Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız
Transkript
Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız
YIL: 6 SAYI: 31 MAYIS/HAZİRAN 2012 İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR ÜCRETSİZDİR. Gençlik Dergisi İçindekiler BİLGİYURDU GENÇLİK DERGİSİ YIL: 6 SAYI: 31 SAHİBİ Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği Adına Dernek Başkanı Mustafa ÖZTÜRK YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Osman KARABABA YAZIŞMA ADRESİ Sahabiye Mah. Mete Cad. Boylar Sk. Çetinbulut Apt Nu:1 K:2 D:3 Kocasinan/KAYSERİ TELEFON (0352) 232 32 67 WEB www.bilgiyurdu.org.tr E-POSTA bilgiyurdu@hotmail.com GRAFİK TASARIMI Hatice İbakorkmaz BASKI Orka Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti. Organize San. Böl. 43. Cad. Nu: 11 KAYSERİ (0352) 322 17 00 Yazılar yayınlansın ya da yayınlanmasın iade edilmez. Yazılarda kısaltma yapılabilir. Hukukî sorumluluk yazarlara aittir. “YENİ ANAYASA” TUZAĞI Mustafa ÖZTÜRK 3 Yrd. Doç. Dr. Kadir ÖZDAMARLAR5 ADI TÜRK OCAKLARIYLA ÖZDEŞLEŞEN LİDER HAMDULLAH SUPHİ TANRIÖVER (1885-1966) TÜRK OCAKLARI’NIN 100. YILINDA: Prof. Dr. Cihan DURA 6 HAYATINI İLKELERİYLE ÖRDÜ: 5 BİLİMCİLİK, MİLLÎ EGEMENLİK VE CUMHURİYETÇİLİK Yrd. Doç. Dr. Ahmet Vehbi ECER 8 HER MÜSLÜMAN MİLLİYETÇİ OLMAYA DİNEN MECBURDUR Osman KARABABA 12 -(+4+4+4)+12=0 EĞİTİMDE İsmail BOZKURT 14 AHSEN HOCA’NIN SOHBETLERİNDEN İKİ YANLIŞ Mehmet KILINÇ 16 Bilgehan AYATA 19 “ALP” Mİ “ALP” MI? İbrahim GÜNGÖR 20 ÖĞRENME STRATEJİLERİNİN ÖĞRETİMİ PARAPSİKOLOJİ (1) Prof. Dr. Osman CEYHAN 24 İsmail ÖZÖREN 26 SURİYE İLE SAVAŞA SÜRÜLÜYORUZ Mustafa EKİNCİ 28 NEVRUZ Alper KEPEZKAYA 30 Bekir TEMUR 31 Yrd. Doç. Dr. Ali AHMETBEYOĞLU 32 BÂBÜR HAN YURDUMUN SESİ Mustafa ÖZTÜRK 35 KIRIM TÜRKLERİNİN TRAJEDİSİ: EĞİTİM “YAZ BOZ TAHTASI” YAPILINCA… ANADOLU MANZARALARI HAKAN TUNÇ 42 3 Mustafa ÖZTÜRK “YENİ ANAYASA” TUZAĞI Anayasa, bir devletin kimliğini, ana kurumlarını, vatandaşının hak ve görevlerini belirleyen temel yasadır. Türkiye, 1876’dan bu yana anayasalarla yönetiliyor. Bugün meriyette olanı, halk oylaması sonucu 7.11.1982 tarihinde kabul edilen Anayasa’dır. Bu Anayasa’nın pek çok maddesi, TBMM’de ve 12 Eylül 2010’da yapılan halk oylamasıyla değiştirildi. Bugün ise tamamı hedefte… Yeni ve sivil bir anayasa yapılmak isteniyor. Bu, Türk milletinin önüne konulan bir tuzaktır. Çünkü, yeni ve sivil anayasa diyenlerin sinsi planlarını, kimliklerini ve arkalarındaki küresel güçleri çok iyi biliyoruz. Dolayısıyla bir defa daha bu konuyla ilgili fikirlerimizi halkımızla paylaşmayı gerekli gördük. 1. Yeni yasaları halkın ihtiyaçları belirler. Türk halkının ihtiyacı yeni bir anayasa değil, milli sınırlar içerisinde güvenli ve onurlu yaşamaktır. Türk halkı, bölücü terör, işsizlik, partizanlık, yolsuzluk gibi sorunların çözülmesini istiyor. Bu sorunları mevcut anayasa üretmediği gibi yapılacak yeni anayasa da çözemeyecektir. 2.Türk halkının ‘yeni anayasa’ talebi yoktur. ‘Vardır’ diyenler bu söylemlerini neye dayandırıyorlarsa açıklasınlar. Halkın gündeminde böyle bir konu olmamasına rağmen varmış gibi göstermeye çalışıyorlar. Çünkü kendilerine Batı emperyalizmi tarafından böyle bir görev verilmiştir. 3. “Yeni Sivil Anayasa” diye tutturanların asıl amacı, Türkiye Cumhuriyeti’nin milli-üniter vasfını değiştirmektir. Hedeflerinde Anayasa’nın ‘Başlangıç’ bölümü ile değiştirilemez ilk üç maddesi bulunuyor. Türk devletini can evinden vurmak isteyenleri şu şekilde gruplandırabiliriz: a)Kürt kimliğinin anayasada ifadesini ısrarla talep eden Kürtçü bölücüler b)ABD-AB güdümlü sözde liberal yazar ve politikacılar GÜNDEME BAKIŞ c)Laiklik ve milliyetçilik karşıtı sözde islâmcımuhafazakar yazarlar d)Türkiye’nin birlik ve bütünlüğünden rahatsız olan küresel güç odakları 4.Bir devletin anayasası, devlet ve millet birliğine karşı oluşmuş ve oluşturulmuş grup ve örgütlerin dayatmalarıyla yapılmaz ve yapılmamalı. “PKK böyle istiyor, AB şöyle istiyor diye yapılan anayasadan Türkiye’ye hayır gelmez. Bunu durduk yere söylemiyoruz. Bu konu Oslo’daki MİT-PKK görüşmelerinde ele alındığı ve bu toplantıyı organize eden koordinatör ülke temsilcisinin, “Sizi buraya biz topladık. Abdullah Öcalan’ın talepleri Mecliste görüşülecektir.” beyanı üzerine ifade ediyoruz. 5. “Bizim anayasamız yabancıları neden ilgilendiriyor?” diye sormalı ve düşünmeliyiz. Bizi çok çok sevdiklerinden midir? ABD’li düşünce kuruluşlarından tutun da Avrupa Parlamentosu’na kadar bir yığın merkez bizim anayasamızın derdine düşmüştür. CIA’nın Türkiye/ Orta Asya masası eski şefi Graham Fuller, “ Kürt kimliğinin tanınması” nı talep ederken AP Brüksel’de “Türkiye’de yeni anayasa süreci” konulu konferansta “yeni ve sivil anayasa” nın temel ilkelerini belirliyor. TBMM Başkanı Sayın Cemil Çiçek bunlardan da görüş istemiş midir? Bu toplantıya katılan ve hepsi de aynı görüşte olan kişilere baktığımızda Türkiye’nin nasıl bir uçuruma sürüklemek istendiğini görebiliyoruz: AP’nin Türkiye düşmanları ile Kemal Burkay, Etyen Mahçupyan, Oral Çalışlar, Bekir Berat Özipek gibi malum isimler bir araya gelerek ahkâm kesmişler ve “bölüme anayasası”nın ilkelerini konuşmuşlardır. “Türk milleti” kavramının anayasada yer almamasını isteyenlerin Türk milleti adına konuşmaları ve anayasa yapmaları kabul edilemez. TÜSİAD ve TESEV gibi geniş toplumsal tabanı olmayan dernek ve vakıfların talimat ve sparişle yazdırdıkları anayasalar, ancak kendi ve bağlı oldukları 4 Türkiye Cumhuriyeti’nin İstiklâl Savaşı’yla kurulduğu ve temel ilkelerinin kanla yazıldığını herkese hatırlatırız. Bu temel ilkelerin kaldırılması halinde Türk milletinin “direnme hakkı” nın doğacağını da, bunu yapanların hesaplamaları gerekir. odakların çıkarlarını yansıtır. Türk milleti bunlara ve yazdıkları anayasa metinlerine asla itibar etmez. 6.İktidar yandaşı bazı yazarlar ile iktidar partisine mensup bazı milletvekilleri de tıpkı Kürtçü bölücüler gibi Anayasa’daki Türk sözcüğünden rahatsızdırlar. Yeni anayasaya “Türk, Türk millet, Atatürk” kelimelerinin girmemesi için yoğun çalışmalar yapıyor, kamuoyunu etkilemek için her yolu deniyorlar. Dolayısıyla TBMM’den milletimize yakışır bir anayasa çıkmayacaktır. Bu sebeple, hangi partiden olursa olsun Türklük bilincine sahip tüm milletvekilleri uyanık olmak zorundadırlar. Tarihi bir görev ve sorumlulukla karşı karşıya bulunuyorlar. 7.7.11.1982 tarihinde Türk halkının yüksek katılımıyla kabul edilen Anayasa 17 kez değiştirildi; yine bazı rutuşlar yapılabilir. Ancak, Türkiye Cumhuriyetinin dayandığı temel görüş ve ilkelerin belirtildiği “Başlangıç” kısmı ile devletimizin vasıfları ve kimliğini tanımlamayan ilk üç maddeye dokunulamaz, dokunulmamalı. Türkiye Cumhuriyeti’nin İstiklâl Savaşı’yla kurulduğu ve temel ilkelerinin kanla yazıldığını herkese hatırlatırız. Bu temel ilkelerin kaldırılması halinde Türk milletinin “direnme hakkı” nın doğacağını da, bunu yapanların hesaplamaları gerekir. Aynı şekilde, “Türk vatandaşlığı” nı tanımlayan 66’ncı maddede herhangi bir değişikliği doğru ve yararlı görmüyoruz. Eğitim ve öğretim hakkını düzenleyen 42’nci madde de aynen muhafaza edilmeli. “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.” 8. “Yerel yönetimlerin kuvvetlendirilmesi” ve “adem-i merkeziyet” sözleriyle “özerk Kürdistan” ın hedeflendiğini biliyoruz. 100 yıl önce çöp sepetine atılan bu projeyi kimse oradan çıkarmaya kalkmamalı. 9.Meriyetteki Anayasa’mız kuvvetler ayrılığını esas almıştır. Doğru olan da budur. Ancak, siyasi iktidar Meclis’teki sayısal üstünlüğü ve Yürütme gücünü kullanarak Yargı’yı kendisine maalesef bağlaya bilmiştir. Oysa Yargı, tarafsız ve bağımsız olmalı. Anayasa’da bunu sağlayacak maddeler mutlaka yer olmalı. 10.Demokratik hukuk devletinde “Özel Yetkili Mahkemeler” olamaz, olmamalı. Olağanüstü dönemlerin mahsülü olan istiklâl Mahkemeleri ve Devlet Güvenlik Mahkemelerini her fırsatta eleştirenlerin Özel Yetkili Mahkemeleri savunmaları bir çelişki ve tutarsızlıktır. 11.Kanun yapmada yetki ve görev TBMM’ye aittir. Bu sebeple Hükümetin “Kanun hükmünde kararnâme” çıkarma yetkisi olmamalıdır. 12.Anayasada denge olmalı. Ne anarşi ne diktatörlük… ikisine de kapalı olan anayasada denge sağlanmıştır. Bugün olduğu gibi geçmişte de yaşanan parti diktatörlüğü ve çoğunluk hegemonyasına karşı önlemler mutlaka alınmalıdır. 13.Türk silah Kuvvetleri, Türk milleti ve vatanı için vazgeçilmez bir güvenlik unsurudur. Bu nedenle, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Türk toplumundaki etki ve saygınlığının azaltılmasını, ABD’nin Orta Doğu ve Orta Asya’daki operasyonel gücü haline getirilmesini Türkiye’nin çıkarları açısından doğru bulmuyoruz. TSK güçlü olmalı ama alanında kalmalı; anayasada da en saygın şekilde yerini almış olmalıdır. 14.Her devletin anayasası kendine göredir. Dayandığı milletin felsefesini, kimliğini aksettirir ve bundan doğal bir şey de olamaz. Dolayısıyla “renksiz, ideolojisiz, kimliksiz anayasa” önerenlere katılamıyoruz. Çünkü bir insan yığını değiliz ki anayasamız renksiz, ideolojisiz ve kimliksiz olsun. Biz Türk milletiyiz. Dilimiz, kültürümüz, tarihimiz, ortak değerlerimiz var. Bunların anayasada yerlerini almaları hem hukukî bir zorunluluk hem de toplumsal bir hakdır. 15. “Yeni ve Sivil Anayasa” nın “değiştirilemez maddeleri” ni değiştirmek ve bu yolla “Kürt sorunu” nu çözmek maksadıyla gündeme taşındığı açıktır. Daha demokratik anayasa sözü, sadece bir söz ve kamuflaj. Demokrat iseler, ellerinden tutan yok, bugün de demokrat olsunlar. “Kürt sorunu”, yabancıların, emperyalistlerin tavsiyeleriyle; anayasaya terör örgütünün istediği maddeleri koymakla çözülmez. “Taleplerini karşılayalım da sorun bitsin.” diyorsanız o başka. O zaman da Türkiye’nin bölünmesine hukuki alt yapıyı hazırlamış olursunuz. “Yeni Sivil Anayasa” diye yanıp tutuşanların bunu yapmak istediklerinden hiçbir kuşkum yok. Yani, tehlike büyük… Devleti kaybetmenin korkunçluğunu düşünebiliyor musunuz? 5 TÜRK OCAKLARI’NIN 100. YILINDA: ADI TÜRK OCAKLARIYLA ÖZDEŞLEŞEN LİDER HAMDULLAH SUPHİ TANRIÖVER (1885-1966) Kadir ÖZDAMARLAR Yrd. Doç. Dr. Türk fikir dünyasının ve Türk milliyetçiliğinin değerli bir temsilcisi olan Hamdullah Suphi Tanrıöver 10.06.1966 tarihinde ölmüştür ki ölümünün 46.yılını idrak ediyoruz. Kendisi köklü bir aileden gelmiştir .Babası eski maarif nazırlarından Abdullatif Suphi Paşa ve annesi de Havva Hanım’dır.Ünlü edibimiz Sami Paşa-zade Sezai de amcasıdır. Günümüzde Türklük üzerine oynanan menfi oyunları görünce böyle Türk milliyetçilerinin önemi daha çok ortaya çıkıyor. Ömrü boyunca siyasi hayatta otuz dört yıl Türk Ocakları Genel Başkanı olarak, bir çok kere milletvekili ve uzun yıllar elçi olarak görev yapmışken aynı zamanda şair; yazar kalemi sustuğu zamanda da son derece etkili hitabetleriyle ve konferansları ile Türk milletine hizmet etmiştir. 1912 yılından başlayarak ömrünün sonuna kadar Türk Ocaklarının kalbi olmuş ve Türkçülük meşalesini elinde tutmuştur. İstanbul mitinglerinde yaptığı ateşli konuşmalarıyla Milli mücadele ateşini ilk tutuşturanlardandır. Ayrıca, Meclis-i Mebusan’ın gizli celselerinde çok cesur sözler söylemiştir. İstanbul’dan Ankara’ya milletvekillerinin akınını sağlayanlardandır. Mitinglerdeki ve Meclis-i Mebusan’daki ateşli konuşmaları ile İngilizler tarafından arandığında Ankara’ya gelip Milli Mücadele’ye katılan kendisidir. Bundan dolayı da saray tarafından idama mahkûm edilmiştir. Yunan toplarının Ankara’dan duyulduğu sırada Milli Eğitim Bakanı’dır. İstiklal Marşı’nın yazılışı ve kabulünde en büyük pay kendisinindir. Atatürk’ün sofrasının vazgeçilmez adamlarındandı. 1925 yılında türbeler ve zaviyeler kapatıldığı zaman M.Kemal’e en sert eleştiriyi yapan ve eleştiren kendisi olmuştur. Ne zaman ki 1931 yılında Türk Ocakları kapatılınca, yurdu kırgın olarak terk etmiş ve 1944’de elçilikten emekli olduktan sonra yurda döndüğünde meclise girmiş ve türbelerin yeniden açılması için ilk önergeyi yine kendisi vermiştir. Partide bu tavrı tepki çekince istifa etmiş ve DP’ye girmiştir. Ne var ki DP sert davranışlar sergilemeye başlayınca ve Türk Ocaklı aydınlara vaat edilenlerin yerine gelmemesi üzerine bu partiden de ayrılarak ilkesinden sapmamaya çalışan ilkeli bir Türk milliyetçisi olmuştur. Türk kültürüne şu eserleri kazandırmıştır: 1.La Question Armanienne et Un point de Vue Turc,Berlin 1919 2.Dağ Yolu,C.1,İstanbul 1929. 3. Dağ Yolu,C.2,Ankara 1931 4.Günebakan, Ankara 1929, 5.Anadolu Milli Mücadelesi, Ankara 1943 6.Namık Kemal Magosa’da ,byybty Hem hayatını ve hem de düşüncelerini belirleyen iki çalışmanın da önemini belirtmek isterim. Bunlar: 1.Mustafa Baydar, Hamdullah Suphi Tanrıöver ve Anıları, İstanbul 1968 2.Dr.Fethi Tevetoğlu, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Fethi Tevetoğlu Bey diyor ki: Milletler büyüklerine saygı göstermesini bilmelidirler. Bu saygıdır ki , o millete yeniden bir takım büyük adamlar yetiştirir.Bu saygının en iyi şekli de kitaptır.” Bunun anlamı şudur: Büyüklerimizin örnek hayatlarını ve taşıdıkları Tük ülküsünü gelecek kuşaklara aktarmak için bilinenler yazılmalıdır. Tarihe bir not düşülmelidir. Ölümünde Ali Hadi Okan adlı bir şairin şu mersiyesi okunmuştu: “Ona açmıştı kucak memleketin her bucağı Koştu mefkureli bayrakla Kızılelması’na.. ….. Türke ,Türk yurduna hizmetti bütün meşgalesi Ocağın söndü yazık. Tanrıöver Meşalesi” Türk oacaklarına uzun süre genel başkanlık yapan “kocareis”i 45 yıl önce kaybettik ama adı ve aziz hatırası yaşıyor. Türk Ocakları Genel Merkezi iki yılda verdiği Armağanlardan birisini onun adına hasretmiştir. Adı: Hamdullah Suphi Tanrıöver Türk Ocakları Kültür Armağanı’dır. Bu yıl 14 Nisan 2012’de bu armağan Prof. Dr Orhan Türkdoğan’a verilmiştir. Her ne kadar, şair “Ocağın söndü” dese de Mehmet Emin Yurdakulların, Yusuf Akçuraların,Hamdullah Supilerin yaktığı ocak sönmedi ve sönmeyecek. Dün Hamdullah Suphi’nin elinde olan meşâle bugün bir başka önderin elindedir. Elden ele ebede doğru ama hep yükseklerde taşınacaktır, taşınmaktadır. Ölümünün 46. yılında bu büyük insana bir Ocaklı olarak binlerce rahmet diliyorum. 6 HAYATINI İLKELERİYLE ÖRDÜ: 5 BİLİMCİLİK, MİLLÎ EGEMENLİK VE CUMHURİYETÇİLİK www.cihandura.com Prof. Dr. Cihan DURA Atatürk öğretisi bence on ilkeye dayanır: Bilimcilik, Ahlak, Devrimcilik, Laiklik,Millî Egemenlik, Tam bağımsızlık, Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, , Halkçılık, Devletçilik, Atatürk gerek özel hayatını, gerekse çalışma hayatını bu ilkelerle kurmuştur. Yalnız söylemleri değil, hayatı da ilkeleriyle örülüdür. Okuduğunuz yazıda Bilimcilik, Millî Egemenlik, Cumhuriyetçilik ilkeleri kapsamında söz konusu paralelliğe ilişkin örnekler veriyorum. 1) BİLİMCİLİK İLKESİ a) Düşünce: Güzel Fikirlerdir İnsanı Unutturmayan. Atatürk ne gösterişte, ne mevkide, ne rütbelerde ruhunu doyuran bir zevk bulamamıştır. O fikir peşinde idi. Gerçek büyüklüğü; daima fikirleri uğruna savaşmakta, bütün şan ve şerefleri fikirleri uğruna feda etmeyi göze almakta aramıştır. Ankara ve İstanbul şehirlerinden birine “Atatürk” adı verilmesi için bir yasa teklifi hazırlanmıştı. Atatürk tasarıyı okudu, arkadaşlarına şöyle dedi: - “Bir adın tarihte kalması ve ağızlarda söylenmesi için, şehirlerin adlarına sığınmak gerekmez. Tarih zorlamayı sevmeyen nazlı bir peridir, fikirleri tercih eder.” b) Gerçekçilik: İnsan Hesabını Bilgiye ve Gerçeklere Dayandırmalıdır Kurtuluş Savaşı sırasında İzmit’te görüştüğü Claude Farrére kendisine sorar: -Bu yaptığınızı mantık dışı, bir çılgınlık olarak yorumlayanlar var. Verdiği yanıt şudur: -Ben hesabımı mucizeye değil, gerçeklere ve rakamlara dayanarak yaptım. Ve oturur, üşenmeden Fransız edibe, onu şaşkına çeviren bir kesinlikle müttefiklerin, Yunanlılara, istedikleri yardımı neden yapamayacaklarını, onların iç politikalarından gerekçeler getirerek kanıtlar. c) Ufkun Ötesi: Ufkun Ötesini Görenin Dediği de, Yaptığı da Doğru Çıkar Mithat Şükrü Bleda anlatıyor: Ankara’ya vardığımda Büyük Millet Meclisi’ne gittim. Mustafa Kemal orada idi. Kendisine Malta’dan kurtuluşumun şükran borcunu ödemek üzere ziyarete Atatürk ne gösterişte, ne mevkide, ne rütbelerde ruhunu doyuran bir zevk bulamamıştır. O fikir peşinde idi. Gerçek büyüklüğü; daima fikirleri uğruna savaşmakta, bütün şan ve şerefleri fikirleri uğruna feda etmeyi göze almakta aramıştır. geldiğimi bildirdim. Mustafa Kemal gülerek: -“Bu bir şey değil, göreceksin daha neler yapacağım” dedi. Sonra beni kendi otomobiline bindirip Köşk’e götürdü ve akşam yemeğine alıkoydu. Onun böylesine iyimser oluşu bana bir yandan cesaret verirken, bir yandan da Ankara yakınlarına kadar sokulan Yunan ordusunun nasıl bir tehlike oluşturduğunu göz önüne alıp durumun nezaketini düşünüyordum. Yemek esasında bir vesile ile sordum: -Paşam, askerî durumu nasıl görüyorsunuz? Yanıtı çok kesin ve kısa oldu: -Yunan ordusunu pek yakında denize dökeceğim, bunu iyi bilin! Mustafa Kemal’in “denize dökeceğim” dediği düşman, Ankara’nın burnunun dibine gelmiş bulunuyordu. Ancak o, herkesi etkileyen konuşmasıyla beni de inandırmıştı. Bütün tereddütlerime rağmen, söylediğini yapacağına inanmıştım, sordum: -Peki, ama İstanbul’dakiler ne olacak Paşam, her tarafı işgal ettiler. Şu yanıtı verdi: -Onlar kendiliklerinden, hem de bayrağımızı selamlayarak çıkıp gidecekler. Bu sözlerin bir gün gelip aynen gerçekleşeceğini nasıl kabul edebilirdim, nasıl akla gelirdi böyle bir sonuç? Gazi sözlerine şöyle devam etti: -Neler yapacağımı herkes gibi sen de duyacak ve 7 göreceksin; herkes gibi sen de şaşıracaksın. Bu ne biçim bir kehanetti, bu nasıl bir inanç ve irade idi! 2) MİLLÎ EGEMENLİK VE CUMHURİYETÇİLİK a) Millet Meclisi: Meclis’e Saygı Birinci Büyük Millet Meclisi’nde bir gün ona yüklendiler: -Meclis’in egemenliğine dokundurmayız. Meclis’in egemenliğine saygı gösterilsin. Meclis’in egemenliği… O, altın yeleleri kabararak nasıl da gürlemişti: -Bu meclisi ben topladım, ben vücuda getirdim. Kim kendi eserinin iyi olmasını istemez. Sizler sadece Meclis’e saygı gösteriyorsunuz. Ben bundan fazla olarak aynı zamanda kendi eserime saygı gösteriyorum. b) Meşveret: Cumhuriyet Görüşme ve Danışma İster Birgün Atatürk’e kuvvetinin sırrını sordum: “Durur, dinlerim” dedi. Sonra tekrar etti: “Dinlerim.” Ve sustu. c) Danışma: Hiçbir Kanaati Hâkir Görmemelidir Neşeli bulunduğu bir zamanı seçerek:”Paşam...” demiştim, “şu danıştıklarının içinde bazen öyleleri var ki, şaşırıyorum. Bunların düşüncelerine nasıl olsa sonunda katılmayacaksın. Kararını önceden vermiş olduğun da malum... O halde, ne diye onları birer birer çağırıp karşında söyletirsin?” Atatürk, yüzüme alaycı bir eda ile bakıp şu yanıtı vermişti: “Bazen hiç umulmadık adamdan ben çok şeyler öğrenmişimdir; hiçbir kanaati hakir (değersiz) görmemek lazımdır. Neticede, kendi fikrimi uygulasam bile, herkesi ayrı ayrı dinlemekten zevk alırım.” d) Danışma: İnsanlara İş Yaptırmak İçin, Onları O İşe İnandırmalıdır Dil ve Güneş Teorisi üzerinde çalıştıkları günlerdeydi. Dolmabahçe Sarayı’nda bir gece özel dairelerindeki çalışma salonunda Hikmet Bayur ile baş başa kalmışlardı. Dil ve Güneş Teorisi üzerinde Hikmet Bey’e birtakım açıklamalar yapıyordu. Atatürk’ü Hikmet Bayur’la çalışmaya bırakarak, bütün arkadaşlar yanlarından ayrılmış, odalarımıza çekilmiş, yatmıştık. Ertesi sabah uykudan kalktığımız vakit, Atatürk’ün hâlâ yatmadığını ve Hikmet Bayur’la yine baş başa akşamki gibi aynı durumda çalışmayı sürdürmekte olduğunu görünce, arkadaşım Salih (Bozok) Bey’le beraber derhal yanlarına gittik. Yüzleri kıpkırmızı, Atatürk hâlâ Hikmet Bayur’u inandırmaya çalışıyordu. Bir süre sonra çalışmaları bitti. Hikmet Bey de müsaadelerini alıp çekildi. Yalnız kalınca, Salih Bozok: -“Paşam, niçin bu kadar yoruldunuz”, diye sordu, “Hikmet Bey yabancınız mı? Size bağlı bir arkadaşımız! Böyle olacaktır, demeniz yeterli değil mi? Sabahlara kadar onu inandırmak için kendinizi neden üzüyorsunuz?” Atatürk’ün yanıtı şu oldu: -Ha... İşte bu çok yanlış bir düşünce... Bilirsiniz ki Hikmet Bayur inatçıdır. Onu inandırmak lazımdır. O, bir kere inandı mı işi benimser. SONUÇ Atatürk’ün, ilkeleriyle ördüğü hayat sahnelerinden aldığımız dersleri şöyle toparlayabiliriz: - Güzel fikirleri olan, unutulmaz. - İnsan hesabını bilgiye ve gerçeklere dayandırmalıdır. - Ufkun ötesini görenin dediği ve yaptığı doğru çıkar. - Cumhuriyet görüşme ve danışma ister. - Hiçbir kanaati hakir görmemelidir. - İnsanlara iş yaptırmak için, onları o işe inandırmalıdır. 