Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız
Transkript
Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız
Bilgiyurdu Gençlik Dergisi YIL: 1 SAYI: 6 MART-NİSAN 2008 İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR ÜCRETSİZDİR Omuzlarımız hisar, başlarımız burç yurda, Can vermeye and içtik hepimiz bu uğurda!.. 2 İçindekiler İÇİNDEKİLER Mustafa ÖZTÜRK Yiğitliğin Ölçüsü ................................................................. 3 Yrd.Doç. A. Vehbi ECER Kültürümüz ve Dinimiz........................................................ 5 BİLGİYURDU GENÇLİK DERGİSİ YIL: 1 SAYI: 6 MART-NİSAN 2008 İKİ AYDA BİR ÇIKAR ÜCRETSİZDİR. SAHİBİ: Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği Adına Dernek Başkanı Mustafa ÖZTÜRK Ahmet KAPLAN Genç Yetenekler ................................................................. 7 Ahmet ALKAYA, İlhan KENGER, Adem SÖYLER Abdurrahim KARAKOÇ....................................................... 8 Yavuz Sezer OĞUZHAN Affet Beni Iraklı Kardeşim .................................................. 12 Hakan BOZDOĞAN Sınır Ötesi Harekât Başarılı, Siyaset Basiretsiz..................... 13 Yunus Emre ÖZKAN Bir Destandır Çanakkale .................................................... 14 YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ: Mustafa İLHAN Mustafa ÖZTÜRK Dr. Mehmet ALTUNER’in Ardından .................................. 16 YAZIŞMA ADRESİ: Sahabiye Mahallesi Otağ Sokağı Kamer Apt. A Blok Nu: 4/3 Kocasinan/KAYSERİ Osman KARABABA Teröristlerle Masaya Oturmak mı! ..................................... 19 TELEFON: (0352) 232 32 67 WEB: www.bilgiyurdu.org.tr E-POSTA: bilgiyurdu@hotmail.com GRAFİK TASARIM: DEĞİŞİM AJANS (0352) 336 08 48 www.degisimajans.net BASKI: ORKA MATBAACILIK SAN. TİC. LTD.ŞTİ. OSB 43. Cad. No: 11 KAYSERİ (0352) 322 17 00 Yazılar yayınlansın ya da yayınlanmasın iade edilmez. Yazılarda kısaltma yapılabilir. Hukuki sorumluluk yazarlara aittir. İbrahim GÜNGÖR Üretmek “Var” Olmaktır .................................................. 20 Mustafa İLHAN Çanakkale Zaferi ve Destanlaşması.................................... 22 Ahmet ALTAY Eğlence Kültürümüz ve Eski Türk Düğünleri (2) ................. 24 Hayrettin BÜYÜK Türkçe’nin Zenginliği ........................................................ 25 Erhan SOLMAZ Türkülerimiz...................................................................... 28 Metin ÖZBEK Teknolojinin Seyir Defteri .................................................. 29 Yusuf BİLTEKİN Yunan Zulmü .................................................................... 30 YİĞİTLİĞİN ÖLÇÜSÜ Mustafa ÖZTÜRK E ski Türk toplumunda ideal insan, alp insan tipidir. Alp, kahraman, cesur, yiğit, zorlu anlamına gelir. Şahıs ismi, sıfat, unvan ve askerî bir asalet zümresinin adı olarak kullanılmıştır. Batur, boğatur kelimeleri de aynı manaya gelen kelimelerdir. Alp Er Tunga, bir destan kahramanımız, Alp Tegin, Gazne devletinin kurucusu, Alp Arslan, Malazgirt Zaferi’yle Türklüğe Anadolu kapılarını açan Büyük Selçuklu sultanı, Aykut Alp ve Konur Alp, Osmanlı Devleti kurucusu Osman Bey’in silah arkadaşlarıdır. Alp, üstün tutulan, sevilen bir sözcük olduğu için savaşlarda yiğidin yoldaşı olan atlara da zaman zaman bu ismin verildiği olmuştur. Meselâ, Kültiğin’in bir atının adı, Alp Salçı’dır. Günümüzde de “Alp, Alper, Alpay, Alperen” erkek çocuklara en çok verilen adlar arasındadır. Bu husus, kültürümüzdeki devamlılığı gösteren güzel bir örnek sayılmalıdır. Selçuklu Türklerinden itibaren alp ve gazi kelimeleri, çoğu zaman, bir arada kullanılır. Anadolu fatihi Kutalmış ile Atabeg Zengi’ye “Alp-gazi” deniliyordu. Bu kelime, daha sonra ”Alperen” şekline dönüşür. Fuat Köprülü’nün “Türk edebiyatının en büyük eseri” saydığı Dede Korkut Kitabı’nda alpların hayatı anlatılır. Bayındır Han’ın güveyisi Salur Kazan, ülke sınırını korumakla görevli alpların başıdır. Kazan beyin kardeşi Kara Göne, oğlu Kara Budak, Kıyan Selçük oğlu Deli Dundar, Boz aygırı Beyrek, Kazılık koca oğlu Bey Yigenek, Kazan Beyin dayısı at ağızlı Aruz Koca, bıyığı kanlı Büğdüz Emen, Eylik Koca oğlu Alp Eren, Kanglı Koca oğlu Kan Turanlı,Tepegözlü öldüren Basat, Uşun Koca oğlu Segrek, destani öyküleri anlatılan alp yiğitlerdir. Oğuz ülkesinde yiğitliğin ölçüsü, düşman ülkesine akın düzenlemek, gaza yapmak; baba, kardeş veya oğul tutsak ise onları kurtarmaktır. Bunun yanında çok cömert olmak da gerekiyor. Uşun Koca oğlu Segrek Destanı’nda bu husus şöyle ifade edilir: “Bre Uşun Koca Oğlu! Bu oturan beyler her biri oturduğu yeri kılıcı ile, ekmeği ile almıştır, bre sen baş mı kestin, kan mı döktün, aç mı doyurdun, çıplak mı donattın.” Eski Türk toplumunda cömertlik, en önde gelen erdemdir. Bu yüzden, Dede Korkut’ta şu ifadelere sık sık rastlarsınız: “Aç görsen doyur, çıplak görsen donat, borçluyu borcundan kurtar, tepe gibi et yığ, göl gibi kımız sağdır, büyük ziyafet ver.” Oğuz ülkesinde ad alabilmek için bir yiğitlik yapmak şarttır. Buna “ad kazanmak” denir. Ad kazanan, ana ve babasının övüncü olur. O yiğit, artık bir alp’tır. Alp yiğitler inançlıdırlar. Savaştan önce, arı sudan abdest alır, iki rekat namaz kılar, adı güzel Muhammed’i yâd eder Allah’a yalvarırlar. “Karanlık gece içinde yolu kaybetsem ümidim Allah” ifadesi, çok güçlü bir imana işaret etmektedir. Alp olabilmenin bir şartı da, ülkeyi karşılaştığı bir felâket veya tehlikeden kurtarmaktır. Tepegöz, Oğuz ülkesini kırıp geçiren kılıç işlemez bir canavar yaratıktı. Basat, Allah’ın yardımıyla bu yaratığı öldürdüğü ve Oğuz ülkesini kurtardığı için alplar içinde saygınlık kazandı. Anadolu Türk coğrafyasının ilk Türkçülerinden Âşık Paşa ( 1272-1333), Garipnâme adlı eserinde alp olabilmenin dokuz şartını sayar: 1.Secaat ve yürek sahibi olmak, 2.Pazu kuvveti, 3.Gayret, 4.İyi bir at, 5.Kılıç kesmeyen, ok işlemeyen bir elbise (ton), 6.Ok ve yay, 7.Kılıç, 8.Süngü, 9.Arkadaş (Yalnız başına alp’lık olamaz) 13’üncü ve 14’üncü yüzyıl Türkiyesi’nin şartları düşünüldüğünde, bu dokuz şartın bir yiğit için gereklili- İnceleme 3 YİĞİTLİĞİN ÖLÇÜSÜ Mustafa ÖZTÜRK E ski Türk toplumunda ideal insan, alp insan tipidir. Alp, kahraman, cesur, yiğit, zorlu anlamına gelir. Şahıs ismi, sıfat, unvan ve askerî bir asalet zümresinin adı olarak kullanılmıştır. Batur, boğatur kelimeleri de aynı manaya gelen kelimelerdir. Alp Er Tunga, bir destan kahramanımız, Alp Tegin, Gazne devletinin kurucusu, Alp Arslan, Malazgirt Zaferi’yle Türklüğe Anadolu kapılarını açan Büyük Selçuklu sultanı, Aykut Alp ve Konur Alp, Osmanlı Devleti kurucusu Osman Bey’in silah arkadaşlarıdır. Alp, üstün tutulan, sevilen bir sözcük olduğu için savaşlarda yiğidin yoldaşı olan atlara da zaman zaman bu ismin verildiği olmuştur. Meselâ, Kültiğin’in bir atının adı, Alp Salçı’dır. Günümüzde de “Alp, Alper, Alpay, Alperen” erkek çocuklara en çok verilen adlar arasındadır. Bu husus, kültürümüzdeki devamlılığı gösteren güzel bir örnek sayılmalıdır. Selçuklu Türklerinden itibaren alp ve gazi kelimeleri, çoğu zaman, bir arada kullanılır. Anadolu fatihi Kutalmış ile Atabeg Zengi’ye “Alp-gazi” deniliyordu. Bu kelime, daha sonra ”Alperen” şekline dönüşür. Fuat Köprülü’nün “Türk edebiyatının en büyük eseri” saydığı Dede Korkut Kitabı’nda alpların hayatı anlatılır. Bayındır Han’ın güveyisi Salur Kazan, ülke sınırını korumakla görevli alpların başıdır. Kazan beyin kardeşi Kara Göne, oğlu Kara Budak, Kıyan Selçük oğlu Deli Dundar, Boz aygırı Beyrek, Kazılık koca oğlu Bey Yigenek, Kazan Beyin dayısı at ağızlı Aruz Koca, bıyığı kanlı Büğdüz Emen, Eylik Koca oğlu Alp Eren, Kanglı Koca oğlu Kan Turanlı,Tepegözlü öldüren Basat, Uşun Koca oğlu Segrek, destani öyküleri anlatılan alp yiğitlerdir. Oğuz ülkesinde yiğitliğin ölçüsü, düşman ülkesine akın düzenlemek, gaza yapmak; baba, kardeş veya oğul tutsak ise onları kurtarmaktır. Bunun yanında çok cömert olmak da gerekiyor. Uşun Koca oğlu Segrek Destanı’nda bu husus şöyle ifade edilir: “Bre Uşun Koca Oğlu! Bu oturan beyler her biri oturduğu yeri kılıcı ile, ekmeği ile almıştır, bre sen baş mı kestin, kan mı döktün, aç mı doyurdun, çıplak mı donattın.” Eski Türk toplumunda cömertlik, en önde gelen erdemdir. Bu yüzden, Dede Korkut’ta şu ifadelere sık sık rastlarsınız: “Aç görsen doyur, çıplak görsen donat, borçluyu borcundan kurtar, tepe gibi et yığ, göl gibi kımız sağdır, büyük ziyafet ver.” Oğuz ülkesinde ad alabilmek için bir yiğitlik yapmak şarttır. Buna “ad kazanmak” denir. Ad kazanan, ana ve babasının övüncü olur. O yiğit, artık bir alp’tır. Alp yiğitler inançlıdırlar. Savaştan önce, arı sudan abdest alır, iki rekat namaz kılar, adı güzel Muhammed’i yâd eder Allah’a yalvarırlar. “Karanlık gece içinde yolu kaybetsem ümidim Allah” ifadesi, çok güçlü bir imana işaret etmektedir. Alp olabilmenin bir şartı da, ülkeyi karşılaştığı bir felâket veya tehlikeden kurtarmaktır. Tepegöz, Oğuz ülkesini kırıp geçiren kılıç işlemez bir canavar yaratıktı. Basat, Allah’ın yardımıyla bu yaratığı öldürdüğü ve Oğuz ülkesini kurtardığı için alplar içinde saygınlık kazandı. Anadolu Türk coğrafyasının ilk Türkçülerinden Âşık Paşa ( 1272-1333), Garipnâme adlı eserinde alp olabilmenin dokuz şartını sayar: 1.Secaat ve yürek sahibi olmak, 2.Pazu kuvveti, 3.Gayret, 4.İyi bir at, 5.Kılıç kesmeyen, ok işlemeyen bir elbise (ton), 6.Ok ve yay, 7.Kılıç, 8.Süngü, 9.Arkadaş (Yalnız başına alp’lık olamaz) 13’üncü ve 14’üncü yüzyıl Türkiyesi’nin şartları düşünüldüğünde, bu dokuz şartın bir yiğit için gereklili- İnceleme 3 YİĞİTLİĞİN ÖLÇÜSÜ Mustafa ÖZTÜRK E ski Türk toplumunda ideal insan, alp insan tipidir. Alp, kahraman, cesur, yiğit, zorlu anlamına gelir. Şahıs ismi, sıfat, unvan ve askerî bir asalet zümresinin adı olarak kullanılmıştır. Batur, boğatur kelimeleri de aynı manaya gelen kelimelerdir. Alp Er Tunga, bir destan kahramanımız, Alp Tegin, Gazne devletinin kurucusu, Alp Arslan, Malazgirt Zaferi’yle Türklüğe Anadolu kapılarını açan Büyük Selçuklu sultanı, Aykut Alp ve Konur Alp, Osmanlı Devleti kurucusu Osman Bey’in silah arkadaşlarıdır. Alp, üstün tutulan, sevilen bir sözcük olduğu için savaşlarda yiğidin yoldaşı olan atlara da zaman zaman bu ismin verildiği olmuştur. Meselâ, Kültiğin’in bir atının adı, Alp Salçı’dır. Günümüzde de “Alp, Alper, Alpay, Alperen” erkek çocuklara en çok verilen adlar arasındadır. Bu husus, kültürümüzdeki devamlılığı gösteren güzel bir örnek sayılmalıdır. Selçuklu Türklerinden itibaren alp ve gazi kelimeleri, çoğu zaman, bir arada kullanılır. Anadolu fatihi Kutalmış ile Atabeg Zengi’ye “Alp-gazi” deniliyordu. Bu kelime, daha sonra ”Alperen” şekline dönüşür. Fuat Köprülü’nün “Türk edebiyatının en büyük eseri” saydığı Dede Korkut Kitabı’nda alpların hayatı anlatılır. Bayındır Han’ın güveyisi Salur Kazan, ülke sınırını korumakla görevli alpların başıdır. Kazan beyin kardeşi Kara Göne, oğlu Kara Budak, Kıyan Selçük oğlu Deli Dundar, Boz aygırı Beyrek, Kazılık koca oğlu Bey Yigenek, Kazan Beyin dayısı at ağızlı Aruz Koca, bıyığı kanlı Büğdüz Emen, Eylik Koca oğlu Alp Eren, Kanglı Koca oğlu Kan Turanlı,Tepegözlü öldüren Basat, Uşun Koca oğlu Segrek, destani öyküleri anlatılan alp yiğitlerdir. Oğuz ülkesinde yiğitliğin ölçüsü, düşman ülkesine akın düzenlemek, gaza yapmak; baba, kardeş veya oğul tutsak ise onları kurtarmaktır. Bunun yanında çok cömert olmak da gerekiyor. Uşun Koca oğlu Segrek Destanı’nda bu husus şöyle ifade edilir: “Bre Uşun Koca Oğlu! Bu oturan beyler her biri oturduğu yeri kılıcı ile, ekmeği ile almıştır, bre sen baş mı kestin, kan mı döktün, aç mı doyurdun, çıplak mı donattın.” Eski Türk toplumunda cömertlik, en önde gelen erdemdir. Bu yüzden, Dede Korkut’ta şu ifadelere sık sık rastlarsınız: “Aç görsen doyur, çıplak görsen donat, borçluyu borcundan kurtar, tepe gibi et yığ, göl gibi kımız sağdır, büyük ziyafet ver.” Oğuz ülkesinde ad alabilmek için bir yiğitlik yapmak şarttır. Buna “ad kazanmak” denir. Ad kazanan, ana ve babasının övüncü olur. O yiğit, artık bir alp’tır. Alp yiğitler inançlıdırlar. Savaştan önce, arı sudan abdest alır, iki rekat namaz kılar, adı güzel Muhammed’i yâd eder Allah’a yalvarırlar. “Karanlık gece içinde yolu kaybetsem ümidim Allah” ifadesi, çok güçlü bir imana işaret etmektedir. Alp olabilmenin bir şartı da, ülkeyi karşılaştığı bir felâket veya tehlikeden kurtarmaktır. Tepegöz, Oğuz ülkesini kırıp geçiren kılıç işlemez bir canavar yaratıktı. Basat, Allah’ın yardımıyla bu yaratığı öldürdüğü ve Oğuz ülkesini kurtardığı için alplar içinde saygınlık kazandı. Anadolu Türk coğrafyasının ilk Türkçülerinden Âşık Paşa ( 1272-1333), Garipnâme adlı eserinde alp olabilmenin dokuz şartını sayar: 1.Secaat ve yürek sahibi olmak, 2.Pazu kuvveti, 3.Gayret, 4.İyi bir at, 5.Kılıç kesmeyen, ok işlemeyen bir elbise (ton), 6.Ok ve yay, 7.Kılıç, 8.Süngü, 9.Arkadaş (Yalnız başına alp’lık olamaz) 13’üncü ve 14’üncü yüzyıl Türkiyesi’nin şartları düşünüldüğünde, bu dokuz şartın bir yiğit için gereklili- İnceleme 3 4 İnceleme ği, mutlaka anlaşılacaktır. Burada, Haçlılarla ve Hıristiyan Bizans’la devamlı savaşan insanlardan bahsediyoruz. Bu yüzden, ortada yadırganacak bir durum olmamalıdır. Günümüzde yiğitliğin ölçüsü, Âşık Paşa’nın saydığı dokuz ölçüden biraz farklıdır. Artık, kılıç kalkan, ok ve yay devrinde yaşamıyoruz. Günümüzün savaşları da ok, yay ve kılıçla yapılmıyor. Ancak, cesaret, gayret, cömertlik, doğruluk, bilgi, erdem, fedakârlık, kararlılık, sabır ve sebat dün olduğu gibi bugün de geçerli olan yiğitlik değerleridir. Tabii ki hem erkekler hem de kadın ve kızlar için… Dün olduğu gibi bugün de Türk ülkesinde yiğitleri görüyor ve yiğitliklere şahit oluyoruz. Yine askere gidenler düğüne gider gibi coşkuyla gidiyorlar. Yine haram yemekten korkan, sofrasını yoksullara açık tutan, yolda bulduğu para cüzdanını karakola teslim eden, “ölürsek şehit, kalırsak gaziyiz” inancına sahip insanlarımız vardır. Alp yiğitlerin, Türk toplumunda hâlâ yaşıyor olmaları, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı ve Irak’ın Kuzeyine yapılan askerî operasyonlarla ispatlanmıştır. “Günümüz alpları, savaşan Mehmetçik’tir.” desek, en doğru şeyi söylemiş oluruz. Sadece savaşan Mehmetçikler mi? Evet dersek, çok zor şartlarda, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun uzak köylerinde öğretmenlik yapan, Türk bayrağını indirtmeyen, İstiklâl Marşı’nı söyletmekten korkmayan Türk öğretmenine haksızlık etmiş oluruz. Böyle öğretmenlerimiz de “alp-yiğit” ünvanını, anaların ak sütü gibi hak etmektedirler. İmkansızlıklara rağmen ilim yapan, Türklüğe hizmet yolunda gecesi gündüzünü laboratuvarlarda geçiren ilim adamlarını; görevi için ölümü göze alan devlet memurlarını unutmamalı… Onlar da günümüzün alp yiğitleridirler. Mehmet Akif’te ideal Türk tipi, Asım’ın şahsında tasvir edilmiş ve övülmüştür. Asım’ın nesli öyle bir nesildir ki, “yurdunu çiğnetmemiş ve çiğnetmeyecektir.” “Çanakkale geçilmez” diye destan yazan, Sakarya ve Dumlupınar’da savaşan böyle bir nesildir. Vatan ve İstiklâl sevgileri öylesine yücedir. Bize göre, Akif’in şu dizeleri, ideal Türk tipini en güzel şekilde anlatmaktadır. Kendini yiğit gören veya sananların bu mısraları yazdırıp duvara asmaları ve şiirdeki anlamı asla unutmamaları gerekmektedir: “Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevmem Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem Biri ecdâdıma saldırdı mı hattâ boğarım - Boğamazsın ki! - Hiç olmazsa yanımdan kovarım. Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam Doğduğumdan beridir âşığım istiklâle Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyunum? Kesilir belki fakat çekmeye gelmez boynum. Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim Onu dindirmek için çifte yarim, kamçı yerim. Adam, aldırma da geç git diyemem, aldırırım, Çiğnerim, çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım.” Burada, “Bana ne!” demeden haksızlığa, zulme karşı çıkan, hep hakkı gözeten bir insanın portresi çizilmiştir. Günümüzde böyle tipler, az da olsa vardır. Kendisini milleti ve milletinin değerleri için fedâ etmeye hazır olan böyle tiplere eski Türk toplumunda “alp, gazi-alp” deniliyordu. Bu kelimenin anlam bakımından karşılığı Batı toplumlarında “şövalye”dir. Günümüzde, fikirsizlik, ülküsüzlük girdabında dönüp duran ve geçici zevklerle oyalanan gençlerimiz, Türk tarihinin derinliklerine dalarlarsa orada ruhlarını yücelten ve gönüllerini dolduran manevi zenginliklerle karşılaşacaklardır. Kimlik buhranından kurtulmanın biricik yolu da budur. Michael Jocksan’a özenen onun gibi olur. Kürşat, Çağrı, Kutalmış gibi kahramanların hayatını okuyanlar da onlara benzemeye, onlar gibi yiğitlikler yapmaya çalışırlar. Türk tarihine yönelirsek, unuttuğumuz değerlere ulaşır, şuur kazanırız. Türk Destanlarını, Orhun Kitabeleri’ni, Dede Korkut Kitabı’nı dikkatle okuyan Türk gençlerinin yollarını şaşıracaklarını hiç sanmıyorum. Zira bu temel eserlerde, yiğitlik ve doğruluğu karakterlerinin değişmez unsuru yapan alplar anlatılmıştır. Oğuz Kağan’la, Alp Er Tunga’yla, Kültigin’le tanışıp bu kahramanları izleyen Türk gençleri, mutlu yarınlarımızın kurucuları olacaklardır. 5 Yrd.Doç.Dr. A. Vehbi ECER - Erciyes Ü. Emekli Öğr. Üyesi Millî şuuru ve millî kimliği uyanık ve onu ayakta tutan en önemli kültür öğelerinden biri de din’dir. Evrensel dinlerde ortak olan konu Tanrı’yı bilmek ve sadece Tanrı’ya ibadet etmekten ibarettir. Bağlı bulunduğumuz İslâm Dininde de dinimizin vazgeçilmez öğeleri organlarla gerçekleştirilen davranışlar olmayıp zihinde ve kalpte yer tutan inançlardan ibarettir. Bu inançlar insanları korkusuz, güçlü kılar ve hayata bağlar. Şunu kesinlikle ifade edelim ki atalarımız tarih boyunca hiçbir puta, hayvana, insana tapmamıştır. Arap toplumundaki cahiliye çağını Türkler yaşamamıştır. Türklerin kurda taptığı iddiası tarihi ve özellikle kültür tarihini bilmemekten doğmaktadır. Zira bütün milletlerin ilk destan dönemlerini içeren tarihlerinde bazı tabiat varlıklarına değer verdikleri görülür. Rahmetli Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü adlı (Ankara 1977, 249) kitabında; “Türklerde kurtun saygı görmesi ise yüz binlerce baş sürülerin otladığı bozkırların korkulu hayvanı olmasından ileri geldiği düşünülebilir ki bunun temelinde dinî bir tasavvur (düşünce, amaç) keşfetmek güçtür” cümlesiyle bu konuya açıklık getirir. Zira Türk Milletinin en eski tarihinden beri Tanrı anlayışı gelişmiş bir düzeydedir. Bu hususu Orhun Abidelerinden de anlıyoruz. Orada kendisinden başka bir varlığa benzemeyen, yüceltici, bağışlayıcı, öncesiz ve sonrasız, ölümsüz, güçlü, yaratıcı, yüce, buyuran, yeri ve göğü düzenleyen, öldüren, bilgi veren, lütfeden, koruyan… ve hiçbir yaratılmışa benzemeyen Tek Tanrı’dan bahsedilir. Ayrıca ahiret fikrinin, cennet, cehennem, mahşer inançlarının da olduğu bilinmektedir (Bak: A.V. Ecer, İslâm Tarihi Dersleri-I, Kayseri, 89-111). Anlaşıldığı üzere atalarımız Tek Tanrı’ya ve ahiretin varlığına, iyilik yapmanın, ahlakî davranmanın faydasına inanmışlardır. Böyle bir anlayış ve inanış Yüce Tanrımızın ve O’nun son kitabı Kur’an-ı Kerim’in onayladığı bir inanıştır. Yüce Tanrı K. Kerim’de “Doğrusu, müminler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiîlerden Allah’a ve ahiret gününe inanıp yararlı iş yapanların ecirleri (sevapları, ödülleri) Rab’lerinin katındadır. Artık onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir” (Bak: Bakara Suresi/62; Maide Suresi/69 ayetleri) buyurur. Bu da gösteriyor ki atalarımız Yüce Tanrımızın ve K. Kerim’in onayladığı Tek Tanrı inancı içindeydiler ve onların Yüce Tanrı dışında taptıkları put, hayvan, insan resim ve heykellerine rastlamamaktayız. Son Peygamber Hz. Muhammed (SAS) sağlığında Türk çadırında dinlenmiş, Türklerin kahramanlığını, Türk ordusunu ve milletini övücü sözler söylemiştir. Türk Milleti de İslâm Dinini millî kültürünün bir parçası yapmakla kalmamış, bu dini bir Arap kabileleri dini olmaktan kurtararak dünya dini haline getirmiştir. Atalarımız İslâm Dinini isteyerek, severek benimsemişler, inanç ilkelerine karşı direniş göstermemişlerdir. İslâm Dini milletimizin eski inanışlarına çok uygun bir dindir. Atalarımızın Tek Tanrı, hoşgörü anlayışları ile, Kur’an’ın hürriyetçi, zorlamasız, insan sevgisi, kucaklayıcı ve evrensel ilkeleri örtüşüyor idi. Bu sebeple bu dinin İslâm hukukunda Ebu Hanife (öl. 768)’nin, inançta Türk din bilgini Mehmet el-Matüridî (öl. 944)’nin ve hem inanmayı, hem çalışmayı, insanî değerleri en üst düzeyde tutan, kucaklayıcı Hoca Ahmet Yesevî (öl. 1166)’nin dinî yorumlarını benimsediler. Geleneksel Türk kültürü ile İslâm Dininin güzellikleri kucaklaştı, kaynaştı. Böylece İslâm Dini milletimizin âdeta bir millî dini haline geldi (Bak: E. Ruhi Fığlalı, “Türk İnceleme KÜLTÜRÜMÜZ VE DİNİMİZ İnceleme 6 ya da Türkiye Müslümanlığı Üzerine”, Hürriyet Gazetesi, 14 Eylül 1998, 7; N.S. Banarlı, İman ve Yaşama Üslubu, İst. 1986, 102 vd.). İslâm Dini evrensel bir dindir ve bütün insanlığa hitaben gelmiştir. Bütün insanların dinlerini bu dinin ana kaynağı olan Kuran-ı Kerim’den öğrenmeleri gerekir. Din yönünden helaller, haramlar onda yazılıdır. Bu sebeple İslâm Dini ve İslâm ahlakını Kuran’dan öğrenmeliyiz ve onun tercümelerinden yararlanmalıyız. Din ve ahlak konularında Peygamberimizin sözlerinden ve onun hayatını örnek alarak öğrenmeliyiz. Her hadis, her sünnet diye önümüze sürülen sözlerin Peygamberimizin muradına uygun olup olmadığını akıl, ilim ve Kur’an ile irdeleyip kabullenmeliyiz. Dinimizin yasakları (haramları)’nın amaçları insanın korunmasına (yani öldürmeye, işkenceye, sağlığını bozmaya, intihara…), malın korunmasına (hırsızlık, yağma…), dinin korunmasına (bâtıl itikadlar, dine sokulmak istenen akıl dışı fikirler gibi), neslin korunmasına (ailenin korunarak yeni neslin iyi yetişmesi için konulan haramlar…), aklın korunmasına (aklı ortadan kaldıran uyuşturucular… gibi) yöneliktir. Bu ilkelerle din olarak söylenenlerin doğrusunu yanlışlardan ayırabiliriz. Bir şey ki, - kim söylerse söylesin- cana, mala, nesle, dine, akla zarar vermiyorsa ve kamuya zarar vermiyorsa o şey dinimizce haram (yasak) değildir. İslâm Dininde var olan mezhepler Kur’an’ı yorum farkından doğan, Tanrı’nın varlığı, birliği, yalnız O’na ibadet edileceği ve ahiret inancı ilkeleri gibi öz ile ilgili olmayan ayrılıklardır, zenginliklerdir. Bir mezhebe bağlı olmak yanlış değildir. Ama bir mezhebi din gibi görmek, mezhep taassubu (bağnazlığı) içinde olmak tehlikelidir. Birliği, beraberliği tavsiye eden dinimiz kucaklayıcıdır. Yüce Tanrı K. Kerim’inde (Nisa Suresi/94) şöyle buyurur: “Ey İnananlar! Allah uğrunda yola çıktığınız zaman her şeyi iyice anlayın, size selam verene, siz dünya hayatının geçici menfaatini özleyerek “sen mümin değilsin” demeyin…” Yüceler yücesi, öncesiz, sonrasız olan Tanrı’ya inanan yaratılmış olanlara kul köle olmaz, paraya, şöhrete, makama secde etmez. Güçlü olur. Zira Kuran’da Yüce Tanrı bizlere “gevşemeyin ve üzülmeyin, eğer inanıyorsanız en üstün siz olacaksınız” buyurur (Âl-i İmran Suresi/139). Dinimiz sevgiye ve yardımlaşmaya dayalı bir toplum oluşturmamızı ister. Kur’an’ı Kerim’de Yüce Tanrı (Bakara, 222. Ayet) “Allah iyilik edenleri sever” buyurur. “İnanmış erkekler ve inanmış hanımlar birbirlerinin samimi dostlarıdırlar (Tevbe Suresi/71). “İyi bir işe aracı olan (destek olan) kimse, o işten pay (sevap) alır.” (Nisa Suresi/85) ayetleri vardır. Dinimiz bizleri bilime ve akla çağırır. Dünyayı (kainatı) bizim emrimize verdiğini (Bak: Hac Suresi/65; Lokman Suresi/20. ayet, Zuhruf Suresi/13. ayetler), gökte ve yerde ne varsa araştırmamız, sosyal tabiat ve zihin ilimleriyle uğraşmamız gerektiğini bildirir. Bir hadis-i Kudsî’de (anlamı Allah’tan sözleri Peygamberimizden olan hadisler) şöyle buyurur: “Kuşkusuz Allah sizin şekillerinize (kılık kıyafetinize) ve mallarınıza (zenginliğinize) bakmaz ama kalbinize ve eylemlerinize (amellerinize) bakar.” Demek ki dinimizde inanmak ve yararlı işler yapmak, çalışmak esastır. Dinimiz, yürüyün diyor, ilerleyin diyor, öne geçin diyor, birbirinizi sevin diyor, çalışın diyor, yükselin diyor. Yükselememiş isek suçlu dinimiz değil, bu mübarek dini içimize sindiremeyişimizdendir, onu anlayamayışımızdandır. Yanlışa düşmemek için bu dinin peygamberinin hayatını dikkatlice okumamız ve dinimizin esaslarını K. Kerim’den öğrenmemiz gerekmektedir. Dinimiz ve dilimiz millî kültürümüzün aslî öğelerindendir. Bu sebeple olmalı ki atamız Atatürk şöyle demiştir: “Bizim dinimiz, milletimize hakir (değersiz), miskin (uyuşuk) ve zelîl (aşağılanan) olmayı tavsiye etmez. Bilakis Allah da Peygamber de insanların ve milletlerin izzet ve şerefini (yüceliğini ve onurunu) muhafaza etmelerini (korumalarını) emrediyor. (Bak: E. Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, İst. 1981, 70)” GENÇ YETENEKLER ESAT KABAKLI COŞTURDU Ahmet KAPLAN BİRİNCİ SINIF En pahalı koltuk Birinci sınıfın En güzel kıyafetler Paris’ten Bildiğimiz makarna Birinci sınıf restoranda Birinci sınıfa Ve birinci sınıf insan Onlar yüz yirmi yıl yaşıyor İnsanın karga olası geliyor. OLSA Fabrikanın yolu yokuş aşağı olsa E rciyes Üniversitesi Eğitim Fakültesi “Genç Eğitimciler Kulübü”nün davetlisi olarak şehrimize gelen ozan-sanatçı Esat Kabaklı, 10 Mart 2008 Pazartesi günü saat 19.00’da Sabancı Kültür Sitesi’nde verdiği unutulmaz konserde, salonu hınca hınç dolduran herkesi coşturdu. Ses, Esat Kabaklı’nın sesi, musıki kendi öz musıkimiz olunca; Kırım’dan Kerkük’e, Altaylar’dan Tuna’ya Türk coğrafyası dile gelince; Dedem Korkut asırlar ötesinden seslenince; Ozan Arif’in o güzelim şiirleri nağmeye dökülünce heyecanlanmamak, coşmamak mümkün mü? Sanatın ve sanatçının gücünü bir kez daha gördük. Onlarca cilt kitap yazan fikir adamları, saatlerce nutuk atan politikacılar, Ozan ve Sanatcı Esat Kabaklı’nın bestelerinin meydana getirdiği etki ve coşkuyu hiç doğurabilirler mi? Türk vatanının bölünmeye çalışıldığı, Batı em- İnsan gibi yaşamak için param olsa peryalizminin alçak saldırılarına maruz kaldığımız bu günlerde millî birlik ve beraberliğimizi coşkun Dünyada sadece iyi insanlar olsa duygularıyla terennüm eden Esat Kabaklı’lara o Sigaramı yakıp yokuş aşağı yürüsem kadar muhtacız ki… İşçi kızları seyrederek 10 Mart 2008 Pazartesi akşamını, müstesna bir Ama olmuyor işte Vardır bunda da bir hikmet zaman dilimine çeviren Elâzığlı Büyük Sanatçı Esat Kabaklı’ya ve bu unutulmaz konseri tertipleyen “Genç Eğitimciler”e gönül dolusu teprik ve teşekkürlerimizi sunarız. İnceleme 7 Röportaj 8 Röportaj: Ahmet ALKAYA, İlhan KENGER, Adem SÖYLER; 02.02.2008 Cumartesi Ankara- Sincan Üstadın Evi.. ABDURRAHİM KARAKOÇ: “Dil, anahtarıdır gireceğin kapının” -Günümüzde Türk şiirinin en önde gelen bir şairi olduğunuzu biliyoruz. Şiirlerinizde milli ve manevi değerler yanında Anadolu halkının dertlerini, acılarını da ustaca veriyorsunuz. Duygularınızı zorlanmadan anlatıyorsunuz. Bunu nasıl başarıyorsunuz? Bir meseleyi içinde yaşayan, içinde büyüyen kendi donlarından birisi olan insan daha çabuk kavrar, daha çabuk ifade edebilir. Vaktiyle Ankara’da, İstanbul’da bizim Anadolu’yu hiç görmemiş insanlar köylülük propagandası yaparlardı. Ama tutmazdı. Yaşadığın bir şeyi çabuk kavrarsın. Mihriban şiirinde diyorlar birisi var mıydı? Vardı diyorum adı Mihriban değildi amma. Olmasaydı zaten öyle bir şiir çıkmazdı. Mesele budur. Türk insanı ile iç içeyim, Hâlâ öyleyim. Şurada komşularımız var, Türkiye’nin her yerinden, Kürdü, Türkü, Lazı, Tatarı hepsi burada. Amma dostuz, hep birbirimizi seviyoruz. Niye? Çünkü bu memleketin insanıyız. Ben onun için yazdım, kolay yazdım. Zaten şiirde benim esas malzemem insandır. Hitap ettiğim de insandır. İnsansız bir şiirin ne gereği var. Yok işte filan yerde çiçek açmış, filan yerde de şöyle böyle sular akmış. Yook, o öyle olmaz. O suyun akışında dahi bir şeyi bulacaksın kendine ait. O çiçeğin açmasında, kokusunda dahi kendi idealine ait bir şeyler göreceksin. Yani Yaradan’ı göreceksin. Mesele budur. -Şiir yazmaya ne zaman başladınız? Ne biliyim çocuktum daha, ilkokula gidiyorduk, arkadaşları hicvediyordum orda şiirle, kendi kendime. Yani ben hicive o zaman başladım. Tabii onlar öyle geride kaldı. Şimdi bakın babası sanatçı, kendisi de öyle oluyor. Benim babam şairdi. Aileden geliyor, ben onu gördüm. Babası ayyaş olur oğlu da başlar içkiye, babasından daha ileriye götürür. Şiir budur. -İlk şiiriniz ne zaman ve nerede yayımlandı? İlk şiirim değil de bazı şiirlerim oldu, mahalli gazetelerde yayımlandı. Maraş’ta Engizek diye bir gazete çıkardı orda yayımlandı. Daha sonra Antep’teki gazetelerde, Kilis’te.. 58-59 yıllarıydı.. -1958’den önceki şiirlerinizi de “hamlık dönemine ait” diyerek yaktığınızı biliyoruz.. Evet onları yaktım. 9 -Maraş’tan güçlü şair ve ozanlarımızın çıkmasını insanımızın karakteristik yapısıyla nasıl ilişkilendiriyorsunuz peki? Bazı muhitlerde, bazı şehirlerde bazı şeylere, mesela edebiyata meyil çoktur. Ama bir yere gidersin, “bize ne Karakoç’tan boşveer, şiir neymiş, hikaye neymiş!” diyebilirler. Maraş’ta bu yoktur. Maraş’ta niye çok çıkıyor? Tabii çok çıkacak, çünkü okudular, okumaya meraklılar. Adım başı bir kitaplık vardı. Konuşacak insanlar vardı… Siz geldiniz Kon Tv çalışıyordu. Hemen Tahir Hocayı sordunuz. O’da Konya’nın müthiş bir vaizidir. Bizim Maraştan İsmet Okur vardı, rahmetlik müftüydü. Ben Konya’ya geldim mahkeme için, benim her yerde mahkemem olurdu ya. O da buraya geldi 1976’da. Duymuş. İsmet Okur geldi yanıma. Gençti de.. Tahir Hoca’nın oraya gidelim mi dedi. Nerede? Şehrin dışında bir köyde oturuyor. Vardık, Tahir Hoca’ynan orda tanıştık, sohbet ettik. Gelen giden de çok oluyordu. Beni tanıtıyordu, “Gereği yoktur” dedi “Ben tanıyorum” dedi. “Fakat biraz sertçe gidiyor” dedi Tahir Hoca. “Ama yanlış da yapıyor” demiyorum dedi. Sonra dedi: “Kendi nefsimden tatbik ettim. Her vaazımda 20 bin kişi toplanırdı. Geldiler bir gün beni tutukladılar, 20 kişi kalmadı etrafımda. Çıktık gene oldu. Karakoç kardeşimiz de aynı durumda. Başına bir şey gelse yanında kimse olmaz!” dedi. “Ben bu Türkiye’nin adamını biliyorum” dedi. Hâlâ hatırlarım. Fakat belli olmaz. Ben onlar için, yanımıza gelsinler, kalabalık olsunlar diye yazmıyorum. Allah rızası için yazıyorum. İnandığım için yazıyorum. Olursa olur, olmazsa olmaz. İnşallah boşa gitmez. -Hocam yazdıklarınızdan mahkemelere verildiğinizi biliyoruz. Hiç hapse girdiniz mi? Ben yazdıklarımdan yatmadım. Çok mahkemelere verildim. Bir değil, beş değil.. Fakat Allah’tan hepsinden de beraat ettim. Gittiğim yerde kendimi savundum. Ordu’da yargılandım ben, Konya’da yargılandım, Ankara’da, Maraş’ta, Malatya’da, Antep’te yargılandım. Bitmedi ki.. Çoğuna da gitmedim, baktım ki olmuyor. İstanbul’da filan Ben nasıl gideyim duruşmalara. Orada da tabii bizi sevenler. Duyanlar, avukatlar ilgileniyorlardı. Ve insan, ölümü göze almayınca şiir yazamaz. Ölümü dahi göze alacaksın. Yoksa niye yazıyor. Ha her zaman ölmez, her şair ölmedi şiir yazdığı için, ölmez de.. Tabii olabilir, sebepler oraya götürebilir. Cesaretli olacaksın. -Peki Üstadım şiir bir fikir ve ideolojinin hizmetinde olmalı mı? Şimdi bakın şiirini ideolojiye filan verdi derler ya.. Ben Konya’da yargılanıyorum. Ağır Ceza’da. CHP ile MSP iktidar o zaman. Vardım orda dosyaya baktım, bana davetiye geldiydi.Dosyaya baktım ki, dava açılmasını, bu Şevket Kazan var ya Adalet Bakanıydı o zamanlar. MSP’nin Erbakan’ın en yakın adamlarından birisi. Yazısını buldum, savcılığa talimat veriyor, velhasıl dava açılmasına diye.. Benim de “Hak Yol İslam Yazacağız” ı sahtekarca parti propagandası olarak kullanıyorlar. Bu siyasetçilere güvenilmez. Ama ben bunu yazdım. Burada duruşmaya çıktım 2. Ağır Ceza idi. Rahmetli oldu, Tevfik Fikret Kılıçkaya diye benim yazı yazdığım devlet gazetesinin yazı işleri müdürüydü. – “Amman ikimiz de içerdeyiz” diye dövünüyor. “Ne korkuyon lan!” dedim. “Ben beraat ederim. Benim dava bir gün önce senden. Sen de kurtulursun.” Yok diyor avukat “ikimiz de içerdeyiz.”Avukat! Ben girdim ilk duruşmama, o gün orda beraat ettim. Nasıl beraat ettim? Bitirdi, “tehirine” diyor, bir başka zamana. “Gitmem!” dedim . “Nasıl gitmezsin?” dedi Ağır Ceza Reisi. “Vallahi sebepler var gitmemem için” dedim. “Ben memurum” dedim, “ya izin alırım ya alamam. Taa uzak yerden gelecem kış olur, yollar kapalı olur 2.” “Cebimde param olmayabilir 3” dedim. “ Memur olduğum için amirim izin vermez 4” dedim. “Yeter mi?” Adam kafasını salladı, yanında bir de bayan hakim vardı onunla konuştu... Savcı diyor ki: -“ Siyasetçilere âlet oluyorsu- Röportaj -Maraş ve Elbistan, güçlü şair ve ozanlar yetiştiren bir Türk diyarı… Necip Fazıl, Mahsuni, Hayati Vasfi, siz, ağabeyiniz… ilk akla gelenler… Havasından suyundan mı? Nasıl açıklarsınız? Suyundan mı toprağından mı bilemem ama bir şeyler oluyor.Demin de söyledik ya aileden olduğu gibi, iklimden de oluyor, muhitten de, şehirden de oluyor. Ben buraya geldim kitap dükkanı yok Sincan’da. “Niye kitap dükkanı yoktur?” dedim burada. “Ankara’ya yakınız da dediler. İyi, beyaz eşyalar filan satıyorsunuz, Ankara’ya yakınsınız da halı filan satıyorsunuz. Ankara’ya yakın.. Ve ben geldikten sonra kitap dükkanları filan açıldı. İlk gazeteyi de ben çıkardım burada. Yeni Ufuk diye bir gazete çıkardık. Mesele bulunduğun yerde, gittiğin yerde bir iz bırakmaya gayret edeceksin. Bunu başaramadıktan sonra bir şey olmuyor. 10 Röportaj Eğer güzel ise, iyi bestelediler ise mutlu ediyor. Amma kafasını gözünü yardılarsa da ; “Eyvaah , ölmüş benim şiirim, bunlar ne etmişler!” diyorum. nuz!” Duruşma savcısı. “Terbiyeli konuş !” dedim. “Yav sen okudun, Hukuk Fakültesini bitirdin bir de devletin savcısı oldun utanmıyor musun?” dedim. “Alet oluyorsunuz demek çok kötü bir şey, ben onu sana iade ediyorum” dedim. 6 seneden yargılanan bir adamım. Savcıya bunları söyledim. Yani, evet fikrini yazarsın ama politikaya alet etmezsin fikrini. O fikrini hakim kılmanın mücadelesidir bu. Fikrini hakim kılmanın mücadelesini verirken bir siyasetçiye alet olmazsın. Nazım Hikmet kendi fikrini yaymaya çalışmadı mı? Arif Nihat Asya kendi fikrini yaymadı mı? Rahmetli Mehmet Akif İslami bütün konuları işledi. E fikri budur ve politikaya alet etmedi hiçbiri fikrini. Belki politikayı kendine alet eder. Benim savcıya dediğim gibi işte Konya’da. – Ben politikacıyı kendime alet ediyorum. Sen işine bak. Buna aklın yetmez, dedim. Sonra dışarıya gittim. Yarım saat sonra çağırdılar savunmamı yaptım. “Ne diyorsunuz?” dedi, “son mütalanız nedir” dedi savcıya. – Beraatını talep ediyorum deyince neredeyse düşüp yıkılacaktım ve beraat edip oradan çıktım. Biraz cesaretli olacaksın, yürekli olacaksın. Ama savunmayı da bileceksin. Yazarken, çizerken de açık vermeyeceksin. Budalaca olmayacaksın. Kendini mahkum etme yazarken. Yazdığın bir konuda, savunması da içinde olsun. Ben onlara dikkat ederim. -Bazı şiirleriniz bestelendi, türkü oldu. “Mihriban” bunlardan biri. Bu, sizi mutlu ediyor mu? -Şimdiye kadar kaç şiir kitabınız yayımlandı? Genellikle şiir kitapları para kazandırmaz ama siz sevilen bir şairsiniz ve çok ünlü şiirleriniz var; kitaplarınızdan para kazanabildiz mi? 13 kitabım yayımlandı. Vallaha para kazanırdım da kazanamadım. Hep dostlara verdik. Onlar da telif hakkı ödemediler. Ben ne deyim davalaşıyım mı onlarla? Yabancılara vermedik, hep dostlarımız aldı. -Kötü alışkanlıklarınız var mıydı hocam? Sigara gibi.. 56 sene sigara içtim. 2.5 sene oldu terk ettim. Yav zamanı gelince oluyor bu! Allah o günü sana öyle isabet ettiriyor ki.. Ben sigara içerdim ve burada en sert tütünlerden içenlerden birisiydim. Ankara’dan halk otobüsüne bindim, buraya geliyorum. Yanıma bir adam oturdu. Allaah! Burnumu tuttum, nikotin kokusundan. Öyle ki.. Ben sigara içtiğim halde onu duyuyorum. “E dedim ben de böyle mi yapıyorum başkalarına, bu rahatsızlığı ben de mi veriyorum?” Geldim, otobüsten inince cebimdeki çakmağı, sigarayı çöp kutusuna attım, buraya geldim bitti daha. Aklıma dahi gelmedi. O adamdaki o nikotin kokusu bana sigarayı terk ettirdi. Ve bıraktığım günden sonra da Allah’tan işte hiçbir zaman aklıma gelmedi sigara. Bir çokları dayanamaz, azaltayım filan yok.. -Halkımız niçin az okuyor? Az mı okuyor? Eskiden biraz okurlardı. Sonra cdler, televizyonlar vs. çıkınca iyice azalttılar. Hani bir deyim var; “Türk’ün aklı gözündedir.” diye. Biraz da kulağındadır. Başkasından duyduğuyla şey yapıyor. Gözüynen bakarak okumuyor, ekrana bakıyor. Kitap okuma alışkanlığı azaldı. Bugün Türkiye’de en kralı kitapların çok fazla baskı ya- pamıyor. Hele şiir hiç yapamıyor. Bir iki dedikodu olursa, yalan, asparagas bir şeyler olursa onlar belki oluyor. O da bir işe yaramaz. Dünyada da böyle oldu. Türkiye’ye ait değil. Şimdi eski bizim bildiğimiz Rusya’dan, Amerika’dan, Fransa’dan, Almanya’dan çıkan önemli yazarlar yoktur.Bir Jan Jack Rousse’yu çıkartamıyor Fransa, Emile Zola’yı çıkartamıyor işte. Bir Dostoyevski’yi çıkartabiliyor mu Rusya? Yok! Demek ki değişiyor, onun zamanı vardı. Bu mevsim kuraklık mevsimidir. Ama bir gün dönecek geri. Bu güzelliklere doğru dönüş olur, muhakkak.Benim umudum böyle. Hata olur, yanılabilirim amma umudum güzel hiç olmazsa. -Hocam internette rast geldim “ Şairlerin Sultanı” unvanı verilmiş. Doğru mu? Yok. Kimse bana öyle bir şey veremez ki. Ben hayatımda ödül almadım hiç. Herkes Allah’ın nasib ettiği kadar güzel yazar, şiir yazar. Biraz da zayıf yazan olur. Herkes pehlivan olmaz. -Yarışmalara da hiç katılmadınız değil mi hocam? Hiç katılmadım. Hayatım boyunca hiçbir yarışmaya katılmadım. Yalnız şiirde değil başka türlü de olsa. Çünkü bana abes geliyor. Karşındaki, insan. Horoz dövüşü gibi bir şey… -Hocam Allah korusun İstiklal Harbi sonrası yıllarını yaşıyor olsak ve Mehmet Akif ’in yüklenmiş olduğu misyon size yüklenmiş olsa ve bir milli şiire ihtiyacımız olsa size teklif edilse yazar mıydınız? Yazardım da ben Mehmet Akif gibi yazamazdım. Benimki biraz kavgacı olurdu. Sert, vurucu olurdu. Mehmet Akif tamamen İslam’ı kendi bünyesinde mezcetmiş bir insandı. İlmi de vardı. E benim yok mu? Benim de bağlılığım belki onunki kadardır da ona o yönde barı var, bana da başka yönde. Köroğlu’nun yönü ile Karacaoğlan’ın yönü.. İkisi de güzel şair idi. Bir Dadaloğlu vardı. Ne sürmeli beye benzer, Ne Âşık Garibe.. Dadaloğlu da öyleydi. Öyle olmasa zaten sevilmez bugüne gelmezdi. Köroğlu’da öyleydi.. Her biri ayrı. Yunus Emre yazmış. Ne güzel yazmış ama o günün şartlarında onu yazmış. Belki bugün aynısını yazıyım desen, aman onlar da şiir mi derler atarlar. Fakat, sathi görünen, yüzeysel görünen Yunus Emre’nin derinliğine de kimse inememiştir. O kadar derin. Peki biz bunları derken değerli şairimiz Fuzuli’yi unutuyoruz. Hakikaten müthiştir, muhteşem bir şairdir. O ne güzel benzetmeler.. -Şiir meraklısı gençlerimize kendilerini geliştirmeleri için neler tavsiye edersiniz? Yazabiliyorsa yazsınlar, yazamıyorsa da kendini boşboşa yorup rezil etmesinler. Kendini yorsunlar, yazsın bir şeyler. Merdivenin alt katından en üst katına atlamak istiyorlar. Olmaz o. Ağır ağır gideceksin, oraya varana kadar 10 sene, 20 sene 30 sene geçecek. Buna da tahammül edemiyorlar. Etsinler.. Başarının sırrı sabır, sebat. Ha bir de hadiseleri değerlendirmek, kendine göre yorumunu yapmak, Türkçeyi de fevkalade bilmekten geçer. Dil,anahtarıdır gireceğin kapının! 300-500 kelimeyle şair olunursa, olunmaz işte. Yüzlerce, binlerce kelimeyi hıfzedeceksin ki şiir yazasın. Hatta hikaye, roman yazmak için de böyle. -Genç şair Gökhan Öztürk hakkında ne dersiniz üstadım? İyi çocuktur. Giden altı ay içinde görüştüm. Şiirleri bende, ona bakıyorum. Onun kitabını ben bastıracağım. -Sizi geçeceğine dair iddiası var. İnşallah.(Ben de onu,bunun için seviyorum) -Son olarak şair gözüyle son dönem şairlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Pek dergilere bakamıyorum. Edebiyat vs. Kalıcı bir şair de göremiyorum. Yavuz Bülent Bakiler gibi bir şair göremiyorum. Yetişmiyor. Bir Subaşı, onun gibi yetişmiyor. Yani, kuraklık mevsimi yaşıyoruz. İnşallah olur ilerde. Olmaz diye de bir şey yok. Umudunu yitiren her şeyini yitirmiştir! Röportaj 11 12 İnceleme Affet Beni Iraklı Kardeşim Yavuz Sezer OĞUZHAN A ffet beni kardeşim affet!... 21. yüzyılın ilk vahşetinin kurbanı oldun. Ama ben ne yaptım? Kardeşim affet beni. Üzerine bombalar yağdığında yağmur yağmanın tabii durumu gibi baktım. Televizyonlar bu rezaleti gösterirken kanal değiştirdim ve dizimi seyrettim. Affet beni kardeşim!.. Amerikan askerlerinin size nasıl davrandığını gördüm ama onlara lanet okumadım. Sana dua etmeyi bile unuttum. Bilmiyorum belki lüzum görmedim. Bağdat’taki çığlıkların sokağıma kadar ulaştı ama ben evimin penceresini kapattım. Ses gelmesin istiyordum ne yazık ki. Uyuyamıyordum ses olunca. Ya da televizyonun sesini duyamıyordum. Kardeşim, affet beni!... Cezaevlerindeki yakınlarına yapılan işkenceyi gördüm, sustum. Evlerinden gece yarısı çıkarılan, kamyon kasasına konup, nereye gittiği meçhul olan erkek akrabalarını gördüm fakat gözümü başka yere çevirdim. Tecavüze maruz kalan kadın yakınlarını duydum, alakadar olmadım. Düşünmedim, düşünemedim kendi kadınımın bu durumda olduğunda olacağım ruh halini. Ben ki her yerde namustan, ardan söz ederdim. Bunları kimseye bırakmazdım. Beni affet. Kardeşlerin yalın ayak sokaklarda gezdi. Soğukta ayakları dondu mu, hastalandılar mı soramadım. Bana Müslüman diyorlar. Ben Müslüman mıyım? İbadethanelerimi yaktılar, yıktılar bir şey demedim. Büyüklerimin türbelerini bombaladılar umursamadım. Dinime, inancıma, peygamberime küfrettiler duymazlıktan geldim. Affet beni kardeşim. Sen söyle. Ben Müslüman mıyım? “Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır.” hadisini anlayamadım. “Mümin, müminin kardeşidir.” düsturunu yeni duydum sanki. Hele komşu ilkesi… “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” hadisine yabancı kaldım. Komşu hakkı bu kadar da önemli iken hem de. Kardeşim affet beni!... Ben Türküm. Yüzyıllardır mazlumun yanında yer aldım. Ama bu zulümde seni fark edemedim. Zalimin kılıcını, zalime batıramadım. Beni affet kardeşim!... Vicdanımı kaybetmişim. Düşürdüm bir yerlerde, bulamıyorum. Ülkende dökülen kanı, ben hep başka bir şey olarak gördüm. Müslüman ve Türk olmak bir yana… Vicdan var ya! Sömürge düzenine karşı olmak için vicdan yeterdi. Ama dedim ya düşürmüşüm ve kaybettim vicdanımı. Kaç kere düştün de elimi uzatmadım. Gözyaşlarınızı gördüm fakat benim gözlerim hep kuruydu. Kalbim sızlamadı kardeşim. Affet beni. Siz bu beladan nasıl kurtulacağınızı düşünürken ben takımımın şampiyon olup olamayacağını düşünüyordum. Her hafta BBG lerde, evlendirme programlarında, şarkı yarışmalarında kimin elenip kimin kalacağını tahmin etmekle meşguldüm. Magazin programlarında kim kiminle berabermiş ve kim ne yapmış diye meraklandım da seni düşünüp meraklanmadım. Affet beni kardeşim!... Sen orada topla, tüfekle savaş verirken(ki o da tek taraflı) ben de burada vicdan savaşı veriyormuşum. Sonradan haberim oldu kardeşim. Ve ben bu savaştan çok büyük bir mağlubiyetle ayrıldım. Hakkını helal edebilecek misin? Senin yüzüne bakamıyorum. Nasıl bakayım bundan sonra? Şimdi kalbim sızlasa da ağlasam bir işe yarar mı? Çok pişmanım. Affet beni Iraklı kardeşim!... Hakkını helal et!… DUYURU Her Cuma 14.30’da gençlere, aynı gün 19.00’da da herkese açık konulu sohbet toplantılarımız aralıksız devam ediyor. Katılmak isteyenlere duyururuz. BİLGİYURDU Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği Başkanlığı GEÇMİŞ OLSUN Bacağından ameliyat olup bir süredir evinde istirahat eden Yönetim Kurulu üyemiz Mustafa KILIÇKAYA’ya, Erciyes Üniversitesi Hastanesinde tedavi gören İrfan ÇALIŞKAN kardeşimize acil şifalar dileriz. BİLGİYURDU Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği Yönetim Kurulu SINIR ÖTESİ HAREKÂT BAŞARILI SİYASET BASİRETSİZ T ürkiye, uluslararası hukuktan doğan meş- ru müdafaa hakkını kullanarak Irak’ın kuzeyine bütün dünya kamuoyunun beğenisini gizleyemediği başarılı bir operasyon gerçekleştirmiştir. Irak’ın kuzeyine gerçekleştirilen sınır ötesi operasyonda ilk önce terör örgütünün elinde bulunan mevziiler,havadan tahrip edilmiş; daha sonra kara harekâtıyla sınırlı bir alandaki teröristler etkisiz hale getirilmiştir. Her iki operasyon da dünya askeri terminolojilerine yeni bir boyut kazandırmıştır. Hava harekâtı sırasında Irak’ın kuzeyindeki PKK kampları Balıkesir’den kalkan uçaklarla gece bombalanmıştır. Askeri terminolojiler, geceleyin havada yakıt ikmali yapan uçakları kaydetmiştir. Uçaklar lazer güdümlü bombalarla hedeflere tam isabetli vuruşlar yapmıştır. Böylece hiçbir masum sivil zarar görmemiştir. Bu durum TSK açısından çok önemli bir olaydır. Çünkü 2003’te Irak’ın işgali sırasında ABD uçakları yanlışlıkla birçok masum sivilin bulunduğu alanı bombalamıştır. Aynı şekilde İsrail Lübnan’a düzenlediği operasyon sırasında birçok sivil hedefi vurmuştu. Bu örnekler TSK’nın hem ABD hem de İsrail’den daha başarılı operasyonlar yaptığını göstermektedir. Ayrıca Balıkesir’den kalkan uçakların gittiği mesafeyi kuş uçumu olarak aynı mesafede batıya doğru çevirirsek, bütün Avrupa ülkelerinin Türkiye’nin hava menzilinde olduğu anlaşılacaktır. Bu da herhalde dünyaya bir mesaj vermektedir. Sınır ötesi harekâtın ikinci safhası olan kara harekâtı da oluş şekli bakımından dünya standartlarının üzerinde bir niteliğe sahiptir. Soğuk kış şartlarında bazı yerlerde 2 metreye yaklaşan kar kalınlığına rağmen böyle bir operasyonun gerçekleştirilmesi çok önemlidir. Gelgelim operasyonun politik açıdan değerlendirilmesine…. Bir kere bu operasyon çok geç kalmış bir operasyondur. Genel Kurmay Başkanı’nın sınır ötesi operasyon için teskere istediği günden aylar sonra bu yetki TSK’ya verilmiştir. Bu durum terör örgütü ve onun destekçisi Barzani’ye psikolojik fayda sağlamıştır. Nasıl olsa “Türkiye operasyon yapamaz!” anlayışı terör örgütünün daha rahat hareket etmesine sebep olmuştur. Meclisten sınır ötesi operasyonla ilgili kararın çıkmasına rağmen, yapılacak operasyon için ABD’li Hakan BOZDOĞAN yetkilerle görüşülmesi Türkiye’nin itibarını zedelemiştir. Sınır ötesi operasyonun 5 Kasım görüşmelerinden sonra gerçekleştirilmesi de oldukça manidardır. Ve maalesef Türk kamuoyuna, ABD’yi şirin göstermek için “istihbarat paylaşımı” söylemi Türkiye için onur kırıcı bir durumdur. Bu söylemden şöyle bir sonuca varmak hiç de zor değildir: “Türkiye güvenliğini tehdit eden herhangi bir dış saldırıya ABD yardımı olmadan karşı koyamaz.” Bu anlayış Türkiye’nin büyüklüğüne ve gücüne hiç yakışmıyor. Örneğin 1974 Kıbrıs Barış Harekâtında bize en çok karşı olan devlet ABD idi. Hatta ABD Türkiye’yi tehdit bile etmişti. Buna rağmen Türkiye çok başarılı bir operasyonla amacına ulaşmıştır. ABD’nin o zaman bize karşı olduğunu bildiğimize göre, ABD’nin istihbarat yardımı yapmadığını da anlıyoruz. Yani ABD yardımı almadan da çok başarılı bir operasyon gerçekleştirebiliyoruz. Üstelik o zamanki teknolojimiz düşman kamplarını BBG evleri gibi gözlemleme imkânımız yoktu. Ayrıca Kıbrıs mesafe olarak Irak’tan daha uzak mesafede bulunmaktadır. O halde mesafe olarak Kıbrıs’tan daha uzak mesafede bulunan Irak’ın kuzeyi için bu denli dış istihbaratına muhtaç kalmamızın sebebi nedir? Irak’ın kuzeyine yapılan sınır ötesi operasyonun bitiş şekli kafalarda birçok soru işaretinin oluşmasına sebep olmuştur. Bu konuda kamuoyuna aydınlatıcı bir açıklama hükümet nezdinde yapılmamıştır. Şurası açık bir gerçek ki; askeri hareket ne kadar başarılı olursa olsun bu başarı siyasi zaferle taçlandırılmazsa askeri başarıların değeri kalmaz. Bir kere siyasi iktidar terörün kökünü gerçekten kazımayı istiyor mu, bunun açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Irak’ın meşru ama kukla Cumhurbaşkanı olan Talabani’nin PKK konusundaki görüşleri bilinirken onun AKP hükümetinin seçtiği Cumhurbaşkanı tarafından Çankaya Köşkü’nde ağarlaması hükümetin PKK konusunda karasız olduğunu göstermektedir. Göğsümüzü kabartan ve tüm dünyanın hayran kaldığı bir askeri harekâttan istenilen sonucun tam alınamaması siyasi otoritenin terör konusundaki basitsizliğini göstermektedir.Kısacası Türkiye,sınır ötesi askeri harekatın meyvelerini toplayamadı.Aksine Talabani’yi Çankaya’da ağırlayarak onun ipe sapa gelmez sözlerini sineye çekti. İnceleme 13 İnceleme 14 BİR DESTANDIR ÇANAKKALE Yunus Emre ÖZKAN - yemreozkan@hotmail.com T arih bir milletler savaşından ibarettir. Bu savaşta milletleri ayakta tutan çeşitli vasıfları vardır. Türk milletinin ayakta kalmasını sağlayan vasfı ise en zor şartlarda bile ümitsizliğe düşmeden ayakta kalabilmesi, direnebilmesi, kazanmanın bedelinin kan ve can olduğunu çok iyi bilmesidir. Tarih boyunca birçok zorlukla karşılaştık, birçok sınavdan geçtik ama Çanakkale Muharebeleri Türk milletinin en ağır ve maliyet itibariyle en pahalı sınavıdır. Çanakkale Muharebeleri Türk milletinin yukarıda bahsettiğimiz vasfını gözler önüne seren en kesin belgedir. 