gelir. Yeni doğan bir bebeğin besin gereksinmeleri anne sütü tarafından karşılanır. Memeli hayvanlarda yavrularının büyümesi için süt üretirler. Bunun yanında biz insanlar, bu memeli hayvanların ürettikleri sütleri besin olarak kullanırız. Sütün her ülkede besin olarak tüketilme miktarı farklılık gösterir. Süt tüketimini o ülkedeki üretilen süt miktarının yanı sıra halkın ekonomik durumu ve beslenme alışkanlıkları da etkilemektedir. Kullanımı ve tüketimi; Süt, genel olarak içme sütü, yoğurt, peynir veya çökelek haline getirilerek kullanılır. Süt iyi bir içecektir fakat saklama problemleri yüzünden ülkemizde içecek olarak kullanımı pek yaygın değildir. Çocuk ve yetişkinlerin kemik gelişimi ve diş sağlığında önemli katkısı olan sütü ne kadar tüketmeliyiz? Sebze ve meyvelerde dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir? Normal yetişkin bir bireyin 2-3 su bardağı süt grubu besinlerden tüketmeleri gün içerisindeki ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılayacaktır. Öncelikle sebze meyve satın alırken, ürünün iyi kalitede, ucuz ve besin değeri yüksek olanları tercih edilmelidir.Ama en önemlisi mevsiminde bulunan sebze ve meyvelerin satın alınmasıdır.Sebze ve meyvelerin raf ömrü çok kısa olduğundan az ve saklama koşullarına uygun miktarlarda alınmasını öneriyoruz. 2. Et-Kurubaklagil ve Yumurta Grubu Tüm et ürünleri, yumurta, nohut, kuru fasulye, mercimek, ceviz, fındık, fıstık gibi yağlı tohumlular bu gruptadır. Bu grupta yer alan besinler özellikle protein, demir, çinko, fosfor, magnezyum gibi minerallerin yanı sıra, unutkanlığın önlenmesinde önemli role sahip olan B12 vitamini açısından oldukça zengindir. Sağlığımız açısından oldukça önemli olan et grubundan günlük ne kadar tüketmeliyiz? Et-kuru baklagil ve yumurta grubumuz için önerdiğimiz tüketim miktarı 2 porsiyondur. Porsiyon ölçüleri aşağıda belirtilmektedir. • Et, tavuk, balık vb. besinler için 50-60 g (2 köfte kadar) • Kuru baklagiller için 90 gr (Yarım su bardağı) • Yağlı tohumlular 30 gr (2 avuç) • Yumurtanın tüketimi ise gün aşırı olmalıdır. (Haftada 3-4 adet) • 1 yumurta 1 köfteye (30gr) denk gelmektedir. 3. Sebze ve Meyve Grubu Bitkilerin olgunlaşmış çekirdekleri ve çekirdeğe yakın kısımlarına meyve - çiçek, yaprak ve gövdelerine ise sebze denmektedir. Kurutulmuş veya taze sebze ve meyveler bu grubu oluşturmaktadır. Günlük önerilen miktar nedir? Yetişkin bir insanın günde 1 tabak sebze yemeği ve 3 porsiyon meyve tüketmesi günlük gereksinmesini karşılayacaktır. Örneğin; 1 tabak zeytin yağlı pırasa ve ara öğünlere bölünmüş şekilde 1 adet elma, 3-6 adet erik ve 1 dilim kavun sebze ve meyve açısından yeterli olacaktır. 