2010 Mart-Nisan-Mayıs - Mülkiyeliler Birliği
Transkript
2010 Mart-Nisan-Mayıs - Mülkiyeliler Birliği
MART-NISAN-MAYIS 2010 SAYI O2 MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ 42. OLAĞAN GENEL KURULU YAPILDI 1 İÇİNDEKİLER mülkiye’den yeni bir sayıyla merhaba,....................................................................................................................3 Mülkiyeliler Birliği 42. genel kurul yapıldı.........................................................................................5 genel kuruldan görüntüler.................................................................................................................6 42. olağan genel kurulda seçilen yönetim kurulu.................................................................................7 Mülkiyeliler Birliğinde devir teslim töreni yapıldı...............................................................................11 panel Kıbrıs...............................................................................................................................................12 konferans Anıtkabir ziyareti..............................................................................................................................31 söyleşi Soykırıma Aldanmamak....................................................................................................................47 sunum Mustafa Kemal ve Cumhuriyet Ekonomisinin İnşası..........................................................................67 anma Hakan Yurdakuler.............................................................................................................................80 basın açıklaması Abant gölü için kaygılıyız...................................................................................................................82 İşçi sınıfinın uluslararasi birlik, mücadele ve dayanışma günü 1 Mayıs’ı kutluyoruz...............................83 Mülkiyeliler Birliği 1 Mayıs alanlarında.............................................................................................86 Denizleri anıyoruz............................................................................................................................88 İnek Bayramı....................................................................................................................................89 Mülkiyeliler Birliği Genel Başkani İhsan Feyzibeyoğlu’nun inek bayrami nedeniyle yaptiği konuşma....91 şubelerden İstanbul Şubesi.................................................................................................................................95 İzmir Şubesi.....................................................................................................................................97 üyelerden o acı nasıl yaşandı:.............................................................................................................................98 sepet efendim!...................................................................................................................................99 mülkiye’de öğrenci olmak F.Gülgün Akarsu Yapıcıoğlu..............................................................................................................102 kentlerin öyküleri Laodikya...........................................................................................................................................104 E-Bülten Mülkiyeliler Birliğinin Yayın Organıdır. Mehmet Özer tarafından hazırlanmaktır. mülkiye’den YENİ BİR SAYIYLA MERHABA, 3 4 MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ 42. GENEL KURUL YAPILDI Mülkiyeliler Birliği 42. Genel Kurulu 21 Mart 2010 tarihinde Siyasal Bilgiler Fakültesi Prof. Dr. Aziz Köklü salonunda yapıldı. Genel kurula katılımın ve ilginin yoğun olan genel kurul ilan edilen gündem bağlı olarak gerçekleştirildi. Seçimli olan genel kurulda Gelenekten Geleceğe Mülkiye Grubu 550, Birlikte Yönetelim Grubu 620 oy aldılar. Seçimleri “Birlikte Yönetelim Grubu”nun listesi kazandı. Genel kurul bitiş konuşmasını yapan İhsan Feyzibeyoğlu” Mülkiyelilere yaraşır bir genel kurul yaşadık, bir önceki yönetim kurulundan devir aldığımız Mülkiyelilere hizmet bayrağını söz verdiğimiz amaçlara ulaşmak için aralıksız çalışacağız. Genel Kurula katılan Mülkiyelilere, değerli konuklara ve bizden önce görev yapan arkadaşlarıma teşekkür ederim” dedi Ersin TATLI Salih Zeki AKTEKİN Faruk COŞAR YÖNETİM KURULU ( Asil) İhsan FEYZİBEYOĞLU Turgay ERPUL N. Filiz LEVENDOĞLU Alper DEMİR Doç. Dr. Ahmet Alpay DİKMEN Binnur BERBEROĞLU Mustafa AKGÖKÇE Vakıf Yönetim Kurulu Asil M. Vecdi SEVİĞ Vakıf Yönetim Kurulu (Yedek) Selahattin KESER Yönetim Kurulu (Yedek) İzzet Alpagut YALINBAŞ Emel KOÇAK Bülent ÇEVİK Mustafa ÜN Y. Tayfun ŞÖLEN Bünyamin KILIÇASLAN Ayşin YILMAZ ŞAHİN Denetim Kurulu Asil Mustafa ADIGÜZEL Suat KEPENEK Nermin ATEŞ Vakıf Denetim Kurulu Asil Ahmet KAVAKLI Oya HİTAY Vakıf Denetim Kurulu (Yedek) Osman CABBAR Uğur Hamit ÇAKMUR Yüksek Danışma Kurulu Atila EZER Hakan Nuri Veysi KIRKLAR Serap KUZU Aydın ESEN Hasan YAMAN Süleyman GÖKDEMİR Engin EREM A. Hikmet ÇİNER Tekin ÇINAR Ali Rıza SÖZEN İsa COŞKUN Şükrü Ünal ÜLKÜ Betül YENER Mehmet DEĞERLİYURT Yücel MERTOĞLU Denetim kurulu (Yedek) Belgin ŞATIROĞLU Ayşe YALOVA İlhan ÖZKAN Onur Kurulu (Asil) Ali SERİNDAĞ M. Bahri ÖKTEM Prof. Dr. A. Metin KAZANCI Uluç GÜRKAN Onur ARI Onur Kurulu (Yedek) Belma ULUPINAR(ÇAMOĞLU) Naim Nurullah KANDEMİR 5 GENEL KURULDAN GÖRÜNTÜLER 6 42. OLAĞAN GENEL KURULDA SEÇİLEN YÖNETİM KURULU İhsan FEYZİBEYOĞLU amacıyla yürütülen çalışmalara katıldım. Üye ve başkan olarak çeşitli delegasyonlarda ülkemizin görüşlerini savundum. 1949 yılında Daday’da doğdum. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1971 yılında mezun oldum. 13 Ocak 1972 tarihinde girdiğim Bankalar Yeminli Murakıpları Kurulu’nda Murakıp ve Başkan Yardımcısı olarak görev yaptım. Yurt içinde ve Amerika Birleşik Devletleri’nde (Eylül 1981- 1982 ve 1984 Nisan - Temmuz) mesleki konularda araştırma ve incelemelerde bulundum. Maliye Meslek Yüksek Okulu’nda Banka ve Kambiyo Hukuku dersi verdim. 1998 yılı Şubat ayında Paris Büyükelçiliği Ekonomi Başmüşavirliği’ne tayin edildim. Bu göreve başlamayıp kendi isteğimle emekliye ayrıldım. 1998-2004 yıllarında Yapı ve Kredi Bankası’nda Baş Danışman olarak çalıştım. Bu bankanın iştiraklerinden Superonline A.Ş., Yapı Kredi Leasing, Yapı Kredi Faktoring, Yapı Kredi Sıgorta, Yapi Kredi Emeklilik ve Enternasyonal Turizm Yatırım AŞ’nin yönetim kurullarında görev yaptım. Hazine’de Daire Başkanı, Tahran Büyükelçiliği Ekonomi ve Ticaret Başmüşaviri, Banka ve Kambiyo Genel Müdürü ve Müsteşar Yardımcısı olarak görev yaptım. Asli görevlerimin yanı sıra Türkiye-Libya Ortak Teknik Daimi Komite Üyeliği, Tasarrufları Koruma Fonu Üyeliği, Sümerbank ve Güven Sıgorta’da yönetim kurulu üyeliği, Muhasebe Standartları Kurulu üyeliği, Altın Borsası’nda yönetim kurulu başkan vekilliği, Türk Telekomünikasyon A.Ş.’nde yönetim kurulu başkanlığı görevlerinde bulundum. Mekteb-i Mülkiye’nin 150. yılı kutlamaları için oluşturulan oraganizasyon komitesinde ve yürütme kurulunda görev aldım. Mülkiye tarihi, Mülkiyeli sanatçılar ve hocalarla ilgili bazı toplantı, konser ve konferansların düzenlenmesi çalışmalarına katıldım. Halen Sağlığa Erişim Derneği yönetim kurulu başkan vekili, BİLAY Bilgi Araştırma ve Yönetim Vakfı yönetim kurulu üyesiyim. Bankacılık ve sigortacılık düzenlemelerimizin Avrupa Birliği standartlarıyla uyumlaştırılması, mali sektörün derinlik kazanmasını teminen gerekli tedbirlerin alınması, bu meyanda yeni mali kurum ve mali araçlara ilişkin hukuki ortamın oluşturulması, Türk mali sisteminin daha şeffaf hale getirilmesi, kara paranın aklanmasının önlenmesi Evliyim, iki kızım var. 7 Turgay ERPUL 1959 Sivas doğumludur. İlk, orta ve lise öğretimini Sivas’ta tamamladıktan sonra 1981 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye bölümünden mezun olmuştur. Maliye Bakanlığı Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğü’nde Devlet Bütçe Uzman Yardımcılığı ve Uzmanlığı görevlerinde bulunmuş, 1990 yılında Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu Denetçi Yardımcılığı sınavını kazanarak bu göreve atanmış, halen aynı kurumda başdenetçi olarak görev yapmaktadır. Evli ve bir çocukludur. N. Filiz LEVENDOĞLU Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1988 yılında mezun oldum. 1989 yılında göreve başladığım Başbakanlık Turban Turizm AŞ’de Uzman olarak görev yaparken, 1995 yılında Turban Turizmin özelleştirme kapsamında bulunması nedeniyle Maliye Bakanlığına aktarıldım. 1998 yılında naklen geçtiğim TRT Genel Müdürlüğünde halen araştırmacı olarak görevime devam etmekteyim. Evliyim. 8 Alper DEMİR 1978 yılında Bursa’da doğmuştur. Orta ve lise öğretimini Bursa Anadolu Lisesi’nde tamamladıktan sonra 2002 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İşletme bölümünden mezun olmuştur. Yüksek lisansını Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat bölümünde tamamlamıştır. Türkiye İhracat Kredi Bankası A.Ş.’de uzman yardımcısı olarak çalıştıktan sonra 30.11.2006 tarihinde Maliye Teftiş Kuruluna girmiştir. Halen Müfettiş Yardımcısı olarak çalışmakta ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat bölümünde doktora eğitimi almaktadır. Bekar olup, İngilizce bilmektedir. Mustafa AKGÖKÇE 1953 yılında İstanbul’da doğmuştur. İlk, orta ve lise öğrenimini İstanbul’da tamamladıktan sonra Goethe Enstitüsü’nde bir yıl boyunca Almanca eğitimi aldı, ardından Darmstadt Teknik Üniversitesinde inşaat mühendisliği öğrenimini yarıda keserek 1974 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girdi. 1978 yılında Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun oldu. Yüksek lisansını Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Sosyal Politika ve İş Hukuku bölümünde tamamlamıştır. Yerel Yönetim Bakanlığı müfettiş yardımcılığı, İçişleri Bakanlığı maiyet memurluğu görevlerinde buluınduktan sonra Turizm Bakanlığı Teftiş Kurulu müfettiş yardımcılığı sınavını kazanarak 1985 yılında müfettiş, 1990 yılında da başmüfettişilk görevine atandı. 1992-1993 yıllarında aynı Bakanlıkta Personel Dairesi Başkanlığı, 1993-1997 yıllarında Zürih Turizm ve Tanıtma Ateşeliği görevlerinde bulunduktan sonra 2008 yılında emekliye ayrıldı. Almanca ve İngilizce bilir, evli ve iki çocukludur. 9 BİNNUR BERBEROĞLU 1958’de Ankara’da doğan Binnur Berberoğlu, 1979 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat-Maliye bölümünden mezun oldu. 1979 yılında Maliye Bakanlığı Hazine Genel Müdürlüğü ve MİİT Genel Sekreterliğinde meslek memuru olarak göreve başladı. Ayrı bir Müsteşarlık olarak örgütlenmesinden sonra Hazine Müsteşarlığı Banka ve Kambiyo Genel Müdürlüğü ile Sigortacılık Genel Müdürlüğünde, uzman, şube müdürü, daire başkanı, genel müdür yardımcısı ve genel müdür vekili olarak, çeşitli kademelerde, 31 Ağustos 2000 tarihine kadar görev yaptı. 1998-2000 yılları arasında Hazine temsilcisi sıfatıyla Milli Reasürans T.A.Ş. Yönetim Kurulu Üyeliğinde bulundu. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumunun (BDDK) kuruluşuyla birlikte Değerlendirme ve Uygulama Daire Başkanı olarak BDDK’da göreve başladı ve Eylül 2002’ye kadar bu görevini sürdürdü. Eylül 2002- Nisan 2004 tarihleri arasında BDDK- Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonunda (TMSF) Varlık Yönetimi, Finansman, Hukuk, İnsan Kaynakları ve Destek Hizmetlerinden sorumlu Başkan Yardımcısı olarak çalıştı. BDDK-TMSF Başkan Yardımcısı olarak görev yaptığı dönemde Uluslararası Mevduat Sigortacıları Birliğinde Türkiye’yi temsil etti. Nisan 2004- Şubat 2006 arasında TMSF Başkan Danışmanı olarak görev yaptı. Nisan 2006’da BDDK’dan emekliye ayrıldı. 2002-2006 yılları arasında TMSF iştiraki olan İnteraktif Telekomünikasyon San. Tic. A.Ş.’nde Yönetim Kurulu Başkanı olarak görev yaptı. Ağustos 2006’dan itibaren KDM Finansal Danışmanlık Ltd. Şti’nin ortakları arasında yer alan Binnur Berberoğlu’nun Kudret Emiroğlu ve Bülent Danışoğlu ile birlikte yazdıkları bir Ekonomi Sözlüğü bulunmaktadır. Evli ve 2 çocuk annesidir. AHMET ALPAY DİKMEN 1967 Ankara duğumludur. 1989 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesi İşletme bölümünden mezun olmuş, 1990 yılında da Siyasal Bilgiler Fakültesinde araştırma görevlisi olarak göreve başlamıştır. 2002 yılında yardımcı doçent, 2005 yılında ise doçent olmuştur. Halen Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü Yönetim bilimleri kürsüsünde doçent kadrosunda çalışmaktadır. 10 MÜLKİYELİLER BİRLİĞİNDE DEVİR TESLİM TÖRENİ YAPILDI. 21 Mart 2010 tarihinde yapılan Mülkiyeliler Birliği 42. Genel kurulunda seçimleri kazanan İhsan Feyzibeyoğlu ve yeni yönetim kurulu 25.03.2010 tarihinde eski yönetim ile Birlik toplantı salonunda bir araya geldiler. Ali Çolak başarı dilek ve temennilerinde bulundu. Yeni yönetim adına İhsan Feyzibeyoğlu değerli çalışmalarından dolayı eski yönetim kurulları ve başkanı Ali Çolak’a Mülkiyeliler camiasına hizmetlerinden dolayı teşekkür ederek deneyimlerinden yararlanarak Mülkiyelilik bilinci ve duygusu içinde çalışmalarını sürdüreceklerini söylediler. 11 panel KIBRIS Mülkiyeliler Birliği ve Bilgi Araştırma ve Yönetim Vakfı’nın birlikte düzenledikleri “Cumhurbaşkanlığı Seçimleri Öncesinde Kıbrıs’ta Son Gelişmeler” konferasına Prof.Dr.Hüseyin Pazarcı ve Ergun Olgun katıldı. Konferansının moderatorlüğünü Dr. Ahmet Zeki Bulunç yaptı. Konunun güncelliği ve anlatılanların önemi nedeniyle konferansın tümünü yayınlıyoruz Buyurun Ahmet bey. Öncelikle misafirimiz Ergun Olgun beyi takdim etmek istiyorum. Ergun bey Kıbrıs’tan geldi. Bu toplantı için geldi. Siyasi strateji uzmanı. Rauf Denktaş’ın, sayın Cumhurbaşkanının danışmanlığını yaptı. Cumhurbaşkanlığı müsteşarlığı yaptı. Kıbrıs’ta Kıbrıs konusuna sahip çıkmak için oluşturulan Beşparmak grubunun üyesi. Kuzey Kıbrıs Uluslararası Konseyin geçici yönetim kurulu başkanı. Bu konuda görüşlerini dinleyeceğiz. Buyurun Sayın Ergün Olgun. Üçüncü panelistimiz Hüseyin Pazarcı, Profesör doktor. Devlet, siyaset ve bilim adamı. Büyükelçi ve öğretim üyesi. Boğaziçi Üniversitesi Hukuk Fakültesi ile Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümünü bitirdi. Yüksek lisans ve doktorasını Paris Üniversitesinde tamamladı. Siyasal Bilgiler Fakültesinde 76’da doçent, 85’te profesör oldu. Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi. Hacettepe Üniversitesi İktisadi İlimler Fakültesi Hukuk Bilimlerinde, Siyasal Bilgilerde uluslararası hukuk ve Paris’te misafir profesör. Devlet Planlama Teşkilatında Hukuk ve Eğitim Dairesi başkanı olarak görev yaptı. Dışişleri Bakanlığında 1. Hukuk Müşavirliği, Tunus ve Filistin devletleri nezdinde büyükelçi görevlerini yürüttü. Değişik üniversitelerde öğretim üyeliği yaptı. Lahey Daimi Hakemlik Mahkemesi, Ticari Hakemlik Dairesi, …? Uyuşmazlıkların Önlenmesi Merkezi üyesidir. Yayınlanmış 17 ? kitabı var. Tunus Cumhuriyetin Grand Profesör nişanı sahibidir. Buyurun sayın Hüseyin Pazarcı. Ahmet Zeki Bulunç: Sayın Büyükelçim, Sayın milletvekilim, Mülkiyeliler Birliğimizin, Değerli Başkanı, sanırım bugün fiilen göreve başlamış olan değerli dostum Mülkiyeliler Birliği Başkanı ve Değerli arkadaşlar; Önümde gördüğünüz gibi çok kâğıt var, ama çok konuşacağımı sanmayınız. Çünkü beni burada moderatör yapmakla az konuşmamı sağladılar. Konuşma yapmak üzere geleceğimi düşünüyordum Aydın Esen. Değerli milletvekilleri, sevgili arkadaşlarım, hepiniz hoş geldiniz. Türkiye içinde bulunduğu şartlarda bir yol ayrımında. Çok çeşitli açılardan kritik dönemlerden geçiyoruz. Kıbrıs bunlardan bir tanesi gibi görünüyor ama. Kendi cesametinden çok daha büyük bir yol gösteren bir pusula gibi. Kıbrıs Türkiye’nin Ortadoğu‘da ki rolünü belirleyen Kıbrıs Türkiye’nin Avrupa birliğindeki rolünü belirleyen, belki Kıbrıs oradaki göstereceğimiz metanet, cesaret ve dirayetle Türkiye’nin dünyadaki yerini belirleyen bir konuma, öneme haiz. 18 Nisanda Kıbrıs’ta cumhurbaşkanlığı seçimi var. Bu seçimin sonuçları gerçekten belirleyici olacak. Bu seçimlerden önce gerek Türk kamuoyunu gerekse bu konuya ilgi duyanları bilgilendirmek üzere Mülkiyeliler Birliği ile birlikte BİLAY, Bilgi Araştırma ve Yönetim Vakfı bir panel düzenlemeyi düşündü ve bu önemli toplantıyı tertipledik. Bu konuda gerçekten konunun uzmanı üç arkadaşımız lütfettiler. Kendilerine çok teşekkür ediyoruz. Görüşlerini ve aydınlatıcı bilgilerini bizlere sunmayı kabul ettiler. İzninizle ben onları davet etmek istiyorum. Ahmet Zeki Bulunç arkadaşımız Kıbrıs‘ın daha önceki Türkiye büyükelçisi. Kıbrıs’ta uzun yıllar bürokratik deneyimi oldu.Kıbrıs sorununu en yakından en içten bilen arkadaşlarımızdan birisi. Şu anda Başkent Üniversitesine görevli ve hala bu konuda çeşitli toplantılarda aydınlatma görevini sürdürüyor. 12 ama moderatör olarak görevlendirildim. Bunun anlamı çok konuşma demektir. Biz kendi aramızda yaptığımız bir değerlendirme ile az sonra sunacağımız şeklide bu paneli yönetmeye çalışacağım. Değerli Hocam Hüseyin Pazarcı, öncelikle Kıbrıs’taki siyasal gelişme süreçleriyle ilgili bir değerlendirme yapacak. Sonra günümüzde öne çıkmış olan belirli konularla birlikte bilhassa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin aldığı kararlar ve bu kararlar ışığında son dönemde “bizim zaferimiz” olarak yorum ve değerlendirmeleri yapılan AİHM’nin son kararını değerlendirecek. Onlarla bağlantılı görüşlerini ortaya koyacak. Ergün bey kardeşimiz de yine Kıbrıs’taki gelişme süreçleriyle birlikte toprak-mülkiyet konusu ve bu konuyla ilgili davalarla, özellikle Beşparmak Grubu olarak çok yakından ilgilendikleri, izledikleri Oramslar davasıyla ilgili değerlendirmeleri yaptıktan sonra KKTC açısından son dönemin tehditleri ve fırsatları konusu üzerinde duracak, Kıbrıs’ta iki ayrı devlet temelinde nasıl bir uzlaşının olabileceği yöndeki görüşleriyle birlikte önerilerini sunmaya çalışacak. Ben izninizle bir başlangıç yapmak istiyorum. Belki o başlangıç çerçevesinde de bir yön çizmiş olabilirim diye düşünüyorum. Kıbrıs konusu bizim milli davamız olarak adlandırdığımız, kabul ettiğimiz bir konu. Özellikle önemli olan husus, Kıbrıs Türk halkı, hem Kıbrıs’ta Türk varlığı, Kıbrıs’ta Türk kimliğinin devamı, güvenliği ve hem de self determinasyon hakkı olan, kendi geleceğini belirleme yetkilerine sahip olan demokratik bir halktır. Ancak bu ulusal davamız 2002 yılında Türkiye’de gerçekleşen hükümet değişikliğiyle birlikte, yani AKP iktidarı döneminde ciddi bir kırılma süreci yaşamaya başladı. Bugün geldiğimiz noktada, gerçekten geleceğimizle ilgili önemli sorunların zeminleri yaratılmıştır ve tabir caizse davanın kaybedilmesiyle ilgili bir süreci yaşıyoruz. İşte bu sürecin oluşmasında, bir yandan AKP iktidarının uygulamaları bir yandan da AKP iktidarının Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne yönelik izlediği politikayla, ya da benim genel olarak ifade ettiğim bir stratejiyle, önce bizim, Kıbrıs Türk halkının, sosyolojik anlamda toplumsal olarak çözülmemizi sağlayan, ardından vatandaşlık bağlamında bir çözülmenin zeminini hazırlayan, daha sonra siyasal çözülmeyle birlikte iktidar değişikliği (hükümet ve cumhurbaşkanı değişikliği) gibi süreçleri yaşadık. Ve bu süreçler içinde bugün müzakereleri devam eden görüşme sürecinde Rumların reddettikleri Annan Planı’nın gerisine de düşen bir zemini esas alan bir görüşme süreci başlamıştır. Bu sürecin ya noktalanması 13 ve yeni bir döneme girilmesi ya da daha riskli bir geleceğe yönelmenin arifesinde bulunuyoruz. Bu da cumhurbaşkanlığı seçimleriyle ilgili bir süreçtir. Onun için 18 Nisan’da yapılacak seçimler, bizim açımızdan son derece önemlidir. Bu seçimlere dıştan müdahaleler yapılmaktadır. Kıbrıs Türk halkının demokratik yapısına müdahale vardır. Bu müdahalenin bir ayağı üçüncü taraflardan gelmektedir; Avrupa Birliği, ABD gibi. Bir ayağı da Anavatanımız hükümeti tarafından yapılmaktadır. Ve özellikle son gelişmeleri dikkate aldığımızda, yaygın bir kanaat olarak AKP tarafından kurdurulduğu belirtilen partinin, Özgürlük ve Reform Partisi (ÖRP)’nin uzun bir süredir Türkiye’de yaptığı temaslardan sonra dün akşam aldığı Talat’ı destekleme kararı, son müdahale örneği olarak değerlendiriliyor. Özellikle ÖRP’nin CTP ile hükümet ortağı olduğu dönemde Kıbrıs konusundaki farklı tutum ve görüşlerine rağmen Talat’ı destekleme nedeni olarak aynı ilkeleri benimsemiş olmalarını açıklamaları, müdahale değerlendirmelerini haklı çıkarmaktadır. Bu husus da açıkça Talat’a yönelik bir destek politikası izlendiğini göstermektedir. Oysa Talat kanımca Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ndeki misyonunu tamamlamış bir durumdadır. Çünkü Talat’ın ortaya koyduğu tezler teker teker çökmüş durumdadır. Ana başlıkları ile ifade ederek açış konuşmamı tamamlamak istiyorum. Talat iktidara gelirken “hemen barış” diye gelmiştir. Başbakanlık dönemi geçmiştir. Sonra beş yıllık cumhurbaşkanlığı dönemi geçmiştir ama “hemen barış” değil barışın önünü tıkayan, kendilerinin anladığı barışın dahi önünü tıkayan daha kötü gelişmeleri yaratmışlardır. Çünkü Türk halkını, Barış Harekâtı’ndan sonra gerçekleşmiş olan gerçek barış ortamından koparıp Kıbrıs halkı adı altında Rum halkının azınlık parçası haline getirileceği bir süreci, maalesef başlatmıştır. Ama istediği ve çözüm diye adlandırdıkları bu çözümü de sağlayamamışlardır.ü Sonra Annan Planı’na bir “EVET” ile “dünyalı olmak” diye ifade ettikleri bir yaklaşımı ortaya koymuşlardır. Bununla kast ettikleri Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti halkının sözde oluşturulacak “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyet”i içinde Avrupa Birliği’ne girmesi sağlanacak, bu suretle barış getirilecek, çözüm sağlamak suretiyle de uluslararası alana açılma olacak. Ambargo kavramını dışlamışlar, daha sınırlı, dar anlamlı bir ifade olan izolasyon kavramı ile meseleyi çözmeye çalışmışlardır. Ancak izolasyon dedikleri tecrit edilme ya da gerçekçi ifadesiyle ambargo durumu ortadan kalkmamış, bilakis Avrupa Birliği başta olmak üzere üzerimize gelen siyasi baskılar ve ağır ifadelerle alınan kararlar artmıştır. Diğer önemli bir husus “iç dinamiklere dayalı bir çözüm” savunuluyordu. Yani Hristofyas barışçı bir lider olarak GKRY Başkanı seçilmiş ve iktidara gelmişti. Talat zaten barışçı idi. Bunu Annan Planı’nı kabul etmekle ispatlamıştı. Türkiye de bunun destekliyordu. Dolayısıyla iki lider anlaşıp hemen çözümü sağlayacaklardı. Ancak Hristofyas’ın gelişiyle birlikte çok net bir şekilde ortaya çıkmıştır ki Rum tarafında değişen hiçbir şey olmamıştır. Tek hedefleri Ada’nın tek hâkimi olup Türkleri azınlık statüsüne düşürmektir. Bu tezleri çökmüştür. Diğer bir tezi “Kıbrıslıca çözüm” yaklaşımıydı. Yani kimse bize karışmasın. Kıbrıs’ta biz kendi aramızda kendi menfaatlerimizi esas alarak, Türkiye ve Yunanistan’ın çıkarlarını değil, yani yaygın ifadesiyle anavatanların çıkarlarını değil kendi çıkarlarımızı esas alan bir çözüm gerçekleştireceğiz yaklaşımları vardı. Ama geçen hafta Hristofyas yaptığı basın toplantısında “biz çözemedik sorun değiştirecek bir süreç öngörülmektedir. Bu, halk kimliğimizi ortadan kaldıracaktır. Rum tarafının “Kıbrıs halkı” tezi kapsamında azınlıkta olan etnik bir grup olacağız. Bu yönüyle de tezleri çökmüştür. Dolayısıyla artık Talat’ın değişme sürecine girildiğini düşünüyoruz. Cumhurbaşkanlığı seçimi bunun belirleyici sonuçlarını yaratacak diye önemsiyoruz. Bu bağlamda konuları değerlendirmemiz gerekir. Şimdi ben ilk sözü sayın hocama vermek istiyorum. Az önce çerçevesini çizdiğim hususları öne çıkarmak suretiyle kendi değerlendirmelerini yapacak. Buyurun hocam. Hüseyin Pazarcı. Sayın başkan, değerli misafirler, başkanımız açarken, bizi buraya davet ederken benim bir biyografimi biraz fazla ayrıntılı verdi. Bunu ben vermedim. Bunu en başta ifade etmek istiyorum. Onlar bir yerden bulmuşlar demek ki. Efendim, ben Kıbrıs’ı değerlendirirken aşağı yukarı başından itibaren bu işlerin içinde de bulundum, 74’teki harekâttan sonra. Dolayısıyla size 1974’ten bu yana gelişmeleri çok ana çizgileriyle bir fotoğrafını vererek başlamak istiyorum. 74’te Barış Harekâtı yapıldıktan sonra Cenevre Konferansına gidildi. Cenevre konferansında ve dünyanın Türkiye’ye verdiği dış politikasını açıklarken bu konuda mesaj şu idi. Biz garanti antlaşmasına dayandık. Garanti anlaşmasına baktığımızda yalnız şunu ifade ediyor garantör devlet bu Kıbrıs Cumhuriyetinin 60’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyetinin ülke bütünlüğüne, siyasi bağımsızlığına saygı gösterecekler deniyor. Dolayısıyla Türkiye’ye zaman zaman şöyle eleştiriler, yani bunu sağlamak için bu yapılabilirdi. Siz daha ötesine gitmediniz mi şeklinde eleştiriler geliyor. Ama bu veri 1974’te hemen harekâtın sonrasındaki iki Cenevre konferansıyla başka bir hukuksal dayanağımızı da oluşturacak süreç içine girdi. Şöyle kabul edildi, denildi ki olaylar öyle bir taraflar Kıbrıs’ta iki toplum deniliyordu o zaman arasında öyle bir hal aldı ki artık bu durumuun, bu düzenin değiştirilmesi gerekir. Dolayısıyla yeni bir anayasal düzen oluşturulması gerekir. Bunun için de iki toplumun liderleri görüşsünler. Dolayısıyla uluslararası konferansta çözülmelidir” açıklamasıyla bu tezin de çöktüğünü bir bakıma ortaya koymuştur. Talat’ın bir diğer tezi de “Birleşik Kıbrıs”ta kimlik meselesiydi. Açıkça ortaya koymuşlardır ki Kıbrıs’ta oluşacak olan bir yeni ortaklık devleti değil, Kıbrıs Cumhuriyeti devletinin devamıdır. “Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası”nda yapılacak yeni düzenlemelerle anayasal yapı federasyona dönüştürülecek ve bu Birleşik Kıbrıs’ın kimliği de Kıbrıslılık olacak. Kıbrıslı Türk, Kıbrıslı Rum veya Kıbrıs Türk halkı, Kıbrıs Rum halkı diye bir ayrım olmayacaktır. Dolayısıyla bizim kendi kimliğimizi 14 bugün hani eskiye getirecektiniz eleştirisinde bulunanlara hukuken de siyaseten de cevabımız vardır. Bu tarafların tümünün, yani üç garantör artı iki toplumun liderlerinin birlikte kabul ettikleri ve anayasal düzenin yeni bir şekil almasının gereğidir bu yapılanma. Dolayısıyla bu tür eleştirileri bizim karşılayabileceğimizi ifade etmek istiyorum. Şimdi bunu söyledikten sonra bu 74’ten sonra nasıl gelişmeler oldu diye bakıldığında Türkiye’nin temel yaklaşımı, temel politikası şu idi. En başta Kıbrıs’ta o bölük pörçük dağılmış olan Türk toplumunu bir araya getirip Türk toplumunu Kıbrıs Türkünü kendini yönetir bir hale getirmek. Bunu ilk önce çok bölük pörçük toplamalardan başlandığı için otonom yönetim adı verildi kısa bir süre. 1975’de KFTD, yani Kıbrıs Federe Türk Devleti dendi. Yani bir federal devletin kanadı olabilme amaçlı bir devlet şeklinde ortaya çıkıldı. Bunlarda tabi siyasi yaklaşımlar da var tepkileri çekmeme bakımından. Ama bu da karşılık bulmayınca KKTC dediğimiz Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti 1983’te bağımsız bir devlet olarak ilan edildi ama orda dahi eğer Rumlar da ….olumlu yaklaşım sergilerlerse bu konuda yine bir gün yeni bir devlet olunmasına açığız dendi. Yani o müzakere denilen şeyleri hep kabulü amacı itibariyle tabi içini belirleme suretiyle gerçekleştirildi. Şimdi Türk tarafı dolayısıyla Türkiye ve Kıbrıs Türkü kendine amaç olarak bunu seçti. Ancak bu yaklaşım uluslararası düzeyde tepki gördü, karşıtlık gördü.Uluslararası tepkide en başta siyasal tepkiler var. Birleşmiş Milletlerin çerçevesinde Kıbrıs Cumhuriyeti devletinin 60’ta kurulan devletin korunması, muhafazası yönünde Birleşmiş Milletler bir yaklaşım sergiledi. Bağımsız bir devletin bölünmemesi gerekir anlayışı çerçevesinde. Ve dolayısıyla ülke bütünlüğünü tek Kıbrıs Cumhuriyeti anlayışını savunan bir yaklaşım sergilediler ve bu çerçevede de gelişmeler, Türk tarafının kendi devletini oluşturabilecek yollara girince bunu tanımayın şeklinde birleşmiş Birleşmiş Milletlerden değişik kararlar çıktı. Bu nedenledir ki tanınma konumunda, durumunda olan bir devlet dahi geriye aldı. Tanıma yoluna giren bir başka devlet Pakistan, Bangladeş, bunlardan bahsediyorum, sonuçta vazgeçtiler ve Türk kesiminin Kıbrıs’ta böyle bağımsız bir devlet olması hususunu siyasal olarak tepkilerle karşıladılar. Bunun yanında bu süreç bir hukuksal boyut da kazanmaya başladı. Şöyle ki Kıbrıs Rum’u aslında kendisi açısından oyunu çok iyi oynayarak Türkiye’nin onun karşısına eşiti olan Türk toplumunu çıkaracağı ve Türk toplumunun da buna kendisini hazırlayacağını görünce işi olabildiğince siyasal bakımdan daha ileri aşamalara geçmeden önleyebilme amacıyla var olan hukuksal mekanizmaları, uluslararası hukuk mekanizmalarını kulamla yoluna gitti ve 1974’ün Ekim ayında mıdır tam tarihini hatırlamıyorum, hemen Avrupa İnsan Hakları Komisyonuna başvurdular. O zaman Avrupa insan Hakları Sözleşmesi mekanizması komisyonun çalışmalarıyla başlıyordu. Komisyona başvurdu ve orda işin ayrıntısına girmeyeceğim orada şunu kabul ettirdi sonunda. 1- bu olayda Kıbrıs Türkü değildir bizim muhatabımız, Türkiye’dir. Bunu hukuksal veri olarak şunun üstüne oturttular. Avrupa İnsan Hakları komisyonunun işte adında birinci maddesine sözleşmenin dayanarak yetki devlete aittir sözünü geniş yorumlayan bir takım davalar var. Bunlardan bir tanesi örneğin Fas’taki Alman başkonsolosluğunda yapılan insan haklarına aykırı muamele der Fas’ta olmasına rağmen, yani yer bakımından yetki alanına girmez denebilmesi olasılığına rağmen ben bunu kabul ederim dedi komisyon. Şimdi bize karşı da dolayısıyla burada komisyon şunu ifade etti. Dedi ki Türkiye’dir burada benim muhatabım. Çünkü Türk ordusu Kıbrıs’a müdahalede bulunmuştur. Ve Türk ordusu jurisdiction’ını yetkisini Kıbrıs’a taşımıştır. Benim muhatabım sözleşme çerçevesinde Türkiye’dir diye Rum’un ifade ettiği bu iddiayı kabul etti. İkincisi, ben o heyetteydim de onun için çok iyi bildiğim şeyler. Rum’a karşı dedi ki sen hükümet değilsin. Kıbrıs Cumhuriyetinde 60 rejimini düzenini savunuyorsan eğer bunu tek başına yapamazsın. Hükümet birlikte oluşturuluyordu, anayasal düzen birlikte oluşturuluyordu. Hâlbuki sen Türkü dışladın. Dışlanma konumunda bıraktın. Dolayısıyla böyle bir davayı Kıbrıs adına açamazsın iddiasını ifade ettik, defini ifade ettik. Ama orda da Avrupa İnsan Hakları komisyonu şunu kabul etti. Dedi ki tanınma olayı, hükümetlerin tanınması olayı da siyasi bir olaydır. Doğru, uluslar uluslararası hukukta devletler kendi takdirlerini kullanırlar. Ben o zaman burada kim Kıbrıs’ı temsil eder şeklinde tanıyorum, devletler uygulamasındaki duruma bakarım. Birleşmiş Milletlerde kim Rum yönetimi. Avrupa Konseyinde kim. Rum yönetimi temsil ediyor, tanınıyor. Dolayısıyla buna dayanarak ben siyasi takdiri veri alırım, hukuki etkisi itibariyle. Kıbrıs Rum’unu Kıbrıs Cumhuriyetini temsil eder şeklinde tanırım dediler ve o gün bugündür bu pozisyon hep gitti ilerledi. Yani siyasi olayı hukukla hukukun sağladığı olanaklarla kendi lehlerine bozdular Rumlar. Sonunda ilk üç davada Avrupa İnsan Hakları komisyonu Türkiye’yi ihlalde bulundu şeklinde değerlendirmekle birlikte bu olayda kararı tavsiye 15 nitelikliydi, bağlayıcı değildi, bakanlar komitesine işin gelip orda kesin kararın alınması gerekiyordu. Ve orda şu sağlandı. Denildi ki bakanlar komitesinin kararı bu şekilde çıktı. Her iki taraf ta birçok ihlalde bulunmuştur. Çünkü Türkiye de onların yaptığı daha önceki ihlalleri ve gerektiğinde silahlı çatışmalar sırasındaki ihlalleri ifade etti ve dolayısıyla her iki taraf da ihlallerde bulunmuştur deyip sorunun iki yıl kadar sonra da kapatılmasına karar verdi. Yani Türkiye hukuki bir kayba uğramadı. Ama bir savunma pozisyonunda kalmaya başladı bu çerçevede. Şimdi 74’ten bugüne aşağı yukarı bu süreç, bu eğilimler böyle hep biraz Rumun tarafına yontularak, çünkü batı Kıbrıs Cumhuriyetinin bütünlüğünü sağlamak istiyor, Türkün orda kendi başına bir devlet oluşturmasını veya hatta yetkili bir katılımını arzu etmediğinden böyle bir yola girdi bu iş. Şimdi, bütün bunlardan sonra bugün gelinen durumuna bakarsak bu sürecin ayrıntısına daha fazla girmeyeceğim. Bugün siyasal olarak birleşmiş Birleşmiş Milletler genel sekreterinin dostça girişim diyoruz biz bugün, eskiden iyi niyet misyonu denirdi, onun misyonu çerçevesinde görüşmeler yapacaklar. Bir sonuca varmaya çalışacaklar şeklinde değerlendiriyor. Ama Birleşmiş Milletlerin parametrelerinin esasına, özüne baktığımızda Kıbrıs Cumhuriyeti, 60 Cumhuriyetinin tekrardan oluşması, oturuşması şeklinde bir esas anlayış tercih edilmiş oluyor. Bu siyasal sonucu sağlayabilmek için de Birleşmiş Milletlerden başka özellikle Kıbrıs Rumunun Kıbrıs Cumhuriyeti adı altında Avrupa birliği üyesi olarak katılımından sonra katılma antlaşmalarındaki verilere de dayanarak Avrupa birliği hem KKTC üzerinde bazı baskılar yapıyor veyahut ta etkileme hareketlerinde bulunuyor, yerel yönetimlere para vererek şu bu. Ve bilmem Kıbrıs‘ın ürününün menşe şehadetnamesini Rum tarafı verebilir hesabıyla değerlendirerek hem de Türkiye üzerinde AB üyesi olmak istiyorsan benim tam üyem olan Kıbrıs Cumhuriyetini Rum temsil ediyor, tanı. Onunla her türlü işlemi hukuksal çerçevede kur diyor. Dolayısıyla bugün bu baskılar altındayız fotoğrafı çektiğimiz zaman. Hukuksal açıdan baktığımızda bir gelişme oldu mu. Hukuksal açıdan baktığımızda bir gelişme oldu mu? Hukuksal açıdan pek olumlu bir şeyler olmadı ama olumsuza giden veriler de işte…şey kararı, bu Luasidu ? kararıyla mesela Türkiye’yi mülkiyet hakkını kullanamadığı için ihlal durumunda değerlendirdi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Türkiye’nin tazminat ödemesine karar verdi. b oO güne kadar siyasi düzeyde bu işi yürütme yolundaki Türkiye de normal olarak bir hata yaptı. Tazminat ödemeyi o hukuk düzeni , sisteminin kabul etmek suretiyle hukuk düzeni, sisteminin oyununa girdi, mindere girdi, çekildi ?. ve başka bir yapı hukuksal açıdan gelişmeye başladı. Şimdi, bu veriler karşısında son zamanlarda birden bir böyle zafer nidaları özellikle ifade edilmeye başlandı. Doğrusunu isterseniz hiç başarı değildir demiyorum ben. Onun içinde bir başarı tarafı da var. Ama bu Demapulos ve diğerleri … lı? Davadır. 