93 yıl önce Çanakkale’de bir tarafta dünyanın birçok yerini ciddi bir direnişle karşılaşmadan sömüren, aynı hayallerle Çanakkale’ye gelen her türlü vesaitle silahlanmış İngilizler, Fransızlar, İrlandalılar, Avustralyalılar, Yeni Zelandalılar ve Senegalliler’den oluşan düşman kuvvetleri, diğer tarafta ise sessiz, gösterişsiz, ölüme göz kırpmadan bakan şerefli Türkler vardı. Taraflar arsında Çanakkale’de korkunç bir boğuşma oldu. Çanakkale’ye gelen sömürgeciler öldü zannedilen Türk milletinin yeniden dirilişine şahit oldu. Çanakkale Muharebeleri ile Türk milleti dünyaya varolduğunu yeniden ispatlamıştır. Bunun için Çanakkale Muharebeleri Türk milleti acısından bir destan niteliği taşır hem de öyle bir destan ki vatanımızın bütünlüğü ve Türk milletinin bağımsızlığını korumak için gözlerini bile kırpmadan canlarını vererek Allah’tan cenneti alan, en kesif orduların dördü, beşi yükleniyorken anasını, babasını, kardeşini ve sevdiğini cephe gerisinde bırakıp gönlündeki vatan aşkı ile şahadet şerbetini içmek için cepheye koşan, atalarının kanla canla aldığı bu kutsal vatan topraklarını namus bilerek düşman çizmelerine çiğnetmeyen şanlı Mehmetçiklerimizin, kınalı kuzularımızın yani yüce Türk milletinin kanıyla canıyla yazdığı tarih boyunca unutulmayacak bir destandır. Çanakkale’de vatan, millet ve bayrak sevgisi ile kahraman Mehmetçiklerimiz ölüme koştular. Dönmemek üzere düşmanın üzerine atıldılar. En kıymetli saydıkları ellerini kollarını, gözlerini, kanlarını ve canlarını kaybettiler. Onlar bu kaybettikleri ile cenneti kazanırken, bizlere de bu mübarek vatan topraklarını bıraktılar. Türkiye Cumhuriyeti’nin nüfusunun on üç, on dört milyon olduğu yıllarda Madrid Büyükelçisi Yahya Kemal Beyatlı’ya bir vesile ile Türkiye’nin nüfusu sorulur. Şair hiç tereddüt etmeden şu cevabı verir: “Türkiye’nin nüfusu elli milyondur.” Soruyu yöneltenler cevap karşısında hayret ettiklerinde ise: “Bunda şaşılacak ne var? Biz ölülerimizle birlikte yaşarız.” der. Bir topluluk üstat Yahya Kemal gibi düşünmedikçe yani din, dil, edebiyat, tarih şuurundan yoksun ve ruhsuz olduğu sürece canlı bir cesettir. Gönül fukarası, akılları midelerinin dışına çıkmayan maneviyat yoksunu insanların oluşturduğu böyle toplulukları değil millet ahali bile saymak mümkün değildir. Zamanı gelince bedel ödeyemeyen insanların oluşturduğu topluluklar yaşadıkları müddetçe saadet yüzü İnceleme 15 göremez. Bir millet sefil, rezil, namussuz bir hayatı, şerefli bir ölüme tercih ederse o millet kıyamete kadar esaretten kurtulamaz. Bunun için hür yaşamak isteyen milletler bedel ödemek zorundadır. Çünkü bedel ödemeyen milletler hür yaşayamaz. Bedel ödemeyenler sahip oldukları değerlerin kıymetini bilemez. Devlet, millet, vatan, bayrak, dil, din ve kültür gibi değerlerin bir yana bırakıldığı maneviyatın yerine maddiyatın ön plana çıktığı günümüzde bir kıymet bilmezlik almış başını gidiyor. Türk milleti olarak bu kutsal topraklara ayak bastığımız ilk günden beri bedel ödüyoruz. Ödediğimiz bedelleri çok eskilerde aramaya gerek yok. Daha dün Çanakkale’de, Sarıkamış’ta, Sakarya’da bu bedeli fazlasıyla ödedik. Bunun için ülkem, ülküm, ilkem düşüncesi ile vatanı için milleti için namusu için canını ortaya koyan, kanlarını akıtarak canlarını veren, dünya tarihine adını yazdıran, harp sanatına strateji esasları koyan, atalarımıza şehit ve gazilerimize gereken ilgiyi göstermek ve hak ettiği değeri vermek her Türk’ün asıl görevidir. Çünkü ödediğimiz her bedelde binlerce, yüz binlerce Türk’ün kanı var. Türk milleti olarak en seçme ve değerli askerlerimizi, ülkemizin aydınlık geleceğinin teminatı olan münevverlerimizi, geleceğin aydın insanlarını Çanakkale’de, Sarıkamış’ta, Sakarya’da, İzmir’de, Eskişehir’de kaybettik. Onlar bu ülke için canlarını verince milletimiz uzun süre bu münevver insanlardan yoksun bir sallantı içinde yaşadı. Bu münevver kısım içinde Kayseri’nin ve Kayserilinin medar-ı iftiharı olan Kayseri Lisesi öğrencileri de bulunmaktadır. Kayseri Lisesi’nden giderek Kurtuluş Savaşı’nda görev alan bu öğrencilerin hepsi Kurtuluş Savaşı’nın Çanakkale’ye benzer bir safhası olan Sakarya’da şehitlik mertebesine erişti. Hilal uğruna batan güneşler ve adsız kahramanlar sayfasına, adlarını yazdıran şehitler arasında onlar da yer aldı. Bugünkü rahatlığımızı borçlu olduğumuz şanlı şehitlerimiz yaşadıkları vatan topraklarından faydalanmanın, güneşinden istifade etmenin bir bedeli olduğunu biliyorlardı. Bir gün hepsinin üzerine bir görev düştü. “Vatan için ölmek…” Tereddüt etmeden gittiler. Vatanlarına olan borçlarını ve ödemeleri gereken bedeli en değer verdikleri canları ile ödediler. Bir hocamız: “Zamanı gelince hepimiz ölürüz. Ben ölürüm, sen ölürsün; kardeşim ölür, dostum ölür. Ancak şu anda savaş yok, ölmeye de gerek yok. Şimdi yapacağımız tek şey vatanımız için, milletimiz için çalışmaktır.” derdi. Bizler bugün çalışarak muasır medeniyetler seviyesine ulaşmış, gönlünde haysiyet, şeref, iffet duyguları ve vatan sevgisi taşıyan bir nesil yetiştirebilirsek şehitlerimize olan borcumuzu belki de ödemiş oluruz. Vatanları, namusları için gözlerini kırpmadan savaşan ve bu uğurda canlarını feda eden şehitlerimizin ruhları şâd olsun. Tanrı aziz vatanımıza her zaman şehitlerimize layık nesiller nasip etsin. İnceleme 16 DR. MEHMET ALTUNER’İN ARDINDAN Mustafa ÖZTÜRK T elelominikasyon Kurumu Sektörel Araştırma ve Stratejiler Dairesi Başkanı Dr. Mehmet Altuner’i en verimli çağında kaybettik. 50 yaşındaydı ve alanında zirvedeydi. 17 Şubat 2008 tarihinde saat 19.00’da tedavi görmekte olduğu Gülhane Askerî Tıp Akademisi’nde Hakk’ın rahmetine kavuştu. Acı haber Kayseri’ye ulaştığında, bembeyaz karla örtülü çevremiz karalara büründü. 20 Şubat 2008 Çarşamba günü saat 10.30’da Erciyes Üniversitesi Mühendislik Fakültesi önünde yapılan törende hoca arkadaşları ve her taraftan koşup gelen ülküdaşları metin olmaya çalışıyor ancak göz yaşlarına hakim olamıyorlardı. Konuşmacılar konuşmalarını, o yoğun duygu ortamında, zorlukla tamamladılar. Aynı gün, Kayseri Hunat Camiinde kılınan öğle namazını mütakip Talas Cemil Baba Kabristanı’ndaki aile mezarlığına defnedildi. Ağır kış şartlarına rağmen cenazedeki kalabalık, ne kadar sevildiğinin göstergesiydi. Yıllardır birbirini göremeyen dostlar, cenaze vesilesiyle bir araya gelmişlerdi. Ağlaşarak kucaklaşanlar o kadar çoktu ki… 1980 öncesi dostlukların ülküdaşlıktan kaynaklanan gücü kendini gösteriyordu. Rahmetli Mehmet Altuner, okuldan değil ama Ocak’tan öğrencimdi. 1975-1980 yılları arasında ne zaman Ülkü Ocağı’na gitsem, Mehmet’i orada görürdüm. Düzenlediğimiz millî kültür seminerlerine düzenli olarak katılırdı. Davaya yararlı olmak için çırpınırdı. Bazı arkadaşlar ondaki cevheri o zaman fark etmişlerdi. Parlak zekasını görenler, “Aman bu çocuğa bir ziyan olmasın.” diyorlardı Türk milliyetçileri olarak bilime, bilim adamı yetiştirmeye çok önem veriyorduk. 9 Işık Doktrini’nin bir ilkesi de İLİMCİLİK’ti. Prof. Dr. Mümtaz Turhan’ın eserlerini de ilgiyle okur ve okuturduk. Bu yüzden, kaliteli aydın ve ilim adamı yetiştirilmesi, en önemli hedeflerimizden birisiydi. Mehmet Altuner, bizleri yanıltmadı ve önemli bir ilim adamı oldu. Telekomünikasyon kurumundaki görevi sırasında pek çok teknolojik projeye imza attı. Yasal olmayan cep telefonlarının kullanımı ve ticaretini engelleyen kanun çalışmasıyla Türkiye’nin milyarlarca dolar kaybetmesinin önüne geçti. Kitapları ve sayısız makalesiyle yeni ilim adamlarının yetişmesine katkı sağladı. Mehmet Altuner, hem dindar hem milliyetçiydi. Lise öğrencisi olduğu yıllardan itibaren Türk milliyetçiliği hareketinin inançlı bir mensubudur. Öğrencilik yıllarında Ülkü Ocağı’nın, üniversitede hoca olduğu yıllarda da Türk Ocakları’nın üyesiydi. 12 Eylül İhtilali’nde birkaç kez tutuklandı. İddialar mesnetsiz olduğu için her defasında bir iki ay yatırılıp serbest bırakıldı. Türk milliyetçiliği yolunda en büyük hizmetleri Erciyes Mühendislik Fakültesi’nde ve Telekominikasyon Kurumunda verdi. Türk milliyetçisi olmanın anlamını, mesleki alandaki verimli çalışmalarıyla herkese gösterdi. Mehmet Altuner, şimdi, Talas Cemil Baba Kabristanı’ndaki mezarında, ülkesine hizmet etmiş bir insan huzuruyla uyumaktadır. Allah rahmet eylesin. Mekanı Cennet olsun. Geride kalan anne, baba, eş ve çocuklarına Allah sabır versin. 17 TAHSİLİ, AKADEMİK HAYATI, HİZMETLERİ Dedesi Mehmet Altuner ve Babası Ümit Doğan Altuner AİLESİ Mehmet Altuner, 03.04.1958 tarihinde Talas ilçesinin Harman Mahallesinde doğdu. Babası, Talas Amerikan Koleji’nden 1950 yılında mezun olan, İngilizceyi çok iyi bildiği için bazı şirketlerde tercümanlık yapan Ümit Doğan Beydir. Ümit Doğan Bey, 1957-1966 yılları arasında Talas Amerikan Koleji’nde tercümanlık ve genel sekreterlik görevlerinde bulunmuştur. Baba Ümit Doğan’ın bu görevleri, oğlu Mehmet’in İngiliz dilini çok iyi öğrenmesine çok büyük katkı sağlamıştır. Öyle ki kolej öğrencisi Mehmet, Çinkur Fabrikası’nda çalışan Kanadalı mühendislere tercümanlık yapabilmiştir. Ümit Doğan Bey, 1982 yılında emekli oldu. Kayseri’de mütevazi hayatını, çocukları ve torunlarıyla ilgilenerek sürdürmektedir. Mehmet Altuner’in annesi Nurhayat hanım, 1939 yılında Kayseri’nin Sarıoğlan ilçesinde doğmuştur. Ümit Doğan Altuner ile 1956 yılında evlenmişler. Bu evlilikten dört çocukları olmuş. Birinci çocukları Mehmet, diğer üçü Gül, Aliye ve Sibel Fatma’dır. Mehmet Altuner adını dedesinden almış. Dede Mehmet Altuner (1913-1967), Talas halkının çok sevip saydığı idealist bir öğretmendir. Trabzon Yatılı Öğretmen Okulu mezunudur. Amasya’da bir süre görev yaptıktan sonra memleketi olan Talas’a tayin edilmiştir. Gençliğinde iyi futbol oynadığı ve sporu çok sevdiğinden 1947 yılında Talas Gençlik Kulübü’nün başkanlığına seçilmiş, 1948-1949 sezonunda Talas Voleybol Takımı’nın Türkiye üçüncülüğünü kazanmasında birinci sırada etkili olmuştur. 1960-1967 yıllarında Talas Derviş Güneş İlkokulunda müdürlük yapmıştır. Eğitimci dede Mehmet Altuner’in torun Mehmet Altuner’in millî değerlerle yetişmesinde önemli bir payı olduğunu düşünüyoruz. Mehmet Altuner, 22 Eylül 1982 tarihinde lise Mehmet Altuner tahsiline Kayseri Yeşil Mahalle’deki Mithat Paşa İlkokulu’nda başladı. İlkokulun ilk üç sınıfını bu okulda tamamladıktan sonra 21.11.1967 tarihinde babasının görev yapmakta olduğu TED Kayseri Koleji’nin ilkokul kısmına nakletmiştir. Buradan 15.06.1970 tarihinde -Pekiyi- derece ile mezun oldu. Aynı öğretim yılında yaz dönemi İngilizce grubu derslerini de başarıyla vererek TED Kayseri Koleji’nin Orta kısım Birinci sınıfına devam etmeye hak kazandı. Eğitim Derneği Kayseri Koleji’nin Ortaokul kısmından 01.07.1973 tarihinde “iyi” derece ile mezun oldu. Diplomasında Millî Eğitim Müdürü Recep Açıkalın ile Okul Müdürü Aydın Kılıçaslan’ın imzaları bulunmaktadır. Mehmet, fen derslerinde çok başarılı ve elektrik-eletronik konularına meraklıydı. Bu yüzden isteği doğrultusunda 01.10.1973 tarihinde Endüstri Meslek Lisesi’ne kaydoldu. 24.05.1976 tarihinde “7.35 not ortalaması” ile bu okuldan mezun oldu. Dr. Mehmet Altuner, eşi ve çocuklarıyla (1990) İnceleme mezunu Emine hanım ile evlendi. Bu evlilikten bir oğlan iki kız çocukları dünyaya gelmiştir: Muhammet Ali, Habibe ve Nur Süheyla. İnceleme 18 Yüksek öğrenimini Erciyes Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Elektronik Mühendisliği Bölümü’nde 1978-1983 yıllarında yaptı. Yüksek lisansını Uludağ Üniversitesi’nde, doktorasını Erciyes Üniversitesi’nde tamamladı. 1983-2001 yılları arasında Erciyes Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Elektronik Mühendisliği Bölümünde öğretim üyesi olarak çalıştı. Çok sayıda kitap ve bilimsel makale yayımladı. 2001 yılında Telekomünikasyon Kurumu’na Teknik Düzenlemeler ve Standardizasyon Daire Başkanı olarak atandı.. Bu kurumdaki görevi sırasında çok önemli teknolojik projelere imza attı. Bunlar arasında “yasal olmayan cep telefonlarının kullanımı ve ticaretini engelleyen kanun çalışması”, “piyasa gözetimi ve denetimi laboratuvarının kurulması” gibi çok önemli çalışmalar bulunmaktadır. Dr. Mehmet Altuner, çalışma ve hizmetlerinden dolayı birçok ödüle layık görüldü. Yayımlanmış eserleri 1. Altuner, M., “Endüstriyel Elektronik Ders Notları”, Kayseri-1993 2. Altuner, M., “Bilimsel Cihazlarda Arıza Arama”, Kayseri-1993 3. Altuner, M., “Güç Elektroniği Laboratuvarı Deney Kılavuzu”, Kayseri-1992 4. Özsoy, S., Altuner, M., “Elektrik Ölçme Laboratuvarı Deneyleri”, Kayseri-1992 5. Altuner, M., “Lojik Devreler Laboratuvarı Deney Föyleri”, Kayseri-1991 6. Altuner, M., “Güç Elektroniği Ders Notlari -1”, Kayseri-1990 7. Altuner, M., “Endüstri ve Enstrumantasyonda kullanılan Dönüştürücüler”, Kayseri-1992 8. Altuner, M., “Elektronik Mühendisliği Bölümü Faaliyet Raporu -1992”, Kayseri 9. Altuner, M., “Enerji üretimi, dağıtimı ve Haberleşme Sistemleri”, Kayseri-1988 Yayımlanmış makaleleri: Çoğunluğu Endüstri&Otomasyon dergisinde olmak üzere 50’nin üzerinde bilimsel makale Uluslar arası Toplantılar/ Sempozyumlar/ Kongrelerde Sunulan Bilimsel Bildiriler 1. Altuner, M., Sert, H.M., “Elektrik Sayaçları için Bilgisayar Destekli Test Sistemi”, IX. Müh. Semp., 1996, Isparta 2. Altuner, M., Değerli, Y., “Alti Strain-Gauge Bilesenli Wheatstone Köprülü bir Balans için Bilgisayar Destekli Enstruman Sisteminin Gerçekleş- tirilmesi”, I. Havacılık Semp., 13-16 Mayis 1996, Kayseri 3. Altuner, M., “Bilgisayar Denetimli PM DC Motorlu bir Servomekanizmanın Tasarımı, Elmeksem’93, Bursa III. Elektromekanik Sempozyumu, 1-5 Aralık 1993, Bursa 4. Altuner, M., “Yüksek Gerilimli Doğru Akımların Ölçülmesi”, Elektrik Mühendisliği 5. Ulusal Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon 5. Altuner, M., Yılbas, B.S., Danısman, K., “CW-CO2 LASER Elektrik Desarj Parametrelerinin Belirlenmesi”, Elektrik Mühendisliği 5. Ulusal Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon 6. Altuner, M., Yilbaş, B.S., Danisman, K., “Bilgisayar Destekli Vakum Pompası Güç Kontrol Sisteminin Tasarımı”, Elektrik Mühendisliği 5. Ulusal Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon 7. Altuner, M., Yilbas, B.S., Danışman, K., “Yüksek Gerilim Izolasyonlu LASER Soğutma Sisteminin Tasarımı”, Elektrik Mühendisliği 5. Ulusal Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon 8. Altuner, M., “Nöral Ag Logaritmaları Kullanılarak Alfabetik Desenlerin Bilgisayara Öğretilmesi ve Giriş Bilgisini Artırmanın Egitme Üzerine Etkileri”, Elektrik Mühendisligi 5. Ulusal Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon 9. Altuner, M., “Elektrolitik Topraklama Sistemi”, II. Ulusal Üniversite-Sanayi İşbirliği Sempozyumu, 1988, Kayseri Aldığı ödüller 1- Altuner, M., “Ronbun Shorei Award on Electronic Circuit Desing”, Japon Endüstri Uygulamaları Kurumu (JIASC), 1996, Sendai, Japonya. 2- Altuner, M., Sert, H.M., “Elektronik Devre Tasarımına Dair Bilim Teşvik Ödülü”, IEEE-PES Türkiye Kolu, 1997. 3- Altuner, M., “Veri İletişim, İnternet Altyapı ve ATM Projelerinin Gerçekleştirilmesine Dair Teşekkürname”, Erciyes Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi Dekanligi, 1999. 4- Altuner, M., “Üstün Hizmet Ödülü”, Telekomünikasyon Kurulu Baskanlığı, 2003. 5- Altuner, M., “Telekomünikasyon Sektöründe Ürün ve Hizmet kalitesinin İyileştirilmesine İlişkin Teşekkürname”, TECSID (Telekomünikasyon Cihazları Sanayici ve Ihracaatçilari Dernegi), 2004. 6- Altuner, M., “GSM Sektöründeki Hizmet Kalitesinin İyileştirilmesine İlişkin Teşekkürname”, Siemens AS., 2004 TERÖRİSTLE MASAYA OTURMAK MI! Osman KARABABA Ü lke idaresinde acziyeti ayyuka çıkmış “Padişah”ın biri, kendisinin zekî ve herkesten üstün olduğunu göstermek ister. Ülkesinin dört bir yanına haberler salar. “Kim bir yalan söyler, bana “yalan” dedirtebilirse kendisine bir küp altın vereceğim.” der. Bir küp altın neler yaptırmaz insana?.. Zamanın ünlü laf cambazları, düzenbazları, şahbazları, sustalı yalancıları, söz avcıları, belagat ustaları, din simsarcıları.. kendine güvenen kim varsa çıkar ortaya, koşarlar saraya… Padişaha “Yalaaan!”, “Olamaz bu!” dedirtebilmek için başlarlar padişahla söz düellosuna. Birinci kişi: - "Bir kuş, aslanı kapıp yuvasına götürdü. Buna sözünüz ne ola, padişahım?” der. Padişah kendinden emin: - "Bunun neresi yalan? Kuş kartaldır, arslan da kuzu kadar minik bir yavrudur. Kaptı mı götürür tabii!.." diyerek kişiyi mat eder. İkinci kişi, padişahın damarına basarak onu bozguna uğratmak için: - "Komşu ülkede bir eşeği kral yaptılar!.. Buna ne cevap vereceksiniz?” deyince… Padişah gerilerek alaysı tavırla: - "Ülkenin kralı, pencereden bakınırken tacını düşürmüş.Taç da pencerenin altındaki eşeğin başına geçmiş. Taç kimin kafasındaysa, kral odur tabii!.." karşılığını vererek adamı lafla ters düz eder. Üçüncü şahıs: - "Padişahım, ben gökyüzüne bir ok attım. Altı ay sonra geri döndü!" deyince… Padişah, adamın kendi okuyla nişan alır: - "Senin ilkbaharda attığın ok, gür yapraklı bir ağacın üstüne düşmüştür. Ağaç, sonbaharda yapraklarını dökünce, ok takılacak yer bulamayıp yere düşmüştür." diyerek sözüyle onu da vurur. Böylece padişah, her yalana, her söze gerçek bir bahane bulur ve kimse padişaha ‘bu yalandır’ dedirtemez. Amma bir gün bir Kayserili “İşte, keskin zekayı göstermenin tam zamanı” diyerek çıkagelir. Padişah, Kayseriliye, “Sen ne diyeceksin bakalım?” diye istihza ederek gülümser. Kayserili istifini bozmadan söze girer: - "Padişahım, sen benim babamdan borç olarak bir küp dolusu altın almıştın. Şimdi geri almaya geldim. “Bu yalandır!” dersen ödülümü ver. “Yalan değil.” dersen borcunu öde!.." Evet, işte bu kadar!.. Ülkede ne keskin zekalar var. Neticede padişahın sözünde durup durmadığını bilmiyoruz ama ömrü boyunca unutamayacağı bir ders aldığı malum... * * * 21 Ekim 2007 gecesi Dağlıca baskını.. 12 kınalı kuzu şehit…Ülke kan gölü… TSK’nın, Irak’ın kuzeyine sınır ötesi harekat yapması kaçınılmaz. İktidar sınır ötesi harekat için Meclis tezkeresine rağmen, hainlere alenen desteğini sürdüren ABD’den icazet almaya gebe... 5 Kasım 2007’de Beyaz Saray’da ABD Başkanı ile gerçekleşen baş başa bir görüşme… Ardından Başbakanın: “Hamd olsun, istediğimizi aldık!”sözüyle doğan yapay sevinç... Bu sözün ne anlama geldiği hala gündemde. Dünyaca ünlü The Ekonomist dergisi, bu gizemli görüşmenin peşini bırakmıyor. ABD’nin desteğini ve TSK’nın sınır ötesi operasyonunu mercek altına alarak “perde arkası”nı dile getiren bu derginin: “Bush’a bazı sözler verildiği sanılıyor, bunlar Kürtlerin bölgesel hükümetinin tanınmasını ve PKK teröristleri için daha liberal bir affı içeriyor.”sözleri kara leke olarak tarihe geçiyor. Türkiye’yi parçalamak isteyen kahpe müttefik ABD, artık bu alçak emelini saklama gereğini bile duymuyor. TSK’nın kara harekatından sonra üst üste yapılan açıklamalarla, terör örgütü ile masaya oturulmasını her fırsatta dayatıyor. İşte: Bu konuda ilk açıklama ABD Savunma Bakanı Robert Gates’ ten… Terör örgütü ile uzlaşmaya varılması konusunda uzun telkinlerde bulunuyor. Çuvalcı Korgeneral Ray Odierno da Pentagon’da verdiği bir brifingde PKK ile görüşmeye yönelik planlardan bahsediyor. Bu mızıka takımına son olarak “çuvalcı”dan daha kıdemli bir isim olan ABD’nin Irak’tan sorumlu merkez komutanı Oramiral William Fallon katılıyor. Açıkça “PKK sorununun çözümü için, Türkiye’nin terör örgütüyle diyaloga girmesi gerekir.”diyor. NATO üyesi 26 ülkenin dışişleri bakanlarının bir araya geldiği Konsey toplantısında Türkiye’yi temsil eden Ali Babacan’ın; ABD yetkililerinin “Türkiye’nin PKK ile uzlaşmaya varması” yönünde ard arda yaptıkları açıklamalarına, ABD Dışişleri Bakanı Conodoleezza Rice’a hiç mi hiç tepki vermediği görülüyor. Neticede Başbakan, TSK’nın Kuzey Irak’a kara harekatı konusundaki tartışmalarda siyasi muhatabın kendisi olduğunu açıklıyor. Şimdi biz de sivri zekalı Kayserili olarak konunun siyasi muhataplarına soruyoruz: 5 Kasım’da ABD Başkanı ile baş başa yapılan gizemli görüşmede ABD’nin “Terör örgütüyle masaya oturulması karşılığında size destek veririz.” sözüne siz “Bu yalandır!” diyorsanız ABD’nin baykuşları şimdi sizden diyet olarak “terör örgütüyle masaya oturma”nızı nasıl isteyebiliyor? Ki, bu baykuşlara red cevabı verilememesi bir acziyetin ispatıdır. O halde acziyetinizin diyetini ödeyin!. “Hamd olsun, istediğimizi aldık!” demekle aldığınızı kastettiğiniz şeye, “terör örgütüyle masaya oturma” sözü verildiğine “Hayır!” diyemiyorsanız bu en büyük gaflettir. Gafletin bedelini ödeyin! Buyurun! Sözünüzde durun! İnceleme 19 İnceleme 20 ÜRETMEK “VAR” OLMAKTIR K üreselleşme sözünü çok duyar olduk. Hayatımızın hemen her yönüyle ilgili olsa da daha çok ekonomiyle ilgili bir kavrammış gibi kullanıldığı görülmektedir. Acaba gerçek de böyle mi? Yani, küreselleşme sadece ekonomik bir kavram mı? Bu ve sorulabilecek benzeri sorulara cevap olması açısından, 2003 yılında sayın Ali Rıza Kardüz’ün Milliyet gazetesinde yazdığı bir yazıyı özetleyerek sözümüzü bu yazıya göre söyleyelim. Alı Razı Efendi her günkü gibi sabah ezanı ile uyandı. Abdest almak için tuvalete yöneldi. Hava daha alacakaranlıktı. Elektriğin anahtarını çevirdi. Püff… Ampul patladı. Bereket yakında bir General Electric yedek ampul vardı. Onu taktı. Philips elektrikli tıraş makinesi ile tıraş olmaya başlıyordu ki, bu kere elektrikler söndü. Alacakaranlıkta Perma Sharp jilet makinesi buldu. Gibbs tıraş kremini köpürtüp tıraşını tamamladı. Yüzüne Old Spice After Shave sürdü. Colgate diş macunu ile dişini fırçaladı. Reward sabunu ile elini yüzünü yıkadı. Abdestini aldı. Bez havlu yerine yeni kullanmaya başladığı Viking kağıt havludan bir parça yırtıp elini yüzünü kuruladı. Sonra eski alışkanlıkla tıraş olan yüzü gerilmesin diye Nivea kremini sürdü. 4 rekât sabah namazını eda etti. O sırada hanımı kahvaltıyı hazırlamıştı. Hanımına takıldı. “Hanım hanım, şu Lipton çay yerine bir tarhana çorbası olsa idi ya…” Hanım lafın altında kalır mı? “Efendi sen iste. Şimdicik sana bir Knorr tarhana çorbası yapıveririm” dedi. Kahvaltıya oturdular. Ali Rıza Efendi “Hanım dedi, şu Korn Fleks’e bayağı alışmıştık. Yanına çökelek, Çerkez peyniri, Mudurnu peyniri falan alsaydın bari…” Hanım cevapladı. “Bakkalda onlar yoktu, ben de Reglet peyniri, Cheddar peyniri, bir de Kraft eritme aldım…” Ne zamandır kolesterol yapıyor diye tereyağını kaldırmışlardı. Unilever’in Rama’sını ekmeğe sürdüler, Maxwell House Cafe içtiler. Hanım Pril deterjan ile bulaşıkları yıkarken kapı çaldı. Çiftlikteki kahya gelmişti. Massey Ferguson traktöre iki adet Uniroyal lastik almış hem onların parasını istiyordu, hem de traktörde Shell Rotella 20/50 yoksa, Mobil Delvac yağ mı kullanayım diye akıl danışıyordu. Bu sırada Ali Rıza Efendinin hanımı Milan Gaz’ın musluğunu açıp Junkers Ruh şofbeni ateşledi. Hoover çamaşır makinesinin içine önce çamaşırları boşalttı, üzerine Omo deterjanı boşalttı, biraz Vernel yumuşatıcı akıttı. Sonra Rowenta ütüyü kızdırarak oğlunun Levi’s Blue Jean’ini Fruit of the Loom gömleğini ütüledi. Adidas ayakkabılarının çamurunu temizledi. İbrahim GÜNGÖR Buraya kadar olan bölüme baktığımızda, bazı yönler hepimiz için geçerli olmasa da bir aşinalık var denilebilir, ne dersiniz? Ürünlerin markaları yabancı gibi dursa da ürünler çok tanıdık. Önceleri ürünler de yabancıydı, sonra ürünler tanıdık oldu. Geçen zaman içinde markalar da tanıdık olacak. Bizim kuşak orta yaşlara geldiği için farkı daha net görebiliyor ama daha sonra gelenler için bu çok olağan bir durum. Toplumsal değişim akşamdan sabaha olabilecek kadar kısa bir süreç değildir. Hayatın doğal akışı içinde yavaş ama sürekli olan bir süreçtir. Zaman içinde bu gün ile dünün farkını fark edemeyiz ama 10’ar yıllık dilimler halinde ele aldığınızda zamanın su gibi akıp gittiğini, değişimin de hiç kimseyi dinlemeden devam ettiğini görürüz. Şimdi Ali Rıza Efendiye geri dönelim. Ali Rıza Efendi “Hadi Eyvallah” deyip evden çıktı. Bismillah çekip Kartal’ına bindi. Elini Nokia mobil telefona attı… Dırt… Dırt… Dırt… Çalışmıyor. Ericsson cep telefonu ile Citibank’ı aradı. O gün bonolarını ödeyeceğini bildirdi. Dükkânına geldi. Gene besmele çekip Yale kilidi açtı. Sağ adımını atıp dükkâna girdi. Baktı ki Canon faksın arkasında dünya kadar sipariş mesajı birikmiş. Biraz sonra kâtip geldi. Siparişleri IBM bilgisayarına geçirdi. Ali Rıza Efendinin içi yanıyordu. Yardımcı çocuğu çağırdı. Komşu bakkaldan bir adet Magnum Maxi dondurma aldırdı. Ali Rıza Efendi dükkânda iken, hanımı da evde önce sabah işi yaptı. Vim ile taşları sildi. Siemens elektrik süpürgesi ile tozları aldı. Halı yıkayan Elecktrolux ile halıları iyice temizledi. Kocası ile oğlu neredeyse öğle yemeğine geleceklerdi. Mutfağa koştu, baktı Hotpoint buzdolabında yemek kalmamış. AEG Deep Freeze derin dondurucudan et çıkardı. Auer fırınını yaktı. Eti fırına soktu. Ali Rıza Efendi ete Hainz Ketçap döküp yemekten çok hoşlanırdı. Bir de bolca salata yapar, üzerine Kraft French Dressing veya İtalyan Dressing ya da Catalina salata sosu dökerse başka bir yemeğe lüzum kalmazdı. Ali Rıza Efendi yemeğin üzerine bir Cola içmek istedi ama ne çere ki dolapta ne Coca Cola ne de Pepsi Cola kalmamıştı. Onun için oğluna da Schwepps gazoz çıkardı. Çikita muzları tabağa koydu. 21 İnceleme Öğle yemeği bitti. Erkekler işe gitti… Zaman hızla geçiyordu. Metro mağazasına veya Carrefour isimli büyük mağazaya gidip alışveriş etmeğe niyetlendi. Üşendi, yakındaki Migros’a uğradı. Kendi kekini kendi yapardı ama rafta dikkatini çeken Dankek’i canı çekti… Bir paket aldı. Arkadaşlarının övdüğü Linera kıtır ekmeği de torbaya koymadan edemedi… Ali Rıza Efendi akşam yemeğini hafif geçiştirmek istediğinden hanımı ona Dr. Ötker paket muhallebisi pişirdi. Bir dilim de Nestle çikolata yedi. Yemek işini halletti. O akşam TV’de Yalan Rüzgârı vardı ama Ali Rıza Efendi Yalan Rüzgarından nefret ediyordu. Onun için Schaub Lorenz renkli televizyonlarını alıp yeni aldıkları Sony Video’yu işletti. Savcı beyin güzel karısından ödünç aldıkları eski Dallas dizisinin kasetini seyretti. Bu ara camiden yatsı ezanının okunduğunu duydu. Müezzin yeni alınan Philips Amphi’yi sonuna kadar açmış, minareye çıkmadan Sony hoparlörleri sonuna kadar açarak ezanı okuyordu. Ali Rıza Efendi yatsı namazını kıldı. Hanımının hazırladığı sıcak Oralet’i içti. Yatmadan önce mutaden duşa girdi. Başını Blendax şampuan ile vücudunu Lux sabunu ile yıkadı. Eros pijamasını giydi. Çıplak ayakları ile Titan halılar üzerinde yürüyerek yatak odasına yöneldi. Kuvartz saatine baktı, ajans başlıyor. Blau Punkt radyosundan ajansı dinledi, yatmaya niyetleniyordu ki, yatak odasının köşesindeki Singer dikiş makinesi ile dikiş diker gibi görünen hanımı yerinden kalktı. “Efendi dedi, Allah’a şükür fındıkları sattın, elin bollandı. Bizim kız ne zamandır, babam bana bir kırmızı Wolkswagen Golf veya siyah Honda alsın diye bana yalvarıp duruyor. Şu kızı sevindiriver…” Ali Rıza Efendi beklenmedik şekilde diklendi, “Hanım hanım dedi, biz eski toprağız… Bu memlekette yapılmayan malı evimize sokmayız. Nesine gerek gâvur otomobili. Ben Kartal’a biniyorum, oğlana Doğan, damada Şahin aldık. Kıza da alırız bir Serçe olur biter.” Evet Ali Rıza Efendi gibi duygusal tepkilerden ziyade akılla, mantıkla, daha da önemlisi uzak amaçlarla hareket etmeliyiz. Tüketimi sadece gıda ve ihtiyaç maddelerinden, belirli ev eşyalarından ibaret saymak yanlıştır. Tüketimin içinde kültürel tüketim de vardır. İzlediğimiz filmler, dizi filmler, günümüz için internet ve her türlü içeriğe kolay erişim vb. gibi unsurlar algılayışımızı ve düşünme tarzımızı da değiştirmektedir. Özetle, eğer sadece tüketen bir toplum olursak zamanla üretenlerin kültürel özelliklerini de alırız. Buradan kültürel alış verişlere karşı bir tutum varmış gibi algılanmamalıdır. Kültürel alış verişler her zaman olacaktır. Burada söz konusu olan değişime zorlanmaktır. Eğer üretemeyen bir millet haline gelirsek önce günlük yaşantımız, daha sonra algılayışımız, yorumlayışımız daha sonra da bizi biz yapan kültürümüz değişecektir. Bu durum ise kendini olayların akışına, zamanın akışına bırakmak demektir. Türk milleti gibi geçmişi bin yıllarla ifade edilen bir millet bu durumu kabul edemez, etmemelidir. Peki, ne yapmak lazım? Milletimizin bütün fertlerinin öncelikle milli bilinç ile donatılması gerekmektedir. Ali Rıza Efendi tarzı bir hayat zaman içinde iliklerimize kadar içimize işlemeden bu milletin her bireyi Türk kültürü ile donatılmalıdır. Eğer her birey bu bilinç ve kültürel donanım ile donatılırsa değişim kontrolsüz ve kendi halinde olmaktan çıkar. Dışarıdan olduğu gibi almak yerine ortaya bir sentez çıkarabiliriz. Pratik hayatta ise üretmek gerekmektedir. Hatta Avrupalı, Amerikalı şirketlere fason üretim değil, kendi öz kültürümüzden doğan, kendi adımızı, kendi izimizi taşıyan markalar çıkarmalıyız. Bu duygusal bir yaklaşım değildir. Tam tersine bu aklın gereğidir. Daha dün tekstili biz üretiyorduk Avrupalılar, Amerikalılar kazanıyordu. Şimdi Çin ve Hindistan üretiyor ama yine Avrupalılar Amerikalılar kazanıyor. Peki, niye? Çünkü markalar onların. Marka kiminse o kültürün özelliklerini, ruhunu taşıyor. O nedenle gerek ekonomik gerekse kültürel nedenlerden dolayı ülkemizin, insanımızın üretmesi, daha çok üretmesi ve aynı zamanda kendi adıyla üretmesi gerekmektedir. Markalaşmanın ne kadar zor, zahmetli ve maliyetli olduğunu herkes bilir ancak sonuçta kazancın (her yönü ile) büyüğü de oradadır. Üretimin geçirdiği değişime bakacak olursak, artık üretimin en üst basamağının bilgi üretimi olduğu tartışma götürmez bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin, Türk milletinin varlığını sürdürebilmesi, gelecekte de var olabilmesi için üretimini, özellikle de bilgi üretimini artırması gerekmektedir. Küreselleşme ile karşımıza çıkan salt ekonomik bir kavram değil, aynı zamanda kültürel bir değişimdir. Bu değişime de üretenler, yani güçlü olanlar yön verecektir. Sonuç olarak üretilen mal ve hizmetler sadece ihtiyaçları karşılama işlevi görmezler, aynı zamanda kültürel izler de taşırlar. Türk milleti daha önce defalarca yaptığını yine yapabilir, yine büyük bir güç olabilir bu genlerinde var ama üretebilirse… Evet, üretmek var olmaktır ama bu varlık sadece etten, kemikten meydana gelmiş bir varlık değildir, daha çok ruhtur. Sevgi ve saygılarımla, hoşça kalın… İnceleme 22 ÇANAKKALE ZAFERİ VE DESTANLAŞMASI Mustafa İLHAN Çanakkale, Birinci Dünya Savaşı’nın Doğuda açılan ilk cephesidir. Osmanlı Devleti, Avrupa cephesinde müttefiki olan Almanların Rus ve İngiliz orduları baskısını azaltmak için açılmış olan Sarıkamış harekatı ile birlikte düşünülmelidir. İngilizler için kolay bir cephe olarak tasarlanmış, kısa zamanda doğuda İngiliz-Rus ordularının güç birliği hedeflenmiştir. İngiliz Denizcilik Bakanı Çörçil 25 Kasım 1914 günü yapılan savunma Konseyinde Türk ordusu için şöyle diyordu: “Osmanlı ordusunun ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Balkan Bozgunu bunu ispat etmiştir. Donanmamız bir vuruşta Çanakkale boğazını ele geçire bilir. Topkapı açıklarında görünmese bile, bu Hasta Adam’ın ellerini havaya kaldırıp teslim olması için yeterde artar bile” der. Harbiye Bakanı Lord Kitehener (Kişner) ise Çanakkale’ye saldıracak kuvvetlerin başına tayin ettiği Hamilton’u İngiltere’den uğurlarken : “Bir İngiliz denizaltısının Çanakkale Boğazını geçerek Gelibolu önünde gördüğünü ve üç defa işaret verdiğini farz edelim. Seddülbahir’deki Türk kuvvetleri taban yağlayıp Bolayır yoluyla İstanbul’a doğru kaçarlar” diyerek moral verir. (İon Hamil ton’un hatıraları Gallipoli Diary) Bir milleti tanımadan, Türk askerinin tarihte yaptıklarından habersiz olmak diye buna denir. Büyük Britanya imparatorluğu’nun böyle hayal etmesinin yanlışlığı anlaşılacaktır. Sömürğeciliğin canavarlaştırdığı mantık bu olmalıdır. Ancak Nusret Mayın Gemisi’nin marifetini topunun vinci bozulan Koca Seyit’in 275 kg’lık mermiyi sırtında taşıyıp koca OCean zırhlısını batıracağını akıllarına getirmiyorlardı. Kurtuluş Savaşı sonrasında İngiliz Başvekili Loid Corc’un İngiliz Parlamentosu’ndaki şu konuşmasına gelineceğinin işaretlerinin verilmeye başlandığına hiç mi hiç akıl erdirecek durumda değildiler. Loid Corc Anadolu’daki başarısızlığı için “Her yüzyıl bir dahi yetiştirir. 20.yüzyılda bu şans Türklere gülmüştür.” Mustafa Kemal gerçeğini itiraf ve sonrasında istifa etmiştir. Türk milleti Çanakkale’yi “geçilmez” olarak destanlaştırmıştır. Türk zaferleri halkın hafızasında türkü, marş, destan anlatımlarıyla yerini almıştır. Pilevne Marşı, İstiklal Marşımız, Sakarya Türkümüz, seferberlik türkülerimiz gibi... Birinci Dünya Savaşı’nın ve Türk Mileti’nin kaderini değiştiren Çanakkale Muharebelerine ayrı bir yer vermek gereklidir. Vatan için bir üniversiteyi şehit vererek vatan toprağına gömdük. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve sonrasında eksikliğini hissetiğimiz erkek nüfusunun en önemli bölümünü bu savaşta kaybettik. Sultani (Liseli) öğrencilerin üst sınıflarının gönüllü yazıldığı vatani hizmetin kutsallığı Çanakkale ile daha iyi anlaşılacaktır. Millet hafızamızı güçlendirecek, Çanakkale zaferini hafızamıza nakşedecek en tanınmış Marş, Bestesi Destancı Mustafa tarafından yapılan Çanakkale Marşıdır. Çanakkale, Kumkale, Kule, 23 Çanakkale Marşı Çanakkale içinde aynalı çarşı Anne ben gidiyorum düşmana karşı Çanakkale içinde sıra sıra selviler Binbaşılar oturmuş asker öğütler Çanakkale içinde bir kırık testi Anneler babalar ümidi kesti Arıburnu’ndan çıktık, yan basa basa Hep düşmanlar kaçıyor kan kusa kusa. Türkü olarakda Çanakkale şöyle duygulu terennümünü bulmuştur. Çanakkale içinde aynalı çarşı Anne ben gidiyom düşmana karşı Off! Gençliğim eyvah. Çanakkale içinde vurdular beni Ölmeden mezara koydular beni Oof! Gençliğim eyvah. Çanakkale içinde bir dolu testi Analar babalar umudu kesti Off!gençliğim eyvah. Çanakkale içinde bir uzun selvi Kimimiz nişanlı, kimimiz evli Off! Gençliğim eyvah. Çanakkale zaferini “Çanakkale şehitlerine” adı ile savaş sehnelerini şiirleştiren, milli ve kutsal bir atmosfere taşıyan Mehmet Akif Ersoy’dur. ÇANAKKALAE ŞEHİTLERİNE Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin. Sönüyor göğsünün üstünde o aslan neferin. Ölüm indirmeden gökler, ölü püskürmede yer. O ne müthiş tipidir; savrulur enkaz-ı beşer. Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene parmak, el ayak Boşanır sırtlara, vadilere sağnak sağnak. Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor. Bir hilâl uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor. Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker! Gökten ecdât inerek öpse o pak alnı değer. Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? “Gömelim gel seni tarihe” desem sığmazsın. Necmettin Halil Onan, Kanlı sırttaki baş, kol, bacak açık mezarlığındaki manzara karşısında “DUR YOLCU” başlıklı şiirini yazdı. Bugün de Gelibolu sırtlarında boğazdan geçen herkesin dikkatini çekecek şekilde toprağa kazılmıştır. DUR YOLCU! Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın Bu toprak, bir devrin battığı yerdir. Eğil de kulak ver bu sessiz yığın, Bir vatan kalbinin attığı yerdir. Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda, Gördüğün bu tümsek Anadolu’nda, İstiklâl uğrunda, nâmus yolunda, Canı veren Mehmed’ in yattığı yerdir. İSTİKLAL MARŞI’mızın şu iki dörtlüğü bugün de ülkemizin kaynaklarını har vurup harman savuranlara söylenmiş gibidir. Arkadaş! Yurduma alçaklara uğratma sakın Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın. Doğacaktır sana vad ettiği günler Hakk’ın Kim bilir, belki yarın beli yarından da yakın. Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme tanı: Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı: Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı. Türk Tarihi yaşanmış tarihlerin en zor olayları ile şekillenmiştir. Hiç kolay zaferi de yoktur. Bunun için de millet hafızasına kazınmış destanlaşmış, marş olmuş, türkü olarak söylenmiş, söylenirken yaşanan bir hayat gerçeği olmuştur. Kaybedilmiş görünen Birinci Dünya Savaşı’nın “Hakiki galibi Türklerdir” dedirtecek araştırma sonuçları Batılı tarihçilere aittir. Yine “Çanakkale Geçilmez” diyenler de var onlar arasında. Batı’nın bu tahammülsüzlüğü ve affetmez acımaz hali, genç, çocuksu bedenlerin bu topraklara feda edilmesi, bugün ülkeyi yönetenlerin aklı selimle düşünmeleri gereken önemli bir husustur. 100 yıllık çınar Çanakkale’li Fatma Nine 8-9 yaşında yetim kalır, babası şehit olur. Sonradan şehit maaşı bağlamak için gelirler. Şu anlamlı cevabı verir: “Ben maaş almam, babam bana VATAN bağışladı” der. Şehitlerimiz önünde tazimle eğilir, rahmet dileriz. Ancak “Parola vatansa, gerisi sözdür” demekten de kendimizi alıkoyamayız. İnceleme Seddülbakir, Katya Marşlarının yazarı da İbrahim Mehmet Ali (1874-1936) dir. (Ethem Üngör, Türk Marşları 1966 s.136.137) İnceleme 24 EĞLENCE KÜLTÜRÜMÜZ VE ESKİ TÜRK DÜĞÜNLERİ (2) Ahmet ALTAY Yaklaşan baharın habercisi güzel, güneşli ve ümit dolu günler temennisiyle…. Mart- Nisan sayımızla merhaba değerli okurlar. Geçtiğimiz sayıdaki konumuzun sonunda bahsettiğimiz üzere aynı konu ile devam edeceğiz. Düğün geleneklerimiz ve özellikle günümüzdeki uygulamalardan ağırlıklı olarak bahsetmiştik. Bu sayımızda da pek fazlaca bilgi sahibi olamasak da, kaynaklar ve mevcut bilgilerimiz ışığında “eski düğünler ve eski eğlenceler” den bahsedeceğiz. “Hey hızara hızara Dalda kiraz kızara Ana benim çağım geldi Durma bana kız ara” Yukarıda okumuş olduğumuz dörtlük evlilik çağı gelip bunu dile getiren bir erkek evladın çağrısıdır. Hal böyle olunca oğlunun yemeden içmeden kesilmesi gibi durumları göz önünde bulunduran anne konuyu babaya açarak aile reisinin onayını alır ve uygun bir gelin adayı aranmaya başlanırdı. Her aile kendi şartlarına göre kendisine uygun bir aday bulur fakat bu adayın öncelikle genel olarak şu özellikleri taşıması aranırdı: Gelin olacak kızda aranılan vasıflar: 1- Her şeyin üstünde iffet. 2- Cidağı olmamak (dik kafalı, inatçı olmamak) 3- Çemkürgen, eydişken olmamak (olura olmaza karşılık verenlerden, sırtarıcı olmamak) 4- Eline ayağına evecen olmak (hamarat, eli ayağı çabuk, işe yatkın ve becerikli olmak) 5- Eli uzun ve sakar olmamak (şunu bunu aşırma huyu olmamak ,danışmadan bir şeye el sürmemek, tuttuğunu kırmamak) 6- Govcu, govlayıcı olmamak ( oradan buradan laf taşımamak, dedikoduculuk yapmamak) 7- Kayınbabasına ve özellikle kaynanasına saygılı olmak. Bütün bunların yanında evlilikte sorumluluk sadece tek bir tarafa yüklenmemektedir. Damat adayı da bir o kadar sorumludur. Evlenecek erkekte aranılan vasıflar: 1- Fodul olmayacak (yani kaba saba , lafın nereye vardığını bilmeyenlerden olmayacak, sözünü sohbetini bilecek) 2- Baba malına güvenmeyecek, hazır yiyici; ekmek elden su gölden, bedava geçinirlerden olmayacak. Belli bir işi, kazancı olacak, hele babası ölmüşse, kalan mirastan tek bir çöp bile satmamış olacak 3- Kumar oynamayacak, sarhoşluk etmeyecek, konuyu komşuyu rahatsız etmeyecek. 4- Evinin yolunu bilecek. Bu demektir ki, işi ile evinden başka bir şey düşünmeyecek. 5- Geçici bir işi olmayacak, şunun bunun yanında sığıntı bir iş tutmayacak. 6- Ağırbaşlı, kamil, ahlaklı, merhametli, yardımsever, cesur ve yürek bütünlüğüne sahip olacak. Bütün bu ön şartlar ve aday uygunluğu sağlandıktan sonra bölgelere göre değişen “kız isteme” uygulamasına başlanırdı. Bu, duruma göre değişkenlik gösterirdi. Evliliğin gerçekleşmesi de bu süreye bağlıydı. Bu geçirilen süre tanıma, tanışma ailelerin kaynaşması ve genel şartları anlama süresidir. Sürenin sonunda karşılıklı olarak anlaşma sağlanırsa evlilik olayı gerçekleşirdi. Düğün harcamaları, giyim-kuşam, düğün sofraları, çeyiz, çeyizin sergilenmesi bütün bu süreci kapsamaktadır. Başlık parası olarak bilinen bir konu hakkında Sadi yaver ATAMAN şu bilgileri aktarıyor: “Düğün harcamalarının ilk ağızda, özellikle oğlan tarafı için, bir yıkım olan ve BAŞLIK denilen bir çeşit alım-satım anlaşması yapılırdı ki bu, kızın satılması değer biçilmesi gibi bir şeydi. Bu adetin Orta Asya, Kazan, Kırgız ve Özbekler’de KALIN adıyla uygulandığını Kaşgarlı Mahmut’tan öğreniyoruz. Bu adet konar-göçer Türk Toplulukları arasında ve bazı yerlerde de “KALIN” adıyla sürdürülmektedir”. (Bir sonraki sayıda devam edecek) 25 İnceleme TÜRKÇE’NİN ZENGİNLİĞİ Hayrettin BÜYÜK B ir dildeki kelime sayısı o dilin ne kadar zengin bir dil olduğunu gösterir. Gündelik hayatta kullandığımız kelime sayısı birkaç yüzü geçmemesine karşın edebiyat ve bilim dili binlerce kelimenin varlığını gerektirir. Düşünüldüğünde hisler ve düşünceler ancak kelimeler vasıtasıyla ifade edilebilir. Kullandığımız dilde yeterince sözcük yoksa ya anlatmak istediğimiz kavramı tam olarak ifade edemeyeceğiz, ya da bir kaç kelimeyle ifade olunabilecek anlatımları daha uzun cümleler kullanmak suretiyle açıklayabileceğiz. Özellikle cumhuriyet sonrası dönemde dilde sadeleştirme adına yapılan faaliyetler ve dilden atılan kelimeler Türkçe’ye yapılan büyük haksızlıklardan birisi olmuştur. Nitekim yeni yetişen nesil milli marşımızı dahi anlamaktan aciz kalmıştır. Bir kelimenin onlarca eş anlamlısı olsa dahi birinin yerine bir diğerinin her koşul ve yerde kullanılabiliyor olması mümkün değildir. Bu nedenle başka dillerden geçmiş olması bahanesiyle bir dilden halihazırda kullanılan bir kelimenin çıkartılıp atılması, düşüncelerimizi kısırlaştırmaktan başka bir şey değildir. Unutulmamalıdır ki dil yaşayan bir kavramdır. Başka bir dilden dilimize girip yerleşen “kola” kelimesinin Türkçe’ye girmesi ne kadar önlenemezse, “kelime” sözcüğünün de başka bir dilden geçmiş olduğu gerçeği ve gerekçesiyle dilden çıkartılmaya çalışılması o kadar beyhudedir. Dili kendi doğal akışına bırakmak zorunludur. Bu arada bilim adamları ve eğitimcilere düşen görev ise, dilin inceliklerini yeni nesillere aktarmak ve Türkçe’de karşılığı bulunmasına karşın sırf daha kültürlü görünmek maksadıyla yabancı kelimeler kullanan sözde entelektüel kişileri de uyarıp Türkçe kelimeler kullanmalarını sağlamaktır. Bu fiili kullanış şekliniz mesleğiniz hakkında ipucu verebilir: “23 numaralı odadaki hasta bu sabah eks (X) oldu.” cümlesini kullanıyor iseniz bir doktor, “Yaratıcı, şehadet getirerek çene kapatmak nasip etsin.” cümlesini kullanan bir vaiz, “Bu tatbikatta iki asker zayiat verdik.” cümlesini kuran ise bir komutan olacaktır. Ölen kişi bir sanatçı, şair veya yazar ise tabii ki onlar için kullanılan ölüm ifadeleri diğerlerinden farklı olacaktır. Örneğin, “Yeşilçam’da başlayan yaprak dökümüne bir yenisi daha eklendi.” “Edebiyat dünyasından koca bir çınar daha devrildi.” gibi. Bu fiili kullanış şekliniz eylemin zamanı hakkında ipucu verebilir. “Ünlü düşünür 1540 yılında aramızdan ayrıldı.” cümlesi kullanım olarak yanlış olacaktır çünkü söz konusu kişi bizim aramızda zaten hiç olmamıştır. Bu ifadeyi yakın zamanda kaybettiğimiz birisi için kullanabiliriz ancak. Bu fiili kullanış şekliniz ölen canlının bir insan mı yoksa bir hayvan mı olduğu hakkında bilgi verebilir: “Kedimiz dün vefat etti.” cümlesi kullanım olarak yanlış olacaktır. Zira hayvanlar için vefat etmek değil ölmek kullanılır. “Dünkü trafik kazasında üç kişi telef oldu.” cümlesi de yine yanlış olacaktır çünkü telef olmak çoğunlukla hayvanlar için bir işe yaramadan ölmek anlamında kullanılır. Aynı anlama gelen birden çok kelime gereksiz gibi görülebilir. Bu fiili kullanış şekliniz kültür seviyeniz hakkında bilgi verebilir: Bakalım gerçekte öyle mi? Bir kelimenin ne kadar çok eş anlamlısı olabilir ve ne kendine denli farklı kullanım alanları bulabilir görelim. Kelimemiz ÖLMEK. Herkes ölmek anlamına gelebilecek kelime ve deyimleri saysın denilse belki birkaç tane daha hatırlayabiliriz. Ancak yazının devamında okuyacağınız kadar çok sayıda eş anlamlıları olduğu hiç birimizin dikkatini çekmemiştir. “Bizim ihtiyar nalları dikmiş” cümlesini kültürlü birisinin kullanmasını pek beklemeyiz. Diğer taraftan, “Geçen gün sohbet ettiğimiz zatı muhterem alemi ervaha göç etti.” “Amcamız geçen hafta ukbaya irtihal etti.” cümlelerini de sıradan bir insanın kullanmasını veya anlamasını bekleyemeyiz. İnceleme 26 Bu fiili kullanış şekliniz ölümü ne denli ciddiye aldığınızı gösterir : Uzun süren bir hastalık sonucunda ölmüş bir kimse için ise ifade daha farklıdır: “Ahmet abi vardı ya hani, heh heh heh o artık yok.” tahtalı köye muhtar olmuş.” öbür tarafı boylamış.” kalıbını dinlendiriyor artık.” bir varmış bir yokmuş oldu.” bir top bezle gitti.” merhum oldu.” kuş gibi uçtu gitti.” “Yıllar önce yakalandığı amansız hastalığa sonunda yenik düştü.” gibi cümleler ciddiyetten uzak ifadeler olmasına karşın; “ …bir rahatsızlığı yoktu ama işte artık vadesi yetmiş.” cümlesi yeterince yaşadığı düşünülen bir kişi için kullanılabilir. “Ahmet bey için emri hak vaki oldu.” mevlasına kavuştu.” sizlere ömür oldu.” can kuşunu uçurdu.” ömrünü size bağışladı.” rahmetli oldu.” gibi cümleler ise son derece ciddiyet arz etmektedir. Bu fiili kullanış şekliniz ölen kişiye karşı nefretinizi veya sevginizi ortaya koyabilir: “Teröristlerden beşi açlıktan gebermiş.” “Geçen kavga ettiğimiz adam bugün eşek cennetini boylamış.” “Hızlı bir yaşamın ardından dün gece sonunda cehennemin dibini boyladı.” “Bizim yaşlı bunağın sonunda kulağının dibi sarardı.” ..benzeri cümleler ölen kişinin hiç sevilmediğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu fiili kullanış şekliniz ölüm biçimi hakkında bilgi verecektir: “Azrail onları uykuda yakalamıştı.” cümlesi ise muhtemelen soba zehirlenmesi sonucu ölen insanlar için kullanılır. Başarısız bir ameliyat sonrası ölümün ifadesi ise: “sağlığına kavuşmak için yattığı masadan maalesef bir daha kalkamadı.” şeklindedir. Hayatta çok acı çekmesine karşın iyi bir hayat süren birisi için ise ölüm şöyle ifade edilecektir, “bunca zorluğun ardından ruhu rahata erdi.” Bu fiili kullanış şekliniz ahiret inancınız olup olmadığını ortaya koyar: “Mehmet amca dün gece ebedi hayata intikal etti.” o dünyaya gitti.” darı bekaya irtihal etti.” ebediyete göçtü.” ruhu huzura erdi.” hakkın rahmetine kavuştu.” şeklinde cümleler ölüm sonrası bir hayatın varlığına göndermeler yaparken, aşağıdaki cümlelerde böyle bir vurguya rastlanılmamaktadır: “Ahmet beyin dün hayatı son buldu.” “Ahmet bey dün gece hayata veda etti.” sonsuz uykusuna daldı.” yaşamını yitirdi.” Örneğin çok kötü bir trafik kazası sonucu ya da bir yangın felaketi sonucu ölmüş bir kimse için kullanılacak ifade aşağıdaki gibi olacaktır. Tasavvuf dünyasında ölüm hadisesinden bahsederken ise kesinlikle alelade kelimeler kullanılmaz. Sıradan kelimeler kullanmak bahsedilen kişiye bir saygısızlık olarak düşünülür. “Dün gece çıkan bir yangında iki kişi feci şekilde can verdi.” En çok kullanılan ifadelerin bazıları şunlardır: “Kurtarma ekibi ona ulaştığında artık onun için çok geçti.” “Kaza sonucu kaldırıldığı hastanede tüm çabalara rağmen kurtarılamadı.” “Ambulans hastaneye ulaştığında yapılacak bir şey kalmamıştı.” “Doktorların onu hayata döndürme noktasındaki tüm çabaları sonuçsuz kalmıştı.” “Sarıkamış’ta binlerce askere karlar altında donmak suretiyle şehadet nasip olmuştu.” “Hazret ibadet ve iman dolu bir yaşamın ardından 1745 yılında Hakk’a yürüdü. sır oldu. rahmeti rahmana kavuştu. ecel şerbetini içti. cennetlik oldu. ruhunu teslim etti.” gerçek hayata uyandı.” Ölüm kelimesi bir edebi metin içerisinde geçiyorsa, burada kelimeler ustaca kullanılarak, herkesçe biraz tatsız bulunan ölüm kelimesine bir şirinlik bile kazandırmak mümkündür: 27 “Kral için ılık bir sonbahar sabahı ebedi istirahatgâhında yerini alma vakti gelmişti.” “Ve milyonların sevgilisi o gece yattığı uykudan bir daha uyanamadı.” “Hem Yüce Türk, hem de Türk milleti için saatler dokuzu beş geçe’de donmuştu.” “tüm çabalar sürerken onun ruhu çoktan meleklerle birlikte kanat çırpmaya başlamıştı.” “ daha çok acı çekmemesi için sanki Azrail bir kuş gibi uçup gelmiş ve sinesine konmuştu.” “ tüm yapacaklarını bitirmiş ve artık gönül rahatlığı içinde dönülmez yolculuğa çıkabilirdi.” Haberleri izlerken aşağıdaki cümlelere benzer ifadelerle karşılaşırsanız bunlar da size öldü kelimesinin anlamdaşlarından birini ifade edecektir: “Eski milletvekili dün öğle namazının ardından defnedildi.” son yolculuğuna uğurlandı.” toprağa verildi.” Aşağıdaki ifadeler ölüm sonrası işlemler gibi gözükseler de çoğunlukla ölümün eş anlamlısı deyimler olarak kullanılırlar: “Biz musalla taşına konulunca hep size kalacak çocuklar.” buralar dört kolluya bindiğimizde tahta ata binince salacaya(teneşire konunca) yatınca imamın önüne konduğumuzda kara toprağa girince imamın kayığına binince yensiz gömlek giyince Öyle ki yaşlı birisine mizahi bir yaklaşımla dua eder gibi söyleyeceğiniz “Mevla geçmişlerinize kavuştursun teyzeciğim” cümlesi de teyze için yapılmış bir ölüm temennisinden başka bir şey değildir. Ya da aynı yaklaşımla “Mevla iki iyiliğin birini versin” cümlesi de ya şifa ya da ölüm anlamına gelmektedir. Buna benzer dua ve beddualarda ölüm konusu onlarca değişik kelimelerle ifade edilmiştir. Bir kaçına örnek vermek gerekirse, muhtemelen şu ifadeleri kullanıyor olabilirdiniz. “Ben ona yavaşça vurdum ve yere düştü. Birde baktım kalbi atmıyordu.” “Ben korkutmak için omzuna ateş ettim, adam korkudan dünyasını değiştirmiş.” “Abicim, adama bir yumruk attım ve tek yumrukla mevta olmuş.” Hayvan türlerinin ölüm türleri de birbiri arasında farklılık arz edebilmektedir: “Anne balıklarımın hepsi suyun yüzüne vurmuş.” “Horoz büyük bir özveriyle kendini tilkiye feda etmişti.” “At öyle delirmiş gibi koştu ki bir süre dayanamayarak çatladı.” ..şeklindeki cümleler de değişik ölüm ifadeleridir. Argo demek bir gurubun veya topluluğun kendi aralarında kullandıkları ancak diğer insanlar tarafından pek anlaşılmayan ve kabul görmeyen kelime ve deyimler demektir. Argoda geçen ve ölüm anlamına gelen onlarca kelime mevcuttur. Bunlardan bazıları şunlardır: “Adam cartı çekti.” “Adam kepti.” “Adamın işi bitti.” “Adam zıbardı.” “Adam gora gitti.” “Adam mort oldu.” “Adam kuyruğu titretti.” Ölüm döşeğinde bir insanın aşağıdaki ifadeleri de ölümle eş anlamlı anlatımlardır: “Evlatlarım, benim için vakit tamamdır. göçüp gittiğimizde ecel bizi alınca göz yumduğumuzda kabre konunca ölüm kapımızı dövünce ömür defterimiz kapandığında dünyadan nasibimiz kesilince sakın ha mal mülk için birbirinize düşmeyesiniz.” “Allah hepimize imanla göçmek nasip etsin.” Kişiye özel ölmek kelimesi bile vardır. Örneğin Hz. Mevlana için öldü ve benzeri kelimeler kullanılamaz. O ölümü bir düğün günü olarak düşünür ve sevgiliye kavuşmak olarak değerlendirir. Bu yüzden onun için “Allah evlatlarımızın acısını bizlere göstermesin.” veya “şeb-i arus anma törenlerinin 732.si yapıldı.” şeklinde bir cümle kullanmak mümkündür. “.. ömrün kesilsin!” “.. boyun devrilsin!” bunlardan bazılarıdır. Bir ölüm hadisesini sonradan anlatıyor olsaydınız Efendim Azrail’le olan randevunuza ulaşmadan önce, güzel günler geçirmenizi, harika ve anlamlı bir ömür sonunda huzur içinde son nefesinizi vermenizi dileriz. İnceleme “Prensesin bedeni aniden yere yığıldı ve bir daha açılmamak üzere güzel gözleri kapandı.” 28 İnceleme Türkülerimiz Erhan SOLMAZ Tarihin her çağında büyük bir güç olarak kendini dünyaya gösteren yüce Türk milleti,kültürel açıdan da köklü ve zengin bir birikime sahiptir ve bu özelliği ile de dünya milletleri tarafından takip edilmektedir.Türk Milletinin kültürel zenginlikleri içerisinde türkülerimizin büyük bir yeri vardır.Türküler hasrettir, sevdadır, çağlar ötesinden gelen sestir.Ayrılık acısının dilden dökülmesidir: “Allı turnam bizim ele varırsan Şeker söyle,kaymak söyle,bal söyle Ah gülüm gülüm kırıldı kolum Tutmuyor elim turnalar ey” Kimi zaman da ölümü hisseden ozanın sazının teline vurmasıdır: “Azrail serime çöktüğü zaman Kırılır kanadım kol yavaş yavaş Mevlam nasip etsin din ile iman Akar gözlerimden sel yavaş yavaş” Türküler söylendiğinde kah coşarız,kah yüreğimiz yanar. Türkü yakmak diye bir deyim ile de bunu ne güzel ifade etmiş insanımız. Türk anası daha çocuk denecek yaştaki yavrusunu kınalayıp cephelere yollamış,ardından da türküler yakmış.Yakılan türkülerden (ağıtlardan) birinde Kara Zalha adındaki çileli Anadolu kadını Sarıkamış’ta dört oğlunu kaybetmenin acısını anlatır: “Yüzbaşılar, yüzbaşılar Tabur taburu karşılar Sabah olup gün vurunca Şehit kanları ışılar İbrişimin kozaları Battı Avşar kazaları Sarıkamış’ta ölmüşler Gonca gülün tazeleri” Sevgilerin saf ve temiz olduğu eski zamanlarda ozan sevdiğini bakın nasıl tarif ediyor: “Şerbet senin dudağında dilinde Arzumanım kaldı ince belinde Sen bir güzelsin ki Türkmen elinde Günah bende değil sendedir sende” Türkülerimizde birlik ve beraberliğe çağrı vardır. Aşık Veysel’e kulak verelim: Topraktandır cümle beden Nefsini öldür ölmeden Böyle emretmiş yaradan Sen kalemsin ben uç muyum? Tabiata Veysel âşık Topraktan olduk kardaşık Aynı yolcuyuz yoldaşık Sen yolcusun ben baç mıyım? Türkülerde sitem de vardır.