8 HER MÜSLÜMAN MİLLİYETÇİ OLMAYA DİNEN MECBURDUR avehbiecer @ hotmail.com Yrd. Doç. Dr. Ahmet Vehbi ECER Milliyetçiliği (ulusçuluğu) zararlı gören birçok akım var. Günümüzde bunların en önemlilerinden ikisi küreselleşme (globalleşme) ve şeriat yönetimi (nizam ül-islâm) taraftarlarıdır. Küreselleşme çok kültürlülüğü yerleştirerek, millî (ulusal) hükümetlerin söz sahibi olmadığı, karşılıklı bağımlılık ağlarıyla örülmüş bir küresel topluma dönme idealidir. Bu idealin gerçekleşmesi için her toplumun millî kültür ve geleneklerinden uzaklaşması, bunlara engel olan millet (ulus) ve milliyetçilik fikirlerinin terk edilmesi gerekmektedir. Böylece millî olmayan eğitimin, millî kültür ve geleneklere dayanmayan küresel bir hukukun hâkim olduğu, millî devletin ve millî kimliğin tasfiye edildiği bir toplum oluşacaktır. İşte bu anlayışın hâkim olduğu küreselleşme akımına inananlar için millet ve milliyetçilik ayak bağı olarak görülür.1 Millet ve milliyetçiliğe karşı olan diğer bir akım ise siyasal İslâmcılar, şeriatçı yönetim taraftarlarıdır. Bunlar değişik adlarla anılırlar. İslâm tarihinin başlangıcında ortaya çıkan Haricîlik’den esinlenen Vehhabîler, Selefîler, İbn Teymîyeciler, Cemaat-i İslâmîciler, Hizb üt-Tahrîrciler, Ticâniler ve özellikle yurdumuzda büyük ölçüde etkisi bulunan Müslüman Kardeşler (İhvan ül-Müslimîn)’dir. Leonard Binder’in “Modern Köktencilik” (Fundamentalism) başlığı altında ele aldığı2 Müslüman Kardeşler örgütüne göre İslâm hem inanç, hem ibadet, hem din, hem devlettir, dinin koyduğu nizam hayatın her yönünü içine alır, din insanî ilişki- Millet ve milliyetçiliği korkulacak öcü gibi gösterenler sosyolojik anlamıyla millet ve milliyetçiliğin gerçek içeriklerini saptıranlardır. leri yönetir, dinle devlet ayrılmaz, eğitim ve kanunlar millî değil islâmîdir, millet ve millî devlet toplumsal birliği sağlayamaz, birlik için Müslüman olmak yeterlidir, dünyada Müslümanların birden fazla devletlerinin bulunması caiz değildir, bütün Müslümanların bir tek İslâm (şeriat) devletine bağlanmaları gerekir. Onlara göre Türklerin 1924’te hilafeti kaldırmaları insanları dinden uzaklaştırma hareketidir (2b). Hattâ eğitimle ilgili bir eserlerinde Atatürk hakkında “Türkiye’de İslâmı yıkan” ifadesi kullanılır.3 Prof. Dr.K.KARPAT, Türkiye Cumhuriyetinin millî, laik bir hukuk devleti olarak oluşumundan sonra bazı Arap basınında “Türkler, dinden dönmüş, İslâmı terk etmiş gibi yaftalarla” adlandırıldığını yazar ve konuya şu cümlelerle parmak basar: “Bu suçlamaların hararetini anlamak için 1930’larda yayınlanmış olan Reşid Rıza’nın EL-MENAR’ının birkaç sayısını okumak yeterlidir. Günümüzde bile, Türkiye ve İslâmın Türkiye’deki yeri hakkında tamamen cahil olup Türkler’e dinden dönmüşler olarak saldırmayı sürdüren aşırı tutucu dinsel yayınlar bulunmaktadır.4” Son zamanlarda –özellikle Humeyni hareketiyle, yurdumuzda İslâm dininin İslâm kardeşliği ilkesi ileri sürülerek millet ve milliyetçiliğin İslâm dışı bir anlayış olabileceği propagandaları yaygınlaştırıldı. Ayrıca bölücü ırkçı akımlar da Türk Milliyetçiliğini hürriyetçiliğe, demokrasiye ve insan haklarına saldırı aracı olduğu düşüncesiyle yurttaşlarımızın kafalarını karıştırmaktadırlar. Bu konunun aydınlığa kavuşturulması için önce millet ve milliyetçilikten ne anlaşılması gerektiğinin ortaya konulmasını sağlamalıyız. Millet ve milliyetçiliği korkulacak öcü gibi gösterenler sosyolojik anlamıyla millet ve milliyetçiliğin gerçek içeriklerini 9 Hakikatte milliyetçilik, bir kültür hareketi olmak dolayısıyla ırkçılığı, halka dayanan bir siyasî hareket olarak da otoriter idare sistemini reddeder. Bu bakımdan faşizm örneğine bakarak milliyetçiliği değerlendirmek her şeyden önce yanlış misalden hareket etmek olur saptıranlardır. Milliyetçiliği marazî, saldırgan bir hastalık olan şovenizm (Chauvinisme-ırkçılık, kabilecilik, kafatasçılık) ile karıştıranlar olduğu gibi milleti Arapça karşılığı olan din ve millî kelimesini de dinî şeklinde algılayanlar vardır ve bunlardan sonuncular bilimsel anlamdaki millet ve milliyetçiliğin İslâm diniyle bağdaşamayacağını ileri sürerler. Oysaki gelişmişlik ölçüsü olan bilimsel anlamdaki sosyolojik en büyük toplum demek olan millet’in ırkçılıklar, kafatasçılıkla, kabilecikle, saldırganlıkla ilgisi yoktur. Milletleşme ve millet olmanın içinde bulunulan toplumla bütünleşme bilinci olduğunu belirten bir bilim adamımız: “Bir millete mensup olmak demek, o milletin soyundan gelmiş olmak demek değildir. Bu bir toplumsal mannerizm (özenti), ortak duygu ve düşüncede insanların birlikteliği bilincidir5”diye yazar. Prof. Dr. Muharrem Ergin bir makalesinde milleti şöyle açıklar: “Millet, birbirine sosyal akrabalık bağlarından oluşan kardeşlikle bağlanan en büyük bir tabii cemiyettir. Biz hepimiz dil kardeşiyiz, din kardeşiyiz, örf ve âdet kardeşiyiz, dünya görüşü kardeşiyiz, sanat kardeşiyiz, tarih kardeşiyiz. Bunları söylemekle sosyal akrabalık bağları olan kültürün ana unsurlarının altı tane olduğunu da söylemiş olduk…6” Burada “sosyal akrabalık bağı” olarak belirtilen kültürü, içinde bulunulan toplumdan “öğrenilmiş davranışların bir bütünüdür ve belli bir cemiyetin üyeleri tarafından paylaşılan ve aktarılan elemanlardan oluşan davranış sonuçlarıdır 7” diye anlıyoruz. Bu öğrenilmiş davranışlar kişilerde belirli bir kimse olmayı sağlar ve bir gruba, topluluğa ait olma duygusu ve şuurunu kazandırır. Buna kimlik veya kişilik diyoruz. Kimlik “Ben kimim?” sorusuna verdiğimiz, ama başka toplumlardan bizi ayrı kılan, belli bir gruba ait olma duygusudur. Millet olma, bu ortak ait olma duygusu ve ortak kültürün sağladığı mensubiyet ve bağlılık sonucunda oluşan sosyal yapıdır. Ord. Prof. Dr. Sadri Maksudî Arsal ‘ a göre milletin tarifi şöyledir: “Aynı dili konuşan, aynı millî seciyeye (karaktere), müşterek tarihe, müşterek millî emellere malik (sahip) olan kütledir8” Bu tarifte ırk kelimesi yer almaz ve başka insanlara saldırma ve ayrılıkçılık çıkartma teşvikleri de mevcut değildir.Müşterek tarihten maksat, müşterek yaşamanın verdiği dostluk ve kaynaşmayı ifade eder.Bir okul arkadaşımızı, bir asker arkadaşımızı yıllar sonra gördüğümüz zaman duyduğumuz yakınlık milli birlik unsurlarındandır. Birlikte yaşamışlıktan doğan yakınlıkla asker arkadaşımızla kucaklaşmamızda onun soyu-sopu düşünülmez, burada hatıraların oluşturduğu milli kimlik devreye girer. Atatürk millî devlet kurucusu olarak “Ne mutlu Türküm diyene” vecizesini söylemiş ve milliyetçilik anlayışını ortaya koymuştur. Bu vecizenin yorumu: “Irkı, dini ne olursa olsun ben Türküm diyen, Türk Milletine mensup olmanın gurur ve heyecanını gönlünde taşıyan her Türk vatandaşı Türk milliyetçiliğinden nasibini almış demektir9” şeklinde yapılabilir. “Ben Türküm” demekle insanlar bir boydan, ırktan olmaya zorlanmıyor. Değerli bir sosyologumuzun ifadesiyle: “Türkiye coğrafyası üzerinde yaşayan bir kimse “Ben Türküm” demekle Türk olmaya zorlanmıyor… Sadece sosyo-kültürel açıdan aşiret-kabile görünümünden çıkarak –milletleşme bilincine- erişme10”yi elde ediyor. Anlaşılacağı üzere milletin ve milliyetçiliğin oluşmasında birinci faktör millî kültürdür. Gerçek milliyetçiliğin saldırganlık, başka toplumları küçük görme ve zorbalık ile ilgili olmadığını belirten merhum Prof. Dr. Erol Güngör’ün şu cümleleri önemlidir: “Hakikatte milliyetçilik, bir kültür hareketi olmak dolayısıyla ırkçılığı, halka dayanan bir siyasî hareket olarak da otoriter idare sistemini reddeder. Bu bakımdan faşizm örneğine bakarak milliyetçiliği değerlendirmek her şeyden önce yanlış misalden hareket etmek olur11” Siyasal İslâmcıların millet, dil, milliyetçilik ve vatan anlayışları beynelmilel Siyonist, komünist, küreselci… akımlarla paralellik arz etmektedir. Ancak bunlar konuyla ilgili görüşlerini dine dayandırmak için konuyu İslâm Kardeşliği ilkesine oturtmaya çalışmışlardır. Ama İslâm tarihi, Kur’an ve Hz. Peygamberin uygulamaları bunları yalanlamaktadır. İslâm Peygamberi Tanrı’dan ilk vahyi aldıktan (M/610) üç yıl sonra (613) 10 , Şuara Suresi’nin: “Öncelikle eşini, dostunu, akrabalarını uyar. Sana uyan müminlere de kol kanat ger” ayeti (XXVI,214-215) indi ve Peygamberimiz dinini önce yakınlarına bildirmekle görevlendirildi. Daha sonra diğer kabilelere tebliğe başlayınca düşmanları çoğaldı 617 yılında Peygamberi korumasız bırakmak ve peygamberlikten vazgeçirmek için tüm Haşimoğullarına iktisadi ve sosyal ambargo uygulaması başlattılar. Henüz peygamberin soyu olan Haşimoğulları Müslüman olmamışlardı. Peygamberimizle birlikte Müslümanlar ve henüz Müslüman olmayan Peygamberimizin bütün akrabalarına (Haşimoğulları kabilesine) üç yıl süren bir ambargo uygulandı. Ancak Haşimoğulları, dinine inanmamalarına rağmen Hz. Muhammed’i, ailesini ve O’na inananları düşmanlarına teslim etmediler, korumakta direnç gösterdiler, ambargoyu kırdılar.(11b) Haşimoğullarının üç yıl süren ambargoya direnmelerinde milliyet duygularının rolünün olduğunu söylemek yeni bir keşif değildir. Rahmetli Kemal Edib Kürkçüoğlu, bir eserinde “ufuktaki tevhit hedefine milliyet yolundan varılır” der ve ilmî sosyolojik anlamda milliyetçiliğin sağladığı birlik ve beraberliğin tesisinde çok önemli roller oynadığına işaret eder12. Haşimoğullarının ambargoya karşı direnişleri bir milliyetçi davranıştır ve İslâm dininin yayılması bakımından büyük bir rol oynamıştır. Kur’an-ı Kerîm insanların milletler halinde yaşamalarını engelleyici hükümler taşımamaktadır. Siyasal İslâmcıların tek millet, tek devlet olma anlayışları sosyoloji bilimine aykırı olduğu kadar Kur’an’a başka bir ifade ile İlahî tensîbe (münasip görmesine, uygun görmesine)’de uygun değildir. Zira Kur’an’da (Hucurat suresi, XXVI,13) şöyle buyrulur: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Kendinize mahsus bir kimlik sahibi olmanız, birbirinizi farklı kimliklerinizle tanıyıp yardımlaşmanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Ama şunu da bilin ki Allah katında en değerli olanınız, O’nun emir ve yasakları hususunda en duyarlı, en dikkatli olanınızdır. Şüphesiz Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır.” Bu ayetten anlaşılacağı üzere Yüce Tanrı insanları bir anadan, babadan, insan türünde yaratmış ama daha sonra onları kabileler ve milletler haline getirmiştir. Başka deyişle milletlerin varlığı Kuran’da ilahî tensibi olarak gösterilmiştir. Siyasal İslâmcı akımlar Müslümanların ana dilinin Arapça olduğunu iddia ederler ve bütün Müslümanların (Bahailer ve Yahudilerde olduğu gibi) tek dil ile konuşmasını isterler. Bundan amaçları milliyet duygularının yok edilmesidir. Dil milliyet için olmazsa olmaz niteliklerinden biridir. Kur’an-ı Kerîm ve Tanrı Peygamberi böyle bir anlayışı yalanlar. Kur’an’da şöyle buyrulur: “Eğer Tanrı dileseydi o kâfirlerin/müşriklerin hepsini tevhid inancını benimsemiş bir topluluk haline getirirdi” (Şûra suresi, XLII,8; Hud suresi, XI,118)” “Göklerin ve yerin yaratılışı, dillerinizin/lisanlarınızın ve ten renklerinizin farklı olması da O’nun sınırsız kudretinin göstergelerindendir.Şüphesiz bunlarda da hak ve hakikati idrak eden kimseler için dersler ve ibretler vardır.. (Rum suresi, XXX,22)” Bu ayetlerden de dillerin ve renklerin (ırkların), milletlerin varlığı ve farklılığı Tanrının büyüklüğünün delilleri olarak gösterilmektedir. Dillerin farklı oluşu da insanların farklı topluluklar (milletler) haline gelmesi sonucunu doğurur. Çünkü dil millî kültürün önemli yapı taşlarından biridir. Batılı bilginlerden Humbolt’a göre “Milletlerin ayrılmasını dil sağlar13” Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın ifadesiyle: “Aynı dili konuşan insanlar millet denilen sosyal varlığın temelini teşkil ederler. Dil, duygu ve düşünceyi insana aktaran bir vasıta olduğu için, insan topluluklarını bir yığın ve kitle olmaktan kurtararak, aralarında duygu ve düşünce birliği olan bir cemiyet, yani millet haline getirir14” Ayrıca ilahî irşad (uyarı) tarih boyunca her toplumun kendi dilleriyle olmuştur (Bak: İbrahim suresi/4. ayet) Peygamberimiz de millî kültürün ve özellikle dilin toplulukların farklılaşmaları, milletleşmelerinde önemli rol oynadıklarını bildirir. Suyutî’nin el-Hasais ül-Kubra adlı kitabında (Haydarabad, 1320, II, 145) verilen bilgiye göre peygamberimiz “Kim Arapça konuşuyorsa o Araptır” buyurmuştur. Ayrıca halkımız arasında yaygın durumda olar (Men teşebbehe bi kavmin fe hüve minhu) “Kim bir kavme benzerse, o kavimden olur” hadislerinden maksadın da kişinin dilini, dinini, kültürünü değiştirmesi olduğu bilinmektedir15. Bu konuda en çarpıcı tarihî olay Kuzey Afrika’nın Araplaşmasıdır. Peygamberimiz Medine’ye göç ettikten sonra orada Yahudi-Arap, putperest, Hıristiyan, Müslüman… gibi ayrım yapmadan bir şehir devlet vatandaşlığı statüsünde halkı bir devlet stratejisi altında topladı. 47 maddelik bir anayasa etrafında birleştirdi. İslâm Peygamberi de dinî olmayan alanlarda toplumun liderliğini yüklendi16. Bu anayasa ile Hz. Peygamber, din ve ırk ayrılıklarına rağmen Medine halkını vatandaşlık bağı altında bir devlet birliği altında topladı. Kâb b. Malik’i de bu devletin sınırlarını belirlemekle görevlendirdi ve bu kişi Medine’nin çeşitli yerlerine sınır taşları dikti. Anayasanın 39. maddesine göre sınırları çizilen Medine’nin geliştiren mukaddes bir kurumdur. Konuyu değerli bir sosyologumuzun bir cümlesiyle sonlandırmak istiyorum: “Din ile milliyeti birbirine zıtmış gibi göstermeye kalkışmak, dinin özünü ve sosyal fonksiyonları ile bunların dinamiğini bilmemekten ileri gelir18. DİPNOTLAR müşterek vatan olduğu ve bu sınırlar içinde kanun hâkimiyetinin sağlanacağı, bu sınırların bütün vatandaşlarca müştereken korunacağı belirtildi. Sınırları Kâb b. Malik tarafından işaretlenen bu vatanın korunması için bütün farklı din ve bağların mensupları savaşacaklar, yardımlaşacaklar, savaş masraflarını kendileri karşılayacaklar. İslâm Peygamberinin bu uygulaması toprak için, vatan için savaşmanın meşruiyetine (din yönünden yasallığına) bir delildir. Ayrıca Peygamberimizin “Vatan sevgisi imandandır” hadisleri de halkımız arasında yaygındır. Milliyetçi vatanını, milletini, bayrağını seven kişidir. Milliyetçi için bayrak şeref, namus, hürriyet ve birliğin sembolüdür. İslâm dini yönünden de bayrak, kutsal bir semboldür, gerekirse önünde ölünür, yere düşürülmez. O, bir bez parçası değildir. Savaşlarda Peygamberimiz ordusu içindeki her kabileye farklı renkte ve şekilde bayraklar vermiştir. Mute savaşında Zeyd b.Harise, Abdullah b. Revaha ve Cafer b. Ebî Talip kendilerine verilen bayrağı yere düşürmemek için savaştılar. Özellikle Cafer b. Ebî Talip savaşta bir kolu kesilince bayrağı öbür eliyle tutmuş, iki kolu da kesilince bayrağı bacaklarının arasına alarak düşürmemeye çalışmıştır. Bu kahramanlığı ve bayrağa saygısı sebebiyle Cafer b.Ebi Talib’övücü ifadeler kullanmıştır. İslâm dininde zekâtların, fitrelerin ve hayırların dağıtımında, yardımlaşmalarda öncelikle yakın akrabalardan başlamak emredilir (Bak: Tevbe suresi/59, Nahl suresi/90) Bir kişi öldüğü zaman mirası Afrika’daki kıvırcık saçlı Müslüman kardeşine verilmez. Kur’an’da mirasın yakın akrabalara dağıtılacağı emredilir (Bak: Nisa suresi/2-13, 176.) Buraya kadar özetlediğimiz bilgiler ışığında artık bugün, ilmî (sosyolojik) anlamda, kendi milletinin yükselmesini, kalkınmasını, maddî ve manevî faziletler, yücelikler kazanmasını, milletinin mutluluğunu amaç edinen milliyetçiliğin İslâm dinine aykırı olduğunu söyleyenlere İslâm dinini tanımadığını hatırlatabiliriz. Bir din bilginimizin dediği gibi “Millet mefhumu, toplulukta içten ve özden bir sevişmeyi, yardımlaşmayı ve dayanışmayı temsil eder… Mükellefiyeti (sorumluluğu) temsil eden din, millî tekâmülün de ruhudur… Din milletin temsil taşlarından sayılmaktadır, dinsiz milliyet davası olmaz17”. Bu bakımdan millet ve milliyetçilik dine aykırı olmadığı gibi dinde millî duyguyu besleyen, 1 Bak: Mim Kemal Öke, Küresel Toplum ve Türkiye, Ankara, 2004 2 Leonard Bender, Liberal İslâm,Çev.Yusuf Kaplan, ?,1996,2732b) Bu konular için bakınız: Abdullah Manaz. ,Siyasal İslamcılık, I-II, İstanbul,2008; N. Çağatay, Türkiye’de Geçici Eylemler, Ankara, 1972; A. Vehbi Ecer, Tarihte ve Günümüzde İhvan ül-Müslimîn Örgütü, Kayseri, 2000; Ecer, Tarihte Vehhabî Hareketi ve Etkileri, Ankara, 2001;A.Vehbi Ecer,”İhvan ül-Müslimîn (Müslüman Kardeşler) Örgütünün Din Anlayışı” ,Türkiye Günlüğü Dergisi, Kış-2012,sayı:109,20-25. 3 Ali Abdülhakim Mahmud, Vesail üt-Terbiye ind elİhvan il-Müslimîn. Kahire, 1989, 61. 4 Kemal H. Karpat, Ortadoğuda Osmanlı Mirası ve Ulusculuk, İstanbul, 2000, 156. 5 Orhan Türkdoğan, Etnik Sosyoloji, İstanbul, 1998, 392. 6 Muharrem Ergin, “Türk Millî Kültürü ve Dünya Görüşü Üzerine”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Ekim 1985, Sayı 4, 27-50. 7 Nermin Erdentuğ,, “Sosyal Antropoloji Eğitiminin Türk Kişiliğinin Korunmasına Katkısı”, Türk Kültürü Dergisi, Ağustos 1987, Sayı 292, 32-36. 8 Sadri Maksudî Arsal, Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları, İstanbul 1979, 37. 9 Halil Cin, “Atatürk’ün Milliyetçilik Anlayışı”, Türk Kültürü Dergisi, Kasım 1983, Sayı 247, 3-11. 10 Türkdoğan, 393. 11 Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, İstanbul 1986, 110. 11b)Ambargo olayı ile igili bilgi için bakınız:A.Vehbi Ecer, İslam Tarihi Dersleri-I, Kayseri,2000, 115-126. 12 Kemal Edib Kürkçüoğlu, Din ve Milliyet, Ankara, 1956, 6. 13 Bedia Akarsu, Wilhelm von Humboldt’da Dil-Kültür Bağlantısı, İstanbul, 1955, 44. 14 M. Kaplan, Türk Milletinin Kültürel Değerleri, İstanbul, 1977, 12, 15 Bu hadisin sadece kılık kıyafet, giyim kuşama ait olduğu anlayışının yanlışlığına şu hadis-i kudsi delildir: “Allah sizin şekillerinize (yani kılık kıyafetinize) ve mallarınıza (zenginliğinize) bakmaz, fakat imanınıza ve amellerinize (yani eylemlerinize ve iyiliklerinize) bakar (Müslim, el-Cami üs-Sahih, Kahire, 1987, IV, Kitab ül-Bir’/Bab: 10)”. 16 M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 122./ 17 Ahmet Hamdi Akseki, Abdurrahman Azzam’ın Ebedî Risalet adlı (Çev: H.H. Erdem, İstanbul, 1961) eserine yazdığı Ön Söz, 34.;Prof.Dr. Nadim Macit kitabında şöyle bir millet tarifine yer verir:”Millet,dil, kültür ve mefkure birliğiyle birbirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği bir siyasi,içtimai bir heyettir.. Türk Milletinin var oluşunu sağlayan dil, kültür ve mefkure tarihi tecrübelerden geçmiş muhkem direklerdir”.Bak:N.Macit,Türk Milliyetçiliği,Kültürel Akıl,İçtihat ve Siyaset, Ankara,2011,28 18 Ünver Günay, “Din ve Sosyal Bütünleşme”, E.