hafta 7
Transkript
hafta 7
DĠL, DĠN,IRK ve ETKĠNLĠK HEDEFLER Bu üniteyi çalıştıktan sonra; SOSYAL ANTROPOLOJĠ Hedef 1.Dilin tanımını bilmek Hedef 2.Dil-kültür ilişkisini kavrayabilmek Hedef 3.Dilin özelliklerini bilmek Hedef 4.Dinin tanımını bilmek Hedef 5.Din ve kültür etkileşimini kavrayabilmek Hedef 6.Irk kavramını tanımlayabilmek Hedef 7.Irk toplum ve kültür ilişkisini kavrayabilmek Hedef 8.Etniklik ve etnik bütünleşmeyi kavrayabilmek. ĠÇĠNDEKĠLER 1-DİL 1.1. Dilin Başlangıcı 1.2. Dilin Özellikleri 1.3. Dil Kültür ve Yaşam 1.4. Dilde Anlam 2-DİN 2.1.Dinin Tanımı İle İlgili Görüşler 2.2.Dinin Kaynağı Hakkındaki Görüşler 2.3.Din ve Mitoloji 2.4.Din ve Kültür 3-IRK 3.1.Fenotipik ve Genotipik Özellikler 3.2.Irkların Kökeni ve Evrim Sürecinde Ortaya Çıkışları 3.3.Irk, Toplum ve Kültür İlişkileri 4-ETNİKLİK HAFTA 7 DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK Bu bölümde dil, din, ırk ve etnik konularının toplumsal açıdan önemine ilişkin tanımlamalar ve kültürü etkileme biçimleri üzerinde durulacaktır. Dil, bir milletin kültürel değerlerinin başında gelir. Aynı dili konuşan insanlar millet denilen sosyal varlığın temelini oluşturur. Çünkü insanların yaşadıkları topluma yabancılaşmadan, ona uyum sağlayarak hayatlarını devam ettirmeleri o tolumun kültürünü, inanç ve değerlerini benimsemeleri ile gerçekleşir. Dolayısı ile toplumlara özgü inançlar sistemi de dil yolu ile kültürleşerek insanlara aktarılmaktadır. Tek bir insan türünün alt dalları olan insan topluluklarının varlığı ve gelişmesi, türün ortak genetik hazinesinde iklim koşularına göre ve toplumlar düzeyinde ortaya çıkmıştır. Bu toplumların kültürel seçicilik süreçleri, toplumların genetik hazinelerinin farklılaşma ve benzeşme eğilimlerini belirlemektedir. Zira dil, din, ırk ve etnik durumu, toplumun sosyal yapısını oluşturmaktadır. 1-DĠL Dil, belirli kurallara göre bir araya getirilmiş sesleri ve işaretleri kullanarak gerçekleştirilen simgesel iletişim sistemidir ve o dili paylaşan herkes tarafından, toplumun önceden kararlaştırdığı anlamlar çerçevesinde anlaşılabilen sesler sistemidir. Her ne kadar insanların birbirleriyle iletişim kurmalarında dil önem taşısa da iletişimin tek aracı değildir. İnsan dili, iletileri aktarırken beden hareketleri ve yüz ifadeleriyle birlikte, ses tonu ve yüksekliğinin de kullanıldığı bir sistemdir. (Haviland ve arkadaşları 2008) Her normal insan konuşma yeteneğine sahiptir ve birçok toplumda insanlar günlerinin önemli bir kısmını konuşarak geçirirler. Dil, insan hayatının o kadar ayrılmaz bir parçasıdır ki neredeyse yaptığımız her şey dille ilgilidir. İletişim kurma yeteneğimiz (ister sağır ve dilsizlerin kullandığı işaret dili olsun, ister ses ve beden diliyle olsun) biyolojik yapımıza bağlıdır. Dilini paylaşan herkes tarafından, toplumun önceden kararlaştırdığı anlamlar çerçevesinde anlaşılabilen bu sesler ve/veya işaretler, simgeler sınıfına girer. Simgeler, keyfi ve geleneksel olarak başka bir şeyi anlatmak için kullanılır. Örneğin ağlamalı sözcüğü çevremizde ağlayan birisi olsun olmasın, belirli bir eyleme anlam yüklemeye ve bu anlamı başkalarına iletmemize yarayan sesler bütünüdür. İşaretler ise kültürümüzün bize öğrettiği simgeler olmaktan çok, anlamı gayet doğal ve belirgin olan içgüdüsel sesler ve el kol hareketleridir. Bir çığlık, öksürük ve ağlama sesi Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi 2 DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK birtakım duygusal ya da fiziksel durumlar hakkında bize ileti verir. Bu bağlamda dil: Belirli kurallara göre bir araya getirilmiş sesler ya da el kol hareketlerini kullanarak gerçekleştirilen bir iletişim sistemidir, sinyal ise anlamı gayet doğal ve belirgin olan içgüdüsel sesler ve el kol hareketleridir. İnsanlar genel hatlarıyla konuşmaya "programlıdır". Bebekler, önceden öğrenmeseler de ağlayarak iletişim kurar, ancak bunun dışında insanlar ancak öğrenerek bir dili konuşabilir (Arlı 2010 ). Bu yüzden her normal çocuk kendi kültürünün dilini öğrenir. İnsanlar arasındaki iletişimin en temel araçlarından biri olan dil, milletlerin geçmişten devraldıkları bir mirastır. Dil yoluyla insanların birbirlerini, geçmişten bu güne ve de geleceğe yönlendirmesi sağlanmaktadır. Ortak dil ortak kader birliği demektir. Aynı dili konuşan insanların aynı geçmişe sahip oldukları, aynı kültürü paylaştıkları, aynı alışkanlık ve değerlere sahip olduk bilinmektedir. Dil bir milletin kültürel değerlerinin başında gelir. Aynı dili konuşan insanlar millet denilen sosyal varlığın temelini oluşturur. Dil, duygu ve düşünceyi insana aktaran bir vasıta olduğu için, insan topluluklarını bir yığın veya kitle olmaktan kurtararak, aralarında duygu ve düşünce birliği olan bir toplum hâline getirir. Dolayısıyla dil ferde toplumunun bağışladığı en büyük miras ve donanımdır. Bu donanıma yabancılaşma insanların içinde yaşadıkları topluma yabancılaşmasını da beraberinde getirmektedir. Çünkü insanların yaşadıkları topluma yabancılaşmadan, ona uyum sağlayarak yani sosyalleşerek hayatlarını devam ettirmeleri, o toplumun kültürünü, inanç ve değerlerini benimsemeleriyle gerçekleşmektedir. Bu ise nesillere dil yoluyla aktarılabilmektedir. Bütün insan kültürünün temelini oluşturan ve insan topluluğunu yaratan dildir. Dilini yüceltemeyen toplumların zamanla başka kültürlerin tutsaklığında debelenmesi ve kültürünü unutarak yabancılaşması kaçınılmazdır. Dil kültürü oluşturan önemli unsurların başında yer alır. Bu konumuyla dil, bir toplumun kültürü içinde şekillenen tüm birikimleri temsil edecek işlev yüklenmektedir. Diline sahip çıkan milletler, geleceğine de sahip çıkar. Geçmişiyle bu günü arasında dil bakımından anlaşılmazlık varsa, geçmişin tahlil edilerek ders çıkarılması, dolayısıyla da geleceğe yön verilmesi zorlaşmaktadır. Dilin öğrenilmesi toplumsal/kültürel çevreyle ilgilidir. İnsanların toplumsal yani dilsel çevresi olmadan dil edinmesi olası görülmemektedir. Başka bir ifadeyle, dilsel Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi 3 DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK etkileşim, toplumsal/kültürel bağlamın varlığıyla gerçekleşir ve değer kazanır. Birey ve toplum yaşamındaki sadece bir iletişim aracı olma özelliğiyle değil, bireyleri toplumuna, toplumları milletine bağlayan ve onlara millet olma özelliği kazandıran önemli bir araçtır dil. Dil düşüncenin, düşüncelerin açığa çıkarılabilmesinin en önemli etkin aracıdır. Milletler dil sayesinde kültürlerini, edebiyatlarını, tarih ve sanatlarını ortaya çıkarabilmekte ve yeni nesillere aktarabilmektedirler (Özkan 2010). 