Sayı-20 Ağustos 2008
Transkript
Sayı-20 Ağustos 2008
1 Sevgili Okuyucu, Yaz sıcaklarının bütün Avrasya coğrafyasında hüküm sürdüğü şu günlerde Kardeş Kalemlerin yeni bir sayısı ile merhaba. Birliğimizin, Kaşgarlı Mahmut yılı dolayısıyla düzenlemiş olduğu Uluslararası Hikaye Yarışması Türk Dünyasının dört bir yanında devam ediyor. Hatta Azerbaycan, Kırım ve Kırgızistan’da hikaye teslim süresi tamamlanarak değerlendirme aşamasına geçildi. Önemli sayıda hikaye müracatlarının yapıldığı haberleri bizleri ziyadesiyle memnun ediyor. Bu sayımızda yine Türk Dünyasının değişik köşelerinden kalemlerin eserleri ile sizleri buluşturuyoruz. Azerbaycan’dan Abbas Abdulla’nın şiirlerini bir dosya halinde takdim ediyoruz. Cengiz Aytmatov’un vefatı’nın ardından hazırladığımız özel sayı, ulaştığı hemen her bölgede büyük taktir topladı. Değerli hocamız Doç. Dr. Orhan Söylemez de Kardeş Kalemler Dergisinin Cengiz Aytmatov Özel Sayısı üzerine bir değerlendirme kaleme almış. Bu değerlendirmeyi de sayfalarımız arasında taktirlerinize sunuyoruz. Eylüller seneler için hazan, kültürel faaliyetler içinse başlangıç aylarıdır. Gelecek sayımız yeni faaliyet yılımızın da başlangıcı olacak. Yeni faaliyet dönemimizde de gönül ve kalem kardeşliklerimizin artarak devam edeceği ümidiyle Ali Akbaş Kardeş Kalemler Ağustos 2008 2 Sahibi Avrasya Yazarlar Birliği Adına Yakup Deliömeroğlu Genel Yayın Yönetmeni Yazı İşleri Müdürü Ali Akbaş Yazı Kurulu Ekrem Arıkoğlu - İmdat Avşar Ayşegül Celepoğlu - Osman Çeviksoy Aysun Demirez Güneri - Mehmet İsmail Mahir Kalfa - Nesrin Karaca Hüseyin Özbay - Cihan Özdemir - Çetin Pekacar Orhan Söylemez - Ömer Küçükmehmetoğlu Danışma Kurulu Yavuz Akpınar (Türkiye) - Abdıldacan Akmataliev (Kırgızistan) Gül Arslan (Avusturalya) - Anar (Azerbaycan) Zeynel Beksaç (Kosova) - Sevil Emirzade (KKTC) Ayvaz Gökdemir (Türkiye) - A. Bican Ercilasun (Türkiye) İsa Habipbeyli (Nahcıvan) - Ali Rıza Hıyabanî (İran) İlya İvanov (Çuvaşistan) Şaban Mahmudoğlu Kalkan (Bulgaristan) Mehmet Ömer Kazancı (Irak) Abdulvahap Kara (Türkiye) - Hasan Kayıhan (Almanya) Mustafa Köker (İngiltere) - Muhtar Şahanov (Kazakistan) Lütfü Şahsuvaroğlu (Türkiye) - Şakir Selim (Kırım) Bayram Bilge Tokel (Türkiye) - Oraz Yağmur (Türkmenistan) Sadık Yemni (Hollanda) - Yuri Vasley (Sahaeli) Kapak Türksoy Koleksiyonundan 17 Gamze Karaca Kovuldum 18 Osman Çeviksoy Bir Gül Dalı 5 5 Ali Akbaş Yeniden 7 Keşem Necefzade Kadının Ölümü 9 Ömer Küçükmehmetoğlu Dert ve Derman Grafik-Tasarım Bengü Basın-Yayın İşletmesi Baskı Sistem Ofset Ağaç İşleri Sanayi Sitesi 521. Sk. 32-34 İvedik/ANKARA Tel: +90 312.395 81 12 Baskı Tarihi 04.08.2008 İdari Adres İzmir 2 Cd. 55/18 Kızılay-Ankara Tel: +90 312.418 31 07 Faks: +90 312.418 92 32 www.ayb.org.tr - kardeskalemler@ayb.org.tr Abone - Dağıtım 10 27 Oğuz Atahan Başaran Islak Güneş 29 Âgil Abbas Şirinlik 12 Ceyhun Atıf Kansu Cd. 52/2 Balgat-Ankara Tel: +90 312 287 80 43 Faks: +90 312 287 90 73 Abonelik Yurtiçi yıllık abone bedeli 60 YTL, kurum ve kuruluşlar için 120 YTL, Türk Cumhuriyetleri için 90 YTL, Türk Cumhuriyetleri kurum ve kuruluşları için 140 YTL, Avrupa için 130 Avro ve ABD için 200 $’dır. T.C. Ziraat Bankası Başkent Şubesi - Şube Kodu: 1683 Hesap No: 47095325-5001 Posta Çeki Hesabı: Avrasya Yazarlar Birliği No: 53 23 008 kardeskalemler@gmail.com © KARDEŞ KALEMLER Dergisi, Avrasya Yazarlar Birliği tarafından T. C. yasalarına uygun olarak yayımlanmaktadır. Kardeş Kalemler’in isim ve yayın hakları Avrasya Yazarlar Birliği’ne aittir. Dergide yayınlanan malzemelerin her hakkı saklıdır. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, ilanların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir. Yerel Süreli Yayın ISSN 1307-2382 Kardeş Kalemler Ağustos 2008 11 Yuri Kuznetsov Nizamî’nin Gölgesi 13 Abbas Abdulla Varlıqda Yoxluq 18 3 60 Dr. Ramiz Asker Divanü Lugat-İt-Türk İstatistikleri ve Divan’ın AzeybAycan’da Tetkiki 32 76 33 Ğarifolla Esim Tansulu 76 Hacer Öztürk Dubrovnik 42 Ömrüm Işıkay Ramiz Hasanoğlu İle Mülakat 78 Ferit Muhiç Gerçek Öğrenilmeli, Değerler Korunmalı 43 72 Memmed İsmail Doğumun Yüzüncü Yılında Mikail Müşfik 81 48 49 Yakup Deliömeroğlu Mahdumkulu’nun 275. Doğum Yılı İçin Türkmensahra’da 60 81 Mariya Leontiç Zirve Kitabı 87 Hüseyin Özbay F. Muhiç’in Felsefi ve Edebi Kimliği Kardeş Kalemler Ağustos 2008 4 TÜRKİYE Kardeş Kalemler Ağustos 2008 5 yeniden ALİ AKBAŞ Her şiirde dilimi kaybeder yeniden bulurum ben Ve her şiirde yeniden cennetten kovulurum Memnû meyveyi yediğim güne dönerim Yeniden Her şiirde çarmıha gerilirim hoyrat ellerde Mesîh’e hemdem olur, göklere seyran ederim Her şiirde kendimi berdâr ederim Ölürüm, yeniden dirilirim ben Yeniden Kudüs’te ruhban, Mekke’de hacıyım ben Ferhad’ım, külünk elde dağlar hallacıyım ben Nice isyan etsem de hep sana râciyim ben Sana duâcıyım ben Yeniden Nesîmî’yim, bir seher Halep çarşılarında kelâmın diyetini öz canımla öderim Elimde dil bayrağı Hû der Hak’ka giderim Yeniden Hâbil’i öldürür kan ederim Hazreti Yusuf’a bühtan ederim Ve döner Züleyhâ’yı tân ederim Yeniden Kardeş Kalemler Ağustos 2008 6 AZERBAYCAN Kardeş Kalemler Ağustos 2008 7 kadının ölümü KEŞEM NECEFZADE “Âşığı maşuka mahir eyler” M.Fuzuli Kadınlar erkekleri kahramana dönüştüremiyorlar Küçük kadınların erkeği büyüyemez diyorlar. Bugün bizim erkek gibi kadınlarımız Erkeklerde erkekliği öldüren kahramanlardı. Rabbim, ne yapıyorsun yap Fakat kadını erkeğe dönüştürme Bırak öylesiye kadın gibi kalsın. Büyük kadınlığın büyük erkeklik doğurduğunun Farkında deyiliz. Savaşı bırakıp kaçan adamın En büyük suçlusu kendi kadını, Savcı bey, o zaman ki, kadını kızmıştı ona Çocukların gözü önünde Ağzına geleni söylemişti yüzüne karşı Adam hiç bir şey söylememişti ona Sadece sözünü bugüne bırakmıştı. Kadın erkeğin altını üstüne Çeviren gerçekçi tarzdı. Bu tarzla serseri erkeği de Bir anın içinde kahramana dönüştürmek olur Biliyor musun Mecnun’un büyüklüğünde kadın saklanmış. Onu da bil her firari askerin Arkasında küçük bir kadın var. Savaşta her erkeğin yanına Kendi kadınını koyun. Kardeş Kalemler Ağustos 2008 8 park Sanki bu park Bir manzaradır Asılmış şehrin yakasından. Banklar yeşil, Üzerindeki insanlar, Özellikle kızlar, oğlanlar Onun orman rüyalarıdır. Banklar zaman rüzgarında İnsanlardan sıkı sıkı tutmuş. Kadın ellerinden tuttuğu çocukla Dengesini korumuş Bak, o üniversiteliye benzeyen kız da, Kalbindeki düşüncesinden İki elli tutmuş, Dayanmış dümdüz. Ağaçlar bakışlarıyla durmuş. Biraz da derinden düşünürsen İnsan bakışlarıyla Dikilmiş bu ağaçlar. Bazan seyirci rüzgar Sallıyor bu manzarayı. Fakat kadın bebeğinden Öyle öyle sımsıkı tutmuş ki, Hiçbir yere gitmek istemiyor. Maalesef zaman Galeri müdürü gibi Bu manzarayı Bir zaman kaldıracak. Kardeş Kalemler Ağustos 2008 9 TÜRKİYE dert ve derman ÖMER KÜÇÜKMEHMETOĞLU Dilberin gülüşüyle ihtiyar elden gitti Kuşattı ansızın gönül kalesini Verdik şehrin anahtarını Bîrahm sevgiliye. Nerden bilirsin Maksadı başkaymış meğer Yağmalamakmış âdeti? Kıldı ferman Kalmasın dedi taş üstünde taş Bâd-ı sâbâda savrulan zülfü gibi Dağıttı aklı, fikri Yağmaladı gönül mülkünü Şimdi gezerim akıldan âzâde Gönlüm Esîri bir âhûnun. Eridi cism ü cân günden güne Her şeb-i yeldâdan sonra Bir ümitle çıksam da sehere Bulunmadı derdime dermân. Âhir Yırttı tabîp yakasını Çekti derin bir âh! Dedi, Kimseyi koymasın kâfirin eline Allah! Kardeş Kalemler Ağustos 2008 10 RUSYA Nizami Kardeş Kalemler Ağustos 2008 11 Nizamî’nin gölgesi YURİ KUZNETSOV TERCÜME: MEMMED İSMAİL Kendi mezarını ayakları altına alarak Kendi gölgesi üzerinde yükselerek Ateşli diyarın yakıcı havasında O unutulmaya ram olmadan durmuş. Çeşitli kavimlerin temsilcileri, Tıpkı kıvılcım gibi buraya koşmuşlar Hatta onu okumayanlar da Onun önünde eğilmek için mezarı başına gelmişler. Huzurun vadisini gözetleyerek Ben de bir ziyaretçi (hacı ) gibi geldim. Kozmik tozdan ve sıcaktan oluşan Haleyi onun başı üzerinde gördüm. Hava tabakasının prizmasından gelen Granit basamağın şavkı gözlerimi kamaştırdı. Ben yalnızca gölgeli bir yer aradım Ki, kendi ruhumu sıcaklıktan kurtarayım. Ve… Nizaminin büyük gölgesi Toprağın serinliğini bana verirdi. Ve canlı insanlarla coşup taşardı Sıcaklıktan yanan huzurun vadisi. Demek şöhret boş gürültü değil, Ve söz unutulmaya boyun eğmez. Ziyaretçilerini gölgesi ile kaplayarak Ebedi güneşle konuşuyor O. Kardeş Kalemler Ağustos 2008 12 AZERBAYCAN Abbas ABDULLA (Gürcistan, Kepenekçi, 12 Mayıs 1940) Acaloğlu Abbas Abdulla, Gürcistan Cumhuriyetinin Bolinski bölgesine bağlı Kepenekçi köyünde doğdu. İlköğrenimini kendi köyünde, Arıhlı ve Fahralı köylerinde gördü. 1958-1962 yılları arasında Azerbaycan Devlet Üniversitesinde tahsilini sürdürdü. Sonra İlimler Akademisinin Edebiyat Enstitüsü’nde öğrenimini devam ettirdi. 1966-1992 yıllarında Ulduz dergisinde bölüm başkanı ve redaktör olarak çalıştı. Ağlı-qaralı Dünya, Üzü Dan Yerine, Sonsuzluğa Geden Kâvran başlıca yayımlanmış eserleridir. Kardeş Kalemler Ağustos 2008 13 varlıqda yoxluq ABBAS ABDULLA Bu yol haraya gedir, Yoxuş çox, enişim yox. Bir ömür əndişəm var, Bir anlıq dinişim yox. Haqqa könül vermişəm, Bilməm hara ermişəm, Yalnızca bir dərvişəm, Yoldaşım yox, eşim yox. Öz inancım, öz Tanrım, Birdir üzüm, astarım. Haqqa dönük dostlarım, Sizlərə dönüşüm yox. Ululardan uluyam, Allahımın quluyam, Rəsulun rəsuluyam, Başqa bi gərdişim yox. Bu nə sayaq dünyadı, Çox baş-ayaq dünyadı, O dünya haqq dünyadı, Bu dünyayla işim yox. Kardeş Kalemler Ağustos 2008 14 harda Yenə yağmalandı altun saraylar, Altunumuz harda, axçamız harda? Elim köç-köç oldu, qopdu haraylar, Rəvanımız harda, Göycəmiz harda? Binalar yıxıldı, evlər söküldü, Ata yurdumuzda bostan əkildi, İç Oğuz, Dış Oğuz qeybə çəkildi, Ol Dışımız harda, İçimiz harda? Karvan ağır-ağır sürünüb gedir, Dərdinə-qəminə bürünüb gedir, O yurdda, bu yurdda görünüb gedir, Toxdayıb duracaq köçümüz harda? Köç dedilər köçdük, Allah, amandı! Ərənlər məzarda od tutub yandı. Bir kimsə demədi: İndi zamandı, Qüvvətimiz havrda, gücümüz harda? Biri qucaqlayıb məzar daşını, Axıtdı gözünün qanlı yaşını, Biri atıb getdi yar-yoldaşını, Halalmız harda, bicimiz harda? Hər anım, hər günüm əziyyət, əzab, Bilirəm şeirlə çözülməz hesab, Bircə sualıma tez verin cavab: Düşməndən almar öcümüz harda? Kardeş Kalemler Ağustos 2008 15 ağbaba türküleri Qəhri kimə isə lütfi onadır, Ağladırsa Movlam yenə güldürür. (Yunis İmrə) Amasyanın öz adıdı Ağbaba, Ağbabada viran qaldı el-oba. Ağla, ağla, kor olası gözlərim, O yerləri görərmisən bir daha?! Qaraqaşın arxasıdı Ağbaba, Göy yaylaqlar yaxasıdı Ağbaba, İllər boyu köç eləyən ellərin Arxasınca baxasıdı Ağbaba. Vədəsində durdurmadım köçümü, Alamadım yağılardan öcümü, Ağbabamı yad əllərə tərk etdim, Dönük çıxdım, əfv edərmi suçumu?! Qəm ləşkəri qoşun-qoşun yeridi, Qan-yaş tökən ala gözlər səyridi, Ağbabanın həsrətiylə ölənin Biri Huri, biri Gülgəz Pəridi. Mənsiz solar gülüm səndə, demədim, Odum səndə, külüm səndə, demədim, Məzarım da od tutacaq, Ağbabam, Qalım səndə, ölüm səndə, demədim. Ağbabanın qanlı yağır yağışı, Uzaq düşdük, eşidilmir çağırışı, Köksü üstə yürüdükcə yağılar Məni tutar, səni tutar qarğışı. Amasyanın öz adıdı Ağbaba, Ağbabada viran qaldı el-oba. Ağla, ağla, kor olası gözlərim, O yerləri görərmisən bir daha?! (İyun, 1990) Kardeş Kalemler Ağustos 2008 16 biri kim? «Azərbaycanın ağır vəziyyətə düşməyinin səbəbkarlarından biri sənsən, biri mən». Bir dostumun ünvanıma göndərdiyi məktubdan Gecə-gündüz ürəyi qan ağlayan Biri məndim, biri səndin, biri kim? Viran olmuş vətəndə can saxlayan Bir məndim, biri səndin, biri kimi? Bu dağlara çöyşüyəndə çən-duman, Bu torpağın dərdlərinə göz yuman, Düşmənindən mərhəməti pay uman Bir məndim, biri səndin, biri kimi? Dürüst sözü danışana sus deyən, Millətini alçaqlayan, pisləyən, Əcnəbiyə, yabançıya dost deyən Bir məndim, biri səndin, biri kimi? Xalqımıza oyan dedik, oyandı, Torpağımız al qanlara boyandı, O kimlərdi yarı yolda dayandı – Bir məndim, biri səndin, biri kim? Boş lafları burax, qardaş, zamandı, Səndən, məndən Vətən imdad umandı, Ya Şəhid ol, ya Qazi ol, amandı – Deyən mənəm, susan sənsən, duyan kim? Kardeş Kalemler Ağustos 2008 17 TÜRKİYE Kovuldum GAMZE KARACA Güzellik uykumun ortasında beni kucaklayıp giydirmeye çalışan babama somurtarak karşılık veriyor, verilen mamaları dilimin ısrarı ile geri tepiyordum. Sanırım 3-4 yaşlarında olmalıyım. Halk otobüsünün rutubetli havasından sonra kendimi, dev arabaların bulunduğu öcü gibi bir binada buldum. Annemin, terminal adı verilen bina hakkında sunduğu özgeçmişinden sonra, etrafta ter kokuları birikmiş olan salona girdik. Bursa’ya gidecektir. Teyzemler ve anneannemlere akraba ziyaretine gidecektik. Bebeklik yıllarım…Ailenin göz bebeğiydim. Şikayetçi olduğumu söyleyemeyeceğim. Saatimiz geldiğinde, salondan çıkıp, dev gözüyle baktığım arabalardan birine bindik. Etrafa meraklı gözlerle bakan minik bir kızdım işte. Minicik bir kız… Otobüs hareket etmeye başladığında, saat 5 veya 6 olmalıydı. Aman Allah’ım! Beni sonu gelmez bir sıcaklık ve huysuzluk başladı. Mızmızlanmama dayanamayan annem, giysilerimi çıkarttı ve ben bir atlet ve bağlı bezle kalakaldım. O anda tüm yolcular bana agu-gugu yapmaya başladı. Yetişkinler neden bebekleri her görüşünde böyle anlaşılmadık bir dil konuşuyor diye düşünürken, kendimi elden ele dolaşırken buldum. Tüm yolcular yanağıma tüy gibi bir öpücük kondurduktan sonra arkasındakine veya yanındakine veriyordu. Sıra anneme gelince, ait olduğum yeri bulabildim. Anne kucağını... Tüm yolcular beni çok sevmişti. Öyle ki; muavin amcalar bile bana majesteleri diye hitab ediyorlardı. Sonunda ise bir patroniçe olmuştum. Gece oldu. Tüm işçilerim uyudu. Annemin beni dünyalar, güneşler, okyanuslar ve aydede kadar sevdiğini söyleyip durduğu şarkıyı dinleyip, aydedeye göz kırptım. Artık yarım kalan güzellik uykumu tamamlayabilirdim. Kalktığımda dev arabadan inmiştik. Neredeydi benim işçilerim, neredeydi patroniçeliğim? Neredeydi majesteleri diyen komik adam? İnanmak güç geliyordu; fakat galiba kovulmuştum. (Temmuz-2004) Kardeş Kalemler Ağustos 2008 18 TÜRKİYE Bir Gül Dalı OSMAN ÇEVİKSOY İlhan, kendine ev yapmak üzere köy kenarında bir tarla satın almış, borçlanmıştı. İş durumuna göre bazen babamla çalışıyor, bazen yalnız çalışıyordu. Başka ustalarla birlikte çalıştığı da oluyordu. Kazandığını bütünüyle borca yatırıyordu. Babamla çalıştığı zaman, kazancı borcuna sayılıyor, eline para geçmiyordu. Çünkü babama borçluydu. İşler iyi giderse gelecek yıl yaz ortasında borcunu bitirecekti. Geniş bahçeli iki katlı, balkonlu, içiyle dışıyla göze güzel görünen bir ev çocukluğundan beri hayallerini süslemişti. Ev yeri tamamdı. Borç bitince arsanın çevresini çitle kıyılayacak, çeşitli yerlerine fidanlar dikecek; ilkbaharda, yazda, sonbaharda meyve veren ağaçlar yetiştirecekti. Sonra yavaş yavaş inşaatta kullanacağı taşı, Kardeş Kalemler Ağustos 2008 kumu, kireci, ağacı hazırlayacaktı. Daha sonra da arsanın yukarı tarafına gönlündeki evi konduracaktı. Babamın evine temelli döndüğümü kimse bilmiyordu. İlhan da bilmiyordu. Herkes misafir olarak bulunduğumu sanıyordu. Bir ay geçtiği hâlde yerimden kıpırdamadığımı ve kimsenin de arayıp sormadığını görünce, bir sabah elimde çalı süpürgesiyle avluyu süpürürken İlhan yanıma yaklaşıp sordu: “Akgül, dönmeyecek misin?” Yanımda kimse yoksa bana Akgül diyordu. Babamla birlikte bitirdikleri her binaya gerilmiş yay içinde ak gül kabartması yapıyordu. 19 Yalnız bitirdiği binalara da yalnızca ak gül kabartması yapıyordu. Onun damgası buydu. Mutlaka bu damgaların benimle bağlantısı vardı. Bunu bir gün soracaktım. “Dönmeyeceğim!” dedim. “Niye?” “Biz ayrılıyoruz!” Kulaklarına inanamadı. “Nasıl yani?” diye sordu. “Ayrılıyoruz işte!” dedim. “Boşanıyoruz! Şu an mahkemeliğiz.” Eminim sebebini merak ediyordu, sormadı. Üzülmedi. Sevindiğini de belli etmedi. Başını çevirdi, belirsiz bir noktaya baktı uzunca. Sonra döndü, hiçbir şey söylemeden konuk evine doğru yürüdü, içeri girdi, akşam yemeğine kadar çıkmadı. Nedense, yemekte de yüzüme bakamadı. O günden sonra, aramızda zaten var olan mesafeyi daha da açtı. Neler söyledi, nasıl ikna ettiyse, on gün içinde babamın onayını alarak ev yapmak üzere satın aldığı tarlanın yanındaki Tuzculara ait toprak damlı, sıvası çamurdan, iki odalı, kerpiç eve taşındı. Eşyaları gibi yiyeceği, içeceği de bizim evden gitti. Becerikliydi. Yemek yapabiliyor, bulaşık yıkayabiliyordu. Gerektiğinde hamur mayalayıp fırınlı sobada çörek bile yapıyordu. İlhan’ın oradaki hayatını asıl kolaylaştıran Tuzcu ailesi oldu. Taşındığı günün akşamından itibaren Tuzcuların Fikri onu hiç yalnız bırakmadı. Ya Tuzcularda ya da İlhan’ın fakir hanesinde hemen her akşam birlikte oldular. Köy kahvesine, köy odasına gideceklerse birlikte gittiler. Fikri’nin annesi babası da iyi insanlardı. İlhan’a evlatlarıymış gibi yakınlık göstermişler, o gelmemişse yemeğe oturmamışlardı. Baba ocağına eylül de dönmüştüm. Henüz yapraklar sararıp dökülmemişti. Göz açıp kapayıncaya kadar kış geldi, kış gitti, ilkbahar geldi. İlkbaharı da yarılamıştık ki Hamamözü’nden Sabit Ağanın arabacısı geldi. Kız bakmaya, kız istemeye, nişana, düğüne gelen yaşlı arabacı evi iyi bildiğinden arabayı avluya kadar sokmuş, babamın adıyla seslenmeye başlamıştı. Yalnızdı. Bu kez dört atlı arabayla kalabalık değil, iki atlı arabayla, yalnız gelmişti. Babam evde yoktu. Annemle ben koştuk. Biz aşağı ininceye kadar o da atların gemlerini çıkarıp başlarına torbalarını taktı. Belli ki atlar açtı. Torbalarındaki saman ve arpa karışımını iştahla, kütür kütür yiyorlardı. Arabacı neşesiz görünüyordu. “Turan Usta yok mu?” diye sordu. “Çalışıyor!” dedi annem? “Uzak mı?” “Çukurköy’de.” “Yol üstü olsaydı uğrardım. Orası sapa… Dönünce siz söylersiniz; Sabit Ağamın çok selamı var. Turan Ustam hakkını helal etsin, Akkız gelinim ve annesi haklarını helal etsinler, diyor. Kapım, hepsine, her zaman açıktır, gelip gitmezlerse hatırım kalır, diyor. Bunlar, gelinimizin eşyalarıdır, unuttuklarımız varsa kusura bakmasınlar, diyor. Kayınpederim, bizim çoktan vazgeçtiğimiz, hatta unuttuğumuz eşyaları göndermişti. İyi de etmişti. Çoğu el emeğim, göz nurumdu. Yastık kılıflarına, oda takımlarına, çarşaflara, perdelere masa örtülerine nakış nakış hayallerimi işlemiştim. Sabit Ağa gerçekten, ince düşünceli, saygılı, yüreğinde kötülük bulunmayan, mükemmel bir adamdı. Ben, bir yıl içinde en çok onu sevmiştim. Arabacı bavulları, denkleri birer ikişer aşağı indirdi. Yukarı çıkarmamıza yardım etti. Eve çıkıp dinlenmesi, yemek yemesi, hiç değilse soğuk bir ayranımızı içmesi için ısrar ettiysek de kabul etmedi. Geri dönmesi gerekiyordu. Karanlık basmadan Kayıbeli Geçidi’nden öte yana sarkmalıydı. Gece kalıp sabah gidebileceğini söyledik, onu da kabul etmedi. Gitmekte kararlıydı. Annem alelacele yukarı çıktı, az sonra da bir elinde çıkın, bir elinde ayran maşrapasıyla geri döndü. Hazırda bulunanlardan yol azığı koymuş, yola çıkmadan önce içip serinlemesi için de ayran yapmıştı. Arabacı bunları geri çevirmedi. Azığı aldı, arabaya yerleştirdi. Ayranı dinlene dinlene içti, Kardeş Kalemler Ağustos 2008 20 teşekkür etti. Atların başlarından yem torbalarını çıkarıp gemlerini taktı. Avlu içinde iki küçük manevrayla arabanın yönünü çıkışa çevirdi. arabasına bindi, kamçısını şaklatıp “deh” diyeceği sırada birden hatırlamış gibi yaparak: “Bak! Az kaldı unutuyordum!” dedi. Eminim aklımızdan çıkmayan ama bir türlü soramadığımız soruyu cevaplayacaktı. Annemle ben nefeslerimizi tutup bekledik. Arabacı renkli yün kuşağı arasından ikiye katlanmış bir zarf çıkardı, bana uzattı. “Mahkeme kararı!” dedi. Sonra: “Turan Ustama çok selam söyleyin! Hadi kalın sağlıcakla!” diyerek kırbacını hafifçe şaklattı. Çıkan ses, atlara verilen “yürü” emriydi. Atlar yürüdü. Araba avluyu yavaş yavaş çıktı. Sokakta kırbaç bir kere daha, sertçe şakladı ve atlar hızlandı. Ben, hemen oracıkta zarfın içinden çıkardığım kâğıdı okudum. Mahkeme bizi “şiddetli geçimsizlikten” ilk celsede boşamıştı. Şimdi bütünüyle özgürdüm. Artık herkese Nazif’ten ayrıldığımı söyleyebilirdim. Annemin boynuna sarılıp ağladım. Ağlayışımın sevinçten olduğunu annem biliyordu. Sevincimi biraz daha artırmak istemiş olmalı ki: “Baban diyor ki…” dedi annem. “Zengin olma değil ya, padişahın oğlu da olsa, kızıma sormadan asla…” Zenginliğin her şey olmadığını, hepimiz öğrenmiş oluyorduk. Gelen eşyalara bakmak üzere annemle yukarı çıktık. Sabit Ağa baba ocağından ne götürmüşsem, bana hediye olarak ne gelmişse hepsini göndermişti. İlhan, köyde kaldığı günler, kireç sökmeye, taş toplamaya gidiyor, konu komşudan aldığı eşeklerle ormandan odun getiriyor, bizim arabayla ırmaktan kum getiriyor, fidan dikiyor, köy çeşmesinden tenekelerle taşıdığı suyla fidanları suluyor, evinin temelini kazıyor, kuyu kazıyor, bir dakika boş durmuyordu. Tuzcuların Fikret başta olmak üzere, köy gençlerinden bazıları da İlhan’a yardım ediyordu. Yine de Kardeş Kalemler Ağustos 2008 hiçbir iş bitmiyor, bütün işler yarım bekliyordu. Yalnızdı garibim. Cepte para olsa, para da yoktu. Buna rağmen çocukluktan beri hayalini kurduğu evi yapmak için umutla çalışıyordu. Dedikodu olmasın diye, ısrarla benden uzak duruyor, bize seyrek gelip gidiyordu. Bir şey söylemese de ben anlıyordum; evi, içinde oturulabilir hâle getirir getirmez beni babamdan hatırı sayılır birine istetecekti. Mahkeme kararından sonra hiçbir şeyi saklamadık. Ağız arayıp duranlar başta olmak üzere boşandığımı merak eden herkese söyledik. Ne diye saklayacaktık ki… Evlenmek de haktı, ayrılmak da… “Vah vah! Yazık olmuş! İnsan öyle zengin bir aileyi bırakır mı? İyi yapmışsın kız, sana kısmet mi yok? Keşke boşanmasaydın, dul kadın olarak yaşamak zor…” gibi ileri geri konuşanlar oldu. Alıştık, aldırmadık. Dul kadın olarak yaşamanın zor olduğunu önceleri hiç anlamadım. Zaman geçtikçe, evlilik çağındaki gençlerden bazılarının ısrarla bana baktıklarını gördüm. Ne zaman çeşmeye gitsem, el yüz yıkama bahanesiyle bu gençlerden biri mutlaka çeşmeye damlıyor, benimle konuşmak istiyordu. Ellerimde su dolu kovalarla eve dönerken kendini göstere göstere önümden geçenler, “Ben buradayım ve seninle ilgileniyorum.” dercesine, sırf dikkatimi çekebilmek üzere birilerine seslenenler oluyordu. Bunlar arasında askerliğini yapmış olanlar vardı, henüz asker ocağına çağırılmamış olanlar vardı. Askerliğini yapıp döndükten sonra evlenmiş, çocuk sahibi olmuş bir kişi daha vardı ki midemi bulandıran da buydu. Benim evli bir adamla ne işim olabilirdi? Beni ne zannediyordu bu ahlaksız? Babama söylesem kesin haddini bildirirdi. Anneme söyledim. “Ah kızım! Dulsun ya…” dedi, gerisini getirmedi. Böyle şeyleri hemen erkeklere duyurmak doğru değildi. Rahatsızlık verirse o zaman söylemeliydiler. Allah şahit, hiçbirine yüz vermiyor, hiçbiriyle konuşmuyordum. İlhan’ın uzak duruşunu da bir türlü kabullenemiyordum. Biz aynı evin çocukları sayılırdık; bu denli uzaklık, bu den- 21 li soğukluk zoruma gidiyordu. Tuzcuların, Çankırı’dan kaya tuzu getirip sattıkları dönemde tuz deposu olarak kullandıkları metruk eve taşındıktan sonra İlhan değişmiş, sanki bizi unutmuştu. Bazı haftalar hiç uğramadığı oluyordu. Fikri’nin annesi, “İlhan da benim bir evladım sayılır.” diye kapılarını sonuna kadar açmıştı. Anlaşılan oydu ki İlhan, bizim yerimize Tuzcuları koymuştu. Koysun, onların sofrasında doysun, umurumda değildi de benim yerime Tuzcuların Hanife’yi koyarsa, işte o zaman beynim döner, dünyam kararır, ölüm bile vız gelirdi. Bir gün bahçeden döndüğümde ne göreyim, ev tıklım tıklım Tuzcularla dolu. Bir kaynana, iki gelin, Hanife ve amcasının iki kızı, hangi derenin kurdu öldüyse oturmaya gelmişlerdi. Gelen kovulmazdı. Annem buyur etmiş, ikramda bulunmuş, sonra sohbete dalmışlardı. Geldiğimde konu evlenme, ayrılma, varlık, yokluktu. Ben yanlarına girince, nedense sustular, bakıştılar, konuyu değiştirdiler. Çok geçmeden de “Tekrar geleceğiz!” diyerek kalktılar. kırdan bayırdan dolaştırıp bana getirdiler. Bu kez hiç eveleyip gevelemeden açık açık konuştular. “Yakında erkeklerimizi de alıp oğlumuz Fikri için Akkız’a dünür geleceğiz!” dediler. Ve anlattılar: Fikri Akkız’ı seviyor, onunla evlenmek istiyordu. Dul olmasının hiçbir önemi yoktu. Mademki oğulları bu kadar istiyordu; onlar da düğünle, törenle, telli duvaklı gelin olarak almak istiyorlardı. İstemeye gelince kovulmayalım diye önceden haber veriyorlardı. “Gelmeyin!” diyemedi annem. “Gelin!” de diyemedi. Durumdan memnun olduğunu belli eden bir gülümsemeyle bana baktı. Belki “Kızım, evleneceği adamı kendi seçecek.” demek istiyor, belki de “Kızım, konuşsana!” demek istiyordu. Konuşma dese de konuşacaktım. “Evlenmeyi düşünmüyorum, gelmeyin!” dedim. Herkes biraz şaşırdı. “Ama kızım!” dedi babaanne. “Ömür boyu dul yaşayamazsın ki…” Annem de benim kadar şaşırmıştı. “Yaşarım!” dedim. “Anlayamadım!” dedi. “Seni Fikri’ye mi, Hanife’yi İlhan’a mı uygun görmüşler, bir türlü anlayamadım. İkinci gelişlerinde anlarız artık.” Ne söyledilerse ters cevap verdim. Sonunda beni ikna edemeyeceklerini anlayıp kalktılar. “Hanife’ yi İlhan’a mı” derken yüreğim yanıvermişti. Az kaldı “Olmaz!” diye bağıracaktım, tuttum kendimi. “Ne halin varsa gör!” dedi. “Dul demeyip istemeye geliyorlar. Gelinlik giydiririz, düğün dernek yaparız diyorlar, sen kapıdan kovuyorsun. Fikri’den daha iyisi mi gelecek sanıyorsun? Ailesi dersen Allah için iyi aile. Durumları da iyi, koskoca Tuzcular… Dulsun diye karısından ayrılmış çocuklu adamlar bile kapımızı çalacak. Aklını başına al kızım.” “Söylenenler doğru çıkmaya başladı anne!” dedim. “Ne söylenmişti ki?” “Dul yaşamakla ilgili… Gerçekten zor olacak.” Annem başını kaldırıp biraz acıyarak, biraz tersçe yüzüme baktı. “Evlen sen de…” dedi. Kaç gün sonraydı bilmiyorum, Fikri’nin annesi, babaannesi, oturmaya geliyoruz diye tekrar geldiler. Oturdular. Sözü dağdan taştan, Annem bana, onlardan çok kızmıştı. “Aklım başımda anne! Her şeyin farkındayım! Siz beni, bir an önce başınızdan atmak istiyorsunuz. Siz benden kurtulmak istiyorsunuz. Hamamözü’ne attınız kurtulamadınız ya başınıza kalırım diye korkuyorsunuz.” Annemin gözleri doldu. Sesinin en acındıran tonuyla: “Ağzından çıkanı kulağın duymuyor yavrum!” Kardeş Kalemler Ağustos 2008 22 dedi. “Biz senin yuva kurmanı istiyoruz. Evin ocağın olsun istiyoruz. Sen bizim biricik yavrumuzsun. Mutlu olmanı istiyoruz. Başımızdan atmak istediğimizi nasıl düşünebilirsin?” kafasına indirebilirdim. Köy ortasında rezillik çıkmasın diye sabrettim. Annem doğru söylüyordu. Onların, benim mutluluğumdan, rahatımdan başka düşünceleri yoktu, olamazdı da. Hamamözü’ne verirlerken fikrimi sormasalar bile mutluluğumu, rahatımı düşünmüş olmalıydılar. Kaç baba evlendirirken kızının fikrini soruyordu da benim babam soracak… Bozuldu, başka konuşmadı, çekti gitti. Annem sessizce ağlamaya başladı. Ben, annemi anlıyordum ama geri adım atmaya niyetli değildim. Söz buraya gelmişken aklımda ne varsa söylemeliydim. Bir kızın annesinden sakladığı ne olabilirdi ki… Ne düşünüyorsam, ne istiyorsam hepsini söyledim. Annem ağladı, ben söyledim. “İlhan’dan başkasıyla evlenmem…” dedim, sustum. Günlerce anneme de babama da surat ettim. Annem babamla, babam İlhan’la konuşmuş olmalıydı ki bir akşam yatsı namazından sonra köyün hatırı sayılır yaşlıları, başlarında imamla birlikte bize geldiler. Beni babamdan İlhan için istediler. Belli ki babam haberliydi. İşi hiç zora koşmadan: “Verdim gitti!” dedi. Söz kesildi. Babam, hem oğlan tarafı, hem kız tarafıydı. Yapılması gerekenlerin hepsini o yapacaktı. Akraba, konu komşu da yardım edeceklerine dair söz verdiler. Söz böyle kesildi. Annemle ben, mutfaktaydık, konuşulanların tümünü duyduk. Konuklara önce şerbet sonra sıcak çörek ve çay ikram ettik. Hayır dualar edildi, iyi dileklerde bulunuldu. Ertesi gün çeşmede su doldururken Fikri dikildi karşıma. “Beni değil de o baldırı çıplağı mı seçtin?” dedi. İlhan’ın en yakın arkadaşından bu sözü duymak beni öfkelendirdi. Bakır kovayı kaldırıp Kardeş Kalemler Ağustos 2008 “O, zaten seçilmişti!” dedim. Fikri, İlhan’la olan arkadaşlığını bozdu. Ailesi İlhan’dan yüz çevirdi. O günden sonra evlerine, sofralarına buyur etmediler. Köyde konuşulanlara bakılırsa, İlhan’ın Akkız’la evlenecek oluşuna ağabeyinden daha çok Hanife üzülmüş ve günlerce ağlamıştı. Ancak İlhan’ı evden çıkarmadılar. Evini yapıncaya kadar oturabilecekti. Bu izni, İlhan’ı sevdiklerinden, kolladıklarından değil de köylünün çıkaracağı dedikodulardan ve yiyecekleri “vicdansız” damgasından korktukları için verdiler. Yıllarca boş durduktan sonra İlhan’ın oturmaya başladığı eski ev İskilip’ten getirilen malzemelerle iyileştirildi, güzelleştirildi. Odalardan biri yatak odası, diğeri oturma odası yapıldı. Yatak odasına çift kişilik bir karyola, oturma odasına iki somya atıldı. İki oda arasındaki boşluğun bir yanı yemek pişirmeye, bulaşık yıkamaya uygun hale getirildi. Binanın dış tarafına odunluk eklendi, İlhan’ın yaptığı tuvalet yenilendi. Dama, sızdırmaz toprak atıldı, pekiştirildi. Bir yandan da iki üç günde bir İskilip’e inilerek alışverişler yapıldı. Ve bir sabah köylü davul, zurna sesiyle uyandı. Bilen bilmeyene dedi ki: “Turan Usta kızını çırağıyla evlendiriyor.” Aynen öyleydi. Babam ikimizin de babasıydı, annem ikimizin de annesiydi. Üç gün İlhan’ın ev yapmak üzere aldığı arsada davul çalındı, halay çekildi. İki gece aşağı harmanlarda sinsin kuruldu. Üçüncü gün ikindiye doğru telli duvaklı gelin olarak babamın evinden ata bindim, İlhan’ın geçici olarak kaldığı iki odalı evinde attan indim. Gelin alma törenine babamın hatırını sayan herkes katıldı. Belki dünyanın en gösterişsiz, en kısa, en sade düğün töreniyle gelin oldum ama inanıyordum ki dünyanın en mutlu geliniydim. Yaz bitmek üzereydi. 