İnsanların vefasızlığı, dünyanın vefasızlığı ozanın dilinden saza dökülür, ozanın dilinden saza dökülen bu sözler anlayanlar için sanki ciğere saplanan bir oktur. “Bozuk şu dünyanın düzeni bozuk Tükendi daneler kalmadı azık Yazıktır şu geçen ömrüme yazık Bir dost bulamadım gün akşam oldu.” Büyük Önder’i de unutmamıştır Türk Milleti türkülerinde hala dillerdedir bu türkü: Hoş gelişler ola Mustafa Kemal Paşa Askerin, milletin, bayrağınla çok yaşa Arş arş ileri ileri Arş ileri marş ileri Dönmez geri Türk’ün askeri Sağdan sola soldan sağa Salla bayrağı düşman üstüne Cephede süngüler ayna gibi parlıyor Azeri Türkleri bayrak açmış bekliyor.” Türk Milleti binlerce yıl önce Orta Asya’dan dünyanın dört bir yanına dağılırken gittiği yerlere sadece mücadeleci ve savaşçı özelliğini götürmemiş, kültürünü ve medeniyetini de beraberinde götürmüş. İşte bu yüzdendir ki kopuz “sizleri özledim” der sanki çalınırken, Kaşgar’da çalınan kavalın sesi bize kadar gelir. Azerbaycan’da çalınan tarın nağmelerini ta içimizde hissederiz. Rumeli türküleri ile coşarız.. Kerkük’te söylenen türkü ile irkiliriz: Altın hızma Mülayim Seni Hak’tan dileyim Yaz günü temmuzda Sen terle ben sileyim Gün gördüm günler gördüm Seni gördüm şad oldum Altın hızma incidir Gömleği nar içidir Menim lâl olmuş dilim Ne dedi yar incidir Gün gördüm günler gördüm Seni gördüm şad oldum Özellikle gençliğimizin bu öz değerlerimizden haberdar edilmesi bize düşen milli bir vazifedir. Konfüçyüs’e bir milletin nasıl yok edilebileceği sorulduğunda “o milletin önce dilini, dili ile birlikte de müziğini yok etmelisin” cevabını vermiştir. Bu cevap gerçekten çok önemlidir. Titreyip kendimize dönmenin tam zamanıdır. 29 Metin ÖZBEK - metinozbek1907@hotmail.com F otoğraf çektirmenin hala caiz olup olmadığı tartışılan ülkemizin aksine, Fransa-İsviçre sınırının 100 metre altında insanoğlu zaman makinesini geliştirmenin yollarını arıyor. İsviçre’nin Cenevre kentinde bulunan CERN(Conseil Pour la Recherche Nucleaire - Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi) laboratuarlarında yürütülen deneyler, Dan Brown’ın “Melekler ve Şeytanlar” isimli kitabında ve geçtiğimiz aylarda Isparta’da düşen uçakta hayatlarını kaybeden bilim adamlarımızdan dolayı aslında birçoğumuz için yabancı sayılmaz. Cenevre’nin 100 metre altında 37 km çapında inşa edilen çember şeklindeki tünellerde 6500’ü aşkın bilim adamı deneyler yürütüyor. Avusturya, Belçika, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Almanya, Yunanistan, Macaristan, İtalya, Hollanda, Norveç, Polonya, Portekiz, Slovakya, İspanya, İsveç, İsviçre ve Birleşik Krallık olmak üzere 20 üye devletin katılımıyla oluşturulan Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi, 1954 yılında, İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD’ye göç etmiş Avrupalı bilim adamlarını yeniden kıtaya çekmek için açılmıştır. Merkezde sadece teorik nükleer fizik üzerine değil, uygulamalı bilimler, mühendislik ve bilgisayar bilimleri üzerine de çok kaliteli araştırmalar yapılmaktadır. Dünyanın en büyük parçacık fiziği araştırma merkezidir. Bunun yanı sıra, CERN dünyada teknolojinin en büyük lokomotiflerinden biridir, örnek vermek gerekirse World Wide Web(internet), Tim Bernets Lee tarafından 1989’da burada bulunmuştur. CERN'in oluşturduğu bilgi miktarı, devasa boyutları nedeniyle günümüz internet altyapısı üzerinden aktarılmasını imkânsız hale getiriyor. CERN bilişim bölümü başkanı Wolfgang Von Rüden'in verdiği bilgilere göre CERN'in yıllık ürettiği bilgi miktarı 15 petabyte'ı (15 milyon gigabyte = 7.5 milyar A4 sayfası yazı) aşmış durumda. CERN’de şu anda yürütülen en çarpıcı deney ise Büyük Atlas deneyi. Yazımın başında bahsettiğim gibi kurulan devasa düzenek şu an bilim dün- yasının en büyük makinesi unvanını taşıyor. Proje kapsamında 1000 zıt kutuplu mıknatıs bulunan tünelde proton parçacıkların ışık hızında (saniyede 300.000 kilometre) hızla çarpıştırılması ve 14 tera elektron voltluk(tera=1000000000000) bir enerjinin açığa çıkması planlanmaktadır. Bu deneyle evrenin başlangıcını oluşturduğu varsayılan Big Bang(Büyük Patlama) olayı yeniden canlandırılabilecek. Proje bu açıdan birçok kişi tarafından “search for god” olarak yani “Tanrıyı Aramak” olarak isimlendirilmektedir. Çarpışma sonucu ise açığa çıkan büyük enerjiden dolayı kâinatın ve zamanın delinebileceği bile iddia edilmektedir. Komplo teorisyenleri için ciddi bir malzeme kaynağı olan proje, bilim tarihi içinse ciddi bir açılım yaratacaktır. Çarpışma sonucunda oluşması planlanan kara deliğin ise bir zaman makinesi gibi davranarak zaman boyunda farklı anlara açılabileceği öngörülüyor. Kıyamet teorilerinin gerçek olup olmayacağını zaman gösterecek. Ya da uzayı ve zamanı bir sefer delmeden bir şey olmayacağını söyleyecek bir Süleyman Demirel’leri olmadığından dolayı işin içinden çıkamayabilirler de! Ama şu bir gerçektir ki önümüzdeki günler bilim tarihi için büyük olaylara gebedir. Gelecek sayıda görüşmek dileğiyle… Teknoloji Teknolojinin Seyir Defteri 30 İnceleme YUNAN ZULMÜ Yusuf BİLTEKİN B en Yunan zulmünü önce büyüklerimden öğrendim, sonra kitaplarda okudum. Benim çocukluk yıllarım atalarımın Selanik’teki acılarını dinlemekle geçti. Bana anlatılanlar ruhuma ve beynime kazındı. Bu yaşanılanları yıllar geçse de unutamayacağım. Okuduğum bir kitaba göre Yunanlılar İzmir’i işgal ettiklerinde Türk bayrağını çiğniyor, esir aldıkları Türk askerlerini zorla “zito Veneziloz” yani “yaşasın Veneziloz” diye bağırmaya zorluyorlar. Bu cümleyi söylemeyen Niğdeli Süleyman Fethi Bey, bir Yunan askeri tarafından göğsünden yaralanıyor ve kaldırıldığı hastanede şehit oluyor. Ben Selanik muhaciriyim. Daha doğrusu atalarım Selanik muhaciri. Mustafa Kemal Atatürk atalarımı Selanik’ten Türkiye’ye getirmeden önce atalarım Selanik’te çok zulüm görmüşler. Yunanlılar Selanik’teki evlerimizi basıp hayvanlarımızı, erzaklarımızı ve silahlarımızı gasp etmişler. Büyük ninem anlattı: Bir gün Yunanlılar evlerimizi basmışlar. Silah ve iyi koşan atlarımızı istemişler. Büyük ninem silahı toprağa gömmüş ve iyi koşan atı komşusunun boş olan ahırına koymuş. Ninem Yunanlılara fırsat vermemiş. Yine bir gün Yunanlılar bir eve baskına gelmişler ‘kota” verin demişler yani yağ verin demişler. Bir Yunan askeri süngüsünü hamile bir kadının karnına dayamış ve tehditte bulunmuş. Hâl böyle olunca, korumasız insanlar Yunanlıların isteğine boyun eğmişler. Rumlar’ın Anadolu’da kurdukları zararlı cemiyetlerden Pontus Rum ve Mavri-Mira cemiyetleri Karadeniz, Ege, Marmara kıyıları ve Kırklareli ci- varında Rum çetelerini silahlandırmada ve Türklere karşı eylem yapılmasında etkin bir rol oynamıştır. Onbinlerce müslümanı katlettiler Yunanlıların yaptığı katliamlar Bristol Raporu ile teyit edilmiştir. Yunanistan’ın İzmir’i işgalinden sonra ABD’den gelen Amiral Bristol başkanlığındaki heyet, bölgede yapmış olduğu araştırmalarda Türklerin katledildiklerini, bu işgalin Wilson ilkelerine ters olduğunu ve Yunanlıların bu işgale derhal son vermeleri gerektiğini söylemiştir. Savaş bittikten sonra Mustafa Kemal ATATÜRK Selanik’te zulüm altında kalan Türkleri Lozan Barış Antlaşmasında Türkiye’deki Rumlarla mübadeleye tabi tuttu. Büyüklerimle sohbet ederken konu açıldıkça “Bizi Türkiye’ye Mustafa Kemal Atatürk getirdi” derler ve Gazi Paşa’ya dua ederler. Ben ve atalarım Büyük Önder Atatürk’e iki kere teşekkürde bulunuyoruz. 1- Vatanı düşman işgalinden kurtardığı için. 2- Bizi Yunan zulmünden kurtardığı için. Ben günümüzde “Türk-Yunan Dostluğu” gösterilerine hayret ediyorum. Çünkü, Yunan hiçbir zaman Türk’e dost olmaz. Megola İdea’dan ve Enosis’ten vazgeçmez. Günümüzde arkasını AB’ye dayayarak, Fener Rum Patrikhane’sini ekümenik yapılmasını, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasını, Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak Gümrük Birliği Ek Protokolü’nün uygulanmasını Türkiye’den istemekte, Ege denizinde uçaklarımızı taciz etmektedir. Bununla nasıl dost olunur? Atalarımızın kemikleri sızlamaz mı? UFUK ÖZEL GÜVENLİK VE EĞİTİM HİZMETLERİ LTD ŞTİ. MİLLET CAD.EFE PLAZA KAT:5 MELİKGAZİ/KAYSERİ TEL:352 2318883-84 www.ufukozelguvenlik.com İnceleme 31 İnceleme 32 4 İnceleme ği, mutlaka anlaşılacaktır. Burada, Haçlılarla ve Hıristiyan Bizans’la devamlı savaşan insanlardan bahsediyoruz. Bu yüzden, ortada yadırganacak bir durum olmamalıdır. Günümüzde yiğitliğin ölçüsü, Âşık Paşa’nın saydığı dokuz ölçüden biraz farklıdır. Artık, kılıç kalkan, ok ve yay devrinde yaşamıyoruz. Günümüzün savaşları da ok, yay ve kılıçla yapılmıyor. Ancak, cesaret, gayret, cömertlik, doğruluk, bilgi, erdem, fedakârlık, kararlılık, sabır ve sebat dün olduğu gibi bugün de geçerli olan yiğitlik değerleridir. Tabii ki hem erkekler hem de kadın ve kızlar için… Dün olduğu gibi bugün de Türk ülkesinde yiğitleri görüyor ve yiğitliklere şahit oluyoruz. Yine askere gidenler düğüne gider gibi coşkuyla gidiyorlar. Yine haram yemekten korkan, sofrasını yoksullara açık tutan, yolda bulduğu para cüzdanını karakola teslim eden, “ölürsek şehit, kalırsak gaziyiz” inancına sahip insanlarımız vardır. Alp yiğitlerin, Türk toplumunda hâlâ yaşıyor olmaları, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı ve Irak’ın Kuzeyine yapılan askerî operasyonlarla ispatlanmıştır. “Günümüz alpları, savaşan Mehmetçik’tir.” desek, en doğru şeyi söylemiş oluruz. Sadece savaşan Mehmetçikler mi? Evet dersek, çok zor şartlarda, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun uzak köylerinde öğretmenlik yapan, Türk bayrağını indirtmeyen, İstiklâl Marşı’nı söyletmekten korkmayan Türk öğretmenine haksızlık etmiş oluruz. Böyle öğretmenlerimiz de “alp-yiğit” ünvanını, anaların ak sütü gibi hak etmektedirler. İmkansızlıklara rağmen ilim yapan, Türklüğe hizmet yolunda gecesi gündüzünü laboratuvarlarda geçiren ilim adamlarını; görevi için ölümü göze alan devlet memurlarını unutmamalı… Onlar da günümüzün alp yiğitleridirler. Mehmet Akif’te ideal Türk tipi, Asım’ın şahsında tasvir edilmiş ve övülmüştür. Asım’ın nesli öyle bir nesildir ki, “yurdunu çiğnetmemiş ve çiğnetmeyecektir.” “Çanakkale geçilmez” diye destan yazan, Sakarya ve Dumlupınar’da savaşan böyle bir nesildir. Vatan ve İstiklâl sevgileri öylesine yücedir. Bize göre, Akif’in şu dizeleri, ideal Türk tipini en güzel şekilde anlatmaktadır. Kendini yiğit gören veya sananların bu mısraları yazdırıp duvara asmaları ve şiirdeki anlamı asla unutmamaları gerekmektedir: “Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevmem Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem Biri ecdâdıma saldırdı mı hattâ boğarım - Boğamazsın ki! - Hiç olmazsa yanımdan kovarım. Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam Doğduğumdan beridir âşığım istiklâle Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyunum? Kesilir belki fakat çekmeye gelmez boynum. Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim Onu dindirmek için çifte yarim, kamçı yerim. Adam, aldırma da geç git diyemem, aldırırım, Çiğnerim, çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım.” Burada, “Bana ne!” demeden haksızlığa, zulme karşı çıkan, hep hakkı gözeten bir insanın portresi çizilmiştir. Günümüzde böyle tipler, az da olsa vardır. Kendisini milleti ve milletinin değerleri için fedâ etmeye hazır olan böyle tiplere eski Türk toplumunda “alp, gazi-alp” deniliyordu. Bu kelimenin anlam bakımından karşılığı Batı toplumlarında “şövalye”dir. Günümüzde, fikirsizlik, ülküsüzlük girdabında dönüp duran ve geçici zevklerle oyalanan gençlerimiz, Türk tarihinin derinliklerine dalarlarsa orada ruhlarını yücelten ve gönüllerini dolduran manevi zenginliklerle karşılaşacaklardır. Kimlik buhranından kurtulmanın biricik yolu da budur. Michael Jocksan’a özenen onun gibi olur. Kürşat, Çağrı, Kutalmış gibi kahramanların hayatını okuyanlar da onlara benzemeye, onlar gibi yiğitlikler yapmaya çalışırlar. Türk tarihine yönelirsek, unuttuğumuz değerlere ulaşır, şuur kazanırız. Türk Destanlarını, Orhun Kitabeleri’ni, Dede Korkut Kitabı’nı dikkatle okuyan Türk gençlerinin yollarını şaşıracaklarını hiç sanmıyorum. Zira bu temel eserlerde, yiğitlik ve doğruluğu karakterlerinin değişmez unsuru yapan alplar anlatılmıştır. Oğuz Kağan’la, Alp Er Tunga’yla, Kültigin’le tanışıp bu kahramanları izleyen Türk gençleri, mutlu yarınlarımızın kurucuları olacaklardır. 5 Yrd.Doç.Dr. A. Vehbi ECER - Erciyes Ü. Emekli Öğr. Üyesi Millî şuuru ve millî kimliği uyanık ve onu ayakta tutan en önemli kültür öğelerinden biri de din’dir. Evrensel dinlerde ortak olan konu Tanrı’yı bilmek ve sadece Tanrı’ya ibadet etmekten ibarettir. Bağlı bulunduğumuz İslâm Dininde de dinimizin vazgeçilmez öğeleri organlarla gerçekleştirilen davranışlar olmayıp zihinde ve kalpte yer tutan inançlardan ibarettir. Bu inançlar insanları korkusuz, güçlü kılar ve hayata bağlar. Şunu kesinlikle ifade edelim ki atalarımız tarih boyunca hiçbir puta, hayvana, insana tapmamıştır. Arap toplumundaki cahiliye çağını Türkler yaşamamıştır. Türklerin kurda taptığı iddiası tarihi ve özellikle kültür tarihini bilmemekten doğmaktadır. Zira bütün milletlerin ilk destan dönemlerini içeren tarihlerinde bazı tabiat varlıklarına değer verdikleri görülür. Rahmetli Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü adlı (Ankara 1977, 249) kitabında; “Türklerde kurtun saygı görmesi ise yüz binlerce baş sürülerin otladığı bozkırların korkulu hayvanı olmasından ileri geldiği düşünülebilir ki bunun temelinde dinî bir tasavvur (düşünce, amaç) keşfetmek güçtür” cümlesiyle bu konuya açıklık getirir. Zira Türk Milletinin en eski tarihinden beri Tanrı anlayışı gelişmiş bir düzeydedir. Bu hususu Orhun Abidelerinden de anlıyoruz. Orada kendisinden başka bir varlığa benzemeyen, yüceltici, bağışlayıcı, öncesiz ve sonrasız, ölümsüz, güçlü, yaratıcı, yüce, buyuran, yeri ve göğü düzenleyen, öldüren, bilgi veren, lütfeden, koruyan… ve hiçbir yaratılmışa benzemeyen Tek Tanrı’dan bahsedilir. Ayrıca ahiret fikrinin, cennet, cehennem, mahşer inançlarının da olduğu bilinmektedir (Bak: A.V. Ecer, İslâm Tarihi Dersleri-I, Kayseri, 89-111). Anlaşıldığı üzere atalarımız Tek Tanrı’ya ve ahiretin varlığına, iyilik yapmanın, ahlakî davranmanın faydasına inanmışlardır. Böyle bir anlayış ve inanış Yüce Tanrımızın ve O’nun son kitabı Kur’an-ı Kerim’in onayladığı bir inanıştır. Yüce Tanrı K. Kerim’de “Doğrusu, müminler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiîlerden Allah’a ve ahiret gününe inanıp yararlı iş yapanların ecirleri (sevapları, ödülleri) Rab’lerinin katındadır. Artık onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir” (Bak: Bakara Suresi/62; Maide Suresi/69 ayetleri) buyurur. Bu da gösteriyor ki atalarımız Yüce Tanrımızın ve K. Kerim’in onayladığı Tek Tanrı inancı içindeydiler ve onların Yüce Tanrı dışında taptıkları put, hayvan, insan resim ve heykellerine rastlamamaktayız. Son Peygamber Hz. Muhammed (SAS) sağlığında Türk çadırında dinlenmiş, Türklerin kahramanlığını, Türk ordusunu ve milletini övücü sözler söylemiştir. Türk Milleti de İslâm Dinini millî kültürünün bir parçası yapmakla kalmamış, bu dini bir Arap kabileleri dini olmaktan kurtararak dünya dini haline getirmiştir. Atalarımız İslâm Dinini isteyerek, severek benimsemişler, inanç ilkelerine karşı direniş göstermemişlerdir. İslâm Dini milletimizin eski inanışlarına çok uygun bir dindir. Atalarımızın Tek Tanrı, hoşgörü anlayışları ile, Kur’an’ın hürriyetçi, zorlamasız, insan sevgisi, kucaklayıcı ve evrensel ilkeleri örtüşüyor idi. Bu sebeple bu dinin İslâm hukukunda Ebu Hanife (öl. 768)’nin, inançta Türk din bilgini Mehmet el-Matüridî (öl. 944)’nin ve hem inanmayı, hem çalışmayı, insanî değerleri en üst düzeyde tutan, kucaklayıcı Hoca Ahmet Yesevî (öl. 1166)’nin dinî yorumlarını benimsediler. Geleneksel Türk kültürü ile İslâm Dininin güzellikleri kucaklaştı, kaynaştı. Böylece İslâm Dini milletimizin âdeta bir millî dini haline geldi (Bak: E. Ruhi Fığlalı, “Türk İnceleme KÜLTÜRÜMÜZ VE DİNİMİZ İnceleme 6 ya da Türkiye Müslümanlığı Üzerine”, Hürriyet Gazetesi, 14 Eylül 1998, 7; N.S. Banarlı, İman ve Yaşama Üslubu, İst. 1986, 102 vd.). İslâm Dini evrensel bir dindir ve bütün insanlığa hitaben gelmiştir. Bütün insanların dinlerini bu dinin ana kaynağı olan Kuran-ı Kerim’den öğrenmeleri gerekir. Din yönünden helaller, haramlar onda yazılıdır. Bu sebeple İslâm Dini ve İslâm ahlakını Kuran’dan öğrenmeliyiz ve onun tercümelerinden yararlanmalıyız. Din ve ahlak konularında Peygamberimizin sözlerinden ve onun hayatını örnek alarak öğrenmeliyiz. Her hadis, her sünnet diye önümüze sürülen sözlerin Peygamberimizin muradına uygun olup olmadığını akıl, ilim ve Kur’an ile irdeleyip kabullenmeliyiz. Dinimizin yasakları (haramları)’nın amaçları insanın korunmasına (yani öldürmeye, işkenceye, sağlığını bozmaya, intihara…), malın korunmasına (hırsızlık, yağma…), dinin korunmasına (bâtıl itikadlar, dine sokulmak istenen akıl dışı fikirler gibi), neslin korunmasına (ailenin korunarak yeni neslin iyi yetişmesi için konulan haramlar…), aklın korunmasına (aklı ortadan kaldıran uyuşturucular… gibi) yöneliktir. Bu ilkelerle din olarak söylenenlerin doğrusunu yanlışlardan ayırabiliriz. Bir şey ki, - kim söylerse söylesin- cana, mala, nesle, dine, akla zarar vermiyorsa ve kamuya zarar vermiyorsa o şey dinimizce haram (yasak) değildir. İslâm Dininde var olan mezhepler Kur’an’ı yorum farkından doğan, Tanrı’nın varlığı, birliği, yalnız O’na ibadet edileceği ve ahiret inancı ilkeleri gibi öz ile ilgili olmayan ayrılıklardır, zenginliklerdir. Bir mezhebe bağlı olmak yanlış değildir. Ama bir mezhebi din gibi görmek, mezhep taassubu (bağnazlığı) içinde olmak tehlikelidir. Birliği, beraberliği tavsiye eden dinimiz kucaklayıcıdır. Yüce Tanrı K. Kerim’inde (Nisa Suresi/94) şöyle buyurur: “Ey İnananlar! Allah uğrunda yola çıktığınız zaman her şeyi iyice anlayın, size selam verene, siz dünya hayatının geçici menfaatini özleyerek “sen mümin değilsin” demeyin…” Yüceler yücesi, öncesiz, sonrasız olan Tanrı’ya inanan yaratılmış olanlara kul köle olmaz, paraya, şöhrete, makama secde etmez. Güçlü olur. Zira Kuran’da Yüce Tanrı bizlere “gevşemeyin ve üzülmeyin, eğer inanıyorsanız en üstün siz olacaksınız” buyurur (Âl-i İmran Suresi/139). Dinimiz sevgiye ve yardımlaşmaya dayalı bir toplum oluşturmamızı ister. Kur’an’ı Kerim’de Yüce Tanrı (Bakara, 222. Ayet) “Allah iyilik edenleri sever” buyurur. “İnanmış erkekler ve inanmış hanımlar birbirlerinin samimi dostlarıdırlar (Tevbe Suresi/71). “İyi bir işe aracı olan (destek olan) kimse, o işten pay (sevap) alır.” (Nisa Suresi/85) ayetleri vardır. Dinimiz bizleri bilime ve akla çağırır. Dünyayı (kainatı) bizim emrimize verdiğini (Bak: Hac Suresi/65; Lokman Suresi/20. ayet, Zuhruf Suresi/13. ayetler), gökte ve yerde ne varsa araştırmamız, sosyal tabiat ve zihin ilimleriyle uğraşmamız gerektiğini bildirir. Bir hadis-i Kudsî’de (anlamı Allah’tan sözleri Peygamberimizden olan hadisler) şöyle buyurur: “Kuşkusuz Allah sizin şekillerinize (kılık kıyafetinize) ve mallarınıza (zenginliğinize) bakmaz ama kalbinize ve eylemlerinize (amellerinize) bakar.” Demek ki dinimizde inanmak ve yararlı işler yapmak, çalışmak esastır. Dinimiz, yürüyün diyor, ilerleyin diyor, öne geçin diyor, birbirinizi sevin diyor, çalışın diyor, yükselin diyor. Yükselememiş isek suçlu dinimiz değil, bu mübarek dini içimize sindiremeyişimizdendir, onu anlayamayışımızdandır. Yanlışa düşmemek için bu dinin peygamberinin hayatını dikkatlice okumamız ve dinimizin esaslarını K. Kerim’den öğrenmemiz gerekmektedir. Dinimiz ve dilimiz millî kültürümüzün aslî öğelerindendir. Bu sebeple olmalı ki atamız Atatürk şöyle demiştir: “Bizim dinimiz, milletimize hakir (değersiz), miskin (uyuşuk) ve zelîl (aşağılanan) olmayı tavsiye etmez. Bilakis Allah da Peygamber de insanların ve milletlerin izzet ve şerefini (yüceliğini ve onurunu) muhafaza etmelerini (korumalarını) emrediyor. (Bak: E. Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, İst. 1981, 70)” GENÇ YETENEKLER ESAT KABAKLI COŞTURDU Ahmet KAPLAN BİRİNCİ SINIF En pahalı koltuk Birinci sınıfın En güzel kıyafetler Paris’ten Bildiğimiz makarna Birinci sınıf restoranda Birinci sınıfa Ve birinci sınıf insan Onlar yüz yirmi yıl yaşıyor İnsanın karga olası geliyor. OLSA Fabrikanın yolu yokuş aşağı olsa E rciyes Üniversitesi Eğitim Fakültesi “Genç Eğitimciler Kulübü”nün davetlisi olarak şehrimize gelen ozan-sanatçı Esat Kabaklı, 10 Mart 2008 Pazartesi günü saat 19.00’da Sabancı Kültür Sitesi’nde verdiği unutulmaz konserde, salonu hınca hınç dolduran herkesi coşturdu. Ses, Esat Kabaklı’nın sesi, musıki kendi öz musıkimiz olunca; Kırım’dan Kerkük’e, Altaylar’dan Tuna’ya Türk coğrafyası dile gelince; Dedem Korkut asırlar ötesinden seslenince; Ozan Arif’in o güzelim şiirleri nağmeye dökülünce heyecanlanmamak, coşmamak mümkün mü? Sanatın ve sanatçının gücünü bir kez daha gördük. Onlarca cilt kitap yazan fikir adamları, saatlerce nutuk atan politikacılar, Ozan ve Sanatcı Esat Kabaklı’nın bestelerinin meydana getirdiği etki ve coşkuyu hiç doğurabilirler mi? Türk vatanının bölünmeye çalışıldığı, Batı em- İnsan gibi yaşamak için param olsa peryalizminin alçak saldırılarına maruz kaldığımız bu günlerde millî birlik ve beraberliğimizi coşkun Dünyada sadece iyi insanlar olsa duygularıyla terennüm eden Esat Kabaklı’lara o Sigaramı yakıp yokuş aşağı yürüsem kadar muhtacız ki… İşçi kızları seyrederek 10 Mart 2008 Pazartesi akşamını, müstesna bir Ama olmuyor işte Vardır bunda da bir hikmet zaman dilimine çeviren Elâzığlı Büyük Sanatçı Esat Kabaklı’ya ve bu unutulmaz konseri tertipleyen “Genç Eğitimciler”e gönül dolusu teprik ve teşekkürlerimizi sunarız. İnceleme 7 Röportaj 8 Röportaj: Ahmet ALKAYA, İlhan KENGER, Adem SÖYLER; 02.02.2008 Cumartesi Ankara- Sincan Üstadın Evi.. ABDURRAHİM KARAKOÇ: “Dil, anahtarıdır gireceğin kapının” -Günümüzde Türk şiirinin en önde gelen bir şairi olduğunuzu biliyoruz. Şiirlerinizde milli ve manevi değerler yanında Anadolu halkının dertlerini, acılarını da ustaca veriyorsunuz. Duygularınızı zorlanmadan anlatıyorsunuz. Bunu nasıl başarıyorsunuz? Bir meseleyi içinde yaşayan, içinde büyüyen kendi donlarından birisi olan insan daha çabuk kavrar, daha çabuk ifade edebilir. Vaktiyle Ankara’da, İstanbul’da bizim Anadolu’yu hiç görmemiş insanlar köylülük propagandası yaparlardı. Ama tutmazdı. Yaşadığın bir şeyi çabuk kavrarsın. Mihriban şiirinde diyorlar birisi var mıydı? Vardı diyorum adı Mihriban değildi amma. Olmasaydı zaten öyle bir şiir çıkmazdı. Mesele budur. Türk insanı ile iç içeyim, Hâlâ öyleyim. Şurada komşularımız var, Türkiye’nin her yerinden, Kürdü, Türkü, Lazı, Tatarı hepsi burada. Amma dostuz, hep birbirimizi seviyoruz. Niye? Çünkü bu memleketin insanıyız. Ben onun için yazdım, kolay yazdım. Zaten şiirde benim esas malzemem insandır. Hitap ettiğim de insandır. İnsansız bir şiirin ne gereği var. Yok işte filan yerde çiçek açmış, filan yerde de şöyle böyle sular akmış. Yook, o öyle olmaz. O suyun akışında dahi bir şeyi bulacaksın kendine ait. O çiçeğin açmasında, kokusunda dahi kendi idealine ait bir şeyler göreceksin. Yani Yaradan’ı göreceksin. Mesele budur. -Şiir yazmaya ne zaman başladınız? Ne biliyim çocuktum daha, ilkokula gidiyorduk, arkadaşları hicvediyordum orda şiirle, kendi kendime. Yani ben hicive o zaman başladım. Tabii onlar öyle geride kaldı. Şimdi bakın babası sanatçı, kendisi de öyle oluyor. Benim babam şairdi. Aileden geliyor, ben onu gördüm. Babası ayyaş olur oğlu da başlar içkiye, babasından daha ileriye götürür. Şiir budur. -İlk şiiriniz ne zaman ve nerede yayımlandı? İlk şiirim değil de bazı şiirlerim oldu, mahalli gazetelerde yayımlandı. Maraş’ta Engizek diye bir gazete çıkardı orda yayımlandı. Daha sonra Antep’teki gazetelerde, Kilis’te.. 58-59 yıllarıydı.. -1958’den önceki şiirlerinizi de “hamlık dönemine ait” diyerek yaktığınızı biliyoruz.. Evet onları yaktım. 9 -Maraş’tan güçlü şair ve ozanlarımızın çıkmasını insanımızın karakteristik yapısıyla nasıl ilişkilendiriyorsunuz peki? Bazı muhitlerde, bazı şehirlerde bazı şeylere, mesela edebiyata meyil çoktur. Ama bir yere gidersin, “bize ne Karakoç’tan boşveer, şiir neymiş, hikaye neymiş!” diyebilirler. Maraş’ta bu yoktur. Maraş’ta niye çok çıkıyor? Tabii çok çıkacak, çünkü okudular, okumaya meraklılar. Adım başı bir kitaplık vardı. Konuşacak insanlar vardı… Siz geldiniz Kon Tv çalışıyordu. Hemen Tahir Hocayı sordunuz. O’da Konya’nın müthiş bir vaizidir. Bizim Maraştan İsmet Okur vardı, rahmetlik müftüydü. Ben Konya’ya geldim mahkeme için, benim her yerde mahkemem olurdu ya. O da buraya geldi 1976’da. Duymuş. İsmet Okur geldi yanıma. Gençti de.. Tahir Hoca’nın oraya gidelim mi dedi. Nerede? Şehrin dışında bir köyde oturuyor. Vardık, Tahir Hoca’ynan orda tanıştık, sohbet ettik. Gelen giden de çok oluyordu. Beni tanıtıyordu, “Gereği yoktur” dedi “Ben tanıyorum” dedi. “Fakat biraz sertçe gidiyor” dedi Tahir Hoca. “Ama yanlış da yapıyor” demiyorum dedi. Sonra dedi: “Kendi nefsimden tatbik ettim. Her vaazımda 20 bin kişi toplanırdı. Geldiler bir gün beni tutukladılar, 20 kişi kalmadı etrafımda. Çıktık gene oldu. Karakoç kardeşimiz de aynı durumda. Başına bir şey gelse yanında kimse olmaz!” dedi. “Ben bu Türkiye’nin adamını biliyorum” dedi. Hâlâ hatırlarım. Fakat belli olmaz. Ben onlar için, yanımıza gelsinler, kalabalık olsunlar diye yazmıyorum. Allah rızası için yazıyorum. İnandığım için yazıyorum. Olursa olur, olmazsa olmaz. İnşallah boşa gitmez. -Hocam yazdıklarınızdan mahkemelere verildiğinizi biliyoruz. Hiç hapse girdiniz mi? Ben yazdıklarımdan yatmadım. Çok mahkemelere verildim. Bir değil, beş değil.. Fakat Allah’tan hepsinden de beraat ettim. Gittiğim yerde kendimi savundum. Ordu’da yargılandım ben, Konya’da yargılandım, Ankara’da, Maraş’ta, Malatya’da, Antep’te yargılandım. Bitmedi ki.. Çoğuna da gitmedim, baktım ki olmuyor. İstanbul’da filan Ben nasıl gideyim duruşmalara. Orada da tabii bizi sevenler. Duyanlar, avukatlar ilgileniyorlardı. Ve insan, ölümü göze almayınca şiir yazamaz. Ölümü dahi göze alacaksın. Yoksa niye yazıyor. Ha her zaman ölmez, her şair ölmedi şiir yazdığı için, ölmez de.. Tabii olabilir, sebepler oraya götürebilir. Cesaretli olacaksın. -Peki Üstadım şiir bir fikir ve ideolojinin hizmetinde olmalı mı? Şimdi bakın şiirini ideolojiye filan verdi derler ya.. Ben Konya’da yargılanıyorum. Ağır Ceza’da. CHP ile MSP iktidar o zaman. Vardım orda dosyaya baktım, bana davetiye geldiydi.Dosyaya baktım ki, dava açılmasını, bu Şevket Kazan var ya Adalet Bakanıydı o zamanlar. MSP’nin Erbakan’ın en yakın adamlarından birisi. Yazısını buldum, savcılığa talimat veriyor, velhasıl dava açılmasına diye.. Benim de “Hak Yol İslam Yazacağız” ı sahtekarca parti propagandası olarak kullanıyorlar. Bu siyasetçilere güvenilmez. Ama ben bunu yazdım. Burada duruşmaya çıktım 2. Ağır Ceza idi. Rahmetli oldu, Tevfik Fikret Kılıçkaya diye benim yazı yazdığım devlet gazetesinin yazı işleri müdürüydü. – “Amman ikimiz de içerdeyiz” diye dövünüyor. “Ne korkuyon lan!” dedim. “Ben beraat ederim. Benim dava bir gün önce senden. Sen de kurtulursun.” Yok diyor avukat “ikimiz de içerdeyiz.”Avukat! Ben girdim ilk duruşmama, o gün orda beraat ettim. Nasıl beraat ettim? Bitirdi, “tehirine” diyor, bir başka zamana. “Gitmem!” dedim . “Nasıl gitmezsin?” dedi Ağır Ceza Reisi. “Vallahi sebepler var gitmemem için” dedim. “Ben memurum” dedim, “ya izin alırım ya alamam. Taa uzak yerden gelecem kış olur, yollar kapalı olur 2.” “Cebimde param olmayabilir 3” dedim. “ Memur olduğum için amirim izin vermez 4” dedim. “Yeter mi?” Adam kafasını salladı, yanında bir de bayan hakim vardı onunla konuştu... Savcı diyor ki: -“ Siyasetçilere âlet oluyorsu- Röportaj -Maraş ve Elbistan, güçlü şair ve ozanlar yetiştiren bir Türk diyarı… Necip Fazıl, Mahsuni, Hayati Vasfi, siz, ağabeyiniz… ilk akla gelenler… Havasından suyundan mı? Nasıl açıklarsınız? Suyundan mı toprağından mı bilemem ama bir şeyler oluyor.Demin de söyledik ya aileden olduğu gibi, iklimden de oluyor, muhitten de, şehirden de oluyor. Ben buraya geldim kitap dükkanı yok Sincan’da. “Niye kitap dükkanı yoktur?” dedim burada. “Ankara’ya yakınız da dediler. İyi, beyaz eşyalar filan satıyorsunuz, Ankara’ya yakınsınız da halı filan satıyorsunuz. Ankara’ya yakın.. Ve ben geldikten sonra kitap dükkanları filan açıldı. İlk gazeteyi de ben çıkardım burada. Yeni Ufuk diye bir gazete çıkardık. Mesele bulunduğun yerde, gittiğin yerde bir iz bırakmaya gayret edeceksin. Bunu başaramadıktan sonra bir şey olmuyor. 10 Röportaj Eğer güzel ise, iyi bestelediler ise mutlu ediyor. Amma kafasını gözünü yardılarsa da ; “Eyvaah , ölmüş benim şiirim, bunlar ne etmişler!” diyorum. nuz!” Duruşma savcısı. “Terbiyeli konuş !” dedim. “Yav sen okudun, Hukuk Fakültesini bitirdin bir de devletin savcısı oldun utanmıyor musun?” dedim. “Alet oluyorsunuz demek çok kötü bir şey, ben onu sana iade ediyorum” dedim. 6 seneden yargılanan bir adamım. Savcıya bunları söyledim. Yani, evet fikrini yazarsın ama politikaya alet etmezsin fikrini. O fikrini hakim kılmanın mücadelesidir bu. Fikrini hakim kılmanın mücadelesini verirken bir siyasetçiye alet olmazsın. Nazım Hikmet kendi fikrini yaymaya çalışmadı mı? Arif Nihat Asya kendi fikrini yaymadı mı? Rahmetli Mehmet Akif İslami bütün konuları işledi. E fikri budur ve politikaya alet etmedi hiçbiri fikrini. Belki politikayı kendine alet eder. Benim savcıya dediğim gibi işte Konya’da. – Ben politikacıyı kendime alet ediyorum. Sen işine bak. Buna aklın yetmez, dedim. Sonra dışarıya gittim. Yarım saat sonra çağırdılar savunmamı yaptım. “Ne diyorsunuz?” dedi, “son mütalanız nedir” dedi savcıya. – Beraatını talep ediyorum deyince neredeyse düşüp yıkılacaktım ve beraat edip oradan çıktım. Biraz cesaretli olacaksın, yürekli olacaksın. Ama savunmayı da bileceksin. Yazarken, çizerken de açık vermeyeceksin. Budalaca olmayacaksın. Kendini mahkum etme yazarken. Yazdığın bir konuda, savunması da içinde olsun. Ben onlara dikkat ederim. -Bazı şiirleriniz bestelendi, türkü oldu. “Mihriban” bunlardan biri. Bu, sizi mutlu ediyor mu? -Şimdiye kadar kaç şiir kitabınız yayımlandı? Genellikle şiir kitapları para kazandırmaz ama siz sevilen bir şairsiniz ve çok ünlü şiirleriniz var; kitaplarınızdan para kazanabildiz mi? 13 kitabım yayımlandı. Vallaha para kazanırdım da kazanamadım. Hep dostlara verdik. Onlar da telif hakkı ödemediler. Ben ne deyim davalaşıyım mı onlarla? Yabancılara vermedik, hep dostlarımız aldı. -Kötü alışkanlıklarınız var mıydı hocam? Sigara gibi.. 56 sene sigara içtim. 2.5 sene oldu terk ettim. Yav zamanı gelince oluyor bu! Allah o günü sana öyle isabet ettiriyor ki.. Ben sigara içerdim ve burada en sert tütünlerden içenlerden birisiydim. Ankara’dan halk otobüsüne bindim, buraya geliyorum. Yanıma bir adam oturdu. Allaah! Burnumu tuttum, nikotin kokusundan. Öyle ki.. Ben sigara içtiğim halde onu duyuyorum. “E dedim ben de böyle mi yapıyorum başkalarına, bu rahatsızlığı ben de mi veriyorum?” Geldim, otobüsten inince cebimdeki çakmağı, sigarayı çöp kutusuna attım, buraya geldim bitti daha. Aklıma dahi gelmedi. O adamdaki o nikotin kokusu bana sigarayı terk ettirdi. Ve bıraktığım günden sonra da Allah’tan işte hiçbir zaman aklıma gelmedi sigara. Bir çokları dayanamaz, azaltayım filan yok.. -Halkımız niçin az okuyor? Az mı okuyor? Eskiden biraz okurlardı. Sonra cdler, televizyonlar vs. çıkınca iyice azalttılar. Hani bir deyim var; “Türk’ün aklı gözündedir.” diye. Biraz da kulağındadır. Başkasından duyduğuyla şey yapıyor. Gözüynen bakarak okumuyor, ekrana bakıyor. Kitap okuma alışkanlığı azaldı. Bugün Türkiye’de en kralı kitapların çok fazla baskı ya- pamıyor. Hele şiir hiç yapamıyor. Bir iki dedikodu olursa, yalan, asparagas bir şeyler olursa onlar belki oluyor. O da bir işe yaramaz. Dünyada da böyle oldu. Türkiye’ye ait değil. Şimdi eski bizim bildiğimiz Rusya’dan, Amerika’dan, Fransa’dan, Almanya’dan çıkan önemli yazarlar yoktur.Bir Jan Jack Rousse’yu çıkartamıyor Fransa, Emile Zola’yı çıkartamıyor işte. Bir Dostoyevski’yi çıkartabiliyor mu Rusya? Yok! Demek ki değişiyor, onun zamanı vardı. Bu mevsim kuraklık mevsimidir. Ama bir gün dönecek geri. Bu güzelliklere doğru dönüş olur, muhakkak.Benim umudum böyle. Hata olur, yanılabilirim amma umudum güzel hiç olmazsa. -Hocam internette rast geldim “ Şairlerin Sultanı” unvanı verilmiş. Doğru mu? Yok. Kimse bana öyle bir şey veremez ki. Ben hayatımda ödül almadım hiç. Herkes Allah’ın nasib ettiği kadar güzel yazar, şiir yazar. Biraz da zayıf yazan olur. Herkes pehlivan olmaz. -Yarışmalara da hiç katılmadınız değil mi hocam? Hiç katılmadım. Hayatım boyunca hiçbir yarışmaya katılmadım. Yalnız şiirde değil başka türlü de olsa. Çünkü bana abes geliyor. Karşındaki, insan. Horoz dövüşü gibi bir şey… -Hocam Allah korusun İstiklal Harbi sonrası yıllarını yaşıyor olsak ve Mehmet Akif ’in yüklenmiş olduğu misyon size yüklenmiş olsa ve bir milli şiire ihtiyacımız olsa size teklif edilse yazar mıydınız? Yazardım da ben Mehmet Akif gibi yazamazdım. Benimki biraz kavgacı olurdu. Sert, vurucu olurdu. Mehmet Akif tamamen İslam’ı kendi bünyesinde mezcetmiş bir insandı. İlmi de vardı. E benim yok mu? Benim de bağlılığım belki onunki kadardır da ona o yönde barı var, bana da başka yönde. Köroğlu’nun yönü ile Karacaoğlan’ın yönü.. İkisi de güzel şair idi. Bir Dadaloğlu vardı. Ne sürmeli beye benzer, Ne Âşık Garibe.. Dadaloğlu da öyleydi. Öyle olmasa zaten sevilmez bugüne gelmezdi. Köroğlu’da öyleydi.. Her biri ayrı. Yunus Emre yazmış. Ne güzel yazmış ama o günün şartlarında onu yazmış. Belki bugün aynısını yazıyım desen, aman onlar da şiir mi derler atarlar. Fakat, sathi görünen, yüzeysel görünen Yunus Emre’nin derinliğine de kimse inememiştir. O kadar derin. Peki biz bunları derken değerli şairimiz Fuzuli’yi unutuyoruz. Hakikaten müthiştir, muhteşem bir şairdir. O ne güzel benzetmeler.. -Şiir meraklısı gençlerimize kendilerini geliştirmeleri için neler tavsiye edersiniz? Yazabiliyorsa yazsınlar, yazamıyorsa da kendini boşboşa yorup rezil etmesinler. Kendini yorsunlar, yazsın bir şeyler. Merdivenin alt katından en üst katına atlamak istiyorlar. Olmaz o. Ağır ağır gideceksin, oraya varana kadar 10 sene, 20 sene 30 sene geçecek. Buna da tahammül edemiyorlar. Etsinler.. Başarının sırrı sabır, sebat. Ha bir de hadiseleri değerlendirmek, kendine göre yorumunu yapmak, Türkçeyi de fevkalade bilmekten geçer. Dil,anahtarıdır gireceğin kapının! 300-500 kelimeyle şair olunursa, olunmaz işte. Yüzlerce, binlerce kelimeyi hıfzedeceksin ki şiir yazasın. Hatta hikaye, roman yazmak için de böyle. -Genç şair Gökhan Öztürk hakkında ne dersiniz üstadım? İyi çocuktur. Giden altı ay içinde görüştüm. Şiirleri bende, ona bakıyorum. Onun kitabını ben bastıracağım. -Sizi geçeceğine dair iddiası var. İnşallah.(Ben de onu,bunun için seviyorum) -Son olarak şair gözüyle son dönem şairlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Pek dergilere bakamıyorum. Edebiyat vs. Kalıcı bir şair de göremiyorum. Yavuz Bülent Bakiler gibi bir şair göremiyorum. Yetişmiyor. Bir Subaşı, onun gibi yetişmiyor. Yani, kuraklık mevsimi yaşıyoruz. İnşallah olur ilerde. Olmaz diye de bir şey yok. Umudunu yitiren her şeyini yitirmiştir! Röportaj 11 12 İnceleme Affet Beni Iraklı Kardeşim Yavuz Sezer OĞUZHAN A ffet beni kardeşim affet!... 21. yüzyılın ilk vahşetinin kurbanı oldun. Ama ben ne yaptım? Kardeşim affet beni. Üzerine bombalar yağdığında yağmur yağmanın tabii durumu gibi baktım. Televizyonlar bu rezaleti gösterirken kanal değiştirdim ve dizimi seyrettim. Affet beni kardeşim!.. Amerikan askerlerinin size nasıl davrandığını gördüm ama onlara lanet okumadım. Sana dua etmeyi bile unuttum. Bilmiyorum belki lüzum görmedim. Bağdat’taki çığlıkların sokağıma kadar ulaştı ama ben evimin penceresini kapattım. Ses gelmesin istiyordum ne yazık ki. Uyuyamıyordum ses olunca. Ya da televizyonun sesini duyamıyordum. Kardeşim, affet beni!... Cezaevlerindeki yakınlarına yapılan işkenceyi gördüm, sustum. Evlerinden gece yarısı çıkarılan, kamyon kasasına konup, nereye gittiği meçhul olan erkek akrabalarını gördüm fakat gözümü başka yere çevirdim. Tecavüze maruz kalan kadın yakınlarını duydum, alakadar olmadım. Düşünmedim, düşünemedim kendi kadınımın bu durumda olduğunda olacağım ruh halini. Ben ki her yerde namustan, ardan söz ederdim. Bunları kimseye bırakmazdım. Beni affet. Kardeşlerin yalın ayak sokaklarda gezdi. Soğukta ayakları dondu mu, hastalandılar mı soramadım. Bana Müslüman diyorlar. Ben Müslüman mıyım? İbadethanelerimi yaktılar, yıktılar bir şey demedim. Büyüklerimin türbelerini bombaladılar umursamadım. Dinime, inancıma, peygamberime küfrettiler duymazlıktan geldim. Affet beni kardeşim. Sen söyle. Ben Müslüman mıyım? “Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır.” hadisini anlayamadım. “Mümin, müminin kardeşidir.” düsturunu yeni duydum sanki. Hele komşu ilkesi… “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” hadisine yabancı kaldım. Komşu hakkı bu kadar da önemli iken hem de. Kardeşim affet beni!... Ben Türküm. Yüzyıllardır mazlumun yanında yer aldım. Ama bu zulümde seni fark edemedim. Zalimin kılıcını, zalime batıramadım. Beni affet kardeşim!... Vicdanımı kaybetmişim. Düşürdüm bir yerlerde, bulamıyorum. Ülkende dökülen kanı, ben hep başka bir şey olarak gördüm. Müslüman ve Türk olmak bir yana… Vicdan var ya! Sömürge düzenine karşı olmak için vicdan yeterdi. Ama dedim ya düşürmüşüm ve kaybettim vicdanımı. Kaç kere düştün de elimi uzatmadım. Gözyaşlarınızı gördüm fakat benim gözlerim hep kuruydu. Kalbim sızlamadı kardeşim. Affet beni. Siz bu beladan nasıl kurtulacağınızı düşünürken ben takımımın şampiyon olup olamayacağını düşünüyordum. Her hafta BBG lerde, evlendirme programlarında, şarkı yarışmalarında kimin elenip kimin kalacağını tahmin etmekle meşguldüm. Magazin programlarında kim kiminle berabermiş ve kim ne yapmış diye meraklandım da seni düşünüp meraklanmadım. Affet beni kardeşim!... Sen orada topla, tüfekle savaş verirken(ki o da tek taraflı) ben de burada vicdan savaşı veriyormuşum. Sonradan haberim oldu kardeşim. Ve ben bu savaştan çok büyük bir mağlubiyetle ayrıldım. Hakkını helal edebilecek misin? Senin yüzüne bakamıyorum. Nasıl bakayım bundan sonra? Şimdi kalbim sızlasa da ağlasam bir işe yarar mı? Çok pişmanım. Affet beni Iraklı kardeşim!... Hakkını helal et!… DUYURU Her Cuma 14.30’da gençlere, aynı gün 19.00’da da herkese açık konulu sohbet toplantılarımız aralıksız devam ediyor. Katılmak isteyenlere duyururuz. BİLGİYURDU Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği Başkanlığı GEÇMİŞ OLSUN Bacağından ameliyat olup bir süredir evinde istirahat eden Yönetim Kurulu üyemiz Mustafa KILIÇKAYA’ya, Erciyes Üniversitesi Hastanesinde tedavi gören İrfan ÇALIŞKAN kardeşimize acil şifalar dileriz. BİLGİYURDU Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği Yönetim Kurulu SINIR ÖTESİ HAREKÂT BAŞARILI SİYASET BASİRETSİZ T ürkiye, uluslararası hukuktan doğan meş- ru müdafaa hakkını kullanarak Irak’ın kuzeyine bütün dünya kamuoyunun beğenisini gizleyemediği başarılı bir operasyon gerçekleştirmiştir. Irak’ın kuzeyine gerçekleştirilen sınır ötesi operasyonda ilk önce terör örgütünün elinde bulunan mevziiler,havadan tahrip edilmiş; daha sonra kara harekâtıyla sınırlı bir alandaki teröristler etkisiz hale getirilmiştir. Her iki operasyon da dünya askeri terminolojilerine yeni bir boyut kazandırmıştır. Hava harekâtı sırasında Irak’ın kuzeyindeki PKK kampları Balıkesir’den kalkan uçaklarla gece bombalanmıştır. Askeri terminolojiler, geceleyin havada yakıt ikmali yapan uçakları kaydetmiştir. Uçaklar lazer güdümlü bombalarla hedeflere tam isabetli vuruşlar yapmıştır. Böylece hiçbir masum sivil zarar görmemiştir. Bu durum TSK açısından çok önemli bir olaydır. Çünkü 2003’te Irak’ın işgali sırasında ABD uçakları yanlışlıkla birçok masum sivilin bulunduğu alanı bombalamıştır. Aynı şekilde İsrail Lübnan’a düzenlediği operasyon sırasında birçok sivil hedefi vurmuştu. Bu örnekler TSK’nın hem ABD hem de İsrail’den daha başarılı operasyonlar yaptığını göstermektedir. Ayrıca Balıkesir’den kalkan uçakların gittiği mesafeyi kuş uçumu olarak aynı mesafede batıya doğru çevirirsek, bütün Avrupa ülkelerinin Türkiye’nin hava menzilinde olduğu anlaşılacaktır. Bu da herhalde dünyaya bir mesaj vermektedir. Sınır ötesi harekâtın ikinci safhası olan kara harekâtı da oluş şekli bakımından dünya standartlarının üzerinde bir niteliğe sahiptir. Soğuk kış şartlarında bazı yerlerde 2 metreye yaklaşan kar kalınlığına rağmen böyle bir operasyonun gerçekleştirilmesi çok önemlidir. Gelgelim operasyonun politik açıdan değerlendirilmesine…. Bir kere bu operasyon çok geç kalmış bir operasyondur. Genel Kurmay Başkanı’nın sınır ötesi operasyon için teskere istediği günden aylar sonra bu yetki TSK’ya verilmiştir. Bu durum terör örgütü ve onun destekçisi Barzani’ye psikolojik fayda sağlamıştır. Nasıl olsa “Türkiye operasyon yapamaz!” anlayışı terör örgütünün daha rahat hareket etmesine sebep olmuştur. Meclisten sınır ötesi operasyonla ilgili kararın çıkmasına rağmen, yapılacak operasyon için ABD’li Hakan BOZDOĞAN yetkilerle görüşülmesi Türkiye’nin itibarını zedelemiştir. Sınır ötesi operasyonun 5 Kasım görüşmelerinden sonra gerçekleştirilmesi de oldukça manidardır. Ve maalesef Türk kamuoyuna, ABD’yi şirin göstermek için “istihbarat paylaşımı” söylemi Türkiye için onur kırıcı bir durumdur. Bu söylemden şöyle bir sonuca varmak hiç de zor değildir: “Türkiye güvenliğini tehdit eden herhangi bir dış saldırıya ABD yardımı olmadan karşı koyamaz.” Bu anlayış Türkiye’nin büyüklüğüne ve gücüne hiç yakışmıyor. Örneğin 1974 Kıbrıs Barış Harekâtında bize en çok karşı olan devlet ABD idi. Hatta ABD Türkiye’yi tehdit bile etmişti. Buna rağmen Türkiye çok başarılı bir operasyonla amacına ulaşmıştır. ABD’nin o zaman bize karşı olduğunu bildiğimize göre, ABD’nin istihbarat yardımı yapmadığını da anlıyoruz. Yani ABD yardımı almadan da çok başarılı bir operasyon gerçekleştirebiliyoruz. Üstelik o zamanki teknolojimiz düşman kamplarını BBG evleri gibi gözlemleme imkânımız yoktu. Ayrıca Kıbrıs mesafe olarak Irak’tan daha uzak mesafede bulunmaktadır. O halde mesafe olarak Kıbrıs’tan daha uzak mesafede bulunan Irak’ın kuzeyi için bu denli dış istihbaratına muhtaç kalmamızın sebebi nedir? Irak’ın kuzeyine yapılan sınır ötesi operasyonun bitiş şekli kafalarda birçok soru işaretinin oluşmasına sebep olmuştur. Bu konuda kamuoyuna aydınlatıcı bir açıklama hükümet nezdinde yapılmamıştır. Şurası açık bir gerçek ki; askeri hareket ne kadar başarılı olursa olsun bu başarı siyasi zaferle taçlandırılmazsa askeri başarıların değeri kalmaz. Bir kere siyasi iktidar terörün kökünü gerçekten kazımayı istiyor mu, bunun açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Irak’ın meşru ama kukla Cumhurbaşkanı olan Talabani’nin PKK konusundaki görüşleri bilinirken onun AKP hükümetinin seçtiği Cumhurbaşkanı tarafından Çankaya Köşkü’nde ağarlaması hükümetin PKK konusunda karasız olduğunu göstermektedir. Göğsümüzü kabartan ve tüm dünyanın hayran kaldığı bir askeri harekâttan istenilen sonucun tam alınamaması siyasi otoritenin terör konusundaki basitsizliğini göstermektedir.Kısacası Türkiye,sınır ötesi askeri harekatın meyvelerini toplayamadı.Aksine Talabani’yi Çankaya’da ağırlayarak onun ipe sapa gelmez sözlerini sineye çekti. İnceleme 13 İnceleme 14 BİR DESTANDIR ÇANAKKALE Yunus Emre ÖZKAN - yemreozkan@hotmail.com T arih bir milletler savaşından ibarettir. Bu savaşta milletleri ayakta tutan çeşitli vasıfları vardır. Türk milletinin ayakta kalmasını sağlayan vasfı ise en zor şartlarda bile ümitsizliğe düşmeden ayakta kalabilmesi, direnebilmesi, kazanmanın bedelinin kan ve can olduğunu çok iyi bilmesidir. Tarih boyunca birçok zorlukla karşılaştık, birçok sınavdan geçtik ama Çanakkale Muharebeleri Türk milletinin en ağır ve maliyet itibariyle en pahalı sınavıdır. Çanakkale Muharebeleri Türk milletinin yukarıda bahsettiğimiz vasfını gözler önüne seren en kesin belgedir. 93 yıl önce Çanakkale’de bir tarafta dünyanın birçok yerini ciddi bir direnişle karşılaşmadan sömüren, aynı hayallerle Çanakkale’ye gelen her türlü vesaitle silahlanmış İngilizler, Fransızlar, İrlandalılar, Avustralyalılar, Yeni Zelandalılar ve Senegalliler’den oluşan düşman kuvvetleri, diğer tarafta ise sessiz, gösterişsiz, ölüme göz kırpmadan bakan şerefli Türkler vardı. Taraflar arsında Çanakkale’de korkunç bir boğuşma oldu. Çanakkale’ye gelen sömürgeciler öldü zannedilen Türk milletinin yeniden dirilişine şahit oldu. Çanakkale Muharebeleri ile Türk milleti dünyaya varolduğunu yeniden ispatlamıştır. Bunun için Çanakkale Muharebeleri Türk milleti acısından bir destan niteliği taşır hem de öyle bir destan ki vatanımızın bütünlüğü ve Türk milletinin bağımsızlığını korumak için gözlerini bile kırpmadan canlarını vererek Allah’tan cenneti alan, en kesif orduların dördü, beşi yükleniyorken anasını, babasını, kardeşini ve sevdiğini cephe gerisinde bırakıp gönlündeki vatan aşkı ile şahadet şerbetini içmek için cepheye koşan, atalarının kanla canla aldığı bu kutsal vatan topraklarını namus bilerek düşman çizmelerine çiğnetmeyen şanlı Mehmetçiklerimizin, kınalı kuzularımızın yani yüce Türk milletinin kanıyla canıyla yazdığı tarih boyunca unutulmayacak bir destandır. Çanakkale’de vatan, millet ve bayrak sevgisi ile kahraman Mehmetçiklerimiz ölüme koştular. Dönmemek üzere düşmanın üzerine atıldılar. En kıymetli saydıkları ellerini kollarını, gözlerini, kanlarını ve canlarını kaybettiler. Onlar bu kaybettikleri ile cenneti kazanırken, bizlere de bu mübarek vatan topraklarını bıraktılar. Türkiye Cumhuriyeti’nin nüfusunun on üç, on dört milyon olduğu yıllarda Madrid Büyükelçisi Yahya Kemal Beyatlı’ya bir vesile ile Türkiye’nin nüfusu sorulur. Şair hiç tereddüt etmeden şu cevabı verir: “Türkiye’nin nüfusu elli milyondur.” Soruyu yöneltenler cevap karşısında hayret ettiklerinde ise: “Bunda şaşılacak ne var? Biz ölülerimizle birlikte yaşarız.” der. Bir topluluk üstat Yahya Kemal gibi düşünmedikçe yani din, dil, edebiyat, tarih şuurundan yoksun ve ruhsuz olduğu sürece canlı bir cesettir. Gönül fukarası, akılları midelerinin dışına çıkmayan maneviyat yoksunu insanların oluşturduğu böyle toplulukları değil millet ahali bile saymak mümkün değildir. Zamanı gelince bedel ödeyemeyen insanların oluşturduğu topluluklar yaşadıkları müddetçe saadet yüzü İnceleme 15 göremez. Bir millet sefil, rezil, namussuz bir hayatı, şerefli bir ölüme tercih ederse o millet kıyamete kadar esaretten kurtulamaz. Bunun için hür yaşamak isteyen milletler bedel ödemek zorundadır. Çünkü bedel ödemeyen milletler hür yaşayamaz. Bedel ödemeyenler sahip oldukları değerlerin kıymetini bilemez. Devlet, millet, vatan, bayrak, dil, din ve kültür gibi değerlerin bir yana bırakıldığı maneviyatın yerine maddiyatın ön plana çıktığı günümüzde bir kıymet bilmezlik almış başını gidiyor. Türk milleti olarak bu kutsal topraklara ayak bastığımız ilk günden beri bedel ödüyoruz. Ödediğimiz bedelleri çok eskilerde aramaya gerek yok. Daha dün Çanakkale’de, Sarıkamış’ta, Sakarya’da bu bedeli fazlasıyla ödedik. Bunun için ülkem, ülküm, ilkem düşüncesi ile vatanı için milleti için namusu için canını ortaya koyan, kanlarını akıtarak canlarını veren, dünya tarihine adını yazdıran, harp sanatına strateji esasları koyan, atalarımıza şehit ve gazilerimize gereken ilgiyi göstermek ve hak ettiği değeri vermek her Türk’ün asıl görevidir. Çünkü ödediğimiz her bedelde binlerce, yüz binlerce Türk’ün kanı var. Türk milleti olarak en seçme ve değerli askerlerimizi, ülkemizin aydınlık geleceğinin teminatı olan münevverlerimizi, geleceğin aydın insanlarını Çanakkale’de, Sarıkamış’ta, Sakarya’da, İzmir’de, Eskişehir’de kaybettik. Onlar bu ülke için canlarını verince milletimiz uzun süre bu münevver insanlardan yoksun bir sallantı içinde yaşadı. Bu münevver kısım içinde Kayseri’nin ve Kayserilinin medar-ı iftiharı olan Kayseri Lisesi öğrencileri de bulunmaktadır. Kayseri Lisesi’nden giderek Kurtuluş Savaşı’nda görev alan bu öğrencilerin hepsi Kurtuluş Savaşı’nın Çanakkale’ye benzer bir safhası olan Sakarya’da şehitlik mertebesine erişti. Hilal uğruna batan güneşler ve adsız kahramanlar sayfasına, adlarını yazdıran şehitler arasında onlar da yer aldı. Bugünkü rahatlığımızı borçlu olduğumuz şanlı şehitlerimiz yaşadıkları vatan topraklarından faydalanmanın, güneşinden istifade etmenin bir bedeli olduğunu biliyorlardı. Bir gün hepsinin üzerine bir görev düştü. “Vatan için ölmek…” Tereddüt etmeden gittiler. Vatanlarına olan borçlarını ve ödemeleri gereken bedeli en değer verdikleri canları ile ödediler. Bir hocamız: “Zamanı gelince hepimiz ölürüz. Ben ölürüm, sen ölürsün; kardeşim ölür, dostum ölür. Ancak şu anda savaş yok, ölmeye de gerek yok. Şimdi yapacağımız tek şey vatanımız için, milletimiz için çalışmaktır.” derdi. Bizler bugün çalışarak muasır medeniyetler seviyesine ulaşmış, gönlünde haysiyet, şeref, iffet duyguları ve vatan sevgisi taşıyan bir nesil yetiştirebilirsek şehitlerimize olan borcumuzu belki de ödemiş oluruz. Vatanları, namusları için gözlerini kırpmadan savaşan ve bu uğurda canlarını feda eden şehitlerimizin ruhları şâd olsun. Tanrı aziz vatanımıza her zaman şehitlerimize layık nesiller nasip etsin. İnceleme 16 DR. MEHMET ALTUNER’İN ARDINDAN Mustafa ÖZTÜRK T elelominikasyon Kurumu Sektörel Araştırma ve Stratejiler Dairesi Başkanı Dr. Mehmet Altuner’i en verimli çağında kaybettik. 50 yaşındaydı ve alanında zirvedeydi. 17 Şubat 2008 tarihinde saat 19.00’da tedavi görmekte olduğu Gülhane Askerî Tıp Akademisi’nde Hakk’ın rahmetine kavuştu. Acı haber Kayseri’ye ulaştığında, bembeyaz karla örtülü çevremiz karalara büründü. 