1.1.Dil Nasıl Başladı? Antropologlar, insan dilinin bazı temel kalıp ya da kuralları olan el/kol hareketleri sistemi olarak başladığını ve daha sonra karmaşıklaştığını öne sürer. Dilin karmaşıklaşma sürecindeki temel etmenlerden biri, atalarımızın karşılaşabilecekleri zorluklarla ilgili geleceğe dönük planlar yapmaya başlamaları ve böylece hayatta kalma olasılıklarını arttırmalarıdır. Konuşma kas hareketiyle gerçekleşen bir olgu olduğu için, doğal ayıklanma sonucu ağız kasları ve ses tellerinin gelişimi yaygınlaştıkça konuşma becerisi doğmuş olabilir. Konuşma, hayatta kalma olasılığını arttırmıştır çünkü bu beceri, insanların konuşurken ellerini kullanmalarına imkân vermiş ve kendilerini göstermeden başkalarıyla iletişim kurmalarını sağlamıştır. Doğadaki canlılar kendilerini korumak, varlıklarını sürdürmek için bazı yetenek ve güçlerle donatılmıştır. Bazılarının "beden gücü. bazılarının görme duyusu, bazılarının koku alma duyusu gelişmiştir. Bazıları çok ürer, bazıları daha hızlı koşar. İnsan da anlaşma yetisiyle donatılmış bir varlıktır. İnsanın her türlü iletişimini bu yeti çevresinde düşünmek gerekir. (Haviland ve ark.2008) Dilden önce bazı işaret ve seslerle insanların kendi aralarında iletişimi sağlayarak anlaşma sağladıkları bilinmektedir. Günümüzde de dil dışında başka araç ve durumlarla anlaşma sağlandığı bilinmektedir. Ancak hiç şüphesiz en gelişmişi ve kullanışlı olanı dille gerçekleştirilen iletişimdir. İletişim, bir bilginin, niyetin, duygunun, düşüncenin göndericiden alıcıya iletilmesidir. İnsanlar arasında iletişimin gerçekleşmesi için göndericiyle alıcı arasında ortak bir işaret sisteminin kullanılması gerekir. Her dil, onu konuşan insanların tarihî oluş içinde oluşturdukları doğal bir şifre sistemidir. Kendine özgü söyleyiş tonlamaları ve kuralları vardır. Bütün bu özellikleriyle dil, bir sistem özelliği taşır. Bu sistem; insanların anlaşma, anlama-anlatma yeteneği çevresinde, birlikte yaşayan insan grupları tarafından oluşturulmaktadır. Her dilin en küçük birimi olan kelime, sesle kavramın kaynaşmasıyla oluşur. Kelime ve kurallar, o dili konuşan insan Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi 4 DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK kitlesinin dünya ve insanla ilişkilerine ve oluşturup yaşadıkları kültüre göre şekil kazanır. İnsan grupları bu anlaşma yeteneği çevresinde bir araya gelerek hem dili oluştururlar hem de o dille deneyimlerini ve birikimlerini kendilerinden sonra gelen kuşaklara aktarırlar. Doğada hiçbir şeyin etiketi yoktur. İnsan, dilinin verdiği imkânlarla onları sezer, algılar ve değerlendirir. Dil, kültür taşıyıcısı olarak tarihî ve sosyal olanla iç içedir; onlarla zenginleşerek akışını sürdürür. 1.2. Dilin Özellikleri Dilin başlıca özellikleri şöyle sıralanabilir: — Dil, seslerden oluşmuş bir anlaşma sistemidir. — Dil, gelişmiş bir iletişim aracıdır. — Dil, düşünce ve zekanın bir göstergesidir. — Dil, sosyal ve canlı bir varlıktır. — Dil birliği, bir milleti oluşturan özelliklerin başında gelir. — Dil, milleti meydana getiren bireyler arasında ortak duygu ve düşünceler oluşturur. — Bir milletin dili; onun tarihi, dini ve kültürüyle iç içedir. 1.3. Dil Kültür ve Yaşam Karmaşık dil yeteneğimiz olmasaydı insan kültürü bugünkü şeklinden çok farklı olurdu. Diller, her biri kendine özgü bir kültüre sahip toplumun üyeleri tarafından konuşulur. Konuşanın sınıfı, cinsiyeti ve statüsü gibi toplumsal değişkenler, insanların dili kullanımını etkileyebilir. Bunun ötesinde, insanlar kendilerine anlamlı gelen şeyleri iletirler; neyin anlamlı, neyin anlamsız olduğunu belirleyen başlıca etmen de dildir. Aslında, dili kullanış biçimimiz, kültürü etkiler; aynı zamanda da kültürden etkilenir (Haviland ve ark.2008). Günümüzde kültür alanı olarak adlandırılan (tinsel tabaka) insanı diğer varlıklardan ayıran her türlü etkinliğin oluştuğu alan, dille gerçekleşir ve dille ifade edilir. Dil, insanın yaşadığı grup içinde kültürel kişiliğini oluşturan öğelerden biridir. Aynı dili konuşan insanlar görünmeyen ama anlaşılan ve sezilen bağlarla birbirlerine bağlanırlar. Her milletin ayrı bir dili vardır ve bu dil o milleti meydana getiren unsurlardan biridir ve belki de en önemlisidir. Bir milletin ruhu ve yaşama biçimi dilinde şekillenir. Bu bakımdan dil milletin hayat felsefesini yansıtır. Çünkü dil uzun zaman içinde tarih, coğrafya, kültür, medeniyet ve çeşitli sosyal tesirlerin altında bütün toplumun kollektif Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi 5 DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK şuurundan, heyecanından ve zekâsından doğmuştur.Aynı dili konuşan toplum fertlerinde ortak ve millî bir şuur oluşur ve bu şuur fertler arasında sıkı bir bağ meydana getirir. Çünkü ortak dil millî hatıraların, duyguların ve düşüncelerin bütün maddî ve manevî değerlerin, ortak buluş ve yaratışların müşterek hazinesidir. Dilin millet hayatıyla olan bu bağı, onun sosyal bir kurum olarak nitelenmesine yol açmıştır. Esasen ferdin sosyalleşmesi; sosyal ve millî dayanışması ancak dili sayesinde gerçekleşir. Sosyalleşme ise bir bakıma fertlerin birbirine benzemesi, birbirleriyle ortak anlamlar, davranışlar ve değerlere sahip olmasıdır. Bunu da ancak dil birliği gerçekleştirir. Öte yandan sosyalleşme bir yönüyle de ferdin kendine has bir kişilik kazanması demektir. Bu da yine dil sayesinde gerçekleşir. Çünkü dildeki sınırsız yeni anlamlar üretme imkânı, yeni ilişkiler kurma yeteneği, fertlere birbirinden farklı anlam dünyaları kurma, farklı kelimelerle, farklı üsluplarla konuşma ve yazma imkânı sağlar. Bu durum toplumlar için de geçerlidir. Bu bakımdan kültürleri ve toplumları birbirinden ayıran en önemli etken dildir. Dil toplumdan ve kültürden ayrı tutulamaz. Çünkü toplumun hiç bir parçası dilden ayrı değildir. Toplumun edebiyatı, felsefesi, sanatı, tekniği, külltürü, düşünceleri, âdet ve gelenekleri dil ile bir bağlılık içindedirler. Bu değerlerin gelecek nesillere aktarılması bir bildirmeyle gerçekleşir ve bunu da ancak dil başarır. Dil toplumların var olduğunun kanıtıdır. İnsanlar dil sayesinde bir toplum meydana getirerek, toplum ve yaşamına bir kimlik kazandırır ve bu kimlikle bir aidiyat duygusu oluşturur (Arlı 2010) 1.4. Dilde Anlam Belli dilleri konuşanlar, deneyimlerini ve algılarını düzenlemek ve kategorileştirmek için terimler dizisi kullanırlar. Dilsel terimler ve farklılıklar, insanların algıladıkları anlamlardaki farklılıkları da içine alır. Etnobilim ya da etnosemantik, çeşitli dillerdeki bu tür sınıflama sistemlerini inceler. İyi incelenmiş etnosemantik alanlar (ilişkili nesneler, algılar veya kavramlar seti), akrabalık ve renk terminolojisini kapsar. Bu tür alanlar üzerinde çalışırken, bu insanların, akrabalık ilişkileri ve renkleri nasıl algıladıkları ve bunlar arasında nasıl ayrımlar yaptıkları incelenir. Bu renk uzamının öteki ucunda ise, tüm renk terimlerini kullanan Avrupa ve Asya dilleri yer almaktadır. Renk terminolojisi en çok, boya ve yapay renklendirme kullanılan geçmişe sahip bölgelerde gelişmiştir (Kottak 2002). Sonuç olarak; günlük alışkanlıklar, öfkeler, sevinçler ve değer yargıları dil yoluyla Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi 6 DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK ifade edilmekte ve tanımlanmaktadır. Bu işlevi nedeniyle de dil ve kültür arasında kaçınılmaz bir bağ bulunmaktadır. Bu nedenle de dil ile kültür sürekli etkileşim içindedir. Kültür hayatının sağlıklı gelişiminde, benimsenebilir bir dil, ortak bir dünya görüşü ve hayat anlayışı, anlaşılabilir bir sanat ve edebiyat icrası gibi unsurlar için vazgeçilmez bir önem taşır. Sanatta ve edebiyatta kullanılan dilin anlaşılabilirliği, bu alanlarda verilecek eserlerle halka ulaşılabilmeyi sağlayacaktır. Dil ile ortaya konulan sanat eserleri, diğer alanlara göre daha belli ve göze çarpar nitelikte bir kültür taşıyıcısıdır. 2. DĠN İnsanın var oluşuyla birlikte ortaya çıkan din, tarihin her döneminde insan için önemini hissettirmiştir. Tarihte ne kadar geriye gidilebilirse gidilsin yaşantısında din olgusunun olmadığı topluma rastlanmamıştır. Çünkü insan, var oluş nedeni ve amacının cevabını dinde bulmuştur. Din, insanları ayakta tutan bir hayat kaynağı olmuştur. Samimi olarak bağlanılan nice felsefî sistem veya ideolojiler bir zaman sonra toplumun hayatından çıkıp giderken din, insanın ruhunda yerini her zaman korumuştur (Adam 7 2001). 