23 Kıştan önce evimizi yapmalı, hiç değilse iki odasına taşınmalıydık. Tuzcuların evinde sığıntı gibiydik, mutlaka çıkmalıydık. Ben içinde İlhan’ın adı yazılı yüzük dışında bütün altınlarımı bozdurmaya, yarından itibaren bir işçi gibi çalışmaya hazırdım. Babamın da bize maddi, manevi destek olacağından emindik. Borçtan korkmamalıydık. Canımız sağ oldukça çalışır, kazanır, öder, üzerimizde kimsenin beş kuruşunu bırakmazdık. İlk gece bunları konuştuk. İkinci gün ne kadar altınımız varsa verip İlhan’ı şehre gönderdim. O şehirdeyken planımızı babama anlattım. Sevindi, heyecanlandı. Bütün gücüyle yanımızda olacağını söyledi. Üçüncü gün, işçiler tutuldu, araba sahipleri tembihlendi, çalışmaya başlandı. çıkılabiliyordu. Fazla eşya, kışlık meyve sebze koyabilmek için çatı yüksek çatılmıştı. Üst kat henüz iskelet hâlindeydi. Biz, bütün gücümüzle alt kata yüklenmiş, alt katı içinde durulabilir hâle getirmiştik. İnce sıvası yoktu, kireç kokuyordu, nemliydi, eksikleri vardı. Bunlar önemsizdi, umurumuzda değildi doğrusu. Eksiklerini peyderpey tamamlayacaktık. Ev bizimdi. İçinde İlhan’la birlikteydik ya gerisi boş sözdü. Çalışırken acıktığımızı, susadığımızı bile unuttuğumuz olurdu, arada bir göz göze gelmeyi, inşaatın tozu toprağı içinde mutlulukla birbirimize gülümsemeyi unutmazdık. Taşındığımız gün, annemin yapıp getirdiği çöreklerle karnımızı doyururken babam dedi ki: “İlk karşılaşmamızı hatırlıyor musun İlhan?” Babam, düğünden arta kalan parasıyla, kendi ustalığı ve gücüyle, organize yeteneğiyle, yol göstericiğiyle hep yanımızda hep işin başında oldu. Kasımın ilk günlerinde daha kar yağmadan çatıyı kapattık ve Tuzcuların evini boşalttık. Evimizde geçirdiğimiz ilk gece sabaha kadar sevinçten uyuyamadık; hopladık, zıpladık, halaylar çektik, şükrettik, ağladık… Biri bizi görse, kesinlikle aklımızı kaçırdığımızı sanarak bize acırdı. Hâlbuki biz dünyada bir mekân sahibi olmanın doyumsuz mutluluğunu yaşıyorduk. İlhan niçin sorduğunu anlamak istercesine babamın yüzüne baktı. Evimiz iki katlı, iki antreli, dört odalıydı. Odaların hepsinde ocak, gömme dolap, gömme banyo vardı. Kiler, mutfak, iki oda, odunluk, tuvalet giriş katındaydı. Kilerin kapısı mutfağa; mutfağın, iki odanın, odunluğun ve tuvaletin kapıları antreye açılıyordu. Kapısı antreye açılsa da tuvalet, dar bir koridorun sonunda, binanın dışına kondurulmuş küçük bir eklenti biçimindeydi. Giriş kapısının hemen sağından üst kata kademeli, ahşap bir merdivenle çıkılıyordu. Merdiven boşluğunun bir yanında üst katın antre kapısı, pencereleri diğer yanında yarım gömme balkon vardı. Üst katta kiler, mutfak tuvalet olmadığından odalar oldukça geniş tutulmuştu. Alt katta olduğu gibi odalar antreye açılıyordu. Balkon genişçeydi. Rahatlıkla altı kişi, sıkışılırsa sekiz kişi yemek yiyebilir, çay kahve içebilirdi. Üst katın antresinden seyyar bir merdivenle çatıya “Daha değil ustam!” dedi. “Bu ancak hayalimdeki evin kabası… Allah ömür ve para verirse, bir iki yıl sonra göreceksiniz bu evi.” “Unutmuyorum ki ustam!” dedi. Benimle evlenmiş, bir anlamda evladı olmuş, yine de babama “ustam” demekten vazgeçmiyordu. “Bu ev, o gün çamurdan yaptığın evin sahicisi oldu.” dedi babam. İlhan gülümseyerek başını iki yana salladı. Çok geçmeden kış bastırdı. Annem babam sayesinde aç kalmadık, açık kalmadık, sobamız yandı, bacamız tüttü. Çoğu zaman akşama kadar babamlarda oturduk, yedik içtik, akşam yatmaya evimize çıktık. “İki katlı ev senin neyine! Bak yapamadın, kaldı! Adam gibi tek katlı yapıp otursaydın ya…” diyenlere aldırmadık. Biz fakirdik ya, İlhan’ın kimi kimsesi, tarlası toprağı, bağı bahçesi, davarı sığırı yoktu ya, iki katlı evi yakıştıramıyorlardı. “Beceremez!” diyorlardı. Duvarsız, sıvasız, dört direk üstünde çatı durur muydu? “Rüzgâr sallayıp duruyor, bir gece uçuracak!” diyorlardı. Bir sabah kalkacaktık ki evimizin Kardeş Kalemler Ağustos 2008 24 çatısıyla birlikte üst katı yok… Biz uykudayken rüzgâr almış götürmüş… Böyle konuşuyorlardı arkamızdan. Bilmiyorlardı ki iki gönül bir olunca insan acıkmaz, susamaz, bıkmaz, usanmaz, üşümez, yorulmaz bin kez çatısı uçsa, bin kez evi yıkılsa, bin kez yeniden yapar. Hem de mutlulukla… Yine de bu sözler, bizi etkilemiş olmalı ki her sabah uyanınca, çatımız, üst katımız yerinde mi diye bakıyorduk. Gece tipi çıktı da üst kat karla dolduysa, karı temizlemeden çorba ve yufka ekmekten ibaret sabah soframıza oturmuyorduk. Dar da olsa, yarım da olsa, her sabah çatımız duruyor mu diye baksak da, fırtınalı gecelerde uçtu, uçacak diye beklesek de burası bizimdi, bizim yuvamızdı. Biz burada sıcacık hayaller kuruyorduk. Gündüz ya da akşam oturmasına gelen konuklarımız oluyor, biz onları burada ağırlıyorduk. Mısır patlatıyorduk, ıslanmış nohut kavuruyorduk, kendir tohumu ve buğday kavuruyorduk, yanına sıcacık yüreklerimizi koyuyor, konuklarımıza sunuyorduk. Konuklarımız dünyanın en güzel, en pahalı, en bulunmaz yiyeceklerini ikram etmişiz gibi memnun kalıyorlardı. Bu memnuniyet bizi sevindiriyor, mutlu kılıyordu. Kış nasıl geçti anlayamadık. Bahar erken geldi. Evimizin önünde işlenmeyi bekleyen kocaman bir bahçemiz vardı. İlhan’la ben adeta toprakla güreşmeye başladık. Belledik, çapaladık, karıklar açtık, ocaklar yaptık, bahçenin büyük bölümünü işledik, ektik. Her çeşit sebzeden bol bol ektik. Bütün bunları annemin babamın yardım ve yönlendirmeleriyle yaptık. Sonra günlerce kireç ocağına gittik, akşamlara kadar kireç söktük. Söktüğümüz kireçleri babamın atlarıyla, konu komşudan bulabildiğimiz eşeklerle ve sırtlarımızla evimizin yanına taşıdık. Çalı çırpıyı dağ gibi yığdık. Ham kireci babamın dayısının yardımıyla fırın biçiminde üst üste dizdik, adam boyundan yüksek bir kümbet oldu. Topladığımız çalı çırpıyla içinde gün boyu ateş yaktık, ta ki kalın kireç plakalarından oluşturduğumuz kümbet göçünceye kadar… Kümbetin göçmesi kirecin yeterince olgunlaştığını gösterirmiş. Öylece soğumaya Kardeş Kalemler Ağustos 2008 bırakılması gerekirmiş. Ertesi gün, külü kireçten ayırıp tokmaklarla, küskülerle kireci ezdik, eledik. Elek üstünde kalan parçaları bir kere daha ezip bir kere daha eledik. Ele güne karşı, evin dıştan görünen eksiklerini tamamladık, dış sıvasını yaptık. Evimiz uzaktan bir beyaz konak, bir beyaz köşk gibi görünmeye başladı. Ön cephesinin çatıya yakın yerinde, giriş kapısının ve bütün pencerelerinin üstünde dal dal beyaz gül kabartmaları olan bir beyaz konak ya da köşk… İlhan’a dedim ki: “Bu kadar gül ön cepheyi çirkinleştirmedi mi?” “Hayır!” dedi sertçe. “Bir defa o gül değil, ak gül, yani sensin! Sen evimizi çirkinleştirebilir misin? Daha bu ne ki? Evimizin içini, dışını, tavanını, tabanını, balkonunu, bahçesini, her yanını güllerle, özellikle de ak güllerle süsleyeceğim.” “Deli derler sana!” “Sen beni akıllı mı sanıyordun?” Gerçekten de pek akıllı sayılmazdı. Evin yapımı, borçların ödenmesi iki yılda biterken, evin süslenmesi üç yılda ancak bitti. Mecbur kalmadıkça, dışarıdan iş almadı. Sabahtan akşama kadar evin orasıyla burasıyla uğraştı. Diyebilirim ki eve harcadığımızın yarısını da alçıya, yaldıza, boyaya, fidanlara, özellikle de ak gülfidanlarına harcadık. Sonunda dışı ayrı güzel, içi ayrı güzel, rengârenk, pırıl pırıl bir yuvamız oldu. Bakanların gözlerini kamaştırdı. İçini bir gören bir daha görmek istedi. Bize, iki katlı evi çok görenler, “Helal olsun İlhan’a. Sırtıyla taşıdı, tırnağıyla kazıdı, evi bitirdi. Helal olsun!” demeye başladılar. Öve öve bitiremediler. “Adam sanatkâr! Duvarcı, sıvacı, boyacı, ressam… Her parmağında bir hüner… Kayınpederini çoktan geçti.” diyorlardı. Birkaç kere senin için böyle böyle diyorlar dedim. Her defasında kalbini gösterdi. Her defasında aynı sözü söyledi. “Asıl sanatkâr burada!” Bıkmadan sorardım: 25 “Kim oradaki?” “Akgül! Ne diyor bu çocuk?” Mutlulukla gülümser, gözlerimin derinliklerine bakar, kalbimden geçenleri sanki görür, bıkmadan hep aynı karşılığı verirdi. “Baba diyor!” dedim. “Bir gül dalı…” “Elbette doğru.” “Gülün dikeni olur, eline batmıyor mu?” “Ben o dalı bir beyaz ipek mendille tutuyorum.” Gülüşürdük. Bilirdim ki o gül dalı bendim. İpek mendil; bir zamanlar kalbimin üstünde taşıdığım, öptüğüm, kokladığım ve hâlâ sakladığım mendildi. Bunları bilmek, bunları bile bile, tekrar tekrar duymak ne büyük mutluluktu benim için. Hamamözü’nden dönüp geldikten sonra Rabbim, mutluluğumu hiç azaltmadı, sürekli çoğalttı. Nice genç kızlar dururken isteyenlerim çıktı, mutluluk. Annemle, babamla açık açık konuşabildim, mutluluk. Babam öfkelenip yeri göğü yırtmadı, zengin diye tutturmadı, anlayışla davrandı, mutluluk. Beni gönlümdeki adam istetti, babam verdi, davul zurnayla ata bindim, mutluluk. Yoksulduk, evimiz, bahçemiz, kedimiz, köpeğimiz, tavuğumuz, davarımız oldu, mutluluk. Evliliğimiz ikinci yılını doldurmadan Ömer’imiz oldu, mutluluk. Ömer iki yaşındayken Aslı’mız oldu, mutluluk. Her iki yavrumuzun da diş çıkarmaları, yürümeleri, konuşmaları, okula başlamaları, karne almaları, diploma almaları, meslek sahibi olmaları, hepsi ayrı ayrı mutluluk… İki evladımızın ikisi de önce “baba” dedi. Ömer’imin ilk baba deyişini unutmam mümkün değil. On dört numara gaz lambasının ışığında akşam yemeği yiyorduk. Ömer benim kucağımdaydı. Bir iki kere “ba-ba, baba” dedi İlhan anlamadı. Gün boyu el işinde çalıştığından oldukça yorgun görünüyordu. Ömer şarkı söyler gibi “ba-ba, ba-ba” demeye devam etti. Aynı şarkıya gündüzden başladığı için ben şaşırmadım. Sabırla onun fark etmesini bekledim. Fark ettiği an gözleri kocaman kocaman oldu. Eğildi, dinledi, doğruldu, bana baktı. Emin olmak için bana sordu: “Doğru mu?” Lokmasını aceleyle yutup fırladı, kalktı sofradan. Ömer’i kucağımdan aldı, öptü, sarıldı, havalara kaldırdı. “Aslan oğlum konuşuyor! Oğlum konuşuyor! Oğlum bana baba dedi! Aslanım benim!” diye sevincinden uçtu. “Kalk, gidiyoruz!” dedi bana. “Nereye gidiyoruz?” “Turan ustama… Torunlarının nasıl “baba” dediğini onlar da duysun.” Gidelim dediyse, gidilecekti. “Yemeğimizi bitirelim de…” diyecek oldum. “Ne yemeği be!” diye sesini yükseltti. Belki sofrada olduğumuzu bile unutmuştu. Kalktık, hazırlandık, birimizin kucağında çocuk, birimizin elinde gemici feneri vardık babamlara. Şaşırdılar. Hatta sadece şaşırmadılar biraz da korktular. Ömer’e bir şey oldu da böyle apar topar geldik sandılar. Durumu anlatınca rahatladılar. Asıl sonrası komik. Ömer bir kerecik bile “ba-ba” demedi. Uykuya dalıncaya kadar uğraştık “ba-ba” dedirtemedik. Evliliğimizin beşinci yılında bir sıcak haziran günü kuyuda su bitinceye kadar bahçeyi sulamış, yorulmuş, yetiştirdiğimiz ağaçlardan birinin gölgesine oturmuştuk. Az ötemizde oynayan Ömer’le Aslı da yanımıza gelmişlerdi. Hepimiz küçücük bir ağacın gölgesine nasıl da sığmıştık. Ömer babasının, Aslı benim dizimdeydi. İlhan, yeni yetiştirdiğimiz, henüz meyveye durmamış kiraz, dut, erik, elma, armut, ayva ağaçlarına, kocaman kocaman açmış, sarı, kırmızı, pembe, beyaz güllere, tek katlı, eski evler yanında saray kadar ihtişamlı görünen evimize ve bize uzun uzun, hayranlıkla baktı. Bir şey söyleyeceğini hissettim. Ne söyleyeceğini merak ettiğim için gözlerimi üzerinden ayırmadım. Kardeş Kalemler Ağustos 2008 26 “Kendimi bileliden beri hayalini kurduğum yuva buydu Akgül.” dedi. Çocukların başlarını okşadı, uzandı, elimden tuttu. Benimleyken yüzünden eksik etmediği sıcak gülümsemesiyle gözlerime baktı. “Nereye baksam seni görüyorum.” dedi. “İçeride, dışarıda, tavanda, duvarda, ağaçta, yaprakta, her yerde sen varsın. Sen de kendini görebiliyor musun?” “Hayır!” dedim, hiç düşünmeden. Şaşırdı. “Hayır mı?” diye sordu, kırılmış bir sesle. Sonra “Ben, bunca yıldır boşa mı çalıştım?” dercesine yüzüme baktı. “Bu evin, bu bahçenin her yerinde benden önce sen varsın.”dedim. “Senin emeğin var, yüreğin var. Ben senden başkasını görmüyorum. Ömrüm oldukça bu böyle kalacak.” Bu gerçekten böyle kaldı. Şimdi o yok. Emaneti teslim edip gideli on yılı geçti. Emir büyük yerdendi, karşı duramadık. Ömrü o kadarmış dedik, kabullendik. Her bahar İstanbul’dan dönüp de bu eve girince, bu bahçeye çıkınca onunla yaşıyormuş gibi oluyorum. Ekiyorum, dikiyorum, yetiştiriyorum, geçmişlerimin canları için dağıtıyorum. Baharın, yazın nasıl geçtiğini anlamıyorum. Bir de bakıyorum ki havalar soğumuş, sonbaharın sonu gelmiş. Beni oğlum da kızım da anlayamadı. Sen anlayabildin mi gazeteci oğlum? Sorduğun her soruya saklamadan, gizlemeden ve utanmadan cevap verdim. Sen olsun beni anlayabildin mi? Bana, şu ruhsuz, soğuk, asık suratlı, karanlık evde otur diyorlar. Ben, geçmişi olmayan, geleceği meçhul, beton yığını içinde oturabilir miyim? Bana hiçbir şey söylemeyen, sağır, dilsiz bir evde oturabilir miyim? Eski ev üstüme yıkılırsa, ölürmüşüm. Anılarım yerle bir olduktan sonra, ben yaşasam neye yarar? Ev bu gazeteci oğlum; eskiyor, çürüyor. Mendil değil ki yıkayıp katlayıp koynunda saklayasın! Beni, evlatlarım anlayamadı, sen anlayabildin mi gazeteci oğlum… Kardeş Kalemler Ağustos 2008 1000. Yýlda 1000 Cumhuriyet Altını Ödül Doðumunun 1000. yýlý dolayýsýyla KAÞGARLI MAHMUT YILI ilan edilen 2008 yýlýnda, Türk Dilinin Ýlk Gramer Kitabý Kaþgarlý Mahmut’un Kayýp Eseri KÝTABU CEVAHÝRÜ’N NAHV FÝ LUGATÝ’T TÜRK’ü bulana AYB tarafýndan 1000 Cumhuriyet Altýný ödül verilecektir. Duyurulur. 27 TÜRKİYE Islak Güneş OĞUZ ATAHAN BAŞARAN On üç yaşındaydım ve babamın altıncı tayin yerine taşınmıştık. Taşınmamız yıl içine denk geldiğinden yeni okuluma kaydım hemen yapıldı. Okul biraz garipti. İki bahçesi vardı ve ikisi de okulun ön tarafındaydı. İlerideki sitenin dört bloğu bahçeler arasındaki boşluğa taşmış, hatta okul binasıyla nerdeyse yapışık hâle gelmişti. Okul çağı gelmemiş çocuklar teneffüslerde birinci sınıf öğrencileriyle oynarlardı. Teneffüsün hemen ardından da bazı çocuklar balkonlara çıkar, sınıf pencerelerinden bakan öğrencilerle karşılıklı işaretleşirler, atışırlardı. Sınıfımızda, pencere tarafında oturan Orkun adında bir çocuk vardı. O kuru tahta sıralarda otururken bulutlu, çoğu zamanda yağışlı kış günlerinde ara sıra gökyüzünde beliren güneşe yüzünü döner gözlerini kapatır, sanki bütün sıcaklığını içine çekerek hissetmeye çalışırdı. Okul futbol takımındaymış. Ben geldikten bir hafta sonra takımdan ayrılmak istediğini söyledi bana. Hasta olduğunu öğrendim. Hastalığı oldukça ilerlemişti ama dışarıdan hiç de öyle gözükmüyordu. Orkun, birkaç maçına da moralsiz olduğu için, son anlarında girdi oyuna. Daha sonra da hiçbir şekilde oynayamaz oldu. Yine gözlerini güneşe çevirip, kapatmıştı. Zil çalınca beni yanına çağırdı, gittim. Pek az konuştuk. Sonra birlikte kantine indik. Kantinin yeri de tıpkı bahçenin planı gibi garipti. Arabaların bahçeye ulaşmak için kullandıkları uzak yoldan yürüyor, sokağa çıkıyor tekrardan malların ve öteki erzakların getirildiği arka kapıdan giriyorduk okula. O ısmarladı aldıklarımızı. Çıkartıp parayı vermek istedim, müsaade etmedi. Ödeşiriz dedi. Samimiyetimiz oldukça ilerlemişti. Bir gün beni evine davet etti. Çok güzel bir evleri vardı. Eşyalar baştan aşağı özenle dizilmişti. Ben hayranlıkla etrafı seyrederken, bütün bu güzelliklerin sahibi olan, Orkun’un annesi içeri girdi. Elindeki pasta, börek ve kekleri bütün sevecenliğiyle masaya bıraktı. Sürekli gülümsüyordu. Biz; Orkun’un odasına geçtiğimizde annesinin özenle misafiri ağırlama zevkinin sade ve içten olduğunu fark ettim. Şefkat ve merhametin tüm ayrıntıları yüzüne yansıyan annenin tüm ilgisinin daha çok Orkun’a olduğunu fark ettim. Orkun’un odası, daha farklı ve daha güzel döşenmişti. Belli ki bazı konular gözetilerek yerli yerine koyulmuştu... Orkun, bana izlediği filmlerden bahsediyor, sürekli konuşuyordu. Sanki bütün bildiklerini benimle bir an önce paylaşmak istiyordu. Bazen öyle hızlı konuşuyordu ki, sanki söyleyeceklerini bir an için anlatmasa unutacak gibiydi... Yutkunuyor, tekrar soluklanmayla birlikte kelimeler ağzında dökülüveriyordu. Sonraki birkaç gelişimde de filmlerden, havadan sudan konuştuk. Her gece dolunayın görüldüğü bir köy varmış. Bu köyde, tek kızı olan adamın biri ölmüş. Adamın kızı, iki yıl aradan geçtikten sonra sürekli karşıdaki tepenin üstüne birinin gelip beklediğini görüyormuş... Tepenin etrafını dolanıp, adamın durduğu yere gittiğinde kimseyi bulamıyormuş. Her gece bu olay tekrarlanınca, bir gün oradan hiç ayrılmamış ve bir kayanın arkasında gizlenmiş… Adamın geleceği vakit yaklaşmış. Tam o anda Kardeş Kalemler Ağustos 2008 28 omzuna bir el dokunmuş. Arkasını dönünce küçük bir kız görmüş… Kızla konuşmuş… Sonra, gerçek sandığı bu olayın sadece bir hayal olduğunu, hayalin beyninde canlanarak hayalete dönüştüğünü ve kendisin de bir hayaletle konuştuğunu düşünmüş. Sürekli hayalini gördüğü kızın, fotoğrafını aslında daha önce de görmüş… Kendi fotoğraf albümünde altı yaşındayken çekilmiş vesikalık bir fotoğraftı bu...- Pek bir şey anlamasam da, Orkun’u kırmamak için; “Yâ, hayret, Allah, Allah…“ gibi şaşkınlık ifadeleri kullanıyordum… Orkun devamla; “ Filmin sonunda babası kızı uçurumdan aşağı atıyor. “ dedi. Babası ölmemiş miydi, dedim. “ Evet ”dedi. Uçurumun kenarına gelen hayalet babasıymış… lem ve ruhuna bir ışık gelir gibi oldu… Hepimiz çok sevinmiştik, Orkun gelecek diye… Ama Orkun bir türlü gelmedi… Sonradan öğrendik ki Orkun ölmüş. Yakalandığı amansız hastalığın son nöbetini atlatamamıştı… Sonraki üç ay da hep birlikteydik ve kantine de hep birlikte gidiyorduk. Benim para ödememe hiçbir zaman razı olmak istemiyordu. Bizimle beraber gelen arkadaşlara da ödettirmiyordu. Normalde sürekli onun etrafında dönüp dolanan arkadaşları, saygılarından olsa gerek, bizimle birlikte kantine gelmemeye başladılar. Çok sonraları öğrendim ki Orkun, güneşli bir günde, yine her zamanki gibi, gözlerini kısarak gökyüzüne uzun uzun bakmış… Adeta güneşi yudumlarcasına derin derin nefes alarak içine çekmiş. Babasına dönerek; “Güneş neden ıslak baba?” diye sormuş sonra da, hastalığın şiddetli nöbetine teslim olmuş. Ancak, nöbetten hemen sonra ölmemiş… Hasta beyni bitkisel hayata girmiş… Doktorlar artık bir daha gözlerini açamaz demişler. Babası ölümün gerçekleştirilmesi için, çaresiz onay vermiş… Üç ayın sonunda tedavisinin devamı için, Orkun Ankara’ya gitti. Bir gün kız öğrencilerinden biri sınıfta sevinç çığlıkları atıp, Orkun’un yakında geleceğini söyledi. Herkesin içine tatlı bir öz- Kardeş Kalemler Ağustos 2008 Mezarının yerini çok merak ediyordum. Çünkü en azında mezarının başında, O’na söyleyemediklerimi şimdi daha bir cesaretle anlatmak ve onunla dertleşmek istiyordum. Fakat hiçbir zaman öğrenemedik. Rüyalarıma girdi. Ben de tıpkı bir hayalet gibi süzülüp Orkun’un karanlıklar içerisindeki mezarına çiçek bırakıyordum. Bir hayalet daha vardı. Mezarın başından hiç ayrılmıyor, - böyle olsun istememiştim - diye yakınıyordu. 29 AZERBAYCAN Şirinlik ÂGİL ABBAS Metronun bitişiğindeki saatin altında bir kız duruyordu. Kız çok güzeldi. Bu güzel kız, ikide bir saate bakıyordu. Güzelliğinin, etrafındakilerin dikkatini çektiğini anlamış, bu yüzden yanaklarına bir kızarıklık çökmüştü. Mahcubiyetle başını öne eğmişti. Elinde antenli bir radyo, ayağında uzun burunlu bir çizme, başında bir kep olan yeni yetme bir delikanlı, deminden beri bu kızın etrafında dolanıyordu. Kıza yakınlaşmak istiyor, neden çekiniyorsa ihtiyatlı davranıyor, kızın yanına yanaşmaya cesaret edemiyordu. Birdenbire bana öyle geldi ki, bu kepli delikanlı kıza yanaşsa, onun güzelliğine halel getirecek. İçimde bir merak uyandı ki, bu delikanlı kıza yanaşmasın, bırakmadım. Ama gör nasıl? Delikanlıya, “Genç, bu kızın etrafında dolanıp durma,” demek olmazdı. “Sen kimsin?” diye sorardı. Delikanlının kafasını karıştırmayı düşündüm. Ama nasıl yapacaktım? Delikanlı radyosunu kapattı, kepini gözünün üstünden yukarı kaldırdı. Kendine çeki düzen veriyordu. Gecikmek olmazdı. Atıldım. “Selam!” Kıza öyle hoş bir selam verdim ki, güya kız beni bekliyormuş… Keşke bana sert çıkışma- saydı, keşke anlasaydı… Kız, afalladı, selam verdiğime şaşırdı. Başını kaldırıp yüzüme baktı, konuşmadı, omuzlarını silkti. “Size selam verdim!” “Selam!” Kendimi kaybetmiştim. Nereden başlayacağımı bilmiyordum. Etraftan bakan bir sürü insan vardı. “Biliyor musunuz, rica ederim beni yanlış anlamayın. İstiyorum ki, burada yalnız durmayasınız. İzin verin, beklediğiniz kimse, gelene kadar size eşlik edeyim, sonra… Kız, sözümü yarıda kesti: “Niye? Beni yerler mi? “ Hayır. Allah etmesin! Nasıl desem bilmiyorum. Şu kepli oğlan buradan gitsin istiyorum. Görmüyor musunuz, deminden beri gözlerini buraya dikmiş bekliyor. Sizi rahatsız etmesinden korkuyorum.” “Çok sağ olun. Gerek yok.” “İnandın mı? Ben kötü bir niyetle söylemiyoKardeş Kalemler Ağustos 2008 30 rum.” ru yaklaştı. “Yüreğinizin ne derce temiz olduğunun benim için hiçbir önemi yok. Belki de o kepli oğlanın yüreği sizinkinden daha temizdir! Sadece kepi biraz büyük. Rica ediyorum, şimdi beni rahat bırakın. “Sigaran var mı?” Kepli oğlan, yüzünü buruşturup iskemleye oturmuştu. Bizim konuşmalarımızdan, tanışık olmadığımızı anlamıştı. Eğer ben, morali bozulmuş olarak kızın yanından ayrılırsam kahkahayla gülecekti. Bu gülüş de benim içerime işleyecekti. “Dost, bağışla, ben sigara içmiyorum.” “Hiçbir yere gitmeyeceğim. Beklediğiniz kişi gelene kadar burada bekleyeceğim. Sizden hoşlandığımı da düşünmeyin. Düşündüğünüz kadar da güzel değilsiniz. Bunu da bilesiniz.” Deyip farkında olmadan sinirlendim. “Bir dakika bekle,” dedim, koşarak gidip oğlandan bir sigara alıp getirdim verdim. “İltifatınız için çok sağ olun! Çok da medeniymişsiniz!” Kız öyle şaşırdı ki! Geriye dönüş yoktu. Gömleğinin cebindeki sigaraya baktım; Gücün yete, polis de seni kınamaya, şunun ensesine bir iki tokat atasın! diye düşündüm. “Yoksa futbolcu musun?” Lanet kör şeytan! Durduğum yerde belaya çattım. Gözüm biraz ötede sigara içen bir oğlana ilişti. Sigarayı dudakları arasına aldı, yakıp derin bir nefes çekti. Sigaranın dumanını havaya bırakan oğlan; “Bir şey değil.” “Yahşi oğlansın!” dedi ve geri dönüp aynı yerine oturdu. “Ben sizi kovsam nasıl olur?” “Herhalde korktun! “Kovamazsınız. Beni kovsanız, o kepli oğlan vallah ilişecek size. Siz, yakanızı onun elinden zor kurtarırsınız.” “Nasıl? Onun kepini görmedin mi? O kepten, bana bir ceket çıkar. “Size demin de dedim. Ne biliyorsunuz ki, o kepli oğlanda daha medenisiniz. Bencillik iyi bir şey değil, Genç oğlan!” Kız istihza ile “Belki gelip bana bir laf attı, ne yaparsın? Kaçar mısın? “Medeni olan adam, böyle yerde radyonun sesini sonuna kadar açmaz.” “Duymadın mı? Köroğlu, kaçmak da yiğitliktendir! demiş.” Sanki bu sözüm tam yerine oturdu. “Sen kaçarsan, o da benim yanımda kalır. Ne biçim nöbetçisin! “Ne söylüyorum, duruyorsanız durun. Ama benim arkadaşım şimdi gelecek, o zaman vay sizin halinize. Eğer korkmuyorsanız bekleyin burada.” “Niye ki? Ben kaçınca onun kepini de alıp kaçarım. O da başlar beni kovalamaya, seni de unutur. Ben gülümsedim. İkimiz de güldük. “Siz her gördüğünüz güzel kıza nöbetçi mi oluyorsunuz?” “Tuhaf bir oğlansınız. “Bu ilk defa oldu.” O anda kepli oğlan yerinden kalkıp bize doğKardeş Kalemler Ağustos 2008 “Olabilir.” “Hah, sizin nöbetiniz tamam oldu, benim beklediğim geldi” 31 “dönüp baktım, öyle kendi gibi bir kızdı gelen. “Selam! Koşa koşa geldim. Öğretmen geç bıraktı” diye, adını bilmediğim güzel kızla konuştu ve gözü ile işaret ederek sordu ki, bu kimdir? “Sahi ben bu kız için kimdim ki? Bakalım nasıl takdim edecek? “Tanıştırayım Leyla, bu benim nöbetçimdir.” Leyla, keşikçi… Leyla şaşkınlıkla yüzüme baktı, sonra dönüp arkadaşına gözlerini dikti. Birden üçümüz de gülmeye başladık. “Tamam, sağ olun, biz gidelim!” “Güzel kız elini çantasına atıp çikolata çıkardı. “Bu da senin zahmetinin karşılığı,” deyip gülümsedi. “Selametle kalın! Çikolata için de sağ olun!” Sizi götüreyim dahi diyemedim. Metroya girdiler. O anda gördüm ki, kepli oğlan, oturduğu yerden katlı, radyosunu koltuğuna aldı ve metroya yöneldi. Karşısına geçtim, göz göze geldik, karşı karşıya bir hayli bekledik. Sordum: “Sigaran var mı?” Gülümsedi, çıkarıp bir sigara verdi, kendisi yaktı. Sonra yüzüme baktı, baktı… “Eh uçurdum” deyip elini salladı, metroya girmedi, çıkıp gitti. Bir çocuk yanıma durmuş, elime bakıyordu. Deminden beri elimde çikolatayı tutuğumu unutmuştum. “Al” diye çikolatayı çocuğa uzattım. Çocuk sevinçle çikolatayı aldı; Sağ ol, emi can,” deyip fırladı. Ceyhun Atıf Kansu Cad. 45 Sok No:13/2 Balgat –ANKARA Tel: 0.312.287 80 43 Faks: 0.312.287 80 53 e-posta: bilgi@ayb.org.tr Ama kız, gerçekten de çok güzeldi… Kardeş Kalemler Ağustos 2008 32 Kardeş Kalemler Ağustos 2008 33 KAZAKİSTAN Tansulu* ĞARİFOLLA ESİM ÇEVİRİ: DAMİRA ÖMÜRKAZAKKIZI - Anne, anneee, diye ağlayan kızının sesini duyar duymaz, dışarıya fırlayan beybişe1 eve doğru koşarken düşen Tansulu’yu, yerden kaldırıp kucağına aldı. Kızının yüzüne baktığında kalbi sanki duracak gibi oldu. Tansulu bembeyaz, baygın yatıyordu. Beybişe çocuğunun nabzını yokladı. Kalbi çok yavaş atıyor, hiç bir şey hissetmiyordu. Cin çarpmış veya nazar değmiş olabilir diye köy mollasını çağırıp birkaç kere dua okuttu. Fakat çocuk bir türlü iyileşmedi. Çaresi tükenmiş olacak ki beybişe falcı nineyi çağırttı. Falcı ninenin nereden geldiğini, kim olduğunu hiç kimse bilmezdi; ancak kendisini, herkes tanırdı. O da sanki bu daveti çoktan bekliyormuşcasına anında çıkıp geldi. Falcı, Tansulu’nun etrafında iki üç kere döndükten sonra, hayatında hiç çocuk görmemiş gibi ona bakarken gözleri faltaşı gibi açılıyordu. Kafasını sallayıp anlamsız bir şeyleri mırıldandı. Hemen hastanın yanına oturup nabzını yokladı. Sonra nabız atışını dinlercesine başını öne eğerek Tansulu’nun ellerini kulağına dokundurdu ve kafasını kaldırıp eliyle yavaşça çocuğun gövdesini okşadı. Her hareketi göz açıp kapayıncaya kadar yapıyordu. Bütün bunları yaptıktan sonra beybişeye geri çekilmesi için işaret etti. Başka zaman olsa kendisine emir verene gün yüzü göstermeyen beybişe bu sefer falcının dediğini usluca dinleyip hemen oturduğu yerden kalktı. 1 Beybişe - Birkaç hanımı olan beyin büyük hanımına denir. Genelde en büyük hatun (beybişe) köyünün hanımlarını idare ederdi. Tansulu, beybişenin en küçük çocuğu, bu - Gülüm, n’oldu sana, n’oldu bir tanem? diye söylendi. O anda başka bir şey diyemedi. Akşam yemeği hazırlığındaki kadınların hepsi çiçeğe konan arı gibi bir anda orada toplanıverdi. Az sonra kendine gelen beybişe etrafındakilere baktı. Kaşları çatık, yüzü çok soğuktu. Hanımlar onun keskin bakışından çekinip dağılmaya başladılar. Cesaretini toplayan birisi baygın yatan Tansulu’yu kucağına alarak eve götürüp yatırdı ve sessizce çıkıp gitti. * Tansulu - kız ismi. Sulu, güzel demektir. Yani tan (sabah) güzeli anlamında bir isim. Kardeş Kalemler Ağustos 2008 34 sene on yaşına giriyor. Validesi ona gözbebeği gibi bakıyor, çok da nazlı bir kız. Böyle olmasına rağmen aniden karşısına çıkan bu durum beybişeyi şaşkına çevirdi. kesip, etini kaynatıp suyunu içirin. İyileşecektir inşaallah. Tansulu’nun nabzını tuttuğu gibi, onun yüzünden bakışlarını hiç ayırmayan falcı kadın durmadan bir şeyler söylüyor. Ağlamaklı bir sesle söylenen jır2 uzun sürdü. Ara sıra çıkan, kırılan mızrap sesine benzer bir ses beybişeyi çok etkiledi. Kazakça olmasına rağmen ne kadar dikkatli olmaya çalışsa da beybişe tek kelime bile anlayamadı. Aradan ne kadar zaman geçtiği de belirsizdi. Divane kadın jırı bitirdiğinde diğer elini çocuğun alnına koyarak: - Evet, Allah bir, Tanrı haktır, deyip falcı yerinden fırlarcasına kalktı, sonra tekrar oturdu. Kalkıp yine oturdu. - Nereye gittin, Tansulu? diye sordu. - Gölün kenarına, dedi çocuk gözlerini açmadan. - Göl yanındaki yamaca çıktın mı? Çıktın mı yamaca? - Evet çıktım! Tansulu titremeye başladı. Bunun üzerine ihtiyar tekrar jır söylemeye koyuldu. Az sonra soruya geçti. - Ne gördün? Ne gördün? Söyle bakalım. Hadi söyle! - Dilenciyi gördüm. Anne, annee, annee! Tansulu yine bayıldı. Tekrar başlayan jır soruyla devam etti. - Kimi gördün? Genç mi, ihtiyar mı? Peri mi, melek mi? - İhtiyar kadını gördüm. Burnu yok, suratı çok korkunç. Korku-yo-ru-m. - Biçare, zavallı, zavallı, zavallı, bigünah, diye kime hitaben söylediği belirsiz bir şeyler fısıldadı da beybişeye bakarak net bir şekilde: - Tansulu’nun durumu çok iyi. Öğlene doğru yemek verebilirsiniz. Ancak çok korkmuş. Kendine gelince olayı hiç hatırlatmayın. Zamanla unutacak. Şimdilik yatadursun. Zaten uykudan uyanmış gibi kalkacak. Hiç bir şey olmamış gibi davran, beybişe. Siyah koyunu 2 Jır - kafiyeli mısralar, şiir. Kardeş Kalemler Ağustos 2008 - Amin. Allah razı olsun. Falcının hemen kendine gelemeyip kıpırdanması beybişenin dikkatini çekti. Elini omuzuna asılı torbasına koyuşundan onun fal açmak istediğini anladı çocuğun annesi. Çok da sevindi. Çünkü beybişe fala şüphesiz inanırdı. Beybişenin gönlündekini hisseden divane torbasından kumalak denilen ufacık taşları alıp önüne serpti. Ve onları karıştırarak kendi kendine söylenip biraz oturdu. - Kadına güzelliği mutluluk da getirebilir, hasret de. Çocuğa iki yol gözüküyor, doğuya ve batıya. Fakat benim kumalaklarım tam yönü bir türlü gösteremiyorlar nedense. Çok zorlanıyorum. Bence kızınız kendi geleceğini bir şekilde yorumlamış, anlamış olmalı. Hayret! Hayret! - Tansulu, dilenci kadın. Yok, yok, olamaz. Herhalde damarım çekilip, iyice yaşlanmışım. Net bir şey söyleyemem. Söyleyeceğim tek şey, bugün hemen başka bir yere taşınmalısın. Tansulu’yu görsem aklım karışıp devamlı saçmalarım. Neyse ben gidiyorum beybişe, deyip hızlıca çıkıp gitti. Beybişe söylenenleri anlayıp toparlanana kadar falcı ortadan kayboldu. Bir daha da onu gören olmadı. Hasta filan olduklarında hemen ona koşan köylüler için yeri ne kadar belli olsa da zamanla o da unutuldu. Ancak ihtiyarın son sözlerini beybişe ne kadar aklından silmeye çalışsa da bir türlü unutamadı. Tek hayali, Tansulu’yu evlendirmekti. “Kız çocuğu ya, nasıl olsa anne babanın yanında kalmayacak. Tansulu büyüse de gelin etsem. Elhamdulillah nişanlısı da iyi birisi, kahraman Sengir’in torunlarından. Tam benim kızıma eş olacak yiğit… Evet, her şey var, zenginlik de saygı, hürmet de eksik olmadı. Sadece falcının gizlediği neydi acaba?” Beybişe gece gündüz bunları düşünürdü. 35 Böylece aradan yıllar geçti. Tansulu da büyüdü. Güzelliği dillere destan oldu. Bir içim su dersin. Onu görmeye gelenler gün geçtikçe çoğaldı. Ama onların hiç birisine dönüp bakmadı bile güzel kız. Ancak; daha kendisi, bir kere dahi olsun yüzünü görmediği, büyüklerin kendi aralarında anlaşmasıyla sözlendiği nişanlısını özlüyordu. O da yakışıklılığıyla, kahramanlığıyla tanınmış. İsmi Joykın’mış. Yengesinin söylediğine göre Joykın bu sene ilk defa nişanlısını görmeye gelecek. Daha önce hiçbir erkek ile tek başına kalmayan Tansulu için bu görüşme bir yandan korku da veriyor. Tansulu böyle hayal dünyasında gezerken beklenmedik bir olay oldu. Komşu Kalmaklar ile Kazak Beyleri arasında vuruşma, dövüşme sık sık olurdu. Öyle olmasına rağmen savaş dışındaki zamanlarda iki halk arasında deyiş tokuş eksik olmazdı. Günlerden bir gün Tansulu’nun babası ile akrabalarını, Kalmak Bey’ini misafirliğe davet etmiş, ağırlamıştı. Yazın, sıra Kazaklara geldi. Yüz kadar Kalmak beyleri Kazakların misafiri oldular. Onlarca sığır, koyun kesilip yemek dağıtıldı. Koşu, at yarışı, güreş v.s. pek çok gösteri düzenlendi. Oraya yengeleri ile birlikte Tansulu da gitmişti. nı acıtırcasına ısırdığını bile farketmedi. Tam o sırada Kalmak Bey’i de keskin bakışlarıyla ona baktı. Tansulu utancından kıp kırmızı oldu. Kalmak Bey’i bunu kendine göre yorumladı. Genç yiğit, Tansulu’yu buraya geldikleri günün ertesinde görmüştü. Bugüne kadar görme imkânı olmamıştı. On nişancının hiçbirinin akçeye nişan edememesinin de sırrı vardı. Kazaklar kendi aralarında; nişan 33 etmeyelim, öyle yaparsak misafirlere saygısızlık etmiş oluruz, akçeyi Kalmaklar düşürsün, diye anlaşmışlardı. Kalmaklar’ın Ağa Bey’i de kendi yiğitlerine aynı şeyi söylemişti. Ancak onun düşüncesi başkaydı, Tansulu’nun gözüne girmek. - Kendisi mi çıkıyor? Ortaya çıktığında, Kalmak nişancılarından biri koşarak gelip ona okunu sundu. Bey almadı. Sahadan çekilen Kazak beylerinin yanına gidip birisinin ok ve yayını aldı ve hemen nişana dönerek yayını gerdi. Fırlayan ok, kaşla göz arasında sırık ucundaki akçeye değerek yere düşürdü ve ileri uçtu. Artık ona bakan kimse olmadı. Herkes Kalmak Bey’ine övgü yağdırmakla meşguldü. Bey, yavaş yürüyerek yerde yatan kırmızı kumaşı alıp ağırlığını ölçer gibi bir hareket yaptı. Sonra Tansulu’nun önüne geldi. Eğilerek akçeler konan kumaşı kıza sundu. Tansulu beklenmedik olay karşısında ne yapacağını şaşırdı. Yengesinin “al, yiğidin sunduğunu geri çevirme “ diye ısrar etmesiyle oturduğu yerden kalkarak, Kalmak Bey’inin elindeki akçeyi aldı. Bakışlarından ikisi de ne demek istediklerini anladılar. Biri “Ben sana âşık oldum “ diyor, diğeri “Benim sevgilim var” diyordu. Bey, derin bir ah çekti. Oyun devam etmekteydi. Fakat Tansulu’yu da, Kalmak Bey’ini de çekmiyordu artık. Tansulu yengesiyle eve döndü. Gelir gelmez hıçkıra hıçkıra ağladı. Yengesi ise onu avutmaya çalışıyordu: - Sanki nişancısı mı yok? diye millet fısıldaşmaya başladı. - Yerkem3, n’oldu sana? N’oldu böyle? Allah korusun Kalmak Bey’ine âşık olmayasın? Tansulu, Kalmak Bey’ine baktığında kendi kendine utandığını, yüzünün kızardığını hissetti. “ Acaba Joykın da bunun gibi yakışıklı mı? “ diye düşündü. Nişanlısını hiç tanımadığı birisi ile kıyas ettiğinden utanarak dudakları- - Ablacığım, Joykın ne zaman gelecek? Nişanlısı olduğum gerçekse niye çabuk gelmiyor? diyordu, durmadan. Uzun sırıkların ucuna kırmızı bez parçasına bağlanan gümüş akçeler asılıp meydana dikildi. Oyun kuralına göre yüksekteki akçeyi nişan alana ödül olarak at verilecekti. İki tarafın beşer nişancısı ortaya çıktılar. Sırayla ok attılar. Akçeyi düşüren olmayınca sunucu “Çıkacak olan var mı? “ der gibi önce Kazaklara, sonra misafir Kalmaklara baktı. - Ben denemek isterim! diye Kalmaklar arasından birisi çıktı. Ortalık bir an süt liman kesildi. Az sonra: - Vay, bu Kalmak Bey’i değil mi? 3 Yerkem - Kazak âdetlerine göre yenge kayın, görümcelerine isim takar. Yerkem, Tansulu’ya yengesi tarafından verilen Nazlım anlamında bir isim. Kardeş Kalemler Ağustos 2008 36 Yenge, görümcesinin büyüdüğünü farketti. “Joykın’a haber vermeliyiz. Gelsin, görsün. Evlendirmeliyiz.” diye düşündü. Çok geçmeden düşüncesini gerçekleştirdi de. Tansulu, Joykın’ı çok sevdi. Her şeyini beğendi, ancak ne zaman Kalmak Bey’ini hatırlasa tüyleri diken diken oluyordu. Birkaç kere bu durumu kocasına söylemek istediyse de yengesinin “Beyine hiç bir zaman bütün sırrını verme. Ne kadar samimi olma niyetin de olsa gün gelir gönlü soğur. Başka kadınlara bakmaya başlar.” diye ettiği nasihati hatırlıyordu. elini gezdirdi. Sonra yanındaki genç kadının kulağına bir şeyler fısıldadı. O da hemen çıkıp gitti. Az sonra tekrar odaya dönen kadın “tamam, anlaştık” der gibi başını salladı. Kazaklar ile Kalmaklar arasındaki birlik uzun sürmezdi. Her an savaş çıkabilirdi, dövüşür, vuruşur, kan akıtırlardı. Geniş Kazak bozkırlarının bir ucunda beklenmedik bir anda savaş çıkması sıradan bir olaydı. Böyle zamanlarda az önceki dostluk, sevgi, dilek, dua ve huzur süt gibi kesilir, iki halk eski kini hatırlayıp vuruşmaya kalkardı. Halkın huzuru, kahraman beylerin uykusu kaçardı. Joykın, yiğitleri ile birlikte savaşa girdi. “Ey zalim, beni beyin kendisi ile görüştür. Çocuğu düşürüp düşürmemeye, bey ile ikimiz karar vereceğiz. Haydi, çabuk ol!” dedi. Tansulu gelin olalı, dört beş ay olmuştu. Erkekler savaşa gittiğinde köyler genelde savunmasız kalırdı, düşman da böyle anları değerlendirmeye çalışırdı. Çoluk çocuk, kadınları öldürürlerdi. Joykın’ın köyü de kendisi yokken