BEDREKA 2015 Sayı 1
Transkript
BEDREKA 2015 Sayı 1
Bedreka Kasım 2015 Sayı:1 “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” Edebiyat Zarifoğlu’na “...Anlaşılmazlığın en güzelini yaşayan ve yaşatan adam...” Siyaset Bir Olursak Diri Oluruz “...Çünkü Müslüman yalnızca Allah’a boyun eğer...” Kültür Sanat Tezhip Sanatı “...Fırçanın zarif ve ölçülü kullanıldığı ender sanatlardan...” Bedreka, İstanbul Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi öğrenci dergisidir. Bedreka projemizin gerçekleşmesinde ve tüm çalışmalarımızda manevi desteğini bizden esirgemeyen Sevim Bilgin’e sonsuz teşekkürler... BEDREKA Kasım 2015 Sayı 1 Kurul Başkanı Zülal Merve Bulut Edebiyat Köşesi Mukaddes Kutlu Hatice Merve Şahinarslan Şimdi, içimde bir yer yaktım ve “Bedreka” yı anlatmaktayım efendim. Biz, bir grup aciz, Biz, mükellef Biz, izci Bilim Köşesi Biz, yolcu Siyaset Köşesi Ve biz, cümle. Şevval Tekbıyık Bahar Akgün Aysel Şahin Zülal Merve Bulut Beyza Bayındır Kültür Sanat Köşesi Eslem Cücük Sümeyye Büşra Sırım Feyza Karaman Tarih Köşesi Rahime Türk Safinur Bayrak Fotoğraflar Fatma Beyza Türk Mukaddes Kutlu Editör Sadullah Duran Düzenleme Ahmet Arslan Grafik Tasarım Sümeyye Büşra Sırım Web Tasarım Sümeyye Büşra Sırım Biz, söz Biz, benlerden yoksun, varlıkla müttefik, yokluğun sırrına rabıtalı ve bir dünya arafının nüfusuna yazılı insanlarız. Ne çok büyük aklımız, ne de çok büyük kendimiz var. Bizim, kalbimiz var efendim… Dünyayı, evreni, bütün güneşleri (!) ve bütün denizleri (!) içine alacak bir kalbimiz var. Var için var olduğumuzdan, kalbimizden eminiz efendim. Biz, güneşe tutkun, fer-i olana bakıcı, aslolanı görücüyüz biiznillah. Güneş’e bakmak yerine Ay’a bakışımız da, acizliğimizden. Zira, Güneş yakar bizi; Güneş’e bakmasak dahi, Güneş yakarken içimizi. Biz, Ay’a tabiyiz… Böyle susuşlar, kabullenişler, inanışlar içindeyken; Ay’a bakıp da, yazalım dedik. Ay’a bakıp da, güneşi yazalım; “ayna” olmayı, düşünelim dedik. Sadece düşündük ve yazdık. Belki, “kün” der de Yaradan, “fe yekün” vacip olur diye, Ayna olmak, bizde zahir olur diye… Hatice Merve Şahinarslan İÇİNDEKİLER 01 02 05 06 07 08 10 12 13 14 16 20 24 27 Mukaddes Kutlu Yakışmış Mı? Mukaddes Kutlu Zarifoğlu’na Hatice Merve Şahinarslan Altı Kelimelik Hikaye Mukaddes Kutlu Sizden Gelenler Hatice Merve Şahinarslan Laf’lık Söz’lük Hatice Merve Şahinarslan Kase Zülal Merve Bulut Hakiki Cihad Aysel Şahin Bir Olursak Diri Oluruz Beyza Bayındır Babam ve Oğlum Safinur Bayrak-Rahime Türk Aliya İzzetbegoviç Safinur Bayrak-Rahime Türk Srebrenitsa Soykırımı Bahar Akgün- Şevval Tekbıyık Gökyüzü ve Bulutlar Feyza Karaman- Eslem Cücük Tezhib Sanatı Sümeyye Büşra Sırım Mona Lisa Bize Ulaşın Görüş, öneri ve yazılarınızı göndermeniz için: bedrekadergisi@gmail.com Sosyal Medyadan bizleri takip etmeyi unutmayın: Facebook: Bedreka Dergisi Twitter: @bedrekadergisi Instagram: @bedrekadergisi Snapchat: bedrekadergisi www.bedreka.com YAKIŞMIŞ MI ? Çocuk’a Eğdi başını yere. Umutsuzluğa kapıldı. Oysa gözleri görseydi bulutları, yukarıda uçan kuşu. Ah bir görseydi gerçeği, en gerçeği… Özgürlük kaplayacaktı dört bir yanını, umut dolacaktı kalbi. Ama ısrar etti hüzünde, inatçılığı izin vermedi mutlu olmasına. Üzüldü, hüzünlendi. Çünkü artık çocuk değildi ruhu. Ve ufacık bir gülümseme için kendini hırpalayanlar ordusuna o da katılmıştı. Zaten kalbine de en çok hüzün yakışırdı. Peki insanın her zaman kendisine yakışanı yaptığı nerede görülmüştü? Katillere yakışmış mıydı insan öldürmek? Ya da… İnsan başkasının hakkına göz diktiğinde kendine yakıştığını mı düşünmüştü? Hayır. Menfaatleri tarafından kördüğüm gibi bağlanan beyinleri, bunu yapmak için onları zorlamaktaydı. Kalplerine hiç mi hiç danışmamışlardı. Fakat senin hüzünlenmenin nedeni nedir? Bir menfaatin olduğu düşünülemez. Kalp atışlarını hızlandıran, beynini bir kördüğüme çeviren, mideni kenetleyen, vücudunda bir ürpermeye yol açan dünyevi şey neydi? En önemlisi ‘’değer miydi?’’ Gözlerin yukarıdaki kuşu görseydi bulutlara birkaç saniyeliğine baksaydı kalbindeki kasvet dağılırdı belki. Ama inat ettin. Belki de sen de kasveti sevmiştin. Çünkü insan hep kendisine yakışanı severdi. Kalbinde bulunan acı sana yakışmış mıydı? Yaratıcı’nı unutup dünya hayatını zehir etmek sana yakışmış mıydı? Kalbinle veya vicdanınla konuşmaya cesaretin var mıydı? Bunlar merak edilip cevaplanamayan sorulardı. Çünkü ne benim ne de bir başkasının sana bu soruları sormaya cesareti yoktu. Senin bu soruları kendine sorduğun ise muamma. Ya da sorup cevap alabildiğin. Bilemiyorum ve bilememek bana yakışmıyor. Bilmek istemek ise yorucu. Bunca hüznün arasında bir gün kalbine bir ağrı girer de ölür müsün çocuk? Anlıyorsun değil mi? Kalbine giren küçücük bir ağrı, elini kesmişsin gibi. Ama buna bile dayanabileceğinden şüpheliyim. Kalbini yordun çocuk. Başını yere eğdin ve kuşlara bakmayı unuttun, bulutlara bakmaya zahmet etmedin. Ya da öyleymiş gibi yaptın. Bilemiyorum. Ve çok fazla ‘ya da’ diyorum. Çünkü bilememek bana yakışmıyor ve ben bilemiyorum. Sen ise bana acımıyor ve kalbine seslenme zahmetine girmiyorsun. Acımamak sana yakışmıyor çocuk, ama kalbine en çok hüzün yakışıyor. Mukaddes Kutlu Edebiyat 1 “Koşullar ağırdı ve ben seni o zamanlarda da seviyordum.” ZARİFOĞLU’NA Saat 23:59. Birkaç tıkırtı. Radyonun düğmesine basılıyor. Ve birkaç cızırtı. Sonra tok, kendinden emin bir ses. Konuşmasının ortalarında olduğu belli. (Yine geç kalınmış bir dinleme seansı.) Ve tam da o anda tok sesli adamı bir hüzün kaplıyor, mimiklerine yansıyıp yansımadığı bilinmiyor. Ama gerçekleri söylediği aşikâr. ‘’Bazı ölüler hiç ölmez.’’ Kafalarda beliren insan portreleri. Farklı farklı yüzler; benzer duygular. Ve mahzun yüzlü bir çocuğun yüzünde ufak mimik değişiklikleri. Dudağının kenarlarındaki kırışıklıklar ve gülen bir çift göz. Aklına konan isim. Cahit. Zarifliğiyle nam salmış Cahit. Cahit Zarifoğlu. Ve saat 00:00. Günü bitirip geceyle düşüncelerin kucaklaşmasına izin veren evin saatinin ‘dank’ sesleri. Ve kafalarda beliren düşünceler. Zarifoğlu. Anlaşılmazlığın en güzelini yaşayan ve yaşatan adam. Çocuğun yüzüne oturan ve gitmek bilmeyen bir tebessüm. Akla gelen ilk dizeler. ‘’ah şu yalnızlık kemik gibi ne yanına dönsen batar’’ Elinde sigarası, dudaklarında hüznüyle Mutlu’nun ilk, Berat’ın son aşkı. Çocuklara olan sevgisini öykülere, dinini ve aşkını dizelere, yaşamını satırlara dökmüş bir adam. Zarifliğiyle nam salmış bir adam. Mukaddes KUTLU Edebiyat 2 SULTAN Seçkin bir kimse değilim ismimin baş harfleri acz tutuyor Bağışlamanı dilerim Sana zorsa bırak yanayım Kolaysa esirgeme Hayat bir boş rüyaymış Geçen ibadetler özürlü Eski günahlar dipdiri Seçkin bir kimse değilim İsmimin baş harflerinde kimliğim Bağışlanmamı dilerim Sana zorsa bırak yanayım Kolaysa esirgeme Hayat boş geçti Geri kalan korkulu Her adımım dolu olsa İşe yaramaz katında Biliyorum Bağışlanmamı diliyorum Abdurrahman Cahit Zarifoğlu Edebiyat 3 Tahir ile Zühre Tahir olmak ta ayıp değil Zühre olmak ta Hatta sevda yüzünden ölmek te ayıp değil Bütün iş Tahir ile Zühre olabilmekte yani yürekte.... Mesela bir barikatta döğüşerek Mesela Kuzey Kutbu’nu keşfe giderken Mesela denerken damarlarında bir serumu ölmek ayıp olur mu? Tahir olmak ta ayıp değil Zühre olmak ta Hatta sevda yüzünden ölmek te ayıp değil.. Seversin dünyayı doludizgin ama o bunun farkında değildir ayrılmak istersen dünyadan ama o senden ayrılacak Yani sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı? Yani Tahir’i Zühre sevmeseydi artık Yahut hiç sevmeseydi Tahir ne kaybederdi Tahir’liğinden Tahir olmak ta ayıp değil Zühre olmak ta Hatta sevda yüzünden ölmek te ayıp değil... NÂZIM HİKMET RAN Edebiyat 4 ALTI KELİMELİK HİKAYE Amerikalı Ernest Miller Hemingway romancı, kısa hikâye yazarı ve gazetecidir. Kısa ve gösterişsiz yazı tarzı ile bilinir. Efsane o ki herhangi sıradan bir gün, bir cemiyet toplantısında, onu çekemeyen edebiyatçılardan birisi Hemingway’e ne derece yetenekli olduğunu sorar, Hemingway ‘’Senin hayal bile edemeyeceğin kadar.’’ diye yanıt verir. Bunun üzerine muhatabı ona, 10 kelimeyi geçmeyen, etkili bir hikaye yazıp yazamayacağını sorar. ‘’Eğer bunu yazmayı becerebilirsen ve buradaki herkesi derinden etkilersen yeteneklerin önünde saygıyla eğileceğim.’’ der. 10 kelimeye bile ihtiyaç duymayan Hemingway 6 kelimelik bir dram öyküsü yazar. Orada bulunan herkesi etkileyen bu hikaye aşağıdaki gibidir (Gökhan A. / 2015). ‘’Satılık: Bebek Patikleri. Hiç giyilmedi.’’ Sonra bu bir akıma dönüştü. Ve işte, dünyadan çeşitli örnekler: 1. Son kibritini çaktı, sonsuz uykuya hazırdı. 2. Üzgünüm asker, ayakkabılar çift halinde satılır. 3. 15. yıldönümümüz, tek kişilik masa lütfen. 4. Yanlış numara, dedi tanıdığım bir ses. 5. Atladım, ancak yarı yolda pişman oldum. 6. Bu hikaye sadece altı kelimeden oluşmuştur. 7.Sayın yolcular, konuşan kaptan pilotunuz değildir. 8. ...Ve cellat kalktı yatağından bir gece... (Ataol Behramoğlu) 9. Yaşlıydı, tezgahtaki sebzelerden birer tane aldı. 10. Dedem Korkut soy soyladı boy boyladı. Hatice Merve Şahinarslan Edebiyat 5 SİZDEN GELENLER Bir kuş uçar gökyüzünden, ardından bakarsın. Sonra insanların dünya telaşlarını izlersin uzaktan. Bir sıcak ekmek kokusu kendine getirir seni belki de. Bir de yanında sıcak çay varsa daha çok kıpırdar mutluluk duyguların. Mutluluğu hemen hemen her insandan farklı yaşarsın. Yağmurlu bir günü severken, yağmurlu bir günde pahalı, lüks ve modern yerlerde olmaktan nefret edersin. Kaç kişi bilir peki kendi mutluluğunu nasıl yaşayacağını? Belki bir kitap satırında, belki de deniz manzaralı bir bankta. Aleyna AÇIKGÖZ Hâlık dünyayı kulun hizmetine Sunmuş; toprağın mütevazılığı Diyecek yok suyun âzizliğine Reva mıdır şu insanın yaptığı ÖLÜM ÖLSE FİLİSTİN’DE Şükretmedi şu kul nimetlerine Görmedik, zarar verdik çevremize Hâkir yaptık dünyayı kendimize Reva mıdır şu insanın yaptığı Feryatlar yükselince enkaz altında mı kalır gece? Çığlıklar kesilince yeniden gülebilir mi çocuklar? Peki ya biz ölsek de çocuklara hiç ölüm kalmasa. Ve ne kadar ölürsek o kadar yaşasa Mescid-i Aksa. Kul der bak hüsn-i Hâlık’ın lütfuna Gökten yağmurlar yağıyor hâlâ Toprak yiyecek veriyor sana Râvi’ye reva mıdır şu yazdığı Yaş sınırı konulmaz mı hayatta hiçbir acıya? Düşlerinden vurulduğu gün ölmez mi insan? Uyuyan Müslümanları harekete geçirmeye; Bunca acı yetmez mi? Râvi Ninnilerin sesini bastıran bir bomba sesi, Ölüme uyanan bir bebeğin son nefesi, Bizim bitmek bilmeyen bekleyişimiz, Yetim bırakır Aksa’yı, Filistin’i, Kudüs’ü. Gece olunca soğuk çöker bir çocuğun üstüne. Ve Allah rahmetini örter yeryüzüne. Filistin için büyür bir nesil, Şahadet, tek çare. Begüm KITAY Edebiyat 6 “LAF”LIK Garazkâr: Düşmanlıkla, hased eden (Arapça+ Farsça) , “Hâlet Efendi akıllı, iktidarlı, cerbezeli, gururlu, insafsız, garazkâr bir adamdı.” - A. Ş. Hisar Abidane: Kulluğa yaraşır surette Uknum: Asıl, unsur (Arapça) Leb-i derya: Deniz kıyısı (Farsça) “ “SÖZ”LÜK Kötü alışkanlıklar pencereden atılmaz, o taşınarak merdivenlerden birer birer indirilmeli. Mark TWAİN Affetme, menekşenin kendini ezen topuğa bıraktığı kokusudur. Mark TWAİN Toprağı deşmek yerine elindeki iğneyle suya dalıp, balık avlayan solucan gibiyim. Murat MENTEŞ Yığın hal’e (şimdiye) hükmeder; büyük adam istikbale. EdebiyatCemil7MERİÇ KASE Zamanların en en güzelinde, küçük beyinli insanların düşünceleri varmış. Sonra 50 katlı zigguratlardan biri gelip bu olaylara ev sahipliği yapmış. O devirlerde yaşayan ve beyninin kafasına oranı 2/4 olan bir insan varmış. İsmi “Pekmez” miş. Elleri kocaman ama parmakları küçükmüş. Hatta ellerinin normalden fazla olan tarafı o kadar büyükmüş ki belediye vergisini ister olmuş. İmar emri çıkmış artık, o kadar. Ve hani 2/4 oranı dedik ya, beyninin kafasına oranı 2/4 olan Pekmez, beyninin 1/4’üne tahin alıyor. Kalan 1/4’ü ile de A kafasından B kafasına yola çıkıyor. Yolda onu görenlerin “Sen neyin kafasındasın?” sorularına aldırış etmeyen Pekmez, tahiniyle “Bedava beyin” sokağından geçiyor. Yol kenarlarında cıvık ve pembe pembe beyinlere rastlıyor. Beleşe beyin bulmuşken beyinleri zulalayan Pekmez, daha güzel görünmek için bir tahin daha alıyor. Sonra hep beraber milenyum çağının mikser kasabasından geçip bir güzel karıştıktan sonra evin yolunu tutuyor. Yolun çok ağır olduğunu anlayınca iki uşak alıyor. Yolda rastladığı bir ekmekle arkadaş olup