4. Ekmek ve Tahıl Grubu Buğday, çavdar, pirinç, yulaf gibi tahıllar ve bunlardan yapılan bulgur, un, makarna, ekmek vb. ürünler grubu oluşturmaktadır. Bu grupta bulunan besinler B grubu vitaminlerinden zengin olmakla birlikte, mineral ve posa içeriği yüksek olduğu için de sağlık açısından oldukça önemlidir. Vücut enerjisinin yarıdan fazlasını ekmek ve tahıl grubu karşılamaktadır. Ülkemizde halk çoğunluğunun, diyetindeki enerjinin % 70 -80’i tahıllardan karşılanır. Peki tahıl ve ekmek grubu günlük ne kadar alınmalı? Beslenmemizde ve günlük alınan enerjide tahılların yeri çok ayrıdır. Tahıl grubunun tüketimi kiloya göre ve günlük enerji alımına göre değişkenlik gösterir. Nasıl mı? Eğer gün içerisinde aldığımız enerji miktarı harcadığımızdan fazla ise bu grupta bulunan besinleri az tüketmeliyiz. Yine kişinin günlük alması gereken ener- Sağlık Çocuklar, gebeler, emzikli kadınlar ve menopoz sonrasında kadınların 4 su bardağı kadar süt grubu besinleri tüketmeleri gerekir. jiye göre ana öğünlerinde 1-2 ince dilim tam buğday ekmek ve tahıllardan da 1-3 porsiyon tüketilmesi yeterli sayılacaktır. *3-4 yemek kaşığı pilav veya makarna *1 ince dilim ekmek *1 adet orta boy patates *2-3 adet diyet bisküvi 1 porsiyon olarak kabul edilmektedir. Yeterli ve dengeli beslenmenin temelini oluşturan 4 yapraklı yoncayı ve besin gruplarını öğrendikten sonra, şimdi de Yeterli ve dengeli beslenme konusunda önerilerde bulunmak istiyorum. Yeterli ve dengeli beslenirken neler yapmalıyız? • Günlük her besin grubundan yeterli miktarlarda tüketilmelidir. • Besin tercihimizi kaliteli, ucuz ve raf ömrü uzun yiyeceklerden yana kullanmalıyız. • Doymuş yağ içeriği yüksek besinlerden uzak durmalıyız. • 3 ana ve 3 ara öğün şeklinde beslenmeye gayret edilmeli. • Sofraya acıkmadan oturup doymadan kalkmaya özen gösterilmelidir. • Günde 2-3 litre sıvı tüketmeli ve bu sıvının çoğunluğunu su oluşturmalıdır. • Düzenli olarak ara öğünlerinizde 1 porsiyon meyve tüketerek posa alımlarımızı artırmalıyız. • En az 1 öğünlerde olsa sofralarımızdan sebzeyi eksik etmemeliyiz. • Kemik gelişimi ve diş sağlığı açısından önemli olan süt ve ürünlerinin tüketimini artırmalıyız. • Asitli ve alkollü içeklerden uzak durmalıyız. • Şeker ve tuz tüketimimizi azaltmalıyız. • Hazır paketlenmiş ürünlerden uzak durup , her besinin doğal ve taze olanını tercih etmeliyiz. • Beyaz et tüketimini artırıp, kırmızı et tüketimini azaltmalıyız. SENCE 2015 Sayı 9 63 SENCE Keşkül Dilek KAPDAĞ ⎟ YAPILIŞI Önce tozşeker ve yumurtayı güzelce çırpın. Karışımın içine un, nişasta ve vanilyayı ilave ederek tekrar çırpın. Daha sonra sütü de ilave ederek orta dereceli ateşte kaynayıncaya kadar karıştırın. Koyu bir kıvam alınca altını kapatın. Sıcak iken servis kaselerine boşaltın. Buzdolabında birkaç saat bekletip soğuk olarak ikram edin. Servis yapmadan önce, tatlının üzerini tarçın veya Hindistan cevizi ile süsleyin. MUTFAK SIRLARI • Süt, küçük çocukların büyümesi için gerekli ilk gıdadır. Gelişme çağındaki genç bünyelerin ise, büyümesindeki yeri önemlidir. Hastaların, hamile kadınların, yaşlıların ve zayıflama diyeti yapanların iyi değerde gıda almalarını sağlar. • “Bal yiyen baldan usanır” derler. Fakat sütten usanan yoğurt yer, peynir yer, ayran içer, daha birçok sütlü yiyecekler yer ve böylece günlük süt ihtiyacını severek karşılamış olur. R: MALZEMELE 1 Kg. süt 1 yumurta ğı toz şeker 12 çorba kaşı un 2 çorba kaşığı nişasta 1 çorba kaşığı a 1 paket vanily ın, mek için tarç Üzerini süsle zi Hindistan cevi 64 Bizim İlkemiz, Önce Ülkemiz www.turkburosen.org.tr Emek Kutsal, İnsan Mukaddes