20 Şubat 2008 Çarşamba günü saat 10.30’da Erciyes Üniversitesi Mühendislik Fakültesi önünde yapılan törende hoca arkadaşları ve her taraftan koşup gelen ülküdaşları metin olmaya çalışıyor ancak göz yaşlarına hakim olamıyorlardı. Konuşmacılar konuşmalarını, o yoğun duygu ortamında, zorlukla tamamladılar. Aynı gün, Kayseri Hunat Camiinde kılınan öğle namazını mütakip Talas Cemil Baba Kabristanı’ndaki aile mezarlığına defnedildi. Ağır kış şartlarına rağmen cenazedeki kalabalık, ne kadar sevildiğinin göstergesiydi. Yıllardır birbirini göremeyen dostlar, cenaze vesilesiyle bir araya gelmişlerdi. Ağlaşarak kucaklaşanlar o kadar çoktu ki… 1980 öncesi dostlukların ülküdaşlıktan kaynaklanan gücü kendini gösteriyordu. Rahmetli Mehmet Altuner, okuldan değil ama Ocak’tan öğrencimdi. 1975-1980 yılları arasında ne zaman Ülkü Ocağı’na gitsem, Mehmet’i orada görürdüm. Düzenlediğimiz millî kültür seminerlerine düzenli olarak katılırdı. Davaya yararlı olmak için çırpınırdı. Bazı arkadaşlar ondaki cevheri o zaman fark etmişlerdi. Parlak zekasını görenler, “Aman bu çocuğa bir ziyan olmasın.” diyorlardı Türk milliyetçileri olarak bilime, bilim adamı yetiştirmeye çok önem veriyorduk. 9 Işık Doktrini’nin bir ilkesi de İLİMCİLİK’ti. Prof. Dr. Mümtaz Turhan’ın eserlerini de ilgiyle okur ve okuturduk. Bu yüzden, kaliteli aydın ve ilim adamı yetiştirilmesi, en önemli hedeflerimizden birisiydi. Mehmet Altuner, bizleri yanıltmadı ve önemli bir ilim adamı oldu. Telekomünikasyon kurumundaki görevi sırasında pek çok teknolojik projeye imza attı. Yasal olmayan cep telefonlarının kullanımı ve ticaretini engelleyen kanun çalışmasıyla Türkiye’nin milyarlarca dolar kaybetmesinin önüne geçti. Kitapları ve sayısız makalesiyle yeni ilim adamlarının yetişmesine katkı sağladı. Mehmet Altuner, hem dindar hem milliyetçiydi. Lise öğrencisi olduğu yıllardan itibaren Türk milliyetçiliği hareketinin inançlı bir mensubudur. Öğrencilik yıllarında Ülkü Ocağı’nın, üniversitede hoca olduğu yıllarda da Türk Ocakları’nın üyesiydi. 12 Eylül İhtilali’nde birkaç kez tutuklandı. İddialar mesnetsiz olduğu için her defasında bir iki ay yatırılıp serbest bırakıldı. Türk milliyetçiliği yolunda en büyük hizmetleri Erciyes Mühendislik Fakültesi’nde ve Telekominikasyon Kurumunda verdi. Türk milliyetçisi olmanın anlamını, mesleki alandaki verimli çalışmalarıyla herkese gösterdi. Mehmet Altuner, şimdi, Talas Cemil Baba Kabristanı’ndaki mezarında, ülkesine hizmet etmiş bir insan huzuruyla uyumaktadır. Allah rahmet eylesin. Mekanı Cennet olsun. Geride kalan anne, baba, eş ve çocuklarına Allah sabır versin. 17 TAHSİLİ, AKADEMİK HAYATI, HİZMETLERİ Dedesi Mehmet Altuner ve Babası Ümit Doğan Altuner AİLESİ Mehmet Altuner, 03.04.1958 tarihinde Talas ilçesinin Harman Mahallesinde doğdu. Babası, Talas Amerikan Koleji’nden 1950 yılında mezun olan, İngilizceyi çok iyi bildiği için bazı şirketlerde tercümanlık yapan Ümit Doğan Beydir. Ümit Doğan Bey, 1957-1966 yılları arasında Talas Amerikan Koleji’nde tercümanlık ve genel sekreterlik görevlerinde bulunmuştur. Baba Ümit Doğan’ın bu görevleri, oğlu Mehmet’in İngiliz dilini çok iyi öğrenmesine çok büyük katkı sağlamıştır. Öyle ki kolej öğrencisi Mehmet, Çinkur Fabrikası’nda çalışan Kanadalı mühendislere tercümanlık yapabilmiştir. Ümit Doğan Bey, 1982 yılında emekli oldu. Kayseri’de mütevazi hayatını, çocukları ve torunlarıyla ilgilenerek sürdürmektedir. Mehmet Altuner’in annesi Nurhayat hanım, 1939 yılında Kayseri’nin Sarıoğlan ilçesinde doğmuştur. Ümit Doğan Altuner ile 1956 yılında evlenmişler. Bu evlilikten dört çocukları olmuş. Birinci çocukları Mehmet, diğer üçü Gül, Aliye ve Sibel Fatma’dır. Mehmet Altuner adını dedesinden almış. Dede Mehmet Altuner (1913-1967), Talas halkının çok sevip saydığı idealist bir öğretmendir. Trabzon Yatılı Öğretmen Okulu mezunudur. Amasya’da bir süre görev yaptıktan sonra memleketi olan Talas’a tayin edilmiştir. Gençliğinde iyi futbol oynadığı ve sporu çok sevdiğinden 1947 yılında Talas Gençlik Kulübü’nün başkanlığına seçilmiş, 1948-1949 sezonunda Talas Voleybol Takımı’nın Türkiye üçüncülüğünü kazanmasında birinci sırada etkili olmuştur. 1960-1967 yıllarında Talas Derviş Güneş İlkokulunda müdürlük yapmıştır. Eğitimci dede Mehmet Altuner’in torun Mehmet Altuner’in millî değerlerle yetişmesinde önemli bir payı olduğunu düşünüyoruz. Mehmet Altuner, 22 Eylül 1982 tarihinde lise Mehmet Altuner tahsiline Kayseri Yeşil Mahalle’deki Mithat Paşa İlkokulu’nda başladı. İlkokulun ilk üç sınıfını bu okulda tamamladıktan sonra 21.11.1967 tarihinde babasının görev yapmakta olduğu TED Kayseri Koleji’nin ilkokul kısmına nakletmiştir. Buradan 15.06.1970 tarihinde -Pekiyi- derece ile mezun oldu. Aynı öğretim yılında yaz dönemi İngilizce grubu derslerini de başarıyla vererek TED Kayseri Koleji’nin Orta kısım Birinci sınıfına devam etmeye hak kazandı. Eğitim Derneği Kayseri Koleji’nin Ortaokul kısmından 01.07.1973 tarihinde “iyi” derece ile mezun oldu. Diplomasında Millî Eğitim Müdürü Recep Açıkalın ile Okul Müdürü Aydın Kılıçaslan’ın imzaları bulunmaktadır. Mehmet, fen derslerinde çok başarılı ve elektrik-eletronik konularına meraklıydı. Bu yüzden isteği doğrultusunda 01.10.1973 tarihinde Endüstri Meslek Lisesi’ne kaydoldu. 24.05.1976 tarihinde “7.35 not ortalaması” ile bu okuldan mezun oldu. Dr. Mehmet Altuner, eşi ve çocuklarıyla (1990) İnceleme mezunu Emine hanım ile evlendi. Bu evlilikten bir oğlan iki kız çocukları dünyaya gelmiştir: Muhammet Ali, Habibe ve Nur Süheyla. İnceleme 18 Yüksek öğrenimini Erciyes Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Elektronik Mühendisliği Bölümü’nde 1978-1983 yıllarında yaptı. Yüksek lisansını Uludağ Üniversitesi’nde, doktorasını Erciyes Üniversitesi’nde tamamladı. 1983-2001 yılları arasında Erciyes Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Elektronik Mühendisliği Bölümünde öğretim üyesi olarak çalıştı. Çok sayıda kitap ve bilimsel makale yayımladı. 2001 yılında Telekomünikasyon Kurumu’na Teknik Düzenlemeler ve Standardizasyon Daire Başkanı olarak atandı.. Bu kurumdaki görevi sırasında çok önemli teknolojik projelere imza attı. Bunlar arasında “yasal olmayan cep telefonlarının kullanımı ve ticaretini engelleyen kanun çalışması”, “piyasa gözetimi ve denetimi laboratuvarının kurulması” gibi çok önemli çalışmalar bulunmaktadır. Dr. Mehmet Altuner, çalışma ve hizmetlerinden dolayı birçok ödüle layık görüldü. Yayımlanmış eserleri 1. Altuner, M., “Endüstriyel Elektronik Ders Notları”, Kayseri-1993 2. Altuner, M., “Bilimsel Cihazlarda Arıza Arama”, Kayseri-1993 3. Altuner, M., “Güç Elektroniği Laboratuvarı Deney Kılavuzu”, Kayseri-1992 4. Özsoy, S., Altuner, M., “Elektrik Ölçme Laboratuvarı Deneyleri”, Kayseri-1992 5. Altuner, M., “Lojik Devreler Laboratuvarı Deney Föyleri”, Kayseri-1991 6. Altuner, M., “Güç Elektroniği Ders Notlari -1”, Kayseri-1990 7. Altuner, M., “Endüstri ve Enstrumantasyonda kullanılan Dönüştürücüler”, Kayseri-1992 8. Altuner, M., “Elektronik Mühendisliği Bölümü Faaliyet Raporu -1992”, Kayseri 9. Altuner, M., “Enerji üretimi, dağıtimı ve Haberleşme Sistemleri”, Kayseri-1988 Yayımlanmış makaleleri: Çoğunluğu Endüstri&Otomasyon dergisinde olmak üzere 50’nin üzerinde bilimsel makale Uluslar arası Toplantılar/ Sempozyumlar/ Kongrelerde Sunulan Bilimsel Bildiriler 1. Altuner, M., Sert, H.M., “Elektrik Sayaçları için Bilgisayar Destekli Test Sistemi”, IX. Müh. Semp., 1996, Isparta 2. Altuner, M., Değerli, Y., “Alti Strain-Gauge Bilesenli Wheatstone Köprülü bir Balans için Bilgisayar Destekli Enstruman Sisteminin Gerçekleş- tirilmesi”, I. Havacılık Semp., 13-16 Mayis 1996, Kayseri 3. Altuner, M., “Bilgisayar Denetimli PM DC Motorlu bir Servomekanizmanın Tasarımı, Elmeksem’93, Bursa III. Elektromekanik Sempozyumu, 1-5 Aralık 1993, Bursa 4. Altuner, M., “Yüksek Gerilimli Doğru Akımların Ölçülmesi”, Elektrik Mühendisliği 5. Ulusal Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon 5. Altuner, M., Yılbas, B.S., Danısman, K., “CW-CO2 LASER Elektrik Desarj Parametrelerinin Belirlenmesi”, Elektrik Mühendisliği 5. Ulusal Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon 6. Altuner, M., Yilbaş, B.S., Danisman, K., “Bilgisayar Destekli Vakum Pompası Güç Kontrol Sisteminin Tasarımı”, Elektrik Mühendisliği 5. Ulusal Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon 7. Altuner, M., Yilbas, B.S., Danışman, K., “Yüksek Gerilim Izolasyonlu LASER Soğutma Sisteminin Tasarımı”, Elektrik Mühendisliği 5. Ulusal Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon 8. Altuner, M., “Nöral Ag Logaritmaları Kullanılarak Alfabetik Desenlerin Bilgisayara Öğretilmesi ve Giriş Bilgisini Artırmanın Egitme Üzerine Etkileri”, Elektrik Mühendisligi 5. Ulusal Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon 9. Altuner, M., “Elektrolitik Topraklama Sistemi”, II. Ulusal Üniversite-Sanayi İşbirliği Sempozyumu, 1988, Kayseri Aldığı ödüller 1- Altuner, M., “Ronbun Shorei Award on Electronic Circuit Desing”, Japon Endüstri Uygulamaları Kurumu (JIASC), 1996, Sendai, Japonya. 2- Altuner, M., Sert, H.M., “Elektronik Devre Tasarımına Dair Bilim Teşvik Ödülü”, IEEE-PES Türkiye Kolu, 1997. 3- Altuner, M., “Veri İletişim, İnternet Altyapı ve ATM Projelerinin Gerçekleştirilmesine Dair Teşekkürname”, Erciyes Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi Dekanligi, 1999. 4- Altuner, M., “Üstün Hizmet Ödülü”, Telekomünikasyon Kurulu Baskanlığı, 2003. 5- Altuner, M., “Telekomünikasyon Sektöründe Ürün ve Hizmet kalitesinin İyileştirilmesine İlişkin Teşekkürname”, TECSID (Telekomünikasyon Cihazları Sanayici ve Ihracaatçilari Dernegi), 2004. 6- Altuner, M., “GSM Sektöründeki Hizmet Kalitesinin İyileştirilmesine İlişkin Teşekkürname”, Siemens AS., 2004 TERÖRİSTLE MASAYA OTURMAK MI! Osman KARABABA Ü lke idaresinde acziyeti ayyuka çıkmış “Padişah”ın biri, kendisinin zekî ve herkesten üstün olduğunu göstermek ister. Ülkesinin dört bir yanına haberler salar. “Kim bir yalan söyler, bana “yalan” dedirtebilirse kendisine bir küp altın vereceğim.” der. Bir küp altın neler yaptırmaz insana?.. Zamanın ünlü laf cambazları, düzenbazları, şahbazları, sustalı yalancıları, söz avcıları, belagat ustaları, din simsarcıları.. kendine güvenen kim varsa çıkar ortaya, koşarlar saraya… Padişaha “Yalaaan!”, “Olamaz bu!” dedirtebilmek için başlarlar padişahla söz düellosuna. Birinci kişi: - "Bir kuş, aslanı kapıp yuvasına götürdü. Buna sözünüz ne ola, padişahım?” der. Padişah kendinden emin: - "Bunun neresi yalan? Kuş kartaldır, arslan da kuzu kadar minik bir yavrudur. Kaptı mı götürür tabii!.." diyerek kişiyi mat eder. İkinci kişi, padişahın damarına basarak onu bozguna uğratmak için: - "Komşu ülkede bir eşeği kral yaptılar!.. Buna ne cevap vereceksiniz?” deyince… Padişah gerilerek alaysı tavırla: - "Ülkenin kralı, pencereden bakınırken tacını düşürmüş.Taç da pencerenin altındaki eşeğin başına geçmiş. Taç kimin kafasındaysa, kral odur tabii!.." karşılığını vererek adamı lafla ters düz eder. Üçüncü şahıs: - "Padişahım, ben gökyüzüne bir ok attım. Altı ay sonra geri döndü!" deyince… Padişah, adamın kendi okuyla nişan alır: - "Senin ilkbaharda attığın ok, gür yapraklı bir ağacın üstüne düşmüştür. Ağaç, sonbaharda yapraklarını dökünce, ok takılacak yer bulamayıp yere düşmüştür." diyerek sözüyle onu da vurur. Böylece padişah, her yalana, her söze gerçek bir bahane bulur ve kimse padişaha ‘bu yalandır’ dedirtemez. Amma bir gün bir Kayserili “İşte, keskin zekayı göstermenin tam zamanı” diyerek çıkagelir. Padişah, Kayseriliye, “Sen ne diyeceksin bakalım?” diye istihza ederek gülümser. Kayserili istifini bozmadan söze girer: - "Padişahım, sen benim babamdan borç olarak bir küp dolusu altın almıştın. Şimdi geri almaya geldim. “Bu yalandır!” dersen ödülümü ver. “Yalan değil.” dersen borcunu öde!.." Evet, işte bu kadar!.. Ülkede ne keskin zekalar var. Neticede padişahın sözünde durup durmadığını bilmiyoruz ama ömrü boyunca unutamayacağı bir ders aldığı malum... * * * 21 Ekim 2007 gecesi Dağlıca baskını.. 12 kınalı kuzu şehit…Ülke kan gölü… TSK’nın, Irak’ın kuzeyine sınır ötesi harekat yapması kaçınılmaz. İktidar sınır ötesi harekat için Meclis tezkeresine rağmen, hainlere alenen desteğini sürdüren ABD’den icazet almaya gebe... 5 Kasım 2007’de Beyaz Saray’da ABD Başkanı ile gerçekleşen baş başa bir görüşme… Ardından Başbakanın: “Hamd olsun, istediğimizi aldık!”sözüyle doğan yapay sevinç... Bu sözün ne anlama geldiği hala gündemde. Dünyaca ünlü The Ekonomist dergisi, bu gizemli görüşmenin peşini bırakmıyor. ABD’nin desteğini ve TSK’nın sınır ötesi operasyonunu mercek altına alarak “perde arkası”nı dile getiren bu derginin: “Bush’a bazı sözler verildiği sanılıyor, bunlar Kürtlerin bölgesel hükümetinin tanınmasını ve PKK teröristleri için daha liberal bir affı içeriyor.”sözleri kara leke olarak tarihe geçiyor. Türkiye’yi parçalamak isteyen kahpe müttefik ABD, artık bu alçak emelini saklama gereğini bile duymuyor. TSK’nın kara harekatından sonra üst üste yapılan açıklamalarla, terör örgütü ile masaya oturulmasını her fırsatta dayatıyor. İşte: Bu konuda ilk açıklama ABD Savunma Bakanı Robert Gates’ ten… Terör örgütü ile uzlaşmaya varılması konusunda uzun telkinlerde bulunuyor. Çuvalcı Korgeneral Ray Odierno da Pentagon’da verdiği bir brifingde PKK ile görüşmeye yönelik planlardan bahsediyor. Bu mızıka takımına son olarak “çuvalcı”dan daha kıdemli bir isim olan ABD’nin Irak’tan sorumlu merkez komutanı Oramiral William Fallon katılıyor. Açıkça “PKK sorununun çözümü için, Türkiye’nin terör örgütüyle diyaloga girmesi gerekir.”diyor. NATO üyesi 26 ülkenin dışişleri bakanlarının bir araya geldiği Konsey toplantısında Türkiye’yi temsil eden Ali Babacan’ın; ABD yetkililerinin “Türkiye’nin PKK ile uzlaşmaya varması” yönünde ard arda yaptıkları açıklamalarına, ABD Dışişleri Bakanı Conodoleezza Rice’a hiç mi hiç tepki vermediği görülüyor. Neticede Başbakan, TSK’nın Kuzey Irak’a kara harekatı konusundaki tartışmalarda siyasi muhatabın kendisi olduğunu açıklıyor. Şimdi biz de sivri zekalı Kayserili olarak konunun siyasi muhataplarına soruyoruz: 5 Kasım’da ABD Başkanı ile baş başa yapılan gizemli görüşmede ABD’nin “Terör örgütüyle masaya oturulması karşılığında size destek veririz.” sözüne siz “Bu yalandır!” diyorsanız ABD’nin baykuşları şimdi sizden diyet olarak “terör örgütüyle masaya oturma”nızı nasıl isteyebiliyor? Ki, bu baykuşlara red cevabı verilememesi bir acziyetin ispatıdır. O halde acziyetinizin diyetini ödeyin!. “Hamd olsun, istediğimizi aldık!” demekle aldığınızı kastettiğiniz şeye, “terör örgütüyle masaya oturma” sözü verildiğine “Hayır!” diyemiyorsanız bu en büyük gaflettir. Gafletin bedelini ödeyin! Buyurun! Sözünüzde durun! İnceleme 19 İnceleme 20 ÜRETMEK “VAR” OLMAKTIR K üreselleşme sözünü çok duyar olduk. Hayatımızın hemen her yönüyle ilgili olsa da daha çok ekonomiyle ilgili bir kavrammış gibi kullanıldığı görülmektedir. Acaba gerçek de böyle mi? Yani, küreselleşme sadece ekonomik bir kavram mı? Bu ve sorulabilecek benzeri sorulara cevap olması açısından, 2003 yılında sayın Ali Rıza Kardüz’ün Milliyet gazetesinde yazdığı bir yazıyı özetleyerek sözümüzü bu yazıya göre söyleyelim. Alı Razı Efendi her günkü gibi sabah ezanı ile uyandı. Abdest almak için tuvalete yöneldi. Hava daha alacakaranlıktı. Elektriğin anahtarını çevirdi. Püff… Ampul patladı. Bereket yakında bir General Electric yedek ampul vardı. Onu taktı. Philips elektrikli tıraş makinesi ile tıraş olmaya başlıyordu ki, bu kere elektrikler söndü. Alacakaranlıkta Perma Sharp jilet makinesi buldu. Gibbs tıraş kremini köpürtüp tıraşını tamamladı. Yüzüne Old Spice After Shave sürdü. Colgate diş macunu ile dişini fırçaladı. Reward sabunu ile elini yüzünü yıkadı. Abdestini aldı. Bez havlu yerine yeni kullanmaya başladığı Viking kağıt havludan bir parça yırtıp elini yüzünü kuruladı. Sonra eski alışkanlıkla tıraş olan yüzü gerilmesin diye Nivea kremini sürdü. 4 rekât sabah namazını eda etti. O sırada hanımı kahvaltıyı hazırlamıştı. Hanımına takıldı. “Hanım hanım, şu Lipton çay yerine bir tarhana çorbası olsa idi ya…” Hanım lafın altında kalır mı? “Efendi sen iste. Şimdicik sana bir Knorr tarhana çorbası yapıveririm” dedi. Kahvaltıya oturdular. Ali Rıza Efendi “Hanım dedi, şu Korn Fleks’e bayağı alışmıştık. Yanına çökelek, Çerkez peyniri, Mudurnu peyniri falan alsaydın bari…” Hanım cevapladı. “Bakkalda onlar yoktu, ben de Reglet peyniri, Cheddar peyniri, bir de Kraft eritme aldım…” Ne zamandır kolesterol yapıyor diye tereyağını kaldırmışlardı. Unilever’in Rama’sını ekmeğe sürdüler, Maxwell House Cafe içtiler. Hanım Pril deterjan ile bulaşıkları yıkarken kapı çaldı. Çiftlikteki kahya gelmişti. Massey Ferguson traktöre iki adet Uniroyal lastik almış hem onların parasını istiyordu, hem de traktörde Shell Rotella 20/50 yoksa, Mobil Delvac yağ mı kullanayım diye akıl danışıyordu. Bu sırada Ali Rıza Efendinin hanımı Milan Gaz’ın musluğunu açıp Junkers Ruh şofbeni ateşledi. Hoover çamaşır makinesinin içine önce çamaşırları boşalttı, üzerine Omo deterjanı boşalttı, biraz Vernel yumuşatıcı akıttı. Sonra Rowenta ütüyü kızdırarak oğlunun Levi’s Blue Jean’ini Fruit of the Loom gömleğini ütüledi. Adidas ayakkabılarının çamurunu temizledi. İbrahim GÜNGÖR Buraya kadar olan bölüme baktığımızda, bazı yönler hepimiz için geçerli olmasa da bir aşinalık var denilebilir, ne dersiniz? Ürünlerin markaları yabancı gibi dursa da ürünler çok tanıdık. Önceleri ürünler de yabancıydı, sonra ürünler tanıdık oldu. Geçen zaman içinde markalar da tanıdık olacak. Bizim kuşak orta yaşlara geldiği için farkı daha net görebiliyor ama daha sonra gelenler için bu çok olağan bir durum. Toplumsal değişim akşamdan sabaha olabilecek kadar kısa bir süreç değildir. Hayatın doğal akışı içinde yavaş ama sürekli olan bir süreçtir. Zaman içinde bu gün ile dünün farkını fark edemeyiz ama 10’ar yıllık dilimler halinde ele aldığınızda zamanın su gibi akıp gittiğini, değişimin de hiç kimseyi dinlemeden devam ettiğini görürüz. Şimdi Ali Rıza Efendiye geri dönelim. Ali Rıza Efendi “Hadi Eyvallah” deyip evden çıktı. Bismillah çekip Kartal’ına bindi. Elini Nokia mobil telefona attı… Dırt… Dırt… Dırt… Çalışmıyor. Ericsson cep telefonu ile Citibank’ı aradı. O gün bonolarını ödeyeceğini bildirdi. Dükkânına geldi. Gene besmele çekip Yale kilidi açtı. Sağ adımını atıp dükkâna girdi. Baktı ki Canon faksın arkasında dünya kadar sipariş mesajı birikmiş. Biraz sonra kâtip geldi. Siparişleri IBM bilgisayarına geçirdi. Ali Rıza Efendinin içi yanıyordu. Yardımcı çocuğu çağırdı. Komşu bakkaldan bir adet Magnum Maxi dondurma aldırdı. Ali Rıza Efendi dükkânda iken, hanımı da evde önce sabah işi yaptı. Vim ile taşları sildi. Siemens elektrik süpürgesi ile tozları aldı. Halı yıkayan Elecktrolux ile halıları iyice temizledi. Kocası ile oğlu neredeyse öğle yemeğine geleceklerdi. Mutfağa koştu, baktı Hotpoint buzdolabında yemek kalmamış. AEG Deep Freeze derin dondurucudan et çıkardı. Auer fırınını yaktı. Eti fırına soktu. Ali Rıza Efendi ete Hainz Ketçap döküp yemekten çok hoşlanırdı. Bir de bolca salata yapar, üzerine Kraft French Dressing veya İtalyan Dressing ya da Catalina salata sosu dökerse başka bir yemeğe lüzum kalmazdı. Ali Rıza Efendi yemeğin üzerine bir Cola içmek istedi ama ne çere ki dolapta ne Coca Cola ne de Pepsi Cola kalmamıştı. Onun için oğluna da Schwepps gazoz çıkardı. Çikita muzları tabağa koydu. 21 İnceleme Öğle yemeği bitti. Erkekler işe gitti… Zaman hızla geçiyordu. Metro mağazasına veya Carrefour isimli büyük mağazaya gidip alışveriş etmeğe niyetlendi. Üşendi, yakındaki Migros’a uğradı. Kendi kekini kendi yapardı ama rafta dikkatini çeken Dankek’i canı çekti… Bir paket aldı. Arkadaşlarının övdüğü Linera kıtır ekmeği de torbaya koymadan edemedi… Ali Rıza Efendi akşam yemeğini hafif geçiştirmek istediğinden hanımı ona Dr. Ötker paket muhallebisi pişirdi. Bir dilim de Nestle çikolata yedi. Yemek işini halletti. O akşam TV’de Yalan Rüzgârı vardı ama Ali Rıza Efendi Yalan Rüzgarından nefret ediyordu. Onun için Schaub Lorenz renkli televizyonlarını alıp yeni aldıkları Sony Video’yu işletti. Savcı beyin güzel karısından ödünç aldıkları eski Dallas dizisinin kasetini seyretti. Bu ara camiden yatsı ezanının okunduğunu duydu. Müezzin yeni alınan Philips Amphi’yi sonuna kadar açmış, minareye çıkmadan Sony hoparlörleri sonuna kadar açarak ezanı okuyordu. Ali Rıza Efendi yatsı namazını kıldı. Hanımının hazırladığı sıcak Oralet’i içti. Yatmadan önce mutaden duşa girdi. Başını Blendax şampuan ile vücudunu Lux sabunu ile yıkadı. Eros pijamasını giydi. Çıplak ayakları ile Titan halılar üzerinde yürüyerek yatak odasına yöneldi. Kuvartz saatine baktı, ajans başlıyor. Blau Punkt radyosundan ajansı dinledi, yatmaya niyetleniyordu ki, yatak odasının köşesindeki Singer dikiş makinesi ile dikiş diker gibi görünen hanımı yerinden kalktı. “Efendi dedi, Allah’a şükür fındıkları sattın, elin bollandı. Bizim kız ne zamandır, babam bana bir kırmızı Wolkswagen Golf veya siyah Honda alsın diye bana yalvarıp duruyor. Şu kızı sevindiriver…” Ali Rıza Efendi beklenmedik şekilde diklendi, “Hanım hanım dedi, biz eski toprağız… Bu memlekette yapılmayan malı evimize sokmayız. Nesine gerek gâvur otomobili. Ben Kartal’a biniyorum, oğlana Doğan, damada Şahin aldık. Kıza da alırız bir Serçe olur biter.” Evet Ali Rıza Efendi gibi duygusal tepkilerden ziyade akılla, mantıkla, daha da önemlisi uzak amaçlarla hareket etmeliyiz. Tüketimi sadece gıda ve ihtiyaç maddelerinden, belirli ev eşyalarından ibaret saymak yanlıştır. Tüketimin içinde kültürel tüketim de vardır. İzlediğimiz filmler, dizi filmler, günümüz için internet ve her türlü içeriğe kolay erişim vb. gibi unsurlar algılayışımızı ve düşünme tarzımızı da değiştirmektedir. Özetle, eğer sadece tüketen bir toplum olursak zamanla üretenlerin kültürel özelliklerini de alırız. Buradan kültürel alış verişlere karşı bir tutum varmış gibi algılanmamalıdır. Kültürel alış verişler her zaman olacaktır. Burada söz konusu olan değişime zorlanmaktır. Eğer üretemeyen bir millet haline gelirsek önce günlük yaşantımız, daha sonra algılayışımız, yorumlayışımız daha sonra da bizi biz yapan kültürümüz değişecektir. Bu durum ise kendini olayların akışına, zamanın akışına bırakmak demektir. Türk milleti gibi geçmişi bin yıllarla ifade edilen bir millet bu durumu kabul edemez, etmemelidir. Peki, ne yapmak lazım? Milletimizin bütün fertlerinin öncelikle milli bilinç ile donatılması gerekmektedir. Ali Rıza Efendi tarzı bir hayat zaman içinde iliklerimize kadar içimize işlemeden bu milletin her bireyi Türk kültürü ile donatılmalıdır. Eğer her birey bu bilinç ve kültürel donanım ile donatılırsa değişim kontrolsüz ve kendi halinde olmaktan çıkar. Dışarıdan olduğu gibi almak yerine ortaya bir sentez çıkarabiliriz. Pratik hayatta ise üretmek gerekmektedir. Hatta Avrupalı, Amerikalı şirketlere fason üretim değil, kendi öz kültürümüzden doğan, kendi adımızı, kendi izimizi taşıyan markalar çıkarmalıyız. Bu duygusal bir yaklaşım değildir. Tam tersine bu aklın gereğidir. Daha dün tekstili biz üretiyorduk Avrupalılar, Amerikalılar kazanıyordu. Şimdi Çin ve Hindistan üretiyor ama yine Avrupalılar Amerikalılar kazanıyor. Peki, niye? Çünkü markalar onların. Marka kiminse o kültürün özelliklerini, ruhunu taşıyor. O nedenle gerek ekonomik gerekse kültürel nedenlerden dolayı ülkemizin, insanımızın üretmesi, daha çok üretmesi ve aynı zamanda kendi adıyla üretmesi gerekmektedir. Markalaşmanın ne kadar zor, zahmetli ve maliyetli olduğunu herkes bilir ancak sonuçta kazancın (her yönü ile) büyüğü de oradadır. Üretimin geçirdiği değişime bakacak olursak, artık üretimin en üst basamağının bilgi üretimi olduğu tartışma götürmez bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin, Türk milletinin varlığını sürdürebilmesi, gelecekte de var olabilmesi için üretimini, özellikle de bilgi üretimini artırması gerekmektedir. Küreselleşme ile karşımıza çıkan salt ekonomik bir kavram değil, aynı zamanda kültürel bir değişimdir. Bu değişime de üretenler, yani güçlü olanlar yön verecektir. Sonuç olarak üretilen mal ve hizmetler sadece ihtiyaçları karşılama işlevi görmezler, aynı zamanda kültürel izler de taşırlar. Türk milleti daha önce defalarca yaptığını yine yapabilir, yine büyük bir güç olabilir bu genlerinde var ama üretebilirse… Evet, üretmek var olmaktır ama bu varlık sadece etten, kemikten meydana gelmiş bir varlık değildir, daha çok ruhtur. Sevgi ve saygılarımla, hoşça kalın… İnceleme 22 ÇANAKKALE ZAFERİ VE DESTANLAŞMASI Mustafa İLHAN Çanakkale, Birinci Dünya Savaşı’nın Doğuda açılan ilk cephesidir. Osmanlı Devleti, Avrupa cephesinde müttefiki olan Almanların Rus ve İngiliz orduları baskısını azaltmak için açılmış olan Sarıkamış harekatı ile birlikte düşünülmelidir. İngilizler için kolay bir cephe olarak tasarlanmış, kısa zamanda doğuda İngiliz-Rus ordularının güç birliği hedeflenmiştir. İngiliz Denizcilik Bakanı Çörçil 25 Kasım 1914 günü yapılan savunma Konseyinde Türk ordusu için şöyle diyordu: “Osmanlı ordusunun ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Balkan Bozgunu bunu ispat etmiştir. Donanmamız bir vuruşta Çanakkale boğazını ele geçire bilir. Topkapı açıklarında görünmese bile, bu Hasta Adam’ın ellerini havaya kaldırıp teslim olması için yeterde artar bile” der. Harbiye Bakanı Lord Kitehener (Kişner) ise Çanakkale’ye saldıracak kuvvetlerin başına tayin ettiği Hamilton’u İngiltere’den uğurlarken : “Bir İngiliz denizaltısının Çanakkale Boğazını geçerek Gelibolu önünde gördüğünü ve üç defa işaret verdiğini farz edelim. Seddülbahir’deki Türk kuvvetleri taban yağlayıp Bolayır yoluyla İstanbul’a doğru kaçarlar” diyerek moral verir. (İon Hamil ton’un hatıraları Gallipoli Diary) Bir milleti tanımadan, Türk askerinin tarihte yaptıklarından habersiz olmak diye buna denir. Büyük Britanya imparatorluğu’nun böyle hayal etmesinin yanlışlığı anlaşılacaktır. Sömürğeciliğin canavarlaştırdığı mantık bu olmalıdır. Ancak Nusret Mayın Gemisi’nin marifetini topunun vinci bozulan Koca Seyit’in 275 kg’lık mermiyi sırtında taşıyıp koca OCean zırhlısını batıracağını akıllarına getirmiyorlardı. Kurtuluş Savaşı sonrasında İngiliz Başvekili Loid Corc’un İngiliz Parlamentosu’ndaki şu konuşmasına gelineceğinin işaretlerinin verilmeye başlandığına hiç mi hiç akıl erdirecek durumda değildiler. Loid Corc Anadolu’daki başarısızlığı için “Her yüzyıl bir dahi yetiştirir. 20.yüzyılda bu şans Türklere gülmüştür.” Mustafa Kemal gerçeğini itiraf ve sonrasında istifa etmiştir. Türk milleti Çanakkale’yi “geçilmez” olarak destanlaştırmıştır. Türk zaferleri halkın hafızasında türkü, marş, destan anlatımlarıyla yerini almıştır. Pilevne Marşı, İstiklal Marşımız, Sakarya Türkümüz, seferberlik türkülerimiz gibi... Birinci Dünya Savaşı’nın ve Türk Mileti’nin kaderini değiştiren Çanakkale Muharebelerine ayrı bir yer vermek gereklidir. Vatan için bir üniversiteyi şehit vererek vatan toprağına gömdük. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve sonrasında eksikliğini hissetiğimiz erkek nüfusunun en önemli bölümünü bu savaşta kaybettik. Sultani (Liseli) öğrencilerin üst sınıflarının gönüllü yazıldığı vatani hizmetin kutsallığı Çanakkale ile daha iyi anlaşılacaktır. Millet hafızamızı güçlendirecek, Çanakkale zaferini hafızamıza nakşedecek en tanınmış Marş, Bestesi Destancı Mustafa tarafından yapılan Çanakkale Marşıdır. Çanakkale, Kumkale, Kule, 23 Çanakkale Marşı Çanakkale içinde aynalı çarşı Anne ben gidiyorum düşmana karşı Çanakkale içinde sıra sıra selviler Binbaşılar oturmuş asker öğütler Çanakkale içinde bir kırık testi Anneler babalar ümidi kesti Arıburnu’ndan çıktık, yan basa basa Hep düşmanlar kaçıyor kan kusa kusa. Türkü olarakda Çanakkale şöyle duygulu terennümünü bulmuştur. Çanakkale içinde aynalı çarşı Anne ben gidiyom düşmana karşı Off! Gençliğim eyvah. Çanakkale içinde vurdular beni Ölmeden mezara koydular beni Oof! Gençliğim eyvah. Çanakkale içinde bir dolu testi Analar babalar umudu kesti Off!gençliğim eyvah. Çanakkale içinde bir uzun selvi Kimimiz nişanlı, kimimiz evli Off! Gençliğim eyvah. Çanakkale zaferini “Çanakkale şehitlerine” adı ile savaş sehnelerini şiirleştiren, milli ve kutsal bir atmosfere taşıyan Mehmet Akif Ersoy’dur. ÇANAKKALAE ŞEHİTLERİNE Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin. Sönüyor göğsünün üstünde o aslan neferin. Ölüm indirmeden gökler, ölü püskürmede yer. O ne müthiş tipidir; savrulur enkaz-ı beşer. Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene parmak, el ayak Boşanır sırtlara, vadilere sağnak sağnak. Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor. Bir hilâl uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor. Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker! Gökten ecdât inerek öpse o pak alnı değer. Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? “Gömelim gel seni tarihe” desem sığmazsın. Necmettin Halil Onan, Kanlı sırttaki baş, kol, bacak açık mezarlığındaki manzara karşısında “DUR YOLCU” başlıklı şiirini yazdı. Bugün de Gelibolu sırtlarında boğazdan geçen herkesin dikkatini çekecek şekilde toprağa kazılmıştır. DUR YOLCU! Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın Bu toprak, bir devrin battığı yerdir. Eğil de kulak ver bu sessiz yığın, Bir vatan kalbinin attığı yerdir. Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda, Gördüğün bu tümsek Anadolu’nda, İstiklâl uğrunda, nâmus yolunda, Canı veren Mehmed’ in yattığı yerdir. İSTİKLAL MARŞI’mızın şu iki dörtlüğü bugün de ülkemizin kaynaklarını har vurup harman savuranlara söylenmiş gibidir. Arkadaş! Yurduma alçaklara uğratma sakın Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın. Doğacaktır sana vad ettiği günler Hakk’ın Kim bilir, belki yarın beli yarından da yakın. Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme tanı: Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı: Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı. Türk Tarihi yaşanmış tarihlerin en zor olayları ile şekillenmiştir. Hiç kolay zaferi de yoktur. Bunun için de millet hafızasına kazınmış destanlaşmış, marş olmuş, türkü olarak söylenmiş, söylenirken yaşanan bir hayat gerçeği olmuştur. Kaybedilmiş görünen Birinci Dünya Savaşı’nın “Hakiki galibi Türklerdir” dedirtecek araştırma sonuçları Batılı tarihçilere aittir. Yine “Çanakkale Geçilmez” diyenler de var onlar arasında. Batı’nın bu tahammülsüzlüğü ve affetmez acımaz hali, genç, çocuksu bedenlerin bu topraklara feda edilmesi, bugün ülkeyi yönetenlerin aklı selimle düşünmeleri gereken önemli bir husustur. 100 yıllık çınar Çanakkale’li Fatma Nine 8-9 yaşında yetim kalır, babası şehit olur. Sonradan şehit maaşı bağlamak için gelirler. Şu anlamlı cevabı verir: “Ben maaş almam, babam bana VATAN bağışladı” der. Şehitlerimiz önünde tazimle eğilir, rahmet dileriz. Ancak “Parola vatansa, gerisi sözdür” demekten de kendimizi alıkoyamayız. İnceleme Seddülbakir, Katya Marşlarının yazarı da İbrahim Mehmet Ali (1874-1936) dir. (Ethem Üngör, Türk Marşları 1966 s.136.137) İnceleme 24 EĞLENCE KÜLTÜRÜMÜZ VE ESKİ TÜRK DÜĞÜNLERİ (2) Ahmet ALTAY Yaklaşan baharın habercisi güzel, güneşli ve ümit dolu günler temennisiyle…. Mart- Nisan sayımızla merhaba değerli okurlar. Geçtiğimiz sayıdaki konumuzun sonunda bahsettiğimiz üzere aynı konu ile devam edeceğiz. Düğün geleneklerimiz ve özellikle günümüzdeki uygulamalardan ağırlıklı olarak bahsetmiştik. Bu sayımızda da pek fazlaca bilgi sahibi olamasak da, kaynaklar ve mevcut bilgilerimiz ışığında “eski düğünler ve eski eğlenceler” den bahsedeceğiz. “Hey hızara hızara Dalda kiraz kızara Ana benim çağım geldi Durma bana kız ara” Yukarıda okumuş olduğumuz dörtlük evlilik çağı gelip bunu dile getiren bir erkek evladın çağrısıdır. Hal böyle olunca oğlunun yemeden içmeden kesilmesi gibi durumları göz önünde bulunduran anne konuyu babaya açarak aile reisinin onayını alır ve uygun bir gelin adayı aranmaya başlanırdı. Her aile kendi şartlarına göre kendisine uygun bir aday bulur fakat bu adayın öncelikle genel olarak şu özellikleri taşıması aranırdı: Gelin olacak kızda aranılan vasıflar: 1- Her şeyin üstünde iffet. 2- Cidağı olmamak (dik kafalı, inatçı olmamak) 3- Çemkürgen, eydişken olmamak (olura olmaza karşılık verenlerden, sırtarıcı olmamak) 4- Eline ayağına evecen olmak (hamarat, eli ayağı çabuk, işe yatkın ve becerikli olmak) 5- Eli uzun ve sakar olmamak (şunu bunu aşırma huyu olmamak ,danışmadan bir şeye el sürmemek, tuttuğunu kırmamak) 6- Govcu, govlayıcı olmamak ( oradan buradan laf taşımamak, dedikoduculuk yapmamak) 7- Kayınbabasına ve özellikle kaynanasına saygılı olmak. Bütün bunların yanında evlilikte sorumluluk sadece tek bir tarafa yüklenmemektedir. Damat adayı da bir o kadar sorumludur. Evlenecek erkekte aranılan vasıflar: 1- Fodul olmayacak (yani kaba saba , lafın nereye vardığını bilmeyenlerden olmayacak, sözünü sohbetini bilecek) 2- Baba malına güvenmeyecek, hazır yiyici; ekmek elden su gölden, bedava geçinirlerden olmayacak. Belli bir işi, kazancı olacak, hele babası ölmüşse, kalan mirastan tek bir çöp bile satmamış olacak 3- Kumar oynamayacak, sarhoşluk etmeyecek, konuyu komşuyu rahatsız etmeyecek. 4- Evinin yolunu bilecek. Bu demektir ki, işi ile evinden başka bir şey düşünmeyecek. 5- Geçici bir işi olmayacak, şunun bunun yanında sığıntı bir iş tutmayacak. 6- Ağırbaşlı, kamil, ahlaklı, merhametli, yardımsever, cesur ve yürek bütünlüğüne sahip olacak. Bütün bu ön şartlar ve aday uygunluğu sağlandıktan sonra bölgelere göre değişen “kız isteme” uygulamasına başlanırdı. Bu, duruma göre değişkenlik gösterirdi. Evliliğin gerçekleşmesi de bu süreye bağlıydı. Bu geçirilen süre tanıma, tanışma ailelerin kaynaşması ve genel şartları anlama süresidir. Sürenin sonunda karşılıklı olarak anlaşma sağlanırsa evlilik olayı gerçekleşirdi. Düğün harcamaları, giyim-kuşam, düğün sofraları, çeyiz, çeyizin sergilenmesi bütün bu süreci kapsamaktadır. Başlık parası olarak bilinen bir konu hakkında Sadi yaver ATAMAN şu bilgileri aktarıyor: “Düğün harcamalarının ilk ağızda, özellikle oğlan tarafı için, bir yıkım olan ve BAŞLIK denilen bir çeşit alım-satım anlaşması yapılırdı ki bu, kızın satılması değer biçilmesi gibi bir şeydi. Bu adetin Orta Asya, Kazan, Kırgız ve Özbekler’de KALIN adıyla uygulandığını Kaşgarlı Mahmut’tan öğreniyoruz. Bu adet konar-göçer Türk Toplulukları arasında ve bazı yerlerde de “KALIN” adıyla sürdürülmektedir”. (Bir sonraki sayıda devam edecek) 25 İnceleme TÜRKÇE’NİN ZENGİNLİĞİ Hayrettin BÜYÜK B ir dildeki kelime sayısı o dilin ne kadar zengin bir dil olduğunu gösterir. Gündelik hayatta kullandığımız kelime sayısı birkaç yüzü geçmemesine karşın edebiyat ve bilim dili binlerce kelimenin varlığını gerektirir. Düşünüldüğünde hisler ve düşünceler ancak kelimeler vasıtasıyla ifade edilebilir. Kullandığımız dilde yeterince sözcük yoksa ya anlatmak istediğimiz kavramı tam olarak ifade edemeyeceğiz, ya da bir kaç kelimeyle ifade olunabilecek anlatımları daha uzun cümleler kullanmak suretiyle açıklayabileceğiz. Özellikle cumhuriyet sonrası dönemde dilde sadeleştirme adına yapılan faaliyetler ve dilden atılan kelimeler Türkçe’ye yapılan büyük haksızlıklardan birisi olmuştur. Nitekim yeni yetişen nesil milli marşımızı dahi anlamaktan aciz kalmıştır. Bir kelimenin onlarca eş anlamlısı olsa dahi birinin yerine bir diğerinin her koşul ve yerde kullanılabiliyor olması mümkün değildir. Bu nedenle başka dillerden geçmiş olması bahanesiyle bir dilden halihazırda kullanılan bir kelimenin çıkartılıp atılması, düşüncelerimizi kısırlaştırmaktan başka bir şey değildir. Unutulmamalıdır ki dil yaşayan bir kavramdır. Başka bir dilden dilimize girip yerleşen “kola” kelimesinin Türkçe’ye girmesi ne kadar önlenemezse, “kelime” sözcüğünün de başka bir dilden geçmiş olduğu gerçeği ve gerekçesiyle dilden çıkartılmaya çalışılması o kadar beyhudedir. Dili kendi doğal akışına bırakmak zorunludur. Bu arada bilim adamları ve eğitimcilere düşen görev ise, dilin inceliklerini yeni nesillere aktarmak ve Türkçe’de karşılığı bulunmasına karşın sırf daha kültürlü görünmek maksadıyla yabancı kelimeler kullanan sözde entelektüel kişileri de uyarıp Türkçe kelimeler kullanmalarını sağlamaktır. Bu fiili kullanış şekliniz mesleğiniz hakkında ipucu verebilir: “23 numaralı odadaki hasta bu sabah eks (X) oldu.” cümlesini kullanıyor iseniz bir doktor, “Yaratıcı, şehadet getirerek çene kapatmak nasip etsin.” cümlesini kullanan bir vaiz, “Bu tatbikatta iki asker zayiat verdik.” cümlesini kuran ise bir komutan olacaktır. Ölen kişi bir sanatçı, şair veya yazar ise tabii ki onlar için kullanılan ölüm ifadeleri diğerlerinden farklı olacaktır. Örneğin, “Yeşilçam’da başlayan yaprak dökümüne bir yenisi daha eklendi.” “Edebiyat dünyasından koca bir çınar daha devrildi.” gibi. Bu fiili kullanış şekliniz eylemin zamanı hakkında ipucu verebilir. “Ünlü düşünür 1540 yılında aramızdan ayrıldı.” cümlesi kullanım olarak yanlış olacaktır çünkü söz konusu kişi bizim aramızda zaten hiç olmamıştır. Bu ifadeyi yakın zamanda kaybettiğimiz birisi için kullanabiliriz ancak. Bu fiili kullanış şekliniz ölen canlının bir insan mı yoksa bir hayvan mı olduğu hakkında bilgi verebilir: “Kedimiz dün vefat etti.” cümlesi kullanım olarak yanlış olacaktır. Zira hayvanlar için vefat etmek değil ölmek kullanılır. “Dünkü trafik kazasında üç kişi telef oldu.” cümlesi de yine yanlış olacaktır çünkü telef olmak çoğunlukla hayvanlar için bir işe yaramadan ölmek anlamında kullanılır. Aynı anlama gelen birden çok kelime gereksiz gibi görülebilir. Bu fiili kullanış şekliniz kültür seviyeniz hakkında bilgi verebilir: Bakalım gerçekte öyle mi? Bir kelimenin ne kadar çok eş anlamlısı olabilir ve ne kendine denli farklı kullanım alanları bulabilir görelim. Kelimemiz ÖLMEK. Herkes ölmek anlamına gelebilecek kelime ve deyimleri saysın denilse belki birkaç tane daha hatırlayabiliriz. Ancak yazının devamında okuyacağınız kadar çok sayıda eş anlamlıları olduğu hiç birimizin dikkatini çekmemiştir. “Bizim ihtiyar nalları dikmiş” cümlesini kültürlü birisinin kullanmasını pek beklemeyiz. Diğer taraftan, “Geçen gün sohbet ettiğimiz zatı muhterem alemi ervaha göç etti.” “Amcamız geçen hafta ukbaya irtihal etti.” cümlelerini de sıradan bir insanın kullanmasını veya anlamasını bekleyemeyiz. İnceleme 26 Bu fiili kullanış şekliniz ölümü ne denli ciddiye aldığınızı gösterir : Uzun süren bir hastalık sonucunda ölmüş bir kimse için ise ifade daha farklıdır: “Ahmet abi vardı ya hani, heh heh heh o artık yok.” tahtalı köye muhtar olmuş.” öbür tarafı boylamış.” kalıbını dinlendiriyor artık.” bir varmış bir yokmuş oldu.” bir top bezle gitti.” merhum oldu.” kuş gibi uçtu gitti.” “Yıllar önce yakalandığı amansız hastalığa sonunda yenik düştü.” gibi cümleler ciddiyetten uzak ifadeler olmasına karşın; “ …bir rahatsızlığı yoktu ama işte artık vadesi yetmiş.” cümlesi yeterince yaşadığı düşünülen bir kişi için kullanılabilir. “Ahmet bey için emri hak vaki oldu.” mevlasına kavuştu.” sizlere ömür oldu.” can kuşunu uçurdu.” ömrünü size bağışladı.” rahmetli oldu.” gibi cümleler ise son derece ciddiyet arz etmektedir. Bu fiili kullanış şekliniz ölen kişiye karşı nefretinizi veya sevginizi ortaya koyabilir: “Teröristlerden beşi açlıktan gebermiş.” “Geçen kavga ettiğimiz adam bugün eşek cennetini boylamış.” “Hızlı bir yaşamın ardından dün gece sonunda cehennemin dibini boyladı.” “Bizim yaşlı bunağın sonunda kulağının dibi sarardı.” ..benzeri cümleler ölen kişinin hiç sevilmediğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu fiili kullanış şekliniz ölüm biçimi hakkında bilgi verecektir: “Azrail onları uykuda yakalamıştı.” cümlesi ise muhtemelen soba zehirlenmesi sonucu ölen insanlar için kullanılır. Başarısız bir ameliyat sonrası ölümün ifadesi ise: “sağlığına kavuşmak için yattığı masadan maalesef bir daha kalkamadı.” şeklindedir. Hayatta çok acı çekmesine karşın iyi bir hayat süren birisi için ise ölüm şöyle ifade edilecektir, “bunca zorluğun ardından ruhu rahata erdi.” Bu fiili kullanış şekliniz ahiret inancınız olup olmadığını ortaya koyar: “Mehmet amca dün gece ebedi hayata intikal etti.” o dünyaya gitti.” darı bekaya irtihal etti.” ebediyete göçtü.” ruhu huzura erdi.” hakkın rahmetine kavuştu.” şeklinde cümleler ölüm sonrası bir hayatın varlığına göndermeler yaparken, aşağıdaki cümlelerde böyle bir vurguya rastlanılmamaktadır: “Ahmet beyin dün hayatı son buldu.” “Ahmet bey dün gece hayata veda etti.” sonsuz uykusuna daldı.” yaşamını yitirdi.” Örneğin çok kötü bir trafik kazası sonucu ya da bir yangın felaketi sonucu ölmüş bir kimse için kullanılacak ifade aşağıdaki gibi olacaktır. Tasavvuf dünyasında ölüm hadisesinden bahsederken ise kesinlikle alelade kelimeler kullanılmaz. Sıradan kelimeler kullanmak bahsedilen kişiye bir saygısızlık olarak düşünülür. “Dün gece çıkan bir yangında iki kişi feci şekilde can verdi.” En çok kullanılan ifadelerin bazıları şunlardır: “Kurtarma ekibi ona ulaştığında artık onun için çok geçti.” “Kaza sonucu kaldırıldığı hastanede tüm çabalara rağmen kurtarılamadı.” “Ambulans hastaneye ulaştığında yapılacak bir şey kalmamıştı.” “Doktorların onu hayata döndürme noktasındaki tüm çabaları sonuçsuz kalmıştı.” “Sarıkamış’ta binlerce askere karlar altında donmak suretiyle şehadet nasip olmuştu.” “Hazret ibadet ve iman dolu bir yaşamın ardından 1745 yılında Hakk’a yürüdü. sır oldu. rahmeti rahmana kavuştu. ecel şerbetini içti. cennetlik oldu. ruhunu teslim etti.” gerçek hayata uyandı.” Ölüm kelimesi bir edebi metin içerisinde geçiyorsa, burada kelimeler ustaca kullanılarak, herkesçe biraz tatsız bulunan ölüm kelimesine bir şirinlik bile kazandırmak mümkündür: 27 “Kral için ılık bir sonbahar sabahı ebedi istirahatgâhında yerini alma vakti gelmişti.” “Ve milyonların sevgilisi o gece yattığı uykudan bir daha uyanamadı.” “Hem Yüce Türk, hem de Türk milleti için saatler dokuzu beş geçe’de donmuştu.” “tüm çabalar sürerken onun ruhu çoktan meleklerle birlikte kanat çırpmaya başlamıştı.” “ daha çok acı çekmemesi için sanki Azrail bir kuş gibi uçup gelmiş ve sinesine konmuştu.” “ tüm yapacaklarını bitirmiş ve artık gönül rahatlığı içinde dönülmez yolculuğa çıkabilirdi.” Haberleri izlerken aşağıdaki cümlelere benzer ifadelerle karşılaşırsanız bunlar da size öldü kelimesinin anlamdaşlarından birini ifade edecektir: “Eski milletvekili dün öğle namazının ardından defnedildi.” son yolculuğuna uğurlandı.” toprağa verildi.” Aşağıdaki ifadeler ölüm sonrası işlemler gibi gözükseler de çoğunlukla ölümün eş anlamlısı deyimler olarak kullanılırlar: “Biz musalla taşına konulunca hep size kalacak çocuklar.” buralar dört kolluya bindiğimizde tahta ata binince salacaya(teneşire konunca) yatınca imamın önüne konduğumuzda kara toprağa girince imamın kayığına binince yensiz gömlek giyince Öyle ki yaşlı birisine mizahi bir yaklaşımla dua eder gibi söyleyeceğiniz “Mevla geçmişlerinize kavuştursun teyzeciğim” cümlesi de teyze için yapılmış bir ölüm temennisinden başka bir şey değildir. Ya da aynı yaklaşımla “Mevla iki iyiliğin birini versin” cümlesi de ya şifa ya da ölüm anlamına gelmektedir. Buna benzer dua ve beddualarda ölüm konusu onlarca değişik kelimelerle ifade edilmiştir. Bir kaçına örnek vermek gerekirse, muhtemelen şu ifadeleri kullanıyor olabilirdiniz. “Ben ona yavaşça vurdum ve yere düştü. Birde baktım kalbi atmıyordu.” “Ben korkutmak için omzuna ateş ettim, adam korkudan dünyasını değiştirmiş.” “Abicim, adama bir yumruk attım ve tek yumrukla mevta olmuş.” Hayvan türlerinin ölüm türleri de birbiri arasında farklılık arz edebilmektedir: “Anne balıklarımın hepsi suyun yüzüne vurmuş.” “Horoz büyük bir özveriyle kendini tilkiye feda etmişti.” “At öyle delirmiş gibi koştu ki bir süre dayanamayarak çatladı.” ..şeklindeki cümleler de değişik ölüm ifadeleridir. Argo demek bir gurubun veya topluluğun kendi aralarında kullandıkları ancak diğer insanlar tarafından pek anlaşılmayan ve kabul görmeyen kelime ve deyimler demektir. Argoda geçen ve ölüm anlamına gelen onlarca kelime mevcuttur. Bunlardan bazıları şunlardır: “Adam cartı çekti.” “Adam kepti.” “Adamın işi bitti.” “Adam zıbardı.” “Adam gora gitti.” “Adam mort oldu.” “Adam kuyruğu titretti.” Ölüm döşeğinde bir insanın aşağıdaki ifadeleri de ölümle eş anlamlı anlatımlardır: “Evlatlarım, benim için vakit tamamdır. göçüp gittiğimizde ecel bizi alınca göz yumduğumuzda kabre konunca ölüm kapımızı dövünce ömür defterimiz kapandığında dünyadan nasibimiz kesilince sakın ha mal mülk için birbirinize düşmeyesiniz.” “Allah hepimize imanla göçmek nasip etsin.” Kişiye özel ölmek kelimesi bile vardır. Örneğin Hz. Mevlana için öldü ve benzeri kelimeler kullanılamaz. O ölümü bir düğün günü olarak düşünür ve sevgiliye kavuşmak olarak değerlendirir. Bu yüzden onun için “Allah evlatlarımızın acısını bizlere göstermesin.” veya “şeb-i arus anma törenlerinin 732.si yapıldı.” şeklinde bir cümle kullanmak mümkündür. “.. ömrün kesilsin!” “.. boyun devrilsin!” bunlardan bazılarıdır. Bir ölüm hadisesini sonradan anlatıyor olsaydınız Efendim Azrail’le olan randevunuza ulaşmadan önce, güzel günler geçirmenizi, harika ve anlamlı bir ömür sonunda huzur içinde son nefesinizi vermenizi dileriz. İnceleme “Prensesin bedeni aniden yere yığıldı ve bir daha açılmamak üzere güzel gözleri kapandı.” 28 İnceleme Türkülerimiz Erhan SOLMAZ Tarihin her çağında büyük bir güç olarak kendini dünyaya gösteren yüce Türk milleti,kültürel açıdan da köklü ve zengin bir birikime sahiptir ve bu özelliği ile de dünya milletleri tarafından takip edilmektedir.Türk Milletinin kültürel zenginlikleri içerisinde türkülerimizin büyük bir yeri vardır.Türküler hasrettir, sevdadır, çağlar ötesinden gelen sestir.Ayrılık acısının dilden dökülmesidir: “Allı turnam bizim ele varırsan Şeker söyle,kaymak söyle,bal söyle Ah gülüm gülüm kırıldı kolum Tutmuyor elim turnalar ey” Kimi zaman da ölümü hisseden ozanın sazının teline vurmasıdır: “Azrail serime çöktüğü zaman Kırılır kanadım kol yavaş yavaş Mevlam nasip etsin din ile iman Akar gözlerimden sel yavaş yavaş” Türküler söylendiğinde kah coşarız,kah yüreğimiz yanar. Türkü yakmak diye bir deyim ile de bunu ne güzel ifade etmiş insanımız. Türk anası daha çocuk denecek yaştaki yavrusunu kınalayıp cephelere yollamış,ardından da türküler yakmış.Yakılan türkülerden (ağıtlardan) birinde Kara Zalha adındaki çileli Anadolu kadını Sarıkamış’ta dört oğlunu kaybetmenin acısını anlatır: “Yüzbaşılar, yüzbaşılar Tabur taburu karşılar Sabah olup gün vurunca Şehit kanları ışılar İbrişimin kozaları Battı Avşar kazaları Sarıkamış’ta ölmüşler Gonca gülün tazeleri” Sevgilerin saf ve temiz olduğu eski zamanlarda ozan sevdiğini bakın nasıl tarif ediyor: “Şerbet senin dudağında dilinde Arzumanım kaldı ince belinde Sen bir güzelsin ki Türkmen elinde Günah bende değil sendedir sende” Türkülerimizde birlik ve beraberliğe çağrı vardır. Aşık Veysel’e kulak verelim: Topraktandır cümle beden Nefsini öldür ölmeden Böyle emretmiş yaradan Sen kalemsin ben uç muyum? Tabiata Veysel âşık Topraktan olduk kardaşık Aynı yolcuyuz yoldaşık Sen yolcusun ben baç mıyım? Türkülerde sitem de vardır.İnsanların vefasızlığı, dünyanın vefasızlığı ozanın dilinden saza dökülür, ozanın dilinden saza dökülen bu sözler anlayanlar için sanki ciğere saplanan bir oktur. “Bozuk şu dünyanın düzeni bozuk Tükendi daneler kalmadı azık Yazıktır şu geçen ömrüme yazık Bir dost bulamadım gün akşam oldu.” Büyük Önder’i de unutmamıştır Türk Milleti türkülerinde hala dillerdedir bu türkü: Hoş gelişler ola Mustafa Kemal Paşa Askerin, milletin, bayrağınla çok yaşa Arş arş ileri ileri Arş ileri marş ileri Dönmez geri Türk’ün askeri Sağdan sola soldan sağa Salla bayrağı düşman üstüne Cephede süngüler ayna gibi parlıyor Azeri Türkleri bayrak açmış bekliyor.” Türk Milleti binlerce yıl önce Orta Asya’dan dünyanın dört bir yanına dağılırken gittiği yerlere sadece mücadeleci ve savaşçı özelliğini götürmemiş, kültürünü ve medeniyetini de beraberinde götürmüş. İşte bu yüzdendir ki kopuz “sizleri özledim” der sanki çalınırken, Kaşgar’da çalınan kavalın sesi bize kadar gelir. Azerbaycan’da çalınan tarın nağmelerini ta içimizde hissederiz. Rumeli türküleri ile coşarız.. Kerkük’te söylenen türkü ile irkiliriz: Altın hızma Mülayim Seni Hak’tan dileyim Yaz günü temmuzda Sen terle ben sileyim Gün gördüm günler gördüm Seni gördüm şad oldum Altın hızma incidir Gömleği nar içidir Menim lâl olmuş dilim Ne dedi yar incidir Gün gördüm günler gördüm Seni gördüm şad oldum Özellikle gençliğimizin bu öz değerlerimizden haberdar edilmesi bize düşen milli bir vazifedir. Konfüçyüs’e bir milletin nasıl yok edilebileceği sorulduğunda “o milletin önce dilini, dili ile birlikte de müziğini yok etmelisin” cevabını vermiştir. Bu cevap gerçekten çok önemlidir. Titreyip kendimize dönmenin tam zamanıdır. 