5 Mart 2010 tarihinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi meclisinin kurduğu bir yasa ile düzenlemesini tüzüklerini yine KKTC hükümetinin yaptığı bir tazminat komisyonu veyahut da taşınmaz mal komisyonu adı verilen aslında taşınır malları da dava konusu olarak kabul eden bir komisyonu Türkiye’ye karşı Avrupa insan hakları mahkemesi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde Rumlar dava açmadan önce bunun bir iç başvurma yolu olarak tüketilmesini kabul etti. Normalde uluslararası hukukta iç başvurma yolu dendiğinde bir devlet tarafından onun mahkemeleri, ulusal mahkemeleri şeklinde bir uygulamayla karşılaşırız. Ama burada iç başvurma terimi üstelik kullanıldığı için uluslar uluslararası hukukta da ben bunun efectif, etkin olduğuna hukuken var olduğuna ? ve fiilen çalışabilir olmasına bakarım ve ben bunu iç başvurma yolunun tüketilmesi gereği olarak kabul ederim dedi. İşte buradan bizde böyle bir zafer nidaları şey yaptı. Ama öyle tam bir zafer falan söz konusu değil. Azıcık da olsa lehimize bir şey ama zafer değil. Çünkü her haliyle bu komisyondan tatmin olmayan Rum Türkiye’ye karşı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine gitme hakkını koruyor. Dolayısıyla işin sonucu itibariyle değişen bir şey yok. Bu çerçevede bir iki avantajı var ama onun ayrıntısına şimdi uzatırsam sayın başkanın verdiği yirmi dakikayı zaten biraz geç…korkuyorum…uzatmayayım. Ve dolayısıyla orda Türkiye bunun bir zafer şeklinde takdimine girmesine rağmen kararda işgalci olduğu, bu tazmin komisyonunun, işgalci olduğu, tazmin komisyonunun Rumların başvuru hakkını ikinci aşamada temyiz olarak ortadan kaldırmadığını kabul eden bir yaklaşım sergiledi. Peki, bu neden böyle geldi bizi birden sevmeye mi başladılar. Yoksa bize azıcık lehte görünme şeklinde bir yem mi atılıyor gibi değerlendirilebilir. Ama esas gerekçesi çünkü önünde 1550 tane Rum davası vardı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin ve bunların bilmem 2500, 3000’e, 5000’e falan çıkması daha sonra söz konusuydu. Dolayısıyla bu kadar büyük dava sayısına bakma yoluna giderse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi diğer davalara adeta bakamaz 16 hallere düşecekti ki ayrıca kendi şeyini de 14. Protokol da sürecini, usulünü değiştirme yoluna gitti, önündeki davaların çokluğundan. Bunun dolayısıyla bir kısmını en azından eleme şeklindeki bir anlayışla kabul etmiş oldu. Dolayısıyla, bu De…pulos ? davası da öyle büyük bir zafer değil. Yararı mülkiyet hakkı üzerinde de tazminat ödenmesi şeklinde ve hakkı sonuçlandırması. Yani Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi sadece kullanım hakkının üzerinde karar veriyordu. Hâlbuki tazminat komisyonu mülkiyetin sahipliği konusunda karara bağlama durumunda olacak. Buralardan bir takım avantajlar içerisine girilebilir mi. İkincisi, Rum’un biraz morali her şeye rağmen bozuldu. Rumlar hükümet aman gitmeyin şeklinde tavsiyelerde bulundu. Bu hukuken tazminat konusunda Türklerin Türk tarafının esas istediği şeyi global tazminat ödenmesi görüşmesini başlatır mı gibi soru işaretlerini getiriyor. Şimdi, Kıbrıs’taki gelişmeler böyle giderken bu hukuksal ve siyasal pozisyonlara bir başka çok önemli veri eklendi. Üzerinde çok fazla durmuyoruz, durulmuyor. Giderek ortaya çıkacak. Giderek çok önemli bir pozisyon alacak bu Kıbrıs davasında. O da şu. Kıbrıs artık ada ve onun üzerinde yaşayan insanların varlığı sorunu değil sadece. Kıbrıs artık doğu Akdeniz’de çok büyük bir deniz alanı. Kıbrıs adası v e onun tabi Türkiye ile olan bağlantıları da var. Bizim kıta sahanlığımız üzerine taşan münhasır ekonomik bölge ilanları var ama onun dışında da o sureti haktan görünen Rumların birden kalkıp Türkleri yok sayarak kendi kıyılarında kendi bölgemde ilgili düzenleme yapıp münhasır ekonomik bölge ilan ediyorum şeklinde bir yaklaşımı var. Ama daha Annan planı döneminde dahi bakarsanız karasuları, münhasır ekonomik bölge, kıta sahanlığı devletin ortak malı olacaktı. İki toplumun kararlarıyla düzenlenecek alanları oluşturacaktı. Yani burası benim kısmımdır, ben bunu düzenledim, kimseye zarar vermedim deme durumunda değil. Eğer gerçekten Kıbrıs Türkünün kendisiyle birlikte yaşamasının hakça bir şekilde, adil bir şekilde yaşamasını istiyorsa. Şimdi bir de bu unsur eklendi Kıbrıs ile ilgili gelişmelere…dolayısıyla cumhurbaşkanı seçimi o kadar büyük önem kazanıyor ki işte eskiden toplum liderleri olan ama biz artık iki halk var orda self- determination hakkını da devrinde elde etmiş. Dolayısıyla onların liderleri şeklinde ifade ediyoruz. Onların görüşmelerini yapan kişi. Ama ürk tarafının Kıbrıs Türkünün anlayışını cumhurbaşkanı ifade ediyor. Toplumun veya halkın lideri sıfatıyla. Dolayısıyla burada şimdi o kapalı kapılar ardında verdiği sözler, yapılan girilen yükümlülükler, angajmanlar her ne kadar daha sonra başka filtrelerden zorundaysa, zaten zorunda, onu ifade edeceğim, yine de bir belirli bir yola sokma sonucunu getiriyor. Onun için cumhurbaşkanının seçimi bu çerçevede çok önemli oluyor. Şimdi, burada cumhurbaşkanlarının yaklaşımı itibariyle size Ergün bey çok daha ayrıntısıyla bunları aktaracaktır. Özü, ana çizgilerini verirsem. Cumhurbaşkanının birinci seçileceği yol teorik olarak bakarsak eski Kıbrıs Cumhuriyetini canlandırmak oluyor. Hali hazırdaki bazı yaklaşımlarıyla tüm verilerin hepsine sahip değiliz ama tek devlet, tek vatandaşlık vs. gibi yaklaşımlarıyla Mehmet Ali Talat bunun taraftarı görünüyor. Zaten dünyacı. Dolayısıyla ne kadar Kıbrıs Türkçü olacak o dünyacılıkta onu da tam şu anda kestiremiyoruz ama kendisine atfedilecek pozisyon bu. Buna karşılık bir ikinci teorik olasılık, yeni bir oluşum olarak iki eşit kurucu devletten oluşan bir Kıbrıs Cumhuriyetinin bu müzakereler sonunda oluşturulması şimdilik atfedilen bu yaklaşımda Eroğlu’na oluyor. Ama doğrusu böyle mi olacak. Onu da belki görmemiz gerekecek. Yani Kıbrıs’taki bu gelişmeleri biraz da hani yoğurdu üfler şeklinde yeme formülüyle belki değerlendirmek gerekecek. 17 Bu çerçevede olaya baktıktan sonra bu gelişmeler üzerine peki Türkiye Kıbrıs’ı özellikle Ergun bey verecek veya sayın büyükelçimiz anlatacak Türkiye’de politikalar Kıbrıs’a yönelik politikalar ne oldu diye baktığımızda işte Türk devleti ilkönce odaklanmasını devleti oluşturmaya yönetimi Kıbrıs Türk yönetimini oluşturmaya odaklandı. Dış politikada her şeyi istediğimiz gibi sağlayamadık. Onun çok nedenleri de vardı. İlk başında çünkü Kıbrıs Türk toplumu yoktu hatta biraz da. Yani nasıl karşılarına bir bütün gibi bir halk gibi çıkarabilecektiniz. O tür zorluklar da oldu belki bazı hatalar da oldu ama sonuç itibariyle hükümetler düzeyindeki politikalara bakarsak başlarda hükümetler hep şunu sayın Rauf Denktaş ile de 1. Cumhurbaşkanı KKTC’nin aynı anlayış içerisinde şunu savunur göründüler. Egemen, eşitliğe dayalı iki kesimli, bir yeni kurucu devletin oluşmasını istediler. Ama bunu her zaman ifadelerinde bile kullanamadılar, siyasi tepkilerden kaçınma falan şeklinde. Ben Bülent Ecevit’in son günlerine kadar partisi içinde de yer aldığım için çalışmalarına katılıyordum, uzmanlar grubu şeklinde. Söylediği şu idi. İşte 74 ile birlikte öyle bir düzen meydana geldi ki artık barış da geldi. Toplumların arasında hiçbir şey de kalmadı. Hani daha ne isteniyor. Bu yeterlidir diyen bir anlayışı ifade ettiği şeklinde değerlendiriyorum. Sayın Rauf Denktaş da aynı şekilde ifadeleri kullandı. Hükümetler dolayısıyla başlarda böyle. 2002’de kırılma noktası oldu. Çünkü AKP 2002 Kasımında başa geldi. İktidara geldi. Ve mesajlarını böyle alkış da toplayabilme üzerine kurdu. Ben çözüm taraftarıyım ve işin çözümün içeriği ne olacak onları ifade etmeden. Onları tam ifade etmeden çözüm taraftarı olduğunu söyledi ve her türlü şeye çözüme yönelik batının Türkiye’ye ve Kıbrıs Türklerine empoze etmek istediği veriye, oyuna girer bir duruma geçti. Bunun üzerinedir ki Annan planı da kabul edildi ki Annan planı o niyet misyonu çerçevesinde madem ki hazırlanmış bir plan olması gerekirdi uluslararası hukukta iyi niyet misyonu asla o misyon sahibine öneri getirmesini hele hele siz ikiniz de bir şey çıkaramazsınız ortaya boşlukları ben tamamlayacağım demesine müsaade eden bir yöntem yöntemin anlamı da değişti. Annan planına evet dendi ve böyle bir yaklaşım sergilendi, yoluna girildi. Ama hükümetlerden başka ve AKP hükümetinin bu yaklaşımından başka Türkiye’de başka kurumlar da var ve onlarda Kıbrıs politikası ile doğrudan ilgileniyorlar bazı kararlar alıyorlar. Bunlardan bir tanesi Milli Güvenlik Kurulu. Milli Güvenlik Kurulu Annan planı döneminde plan üzerinden yürütülen görüşmelerin önemli olduğunu ve çözümü amaçlayan çabaların sürdürülmesi şeklinde kesin bir böyle şu içerikli bu şey içerikli olsun demeden ama çözümü tabi ki ondan sonra değerlendireceğiz şeklindeki fikrini ifade edecek gibi bir yaklaşım sergiliyordu, diplomatik bir yaklaşımdı bu. 2009 28 Aralığında son yıllara geldiğimizde Milli Güvenlik Kurulu daha açık içerikli bildirilerinde ifadeler kullanmaya başladı. Aralık 2009’da örneğin, tırnak içinde bunları söylüyorum bildiride yer aldığı için, Kıbrıs’ta adil ve bir kalıcı bir çözüm gereklidir diler AB ile müzakerelerin AB müktesebatı ile ilgisi bulunmayan siyasi engellemelerden ve ikili ? sorunlardan arındırılması gerektiğini diler ? . Çözümün siyasi eşitlik, iki kesimlilik ve eşit statüde iki kurucu devlete ait yeni bir ortaklık çerçevesinde bulunması garanti ve ittifak antlaşmalarının devamı gerekir dediler. En sonuncu Milli Güvenlik Kurulu kararı 19 Şubat 2010’dakine bakarsak: adada adil ve kalıcı bir çözüm dendi. Birleşmiş Milletler çerçevesi ve yerleşik parametrelerine adadaki gerçeklere, Türkiye’nin garantörlük hak ve sorumluluklarına ve adanın eşit sahibi olan Kıbrıs Türklerinin hukukuna aykırı formül ve talepler çözüme hizmet etmez dediler. Kıbrıs Türkleri bu önemli bir ekleme aynı zamanda Kıbrıs Türkleri ilânihaye çözümsüzlüğün mağduru olmaya da zorlanamaz dediler. Milli Güvenlik Kurulunun bu yaklaşımında içeriğini daha iyi görüyoruz Türkiye’nin beklentilerinin neler olması gerektiğini daha iyi görüyoruz. Ama TBMM’nin de Kıbrıs’la ilgili kararları var. TBMM’nin ilk kararı 1997’de, ama önemli olan harekâtın 25. yılında yani 15 Temmuz 1999’da TBMM’nin kararında şu paragraf özellikle çok anlamlı. Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgili garantörlük hakları ve stratejik menfaatleri daima korunarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin devlet statüsü ve güvenliği dahi meşru hak ve çıkarlarının aşındırılmasına hiçbir surette müsaade edilmeyecektir dedi 1999’da TBMM. Ve o dönemde mecliste bulunan bütün partiler DSP, MHP, FP yani Fazilet Partisi, bu ANAP’ın eskisi, babası hesabı, ANAP ve DYP ortak bir karar şekliyle grup başkanlarının imzasıyla bu önergeyi verdiler ve meclisten alkışlanarak geçti. Hiçbir karşı çıkma olmadan. En sonunda 6 Mart 2003’te bir başka karar aldı meclis. Tarafların eşit statüsü ve eşitliği ilkesini vurguladı, garantörlük haklarının sürdürülmesi gerektiğini ifade etti. Avrupa Birliğine üyelik için ön şart olmadığını Kıbrıs sorununun çözümünün, ifade etti, iki kesimliliği ifade etti. O devirde de mecliste 18 AKP, CHP ve DYP vardı parti olarak. Sonuç olarak bütün bu veriler çerçevesinde ortaya çıkan bazı belirsizlikler var. Kıbrıs’taki o müzakerelerde iki liderin yapacağı, götürdüğü müzakerelerden bazen ne olması gerektiğini bilemiyoruz. Sayın Ergün Olgun size çok değerli bilgiler verecektir. Ancak şunu ifade ederek sözlerime son vermek istiyorum. İki liderin kabul edeceği bir çözüm Türkiye’nin de hükümetimiz kabul etse dahi AKP hükümeti kabul etse dahi Türkiye’nin de kabul edebilmesi için TBMM’nce onaylanması gerekir. Eğer böyle bir onaylama söz konusu olmazsa önceki antlaşmaları değiştiren bir veri oluşturacak o, o zaman işte bu antlaşmanın geçerliliğini kabul ettirememiş olması söz konusu olacaktır. Dolayısıyla bu böyle bir antlaşmanın yürürlüğe girememesi gerekir. Çok teşekkür ederim sabrınıza. Ahmet Zeki Bulunç: Hocama çok teşekkür ediyoruz. Tabii hocam zamanı aştı ama verdiği bilgiler ve ortaya koyduğu değerlendirmeleri kesmek de istemedim açıkçası. Sonuçta biz bizeyiz burada, zamanın biraz aşılmasının bir anlamı yok; kısmak çok daha olumsuz bir sonuç verirdi. O bakımdan bu hoşgörüyü sizlerin de anlayışla karşılayacağınızı umuyorum. Tabi aynı hoşgörüyü Ergün beye de göstereceğiz. Şimdi konuşmasını yapmak üzere Ergün beye sözü veriyorum. Ergün Olgun. Çok teşekkür ediyorum sayın başkan. Çok teşekkür ediyorum sizlere de katıldığınız için. Ve davet için çok teşekkür ediyorum Bilay Vakfına ve Mülkiyeliler Birliğine. Kıbrıs meselesine temel olarak iki eksenden bakmak gerekiyor. Bu eksenlerden bir tanesi Türkiye’nin ve Türk ulusunun çıkarları, diğeri de Kıbrıs’ta bulunan soydaşlarımız ve uluslararası antlaşmalardan kaynaklanan haklarımız açısından Avrupa Birliği. Esasında bu iki eksen birbirini tamamlayıcı. Dolayısıyla birbirine ters düşmüyor. Birbirini güçlendiriyor. Daha da fazla güçlendiriyor. Fakat önemli olan Türkiye’nin bölge içerisindeki stratejik, ekonomik, güvenlik ve bölge içerisinde yükselen bir güç olarak Kıbrıs bağlantılı çıkarlarının derinliği ve tabi ki Kıbrıs Türk halkının oradaki mevcudiyeti ve bu çıkarların korunmasında güçlü bir avantaj, güçlü bir destek Türkiye için. Bu açıdan bakmak gerekiyor. Yani Kıbrıs meselesine ilişkin ihtilaf. Türkiye ile Yunanistan arasındaki bir mesele gibi bakmak veya Kıbrıs meselesine işte Kıbrıs’taki soydaşlarımıza bir nevi destek olmak veya onlara karşı olan sorumluluklarımızı yerine getirmek olarak bakmak tek başına yeterli değil. Bir kere bunun tam manasıyla anlaşıldığı inancında değilim. Yani Türkiye’de şu anda gazetelere baktığınızda sanki Kıbrıs Türkiye için bir yük. Kıbrıs’taki soydaşlarımız orda bize bir nevi nerdeyse yük oluyor diyecek kadar ileri giden yazarlarımız var. Mesele bu değildir meselenin bütününe bakmak gerekir. Bu açıdan baktığımızda Kıbrıs’ın önemi özellikle son dönemde Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ın atmış olduğu adımlar göz önünde bulundurulduğunda birkaç tanesini söylemek istiyorum sadece. Bir, ortak savunma doktrini. Yani Yunanistan ile Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti ve Kıbrıs’a hâkim olduğu takdirde kuzeyi de içine aldığı takdirde bir ortak savunma doktrininden söz ediliyor. Bu ne demektir. Kıbrıs’ın Egeleşmesi demektir. Yani Egede yaşadığımız sorunların aynen Kıbrıs’ta yaşanması anlamına gelmektedir. Bütünlüklü bir Yunan savunma sistemi içerisinde Kıbrıs’ın yerini düşünün ve Kıbrıs’ta üslenecek olan Füzelerin dahil birçok aracın Türkiye’yi tehdit edecek silahlanmanın gerçekleşebileceğini düşünüyorum. Bu eğer biz Kıbrıs’a sahip çıkamadığımız ve Kıbrıs politikasını sadece Kıbrıslı Türkler açısından gördüğümüz takdirde karşı karşıya kalabileceğimiz tehlikelerin bir tanesi. İkincisi, ortak münhasır alan. Ortak münhasır alan projesi şu anda Rumlar tarafından deklare edilmiştir ve Avrupa birliği tarafından da kabul edilmiştir. Bu plana göre şu an itibariyle Meis adası, Rodos ve Kıbrıs üzerinden Yunanistan …münhasır ekonomik alanını birleştirmiştir yani bütün doğu Akdeniz’deki deniz kaynaklarını kendi ekonomik münhasır alanı olarak değerlendirebilecek, petrol ve gaz dahil olmak üzere, uçuş şartları dahil olmak üzere, deniz ulaşımı dahil olmak üzere kullanabilecek noktaya gelme arayışı içerisindedir. Meselenin derinliğinde bu yatmaktadır. Dolayısıyla bu perspektifle bakmak mecburiyetindeyiz. Biz Türk’üz ve bizim için önemli olan Türk ulusu Türk ulusunun Türkün çıkarlarıdır. Ben Kıbrıslı bir Türküm ama Türklük her şeyin başında. Bu perspektifte Kıbrıs’ta benim gibi meseleye bakan birçok insan var. Ve biz Türkiye bakışıyla Kıbrıs’a bakmayı her zaman için tercih etmişizdir. Böyle bakıldığı zaman Kıbrıs meselesinde ne görmek isteriz. Kıbrıs’ta bütün kamuoyu yoklamalarında Güney Kıbrıs ve Kuzey Kıbrıs’ta yapılan kamuoyu yoklamalarında Güney Kıbrıs’ta birinci tercih Üniter devlettir. Rum tarafı hiçbir zaman Kıbrıs’a bir Yunan adası olmanın dışında bir bakışla bir perspektifle bakmamıştır. Her zaman için Yunan adasıdır ve Kıbrıslı Türkler adada sadece misafirdir. Yani bir azınlıktır ve azınlık olarak da misafirdir. Yani 19 istenmeyen orda işte yani Allahın belası başımıza bela olmuş insanlar olarak bakılan. Hiçbir zaman Kıbrıs Türkünün siyasi eşitliği kabul görmüyor. Ve şu anda yetki paylaşımı Rum tarafının gündemi olduğu bir noktada durmaktayız. Bu nedenle üniter bir devlet ve tabi ki üniter bir devlet içerisinde Rum hâkimiyeti. Kamuoyu yoklamalarında ve bu kamuoyu yoklamaları yani Kıbrıslı Türkler tarafından yapılmıyor. Yani içerisinde bir önyargı var şeyine kapılmayın. Uluslararası camia tarafından yapılan bir tane, üç taneden söz edebilirim. Bunların bir tanesi Barış Gücünün kendisi tarafından yapıldı. Bu Barış Gücü tarafından yapılan araştırmada açık ifade ediliyor. Güney Kıbrıs’ta üniter devlet ve Rum hâkimiyeti. Ve esaslı bir çözüm şekli istendiği. Kuzey Kıbrıs’ta da iki devlet. Her şeye rağmen Kıbrıslı Türkler şu anda müzakereler devam ediyor ama Kıbrıslı Türklerin birinci tercihi Kıbrıs’ta iki devlettir. Dolayısıyla bunu görmek mecburiyetindeyiz. Bu Birleşmiş Milletlerin yapmış olduğu araştırmada ortaya çıkmıştır. Ayrıca, Brüksel merkezli bir European Policy ? Center denilen işte politika merkezinin yapmış olduğu iki tane ayrı ayrı araştırma. Bir tanesi 2008, bir tanesi 2009 yılında yapıldı, hem Güney Kıbrıs’ta hem Kuzey Kıbrıs’ta. Orda da aynı sonuç çıkmıştır. Ve ayrıca son yine Birleşmiş Milletlerin Inter Peace denilen bir başka örgütünün yapmış olduğu son araştırmada Şubatta açıklandı sonuçları. Oradan da bütün detayları size aktarabilirim. Mülkiyet konusunda ne düşünüyor. Garanti anlaşması konusunda ne düşünüyor ve bütünlüklü bir çözümle ilgili olarak ne düşünülüyor. Bakıldığında sonuç gene aynıdır. Hepsinde aynı sonuç çıkıyor. Rum tarafı Kıbrıslı Türklerle kesinlikle siyasi eşitlik ? bazında bir yetki paylaşımı, bir ortaklık, yeni bir ortaklık devleti kurma konusunda bütün kamuoyu yoklamaları reddediyor. Kıbrıs’ta da Kuzey Kıbrıs’ta da her zaman için iki devlet ortaya çıkmıştır. Peki bu resim içerisinde ne yapmamız lazım. Yani çıkarlarımız belli. Önümüzdeki dönemde Türk ulusunun bu bölgede de bölgesinde bölgesel bir güç haline gelen Türkiye için ne yapılması lazım. Bakınız Akdeniz‘in üç tane çıkış kapısı var. Süveyş kanalı Cibraltar ve Boğazlar. Bu kapıların iki tanesine baktığımızda iki tanesinde de İngilizler ve Amerikalılar oturuyor. Cibraltar’da Amerikalılar ve Kıbrıs’ta da Amerikalılar. Ve Kıbrıs …ve İngilizler. İngiltere Amerika ile 1948 yılında yapmış olduğu bir anlaşma …de? Güvenlik üslerini Kıbrıs’ta Amerikalılarla birlikte kullanıyor. Bu zaten bilinen bir gerçek. Zaten dinleme istasyonlarının büyük bir kısmı Kıbrıs’ta bulunuyor Amerikalıların. Ve bölge içerisinde en büyük Amerikan büyükelçiliği şu anda Kıbrıs’tadır. Beş yüz küsur personel çalışıyor. Ne kadar büyük yani…aynı şekilde Rusların da aynı şekilde büyük bir büyükelçiliği var. Bütün bölgenin merkezi Kıbrıs’tadır. Tabi burada İsrail bağlantısı var. İsrail’in güvenliği ile ilgili olarak Amerika’nın üstlenmiş olduğu sorumluluklar var. Ayrıca, bu son gelişmiş füzesavar sistemleri ve yeni teknoloji silahlar içerisinde Kıbrıs’ın çok önemli bir rolü var. Çünkü çok önemli bir röle ? istasyonudur. Yani bir iletişim istasyonudur. Boğazları da şu an itibariyle Türkiye ile Yunanistan kontrol ediyor. Türkiye kontrol ediyor fakat adalar dolayısıyla Yunanistan kontrol ediyor. Fakat yapmak istedikleri ne? Türkiye’nin Kıbrıs’tan çıkarılması ve oranın da Rumların kontrolüne geçebilecek yani Süveyş kanalının bile denetlenmesinin Rumların etkisine veya Yunanistan etkisine girebileceği bir sonuçla karşı karşıya kalabiliriz. Amerikalılar Kıbrıs’ta fakat Avrupa birliği içinde bundan rahatsızlık duyanlar var. Başta Almanlar ve Fransızlar. Şu anda Kıbrıs’a gelmek istemelerinin sebebi Kıbrıs’ın uluslararası anlaşmalara rağmen AB içine alınmasının başka sebeplerinden biri de Yunanistan’ın veto ?. yani genişlemeyi veto etme tehdidi. İkincisi de Avrupa birliğinin Kıbrıs’ı ve Kıbrıs’ın stratejik konumunu ve Süveyş kanalının denetimini tabi ki sadece İngiliz ve Amerikalılara bırakmama arayışıdır. Yani Kıbrıs üzerine çok ciddi bir rekabet devam ediyor. Bu rekabet içerisinde daha doğrusu bu rekabetin dışında Türkiye’nin kalması mümkün değil. 1974’te yaratılan fiili durum ve Türkiye’nin elde etmiş olduğu avantajın geri götürülmesi bir ihanettir. Mümkün değildir. Dolayısıyla biz 74 yılında Kıbrıs’ta elde etmiş olduğumuz avantajı kullanabilecek zemini yakalamak mecburiyetindeyiz. Fakat şu anda Kıbrıs’ın geleceği müzakere ediliyor. Bu gelecek içerisinde bütün bu söylediğim çıkarların bulunmasını nasıl sağlayacağımız sorusu gündemde. Bu Kıbrıs Türkünün devlet olgusunu ve egemen eşitliğinin ve bir coğrafya üzerinde Kuzey Kıbrıs’ta bir coğrafya üzerinde toprak bütünlüğünü koruyamadığı takdirde Türkiye’nin çıkarlarını koruması bölge içerisinde mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla nihai hedefimizin muhakkak Kıbrıs Türkünün coğrafya temelinin egemenliğinin ve devlet olgusunu koruyacak bir zeminde olmak mecburiyetindedir. Annan planı ve ona benzer planlar içerisinde Rum hakimiyetinin sonuçta federal seviyede güçlerini kullanarak nüfus ve ekonomi güçlerini kullanarak Kıbrıslı Türkler 20 üzerinde hakimiyet kurmasını dolayısıyla biz bir ortaklık çözümü şeklinde Rum tarafının kötü niyeti karşısında gelebilecek bir çözümün Kıbrıslı Türklere ve Türkiye’ye hizmet edebileceğine inanmıyoruz. Bu nedenle önümüzdeki dönemin çok sağlıklı ve çok titizlikle işlenmesi ve çok iyi değerlendirilmesi gerekiyor. Çünkü 2010 yılında daha doğrusu bu seçimler sonrasında meydana gelebilecek durum bize gerçekten hem ciddi fırsatlar hem ciddi tehlikelerle karşı karşıya bırakabilir. Bu önümüzdeki dönemde karşı karşıya kalabileceğimiz tehlike ve fırsatlarla ilgili bir liste hazırladım. Şimdi onları paylaşmak istiyorum sizlerle. Fakat ondan önce şunu söylemek istiyorum. Sayın Talat’ın vizyonu içerisinde birleşik bir Kıbrıs ve Kıbrıslı Rumlarla bir ortaklık devletinin yaşayabileceği varsayılıyor. Böyle bir varsayım üzerine inşa edilmiş sayın Talat’ın şu anda yürütmekte olduğu politika. Bu nedenle tek egemenlik kavramını kabul etmiştir. Tek egemenlik kavramını kabul etmekle zaten sayın Talat Kıbrıslı Türkler ve Türkiye için en büyük hatayı yapmıştır. Tek egemenlik Annan planında bile olmayan ve Annan planının bile gerisine giden çok ciddi bir tehlike. Çünkü şöyle bir ortaklık devleti düşünün. Bu ortaklık devleti iki kurucu devlet tarafından kuruluyor. Bu iki kurucu devlet bir anlaşma ile bir ortaklık devleti kuruyor ve diyor ki falan yetkiler ortaklık devleti federasyon tarafından icra edilecek geriye kalan artık yetkiler de kurucu devletler tarafından icra edilecek. Böyle bir model Kıbrıs Türk tarafı her zaman savunmuştur. Yani muhakkak ortaklık olacaksa bizim saklı yetkilerimiz olacak ve bunlara hiç kimse müdahale edemeyecek. Dolayısıyla burada esas model bölüşülen, paylaşılan egemenlik teorisidir. Yani bazı yetkiler bazı egemen yetkiler, egemence kullanılan yetkiler federasyona verilebilir ama bazı yetkiler bizde kalır. Ve bunlar bizim tarafımızdan egemen olarak kullanılabilecek yetkiler olacak. Dolayısıyla hiyerarşi olmayacak. Yani federal yasalarla ve federal otorite ile kurucu devletler ? yasaların otoritesi arasında bir hiyerarşi farkı olmayacak. Birbirinin üstünde olmayacak bunlar. Tek egemenliği kabul etmekle tek egemenliğin kaynağı otomatik olarak federasyona kayıyor. Ve federal organlar otomatik olarak ki bunu daha sonra Hıristofias bir açıklamasında ifade etmiştir. Federal organlar istedikleri zaman kurucu devletlerin yetkilerine ve yasalarına dahi müdahale edebilecek duruma gelir tek egemenlik anlayışı içerisinde. Bunu doğuracak bir sonuç, hiyerarşi dengesini bozacak bir sonuç ortaya getiriyor ki zaten burada modelin gelişecek modelin ne kadar tehlike içerdiğini biz Türk tarafı açısından ortaya çıkmıştır. Beşparmak grubu olarak, benim üyesi bulunduğum, bununla ilgili olarak çok müthiş bir savaş veriyor halen Kıbrıs’ta. Ve çok ciddi boyutta bir eleştirimiz var sayın cumhurbaşkanına. Yürütmekte olduğu müzakere şekli ve vizyon eksikliği ve söylemiş olduğu, almış olduğu kararların etki ? analizini, hukuksal ve siyaset analizini sağlıklı yapamamak. Veya isteyerek, hani bilemiyorum artık hangisidir ama ikisi de olabilir, böyle bir tehlike ile karşı karşıyayız. Bütün bunları söyledikten sonra ben bazı fırsatlara da değinmek istiyorum. Yani çok kötü bir tablo çizmiş olmayayım. Çünkü elimizde bazı fırsatlar var. Bu fırsatları sağlıklı değerlendirdiğimiz takdirde önümüzdeki dönemde iyi bir netice alabileceğimize inanıyorum. Bununla ilgili olarak nasıl bir yol izlenmesi konusunda bazı önerilerim olacak. Her şeyden önce biraz önce de bahsedildiği gibi iki fırsat olarak gördüğüm Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararına değinmek istiyorum. Bu karar içerisinde bizim aleyhimize olan ciddi unsurlar var. Bunlar tabi geçmişten kalma, daha önceki kararların devamı olarak Türkiye’nin Kıbrıs’ta işgalci durumunda olduğu ve Kıbrıs’taki yönetimin Türkiye’nin tali bir otoritesi olduğuna dair ifadelerdir. Bu her kararda devam eden bir gelenek halini almıştır. Fakat bu kararda farklı bir şey çıktı karşı karşıya olduğumuz. Sayın hocamın da ifade ettiği gibi Kıbrıs’ta bir yerel otoritenin yani Kıbrıs içinde bir otoritenin ilk müracaat noktası ve bu tüketilmeden de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine gidilemeyeceğine dair karar tabi ki çok önemli. Fakat bana göre bundan daha önemli bir şey var. O da gene hocam buna kısaca değindi ama ben buna çok ciddi boyutta değinmek istiyorum. O da kararda şu ifadenin kullanılmış olması. 36, 35 yıl sonra, 1974’ten 35 yıl sonra şu anda söz konusu Demokolos ? ve diğerlerinin açmış olduğu davada söz konusu olan mal ? üzerinde yaşayan Kıbrıslı Türklerdir. Bu Kıbrıslı Türkleri biz mülkiyet hakkını yerine getirebilmek için kapı önüne koyamayız. Bu yeni bir insan hakları ihlali yaratır. Dolayısıyla biz mevcut kullanıcıların haklarını da göz önünde bulundurmak mecburiyetindeyiz ifadesi kullanılmıştır. Dolayısıyla eski mal sahiplerinin ve yeni mal sahiplerinin ve kullanıcılarının haklarının bir nevi dengelendiği bir durumla karşı karşıyayız bu karar neticesinde. Bu da şunu getiriyor: Kıbrıs’ta iki kesimliliğin ve coğrafya temelinin gerçekleşmesi için insan hakları hukuku açısından Kıbrıs Türk tarafı ilk kez sağlam bir zemin kazanmıştır. Çünkü bugüne kadar Rum 21 tarafının bütün iddiası birinci tercihi, mülkiyet hakkı dokunulmaz bir haktır, en üstün bir haktır ve bundan dolayı birinci tercih, herhangi bir çözümde mülk eski mal sahiplerine ait olacaktır. Onlar dönmek isterse dönecektir. Restitution, yani iade üzerine kurmuşlardı bütün argümanlarını ve son sayın Talat’ın yapmış olduğu müzakerelerde bu pozisyonu korudular. Hâlbuki insan hakları mahkemesinin almış olduğu karar bunun artık doğru olmadığını, savunulacak bir tez olmadığını ortaya koyuyor. Bu nedenle içerisinde bizim kullanabileceğimiz ileriye dönük olarak kullanabileceğimiz sağlam bir zeminin tarafımızdan ben elde edildiği kanaatindeyim. Tabi bunun kredisini sayın Talat kendisi üstlenmesin, yani onu da bu vesileyle ifade edeyim. Çünkü bu dava sayın Talat tarafından yürütülmüş bir dava değildir. Bu dava KKTC dışişleri bakanlığında sayın Necatigil başkanlığında bir hukukçu heyeti tarafından götürülmüştür ve meselenin temelinde sayın Denktaş’ın başlatmış ve korumuş olduğu hukuk bürosunun başarısı olarak görüyorum. Hiçbir zaman kredisi şeye ait değildir, bundan hiç kimse kredi çıkarmaya çalışmasın. Ben de herhangi bir kişi için prim çıkarmak için söylemiyorum söylediklerimi ama böyle bir eğilim var. Sayın Talat bunu kendisine bağladı. Böyle bir şey yok. Birinci kullanabileceğimiz önümüzdeki dönem açısından fırsat olarak bunu görüyorum. İkinci gördüğüm fırsat Kıbrıs’ta Ulusal Birlik Partisi ile DP koalisyonudur. Yani ilk kez Kıbrıs’ta benim söylediklerime inanan ve burada ifade ettiğim tezlere inanan bir siyasi düşünce ilk kez Kıbrıs’ta ittifak kurmaya başladı. Ve bu ittifakı ben çok kutsal görüyorum. Nasıl kutsal görüyorum. Çünkü ilk kez başından beri kavgalı olan iki lider, yani sayın Eroğlu ile sayın Denktaş ayrı…sayın Serdar Denktaş da bu meselede değil. Esas perde gerisinde sayın Denktaş vardı onu da ifade etmek istiyorum. Çünkü sayın Denktaş’ın telkini olmasa bu ittifak gerçekleştirilmeyecekti. Ve sayın Denktaş ile bu konu çok konuşuldu. Kendisinin çok açıklamaları vardır. Ben Kıbrıs’ta devleti savunan kim olursa olsun onu destekleyeceğim diye ifade etmiştir ve neticede oğlunun da bu yola girmesinde bir nevi aracı olmuştur. Bunu ben çok önemsiyorum. Çünkü ilk kez bütünlüklü çıkarımız için bir ittifak ortaya çıkmıştır. Ve bu ittifak bütün dünyaya bir mesaj verebilecek noktaya gelebilir. Bu da çok önemlidir. Çünkü sayın Talat’ı destekleyen kesimden şu an itibariyle maalesef müşteki güçler…sayın Talat şu an Kıbrıs’ta meşruiyetini Kıbrıslı Türklerin desteğinden almıyor, dıştan alıyor. O kadar iddialıyım bu konuda. Eğer dış müdahale olmasa sayın Talat seçimleri kesinlikle kaybeder. Dolayısıyla Kıbrıs’ta bunu çok önemsiyorum. İnşallah sayın Eroğlu’nun seçiminden sağlıklı bir sonuç çıkar. Bu uluslararası camiada sağlıklı bir mesaj verir. Kıbrıs Türkü kendi iradesini kullanarak kendi başkanını seçmiştir ve müzakereleri o şekilde götürecektir diye bir sonucun çıkmasını temenni ediyoruz. Buna ilaveten tahminime ? göre Türkiye’nin eskiye nazaran uluslararası camiada zaman içerisinde kızlarının daha fazla artmakta olduğunu ve bu kozları daha etkin biçimde kullanma potansiyeline de sahip olduğunu düşünüyorum. Bu kozların kullanılmasıyla da doğru kullanılmasını, bir potansiyel olarak söylüyorum bunu, bunu bir fırsat olarak söylüyorum, yani bu kullanılır veya kullanılmaz onu bilmiyorum. Ama kullanıldığı takdirde gerek çevre ülkeleri açısından bunun içerisinde İslam ülkeleri de var, Kıbrıs’ta daha sağlıklı bir neticenin alınmasına yardımcı olabilecek araçlar da gelişmeye başladı. Başka bir avantajımız Rum tarafının her zaman için aşırı taleplerle gerçekleştirilmesi nerdeyse mümkün olmayacak hayali taleplerle her zaman için arenada olmasını biz bir fırsata dönüştürme imkânına sahibiz. Yani şöyle diyeyim Rum tarafı Kıbrıs’ta Enosis’i gerçekleştirmek amacıyla yola çıktı. Şu anda Kıbrıs’taki sonuçtan yararlanan Türkiye ve Yunanistan’dır, yani Rum tarafı kaybetmiştir. Bu aşırı hırsı ve arzusu dolayısıyla kaybetmiştir. Çünkü İngiltere üslerini korumayı başarmıştır ve bunun sonucunda korumaya devam etmektedir. Türkiye ise bizler ise bir devlete sahip olduk. Bu devletin kıymetini bilmek mecburiyetindeyiz. Kıbrıs’ta şu anda Türk askeri var. Bunun da kıymetini bilmek mecburiyetindeyiz. 74 sonrasında yaratılan durumu bugünkü hukuka, bugünkü gerçeklere uluslararası camianın kabul edebileceği noktaya getirme mücadelesini aklımızı kullanarak yapmak mecburiyetindeyiz. Başka bir fırsat: Hıristofias’ın şu anda yola çıktığı hükümet ortaklarının bunların arasında Edek Partisi bunu da çok solcu diye bilinen fakat aşırı milliyetçi olan Edek partisi ve Diko Partisi’nin her ikisinin de desteğini Kıbrıslı Türklerle müzakeresinde çok toleranslı davrandığı gerekçesiyle Edek terk etmiştir ortaklığı Disi ile terk etme tehdidinde bulunmuştur ve bazı şartlar ileri sürmüştür devamı için. Şu anda halen bozulmuş değildir Disi ile ortaklığı ama çok ciddi şartlar ileri sürmektedir. Beşparmak grubu olarak biz Kıbrıs’taki bütün diplomatlarla temas halindeyiz. Söylenen şudur diplomatlar tarafından: Hıristofias Rum tarafından yalnız bir 22 adam haline gelmiştir. Bu noktadan sonra Kıbrıslı Türklerle gerçekleştireceği herhangi bir anlaşmayı Kıbrıslı Türklerin de kabul edebileceği herhangi bir anlaşmanın Rum tarafınca kabul edilmesi şansının artık nerdeyse yok olması nedeniyle o kadar bir kutuplaşma ve sertleşme devam ediyor Güney Kıbrıs’ta. Benim kanaatime göre Rum tarafını ekspoze etmesi bakımından, yani Rum tarafındaki diplomatların şu anda söylediği Disi, Edek ve Yeşiller Partisi var onların ekologlar dediği bir parti var. Onlarla hiçbir şekilde Kıbrıs’ta bir anlaşma olamayacağı ve bu insanların da kritik bir yoğunluk oluşturduğu, dolayısıyla küçük bir grubun bile Kıbrıs’ta olası bir anlaşmayı bozabileceği algılaması gün geçtikçe Güney Kıbrıs’ta diplomatlar nazarında yayılmaktadır. Bunu da kullanabiliriz. Yani bakın daha bunlar eşit ortaklığı kabul etmiyor, yetki paylaşımını kabul etmiyor demesine rağmen Hıristofias çok toleranslı bir politikacı olarak görünüyor. Yani Rum tarafında reddetme ihtimali çok yüksek. Bu da sağlıklı bir fırsat olarak bence değerlendirilebilir. Başka bir benim gene tahminime göre kullanabileceğimiz avantaj Rum tarafını Güvenlik Konseyinde destekleyen Rusya’nın son dönemde Türkiye ile bazı anlaşmaları dolayısıyla ne kadar eskisi gibi güçlü bir veto kullanabileceği konusunda bir takım düşünceler edinmeye başladım, yaptığım, yani istihbarattan. Böyle bir yıpranmanın da söz konusu olabileceği, bunun daha da güçlenmesi için çalışmaya ihtiyaç olduğu, bu söylediklerim yalnız muhakkak böyle olacak manasında değil. Ben sadece bir potansiyel kullanabileceğimiz potansiyelden söz ediyorum. Buna ilaveten tabi ki Yunanistan’ın şu anda ekonomik durumu son derece kötü. Bundan dolayı Güney Kıbrıs’ta verebileceği destekte de ciddi bir azalma ve yıpranma var. Bölge içerisinde daha fazla uzlaşı arayışı içerisine girebilir diye düşünüyorum. Tabi bu tam tersi de olabilir. Yunanistan milliyetçiliğine de kaçabilir yani bunun sonucunda. Böyle bir risk de olabilir. Bunlar fırsatlar. Peki karşımızdaki tehlikeler nelerdir. Birincisi, Rum tarafının AB üyesi olmuş olması. Ve bunu sayın Talat her zaman için sayın Denktaş’a ve sayın Eroğlu’na faturasını çıkarmaya çalışıyor. Bu doğru değildir. 