2.1. Dinin Tanımı ile ilgili Görüşler Din bilimcileri tarafından dinle ilgili birçok tanım yapılmıştır. Fakat üzerinde ittifak edilen bir tanım yapılamamıştır. Çünkü herkes kendi açısından bakarak dini tanımlamıştır. Örneğin, bir dinin mensupları, dini kendi inançları açısından tanımlarken dini bir olgu olarak ele alanlar ise elde ettikleri verilere göre bir din tanımı yapmışlardır. Dolayısıyla din sosyolojisi, psikolojisi ve felsefesi gibi bilim dallarıyla uğraşan birçok din bilimcisi din hakkında değişik tanımlar ortaya koymuştur. Tanımlardaki farklılığın nedeni, dinin karmaşık bir yapıya sahip olması ve dinin tanımını yapanların sübjektif davranmalarıdır. "Aslında dini inceleme ve araştırma konusu edinen her disiplin, işine yarayan bir din" tarifiyle yola çıkmıştır. Din bilimcilerinin yaptığı tanımlardan bazıları şöyledir: Konuya din sosyolojisi açısından yaklaşan Emile Durkheim, "Din, bir cemaatin meydana gelmesini sağlayan ayin ve inançlar sistemidir." sözüyle dinin toplumdaki sosyal fonksiyonunu göz önünde bulundurmuştur. Konuya din psikolojisi açısından yaklaşan Feurbach (Fuurbah) ise dinin dua, kurban ve inançla kendini gösteren bir arzu olduğunu vurgulayarak dini, insan Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK psikolojisiyle ilişkilendirmiştir. Felsefî açıdan yaklaşan Hegel de dini, akıl ve ruhun daimi ve bağımsız faaliyetlerinden ibaret olan bir sistem sayarak kâinatın zirvesine Tanrı yerine insanı koymuş, dini bu felsefi bakışla yorumlamıştır. Bu ve benzeri örneklerde görüldüğü gibi her bilgin, dine kendi penceresinden bakmıştır (Aydın 1990). İslam Bilginlerinin yaptığı tariflerin ortak yanı ise dinin ilahî kaynaklı olduğunun vurgulanmasıdır. Buna göre gerçek din, beşer kaynaklı olamaz. Yine bu tariflerde dinin akıl ve irade ile ilişkisi gösterilmiştir; bu da dinin bir bilgi ve tercih konusu olduğunu göstermiştir. Nihayet dinin insanları özü itibariyle hayır olana yönelten bir kanun şeklinde tanımlanması dinin aynı zamanda bir aksiyon alanı olduğunu gösterir (Adam 2001). Din bilimcileri ve islam bilginlerinin yapmış oldukları din tanımları, kapsam açısından bütün dinleri içine alacak nitelikte gözükmemektedir. Bütün dinleri kapsamına alacak bir tanımı ancak dinin özünü dikkate alarak yapmak mümkündür. Dinin özünü oluşturan unsurlar bakımından bir din tanımı yapabilmek için onun yapısını ve tarihsel gelişimini göz önünde bulundurmak gerekir. Bu durumda kutsal kitap ve kurumsallaşma merhalelerini esas alma zarureti ortaya çıkar. Kutsal kitap merhalesi esas alındığında din, Tanrı'nın veya din kurucularının (Buda gibi) kutsal metinlerde yer alan sözlerinden ibarettir. Görüldüğü gibi bu tanımda dinin orijinal kaynağı olan naslar ve buyruklar söz konusudur. Bu, Yahudilik, Hristiyanlık, İslam, Budizm ve Hinduizm'in özgün tanımıdır. Kurumsallaşma merhalesi esas alındığında ise din; bir inanç, davranış ve sosyal hayatın belirli şartlarına göre oluşturulmuş sistemdir. Görüldüğü gibi bu, dinin kurulmasından sonraki gelişmeyi tanımlıyor. Din değişmeyen, durağan (statik) bir olgu değildir. O, kökdeğerlerden hareketle her tür probleme çözüm üreten dinamik bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla devamlı gelişme gösterir. Yukarıdaki "kutsal kitap ve kurumsallaşma merhaleleri" esas alınarak yapılan tanımlardan hareketle genel bir din tanımı yapılacak olursa şu şekilde yapılabilir: Din; insanların mutlu bir hayat sürmesini amaçlayan Tanrı'nın veya din kurucularının kutsal kitaplarda yer alan sözlerinden, insanların bu amacın gerçekleşmesi için yaptıkları davranış ve oluşturdukları kurumlardan meydana gelen bir sistemdir. Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi 8 DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK 2.2. Dinin Kaynağı Hakkındaki Görüşler Dinin nasıl ortaya çıktığı, kaynağının ne olduğu konusunda kutsal kitapların verdiği bilgilerin dışında herhangi tarihî bir belge yoktur. Ancak bu, din hakkında, dînî inançlar, ibadetler, müesseseler ve bunların sosyal hayata tesirleri ile cemiyetin bunlara etkileri konusunda önceleri hiç bir şey söylenmemiş anlamına gelmemelidir. Mevcut bilgilerimiz ilk insanlardan itibaren dînî olaylar ve meseleler üzerinde düşünüldüğünü göstermektedir. Mukaddes kitapların peygamberler tarihi ile ilgili izahları bu konunun ilk vesikaları sayılır. İlkçağ Yunan düşünce tarihinde de din sosyolojisiyle ilgili önemli bilgilere rastlanır. Eflatun'un fikirleri gerçekten din sosyolojisi açısından üzerinde durulmaya değerdir. Bu yüzden onu ilk din sosyololoğu olarak, görmek isteyenler de vardır. O, sofistlerin, "her şeyin ölçüsü insandır" temellendirmesini "her şeyin ölçüsü Tanrıdır" şeklinde değiştirerek işe başlamış gibidir. Bütün felsefe, ahlâk ve siyaset sisteminin temeline dini koymak ister; zira kurmayı arzuladığı yeni cemiyet düzeninin dine dayanmadan yaşamayacağına inanır (Er 1998). Bilimsel metotlara başvurarak dinin başlangıcı ve kaynağı hakkında kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Bununla birlikte dinin kaynağını tespit etmeye çalışan bazı sosyal bilimciler ortaya çıkmıştır. Onlar, elde ettikleri veriler çerçevesinde dinin kökeni hakkında birtakım teoriler ileri sürmüşlerdir. Bu teoriler bir dönem Batı dünyasında kabul görmüş, bilim çevrelerinde heyecan uyandırmıştır. Fakat daha sonra bunların eleştirisi yapılarak geçersizliği saptanmıştır. Dinin kaynağı hakkındaki görüşleri, evrimci görüş ve vahiy temelli görüş olmak üzere iki başlık altında toplayıp değerlendirmek mümkündür. A. Evrimci Görüş Evrim, birbirini takip ederek yavaş yavaş meydana gelen değişme ve gelişmeye denir. Dinlerin zaman içinde çeşitli sebeplere bağlı olarak (vahiy kaynaklı değil) ortaya çıkıp geliştiğini iddia eden görüşe de evrimci görüş adı verilir. 19. yüzyılda dinlerin kökeninin araştırılmasına ağırlık verildi. Dinler belli bir evrim geçirmiş midir, ilk din sistemi hangisiydi gibi sorulara cevaplar arandı. Bu araştırmalar sonunda ortaya beş farklı ekol çıktı (Demirci 1997). Onlardan monoteist dışındaki görüşler evrimci gelişimi savunmuşlardır. Birçoğuna göre insanlar; korku, suçluluk duygusu, atalara saygı ve benzeri sebeplerden dolayı dine yönelmiştir. 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi 9 DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK başlarında yapılan araştırma ve inceleme sonuçları, evrim teorisinin lehine yorumlandı. Evrimciler artık insan, hayat, tabiat ve canlı varlıkların sırrının çözüleceğini iddia ediyorlardı. Dolayısıyla artık din, insanın hayatından çıkacak ve yerini bilime terk edecekti. Fakat, dinin insan hayatından çıkması ve yerini bilime terk etmesi nasıl olacaktı? insanın kültür bakımından evrim geçirdiğini ispatlamak üzere antropolog, etnolog, sosyolog ve psikologlar arasından bazı bilim adamları, ilkel hayat yaşayan kabilelerin inançlarından hareketle dinin kökeni hakkında değişik görüşler ortaya attılar. Çünkü onlar, dinin kökenini hâlâ ilkel hayat yaşayan kabilelerin din ve kültürlerinin incelenmesi sonucu bulunabileceğini düşünüyorlardı (Tümer & Küçük 2002). Bu çerçevede yapılan çalışmalarda örneğin, Edward Tylor, dinin başlangıcının "animizm", Frazer "büyü", Marett "mana", Spencer "atalar kültü", Durkheim ise "totemizm" olduğunu ileri sürdü. Evrimcilerde oluşan bu heyecan zaman içinde hayal kırıklığına