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Kayseri, 1989, Sayı 6, 1-14. Not: Makalede geçen ayetler Prof.Dr. Mustafa Öztürk’ün “Kur’an-ı Kerim Meali-Anlam ve Yorum Merkezli Çeviri”,başlıklı ( Adana,2011), mealinden alınmıştır 11 12 -(+4+4+4)+12=0 EĞİTİMDE Cin NeT karababaosman@ hotmail.com Osman KARABABA Dünyanın göz diktiği cennet bir ülke... Yer kürenin 3 stratejik konjonktürü olan gıda, su ve yer altı zenginliğinde en hayatî yer… Dünya enerji kaynaklarının geçit güzergahı… Türkiye… Milyonlarca ton kömür, yardım paketleri ve yaratılan dilenme kültürü… AB ve ABD’nin desteği, Pensilvanya’nın himmeti… Din’le Allah ile aldatan münafıkların üstün gayreti…Din simsarlarının kazançlı ticareti… Yalaka, yandaş basın... Ve türbanla aklı başından alınan ve hipnoz edilen oy sandıkları coştu; ve “milli irade”(!) yüzde 49’la üçüncü kez iktidar! Küresel güçleri ve global çeteleri arkasına alanlar; “Ülkeyi pazarlayacağız” derken… Ve neticede zata mahsus çıkarılan kanunlar, kanun yapmak yerine rantlaşan Kanun Hükmünde Kararnameler, AB-ABD güdümlü kararlar, Bürüksel, Kopenhag kriterleri tek zatın bir sözüyle gerçekleşirken… Yalaka, yandaş basınla medya; güllük gülistanlık edildi dünya… Güya? Marifetlerine bir bakar mısınız? İletişim-haberleşme yabancıların elinde… Millî egemenlik AB vesayetinde… Verimli topraklar, stratejik yerler, limanlar, dereler, ırmaklar, doğal kaynaklar, para eden kurum ve kuruluşlar yabancılara peşkeş çekilmiş... Bankalar, borsalar yabancı sermayenin elinde… Borç yüzünden 40 milyon can ipotekte… Tarımda kendini besleyebilen dünyada 7 ülkeden biri iken, küresel şebekenin istekleri doğrultusunda dışarıya bağımlı hale getirilmiş… Cari açık HİV virüsü! Yoksulluk %19’la gizli verem… İşsizlik bitmez kabus! Ülkede ranta endekslendi namus… Adalet kayıp! Yargının siyasileştiği haykırılıyor. ABD hazırladığı Büyük Ortadoğu Projesi’yle Orta Doğuyu kan gölüne çevirecek, Türkiye dahil 24 İslam ülkesinin haritasını açıkça değiştirmeye başladı. Irak’ı üçe parçaladı. Afganistan işgalde. Mısır, Tunus yönetimi elinde… Libya iki parça… Türkiye sopasıyla Suriye’ye zorla girmek üzere... Projenin eşbaşkanı başbakan! Durum böyle olunca BOP tıkır tıkır işliyor.Ve sıra Türkiye’de; Doğu Anadolu bölgesinde “Kürdistan” naraları atılıyor. Kürtçe eğitim ve özerklik kapıda… Nihayet ülke 9 yıl içinde bölünmenin eşiğine getirildi. Cumhuriyet ve laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmaktan tescilli ve sabıkalı iktidar ise “dindar gençlik yetiştireceğiz” teranesinde ısrarlı. “Yaptıklarımız, yapacaklarımızın teminatıdır.” diyen bu iktidarın “dindar gençlik” yetiştireceğine inanıyor musunuz? Bu yüzden eğitime el attılar. Zihinlerinden geçen eğitimi vermek için 4+4+4 şeklindeki zorunlu eğitimle ilgili yasa, dünyada eşi ve benzeri görülmedik bir biçimde Meclise getirildi. Fırtınalar koptu, hortumlar oluştu, çınarlar devrildi, boğazlar sıkıldı. “Tek zat”ın ihtiraslarına ve tahakküm hırsına eller havaya kalktı ve “ışık” hızıyla kanunlaştırıldı. Dünyada benzeri görülmedik bir olay! Türkiye’de 172 üniversite, on binlerce akademisyen, 9 bin lise, 34 bin ilköğretim okulu, 27 bin okul öncesi ve toplamda 70 bin okul müdürü, 5 bin dershane, yüzlerce özel okul, eğitimde binlerce otoriter, yazar, çizer, düşünür, sivil toplum kuruluşları vs. dururken bunlara danışmadan… Başında bilim hırsızı bir Bakanla, eğitimden bihaber dört vekille zorunlu eğitim yasası, gerekli araştırma yapılmadan, gizli emelleri uğruna, şu an 16 milyon öğrencisi olan bir ülkenin eğitim sistemini tepe takla ettiler ya.. “Kuran-ı Kerim” öğretilmesi ve “dindar gençlik” yetiştirilmesi adına “kindar gençlik” nifak tohumu atıldı Anadolu’ya… Yaptıkları yapacaklarının teminatı olan bu iktidarın “Kuran-ı Kerim” öğreteceğine inanıyor musunuz? 4+4+4 şeklindeki eğitim sistemiyle ülkede her şey kökten değiştiriliyor. Âti, maziden koparılıyor. Anlaşılan o ki, ancak böyle şeytani bir sistemle dünya Bizler Kuran’ın öğretilmesinden değil, küresel eşkıyaların uşağı olan ve din dışı faaliyetlerini ve zalimliklerini din kılıfıyla paketleyen zihniyetin, milletin başına büyük bela açmasından korkuyoruz. üzerinden Türk milletinin adı, sanı, sonra da varlığı silinebilir. Evet, isterseniz komplo teorisi sayın, ancak yaptıkları yapacaklarının teminatıdır. Müridi tarafından dokunmak bile ibadet sayılan devrin sultanı: “Kuran öğretilmesinden niye korkuyorsunuz?”diyor. Hayır, Kuran öğretilmiyor. Arapça okunması öğretilerek din, bugüne kadar yaptıklarının teminatı olarak ranta çevrilmesi için kullanılıyor. Kuran, din tacirlerince istismar edilerek halka uyku hapı olarak veriliyor. Haçlı yardakçılarının kılıçlarına takılan Kuran sayfalarıyla; ümmet-i Muhammed’in başı kesiliyor, Fenerlerle hakkı gasp ediliyor... Dünyanın bugün yaşanmaz duruma gelmesinin sebebi Kuran gerçeğinin hep saptırılması değil midir? Bizler Kuran’ın öğretilmesinden değil, küresel eşkıyaların uşağı olan ve din dışı faaliyetlerini ve zalimliklerini din kılıfıyla paketleyen zihniyetin, milletin başına büyük bela açmasından korkuyoruz. Cahiliye dönemi uygulamalarının “din” gibi gösterilmesinden ve İslam’la bağdaşmayan bir yaşam biçiminin “din” diye dayatılmasından korkuyoruz. Bu millet; Kuran’ın öğrenilmesinden değil; Müslüman geçinen, ama Haçlının hançeriyle Müslümanlara saldıranların dininden… Afganistan, Libya, Suriye, Mısır, Irak, Tunus, Bahreyn, birçok İslam ülkesinde Müslüman’ı Müslüman’a kırdıran küresel eşkıyanın maşası olan Müslüman maskeli idarecilerin yaşayışından… Kuran’ı yakanların yanında saf tutan, Hz. Peygamberimize (a.s) hakaret edilmesini “özgürlük” olarak yorumlayan keferenin NATO Genel Sekreteri olmasına onay verenlerin din anlayışından… Irak’a milyonlarca Müslüman kadına tecavüz etmek için giden Haçlı sürülerine dua edenlerin din ritüelinden… Kuran’ın öğrenilmesinden değil, (ki, zaten öğretilmiyor, Arapça ezberletiliyor) ülkeyi bölünmeye sürükleyen gafillerin yaşadığı dinden korkuyor. Ülkede on yıldır laiklik ve cumhuriyet karşıtı eylemlerin sabıkalı ve tescilli odağı olan, halkı din’le Allah ile aldatan ve İslam’ı siyasete alet edenlerin genç nesle Kuran öğretilmesine inanıyor musunuz? Türk eğitim sisteminin altını üstüne getirilmesinin asıl sebebi “Kuran öğretilmesi” değildir ki! Eğitimde FATİH Projesi diye yutturmaya çalıştıkları proje aslında Fırsatları Aşırma ve Teknik İğdişleme Hareketidir. Çünkü bu projenin bütün harcamaları ek çıkarılan kanunla Kamu İhale Kanunu dışında tutulmuştur. (4+4+4), bir rant şifresidir. Milli eğitimde çağ atlama, dijitalleşme projesi olarak tanıtılan bu kandırma projesi deveyi havuduyla götürmek içindir. İşte ihalesiz, denetimsiz yapılacak harcamanın boyutu: Bu yeni sistemle bu yıl eğitime başlayacak olan 6 yaş grubu bir milyon öğrenciyi de ekleyince ülkede öğrenci sayısı 17 milyona, derslik sayısı 710 bine, öğretmen sayısı 700 bine ulaşacak. Bu duruma göre: 1)Akıllı tahta (etkileşimli); 710 bin adet, 5 yılda bir yenileme şartıyla 4 milyar 260 milyon $. 2)Tablet Bilgisayar; 17 milyon adet, 3 yılda bir yenileme şartı, 16 milyar $. 3)Elektronik içerik, aylık 5 dolardan 710 bin sınıf için hibe edilecek. 4)E-içerik; aylık 5 dolardan 16 milyon öğrenci için 15 yıl süreli, 15 milyar $. 5)İnternet; aylık 10 dolardan 710 bin derslik için,15 yıl süreli, 1 milyar 278 milyon $ 6)İnternet; 16 milyon öğrenci, aylık 10 dolar, 15 yıl süreli, 28 milyar $. 7)6 yaş grubundan doğan 40 bin derslik ve müştemilatı; arsası, donanımı hariç. Proje bedeli: 64 milyar 540 milyon $. Toplamda:100 milyar $. İhalesiz, kendinden menkul bir rant!.. Millet için cinnet!.. Çünkü “Zimmet, kamu taşıma biletlerinde kalpazanlık, resmi evrak ve kayıtlarda sahtecilik, cürüm işlemek için teşekkül oluşturmak, suçu ve suçluyu övmek, halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek, ihtilasen nitelikli zimmet (bilgi hırsızlığı), sahte belge düzenlemek, görevi kötüye kullanmak…” vb nice yüz kızartıcı suçlardan dokunulmazlık zırhıyla korunan çok sayıda vekil sanığın kümelendiği bir iktidar partisinin, partizanlarına rant kapısı yapmayacağını kim garanti edebilir? Eğitimi kökten değiştirmeye kalkmaları Allah’a yemin olsun ki bu yüce milleti düşündükleri için değil, gelecek neslin dindar yetişmesi için hiç değildir!.. Çünkü neslin dindar, mükemmel ve sorgulayan nesil olarak yetişmesi ne iktidarı elinde tutan küresel emperyalist çetelerin ne de bunların işine gelmektedir. Kim bilir, belki de 4+4+4 şeklindeki eğitim sistemi; Büyük Ortadoğu Projesi’ne malzeme yetiştirilmesi içindir. Bu da -(+4+4+4)+12=0 demektir. Bilmem anlatabildim mi? 13 14 AHSEN HOCA’NIN SOHBETLERİNDEN İsmail BOZKURT Ahsen Hoca, bizim mahallenin okumuşlarının en mutemet emeklilerindendir. Haftanın belli günleri onun gelmesini Süslü Bekir’in kıraathanesinde bekleyen müşterileri vardır. Cuma namazını müteakip teker teker oraya düşerler. Kırmızı kalın çuha kaplı tahta masanın etrafında toplanırlar. Ahsen Hoca da herhangi bir sorunu olmaz ise, randevusuna hiç ihmal etmeden katılır. Kuran’ı anlamak hakkı bilmekle gerçekleşir. Kuran’ı anlayan kimse dini anlama ölçeğinde dindar demektir. Bu dindar ise insanı sever ve hakkını teslim eder. Sevmeye ve yardımına da en yakınından başlar. Bunun adına da bir isim vermek gerekiyor ise ‘milliyetçilik’ denir. Dirsekleri masada, kulakları Hoca’da, elleri suratlarına yapışık olarak çıt çıkarmadan Ahsen Hoca’yı dinlemek onların bir ibadet vecdi içerisinde görevleri idi. Süslü Bekir ev sahibi görevini yürütürken hem hizmet eder, hem de ortalığa soru sorarak kendi kendine konuşmaya başlar. Öyle sorar ki bazen sorduğu sorunun içinde cevabı da saklı olur. Ondan da alabildiğince zevk alır. Hep zamane üstüne söyler durur. Eksik kaldığı yerler olursa Ahsen Hocan’ın gözüne bakar, Hoca anında tamamlar. Hiç tahammül edemediği şeylerden biri, çok açık seçik farklı muamele gören zengin, fakir cenazeleridir. Etrafa bakar, hayıflanır durur. Ondan sonra da şöyle der: “Zenginin yurduna mı? Fakirin merdine mi?” Göğsünden kabararak söylerken dişleri sanki kilitlenir gibi olur. Gözleri dolar. Burun delikleri Demirci Şükrü’nün körüğü gibi açılır açılır kapanır. Mezarlığa seslendirme cihazı ile giden şamatacılara “toy avcısı” diye hitap eder. “Bunlar hiç mi düşünmezler ki yerin altındakilerin yerin üstü ile bir dertleri yoktur.” der de Ahsen Hoca’ya bakar. Hoca eksiği tamamlar. Ve der ki: “Süslü kardeş, sana bir şey söyleyeyim de sakın unutma! O mezarda gördüğün şatafatın hiç birisi ölen kişi için değildir. Geride kalanların kendilerini takdim ve tatmini içindir. Geçenlerde bizim Hırpıtlı Osman’ı gördüm, inan ki çok sevindim. Tüyü tozağı düzmüş emme velâkin sakal bırakmış, şalvar giymiş, gıdığını kazımış bembeyaz etmiş, bileğine de üç devir bir tespih dolamış, ‘Sakın örf mörf diyerek dine bir takım musallatlar sokmayın.’ diyor. Şaşırdım kaldım. Daha dün usulüne uygun abdest almasını bilmeyen bizim Osman, defolu artık mal satan parçacılar gibi durmadan konuşuyor. Halbuki, ne örfü bilir ne de sünneti. Oraya yapacağı harcamayı sessizce bir fakire harcasa kimin haberi olacak? Emsalleri içinde kim ona itibar edecek?” Gençlerden Şinas söz alarak: “Hocam, öyleyse mezarlarımız kayıp mı olsun.” dedi. “Hayır öyle bir şey demedim. Belli olsun, sade olsun. Yazısı da olsun, işareti de bulunsun. Ancak, şato gibi olmasın, demek istiyoruz.” Şinas yeniden söz aldı: “Ya Hocam! Öyleyse biz ana ve babalarımıza haklarını nasıl helal ettireceğiz?” Ahsen Hoca şöyle cevap verdi: (“Sevgili Şinas, her davranışın, her hareketin, hatta ibadetteki düzgünlüğün ve dürüstlüğün öyle olsun ki, ölçü hak ve hakkaniyetle sonuçlansın. İşte o zaman sizin dürüst davranışlarınız anne ve babalarınıza dua olarak dönecektir. Hakkı bilmek için Kuran’ı anlamak gerekir. Ne mezar süslemek, ne sakal uzatmak, ne de şalvar giymek dindarlık değildir. Dindarlık, dini akıl öncelikli olarak kavramaya çalışmaktır. Daha doğrusu mekânları süslemek değil, gönülleri yumuşatıp, vicdanlara hükmedecek olan Kuran’ı anlamaya çalışmaktır. Kuran’ı anlamak hakkı bilmekle gerçekleşir. Kuran’ı anlayan kimse dini anlama ölçeğinde dindar demektir. Bu dindar ise insanı sever ve hakkını teslim eder. Sevmeye ve yardımına da en yakınından başlar. Bunun adına da bir isim vermek gerekiyor ise ‘milliyetçilik’ denir. Milliyetçiliğin hedefi, her türlü hizmete milletinden başlatmakla olur. Milliyetçilik, milleti bir bedenin uzuvları gibi hissetmek değil midir? Bu uzuvların her birine aynı derecede dikkat ve hizmet etmek; akıl, izan ve iman sahibi her mükellefin görevidir.”) Nefes almadan dinledikten sonra Süslü Bekir: “Bas- tır Hocam bastır!” dedi. “Bastır ki bu günlerde bu sözlere ihtiyacımız vardır. Nerede ise dinle milliyeti kavga ettirecekler. Milliyetçiliği dinin düşmanı ilan edecekler.” Hem ‘zalime karşı olmak, hem de mazluma sığınak olmak’ bizim İslam öncesi hal ve harekâtımızın nişanesidir. Bu hal ve harekât ise İslam’ın özüdür. Yurdun ve dinin korunması İslam’da mükellefin zorunlu sayılan ödevlerindendir. “Olur mu sevgili Süslü, bizim örfümüz dinimizin temel direği olmuştur. Bizim örfümüz bizi dini hayatımızda hiç yanıltmamıştır. Hatta şunu söyleyeyim: İslamiyet’le şereflendirildiğimiz zaman Din’i Mübin’i İslam’a ters düşen bir örfümüz olmamıştır. Hem ‘zalime karşı olmak, hem de mazluma sığınak olmak’ bizim İslam öncesi hal ve harekâtımızın nişanesidir. Bu hal ve harekât ise İslam’ın özüdür. Yurdun ve dinin korunması İslam’da mükellefin zorunlu sayılan ödevlerindendir. Bak sevgili Şinas! Araya Süslü girdi de Kuran’ı anlamayı tamamlayamadık. Satuk Buğra Han’ın rüyasından beri bizim atalarımızın hedefi, İlayı kelimetulah’ı yeryüzüne duyurmak olmuştur. Orta Asya’dan Avrupa’nın ortalarına kadar hilali gökyüzünde dalgalandırırken ererbaş ve komutanları kim varsa uydukları tek şey vardır ki o da bizim örfümüzdür. Herkes pür dikkat Hocayı dinliyordu. Hoca da coşkun bir ifadeyle anlatıyordu: “Milletimize, milliyetimize, örfümüze ve geleneğimize dine aykırı diye musallat olan varsa bilesiniz ki cehaletinden değilse şüphesiz hainlik yapmaktadır. Türk tarihinin seyri içerisinde bozulmadan devam edip gelen milletimizin sünneti, Sünneti Rasule ters düşmemektedir. Mala, cana ve mesaiye ait her türlü cömertlik, dine uygun olarak sadece Türk milletinin örfünde mevcuttur. Vatan sevgisi imandan ise, vatan savunmasının özünü temsil eden askerlik, Türk örf ve geleneğinde adam olmanın alâmetifarikasıdır. ‘Komşusu aç iken tok gezen bizden değildir’ Hadis’i Şerifi kadar hatta daha da eski olan bizim örfümüzdeki ‘ülüş komşuluğu’dur. Ülüş komşuluğu, komşuda pişenin komşu tarafından kokusu duyulduğu takdirde içine sinmeyeceği düşüncesi ile komşuya tattırılmasıdır.” Ahsen Hoca, vecde gelmişti. Kendinden geçercesine anlatıyordu: “Düğünlerimiz, toylarımız ve bezeri faaliyetlerimizin hepsi de fakiri kollamak için düzenlenmiş şeylerdir. Mevsimlik ve sağanlık koyun keçi veya inek ikram ederek mevsim sonu geri almak hangi toplumun örfünde vardır? İslam veya başka dinden olsun. Sadece Türk örf ve geleneklerinde görebilirsiniz. 15 Bu ise en güzel sadaka’ı fıtır değil midir? Bila ücret komşunun biçilemeyen ekinini biçmek, asker eşlerine ve ailesine yardım etmek, herhangi bir sebepten ıstarda kalan kilimini komşu kızların toplanarak dokuyup sahibine teslim etmesi İslam kardeşliğindeki yardımın özü değil midir?” Sözün burasında Şinas’ın sesi yükseldi: “Allah Allah! Şimdi anladım hocam, berhudar olasın. Anlatırlardı büyüklerimiz kıtlık senesi falancaların mallarını birer ikişer paylaştık da yaza kadar ücretsiz olarak besledik derlerdi. Demek ki bunların hepsi aynı gayeye hizmet için yapılan şeylermiş.” “Bak sevgili Şinas, bu iş öyle gürültü kopararak yapılacak iş değil. Yönetici isen ‘Diclenin kenarında kurtun kaptığı koyundan’ sorumlusun. Hangi sebepten olursa olsun açlık gibi bir olay sonucu meydana gelen ölümden sorumlusun. Mevzuat müsait diyerek elde ettiğin mallarının üzerinde diğer bir Türk tarihinin seyri içerisinde bozulmadan devam edip gelen milletimizin sünneti, Sünneti Rasule ters düşmemektedir. Mala, cana ve mesaiye ait her türlü cömertlik, dine uygun olarak sadece Türk milletinin örfünde mevcuttur. Vatan sevgisi imandan ise, vatan savunmasının özünü temsil eden askerlik, Türk örf ve geleneğinde adam olmanın alâmetifarikasıdır. müminin nazarı varsa ondan da sorumlusun. Bir başkasının bu gibi kazanç elde etmesine muavenet etme durumunda isen yine sorumlusun. Gerek nefsin için, gerek başkaları için olsun bu elde edilişlere bir de din kılıfı geçirme gayretinde olursan öbür dünyada yakanı kurtaramazsın. Burada da tutulması muhakkak olmasına olan inancımı teyiden derim ki, öbür âlemde iki yakanın bir araya gelmeyeceğine imanım tamdır. Bak sevgili Süslü, sevgili Şinas! Müslümanım diyenlere bakarak Müslümanlığı (İslamiyet) değerlendirmek doğru değildir. Müslümanın yanlışı İslamiyet’in yanlışı değildir. Müslümanın örnek alacağa kaynak, Allah’ın kitabı Kuran ve peygamberin sünnetidir.” Süslü Bekir: “Anladım Hocam hem de iyi anladım.” diye içtenlikle konuştu. Hoca da ona dönerek sözlerini şöyle tamamladı. “Anladı isen Türk örf ve geleneği ile uğraşanlara de ki: ‘Hocam, toprağın altı üstünden daha uzun’ diyor. Dediğimi söyle. Belki irkilirler. Bu günlük bu kadar yetmez mi Süslü?” 16 İKİ YANLIŞ Mehmet KILINÇ Sosyal medya adı verilen Facebook v.b paylaşım/ iletişim kanallarında sık sık rastladığım çok yaygın iki yanlış beni bu yazıyı yazmaya sevk etti. Maalesef insanlarımızın pek çoğu okuma ve araştırma zahmetine katlanmıyorlar; bu sebeple birinin yaptığı yanlış tekrarlanıp yaygınlaşıveriyor. KÜR ŞAD MARŞI adıyle bilinen ve rahmetli ATSIZ1 (1905-1975) hocaya mal edilen bir şiir var; şöyle: KÜR ŞAD MARŞI Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz. Çünkü bu yol kutludur gider Tanrı Dağı’na. Hâlbuki yoldaşını bırakıp dönenlerin, Değişilir topu da bir sokak kaltağına. Kür Şad’ın nârasıyla indik Tanrı Dağı’ndan, Ruhumuzu kandırdık Orhun’un kaynağından. Bu kaynaktan içenin yürekleri tunç olur, Türk’e kefen biçenin ölümü korkunç olur! Delinse yer, çökse gök; yansa, kül olsa dört yan, Yüce dileğe doğru yürürüz yine yayan. Yıldırımdan, tipiden, kasırgadan yılmayan, Ölümlerle eğlenen tunç yürekli Türkleriz. Bu şiirin birinci ve üçüncü dörtlüğü Atsız’a aittir; ilk dörtlük onun YOLLARIN SONU adlı şiirinden (bu şiirin üçüncü dörtlüğü); üçüncü dörtlük ise yine Atsız’ın TÜRKLERIN TÜRKÜSÜ adlı şiirinden (bu şiirin son dörtlüğü) alınmıştır. KÜRŞAD MARŞI’nın İKİNCİ DÖRTLÜGÜ ise Atsız’a ait değildir. (Meselenin en çirkin yanı da budur. Başkasına ait bir şiir parçasının Atsız’a mal edilerek rahmetlinin bir çeşit hırsız durumuna düşürülmesi çok acıdır.) Bu dörtlük, 3 Mayıs 1944 hadiselerinden sonra açılan ve IRKÇILIK TURANCILIK DAVASI olarak bilinen davada Atsız ile birlikte yargılanan öğretmen FAZLIOĞLU CEMAL OĞUZ ÖCAL2 (1913-1971)’a aittir ve onun M.T.T.B. (Millî Türk Talebe Birliği)3 nin milliyetçi gençleri için yazdığı altışar mısralı beş bendden oluşan GENÇLİK MARŞI adlı şiirinden alınmıştır. Bu şiirlerin asıllarını aşağıya alıyorum. (KÜR ŞAD MARŞI’na alınan dörtlükler koyu harflerle yazılmıştır.) KÜR ŞAD MARŞI’nın ilk dörtlüğünün alındığı Atsız’a ait “Yolların Sonu” şiiri: “YOLLARIN SONU Bu gün yollanıyorken bir gurbete yeniden Belki bir kişi bile gelmeyecektir bize. Bir kemiğin ardında saatlerce yol giden İtler bile gülecek kimsesizliğimize Gidiyorum: gönlümde acısı yanıkların... Ordularla yenilmez bir gayız var kanımda. Dün benimle birlikte gülen tanıdıkların Yalnız bir hâtırası kaldı artık yanımda. Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz; Çünkü bu yol kutludur, gider Tanrı Dağı’na. Hâlbuki yoldaşını bırakıp dönenlerin Değişilir topu da bir sokak kaltağına. İster düşün... Kendini ister hayale kaptır... Uzar uzar, çünkü hiç sonu yoktur yolların. Bakarsın aldanmışsın, gördüğün bir seraptır Sevimli bir hayale açılırken kolların. Ey doğunun alnımı serinleten rüzgârı! Ey karanlıkta bana arkadaşlık eden ay! Arzularım bir oktur, aşar ulu dağları; Düştüğü yer uzakta “DİLEK” adlı bir saray. O sarayda bulunca Tanrılaşan erleri Artık gözüm arkaya bir daha dönmeyecek. Hepsi sussa da “Kür Şad” uzatarak elini; ‘Hoş geldin oğlum ATSIZ, kutlu olsun!’ diyecek.” 4 KÜR ŞAD MARŞI’nın ikinci dörtlüğünün alındığı F.Cemal Oğuz Öcal’ın GENÇLİK MARŞI adlı şiiri: “GENÇLİK MARŞI Kendilerinden çok şey beklediğimiz, ümit ve 17 istikbal güneşlerimiz, M.T. T. Birliği mensuplarına hudutsuz sevgilerimle... Atamız Oğuz Kağan, armamız Bozkurt bizim, Ergenekon bizimdir, mukaddes Özyurt bizim! Toprak bizim, su bizim, mâzi bizim, şan bizim; “KIZIL ELMA” yolunda dökülecek kan bizim!.. Çarpışmaktan yılar mı bahadır doğan erler? Bize Hakk’ın kılıncı, zulmün hasmı Türk derler!.. *** Kür şad’ın nağrasıyla5 indik tanrı dağı’ndan, Kandırdık ruhumuzu orhun’un kaynağından!... Bu kaynaktan içenin bilekleri tunç olur, Türk’e kefen biçenin ölümü korkunç olur!... Savaşmaktan yılar mı bahadır doğan erler? Bize Hakk’ın kılıncı, zulmün hasmı Türk derler!.. *** Tutuşmuş saçlarımız birer arslan yelesi, Yanıyor alnımızda hürriyet meş’alesi!.. Türk için ağlayacak, Türk için güleceğiz, Hür doğduk anamızdan, yine hür öleceğiz!.. Çarpışmaktan yılar mı bahadır doğan erler? Bize Hakk’ın kılıncı, zulmün hasmı Türk derler!.. *** İdealist gençliği yaşamıyor sananlar, Görsünler, ne haldedir: Birleşip inananlar!.. Çiğnedik bir hamlede biz her turlu zilleti; Olmak için tarihin yine ustun milleti!.. Savaşmaktan yılar mı bahadır doğan erler? Bize Hakk’ın kılıncı, zulmün hasmı Türk derler!.. *** Delinse gök, çökse yer, gürleyecek türkümüz; “EN BÜYÜK TÜRKİYE”yi yaratmaktır ülkümüz!.. Sevdiğimiz üç şey var: ALLAH, VATAN, HURRIYET; Yaşasın Türk gençliği, yaşasın Cumhuriyet!.. Çarpışmaktan yılar mı bahadır doğan erler? Bize Hakk’ın kılıncı, zulmün hasmı Türk derler!..”6 (Dikkat edilirse Gençlik Marşı’nın ikinci bendindeki “bilekleri” kelimesi de Kür Şad Marşı’nda “yürekleri” haline getirilmiştir.) KÜR ŞAD MARŞI’nın son dörtlüğünün alındığı Atsız’a ait “TÜRKLERİN TÜRKÜSÜ” adlı şiir: “TÜRKLERİN TÜRKÜSÜ Dilek yolunda ölmek Türklere olmaz tasa, Türk’e boyun eğdirir yalnız töreyle yasa; TEBRİK Yedi ordu birleşip karşımızda parlasa, Onu kanla söndürür, parçalarız, yeneriz. Dergimizin yazarlarından Biz Turfan’ı yarattık uyku uyurken Batı, Nuh doğmadan kişnedi ordularımın atı. Sorsan şöyle diyecek gök denilen şu çatı: Türk gücü bir yıldırım, Türk bilgisi bir deniz. Delinse yer, çökse gök; yansa, kül olsa dört yan, Yüce dileğe doğru yine yürürüz yayan. Yıldırımdan, tipiden, kasırgadan yılmayan, Ölümlerle eğlenen tunç yürekli türkleriz.”7 *** İkinci yanlış da şu: Sayın Osman SEL’in oğlu Oğuzhan SEL ile Meral TÜRKOĞLU 5 Mayıs 2012’de ömür boyu beraberliğe adım atmışlardır. Yeni çifti tebrik eder mutluluklar dileriz. Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği 18 Rahmetli Atsız hocanın Türklerin Türküsü adlı şiirinin ikinci dörtlüğünün ilk mısraındaki “TURFAN” kelimesi “TUFAN” olarak yazılıp okunmaktadır. Turfan, Türkistan’da bulunan Türklere ait çok eski bir medeniyet merkezinin adıdır. Bu tarihî yerleşim merkezinde birçok arkeolojik kazı yapılmış, eski Türk medeniyetine ait yüzlerce eser bulunmuştur. Atsız, bu eski Türk medeniyet merkezinden bahsetmekte, Batı dünyası uyurken Türklerin Turfan’da örnekleri görülen çok yüksek bir medeniyet meydana getirdiklerini ifade etmektedir.(Bir fikir sahibi olunması için belirtmeden geçemeyeceğim: Türkler Maden Devrinin son çağı olan Tunç Çağını yaşarken Batı, Taş Devrinin başlangıcını yani Yontma Taş Devrini yaşamaktaydı.) “Turfan” ile “Tufan”ın arasında bir bağ yoktur. (“Turfa”, “yeni açmış; taze yaprak” anlamında ağızlarda kullanılmakta olan bir kelimedir. “Yeni çıkan, ilk olarak görülen, mevsiminden önce veya sonra yetiştirilen sebze, meyve” anlamındaki “turfanda” kelimesi de bu “turfa” ile ilgilidir). “Turfan”ı “Tufan” olarak algılama hatasına düşülmesinin sebebi bir sonraki mısrada zikredilen Nuh peygamberdir. Atsız, Nuh peygamberden bahsetmekle Türklerin Hz. Nuh’tan çok önce var olduğunu, dolayısıyle çok eski bir tarihe sahip olduklarını ifade etmek istemiştir. (Turfan kazılarında elde edilen eserlerin M.Ö. 9000/dokuz bin/ yıllarına ait olduğu ifade edilmektedir ki bu bilgiler Türklerin tarihini en az 11000/on bir bin/ yıla çıkarmaktadır. ) Okuyan, araştıran, düşünen yüksek nitelikli nesiller yetiştirildiğinde milletimiz, içine sürüklendiği maddî ve mânevî bunalımlardan da kısa sürede kurtulacaktır. (Endnotes) 1 Çiftçioğlu Hüseyin Nihal Atsız: (1905-1975). Meşhur Türkçü yazar, şair, öğretmen, Türkolog. 2 Fazlıoğlu Cemal Oğuz Öcal: (1913-1971). 1913 yılında Konya Seydişehir’in İncesu köyünde dünyaya geldi. İstanbul Erkek Öğretmen Okulundan mezun olarak 1935 yılında öğretmenliğe başladı. Sekiz yıl ilkokul öğretmenliği yaptıktan sonra 1943’te Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji Bölümüne girdi. 3 Mayıs 1944’te Hüseyin Nihal Atsız’ın Ankara’ya gelişi dolayısıyla düzenlenen öğrenci nümayişine katıldığı için devrin idaresi marifetiyle okuldan atıldı ve Tek Parti İdaresinin baskılarıyla aralarında Hüseyin Nihal Atsız, Alparslan Türkeş, Ankara Musiki Muallim Mektebi müdürü Orhan Şaik Gökyay, Hikmet Tanyu, Türk Tarihi Profesörü Zeki Velidî Togan, Reha Oğuz Türkkan , Cihat Savaş Fer, Nurullah Barıman, Cihat Fethi Tevetoğlu, Nejdet Sançar, Cebbar Şenel, Hamza Sadi Özbek, Hasan Ferit Cansever gibi Türkçülerin de bulunduğu IrkçılıkTurancılık adi verilen davada tutuklandı. On bir aya mahkûm edildi; fakat mahkûmiyet kararı temyizden (yargıtaydan) döndü ve davanın diğer sanıklarıyla beraber beraat etti. Öğretmenliğe dönemediği için piyasada değişik işlerle uğraştı. 1947 yılında zorluklarla öğretmenlik mesleğine döndü. 1971 yılında İstanbul’da vefat etti.. Millî duyguları terennüm eden şiirleriyle tanindi. Şiirleri Orhun, Bozkurt, Çınaraltı, Tanrıdağ, Bucak, Serdengeçti, Toprak, Türkeli, Büyük Dâvâ, Ocak, Büyük Türkeli gibi dergilerde yayınlanmıştır. Eserleri: Yurttan Sesler (1939), Türk Geliyor (1944), Ata Sevgisi (1946), Savulun Kızıllar Gençlik Geliyor (1949), Türk Çocuklarına Millî Marşlar (1951), Her Şey Vatan İçin (1953), Kıbrıs’a Seferim Var (Makale ve şiirler 1958), Ramazan Şiirleri (1960), Eyüp Sultan’ı Ziyaret (1960), Olan Oldu Bizlere (1960), Yavrularımıza Okul ve Bayram Şiirleri (1960), Bir Millet Şahlanıyor (Bütün şiirleri) 1968. 3 M.T. T.B. (Millî Türk Talebe Birliği): 14 Aralık 1916 yılında Darü’l -Fünûn (üniversite) gençliğini bir araya getirmek amacı ve Türkçü bir düşünce ile kurulmuş bir öğrenci derneğidir. Amblemi kuruluşunda ay-yıldız içinde koşan Bozkurt iken 1970’li yılların başında değiştirilip Bozkurt yerine kitap konmuştur. Cemal Oğuz’un yazdığı Gençlik Marşı, o z zamanki milliyetçi M.T. T.B. gençliği için yazılmıştır 4 Atsız, Yolların Sonu, 11. Sayfa; Ötüken Yayını, 1977 5 nağra: Nâra; şairin imlâsı aynen muhafaza edilmiştir 6 Fazlıoğlu Cemal Oğuz Öcal, Bir Millet Şahlanıyor, 147. Sayfa; Yaylacık Matbaası, İstanbul, 1968. 7 Atsız, Yolların Sonu, 51. Sayfa; Ötüken Yayını,1977 Kayseri’nin 175. Şehidi 10 Nisan 2012 tarihinde Amasya’da mayın patlaması sonucu şehit olan Jandarma Er Murat Erdem’e Allah’tan rahmet diler, ailesine ve Türk milletine başsağlığı dileriz. 19 “ALP” Mİ “ALP” MI? Bilgehan AYATA Sokaktaki vatandaştan haber sunucularına, öğretmeninden siyasetçisine değin pek çok kimse, bu sözcüğü yanlış telaffuz etmektedir. Yiğit, cesur, kahraman anlamına gelen “alp” sözcüğü ilk kez 8. yüzyılda yazılmış, Göktürklerden kalma Orkun yazıtlarında karşımıza çıkar. “… alp erin ölürüp balbal kılu bertim” (yiğit erlerini öldürüp balbal yapıverdim, Bilge Kağan anıtı, güney-doğu yüzü.), “Alp Şalçı akin binip oplayu tegdi” (Alp Şalçı kır atına binip sabırsızca hücum etti, Kül Tigin anıtı kuzey yüzü.). Bu cümleler, yazıtlarda onlarca kez geçen bu sözcüğün kullanımının yalnızca iki örneğidir. Göktürk alfabesi dördü ünlü olmak üzere otuz sekiz harften oluşur. Ünlü işaretlerinin az olması dolayısıyla bugünkü alfabemizden farklı olarak hemen her ünsüz harfin kalın ve ince olmak üzere iki şekli vardır. A ve e sesi aynı işaretle verildiğinden sözcüğün, sözgelimi, sal mı sel mi okunacağı ünsüzlerin kalınlık ve inceliğinden (sal) , (sel). anlaşılır. Alp sözcüğüne dönelim. l(e) harfinin kalını, l(a); l(e) şeklindedir. Alp sözcüğü Göktürk Yaincesi ise zıtları’ndaki özgün metinde ince l(e) ile değil, kalın l(a) ile yazılmıştır. Türkçede kalın ünlülerden (a,ı,o,u) önce ya da sonra geldiği hâlde ince okunan l(e) sesi yoktur. Hâl, ekol, hol, Bilal, hilal, faal gibi sözcükler Türkçe olmadığı için l(e) sesi kalın ünlü yanında bulunmasına karşın ince okunur. Öyleyse “alp” sözcüğü öpöz Türkçe olmasına rağmen niçin yabancıymışçasına davranılmaktadır? Sokaktaki vatandaştan haber sunucularına, öğretmeninden siyasetçisine değin pek çok kimse, bu sözcüğü yanlış telaffuz etmektedir. Ziya Gökalp’in değil Ziya Gökalp’ın, Ziya Gökalp’tan, Ziya Gökalp’a vs. denmelidir. Alperen, Alparslan derken dil yuvarlaklaştırılmamalıdır. Diğer bir yanlış “kendi, aynı ve aksi” sözcüklerinin kullanımında görülmektedir. Bilindiği üzere “kendi” dönüşlülük zamiridir ve sözcüğün kökü/gövdesi “kendi”dir. Şimdi bu zamiri ki- şilere göre çekimleyelim: ben+im kendi+m sen+in kendi+n o+nun kendi+si biz+im kendi+miz siz+in kendi+niz onlar+ın kendi+leri Burada da görüldüğü üzere, ünlüyle biten bir sözcüğün üçüncü teklik kişi çekiminde sözcüğe +si iyelik eki gelmektedir. Peki, konuşma ya da yazıda üçüncü kişiden söz ederken niçin “kendi bilir, kendi kendine konuşuyor, kendi gelsin vs.” diyoruz. “Rauf kendi gelsin.” kullanımı doğru olsaydı “Vatan sevgi imandandır.” Kullanımının da doğru olması gerekirdi; çünkü “vatan[ın] sevgi+si” nasıl belirtisiz isim tamlamasıysa “Rauf[un] kendi+si” de aynı şekilde belirtisiz isim tamlamasıdır. “Aynı” ve “aksi” sözcükleri de “kendi”de olduğu gibi yanlış kullanılmaktadır. Bu sözcükler yerine göre sıfat ya da ad olarak kullanılabilir. Yanlışlık, ad olarak kullanıldıklarında ortaya çıkmaktadır. Örneğin, “Denktaş’ın aynından bulmak zordur.” cümlesi bozuktur; çünkü “Denktaş’ın aynı” isim tamlamasında tamlanan eki olan iyelik eki yoktur. Cümle, “ Denktaş’ın aynısından bulmak zordur.” olarak düzeltilmelidir. Bu yanlış o kadar yaygınlaşmıştır ki TDK’nin 2005 yılı basımı Türkçe Sözlük’ünde aynı ve aksi sözcüklerinin örnek kullanımında şu cümlelere yer verilmiştir: “Bu kalem sizinkinin aynıdır.”, “Salıncağın ipini sallandığı istikametin aksine çekti.”. Doğrusu “sizinkinin aynısıdır” ve “istikametin aksisi” olmalıdır. “Aslının aynıdır” kullanımı da resmî belgelerde sıklıkla görülen yanlışlıklardan biridir. Bu ve buna benzer yanlışlıklar, bu sözcüklerin sonundaki ünlülerin iyelik eki olarak algılanmasından kaynaklanmaktadır; oysaki, bu ünlüler ek değil, sözcüğün kökündeki seslerdir. Sözcüklerin kökleri “kend”, “ayn”, “aks” değildir; “kendi”, “aynı” ve “aksi” dir. Dolayısıyla bunlarla tamlama kurulacaksa sonlarına +sı, +si iyelik ekleri getirilmelidir. Adam sen de! Ne önemi var? Denecek olursa Türk dilinin engin söz varlığından şu atasözünü hatırlatırız: Bir mıh bir nalı, bir nal bir atı kurtarır. 20 ÖĞRENME STRATEJİLERİNİN ÖĞRETİMİ İbrahim GÜNGÖR Öğrencilerin okuldaki başarılarında kendi kendilerine öğrenme ve öğrenmelerini izleme yeterlikleri önemli rol oynamaktadır. Bu nedenle öğrencilere bütün öğrenim kademelerinde kendi kendilerine öğrenmeleri ve öğrenmelerini izleme becerileri öğretilmelidir. Öğrenciler bilişsel (zihinsel) ve yürütücü biliş (metacognition) becerilerine sahip olmadıkça, onlara akademik konuları öğretmek ya da onların öz öğretimli öğrenciler haline gelmesini sağlamak oldukça zordur ya da çoğu zaman boşuna zaman harcamaktır. Öğrencilerin okuldaki başarılarında kendi kendilerine öğrenme ve öğrenmelerini izleme yeterlikleri önemli rol oynamaktadır. Bu nedenle öğrencilere bütün öğrenim kademelerinde kendi kendilerine öğrenmeleri ve öğrenmelerini izleme becerileri öğretilmelidir. Öğrenme stratejilerinin etkili olarak kullanımı, öğrenme stratejileri hakkında şu bilgileri öğrenmeyi gerektirir; 1-Öğrenciler öğrenme stratejilerin türleri, tanımları birbirleriyle benzerlikleri, birbirlerinden farlılıkları nelerdir gibi konularda bilgilendirilmelidirler. Örneğin; öğrenciler not alma ve altını çizme stratejilerinin ne demek olduğu, öğrencinin öğrenmesine ne tür katkıları olduğu, aralarındaki benzerlik ve farklılıkların neler olduğu hakkında bilgiye sahip olmalılar ki öğrenme stratejilerini etkili olarak kullanabilsinler. 2-Öğrenciler, öğrenme stratejilerinin nasıl kullanılacağı konusunda bilgilendirilmelidirler. Örneğin; matris halinde not alma ve altını çizme nasıl kullanılmalıdır? Not alınacak matris nasıl hazırlanmalıdır? Altını çizerken neden altını çizmeliyiz? Neden tüm sözcüklerin altını çizmemeliyiz? vb. soruları cevapladıklarında öğrenciler, öğrenme stratejilerini etkili olarak kullanabilirler. 3-Öğrenciler, belirli stratejileri ne zaman ve niçin kullanmaları gerektiği konusunda bilgilendirilmelidirler. Örneğin; matris halinde not alma, hangi durumda ve niçin altını çizmeden daha etkili olarak öğrenmeyi sağlayabilir? Kısaca öğrencilerin bu soruların cevaplarını öğrenmeleri gerekir. Öğrenme Stratejilerini Öğretme Yaklaşımları Bu konuda iki temel yaklaşım vardır. Biri; doğrudan öğretim, diğeri ise, karşılıklı öğretme yaklaşımlarıdır. Doğrudan Öğretim Gagne’ye (1985) göre, öğrenme stratejilerinde anlatılan öğretme stratejilerinin tamamı öğrenme stratejilerinin öğretiminde de kullanılabilir. Özellikle öğrenme stratejilerinin ne olduğunun ve nasıl kullanılması gerektiğinin öğretiminde doğrudan öğretim yaklaşımının etkili olduğunu gösteren kanıtlar bulunmaktadır (Senemoğlu, 2002). Doğrudan öğretim yaklaşımı öğretmenin, öğrencilerin konuyla ilgili ön öğrenmelerini kullanıma hazır hale getirmesini; öğretilecek davranışı açıklamasını, göstermesini; daha sonra öğrencinin bu davranışı göstermesi için fırsat vermesini; öğrenciye yaptığı davranış hakkında dönüt vermesini kapsamaktadır. Öğretmenler bu yaklaşımı genel olarak, öğrenme stratejilerini öğrencilerine sunmada da kullanabilirler. Öğrenme stratejilerini, doğrudan öğretim modeliyle öğretme basamakları şunlardır; a-Basamak 1: Dersin hedeflerini açıklayınız ve öğrencileri öğrenmeye hazır hale getirilmesi: Öğrencilerin dikkatini öğrenilecek konu üstüne çekme ve dersin hedeflerini açıklamada, öğrenme stratejilerini öğrendikleri takdirde daha kolay ve etkili olarak öğrenebileceklerini, daha iyi performans gösterip yüksek notlar alacaklarını somut örneklerle gösteriniz. b-Basamak 2: Belirli bir stratejinin açıklanıp gösterilmesi: Sözel açıklamalar ve gösterme yoluyla stratejiyi öğretiniz. Öğrencinin stratejiyle ilgili önceki bilgileri ile yeni bilgilerini ilişkilendiriniz ve stratejinin nasıl işlendiğini, öğrencilere gösteriniz. Özellikle yüksek sesle düşünerek, stratejiyi kullandığımızda öğrenme için zihnimizde ne olup bittiğini, ne gibi bilişsel süreçlerin harekete geçtiğini, ne gibi işlemlerin olduğunu öğrencilere açıklayınız. c-Basamak 3: Öğrencilere, öğretmen rehberliğinde alıştırma fırsatlarının sağlanması: Anında dönüt almaları için, stratejiyi daha iyi kullanana öğrenciler arkadaşlarına rehberlik edebilirler. Ancak, bu rehberliğin sizin denetiminizde olması gerekir. d-Basamak 4: Öğrencilerin stratejiyi anlayıp anlamadıklarını kontrol edilmesi: e-Basamak 5: Öğrencilerin alıştırma yapmalarını durdurup, stratejiyi kullanırken ne tür problemlerle karşılaştıklarının belirlenmesi: Öğrencilerin stratejiyi kullanırken zihinlerinde ne olup bittiği hakkında sesli düşünmelerini sağlayınız ve yaptıkları ile ilgili dönüt veriniz. Strateji ile ilgili tartışmayı sürdürünüz. f-Basamak 6: Bağımsız alıştırma ve transfer yapmalarının sağlanması: Stratejiyi bağımsız olarak kullanmaları için fırsatlar veriniz ve daha sonra alıştırma ödevlerini ne derecede başardıklarını birlikte değerlendiriniz. Sonuçları hakkında bilgi vererek eksiklerini tamamlamaları, yanlışlarını düzeltmeleri için gerekli ipuçlarını sağlayınız (Senemoğlu, 2002). Karşılıklı Öğretme 1-Öğrenme stratejilerinin öğretiminde özellikle de okuduğunu anlama stratejilerinin öğretiminde doğrudan öğretim modeline alternatif olarak karşılıklı öğretme yaklaşımı kullanılmaktadır. Karşılıklı öğretme yaklaşımı, öğretmenin öğretme-öğrenme sürecinde sunuş yapmasından çok, model olmasını gerektirmektedir. Brown ve Palincsar’a (1984) göre öğretmen, yaratıcı bir biçimde düzenlediği öğrenme yaşantıları yoluyla öğrencilerine model olur. Öğrenme stratejilerini nasıl kullandığını sesli bir biçimde düşünerek gösterir. Daha sonra öğrencilerin bu öğrenme stratejilerini ya da bilişsel becerileri öğrenmelerini sağlamak için, onları teşvik ederek, destekleyerek, onların bu öğrenme stratejilerini kullanmalarına yardım eder. Karşılıklı öğretme yaklaşımı, öz öğretimli öğrencilerin özellikle dört temel kavrama stratejisini kazanmalarında daha etkilidir. Bunlar (Senemoğlu, 2002); 1. Özetleme, 2. Soru sorma, 3. Açıklığa kavuşturma, 4. Tahmin etmedir. 2-Bu stratejileri öğretmek için öğretmen önce, sesli düşünerek nasıl özet yapılacağını öğrencilerine gösterir. Daha sonra metinle ilgili nasıl soru sorulacağını, yine sesli düşünerek açıklayıp soru sorar. Üçüncü adımda, metinde tam olarak anlaşılmayan, açıklığa kavuşturulması gereken noktaları, sesli düşünerek bulur ve açıklayarak bu basamağı da model olarak örneklendirir. Dördüncü basamakta da, metnin bundan sonra nasıl devam edebileceğini yine sesli düşünerek tahmin eder. Öğretmen özetleme, soru sorma, açıklığa kavuşturma ve tahmin etme stratejilerini model olarak gösterdikten sonra bu kez öğrenciler, öğretmenin rolünü alır ve kendileri stratejiyi kullanarak arkadaşlarına model olurlar. Bu yaklaşımı kullanırken öğrencilerin küçük gruplara ayrılmalarının sağlanması ve grup içinde her bir öğrencinin öğretmen rolünü alması daha etkili bir yol olabilir. Öğrenciler stratejiyi, sesli düşüne- rek uygularken gerek öğretmenlerinden gerekse diğer arkadaşlarından dönüt alarak desteklenmeli, stratejiyi öğrenmeye teşvik edilmelidir (Senemoğlu, 2002). Öğrencilerin başarılı olabilmeleri için kendi öğrenmelerinin nasıl gerçekleştiğini bilmeleri ve daha da önemlisi kendi öğrenmelerini kendilerinin izlemesi gerektiğini bilmeleri öğrenmelerini daha verimli hale getirecektir. Bu sayede kendilerine hazır reçete olarak ezbere verilen 500 soru çöz, 1000 soru çöz gibi öğütlerin gerçeklerle pek de uyuşmadığını, asıl önemli olanın kendi öğrenmelerini kendilerinin izlemesi gerektiğini fark edeceklerdir. Sevgi ve saygılarımla… Kaynakça Senemoğlu, N. (2002). Gelişim Öğrenme ve Öğretim Kuramdan Uygulamaya. Ankara: Gazi Kitabevi. 21 22 PARAPSİKOLOJİ (1) Tanımı-Kapsamı-Tarihçesi) Ünsal ARSLANKAYA Yunanca “para” (ötesinde, arkasında) kelimesi ile nakli-uzaduyum, yakınımızda veya uzağımızda bulupsikoloji kelimelerinin birleşiminden oluşan parapsi- nan kişilere düşünmelerini istediğimiz fikir kalıplarıkoloji; Psikolojinin ötesi, metafizik (doğa ötesi,beş du- nı zihinsel olarak gönderip onların beynine sokmak yunun göremediği) alemi incelemeye çalışan bir bilim veya onların ne düşündüklerini anlamaya çalışmak), dalıdır. Prekognisyon (önceden bilme, zihinsel olarak olacak Bizler yaşadığımız dünyaolayları önceden algılayabilmek yı ve evreni; görme, duyma, için zaman çizgisi üzerinde ileriye dokunma,tatma ve koklama doğru ön görü egzersizleri), PsiOrtaçağ karanlığında duyularımızın yardımı ile üç kometri (ruhsal ölçüm), Astral seboyutlu (uzunluk, genişlik, vücut bulmaya çalışan yahat (Beden dışı yolculuklar; Rüyükseklik) olarak algılayıp bu psişik yetenekleri yada yapılanları daha kapsamlı ve verilerin beynimizde ortaya çıbilinçli olarak uyanıkken yapmak), kardığı elektriksel titreşimleri gelişmiş insanlar Ölüm eşiği deneyimleri, Cinler ile aklımız sayesinde anlamlandı- büyücü ve cadı olarak iletişim kurma, Metafizik istihbararak yaşadığımız ortama uyum rat çalışmaları, Ruhsal yapılarına diri diri ateşe atılmakta sağlamaya çalışırız. Ayrıca evgöre insanların kişilik analizlerini rendeki gelişim süreçlerini ve iken, Osmanlıda ilim belirlemek v.s gibi zihinsel çalıştabi ki kendi gelişimlerimizi maların yanı sıra; Fiziksel temas erbabı hocalar olarak takip edebilmek, hayatı kolaysağlamadan cisimler üzerinde dülaştırabilmek için; bir cismin saygı görmekteydiler. şünce gücü ile etkileşim sağlamak uzay boşluğunda bir noktadan (Telekinezi), Levitasyon (maddediğer noktaya varıncaya kadar ler ile yerçekimi arasına düşünce kat ettiği yolu anlayabilmemiz gücü ile müdahale ederek uçmave adlandırabilmemiz için de larını sağlamak), Ezoterizm ve “zaman” kavramını kullanırız. Bunu da üç boyutlu al- okültizm v.s. gılama metotlarımızın yanına koyarak “dördüncü bir Ortaçağ Avrupa’sında önceleri metapsişik ve parapboyut” oluştururuz. Oysa dünyamız ve dünyamızın sişik (ruhbilim) terimleri kullanılıyordu. dışında ki gezegenlerin dönüş hızları, manyetik çekim Metapsişik (ruhlar alemi) terimi, Aristo’nun (M.Ö alanları ve bir birleriyle etkileşimleri farklılık göste- 384-M.S 322) “metafizik” kitabının isminden esinlerir. Zaman her yerde aynı değildir. Evren sadece beş nen 1913 Nobel ödüllü fizyoloji profesörü Charles Ricduyumuzla algılayabildiklerimizden de ibaret değildir. het (1850-1935) tarafından 1905’te; İşte bu duyu organlarımızın ve tanımladığımız boyutParapsişik terimi ise, Dijon Akademisi ve Grenoble ların ötesindeki alem “parapsikoloji” alanına girmekte- Akademisi rektörü olan filozof ve bilimci Emile Boirac dir. Aslında fizik ve fizikötesi birbirinden ayrıymış gibi (1851-1917) tarafından ortaya atılmıştır. tanımlansa da bu henüz netlik kazanmamıştır. Bir birini Prof. W. Mc Dougall, bu adı “parapsikoloji” teritamamlayan ve bir birine bağımlı iki olgudur bunlar. miyle değiştirerek bu terimin uluslar arası sahada kabul Parapsikolojinin çalışma alanlarından bazıları şun- görmesini ve literatürde yerini almasını sağlamıştır. lardır: Bunun yanı sıra bilimsel anlamda istatistiksel çalışDuru görü (Ruh bedeni zihinsel olarak kodla- malar yapabilmek için Dr. Joseph Banks Rhine 1930 yıp uyanık halimizde iken, görmek istediğimiz yerleri yılında Duke Üniversitesinde kurmuş olduğu parapsiruh bedenimizle gidip görme), Duru işiti (yine bu da koloji laboratuarıyla ciddi manada tarihi bilimsel başuyanık haldeyken konsantre olarak, uzaktaki sesle- langıcı oluşturmuştur. ri zihinsel bazda duyma yöntemi), Telepati (Düşünce Ancak bu tarihsel veriler Batı dünyasının akademi çevrelerince “parapsikoloji” tanımlamalarındaki öngörüyü yansıtmakla birlikte eylem ve içerik bakımından “parapsikoloji tarihi” insanlık tarihi kadar eskiye uzanmaktadır. İlk olarak Hz. Adem (a.s.)’