1993 yıllarından itibaren Avrupa birliğinin, Avrupa konseyinin almış olduğu bütün karalarda Kıbrıs’ta çözüm olsa da olmasa da Kıbrıs AB üyesi olacaktır diye Yunanistan’ın veto tehdidi neticesi bir karar her zaman mevcut olmuştur. Yani Kıbrıs’taki Kıbrıs Türk tarafının tavrı ile ilgili bir pozisyon değil. Kıbrıs Türk tarafı Rum tarafına teslim dahi olsa olmasa da Rum tarafı maalesef ilk genişleme sürecinde Almanya’nın baskısı, Almanya’nın arzusu dolayısıyla Yunanistan üzerindeki Yunanistan ettiği pazarlıkta bu sonuç elde edilmiştir. Dolayısıyla bu Kıbrıs’taki politika veya Türkiye’nin o dönemde izlenen politika ile ilgili bir mesele değildir. Fakat sonuçta AB üyesi olmuştur ve Rum tarafı şu an AB üyeliğini istismar etmektedir. Bolans kararı bunlardan bir tanesidir. Bildiğiniz gibi orans kararında Rum mahkemesinin almış olduğu bir karar Avrupa birliğinin bir regülasyonu yani bir nizamnamesi dolayısıyla Avrupa birliği müktesebatı Kıbrıs’ta askıda olmasına rağmen bu müktesebatın bu bir unsuru, bu tüzük Kuzey Kıbrıs için uygulanmış ve bir Avrupa birliği üyesi olan Güney Kıbrıs’ın almış olduğu mahkeme kararlarının diğer üye ülkelerin mahkemeleri tarafından da icra edileceği yönünde karar çıkmıştır. Dolayısıyla bu bizim aleyhimize gerçekten istismar edilmiş. Müktesebatın aslında askıda olmasına rağmen bir siyasi karar olarak görülmektedir ve Rum tarafının ve Yunanistan’ın marifetiyle olmuştur. Tabi ki ayrıca gene AB üyeliği dolayısıyla hocamın da söylediği gibi Türkiye üzerine yapılan baskılar, limanları aç, Güney Kıbrıs’ı adanın tek meşru hükümeti olarak tanı, onunla ilişkilerini normalleştir baskısı bu tehditlerden bir tanesini oluşturmaktadır. Bunlarla mücadele etmek mecburiyetindeyiz. İkinci tehdit tabi ki Kıbrıs sorununu Türkiye aleyhine istismar etmek isteyen ülkeler var. Bu sorunun orda devam etmesi, Türkiye’yi her zaman kontrol edebilmeleri, istediklerini Türkiye’ye yaptırabilmek için bir araç olarak kullanılıyor. Bunların arasında başlıca Almanya, Avusturya ve Fransa gibi ülkeler var. Kıbrıs ihtilafının devamında medet umuyor Türkiye’yi denetlemek için. Böyle bir tehdit ile de karşı karşıyayız. İç tehditler de var tabi ki. Maalesef KKTC’nin kamu yönetimi ve kamu maliyesi bütün uyarılara rağmen Türkiye’nin baskısına rağmen gerekli yapılan reformu gösterememiştir ve çok ciddi zafiyet göstermiştir. Ayrıca kamu maliyesi Türkiye’den gelen büyük miktarda ancak paralarla denge kurabiliyor. Bu KKTC’nin kredibilitesi açısından çok ciddi bir eksiklik olarak karşımıza çıkıyor. Bu konunun bu kadar önemli bir mesele olmasına rağmen hiçbir biçimde bugüne kadar KKTC’de bu konular üzerine gidip yeniden yapılanma içerisinde bu sorunları halledebilecek noktaya gelmedi. Diğer bir sorun ekonomi ile ilgili sorunlardır. İlk dönemler sayın büyükelçim de burada Kıbrıs’ta büyükelçilik yaptığı dönemlerde, birkaç sektör dışında, birkaç iş dışında onların bir tanesi bildiğiniz gibi eğitim sektörü idi. Diğer işte turizm sektörüne 23 bağlı gazino sektörü de şu anda canlı sektörler olarak görülüyor. Fakat bu ikisi dışında yeni sektörler, yeni işler geliştirmekte başarılı olunamadı. Ve KKTC’de kırılgan bir ekonomik yapı devam ediyor. Bu da halk nazarında, halk içerisinde tabi ekonomik sıkıntı içerisinde olan halkta yorgunluk ve bir nevi başka çıkış yolları arama eğilimini artırıyor ve toplumsal direniş veya bütünlüğü, dayanışmayı hafifletiyor, azaltıyor. Güney Kıbrıs’ta iş bulmak mecburiyetinde kalan insanlar var. 5.000 civarında Kıbrıs Türkü… halen…bu da önemli bir rakamdır. Buna benzer tehditleri de göz ardı etmemiz tabi ….o zaman bunları geçiyorum. Ben önümüzdeki dönemde müzakerelerin yapılması ile müzakerelerin devamı ile ilgili olarak gerek Türkiye Cumhuriyeti hükümeti gerekse KKTC hükümetinin taahhüdü var. Yani seçimlerden sonra müzakereler devam edecek diye bir taahhüt içerisine girmişlerdir. Fakat sayın Eroğlu’na, Eroğlu ile yapmış olduğumuz Beşparmak grubu olarak çok uzun bir toplantıda bunu ifade ettik. Bu kesinlikle artık ucu açık bir müzakere olmamalıdır. Bunun bir zaman sınırlaması getirilmelidir. Aksi takdirde siz de geçmişteki müzakerelerle uzayıp giden bir sürecin içerisine girip kalacaksınız. Başında bunu deklare ederek 2010 yılı içerisinde biz bütün çabamızı ortaya koyup Birleşmiş Milletlerin ortaya koymuş olduğu iki kesimliliğin gözetilmesi, genel sekreter bunun tarifini yapmıştır. Bariz mülkiyet ve nüfus çoğunluğu Kıbrıslı Türklerde olacaktır diye tarif vardır. Bunu gözetecek siyasi eşitliğin mutlak şekilde pratikte göz görebileceğimiz bir anlaşmaya hazırız. Bunun için müzakere edeceğiz. Bunu şeffaf olarak yapmaya hazırız. Herkesin gözü önünde olsun. Fakat bunu gerçekleştiremediğimiz takdirde bir yıl içerisinde bu her zaman için devam edemez. Biz şu anda siyasi haklarımızı eşit taraf olarak kullanamıyoruz. Ambargolar altındayız. Bu bir insan hakları ihlalidir. Dünyanın bunu anlamasını bekliyoruz. Bütünlüklü bir piar kampanyası ile Türkiye destekli bunu dünyaya anlatıp sınırlı bir müzakereye bunları gerçekleştirmek için kararlı fakat iradeli bir müzakere yapılması, bilinçli bir müzakere yapılmasıyla bundan sonrası için zeminin hazırlanması ve bu zeminin hazırlanmasında Kosova örneğinde olduğu gibi genel sekreterin Kıbrıs’taki temsilcisinin her şeyi denedik, iki taraf arasında çok büyük bir farklılık vardır. Bir ortaklık devletinin kurulması mümkün değildir türünden bir sonucu doğuracak bir neticeye götürülmesi gerektiği inancındayız. Çok teşekkür ediyorum. Ergün Olgun. Efendim, şimdi son dönemde biliyorsunuz Ulusal Birlik Partisi’nin bir milletvekili olan Tahsin Ertuğruloğlu’nun ? eski Ulusal Birlik Partisi’nin başkanlığını yapmıştır. Dışişleri bakanlığını da yapmıştır ve sayın Eroğlu’nun da müsteşarlığını yapmıştır. Maalesef bir aday olarak bağımsız bir aday olarak şu anda Ulusal Birlik Partisi’nin içerisinde alınan ortak karara katılmış olmasına rağmen son dönemde Kıbrıs’ta cumhurbaşkanı adayı olarak çıkmıştır. Ve sağda eğer bu bahsettiğim bu inançlara sahip kesim içerisinde bir çatlak yaratmıştır. Bu çatlağın arkasında ne yattığını hiç kimse şu an itibariyle bilmiyor fakat bir takım spekülasyonlar var. Bu spekülasyonlardan bir iki tanesini söylemek istiyorum sadece, bunlar spekülasyondur. Bunlardan bir tanesi sayın Tahsin Ertuğruloğlu’nun sayın Derviş Eroğlu’na giderek kendinden sonra parti başkanlığını yapmak istediğini ve bu konuda sayın Eroğlu’nun desteğini istediği. Fakat sayın Eroğlu’nun ben böyle bir şekilde hareket edemem. Bu artık partinin yetkili organlarına bağlı bir meseledir. Ayrı bir meseledir demesi üzerine bozulduğu ve bundan bir gerginlik ortaya çıktığı söyleniyor. İkincisi, sayın Tahsin Ertuğruloğlu’nu Türkiye’den teşvik eden bir kesim olduğu iddia ediliyor. Bunu telaffuz etmek istemiyorum, kim olduğunu. Onu artık siz kendiniz karar verirsiniz. Ve dolayısıyla sayın Talat için bir seçilme zemini…ona bir nevi daha seçilme şansı yaratmak için bir adım olduğu, o senaryonun bir parçası olduğu söyleniyor. Fakat bu hareket sayın Tahsin Ertuğrul’u bitirmiştir. Sayın Tahsin Ertuğrul kalmış olsaydı parti içerisinde parti başkanı olma şansı son derece yüksekti. Yani yüzde yetmiş, seksendi. Bu şansını yitirmiştir ve bundan sonraki siyasi hayatında da güvenilirliği ortadan kalkmıştır ve sayın Eroğlu’nun seçilmesi için de tabi ki bir nevi bir zorluk çıkarmıştır. Bu kadar söylenti… Ses. Ertuğruloğlu kendimi bunda kullandırtmak niyetinde değilim dedi. Bunu biliyor musunuz? Burada…neydi, kime karşı söylüyor…ben kavrayamıyorum… Ergün Olgun. Biliyorum. Ulusal Birlik Partisi tarafından kullanılmak istemediğini… Ahmet Zeki Bulunç: Mümtaz Hocam siz başka eklemek ister misiniz? Mümtaz Soysal. Fazla uzayabilir onun için kısaca isterseniz. Benim bir endişem var. Bu Kıbrıs sorunu gerçekten konuşan herkese çok çok teşekkür ederim. Birçok şey öğrendim. Birçok şey de düşünmeye başladım. Kıbrıs sorunu başlangıçtaki öneminden daha fazla önem kazandı. Fakat sanki önemini kaybetti gibi bir izlenim. Oysa bana sorarsanız Kıbrıs sorunu Türkiye tabi ki Türkiye’nin sorunu ama Türkiye’nin Cumhuriyetinin sorunu haline 24 geldi. Yani Türkiye’nin Cumhuriyetini zayıflatmak isteyenlerin kurcaladıkları, yararlanmak istedikleri bir sorun haline geldi. Ve bunun daha da pratik ve güncel olan yanını alırsanız. Türkiye’de orduyu yıpratma kavramı var ya. Düşünürseniz yani buna katılırsınız, katılmazsınız, ama görüntü, söylenen o. Bunun içinde Kıbrıs sorunu da yer alıyor. Çünkü Türkiye’deki çeşitli kesimler içinde yalnız ordu olduğu için değil Türkiye’nin güvenliğini düşündüğü için, Türkiye’nin içteki durumunu da buna bağladığı için ordunun Kıbrıs konusunda ve bir de bunun bugünkü durumu hiç değilse ortaya çıkarılabilmesi için kendisini ortaya koymuş olan o harekâtı yapmış olan bir ordunun Kıbrıs konusunda başarısızlık eğer başarısızlığa doğru gidiliyorsa başarısızlıkta pay almış gibi gösterilmesi onu yıpratılmasında rol oynayabilir. Öyle bir şey seziyorum ben. Ve bugünkü iktidarın Kıbrıs sorununu benimsememiş olması ki benim izlenimim o. Benimsenmedi. Belki kambur ? olarak görmüyor olabilir ama başka türlü çözülse bundan çok büyük bir üzüntü duymayacak bir parti, iktidar partisi söz konusu. Nitekim başka türlü bir çözüm olsun diye gelişen sürecin içinde Davos var, Davos’ta verilmiş sözler var şimdiki başbakanın oradaki davranışı ve verdiği sözler var. Onun için hem içten hem dıştan eğer Türkiye Cumhuriyetini en azından başka bir Cumhuriyete dönüştürmek niyetleri varsa hem içte hem dışta, ya da zayıflatmak emelleri varsa ya da başka rollere soyunmak diye istekler varsa Kıbrıs bunun işlenmesinde, bu temanın işlenmesinde vaktiyle olduğundan çok daha fazla önem kazandı. Buna tabi bir de Avrupa birliği de… yani Avrupa birliği de Türkiye konusundaki tutumunu çok rahatlıkla Kıbrıs sorunu ile ilişkilendirip onu kullanıyor gibi geliyor. Yani vesile ya da bahane ya da hatta korkutmak olarak kullanıyor. Orada sıkıştırılarak Türkiye’nin Avrupa kozunun ben hani gerçekten öyle bir koz var mı, onda da şüphem var ama onu zayıflatmak bakımından Kıbrıs’ı kurcalıyorlar. O bakımdan bambaşka bir açıdan ele alınması gerekir ve bana sorarsanız belki şimdi söz verildi seçimden sonra devam edecek ama o görüşmeleri sizin dediğiniz gibi bir finale böyle olursa olur olmazsa ki olmayacaktır, ama böyle söyleyerek bunu da böyle yıllara yayılır bir tarzda değil son bir şeyle çıkıp planla çıkıp biz şunları istiyoruz. Bunlar olmazsa artık yok, bu iş bitecek diyebilmek lazım. Şimdi, diyemediğimiz için şimdiye kadar birçok noktada olmaz diyemediğimiz için Kıbrıs sorunu gitgide çetrefilleşti. Yani daha zor hale geldi. Evet, umut ışıkları var da ama içinden çıkılmaz hale gelişen aşamalarına bakarsak hangi aşamada tam net bir tutum ortaya koyamamışsak ondan sonraki aşama daha da güçleşti. Yani Cumhuriyeti ilan ederken, KKTC’yi ilan ederken cesaret edip bu da burada bitmiştir diyemedik. Federasyon olacak falan gibi. Onda da federasyonun niteliğini hiç değilse belirtebilirdik. Onu da tam belirtemedik. Çünkü tepkiden korkuyoruz. Şimdi bu tepki korkusunu üstümüzden atmamız lazım. Yani biz çok yanlış bir şey yaptık da onun suçluluğu ve kompleksi içinde bazı şeyler tam yapamıyoruz tutumundan kendimizi kurtarmamız lazım. Biz doğru ve yapılması gerekeni ve yapmak zorunda kaldığımız şeyleri yaptık. Yani bu kadar yani kaç yıllık aşağı yukarı, başlangıçtan itibaren alırsak, 40 yılı aşkın bir süreç, yani yarım asır. Yarım yüzyıl. Yani 1950’lerden alırsanız yarım yüzyıllık bir dava. Yarım yüzyıllık bir davanın böylece sürüyor olması tabi başlı başına bir facia. Ama bir taraftan da bu kadar sürüyor olmasına rağmen yine de orada değişmeyen bir unsur varsa o değişmeyen unsuru biraz değiştirmek lazım. Yani biz oraya mecbur olduk çıktık. Çıktık da ondan sonra oranın halkı bize gidin mi dedi. Diyebildi mi? Diyen demek isteyenler çıktı. Ama orada değişmeyen, benimsenen bir durum var. Yani Kıbrıs halkı ne kadar aleyhte sözler söylenmiş olursa olsun…çok küçük ama bunlar bazen…yani ne kadar söylenmiş olursa olsun bu durumdan özde memnun. Toprak dışardan gelip de onların işgal ettiği bir toprak değil. Türkiye’nin durup dururken işgal ettiği bir toprak değil. Ve buna bakarsanız dünyada o kadar çok bu kadar sürüp de ondan sonra da değişmez duruma gelmiş o kadar çok örnek sayılabilir ki insanlık tarihinde Kıbrıs’ta bizim artık bir kompleksten kendimizi kurtarmamız gerekir. Bu bizim haklı olarak sonuna kadar da güçlü olarak da savunabileceğimiz bir davadır. Yani hak ve gücün birbiri içine girmiş olduğu bir durumda eğer biz hala beğenmediğimiz kompromileri ? zorla yapıyor duruma düşersek ve burada ancak böyle olur diyemezsek Türkiye Cumhuriyeti daha da zayıflamış olur. Yani yalnız bu açıdan zayıflamış olur. Yani eğer yakın doğuda falan bir rol oynamak istiyorsak, Asya’da bilmem ön Asya’da falan bir şeyler yapmak istiyorsak böyle bir davayı koruyamamış olan bir topluma kimsenin saygınlığı kalmaz, hele büsbütün kaybedersek yani sonuçta yani değiştiremeyeceğimiz bir durum ortaya çıkarsa bunun zararı hepimize dokunur. Yani Türkler olarak biz zayıflamış olacağız, insanlar olarak kendimize olan güvenimiz azalacak. Devletin inanılırlığı gidecek ve devletin zaafı ortaya çıkacak. Yani demek ki kofmuş Türkiye Cumhuriyeti. Bunu bile yapamıyorsa kofmuş. Biz bu kadar Atatürk ile falan övünüyoruz, ondan sonra da ama böyle bir şey. Şimdi bunu içte de isteyenler var 25 Türkiye’nin bu duruma düşmesini, dışta da isteyenler var. İçte bu biraz Cumhuriyetin ilkeleri vs. ona girmeyelim. Dışta zannediyorum son yıllarda biraz güçlenen bir akım var. Bölgede ağırlıklı falan olmaya başladı ama öyle oluşu dolayısıyla da aynı zamanda endişe ve rahatsızlık, tepki uyandırır hale geldi. Yani Avrupa’nın tutumunu değiştirmesinde de bu rol oynadı. Yani burada bir ağırlık kazanıyor olmasaydı yani işte sıradan bir devlet, bilmem Hırvatistan’ı aldık onu da aldık falan denebilirdi. Türkiye öyle değil onların gözünde. Yalnız geçmiş olarak değil bir de potansiyeli ve dinamizmi. Hakikaten her şeye rağmen dinamik bir toplum var. Ve kendi kendisini de kurtaracak ve sonuçta silkinebilecek. Zannediyorum bugünkü içerdeki Cumhuriyet düşmanları bile bir gün gelecek silkelenebilecekler. Onlar kazanmayacak. Kazanır gibi oldukları noktada büsbütün ….lar ?. öyle bir inancım var. O inanç olduğu için bizim Kıbrıs sorununa dört elle sarılmamız gerekiyor. Ve bunu Kıbrıs’ta da anlatmak yani Türkiye o durumlara düşerse ordaki insanlar adada rahatlıkla ko….(iki kelime anlaşılamadı-bç.)…buna dayalı bir politikayı oluşturmak ve o 99 kararı az çok onu ifade ediyor. Tabi eksik olan orda kesinlikle artık iki devlet olur. Yani böyle görülmemiş bir şey de değil. Haiti mi…. bir ada var. Yarısı bir devletin yarısı öbür… Kıbrıs’tan da küçük galiba. Öyle mi? Yahut aşağı yukarı. Yani biraz belki daha fazla. Böyle devletler de var. Olabilir de. Ve bu da aslında barışın belki de en sağlamı. Ayrıldı mı belki çok daha iyi ilişkiler kurulabilecek. Bir model bizim oluşturmamız gerekiyor. Bunu tam söyleyemiyoruz. Yani biz ne istiyoruz. İki devlet istiyoruz ama bu iki devlet birlikte yaşayabilecek, karşılıklı saldırmazlık paktı… oluşturmak…hatta bazı ortak komisyonları paylaşabilecek hava kontrolü vs. bunu şey yapmak. Bu arada tabi gene eğer doğu Akdeniz olarak bütünüyle düşünüyorsak bizim Meis konusunda da bir tezle ortaya çıkmamız gerekir. Yani kimse çıkıp da yahu toprak davası, siz hala şey yapıyorsunuz genişleme ? diye, değil. Bunlar bu çizgileri çizdiler mi. Rodos’un bir doğu ucundan başlayıp ondan sonra bilmem Meis’e ondan sonra ordan da …. aşağılara kadar. Bu bir saldırganlıktır. Yani bir coğrafyanın…? bir hoşgörünün. Yani biz pekala ikinci dünya savaşı sonra…Almanlar geliyor adaları alın falan diye hayır hepsini istemem ama bu Meis biz ….? olarak da onu verseniz diyebilecek durumdayken bunu dahi yapmamışız. Yani bu Meis konusunu mutlaka çözmeliyiz ve burada…bu davranışlara dayandırarak. Madem böyle yapıyor Yunanistan ve Kıbrıs bu bizim için bir saldırganlıktır. Yani oraya füze koymuştan daha beter bir saldırganlık. Çünkü ekonomik sonuçları çok büyük olur. Hiçbir devlet burnunun dibinde böyle bir şeyin yapılmasına bence müsaade edemez. Türkiye’nin de etmemesi gerekir. Beraber bunu koyup gerekirse Kıbrıs’ta da belki bir toprak ayarlaması yapılıp onları da işin içine sokarak bunu bir bitirmek gerekir. Bu kadar isterseniz….(alkışlar….) 26 Ahmet Zeki Bulunç. Çok teşekkür ederiz hocam. Ben son derece önemli unsurlar çok açık bir şekilde ortaya konmuştur. Dolayısıyla Kıbrıs konusu Türkiye açısından her gün önemi artan daha özel bir boyut kazanmaktadır. Bu boyutlardan bir tanesi bilinen o stratejik değeri yanında hocamın Ergün’ün de belirttiği gibi özellikle doğu Akdeniz bağlamında ve Rumların olayı hukuksal bir boyuta taşıyarak bazı kazanımları elde etme zeminlerini de dikkate aldığımızda gerçekten önemli bir süreci yaşıyoruz… ama bu süreç içinde….(birkaç kelime kaset değişiminden dolayı eksik kaldı-bç.) …son ifade edilen hususları dikkate aldığımızda Meis, Rodos büyük küçük Helpe ? adaları gibi Yunanistan‘ın kendi kıyı şeridi olarak ortaya koyduğu ve bu kıyı şeridinin güneyinde Türkiye’nin hiçbir hakkının bulunmadığı kuzeyde hakkının olduğu, onu da Ege bağlamında nasıl bir hak olduğunu savunduğu tezlerle görüyoruz. Dolayısıyla Türkiye’yi denizlere kapatacak, Mısır ile ortak bir münhasır kanat ? bölge alanı oluşturacak bir çalışma içinde. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi zaten Mısır ile adımlarını atmış, Lübnan ile devam ediyor. Dolayısıyla denizden Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile Yunanistan’ın komşu olabileceği bir zemin yaratılmaya çalışılıyor ki bu Türkiye’nin geleceği açısından son derece önemli bir noktadadır. İşte bu aşamada baktığımızda gerek deniz alanları itibariyle gerek hava sahası itibariyle Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti temelinde iki devletli bir uzlaşının mutlaka sağlanmasının önemi daha artmaktadır. Burada Ergün arkadaşımızın ortaya koyduğu riskler veya tehditler konusuna ben bir şey eklemek istiyorum. O da son zamanlarda Türkiye’nin İsrail ile olan ilişkilerindeki yeni boyutlardır. Bu boyutun yarın nasıl olabileceği bilinmiyor ama gerginlikler vardır. Diğer yandan Mısır ile Türkiye arasında da doğu Akdeniz‘de ve Arap dünyasında bir liderlik çatışması vardır ve son dönemdeki gelişmeleri dikkate aldığımızda İsrail’in gerek Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile gerekse Yunanistan ile ilişkileri farklı bir boyut kazanmaya başlamıştır. Yani Türkiye bir bakıma sen böyle davranırsan benim senin düşmanlarınla işbirliği yapma alanlarım da vardır yaklaşımını ortaya koyan bir husus vardır. Eğer Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ısrarıyla doğu Akdeniz’de Lübnan ve Mısır ile yaptığı münhasır ekonomik bölge anlaşmaları gibi bir anlaşmaya yönelirse eğer Mısır ile Türkiye münhasır ekonomik bölge anlaşmasını yapamaz ve Yunanistan Mısır ile böyle bir anlaşma yaparsa Türkiye’nin doğu Akdeniz’deki münhasır ekonomik bölge alanları daralmış olacaktır. Son derece riskli bir durumdur. Bu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti açısından da büyük tehditler teşkil edecek bir durumdur. O nedenle bu süreç bizim için önemli ve bu süreçte Mehmet Ali Talat’ın, Ergün arkadaşımızın çok net bir şekilde ortaya koyduğu yaklaşım görüşme metodu ve ortaya koyduğu tezler vardığı mutabakat anlaşmaları tekli ? çözümler diyebileceğimiz anlaşmalar tamamen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini ortadan kaldıracak, Kıbrıs Türk halkını azınlık statüsüne düşürürken üniter devlet yapısı içinde egemenlik tamamen Rumlara geçecek ama bir başka önemli husus da ortaya çıkacak Türkiye’nin garanti ve ittifak ? anlaşmaları ve Londra anlaşmalarıyla birlikte ada üzerinde elde ettiği hak ve statüleri ortadan kaldırıp Türkiye’nin ada ile bağları kesilecek. Bu da bizim açımızdan son derece önemlidir. Ve maalesef bu risklere, bu tehditlere rağmen bugünkü seçimlerde Türk hükümetinin ortaya koyduğu olumsuz tavırlar vardır. Rasim Ertuğruloğlu örneğin bunlardan bir tanesidir. Yine buradaki hükümetin etkisiyle kurulmuş olan Özgürlük ve Reform partisinin dün akşam aldığı kararla Talat’ı desteklemesi de bunların bir parçasıdır. Dolayısıyla bu süreçte bizim için en azından yeni bir dönüm noktasını getirecek ve uluslararası alanda özellikle Annan planı sonrasında birlemiş milletler düzeyine kadar giden Amerika Birleşik Devletlerinin de açıkladığı Türkler egemenlik haklarına iki devletli yapıdan vazgeçmişlerdir mesajını terse çevirip özellikle Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin yaşatılması ve Kıbrıs Türk halkının kendi egemenliğine eşit egemenlik haklarına sonuna kadar sahip çıkacağının mesajı ve Türkiye’nin ada üzerindeki hak ve statülerinin devamı yönündeki mesajını bu seçimlerde vermemiz gerekir diye toparlamak istiyorum. Soru alabilirsek var mı sorularınız… Ses. Sayın Pazarcı’ya 70’li yılların son dönemlerini, Ankara’nın Roma anlaşmalarının sonucu Türkiye’nin topluluğa alınamayacağını, bunun takibinde Avrupa belgelerinde Kıbrıs’a çıkartma yapmış olan Türkiye’yi Hıristiyan dünyasında toprak işgal etmiş bir ülke olarak görüyorken ve bu süreç böyle devam ederken Doğu Timor’da hızlı bir operasyonla Doğu Timor Endonezya’dan koparıldı. İlk önce ordusu aleyhine bir kampanya başladı 1995’te…. Hüseyin Pazarcı. Avrupa toplulukları o zamanki adıyla angajmanı Roma antlaşmasında özellikle üç dönemden oluşan bir süreç öngörülmüştü. Son dönem Türkiye’nin tam üyeliğe hazırlanması ve sonuç itibariyle katılması yani ilk başlarda Avrupa birliği yaptığı Ankara anlaşmasıyla Türkiye’yi dışlayan, reddeden bir konumda değildi. Bu gelişmeler daha sonra olmaya başladı. 90’lı yıllarda biraz tartışıldı ama 99’da yine de Türkiye’nin tam üye olabilmesi konusundaki adaylık kabul edildi. Dolayısıyla böyle Türkiye’yi tam bir dışlayan yaklaşım 2000’li yıllarda başladı. 2000’lı yılların ürünü Türkiye’yi tam olarak dışlayan bir yaklaşım içine girildiğinde işte Kıbrıs olayı da üstüne Türkiye bakımından kullanılan bir yeni malzeme şeklinde değerlendirildi. Şimdi bütün bu veriler çerçevesinde bir gün Kıbrıs’ı zaten hani Doğu Timor olayında Endonezya’nın bir parçasıydı koparıldı. Türkiye’nin bir parçası olan bir KKTC yok hukuken. KKTC tabi ki kendi başına bir devlet. Tam aynı yoldan bir sonuç elde edilmeyecek. Ama paralellik kurulması yani Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini ortadan kaldırıp etkisiz kılıp veyahut ta Kıbrıs Cumhuriyeti içinde amalgam hale getirilme en büyük arzuları. Yani mutlak Doğu Timor örneği gibi gitmez. Ama benzer yararlanmalar söz konusu olabilir tabi. Ahmet Zeki Bulunç: Teşekkürler hocam. Başka soru sorma isteyen var mı? Arzu Güney. Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği’ndenim. Benim birkaç sorum var. Birisi sayın büyükelçime. Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin 70’li yıllarda hukuku başlatması Türkiye’yi yine Avrupa konseyine başvurması deyince aklıma ister istemez 63’te 67’de Kıbrıslı Türklere yapılan katliamlar sırasında Türkiye’nin hiç aklına gelmedi ki 69 Kıbrıs Cumhuriyeti Avrupa Konseyine üyeydi. O sırada niçin biz bir şikâyette bulunmadık. Bir de sayın Olgun’a fırsatları sayarken Türkiye’nin zaman içinde kozlarının artmakta olduğunu söylemiştiniz. Onu biraz açmanız mümkün mü? Hüseyin Pazarcı. 63’ten itibaren tabi ki Türkler çok zarar gördü. İnsan hakları ihlalleri olduğu kesin ve ama o mekanizmaları bizim devletimiz pek kullanmayı beceremiyordu herhalde. Ve dolayısıyla öyle yollara gitmedi. Size başka bir şey söyleyeyim. Biz bize karşı Kıbrıs Rum yönetimi Avrupa insan hakları komisyonunda dava açtığında ve biz iddiamızda Kıbrıs’ı temsil etmez ki onun bize dava açması kabul edilsin diye defide bulunduğumuzda bir baktık ki biz hukukçular aaa, Türkiye’de Rum 27 yönetimiyle ortak olan dönemden atanan büyükelçi hala göreve devam ediyor burada. Biz kendimiz sanki Kıbrıs Cumhuriyetinin temsilcisiymiş gibi adamı burada tutuyoruz. Yani tutarsızlıklar çok maalesef olmuş. Dolayısıyla o mekanizmaları çalıştırmayı bilmiyoruz. Bizim Avrupa insan hakları sözleşmesinin mekanizmalarını öğrenmemiz bu Rumların açtığı dava ile oldu. Hep Türkiye’nin aklı zaten öyle başına geliyor. Dolayısıyla biz öyle mekanizmayı öğrendik. Üzerinde çalışıldı. Ve uzun süre Kıbrıs Türkleri daha sonra Rumlara karşı dava açmadı. Onları devlet olarak tanıma sonuçları meydana gelmesin gibi düşüncelerle de dolayısıyla yani bugünlere böyle gelindi. Ses. Biz ülke olarak Avrupa insan hakları sözleşmesine ne zaman taraf olduk ki taraf olmadan başvurmanız mümkün değil. Hüseyin Pazarcı. Biz başından itibaren tarafız. 53’ten itibaren. Ses. Peki yani Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin yargı yetkisini kabul etmeden bizim orda dava açmamız… Hüseyin Pazarcı. Komisyon ve divan vardı o dönemlerde. Komisyon önünde bütün sözleşmeye taraf devletler dava açma yetkisine sahipti. Türkiye’nin tabi Rum yönetimini devlet gibi tanıması, devlet olarak normalde düşünülmemesi gereken bir şekilde değerlendirildi. Ama bireyler düzeyinde açabilirdi yalnız o dönemlerde başında tam şu anda bütün verilere sahip değilim ama galiba divana başvurabilme ve komisyona başvurabilme bireysel başvuruyu Rum tarafı da kabul etmiyordu, en azından bir süre. Biz zaten 90’lı yıllarda kabul ettik bunu. Mümtaz Soysal. Devlet….ondan sonra da Kıbrıs’ı tanıyormuş durumuna düşmemek için… Hüseyin Pazarcı. Evet, böyle bir gerekçeyle devlet davası şeklinde bir dava açılması yoluna gidilmedi. Ergün Olgun. Efendim ben daha önceki soruya da bir cevap vermek istiyorum. Şimdi bu Doğu Timor konusunu gündeme getirdiniz. Orda daha farkı bir şekilde de bakabiliriz. Doğu Timor Hıristiyan ve bir Ses. Pagan… Ergün Olgun. Pagan… Ses. Yüzde 98’i pagan, yüzde 2’si… Ergün Olgun. Peki, yani şeyden, İslam… Ses. Pagan olmayanların yüzde 2’si Müslüman yüzde 50’si ? Hıristiyan… Ergün Olgun. Yani gayrım üslüm bir yapıya sahip diyebilir miyiz? Müslüman bir yapı. Bundan dolayı şöyle bir iddia var. Batı çifte standart uyguluyor. Stratejik bir yerde şu anda mesela ben Berlin duvarının yıkılışı ile ilgili olarak 20. yıl kutlama törenindeydim ve orda konuşmacıların çok büyük bir kısmının şu anda Avrupa birliği içerisinde fiziki duvarların yıkılması konusundaki konusunu gündeme getiren konuşmacılara fiziki duvarlar yıkıldı Avrupa birliği içerisinde. Avrupa birliği içerisinde bir inanç duvarı lazım oldu. Örülmekte olduğuna dair iddialar var. Kıbrıs meselesinin de bununla bağlantılı bir tarafı olduğunu söyleyebiliriz. Bu belki bir ölçüde Doğu Timor için de geçerli olabilirdi gayrı Müslüman bir yapıya sahip olan bir bölge ile ilgili olarak. Ben sadece onu söylemek istedim. Başka bir açıdan baktığımızda şeye gelince Rusya federasyonu konusuna gelince, Rusya federasyonu ile ilgili olarak şu anda Türkiye’nin karşılıklı çıkarları ….son birkaç yıl içinde eskiye nazaran artmış durumdadır. Yani karşılıklı ticaret hacmi, karşılıklı işte petrol, gaz buna bağlı ve Türkiye’nin yaptığı ihracat konusunda farklı rakamlar var eskiyle mukayese edildiği zaman. Bu karşılıklı bağımlılık diyebileceğimiz hususun ben şahsen ülkeye bir koz verebileceği kanaatindeyim. İkinci bir mesele de Kafkasya meselesidir. Kafkasya’da her zaman için söylenen için bir şey vardır. Kıbrıs’ta olduğu gibi bir durum ile mi karşı karşıya kalıyoruz. Ve Rusya tek tanıyan devlet durumunda karşımıza çıkıyor orda ki Gürcistan‘dan ayrılması konusuyla ilgili olarak. Dolayısıyla ortada bir paralellik var. Farklı bir şey var. Kıbrıs’ı da tanıyacak mısınız diye. Tabi soruldu ama tanımayacağız dediler ama böyle bir de başka bir paralellik var. Bir emsal var onların da safında. Böyle bir şeyi… Bunlara artı başka şeyler de söylenebilir. Türkiye’nin kozları konusuna gelince ben batının da şu anda Avrupa birliği başta olmak üzere batının da Türkiye’ye olan bağımlılığında eskiye nazaran bir artış olduğu inancındayım. Bu enerji ulaşımı konusu ile ilgili olarak olabilir. Türkiye’nin bu ülkelerle olan ihracat hacmindeki büyümeyle ilgili olarak olabilir. Ordaki Türk nüfusun Almanya ve diğer ülkelerdeki eskiye nazaran daha birlik içerisinde hareket etme eğilimi ile ilgili olabilir. Fakat birçok yönden kanaatime göre Türkiye’nin şu anda bu ülkelerle ilgili karşılıklı bağımlılığının gelişmesi neticesi onları acıtabilecek gerektiğinde bir takım kozlarla kozlar elde manivelalar elde edilebileceği….bu tabi ki ciddi bir çalışma gerektiren bir konu. Tabi ki koz konusu koz geliştirme konusu başlı başına bir ihtisas konusudur. Ben böyle bir potansiyel bulunduğuna inanıyorum. Türkiye’nin bu ülkelere karşı kullanabileceği. Ahmet Zeki Bulunç: Teşekkür ederiz. Ben de bir konuyu eklemek istiyorum. Özellikle hem Ergün 28 beyin hem de Mümtaz hocanın söylediği bundan sonraki müzakere sürecinde bir süre verilmesi ile de bağlantılı olarak önem taşıyan bir husus. Bizim her şeyden önce hocamın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde devlet olarak Güney Kıbrıs Rum Yönetimini tanırken atıf yaptığı Birleşmiş Milletler kararları bağlamında baktığımız zaman 4 Mart 1964 tarihli Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı başta olmak üzere bizim Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Türkiye aleyhine alınmış kararların yeniden sorgulanmasını sağlayacak bir yaklaşım ortaya konmalıdır. Ayrıca müzakere masasında olduğumuz için, sürekli müzakerelerde “anlaştık anlaşıyoruz”, “Birleşik Kıbrıs çözümü” sağlanacak açıklamaları ve yaratılan beklentiler dolayısıyla üçüncü ülkelerin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanınma konusunu da bir bakıma engellenmiş olmaktadır. Bu nedenle de gerçekler dikkate alınarak artık müzakereler süreci içinde sürekli anlaştık anlaşıyoruz ortamının da mutlaka değiştirilmesi gerekir. Aksi halde bu süreci biz sonlandıramayacağız. Bu bağlamda Rusya’nın Birleşmiş Milletler’de ki tavrı ve veto konusunu zayıflatacak başka unsurları da bulmamız lazım. Ben ekonomik çıkarlar açısından o bağlantının çok güçlü olabileceğini sanmıyorum ama Gürcistan ve Abhazya konusunda çok güçlü bir kozumuz var elimizde. Onları değerlendirmekte yarar var. Varsa son bir soru daha alacağım; yoksa son sözü sayın Başkan Aydın Esen’e vereceğim. Buyurun. Serdar Şahinkaya. Öncelikle çok teşekkür ediyorum. Gerçekten ciddi ayrıntılar….ben adadan gelen Ergün beye bir soru yöneltmek istiyorum. Sanki şeye benziyor mu acaba 2004 Annan planından önce adada yurt içindeki propaganda ekipleri şu anda 18 Nisandan önce de bir ve aynı şekilde mi çalışıyorlar diye soracağım. İkincisi, bunları teyit eder mahiyette işte seçime beş kala bir parti kurdurulması Tahsin Ertuğruloğlu’nun aday olarak ortaya çıkması ve Talat’ın seçimde öne çıkması gayretleri sanki bir ve aynı merkezden Türkiye açısından söylüyorum, … kast etmeden….dışı kast etmeden mi yönetiliyor ?... bir bu konuda yorumunuzu almak istiyorum. İkincisi Mümtaz hocanın söylediği ordu üzerinden, orduyu yıpratma meselesiyle ilgili olarak sizin ve Hüseyin hocanın da anlattığı doğu Akdeniz çanağındaki gerek münhasır ekonomik bölgeleri Rodos ile Meis adasının altında Türkiye’nin hiçbir hakkı olmaması meselesini Türk Deniz Kuvvetlerinde son altı aydır yoğunlaştırılarak yapılan operasyonla beraber mütalaa edebilir miyiz? Teşekkür ederim. Ergün Olgun. Şimdi efendim, eskisi kadar…2004 yılındaki çok açık oynanmıştı. Daha bu sefer daha saf oldu. Yani daha üstü kapalı oyun oynanıyor. Öyle görünüyor. 2004 yılında açık bir tavır vardı. Daha açık bir tavır vardı. Milletvekilleri gelir Kıbrıs’ta propaganda yapıyordu. Para miktarı gayet yüksek bir orandaydı. Son dönemde yapılan diplomatlarla yapılan, şimdi isim de veremiyorum, birebir yapmış olduğumuz temaslar var, bu konuyla ilgili olarak ve siyasetçilerle yapmış olduğumuz temaslar var, söylenen geçmişten farklı olarak çok açıkça biz Kıbrıs’ta iki tarafa da eşit mesafedeyiz sözcüğü söyleniyor ve yapılanlar mesela örnek vermek gerekirse bildiğim bir şeyi söylüyorum. İki tane seçim otobüsü Kıbrıs’a geldi. Nerden geldiği aşağı yukarı belli. Seçim otobüsleri. Fakat açıkça söylenmeden bunlar yapılıyor. Geçmişte daha cesur yapılıyordu bu tür hareketler. Ama bu hareketlerin yapıldığı ortada. Batılı diplomatlar ise açık yapıyorlar. Hem yaptıkları görüşmede Talat’ın gitmesi halinde müzakere sürecinin sıkıntıya gireceğini, bir sonuç alınamayacağını, topların ? Kıbrıslı Türklere ve Türkiye’ye karşı yönleneceğini hatta tehdit ederek bunu söylüyorlar. Dolayısıyla o cephede daha açık bir oyun var. Türkiye kanadında ise daha gizli bir süreç yaşandığını söyleyebiliriz. Meis konusu son derece ciddi bir mesele. Çünkü Meis Rodos ve Girne ile Türkiye arasında yani Kıbrıs’ın kuzeyi ile Türkiye arasında orta hat çizgisinden geçen bir münhasır ekonomik alan planından bahsediyoruz. Türkiye kesinlikle şu anda 30 kilometrenin dışına çıkamayacak bir noktadadır, kendi sahilinden. Bu tabi ki Ege’ ye yaklaştıkça daha da farklılaşıyor. Bu Türkiye için son derece kabul edilemeyecek ve çok ciddi bir mücadele gerektiren bir konudur. Türk Deniz Kuvvetleri bildiğiniz gibi Türkiye’nin ilan ettiği münhasır ekonomik alan çerçevesinde şu anda Baf ile Girit ve Rodos arasındaki bölgede kendi münhasır ekonomik alanı olduğunu söylüyor, ilan edilmiştir çünkü ve o bölge içinde Deniz Kuvvetlerinin etkinlikleri var. Ve o bölge içerisinde yapılacak herhangi bir sondaj çalışmasını da engelliyorlar, fiziki olarak engelliyorlar. Deniz Kuvvetlerinin bunun dışında son bahsettiğiniz çalışmasını bilmiyorum. Onunla ilgili olarak bir şey söyleyemem. Fakat Baf açıklarında Akdeniz‘in orta çizgisi ile ilgili yani Kıbrıs ile Türkiye arasındaki orta çizgiden değil Kıbrıs’ın karasuları dışında kalan Akdeniz‘in ortasından geçen bir münhasır ekonomik alanı var Türkiye’nin. O alanda etkinliğini şu anda kararlılıkla sürdürmeye devam ediyor. Serdar Şahinkaya. Ben bir şeyi anlatamadım herhalde. Bilgiler için teşekkür ediyorum da. Yani bu anlattığınız stratejik meselelerle ilgili olarak esas 29 kumanda manivelası olarak doğu Akdeniz’de varlık göstermesi gereken Türk donanmasının kuvvet komutanları üzerinde….onu söylüyorum… Ergün Olgun. Bağlantısı olabilir… Mümtaz Soysal. Genel Kurmay‘da zaten Kıbrıs konusu ile ilgilenenler hep deniz subayları. Görevli olarak onlar… Ahmet Zeki Bulunç: Onlardan da bir kısmı sorguda şu anda…Şimdi hocam bir ekleme yapmak istiyor. Hüseyin Pazarcı. Ekleme, sayın Olgun dedi ki Türkiye münhasır ekonomik bölge ilan etmiş durumda. Türkiye Akdeniz‘de münhasır ekonomik bölgeye sahip değil böyle bir ilanda hiç bulunmadı. Peki, hakkımızı bunun münhasır ekonomik bölge ilanına karşı neye dayandırıyoruz deniz hukuku kurallarına göre diye sorarsak, bizim kıta sahanlığımıza dayandırıyoruz. Kıta sahanlığı ilan edilmeden sahip olunan ve tabanı içeren bir deniz dibi olayı. Ve bizim kıta sahanlığımızı o münhasır ekonomik bölge ilan etmek suretiyle ihlal etme durumunda kalıyor. Biz buna karşı hareket ediyoruz. Bunu …. Ahmet Zeki Bulunç: Efendim, son sözü Aydın Esen arkadaşımıza vereceğim ama bir de reklam yapayım. Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarıyla ilgili son tartışmaları dikkate aldığımızda, yararlı olabilecek yeni bir kitap yayınlandı. Siyasal Bilgiler Fakültesi hocalarımızdan Prof. Dr. Sertaç Hami Başeren’in Doğu Akdeniz Deniz Yetki Alanları Uyuşmazlığı adlı kitabı, Türk Deniz Araştırmaları Vakfı (TÜDAV) tarafından çok kısa bir süre önce yayınlandı. Bu konuda bizim açımızdan son derece önemli bir kaynaktır. Bu konuları değerlendirebilecek zeminler vardır. Sadece Ergün arkadaşımın bir açıklamasına bir ek yapmak istiyorum. Baf bölgesiyle ilgili deniz kuvvetlerinin kontrolü dışında Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin güneyine taşan uluslararası deniz alanlarında da Türk Deniz Kuvvetleri 2007 yılında atışlı tatbikatlar yapmıştır. Onun da bilgisini vermekte yarar var. O söylediğiniz bağlantı önemli bir rol oynuyor diye düşünebiliriz. Evet, Aydın arkadaşımız buyurun. Aydın Esen. Çok teşekkür ediyorum. Değerli uzman ve yetkin konuşmacıların birbirini de tamamlayan, bütünleyen konuşmaları konuyu gerçekten bütün boyutlarıyla ortaya koydu. Aynı zamanda sayın katılımcı misafirlerimizin soru ve katkıları da bizi derinleştirdi. Bunları tabi bu mekânda bırakmamamız gerektiğini düşünüyorum. En kısa sürede bunu haber olarak basına duyurmamız var. İkinci olarak, konuşmaların çözümünü yapıp sizlerin de onayından geçtikten sonra gerek Mülkiyeliler Birliği’nin gerekse Bilay Vakfı’nın web sayfasında yer almasını sağlayacağız. Bir de bizim geleneksel bu toplantılardan sonra Perşembe Mülakilerimiz var. Konuşmacılar misafirimiz olmak kaydıyla katılımcı arkadaşlarla birlikte bu mekânda bir akşam yemeği vereceğiz. Bu mekân değişecek. Burada olacağız. Ben tekrar katkılarınız, katılımınız için çok çok teşekkür ediyorum. Sayın arkadaşlarımıza sevgiler saygılar sunuyorum. 30 ANITKABİR ZİYARETİ Mülkiyeliler Birliği’nin 42. Olağan Genel Kurul’unda seçilen, Yetkili kurullarımız ve üyelerimizle birlikte Tarih: 10 Nisan 2010 Cumartesi günü saat 13.00’de Aslanlı Yol’da toplanarak Anıtkabiri ziyaret ettiler. Ata’mızın huzurunda saygı duruşunda bulunan Mülkiyeliler adına, Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı İhsan Feyzibeyoğlu mozoleye çelenk koydu. Birlik Genel Başkanı İhsan Feyzibeyoğlu Anıtkabir defterine Mülkiyelilerin inançlarını ve duygularını yazdı. “ Ata’m, Mülkiyeliler Birliğinin 42 inci genel kurulunda seçilen yönetim kurulu üyeleri olarak içten sevgilerimizi haykırmak ve yürekten bağlılığımızı bir kez daha arz etmek için huzuruna geldik. Mülkiyeliler için 75 yıl önce söylediğin gibi ‘Türk Milleti’ne, Türk Cumhuriyeti Devleti’ne karşı yapmaya mecbur olduğumuz görevler bitmemiştir ve bitmeyecektir.’ İlke ve devrimlerinin korunması, Cumhuriyet’in tüm değerleriyle sonsuza kadar yaşatılması tüm Mülkiyelilerin ortak sorumluluğudur. Senin ve eserlerinin önünde saygıyla eğiliyoruz. İhsan Feyzibeyoğlu Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı 31 Yüksek Danışma Kurulu Toplandı Mülkiyeliler Birliği Derneği Yüksek Danışma Kurulu’nun 10.04.2010 tarihinde yapılan toplantısında, Mülkiyeliler Birliği Vakıf Senedi’nin konuyla ilgili hükümlerine göre Hasan Yaman’ın asıl üyeliğe ve Süleyman Gökdemir’in yedek üyeliğe seçilmesine karar verilmiştir. 