29 Metin ÖZBEK - metinozbek1907@hotmail.com F otoğraf çektirmenin hala caiz olup olmadığı tartışılan ülkemizin aksine, Fransa-İsviçre sınırının 100 metre altında insanoğlu zaman makinesini geliştirmenin yollarını arıyor. İsviçre’nin Cenevre kentinde bulunan CERN(Conseil Pour la Recherche Nucleaire - Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi) laboratuarlarında yürütülen deneyler, Dan Brown’ın “Melekler ve Şeytanlar” isimli kitabında ve geçtiğimiz aylarda Isparta’da düşen uçakta hayatlarını kaybeden bilim adamlarımızdan dolayı aslında birçoğumuz için yabancı sayılmaz. Cenevre’nin 100 metre altında 37 km çapında inşa edilen çember şeklindeki tünellerde 6500’ü aşkın bilim adamı deneyler yürütüyor. Avusturya, Belçika, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Almanya, Yunanistan, Macaristan, İtalya, Hollanda, Norveç, Polonya, Portekiz, Slovakya, İspanya, İsveç, İsviçre ve Birleşik Krallık olmak üzere 20 üye devletin katılımıyla oluşturulan Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi, 1954 yılında, İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD’ye göç etmiş Avrupalı bilim adamlarını yeniden kıtaya çekmek için açılmıştır. Merkezde sadece teorik nükleer fizik üzerine değil, uygulamalı bilimler, mühendislik ve bilgisayar bilimleri üzerine de çok kaliteli araştırmalar yapılmaktadır. Dünyanın en büyük parçacık fiziği araştırma merkezidir. Bunun yanı sıra, CERN dünyada teknolojinin en büyük lokomotiflerinden biridir, örnek vermek gerekirse World Wide Web(internet), Tim Bernets Lee tarafından 1989’da burada bulunmuştur. CERN'in oluşturduğu bilgi miktarı, devasa boyutları nedeniyle günümüz internet altyapısı üzerinden aktarılmasını imkânsız hale getiriyor. CERN bilişim bölümü başkanı Wolfgang Von Rüden'in verdiği bilgilere göre CERN'in yıllık ürettiği bilgi miktarı 15 petabyte'ı (15 milyon gigabyte = 7.5 milyar A4 sayfası yazı) aşmış durumda. CERN’de şu anda yürütülen en çarpıcı deney ise Büyük Atlas deneyi. Yazımın başında bahsettiğim gibi kurulan devasa düzenek şu an bilim dün- yasının en büyük makinesi unvanını taşıyor. Proje kapsamında 1000 zıt kutuplu mıknatıs bulunan tünelde proton parçacıkların ışık hızında (saniyede 300.000 kilometre) hızla çarpıştırılması ve 14 tera elektron voltluk(tera=1000000000000) bir enerjinin açığa çıkması planlanmaktadır. Bu deneyle evrenin başlangıcını oluşturduğu varsayılan Big Bang(Büyük Patlama) olayı yeniden canlandırılabilecek. Proje bu açıdan birçok kişi tarafından “search for god” olarak yani “Tanrıyı Aramak” olarak isimlendirilmektedir. Çarpışma sonucu ise açığa çıkan büyük enerjiden dolayı kâinatın ve zamanın delinebileceği bile iddia edilmektedir. Komplo teorisyenleri için ciddi bir malzeme kaynağı olan proje, bilim tarihi içinse ciddi bir açılım yaratacaktır. Çarpışma sonucunda oluşması planlanan kara deliğin ise bir zaman makinesi gibi davranarak zaman boyunda farklı anlara açılabileceği öngörülüyor. Kıyamet teorilerinin gerçek olup olmayacağını zaman gösterecek. Ya da uzayı ve zamanı bir sefer delmeden bir şey olmayacağını söyleyecek bir Süleyman Demirel’leri olmadığından dolayı işin içinden çıkamayabilirler de! Ama şu bir gerçektir ki önümüzdeki günler bilim tarihi için büyük olaylara gebedir. Gelecek sayıda görüşmek dileğiyle… Teknoloji Teknolojinin Seyir Defteri 30 İnceleme YUNAN ZULMÜ Yusuf BİLTEKİN B en Yunan zulmünü önce büyüklerimden öğrendim, sonra kitaplarda okudum. Benim çocukluk yıllarım atalarımın Selanik’teki acılarını dinlemekle geçti. Bana anlatılanlar ruhuma ve beynime kazındı. Bu yaşanılanları yıllar geçse de unutamayacağım. Okuduğum bir kitaba göre Yunanlılar İzmir’i işgal ettiklerinde Türk bayrağını çiğniyor, esir aldıkları Türk askerlerini zorla “zito Veneziloz” yani “yaşasın Veneziloz” diye bağırmaya zorluyorlar. Bu cümleyi söylemeyen Niğdeli Süleyman Fethi Bey, bir Yunan askeri tarafından göğsünden yaralanıyor ve kaldırıldığı hastanede şehit oluyor. Ben Selanik muhaciriyim. Daha doğrusu atalarım Selanik muhaciri. Mustafa Kemal Atatürk atalarımı Selanik’ten Türkiye’ye getirmeden önce atalarım Selanik’te çok zulüm görmüşler. Yunanlılar Selanik’teki evlerimizi basıp hayvanlarımızı, erzaklarımızı ve silahlarımızı gasp etmişler. Büyük ninem anlattı: Bir gün Yunanlılar evlerimizi basmışlar. Silah ve iyi koşan atlarımızı istemişler. Büyük ninem silahı toprağa gömmüş ve iyi koşan atı komşusunun boş olan ahırına koymuş. Ninem Yunanlılara fırsat vermemiş. Yine bir gün Yunanlılar bir eve baskına gelmişler ‘kota” verin demişler yani yağ verin demişler. Bir Yunan askeri süngüsünü hamile bir kadının karnına dayamış ve tehditte bulunmuş. Hâl böyle olunca, korumasız insanlar Yunanlıların isteğine boyun eğmişler. Rumlar’ın Anadolu’da kurdukları zararlı cemiyetlerden Pontus Rum ve Mavri-Mira cemiyetleri Karadeniz, Ege, Marmara kıyıları ve Kırklareli ci- varında Rum çetelerini silahlandırmada ve Türklere karşı eylem yapılmasında etkin bir rol oynamıştır. Onbinlerce müslümanı katlettiler Yunanlıların yaptığı katliamlar Bristol Raporu ile teyit edilmiştir. Yunanistan’ın İzmir’i işgalinden sonra ABD’den gelen Amiral Bristol başkanlığındaki heyet, bölgede yapmış olduğu araştırmalarda Türklerin katledildiklerini, bu işgalin Wilson ilkelerine ters olduğunu ve Yunanlıların bu işgale derhal son vermeleri gerektiğini söylemiştir. Savaş bittikten sonra Mustafa Kemal ATATÜRK Selanik’te zulüm altında kalan Türkleri Lozan Barış Antlaşmasında Türkiye’deki Rumlarla mübadeleye tabi tuttu. Büyüklerimle sohbet ederken konu açıldıkça “Bizi Türkiye’ye Mustafa Kemal Atatürk getirdi” derler ve Gazi Paşa’ya dua ederler. Ben ve atalarım Büyük Önder Atatürk’e iki kere teşekkürde bulunuyoruz. 1- Vatanı düşman işgalinden kurtardığı için. 2- Bizi Yunan zulmünden kurtardığı için. Ben günümüzde “Türk-Yunan Dostluğu” gösterilerine hayret ediyorum. Çünkü, Yunan hiçbir zaman Türk’e dost olmaz. Megola İdea’dan ve Enosis’ten vazgeçmez. Günümüzde arkasını AB’ye dayayarak, Fener Rum Patrikhane’sini ekümenik yapılmasını, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasını, Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak Gümrük Birliği Ek Protokolü’nün uygulanmasını Türkiye’den istemekte, Ege denizinde uçaklarımızı taciz etmektedir. Bununla nasıl dost olunur? Atalarımızın kemikleri sızlamaz mı? UFUK ÖZEL GÜVENLİK VE EĞİTİM HİZMETLERİ LTD ŞTİ. MİLLET CAD.EFE PLAZA KAT:5 MELİKGAZİ/KAYSERİ TEL:352 2318883-84 www.ufukozelguvenlik.com İnceleme 31 YİĞİTLİĞİN ÖLÇÜSÜ Mustafa ÖZTÜRK E ski Türk toplumunda ideal insan, alp insan tipidir. Alp, kahraman, cesur, yiğit, zorlu anlamına gelir. Şahıs ismi, sıfat, unvan ve askerî bir asalet zümresinin adı olarak kullanılmıştır. Batur, boğatur kelimeleri de aynı manaya gelen kelimelerdir. Alp Er Tunga, bir destan kahramanımız, Alp Tegin, Gazne devletinin kurucusu, Alp Arslan, Malazgirt Zaferi’yle Türklüğe Anadolu kapılarını açan Büyük Selçuklu sultanı, Aykut Alp ve Konur Alp, Osmanlı Devleti kurucusu Osman Bey’in silah arkadaşlarıdır. Alp, üstün tutulan, sevilen bir sözcük olduğu için savaşlarda yiğidin yoldaşı olan atlara da zaman zaman bu ismin verildiği olmuştur. Meselâ, Kültiğin’in bir atının adı, Alp Salçı’dır. Günümüzde de “Alp, Alper, Alpay, Alperen” erkek çocuklara en çok verilen adlar arasındadır. Bu husus, kültürümüzdeki devamlılığı gösteren güzel bir örnek sayılmalıdır. Selçuklu Türklerinden itibaren alp ve gazi kelimeleri, çoğu zaman, bir arada kullanılır. Anadolu fatihi Kutalmış ile Atabeg Zengi’ye “Alp-gazi” deniliyordu. Bu kelime, daha sonra ”Alperen” şekline dönüşür. Fuat Köprülü’nün “Türk edebiyatının en büyük eseri” saydığı Dede Korkut Kitabı’nda alpların hayatı anlatılır. Bayındır Han’ın güveyisi Salur Kazan, ülke sınırını korumakla görevli alpların başıdır. Kazan beyin kardeşi Kara Göne, oğlu Kara Budak, Kıyan Selçük oğlu Deli Dundar, Boz aygırı Beyrek, Kazılık koca oğlu Bey Yigenek, Kazan Beyin dayısı at ağızlı Aruz Koca, bıyığı kanlı Büğdüz Emen, Eylik Koca oğlu Alp Eren, Kanglı Koca oğlu Kan Turanlı,Tepegözlü öldüren Basat, Uşun Koca oğlu Segrek, destani öyküleri anlatılan alp yiğitlerdir. Oğuz ülkesinde yiğitliğin ölçüsü, düşman ülkesine akın düzenlemek, gaza yapmak; baba, kardeş veya oğul tutsak ise onları kurtarmaktır. Bunun yanında çok cömert olmak da gerekiyor. Uşun Koca oğlu Segrek Destanı’nda bu husus şöyle ifade edilir: “Bre Uşun Koca Oğlu! Bu oturan beyler her biri oturduğu yeri kılıcı ile, ekmeği ile almıştır, bre sen baş mı kestin, kan mı döktün, aç mı doyurdun, çıplak mı donattın.” Eski Türk toplumunda cömertlik, en önde gelen erdemdir. Bu yüzden, Dede Korkut’ta şu ifadelere sık sık rastlarsınız: “Aç görsen doyur, çıplak görsen donat, borçluyu borcundan kurtar, tepe gibi et yığ, göl gibi kımız sağdır, büyük ziyafet ver.” Oğuz ülkesinde ad alabilmek için bir yiğitlik yapmak şarttır. Buna “ad kazanmak” denir. Ad kazanan, ana ve babasının övüncü olur. O yiğit, artık bir alp’tır. Alp yiğitler inançlıdırlar. Savaştan önce, arı sudan abdest alır, iki rekat namaz kılar, adı güzel Muhammed’i yâd eder Allah’a yalvarırlar. “Karanlık gece içinde yolu kaybetsem ümidim Allah” ifadesi, çok güçlü bir imana işaret etmektedir. Alp olabilmenin bir şartı da, ülkeyi karşılaştığı bir felâket veya tehlikeden kurtarmaktır. Tepegöz, Oğuz ülkesini kırıp geçiren kılıç işlemez bir canavar yaratıktı. Basat, Allah’ın yardımıyla bu yaratığı öldürdüğü ve Oğuz ülkesini kurtardığı için alplar içinde saygınlık kazandı. Anadolu Türk coğrafyasının ilk Türkçülerinden Âşık Paşa ( 1272-1333), Garipnâme adlı eserinde alp olabilmenin dokuz şartını sayar: 1.Secaat ve yürek sahibi olmak, 2.Pazu kuvveti, 3.Gayret, 4.İyi bir at, 5.Kılıç kesmeyen, ok işlemeyen bir elbise (ton), 6.Ok ve yay, 7.Kılıç, 8.Süngü, 9.Arkadaş (Yalnız başına alp’lık olamaz) 13’üncü ve 14’üncü yüzyıl Türkiyesi’nin şartları düşünüldüğünde, bu dokuz şartın bir yiğit için gereklili- İnceleme 3 4 İnceleme ği, mutlaka anlaşılacaktır. Burada, Haçlılarla ve Hıristiyan Bizans’la devamlı savaşan insanlardan bahsediyoruz. Bu yüzden, ortada yadırganacak bir durum olmamalıdır. Günümüzde yiğitliğin ölçüsü, Âşık Paşa’nın saydığı dokuz ölçüden biraz farklıdır. Artık, kılıç kalkan, ok ve yay devrinde yaşamıyoruz. Günümüzün savaşları da ok, yay ve kılıçla yapılmıyor. Ancak, cesaret, gayret, cömertlik, doğruluk, bilgi, erdem, fedakârlık, kararlılık, sabır ve sebat dün olduğu gibi bugün de geçerli olan yiğitlik değerleridir. Tabii ki hem erkekler hem de kadın ve kızlar için… Dün olduğu gibi bugün de Türk ülkesinde yiğitleri görüyor ve yiğitliklere şahit oluyoruz. Yine askere gidenler düğüne gider gibi coşkuyla gidiyorlar. Yine haram yemekten korkan, sofrasını yoksullara açık tutan, yolda bulduğu para cüzdanını karakola teslim eden, “ölürsek şehit, kalırsak gaziyiz” inancına sahip insanlarımız vardır. Alp yiğitlerin, Türk toplumunda hâlâ yaşıyor olmaları, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı ve Irak’ın Kuzeyine yapılan askerî operasyonlarla ispatlanmıştır. “Günümüz alpları, savaşan Mehmetçik’tir.” desek, en doğru şeyi söylemiş oluruz. Sadece savaşan Mehmetçikler mi? Evet dersek, çok zor şartlarda, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun uzak köylerinde öğretmenlik yapan, Türk bayrağını indirtmeyen, İstiklâl Marşı’nı söyletmekten korkmayan Türk öğretmenine haksızlık etmiş oluruz. Böyle öğretmenlerimiz de “alp-yiğit” ünvanını, anaların ak sütü gibi hak etmektedirler. İmkansızlıklara rağmen ilim yapan, Türklüğe hizmet yolunda gecesi gündüzünü laboratuvarlarda geçiren ilim adamlarını; görevi için ölümü göze alan devlet memurlarını unutmamalı… Onlar da günümüzün alp yiğitleridirler. Mehmet Akif’te ideal Türk tipi, Asım’ın şahsında tasvir edilmiş ve övülmüştür. Asım’ın nesli öyle bir nesildir ki, “yurdunu çiğnetmemiş ve çiğnetmeyecektir.” “Çanakkale geçilmez” diye destan yazan, Sakarya ve Dumlupınar’da savaşan böyle bir nesildir. Vatan ve İstiklâl sevgileri öylesine yücedir. Bize göre, Akif’in şu dizeleri, ideal Türk tipini en güzel şekilde anlatmaktadır. Kendini yiğit gören veya sananların bu mısraları yazdırıp duvara asmaları ve şiirdeki anlamı asla unutmamaları gerekmektedir: “Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevmem Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem Biri ecdâdıma saldırdı mı hattâ boğarım - Boğamazsın ki! - Hiç olmazsa yanımdan kovarım. Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam Doğduğumdan beridir âşığım istiklâle Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyunum? Kesilir belki fakat çekmeye gelmez boynum. Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim Onu dindirmek için çifte yarim, kamçı yerim. Adam, aldırma da geç git diyemem, aldırırım, Çiğnerim, çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım.” Burada, “Bana ne!” demeden haksızlığa, zulme karşı çıkan, hep hakkı gözeten bir insanın portresi çizilmiştir. Günümüzde böyle tipler, az da olsa vardır. Kendisini milleti ve milletinin değerleri için fedâ etmeye hazır olan böyle tiplere eski Türk toplumunda “alp, gazi-alp” deniliyordu. Bu kelimenin anlam bakımından karşılığı Batı toplumlarında “şövalye”dir. Günümüzde, fikirsizlik, ülküsüzlük girdabında dönüp duran ve geçici zevklerle oyalanan gençlerimiz, Türk tarihinin derinliklerine dalarlarsa orada ruhlarını yücelten ve gönüllerini dolduran manevi zenginliklerle karşılaşacaklardır. Kimlik buhranından kurtulmanın biricik yolu da budur. Michael Jocksan’a özenen onun gibi olur. Kürşat, Çağrı, Kutalmış gibi kahramanların hayatını okuyanlar da onlara benzemeye, onlar gibi yiğitlikler yapmaya çalışırlar. Türk tarihine yönelirsek, unuttuğumuz değerlere ulaşır, şuur kazanırız. Türk Destanlarını, Orhun Kitabeleri’ni, Dede Korkut Kitabı’nı dikkatle okuyan Türk gençlerinin yollarını şaşıracaklarını hiç sanmıyorum. Zira bu temel eserlerde, yiğitlik ve doğruluğu karakterlerinin değişmez unsuru yapan alplar anlatılmıştır. Oğuz Kağan’la, Alp Er Tunga’yla, Kültigin’le tanışıp bu kahramanları izleyen Türk gençleri, mutlu yarınlarımızın kurucuları olacaklardır. 5 Yrd.Doç.Dr. A. Vehbi ECER - Erciyes Ü. Emekli Öğr. Üyesi Millî şuuru ve millî kimliği uyanık ve onu ayakta tutan en önemli kültür öğelerinden biri de din’dir. Evrensel dinlerde ortak olan konu Tanrı’yı bilmek ve sadece Tanrı’ya ibadet etmekten ibarettir. Bağlı bulunduğumuz İslâm Dininde de dinimizin vazgeçilmez öğeleri organlarla gerçekleştirilen davranışlar olmayıp zihinde ve kalpte yer tutan inançlardan ibarettir. Bu inançlar insanları korkusuz, güçlü kılar ve hayata bağlar. Şunu kesinlikle ifade edelim ki atalarımız tarih boyunca hiçbir puta, hayvana, insana tapmamıştır. Arap toplumundaki cahiliye çağını Türkler yaşamamıştır. Türklerin kurda taptığı iddiası tarihi ve özellikle kültür tarihini bilmemekten doğmaktadır. Zira bütün milletlerin ilk destan dönemlerini içeren tarihlerinde bazı tabiat varlıklarına değer verdikleri görülür. Rahmetli Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü adlı (Ankara 1977, 249) kitabında; “Türklerde kurtun saygı görmesi ise yüz binlerce baş sürülerin otladığı bozkırların korkulu hayvanı olmasından ileri geldiği düşünülebilir ki bunun temelinde dinî bir tasavvur (düşünce, amaç) keşfetmek güçtür” cümlesiyle bu konuya açıklık getirir. Zira Türk Milletinin en eski tarihinden beri Tanrı anlayışı gelişmiş bir düzeydedir. Bu hususu Orhun Abidelerinden de anlıyoruz. Orada kendisinden başka bir varlığa benzemeyen, yüceltici, bağışlayıcı, öncesiz ve sonrasız, ölümsüz, güçlü, yaratıcı, yüce, buyuran, yeri ve göğü düzenleyen, öldüren, bilgi veren, lütfeden, koruyan… ve hiçbir yaratılmışa benzemeyen Tek Tanrı’dan bahsedilir. Ayrıca ahiret fikrinin, cennet, cehennem, mahşer inançlarının da olduğu bilinmektedir (Bak: A.V. Ecer, İslâm Tarihi Dersleri-I, Kayseri, 89-111). Anlaşıldığı üzere atalarımız Tek Tanrı’ya ve ahiretin varlığına, iyilik yapmanın, ahlakî davranmanın faydasına inanmışlardır. Böyle bir anlayış ve inanış Yüce Tanrımızın ve O’nun son kitabı Kur’an-ı Kerim’in onayladığı bir inanıştır. Yüce Tanrı K. Kerim’de “Doğrusu, müminler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiîlerden Allah’a ve ahiret gününe inanıp yararlı iş yapanların ecirleri (sevapları, ödülleri) Rab’lerinin katındadır. Artık onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir” (Bak: Bakara Suresi/62; Maide Suresi/69 ayetleri) buyurur. Bu da gösteriyor ki atalarımız Yüce Tanrımızın ve K. Kerim’in onayladığı Tek Tanrı inancı içindeydiler ve onların Yüce Tanrı dışında taptıkları put, hayvan, insan resim ve heykellerine rastlamamaktayız. Son Peygamber Hz. Muhammed (SAS) sağlığında Türk çadırında dinlenmiş, Türklerin kahramanlığını, Türk ordusunu ve milletini övücü sözler söylemiştir. Türk Milleti de İslâm Dinini millî kültürünün bir parçası yapmakla kalmamış, bu dini bir Arap kabileleri dini olmaktan kurtararak dünya dini haline getirmiştir. Atalarımız İslâm Dinini isteyerek, severek benimsemişler, inanç ilkelerine karşı direniş göstermemişlerdir. İslâm Dini milletimizin eski inanışlarına çok uygun bir dindir. Atalarımızın Tek Tanrı, hoşgörü anlayışları ile, Kur’an’ın hürriyetçi, zorlamasız, insan sevgisi, kucaklayıcı ve evrensel ilkeleri örtüşüyor idi. Bu sebeple bu dinin İslâm hukukunda Ebu Hanife (öl. 768)’nin, inançta Türk din bilgini Mehmet el-Matüridî (öl. 944)’nin ve hem inanmayı, hem çalışmayı, insanî değerleri en üst düzeyde tutan, kucaklayıcı Hoca Ahmet Yesevî (öl. 1166)’nin dinî yorumlarını benimsediler. Geleneksel Türk kültürü ile İslâm Dininin güzellikleri kucaklaştı, kaynaştı. Böylece İslâm Dini milletimizin âdeta bir millî dini haline geldi (Bak: E. Ruhi Fığlalı, “Türk İnceleme KÜLTÜRÜMÜZ VE DİNİMİZ İnceleme 6 ya da Türkiye Müslümanlığı Üzerine”, Hürriyet Gazetesi, 14 Eylül 1998, 7; N.S. Banarlı, İman ve Yaşama Üslubu, İst. 1986, 102 vd.). İslâm Dini evrensel bir dindir ve bütün insanlığa hitaben gelmiştir. Bütün insanların dinlerini bu dinin ana kaynağı olan Kuran-ı Kerim’den öğrenmeleri gerekir. Din yönünden helaller, haramlar onda yazılıdır. Bu sebeple İslâm Dini ve İslâm ahlakını Kuran’dan öğrenmeliyiz ve onun tercümelerinden yararlanmalıyız. Din ve ahlak konularında Peygamberimizin sözlerinden ve onun hayatını örnek alarak öğrenmeliyiz. Her hadis, her sünnet diye önümüze sürülen sözlerin Peygamberimizin muradına uygun olup olmadığını akıl, ilim ve Kur’an ile irdeleyip kabullenmeliyiz. Dinimizin yasakları (haramları)’nın amaçları insanın korunmasına (yani öldürmeye, işkenceye, sağlığını bozmaya, intihara…), malın korunmasına (hırsızlık, yağma…), dinin korunmasına (bâtıl itikadlar, dine sokulmak istenen akıl dışı fikirler gibi), neslin korunmasına (ailenin korunarak yeni neslin iyi yetişmesi için konulan haramlar…), aklın korunmasına (aklı ortadan kaldıran uyuşturucular… gibi) yöneliktir. Bu ilkelerle din olarak söylenenlerin doğrusunu yanlışlardan ayırabiliriz. Bir şey ki, - kim söylerse söylesin- cana, mala, nesle, dine, akla zarar vermiyorsa ve kamuya zarar vermiyorsa o şey dinimizce haram (yasak) değildir. İslâm Dininde var olan mezhepler Kur’an’ı yorum farkından doğan, Tanrı’nın varlığı, birliği, yalnız O’na ibadet edileceği ve ahiret inancı ilkeleri gibi öz ile ilgili olmayan ayrılıklardır, zenginliklerdir. Bir mezhebe bağlı olmak yanlış değildir. Ama bir mezhebi din gibi görmek, mezhep taassubu (bağnazlığı) içinde olmak tehlikelidir. Birliği, beraberliği tavsiye eden dinimiz kucaklayıcıdır. Yüce Tanrı K. Kerim’inde (Nisa Suresi/94) şöyle buyurur: “Ey İnananlar! Allah uğrunda yola çıktığınız zaman her şeyi iyice anlayın, size selam verene, siz dünya hayatının geçici menfaatini özleyerek “sen mümin değilsin” demeyin…” Yüceler yücesi, öncesiz, sonrasız olan Tanrı’ya inanan yaratılmış olanlara kul köle olmaz, paraya, şöhrete, makama secde etmez. Güçlü olur. Zira Kuran’da Yüce Tanrı bizlere “gevşemeyin ve üzülmeyin, eğer inanıyorsanız en üstün siz olacaksınız” buyurur (Âl-i İmran Suresi/139). Dinimiz sevgiye ve yardımlaşmaya dayalı bir toplum oluşturmamızı ister. Kur’an’ı Kerim’de Yüce Tanrı (Bakara, 222. Ayet) “Allah iyilik edenleri sever” buyurur. “İnanmış erkekler ve inanmış hanımlar birbirlerinin samimi dostlarıdırlar (Tevbe Suresi/71). “İyi bir işe aracı olan (destek olan) kimse, o işten pay (sevap) alır.” (Nisa Suresi/85) ayetleri vardır. Dinimiz bizleri bilime ve akla çağırır. Dünyayı (kainatı) bizim emrimize verdiğini (Bak: Hac Suresi/65; Lokman Suresi/20. ayet, Zuhruf Suresi/13. ayetler), gökte ve yerde ne varsa araştırmamız, sosyal tabiat ve zihin ilimleriyle uğraşmamız gerektiğini bildirir. Bir hadis-i Kudsî’de (anlamı Allah’tan sözleri Peygamberimizden olan hadisler) şöyle buyurur: “Kuşkusuz Allah sizin şekillerinize (kılık kıyafetinize) ve mallarınıza (zenginliğinize) bakmaz ama kalbinize ve eylemlerinize (amellerinize) bakar.” Demek ki dinimizde inanmak ve yararlı işler yapmak, çalışmak esastır. Dinimiz, yürüyün diyor, ilerleyin diyor, öne geçin diyor, birbirinizi sevin diyor, çalışın diyor, yükselin diyor. Yükselememiş isek suçlu dinimiz değil, bu mübarek dini içimize sindiremeyişimizdendir, onu anlayamayışımızdandır. Yanlışa düşmemek için bu dinin peygamberinin hayatını dikkatlice okumamız ve dinimizin esaslarını K. Kerim’den öğrenmemiz gerekmektedir. Dinimiz ve dilimiz millî kültürümüzün aslî öğelerindendir. Bu sebeple olmalı ki atamız Atatürk şöyle demiştir: “Bizim dinimiz, milletimize hakir (değersiz), miskin (uyuşuk) ve zelîl (aşağılanan) olmayı tavsiye etmez. Bilakis Allah da Peygamber de insanların ve milletlerin izzet ve şerefini (yüceliğini ve onurunu) muhafaza etmelerini (korumalarını) emrediyor. (Bak: E. Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, İst. 1981, 70)” GENÇ YETENEKLER ESAT KABAKLI COŞTURDU Ahmet KAPLAN BİRİNCİ SINIF En pahalı koltuk Birinci sınıfın En güzel kıyafetler Paris’ten Bildiğimiz makarna Birinci sınıf restoranda Birinci sınıfa Ve birinci sınıf insan Onlar yüz yirmi yıl yaşıyor İnsanın karga olası geliyor. OLSA Fabrikanın yolu yokuş aşağı olsa E rciyes Üniversitesi Eğitim Fakültesi “Genç Eğitimciler Kulübü”nün davetlisi olarak şehrimize gelen ozan-sanatçı Esat Kabaklı, 10 Mart 2008 Pazartesi günü saat 19.00’da Sabancı Kültür Sitesi’nde verdiği unutulmaz konserde, salonu hınca hınç dolduran herkesi coşturdu. Ses, Esat Kabaklı’nın sesi, musıki kendi öz musıkimiz olunca; Kırım’dan Kerkük’e, Altaylar’dan Tuna’ya Türk coğrafyası dile gelince; Dedem Korkut asırlar ötesinden seslenince; Ozan Arif’in o güzelim şiirleri nağmeye dökülünce heyecanlanmamak, coşmamak mümkün mü? Sanatın ve sanatçının gücünü bir kez daha gördük. Onlarca cilt kitap yazan fikir adamları, saatlerce nutuk atan politikacılar, Ozan ve Sanatcı Esat Kabaklı’nın bestelerinin meydana getirdiği etki ve coşkuyu hiç doğurabilirler mi? Türk vatanının bölünmeye çalışıldığı, Batı em- İnsan gibi yaşamak için param olsa peryalizminin alçak saldırılarına maruz kaldığımız bu günlerde millî birlik ve beraberliğimizi coşkun Dünyada sadece iyi insanlar olsa duygularıyla terennüm eden Esat Kabaklı’lara o Sigaramı yakıp yokuş aşağı yürüsem kadar muhtacız ki… İşçi kızları seyrederek 10 Mart 2008 Pazartesi akşamını, müstesna bir Ama olmuyor işte Vardır bunda da bir hikmet zaman dilimine çeviren Elâzığlı Büyük Sanatçı Esat Kabaklı’ya ve bu unutulmaz konseri tertipleyen “Genç Eğitimciler”e gönül dolusu teprik ve teşekkürlerimizi sunarız. İnceleme 7 Röportaj 8 Röportaj: Ahmet ALKAYA, İlhan KENGER, Adem SÖYLER; 02.02.2008 Cumartesi Ankara- Sincan Üstadın Evi.. ABDURRAHİM KARAKOÇ: “Dil, anahtarıdır gireceğin kapının” -Günümüzde Türk şiirinin en önde gelen bir şairi olduğunuzu biliyoruz. Şiirlerinizde milli ve manevi değerler yanında Anadolu halkının dertlerini, acılarını da ustaca veriyorsunuz. Duygularınızı zorlanmadan anlatıyorsunuz. Bunu nasıl başarıyorsunuz? Bir meseleyi içinde yaşayan, içinde büyüyen kendi donlarından birisi olan insan daha çabuk kavrar, daha çabuk ifade edebilir. Vaktiyle Ankara’da, İstanbul’da bizim Anadolu’yu hiç görmemiş insanlar köylülük propagandası yaparlardı. Ama tutmazdı. Yaşadığın bir şeyi çabuk kavrarsın. Mihriban şiirinde diyorlar birisi var mıydı? Vardı diyorum adı Mihriban değildi amma. Olmasaydı zaten öyle bir şiir çıkmazdı. Mesele budur. Türk insanı ile iç içeyim, Hâlâ öyleyim. Şurada komşularımız var, Türkiye’nin her yerinden, Kürdü, Türkü, Lazı, Tatarı hepsi burada. Amma dostuz, hep birbirimizi seviyoruz. Niye? Çünkü bu memleketin insanıyız. Ben onun için yazdım, kolay yazdım. Zaten şiirde benim esas malzemem insandır. Hitap ettiğim de insandır. İnsansız bir şiirin ne gereği var. Yok işte filan yerde çiçek açmış, filan yerde de şöyle böyle sular akmış. Yook, o öyle olmaz. O suyun akışında dahi bir şeyi bulacaksın kendine ait. O çiçeğin açmasında, kokusunda dahi kendi idealine ait bir şeyler göreceksin. Yani Yaradan’ı göreceksin. Mesele budur. -Şiir yazmaya ne zaman başladınız? Ne biliyim çocuktum daha, ilkokula gidiyorduk, arkadaşları hicvediyordum orda şiirle, kendi kendime. Yani ben hicive o zaman başladım. Tabii onlar öyle geride kaldı. Şimdi bakın babası sanatçı, kendisi de öyle oluyor. Benim babam şairdi. Aileden geliyor, ben onu gördüm. Babası ayyaş olur oğlu da başlar içkiye, babasından daha ileriye götürür. Şiir budur. -İlk şiiriniz ne zaman ve nerede yayımlandı? İlk şiirim değil de bazı şiirlerim oldu, mahalli gazetelerde yayımlandı. Maraş’ta Engizek diye bir gazete çıkardı orda yayımlandı. Daha sonra Antep’teki gazetelerde, Kilis’te.. 58-59 yıllarıydı.. -1958’den önceki şiirlerinizi de “hamlık dönemine ait” diyerek yaktığınızı biliyoruz.. Evet onları yaktım. 9 -Maraş’tan güçlü şair ve ozanlarımızın çıkmasını insanımızın karakteristik yapısıyla nasıl ilişkilendiriyorsunuz peki? Bazı muhitlerde, bazı şehirlerde bazı şeylere, mesela edebiyata meyil çoktur. Ama bir yere gidersin, “bize ne Karakoç’tan boşveer, şiir neymiş, hikaye neymiş!” diyebilirler. Maraş’ta bu yoktur. Maraş’ta niye çok çıkıyor? Tabii çok çıkacak, çünkü okudular, okumaya meraklılar. Adım başı bir kitaplık vardı. Konuşacak insanlar vardı… Siz geldiniz Kon Tv çalışıyordu. Hemen Tahir Hocayı sordunuz. O’da Konya’nın müthiş bir vaizidir. Bizim Maraştan İsmet Okur vardı, rahmetlik müftüydü. Ben Konya’ya geldim mahkeme için, benim her yerde mahkemem olurdu ya. O da buraya geldi 1976’da. Duymuş. İsmet Okur geldi yanıma. Gençti de.. Tahir Hoca’nın oraya gidelim mi dedi. Nerede? Şehrin dışında bir köyde oturuyor. Vardık, Tahir Hoca’ynan orda tanıştık, sohbet ettik. Gelen giden de çok oluyordu. Beni tanıtıyordu, “Gereği yoktur” dedi “Ben tanıyorum” dedi. “Fakat biraz sertçe gidiyor” dedi Tahir Hoca. “Ama yanlış da yapıyor” demiyorum dedi. Sonra dedi: “Kendi nefsimden tatbik ettim. Her vaazımda 20 bin kişi toplanırdı. Geldiler bir gün beni tutukladılar, 20 kişi kalmadı etrafımda. Çıktık gene oldu. Karakoç kardeşimiz de aynı durumda. Başına bir şey gelse yanında kimse olmaz!” dedi. “Ben bu Türkiye’nin adamını biliyorum” dedi. Hâlâ hatırlarım. Fakat belli olmaz. Ben onlar için, yanımıza gelsinler, kalabalık olsunlar diye yazmıyorum. Allah rızası için yazıyorum. İnandığım için yazıyorum. Olursa olur, olmazsa olmaz. İnşallah boşa gitmez. -Hocam yazdıklarınızdan mahkemelere verildiğinizi biliyoruz. Hiç hapse girdiniz mi? Ben yazdıklarımdan yatmadım. Çok mahkemelere verildim. Bir değil, beş değil.. Fakat Allah’tan hepsinden de beraat ettim. Gittiğim yerde kendimi savundum. Ordu’da yargılandım ben, Konya’da yargılandım, Ankara’da, Maraş’ta, Malatya’da, Antep’te yargılandım. Bitmedi ki.. Çoğuna da gitmedim, baktım ki olmuyor. İstanbul’da filan Ben nasıl gideyim duruşmalara. Orada da tabii bizi sevenler. Duyanlar, avukatlar ilgileniyorlardı. Ve insan, ölümü göze almayınca şiir yazamaz. Ölümü dahi göze alacaksın. Yoksa niye yazıyor. Ha her zaman ölmez, her şair ölmedi şiir yazdığı için, ölmez de.. Tabii olabilir, sebepler oraya götürebilir. Cesaretli olacaksın. -Peki Üstadım şiir bir fikir ve ideolojinin hizmetinde olmalı mı? Şimdi bakın şiirini ideolojiye filan verdi derler ya.. Ben Konya’da yargılanıyorum. Ağır Ceza’da. CHP ile MSP iktidar o zaman. Vardım orda dosyaya baktım, bana davetiye geldiydi.Dosyaya baktım ki, dava açılmasını, bu Şevket Kazan var ya Adalet Bakanıydı o zamanlar. MSP’nin Erbakan’ın en yakın adamlarından birisi. Yazısını buldum, savcılığa talimat veriyor, velhasıl dava açılmasına diye.. Benim de “Hak Yol İslam Yazacağız” ı sahtekarca parti propagandası olarak kullanıyorlar. Bu siyasetçilere güvenilmez. Ama ben bunu yazdım. Burada duruşmaya çıktım 2. Ağır Ceza idi. Rahmetli oldu, Tevfik Fikret Kılıçkaya diye benim yazı yazdığım devlet gazetesinin yazı işleri müdürüydü. – “Amman ikimiz de içerdeyiz” diye dövünüyor. “Ne korkuyon lan!” dedim. “Ben beraat ederim. Benim dava bir gün önce senden. Sen de kurtulursun.” Yok diyor avukat “ikimiz de içerdeyiz.”Avukat! Ben girdim ilk duruşmama, o gün orda beraat ettim. Nasıl beraat ettim? Bitirdi, “tehirine” diyor, bir başka zamana. “Gitmem!” dedim . “Nasıl gitmezsin?” dedi Ağır Ceza Reisi. “Vallahi sebepler var gitmemem için” dedim. “Ben memurum” dedim, “ya izin alırım ya alamam. Taa uzak yerden gelecem kış olur, yollar kapalı olur 2.” “Cebimde param olmayabilir 3” dedim. “ Memur olduğum için amirim izin vermez 4” dedim. “Yeter mi?” Adam kafasını salladı, yanında bir de bayan hakim vardı onunla konuştu... Savcı diyor ki: -“ Siyasetçilere âlet oluyorsu- Röportaj -Maraş ve Elbistan, güçlü şair ve ozanlar yetiştiren bir Türk diyarı… Necip Fazıl, Mahsuni, Hayati Vasfi, siz, ağabeyiniz… ilk akla gelenler… Havasından suyundan mı? Nasıl açıklarsınız? Suyundan mı toprağından mı bilemem ama bir şeyler oluyor.Demin de söyledik ya aileden olduğu gibi, iklimden de oluyor, muhitten de, şehirden de oluyor. Ben buraya geldim kitap dükkanı yok Sincan’da. “Niye kitap dükkanı yoktur?” dedim burada. “Ankara’ya yakınız da dediler. İyi, beyaz eşyalar filan satıyorsunuz, Ankara’ya yakınsınız da halı filan satıyorsunuz. Ankara’ya yakın.. Ve ben geldikten sonra kitap dükkanları filan açıldı. İlk gazeteyi de ben çıkardım burada. Yeni Ufuk diye bir gazete çıkardık. Mesele bulunduğun yerde, gittiğin yerde bir iz bırakmaya gayret edeceksin. Bunu başaramadıktan sonra bir şey olmuyor. 10 Röportaj Eğer güzel ise, iyi bestelediler ise mutlu ediyor. Amma kafasını gözünü yardılarsa da ; “Eyvaah , ölmüş benim şiirim, bunlar ne etmişler!” diyorum. nuz!” Duruşma savcısı. “Terbiyeli konuş !” dedim. “Yav sen okudun, Hukuk Fakültesini bitirdin bir de devletin savcısı oldun utanmıyor musun?” dedim. “Alet oluyorsunuz demek çok kötü bir şey, ben onu sana iade ediyorum” dedim. 6 seneden yargılanan bir adamım. Savcıya bunları söyledim. Yani, evet fikrini yazarsın ama politikaya alet etmezsin fikrini. O fikrini hakim kılmanın mücadelesidir bu. Fikrini hakim kılmanın mücadelesini verirken bir siyasetçiye alet olmazsın. Nazım Hikmet kendi fikrini yaymaya çalışmadı mı? Arif Nihat Asya kendi fikrini yaymadı mı? Rahmetli Mehmet Akif İslami bütün konuları işledi. E fikri budur ve politikaya alet etmedi hiçbiri fikrini. Belki politikayı kendine alet eder. Benim savcıya dediğim gibi işte Konya’da. – Ben politikacıyı kendime alet ediyorum. Sen işine bak. Buna aklın yetmez, dedim. Sonra dışarıya gittim. Yarım saat sonra çağırdılar savunmamı yaptım. “Ne diyorsunuz?” dedi, “son mütalanız nedir” dedi savcıya. – Beraatını talep ediyorum deyince neredeyse düşüp yıkılacaktım ve beraat edip oradan çıktım. Biraz cesaretli olacaksın, yürekli olacaksın. Ama savunmayı da bileceksin. Yazarken, çizerken de açık vermeyeceksin. Budalaca olmayacaksın. Kendini mahkum etme yazarken. Yazdığın bir konuda, savunması da içinde olsun. Ben onlara dikkat ederim. -Bazı şiirleriniz bestelendi, türkü oldu. “Mihriban” bunlardan biri. Bu, sizi mutlu ediyor mu? -Şimdiye kadar kaç şiir kitabınız yayımlandı? Genellikle şiir kitapları para kazandırmaz ama siz sevilen bir şairsiniz ve çok ünlü şiirleriniz var; kitaplarınızdan para kazanabildiz mi? 13 kitabım yayımlandı. Vallaha para kazanırdım da kazanamadım. Hep dostlara verdik. Onlar da telif hakkı ödemediler. Ben ne deyim davalaşıyım mı onlarla? Yabancılara vermedik, hep dostlarımız aldı. -Kötü alışkanlıklarınız var mıydı hocam? Sigara gibi.. 56 sene sigara içtim. 2.5 sene oldu terk ettim. Yav zamanı gelince oluyor bu! Allah o günü sana öyle isabet ettiriyor ki.. Ben sigara içerdim ve burada en sert tütünlerden içenlerden birisiydim. Ankara’dan halk otobüsüne bindim, buraya geliyorum. Yanıma bir adam oturdu. Allaah! Burnumu tuttum, nikotin kokusundan. Öyle ki.. Ben sigara içtiğim halde onu duyuyorum. “E dedim ben de böyle mi yapıyorum başkalarına, bu rahatsızlığı ben de mi veriyorum?” Geldim, otobüsten inince cebimdeki çakmağı, sigarayı çöp kutusuna attım, buraya geldim bitti daha. Aklıma dahi gelmedi. O adamdaki o nikotin kokusu bana sigarayı terk ettirdi. Ve bıraktığım günden sonra da Allah’tan işte hiçbir zaman aklıma gelmedi sigara. Bir çokları dayanamaz, azaltayım filan yok.. -Halkımız niçin az okuyor? Az mı okuyor? Eskiden biraz okurlardı. Sonra cdler, televizyonlar vs. çıkınca iyice azalttılar. Hani bir deyim var; “Türk’ün aklı gözündedir.” diye. Biraz da kulağındadır. Başkasından duyduğuyla şey yapıyor. Gözüynen bakarak okumuyor, ekrana bakıyor. Kitap okuma alışkanlığı azaldı. Bugün Türkiye’de en kralı kitapların çok fazla baskı ya- pamıyor. Hele şiir hiç yapamıyor. Bir iki dedikodu olursa, yalan, asparagas bir şeyler olursa onlar belki oluyor. O da bir işe yaramaz. Dünyada da böyle oldu. Türkiye’ye ait değil. Şimdi eski bizim bildiğimiz Rusya’dan, Amerika’dan, Fransa’dan, Almanya’dan çıkan önemli yazarlar yoktur.Bir Jan Jack Rousse’yu çıkartamıyor Fransa, Emile Zola’yı çıkartamıyor işte. Bir Dostoyevski’yi çıkartabiliyor mu Rusya? Yok! Demek ki değişiyor, onun zamanı vardı. Bu mevsim kuraklık mevsimidir. Ama bir gün dönecek geri. Bu güzelliklere doğru dönüş olur, muhakkak.Benim umudum böyle. Hata olur, yanılabilirim amma umudum güzel hiç olmazsa. -Hocam internette rast geldim “ Şairlerin Sultanı” unvanı verilmiş. Doğru mu? Yok. Kimse bana öyle bir şey veremez ki. Ben hayatımda ödül almadım hiç. Herkes Allah’ın nasib ettiği kadar güzel yazar, şiir yazar. Biraz da zayıf yazan olur. Herkes pehlivan olmaz. -Yarışmalara da hiç katılmadınız değil mi hocam? Hiç katılmadım. Hayatım boyunca hiçbir yarışmaya katılmadım. Yalnız şiirde değil başka türlü de olsa. Çünkü bana abes geliyor. Karşındaki, insan. Horoz dövüşü gibi bir şey… -Hocam Allah korusun İstiklal Harbi sonrası yıllarını yaşıyor olsak ve Mehmet Akif ’in yüklenmiş olduğu misyon size yüklenmiş olsa ve bir milli şiire ihtiyacımız olsa size teklif edilse yazar mıydınız? Yazardım da ben Mehmet Akif gibi yazamazdım. Benimki biraz kavgacı olurdu. Sert, vurucu olurdu. Mehmet Akif tamamen İslam’ı kendi bünyesinde mezcetmiş bir insandı. İlmi de vardı. E benim yok mu? Benim de bağlılığım belki onunki kadardır da ona o yönde barı var, bana da başka yönde. Köroğlu’nun yönü ile Karacaoğlan’ın yönü.. İkisi de güzel şair idi. Bir Dadaloğlu vardı. Ne sürmeli beye benzer, Ne Âşık Garibe.. Dadaloğlu da öyleydi. Öyle olmasa zaten sevilmez bugüne gelmezdi. Köroğlu’da öyleydi.. Her biri ayrı. Yunus Emre yazmış. Ne güzel yazmış ama o günün şartlarında onu yazmış. Belki bugün aynısını yazıyım desen, aman onlar da şiir mi derler atarlar. Fakat, sathi görünen, yüzeysel görünen Yunus Emre’nin derinliğine de kimse inememiştir. O kadar derin. Peki biz bunları derken değerli şairimiz Fuzuli’yi unutuyoruz. Hakikaten müthiştir, muhteşem bir şairdir. O ne güzel benzetmeler.. -Şiir meraklısı gençlerimize kendilerini geliştirmeleri için neler tavsiye edersiniz? Yazabiliyorsa yazsınlar, yazamıyorsa da kendini boşboşa yorup rezil etmesinler. Kendini yorsunlar, yazsın bir şeyler. Merdivenin alt katından en üst katına atlamak istiyorlar. Olmaz o. Ağır ağır gideceksin, oraya varana kadar 10 sene, 20 sene 30 sene geçecek. Buna da tahammül edemiyorlar. Etsinler.. Başarının sırrı sabır, sebat. Ha bir de hadiseleri değerlendirmek, kendine göre yorumunu yapmak, Türkçeyi de fevkalade bilmekten geçer. Dil,anahtarıdır gireceğin kapının! 300-500 kelimeyle şair olunursa, olunmaz işte. Yüzlerce, binlerce kelimeyi hıfzedeceksin ki şiir yazasın. Hatta hikaye, roman yazmak için de böyle. -Genç şair Gökhan Öztürk hakkında ne dersiniz üstadım? İyi çocuktur. Giden altı ay içinde görüştüm. Şiirleri bende, ona bakıyorum. Onun kitabını ben bastıracağım. -Sizi geçeceğine dair iddiası var. İnşallah.(Ben de onu,bunun için seviyorum) -Son olarak şair gözüyle son dönem şairlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Pek dergilere bakamıyorum. Edebiyat vs. Kalıcı bir şair de göremiyorum. Yavuz Bülent Bakiler gibi bir şair göremiyorum. Yetişmiyor. Bir Subaşı, onun gibi yetişmiyor. Yani, kuraklık mevsimi yaşıyoruz. İnşallah olur ilerde. Olmaz diye de bir şey yok. Umudunu yitiren her şeyini yitirmiştir! Röportaj 11 12 İnceleme Affet Beni Iraklı Kardeşim Yavuz Sezer OĞUZHAN A ffet beni kardeşim affet!... 21. yüzyılın ilk vahşetinin kurbanı oldun. Ama ben ne yaptım? Kardeşim affet beni. Üzerine bombalar yağdığında yağmur yağmanın tabii durumu gibi baktım. Televizyonlar bu rezaleti gösterirken kanal değiştirdim ve dizimi seyrettim. Affet beni kardeşim!.. Amerikan askerlerinin size nasıl davrandığını gördüm ama onlara lanet okumadım. Sana dua etmeyi bile unuttum. Bilmiyorum belki lüzum görmedim. Bağdat’taki çığlıkların sokağıma kadar ulaştı ama ben evimin penceresini kapattım. Ses gelmesin istiyordum ne yazık ki. Uyuyamıyordum ses olunca. Ya da televizyonun sesini duyamıyordum. Kardeşim, affet beni!... Cezaevlerindeki yakınlarına yapılan işkenceyi gördüm, sustum. Evlerinden gece yarısı çıkarılan, kamyon kasasına konup, nereye gittiği meçhul olan erkek akrabalarını gördüm fakat gözümü başka yere çevirdim. Tecavüze maruz kalan kadın yakınlarını duydum, alakadar olmadım. Düşünmedim, düşünemedim kendi kadınımın bu durumda olduğunda olacağım ruh halini. Ben ki her yerde namustan, ardan söz ederdim. Bunları kimseye bırakmazdım. Beni affet. Kardeşlerin yalın ayak sokaklarda gezdi. Soğukta ayakları dondu mu, hastalandılar mı soramadım. Bana Müslüman diyorlar. Ben Müslüman mıyım? İbadethanelerimi yaktılar, yıktılar bir şey demedim. Büyüklerimin türbelerini bombaladılar umursamadım. Dinime, inancıma, peygamberime küfrettiler duymazlıktan geldim. Affet beni kardeşim. Sen söyle. Ben Müslüman mıyım? “Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır.” hadisini anlayamadım. “Mümin, müminin kardeşidir.” düsturunu yeni duydum sanki. Hele komşu ilkesi… “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” hadisine yabancı kaldım. Komşu hakkı bu kadar da önemli iken hem de. Kardeşim affet beni!... Ben Türküm. Yüzyıllardır mazlumun yanında yer aldım. Ama bu zulümde seni fark edemedim. Zalimin kılıcını, zalime batıramadım. Beni affet kardeşim!... Vicdanımı kaybetmişim. Düşürdüm bir yerlerde, bulamıyorum. Ülkende dökülen kanı, ben hep başka bir şey olarak gördüm. Müslüman ve Türk olmak bir yana… Vicdan var ya! Sömürge düzenine karşı olmak için vicdan yeterdi. Ama dedim ya düşürmüşüm ve kaybettim vicdanımı. Kaç kere düştün de elimi uzatmadım. Gözyaşlarınızı gördüm fakat benim gözlerim hep kuruydu. Kalbim sızlamadı kardeşim. Affet beni. Siz bu beladan nasıl kurtulacağınızı düşünürken ben takımımın şampiyon olup olamayacağını düşünüyordum. Her hafta BBG lerde, evlendirme programlarında, şarkı yarışmalarında kimin elenip kimin kalacağını tahmin etmekle meşguldüm. Magazin programlarında kim kiminle berabermiş ve kim ne yapmış diye meraklandım da seni düşünüp meraklanmadım. Affet beni kardeşim!... Sen orada topla, tüfekle savaş verirken(ki o da tek taraflı) ben de burada vicdan savaşı veriyormuşum. Sonradan haberim oldu kardeşim. Ve ben bu savaştan çok büyük bir mağlubiyetle ayrıldım. Hakkını helal edebilecek misin? Senin yüzüne bakamıyorum. Nasıl bakayım bundan sonra? Şimdi kalbim sızlasa da ağlasam bir işe yarar mı? Çok pişmanım. Affet beni Iraklı kardeşim!... Hakkını helal et!… DUYURU Her Cuma 14.30’da gençlere, aynı gün 19.00’da da herkese açık konulu sohbet toplantılarımız aralıksız devam ediyor. Katılmak isteyenlere duyururuz. BİLGİYURDU Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği Başkanlığı GEÇMİŞ OLSUN Bacağından ameliyat olup bir süredir evinde istirahat eden Yönetim Kurulu üyemiz Mustafa KILIÇKAYA’ya, Erciyes Üniversitesi Hastanesinde tedavi gören İrfan ÇALIŞKAN kardeşimize acil şifalar dileriz. BİLGİYURDU Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği Yönetim Kurulu SINIR ÖTESİ HAREKÂT BAŞARILI SİYASET BASİRETSİZ T ürkiye, uluslararası hukuktan doğan meş- ru müdafaa hakkını kullanarak Irak’ın kuzeyine bütün dünya kamuoyunun beğenisini gizleyemediği başarılı bir operasyon gerçekleştirmiştir. Irak’ın kuzeyine gerçekleştirilen sınır ötesi operasyonda ilk önce terör örgütünün elinde bulunan mevziiler,havadan tahrip edilmiş; daha sonra kara harekâtıyla sınırlı bir alandaki teröristler etkisiz hale getirilmiştir. Her iki operasyon da dünya askeri terminolojilerine yeni bir boyut kazandırmıştır. Hava harekâtı sırasında Irak’ın kuzeyindeki PKK kampları Balıkesir’den kalkan uçaklarla gece bombalanmıştır. Askeri terminolojiler, geceleyin havada yakıt ikmali yapan uçakları kaydetmiştir. Uçaklar lazer güdümlü bombalarla hedeflere tam isabetli vuruşlar yapmıştır. Böylece hiçbir masum sivil zarar görmemiştir. Bu durum TSK açısından çok önemli bir olaydır. Çünkü 2003’te Irak’ın işgali sırasında ABD uçakları yanlışlıkla birçok masum sivilin bulunduğu alanı bombalamıştır. Aynı şekilde İsrail Lübnan’a düzenlediği operasyon sırasında birçok sivil hedefi vurmuştu. Bu örnekler TSK’nın hem ABD hem de İsrail’den daha başarılı operasyonlar yaptığını göstermektedir. Ayrıca Balıkesir’den kalkan uçakların gittiği mesafeyi kuş uçumu olarak aynı mesafede batıya doğru çevirirsek, bütün Avrupa ülkelerinin Türkiye’nin hava menzilinde olduğu anlaşılacaktır. Bu da herhalde dünyaya bir mesaj vermektedir. Sınır ötesi harekâtın ikinci safhası olan kara harekâtı da oluş şekli bakımından dünya standartlarının üzerinde bir niteliğe sahiptir. Soğuk kış şartlarında bazı yerlerde 2 metreye yaklaşan kar kalınlığına rağmen böyle bir operasyonun gerçekleştirilmesi çok önemlidir. Gelgelim operasyonun politik açıdan değerlendirilmesine…. Bir kere bu operasyon çok geç kalmış bir operasyondur. Genel Kurmay Başkanı’nın sınır ötesi operasyon için teskere istediği günden aylar sonra bu yetki TSK’ya verilmiştir. Bu durum terör örgütü ve onun destekçisi Barzani’ye psikolojik fayda sağlamıştır. Nasıl olsa “Türkiye operasyon yapamaz!” anlayışı terör örgütünün daha rahat hareket etmesine sebep olmuştur. Meclisten sınır ötesi operasyonla ilgili kararın çıkmasına rağmen, yapılacak operasyon için ABD’li Hakan BOZDOĞAN yetkilerle görüşülmesi Türkiye’nin itibarını zedelemiştir. Sınır ötesi operasyonun 5 Kasım görüşmelerinden sonra gerçekleştirilmesi de oldukça manidardır. Ve maalesef Türk kamuoyuna, ABD’yi şirin göstermek için “istihbarat paylaşımı” söylemi Türkiye için onur kırıcı bir durumdur. Bu söylemden şöyle bir sonuca varmak hiç de zor değildir: “Türkiye güvenliğini tehdit eden herhangi bir dış saldırıya ABD yardımı olmadan karşı koyamaz.” Bu anlayış Türkiye’nin büyüklüğüne ve gücüne hiç yakışmıyor. Örneğin 1974 Kıbrıs Barış Harekâtında bize en çok karşı olan devlet ABD idi. Hatta ABD Türkiye’yi tehdit bile etmişti. Buna rağmen Türkiye çok başarılı bir operasyonla amacına ulaşmıştır. ABD’nin o zaman bize karşı olduğunu bildiğimize göre, ABD’nin istihbarat yardımı yapmadığını da anlıyoruz. Yani ABD yardımı almadan da çok başarılı bir operasyon gerçekleştirebiliyoruz. Üstelik o zamanki teknolojimiz düşman kamplarını BBG evleri gibi gözlemleme imkânımız yoktu. Ayrıca Kıbrıs mesafe olarak Irak’tan daha uzak mesafede bulunmaktadır. O halde mesafe olarak Kıbrıs’tan daha uzak mesafede bulunan Irak’ın kuzeyi için bu denli dış istihbaratına muhtaç kalmamızın sebebi nedir? Irak’ın kuzeyine yapılan sınır ötesi operasyonun bitiş şekli kafalarda birçok soru işaretinin oluşmasına sebep olmuştur. Bu konuda kamuoyuna aydınlatıcı bir açıklama hükümet nezdinde yapılmamıştır. Şurası açık bir gerçek ki; askeri hareket ne kadar başarılı olursa olsun bu başarı siyasi zaferle taçlandırılmazsa askeri başarıların değeri kalmaz. Bir kere siyasi iktidar terörün kökünü gerçekten kazımayı istiyor mu, bunun açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Irak’ın meşru ama kukla Cumhurbaşkanı olan Talabani’nin PKK konusundaki görüşleri bilinirken onun AKP hükümetinin seçtiği Cumhurbaşkanı tarafından Çankaya Köşkü’nde ağarlaması hükümetin PKK konusunda karasız olduğunu göstermektedir. Göğsümüzü kabartan ve tüm dünyanın hayran kaldığı bir askeri harekâttan istenilen sonucun tam alınamaması siyasi otoritenin terör konusundaki basitsizliğini göstermektedir.Kısacası Türkiye,sınır ötesi askeri harekatın meyvelerini toplayamadı.Aksine Talabani’yi Çankaya’da ağırlayarak onun ipe sapa gelmez sözlerini sineye çekti. İnceleme 13 İnceleme 14 BİR DESTANDIR ÇANAKKALE Yunus Emre ÖZKAN - yemreozkan@hotmail.com T arih bir milletler savaşından ibarettir. Bu savaşta milletleri ayakta tutan çeşitli vasıfları vardır. Türk milletinin ayakta kalmasını sağlayan vasfı ise en zor şartlarda bile ümitsizliğe düşmeden ayakta kalabilmesi, direnebilmesi, kazanmanın bedelinin kan ve can olduğunu çok iyi bilmesidir. Tarih boyunca birçok zorlukla karşılaştık, birçok sınavdan geçtik ama Çanakkale Muharebeleri Türk milletinin en ağır ve maliyet itibariyle en pahalı sınavıdır. Çanakkale Muharebeleri Türk milletinin yukarıda bahsettiğimiz vasfını gözler önüne seren en kesin belgedir. 93 yıl önce Çanakkale’de bir tarafta dünyanın birçok yerini ciddi bir direnişle karşılaşmadan sömüren, aynı hayallerle Çanakkale’ye gelen her türlü vesaitle silahlanmış İngilizler, Fransızlar, İrlandalılar, Avustralyalılar, Yeni Zelandalılar ve Senegalliler’den oluşan düşman kuvvetleri, diğer tarafta ise sessiz, gösterişsiz, ölüme göz kırpmadan bakan şerefli Türkler vardı. Taraflar arsında Çanakkale’de korkunç bir boğuşma oldu. Çanakkale’ye gelen sömürgeciler öldü zannedilen Türk milletinin yeniden dirilişine şahit oldu. Çanakkale Muharebeleri ile Türk milleti dünyaya varolduğunu yeniden ispatlamıştır. Bunun için Çanakkale Muharebeleri Türk milleti acısından bir destan niteliği taşır hem de öyle bir destan ki vatanımızın bütünlüğü ve Türk milletinin bağımsızlığını korumak için gözlerini bile kırpmadan canlarını vererek Allah’tan cenneti alan, en kesif orduların dördü, beşi yükleniyorken anasını, babasını, kardeşini ve sevdiğini cephe gerisinde bırakıp gönlündeki vatan aşkı ile şahadet şerbetini içmek için cepheye koşan, atalarının kanla canla aldığı bu kutsal vatan topraklarını namus bilerek düşman çizmelerine çiğnetmeyen şanlı Mehmetçiklerimizin, kınalı kuzularımızın yani yüce Türk milletinin kanıyla canıyla yazdığı tarih boyunca unutulmayacak bir destandır. Çanakkale’de vatan, millet ve bayrak sevgisi ile kahraman Mehmetçiklerimiz ölüme koştular. Dönmemek üzere düşmanın üzerine atıldılar. En kıymetli saydıkları ellerini kollarını, gözlerini, kanlarını ve canlarını kaybettiler. Onlar bu kaybettikleri ile cenneti kazanırken, bizlere de bu mübarek vatan topraklarını bıraktılar. Türkiye Cumhuriyeti’nin nüfusunun on üç, on dört milyon olduğu yıllarda Madrid Büyükelçisi Yahya Kemal Beyatlı’ya bir vesile ile Türkiye’nin nüfusu sorulur. Şair hiç tereddüt etmeden şu cevabı verir: “Türkiye’nin nüfusu elli milyondur.” Soruyu yöneltenler cevap karşısında hayret ettiklerinde ise: “Bunda şaşılacak ne var? Biz ölülerimizle birlikte yaşarız.” der. Bir topluluk üstat Yahya Kemal gibi düşünmedikçe yani din, dil, edebiyat, tarih şuurundan yoksun ve ruhsuz olduğu sürece canlı bir cesettir. Gönül fukarası, akılları midelerinin dışına çıkmayan maneviyat yoksunu insanların oluşturduğu böyle toplulukları değil millet ahali bile saymak mümkün değildir. Zamanı gelince bedel ödeyemeyen insanların oluşturduğu topluluklar yaşadıkları müddetçe saadet yüzü İnceleme 15 göremez. Bir millet sefil, rezil, namussuz bir hayatı, şerefli bir ölüme tercih ederse o millet kıyamete kadar esaretten kurtulamaz. Bunun için hür yaşamak isteyen milletler bedel ödemek zorundadır. Çünkü bedel ödemeyen milletler hür yaşayamaz. Bedel ödemeyenler sahip oldukları değerlerin kıymetini bilemez. Devlet, millet, vatan, bayrak, dil, din ve kültür gibi değerlerin bir yana bırakıldığı maneviyatın yerine maddiyatın ön plana çıktığı günümüzde bir kıymet bilmezlik almış başını gidiyor. Türk milleti olarak bu kutsal topraklara ayak bastığımız ilk günden beri bedel ödüyoruz. Ödediğimiz bedelleri çok eskilerde aramaya gerek yok. Daha dün Çanakkale’de, Sarıkamış’ta, Sakarya’da bu bedeli fazlasıyla ödedik. Bunun için ülkem, ülküm, ilkem düşüncesi ile vatanı için milleti için namusu için canını ortaya koyan, kanlarını akıtarak canlarını veren, dünya tarihine adını yazdıran, harp sanatına strateji esasları koyan, atalarımıza şehit ve gazilerimize gereken ilgiyi göstermek ve hak ettiği değeri vermek her Türk’ün asıl görevidir. Çünkü ödediğimiz her bedelde binlerce, yüz binlerce Türk’ün kanı var. Türk milleti olarak en seçme ve değerli askerlerimizi, ülkemizin aydınlık geleceğinin teminatı olan münevverlerimizi, geleceğin aydın insanlarını Çanakkale’de, Sarıkamış’ta, Sakarya’da, İzmir’de, Eskişehir’de kaybettik. Onlar bu ülke için canlarını verince milletimiz uzun süre bu münevver insanlardan yoksun bir sallantı içinde yaşadı. Bu münevver kısım içinde Kayseri’nin ve Kayserilinin medar-ı iftiharı olan Kayseri Lisesi öğrencileri de bulunmaktadır. Kayseri Lisesi’nden giderek Kurtuluş Savaşı’nda görev alan bu öğrencilerin hepsi Kurtuluş Savaşı’nın Çanakkale’ye benzer bir safhası olan Sakarya’da şehitlik mertebesine erişti. Hilal uğruna batan güneşler ve adsız kahramanlar sayfasına, adlarını yazdıran şehitler arasında onlar da yer aldı. Bugünkü rahatlığımızı borçlu olduğumuz şanlı şehitlerimiz yaşadıkları vatan topraklarından faydalanmanın, güneşinden istifade etmenin bir bedeli olduğunu biliyorlardı. Bir gün hepsinin üzerine bir görev düştü. “Vatan için ölmek…” Tereddüt etmeden gittiler. Vatanlarına olan borçlarını ve ödemeleri gereken bedeli en değer verdikleri canları ile ödediler. Bir hocamız: “Zamanı gelince hepimiz ölürüz. Ben ölürüm, sen ölürsün; kardeşim ölür, dostum ölür. Ancak şu anda savaş yok, ölmeye de gerek yok. Şimdi yapacağımız tek şey vatanımız için, milletimiz için çalışmaktır.” derdi. Bizler bugün çalışarak muasır medeniyetler seviyesine ulaşmış, gönlünde haysiyet, şeref, iffet duyguları ve vatan sevgisi taşıyan bir nesil yetiştirebilirsek şehitlerimize olan borcumuzu belki de ödemiş oluruz. Vatanları, namusları için gözlerini kırpmadan savaşan ve bu uğurda canlarını feda eden şehitlerimizin ruhları şâd olsun. Tanrı aziz vatanımıza her zaman şehitlerimize layık nesiller nasip etsin. İnceleme 16 DR. MEHMET ALTUNER’İN ARDINDAN Mustafa ÖZTÜRK T elelominikasyon Kurumu Sektörel Araştırma ve Stratejiler Dairesi Başkanı Dr. Mehmet Altuner’i en verimli çağında kaybettik. 50 yaşındaydı ve alanında zirvedeydi. 17 Şubat 2008 tarihinde saat 19.00’da tedavi görmekte olduğu Gülhane Askerî Tıp Akademisi’nde Hakk’ın rahmetine kavuştu. Acı haber Kayseri’ye ulaştığında, bembeyaz karla örtülü çevremiz karalara büründü. 20 Şubat 2008 Çarşamba günü saat 10.30’da Erciyes Üniversitesi Mühendislik Fakültesi önünde yapılan törende hoca arkadaşları ve her taraftan koşup gelen ülküdaşları metin olmaya çalışıyor ancak göz yaşlarına hakim olamıyorlardı. Konuşmacılar konuşmalarını, o yoğun duygu ortamında, zorlukla tamamladılar. Aynı gün, Kayseri Hunat Camiinde kılınan öğle namazını mütakip Talas Cemil Baba Kabristanı’ndaki aile mezarlığına defnedildi. Ağır kış şartlarına rağmen cenazedeki kalabalık, ne kadar sevildiğinin göstergesiydi. Yıllardır birbirini göremeyen dostlar, cenaze vesilesiyle bir araya gelmişlerdi. Ağlaşarak kucaklaşanlar o kadar çoktu ki… 1980 öncesi dostlukların ülküdaşlıktan kaynaklanan gücü kendini gösteriyordu. Rahmetli Mehmet Altuner, okuldan değil ama Ocak’tan öğrencimdi. 