sonra milletin “Mübarekler, ne de güzel yakışıyorlar!” demelerinden etkilenip “mide” denen yerde asitler eşliğinde evleniyorlar. Ne lezzetli, aman ne mutlu son ama! Hatice Merve Şahinarslan Edebiyat 8 “Siyaseti önemsemeyen Müslümanları, Müslümanları önemsemeyen siyasetçiler yönetir.” Siyaset 9 B ‘’ ir akşam yemeğinde çorbasını kaşıklarken birden içeri giren siyah giyimli adamlara anlamaz gözlerle baktı Ömer. Ellerinde silahlar vardı. Tekbir getirerek babasına ateş ettiler. Tekbirin ne olduğunu babasından öğrenmişti; o da tıpkı bu siyahlı adamlar gibi ‘’Allahuekber’’ derdi sık sık. Ve sonra annesi de yere düştü. İnfaz edilmişlerdi. Hayır hayır, öldürüldüler. Çünkü Ömer ‘infaz’ kelimesinin ne demek olduğunu bilemeyecek kadar küçüktü. Daha kaç yaşındaydi ki ? Altı mı ? Hayır, altı buçuk. Soranlara öyle söylüyordu. Nereye götürüyorlardı Ömer’i ? Bir an için, kolunu kabaca sıkan adamın yüzündeki o öfke silinse sakallarıyla tıpkı babasına benzeyebileceğini düşündü. Kolaylıkla sürüklendiği yolun sonunda onu neyin beklediğini biliyordu artık. Çok korkuyordu. Abisine baktı ve yüzündeki cesareti gördü: abisi korkmuyordu. Yalnız tüm bunlar nedir, neden oluyor, henüz bir fikri yoktu Ömer’in. Nihayet yolun sonuna geldiler. Ömer korkudan gözyaşlarına boğulmuşken son bir defa abisine baktı. Yüzündeki sükûnet ve son nefesindeki tebessüm onu rahatlatmıştı. Son bir gözyaşı, sesin sahibini tanıyamadığı bir ‘’Allahuekber!’’ nidası ve bir silah sesi daha: Ömer sorularının cevaplarını almaya gitti.’’ Müslüman, Müslüman’ı katlediyor. Müslüman ki, Rasulullah’ın yalnızca mührünü sahiplenen; şeriatini ve ahlâkını sanki hiç varolmamışçasına bir kenara iten. Müslüman ki, Kitab’a iman ettiğini söyleyen lakin Maide, 32’yi ...Kim cinayet suçu işlememiş veya yeryüzünde fesat çıkarmamış bir kişiyi öldürürse bütün insanlığı öldürmüş gibi olur...- anlamamakta, ateşe düşmek pahasına ısrar eden. Bahsimiz İslam Tarihi’nde Efendimiz (sav)’in nübüvvetinden bugüne dek farklı isimlerle varolmuş; genellikle ‘Haricî’ adıyla bilinen bir grup İslam paraziti. Efendimiz (sav)’i adaletsizlikle suçlayıp, Hz. Ali’yi tekfir eden bu grup hiç bir dönemde Alem-i İslam üzerindeki olumsuz etkisini yitirmemiştir. Elleri silah tutan bu tâifenin ‘cihad’ kisvesiyle yaptıkları yalnızca kendi kardeşlerini çok çeşitli ve anlamsız nedenlerle tekfir edip, ‘’katlini vacip kılmak’’tır. Öyle ki karşısındaki insanın namazı terk etmesi, sakal bırakmaması, herhangi bir sünneti uygulamıyor olması bu insanların ‘’Sen müslüman değilsin.’’ cümlesini kurabilmeleri için yeterli sebeplerdir. Müslüman olduğunu iddia eden grubun, yine açıkça ‘’Müslümanım.’’ diyen insanları öldürdüğünü belirlediğimize göre, bu denklemin ne derece mânâsız olduğunu kanıtlar nitelikte şu hadis-i şerif ’i incelemek gerek: ‘’Bir adam din kardeşine ‘Ey kafir !’ derse, bu söz ikisinden birine döner. Eğer böyle denilen kişi söylendiği gibiyse söylenen söz doğrudur, yerini bulmuş olur. Siyaset 10 Hakiki Cihad Aksi takdirde bu söz, söyleyene geri döner.’’ 1 Peki bu insanlar neden kardeşlerini öldürmeye yer arıyor ? Neden Müslüman olarak karşı durulması gereken bir çok gücün karşısında değiller de kardeşlerinin karşısındalar ? Bu sorunun cevaplarından birinin ‘imanî eksiklik’ olduğu gün gibi ortada. Lakin bir diğer cevap da var ki, tüm Müslümanlar’ın sakınması gereken bir tehlike: cehalet. İnsan neye inandığını, nasıl inanması gerektiğini ve inancının getirisi olan vazîfeleri bilmezse zalimin kuklası olmaktan ne yapsa kaçamayacaktır. İşte cahil kalan, cahil bırakılan bir ümmet ve bu hâle düşüşümüzün ecirleri... Kâinatın Efendisi olan Peygamberimiz (sav)’in hayatı incelendiğinde, ‘cihad’ adı altında yaptığı her hareketin adaletli ve haysiyetli olduğu görülür. O (sav), hiçbir zaman günahsız çocuk ve kadınlara zarar vermemiş; hattâ yüzüne karşı Allah’a ve dinine hakaret eden kimseleri dahî apaçık bir savaş ilan edilmedikçe öldürmemiştir. Kelâmın hâsılı, grupların adı ve suretler değişir, bu insanlar her seferinde farklı bir maskeyle çıkar karşımıza. Bizimse iyiyi ve kötüyü ayırmak için elimizde olan tek ölçü Nas: Allah ve Rasulü’nün sözleri olmalıdır. Biz Ehl-i Sünnet’e , İslam Alemi’nin en kalabalık kolu ve savunucusuna düşen görev, Efendimiz (sav)’in tabiriyle ‘’ibadetlerine fazlasıyla düşkün lakin ibadetleri boğazlarını geçmeyen’’ 2 bu insanlara eksiksiz imanımız ve bilgimizle karşı çıkmak, işledikleri fiillerin karşısında durup ‘’Hatalısın!’’ diyebilmek düşer. Bize düşen, halifelik görevini eksiksiz olarak yerine getirmek ve İslamiyet’in terör olmadığını önce kendi nefsimize sonra ise tüm dünyaya kanıtlamaktır. İslam barış dinidir; esenlik dinidir. Sevgi ve kardeşliğin, adalet ve merhametin tam mânâsı ile yaşanabileceği TEK çatıdır. Biz genç Müslümanlar cihadı kalemde, kitapta arayacağız efendim. Aramakla mükellefiz. En güçlü silahımız ilmimiz olacak. Haksızlık karşısında susanın dilsiz şeytan olduğunu bilmekle kalmak büyük eksiklik; asıl marifet nasıl ses çıkaracağını bilmekte. Fotoğraf: Efendimiz (s.a.v)’in mührü. Bugün Müslümanlık iddiasıyla Müslümanları katleden bir grubun simgesi olarak bilinmesine rağmen, asıl kaynağının Efendimiz (s.a.v) olduğu gerçeğini insanlara öğretmeli, mührü gördüğümüzde aklımıza birtakım grupları değil Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)’yı getirmeliyiz. İnandığımız Rabb (cc)’e layık bir kul, yolunda olduğumuz Peygamber (sav)’e layık bir ümmet, İslam Davası’na yaraşır birer müddeî olabilmek duasi ile... Zülal Merve Bulut *1: Buharî, Edeb 73, Müslim ve Tirmizî’de de geçer. *2: Buharî, Menakıb 25 ; Müslim, Zekat, 147; İbn-u Mace, Mukaddime 12 Siyaset 11 BİR OLURSAK DİRİ OLURUZ İslamiyet, her türlü bölücülüğe karşıdır. Allah(c.c), Kur’an-ı Kerim’de bizlere “Ey Müslümanlar” diye hitap ediyor. “Ey Araplar,” ya da “Ey Türkler” diye değil. Hucûrat suresi 10.ayette de açıkça belirtiyor:”Müminler ancak kardeştirler...” Efendimiz (s.a.v) veda hutbesinde üstünlüğün yalnızca takvada olduğunu ve her durumda birlik olmamız gerektiğini buyuruyor. Peki, biz, üzerimize vazife olduğu açıkça belirtilmiş olan bu kardeşlik görevini ne derece yerine getirdik? Şehit olan kardeşimiz yalnızca