32 konferans ANAYASA İLE ALDATMAK MÜMTAZ SOYSAL Uluç Gürkan. Merhaba arkadaşlar, Mülkiyeliler Birliğinde Mülkiyelilik duruşuna yakışır, yaraşır bir toplantıyı yoğun bir ilgiyle yapmaktan gerçekten ben çok mutluyum. Mülkiyeliler Birliğinin yeni yönetimine de bu nedenle teşekkür etmek istiyorum. Salondaki koltuklardan farklı iki koltuk var. Kenarlıkları var koltukların. Mümtaz Soysal. Anlaşıldı. Uluç Gürkan. Herhalde bir nostalji. Mümtaz hocamızın öğrencisi olanlar bilir ki hocamız hiçbir zaman oturmazdı, koltuğun kenarına ilişirdi. Mümtaz Soysal. Hiçbir zaman da bu kadar geç kalmazdı. Uluç Gürkan. Madem nostalji, bana bu koltuklar gelirken bir anımı, parlamentoda birlikte seçildiğimiz 1991-95 döneminde hocamla yanaştığım, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde içime sindiremediğim anayasa notunu o çalışma döneminde, hocam hatırlamayacak ama, biraz kendi vicdanımda yükselttiğim bir anımı hatırlattı. Ben siyasalda iyi bir öğrenciydim. Hiç kavun yemeğe kalmadan 8.3 ortalama ile mezun oldum. Ama üssü mizanın altındaki tek notum, birinci sınıfta anayasa hukukunda 6 ile sevgili hocamdan almıştım. Bu içime hep dert oldu. 1991 yılında parlamentoya girdikten sonra konuşuyoruz şimdi. İşte anayasadan 12 Eylül’ün gölgesini kaldırmak, 12 Eylül’ün izini yok etmek. 12 Eylül anayasasını tümüyle değiştirmek. 91 yılında parlamentoya girdiğimde bende bir takıntı oluştu. Anayasanın başlangıç kısmında şöyle bir ibare vardı o tarihte. Sayın Yekta Güngör Özden ve hocam siz çok iyi anımsayacaksınız. Türk milletinin ayrılmaz parçası olan Türk Silahlı Kuvvetlerinin milletin çağrısıyla gerçekleştirdiği 12 Eylül 1980 harekâtı sonucunda Türk milletinin meşru temsilcisi olan Danışma Meclisinde hazırlanıp Milli Güvenlik Konseyince son şekli verilerek Türk milleti tarafından kabul ve tasvip ve doğrudan doğruya onun eliyle vaz olunan bu anayasa. Bu olmaz dedik. Bir imza açmaya başladık. Birinci imza DSP genel başkanı olarak rahmetli Bülent Ecevit’in, parlamentoda oldu. İkinci imza o tarihte Cumhuriyet Halk Partisi oluşmuştu, Deniz Baykal’ın. Üçüncü imza da rahmetli Erdal İnönü parlamentoda olmadığı için SHP grup başkanı olarak Aydın Gürkan imzaladı. Yalnız ben bunu hazırladığım zaman hocama götürdüm. Hocam ben böyle bir şey yapmak istiyorum. Çok iyi düşünmüşün dedi. Hocam notumu yükseltin dedim. Tamam tam not dedi. Kendisi de büyük bir onurla bana onur veren bir şekilde o teklife imza verdi. Sonradan biz bize kaldık imzalarda. Ama Hüsamettin Cindoruk, kendisini saygıyla anıyorum. Meclis başkanı. Bu doğrudur, haklıdır dedi sahip çıktı. Ve 1995 yılının Temmuzunda anayasadan bu başlangıç hükmü bizim önerip imzaladığımız biçimde çıkmış oldu. Hem bu 12 Eylül gölgesi vs diye tartışmalar çok artarken bugün bu konuda yapılan, atılan adımları da anımsatmak, anımsamış olmak istedim. Buyurun hocam söz sizin. Mümtaz Soysal. Önce utancımı bir ölçüde giderebilmek için geç kalışım kadar büyük bir af diliyorum. Bu da benim eski Karanfil Sokağın sakinlerinden oluşumdan kaynaklanıyor. O zamanlar sakin bir sokaktı. Şimdiki gibi böyle barlar sokağı falan da değildi. Orayı ben sakin sokak geçeceğim sonra buraya gelecek diye düşünüyordum. Orayı geçtim. Fakat burayı da geçtim. Çünkü kalabalıktan ve polisler vs. den yani neresi, nedir belli olmuyor. Bir de ben aslında zamanında hatta tam dakikasında gelecektim. Bu arada madem dolaşıyorum madem Mülkiyeliler Birliği’ne…orda 33 ikinci sokakta burasıdır diye epeyce dolaştıktan sonra bir yer gördüm. Böyle camekanlı falan filan. Sokağın başında galiba. Bir de apartman var. Allah Allah dedim yani Mülkiyeliler Birliği bu kadar değişmiş ve bu kadar da gazinocu olmamıştır falan diye düşündüm. Oraya girdim çıktım da hatta bakıyorum. Burası değil dediler. Neyse. Demek ki bunamaya başladım. Konu belki tahmin ettiğiniz gibi bugünkü anayasa değişikliği paketini didiklemek, onunla uzun boylu uğraşmak anlamında olmayacak. Onunla ilgili, onun getirilişi ile ilgili bir konuşma olacak. Eğer bu paket yargı bağımsızlığına ilişkin olmakla kalsa idi çünkü şu günlerin güncel sorunu ve ivedi sorunu oydu. Ve bugünlere de son aylarda öyle gelindi. Yani öyle bir tartışma başladı. Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu vs. işte anayasa mahkemesi ne yapar vs. tartışmaları dolayısıyla yüksek yargısıyla, ortancasıyla hatta küçük yargısıyla bütün yargı söz konusuydu. Ve bana sorarsanız bugünlerde yapılması gereken asıl iş de odur. Eğer biz o sorunda yalnız iktidar olarak değil. Hatta iktidar ve muhalefet olarak aralarında bir diyalog ve uzlaşma olsa da bütün toplum olarak o konuyu çözmezsek yani Türkiye herkesin güvendiği bir yargıya yalnız yükseğiyle ortancasıyla vs. si ile değil, bir mahkemeler topluluğuna güvenmezse anayasaya ne kadar iyi madde güzel madde ve herkesçe istenen, özlenen madde koyarsak koyalım sonuçta bütün bunlar eğer anayasa denetimini kabul etmişsek oraya geleceği için bozuk bir yargı düzeninde böyle geniş bir anayasa yapmaya kalkmak şöyle dursun böylesine değişik bir paketi yapmak da bana sorarsanız büyük yanlıştır. Büyük zaman israfı ve emek israfı demektir. Aynı zaman parçasında bu konuyu ki derinliğine tartışılması gereken ve ciddi olarak tartışılması gereken kritik bir konudur, rahatça tartışmaya yeterdi. Şimdi ona vakit kalacak mı kalmayacak mı bilmiyorum. Şu zaman çerçevesinde 34 ki apar topar işte iki haftada hazırlandı, üç günde getirildi, bir iki gün de danışıldı falan. Şimdi komisyona sevk edilecek. Koımisyonda derinlemesine gerekiyor ama işte ivedilik, bilmem nedir çabaları olacak. Sonra gene genel kurula inecek ve o zaman sıklığında bu konu gündeme ya hiç gelmeyecek ya da geldiği zaman şimdiki pakette konduğu biçimde ve ölçüde gelecek. Öbür konulara gerektiğinden çok fazla ve şu zaman içinde belki de hiç gerekmeyen bir zaman ayrılacak. Niçin bu böyle oluyor. Çünkü toplumumuz anayasa yapmaya bayılıyor. Susuyor. Yani susamak anlamında, susmak anlamında değil de. Çünkü doğru dürüst bir anayasa yapmak hiç şey olmadı, mümkün olmadı toplumda. Uluç’un söylediği konu aslında 1961 anayasasının başlangıç kısmı, yani eskiden dibace denen, preambule falan denen bir kısım. O kısımlar bildiğinizi çok kısaca tekrarlamış oluyorum ama Uluç ordan attığı için konuyu o açılışa uygun bir şeyler söylemek için böyle konuşuyorum, o kısımlar anayasaları meşrulaştırmak ya da bir meşruiyet temeline oturtmak için yapılır. Çünkü bu tarz anayasalar ki bizim belki de bütün anayasalarımız öyle oldu. Meşrutiyetin 2. Abdülhamit tarafından sunulan yani bahşedilen anayasası da esaslı bir değişikliğe, II. Meşrutiyette 1909’da bir yıl sonra ele alınırken o dönemde bile bir çeşit ittihatçıların darbesiyle ortaya çıkan bir düzeltme idi. Ondan sonrakiler Anadolu ihtilali sırasında yapılmış olan 1921 ve onun öncesinde ve sonrasında çıkarılan temel yasa niteliğindeki düzenlemeler ve 1924 anayasası cumhuriyetin ilk anayasası olarak belki de bir devrimin belgesi biçiminde ortaya kondu. Yani olağanüstü olaylar sonrasında anayasa hazırlanıyor. O anayasa hazırlanması ve anayasanın kabul edilmesi olağanüstü koşullarda olduğ3u için herkesin içinde kitaplarda okunan tarzda bir tam güvenilir bir meşruluk temeli üzerinde anayasa yapmak mümkün olmadı. 1924 anayasası kendi kuralları içinde, o zaman yürürlükte olan anayasa sayılabilecek kurallar içinde elbette meclisin hakkı ve görevi olarak yapıldı ve belki de en sakin olarak yapıldı. Ama o da bir cumhuriyetin ilk anayasası, cumhuriyetin ilanından birkaç ay sonra Ocak 1924’te yapılan bir anayasaydı. O da olağanüstü anayasalar kategorisine girer. Bu genellikle bizim gibi ülkelerde rastlanan bir anayasa yapma tarzıdır. Ama bizim gibi ülkelerde belki daha sağlıklı olan şöyle veya böyle yapılmış olan bir anayasayı yaşayarak bir süre uyguladıktan sonra neresinden düzeltme gerekir diyerek ele almak ve onu zaman içinde daha sağlam bir meşruluk temeline yapmakla görevli ve yetkili olan kurumlardan geçirerek ortaya koymaktır. Bu belki 1961 anayasası için de söz konusu oldu. O olağanüstü koşullarda yapıldığı için. Sonradan onda bazı değişiklikler yapılmak istendi ama ters yönde. Çünkü o anayasanın bu topluma bol geldiği söyleniyordu. Daraltılması için g2üya düzeltmeler ya da değişiklikler yapıldı. Geriye doğru bir çekiş oldu. Şimdiki 82 anayasasını epeyce zamandır uyguluyoruz ve başlangıçtaki halinden çok değişik bir noktaya kadar getirmiştik. Ve aynı havayla gidilseydi ve böylesine büyük paketler halinde ve başka niyetlerle gelinmeseydi daha sağlıklı bir sonuca varmak ve yani pek de meşru temele dayanmadığını hep birlikte kabul ettiğimiz bir anayasayı gerçekten meşruluk temeline, tam bir meşruluk temeline oturtmak mümkün olurdu. Çünkü hepimiz biliyoruz ki 1982 anayasası bir darbe sonucunda, demin söylediğim 1961 döneminde yaşanan değişikliklerden sonra yapılmış bir anayasa. 61 anayasasının yapılışındaki kadar bile bir demokrasi, demokratik katılım sağlamaya dahi çalışılmadan bir danışma meclisi ile yapılmış bir anayasa. Tam bir kurucu meclis sözü dahi kullanılamamış. Ve o anayasanın niteliği büyük ölçüde değişti. Şu haliyle tabi ki daha düzeltilmesi gereken birçok nokta var. Bunu eğer zaman içine yayabilsek ve demin söylediğim tarzda en kritik noktalar ortaya çıktıkça onları düzelterek gitsek belki zamanla tam da topluma uygun bir anayasa niteliği kazandırabiliriz. Çünkü demin Uluç’un söz konusu ettiği başlangıç aşağı yukarı iki anayasamızda da 61’de de 82’de de var. O başlangıçlarda belki ne kadar ayıklanmak istenirse istensin ayıklanmaması gereken noktalar da var. En başta Atatürk var. Atatürk devrimleri var. Yani bizim anayasa tarihimizin bu noktalardan kalkmadan yani Kemalist devrimden ve onun ilkelerinden kalkmadan değiştirilmesine kalkışmak yalnız bugünkü anayasanın falanca maddelerine aykırı bir değişiklik olmaktan çıkar devletin temel niteliğini değiştirmek hem de doğuşuna ters düşen bir çaba niteliğine bürünmek tehlikesini taşır. Çünkü bu devlet başka devletlerden hayli farklı bir devlettir. Yani Türkiye cumhuriyeti belki tarih derslerimizde fazla vurgulanmadığı için ya da içinde yaşadığımız değişik evrelerde de üzerinde çok derinliğine düşünmediğimiz için aslında çok özgün, kendine özgü ve özellikle bu ülkenin tarihine bu ülkenin geçirdiği olaylara ve bu ülkenin varmak istediği noktalara uygun olarak kurulmuş bir cumhuriyettir. Başka türlüsü düşünülemezdi gibi geliyor bana. Yani mutlaka bir devrimci olması gerekiyordu. Çünkü o imparatorluktan sağlıklı bir sonuç çıkmazdı. Onda yapılacak olan anayasalar elde kalmış olan vatanın gereksinimlerine oluşmuş ve oluşmakta olan ulusun beklentilerine uygun olmayabilirdi. Bir tarih kesitinde her toplum için belki öyledir ama bizim tarihimiz de böylesine bir çalkantının sonucunda, şimdi durulmakta olan bir tarih olduğuna göre bize uygun olmazdı. Onun için onlar zannediyorum Türkiye’de çok büyük bir değişiklik oluyor. Hem de geriye doğru bir değişiklik oluyor demiş olmamak için muhafaza edilmesi gereken ilkelerdir. Yani Kemalist devrimin ilkeleri. Onun getirdiği ulus kavramı ondun getirdiği geleceğe açıklık, sürekli değişebilirliğe ama ileriye doğru değişebilirliğe açıklık taşımaktadır. Onun için bu devrimin sloganlarından birdi olan durmayalım düşeriz sözü tam da bizim toplum için söylenmesi gereken bir sözdür. Çünkü bırakın durmayı yavaşladıkça tarihimize bakıyoruz, yani Osmanlı da dahil, duraksadıkça, yavaşladıkça düşüyoruz. Hatta düşman eline bile düşüyoruz. Hatta kendi istediklerimizin gerisine düşüyoruz. Sürekli devrimciliğ3e açık bir anayasa düzeni üzerinde durgun durağan bir düzen değil, açık bir devrimci anayasa üzerinde de bizler anayasacılar olarak çok derinliğine düşünmüş değiliz. Yani bir takım ilkeler 35 falan koyuyoruz ama ben de onlar için çalıştım, ama o 61 anayasası çalışmaları sırasında sık sık söylediğimiz gibi bu ülke gelişmekte olan bir ülkedir. Ve gelişmesinin durmaması istenen bir ülkedir. Madem iddiamız yine o ilkeler gereği çağdaş uygarlık düzeyinin de üstüne çıkmaksa biz sürekli gelişmeye, sürekli yeniliğe ve sürekli sağlamlaşmaya, sürekli uluslaşmaya, tabir caizse bütün o temel ilkeler için söylenebilecek daha da demokratikleşmeye, daha da sosyalleşmeye, daha da hukuk devleti olmaya yönelik bir anayasa düzenine muhtacız. Böyle olması gerekir. Belki yani şu geçici tartışmalar bittikten sonra anayasacılar olarak onun üzerinde düşünmemiz gerekir. Pek de alışılmış bir yaklaşım değil bu. Genellikle anayasalar yani erişilmiş ve memnun edici olduğu düşünülen bir durumu sabitleştirmek, onun değişmemesi ve çok büyük değişiklikler, temel değişiklikler geçirmemesi için yapılan anayasalardır. Ama bizim yapacağımız bir anayasanın değişmemesi gereken yönü sürekli yenilenebilir, ileriye doğru düzeltilebilir, geliştirilebilir ve toplumun gelişmesine engel olmayacak bir anayasadır. Böyle bir ihtiyacı, bir gereksinimi duymamız gerekir. Örneğin ne bileyim, hani ekonomiye zihnimizi biraz döndürebilirsek sürekli bilinçli ve planlı geleceği göz önünde tutan işleri oluruna bırakmayan böyle başıboş bir ekonomik düzen yerine akılcı bir ekonomik düşünceye dayalı bir ekonomik yaşama, bir toplum yaşamına izin veren, onu mümkün kılan hatta teşvik eden bir anayasa olması gerekir. Yani anayasaya böyle bir dinamizmi kazandırmamız gerekir. Tabi anayasa deyip da ondan sonra dinamizmden bahsetmek içinizde hukukçular da vardır, hukukta pek kolay düşünülen bir şey değil. Örneğin profesörlük tezim, dinamik anayasa. Yani dönüp dönüp kendime geliyorum. Yani bir şeyi anlatmaya, tam da ifade edemediğim için bazen de anlatmakta sıkıntı çekerek anlatmaya çalışıyorum. Anayasacılar bizim getirebileceğ3iz ya da getirmemiz gereken öyle müstesna bir toplum olarak, böylesine bir tarihten gelen bir toplum olarak getirmemiz gereken bakış açısı budur diye düşünüyorum. O açıdan bakınca şimdiki paket bırakın o hani zamanı geldikçe, gereksinimi ortaya çıktıkça perakende düzeltmelerle geliştirilen bir anayasa anlayışının ürünü değil. Bu tamamen konjonktürel bir olay. Tıpkı 2007’de meclisin mevcut ya da yürürlükteki anayasa kurallarıyla bir cumhurbaşkanını seçemeyişinden sonra bir anayasa değişikliği yaparak cumhurbaşkanlığı seçimi sorununu ya da çıkmazını aşmak için yapılmış olan bir değişiklik. Tabi o değişiklik öyle sınırlı bir şeye dayanmıyordu aslında. O değişiklik şimdi de hala sürmekte olan ve birçoklarının kursağında kalmış olan bir isteğin de belirtisi. Yani Türkiye’yi biraz padişahlıkla cumhuriyet arası bir başkanlık düzenine kavuşturmak. 36 Biz isterseniz ona post modern bir başkanlık sistemi diyelim. Çünkü post modernizm felsefedeki ya da sanattaki deyimiyle hem gericiliği içeren hem de ilericiliği içeren bir şeydir. Binalara falan bakarsanız. Böylesine melez bir anlayış. Dolayısıyla Türkiye’de de böyle bir başkanlık düzeni olsun istiyor insanlar. Yani Amerika’daki gibi en kuvvetli, en güçlü bir ülke. Onun refahını sağlayacak bir anayasa ama düşünce olarak padişahlık izleri de taşıyan. Çünkü birincisi bizim özlemlerimize uygun düşüyor. İkincisi, bizim genlerimize uygun düşüyor. Yani 600 küsur yıllık bir tarihle oluşmuş olan bir itaatçilik, bir padişaha bakmak. Yani bazı kutsal kitaplara göre davranmak gibi alışkanlıkları var toplumumuzun. İkisi arasında bocalıyoruz. Ve toplumda da bu iki kutup arasına çekilmiş insanlarımız var. Yani aslında iki toplumuz. Bunu da itiraf edelim. Bu toplumun içinde böyle bir diyalektik var. Bana sorarsanız bu çok da korkunç, zararlı bir şey de değil. Bu belki şimdi diyalektik açıdan konuşmaya başladım. Belki de hayırlı bir şey. Yani iki kutup arasında gidiyorsa bir kutbu yani ilerlemeyi, çağdaşlığı falan temsil eden kutuptakiler, oraya çekilmiş olanlar yanlışlar yapıyorlarsa, eksikler bırakmışlarsa o hatalar karşı tepkileri uyandırdığı zaman bir uyarı olarak bunu almak ve kendi kutbunuzun sorunlarını, kendi kutbunuzun durumlarını düzeltmek de mümkündür. Böyle baktığımız zaman iyimser de olabilir. İyi var diyebiliriz. Belki şaşırırız o olmazsa. Şimdi yani o diyalektiğin getirdiği bir uyarı ile karşı karşıyayız. Bu iktidar o uyarının çanlarını çalıyor. Yani biz bu pakete bakış açısı da dâhil bu çeşit girişimlere sadece tepki göstermekle yetinir de onu durdurmak onu başka şekillere sokmak için çalışmak ötesinde başka şeyler, yani kendi hatalarımızı ve kendi düzeltmemizi düşünerek bir şeyler yaparsak belki böyle bir uyarının dahi yararı olabilir. Onun için bu olaya dönmek istiyorum. Yani bu paket böylesine acil, ivedi ve güncel bir yepyeni anayasa yapmak ya da anayasayı böylesine büyük bir değişiklikten geçirerek başka bir anayasaya dönüştürmek ihtiyacından mı doğdu yoksa yani çok yakın bir geçmiş olduğu için nerdeyse bir iki aylık bir geçmişi olduğu için yargı konusunda çıkan bir tartışmadan mı doğdu. Buna benzer bir girişim daha önce yapılmıştı. 2007 sonrasında böylesine büyük bir çoğunlukla tekrar iktidara gelmiş olan bir parti hah işte anayasa yapma zamanı geldi kafamızdaki niyetleri kolaylaştıracak, onlara yol açacak bir anayasayı gerçekleştirme sırası geldi diye buna kalkıştı ama olmadı. Yalnız biz uyanık olduğumuz için değil, kabul edelim ki devletin başında başka bir cumhurbaşkanı bulunduğu için. Yani o cumhurbaşkanı eğer bu dönemde ya da ona benzer aynı tipte aynı inançta bir başka cumhurbaşkanı olmayıp da şimdi düşünülen türden bir cumhurbaşkanı olsaydı o değişiklik, istenen değişiklik çoktan gerçekleşmişti. Yani yukarda ki sembole bakarak toplumda başkaları henüz devlet henüz gitmedi. Hala buna karşı çıkabiliriz diyebildiler ve o girişim nerdeyse gülünçleştirildi ve gündemden düştü. Ama şimdi tekrar onu yeniden gündeme getirmek isteğiyle ona benzer gerçi yeni bir anayasa diye değil ama birçok değişikliklerle birçok açıdan ona benzetilmek istenen bir anayasa girişimi söz konusu. Ve bunun içine bunun için bu toplantıda dikkatli konuşmaya çalışıyorum. Bunun içine hepimizi çekmeye çalışıyorlar. Öyle olabilsin ki onlara göre biz toplum olarak bir anayasa üzerinde enine boyuna tartışmış olalım. Bu tartışmadan bazı ufak tefek düzeltmeler de çıksın. Aynı zamanda bu vesileyle toplum içinde kalmış ne kadar beklenti varsa onları da dile getirsin. Yani ormancılar orman konusunda daha da sıkı yasaklar koysunlar. Çevreciler onu da söylesin. Bilmem sendikacılar şunu da bunu da eklesin. Yani ne kadar beklenti varsa şimdi, hemen onlar gündeme gelsin, ki getiriliyor, ve toplum bu heyecanla bu anayasa paketine sarılsın ve biz yaptık diyebilsin. Çünkü zaten öyle bir halk oylaması da kaçınılmazlaşmıştır. Yani çeşitli faktörler çeşitli etkenler üzerinde oynayarak şu anayasayı anayasa değişikliğini sanki toplumca benimsenmiş, hep birlikte gerçekleştirilmeye çalışılmış, düşüncelerin serbestçe ortaya konduğu bir anayasa yapılışına çevirmek. Tehlike burada. Çünkü halkımız ya da bütün halklar kendilerine anayasa yapmak istemez misin? Anayasa için oy kullanmak istemez misin dendiğinde hayır istemem başkaları yapsın demez. Tabi ki ben memnun olurum bunu halk oylamasına gitmesinden. Tabi ki ben istediklerimi, beklentilerimi de söylerim ve bu tartışmanın içinde olmak isterim diyecektir. Ama niyete bakmak gerekir. Bu niyet gerçekten toplumun bütün özlemlerine, beklentilerine uygun, gerçekten demokratik, gerçekten hukuk devletine uygun bir anayasa yapmak için mi ortaya konmuştur yoksa başka bir niyet mi var. Bu niyetlerin yüzeyde olanlarını anlamak kolay. Anayasaya baktığımız zaman, örneğin, asıl sorun olan yargı bağımsızlığını çözme, bunu demin söylediğim biçimde herkesçe benimsenebilecek gibi bir temele oturtmak gibi bir niyeti yok. Tam tersine kusurlarını devam ettirmek hatta arttırmak niyeti var. Anayasa mahkemesinin kuruluş tarzı üzerinde oynamak, ona biraz yasamanın aslında yasama yoluyla yürütmenin etkisini biraz daha getirmek, hakimler ve savcılar yüksek kurulunda en büyük kusurdur diye saydığımız işte başbakanın, müsteşarın katılması ve hem de oy sahibi olmaları falan gibi kusurları düzeltmek yok bu pakette. Onlar olduğu gibi kalıyor. Ya da onları düzeltirmiş gibi, yani bir iki üye daha ekleyerek ama işte o durumu yürütmenin yargıya egemen oluşunu, ya da yasamadaki çoğunluğun daha etkili oluşunu sağlayacak yenilikler getirerek ona sureta bir dokunuluyor. Ama onun dışında bir yığın yeni şeyler de geliyor. Bunlar tamamen bu toplumu bu tartışmanın içerisine çekmek ve asıl yapılması gerekenin yapılmadığını göze batırmamak, kamufle etmek, saklamak ve bu aşamayı da böyle aşmak. Bu, yüzeydeki niyetler. Daha temel bir niyet var ki asıl ona parmak basmak gerekir. O da halk oylamasını böyle bir niyet böyle bir nimetmiş gibi karşıladıklarından çıkardığım bir sonuç. Yani iyi ki halk oylaması olacak. O oyların üçte iki olmaması, sadece üç bölü beş oluşuyla referandum, halk oylaması kaçınılmazlaşıyor ya, halk oylamasının ortaya çıkmasına nerdeyse bayram edilecek. Üzülmüş falan gözüküyorlarsa da bayram edilecektir. Çünkü o yavaş yavaş halkın kullanmaya alıştırılması gereken onlarca kullanmaya alıştırılması gereken bir yöntemdir. Ve öyle bir yöntem ki yine konuyu biraz daha genişliğine ve derinliğine bilenler anımsayacaklardır, kullanıldığı dönemlerde genellikle hep demiyorum, genellikle biraz daha otoriter bir yönetimi biraz daha muhafazakar bir yönetimi, biraz daha maddiyatçı ve insanların ideallerini falan ikinci plana itecekleri bir yönetime kavuşmak için kullanılır. Bu tabi meşru ve dört yanı mamur bir halk oylamasıyla da olmuyor. Halk oylamasının zaten müsait olduğu bütün kusurlar mu süreç içinde işleniyor. Örneğin evet ya da hayır sorusu. Yani halka soruluyor. E halk da bayılıyor zaten kendisine evet mi hayır mı denmesine. Kendisi için hiçbir şey sorulmayan bir halka siz halka evet mi hayır mı diye soracaksınız. Hem de bütün bir ülkenin, bütün bir cumhuriyetin kaderi ile ilgili ya da geleceği ile ilgili konularda evet ya da hayır diyecekleri büyük bir soru ve bunun üzerinde özellikle ezilmiş ya da dışlanmış halklar için kullanılan bir yöntem. Ya da kritik anlarda küsmüş dünyaya küsmüş falan filan halkların nefretini ifade etmek için kullanılan bir yöntem. Ama ayrıntılı ve çok yanlı düşünmeyi bir diyaloglar serisi içinde gerçeği aramayı pek mümkün kılmayan bir şey. Evet ya da hayır demek belki, belki o zaman gerçekten yararlı olabiliyor, çünkü sorunu 37 çabuk çözmüş olmuyor. Yani burada kalmak mı istiyorsunuz. Bu devletin vatandaşı mı olmak istiyorsunuz ya da işte güneyde diyelim ki Kürdistan vatandaşı mı olmak istiyorsunuz. Söyleyin evet mi hayır mı? Böyle bir soru olsa nihayet tabi bunun yan kolları falan vardır ama gene de çok kesin ve açık seçik bir tercih olduğu için evet ya da hayır ile karşılamak mümkündür. Buna belki plebisit demek gerekir. Plebisitte de budur. Bu adamı beğeniyor musunuz? Begenmiyor musunuz? Bu başınıza geçsin mi geçmesin mi diye sorduğunuzda hiç de evet kusuru var falan filanlar ikinci plana itilir. Hadi içimden evet demek geçiyor. Onun için evet diyebilirsiniz a da hayır. Ama öyle ir paketi geçmişte yapıldığı için söylüyorum, 61 ya da 82 anayasalarını referanduma sunmak gerçekten bir meşruluk mu kazandırıyor yoksa ikisinin de bakıyorsunuz daha açık konuşayım. 27 sonrasında ve anayasasında da 82 anayasasında çok daha belirgin bir biçimde evet derseniz şöyle hayır derseniz örneğin asker gitmeyecek. Hiç olmazsa 61 anayasası hayır derseniz bu defa seçimle bir kurucu meclis kurulacak. Onun yaptırımı buydu. Bu sonuncunun böyle bir yaptırımı falan yoktu. Hayır derseniz ne olacağını ben bilirim diyordu. Zaten sadece o konuşuyordu, başkan. Öbürlerinin konuşması, yanındakilerin konuşması bile yasaktı. Ama bu çeşit anayasaları toptan referanduma sunmak demek eğer öncesinde hele çok geniş bir, bir değil hatta birkaç seçim yapılmamışsa yani anayasa sorununun derinliğine ele alındığı ve nerdeyse didik didik edildiği bir ortam yoksa yanlıştır. İnsanları aldatmaktan başka, kuruların yanında yaşları yutturmaktan, ya da yaşların yanında kuruları yutturmaktan, yanlışların yanında doğruları kabul ediyormuş gibi diyerek insanları yanıltmaktan başka bir şeyi yoktur. Şimdi onun özlemi. Bunun yine bu yüzeysel yararlardan değil de sondaki niyetler açısından bakarsak bunun gelecekteki bir rejim değişikliğinin ya da en azından, en hafif şeyiyle bir sistem değişikliğinin aracı olarak kullanmaya hazırlanmak demektir. Bu anayasaya evet dediğiniz, aslında biz zaten bu anayasa oylanırken de biz cumhurbaşkanını da zaten seçmiştiniz. Böyle bir sistem fena olmuyor galiba. Bakın böyle özgürlükler de geliyor beraberinde. Onun için biz sistem değişikliği yapacağız. Yarı başkanlık falan görüntüsü altında demin söylediğim o yarı padişahlık gibi bir sistemi getirmek mümkün olabilir diye düşünüyorum. Bilmiyorum, onu tartışırız. Siz böyle düşünmüyor olabilirsiniz. Ama benim konuşmamda daha çok bu ağır basıyor. Onun için bu anayasa ile şu yargı dışında şunlar da getiriliyor diye tartışmayı genişletmek kendimle o konuda fazla kafa yormak veya sizlerle birlikte yorulmak istemiyorum. Çünkü ne kadar iyi niyetle canım geldi konuştuk falan deseniz siz o role 38 soyunmuş oluyorsunuz. Hem de kendiliğinizden soyunmuş oluyorsunuz. Farkına varmadan soyunmuş oluyorsunuz. İyi bir şey yaparmışçasına, vatandaşlık ödevinizi yerine getirircesine soyunmuş oluyorsunuz. Yani işin içindeki şeytanlık burada. Biz yapsak ona deccallık falan da derler ona. Yani bu çeşit bir şeytanlık var gibi geliyor bana. Olduğu için de sözlerimi çok dikkatle seçmeye, o role soyunmuşluğu benimsememeye çalışıyorum. Bilmiyorum başka düşüncede olanlarınız olur. Zaten bilinen Mülkiyenin Mülkiyeliler Birliğinin bütün toplantılarında olduğu gibi konu tartışmaya açıktır. Sorulara açıktır. Cevaplara da hazır olmanız gerekir. Bu kadar isterseniz konuşayım. (alkışlar…) çünkü bu toplantıyı daha çok yöneticiler buradadırlar herhalde daha çok bu amaçla düşünmüştük. Yani bir soru cevap olsun diye. Ama bütün hocalar gibi kendim önce konuşup zemini kendimden yana çekmeden edemedim. Ama başka yana çekilmesinden de çok rahatsız olmam. Biraz olurum. Uluç Gürkan. Teşekkür ediyoruz hocam. Şimdi sorularınızı alacağız. Ama soruları alıp hocamın yanıtlarına geçmeden önce bir anımsatma yapmak istiyorum. Hocam anayasanın değişikliklerle geliştirilmesi konusuna vurgu yaptı. Bakın bazı şeyleri çabuk unutuyoruz. Bu konuda sadece bir hatırlatma yapıyorum. Mevcut anayasanın 12. maddesinden 40. maddesine kadar 29 maddesi temel haklar ve ödevlerle ilgili. Bunlar 12 Eylül anayasası, 12 Eylülde halk oyuyla kabul edildiğinde temel hak ve ödevlerin nasıl kısıtlanacağı, nasıl kullanılmayacağı konusunda… bir temel hak ve özgürlük diyelim ki on sözcükle tanımlanmışsa yüz sözcükle nasıl kullanılmaz, nasıl kısıtlanılır bunlarla bezenmişti. Örneğin, düşünce, anlatım özgürlüğü. Yani sadece adı kalıyordu. Basın özgürlüğü, sadece adı kalıyordu. 3 Ekim 2001 tarihinde bu 29 maddede tam 20 adet değişiklik yapıldı. Ve şu an itibariyle uluslar arası parlamentolarda görev yaptığım için kısmen biliyorum Avrupa Birliği ülkelerinin anayasası var olanlarının anayasalarıyla yarışabilecek bir özgürlük genişlemesi noktasına geldi. Ama yargı konusu zaten 12 Eylülden miras. Hala yürütmenin baskısı altında. İşte bir adım daha ileri getirilmesi konusunda. Bunu anımsatmak istedim ve tartışmaya geçerken izninizle benim de özel olarak merak ettiğim bir konuyu tartışmaya açmak istiyorum. Bu değişiklikler, parlamentoda beşte üç çoğunlukla çıkarsa, halkoyuna sunulma durumu olursa anayasa mahkemesine nasıl, ne zaman götürülebilir. Bu konuda gene izninizle bizi onurlandıran bu toplantıda önceki Anayasa mahkemesi başkanı sayın Yekta Güngör Özden’in görüşlerini alarak sayın hocamızdan bu soruyu alalım. Sonra sizlerin sorularınıza geçelim. Yekta Güngör Özden. Hepinizi saygıyla selamlıyorum. Tabi çok konu güncel ve önemli. Sayın Soysal’ın söylediklerinin tümüne katılıyorum. Bugün gündeme getirilen değişikliklere bakarsanız 1876 Teşkilatı Esasiye’sinin bile gerisinde. O kadar açık. Ve çok acele ediyorlar. Yine belleğim beni yanıltmıyorsa İsviçre’de anayasa değişikliği 1974’te gündeme geldi 2001’de tamamlandı. 27 yıl geçti aradan. Bizimkiler 27 güne bile katlanamıyorlar. Hepsini …bunun içinde kendilerinin bugünlerde yaptıkları kusurları, hataları, yolsuzluktan daha öteye giden davranışlarının getirdiği sorumluluklarından kurtulmak ve korunmak için anayasanın değişikliği ve yargıya el atarak kendi adamlarını yerleştirmek suretiyle korunmak ve kurtulmak istiyorlar. Bir kere etik yönden doğru değil. Yanıta geçeceğim, kusura bakma. Şöyle doğru değil. Anayasa mahkemesinin anayasa suçlusu sayarak cezalandırdı ve haklarında yalnızca başbakana 63 dokunulmazlık dosyasıyla milletvekili olmaya engel suçlardan suçlandığı bir ortamda bu ekibin anayasa yapması siyasi ahlaka uymuyor, bunu belirtmek istiyorum. Şimdi soruya gelince, bu çok önemli. Dün dinlediğim birkaç televizyon kanalı da ben önceki başkanlardan değil, önceki dedin, benden sonra 4 tane başkan geldi. Önceki anayasa mahkemesi başkanlarından aynı zamanda da önceki cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer iki önceki dedi ki anayasa mahkemesine başvurmak için halkoyundan geçmesi lazım. Bu yanlış. Halkoyundan geçen yasalar anayasa mahkemesine gitmez. Anayasa mahkemesine halk oyundan geçmiş metinlerin sunulması olanağı yoktur. Yapılacak şey anayasanın bugünkü 175. maddesindeki koşullarda hepsi ister az olsun ister çok olsun nitelikli aranan çoğunluk cumhurbaşkanının hakkıdır. Fazla da alsa, 550 kişi de oy verse cumhurbaşkanı isterse referanduma götürür. Ama referanduma zorunlu götürüyorlar. Şimdi referanduma ilişkin sanıyorum 23 Mayıs 1987 günlü 3376 no’lu bir yasa var. Adı, anayasa değişikliklerinin halkoyuna sunulması hakkında kanun. Özgün adı bu. Ben onu özgün adıyla anıyorum. O yasada da söylüyor. Anayasanın 170. maddesinde de söylüyor. Halkoyuna sunulan metin yasadır. Bir özelliği var öbür yasalardan yürürlüğe girmesi halkoyundan geçmesine bağlıdır. Hocam daha iyisini bilir. O bakımdan bana göre resmi gazetede mecliste çıkıp ilan edildiği zaman yürürlüğe giren metin değildir. Yürürlüğe girmesi halk oyuna sunulacak bir metindir. Eğer bu aşamada anayasa mahkemesine başvurulursa anayasa mahkemesi yürürlüğü durdurma kararıyla ki hocanın desteğiyle benim zamanımda alınmış çok önemli bir hukuk kararıdır o ilke kararı, onunla sakıncalar önlenebilir. O olmuyorsa hem anayasa mahkemesi(ne?) başvurup hem de peşinden halkoyuna gelirse anayasa mahkemesi ile halk oyunun sonuçları karşı karşıya gelir gibi çirkin bir ortam olur. Onun 39 oluşmaması için de anayasa mahkemesinin halkoyu sonuçlanmadan önce karar vermesi gerekir. Bunun da başka bir yolu, şekli yoktur. Uluç Gürkan. Hocam, halkoyuna sunulduktan sonra anayasa mahkemesi görüşüp karar verirse… Yekta Güngör Özden. Söyledim. Yani halkoyuna sunulduktan sonra anayasa mahkemesi karar verirse anayasa mahkemesi kararı geçerli olmaz. Halkoyu geçerlidir. O bakımdan anayasa mahkemesinin elini çabuk tutup, bana göre demokrasinin özü olan hesap verme, hesap sorma, denetim olgusuna dayanan demokrasinin geçerliliği kalmaz. Tartışır duruma gelir. Yargı da kendine duyulan güveni ve saygıyı yitirir. O bakımdan anayasa mahkemesi bir an önce kararını vermek durumundadır. Uluç Gürkan. Teşekkür ederiz. Yekta Güngör Özden. Teşekkür ederim. Uluç Gürkan. Hocam buyurun. Mümtaz Soysal. Böyle bir yolun daha da ilginç ve bir bakıma da tehlikeli olan sakıncası halkla anayasa mahkemesini karşı karşıya getirmektir. İstedikleri de zaten budur. Muhtemelen bu tezi onlar da savunmuyor. Ses. Zaten anayasa mahkemesi reddetse de sömürerek mağduriyeti oynayacaktır… Mümtaz Soysal. O ayrı. O ayrı. Ama şu aşamada dahi onu bilmesiyle diyelim gerçekleştirmek hoşlarına gidecektir. Yalnız tabi büsbütün de yanlış bir şey sayılmayabilir. Yeter ki halk oylamasına gitme, zannediyorum bir yasayla mümkün. Öyle değil mi bizde. O yasa böyle bir anayasayı halk oylamasına sunmasından ötürü anayasaya aykırı sayılarak bir benzetme yapmaya çalışıyorum. Uluslar arası antlaşmaların anayasaya aykırılığını iddia edemiyoruz. Ama biz bir dava dolayısıyla İlter’le ? vs. biz bir şey yaptık ve ispatladık ki bunun onaylanmasını uygun bulan bir yasanın anayasaya aykırılığı iddia edebilir ve anayasa mahkemesi de bunu kabullendi. Böyle bir…o davada ters sonuç, yani bizim istediğimiz iptali falan gerçekleştirmedi ama bunun mümkün olduğunu söyledi. Burada da böyle bir yol denenebilir. Yekta Güngör Özden. Anayasa değişikliği… yeni bir yasa çıkar….çünkü 175’in de aradığı hangi maddelerin birlikte hangi maddelerin ayrı ayrı oya sunulmasına ait kararı bekliyorlar. Anayasa Mahkemesi karar bekleniyor. Burada söylemediğim bir şey var. Onu da söyleyeyim. Mümtaz Soysal. Ama o da bir anayasaya aykırılık Yekta Güngör Özden. Aslında bunların güvendiği ya da halkı kandırmaya çalıştıkları konu şu hocam. Anayasa değişikliklerini anayasa mahkemesinin incelemesi öz yönünden olmuyor. Biçim yönünden oluyor. O da üç koşula bağlı. Çok basit. Önerme çoğunluğu. 184 imza ile önerilmiş mi? İki kez görüşme zorunluluğuna uyulmuş mu? Ve bir de oylama çoğunluğu. Bunlar bugün de belli. Dünkü yakınmalarını hepimiz biliyoruz. Meclis başkanının imzasının bulunmaması gerekirken öneride imzası var. Bunu herkes saptayabilir. İki kere görüşüp görüşülmediği, Meclis başkanlığı yapmış arkadaşımız da bilir. Tutanaktan anlayabilirler. Yani anayasa mahkemesinden kaçırılmış denmesin, gözleri boyamak için 82 anayasası konmuş mu? Aslında anayasa değişikliklerinin denetlenmesini hiç istemiyorlar. Şimdi burada umut verici bir şey var. 10. ve 42. maddelerde olduğu gibi anayasa mahkemesi biçim yönünden incelenmesini, değiştirilmesi önerilemez ilkelere değinip değinmediğinden ve anayasanın 2. maddesindeki ilkeleri zedeleyip zedelemediğinden biçim yönünden gelerek iptal edebilir ama başkaları gibi iptal eder diyecek durumda değilim. Teşekkür ederim. Mümtaz Soysal. Biraz önce konuşmam sırasında söylediğim noktaya ilişkin. Yani onlara dokunulduğu zaman başka bir cumhuriyet kuruluyor. Yekta Güngör Özden. Avrupa ülkelerinin kendi anayasalarında onlara dokunma yasaklamaları var. Bizi yok diye kandırmaya çalışıyorlar. Mümtaz Soysal. Siz Türkiye cumhuriyetini değiştirmiş olmuyorsunuz onlara dokunduğunuz zaman. Türkiye cumhuriyetini yıkmış oluyorsunuz. Başka bir devlet kurmuş oluyorsunuz. Devleti ortadan…haa, kurulabilir o ayrı. Ama yani ihtilal yaptığınızı, darbe yaptığınızı itiraf etmeniz gerekecek, onu yapabilmek için. Ona da başka bir dibace ya da başlangıç yazmak gerekecek. O da olmayan bir olay değil. Şimdi bu konuda beni asıl rahatsız eden bizim böyle rasgele bir rasgele anayasalar yapma hastalığına tutulduğumuz nokta. Ki o yine biraz tereddüt ederek ve yanlış şeyler söylememek endişesiyle çekiniyorum. 