ın oğlu Hz. Şit (a.s)’e verilen “İlmi ledün, ledünni ilmi-gizli ilimler” kapsamında vücut bularak, duyular üstü algılama çalışmalarının günümüze kadar değişik isimler altında yansıması söz konusudur. Çünkü her ne kadar Batılı bilim adamları ve parapsikologlar çeşitli politik nedenlerden ötürü zikretmekten kaçınsalar da uygarlıkların temelini atan Türk’ler ve Türklerdeki şamanlar-kam’lar (Din adamları, ulu bilgeler) bu işin öncüleri olmuşlardır. Zira ilk yazılı metinler, mağara resimleri, hayvan kemikleri üzerine kazınmış olan Türkçe dini ritüel figürleri ve tamgaları daha sonraki dönemlerde de yine piramitlerdeki hiyeroglif yazıların ancak Türkçe olarak okunabilmeleri kanıtlamaktadır ki, duyular ötesi algılamalar ve evrenin gizemlerini çözmeye yönelik astrolojik çalışmalar Türklerin eseridir. Bu konuyu Batılı parapsikologlar inkarda direnseler de, elimizdeki tarihi kanıtlar ışığında kesinlikle Türklerin bu alandaki üstünlüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. Her ne kadar Müslüman olduktan sonra Anadolu coğrafyasında yaşayan Türkler, dönemin siyasi çalkantıları ve savaşlar nedeniyle bu konuda gerileme gösterseler de Orta Asya’da zaten yaşamın bir parçası haline gelmiş olan Şaman gelenekleri varlıklarını sürdürmeye devam etmişlerdir. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu döneminde İslam esasları ile daha farklı boyutlarda gelişim gösteren parapsikoloji, tasavvufi düşünceler ile birleşip değişik tonlamalarda varlığını sürdüregelmiştir. Aynı dönem içerisinde Ortaçağ karanlığında vücut bulmaya çalışan psişik yetenekleri gelişmiş insanlar büyücü ve cadı olarak diri diri ateşe atılmakta iken, Osmanlıda ilim erbabı hocalar olarak saygı görmekteydiler. Ruhsal rahatsızlığı bulunan hastalar ses ve renk terapileri ile şifaya kavuşuyorlardı. Bütün bu değerlerimizi görmezden gelen Avrupalılar, teknolojik gelişmeler başladıktan sonra matbaanın da icadı ile her alanda olduğu gibi parapsikoloji alanında da oldukça mesafe kat ettiler. Bu günkü tanımıyla parapsikoloji, terim olarak yakın bir geçmişe sahip olsa da, uygulama olarak yukarıda belirttiğimiz gibi çok eskilere dayanmaktadır.Genel kabule göre Batılı parapsikologlar tarihi gelişim sürecini beş aşamada ele almaktadırlar. Antik-arkaik dönem, Ortaçağ dönemi, Mesmerizm dönemi, Dernekleşme dönemi ve Günümüz dönemi. 1-Antik-arkaik dönem: Klasik dönem de denmektedir. Bu dönemi tarih çağ- larından başlayarak Ortaçağa kadar taşıyabiliriz. En eski parapsikolojik kayıt radyesteziyle (çubukla maden arama işlemi) ilgilidir. Bilinen en eski çatal çubuk resmi İ.Ö. 1300 yıllarına aittir ve Mezopotamya’da bulunmuştur. Ondan da önce Eski Mısırlılarda Radyestezi yöntemini kullanıyorlardı. Yani bu eski dönemlerde çatal çubuk yöntemiyle toprak altında su ve maden araması yapılmıştır. Yine İ.Ö.1700’lü yıllarda yaşamış Çin İmparatoru Yu’nun mezar taşında çatal çubuğun kullanıldığını gösteren kabartma görülmüştür. İmparator Yu, su ve madenler bulabilirmiş ve bununla ülkesine bazı hizmetler yaptığı efsanelerde anlatılır. Eski zaman insanları psişik yeteneklere en az şimdiki kadar ilgiliydiler. Fakat bu insanlar bu tür olguların bir açıklamasını bulmakta zorluk çekiyorlardı. Örneğin Antik Yunan ve Roma dönemlerinde… O zamanlar yaşamış Pisagor, Eflatun, Çiçeron, Senaka ve benzeri diğer bilim ve devlet adamları bu konuları incelemişlerdir. Metafizik olarak bildiğimiz felsefe alanının düşünürleri olan bu filozofların bazı eserlerinde psişik bir olguya az çok rastlanır. Gene Yunan kültüründe prekognisyon yani önceden bildirme, haber verme olayları oldukça yaygındı. Gerek Yunanistan’da gerek Anadolu’da birçok kehanet merkezleri, tapınakları mevcuttur. Yunanistan’daki Delphi tapınağı ile Anadolu’da Didim’deki Apollon kehanet tapınaklarını bunlara örnek olarak gösterebiliriz. Bu tapınaklarda Piti ismi verilen rahibeler transa girerek (yoğunlaşmak) gelecekten haber vermekte idiler. Bazı krallar önemli devlet kararlarını almadan önce örneğin, savaşa girmeden önce bu rahibelere başvurarak savaş hakkındaki tahminlerini öğreniyorlardı. Truva efsanesinden bildiğiniz gibi… Bu ve bundan önceki dönemlerle ilgili psişik yeteneklerin varlığı en temel ve sağlam bir şekilde ezoterik (şifreleme) bilgilerin içerisinde mevcuttur. Görüldüğü gibi binlerce yıllık Türk şamanları inkar edilmekte ve Türk kelimesini kullanmamaya büyük özen göstermektedirler. İşte bu noktada yirmi yedi yıldır parapsikoloji alanında çalışmalar yapan birisi olarak benim itiraz etme hakkım doğmaktadır. Elimizdeki maddi tarihi bulgular ve Kazım MİRŞAN gibi Türkologların çalışmaları, Batılıların bu yaklaşımının yanlışlığını ortaya koymaktadır. Konumuz devam edecektir. * Dünya çapında yeni yeni söz edilen parapsikoloji konusunda bize yazma fırsatı veren Bilgiyurdu’na ayrıca teşekkür ediyorum. 23 24 İNSAN VE ÇEVRE Prof. Dr. Osman CEYHAN Çevre, bizim yaşadığımız ortamdaki canlı ve cansız varlıkların tümünden ibarettir ve onlarla ilişkilerimizin bütününü kapsar. Çevredeki olumsuzluklar insan sağlığını doğrudan etkiler. Çevreyi olumsuz hale getiren de hiç şüphesiz insanın kendisidir. Bugün dünyada neredeyse insanın belli bir yönde etkilemediği bir alan kalmamıştır.Belki(balta girmemiş ormanlar kalmıştır). En yüksek dağlarımızı doruklarında bile plastik malzemelere ve insan elinden çıkmış atıklara rastlamaktayız. İnsanoğlu kendi ihtiyaçlarını karşılamak için dünyaya alabildiğine yüklenmekte ve baskı yapmaktadır. Bunu yaparken çevreyi olumsuz yönde etkilemektedir. Ormanlar tahrip edilmekte, doğal yapı bozulmakta, içme ve kullanma suları ve teneffüs ettiğimiz hava kirletilmektedir. Bugün dünyadaki toplam suyun % 2-2,5 kadarı tatlı sudur. Ülkemiz 140 ülke arasında su zenginliği yönünden 70’nci sırada yer almaktadır. Demek ki su bakımından fakir sayılmayız. Ancak, Allahın verdiği suyu kirletmekte üstümüze yoktur. “Akan su pislik tutmaz.” diye elimize ne geçse onlara atarız, kanalizasyonlarımızı onlara akıtırız. Kirletmek kolaydır ancak temizlemek çok zordur. Bizim temel ilkemiz kirletmemek olmalıdır. Ancak, kirli kafalardan temiz bir çevre beklenmemeli. Şahsen ben bir belediye başkanının diğer bir belediyenin içme suyu havzasına çöplerini döktüğüne şahit oldum. Durduruncaya kadar belki 300 belki de 500 kamyon çöp dökülmüştü. Bu konularda bürokrasimiz de yavaş hareket etmektedir. Bu durum ise çevre bilincinin bizde istenilen düzeyde olmadığının bir göstergesidir. 30 Ağustos Zafer Bayramının 80’nci yılında Tomarza ilçesinin Perçin yaylasında Zafer İzci kampı yapmıştık. Bizden önceki hafta sonu hem de çevreci olduğunu iddia eden bir vakıf mensupları burada piknik yada bir etkinlik yapmışlar. Yaylanın her tarafını kirletmişler ve atıklarını temizlemeden oradan ayrılmışlar. Değişik düşüncelere veya siyasi görüşlere sahip insanlarımız böyle bir piknik ya da etkinlik yapsalar sonra da çevreyi temizlemeden oradan ayrılsalar bu grupların çevre konusunda birbirlerinden farkı kalmaz. Bizler izci kampının sonunda yaylayı tertemiz yaptık ve sonra yaylacıları davet ettik ve durumu gösterdik. Yaylaların gerçek sahipleri bizlere teşekkür ettiler. Bunu yapmak hiç de zor olmasa gerekir.Yine Erciyes dağımızın eteklerinde bazı dostlarımızla sohbet ederken 4 Çekoslovak vatandaşı genç, Erciyes’ten zirve tırmanışından dönüyorlardı.Ellerinde bir poşet vardı ve içerisinde çöpler bulunuyordu.Bize bu çöpleri atacakları bir çöp kovası vs .sordular.Kendilerine yardımcı olduktan sonra dostlarıma dedim ki: “Bakınız bu gençler bu çöpleri dağı kirletmemek için buraya kadar getirdiler. Korkarım ki biraz sonra bizim görevli bu çöpleri dereye dökecektir.” Gerçekten de öyle oldu. Hastanelerin hemen kapı önlerinde sigara içen ve izmaritlerini yerlere atan, otomobili ile seyahat ederken aracının camını açıp bir şeyleri dışarı atan, inşaat faaliyetleri esnasında ağaca ve yeşile hiç acımayan kişiler ve kurumlar oldukça çevre konusunda daha çok yol almamız gerekecek. Ben bazen öğrencilerime şu örneği veririm: Çimen yetiştirirsiniz bir de üzerine çimlere basmayın diye yazı yazarsınız, ancak çoğu kimse buna riayet etmez ve çimenleri çiğner geçer. Zaman gelecek yine çim yetiştireceksiniz ve çimlere basmayınız yazısını koymayacaksınız. Ancak hiç kimse çimlerinize basmayacaktır. Bu bir olgunluk bir şuur dönemidir, vakit gelmeden çiçekler açmıyor. Çevre bilincini geliştirmek için (Sözüm ona) küçük çocuklara büyüklerin etrafa gelişigüzel attıkları çöpleri toplatıyoruz. Halbuki bu çocukları tehlikeye atıyoruz farkında değiliz, iyi bir iş yaptığımızı sanıyoruz. 25 Oysa üzerinde çevre ile ilgili resimler ve yazılar bulunan kağıtları dağıttırabiliriz, insanların yakalarına taktırtabiliriz vs. Bu davranış, daha sağlıklı olur. İçerisinde yaşadığımız çevreyi, sanki biz etkilenmeyecekmişiz gibi, sorumsuzca kirletmekteyiz. Peki bunu önlemek için ne yapalım, çözüm ne olmalı? Müslüman bir toplumun ve bir de Türk milletinin mensubu olan bizler için bu meselenin üstesinden gelmek, aslında çok kolaydır. Bunun için okulda, camide, televizyonlarda, medya da ve hatta asker ocağında çok ciddi eğitimler yapılabilir. Bilhassa toplum üzerinde çok etkili olan televizyon yayınlarında pek çok olumsuz örnekler görmekteyiz; Bunlar engellenebilir. Aynı veya benzeri olumsuz davranışlar rol-model olan öğretmenlerde, hekimlerde, yöneticilerimizde de mevcuttur. Çocuğunu oyun alanlarına ve parklara getiren veliler çok rahat bir şekilde sigara içerek oradaki çocuklara kötü örnek olmaktadırlar. Okul bahçelerinde sigara içilmesini yasaklayan irade her nasılsa çocuk oyun alanlarını ve parkları göz ardı etmektedir. Bizzat insan eliyle çevreyi tahrip etmek çok kolaydır. Mesela; büyük bir ormanı keserek ya da yakarak yok edebilirsiniz. Ancak, milyonlarca ağacı dikerek dağları, tepeleri orman yapmak o kadar kolay bir iş değildir. Yerleşim yerlerinde yine insanların kullanıp attığı pek çok sıvı ve katı atık meydana gelmektedir. Çöpler, kullanılmış pis sular, kanalizasyon ya da tuvalet çukurlarında biriktirilen insan dışkısı ve idrarı ki bunlar yerleşim yerinin nüfusu arttıkça çok daha önemli sorunlar haline gelir. Bir yerleşim yerinde çöplerin yani katı atıkların nerede toplanacağı ya da nasıl zararsız hale getirileceği o yerleşim yerinin yöneticileri tarafından ciddi şekilde ele alınmalıdır. Foseptiklerden alınan atıkların ne şekilde zararsız hale getirileceği mutlaka karar altına alınmalı ve ciddi şekilde takibi yapılmalıdır. Kanalizasyon atıkları ve kullanılmış-kirletilmiş sular arıtılmalı ve ondan sonra denizlere gönderilmeli. Mesel, Kayseri ilinde 1100 ton katı atık (çöp), 140 bin ton arıtmaya ulaşan sıvı atık (kanalizasyondan) teşekkül ediyor. Yine günde 5 ton tıbbi atık toplanmaktadır. Bunların temizlenmesi için hem önemli miktarda yatırım yapılmıştır hem de işletme giderleri vardır. Kayseri’de yılda 50 milyon ton içme ve kullanma suyu tüketilmektedir. Çevreyi olumsuz hale getiren önemli iki faktörden birisi nüfus bir diğeri ise sanayileşmedir. Kalkınmak için elbette sanayi tesislerine ihtiyacımız vardır ve bu kaçınılmazdır. Ancak bunu çevreyi koruyarak da yapabiliriz. Dünyada bunun pek çok örneği de vardır. Temiz ve yenilenebilir enerji tercih edilmelidir. Ülkemiz bu yönden çok şanslıdır. Bu şansı iyi değerlendirmek gerekir. Peygamberimiz Hz. Muhammed, “Elinizde bir fidan varsa kıyamet kopacak dahi olsa onu dikin” buyurmuştur. Peygamberimizin övgüsüne mazhar olmuş, İstanbul fatihi Fatih Sultan Mehmet Han da “Ormanlarımdan bir dal kesenin başını keserim” diye ferman çıkarmıştı. Şimdi Anadolu’ya bakın ve siz karar verin. Bizler sevgili peygamberimizin sözünü ne kadar tutmuşuz? Bugünkü halimiz ülkemizdeki çarpık ve çarpıtılmış eğitimin bir ürünüdür. Yine kendi milli ve manevi değerlerimize uygun bir eğitimle bu işin üstesinden gelebiliriz. Torunlarımıza daha temiz bir çevre bırakabilmek için topyekün gayret etmeliyiz. Birlik ve bütünlük içerisinde, el birliği ile yapamayacağımız ve üstesinden gelemeyeceğimiz bir mesele olamaz. 26 SURİYE İLE SAVAŞA SÜRÜLÜYORUZ İsmail ÖZÖREN Irak’tan sonra Suriye’yi de parçalamak için düğmeye basan ABD, NATO kozunu kullanarak işgali Türkiye üzerinden bize yaptıracak. Erdoğan Hükümeti’nin BOP eksenli politikasıyla Türkiye Cumhuriyeti Devletinin geleneksel politikalarından vazgeçmesi ülkemiz açısından vahim bir durumdur. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun” siyasetinden vazgeçip ABD eksenli siyasete yönelmesi de Türkiye’yi bölgenin en güvenilmez devleti durumuna düşürdü. Bir dış politika düşünün ki, kendi millî çıkarlarını göz ardı edip başta ABD’nin ve diğer egemen güçlerin çıkarları için var gücü ile çalışsın... Ayrıca bunu inkâr etmeyip ‘ben bu projenin eş başkanıyım’ diyerek planın ve programın içeriğine katkı sağladım desin… Bunun adı dış politika olmazdı her halde; olsa olsa emperyalist ve küresel eşkıyanın maşalığı olurdu. Önümüzdeki haftalarda Suriye ile kaçınılmaz bir çatışma adım adım kapımıza geliyor. Yarın dizi dizi şehit cenazeleri Suriye’den gelmeye BOP’un Irak ayağını kanlı bir şekilde halleden ABD ve yandaşları diğer bölgelerde Arap Baharı adı altında kendi istediği yönetimleri iş başına getirmeye çalışıyor. başladığında hükümet ne diyecek, çok merak ediyorum. Şimdi küresel eşkıyanın isteği ile BOP denen ve içinde Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülkenin haritalarının yeniden çizilmesini kapsayan plana Büyük Ortadoğu Projesi deniyor bizim hükümetin başı işte bu projenin eş başkanıdır. Bu BOP denen projeye kısaca değinirsek asıl amacın, aklı başında her insanın anlayabileceği gibi, enerji kaynaklarının ABD’nin kontrolünde olması için yapılmış bir proje olduğu görülecektir. Irak’la başladılar, bir milyondan fazla Müslüman kanı döktüler, Irak’ı fiilen üçe böldüler; bizim hükümetten tık çıkmadı. Hatta bırakın karşı gelmeyi, bölgesel yönetim dedikleri oluşumun baş aktörlerine (ki, diplomatlar çok iyi bilirler, bu aktörlerin Bağdat’ta bulunanın lakabı “siyasi fahişedir”), kırmızı halılı devlet başkanı protokolü uyguladılar. Irak’ın işgalinden bu yana tankerlerle ve Yumurtalık Boru Hattı marifeti ile Türkiye limanlarından ABD tarafından hortumlanan petrolü tahmin edin bakalım. Projenin Irak ayağını kanlı bir şekilde halleden ABD ve yandaşları diğer bölgelerde “Arap baharı” adı altında kimisinde kansız, kimisinde kanlı olmak üzere kendi istediği yönetimleri iş başına getirmeye başladı. Şimdi sırada haritası değişecek olan Suriye, İran ve zincirin halkalarından biri olan Türkiye var. Suriye ve İran’ı Türkiye’nin taşeronluğunda halletmeye çalışan ABD ve yandaşları, bölgesinde sıfır sorun isteyen AKP hükümetine bir emir vererek sıfır sorunlu komşudan nasıl çok sorunlu düşman edinileceğini dikte ettirmiş ve bunda başarılı olmuştur. Zaten ABD’nin dümen suyundan çıkmayan bir hükümet 9 yıldır ülkenin bütün millî değerleri ile oynamış, ilk önce kendisine engel gördüğü Türk Silahlı Kuvvetlerini itibarsızlaştırmak için kolları sıvamıştır. 10 yıl önce bütün anketlerde halkın en güvendiği kurum olan TSK, bu süreç içerisinde adım adım taciz edilmiş, bünyesindeki hainler ve Soros sermayeli Pentagon destekli “taraf” tarıyla hızlı bir dezenformasyon ve ajitasyon yapılarak psikolojik ve asimetrik bir savaşın ortasında bırakılmış ve yine ne yazık ki hainler, uşaklar, yandaşlar ve satılmışlar bu savaşta da kısmen de olsa başarı sağlamışlardır. Balyoz davasından içeri aldıkları general ve amirallerin durumlarını Suriye ve İran ekseninden düşündüğünüzde planın ne derece organize olduğu ortaya çıkacaktır. Suriye’ye müdahale bataklığa dalmaktır, sonu gelmez bir maceradır. Ortadoğu’da temelde dinler bunun altında mezhepler kutuplaşması zaten çok derindir O coğrafyada daha hesabı görülmemiş Kerbela olayı,şii-sünni çatışması ayrıca İslam ve Musevilik kapışması mevcuttur. Yüzyıllardır süren bu husumetin içerisine taraf olarak girmek Türkiye Cumhuriyetine yapılacak en büyük kötülüktür. Küresel eşkıyayı anlamak zor değil. Onlar kendi çıkarları için milyonlarca Müslüman’ın kanını döktüler, gene dökerler. Onlar ki binlerce kilometre öteden verdikleri emirle burnumuzun dibindeki komşumuzla bizi savaştıracaklar ve ellerinde purolarla Pentagonda dev ekranlarda canlı yayında Müslüman’ın Müslüman’ı nasıl kırdığını ellerini ovuşturarak seyredecekler. Peki. Müslüman’ım deyip bu oyuna başkanlık edenlere ne demeli? Allahü teâla buyuruyor ki’ Ey iman edenler Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onların birbirlerinin dostlarıdırlar. İçinizden kim onlar dost edinirse şüphe yok ki o da onlardandır. Muhakkak’ki Allah o zalimleri hidayete, doğru yola iletmez(5/Mâide suresi: 51) Suriye’ye Müdahale zemininin hazırlanması senaryosu, 9 Nisan 2012 tarihinde Hatay sınırında ihlal olduğu ve sınırın karşı tarafından ateş açıldığı Türk topraklarında ölen ve yaralananlar olduğu haberi üzerine oturtuluyor. Türkiye’nin akil insanlarının şunu sorması gerekmez mi? İhlali yapanlar gerçekten Suriye güvenlik güçlerimi yoksa bizi bu batağa çekmek isteyen malüm gizli servisler mi? Hatay’da bulunan mülteci kamplarını gezen heyette savaş çığlıkları atan ABD’li senatörler McCain ve Lieberman gazetecilere: “Önümüzdeki yıl Şam’da buluşmak üzere” diyor. Ben de diyorum ki: Ey ABD’nin savaş çığırtkanlığı yapan kuklaları! Sıra Türkiye’ye geldiğinde aynı senatörler Kürdistan’ın başkenti dedikleri “Diyarbakır’ da buluşmak üzere” derlerse ne yapacaksınız? İş işten geçmiş olmayacak mı? Torunlarınız vatansız kalacaklar. Bunları hiç düşündünüz mü? 27 HEY ZALİM Hey zalim yap yine hainliğini Karşında yılmayacak bu beden Her gün baskı, her gün işkence ne fark eder Ben yine gülümseyeceğim Hep merak edeceksin gamzelerimin nedenini Hey zalim sen kimsin İnsan görünüşlü bir canavar gibisin Kanlı pençelerini çek üzerimden Yaralayamazsın beni Çorak arazilere perçinleşmiş Anadolu çocuğuyum Hey zalim vampirin ta kendisisisin Sivri dişlerini şah damarıma geçirirsin Emersin kanımın son damlasına kadar Yere düştüğümü sandığın an yanılacaksın Biz bir ölen bin dirilen nesillerdeniz Hey zalim yine pusuda beklersin Alıştık tuzaklara, çatışma ortamlarında kalmaya Otomatik silahların işlemez bana Çelik gövdemin çelik yumruğu yeter bana Bombalarla açtığın çukurlar mezar olacak sana Hey zalim çok kinlisin, ateş üflersin Yakarsın her yanı Bağımı, bahçemi, evimi, emeğimi, yarınımı, geleceğimi… Güneşe umutla bakan çocuklar gibi yılmayacağım Baharla gelen yağmurlarla söndüreceğim alevlerini Hey zalim Tanrının gazabında yok olacaksın Ben topraktan geldim toprağa gideceğim Arkamda bıraktığım gözyaşlarıyla tekrar filizleneceğim Kök salacağım dünyanın her yanına Yeryüzünü saracak dallarım, insanlığın umutlu bakışlarıyla İbrahim BOYRAZ 28 NEVRUZ Mustafa EKİNCİ Tabiatın canlandığı, gece ile gündüzün bir birine eşit olduğu; halk arasında Rumi takvimden dolayı mart dokuzu diye bilinen 21 Mart Nevruz Bayramının isminin Farsça nev ve ruz kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmiş olması nedeniyle NEVRUZ BAYRAMI bir Acem bayramı imiş gibi izlenim vermekte. Bazı kaynaklar ise bu bayramın eski Yunan’ın eğlence ve şarap tanrısı olan Diyanizos adına yapılan törenlerden kalma olduğunu iddia etmektedir. Ancak birçok Türk topluluğunda bu günün: Nevruz,(Türkçe) : Bahar Bayramı Novvruz (Türkmen Türkçesi):Mart Dokuzu Navruz (Özbek Türkçesi): Altay Küdürgeni Novruz (Azeri Türkçesi ): Ulusun Ulu Künü Navrız (Kazak Türkçe’si ) : Nooruz Nevrez (Kırım Tatar Türkçesi):Sultan-ı Nevruz Nartukan : Bozkurt Çağan : Ergenekon, Babu Marta: Körklü Marta Mereke : Yeni Yıl Meyram : Yörük Bayramı Yeni Kün : Yeni Gün İsimleriyle yaşıyor olması ve kutlama biçimi bunun bir Türk bayramı ve Ergenekon Destanıyla ilintili olduğunu kuvvetle ortaya koymaktadır. Türklerin İslamiyet öncesine dair tabii destanlarından olan Ergenekon Destanı Göktürklerin en büyük destanıdır. Türk Destanlarının arasında müstesna ve çok mühim bir yeri vardır. Bu destan Türklerin en büyük ve en orijinal destanlarından biridir. Yıllarca Türk sosyal hayatında etkileri olduğu gibi bugün bile Anadolu’nun dağlık köylerinde, bir takım örf ve adetlerde Ergenekon destanının izlerini görmek mümkündür. Mesela bazı ateşli hastalıklarda, nazar değmiş diye çubuk atılması, kurşun ve mum dökülmesi, Loğusaların yastıklarının altına veya kaldıkları odanın penceresine (ucuna soğan takılı) bıçak konulması Ergenekon destanının izleridir. Günümüz gençleri bunların neler olduğunu bilmeyebilir; kısaca açıklayayım: Köylerde bu konularda el almış, bir ustanın yanında yetişmiş aynı zamanda herkesin sevdiği saydığı yaşlı kadınlar olur. Bunların aynı zamanda ağzı dualıdır. Birilerinin başı ağrıyor, karnı ağrıyor, hafif ateşi vardır… Hemen sobaya çalı veya bağ çubuğu atılır. Onların akkor haline gelmiş olanları etrafta gözünün değmesi muhtemel olanlar adına maşayla ateşten alınır, içinde su olan geniş bir kabın içerisine atılır. Bu çubuk suyun içerisine atıldığında kömürleşir uçları suyun tabanına doğru bükülür veya uçlarını sudan dışarıya çıkartır. Bu haline göre de kimin gözü değdiği konusunda yorum yapılır. Mum ve kurşun dökme ise şöyledir: Kurşun veya mum bir kap içinde ateşe tutulup eritilir: Hasta oturtulup başını ve omuz kısmını kaplayacak şekilde (sıçrayan mum ve kurşun hastaya bir zarar vermemesi için tedbir olarak) bir örtüyle örtülür. Sonra bu eritilen kurşun veya mum hastanın tepesi üzerinde içinde su dolu geniş bir kabın içine dökülür. Soğuk su ile karşılaşan bal mumu veya kurşunun üzerinde çeşitli şekiller oluşur. Daha sonra da çıkartılıp uygun bir yere asılır görüldüğü gibi burada bir ateş ve metali eritme hadiseleri ve hastalıktan kurtuluş cereyan etmektedir. 