dönüştü. Çünkü dinin kaynağı ile ilgili ortaya atılan evrimci teoriler eleştirilmeye başlandı. Zaten evrimci teorisyenlerden hiçbiri ilkel kabileler arasına giderek bizzat gözlem ve inceleme yapmamışlardır. Teorilerini seyyahların anıları ve misyonerlerin raporlarına dayandırmışlardır. Daha sonra bizzat ilkel topluluklar arasında yapılan araştırmalar bu teorilerin tutarlı olmadığını ortaya koymuştur. Dinin kaynağı hakkındaki evrimci görüş karşısında monoteist (tek tanrıcı) görüşü savunan bilim adamlarını başında Lang ve Schmidt gelir. Bunların savunduğu teze göre insanoğlunun en eski inancı, tek tanrı itikadıdır. Evrimci Tylor'ın animizm nazariyesine ilk ciddi itiraz öğrencisi Andrew Lang'ten gelmiştir. Lang, Güneydoğu Avustralya ilkel kabileleri ile ilgili elde edilen son bilgilere dayanarak ilkel kabilelerde animizme rastlanmadığını, aynı zamanda insanların ahlaki adaba uyup uymadıklarını denetleyen ve gökte bulunduğuna inanılan yüce bir tanrı kavramına her yerde rastlandığını ortaya koymuştur. Buna benzer başka bir tez de Wilhelm Schmidttarafından savunulmuştur. Schmidt, ilkel kabileler arasında yaptığı etnolojik araştırmalardan sonra dinin ilk şeklinin tek tanrıcılık, olduğunu ileri sürmüştür. Bu iddiasının delillerini "Tanrı Fikrinin Kökeni" adlı eserinde ortaya koymuştur (Adam 2001). Tevhidi geleneğe söylem ve eylemleri ile yön veren (124 bin elçi) elçiler çeşitli bölge ve çevrelere gönderilmiştir. Doğuda eski Hint ve Çin, Batı'da Yunan düşünürleri Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi 10 DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK kendilerine has motiflerle düşüncelerini ortaya koyarken kavram ve ilkeler bazında tevhidi gelenekten doğrudan veya dolaylı olarak etkilendiklerini gösterir. Ancak düşünce kaynakları tevhide dayanmasına rağmen zamanla tevhidi çizginin dışına çıkarak insan, doğa, evren ve tanrıya dair çeşitli açıklamalar ileri sürmüşlerdir. Allah, bu çevreleri söz konusu sapmalardan tevhidi çizgiye çekmek için tarihin çeşitli dönemlerinde peygamberler göndermiştir. Bu elçiler insanların fıtratına uygun genel kavram ve ilkeleri bulundukları çevrelere hem söylem hem de eylemleriyle aktarmışlardır (Açıkgöz 2006). B. Vahiy Temelli Görüş Dinin kaynağı ile ilgili vahiy temelli görüşe göre din, Allah tarafından vahiy yoluyla insanlar arasından seçtiği peygamberlere gönderilen ilahî kurallar bütünüdür. İslam bilginlerine göre dinin kaynağı mutlak surette vahiydir. Din, Hz. Adem'le başlayıp Hz. Muhammed'in peygamberliği ile tamamlanmıştır. Bu dinin genel adı İslam'dır. Müslüman bilginler; dinleri, kaynağı bakımından "ilahî ve beşerî dinler" olarak ikiye ayırmışlardır. İlahî dinleri, bugün hâlen yaşayan Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam oluşturur. Bu üç dinin dışındaki dinler ise beşerî kaynaklıdır. Yani insanlar tarafından oluşturulmuştur. Allah, insanoğluna yüz yirmi dört bin model, örnek ve rehber olan elçiler göndermiştir. İslam anlayışına göre onların sonuncusu tevhit zincirinin son halkası Peygamberimiz Hz. Muhammed'dir. Hz. Âdem'den bu yana gönderilen elçiler belli bir bölge veya topluma gönderildiğinden elçilerin tebliğ ettikleri ilahî mesajlar o bölge ve toplumla sınırlı olmuştur. Oysa son elçi Hz. Muhammed, bütün yeryüzüne gönderildiği için onun tebliğ ettiği din evrensel bir özellik taşır. 2.3. Din ve Mitoloji Din, insanla beraber var olan bir gerçektir. O hem ferdî hem do sosyal bir realitedir. İnsanın yaratılışına bağlı, tarihin her devrinde, dünyanın her köşesinde fertlere,toplumlara hâkim olan, insanın mutluluğunu amaçlayan ilahî kurallardır. O her türlü felsefi ve ilmî düşüncelerden önce var olmuş, insanların yaşamlarına yön vermiştir Ancak din asıl yapısını koruduğu müddetçe insanlara faydalı olmuştur. Asıl yapısından uzaklaşarak amacından saptığı zamanlar ise insanın yaratılış gayesine uygun yaşamasına engel olmuştur. Dinin asıl yapısı ve amacından uzaklaşmasına sebep olan temel faktörlerden en önemlisi "mitos"lardır (Kottak 2002). Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi 11 DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK • Mitos, tarihin herhangi bir döneminde gerçekleşen olayları mecazi bir dille anlatan kutsal öykülere verilen addır. • Çoğu zaman efsane, destan, halk öyküsü ve masallarla karıştırılmaktadır. • Olmuş veya olacak olayları konu edinirler • Olayları yalın olmayan farklı bir dille anlatırlar. Mecazi anlatımlar ve semboller içerir. • Anlatım dili, anlatılan olayların gerçek dışıymış gibi görünmelerine neden olur. Mitoslar, kâinatın oluşumu, tanrılar ve kahramanların hikâyeleridir. Mitoloji ise bütün efsaneleri içine alan ve onları belli bir tarzda inceleyen bir disiplindir. Mitoloji; efsâneler, ilk ölüm, ilk günah, tufan, tanrıların insanları nasıl cezalandırdığı, avcılığın ve hayvancılığın nasıl başladığı, ilk ateşin ve ilk ailenin nasıl oluştuğunu konu edinir. Bunlardan dinî boyutu yansıtanlar ise kutsal sayılır. Günümüzde mitler, dinî ve felsefî çekirdeğin sembolik bir ifadesi olarak kabul edilmektedir (Fromm 1990). Psikolog ve antropologların bilimsel tespitlerine göre insan farkında olmasa da mitoslar onun dünyasında vardır. Mitoslar toplumların hayatında her zaman varlıklarını sürdürürler. Bazı mitoslar insanlar için anlamlı mesajlar taşırlar. İnsanlar yaratılışı gereği her şeyi merak eder. İnsanlar açıklık getiremediği olayları çoğu zaman mitoslarla anlamaya çalışır. 2.4. Din ve Kültür Ġlişkisi Günümüzde, bilhassa batıda yazılan bazı eserlerde, kültür bir bütün olarak takdim edilmekte, din, hukuk, iktisat, ahlâk, örf ve âdetler onun unsurlarından sadece biri şeklinde sunulmaktadır. Buna rağmen din sosyolojisi, din psikolojisi gibi yine batıda doğmuş bulunan disiplinlere göre, nerede bir cemiyet varsa, orada bir din vardır ve cemiyetin kültürü o dinin muhtevasını kazanmıştır. Sözünü ettiğimiz bu disiplinler, yine her ferdin ve cemiyetin huzur ve refah dolu bir hayat yaşayabilmesi için bir dine ihtiyacı olduğundan bahsederler. Aynı bilimlere göre, hiçbir cemiyet, hiçbir devirde, batıl da olsa, dinden soyut kalamamıştır. Din, insan şahsiyetinin en iç tabakalarına kadar nüfuz ederek ferdin vicdanından hareketle cemiyet hayatında bugüne kadar devam etmiştir. Özellikle hayatın tamamını içine alan, başlı başına bir hayat nizamı getirmiş dinler, hem fert ve hem de cemiyet hayatının en ince noktalarına kadar sirayet etmiş, spesifik yapısıyla Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi 12 DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK cemiyetin bütün kültür sahaları üzerine tesirden geri kalmamışlardır. Ruth Benedict'e göre de din, inanç ve düşünce sistemiyle bütün kültürel sahalara nüfuz eder (Er 1998). Kültürel bir unsur kabul edilen ahlâkın cemiyete sunmuş olduğu tercih hükümleri ve değerler de temelini dinde bulurlar.Din bu hususta sosyal bakımdan önemli fonksiyonlar icra eder. Çünkü insanları bir arada tutan, bazı kaidelere, yani ahlâkın değişmez, esaslarına müştereken inanmalarıdır. Bu manevî inançlar olmadan cemiyet hayatı düşünülemez. Halbuki ahlâk kaideleri elle tutulup gözle görülmeyen sadece inanılan şeylerdir. Bu yönüyle ahlâk kaidelerinin en büyük kaynağı dindir. Cemiyette böyle bir nizam olmasaydı, o zaman bazı bilginlerin en yüksek kanun dediği "Doğa kanunu" hüküm sürer, yani kuvvetli olan zayıfı ezip giderdi. Aynı şey örf ve âdetler için de söz konusudur. Çünkü insan; cemiyetinin, kendini belirli bir istikamete