27 Mayısın belki hatalarından biri oldu. Niye? Şöyleydi. Bu 27 Mayıs yapıldığında yani o olay olduğunda ben Türkiye’de değildim. Daha öncesini 27 Mayıs öncesinde işte Doğan Avcıoğlu, Metin Toker, bilmem ben imzamı saklayarak Akis falan çıkarıyorduk karşıydık falan da. O sırada ben Amerika’daydım, üniversitedeydim. Haber öğle oranın saatiyle. Öğleyin ya da sabah terslik oluyor, öğleyin burada sabah olmuş oluyor. Ve üzüldüm. İçimde bir şey koptu. Yani biz peki 24 anayasasını düzeltebilirdik. Çağdaşlaştırabilirdik. Gereksinimleri karşılayacak bir takım maddeler, kurumlar eşitliği ekleyebilirdik. Hiç olmazsa 36 yıldır bir ömrü olmuş. Yani iyi bir şarap olmaya doğru gidiyordu bütün anayasalar gibi. Üstelik dayandığı ilkeler sağlam ilkelerdi. Bir bağımsızlık savaşı sonrasında başka sınır, başkalarının Almanya’ya, İtalya’ya dikte ettikleri gibi bir anayasa değildir. Kendi temsilcilerimizin yaptığı 40 ve tartışarak yaptığı bir anayasaydı ama bazı şeyleri bazı işleri iyi izleyemediğimiz için yetersizleşmişti. Onu düzeltmek mümkündü. Onun için Mülkiyeliler Birliğinin kadirşinaslığıyla yayınlanan bir armağan var ya, kalın. Orda neydi ben sorum…suçsuz anayasa diye. Yani 24 anayasasını biz gereksiz, masum, gereksiz hırpaladık. Hâlbuki onun üzerine bir şeyler inşa edebilseydik. O bizim bugünkü anayasacılık ömrümüzü ne bileyim 80’lerin üstüne falan çıkarmış olacaktı. Ve onunla gurur duyacaktık. Yani biz toplum olarak böyle bir devlet kurmuş, o devleti böyle bir anayasaya oturtmuş, ondan sonra da rötuşlarını yapmış ve bugünkü gereksinimleri karşılar duruma getirdik dedik diyebilirdik ve bu insanlarımızın eski deyimle bir terbiyetkar ? etkisi ile onu devam eder giderdi. Böyle olmadı. Oluyorsa yani 27 Mayısta oluyorsa niye 12 Eylülde olmasın. Ya da şimdi mesela kaç Nisan olacakta o Nisanda da olmasın diyerek anayasa ile böyle sık sık oynamaya başladık. Aslında cıs demek lazım. Yani fazla dokunmamak lazım. Dokunurken iyi düşünmek lazım. Neresinde bir ivedilik, kritik nokta varsa onu düzelterek eski deyimle teenniyle hareket etmek gerekir. Bazen benim bir muhafazakarlığım tutuyor. Kendime baktığım zaman bir çeşit devrimcilik muhafazakârlığı gibi bir şey. Yani ç ok çelişkili bir kavram da varsa bir devrim de iyiyse onun muhafazakârı olmak belki daha devrimci olmak demektir. Onun için öyle bir muhafazakârlık etiketinden de fazla çekinmiyorum. Evet, şimdi siz idare ediyorsunuz değil mi? Uluç Gürkan. Arkada bir soru için el kalktığını görmüştüm. Buyurun ama lütfen kayıtlara geçmesi için kendinizi de tanıtırsanız. Dursun Çiğdem . Kalkınma Bankası’nda görevliyim. Hocama ve başkanıma saygılarımı sunarım. Başkanımın söylediği sözden şunu anladım. Anayasa halk oylamasına gidildiği zaman halk oylamasının verdiği karar %51. Bu karar geçerli. Ve bu karar üzerine anayasa mahkemesinin bu konuda yapabileceği hiçbir şey yok mu? Verilen karar, anayasa mahkemesinin verdiği kararın üstünde olduğunu anladım. Eğer bu teklifin içinde yine rejimin kendi istediği maddeler olmuş olsa idi ve bu maddeler de yine halk oylamasından geçseydi rejim bir anlamda tehlikeye girmez miydi? Bu konuda hocam ne düşünüyor? Mümtaz Soysal. Peki, isterseniz bu konuyu yanıtlayayım. Yani şu. Tabi belki istenen de o. Yani buna halk evet desin. Ondan sonra bunu önlemeye çalışsınlar şeyler, nifak sahipleri. Ve halk ile büsbütün ters düşsünler. Çünkü büyük strateji o. Halk ile devrimin arasını açmak. O devrim ki halkı daha özgürleştirmek, bağımsızlaştırmak için yapılmış ve özünde bu yatıyor. Evet, zorlama var. Evet Jakoben’dir. Yani Jakoben, tepeden ama amacı insanları köleleştirmek değil daha da özgür kılmak. Onun için bazı zorlamalara gitmek ve başka türlü olmayacaktır diye düşünüyorum. Bunu kabul edemiyor insanlar. Yani birdenbire herkes çok demokrat, çok özgürlükçü falan kesildi. Kimin sayesinde, hangi rejim sayesinde demokrat ve özgürlükçü olduklarını da unutarak. Yani büyük çelişki orda. Bu cumhuriyet onları bu hale getirdi. Bunları düşünebilecek, yazabilecek duruma getirdi. Şimdi onun canına kıymak. Yani büyük çelişki budur. Onun için bu noktada çok duyarlı ve tutarlı olmamız gerekir. Bu yıllar, bu aylar çok kritik aylardır. Evet…. Ses. İkinci sorum…anayasa mahkemesi verdiği kararlarda anayasa değişikliğini şekil yönünden inceleyeceğini söyledi. Onun dışında esastan girmeyeceğini söyledi sayın başkan. Ben de anayasanın değişmez maddelerini, zarar verecek, veya onun içini boşaltacak bir uygulama ya da bir yasa çıktığı zaman bu değişmez maddeleri koruyacak anayasa mahkemesinin dışında başka hangi kurum var acaba. Bunları kim koruyacak. Mümtaz Soysal. Bütün yargı zaten şey yapacak zaten. Bütün yargının anayasaya uygunluk denetimi yapma hakkı belirli tarzda, belirli ölçüde, belirli süreç içinde vardır. Yani siz Danıştay’a gittiğinizde bir idari dava ise, idare mahkemesi hatta anayasaya aykırıdır diye çevirebilir. Siz itiraz edersiniz. Ordan daha yukarıdaki bir mercii onu anayasaya mahkemesine yollar vs. yani o yol her zaman açık. (ses. Esasa girmeyecek…) Hayır, bu aslında esasa ilişkin bir şekil şartı. Yani öyle bir şekil ki cumhuriyetin özü ile ilgili. Yekta Güngör Özden.. Hocam, affedersiniz hukukun arkasından dolamak her zaman siyasi iktidarın marifeti değil. Bazen yargı da hukukun arkasından dolanarak sonuç almaya çalışıyor Mümtaz Soysal. Çaremiz yok başka. Tek silahımız bu. Cebimizde tabancalar yok. Yekta Güngör Özden. Şekil adı altında yapacak anayasa mahkemesi… Uluç Gürkan. Önde bir soru var. Mikrofonu öne getirebilir miyiz? Mümtaz Soysal. Bunun mantığı var. Yani bir fırsatçılık değil. Çarpıtma hiç değil. Evet, şekildir. Ama öyle bir şekil ki ne bilim temel de bir şekil bakarsanız. Taş taşır. Koyuyorsunuz bir form yaratıyorsunuz. O taşları çektiniz mi o formda bina çöküyor. Öylesine bir şekil. Aydın Aydın. Hocam saygılar sunarım. Özledik sizi. Onu da belirteyim. İzninizle ben anayasa taslak konusundaki bugünkü gündemi değil biraz daha geçmişe götüreyim. Yani 2007 elimde pembe renkli bir kitap görüyorsunuz. Türkiye Barolar Birliğinin 2007 Kasım baskılı anayasa önerisi. Dikkatinize sunacağım ilk konu 5. madde. Egemenliğin kullanılması. Aynen okuyorum. Ulus egemenliğini halkoyu aracılığıyla 41 doğrudan veya anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organları eliyle kullanır. Yani halkoylamasını Türkiye Barolar Birliği anayasa taslağında benimsemiş ve madde metni olarak yazmış. Geçiyorum. Başka bir maddede cumhurbaşkanı seçimi konusunda da şiddetle karşı. Yani halk oylamasıyla olmaz. Türkiye Büyük Millet Meclisinin üçte iki çoğunluk kararı gerekir. Asıl değinmek istediğim husus şudur. Temsili demokrasi kapsamında sizlerden öğrendiğimiz, kitaplardan öğrendiğimiz üç ayrı erk. Yasama, yürütme, yargı. Şimdi bu barolar birliği taslak anayasa taslağında yargı erki içinde savunma mesleğini yürüten avukatların da olması ısrarla savunuluyor. Ben sizden öğrenmek istiyorum, bir öğrenciniz olarak. Anayasa mahkemesinin 3. 3. 2004 tarihinde bir iptal kararı var. Avukatlık yasasının 167. maddesi. Baro hakem kurulu bir hâkim ve iki avukattan oluştuğu için baro hakem kurulunun yargı erki olan mahkemelerin yetkisini kullanabileceği gerekçesiyle iptal etti. Şöyle özetleyelim. Eğer avukatlar anaya mahkemesi üyesi olarak meclis aracılığıyla atanacaksa bugünkü taslakta bu anayasa mahkemesinin iptal gerekçesine de aykırı. Sizden öğrenmek istediğim yargı erki içinde bütünleşebilir mi. Yargıç, savcı, avukatlar. Olamaz diyorum. Saygılar sunuyorum. Mümtaz Soysal. Herhalde tabi öyle olması gerekir. O barolar baronun içinde kurulmuş olan o üçlü hakem heyeti iki avukattan oluşuyor. Bir de hâkim. Yani bir yargıç var. Ama aldığı kararın millet adına tevhim ? edilebilecek bir karar olması gerekir. Öyle bir yetkisi yok. Mahkemelerin bu yetkisi var. Mahkemelere kim seçmiş ve nasıl atanmış olurlarsa olsunlar millet adına hüküm verme yetkisi tanınmıştır. Böyle bir yetki tanıyan anayasa maddesi yok. Anayasaya konuyorsa yanlış olabilir. Yargıç durumunda değiller avukatlar. Yargı sürecinin bir parçasıdırlar. Tabi yargı süreci içinde yer alırlar ama yargıç değildirler. Hatta savcı da değildirler. Savcı da değildirler. Olsa olsa…. Cevat Geray. Muhasebeciden oluyor ya başkan. Mümtaz Soysal. Ama o yargıç durumuna gelmiş oluyor. O oraya üye olmak….yani anayasada öyle dediği için pek de hülle sayılmaz. Yani anayasaya uygun…yargı, Sayıştay sadece belirli konularda belirli kişileri yargıladığı halde sanki bütünüyle bir yargı organıymış gibi onları biliyorsunuz derslerden, öyle sayılmış. Onu da dışlamış olmamak için çünkü kurucu mecliste Yargıtay temsilcisi, Sayıştay temsilcileri de vardı. Çok daha haksız değillerdi. Yerleri de zaten cirmi yaktığı kadar yani o çoğunluk içinde bir kişi ile temsil ediliyordu. Yani çok da sakattır diyerek hem onları rencide etmek istemiyorum… Ses. Bugün başkanı da sakatlık üyelikte değil de başkanlıkta hukukçu onlar çünkü…ceza mahkemesi… Mümtaz Soysal. O mahkemenin ….ama yani ikinci sınıf bir üye değil. O da birinci sınıf üye idi. Dolayısıyla bence onu da tartışma konusu yapmamak gerekir. Uluç Gürkan. Evet, sorunuzu sorduktan sonra genç arkadaşa mikrofonu iletiniz. Osman bey?. Bugün her zamanki iyi niyetiniz ve kibarlığınız devam ediyor. Bu çalışmalara post modern bir yaklaşım ismini koydunuz ama ben modernizme değil post’a takıldım kaldım. Şimdi birincisi ben anayasalarda 24 ve 61’de ve 82 anayasasında gerekli değişiklikleri yapabilsek bile bizi şu anda yönetenlerin ihtiyaçlarına cevap vermeyeceği konusunda buradakilerin çoğunluğu hemfikir. Bu acaba şeyden mi kaynaklanıyor. Belki bizi…ittihatçılardan bu yana başlangıçta Kemalizm, modernizm, belki de Jakoben bir tutumla bu ….a ? yönelik çalışmaları toplumun öbür kesimine daha büyük bir kitlesine bu da işte buyurgan, aynı zamanda idareden Mezopotamya ? kültürüne iyi niyetli bir düşünceyle empoze ettirme düşüncesi sizin bu konuşmanın başında söylediğiniz bir şey vardı, durursak yavaşlarsak düşeriz diye. Biz 71’de, 12 Martta, 12 Eylülde durunca acaba bu kütle tekrar harekete geçti ve bu dayatma ondan mı denetleniyor acaba? Mümtaz Soysal. Şimdi cumhuriyetin özellikle o yıllarda 20’ler boyunca hatta belki 30’larda da bazen şiddete, bazen dayatmaya, bazen zorlamaya yaslandığı doğrudur tabi. Ama bunu kendiliğinden mi yapmıştır. Yoksa onu buna zorlayan olaylar mı? Yalnız toplumun içinden değil, dünyadan, emperyalizmden gelen olaylar mı onu bu duruma sokmuştur. Pek ala bütün o devrimleri zorlama olmadan da ikna yoluyla falan da denemeye kalkışması mümkündü. Ama tam onu yapacağı sırada daha cumhuriyeti yeni ilan etmişsiniz. Bırakın cumhuriyeti istiklal savaşını sürdürüyorsunuz. İsyanlar başladı. Ya etnik kökenli ya dinci kökenli. Bazen ikisi birden. Bu tabi cumhuriyeti kendini koruma refleksine itiyor. Ve o da tabi kendini korumak için bütün sistemler, bütün rejimler yönetimler ne yapmışsa onu yapmak zorunda. Yine de mukayese ettiğimizde, karşılaştırdığımızda öbür devrimlerden çok daha az kanlı, hatta kanlı sayılmayacak kadar, evet zorlayıcı, arada da ölüm cezalarının da verildiği bir dönem yaşandı. Bunu yani ille böyle olmalıydı tarzında söylemiyoruz. Böyle oldu ama yine de pekâlâ uygarca atlatıldı. Göreve tabirler kullanırsanız. Pekâlâ, bazı devrimlerin sonrasında bunlar Çarlık ailesi kurşuna dizildi, kraliçelerin boynu vuruldu vs. yani böyle bir tarihimiz yok. Bana sorarsanız en az hasarla insanları en az üzecek bir biçimde evet, bazen de zorlama ile bazı şeyler yapıldı. Her şey sonuca göre ölçülebilirse ölçülür ki ille öyle olması gerekir 42 demiyorum, ama öyle ölçtüğünüzde de sonuçları bakımından nihayet bütün bilançoyu çıkardığınızda, tekrar ediyorum özgürleştirici bir devrim olmuştur. Yani bırakın tek başına harf devrimi dahi, yani başkalarının yazmak….çoğunluğunun ne gerek vardı canım pekala yazıyorduk falan dedikleri devrim dahi eğer altı yılda dahi okuma yazma öğrenemeyen bir çocuğu üç ayda okur yazar bir duruma getiriyorsa bu müthiş bir şeydir. Belki dünya tarihinde az rastlanan, yakın tarihte hiç rastlanmayan büyük bir olaydır. Bunu gururla, buna razı olmuş ve bunu kullanmaya devam eden bir toplum olarak bundan gurur duyacağımıza, övüneceğimize bu da yanlış, o da yanlış diye olur olmaz konuşmamalıyız. Yani insanın sabrı tükeniyor. Bir daha….? falan….(alkışlar…) Osman….?. daha çok şu alandaki dayatmaları kast etmiştim ben. Halk oylaması sonucu en son seçimlerdeki oy tablosunu da göz önüne getirdiğim zaman doğrusu ben biraz karamsarım. Yani kast ettiğim dayatma sonunda karşı karşı karşıya kaldığım dayatma. Onu kast etmiştim aslında. Mümtaz Soysal. Ama çoğunluk niçin oluşuyor. Ona bakalım. Çoğunluk gerçekten iyiden, iyiye karşı mı? Adil olana, doğru olana karşı mı? Yoksa karşı olduğu, olması gereken kendi çıkarına ters düşen, kendisini rahatsız eden, kendisine bazı şeyleri vermeyen, beklentilerini karşılamayan bir duruma karşı mı o oyları veriyor. Onun için kabahatin eğer bir kısmı Melih Cevdet’in şiirinde olduğu gibi, bir kısmı şeydeyse….ne diyordu…suçun yarısı da bizdedir. Yani öyle durumlar varsa suçun yarısı bizdedir. Ya da bizim gibilerdedir. Biz halkın gerçekten neleri istediğini iyi ölçemedik demektir. Bazı şeylere tepki gösterse bile onu haklı bulmamak eğer bizi mutlaka bir tepkiye götürecekse bunu başka bir şekilde, yani onun daha çok beğeneceği başka bir şey vererek insanlara, ne bilim, ne diyelim, ekonomideki zorlamalardan şikâyetçi ise yani o ekonomideki zorlamaların kendi iyiliği için yapıldığını izah edemeyişimiz, ya da kendi iyiliğini daha da iyi sağlayan bir şeyi yaparak düzeltmemiz mümkündü. Hatalarımızda ısrar ederek onun daha çok böyle duygularıyla oynamaya kalkışmamız. Onu hep bir şeye zorlanıyormuş gibi davranır duruma sokmamız yanlış tabi. Bizim kabahatlerimiz. Yani halk yanlışlar yapmaz mı? Yapar. Ama bütün insanlar gibi yapar. Yani onu yanlışlığa iten bir şeyler vardır ve yanlışlığa itilmemesini istiyorsak biz doğruları yapmaya çalışmalıyız diye bir şey düşünmek hep olumlu olmak gerekir. Benim böyle hep huysuz, hep olumsuz diye bir ünüm çıkmış. Öyle değil. Bazı yerlerde huysuzluk etmek gerekir. Çok da uysal değilim ama pekâlâ olumlu da olabilirim. O olumluluğunu aramak gerekir. Hepimizin de yapmamız gereken şey. Cumhuriyeti öyle sevdirebiliriz. Alp….? Şu anayasa değişikliğinin 175. maddeye…anayasanın değiştirilmesi gerekli çoğunluk gerektiriyor. Ancak halk oylamasına gittiği zaman referandumda çoğunluk esasına dayanıyor, bu anayasaya aykırı değil mi. Hani anayasa gibi yüksek bir katılımın veya mutabakatın sağlanması gereken metinlerde nitelikli çoğunluğun %50 yerine %8090’lar aranmaması anayasaya aykırı mı? Mümtaz Soysal. Öyle değil de bazı sistemlerde rastlanan şey katılımın bir ön koşula bağlanması. Yani halkın %50 katılmadığı bir halkoylamasının geçerli sayılmaması gibi önlemler var. Bizde henüz öyle bir yola gidilmedi. Gidildi mi. Öyle bir madde hatırlamıyorum ben. Öyle bir tehlike henüz ortaya çıkmadı. Ama bazı yerlerde oluyor bu. Olduğu zaman da o halk oylaması geçersiz sayılabiliyor. Ancak bu yapılabilir. Öbürü zaten referandumun ya da halkoylamasının felsefesine aykırı. Yani siz gene canım epeyce insan da hayır demiş diyerek öyle bir sonuca varıyorsanız, insanların bazısı da benim de bir yanım buna hayır demek istiyordu ama bir de bu vardı ben onun için evet dedim demeye kalkar. Yani zayıf tarafı bu. O zayıflık sonuca da etkide bulunuyor. Cevat Geray. Tam bununla ilgili, müsaade eder misiniz? Şimdi halkoyuna sunulması paket halinde olursa bu tabi ki bir takım yanlışlıkları içeriyor değil mi. Üstelik bu Eminağaoğlu’nun ? bir açıklaması oldu geçenlerde. Venedik kararlarının 5. maddesine aykırıdır. Madde madde sunulmalıdır diye bir şey var. Bu açıdan acaba bir eğer paket halinde sunulursa anayasal bir şey haline getirilir mi, şekil bakımından. Mümtaz Soysal. O zaman bölmek gerekir. Bu son girişimi en azından 30 soruya bölmek gerekecek. Halkımıza da sen gir oraya bu 30 şeyi işaretle diye bir zorluk getirecek. Pratik değil. İster istemez katılımı azaltacaktır. Yani bundan ibaret değil referandumun sakıncaları saymakla bitmez. Ama sizler ve bizler hukukçular ve anayasacılar hocalar dilimiz bunların en ileri, doğrudan doğruya demokrasi yöntemleri olduğunu söyleye geldik. Öyledir de görüntü olarak öyle. Yani siz 70 küsur milyonluk bir topluma en azından 50 ya da 45 milyon seçmene ne düşünüyorsunuz diye soruyoruz ve onları böylesine karmaşıklığı belki bir erdem biçimine dönüştürmek, böylesine karmaşık bir paket var ama biz size güveniyoruz. Siz bunların her biri konusunda ayrıntılı olarak düşünüyorsunuzdur. Tartmışsınızdır. Birini tartıp öbürünü de tartmışsınızdır. Hangisinde terazi ağır basıyor falan. Bunları da saptamışsınızdır. Size güveniyoruz. Siz oy kullanınca da geçerlidir diyoruz. Biraz da alay etmiş oluyoruz. Yani en okumuşumuzla bile alay etmiş olduğumuzu farkında olmayarak bunu hem doğrudan demokrasi , yarı doğrudan demokrasi diye işte halkoylaması var, halk vetosu var, halk girişimi var gibi çeşitli örnekleriyle, bilmem İsviçre’sinden 43 şurdan buradan örnekler vererek öğrencilerimize anlattık. Şeyi de sakıncalarını da ihmal ederek. Ben bir gün merak ettim bu çeşit yasamayı bu şekilde yapan bazı yarı kantonlar var İsviçre’de. Bir tanesi Apenzer?. Ben Apenzer’e demiryolu tekerlekleriyle falan bir köy dağının şeyine gittim. Bu oylamanın yapıldığı alan böyle kerevet şeylerle tahtadan şeylerle çevrilmiş, söyleyiverin, tribünlerle çevrilmiş. Resimleri de vardı. Ben bazen derslerde öğrencilere de gösteriyorum. Ve ne kadar küçük olursa olsun en azından birkaç binlik bir kalabalık. Bir de renkli elbiseler giymiş olan yönetim var falan. Orda birisi çıkıyor evet mi hayır mı falan diye eller kalkıyor. İşte oy çokluğuyla, oy birliğiyle kabul edilmiştir falan deniyor. Ve biz de bunu İsviçre’de ideal demokrasi var. Çünkü yasama doğrudan doğruya halk tarafından yapılıyor diye yani anlatılır da anlatıştan anlatışa fark olmalı. Yani bir antika bir şeyi anlat…çünkü antika bir şey. Çünkü bu olay müthiş turist çekiyor. Yani oy sahibi olanların 10-15 misli, ben öylesine rastlamadım ama müthiş bir kalabalık ve çevre turistik eşya satan dükkanlarla…böyle bir ortamda demokrasi oluyor. Bunu söyleyerek anlatmak başka. Bir de bunu çok ciddiye alıp böyle olmalı. Bakın biz de referandum yapıyoruz falan diye anlatmak başka. Uluç Gürkan. Zaman kısıtlaması nedeniyle son üç soruyu alacağım. Cafer Keskin. Bu anayasa taslağı hükümetin iktidar olma sürecinin son hamlesi olarak düşünülebilir mi. İktidar olma sürecinin son hamlesi ise sizin ifade ettiğiniz gibi bu sistemin adı ister yarı başkanlık, bana göre de diktatörlük olsun ki buraya doğru bir gidiş var. Bu nedenle sizlere Mülkiyeliler Birliğine Kemalist aydınları bu süreci tersine çevirmenin bir hareketi olarak bir aydın hareketi başlatmak uygun olmaz mı diye bir soru sormak istiyorum. Teşekkür ediyorum. Mümtaz Soysal. Doğru, doğru da yani nasıl yapacağız. Bu, mesela o yönde bir toplantı. Değil mi yani bunun özünü böyle görüyorsunuz herhalde. Ama geçen gece tam böyle uyumağa başla…on bir falan galiba telefon çaldı bizim partinin üyelerinden biri hocam senin sokağa çıkıp bağırman gerekir. Bu anayasa filan…şimdi benim sesim müsait olsa belki… Cevat Geray. Kendisi ne yapıyormuş orada? Mümtaz Soysal. Kendisi partiye gelmiyor artık. Evet, burada gene de vatandaşların yapabilecekleri şeyler var. Gazeteler alıyorsunuz 50 kuruş 1 lira veriyorsunuz. Ama o kadar kuruş verdiğiniz gazete bunun iyi bir şey olduğunu büyük yazarların kalemi ile falan her gün anlatıyor. Siz de elinize kalem alıp siz ne biçim gazetesiniz. Savunduğunuz fikir 50 kuruş bile etmez falan diye biraz onları uyandıracak tepki, halk tepkisi göster…yani halkoylaması varsa halk tepkisi diye bir şey olması gerekir. Bunu gazetelere, hele televizyonlara dünyanın reklâm parasını alıyorsunuz. Bizi o dizileri izlemeye zorluyorsunuz. Onları da doğru dürüst iletmiyorsunuz. Beş dakikada bir kesip ikisini birbirine karıştırarak bilmem ne saçma sapan reklâmlar veriyorsunuz. Bunlara karşılık bir de yanlış fikir satıyorsunuz. Utanmıyor musunuz falan diye yazmak gerekir. Yazmıyorsunuz. Ses. Kadın. Hocam basmazlar. Verdiğiniz yazılar basılmıyor. Yayınlanmıyor. Mümtaz Soysal. Tabi yayınlanmıyor. Enayi televizyonlara çıksanız…bir gün çıkartırlar ertesi gün çıkartmazlar sizi. Bizleri de ne kadar alttan…bunu kesinlikle kabul etmezler. Sizleri etmedikleri gibi bizi hiç etmezler. Mümtaz Soysal. Ama ben zaten kabul ederler diye söylemiyorum. Rahatsız etmek lazım. Ses. Sizler hep beraber birleşip de televizyonlara çıkıp bütün bu yasaların yanlış olduğunu anlatabilseniz. mi onlar. Basmazlar tabi de. Rahatsız oluyorlar. Yani yağmur gibi yağıyorsa bunlar. Yani yağmur gibi yağdırmak. Yani siz ben üç kişi yazacak değil. Halk öyle bir tepki gösterecek ki siz bizi aptal yerine koyuyorsunuz. Çünkü dünyada bana sorarsanız en ağır hakaret yani bütün sövgülerden falan daha ağır olanı karşındakini aptal yerine koymaktır. Bütün bir halkı aptal yerine koyup ondan sonra da o halkı yönetme iddiasıyla ortaya çıkmak. Yani hem aptal olduklarını yüzlerine söylüyorsunuz ya da öyle görmelerini sağlıyorsunuz, ondan sonra da yönetmeye kalkıyorsunuz. Bütün bunları olabilecek en ağır ifadelerle bütün halk ya da onun çok büyükçe bir kısmı gösterebilse her şey biraz yerli yerine oturmuş olur. Ama yapamıyoruz. O zaman herkes layık olduğu yönetime razı olmalıdır diye sonuçlanıyor. Ses. O zaman hocam siz de hakimler savcılardan biri gelse, ya da büyük meclisten olan veya diğer partilerden olan kişilerle hep beraber toplansanız Mümtaz Soysal. Ama olmuyor ki…şurda televizyon stüdyosuna gitsem çat kapı ben geldim, konuşacam, halka bir şey anlatacam desem çıkarırlar mı? Çıkarmazlar. Onlar çağıracak ki öyle gideyim. Mehmet Kocaoğlu. Avukat ve profesörüm. Müsaade ederseniz biraz da katkı şey olacak. Ondan sonra sorumu soracağım. Bir kere cumhuriyeti korumak kollamak ülkenin bekası bakımından muha….nizi ? devam ettirmek hususundaki … onu destekliyoruz. O bakımdan da tebrik ediyoruz. Bu bir. İkincisi, ben Kırıkkale Hukuk fakültesini kurdum. Yani mesela hem reform diye gidiyoruz. Bu tür toplantılarda oluyor, yargıda reform ama ben Kırıkkale Hukuk Fakültesini kurdum. Tek hoca ile birinci sınıfta hiçbir hocayı getiremedik. 5 tane temel ders var. Ben ilkokul öğretmeni gibi çalıştım. O derslere de girdim. Milliyet gazetesi de okuyanlar bilir. Yazdı. Tek hoca. Tek profesör. Tek fakülte diye. İkinci sene gene hoca gelmedi. Ben yazı yazdım. Dedim 44 ki YÖK başkanlığına, bakın kırmızı ışıkta geçmek biraz suçsa her hoca profesör şu kadar maaşının karşılığı…bu kadar ders verdi. Bildiğim hocalar da var. Bunlar çeşitli kurumlarda çalışıyor. YÖK buradan bir arabayla getirir bizim buradaki dersleri gördürür dedim. O zamanki YÖK başkanı dedi ki bu hoca ne yapmak istiyor. Hocaları mı isyan ettirecek. Şimdi hepimiz vatanımızı seviyoruz da sevgili hocam. Mamak köprüsünün batıdaki kısmını seviyor. Doğuya geçmek pek işimize gelmiyor. Bunu arz edeyim. Bu bir. İki, şimdi yargı reformu diyoruz ya. 40 civarında hukuk fakültesi oluştu. Bilmiyorum belki şey de var. Bir sene de ben özel üniversiteye gittim. Orda dersleri verdim. Sene sonunda öğrencinin %70-80’i döküldü. Şimdi mütevelli heyeti başkanı ve üniversitenin Mümtaz Soysal. Dökebildiniz mi siz? Mehmet Kocaoğlu. Ben döktüm. Döktüm efendim. Ondan sonra da açıkça da söylüyordum. Bir gün gidip bir gün geliyordum. Bana 3.000 dolar veriyordu. Dedi ki bana mütevelli heyetinin başkanı ve üniversitenin sahibi hocam burası ticari müessese, siz bunları dökerseniz ne olacak bizim halimiz. Biz nasıl ayakta duracağız. Ben de dedim ki efendim tamam da bak bunlar hakim olacak, savcı olacak, avukat olacak…?olacak. bu okul bu dört meslek bunlardan. Ayriyeten bu okuldan mezun olan işte kaymakam da olur, banka müdürü de olur, başka şeyler de olur. Hâkim deyip geçme bir karar verir. O zaman idam cezası da kalkmamıştı. Seni idam eder. Karını boşar. Üniversiteni elinden alır. Dolayısıyla bunları iyi yetiştirmek lazım. Ticari müessese diye bakamazsın buraya. Valla efendim olsun dedi. Olsun dedi. Ama dedi burası ticari müessese dedi. O zaman ben döktüm ve ayrıldım. Başka bir arkadaş… Mümtaz Soysal. Siz hukukçu olarak, hayır, ticari müessese değil bir vakıftır. Ve aynı zamanda ticaret yapması yasaklanan bir vakıftır…gidip savcılığa şikayet edeceksiniz. Mehmet Kocaoğlu. Şimdi yargı reformu diyoruz da bir kere bunu …..e? bölmeliyiz?. Bu bir. İki, şimdi özellikle taşra hukuk fakültelerine giden idari amacı olmayan öğrenciler geliyor. Hocam ne o koca koca kitapları anlatıyorsun. Allah aşkına bize 15 sayfalık peypır ver. Doğru yanlışları sor. Biz sınıfı geçelim. Diplomayı alalım diyor. Ve bunlar hâkim, savcı, avukat, noter. Daha başka bir şey ola…. Türkiye’nin bu eğitim seviyesiyle….o sizin dediğiniz ideal anayasayı alıp böyle ikide birde ah benim de bir sevgilim olsun der gibi ah bizim de bir yeni anayasamız olsun diye anayasa yapmak elbette iyi bir şey değil ama dolayısıyla eğitim seviyesiyle yapacak bir şey de yok hocam. Ayrıca bu moral bozucu bir şey ama ben böyle düşünüyorum. Bu bir. İki, bugün aynı konuda hukuk fakültesinde belki hukuk fakültesinde hiç görmediğim seviyede olağanüstü bir toplantı vardı. Yerler almadı. 45 Yine bu konular konuşuluyordu. Ben ordan buradaki şeye geldim. Yekta beyin de vardı. O çok uzak olduğu için zaman kaybından oraya gidemedik. Ayrıca bugün başka bir şey vardı hocam. İşçiler yürüyordu. Polisler vardı. Ve benim büromda Kızılay’da. Kızılay’da sabahtan akşama kadar arbede oldu. İnsanlar bırakın bir özgürlük kullanıyor tabi. Adam derdini anlatacak. Öbür taraftan özgürlük kullanamıyor. Ama bu arada da insanlar ordan geçemiyor, yürüyemiyor. Mümtaz Soysal. Yani? Mehmet Kocaoğlu. Yani hocam. Toplum bir tartışma içerisinde yani gördüğüm kadarıyla uzlaşma. Sizin anlattığınız o uzlaşma zemini pek yakında oluşacak gibi gözükmüyor. Dolayısıyla bunu tabi şöyle böyle hepimiz gidiyoruz anlatıyoruz, çok güzel de anlattınız. Onun için de teşekkür ederim. Bu uzlaşmazlığı ne zaman çözeceğiz. Benim sorum bu. Teşekkür ederim. Mümtaz Soysal. İşte her toplumun kendine özgü uzlaşma yöntemleri var. Biz biraz kaş göz yararak falan uzlaşıyoruz. Fazla yaralanınca kafalar gözler ondan sonra birileri durduruyor tekrar nefes alıyoruz falan yaralar sarılıyor. Biz de böyle bir toplumuz. Böyle gidiyoruz. Çok da kötü gitmiyoruz. Kötüye gider gibi gözüküyoruz ama ben şuna inanıyorum ki bunlar başaramayacaklar. Cumhuriyeti batırmayı başaramayacaklar. Bir yerde (alkışlar…)…bir yerde onların anlayacağı dille söyleyeyim Allah çarpacak. (alkışlar…) Doğruluk kazanacak. Haklılık kazanacak. Üçkâğıtçılar şeyler falan kaybedecekler. Buna inanıyorum. Yani inanç diye bir şey varsa inançlar da çeşit çeşit. Ben de buna inanarak yaşıyorum. Başkaları namaz kılarak falan. Benim inancım da bu. Siz de böyle yaşayacaksınız. Ancak böyle devam edebilir. Olmuyor canım vaz geçtim desek ne yapacağız. Eve gitsek bile evde de rahat bırakmayacaklar. Bütün televizyonlar seyredilmiş olmaktan çıkacak, karanlık bir şeyler gösterecek falan. Yani öyle bir şeyi kendimiz göz göre göre getirebilir miyiz? Sonuna kadar direnebildiğimiz kadar direneceğiz. Vazgeçmek yılmak, ertelemek falan yok. Levent Öze. Hocam esasa ait bir şey söylemek istiyorum. Aynı şeyleri eminim Osmanlı devleti yıkılmadan önce onlar da söylüyordu. O yüzden konuşmak değil bir şeyler yapmak lazım. Bu çerçevede konuşmanız sırasında konjonktürel bir anayasa değişikliği olduğunu söylediniz. Biraz daha bu konjonktür açısından değerlendirir misiniz? Örneğin açılım ve Ergenekon çerçevesinde. Mümtaz Soysal. Konjonktür şu. Bir kere işsizliğin müthiş yayıldığı bir toplumdayız. Üretimin yaratıcılık anlamda, teknolojik anlamda üretimin nerdeyse durma noktasına geldiği bir toplumdayız. Ürettiklerimiz şurdan buradan getirdiklerimizle olan dolayısıyla satıyoruz falan dediğimiz şeylerin büyükçe bir kısmı aldığımız şeyler. Ekonomisini falan böyle didikleyerek baktığımızda bizim durumumuz çok parlak değil. Ama böyle bir durumda bizim ne mümkünse onu yapmamız gerekiyor. Yani rejimimiz, gidişimiz kötüyse ona karı koymamız gerekiyor. Dolayısıyla yani ben daha ne yapılabilir kalkın ey ehli vatan diye bağıracak halimiz de yok. Ama buna mümkün olduğu kadar yapabildiğimiz, gösterebildiğimiz kadar tepki göstermemiz gerekir. En önemlisi de caymamak, yılmamak. Başka …yani bu inançları belki akıllıca kullanmak. Mesela vakıflar bankasını falan satmağa kalktıklarında ben ….lere ? dedim ki buraya geliyorlardı onları satın almaya falan filan, valla bizim dinimizde bu vakıflarla oynayan ? insan çarpılır. (gülüşmeler…) Taş olur. Tabi inanmadılar ama yani buranın kültürü böyle. Burada böyle şeylere kalkışmayın. Ne kullanabiliyorsak kullanacağız. Yanlış da değil. İnanç sahiplerinin de budan memnun olması gerekir. Biz Allahın beğenmedi şeyleri değil onun takdir ettiği şeyleri kullanıyoruz. Öyle bir günahımız da yok. (alkışlar…) Uluç Gürkan. Evet, sayın hocama çok teşekkür ediyorum. Katıldığınız için sizlere çok teşekkür ediyorum. Okulda salonun büyük çoğunluğu sanıyorum sayın hocamdan uzun yıllar öncesinden başlayarak, kendi payıma ben 46 yıl önce ders almıştım, ama bu kez hepimiz uygulamalı anayasa dersi aldık. Ama üssü mizanın altında 6 değil. Üstünde bir not almak için hocam yılmayın, Mümtaz Soysal. Yani 4 ile geçseydin daha mı iyiydi? Uluç Gürkan. Yüksek not almak için bir şey söylüyor. Yılmayın, dik durun ve gereken mücadeleyi yakışır bir şekilde bu cumhuriyet için hep birlikte verelim diyor. Geçmenin yolu hocamdan, öyle anlaşılıyor ki, bu ortaya koyduğu ilkeler. Hepinize teşekkür ediyorum ve kapanış için de Mülkiyeliler Birliği başkanı sayın İhsan Fevzibeyoğlu’na söz veriyorum. Bu arada hiç telefon çalmadı kapattığınız cep telefonlarını açmayı unutmayın lütfen. İhsan Feyzibeyoğlu. Ben de değerli hocamıza verdiği anayasa dersi ve yanıtlar, sizlere de katıldığınız için Mülkiyeliler Birliği adına teşekkürlerimi sunuyorum. Mülkiyeliler Birliği seçimlerinden önce davet edildiğim bir televizyon kanalında anayasa değişikliği konusu açıldığında bu konuyu hocalarımızın düşüncelerini öğrendikten sonra ele alacağımızı ve görüş oluşturacağımızı söylemiştim. Bu akşam hocamızın sayesinde bu çalışmanın ilk adımını atmış olduk. Ben de sayın başkanım Uluç Gürkan gibi her sınava bir kere girerek mezun oldum. Ve yine kendisi gibi 1. sınıfta en düşük notu 6.5 ile hocamızdan almıştım. (gülüşmeler…)… Bunun bir başka ders olduğunu düşünüyorum. Mezun olduğunuz zaman anayasa dersini çalışmayı bırakmayın. Ömür boyu çalışın diye anlıyorum. Üstelik benim elime sayın başkanım gibi not yükseltme fırsatı da geçmedi. Bu akşam kendisini biraz daha yormayı göze alarak belki notumu da kıracak ama sizlere bir bilgi sunmak istiyorum. Biraz önce kadirşinaslık olarak lütfedip ifade ettiği Mümtaz Soysal’a Armağan kitabımızdan az sayıda var elimizde. İsteyenler edinebilirler. Hepinize tekrar teşekkür ediyorum. Saygılar. 46 söyleşi Uluslararası Parlamentolarda Tartışılan Boyutuyla SOYKIRIMA ALDANMAMAK İhsan Feyzibeyoğlu. Değerli misafirlerimiz, sevgili Mülkiyeliler, bu haftaki söyleşimize hoş geldiniz. Bu hafta sayın başkanımız Uluç Gürkan’ın parlamenterlik döneminde uluslar arası platformlarda yaptığı konuşmalar, savunduğu görüşlerden hareketle bir konu seçtik, kendilerinin önerileriyle. Uluslar arası Parlamentolarda Tartışılan Boyutuyla Soykırıma Aldanmamak şeklinde uzunca bir başlık koyduk. Geçen hafta Mümtaz Hocamızı, önceki hafta, konferansının başında hem sayın başkanım hem de ben anayasa dersinden aldığımız notlardan şikayet etmiştik. Sonra ben siyasi tarih notuma baktım. Fena değil o. Bayağı yüksek bir not almışım. Rahmetli Fahir Armaoğlu hocamız tarihi olayları değerlendirebilmek, bu konularda politika üretebilmek için bunların ne zaman hangi koşullarda hangi iktisadi ve siyasi sebeplerle çıktığına bakmak gerekir düşüncesini bizlere vermişti. Siyasi tarih sanıyorum bu temel üzerine kurlabiliyor, kurulmalı. Ve kitabını da 1789 Fransa ihtilaliyle başlatmıştı. 1789 ihtilalini hazırlayan sebepler arasında Amerikan ihtilalinden de bazı düşünceler olmakla birlikte ana tema Fransız ihtilaliydi. Bu ihtilal ve sonrasında ortaya çıkan milliyetçilik akımlarının Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki etkilerini de yakın yıllara kadar orda tahlil etmiş, açıklamıştı. Hiçbir iz bırakmasa dahi bir tarihi olayı mutlaka o olayın gerçekleştiği andaki koşulları dikkate alarak değerlendirmeliyiz. Türklerin 1071’de anadoluya girişlerinden itibaren bir türk meselesi olagelmiştir Türklerle anadoludaki ve Batı’daki kişiler, uluslar, kavimler arasında. Daha sonra bu 1815’te hepinizin bildiği üzere Viyana Kongresinde Şark Meselesi olarak isimlendirilmiştir. Şark Meselesinin ne zaman başladığı konusu o kadar önemli değil, tarih önemli değil ama Batı’nın bizlere bakış açısı bu kavram etrafında biçimlenmiş ve çeşitli sorunlara da yol açmıştır, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti açısından. Meselenin bu boyutunu göz ardı ederek ne bugün konuşacağımız soykırım ile ilgili konuda ne de türkiyenin gündeminde bulunan diğer sorunlarda doğru tahlil, doğru değerlendirme yapamayabiliriz. Bu sebeplerde başlık ve içerik Uluslararası Parlamentolarda Tartışılan Boyut oldu. 1908’den hemen sonra, çok kısa bir süre içerisinde Osmanlı İmparatorluğu büyük toprak kayıplarına uğradı. O yıllarda ortaya çıkan hiçbir gelişmeyi, buna tabi soykırım iddiaları da dahil, daha önceki yıllara gitmeden, uluslar arası boyutlarına bakmadan, çeşitli ülkelerin yaklaşımlarını dikkate almadan değerlendirmek yanlış ve eksik olur. Bütün bu sebeplerde bugünki söyleşide öyle umuyorum ve inanıyorum ki bu konu çok farklı boyutlarıyla ele alınmış olacak ve umarım sayın Uluç Gürkan’ın bugün anlattıkları türkiyenin bir eksiğini de kapatır, türkiyenin bir ermeni politikasının oluşmasında ve kalıcı bir politika haline gelmesinde de etkili olur. Buyurun efendim. Uluç Gürkan. (alkışlar…) Teşekkür ediyorum sayın başkan. Sizlere de zaman ayırdığınız için ayrıca teşekkür ediyorum. Şimdi, hepimiz biliyoruz Ermenilerin, o günkü adı soykırım olmasa bile türkiyede mağdur, mazlum oldukları, yerlerinden, yurtlarından sürüldükleri iddiaları yeni bir iddia değil. Çok eski. Hatta şimdi soykırım iddialarına 47 esas yapılan 1915’in de öncesinde, internete, 19. yüzyılın sonunun gazeteleri filan girdi artık, oralarda bu iddiaları görebiliyorsunuz. Çok eski, tarihi yüzyılı aşan bir iddia. Ama bugün aldığı şekil iki adımda biraz daha farklı. Birincisi, işte 1948’de II. Dünya Savaşı sonrasında oluşturan Soykırım Sözleşmesi kapsamında bir soykırım tanımı çerçevesinde yeni bir iddiaya dönüşmüş olması. İkinci, bana göre önemli değişiklik, benim de uluslar arası parlamentolarda görev yaptığım yıllara denk gelen boyutuyla, soğuk savaş sonrasının yeni dünya düzeni içinde kendine yer bulan bir iddia. Soğuk savaş sonrasında hepimiz biliyoruz. Amerikalı akademisyenler Fukuyama, Tarihin Sonu, daha sonra birbirleriyle paslaşarak Samuel Huntington ile oluşturulan Uygarlıklar Çatışması tezi. Yani komünizm tehlikesine karşı batı kapitalizminin kendine uygarlıklar adını verdiği din temelinde yeni bir çatışma noktası bulması ve bu temelde de İslami Huntington’ın ilk makalesinde de Foreign Affairs’de sonraki kitabında da vurguladığı kanlı sınırlarının bir kanıtı biçiminde sunulması. Bu noktada şunu akılda tutmalıyız. İşte tanrının kutsal sayılan üç kitabında da Tevrat, İncil ve Kuran’da da kendinden olmayana karşı bir tür öldürme, yok etme meşruiyeti var. Bu iddialar bu çerçevede bunu göz önünde tutalım, gerçekten kökeni İncil’e kadar giden bir önyargının, zaman zaman nefrete, uluslar arası kendisi bir suç olan bir tepkiden, önyargıdan kaynaklanıyor. Şimdi bakın bu çerçevede, bu medeniyetler çatışması ekseninde türkiyenin içine ciddi olarak, hatta eşbaşkanlıklar gibi, medeniyetler uzlaşmasında gerev verilmesi gibi itildiği bu çatışmada ermeni iddiaları bayağı değişik bir boyut kazandı. İnanılmaz etkin bir biçimde tırmanmaya başladı. Şimdi, şurada bir yeni yapılmış çalışma var. Sözde Ermeni Soykırımının Dünyada Kabulü ve Yabancı Parlamentolarda Türkiye Aleyhine Çkarılan Emeni Soykırımı Kanunlarının Türkçe Metinleri diye yeni bir çalışma. Bu çalışmaların, 45 tane İsveç’in kabul 48 ettiği kararla birlikte, bu çalışmaların sadece bir tanesi 1915 tarihli, 2, 4, 5 tanesi 1990 öncesi, 39 tanesi uygarlıklar çatışması tezi ortaya atıldıktan sonra gündeme getirilmiş, uluslar arası parlamentolarda karara dönüştürümüş. Bu vurguyu şunun için yapıorum. O uygarlıklar çatışması t ezi kapsamında bir kökeninde dinsel inançların temel olduğu, onun ön planda olduğu bir önyargıyı da bu içeriyor. Şimdi bu boyutuyla da olay bir akademik tartışma, bir tarih araştırması, incelemesi boyutunu da aştı. Güncel bir siyaset noktasına ulaştı. Yani tarihi bir olaydan güncel bir politika uluslar arası parlamentolarda, yabancı parlamentolarda alınan kararlarla güncel bir politika üretilmeye çalışıldı. Bu gelişme, olayın bu boyutuyla gelişmesi sadece yurt dışı ayaklı da değil. Maalesef yurt içinde de çok temel bir ayağı var. Kimi üniversitelerimizin de gerçekten şeyinde tarih kürsülerinde odaklanmış. Mesela Boğaziçi, Sabancı, Bilgi Üniversiteleri bayağı hareketli. Erivan’daki veyahut Washington’da diyasporadan çok yardım alan bazı üniversitelerden filan hiç geri kalmaz noktadalar. Yani gerçekse, tarihi gerçekse elbette yapsınlar. Ama bu söyleşi içinde neleri nasıl tahrif ettiklerinin birkaç örneğini bu çalışma içinde ortaya koyacağım. Gazetelerde tutulan çok ciddi köşe yazıları var. Bunlardan en son bir tanesi, isim vermeyeyim, hepsi aynı şeyi söylüyorlar, ne diyorlar: türkiyenin bütün politikası inkar üzerine kurulmuş dünyada hiç kabul görmüyor. Onun için Türkiye öyle bir algılanıyor ki kendi sorunlarıyla ilgili inisiyatiflerinde sadece şark kurnazlığı yapıyor, şimdi şark kurnazlığı bu anayasa tartışmasında da pek kullanılır oldu, vizyonsuz, muhafazakar, taviz alır ama taviz vermez bir yaklaşım içinde. Şimdi, bu boyutuyla olay gelişirken ben de bu sorunla itiraf etmeliyim ki 1992 yılında uluslar arası parlamentolarda ilk göreve başladığım sırada tanıştım, tanık oldum. Böyle bir sorunu gerçekten yani biliyorum ama bilmiordum. Benim ortaokulda ermeni sınıf arkadaşım vardı. Az da değil. Talas Amerikan ortaokulunda okuduğum için onlar için yapılmış bir okul olduğu için. 30 kişilik bir sınıfta mesela 6 arkadaşımız burslu okuyan ermeni arkadaşımızdı. Onlarla ilişkim hala devam ediyor. İstanbul Yıldız’da babam Harp Akademisi’ndeyken çok sayıda ermeni arkadaşımız vardı. Hatta biz herkes İstanbul Yıldız’da Beşiktaşlı olduğu için futbol oynarken birbirimizden ayrılmak için birbirimizden net şey bulamazdık, Fenerli Galatasaraylı ayrılalım, oynayalım diye. Herkes Beşiktaşlı. Ne yapalım. Ermeniler Türkler diye oynardık. Maç içinde kavga ederdik. Ondan sonra al takke ver kulak. Böyle bir ortamda büyüdüğüm için bu sorunu hakkaten samimi olarak bilmiyordum. Uluslar arası parlamentolarda görev yapmaya başladığım 1992 yılında tanıştım. Yani bildiklerim de çok yetersizdi. Sadece bu sorunla değil. Türkiyenin aslında birçok sorunu oldu. İşte, kürt sorunu. Ege Kıbrıs, sınır aşan sular, Balkanlarda, Orta Doğu’da, Kafkaslar’da pek çok sorunu oldu ve bu konuda bizim hemen hemen hiç bilgimiz olmadı. Ben uluslar arası parlamentolarda görev yapmaya başladığımda kendimi çok yetkin sanıyordum. Siyasal Bilgiler Fakültesi uluslar arası ilişkiler bölümünü bitirmişim. Uzun yıllar gazetecilik, genel yayın yönetmenliği, köşe yazarlığı yapmışım. Bu konularda yazılar yazmışım. Bu işleri biliyorum zannediyordum. Gittim ki yani benim bildiklerim karşıdakiler çok biliyor anlamında değil. Ama karşıdakileri ikna etmeye, önyargılarını aşmaya, karşıdakilerle sağlıklı bir temelde tartışmaya hiç yeterli değil. Dışişleri bakanlığının sayın büyükelçim burada, maalesef bize sağladığı lojistik destek de bilgi bağlamında bu işi çövzmüyor. 