1914 yılında yazdığı bir makalede Ömer Seyfettin, Necip Asım Bey’in Küçük Türk Tarihinden bahisle şunları söylüyor: Türkler beş kabile idiler: Kıpçak, Uygur, Kanklı, Kalaç ve Karluk. Bu isimleri savaşlar esnasında Oğuz Han vermişti. Türkler en ziyade Çinlilerle uğraşırlardı Çinliler Türkleri hiç sevmezdi. Onlara Hiyun-lu yani söz dinlemez hizmetçi, derlerdi. Çok defa Türk kabileleri Çine dalarlar, baştan aşağı Çini yağma ederlerdi. Çinliler onları kovalamağa cesaret edemezlerdi... Nihayet bu ardı arakası kesilmek bilmeyen hücumlardan kurtulmak için Çinin etrafına kalın bir duvar bile çekmeğe kalkıştılar. Bu duvar bugün hala duruyor. Adına Sedd-i Çin derler… Fakat bu duvar da Çin’i Türk hücumundan kurtaramadı. Bunun üzerine Türklerden korunmak için son bir çare aradılar. Çin padişahlarından birisi bütün Çin askerlerini topladı; Çin hududundaki Türkleri de ordusuna ilave etti. Hiyun-lulara hücum ederek onları mağlup etti. Hiyun-lu Türk kabileleri kuvvetli Çin ordusu karşısında birleşemediler. Hele kardeşleri Tatar ve Uygur Türkleri de Çine yar- 29 dım edince büsbütün şaşırdılar, perişan oldular Evet, “Pançu “adındaki Çin serdarının kumandası altındaki Çinlileri Sibirya’nın şimalindeki Tunguzlar, garpta ve cenuptaki Acemler ve Afganlarla birleşerek Türk yurduna ansızın baskın vermişlerdi. Türkler korkmadılar ve şaşırmadılar. Bir tanesi yüz düşmana karşı koydu. Hepsi uruştu. Hepsi öldü.* Bu savaşta o sene yeni evlenmiş olan “Nuhuz” ve “Kayan” adındaki iki hakanzade esir düştü, ancak on gün sonra bu iki hakanzade kaçarak esaretten kurtulurlar. Eski yurtlarına geldiklerinde düşmanını henüz toplayıp götüremediği çokça koyun, keçi, sığır ve deve bulurlar. Bunları da yanlarına alıp düşmandan uzaklaşmak maksadıyla sarp bir yoldan dağa doğru giderler. Bir ayağını yanlış atsan düşüp param parça olacağın bir patikadan geçerler. Önlerine cennet gibi bir vadi çıkar. Öyle bir cennet ki kapısı yok… Hiç insana rast gelmezler. Başlarını öne eğerler ancak ümitlerini kesmezler. Elbet bir gün ülkemize tekrar kavuşuruz derler. Burada tam dört yüz sene yaşarlar. Çocukları ve hayvanları çoğalır. Turan’a kavuşmaktan asla ümitlerini kesmezler. Ergenekon’dan çıkış konusunda kaynaklarda iki rivayet bulunmaktadır. Bunlardan birisi şöyle: Bir gün bu gizli yurtta bir kurt görülür; geyiklerden birisini parçalayarak kaçar. Bunu gören bir çoban bu kurdun nereden geldiğini merak eder ve peşini bırakmadan takip eder. Kurdun bir delikten çıktığını görür. Geri döner ileri gelenlere haber verir. Gelip bakarlar. Delik çok dardır Gelenlerin içindeki bir demirci ocak yakar orasını yüklü bir deve geçecek kadar genişleterek Türklerin oradan çıkmasını sağlar.** İkinci rivayet ise şöyle: Aradan dört yüz yıl geçti. Dört yüz yıl sonra Ergenekon’da hem kendileri hem de sürüleri o kadar çoğaldı ki, ülkeye sığmaz oldular. Bu yüzden toplanıp konuştular, çare bulmak istediler. Dediler ki: “Atalarımızdan duyardık: Ergenekon dışında geniş yerler güzel yurtlar olurmuş. Eskiden oralar bizim öz yurdumuzmuş. Dağların arasından bir çıkılacak yol arayıp bulalım, çıkıp buradan göçelim. Ergenekon’un dışında kim bizimle dost olursa dost olalım, düşman olursa vuruşalım.” Böyle konuşup karar verilince Ergenekon’dan çıkmak için bir yol aramağa başladılar, bulamadılar. O zaman bir demirci dedi ki: “Bu dağda bir demir madeni var. Yalın kata benzer. Dağın demirini eritsek bir yol olurdu.” Hep birlikte gidip demir madenini gördüler. Demircinin sözlerini de beğendiler. Dağın geniş yerine bir kat odun bir kat da kömür dizdiler. Sonra da dağın üstüne, arka yanına ve beri yanına bir sıra odun bir sıra kömür dizdikten sonra yetmiş yerden yetmiş deriden yapılmış körük kurdular. Odun ve kömürleri ateşleyip körükleri körüklediler. Tanrının gücü ve inayetiyle ateş kızdı. Demir dağın demiri erimeye başladı, eriyip akıverdi. Dağ delindi ve yüklü bir deve geçecek kadar yol oldu. O kutsal yılın, kutsal ayının kutsal günü ve kutsal saatinde Göktürkler Ergenekon’dan çıktılar. O günü, o ayı, o saati iyi bellediler. Bu kutsal gün, o günden sonra Göktürkler için bayram oldu. Her yıl o gün gelince büyük törenler yapıldı. Bu törenlerde, bir parça demir alınıp ateşte kızdırılıyordu; sonra da kızgın demiri önce Göktürk hakanı kıskaçla tutup örse koyuyor, çekiçle dövüyordu. Sonra da diğer Türk beyleri aynı hareketi yaparak bayramı başlatıyorlardı.*** Bugün de birçok Türk ülkesinde Nevruz Bayramında aynı geleneğin sürdüğünü görüyoruz. Türklerin Ergenekon’dan çıkışını Ziya Gökalp: “ Ergenekon yurdun adı Börteçine kurdun adı Dört yöz sene durdun hadi Çık ey yüz bin mızrağımız” diye özetlemiştir. Sözün kısası: Nevruz birilerinin yapmak istediği gibi vurma, kırma, dökme veya ayaklanma provası değil; aksine sevginin saygının ve muhabbetin yeşermeye yüz tutuğu bir ortamdır. Nevruz, Türkiye Türklerinin geç bulduğu ya da bulmakta geç kaldığı bir yitiğidir. Nevruz, Selçuklular ve Osmanlılar tarafından kutlanmış ancak Osmanlıların son dönemlerinde Türkiye Türklerinin belirli bir kısmı tarafından terk edilmiş 1995 yılından itibaren ise TÜRK DÜNYASINDA zaten senelerdir kutlanmakta olan bu bayram tekrar kutlanmaya başlamıştır. Adriyatik’ten Çin Setti ‘ne kadar olan bölgede yaşayan bütün Türk topluluklarının yüz yıllardır kutladığı nevruzu birilerinin kendine ait bir bayrammış gibi gösterip Türk insanını günlere ve renklere düşman etmeye hakkı yoktur. Kaynak: *Türkyurdu Dergisi Cilt 10 sayı 34 sayfa:26-27 **Adı geçen makale ***Türk Destanları. M.N. Sepetçioğlu s.131-132 30 SÖZCÜKLERİN NAMUSU Alper KEPEZKAYA Her doğumun bir başlangıç, büyümenin bir gelişme atardı. İnanışa göre kimin başına darı yani tahıl tave ölümün bir son olduğunu düşünürsek sözcükleri nesi düşerse onun kısmeti açılırdı. Bu yüzden biri insanlara benzetebiliriz; doğar, büyür ve ölürler. Baevlenince bekâra “darısı başına” denilirdi. “Komşu zen itibarını kaybederler, bazen anlamını. Daha beteri komşunun külüne muhtaç”tı, biz bu kül için “ev bazen de namusunu kaybederler. Buyurun sözcüklerin almaz komşu al”ırdık. Komşu alırdık ki onun “hatırı dünyasına bir göz atalım: için çiğ tavuk bile yiyelim”. Bunlar bizim dilimizden düşürmediğimiz sözlerdi. Şimdi, dilimizden düşürGünümüzde hakaret olarak kullandığımız bazı mediğimiz “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.”, kelimelerin yüzlerce yıl önce büyük bir saygınlık “Diğerlerinden bana ne? Her koyun kendi bacağından ifadesi olduğunu biliyor muydunuz? Affınıza sığıasılır.” gibi cümleleri pek kullanmazdık. Kullanmazdık narak; sözünde durmayan, kendisine güvenilmeyen çünkü “Müslümanlar tek bedendir, insanlara ve dişi köpeklere tek uzuvdur.” diye öğrenmiştik. verilen “kancık” kelimesinin Zamanında kesinlikle kabul edilasıl anlamı prensestir. Dilimize izim bir de “delikanlı” mez denen sözler şimdi birilerine Çince’den girmiştir. Çin’den söylettirilmiyor mu? “Yüce milgelerek Türk Kağanla evlenen sözcüğümüz vardı. letimizin meclisi” diye andığımız kızlara ilk önce “konçuy” deNamuslu, haksızlığa yerde birileri İmralı katili için nirdi. Kelime zamanla hem yapı nutuklar çekmiyor mu? Alışkın hem de anlam olarak değişime baş eğmeyen, dinolmadığımız şeyleri duyuyoruz uğrar:“konçuy” “konçuk”a, dar, mahallenin abisi “ileri demokrasi” adına. “konçuk” “kançuk”a, “kançuk” ise “kancık”a dönüşür. İnsanlar olan tiplere delikanlı Dedim ya, kelimeler de inda böyledir aradan zaman gegibidir. Bazen anlamını denirdi. Sevdiğimiz in- sanlar çince bazılarını tanıyamazsınız. kaybeder bazen de itibarını. En sanlara hitap şekliydi, kötüsünü namusunu kaybeder. Şekli ve özü değişmiştir. Demokrasi bizim için yedi düvelBaşka bir örnek “delikanlı” sözcüğü. le savaşın sonucunda kazanılan Sanskiritçe’den dilimize geçen Bu delikanlılığın değeri bir zaferdi. “Türk’ün Ateşle “hari” kelimesidir. Türkçede İmtihanı”ydı. Şimdi “demokrasi” ünlü uyumları olduğu ve kelibiçilmezdi. deyince aklımıza çocukların üzeme başı “h” sesi bulunmadığı rine düşen bombalar; babasının, için bizde “karı” olarak telaffuz ağabeyinin, küçük kardeşinin gözü edilmiştir. Kelime gerçekte önünde ırzına geçilen Müslüman kızlar, Coni’lere “eski” anlamındadır. Daha sonra yaşlılara “karı” denmalzeme deposu yapılan, içinde çamurlu ayakkabılarla miştir. Reşit Rahmeti Arat’ın “Eski Türk Şiiri” adlı gezilen “Camiiler” geliyorsa, daha beteri Müslüman eserini incelerseniz erkeklere de karı (yani yaşlı) denbir başbakan bu rezilliği yapanlara “kahraman asdiğini görürsünüz. Zaman içinde sadece bayanlar için kullanılır. Devamında ise yaşlı bayanlara denir. Günü- kerlerinize” diye dua ediyorsa bu kelime namusunu müzde argo kelimeler arasında kendine yer bulmuştur. yitirmiş demektir. Yok mu öyle insan, ilk başta güzelliği ifade ederken Bizim bir de “delikanlı” sözcüğümüz vardı. Nasonra kendini pisliğin içinde bulan? muslu, haksızlığa baş eğmeyen, dindar, mahallenin abisi olan tiplere delikanlı denirdi. Sevdiğimiz insanBizim deyimlerimiz, atasözlerimiz tesadüfen söylara hitap şekliydi, “delikanlı” sözcüğü. Bu delikanlenmemiştir. Eski Türkler düğün yaparken damat, lılığın değeri biçilmezdi. Omza atılan ceket, eldeki düğüne gelenlerin başına buğday gibi tahılları (darı) tespih de delikanlılığın göstergesiydi. Kanı deli olana delikanlı denirdi eskiden. Şimdi ise kendi deli olana deniyor. Omuzdaki ceket, eldeki tespih delikanlılığın göstergesi değil, kendisi oldu. Bedeli ise yüz yirmi altı lira: yüz yirmi beş lirası Polat Alemdar pardesüsü, bir lirası tesbih. Mevsim sonunda pardesü alınırsa değeri daha da düşer. Bazı kelimeler ne ölür ne de anlamını kaybeder. Ancak zamanla kullanım alanı değişir, azalır.1980’lerde “Devrim” sözcüğü vardı. Anlamı, mevcut düzeni değiştirmek. Sağcısı, solcusu, Türkçüsü, cemaatçisi bu kelimeyi kullanırdı. Anlamını da bilirdi. Doğru da yapsalar, yanlış da yapsalar okuduklarından hareketle fikir edinirlerdi. Şimdiki gençler de kullanıyor. Okudukları hangi kitaptan hareketle bu kelimeyi diline doluyorlar ki? Kelimeler en çok kullanıldığı zaman dilimiyle özdeşleşir. Siz “devrim” derseniz karşınızdaki insan sizi 1980’lerde “devrim” diyenlerle aynı kefeye koyar. Fikir adamı olmak isteyen gençler kullandığı kelimelere dikkat etmeli!.. “Devrim”, “değişim”le yer değişti; şimdi namusunu yitiren de “devrim”ci oluyor. En güzeli de bizim saygı hitaplarımız vardı: “hocam”, “gardaş”, “mübarek”, “yoldaş”, “abi”, “azizim”... Belki komiktir ama her ideolojinin kendine has bir hitabı vardı. Eskiler birbirine benzememeye çalışırdı. Ortak kelime bulamazlardı. Yeni nesil hangi ideolojiden olursa olsun- ortak hitapta birleşti: “lan”, “şşştt”,”Şe….siz” sözcüklerinde. Gün geldi ki, camideki imamdan okuldaki öğretmene; sokaktaki vatandaştan kurumların amirine kadar herkes birbirini çağırırken “lan” der oldu. Peki, yukarıda yazdığım sözcükler ne oldu? Yaşlandı, huzurevinde ölümü bekliyor. Gün gelecek, kimse onları hatırlamayacak. “Diş kirası” nedir, bilir misiniz? Eskiden ev sahibi misafir ettiği öğrenciye kapı çıkışında kaşla göz arası para sıkıştırırdı diye. İçinizden “Şimdi artık bunlar yok.” dediğinizi duyar gibiyim. Sadece bunlar mı? Misafirlik de yok. “Diş kirası” öldü; misafirlik can çekişiyor. Alt kimlik-üst kimlik zırvalamasıyla “Ben şuyum, ben buyum.” diyenlerin pohpohlandığı, Türk bayrağı altında Türk vatanında “Türk’üm, Doğruyum, Çalışkanım.” diyenlerin ise “faşist” görüldüğü bir dönemde “Türklük” tartışmalarla cepheye sürülmüştür. Ezelden ebede var olduğuna göre “gazi”lik şerefine erişecektir. Unutulmamalıdır k, “gazilik” ölümün yaklaştığının değil, şerefin yıldızlaştığının delilidir. Bu uğurda gazaya gitmek de en büyük şereftir. Bilim adamlarının yaptığı bir araştırmaya göre güzel cümleler kurmak, güzel sözler söylemek insana canlılık veriyormuş. Güzel, mübarek bir insanı görmenin etkisi de aynıdır. Sözcükler de insanlar gibidir. Onların da namusu, şerefi vardır. Onların namusunun bizim namusumuz olduğunu unutmayalım. Yaşamımızda her zaman güzel sözcükleri kullanmak temennisiyle… 31 Selam ve dua ile… Bekir TEMUR KILAVUZ Bakınca yüzlerine Hakk’ı hatırlatırlar Güneşten daha parlak nurlu simalar var Yeryüzünde bulunan âdem evladı için Sekînete ermenin kılavuzudur onlar Onlar Öyle mü’min ki sadece Allah için Kaldırıp karanlığı muştulu sabah için Cehalete yenilmiş günahkâr ervah için Selamete ermenin kılavuzudur onlar İnsana güven verir mütevazı halleri Gittikleri her yerde rahmet saçar elleri Hep sevgiden bahseder “baldan tatlı dilleri” Muhabbete ermenin kılavuzudur onlar Sohbet meclislerinde ilimle yoğrularak Erenler dergâhında aşk ile kavrularak Rükûlarda eğilip secdede doğrularak Hidayete ermenin kılavuzudur onlar Kur’an ile sünneti sıkıca kavramanın Miskinleri doyurup yetimi korumanın Zulmü bertaraf için azimle yürümenin Adalete ermenin kılavuzudur onlar Meşakkatli dünyanın geçici kasvetinden İşkenceler çekerek ölümün şiddetinden Kurtulabilmek için mezarın dehşetinden Sükûnete ermenin kılavuzudur onlar Arşın gölgelerinde tebessümler saçarak Kıldan ince köprünün üzerinden uçarak Nebîlerin safına müjde ile geçerek Muhammed’e ermenin kılavuzudur onlar 18.04.2012 32 KILICIYLA DEVLET KURAN KALEMİYLE TARİH YAZAN BİR HÜKÜMDAR: BÂBÜR HAN aliahmetbeyoglu@hotmail.com Yrd. Doç. Dr. Ali AHMETBEYOĞLU Gâzî Zahîrüddîn Muhammed Bâbür, 15 Şubat 1483 tarihinde Fergana’da doğmuştur. Baba tarafından soyu Timur’a dayanıp, Timur’un dördüncü kuşaktan, anne tarafından ise Cengiz Han’ın on beşinci kuşaktan torunudur. Babası Ömer Şeyh Mirza, annesi Kutluğ Nigâr Hanım (Yunus Han’ın kızı)’dır. Bâbür, Zahîrüddîn Muhammed adını İslamî geleneğe göre almıştır. Hoca Nasrüddin Ubeydullah tarafından verilen bu ismin yanına, eski Türk geleneğine uyularak “kaplan veya panter” anlamına gelen Bâbür adı da eklenmiştir. Nesebi; Bâbür b. Ömer Şeyh Mirza b. Sultan Ebû Saîd Mirza b. Sultan Muhammed Mirza b. Mîranşah Mirza b. Timur’dur. Bâbür’ün annesinin nesebi de şu şekildedir; Kutluğ Nigâr binti Yunus b. Veys b. Şîr Ali Oğlan b. Muhammed b. Hızır Hoca b. Tuğluk Timur b. İsen Boğa b. Duva b. Barak b. Yisun Teve b. Mötügen b. Çağatay b. Cengiz Han’dır. Bâbür’ün çocukluğu hakkında çok bir şey bilinmiyor. Babası Fergana’da küçük bir Timurlu Prensliği hâkimi idi. Bâbür, annesi ile birlikte Endican Kalesi’ndeyken babasının bir kaza sonucu ölümü üzerine, henüz on iki yaşında olmasına rağmen 10 Haziran 1494 tarihinde Fergana hükümdarı olmuştur. Bâbür’e babasından kalan topraklar fazla geniş değildi. O tarihlerde Fergana vilayeti; doğudan Kaşgar, Batıdan Semerkant, güneyden Bedehşan, kuzeyden ise Almalık (Almatı) ve Yengi (Otrar) ile çevriliydi. Bâbür’ün siyasi mücadelelerini üç ana kısımda ele alabiliriz: Fergana hâkimiyeti (1494–1504), Kabil hâkimiyeti (1504–1526) ve Hindistan hâkimiyeti (1526–1530). Bâbür, siyasi hayatının başlangıcında akrabalarıyla ve kendisini tanımayan kumandanlarla uğraşmak zorunda kaldı. Amcası ve Semerkant hâkimi Sultan Ahmet Mirza sıkıntısından kurtulduktan sonra Taşkent hâkimi Sultan Mahmut ile mücadele etti. Bâbür’ün asıl hedefi Endican’da saltanat sürmek değil, atalarının daha önceki yıllarda sahip oldukları Semerkant’ı ele geçirmekti. Nitekim saltanatının ilk yıllarında bu arzusunu gerçekleştirerek kısa süre de olsa 1497 ve 1501 yıllarında iki kez Semerkant’a hâkim olmuştur. Fakat Mâverâünnehir’in kuzeyindeki Özbek tehlikesi ata yurdunu kaybetmesine sebep olmuştur. Bâbür’ün en tehlikeli rakibi Özbek Hükümdarı Muhammed Şeybânî Han (1500–1510) idi. Bu arada İran’da Safevî Devleti’ni kuran ve sınırlarını Ceyhun ötesine kadar genişletmek isteyen Şah İsmail vardı. Şah İsmail, Özbeklerle olan düşmanlığı sebebiyle Bâbür ile Özbeklerin mücadelesine katılmak zorunda kalmıştır. Bâbür, 1501 yılında Ser-i Pûl Meydan Savaşı’nda Özbeklerle giriştiği mücadelede mağlup olunca Taşkent’teki dayısının yanına sığındı. Yakınlarının, dostlarının vefasızlığına kızarak 1504 yılına kadar inzivaya çekildi. Daha sonra, yanında bulunan az sayıda Türk ve Moğollarla birlikte Hindukuş Dağları’nı aşarak Kâbil’e indi ve kan dökmeden şehri ele geçirip buraya yerleşti (1504).1507 senesinde de Kandahar’ı zapt etti. Bâbür geleceğini Afganistan’da inşa etmeye karar verdi ve Kâbil merkezli yeni bir devlet kurdu. Ayrıca Kandahar Kalesi’nin fethiyle, Hindistan-Afganistan ve İran yolunu kontrol altına aldı. Buna rağmen Mâverâünnehir’e hâkim olmak emelinden vazgeçmeyen Bâbür, 1511’de Safevîlerin yardımıyla Semerkant ile Buahara’yı ele geçirdi. Fakat Bâbür’ün bu bölgedeki hâkimiyeti yalnızca bir yıl sürdü. Önce Safevîlere, akabinde Özbeklere yenildil. Çok geçmeden Semerkant’ta tutunamayacağını anladı ve Hisâr’a, sonra da Ceyhun’un güneyine çekildi. 1514 yılında Şah İsmail’in Çaldıran Savaşı’nda Yavuz Sultan Selim karşısında yenilmesi üzerine Özbekler yeniden Mâverâünnehir’de güçlendiler. Bu durum karşısında Safevî desteğinden tamamen mahrum kalan Bâbür bütün ümitlerini kaybetmiş vaziyette Kâbil’e geri döndü. Kunduz taraflarında bir müddet kaldıktan sonra 1522’de Kandehar’ı tekrar ele geçirdi. Artık Fergana, Semerkent ve Horasan’da kendisine hayat hakkı tanınmayacağını anlayan Bâbür, yönünü Hindistan’a çevirdi. Bâbür, 1519–1526 yılları arasında Hindistan’a beş büyük sefer düzenledi ve böylece Hindistan’ın kuzeyini de ülkesinin sınırları içerisine almış oldu. Bâbür’ün kesin ve en büyük Hindistan seferi 1525 senesinde gerçekleşti. Evvela Pencap’ı istila etti ve hemen ardından Delhi üzerine yürüdü. Bu sırada Kuzey Hindistan’ın hâkimiyeti Lûdîler’in elinde ve başlarında İbrahim Lûdî bulunmaktaydı. Bâbür İbrahim’in üzerine yürümek için Panipat Ovası’na geldi ve karargâhını kurdu. Lûdî’nin ordusu çok kalabalıktı ve üstelik bin kadar da fil bulunmaktaydı. Buna karşılık Bâbür’ün askerlerinin sayısı 12.000 civarındaydı. 21 Nisan 1526 tarihinde iki ordu şiddetli bir savaşa tutuştular. Ateşli silah kullanan Bâbür karşısında İbrahim Lûdî ağır hezimete uğradı ve hayatını kaybetti. Böylece Lûdîler’in hâkimiyeti sona ererken, Bâbür, Delhi ve Agra’yı ele geçirerek Kuzey Hindistan’da Bâbürlüler Hanedanı’nı kurdu. Yavaş yavaş Kuzey Hindistan’ı tamamen hâkimiyet altına alırken en büyük düşmanı Raçputlar’ın Reisi Rânâ Sangâ’yı 16 Mart 1527 tarihinde ağır bir yenilgiye uğrattı. Bâbür, bu savaştan sonra “Gâzî” ünvânını aldı. Fetihten sonra tuğrasına da “Gâzî” unvanı yazıldı. Bunu bir şiirinde şöyle dile getirmiştir: İslâm uğrunda çölde avâre oldum, Kâfirler ile hep çarpıştım, Kendimi şehit ettirmeye azmetmiştim, Allah’a şükür ki, “Gâzî” oldum. 