sevk eden bir içkuvvet vardır. Bu iç kuvvet, belli başlı ifadesini örf ve adetlerde bulmaktadır. Örf ve âdetler her cemiyette dinin tesiri altında şekillenmektedir. Toplumun sosyal düzeni açısından bakılacak olursa, açıkça görülecektir ki, tabiatı gereği medeni olan insan toplu yaşama alışkanlığına sahiptir; hiç bir birey, maddi ve manevî ihtiyaçlarını yalnız başına temin etmeğe yetkin değildir. Ferdin yaşamsal mutluluğunu çevreleyen sosyal yapıyla ilgilidir. Öyleyse, insanın bir arada toplu olarak yaşama alışkanlığını sürdürebilmesi, onun bir takım hak ve vazifelerle birbirlerine bağlı olmasını gerektirmektedir. Başka bir ifadeyle, cemiyetin devamı ve saadeti, insanın bir takım hak ve vazifelerle diğerine bağlı olmasını zorunlu kılmaktadır. İşte bunun içindir ki, fertlerin hem birbirlerine, hem cemiyete; cemiyetin de fertlere karşı bir takım görevleri ve buna karşılık hakları vardır. Bir insanın bunlara riayet etmesi için görev ve hakkın kutsiyetine kati bir şekilde inanması gerekir. Çünkü insan, egosentrik duygularına kapılarak şahsi menfaatinden başkasını düşünemeyebilir. Bu nedenle görev ve hakkın kutsiyetini tayin ederek insanı, kendi aleyhine de olsa içten gelen samimi bir duygu ile bunlara riayete mecbur edecek yüce bir kuvvet, manevî bir güce ihtiyaç vardır ki, o da dinden başkası olamaz. Din Hürriyeti Hürriyet, dinin insana sağladığı en önemli haklardandır. Bu hak, dinin, insanın mutluluk ve refahını sağlamak üzere gönderildiği gerçeğiyle perçinlenmiştir. Din insana Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi 13 DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK verdiği bilinçle onu tabiata, esrarını çözemediği olayların arkasında var olduklarını kabul ettiği esrarlı güçlere tapınmaktan ve onlara bağımlı olmanın getirdiği bir eziklikten kurtarmıştır. Düşünce veya fikir hürriyeti de genel hürriyetler içerisinde yer alan bir unsurdur. Din hürriyeti ise, düşünce hürriyetinden daha dar bir kapsama sahiptir. Ancak din hürriyeti insanın sahip olduğu hürriyet çeşitleri içerisinde en önemli olanlarındandır. Din hürriyeti sadece inanmama hürriyeti midir? Bunun, bazen, bu şekilde takdim edildiği bir gerçektir. Fakat inanmama hakkı da din hürriyetinin bir yanıdır. Gerçekte din hürriyeti; kişinin hiç bir baskı altında kalmadan, korku ve endişeye kapılmadan, neye inanacağına kendi kendine karar verme; inanıp inanmama; kendi geleceğini kendi bilinciyle belirleme; karanlık çağlardan miras aldığı hurafelerden kurtulma hakkıdır. Yine öte yandan din hürriyeti insanın bağlandığı inancı özgürce, hiç bir korku ve endişeye ve sınırlandırmaya maruz kalmadan yaşaması, ibadetini yapmasıdır. Bizler çoğulcu bir toplumda yaşıyoruz ve kişilerin hangi toplumsal gruba mensup olacakları veya nasıl bir çevrede yaşayacağı kendisi dışındaki iradeler tarafından belirlenmektedir. Ama insanların farklı olmaları ve düşüncelerinin birbirlerine muhalif olması, birbirlerine düşman olmalarına, birbirlerinden nefret etmelerine sebep değildir. Muhalif olmak, karşıt olmak değildir. Muhalif olmak, gerçekliğin farklı yönlerini keşfetmektir, yol ve yöntemde farklı bir üslûba sahip olmaktır. O halde insanların birbirlerini oldukları gibi kabul etmeleri bir zorunluluktur (Sarıbay 2000). 3.IRK Günümüzde birçok insan, yanlış bir biçimde insanların biyolojik olarak farklı ırklara bölünebileceğine inanır. Bu durum, bilginlerin insan topluluklarını ırksal olarak sınıflandırmaya yönelik çok sayıda çabası gözönünde bulundurulduğunda o kadar da şaşırtıcı değildir. Bazı yazarlar dört ya da beş temel ırk belirlemişken bazıları üç düzineye yakın ırk tanımaktadır. Irkla ilgili bilimsel kuramlar onsekizinci yüzyılın sonları ile ondokuzuncu yüzyılın başlarında ortaya çıkmıştır. Bu kuramlar İngiltere ve diğer Avrupa uluslarının kendilerine tabi bölgeler ve toplulukları yönettiği imparatorluk güçleri haline gelmeleriyle ortaya çıkan yeni toplumsal düzeni haklı çıkarmak için kullanılmışlardır. Kont Joseph Arthur de Gobineau (1816-1882), bazen modern ırkçılığın babası olarak da adlandırılır, üç ırk olduğunu ileri sürmüştür: beyaz (Caucasian), siyah (Negroid) ve sarı Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi 14 DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK (Mongoloid). De Gobineau'ye göre beyaz ırk üstün bir zeka, ahlak ve iradeye sahiptir; bu kalıtsal nitelikler batı etkisinin tüm dünyaya yayılmasının altında yatan etmenlerdir. Buna karşın siyahlar, ahlak yoksunluğu ve duygusal kararsızlıkla belirlenen çok az kapasiteye sahiptir. De Gobineua ve bilimsel ırkçılık yandaşlarının fikirleri daha sonra onları Nazi Partisi'nin ideolojisine dönüştüren Adolf Hitler'i ve Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Ku-Klux-Klan ve Güney Afrika'daki apartheidm mimarları gibi beyazların üstünlüğünü, savunan diğer grupları etkilemiştir. II. Dünya Savaşı'nı izleyen yıllarda "ırk bilimi" bütünüyle gözden düşmüştür. Biyolojik açıdan keskin hatları olan "ırklar" yoktur, yalnızca insanlar arasında fiziksel farklılıklardan oluşan bir yelpaze vardır. İnsan grupları arasındaki fiziksel görünüm farkları, topluluğun farklı toplumsal ve kültürel grupları arasındaki bağlantının derecesine göre değişen yetiştirme tarzından kaynaklanır. İnsan toplulukları süreklilik gösterir. Aynı görünür fiziksel özellikleri paylaşan bir topluluktaki genetik farklılaşma, grup içindeki bireyler arasındaki farklılaşma kadar büyüktür. Bu olgulardan dolayı bilimsel topluluk ırk kavramını neredeyse bırakmıştır (Giddens 2005). Biyolojik bir kategori değilse o zaman ırk nedir? İnsanlar arasında belirgin fiziksel farklılıklar vardır ve bunların bazıları kalıtımsaldır. Neden bu farkların değil de ötekilerin toplumsal ayrımcılığa ve önyargıya neden olduğunun biyolojiyle ilgisi yoktur. Bunun için ırksal farklılıklar bir topluluğun ya da toplumun üyeleri tarafından sosyal açıdan önemli kabul edilen fiziksel çeşitlilikler olarak anlaşılmalıdır. Örneğin deri rengindeki farklılıklar önemli, buna karşın saç rengindeki farklılıklar değildir. Irk, biyolojik olarak temellendirilen özelliklere göre bireylerin ve grupların yerinin belirlenmesini sağlayan çeşitli vasıfların ya da becerilerin atfedildiği bir dizi toplumsal ilişki olarak anlaşılabilir. Irksal ayrım, insanlara ait farklılıkları tanımlama biçimlerinden daha öte bir şeydir; toplum içerisindeki güç ve eşitsizlik örüntülerinin yeniden üretilmesinde önemli rol oynar. Irk kavramı yaygın, ancak çoğu kez yanlış kullanılan, yanlış anlaşılan bir kavramdır. Çarpıcı ve görünür fizik farklarının yanılgısına düşenler, aynı ırka mensup insanlar, toplumlar ve gruplar arasındaki kültür farklarını görmezden gelmişlerdir. Bu yanılgının iki boyutu vardır. Birisi ırksal açıklama, diğeri ırkçılıktır. Irksal açıklama kültürel farkların nedenini fiziksel farklara (biyolojiye) bağlar ve bilimsel yetersizlikten kaynaklanır. Irkçılık ise, bir ırkın ya da bazı ırkların üstünlüğünü savunup, bunu Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi 15 DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK "saflığın" korunması ile ilgili gören bağnaz bir yaklaşımdır. Günümüzde bu yanılgının her iki boyutuna da giderek artan bilimsel hatta toplumsal tepkilerden söz edilebilir. Ancak, bu doğru tepkiler ırk kavramını, fiziksel farkların varlığını, ırksal özelliklerin gruplaşma ve belli toplumlardaki yoğunlaşma eğilimini görmezlikten gelmeyi gerektirmez. Başka deyişle, kültürel farkların nedeni