düşman askerinin acımasız saldırılarına sahne oldu. Öğlene kadar, düşman köyün etrafını sardı. Askerbaşı bir zamanlar Tansulu’ya gönül veren Kalmak Bey’i imiş. Peşini bırakmadığı belliydi. Askerler, canavarca davranıp kendileriyle birlikte götürmek için köy kadınlarından seçmeye başladılar. On kadını götürmek için seçtiklerinde, arkada kalanlar ağlamaya, sızlamaya başladılar. Gideceklerin içinde Tansulu da vardı. Yengesini kurtarmak isteyen Joykın’ın küçük kardeşini, iki Kalmak askeri mızraklarıyla delik deşik ettiler. Sonra köylülerin atlarını da alarak gittiler. Tansulu yolda giderken “Bütün bu olanların tek suçlusu benim. Demek, Kalmak ağası hâlâ ümitliydi. Fakat bu yaptıklarından sonra onun önünde eğilmem” diye kendi kendine söz verdi. Tutuklu kadınların başında bekçi olarak, Çinli ihtiyar bir kadın görevliydi. O, önünde çırıl çıplak duran Tansulu’nun vücudunun her yanına Kardeş Kalemler Ağustos 2008 - Karnındaki düşman çocuğunu düşüreceğiz. Bey’in emri böyle yapmamızı gerektiriyor. Vücudun temizlenince ağa’ya hizmet edeceksin, dedi Çinli kadın sırıtarak. Bu kadar zulme mâruz kalacağını, Tansulu hiç tahmin etmemişti. Önce titremeye başladı, sonra kendisini zor tutarak kafasını kaldırıp: İhtiyar, o anda çok şaşırdı. Evet diye düşündü kendi kendine “Bir gün şu güzel Kazak kadını, Bey’in yegâne aşinası olursa halim n’olacak? Yarınımı da düşünmeliyim...” diyerek, topallayarak odadan çıktı. Tansulu “ Bunca cesaret nereden geldi bana? “ diye şaşırdı. Çinli hizmetçi yanından ayrılır ayrılmaz yeleğinin iç tarafındaki cebinde her zaman bulundurduğu hançeri alıp elbisesinin koluna gizledi. Bir zamanlar “Bunu ne yapacağım?” dediğinde Joykın, “Her zaman yanında bulunsun, güzelin düşmanı çok olur. Ben yokken başına bir şey gelirse kullanırsın; kadınsın, temkinli, tedbirli olmalısın” demişti. İşte keskin hançer bugün işine yarayacaktı. Aklında tasarladıkları gerçekleşen Kalmak Beyi çok sevinçliydi. Kız iken eli yetişemedi, şimdi ise güzel gencecik kadın olarak avucunda; karısı veya kölesi yapmak kendi ihtiyarında. İlk önce nefsinin istediği kadar yatıp kalkacak; gerisini sonra düşünürüm diye olacakları aklından geçirerek gülümsedi. Kazak destanlarında güzel mi güzel dedikleri bu kadar olur. Bey sağ tarafında yatan kocaman köpeğini okşayıp duruşunu değiştirmeden: - Tansulu değil miydi senin adın? Görmeyeli de çok oldu. Derken, beklenmedik bir şey oldu. Bey, şaşkın şaşkın yüzü gözü kan revan içindeki Tansulu’ya, sonra yere düşen et parçasını alelacele yutmakta olan köpeğine baktı. Tutuklunun arkasından giren Çinli kadın, 37 kendine hâkim olamıyarak bağırıverdi. İki eliyle yüzünü kapatmaya çalışsa da parmakları arasından akan kana aldırış bile etmedi Tansulu. Yerinden kıpırdamadığı gibi oralı bile olmadı. Bey: Artık sana candan hizmet etmekle kendimi avutabilirim. Çaresizim. Ne dersin? Bey, zorla Tansulu’nun ellerini yüzünden ayırdığında burun yerinde kocaman iki deliği gördü. Tansulu, burnunu kesip köpeğin önüne atmıştı. Bey: Canımla, ruhumla, içimdeki asil duygularımla. Sinirden ne yapacağını şaşıran Kalmak Bey’i, dili dışarı sarkarak kendine bakmakta olan köpeği boynundan keskin kılıcıyla vurur vurmaz itin kafası o anda yere yuvarlandı. Vücudu ise can çıkına dek çırpındı. Tansulu: Bey, izin verirseniz, size diyeceğim var! dedi, emin bir sesle yüzünü gözünü boyayan kana bakmadan. Bey: Dileğini sonra söylersin. Kan kaybediyorsun. İki kişi, Tansulu’yu götürdüler. Bey düşünceye daldı. Boşuna böyle yaptık. Tansulu’nun işi bitti. Güzelliğin hiç anlamı yok artık, benim hayalim de sona erdi. Deminki ikisi Tansulu’yu odaya getirdiler. Bey, Tansulu hariç herkesin dışarı çıkmasını istedi. Konuşmaya ilk Tansulu başladı. Tansulu: Bey, çocukluğumdan bildiğim kadarıyla sen mert yiğitsin. Onun için ben kendimi öldürmeye kalkmadım. Ancak güzelliğe elveda dedim, seni söz anlar zannettim. Bey: Seni anlamıyorum. Niçin böyle yaptın? Tansulu: Başka çarem kalmadı. Bey: Ben seni sırf kadın olduğun için, güzelliğin için istemedim. Gerçekten sana âşık idim. Sen istemezsen, belki hür bırakırdım. Tansulu: Güzelliği isteyip de bu hırsa engel olmayı herkes başaramaz. Kendin de diyorsun belki istediğini yapardım diye. Yani kendinden emin değilsin. Bey: Seni gördüğüm andan itibaren kendimi kaybettim. Tansulu: Hissetmiştim. Tansulu: Duygularının içten olduğunu ne ile ispatlarsın? Tansulu: Senin duygularını kabul etmek bana düşmez artık. Benim yüzüme bakan herkes nefret edecek. İnsanlarda bana karşı ancak acıma hissi olabilir. Bey: Ben de senin gibi zor durumda kalırım. Tansulu: Senin ruhun, iç güzelliklerin benim için çok kıymetli. Duygularını armağan eyle! Bey: Nasıl? Ben her şeyi kabul ediyorum. Yeter ki söyle. Ne yapabilirim senin için? Ne istiyorsun? Tansulu: Öyle ise dinle. Ben bundan sonra yurduma, yuvama dönemeyeceğim. Buralarda kalırım. Senden istediğim şu, ilk önce tutukladığınız kadınları memleketlerine gönder, çok beğendiğin birisi ile evlen. Eğer ondan oğlun olursa, yavruyu bana ver. Annesini ise çok uzaklara gönderirsin. Çocuğa ben gözbebeğim gibi bakarım. Ona baktıkça seni hatırlarım. Sen oğlunu düşündükçe beni anarsın. Böylece benim kadar zorluk çekmiş olursun. Zorluk, aşk derdinin devasıdır. Dahası, tutuklular içinde Sağila isminde bir kadın var. Ona söyle, Tansulu kendini öldürdü diye kocama haber ulaştırsın. Delil olarak da şu hançeri göstersin. Bunu görünce benim bu dünyadan göçtüğüme inanır. Şunu da iletiver, Joykın günlerden bir gün rüyasında beni görür, bazı şeyleri duyar. Üçüncü isteğim, beş sene sonra bana atlarından çok iyi, bakımlı iki tayı gönder. Diyeceklerim bu kadar. Bundan sonra en iyisi hiç görüşmeyelim. Söylediklerimi yapacağına söz vermesen de sana güveniyorum. Tansulu çıkıp gidiverdi. Aradan aylar geçti. Tansulu’nun oğlu oldu. Kalmak Bey’inin hanımı da oğlan çocuğu doğurdu. Yavruyu, Tansulu’ya verip hanımını ise uzak bir yere gönderen Kalmak Bey’i vaadini yerine getirmiş oldu. Tansulu, iki çocuğa da gözbebeği gibi bakıyor, “Kahraman Joykın” ve başka da Kardeş Kalemler Ağustos 2008 38 kıssalar anlatıyordu. Kendi çocuğu abi, Kalmak Bey’inin oğlu ise kardeş olarak büyüdüler. Kanına çekmiş olacak ki ikisi de çok yaramazdılar. Hep etraftaki çocuklarla kavga eder, dövüşürlerdi. Bir gün Kalmak Bey’inin emaneti, iki tay getirildi. Tayları getiren ve orada kalıp bakmaya gelen Kalmak ihtiyarının ölümüne, çocuklar sebep oldular. Zavallı öleceği sırada Tansulu’ya bir şeyler söylemek istedi. Dili tutulmuştu, im, işaretle anlatmaya çalıştıysa da beceremedi. Ne de olsa bir sırrı içinde götürdü. Gel zaman git zaman çocuklar on beş yaşına girdiler. İkisi de Tansulu’ya apa4 diyorlardı. - Apa, nereye gidiyorsun? - Balam5, artık büyüdün, koskoca adam oldun. Yerini, yurdunu biliyorsun. Bundan sonra benim pek gereğim olmaz. Sırf yük olurum size. - Apa, oğlum dedin, doğru. Çünkü ben annemi görmedim. Sizin sayenizde aramadım da. Gitmeyin n’olur? - Evet, sen benim kendi çocuğum gibi oldun, dedi gözleri yaşaran Tansulu. - Ne zaman, bir daha nerede göreceğim? Babamı arar bulurum, ya sizi? - Babanı bulamaman beni bulman demektir. - Nasıl yani, sanki bir şeyi gizliyorsunuz? - Gizlediğim bir şey yok. Doğrusu böyle. - Apa, babam hakkında çok şey söylediniz. Anneme dair tek kelime bile söylemeyişinizin sebebi nedir? Babamı çok iyi tanımanıza rağmen annemi nasıl bilmiyorsunuz? - Balam, zora itme beni. Annen hakkında hiç bir şey söyleyemem. Sen iyi isen, kahramansan, cömertsen annen de sıradan biri değildir. - Ah anneciğim, bir tek sözünü duyabilsem! Apa, dünyadaki en güzel, en iyi insan benim annem olabilir değil mi? yürüyerek oradan uzaklaşmaya çalışıyordu. Çocuk peşinden koşarak geldi de Tansulu’yu kucağına alarak sevincinden hızla dönmeye başladı. Ve o anda... Tansulu’nun yüzündeki örtü açılıverdi. Oğlan burun yerindeki iki deliği gördüğü zaman aniden neye uğradığını şaşırdı. Az önceki sevincinden eser yoktu. Kadın ise yerden örtüsünü aldığı gibi yürümeye devam etti. Vücut yapısı, yüz şekli ne kadar güzeldi! Tekrar topallamaya başladı. Sanki bütün güzellik yavaşça sönmeye yüz tutan koz gibi kayboluyordu. Aradan uzun yıllar geçti. Geçmişte olanlar hatıraya dönüştü. Joykın, Tansulu’nun vefatını duyduğu günden bir sene sonra evlendi, üç çocuğu oldu. En küçüğü 7-8 yaşlarında, ismi Dauren. Eski yara onuldu, dert unutuldu derken yine beklenmedik olaylar oldu. Köyde son zamanlarda bir nine peydah oldu. Zavallı hep yüzünü örtüyordu, her halde hastaydı. Joykın, ihtiyarı sık sık kendi evinde görse de pek önemsemedi. “Dünyada sanki dilenci mi az, onlardan biri olabilir.”derdi. Küçük oğlu Dauren ise hep o kadının yanında. Joykın bunu farketti tabii. Ne zaman görse kadın çocuğa destan mı, kıssa mı uzun uzadıya bir şeyler anlatıyordu. Sesi çok hüzünlü, sanki Joykın’ın bir yerlerden duyduğu melodi. Joykın yanlarına geldiği zaman dilenci alelacele kalkıyor, topallaya topallaya uzaklaşıyordu. Bunun üzerine Joykın düşünmedi bile. Erkek ya, öyle ufak tefek her şeye burnunu sokmazdı. Kadının yanına gitme diye oğlunu temdihlemedi de. Derken Joykın’ı düşünceye dalmaya sevkeden bir olay meydana geldi. Kahvaltıda beyini keyifsiz, düşünceli gören hanımı: - Bey, n’oldu size, rahatsız mısın yoksa, dedi, nazlanan sesini mahzunlaştırarak. - Yok, bir şey... Şey, kötü bir rüya gördüm de. Tansulu, dayanamayarak arkasını döndü ve - Üzülme Bey. Rüyada saçma sapan şeylerin görülmesi pek normaldir. İstersen şu divaneye tabir ettirelim. Ben hep öyle yapıyorum. 4 Apa - anne 5 Balam - oğlum, çocuğum. Joykın, divane lafını duyunca: Kardeş Kalemler Ağustos 2008 39 - Yok, gerek yok. Her halde çok yorulmuşumdur, dedi. Ertesi gün karısı Joykın’ı daha da üzgün, çok somurtkan gördü. - Çok fena gözüküyorsun bey hasta filan mı oldun? - Evet, sana söylemeden edemem. Dünden beri rüyamda Tansulu’yu görüyorum. Unutulduğunu zannediyordum. - Merhum dua istiyordur. Molla abimi çağırıp Kuran okutturalım. Bey, evet, der gibi başını salladı. Karısının molla ağabeyi gelip Kuran okudu. Konu komşu da geldi. Herkes ellerini kaldırıp dua etti. Joykın duasını bitirirken “Tansulu’nun ruhuna hediye eyledim, Tansulu’ya” dedi herkesin duyacağı bir şekilde. Toplananlar özel hazırlanmış sofradan yemek yeyip dağıldılar. Ertesi günün sabahı, Joykın’ın karısı uykulu uykulu yatakta kocasını kucaklamak isteyip ellerini uzattığında beyini yerinde bulamayınca ürpererek hemen kalktı. Kocası çoktan kalkmış olacak ki yatak soğumuştu. Nereye gitmiş olabilir? diye dışarıya fırladı. Evin önünde cübbesini omzuna asarak duvara yaslanıp duran kocasını görünce kendine gelir gibi oldu. Bir şeyler söylemek isteyip yanına geldiğinde Joykın “eve git” diye eliyle işaret etti. Kadın hemen geri döndü. Beyi hiçbir yere gitmemiş. Az önce aklına gelenler zihninden siliniverdi. Neredeyse kıskancından patlayacaktı. Hey yalancı dünya. Herkes alın yazısında ne varsa görüyor. Hayatın öylesine zor anları oluyor ki, kaldıramayan sanki parçalanıp yolda kalacak gibi olur. Joykın da şu anda çok zor durumda. Geşmişini ve şu anki hâlini zihin terazisine koymuş, derin düşünceye dalmıştı. Uykulu mu ve uyanık mı olduğu belli değildi. Evet, nasıl bir haldi bu? Yavaşça yanındaki ağaca dokundu. Soğuğu ve sıvıyı hissetti. Kurutmak için tahta üzerine konan peynirden alıp ağzına koydu. Tadını ayırtedebildi. Öyleyse uyanığım diye düşündü. Üç gün ard arda gördüğü rüyaya ne demeli? Aynı şeyi üç kere görmenin ne anlamı olabilir? Hem de hiçbir değişiklik olmadan. Evet, kıymetli okuyucu Joykın geçmişini düşünedursun, biz olup biteni çözmeye çalışalım. Hani divane dilenci vardı ya, o Tansulu idi. Kendi oğluna her şeyi ayrıntılı bir şekilde anlatıp, ne zaman babasına gelmesi gerektiğini söyledikten sonra, kendisi doğru Joykın’ın köyüne gelmişti. Akıllı çocuğunun her söylediğini yapacağından emindi. Aniden başa geleceklerden Tanrı korusun! Oğlunun geleceği gün yaklaşınca divane Tansulu, tasarladıklarını gerçekleştirmeye koyulmuştu. Akşamki çaya kimseye belli etmeden, uyku ilacı kattı. Joykın ve hanımı çayı içer içmez derin uykuya daldı. Sonra Tansulu, Joykın’ın yanına oturup kulak dibinden geçmişte olanları anlattı. Anlatırken iki şeye tanık oldu. Birincisi, senelerce bir damla dahi yaş çıkmayan, kuruyan gözlerinden durmadan yaş akıyor, ikincisi ise elleri sevgilisini kucaklamak istiyor, kendine zor hâkim oluyordu. Böylece, Tansulu üç gün boyunca zorlandı; fakat nihayetinde yıllarca omuzunda taşıdığı ağır yükü kaldırmışçasına rahatladı. Dünyada en mutlu biri varsa o da benim diye düşündü, kendi kendine. İşi bitince Dauren’i dağın oraya götürüp, kucağına alıyor, çayın kenarında elini, yüzünü yıkayıp sevincinden uçar gibi oluyordu. Yaptıklarından Joykın’ın etkilendiğini, ilk günde anladı Tansulu. İkinci günü ise molla geldiğinde, Joykın’ın duasını duyunca artık bu dünyada yeri olmadığını anlamış, dizlerinin bağı çözülmüş, durduğu yere yığılmıştı. İyi ki gören olmadı. Kendini toraplayıp ayağa kalktı. Üçüncü günü sabahın köründe, uyanıp dışarıya çıkan bakışlarını ufuklara uzatıp düşünceli duran Joykın’ı, arkasından seyreden de Tansulu idi. O gün Joykın, mollayı değil de bir zamanlar Tansulu ile birlikte götürülen Sağila’yı çağırttı. Joykın’un evine girmekte olan Sağila’yı gören Tansulu’nun kalp atışları hızlanmıştı. Sevincini kimseyle paylaşamayacağı için köyden çıkıp bozkırı aşarak koşuyor, koşuyordu. Tam o sırada ona bakan olursa gizli güzelliği görmüş olurdu. Tansulu’nun çocukluğunda divane ihtiyar falcının “Güzellik kadına mutlulukla birlikte hasret de getirir” demesi buna mı işaretti yoksa. Kardeş Kalemler Ağustos 2008 40 Tansulu koşadursun, biz Joykın’ın evinde olanlara kulak verelim. Joykın: Sağila ben senden geçmişle alakalı bir şeyler sormak istiyorum. Zamanı geçmiş diyeceksin ama gerçekleri öğrensem. Hani Kalmak ilindeyken, Tansulu’nun defnedildiğini kendin görmüş müydün? Sağila: Kaynım, ben sana her şeyi anlatmamış mıydım? Bütün bildiklerimi o zaman söylemiştim, artık unuttum ki. Hatırlatma, eski yarayı deşme. Joykın: Evet, ben de unutmuştum. Ancak üç gündür Tansulu’yu rüyamda dörüyorum. Sağila: (Rahatsız bir şekilde) Merhum fatiha, dua istiyor olabilir. Joykın: Hatim indirdik. Dualarımda da hep o vardır. Yine de benim anlayamadığım bir şey var. Sağila: Ben ne bileyim? Söylediklerini yerine getirdim. meliydim. Ama olmadı. Sağila: Dinle. Gerçeklerden bahsedeyim. Ben Tansulu’nun ölümüne şahit olmadım. Onun kendisini öldürdüğünü Kalmak Bey’i söyledi. Sana aynen ulaştırmamı istedi. Elime de şu hançeri verdi. Bunu gösterirsen inanır sana dedi. Ben de Tansulu’nun öldüğünü gözlerimle gördüğümü söyleyeceğim diye söz verdim. Onun öbür dünyalık olduğunu bildiğim için söylüyorum bunları yoksa... İkisi de bir an sessiz kaldılar. Sağila: Sana o zaman söylemiştim ya on beş sene sonra rüyanda Tansulu’yu göreceksin, bazı şeyleri ondan öğrenirsin diye. Bunu da Kalmak Bey’i söylemişti. Joykın: Evet öyle demiştin. Unutmuşum. İşte on beş sene geçmiş. Sağila: Sanki Tansulu ölmemiş gibi. Joykın: Nasıl olur? Sağila: Her şey Allah’ın izni ile oluyor. Sağila: Onun öldüğünü görmedim. Kendi elimle toprağa da vermedim. Onun için inanamıyorum. Bir sır var. Kalmak Bey’i boşuna and içirmezdi. Joykın: Doğruyu söyle. Tansulu’nun defin merasimine katıldın mı yoksa onun ölümünü başkasından mı duydun? Hançeri kimden aldın? Joykın: Rüyamda gördüklerim gerçekse yakında oğlumla kavuşacağım. Tansulu öyle dedi. Sağila: Hançer mi dedin? Hangi hançeri? Sağila: Bir gizemin olduğunu hissediyordum. Joykın: Nasıl? Ne diyorsun? Kimin söylediklerini? Joykın: İşte bunu (Hançeri gösteriyor). Sağila: Ne diyebilirim, bir şey bilmiyorum ki diyerek ağlıyordu. Joykın: Ağlama Sağila, senin gizlediğin bir şey var. Gerçekleri söylemezsen boynuna borç olur. Sağila: Affeyle ya Rabbim! Allah’ın adı ile and içmiştim. Joykın: Ant mı içtin? Kime, nasıl? Sağila: Kalmak Bey’ine söz vermiştim. Kendisi savaşta ölmüştü, ruhu affetsin beni! Joykın: Öldüğünü biliyorum. Asıl ben öldürKardeş Kalemler Ağustos 2008 Joykın: Oğlumu bekleyeceğim. Tansulu’nun söylediklerine göre oğlum bana benziyor, yanında bir de arkadaşı olmalı. Ben savaşa giderken Tansulu hamile kalmıştı. Sağila: Evet ben de biliyordum. Joykın: Rüyamda, Tansulu bana oğlun gelene kadar hiç bir yere taşınma, yoksa seni bulamayacak, dedi. Ne olursa olsun bekleyeceğim. Joykın, oğlundan gözünü ayırmadan uzun uzun baktı. Kendine benziyor olmasına rağmen Tansulu’ya hiç benzetemedi. Çocuğun annesine çekmemesi mümkün değil. Azıcık 41 da olsa benzerlik olmalı. Sonra oğlunun arkadaşına baktı. Onun siması tamamen değişikti. Böyle düşünürken kapıdan giren küçük oğlu Dauren’in sesi kafasını allak bullak etti. - Babacığım şey val ya, o masalcı teyzeyi diyolum, o yamaçtan düştü, dedi çocuk girer girmez. O sırada önündeki çocuğun bakışlarından Joykın çok tanıdık bir şey hisseder gibi oldu. Evet, Tansulu’nun bakışları aynen böyleydi. Joykın, yine düşünceye dalmıştı ki Dauren babasını elinden tutmuş dışarıya sürüklüyordu. - Kim o masalcı teyze dediği? diye merakla soran oğluna, Joykın hiç istifini bozmadan: - Geçen seneden beri köyde bir divane kadın peydah olmuştu. Zavallı zaman zaman gelir yemeğe filan yardım ederdi. Dauren de iyice alışmıştı, ona masal anlatıyor sürekli bildiğim kadarıyla. Onu diyor. Suya düştü mü dedin oğlum? Nasıl yani yamacın eteğindeki su çok derin. Üçü kalkıp yamaca çıktığında çocuğun benzi sararıverdi. “Anne, anneciğim” deyip orada kalan Tansulu’nun eski püskü elbiselerini kucağına alarak hayatında ilk defa hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Elbiseleri koklaya koklaya ağır adımlarla yamacın ucuna kadar yürüdü. Ta derinden çağlaya çağlaya akan su “bende ne işiniz var” dercesine akmaya devam ediyordu. Joykın, gözlerinin yaşardığını farketmedi bile. Oğluyla birlikte ağlayan, onu suçlayan kimse olmadı. Ancak yanındaki kocaman köpeği, yiğidin ağladığını ilk defa gördüğünden olsa gerek, şaşkın şaşkın sahibine bakıyordu. * * * Oğlan büyük kahraman oldu. Yurduna, vatanına hizmet etti. Halk onun adını destanlaştırmış, hep övgüyle anıyor. Biz burada onun ismini vermiyoruz. Asıl bizim ilgimizi çeken yiğidin yaptıkları değil, onu doğuran, yetiştiren Kazak kızının kahramanlığı. Ceyhun Atıf Kansu Cad. 45 Sok No:13/2 Balgat –ANKARA Tel: 0.312.287 80 43 Faks: 0.312.287 80 53 e-posta: bilgi@ayb.org.tr Kardeş Kalemler Ağustos 2008 42 TÜRKİYE Ramiz Hasanoğlu ile Mülakat MÜLAKAT-AKTARAN: ÖMRÜM IŞIKAY - Türkiye’ye hoş geldiniz. Ramiz Bey, Anar’la birlikte sizi ülkemizde görmekten çok memnunuz. Türk kamuoyuna kendinizi kısaca tanıtır mısınız? - Ben, 1946’da Erivan’da doğdum. Annem ve babam, tiyatro sanatçılarıydı. Biri Bakü’de diğeri de Aşkabat’ta doğmuş, ama Bakü’de görüşüp evlenmişler. Ebeveynim tiyatro çalışmalarına başladığı zaman, Erivan Tiyatrosu onları sanatlarını icrâ etmeleri için davet etti. Erivan’da çalıştıkları yıllarda ben dünyaya geldim. Erivan’da iki yıl kalmıştık. 1948’de Erivan’da tiyatroyu kapattılar ve biz oradan Gence’ye göç ettik. O zamanlar, Ermenistan’ın muhtelif bölgelerinden ve Erivan’dan Azerileri zorla Azerbaycan’a göç ettiriyorlardı. Bu sırada pek çok Azeri, dağ Ermenileri tarafından Azerbaycan’ın sıcak yerlerine göç ettirildi. Daha sonra onlar geri dönebildi, ama bunların çoğu yollarda hayatını kaybetti. 1956 yılına kadar annem ve babam, Gence tiyatrosunda çalıştılar. Ben, Gence’de ortaokulu bitirdikten sonra, Bakü Sanat Üniversitesi’nde eğitim aldım. Tiyatroda, televizyonda çalışmaya başladım. Radyo-televizyon eğitimi aldım. Evliyim, 3 çocuğum 5 torunum var. 41 yıldır Azerbaycan televizyonunda çalışıyorum. Halen, yönetmenlik yapıyorum. Aynı zamanda tiyatroda, sinemada çalışıyorum. Anar Beyle 30 yıl önce tanıştık. 1975 yılında onun “Men, Sen, O ve Telefon” adlı oyunundan sinema filmi yaptım. Bizim yaratıcılıkla ilgili bütün Kardeş Kalemler Ağustos 2008 temaslarımız, o sırada başladı ve bunun sonuncu meyvesi, sizin de gördüğünüz “Cavid Ömrü” filmidir. Ben, bundan sonra da bu temaslarımızın devam edeceğini düşünüyorum. Sözünü ettiğim film, Avrasya Yazarlar Birliği ve Milli Kütüphanenin organizasyonuyla Ankaralı seyircilerle buluşturuldu. Seyredenlerin çoğu, filmi beğendi. Onların beğenisi, benim için çok önemliydi. - Sinema anlayışınızı nasıl ifade edersiniz? - Bir edebiyatçı kelimelerle, bir yönetmen ise gösterme ile kendisini ifade eder. Ressam fırçayla durmadan nasıl temastaysa, yönetmen de kendi sanatıyla öyle temastadır. İster sinema, ister tiyatro, ister televizyon yönetmenliği olsun bu değişmez. Yönetmenin işi şundan ibarettir ki ayrı ayrı sanat adamlarını, oyuncularını, kameramanlarını, senaryo ile biraraya getirerek onların düşündüklerini ortaya koymak, onların sanat yaratıcılığını göstermektir. Aynı zamanda onların düşündüklerini de kendi bakış açısından yansıtmaktır. Meslek hayatımın esas kısmını televizyon yönetmenliğini yaparak geçirdim. Sinema ve tiyatro yönetmenliği de yaptım ama tiyatro bana diğer yönetmenliklerden daha zor geldi, çünkü onun dar çerçevesi içine bütün dünyayı yerleştirmek güç oluyordu. Sinema ise böyle değil, kuralları ve kanunları daha 43 geniş. Tabiî onun da kendi içinde zorlukları var. Sinema ve televizyon yönetmenlikleri güzel ve eğlenceli; ama tiyatro benim için daha anlamlı, daha cezp ediciydi. - Anar’ın son romanını sinemaya aktardınız. Onda gördüğünüz hangi tılsım, onu sinemaya aktarmanıza sebep oldu? - Anar’ın kaleme aldığı eserin kahramanı Hüseyin Cavid, Azerbaycan ve Türk kökenli ortak edebiyatının çok değerli bir validesidir. Bence Türk dili yaşadıkça Cavid yaratıcılığı yaşayacaktır. Onun sanat anlayışına ilk defa “Topal Teymur” dramı ile ben değindim. Bunu Türkiye’de sahnelendirme şansını elde ettim. Cavid’in ailesinden eşi Müşkinaz Hanımı ve kızı Turan Cavid’i tanıyordum. Müşkinaz Hanımı tanıdığımda ihtiyarlık vakitleriydi… Onları tanımam ben de Cavid’in sanat anlayışına ve hayatına karşı bir merak uyandırdı. Araştırdım, buldum, okudum. Çok değerli Vefaî Hüseyin Cafer adlı bir yazar, onun ve ailesinin tarihini yazdı. Belgesel bir romanı var. “Vahta Hoca” diye… O zamanlar Cavid ve ailesinin haya- tı büyük bir sinemanın projesi olabilir, diye gönlümden geçirmiştim. Aradan yıllar geçti, 2004 yılında Anar Bey, bu senaryoyu yazma teklifini alınca, ben de bu projede çalışmayı arzu ettiğimi bildirdim. İsteklerim gerçekleşti ve bu seyrettiğiniz film ortaya çıktı. - Filme, Haydar Aliyev’in konuşmasını ve belgelere dayalı bilgiler eklemişsiniz. Bu, filmin dram ağırlıklı bir belgesel olduğunu da göstermektedir. Stalin’in yaptıkları ve onun dönemi bilinmektedir; ama bu tür konular, filmlerde veya sinemalarda anlatılmadığı için insanların hafızasından silinmektedir. Sizin bu filmi çekmekteki amacınız nedir? - Biz başka başka devletlerde yaşıyorduk. Sovyetler Birliği bir imparatorluk formunda yaratılmıştı. Birçok millet, birçok özerk topluluk, eski Sovyetler Birliği, o emperyalizmi saklamak için bir siyaset yürütüyordu. Bu siyasette bütün milletlerin aydınları baskı altındaydı. Ciddi bir baskı ve tasfiye politikası yürütülüyordu. Bizim çevirdiğimiz bu filimler ve bu Kardeş Kalemler Ağustos 2008 44 konular hakkında yazılan kitaplar, Türkiye’de olsun, başka ülkelerde olsun yaşanan tasfiye politikasını hatırlatmaktadır, bilmeyenleri de haberdar etmektedir. Uygulanan o politika insanlarının ne kadar zor günler geçirdiğini, filmde görebildiniz. - Elçin’in romanında Mir Cafer Bagırov çok sert olarak anlatılmaktadır. Sizin filminizin sonunda ise Mir Cafer Bagırov: “Beni lime lime edin.”diyerek pişmanlığını anlatıyor. Siz bu durumu yumuşattınız mı yoksa Bagırov’la ilgili başka bir bilginiz veya dayanağınız mı var? - Filmin asıl kahramanı, Hüseyin Cavid. Bunun yanında filimde onun yaşadığı dönemde onun kaderine yön verenlerin ayrı ayrı yeri var. Mir Cafer Bagırov, Cavid’in hayatında mühim rol oynamış bir insan. O diktatör olmakla birlikte, savunduğu sistemin hem cellâdı, hem de kurbanı oldu. Biz, filmde bunu hatırlatmak istedik. O Cavid’i saklayıp korumak için belki de bazı adımlar atmak istedi. Gücü ancak baş istihbaratçısına, Cavid’in ailesine dokunmamalarını, Cavid’e işkence yapmamalarını söylemeye yetti. Ama belki de bu daha büyük işkenceydi. Cavid 1937’de tutuklandı, sürgün edildi ve 1941’de Sibirya’da vefat etti. - Ahmed Cevad, Cavid gibi suçlanır ve Cavid’in ailesine yardım ettiği için öldürülür, Ertuğrul Cavid’in hocası da onlara yardım eder ama o öldürülmüyor. - Ahmed Cevad’ın da kaderi çok acı oldu. Kendisi tutuklandıktan kısa bir süre sonra kurşuna dizilerek öldürüldü. Ailesi ise sürgüne gönderildi. Cavid’in ailesine dokunmadılar; ama onlara da olmayacak eziyetler verdiler. İster Müşkinaz Hanım isterse de Turan Hanım, büyük acılar çektiler. Oğlu Cavid ise İkinci Cihan Harbi başlayınca (Faşişt Almanya ve Sovyetler Birliği savaşı) ordu sıralarına çağrıldı. Orada maalesef hastalığa yakalandı ve ordu sıralarında saf tutamadı. Ertuğrul Cavid, 1943’te 21 yaşında vefat etti. Genç yaşta vefat eden bu çocuk yaşasaydı, çok işin üstesinden gelebilirdi. O öyle büyük bir şahsiyetti ki, hem müzikle, hem folklorla ilgileniyordu. Kardeş Kalemler Ağustos 2008 Ayrıca o hem ressam, hem de edebiyatçıydı. Tercüme işleri de bulunmaktaydı. Bunun gibi birçok özelliğe sahipti. Onun hakkındaki ilk yazı Anar’ın “Cavid’in Oğlu Ertuğrul Kimi” benim hatırımdadır. Onun yazdığı şiirler, notlar sonradan gün yüzüne çıktı. Anar da onları toplayıp düzenledi. Sanatın vasfı elbette karanlık yerlere ışık vermektir. İstiyorum ki, bundan sonraki tarihimizde Azerbaycan’ın seçkin oğullarının tarihine bağlı göreceği işler olsun ve o günün kahramanlarını, adı geçmeyen başka insanlar da bugünün tarihini bilsin, aydınlansın. - Turan Cavid’i filmde Haydar Aliyev’in konuşması sırasında görüyoruz. Kendisi evlenmemiş, ömrünü babasının eserlerine aktarmış. - O bütün ömrünü babasının adının temize çıkarmak, ailesine verilen eza ve cefaları haksız yere olduğunu duyurmak için çalıştı. Babasının toplatılıp, dağıtılmış eserlerini bir araya getirmeye, bu eserleri yeniden düzenlemeye çalıştı. Hüseyin Cavid’in eserleri istihbarat tarafından kendisi tutuklandığında mahvedilmiş, yakılıp yırtılmıştı. Eserlerinin birçoğunun adı bellidir ama maalesef kendilerinden bir eser yok ortada. - Bu çalışma sizin ilk roman/sinema ilişkili eseriniz mi? - Değil, bu çalışmadan önce büyük televizyonla birtakım çalışmalarım oldu. Bu, ikinci çalışmam bu yönde. Çok önemli bir yazar olan Rüstem İbrahimbeyov’un On yıl önce “Aile” senaryosunu sinemaya çevirdik. İkimiz de bu sinemanın yönetmenliğini yaptık. Film birçok ülkelerde gösterime girdi, seyredildi ve birçok ödül aldı. Güzel yankılar uyandırdı insanlarda. Birçok devlet festivallerinde de gösterildi, beğeni kazandı. Moskova, Soçi( Rusya’da bir kent), Rusya ve dünyanın tahminen elliye yakın festivallerine katıldı. Teleforum Festivalinde “Baş ödülü”nü aldı. - Hüseyin Cavid’den başka bu şekilde senaryosu yazılacak, filmi çekilecek başka isimler de var. 27.000’den fazla insan ve 45 27 tane yazar ve şair öldürüldü. Represiya Kurbanları (İstiklal Kurbanları) diye bütün Türk cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarından sonra çalışmalar yapıldı. Bunların hepsi için küçük küçük kitaplar yazıldı. Bu konuda yapmayı düşündüğünüz planlarınız var mıdır? - Öyle bir teklif olmadı ama ben düşünüyorum ki, her bir toplumun tarihinde simalar, ülkelerinin ulaşmasını istedikleri amaçlar için kendilerini kurban etmiştir. Bu kurbanlar, gaziler, şehitler ve istihbarat tutukluları olan aydınların yanı sıra azap ve eziyet çeken birçok yazarlardır. Onların, tarihini anlatmak isterim. Cafer Cabbarlı, Mikail Müşvik gibi… Bunların kaderleri de izlediğiniz filmde gösterildi ama ikinci planda. Onlar, kapağının açılmasını beklenen sırlı bir tarihçedir. Kapak açıldığı takdirde çok değerli eserler de ortaya çıkmış olur. - Bu sinema eserinizin itina ile hazırlanmış olduğu apaçık. Eseri hazırlarken en çok, hangi noktalara dikkat ettiniz, hangi zorluklarla karşı karşıya kaldınız? Cavid’in sanat yaratıcılığının belli olduğu eserlerinden söz ediyoruz. Bunlar daha çok dram ağırlıklı eserleridir. Onun şiir çalışmalarını da göz önünde bulundurarak, filme farklı bir soluk vermeye çalıştık ama film daha çok Cavid’in kaderini anlatma üzerine kuruluydu. Cavid tutuklanarak, pantürkist, panislavist olarak suçlanır. Filmde hayatını anlatırken, eserlerinden bazı parçalarını çalışarak bir bütün içersinde izleyiciye sunmaya çalıştık. Seyirciye Cavid’in sanat anlayışını ve Cavid’i itham edenlerin amacının nelerden ibaret olduğunu gösterdik... Bu çalışmadan izleyenler ne kadar yararlandı, onu bilemem. - Sizi Anar’ın son romanına çektiğiniz eserle tanıdık. Peki, bu eserden önce sinema hayatınızda hangi çalışmalara imza attınız, bunlar hakkında bize bilgi verir misiniz? - Elbette. Ben 41 yıldır yönetmenlik yapıyo- rum. Bu zaman zarfında Azerbaycan meclisinin dışına çok az çıktım. Azerbaycan Edebiyatına, Azerbaycan kanalına, Azerbaycan tarihi hayatına ışık saldım. Her bir sanat adamının hayatının manasını teşkil eden bir olgu vardır. Sınırların aradan kaldırıldığı, internetin, bilgisayarın egemen olduğu, globalleşen bu dünyada ister küçük olsun ister büyük olsun bütün halkların manzarası bir panoramda gösterildiği zaman, Azerbaycan Edebiyatı bu panoramda yer almıyorsa; bana göre bu panoram tam değil. Benim amacım, Azerbaycan medeniyetini bu panorama yerleştirmeye yardımcı olmak. Bu amaçta da çabalarım var. - Azerbaycan sinemalarında hangi temalar en çok işlenmekte, izleyici hangi tür çalışmalara daha çok yönelmektedir? - Azerbaycan sinemalarında son günlerde en çok işlenen tema, ‘Karabağ’ mevzusudur. Azerbaycan kinosunun son yıllarda beyaz perdeye götüren yine ‘Karabağ’dır. Bana göre Karabağ meselesinin bu kadar çok anlatılması yanlıştır. Bazı mevzular vardır ki onlar ancak zaman içinde anlaşılır. Bu tür olayları daha iyi anlayabilmek için olayın içinden geçmek gerekir. Büyük Rus yazarlardan Lev Tolstoy, “Harp ve Sulh”(Savaş ve Barış) romanını 1812 Fransa Rusya arasında olan bu savaşın üstünden 50 yıl geçtikten sonra yazdı. Bu savaşın kahramanlarını elli yıl geçtikten sonra ancak öğrenebildik. Karabağ mevzusu o kadar kolay bir mevzu değil. Buna göre de bu mevzunun ister edebiyatta, ister sinemada ister tarihte bu kadar çok anlatılması akıllıca bir iş değildir. Bu konu, çiğnenmeden yutulan lokmaya benziyor. Olayın iyi bilinmesi, insanın olayı sindirebilecek derecede tanıması gerekmektedir. - Türk sinemalarını izliyor ve bunları Azerbaycan sinemaları ile karşılaştırıyor musunuz? Türk sinemasında beğendiğiniz özellikler nelerdir? - Biliyor musunuz? Dünyada sinemanın bir sürü kolu var. Bunlardan biri, geniş kitleye hiKardeş Kalemler Ağustos 2008 46 tap eden, daha çok pop dediğimiz sanat anlayışıyla para kazanmak için yapılan sinemadır. Yok, yanlış anlaşılmasın, para kazanmak ayıp bir şey değil. Demek istediğim yapılan her bir şeyin ardında sanatkârlık anlayışının durması gerektiğidir. Türk sinemasının şimdi birer birer filmlerin isimlerini zikretmesem de ciddi konuları teşkil eden filmleri de bünyesinde bulundurmaktadır; ama tam tersi olanları da var. Onların adlarını söylemeyeceğim ama bunların arasından bazısı dikkatimi çekti. Kurtlar vadisi gibi… İster edebiyatta, ister sinemada insan kaderi anlatılıyorsa, dikkatimi çeker. Şüphesiz ki beni cezbeden insan kaderidir, insan ruhunun yaşantılarıdır. Bunlar olursa filmden bir haz alırım. Sanat, dünyada post modernizm dalgalarında batıp çıkmakta. Her yerde, her zaman insan var ve zaman değiştikçe insanların kavrayışı da değişir. İnsanın içi ve edebiyatı dünyanın dikkatini çekerek ilerler. Bu yüzden insan, hayatın merkezini teşkil etmektedir, bu yüzden de önemlidir. - Türkiye’deki sinema yönetmenleri ile ortak bir çalışma yapmayı düşünüyor musunuz? - On, on iki yıl öncesinde bir Türk tv projesi vardı. Türkiye’de yapamadık ama arkadaşım Ömer Çalışkan’ın yardımıyla biz onu Azerbaycan’da yaptık. Dizi olarak düşünmüştük, belgesel programı da olabilirdi. Düşüncelerimizi hayata geçiremedik bunun yanında maliye desteği olmadığı için de film dört bölüm halinde çekildi ve projemiz yarım kaldı. Necdet Sevinç adında bir Türk yazar var. Onun duruşmalar motifi esasında hazırladığı bir piyesi bulunmaktadır. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa… Türk devletinin muhteşem insanlarını, paşalarını, devlet adamlarını ve onların gördükleri işleri bir duruşma şeklinde yapmalı, izleyiciye sunmalıydık. Maalesef bu isteğimiz de gerçekleşmedi. Zamanın başka ortak işler için bizi bir araya getireceğine inanıyorum. Azerbaycan ve Türkiye arasında edebiyatımızın ve sanat adamlarımızın birleştiği çok ortak noktalarımız var. Dede Korkut, Mevlana gibi. Bu tür çalışmalar sayesinde insanlar kendi ortak kültür varlığını tanısın isterim. Bu tür çalışmaların televizyonda veya siKardeş Kalemler Ağustos 2008 nemalarda yapılması fark etmez, önemli olan hayata geçirilmesidir. - Diziler hakkında ne düşünüyorsunuz? - İstesek de istemesek de artık diziler dünyanın kabul ettiği ve herkesin bu tv yapıma olumlu baktığı yıllardayız. Bazı ülkelerde bu dizi filimler çok büyük maliyetler alıyor. Bana göre, Azerbaycan dizi filmlerini çıkartmakta maalesef başarılı olamadı. Azerbaycan’da yeterince yetenekli oyuncular, senaristler var ama Azerbaycan küçük bir ülke olduğu için bu maliyetlerin altından kalkmakta zorluk çekmektedir. Daha çekimi yapılmayan yani üç yıl sonra tv ekranlarına gelecek dizilerin reklâmlarını şimdiden kanallara yerleştirerek, oradan kazandıkları parayla o dizi filmleri çekilmektedir. Azerbaycan devleti yeni bakış açılarıyla kalitesiz dizi filmleri ortadan kaldırmak için bir reform hareketi sağlamaya çalışmaktadır. Bu çekilen diziler de ortak projeler halinde Türkiye olsun, Rusya olsun, Orta Asya’daki ülkeler olsun devletlerin kanallarına yol açma ve katma, onların da iyi dizilerini alıp Azerbaycan tv ekranlarına koyma gibi hem üretme hem de kalitesiz dizilerden kurtulma gibi bir planı düşüncelerinde yaşatmaktadır. Böyle yaparak Azerbaycan kaliteli bir dizi anlayışına da yer vermiş olur ama bu çok çetin bir iştir, yapılması kolay değildir. - Hüseyin Cavid ömrü filminizi çok beğendik. Başka yazarların özellikle Türkiye sahası yazarların eserlerini de sinemaya çevirmeyi düşünüyor musunuz? - Türkiye yazarlarına bağlı bir şey diyemem ama Azerbaycan’daki birçok yazarın eserlerini sinemaya ve tv ekranlarına getirmeyi düşünüyorum. Bu arzuma da kavuşmak için çaba gösteriyorum. Meşhur bir yönetmene sormuşlar, “Sizin gelecekteki planlarınız nedir?”diye. O da şöyle cevap vermiş. “Sen yaradanı güldürmek istiyorsan eğer, onunla kendi planların hakkında konuş.” Çok isterdim, yeni ortak işlerle karşınıza çıka- 47 yım. Büyük projelerden bahsetmek şimdilik erkendir ama her şey olabilir. Yakın zamanlarda yeni projelerle karşınıza çıkmayı umuyorum. - Az önce belirttiğiniz projeler dışında, Azerbaycan ve Türkiye sinema konusunda sizce, beraber hangi projeleri yürütmelidirler? - Ortak projeler olmalıdır tabiî ki. Bizim tarihimize baktığımız zaman Şah İsmail’le Yavuz’un savaşması, bu iki Türk hükümdarın karşı karşıya gelmesi, Çaldıran Savaşı’nın oluşumu… Başka türlü olabilir miydi bütün bunlar? Yani bana göre bu konu bir ortak projenin çok güzel bir örneği olabilir. Bu gibi örnekler, duruşmalar çerçevesi içinde “Fatihlerin Divanı” serisi şeklinde çekilebilir. Size bunu söylemekle ilerde ne yapmak istediğimin planını da vermiş oluyorum. Yani, Çaldıran savaşına yol açan sebepler nelerdir, onları ortaya çıkarmak. Bu hadiseyi enine boyuna anlatmak, ortaya çıkarmak… Türkiye’den hangi kanal olursa olsun, medeniyet ve kültür sahasında çalışanlar da olabi- lir, bu çalışma için bana teklif getirirse, benim çok hoşuma gider ve seve seve yaparım. - Sözlerinizde ve Cavid Ömrü adlı filminizde de gördüğümüz kadarıyla duruşmalar sahnesine büyük önem veriyorsunuz. Bu, sizin hayatınızda önemli bir yer mi teşkil ediyor? Bunun sizdeki önemi nedir? - İnsan karakterlerini izlemek, ayrı ayrı bir mekân için de belirlemek, onda zamanın akışını göstermek, o insanın kaderine yön vermiş insanları görebilmek en iyi duruşmalar motifinde sahnelenmektedir. O insanların yaşadığı sonsuz sarsıntıları nasıl geçirdiğini görmek ve gösterebilmek benim için önemlidir. Bu konularda işler yaptım. Yaptığım “Duruşmalar” filmi 6 bölüm şeklinde Türkiye’de gösterildi. 4 bölümü de Azerbaycan kanallarında gösterildi ve beğeni gördü. Bu da doğru yolda olduğumun bir neticesi olarak, kendimde özgüven oluşmasını sağladı. - Düşüncelerinizi bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ederim. - Ben de size teşekkür ederim. Kardeş Kalemler Ağustos 2008 48 Kardeş Kalemler Ağustos 2008 49 TÜRKİYE Mahdumkulu’nun 275. Doğum Yılı için TÜRKMENSAHRA’da YAKUP DELİÖMEROĞLU Her Yolcuğun Bir Heyecanı Vardır İran’la İlgili İlk İntibalar Avrasya Yazarlar Birliği’nden üç kişilik heyetle İran’a, Türkmen Sahra’ya gidiyoruz. Kültür Bakanlığı Türk Dünyası Müzik Topluluğunun değerli Şefi ve Birliğimizin Sanat Danışmanı İrfan Gürdal ve Avrasya Yazarlar Birliği Yayın Sorumlusu Ömer Kayır beylerle birlikte yolculuğumuz Ankara’dan İstanbul’a hareketle başlıyor. Bu yıl doğumunun 275. yılı kutlanacak olan büyük Türkmen Şairi Mahtumkulu anma törenlerine davetliyiz. Önce Tahran’a uçacak oradan da İran’ın Türkmenistan sınırı yakınlarında yer alan Gorgan’a yani İran’da Türkmenlerin yaşadığı bölgeye gideceğiz. Bu bölgeye Türkmen Sahra da diyorlar. Uçağımız galiba Fransız yapımı büyük bir uçak. Atların ırklarını görür görmez bilirim de şu uçak modellerini henüz öğrenemedim. Benim için uçaklar, yalnızca büyük ve küçük olarak ikiye ayrılıyorlar. Tabii bir de eski ve yeni. Oturduğumuz koltuklar pırıl pırıl değil hatta kumaşları biraz solgun bile denebilir ama uçağımız geniş, ortadaki koltuk bloğunda altı yer birden var. İran Havayolları uçağıyla gideceğiz. Heyetin, İran Havayolları ile ilk uçuşu ve İran’a ilk yolculuğu. Bir yandan ilk kez gidilen bir ülkeye yapılan yolculukların belirsizliklerinin verdiği endişe diğer yandan son yıllarda pek çok yönü ile Türk ve dünya kamuoyunun gündeminde olan İran’ı merakımızdan her şeye dikkat etmeye çalışıyoruz. Uçağa binmeden evvel havaalanındaki kafede son sigaralarımız içiyoruz. Dönüşte kapalı alanlarda sigara içme yasağı başlayacağı için bu keyfi hiç yaşayamayacağız. Belki Atatürk Havaalanındaki içebileceğimiz son sigaralar oluşundan kafedeki sohbeti uzatıyoruz. Yolcular önümüzden geçerek uçağa alınıyorlar ve nihayet son olarak İranlı görevli bizleri de uçağa davet ediyor. İran’a her ilk giden Türkiyeli gazeteci veya yazar da olduğu gibi bizim de ilk dikkatimizi çeken hosteslerin siyah başörtülü giyimleri oluyor. İran intibalarını yazan gazetecilerin yazılarından “İranlı siyah elbise ve siyah başörtüsü takan kadınların kaküllerinin açıkta olduğunu” kim bilir kaç kez okudum. Ve hemen hepsi kadınların bu tavırlarını “rejime sessiz bir protesto” olarak yorumluyorlardı. Bizim de ilk dikkatimizi çeken, belki de okuduklarımızın da etkisi ile hosteslerin giyimleri ve saçlarının önlerinin görünüyor olması idi. Ardından her uçak yolcuğunun değişmeyen seromonisi başladı. Hani şu “acil çıkış kapılarının ikisinin yanda ikisinin arkada olduğunu, oturduğunuz koltukların altında can yeleklerinin bulunduğu” gibi çoğu sevimsiz ama gerekli ikazları yolculara anlatan, banttan yapılan yayına eşlik eden hostes hareketleri ile eş zamanlı seromoni. Tıpkı Türk Havayolları uçaklarında, Aeroflot, Luthansa veya Kazak Havayolları Kardeş Kalemler Ağustos 2008 50 uçaklarında veya herhangi bir dünya ülkesine ait uçuşlarda olduğu gibi, siyah üniformasının içinde İran Havayollarının elemanı hostes, aynı hareketlerle aynı şeyleri anlatıyordu. Nedense bu duruma şaşırmıştım. Bu seremoninin uluslararası bir standart olduğunu, elbette biliyorum ama yine de şaşırtıcı. Sanki bu kızcağızın, aynı duyuruları binlerce kez yapan bütün hostesler gibi hiçbir duyguyu mimiklerine yansıtmadan adeta yüzüne yerleştirdiği bir maske ile yaptığı standart hareketler, bana, “modern usullerin” İran’a etkisini veya İran’ın “zamanevî dünyaya” ünsiyetinin ilk belirtileri gibi geliyor. Halbuki ben daha kendine has, belki daha doğulu ve belki de “modernizmden daha uzak” bir ülkeye gittiğimizi zannediyorum. dedikleri dille yazmış, Mahdumgulu ise Türkmen lehçesiyle edebiyatın ilk başlatıcısı yani Türkmence edebiyatın kurucusu sayılıyor. Uçağımız havalanıyor ve biraz sonra yemek servisi başlıyor. İran’la ilgili ilk olumlu tepkimizi de işte bu anda veriyoruz. Porsiyonlar gayet bol kepçe ve İran pirinciyle yapılmış pilav ve içindeki biftek gayet lezzetli. Aynı medeniyet dairesinde olmanın en kolay fark edilebilen ve elbette en çok memnuniyet yaratan özelliklerinden birisi ortak damak tadı olsa gerek. İran’a Suriye’ye, Kafkaslara, Orta Asya’ya veya Balkanlara yapacağınız seyahatlerde, yemek konusunda gayet rahat olabilirsiniz. Buralara yapacağınız her seyahatten damak tadınıza uygun ama daha önce yemediğiniz yeni lezzetler deneyerek döneceğinizden emin olabilirsiniz. Yolcular için bu durum çok önemlidir. Hele benim gibi, damak tadına düşkün birisi olarak Paris’te Hilton Otelindeki fevkalade lüks akşam yemeğinden tam doyamadan ayrılmışsanız, gittiğiniz ülkenin yemekleri yolculuğun nasıl geçeceğinin de önemli bir işareti sayılır. Yolumuz Cürcan’a Mahdumgulu, bu yıl Türkmenistan’da 1214 Mayıs 2008 tarihlerinde anıldı. Doğum yeri olan ve kabrinin bulunduğu Türkmen Sahra’da ise 17-18 Mayıs tarihlerinde yapılacak törenlerle anılacak. Türkiye Cumhuriyetinin kurucusunun doğum yerinin Türkiye sınırlarının dışında kalması gibi Türkmen edebiyatının kurucusunun doğum yeri ve türbesi de Türkmenistan sınırları dışında bulunuyor. Mahdumgulu’nun babası da şair ve o şiirlerini Anadolu Türkçesine daha yakın olan ve bugün Türkmenlerin “ortak Türk edebi dili” Kardeş Kalemler Ağustos 2008 Avrasya Yazarlar Birliği’nin Türkmen Sahralı üyelerinden değerli Türkolog ve yazar Oğlumaya Semizade Hanımın girişimleri ile Gorgan Valiliği tarafından törenlere davet edildiğimiz için bir yandan Türkmen Sahra’nın önde gelen ailelerinden Semizadelerin, diğer yandan İran devletinin misafirleri olarak İran’a gidiyoruz. Tahran’da havaalanının gümrüğünden ne bagajlarımız ne de bizimle ilgili hiçbir mesele çıkmadan geçişimizdeki ve görevlilerin iyi muameleleri ile geçişimiz de gayet memnuniyet vericiydi. Havaalanının çıkışında Recep Semizade bizleri karşılamak için bekliyordu. Kendi özel aracıyla dört yüz kilometrelik yoldan gelmişti ve şimdi bizimle aynı yolu geri gidecekti. Kendinden emin, samimi, gösterişten uzak tavırlarıyla Recep Ağa, bir anda bizlerin saygı, güven ve sevgi duygularını bir anda oluşturmayı başarıyordu. Bu tanışma ile birlikte dört gün boyunca bizi bir an bile yalnız bırakmayacak Recep Ağa ile İran’ı ve Türkmen Sahra’yı tanıma yolculuğumuz da başlamış oluyordu. Gorgan’a karayolu ile gidiyoruz. Tahran’la Gorgan arasında günde 4 uçak seferi olmasına rağmen uçaklarda yer bulamayışımız yüzünden karayoluna mecbur oluyoruz. Havaalanından çıktıktan sonra İran’da ilk dikkatimizi çeken Tahran’ın kalabalık trafiği oluyor. Akşam trafiğinin başladığı saatlerde Tahran’ı içine girmeden terk ediyoruz. Doğrusu Tahran’ın nüfusunun 20 milyon olması yani İstanbul’dan daha kalabalık olması sanki iyi bir durummuş gibi biraz canımı sıkıyor. 70 milyonluk İran nüfusunun 20 milyonu bu büyük kentte yaşıyor. Çarpık kentleşmenin bir başka örneği Tahran ama olsun bu coğrafyada hiçbir kent İstanbul’u geçmemeli sanki. Tuğrul Beyimizin türbesi bu şehirde. Büyük Selçuklunun başkenti Rey, şimdilerde Tahran’ın bir mahallesi olmuş. Gorgan’dan 51 dönüşümüzde vaktimiz olursa, 34 yaşında vefat etmesine rağmen Oğuzlara devlet olmayı öğreten bu büyüğümüzü ziyaret etmek arzusundayız. Şimdilik Gorgan’a yolumuz uzun ve önümüz gece. Gorgan, İran’ın idari yapılanmasında Gülistan vilayetinin merkezi ve 250 bin civarındaki nüfusuyla bölgesinde önemli bir şehir. Ömer Kayır Bey; “Gorgan, tarihdeki Cürcan olabilir mi? Diye soruyor. Emin değiliz ama galiba öyle olmalı. Cürcan, Tus, Nişabur, İsfahan ve Türk tarihinde adını sık sık duyduğumuz pek çok şehir bu bölgede. Gazali, İbni Sina, Farabi, Ali Kuşçu hatta Hacı Bektaş kültür tarihimizin pek çok ismi ya bu topraklarda doğmuş veya buralardan ilim almıştır. Günümüzde Horasan İran’ın doğu sınırında bir vilayetinin adı olsa da bu şehirler taa Herat’a kadar Türk kültürü tarihinin o muhteşem merkezi tarihi Horasan’a dahildir. Yolculuğumuz Horasan’dan Asya’yı aydınlatan nice kültür yıldızımızın güzergahından devam ediyor. Bu yolculukların her birinin hikayeleri kültür tarihimizde yer alır. Bu hikayelerden en meşhuru galiba Gazali’nin yolculuğuna ait olanıdır. Tus şehrinin Gazal kasabasında doğan Gazali, Cürcan’a gider. İmam Ebu Nasr İsmaili’den bir müddet ders alır. Sonra Tus’a döner. Cürcan’dan Tus’a dönerken başından geçen bir hadiseyi şöyle anlatır: “Bir grup yol kesici karşımıza çıktı. Yanımda olan her şeyimi alıp gittiler. Arkalarından gidip kendilerine yalvardım. Ne olur işinize yaramayan ders notlarımı bana verin. Reisleri; “Onlar nedir? Nasıl şeylerdir?” diye sorunca; “Onları öğrenmek için memleketimi terk ettim, gurbetlere gittim. Filan yerdeki birkaç tomar kağıtlardır” dedim. Eşkıyaların reisi güldü; “Sen o şeyi bildiğini nasıl iddia ediyorsun, biz onları senden alınca ilimsiz kalıyorsun” dedi ve onları bana geri verdi. Sonra düşündüm, Allahü Teâlâ, yol kesiciyi beni ikaz için o şekilde söyletti, dedim. Tus’a gelince üç yıl bütün gayretimle çalışarak, Cürcan’da tuttuğum notların hepsini ezberledim. O hâle gelmiştim ki, yol kesici önüme çıksa, hepsini alsa, bana zararı dokunmazdı.” İşte şimdi o Cürcan’a gidiyoruz. Burada Dört Mevsim Yaşanır Tahran düzlüğünden Hazar Denizi kıyılarına geçerken büyük bir dağın verdiği geçitlerden yavaş yavaş ilerliyoruz. Virajlarla dolu, İstanbul-Ankara yolunun viyadükler yapılmadan önce Bolu Dağlarının aşarken sık sık yaşanan manzaralar gibi trafiği akışını engelleyen kamyonlar, Elburuz Dağlarının yamaçlarında bize hiç de yabancı gelmiyor. Yağan yağmur yolculuğu biraz daha güçleştiriyor. Recep Ağa dağların adının Elburuz olduğunu söyleyince İrfan’la birbirimize bakıyoruz. Kafkas Dağlarının en yüksek tepesinin adı da Elburuz. Kafkas Türk halkları Karaçay ve Malkarların Mingi Tav yani Bengü Dağ dedikleri Elburuz’un pek çok da türküsü var. Bu benzerlik bizi şaşırtsa da nedeni hakkında hiçbir bilgimiz yok. Elburuz bu bölgede iklimi ikiye bölüyor. Elburz Dağlarının Hazar Denizi ile arasında kalan bölge bir mikrokilma oluşturuyor. Dağların birkaç yüz kilometre güneyinde çöl varken burası tam bir cennet. “Bizi bölgede dört Kardeş Kalemler Ağustos 2008 52 mevsimi yaşanır” diye övüyor Recep Ağa, bu bölgeyi anlatırken. Dört mevsimi yaşamak da büyük lütuf. Önce yadırgasam da düşündükçe hak veriyorum. Dünyanın ve İran’ın pek çok bölgesi var ki orada yaşayan insanlar bir yılda dört mevsim yaşayamıyorlar. Hazar kıyısındaki bu mikroklimada daha sonraki günlerde bizzat görüyoruz ki, zeytin, limon, kivi yetişiyor. Gorgan’a yolculuğumuz fıkralarla, türkülerle renklenerek devam ediyor. Sanki Recep Ağa ile üniversiteden sınıf arkadaşıyız, yıllardır o bizi tanıyor biz onu. Vakit gece yarısını geçmişti ki, Gorgan’dan geçip Kelaleh kasabasına doğru yöneliyoruz ve eve varmamız saat biri buluyor. Sabahın erken saatlerinde Ankara’dan başlayan yolculuğumuz yaklaşık 18 saat sürmüştü. Türkmen Sahra’yı görmenin heyecanı ile aldırış etmesek de yorulmuştuk. Bizim için hazırlanan odadaki yan yana serilmiş yer yataklarına uzanmamızla uykuya dalmamız bir oluyor. Türkmen Sahra’da İlk Gün Ertesi gün uyandığımızda etrafımıza daha dikkatli bakıyoruz. Recep Ağanın zevkle dekore edilmiş geniş bir evi var. Bizim için ayrılan oda evin mimarisi içinde özel bir konumu var. Dışarıdan bakıldığında evin bütünlüğü içinde yer alıyor ancak evin içinde kapısı ayrı bir hole açılıyor ve misafir ev sahipleri odalarına çekildiklerinde hem ailenin mahremiyetini bozmadan hem de kendisi adeta yalnız tek odalı bir evde kalıyormuşçasına özel ihtiyaçlarını karşılayabiliyor. Geleneğe ve Türkmen sosyopsikolojisine gayet uygun bir mimari tarzı bu. Aslında, evin genelinden ayrılan özel misafir odalarını çocukluğumdan hatırlıyorum. Doğup büyüdüğüm Çankırı’da da hala hali vakti yerinde olanlar, misafir ağırlamayı sevenler kapısı evin avlusuna açılan ayrı odalar yaptırırlar. Ama maalesef büyük şehirlerimizde uyguladığımız mimarilerde batılı ev tarzlarını uyarlamaktan, hayatın meselelerine karşı kendi geliştirdiğimiz mimarimizi unutur olduk. Belki de misafiri eskisi kadar çok sevmez olduk, yada eskisi kadar evlerimize yatılı misafirler gelmiyor. Kardeş Kalemler Ağustos 2008 Avlu duvarları gayet yüksek, kapılar kapandığında aile tamamen kendi mahremiyeti içinde hür bir alana kavuşuveriyor. Sabah saat 9.00 da Ankara Radyosu Gündem Programından Oytun Şahin Hanım arıyor. Türkmen Sahra’dan Ankara Radyosuna canlı yayına bağlanıyor ve Mahdumgulu ve Türkmen Sahra hakkında dinleyicilere bilgi aktarıyoruz. Kahvaltının süprizi evin küçük oğlu Didar oluyor. Didar, İrfan Gürdal’ın müzik CD’lerini dinlemiş ve İrfan’ı çok seviyor. Didar’ın İrfan’a olan ilgisi hepimizi hem şaşırtıyor hem de sevindiriyor. Şiir söze, müzik şiire kanat takar. İrfan’ın seslendirdiği nameler de uçmuş kilometrelerce uzaktaki bu Türkmen çocuğunun yüreğine ulaşmış. Sanat; sanat ey sanat… Aslında sevgili Didar’ın bu ilgisinin İrfan Gürdal’ın Türkmen Sahrada göreceği büyük ilginin habercisi oldu nereden bilebilirdik ki! TRT Türkmence yayınlarının şefi Murat Hoylu’da bize katılıyor. Prof. Dr. Fikret Türkmen’le birlikte gelmeleri gerekiyordu ancak Fikret Hocanın kolunun kırılması onun bize katılmasına mani oluyor. Bu durum aslında yükümüzü biraz daha artırıyor: Kümbet Şehrinde yapılacak uluslar arası sempozyumda Türkiye’den katılan tek tebliğ Ömer Kayır Beyle hazırladığımız “Mahdumgulu ve Hikmet” başlıklı çalışma olacak. Ömer Bey her zaman ki görev sorumluluğu ile günlerdir tebliğ üzerinde çalışıyor. Konuyu birlikte seçmemize rağmen onun hızına yetişemeyip tüm yükü, ara sıra yapabildiğim küçük katkıların dışında onun sırtına yüklemiş durumdayım. Masallar Ülkesinden Geçtik Bugün akşam Mahdumgulu’nun türbesine gideceğiz. Türkmenler, Mahdumgulu’nun kabri başında kendi organizasyonları ile törenler düzenleyecekler. Kaldığımız Kelaleh’den epey uzakta olduğundan önce Oğlmaya Hanımın dayılarının Maravatepe kasabasındaki evlerine misafir olacağız. Vakit yaklaşınca da Acı Kavşan ve daha sonra da Aktogay’daki törenlere gidilecek. Recep Ağanın Horasan’dan gelmiş başka misafirleri de var. 53 İki arabaya binip yola çıkıyoruz. Garip bir vadiden geçiyoruz. Sanki masal ülkesindeyiz, şu dağlar, tepeler, dereler sanki bir çizgi film simülasyonu için yapılmış. Tepeler geniş düzlüğün üzerinde birden yükseliyor, yamaçları çok dik; dereler üzerinden geçtikleri toprakta derin yarıklar oluşturmuşlar, sanki her şey sonradan yapılmış gibi. Hele toprak kalınlığı inanılır gibi değil, dere yataklarının geçtiği veya yol yapımı için kazılan tepelerin yüzleri abartısız 3-5 metre kahverengi humuslu topraklardan oluşuyor. Ömer Beyle bu kalın toprak tabakasına bakıp şaşırıyoruz. Türkiye’ye dönünce sayın Hayrettin Karaca’yı arayıp Türkiye topraklarındaki erozyon için üzülmemesini söyleyelim. Biz öyle bol bir toprak bulduk ki, getirip erozyonlu alanların üzerine havadan serpelim, her yere yeter, diyelim kendisini bu kadar üzmesin diye şakalaşıyoruz. Yolumuz karaçam ormanlarıyla kaplı bir dağın kenarından geçerken, dağın eteğindeki küçük düzlükte bir medrese karşımıza çıkıveriyor. Oğulmaya Hanım bu medresenin 250 yıllık olduğunu ve mimarının Türkiye’den geldiğini söylüyor. Seyit Kılıç İşan medresesi, durup ziyaret etmek istediğimizi söylüyoruz. Recep Ağa önde giden otomobilden ayrılmak istemese de bizleri kırmıyor, duruyoruz. İkindi namazını bekleyen üç genç karşılıyor bizi. Medreseyi gezdiriyorlar. Ortadaki geniş eyvana açılan küçük hücreleriyle tipik bir medrese mimarisine sahip. Geçtiğimiz yıllarda sel altında kaldığı için bir miktar bakınma ihtiyaç gösterse de sapasağlam ayakta. Giriş kapısının önünde küçük bir de camii var. Gençler Şeyh Seyit Kılıç İşan’ın kabrinin dağın yamacında ormanın içinde olduğunu söylüyorlar. Türbe çam ağaçlarının arasından görünüyor. Biraz sonra namaz kıldırmak için gelen imamdan burasının günümüzde de faal bir Nakşibendi dergahı olduğunu öğreniyoruz. Recep Ağanın aklının öndeki araçta giden misafirlerinde olduğu her halinden belli oluyor. Onu daha fazla sıkıntıya sokmadan yola koyuluyoruz. Kendi Tayfamızı Taptık Maravatepe’ye vardığımızda adeta Anadolu’da bir evin avlusuna girmiş gibi hissediyoruz kendimizi. Toprak kerpiçle çevrilmiş avlu duvarları, avluya evlerin yerleştirme Kardeş Kalemler Ağustos 2008 54 nizamı, traktör ve kümes hayvanları için yapılan bölümler Anadolu tipik orta halli bir köy evindeyiz sanki. Misafirler için özel hazırlanmış, ailenin yaşadığı bölümden ayrı bir odaya alınıyoruz. Her şey o kadar Anadolu’ya benziyor ki… En başta da Türkmen Sahra’da konuşulan dil. Türkmen Sahra Türkmenleri, Türkmenistan Türkmencesinden farklı olarak peltek “s”leri daha az tıslatıyorlar. Türkmenistan Türkmencesinde peltek “se” sesi o kadar hakim ki, bazen bildiğiniz kelimeyi bile insan zor tanıyor. Türkmen Sahra’da peltek “se” sesinin daha zayıflamış olması burada konuşulan dili Anadolu’ya yakınlaştırıveriyor. Türkmen Sahra müzikleri de öyle. Türk halklarının müzikleri konusunda Türkiye’deki en önemli uzman ev icracıların başında gelen bir isim olan İrfan Gürdal, bu bölgedeki müziğin Karadeniz müziğine daha yakın olduğunu söylüyor. Kanaatlerine itibarımız sonsuz olmasına rağmen, İrfan Beyin kendisi de Karadenizli olduğu için Karadeniz bölgesine iltimas geçtiği imalarıyla şakalaşıyoruz. Bu köydeki kadınların başlarına örtükleri yazmaları da başlarını örtme tarzları da tıpkı Anadolu gibi. Türk Dünyasının pek çok bölgesini gezmiş, kimi yerlerinde uzun sayılabilecek süreler de çalışmış ve hala ilişkileri devam eden birisi olarak söylüyorum ki, Anadolu Türkmenlerine en yakın Türk topluluğu Sahra Türkmenleridir. Evin önünde eyvana çıkmış kadınların fotoğraflarını çekmek için objektifi kendilerine çevirdiğimi anlayınca yaşmaklarını çekerek, nezaketsizlik etmeden yan dönüyorlar. Tıpkı Anadolu kadını! Üstelik yaşmağa da burada yaşmak deniyor. Yaşmağın ne olduğunu bilenler bilmeyenlere söylesin. Bu hareketi gördüğümüzde, Anadolu kültürüne olan aşırı benzerliklerin içimizde biriktirdiği heyecan artık dışarı vuruyor: Ömer Beyle “kendi tayfamızı taptık” diye bağırıyoruz. “Tayfa”, tayife, “tapmak” ise bulmak anlamına geliyor. Bu halimiz onların da çok hoşuna gidiyor. Bu gerçek hislerimizdi. Asla Türkmen kardeşlerimizin gönlünü kazanmak için söylenmiş Kardeş Kalemler Ağustos 2008 bir cemile değildi. Gördüm; bildim; anladım ki; Türkiye Türklerinin büyük çoğunluğu tarihi Horasan’dan ve elbette onun önemli bir parçası olan Türkmen Sahra üzerinden Anadolu’ya gelmişlerdir. Acı Kavuşan’dan Acı Kavuşan’a Maravatepe Köyünden, akşama doğru ayrılarak Mahtumkulu’nun kabrine doğru yolla koyuluyoruz. Mahtumkulu, XVIII yüzyılın ünlü Türkmen şairi… 1773’te Türkmenistan’daki Etrek nehiri boyunda yer alan Acı Kavuşan köyünde dünyaya gelmiş. Maravatepe’den Mahtumkulu’nun vefat ettiği ve şimdi türbesinin bulunduğu Aktoğay mevkiine giderken iki ırmağın birleştiği bölgeye de Türkmensahra’da, acı suların kavuştuğu yer anlamına Acı Kavuşan diyorlar. Mahtumkulu’nun hayatı iki Acı Kavuşan’ın arasında bir ömür. Aktoğay’ın da içinde bulunduğu bölge, daha önce bizleri güzel tabiatı ile çok şaşırttığını söylediğimiz Hazar kenarındaki bölgeden çok farklı. Her yan bozkır hatta bozkırdan daha da öte çölleşmenin başladığı yerler sanki. Toprak damlı evlerden kurulu köyler, çevrenin koyu kahve renklerine o kadar uymuş ki, dikkat edilmese fark edilmeleri güçleşiyor. Mahtumkulu’nun türbesi, bu bozkırın ortasında yer alan küçük bir tepenin üzerinde azametle yükseliyor. Yanında yöresinde hiçbir yerleşim yeri yok. Etrafa bakınca karşı yamaçlarda adete kamufle olmuş bir iki köy görünüyor. En yakın yerleşim yeri birkaç kilometre uzakta olsa da bu akşam Aktokay tepesinde bulunan türbenin etrafı çok kalabalık. Türkmenler, çok uzaklardan gelmişler bazıları Aktokay’ın sırtlarına çadır kurarak bu akşamı bekliyorlar. Bu akşam halkın kendi düzenlediği kutlamalar yapılıyor. İnsanlar, Mahtumkulu’nun ve babası Devlet Mehmet Azadi’nin kabirleri başında dualarını okuduktan sonra Türbenin hemen önünde hazırlanmış bölümdeki yerlerini alıyorlar. Küçük bir sahnenin karşısında plastik sandalyeler- 55 le hazırlanmış bu geçici toplantı alanı hınca hınç dolu. Binlerce insan burada buluşuyor. Birbirlerine sarılanlara hasret giderenler göze çarpıyor. Semizade Ailesi ile birlikte biz de kalabalığa karışıyoruz. Oğulmaya Hanım, alana asılmış pankartları göstererek Türkçe “Hoş Geldiniz” yazısına dikkatimizi çekiyor. Türkiye’den de katılım olacak diye afiş ve davetiyelerde Türkçe ifadeler yer alıyor. Türkmence yazılar yok. İranlı organizatörler, önce hem Türkiye Türkçesi hem de Türkmence yazmak istemişler fakat görmüşler ki, ikisi ya aynı ifadeler oluyor ya da çok yakın. Vazgeçip yalnızca Türkiye Türkçesindeki yazıları yazmışlar. Görüştüğümüz Türkmenler bu halden çok memnunlar. Recep Ağa eşi dostu, arkadaşı çok olan bir insan. Onunla selamlaşmaya gelenler, bizimle de tanışıyorlar. Bu özellikle yapılan tanıştırmalar olmasa kimse bizim Türkiye’den geldiğimizi fark etmeyecek. Biz de o büyük abidenin altında yan yana yatan iki büyük şairin kabirlerini ziyaret ediyoruz. Mahtumkulu’nun babası Devlet Mehmet Azadi de şair. Babasının “Vaaz-ı Azad”, “Hikayet-i Cabir Ensar”, “Münacat” adlı ünlü mesnevileri var. Oğulmaya Hanım “Babası ortak Türk dilinde şiirlerini yazmış, Mahtumkulu ise Türkmence” diyerek açıklamada bulunuyor. Devlet Bu itibarla, Mahtumkulu Türkmencenin yazı dili, edebiyat dili haline gelmesinde ilk adımı atanlardan. Babası ise ortak Türk edebi dilinde şiirlerini yazıyordu. Ortak edebi dil, ahh bugün sana ne çok ihtiyacımız var. Aslında Mahtumkulu da kendi döneminde aldığı eğitim bu ortak edebi dil ile idi. Gençliğini Hacı Kavuşan köyünde ve Etrek nehiri boyunda geçiren şair Mahtumkulu, ilk eğitimini köyünde alır. Sonra Lebap’ta bulunan Halaç ilçesinin Kızılayak köyünde olan İdris Baba medresesinde devam eder. Bundan sonra Buhara’daki Göğeltaş medresesinde eğitim görür. Şair, yüksek eğitimini döneminin üniversitesi kabul edilebileceğimiz Hive’deki “Şirgazi” medresesinde görür. Bu medresede yatılı olarak tam üç yıl eğitim alır. Bu hakkında şairin kendi şöyle der: “Mekân eyleyip, üç yıl yedim tuzunu, Gider oldum, hoşça kal, güzel Şirgazi! Geçirdim kışı, bahar ve yazını, Gider oldum, hoşça kal, güzel Şirgazi!” Eğitimini değişik medreselerde tamamlayan şair Arapça, Farsça ve Çağatayca öğrenmiştir. Nizami, Sadi, Fuzuli, Nevai, Ahmet Yesevi, Hacıbektaş Veli gibi Türk Dünyasının önemli klasiklerini tanımış, onların eserlerini iyi öğrendiği ise şüphesiz. Belki mesajını halka daha iyi ulaştırma duygusu, misyon aşkı onu Türkmen halkının konuştuğu dille şiirlerini yazmaya sevk eder ve Türkmenler tarafından çok sevilir. Bu sevgi bugün de sel olup akmakta. Aşıklar, şairler birer birer sahnede yerlerini alıyorlar. Herkese beşer dakika süre veriliyor. Aşığın birisi bu süreyi az bularak “beş dakikada ben ne diyeyim ki” diyerek orada irticalen yazdığı bir şiirini okuyor. Sıra İrfan Gürdal’a geliyor. Türkiye’den gelen Kardeş Kalemler Ağustos 2008 56 sanatçı diye anons edilince etrafta dağının şekilde kendi aralarında sohbet edenler, sel gibi kalabalığın etrafına doğru akıyorlar. İrfan Gürdal, Türkmen Sahrada tanınıyor. Yaptığı televizyon programlarını kaydedenler bile var. Önce Mahtumkulu’dan, “Müslümanlar ilki başı la ilahe illallahdır” isimli bir eseri seslendiriyor. Ardından Yunus’tan bir eser. Edebiyat araştırmacılarından “Yunus ve Mahtumkulu” karşılaştırmasını yapanlara sık rastlanır. Hatta Dadaloğlu ve Karacaoğlan karşılaştırmaları, aralarındaki benzerlikleri ortaya koyanlar da çoktur. Bu sahnede de yine Türkmen’in iki kocası bir araya gelip buluşuyorlar. Halk birden coşuyor. Semizadeler, Ömer Kayır, Murat Hoylu hep birlikte hakim bir noktadan konseri seyrediyoruz. Halkın bu coşkusunu görünce Murat Hoylu’dan, sahnenin yanına giderek İrfan Gürdal’a korumalık yapmasını rica ediyorum. Recep Ağa zaten tedbirini almış ama ilgi o kadar çok ki, yanındakiler yetersiz kalabilirler. Murat birkaç gençle birlikte sahneye doğru gidiyor. Eserler bitiyor, izleyicilerden sahneye çıkmak isteyenler var. İraf’ın devam etmesini istiyorlar. Sunucu ilerleyen saatlerde İrfan Gürdal’ın tekrar sahneye geleceğini anons ederek ortamı yatıştırmaya çalışıyor. Türkiye’nin ve Türk Dünyasının dört bir yanında binlerce konser vermiş, yılların sanatçısı İrfan Gürdal, “ben hiçbir konserimden sonra böyle ilgi görmedim” diyerek hem şaşkınlığını hem de memnuniyetini ifade ediyor. Köroğlular Yarışıyor Aktokay’dan geç vakit Maravatepe’ye dönüyoruz. Ev sahibimiz yorgunluk çaylarını hazır etmiş. Daha ilk yudumlarda bir gece önceden kalan bir hesap görülmeye başlanıyor. Türkmen bakşı (Aşık) Abdurrahman Ağa, bir gece önce vakit geç olduğundan Türkmen Köroğlu destanından türküler söyleyememişti. Daha çayların ilk yudumunda dutarını alıp Köroğlundan bir türkü seslendiriyor. Ardından İrfan Güdal, Bolulu Köroğludan… Dijital Kardeş Kalemler Ağustos 2008 kayıt makinesı orta yerde kendi görevini yapıyor. Zevkle dinliyoruz. Biraz destandan anlatılıyor biraz Türküleri sesleniyor. Yorulanlar sessizce, yataklarına çekilip uykuya dalıyorlar. Ben de yorulanlardandım. Ertesi gün yine zor bir gün olacak. Uyuduğumda Abdurrahman Ağa dutarını çalıyordu. Sabah uyanıp salona geçtiğim de yine aynı yerde dutarı ile Abdurrahman Ağanın söylemeye devam ettiğini görünce şaşkınlığımı tahmin edebilirsiniz. Resmi Törenler Başlıyor Bugün 16 Mayıs 2008, Mahtumkulu’nun doğumunun 275. yıl dönümü ve biz akşam, Türkmenlerin kendi aralarında organize ettikleri “sivil”, coşkulu ve samimi törenlerin ardından bu sabah resmi “etabına” katılacağız. İran hükümeti son yıllarda her vilayete, kendi yörelerinin değerlerini öne çıkaracak bir haftalık kültür günleri organize etmeleri kararını almış. Gogan valiliği de bu haftayı Mahtumkulu adına organize edilmesi kararını almış. Bu yüzden bu yıl ikincisi tertiplenen Mahtumkulu kültür etkinliklerini resmen başlatmış. Ya da başka bir ifade ile Türkmenlerin kendi aralarında yirmi yıla yakın zamandır kutlanan Mahtumkulu etkinliklerini valilik bünyesine almış. Evet Türkmenler, Türkmen kimliğinin çok önemli bir unsuru haline gelmiş, gurur duydukları şairleri Mahtumkulu Fiagi’yi, uzun yıllardır kendileri anmaktalar. Bir gün önce bugün resmi törenlerin başlayacağı Mahtumkulu’nun başındaki “sivil” merasimler de bu geleneğin devamı olarak sürüyor. Bize bildirilen saatte Aktokay’da Mahtumkulu’nun abide kabrinin başında hazırlanan mekanda yerimizi alıyoruz. Dün akşam sahneye çevrili olan plastik sandalyeler, bu sabah doksan derece çevrilerek kürsüye doğru döndürülmüşler. Yakıcı bir güneş var. Protokol için ayrılan bölüm ile onun tam karşısında kadın ve yaşlılar için ayrılan iki bölümün üzeri çadırla gölgelendirilmiş, halk için ayrılan bölüm güneşin altında. Protokolde bizim için ayrılan bölümdeki yerimizi alıp beklemeye başlıyoruz. Törenlerin başlaması gecikiyor. Halk yakıcı güneşin altında sabırla bekliyor. Törenlerin 57 başlamasını beklerken çevremizdekilerle tanışıyoruz. Hemen yanımızda oturanın İran’ın Türkmenistan Büyükelçisi olduğunu öğreniyoruz. Kümbet şehrinde Türkmen mahallesinde büyüdüğü için çok temiz bir Türkmence konuşuyor. Sempatik ve sıcakkanlı bir insan. Türkmenistan’dan gelecekleri de belirleyerek kendi de Mahtumkulu’nun 275. doğum yılı törenleri için Aşkabat’tan gelmiş. Törenin başlaması Gorgan valisinin gelmesiyle birlikte başlıyor. Konuşmalar Farsça olduğu için neler söylendiğini anlamıyoruz ancak her konuşmacı adeta katılımcıların sabrını sınarcasına uzun konuşuyor. Protokolün ön sıralarında oturanlardan birisini işaret ederek, İran parlamentosunda yer alan Türkmen milletvekili olduğunu öğreniyoruz. Dört gün sonra milletvekilliği sona eriyormuş, yeni seçimlerde kazananlar göreve başlayacaklar. Bu dönem bölgeden hiçbir Türkmen milletvekili seçilememiş. Daha önceki yıllarda dört milletvekiline kadar bu bölgeden Tahran’a parlamentoya göndermişler. Milletvekilinin yapacağı konuşmada neler söyleyeceğini merakla bekliyoruz. Fakat ko- nuşmacının birisi kürsüden inmişti ki, Türkmen milletvekili sessizce yerinden kalkarak türbenin arkasına doğru yürüdü. İşte bu hareket buradaki törenlerin de sonu oldu: Başta gençler olmak üzere her yaştan insan oturdukları yerden kalkarak milletvekilini uğurlamak için ona doğru yürüyüverdiler. Dinleyici bölümünde pek kimse kalmayıverdi. Sunucu bu durumu Türkmen halkının konukseverliği ve Tahran’dan gelen vekillerine ev sahipliği yapma geleneği olarak yorumlayarak törenleri kapattı. İran-Turan Sınırından Geçtik Öğleden önce tamamlanan törenlerden sonra geriye kalan vaktimizi değerlendirmek için Oğuzname’de de adı geçen Güllü Dağ’a doğru yola koyuluyoruz. Zavur Çeşmesi Deresini takip eden yolla dağların arasından kıvrılarak gidiyoruz. Bu derenin kenarında vadiyi ikiye bölen ancak şimdi temelleri kalmış bir duvarın kalıntılarının yanından geçiyoruz. Ev