1527–1529 yılları arasında, ülkesindeki isyanların hepsini bastırdı ve bağımsız beyliklerin çoğunu ortadan kaldırdı. Bâbür, son olarak Ganj Nehri’ni geçip Bengal hükümdarı Nusret Şah’ı yenerek Agra’ya döndü (24 Haziran 1529). Bâbür, gençliğinden beri sık sık hastalanıyordu. Özellikle de bataklık hummasından zaman zaman ölümle pençeleşen ve birkaç defa da zehirlenen Bâbür, 1530 yılında İbrahim Lûdî’nin annesi tarafından çeşnigir Ahmed vasıtasıyla verilen ve uzun vadede etkisini gösteren zehir yüzünden yatağa düştü. Bâbür’ün sağlığı giderek kötüleşmeye başladı. Artık sonunun yaklaştığını anlayan Babür, devlet büyüklerini toplayarak Humâyûn’un veliahtlığını kabul ettirdi ve kısa bir süre sonra da 25 Aralık 1530 tarihinde Ağra’da öldü. Bâbür’ün ölmeden önce beylerini ve yakınlarını huzuruna çağırarak açıkladığı son konuşması olan siyasi vasiyeti oldukça ilginçtir: “Yıllarca yüreğimde şu arzu bulunuyordu ki, idareyi Humâyûn Mirza’ya vereyim, kendim de Zerefşan Bağı’nın bir köşesine çekileyim. Allah’ın keremiyle bütün arzularım tahakkuk ettiyse de, sıhhatli zamanımda işbu arzuma nail olamadım. Şimdi bu hastalık beni harap etti. Hepinize Humâyûn’u benim yerime padişah olarak tanımanızı vasiyet ediyorum. İnanıyorum ki, ona hürmette kusur etmeyeceksiniz ve hiçbir vakit emrinden çıkmayacaksınız. Onunla müttefik bulunacaksınız. Hak Teâlâ’dan ümit ederim ki, Humâyûn halka iyi muamelede bulunsun. Ey Humâyûn, biraderlerini, bütün hısımlarımızı ve adamlarımızı sana ve hepinizi de Allah’a ısmarladım’’. Bâbür’ün vefat haberi gizli tutulurken, saray mâteme büründü. En sonunda Arayiş Han’ın tavsiyesiyle ha- ber halka duyuruldu. Kırmızı elbise giymiş olan tellal, Bâbür’ün ölümünü ilân etti. Ağra’da toprağa verilen Bâbür için altmış kadar güzel sesli hafız, devamlı olarak mezar başında Kur’an-ı Kerim okudular. Bâbür’ün cesedi daha sonra, vasiyeti gereğince Ağra’dan alınarak merasimle Kabil’e nakledildi. Orada, kendisinin yaptığı on bahçeden birine, sevgili eşinin yanına defnedildi. Bâbür arkasında dört oğul ve üç kız çocuğu bırakmıştır. Oğulları; Humâyûn, Askerî, Hindal ve Kâmrân’dır. Kâmrân ve Humâyûn Çağatayca eserler yazmışlardır. Kızları ise; Gülrenk, Gülçehre ve Gülbeden Begimler’dir. Gülbeden, Humâyûn’un hayatını ve faaliyetlerini kaleme alarak, bir kadın yazar olarak devrine damgasını vurmuştur. Bâbür’ün 1526–1530 yıllarına ait altın, gümüş ve bakır paraları günümüzde değişik ülkelerin müze koleksiyonlarını süslemektedir. Bâbür’ün Şahsiyeti: Bâbür; üstün bir komutan, mahir bir diplomat ve aynı zamanda büyük bir devlet kurucusu olarak, Türk ve dünya tarihinin önde gelen şahsiyetleri arasında yer almaktadır. Bâbür; şâir, edebiyat nazariyatçısı, bestekâr ve hattatlığının yanında mimarlık, peyzaj mimarisi, botanik, zooloji, astronomi, tarih, İslâm fıkhı gibi değişik ilim dalları ve konular ile ilgilenen çok yönlü bir insan idi. Kılıç kuşanmada, ok atmada, at biniciliğinde bütün rakiplerini yenen Bâbür, savaş meydanında askeriyle omuz omuza çarpışan yiğit bir cengâverdi. Ayrıca sahip olduğu üstün komuta yeteneğiyle kendi birliklerinden birkaç kat fazla orduları dize getiren cihangir bir hükümdârdı. Bâbür, disiplinli ordularına ve devamlı fethetme isteğine rağmen, hiçbir zaman kan dökme taraftarı olmamıştır. Ayrıca kendisinden af dileyen en azı- 33 34 lı düşmanlarını bile affetmiş, onları serbest bırakmıştır. Bâbür’ün Türklüğü ile gurur duyduğunu, Biyâne Emiri Nizân Han’a vaad ve tehdit fermanlarının yanında yazıp gönderdiği şu cümlelerle anlıyoruz: “Ey Biyâne Emîri, Türkler ile kavgaya girme; Türlerin çevikliği ve kahramanlığı mâlûmdur. Eğer çabuk gelmez ve öğüt dilemezsen, mâlûm olanı beyâna ne lüzum vardır”. Bâbür, haksızlığa asla tahammül edemez, zorbalık ve yağmacılık yapanları ölümle cezalandırırdı. Masum halkın ekinlerini ve mallarını yağmalayan çapulcuları öldürttükten sonra teşhir ettirirdi. Mesela Bâbür, bir yerlinin yağ testisini zorla elinden alan askerini, herkesin gözü önünde ölünceye kadar dövdürmüştür. Bu cezadan haberi olmayan Şah İsmail’in askerleri de aynı akıbete uğramışlardır. Bâbür, idaresinden sorumlu olduklarının hallerini anlamaya gayret eden ve dertleriyle dertlenen bir hükümdardı. Nitekim hatıratında, halkıyla birlikte tutulduğu bir kar fırtınasında yaşadıkları zorlukları anlattığı satırlar, Bâbür’ün halkına karşı ne derece duyarlı olduğunu göstermesi bakımından enteresandır: “O gün şiddetli bir tipi oldu. Herkes ölüm korkusu içinde idi. Ben mağaranın önünde kürekle kendime bir yer yaptım. Mağaraya gitmemi söylediler ise de gitmedim. Bütün halk karda ve tipide iken, ben sıcak yerde ve istirahatta ve bütün halk burada ıstırapta ve meşakkatte iken, ben orada uykuda ve refahta bulunursam, bu, insaniyetten uzak bir hareket ve halka karşı lâkaytlık olur; ne gibi ıstırap ve meşakkatlik olursa, ben de göreyim ve halk nasıl tahammül edip duruyorsa, ben de durayım, diye düşündüm”. Bâbür aslında dindar bir kişi idi. Hocalara, din âlimlerine her zaman büyük saygı göstermiştir. Hatta onlarla sık sık bir araya gelerek dinî konularda bilgi alışverişinde bulunmuştur. Bâbür’ün tek kusuru, 28 yaşlarında başlayıp, gittikçe miktarını artırdığı içki alışkanlığı idi. Bâbür daha sonra içkiyi bırakmak için kendi kendine ahdetmiş ve sözünde durarak 1527’de tövbe edip içkiyi bırakmıştır. Bâbür’ün en büyük özelliklerinden biri de, komutanından askerine, asilzâdesinden hizmetçisine kadar herkesin kalbini kazanmasını bilmesidir. O, büyük başarılarını her zaman Allah’ın lütuf ve şefkati ile arkadaşlarının yardımına bağlamıştır. Bâbürün en büyük tutkusu çokça okumak ve devamlı olarak yazmaktır. Ondaki yazma sevdası, çağdaşları Şah İsmail, Şeybânî Han, Hüseyin Baykara, Selim ve Kânunî’deki gibi sadece bir merak olarak kalmamış, Türk dili ve edebiyatına eserleriyle önemli katkılar sağlamıştır. Soğuk kış aylarında ve yağmurlu günlerde kütüphanesine çekilip, tarih ve edebiyat okur; astronomi, mimarlık, hat, tezhip ve müzikle meşgul olurdu. Bâbür, sahip olduğu bir şeyler yapma ruhu ve sanat-estetik merakıyla Uygur harfleri ve stili ile Arap harflerini kaynaştırarak yeni bir yazı çeşidi, yani Hatt-ı Bâbürî’yi icat etmiştir. Bâbür’ün yazma tutkusu o derecedir ki, o; seferde, at üzerinde, savaş esnasında, otağında dinlenirken kısacası her zaman ve mekânda mütemadiyen yazardı. Hatta hastalık bile buna mani olamazdı. Ayrıca kullanacağı kâğıtların seçimine kadar her şeyle bizzat ilgilenir, yazmağa başladığında aşırı titizlik gösterirdi. Bir gün ota- ğında yazarken aniden yağmur bastırmış, fırtına otağını yıkmıştır. Bâbür, ıslanan kâğıtlarını ve kitaplarını nasıl kuruttuğunu hatıratında şöyle dile getirmiştir: “Yağmur dindikten sonra yatak çadırını kurdurup, mum getirip ve zorlukla ateş yakarak, sabaha kadar uyumadan, kâğıtları ve kitapları kurutmakla meşgul oldum”. Şiir de Bâbür’ün hayatının vazgeçilmez bir parçası olmuştur. Hayat felsefesi ve sanatkâr ruhunun aynası olan şiirleriyle kendini çevresindekilere sevdirmiş onlar üzerinde aynı zamanda manevî hâkimiyet de kurmuştur. Türk tarihinde edebiyatla, tarihle meşgul olan hatta eserler veren pek çok hükümdar vardır. Fakat Bâbür, sanatkâr bir hükümdar olmaktan öte hükümdar bir sanatkârdır. Bâbür aynı zamanda kendi adını taşıyan Bâbürlüler Devleti’nin de kurucusu ve ilk hükümdarıdır. Bâbür’ün kişiliği, Doğu’nun olduğu kadar Batı dünyasının da her zaman dikkatini çekmiştir ve hakkında çok şey söylenmiştir. Bâbür’ün Eserleri: • Vekâyi (Bâbür’ün Hâtıratı, Bâbürnâme): Bâbür’ün kendi yaşadıklarını anlattığı ve bizzat Çağatayca kaleme aldığı bu eseri sadece Çağatayca’nın değil, bütün Türk edebiyatının en güzel mensur örnekleri arasında sayılmaktadır. Bu kitabın en büyük özelliği, hadiselerin bir hükümdardan beklenmeyecek derecede samimiyetle kaleme alınmış olmasıdır. Ayrıca eser, çeşitli dillere tercüme edilerek defalarca basılmıştır. • Aruz Risâlesi: Bu eser, Bâbür’ün edebiyat nazariyatçılığı yönünü ortaya koymuştur. Aruz konusunda yazılan Türkçe ve Farsça benzerlerinden biraz farklı olan bu eserinde Bâbür, bilinen vezin, sanat ile nazım şekillerini, kendisinden ve başka şairlerden örnekler vererek açıklamıştır. • Mübeyyen: Bâbür’ün Hanefî fıkhıyla ilgili bazı konuları (sefer, misafirlik, zekât, öşür, haraç…) mesnevî tarzında ve failün vezniyle yazdığı bir risâledir. • Risâle-i Vâlidiyye Tercümesi: Bir Nakşibendî şeyhi olan Hoca Ubeydullah’ın, tasavvuf ahlâkı konusunda Farsça olarak yazmış olduğu “Validiyye” risâlesinin manzum tercümesidir. Bu eser, Bâbür’ün içkiyi bırakıp tasavvufa yönlendiğinin bir delilidir. • Dîvân: Bu eser, Bâbür’ün hayat felsefesini, karakterini ve sanat gücünü göstermesi açısından son derece önemlidir. Dîvân’da Bâbür’ün; aşk, tabiat, güzellik gibi kavramları işlediği şiirleri ile ictimaî, âhlakî ve tasavvufî şiirleri de bulunmaktadır. KAYNAKÇA Akün Ömer Faruk, ‘‘Bâbür’’,DİA. Bâbür Z. Muhammed, Bâbür’ün Hâtıratı (Vekâyi), çev.R.R.Arat,Ankara 1987. Tarih-i Reşidî, İstanbul 2006. Grosset Rene, Bozkır İmparatorluğu, İstanbul 2006. Konukçu Enver, ‘‘Bâbür’’,DİA. Konukçu Enver, ‘‘Hindistan’daki Türk Devletleri’’,Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul 1989. Merçil Erdoğan, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 1999. Yücel Bilal, Bâbür Divanı, Ankara 1995. 35 YURDUMUN SESİ Mustafa ÖZTÜRK Köroğlu’yum Çamlıbel’de Koyu zulme başkaldıran Destanlarda Korkut Dede Oğuz soyun uyandıran Bağlamada ince telsin Erciyes’te esen yelsin Yayladaki o güzelsin Ayı bile kıskandıran Kerbelâ’da Hüseyin’im Merhamet dinidir dinim Mazlumların ahı benim Sonsuz feryadı andıran Kaybeder mi hiç usunu Yiğit korur namusunu Atatürk’tür ulusunu Zaferlere inandıran Şeytana kimse kanmasa Kardeşi düşman sanmasa Bir daha hiç yaşanmasa Otlukbeli ve Çaldıran Elaziz’de Balak Gazi Ulu Tanrı’m ondan razı Esat Usta sal avazı Katı gönlü hislendiren Beynimiz var düşünelim Dilimiz var konuşalım Bilgelere danışalım Döğüşeni barıştıran Kırşehir’de bir bozlağım Seven gönüldür durağım Susturulamaz dudağım Yüreğimi seslendiren Dünya sevgi üzerine Kapılar kapansın kine Bir devir açılsın yine İyilikte yarıştıran Türkü çığır Neşat Usta Yollayalım birçok dosta Anıları deste deste Gözlerimi sulandran Yunus Emre, Hacı Bektaş Âşık Veysel bizde kardaş Barış varken neden savaş? Filiz dallarım kırdıran Ahi Evran, Âşık Paşa Yol açmışlar kurtuluşa Birer ışık baştan başa Dünyamızı nurlandıran İblis gezer diyar diyar Bir kandırsa kârı sayar Kötülüğe ne gerek var Yürekleri paslandıran Dilimiz bir, sözümüz bir Arı sütten özümüz bir Şu kalpteki sızımız bir Sevgi ile kaynaştıran Sen aklıma gelen anda Bir türküyüm Arguvan’da Ne acılar var bu canda Kerem misâli yandıran Nedir ayrılık gayrılık Bu masum millete yazık Bir çare var ki doğruluk Adaleti paylaştıran 08.03.2012 36 BÜYÜK SÜRGÜNÜN 68’İNCİ YILI KIRIM TÜRKLERİNİN TRAJEDİSİ: (AÇLIK-SÜRGÜN-ÖLÜM) Milletler arasında zulme en çok maruz kalanı Türkler; Türkler arasında da Kırım’da yaşayanlardır. Kırım sözü dudaktan çıkar çıkmaz insanın aklına hemen açlık, sürgün ve ölüm geliyor. İşte Kırım Türklerinin ibretlik acıklı öyküsü: Kırım, Karadeniz’in kuzeyinde bulunan bir yarımadadır. “Kale” anlamına gelir. XV. yüzyılda Altınordu Devleti’nin dağılmasıyla meydana gelen hanlıklardan güneybatıda bulunanı Kırım Hanlığı adını aldı. Bu hanlık 1783 tarihine kadar 360 yıl saltanat sürdü. Kırım Hanlığı’nda yaşamış Türklere ve bunların nesillerine Kırım Türkleri denir. Kırım Türkleri, 1917’de (13 Aralık 1917) bağımsız bir cumhuriyet olmuş. Bu devir Kasım 1920’ye kadar devam etmiştir. 1920-1944 yılları arasında, Bolşeviklerin yönetimi altında, Muhtar Kırım Cumhuriyeti adı ile anılmıştır. 1944’te, yani 2.Dünya Savaşı sonunda Orta Asya, Sibirya ve Urallar’a topluca sürgün edilmişlerdir. Kırım Hanlığı’nın 16. -17. yüzyılda yüzölçümü, o tarihteki sınırları içinde bulunan Güney Ukrayna, Kuzeybatı Kafkasya ve Baserabya ile birlikte 600 bin km kareyi ve nüfusu da 5 milyonu buluyordu. KIRIM’IN DOĞAL ZENGİNLİKLERİ Kırım yarımadası, yer altı ve yer üstü zenginlikleri ve turistik güzellikleri ile dünyanın en gönül açıcı güzel köşelerinden biridir. Kırım Türkleri’nin eskiden beri cermayı (yer yağı) dedikleri petrol, Kerç yarımadasında bulunmaktadır. Petrol kuyuların derinliği 13-560 metre arasındadır. Kerç yarımadasında bol miktarda metan gazı vardır. Kırım dağlarında, zengin, taş kömürü ve linyit yatakları mevcuttur. Kerç bölgesinde, başta demir olmak üzere manganez, çinko, kurşun, bakır ve kadnium madenleri vardır. Demir madeninin 2 milyar 700 milyon ton miktarında olduğu söylenmektedir. Gözleve yakınlarındaki göllerden yemek tuzu çıkarılır. 1922 yılına kadar 120’den fazla tuzla vardı. Kırım dağlarında mimarî süslemelerde kullanılan sedef cinsinden mermerler vardır. Kırım’ın kırımka adlı cins buğdayı meşhurdur. 1.Dünya Savaşı’ndan önce hayvancılık çok ileri idi: 327 bin öküz, 171 bin at, 1,5 milyon koyun mevcuttu. Kırım’da kasaplık için maliç,yünü için çigey, derisi için karakul koyunları beslenirdi. Bağcılık çok ileri idi. 450 cins üzüm, 550 cins armut, 330 cins elma, 210 cins kayısı vardı. Bu yemiş- lerin kötü yıllardaki verimi 25 bin ton, bereketli yıllarda ise 64 bin ton idi. Ukraynalılar ve Ruslar, bağlık ve bahçelik alanları tahrip etmişlerdir. Tütün ekimi de yaygındır. Ünlü cinsi “dübek” tir. Kırım yarımadasının ortasında yer alan dağların kuzey ve güney yamaçları ormanlıktır. Bu ormanların bir kısmı 2. Dünya Savaşı sırasında komünist çeteleri yakalamak maksadıyla yakılmıştır. Batu Han’ın kumandasında 600 bin kişilik bir kuvvet vardı. Bunun 60 bini Moğol, kalan kısmı muhtelif Türk kavimlerinden teşekkül ediyordu. Bu fütühat bölgede Türk nüfusunu arttırmıştır. Bölgeye İslâmiyet, Bulgarlar zamanında 922’de girmişti. Devlet, Batu’nun küçük kardeşi Berke Han zamanında 1255’te İslâmiyeti kabul etmiştir. Böylece Altınordu Devleti müslüman bir devlet haline gelmiştir. Bu dönemde Altınordu tam bağımsız olmuştur. KIRIM’IN TARİHÇESİ Özbek Han (1313-1342) zamanında islâmiyet güç Herodot’un bildirdiğine göre, Kırım’da M.Ö. VII- kazandı. XIII. yüzyıllarda Tavrılar, Kimmerler, İskitler yaşamışCanıbek Han (1340-1357) devrinde dil-kültür ve lardır. ekonomi çok gelişti. M.Ö.1-M.S IV.yüzyıl arasında, Yunanlılar, SarmatSon büyük hükümdarı Toktamış Han (1376-1391) lar ve Ostrogotlar Kırım’a gelip yarleşmişlerdir. zamanında Timur’un üç seferi ile yıkılmış ve bir daha M.S.IV.yüzyılın sonundan itibaren sırasıyla Türk kendini toparlayamamıştır. kavimlerinden olan Alanlar, Hazarlar, Peçenekler, Altınordu hanlarından Canıbek’in 1357’de ölümü Kumanlar gelip yerleşmişlerdir. Özellikle VII.-IX. üzerine ortaya çıkan taht kavgaları ve Timur’un seferyüzyıllarda Hazar Devleti sınırları içinde kalkınmış- leri neticesinde zayıf düşen devlet çeşitli hanlıklara bötır. Bu devirde Küçük Hazaristan adını almıştır. lündü. Bu hanlıklar şunlardır: XI-XII yüzyıllarda Kıpçak Türklerinin eline geçen Kazan Hanlığı: 1437-1552 (4.İvan tarafından yıkılKırım, ticaret, sanat ve dı.) kültürde çok ilerlemiştir. Astrahan Hanlığı: Kıpçaklar, eskiden beri 1466-1554’de ( 4.İvan taburada yaşayan kavimleri rafından yıkıldı.) M.S.IV.yüzyılın sonundan itieriterek ve kaynaştırarak baren sırasıyla Türk kavimler- 1683Sibir Hanlığı: ….Türkleştirmişlerdir. Kendileri de XIII. yüzyılda Kasım HanlığI: 1445inden olan Alanlar, Hazarlar, Asya’dan gelen Türk1681 (1614’den sonra Peçenekler, Kumanlar gelip Moğollarla karışmışlarRus nüfuzuna girmiştir.) dır. Nogay Hanlığı: 1259yerleşmişlerdir. Özellikle VII.Böylece uzun yıllar 1299 boyunca Kırım’da yaşaIX. yüzyıllarda Hazar Devleti yan Türk kavimlerinin KIRIM HANLIĞI sınırları içinde kalkınmıştır. Bu karışması sonunda Kırım Timur’un, Altınordu Türkünün millî nüvesi hükümdarı Toktamış Han devirde Küçük Hazaristan vücuda gelmiştir. üzerine yürüyüp savaş adını almıştır. açması üzerine Altınordu ALTINORDU DÖDevleti parçalandı ve yıNEMİ kıldı.(1395) Ortaya çıkan Kırım, Tudun adı hanlıklardan biri de Kıverilen valilerce idare ediliyordu. Fakat Kırım’ın rım Hanlığı idi. Altınordu’ya bağlılığı, fiilî olmaktan ziyade hukukî idi. İlk Kırım hanı Giraylar sülalesine mensup Hacı GiResmî dil, önce Moğolca iken sonra Kıpçak Türkçe- raydır.1428-1468 arasında hüküm sürmüştür. Kültürlü, si resmî ve umumî dil haline geldi. Moğolca unutuldu. adaletli, vatansever idi. Kırım’da huzur, güven ve refaAltınordu Devleti’nin, Venedik, Ceneviz, Arap ül- hı sağladı. Litvanya ve Polonya ile iyi ilişkiler kurdu. keleri ile bağlantısı Kırım yolu ve aracılığı ile yapılırdı. İlk defa adına para bastırdı. İslamiyet de böyle girdi. Ünlü seyyah İbni Batuta, Kefe şehrinde güzel çarMENGLİ GİRAY HAN (1469-1514) şılar bulunduğunu yazıyor. Limanda ise 400’den fazla İrsi kabile beyleri arasındaki saltanat kavgaları, gemi varmış. huzursuzluk yarattı. Devlet zaafa uğradı.Fatih Sultan Mehmet ile 1475’te ittifak yaptı. ALTINORDU DEVLETİ Litvanya ve Polonya ile savaşıp sınırları genişletti. Kıpçak bozkırlarının bir kısmına hakim oldu. Bucak Cengiz’in ölümü (1227) üzerine oğul ve torunları (Baserabya) ülkesini Kırım Hanlığına kattı. fütühatı devam ettirdiler. 1237-1241 yıllarında DoğuZamanın en yüksek ilim ocağı sayılan Zincirli Medavrupa İstila edildi. reseyi yaptırdı. Büyük hakanlık Ögedey’ce temsil ediliyordu. KuRusların gelişme siyasetini engelledi. rultay, Doğu Avrupa’nın işgaline karar verince ordunun başına Cengiz’in torunu Batu verildi. Ön kıtaların komutanı Sobutay’dı. Bulgar kırallığına son verildi. Rus MEHMET GİRAY HAN (1514-1523) knezlikleri, Kuman ve Kıpçaklar dağıtıldı. Alman orRus tehlikesini önceden en iyi gören ve bu tehlikeyi duları yenildi. Lehistan’a kadar her yer zaptedildi. önlemeye çalışan hanlardan biridir. Bu sebeple 1521’de 37 38 Moskova’yı kuşatarak, onları haraç vermeye mecbur ettmiştir. Rus yanlısı Şeyhali’yi Kazan tahtından indirip yerine Kırımlı Sahip Giray’ı çıkarmıştır. Moskova seferinde iken kendisini arkadan vurmaya yeltenen Astrahan’ı 1523’te zaptetmiştir. Böylece Altınordu Devleti’nin üç parçasını tekrar birleştirmiştir. Fakat sefer dönüşü Nogay Türklerinin komutanı olan Mamay tarafından katledildi. Ülke yeniden iç karışıklıklara sahne oldu. Sonunda 1534’te Kazan Hanı Sahip Giray Osmanlıların yardımı ile Kırım hanı oldu. Bu han zamanında ülkeye Osmanlı nüfuzu tam olarak yerleşti. XVI. asır Rusların kuvvetlendiği ve Türk ülkelerine yöneldiği bir asırdır. Rusların başında Müthiş İvan vardır. Müthiş İvan 1552’de Kazan şehrini zapteder ve Kazan Hanlığına son verir. Bu feci olayın intikâmını almak için DevleT Giray Han, 1571’de Moskova’ya yürüdü ve şehri zaptetti. M.İvan bütün Rusların yaptığı gibi, geniş mesafelerden faydalanıp geri çekildi. Devlet Giray, Bahçe Saray’a dönünce, İvan da Moskova’ya döndü. Fakat Devlet Giray ve bundan sonra gelen II.Mehmet Giray (1588-1606) Kazan ve Astrahan şehirleri Rusya tarafından serbest bırakılmadıkça M.İvan’la barış yapmayacaklarını bildirdiler. 1671-1704 yılları arasında dört defa Kırım hanı olan Hacı Selim Giray, Osmanlı orduları ile birlikte Avrupa’da savaşır iken Kırım’a girmiş olan Rus ve Lehistan ordularını bu suvari birlikleri ile yetişip perişan etmiştir. Rusya’dan ve Lehistan’dan gelen saldırılara karşı Kırım ordusu, Osmanlılar için bir güven kaynağı teşkil etmiştir. Kırım ordusu 200 bin kişiden oluşan bir ordu idi. Tamamı da suvarilerden oluşuyordu. Kırım Hanı sıkışır ise bu sayı iki katına çıkabilirdi. 1671-1704 yılları arasında dört defa Kırım hanı olan Hacı Selim Giray, Osmanlı orduları ile birlikte Avrupa’da savaşır iken Kırım’a girmiş olan Rus ve Lehistan ordularını bu suvari birlikleri ile yetişip perişan etmiştir. Rusya’dan ve Lehistan’dan gelen saldırılara karşı Kırım ordusu, Osmanlılar için bir güven kaynağı teşkil etmiştir. Han soyundan gelen mirzalar birbirleri ile savaşıp Türk ülkesini zayıf düşürürken Ruslar da Çar Deli Petro ile güçlenme ve teşkilatlanma safhasına girmişlerdir. Deli Petro: a) Avrupa’daki uyanış ve kalkınışı kavramış b) Cahil ve pis Rus mujiklerini zor ve şiddet kullanarak medenileştirmiştir. c) 1. Petro, geleceğe matuf bir milli siyaset planı hazırlayarak bunu tatbike koyulmuştur. Bu yıllarda Türk’ün talihi dönmüş, felaket yılları başlamıştır. 1699’da Karlofça Anlaşması ile Ruslar Türlerden Azak kalesini aldılar. 1736-1737 yıllarında Kırım Hanı olan Fetih Giray zamanında Ruslar, ordularıyla Kırım’a girdiler. Bahçesaray’ın içindeki camiler ve kütüphaneleri tahrip ettiler. Meşhur kütüphanedeki bütün kitapları yaktılar. Bir yıl sonra yine geldiler. Bu sefer 100’den fazla köyü tahrip ettiler. 