Türk olunca mı canımız yandı ? Suriye’de, Filistin’de, Mısır’da zulme uğrayan kardeşlerimizi ikinci plana mı attık ? Oysa yapmamız gereken onların dertlerini kendimize dert edinmekti. Fakat biz kendi derdimizde boğulduk, dünyaya daldık. Evlerimizde rahatça uyurken, sofralarımızda çeşit çeşit yemekler bulundururken ve hala şükretmezken, dinî inancı yüzünden işkencelere maruz kalan, açlıktan ölen kardeşlerimiz var bizim. Sabah uyandığında anne-babasını yanında bulamama korkusuyla yaşayan, oyun nedir bilmeden büyüyen kardeşlerimiz var. Bizimse işlediğimiz fiiller dua etmekten ötesine geçemiyor. Küçücük bir zevkimizden vazgeçip onun yerine kardeşlerimize destek olmuyoruz. Onlara göndermek üzere en değerli eşyamızı ayırmıyoruz. Duamız da kendimiz için değil mi zaten: dua ederek vicdanımızı rahatlatıyor, yapmamız gereken her şeyi yapmış gibi davranıyoruz. Siyaset 12 Eğer biz onları sahiplenmezsek, yardım eli uzatmazsak bu yaraya kim merhem olacak? Ümmetçe birlik olup canı yanan Müslüman’ın yanında olmak yaraşır bize. Ve bunu yaparken kişisel menfaatlerimizi bir tarafa bırakıp, zalimin karşısında dimdik durmaktır görevimiz. Çünkü Müslüman yalnızca Allah’a boyun eğer. “Sizden her kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin. Eğer eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle düzeltsin, ona da gücü yetmiyorsa kalbiyle buğz etsin. Ve işte bu, imanın en zayıf noktasıdır.”(Müslim) Kardeşim, senin imanını en zayıf noktaya sürükleyen nedir? Yanlışı elinle düzeltmeye çalışmaktan ne zaman vazgeçtin? Onlarca yıldır Müslüman kanı akıtılıyor tüm dünyada. Irak’ta, Doğu Türkistan’da, Bosna-Hersek’te, Afganistan’da, Filistin’de, Türkiye’de ve daha nice ülkede. Terörü bitirmek için terör estiren örgütler yüzünden can veren kardeşlerimizin, zalim güçlerin hakim olmak istediği ülkelerde alınan canların hesabını kim verecek ? Unutma, Müslüman, hatırla ! Tüm bunları ve daha fazlasını. Zaman ayrılık vakti değil, zaman ümmet olma vakti. Aysel Şahin BABAM VE OĞLUM Yıl 1980… Gün 12 Eylül… İnsanlığa ağır darbenin vurulduğu gün! Babam ve Oğlum… İnsanın içini parçalayan bir hikaye. Ve bir yönetmen… Usta filmin asıl başrolü. Bu filmde o zamanki zorluklar, o zamanki yaşantı adeta gözler önüne serilmekte. Masum insanlar ve ağır kayıplar… Fikret Kuşkan’ın başrolü üstlendiği bu film, Ege’deki çiftlikten gazetecilik okumak için ayrılan Sadık’ın yıllar sonra oğluyla beraber yeniden çiftliğe dönüşünün, 12 Eylül Darbesi arka planında aktarıldığı bir senaryoya sahip. Sadık’ın babası olan Hüseyin Bey, oğlunun ziraat mühendisliği okuyup çiftlikle ilgilenmesini istemektedir. Oysa ki Sadık’ın ilgisi politikadadır. Babası bunu öğrendiğinde hayal kırıklığı yaşar. Ve o kadar kızar ki onu evlatlıktan reddeder. Hayalleri olan bir insana bu reddediliş bir nevi fırsat gibidir. Sadık için de öyle olur. Sadık’ın hayali başka şehirlere gitmektir ve öyle de yapar. Ege’deki çiftlikten, üniversitede alacağı gazetecilik eğitimi için ayrılır. Zor günleri geride bıraktığını zanneden Sadık, 1980 yılının 12 Eylül sabahı belki de hayatının en zor günüyle karşılaşır. Erken saatlerde karısının doğum sancılarıyla uyanan Sadık, karısını hastaneye götürmek için araç arar fakat bulamaz. Sokaklar bomboş, kapılar kapalı, insanlar ölüm uykusuna dalmış gibi… Sokaklarda çaresizce dolanan Sadık, kimseyi bulamaz, eşini hastaneye götüremez. Ve doğum yolda gerçekleşir. Gün ağarırken ortalığı aydınlatan güneş acı gerçeği fısıldar: Sadık öksüz oğluyla hayatta tek başına kalmıştır. Ve bir askerin acımasızca söylediği tek cümle vardır kulaklarında Sadık’ın: “Darbe oldu.” Fikirlerinden dolayı hapse giren ve ağır işkenceler gören Sadık’ın bu işkencelerden ötürü sağlığı bozulur. Hastalığın ölümcül olduğunu anladığında küçük oğlu Deniz’i bu acımasız dünyada tek bırakmamak için, kavga ile ayrıldığı Ege’deki çiftliğe sığınmayı tek çare olarak görür. Çizgi romanlara merakı olan Deniz’in ev halkıyla tanışması onun için farklı bir deneyim olur, onun için çizgi roman gibi olan bir hayatla karşılaşır. Ve günden güne daha çok sevdiği bu insanlarla birlikte olmak onu mutlu eder. Fakat Sadık ve Hüseyin’in geçmişle hesaplaşmaları ise oldukça sıkıntılı gelişmelere neden olur. 1980 yılında dönemin orgenerali tarafından “bu demokrasinin bize bol geldiği” ilan edilmiş ve devletin yönetimine el koyularak işkenceler ve idamlarla memleketin huzur (!) bulması amaçlanmış; apolatik ve düşünmesini bilmeyen bir gençliğin yetişmesine zemin hazırlanmıştır. 12 Eylül Günü. Ve böylece Türkiye tarihinde üçüncü bir utanca adım atılmıştır. 12 Eylül… Türkiye Cumhuriyeti için zamanın sözde akmaya devam ettiği, özdeyse durduğu hatta geriye doğru gittiği günlerden bir gün, tıpkı 12 Mart, 27 Mayıs ve 28 Şubat gibi… Beyza Bayındır Siyaset 13 ‘‘BİLGE KRAL’’ ALİYA İZZETBEGOVİC Kaybedilmeye mahkum bir savaşın muzaffer komutanı… Hayatı boyunca karşılaştığı tüm zorluklara rağmen Bosna Hersek’i bağımsız bir devlet yapmayı başaran, en zor dönemlerde dahi halkın bir baba gibi etrafında kenetlendiği “Bilge Kral” . Bosna Hersek’in Bosanski Şamats şehrinde 8 Ağustos 1925 yılında dünyaya gelen Aliya,İslami hassasiyete sahip bir aile ortamında yetişti. Lise çağında üstün kabiliyetleri ve İslami konulara ilgisiyle öne çıktı.Bu nedenle o dönemde bazı arkadaşlarıyla birlikte ‘’Mladi Müslümani’’ yani Müslüman Gençler Kulübü’nü kurdu,henüz 16 yaşındaydı.’’Hayat,inanan ve salih ameller işleyenler dışında kimsenin kazanamadığı bir oyundur’’ideolojisiyle hareket etmiş ve düşünce kulübü olarak kurduğu kulüp bir aktivite kulübüne dönmüştür. Begoviç,İkinci Dünya Savaşı boyunca faşist ideolojiye, sonrasında ise komünist ideoloji ve uygulamalarına karşı verdiği mücadele ile ismini duyurmaya başladı. 