ırksal özellikler değildir ama belli fiziksel özellikler belli coğrafi bölgelerde ve toplumlarda yoğunlaşmaktadır. Birçok toplumda açık renk gözlü, sarışın ve ince uzun boylu insanlara rastlanır, ancak çoğunluk Kuzey Avrupa'da yaşar. Aynı şekilde, esmer tenli, koyu renk gözlü ve kıvırcık siyah saçlı insanlar birçok toplumda vardır; ama yığılma Afrika kıtasındadır. Öyleyse ırk, belli fiziksel özelliklerin belli toplumlarda ve belli coğrafya bölgelerinde yığılmalarıyla ilgili bir kavramdır (Güvenç & Zıllıoğlu 1993). Biyolojik kavram olarak ırk, insan için geçerli değildir. Ancak ırkı biyolojik bir sınıf olarak kabul etmemek, insanların biyolojik çeşitliliğini görmezden gelmek anlamına gelmemelidir. Antropologların görevi, türümüzü yanlış bir biçimde ırk denen sınıflara bölmek değil, çeşitliliği ve çeşitliliğin toplumsal anlamını açıklamak olmalıdır (Haviland 2008) . Irk kavramıyla çağrışım yapan fiziksel özellikler çok sayıdadır. Bunlar, renk, biçim ve boy-bos olarak sınıflandırılabilirler. Böyle basit ırk sınıflandırmaları on dokuzuncu yüzyılın sonları ve yirminci yüzyılın başlarındaki sömürgecilik anlayışını simgeleyen ırkın bir güç aracı olarak politik amaçlı kullanımına uygundur. Bu üçlü sınıflandırma, Avrupalı beyazları Afrikalı ve Asyalılardan açıkça ayırıyordu. Sömürge İmparatorlukları birer birer çökmeye başladı ve II. Dünya Savaşından sonra bilimciler kurumsallaşmış ırksal sınıfları sorgulamaya başladılar. Siyaset bir yana, ten rengine dayalı ırksal etiketlerle kendini gösteren belirgin bir sorun, kullanılan terimlerin ten rengini tam olarak yansıtmadığıdır. "Beyaz" insanlar beyazdan çok pembe, bej ve esmerdirler. "Siyah" insanlar kahverenginin değişik tonlarındadır, ve sarı insanlar da esmer veya bejdirler. Fakat bu terimler kokazoid, negroid ve mongoloid gibi bilimsel görünümlü eş anlamlı tanımlarla tescil edilmiştir (Kottak CP 2002). Bu üçlü şemanın beraberinde getirdiği bir başka sorun, çoğu insan topluluklarının, sözü edilen üç "büyük" ırktan herhangi birine tam olarak girmemesidir. Örneğin Polinezyalılar hangisi içine yerleştirilecek? Bilindiği gibi, Polinezya kuzeyde Hawaii, doğuda Paskalya adası ve güney batıda Yeni Zelanda adasının oluşturduğu, adeta bir üçgeni andıran Güney Pasifik Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi 16 DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK adalar grubudur. Polinezyalıların bronz ten rengi, onları Kokazoide mi yoksa Mongoloide mi dahil eder? Bu sorununun bilincinde olan bazı bilimciler başlangıçta kabul edilen üçlü şemayı, Polinezya ırkını da kapsayacak biçimde genişletti. Yerli Amerikalılar da yine bir başka sorun yaratmaktadır. Onlar, kırmızı mı yoksa sarı mı? Yine bazı bilimciler başlıca ırk gruplarına Kızılderili ya da Amerika yerlisi adlı bir beşinci ırkı eklediler. Güney Hindistan'daki birçok insan koyu tene sahiptir; ancak "Kokazoid" yüz özellikleri ve saç şekilleri yüzünden bilim adamları onları "siyah Afrikalılarla" aynı sınıfa dahil etmekte isteksiz davrandılar. Dolayısıyla, bazı bilimciler bu topluluklar için ayrı bir ırk kategorisi yarattı. Yine Avustralya Aborjinleri de ten rengine bakılarak tropik Afrikalılarla aynı gruba sokulabilir. Bununla birlikte yerlilerin, saç rengi (açık ya da kırmızı) ve yüz özellikleri yönünden Avrupalılara benzemeleri nedeniyle bazı araştırıcılar Kokazoid gruba dahil etmişlerdir. Ancak, Avustralyalıların genetik ve tarihsel olarak Asyalılardan çok bu gruplardan herhangi birine dahil olduğunu gösteren hiçbir kanıt yoktur. Bu sorunu gören bilimciler, genellikle yerli Avustralyalıları ayrı bir ırk olarak ele almayı yeğlemişlerdir. Nihayet, Afrika'nın güneyinde Kalahari çölü çevresinde yaşayan Sanları (Boşiman) dikkate alalım. Bilimciler onların ten renklerini esmerden sarıya kadar uzanan bir çeşitlilik içinde gösterirler. Sanların ten rengini "sarı" olarak görenler, onları Asyalılarla aynı gruba dahil ederler. Benzer sorunlar, ırksal sınıflamalar için tek bir özellik dikkate alındığında da ortaya çıkar. Yüz tipleri, boy, ağırlık ya da herhangi bir görünür özellik kullanılmak istenildiğinde güçlüklerle karşılaşılır. Öncelikle ten rengi, boy, kafatası biçimi ve yüz şekilleri (burun biçimi, göz biçimi, dudak kalınlığı) bir bütün olarak birlikte görülmezler. Örneğin koyu renkli insanlar, uzun boylu veya kısa boylu olabilir ve düzle kıvırcık arasında değişen saçlara sahiptir. Koyu saçlı topluluklar kafatası şekilleri, yüz tipleri, bedensel irilikleri ve biçimleri yanı sıra açık ya da koyu ten rengine sahip olabilirler. Açıkça görülüyor ki, birleşimlerin sayısı çok fazladır ve kalıtımın (çevre karşısında) böyle görünür özelliklere yaptığı katkı sıklıkla açık değildir. Fenotipe bağlı ırk sınıflandırmasına karşı son bir itiraz daha vardır. Irkların bağlı olduğu görünür özellikler. Irkların temellendirildiği fenotipik özellikler, paylaşılan ve uzun bir dönem değişmeden kalan genetik materyali yansıtır. Ancak, fenotipik benzerlik ve farklılıkların mutlaka genetik bir temele sahip olması gerekmez. Kişileri büyüme ve gelişme sırasında Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi 17 DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK etkileyen çevresel değişiklikler nedeniyle, bir toplumun görünür özellik dağılımı genetik değişim olmadan da değişebilir (Kottak 2002). 3.1. Fenotipik ve Genotipik Özellikler İnsanlar ve toplumlar arasındaki kültürel benzerlik ve farkları; fizik özelliklerdeki benzerlik ve farkların belli toplumlarda yoğunlaşması ya da yığılması ile açıklamaya çalışanlar ırk ile kültür kavramını birbiriyle karıştırmışlardır. Irka inananlar ise, belli bir ırkın bir ya da birkaç özelliğini taşıyan kişileri o ırkın üyesi sayarlar, ancak ırksal karakteristiklere uymayan özellikleri de gözardı ederler. Klasik ırk ve insan sınıflamaları da böylesi bir yaklaşımla, görünür ırksal özelliklere göre yapılmıştır. Bu görünür fizik benzerlik ve farklara fenotipler denir. Oysa bilimsel açıdan önemli olan bu özellikler değil, bunların genetik nedenidir. Bu nedenle çağdaş biyologlar fenotiplerle değil, genetik özelliklerle, başka bir deyimle genotiplerle ilgilenirler. Fiziksel yapı benzerliğinin nedeni çoğalma hücrelerindeki genlerdir. Belli bir ırka mensup insanların genleri arasındaki benzerlik, iki ayrı ırk grubunun genleri arasındaki benzerlikten daha yüksektir. Bir toplumda yaşayan insanların taşıdığı genlerin tümüne, o toplumun "genetik hazinesi" ya da "gen kaynağı" denir. Kısaca her toplumun bir genetik hazinesi vardır. Bu hazine cinsel birleşmelerin sonucu olarak dağılır, yayılır ve yoğunlaşır. Farklı ırktan gruplarla cinsel ilişki kuran toplumlarda bu hazine hızla değişir. Ancak, yabancı ırklarla ilişki kurmayan toplumlarda bile genetik hazine aynı kalmaz. Daha ileride açıklanacak "mutasyon", "genetik kayma" süreçleri genetik hazinenin uzun süre olduğu gibi kalmasını engeller. Başka deyişle, her toplumun genetik hazinesi az ve yavaş da olsa değişir (Güvenç & Zıllıoğlu 1993). Ancak fenotip bir özellik ile genotip bir özellik arasında kesin istatistiki ve anlamlı bir ilişki yoktur. Bu bulguların yanısıra ve daha da önemlisi antropolog ve genetikçilerin yaptıkları gözlemler ve araştırmalar hangi ırk grubundan olursa olsun bütün insanların tek bir biyolojik türün (insan ailesinin) üyesi olduğunu göstermiştir. Bunun anlamı, görünüşteki biçimsel (fenotipik) farkların sayısı ve önemi görünür ve görünmeyen (genotipik) benzerlikler sayısı ve öneminden çok daha küçüktür. Bu nedenle, bütün insanlar aynı tek bir biyolojik türdürler, başka deyişle farklı ırklardan da olsalar çocuk yapabilecek yaştaki sağlıklı kadın ve erkekler çocuk yaparak türün devamını sağlayabilirler. 