sahiplerimiz, Çin Setti gibi genişliği 15 metreyi bulan kalın ve yüksek bir duvar olduğu hakkında görüşler olduğunu anlatıyorlar. Adeta İran’la Turan’ı ayıran bir duvar. Şimdilerde yanlıca temelleri duruyor. Kardeş Kalemler Ağustos 2008 58 Yemyeşil Güllü Dağın karşı yamaçlarında yeni dikilmiş zeytin bahçesinin içinde geziniyoruz. Ömer Kayır bey hariç. O yarın sunacağı tebliğin son düzeltmeleri için serin bir mekanda çalışmaya devam ediyor. Geç saatlerde Kelaleh’e dönüyoruz. Türkmen Halk Müziği Orkestrası Bugün 17 Mayıs 2008 ve biz Gorgan’da yapılacak toplantı için yola koyuluyoruz. Güzel hazırlanmış bir salona giriyoruz. Salonun fuayesinde Türkmen ressamların eserlerinden karma resim sergisi açılmış. Tablolara bakıyoruz. Toplantı, vaktinde başlıyor ve konuşmalar aralarına yerleştirilmiş müzik ve tiyatro eserleriyle sürüyor. Sahneyi dolduran müzik topluluğu Türkmen Sahranın tek müzik topluluğu. Dr. Cevdet Teke yönetiminde yıllardır kendi aralarında organize olarak çalışmalarını sürdüren bir topluluk. Türkmen müziğinden eserler icra ediyorlar. Diğer konuşmalar Farsça devam ediyor. Toplantının ardından tüm katılımcılar yemeğe götürülüyoruz. Burada Kızılbaş’lardan bir gençle tanışıyoruz. Kızılbaşlar İran’da dağının olarak yaşıyorlar ve kendilerine “Türk” diyorlar. Dilleri Türkçe ve elbette Türkler ancak Türk kökenli pek çok halk, kendini adlandırırken, Kazak, Özbek gibi kendisine daha alt kimliğini seçerken Kızılbaşlar, biz Türküz diyorlar. Ayaküstü yapabildiğimiz kısa sohbette, sosyal yapılarının Anadolu Aleviliğinden farklı olduğu izlenimini ediniyoruz. Araştırılsa ne güzel olurdu. Türklük, bilgi çağı, iletişim çağı denilen günümüzde hala ne kadar çok araştırılmaya muhtaç. Öğleden sonraki oturum Kümbet Şehrinde olacak. Kümbet, içinde yer alan tarihi bin yıl öncesine uzanan gösterişli kümbetten alıyor. Kümbet hala şehrin en gösterişli yapısı. Bizim tebliğimiz de burada okunacak. Kümbetteki toplantıda Kardeş Kalemler Ağustos 2008 Özbekistan’dan, Türkmenistan’dan, Azerbaycan’dan gelen konuşmacılar da konuşacaklar. Salonun alt kısmı daha resmi ve yaşlı bir dinleyici gurubu tarafından doldurulurken balkon gençlerden oluşuyor. En büyük alkışı Türkmenistan’dan gelen konuşmacı alıyor, Ömer Kayır Bey ise ikincilikle yetinmek zorunda. Alkışların seviyesi tebliğlerde ne anlatıldığından çok gençlerinin konuşmacının ülkesine olan sevgilerinin işaretleri gibi. Balkon kısmından alkışlarla salonu çınlatıyorlar. Salonun önüne çıktığımız zaman, gençlerin büyük ilgisi ile karşılaşıyoruz. Çevremizi sarıyorlar, her bir çok heyecanlı. Yazdıkları şiirlerden ve hikayelerden bahsediyoruz. Hemen hepsi üniversite öğrencileri. Çok heyecanlılar, kıpır kıpırlar. Tebliğlerden birisini de Prof. Dr. Hüseyin Düzgün sunuyor. Güney Azerbaycan’dan gelen Prof. Düzgün, Mahdumgulunun şiirlerindeki dil unsurlarından bazılarını Kırgızca, Kazakça ve diğerleri ile mukayese ediyor. Tebliğ dili Farsça olsa da perdeye yansıttığı slaytların başlıklarını Latin harfleri ile yazmış olması, konuyu tamamıyla olmasa da ne hakkında konuşulduğunu anlamamıza yetiyor. Toplantıları resmi kısımlarının her aşamasında “Türkmen Şairi” tabiri yerine ısrarla “İran Şairi” olarak nitelenen Mahtumgulu bir anda Turan şairi olup çıkıyor. Bilimsel tebliğe kimse itiraz etmiyor. Antalya’yı Verdik ama Tebriz’i Aldık Bugünün akşamı da İrfan Gürdal’ın derlemeleri ve bu arada bizim kendimizi içinde bulduğumuz tekrarları mümkün olmayacak Türkmen müziği ziyafetiyle devam ediyor. Türkmensahra’daki en önemli ozanlar bu akşam konuklarımız. Ertesi gün bir söz kesme merasimine katılıyoruz. Hanımlar ve erkekler ayrı evlerde toplanmışlar. Biz önce salona sonra özel bir odaya alınıyoruz. Bu odaya geçişimizin sebebine biraz 59 sonra salondan yükselen, başlık, çeyiz vb. pazarlıklar için yükselen seslerden sonra anlıyoruz. Bir müddet sonra sahbet eski seyrine dönüyor. etmişti. “Peki o zaman Ankara’yı ver.” Kelaleh şehrindeki en büyük caminin imamı olduğunu sonradan öğreneceğimiz şen şakrak bir kişi yanımıza gelip koyu bir sohbete başlıyor. Adı Hasan. Bir ara durup bilmece soruyor: Gerek olunca atarlar gerek olmayınca toplarlar. Bilmecenin cevabını bulmaya çalışıyoruz. Tahminlerimiz hep boşa çıkıyor. “Haklısın, o zaman Antalya’yı ver. Orası çok güzel yer.” Hasan Ağa; “İstanbul’u ver?” diye gülüyor. Şaşkınlık ve sevinç duyguları ile bir anda çocukluğuna gidiyorum. Küçük bir çocukken anne ve babamla bir birimize bilmece sorarken, bilmeceyi bilemeyen diğerlerine şehir verirdi. Bütün Türkiye’ye bizimdi ve bilemediğimiz zaman şehir kaybederdik. Kaybettiğimiz şehirler için üzülür, daha küçük illeri vererek veya biraz önce kaybettiğimiz büyük şehirleri ger almaya çalışarak sürer giderdi oyun. O günleri hatırlayarak, “hayır dedim, “İstanbul çok büyük, veremem.” Bu oyunu biliyor olmam onu da çok memnun “Oldu mu şimdi, Başkentimizi verelim de biz ne yapalım?” “Peki Antalya senin olsun.” Sıra bana gelmişti. Düşünüyorum da çocuklara vatan sevgisi kazandırmak için çok harika bir oyun bu. Çocuk, bütün vatanın sahibi gibi hissediyor kendisini, şakacıktan bir şehir kaybettiğinde üzülüyor. Ben de Hasan Ağaya bilmecemi sordum. Çok uğraştı ama bilemedi. “Sen bana bir yer ver dedim.” Hiç düşünmeden Tebriz’i teklif etti ve ben de hemen kabul ettim. Keyfine diyecek yoktu, “hem Tebriz’den hem sıradan kurtuldum” diyerek kahkahalar atıyordu. Ben ise Antalya’yı kaybetmiş olsam da Tebriz’i almanın memnuniyeti içindeydim. Kardeş Kalemler Ağustos 2008 60 AZERBAYCAN Divanü Lugat-İt-Türk İstatistikleri ve Divan’ın Azeybaycan’da Tetkiki DR. RAMİZ ASKER Bu yɚz Türkɨlɨjinin vɟ Türklü÷ün úɚhɟsɟri Divɚnü Lugɚt-it-Türk üzɟrinɟ bɚz istɚtistiklɟri içɟrmɟtɟdir. Bunlɚr srɚs ilɟ ɟsɟrin hɚngi dillɟrɟ, nɟ zɚmɚn vɟ kimlɟrcɟ çɟvrildi÷i, cilt vɟ sayfa sɚys, imkɚn ölçüsündɟ tirɚj vɟ ɟditörlɟri, Divan úɟhitlɟri üzɟrinɟ istɚtistiklɟri ve Divan’n Azerbaycan’da tetkiki tarihinin baz sayfalarn kɚpsɚr. I. Divɚnü Lugɚt-it-Türk’ün Çɟvirilɟri Yaklaúk bin sene önceki Türk Dünyasnn ansiklopedisi, Türk Dilinin vɟ ȿdɟbiyɚtnn, Kültürünün vɟ Co÷rafyasnn, Tɚrihinin vɟ Etnografisinin aynas Divanü Lugat-it-Türk ilk kez 1915-1917 yllarnda Kilisli Rifat tarafndan østanbulda baslmú ve tüm dünyada geniú ilgi uyandrmútr. Divan’n 436 sayfa ɨlɚn 1. cildi vɟ 294 sayfa ɨlɚn 2. cildi 1915’dɟ, 333 sayfa ɨlɚn 3. cildi 1917’dɟ 300 ɚdɟt ɨlɚrɚk bɚslmútr (1). Kardeş Kalemler Ağustos 2008 1 61 Daha sonra Divan çɟúitli dillɟrɟ çɟvrilmiúdir. 1. Ünlü Ⱥlmɚn bilim ɚdɚm, Türkolog, øbrani, Akad, Arap, Kpti, Sanskrit dilleri uzman Carl Brockelmann Divɚnü Lugɚt-it-Türk’teki sözcükleri alfabetik sraya sokarak endeks cildini hazrlamú ve Macaristan Bilimler Akademisinin maddi deste÷iyle 1928’de Ⱥlmɚncɚ tɟk cilt hɚlindɟ VI+252 sayfa ɨlɚrɚk yaynlamútr(2). Tirɚj vɟ ɟditörü bilinmɟmɟktɟdir. 1925’tɟ Türkiyɟ Büyük Millɟt Mɟclisi, 1926’da Baku’de düzɟnlɟnɟn 1. Türkoloji Kurultay Divanü Lugat-it-Türk’ün önemini vurgulamú ve çevirisini srarla tavsiye etmiútir. 1932’de Ankarada tɨplɚnɚn 1. Türk Dili Kongresi ayn ça÷ry bir dɚhɚ yinelemiú, TDK’dɚ Cɟlɚl Sɚhir ȿrɨzɚn, Rɚgib Hulüsi Özdɟm vɟ Hɚmid Zübɟyir Kɨúɚydɚn oluúan komisyon kurulmuú vɟ tercüme iúinin Kilisli Rifat’a verilmesi kararlaútrlmútr. Bu tɟrcümɟnin Kɚrl Brɨkkɟlmɚn tɟrcümɟsinɟ bɟnzɟr úɟkildɟ bir nɟv endeksdɟn ɨluúmɚs öngörülmüútür. 2. Kilisli Rifɚt çɟviriyi tɚmɚmlɚyɚrɚk kɨmisyɨnɚ sunmuútur. Fakɚt çeúitli nedenler yüzünden bu teúebbüs gerçekleúmɟmiútir. 3. Ⱥyn yllɚrdɚ TBMM Vɚn Mɟbusu Tɟvfik Bɟy [Dɟmirɨ÷lu] bu iúlɟ u÷rɚúmútr. Ɉnun 504 sayfalk tɟrcümɟsi Ⱥrɚp ɚlfɚbɟsi srɚsnɚ görɟ dizilmiú, ɚncɚk bɚz úiirlɟr, sɚvlɚr gɟçilmiú vɟyɚ ksɚltlmútr. Mɟsɟlɚ, «Türk» mɚddesi «Ⱥslndɚ tafsilɚt vɚrdr» kɚydylɚ ksɚltlmútr. 4. Divɚnü Lugɚt-it-Türk’ü tɟrcümɟ ɟdɟn üçüncü kiúi Kɨnyɚl Ⱥtif ȿfɟndi [Tüzünɟr] ɨlmuútur. Ɉnun 7 dɟftɟrɟ yɚzlmú tɟrcümɟsinin hɚcmi 943 sayfadr. Bu tɟrcümɟ R.Kilisli vɟ Tɟvfik Dɟmirɨ÷lu çɟvirilɟrinɟ nɚzɚrɚn dɚhɚ dɨlgun vɟ düz÷ündür. Fakɚt ɨ, bɚz úiir vɟ sɚvlɚr yɚlnz ɨnlɚrn Ⱥrɚpçɚ ɚçklɚmɚlɚrnɚ görɟ çɟvirmiútir. Bu üç çɟvirinin ɟlyɚzlɚr Türk Dil Kurumunun ɚrúivindɟ muhɚfɚzɚ edilmektedir (3). Nihayi sonuç alnamad÷ndan Divanü Lugat-it-Türk’ün Türkçeye çevirisini ünlü Do÷ubilimci, Türk Dil Kurumunun kurucularndan biri olan Prof. Dr. Besim Atalay üstlenmiúdir. 5. Besim Ⱥtɚlɚy Divɚnü Lugɚt-it-Türk’ü çɟvirɟrɟk 1939-1942 yllɚrndɚ 3 cildi mɟtin, 1 cildi dizin-endeks, 1 cildi faksimilɟ-tpkbɚsm ɨlmɚk üzerɟ 5 cilt hɚlindɟ bɚstrmútr (4). Divan’n 1939’dɚ çkɚn 1. cildi XXXVI+530 sayfa, 1941’de çkan 2. cildi 366 sayfa, 1943’te çkan 3. cildi 452 sayfa, 1943’te çkan 4. dizin-endeks cildi XL+868 sayfa, 1941’dɟ çkɚn tpkbɚsm- faksimilɟsi 320 sayfadr. Tirɚj göstɟrilmɟmiú, ɟditörü bilinmɟmɟktɟdir. Besim Atalay çevirisi daha sonraki yllarda gerçekleútirilen tercümeler için baz olarak alnmú, etalon olarak kabul görmüútür. 6. Özbɟk ɚsll Türkɨlɨ÷ Halit Sait Hocayev 1935-37 yllar arasnda Divɚnü Lugɚt-it-Türk’ü Azeri Türkçesine çevirmiútir. Tam 70 yl önce gerçekleútirilmiú úu tercüme lɟksik bɚkmdɚn ɟskidi÷i için bugüne kadar baslmamú olup Azerbaycan Milli Bilimler Akademisine ba÷l Dilcilik Enstitüsü arúivinde muhafaza edilmektedir. Kitap bɚslɚcɚ÷ tɚktirdɟ ɟditörlɟri P.K.Juzɟ, Ⱥ.Ⱥlɟskɟrzɚdɟ, F.øsmihɚnɨv vɟ ȿ.Dɟmircizɚdɟ ɨlɚcɚklɚrd. 3 Hɚzirɚn 1937’dɟ gizli sɨvyɟt pɨlis tɟúkilɚt ÇK tɚrɚfndɚn ‘pɚntürkist vɟ milliyɟtci’ ithɚmylɚ hɚpsɟ ɚtlɚn vɟ 12 ȿkim 1937’dɟ kurúunɚ dizilɟn, Türklük, Türkɨlɨji vɟ Divɚnü Lugɚt-it-Türk u÷runɚ úɟhit ɨlɚn Hɚlit Sɚit Hɨcɚyɟv’in kutsɚl ruhu kɚrúsndɚ sɚyg ilɟ ɟ÷iliyɨrüz. 7. Divanü Lugat-it-Türk Salih Mutallibov tarafndan Özbek Türkçesine çevrilmiú ve 19601967’de 3 cildi mɟtin, 1 cildi endeks ɨlmɚk üzɟrɟ 4 cilt halinde bɚslmú (5), ksa bir süre içinde mevcudu kalmamútr. Çɟvirinin 500 sayfalk 1. cildi 1960’dɚ, 428 sayfalk 2. cildi 1961’dɟ, 466 sayfalk 3. cildi 1963’tɟ, 543 sayfalk endeks cildi 1967’dɟ Özbɟkistɚn Bilimlɟr Ⱥkɚdɟmisinɟ bɚ÷l Puúkin Dil vɟ ȿdɟbiyɚt ȿnstitüsü vɟ ȿbu Rɟyhɚn Biruni ùɚrkiyɚt ȿnstitüsü Bilim Kɨnsɟyinin kɚrɚrncɚ yɚynlɚnmútr. Çɟvirinin 1. cildi Ⱥ.K.Bɨrɨvkɨv, G.Ⱥbdurrɚhmɚnɨv, Ⱥ.Ɉsmɚnɨv, U.Kɟrimɨv vɟ Ⱥ.M.Sçɟrbɚk, 2.cildi Ⱥ.K.Bɨrɨvkɨv, G.Ⱥbdurrɚhmɚnɨv, U.Kɟrimɨv vɟ Ⱥ.M.Sçɟrbɚk, 3. cildi ise Ⱥ.K.Bɨrɨvkɨv, G.Ⱥbdurrɚhmɚnɨv vɟ Ⱥ.M.Sçɟrbɚk tarafndan dɟnɟtlɟnmiútir. Ⱥ.K.Bɨrɨvkɨv’un vɟfɚt nɟdɟniylɟ 4. cilttɟ ɨnun yɟrinɟ ɟúi T.Ⱥ.Bɨrɨvkɨvɚ gɟçmiú, dɟnɟtim iúlɟri T.Ⱥ.Bɨrɨvkɨvɚ, G.Kɟrimɨv vɟ ù.ùükürɨv’dɚn ɨluúɚn üç kiúilik bir hɟyɟtçɟ yürütülmüútür. 1-2-3. ciltlɟr 3.000 nüsha tirajla, 4. endeks cildi 2.000 nüshɚ tirɚjlɚ baslmútr. Eser bilim çevreleri ve geniú okur kitlelerince büyük ra÷bet görmüú, Sovyet Türkologlarnca uzunca yllar yararlanlan tek kaynak olmuútur. Son cildi 40 sene önce yɚynlɚnmɚsnɚ rɚ÷mɟn úu tercüme hala Divanü Lugat-it-Türk’ün en güzel çevirilerinden biri saylmaktadr. Kardeş Kalemler Ağustos 2008 2 62 8. Divanü Lugat-it-Türk’ün Uygur Türkçesine tercümesi ise tam bir insani ve filolojik facia olarak karúmza çkmaktadr. Eser tam 5 defa Uygur Türkçesine tercüme olunmuúdur. Ünlü úair ve fikir adam Kutlu÷ ùevki 1930’lu yllarda Türkiye-Msr-Hindistan gezisinden dönerken Rifat Kilisli neúrini de beraberinde Do÷u Türkistana getirmiú ve úair Muhammed Ali ile birlikte hemen tercümeye baúlamúlar. Fakat çeviri bitmeden her ikisi Çinli cellatlarca úehit edilmiúler. 9. 1944’te kurulan ba÷msz Do÷u Türkistan Cumhuriyeti lideri Ⱥhmɟtcɚn Kɚsmi Divanü Lugat-it-Türk’ün tercümesi için talimat vermiútir. Divan’n Uygur Türkçesine ikinci tercümesini gerçekleútiren ünlü bilgin øsmail Damollam’n muammal vefat ile bu çeviri de yarm kalmútr. 10. Divanü Lugat-it-Türk’ün Uygurcɚyɚ üçüncü tercümesi 1952-1954 yllarnda Uygur úairi ve tarihçisi Ahmet Ziyai tarafndan tam olarak gerçekleútirilmú, Emin Tursun, øbrahim Müti, Ahmet Ziyai, Burhan ùahidi ve Yusufbey Muhlisi’den oluúan komisyonca denetlenmiú, Urumçi Edebi Yaztlar Müzesine teslim edilmiútir. 1957’de ùincang Uygur Otonom Bölgesi Kültür Bakanl÷ eserin Pekin’de neúrini kararlaútrmú ve gerekli maddi kayna÷ da ayrmútr. Fakat Divanü Lugat-it-Türk, yaynlanmak úöyle dursun, ‘yerel milliyetçili÷e karú kampanya’ çerçevesinde el konarak ... yaklmú, Ahmet Ziyai 20 yl a÷r hapis cezasna çarptrlmú, daha sonra idam edilmiú, ailesi uzak bir köye, komisyon üyeleri kamplara sürgüne gönderilmiútir. 11. Çin Bilimler Akademisi ùincang úübesinin müdür yardmcs Uygur Sayrami 19601963’te Divanü Lugat-it-Türk’ün dördüncü tercümesini tamamlamútr. Fakat bu tercüme de aynen üçüncü tercüme gibi bu defa 1966’da baúlayan ‘kültürel devrim’ zaman yaklmútr. 12. Divan’n Uygur Türkçesine beúinci tercümesi Mao’nun ölümünden sonra 1980’li yllarda gerçekleúmiútir. ùincang Soyal Bilimler Akademisinin teúebbüsüyle øbrahim Müti’nin genel editörlü÷ü altnda 12 kiúilik bir komisyon kurulmuú ve çalúmalara baúlanlmútr. Abdusselam Abbas, Abdurrahim Ötkür, Abdurrahim Habibullah, Abdurreúit Kerim Sabit, Abdulhamit Yusufi, Halim Salih, Hac Nur Hac, Osman Muhammet Niyaz, Emin Tursun, Sabit Ruzi, Muhammet Emin ve Nursultan Osmanov’dan oluúan heyet eserin faksimilesi, Kilisli Rifat basks, Besim Atalay ve Salih Mutallibov tercümelerini baz alarak Divanü Lugat-it-Türk’ü çevirmiú ve 1981-84 yllarnda Urumçide 3 cilt halinde 10 bin nüsha tirajla yaynlamútr (6). Eser Arap alfabesiyle baslmú, baú kelimeler ve örnekler Arap ve Latin harfleriyle verilmiútir. (Divanü Lugat-it-Türk’ün Rusçaya ilk tercüme denemesi olarak Drevnetyurkskiy Slovar’i (DTS=Eski Türkçe Sözlük) göstere biliriz. Burada ve Sir Gerard Clauson’un Türkçenin 13. yy. Etimoloji Sözlü÷ünde Divan’dan binlerce kelime verilmiútir. Fakat bu sözlükler bir tek Divanü Lugat-it-Türk’ü içermedi÷i için, yani di÷er eserleri de ihtiva etti÷i için do÷rudan do÷ruya Divan tercümesi saylmamaktadr). 13. Divanü Lügat-it-Türk’ün øngilizceye gerçek çevirisi Prof. Dr. Robert Dankoff ve James Kelly tarafndan 1982-85 yllarnda Chikago’da 3 cilt halinde yaplmú tercümedir (7). 1982’dɟ yɚynlɚnɚn 1. cilt XI+416 sayfa, 1984’tɟ yɚynlɚnɚn 2. cilt III+381 sayfa, 1985’tɟ yɚynlɚnɚn 3. cilt 337+microfiche sayfadr. Eser ünlü Türk bilim adamlarndan rahmetli ùinasi Tekin ve dɟ÷ɟrli ɟúlɟri Gönül Alpay Tekin’in itinal editörlü÷ü altnda baslmútr. Tirɚj bilinmɟmɟktɟdir. Robert Dankoff’un 1982’de Türklü÷ün úah eserlerinden Kutadgu Bilig’i de øngilizceye çevirmiú oldu÷unu úükranla anmsatmay bir ödev saymaktayz. 14. Divanü Lu÷at-it-Türk 1997-98 yllarnda Ⱥskar Egeubay’n çevirisinde Kazak okurlara sunulmuútur (8). Kazakistan Cumhurbaúkan Sayn Nursultan Nazarbayev’in Kazakça 3 bin nüsha tirajla baslmú 3 ciltlik tercümeye yazd÷ önsöz esere ayr bir renk katmútr. ȿsɟrin 1997’dɟ yɚynlɚnɚn 1. cildi 592 sayfa, 2. cildi 528 sayfa, 1998’dɟ yɚynlɚnɚn 3. cildi 600 sayfadr. Divanü Lu÷at-it-Türk’ten öncɟ Kutɚd÷ü Bili÷’i Kɚzɚk Türkçɟsinɟ kɚzɚndrɚn Ⱥskɚr ȿgɟubɚy yɨ÷un çɚlúmɚ sɨnucu hɚstɚlɚnɚrɚk 53 yɚúndɚ hɚyɚtn kɚybɟtmiúdir. Ɉnu dɚ Divan úɟhidi sɚyɚrɚk ruhu önündɟ sɚyg ilɟ ɟ÷iliyɨruz. 15. 2002 ylnda Divanü Lugat-it-Türk ùincang Bilimler Akademisince Pekin’de Çince 3 cilt hɚlindɟ ve 3 bin adet olarak yaynlanmútr (9). Alimcan Sabit’in genel editörlü÷ü altnda gerçekleútirilen tercümenin 1. cildinin editörlü÷ünü Mirsultan Osmanov, 2. ve 3. cildlerinin editörlü÷ünü ise Tahircan Muhammet yapmútr. Divan’n 1. cildini (554 sayfa) Çinceye Xe Juy, Din ø, Syao Cuni ve Lyu Çzintszya, 2. cildini (378 sayfa) Syao Cuni ve Lyu Çzintszya, 3. cildini Kardeş Kalemler Ağustos 2008 3 63 (442 sayfa) Syao Cuni çevirmiútir. Bu neúir Divanü Lugat-it-Türk’ün teknik bakmdan úimdiye kadarki en güzel basksdr. 1. cildin baúndaki 11 sayfalk sunuúta eser ve yazar, Çinde tercüme teúebbüsleri, Divan’n baúka dillere çevirileri üzerine bilgi sunulmuútur. Ciltler Çin heroglifleryie baslmú, baú kelimeler ve örnekler Arap ve Latin alfabeleriyle verilmiútir. 16. Dr. Hüseyin Düzgün (Hüseyin Muhammetzade Sadik) Divanü Lugat-it-Türk’ü 2004’te Tebriz’de (Ⱥhtɟr Yɚynɟvi) Farsça 627 sayfalk tek cilt halinde bɚstrmútr (10). Eser Güney Azerbaycan Azerilerince sonsuz coúku ve hayranlkla karúlanmú, fakat tercüman úovenist Fars çevrelerince bask ve suçlamalara maruz kalmútr. Dr. Hüseyin Düzgün kitaba 2 sayfa Türkçe, 67 sayfa Farsça mukaddeme yazmú, Divan, Altay-Ural dil ailesi, Uygur yazs, Türk kültürü, Divan’n çeúitli dillere tercümeleri, eserin gayesi ve muhtevas, özellikleri üzerine ayrntl bilgi vermekle birlikte araútrmaclar için geniú bir bibliyografi listesi de eklemiútir. Hiç kuúkusuz Divan’n Farsçayɚ çevrilmɟsi eserin tantmnda ileriye do÷ru önemli bir adm olarak her türlü övgü ve takdire layk olaydr. 17. 2005’te Divanü Lügat-it-Türk’ün Türkçe ikinci çevirisi Seçkin Erdi ve Serap Tu÷ba Yurtsever’ce tek cilt olarak (725 sayfa) gerçekleútirilmiútir (11). øki ksmdan oluúan bu tercümenin birinci ksmda (s.11-126) baú kelimeler latin alfabetik srasyle anlamlar ve örnekleri verilmeden dizilmiú, ikinci ksmda (s. 127-720) kelimeler anlamlar ve örnekleri (tümceler, úiirler, ata sözleri), gramer kurallar ile birlikte gene latin alfabetik sras ile alelade bir sözlük halinde düzünlenmiútir. Biçim ve içerik itibaryle úu tercüme Divan’a yeni bir bakú sayla bilir. Üstelik kitapta Arap harflerine yer verilmemiútir. 18. Divɚn’n daha Sovyetler Birli÷i döneminde A.N.Kononov’un, onun vefatndan sonra I.V.Kormuúin’in editörlü÷ü altnda Özbek bilgini Alibey Rüstemov tarafndan Rusçaya çevrildi÷i, matbaaya teslim edildi÷i, bugün yarn baslaca÷ üzerine yaklaúk 20 yldan beri bilimsel dergilerde haberler çkmasna ra÷men çeviri hala ortalarda yoktur, ama çevrilmiú oldu÷u kesindir. 19. Ünlü Kazak yazar Muhtar Auezov’un kz Z.-Ⱥ.Ⱥuɟzɨvɚ Divɚn’ Rusçɚyɚ çɟvirmiú vɟ 2005’tɟ bir cild hɚlinde 1.000 nüshɚ tirɚjlɚ Ⱥlmɚt’dɚ yɚynlɚmútr (1.288 sayfa, 12). Çɟvirmɟn kitɚbɚ sunuú vɟ önsöz yɚzmú, Mɚhmut Kɚú÷ɚrl’nn dönɟmi, hɚyɚt vɟ kiúili÷i, ɟsɟrin mɟziyɟtlɟri üzɟrinɟ bilgi vɟrmiúdir. Kitɚb pɨligrɚfik bɚkmdɚn güzɟldir. Mɚɚlɟsɟf ɚyn sözlɟr ɨnun içɟri÷i üzɟrinɟ söylɟnɟmɟz. Bir kɟrɟ Türkçɟ bɚú sözlɟr (mɚddɟlɟr) istisnɚ ɨlmɚklɚ illüstrɚtiv mɚtɟryɟlin, yɚni cümlɟlɟrin, ɚtɚsözlɟrinin vɟ úiirlɟrin Ⱥrɚp ɚlfɚbɟsi ilɟ ɨrijinɚl yɚzlú vɟ trɚnskripsiyɨnu vɟrilmɟmiútir ki, bu dɚ kitɚbn bilimsɟl dɟ÷ɟrini çɨk ɚúɚ÷ sɚlmɚktɚdr. Tɟrcümɚn bunɚ úöylɟ bir gɟrɟkçɟ göstɟrmɟktɟdir: «Türkçɟ sözlɟrin trɚnskribɟsi bu nɟúrin vɚzifɟlɟrinɟ dɚhil dɟ÷ildir, çünkü ɏI ɚsrdɚ Kɚú÷ɚrl’nn öngördü÷ü bütün tɟlɚffüz vɚryɚntlɚrn kɟsin ɨlɚrɚk müɚyyɟn ɟtmɟk, kɚnmzcɚ, mümkün dɟ÷ildir. Bɚz sɟslɟrin fɨnɟtik özɟlliklɟri vɟ çɟúitli ɟski Türk lɟhçɟlɟrinin fɨnɟmɚtik hususiyɟtlɟri bugünɟdɟk mɟçhül ɨlɚrɚk kɚlmɚktɚdr» (13). Çɟvirmɟn kɟlimɟlɟrdɟki bütün ɟlif vɟ fɟthɟlɟri ɚ, bütün vɚv vɟ zɟmmɟlɟri u gibi ɨkumuú vɟ yɚzmútr. Nɟticɟdɟ, mɟsɟlɚ, ɚt ve ɟt sözcüklɟrinin hɟr ikisi ɚt úɟklindɟ, ɨt vɟ öt (sɚfrɚ) gibi sözcüklɟr ut úɟklindɟ, ɨn, ün vɟ un gibi sözcüklɟr un úɟklindɟ vɟrilmiútir. Ⱥyn mɚntklɚ bütün yɟ harflɟrini i gibi ɨkumɚl ɨldu÷u hɚldɟ, tercümɚn burɚdɚ bɚúkɚ bir yɨl izlɟmiú, yɟ ilɟ bɚúlɚyɚn bɚz sözcüklɟri i ilɟ, bɚzlɚrn y ilɟ vɟrmiú, fakɚt i ilɟ sɟsini ɚyrt ɟtmɟmiútir. Bütün kɚln ve yumuúɚk kɚflɚr kɚ gibi ɨkumuú, ɟkin vɟ ɟgin (ɟlbisɟ, srt) sözlɟri ɚrɚsndɚ fɚrk kɨymɚdɚn hɟr ikisini ɚkn gibi yɚzmúdr ki, bu dɚ ɨnlɚrn ɚkn (sɟl) sözcü÷ü ilɟ kɚrútrlmɚsnɚ sɟbɟp ɨlmuútur. Bɟg (bɟy) vɟ bɟk (bɟrk, sɟrt) sözcüklɟrinin bɚk gibi ɨkunuúu dɚ mɚkül görülɟmɟz. Üstɟlik, lugɚttɟki Türkçɟ sözcüklɟrdɟ b ilɟ p, c ilɟ ç vɟ j sɟslɟri ɚrɚsndɚk fɚrklɚr nɚzɚr- itibɚrɚ ɚlnmɚmútr. Bunɚ görɟ dɟ lugɚtin endeks ksmndɚ ɟ, ɨ, ö, ü, , c, j, g, p hɚrflɟri ilɟ bɚúlɚyɚn sözcüklɟr yɨktur. 20. Bɟndɟniz Divanü Lugat-it-Türk’ü Azeri Türkçesine çevirerek 2006’dɚ Baku’de 4 cilt halinde yaynlamútr (14). 1. cild 512 sayfa, 2. cildi 400 sayfa, 3. cild 400 sayfa, 4. endeks cildi 752 sayfadr. 20 senelik emek ürünü olan bu tercümede Besim Atalay, Salih Mutallibov, Hüseyin Düzgün neúirleri, Uygurca ve Çince çevirileri, ayrca yazma ve basma nüshalar kelime kelime karúlaútrlmú, imla, anlam ve çeviri farklar dipnotta (yaklaúk 1.000 dipnot) gösterilmiútir. Bunun dúnda 1. cilde 52 sayfalk geniú mukaddeme, her cilde özel önsöz, açklama ve izahlar yazmú, 2. Kardeş Kalemler Ağustos 2008 4 64 cildin sonuna Divanü Lugat-it-Türk’ün ksa gramerini, 3. cilde ise eserin geniú bir bibliyografisini eklemiúiz. Aynen Besim Atalay örne÷inde oldu÷u gibi, önce kelimelerin Arap harfleriyle orijinal yazlú, ardndan Latin alfabesiyle transkripsiyonu, daha sonra çevirisi verilmiútir. 1.000 nüsha tirajla yaynlanan kaln karton mukavval Divanü Lugat-it-Türk’ün ebat 70x100, 16/1’dir, 1. snf beyaz ka÷ta baslmútr. Kitabn bilimsel editöru ünlü bilim adam, Azerbaycan Milli Bilimler Akademisi muhabir üyesi, Türk Dil Kurumu úeref üyesi, Baku Devlet Üniversitesi Türkoloji kürsüsü baúkan Prof. Dr. Tevfik Hacyev, danúmanlar Prof. Dr. Hüseyin øsmailov, Prof. Dr. Muhammet Ali Kpçak ve Prof. Dr. Azizhan Tanrverdi, reycisi Azerbaycan Milli Bilimler Akademisi muhabir üyesi, Azerbaycan’da Atatürk Merkezi müdürü, Millet vekili, Prof. Dr. Nizami Caferov’dur. Kitap Milli Bilimler Akademisine ba÷l Folklor Enstitüsü Bilim Konseyi kararnca baslmútr. Kitap Azerbaycann, Türkiyenin ve Türk Dünyasnn Üniversitelerine, bilimsel kurum ve kuruluúlarna, Mahmut Kaúgarl’nn Opal’dak Türbesinden Çin Ulusal Kütüphanesine, ABD Kongre Kütüphanesinden Robert Dankoff’a kadar Divanü Lugat-it-Türk’u araútran bilginlere gönderilmiú ve gönderilmektedir. Divanü Lugat-it-Türk’ün Azeri Türkçesine çevirisi kardeú Türkiyenin 9. Cumhurbaúkan, Azerbaycann Fahri Vatandaú Sayn Süleyman Demirel’in yüksek himayeleri altnda baslmú ve Azerbaycann merhum Cumhurbaúkan Sayn Haydar Aliyev’in parlak ve unutulmaz hatrasna adanmútr. Yerel akademik çevrelerde ve okurlarda gerçek heyecan uyandran Divan’n basnda ve Radyo TV kurumlarnda, Üniversitelerde, Yazarlar Birli÷inde, çeúitli kütüphanelerde tantm yaplmú ve baslúnn resmen ilan edildi÷i 12 Kasm 2006 günü (gerçek baslú tarihi, yani ilk nüshalarn matbaadan çkú tarihi 18 Ekim Azerbaycan’n bɚ÷mszl÷nn 15. yldönümü günüdür) milli kültürümüzün bayram olarak nitelendirilmiútir. 21. 2006’da Divanü Lugat-it-Türk’ün Rusça çevirisini bitirmiú ve matbaaya teslim etmiúim. Gene 4 ciltten oluúan Rusça tercümenin Baku Slav Üniversitesi Bilim Konseyi kararnca Azerbaycan Milli Bilimler Akademisi muhabir üyesi Prof. Dr. Kemal Abdullah’n editörlü÷ü altnda en ksa zamanda 500 adet baslmas öngörülmektedir (tabii sponsor bulunursa). Rusçasndan yararlanlmas için kitab genellikle Rusya Federasyonuna ba÷l Tataristan, Baúkurdistan, Çuvaúistan ve Yakut-Saka’ya, Kuzey Kafkas Türklerine (Nogay, Kumuk, Karaçay ve Balkar), Krm Tatarlarna, Altay, Tuva, Hakas, Ural ve Sibirya Türklerine, Mɨldɨvɚ, Rɨmɚnyɚ vɟ Ukrɚynɚ’da oturan Gagauzlara, Litvɚnyɚ ve Pɨlɨnyɚ’da oturan Kɚrɚimlɟrɟ, eseri henüz çɟvirmɟmiú Türkmenlɟrɟ ve Krgzlɚra, Türk Devletlerine ve di÷er ülkelere gönderilecektir. Sonuç olarak, Türklü÷ün ve Türkolojinin úaheseri Divanü Lugat-it-Türk bulunuúundan bu yana toplam 21 defa çɟsitli dillere çevrilmiú ve 11 çevrisi baslmútr. Bunlar 2 kez Türkçeye, birer kez Almancaya, øngilizceye, Çinceye, Farsçaya, Rusçaya, Özbek, Uygur, Kazak ve Azeri Türkçelerine yaplmú çevirilerdir. Bunun dúnda biritilip bitirilmemesine bakmakszn Divanü Lugat-it-Türk toplam 10 defa, o sradan 4 defa Uygurcaya, 3 defa Türkçeye, 2 defa Rusçaya, 1 defa Azericeye tercüme edilmiú, fakat bɚslmamútr, Divan’n 2 tɟrcümɟsi hiç bir müsveddesi kalmadan yɚklmútr. Bɚútɚ Hɚlit Sɚit Hɨcɚyɟv ɨlmɚk üzɟrɟ Kutlu÷ ùɟvki, Muhɚmmɟt Ⱥli, øsmɚil Dɚmɨllɚm, Ⱥhmɟt Ziyɚi vɟ Ⱥskɚr ȿgɟubɚy’dan ɨluúan 6 Divɚn úɟhidimiz vɚrdr. Ruhlar úad olsun. Yücɟ, Necip ve Kahraman Türk Millɟti sɚ÷ ɨlsun. Türk Dünyasnn úu paha biçilmez eserinin Türklükle beraber sonsuza kadar yaúayacak ebedi ant olarak daha nice nice dillere çevrilece÷ine ve tüm dünyada evrensel Türk Kültürünün simgesi haline gelece÷ine inancmz tamdr. II. Divɚnü Lugɚt-it-Türk’te Sözcük / Kelime Says Divɚnü Lugɚt-it-Türk’te kaç sözcük / kelime bulundu÷u merak konusudur. Divan’daki toplam kelime says konusunda kesin bir söz söylemek mümkün de÷ildir. Çünkü bu rakam çeúitli Kardeş Kalemler Ağustos 2008 5 65 dillere çevrilmiú tercümelere göre de÷iúmektedir. Mesela, Fazl Ergaúov’un yapt÷ sayma göre Carl Brockelmann’n Almanca hazrlad÷ dizinde 7.993, Besim Atalay’n Türkçe çevirisinde 8.783 (de facto: 8.784), Salih Mutallibov’un Özbekçe tercümesinde ise 9.222 kelime ve birleúik kelime vardr (15). Seçkin Erdi ve Serap Tu÷ba Yurteser tercümesinde biz 7.023 madde saydk. Divan’n Azeri çevirisinde madde says (sözcük ve birleúik kelime de÷il) 7.796’dr. Divanü Lugat-it-Türk’ün Rusça Z.-A.M.Auezova tercümesinde 6.727 madde, tarafmzdan gerçekleútirilen, henüz baslmamú Rusça çeviride 7.800’ün üzerinde madde vardr. Bu farkll÷n kayna÷ Divan’daki çokanlaml kelimelerde yatmaktadr. Yani Kaúgarl Mahmud’un tek maddede toplamú oldu÷u omonim ve çokanlaml kelimeler ayr ayr çevirmenlerce parçalanmaya tabi tutularak ça÷daú lugatcilik gere÷i iki, üç, dört, bazan beú madde haline sokulmuútur. Bu durumda Divan gerçekten daha anlaúkl, rahat ve kullanlr olmaktadr. Bir örnek gösterelim. Besim Atalay B a s d maddesini aúa÷dak biçimde vermiútir (4, II, s.10): ̵Ϊδ ˸ ˴Α B a s d : «̵Ϊδ ˸ ˴Α Εή˸ ˵Α ̶ϧ˴ an burt basd = onu karabasan (kabus) basd», «̵Ϊδ ˸ ˴Α Ϟϳ ̮˴Α Beg el basd = Bey vilayeti basd, sanki üzerine çöktü», «̵Ϊδ ˸ ˴Α ̶ϐ˴ϳ ̶Ϩ̰˸ ˴Α Begni yag basd = Beyi düúman basd». Baúkas da böyledir; «̵Ϊδ ˸ ˴Α ύΰϴϗ έ˴ er kz÷ basd = adam kz basd, üzerine çöktü, ˸ ˴ çulland», «̵Ϊδ Α ̶Ϩ ̰ ϴ ̯ Ε t keyikni basd = köpek av bast ve ykt»; (ϕΎϤδ ˸ ˴ ˸ ˴Α -έΎδ˴Α basar – basmak). ˶ ˶ Salih Mutallibov ayn maddey parçalayarak aúa÷daki beú ayr madde haline getirmiútir (kolay anlaúlmas için çeviri ksmn Türkçeleútirdik, 5, II, s.17-18): ̵Ϊδ ˸ ˴Α B a s d : kara bast, kabus bast, «̵Ϊδ ˸ ˴Α Εή˸ ˵Α ̶ϧ˴ an burt basd = onu (srtn yere basp yatmak sonucu) kara bast, kabus bast». ̵Ϊδ ˸ ˴Α B a s d : kahr etti. «̵Ϊδ ˸ ˴Α Ϟϳ ̮˴Α beg el basd = emir halk kahretti, halka zulmetti». ̵Ϊδ ˸ ˴Α ̶ϐ˴ϳ ̶Ϩ̰˸ ˴Α begni yag basd = düúman gece beyi bast». Baúkas da ˸ ˴Α B a s d : bast. «̵Ϊδ böyledir. ̵Ϊδ ˸ ˴Α B a s d : bast. «̵Ϊδ ˸ ˴Α ύΰϴϗ έ˴ er kz÷ basd = adam kz bast, üstüne çkt». ̵Ϊδ ˸ ˴Α B a s d : «̵Ϊδ ˸ ˴Α ̶Ϩ̰˸ ˶ϴ̯˴ Ε˶ t keyikni basd = it keyiki bast, basb ald, ykt», (ϕΎϤδ ˸ ˴Α -έΎδ˴Α basar – basmak). Azeri Türkçesine ve Rusçaya çevirilerde biz de B a s d maddesini aynen Salih Mutallibov gibi 5 madde halinde vermiúiz. Aúa÷da Divanü Lugat-it-Türk’ün çeúitli çevirilerindeki sözcük ve birleúik kelime saysnn karúlaútrmal listesini veriyoruz. Listenin ilk 4 sütunu bundan tam 35 yl önce Ergaú Fazlov tarafndan hazrlanmútr. Buradak CB (Carl Brockelmann), BA (Besim Atalay), SM (Salih Mutallibov) ve DTS-1 (Drevnetyurksiy Slovar=Eski Türkçe Sözlük) sütunlarndaki veriler Ergaú Fazlov’a (16), DTS-2 (Drevnetyurksiy Slovar=Eski Türkçe Sözlük), E-Y (Seçkin Erdi-Serap Tu÷ba Yurteser) ve RA (Ramiz Asker, Divan’n Azerice çevirisi) sütunlarndaki veriler bize aittir. Bizim veriler srf madde baúlarn içermekte olup birleúik kelime saysn dikkate almamaktadr. Divanü Lugat-it-Türk’te Sözcük / Kelime Says Listesi Harfler CB BA SM DTS-1 DTS-2 A 595 619 647 540 646 Ä/E 338 416 418 383 431 B 697 753 806 708 837 E-Y 478 351 635 RA 530 348 678 C Ç D Dh F G H H noktal 6 377 15 1 2 4 - 6 458 18 1 3 6 6 - 5 436 17 2 4 6 - 7 456 24 4 13 4 - 2 537 23 1 5 9 3 4 9 434 20 1 2 1 6 1 6 487 16 1 1 5 1 Kardeş Kalemler Ağustos 2008 6 66 X I ø J Y K L M N O Ö P Q R S ù T U Ü V Z Toplam 16 74 239 1.004 612 12 109 19 205 231 18 994 2 758 29 1.171 260 130 1 7 7.993 21 94 209 1.106 675 12 134 26 209 246 42 1.036 4 853 40 1.317 290 162 2 10 8.784 26 74 208 1.216 688 11 130 24 207 237 22 1.120 4 856 36 1.439 293 164 4 8 9.222 22 50 167 929 610 10 130 17 192 170 12 1.002 3 774 40 1.080 245 143 2 10 7.713 23 57 167 1 1.086 682 11 133 25 224 206 11 1.113 3 898 40 1.186 273 163 2 8 8.743 19 56 155 856 540 11 100 19 195 187 886 2 691 30 1.035 212 151 2 7 7.023 27 76 200 1 972 1.464 (17) 13 120 20 184 224 40 K (18) 4 750 36 1.208 245 148 2 8 7.796 Ayr-ayr harfler açsndan gözlemlenen farkllklar genelde orijinalde cim ile yazlan sözcüklerin C veya Ç ile, B ile yazlan kelimelerin B veya P ile, kafla yazlan kelimelerin Ke, Ka (Q) veya G ile, hamza ile yazlan sözcüklerin A veya Ä/E, I/ø, O/Ö, U/Ü ile, ye ile yazlan kelimelerin Y veya I/ø ile okunuúundan ve di÷er sebeplerden kaynaklanmaktadr. III. Divanü Lugat-t-Türk’te Çeúitli Boylara Ait Sözcük / Kelime Says Bilindi÷i üzere Divan’da baz kelimelerin karúsnda úu veya bu boyun ad geçmektedir. Kaúgarl Mahmut Türkçenin ortak kelime hazinesine girmeyen yerel sözcüklerin hangi lehçeye ait oldu÷unu kaydetmiútir. Bu sözcükler dört kez sayma tabi tutulmuútur. Orta Türk döneminin tannmú uzmanlarndan merhum Prof. Dr. Emir Necip (19) ve Drevnetyurkskiy Slovar’n (DTS= Eski Türkçe Sözlük, 20) tertipçileri, daha sonra Gerhard Doerfer (21) ve Mustafa S.Kaçalin (22) o dönemin teknik olanakszlklarna ra÷men bu a÷r zahmete katlaúmúlardr. Bir tesadüf eseri bu dört kaynaktaki verilerin örtüúmedi÷ini görüp bilgisayar saymna baú vurduk. Bilgisayar verileri Divan’n Azerice çevirisini içermektedir. Divanü Lugat-it-Türk’te Çeúitli Boylara Ait Sözcük / Kelime Says Listesi Lehçeler E.Necib’in DTS G.Doerfer’i M.S.Kaçalin’ Bilgisayar verileri verileri n verileri in verileri verileri Argu 48 kez 41 kez 9 kez 36 kez 68 kez Barsgan 7 kez 7 kez 2 kez 7 kez Basml 1 kez 1 kez 1 kez Beçenek 1 kez Bulgar 10 kez 6 kez 1 kez 6 kez Çigil 45 kez 45 kez 4 kez 39 kez 47 kez Çuml 1 kez 1 kez 1 kez 2 kez Kardeş Kalemler Ağustos 2008 7 67 Itlk Kay Karluk Karluk Türkmenleri Kaúgar Kençek Kpçak Köçe O÷uz Öztürk Sögüt Suvar Tatar Türkmen Tuxs Tübüt Türk Ugrak Uç Uygur Xakaniye Xoten Yabaku Yagma Yemek Yuk. ve Aú. Çin ‘Falan’ boydan baúka Toplam 1 kez 1 kez 8 kez 1 kez 3 kez 18 kez 25 kez 1 kez 241 kez 5 kez 1 kez 3 kez 1 kez 6 kez 4 kez 2 kez 9 kez 4 kez 10 kez 2 kez 3 kez 14 kez 7 kez 11 kez 2 kez 10 kez 1 kez 3 kez 18 kez 48 kez 1 kez 260 kez 5 kez 1 kez 6 kez 5 kez 2 kez 6 kez 1 kez 8 kez 9 kez 2 kez 3 kez 20 kez 7 kez 1 kez 5 kez 1 kez 1 kez 1 kez 4 kez 13 kez 1 kez 54 kez 1 kez 3 kez 4 kez 1 kez 1 kez 7 kez 3 kez - 6 kez 13 kez 45 kez 185 kez 4 kez 7 kez 12 kez 2 kez 2 kez 23 kez - 1 kez 2 kez 20 kez 3 kez 3 kez 20 kez 64 kez 1 kez 356 kez 1 kez 5 kez 2 kez 8 kez 12 kez 3 kez 57 kez 1 kez 8 kez 12 kez 4 kez 4 kez 7 kez 27 kez 11 kez 1 kez 18 kez 494 kelime 525 kelime 112 kelime 374 kelime 782 kelime Sonuç olarak, Divanü Lugat-it-Türk’te 782 kelimenin karúsnda onlarn hangi boylara ait olduklar gösterilmiútir. IV. Divan’n Azerbaycan’da Tetkiki. Türkolojinin ve Türklü÷ün úah eseri Divanü Lugat-it-Türk bir asra yakn zamandr ki, tüm dünyada uzmanlarn dikkat oda÷, masaüstü kitabdr. Yukarda da bahsedildi÷i üzere eser çeúitli dönemlerde yabanc dillere çevrilmiú, bilimsel araútrmalara konu olmuútur. Maalesef bu alanda Azerbaycan’da ciddi baúarlar kazanld÷n söylemek mümkün de÷ildir. Bunun baúlca nedenlerinden biri Divan’n Azerbaycan filolojisinin devresine geç dahil edilmesidir. Yalnz onu belirtmek yeter ki, Divan’n Azerice basks Türkiye’dekinden yaklaúk 60 yl, Özbeklerden 40 yl, Uygurlardan 20 yl, Kazaklardan 10 yl sonra 2006’da gerçekleútirilmiútir. Oysa ki, DLT’nin Azerice baslmamú ilk tercümesi 1937’de Baku’de tamamlanmútr. Ayn dönemde eser üzerine Baku’de bir kaç makale yazlmú, baz araútrmalar yaplmútr. 1924’te tannmú Azerbaycan edebiyatçs Hanefi Zeynelli Divan ve Kaúgarl Mahmut hakknda kendi mülahazalarn dile getirmiútir (23, 127). 1926’da Baku’de düzenlenen 1. Türkoloji Kurultayda Prof. Dr. Bekir Çobanzade (1893-1937) DLT’ye dayanarak Türk lehçelerinin yakn akrabal÷ konusunda ilginç bir rapor sunmuú (24), daha sonra meslektaú Ferhat A÷ayev’le birlikte yazd÷ ‘Türk Grameri’ kitabnda (25) sk sk Kaúgarl Mahmud’a atfta bulunmuútur. Kardeş Kalemler Ağustos 2008 8 68 Aúa÷ yukar ayn yllarda Baku Devlet Üniversitesinin ùarkiyat Bölümünde çalúan Filistin (baz kaynaklara göre Suriye) menúeli Hristiyan Arap bilgini el Cuzi Bend Ali Seliba (ilim dünyasndak Hristiyan ad: Panteleymon Kristoviç Juze, 1871-1942) DLT hakknda iki makale yazarak (26) eseri mercek altna almútr. Ünlü edebiyatç Emin Abit hece vezninin tarihinden bahseden makalesinde (27, 50-55) DLT’ye iliúkin düúüncelerini açklamú, de÷erli fikirler söylemiútir. Bunlarn dúnda baz gazete ve dergilerde Divan’ genel olarak tantc yazlar da çkmútr. Ayn dönemde SSCB Bilimler Akademisi Azerbaycan ùubesince Divanü Lügat-it-Türk’ün tercümesine baúlanlmú, Özbek asll Türkolog Halit Sait Hocayev 1935-37’de eseri Azeri Türkçesine çevirmiútir. Tercümede kulland÷ yöntemler hakknda yazd÷ geniú bir makalede (28, 105-112) DLT üzerine ayrntl bilgiler vermiútir. Fakat Divan baslmad÷ gibi H.S.Hocayev te Sovyet gizli polisi ÇK tarafndan hapse atlarak ksa bir süre sonra ‘Pantürkist ve Milliyetçi’ iddiasyla kurúuna dizilmiútir. 