1970 yılında kaleme aldığı “İslam Deklarasyonu” isimli bildiriyle dikkatleri üzerine çeken Boşnak lider, öncelikli olarak özgürlük, İslami düşüncenin çağımızda yeniden canlandırılması ve yaygınlaştırılması, günümüz Müslümanlarının vahim durumunun iyileştirilmesi, Batı ile İslam dünyasının ilişkisi, yeni bir medeniyetin nasıl inşa edileceği gibi konuları bu bildirgesinde derinlemesine işledi. “İslam Deklarasyonu” nedeniyle “bölücülük ve İslam devleti kurma” suçlarından beraberindeki 12 Bosnalı aydınla 1983 yılında yargılanan İzzetbegoviç, 14 yıl hapse mahkum edildi. Aliya, 1988 yılı sonunda Yugoslavya hükümetinin “sözlü muhalefet sebebiyle cezalandırılan bütün mahkumların serbest bırakılması” kararının ardından hapisten çıktı ve siyasete ilk adımını attı ki aynı zamanda komünist rejimler çöküş sürecine girmişti. Federal devletlerde bağımsızlık yanlısı fikirler günden güne güç kazanıyordu.İşte bu günlerde Aliya İzzetbegoviç de Bosna Hersek Özerk Cumhuriyeti’nde Demokratik Eylem Parti’si(SDA) adında bir siyasi parti kurdu.SDA 5 Aralık 1990 tarihinde seçimleri kazandı ve Aliya cumhurbaşkanı oldu.1990’da Sosyalist Federal Cumhuriyetinin üye devletleri bağımsızlıklarını ilan ettiler.1992’de yaptığı referandumda bağımsızlık kararını halkın onayına sundu. Bosna-Hersek halkının büyük kısmının bağımsızlık yönünde verdiği oyların neticesinde Bosna-Hersek bağımsızlığını ilan etti. Tarih 18 “ Her şeye kadir olan Allah’a andolsun ki köle olmayacağız! “ İşte tam da bu gelişme üzerine Sırp ve Hırvatlar beraber hareket edip Bosna Hersek’i işgale başladılar.Sırp ve Hırvat güçleri tüm dünya önünde yüz binlerce insanı kadın,çocuk demeden katlettiler, tecavüz ettiler.Avrupa ve Amerika ise her aklı başında insanın tahmin edebileceği gibi ,kendilerine çok yakışan bir tepkiyi gösterdiler,sessiz kaldılar. Aliya’nın başarısıyla kısa sürede organize olan Boşnaklar, merhum Aliya İzzetbegoviç’in etrafında kenetlerek, onunla birlikte bağımsızlığın ağır bedelini ödemeye başladı. Birleşmiş Milletler’in (BM) koruması altındaki Srebrenitsa’da 1995 yılında soykırım işlenirken Aliya, direncini kaybetmedi, halkına sabır ve direnmekten başka bir şeyin sözünü dünyanın ilgisizliğinden dolayı veremedi. Avrupa’nın en büyük dördüncü silahlı gücü olan Yugoslavya Ordusu’nun üç yılda dize getiremediği Boşnaklar, savaşın lehlerine dönmeye başlaması üzerine uluslararası toplumun bakışıyla 1 Kasım 1995 tarihinde imzalanan Dayton Antlaşması ile Bosna Hersek’in sınırlarını korumayı başardı. Halkına uluslararası arenada tanınan bir devlet ve bayrak bırakan Aliya, sağlık durumu kötü olmasına rağmen, savaştan sonraki dört yıl boyunca da savaşın yaralarının sarılmasına ve ülkenin kalkınmasına önemli katkılarda bulundu. Milletini biraraya getirip son gücüne kadar savaşmasıyla ve Müslümanlar’a seslenişiyle tam bir lider konumunda olan İzzetbegoviç, rahatsızlığı nedeniyle 19 Ekim 2003 tarihinde saat 14.25’te hayata gözlerini yumdu. Rahime Türk- Safinur Bayrak Tarih 15 “Küçük çocukları küçük kurşunlarla öldürürler, değil mi anne?’’ SREBRENİTSA Tarih 20 SREBRENİTSA 11 Temmuz 1995 “Savaşta büyük zulme uğradınız. Zalimleri affedip, affetmemekte serbestsiniz. Ne yaparsanız yapın, ama soykırımı unutmayın. Çünkü; unutulan soykırım tekrarlanır!” -Aliya İzzetbegovic Bosna-Hersek’in ilk Cumhurbaşkanı, Aliya İzzetbegoviç’e katılmamak elde değil. O yüzden bilmek, öğrenmek ve unutmamak gerek. Srebrenitsa Soykırımı, “II. Dünya Savaşı'ndan bu yana Avrupa'da gerçekleşmiş en büyük toplu insan kıyımı olması ve Avrupa'daki hukuksal olarak ilk kez belgelenmiş soykırım olması açısından da önem taşır.’’ Soykırımın Başlangıcı Nisan 1992’de Srebrenitsa'nın (Boşnakça: Srebrenica) hemen dışında bulunan Bratunac köyünde, 350 Bosnalı Müslüman, Sırp paramiliter ve özel polis güçleri tarafından ölümcül işkenceye tabi tutularak katledildi. Burada yaşananlar hakkındaki bilgiler, ancak aylar sonra katliam sırasında çekilen görüntülerin yayınlanması ile anlaşıldı. Sırplar,tarihin gördüğü en büyük katliamlardan birini tüm dünyanın seyirci bakışları arasında sergilediler. BM tarafından güvenli bölge olarak ilan edildikten iki yıl sonra Srebrenitsa, 1995 yılının yaz ayında II. Dünya Savaşı’ndan sonra meydana gelen en büyük toplu soykırıma uğradı. Sırplar topladıkları ve günlerce sistematik işkenceden geçirdikleri Bosnalı Müslümanları, evlatlarının kardeşlerinin gözleri önünde öldürdükten sonra, cesetlerini yine onlara gömdürdüler. Bosna Savaşı'nın bu en kanlı olayı Srebrenitsa Katliamı olarak adlandırılmıştır. Sırpların bu vahşet siyasetinin dünyada duyulması, düşünülenin aksine Bosnalı Boşnakların kurtulma ümitlerini arttırmadı. Aksine, BM ve NATO desteğinde özellikle Sırplar hedef alınarak bir ambargo başlatıldı. Fakat hem Sırpların eski müttefikleri olan Rusların yardımı, hem de coğrafi olarak daha iç kesimlerde bulunan Bosnalı Müslümanlara göre daha avantajlı olmaları sebebiyle, bu ambargodan Sırplar neredeyse hiç etkilenmediler. Olan zaten silah ve lojistik olarak çok zayıf olan Müslümanlara oldu. Dünyanın en büyük ordularından birine sahip Yugoslavya'nın, bu gücünü Sırplar neredeyse sonuna kadar kullanmışlardır. Zamanla dünyada yükselen tepkiler ve özellikle bâzı destekçilerinin durumun vehametini anlamaya başlamaları ile Müslümanlara yönelik bâzı yardımlar ulaştırılmaya başlanmıştır. Birçok ülkede Bosna'ya yardım kampanyaları düzenlenmiştir. Bosnalıların şanssızlığı burada da devam etmiş, güvendikleri Müslüman ülkelerde kampanya paraları kendilerine ulaştırılmak şöyle dursun, başka politik amaçlar için kullanılmış ve büyük bölümü asla yerine ulaştırılmamıştır. Rahime Türk- Safinur Bayrak Tarih 17 “Bir masumun ölümü insanlığın ölümüdür” Katliam 1 hafta sürdü... Bir haftanın sonunda 8372 Boşnak erkek, çocuk ve kadın Sırpların yaptığı soykırım sonucu hayatını kaybetti. Toplu mezar kazmak için kullanılan küreklerin çokluğu katliamın boyutunu ortaya koyuyordu. Sırp askerlerin insanlıktan çıktığını ağzı kesilmiş oyuncak bebekler anlatıyordu. Harekatı yürüten Ratko Mladic 2011 yılında yakalanarak, mahkemeye çıkarıldı. Davası hala sürüyor. Yıllar sonra akıllarda küçük bir Boşnak çocuğun “Küçük çocukları küçük kurşunlarla öldürürler değil mi anne?” sorusu kalacaktı. Tarih 18 Srebrenica, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana görülmüş en kanlı katliam olarak kayıtlara geçti. “Bugün kamuoyuna sunduğumuz bildiri, yabancılara ve şüphe içinde olanlara, İslam'ın şu veya bu sistemin, şu veya bu düşünce grubunun üzerindeki üstünlüğünü ispatlayacak bir metin değildir. Bildiri, hangi tarafta olduklarını apaçık bir biçimde