1975-1980 yılları arasında ne zaman Ülkü Ocağı’na gitsem, Mehmet’i orada görürdüm. Düzenlediğimiz millî kültür seminerlerine düzenli olarak katılırdı. Davaya yararlı olmak için çırpınırdı. Bazı arkadaşlar ondaki cevheri o zaman fark etmişlerdi. Parlak zekasını görenler, “Aman bu çocuğa bir ziyan olmasın.” diyorlardı Türk milliyetçileri olarak bilime, bilim adamı yetiştirmeye çok önem veriyorduk. 9 Işık Doktrini’nin bir ilkesi de İLİMCİLİK’ti. Prof. Dr. Mümtaz Turhan’ın eserlerini de ilgiyle okur ve okuturduk. Bu yüzden, kaliteli aydın ve ilim adamı yetiştirilmesi, en önemli hedeflerimizden birisiydi. Mehmet Altuner, bizleri yanıltmadı ve önemli bir ilim adamı oldu. Telekomünikasyon kurumundaki görevi sırasında pek çok teknolojik projeye imza attı. Yasal olmayan cep telefonlarının kullanımı ve ticaretini engelleyen kanun çalışmasıyla Türkiye’nin milyarlarca dolar kaybetmesinin önüne geçti. Kitapları ve sayısız makalesiyle yeni ilim adamlarının yetişmesine katkı sağladı. Mehmet Altuner, hem dindar hem milliyetçiydi. Lise öğrencisi olduğu yıllardan itibaren Türk milliyetçiliği hareketinin inançlı bir mensubudur. Öğrencilik yıllarında Ülkü Ocağı’nın, üniversitede hoca olduğu yıllarda da Türk Ocakları’nın üyesiydi. 12 Eylül İhtilali’nde birkaç kez tutuklandı. İddialar mesnetsiz olduğu için her defasında bir iki ay yatırılıp serbest bırakıldı. Türk milliyetçiliği yolunda en büyük hizmetleri Erciyes Mühendislik Fakültesi’nde ve Telekominikasyon Kurumunda verdi. Türk milliyetçisi olmanın anlamını, mesleki alandaki verimli çalışmalarıyla herkese gösterdi. Mehmet Altuner, şimdi, Talas Cemil Baba Kabristanı’ndaki mezarında, ülkesine hizmet etmiş bir insan huzuruyla uyumaktadır. Allah rahmet eylesin. Mekanı Cennet olsun. Geride kalan anne, baba, eş ve çocuklarına Allah sabır versin. 17 TAHSİLİ, AKADEMİK HAYATI, HİZMETLERİ Dedesi Mehmet Altuner ve Babası Ümit Doğan Altuner AİLESİ Mehmet Altuner, 03.04.1958 tarihinde Talas ilçesinin Harman Mahallesinde doğdu. Babası, Talas Amerikan Koleji’nden 1950 yılında mezun olan, İngilizceyi çok iyi bildiği için bazı şirketlerde tercümanlık yapan Ümit Doğan Beydir. Ümit Doğan Bey, 1957-1966 yılları arasında Talas Amerikan Koleji’nde tercümanlık ve genel sekreterlik görevlerinde bulunmuştur. Baba Ümit Doğan’ın bu görevleri, oğlu Mehmet’in İngiliz dilini çok iyi öğrenmesine çok büyük katkı sağlamıştır. Öyle ki kolej öğrencisi Mehmet, Çinkur Fabrikası’nda çalışan Kanadalı mühendislere tercümanlık yapabilmiştir. Ümit Doğan Bey, 1982 yılında emekli oldu. Kayseri’de mütevazi hayatını, çocukları ve torunlarıyla ilgilenerek sürdürmektedir. Mehmet Altuner’in annesi Nurhayat hanım, 1939 yılında Kayseri’nin Sarıoğlan ilçesinde doğmuştur. Ümit Doğan Altuner ile 1956 yılında evlenmişler. Bu evlilikten dört çocukları olmuş. Birinci çocukları Mehmet, diğer üçü Gül, Aliye ve Sibel Fatma’dır. Mehmet Altuner adını dedesinden almış. Dede Mehmet Altuner (1913-1967), Talas halkının çok sevip saydığı idealist bir öğretmendir. Trabzon Yatılı Öğretmen Okulu mezunudur. Amasya’da bir süre görev yaptıktan sonra memleketi olan Talas’a tayin edilmiştir. Gençliğinde iyi futbol oynadığı ve sporu çok sevdiğinden 1947 yılında Talas Gençlik Kulübü’nün başkanlığına seçilmiş, 1948-1949 sezonunda Talas Voleybol Takımı’nın Türkiye üçüncülüğünü kazanmasında birinci sırada etkili olmuştur. 1960-1967 yıllarında Talas Derviş Güneş İlkokulunda müdürlük yapmıştır. Eğitimci dede Mehmet Altuner’in torun Mehmet Altuner’in millî değerlerle yetişmesinde önemli bir payı olduğunu düşünüyoruz. Mehmet Altuner, 22 Eylül 1982 tarihinde lise Mehmet Altuner tahsiline Kayseri Yeşil Mahalle’deki Mithat Paşa İlkokulu’nda başladı. İlkokulun ilk üç sınıfını bu okulda tamamladıktan sonra 21.11.1967 tarihinde babasının görev yapmakta olduğu TED Kayseri Koleji’nin ilkokul kısmına nakletmiştir. Buradan 15.06.1970 tarihinde -Pekiyi- derece ile mezun oldu. Aynı öğretim yılında yaz dönemi İngilizce grubu derslerini de başarıyla vererek TED Kayseri Koleji’nin Orta kısım Birinci sınıfına devam etmeye hak kazandı. Eğitim Derneği Kayseri Koleji’nin Ortaokul kısmından 01.07.1973 tarihinde “iyi” derece ile mezun oldu. Diplomasında Millî Eğitim Müdürü Recep Açıkalın ile Okul Müdürü Aydın Kılıçaslan’ın imzaları bulunmaktadır. Mehmet, fen derslerinde çok başarılı ve elektrik-eletronik konularına meraklıydı. Bu yüzden isteği doğrultusunda 01.10.1973 tarihinde Endüstri Meslek Lisesi’ne kaydoldu. 24.05.1976 tarihinde “7.35 not ortalaması” ile bu okuldan mezun oldu. Dr. Mehmet Altuner, eşi ve çocuklarıyla (1990) İnceleme mezunu Emine hanım ile evlendi. Bu evlilikten bir oğlan iki kız çocukları dünyaya gelmiştir: Muhammet Ali, Habibe ve Nur Süheyla. İnceleme 18 Yüksek öğrenimini Erciyes Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Elektronik Mühendisliği Bölümü’nde 1978-1983 yıllarında yaptı. Yüksek lisansını Uludağ Üniversitesi’nde, doktorasını Erciyes Üniversitesi’nde tamamladı. 1983-2001 yılları arasında Erciyes Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Elektronik Mühendisliği Bölümünde öğretim üyesi olarak çalıştı. Çok sayıda kitap ve bilimsel makale yayımladı. 2001 yılında Telekomünikasyon Kurumu’na Teknik Düzenlemeler ve Standardizasyon Daire Başkanı olarak atandı.. Bu kurumdaki görevi sırasında çok önemli teknolojik projelere imza attı. Bunlar arasında “yasal olmayan cep telefonlarının kullanımı ve ticaretini engelleyen kanun çalışması”, “piyasa gözetimi ve denetimi laboratuvarının kurulması” gibi çok önemli çalışmalar bulunmaktadır. Dr. Mehmet Altuner, çalışma ve hizmetlerinden dolayı birçok ödüle layık görüldü. Yayımlanmış eserleri 1. Altuner, M., “Endüstriyel Elektronik Ders Notları”, Kayseri-1993 2. Altuner, M., “Bilimsel Cihazlarda Arıza Arama”, Kayseri-1993 3. Altuner, M., “Güç Elektroniği Laboratuvarı Deney Kılavuzu”, Kayseri-1992 4. Özsoy, S., Altuner, M., “Elektrik Ölçme Laboratuvarı Deneyleri”, Kayseri-1992 5. Altuner, M., “Lojik Devreler Laboratuvarı Deney Föyleri”, Kayseri-1991 6. Altuner, M., “Güç Elektroniği Ders Notlari -1”, Kayseri-1990 7. Altuner, M., “Endüstri ve Enstrumantasyonda kullanılan Dönüştürücüler”, Kayseri-1992 8. Altuner, M., “Elektronik Mühendisliği Bölümü Faaliyet Raporu -1992”, Kayseri 9. Altuner, M., “Enerji üretimi, dağıtimı ve Haberleşme Sistemleri”, Kayseri-1988 Yayımlanmış makaleleri: Çoğunluğu Endüstri&Otomasyon dergisinde olmak üzere 50’nin üzerinde bilimsel makale Uluslar arası Toplantılar/ Sempozyumlar/ Kongrelerde Sunulan Bilimsel Bildiriler 1. Altuner, M., Sert, H.M., “Elektrik Sayaçları için Bilgisayar Destekli Test Sistemi”, IX. Müh. Semp., 1996, Isparta 2. Altuner, M., Değerli, Y., “Alti Strain-Gauge Bilesenli Wheatstone Köprülü bir Balans için Bilgisayar Destekli Enstruman Sisteminin Gerçekleş- tirilmesi”, I. Havacılık Semp., 13-16 Mayis 1996, Kayseri 3. Altuner, M., “Bilgisayar Denetimli PM DC Motorlu bir Servomekanizmanın Tasarımı, Elmeksem’93, Bursa III. Elektromekanik Sempozyumu, 1-5 Aralık 1993, Bursa 4. Altuner, M., “Yüksek Gerilimli Doğru Akımların Ölçülmesi”, Elektrik Mühendisliği 5. Ulusal Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon 5. Altuner, M., Yılbas, B.S., Danısman, K., “CW-CO2 LASER Elektrik Desarj Parametrelerinin Belirlenmesi”, Elektrik Mühendisliği 5. Ulusal Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon 6. Altuner, M., Yilbaş, B.S., Danisman, K., “Bilgisayar Destekli Vakum Pompası Güç Kontrol Sisteminin Tasarımı”, Elektrik Mühendisliği 5. Ulusal Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon 7. Altuner, M., Yilbas, B.S., Danışman, K., “Yüksek Gerilim Izolasyonlu LASER Soğutma Sisteminin Tasarımı”, Elektrik Mühendisliği 5. Ulusal Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon 8. Altuner, M., “Nöral Ag Logaritmaları Kullanılarak Alfabetik Desenlerin Bilgisayara Öğretilmesi ve Giriş Bilgisini Artırmanın Egitme Üzerine Etkileri”, Elektrik Mühendisligi 5. Ulusal Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon 9. Altuner, M., “Elektrolitik Topraklama Sistemi”, II. Ulusal Üniversite-Sanayi İşbirliği Sempozyumu, 1988, Kayseri Aldığı ödüller 1- Altuner, M., “Ronbun Shorei Award on Electronic Circuit Desing”, Japon Endüstri Uygulamaları Kurumu (JIASC), 1996, Sendai, Japonya. 2- Altuner, M., Sert, H.M., “Elektronik Devre Tasarımına Dair Bilim Teşvik Ödülü”, IEEE-PES Türkiye Kolu, 1997. 3- Altuner, M., “Veri İletişim, İnternet Altyapı ve ATM Projelerinin Gerçekleştirilmesine Dair Teşekkürname”, Erciyes Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi Dekanligi, 1999. 4- Altuner, M., “Üstün Hizmet Ödülü”, Telekomünikasyon Kurulu Baskanlığı, 2003. 5- Altuner, M., “Telekomünikasyon Sektöründe Ürün ve Hizmet kalitesinin İyileştirilmesine İlişkin Teşekkürname”, TECSID (Telekomünikasyon Cihazları Sanayici ve Ihracaatçilari Dernegi), 2004. 6- Altuner, M., “GSM Sektöründeki Hizmet Kalitesinin İyileştirilmesine İlişkin Teşekkürname”, Siemens AS., 2004 TERÖRİSTLE MASAYA OTURMAK MI! Osman KARABABA Ü lke idaresinde acziyeti ayyuka çıkmış “Padişah”ın biri, kendisinin zekî ve herkesten üstün olduğunu göstermek ister. Ülkesinin dört bir yanına haberler salar. “Kim bir yalan söyler, bana “yalan” dedirtebilirse kendisine bir küp altın vereceğim.” der. Bir küp altın neler yaptırmaz insana?.. Zamanın ünlü laf cambazları, düzenbazları, şahbazları, sustalı yalancıları, söz avcıları, belagat ustaları, din simsarcıları.. kendine güvenen kim varsa çıkar ortaya, koşarlar saraya… Padişaha “Yalaaan!”, “Olamaz bu!” dedirtebilmek için başlarlar padişahla söz düellosuna. Birinci kişi: - "Bir kuş, aslanı kapıp yuvasına götürdü. Buna sözünüz ne ola, padişahım?” der. Padişah kendinden emin: - "Bunun neresi yalan? Kuş kartaldır, arslan da kuzu kadar minik bir yavrudur. Kaptı mı götürür tabii!.." diyerek kişiyi mat eder. İkinci kişi, padişahın damarına basarak onu bozguna uğratmak için: - "Komşu ülkede bir eşeği kral yaptılar!.. Buna ne cevap vereceksiniz?” deyince… Padişah gerilerek alaysı tavırla: - "Ülkenin kralı, pencereden bakınırken tacını düşürmüş.Taç da pencerenin altındaki eşeğin başına geçmiş. Taç kimin kafasındaysa, kral odur tabii!.." karşılığını vererek adamı lafla ters düz eder. Üçüncü şahıs: - "Padişahım, ben gökyüzüne bir ok attım. Altı ay sonra geri döndü!" deyince… Padişah, adamın kendi okuyla nişan alır: - "Senin ilkbaharda attığın ok, gür yapraklı bir ağacın üstüne düşmüştür. Ağaç, sonbaharda yapraklarını dökünce, ok takılacak yer bulamayıp yere düşmüştür." diyerek sözüyle onu da vurur. Böylece padişah, her yalana, her söze gerçek bir bahane bulur ve kimse padişaha ‘bu yalandır’ dedirtemez. Amma bir gün bir Kayserili “İşte, keskin zekayı göstermenin tam zamanı” diyerek çıkagelir. Padişah, Kayseriliye, “Sen ne diyeceksin bakalım?” diye istihza ederek gülümser. Kayserili istifini bozmadan söze girer: - "Padişahım, sen benim babamdan borç olarak bir küp dolusu altın almıştın. Şimdi geri almaya geldim. “Bu yalandır!” dersen ödülümü ver. “Yalan değil.” dersen borcunu öde!.." Evet, işte bu kadar!.. Ülkede ne keskin zekalar var. Neticede padişahın sözünde durup durmadığını bilmiyoruz ama ömrü boyunca unutamayacağı bir ders aldığı malum... * * * 21 Ekim 2007 gecesi Dağlıca baskını.. 12 kınalı kuzu şehit…Ülke kan gölü… TSK’nın, Irak’ın kuzeyine sınır ötesi harekat yapması kaçınılmaz. İktidar sınır ötesi harekat için Meclis tezkeresine rağmen, hainlere alenen desteğini sürdüren ABD’den icazet almaya gebe... 5 Kasım 2007’de Beyaz Saray’da ABD Başkanı ile gerçekleşen baş başa bir görüşme… Ardından Başbakanın: “Hamd olsun, istediğimizi aldık!”sözüyle doğan yapay sevinç... Bu sözün ne anlama geldiği hala gündemde. Dünyaca ünlü The Ekonomist dergisi, bu gizemli görüşmenin peşini bırakmıyor. ABD’nin desteğini ve TSK’nın sınır ötesi operasyonunu mercek altına alarak “perde arkası”nı dile getiren bu derginin: “Bush’a bazı sözler verildiği sanılıyor, bunlar Kürtlerin bölgesel hükümetinin tanınmasını ve PKK teröristleri için daha liberal bir affı içeriyor.”sözleri kara leke olarak tarihe geçiyor. Türkiye’yi parçalamak isteyen kahpe müttefik ABD, artık bu alçak emelini saklama gereğini bile duymuyor. TSK’nın kara harekatından sonra üst üste yapılan açıklamalarla, terör örgütü ile masaya oturulmasını her fırsatta dayatıyor. İşte: Bu konuda ilk açıklama ABD Savunma Bakanı Robert Gates’ ten… Terör örgütü ile uzlaşmaya varılması konusunda uzun telkinlerde bulunuyor. Çuvalcı Korgeneral Ray Odierno da Pentagon’da verdiği bir brifingde PKK ile görüşmeye yönelik planlardan bahsediyor. Bu mızıka takımına son olarak “çuvalcı”dan daha kıdemli bir isim olan ABD’nin Irak’tan sorumlu merkez komutanı Oramiral William Fallon katılıyor. Açıkça “PKK sorununun çözümü için, Türkiye’nin terör örgütüyle diyaloga girmesi gerekir.”diyor. NATO üyesi 26 ülkenin dışişleri bakanlarının bir araya geldiği Konsey toplantısında Türkiye’yi temsil eden Ali Babacan’ın; ABD yetkililerinin “Türkiye’nin PKK ile uzlaşmaya varması” yönünde ard arda yaptıkları açıklamalarına, ABD Dışişleri Bakanı Conodoleezza Rice’a hiç mi hiç tepki vermediği görülüyor. Neticede Başbakan, TSK’nın Kuzey Irak’a kara harekatı konusundaki tartışmalarda siyasi muhatabın kendisi olduğunu açıklıyor. Şimdi biz de sivri zekalı Kayserili olarak konunun siyasi muhataplarına soruyoruz: 5 Kasım’da ABD Başkanı ile baş başa yapılan gizemli görüşmede ABD’nin “Terör örgütüyle masaya oturulması karşılığında size destek veririz.” sözüne siz “Bu yalandır!” diyorsanız ABD’nin baykuşları şimdi sizden diyet olarak “terör örgütüyle masaya oturma”nızı nasıl isteyebiliyor? Ki, bu baykuşlara red cevabı verilememesi bir acziyetin ispatıdır. O halde acziyetinizin diyetini ödeyin!. “Hamd olsun, istediğimizi aldık!” demekle aldığınızı kastettiğiniz şeye, “terör örgütüyle masaya oturma” sözü verildiğine “Hayır!” diyemiyorsanız bu en büyük gaflettir. Gafletin bedelini ödeyin! Buyurun! Sözünüzde durun! İnceleme 19 İnceleme 20 ÜRETMEK “VAR” OLMAKTIR K üreselleşme sözünü çok duyar olduk. Hayatımızın hemen her yönüyle ilgili olsa da daha çok ekonomiyle ilgili bir kavrammış gibi kullanıldığı görülmektedir. Acaba gerçek de böyle mi? Yani, küreselleşme sadece ekonomik bir kavram mı? Bu ve sorulabilecek benzeri sorulara cevap olması açısından, 2003 yılında sayın Ali Rıza Kardüz’ün Milliyet gazetesinde yazdığı bir yazıyı özetleyerek sözümüzü bu yazıya göre söyleyelim. Alı Razı Efendi her günkü gibi sabah ezanı ile uyandı. Abdest almak için tuvalete yöneldi. Hava daha alacakaranlıktı. Elektriğin anahtarını çevirdi. Püff… Ampul patladı. Bereket yakında bir General Electric yedek ampul vardı. Onu taktı. Philips elektrikli tıraş makinesi ile tıraş olmaya başlıyordu ki, bu kere elektrikler söndü. Alacakaranlıkta Perma Sharp jilet makinesi buldu. Gibbs tıraş kremini köpürtüp tıraşını tamamladı. Yüzüne Old Spice After Shave sürdü. Colgate diş macunu ile dişini fırçaladı. Reward sabunu ile elini yüzünü yıkadı. Abdestini aldı. Bez havlu yerine yeni kullanmaya başladığı Viking kağıt havludan bir parça yırtıp elini yüzünü kuruladı. Sonra eski alışkanlıkla tıraş olan yüzü gerilmesin diye Nivea kremini sürdü. 4 rekât sabah namazını eda etti. O sırada hanımı kahvaltıyı hazırlamıştı. Hanımına takıldı. “Hanım hanım, şu Lipton çay yerine bir tarhana çorbası olsa idi ya…” Hanım lafın altında kalır mı? “Efendi sen iste. Şimdicik sana bir Knorr tarhana çorbası yapıveririm” dedi. Kahvaltıya oturdular. Ali Rıza Efendi “Hanım dedi, şu Korn Fleks’e bayağı alışmıştık. Yanına çökelek, Çerkez peyniri, Mudurnu peyniri falan alsaydın bari…” Hanım cevapladı. “Bakkalda onlar yoktu, ben de Reglet peyniri, Cheddar peyniri, bir de Kraft eritme aldım…” Ne zamandır kolesterol yapıyor diye tereyağını kaldırmışlardı. Unilever’in Rama’sını ekmeğe sürdüler, Maxwell House Cafe içtiler. Hanım Pril deterjan ile bulaşıkları yıkarken kapı çaldı. Çiftlikteki kahya gelmişti. Massey Ferguson traktöre iki adet Uniroyal lastik almış hem onların parasını istiyordu, hem de traktörde Shell Rotella 20/50 yoksa, Mobil Delvac yağ mı kullanayım diye akıl danışıyordu. Bu sırada Ali Rıza Efendinin hanımı Milan Gaz’ın musluğunu açıp Junkers Ruh şofbeni ateşledi. Hoover çamaşır makinesinin içine önce çamaşırları boşalttı, üzerine Omo deterjanı boşalttı, biraz Vernel yumuşatıcı akıttı. Sonra Rowenta ütüyü kızdırarak oğlunun Levi’s Blue Jean’ini Fruit of the Loom gömleğini ütüledi. Adidas ayakkabılarının çamurunu temizledi. İbrahim GÜNGÖR Buraya kadar olan bölüme baktığımızda, bazı yönler hepimiz için geçerli olmasa da bir aşinalık var denilebilir, ne dersiniz? Ürünlerin markaları yabancı gibi dursa da ürünler çok tanıdık. Önceleri ürünler de yabancıydı, sonra ürünler tanıdık oldu. Geçen zaman içinde markalar da tanıdık olacak. Bizim kuşak orta yaşlara geldiği için farkı daha net görebiliyor ama daha sonra gelenler için bu çok olağan bir durum. Toplumsal değişim akşamdan sabaha olabilecek kadar kısa bir süreç değildir. Hayatın doğal akışı içinde yavaş ama sürekli olan bir süreçtir. Zaman içinde bu gün ile dünün farkını fark edemeyiz ama 10’ar yıllık dilimler halinde ele aldığınızda zamanın su gibi akıp gittiğini, değişimin de hiç kimseyi dinlemeden devam ettiğini görürüz. Şimdi Ali Rıza Efendiye geri dönelim. Ali Rıza Efendi “Hadi Eyvallah” deyip evden çıktı. Bismillah çekip Kartal’ına bindi. Elini Nokia mobil telefona attı… Dırt… Dırt… Dırt… Çalışmıyor. Ericsson cep telefonu ile Citibank’ı aradı. O gün bonolarını ödeyeceğini bildirdi. Dükkânına geldi. Gene besmele çekip Yale kilidi açtı. Sağ adımını atıp dükkâna girdi. Baktı ki Canon faksın arkasında dünya kadar sipariş mesajı birikmiş. Biraz sonra kâtip geldi. Siparişleri IBM bilgisayarına geçirdi. Ali Rıza Efendinin içi yanıyordu. Yardımcı çocuğu çağırdı. Komşu bakkaldan bir adet Magnum Maxi dondurma aldırdı. Ali Rıza Efendi dükkânda iken, hanımı da evde önce sabah işi yaptı. Vim ile taşları sildi. Siemens elektrik süpürgesi ile tozları aldı. Halı yıkayan Elecktrolux ile halıları iyice temizledi. Kocası ile oğlu neredeyse öğle yemeğine geleceklerdi. Mutfağa koştu, baktı Hotpoint buzdolabında yemek kalmamış. AEG Deep Freeze derin dondurucudan et çıkardı. Auer fırınını yaktı. Eti fırına soktu. Ali Rıza Efendi ete Hainz Ketçap döküp yemekten çok hoşlanırdı. Bir de bolca salata yapar, üzerine Kraft French Dressing veya İtalyan Dressing ya da Catalina salata sosu dökerse başka bir yemeğe lüzum kalmazdı. Ali Rıza Efendi yemeğin üzerine bir Cola içmek istedi ama ne çere ki dolapta ne Coca Cola ne de Pepsi Cola kalmamıştı. Onun için oğluna da Schwepps gazoz çıkardı. Çikita muzları tabağa koydu. 21 İnceleme Öğle yemeği bitti. Erkekler işe gitti… Zaman hızla geçiyordu. Metro mağazasına veya Carrefour isimli büyük mağazaya gidip alışveriş etmeğe niyetlendi. Üşendi, yakındaki Migros’a uğradı. Kendi kekini kendi yapardı ama rafta dikkatini çeken Dankek’i canı çekti… Bir paket aldı. Arkadaşlarının övdüğü Linera kıtır ekmeği de torbaya koymadan edemedi… Ali Rıza Efendi akşam yemeğini hafif geçiştirmek istediğinden hanımı ona Dr. Ötker paket muhallebisi pişirdi. Bir dilim de Nestle çikolata yedi. Yemek işini halletti. O akşam TV’de Yalan Rüzgârı vardı ama Ali Rıza Efendi Yalan Rüzgarından nefret ediyordu. Onun için Schaub Lorenz renkli televizyonlarını alıp yeni aldıkları Sony Video’yu işletti. Savcı beyin güzel karısından ödünç aldıkları eski Dallas dizisinin kasetini seyretti. Bu ara camiden yatsı ezanının okunduğunu duydu. Müezzin yeni alınan Philips Amphi’yi sonuna kadar açmış, minareye çıkmadan Sony hoparlörleri sonuna kadar açarak ezanı okuyordu. Ali Rıza Efendi yatsı namazını kıldı. Hanımının hazırladığı sıcak Oralet’i içti. Yatmadan önce mutaden duşa girdi. Başını Blendax şampuan ile vücudunu Lux sabunu ile yıkadı. Eros pijamasını giydi. Çıplak ayakları ile Titan halılar üzerinde yürüyerek yatak odasına yöneldi. Kuvartz saatine baktı, ajans başlıyor. Blau Punkt radyosundan ajansı dinledi, yatmaya niyetleniyordu ki, yatak odasının köşesindeki Singer dikiş makinesi ile dikiş diker gibi görünen hanımı yerinden kalktı. “Efendi dedi, Allah’a şükür fındıkları sattın, elin bollandı. Bizim kız ne zamandır, babam bana bir kırmızı Wolkswagen Golf veya siyah Honda alsın diye bana yalvarıp duruyor. Şu kızı sevindiriver…” Ali Rıza Efendi beklenmedik şekilde diklendi, “Hanım hanım dedi, biz eski toprağız… Bu memlekette yapılmayan malı evimize sokmayız. Nesine gerek gâvur otomobili. Ben Kartal’a biniyorum, oğlana Doğan, damada Şahin aldık. Kıza da alırız bir Serçe olur biter.” Evet Ali Rıza Efendi gibi duygusal tepkilerden ziyade akılla, mantıkla, daha da önemlisi uzak amaçlarla hareket etmeliyiz. Tüketimi sadece gıda ve ihtiyaç maddelerinden, belirli ev eşyalarından ibaret saymak yanlıştır. Tüketimin içinde kültürel tüketim de vardır. İzlediğimiz filmler, dizi filmler, günümüz için internet ve her türlü içeriğe kolay erişim vb. gibi unsurlar algılayışımızı ve düşünme tarzımızı da değiştirmektedir. Özetle, eğer sadece tüketen bir toplum olursak zamanla üretenlerin kültürel özelliklerini de alırız. Buradan kültürel alış verişlere karşı bir tutum varmış gibi algılanmamalıdır. Kültürel alış verişler her zaman olacaktır. Burada söz konusu olan değişime zorlanmaktır. Eğer üretemeyen bir millet haline gelirsek önce günlük yaşantımız, daha sonra algılayışımız, yorumlayışımız daha sonra da bizi biz yapan kültürümüz değişecektir. Bu durum ise kendini olayların akışına, zamanın akışına bırakmak demektir. Türk milleti gibi geçmişi bin yıllarla ifade edilen bir millet bu durumu kabul edemez, etmemelidir. Peki, ne yapmak lazım? Milletimizin bütün fertlerinin öncelikle milli bilinç ile donatılması gerekmektedir. Ali Rıza Efendi tarzı bir hayat zaman içinde iliklerimize kadar içimize işlemeden bu milletin her bireyi Türk kültürü ile donatılmalıdır. Eğer her birey bu bilinç ve kültürel donanım ile donatılırsa değişim kontrolsüz ve kendi halinde olmaktan çıkar. Dışarıdan olduğu gibi almak yerine ortaya bir sentez çıkarabiliriz. Pratik hayatta ise üretmek gerekmektedir. Hatta Avrupalı, Amerikalı şirketlere fason üretim değil, kendi öz kültürümüzden doğan, kendi adımızı, kendi izimizi taşıyan markalar çıkarmalıyız. Bu duygusal bir yaklaşım değildir. Tam tersine bu aklın gereğidir. Daha dün tekstili biz üretiyorduk Avrupalılar, Amerikalılar kazanıyordu. Şimdi Çin ve Hindistan üretiyor ama yine Avrupalılar Amerikalılar kazanıyor. Peki, niye? Çünkü markalar onların. Marka kiminse o kültürün özelliklerini, ruhunu taşıyor. O nedenle gerek ekonomik gerekse kültürel nedenlerden dolayı ülkemizin, insanımızın üretmesi, daha çok üretmesi ve aynı zamanda kendi adıyla üretmesi gerekmektedir. Markalaşmanın ne kadar zor, zahmetli ve maliyetli olduğunu herkes bilir ancak sonuçta kazancın (her yönü ile) büyüğü de oradadır. Üretimin geçirdiği değişime bakacak olursak, artık üretimin en üst basamağının bilgi üretimi olduğu tartışma götürmez bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin, Türk milletinin varlığını sürdürebilmesi, gelecekte de var olabilmesi için üretimini, özellikle de bilgi üretimini artırması gerekmektedir. Küreselleşme ile karşımıza çıkan salt ekonomik bir kavram değil, aynı zamanda kültürel bir değişimdir. Bu değişime de üretenler, yani güçlü olanlar yön verecektir. Sonuç olarak üretilen mal ve hizmetler sadece ihtiyaçları karşılama işlevi görmezler, aynı zamanda kültürel izler de taşırlar. Türk milleti daha önce defalarca yaptığını yine yapabilir, yine büyük bir güç olabilir bu genlerinde var ama üretebilirse… Evet, üretmek var olmaktır ama bu varlık sadece etten, kemikten meydana gelmiş bir varlık değildir, daha çok ruhtur. Sevgi ve saygılarımla, hoşça kalın… İnceleme 22 ÇANAKKALE ZAFERİ VE DESTANLAŞMASI Mustafa İLHAN Çanakkale, Birinci Dünya Savaşı’nın Doğuda açılan ilk cephesidir. Osmanlı Devleti, Avrupa cephesinde müttefiki olan Almanların Rus ve İngiliz orduları baskısını azaltmak için açılmış olan Sarıkamış harekatı ile birlikte düşünülmelidir. İngilizler için kolay bir cephe olarak tasarlanmış, kısa zamanda doğuda İngiliz-Rus ordularının güç birliği hedeflenmiştir. İngiliz Denizcilik Bakanı Çörçil 25 Kasım 1914 günü yapılan savunma Konseyinde Türk ordusu için şöyle diyordu: “Osmanlı ordusunun ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Balkan Bozgunu bunu ispat etmiştir. Donanmamız bir vuruşta Çanakkale boğazını ele geçire bilir. Topkapı açıklarında görünmese bile, bu Hasta Adam’ın ellerini havaya kaldırıp teslim olması için yeterde artar bile” der. Harbiye Bakanı Lord Kitehener (Kişner) ise Çanakkale’ye saldıracak kuvvetlerin başına tayin ettiği Hamilton’u İngiltere’den uğurlarken : “Bir İngiliz denizaltısının Çanakkale Boğazını geçerek Gelibolu önünde gördüğünü ve üç defa işaret verdiğini farz edelim. Seddülbahir’deki Türk kuvvetleri taban yağlayıp Bolayır yoluyla İstanbul’a doğru kaçarlar” diyerek moral verir. (İon Hamil ton’un hatıraları Gallipoli Diary) Bir milleti tanımadan, Türk askerinin tarihte yaptıklarından habersiz olmak diye buna denir. Büyük Britanya imparatorluğu’nun böyle hayal etmesinin yanlışlığı anlaşılacaktır. Sömürğeciliğin canavarlaştırdığı mantık bu olmalıdır. Ancak Nusret Mayın Gemisi’nin marifetini topunun vinci bozulan Koca Seyit’in 275 kg’lık mermiyi sırtında taşıyıp koca OCean zırhlısını batıracağını akıllarına getirmiyorlardı. Kurtuluş Savaşı sonrasında İngiliz Başvekili Loid Corc’un İngiliz Parlamentosu’ndaki şu konuşmasına gelineceğinin işaretlerinin verilmeye başlandığına hiç mi hiç akıl erdirecek durumda değildiler. Loid Corc Anadolu’daki başarısızlığı için “Her yüzyıl bir dahi yetiştirir. 20.yüzyılda bu şans Türklere gülmüştür.” Mustafa Kemal gerçeğini itiraf ve sonrasında istifa etmiştir. Türk milleti Çanakkale’yi “geçilmez” olarak destanlaştırmıştır. Türk zaferleri halkın hafızasında türkü, marş, destan anlatımlarıyla yerini almıştır. Pilevne Marşı, İstiklal Marşımız, Sakarya Türkümüz, seferberlik türkülerimiz gibi... Birinci Dünya Savaşı’nın ve Türk Mileti’nin kaderini değiştiren Çanakkale Muharebelerine ayrı bir yer vermek gereklidir. Vatan için bir üniversiteyi şehit vererek vatan toprağına gömdük. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve sonrasında eksikliğini hissetiğimiz erkek nüfusunun en önemli bölümünü bu savaşta kaybettik. Sultani (Liseli) öğrencilerin üst sınıflarının gönüllü yazıldığı vatani hizmetin kutsallığı Çanakkale ile daha iyi anlaşılacaktır. Millet hafızamızı güçlendirecek, Çanakkale zaferini hafızamıza nakşedecek en tanınmış Marş, Bestesi Destancı Mustafa tarafından yapılan Çanakkale Marşıdır. Çanakkale, Kumkale, Kule, 23 Çanakkale Marşı Çanakkale içinde aynalı çarşı Anne ben gidiyorum düşmana karşı Çanakkale içinde sıra sıra selviler Binbaşılar oturmuş asker öğütler Çanakkale içinde bir kırık testi Anneler babalar ümidi kesti Arıburnu’ndan çıktık, yan basa basa Hep düşmanlar kaçıyor kan kusa kusa. Türkü olarakda Çanakkale şöyle duygulu terennümünü bulmuştur. Çanakkale içinde aynalı çarşı Anne ben gidiyom düşmana karşı Off! Gençliğim eyvah. Çanakkale içinde vurdular beni Ölmeden mezara koydular beni Oof! Gençliğim eyvah. Çanakkale içinde bir dolu testi Analar babalar umudu kesti Off!gençliğim eyvah. Çanakkale içinde bir uzun selvi Kimimiz nişanlı, kimimiz evli Off! Gençliğim eyvah. Çanakkale zaferini “Çanakkale şehitlerine” adı ile savaş sehnelerini şiirleştiren, milli ve kutsal bir atmosfere taşıyan Mehmet Akif Ersoy’dur. ÇANAKKALAE ŞEHİTLERİNE Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin. Sönüyor göğsünün üstünde o aslan neferin. Ölüm indirmeden gökler, ölü püskürmede yer. O ne müthiş tipidir; savrulur enkaz-ı beşer. Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene parmak, el ayak Boşanır sırtlara, vadilere sağnak sağnak. Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor. Bir hilâl uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor. Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker! Gökten ecdât inerek öpse o pak alnı değer. Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? “Gömelim gel seni tarihe” desem sığmazsın. Necmettin Halil Onan, Kanlı sırttaki baş, kol, bacak açık mezarlığındaki manzara karşısında “DUR YOLCU” başlıklı şiirini yazdı. Bugün de Gelibolu sırtlarında boğazdan geçen herkesin dikkatini çekecek şekilde toprağa kazılmıştır. DUR YOLCU! Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın Bu toprak, bir devrin battığı yerdir. Eğil de kulak ver bu sessiz yığın, Bir vatan kalbinin attığı yerdir. Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda, Gördüğün bu tümsek Anadolu’nda, İstiklâl uğrunda, nâmus yolunda, Canı veren Mehmed’ in yattığı yerdir. İSTİKLAL MARŞI’mızın şu iki dörtlüğü bugün de ülkemizin kaynaklarını har vurup harman savuranlara söylenmiş gibidir. Arkadaş! Yurduma alçaklara uğratma sakın Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın. Doğacaktır sana vad ettiği günler Hakk’ın Kim bilir, belki yarın beli yarından da yakın. Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme tanı: Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı: Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı. Türk Tarihi yaşanmış tarihlerin en zor olayları ile şekillenmiştir. Hiç kolay zaferi de yoktur. Bunun için de millet hafızasına kazınmış destanlaşmış, marş olmuş, türkü olarak söylenmiş, söylenirken yaşanan bir hayat gerçeği olmuştur. Kaybedilmiş görünen Birinci Dünya Savaşı’nın “Hakiki galibi Türklerdir” dedirtecek araştırma sonuçları Batılı tarihçilere aittir. Yine “Çanakkale Geçilmez” diyenler de var onlar arasında. Batı’nın bu tahammülsüzlüğü ve affetmez acımaz hali, genç, çocuksu bedenlerin bu topraklara feda edilmesi, bugün ülkeyi yönetenlerin aklı selimle düşünmeleri gereken önemli bir husustur. 100 yıllık çınar Çanakkale’li Fatma Nine 8-9 yaşında yetim kalır, babası şehit olur. Sonradan şehit maaşı bağlamak için gelirler. Şu anlamlı cevabı verir: “Ben maaş almam, babam bana VATAN bağışladı” der. Şehitlerimiz önünde tazimle eğilir, rahmet dileriz. Ancak “Parola vatansa, gerisi sözdür” demekten de kendimizi alıkoyamayız. İnceleme Seddülbakir, Katya Marşlarının yazarı da İbrahim Mehmet Ali (1874-1936) dir. (Ethem Üngör, Türk Marşları 1966 s.136.137) İnceleme 24 EĞLENCE KÜLTÜRÜMÜZ VE ESKİ TÜRK DÜĞÜNLERİ (2) Ahmet ALTAY Yaklaşan baharın habercisi güzel, güneşli ve ümit dolu günler temennisiyle…. Mart- Nisan sayımızla merhaba değerli okurlar. Geçtiğimiz sayıdaki konumuzun sonunda bahsettiğimiz üzere aynı konu ile devam edeceğiz. Düğün geleneklerimiz ve özellikle günümüzdeki uygulamalardan ağırlıklı olarak bahsetmiştik. Bu sayımızda da pek fazlaca bilgi sahibi olamasak da, kaynaklar ve mevcut bilgilerimiz ışığında “eski düğünler ve eski eğlenceler” den bahsedeceğiz. “Hey hızara hızara Dalda kiraz kızara Ana benim çağım geldi Durma bana kız ara” Yukarıda okumuş olduğumuz dörtlük evlilik çağı gelip bunu dile getiren bir erkek evladın çağrısıdır. Hal böyle olunca oğlunun yemeden içmeden kesilmesi gibi durumları göz önünde bulunduran anne konuyu babaya açarak aile reisinin onayını alır ve uygun bir gelin adayı aranmaya başlanırdı. Her aile kendi şartlarına göre kendisine uygun bir aday bulur fakat bu adayın öncelikle genel olarak şu özellikleri taşıması aranırdı: Gelin olacak kızda aranılan vasıflar: 1- Her şeyin üstünde iffet. 2- Cidağı olmamak (dik kafalı, inatçı olmamak) 3- Çemkürgen, eydişken olmamak (olura olmaza karşılık verenlerden, sırtarıcı olmamak) 4- Eline ayağına evecen olmak (hamarat, eli ayağı çabuk, işe yatkın ve becerikli olmak) 5- Eli uzun ve sakar olmamak (şunu bunu aşırma huyu olmamak ,danışmadan bir şeye el sürmemek, tuttuğunu kırmamak) 6- Govcu, govlayıcı olmamak ( oradan buradan laf taşımamak, dedikoduculuk yapmamak) 7- Kayınbabasına ve özellikle kaynanasına saygılı olmak. Bütün bunların yanında evlilikte sorumluluk sadece tek bir tarafa yüklenmemektedir. Damat adayı da bir o kadar sorumludur. Evlenecek erkekte aranılan vasıflar: 1- Fodul olmayacak (yani kaba saba , lafın nereye vardığını bilmeyenlerden olmayacak, sözünü sohbetini bilecek) 2- Baba malına güvenmeyecek, hazır yiyici; ekmek elden su gölden, bedava geçinirlerden olmayacak. Belli bir işi, kazancı olacak, hele babası ölmüşse, kalan mirastan tek bir çöp bile satmamış olacak 3- Kumar oynamayacak, sarhoşluk etmeyecek, konuyu komşuyu rahatsız etmeyecek. 4- Evinin yolunu bilecek. Bu demektir ki, işi ile evinden başka bir şey düşünmeyecek. 5- Geçici bir işi olmayacak, şunun bunun yanında sığıntı bir iş tutmayacak. 6- Ağırbaşlı, kamil, ahlaklı, merhametli, yardımsever, cesur ve yürek bütünlüğüne sahip olacak. Bütün bu ön şartlar ve aday uygunluğu sağlandıktan sonra bölgelere göre değişen “kız isteme” uygulamasına başlanırdı. Bu, duruma göre değişkenlik gösterirdi. Evliliğin gerçekleşmesi de bu süreye bağlıydı. Bu geçirilen süre tanıma, tanışma ailelerin kaynaşması ve genel şartları anlama süresidir. Sürenin sonunda karşılıklı olarak anlaşma sağlanırsa evlilik olayı gerçekleşirdi. Düğün harcamaları, giyim-kuşam, düğün sofraları, çeyiz, çeyizin sergilenmesi bütün bu süreci kapsamaktadır. Başlık parası olarak bilinen bir konu hakkında Sadi yaver ATAMAN şu bilgileri aktarıyor: “Düğün harcamalarının ilk ağızda, özellikle oğlan tarafı için, bir yıkım olan ve BAŞLIK denilen bir çeşit alım-satım anlaşması yapılırdı ki bu, kızın satılması değer biçilmesi gibi bir şeydi. Bu adetin Orta Asya, Kazan, Kırgız ve Özbekler’de KALIN adıyla uygulandığını Kaşgarlı Mahmut’tan öğreniyoruz. Bu adet konar-göçer Türk Toplulukları arasında ve bazı yerlerde de “KALIN” adıyla sürdürülmektedir”. (Bir sonraki sayıda devam edecek) 25 İnceleme TÜRKÇE’NİN ZENGİNLİĞİ Hayrettin BÜYÜK B ir dildeki kelime sayısı o dilin ne kadar zengin bir dil olduğunu gösterir. Gündelik hayatta kullandığımız kelime sayısı birkaç yüzü geçmemesine karşın edebiyat ve bilim dili binlerce kelimenin varlığını gerektirir. Düşünüldüğünde hisler ve düşünceler ancak kelimeler vasıtasıyla ifade edilebilir. Kullandığımız dilde yeterince sözcük yoksa ya anlatmak istediğimiz kavramı tam olarak ifade edemeyeceğiz, ya da bir kaç kelimeyle ifade olunabilecek anlatımları daha uzun cümleler kullanmak suretiyle açıklayabileceğiz. Özellikle cumhuriyet sonrası dönemde dilde sadeleştirme adına yapılan faaliyetler ve dilden atılan kelimeler Türkçe’ye yapılan büyük haksızlıklardan birisi olmuştur. Nitekim yeni yetişen nesil milli marşımızı dahi anlamaktan aciz kalmıştır. Bir kelimenin onlarca eş anlamlısı olsa dahi birinin yerine bir diğerinin her koşul ve yerde kullanılabiliyor olması mümkün değildir. Bu nedenle başka dillerden geçmiş olması bahanesiyle bir dilden halihazırda kullanılan bir kelimenin çıkartılıp atılması, düşüncelerimizi kısırlaştırmaktan başka bir şey değildir. Unutulmamalıdır ki dil yaşayan bir kavramdır. Başka bir dilden dilimize girip yerleşen “kola” kelimesinin Türkçe’ye girmesi ne kadar önlenemezse, “kelime” sözcüğünün de başka bir dilden geçmiş olduğu gerçeği ve gerekçesiyle dilden çıkartılmaya çalışılması o kadar beyhudedir. Dili kendi doğal akışına bırakmak zorunludur. Bu arada bilim adamları ve eğitimcilere düşen görev ise, dilin inceliklerini yeni nesillere aktarmak ve Türkçe’de karşılığı bulunmasına karşın sırf daha kültürlü görünmek maksadıyla yabancı kelimeler kullanan sözde entelektüel kişileri de uyarıp Türkçe kelimeler kullanmalarını sağlamaktır. Bu fiili kullanış şekliniz mesleğiniz hakkında ipucu verebilir: “23 numaralı odadaki hasta bu sabah eks (X) oldu.” cümlesini kullanıyor iseniz bir doktor, “Yaratıcı, şehadet getirerek çene kapatmak nasip etsin.” cümlesini kullanan bir vaiz, “Bu tatbikatta iki asker zayiat verdik.” cümlesini kuran ise bir komutan olacaktır. Ölen kişi bir sanatçı, şair veya yazar ise tabii ki onlar için kullanılan ölüm ifadeleri diğerlerinden farklı olacaktır. Örneğin, “Yeşilçam’da başlayan yaprak dökümüne bir yenisi daha eklendi.” “Edebiyat dünyasından koca bir çınar daha devrildi.” gibi. Bu fiili kullanış şekliniz eylemin zamanı hakkında ipucu verebilir. “Ünlü düşünür 1540 yılında aramızdan ayrıldı.” cümlesi kullanım olarak yanlış olacaktır çünkü söz konusu kişi bizim aramızda zaten hiç olmamıştır. Bu ifadeyi yakın zamanda kaybettiğimiz birisi için kullanabiliriz ancak. Bu fiili kullanış şekliniz ölen canlının bir insan mı yoksa bir hayvan mı olduğu hakkında bilgi verebilir: “Kedimiz dün vefat etti.” cümlesi kullanım olarak yanlış olacaktır. Zira hayvanlar için vefat etmek değil ölmek kullanılır. “Dünkü trafik kazasında üç kişi telef oldu.” cümlesi de yine yanlış olacaktır çünkü telef olmak çoğunlukla hayvanlar için bir işe yaramadan ölmek anlamında kullanılır. Aynı anlama gelen birden çok kelime gereksiz gibi görülebilir. Bu fiili kullanış şekliniz kültür seviyeniz hakkında bilgi verebilir: Bakalım gerçekte öyle mi? Bir kelimenin ne kadar çok eş anlamlısı olabilir ve ne kendine denli farklı kullanım alanları bulabilir görelim. Kelimemiz ÖLMEK. Herkes ölmek anlamına gelebilecek kelime ve deyimleri saysın denilse belki birkaç tane daha hatırlayabiliriz. Ancak yazının devamında okuyacağınız kadar çok sayıda eş anlamlıları olduğu hiç birimizin dikkatini çekmemiştir. “Bizim ihtiyar nalları dikmiş” cümlesini kültürlü birisinin kullanmasını pek beklemeyiz. Diğer taraftan, “Geçen gün sohbet ettiğimiz zatı muhterem alemi ervaha göç etti.” “Amcamız geçen hafta ukbaya irtihal etti.” cümlelerini de sıradan bir insanın kullanmasını veya anlamasını bekleyemeyiz. İnceleme 26 Bu fiili kullanış şekliniz ölümü ne denli ciddiye aldığınızı gösterir : Uzun süren bir hastalık sonucunda ölmüş bir kimse için ise ifade daha farklıdır: “Ahmet abi vardı ya hani, heh heh heh o artık yok.” tahtalı köye muhtar olmuş.” öbür tarafı boylamış.” kalıbını dinlendiriyor artık.” bir varmış bir yokmuş oldu.” bir top bezle gitti.” merhum oldu.” kuş gibi uçtu gitti.” “Yıllar önce yakalandığı amansız hastalığa sonunda yenik düştü.” gibi cümleler ciddiyetten uzak ifadeler olmasına karşın; “ …bir rahatsızlığı yoktu ama işte artık vadesi yetmiş.” cümlesi yeterince yaşadığı düşünülen bir kişi için kullanılabilir. “Ahmet bey için emri hak vaki oldu.” mevlasına kavuştu.” sizlere ömür oldu.” can kuşunu uçurdu.” ömrünü size bağışladı.” rahmetli oldu.” gibi cümleler ise son derece ciddiyet arz etmektedir. Bu fiili kullanış şekliniz ölen kişiye karşı nefretinizi veya sevginizi ortaya koyabilir: “Teröristlerden beşi açlıktan gebermiş.” “Geçen kavga ettiğimiz adam bugün eşek cennetini boylamış.” “Hızlı bir yaşamın ardından dün gece sonunda cehennemin dibini boyladı.” “Bizim yaşlı bunağın sonunda kulağının dibi sarardı.” ..benzeri cümleler ölen kişinin hiç sevilmediğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu fiili kullanış şekliniz ölüm biçimi hakkında bilgi verecektir: “Azrail onları uykuda yakalamıştı.” cümlesi ise muhtemelen soba zehirlenmesi sonucu ölen insanlar için kullanılır. Başarısız bir ameliyat sonrası ölümün ifadesi ise: “sağlığına kavuşmak için yattığı masadan maalesef bir daha kalkamadı.” şeklindedir. Hayatta çok acı çekmesine karşın iyi bir hayat süren birisi için ise ölüm şöyle ifade edilecektir, “bunca zorluğun ardından ruhu rahata erdi.” Bu fiili kullanış şekliniz ahiret inancınız olup olmadığını ortaya koyar: “Mehmet amca dün gece ebedi hayata intikal etti.” o dünyaya gitti.” darı bekaya irtihal etti.” ebediyete göçtü.” ruhu huzura erdi.” hakkın rahmetine kavuştu.” şeklinde cümleler ölüm sonrası bir hayatın varlığına göndermeler yaparken, aşağıdaki cümlelerde böyle bir vurguya rastlanılmamaktadır: “Ahmet beyin dün hayatı son buldu.” “Ahmet bey dün gece hayata veda etti.” sonsuz uykusuna daldı.” yaşamını yitirdi.” Örneğin çok kötü bir trafik kazası sonucu ya da bir yangın felaketi sonucu ölmüş bir kimse için kullanılacak ifade aşağıdaki gibi olacaktır. Tasavvuf dünyasında ölüm hadisesinden bahsederken ise kesinlikle alelade kelimeler kullanılmaz. Sıradan kelimeler kullanmak bahsedilen kişiye bir saygısızlık olarak düşünülür. “Dün gece çıkan bir yangında iki kişi feci şekilde can verdi.” En çok kullanılan ifadelerin bazıları şunlardır: “Kurtarma ekibi ona ulaştığında artık onun için çok geçti.” “Kaza sonucu kaldırıldığı hastanede tüm çabalara rağmen kurtarılamadı.” “Ambulans hastaneye ulaştığında yapılacak bir şey kalmamıştı.” “Doktorların onu hayata döndürme noktasındaki tüm çabaları sonuçsuz kalmıştı.” “Sarıkamış’ta binlerce askere karlar altında donmak suretiyle şehadet nasip olmuştu.” “Hazret ibadet ve iman dolu bir yaşamın ardından 1745 yılında Hakk’a yürüdü. sır oldu. rahmeti rahmana kavuştu. ecel şerbetini içti. cennetlik oldu. ruhunu teslim etti.” gerçek hayata uyandı.” Ölüm kelimesi bir edebi metin içerisinde geçiyorsa, burada kelimeler ustaca kullanılarak, herkesçe biraz tatsız bulunan ölüm kelimesine bir şirinlik bile kazandırmak mümkündür: 27 “Kral için ılık bir sonbahar sabahı ebedi istirahatgâhında yerini alma vakti gelmişti.” “Ve milyonların sevgilisi o gece yattığı uykudan bir daha uyanamadı.” “Hem Yüce Türk, hem de Türk milleti için saatler dokuzu beş geçe’de donmuştu.” “tüm çabalar sürerken onun ruhu çoktan meleklerle birlikte kanat çırpmaya başlamıştı.” “ daha çok acı çekmemesi için sanki Azrail bir kuş gibi uçup gelmiş ve sinesine konmuştu.” “ tüm yapacaklarını bitirmiş ve artık gönül rahatlığı içinde dönülmez yolculuğa çıkabilirdi.” Haberleri izlerken aşağıdaki cümlelere benzer ifadelerle karşılaşırsanız bunlar da size öldü kelimesinin anlamdaşlarından birini ifade edecektir: “Eski milletvekili dün öğle namazının ardından defnedildi.” son yolculuğuna uğurlandı.” toprağa verildi.” Aşağıdaki ifadeler ölüm sonrası işlemler gibi gözükseler de çoğunlukla ölümün eş anlamlısı deyimler olarak kullanılırlar: “Biz musalla taşına konulunca hep size kalacak çocuklar.” buralar dört kolluya bindiğimizde tahta ata binince salacaya(teneşire konunca) yatınca imamın önüne konduğumuzda kara toprağa girince imamın kayığına binince yensiz gömlek giyince Öyle ki yaşlı birisine mizahi bir yaklaşımla dua eder gibi söyleyeceğiniz “Mevla geçmişlerinize kavuştursun teyzeciğim” cümlesi de teyze için yapılmış bir ölüm temennisinden başka bir şey değildir. Ya da aynı yaklaşımla “Mevla iki iyiliğin birini versin” cümlesi de ya şifa ya da ölüm anlamına gelmektedir. Buna benzer dua ve beddualarda ölüm konusu onlarca değişik kelimelerle ifade edilmiştir. Bir kaçına örnek vermek gerekirse, muhtemelen şu ifadeleri kullanıyor olabilirdiniz. “Ben ona yavaşça vurdum ve yere düştü. Birde baktım kalbi atmıyordu.” “Ben korkutmak için omzuna ateş ettim, adam korkudan dünyasını değiştirmiş.” “Abicim, adama bir yumruk attım ve tek yumrukla mevta olmuş.” Hayvan türlerinin ölüm türleri de birbiri arasında farklılık arz edebilmektedir: “Anne balıklarımın hepsi suyun yüzüne vurmuş.” “Horoz büyük bir özveriyle kendini tilkiye feda etmişti.” “At öyle delirmiş gibi koştu ki bir süre dayanamayarak çatladı.” ..şeklindeki cümleler de değişik ölüm ifadeleridir. Argo demek bir gurubun veya topluluğun kendi aralarında kullandıkları ancak diğer insanlar tarafından pek anlaşılmayan ve kabul görmeyen kelime ve deyimler demektir. Argoda geçen ve ölüm anlamına gelen onlarca kelime mevcuttur. Bunlardan bazıları şunlardır: “Adam cartı çekti.” “Adam kepti.” “Adamın işi bitti.” “Adam zıbardı.” “Adam gora gitti.” “Adam mort oldu.” “Adam kuyruğu titretti.” Ölüm döşeğinde bir insanın aşağıdaki ifadeleri de ölümle eş anlamlı anlatımlardır: “Evlatlarım, benim için vakit tamamdır. göçüp gittiğimizde ecel bizi alınca göz yumduğumuzda kabre konunca ölüm kapımızı dövünce ömür defterimiz kapandığında dünyadan nasibimiz kesilince sakın ha mal mülk için birbirinize düşmeyesiniz.” “Allah hepimize imanla göçmek nasip etsin.” Kişiye özel ölmek kelimesi bile vardır. Örneğin Hz. Mevlana için öldü ve benzeri kelimeler kullanılamaz. O ölümü bir düğün günü olarak düşünür ve sevgiliye kavuşmak olarak değerlendirir. Bu yüzden onun için “Allah evlatlarımızın acısını bizlere göstermesin.” veya “şeb-i arus anma törenlerinin 732.si yapıldı.” şeklinde bir cümle kullanmak mümkündür. “.. ömrün kesilsin!” “.. boyun devrilsin!” bunlardan bazılarıdır. Bir ölüm hadisesini sonradan anlatıyor olsaydınız Efendim Azrail’le olan randevunuza ulaşmadan önce, güzel günler geçirmenizi, harika ve anlamlı bir ömür sonunda huzur içinde son nefesinizi vermenizi dileriz. İnceleme “Prensesin bedeni aniden yere yığıldı ve bir daha açılmamak üzere güzel gözleri kapandı.” 28 İnceleme Türkülerimiz Erhan SOLMAZ Tarihin her çağında büyük bir güç olarak kendini dünyaya gösteren yüce Türk milleti,kültürel açıdan da köklü ve zengin bir birikime sahiptir ve bu özelliği ile de dünya milletleri tarafından takip edilmektedir.Türk Milletinin kültürel zenginlikleri içerisinde türkülerimizin büyük bir yeri vardır.Türküler hasrettir, sevdadır, çağlar ötesinden gelen sestir.Ayrılık acısının dilden dökülmesidir: “Allı turnam bizim ele varırsan Şeker söyle,kaymak söyle,bal söyle Ah gülüm gülüm kırıldı kolum Tutmuyor elim turnalar ey” Kimi zaman da ölümü hisseden ozanın sazının teline vurmasıdır: “Azrail serime çöktüğü zaman Kırılır kanadım kol yavaş yavaş Mevlam nasip etsin din ile iman Akar gözlerimden sel yavaş yavaş” Türküler söylendiğinde kah coşarız,kah yüreğimiz yanar. Türkü yakmak diye bir deyim ile de bunu ne güzel ifade etmiş insanımız. Türk anası daha çocuk denecek yaştaki yavrusunu kınalayıp cephelere yollamış,ardından da türküler yakmış.Yakılan türkülerden (ağıtlardan) birinde Kara Zalha adındaki çileli Anadolu kadını Sarıkamış’ta dört oğlunu kaybetmenin acısını anlatır: “Yüzbaşılar, yüzbaşılar Tabur taburu karşılar Sabah olup gün vurunca Şehit kanları ışılar İbrişimin kozaları Battı Avşar kazaları Sarıkamış’ta ölmüşler Gonca gülün tazeleri” Sevgilerin saf ve temiz olduğu eski zamanlarda ozan sevdiğini bakın nasıl tarif ediyor: “Şerbet senin dudağında dilinde Arzumanım kaldı ince belinde Sen bir güzelsin ki Türkmen elinde Günah bende değil sendedir sende” Türkülerimizde birlik ve beraberliğe çağrı vardır. Aşık Veysel’e kulak verelim: Topraktandır cümle beden Nefsini öldür ölmeden Böyle emretmiş yaradan Sen kalemsin ben uç muyum? Tabiata Veysel âşık Topraktan olduk kardaşık Aynı yolcuyuz yoldaşık Sen yolcusun ben baç mıyım? Türkülerde sitem de vardır.İnsanların vefasızlığı, dünyanın vefasızlığı ozanın dilinden saza dökülür, ozanın dilinden saza dökülen bu sözler anlayanlar için sanki ciğere saplanan bir oktur. “Bozuk şu dünyanın düzeni bozuk Tükendi daneler kalmadı azık Yazıktır şu geçen ömrüme yazık Bir dost bulamadım gün akşam oldu.” Büyük Önder’i de unutmamıştır Türk Milleti türkülerinde hala dillerdedir bu türkü: Hoş gelişler ola Mustafa Kemal Paşa Askerin, milletin, bayrağınla çok yaşa Arş arş ileri ileri Arş ileri marş ileri Dönmez geri Türk’ün askeri Sağdan sola soldan sağa Salla bayrağı düşman üstüne Cephede süngüler ayna gibi parlıyor Azeri Türkleri bayrak açmış bekliyor.” Türk Milleti binlerce yıl önce Orta Asya’dan dünyanın dört bir yanına dağılırken gittiği yerlere sadece mücadeleci ve savaşçı özelliğini götürmemiş, kültürünü ve medeniyetini de beraberinde götürmüş. İşte bu yüzdendir ki kopuz “sizleri özledim” der sanki çalınırken, Kaşgar’da çalınan kavalın sesi bize kadar gelir. Azerbaycan’da çalınan tarın nağmelerini ta içimizde hissederiz. Rumeli türküleri ile coşarız.. Kerkük’te söylenen türkü ile irkiliriz: Altın hızma Mülayim Seni Hak’tan dileyim Yaz günü temmuzda Sen terle ben sileyim Gün gördüm günler gördüm Seni gördüm şad oldum Altın hızma incidir Gömleği nar içidir Menim lâl olmuş dilim Ne dedi yar incidir Gün gördüm günler gördüm Seni gördüm şad oldum Özellikle gençliğimizin bu öz değerlerimizden haberdar edilmesi bize düşen milli bir vazifedir. Konfüçyüs’e bir milletin nasıl yok edilebileceği sorulduğunda “o milletin önce dilini, dili ile birlikte de müziğini yok etmelisin” cevabını vermiştir. Bu cevap gerçekten çok önemlidir. Titreyip kendimize dönmenin tam zamanıdır. 