71 yl bundan önce gerçekleútirilmiú úu tercüme bugüne kadar baslmamú olup Azerbaycan Milli Bilimler Akademisine ba÷l Dilcilik Enstitüsü arúivinde muhafaza edilmektedir. Bu olaydan sonra Azerbaycan’da Divan temasna yaklaúk 20 yl devam eden sessiz bir ‘tabu’ (yasak) konmuú, hiçbir araútrma yaplmamútr. Ortada bir kez 1947’de Baku Devlet Üniversitesi Hocalarndan Yusuf Ziya ùirvani’nin yurt dúnda Taúkent’te Uygurca çkan bir basn organnda Divan hakknda bir makalesi (29) yaynlanmútr. 1956’da Sovyet lideri Nikita Kruúçev’in diktatör Stalin’i ve totaliter dönemini eleútirmesinden sonra baz yasaklar gevúemiú, ‘yumuúama havas’ esmiútir. øúte bu srada 1958’de Taúkent’te düzenlenen Sovyet ùarkiyatçlarnn 1. Sempozyumuna katlan tannmú Azeri bilgini Prof. Dr. Ekrem Cafer, Kaúgarl Mahmud’un dünya dilcilik ilminde ilk kez uygulad÷ karúlaútrmal-tarihi yöntem üzerine de÷erli bir rapor (30, 856-862) sunmuútur. Bundan 6 yl sonra Prof. Dr. Ebdülezel Demircizade yakn bir konuda makale (31, 45-55) yazmú, Türk lehçelerinin ö÷renilmesinde Divan’n önemini ve müstesna de÷erini vurgulamútr. Prof. Dr. E.Demircizade Azeri edebi dili tarihinden ve Dede Korkut destanlarnn dilinden bahseden kitaplarnda (32) sk sk Divan’a atfta bulunmuú, paraleller ve mukayeseler yapmútr. 1960’l yllarda Azerbaycan’da bir-iki yaz (33, 18-26; 34, 67-70) dúnda Divan hakknda önemli bir araútrma yaplmamútr. Anlaúlan, eski yasa÷n etkisi, ne olur ne olmaz endiúesi kendisini hiss ettirmiútir. Üstelik, yaúl meslektaúlarmzdan duydu÷umuza göre, H.S.Hocayev’in tercümesinin ihya edilmesi konusunda Azeri dilciler arasnda baú gösteren yapay münakaúa perde arkasndan körüklenmiú, Divan’n Özbekçe çevirisinin basksndan sonra Azerice tercümeye gereksinim kalmad÷ yargsna varlmútr. Divanü Lugat-it-Türk’ün yazlúnn 900. yldönümü dolaysyle Azerbaycan’da baz yazlar kaleme alnmútr. Ünlü dilcilerden Ferhat Zeynelov’un 1971’de baslan bir makalesi (35, 18-26), daha sonra çkan, orta Türk döneminden (36) ve ça÷daú Türk dillerinden (37) bahs eden kitablar Divan’n bilim aleminde tantlmasna büyük katkda bulunmuútur. Memmeda÷a ùiraliyev jübileye adad÷ makalesinde (38, 24-30) Kaúgarl Mahmud’un dünya dilcili÷inde ve türkolojideki mevkiini saptamú, Türk lehçeleri hakknda verdi÷i ender bilgileri de÷erlendirmiútir. Vakf Aslanov (39, 6174) Divan’n dili ile Azericeyi karúlaútrmú, Cafer Caferov DLT’de yabanc kelimeler, Kençek ve Argu dilleri hakknda makaleler (40) yazmú, Elbrus Azizov ise ça÷daú Azericedeki eski Türk lehçelerinin kalntlarn Divan’a isnaden (41) araútrmútr. H.S.Hocayev’in hayat ve úahsiyeti üzerine Adalet Tahirzade’nin bir makalesi (42, 96-97) ve Ali ùamil’in ayn konuda üç makalesi de (43) dikkati çekmektedir. Bundan sonra baz ders kitaplarnda ve ilmi-popüler neúirlerde DLT üzerine az çok bilgiler verilmeye baúlanmútr. Mesela, Penah Halilov (44), Elyar Seferli ve Halil Yusufov (45) Üniversiteler için yazdklar ders kitaplarnda, Anar’n hazrlad÷ ‘Bin Beú Yüz Yln O÷uz ùiiri’ antolojisinde (46), Nizami Caferov’un ‘Türk Halklar Edebiyat’ seçmelerinde (47) Kaúgarl Mahmud’un Divan’ndan geniú bahsedilmiútir. Görüldü÷ü üzere, 1980’li yllarn ortalarna kadar Azerbaycan’da Divan’ konu alan hiçbir monografi veya tez yazlmamútr. Bu alanda ilk adm olarak Arif Rehimov’un 1985’te yazd÷ Kardeş Kalemler Ağustos 2008 9 69 ‘Mahmut Kaúgari’nin Divanü Lugat-it-Türk Eseri ve Azerbaycan Dilinin Leksikas’ (48) baúlkl Doktora tezini gösterebiliriz. 2001 ylnda Baku’de Divan konusunda iki monografi baslmútr. Bunlardan biri Esat Cihangir’in Divanü Lugat-it-Türk’ü baz alarak yazd÷ ‘Eski Türk Edebiyatnn Lenguistik Poeti÷i’(49) kitabdr. økinci monografi ise A÷averdi Halil’in kaleminden çkan ‘Mahmut Kaúgarlnn Türk Dillerinin Divan Kitabnda Edebi Metinler’ (50) adl eserdir. A÷averdi Halil daha sonra ayn konuda Doktora tezi (51), 2006’da ise ‘Eski Türk Savlarnn Semioti÷i’ (52) baúlkl bir kitap ta yazmútr. Bu eserleri Divanúinasl÷a önemli katk sayabiliriz. Azerbaycan ba÷mszl÷n kazandktan sonra Mahmut Kaúgarl’nn Divanü Lugat-it-Türk’ü liselerin ders programlarna (53) alnmútr. Üniversitelerin Edebiyat Fakültelerinde eser eskiden beri tedris edilmektedir (54). Divanü Lugat-it-Türk Ramiz Asker tarafndan Azeri Türkçesine çevrilerek 2006’da 4 cilt halinde baslmútr (55). Yazar basknn her cildine önsöz, sonsöz ve açklamalar yazmú, 2. cildin sonuna eserin ksa gramerini, 3. cildin sonuna geniú bibliyografi eklemiútir. Divan’n Azerice basks yerel akademik çevrelerce ve kamu oyunca büyük sevinçle karúlanmútr. Baz bilim ve sanat adamlar bu münasebetle basnda ve medya organlarnda Türklü÷ün ve Türkolojinin úah eserinin Azericeye çevrilmesini ulusal kültür bayram olarak nitelemiúler (56). Ayrca Azerbaycan Yazarlar Birli÷inde, Avrasya Yazarlar Birli÷inde (Ankara), Türk Dil Kurumunda, Azerbaycan Milli Bilimler Akademisine ba÷l Folklor Enstitüsünde, Baku Slav Üniversitesinde ve di÷er bilim kuruluúlarnda kitabn tantm, Baku’nün bütün TV kanallarnda, TRT-ønt’te özel yaynlar yaplmú, Azerbaycan Devlet TV’sinde 45 dakikalk ‘Mahmut Kaúgarl’ belgeseli çekilmiútir. Azerbaycan’da Divan’a iliúkin son makaleler (yaklaúk 50 makale) gene Ramiz Asker’e aittir. Onun hazrlad÷ ‘Kaúgarl Mahmud’un 1.000. Do÷um Ylna 1.000 Bibliyografik Gösterge’de (57) Divan ve yazar hakknda 18 dilde yazlmú literatür toplanmútr. 2008 ylnn sonuna de÷in Ramiz Asker Divanü Lugat-it-Türk’ün Rusça 4 ciltlik basksn, ‘Kaúgarl Mahmut ve Eseri Divanü Lugat-it-Türk’ adl monografisini okurlarn be÷enisine sunmay düúünüyor. ùu anda Azerbaycan Üniversitelerinde ve bilim kurumlarnda Divan konusunda bir kaç Doktora ve mezuniyet tezi yazlmakta, araútrmalar yaplmaktadr. EDEBøYAT: 1. ̭ήΘϟ ΕΎϐϟ ϥϮϳΩ, [Divɚnü Lugɚt-it-Türk]. Dar ül-Hilafet-i Aliye, Matbaa-yi Amire, 1915-1917. R.Kilisli nɟúri. 2. Mitteltürkischer Wörtschatz nach Mahmud al-Kashgaris Divan Lugat at-Türk. BudapestLeipzig, 1928. 3. M.ùɚkir Ülkütɚúr. Büyük Türk Dilcisi Kɚú÷ɚrl Mɚhmut. Ankara, TDK, 1972, s.117-121. 4. Divanü Lugat-it-Türk Tercümesi (Çeviren: Besim Atalay). Ankara, 1.cilt, 1939.; 2. cilt, 1940; 3. cilt, 1941; 4. cilt (dizin-endeks), 1943; Divanü Lugat-it-Türk. Tpkbasm. Ankara, 1941. 5. Maxmud Koú÷ariy. Devonu Lugotit-Türk (Türkiy Suzlar Devoni). Tarjimon va naúrga tayerlovçi S.M.Mutallibov. Toúkent, Fan, 1. cilt, 1960; 2. cilt, 1961; 3. cilt, 1963; 4. cilt (dizin), 1967. 6. .ϰϧ ϭΩ έϼϠϴΗ ϰϛήΗ - ̭ήΘϟ ΕΎϐϟ ϥϮϳΩ ϯέ ϪϘη Ϫϗ ΕϮϤϫ Ϫϣ Mehmut Keúkeri. Türki Tillar Divan Divanü Lugat-it-Türk. Ürümçi, ùincang Xelik Neúriyiti, I tom, 1981; II tom, 1982; III tom, 1984. 7. Mahmut al-Kashgari. Compendium of the Turkic Dialects (Diwan Lugat at-Turk). Edited and Translation with øntroduction and øndices by Robert Dankoff in collaboration with James Kelly. Harvard, part I, 1982; part II, 1984; part III, 1985. 8. Maxmut Kaúkari. Türik Sözdigi (Diuani lügat-it-Türik). Almat kalas, XANT baspas, I tom, 1997; II tom, 1997; III tom, 1998. Kardeş Kalemler Ağustos 2008 10 70 9. Tu Tszüe Yuy Datsdyan. ̭ήΘϟ ΕΎϐϟ ϥϮϳΩ. [Divanü Lugat-it-Türk].Pekin, Milletler Neúriyat, 2002, I- II-III ciltler. 10. ΰΘΧ ήθϧ ΰϳήΒΗ , ̭ήΘϟ ΕΎϐϟ ϥϮϳΩ [Divanü Lugat-it-Türk]. Tebriz, Ahter Neúriyat, 2004. 11. Kaúgarl Mahmut. Divanü Lugati’t-Türk. Çeviri, Uyarlama, Düzenleme. Hazrlayanlar: Seçkin Erdi, Serap Tu÷ba Yurteser. østanbul, Kabalc Yaynevi, 2005. 12. Mɚɯmud ɚl-Kɚúgɚri. Divɚn Lugɚt ɚt-Türk. Pɟrɟvɨd i prɟdislɨviɟ Z.-Ⱥ.M.Ⱥuezɨvɨy, indɟks R.Ermɟrsɚ. Ⱥlmɚt: Dɚyk-Prɟss, 2005 [Kaúgarl Mahmut. Divanü Lugati’t-Türk. Çeviri ve Sunuú Z.-A.M.Auezova, indeks R.Ermers]. 13. Z.-Ⱥ.M.Ⱥuezɨvɚ. Prɟdislɨviɟ. Divɚn Lugɚt ɚt-Türk. Pɟrɟvɨd i prɟdislɨviɟ Z.-Ⱥ.M. Ⱥuezɨvɨy, indɟks R.Ermɟrsɚ. Ⱥlmɚt: Dɚyk-Prɟss, 2005, s. 47 [Z.-A.M.Auezova. Sunuú]. 14. Mahmud Kaúgari. Divanü lü÷at-it-türk. Tercüme eden ve neúre hazrlayan Ramiz Asker. Baku, 2006, Ozan Neúriyat, I cilt; II cilt; III cilt; IV cilt (indeks). 15. E.ø.Fazlov. Ob izdaniyax i izdatelyax ‘Divan’a Maxmuda Kaúgari [Kaúgarl Mahmud’un Divan’nn Neúirleri ve Naúirleri Üzerine], Sovetskaya Tyurkologiya, 1972, No. 1, s. 143. 16. E.ø.Fazlov, a. g. m., s. 143; ayrca: Divanü Lugati’t-Türk Bilgi ùöleni Bildirileri. 7-8 Mays 1999, Ankara, s. 145. 17. DLT’nin Azerice çevirisinde biz Ke ve Ka (Q) ile baúlayan kelimeleri K ile vermiúiz. Çünkü Latin esasl Azeri alfabesinde Q baúka bir harfi ve sesi ifade etmektedir. 18. Bkz: dipnot 17. 19. Emir Nadjip. øssledovaniya po østorii Tyurkskih Yazkov XI-XIV vv. [XI-XIV yy. Türk Dilleri Tarihi Üzerine Araútrmalar], Moskova, Nauka, 1989, s. 36-37. 20. Drevnetyurkskiy Slovar. Leningrad, Nauka, 1969, s. 644-648. 21. Gerhard Doerfer. Maxmud Kaúgari: Argu, Halaç. Sovetskaya Tyurkologiya, 1987, No 1. S. 3744. 22. Mustafa S. Kaçalin, “Dîvânü Lugati’-Türk” mad. DøA, østanbul, 1994, cilt 9: c. 448. 23. H.Zeynelli. Seçilmiú Eserleri. Baku: Yazc, 1983, s. 127. 24. B.Çobanzade. O blizkom rodstve tyurkskih nareçiy. [Türk Lehçelerinin Yakn Akarabal÷ Üzerine]. I Vsesoyuzny Tyurkologiçeskiy S’ezd. 26 Fevralya – 5 Marta 1926, s. 96-102 25. B.Çobanzade, F.A÷azade. Türk Grameri. Baku: 1929, 201 s. 26. P.K.Juze. Thesaurus Linguarum Turkocum. øzvestiya Vostoçnogo Fakulteta Azerbaydjanskogo Gosudarstvennogo Universiteta [Azerbaycan Devlet Üniversitesi ùark Fakültesi Haberleri]. I. 1926, s. 74-94; II. 1927, s. 27-35. 27. E.Abid. Hece Vezninin Tarihi. Maarif øúcisi Dergisi, 1927, No. 3, s. 50-55. 28. H.S.Hocayev. Divanü Lugat-it-Türk Mahmuda Kaúgarskogo. Trud Azerbaydjanskogo Filiala AN SSSR, seriya lingvistiçeskaya [SSCB Bilimler Akademisi Azerbaycan ùubesinin Eserleri, Dilcilik Serisi]. Baku: 1936, No. 31, s. 105-112. 29. Y.Z.ùirvani. Mahmut Koú÷ariy ve Uning Divonu Lugat-it-Türk Eseri. ùark Hakikati. Taúkent, 1947, No. 3 [Uygurca]. 30. A.Cafer. øz istorii primineniya sravnitel’no-istoriçeskogo metoda k izuçeniyu tyurkskih yazkov. Material I nauçnoy konferentsii vostokovedov [Türk Dillerinin Ö÷renilmesinde Karúlaútrmal-Tarihi Yöntemin Uygulanú Tarihinden. ùarkiyatçlarn 1. ølmi Konferans Materyelleri]. Taúkent, 1958, s. 856-862. 31. A.M.Demircizade. Sravnitel’ny metod lingvista XI veka Mahmuda Kaúgarskogo. øzvestiya AN Azerb. SSR [XI yy. Dilcisi Kaúgarl Mahmud’un Karúlaútrmal Yöntemi. Azerbaycan SSC Bilimler Akademisi Haberleri]. Baku: 1964, No. 4, s. 45-55. 32. E.M.Demircizade. Azerbaycan Edebi Dilinin Tarihi. I. Baku: Maarif, 1979, 268 s.; ayn yazar: Kitab-i Dede Korkut Destanlarnn Dili. Baku: ølim, 1999, 140 s. 33. G.A.Bayramov. M.Kaúgarinin Divanü Lugat-it-Türk Eserinde Türk Dillerinin Frazeoloji Vahitleri. ADU’nun ølmi Eserleri, Dil ve Edebiyat Serisi. Baku: 1966, No. 5, s. 18-26. 34. Q. Kuliyev. O forme vnitel’nogo padeja sözin, tewesin v tekste Divanü Lugat-it-Türk M. Kaúgari (M.Kaúgarinin Divanü Lugat-it-Türk Eserinin Metninde sözin, tewesin Tipli Kelimelerin -in Hali Biçimi Hakknda). ST, 1970, No. 4, s. 67-70. Kardeş Kalemler Ağustos 2008 11 71 35. F.R.Zeynelov. M.Kaúgari ve Onun Divanü Lugat-it-Türk Eseri. ADU’nun ølmi Haberleri, Baku: 1971, No. 5, s. 18-26. 36. F.R.Zeynelov. Kadim Türk Yazl Abideleri. Baku: ADU neúri, 1980, 96 s. 37. F.R.Zeynelov. Türk Dillerinin Mukayeseli Grammatikas. I. Baku: 1974, 142 s.; ayn yazar: II. 1975, 131 s.; ayn yazar: Türkologiyann Esaslari. Baku: 1981, 348 s. 38. M.ù.ùiraliyev. Mahmuda Kaúgarskiy kak dialektolog (Diyalektolog Olarak Kaúgarl Mahmut). ST, 1972, No. 1, s. 24-30. 39. V.ø.Aslanov. Divanü Lugat-it-Türk M.Kaúgari i azerbaydjanskiy yazk (M.Kaúgarinin Divanü Lugat-it-Türk Eseri ve Azerbaycan Dili). ST, 1972, No. 1, s. 61-74. 40. C.ø.Caferov. Kadim Kençek Dili. Türk Dillerinin Tarihi ve Dialektologiyas Problemleri. Baku: 1986, s. 13-18; ayn yazar: M.Kaúgarinin Divanü Lugat-it-Türk Eserinde Alnma Sözler. Türk Dillerinin Leksik-Morfoloji Kuruluúu. Baku: 1981, s. 55-70; ayn yazar: Kadim Argu Dili. Dilcilik Co÷rafyas, Tarihi Dialektoloji ve Türk Dillerinin Tarihi Problemleri. Baku: 1982: s. 79-84; ayn yazar: M.Kaúgarinin Divanü Lugat-it-Türk Eserinde Alnma Sözler. Türk Dillerinin Yazl Abidelerine Dair Tetkikler. Baku: 1985, s. 32-38. 41. E.Azizov. Azerbaycan Dilinde Kadim Dialektlerin øzleri (M.Kaúgari Divan’nn Materyelleri Esasnda). Baku Üniversitesinin Haberleri, Humanitar ølimler Serisi. 1996, no. 1; ayn yazar: M.Kaúgari Lugati ve XI Asrn Türk Dialektleri. Söz Hazinesi. Baku: Maarif. 1995. s. 88-93. 42. A.Tahirzade. Halit Sait Hocayev. ST, 1988, No. 3, s. 96-97. 43. A.ùamil. Halit Said’in Umumtürk Dilinin ve Kültürünün Korunmasnda Rolü. Uluslararas Asya ve Kuzey Afrika Çalúmalar Kongresi øCANAS-38, 10-15 Eylul 2007, Ankara. Bildiri Özetleri Kitab, s. 3-4; ayn yazar: Ömrünü Ortak Türk Kültürüne Adayan Adam. Yom (Türk Dünyas Medeniyet Dergisi). 2007, say 6, s. 60-74; ayn yazar: Halit Sait. Filologiya Araútrmalar Toplusu, 2003, say 19, s. 36-52. 44. P.Halilov. SSRø Halklar Edebiyati. II. Baku: Maarif, 1977, s. 10-12, s. 81-82; ayn yazar: Türk Halklarnn ve ùarki Slavyanlarn Edebiyat. I. Baku: Maarif, 1994, s. 92-95. 45. E.Seferli, H.Yusufov. Kadim ve Orta Asrlar Azerbaycan Edebiyat. Baku: 1982, s. 24. 46. Qaúqarl Mahmut. Min Beú Yüz ølin O÷uz ùiiri (Antologiya). Tertipci, ön ve son sözlerin müellifi Anar. Baku: 1999, s. 41-44. 47. N.Caferov. Türk Halklar Edebiyat. Baku: 2006, 1. cilt, s. 36-146. 48. A.Rahimov. Divanü Lugat-it-Türk i leksika azerbaydjanskogo yazka. Doktora tezi özeti, Baku: 1985, 26 s. 49. E.Cihangir. Kadim Türk Edebiyatnn Lenguistik Poetikas (M.Kaúgarinin Divanü Lugat-itTürk Eserindeki Bedii Numuneler Esasnda). Baku: ølim, 2001, 168 s. 50. A.Halil. M.Kaúgarinin Türk Dillerinin Divan Kitabnda Edebi Metinler. Baku: 2001, 182 s. 51. A.Halil. M.Kaúgarinin Kitab-i Divani Lugat-it-Türk Eserinde Paremioloji Vahitlerin StrukturSemantik Tahlili. Doktora tezi özeti, Baku: 2005, 30 s. 52. A.Halil. Eski Türk Savlarnn Semiotikas. Baku: Seda, 2006, 164 s. 53. Mahmud Qaúqarl. Azerbaycan Dili. X Snf [Lise 2]. Baku: 2005. s. 24. 54. R.Asker. Orta Asr Türk Yazl Abideleri. Türkologiya Kafedrasnn Magistr Pillesi øçin Fen Programlar. Baku: Baku Üniversitesi Neúri, 2005, s. 145-152. 55. Mahmut Kaúgari. Divanü Lugat-it-Türk. Tercüme Eden ve Neúre Hazrlayan Ramiz Asker. Baku: Ozan, 2006, I-II-III-IV ciltler. 56. Ⱥnar. Medeniyetimizin Büyük Bayram. Edebiyat Qazeti, 17.11.2006; ayn yazar: Ramiz Asker’e Açk Mektup. 525’ci Qazet, 17.11.2006; ø.Abbasov. Türklü÷ün ùah Eseri Azerbaycan Dilinde. Halk Qazeti, 24.11.2006; A.Nebiyev. Türkün Qzl Kitab. Azerbaycan Qazeti, 24.06.2007; P.Kuliyeva. Divanü Lugat-it-Türk Azerbaycan Dilinde. Azerbaycan’da Atatürk Merkezinin Bülteni, Baku: AzAtaM, 2007, No. 4 (20), s. 27-30. 57. R.Asker. Mahmut Kaúgari’nin 1.000 øllik Yubileyine 1.000 Bibliografik Gösterici. Baku: MBM, 2008, 96 s. Kardeş Kalemler Ağustos 2008 72 AZERBAYCAN Doğumun Yüzüncü Yılında Mikail Müşfik MEMMED İSMAİL 1988 yılında yeni yayın hayatına başlayacak olan Azerbaycan Türkçesi ve Rusça yayınlanacak “Gençlik” ve “Molodost” dergilerine genel yayın yönetmeni olarak atandım. Bu görevden önce ben, Işık yayınevinin genel müdürü idim. Bu göreve atanmayı kabul ettiğimde herkes şaşırmıştı. Yılda 250 kitabın yayımlandığı bir yayınevinin genel müdürlüğü görevini bırakarak, yılda 12 kez gün yüzü görecek, daha ofisi, matbaası olmayan bir derginin kurucusu olmayı kabul etmek olacak iş miydi? Ama hiç kimsenin içimden geçenlerden haberi yoktu. Bu dergilerin başında olsam, belki de hayatımda ilk defa arzularımla imkânlarım örtüşecekti… Ve gerçekten de öyle oldu. Bu dönemin, eninde sonunda Sovyetler Birliği’nin çöküşüne vesile olacağını, yalnız körler göremezdi. O zamanlar Moskova basınında öyle yazılar yayımlanıyordu ki… Mihail Gorbaçov’un “yeniden kurma”, “perestroyka”, “açıklık” dönemi başlamıştı, yani aslında anlayanlar için Sovyetler Birliği’nin dağılması için düğmeye basılmıştı. Moskova basınının yanı sıra Baltık ülkeleri de bu girişimden faydalanmaya çalışıyordu. Böyle bir durumda ne yazık ki, Azerbaycan basını eski kafayla yayın hayatına devam etmekte idi. Doğrudur, bazı kıpırdanmalar da yok değildi. Ama Azerbaycan’a bu yenilenme havası, henüz gelmemişti. İşte biz “Gençlik” dergisinde gücümüzün yettiği ve sansürün imkân verdiği kadar hatta imkân vermediği kadarıyla bu havayı oluşturmaya çalışıyorduk. Buna nail de Kardeş Kalemler Ağustos 2008 olmuştuk. Ama birçok tabu henüz yıkılmış değildi. Bu tabuları da, yasakları da kaldırmak gerekiyordu. Tüm bunları göz önünde tutarak ve o zamanki Azerbaycan Milli Güvenlik Bakanlığı’na (KGK’ye) bir dilekçe ile müracaat ettim. Amacım, KGB’nin gizli arşivlerine ulaşıp kızıl terör döneminde, 110 bin Azerbaycan aydınının başına getirilenleri, gün ışığına çıkarmak idi… Dilekçeme cevap çok da gecikmedi. Milli Güvenlik Bakanlığı arşiv müdürü, beni arayıp arşivde araştırma yapmama izin çıkmadığını söyledi. Ama söz arasında, onlara gelen sayısız dilekçe içinden, yalnız bir Rus gazeteciye izin çıktığı haberini de vermeyi unutmadı. Ben de öylesine, o an aklımdan geçenleri ansızın söyleyiverdim: Bu nasıl oluyor? dedim. Aydınlarımızı, Ruslar ve Ermeniler öldürdü. Şimdi aydınlarımızı hatırlama ve onlara yas tutma zamanı geldi, hiç olmazsa bize kızıl terör kurbanlarımız için ağlamaya imkân verin. Adam, ansızın söylediklerim karşısında, ne diyeceğini şaşırdı. Birkaç gün sonra bana yeniden bir telefon geldi. Telefondaki arşiv idaresinin müdürü idi. -Ya, ben sizin telefonda bana söylediklerinizi aynen bakana aktardım. Bakan sizin dediklerinizi duyunca, “Adam doğru diyor, bunu hiç düşünmedik, arşivimizden yararlanması için Mehmet Bey’e izin belgesi hazırlayın!” dedi. Burada şunu da söyleyeyim ki, Azerbaycan’da 73 Sovyetler için çok büyük stratejik önem arz eden bir bakanlığa, ilk defa bir Türk, Ziya Yusufzâde getirilmişti. Belki de bakan bir başka milletten olsaydı, ona böyle söz söylemeye ben de cesaret edemezdim. Böylece ben, sadece uzaktan bakıldığında bile korku ve dehşet uyandıran KGB’nin binasına girebildim. Çeşitli demir kapıları, demir parmaklıklı pencereleri gördüğümde içimden hangi duyguların geçtiğini yazamayacağım. Yan yana sıralı dizilmiş dosyalar… Allah bilir, bu sayfalara hangi tanrı tanımazın eli dokunmuş. Allah bilir bu dosyalar hazırlanırken, bu dosya sahipleri hangi eziyetlere maruz kalmıştı. ‘Troyka’, üçlük denilen bir tanrı tanımaz grup, istedikleri zaman istedikleri adamı, mahkemesiz, hükümsüz ölüm yolculuğuna gönderebiliyordu. Bu nedenle, şimdi bana sunulan bu dosyalar, o günlerin gerçeklerini nasıl yansıtıyor, diye düşündüm. Yansıtıyor mu? Kurşuna dizilen ya da Sibirya’ya geri dönmemek üzere gönderilen bu talihsizlerin muhbirleri, satanları kimlerdi? Bu dosyaların içinde onların isimleri muhafaza edilmiş midir? Ellerim titreye titreye bu tozlanmış dosyaları karıştırıyorum. Beni daha çok kızıl terör kurbanlarının dosyaları ilgilendiriyor. Masanın üzerine onlarca dosya konulmuş. Bunlardan birincisi, 28 yaşında tutuklanarak Sibirya’ya gönderilmiş, nerede öldürüldüğü bilinmeyen, şair Mikail Müşfik’in dosyasıydı. Kızıl terörü anımsatan kızıl ciltler, makineli tüfek kurşunları gibi birbirinin yanına dizilmiş. İlk ciltte gözüme çarpan ilk şey Mikail Müşfik’in son hapishane fotoğrafları oluyor. Bu fotoğraflar, son yıllarda ders kitaplarında, gazete ve dergilerde yer alan ve şairin bahtiyar günlerini yansıtan fotoğraflar değil. Bu fotoğraflarda insanı çıldırtan, şairin, talihsizliğini hıçkıran dehşetli bakışları var. Böyle hüzünlü, böyle umutsuz bakış olur mu? İlahi! Bu fotoğrafları gördükten sonra insanda şöyle bir kanaat hasıl oluyor: “Belki de insan bir çift bakıştan ibarettir.” İnsan dünyaya gelir, yaşar çok şey görür. Dünyaya gelen her insanın bir şeyler yaşamaya her zaman imkânı oluyor mu? Zamansız ölen çocukların, gençlerin gözüne hiç baktınız mı? Sanırsın ki, bu gözler dünyada kıymetli ne var ise hepsini göz bebeklerinde biriktirmek istiyor. Eh, bir tek yalnızca çocuklar mı, gençler mi? Yüz ya- şında da yer yüzündeki kayıp arzularını arayıp bulamayan ihtiyarların kabristana dönük yorgun gözlerinde, ne kadar esef görmüşüzdür. Bizim dünyaya gelişimize babamızdan, annemizden, bir de talihten başka kim katkıda bulunmuş, dünyamızı değiştirmemize de kim engel olabilir? Belki bundandır, bizim kendimizin dahli olmadan “kazandığımız”, “bulduğumuz” dünya hemen ilk bakışta nasıl bize aziz ve yakın oluyor… Bu can da bu nefes de bize geçici olarak, borç verilmiştir. Ama “komşudan” aldığımız, bizim olmayan bu canı kaybetmekten nasıl da korkuyoruz? Onu biz mi kazanmışız ki yitirmekten bu kadar korkalım? Bu düşünceler, bende Mikail Müşfik’in fotoğraflarına baktığımda uyandı. Elbette, şimdi o zor dönemlerin uzakta kaldığı bir zamanda böyle “felsefi” düşüncelere dalmak, kahramanlıktan konuşmak zor olmasa gerek. Ama kahramanlık odur ki, kurşunun, derdin, ölümün yegane hedefine çevrildiğinde özünü yitirmeyesin, kendinin olmayan canı ruhundan üstün tutmayasın. Asıl sanatkârların ölüm karşısında, ruhları bedenden oynuyor, ölüme ise günahkar beden kalıyor. Şairin sanatkâr ruhu ise, sağlığında eserlerine sindirilmiş enerji ve kader yolculuğu; ak sayfalara sütle yazılmış, sırlı hapishane yazıları gibi sonradan okunuyor, sonradan ölmezlik kazanıyor: Ah, ben günden güne bu güzelleşen Işıklı dünyadan nece el çekim?1 Bu yerle çarpışan, gökle elleşen2 Dosttan, aşinadan nece el çekim? Bak, bu anlamda Mikail Müşfik’in “yerle çarpışan, gökle elleşen” dünyaya yapışıp kalmak, kâmını ebediyen almak isteyen bakışları, her birimizin aklında kalmış. Aslında o bakışlar yâdımıza, onu görenlerin her birine yapışmış. Belki hapishanede, Müşfik’in bakışları onun yegâne ışık noktası, çıkış yolu idi? Ülkeyi bürüyen kanlı otuzlu yılların faciası kara yel gibi Azerbaycan aydınlarının da başlarına çökmüştü. Ansızın kara bulut da böyle gelir, deprem de. Bu da beşeri tufan idi. Ömrünün daha yirmi dokuz yılını tamamlamayan Müş1 -Nasıl vazgeçeyim? 2 -Uğraşmak Kardeş Kalemler Ağustos 2008 74 fik, düştüğü yolun dönüşü olmadığını hissetmişti. Ona yapılan işkencelere kim tahammül edebilirdi ki? Düştüğü karanlık dünyadan ışıklı gelecek dünyalara çıkar yol kalmamıştı. O, bu yolu meçhul bir fotoğrafçının makinesinin objektifinde buldu. Eh, fotoğrafçının umurunda mı, kimin fotoğrafını çekiyordu, neyi niye çekiyordu? Onun görevi idi bu. Geldiği yerin neresi olduğunun da bilincinde idi. Bilincinde olduğundan da bir an önce görevini sonlandırıp, insanların korkulu rüyası olan bu izbeden bir an önce dışarıya, korkunun, tehlikenin uzağına, hayata dönmek istiyordu. Sadece verilen emri yerine getirirdi. Fotoğraf çekmeliydi vesselam, çekecekti ve çekilen poz, tap edilecek, karanlıktan ışığa çıkacak, şeklini alacaktı. Bu görünüş, bu dönülmez yolun sahibinin fotoğrafı bir tanrısız dosyanın içinde yatan bühtanların yegâne şahidi olacaktı. Nadasa bırakılmış toprak gibi zamanını, talih sırasını bekleyecekti… Fotoğrafçı bütün bu inceliklerin farkına varmasa da, yaptığı işin sonucu bu olacaktı. Ama Müşfik biliyordu ki, meçhul fotoğrafçının makinesinin tek “gözü” belki de kaderin gönderdiği üçüncü gözdür. O, yalnız bu tek gözün yardımıyla dertli, sitemli dünyanın sabahına ruhen de olsa ulaşabilir. Böylece de varlığının bütün dehşetleri, iki gözünde yüze yansımıştı. Şairin sadece iki ay evvel çekilmiş fotoğrafıyla bu hapishane fotoğrafını karşılaştırırsak, ayrı ayrı adamların fotoğrafına rastlaşmış oluruz. İlahi, insanın içinde ne dehşetli azap ve işkence olurmuş. Bu azap volkan lavları gibi zamanı gelince, yüze çıkarak görünüş kazanıyormuş; M. Müşfik’in fotoğrafı gibi. O yıllarda haksız yere, yargısız infaza kurban edilen aydınlarımızın kaderi nasıl da birbirine benziyor. Beni bu satırları yazmaya iten de hiç kuşkusuz bu hapishane fotoğrafı oldu. Arşivde muhafaza olunan, acı kader yaprakları gibi sararmış dosyalara bakmak imkânı şüphesiz o günlerin realitesi idi. En azından uyutulmuş toplum kendi tarihi ile yüz yüze gelip de uyanmalıdır. Gamını muhafaza edemeyen topluluklar zaman içinde çok defa hüsrana uğradı. Muhafaza edebiliyor mu gamını halk? O halk ki, otuzlu yıllarda başına bin bir oyunlar getirildi. Halkımızın tarihî geçmişi, özellikle Kardeş Kalemler Ağustos 2008 baskı devri ve Azerbaycan aydınlarının bütün bir neslinin kırılmasına sebep olan adamlarla ilgili, birbirinden farklı sorular meydana çıkıyor, fikirler söyleniyor. Pişirilmiş bir kazan sütten yalnız bir kez kaymak almak mümkündür. Biçare Azerbaycan toplumu, bir asırda üç kez aydınları katledildi, kafası koparıldı. Ama düşmanı ve zamanı kahredercesine yine kurumuş kütüğünden filizlenmeye başladı.. Öncelikle okuyuculara iki meseleyi açıklamak isterdim. Birincisi, 37. 38. yıllarda tutuklanan bütün adamlar ipe sapa gelmeyen bir meselede suçlu bulunmuşlar. Güya Azerbaycan’da gizli teşkilat faaliyet gösteriyor, bu teşkilatın gerek Azerbaycan’da gerekse de sınır dışında ağları, komiteleri varmış. Teşkilatın maksadı tüm parçalanmış Azerbaycan topraklarını birleştirip, SSCB’den ayrılarak, burjuvaziye bağlı, bağımsız Azerbaycan devleti kurmakmış... Amaç belli idi. Medeniyetin, kültürün, bir sözle, hayatın çok muhtelif sahalarında olgunlaşmış milli kadroların daha beşikte iken kökünü kesmek, halkın inkişaf maratonunu durdurup halkı kör koymak. Stalin’in, Beriya’nın, Bağırov’un bu aydınlarla eskiden kalma hesabı vardı. Bu meselenin bir tarafı. Okuyucuları ilgilendiren bir soruya da önceden cevap vermek isterdim. Onları, “1937 yılı kurbanları”yla yüzleştirilmiş adamların adları, şahsiyetleri, kimliği çok ilgilendiriyor. Trajik olan şudur ki, şurada da köhne, işlenmiş biç yöntemlerden istifade olunmuştur. Bir kişi ceza evine atılmış, zorla yüz kişiyle yüzleştirilmiştir. Böylelikle, bu şer oyununda iştirak edenlerin hiçbiri, sonunda ayakta kalamamıştır. Günahsız yere tutuklanarak öldürülenlere iftira atanların ve daha sonra bu adamları mahkeme edenlerin de akıbeti çok kötü olmuştur. Tarihi kurbanları, tarih kendi mahkeme etti ve bağışladı, adalet geçte olsa yerini buldu. Şunu da belirtelim, 193738 yıl kurbanları gerçekten de o ağır yılların dönmez kahramanları olarak tarihe geçtiler. Kendisinden bahsettiğimiz Mikail Müşfik gibi. Arşivde Müşfik’le ilgili dosya şöyle adlandırılmıştır: Mahpus No: 1109 Mikail Müşfik! Müşfik’in sonunu hazırlayan birinci neden, onun şiirlerine işlemiş olan Türklük sevdasıdır. 19. Asrın başlarında Çarlık Rusyasının çökü- 75 şünün başladığı dönemlerde, Anadolu Türkleri ile Azerbaycan Türkleri arasında, bir ara zaafa uğramış kültürel alâkalar yeniden gelişmeye başlamıştı. Anadolu’dan Azerbaycan’a, Azerbaycan’dan Anadolu’ya gidiş gelişler hız kazanmıştı. Hatta o dönemin Azerbaycan aydınları, ortak Türkçe oluşturma çabasına girişmişlerdi. Ali bey Hüseyinzâde Turanın önderliğinde yayınlanan “Füyuzat Dergisi” bu düşünceyi savunuyordu. Mikail Müşfik de üstatları Hüseyin Cavit ve Ahmet Cevat gibi İstanbul ağzını şiirlerinde sık sık kullanıyordu. Kuytu, pek, arar, durursun, bakarsın, böyle, söylüyorum, coşuyor, gülüyor, şu, dün, şimdi, türlü, işte, boralamak, lisan, yavrum, türkü, mutlu, sarkık beklemek, dargın, derken, evet, vakit, ilerde, omuz (umzumuza), sokak, fecir, çalıyor, alıyor, çağlıyor, aşkın, çınlatan, çınlar, ufak, çığlık, vapur, raylar, eş, derdi, tren, sakın, sırtına, akın, özler vb. kelimeleri o zamanki Azerbaycan Türkçesi sözlüğünde ve öteki Azerbaycan şairlerinin eserlerinde bulmak imkânsızdır. İlk önce Türklük sevdası yönünden, sonra da müthiş yeteneğinden dolayı Müşfik sanat arkadaşlarından seçiliyordu. Bu da ona karşı gıpta hissini uyandırıyordu. 19. Yüzyıl Azerbaycan şiirinin önde gelen temsilcisi Samed Vurgun’un Müşfik’e şaka da olsa dediği sözlerde gizli bir gıpta da vardı: -Müşfik, iki deha şaire bir memleket dar gelir, derdi. Hatta şöyle bir efsane de dolaşmaktadır ki Samed Vurgun, sonraları dillerde gezen ezberlenen dörtlüğünü Müşfik için yazmış, Müşfik Sibirya’ya sürüldükten sonra onun adını çıkarmış, yerine Lenin adını koymuştu: Bakarım Müşfik’in kitaplarına Desteden geri de kalmamak için.. Müşfik’in sanatkâr büyüklüğü çağdaşlarından farklı olarak ne klasik aruz havalı Doğu şiirini tekrarladı ne de hecenin folklor havasını. O, ananevi Azerbaycan şiirine anane dışı yeni bir ahenk getirdi. Öyle ahenk ve yenilikler ki, o dönem Azerbaycan şiiri için beklenmez bir gelişim olacaktı. Vur tut 28 yaş! Böyle bakıldığında 28 yaş zaman kervanında bir an gibidir. Ama Müşfik bu bir âna bir dünya sığdırdı: Şaire ilhamdan maya gerektir Anasız çocuğa daya gerektir. Şairim söylüyor yerinden duran Adamın yüzünde haya gerektir Bazen onun eserlerinde ki, mana tutuna, ifade yeniliğine baktığında onun bir yer adamı olduğuna inanmak çetin olur. Adama öyle geliyor ki, o uzaydan yer üzerine indirilmiş bir sanat elçisi idi belki?! Dinle, kalbimde, Süleyman Rüstem, Sana dair küçücük bir nağmem, Küçücük dağ gibi bir dalgam var, Bir denizdir ki, o dalgam çağlar… Hadi, Rüstem, çıkalım gel yarışa, Çıkalım mevzu için aktarışa! Aleme velvele salmak lazım, Kuruluş şairi olmak lazım! Çapar atlar gibi çapmakta hayat, Bize geçmekte bu devran, heyhat… Yatarak uykuya dalsan bir de, Bizi varlık koyacaktır geride.. Şair dostu Süleyman Rüstem’e yazdığı şiirde “Kuruluş şairi olmak lazım” dese de kuruluş şairi olmadı M. Müşfik. Kuruluşun kendisi buna imkân bırakmadı, onu ödünlendirmek yerine Sibirya’ya sürgüne, ölüme gönderdi. Belki de tek suçu yetenekli olması idi. Aradan bunca zaman geçtikten, köprüler altından çok sular aktıktan sonra ortaya şöyle bir soru çıkabilir: Zamansız ölüm mü? Yoksa “Kuruluş şairi” olup da uzun yaşamak mı serfelidir? Bu sorunun cevabı kuruluş şairi olup bu vesileyle ödüller, madalyalar kazanan rahmetli sekseni çoktan geride bırakmış Süleyman Rüstem’le olan sohbetimizde saklıdır. Bir tesadüfü görüşmemizde keyfini sordum. -Nasıl olayım, dedi, bir ihtiyarın durumu nasıl olabilirse öyleyim. Keşke ben de Müşfik yaşında ya da en azından Samed Vurgun gibi 50 yaşında dünyamı değişeydim. Bu kadar fazla yaşadım da ne oldu? Galiba sanatkârın büyüklüğü, yaşının değil, sanatının büyüklüğündedir. Kardeş Kalemler Ağustos 2008 76 BOSNA HERSEK Dubrovnik HACER ÖZTÜRK Saraybosna’da Yugoslavya’dan kalma bir gelenek olarak kutlanan Emek Bayramı tatilini Dubrovnik’te değerlendirmeye karar verdik. Son zamanlarda doğal güzellikleriyle adını sıkça duyduğumuz bu tatil şehrine, Sarajevo’nun yağmur serinliğini taşıyan bir sabahında çıktık. Sarajevo’nun Karadeniz’i andıran yeşil dağlarındaki çamlarını ve henüz yeni çiçeğe durmuş elma ağaçlarını terk ederken, Mostar’da yol boyu kızararak iklim farklılığına şahitlik eden kiraz ağaçlarıyla karşılandık. Sarajevo’nun haziranını Mostar’ın mayısında bulmuştuk. Güneye iki saatlik bir yolculukla bir aylık ilerleme… Mostar’ın içine girmeden Neretva nehrinin rehberliğinde yolumuza devam ettik. Sınır kapısına yaklaştığımızda araçların yavaşlamasına karşın ben seyrettiğim manzaranın cazibesiyle beklemekten muzdarip değildim. Gümüş akçeler gibi yanardöner yapraklarını şıkırdatan akçakavakların parlaklığı, akasyaların üzüm salkımlarını andıran hoş rayihalı çiçekleri, söğütlerin masum çehrelerini nehre salmaları, çamların dökülmeyen yapraklarını koyu yeşilden açık yeşile doğru tazelemesi ve Neretva nehrinin bin bir tondaki tüm bu güzellikleri omuzlayarak sürüklemesi… Hırvatistan tarafına geçtikten bir süre sonra, dağ yamaçlarının dar yollarında, bir kamyonun ardındaki araç zincirinin halkası olarak ağır ağır ilerlerken, Akdeniz’i birden karşımızda bulduk. İrili ufaklı ada ve adacıklarıyla Akdeniz’in benekli bir ebru teknesini andırdığı Dalmaçya kıyılarına gelmiştik. Bu kıyılar, bu görüntüsüyle siyah benekli o ünlü köpeklere de ad olmuş. Manzara görüldüğünde bu teşbihin yerinde olduğuna hak vermemek mümkün değil. Yaklaşık on beş dakika sonunda tekrar Bosna sınırına geldik. Bu küçük kıyı, Bosna’nın Akdeniz’den bir yudum nefes almasının sağlaKardeş Kalemler Ağustos 2008 ması için lütfedilmiş(!) bir sus payı gibi göründü bana. Çünkü yirmi kilometre sonunda yine Hırvatistan sınırındaydık. Ardı ardına gelen bu sınırlardaki kontroller, çok sıkı olmadığından çabuk ilerledik. Sınırdan sonra Akdeniz’in yoldaşlığıyla epey yol alarak denizi kanıksadığımız, adalarını sayamaz hale geldiğimiz bir zamanda Tudjman köprüsünün ardında belirdi Dubrovnik. Bu asma köprü, Bosna’da etnik temizlik yaptığı için savaş suçlusu sayılan ilk Hırvat cumhurbaşkanının adını taşımakta. Dubrovnik, yeşilliklerle kaplı ‘yeni şehir’den ve surlarla çevrili ‘eski şehir’den meydana geliyor. Yeni şehirdeki evler, çocukken mimar olma hevesiyle küp şekerleri üst üste dizerek yaptığımız evleri andırıyor. O derece beyaz ve düzgün… Eski şehirdeki kadar olmasa da, bu evler de yine planlı bir şekilde dağılmış. Dalında bir yıl öncesine ait meyveleriyle yeni açmış çiçeklerini bir arada barındıran mandalinalar; yenidünya, nar