1992 yılından 1995’e kadar uluslar arası parlamentolardaki bütün toplantılarda işte bu bahsettiğim sorunlar, ermeni iddiaları konusunda kroke durumunda boksör gibiydim. Bir gün Kıbrıs tokatı yiyorsun, ertesi gün Irak’a dönük sınır ötesi operasyonu yumruğunu, ertesi gün işte bu ermeni soykırımı iddiaları. Ben de kendi kendime, dışişlerinin belgeleri filan da yetmeyince yeniden çalışmaya başladım. Bu arada siyasi tarih dersimizin de hiç yetmediğini gördüm. Ben de siyasi tarihten iyi bir öğrenciydim. Bizim zamanımızda dönem ortasında bir kura çekilirdi tek bir ders çıkardı. Bizim gruba siyasi tarih çıktı. Millet yıkıldı, döküldü. Sadece 5’in üstünde, yani bırakın üssü mizanı geçmek için ortalamayı tutacak 7. 5’in üstünde 6 kişi not aldı. Kendisi siyasi tarih hocası olan şimdi sınıf arkadaşım profesör Ömer Kürkçüoğlu 10 aldı. İkinci yüksek notu da 8 ile ben aldım. Dönem sonu sınavında da 10 aldım. Ama hiçbir şeye yetmiyor tabi orda aldığımız bilgiler. Yani müthiş dayak yiyoruz. 1995 yılında Kıbrıs, Ege ve sınır ötesi operasyonlar kapsamında işte ayrılıkçı terör konularında dengeyi kurmaya başladık. Fakat ermeni meselesinde gene hiçbir şey yok. 1997 yılında dersimi çalıştığımdan değil, olayların biraz bana yardımıyla işe nereden girebileceğimi sanıyorum keşfettim. 1997 yılında AGİT parlamenter asemblesinin Polonya’nın başkenti Varşova’da bir toplantı. Biliyorsunuz soykırım sözcüğünün yaratıcısı Rafael Lemkin Polonya asıllı bir Yahudi. Ben türk grubunun resmen değilse bile çünkü o tarihte meclis başkan vekiliydim, doğal olarak yöneticisi gibi görünüyordum, ermeni heyeti yanlarında Amerikan heyetinin başkanı ve bir Amerikalı zenci parlamenter de bir özel konuşma istediler. Dediler ki işte Rafael Lemkin, orda öğrendim, Yahudi, genocide, soykırım sözcüğünün mucidi, onun anısına burada ermeni meselesiyle ilgili bir oturum yapmak istiyoruz. Benden izin almak istemelerinin sebebi şurdan. AGİT parlamenterler asamblesinin kurallarına göre konsensus ile, yani tam uyumla alınıyor. Bir uydurabilecekleri kılıf var. Bir eksi gibi bir formül var ama buraya uyar mı uymaz mı o da belli değil. Fakat o da onlara yetmiyor. Çünkü bizim 6 tane Türki dediğimiz, Tacikistan dahil üyemiz var. Biz hayır dersek 7 kişi hayır diyecek. Bunu aşmak istiyorlar. Ben de dedim ki olabilir, tartışabiliriz. Ama benim kafamı kurcalayan bir sorun var. Bu konuda hep dinliyorum yıllardır söylenenleri. Bu sorunu düzeltirsek tartışmayı açarız. Nedir dediler. Dedim ki bakın üstünde tartışma olmayan bir soykırım gerçeği var. Yahudi soykırımı. Yahudi soykırımı derken siz hep Nazilerden, Nazi partisinde bahsediyorsunuz. Konu bize gelince Türkler, Türkiye diyorsunuz. Niye? Bunu merak ettim. İşte soykırım sözleşmesinde tanıma baktım. Tanım: bu suç ancak gerçek kişiler tarafından işlenebilir diyor. Bu iddialarınızı kabul anlamına gelmiyor ama önce bir dilinizi düzeltin. Çünkü bu bahsettiğimiz, çünkü bizi Güneydoğudaki operasyonlar filan konusunda da ırkçı nefret ortaya koymakla suçluyorlar. Şimdi kalkıp bizi bu meselede ırkçı nefretle suçluyorsunuz ama sizin o söyleminiz, Türkler, Türkiye. En bana uzak dedim suçlama Osmanlı Türkleri. Bir ulusu, bir ülkeyi hedef alıyor. Gerçek kişi değil. Bunu bir düzeltin. Ermeniler Amerikan delegasyonunun başkanına doğru baktılar. O da şöyle durdu durdu. Why not? Niye olmasın dedi. Ama sonra döndü dedi ki peki kimi suçlayacağız dedi. Şok oldum. Gayrı ihtiyarı planlı bir şey değil. Biliyor musunuz dedim. Yok, dedi. Ermenilere baktık onlardan da ses yok. Haaa, şimdi siz fena oldunuz dedim. Ben de 49 bildiğiniz bir konuyu benimle tartışmak istediğinizi düşünmüştüm. Öğrenin ondan sonra tartışırız dedim. Ve o zaman ya bu ırkçı nefret söyleminin kullanılması gerektiğini kendi kendime keşfettim ve bunun üstüne çalışmaya başladım. Hakikaten bakın soykırım sözleşmesi Birleşmiş Milletlerin 1948 yılında kabul edilen, bu suçun, bu insanlık suçunun ancak ve ancak gerçek kişiler tarafından işlenebileceğini öngörüyor. Bir grubun, burada Ermeniler, soykırıma tabi tutulmasından başka bir grup, ülke olarak, türkiyeyi, ulus olarak Türkleri suçlu tutmak kendisi olarak bir soykırım değil ama bütün demokratik ülkelerin ceza yasalarında suç olarak tanımlanmış olan ırkçı nefret suçu üslubu var. Ve bu maalesef bir tek bize karşı kullanılır. Dünyada uluslar arası yargının karara bağladığı Yahudi soykırımının dışında bir başka konu daha var. Raunda. Ruanda’da kimse suçlanmıyor. Ülke ulus suçlanmıyor. Kişiler suçlanıyor. Kimse onlar. Uluslar arası ceza mahkemesinin eski yugoslavya’da yani onun parçalanması sürecinde Sırbistan, Hırvatistan, Bosna-Hersek ayrışması sırasında ortaya çıkan olaylarla yapılan suçlamalarda mesela Kritzcik ? önce mahkemede soykırım nedeniyle mahkum oldu. Temyizde savaş suçuna çevirdiler. Kritzcik’i kişi olarak diğer sırp liderleri de kişi olarak suçluyorlar. Ama bir tek türkiyeye gelince Türkiye Türkler. İşte İttihat Terakki idi şuydu, hiç şeyleri yok, aldılar. Şimdi bu noktada yeni politikada aklıma düşen bir şey var. Şurada 45 tane karar var. Bunun altı tanesi sonuncusu henüz komisyon aşamasında olmakla birlikte Amerika Birleşik Devletlerinde alınmış, 6 tanesi fransa’da alınmış, 5 tanesi Arjantin’de, 4 tanesi Avrupa Parlamentosunda. Türkiye bu ülkelerle, Avrupa Parlamentosu için hiç kuşkusuz Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yahut başka bir yer gibi bir uluslar arası yargıyı esas alarak o ülkelerin yasal mevzuatlarını çok iyi inceleyerek bu konuda öyle ne söyleyeceğini bilmeyen heyetleri oraya buraya yollamak yerine çok iyi bir hukuk araştırması, çok iyi hukukçularla ciddi araştırmalar yaparak pekala bu kararları alanların, örneğin Obama’nın 24 Nisanda yapacağı konuşmanın nefret suçu olup Amerikan yasalarına göre olmadığını gündeme taşıyarak, yani sen bunu söyleyebilirsin ama nefret suçunu da işlemiş olursun diyerek bir yeni çalışma, bir yeni yaklaşım ortaya konulabilir diye düşünüyorum. Ve bu konuda türkiyenin elinde gerçekten çok ciddi bir malzeme var. Bu malzemenin bir tanesi de şu. Şu sıralarda ya sevgili Okay o kitapların adı neydi? Türkiyeyi toplum mühendisliği yapmakla, cumhuriyeti filan suçlayan, şu sırada çok yayılmaya başladı o kitaplar, şifresi filan gibi. Diyorlar ki bu topraklarda bu cumhuriyet kurulurken öncesinde de İttihat ve Terakki’den miras, bir bu toprakları Türkleştirmek. Bu toprakları Müslüman Sünni Müslüman ve türk temelinde yeniden dizayn etmek için bir toplum mühendisliği yapılıyordu. Zaten bu Ermenilere de yapılanlar da bu toplum mühendisliğinin bir örneği idi gibi iddialar bol bol kitap çıkıyor şu sıralarda. Toplum mühendisliği bu cumhuriyetin kuruluşunda var mı? Var tabi. Yani kimse yok diyemez. Ama bakın bu toplum mühendisliği burada bir ulus devlet yaratma çabasıdır. Ama o ulus devlet ırk temelinde değil. O ulus devlet din temelinde değil. Bir siyasal bilinç temelinde. Zaten ırk temelinde nasıl yapacaksınız anadoluda kurtuluş savaşını veren halkın bir anket yapılsa ne kadarı türk Osmanlının Türklüğü ret politikası aşılmış bile olsa %50’ye ulaşır mı belli değil. Kafkaslardan gelen Çerkez, Gürcü, Çeçen, öbürlerini bir tarafa bırakıyorum grup olarak, Balkanlardan gelen Boşnak, Arnavut çok az Bulgar. Yani büyük gruplar. Bir de yerleşik kürt var. Kafkaslar, Balkanlar kürt… yani bunlarla ırksal temelde bir Türklük anlamında bir etnik toplum mühendisliği yok. Bir ulus devlet yaratma ve varolabilmek için yaratma. O toplum mühendisliği çalışmasının iki temel ayağı var. Buradaki değişik din, kültür, etnik farkları bir potada eritmek. O toplum mühendisliğinin adı da Türkiye cumhuriyetini kuran Türkiye halkına, türk halkı da değil, Türkiye halkına, ama Türkiye halkları da değil, Türkiye halkına türk ulusu denir. Ve bu gerçekten çok meşru bir meşru müdafaadır. Bu topraklarla ilgili avrupada başka bir toplum mühendisliği var. İnternetten ismini yazıp girin. Hide Clock ? diye bir adam. Çok ünlü bir İngiliz. 1865’te başlattığı ve zirveye taşıdığı çalışma Türklerin anadoludan sürülmesi, dışlanması, extinction ve türkiyede Hıristiyan nüfusun arttırılması. Bu çok eski işte o İncil, Kuran bağlamındaki nefrete dayanıyor. Bakın hepimiz Valtair’i ne özelliğiyle tanırız. İşte düşüncelerine katılmıyorum ama farklı düşüncen için ölebilirim, kendimi ortaya koyabilirim. Peki Voltair’in kraliçe veya çarice Katerina’ya yazdığı mektuplar? Türkleri öldürmekle bana yaşama sevinci veriyorsunz. Şimdi burada bir ırkçı nefret var. Bilinç altında. Luther. Aydınlanmanın dinsel ayağı. Protestanlık. Türklerle ilgili tanımı Türkler Katolik kilisesinin yanlışlarına, yolsuzluklarına karşı Tanrı’nın gönderdiği cezadır. Şimdi bu algıyla, bu anlayışla Müslümanlıkla Türkleri bütünleştiren anlayışla oluşan bir Avrupalılık bilinci ve bu Avrupalılık bilincinin Atlantik ötesine de uzanan bu topraklarla ilgili bir toplum mühendisliği I. Dünya Savaşı sonrasında Mondros mütarekesi ve Sevres anlaşması ile yaşama geçirilmek istenmiştir. Yani Sevres’in sadece türkiyeyi parçalaması değil 50 bakın Sevres ile ilgili İngiltere başbakanı, Sevres imzalandığı tarihte İngiltere başbakanı olan David Lloyd George’un sözü. Türkleri anadoludan söküp atmak bir insanlık borcudur. Sevres. Lloyd George’un bir sözü. Hangi toplum mühendisliğinden bahsediyorsunuz. Woodrow Wilson. I. Dünya Savaşı sonrasının Amerikan işte dünyaya barışı getirecek en büyük efendisi. Woodrow Wilson’a şöyle katılıyor. Türkler avrupada çok uzun zaman kaldılar. Oradan tamamen temizlenmeliler. Yani toplum mühendisliği tartışmalarına olayı karşı boyutuyla görmeden türkiyede kendi kendimize mazoşist bir anlayışla Kraziç ? yahut bilmem ne Sırp liderler niye Türkiye Türkler? Bu soykırım sözleşmesine de aykırı. Gerçek kişiyi bul. Varsa bir iddianız. İddianızın tartışılabilir olması için. aksi takdirde bir önyargıdır, dinseldir, ırksaldır. O ayıp da size yeter. İkincisi, ermeni iddiaları konusunda bu iddianın geçerli olmadığını kanıtlayan veyahut şöyle diyeyim, şimdi size bir soru, bir düşünün. Geçerli olduğunu kanıtlayan bir uluslar arası mahkeme kararı var mı? Yok deniyor. Bir mahkeme kararı var. Geçerli olmadığını kanıtlıyor. Ama o mahkeme kararını bize unutturdular. Biz de kötü hafızamız nedeniyle unuttuk. Şimdi geçenlerde bu konuda çok iddialı iki profesörümüz, biri yardımcı doçent, Orhan Çekiç Marmara Üniversitesi’nde. Çalışmalarından ben de çok şey öğreniyorum. Bir de Kemal Çelik galiba, Çelik miydi, Çelik. Türk Tarih Kurumunda zaten tarihçi, akademisyen. Yurtdışından katılan Taner Akçam ile bir tartıştılar Haber Türk’te, Balçiçek Pamir’in toplantısında. Orhan Çekiç dedi ki ya bu iddiaları ortaya koyuyorsun ama bir uluslar arası mahkeme kararı gerekir. Gerçekten de uluslar arası Birleşmiş Milletler’in Soykırım Sözleşmesi bunu gerekli kılıyor. Yani bu suçtan bahsedebilmek için mahkemenin bir karar vermiş olması lazım. Böyle bir karar yok dedi. Bunun üzerine Taner Akçam dedi ki Yahudi soykırımı konusunda da yok. O önemli değil. İkisi de yanlış. Yahudi soykırımı konusunda da var. Eğer Yahudi soykırımı konusunda varsa ermeni iddiaları konusunda da var. Ama soykırım sözleşmesi çıktıktan sonra değil. Onun öncesinde. Öncesini kabul etmezseniz o zaman soykırımı geriye nasıl taşıyorsunuz. Tamam taşıyalım. Şöyle ucuzluğa girmeyelim, geriye yürümez. O zaman suç yoktu. Uluslar arası hukukta da şu an geçerli bir yaklaşım bu. Hiçbir hukuki sonuç yaratmaz. Hani çok korkuyoruz ya tazminat filan falan. Hayır yaratmaz. Çünkü o zaman öyle bir suç yok. Soykırıma dayalı hukuki bir şey yapamazlar. Ama asıl sorun yani böyle bir olay var mı. Olayın özelliği ne. Ve uluslar arası yargı. Niçin Yahudi soykırımı konusunda var. Bakın II. Dünya Savaşı bitti. Londra’da 8 Ağustos 1945’te bir anlaşma. Avrupadaki savaş suçlarının yargılanması anlaşması. Bir anlaşma da Japonya’da. O konumuz dışı. Avrupa’da. Bu Londra sözleşmesi, tüzüğü her neyse 8 Ağustostaki bir sözleşme bir Nürnberg mahkemesinin yolunu açan uluslar arası anlaşma, almanya’ya da imzalatılan. Teslim olmuş. 18 Ekim 1945’te başlayıp 1 Ekim 1946’ya kadar süren bir Nürnberg duruşmaları. Filmlerini filan hatırlayabiliriz. Hakkında bir şeyler duymuşuzdur. Şimdi, peki b Nürnberg mahkemesi Yahudi soykırımı ile ilgili 1948 yılındaki Birleşmiş Milletler soykırım sözleşmesinin tanımladığı uluslar arası saldırarak çözemeyiz. Şimdi, geldiğim bu nokta beni bugüne kadar devletin izlediği bu konuda politikaların bütününün ötesinde üç ayaklı, zaman zaman da uluslar arası parlamentolarda veya uluslar arası tartışmalarda üç dakikaya sığdırdığım üç ayaklı yeni bir yaklaşıma götürdü. Burada tabi üç dakika içinde toparlayacak değilim. Zaten bir ayağı bir dakikalık bir ayağı ne kadar oldu? 15 dakikadır paylaşmak istiyorum. Yani önce bütün bu konuda bize yöneltilen suçlamayı bir ülkeyi, bir ulusu hedef alamazsınız. Aldığınız zaman siz suçlusunuz. Siz suç işliyorsunuz. Kendi yasalarınıza göre, Uluslar arası Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne göre. Suçlusunuz diye yürekle ortaya çıkmak. Bunu ortaya koymak ve yargıda da takipçisi olmak, ama kararlılıkla hiç eğilmeden bükülmeden. Örneğin, Ermenistan protokoluyla ilgili Güvenlik Konseyi’nde İran’a karşı müeyyidelere vereceği oyu pazarlık konusu yapmamak. Yani başbakanın maalesef amerikadaki görüşmeleri, yani Ermenistan konusunda biraz daha geriye döneriz ama şu İran politikasında Güvenlik Konseyindeki oyumu meşru görün pazarlığının ötesine geçmiyor, sonuç itibariyle. Yani bu konuda kararlı, dik duracak bir yaklaşımı benimsemek. Birinci ayak o zaman 1 dakikaya indirirsek, yani bunu bir ırkçı nefret söyleminden, dilinden kurtarın. Niye Naziler, Niye 51 yetkin mahkeme midir. bu bir sorun. Üç yıl önce çünkü. İki yıl önce. Evet, yetkili mahkemedir. Yetkili mahkemedir çünkü o sözleşme Nürnberg süreci ile Nürnberg kararıyla oluşmuştur ve bu da Birleşmiş Milletler’in 11 Aralık 1946 tarihli oturumunda aldığı üst üste 95 nokta bir veya 95 parantez içinde bir 96 parantez içinde 1 55. odturumundaki kararla Birleşmiş Milletler kararına dönüşmüştür. Bu kararlar neyi sağlar. Bu kararlar Birleşmiş Milletler’in, bir tanesi Nürnberg mahkemesi sözleşmesi ile kabul edilen uluslar arası hukuk kuralları ile ilgilidir. Nürnberg mahkemesinde kabul edilen uluslar arası hukuk kurallarını Birleşmiş Milletler alır ve bu konuda bir sözleşme yapmak üzere bir komisyonu görevlendirir. İkinci karar Hindistan’ın önerip sonra başkalarının da katıldığı ve Birleşmiş Milletler’de oybirliğiyle, türkiyenin de katılımıyla alınan soykırım genocide sözcüğü ilk defa kullanılır soykırım suçu. Nürnberg kararları soykırım sözleşmesi. Ve bu noktada bakın Nürnberg ilkeleri diye bir şey vardır. Soykırım sözleşmesi de bunun üstüne temellenir. Soykırım sözleşmesinin tarifi Nürnberg ilkeleri ki Birleşmiş Milletler gene kararıyla, otorizasyonu ile uluslar arası hukukun parçası haline getirilen bir olaydır. 6. ilkesinin c fıkrasında insanlığa karşı işlenen suçlar, cinayet, kitle imha ?, köleleştirme ,sürgün ve sivil halka yapılan diğer insanlık suçları veya siyasi, etnik ya da dini nedenlerle eziyet ya da savaş suçu ya da insanlığa karşı işlenen suçlarla ilgili idam ya da eziyet ya da eylemlerin sürdürülmesi. Soykırım sözleşmesine dönen tanım işte bu çerçevededir ve bunu otorize eden, hukukileştiren Birleşmiş Milletler’dir. I. Dünya savaşından sonra konuşulduğu Paris Konferansında bu tazminat vs. koşullarıyla ilgili kurulan komisyon tekrar bu bir yargılama sürecidir diye bir karar vardır ve Malta’ya Osmanlı İttihat Terakki liderleri toplanıp götürülmeye başlandığı süreçte…den sonra imzalanan yani 141 ittihat terakkici Malta’da iken Osmanlı İmparatorluğuna imzalatılan Sevres Anlaşmasının 230. maddesi bu yargıyı içermektedir. Şimdi 8 Ağustos 1945 tarihli avrupadaki savaş suçlarıyla ilgili anlaşmanın 3 belgede Sevres antlaşması, biz tanımadık. Kurtuluş savaşını gerçekleştirenler yırttı attı, ama Sevres’de Sevres’i uygulamaya sokmayı düşünen galip devletler, başta İngiltere Sevres’e uygun yargılama sürecini sürdürdüler. Çünkü Malta’da iki aşamalı bir yargılamadır. Bir, Sevres öncesi, bir Sevres sonrası. Onun İngiliz belgelerinden tümüyle İngiliz belgelerinden bir kaçına burada değineceğim. Uluslar arası anlaşma boyutu var. İki, birleşmiş milletlerin o günkü emsali, yahut birleşmiş milletlerin öncülü Milletler Cemiyeti. Milletler Cemiyetinin Cenevre’deki kayıtlarına ben bu konuda akademik çalışma yapmak isteyen arkadaşların gitmesini istiyorum. Çünkü internetten ulaşma şansı yok. Ama, o tarihlerdeki çeşitli gazete kupürlerinden gördüğüm kadarıyla birkaç oturumunda milletler cemiyetinin ermeni iddiaları gündeme getiriliyor ve milletler cemiyeti tarafından Malta adres gösteriliyor. Bu da o tarihte bugünkü birleşmiş milletlerin öncülü olan milletler cemiyetinin otorizasyonu anlamına gelir. Sayın büyükelçim bir tereddüt var mı bunda hukuken. (Büyükelçi. yok.) Böyle bir tereddüt olamaz. O halde peki malta’da ne oldu. Bir yargılama oldu mu. (ses. oldu). Oldu ama kovuşturmaya yer olmadığı kararı verildi. Bu kararı veren de malta’ya gönderilen bir savcı değil. İngilterede kraliyet başsavcılığı. Öyle şey değil. Şimdi Maltayı bu boyutuyla küçültmek için ortaya dolanıldığı zaman iki iddia konuluyor. Diyorlar ki yeterince İngiltere bu işle ilgilenmedi. İlgilenmedi mi ilgilendi mi size İngiliz official records’tan yani birkaç belge söyleyeceğim. İki İngiliz mahkumlarla değiş tokuş yapıldı. Hatta şu önümüzdeki günlerde ingilterede bu konu tartışılacak, hani İngiliz dışişleri bakanı da çıktı bizim kabinemizde kabul edilmez falan dedi ya, o tartışmaya esas olacak parlamento raporunu Robertson diye bir adam bilirkişi olarak raporunu yazmış. O raporda dahi gündeme getiriyor. Diyor ki malta’ya sürgüne gönderilen tutuklular, 11. maddesi o raporun, istanbulda rehin tutulan İngiliz mahkumlarla değiş tokuş anlaşmasıyla serbest bırakıldılar. Şimdi Türkiye niye buna ayaklanmıyor hükümet düzeyinde veya parlamento düzeyinde bunu anlamış Bu koşullarda eğer o mahkeme bir uluslararası bir anlaşma ile kurulmuşsa Birleşmiş Milletler’in tanımıyla ve birleşmiş milletlerin şu iki belgede açıkça görüleceği gibi otorizasyonu kararı varsa yetkili uluslar arası mahkemedir. Şimdi Taner Akçam arkadaşımızı sanıyorum ermeni soykırımı için de uluslar arası bir mahkteme kararı yok derken ya bütün iddiasına karşın bu işi bilmiyor, papağan ezberi yapıyor ya da biliyor bir şeyden korkuyor. Nürnberg Yahudi soykırımı için uluslar arası yetkin mahkeme olarak hiç tereddüt yok çok fazla telaffuz edilirse bunlar bizim başımıza Malta’yı sererler. Malta nürnberg’i uluslar arası yetkin mahkeme kılan bütün koşulları içeren bir yargı sürecidir. Hem de biraz daha sağlam dikişlidir. Hani bir sınıfı iki kere okuyunca çift dikiş sağlam filan denilir ya 3 dikişlidir uluslar arası anlaşma bağlamak. Mondros Mütarekesinde Ateşkesinde de bu konunun yani ermeni iddialarının yargılanması konusunda hüküm vardır bir. Barışın koşullarının 52 değilim. Malta’da serbest bırakma 1921. istanbuldaki İngiliz rehinelerle diyor İngilizlerin resmi raporunda parlamentonun. Ya, İstanbul İngilizlerin işgali altında kardeşim istanbulda ne İngiliz rehinesi olacak. Yani millet yazıyor. Taner Akçam gibi ezbere, papağan ezberi. Ama türkiyeden onlara karşı bir tepki yok. Ya bir karar alındıktan sonra büyükelçimizi geri çekmek bir şey ifade etmiyor. Şimdi diyasporaya gitmek yerine parlamentoya gidip kardeşim ya bu yanlış demek lazım. Ama bunun için de o raporu okumak lazım. Okumuyoruz. 1921 malta’da serbest bırakma. Kovuşturmaya yer olma…kararı nedeniyle. İngiliz işgali İngiliz rehinelerle tespit bırakmışız. ???. Halbuki Malta’da ….bakın…ve sonra da şeye gidiyor. Zaten Mustafa Kemal savaşı kazanınca Fransızlar yan çizdi. İngilizler de işin üstüne gitmedi. Yav, takipsizlik ? kararı verilmiş kardeşim. Mustafa Kemal onun peşinde değil. Yeniden dava açacak mısınız filan diye bir derdi de yok. Şimdi, ilgilenildi mi ilgilenilmedi mi? İstanbula İngiliz yüksek komiserliğine, henüz işgal yok, bir talimat gidiyor. Londra’daki İngiliz başsavcılığı tarafından Osmanlı liderleri ittihat terakki yöneticileri üç konuda yargılanacaklar. Bir, Mondros ateş…henüz Sevres imzalanmamış, daha 1918, 19, yani 19 bin dokuzyüz. Mondros Ateşkesine uymamak. İşte o silah bırakmayanlar filan var Kazım Karabekir filan. Eline geçirdiğini. Kim Mondros mütarekesine uymadı. İngiliz savaş esirlerine kötü muamele. Üç, türkiyedeki ve Kafkaslardaki Ermenilerin toplu öldürülmesi. 141 Malta’da nihai olarak toplanan 141 kişiden 17’si hakkında bu suçzlama var. İsmi belirtilerek. Şimdi bu konuda bir Sahak Dadriyan diye ermeni tarihçi var ,bu soykırım iddialarının en çok dayanak alındığı kişilerden teki diyor ki kitabında İngiliz Yüksek Komiserliği büyük bir bilgi yığını topladı. Bu işin olduğuna dair. Taner Akçam diyor ki dağ gibi doküman bulundu. Peki ne oldu o dökümanlar. Taner Akşam şöyle bir laf: fakat hepsi geneldi, yani kendi sözü, kişiye dönük bir kanıt özelliği taşımıyordu. Geneldi. Bu dağ gibi evrak, doküman yığınının ne olduğu sonra İngilizlerin yazışmalarından iyice ortaya çıkıyor. Yani bunların hiçbir hukuki değerinin olmadığı. Şu lafı çok seviyorum gerçekten tarihi belgeler dururken anekdotlarla tarih yazmaya kalkarsanız iş çığırından çıkıyor. O dağ gibi denilen belgeler işte tarihi belge olmak yerine dağ gibi anekdotlar. Bunlar zaten o dağ gibi denilen belgeler İngilizlerin 1916 yılında bir savaş propaganda aracı olarak kabul ettikleri hazırlattıkları sonradan yazarlarından Arnold Toynbee’nin de bu propaganda amaçlıydı dediği Blue Book, Mavi Kitap. Ama Mavi Kitap konusunda da bizim kavgamızı hiç anlayamıyorum. 53 Söyleyeceğimiz tek bir şey var. Kardeşim Mavi Kitap’ın en ufak bir hukuki değeri olsaydı, şimdi bütün Ermenilere şey yapar…ermeni iddialarına asıl ? koyuyorsunuz, atıfta bulunuyorsunuz. Amerikan Kongre’sindeki komisyon kararında da var o atıf. Malta’da niye delil diye kullanmadınız. İngiliz başsavcılığının savaş propağanda amacıyla olduğuyla ilgili değerlendirmesi var. Yani benim değil o değerlendirme. İngiliz resmi kayıtlarında da belgelerinde bu özellik ortaya çıkıyor. Bir geriye dönük parantez yapacağım. Bir şeyi atladım. Bu Sevres ile Nürnberg bağlantısı bize aleyhimizdeki bazı belgelerde de yapılıyor. Şu Amerikan kongresinin kabul ettiği tasarı. 18. ve 19. mahkemesinde Nürnberg ile Sevres’i, bahsettiğim o 230. maddesini, birleştirerek atıf yapıyor. Eğer Sevres’e göre bir Malta yargılaması yapıldıysa Nürnberg değerindedir, işte aleyhimize bizi suçlu ilan etmeye çalışan Amerikan kongresinin kabul ettiği bir şey. O delili kendi aleyhlerine sunmak lazım. Ama maalesef Türkiye adına giden oraya propagandaya kimse böyle bir olaya değinmiyor. Yeterince maalesef konuyu incelemiyoruz, araştırmıyoruz ve işin işte bir etik, ahlaki boyutunu, hukuki boyutunu ve daha sonra üstünde duracağım üçüncü ayağı olarak, bir mantık da demeyeyim ama askeri boyutunu hiç o özellikleriyle değerlendirmiyoruz. Bakın İngilizler şimdi…ne yapıyorlar? Dağ gibi evraklar toplandı. Başlıyorlar londra’da incelemeye. Henüz Sevres yok, Mondros ve Paris konferansı çerçevesinde. Bu arada gene geriye dönerek bir vurgu daha. Paris konferansına Ermeniler savaş mağduru oldukları bu nedenle zararlarının giderilmesi için Osmanlı devletinden tazminat almaları gerektiği yolunda bir taleple başvuruyorlar. Biliyorsunuz Paris Konferansında Almanlara ekonomik müeyyide, tazminat epey bir şey getirilmiştir. O paralelde onlar da Osmanlı devletinden istiyorlar. Onlar için iddialarını ortaya koyacak bir oturum düzenleniyor. Paris Konferansı biz sadece orda boyun eğiciyiz, işte İngiltere, Fransa ilgili komisyonun başkanı Amerikan dışişleri bakan yardımcısı yanılmıyorsam, olayları değerlendiriyor. Hayır, iddianız haklı değil. Siz tazminat talebinde bulunamazsınız deyip bireysel anlamda suçlama yapabilirsiniz. Bunun da uluslar arası yargılaması yapılacak diyor. Ermeniler bu iddiayı kabul etmiyorlar. Onlar için ikinci bir oturum daha Paris Konferansında yapılıyor. O ikinci oturumda da tazminat talepleri reddediliyor. Yani böyle bir hukuki…Paris Konferansı ile ilgili lböyle bir hukuki belge de var. Türkiye bu belgeyi hiç kullanmadı. Şimdi, İngilizler malta’ya ne zaman götürüyorlar, ne zaman bu yargılamaları yapmaya çalışıyorlar. Şimdi, önce bu yargılamalar konusunda Osmanlı devletini baskı altına alıyorlar. Ve Tevfik paşa, nispeten daha ulusalcı olan sonrasındaki Damat Ferit’e göre, Tevfik Paşa hükümeti Divanı Harp diye bir iyi kötü o günün koşullarında hukuki özelliği olabilecek bir mahkemeye kuruyor. 8 Ocak 1919. Savaş sonrası. 8 Ocaktan 30 Ocaka kadar 30 ittihat lideri toplanıyor. Ama bu ittihatçıları toplarken Tevfik paşa Hükümeti bir iş daha yapıyor. Bunların hepsi resmi belge. Savaşta tarafsız kalmış 5 ülkeye, Danimarka, İsviçre, Hollanda, İspanya, İsveç, yargılama yapacağız. Buyurun gelin, tarafsız olarak. Müslüman ve gayrı müslüm Osmanlı tebasının tehcirini, yani 1915 tehcirini ve savaş suçlarının sorumlulularının bulunması için ortak bir komisyon oluşturalım ve bu komisyonda da siz, savaşın 5 kaçamazlar. Akdenizin ortasında bir ada. O ilk etap Malta mahkûmu biz hep sürgün diye algılıyoruz, sürgün değil bu. Bu bir mahkeme. Maltaya götürülüyorlar. Yani sürgün algısını değiştirmemiz lazım. Çünkü o bir yargı kararı olduğunu, bir yargılama olduğunu örtbas eden bir kavram. Bu ittihatçıları maltaya götürüyorlar. Ama İngilizlerin korkusunu boşa çıkaran bir karar veriyor Divanı Harbi Örfi, Talat, Enver, Cemal Paşalar ve doktor Nazım efendi sonra işte o Boğazlıyan kaymakamıyla bildiğimiz idamları, kürek mahkumlarına veriyor ama hakkında hüküm verdiği insanların bir kısmı Matlada. İngilizler ayrıca yargılayacaklar. 16 Mart 1920, bu 19’dan sonra İstanbul işgali. Malta’da 144 kişilik liste. Ama fiilen götürülen 141 kişi. Bu istanbulun işgali sırasında bir kısmı Osmanlı Meclisi Mebusanının milletvekili olmak üzere toplananlar. Yani sayı öyle tamamlanıyor. İşte o ele geçirilemeyen listedekilerden biri de Mustafa Kemal Atatürk. Dedim ki bu süreçte unutturmak için iki iddia. Bakın istanbula Malta süreci başladığında biraz önce söylediğim bu insanlar, bu 141 kişi üç konuda yargılanacaklar. Üç kişi de gıyabında. Bir, İngiliz esirlere kötü muamele. İki, Mondros mütarekesinin koşullarına uymama. Üç, 17 kişi isimlendiriliyor, Ermenilerle ilgili işte öldürme, sürme, tehcir vurgusu da var orda, bunlar. Belgeler, dağ yığını gibi toplanıyor. Ama İngiliz hukukçular bu dağ yığınından suçlayıcı kanıt üretemiyorlar. Yetmiyor. Hükümete diyorlar ki bu dava açamayız kimse hakkında. Onun üzerine Lord Curzon bir daha İstanbul İngiliz yüksek komiserliğine bir belge bulun diyor, suçlayıcı belge bulun. Onun üzerine istanbuldaki İngiliz yüksek komiseri amiral Rebeck ? Çanakkale savaşlarının da 2. komutanı. Diyor ki biz maltaya tehlikeli olduğu varsayılan insanları gönderdik. Aceleyle topladık. Olaylarla bireysel bağlantı kurmak güçtür. Müttefik mahkemede suç isnadı kolay değil. Maltaya İngiliz mahkemesi diyorlardı, İngiliz resmi belgelerinde Allied Tribunal (Müttefik Mahkemesi)… savcılıktan sonra İngilizler mahkemeyi oluşturmaya çalışacaklar. Suç isnadı yapabilir hale gelirse işte Fransızlardan filan isteyecekler. Çünkü Fransızlarla görüşmüşler. Fransızlar, ya bir suç isnadını ortaya çıkarın da ondan sonra bakalım, demişler. Ama diyor, bunlara suç isnat edilemez. Ama sakın ola tarafsızı ?. İngilizler çılgına dönüyor. Zaten bu talep Tevfik Paşa hükümetinin de sonu oluyor. Padişah’a Sultan’a baskı Tevfik Paşa ayrılıyor, suyu ısınıyor. Yerine Damat Ferit. Damat Ferit’in ilk işi 4 Şubatta bu çağrı. 4 Mart 1919’da o Divanı Harplerin de istenilen sonucu vermeyeceği anlaşılınca bu sefer de Divanı Harbi Örfi, Örfi diyerek, örfi idare, tümüyle askeri, tarihe Boğazlıyan kaymakamının davasında işte Nemrut Mustafa filan olarak geçen mahkemeleri kuruyor. İngilizlerin baskısıyla olan bir süreç. Ama Mayıs ayına gelinince, 15 Mayısta 1919’da Yunanlılar izmir’e çıkınca, onlara bırakılınca İtalyanlar yerine Ege, Yunanlılar da oraya çıkınca İngilizler bir telaşa düşüyorlar. Diyorlar ki biz buradan türk mahkemelerinden mahkûmiyet çıkaramayız. Bu Yunan işgalinin yarattığı tepki nedeniyle istanbulda kurtuluş savaşı 19 Mayıs 1919 anadoluya gidiş silah kaçırmalar bu ittihatçı tutukluları da güvenlik içinde tutamayız. Ne yapalım. Ee, salamayız da. Maltaya. Buradan 54 türkiyeye de göndermeyin. İş çıkar başımıza. Şimdi bu iş hukukilikten yavaş yavaş çıkmaya başlıyor. Ortaya bu cevap üzerine bu işi kapatmak isteyenler çıkıyor. Hukukçular var, ciddi. Yani o tarihteki İngiliz gazetelerinin çok ciddi taranması lazım. Askerler var. Savaşırken sıkıntı çıkıyor. Veya Türklere karşı Yunanlıları savaştırırken veya isyanlara karşı sıkıntıyla karşılaşıyorlar. Bizim kurtuluş savaşını yapanlar da onları yakalayıp ya suçum yok. Ee, Matladakilerin var mı diyor. Böyle bir sıkıntı var. Askerler kapatın bu işi diyor. Ve savaş bakanı o tarihte, sonra İngiltere başbakanı Churchill, 19 Temmuz 1920’de İngiltere kabinesinde diyor ki bu işin sonu kötü, biz gelin bu Maltadakileri salalım. Kraliyet hukukçuları, yani devlet hukukçuları değil mi, Crown sözcüğü kullanılıyor ama İngiliz devletinin hukukçular komitesi de bir kabineye muhtıra veriyor. Bunun da tarihi 4 Ağustos 1920. bunlar uydurma değil. İngiliz gizli belgelerindeki vurgular. Diyorlar ki bir tek dava açabiliriz. İngiliz esirlere kötü muamele. Öteki iki konuda belge, bilgi, olay, kanıt yok. İngiliz kraliyet hukuk bürosunun görüşü. Kabine bu muhtıra üzerine ve Churchill’in bastırması üzerine şöyle bir karar alıyor. Bunlara uymuyor. İngiliz başbakanı Lloyd George, bunlar Türkler mutlaka yargılanmalıydı aslında. Dışişleri bakanı Lord Curzon ?...yargılayacağız inadında. Onlar ağır basıyorlar ve başsavcılığa ingilteredeki londradaki başsavcılığa kim suçlanacak kim serbest bırakılacak, genelleme yapma isim isim bize belirle. Suç istiyor. İsim. Onun üzerine İngiliz başsavcılığı tekrar İstanbul yüksek komiserliğinden diyor ki buraya gönderdiğin adamlardan hangisi için suçlama istiyorsun bana belge yolla. Bu sefer Ermeni olayı genişletiliyor. Yerleşik, Osmanlı tebası bütün Hıristiyanlar kapsama alınıyor bu yazıda. Yani ermeni konusunda bulamıyorsan rum konusunda bul. Yazı böyle. Yanıt, o tarihte yüksek komiserliğe atılan (atanan?) ingilterenin o asker kökenli yüksek komiseri değil bu sefer çok ciddi hindistanda da büyükelçilik yapmış, çok tecrübeli Rumbold ? yani İngiliz diplomasisinde da adı olan bir büyükelçi. Diyor ki bütün müttefik, işbirliği yaptığımız, Amerika müttefik değil işbirliği yaptığı ülkeler ve bağımsız güçlerden sorduk. Dişe dokunur bir şey alamadık. Birkaç itirafçı var. Herhalde isimleri var onların, gizli itirafçı, gizli tanık değil. Birkaç itirafçı var. Ama bize gelen bütün belgeler ermeni Patriğinden geliyor. Bu durumda bunun söz çok açık, bir hukuki mahkemede dava konusu olmak için savcılığınız çok zor durumda kalır. Yok bir şey diyor. Amerikalılara gidin diyor. Amerikalıların Morgenthau diye bir büyükelçileri var. Müthiş raporlar yazmış. Amerikan basını. Amerikan basınından İngiliz basınına. Ooo, ortalığı darma dağın ediyor. Raporlar. Amerikalılara bakın. Ama İngiliz komiserliğinden Harry Lamp ? diye bir büyükelçinin yardımcılarından, çalışma arkadaşlarından bir diyor ki, bu çok önemli bakın, hiçbir maltaya gönderilen tutuklu yahut sürgün hukuki anlamda bir olayla tutulmadı, yakalanmadı. Onların tek tek bırakın, toplu olarak da haklarındaki iddia yeterli değil. Hukuki anlamda tek bir dosya yok. Değişik değerlere sahip Ermenilerin ifadeleri var sadece. Onları da sadece Ermenilerin demiyor, değişik değerleri value anlamında. Değişik değerleri olan ermeni ifadelerinden Amerikalıların da göndereceği belgelerin çok olduğunu ama hiçbir değerinin olmadığına inanıyorum. Bu da İngiliz yazısı ?. Bunun üzerine 31 Mart 1921, peşini bırakmak istemiyor Lloyd George ile Curzon, Lord Curzon amerikadaki Washingtondaki İngiliz büyükelçisine bir mektup yazıyor. Diyor ki Malta’da bir grup türk var. Tutuklandılar. Ermeni katliamı konusunda da suçlanacaklar. Bunların suçu ile ilgili delil bulmakta zorlanıyoruz. Suçlanacaklar ama delil bulamıyoruz. İngiliz hü…Amerikan hükümeti nezdinde harekete geçin bir olay işte bu kanıtları yaratın sorgulamak için bunları kullanacağız. Amerikan hükümetiyle görüşmeler yapılıyor. Giriliyor. Sözlü görüşmelerin tatmin olmadığı anlaşılıyor ki 12 Temmuz 1921’de bir İngiliz sefaretinden birisi Amerikan dışişleri bakanlığına gidiyor ve ordan çıktıktan sonra ingiltereye şu cevabı geçiyor: üzülerek bildiririm ki şimdi üzülüyorsa kaytarmamış, çaba göstermiş. Bütün o yazışmaların ötesinde. Yani I regret sözünü sayın büyükelçim, çaba göstermediğiniz bir şeyde kullanmazsınız değil mi. Üzülerek bildiririm ki amerikada hiçbir şey yok malta’da Türklerin aleyhine kullanabileceğimiz. Sadece iki türkün adı geçiyor buradaki belgelerde. Belki işte Talat paşa, Cemal paşa, bilmiyorum. Ama onlar da kişisel düşünceler. Yani onlarla ilgili iddialar, kişisel düşünceler. Somut olay yok. Buna şunu da eklemek isterim ki Amerikan dışişleri yetkilileri buradan alacakları değeri olmadığı için, aynı o ingilizin gönderdiği yazıdaki gibi, buradan alınacak belgelerin, bu söz çok şey, hukuki bir mahkemede kullanılmasını da istemiyorlar. İstediğimiz her şeyi de verecekler ama hukuki mahkemede bunları kullanmayın kardeşim işe yaramaz dediler. Daha fazla bizi de zorlamayın araştırma yapmamız için buradan çıkartabileceğimiz hiçbir şey yok, Malta’da kullanabileceğimiz. Bunun üzerine İngiliz büyükelçiliğinde bu Lord Curzon’un bütün işlerine önayak olan bir Edmonds diye biri var. Diyor ki valla Washingtondan’da hiçbir şey gelmedi. Şimdi bakalım başsavcı ne karar verecek. İngiliz dışişleri bakanlığı başsavcıyı İngiliz resmi belgelerinde olan 55 bir yazıyla hukuki değil siyasi davranmaya çağırıyor. Bu mu kaytarmak. 