29 Metin ÖZBEK - metinozbek1907@hotmail.com F otoğraf çektirmenin hala caiz olup olmadığı tartışılan ülkemizin aksine, Fransa-İsviçre sınırının 100 metre altında insanoğlu zaman makinesini geliştirmenin yollarını arıyor. İsviçre’nin Cenevre kentinde bulunan CERN(Conseil Pour la Recherche Nucleaire - Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi) laboratuarlarında yürütülen deneyler, Dan Brown’ın “Melekler ve Şeytanlar” isimli kitabında ve geçtiğimiz aylarda Isparta’da düşen uçakta hayatlarını kaybeden bilim adamlarımızdan dolayı aslında birçoğumuz için yabancı sayılmaz. Cenevre’nin 100 metre altında 37 km çapında inşa edilen çember şeklindeki tünellerde 6500’ü aşkın bilim adamı deneyler yürütüyor. Avusturya, Belçika, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Almanya, Yunanistan, Macaristan, İtalya, Hollanda, Norveç, Polonya, Portekiz, Slovakya, İspanya, İsveç, İsviçre ve Birleşik Krallık olmak üzere 20 üye devletin katılımıyla oluşturulan Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi, 1954 yılında, İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD’ye göç etmiş Avrupalı bilim adamlarını yeniden kıtaya çekmek için açılmıştır. Merkezde sadece teorik nükleer fizik üzerine değil, uygulamalı bilimler, mühendislik ve bilgisayar bilimleri üzerine de çok kaliteli araştırmalar yapılmaktadır. Dünyanın en büyük parçacık fiziği araştırma merkezidir. Bunun yanı sıra, CERN dünyada teknolojinin en büyük lokomotiflerinden biridir, örnek vermek gerekirse World Wide Web(internet), Tim Bernets Lee tarafından 1989’da burada bulunmuştur. CERN'in oluşturduğu bilgi miktarı, devasa boyutları nedeniyle günümüz internet altyapısı üzerinden aktarılmasını imkânsız hale getiriyor. CERN bilişim bölümü başkanı Wolfgang Von Rüden'in verdiği bilgilere göre CERN'in yıllık ürettiği bilgi miktarı 15 petabyte'ı (15 milyon gigabyte = 7.5 milyar A4 sayfası yazı) aşmış durumda. CERN’de şu anda yürütülen en çarpıcı deney ise Büyük Atlas deneyi. Yazımın başında bahsettiğim gibi kurulan devasa düzenek şu an bilim dün- yasının en büyük makinesi unvanını taşıyor. Proje kapsamında 1000 zıt kutuplu mıknatıs bulunan tünelde proton parçacıkların ışık hızında (saniyede 300.000 kilometre) hızla çarpıştırılması ve 14 tera elektron voltluk(tera=1000000000000) bir enerjinin açığa çıkması planlanmaktadır. Bu deneyle evrenin başlangıcını oluşturduğu varsayılan Big Bang(Büyük Patlama) olayı yeniden canlandırılabilecek. Proje bu açıdan birçok kişi tarafından “search for god” olarak yani “Tanrıyı Aramak” olarak isimlendirilmektedir. Çarpışma sonucu ise açığa çıkan büyük enerjiden dolayı kâinatın ve zamanın delinebileceği bile iddia edilmektedir. Komplo teorisyenleri için ciddi bir malzeme kaynağı olan proje, bilim tarihi içinse ciddi bir açılım yaratacaktır. Çarpışma sonucunda oluşması planlanan kara deliğin ise bir zaman makinesi gibi davranarak zaman boyunda farklı anlara açılabileceği öngörülüyor. Kıyamet teorilerinin gerçek olup olmayacağını zaman gösterecek. Ya da uzayı ve zamanı bir sefer delmeden bir şey olmayacağını söyleyecek bir Süleyman Demirel’leri olmadığından dolayı işin içinden çıkamayabilirler de! Ama şu bir gerçektir ki önümüzdeki günler bilim tarihi için büyük olaylara gebedir. Gelecek sayıda görüşmek dileğiyle… Teknoloji Teknolojinin Seyir Defteri 30 İnceleme YUNAN ZULMÜ Yusuf BİLTEKİN B en Yunan zulmünü önce büyüklerimden öğrendim, sonra kitaplarda okudum. Benim çocukluk yıllarım atalarımın Selanik’teki acılarını dinlemekle geçti. Bana anlatılanlar ruhuma ve beynime kazındı. Bu yaşanılanları yıllar geçse de unutamayacağım. Okuduğum bir kitaba göre Yunanlılar İzmir’i işgal ettiklerinde Türk bayrağını çiğniyor, esir aldıkları Türk askerlerini zorla “zito Veneziloz” yani “yaşasın Veneziloz” diye bağırmaya zorluyorlar. Bu cümleyi söylemeyen Niğdeli Süleyman Fethi Bey, bir Yunan askeri tarafından göğsünden yaralanıyor ve kaldırıldığı hastanede şehit oluyor. Ben Selanik muhaciriyim. Daha doğrusu atalarım Selanik muhaciri. Mustafa Kemal Atatürk atalarımı Selanik’ten Türkiye’ye getirmeden önce atalarım Selanik’te çok zulüm görmüşler. Yunanlılar Selanik’teki evlerimizi basıp hayvanlarımızı, erzaklarımızı ve silahlarımızı gasp etmişler. Büyük ninem anlattı: Bir gün Yunanlılar evlerimizi basmışlar. Silah ve iyi koşan atlarımızı istemişler. Büyük ninem silahı toprağa gömmüş ve iyi koşan atı komşusunun boş olan ahırına koymuş. Ninem Yunanlılara fırsat vermemiş. Yine bir gün Yunanlılar bir eve baskına gelmişler ‘kota” verin demişler yani yağ verin demişler. Bir Yunan askeri süngüsünü hamile bir kadının karnına dayamış ve tehditte bulunmuş. Hâl böyle olunca, korumasız insanlar Yunanlıların isteğine boyun eğmişler. Rumlar’ın Anadolu’da kurdukları zararlı cemiyetlerden Pontus Rum ve Mavri-Mira cemiyetleri Karadeniz, Ege, Marmara kıyıları ve Kırklareli ci- varında Rum çetelerini silahlandırmada ve Türklere karşı eylem yapılmasında etkin bir rol oynamıştır. Onbinlerce müslümanı katlettiler Yunanlıların yaptığı katliamlar Bristol Raporu ile teyit edilmiştir. Yunanistan’ın İzmir’i işgalinden sonra ABD’den gelen Amiral Bristol başkanlığındaki heyet, bölgede yapmış olduğu araştırmalarda Türklerin katledildiklerini, bu işgalin Wilson ilkelerine ters olduğunu ve Yunanlıların bu işgale derhal son vermeleri gerektiğini söylemiştir. Savaş bittikten sonra Mustafa Kemal ATATÜRK Selanik’te zulüm altında kalan Türkleri Lozan Barış Antlaşmasında Türkiye’deki Rumlarla mübadeleye tabi tuttu. Büyüklerimle sohbet ederken konu açıldıkça “Bizi Türkiye’ye Mustafa Kemal Atatürk getirdi” derler ve Gazi Paşa’ya dua ederler. Ben ve atalarım Büyük Önder Atatürk’e iki kere teşekkürde bulunuyoruz. 1- Vatanı düşman işgalinden kurtardığı için. 2- Bizi Yunan zulmünden kurtardığı için. Ben günümüzde “Türk-Yunan Dostluğu” gösterilerine hayret ediyorum. Çünkü, Yunan hiçbir zaman Türk’e dost olmaz. Megola İdea’dan ve Enosis’ten vazgeçmez. Günümüzde arkasını AB’ye dayayarak, Fener Rum Patrikhane’sini ekümenik yapılmasını, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasını, Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak Gümrük Birliği Ek Protokolü’nün uygulanmasını Türkiye’den istemekte, Ege denizinde uçaklarımızı taciz etmektedir. Bununla nasıl dost olunur? Atalarımızın kemikleri sızlamaz mı? UFUK ÖZEL GÜVENLİK VE EĞİTİM HİZMETLERİ LTD ŞTİ. MİLLET CAD.EFE PLAZA KAT:5 MELİKGAZİ/KAYSERİ TEL:352 2318883-84 www.ufukozelguvenlik.com İnceleme 31 4 İnceleme ği, mutlaka anlaşılacaktır. Burada, Haçlılarla ve Hıristiyan Bizans’la devamlı savaşan insanlardan bahsediyoruz. Bu yüzden, ortada yadırganacak bir durum olmamalıdır. Günümüzde yiğitliğin ölçüsü, Âşık Paşa’nın saydığı dokuz ölçüden biraz farklıdır. Artık, kılıç kalkan, ok ve yay devrinde yaşamıyoruz. Günümüzün savaşları da ok, yay ve kılıçla yapılmıyor. Ancak, cesaret, gayret, cömertlik, doğruluk, bilgi, erdem, fedakârlık, kararlılık, sabır ve sebat dün olduğu gibi bugün de geçerli olan yiğitlik değerleridir. Tabii ki hem erkekler hem de kadın ve kızlar için… Dün olduğu gibi bugün de Türk ülkesinde yiğitleri görüyor ve yiğitliklere şahit oluyoruz. Yine askere gidenler düğüne gider gibi coşkuyla gidiyorlar. Yine haram yemekten korkan, sofrasını yoksullara açık tutan, yolda bulduğu para cüzdanını karakola teslim eden, “ölürsek şehit, kalırsak gaziyiz” inancına sahip insanlarımız vardır. Alp yiğitlerin, Türk toplumunda hâlâ yaşıyor olmaları, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı ve Irak’ın Kuzeyine yapılan askerî operasyonlarla ispatlanmıştır. “Günümüz alpları, savaşan Mehmetçik’tir.” desek, en doğru şeyi söylemiş oluruz. Sadece savaşan Mehmetçikler mi? Evet dersek, çok zor şartlarda, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun uzak köylerinde öğretmenlik yapan, Türk bayrağını indirtmeyen, İstiklâl Marşı’nı söyletmekten korkmayan Türk öğretmenine haksızlık etmiş oluruz. Böyle öğretmenlerimiz de “alp-yiğit” ünvanını, anaların ak sütü gibi hak etmektedirler. İmkansızlıklara rağmen ilim yapan, Türklüğe hizmet yolunda gecesi gündüzünü laboratuvarlarda geçiren ilim adamlarını; görevi için ölümü göze alan devlet memurlarını unutmamalı… Onlar da günümüzün alp yiğitleridirler. Mehmet Akif’te ideal Türk tipi, Asım’ın şahsında tasvir edilmiş ve övülmüştür. Asım’ın nesli öyle bir nesildir ki, “yurdunu çiğnetmemiş ve çiğnetmeyecektir.” “Çanakkale geçilmez” diye destan yazan, Sakarya ve Dumlupınar’da savaşan böyle bir nesildir. Vatan ve İstiklâl sevgileri öylesine yücedir. Bize göre, Akif’in şu dizeleri, ideal Türk tipini en güzel şekilde anlatmaktadır. Kendini yiğit gören veya sananların bu mısraları yazdırıp duvara asmaları ve şiirdeki anlamı asla unutmamaları gerekmektedir: “Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevmem Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem Biri ecdâdıma saldırdı mı hattâ boğarım - Boğamazsın ki! - Hiç olmazsa yanımdan kovarım. Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam Doğduğumdan beridir âşığım istiklâle Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyunum? Kesilir belki fakat çekmeye gelmez boynum. Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim Onu dindirmek için çifte yarim, kamçı yerim. Adam, aldırma da geç git diyemem, aldırırım, Çiğnerim, çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım.” Burada, “Bana ne!” demeden haksızlığa, zulme karşı çıkan, hep hakkı gözeten bir insanın portresi çizilmiştir. Günümüzde böyle tipler, az da olsa vardır. Kendisini milleti ve milletinin değerleri için fedâ etmeye hazır olan böyle tiplere eski Türk toplumunda “alp, gazi-alp” deniliyordu. Bu kelimenin anlam bakımından karşılığı Batı toplumlarında “şövalye”dir. Günümüzde, fikirsizlik, ülküsüzlük girdabında dönüp duran ve geçici zevklerle oyalanan gençlerimiz, Türk tarihinin derinliklerine dalarlarsa orada ruhlarını yücelten ve gönüllerini dolduran manevi zenginliklerle karşılaşacaklardır. Kimlik buhranından kurtulmanın biricik yolu da budur. Michael Jocksan’a özenen onun gibi olur. Kürşat, Çağrı, Kutalmış gibi kahramanların hayatını okuyanlar da onlara benzemeye, onlar gibi yiğitlikler yapmaya çalışırlar. Türk tarihine yönelirsek, unuttuğumuz değerlere ulaşır, şuur kazanırız. Türk Destanlarını, Orhun Kitabeleri’ni, Dede Korkut Kitabı’nı dikkatle okuyan Türk gençlerinin yollarını şaşıracaklarını hiç sanmıyorum. Zira bu temel eserlerde, yiğitlik ve doğruluğu karakterlerinin değişmez unsuru yapan alplar anlatılmıştır. Oğuz Kağan’la, Alp Er Tunga’yla, Kültigin’le tanışıp bu kahramanları izleyen Türk gençleri, mutlu yarınlarımızın kurucuları olacaklardır. 5 Yrd.Doç.Dr. A. Vehbi ECER - Erciyes Ü. Emekli Öğr. Üyesi Millî şuuru ve millî kimliği uyanık ve onu ayakta tutan en önemli kültür öğelerinden biri de din’dir. Evrensel dinlerde ortak olan konu Tanrı’yı bilmek ve sadece Tanrı’ya ibadet etmekten ibarettir. Bağlı bulunduğumuz İslâm Dininde de dinimizin vazgeçilmez öğeleri organlarla gerçekleştirilen davranışlar olmayıp zihinde ve kalpte yer tutan inançlardan ibarettir. Bu inançlar insanları korkusuz, güçlü kılar ve hayata bağlar. Şunu kesinlikle ifade edelim ki atalarımız tarih boyunca hiçbir puta, hayvana, insana tapmamıştır. Arap toplumundaki cahiliye çağını Türkler yaşamamıştır. Türklerin kurda taptığı iddiası tarihi ve özellikle kültür tarihini bilmemekten doğmaktadır. Zira bütün milletlerin ilk destan dönemlerini içeren tarihlerinde bazı tabiat varlıklarına değer verdikleri görülür. Rahmetli Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü adlı (Ankara 1977, 249) kitabında; “Türklerde kurtun saygı görmesi ise yüz binlerce baş sürülerin otladığı bozkırların korkulu hayvanı olmasından ileri geldiği düşünülebilir ki bunun temelinde dinî bir tasavvur (düşünce, amaç) keşfetmek güçtür” cümlesiyle bu konuya açıklık getirir. Zira Türk Milletinin en eski tarihinden beri Tanrı anlayışı gelişmiş bir düzeydedir. Bu hususu Orhun Abidelerinden de anlıyoruz. Orada kendisinden başka bir varlığa benzemeyen, yüceltici, bağışlayıcı, öncesiz ve sonrasız, ölümsüz, güçlü, yaratıcı, yüce, buyuran, yeri ve göğü düzenleyen, öldüren, bilgi veren, lütfeden, koruyan… ve hiçbir yaratılmışa benzemeyen Tek Tanrı’dan bahsedilir. Ayrıca ahiret fikrinin, cennet, cehennem, mahşer inançlarının da olduğu bilinmektedir (Bak: A.V. Ecer, İslâm Tarihi Dersleri-I, Kayseri, 89-111). Anlaşıldığı üzere atalarımız Tek Tanrı’ya ve ahiretin varlığına, iyilik yapmanın, ahlakî davranmanın faydasına inanmışlardır. Böyle bir anlayış ve inanış Yüce Tanrımızın ve O’nun son kitabı Kur’an-ı Kerim’in onayladığı bir inanıştır. Yüce Tanrı K. Kerim’de “Doğrusu, müminler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiîlerden Allah’a ve ahiret gününe inanıp yararlı iş yapanların ecirleri (sevapları, ödülleri) Rab’lerinin katındadır. Artık onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir” (Bak: Bakara Suresi/62; Maide Suresi/69 ayetleri) buyurur. Bu da gösteriyor ki atalarımız Yüce Tanrımızın ve K. Kerim’in onayladığı Tek Tanrı inancı içindeydiler ve onların Yüce Tanrı dışında taptıkları put, hayvan, insan resim ve heykellerine rastlamamaktayız. Son Peygamber Hz. Muhammed (SAS) sağlığında Türk çadırında dinlenmiş, Türklerin kahramanlığını, Türk ordusunu ve milletini övücü sözler söylemiştir. Türk Milleti de İslâm Dinini millî kültürünün bir parçası yapmakla kalmamış, bu dini bir Arap kabileleri dini olmaktan kurtararak dünya dini haline getirmiştir. Atalarımız İslâm Dinini isteyerek, severek benimsemişler, inanç ilkelerine karşı direniş göstermemişlerdir. İslâm Dini milletimizin eski inanışlarına çok uygun bir dindir. Atalarımızın Tek Tanrı, hoşgörü anlayışları ile, Kur’an’ın hürriyetçi, zorlamasız, insan sevgisi, kucaklayıcı ve evrensel ilkeleri örtüşüyor idi. Bu sebeple bu dinin İslâm hukukunda Ebu Hanife (öl. 768)’nin, inançta Türk din bilgini Mehmet el-Matüridî (öl. 944)’nin ve hem inanmayı, hem çalışmayı, insanî değerleri en üst düzeyde tutan, kucaklayıcı Hoca Ahmet Yesevî (öl. 1166)’nin dinî yorumlarını benimsediler. Geleneksel Türk kültürü ile İslâm Dininin güzellikleri kucaklaştı, kaynaştı. Böylece İslâm Dini milletimizin âdeta bir millî dini haline geldi (Bak: E. Ruhi Fığlalı, “Türk İnceleme KÜLTÜRÜMÜZ VE DİNİMİZ İnceleme 6 ya da Türkiye Müslümanlığı Üzerine”, Hürriyet Gazetesi, 14 Eylül 1998, 7; N.S. Banarlı, İman ve Yaşama Üslubu, İst. 1986, 102 vd.). İslâm Dini evrensel bir dindir ve bütün insanlığa hitaben gelmiştir. Bütün insanların dinlerini bu dinin ana kaynağı olan Kuran-ı Kerim’den öğrenmeleri gerekir. Din yönünden helaller, haramlar onda yazılıdır. Bu sebeple İslâm Dini ve İslâm ahlakını Kuran’dan öğrenmeliyiz ve onun tercümelerinden yararlanmalıyız. Din ve ahlak konularında Peygamberimizin sözlerinden ve onun hayatını örnek alarak öğrenmeliyiz. Her hadis, her sünnet diye önümüze sürülen sözlerin Peygamberimizin muradına uygun olup olmadığını akıl, ilim ve Kur’an ile irdeleyip kabullenmeliyiz. Dinimizin yasakları (haramları)’nın amaçları insanın korunmasına (yani öldürmeye, işkenceye, sağlığını bozmaya, intihara…), malın korunmasına (hırsızlık, yağma…), dinin korunmasına (bâtıl itikadlar, dine sokulmak istenen akıl dışı fikirler gibi), neslin korunmasına (ailenin korunarak yeni neslin iyi yetişmesi için konulan haramlar…), aklın korunmasına (aklı ortadan kaldıran uyuşturucular… gibi) yöneliktir. Bu ilkelerle din olarak söylenenlerin doğrusunu yanlışlardan ayırabiliriz. Bir şey ki, - kim söylerse söylesin- cana, mala, nesle, dine, akla zarar vermiyorsa ve kamuya zarar vermiyorsa o şey dinimizce haram (yasak) değildir. İslâm Dininde var olan mezhepler Kur’an’ı yorum farkından doğan, Tanrı’nın varlığı, birliği, yalnız O’na ibadet edileceği ve ahiret inancı ilkeleri gibi öz ile ilgili olmayan ayrılıklardır, zenginliklerdir. Bir mezhebe bağlı olmak yanlış değildir. Ama bir mezhebi din gibi görmek, mezhep taassubu (bağnazlığı) içinde olmak tehlikelidir. Birliği, beraberliği tavsiye eden dinimiz kucaklayıcıdır. Yüce Tanrı K. Kerim’inde (Nisa Suresi/94) şöyle buyurur: “Ey İnananlar! Allah uğrunda yola çıktığınız zaman her şeyi iyice anlayın, size selam verene, siz dünya hayatının geçici menfaatini özleyerek “sen mümin değilsin” demeyin…” Yüceler yücesi, öncesiz, sonrasız olan Tanrı’ya inanan yaratılmış olanlara kul köle olmaz, paraya, şöhrete, makama secde etmez. Güçlü olur. Zira Kuran’da Yüce Tanrı bizlere “gevşemeyin ve üzülmeyin, eğer inanıyorsanız en üstün siz olacaksınız” buyurur (Âl-i İmran Suresi/139). Dinimiz sevgiye ve yardımlaşmaya dayalı bir toplum oluşturmamızı ister. Kur’an’ı Kerim’de Yüce Tanrı (Bakara, 222. Ayet) “Allah iyilik edenleri sever” buyurur. “İnanmış erkekler ve inanmış hanımlar birbirlerinin samimi dostlarıdırlar (Tevbe Suresi/71). “İyi bir işe aracı olan (destek olan) kimse, o işten pay (sevap) alır.” (Nisa Suresi/85) ayetleri vardır. Dinimiz bizleri bilime ve akla çağırır. Dünyayı (kainatı) bizim emrimize verdiğini (Bak: Hac Suresi/65; Lokman Suresi/20. ayet, Zuhruf Suresi/13. ayetler), gökte ve yerde ne varsa araştırmamız, sosyal tabiat ve zihin ilimleriyle uğraşmamız gerektiğini bildirir. Bir hadis-i Kudsî’de (anlamı Allah’tan sözleri Peygamberimizden olan hadisler) şöyle buyurur: “Kuşkusuz Allah sizin şekillerinize (kılık kıyafetinize) ve mallarınıza (zenginliğinize) bakmaz ama kalbinize ve eylemlerinize (amellerinize) bakar.” Demek ki dinimizde inanmak ve yararlı işler yapmak, çalışmak esastır. Dinimiz, yürüyün diyor, ilerleyin diyor, öne geçin diyor, birbirinizi sevin diyor, çalışın diyor, yükselin diyor. Yükselememiş isek suçlu dinimiz değil, bu mübarek dini içimize sindiremeyişimizdendir, onu anlayamayışımızdandır. Yanlışa düşmemek için bu dinin peygamberinin hayatını dikkatlice okumamız ve dinimizin esaslarını K. Kerim’den öğrenmemiz gerekmektedir. Dinimiz ve dilimiz millî kültürümüzün aslî öğelerindendir. Bu sebeple olmalı ki atamız Atatürk şöyle demiştir: “Bizim dinimiz, milletimize hakir (değersiz), miskin (uyuşuk) ve zelîl (aşağılanan) olmayı tavsiye etmez. Bilakis Allah da Peygamber de insanların ve milletlerin izzet ve şerefini (yüceliğini ve onurunu) muhafaza etmelerini (korumalarını) emrediyor. (Bak: E. Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, İst. 1981, 70)” GENÇ YETENEKLER ESAT KABAKLI COŞTURDU Ahmet KAPLAN BİRİNCİ SINIF En pahalı koltuk Birinci sınıfın En güzel kıyafetler Paris’ten Bildiğimiz makarna Birinci sınıf restoranda Birinci sınıfa Ve birinci sınıf insan Onlar yüz yirmi yıl yaşıyor İnsanın karga olası geliyor. OLSA Fabrikanın yolu yokuş aşağı olsa E rciyes Üniversitesi Eğitim Fakültesi “Genç Eğitimciler Kulübü”nün davetlisi olarak şehrimize gelen ozan-sanatçı Esat Kabaklı, 10 Mart 2008 Pazartesi günü saat 19.00’da Sabancı Kültür Sitesi’nde verdiği unutulmaz konserde, salonu hınca hınç dolduran herkesi coşturdu. Ses, Esat Kabaklı’nın sesi, musıki kendi öz musıkimiz olunca; Kırım’dan Kerkük’e, Altaylar’dan Tuna’ya Türk coğrafyası dile gelince; Dedem Korkut asırlar ötesinden seslenince; Ozan Arif’in o güzelim şiirleri nağmeye dökülünce heyecanlanmamak, coşmamak mümkün mü? Sanatın ve sanatçının gücünü bir kez daha gördük. Onlarca cilt kitap yazan fikir adamları, saatlerce nutuk atan politikacılar, Ozan ve Sanatcı Esat Kabaklı’nın bestelerinin meydana getirdiği etki ve coşkuyu hiç doğurabilirler mi? Türk vatanının bölünmeye çalışıldığı, Batı em- İnsan gibi yaşamak için param olsa peryalizminin alçak saldırılarına maruz kaldığımız bu günlerde millî birlik ve beraberliğimizi coşkun Dünyada sadece iyi insanlar olsa duygularıyla terennüm eden Esat Kabaklı’lara o Sigaramı yakıp yokuş aşağı yürüsem kadar muhtacız ki… İşçi kızları seyrederek 10 Mart 2008 Pazartesi akşamını, müstesna bir Ama olmuyor işte Vardır bunda da bir hikmet zaman dilimine çeviren Elâzığlı Büyük Sanatçı Esat Kabaklı’ya ve bu unutulmaz konseri tertipleyen “Genç Eğitimciler”e gönül dolusu teprik ve teşekkürlerimizi sunarız. İnceleme 7 Röportaj 8 Röportaj: Ahmet ALKAYA, İlhan KENGER, Adem SÖYLER; 02.02.2008 Cumartesi Ankara- Sincan Üstadın Evi.. ABDURRAHİM KARAKOÇ: “Dil, anahtarıdır gireceğin kapının” -Günümüzde Türk şiirinin en önde gelen bir şairi olduğunuzu biliyoruz. Şiirlerinizde milli ve manevi değerler yanında Anadolu halkının dertlerini, acılarını da ustaca veriyorsunuz. Duygularınızı zorlanmadan anlatıyorsunuz. Bunu nasıl başarıyorsunuz? Bir meseleyi içinde yaşayan, içinde büyüyen kendi donlarından birisi olan insan daha çabuk kavrar, daha çabuk ifade edebilir. Vaktiyle Ankara’da, İstanbul’da bizim Anadolu’yu hiç görmemiş insanlar köylülük propagandası yaparlardı. Ama tutmazdı. Yaşadığın bir şeyi çabuk kavrarsın. Mihriban şiirinde diyorlar birisi var mıydı? Vardı diyorum adı Mihriban değildi amma. Olmasaydı zaten öyle bir şiir çıkmazdı. Mesele budur. Türk insanı ile iç içeyim, Hâlâ öyleyim. Şurada komşularımız var, Türkiye’nin her yerinden, Kürdü, Türkü, Lazı, Tatarı hepsi burada. Amma dostuz, hep birbirimizi seviyoruz. Niye? Çünkü bu memleketin insanıyız. Ben onun için yazdım, kolay yazdım. Zaten şiirde benim esas malzemem insandır. Hitap ettiğim de insandır. İnsansız bir şiirin ne gereği var. Yok işte filan yerde çiçek açmış, filan yerde de şöyle böyle sular akmış. Yook, o öyle olmaz. O suyun akışında dahi bir şeyi bulacaksın kendine ait. O çiçeğin açmasında, kokusunda dahi kendi idealine ait bir şeyler göreceksin. Yani Yaradan’ı göreceksin. Mesele budur. -Şiir yazmaya ne zaman başladınız? Ne biliyim çocuktum daha, ilkokula gidiyorduk, arkadaşları hicvediyordum orda şiirle, kendi kendime. Yani ben hicive o zaman başladım. Tabii onlar öyle geride kaldı. Şimdi bakın babası sanatçı, kendisi de öyle oluyor. Benim babam şairdi. Aileden geliyor, ben onu gördüm. Babası ayyaş olur oğlu da başlar içkiye, babasından daha ileriye götürür. Şiir budur. -İlk şiiriniz ne zaman ve nerede yayımlandı? İlk şiirim değil de bazı şiirlerim oldu, mahalli gazetelerde yayımlandı. Maraş’ta Engizek diye bir gazete çıkardı orda yayımlandı. Daha sonra Antep’teki gazetelerde, Kilis’te.. 58-59 yıllarıydı.. -1958’den önceki şiirlerinizi de “hamlık dönemine ait” diyerek yaktığınızı biliyoruz.. Evet onları yaktım. 9 -Maraş’tan güçlü şair ve ozanlarımızın çıkmasını insanımızın karakteristik yapısıyla nasıl ilişkilendiriyorsunuz peki? Bazı muhitlerde, bazı şehirlerde bazı şeylere, mesela edebiyata meyil çoktur. Ama bir yere gidersin, “bize ne Karakoç’tan boşveer, şiir neymiş, hikaye neymiş!” diyebilirler. Maraş’ta bu yoktur. Maraş’ta niye çok çıkıyor? Tabii çok çıkacak, çünkü okudular, okumaya meraklılar. Adım başı bir kitaplık vardı. Konuşacak insanlar vardı… Siz geldiniz Kon Tv çalışıyordu. Hemen Tahir Hocayı sordunuz. O’da Konya’nın müthiş bir vaizidir. Bizim Maraştan İsmet Okur vardı, rahmetlik müftüydü. Ben Konya’ya geldim mahkeme için, benim her yerde mahkemem olurdu ya. O da buraya geldi 1976’da. Duymuş. İsmet Okur geldi yanıma. Gençti de.. Tahir Hoca’nın oraya gidelim mi dedi. Nerede? Şehrin dışında bir köyde oturuyor. Vardık, Tahir Hoca’ynan orda tanıştık, sohbet ettik. Gelen giden de çok oluyordu. Beni tanıtıyordu, “Gereği yoktur” dedi “Ben tanıyorum” dedi. “Fakat biraz sertçe gidiyor” dedi Tahir Hoca. “Ama yanlış da yapıyor” demiyorum dedi. Sonra dedi: “Kendi nefsimden tatbik ettim. Her vaazımda 20 bin kişi toplanırdı. Geldiler bir gün beni tutukladılar, 20 kişi kalmadı etrafımda. Çıktık gene oldu. Karakoç kardeşimiz de aynı durumda. Başına bir şey gelse yanında kimse olmaz!” dedi. “Ben bu Türkiye’nin adamını biliyorum” dedi. Hâlâ hatırlarım. Fakat belli olmaz. Ben onlar için, yanımıza gelsinler, kalabalık olsunlar diye yazmıyorum. Allah rızası için yazıyorum. İnandığım için yazıyorum. Olursa olur, olmazsa olmaz. İnşallah boşa gitmez. -Hocam yazdıklarınızdan mahkemelere verildiğinizi biliyoruz. Hiç hapse girdiniz mi? Ben yazdıklarımdan yatmadım. Çok mahkemelere verildim. Bir değil, beş değil.. Fakat Allah’tan hepsinden de beraat ettim. Gittiğim yerde kendimi savundum. Ordu’da yargılandım ben, Konya’da yargılandım, Ankara’da, Maraş’ta, Malatya’da, Antep’te yargılandım. Bitmedi ki.. Çoğuna da gitmedim, baktım ki olmuyor. İstanbul’da filan Ben nasıl gideyim duruşmalara. Orada da tabii bizi sevenler. Duyanlar, avukatlar ilgileniyorlardı. Ve insan, ölümü göze almayınca şiir yazamaz. Ölümü dahi göze alacaksın. Yoksa niye yazıyor. Ha her zaman ölmez, her şair ölmedi şiir yazdığı için, ölmez de.. Tabii olabilir, sebepler oraya götürebilir. Cesaretli olacaksın. -Peki Üstadım şiir bir fikir ve ideolojinin hizmetinde olmalı mı? Şimdi bakın şiirini ideolojiye filan verdi derler ya.. Ben Konya’da yargılanıyorum. Ağır Ceza’da. CHP ile MSP iktidar o zaman. Vardım orda dosyaya baktım, bana davetiye geldiydi.Dosyaya baktım ki, dava açılmasını, bu Şevket Kazan var ya Adalet Bakanıydı o zamanlar. MSP’nin Erbakan’ın en yakın adamlarından birisi. Yazısını buldum, savcılığa talimat veriyor, velhasıl dava açılmasına diye.. Benim de “Hak Yol İslam Yazacağız” ı sahtekarca parti propagandası olarak kullanıyorlar. Bu siyasetçilere güvenilmez. Ama ben bunu yazdım. Burada duruşmaya çıktım 2. Ağır Ceza idi. Rahmetli oldu, Tevfik Fikret Kılıçkaya diye benim yazı yazdığım devlet gazetesinin yazı işleri müdürüydü. – “Amman ikimiz de içerdeyiz” diye dövünüyor. “Ne korkuyon lan!” dedim. “Ben beraat ederim. Benim dava bir gün önce senden. Sen de kurtulursun.” Yok diyor avukat “ikimiz de içerdeyiz.”Avukat! Ben girdim ilk duruşmama, o gün orda beraat ettim. Nasıl beraat ettim? Bitirdi, “tehirine” diyor, bir başka zamana. “Gitmem!” dedim . “Nasıl gitmezsin?” dedi Ağır Ceza Reisi. “Vallahi sebepler var gitmemem için” dedim. “Ben memurum” dedim, “ya izin alırım ya alamam. Taa uzak yerden gelecem kış olur, yollar kapalı olur 2.” “Cebimde param olmayabilir 3” dedim. “ Memur olduğum için amirim izin vermez 4” dedim. “Yeter mi?” Adam kafasını salladı, yanında bir de bayan hakim vardı onunla konuştu... Savcı diyor ki: -“ Siyasetçilere âlet oluyorsu- Röportaj -Maraş ve Elbistan, güçlü şair ve ozanlar yetiştiren bir Türk diyarı… Necip Fazıl, Mahsuni, Hayati Vasfi, siz, ağabeyiniz… ilk akla gelenler… Havasından suyundan mı? Nasıl açıklarsınız? Suyundan mı toprağından mı bilemem ama bir şeyler oluyor.Demin de söyledik ya aileden olduğu gibi, iklimden de oluyor, muhitten de, şehirden de oluyor. Ben buraya geldim kitap dükkanı yok Sincan’da. “Niye kitap dükkanı yoktur?” dedim burada. “Ankara’ya yakınız da dediler. İyi, beyaz eşyalar filan satıyorsunuz, Ankara’ya yakınsınız da halı filan satıyorsunuz. Ankara’ya yakın.. Ve ben geldikten sonra kitap dükkanları filan açıldı. İlk gazeteyi de ben çıkardım burada. Yeni Ufuk diye bir gazete çıkardık. Mesele bulunduğun yerde, gittiğin yerde bir iz bırakmaya gayret edeceksin. Bunu başaramadıktan sonra bir şey olmuyor. 10 Röportaj Eğer güzel ise, iyi bestelediler ise mutlu ediyor. Amma kafasını gözünü yardılarsa da ; “Eyvaah , ölmüş benim şiirim, bunlar ne etmişler!” diyorum. nuz!” Duruşma savcısı. “Terbiyeli konuş !” dedim. “Yav sen okudun, Hukuk Fakültesini bitirdin bir de devletin savcısı oldun utanmıyor musun?” dedim. “Alet oluyorsunuz demek çok kötü bir şey, ben onu sana iade ediyorum” dedim. 6 seneden yargılanan bir adamım. Savcıya bunları söyledim. Yani, evet fikrini yazarsın ama politikaya alet etmezsin fikrini. O fikrini hakim kılmanın mücadelesidir bu. Fikrini hakim kılmanın mücadelesini verirken bir siyasetçiye alet olmazsın. Nazım Hikmet kendi fikrini yaymaya çalışmadı mı? Arif Nihat Asya kendi fikrini yaymadı mı? Rahmetli Mehmet Akif İslami bütün konuları işledi. E fikri budur ve politikaya alet etmedi hiçbiri fikrini. Belki politikayı kendine alet eder. Benim savcıya dediğim gibi işte Konya’da. – Ben politikacıyı kendime alet ediyorum. Sen işine bak. Buna aklın yetmez, dedim. Sonra dışarıya gittim. Yarım saat sonra çağırdılar savunmamı yaptım. “Ne diyorsunuz?” dedi, “son mütalanız nedir” dedi savcıya. – Beraatını talep ediyorum deyince neredeyse düşüp yıkılacaktım ve beraat edip oradan çıktım. Biraz cesaretli olacaksın, yürekli olacaksın. Ama savunmayı da bileceksin. Yazarken, çizerken de açık vermeyeceksin. Budalaca olmayacaksın. Kendini mahkum etme yazarken. Yazdığın bir konuda, savunması da içinde olsun. Ben onlara dikkat ederim. -Bazı şiirleriniz bestelendi, türkü oldu. “Mihriban” bunlardan biri. Bu, sizi mutlu ediyor mu? -Şimdiye kadar kaç şiir kitabınız yayımlandı? Genellikle şiir kitapları para kazandırmaz ama siz sevilen bir şairsiniz ve çok ünlü şiirleriniz var; kitaplarınızdan para kazanabildiz mi? 13 kitabım yayımlandı. Vallaha para kazanırdım da kazanamadım. Hep dostlara verdik. Onlar da telif hakkı ödemediler. Ben ne deyim davalaşıyım mı onlarla? Yabancılara vermedik, hep dostlarımız aldı. -Kötü alışkanlıklarınız var mıydı hocam? Sigara gibi.. 56 sene sigara içtim. 2.5 sene oldu terk ettim. Yav zamanı gelince oluyor bu! Allah o günü sana öyle isabet ettiriyor ki.. Ben sigara içerdim ve burada en sert tütünlerden içenlerden birisiydim. Ankara’dan halk otobüsüne bindim, buraya geliyorum. Yanıma bir adam oturdu. Allaah! Burnumu tuttum, nikotin kokusundan. Öyle ki.. Ben sigara içtiğim halde onu duyuyorum. “E dedim ben de böyle mi yapıyorum başkalarına, bu rahatsızlığı ben de mi veriyorum?” Geldim, otobüsten inince cebimdeki çakmağı, sigarayı çöp kutusuna attım, buraya geldim bitti daha. Aklıma dahi gelmedi. O adamdaki o nikotin kokusu bana sigarayı terk ettirdi. Ve bıraktığım günden sonra da Allah’tan işte hiçbir zaman aklıma gelmedi sigara. Bir çokları dayanamaz, azaltayım filan yok.. -Halkımız niçin az okuyor? Az mı okuyor? Eskiden biraz okurlardı. Sonra cdler, televizyonlar vs. çıkınca iyice azalttılar. Hani bir deyim var; “Türk’ün aklı gözündedir.” diye. Biraz da kulağındadır. Başkasından duyduğuyla şey yapıyor. Gözüynen bakarak okumuyor, ekrana bakıyor. Kitap okuma alışkanlığı azaldı. Bugün Türkiye’de en kralı kitapların çok fazla baskı ya- pamıyor. Hele şiir hiç yapamıyor. Bir iki dedikodu olursa, yalan, asparagas bir şeyler olursa onlar belki oluyor. O da bir işe yaramaz. Dünyada da böyle oldu. Türkiye’ye ait değil. Şimdi eski bizim bildiğimiz Rusya’dan, Amerika’dan, Fransa’dan, Almanya’dan çıkan önemli yazarlar yoktur.Bir Jan Jack Rousse’yu çıkartamıyor Fransa, Emile Zola’yı çıkartamıyor işte. Bir Dostoyevski’yi çıkartabiliyor mu Rusya? Yok! Demek ki değişiyor, onun zamanı vardı. Bu mevsim kuraklık mevsimidir. Ama bir gün dönecek geri. Bu güzelliklere doğru dönüş olur, muhakkak.Benim umudum böyle. Hata olur, yanılabilirim amma umudum güzel hiç olmazsa. -Hocam internette rast geldim “ Şairlerin Sultanı” unvanı verilmiş. Doğru mu? Yok. Kimse bana öyle bir şey veremez ki. Ben hayatımda ödül almadım hiç. Herkes Allah’ın nasib ettiği kadar güzel yazar, şiir yazar. Biraz da zayıf yazan olur. Herkes pehlivan olmaz. -Yarışmalara da hiç katılmadınız değil mi hocam? Hiç katılmadım. Hayatım boyunca hiçbir yarışmaya katılmadım. Yalnız şiirde değil başka türlü de olsa. Çünkü bana abes geliyor. Karşındaki, insan. Horoz dövüşü gibi bir şey… -Hocam Allah korusun İstiklal Harbi sonrası yıllarını yaşıyor olsak ve Mehmet Akif ’in yüklenmiş olduğu misyon size yüklenmiş olsa ve bir milli şiire ihtiyacımız olsa size teklif edilse yazar mıydınız? Yazardım da ben Mehmet Akif gibi yazamazdım. Benimki biraz kavgacı olurdu. Sert, vurucu olurdu. Mehmet Akif tamamen İslam’ı kendi bünyesinde mezcetmiş bir insandı. İlmi de vardı. E benim yok mu? Benim de bağlılığım belki onunki kadardır da ona o yönde barı var, bana da başka yönde. Köroğlu’nun yönü ile Karacaoğlan’ın yönü.. İkisi de güzel şair idi. Bir Dadaloğlu vardı. Ne sürmeli beye benzer, Ne Âşık Garibe.. Dadaloğlu da öyleydi. Öyle olmasa zaten sevilmez bugüne gelmezdi. Köroğlu’da öyleydi.. Her biri ayrı. Yunus Emre yazmış. Ne güzel yazmış ama o günün şartlarında onu yazmış. Belki bugün aynısını yazıyım desen, aman onlar da şiir mi derler atarlar. Fakat, sathi görünen, yüzeysel görünen Yunus Emre’nin derinliğine de kimse inememiştir. O kadar derin. Peki biz bunları derken değerli şairimiz Fuzuli’yi unutuyoruz. Hakikaten müthiştir, muhteşem bir şairdir. O ne güzel benzetmeler.. -Şiir meraklısı gençlerimize kendilerini geliştirmeleri için neler tavsiye edersiniz? Yazabiliyorsa yazsınlar, yazamıyorsa da kendini boşboşa yorup rezil etmesinler. Kendini yorsunlar, yazsın bir şeyler. Merdivenin alt katından en üst katına atlamak istiyorlar. Olmaz o. Ağır ağır gideceksin, oraya varana kadar 10 sene, 20 sene 30 sene geçecek. Buna da tahammül edemiyorlar. Etsinler.. Başarının sırrı sabır, sebat. Ha bir de hadiseleri değerlendirmek, kendine göre yorumunu yapmak, Türkçeyi de fevkalade bilmekten geçer. Dil,anahtarıdır gireceğin kapının! 300-500 kelimeyle şair olunursa, olunmaz işte. Yüzlerce, binlerce kelimeyi hıfzedeceksin ki şiir yazasın. Hatta hikaye, roman yazmak için de böyle. -Genç şair Gökhan Öztürk hakkında ne dersiniz üstadım? İyi çocuktur. Giden altı ay içinde görüştüm. Şiirleri bende, ona bakıyorum. Onun kitabını ben bastıracağım. -Sizi geçeceğine dair iddiası var. İnşallah.(Ben de onu,bunun için seviyorum) -Son olarak şair gözüyle son dönem şairlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Pek dergilere bakamıyorum. Edebiyat vs. Kalıcı bir şair de göremiyorum. Yavuz Bülent Bakiler gibi bir şair göremiyorum. Yetişmiyor. Bir Subaşı, onun gibi yetişmiyor. Yani, kuraklık mevsimi yaşıyoruz. İnşallah olur ilerde. Olmaz diye de bir şey yok. Umudunu yitiren her şeyini yitirmiştir! Röportaj 11 12 İnceleme Affet Beni Iraklı Kardeşim Yavuz Sezer OĞUZHAN A ffet beni kardeşim affet!... 21. yüzyılın ilk vahşetinin kurbanı oldun. Ama ben ne yaptım? Kardeşim affet beni. Üzerine bombalar yağdığında yağmur yağmanın tabii durumu gibi baktım. Televizyonlar bu rezaleti gösterirken kanal değiştirdim ve dizimi seyrettim. Affet beni kardeşim!.. Amerikan askerlerinin size nasıl davrandığını gördüm ama onlara lanet okumadım. Sana dua etmeyi bile unuttum. Bilmiyorum belki lüzum görmedim. Bağdat’taki çığlıkların sokağıma kadar ulaştı ama ben evimin penceresini kapattım. Ses gelmesin istiyordum ne yazık ki. Uyuyamıyordum ses olunca. Ya da televizyonun sesini duyamıyordum. Kardeşim, affet beni!... Cezaevlerindeki yakınlarına yapılan işkenceyi gördüm, sustum. Evlerinden gece yarısı çıkarılan, kamyon kasasına konup, nereye gittiği meçhul olan erkek akrabalarını gördüm fakat gözümü başka yere çevirdim. Tecavüze maruz kalan kadın yakınlarını duydum, alakadar olmadım. Düşünmedim, düşünemedim kendi kadınımın bu durumda olduğunda olacağım ruh halini. Ben ki her yerde namustan, ardan söz ederdim. Bunları kimseye bırakmazdım. Beni affet. Kardeşlerin yalın ayak sokaklarda gezdi. Soğukta ayakları dondu mu, hastalandılar mı soramadım. Bana Müslüman diyorlar. Ben Müslüman mıyım? İbadethanelerimi yaktılar, yıktılar bir şey demedim. Büyüklerimin türbelerini bombaladılar umursamadım. Dinime, inancıma, peygamberime küfrettiler duymazlıktan geldim. Affet beni kardeşim. Sen söyle. Ben Müslüman mıyım? “Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır.” hadisini anlayamadım. “Mümin, müminin kardeşidir.” düsturunu yeni duydum sanki. Hele komşu ilkesi… “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” hadisine yabancı kaldım. Komşu hakkı bu kadar da önemli iken hem de. Kardeşim affet beni!... Ben Türküm. Yüzyıllardır mazlumun yanında yer aldım. Ama bu zulümde seni fark edemedim. Zalimin kılıcını, zalime batıramadım. Beni affet kardeşim!... Vicdanımı kaybetmişim. Düşürdüm bir yerlerde, bulamıyorum. Ülkende dökülen kanı, ben hep başka bir şey olarak gördüm. Müslüman ve Türk olmak bir yana… Vicdan var ya! Sömürge düzenine karşı olmak için vicdan yeterdi. Ama dedim ya düşürmüşüm ve kaybettim vicdanımı. Kaç kere düştün de elimi uzatmadım. Gözyaşlarınızı gördüm fakat benim gözlerim hep kuruydu. Kalbim sızlamadı kardeşim. Affet beni. Siz bu beladan nasıl kurtulacağınızı düşünürken ben takımımın şampiyon olup olamayacağını düşünüyordum. Her hafta BBG lerde, evlendirme programlarında, şarkı yarışmalarında kimin elenip kimin kalacağını tahmin etmekle meşguldüm. Magazin programlarında kim kiminle berabermiş ve kim ne yapmış diye meraklandım da seni düşünüp meraklanmadım. Affet beni kardeşim!... Sen orada topla, tüfekle savaş verirken(ki o da tek taraflı) ben de burada vicdan savaşı veriyormuşum. Sonradan haberim oldu kardeşim. Ve ben bu savaştan çok büyük bir mağlubiyetle ayrıldım. Hakkını helal edebilecek misin? Senin yüzüne bakamıyorum. Nasıl bakayım bundan sonra? Şimdi kalbim sızlasa da ağlasam bir işe yarar mı? Çok pişmanım. Affet beni Iraklı kardeşim!... Hakkını helal et!… DUYURU Her Cuma 14.30’da gençlere, aynı gün 19.00’da da herkese açık konulu sohbet toplantılarımız aralıksız devam ediyor. Katılmak isteyenlere duyururuz. BİLGİYURDU Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği Başkanlığı GEÇMİŞ OLSUN Bacağından ameliyat olup bir süredir evinde istirahat eden Yönetim Kurulu üyemiz Mustafa KILIÇKAYA’ya, Erciyes Üniversitesi Hastanesinde tedavi gören İrfan ÇALIŞKAN kardeşimize acil şifalar dileriz. BİLGİYURDU Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği Yönetim Kurulu SINIR ÖTESİ HAREKÂT BAŞARILI SİYASET BASİRETSİZ T ürkiye, uluslararası hukuktan doğan meş- ru müdafaa hakkını kullanarak Irak’ın kuzeyine bütün dünya kamuoyunun beğenisini gizleyemediği başarılı bir operasyon gerçekleştirmiştir. Irak’ın kuzeyine gerçekleştirilen sınır ötesi operasyonda ilk önce terör örgütünün elinde bulunan mevziiler,havadan tahrip edilmiş; daha sonra kara harekâtıyla sınırlı bir alandaki teröristler etkisiz hale getirilmiştir. Her iki operasyon da dünya askeri terminolojilerine yeni bir boyut kazandırmıştır. Hava harekâtı sırasında Irak’ın kuzeyindeki PKK kampları Balıkesir’den kalkan uçaklarla gece bombalanmıştır. Askeri terminolojiler, geceleyin havada yakıt ikmali yapan uçakları kaydetmiştir. Uçaklar lazer güdümlü bombalarla hedeflere tam isabetli vuruşlar yapmıştır. Böylece hiçbir masum sivil zarar görmemiştir. Bu durum TSK açısından çok önemli bir olaydır. Çünkü 2003’te Irak’ın işgali sırasında ABD uçakları yanlışlıkla birçok masum sivilin bulunduğu alanı bombalamıştır. Aynı şekilde İsrail Lübnan’a düzenlediği operasyon sırasında birçok sivil hedefi vurmuştu. Bu örnekler TSK’nın hem ABD hem de İsrail’den daha başarılı operasyonlar yaptığını göstermektedir. Ayrıca Balıkesir’den kalkan uçakların gittiği mesafeyi kuş uçumu olarak aynı mesafede batıya doğru çevirirsek, bütün Avrupa ülkelerinin Türkiye’nin hava menzilinde olduğu anlaşılacaktır. Bu da herhalde dünyaya bir mesaj vermektedir. Sınır ötesi harekâtın ikinci safhası olan kara harekâtı da oluş şekli bakımından dünya standartlarının üzerinde bir niteliğe sahiptir. Soğuk kış şartlarında bazı yerlerde 2 metreye yaklaşan kar kalınlığına rağmen böyle bir operasyonun gerçekleştirilmesi çok önemlidir. Gelgelim operasyonun politik açıdan değerlendirilmesine…. Bir kere bu operasyon çok geç kalmış bir operasyondur. Genel Kurmay Başkanı’nın sınır ötesi operasyon için teskere istediği günden aylar sonra bu yetki TSK’ya verilmiştir. Bu durum terör örgütü ve onun destekçisi Barzani’ye psikolojik fayda sağlamıştır. Nasıl olsa “Türkiye operasyon yapamaz!” anlayışı terör örgütünün daha rahat hareket etmesine sebep olmuştur. Meclisten sınır ötesi operasyonla ilgili kararın çıkmasına rağmen, yapılacak operasyon için ABD’li Hakan BOZDOĞAN yetkilerle görüşülmesi Türkiye’nin itibarını zedelemiştir. Sınır ötesi operasyonun 5 Kasım görüşmelerinden sonra gerçekleştirilmesi de oldukça manidardır. Ve maalesef Türk kamuoyuna, ABD’yi şirin göstermek için “istihbarat paylaşımı” söylemi Türkiye için onur kırıcı bir durumdur. Bu söylemden şöyle bir sonuca varmak hiç de zor değildir: “Türkiye güvenliğini tehdit eden herhangi bir dış saldırıya ABD yardımı olmadan karşı koyamaz.” Bu anlayış Türkiye’nin büyüklüğüne ve gücüne hiç yakışmıyor. Örneğin 1974 Kıbrıs Barış Harekâtında bize en çok karşı olan devlet ABD idi. Hatta ABD Türkiye’yi tehdit bile etmişti. Buna rağmen Türkiye çok başarılı bir operasyonla amacına ulaşmıştır. ABD’nin o zaman bize karşı olduğunu bildiğimize göre, ABD’nin istihbarat yardımı yapmadığını da anlıyoruz. Yani ABD yardımı almadan da çok başarılı bir operasyon gerçekleştirebiliyoruz. Üstelik o zamanki teknolojimiz düşman kamplarını BBG evleri gibi gözlemleme imkânımız yoktu. Ayrıca Kıbrıs mesafe olarak Irak’tan daha uzak mesafede bulunmaktadır. O halde mesafe olarak Kıbrıs’tan daha uzak mesafede bulunan Irak’ın kuzeyi için bu denli dış istihbaratına muhtaç kalmamızın sebebi nedir? Irak’ın kuzeyine yapılan sınır ötesi operasyonun bitiş şekli kafalarda birçok soru işaretinin oluşmasına sebep olmuştur. Bu konuda kamuoyuna aydınlatıcı bir açıklama hükümet nezdinde yapılmamıştır. Şurası açık bir gerçek ki; askeri hareket ne kadar başarılı olursa olsun bu başarı siyasi zaferle taçlandırılmazsa askeri başarıların değeri kalmaz. Bir kere siyasi iktidar terörün kökünü gerçekten kazımayı istiyor mu, bunun açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Irak’ın meşru ama kukla Cumhurbaşkanı olan Talabani’nin PKK konusundaki görüşleri bilinirken onun AKP hükümetinin seçtiği Cumhurbaşkanı tarafından Çankaya Köşkü’nde ağarlaması hükümetin PKK konusunda karasız olduğunu göstermektedir. Göğsümüzü kabartan ve tüm dünyanın hayran kaldığı bir askeri harekâttan istenilen sonucun tam alınamaması siyasi otoritenin terör konusundaki basitsizliğini göstermektedir.Kısacası Türkiye,sınır ötesi askeri harekatın meyvelerini toplayamadı.Aksine Talabani’yi Çankaya’da ağırlayarak onun ipe sapa gelmez sözlerini sineye çekti. İnceleme 13 İnceleme 14 BİR DESTANDIR ÇANAKKALE Yunus Emre ÖZKAN - yemreozkan@hotmail.com T arih bir milletler savaşından ibarettir. Bu savaşta milletleri ayakta tutan çeşitli vasıfları vardır. Türk milletinin ayakta kalmasını sağlayan vasfı ise en zor şartlarda bile ümitsizliğe düşmeden ayakta kalabilmesi, direnebilmesi, kazanmanın bedelinin kan ve can olduğunu çok iyi bilmesidir. Tarih boyunca birçok zorlukla karşılaştık, birçok sınavdan geçtik ama Çanakkale Muharebeleri Türk milletinin en ağır ve maliyet itibariyle en pahalı sınavıdır. Çanakkale Muharebeleri Türk milletinin yukarıda bahsettiğimiz vasfını gözler önüne seren en kesin belgedir. 93 yıl önce Çanakkale’de bir tarafta dünyanın birçok yerini ciddi bir direnişle karşılaşmadan sömüren, aynı hayallerle Çanakkale’ye gelen her türlü vesaitle silahlanmış İngilizler, Fransızlar, İrlandalılar, Avustralyalılar, Yeni Zelandalılar ve Senegalliler’den oluşan düşman kuvvetleri, diğer tarafta ise sessiz, gösterişsiz, ölüme göz kırpmadan bakan şerefli Türkler vardı. Taraflar arsında Çanakkale’de korkunç bir boğuşma oldu. Çanakkale’ye gelen sömürgeciler öldü zannedilen Türk milletinin yeniden dirilişine şahit oldu. Çanakkale Muharebeleri ile Türk milleti dünyaya varolduğunu yeniden ispatlamıştır. Bunun için Çanakkale Muharebeleri Türk milleti acısından bir destan niteliği taşır hem de öyle bir destan ki vatanımızın bütünlüğü ve Türk milletinin bağımsızlığını korumak için gözlerini bile kırpmadan canlarını vererek Allah’tan cenneti alan, en kesif orduların dördü, beşi yükleniyorken anasını, babasını, kardeşini ve sevdiğini cephe gerisinde bırakıp gönlündeki vatan aşkı ile şahadet şerbetini içmek için cepheye koşan, atalarının kanla canla aldığı bu kutsal vatan topraklarını namus bilerek düşman çizmelerine çiğnetmeyen şanlı Mehmetçiklerimizin, kınalı kuzularımızın yani yüce Türk milletinin kanıyla canıyla yazdığı tarih boyunca unutulmayacak bir destandır. Çanakkale’de vatan, millet ve bayrak sevgisi ile kahraman Mehmetçiklerimiz ölüme koştular. Dönmemek üzere düşmanın üzerine atıldılar. En kıymetli saydıkları ellerini kollarını, gözlerini, kanlarını ve canlarını kaybettiler. Onlar bu kaybettikleri ile cenneti kazanırken, bizlere de bu mübarek vatan topraklarını bıraktılar. Türkiye Cumhuriyeti’nin nüfusunun on üç, on dört milyon olduğu yıllarda Madrid Büyükelçisi Yahya Kemal Beyatlı’ya bir vesile ile Türkiye’nin nüfusu sorulur. Şair hiç tereddüt etmeden şu cevabı verir: “Türkiye’nin nüfusu elli milyondur.” Soruyu yöneltenler cevap karşısında hayret ettiklerinde ise: “Bunda şaşılacak ne var? Biz ölülerimizle birlikte yaşarız.” der. Bir topluluk üstat Yahya Kemal gibi düşünmedikçe yani din, dil, edebiyat, tarih şuurundan yoksun ve ruhsuz olduğu sürece canlı bir cesettir. Gönül fukarası, akılları midelerinin dışına çıkmayan maneviyat yoksunu insanların oluşturduğu böyle toplulukları değil millet ahali bile saymak mümkün değildir. Zamanı gelince bedel ödeyemeyen insanların oluşturduğu topluluklar yaşadıkları müddetçe saadet yüzü İnceleme 15 göremez. Bir millet sefil, rezil, namussuz bir hayatı, şerefli bir ölüme tercih ederse o millet kıyamete kadar esaretten kurtulamaz. Bunun için hür yaşamak isteyen milletler bedel ödemek zorundadır. Çünkü bedel ödemeyen milletler hür yaşayamaz. Bedel ödemeyenler sahip oldukları değerlerin kıymetini bilemez. Devlet, millet, vatan, bayrak, dil, din ve kültür gibi değerlerin bir yana bırakıldığı maneviyatın yerine maddiyatın ön plana çıktığı günümüzde bir kıymet bilmezlik almış başını gidiyor. Türk milleti olarak bu kutsal topraklara ayak bastığımız ilk günden beri bedel ödüyoruz. Ödediğimiz bedelleri çok eskilerde aramaya gerek yok. Daha dün Çanakkale’de, Sarıkamış’ta, Sakarya’da bu bedeli fazlasıyla ödedik. Bunun için ülkem, ülküm, ilkem düşüncesi ile vatanı için milleti için namusu için canını ortaya koyan, kanlarını akıtarak canlarını veren, dünya tarihine adını yazdıran, harp sanatına strateji esasları koyan, atalarımıza şehit ve gazilerimize gereken ilgiyi göstermek ve hak ettiği değeri vermek her Türk’ün asıl görevidir. Çünkü ödediğimiz her bedelde binlerce, yüz binlerce Türk’ün kanı var. Türk milleti olarak en seçme ve değerli askerlerimizi, ülkemizin aydınlık geleceğinin teminatı olan münevverlerimizi, geleceğin aydın insanlarını Çanakkale’de, Sarıkamış’ta, Sakarya’da, İzmir’de, Eskişehir’de kaybettik. Onlar bu ülke için canlarını verince milletimiz uzun süre bu münevver insanlardan yoksun bir sallantı içinde yaşadı. Bu münevver kısım içinde Kayseri’nin ve Kayserilinin medar-ı iftiharı olan Kayseri Lisesi öğrencileri de bulunmaktadır. Kayseri Lisesi’nden giderek Kurtuluş Savaşı’nda görev alan bu öğrencilerin hepsi Kurtuluş Savaşı’nın Çanakkale’ye benzer bir safhası olan Sakarya’da şehitlik mertebesine erişti. Hilal uğruna batan güneşler ve adsız kahramanlar sayfasına, adlarını yazdıran şehitler arasında onlar da yer aldı. Bugünkü rahatlığımızı borçlu olduğumuz şanlı şehitlerimiz yaşadıkları vatan topraklarından faydalanmanın, güneşinden istifade etmenin bir bedeli olduğunu biliyorlardı. Bir gün hepsinin üzerine bir görev düştü. “Vatan için ölmek…” Tereddüt etmeden gittiler. Vatanlarına olan borçlarını ve ödemeleri gereken bedeli en değer verdikleri canları ile ödediler. Bir hocamız: “Zamanı gelince hepimiz ölürüz. Ben ölürüm, sen ölürsün; kardeşim ölür, dostum ölür. Ancak şu anda savaş yok, ölmeye de gerek yok. Şimdi yapacağımız tek şey vatanımız için, milletimiz için çalışmaktır.” derdi. Bizler bugün çalışarak muasır medeniyetler seviyesine ulaşmış, gönlünde haysiyet, şeref, iffet duyguları ve vatan sevgisi taşıyan bir nesil yetiştirebilirsek şehitlerimize olan borcumuzu belki de ödemiş oluruz. Vatanları, namusları için gözlerini kırpmadan savaşan ve bu uğurda canlarını feda eden şehitlerimizin ruhları şâd olsun. Tanrı aziz vatanımıza her zaman şehitlerimize layık nesiller nasip etsin. İnceleme 16 DR. MEHMET ALTUNER’İN ARDINDAN Mustafa ÖZTÜRK T elelominikasyon Kurumu Sektörel Araştırma ve Stratejiler Dairesi Başkanı Dr. Mehmet Altuner’i en verimli çağında kaybettik. 50 yaşındaydı ve alanında zirvedeydi. 17 Şubat 2008 tarihinde saat 19.00’da tedavi görmekte olduğu Gülhane Askerî Tıp Akademisi’nde Hakk’ın rahmetine kavuştu. Acı haber Kayseri’ye ulaştığında, bembeyaz karla örtülü çevremiz karalara büründü. 20 Şubat 2008 Çarşamba günü saat 10.30’da Erciyes Üniversitesi Mühendislik Fakültesi önünde yapılan törende hoca arkadaşları ve her taraftan koşup gelen ülküdaşları metin olmaya çalışıyor ancak göz yaşlarına hakim olamıyorlardı. Konuşmacılar konuşmalarını, o yoğun duygu ortamında, zorlukla tamamladılar. Aynı gün, Kayseri Hunat Camiinde kılınan öğle namazını mütakip Talas Cemil Baba Kabristanı’ndaki aile mezarlığına defnedildi. Ağır kış şartlarına rağmen cenazedeki kalabalık, ne kadar sevildiğinin göstergesiydi. Yıllardır birbirini göremeyen dostlar, cenaze vesilesiyle bir araya gelmişlerdi. Ağlaşarak kucaklaşanlar o kadar çoktu ki… 1980 öncesi dostlukların ülküdaşlıktan kaynaklanan gücü kendini gösteriyordu. Rahmetli Mehmet Altuner, okuldan değil ama Ocak’tan öğrencimdi. 1975-1980 yılları arasında ne zaman Ülkü Ocağı’na gitsem, Mehmet’i orada görürdüm. Düzenlediğimiz millî kültür seminerlerine düzenli olarak katılırdı. Davaya yararlı olmak için çırpınırdı. Bazı arkadaşlar ondaki cevheri o zaman fark etmişlerdi. Parlak zekasını görenler, “Aman bu çocuğa bir ziyan olmasın.” diyorlardı Türk milliyetçileri olarak bilime, bilim adamı yetiştirmeye çok önem veriyorduk. 9 Işık Doktrini’nin bir ilkesi de İLİMCİLİK’ti. Prof. Dr. Mümtaz Turhan’ın eserlerini de ilgiyle okur ve okuturduk. Bu yüzden, kaliteli aydın ve ilim adamı yetiştirilmesi, en önemli hedeflerimizden birisiydi. Mehmet Altuner, bizleri yanıltmadı ve önemli bir ilim adamı oldu. Telekomünikasyon kurumundaki görevi sırasında pek çok teknolojik projeye imza attı. Yasal olmayan cep telefonlarının kullanımı ve ticaretini engelleyen kanun çalışmasıyla Türkiye’nin milyarlarca dolar kaybetmesinin önüne geçti. Kitapları ve sayısız makalesiyle yeni ilim adamlarının yetişmesine katkı sağladı. Mehmet Altuner, hem dindar hem milliyetçiydi. Lise öğrencisi olduğu yıllardan itibaren Türk milliyetçiliği hareketinin inançlı bir mensubudur. Öğrencilik yıllarında Ülkü Ocağı’nın, üniversitede hoca olduğu yıllarda da Türk Ocakları’nın üyesiydi. 12 Eylül İhtilali’nde birkaç kez tutuklandı. İddialar mesnetsiz olduğu için her defasında bir iki ay yatırılıp serbest bırakıldı. Türk milliyetçiliği yolunda en büyük hizmetleri Erciyes Mühendislik Fakültesi’nde ve Telekominikasyon Kurumunda verdi. Türk milliyetçisi olmanın anlamını, mesleki alandaki verimli çalışmalarıyla herkese gösterdi. Mehmet Altuner, şimdi, Talas Cemil Baba Kabristanı’ndaki mezarında, ülkesine hizmet etmiş bir insan huzuruyla uyumaktadır. Allah rahmet eylesin. Mekanı Cennet olsun. Geride kalan anne, baba, eş ve çocuklarına Allah sabır versin. 17 TAHSİLİ, AKADEMİK HAYATI, HİZMETLERİ Dedesi Mehmet Altuner ve Babası Ümit Doğan Altuner AİLESİ Mehmet Altuner, 03.04.1958 tarihinde Talas ilçesinin Harman Mahallesinde doğdu. Babası, Talas Amerikan Koleji’nden 1950 yılında mezun olan, İngilizceyi çok iyi bildiği için bazı şirketlerde tercümanlık yapan Ümit Doğan Beydir. Ümit Doğan Bey, 1957-1966 yılları arasında Talas Amerikan Koleji’nde tercümanlık ve genel sekreterlik görevlerinde bulunmuştur. Baba Ümit Doğan’ın bu görevleri, oğlu Mehmet’in İngiliz dilini çok iyi öğrenmesine çok büyük katkı sağlamıştır. Öyle ki kolej öğrencisi Mehmet, Çinkur Fabrikası’nda çalışan Kanadalı mühendislere tercümanlık yapabilmiştir. Ümit Doğan Bey, 1982 yılında emekli oldu. Kayseri’de mütevazi hayatını, çocukları ve torunlarıyla ilgilenerek sürdürmektedir. Mehmet Altuner’in annesi Nurhayat hanım, 1939 yılında Kayseri’nin Sarıoğlan ilçesinde doğmuştur. Ümit Doğan Altuner ile 1956 yılında evlenmişler. Bu evlilikten dört çocukları olmuş. Birinci çocukları Mehmet, diğer üçü Gül, Aliye ve Sibel Fatma’dır. Mehmet Altuner adını dedesinden almış. Dede Mehmet Altuner (1913-1967), Talas halkının çok sevip saydığı idealist bir öğretmendir. Trabzon Yatılı Öğretmen Okulu mezunudur. Amasya’da bir süre görev yaptıktan sonra memleketi olan Talas’a tayin edilmiştir. Gençliğinde iyi futbol oynadığı ve sporu çok sevdiğinden 1947 yılında Talas Gençlik Kulübü’nün başkanlığına seçilmiş, 1948-1949 sezonunda Talas Voleybol Takımı’nın Türkiye üçüncülüğünü kazanmasında birinci sırada etkili olmuştur. 1960-1967 yıllarında Talas Derviş Güneş İlkokulunda müdürlük yapmıştır. Eğitimci dede Mehmet Altuner’in torun Mehmet Altuner’in millî değerlerle yetişmesinde önemli bir payı olduğunu düşünüyoruz. Mehmet Altuner, 22 Eylül 1982 tarihinde lise Mehmet Altuner tahsiline Kayseri Yeşil Mahalle’deki Mithat Paşa İlkokulu’nda başladı. İlkokulun ilk üç sınıfını bu okulda tamamladıktan sonra 21.11.1967 tarihinde babasının görev yapmakta olduğu TED Kayseri Koleji’nin ilkokul kısmına nakletmiştir. Buradan 15.06.1970 tarihinde -Pekiyi- derece ile mezun oldu. Aynı öğretim yılında yaz dönemi İngilizce grubu derslerini de başarıyla vererek TED Kayseri Koleji’nin Orta kısım Birinci sınıfına devam etmeye hak kazandı. Eğitim Derneği Kayseri Koleji’nin Ortaokul kısmından 01.07.1973 tarihinde “iyi” derece ile mezun oldu. Diplomasında Millî Eğitim Müdürü Recep Açıkalın ile Okul Müdürü Aydın Kılıçaslan’ın imzaları bulunmaktadır. Mehmet, fen derslerinde çok başarılı ve elektrik-eletronik konularına meraklıydı. Bu yüzden isteği doğrultusunda 01.10.1973 tarihinde Endüstri Meslek Lisesi’ne kaydoldu. 