3.2. Irkların Kökeni ve Evrim Sürecinde Ortaya Çıkışları Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi 18 DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK Bugünkü Moğollarla Zencilerin biyolojik tarihi ve ataları kesinlikle bilinemiyor. Zenci ırkın en eski değil, Belki de en son farklılaşan bir ırk grubu olduğu sanılmaktadır. Irkların biyolojik evrim sürecinde genetik benzeşme ve farklılaşmalar sonucunda ortaya çıktıkları söylenebilir. Bu benzeşme ve farklılaşma süreçleri birbirlerinden tümüyle bağımsız olmayan dört boyutta gerçekleşmiş olabilir: (Kottak 2002, Güvenç & Zıllıoğlu 1993).). a) Gen MütasyonuĠle: Bu süreç bir genin geçmiştekinden farklı bir davranış ya da görünüşe yol açmasını sağlayan ani bir değişikliktir. Başka deyişle, mutasyon genetik yapıda (hazinede) ortaya çıkan ani bir değişikliktir. Buna doğanın yaptığı bir yanlışlık da denilebilir. Mutasyon sonucu ortaya çıkan değişikliklerin doğal seçilime dayanma gücü varsa gen yaşar ve toplumun ortak genetik hazinesine katılır, yoksa yok olur. Hemofili (kanama) hastalığının ortaya çıkışı bu tür bir gen mütasyonuna bağlıdır. Bu geni taşıyan hastanın kanamaları durmadığından çoğu kez çocuk sahibi olacak yaşa gelmeden ölür. Buna karşın her toplumda az da olsa hemofili görülür. O halde, ya hasta gen mütasyon yoluyla yeniden yaratılmakta ya da çekingen olarak kuşaktan kuşağa geçip genetik hazinede varlığını korumakta, zaman zaman baskın bir biçim alarak ortaya çıkmaktadır. Mütasyon genelde olumsuz bir değişim olarak nitelendirilirse de, bazen türün yaşama gücünü arttırıcı bu nedenle de kalıcı da olabilir. Özetle, farklı gen rnütasyonlarının birikiminin sonucu olarak ortaya çıkan farklı özellikler, temelde ortak özelliklere sahip olan bir gruptan iki farklı ırkın türemesine neden olabilir. b)Doğal Ayıklama (Seçilim) Ġle: Bu, belirli çevre koşulları için yaşama gücünü arttırma özelliğine sahip olan genlerin orada yaşayan toplumda (ortak genetik hazinede) yerleşmesi, yaygınlaşması ve böylece çevreye uygun bir ırkın ortaya çıkması demektir. Tropikal ve sıcak iklimlerde yaşayan ırkların hemen hepsinin derisinin melanin denilen koyu renkli pigmentleri taşıması, ten rengini koyulaştıran genlerin dayanıklı olması ile ilgilidir. Aynı genler az güneşli kutup altı bölgelerde dayanıklı değildir, bir mutasyon sonucunda ortaya çıksalar bile genetik hazineye yerleşip yaygınlaşamazlar. Bu nedenle bu bölgelerde beyaz ten yaygındır. Koyu tenli toplumlarda melanin hücreleri açık tenli toplumlara orada daha çok sayıda ve daha iri melanin tanecikleri üretir. Güneşin morötesi ışınlarına karşı bir ekran gibi duran melanin, insanları güneş yanığı ve cilt kanseri olmak üzere birçok hastalığa karşı korur. Tropikal bölgelerden uzaklaştıkça ten rengi açılır. Afrika’dan kuzeye doğru gidildikçe ten renginde koyu esmerden esmere doğru bir dizi Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi 19 DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK geçiş gözlenir. Ten rengi, biyolojik benzerliklerin tek nedeninin ortak ataya sahip olmakla açıklanamayacağını göstermektedir. Doğal ayıklanma insan çeşitliliğindeki bu tür durumlara önemli bir katkıda bulunmuştur (Kottak 2002 ). c)Genetik Kayma Yolu Ġle: Bu, bir toplumun ortak gen hazinesinde göçler nedeniyle ortaya çıkan değişmelerle ilgilidir. Büyük bir toplumdan ayrılıp bir başka yöreye göç eden insan gruplarının genetik hazinelerinin de farklı olması kaçınılmazdır. Böylece bu grupların göçleri başka gruplarla cinsel ilişki kurmadan sürerse, birkaç kuşak sonra birinci göç grubunu izleyen gruplarda bir genin oranı giderek azalıp kaybolurken, ikinci grubu izleyenlerde giderek artabilir. Kısaca, göçlerin yol açtığı genetik kaymalar da yeni ırk özelliklerinin belirginleşmesine ve farklılaşmalara neden olabilir. d)Kültürel Seçicilik Yolu Ġle: Genetik kayma yolu ile ırksal farklılaşma ve gruplaşma başka toplumların genetik hazineleri ile karışma olmaksızın söz konusudur. Bunun tam karşıtı olarak göç eden gruplar, göçleri boyunca başka gruplarla cinsel ilişki kurarlarsa genetik hazinelerde değişiklik ortaya çıkar. Kültürel seçicilik kimlerin kimlerle ilişki kurabileceği ya da kuramayacağı ile ilgilidir. Değişik toplumlar ve ırklar arasında ilişki kurma izni melezleşme yoluyla yeni ırkların biçimlenmesinde rol oynar. Gerçekte hemen hemen bütün insan toplumları ırksal özelliklerinin pek çoğunu bu sürece borçludurlar. 3.3. Irk, Toplum ve Kültür Ġlişkileri Bütün insan ırkları, tek bir insan türünün alt dallarıdır. Bu dalların varlığı ve gelişmesi türün ortak genetik hazinesinde coğrafya (iklim) koşullarına göre ve toplumlar düzeyinde ortaya çıkan değişikliklerle ilgilidir. Genetik değişmelerin biri fiziksel (coğrafi), diğeri sosyal-kültürel olmak üzere iki ana boyutu vardır. Bu boyutlarda mütasyon, doğal seçilim, genetik (demografik) kayma ve kültürel seçicilik süreçleri toplumların genetik hazinelerinin farklılaşma ve benzeşme eğilimlerini belirler. Savaşlar, göçler, kıtlık-bolluk dönemleri, büyük salgın hastalıklar, önemli iklim değişmeleri, büyük siyasi ideolojiler ve bunlar arasındaki ilişkiler bu eğilimler üzerinde eskiden olduğu gibi günümüzde de etkili olmaktadır. Irk, toplum ve kültür konusunda üç genel kural belirlenebilir (Güvenç & Zıllıoğlu 1993): İklim ve mütasyon gibi çevresel ve doğal değişkenler genellikle ırksal farklılaşma ve gruplaşmalara yol açar. Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi 20 DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK Biyolojik-demografik etkenler çoğu zaman türün genetik birliğini sürdürmeye katkıda bulunur. Başka deyişle, komşuluk ya da göçler yoluyla kurulan cinsel ilişkiler birbirleriyle hiç ilişki kuramayacak ırk ve toplumlar arasında da genetik akrabalığı sağlar. Kültürel seçilim yere, zamana ve topluma göre bazen ırksal farklılaşmaları; bazen de benzeşmeleri destekler; kararsız kalabilir ya da değişimin yönünü değiştirir. Bu bağlamda küçük, dağınık, geleneksel toplumlar sisteminde genel bir ırksal farklılaşma eğilimi, büyük ve endüstrileşmiş toplumlar sisteminde ise genel bir benzeşme eğilimi daha güçlü görünür. Nitekim, avcılık-toplayıcılık ve tarım kültürlerinin yaygın olduğu çağlarda genel bir farklılaşma eğilimi gözlenmiştir. Endüstri devriminden sonra, geleneksel tarım düzeninden modern endüstriye geçiş döneminde farklılaşma ve benzeşme eğilimleri içice yaşanır. Çünkü teknolojik gelişme insanları doğal çevreden bağımsız kılmaya çalışırken, buna bağlı olarak hızlanan coğrafi hareketlilik kültürel seçilimin katı kurallarını yıkıp değişik gen hazinelerinin kaynaşmasını kolaylaştırmaktadır. 