31 Mayıs 1921. dışişleri bakanlığının İngiliz başsavcısına yazdığı yazı. Siyasi bakımdan, bağlamda Malta’daki bütün tutuklular aleyhine dava açılması gerekir. Siyasi vurgusu var. Şimdi dışişleri bakanlığının mektubu düşünebiliyor musunuz? Ama savaş koşulları tabi. Öte yandan sakın ola sonuç vermeyecek bir işe de kalkışmayın. Yani yargılayıp da yok dersek daha beter. Bu koşullarda başsavcı gereğini yaparsa His Lordship, Curzon’u kast ediyor, çok mutlu olacaktır. Yani mutlaka sonuç alacak bir dava siyasal olarak gerekli. Ve bunu yapması için başsavcıya dişişleri bakanının memnun olacağı da yazılıyor bu belgede. Başsavcılık şu cevabı yazıyor dişişleri bakanlığına. Olanak dışı. Bu Malta’da suçlananlara karşı hukuki bir mahkemede iddianame hazırlayabilmek olanak dışı. Ama kendimizi de bağlamak istemiyoruz. İleriki zamanda yeni bir şey sunarsanız dikkate alırız. Kapatmıyoruz. Zaman veriyoruz. Bunun üzerine o Edmonds kendi değerlendirmesinde bu mektuptan öyle görünüyor ki artık malta’da yürüyeceğimiz nokta sıfırdır. Biz uzun süredir Türkleri haklarında iddianame hazırlayamadan, bugün de çok geçersiz ? Türkiye ….olay ? …iddianame hazırlayamadan haklarında hukuki bir gerekçe olmadan tutuyormuşuz. Yani başsavcılık…bu tarihten sonra işte bsakın bu başsavcılığın mektubunun tarihi 31 Mayıs 1921’den sonradır ki, bu tarihten sonradır ki bu arada Sevres de imzalanmış zaten. İki aşamalı dedim ya, Sevres’den sonra amerikaya yazıp delil bulmak, müthiş çabası var. Gerekirse siyasileştirin deme algısı var. Bundan sonra malta’daki kişiler artık suçlu yahut tutuklu olarak değil rehine olarak ingilterede algılanmaya başlanıyor. O esir değişimi bundan sonra. O tarihten sonra. O tarihe karşı öyle değişelim, hakkaten Türklerin tuttuğu bir İngiliz subayının parlamentoda çok etkin bir lord abisi filan var. Çok baskı yapıyorlar. Churchill onun da etkisiyle bırakalım bu işin peşini filan diyor ama Lloyd George ve Lord Curzon inatla gerekirse savcıya politik baskı yaparak hukuki dava açamıyorsan siyasi dava aç diye, bunların hepsi İngiliz belgelerinde açılıp incelenebiliyor, yazılı. Ama bu boyutuyla da Türkiye maalesef hepsini bir arada kullanamıyor. Bundan sonra gerçekten olay malta ile ilgili İngiliz başsavcılığının verdiği kovuşturmaya yer olmadığı kararıdır. Bu hukuki bir belgedir. Bu illa mahkemede yargılanıp mahkeme kararı olmaları gerekmez. Bunlarla ilgili kişisel, gerçek kişi olarak olayın sorumlusu olarak suçlama yapamazsınız, yapılamaz. Ve bu nedenle de Malta’dan gemiye bindiriliyorlar, kaçanlar var. 31 Ekimde de türkiyeye bırakılıyorlar. Sadece 20’si işte İngilizlere kötü muamele 56 yapılabilir. Ateşkes koşullarına uymadıkları için suçlananlar veya suçlanılmak istenenler değil. Ermenilere karşı kitle ölümüne yol açtılar. Tehciri bir soykırım anlamında planladılar bugünkü biçimde diye suçlananlar değil. Sadece ve sadece İngiliz esirlere kötü muamele diye suçlananlar türkiyedeki İngiliz esirleri…ama istanbulda değil, anadoluda. Ve sadece 20 tanesi değiştokuş yapılıyor. Türk topraklarına onlar geldikten sonra da 2 Kasımda yanılmıyorsam istanbula İngiliz işgali altındaki istanbula gönderiliyorlar. Şimdi istanbuldaki esirlerle derken istanbula Türkler bıraktığı için gidiyorlar. Şimdi bu malta benim için niçin önem kazandı. Bakın bu içimizdeki işte atatürk’ün sözüyle bedhahtlar yahut neye hizmet ettiklerini bilmediklerim, çeşitli üniversitelerde. Levent Yılmaz diye bir Bilgi Üniversitesinden. Şimdi profesör oldu mu bilmiyorum. Radikal gazetesinde 2007 yılının başında bir iki günlük yazısını gördüm. Böyle hayretler içinde kaldım. Yani böyle bir insanın aslında bir anlamda YÖK’e möke mi başvurmak lazım, nereye, nedir, hukuki yöntemini bilmiyorum, bu adam tarihçi diye ders veremez demek lazım. Neden. Karşıt görüş diye değil. Yaptığı işe bakın. Diyor ki malta’da yargılama yapılamadı. Çünkü Lozan ile af getirildi. Malta 1921 31 Ekim İngiliz başsavcılığı takipsizlik Lousanne 24 Temmuz 1921. (Serdar Şahinkaya- hocam bu fahiş hata) …Hata değil. Hatadan da öte bir şey. Ve diyor ki Lozan anlaşması zaten hiçbir zaman yürürlüğe girmemiş olan Sevres anlaşmasının yerine geçmiş, onu iptal etmiştir. Dolayısıyla bu anlaşmada sözü edilen ermeni tehciri yargılamaları da yapılamaz. Yav, adam, başsavcılık karar vermiş kovuşturmaya yer yok demiş iki yıl önce. Diyor ki bakın diyor bu nereden af belli Lozan’da. Lozan genel affa ilişkin açıklama ve protokol. Ek 8 hükümleridir diyor. Ekin giriş cümlesi: doğuda barışı bozmuş olan olayların, parantez açmış buraya bu Levent Yılmaz dediğimiz akademik kariyere sahip tarihçi, doğudan tehcirin kast edildiği açıktır. Doğu deyince tehcir. Hani türkiyenin bütün yerinden yok etmek kastıyla almıştık. Doğu niye tehciri kast ediyor. Doğuda barışı bozmuş olan olayların unutulmasını istediği bütün devletlerin devletler paylaştığından 1914 ile 1922 arasında siyaszi veya askeri nedenlerle bu devletlerin makamlarınca tutuklananlar, kovuşturulanlar ve hükümlüler genel aftan yararlanacaktır. Zaten bu Kars anlaşmasında filan da var. Yani doğu lafı tehciri anımsatıyorsa hiç kimse çıkıp yani bu adamla karşı karşıya gelsem nasıl olsa diyecek bütün her yerden toplandı. O zaman doğu lafı nasıl tehciri anlatıyor. Doğudaki olay başka. Doğudaki olaylar tehcir değil. Bir kanlı kapışma. Bernard Lewis’in sözüyle bir savaş trajedisi. Ve bu arkadaş hiç utanmadan bir de şöyle hayali bir şey yapıyor. Benzetme, yakıştırma. Hiç utanmadan diyorum çünkü İngilizler bazı yazılarında bu işi kaypatma derken, yüzümüz daha fazla kızarmadan filan demeye başlamışlar. Yani onlarda bir utanma duygusu var. Ama bu arkadaşta bakın iki yıllık hata, fahiş de değil, yani fahişin ötesinde bir şey. Hiç utanmadan bir de şöyle bir şey yapıyor. Varsayın ki diyor, II. Dünya Savaşı sonrasında Almanlar yenildikten sonra bir milliyetçi Alman general ortaya çıksaydı. İşgal edilen ülkesinin kurtuluşu için savaşa başlasaydı ve işgalcileri yenseydi. Barış koşulları için aynen Atatürk gibi diyor, Mustafa Kemal gibi Nürnberg kapatın deseydi, onlar da kapatsaydı Nürnberg yapılabilecek miydi. Hiç utanmadan bir de bu benzetmeyi yapıyor. 1921 30 Ekim başsavcılığın kararı, Malta’ya getirildiği varsayılan af 24 Temmuz 1923. Şimdi üçüncü ayak dediğim son. Çok tartışılan tehcir. Tehcir eski belgelerde işte Paris Konferansında, Sevres’de vurgulanan bir olay ama tehcirin soykırım anlamında bir değer kazanıp kazanmayacağı ne zaman açıklığa çıkmış bir olay. İşte 1948’deki soykırım sözleşmesiyle. Şu sözcük. Öldürmenin ötesinde. Hadi bu Malta ile öldürme filan işini getirdin. Grubun bütünüyle, çünkü Malta’da tehcir lafı var ama hukuken daha çok açılmak istenen dava öldürme ile ilgili. Grubun bütünüyle veya kısmen fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten değiştirmek. Adamı bir yerden alıyorsunuz, başka bir yere götürüyorsunuz. Yaşam koşullarını değiştirme. Tamam. Bu anlamda bakalım. Şimdi bugünün değerleriyle, bugünün soykırım değeriyle geçmiş bir olayı değerlendiriyorsak tehcirin askeri boyutunun da hiç kuşkusuz bugünün değerleriyle değerlendirmek zorundayız. Çünkü o zaman böyle bir şey yok. Nasıl yapılır, hangi koşullarda. Ne zaman yapyılır. Nasıl yapılır. 1948 Cenevre sözleşmesi ve 1949 bunun eki. Bu ekin, ek protokolün 17. maddesi diyor ki sivil halkın, türkçe tercümesi çok bozuk, hiçbir şey anlaşılmıyor, ben düzelterek çevirmeye çalışacağım, sivil halkın yerlerinden alınarak başka bir yere taşınması emri sadece bir savaş çatışma var diye verilemez. Ancak iki koşul gerekir. Bir, yerinden edilenlerin güvenliği söz konusuysa. İki, askeri gereklilik. Askeri olarak bir gereklilik var mı. Şimdi türkiyede yaşanan 1915 tehcirine askeri gereklilik olarak bakmamız lazım ve emsal olaylara bakmamız lazım. Benzer, emsal bir olay II. Dünya Savaşı içinde Pearl Harbour baskınından sonra Roosevelt’in, Amerika Birleşik Devletleri Türkiyeye de örnek gösteriliyor ya biz de özür dileyelim filan diye, 120.000 Japon asıllı Amerikan vatandaşını bir yerde toplaması. Peki, askeri bir gereklilik var mı. Bu Japonlar Pearl Harbour baskınını kolaylaştıracak bir iş mi yapmışlar. Amerikan ikmal yolları açısından bir suikast mı düzenlemişler, bir şey mi. Böyle bir şey yok. Potansiyel bir tehdit varsayımıyla toplanmışlar. Bakın, potansiyel bir tehdit. İkinci emsal. Yerinden alınan, işte o kamplara toplanan II. Dünya Savaşı öncesi ve sonrası Yahudiler. Bir tek Alman vatandaşı Yahudi Nazilere isyan etmiş mi? Eline silah alıp çatışmış mı. Almanların çarpıştığı fransa’ya, polonya’ya ordudan firar edip yahut çete kurup, İngilizlere katılmış mı. Tek bir olay yok. O halde askeri bir gereklilik var mı. Yok. Askeri gerekliliği peki neye göre tanımlayacağız. Kriziç davasında uluslar arası ceza mahkemesi onu Bosna’da çeşitli insanların yerinden alınıp başka yere götürülmesi ve bunun zorlu ktoşullarda filan olması nedeniyle soykırımdan suçlu buldu. Adam temiz etti. Temiz mahkemesi onu savaş suçlusudur dedi. Soykırımdan suçsuzdur dedi. Yolun ölüm koşullarını içermesine rağmen o yolculuğun, o günün koşullarında , I. Dünya Savaşı koşullarında da değil, böyle olması tehcirin tek başına soykırım gerekçesi olmayacağı yolunda temyiz mahkemesi karar verdi 2006 yılında. Şimdi bu çerçevede biz bakalım. Tehcir bir askeri gereklilik miydi değil miydi. Bu konuda şu tartışmalara da hiç girmemek lazım. Bu, karşılıklı çatışmaydı. Kaç kişi yaşamını yitirdi. Onlar mı çoktu, biz mi çoktuk. Onlar mı başlattı. Biz mi başlattık. Hayır. Sadece askeri gereklilik kavramına girelim. Çünkü sayı bir tuzak. Kim başlattı. İşte Taner Akçam yazıyor kitaplarında da. Biz o tencere dibin kara seninki benden kara edebiyatına anlamsızlığına düşdüğümüz sürece, diyor ki Ermeniler ne yapmış olursa olsun en sonunda türk televizyonlarında haykırdı böyle sesini yükselterek. İsterse anadolunun altını üstüne getirmiş olsun. Bu durum sizin soykırım yapmış olduğunuz gerçeğini değiştirmez diye bağırdı. Yani o tartışmayı. Askeri gereklilik var mıydı yok muydu. I.Dünya Savaşı 28 Temmuz 1914’te başladı. Osmanlı devleti tarafsız kalacağını ilan etti ama 2 Ağustos 1914’te gizli bir türk-Alman ittifakı imzalandı. Savaş durumunda buna göre Almanya Osmanlı imparatorluğuna destek, ekonomik yardım. Öykünün sonrası malum. İşte o Yavuz, Midilli adını verdiğimiz Goben ve Breslau zırhlıları, onların karadenize geçmeleri vs. Ağustos 1914’te Türkiye resmen savaşa taraf olmadan 30 Ağustos 1914’te kahramanmaraş’ın Süleymaniye, Zeytun o zam… adıyla, ermeni şeyiyle, Zeytun’da ermeni isyanı. Ardından kısa sürede Eylül ayı içinde Kayseri, Bitlis, Erzurum, Elazığ, Diyarbakır, Sivas, Trabzon, Ankara, İzmit, Van, Adapazarı, Bursa, Adana, Halep, 57 İzmir ve Canik isyanlar. Şimdi bunlar şununla ilgili. Bir, nüfus planlaması var mı. Var. Neden var. Sevres’de İngilizlerin desteğiyle, yani bu isyanlardan öncesinde bir ermeni devleti kurulması. Onu haklı kılmaya çalışan bir kimin nüfusu daha fazla. Nüfus fazlalığını iki taraf ta…Müslümanlar, Hıristiyanlar artık birbirini kırmaya başlıyorlar. Ama I. Dünya Savaşı sırasında bu tür isyanlar. Ve bu isyanlarla ilgili bakın raporlar var. Belvedere ? arşivlerinde ulaşabilirsiniz denilen, ben o arşive henüz girmedim, bulmadım, raporlar var Taşnak’ın anadolunun her yerinde terör, o günün koşullarında terör hareketlerini benimsediğine ilişkin raporlar var. Ve bu raporlar Morganthau o Ermenilere işte hala çeşitli iddialarında temel olan raporları yazan Amerikan büyükelçisinin çok üfürdüğü göze alınıyor galiba, amiral Bristol diye 1927 yılına kadar da kurtuluştan sonra da türkiyede büyükelçi olarak kalan, başka bir büyükelçi geliyor, o, yazışmalarında yanılmıyorsam 25 Mart 1921 günlü bir mektubu var. Bu Morgenthau’nun yazdığı raporların hepsi uydurma. Yanındaki isim de veriyor, şu ermeni katibine okuyarak mı okumayarak mı bilmiyorum ama ona yazdırmış. Benim şuradaki, şuradaki, şuradaki isimler yerler veriyor, kendi elemanlarımdan aldığım bilgiler bu iddiaları doğrulamıyor. Burada hazırlıklı çetelerin yaptığı isyanlar, çatışmalar var. Bu da amiral Bristol’ün Amerikan belgelerinde, Amerikan dışişleri kayıtlarında olan mektup. 1927’ye kadar da türkiyede büyükelçi. Bu Ermenilerin örgütlü silahlı çeteleri olduğu yolunda ayrıca bu ilk ermeni devletinin başbakanı onun yayınında da Türkçeye de çevrildi vurgu var. Yani kendisi söyledi. Ayrıca, amerikadaki ilk ermeni büyükelçi Pastırmacıyan’ın Ermeniler Niçin Özgür Olmalı diye yazdığı Boston’da 1918 günlü makale. Bu makalede de biz silahlı hazırız. Zaten böyle bir silahlı güç olduğunun bir başka kanıtı da Sevres anlaşmasında taraf olmak istiyorlar. Ve diyorlar ki biz savaşın tarafıydık. Savaşın tarafı. Mağduru diye tazminat talep ediyor ama savaşın tarafıyız diyorlar. Şimdi. Olay isyanlarla bitmiyor. 14 Eylül 1914. Rusya Osmanlı devletine savaş ilan ediyor. İşte o bombalamalar filan. Rus askerlerinin Çarlık ordusunun topraklara Osmanlı topraklarına girmesi ile birlikte Osmanlı ordusundaki ermeni askerler silahlarıyla birlikte ordudan kaçıp gruplar halinde çarlık ordusuna katılıyorlar. Tespit edilebildiği kadarıyla Osmanlı topraklarındaki Ermenistan dışında türkiyeden katılan ve 300’e, 400’er kişilik gönüllü birlik oluşturan ayırım yok, ne kadarı Osmanlı ne kadarı işte Rus ermenisi ama bazılarının isimlerinden Osmanlı ordusundan çıktıkları hatta general rütbsesinde oldukları anlaşılıyor. Bir birim general Tercan. Biri Sivaslı Murat. Biri Bayburtlu Arsak. Biri Muşlu Sinbad. Vanlı Hamazas. Aram Paşa. Yani bunların Osmanlı ordusunda rütbeli olarak çıktıkları bütün arşivde açık. Böyle 30-40 tane birim var. Üç yüzer, dört yüzer kişilik gönüllü birlik. Şimdi rus ordusuna katılıyor. Ötesinde, çok uzattım biliyorum ama bilmiyorum sabrınız ne kadar, toparlayacağım. Kasım 1914’te Osmanlı ordusu Hasin ? köprü köyünde Rusları mağlup ediyor, bir zafer, şey, yani bir mevzi zafer kazanıyor. Hınçak ermeni yani devrimci ermeni gazetesinde Paris’te bu zafer üzerine yazılar. Bütün ermeni ulusu maddi ve manevi varlığıyla rus birliklerine katılacaktır Osmanlıya karşı savaşan ve işte özellikle Rusya üçlü ittifak bu müttefiklerle işbirliği yapacaktır. Bütün siyasal ve devrimci yolları kullanarak nihai zafere gidecektir. Yani Osmanlı ordusunun o zaferi karşısındaki bir tepki. Aralık 1914, Van olaylarının başlangıcı. Van’a saldırıyorlar. Şubat 1915, Gevas ve Çatak. Buralardaki bütün telgraf telleri. Hani bu kovboy filmlerinde olur ya Kızılderililer keserler, bu şekilde Osmanlının iletişimini kesecek ilk eylem. Ondan sonra da anadolunun dört bir yanında sürgünlerin ağır olduğu yerlerde bu iletişimi kesecek doğu cephesine dönük Osmanlı ikmal yollarında iletişimi koparmanın yanında o ikmali vurmak, yaralıların cephe gerisine naklinde onlara saldırmak gibi bir sürü kayda geçmiş eylem yaşanıyor. Ama Van olayı çok özel de bir önem arzediyor. Van olayı noktalanana kadar da Osmanlı arşivlerinde inanılır inanılmaz bu yüzden batıda kullanabileceği 400.000 askerini doğu cepyhesine kaldırmak yolunda askeri gereklilikle ilgili bir vurgu da var. 400.000. 27 Temmuzda Adilcevaz ve Van’da gene saldırılar yaşanıyor. Ve bu sefer Van’ın içinde Osmanlı Bankası, Düyunu Umumiye, Reji, Posta Telgraf Ofisi, hükümet binaları, çok özel ön..? kundaklanıyor, yakılıyor. 7 Nisan Van’da kalan Türkler yetkililerle birlikte iç kaleye çekiliyorlar. Yani Ermeniler çok oraya yükleniyorlar. İşte rusyadan alınan donanımla topçu ateşleri filan. 11 Eylülde bu içkaleyi kuşatan ermeni birlikleri 30.000 kişiye ulaşıyor ve 21 Eylülde rus çarı Nikola II. bir telgraf gönderiyor. Van’daki bu işin liderlerine teşekkür ederim. Rusya’ya yaptığınız hizmetler için teşekkür ederiz. Rusya Osmanlının savaştığı bir ülke. Yani savaşın tarafı. 24 Nisan biliyoruz Van şeyi, valisi Cevdet Paşa bir telgraf gösteriyor içişleri bakanına, Talat Paşa’ya. diyor ki artık burada yaşayacak Müslümanların, Türklerin yaşaması imkansız gibi. Bu nedenle saldırıyorlar. Acaba bir yol bulsanız da kalan Türkleri batıya nakledebilir miyiz. O yolu bulamıyorlar. Ama 24 Nisanda ermeni örgütlerini kapatıp, ermeni o örgütlerin isyan konusunda ne kadarı potansiyel ne kadarı fiili o günün koşullarında hukuki bir 58 araştırma yapmanın imkanı yok ama 2.300 küsur galiba bu örgütlerde aktif ermeni lider tutuklanıyor, gözaltına alınıyor. 24 Temmuz bu. (24 Nisan demek istedi herhalde-bandı çözen) Anekdot deniliyorsa bir sürü anekdot yaratılabilir. Evet, 24 Nisan, tehcir dedikleri olay bu. Yani ermeni derneklerinin kapatılması, savaş koşullarında bir, ve bunların faal önderlerinin tutuklanması. İşte Zeze köyündeki katliam vs. iki taraf da birbirinie anekdot bol miktarda karın deşen jak hikayeleri de anlatabilir. Bunlar bir kenara. Gerçek belgelerle konuşmamız lazım. 27 Mayısta da Van’ın tamamen düşmesinden sonra ve Kafkaslardaki Müslüman nüfus rus ordularının önünde türkiyeye doğru sürülmesi ve Talat paşa’nın o cephenin komutanı olarak bir telgrafı var şey…Enver Paşa’nın Talat Paşa’ya. diyor ki ya bu Ruslar Müslümanları sürüyodrlar biz onun için çok askeri olarak hareket edemiyoruz. Biz de Ermenileri toplayıp sürelim. Talat paşa ona izin vermiyor. Geriye sürebilirsin ancak diyor. Ve o geriye sürme olayı tehcir olayında türkiyenin her bir yanında var. Şimdi buyursunlar istedikleri yerde tehcir askeri bir gereklilik miydi değil miydi. Amerikadaki, almanyadaki, bosna’daki örnekleriyle karşılaştırdığımızda. Her zeminde bunu tartışabiliriz diye düşünüyorum. Benim inancım türkiyenin artık politikasını bu üç temelde yeniden örgütlemesi gerekiyor. Bir, bize nefret söylemiyle saldırma….? …..? yükselt. Nefreti bir kere o tarihin çöp sepetinde kaldı. Canlandırmak…iki, hukuki olarak Nürnberg neyse Malta odur. Üç, tehcir bir askeri gerekliliktir. Zaten bu nedenle dünyanın en ünlü tarihçilerinden olan Bernard Lewis bu bir savaş trajedisidir diyor. Haa o trajedide yitirdiklerimize karşılıklı birbirimizi kucaklayarak da ağıt yakabiliriz. O ayrı bir şey. Ama işi doğru tespit etmek lazım. Zaten tarih bakın son vurgularım tarih bunu doğru tespit etmiş. Bu soykırım sözcüğünün mucidi olan Lemkin aslında bu sözcüğe varmadan ve Almanların Ermenilere, şey Yahudilere yaptıklarını, kendi de Yahudi, yaşadıkları var, Polonya ordusuna girmek istemiş. Polonya teslim olunca amerikaya filan gitmiş. Bu konuya takmış. Ama çok ünlü….onu etkileyen başka bir olay da var. O günün koşullarında o travma içindeki bir insanı etkileyebilir. Bu Talat paşa’yı Berlin’de öldüren 15 Mart 1921. Yani henüz malta devam ederken, Malta’da takipsizlik kararı verilmemişken. Tehririan? denilen ermeni gencinin davasını izlemiş ve ondan sonra yazdığı çeşitli yazdıklarında, çizdiklerinde bu davadan çok etkilendiği. Kendi intikamını almaya çalışmaması için bu işlerin uluslararası olarak cezalandırılması gerektiği ki insanlar kendi intikamını almasın diye kendine gerekçeler bulmuş. Haklı. Şey, işi götürmüş. Ama kendi intikamını alma dediği tarih Malta’da yargılama sürerken. İngilizler harıl harıl malta’da delil peşinde. Hukuki değilse siyasi diye tepinirken yaptığı bir eylem. Cezai ehliyeti olmadığı için beraat eden birisi Talat paşa’yı öldüren. Cezai ehliyeti olmadığı da anlattığı bir hikaye. Benim annemi kaybettim. Annem rüyamda bana gösteriyordu, işte benim katilim. Onun intikamını al diye. Ne kadarı hakkaten adamın girdiği bir yaşadığı şoktur, paranoyadır. Nedir ne değildir bilmiyorum ama bu gerekçeyle, bu anlatımı nedeniyle cezai ehliyeti olmadığı için salınan birisi. Şimdi bu Lemkin soykırım sözleşmesinin hazırlandığı komisyonda birebir çalışan birisi. Hatta Birleşmiş Milletler’in Nürnberg ile soykırım arasında bağlantıyı, köprüyü kurduğu 11 Aralık 1946 günlü kararındaki soykırım suçu tasarısını birleşmiş milletler’e bilfiil draft eden, taslağını hazırlayan kişi. Böyle biri. Daha sonra işte bu 46’dan sonra sözleşmenin hazırlanması için birleşmiş milletler ilgili bir komisyonunu oluşturduğunda bu komisyonda birebir çalışan birisi ve bir isteği var. Diyor ki soykırıma uğramış olan halklar kendi intikamlarını bireysel olarak alırlarsa bir tür bugünkü hukuktaki meşru müdafaayı kast edecek şekilde bu soykırım sözleşmesinin güvencesi altında olsunlar. Bu etkilendiği Tahririan davası nedeniyle böyle bir güvence istiyor. Yani bunlar illa bir delil numarasına yatmasın veya delil olmasın. Cezai ehliyetsizlik gibi bir şey olmasın. Bu soykırım sözleşmesi onları güvence altına alsın, geçmişe dönük olarak. Birleşmiş milletler’in ilgili komisyonu Lemkin’in bu talebini reddediyor. Gerekçe şu: kasıt açıkça, o Erdoğan ne…Levent Yılmaz mıydı, Levent Yılmaz’ın dediği gibi doğu lafından tehciri çıkartmak değil. Lemkin’in devrimci ermeni ordusu diye atıf yaptığı açık, net. Yani dolaylı istidlal yoluyla filan bulmuyoruz. Ama birleşmiş milletler komisyonu bir karar veriyor. Diyor ki bunu kabul edersek: bir, bütün savaşları soykırım kapsamına alırız. Yani bu Bernard Lewis’i doğrulayacak bir şey. Savaş trajedisi. İki, başka suçları da meşrulaştırabiliriz. Şimdi böyle bir red var. Bir başka olay. İşte bu çok bu ermeni olaylarını savunanlar söylüyorlar. Diyorlar ki birleşmiş milletler sözleşmesinin girişinde eski olaylara atıf var. Hatta bazısı, kimi diyor ki bu sözleşmeden önce de soykırım yapılmıştır diye ybir şey var diyorlar, atıf var. Yani yeni bir olay değildir diye. Kimi daha ileriye götürüyor bunu ve diyorlar ki ermeni iddialarına doğrudan atıf vardır. Soykırım sözleşmesini dileyen dilediği yerde birleşmiş milletler’in bütün kayıtlarını çıkarsın baksın. Ne girişinde böyle bir şey var. Ne de böyle bir atıf var. Tam aksine bu atfa yol açacak Lemkin’in önerisinin 59 reddi var. İkinci bir olay, çok kullanılıyor. Hatta amerikadaki müzede de var. İşte Hitler demişti ki polonya’yı işgal ederken kim hatırlıyor Ermeni katliamını. Hitler böyle bir laf etti mi etmedi mi. Nürnberg mahkemesinde tartışılan bir şey. Savcılık bulunan belgeler arasında böyle bir şey çıkarıyor. Sonra kanıtlanıyor ki yani bizim hiç dahlimiz yok bunlardan, sonra kanıtlanıyor ki Hitler’in bu sözü söylediğine dair, yani atfedilen bu sözü söylediği konuşmaya ait dört tane metin var. Üçü tarihli, yer vurgulu. Bir tanesi tarihsiz ve yer vurgusuz ve sadece bu bir tanesinde kim hatırlar ermeni katliamını diye….lar ? Nürnberg mahkemesinde de savcılık, başkanı Amerikan, çeşitli ülkelerden oluşan bunun delil niteliği yoktur deyip geri çekiyor. Yani kovuşturma şimdi türkiyede yaşadığımız gibi açma gereğini dahi hissetmiyor. Bunu delil kabul etmiyor. Benim işte o 2002 yılına kadar sürdürdüğüm, ondan sonra internet üzerinden yazışmalarla sürdürdüğüm çalışmalarda gerçekten yeni politika olarak vurgulamak gereğktiğini hissettiğim üç temel nokta bunlar. Son derece haklıyız. Son derece hukukiyiz. Bu, yani bir trajediyi kapatmak filan değil. Geçmişle yüzleşmekten kaçınmak filan değil. Tam aksine hukuken her boyutuyla ama ırkçı nefrete yol açmayacak bir biçimde yüzleşelim iddiasını kararlı bir biçimde ortaya koyalım. Ve gözden kaçırdığımız, unuttuğumuz, bize unutturulan mesela kim hatırlıyor Paris Konferansında adamların talebi ne ve reddedildi. Kim hatırlıyor. Hitler’e atfediyorlar. Ben şimdi kendimize soruyorum. Hitler’e atfedilen bu lafın Nürnberg mahkemesinde delil olarak kabul edilmediğini. Yargı kararı var. Kim hatırlıyor Lemkin’in talebini ve birleşmiş milletlerin ilgili komisyonunun bunu reddettiğini. Ve kim hatırlıyor bir sürgün olmanın ötesinde son derece iddialı, inatlı bir yargılama süreci olduğunu Malta’nın. Cumhuriyeti kuranların hatırlamaması çok mantıklı. Çünkü onlar Sevres’i, onlar Mondros mütarekesini, onlar Paris Konferansını tanımamışlar. Onu yırtmak için ortaya çıkmışlar. Ama onlar o mücadeleyi verirken İngilizler orda Sevres’e de sonradan uydurmak istedikleri Mondros mütarekesiyle ve Paris Konferansıyla birlikte başlattıkları bir soruşturmayı yürütmüşler. Sevres’le ? ayrı bir boyut taşımışlar. Hukuki değilse siyasi olsun demişler. Ama İngiliz başsavcılığını aşamamışlar. Hukuki değil demiş adam. Kendi başına da değil, bir deli bozuk savcı. Yani Sabih Kanadoğlu ya da Vural Savaş filan değil oranın başsavcısı. Bunları yapmak. Onun ötesinde işte bu konuyu değerli kardeşim Okay ile genç bir mülkiyeli, onunla birlikte çalışıyoruz. Ona bir önerim de oldu. Yani bu konuda gerçekten o hukuki çalışmayı nasıl yaparız. Bir ortak akıl oluşturalım. Bir başka olay. Türkiyenin haklılığını, veya türkiyenin haklılığı demeyelim. Yani bunu bir hak meselesi olarak görmeyelim. Ama türkiyeye yönelen iddiaların, suçlamaların haksız olduğunu ortaya koyan dünyanın çok ünlü tarihçilerinin bu konuda çalışmaları var. Bu çalışmaları niçin mesela birkitapta edit etmiyoruz. Amerikada ilk soykırım kararıyla ilgili parlamento görüşmesi başladığında 70 tarihçi yanılmıyorsam New York Times’a bir ilan verdiler. Böyle bir şeye hakkınız yok dediler. Doğru değil. Bu bir kitabın mesela birinci chapterı bu olsun. Fransızlar soykırımı inkar, ermeni soykırımını inkar suçtur dediklerinde fransada bir sürü tarihçi ortaya çıktı böyle bir şeyi nasıl yaparsınız dedi. Bu kitabın bir chapterı olsun. Bernard Lewis’in Le Monde’daki şeyleri mülakatları. Toynbee’nin Mavi Kitap ile ilgili açıklamaları. Delil olarak dahi kullanılmadı kardeşim vurgusuyla. Norman Stone’un yazdıkları. Bunları orijinal dilleriyle bütün dünyaya dağıtmamız lazım. Hiçbir şey yapmıyoruz. Ve maalesef beni en çok ürküten de başka politikalarda kart haline getiriyoruz. Nerde nasıl ödün vereceğiz. Çok vaktinizi aldım ama çok uzun yıllar bulaştığım için galiba kendimi fena kaptırdım. Sabrınız için teşekkür ediyorum. Sağolun, varolun. (alkışlar….) İhsan Feyzibeyoğlu. Sayın Uluç Gürkan’a çok teşekkür ediyoruz. Soykırım iddialarına karşı türk tezinin dayandırılabileceği üç ana konuda çok ayrıntılı ve belgelere dayalı açıklamaları için. Sayın büyükelçimiz acaba bu konuda kısa bir değerlendirme yapmak isterler mi. Kendi deneyimleri, bilgi… Büyükelçi. değerlendirme değil de ….önce misafirlere kendimi tanıtayım. Ben mülkiyeden 1954 yılında mezun oldum, 1955 yılında dışişlerine girdim. 43 senelik bir hizmetten sonra emekli oldum. Emekli olduktan sonra da bir beş sene bakanlıkta müşavir olarak çalıştım. Çok bakımlardan bugünkü konuşmacımızın sözlerine iştirak ediyorum. Şimdi son yıllarda bu konularda epey inceleme yapıldı ve neşredildi de. Mesela ben size bir tanesini söyleyeyim. Şükrü Server Aya diye aslında tarihçi olmayan bir iş adamı zat. Bunu kendisine görev edinmiş diyelim. Binlerce diyebileceğim belgeyi topladı ve bir üniversitenin yardımıyla neşretti. Başka kitaplar da var. Şimdi, mesela olayın gerçeklerini bilmek ve belgelemekten ziyade belirttiğiniz gibi bunu dışarıya duyurabilmek sorunu. Bence yani en azından benim bildiğime göre bu işi ilk defa benim de zaman zaman tenkit ettiğim dışişleri bakanlığı başlamıştı. 1950’lerde, ben hatırlıyorum, böyle mavi kaplı bir broşür neşredildi. Sizin söylediğiniz esaslara göre yabancı tarihçilerin, misyonerlerin ve diğer şahitlerin ifadelerini de 60 içeren kitapçıklar çıkarıyordu. Ve nitekim Kamuran Gürün, rahmetli büyükelçi, bu konudaki en önemli eserlerden birisini yayınladı. Ama dediğim gibi esas mesele dışarıya karşı duyurabilmek ve bu konudaki eksikliğimiz yalnız bu ermeni meselesinde değil. Diğer konularda da eksikliklerimiz var. Nedense bunu pek beceremiyoruz. Mesela ermeni Etütleri Merkezi var. Onun internet sayfasını açtığını zaman göreceksiniz bütün ermeni iddialarına karşı teker teker cevaplar verilmiş ve aylık çıkardıkları bir dergi de var. İtiraf edeyim ki ben bile muntazaman takip edemiyorum. Ama bundan sonra ne yapılabilir Uluç bey, onu kolektif olarak düşünmek lazım. Ben birkaç kez gazeteye yazı göndermeye falan kalktım. Hiçbir tanesi neşretmedi. Herhalde beni fazla radikal buldular bu konuda. Yani neşrettirebilmek, basına accesive olabilmek de önemli bir unsur. Finansman meselesi var. Yayın meselesi var. Bunlar nasıl yapılır ve bunun ötesinde nasıl dışarıya ulaşabilir. Hukuki konularda da çalışmalar var. Mesela geçenlerde istanbulda yapılan bir toplantıda bizim bir arkadaşımız Polat Taşer ? biliyorsunuzdur, onu da davet etmişlerdi. O hukuki konularda epey çalıştı. Yani herhangi bir mahkemeye müracaat edilse Ermeniler veyahutta bizim tarafımızdan ne gibi sonuçlar verir şeklinde mütalaalar verildi ve münakaşa ediliyor. Tabi, şey bakımından soykırım ithamları bakımından hukuki açıdan bunun tutarlılığı yok. Şu bakımdan yok. Bir kere makabline şamil değil. Yani eskiye uygulamaz bir. İkincisi, benim gördüğüm kitapların hiçbir tanesinde ki ermeni tarihçilerin yazdıkları kitapların da çoğunu tamamen okumasam da oldukça sağlam bir fikrim var. İttihatçıların veya o zamanki hükümetin tehcir kararını kasten yok etmek amacıyla aldığına dair hiçbir belge yok ortada. Sadece Tahir Akçam’ın ? kitabında bazı şeyler var ki o kitabı okumak için insanın sinirlerinin çok sağlam olması lazım, o da münferit olaylara ve münferit yerlerdeki idari uygulamaların aksaklıklarına veyahutta sebep olduğu ölümlere falan buna mütedair bir takım sarahat var. Fakat hiçbir tanesinde merkezi hükümetin yetkisi veyahut merkezi hükümetin talimatıyla Ermenilere kötü muamele edildiğine dair hiçbir belge yok. Aksine itham edilen liderlerden bir tanesi Cemal paşa. O zamanlar zannederim Suriye’de vali. Bir sürü ermeni çocuğunun ve ermeni tehcir edilen Ermenilerin hayatını kurtarmak için yardım etmek için son derecede gayretli çabalar göstermiş. Nasıl yapabiliriz konusunu belki ilerdeki bir toplantıda ele alırsınız. Bir kısa daha şey söyleyeyim. Benim kendi tecrübelerimden gördüğüm biz cumhuriyet nesli olarak tarihimizin bir kısmını görmemezliğe getirildik. Ben, Siyasal Bilgiler’de okurken bizim hocamız Ahmet Şükrü Esmer idi. Ve gayet sağlam bir siyasi tarihçiydi. Ondan sonraki devirlere ben yetişemedim. Ondan bazı şeyler öğrendik. Fakat sonraki neşriyata bakıyorum. Biz başka ülkelerin tarihleri hakkında onların bizim tarihimizde bildliklerinden on kat daha fazla bilgi sahibiyiz. Yani ağırlık yabancı tarihlerin üzerine verilmiş. Bunun değişmesi lazım. Ve genel tarih bilgilerinin yanında bazı işte İngilizlerin, Amerikalıların key study dediği şeyleri yapmak lazım. Mesela Lozan konferansının müzakereleri ve bütün o süreç son derece enteresan. Ben geçen yıl ancak doktor Rıza Nur’un hatıralarını okudum. Bunun içerisindeki her şeye iştirak etmeyebilirsiniz. Bir kısmını doğru bulur, yanlış olur fakat müzakerelerin konferansın havasını vermek bakımından son derecede ilginç gördüm. Nitekim Lozan anlaşmasının bir maddesinde de, biliyorsunuz, Yunanlıların anadoluyu yakıp yıktıkları için tazminat verme durumunda oldukları tasdik ediliyor ancak Türkiye artık âlicenaplık mı gösteriliyor yahut başka sebeplerle mi bu haktan vazgeçiyor. Rıza Nur’a göre zaten diyor bunu geçirseydik anlaşmaya koysaydık, adamların para verecek, tazminat ödeyecek durumu yoktu. Aynı durum zaten şeyden sonra I. Cihan Harbinden sonra Almanya için de söz konusu oldu. Almanyaya büyük tazminat yüklendi. Almanya bunların ancak üçte birini, dörtte birini filan ödeyebildi. Gerisini ödeyemedi. Çünkü ekonomiler birbirine bağlı. Neticede hepsi menfi sonuçlardan etkileniyor. Bana söz verdiğiniz için çok teşekkür ederim. Belki uzun oldu biraz ama tabiatıyla diğer arkadaşların konuşmalarından, müdahalelerini dinlemekten de memnun oluruz. Çok teşekkür ederim hepinize. 