1771’de II. Selim Giray zamanında geldiklerinde 35 bin Kırım Türkünü öldürdüler. Kırım’ın son hanı olan Şahin Giray (1777-1783) talim ve tertibiye görmüş, ülkeyi kalkındırmak isteyen bir han idi. Düşüncesini tahta geçince uygulamak istedi ise de mollaların tepkisiyle karşılaştı. Avrupalılaşmayı dinsizleşme olarak anlayan mollalar halkı ayaklandırdılar. Karışıklıkları fırsat bilen I. Katherina, General Potemkim’in komutasındaki Rus ordularını Kırım’a yolladı. 30 bin savunmasız Kırım Türk’ü şehit edildi. 1783 yılında Kırım’ın bağımsızlığına son verilip Rusya’ya bağlandı. Rusya’nın güneye inmesini engelleyen en büyük set, böylece yıkılmış oldu. RUS İŞGALİNİN ALTINDA KIRIM Rusların Kırım’ı işgal ve ilhak etmeleri, Kırım Türkleri için sonsuz ızdırap ve facialara yol açmıştır. Hiçbir müstevlî devlet, esir ettiği bir millete bu kadar haksızlık, adaletsizlik, zulüm, işkence yapmamış ve imha siyaseti tatbik etmemiştir. RUSLAR NELER YAPTILAR? 1-Hanlık devrinden kalma idarî, adlî, malî ve eğitim sistemini ortadan kaldırdılar. Halk, asılzade, din adamı ve köylü sınıflarına bölündü. Halkın yüzde 80’i köylü sınıfına dahil edildi. İktisadi ve ticari hayat durdu. 2-Köylünün elindeki topraklar hazine arazisi diye Rus asilzadelerine ve Kırım’a yerleştirilen Rus köylülerine dağıtıldı. Cami ve medreselere ait vakıf arazilerinin de dörtte üçü alınıp Ruslara dağıtıldı. 3-Alim ve imamlar ya sürgüne yollandı ya da hapsedildi. Camiler kiliseye çevrildi. 1805’de cami sayısı 1558 iken 1914’de 726’ ya düştü.5139 olan din adamı sayısı ise 942’ye inmiştir. 4-Türklere ait olan ve olmayan bütün tarihi eserleri yok etmişlerdir. Daniel Clarke adlı bir yazar, Rusların Kırım’da yaptıkları barbarlıkları tek tek anlattıktan sonra şöyle der: “Ruslara göre hakimiyet kurmak, yıkmak, yakmak, yağma etmek ve öldürmek demektir. Başarı sağlamak da her yeri çöle çevirmekten ibarettir.” 5-Potemkin’e göre Kırım’ı Rus sömürgesi yapmak için yalnız topraklarını almak yetmezdi. Buradaki Türkleri de kovmak, azınlığa düşürmek, etnik bir güç olmaktan çıkarmak gerekirdi. Ruslar da böyle yaptılar: Türkleri göçe zorladılar. 1785’den1800’e kadar Kırım’dan Türkiye’ye 500 bin insan göçtü. Bunların en az dörtte birinin Karadeniz’in dalgalarında boğulduğu tahmin ediliyor. 1812-1828 yılları arasında da 200 bin kişinin göçtüğü kabul edilmektedir. Kırım savaşı sırasında da Kırım’a Don Kazakları iskân edilmiş, bunlar halka çok zulüm yapmışlardır. Türkler ise uzak Rus eyaletlerine sürgün edilmişlerdir. Ağır vergiler, rüşvet, toprak kavgaları ve Tatarların yüzde 70’inin topraksız kalması göçün başka sebeplerindendir. Rus yazarı Markof şöyle diyor: “Biz, Kırım Tatarlarına Avrupaî hiçbir şey öğretmedik. Hatta onların memleketlerindeki eğitim teşkilatını da yıktık. Seksen yıldan veri biz, Kırımlılara ne ilim, ne de teknik bilgi verdik.” 1874’ten itibaren Kırımlıların askere alınması da Türklerin kütle halinde göçmesine yol açmıştır. Dünkü zalim düşmanına asker olarak hizmet vermek istememişlerdir. 1883 yılında çıkmaya başlayan Tercüman gazetesi göçleri engellemeye çalıştı. Kırım Türklüğü’nün liderlerinden Cafer Seyit Ahmet Kırımer, Yusuf Akçura’dan naklen, Kırım Türklüğünün çöküş sebeplerini şöyle belirtir: 1-Devlet teşkilâtının esaslarını Altınordu’dan olan Rusya’ya karşı Türk memleketleri uyanık bulunmadılar. Birleşik bir Türk cephesi kuramadılar. Lehliler ve Ukraynalılarla siyasî anlaşmalar yapamadılar. 2-Bütünüyle Türk dünyası, Batı ile temas etmekle ve Batı’nın yeni teknik ve buluşmalarından faydalanmakta, Ruslardan geri ve geç kaldılar. Türk, dostunu fazla kavi, düşmanını da fazla aciz görür. Bu sebeple, Kırım Türkleri Rusları küçümsemişler, onun ilerlemesini takdir edememişlerdir. 1783’den 1914’e kadar, Rus çarlığının uyguladığı politikalar sonucu, Kırım yarımadasındaki 1milyon 250 bin Türk hayatını kaybetmiştir. GASPIRALI İSMAİL 1851’de Avcı köyünde doğmuştur. Yaradılıştan zeki, çalışkan, araştırıcı ve sabırlı bir insan idi. İlk tahsilini Türkçe, orta tahsilini Rusça yaptı. Birkaç yıl Paris’te kaldı. 10 Nisan 1883’te Tercüman gazetesini çıkarmaya başlamıştır. Halk eğitimi için kitaplar çıkarmıştır. Gayesi, “Gaflet sahrasında yere serilmiş kalmış halkını uyandırmaktır.” Bütün Türkleri kültür, düşünce ve hareket bakımından birleştirmek maksadı ile, “Dilde, fikirde, işde birlik” şiarını ortaya atmıştır. Usul-ü Cedid üzerine yeni okullar açtı. “Bütün felâket, okulsuzluktan, bilgisizliktendir. Okuduktan sonra halk kendisine gereken yolu ve sadeti bulur.” diyordu. En büyük Türkçülerdendir. 1914 yılında ölmüştür. 1917 İHTİLÂLİ VE SONRASI 1905 yılındaki inkılâp, Çarlık baskısını azalttı. Kırım’ın genç adınları da teşkilâtlanmaya başladılar. 1910 yılında Vatan cemiyetini kurdular ve Vatan Hadimi adında bir gazete çıkarmaya başladılar. Kırım Türklerinin iktisadi, kültürel meselelerini, toprak dağılımındaki adaletsizliği Rus devletinin oligarşik ve Ruslaştırma siyasetinin Kırım’a verdiği zarları dile getirdiler. Milliyetçi fakat sosyalist idiler. 39 Gaspıralı İsmail 1851’de Avcı köyünde doğmuştur. Yaradılıştan zeki, çalışkan, araştırıcı ve sabırlı bir insan idi. İlk tahsilini Türkçe, orta tahsilini Rusça yaptı. Birkaç yıl Paris’te kaldı. 10 Nisan 1883’te Tercüman gazetesini çıkarmaya başlamıştır. Halk eğitimi için kitaplar çıkarmıştır. 1.Dünya Savaşında Rusların Almanlara yenilmesi ve İtilaf Devletlerinin Çanakkale’de bozguna uğramaları 1917 komünist ihtilâlini hızlandırdı. 1917 ihtilâli Türk ülkelerinde yeni ümitlerin doğmasına yol açtı. Kırım aydınları da kurdukları gizli siyasî teşkilâtları olan Millî Fırka’yı faaliyete geçirdiler. Mart 1917’de Akmescit’te yapılan 2 bin kişilik büyük toplantıda “Kırım Müslümanları İcra Komitesi” teşkil edildi. Başkanlığına da Çelebi Cihan seçildi. Bu komitenin daveti üzerine toplanan Kırım delegeleri, Kırım Türklerinin mukedderatını tayin edecek ve millî hükümeti kuracak olan KURULTAY üyelerini seçim- 40 le tesbite karar verdiler. Kararlaştırılan günde seçimler yapıldı. 5’i kadın 76 milletvekili seçildi. 9 Aralık 1917’de Kurultay toplandı. 18 maddelik geçici Anayasa yapıldı. Bu Anayasanın 16. Maddesi ile Kırım Halk Cumhuriyeti kabul ve ilân olundu. Çelebi Cihan ilk hükümeti kurdu. 13 Aralık 1917’de Kırım’ın bağımsızlığını ilân eden ilk hükümet, hemen işe koyuldu: a-Vakıf ve millî eğitim işlerini düzenledi. İlk orta ve meslek okulları açtı. b-Hansaray’da millî müze açıldı. c-Millî orduyu kurmak maksadıyla, henüz cephelerde olan askerleri yurda çağırdı. Birkaç mirza ve molla dışında bütün kırımlılar hükümeti destekliyorlardı. Kırım’da millî hükümet kuvvetlenirken Bolşevikler de boş durmuyorlardı. Bunlar Kırım millî hükümetinin kararlarını dinlemiyorlardı. Bu yüzden 11 Ocak 1918 gecesi Yalta’yı harp gemilerinden top ateşine tuttular. Böylece Kırım Türkleri ile Bolşevikler arasında savaş başladı. Kırım millî ordusu henüz kurulmamıştı. Bu yüzden Bolşevikler, yerli Rusların da yardımı ile çok Türk katlettiler. Akmescit’te Çelebi Cihan’ı esir ederek, muhakeme bile etmeden şehit ettiler ve denize attılar. Kırım 1918 yılının ilkbaharında Alman orduları tarafından işgal edilinceye kadar, Bolşeviklerin idaresinde kaldı. Almanlar gelince Bolşevikleri temizlediler. Millî hükümetin kurulmasına izin verdiler ise de millî ordu teşkiline müsaade etmediler. Almanlar çekilince galip devletlerin himayesinde Denikin ve Wrangel orduları Kırım’a girdiler, Kurultay’ı dağıttılar ve millî hükümete de son verdiler. BOLŞEVİK İŞGALİ VE İDARESİ Denikin, Wrangel ordularını mağlup eden Bolşevikler bütün Rusya’yı ve bu arada Kırım’ı da 1920 yılının kasım ayında işgal ettiler. Kırım’ın eski bir Türk yurdu olduğunu kabul ederek ve Rus olmayan milletlere o zaman için şirin görünmek arzusu sebebiyle Bolşevikler bir Muhtar Kırım Cumhuriyeti kurdurlar. Başına da Veli İbrahim adında bir Komünisti getirdiler. Hükümet üyelerinin çoğunluğunu Kırım Türkleri teşkil ediyordu. Bolşeviklerin bu hareketi bir gösterişten ibaretti. Gerçek niyetleri ise Kırım Türklerini yok etmekti. Bu sebeple, Türkleri Urallara ve Sibirya’ya sürmeye ve hapsetmeye başladılar. 1921 yılının Kasım ayında açlık yüzünden 60 bin Türk’ün ölümüne sebebiyet verdiler. Buna rağmen, Kırım’da maddî manevî kalkınma hareketleri başladı. Fakat 1928’de Veli İbrahim’in kurşuna dizilmesi ve Stalin’in idareyi ele geçirmesi, Kırım’da felaketlerin yeniden başlamasına yol açtı: 1929-1930 yıllarında 40 bin Türk “kulak-köy zengini” bahanesiyle Sibirya’ya sürüldü. 1931- 1933’te kastî açlık yaratıldı. Köylünün mahsulü zorla elinden alınıp dış ülkelere satıldı. Binlerce Türk açlıktan öldü. Bu durumu protesto eden Kırım Cumhurbaşkanı Mehmet Kubay sürgün edildi. Kısacası, 1921-1941 arasında Kırım’da açlık, sürgün ve katliam gibi sebeplerle 170 bin Türk imha edildi. II. Dünya Savaşı sırasında, 1941’de, Almanlar Kırım’ı işgal ettiler. Bundan Kırım Türkleri ve Ukray- nalılar ümitlendiler, fakat kısa zamanda Nazilerin de komünistler gibi emperyalist, sömürgeci ve insanlık düşmanı olduklarını anladılar. Kızılordu 1944 yılında Kırım’ı yeniden işgal edince, Moskova; Kırım Türklerini Nazilere yardımcı oldukları gerekçesiyle suçlu-suçsuz ayırmadan toptan Urallar, Sibirya ve Orta Asya’ya sürgün etti.(18 Mayıs 1944) 30 Ağustos 1945’te de Kırım Muhtar Cumhuriyetini ortadan kaldırdılar. Bu sürgün faciası, hayvan vagonları içinde ve ölenlerin dışarı atılmaları şeklinde uygulandı. Kırım Türkleri 10 yıl, sabah- akşam polise mevcut vermek suretiyle sürgün hayatlarını devam ettirdiler. 10 yıl sonra, bulundukları vilâyet sınırları içinde yer değiştirme hakkına kavuştular. Stalin devrinde, aynı şekilde sürgüne tabi tutulan Kuzey Kafkasyalılar, Baltıklılar, Volga Almanları affedilerek yurtlarına döndürülürken Kırım Türkleri af kapsamının dışında tutuldular. Stalin’den sonra gelen diktatörler zamanında da yurtlarına dönmek hakkından mahrum edildiler. Ancak 1967’de Kırım Tatarlarının haksız yere sürgün edildiği resmen ifade edildi. 19681969’da 5-6 bin Tatar Kırım’a yerleşebildi, 1990’da Rusya’daki olumlu değişimlerden sonra Kırım Tatarları yurtlarına dönmeye başlamışlardır. Bugün Kırım’a dönenlerin sayısı 300 bin civarındadır. Kırım’a dönenler 33 üyeli Kırım Tatar Millî Meclisi’ni oluşturarak 1991’de Akmescid’te “millî egemenlik bildirisi” ni kabul ettiler. Kırım Türkleri, bugün Ukrayna’ya bağlı Kırım Muhtar Cumhuriyet’nin sınırları içerisinde yaşıyorlar. Anavatana dönemeyen Tatar Türklerinin nüfusu da 300 bin kadardır. Acı ve ıstırap dolu seneler bitti mi, bilmiyoruz… Çünkü acı, açlık, sürgün Kırım Türkü’nün asırlar boyu kaderi olmuştur. Bu kaderi, sadece Kırım Türkleri değiştiremez. Bu kaderi, ancak Türklerin her bakımdan birliği ve bütünlüğü değiştirir. KIRIM DIŞINDAKİ ÇALIŞMALAR Kırım, Komünistler tarafından işgal edildikten sonra, Kırım Millî Hükümeti’nin eski dışişleri bakanı Cafer Seyyit Ahmet Kırımer, Kırım Parlamentosunun tam yetkili murahhası olarak, Kırım dışına çıkmıştır. 1960’a kadar Kırım Kurtuluş Dâvâsı’nın liderliğini yapmıştır: Cemiyet-i Akvam’a muhtıralar vermiş, Rus olmayan Rus esiri milletlerin ortak teşkilâtı olan PROMETE’de Kırım’ı temsil etmiştir. 1 Ocak 1930’da Müstecip Fazıl Ülküsal tarafından çıkarılan Emel dergisi 6. sayısından sonra Kırım dâvâsının resmî yayın organı haline gelmiştir. Kırım Türklerinin millî dâvâsı bu gün hız kazanmıştır. Çünkü şartlar iyiye yönelmiştir ve büyük bir lider bayrağı eline almıştır. Bu lider, akıl almaz zulümlere rağmen Moskof’a boyun eğmeyen Mustafa Cemil Kırımoğlu’dur. Allah ömrünü uzun eylesin. 41 EĞİTİM “YAZ BOZ TAHTASI” YAPILINCA… 1 milyon 837 bin adayın merakla beklediği YGS sonuçları açıklandı. YGS şampiyonları Konya ve Osmaniye’den gelirken doğru cevap dağılımında başarısızlık oranı her geçen yıl artmaya devam ediyor. Türkçe, Sosyal Bilimler, Temel Matematik ve Fen Bilimleri doğru cevap dağılımında son iki yıl rakamlar dikkat çekici. Her dört alanda da sıfır çeken öğrenci sayısı periyodik olarak artıyor. EN YÜKSEK SIFIR ÇEKİLEN TEST FEN BİLİMLERİ OLDU YGS sonuçlarına göre 31 bin 249 aday Türkçe testinde sıfır çekerken, Sosyal Bilimler testinde ise 253 bin 918 aday sıfır çekti. Öte yandan, Temel matematik testinde 870 bin 080 kişi sıfır çekerken Fen Bilimleri testindeki rakamlar ise daha da iç karartıcıydı. Toplam 1 milyon 260 bin 795 kişi Fen Bilimleri Testi’nde sıfır çekti. YGS’de sınavı geçerli sayılan 1 milyon 837 bin 344 adaydan 50 bin 805’i ‘’sıfır’’ aldı. 2012-YGS sonuçlarına göre adayların puan ortalamaları Türkçe testinde 18, Sosyal Bilimler testinde 11,63, Matematik testinde 6,92, Fen Bilimleri testinde 3,56 olarak gerçekleşti. Bu rakamlar geçen yıl Türkçe testinde 21,9, Sosyal Bilimler testinde 11,6, Matematik testinde 7,5, Fen Bilimleri testinde 4,1 olarak belirlenmişti. Sınava son sınıf düzeyinde giren adayların puan ortalamaları ise Türkçe testinde 18,02, Sosyal Bilimler testinde 11,3, Matematik testinde 7,27, Fen Bilimleri testinde 4,43 oldu. ÖSS’DE SIFIR ÇEKENLER 2009 İçin 12 Temmuz 2009 Pazar günü Öğrenci Seçme ve YGS sonuçlarına göre 31 bin 249 aday Türkçe testinde sıfır çekerken, Sosyal Bilimler testinde ise 253 bin 918 aday sıfır çekti. Öte yandan, Temel matematik testinde 870 bin 080 kişi sıfır çekerken Fen Bilimleri testindeki rakamlar ise daha da iç karartıcıydı. Toplam 1 milyon 260 bin 795 kişi Fen Bilimleri Testi’nde sıfır çekti. Yerleştirme Merkezi (ÖSYM)Başkanı Prof. Dr. Ünal Yarımağan, yaptığı basın toplantısıyla ÖSS sonuçlarını açıkladı. Yarımağan’ın açıklamalarına göre sınava giren 1. 324. 197 adaydan 29. 927 adayın ÖSS puanları hesaplanamadı. Yani bu öğrenciler sıfır çekti. Sınavı geçerli sayılan adaylardan 1. 229. 800’ü (yüzde 92.89) tercih yapma hakkını elde etti. Tercih yapma hakkını elde edemeyen aday sayısı ise 94. 201 (yüzde 7.11) oldu. AKP’nin iktidarı dönemine bakınca 2002 yılında 8. 819; 2003 yılında 26. 448; 2004 yılında 32. 177; 2005 yılında 57. 163; 2006 yılında 27. 864, 2007 yılında 47. 000; 2008’de 28. 321; 2009’da ise 29. 927 öğrenci sıfır çekiyor. Sıfır çekenlerin sayısı artıyor. 2010-YGS’de ise sınavı geçerli olan 1 milyon 487 bin 493 adaydan 14 bin 156›sının puanı hesaplanamamıştı. 2011-YGS›de ise 1 milyon 648 bin 240 adayın sınavı geçerli sayılırken, 38 bin 269›unun puanı hesaplanamadı; 42 ANADOLU MANZARALARI HAKAN TUNÇ Anadolu’nun bin bir güzelliğinin anlatıldığı “Anadolu Manzaraları” 1957 yılında Prof.Dr. Hikmet Birant tarafından yazılmış bir kitaptır. Hikmet Birand, Anadolu’nun birçok yerini gezerek ve bu coğrafyanın güzelliklerini bilimsel temele dayandırarak açıklamış bir bilim adamıdır. Sadece, Anadolu Manzaraları kitabında değil diğer bütün kitaplarında da vatan sevgisinin en güzel bilimsel dayanaklarını bulmak mümkündür. tümseklerle önümdeki içi bin bir güzellikle dolu olan derenin tezatlığına hayran olurken, bir yandan da yatağının iki yanından fışkıran söğütlerin, iğdelerin, dişbudakların, meşelerin, alıçların, sık yaprak örtüsünden görünmeyen, fakat sanki bu derin yarları, bu güzel bağları bahçeleri bu yeşil cemaati ben yaptım diye övünürmüş gibi şırıl şırıl akan suyun keyifli sesini duyarım.” (s.23) Anadolu’nun iklim özellikleri özellikle de karasal iklim kitapta oldukça Türkiye’de ilk defa bitki sosyoilginç anlatımlarla örneklendirilmiştir. lojisi alanında çalışma yapan ve bu Her başlayan nisan yağmurları birçalışmalarıyla bitki sosyolojisinin çoklarımız için can sıkıntısı ya da ezikurucusu olan Birand, yazdığı eseryetmiş gibi görülse de Birand yazdığı lerinde bitkileri kişileştirerek en eserde nisan yağmurlarını doyumsuz Türkiye’de ilk anlaşılmaz botanik konularının bile hale getirmektedir. “Etlik üstüne gelen defa bitki sokolayca anlaşılmasını sağlamıştır. kara bulutların alt kenarları bir perdesyolojisi alanında nin püskülleri gibi yere doğru sarkçalışma yapan ve Anadolu Manzaraları kitabı masıyla başlamışlardı. (s.29) ş Büyük bu çalışmalarıyla toplam 118 sayfadan oluşmasına sancılarla inleyen göğün doğurduğu ilk bitki sosyolojisinin rağmen her sayfasının hatta her rahmet damlası…” (s.30) gibi ifadelerle kurucusu olan Bicümlesinin ihtiva ettiği anlam zenyağmurun keyfini çıkarıyoruz. Ancak, rand, yazdığı esginliğiyle adeta ansiklopedilere taş hiçbir gözlemci yağmurun yağdığı anı erlerinde bitkileri çıkaracak niteliktedir. Hem sade anBirand kadar ayrıntılı gözlemleyemekişileştirerek en latım hem de derin anlam zenginliği, miştir: “Cip cip diye suya düşüyorlar. anlaşılmaz botanik kitapta hemen kendini göstermekteDüştükleri yeri biraz çukurlaştırıyorlar, konularının bile kodir. Bu kadar derin anlatımları kitapfakat bu çukurluk hemen kapanıyor ve layca anlaşılmasını ta nasıl sade bir şekilde aktardığına ortasından ince narin endamlı bir sütun sağlamıştır. büyük şaşkınlıkla tanık oluyorsunuz. yükseliyor. Yükseldikçe inceliyor ve Ayrıca, okuyanların kitabı bir çırpıucu sivrilirken birden bire şişmanlada bitirmesini sağlayacak akıcı bir yarak oval bir yumurta şeklini alıyor. üslup kullanmıştır. Buna ilaveten, Sonra sütunun ucundan kopuyor, kısa bir pırıltıyla kitapta bahsettiği yerler, okuyanda o yerleri hemen zıplayarak suya düşüyordu. Bazen bir ikincisi, daha görme isteğini uyandırmaktadır. Örneğin, Ankara küçüğü onu takip ediyor ve sütun, ucundan bir damla yakınlarında Hacıkadın deresinin güzelliği Birand’ın koptuktan sonra, suyun yüzüne bir halka halinde yığıkaleminden hak ettiği değeri bulmaktadır: lıveriyordu. Fakat daha acar bir halka onu siliveriyordu…” (s.33) “… Bir yanda hemen ardımdaki çıplak, somurtkan 43 sınırıyla özdeş olduğunu şu ifade ile anlatmaktadır: “Hımış evler bizim coğrafyamızda bir sınır bölgesidir. Ankara›dan çıkınız Kastamonu yolunu tutarsınız Ilgaz›a kadar kerpiç evli köylerden geçersiniz. Bolu›ya doğru gidersiniz, Kızılcıhamam›ın hemen ötesinde kerpiç köyler biter, hımış köyler başlar. Kerpiç köylerin bittiği yerde hımış evli köyleri bir çizgiyle birleştirirseniz steple orman sınırının hem de en eski sınırını çizmiş olursunuz.” Kitabın yazıldığı dönemi ele alırsak yazarın ne kadar ileri görüşlü olduğunu kavrayabiliriz. Birand’ın kitabı Anadolu’nun bilinmeyen güzelliklerini belgesel filmde izlermişçesine canlı bir anlatımla sunmaktadır. Bununla birlikte kitapta anlatılan birçok konu ezber bozmaktadır. Bu zamana dek herkesin hor gördüğü ya da yok etmeye çalıştığı işe yaramaz ot gibi gözüken bozkırın bin bir güzelliğini Anadolu Manzaraları kitabında görmek mümkündür. Kitapta bahsedilen birçok bozkır türü arasında üzerlik otuna yazar ayrı bir önem vermiştir. Üzerlik otunu birçok arkeologa hocalık eden bir bitki olarak tanımlıyor ve bu ifadesine dayanak olarak da birçok höyüğün üstününü üzerlik otuyla kaplı olduğunu anlatmaktadır. Anadolu Manzaları’nda Birand, incelediği alanları farklı bir metodolojik yöntemle değerlendirmiştir. Örneğin mesken tiplerinin farklılığının bitki kuşaklarının Yazar kitapta anlattığı birçok olaya ilave olarak doğanın öneminden şu ifadelerle bahsetmektedir: “Tabiat müşfik ve müsamahalıdır. O büyük şefkati, büyük müsamahası sayesindedir ki biz, bunca ettiklerimize rağmen onun nimetlerinden hala faydalanabilmekteyiz.” Hayatımda önemli bir iz bırakan kitaplardan biri de Prof. Dr. Hikmet Birand’ın Anadolu Manzaraları kitabıdır. Gençlerimiz bu kitabı mutlaka okumalıdırlar. Gençlerimize vatan sevgisini aşılamak istiyorsak “bilgi olmadan bilinç olmaz” gerçeğinden yola çıkarak en başta güzel vatanımızın doğal zenginliklerini onlara öğretmeliyiz. Bu zenginlikler onları vatan sevgisine ulaştıracaktır. Anadolu Manzaraları, doğayı ve vatanı sevenler için bir başucu kitabıdır, iyi bir rehberdir. TEBRİK Türk Milletinin bekası için yüzyıldır hizmet veren Türk HALAÇOĞLU, DERNEĞİMİZİ ZİYARET ETTİ. Milliyetçi Hareket Partisi Kayseri Milletvekili Prof. Dr. Yusuf HALAÇOĞLU 27 Nisan 2012 Cuma günü saat, 15.30’da Derneğimizi ziyaret etmiştir. Türkiye’nin gündemi ile ilgili konularda görüşlerini ifade eden Halaçoğlu, Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği üyelerinin çeşitli sorularını cevaplandırdı. Derneğin faaliyetleriyle hakkında da bilgi veren dernek Başkanı Mustafa Öztürk, günün anısına bilimadamı Halaçoğlu’na dernek yayınlarını hediye etti. Ocaklarının Genel Merkez Yönetim Kuruluna seçilen yeni yönetime başarılar dileriz. Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği