Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 296
Transkript
Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 296
Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 296-313 İlknur EMEKLİ 1 HALÎM BEREKÂT VE TÂ’İRU’L-HÛM ROMANININ TEKNİK VE TEMATİK AÇIDAN İNCELENMESİ Özet Çağdaş Suriye romancılığının önemli isimlerinden Halîm Berekât, sosyal konularda eserler veren yazarlar akımının temsilcilerinden biri olarak kabul edilir. Bereḳât’ın romanlarından otobiyografik türde yazılmış olan, realizm unsurunu tüm detaylarıyla işleyen ve Arap Yazarlar Birliği (AWU) tarafından en iyi yüz Arap romanı kategorisinde yer alan Tâ’iru’l-Hûm” (Humâ Kuşu) romanı çalışmamızın temelini oluşturmaktadır. “Tâ’iru’l-Hûm” romanında anlatıcı-kahramanın henüz küçük bir çocukken kaybettiği babasını yaralı bir Humâ kuşuna benzetmesi ve onun bir gün mutlaka uçup gittiği yerlerden birinden döneceğini umutla beklemesi, romanın sebep-sonuç ilişkisi çerçevesinde, bir bütünlük içerisinde incelenmesini sağlamıştır. Anahtar kelimeler: Halîm Berekât, Tâ’iru’l-Hûm, İnceleme HALIM BARAKAT AND THE TECHNICAL AND THEMATIC ANALYSIS OF HIS NOVEL TAIR AL-HOWM Abstract Halim Barakat one of the most famous names of the Modern Syrian novelists, is considered to be one of the representatives who writes books about social issues. Tair al-Howm (The Huma Bird), one of the novels of Barakat which was written in the form of autobiography, consisting of all the details of realism, considered to be among the best one hundred Arabian novels by AWU, forms the base of our study. In the novel “ Tair al-Howm ”, the teller ensures us entirely in accordance with reason and result relationship that the hero’s father who dies when the hero is a 1 Yrd. Doç. Dr., Atatürk Üniversitesi, Arap Dili ve Edebiyatı ABD., ilknur.emekli@atauni.edu.tr Halîm Berekât ve Tâ’iru’l-Hûm Romanının Teknik ve Tematik Açıdan İncelenmesi small child is resembled to a wounded Huma bird and his hopeful waiting of the bird’s certain flying back from where it goes one day. Keywords: Halim Barakat, Tair al-Howm, Analysis GİRİŞ Asıl adı Halîm İsber Berekât’tır (el-Faysal 1995: 305). Halîm Berekât, 1933 yılında Suriye’nin Kafrûn kasabasında doğdu. Berekât, henüz on yaşında iken babası oldukça genç bir yaşta, geride ailesine ve çocuklarına hiçbir mal varlığı bırakmadan fakir ve sefil bir hayat içerisinde vefat etti. Bunun üzerine annesi, ailenin geçimini sağlamak ve çocuklarını okutup onlara iyi bir gelecek hazırlamak üzere, yazarın büyüdüğü yer olan Beyrut’a göç etmek zorunda kaldı. Kendisi için uygun bir iş ve yaşayacakları ucuz bir ev bulabilmek için iki aydan daha fazla bir süreliğine Halîm Berekât’ı ve diğer çocuklarını kocasının ailesinin yanına bırakmak zorunda kaldı. Berekât’ın Nedâ ve Kemâl isminde iki kardeşi vardır. Berekât, ailenin en büyük çocuğudur. Yazar, ilköğrenimine Beyrut’ta Hamra Caddesinde bulunan “Kebûşeyyi’l-Katûlikiyye” okulunda başlar. Kısa bir süre sonra Re’se’l-Meten köyünde, yetimhanede kaldığı yıllarda, “elKuyekrez” tarafından kurulmuş olan “Ferendes” okuluna devam etmek zorunda kalır. Berekât, birkaç yıl sonra almaya hak kazandığı bir burs sayesinde Beyrut’ta erkek çocuklar için açılmış olan uluslararası bir kolejde hazırlık eğitimine başlar. Burası Daniel ve Emili Olefer Koleji olarak isimlendirilmektedir ( Sakkût 2000: 70, Süleymân 1978: 103). Halîm Berekât, daha sonra Beyrut’taki Amerikan Üniversitesinde, sosyoloji alanındaki lisans eğitimine başlar ve oradan da Amerikan Üniversitesine geçer. Sosyoloji alanındaki lisans ve yüksek lisans derecelerini Beyrut’ta bulunan Amerikan Üniversitesi’nden, doktora derecesini ise yine aynı alanda, 1966 yılında Amerika’da Ann Arbor eyaletinde bulunan Michigan Üniversitesinden alır. Aynı zamanda bu üniversite, o yıllarda bir dil okulu olarak da hizmet vermektedir (Dekkâk 1965: 70). Berekât, Michigan Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra yapmış olduğu öğretmenlik yıllarından, yazmış olduğu siyasi içerikli yazılardan, şiirlerden ve kısa hikâyelerden sonra asıl kariyerine yavaş yavaş ulaşmaya başlar. Öyle ki Berekât, zaman içerisinde yerel ve bölgesel politikada söz sahibi olup, siyasette aktif bir rol oynamaya başlar. Halîm Berekât, Beyrut’ta bulunan Amerikan Üniversitesinden mezun olup, Yüksek Berman Ziraat Okulunda bir süre görev yaptıktan sonra, hoca olarak önce Beyrut’ta bulunan Amerika Üniversitesinde ve daha sonra da başkent Washington’da bulunan George Town Üniversitesinde çalışmaya başlar. Yazar, Beyrut Yazarlar Birliğine, Suriye’deki Arap Yazarlar Birliğine ve son olarak da Amerika Birleşik Devletlerindeki Sosyal Bilimler Derneğine üye olmuştur. Daha sonraları birçok gazetede, edebiyat yazılarının yayımlandığı bölümden sorumlu kişi olarak çalışmalarını sürdürmüştür. Berekât, George Town Üniversitesinde sosyoloji alanında profesör olarak yirmi altı yıl çalışmıştır (Vattâr 1985:145). George Town Üniversitesinin yanı sıra Amerikan ve Lübnan Üniversitelerinde de hem ders veriyor, hem de araştırmacı olarak çalışıyordu. Daha sonra yaşamış olduğu birtakım sıkıntılardan dolayı Harward Üniversitesinde görev yapmaya başlamıştır. 1975-1978 yılları arasında İngiltere’de bulunan Aston Üniversitesi ve Amerika’da bulunan Teksas Üniversitesinde de çalışmıştır. Ancak bütün bu üniversitelerde çok kısa SOBİDER Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı:6, Mart 2016, s. 296-313 297 İlknur Emekli süreliğine çalıştıktan sonra, son olarak tekrar George Town Üniversitesine dönmüş ve burada emekli oluncaya dek, profesör olarak çalışmış ve aynı zamanda George Town Üniversitesinde Çağdaş Arap Araştırmaları Merkezinde sosyoloji bölüm başkanlığı görevini de büyük bir başarıyla sürdürmüştür (Süleymân 1982: 147). Yazar, dünya üniversiteleri seviyesinde bir sosyolog oluşuyla ve bu alandaki uzmanlaşmış bilimsel görev ve faaliyetleriyle, diğer isimlerden kolayca ayırt edilir. Bütün bu özelliklerinin yanı sıra ondan fazla roman kaleme almış Suriyeli bir roman yazarıdır. Yazar, yayımlamış olduğu bu romanlarında daha renkli, daha ahenkli ve toplumsal meselelere sıkı sıkıya bağlı konularda bir şeyler yazmak ve bu şekilde anlatımını daha da zenginleştirmek için çoğu zaman sosyoloji alanındaki bilgilerinden de faydalanmaya çalışır. Halîm Berekât’ın sosyoloji alanındaki bilgilerinden faydalanarak, bir sosyolog ve bir araştırmacı kimliğiyle yayımlamış olduğu “Mucteme‘u’l-‘Arabiyyi’l-Muâ’sır” (Çağdaş Arap Toplumu) adlı önemli çalışması, Arap üniversitelerinin birçoğunda ders kitabı olarak hâlâ okutulmaktadır. Sosyoloji alanında yayımladığı çalışmaların böylesi yoğun bir ilgi görmesi, hiç şüphesiz yazarın edebiyat ve roman yazarlığı alanındaki engin bilgilerine ve tecrübelerine birçok şey katmakta ve bu hususta en büyük paya sahip olmaktadır (el-Kiyâlî 1968: 143). Halîm Bereḳât’ın 1988 yılında yayımlamış olduğu “Tâ’iru’l-Hûm” (Humâ Kuşu)2 adlı romanı, “ En İyi 100 Arap Romanı” arasında yer almaktadır. Kafrûn’daki çocukluk yıllarını işlediği bu roman sayesinde yazar, bu mükemmel eserini okuyucularına ve edebiyat dünyasına daha iyi bir şekilde tanıtmak ve bu yöndeki konferanslara katılmak için çeşitli üniversitelerde, dünya ülkelerinde, özellikle Avrupa, Orta Doğu ve Mağrib’de düzenlenen ve çok sayıda kişinin katıldığı toplantılara gitme fırsatı bulabilmiştir. Yazarın bu eseri İngilizce, Almanca, Fransızca ve Japoncaya çevrilmiştir. Bunun yanı sıra yazarın, İngilizce ve Arapça olarak kaleme almış olduğu ve çoğunluğu Arap toplumunun sosyal konumunu ilgilendiren çok sayıda araştırması bulunmaktadır. Bu çalışmalardan bazıları şunlardır: 1. Lebanon in Strife, (Lübnan Bir Mücadele İçerisinde), 1967. 2. Nahve Lübnan Kâdir alâ’l-Hayât, (Hayata Hükmeden Lübnan’a Doğru), 1988. 3. el-Mucteme‘u’l-‘Arabiyyi’l-Mu‘âsır, (Çağdaş Arap Toplumu), 1984. 4. Harbu’l-Halîc, (Körfez Savaşı), 1992. 5. el-İğtirâb fi’s-Sekâfeti’l-‘Arabiyye: Metâhâtu’l-İnsân beyne’l-Hulm ve’l-Vakı‘, (Arap Kültürü’nde Yabancılaşma: Hayal ile Gerçek Arasında İnsanların Şaşkınlıkları), 2006. 6. el-Mucteme‘u’l-‘Arabî fi’l-Karni’l-‘Işrîn, (Yirminci Yüzyılda Arap Toplumu), 1992. 2 Simurg gibi efsanevi bir kuş olan Humâ Kuşu, Fars Edebiyatında varlığına kesinlikle inanılan yaratıklardandır ve mutluluğun, devletin, hükümdarlığın simgesidir. Eskiler Humâ kuşunun gölgesi altına girenlerin kutlu ve talihli insanlar olduklarına inanırlardı. Humâ kuşunun ferri ve kanatları kimi gölgelerse onun hükümdar olacağına inanılır, onun başına devlet kuşu konmuş sayılırdı. Humâ kuşunun öldürülmesi eski İran dinsel kaynaklarında günah sayılıp yasaklanmıştır; ayrıca bkz., Nimet Yıldırım, Fars Mitolojisi Sözlüğü, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2006, s.388-390. SOBİDER Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 296-313 298 Halîm Berekât ve Tâ’iru’l-Hûm Romanının Teknik ve Tematik Açıdan İncelenmesi 7. The Arab World: Society, Culture and State, (Arap Dünyası: Toplum, Kültür ve Devlet), 1993. 8. River Without Bridges, (Köprüsüz Nehir), 1968. 9. Visions of Social Reality in the Contemporary Arab Novel, ( Çağdaş Arap Romanında Sosyal Gerçeklik Vizyonları), 1977. 10. Contemporary North Africa: Issues of Development and Integration, (Çağdaş Kuzey Afrika: Gelişme ve Entegrasyon Sorunları), 1985. 11. en-Nâzihûne: en-Nefy ve İktilâ‘, (Göç Edenler: Sürgün ve Köklerden Koparma), 1968. 12. el-Mucteme‘u’l-Medenî fi’l-Karni’l-‘Işrîn, (Yirminci Yüzyılda Medeni Toplum), 2000. 13. el-Huviyye: Ezmetu’l-Hadâse ve’l-Va‘yu’t-Taklîdî, (Kimlik: Yenilik Krizi ve Geleneksel Bilinç), 2004. 14. el-İğtirâb fi’s-Sekâfeti’l-‘Arabiyye, (Arap Kültüründe Yabancılaşma), 2004. Tâ’iru'l-Hûm (Humâ Kuşu) İlk baskısı Mağrib’de ve ikinci baskısı 1988 yılında Beyrut’ta el-Ehâlî Yayınevi tarafından yapılan “Tâ’iru’l-Hûm” 3 romanı edebiyat eleştirmenleri tarafından biyografik bir eser olarak kabul edilir. Daha da önemlisi bu roman Arap Yazarlar Birliği (AWU) tarafından en iyi yüz Arap romanı kategorisinde yer almaktadır. Roman anlatım olarak her biri diğerinin devamı niteliğinde olan on dokuz bölümden oluşur. Bu bölümler “ Mevtu Tâ’iri’l-Hûm” (Humâ Kuşunun Ölümü), “ eş-Şeyhu’l-Kebîr” (Yaşlı Şeyh), “ Tahavvul ilâ Ciz‘ı Şecere” (Ağaç Köküne Dönüşmek), “Sefer alâ Bisâti’r-Rîh fevka Ğâbe Kesîfe mine’l-Elvân” (Yoğun Renk Ormanı Üzerinde Rüzgâr Halısının Üstünde Bir Yolculuk), “ Dehâlîzu’n-Nizâm” ( Nizam Dehlizleri), “el-Medînetu’l-Mulevvene” (Renkli Şehir), “ el-İhtirâk” ( Yanıp Kül Olmak), “Menâhâtu’l-Huzn” (Hüzün Meskenleri), “el-Mesîh Yedbuku fî Dav’i’l-Kamer ve Yesbehu ‘Âriyen” (Mesih Ay Işığında Halay Çekiyor ve Çıplak Yüzüyor), “ Efrâhu’l-Hamâme ve Ehzânuha Eydan” (Güvercinin Sevinçleri ve Hüzünleri), “ İhbit Eyyuhâ’l-Mevt” (Ölüm Gel Artık), “ Hanînu’l-Kasab” (Kasaba Özlemi), “ el-Mevt fi’lMenf” (Sürgünde Ölüm), “ Kırâ’atu’l-Ğuyûm” (Bulutları Okumak), “ Mehûl ve Eskis” (Mehul ve Eskis), “ İğtiyâlu’l-Ezhâri’l-Berriyye” (Kara Çiçeklerinin Yok Edilmesi), “ Cîlun Âhar mine’l-Ğâbât” (Ormandan Başka bir Kuşak), “ Ekâsî’l-Huzn ve’l-Ferah” (Hüznün ve Sevincin En Uç Noktaları) ve “ el-Hurûc mine’s-Sadef” (Sedeften Çıkmak) şeklinde adlandırılmaktadır. 159 sayfadan oluşan romanın en hacimli bölümü “Efrâhu’l-Hamâme ve Ehzânuha Eydan” (Güvercinin Sevinçleri ve Hüzünleri) olarak isimlendirilen on birinci bölümdür. Halîm Berekât bu romanda okuyucularıyla şairane ve büyüleyici bir üslupla kendi özel hayatıyla ilgili birçok bilgiyi paylaşır. Bunları anlatırken oldukça açık ve samimidir. Hacim olarak küçük, fakat içerik bakımından yazarın tüm duygularının yoğun olarak hissedildiği 3 Berekât, Tâ’iru’l-Hûm, (2. Baskı), el-Ehâlî, Beyrut 1988, 159 s. (Çalışmamızda eserin bu baskısı esas alınmıştır ve çalışmamızda romana yapılan göndermeler metinde parantez içi sayfa numaralarıyla gösterilecektir.) SOBİDER Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı:6, Mart 2016, s. 296-313 299 İlknur Emekli romanda, Berekât bütün geçmişini tüm ayrıntılarıyla hatırlar ve bundan daha fazlasını yaparak köklerinden nasıl sökülüp çıkartıldığını, vatanına duyduğu büyük özlemini, yabancılaşma temasını ve sonsuz bir sürgüne çıktığı hayatındaki o uzun yolculukla ilgili gerçek belge ve kanıtları sunmaya çalışır. Diğer bir ifadeyle yazar bu romanıyla geçmişi, hem şu ana hem de geleceğe aynı anda taşıyıp yansıtabilmektedir. Roman anlatıcı kahramanın yani Nâdir’in çocukluk günleriyle ilgili hatırladığı bir dizi olayla başlamaktadır. Nâdir yaşadığı kasaba olan Kafrûn semalarında her yıl belirli mevsimlerde geçen ve büyük bir gürültüyle havada taklalar atan Humâ kuşu sürülerini izlemek üzere yalın ayak meydana doğru koşar. Humâ kuşlarını büyük bir ilgiyle izlemeye başlar. Fakat bir anda yükselen silah sesleriyle kuşlar uzun bir barış döneminden sonra savaş ilan edilmişçesine çığlıklar atarak farklı farklı yönlere dağılır. Kuşlar arasında yayılan kargaşayla eski mavi gökyüzü bir anda silahların atıldığı gri ve siyah bulutların oluşturduğu bir gökyüzü haline gelir. O anda Nâdir’in dikkatini içerisine acının, öfkenin, itirazın ve korkunun karıştığı bir şekilde şiddetli ve sıkıntılı bir çığlık atarak yeryüzüne çarpan bir Humâ kuşu çeker. Onu hemen yerden almak ister, fakat korktuğu için bunu yapamaz. Bir süre bekler ve sonra yavaşça ona doğru yaklaşır. Şefkatli bir şekilde elini ona doğru uzatır. Bunun üzerine Humâ kuşu biraz daha rahatlamış görünür. Nâdir kuşun sağ kanadının kırıldığını fark eder. Onu nasıl tedavi edebileceğini düşünürken kasabanın delisi ona doğru yaklaşır ve aç bir kaplan gibi kuşu onun elinden kapar. Sonra da insan kalabalığı içerisinde büyük bir hızla koşmaya başlar. Nâdir bu durum karşısında şaşkına döner, fakat elinden bir şey gelmez. Birkaç gün sonra köyün delisi Reîf, kuşu kızartıp yediğini, fakat Humâ kuşunun etinin sert ve tadının acı olduğunu söyler. Bu olay Nâdir’in zihninden bir an olsun silinmez. Öyle ki, bu olayın üzerinden kırk yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen, özellikle sıkıntılı olduğu dönemlerde kendisini bir anda o Humâ kuşuyla konuşur halde bulur. Çünkü onu kendi yalnızlığında, yalnızlığını paylaşacak bir dost olarak görmektedir. Nâdir babasının ani ölümünden sonra yaşadığı ikinci bir şokla şaşkına döner. Evlendiği günden beri onlarla birlikte yaşayan annesi bir gece onlar uyurken ışığı yakmadan merdivenlerden inmeye çalışır. Fakat dengesini kaybettiğinde çok sayıda merdivenin üzerinden alt kattaki odaya doğru yuvarlanır ve şiddetli bir gürültüyle yere kapanır. Annesinin merdivenlere çarpma seslerini duyan Nâdir ve eşi hemen oraya giderler. Fakat gittiklerinde onu yerde güçlükle nefes alır bir halde bulurlar. Eşi hemen bir ambulans çağırır ve hastaneye giderler. Uzun bir süre bekledikten sonra doktor, annesinin dirseğinin ve kol bileğinin kırıldığını ve belki de çarpmaların kafasında önemli ve büyük etkiler bırakabileceğini söylemek üzere onların yanına gelir. Annesi gece boyunca oldukça şiddetli acılar çeker. Öyle ki, dayanılmaz ızdırabı karşısında hemşire sürekli sakinleştirici iğneler yapmaktadır. Hastaneye getirildiği ilk andan itibaren annesinin şuuru kapalıdır. Hiçbir şey hatırlamamaktadır. Günler bu şekilde geçer. Nâdir annesinin durumuyla ilgili belirsizlik arttıkça; çevresini daha karamsar duyguların çevrelediğini hisseder. Onu bir an olsun yalnız bırakmamaya çalışır. Fakat onun Washington’da Beyaz Saray’da düzenlenen bir toplantıya katılması gerektiği için hemen New York’tan ayrılması gerekmektedir. Ancak pilotun olumsuz hava şartlarından dolayı daha fazla ilerleyemeyeceklerini anons etmesiyle Nâdir’in sıkıntısı ve korkusu giderek daha da artmaya başlar. Bunun üzerine Nâdir kitap okuyup müzik dinleyerek bu sıkıntısından bir nebze kurtulmaya çalışır. Fakat bunda da başarılı olamaz. Bir süre sonra şiddetli rüzgârın ve yağmurun sona ermesiyle gökyüzü eski güneşli haline döner. SOBİDER Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 296-313 300 Halîm Berekât ve Tâ’iru’l-Hûm Romanının Teknik ve Tematik Açıdan İncelenmesi Nâdir erkek kardeşiyle birlikte Washington’un tam ortasından geçen Potomac Nehri kıyısında yürürken, evliliklerinin üzerinden yaklaşık bir ay geçtikten sonra eşini ve kendisini Beyrut’tan Birleşmiş Milletlere götürmek üzere havalanan uçağı hatırlar. Hiçbir plan ve hazırlık yapmadan Nâdir, hem bekârlığa hem de vatanına veda ettiğini düşünür. Nâdir’in bu sıkıntılı ve acı çeken halinin aksine, eşi Amerika’da yaşayan ailesini göreceği için oldukça mutlu ve heyecanlıdır. Nâdir’in annesinin acı düşüşünün üzerinden aylar geçer. Fakat bu süre zarfında umutlar ve hayaller yavaş yavaş yok olur. Artık onların yerini kâbuslar doldurmaya başlar. Doktoru hâlâ aynı şeyleri, yani onun her an ölebileceğini veya belki de bu halde haftalar, aylar ve hatta yıllar boyunca yaşayabileceğini söylemektedir. Annesinin bu kötü ve umutsuz hali karşısında ne yapacağını bilmeyen Nâdir annesi, kız kardeşi ve erkek kardeşiyle birlikte Suriye’nin Kafrûn kasabasından Beyrut’a göç ettikleri günleri ve orada annesinin yaşadığı sıkıntıları hatırlar. Nâdir bütün bunları Washington’da eşiyle birlikte katıldığı ve açılışını bizzat George Washington’un yaptığı bir anıtın açılış töreni esnasında düşünmektedir. Bütün bu düşüncelere dalmış bir haldeyken eşi onun kafasının oldukça meşgul olduğunu hemen anlar ve neler olduğunu sorar. Nâdir’in umursamadan yaptığı açıklamalar eşini bir hayli kızdırır. Açılış töreninden sonra Nâdir ve eşi Washington caddelerinde ve bahçelerinde yürümek üzere oradan ayrılırlar. Potomac Nehri kıyısında son bir kez yürürler ve Mule’nin farklı farklı köşelerini görebilmek üzere şehrin daha iç bölgelerine ilerlerler. Daha sonra Nâdir, eşine Şenenduh Dağı’na gitmeyi ve geceyi orada geçirmeyi teklif eder. Şelalelerin bulunduğu yolda ilerlerken, Nâdir ağaçları, nehirleri, meyve dallarını ve daha birçok şeyi Kafrûn’la mukayese etmeye başlar. Sonra bir kayanın üzerine oturur. Yorgunluklarından ve sıkıntılarından kurtulmak üzere çocukluk günlerini hatırlamaya başlar. O anda Kafrûn’un kayalarına, ağaçlarına, tepelerine ve dağlarına tırmandığını, sonra meyve ağaçlarından olgunlaşmış meyveleri gizlice kopardığını düşünür. Kafrûn’dan tanıdığı ve çocukluk günlerinde pek çok ortak anıyı paylaştığı isimleri tek tek hatırlar. Üstat Cemil, Üstat Abdullah, Michael Amca, Fuâd ve Ebû Safâ bunlardan sadece birkaçıdır. Nâdir çocukluk günleriyle ilgili hatıralarından bir anda eşinin şöyle diyen sesiyle kurtulur ve kendisine gelir: “ Neler oluyor? Sen nerelerdeydin? Çünkü burada benimle birlikte değildin.” (s. 94) Sonra eşi Nâdir’e annesinin durumunun nasıl düzeltebileceklerini ve bunun için ne yapmaları gerektiğini sorar. Nâdir eşinin söyledikleri karşısında öfkelenir ve böylesi büyüleyici bir ortamda neden böylesi bir soru sorarak ona annesini hatırlattığını söyler. Nehir kıyısında bir süre yürüdükten sonra Nâdir nehre atlamak üzere bir genç kız ile bir delikanlının hazırlıklara başladıklarını ve onları izlemek üzere etraflarını büyük bir kalabalığın çevrelediğini görür. O anda Nâdir Kafrûn’daki nehirlerde yüzdüğü günleri hatırlar ve bir maceraya atılmasının zamanının artık geldiğini hisseder. Bunun üzerine hemen yüksek bir kayanın yanına gider ve atlamak üzere kendisine uygun bir yer aramaya başlar. Eşi dönüp gelmesi ve böylesi bir çılgınlığa girişmemesi için var gücüyle bağırmaktadır. Fakat bunları dinlemez ve bir anda tıpkı çocukluk günlerinde yaptığı gibi hiçbir hazırlık yapmadan kendisini sulara bırakır. Mesafenin dörtte üçünü yüzdükten sonra birkaç kez durur ve çıkmaya çalışır. Fakat azgın sular buna müsaade etmemektedir. Sonra bir ağaç dalına tutunur ve bir süre o SOBİDER Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı:6, Mart 2016, s. 296-313 301 İlknur Emekli şekilde bekler. Nehrin daha eğimli ve daha zikzaklı bir hal almaya başladığını fark edince orada bulunan düz bir kayaya doğru birkaç metre atlaması gerektiğini düşünür. Sonra tıpkı bir top gibi fırlar ve kayanın üzerine atlar. Orada yüzüne çarpan köpüklü dalgaları izlemek ve suların çağlamasına kulak vermek üzere kayanın üzerinde bir süre oturur. Sonra yıllara meydan okuyan büyük bir ağaç kökünün, onun bulunduğu yerden karşıdaki kayaya doğru doğal bir köprü oluşturduğunu fark eder. Ağaca yaklaşır ve onun sabit bir şekilde durup durmadığından emin olmaya çalışır. Sonra hiç tereddüt etmeden bu köprüden karşıya, yani nehrin kıyısına doğru ilerlemeye başlar. O anda kendisine büyük bir öfkeyle bağıran eşini görmemek için yukarıya doğru kesinlikle bakmaz. Nehir kıyısına çıktığında bir süre nefesini toplamak üzere durur ve eşinin yanına gitmek üzere kayalara tırmanır. Eşi çıldırmışçasına hiç durmadan şöyle diyerek bağırmaktadır. “ Sana neler olduğunu hiç ama hiç anlamıyorum. Neyi ispatlamak istiyorsun?” (s. 103) Sonra arabalarına binip Şenenduh Dağlarına gitmek üzere oradan ayrılırlar. Eşi hâlâ çok kızgındır ve onun yanındayken bir daha böylesi saçma maceralara girişmemesi için ona sürekli bağırır. Şenenduh Dağlarına geldiklerinde dar, sık ve rengârenk ormanlar arasında büyülenmişçesine dolaşmaya başlarlar. Ceylanları, kuşları ve daha çok birçok hayvanı yakından görmek üzere arabayı sık sık durdururlar. Dar geçitlerden geçip bütün vadiyi tek bir çizgi gibi gören bir tepeye geldiklerinde Nâdir eşinin ısrarı üzerine ona çocukluğuyla ilgili hiç anlatmadığı komik hikâyeleri anlatmaya başlar. Anlattıkları karşısında kahkahalarla gülen eşi artık oradan ayrılmaları gerektiğini söyler. Yürüyüşlerine devam ederlerken büyük bir ağacın üzerinde asılı olan bir levha dikkatlerini çeker ve hemen onu okumaya başlarlar. Bu levhanın üzerinde ölümle yaşam arasındaki ilişkiyi anlatan bir şeyler yazılıdır. Okudukları karşısında Nâdir’in yüzüne eşinin de fark ettiği bir acı bulutu hâkim olur. Çünkü bir anda aklına babasının öldüğü o kara gün gelmiştir. Nâdir eşine babasının ani ölümü karşısında neler hissettiğini ve ailesinin onun ölümünden sonra ne büyük acılara katlandığını anlattığında, eşi daha fazla gözyaşlarına hâkim olamaz. Onun anlattıkları karşısında eşi kendi yaşadığı acıları hatırlamış gibi görünmektedir. Çünkü eşi, annesi ve yeğeni dışında ailesinin diğer tüm bireylerini üzücü bir trafik kazasında kaybetmiştir. Eşinin hıçkırıklarla ağlayıp üzüntüden neredeyse bayılacak bir hale geldiğini fark edince; Nâdir hemen konuyu değiştirir ve görmeleri gereken daha birçok yerin ve güzelliğin olduğunu söyleyerek oradan ayrılmayı teklif eder. Üzerini şeffaf bir sis tabakasının kapladığı başka bir vadiye doğru ilerlerler. Nâdir ve eşi yolculukları sona erdiğinde Washington’a dönüp hayatlarına kaldıkları yerden devam ederler. Kalabalık caddelerde hızlıca yürürler ve insan kalabalığının onları bulundukları yerden alıp başka yerlere doğru sürüklemesine karşı koyamazlar. Nâdir delikanlılık yıllarının başlarında arkadaşı Fâris onu hafta sonunu geçirmesi ve Beyrut sıcağından kurtulması için ‘Ayşâ el-Fahhâr’a davet ettiği zaman, bu teklifi hiç düşünmeden kabul eder. Dağlarda, yeşil tepelerde ve pınarlarda dolaşırken Nâdir’in dikkatini daha sonraları eşi olacak genç kız çeker ve ondan adeta büyülenir. Arkadaşı Fâris’e o genç kızın kim olduğunu sorar. Bunun üzerine Fâris genç kızın erkek kardeşlerinin kendisinin çok yakın arkadaşları olduğunu söyler. O gece genç kızın evlerinin çatısında delikanlılardan ve kızlardan oluşan bir grup sabaha kadar şarkı söyleyip eğlenir. Nâdir orada eşini daha yakından tanıma SOBİDER Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 296-313 302 Halîm Berekât ve Tâ’iru’l-Hûm Romanının Teknik ve Tematik Açıdan İncelenmesi fırsatı bulur. Daha sonra Beyrut’a döndüklerinde de birçok kez görüşme fırsatları olur. Ancak genç kızın ailesiyle birlikte Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etmesiyle Nâdir’in tüm hayalleri yıkılır. Artık onu asla göremeyeceğini düşünür. Fakat yıllar sonra genç kız geri döner ve tekrar görüşmeye başlarlar. Bir süre sonra da evlenirler. Nâdir ve eşi Amerika’ya göç ederler ve Ann Arbor’da yaşamaya başlarlar. Nâdir orada Michigan Üniversitesindeki eğitimine devam eder. Sonra eşiyle birlikte zencilere medeni haklarının verilmesi yönündeki hareketlere ve çalışmalara katılırlar. “ Tâ’iru’l-Hûm” (Humâ Kuşu) otobiyografik türde bir romandır. Eser, daha çok kahraman anlatıcı Nâdir’in çocukluk hatıralarından oluşmaktadır. Nâdir yaşadıklarını, gözlemlediklerini, hüzünlerini ve acılarını okuyucularına hatıra şeklinde aktarır. Anlatıcı kahramanın anlatımında iki özellik öne çıkmaktadır. Birincisi, kahramanın çocukluk yıllarında yaşadığı olaylar, unutamadığı yüzler ve onlarla ilgili hatıralar, ikincisi de yıllar sonra aynı olayların anlatım zamanında tekrar meydana gelmiş olmasıdır. Romanda asıl kahraman ve anlatıcı olarak okuyucunun karşısına çıkan Nâdir, eserin daha ilk satırlarında küçük bir çocukken, yaşadığı köy olan Kafrûn’da Humâ kuşlarına olan aşırı sevgisinden ve ilgisinden bahsetmeye başlar. Daha sonra avcıların peş peşe ateş açmasıyla vurulan ve kanlar içinde yere düşen bir Humâ kuşunu gerektiği kadar koruyup ona sahip olamadığı için sürekli kendisine kızar ve elli yaşına gelmiş olmasına rağmen hâlâ o korkutucu olayı zihninden çıkaramaz. Nâdir o günden sonra gördüğü her kuşta aynı duygulara kapılır ve yaralı Humâ kuşunu alıp yiyen Reîf’e engel olamadığı için içinde büyük bir vicdan azabı duyar. Öyle ki, anlatıcı romanın birçok noktasında karşısında Humâ kuşu varmışçasına, ona ölüm ve hayatla ilgili sorular yöneltmektedir. Çocukluk yıllarından başlayan ve bütün hayatını etkileyen Humâ kuşu, yazarın hemen hemen tüm yaşam evrelerinde etkili olmuştur. Anlatıcı romanın birçok bölümünde, hayalinden bir türlü silinmeyen Humâ kuşuyla, farklı farklı diyaloglara girmektedir: “ Humâ kuşu, ben de tıpkı senin gibi göç ediyorum. Acaba her ölümden sonra yeniden bir hayat var mıdır? ” (s. 140) “ Humâ kuşu, tıpkı senin gibi ben de büyük kara parçalarından geçtim, tepelerin üzerinde süzülerek uçtum, denizlerle ve nehirlerle arkadaş oldum. Ölmemek için mücadele ettim, her ölümden sonra tekrar doğdum, berrak gökyüzüne dokundum, yağmurlarla gölgelendim, rüzgârlara karşı koydum, ufukları keşfettim, dört tarafa seyahat ettim, toprağa kök saldım ve hüzün ile sevinç hikâyelerimi anlattım herkese.” (s. 155) Otobiyografik yöntemle yazılmış bu romanda iki ayrı kişilik ve iki ayrı bakış açısı dikkat çekmektedir. Anlatma zamanının vaka zamanından çok sonraya ait olduğunu anlatıcının şu ifadeleri açıkça göstermektedir: “ Nâdir yaklaşık kırk seneyi aşkın bir süre sonra, gizli saklı ve derin bir dünyadan bu hatıraların tam ortasına düşüyormuşçasına iniyorsun aşağıya. Neden? Neden bunun bizzat şimdi olduğunu bir türlü anlayamıyorum.” (s. 29) Romanda romanın konusu ile anlatıcısı aynı kişi olduğundan, Bereḳât anlatımını daha canlı ve daha cazip kılabilmek için anlatıcı kahramanın hem olayları yaşadığı dönemdeki kişiliğini, hem de anlattığı zamanlardaki kişiliğiyle ilgili özellikleri belirginleştirmekten SOBİDER Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı:6, Mart 2016, s. 296-313 303 İlknur Emekli kaçınmamaktadır. Ancak anlatıcı geçmişe döndüğünde yaşadıklarının kendisini değiştirdiğini fark eder: “Bir anda kendimi Kafrûn’daki arkadaşıma mektup yazıp, ondan küçüklüğümüzde oynadığımız topaçtan bir tane isterken buluyordum. Bunun üzerine arkadaşım bana bu oyunun hâlâ olduğunu, fakat yeni neslin bu oyunla ilgili hiçbir şey bilmediğini ve onunla oynamadığını haber veren bir mektup yazmıştı. Hayatımdaki bu gelişmelerden sonra eşim şöyle bir yorumda bulundu: Sen önceki alışkanlıklarına geri dönüyorsun. Okey oynuyor, tesbih taşıyor ve bir topaç istiyorsun. Gelecekte ne olacağın belli. Yarın nargile içecek ve uzun donlar giyeceksin.” (s. 31) Romanda ben anlatıcının var oluşu, bakış açısı olarak gözlemi ön plana çıkarır. Nâdir etrafında olup bitenleri dikkatli bir bakış açısıyla, gözlemleri ve birikimi doğrultusunda değerlendirir. Özellikle çocukluk dönemlerinde tanıdığı kişiler ve onların hikâyeleri roman boyunca anlatıcıya eşlik eder. Anlatıcı bazen de olayların içerisinde yer alan kahramanları konuşturma tekniğine başvurur. Özellikle anlatıcı babasının ani ölümünü, annesinin göstermiş olduğu hayat mücadelesini, sonra onun merdivenlerden düşmesi sonucunda hafızasını yitirmesini, eşini, Kafrûn’da yaşadığı dönemlerdeki arkadaşlarını ve komşularını anlatır ve kimi zaman da onları konuşturmaya çalışır. Romanda anlatıcı kahramanı derinden sarsan en üzücü olay, hiç şüphesiz ölmek üzere olan babasının yatağının önünde büyük bir korku ve endişe ile durmasıdır. Nâdir, diğer bir deyişle Bereḳât o günlerde henüz küçük bir çocuktur. Anlatıcının, babasının kişiliğini anlatması ki bu kişilik romanda oldukça ağır basmaktadır, roman içerisinde olayların tam merkezinde hızlıca akıp geçmektedir. Sonra bu kişilik zaman içerisinde okuyucunun hafızasına adeta işlenir ve oradan bir daha kesinlikle çıkmaz. “ Tâ’iru’l-Hûm” romanı daha çok geçmişe dönük olarak kurgulanmıştır ve hatıraların anlatımı en belirgin özelliktir. An ile geçmiş adeta iç içe geçmiş gibidir. Anlatıcı Nâdir, ömrünün elli yaşını doldurmuş bir adam olarak, çocukluğundan başlayarak kendisini anlatmaya koyulur. Daha öncede belirttiğimiz gibi zamanın akışına paralel olarak işleyen iki saat vardır. Bunlardan birincisi, yaşanan olaylara; diğeri ise söz konusu olayların anlatımına yani anlatıcıya bağlıdır. Romanın hangi tarih ve zaman dilimi içerisinde yazıldığı hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak romanın ilk satırlarından itibaren anlatıcı, vaka zamanı hakkında sadece küçük bir ipucu vermekle yetinir ve şöyle der: “ Sıcak bir yaz mevsiminden sonra sonbaharın başları yani üzüm, incir ve nar mevsiminin sonları.” (s. 25) Roman boyunca yaşanan olayların akışına bakıldığı zaman, bunun Nâdir’in kendisini ve çevresindeki olayları gözlemleyip aktarabildiği on yaşından başlayıp, evlendiği ve eşiyle birlikte Washington’a yerleştiği ellili yaşlara kadar hiç durmadan işlediği kolaylıkla fark edilir. Daha açık bir ifadeyle roman, kırk yılı aşan bir vaka zamanına sahiptir. Fakat olay örgüsünün daha çok hatırlamalara dayalı olmasından ötürü anlatıcı çoğunlukla özetleme tekniğine başvurmak zorunda kalır: “ O günlerde ben on, kız kardeşim sekiz ve erkek kardeşim beş veya altı yaşlarımızdaydık.” (s. 50) SOBİDER Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 296-313 304 Halîm Berekât ve Tâ’iru’l-Hûm Romanının Teknik ve Tematik Açıdan İncelenmesi “ Fakat elli yaşı geride bıraktığımı ve hayatımda bir kez olsun seçimlerde oy kullanmadığımı da bilmeni istiyorum.” (s. 137) Anlatıcı, eşiyle evliliklerinin üzerinden yirmi altı sene geçtiğini ve birkaç ay sonra evlilik yıl dönümlerini kutlayacaklarını belirterek, uzun yıllar boyunca evli kaldığının altını çizmiş olur. Ancak yirmi altı yıllık bu süre zarfında çocuk sahibi olup olmadıkları hakkında net bir bilgi vermez. Romanda anlatım, daha çok çocukluk hatıraları biçiminde şekillendiğinden ve anlatıcı bunları yıllar sonra kaleme aldığından, anlatılanların hepsine hâkim birinin dikkati ve yaklaşımı içindedir. Anlatıcı Kafrûn’dan Beyrut’a kardeşleriyle birlikte göç ettiği tarihi hakkında şu bilgiyi verir. “ Beyrut’a 1942 senesinin sonbahar mevsimi başlarında, akşam geç bir saatte varmıştık.” (s. 52) Halîm Berekât kendisinin de doğup büyüdüğü yer olan Kafrûn’u sadece olayların geçtiği bir mekân olarak değil, aksine güzellikleri, nehirleri, gezilip görülen vadileri ve insanları ile yeniden keşfettiği bir yer olarak görmektedir. Romanda geçen olayların büyük bir kısmı bu kasabada geçer. Yazar, Kafrûn’la ilgili şunları söyler. “ Kasabanın içerisinde bulunduğu şartlar, böylesi durumlarda oldukça garip bir hal alıyordu. Kasaba halkı sıkıntılarla ve zorluklarla her zaman alay edip eğleniyor ve hiçbir şey olmamış gibi bu sıkıntıların içerisinden dinç ve canlı bir şekilde çıkmayı başarabiliyordu.” (s. 142) Romanda Kafrûn okuyucularının karşısına birbirinden farklı iki yer olarak çıkar. Birincisi acının, sıkıntının, ölümün ve zorlukların mekânı Kafrûn, diğeri ise tabiat güzelliklerinin, coşkun akan suların, Humâ kuşlarının ve aşkın me kânı olan Kafrûn. Bu değişiklikler olay örgüsüyle alakalıdır ve zamanı geldikçe değişir. Nâdir babasını oldukça genç bir yaşta, aniden gelen bir ölümle bu kasabada kaybeder. Annesi çocuklarının geçimini sağlayabileceği parayı bu kasabada bulamaz ve oradan ayrılır. Nâdir kardeşleriyle birlikte iki ayı aşkın bir süre kasabada kalır ve annesine karşı büyük bir özlem duyar. Ancak bütün bu olumsuzlukların yanında Nâdir’i adeta büyüleyen, onu bu dünyadan alıp başka dünyalara götüren, arkadaşlarıyla ve komşularıyla unutulmaz anlar yaşamasına neden olan ve şimdi yirmi altı yıllık evli olduğu eşini tanımasına olanak sağlayan yer de bizzat Kafrûn’dur. Anlatıcı Kafrûn’la ilgili düşüncelerini şu şekilde anlatır: “ Kasabamızda yaşayan ailelerin büyük bir çoğunluğu, az miktardaki ekmeklerini alınlarından çokça akan terle kazanırlardı. Malları, paraları ve bilgileri yoktu. Bunun için de ellerine en ufak bir fırsat geçmiyordu. Burada siyasiler, din adamları ve büyük tüccarlarla aralarında samimi ilişkiler kuran, sadece iki veya üç tanınmış aile bulunmaktaydı. Siyasetçiler seçim kampanyalarında veya bayramlarda kasabayı ziyaret ettikleri zaman köyde yaşayan küçük, fakat tanınmış insanlar birbirleriyle rekabet ediyorlar, hatta kimi zaman da o büyük insanları misafir edip ağırlamak için birbirleriyle kavga ediyorlardı. Böylece değerleri, köydeki sıradan insanların gözünde giderek daha da artıyordu. Öyle ki, misafir etme hususunda gerçekten büyük bir mücadele içerisine giriyorlar, sopalarla ve taşlarla birbirlerine vuruyorlardı.” (s. 135) SOBİDER Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı:6, Mart 2016, s. 296-313 305 İlknur Emekli “ Ölüm tepelerin üzerinde bulunan Kafrûn’a ve yeşil vadilerin üzerine gelmişti. Öyle ki; ölüm, hiç meyve vermeyen üzüm bağlarının içinde uzunca bir süre çabalayıp çalışan babamın yorgun ve bitkin düşmüş ruhunu arıyordu. Daha sonra ölüm bir kartal gibi aşağıya doğru indi, babamı zorla aldı ve onunla birlikte uzaklara doğru süzülerek uçtu. ” (s. 147) Bir diğer mekân, Nâdir’in annesinin eşinin ani ölümünden sonra çalışmak üzere gittiği, iki ay sonra bir iş ve kalacak bir yer bulduktan sonra çocuklarını yanına alabildiği Beyrut’tur. Nâdir Beyrut’a gittiği zaman on yaşındadır. Nâdir Kafrûn’dan Beyrut’a amcası Cemîl, kardeşleri ve annesinin yakın arkadaşı Ummu Yusûf ile yaptığı zorlu yolculukta tehlikelerle dolu çukur yollardan geçtiklerini ve tepelerde eski mezarların üzerinde bulunan ağaçların gölgesi altında dinlendiklerini anlatır. Ayrıca Sofiyato Kalesinin gölgesinde uyuduklarını ve ertesi gün sabah Trablus’a giden araca bindiklerini de sözlerine eklemektedir. Trablus’a vardıklarında Tebani Kapısında inerler. Arabalardan, insanlardan, atlardan, eşeklerden, köpeklerden, ticari eşyalardan, tatlıcılardan, sebze ve meyvecilerden, çöplerden ve tozdan dumandan oluşmuş olan o garip kalabalığı görünce, Nâdir çok şaşırır. Hakkında birçok şey duyduğu şehir burası mıdır? Sürekli bunu düşünür. Bir at arabasına binerek Trablus’ta bir tepeye yönelirler. Bu kentte caddelerin geniş, mahallelerin büyük ve ağaçların saf oluşturmuşçasına yan yana dizildiğini görür. Tepeye vardıklarında Trablus’tan Beyrut’a giden daha yeni, daha temiz ve daha büyük bir araca binerler. Nâdir’in o yolculukla ilgili hatırladığı en önemli şey, denizden yükselen tepeler, kayaların üzerine çarpan dalgalar ve tünellerdir. Beyrut’a geldiklerinde Nâdir’in bu mekânla ilgili zihninden silinmeyen en önemli olay kendisinin ve kardeşlerinin Burc Meydanı’nda otobüsten inip, annesinin kiraladığı evin bulunduğu Re’su’l-Beyrut semtine doğru tramvayla gitmeleridir. Anlatıcı burayla ilgili sık sık tasvirlere başvurur: “ Beyrut’a 1942 senesinin sonbahar mevsimi başlarında akşam geç bir saatte varmıştık. Bizleri Burc Meydanı’nda otobüsten indirdiler yani daha doğrusu kollara ayrılmış sokakların birinde bıraktılar. Fakat hemen Re’su’l-Beyrut’ta bulunan Ḥamra Caddesine gitmemiz gerekiyordu. Ummu Yusûf’un peşinden Teram Durağı olarak isimlendirilen yöne doğru yürüdük. Kız kardeşim o asfalt döşemeli sessiz ve karanlık caddelerde, rahatsız edici sesler çıkaran tahtadan takunyalar giyinmişti. Bunun üzerine kız kardeşime şakayla şehrin endişeye kapılmaması için takunyalarını çıkarmasını, yoksa muhafızların gelip bizleri hapishaneye götüreceğini söylemiştim. Hemen hızlıca takunyalarını çıkardı ve onları başının üzerinde taşıdığı küçük bir bohçanın içerisine koydu. ” (s. 52-53) Mekân noktasında değinilmesi gereken bir yer de Nâdir’in evlendikten sonra eşiyle birlikte yerleşip yaşamaya başladığı Washington’dur. Oraya yerleşmelerindeki en önemli etken eşinin ailesinin çok uzun yıllar önce Amerika’ya göç etmiş olmasıdır. Eşinin ailesi Detroit’te yaşamaktadır. Nâdir Washington’daki hayatlarıyla ilgili şunları söyler. “ Washington’da hayatlarımızı tamamen oranın adetlerine ve geleneklerine göre yaşıyorduk: Sabahları uyanıyor, gazete okurken kahvelerimizi içiyor, kahvaltımızı yapıyor, işe gitmek üzere veya şehrin caddelerinde herhangi bir amacımız olmaksızın dolaşmak üzere dışarıya çıkıyorduk.” (s. 70) “ Güzel bir sonbahar gününde Washington kenti sıcak bir yaz mevsiminden sonra muhteşem, göz alıcı, dalgalı ve karışık renklerden oluşmuş sık bir ormana dönüşmüştü.” (s. 37) SOBİDER Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 296-313 306 Halîm Berekât ve Tâ’iru’l-Hûm Romanının Teknik ve Tematik Açıdan İncelenmesi Nâdir Kafrûn’da doğup büyüyen, fakat daha sonra on yaşlarında iken Beyrut’a göç eden anlatıcı kahramandır. Göç etmiş olmasına rağmen köklerinden hiçbir zaman kopmaz ve Kafrûn’a karşı içinde daima büyük bir özlem duyar. Gördüğü her ağaç, her nehir, her dağ ve her tepe ona çocukluğunu geçirdiği Kafrûn topraklarını hatırlatmaktadır. Beyrut’a gidişinden yıllar sonra siyasi düşüncelerinden ötürü Amerika’ya sürgün edilir. Nâdir’in Unve ve Cemil isminde bir kız ve bir erkek kardeşi vardır. Babası katırıyla Kafrûn, Meşta ve Marmarita arasında yük taşıyan fakir bir adamdır. Ailesinin geçimini bu şekilde sağlamaktadır. Nâdir’in babası gibi amcaları Cemil ile Yusûf da yük ve eşya taşımaktadırlar. Yakın köy ve kasabaların yanı sıra babası bazen Humus, Hama, Trablus ve Tartus’a da mal götürmektedir. Nâdir çocuk yaşlarda iken hasta yatağının başında durduğu babasının ani ölümüne şahitlik eder. Yaşadığı bu acı olay onun bütün dünyasını karartır. Babası gençliğinin baharında henüz otuz yaşında iken yakalandığı kanser hastalığından dolayı hayatını kaybeder. Nâdir babasının ölümüyle ilgili şunları anlatır: “ Babam günlük yorgunluklarından kurtulmak için her zamanki gibi banyosunu yapmış ve uyumak üzere defne ağacından yapılmış olan çadırına girmişti. Ancak tam da o anda Necîb ve Mikail gelmiş ve o gün sulama sırasıyla ilgili meydana gelen bir tartışmayı uzun uzun babamla konuşmaya başlamışlardı. Onlar konuşmayı sürdürürken ben uyumuştum. Ertesi gün sabah uyandığım zaman babamı evde bulamamıştım. Anneme babamın nerede olduğunu sorduğumda, babamın malzemeleri götürmek üzere diş doktoruyla birlikte Marmarita’ya gittiğini ve ayrıca babamın orada bir veya iki gün kalacağını da söylemişti. Babam iki gün sonra vücudunda başlayan şiddetli ağrılardan dolayı hastalanmış bir şekilde geri dönmüştü. O gece durumu giderek daha da ağırlaşmıştı. Öyle ki, ağrıdan dolayı uyuyamamıştı. Bunun üzerine annem hemen dedem Selim’i ve amcalarım Cemil ile Yusuf’u çağırmıştı. Komşularımız da olanları duymuş ve babamı yalnız bırakmayıp onun yanında olabilmek için nöbetleşe gelmeye başlamışlardı. Sabah olmadan amcam Cemil’i Meşta’dan doktoru alıp getirmesi için göndermişlerdi. Uyku ile uyanıklık arasında tam olarak hatırlamasam da; annem amcamın bir saat önce döndüğünü ve doktorun ona ön ödeme olarak üç lira vermedikçe buraya kesinlikle gelmeyeceğini söylediğini anlatmıştı. Bunun üzerine annem amcama hemen bu parayı vermiş ve amcam bir kez daha Meşta’ya gitmek üzere yola koyulmuştu. Sonra babam kendisinde aniden bir iyileşme ve rahatlama hissetmiş, ayağa kalkmış, yüzünü yıkamış, dedemle ve amcamla uzun uzun sohbet etmeye başlamıştı. Daha sonra amcamın getirdiği doktor gelip onu ayrıntılı bir şekilde muayene etmişti. Babam muayene esnasında doktorla şakalaşmayı sürdürmüştü. Doktor muayene sonucunda babamın hastalığının kanser olduğu sonucuna varmıştı. Sonra doktor anneme birtakım tavsiyelerde bulunarak komşumuz Vecihi’yi ziyaret etmek üzere onların evine gitmişti. Annem doktorun talimatlarına uygun bir şekilde babam için yakı hazırlamaya gittiği zaman babamla yalnız kalmıştım. Hatırladığım tek şey de buydu. Babam onun yanına oturmamı istemişti. Bunun üzerine ben de tıpkı yaralı bir Humâ kuşuna yaklaşıyormuşum gibi, ürkek ve korkmuş bir şekilde ona yaklaşmıştım. Babamın bal renginde olan kızarmış yüzünün çok hızlı bir şekilde giderek daha da sarardığını fark etmiştim. Annem babama hazırlayacağı yakı için dışarıda ateş yakmakla uğraşırken, ben tek başıma babamın yanına oturmuştum. Babam benimle konuşmuyor ve ben de SOBİDER Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı:6, Mart 2016, s. 296-313 307 İlknur Emekli ona söyleyecek hiçbir şey bulamıyordum. Babamın kırılmış olan kanatlarını nasıl saracağımı bilmiyordum. Sonra babamın eli, benim elime uzanıyor ve elimi sıkıca tutuyordu. Dışarıda etrafa ve bizlere eziyet veren bir sıcak vardı. Babam gülmeye çalışıyordu, fakat gülümsemesi alışılmışın dışında oldukça soğuk, donuk ve zayıftı. Korkuyor, fakat söyleyecek bir şey bulamıyordum. Bu yüzden derin bir sessizliğe dalıp gidiyordum. Koyu renkli bulutların gölgeleri duvarların üzerine uzanıyor ve neredeyse duvarların köşelerini görünmez bir hale getiriyordu. O dakikalarda evin içerisi karanlık bir hal almaya başlıyordu. Daha sonra babamın eli uzanıyor ve benim elimi sıkıca tutuyordu. Elimi dudaklarına doğru götürüp öpüyordu. Sonra beni kendisine doğru çekip yüzümü kendi yüzüne yaslıyordu. Bunun üzerine yüzümü büyük bir maharetle ondan uzaklaştırmaya çalıştığımı hissedince; hemen gülmeye başlıyor ve şöyle diyordu: “ Sakallarım mı battı? Bugün tıraş olmadım.” Sonra elleri bir anda yukarı doğru kalkıyor ve daha sonra yavaşça düşüyordu. Dişlerini kamaştırıyordu. Bütün bunlar olurken korkmuş bir şekilde babama bakıyordum. Çünkü babamın gözlerinde büyük bir değişiklik görüyordum. Ölümle yüz yüze gelmiş gibiydi. Olduğum yerden kıpırdayamıyordum. Bunun üzerine hemen annemi çağırmaya çalışıyordum, fakat sesim çıkmıyordu. Babam hâlâ dişlerini kamaştırıyordu.” (s. 145) Babasının ani ve acı ölümünden sonra annesi Meryem, bir yıldan daha uzun bir süre Kafrûn’da çocukları için mücadele etmeye çalışır. Eşi kiraya verdiği bir katırdan ve çok fazla odası bulunmayan, taştan yapılmış, fakat çatısı toprak olan bir ev dışında onlara hiçbir şey bırakmamıştır. Bu nedenle ipek böcekçiliği mevsimi geldiği zaman annesi bütün gücünü küçük dut yapraklarıyla uğraşarak harcıyor ve sadece yarım kutu ipek çıkarıyordu. Babasının ölümünden sonra aldığı borç parayı ipek mevsiminde ödemesi gerekiyordu. Fakat bunu yapamayınca dikiş makinesini satmak zorunda kalmıştı. Ancak bütün bu zorluklara rağmen yılmıyor ve çocukları için mücadele etmeyi sürdürüyordu. Sahip oldukları çok az tarlayı ekip biçiyor ve bazen kasabada fırıncılık yapıyordu. Fakat hem kendi hem de çocuklarının onurunu kurtarmak için Beyrut’a göç etmeye karar verir. Üç çocuğunu eşinin ailesinin yanına bırakır ve iş bulmak için Beyrut’a gider. İki ay boyunca orada kendisine uygun bir iş ve kalabilecekleri ucuz bir ev aramaya başlar. Bütün bunları halledince, Nâdir ve kardeşleri onun yanına giderler. Nâdir babası öldüğü günden beri annesinin ruhunda giderek daha da derinleşen bir acı ile özlemin kaldığını çok iyi bilmektedir. Öyle ki, ona göre bu acı ve özlem annesinin uzun yaşamının son anına kadar ona eşlik edip onunla birlikte var olmayı sürdürecektir. Annesi Meryem Beyrut’ta hizmetçilik yapar, bulaşık yıkar, ev süpürür, çamaşır yıkar, ütü yapar ve çocuklarını en iyi okullara gönderebilmek için aşçılık dahi yapar. Kısacası kendisini çocuklarına adar. Öyle ki, yaptığı işleri hiç kimseden saklamaz. Aksine bundan gurur duyar. Aynı şekilde Nâdir de annesinin mücadeleci tavrı karşısında onunla gurur duymaktadır. Fakat özellikle okula başladıktan sonra annesinin o şekilde çalışması Nâdir’i rahatsız etmeye başlar. Çünkü o, zengin çocukların kendisiyle ve annesiyle alay etmelerine artık tahammül edememektedir. Annesinin bu konuyla ilgili yaşadığı bir olayı Nâdir şöyle anlatır. “ İşte annemin evine temizlik için gittiği bayanlardan birinin, anneme beni okuldan almasını ve çalışıp aileme yardımcı olmamı tavsiye etmesinin sebebinin de bu olduğunu düşünüyorum. Tabii ki annem o zengin kadının söylediklerini dinlemedi ve onun nasihatlerini SOBİDER Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 296-313 308 Halîm Berekât ve Tâ’iru’l-Hûm Romanının Teknik ve Tematik Açıdan İncelenmesi önemsemedi. Hatta neredeyse o bayana şu soruyu soracak bir hale geldiğini söylüyordu: “ Oğlum okulu bıraktığı zaman sizin çocuklarınıza kim terbiye verecek?” (s. 143) Ayrıca Nâdir çocukluğundaki birtakım alışkanlıklarından, yaşı oldukça ilerlemiş olmasına rağmen kolayca vazgeçecek gibi görünmemektedir. Çocukluk günlerinden kalma bir alışkanlığı eşine şöyle anlatır. “ Hiç şüphesiz ben içerisinde yaşadığımız bu dünyadan oldukça farklıyım. Arabadan indiğim zamanlarda, arabanın arka kısmını elimle okşayıp sıvazladığımı mutlaka fark etmişsindir. Eminim bunu neden yaptığımı da çok iyi biliyorsundur. Çocukluğumda katıra binerdim ve ondan indiğim zaman katırın sırtını sıvazlayarak onu okşar ve ona teşekkür ederdim. İşte bu çok eskilerden kalma bir alışkanlık. Öyle ki, arabayı da canlı bir varlıkmış gibi düşünüyor ve ona teşekkür etmek için arka kısmını okşuyorum. Günler öncesinde annem bana erkek kardeşimin, katırı tımar ettiğini söyledi. Onun bu söylediğinden kardeşimin arabayı yıkadığını hemen anlamıştım. Amerika’nın en iyi üniversitelerinden birinde nasıl hoca olabildiğime şaşırdığını çok iyi anlayabiliyorum.” (s. 137) Babası ölmeden kısa bir süre önce annesi ciddi bir hastalığa yakalanır ve Trablus’taki bir hastanede tedavi gördükten sonra Kafrûn’a döner. Zaten eşi de o hastaneden döndükten sadece birkaç gün sonra hayatını kaybeder. Öyle ki, annesi yakalandığı hastalıktan ötürü eşinin değil de, kendisinin daha önce öleceğini düşünür. Fakat eşinin ani ölümü karşısında sürekli şu sözleri tekrarlar. “ Baban sizler yetim kalmayın diye benim yerime öldü. Çünkü babadan yetim kalan çocuk yetim değildir. Bu söz şu anlama gelir: Anne eşinin ölümünden sonra evlenmeyip kendisini tümüyle çocuklarına ve sonra da çocuklarının çocuklarına adar.” (s. 49) Nâdir’in eşine gelince; o Beyrut’un Ayşa el-Fahhar köyünden, Beyrut’un diğer tarafına göç eden bir ailenin kızıdır. Aile orada Senin Dağı’ndaki bir tepenin üst kısmında bulunan küçük bir eve yerleşir. Eşinin arkadaşlarının ve akrabalarının sayısı oldukça fazladır. Bütün bu ilişkiler ve mücadeleler arasında anne Kadîre Hanım, çocukları için parlak bir gelecek arzulamaktadır. Özellikle eşinin, kafasında sürekli hasar bırakacak bir trafik kazası geçirmiş olmasından sonra onun taksi şoförlüğüne devam etmesini şiddetle reddeder. Bu nedenle Kadîre Hanım, eşini Amerika’ya göç etmesi için sürekli cesaretlendirir. Bunun üzerine eşi, Toledo ve Ohayo’ya gider ve orada vatandaşlık alıp ailesini yanına çağırmadan önce yalnız başına yedi sene geçirir. Ülkesinde kendisini, kendisinin sultanı gibi hisseder. Fakat Amerika’da durum böyle değildir. Amerika’da kendisini büyük bir buğday tanesinin içerisinde sürünen bir karınca gibi hisseder ve büyük ayakların onu ezmesinden korkar. Aile bir süre sonra Detroit’e yerleşir. Eşinin tüccar dayıları da orada yaşamaktadırlar. Eşi ve ailesi çok fakir olmalarından ötürü Detroit’te büyük bir hayat mücadelesi verirler. Eşi eğitimini tamamlayamadan okuldan ayrılır, önce bayan kıyafetleri satan bir depoda ve daha sonra da sağlık sigortası hizmeti veren bir şirkette muhasebeci olarak çalışmaya başlar. Büyük kardeşi eğitimini tamamlar ve mühendis olarak mezun olur. Küçük kardeşi Mansûr kızlara olan ilgisine rağmen yine de çalışmaktan zevk almaktadır. Nâdir eşiyle, eşi ülkesine yani Beyrut’a döndükten sonra evlenir. Aynı şekilde büyük kardeşi de ülkesine döner ve orada güzel bir kızla evlenir. Mansûr ailesinin kararları karşısında aciz kalır. Çünkü Amerikalı Katolik bir kıza âşık olur ve kızın ailesi ona dinini değiştirip, kızlarıyla kilisede evlenmesi hususunda ısrar SOBİDER Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı:6, Mart 2016, s. 296-313 309 İlknur Emekli etmektedir. Mansûr kızın ailesinin bu talebini reddedince; aile kızlarını da yanlarına alıp onu bir daha sonsuza kadar göremeyeceği bir yere Kuzeye, çok uzaklara göç eder. Eşinin ailesi fakirlik dolu günlerden ve sıkıntılardan sonra evlere, arabalara, çok sayıda mala mülke ve zenginliğe sahip bir aile haline gelir. Ancak bu mutlulukları uzun sürmez. Çünkü bir gün büyük kardeş babasını, halasını, eşini ve küçük kızını alıp Boston’a bir seyahate götürür, fakat Boston’a varamazlar. Çünkü New York-Seru yolu boyunca giderlerken arabalarının lastiği patlar, bunun üzerine araba hızlıca yoldan çıkar ve bir köprünün bariyerlerine çarparak durur. Erkek kardeşi, onun karısı ve halaları hemen orada hayatlarını kaybederler. Babaları ise hastaneye götürülürken yolda ölür. Küçük kız ise izleri bir ömür boyu sürecek bir şekilde yaralanıp zarar görür. Babaannesi yıllar boyunca ona bakıp, ilgilendikten sonra o, hâlâ bir hastanede makinelere bağlı bir şekilde yaşamını sürdürür. Doktor onlara kaza meydana geldiğinde küçük kızın beyninin, tıpkı bir yumurta gibi kırılarak, yumurta sarısının beyazıyla karıştığını söyler. Polisler Detroit’teki eve geldikleri zaman eşinin annesi, o esnada evde, henüz on beşinci ayına girmeden anne ve babasını kaybederek yetim kalan torunuyla birliktedir. Polisler hiçbir ön hazırlık yapmadan anneye durumu özetleyerek haber verirler ve hızlıca oradan ayrılırlar. O üzücü kazadan kısa bir süre önce ailesinin tüm itirazlarına rağmen Amerikalı başka bir kızla evlenen Mansûr, evinin içerisinde koyu renkli bir bulutun içerisinde yaşıyor gibidir. Bir anda bütün herkesle olan ilişkisini keser ve üstüne yığılan sorumlulukları yalnız başına nasıl taşıyacağını düşünür. Eşi ise Mansûr’un bu duruma nasıl alışacağını bilmeden zavallı bir şekilde onun kendisini toplamasını beklemektedir. Bütün o acı dolu günlerden sonra Nâdir ve eşi evliliklerinin yirmi altıncı yıl dönümünü kutlamak üzere, alışıldık partilerin dışında bir şey yapmaya karar verirler ve birlikte bir seyahate çıkarlar. Washington’da Senenduh Dağları’nda kısa süreli bir yolculuğa çıkarlar. Hem eşi hem de Nâdir gördükleri muhteşem manzara karşısında şaşkına dönerler. Eşi özellikle karşılaştıkları yaban hayvanlara büyük bir ilgi gösterir ve sürekli fotoğraflar çeker. Ḥalîm Bereḳât’ın hacim olarak küçük, fakat olay örgüsü ve şahıs kadrosu bakımından oldukça zengin olan “Tâ’iru’l-Hûm” romanının, yazarın Nâdir adındaki kahramanı esas aldığı otobiyografik bir roman özelliğine sahip olduğunu ifade etmek mümkündür. Otobiyografik bir roman olmasından ötürü anlatıcının sürekli hatıralara başvurması ve özetleme tekniğini kullanması oldukça normal bir durumdur. Kişilerin geçmişle olan bağı, hayat karşısındaki zorlukları, yaşadıkları acılar, sürgün, göç, Kafrûn kasabasına duyulan özlem, nehirler, yoksulluk ve çocukluk hatıraları romanda öne çıkan konulardan bazılarıdır. Romanın dikkat çeken yönlerinden biri, kurgusudur. Yazar eserinde birçok şahsın hikâyesini ayrı ayrı ele almaktansa, kendi hayat hikâyesi içerisinde onlara değinmek suretiyle romanını şekillendirmiştir. Tabii bunu yaparken ayrıntıya çok fazla girmemiş ve özetleme tekniğine başvurmuştur. Anlatımda hatıralar kadar nehirler, şelaleler ve dereler de yazar için büyük bir öneme sahiptir. İçerisine geçmişin, şu anın ve geleceğin karışmış olduğu su, yazarın ruhundaki gizli saklı kalmış şeylerin ortaya çıkması anlamına gelmektedir. Nehirler, diğer bir ifadeyle çaylar ve dereler, Kafrûn’daki çocukların çıplak vücutlarını ve genç kızların üzerini örtmektedir. Anlatıcı kahramanın hatıralarında Amerika’daki Potomac Nehri Şelaleleri ile Kafrûn’da bulunan SOBİDER Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 296-313 310 Halîm Berekât ve Tâ’iru’l-Hûm Romanının Teknik ve Tematik Açıdan İncelenmesi Mehade Şelaleleri adeta birbirine karışır. Çünkü o, geçmişten fışkırıp çıkan şelalelerin bir hayranıdır. Romanın diğer bir özelliği yazarın anlatımda duygu dolu bir anlatım biçimini seçmiş olmasıdır. Nâdir’in özellikle hasta yatağındaki babasıyla olan samimi, fakat endişe dolu diyalogu ve annesinin gece geç bir saatte ışığı yakmadan merdivenlerden yuvarlanıp düşmesi karşısında Nâdir’in saatler boyunca onun başucundan bir an olsun ayrılmaması bunun açıkça ispatıdır. Yazar bu şekilde baba ile oğul ve anne ile oğul arasındaki ilişkiye önem vermiştir. Yoksulluk ve zenginlik romanın özellikle çocukluk hatıraları bölümünde yazarın en çok değindiği konulardan biridir. Nâdir’in çiftçi bir ailede doğup büyümesi, babasının katırıyla yük taşıyarak çok az bir para kazanması, babasının ölümünden sonra annesinin parasızlıktan ötürü Beyrut’a göç edip orada zenginlerin evlerinde hizmetçilik yapması ve borcunu ödeyebilmek için eşinin hediyesi olan dikiş makinesini satması anlatıcı kahramanın zorluklarla dolu bir çocukluk dönemi yaşadığını açıkça göstermektedir. Yazar Beyrut’taki üniversite yıllarıyla ilgili şunları söyler. “ Okulumun zengin bir muhitte olmasından ötürü, oraya daha çok zengin ailelerin çocukları geliyordu. Sürekli annemin yaptığı işi sorguluyorlardı. Zengin insanlarla olan ilişkilerimde bir gün olsun mutlu olamıyordum. Onlarla olan ilişkilerimin aslında aşağılama ve küçük düşürülme temelleri üzerine inşa edildiğini sürekli hissedebiliyordum. Özellikle de bu durum acıma ve şefkat kelimeleriyle tamamlandığı zamanlarda, bunu daha çok hissetmeye başlıyordum. Bu nedenle o kelimelerden şimdi bile hiç ama hiç hoşlanmıyorum. Zengin çocuklarla olan ilişkilerim, özellikle okulda başarılı olup onlardan yüksek bir not aldığım zamanlarda daha çok geriliyordu. Arkamdan sürekli olarak şöyle sesleniyorlardı: Fakir tembelliğinden ötürü fakirdir!” (s. 143) Yazar için doğup büyüdüğü kasaba olan Kafrûn’da yaşanan olaylar oldukça önemlidir. Bu olaylardan biri de romanın ilk satırlarından itibaren okuyucunun dikkatini çeken Humâ kuşlarının gelişidir. Yazar bu gelişi büyük bir ustalıkla ve tasvir tekniğine sıkça başvurarak aktarmaya çalışır: “ Siyah büyük kanatlarını ve beyaz göğüslerini kontrol ederek kanatlarını açabildikleri en son noktaya kadar açıp çırpıyorlardı. Bulut gibi havada kayıp gidiyorlar, yıldırım gibi her şeyi yerle bir ediyorlar, ilah gibi yükseliyorlar, güneş gibi tüm güçleriyle bulundukları yerde kalıyorlar, yükseliyorlar, iniyorlar ve sonra tekrar yükseliyorlardı. Öyle ki, bu kuşlar bulutlardan arındırdıkları muazzam ve sonsuz bir gökyüzüne böylece sahip oluyorlar ve beyaz küçük bulutlardan bir tutam alarak şeffaf kemerlerle süsleniyorlardı. Sonsuz gökyüzünde suyun oluşturduğu aynada göğsüne bakan bir genç kız gibi gökyüzünün şeffaflığından ve doğallığından büyülenmiş bir şekilde dolaşıyorlardı. Sonra her şey değişiyor ve bir anda kuşların üzerini büyük bir kargaşa hali kaplıyordu. Aralarında korkunç bir patlama meydana gelmiş gibi bir anda etrafa daireler oluşturarak dağılıyorlardı. Kanatları tıpkı bir kalp gibi büyük bir ızdırapla ve sıkıntıyla çarpıyordu. Kuşlar gibi gökyüzü de bir anda değişiyordu. Gökyüzünün mavi, saf ve sessiz sınırları silahların ateşlendiği yerde, gri renkli küçük bulutlardan bir tutam alarak lekeleniyor gibiydi. Humâ kuşları ürküyor ve farklı farklı yönlere dağılıyorlardı. Sonra aralarında şiddetli bir çığlık yükseliyor ve kuşların bir kısmı derin vadilerdeki zorunlu ölümlerine doğru hızlıca düşüyorlardı. Önce havada tüyleri uçuşuyor ve sonra kendileri yavaşça düşüyorlardı.” (s. 26) SOBİDER Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı:6, Mart 2016, s. 296-313 311 İlknur Emekli Anlatımda dikkati çeken bir özellik de yazarın ülkeler ve milletler arasında önemli kıyaslamalar yaparak, onu kahramanı Nâdir’in ruh haliyle bütünleştirmesidir. Nâdir Kafrûn kasabasından Beyrut’a geldiği zaman Burc Meydanı’nda onu şaşırtan en önemli şey kadınların hiç utanıp çekinmeden oldukça açık kıyafetler giyinmeleri olmuştur. Nâdir’in bu şaşkınlığı eşiyle birlikte Washington’a gittiği zaman daha da artmıştır. İlk olarak dikkatini elinde asasıyla dolaşan saçı sakalı oldukça uzun Hıristiyan bir genç çeker. Dudaklarını boyamış, küpe ve kolye takmış, ayrıca bayan ayakkabısı giymiş başka bir delikanlı gördüğü zaman şaşkınlığı daha da artar. Caddede büyük bir kalabalığın ortasında müzik eşliğinde kendi etrafında dönüp dans eden küçük bir köpek gördüğünde artık ne söyleyeceğini bilemez. Yazarın küçük bir çocukken yere düşmesine şahit olduğu yaralı Humâ kuşu, kötülükle ve her türlü baskıyla etrafı kuşatılan Arap düşünürü Bereḳât için zaman içerisinde bir simge haline gelmeye başlar. Ki bu simge dünya üzerinde hem kendisi, hem de milleti için bir özgürlük, hürriyet ve kurtuluş yolu arayarak sevinçte ve hüzünde, fakirlikte ve zenginlikte, sevgide ve nefrette, doğuda ve batıda, yaşamda ve ölümde, kısacası insanın yaratılışındaki çelişkilerle ilgili çözüm yolları aramaktadır. Öyle ki, Nâdir de tıpkı o yaralı Humâ kuşu gibi hem kendisini, hem de içerisinde yaşadığı toplumu isyan etmeye, bağımsızlığa, hayatın tüm aşamalarında bir şeylere karşı direnmeye ve eşitliğe adamış bir haldedir. Hatta annesini ve babasını da yavaş yavaş ölümü bekleyen o yaralı Humâ kuşuna benzetmektedir. Berekât, Humâ Kuşu adını verdiği bu romanında gökyüzünde süzülerek uçan, taklalar atan, fakat avcıların ateş etmeleriyle bir anda darmadağın olan kuşları, işgal edilen Arap topraklarında yaşayan halkına benzettiğini şu sözleriyle açıklamaktadır: “ Humâ kuşları, açlıklarını ve susuzluklarını unutmuş bir şekilde evlerinden çatılara ve tepelere doğru paslı silahlarını alarak çıkmış olan avcıları görmezlikten gelerek oyun oynamayı sürdürüyorlardı. Tedirginlik ağları gibi uzun bir süreden sonra kulağıma bir kez atılan silah sesleri geldi. Sonra bu silah sesleri sıkıntı içerisindeki kalp atışları gibi peş peşe gelmeye başladı. Bunun üzerine kuş sürüleri, bıktırıcı ve uzun bir barış döneminden sonra savaş ilan edilmiş gibi çığlıklar atarak her yönden farklı taraflara doğru yayılmaya devam etti.” (s. 26) SONUÇ Halîm Berekât’ın toplumsal içerikli bu çalışması, Arap toplumunda zaman içerisinde şartların ve toplumsal ilişkilerin nasıl değişip daha da kötüye gittiği hakkında bilgi veren bir araştırma, ayrıca hemen hemen her Arap ülkesinde yaşanan sosyal ve siyasi etkileşimleri ve başa çıkılamayacak kadar güç meseleleri ele alıp işleyen bir seçki niteliğindedir. Yazar, bu şekilde Arap halkının yalnızlık, göç etme, çağdaşlaşma ve taklit etme gibi önemli şahsi meselelerini, Doğu-Batı, geçmiş-gelecek, toplumsal-kişisel ve bir topluluğa veya bir millete dâhil olmak gibi hususlardaki şahsi yetinme duygularını ele almaya çalışır. Diğer bir ifadeyle bu çalışma, yazarın otuz altı yıllık araştırmalarının, sosyal ve kültürel çalışmalarının bir sonucudur. SOBİDER Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı: 6, Mart 2016, s. 296-313 312 Halîm Berekât ve Tâ’iru’l-Hûm Romanının Teknik ve Tematik Açıdan İncelenmesi KAYNAKLAR BEREKÂT, Tâ’iru’l-Hûm, el-Ehâlî, (2. Baskı), Beyrut 1988. EL-FAYSÂL, en-Nakdu’l-Edebiyyu’l-Hadîs fî Sûriye, Dımaşk 1992. EL-FAYSÂL, Mu‘cemu’r Rivâ’iyyî’l-‘Arabî, Trablus 1995. EL-KİYÂLÎ, el-Edebu’l-‘Arabiyyu’l-Mu‘âsır fî Sûriye (1850-1950), Dâru’l-Ma‘ârif, Kahire 1968. DEKKÂK, Târîhu’l-Edebi’l-Hadîs fî Sûriye, Dımaşk 1965. SAKKÛT, The Arabic Novel: Bibliography and Critical Introduction 1865-1995, AMERİCAN Univ. Press, Mısır 2000. SÜLEYMÂN, el-Edeb ve’l-Îdyûlûciyye fî Sûriye, Beyrut 1978. SÜLEYMÂN, er-Rivâyetu’s-Sûriyye (1967-1977), Dımaşk 1982. VATTÂR, Şahsiyyetu’l-Musekkaf fî’r-Rivâyeti’l-‘Arabiyyeti’s-Sûriyye, Dımaşk 1985. YILDIRIM, Nimet Yıldırım, Fars Mitolojisi Sözlüğü, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2006 313 SOBİDER Sosyal Bilimler Dergisi / The Journal of Social Science / Yıl: 3, Sayı:6, Mart 2016, s. 296-313