21 4. ETNĠKLĠK Etniklik anlam açısından bütünüyle toplumsal bir kavramdır. Etniklik kültürel pratiklere ve belirli bir toplumun insanlarını diğerlerinden ayırt eden görünümlere atıfta bulunur. Etnik grupların üyeleri kendilerini toplumda diğer gruplardan kültürel açıdan farklı görür, karşılığında da diğer gruplar tarafından farklı görülürler. Farklı özellikler bir etnik grubu diğerinden ayırt etmeye yardımcı olabilir ancak, bunlar arasında en bilinenler dil, tarih ya da (gerçek ya da hayali) atalar, din, giyim ya da süslenme tarzlarıdır (Kottak 2002). Toplumsallaşma yoluyla genç insanlar, topluluklarının yaşam tarzlarını, normlarını ve inançlarını özümserler. Etnik farklılıklar bütünüyle öğrenilmiştir; bu durum, bazı grupların nasıl sık sık "yönetilmek için doğmuş" ya da "tembel" şeklinde değerlendirildiğini hatırlatan bir noktadır. Aslında etniklikle ilgili doğuştan olan hiçbir şey yoktur. Etniklik, zamanla üretilen ve yeniden üretilen bütünüyle toplumsal bir olgudur. Çok sayıda insan için etniklik, bireyin ve grubun kimliği için önemlidir. Geçmişle süreklilik için önemli bir bağ oluşturur ve kültürel geleneklerin uygulanmasıyla canlı tutulur. Örneğin; her yıl Londra’da Karnaval gösterilerinin coşkusu ve ustalığı Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK Notting Hill'in sokaklarındaki Karayiplileri harekete geçirir. Bir başka örnek, yaşamlarının tamamım ABD'de geçirseler de yine de kendi kimliklerini gururla İrlandalıAmerikalı olarak tanımlayan üçüncü kuşak İrlanda kökenli Amerikalılardır. Gelenekle muhafaza edilmesine karşın etniklik, sabit ve değişmez değildir. Daha çok akışkandır ve değişen koşullara uyum sağlar (Giddens 2005). Etnik Bütünleşme Günümüzde dünyadaki bir çok devlet çok etnikli topluluklar olarak tanımlanmaktadır. Örneğin bazı Ortadoğu ve Orta Avrupa ülkeleri, yüzyıllardır süren sınırların değişmesi, yabancı güçler tarafından işgal edilme ve bölgesel göçe bağlı olarak etnik açıdan farklılık gösterirler. Küreselleşme ve hızlı değişme döneminde bir çok devlet etnik farklılığın zengin faydaları ve karmaşık itirazlarıyla karşı karşıyadır. Uluslararası göç, küresel ekonomiyle hızlanmaktadır; insan topluluklarının hareketinin ve birbirine karışmasının önümüzdeki yıllarda yoğunlaşacağına kesin gözüyle bakılmaktadır. Bu arada, etnik gerginlikler ve çatışmalar, tehditler taşıyarak bütün dünya toplumlarına yayılmayı sürdürmektedir. Etnik farklılıklar nasıl uzlaştırılabilir ve etnik çatışmaların patlak vermesi nasıl önlenebilir? Çoketnikli topluluklar içerisindeki etnik azınlık ve çoğunluk arasındaki ilişki nasıl olmalıdır? Soruları da günümüzde önem taşımaktadır. Çoketnikli topluluklarda üç etnik bütünleşme modeli benimsenmiştir; asimilasyon, erime potası ve çoğulculuk gibi (Giddens 2005). Asimilasyon modelinde yeni göçmen grup baskın topluluğun tutumlarını ve dilini benimser. Erime potasında göçmen toplulukların gelenek ve görenekleri bırakılmaz, aksine toplumsal çevreye katkıda bulunur mutfak, moda, müzik ve mimarinin melez formları erime potası yaklaşımının görünümleridir. Üçüncü model, kültürel çoğulculuk modelidir. Bu yaklaşımda en uygun yol, saf bir biçimde çok sayıda farklı alt kültürün eşit geçerliliğinin tanındığı, çoğul bir toplumun gelişimini teşvik etmektir. Çoğulcu bir yaklaşım, etnik grupları toplumda eşit pay sahipleri olarak kabul eder, bu da insanların toplumdaki çoğunluğun haklarına sahip olması anlamına gelir. Etnik farklılıklara daha geniş bir ulusal yaşamın vazgeçilmez unsuru olarak saygı duyulup kabul gösterilir. Etnik grupların ekonomik ve siyasi yaşamda eşit katılımcılar olarak görülmeleri anlamına gelir. Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi 22 DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK ÖZET Globalleşen dünyamızda, düşünceler ve insanlar tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar büyük ölçekli bir biçimde sınır ötesi hareket etmektedir. Bu süreçler içinde yaşadığımız toplumları derinden etkilemektedir. Çok sayıda toplum etnik açıdan çeşitli hale gelmektedir ve bütün toplumlarda bireyler kendilerinden farklı konuşan, düşünen, farklı görünen, farklı yaşayan insanlarla düzenli olarak temasa geçmektedir. Bu etkileşimler, bizzat küresel göçün bir sonucu olarak ortaya çıkabileceği gibi, medya ve internet aracılığıyla yayılan imgeler yoluyla da olabilmektedir. Bu bağlamda toplumsal yapıda oluşan etkileşimler toplumsal kurumları ve sağlık hizmetini etkilemektedir. Bir toplumun sağlık sorunları, sağlık hizmeti kullanımı ve sağlık sorunlarının çözümü; toplumsal yapının sağlık çalışanları tarafından iyi bilinmesine bağlıdır. 23 Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK DEĞERLENDĠRME SORULARI 1. Aşağıdakilerden hangileri dil ile ilgili özelliklerdendir? 1-Dil, seslerden oluşmuş bir anlaşma sistemidir. 2-Dil, gelişmiş bir iletişim aracıdır. 3- Dil, düşünce ve zekanın bir göstergesidir. 4-Dil, sosyal ve canlı bir varlıktır 5-Dil birliği, bir milleti oluşturan özelliklerin başında gelir A) 1,2,3 B) 2,3,4 C) 3,4,5 D) 2,3,4,5, E) 1,2,3,4,5 2. Aşağıdakilerden hangisi dilin fonksiyonları açısından doğru bir ifade değildir? A) Dil, kültür taşıyıcısı olarak tarihî ve sosyal alanla iç içedir 24 B) Dil, kültürü etkiler ancak kültürden etkilenmez C) Her dil, onu konuşan insanların tarihî oluş içinde oluşturdukları doğal bir şifre sistemidir. D) Kendine özgü söyleyiş tonlamaları ve kuralları vardır. E) Yaşayan insan grupları tarafından oluşturulmaktadır. 3. Emile Durkheim’in “Din, bir cemaatin meydana gelmesini sağlayan ayin ve inançlar sistemidir." sözüyle dinin toplumdaki hangi vurgulamaktadır? A) Psikolojik Fonksiyonunu B) Ekonomik Fonksiyonunu C) Siyasi Fonksiyonunu D) Sosyal Fonksiyonunu E) Felsefi Fonksiyonunu Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi fonksiyonunu DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK 4. Dinin kökenini ilkel hayat yaşayan kabilelerin din ve kültürlerinin incelenmesi sonucu bulunabileceğini savunan düşünürlerden hangisi dinin başlangıcının büyü olduğunu savunmuştur? A) Frazer B) Durkheim C) Edward Tylor D) Spencer E) Marett 5. Aşağıdakilerden hangisi ırk için doğru bir seçeneği içermektedir? A) Irklar arasında karışma ya da genetik alış veriş hiç olmamıştır B) Irklar arasında karışma ya da genetik alışveriş günümüzde azalmıştır C) Irklar arasında karışma ya da genetik alışveriş günümüzde hızlanarak devam etmektedir D) Irklar arasında karışma ya da genetik alışveriş mutasyona uğramıştır E) Irklar arasında karışma ya da genetik alışveriş artık mümkün olmamaktadır CEVAPLAR 1. E 2. B 3. D 4. A 5. C Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi 25 DİL, DİN, IRK ve ETKİNLİK KAYNAKLAR 1- Haviland WA ve ark. Kültürel Antropoloji, Kaknüs yayınları, İstanbul 2008. 2-Yayim.meb.gov.tr/dergiler/160/ozkan.htm Milli Eğitim Dergisi S.60,2003 3-…………Dilin İşlevleri.www.turkceciler.com/dilin-islevleri-gorevleri.html 4-…………Dilin İnsan ve Toplum Hayatındaki Yeri ve Önemi www.sanalda1numara.net/felsefe 5-…………Dil ve Toplum www.edebiyatsanat.com/dil...dil.../423-dil-ve-toplum.html 6-Arlı H. www.anafilya.org/go.php?go=7d855301b0e9b 7-Adam B. Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat, Pınar Yayınları, ist. 2001. 8-Aydın M. Din Felsefesi, Dokuz Eylül Üniv.Matbaası İzmir, 1990. 9-Er İ. Din Sosyolojisi, Akçağ Yayınları, Ankara, 1998. 10-Demirci K. Dinler Tarihinin Meseleleri, İnsan Yay. İstanbul, 1997. 11- Tümer G. Küçük, E., Dinler Tarihi, Ocak Yay. Ankara 2002. 12-Açıkgöz H.Mustafa,Tevhidi Kozmik Holizm Şüphe ve Eski Uygarlıklar, Elis Yay. Ankara, 2006. 13-Fromm E. Rüyalar Masallar Mitoslar (çev : Aydın Arıtan-Kaan H. Ökten) Arıtan Yay., İstanbul, 1990. 14-Sarıbay A. Yaşar, Global Toplumda Din ve Türkiye, Everest Yay., İst., 2001. 15-Giddens A. (2005). Sosyoloji, Yayına hazırlayan; Cemal Güzel, Ayraç Yayınevi, Ankara. 16-Güvenç B & Zıllıoğlu M. Antropoloji. Anadolu Üniversitesi Yayınları No: 698. 17-Kottak CP. Antropoloji, Ütopya Yayınları, Ankara 2002. Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi 26