kalplerinde hisseden ve nereye ait olduklarını bilen Müslümanlara yöneliktir. Bu gibi insanlar için bu bildiri, onların sevgisi ve aidiyetinin ne gibi görevler yüklediği hakkında gerekli sonuçların çıkarılması için bir çağrıdır. Aliya İzzet Begoviç "Hedefimiz; Müslümanların İslamlaşması, sloganımız; inanmak ve mücadele etmek." diyerek "İslam Deklarasyonu"nu yukarıdaki ifadelerle ilan ediyordu.” --------------------------------------------------------------------------------------------“20. yüzyılın en büyük dramlarının yaşandığı Bosna Hersek, bilge devlet adamı İzzetbegoviç'in önderliğinde kendini toparlamış, ayağa kalkmış ve Avrupa'nın göbeği sayılabilecek bir coğrafyada hayatiyet kazanmıştı. Devlet adamı olmanın çok ötesinde bir kimlik çizen İzzetbegoviç, düşünce ufkuyla sadece Bosna halkı için değil, tüm İslâm dünyası, hatta Batı dünyası için bile büyük öneme sahiptir. Elinizdeki kitapta, bu bilge devlet adamının gerek Bosna Hersek, gerekse tüm İslâm dünyası ile ilgili temel sorunlar ve bu sorunların çözümlerine ilişkin "bilgi ve hikmet" penceresinden baktığı görüş ve düşünceleri yer almakta. Muhtelif zaman ve zeminlerde yapılmış konuşmalar ve kaleme alınmış makaleler, 21. yüzyılda tetiklenmeye çalışılan "medeniyetler savaşı" kaosu için neler yapılabileceğine dair ipuçları da içeriyor.” --------------------------------------------------------------------------------------------“Aliya'yı herhangi bir özgürlük savaşçısından ayıran özellik liderliğinin çokyönlü yansımalarında aranmalıdır. Bu kitap, onun kendi kaleminden kişiliğinin yansımalarıdır. Onun hayatı, toplumun değerlirene sahip çıkan, bu değerlerin entelektüel ve siyasi olarak yeniden diriltilmesine adanmış bir ömürden ibarettir. Bilge kral Aliya İzzetbegoviç'in anılarını okumak, imkansızlıklar içinde büyük umutları besleyen, adaletsizliğe karşı ahlakın zafesine inanan bir ulusun tarihine tanıklık etmektir.” --------------------------------------------------------------------------------------------“Bosnalı Leyla büyük bir kâbusu atlatmıştı: Bosna'daki toplama kampında geçirdiği iki yılı. Binlerce kadının travma geçirmesine neden olan savaşın karanlık ve baskıcı yüzünü anlatan bir kadın... Onun isyankâr öyküsü ve acıyla dolu dokunaklı kaderi...” "Bu kitabın kapağını açmadan önce, cehenneme açılan bir kapının eşiğinde olduğunuzu bilmelisiniz. İnsan denilen yaratığın bütün kötülüklerini sergiye çıkarttığı bir coğrafyaya, Balkanlara adım atacaksınız… Kadınların beden ve ruhlarının nasıl lime lime edildiğini okurken "insan uygarlığı" denilen barbarlıktan kaçıp, en vahşi hayvanların şefkatli uygarlığına sığınmak isteyeceksiniz." Tarih 19 Gökyüzü Yeryüzünü çepeçevre kaplayan, Gök cisimlerinin hareket halinde bulunduğu, muazzam boşluk, uzay, feza, sema, asuman. Sonsuz Mavilik Aslına bakarsanız, bakmaya doyamadığımız gök ne sonsuzdur ne mavidir. Hatta sarı sandığımız Güneş’in bile ışınları aslında beyazdır. Beyaz Güneş ışınları, gözlerimize uğramadan önce toz parçacıklarına ve gaz moleküllerine çarparak kırılırlar. Işın kırılması saydam katı ve sıvılarda da meydana gelse bile en fazla gazlarda gözlemlenir. Lord Rayleigh’in araştırması, Gökyüzünün mavi görünmesinin temel sebebi Güneş ışığının saçılıma uğramasıdır. Rayleigh saçılımı ışığın veya elektromanyetik radyasyonun, ışığın dalga boyundan daha küçük tanecikler tarafından saçılımını ifade eder. Lord Rayleigh araştırmaları sonucunda ışık saçılımlarının derecesinin, ona çarpan ışık saçılımlarının dalga boylarına göre değiştiğini ortaya atmıştır. Bilim 20 Gökyüzünün Süsleri Peki tonlarca ağırlıkta olan bulutlar nasıl havada asılı kalabiliyor? Bulutların çapları birkaç makromete olduğundan yerçekimi bu su damlacıklarına etki etmez. Ancak milyonlarca su damlacığı bir araya gelirse yerçekimi etki edebilir ve bu şekilde ortalama bir yağmur damlası oluşabilir. Bulutların hareket etmesi ise rüzgar sayesinde olur. Peki hava durgunsa ve rüzgar yoksa bulutlar nasıl hareket edebilir? Bunun nedeni ise rüzgar, yüksek kesimlerde alçak kesimlerden daha fazladır. Bu yüzden de bizim bulunduğumuz bölgede rüzgar olmasa bile, gökyüzünde bulutları hareket ettirecek kadar rüzgar bulunur. Bir bulutun ağırlığının ölçümü için en çok kullanılan ölçü fildir. Boulder, Colorado’daki Ulusal Atmosferik Araştırma Merkezi’ne göre ortalama bir bulutun ağırlığı 100 fil kadardır. Büyük bir fırtına bulutu ise 200 bin file kadar ulaşabilir. Gün ışığı farklı dalga boylu pek çok ışından meydana gelir. En kısa dalga boylu mavi ışınlar atmosferin üst tabakalarındaki küçük parcacıklar tarafından kolayca saçılıma uğrarlar. Bu sebeple gökyüzü genellikle mavi gözükür. Fakat kırmızı ışık saçılmak için daha büyük parçacıklara çarpmak zorundadır. Güneşi, gün batımı veya gündoğumu saatlerinde kırmızı görmemizin sebepleri Güneş’in doğuş ve batış saatlerinde güneş ışınlarının atmosferde daha çok yol katetmesiyle ve atmosfere giriş açısıyla alakalıdır.lakalıdır. Çünkü bu sırada Güneş ışınları daha kalın bir atmosfer tabakasını geçmek zorunda kalır. Kırılma daha fazla olacağından ve mavi tonları çoğu hava molekülleri tarafından soğurulacağından gözümüze kırmızı, turuncu ve sarı tonlarında ışıklar Bilim 21 AURORA (KUTUP IŞIKLARI) Auroralar dünyamızdan yüzbinlerce uzaklıktaki Güneş’te meydana gelen patlamaların Dünya’dan görülen şeklidir. Auroralar Güney’de de görünmekle birlikte daha çok Kuzey’de görülür. Kuzey’de görülen bu ışımalara Aurora Borealis (kuzey ışıkları) denir. Dolayısıyla Aurora Borealis Manyetik Kuzey Kutup bölgesine yaklaştıkça etkisi artar. Auroralar Nasıl Oluşur? Dünya’dan yaklaşık 200.000 km uzaklıktaki Güneş’te meydana gelen patlamalar sonucu yüklü elektron parçacıkları, Dünya’dan yayılan manyetik alan çizgilerini izleyerek Dünya atmosferine girerler. Atmosferde bulunan bazı elementlerle de etkileşime girerek Auroraları oluştururlar. Taneciklerin birleştiği element ise Auroraların rengini belirler; Nitrojen (Azot): Mavi veya kırmızı ışık yayar, 90 km yüksekliğe kadar mavi bunun üzerinde ise kırmızı ışık oluşur. Oksijen: Yeşil veya kahverengimsi kırmızı yayar, absorbe edilen enerjiye bağlı olarak 240 km yüksekliğe kadar yeşil, bunun üzerinde ise kırmızı renkte oluşur. Bilim 22 Bilim 24 Alman gökbilimci Hermann Fritz ‘in de katkılarıyla Auroranın genellikle “Aurorasal Bölge” de yani Dünya’nın Manyetik Kutbu’nun çevresindeki 2.500 km çapındaki halkasal bölgede görüldüğü saptanmıştır. Nadiren de olsa ılıman enlemlerde de görülür. 29 Temmuz 1998 yılında THEMIS uzay sondaları ilk kez Auroralara sebep olan manyetosferik fırtınanın başlangıcını görüntülemiştir. Aurorasal yoğunlaşma başlamadan 96 saniye önce manyetik temas fikrini kullanarak ölçüm yapmış ve astronom Vasilis Angelopoulos “Verilerimiz ilk kez açıkça gösteriyor ki manyetik temas bu olayın tetikleyicisidir.” demiştir. GEÇMİŞTE AURORALAR Bilimsel araştırmaların olmadığı dönemlerde insanlar bu muhteşem manzarı karşısında birçok hikaye üretmişlerdir. Yunan mitolojisinde gül parmaklı Eos olarak , Roma mitolojisinde seher tanrıçası olarak geçer. Bahar Akgün-Şevval Tekbıyık Bilim 23 Tezhip Sanatı İnsanoğlu güzele bakmayı, güzel görmeyi sever. Bu yüzden çevresindeki nesneleri göze hoş gelecek şekilde süslemeye çalışır. Bu düşüncede olan büyüklerimiz yaptıkları eserleri eşsiz bir şekilde süslemişler ve değerlerine değer katmışlardır. Özellikle Osmanlı Dönemi’ne baktığımızda tekrarını yapamayacağımız şaheser niteliğinde pek çok eserin nazarımıza sunulduğunu görmekteyiz. Bunlar hocaları tarafından çok iyi yetiştirilmiş sanatçıların elinden çıkan nadide eserlerdir. Bu eserlerin başında hatların etrafını süsleyen ve zarifliğiyle dikkatimizi çeken tezhip sanatı gelir . Sanatçılar Kuran-ı Kerim’in kendisine yakışır bir şekilde insanlara sunulması için onu süsleme hususunda birbirleriyle yarışmışlardır. Bu yarış ona olan saygının ve bağlılığın bir göstergesidir. Kuran-ı Kerim’in yanında Peygamber Efendimiz’in Hadis-i Şerifleri’ni de aynı hassasiyetle süslemeye çalışmışlardır. Bu süsleme sanatı bize Osmanlı’dan miras kalmıştır. Peki tezhip sanatı Osmanlı’ya nereden gelmiştir? Türkler tezhip sanatını Orta Asya’dan getirmişlerdir. İslamiyet’i kabullerinden sonra da bunu geliştirmişlerdir. Tezhipte ana malzeme altın ve boyadır. İnce bir tabaka halinde olan altın, jelatinle iyice ezilerek belirli bir kıvama getirildikten sonra kullanılır hale gelir. Eskiden kullanılan toprak boyaların yerini son zamanlarda sentetik boyalar almıştır. Fırçanın zarif ve ölçülü kullanıldığı ender sanatlardan biridir tezhip. Öyle hemen ortaya çıkmaz bir eser. Uzun bir süreç ve zaman işidir. Hat ve tezhiple uğraşanlar, sanatlarını icra ederlerken kamış ve fırçanın hareketini rahat kontrol edebilmek için nefeslerini tutarlarmış. Rivayet olunur ki nefesimizin sayılı olduğu bu dünyada hat ve tezhible uğraşanların ömrü uzun olurmuş. Latife bir kenara önemli olan uzun yaşamak değil, güzel ve hayırlı bir ömür sürüp arkamızda hatırlanacak izler ve eserler bırakmaktır. Kültür Sanat 24 Asırlar boyunca içinde yaşadığımız kültürün seçkinliğini ve zevkini, sanata verilen önemini ve zarif üslubunu ortaya koyan, Türk süsleme sanatlarından tezhip sanatı Arapça zeheb (altın) kökünden gelip ‘altınlamak’ anlamına gelir. Tezhip günümüzde genellikle İslami kökenli kitap süslemelerinde kullanılır. Tezhip sanatını icra eden erkeklere müzehhip kadınlara müzehhibe adı verilir. Tezhip sanatçısı bir kağıdın üstüne çizdiği motifi önce sert bir şimşir ya da çinko altlığın üstüne koyarak çizgileri noktalar halinde iğneyle deler. Sonra bu delikli kağıdı uygulanacağı zeminin üstüne koyarak delikleri yapışkan bir siyah tozla doldurur. Delikli kağıt kaldırıldığında motifin uygulanacak zemine çıktığı görülür. Bu motif iyice belirginleştirilip altınla ya da boyayla doldurularak tezhip meydana getirilir. Kalem, fırça, zermühre, boyalar müzehhiplerce sıkça kullanılan aletlerdendir. Minyatür ve tezhibi birbirine karıştırmamak gerekir.Aynı dönemde ortaya çıkmalarına rağmen birbirlerinden farklıdırlar. Minyatür daha çok bitki ,hayvan,insan ve mekan tasvirine dayanır. Tezhip sanatı ise öncelikle hat sanatının etrafının bezenmesi amaçlı kullanılmıştır. Günümüzde ise tek başına pano olarak da kullanılmaktadır. Basit bir anlatımla, çoğunlukla aslı bozulmadan basitleştirilmiş bitki formları ya da desenlerden oluşan, kimi zaman simetrik tasarımlardır. Günümüz Türkiyesi’nde tezhipte oldukça tutucu “klasik yaklaşım “ denilen bir akım vardır. Klasik yaklaşım tarih boyunca oluşturulmuş, kullanılmış desenlerin ana yapılarını bozmadan farklı kompozisyonlara uygulamaktır. Bunun yanında bazı tezhip sanatçıları ise klasik desenleri ve formları kendi görüş ve algılarına göre değiştirerek özgür bir yaklaşım tarzı kullanmaktadır. Hat ve cilt sanatlarında altınla yapılan tezhibe “halkari” denir. Rumi ve Hatayi üslublarında kitapların zahriye, hatime, başlık, serlevha ve mihrabiye kısımları tezhiple süslenir. Küçük yıldız ve çiçeklere nokta, geometrik olanlara mücevher, altıgenlere şeşhane, beşgenlere de seberk denir. Kur’an-ı Kerim’de secde ayetlerine denk gelen yerlerde vakıf gülü, hizip gülü, cüz gülü bulunur. Kültür Sanat 27 Ayrıca tezhip sanatı Türklerin tarih sahnesine çıktıkları ilk devirlerden itibaren görülmüş . Büyük Selçuklu ,Anadolu Selçuklu ,Beylikler ve Osmanlı devletinin kuruluş devrinde motifler ve renk açısından olağan gelişmesini yaşamıştır. Osmanlılar döneminde her zaman büyük saygı duyularak, zaman içinde geliştirilerek sürdürülmüş ve günümüze kadar gelebilmiştir. Bu devirlerde padişah, bu sanatı icra eden sanatçılara oldukça önem vermiş, sanatlarını en iyi şekilde icra edebilmeleri için tüm imkanlar verilmiştir. Bu dönemde Osmanlı hanedanına ait kıyafetler tezhiplenmiştir. Bu kıyafetlerin yüzeyleri hattatlar tarafından ayetlerle, hadislerle doldurulmuştur. 17. yy’a kadar devam eden bu zarif ve zor sanat matbaanın açılması ve el sanatlarına verilen önemin azalmasıyla unutulmaya yüz tutmuştur; son 10 yıl içerisinde ise bu sanata gönül veren çeşitli grup ve kişilerle tekrardan canlandırılmıştır. Günümüzde Türkiye‘deki bir çok üniversitede “tezhip kulüpleri“ yetenekli müzehhip ve müzehhibeler yetiştirmektedir. Unutulmaya yüz tutmuş bu sanata gönül veren sanatçılarımız, onu canlandırmakla kalmamış, birbirinden güzel eserlerini tüm dünyaya göstermek amacıyla yabancı dillerde de birçok kitap çıkararak dünyanın İslam’ın güzelliklerinden haberdar olmasını sağlamışlardır. Eslem Cücük - Feyzanur Karaman Kültür Sanat 29 MONA LİSA’NIN ŞİFRELERİ Mona Lisa İtalya‘nın Floransa şehrinde, Rönesans döneminde, Leonardo da Vinci tarafından kavak bir pano üzerine resmedilmiş yağlıboya portresidir. Resim halen Paris’teki Louvre Müzesi’nde sergilenmektedir. İlk bakışta bir kadının portresi olarak görünse de Mona Lisa, ressamının kişiliğinin bir sonucu olarak sanat tarihçileri tarafından bir bulmaca olarak görülmektedir. Da Vinci’ye sadece bir ressam demek doğru olmaz. Aslında dünyanın en ünlü tablosunu çizmiş olan bu adam bir bilim adamıdır. Yazdığı yazılarda, çalınmasından korktuğu için olsa gerek, şifrelemeler kullanmıştır. Birçok notunu ters, yalnız aynaya tutulduğunda okunacak şekilde almıştır. Bu nedenle böylesine şifreleme tutkunu olan Da Vinci’den basit bir oturan kadın çizmesini bekleyemeyiz. ‘Mona Lisa’ denilince akla gelen ilk soru portredeki kadının gerçekte kim olduğudur. Bununla ilgili pek çok varsayım var. İlk olarak Da Vinci’nin kendini kadın olarak çizdiği bir otoportre olduğu yönünde. Özel bilgisayar teknikleriyle incelendiğinde Da Vinci’nin yüz hatlarıyla Mona Lisa arasında büyük benzerlikler olduğu görülüyor. Hatta uzmanlar Da Vinci’nin mezarını açarak kafatası üzerinde incelemeler yapılmasını istiyor. Böylece Da Vinci’nin yüzünün bire bir görüntüsü elde edilecek ve Mona Lisa’nın sanatçının bir otoportresi olup olmadığı netlik kazanacak. İkinci varsayım ise Floransalı bir işadamı olan Francesco del Giocondo’nun eşi Lisa del Giocondo olduğu ve çiftlerin ikinci çocuğunun doğumu anısına böyle bir portre çizdirmek istedikleri düşünülmektedir. Mona Lisa’ya baktığınızda dikkatinizi çekecek ayrıntılardan biri de kaşlarının olmayışıdır. Tablonun çizildiği 16. yy Avrupası’nda kadınların kaşlarını traş etmesi yaygın bir gelenekti. Dünyanın en meşhur resminde, Mona Lisa’nın duruşuna da dikkat etmek gerekiyor. Eğer dikkatli bakarsanız Mona Lisa aslında korkulukları olan bir balkonda (resmin en sağ ve en solunda, Mona Lisa’nın tam göğüs seviyesinde korkulukların başlıklarını görebilirsiniz) kolçaklı yarım daire şeklindeki bir sandalyede, saçında duvak ile, onu izleyenlere dönük bir şekilde oturduğunu görebilirsiniz. Bu korkuluk resme bakan pek çok kişinin fark etmediği bir detay. Peki sizce Mona Lisa ile aynı salonu paylaşan onlarca koca koca resme rağmen, tüm meraklı bakışların sanki o resimler yokmuş gibi tek başına bir duvarda asılı duran Mona Lisa üzerinde toplanacak kadar bu resmi meşhur eden ve 760 milyon $ ile onu “Dünyanın En Pahalı Resmi’’ yapan şey nedir? Aynada görebileceğiniz kadar gerçek, parlak ve hafif ıslak gözler mi, neredeyse gözenekleri görünen cildi yada her an yutkunacakmış gibi duran boğaz çukuru mudur resmi böylesine değerli kılan ? Yoksa resme dikkatli baktığınızda bir an için Mona Lisa’nın dudaklarının ve yüz kaslarının hafifçe hareket etmeye başladığını, etrafını saran yüzlerce kişi arasında doğrudan size gülümsediğini düşündürmesi midir ? Kültür Sanat 29 Resmi bu kadar ünlü yapan en önemli unsurlardan biri ise tabii ki Mona Lisa’nın hüzün ve neşeyi aynı anda barındıran buruk gülüşü. Yüzünün sağını kapattığınızda üzgün bir kadın, solunu kapattığınızda ise son derece sıcak bir gülümseme ile karşılaşırsınız. Tablonun yalnızca ağız kısmına odaklanırsanız hiç de gülen bir ifadesi olmayan sıkıca kapatılmış dudaklar görürsünüz. Ancak Mona Lisa’nın gözlerine bakarsanız size arkadaşça gülümsediğini hissedersiniz. Yeni yapılan araştırmalarda ise Mona Lisa’nın sağ gözünde ‘L’ sol gözünde ise ‘S’ harfi yazdığı açıkça görülüyor. Uzmanlar ‘L’ harfinin ressamın ilk adı olan ‘Leonardo’yu ‘S’ harfinin ise ‘Salai’yi temsil ettiğini düşünüyor. ‘’Salai’’ Da Vinci’nin yardımcısı, öğrencisi ve pek çok tarihçiye göre sevgilisiydi. Asıl adı Gian Giacomo Caprotti da Oreno olsa da Da Vinci ona ‘’Benim Şeytanım’’ anlamında ‘’Mon Salai’’ derdi. ‘’MONA LİSA’’ isminin harflerinin yerini değiştirerek ‘’MON SALAİ’’’ ismini elde edebilmek, tablodaki bayanın Salai olduğu iddasını güçlendiriyor. Da Vinci’nin ‘L’ ve ‘S’ harflerini yardımcısına ithafen çizdiği düşünülüyor. Araştırmacılar Salai ile Mona Lisa’yı karşılaştırdığında yüz hatlarının oldukça benzediğini görüyor. Burun, dudak, göz ve çene yapılarının nerdeyse aynı olduğu çıplak gözle bile görülebiliyor. Kültür Sanat 35 21 Ağustos 1911’de dünyanın en büyük sanat eseri Leonardo Da Vinci’nin Mona Lisa’sı Paris’ teki Louvre Müzesi’nden çalındı. O sabah, birçok müze görevlisi resmin her zamanki yerinde asılı olmadığını fark etmişti. Fakat resmin, görevli müze fotoğrafçısı tarafından alındığını ve stüdyoda resimlerinin çekildiğini düşündüler. Salı sabahı, resim geri dönmediğinden ve fotoğrafçının stüdyosunda da bulunmadığından, müze yetkililerine haber verildi. Resim gitmişti! Aceleyle polisle temasa geçildi ve müzenin her tarafı baştan sona arandı. Bir dedektif Mona Lisa’nın ağır çerçevesini buldu. Buldukları yer gizli bir odaya giden merdivenlerdi. Şans eseri, resim çalındıktan 27 ay sonra geri alındı. Vincenzo Perugia adlı bir İtalyan, resmi İtalya Floransa’da Uffizi Galerisi’ne 100.000 dolara satmaya çalışıyordu. Peki Perugia, Mona Lisa’yı nasıl çalmıştı? Pazar gecesini Louvre’da, gözlerden uzak bir odada saklanarak geçirmişti. Pazar sabahı müze kapandığında, resmin bulunduğu odaya girmiş ve onu duvardan indirmişti. Merdivenlerde resmin çerçevesini keserek, resmi çıkartmıştı. Binayı terk etmeye çalışırken, kilitli bir kapıya geldi. Kapı tokmağının vidalarını çıkardı ve çantasının içine koydu. Esas ilginç olan, resim çalınmadan 10 ay önce müze, ustaların resimlerinin cam içine konulmasına karar vermişti. Perugia iş için seçilen 4 adamdan biriydi. Hırsızlıktan sonra polis Perugia’yı sorgulamış fakat sakin tavırları ve rahatlığı yüzünden kuşkulanmamıştı. Sümeyye Büşra Sırım Fotoğraf: Vincenzo Perugia Kültür Sanat 31 Geçen yıldan Bedreka İstanbul Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi’ndeki duvar dergimizden birkaç kare... www.bedreka.com “Yeryüzünün öğretmeni olabilmek için, gökyüzünün öğrencisi olmak lazım.” Aliya İzzetbegoviç