24.05.1976 tarihinde “7.35 not ortalaması” ile bu okuldan mezun oldu. Dr. Mehmet Altuner, eşi ve çocuklarıyla (1990) İnceleme mezunu Emine hanım ile evlendi. Bu evlilikten bir oğlan iki kız çocukları dünyaya gelmiştir: Muhammet Ali, Habibe ve Nur Süheyla. İnceleme 18 Yüksek öğrenimini Erciyes Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Elektronik Mühendisliği Bölümü’nde 1978-1983 yıllarında yaptı. Yüksek lisansını Uludağ Üniversitesi’nde, doktorasını Erciyes Üniversitesi’nde tamamladı. 1983-2001 yılları arasında Erciyes Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Elektronik Mühendisliği Bölümünde öğretim üyesi olarak çalıştı. Çok sayıda kitap ve bilimsel makale yayımladı. 2001 yılında Telekomünikasyon Kurumu’na Teknik Düzenlemeler ve Standardizasyon Daire Başkanı olarak atandı.. Bu kurumdaki görevi sırasında çok önemli teknolojik projelere imza attı. Bunlar arasında “yasal olmayan cep telefonlarının kullanımı ve ticaretini engelleyen kanun çalışması”, “piyasa gözetimi ve denetimi laboratuvarının kurulması” gibi çok önemli çalışmalar bulunmaktadır. Dr. Mehmet Altuner, çalışma ve hizmetlerinden dolayı birçok ödüle layık görüldü. Yayımlanmış eserleri 1. Altuner, M., “Endüstriyel Elektronik Ders Notları”, Kayseri-1993 2. Altuner, M., “Bilimsel Cihazlarda Arıza Arama”, Kayseri-1993 3. Altuner, M., “Güç Elektroniği Laboratuvarı Deney Kılavuzu”, Kayseri-1992 4. Özsoy, S., Altuner, M., “Elektrik Ölçme Laboratuvarı Deneyleri”, Kayseri-1992 5. Altuner, M., “Lojik Devreler Laboratuvarı Deney Föyleri”, Kayseri-1991 6. Altuner, M., “Güç Elektroniği Ders Notlari -1”, Kayseri-1990 7. Altuner, M., “Endüstri ve Enstrumantasyonda kullanılan Dönüştürücüler”, Kayseri-1992 8. Altuner, M., “Elektronik Mühendisliği Bölümü Faaliyet Raporu -1992”, Kayseri 9. Altuner, M., “Enerji üretimi, dağıtimı ve Haberleşme Sistemleri”, Kayseri-1988 Yayımlanmış makaleleri: Çoğunluğu Endüstri&Otomasyon dergisinde olmak üzere 50’nin üzerinde bilimsel makale Uluslar arası Toplantılar/ Sempozyumlar/ Kongrelerde Sunulan Bilimsel Bildiriler 1. Altuner, M., Sert, H.M., “Elektrik Sayaçları için Bilgisayar Destekli Test Sistemi”, IX. Müh. Semp., 1996, Isparta 2. Altuner, M., Değerli, Y., “Alti Strain-Gauge Bilesenli Wheatstone Köprülü bir Balans için Bilgisayar Destekli Enstruman Sisteminin Gerçekleş- tirilmesi”, I. Havacılık Semp., 13-16 Mayis 1996, Kayseri 3. Altuner, M., “Bilgisayar Denetimli PM DC Motorlu bir Servomekanizmanın Tasarımı, Elmeksem’93, Bursa III. Elektromekanik Sempozyumu, 1-5 Aralık 1993, Bursa 4. Altuner, M., “Yüksek Gerilimli Doğru Akımların Ölçülmesi”, Elektrik Mühendisliği 5. Ulusal Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon 5. Altuner, M., Yılbas, B.S., Danısman, K., “CW-CO2 LASER Elektrik Desarj Parametrelerinin Belirlenmesi”, Elektrik Mühendisliği 5. Ulusal Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon 6. Altuner, M., Yilbaş, B.S., Danisman, K., “Bilgisayar Destekli Vakum Pompası Güç Kontrol Sisteminin Tasarımı”, Elektrik Mühendisliği 5. Ulusal Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon 7. Altuner, M., Yilbas, B.S., Danışman, K., “Yüksek Gerilim Izolasyonlu LASER Soğutma Sisteminin Tasarımı”, Elektrik Mühendisliği 5. Ulusal Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon 8. Altuner, M., “Nöral Ag Logaritmaları Kullanılarak Alfabetik Desenlerin Bilgisayara Öğretilmesi ve Giriş Bilgisini Artırmanın Egitme Üzerine Etkileri”, Elektrik Mühendisligi 5. Ulusal Kongresi, 13-18 Eylül 1993, KTÜ-Trabzon 9. Altuner, M., “Elektrolitik Topraklama Sistemi”, II. Ulusal Üniversite-Sanayi İşbirliği Sempozyumu, 1988, Kayseri Aldığı ödüller 1- Altuner, M., “Ronbun Shorei Award on Electronic Circuit Desing”, Japon Endüstri Uygulamaları Kurumu (JIASC), 1996, Sendai, Japonya. 2- Altuner, M., Sert, H.M., “Elektronik Devre Tasarımına Dair Bilim Teşvik Ödülü”, IEEE-PES Türkiye Kolu, 1997. 3- Altuner, M., “Veri İletişim, İnternet Altyapı ve ATM Projelerinin Gerçekleştirilmesine Dair Teşekkürname”, Erciyes Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi Dekanligi, 1999. 4- Altuner, M., “Üstün Hizmet Ödülü”, Telekomünikasyon Kurulu Baskanlığı, 2003. 5- Altuner, M., “Telekomünikasyon Sektöründe Ürün ve Hizmet kalitesinin İyileştirilmesine İlişkin Teşekkürname”, TECSID (Telekomünikasyon Cihazları Sanayici ve Ihracaatçilari Dernegi), 2004. 6- Altuner, M., “GSM Sektöründeki Hizmet Kalitesinin İyileştirilmesine İlişkin Teşekkürname”, Siemens AS., 2004 TERÖRİSTLE MASAYA OTURMAK MI! Osman KARABABA Ü lke idaresinde acziyeti ayyuka çıkmış “Padişah”ın biri, kendisinin zekî ve herkesten üstün olduğunu göstermek ister. Ülkesinin dört bir yanına haberler salar. “Kim bir yalan söyler, bana “yalan” dedirtebilirse kendisine bir küp altın vereceğim.” der. Bir küp altın neler yaptırmaz insana?.. Zamanın ünlü laf cambazları, düzenbazları, şahbazları, sustalı yalancıları, söz avcıları, belagat ustaları, din simsarcıları.. kendine güvenen kim varsa çıkar ortaya, koşarlar saraya… Padişaha “Yalaaan!”, “Olamaz bu!” dedirtebilmek için başlarlar padişahla söz düellosuna. Birinci kişi: - "Bir kuş, aslanı kapıp yuvasına götürdü. Buna sözünüz ne ola, padişahım?” der. Padişah kendinden emin: - "Bunun neresi yalan? Kuş kartaldır, arslan da kuzu kadar minik bir yavrudur. Kaptı mı götürür tabii!.." diyerek kişiyi mat eder. İkinci kişi, padişahın damarına basarak onu bozguna uğratmak için: - "Komşu ülkede bir eşeği kral yaptılar!.. Buna ne cevap vereceksiniz?” deyince… Padişah gerilerek alaysı tavırla: - "Ülkenin kralı, pencereden bakınırken tacını düşürmüş.Taç da pencerenin altındaki eşeğin başına geçmiş. Taç kimin kafasındaysa, kral odur tabii!.." karşılığını vererek adamı lafla ters düz eder. Üçüncü şahıs: - "Padişahım, ben gökyüzüne bir ok attım. Altı ay sonra geri döndü!" deyince… Padişah, adamın kendi okuyla nişan alır: - "Senin ilkbaharda attığın ok, gür yapraklı bir ağacın üstüne düşmüştür. Ağaç, sonbaharda yapraklarını dökünce, ok takılacak yer bulamayıp yere düşmüştür." diyerek sözüyle onu da vurur. Böylece padişah, her yalana, her söze gerçek bir bahane bulur ve kimse padişaha ‘bu yalandır’ dedirtemez. Amma bir gün bir Kayserili “İşte, keskin zekayı göstermenin tam zamanı” diyerek çıkagelir. Padişah, Kayseriliye, “Sen ne diyeceksin bakalım?” diye istihza ederek gülümser. Kayserili istifini bozmadan söze girer: - "Padişahım, sen benim babamdan borç olarak bir küp dolusu altın almıştın. Şimdi geri almaya geldim. “Bu yalandır!” dersen ödülümü ver. “Yalan değil.” dersen borcunu öde!.." Evet, işte bu kadar!.. Ülkede ne keskin zekalar var. Neticede padişahın sözünde durup durmadığını bilmiyoruz ama ömrü boyunca unutamayacağı bir ders aldığı malum... * * * 21 Ekim 2007 gecesi Dağlıca baskını.. 12 kınalı kuzu şehit…Ülke kan gölü… TSK’nın, Irak’ın kuzeyine sınır ötesi harekat yapması kaçınılmaz. İktidar sınır ötesi harekat için Meclis tezkeresine rağmen, hainlere alenen desteğini sürdüren ABD’den icazet almaya gebe... 5 Kasım 2007’de Beyaz Saray’da ABD Başkanı ile gerçekleşen baş başa bir görüşme… Ardından Başbakanın: “Hamd olsun, istediğimizi aldık!”sözüyle doğan yapay sevinç... Bu sözün ne anlama geldiği hala gündemde. Dünyaca ünlü The Ekonomist dergisi, bu gizemli görüşmenin peşini bırakmıyor. ABD’nin desteğini ve TSK’nın sınır ötesi operasyonunu mercek altına alarak “perde arkası”nı dile getiren bu derginin: “Bush’a bazı sözler verildiği sanılıyor, bunlar Kürtlerin bölgesel hükümetinin tanınmasını ve PKK teröristleri için daha liberal bir affı içeriyor.”sözleri kara leke olarak tarihe geçiyor. Türkiye’yi parçalamak isteyen kahpe müttefik ABD, artık bu alçak emelini saklama gereğini bile duymuyor. TSK’nın kara harekatından sonra üst üste yapılan açıklamalarla, terör örgütü ile masaya oturulmasını her fırsatta dayatıyor. İşte: Bu konuda ilk açıklama ABD Savunma Bakanı Robert Gates’ ten… Terör örgütü ile uzlaşmaya varılması konusunda uzun telkinlerde bulunuyor. Çuvalcı Korgeneral Ray Odierno da Pentagon’da verdiği bir brifingde PKK ile görüşmeye yönelik planlardan bahsediyor. Bu mızıka takımına son olarak “çuvalcı”dan daha kıdemli bir isim olan ABD’nin Irak’tan sorumlu merkez komutanı Oramiral William Fallon katılıyor. Açıkça “PKK sorununun çözümü için, Türkiye’nin terör örgütüyle diyaloga girmesi gerekir.”diyor. NATO üyesi 26 ülkenin dışişleri bakanlarının bir araya geldiği Konsey toplantısında Türkiye’yi temsil eden Ali Babacan’ın; ABD yetkililerinin “Türkiye’nin PKK ile uzlaşmaya varması” yönünde ard arda yaptıkları açıklamalarına, ABD Dışişleri Bakanı Conodoleezza Rice’a hiç mi hiç tepki vermediği görülüyor. Neticede Başbakan, TSK’nın Kuzey Irak’a kara harekatı konusundaki tartışmalarda siyasi muhatabın kendisi olduğunu açıklıyor. Şimdi biz de sivri zekalı Kayserili olarak konunun siyasi muhataplarına soruyoruz: 5 Kasım’da ABD Başkanı ile baş başa yapılan gizemli görüşmede ABD’nin “Terör örgütüyle masaya oturulması karşılığında size destek veririz.” sözüne siz “Bu yalandır!” diyorsanız ABD’nin baykuşları şimdi sizden diyet olarak “terör örgütüyle masaya oturma”nızı nasıl isteyebiliyor? Ki, bu baykuşlara red cevabı verilememesi bir acziyetin ispatıdır. O halde acziyetinizin diyetini ödeyin!. “Hamd olsun, istediğimizi aldık!” demekle aldığınızı kastettiğiniz şeye, “terör örgütüyle masaya oturma” sözü verildiğine “Hayır!” diyemiyorsanız bu en büyük gaflettir. Gafletin bedelini ödeyin! Buyurun! Sözünüzde durun! İnceleme 19 İnceleme 20 ÜRETMEK “VAR” OLMAKTIR K üreselleşme sözünü çok duyar olduk. Hayatımızın hemen her yönüyle ilgili olsa da daha çok ekonomiyle ilgili bir kavrammış gibi kullanıldığı görülmektedir. Acaba gerçek de böyle mi? Yani, küreselleşme sadece ekonomik bir kavram mı? Bu ve sorulabilecek benzeri sorulara cevap olması açısından, 2003 yılında sayın Ali Rıza Kardüz’ün Milliyet gazetesinde yazdığı bir yazıyı özetleyerek sözümüzü bu yazıya göre söyleyelim. Alı Razı Efendi her günkü gibi sabah ezanı ile uyandı. Abdest almak için tuvalete yöneldi. Hava daha alacakaranlıktı. Elektriğin anahtarını çevirdi. Püff… Ampul patladı. Bereket yakında bir General Electric yedek ampul vardı. Onu taktı. Philips elektrikli tıraş makinesi ile tıraş olmaya başlıyordu ki, bu kere elektrikler söndü. Alacakaranlıkta Perma Sharp jilet makinesi buldu. Gibbs tıraş kremini köpürtüp tıraşını tamamladı. Yüzüne Old Spice After Shave sürdü. Colgate diş macunu ile dişini fırçaladı. Reward sabunu ile elini yüzünü yıkadı. Abdestini aldı. Bez havlu yerine yeni kullanmaya başladığı Viking kağıt havludan bir parça yırtıp elini yüzünü kuruladı. Sonra eski alışkanlıkla tıraş olan yüzü gerilmesin diye Nivea kremini sürdü. 4 rekât sabah namazını eda etti. O sırada hanımı kahvaltıyı hazırlamıştı. Hanımına takıldı. “Hanım hanım, şu Lipton çay yerine bir tarhana çorbası olsa idi ya…” Hanım lafın altında kalır mı? “Efendi sen iste. Şimdicik sana bir Knorr tarhana çorbası yapıveririm” dedi. Kahvaltıya oturdular. Ali Rıza Efendi “Hanım dedi, şu Korn Fleks’e bayağı alışmıştık. Yanına çökelek, Çerkez peyniri, Mudurnu peyniri falan alsaydın bari…” Hanım cevapladı. “Bakkalda onlar yoktu, ben de Reglet peyniri, Cheddar peyniri, bir de Kraft eritme aldım…” Ne zamandır kolesterol yapıyor diye tereyağını kaldırmışlardı. Unilever’in Rama’sını ekmeğe sürdüler, Maxwell House Cafe içtiler. Hanım Pril deterjan ile bulaşıkları yıkarken kapı çaldı. Çiftlikteki kahya gelmişti. Massey Ferguson traktöre iki adet Uniroyal lastik almış hem onların parasını istiyordu, hem de traktörde Shell Rotella 20/50 yoksa, Mobil Delvac yağ mı kullanayım diye akıl danışıyordu. Bu sırada Ali Rıza Efendinin hanımı Milan Gaz’ın musluğunu açıp Junkers Ruh şofbeni ateşledi. Hoover çamaşır makinesinin içine önce çamaşırları boşalttı, üzerine Omo deterjanı boşalttı, biraz Vernel yumuşatıcı akıttı. Sonra Rowenta ütüyü kızdırarak oğlunun Levi’s Blue Jean’ini Fruit of the Loom gömleğini ütüledi. Adidas ayakkabılarının çamurunu temizledi. İbrahim GÜNGÖR Buraya kadar olan bölüme baktığımızda, bazı yönler hepimiz için geçerli olmasa da bir aşinalık var denilebilir, ne dersiniz? Ürünlerin markaları yabancı gibi dursa da ürünler çok tanıdık. Önceleri ürünler de yabancıydı, sonra ürünler tanıdık oldu. Geçen zaman içinde markalar da tanıdık olacak. Bizim kuşak orta yaşlara geldiği için farkı daha net görebiliyor ama daha sonra gelenler için bu çok olağan bir durum. Toplumsal değişim akşamdan sabaha olabilecek kadar kısa bir süreç değildir. Hayatın doğal akışı içinde yavaş ama sürekli olan bir süreçtir. Zaman içinde bu gün ile dünün farkını fark edemeyiz ama 10’ar yıllık dilimler halinde ele aldığınızda zamanın su gibi akıp gittiğini, değişimin de hiç kimseyi dinlemeden devam ettiğini görürüz. Şimdi Ali Rıza Efendiye geri dönelim. Ali Rıza Efendi “Hadi Eyvallah” deyip evden çıktı. Bismillah çekip Kartal’ına bindi. Elini Nokia mobil telefona attı… Dırt… Dırt… Dırt… Çalışmıyor. Ericsson cep telefonu ile Citibank’ı aradı. O gün bonolarını ödeyeceğini bildirdi. Dükkânına geldi. Gene besmele çekip Yale kilidi açtı. Sağ adımını atıp dükkâna girdi. Baktı ki Canon faksın arkasında dünya kadar sipariş mesajı birikmiş. Biraz sonra kâtip geldi. Siparişleri IBM bilgisayarına geçirdi. Ali Rıza Efendinin içi yanıyordu. Yardımcı çocuğu çağırdı. Komşu bakkaldan bir adet Magnum Maxi dondurma aldırdı. Ali Rıza Efendi dükkânda iken, hanımı da evde önce sabah işi yaptı. Vim ile taşları sildi. Siemens elektrik süpürgesi ile tozları aldı. Halı yıkayan Elecktrolux ile halıları iyice temizledi. Kocası ile oğlu neredeyse öğle yemeğine geleceklerdi. Mutfağa koştu, baktı Hotpoint buzdolabında yemek kalmamış. AEG Deep Freeze derin dondurucudan et çıkardı. Auer fırınını yaktı. Eti fırına soktu. Ali Rıza Efendi ete Hainz Ketçap döküp yemekten çok hoşlanırdı. Bir de bolca salata yapar, üzerine Kraft French Dressing veya İtalyan Dressing ya da Catalina salata sosu dökerse başka bir yemeğe lüzum kalmazdı. Ali Rıza Efendi yemeğin üzerine bir Cola içmek istedi ama ne çere ki dolapta ne Coca Cola ne de Pepsi Cola kalmamıştı. Onun için oğluna da Schwepps gazoz çıkardı. Çikita muzları tabağa koydu. 21 İnceleme Öğle yemeği bitti. Erkekler işe gitti… Zaman hızla geçiyordu. Metro mağazasına veya Carrefour isimli büyük mağazaya gidip alışveriş etmeğe niyetlendi. Üşendi, yakındaki Migros’a uğradı. Kendi kekini kendi yapardı ama rafta dikkatini çeken Dankek’i canı çekti… Bir paket aldı. Arkadaşlarının övdüğü Linera kıtır ekmeği de torbaya koymadan edemedi… Ali Rıza Efendi akşam yemeğini hafif geçiştirmek istediğinden hanımı ona Dr. Ötker paket muhallebisi pişirdi. Bir dilim de Nestle çikolata yedi. Yemek işini halletti. O akşam TV’de Yalan Rüzgârı vardı ama Ali Rıza Efendi Yalan Rüzgarından nefret ediyordu. Onun için Schaub Lorenz renkli televizyonlarını alıp yeni aldıkları Sony Video’yu işletti. Savcı beyin güzel karısından ödünç aldıkları eski Dallas dizisinin kasetini seyretti. Bu ara camiden yatsı ezanının okunduğunu duydu. Müezzin yeni alınan Philips Amphi’yi sonuna kadar açmış, minareye çıkmadan Sony hoparlörleri sonuna kadar açarak ezanı okuyordu. Ali Rıza Efendi yatsı namazını kıldı. Hanımının hazırladığı sıcak Oralet’i içti. Yatmadan önce mutaden duşa girdi. Başını Blendax şampuan ile vücudunu Lux sabunu ile yıkadı. Eros pijamasını giydi. Çıplak ayakları ile Titan halılar üzerinde yürüyerek yatak odasına yöneldi. Kuvartz saatine baktı, ajans başlıyor. Blau Punkt radyosundan ajansı dinledi, yatmaya niyetleniyordu ki, yatak odasının köşesindeki Singer dikiş makinesi ile dikiş diker gibi görünen hanımı yerinden kalktı. “Efendi dedi, Allah’a şükür fındıkları sattın, elin bollandı. Bizim kız ne zamandır, babam bana bir kırmızı Wolkswagen Golf veya siyah Honda alsın diye bana yalvarıp duruyor. Şu kızı sevindiriver…” Ali Rıza Efendi beklenmedik şekilde diklendi, “Hanım hanım dedi, biz eski toprağız… Bu memlekette yapılmayan malı evimize sokmayız. Nesine gerek gâvur otomobili. Ben Kartal’a biniyorum, oğlana Doğan, damada Şahin aldık. Kıza da alırız bir Serçe olur biter.” Evet Ali Rıza Efendi gibi duygusal tepkilerden ziyade akılla, mantıkla, daha da önemlisi uzak amaçlarla hareket etmeliyiz. Tüketimi sadece gıda ve ihtiyaç maddelerinden, belirli ev eşyalarından ibaret saymak yanlıştır. Tüketimin içinde kültürel tüketim de vardır. İzlediğimiz filmler, dizi filmler, günümüz için internet ve her türlü içeriğe kolay erişim vb. gibi unsurlar algılayışımızı ve düşünme tarzımızı da değiştirmektedir. Özetle, eğer sadece tüketen bir toplum olursak zamanla üretenlerin kültürel özelliklerini de alırız. Buradan kültürel alış verişlere karşı bir tutum varmış gibi algılanmamalıdır. Kültürel alış verişler her zaman olacaktır. Burada söz konusu olan değişime zorlanmaktır. Eğer üretemeyen bir millet haline gelirsek önce günlük yaşantımız, daha sonra algılayışımız, yorumlayışımız daha sonra da bizi biz yapan kültürümüz değişecektir. Bu durum ise kendini olayların akışına, zamanın akışına bırakmak demektir. Türk milleti gibi geçmişi bin yıllarla ifade edilen bir millet bu durumu kabul edemez, etmemelidir. Peki, ne yapmak lazım? Milletimizin bütün fertlerinin öncelikle milli bilinç ile donatılması gerekmektedir. Ali Rıza Efendi tarzı bir hayat zaman içinde iliklerimize kadar içimize işlemeden bu milletin her bireyi Türk kültürü ile donatılmalıdır. Eğer her birey bu bilinç ve kültürel donanım ile donatılırsa değişim kontrolsüz ve kendi halinde olmaktan çıkar. Dışarıdan olduğu gibi almak yerine ortaya bir sentez çıkarabiliriz. Pratik hayatta ise üretmek gerekmektedir. Hatta Avrupalı, Amerikalı şirketlere fason üretim değil, kendi öz kültürümüzden doğan, kendi adımızı, kendi izimizi taşıyan markalar çıkarmalıyız. Bu duygusal bir yaklaşım değildir. Tam tersine bu aklın gereğidir. Daha dün tekstili biz üretiyorduk Avrupalılar, Amerikalılar kazanıyordu. Şimdi Çin ve Hindistan üretiyor ama yine Avrupalılar Amerikalılar kazanıyor. Peki, niye? Çünkü markalar onların. Marka kiminse o kültürün özelliklerini, ruhunu taşıyor. O nedenle gerek ekonomik gerekse kültürel nedenlerden dolayı ülkemizin, insanımızın üretmesi, daha çok üretmesi ve aynı zamanda kendi adıyla üretmesi gerekmektedir. Markalaşmanın ne kadar zor, zahmetli ve maliyetli olduğunu herkes bilir ancak sonuçta kazancın (her yönü ile) büyüğü de oradadır. Üretimin geçirdiği değişime bakacak olursak, artık üretimin en üst basamağının bilgi üretimi olduğu tartışma götürmez bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin, Türk milletinin varlığını sürdürebilmesi, gelecekte de var olabilmesi için üretimini, özellikle de bilgi üretimini artırması gerekmektedir. Küreselleşme ile karşımıza çıkan salt ekonomik bir kavram değil, aynı zamanda kültürel bir değişimdir. Bu değişime de üretenler, yani güçlü olanlar yön verecektir. Sonuç olarak üretilen mal ve hizmetler sadece ihtiyaçları karşılama işlevi görmezler, aynı zamanda kültürel izler de taşırlar. Türk milleti daha önce defalarca yaptığını yine yapabilir, yine büyük bir güç olabilir bu genlerinde var ama üretebilirse… Evet, üretmek var olmaktır ama bu varlık sadece etten, kemikten meydana gelmiş bir varlık değildir, daha çok ruhtur. Sevgi ve saygılarımla, hoşça kalın… İnceleme 22 ÇANAKKALE ZAFERİ VE DESTANLAŞMASI Mustafa İLHAN Çanakkale, Birinci Dünya Savaşı’nın Doğuda açılan ilk cephesidir. Osmanlı Devleti, Avrupa cephesinde müttefiki olan Almanların Rus ve İngiliz orduları baskısını azaltmak için açılmış olan Sarıkamış harekatı ile birlikte düşünülmelidir. İngilizler için kolay bir cephe olarak tasarlanmış, kısa zamanda doğuda İngiliz-Rus ordularının güç birliği hedeflenmiştir. İngiliz Denizcilik Bakanı Çörçil 25 Kasım 1914 günü yapılan savunma Konseyinde Türk ordusu için şöyle diyordu: “Osmanlı ordusunun ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Balkan Bozgunu bunu ispat etmiştir. Donanmamız bir vuruşta Çanakkale boğazını ele geçire bilir. Topkapı açıklarında görünmese bile, bu Hasta Adam’ın ellerini havaya kaldırıp teslim olması için yeterde artar bile” der. Harbiye Bakanı Lord Kitehener (Kişner) ise Çanakkale’ye saldıracak kuvvetlerin başına tayin ettiği Hamilton’u İngiltere’den uğurlarken : “Bir İngiliz denizaltısının Çanakkale Boğazını geçerek Gelibolu önünde gördüğünü ve üç defa işaret verdiğini farz edelim. Seddülbahir’deki Türk kuvvetleri taban yağlayıp Bolayır yoluyla İstanbul’a doğru kaçarlar” diyerek moral verir. (İon Hamil ton’un hatıraları Gallipoli Diary) Bir milleti tanımadan, Türk askerinin tarihte yaptıklarından habersiz olmak diye buna denir. Büyük Britanya imparatorluğu’nun böyle hayal etmesinin yanlışlığı anlaşılacaktır. Sömürğeciliğin canavarlaştırdığı mantık bu olmalıdır. Ancak Nusret Mayın Gemisi’nin marifetini topunun vinci bozulan Koca Seyit’in 275 kg’lık mermiyi sırtında taşıyıp koca OCean zırhlısını batıracağını akıllarına getirmiyorlardı. Kurtuluş Savaşı sonrasında İngiliz Başvekili Loid Corc’un İngiliz Parlamentosu’ndaki şu konuşmasına gelineceğinin işaretlerinin verilmeye başlandığına hiç mi hiç akıl erdirecek durumda değildiler. Loid Corc Anadolu’daki başarısızlığı için “Her yüzyıl bir dahi yetiştirir. 20.yüzyılda bu şans Türklere gülmüştür.” Mustafa Kemal gerçeğini itiraf ve sonrasında istifa etmiştir. Türk milleti Çanakkale’yi “geçilmez” olarak destanlaştırmıştır. Türk zaferleri halkın hafızasında türkü, marş, destan anlatımlarıyla yerini almıştır. Pilevne Marşı, İstiklal Marşımız, Sakarya Türkümüz, seferberlik türkülerimiz gibi... Birinci Dünya Savaşı’nın ve Türk Mileti’nin kaderini değiştiren Çanakkale Muharebelerine ayrı bir yer vermek gereklidir. Vatan için bir üniversiteyi şehit vererek vatan toprağına gömdük. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve sonrasında eksikliğini hissetiğimiz erkek nüfusunun en önemli bölümünü bu savaşta kaybettik. Sultani (Liseli) öğrencilerin üst sınıflarının gönüllü yazıldığı vatani hizmetin kutsallığı Çanakkale ile daha iyi anlaşılacaktır. Millet hafızamızı güçlendirecek, Çanakkale zaferini hafızamıza nakşedecek en tanınmış Marş, Bestesi Destancı Mustafa tarafından yapılan Çanakkale Marşıdır. Çanakkale, Kumkale, Kule, 23 Çanakkale Marşı Çanakkale içinde aynalı çarşı Anne ben gidiyorum düşmana karşı Çanakkale içinde sıra sıra selviler Binbaşılar oturmuş asker öğütler Çanakkale içinde bir kırık testi Anneler babalar ümidi kesti Arıburnu’ndan çıktık, yan basa basa Hep düşmanlar kaçıyor kan kusa kusa. Türkü olarakda Çanakkale şöyle duygulu terennümünü bulmuştur. Çanakkale içinde aynalı çarşı Anne ben gidiyom düşmana karşı Off! Gençliğim eyvah. Çanakkale içinde vurdular beni Ölmeden mezara koydular beni Oof! Gençliğim eyvah. Çanakkale içinde bir dolu testi Analar babalar umudu kesti Off!gençliğim eyvah. Çanakkale içinde bir uzun selvi Kimimiz nişanlı, kimimiz evli Off! Gençliğim eyvah. Çanakkale zaferini “Çanakkale şehitlerine” adı ile savaş sehnelerini şiirleştiren, milli ve kutsal bir atmosfere taşıyan Mehmet Akif Ersoy’dur. ÇANAKKALAE ŞEHİTLERİNE Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin. Sönüyor göğsünün üstünde o aslan neferin. Ölüm indirmeden gökler, ölü püskürmede yer. O ne müthiş tipidir; savrulur enkaz-ı beşer. Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene parmak, el ayak Boşanır sırtlara, vadilere sağnak sağnak. Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor. Bir hilâl uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor. Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker! Gökten ecdât inerek öpse o pak alnı değer. Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? “Gömelim gel seni tarihe” desem sığmazsın. Necmettin Halil Onan, Kanlı sırttaki baş, kol, bacak açık mezarlığındaki manzara karşısında “DUR YOLCU” başlıklı şiirini yazdı. Bugün de Gelibolu sırtlarında boğazdan geçen herkesin dikkatini çekecek şekilde toprağa kazılmıştır. DUR YOLCU! Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın Bu toprak, bir devrin battığı yerdir. Eğil de kulak ver bu sessiz yığın, Bir vatan kalbinin attığı yerdir. Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda, Gördüğün bu tümsek Anadolu’nda, İstiklâl uğrunda, nâmus yolunda, Canı veren Mehmed’ in yattığı yerdir. İSTİKLAL MARŞI’mızın şu iki dörtlüğü bugün de ülkemizin kaynaklarını har vurup harman savuranlara söylenmiş gibidir. Arkadaş! Yurduma alçaklara uğratma sakın Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın. Doğacaktır sana vad ettiği günler Hakk’ın Kim bilir, belki yarın beli yarından da yakın. Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme tanı: Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı: Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı. Türk Tarihi yaşanmış tarihlerin en zor olayları ile şekillenmiştir. Hiç kolay zaferi de yoktur. Bunun için de millet hafızasına kazınmış destanlaşmış, marş olmuş, türkü olarak söylenmiş, söylenirken yaşanan bir hayat gerçeği olmuştur. Kaybedilmiş görünen Birinci Dünya Savaşı’nın “Hakiki galibi Türklerdir” dedirtecek araştırma sonuçları Batılı tarihçilere aittir. Yine “Çanakkale Geçilmez” diyenler de var onlar arasında. Batı’nın bu tahammülsüzlüğü ve affetmez acımaz hali, genç, çocuksu bedenlerin bu topraklara feda edilmesi, bugün ülkeyi yönetenlerin aklı selimle düşünmeleri gereken önemli bir husustur. 100 yıllık çınar Çanakkale’li Fatma Nine 8-9 yaşında yetim kalır, babası şehit olur. Sonradan şehit maaşı bağlamak için gelirler. Şu anlamlı cevabı verir: “Ben maaş almam, babam bana VATAN bağışladı” der. Şehitlerimiz önünde tazimle eğilir, rahmet dileriz. Ancak “Parola vatansa, gerisi sözdür” demekten de kendimizi alıkoyamayız. İnceleme Seddülbakir, Katya Marşlarının yazarı da İbrahim Mehmet Ali (1874-1936) dir. (Ethem Üngör, Türk Marşları 1966 s.136.137) İnceleme 24 EĞLENCE KÜLTÜRÜMÜZ VE ESKİ TÜRK DÜĞÜNLERİ (2) Ahmet ALTAY Yaklaşan baharın habercisi güzel, güneşli ve ümit dolu günler temennisiyle…. Mart- Nisan sayımızla merhaba değerli okurlar. Geçtiğimiz sayıdaki konumuzun sonunda bahsettiğimiz üzere aynı konu ile devam edeceğiz. Düğün geleneklerimiz ve özellikle günümüzdeki uygulamalardan ağırlıklı olarak bahsetmiştik. Bu sayımızda da pek fazlaca bilgi sahibi olamasak da, kaynaklar ve mevcut bilgilerimiz ışığında “eski düğünler ve eski eğlenceler” den bahsedeceğiz. “Hey hızara hızara Dalda kiraz kızara Ana benim çağım geldi Durma bana kız ara” Yukarıda okumuş olduğumuz dörtlük evlilik çağı gelip bunu dile getiren bir erkek evladın çağrısıdır. Hal böyle olunca oğlunun yemeden içmeden kesilmesi gibi durumları göz önünde bulunduran anne konuyu babaya açarak aile reisinin onayını alır ve uygun bir gelin adayı aranmaya başlanırdı. Her aile kendi şartlarına göre kendisine uygun bir aday bulur fakat bu adayın öncelikle genel olarak şu özellikleri taşıması aranırdı: Gelin olacak kızda aranılan vasıflar: 1- Her şeyin üstünde iffet. 2- Cidağı olmamak (dik kafalı, inatçı olmamak) 3- Çemkürgen, eydişken olmamak (olura olmaza karşılık verenlerden, sırtarıcı olmamak) 4- Eline ayağına evecen olmak (hamarat, eli ayağı çabuk, işe yatkın ve becerikli olmak) 5- Eli uzun ve sakar olmamak (şunu bunu aşırma huyu olmamak ,danışmadan bir şeye el sürmemek, tuttuğunu kırmamak) 6- Govcu, govlayıcı olmamak ( oradan buradan laf taşımamak, dedikoduculuk yapmamak) 7- Kayınbabasına ve özellikle kaynanasına saygılı olmak. Bütün bunların yanında evlilikte sorumluluk sadece tek bir tarafa yüklenmemektedir. Damat adayı da bir o kadar sorumludur. Evlenecek erkekte aranılan vasıflar: 1- Fodul olmayacak (yani kaba saba , lafın nereye vardığını bilmeyenlerden olmayacak, sözünü sohbetini bilecek) 2- Baba malına güvenmeyecek, hazır yiyici; ekmek elden su gölden, bedava geçinirlerden olmayacak. Belli bir işi, kazancı olacak, hele babası ölmüşse, kalan mirastan tek bir çöp bile satmamış olacak 3- Kumar oynamayacak, sarhoşluk etmeyecek, konuyu komşuyu rahatsız etmeyecek. 4- Evinin yolunu bilecek. Bu demektir ki, işi ile evinden başka bir şey düşünmeyecek. 5- Geçici bir işi olmayacak, şunun bunun yanında sığıntı bir iş tutmayacak. 6- Ağırbaşlı, kamil, ahlaklı, merhametli, yardımsever, cesur ve yürek bütünlüğüne sahip olacak. Bütün bu ön şartlar ve aday uygunluğu sağlandıktan sonra bölgelere göre değişen “kız isteme” uygulamasına başlanırdı. Bu, duruma göre değişkenlik gösterirdi. Evliliğin gerçekleşmesi de bu süreye bağlıydı. Bu geçirilen süre tanıma, tanışma ailelerin kaynaşması ve genel şartları anlama süresidir. Sürenin sonunda karşılıklı olarak anlaşma sağlanırsa evlilik olayı gerçekleşirdi. Düğün harcamaları, giyim-kuşam, düğün sofraları, çeyiz, çeyizin sergilenmesi bütün bu süreci kapsamaktadır. Başlık parası olarak bilinen bir konu hakkında Sadi yaver ATAMAN şu bilgileri aktarıyor: “Düğün harcamalarının ilk ağızda, özellikle oğlan tarafı için, bir yıkım olan ve BAŞLIK denilen bir çeşit alım-satım anlaşması yapılırdı ki bu, kızın satılması değer biçilmesi gibi bir şeydi. Bu adetin Orta Asya, Kazan, Kırgız ve Özbekler’de KALIN adıyla uygulandığını Kaşgarlı Mahmut’tan öğreniyoruz. Bu adet konar-göçer Türk Toplulukları arasında ve bazı yerlerde de “KALIN” adıyla sürdürülmektedir”. (Bir sonraki sayıda devam edecek) 25 İnceleme TÜRKÇE’NİN ZENGİNLİĞİ Hayrettin BÜYÜK B ir dildeki kelime sayısı o dilin ne kadar zengin bir dil olduğunu gösterir. Gündelik hayatta kullandığımız kelime sayısı birkaç yüzü geçmemesine karşın edebiyat ve bilim dili binlerce kelimenin varlığını gerektirir. Düşünüldüğünde hisler ve düşünceler ancak kelimeler vasıtasıyla ifade edilebilir. Kullandığımız dilde yeterince sözcük yoksa ya anlatmak istediğimiz kavramı tam olarak ifade edemeyeceğiz, ya da bir kaç kelimeyle ifade olunabilecek anlatımları daha uzun cümleler kullanmak suretiyle açıklayabileceğiz. Özellikle cumhuriyet sonrası dönemde dilde sadeleştirme adına yapılan faaliyetler ve dilden atılan kelimeler Türkçe’ye yapılan büyük haksızlıklardan birisi olmuştur. Nitekim yeni yetişen nesil milli marşımızı dahi anlamaktan aciz kalmıştır. Bir kelimenin onlarca eş anlamlısı olsa dahi birinin yerine bir diğerinin her koşul ve yerde kullanılabiliyor olması mümkün değildir. Bu nedenle başka dillerden geçmiş olması bahanesiyle bir dilden halihazırda kullanılan bir kelimenin çıkartılıp atılması, düşüncelerimizi kısırlaştırmaktan başka bir şey değildir. Unutulmamalıdır ki dil yaşayan bir kavramdır. Başka bir dilden dilimize girip yerleşen “kola” kelimesinin Türkçe’ye girmesi ne kadar önlenemezse, “kelime” sözcüğünün de başka bir dilden geçmiş olduğu gerçeği ve gerekçesiyle dilden çıkartılmaya çalışılması o kadar beyhudedir. Dili kendi doğal akışına bırakmak zorunludur. Bu arada bilim adamları ve eğitimcilere düşen görev ise, dilin inceliklerini yeni nesillere aktarmak ve Türkçe’de karşılığı bulunmasına karşın sırf daha kültürlü görünmek maksadıyla yabancı kelimeler kullanan sözde entelektüel kişileri de uyarıp Türkçe kelimeler kullanmalarını sağlamaktır. Bu fiili kullanış şekliniz mesleğiniz hakkında ipucu verebilir: “23 numaralı odadaki hasta bu sabah eks (X) oldu.” cümlesini kullanıyor iseniz bir doktor, “Yaratıcı, şehadet getirerek çene kapatmak nasip etsin.” cümlesini kullanan bir vaiz, “Bu tatbikatta iki asker zayiat verdik.” cümlesini kuran ise bir komutan olacaktır. Ölen kişi bir sanatçı, şair veya yazar ise tabii ki onlar için kullanılan ölüm ifadeleri diğerlerinden farklı olacaktır. Örneğin, “Yeşilçam’da başlayan yaprak dökümüne bir yenisi daha eklendi.” “Edebiyat dünyasından koca bir çınar daha devrildi.” gibi. Bu fiili kullanış şekliniz eylemin zamanı hakkında ipucu verebilir. “Ünlü düşünür 1540 yılında aramızdan ayrıldı.” cümlesi kullanım olarak yanlış olacaktır çünkü söz konusu kişi bizim aramızda zaten hiç olmamıştır. Bu ifadeyi yakın zamanda kaybettiğimiz birisi için kullanabiliriz ancak. Bu fiili kullanış şekliniz ölen canlının bir insan mı yoksa bir hayvan mı olduğu hakkında bilgi verebilir: “Kedimiz dün vefat etti.” cümlesi kullanım olarak yanlış olacaktır. Zira hayvanlar için vefat etmek değil ölmek kullanılır. “Dünkü trafik kazasında üç kişi telef oldu.” cümlesi de yine yanlış olacaktır çünkü telef olmak çoğunlukla hayvanlar için bir işe yaramadan ölmek anlamında kullanılır. Aynı anlama gelen birden çok kelime gereksiz gibi görülebilir. Bu fiili kullanış şekliniz kültür seviyeniz hakkında bilgi verebilir: Bakalım gerçekte öyle mi? Bir kelimenin ne kadar çok eş anlamlısı olabilir ve ne kendine denli farklı kullanım alanları bulabilir görelim. Kelimemiz ÖLMEK. Herkes ölmek anlamına gelebilecek kelime ve deyimleri saysın denilse belki birkaç tane daha hatırlayabiliriz. Ancak yazının devamında okuyacağınız kadar çok sayıda eş anlamlıları olduğu hiç birimizin dikkatini çekmemiştir. “Bizim ihtiyar nalları dikmiş” cümlesini kültürlü birisinin kullanmasını pek beklemeyiz. Diğer taraftan, “Geçen gün sohbet ettiğimiz zatı muhterem alemi ervaha göç etti.” “Amcamız geçen hafta ukbaya irtihal etti.” cümlelerini de sıradan bir insanın kullanmasını veya anlamasını bekleyemeyiz. İnceleme 26 Bu fiili kullanış şekliniz ölümü ne denli ciddiye aldığınızı gösterir : Uzun süren bir hastalık sonucunda ölmüş bir kimse için ise ifade daha farklıdır: “Ahmet abi vardı ya hani, heh heh heh o artık yok.” tahtalı köye muhtar olmuş.” öbür tarafı boylamış.” kalıbını dinlendiriyor artık.” bir varmış bir yokmuş oldu.” bir top bezle gitti.” merhum oldu.” kuş gibi uçtu gitti.” “Yıllar önce yakalandığı amansız hastalığa sonunda yenik düştü.” gibi cümleler ciddiyetten uzak ifadeler olmasına karşın; “ …bir rahatsızlığı yoktu ama işte artık vadesi yetmiş.” cümlesi yeterince yaşadığı düşünülen bir kişi için kullanılabilir. “Ahmet bey için emri hak vaki oldu.” mevlasına kavuştu.” sizlere ömür oldu.” can kuşunu uçurdu.” ömrünü size bağışladı.” rahmetli oldu.” gibi cümleler ise son derece ciddiyet arz etmektedir. Bu fiili kullanış şekliniz ölen kişiye karşı nefretinizi veya sevginizi ortaya koyabilir: “Teröristlerden beşi açlıktan gebermiş.” “Geçen kavga ettiğimiz adam bugün eşek cennetini boylamış.” “Hızlı bir yaşamın ardından dün gece sonunda cehennemin dibini boyladı.” “Bizim yaşlı bunağın sonunda kulağının dibi sarardı.” ..benzeri cümleler ölen kişinin hiç sevilmediğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu fiili kullanış şekliniz ölüm biçimi hakkında bilgi verecektir: “Azrail onları uykuda yakalamıştı.” cümlesi ise muhtemelen soba zehirlenmesi sonucu ölen insanlar için kullanılır. Başarısız bir ameliyat sonrası ölümün ifadesi ise: “sağlığına kavuşmak için yattığı masadan maalesef bir daha kalkamadı.” şeklindedir. Hayatta çok acı çekmesine karşın iyi bir hayat süren birisi için ise ölüm şöyle ifade edilecektir, “bunca zorluğun ardından ruhu rahata erdi.” Bu fiili kullanış şekliniz ahiret inancınız olup olmadığını ortaya koyar: “Mehmet amca dün gece ebedi hayata intikal etti.” o dünyaya gitti.” darı bekaya irtihal etti.” ebediyete göçtü.” ruhu huzura erdi.” hakkın rahmetine kavuştu.” şeklinde cümleler ölüm sonrası bir hayatın varlığına göndermeler yaparken, aşağıdaki cümlelerde böyle bir vurguya rastlanılmamaktadır: “Ahmet beyin dün hayatı son buldu.” “Ahmet bey dün gece hayata veda etti.” sonsuz uykusuna daldı.” yaşamını yitirdi.” Örneğin çok kötü bir trafik kazası sonucu ya da bir yangın felaketi sonucu ölmüş bir kimse için kullanılacak ifade aşağıdaki gibi olacaktır. Tasavvuf dünyasında ölüm hadisesinden bahsederken ise kesinlikle alelade kelimeler kullanılmaz. Sıradan kelimeler kullanmak bahsedilen kişiye bir saygısızlık olarak düşünülür. “Dün gece çıkan bir yangında iki kişi feci şekilde can verdi.” En çok kullanılan ifadelerin bazıları şunlardır: “Kurtarma ekibi ona ulaştığında artık onun için çok geçti.” “Kaza sonucu kaldırıldığı hastanede tüm çabalara rağmen kurtarılamadı.” “Ambulans hastaneye ulaştığında yapılacak bir şey kalmamıştı.” “Doktorların onu hayata döndürme noktasındaki tüm çabaları sonuçsuz kalmıştı.” “Sarıkamış’ta binlerce askere karlar altında donmak suretiyle şehadet nasip olmuştu.” “Hazret ibadet ve iman dolu bir yaşamın ardından 1745 yılında Hakk’a yürüdü. sır oldu. rahmeti rahmana kavuştu. ecel şerbetini içti. cennetlik oldu. ruhunu teslim etti.” gerçek hayata uyandı.” Ölüm kelimesi bir edebi metin içerisinde geçiyorsa, burada kelimeler ustaca kullanılarak, herkesçe biraz tatsız bulunan ölüm kelimesine bir şirinlik bile kazandırmak mümkündür: 27 “Kral için ılık bir sonbahar sabahı ebedi istirahatgâhında yerini alma vakti gelmişti.” “Ve milyonların sevgilisi o gece yattığı uykudan bir daha uyanamadı.” “Hem Yüce Türk, hem de Türk milleti için saatler dokuzu beş geçe’de donmuştu.” “tüm çabalar sürerken onun ruhu çoktan meleklerle birlikte kanat çırpmaya başlamıştı.” “ daha çok acı çekmemesi için sanki Azrail bir kuş gibi uçup gelmiş ve sinesine konmuştu.” “ tüm yapacaklarını bitirmiş ve artık gönül rahatlığı içinde dönülmez yolculuğa çıkabilirdi.” Haberleri izlerken aşağıdaki cümlelere benzer ifadelerle karşılaşırsanız bunlar da size öldü kelimesinin anlamdaşlarından birini ifade edecektir: “Eski milletvekili dün öğle namazının ardından defnedildi.” son yolculuğuna uğurlandı.” toprağa verildi.” Aşağıdaki ifadeler ölüm sonrası işlemler gibi gözükseler de çoğunlukla ölümün eş anlamlısı deyimler olarak kullanılırlar: “Biz musalla taşına konulunca hep size kalacak çocuklar.” buralar dört kolluya bindiğimizde tahta ata binince salacaya(teneşire konunca) yatınca imamın önüne konduğumuzda kara toprağa girince imamın kayığına binince yensiz gömlek giyince Öyle ki yaşlı birisine mizahi bir yaklaşımla dua eder gibi söyleyeceğiniz “Mevla geçmişlerinize kavuştursun teyzeciğim” cümlesi de teyze için yapılmış bir ölüm temennisinden başka bir şey değildir. Ya da aynı yaklaşımla “Mevla iki iyiliğin birini versin” cümlesi de ya şifa ya da ölüm anlamına gelmektedir. Buna benzer dua ve beddualarda ölüm konusu onlarca değişik kelimelerle ifade edilmiştir. Bir kaçına örnek vermek gerekirse, muhtemelen şu ifadeleri kullanıyor olabilirdiniz. “Ben ona yavaşça vurdum ve yere düştü. Birde baktım kalbi atmıyordu.” “Ben korkutmak için omzuna ateş ettim, adam korkudan dünyasını değiştirmiş.” “Abicim, adama bir yumruk attım ve tek yumrukla mevta olmuş.” Hayvan türlerinin ölüm türleri de birbiri arasında farklılık arz edebilmektedir: “Anne balıklarımın hepsi suyun yüzüne vurmuş.” “Horoz büyük bir özveriyle kendini tilkiye feda etmişti.” “At öyle delirmiş gibi koştu ki bir süre dayanamayarak çatladı.” ..şeklindeki cümleler de değişik ölüm ifadeleridir. Argo demek bir gurubun veya topluluğun kendi aralarında kullandıkları ancak diğer insanlar tarafından pek anlaşılmayan ve kabul görmeyen kelime ve deyimler demektir. Argoda geçen ve ölüm anlamına gelen onlarca kelime mevcuttur. Bunlardan bazıları şunlardır: “Adam cartı çekti.” “Adam kepti.” “Adamın işi bitti.” “Adam zıbardı.” “Adam gora gitti.” “Adam mort oldu.” “Adam kuyruğu titretti.” Ölüm döşeğinde bir insanın aşağıdaki ifadeleri de ölümle eş anlamlı anlatımlardır: “Evlatlarım, benim için vakit tamamdır. göçüp gittiğimizde ecel bizi alınca göz yumduğumuzda kabre konunca ölüm kapımızı dövünce ömür defterimiz kapandığında dünyadan nasibimiz kesilince sakın ha mal mülk için birbirinize düşmeyesiniz.” “Allah hepimize imanla göçmek nasip etsin.” Kişiye özel ölmek kelimesi bile vardır. Örneğin Hz. Mevlana için öldü ve benzeri kelimeler kullanılamaz. O ölümü bir düğün günü olarak düşünür ve sevgiliye kavuşmak olarak değerlendirir. Bu yüzden onun için “Allah evlatlarımızın acısını bizlere göstermesin.” veya “şeb-i arus anma törenlerinin 732.si yapıldı.” şeklinde bir cümle kullanmak mümkündür. “.. ömrün kesilsin!” “.. boyun devrilsin!” bunlardan bazılarıdır. Bir ölüm hadisesini sonradan anlatıyor olsaydınız Efendim Azrail’le olan randevunuza ulaşmadan önce, güzel günler geçirmenizi, harika ve anlamlı bir ömür sonunda huzur içinde son nefesinizi vermenizi dileriz. İnceleme “Prensesin bedeni aniden yere yığıldı ve bir daha açılmamak üzere güzel gözleri kapandı.” 28 İnceleme Türkülerimiz Erhan SOLMAZ Tarihin her çağında büyük bir güç olarak kendini dünyaya gösteren yüce Türk milleti,kültürel açıdan da köklü ve zengin bir birikime sahiptir ve bu özelliği ile de dünya milletleri tarafından takip edilmektedir.Türk Milletinin kültürel zenginlikleri içerisinde türkülerimizin büyük bir yeri vardır.Türküler hasrettir, sevdadır, çağlar ötesinden gelen sestir.Ayrılık acısının dilden dökülmesidir: “Allı turnam bizim ele varırsan Şeker söyle,kaymak söyle,bal söyle Ah gülüm gülüm kırıldı kolum Tutmuyor elim turnalar ey” Kimi zaman da ölümü hisseden ozanın sazının teline vurmasıdır: “Azrail serime çöktüğü zaman Kırılır kanadım kol yavaş yavaş Mevlam nasip etsin din ile iman Akar gözlerimden sel yavaş yavaş” Türküler söylendiğinde kah coşarız,kah yüreğimiz yanar. Türkü yakmak diye bir deyim ile de bunu ne güzel ifade etmiş insanımız. Türk anası daha çocuk denecek yaştaki yavrusunu kınalayıp cephelere yollamış,ardından da türküler yakmış.Yakılan türkülerden (ağıtlardan) birinde Kara Zalha adındaki çileli Anadolu kadını Sarıkamış’ta dört oğlunu kaybetmenin acısını anlatır: “Yüzbaşılar, yüzbaşılar Tabur taburu karşılar Sabah olup gün vurunca Şehit kanları ışılar İbrişimin kozaları Battı Avşar kazaları Sarıkamış’ta ölmüşler Gonca gülün tazeleri” Sevgilerin saf ve temiz olduğu eski zamanlarda ozan sevdiğini bakın nasıl tarif ediyor: “Şerbet senin dudağında dilinde Arzumanım kaldı ince belinde Sen bir güzelsin ki Türkmen elinde Günah bende değil sendedir sende” Türkülerimizde birlik ve beraberliğe çağrı vardır. Aşık Veysel’e kulak verelim: Topraktandır cümle beden Nefsini öldür ölmeden Böyle emretmiş yaradan Sen kalemsin ben uç muyum? Tabiata Veysel âşık Topraktan olduk kardaşık Aynı yolcuyuz yoldaşık Sen yolcusun ben baç mıyım? Türkülerde sitem de vardır.İnsanların vefasızlığı, dünyanın vefasızlığı ozanın dilinden saza dökülür, ozanın dilinden saza dökülen bu sözler anlayanlar için sanki ciğere saplanan bir oktur. “Bozuk şu dünyanın düzeni bozuk Tükendi daneler kalmadı azık Yazıktır şu geçen ömrüme yazık Bir dost bulamadım gün akşam oldu.” Büyük Önder’i de unutmamıştır Türk Milleti türkülerinde hala dillerdedir bu türkü: Hoş gelişler ola Mustafa Kemal Paşa Askerin, milletin, bayrağınla çok yaşa Arş arş ileri ileri Arş ileri marş ileri Dönmez geri Türk’ün askeri Sağdan sola soldan sağa Salla bayrağı düşman üstüne Cephede süngüler ayna gibi parlıyor Azeri Türkleri bayrak açmış bekliyor.” Türk Milleti binlerce yıl önce Orta Asya’dan dünyanın dört bir yanına dağılırken gittiği yerlere sadece mücadeleci ve savaşçı özelliğini götürmemiş, kültürünü ve medeniyetini de beraberinde götürmüş. İşte bu yüzdendir ki kopuz “sizleri özledim” der sanki çalınırken, Kaşgar’da çalınan kavalın sesi bize kadar gelir. Azerbaycan’da çalınan tarın nağmelerini ta içimizde hissederiz. Rumeli türküleri ile coşarız.. Kerkük’te söylenen türkü ile irkiliriz: Altın hızma Mülayim Seni Hak’tan dileyim Yaz günü temmuzda Sen terle ben sileyim Gün gördüm günler gördüm Seni gördüm şad oldum Altın hızma incidir Gömleği nar içidir Menim lâl olmuş dilim Ne dedi yar incidir Gün gördüm günler gördüm Seni gördüm şad oldum Özellikle gençliğimizin bu öz değerlerimizden haberdar edilmesi bize düşen milli bir vazifedir. Konfüçyüs’e bir milletin nasıl yok edilebileceği sorulduğunda “o milletin önce dilini, dili ile birlikte de müziğini yok etmelisin” cevabını vermiştir. Bu cevap gerçekten çok önemlidir. Titreyip kendimize dönmenin tam zamanıdır. 29 Metin ÖZBEK - metinozbek1907@hotmail.com F otoğraf çektirmenin hala caiz olup olmadığı tartışılan ülkemizin aksine, Fransa-İsviçre sınırının 100 metre altında insanoğlu zaman makinesini geliştirmenin yollarını arıyor. İsviçre’nin Cenevre kentinde bulunan CERN(Conseil Pour la Recherche Nucleaire - Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi) laboratuarlarında yürütülen deneyler, Dan Brown’ın “Melekler ve Şeytanlar” isimli kitabında ve geçtiğimiz aylarda Isparta’da düşen uçakta hayatlarını kaybeden bilim adamlarımızdan dolayı aslında birçoğumuz için yabancı sayılmaz. Cenevre’nin 100 metre altında 37 km çapında inşa edilen çember şeklindeki tünellerde 6500’ü aşkın bilim adamı deneyler yürütüyor. Avusturya, Belçika, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Almanya, Yunanistan, Macaristan, İtalya, Hollanda, Norveç, Polonya, Portekiz, Slovakya, İspanya, İsveç, İsviçre ve Birleşik Krallık olmak üzere 20 üye devletin katılımıyla oluşturulan Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi, 1954 yılında, İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD’ye göç etmiş Avrupalı bilim adamlarını yeniden kıtaya çekmek için açılmıştır. Merkezde sadece teorik nükleer fizik üzerine değil, uygulamalı bilimler, mühendislik ve bilgisayar bilimleri üzerine de çok kaliteli araştırmalar yapılmaktadır. Dünyanın en büyük parçacık fiziği araştırma merkezidir. Bunun yanı sıra, CERN dünyada teknolojinin en büyük lokomotiflerinden biridir, örnek vermek gerekirse World Wide Web(internet), Tim Bernets Lee tarafından 1989’da burada bulunmuştur. CERN'in oluşturduğu bilgi miktarı, devasa boyutları nedeniyle günümüz internet altyapısı üzerinden aktarılmasını imkânsız hale getiriyor. CERN bilişim bölümü başkanı Wolfgang Von Rüden'in verdiği bilgilere göre CERN'in yıllık ürettiği bilgi miktarı 15 petabyte'ı (15 milyon gigabyte = 7.5 milyar A4 sayfası yazı) aşmış durumda. CERN’de şu anda yürütülen en çarpıcı deney ise Büyük Atlas deneyi. Yazımın başında bahsettiğim gibi kurulan devasa düzenek şu an bilim dün- yasının en büyük makinesi unvanını taşıyor. Proje kapsamında 1000 zıt kutuplu mıknatıs bulunan tünelde proton parçacıkların ışık hızında (saniyede 300.000 kilometre) hızla çarpıştırılması ve 14 tera elektron voltluk(tera=1000000000000) bir enerjinin açığa çıkması planlanmaktadır. Bu deneyle evrenin başlangıcını oluşturduğu varsayılan Big Bang(Büyük Patlama) olayı yeniden canlandırılabilecek. Proje bu açıdan birçok kişi tarafından “search for god” olarak yani “Tanrıyı Aramak” olarak isimlendirilmektedir. Çarpışma sonucu ise açığa çıkan büyük enerjiden dolayı kâinatın ve zamanın delinebileceği bile iddia edilmektedir. Komplo teorisyenleri için ciddi bir malzeme kaynağı olan proje, bilim tarihi içinse ciddi bir açılım yaratacaktır. Çarpışma sonucunda oluşması planlanan kara deliğin ise bir zaman makinesi gibi davranarak zaman boyunda farklı anlara açılabileceği öngörülüyor. Kıyamet teorilerinin gerçek olup olmayacağını zaman gösterecek. Ya da uzayı ve zamanı bir sefer delmeden bir şey olmayacağını söyleyecek bir Süleyman Demirel’leri olmadığından dolayı işin içinden çıkamayabilirler de! Ama şu bir gerçektir ki önümüzdeki günler bilim tarihi için büyük olaylara gebedir. Gelecek sayıda görüşmek dileğiyle… Teknoloji Teknolojinin Seyir Defteri 30 İnceleme YUNAN ZULMÜ Yusuf BİLTEKİN B en Yunan zulmünü önce büyüklerimden öğrendim, sonra kitaplarda okudum. Benim çocukluk yıllarım atalarımın Selanik’teki acılarını dinlemekle geçti. Bana anlatılanlar ruhuma ve beynime kazındı. Bu yaşanılanları yıllar geçse de unutamayacağım. Okuduğum bir kitaba göre Yunanlılar İzmir’i işgal ettiklerinde Türk bayrağını çiğniyor, esir aldıkları Türk askerlerini zorla “zito Veneziloz” yani “yaşasın Veneziloz” diye bağırmaya zorluyorlar. Bu cümleyi söylemeyen Niğdeli Süleyman Fethi Bey, bir Yunan askeri tarafından göğsünden yaralanıyor ve kaldırıldığı hastanede şehit oluyor. Ben Selanik muhaciriyim. Daha doğrusu atalarım Selanik muhaciri. Mustafa Kemal Atatürk atalarımı Selanik’ten Türkiye’ye getirmeden önce atalarım Selanik’te çok zulüm görmüşler. Yunanlılar Selanik’teki evlerimizi basıp hayvanlarımızı, erzaklarımızı ve silahlarımızı gasp etmişler. Büyük ninem anlattı: Bir gün Yunanlılar evlerimizi basmışlar. Silah ve iyi koşan atlarımızı istemişler. Büyük ninem silahı toprağa gömmüş ve iyi koşan atı komşusunun boş olan ahırına koymuş. Ninem Yunanlılara fırsat vermemiş. Yine bir gün Yunanlılar bir eve baskına gelmişler ‘kota” verin demişler yani yağ verin demişler. Bir Yunan askeri süngüsünü hamile bir kadının karnına dayamış ve tehditte bulunmuş. Hâl böyle olunca, korumasız insanlar Yunanlıların isteğine boyun eğmişler. Rumlar’ın Anadolu’da kurdukları zararlı cemiyetlerden Pontus Rum ve Mavri-Mira cemiyetleri Karadeniz, Ege, Marmara kıyıları ve Kırklareli ci- varında Rum çetelerini silahlandırmada ve Türklere karşı eylem yapılmasında etkin bir rol oynamıştır. Onbinlerce müslümanı katlettiler Yunanlıların yaptığı katliamlar Bristol Raporu ile teyit edilmiştir. Yunanistan’ın İzmir’i işgalinden sonra ABD’den gelen Amiral Bristol başkanlığındaki heyet, bölgede yapmış olduğu araştırmalarda Türklerin katledildiklerini, bu işgalin Wilson ilkelerine ters olduğunu ve Yunanlıların bu işgale derhal son vermeleri gerektiğini söylemiştir. Savaş bittikten sonra Mustafa Kemal ATATÜRK Selanik’te zulüm altında kalan Türkleri Lozan Barış Antlaşmasında Türkiye’deki Rumlarla mübadeleye tabi tuttu. Büyüklerimle sohbet ederken konu açıldıkça “Bizi Türkiye’ye Mustafa Kemal Atatürk getirdi” derler ve Gazi Paşa’ya dua ederler. Ben ve atalarım Büyük Önder Atatürk’e iki kere teşekkürde bulunuyoruz. 1- Vatanı düşman işgalinden kurtardığı için. 2- Bizi Yunan zulmünden kurtardığı için. Ben günümüzde “Türk-Yunan Dostluğu” gösterilerine hayret ediyorum. Çünkü, Yunan hiçbir zaman Türk’e dost olmaz. Megola İdea’dan ve Enosis’ten vazgeçmez. Günümüzde arkasını AB’ye dayayarak, Fener Rum Patrikhane’sini ekümenik yapılmasını, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasını, Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak Gümrük Birliği Ek Protokolü’nün uygulanmasını Türkiye’den istemekte, Ege denizinde uçaklarımızı taciz etmektedir. Bununla nasıl dost olunur? Atalarımızın kemikleri sızlamaz mı? UFUK ÖZEL GÜVENLİK VE EĞİTİM HİZMETLERİ LTD ŞTİ. MİLLET CAD.EFE PLAZA KAT:5 MELİKGAZİ/KAYSERİ TEL:352 2318883-84 www.ufukozelguvenlik.com İnceleme 31