ve limon ağaçlarıyla birlikte şehrin kokusunu ve atmosferini daha da güzelleştirmiş. Asıl tarihi yer, adından da anlaşılacağı gibi, surlarla ihatalanmış eski şehir… Belki de bu surlar sayesinde tarihini, kültürünü hiçbir taviz vermeden korumuş bir yer. Dubrovnik, eski 77 adıyla Raguzo, XIV. yy.da Osmanlı hâkimiyetini kabul etmiş. Ancak Osmanlı’nın müsaadesiyle özerk bir cumhuriyet olarak yaşamaya devam etmiş. Bu hâkimiyet, onların Osmanlı korumasında Doğu’dan Batı’ya geniş bir pazar imkânı bulmalarını sağlamış. Öyle ki Osmanlı’nın yükselme dönemi sayılan XVI. yy Raguzo için de en parlak yıllar olmuş. Bu gün hala Dubrovnik’in gelişimine Türkler tarafından katkı sağlanıyor; zira en önemli otelinin ve lokantasının işletmecisi Türk… Şehrin girişindeki kale kapısında, elindeki mızrak ve bayraklarının rengini taşıyan geleneksel kıyafetleriyle iki asker karşılar sizi. Yüksek surların heybetini seyrederek ilerlerken on iki hayvan başıyla çevrilmiş gözleri ve şadırvanı andıran yapısıyla Onofrio Çeşmesi’ni görürsünüz. Aslan, balık, koyun gibi hayvan başlarıyla çevrili bu çeşmenin, şehrin hemen girişine yapılmasının bir anlamı varmış. Salgın hastalıkların çok olduğu dönemlerde dışardan şehre gelen insanlar, bu çeşmede yıkandıktan sonra şehre alınırlarmış. Hırvatlar gerçekten temiz insanlar. Evlerinden sokaklarına, limanlarından denizlerine her şeyi temiz tutmaya özen gösteriyorlar. Çeşmeler de bunun göstergesi sanki. Onofrio’nun dışında yine insan ve balık figürleriyle süslü pek çok çeşme Dubrovnik’in sıcak havasında insanları serinletmek için halen akmaya devam ediyor. Bu yönüyle, adım başı karşımıza çıkan çeşmeleriyle Anadolu şehirlerini andırıyor. Yine Dubrovnik’e girince en çok dikkat çeken unsur ki bu amaçla yapılmış, şehrin tepesine dikilmiş olan büyük haç. Hırvatlar dinlerine bağlı insanlar. Eski şehri oluşturan pek çok kilise, manastır ve katedral de bunun işaretçisi. Ayrıca Müslüman nüfusu olmayan bu şehirde pek çok rahibe ve rahip, turistlere şehri ve kültürü tanıtmak için, kilise dışında da görev yapıyor. Hıristiyanların pek çoğu burayı turistik amaçla değil, büyük bir kutsiyetle dolaşıyorlar. Mesela orta yaş üstü kadınların kiliseye girerken üzerlerine bir örtü almaları ve uzun uzun dua etmeleri dikkatimi çekti. Eski şehirde binalar bir iki metrelik aralıklarla öyle düzgün bir şekilde inşa edilmiş ki, surlardan bakıldığında şehri, iyi bir mimarın maketine benzetmek işten bile değil. Binalar muvazin beyaz taşlarla örülmüş ve hemen hepsi koyu yeşil panjurlarla renklendirilmiş. Unesco’nun dünya miras listesine aldığı eski şehir, 1991 yılında Sırplar tarafından bombalanmış. Savaştan sonra Unesco tarafından aslına uygun bir şekilde onarım gören binalar, daha kırmızı ve parlak çatılarıyla hemen fark ediliyor. Eski şehir, halkının özgürlük sembolü olan Orlando Kolonu’yla, saat kulesiyle, gösterişli yönetici sarayıyla, işlemeli sütunlarla ve pervazlarla çevrelenmiş görkemli katedraliyle, halen hizmet vermekte olan Avrupa’nın ilk eczanesi sayılan Ljekarna’sıyla surlarla çevrili bir müzeyi andırmaktadır. Tarihe gömüldüğünüz bu şehrin taş binalarının ardından deniz havasını doyasıya hissetmek ve yeşilliğin tadına varmak için şehir limanından teknelerle adalara yolculuk yapabilirsiniz. Tipik bitki örtüleri ve tarihi kalıntılarıyla Lopud, Kolocep ve ‘ada içinde ada’sı bulunan Mljet… Dubrovnik limanından yaklaşık on dakikalık bir tekne yolculuğuyla ulaşabileceğiniz ‘ekşi meyve’ anlamındaki Lokrum Adası, adına uygun bir şekilde çeşit çeşit meyve ağaçları, kaktüsler ve çamlarla kaplı huzur verici bir yer. Özellikle parlak koyu yaprakları, taç gibi beyaz çiçekleri, portakal kokusuyla adanın büyük bir kısmını kaplamış olan Pitosporum ağaçlarına hayran kaldık. Kumsalı olmamasına rağmen denizinin temizliği ve türkuazdan maviye dönen berraklığı insanı suya âşık etmeye yetiyor. Ayrıca adada, kanatlarındaki onlarca güzel gözüyle sizi seyrediyormuş vehmine düşüren o esrarengiz hayvanları, tavus kuşlarını, bir tavuk evcilliğinde dolaşırken bulabilirsiniz. ‘Avrupa’nın yeni incisi’ olarak tanımlanan Dubrovnik, surlarının arasında yüzlerce yıllık tarihi yapıları ve eşsiz doğal güzellikleri bir arada bulunduran nadide bir sadef gibi Akdeniz sahilinde bekliyor. Kardeş Kalemler Ağustos 2008 78 Gerçek Öğrenilmeli, Değerler Korunmalı FERİT MUHİÇ Saygıdeğer hanımefendi ve beyefendiler, Sevgili dostlar, kardeş kalemler! Her şeref insanı yüce bir sorumlulukla bağlıyor, en büyük şeref ise en büyük gönül borcu oluyor! Hiçbir zaman bir konuşma metni yazmada bu kadar çok zorlanmadım! Çünkü mütevazı şiirlerimin o kadar görkemli, tarihî, güçlü ve zengin olan Türkçeye çevrilmesi kadar bana şeref veren hiçbir değer olmadı. Eğer dillerin Allah’ın armağanı olduğu doğruysa, o zaman Türk dili, bütün dillerin oluşturduğu taçta en değerli bayraktır. Benim en derin ve en samimi gönül borcum, Kardeş Kalemler Ağustos 2008 beni kelimesiz bırakıyor. Yazmanın sosyal niteliğine duyduğum saygı, tabii ki beni bir şeyler söylemeye mecbur kılıyor. İnsanız; insanlar ise toplumda kendilerini gerçekleştiren varlıklardır. “Tek başına kalabilen, ya canavardır ya da Tanrı.” demişti Aristo. Ne olduğunu anlamak için, insan, diğer insanlara muhtaçtır. Ve insan hiçbir şeyi, insanlarla; dili, onun harika büyüsünü ve masalını paylaştığı kadar paylaşmaz. Saygıdeğer konuklar! İzin verirseniz, sizinle bir hatırayı paylaşmak istiyorum. Bir gün, çoban arkadaşımın mandırasında bir kurt bulduk. Henüz bir yıllık bir kurt yavrusuydu. Mandıradaki koyunların kokusu onu çekmiş; fakat kapı, kapalı olduğu için, içeri girememişti. Bunun üzerine dama çıkmış ve oradaki 79 çürük bir tahtaya basınca da mandıranın içine düşmüştü. Biz gördüğümüzde, on dört çoban köpeğiyle kuşatılmış, köşede dimdik duruyordu. Köpekler, havlayıp üstüne gider gibi yapıyorlardı ama hiç biri ona fazla yaklaşmıyordu. Çoban, hayretim karşısında, bunların Akbaş adlı köpeği beklediklerini söyledi. Akbaş, mandıraya girince genç kurt bir an damdaki boşluğa baktı. Girdiği, fakat sağ geri dönemeyeceği boşluktan, gözleriyle göğü süzdü. . Akbaş, yıldırım gibi hücum etti; onun ardından diğer köpekler de… Her şey bir anda bitmişti. Dönüşte, araba sürerken göğe bakınca bir yerde bulutlar açıldı. Gökteki o boşluk, genç kurdun düştüğü damdaki boşluğa benziyordu. Bence her insan o genç kurt gibi... Hepimiz, bir gök damından hayat denilen ve çıkışı olmayan bu acayip mandıraya düştük. Bunu çok az sayıda insan -genellikle fikri, duygusu ve inancı olan insan- ve kimi kalem sahipleri biliyor. Volfang Von Gothe’nin şu sözü, “Dünya Mandırası”ndaki kaderimizi hatırlatıyor: “Hanımefendi ve beyefendiler! Bu hayat, bizim canlarımız için fazlasıyla kısa!” Bu bilinç, bu algılama, bu fark ediş, insan tarihinin psikolojik değişmezliğidir. Gönül; önüne, ulu amaçlar koyup büyük görevler tasarladığında hayat, çok daha kısalıyor. Bugün neredeyiz? Bugün canlarımız için hayat, yeteri kadar uzun oldu mu? Bugünkü çözeceğimiz meseleler ile dünküler ya da on yıl, yüz yıl, bin yıl önce insanın önüne koyduğu hayat anlayışı ve dünyevî sorunlar arasında, fark var mı? Bunun cevabı, bugüne kadar neler yapıldığına bağlıdır. Bizim artık çözme gereği duymayacağımız, gerçek anlamda insana layık bir tek çözümümüz var mı? Olsaydı, herhangi bir geçmiş nesle kıyasen, vazifemiz ve hayatımız bugün daha kolay olacaktı. Oysa böyle bir çözüm yok. Kim hayatı o kadar iyi anlamış, onu o kadar kusursuz düzenlemiş ki diğerlerinin artık yaşamaya gereği kalmasın? Herhangi bir tahsil, dünyanın kaydettiği bilimsel gelişmeler, o kadar kesin ve doğru bilgiye ulaşabilir mi ki gerçeği aramak, faz- lalık olsun? O kadar mükemmel ve kuvvetli seven var mı ki artık sevgi ona gereksiz olsun? En çok seven, en güçlü, en akıllı, en iyi olanlar arasında bile başkasının yerine bir şey öğrenebilen, bir günahı affeden tek bir insan var mı? Yeniden ve yeniden, her yeni nesil, her insan, aynı ebedî meselelerle karşılaşıyor. Çünkü sadece her nesil ve her birey, en önemli çözümleri kendisi yapabilir ve yapmalı. Onların içeriği insanı yansıtır; konusu, tarihsel felsefede ve dinde birikir, edebiyatta ise sanatkârâne söyleme ve forma dönüşür. Saygıdeğer hanımefendi ve beyefendiler! Dünyadaki medeniyet, bilim ve kültürün gerçek direklerinin, dünya topografyası Balkan Yarımadası ve Asya kıtasında dikildiğini sizlere hatırlatmaya kendimde cesaret buluyorum! Biz, Balkan’ın, Rumeli’nin ve uçsuz bucaksız Asya’nın yazarları, dünyadaki en uzun kültürün ve manevî geleneğin mirasçılarıyız. Bütün dinler, Asya’dan kaynaklanmış; bütün rûhiyat ve mâneviyat sistemleri, Asya’da oluşmuştur. Batının ilk felsefe, bilim, siyaset ve demokrasisinin şekillenmesi de Balkan’ın yüreğinde gerçekleşmiştir. Bu gerçeği, sadece bizim bilmemiz yetmez; bilhassa bugünkü dünyaya daha çok ve sürekli olarak hatırlatmalıyız. Bu, her zamandan daha çok, bugün için gerekiyor! Çağdaş dünya kültürünün büyük gerçeklerinin ve değerlerinin arınması, yeni bir dile dönüşerek insan mutluluğu için kullanılması bakımından Türkiye’nin bölge, tarih, devlet olarak rolü, dünyanın herhangi bir başka devletinden belki daha önemlidir. İlk kez, insanın bu dünyadaki temel ve kutsal işlevi, Türkiye’nin bağrında şekillenmiştir. Genç kurt, et ararken mandıranın içine düştü. Birçok insan, “Neler kapıp yerim?” diye, dünyada, mandıradaki kurt gibi dolanıyor. Oysa hiç kimse, buradan bir şey götüremez. Bunu iyi algılayan Yunus Emre, “Bu dünya kimseye kalmaz!” demiş ve “Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi?” diye sormuştur. Mevlâna’ya göre “Zenginlik deniz, gönül gemidir; suyun gemiye işlemesine izin verilmemelidir.” Nasıl bir dünyada yaşadığımız hepimiz için birdir: Bu kaderden kurtuluş yok. Büyük ve temiz ya da küçük ve çamurlu Kardeş Kalemler Ağustos 2008 80 mandıralar arasında fark yok! Buradan hiçbir şey çıkarılamaz. Post kurtulamaz, fakat en ulu gerçek öğrenilebilir! Farkı biz yapıyoruz. Bu, insanın dramı… Dram belli; gerçek öğrenilmeli, değerler korunmalı ve saygıyla karşılanmalı! Bu değerler, binlerce yıl atalarımıza yol gösteren ve bizi burada bir araya getiren aynı değerlerdir. Bu toplantının ulu amaçları için dünyada bu yerden daha iyi ve daha uygun bir yer, yoktur! Bu değerler olmadığı takdirde, her bilim, medenî bir aptallıktır. Değerleri felsefe, din ve edebiyatla arıyoruz. Ve onlar, bizim ve dünya masalımızın bölümleri değil, onların temeli ve şartıdır. Hayat, kısadır. Her hayat, o genç kurdun hayatı gibi uzun görünse de, kısadır. Her insan, ne kadar uzun yaşarsa yaşasın, sadece eti düşündüğünde, o genç kurt gibi kalır. İnsanın insan olması, kendi hayatıyla en ulu insancıl değerleri koruyup yaşatmasına bağlıdır. Bu değerlerde ise felsefe, duygu ve inanç vardır. Onların ortak paydası ise edebiyattır. Ömer Hayyam, bir rubaisinde şöyle der: “Kendi ellerimle hikmetin tohumunu ektim / kendi terimle büyüttüm / topladığım hikmetin büyük hasatı bana bildirdi / su gibi geliyorum, rüzgâr gibi gidiyorum!” Topladığımız hikmetimizi götürmesin diye, su nasıl durdurulsun, rüzgâr nasıl dindirilsin? Zamanın başlangıcında olduğu gibi, bugün de bu, felsefenin bütün sorularına sorulmuş bir sorudur. Ve bu soruyu soran biziz. Kıtaları birbirine karşıt ve bölünmüş dünya gibi değil, birbirine bağlı ve birleşmiş dünya gibi görenleriz. Medeniyetlerin çarpışması, medenî Avrupa ve geri kalmış Asya temaları üzerine değil; kaynağın ve susuzluğun, hikmetli öğretmenin ve akıllı öğrencinin kucaklaştığı Avrasya yeri için konuşanlarız. Ve bu sebeple, burada, bu topraklarda, insanların ilk önce ve en çok insan, sonra bu ya da diğer dine ait oldukları hakkında sonsuz ve şartsız aydınlanma yaşandı. Aydınlanma devrinin bir temsilcisinin sözleri “Mecburen insanım, tesadüfen Fransızım”dır. Aslında bu söz, çok eskiden Mevlânâ tarafından söylenen mesajın yansımasıdır. Mevlânâ’ya göre: “Sevginin ulus’u / diğerlerinden farklıdır / seven, Kardeş Kalemler Ağustos 2008 Tanrı ulus’una ve dine aittir / sevginin sebepleri diğer sebeplerden daha ulu ve farklıdır / Sevgi Tanrı gizemlerinin yolculuğunda yıldızlı yol işaretidir.” Saygıdeğer hanımefendi ve beyefendiler, kardeş kalemler! Düzyazıda, seçilmiş kelimelerin en iyi biçimde sıralanmış olduğunu; şiirde ise, en iyi ve güzel kelimelerin en iyi ve güzel sırayla söylenmiş olduğunu, herkesten daha çok, siz bilirsiniz. Bu, her edebiyatın özüdür. Yazarlar, denizciler gibi, gemi demirlerini balçıklı, bulanık diplere değil, gök kubbesinin aydınlık yüksekliklerine atarlar. Bu sebeple, her zaman olduğu gibi, bugün de insan, ilk insanın içinde bulunduğu durumdadır. Bu, genç kurdun başına gelen durumdur. Yazarlar, sadece deriyi kurtarmanın değil, değerleri korumanın da kendi görevleri olduğunu biliyorlar. En azından bunun daha çok farkındalar. Sadece onların eserleriyle hikmet, en kuvvetli su baskınına dayanır; sadece onların kelimeleriyle hikmetin kökleri, insanlığın toprağına -hiçbir fırtına onları oradan sökemeyecek kadar kuvvetle- bağlanır. O hikmet ise, “gerçek göstereni”yle “Sevgi göstereni”nin birliğidir. Bu birlik “Tanrı” kelimesinin anlamdaşıdır. Yazarlar, bugün gerçeğin ve hikmetin yayılmasından sorumludurlar. Çünkü bütün değerlerimizin temeli olan “gerçek” ve “sevgi”, o iki tanrısal sıfat, onları anlamamız ve korumamız için verilmiştir. Burada, Ankara’da, tarihin bütün kuvvetlerinin birleştiği çekim noktasında, bu değerler, kendi evindedir! En iyi “gerçek” ve “sevgi” kelimelerini seçip, onlarla ilgili en iyi ve en güzel sıralamayı yapmak için kendime hürriyet tanıdım. Çünkü onların burada herhangi bir başka yerden daha iyi telâffuz edilip anlaşılacağını biliyordum. Ve sadece bu kelimeleri en iyi duyup anlayan insanların bulunduğu yer de “Zirve”dir ve sadece orası, Ankara’dır. Ve sadece bu zaman ve bu yerde, hanımefendi ve beyefendiler, bu hayat bizim canımız için yeterli uzunluktadır. 31 Mayıs 2008 Ankara 81 Zirve Kitabı MARİYA LEONTİÇ Öncelikle, Ferid Bey’in “ZİRVE” adlı kitabın hazırlanmasını, yayımını, tanıtımını örgütleyen sayın Hüseyin Özbay’a, Ali Akbaş’a ve Yakup Deliömeroğlu’na ve bu kitabı çok kısa zamanda yayınlayan Avrasya Yazarlar Birliği’ne gönülden teşekkür etmek istiyorum. Bu kitap, benim çeviri işimde dönüşüm noktası olup, hazırladığım diğer kitaplara örnek oldu. Başlangıçta, Üsküp Türk Dili ve Edebiyatı Bölümün’de ana dili Türkçe olmayan öğrencilere alıştırmaları gerçekleştirirken çeviri ile ihtiyaç olarak karşılaştım. Alıştırmalarda gramer birimlerini işlerken dersleri biraz daha ilginç kılmak için Türk edebiyatından gençlere ilginç şiir örnekleri seçip onları Makedonca’ya çeviriyordum. Sonra bu şiirleri çoğaltıp birkaç şiir kitabı hazırladım. Bu, bir taraftan ders için ihtiyaç ve zevk meselesi, öbür taraftan ise dili anlamak ve öğrenmek için ilginç bir yol oldu. Bu alıştırmaları böyle gerçekleştirirken, sayın Hüseyin Özbay çalıştığım Üsküp Filoloji Fakültesi’ne okutman olarak geldi. Onun gelişi benim gelişmemde dönüşüm noktası oldu. O zamana kadar içgüdüye dayanarak kendime bir gelişme yolu arıyordum, fakat Hüseyin Bey çok çabuk ilgimi ve yeteneklerimi tespit edip gelişme imkanlarımı açıklamıştı. Üsküp’te olduğu müddetçe öğrencilerle birlikte her dersini takip edip birçok yeni şey öğrendim. O zamanlar edebi çeviriye pek önem verilmiyordu, bilim çevrelerinde ise ikinci sıradan bir iş olarak görülüyordu. Hüseyin Bey şiir çevirisi yaptığımı biliyordu ve bu alanda mantıklı gelişmeme teşvik etti. Zaman ne kadar haklı olduğunu gösterdi. O yandan bu yana on yıl geçti ve o dönemde edindiğim bilgilerle yirmi şiir çeviri kitabı hazırladım, onlardan ancak onunu yayımlayabildim, diğerlerini ise genişletip düzeltip yayına hazırlıyorum. Eseri tamamladıktan sonra Türkçe’yi iyi bilen ve benim tarzımı bozmadan düzeltme yapabilecek bir kişiye eserleri okutuyorum. Hüseyin Bey’den sonra eserlerimi Üsküp’te okutman olarak çalışan sayın Hayati Kardeş Kalemler Ağustos 2008 82 Yavuzer’e, uzun bir dönem Üsküp’te yaşayan sayın Esen Beyzat’a ve internete bağlandıktan sonra İstanbul’da yaşayan halam Kristina Leontiç’e okuttum. Bu düzeltmeler olmadan, bence bu çeviriler Türk okuyucusuna pek cazip gelmezdi. Makedonya’da Türkçe olarak hazırlanan eserleri Hüseyin Bey’den ve Hayati Bey’den önce okutman olarak çalışan sayın Emel Deniz de gönüllü ve karşılıksız olarak düzeltmek istede, fakat bunu kabul etmediler. Ama ben, Üsküp’te okutman olarak çalışan bütün profesörlerden böyle bir yardım istedim ve ortaya çok güzel eserler çıktı. Kitap hazırlama işini o kadar çok sevdim ki ileride Makedonca’dan - Türkçe’ye ve Türkçe’den Makedonca’ya yapılan kaliteli çevirileri bir yayın evinde ya da bir kitapçıda bir araya getirmek isterdim. Böyle bir şeyi şu anda düşünmek mucize, fakat on yıl önce yirmi şiir çeviri kitabı hazırlamak da mucizeydi. Başlangıçta dediğim gibi Ferid Muhiç’in “ZİRVE” kitabı diğer yirmi kitaba örnek oldu. Bu kitabı Hüseyin Bey’in yanında hazırladım ve kaliteli bir kitap nasıl hazırlandığını öğrendim. Her hafta çevirdiğim şiirleri okuyup düzeltip yol gösteriyordu, hafta sonlarında ise Ferid Bey’le buluşup şiirleri ve diğer eserleri üzerinde konuşurken şairi daha yakından tanıma fırsatımız da oldu. Çeviriler, Ferid Bey’in danışmanlığı ile tamamlandıktan sonra, Hüseyin Bey şiiri iyi bilmesine rağmen çevirileri bir şairin okumasını ve düzeltmesini istedi. Düzeltmesini de lirik şiirler yazan ve lirik kişiliğe sahip olan Ali Akbaş yaptı ve çevirilere ayrı bir güzellik kattı. O zamana kadar kitaplara sadece baka baka kitap hazırlamaya çabalıyordum. İnsan baka baka da birçok şey kavrayabilir, fakat en çok ve en çabuk bu işi iyi bilen kişilerin yanında çalışarak öğrenebilir. Ve ben kendimi bu açıdan çok mutlu, şanslı ve gururlu hissediyorum. Ankara’ya gelmeden bir ay önce televizyonda edebiyat profesörü olan Kristina Nikolovska’nın tanınmış Makedon şairi ve çevirmeni Gane Todorovski ile yaptığı bir söyleşiyi izledim. Makedonya’da bazı şairler sadece şiir yazıyor, bazı çevirmenler sadece çeviri yapıyor, fakat bazı şairler hem şiir yazıyor hem de çevıri yapıyor. Gane Todorovski şiir yazan Kardeş Kalemler Ağustos 2008 ve çeviri yapan büyük bir edebiyatçıdır. Bu söyleşide Kristina Nikolovska, şaire, neden bir şairin çeviri yaptığını sordu. Şair de çok ilginç bir cevap verdi. “Şair, genellikle kendisinin söylemek istediği, fakat söyleyemediği, kendi milli edebiyatında bulmak istediği, fakat bulamadığı şiir ifadelerini, biçimlerini veya tarzlarını çevirmeye ihtiyaç duyuyor. Böylece hem kendisi yeni bir şey öğrenmiş oluyor hem de milli edebiyat yeni bir ifadeyle zenginleşmiş oluyor.” Tabii burada gönüllü çevirilerden söz ediliyor, siparişlerden değil. Bence, bunun dışında, şiirleri okurken, yüzücü gibi şiirin yüzeysel güzelliklerini, çevirisini yaparken dalgıç gibi şiirin derinliklerinde bulunan güzelliklerini görmüş oluyorsunuz. On beş yıl önce şiir çeviri macerasına başladığımda bunun farkında değildim, fakat ne kadar doğru olduğunu bu tecrübeyle açıkça görüyorum. Bir dönemler şiir yazıyordum, fakat büyük şairlerin şiirlerini okuyunca kendi şiirlerimi çok yetersiz buldum ve şiir yazmaya son verip yoğun şiir çevirisine başladım. Zamanla Türk edebiyatından da Makedon edebiyatından da lirik şairler ve lirik şiirler seçtiğimi farkına vardım. Beni etkileyen, benim kişiliğime ve düşünme tarzıma yakın olan şiirleri Türkçe’den Makedonca’ya ya da Makedonca’dan Türkçe’ye çevirmeyi tercih ediyordum. Bu resim sanatında da bilinen bir şeydir. Bir ressam modelinde kendi özüne yakın nitelikler bulursa ortaya başarılı ve güzel portreler çıkıyor. Benim şiir çevirilerim de portrelere benzemeye başladı. Şiirler ne kadar daha lirik ise ortaya o kadar duygusal ve güzel çeviriler çıkarabiliyordum. Başlangıçta bu bilgi ve tecrübelerim yoktu. On yıl önce bir kitapçıda Ferid Bey’in son şiir kitabını gördüm, kitabı açtım, birkaç mısra okudum ve o anda onun şiirlerini Türkçe’ye çevirmeye karar verdim. Gücüm olsaydı Ferid Bey’in kitabında bulunan lirik şiirler gibi duygusal ve güzel mesajlar içeren şiirler yazmak isterdim, ama böyle bir gücüm olmadığı için onun şiirlerini Türkçe’ye çevirmeye başladım ve bir yıldan fazla onun şiirleriyle yoğun arkadaşlık yaptım. Siparişler ve maddi zorunluluklar karşısında, gönüllü olarak kendi estetik ve şiir anlayışına göre seçerek şiir çevirisi yap- 83 mak maalesef çok ender görülen bir zenginliktir. Ne mutluyum ki ben bunu yaşayabildim ve hala küçük istisnalar dışında bu yolda yürümekte direniyorum. Sanılmasın ki Ferid Muhiç sadece şiirlerinde şair. O, gündelik iletişiminde de çok duygusal ve şiirsel ifadeler kullanmaktadır. Felsefeci olmasına rağmen, onun yapısı da şiirleri de son derece lirik. Ferid Bey’i şahsen tanıma fırsatım olduğu için şiirleri anlamam ve onların çevirisini yapmam benim için çok daha kolay ve daha zevkli bir iş oldu. Ferid Muhiç’in yayımladığı yirmi kitaptan, sadece üçü şiir kitabıdır: “Falco Peregrinus”( 1988), “Yüz Adımdan Öte” ( 1994) ve “Rüya Sigarasının Dumanı” ( 1996). Bu üç kitapta bulunan şiirler, şairin içinde uzun süre olgunlaştıktan sonra bir solukta meydana çıkan şiirleridir. Şairin bütün şiirlerinde de olgun ve tecrübeli bir felsefe ve lingüistik bilim adamı, olgun ve tecrübeli bir insanın şuur ve gönül yansımaları görülmektedir. Bunun dışında da şair; edebiyat, folklor, tarih ve metafizik alanındaki geniş bilgilerini de şiirlerine katarak zenginleştirmiştir. Kısacası bu şiirler, çok okumuş, çok gezmiş ve çok görmüş bir insanın şiirleridir. “Falco Peregrinus” şairimizin birinci kitabıdır ve onun felsefe yanını belirginleştirmiştir. Bu kitapta Diogen, Descartes, Spinoza, Leibnitz, Kopernik, Hegel, Kant, Engels, Einstein gibi dünyanın görüşlerini etkileyen insanları şiir- lerinde konu etmiştir. Şair, şiirlerinde onlarla konuşur, tartışır, polemiğe girer... ve kendi tecrübe ve görüşlerini de ortaya koyar. Böylece şiirlere de derin düşünceler ve kuvvetli mesajlar kazandırır. DOĞRU YER Eğer Diyojen’in Fenerini yakmak için Aklının ucundan hiçbir zaman geçmeyecek Yeri biliyorsanız İşte, orası doğru yerdir. Bu kitapta şair insanın gündelik hayatta karşılaştığı istekleri, imkanları, kararları, kararsızlıkları, sorunlarını da şiirlerinde işlemiştir. Özellikle bir şiiriyle insanlara çok kuvvetli bir mesaj vererek hitap etmektedir: İNSAN VE DÜNYA Bırak denesinler! Şaşırtsınlar, korkutsunlar, Tavlasınlar! Dünyanın bütün yanlış yolları Ve kavşakları Emredilen En geniş yoldan daha iyidir Senin yolun. Hayatta karamsar ve iyimser olaylar ve duygular yaşandığı gibi, bu kitapta da karamsar ve iyimser konular işlenmiştir. Fakat şairimiz her zaman aydınlığa ve umuta yöneliktir. Zaten böyle olmazsa hayata devam etmek zor ve imkansız olur. Hepimiz hayatı yaşarken bazı kö- Kardeş Kalemler Ağustos 2008 84 tülüklerden ve ihanetlerden kendimizi daha az ya da daha çok kirlenmiş hissederiz. Böyle bir durumda hayata devam etmek elbette ki zorlaşır. Fakat insan, kendisini bu kötü duygu ve olaylardan arındırdıktan sonra, her şey daha iyi, temiz ve umutludur. Şair sanki bütün bu tecrübe ve görüşlerini kendi çocuklarına adamış şiirlerde aktarmıştır. Bu durumda şair şunları öneriyor: TEMİZ TARAF İsa’nın Hadi! Koş! Suya atla! Ve sanki hiçbir zaman Yaşamamışsın gibi Oradan çıkma Temiz olana kadar! “Yüz Adımdan Öte” kitabında ise şairimizin kişiliğindeki felsefe yanı sinmiş, lirizmi ve şiirselliği ise daha çok ortaya çıkmıştır. Bu kitabın bütün şiirlerinde “Zirveye Ulaşma” felsefesi konu olmuştur. YERİNİ BUL Kimseye, haksızlık etme; kendine de! Hiçbir şey tesadüfi değil yolda Taş bile! Kızgın dişi kurdun sakin yürümesini de bırak git Bak gör! Her otta bir anıt canlanıyor. Her yerde kuşlar yuvalanıyor gizlice Her kuş bir can taşıyor Akışların şırıltısında hayat köpürüyor sessizce Yalçın kayalarda kahkahalar yankılanıyor. Dünyada kendi yerini bul Varacağın yeri de bil Herşeyden daha aşağı Zirveden daha aşağı Hiçbir şey arzu etme Daha yükseğe de gitme. Aslında Zirve semboldür ve hayatta her şeyin Kardeş Kalemler Ağustos 2008 zirvesi vardır. Hayatın, bilginin, sevginin... zirvesi, daha doğrusu anlamı vardır, ve insan hayat boyunca bu zirveye ulaşmak için büyük emek harcayıp zaman ayırmaktadır. Bu yolda birçok engellere, yorgunluklara ve tereddütlere uğrasa da genelde bazı insanlar birçok alanda kendi zirvesine ulaşabilmektedir, bazı insanlar ise ancak bazı alanlarda ulaşabilmektedirler. Fakat şaire göre Zirve’ye ulaşmak için her şeyden çok sevgi gerekir. Okuyucu, bu şiirleri okurken, kendi hayatının zirvesini ararken ve ona doğru ömür boyu olgunlaşarak yürürken yaşadığı sorunları mısralar arasında bulur gibi olacaktır. Bu sebeple de bu şiirler bize o kadar yakın ve anlamlı gelecektir. SEVGİYLE YAKLAŞ Zirveye sevgisiz gitme Her şeyi unutabilirsin Her şeyi bırakabilirsin Yalnız sevgi götür Zirveye Herkesten daha çok sevmeyi bilendir o Her şeyi aş Bütün yalnızlığınla Gel ona! Sevgiyle yaklaş Böylece her zaman Yalnız senin ve Zirvenin olan sırrı Bulursun. Ne kadar da sunsan, göreceksin Ki küçülüp kaybolmaz. Nedir sevgi, eğer Zirve değilse!? Ve nedir Zirve eğer Sevgi yoksa? “Rüya Sigarasının Dumanı” adlı üçüncü kitabında şairin felsefe ve lirik yanı, Allah, insan, doğa ve folklor sevgisi içiçe girip karışır ve ayırt edilmez bir sentez yaratır. Bu sentezin etkisi altında şairimiz de şiir yaratıcılıgında kendi zirvesine ulaşan bir şairdir. Bu kitabın birinci bölümünde Platon, Nietszche, Kant, Spinoza, Schopenhauer, Solomon gibi felsefe, devlet ve tarih adamlarıyla tartışma devam eder, ama aynı zamanda şairin görüşlerini de öne çıkıp şiirlere ağırlık ve derinlik kazandırır. 85 ŞOPENHAUER’E Aydınlık yalnız karanlığın Ve iyilik yalnız - kötülüğün yokluğu mu? Acı çekmeyen taş mutlu Ya nefret etmeyen bulut aşık mıdır? “Herşey olanlar bir gün fani olacak” diyorsun. Öyle olsun! Fakat, Bir zamanlar Bir şey oldu! Ve yaşadığı müdetçe yarattı Özünde aydınlık ve iyilik, mutluluk ve sevgi. İkimiz de biliyoruz Yaşıyanların değil, Bir zamanlar bir şey olanların Kayboldukları zaman da Hatırlanması Bu dünyanın anahtarıdır. Bir zamanlar beraberdik Ve bu bizimdir! Bu şiirlerde iyilik – kötülük, umut – umutsuzluk, cesaret – cesaretsizlik, zaman ve önyargılar içinde kalma, zamanla yarışma, zamanı ve önyargıları aşma gibi konular bulunmaktadır. Bazen insanları uyarmak ya da cesaretlendirmek için o kadar iyi tanıdığı doğadaki bitki, kuş ve hayvanları da örnek olarak almaktadır. HATIRLA Kırlangıcın Yüksek çardaklar altında Yuva ördüğünü görünce Çaresizliğine razı olduğun Her anı hatırla! Ağır yağmurdan kabarmış kara bulutlar Üstüne yağınca, Kuru şimşek parlayıp Sert kayadan toz kopardığını görünce, Aşık bakışları, Ve kan dolu dudakları Hatırla! Üçüncü kitabın ikinci bölümünde ise, şair, ilk defa sevgiyi konu alarak pek çok şiirinde işler. İlk iki kitapta divan edebiyatı gazellerinde gibi daha çok soyut sevgi görülmektedir, üçüncü kitapta ise görkemli somut bir aşk ortaya çıkmaktadır. SENİ SEÇTİM Hepsinin arasında seni seçtim Senin gördüğünü Ben de görmeyi seçtim, Ve senin yolunu Dinç geçmeyi seçtim, güneşi, yıldızları Çoğaltmayı seçtim. Ara, ara, dünyamın her köşesinde Kendini bulacaksın. Bu aşk şiirleri, şairin en lirik şiirleridir ve birçoğu folklordan beslenmiştir. Bu şiirler de, Ferid Muhiç’in Balkan halk edebiyatını ne kadar iyi tanıdığını göstermektedir. Fakat şair halk edebiyatından ilham alıp kendi duygularını ve düşüncelerini ortaya koyunca yepyeni bir ifade ortaya çıkmış oluyor. SOLUĞUN SINIRI Aynı otları koklayalım Parlak, sıcak ak çöplemelerini Aynı ıslak şarıltıyı içelim. Aynı üzümü, aynı zeytini yiyelim Aynı kayadan aynı göğe çıkalım, Aynı tarlayı sürüp ekelim Aynı hayatı yaşayalım aynı damarda. Yoksa aynı bedende ölmeyiz biz. Her kitabın ayırt edici özellikleri olduğu gibi onları birbirine bağlayan ortak özellikleri de vardır. Üç kitapta bulunan şiirlerin alt yapısında derin fikir, duygusallık, bilim, metafizik, doğa ve folklor temeldir. Doğa ve folklor üçüncü kitapta en belirgindir, fakat alt yapıda devamlı mevcuttur. Masallarda ya da epik şiirlerde gibi Ferid Muhiç’in şiirlerinde de iyilik her zaman kötülüğü aşar. Bu, folklor dışında şairin evrensel dengesine ve Allahın gücüne beslediği inanışına da bağlıdır. Kardeş Kalemler Ağustos 2008 86 YARATILIŞ Yedi günde yaratıldı dünya Önce dağlar Göklere ulaşan O güçlü direkler dikildi toprağa İkinci gün sonsuz ovalar serildi Engin denizler, göller, ırmaklar Doğdu üçüncü gün Dördüncü gününde hayat ekildi Toprak içine, toprak üstüne Suya, havaya, Beşinci gün İyiliğe, doğruluğa, güzelliğe hasredildi Ve ünsiyete ayrıldı altıncı gün Birlikte olacaklara Yedinci gün Dünyamızın üstüne Gölgeler ve günahlar serpildi Ve sonra sevgi Aştı bütün kuşkuları Doğdu dünya. Ferid Muhiç’in bütün şiirlerinde her inanca, dine, kutsal kişilere büyük saygı vardır. Fakat bu saygı sırf sözlerle ifade edilen bir şey değil, onun özünde ve dünya görüşünde bulunan bir niteliktir. Şair hiçbir şiirinde ve hiçbir konuşmada Allah, Tanrı kelimesini lüzumsuz reklam gibi kullanmaz. Bu kelimeler şiirlerinde bile kutsal görünüp çok nadir kullanılmaktadır, çünkü Tanrı hepimizin özünde mevcuttur. Bu durumda sadece başka insan- Kardeş Kalemler Ağustos 2008 lara saygı duyarak, onları severek ve onlara yardım ederek ona karşı saygımız ve sevgimiz gerçekleşir. Böylece şairimizin kozmopolit kişiliği şiirlerine evrensel niteliklerini kazandırmış olur. ONUN MEKTUBU Eğer Tanrı bana yazmaya karar vermişse, Onun mektubu Sensin! Çiçek kokusuyla yazılan, Yaralara şifa Mutluluk getiren Mektup gelmeden önce Kanı donmuş kişiye, Olmayan bir adrese göndermiş Seni. Ferid Muhiç, kendi biyografisinde şiir yazmayı Allah’ın armağanı olarak kabul etmektedir. Cahit Külebi de bir söyleşide şiir yazma derslerle öğrenilen bir şey olmadığını söylemişti. Ferid Muhiç’in üç şiir kitabından seçme şiirlerini ZİRVE adlı kitabında toplayıp ekip olarak Türkiye’ye getirebildik. Avrasya Yazarlar Birliği, sayın Hüseyin Özbay, Ali Akbaş ve ben bu şiir hazinesini sizinle de paylaşmak, şairi size de tanıtmak istedik. Üçümüzün ona karşı hissettiğimiz saygı ve hayranlığı bu ortak çalışmayla da göstermek istedik. Umarız ZİRVE kitabı, kendi zirvenize yürürken hayatınızda başka bir anlam ve boyut kazandıracaktır. 87 TÜRKİYE F. Muhiç’in Felsefi ve Edebi Kimliği HÜSEYİN ÖZBAY Ferid Muhiç’i Altın Kalkan’la tanıdım. Makedonya Türklerinden İ.Emin’in Ferid Beyin denemelerinden Türkçeye çevirisi olan bu kitap Ferid Beyi esaslı şekilde izlememe sebep oldu. Onu elimden geldiği kadar anlamaya çalıştım. İnsan ve tabiat değerlendirmelerinde ezberlerimizi bozan bakışı vardı. Onun için “anlamaya çalıştım” diyorum. Bir insanı hakkıyla anlamak kadar da zor bir şey yoktur aslında. İnsanın keşfi, onunla aynı damara girmek gibidir. Her insanın hususi tarafları vardır. Hele hele Ferid Bey gibi felsefeyi özel bir şekilde sanat ve hayatla birleştiren bir insanı anlamak benim için daha da zordu. Gerçekten onun felsefesi, sanat ve hayatla birleşiyordu. Bu felsefenin rengi, boyası, niteliği ise dildi. Ferid Bey düşünceye olduğu kadar eşyaya, vakaya, tabiata, olguya, canlı, cansız varlık âlemine de nüfuz ediyor. Yani göstergede sadece gösterene değil gösterilene de bakıyor. Hatta bunları ayırmıyor. Yapışık biçim- anlam; biçim-duygu, bir nevi yabancılaşmayı da önlüyordu. Hemen bir örnek vereyim. Virtüöz şiirine bakalım: Şeffaf ormandan / sayısız yapraklardan / Seslendi ince sonat / Çayır kemanıyla / Rüzgârdan yayla / Işıklı ellerde /Çiçeğin şarkısını çalıyor / Görünmeyen virtüöz. Büyük bir tabiat orkestrasının sesi, armonisi duyuluyor ama virtüözü görünmüyor. Ferid Bey de yaprakların ve çiçeklerin senfonisine yaprakların ve çiçeklerin güftesini yazarak karşılık veriyor. Derine iniyor ama kaybolmuyor. Yüzeyde geziyor ama alalede değil. Felsefi terminolojisinde tabii ki Türkçe anlama sorunum var. İnce ayrımlar, ince ayarlar ister. Felsefî dil; şiire, denemeye dönünce de ince ayrımlar gerekiyor. Dilin alternatif süreçleriyle kullanımı, sıra dışı bağdaştırma ve dönüştürülmüş metaforlar üzerinde bir düşünce yürütmenin ve özellikle anlamaya çalışmanın zorluğu buradan kaynaklanır. Şu metafora bakalım bir hele: Bilmece, şiirinde, bu metafor tabii ki arka ve derin plan bilgisini gerektiriyor: Kral Midas’a cevap veren/ Söylesin bana/Neden bütün canlılar/Bilenler bilmeyenler/Sırrı çözüp arkasından/Çekip gidiyorlar neden// Mum ışığında çırpınan kelebeklerdir onlar. Her şeyi, göğü bile bitkiye yani toprağın tuttuğu ve toprağı tutan temele bakınız hangi sıra dışı bağdaştırmalarla bağlıyor: Çizginin öbür tarafına adım atınca/ Bitkiler âleminin sırrına erdin/ İpek çimenlerin sırdaşısın sen/ Sarı dağ çiçeği kokusu yayılıyor bakışında/ Otların çatısı oldu dağlar/ Gök toprağın derinliklerinden fışkırıyor/Zirveye tırmanılmaz zirveye yükselinir/ Bütün göllerden ve sonsuz okyanuslardan/Daha mor ve engindir/ Zarif mavi çiçeklerin rengi. Dünya gerekli gereksiz yüklenmiştir. Katmer katmer makyaj altındadır. Kül ve fosille örtülmüştür. Küllerin altındaki dünya için Simurg gerekir. Bir taraftan örtülenmiş diğer taraftan da kilitlenmiştir dünya... Ferid Bey, şiirlerinde ve denemelirinde bütün samimiyetiyle aya, güneşe, dünyaya vurulmuş olan ağır kilidi açmaya, pandora kutusuna ise kilit vurmaya çalışmıştır. Dünyaya vurulan kilidi daha da sağlamlaştırmaya çalışanların kapattıkları bir dünyayı açmak, inşirah psikolojisidir. Muhtaç Kardeş Kalemler Ağustos 2008 88 olduğumuz şeydir. Kilidi açmak, dünyayı ifşa etmek değildir. Keşfedildikçe sırlaşır dünya. Sırlar ayrıntılarda, ara katlarda sindirilmiştir çünkü. Ya da birileri tarafından uzun zamandan beri gayri iradi olarak ifşa edilmiş bir dünyayı yeniden merak etmek, ona yeniden bakmak, onun varlığını tanıyıp dönüştürmek için örtülerin altındaki taravete eğilmek gerekiyor. Dünyaya ilk defa gelmiş bir insan gibi varlık âleminin bütününe hayret ve hayranlıkla bakmak sonsuz keşif yolları açar. İfşa edilmiş ve hatta kirletilmiş bir dünyayı yuyup temizlemek, annesi tarafından sabi yüzü ortaya çıkarılmış bir çocuk duygusudur. Onun için suya gir ve çıkma, diyor Muhiç. Mesihî bir göndermedir bu: Hadi / Koş! /Suya atla/ Ve sanki hiçbir zaman/ yaşamamışsın gibi/ Oradan çıkma/ Temiz olana kadar. Yalın varlığın, yalın insanın, yalın tabiatın, yalın çiçeğin, yalın kozmik âlemin muhteşem ilhamı, insan ve sanatçı dünyasını besleyen gerçekçi ütopyadır. Armagedon şiirinde büyük sevgi ve büyük korku, varlık âleminin bütüne hasredilmiştir: Manyetik çekirdeğim ben/ Kuşların teşrifine sebep olan/ Buğday tanesiyim/…Meyveler toplandığı zaman/ Göklerden demir levhalar dökülecek/ Buğday biçilip rüzgârlarda savrulacak/Kuşlar yavrulayacak/…Evren… dağılmış çelenk çiçeklerinin taçyaprakları/ Ufuklarda ve patikaların etraflarında/ Perçem perçem olacak sis/ Karanlık, kar serpilmesiyle dağılacak/ …Dağlar/bütün balıklar/ Sütliman denizler/ Bütün parlak günler/ bütün yağmurlar, yıldızlar, aylar/ Ve bütün çocuklar/Bir zamanlar benimle birlikte olan/ Bütün varlıklar/ Dağılacak. Batılı ansiklopediler ütopyayı şöyle tarif ederler: yaşayanlarına kusursuz bir düzen içinde var olma imkânını sağladığı kabul edilen ideal ülke. Ferid Bey’in ütopyası, yanı başımızdaki dikkatimize amade olan aslen kusursuz dünyayı bulup göstermektir. Yaradılışın kendisi, muhal ütopya ihtiyacı bırakmaz. Peyami Safa da aslında Simeranya’yı bu dünyada arıyordu. Tabii ki varlık âlemiyle dostluk kuranlar, onu benimseyip içselleştirenler, vahdaniKardeş Kalemler Ağustos 2008 yeti örgüleyen sonsuz varlığı ve hareketi fark edenler için böyledir. Denemelerinde, dünyanın aynen tekrar edip durmasını can sıkıntısına çevirenlerin hakim olduğu bir zamanda ve evrende hepimize önemli şeyler fısıldıyor. İnsana, devreden zamana, canlılara, dağlara, güzelliklere, verili sevgilere, yaşamaya çağırıyor, bencilliklere, çevreyi ve değerleri yok edenlere dolaylı isyan ediyor ve Mankurt oğlunu özüne çağıran Nayman Ana gibi “ Unutma!” diyor. Altın Kalkan adlı denemesinde yaşanan aşkların, büyük duyarlılıkların hiçbir zaman yok olmadığını aksine misliyle çoğaldığını gösteren Peygamber sevgisinin eşsiz bir yorumunu yapıyor. Farkına varılan, yaşanan ve paylaşılanlar yok olmuyor devrediyor. Yok olduğunu ya da madden azaldığını sandığımız bir şey dönüşmüş olarak bir yerde karşımıza çıkıyor. Bir taşın üstünde, bir dağ başında, ya da kalplerin içinde. Yaşayarak azalma bizi madden sıfıra doğru götürürken manen büyük bir çoğalmaya duruyor. Ferid Bey denemelerinde tarih,hayat,estetik, felsefe ve psikolojinin adeta tayyizamanını , zengin çağrışımlar dünyasını yazıyor. Şair İmran’ın Güzel Yüzü , Melankolik Zenon, Anibal ve Harun, İki Tünel, Aşka Aşık Olanların Şairi, Yörük Göçbilimi,Hasret vb denemelerinde derinlerde ya da ayrıntılarda saklanmış bilgileri ustalıkla bugünkü dile dönüştürerek yataylaştırıyor. Genel olarak bakıldığında aşkı, sevgiyi, güzelliği, iyiliği; yeteneklerini yaşayıp paylaşmayanların büyük ziyankarlıklarını işaret ediyor. Fark edilip kazanılan ihsasların, aşkın, bilginin paylaşıldıkça çoğalarak bütün zamanı ve evreni dolduracağını işaret ediyor. İnsanın özünü, tabiatı, bütün yaşanmışlıkları, tarihi ve zamanımızı, kaybettiğimiz değerleri arıyor, fark edip buluyor ve sunuyor. Beyne, kalbe, kulağa ve göze ait dikkatler…ince ve zevkle seçilmiş aldatmayan hayatın anları ve anılarıyla insanı sarar denemelerde. Yabancılaşma ve bencillik olgusuna karşı yumuşak ama reddilemez bir karşı koyuş tavrı denemelerinden sızan en besleyici düşünce ve duygudur.Ayrıca Ferid Bey, şiirsel bir yaklaşımla ama daima ayakları sağlam basarak nesnel ve zamansal gerçekliklerden son derecede çarpıcı imajlara ve sembollere ulaşabiliyor. 89 Savaşta ölen her Kelt askerine karşılık bir taşın azalması gibi, Şair İmran gibi gencecik bir yüzün ölümününün hologramik anlatımı gibi, maddede meydana gelen azalmaya karşı sevgideki büyük çoğalmayı anlatan Altın Kalkan gibi örnekler çoktur. Bir çocukken köylerine gelen bir şaire dokunan Ferid bey, şimdi başka çocukların da kendisine yazar olarak dokunabileceğini düşünüyor ve büyük sorumluluk duyuyor. Ya çocuklar yazar diye, şair diye sahte birisine dokusalar ne olur ? Edebiyatta çok tartışılan yazarın estetiği yanında etiği ve pedagojik tavrı çocuğun şaire dokunma sahnesinde çok iyi anlatılıyor. Evet Ferid Bey,gerçekten bu dünyayı fark ediyor ve keşfediyor.Çünkü sadece onu kelimelerle tanımıyor, çokça kelimeleri bile aradan kaldırıp ona gidiyor. Onun yazıları, konuşmaları, fark edilen ve keşfedilen bir dünyanın tadını paylaştırıyor. Zaten genel anlamıyla da bir yazar, düşüncelerini duygularını, arzularını, heyecanlarını paylaşan insan demektir. Yazma ve düşünce bildirmenin temel insani güdülerinden biri de budur. Kendisi için yazanlar bakımından da böyledir. Bir insanın kendisiyle paylaşması; orda, kendisiyle kalamaz. Kalırsa o, onun talihsiz kaderidir. Çünkü bir şeyler yazmak ya da bir şeyler söylemek ihtiyacı mahremlerimizi kısmen aleniyete dökmektir. İnsanoğlu kendisiyle başkalarını sınamak için de yapar bunu. Bence Ferid Bey, düşüncesi ve duyarlılığının sınanması için taşı suya atmıyor. “Toplum kabul ederse ne âlâ” demiyor. Bir “üst dil” kullanıyor. Eşyayla, varlıkla kurduğu sempatik ve telepatik dostluk ona bu dili veriyor. Şiirlerindeki hâkim temalardan biri olan Zirve de bir bakıma bunun teyididir. Yüksek bir dağın dibinden zirvesine bakmak hayranlık ve meraksa o dağın zirvesine çıkıp bakmak dinamizm ve ihtişamdır. Merak ve hayretin hareketi, ihtişamı yakalar. Hayat da dibinden baktığımız ve hayran olduğumuz bir yüksekliğe -her basamağında onu tanımak üzere- tırmanmaktır. Ferid Bey cahil bir toplumun üzerine bilgi hegemonyası kurmuyor, aksine tırmandığı zirvelerin her bir basamağına insanları çağırıyor. İlişkilerinde asimetrik değil simetrik kalıyor. Sadece insan ilişkilerinde değil varlık âlemiyle de mesela hayvanlar ve tabiatla da simetrik ilişki içinde olmayı seviyor. Akıl sahibi olduğu için kendisini hayvanlardan üstün görmüyor tam aksine akıl sahibi olduğu için onları anlayıp seviyor. Bir katılım ya da iştirak şuurudur bu. Ferid Bey bu değerlendirmeme ne der bilmem ama benim tarafımdan bakıldığında onun varlığa iştirak etmesi, özne nesne ayrımının yabancılaştırıcı etkisine karşılık kaybettiğimiz bir asaletin keşfidir. Ben bu sebeple onun şiirlerindeki sıra dışı felsefi söylemlerin arka planında , çocuksu bir dünya algısı görüyorum.. Bunu burada şimdi bir az açmak istiyorum. Çocuksu algı, yaradılışın bir anlamda mikro kozmos ile makro kozmos birliğini teyit eder. Şeyh Galib’in “dide-yi ekvan olan âdem”i de budur. Yunus Emre’nin “ Benim bir karıncaya dahi ulu nazarım vardır”,demesi de, “Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevlam seni” demesi de. Bir çocuğun da tabiatla, eşyayla, dilbilimsel olarak söylersek özne olarak nesneyle problemi yoktur. Çocuk rol yapmaz, eşyayı, oyuncağı, varlığı içselleştirerek yaşar. Hayatı Kardeş Kalemler Ağustos 2008 90 iştirak edilmiş bir bütün olmaktan çıkaran süreç çocuğun yaşadıklarını role (çoğu da büyüklerinin anlamasız beklentileriyle oluşturulmuş sahte rollere) çevirmekle başlar. Doğru eğitim almadıysak yaşadıkça hayatla aramız açılır. Y. Emre “Kemdürür yoksulluktan nicelerin varlığı/ Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı” derken de mâsivanın bu yönünü anlatır bize. Parçalanmanın, indirgenmenin, yalnızlaştırılmanın acısını şu mısralarla şiirleştirir Muhiç: Nasıl mahrum kalayım/ çimenlerin temasından/ Buğdayın durgunluğuyla/ Gölgesiz ormanlarla / Çağıl çağıl sevinç/ Kuşlardan uzak / Sözsüz ve mahzun / Çiçeksiz emeksiz / Nasıl yaşanır? Kopernik’in Günahı şiirindeki sıra dışı bağdaştırma da öyle :Gerçekten de bir ırmağın yatağını değiştirmek o ırmağın önceki yatağıyla ilgili hatıraları da yok eder. Sadece bir şey yok edilmez yani, onunla birlikte çağrışımlar, anılar da yok olur, hatta duygular.Bir ormanın yanması sadece ağaçların yanması değildir; içindeki bütün bitkiler, bütün mantarlar, bütün vitaminler, bütün böcekler yılanlar, kertenkeleler de yanar; bütün güzellikler de onlarla birlikte yok olur.Bir maddenin yok olması bir güzelliğin de ölmesidir çokça.Ferid Bey bu yok oluşu çok iyi biliyor. Dili, yok oluşa karşı şiirsel bir isyandır aslında. Koopernik’e dediği ise felsefi bir mizahtır ve tabiatı keşfetmekle onu materyal olarak kullanıp ifşa etmenin ayrı ayrı şeyler olduğunu gösterir. : Üstat bence yanlış senin yörüngen/ Bizim çevremizde dönmüyor güneş/ Biziz onun etrafında dolanan/ Ve böylece tükeniyor ömrümüz/ Sana gelene kadar o kutsal ateş/ Bizim için doğar bize dönerdi/ Bizimdi güneş…./ Senin kaprislerin şımarttı onu/ Hep bu yüzden/ Bizim güneş yok artık/ Mevlevî/ Ve galaktik figürlerle/ Canlandırmak nafile/ O yabancı şimdi/Bütün bu hatıralara Ferid Bey’in nerdeyse bütün şiirlerinde yoğun tabiat ve kozmik âlem var. Bu âlem, taş, çakıl, canlı, böcek, bitki,ağaç, çiçek, güneş onun şiirlerinde alelade bir doku malzemesi değil içselleştirilmiş, farkına varılmış ve dostluk kurulmuş bir varlıktır. Sadece beş on şiirinde Kardeş Kalemler Ağustos 2008 bunları göremeyiz. Bu konuşmama sığmaz ama leksikolojik bir çalışmayla bu unsurların göstergelerini ortaya çıkarmak ilginç olur. Ben burada kozmik unsurlarla ünsiyetini de açıkça göstermesi bakımından en çok kullanılan kelimenin “ güneş” olduğunu hatırlatarak geçeceğim. Tabiatla, dünyayla, ayla, yıldızla,börtü böcekle, ağaçla, çayırla nasıl bir dostluk kurduğunu şiirlerinden birer ikişer mısra ile seçerek göstermek istiyorum. Şeffaf ormandan/sayısız yapraklardan/Seslendi ince sonat(Virtüöz) ; Dünyadaki bütün geçmiş gayretlere/Armağandır çiçek/….. Çiçek dünyanın hayal kurmasıdır(Felsefenin Prensibi): Hangi kaleden anlayabilirim/ Rüzgarın uğultusu/Ve onunla bileylenip/Yavaş yavaş kırılan/ Karanlığın yürüyüşü bilinir mi ?(Nasihat); Manyetik çekirdeğim ben/ Kuşların teşrifine sebep olan/ Buğday tanesiyim/….Meyveler toplandığı zaman/ Göklerden demir levhalar dökülecek/ Buğday biçilip rüzgarlarda savrulacak/Kuşlar yavrulayacak ( Armagedon); Nasıl mahrum kalayım/ çimenlerin temasından/ Buğdayın durgunluğuyla/ Gölgesiz ormanlarla/ Çağıl çağıl sevinç/Kuşlardan uzak/ Sözsüz ve mahzun/Çiçeksiz emeksiz/ Nasıl yaşanır ?(Parçalanma); FALCO PELEGRİNUS şiirlerinde hep bozdoğanı anlatır.Sanki onunla birlikte göklerde uçar.Zirve’de yoğun olarak tabiat vardır. İnsanlar, çiçekler ahlak, gaye ve dağlar. Morumtrak karanlığın ilk huzmesinde/Güneşin savrulmuş saçları parlayınca/Kendini yola/ Hazırla ! ; Kızgın dişi kurdun sakin yürümesini de bırak git/Bak gör! Her otta bir anıt canlanıyor./ Her yerde kuşlar yuvalanıyor gizlice/ Her kuş bir can taşıyor/ Akışların şırıltısında hayat köpürüyor sessizce/ Yalçın kayalarda kahkahalar yankılanıyor (Yerini Bul); Bu metafor,sıra dışı bağdaşım : Çizginin öbür tarafına adım atınca/ Bitkiler aleminin sırrına erdin/ İpek çimenlerin sırdaşısın sen/ Sarı dağ çiçeği kokusu yayılıyor bakışında/ Otların çatısı oldu dağlar/ Gök toprağın derinliklerinden fışkırıyor/Zirveye tırmanılmaz zirveye yükselinir/ Bütün göllerden ve sonsuz okyanuslardan/Daha mor ve engindir/ Zarif mavi 91 çiçeklerin rengi.(Göğün Sırrı Bitkidedir); Zirve batanları sevmez/ Oysa güneş de batar/ Zaman zaman sen de batacaksın/ Bunun için güneşin yörüngesini izle/ Her batışta tekrar doğ!(Güneşin Adımı); Çiçeklerle dokunmuş çayır gibi/ Yalnız kendi merkezine otur (Ortalıkta Sakinlik); Tozsun derler/Evet fakat fırtınaları taç edinmiş/ Zirvenin tozusun sen/ Bir şeylerle mutlaka/ Zirveye yakınsın sen/ Sonsuz dağ ve gök (Tozla Birsin); Kuşu tutuyorsun elinde ama uçuşunu değil!( Esasını Yakalamak); Sen ormanlardan karanlığı kovan ışıksın/ Bu yolda çıkacak engellere/ Bütün kuvvetinle karşı koy/ Senin vurulduğun canlı bir ateş/ Zirveye adağınsa/ Çam sakızı (Tapmak) ; ….. Gökte ince huzmeler açılınca/ Gizli gizli çiçeklerle bezenmiş/ Nisandaki vişne gibi güzelsin / Zirvenin gemisi ileliyor gece dalgalarında/ Yıldızların sessiz ürperişleri ufuklarla köpükleniyor/ Sükûnet akıyor temas eden dudaklara( Beyazalar İçinde); Haydi bir adım daha at!/Derin bir nefes al/El salla karalara/ Ve uzak ağaçlara/Kanınla canınla yıldızları selamla/ (Bir Adım Daha); Hemen bir şey gelecek duymayacaksın/ Şahinin keskin sesi, kartalın gölgesi…(Bir Şey Gelecek); : Haydi gel! Bahaneler/ Uzak ufukları düşünmek senin işin değil/Zirve/Ancak ulaşınca görülür/ O en yoğun bulutta izini alır/ Erimiş mum üstündeki kraliyet mührü gibi/Ve korur seni/ Granitte, rüzgarda, şimşekte yazılmış/ Son- suzluğun dengisin (Yazılmış); Arada hava bile yokmuş gibi/Her şeyi sonsuz ufuklardan yapyalın göreceksin/ Elinden geldiği kadar koru bu hali/Ve yaşamayı yalnız yüksekliklerden öğren(Şeffaflık); Yaralarını mor kubbeyle sarıyor/ Ve göğün kupasına tozunu döküyorsun sen.(İnce Akıntıda); Dökülen bu son yapraklar mı/ Soyulmuş karaağaçtan/ Yoksa kaynamış kan mı damlıyor/ Ağır yaralı felsefe şuurundan…..Bu güneş midir göklerin enginliğinde/ Parlak yollara yer açan/…..Çiçekli parkta, bank üzerinde/ Harika duygularla inci kuşlara/ Bu sabah( Nietsche-Son Şafak); Arkamızda kutsal ateş yanıyor/ Önümüzde kayaların üstünde/ Korkunç gölgeler kımıldıyor, diyorsun./Bana kalırsa eğer/ Arkamızda ateş mateş yok öyle/ Ufkumuzdan yayılıyor aydınlık./ Ama neden asırlardır yine/ İnsanları oyalar bu efsane (Platon’a); Acı yara gök kubbenin göğsünde/ Dehşet içinde Immanuel Kant / Onun üstünde gezen yıldızların/ Onun içindeki ahlak kanununun/ Çamurlara döküldüğünü görüyor/Ve matemle haykırıyor gecenin boşluğunda/ O en yakaran felsefî sesiyle/ “ Dökülüyor kanlı darı”(Kanlı Darı); Dikenle takdis edildi Sipinoza/Ve daha çok çok bilimeyenler/Oysa dualar/ Hiçbir gülün dikensiz olmadığını/ Ve çok dikenin gülsüz olduğunu söyler/ Yolun kenarında böğütlenler arasında/ Dikenlerde her yerde el/Her zaman açmış akasyalar içinde kafa/ Susuz kaktüste, yal- Kardeş Kalemler Ağustos 2008 92 nızlığın içinde can..(Diken); Ateş güneş doğdu güle güle/Şardağı ufkunda selamsız……. Dünyanın öbür yakasına/ Boşaltıyor şimdi ziynetlerini güneş…… Ağaçların beşiğinde sürü sürü kuşlar işaretsiz/ Loş karanlığa boğulmuş günlerle gidiyor/ Bırakıyor musun kitabı, müziğe mi dalıyorsun/ Rüyada mı görüyorsun kır atı/Bir zamanlar benim olan sevgili ?(Sonbahar Şiiri): Ve dünya yeni kaderinin ilanını/ Tüneyen horozun/ Gök kubbeye yaydığı şafak çığlığında bekliyor(Yılın Sonunda): Çıplak toprağı bahçe yapmak için/ Irgat topluyor Büyük Bahçivan( Vasiyetsiz Gittiler); Öyle kuşlar var ki !/ Uçmasını da biliyorlar/ Şarkı söylemesini de/ Ve hayatın sırrını biliyor onlar/…Biz onlardan değiliz/ Kafese kapatılmış/Bu çıplak endamla/ Tüysüz kanatsız/ Ne uçan ne şarkı söyleyen/ Sessiz kuşlarız(Sessiz Kuşlar); Henüz doğanla/ Son anda aynı adımı atan/ Zamandır vatan/ Ve herkesin doğum yeridir dünya/ Ama dünya değil/ Hayattır vatan.(Vatan); Kırlangıcın/ Yüksek çardaklar altında/ Yuva ördüğünü görünce/ Çaresizliğine razı olduğun/ Her anı hatırla.(Hatırla): Gülleri düşün/ Aşkın ıtırlı damlalarını/ Ve çayır çiçeklerini/ Öpüşlerinin izidir/ Aşık kelebeklerin. (Hatırlatma): Göklere ulaşan/ O güçlü direkler dikildi taprağa/ İkinci gün sonsuz ovalar serildi/ Engin denizler, göller, ırmaklar…….. Ve sonra sevgi/ Aştı bütün kuşkuları/ Doğdu dünya(Yaratılış) sanki mâsivayı anlatıyor bu şiirde : Kıymetli olan kaybedilmez zaten/ Değersizdir kaybedilen/ Attıkça kazanır insanoğlu/ Diğerleri fazlalık/ Yalnız sen gideceksin sen !.....Sevmeyen sevi/ilmeyen/ Yaşıyor mu gerçekten ?(İtiraz); İnsanlığa yol gösteren bir insan/ Ebediyen unutmalı yolunu.(Misyon Eri); Bütün çehreler/ Tek ufuğa baktığımız/ Kutsal Dağın görünmez gölgesinin/ Yansımaları değil de nedir ?(Tek Ufuk); Evrenin o ilk doğuşu/ Var oluşumuzun sahili/ Ey Son Duvar/ Şehrin sonunda toz ve soluğa batan/ Maviliğe boğulan/ Son Duvar/ Seni bir başka görüyorum.(Son Duvar); Gür sesleriyle kardelenler/ Buruk çuha çiçekleri ve ufacık fesleğenler/Şarkılar söylüyorlar/ Ormanlara dökülüyor aydınlık/ Aşık keklikler sallanıyor/ Ağaçların beşiğinde(Orman Perisi); Ateşböceği olup ormanlara dalarak/ Yine sonsuzlukta bu anı aramaya/ Kışkırtıyorsun beni. Kardeş Kalemler Ağustos 2008 (Kışkırtıyorsun Beni); Şebnem damlası sende kendi ölçüsünü buldu dağlarda/ İnce köknarlar senin endamını hayal ediyor/ İncir ağaçları rüyada senin lutfunu görüyor/ Ağaç çileğini okşuyor sesin.(Sen); Şafaklarda opal vişnede parlarken/ Ölümsüz akıl sonunu ister mi ?(Soru); Aynı otları koklayalım/Parlak sıcak ak çöplemeleri..(Soluğun Sırrı); Enfes bir yeşil ışıktan/ Şeffaf bir duvakla örtülü/ Ve ilk aşkın yosunuyla kaplı/ Parıldıyor meyvelerin yanaklarında(Yaz); . Bazen/ Uykuya dalmış ormanın karanlığında/ Gizli gizli ürperir sakinleşmiş kor/ Bu ihtiyar karaağacın pranı ışıldar.(Karaağaç); Yıldızların ürpermesi/ Rüzgarların okşaması/ Haber versin benden sana/ Gülün kokusunda bul nefesimi(Bensiz Olma); Ara, ara dünyanın her köşesinde/ kendini bulacaksın(.Seni Seçtim); Güllerin kokusu meltemle/ Ağaç dalları arasında fısıldayınca/ Sevmeye çağırıyorum seni/ Ve şimdi güneş/ Gökyüzünün kuyumcusu Güzellik : Güzelliğine haran horozlar/ Sessizce tünüyorlar/,…..Rüzgar dinleniyor saçlarında/ Ebedî ilkbahar buluyor kurtuluşunu. (Seni Çağırıyorum); Bir yerlerde bir şey kaybetmiş duygusuyla/ Bir şeyler yitirmiş sanki/ Nehrin üstünde uykuya dalmış güneş/ Ufukta duruyor(Bakışlarının Işığı) Daha küçüktür/ Gidenlerin hüznü/ Güneş altında/ Kalanların sevincinden (Aldanır); Bütün renkler solarken/ Ve her yerde bir şeyler eriyip solarken/ Akşam çayırlarına dalarken/ Ve yıldızlı kayıklar kara dalgalara açılırken/ Bak !/Gümüş yumurtacıklar damlıyor ağdan/ Ve balıklar öpüşüyor kumlarda/ Aya kavuşuyor beyaz bulutlar(Her Şeyde); Bütün renkler solarken/ Ve her yerde bir şeyler eriyip solarken/ Akşam çayırlarına dalarken/ Ve yıldızlı kayıklar kara dalgalara açılırken/ Bak !/Gümüş yumurtacıklar damlıyor ağdan/ Ve balıklar öpüşüyor kumlarda/ Aya kavuşuyor beyaz bulutlar…Yetenek : Konuşuyorum senin adını anıyorum/ Güllerde senin kokunu duyuyorum ben./ Görme yeteneğim/ Yalnız güzelliğini görmek için/Armağan edilmiştir. (Güzelliğin Çatısı); Korkuyorum değiştirmesinler seni/ Orada, o ıssız ovadaki evde/ Fındık ağaçlarının buğulu/ Gölgeleri arasından/ Senin hareketlerinden o sakin şarkılar coşu- 93 yor/ Damlıyor küçük pencerelerden/ İhtiras dolu çimenleri seninle ıslatıyor(Bütün Bu zamanlar); Etrafımızda/ Nar, pınar, çalılar/Ve bir de uzaklardan gelen göl kokusu(Çiçeğin Düğünü); Beraber olacağız biz/ Rüzgar bulutları dağıtınca/ Ve hemen gökyüzü açılınca/ Ufuklarda ilkbahar güneşi parlayınca/ Irmakların buzları patlayınca/ Ilık meltem karları eritince/ Islak toprakta çimenler yeşerince/ çiçekli çayırlarda kuzular meleyince/ Bahçeye gül kokusu yayılınca/ beraber olacağız biz.(Beraber) Mısraların ekserisine serpiştirilmiş olan bu unsurları tek tek şöyle sıralayabiliriz : “sayısız yaprak”, çiçek dünyanın hayal kurması”, “ rüzgarın uğultusu”, “ karanlğın yürüyüşü” , “kuşların teşrifi”, “ buğday tanesiyim”, “ kuşları yavrulaması”, “ çimenlere temas”, “ durgun buğday”, “gölgesiz ormanlar”, “ çiçeksiz emeksiz”, “ morumtrak karanlığın ilk huzmesi”, “ güneşin savrulmuş saçları”, “ kızgın dişi kurt” “kuşlar can taşıyor”, “akışların şırıltısı”, “hayat köpürüyor”, “yalçın kayalar”, “ ipek çimenler”, “sarı dağ çiçeği kokusu”,” otların çatısı dağlar”, “ gök toprağın derinliklerinden fışkırıyor”, “ göller ve sonsuz okyanuslar”, “ zarif mavi çiçek”, “ güneş de batar”, “ güneşin yörüngesi”, “ çiçeklerle dokunmuş çayır”, “ Fırtınaları taç edinmiş”, “ sonsuz dağ ve gök”, “ karanlığı kovan ışık”, “canlı bir ateş”, “ zirveye adak”, “ çam sakızı”, “ çiçeklerle bezenmiş”, “ Nisan’daki vişne”, “ gece dalgaları”, “ yıldızların sessiz ürperişi”, “ en uzak ağaçlar”, “ yıldızları selamlamak”, “ Şahinin keskin sesi, kartalın gölgesi”, “ uzak ufuk”, “ en yoğun bulut”, “Granitte, rüzgarda, şimşekte yazılmış”, “ Yaşamayı yüksekliklerde öğren”, “ mor kubbe”,”göğün kupası”, “ dökülen son yaprak”, “ soyulmuş karaağaç”, “inci kuşlar”, “ kutsal ateş”, “ korkunç gölge”, “ acı yara gök kubbenin üstünde”, “ gezen yıldızlar”, “ kanalı darı”, “ dikenle takdis edilmiş Sipinoza”, “ Hiçbir gül dikensiz değil,çok diken ise gülsüz”, “ Yol kenarında böğürtlenler”, “ susuz kaktüs”, “ ateş güneş”, “ Şardağı ufku”, “ağaçların beşiğinde kuşlar”, “ loş karanlık”, “ tüneyen horoz”, “ Gök kusseye yaydığı şagak” , “ çıplak toprak”, “son şafak”, “ en güzel tan”, “ şen dünya şakrak gök”, “gülleri düşün aşkın ıtırlı damlalarını”, “ engin denizler”, “ göller ırmakalar”, “ kutsal dağ”, “ orman perisi”, “buruk çuha çiçekleri”, “ ufa cık fesleğenler”, “ âşık keklikler”, “ ateşböceği”, “ şebnem damlası”, “ inice köknar, incir ağacı”, “şafaklarda opal vişne”, “parlak, sıcak , ak çöplemeler”, “ilk aşkın yosunu”, “ yıldızların ürpermesi”, “ gülün kokusu”, “ gökyüzünün kuyumcusu”, “ ebedî ilkbahar”, “ aya kavuşan beyaz bulutlar”, “ çiçeğin düğünü”, “ nar, pınar, çalı”. Sonuç olarak aslında Ferid Bey için delil ve ispat gerekmez. Her delil ve ispat şüphedir çünkü. Benim yapmaya çalıştığım şey ise delil getirmek değil onu benim gözümle size göstermektir. Kardeş Kalemler Ağustos 2008 94 Dergi Kırım Tatarlarının Hür Sesi: YILDIZ DERGİSİ Fikir Dünyamızı Aydınlatmaya Devam Ediyor Yıldız dergisi, Kırım Tatarlarının önemli aydın, yazar, muharrir ve fikir adamlarından Şakir Selim öncülüğünde, yayın hayatına devam ediyor. Ocak-2008 sayısını yayınlayan Kırım Tatarlarının hür sesi Yıldız dergisi, “Künümüznin aktüel mevzusı, Nesir, Dramaturgiya, Okuycularımıznın icadından, Tilşinaslık, Hatırlavlar, Klassik edebiyatı tercimelerinden, Edebiyatşinaslık ve edebiy tenkit, Edebiy takvim, Kardaş Edebiyatlardan haberler, Haırlaymız, Kitap Raflarınızga bölümleri”nden oluşuyor. Günümüzün aktüel mevzusu bölümünde, Zakir Kurtnezir’in “Ne için suskunuz, kalemdaş dostlar” denemesinde, yazar, aydınhalk ilişkisine değinerek, aydının toplumdan kopukluğu hakkında Kırım münevverlerine sesleniyor. Nesir bölümünde, Tair Halilov “Tutıp alıngan vatan” adlı uzun hikâyesinde Kırım Tatarlarının sürgününü anlatıyor. Annesinin kabrinin nerede olduğunu bilmeyen, babası da yâd elde defnedilen yazarın sürgünü anlattığı bu hikâyesinde, sürgünü ve devrin şartlarını birinci kaynaktan öğreniyoruz. Gaspıralı İsmail Bey’in ömründen levhaların işlendiği Altın Ziya piyesiyle Şakir Selim tarihi konuşturuyor. Şekurî, Behbudî gibi önemli ceditçiler, Semerkand vilayetinin valisi Galkin, Çarlık Rusyasının Türkistan memuru, Türkistan Vilayeti Gazetesinin muharrirlerinden İ.P. Ostroumov, Buhara Emiri Abdulahad Han gibi tarihî isimler piyeste yer alan şahıslar. 5 Perdeden oluşan bu piyes tarihin önemli bir dönemine ışık tutuyor. Gülnara Üseinova’nın “Kırım Meyvaları” hikâyesini yayınlayan Yıldız, genç yazarlara da yer vererek, yazmaya meyilli yeni kalemlere ufuklar açıyor. Doğumunun 110. Yılı olan Nikolay Konstantiniyeviç Dimitriyev hakkındaki inceleme dikkat Kardeş Kalemler Ağustos 2008 çekiyor. Leniyara Selimova’nın imzasıyla neşredilen bu inceleme, bize bu Türkolog hakkında önemli bilgiler veriyor. Hatılaralar bölümünde, Abdurrahman Bari’nin 1941-1942 yıllarında savaş hâtıralarına yer veriliyor. Bu “Cenk Yılları Hatireleri” adlı eser, dergide tefrika edilen yazılardan. A.S. Puşkin’in “Bahçesaray Çeşmesi” şiiri, merhum Eşref Şemizade’nin tercümesiyle veriliyor. Kemal Usein Konuratlı’nın “Kırım-Tatar Edebiyatı Tarihi” incelemesi tefrika edilen başka bir yazı. Bu sayıda “Klasik Devir”, Hüsrev ve Şirin’in konusu inceleniyor. Ablaziz Veliev “Kullukka Mahkum Etilgen Şair” incelemesinde Mustafaoğlu Amet Mefaev’in hayatı ve edebi kişiliği ele alınıyor. Şair ve Yazar Ayder Osman’ın 70. Yıldönümüne armağan edilen “Vatanda Kayd Etermiz” incelemesinde yazarın edebî kişiliği, Uriye Edemova tarafından ele alınıyor. Kardaş Edebiyatlardan Haberler bölümünde Avrasya Yazarlar Birliği tarafından 15-16 Aralık 2007 tarihinde İstanbul’da düzenlenen “1. Türk Dünyası Edebiyat Dergileri Kongresi” hakkında genel bilgiler veriliyor. Türk Dünyasının çeşitli merkezlerinden kongreye katılan dergilerin iletişim adresleri Yıldız tarafından okuyucularıyla paylaşılıyor. Yine aynı bölümde, Kazan’da 2007 senesinin Mayıs ayında basılan “Üzülgen Dua” kitabı tanıtılıyor. Değişik edebî türlerde yazılar yayınlayan Yıldız dergisi, Kırım çocuk edebiyatı kitapları ve diğer edebî kitapları da tanıtarak, KırımTatarlarının edebî dünyasının merkezi olmaya devam ediyor. Yıldız Dergisi Adresi: 95007, Akmescit şeeri, Vernadskiy Prospekti 155/3 telefon: 63-27-13 yildizjurn@rambler.ru 95 Kitap Ömrümüz Gurbet - Osman Çeviksoy Ömrümüz Gurbet, öykü ve roman yazarı Osman Çeviksoy’un onuncu yapıtı, Ustalık döneminin bir ürünü diyebiliriz. Öyküleri: Beyaz Yürüyüş(1982), Tutuklu Yürek (1982), Ağlamak Yasak (1984), Duvarın Öte Yanı (1985), Kar Yağar Gül Üstüne (1986), Derdimi Gül Eyledim (1989), Geriye Hüzün Kalır (I99O), Sana Seni Anlatmak (1994). Roman: Başıma Dağlar Düştü (I994). “Değişen zaman mıdır yoksa insan mı? Ailesiyle birlikte Almanya’da yaşayan Halil Beyin cevap bulmaya çalıştığı en zor sorudur bu. Bugüne kadar, bulunduğu çağa ve mekâna uyum sağlamanın doğruluğuna hep inanmış ve ailesini de bunun için özellikle yönlendirmeye çalışmıştır... İki kültür arasındaki sıkışmışlık ve derin bir arayış… Bunların ardından oğlu Murat’ın da içine düştüğü durum, kaygılarını büsbütün artıracak ve Türkiye’ye kesin dönüş için ani bir karar verecektir. Bu durumu ailesi nasıl karşılayacak? Kusursuz Almanca konuşan ve o ülkeyi benimseyen ikinci kuşak, kendini nereye ait hissedecek? Kitabın arka sayfasında böyle yazıyor. 1960’lı yıllardan başlayan yurtdışı göçümüzün önemli bir bölümü Almanya’yı “acı vatan” edindi. Alınan para tatlıydı, ama yaşam, acının acısıydı. 0 acılar, yazarlarımızın kalemiyle ölümsüzleşti. Yazınımızın konuları arasına Almanya oturdu, kaldı. Oradaki işçilerimiz beklemedikleri sorunlarla boğuşur oldular. Aldıklarının çoğunu verdiler, borçlandılar. Çocuklarını yitirdiler en acısı. Gözlem, gerçekçi romanda, öyküde ilk adımdır. Bilirsiniz, yapı yapılmadan önce planı çizdirilir. Taş, kum, çimento hazırlanır. Her yazar bu yolu mu izler? Hayır. Yazarımız Osman Çeviksoy, Almanya gerçeğini yerinde yaşamış, romanını öyle yazmıştır. Yaşamadan yazanlar da var. Örneğin Nazlı Eray. 2006 yılında Nazlı Eray’ı Ankara Kare Kitabevinde dinledim. Şunları söyledi: “Roman yazmak için masama oturduğumda, kafamda planım, hiçbir hazırlığım yoktur. Düşlerim beni bir yerlere götürür.” Nazlı Hanımın anlattığı yeni romanının bir ayağı da Muğla’da geçiyordu. Orada bir yatır varmış. Yatırda yatıp kalkan, hizmet veren iki kadın bulunuyormuş. 0 kadınların ücret durumlarını, sosyal haklarını sormuştum Nazlı Eray’a. Eray, saf saf gülerek; -Onu hiç düşünmedim, demişti. Bu yanıt yazarı, yazdığını ele veriyordu; -Kimi yazıyorsunuz? Kim için yazıyorsunuz? Ömrümüz Gurbet, yoğun toplumsal sorunlarla ilmik ilmik örülmüş, ince elenmiş sık dokunmuş. Anlatılanlar, insanı soluk soluğa bırakıyor. Yapıt bitince ağzınızdan şu sözcükler dökülüyor: -Olgun, yetkin bir roman... Türkçemizin bu denli işlek, kıvrak olduğunu romanı okudukça sezebiliyorsunuz. Dil ve anlatım zenginliği her cümlede kendini gösteriyor. Ömrü müz Gurbet, büyük emek ürünü. Roman kişilerinin davranış, düşünüş çözümleri daha ilk sayfadan göz dolduruyor. Anlatılmaz başarıda, doyumsuz güzellikte. Bu özellik anlatıma derinlik kazandırıyor. İnandırıcılık içtenlikten doğar. Romanın başından sonuna dek içtenliğin içinde. Her şey içten. Ömrümüz Gurbet, okuyucuyu pasif (edilgen) durumunda bırakmıyor. Onu düşündürüyor hazırladığı ortamla. Bu, anlatımın çok önemli bir özelliğidir. Almanya’ya ömürlerini veren yaşlı karı kocanın kafes kuşu Türkçe konuşuyor. Ne konuşuyor dersiniz? -Ah! Almanya ah! Osman Çeviksoy’un son yapıtı Ömrümüz Gurbet; okunmalı. Sonra da üzerinde uzun uzun düşünülmeli... Nusret ERTÜRK Kardeş Kalemler Ağustos 2008 96 Haber Özbekistan Cumhuriyeti Ankara Büyükelçiliği Özbekistan’da Okul Eğitimi Geliştirilmesi ile ilgili Ulusal Devlet Programının Uygulamaya Konulması Hakkında Modern dünyada ülkenin gerçek durumu, eğitim alanındaki gelişmesine bakılarak değerlendirilir. Bir ülkenin geleceği büyük manevi potensiyele sahip olan yeni nesillerin hazırlama kalitesine bağlıdır. Bu nedenle Özbekistan Cumhuriyeti, eğitimi öncelikli devlet politikası olarak belirlenmiştir. Özbekistan’daki okur-yazar seviyesi, dünyanın en yüksek düzeyli (% 99.34) ülkelerinde biridir. Özbekistan genç nüfusun ağırlıklı olduğu bir ülke olarak bilinmektedir. Günümüzde kadroların hazırlanması ile ilgili Ulusal Programının devamı olarak genel eğitim okullarının geliştirilme programı çerçevesinde geniş çaplı çalışmalar yapılmaktadır. Bütün bu çalışmalar, ülkenin sosyoekonomik gelişmesi kapsamında 2007’de uygulanan eğitim politikaları ve 2008’de uygulanmaya devam eden reformun öncelikleri”, Bakanlar Kurulu toplantısında Özbekistan Cumhurbaşkanı İslam Kerimov’un “İnsan Hakları Önceliğinin SağlanmasıUygulanan Tüm Reform ve Yeniden Yapılanma Süreçlerin Ana Hedefidir” sunumunda yer almıştır. “Kadroların Hazırlanması ve Genel Eğitim Okullarının Geliştirilmesi ile ilgili Ulusal Programı” çerçevesinde geçen dönem kapsamında, eğitim kurumlarında teknik ve öğrenim alt yapılarının oluşturulması ile ilgili geniş çaplı çalışmalar yapılacağını, devlet başkanımız konuşmasında vurgulamıştırr. Bu ulusal program kapsamında okul binalarının yeniden yapılandırılması ve mühendislikiletişim alt yapısının oluşturulması hedeflenmiştir. 2004-2007 tarihleri arasında 4665 okulda tamirat-tadilat çalışmaları yapıldı. Ayrıca 205 yeni okul inşa edildi; 1174 okul yeniden yapılandırıldı ve 2074 okulda tamirat işleri yapıldı. İmar edilen okulların Kardeş Kalemler Ağustos 2008 3768’i köylerde, 781’i kentlerde ve 1208’i ise diğer bölgelerde olması, ülkenin bütününü kucaklaması dikkate değerdir. Böylece ülke çapında, şehir ve köylerinde, eğitim eşitliği yaratılmaya çalışılmıştır. Özbekistan Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu’nun 493 sayılı ve 21 Ekim 2004 tarihli kararına göre, 2007’ de, 1959 okulda yeni mobilya, eğitim-labaratuvar araçları, bilgisayar ve spor malzemeleri bütçe dışı sağlanarak, toplam 101.7 Milyar Özbek somu harcanmıştır. Ayrıca 2007’de okulların modernizasyonu, gerekli araçlarla donatılması ile ilgili, kimya odası yüzde 37.4’ ten % 42.5’e, fizik odası % 39’dan % 61’e, biyoloji odası % 37’den % 42 ‘ye yükseldi. Kısaca özetlenirse: Özbekistan devletinin yürüttüğü ulusal eğitim programı çerçevesinde, günümüzün koşullarına uygun malzeme-teknik altyapı temelinde, yeniden yapılandırma 2004’te 638, 2008’te 1099, 2006’da 1326 ve 2007’de 1608 adet okul günümüzün standartların uygun olarak yeniden yapılandırıldı; - Ülkedeki okulların derslik kitapları ve eğitim araçlarıyla donatılması konusunda 2004’te % 82.3, 2006’da % 92.1 ve 2007’de % 98.6’ya ulaştı; - 2004-2007 tarihleri kapsamında öğretmenlerin maaşı 6.2 kat yükseldi; Eğitim içeriklerin yenilenme ihtiyacı hızla artması nedeniyle eğitmen personellerin uzmanlık düzeyini devamlı yükseltilmesi kapsamındaki eğitim süreleri 5’den 3 yıla indirildi; - 2007-2008 öğrenim yılında ülke çapındaki genel eğitim okullarında toplam 445289 eğitimci faaliyet göstermektedir; - 2003-2007 tarihleri arasında 715 adet spor kuruluşları kullanıma sunuldu. Spor araçlarla donatılması kapsamında köylü yerleşim alanlarına öncelik verilerek, 583 (yüzde 82) çocuk spor alanları oluşturuldu. 20/05/2008