61 İhsan Feyzibeyoğlu. Çok teşekkürler sayın büyükelçim. Bu konuda yorum yapmak isteyen, soru sormak isteyen arkadaşlarımız zamanın darlığını da dikkate alarak söz alırlarsa memnun oluruz. Yavuz Atay. Belgelerle somut bir şekilde bizleri aydınlattı bu konularda. Ben diyorum ki bu konularla ilgili başbakanlarımız gidiyor ? dışişleri bakanlarımız gidiyor bu konuları görüşmek için. yoktur. Yapılmamıştır şeklinde soyut ifadeler kullanıyorlar. Acaba ilgili kişiler, hariciyedeki ilgili kişiler, dışişleri bakanlıkları ve büyükelçiler bu belgeleri toplayarak acaba ilgili kişilere sunmuyorlar mı. Bu belgeler ışığında büyükelçilerimiz türkiyenin durumunu dış ülkelerde savunmuyorlar mı. Bu yılların bir sorunudur. Teşekkür ediyorum. Büyükelçi. Şimdi, teşekkürler müdahaleniz için. bakın şunu iyi bilmemiz lazım. Biz her şeyi büyükelçilere veyahutta resmi memurlara yükleme itiyadındayız. Bunun değişmesi lazım. Siz Türkiye cumhuriyeti devletinin memuru olarak gidip o belgelere verdiğiniz zaman alırlar onu masanın çekmecesine koyarlar ve orda kalır. Bundan sonra sivil toplum kuruluşlarıyla çalışmak lazım. Bakın amerikada beş altı tane sivil toplum kuruluşu var ve bunların içerisinde bazıları gayet ciddi çalışıyor. En önemli örnek Ermenilerin yaptıkları. Ermeniler nasıl nüfuz ediyor. Ermeni devletinin resmi ya da şekli müdahaleleriyle değil. Sivil toplum kuruluşlarıyla. Biz bugün almanyadaki türk vatandaşlarını dahi Türkiye lehine bir havanın oluşturulması için seferber edemiyoruz. Bundan dahi aciziz. İlerleme ancak şu şekilde olur. Bundan sonra faaliyetin merkezi sivil toplum kuruluşlarına kaydırılır. Ve tabiatıyla alttan desteklenir. Bugün siz bir kitap neşretmeye kalksanız bu konuda nasıl finanse edeceksiniz. Böyle sansasyonel bir şey olması lazım ki bir yerden para bulasınız yahutta bir üniversite size yardımcı olsun. Hepimize bu konuda görev düşüyor. Yani kusura bakmayın belki biraz sert konuştum ama içim yanık olduğu için… Ses. finansman…. Büyükelçi…haklısınız, haklısınız. Devletin de görevi, zenginlerimizin de görevi. Bakın istanbulda caz konserleri, caz festivalleri düzenliyorlar. Dünyanın parasını veriyorlar amerikadan gelen çalgıcılara. Ee, ondan sonra bir tane doğru dürüst kitap çıkartmak için finanse etmiyorlar. Birkaç tane banka var. Allah razı olsun diyelim. Büyük eksikliğimiz bu. Bir de lisan meselesi tabi. Şimdi gittikçe lisan bilgisi memleketimizde artıyor ve o dillerde de neşriyat yapılıyor. Bunu tercüme etmek de zor bir şey değil. Fakat ulaştırma ve ulaştırma kanunlarını bulmak önemli. Bu da ancak sivil toplum kuruluşlarını desteklemekle olabilir. Ses. katılıyorum da yalnız bu konuda …sivil toplum örgütlerinin sorumluluğu olduğu kadar devletin de yetkili kişilerin de sorumluluğu olmakta….hakları savunmak da diyorum ben teşekkür ediyorum. İhsan Feyzibeyoğlu. Sayın Tartanoğlu. Kısa ve özlü. Tartanoğlu. Birinci soru arkadaşımın sorusu üzerine sayın büyükelçi tarafından önemli ölçüde cevaplandırıldı sağolsun. Evet, ben de çeşitli okumalarımdan bu sonucu varmıştım. Devlet tabi ki zaten gerekeni yapıyor ama bugüne kadar özel sektör oluşunda her şeyini hemen hemen devlete borçlu özel sektörün de biraz bir yerini kımıldatması lazım gerekmez mi diyecektim. Sağolsun cevap verdi. Fakat ikinci soruda şimdi aman ermeni soykırımı lafı edilmesin. Aman Amerikan devlet başkanı soykırım lafı etmesin. Aman filanca kongreden veya parlamentodan cevap şey karar çıkmasın diye çok ciddi çabalar harcıyoruz. Halbuki yine eğer yanılmıyorsam bir batılı sözcü siz ne anlatırsanız anlatın, ne kadar anlatırsanız anlatın karşınızdaki anlamak istediği kadarını anlar diye. Ve öyle bir noktaya geliyoruz ki aman böyle bir karar çıkmasın, 62 aman Amerikan reisicumhuru böyle bir laf etmesin diye yani attığımız taşın ürtüteceğinden fazla kurbağayı kaybediyor çok daha fazla ödün vermek zorunda kalıyoruz. Şart mıdır böyle davranmak. Çıkacaksa çıksın diyemez miyiz. Böyle bir radikal düşünce olamaz mı. Bu kadar kendimizi parçalamak zorunda mıyız. Hem para harcayarak hem efendim karşılığında çok daha ağır, fazla ödünler vererek, hatta iç politikamızı nerdeyse ipotek altına alacak kadar. Yav, çıkacaksa çıksın. Hiç değilse şu ekstradan gelecek ipoteklerden kurtulabiliriz diye düşünmek mümkün değil midir. bu çok mu yanlış, kötü bir şey olur. Çok teşekkür ederim. Aynı sorum Uluç abiye de müteveccih. İhsan Feyzibeyoğlu. Melih beyin bir sorusu var. Melih Şengölge. Ben çok ufak eklemeler yapacağım. Bir Norman Stone’un ? Times gazetesindeki yazısının internet sayfasındaki İngiliz gençlerin özellikle yazılarında Lemkin’e çok fazla atıfta bulunuyorlardı. Soykırım sözcüğü sizden doğmuştur. Türklerin işte Ermenilere yaptığından doğmuştur. Lemkin bunun en büyük, somut örneğidir diye sizin söylediğiniz gibi bunun üstünde çok çalışmamız gerekiyor, Lemkin konusuna. İkincisi, Sabancı Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversitesi konusunda açık toplum enstitüsünün başkanının bir açıklaması vardı. Soros vakfının. Türkiyede üç tane üniversiteye dğestek veriyoruz diye. Bu da sizin söylediğiniz üniversitelerle birebir çakışıyordu. Sabancı, Bilgi ve Boğaziçi üniversitesi. Ben de sizin gibi Amerikan okulu mezunuyum, Robert Kolej mezunuyum ve dört yıl ermeni arkadaşımla aynı odada yatılı olarak kaldım ve ben inanıyorum ki türkiyedeki ermeni cemaatinin desteğini alabilirsek bayağı bir aşama kaydedeceğiz. Çünkü bunun tam tersi, ben sosyal demokrat partinin ekosi’de sosyalist enternasyonelin gençlik örgütünün sözcülüğünü yapmıştım. Orda da tam tersi ermeni gençlik federasyonunun Belçika’dan, Lübnan’dan, fransa’dan vs. gelen kişiler de çok donanımlı gelip bizi gerçekten alt ediyorlar. Bütün belgelerle, dökümanlarla vs. lerle gelip çalışıyorlar. Sadece iki tane sorum var. Biri, Malta’daki bu İsveç’teki bu parlamento kararında Asuri, Keldani ve Süryanilere de atıfta vardı. Malta’da acaba bununla ilgili herhangi bir kovuşturma olmadığına dair bir şey oldu mu ya da bu Asuri, Keldani, Süryani olayı bambaşka bir tartışma konusu mu acaba. Bir de ittihat terakki ile ilgili bunu Halil Berktay ve birçok akademisyen de şey diyor yani evet, Türkiye değil bunun sorumlusu. İttihat terakki’dir diyor. Acaba bunu kabul etsek, benim kanımca bunu kabul etmemiz bizi biraz kazandığımız cepheleri de geriye götürecek gibi geliyor. Hani, evet, biz nefret konusunda kesinlikle o şekilde suçlamamız gerektiğini düşünüyorum. Bir gerçekten ulusa karşı nefret duygusuyla hareket ediyorlar ama ittihat terakki konusunda da sanırım yine biraz savunma durumunda olmamız gerektiğine inanıyorum. Teşekkür ediyorum. İyi akşamlar. İhsan Feyzibeyoğlu. Bir şey söyleyecek misiniz. Uluç Gürkan. Şimdi, önce sevgili Ali Tartanoğlu’nun, kabul etsek ne olur. Hangi hakla kabul edeceğiz. Doğru değil. Bir doğru değil. Haklı değil. Hukuki değil. Ama bugün yaptığımız gibi aman soykırım sözcüğünü kullanmasın da karşılığında ne veririm politikası da değil. Bakın, üç noktada vurguluyorum. Sonra döneceğim Melih beye ama ilk benim vurguladığım. Kendinizi çiftte standarttan kurtarın. Sayın Tartanoğlu dedi ya karşıdaki kendi gözlüğüyle alır, kendi mantığıyla algılar. Ve bu noktada gerçekten bir kökü Tevrat’a, Kuran’a ve İncil’e kadar giden bir önyargı var. Bir bilinçaltı olgu var. Yani Ermeniler Hıristiyan olmasaydı bu sorun hiç tartışılmayacaktı batıda. Şimdi bu noktada karşı tarafı ben bunu tartışırım. Kabul ederim değil. Bir koşulda tartışırım. Sen kendini beni suçlarken suç işleme. Herülkenin yasasında var bu hate speech dediğimiz nefret söylemi, bir biçimde. Önce ondan kurtar. Ve bu batılıların sizin lafınızı anlamanın, sayın büyükelçim katılacak mı, benim 12 yıl onlarla cebelleşirken edindiğim bir tecrübe var. Onlara iki şey söyleyeceksiniz. Çifte standartlısın. Müthiş korkuyor çifte standartlı olmaktan. Kültürü o. Ve bu çifte standardın daha vahimi ırkçı bir nefret yaklaşımından besleniyor. Bu çifte standartlı tutumunla ayrıca kendi kendini kendi yasalarınla da suçlu konuma düşürüyorsun. Suç işliyorsun. Konuyu ortak dille tartışmaya başlayabilmenin öncelikli, kaçınılmaz adımı sayıyorum. Ondan sonra geldiler ittihat terakki dediler. İşte Halil Berktay’ın filan dediği gibi. Haa, oturalım öyle mi. Kardeşim, bunun için sen bir gerçek kişiye dönük suçlama yapıyorsun. Hani, Nazi partisinin emsalini getiriyorsun ve ittihat terakki partisi diyorsun. Naziler nürnbergde uluslar arası yetkin bir mahkeme tarafından suçlu bulunmuşve yargılanmış. Aynı koşulları içeren uluslar arası bir anlaşmayla kurulmuş oluşturulmuş nürnberg’in arkasında o 1945 yılındaki savaş suçlarını araştırma londradaki anlaşma varsa 8 Ağustos tarihli, bunun arkasında da Mondros mütarekesi var, Paris Konferansı var ve bir aşamasından sonra Sevres anlaşmasının 230. maddesi var. Ordan aldığın güçle sen bunu meşrulaştırmaya çalışmışsın, Malta’yı. Kurtuluş savaşını yapanlar tanımıyor. O kendisi tanımış yapmış. Kendi yargısı. Burada uğraşmış. Aldığın sonuç ortada. Kovuşturmaya yer yok. Bu hukuk , bunun hukuki değerini düşürebilmek için yşeni delil getirebilmen lazım. Var mı yeni bir şey. O gün bulamadığın. Yok. Niye çifte standartlısın kardeşim. Tekrar. Yani o ittihat terakki liderlerini Malta’ya götürmüşüz. Sevres anlaşmasından sonra da burada belgelerini okuduğum biçimde ciddi uğraşmışlar. Nürnberg bir yıllık bir mahkeme. Malta çok uzun. Sevres’den sonra bir buçuk yıl. Sevres’in öncesinde de bir bir yılı var. Düşünebiliyor musunuz. Yani o süreci yok varsayamayız. Biz hiç bahsetmiyoruz. Onu biz sürgün gibi görüyoruz. Cumhuriyeti kuranların öyle görmesi çok normal. Onlar savaşıyor. Ama bugünün koşulları farklı. Kardeşim, nürnberg’e uluslar arası yetkin mahkeme olarak hangi değeri atfediyorsun. Sen öyle kabul etmişin. Milletler cemiyeti Türkiye üye değilken öyle kabul etmiş. Birleşmiş milletler nürnberg’i nasıl kabul ediyorsa. O gün de milletler cemiyeti kabul etmiş. O tarihte milletler cemiyetininüyesi değil Türkiye. Ama onlar etmişler. O iddiayı da şimdi onlar söylüyor. Kendi mahkemelerinin kendi cemiyetlerinin kararını tanımıyorlar. Bir koşulda ben bunu tartışırım. Yeni delil getiriyorsa. Yeni delil getirmiyorsa tartışmam ve onu gene çifte standartlıkla suçlarım. Üç, tehcir askeri gereklilik mi değil mi. Bütün belgeleriyle askeri gereklilik. Neye göre. O günün koşullarının ötesinden bugünün mantığıyla oluşturulmuş Cenevre savaşın nasıl yapılacağıyla ilgili Cenevre sözleşmelerine göre birleşmiş milletler. Askeri gereklilik var. Şimdi bu noktada bir de yanlış anlaşılmaya yol açmasın. Biz bu ermeni protokolüyle ilgili dışişleri bakanlığından bir açıklama da yapıldı. Denildi ki uluslar arası yargıya götürme. Çok tehlikeli. Malta’yı değersiz saymaktır. Türkiye bu anlamda kendi ayağını topuğuna kurşun sıkar. Ne sonuç alacak olursa olsun. Bu yargılama yapmıştır. Önce Türkiye bunu savunması lazım. Onlar yapmaya çalışmışlardır. Suç delili bulamadıkları için kapatmaya çalışıyorlar. Hayır. O orda. Hem dayandğı onlar için geçerli anlaşmalar var. Ben savaşarak değiştirmişxim. Hem de türkiyenin daha sonra katıldığı milletler cemiyeti. Wilson’ın itmesi ile kurulan milletler cemiyetinin verdiği bu mahkemeye bir otorizasyon var. Malta’yı yok varsayamam. Öyle uluslar arası adalet divanına götürelim bilmem ne. Bahpsettiğim mahkemeyi yargıya götürmek nefret suçunu işleyenlerin yargılanması yolunu açmak. Obama soykırım dersi hakkında Amerika yasaları ne öngörüyorsa nefret suçu nedeniyle dava açtırabilmek onun hakkında. Genocide demesine de gerek yok. Geçen yılki konuşması nefret suçukapsamında 3amerikan mevzuatına göre dava açacak yöntemi bulursak Amerikan yargısında obama’yı yargılatır. Geçen seneki konuşması yargılatır. Şurda bahsettiğim 45 parlamento kararını 63 bizdeki gibi meclis kararları yargı denetimine tabi değildir diye bir hüküm yoksa, bizde öyle meclis kararıysa hiç anayasaya mahkemesine filan gitmiyor hiç. Dava konusu edilebilir. Ama o iç mevzuatları bilmek lazım. Yani bu şekilde uğraşmak lazım. Yani bu açıdan biz olayı aman yapma da iyi niyetimiz şöyle ben senin için önemliyim filan işini bırakalım. O bir halt ettik. Boşver. Hayır bir halt etmedik. Halt iddiası ırkçı nefret temelinde bana öyle yöneliyor. Önce ondan kurtul. Bir bunu tartışacak adam gibi sağlam, hukuki bir dil kullanalım. O dili kullandıktan sonra kardeşim bunun yargılaması bitti, yeniden yargılamanın yolu yeni delildir. Malta’da elden geçmeyip de bugün ortaya çıkan tek bird doelil söyle ki o konuyu tartışayım. Üç, işte tehcir askeri gereklilik. Cenevre sözleşmesinin bütün askeri boyutuyla askeri gereklilik tarihte örnekleriyle… Pearl Harbour sonrası Japonlarda yok. Almanlarda yok. Askeri gereklilik mi var Yahudileri kamplara göndermekte, trenlere doldurmakta. Öyle bir askeri gereklilik yok. Ama askeri gerekliliği meşru kılan bir Cenevre sözleşmesi var. Bu geçmişte yapılanların da değerlendirmesine de ışık tutar, bundan sonra yapılacak olanlara da meşruiyet kazandırır. Benim kanunlarım değil bunlar. Uluslar arası kabul edilmiş değerler. Ve bakın İhsan başkanın söylediği, son olarak da onu da bilginize sunayım, pardon, sayın büyükelçimin, sayın Alp’in vurguladığı ittihat terakki’nin bu işi kasıtlı, yok etmek kastıyla yaptığına ilişkin en ufak birdöküman yok. Yapmadığına ilişkin bol doküman var. Bir tanesi sadece bir tanesi. 2 Eylül 1995, 27 Mayıs…95 diyorum, 2 Eylül 1915. 27 Mayıs 1915’te tehcir kararı alındı. Üç ay altı gün, yedi gün sonra yani 13-14 hafta sonra bundan, Maarif Nezareti, Eğitim Bakanlığı Mekâtibi Hususiye Talimnamesi yayınladı. Bu talimnamede türdkiyedeki özel okulların mevzuatı yeniden düzenlendi. 6. maddesinde diyor ki her yabancı ve Osmanlı cemaati kendi dilinde eğitim yapar. Ancak bu okullar Osmanlının resmi dili Türkçeyi de öğretmek zorundadır. Türkçe dersi şurda şurda okunur. Yabancı okullara ve cemaat okullarına bir ek ödev daha veriyor. Diyor ki Osmanlı tarihi ve coğrafyası ders olarak okutulacaktır. Ancak bunu Osmanlıca değil kendi dilinde okutabilirsin. Dersleri kim verecek. Talimnamede yazıyor. Ermeni okullarda ermeni öğretmenler, rum okullularında rum öğretmenler, Yahudi okullarında Yahudi öğretmenler. Ermeni öğretmenler. 26. maddesine göre de bu öğretmenleri de Yahudi, rum, ermeni cemaatlerinin ruhani liderleri seçecek. Onun onayı olmadan hiçbir Yahudi, rum, ermeni öğretmenlik yapamayacak. Hani yok etmiştik. Okullarıyla ilgili düzenleme nerden çıktı. Yok edilen bir grubun okullarıyla ilgili düzenleme savaşın daha 64 kaybedilmediği yıllardı, kazanılacağı umulduğu yıllardı. Tarihe kendini savunma delili oluşturmak için alınmış bir karar mı? Böyle bir şey düşünülebilir mi. Böyle bir kasıt yok. Tehcirden üç ay sonra ermeni okullarıyla ilgili, rum ve Yahudi okullarının yanı sıra düzenleme var. Ama dışarıya bunları anlatmamız lazım ama dışarıya anlatabilmek için önce kendimizi yeniden bu konuda bilgi bağlamında donatmamız lazım. Türk olarak bu donanım çok zor. Nato’nun her yıl belirlediği 20-25 arasındaki kriz isimlendirmesinin üçte ikisi doğrudan ve dolaylı olarak türkiyeyi ilgilendiriyor. Böyle bir sıkıntı. Yani türk olmak zor. Jön türk olmak daha da zor. Ama yaşamak için de işte barbar, onu kesti, bilmem ne. Orhan Pamuk kadar nesebiniz geniş değilse biraz farklı bir bilgilenmeyi gerektiriyor driye düşünüyorum. Yani kestik deyip işin içinden çıkamıyoruz. Sağolun. İhsan Feyzibeyoğlu. Çok teşekkürler. Saat 08.30. son iki soru. Onur…ve Serdar Şahinkaya… Onur Arı. Ben çok güzel gruplandırılmış, çok özet anlatım…yani içinde çok ayrıntı gözükecek bir şey soracağım. Yalnız son zamanlarda çok düşündüğüm bir konuyla çok yakından yani ilgili. Hukukçuların meslek ahlakları meslek vicdanları yani açğısından bu Mondros mütarekesine göre başlatılmış Malta tahkikatında görev yapmış İngiliz başsavcısının ismini biliyor musunuz. Şimdi bilmiyorsanız sonradan bildirebilir misiniz. Çok önem taşıyor ülkemiz bakımından diye düşünüyorum. İhsan Feyzibeyoğlu. Son söz doktor Serdar Şahinkaya’nın.Bu arada bir duyuru da yapmak istiyorum. Öncesinde. Haftaya bugün burada, 23 Nisandan bir gün önce doktor Şahinkaya Gazi Mustafa Kemal ve Cumhuriyet Ekonomisinin İnşası Türkiye Büyük Millet Meclisinin Açış Konuşmasındaki İktisadi Temalar konulu bir konferans verecek. Hepinizi bekleriz. Serdar Şahinkaya. Reklamını da yaptırdık böylece. Şimdi, Uluç abiye öncelikle bu ayrıntılı sunuş için son derece teşekkür ediyorum. Gerçekten zihnimde bölük pörçük olan kimi şeyleri şimdi tamamladım. Ama en kısa zamanda dilerim ki bu konferans metni bir an önce kitap olur diye umut ediyorum ve talep de ediyorum. Yani bir an önce deşifresi yapılıp en azından bir konferans serisi anlamında acil önemi var. Kendisi kitap yapsın demek çok kolay ama Uluç abinin kitap yapma zamanı olmadığını biliyorum. Ona biz hep beraber destek verelim, bir an önce kitabı çıkartalım. Bir onu söyleyeyim. İkincisi, Uluç abi üç tane üniversiteden bahsetti. Bu üniversitede ermeni tezlerine yakın duran akademisyenlerin önemli bir bölümü ya Mülkiye’de hocalık yapmıştır ya Mülkiye mezunudur ya da Mülkiye’de doktora yapmıştır. Bu üç üniversitenin yanına günümüz Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni de dahil etsek çok yabana atmamışız diye düşünüyorum. Kendim o okulda hocalık yapıyor olmama rağmen. Bir başka hatırlatma yapacağım. İki hatırlatma. Biri, tarihi bir hatırlatma öbürü de üç gün öncenin hatırlatması. Tarihi hatırlatma Uluç abi bahsetti ama bir miktar açmak lazım belki. Mülkiye mezunu kaymakam Boğazlıyan kaymakamı Kemal beyin asılması meselesi de bu ermeni meselesiyle doğrudan ilgilidir ve Ayhan Açıkalın ağabeylerin zamanında istanbuldaki mezarına Mülkiyeliler Birliği olarak heykel falan yapmıştır. Bunun da altını çizelim. İkincisi, Uluç abinin konuşmasında zikredilen hepimizin de hatırladığı yeniden Woodrow Wilson, yani Wilson prensipleri meselesi. Üç gün önce amerikaya giden Sarkisyan’ın uçaktan iner inmez ilk ziyaret ettiği merkez Woodrow Wilson’un mezarı olmuştur. Yani kendi diyasporasından önce 1918’de o prensipleri yazan adamın mezarını ziyaret etmiştir. Bu şu anlamda kendi içinde tutarlılığı vardır. Ermenistanı gerçekten takdir etmek lazım. Bizim de bir daha, bir daha düşünmemiz lazım. Teşekkür ediyorum. İhsan Feyzibeyoğlu. Son söz hanımefendinin. Ondan sonra toplantıyı kapatacağız. Bu arada yine bir küçük duyuru yapmak istiyorum. Aramızda bulunan bir arkadaşımız Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Merkez Gençlik Kolları olarak bir yemek düzenlediklerini bildirdi. Davetiye temin edilebiliyor. 24 Nisan günü saat 19.00’da Batıkent’te. Ülker Haznedar Serdaroğlu. Ben 68 Mülkiye mezunuyum. Aslında soru sormayacağım. Fakat beyefendi sigara içmeye gitti. Halk olarak çok bilimsel anlatıldı ama soruyu soran beyefendiye biz öyle geçerse geçsin diyemeyiz. Çünkü öbür hadiselerde milletler, devletler özür diliyorlar ve o iş orda bitiyor. Halbuki bizim önümüze konan ermeni konusu keşke dinleseydi, sigaradan daha önemliydi bu, önce tanımamızı istiyorlar, herhalde önce anlattınız, ben geç geldim ama, tanıdıktan sonra maddi tazminat vermemiz gerekiyor. Üçüncü etapta da bölmemiz ve Ermenistan diye sınırları tanınmış bölgeyi vermemiz gerekiyor. Yani bunu yapamayız. Hem doğru değil. Sayın büyükelçi ve Uluç’un söylediği gibi hem de bizim önümüze konan şey üç etaplı. Onu herhalde baştan söylediniz ben geç geldim ama. Söylendi herhalde ama. Yani bu üç etabı hiçbir zaman unutmamamız lazım. Hadi tanıdık gitti. Ordan da geçsin, buradan da geçsin. Ardından maddi tazminat, yanılmıyorum değil mi Ali Hikmet bey, ardından toprak. Yani mühim olan toprak. Bir de ben, müsaadenizle affedersiniz, 65 sizlere soru sormak istiyorum. Bizim öldürülen şehitlerimizden hangisinin cenazesine gittiniz. Yani hep devlet versin…tanımanız gerekmiyordu. Onların hiçbirisinin günahı yoktu. Bütün türk milleti olarak şehitlerin cenazesine gitmek gerekirdi. Acaba hiç gideniniz oldu mu eğer akrabanız ya da tanıdığınız değilse. Yani ana konu bu. Devlet yap…(ses. … gittik ve gidemesek de….-uzaktan konuşuyor-bç.) Çok teşekkür ederim. Çünkü ne tekrarlanıyorlar ne anılıyorlar. Yani konuyu saptırmak istemiyorum ama bir Hrant Dink vurulduğundan bir saat sonra 4 kilometre, 4 kilometre dedi haberler ben orda değildim, hala içime oturuyor. Yani o insanlar nasıl toplandılar. Bir buçuk saat içinde. Çok teşekkür ediyorum. İhsan Feyzibeyoğlu. Teşekkürler. Melih Şengölge arkadaşımızın sorularını cevaplamak için fırsat bulamadığını söyledi Uluç bey. Uluç Gürkan. Şimdi önce sevgili Ülker’e de yeni uluslar arası hukuk gereğince bu kabul edilse bile hukuki sonuç doğurmaz. Çünkü uluslar arası hukuk artık tarifi o suçun tarifinin olmadığı önceki dönemlere teşmil edilemeyeceğini söylüyor. Ama olay bir olgu. Oldu mu olmadı mı. Yani o hukuki sonuçları bakımından gerekli mücadele yapılır. Tazminat talepleri filan karşılanır diye düşünüyorum. O kısmını çok önemsemiyorum. İşin özüyle ilgiliyim. Bu nefret söylemi anlamında bakın bahsettiği şehitlerimiz derken dişişleri bakanlığında öldürülen 42 kişi. Onlar bu soykırımın gerçek faili sayılan gerçek kişiler miydi. Hayır. İşte bir şimdi Yahudi soykırımı gerekçesiyle herhangi bir Almanı öldürmek uluslar arası camiada ne kadar meşruysa bizim diplomatlara yönetilen iddia sahibi bakımından da şey katliamlar o kadar meşru olabilir. İşin iddiaların, suçlamaların nefret boyutunda, dinsel ve ırksal bir ırkçı nefret soykırıma yol açan almanyada bir ırkçı nefretin ürünü olduğunun kanıtıdır o dişişleri mensuplarına yönelik katliamlar, cinayetler de. Bu işte İsveç parlamentosundaki işin Süryani vs. uzatılması. Malta’da onlarla ilgili bir şey yok. Ama vurguladım. İstanbuldan Sevres anlaşmasından sonra yeni delil istenirken İngiliz başsavcılığı ermeni katliamı, Ermenilerin öldürülmesi yahut tehciri için belge demiyor. Bütün Hıristiyanlar diyor. Kapsamı genişletiyor. Onun için öyle genişlediğine göre ona ilişkin de belge gelmediğine göre Hıristiyan ise malta’da o kapsamda değerlendirilmiştir diye kabul etmek gerek. Büyükelçi. çok teşekkürler. Benim uzun uzun konuşmaya hakkım yok ama son bir iki bir şey söylemek istiyorum. Şimdi tabi hukuki ve siyasi alanda mücadelemizi yapacağız. Bu mücadelenin bir unsuru da batı dünyasında buna benzer örnekler hakkında bilgi sahibi olmaktır. Bazı malum kişiler türkiyede ya biz yaptık, siz de yaptınız. Yani ikimiz de suçluyuz, ya da suçluyuz deyip geçecek misiniz diye laflar söylüyorlar. Bu doğru değil. Bakın türkiyede az bilinen bir örnek vereyim. Yatla ve Potsdam konferanslarında Stalin, Roosevelt ve Churchill almanyadan almanyada yerleşik, almanyayı nesillerce memleketi olarak tanımış Cekoslavakya, Polonya ve Macaristan’dan bütün Almanların sürülmesine karar verdiler. Bu almanlar 6 milyon kadardı. Bunların 1. 5 milyonu mahalli halkın tecavüzleri ve yolculuk sırasında öldü. Bugün Almanlar bunun üzerinde fazla duramıyorlar çünkü boyunlarında bir Nazizm, soykırım yükü var. İngilizler için, Fransızlar için Almanların yaptığı bir başka bir şey afrikadaki Herrere ? kabilesini 20.000 kişiyi kökten kazımışlardır. Şimdi, soykırım aslında bunlar. Çünkü biliyorsunuz adamların yollarda öleceğini veya memleketinden savaşı artık kazanmışsınız hiçbir şeyiniz yok, bahaneniz de kalmamış, ordaki asayişi sağlamak da sizin göreviniz, ya da Cenevre anlaşmasına göre teslim şartları mevcut değil. Fakat bu yola gidiyorlar. Bunları hatırlatmakta, bunları söylemekte de fayda var. Ben de o arkadaş gibi bazılarını bilmiyor ? değilim……sinler ? biz karşılığını verelim. Ne bilim İncirliği mi kapatacağız, bilmem ne mi yapacağız…fakat bunlarda şey yok yani çıkar yol yok. Çünkü yavaş yavaş şunu söylemeye başlıyor batılı tarihçiler. Evet, yani antlaşmaya göre …baum ? sözleşmesine göre bu bir soykırım değildi ama soykırımla eşdeğer tutulabilecek bir hareket veyahut ta katliamdır diyorlar. Amounting genocide, bu tabiri kullanıyorlar bazı batılı tarihçilerin kitaplarında ben gördüm ve giderek de bu günlük basına da intikal ediyor. Buna karşı da tabi uyanık olmak lazım. Çünkü eğer bu Uluç Gürkan beyin söylediği gibi dini şartlandırmalardan ileri geliyorsa ki ben giderek buna inanmaya başladım. Yani mesleğimin artık en son safhasında buna inanmaya başladım. O zaman hukuki yollar dahi yetmeyecektir. Mücadeleyi çok taraflı ve söylemeye çalıştığım gibi sivil toplumlar, halklar nezdinde işleyerek yürütmek lazım. Çok teşekkür ederim dikkatiniz için. İhsan Feyzibeyoğlu. Ben de sayın Gürkan’a ve sayın büyükelçi Alp’e teşekkür ediyorum. Sizlere de teşekkürediyorum. Hafta tekrar buluşmak üzere iyi akşamlar.. 66 sunum MUSTAFA KEMAL VE CUMHURİYET EKONOMİSİNİN İNŞASI SERDAR ŞAHİNKAYA İyi akşamlar. Hepiniz hoş geldiniz. ilişkin çok sayıda yayın bulunmaktadır. Bu yayınlar Temayı zaten biliyorsunuz. Biraz kelime tasarrufu tabii ki bizim için çok sevindiricidir; ama bu yayınların yaparak başlığı, “Mustafa Kemal ve Cumhuriyet bir tanesine özel olarak değinmek istiyorum. Ekonomisinin İnşası” olarak belirlemiştik. Sizlere Kitaplardan biri “Ama Hangi Atatürk” başlığını ve dönemin zaman dilimi olarak bütününü ve Taha Akyol imzasını taşıyor. Bu kitap ile ilgili ilk uygulamaların tümünü kapsayan bir iktisat tarihi canlı televizyon yayını SKY TV’nin 9 Şubat 2008 çalışması sunmayacağım. Cumartesi gecesi Enver Aysever ile ‘Aykırı Sorular’da Araştırmaların ve okumalarım sonucunda zihnimde yapıldı. Program yapımcısı Sayın Aysever, kitabın uzun yıllar sonucu oluşan, “Mustafa Kemal, yazarına Atatürk’ün iktisadi görüşlerini ve Atatürk TBMM’nin 1920’de kuruluşundan 1938’e kadar döneminin iktisadi performansı sizce nasıldı? diye uzanan süreçte kafasında net, berrak, tutarlı ve zaman bir soru yöneltmişti. Yazar bu soruya: “Atatürk’ün uyuşumu yapılmış bir strateji çerçevesinde Türkiye iktisatla ilgisi yoktu. O bir kültür devrimcisi idi. ekonomisini örgütleyerek önderlik etmiştir”. Buna da örnek olarak ilk topladığı kongrenin Türk Sizin de bildiğiniz gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin Tarih Kongresi olduğunu” beyan ederek yanıtlamıştı. geleneğinde her yıl TBMM’nin açılışında Oysa Yazar her şeyden önce 17 Şubat–4 Mart 1923 cumhurbaşkanlarımızın bir konuşma yapması vardır. tarihlerinde daha Cumhuriyet bile kurulmadan Bu konuşmada esas kurgu şudur; bir, geçmiş yılın İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi’ni ve muhasebesi yapılır; iki, cumhurbaşkanları geleceğe 1930 Sanayi Kongresi’nin unutmuş görünüyordu. yönelik istikamet verip toplumu yönlendirirler. İşte Ve devamında da; “Atatürk dönemi Türkiyesinin Mustafa Kemal 1920’den 1938’e kadar TBMM büyüme hızlarını da incelediğini ve incelemelerinde açılışlarında 20 konuşma yapmıştır. O 20 konuşmanın Prof. Dr. Yahya Sezai Tezel ve Prof. Dr. Şevket Pamuk üzerine ben 4 konuşma daha ilave ediyorum. gibi iktisat tarihçilerinin eserlerinden yararlandığını Bunun da sebebi bahse konu konuşmaların Türkiye ve bu bilgiler çerçevesinde dönemin Türkiye büyüme ekonomisinin ana omurgasını oluşturan stratejinin performansının dünya ortalamasının oldukça belirlenmesine dönük ve Gazi’nin kendisinin kitle altında kaldığını” belirtiyordu. Oysa hem Yahya önünde yaptığı konuşmalar olmasıdır. Bunlardan bir Sezai Tezel hem de Şevket Pamuk, eserlerinde her tanesi, 1923’te daha Cumhuriyet kurulmadan İzmir türlü eleştirilerine rağmen dönemin iktisadi büyüme İktisat Kongresi’nde yaptığı konuşma. Bir diğeri performansı açısından başarılı olduğunun altını kalın 1931 yılında İzmir’e yaptığı seyahatte Cumhuriyet çizgilerle çizmekteydiler ve bir de yazar kitabının Halk Fırkası’nın İzmir Vilayet Kongresi’nde yaptığı kaynakçasında Şevket Pamuk’un herhangi bir eserine konuşma ki, bu çok kritik bir konuşmadır ve kitle de yer vermemiş olduğunu unutmuş görünüyordu. önünde devletçilik kavramını ilk defa kullandığı Ayrıca, bahse konu yapıt CNNTürk’te 5 Mart 2008 bir konuşmadır. Aynı tarihten 2 gün sonra da İzmir Çarşamba gecesi Tarafsız Bölge programının da Ticaret Odası’nda bir konuşma yaparak, Vilayet tamamına konu olmuştu. İzleyenler hatırlayacaklardır. Kongresi’nde yaptığı konuşmayı taçlandırmıştır. Gün boyunca programın tanıtım filmlerinde ve Dördüncüsü ise 1935 yılında Cumhuriyet Halk program sırasınca da alt yazı ile sürekli şöyle sorular Partisi’nin 5. Kongresi’nde yaptığı konuşmadır. akıp gidiyordu:“Sizin Atatürk’ünüz Hangisi?: Bu konuşmaları temel alan esas sunuşuma geçmeden İslamcı mı? Bolşevik mi? Anti-Emperyalist mi? önce kısaca değinmek istediğim bir husus var. Milliyetçi mi?”. O gün bu gündür ama kitaplarla, Son dönemde sizin de dikkatinizi çekmiştir. ama monografilerle Gazi Mustafa Kemal Atatürk” Kitapçıların vitrinlerinde Osmanlı’nın son dönemleri; ü ‘Mustafalaştırma’ çabaları sistematik bir biçimde Cumhuriyetin erken dönemleri ve Mustafa Kemal’e hızlanarak sürdürülmektedir. 67 *** Mondros Mütarekesi, işgaller, Mustafa Kemal’in kurtuluş yolculuğu, Samsun’a çıkış, Amasya, Erzurum, Sivas, Atatürk’ün Ankara’ya gelişi, 1920’de karşılaştığımız tablo böyle bir tabloydu. 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalanıyor. Yaklaşık bir yıl sonra 18 Ocak 1919’da Paris Konferansı toplanıp 1 hafta içerisinde Osmanlı’nın parçalanma kararı alınıyor. Adım adım işgaller ve bildiğimiz Kurtuluş Savaşı ve TBMM ile Cumhuriyetin kuruluşunu görüyoruz. Biz Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı bitirdiğimizde, Anadolu, içindeki ayrık otlarını temizlemiş bir toplum özelliğindeydi. Savaşı, ihaneti ve ölümü görmüş; direnci, dayanışmayı ve dostluğu geçirmiş; yaralı, yoksul; ama özgür, bağımsız, eşit ve onurlu bir ülkeydi. Konuşmaya geçmeden birkaç ön tespit yaparak yavaş yavaş konuya girmek istiyorum. 1923’te yani Cumhuriyet ile birlikte savaş ya da kahramanlık temelindeki özgüven mirası, üretim temelli bir özgüvene dönüşmeye başlamıştır. Bu dönüşüm, topyekûn ve köklüdür. Bu dönüşümün yönü, toplum yaşamından iktisada, hukuktan eğitime, siyasetten uluslararası ilişkileredir ve yarı sömürgeden bağımsız bir ulus devlet yaratma temel hedefi, ilmik ilmik örülerek tasarlanan bir stratejik tercihle gerçekleştirilmiştir. Bu dönüşümün gerçekleşebilmesi için yeni bir sermaye birikim mekanizmasına ihtiyaç vardı. Cumhuriyet kadrolarına göre bu ihtiyaç, ancak ve ancak “sanayileşme” ile karşılanabilirdi. Sanayileşme zorunluluğunu besleyen olgulardan biri de “bağımsızlık” sorunudur. Kemalist aydınlar ve yöneticiler, ülkenin askeri ve diplomatik zaferle elde edilen bağımsızlığının ancak iktisadi bağımsızlıkla güvence altına alınabileceği konusunda net ve ısrarlıdırlar. Osmanlı İmparatorluğu’nun İngiliz liberalizminin tutsağı olduğu Osmanlı sanayisiyle zanaatlarının sanayi devrimi Avrupası’nın mamul maddelerinin istilasıyla yıkıldığı bunu da İmparatorluğun iktisadi ve mali alanlarda tam bağımlılık içine düşmesine yol açtığı kanısındadırlar. Sadece sanayileşme, Türkiye’deki bu bağımlılığı kırabilir ve bu bir siyasi tercihtir. Cumhuriyet, sanayileşmeyi iktisadi güçlenmenin esas aracı saymakta ve bağımsızlıkla eş anlamlı almaktadır. Dönemin kendine özgü koşullarında temel ihtiyaçlardan (3 Beyaz) başlanarak sanayi üretim kapasiteleri yaratılması ileri ve geri bağlantılarla toplumsal üretkenliği artıracaktır. Bu üç beyaz ana fikri, bugün günah keçisi ilan edilen KİT’lerin altında yatan temel felsefedir. Farklı bir ifadeyle söyleyecek olursak, yeni sermaye birikim mekanizmasının oluşturulması lazımdı Farklı bir ifade ile “Türkiye Sanayileşmek Mecburiyetindedir”. Cumhuriyet döneminde sınaî üretimin, yurttaşların temel ihtiyaçlarını karşılaması asıl ilkedir. Böylece, ülke içi tüketimin tamamı karşılanacak ve ulusal ekonomi gerçek temeline oturacaktır. Unutulmamalıdır ki, Cumhuriyet, sanayi temelli ulusal ekonomiyi emperyalist çıkarların kesiştiği bölgede ve iki dünya savaşı yıllarının olağanüstü çalkantılı ortamında gerçekleştirmiştir. *** 68 Nasıl sanayileşti Türkiye? 2008 gözlüğüyle 1920’leri, 1930’ları küçümseyen ve alaya alan birçok tarihçi (!) ve sosyal bilimci (!) var; ama bakın, diyorum ki, “Cumhuriyet sanayi temelli bir ulusal ekonomiyi; birincisi, emperyalist çıkarların kesiştiği bir coğrafyada -aynı bugün olduğu gibi-; ikincisi, iki dünya savaşı arasındaki olağanüstü çalkantılı bir konjonktürde yaratmıştır. Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti Devleti temelini süngüyle değil, süngünün de gücünü aldığı ekonomiyle bulacaktır” sözünü de hatırlayarak “Atatürk’ün iktisatla ilgisi yoktu” diyenlere gönderelim. Size ilginç bulduğum bir şeyden daha bahsetmek istiyorum. Bugün Türkiye Ekonomi Kurumu olarak, Ankara’da kurulu olan; ama ilk kurulduğu yıl 1929’da adı Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti olan bir kurum var. O kurum bir periyodik gazete çıkarıyor: “İktisat ve Tasarruf Dergisi.” Derginin genel yayın yönetmeni komünist olduğu için sonradan içeri alınan ve sonradan İstatistik Kurumu Umum Müdürlüğü de yapmış olan Dr Vedat Nedim Tör. Dergi isminin altında, bu iktisattan anlamayan Cumhuriyetçilerin kullandığı ifadeyi görüyor musunuz? “İlk hedefimiz Akdeniz’di, ikinci hedef: iktisat.” Bunu söyleyen kişilerin nasıl iktisatla ilgisi yok da sadece kültürle ilgisi var? Şimdi cevapları birlikte aramadan bir denklem kuruyorum. 1930’lu yılların denklemi “sanayileşme +demiryolu=devletçilik” modeliyle adım adım, ilmek ilmek örülmüştür ve Mustafa Kemal bu denklem dâhilinde 1920’den 1938’e kadar Türkiye’yi nasıl bir temel stratejik tercihle dönüştürmüş ve bu dönüşüme önderlik etmiştir. Biliyorsunuz TBMM dönemler halinde çalışır. Benim takdim etmeye çalışacağım o 20 konuşma 5 alt döneme bölünmüş. Ben bunları TBMM’nin zabıt cederelerinden alıp iktisatla ilgili olanları ayıklayarak size sunmaya çalışıyorum. İlk konuşmayı Reis Paşa sıfatıyla (Sarı Paşa da diyorlar) 24 Nisan 1920’de yapıyor Mustafa Kemal. Meclis açış konuşması haricinde o zamana kadar çeşitli konuşmalar da var tabii. Bu konuşmada esas olarak, kendi referanslarının yani gelecekte kurmak istedikleri Cumhuriyetin temellerinin Erzurum Kongresi kararlarında yattığının, iç ve dış bağımsızlığın mutlaka sağlanması gerektiğinin; ama çok geri durumda olunduğunun da altını çiziyor. Bu arada zihinlerimizi tazeleyelim. Erzurum Kongresi 23 Temmuz–7 Ağustos 1919 tarihleri arasında toplanmış ve 8 temel karar almıştı. Mustafa Kemal Paşa ve kongre üyelerini saygı, minnet ve şükranla anmamız gerekiyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun temel harcı bence Erzurum Kongresi’ndeki bu heyet tarafından atılmıştır. 1921 konuşmasına geldiğimizde Cumhuriyetin bütünlüğü açısından Mustafa Kemal’in sürekli altını çizdiği ‘denk bütçe’ meselesi var; ama önce bakınız Mustafa Kemal, “Ateşkesten sonra yabancılar gelir kaynaklarımıza da tümüyle el koymak için girişimlerde bulundular. İstanbul’daki zorbaların sözlerine dayanarak maden aramak için gerekli izin belgelerinin verilmesini yasakladılar. Biz memleketin tüm kaynaklarına sahip olarak ihracatla ithalat arasındaki dengenin sağlanmasına ve üretimin gideceği yere kolayca ulaşması için yolların düzeltilmesine ve yolların ulaşıma açık tutulmasını sağmaya çalıştık.” diyor. 1921’de neden ulaşımın altı çiziliyor. Birazdan, 10. Yıl Marşı’nda demir ağlarla örerken yurdu, onu da göreceğiz. Cumhuriyet fikri ve TBMM kurulduğunda biz Osmanlı’dan kalma ağaç biçiminde bir ulaşım ağına sahiptik. Her şey, mümkün mertebe Der Saadet’e (İstanbul’un eski adlarından biri/d.n.), Kahpe Bizans’a gidiyordu. ‘İç Pazar Entegrasyonu’ diye bir şey yoktu. 1921’de bir karar verdiler. Önce savaş hali için yolları iyice bir açacak (büyük sanayileşme planının altında önemli bir tercihleri var, onu ayrıca göreceğiz) sonra demiryolu, mutluluk yolu, diye bir şiarla başlayacaklar. Bakın çok kısa bir sürede, yani Erzurum Kongresi’nden 1921’e kadar geçen sürede bir yandan emperyalist ülkelere karşı savaş veriyorsunuz, bir yandan da 16 tane ayaklanmayla boğuşuyorsunuz. Hem etnisite temelli, hem dinsel temelli. 3 yıl içinde 16 ayaklanmayla boğuşuyorsun. O ayaklanmaları getirip Türkiye haritasına işlediğinizde ülkenin hemen her yerinde bir ayaklanma olduğunu görüyorsunuz. Bu konuşmaların yapıldığı dönemde iki tane de İnönü Zaferi var. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu 20 Ocak 1921’de kabul edilmiş. Daha sonra Sakarya Meydan Muharebesi oluyor ve 1922’ye geliyoruz. Bu bahsettiğim 1920–1938 konuşmaları arasında bana göre en kapsamlı ve en önemli olan iki tane konuşma var. Bir tanesi 1922, bir tanesi de kendisinin TBMM’de en son yapabildiği 1937 konuşmasıdır. 1 Kasım 1938’de TBMM açılışına Dolmabahçe Sarayı’nda hasta olduğu için katılamaz; ama yazdığı konuşmayı dönemin başbakanı Celal Bayar’a Anayasa gereği okutur. O yüzden bu 1922 ve 1937 konuşmalarının üzerinde özellikle durmamız gerekiyor. 1922 konuşması hepimizin çok iyi bildiği, “Türkiye’nin sahibi ve efendisi kimdir?” diye başlayan ve Mustafa Kemal’in köylü meselesini öne çıkardığı konuşmadır. Çünkü Mustafa Kemal dönemin tek üretici gücü olan köylüler üzerinde durmuştur. Aslında Kurtuluş Savaşımız da köylü savaşıdır. Köylüler savaşmıştır. Toplumda başka bir şey yok ki. Yani aydınlar da vardır, okumuşlar da vardır, tıbbiyeliler de vardır, mülkiyeliler de vardır; ama cephede kanını döken ana gövde, gerçekten de köylüdür ve Gazi’nin esas derdi köylüyü yeniden modern anlamda bir üretici güç olarak çiftçi yapmaktır. Bakınız Mustafa Kemal ne diyor: “Doğrusu, 700 yıldır dünyanın çeşitli yerlerine gönderilerek kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve 69 700 yıldan beri emeklerini ellerinden alıp gereksiz yere harcadığımız, buna karşılık olarak daima onurunu kırdığımız ve hor gördüğümüz, bunca özveri ve iyiliklerine karşılık nankörlükle uşak durumuna indirmek istediğimiz… Bu ülkenin gerçek sahipleri karşısında utanç ve saygıyla gerçek durumumuzu alalım.” Aynı konuşmada özel sektörün güçsüzlüğüne ve kapitülasyonlara dikkat çekiyor. Diyor ki, “Tanzimat’ın açtığı serbest ticaret devri, Avrupa’nın ekonomisine karşı kendisini koruyamayan ekonomimizi, bir de iktisadi kapitülasyon zincirleriyle bağladı. Kuruluş ve özel sektörleriyle bizden çok kuvvetli olanlar memleketimizde ayrıca bir de imtiyazlı durumda bulunuyorlardı. Gelir vergisi vermiyor, gümrüklerimizi ellerinde tutarak istedikleri zaman, istedikleri eşyayı, istedikleri şartlar altında ülkemize sokuyorlardı.” Bu kısmı gelin 2008 yılına birlikte taşıyalım. Gümrük Birliği meselesini geçelim; ama imtiyaz üzerinde duralım. Yabancılar bugün, Türk Bankacılık sisteminin nerede ise yüzde 50’sine sahiptir, Türkiye’nin kontrolü dışındadır, yabancıların ellerine geçmiştir. Bir fabrikanız gidebilir. Yeni bir ayakkabı fabrikası ya da yeni bir salça fabrikası kurabilirsiniz; ama finansal sisteminizi yabancılara teslim ederseniz her şeyiniz gitmiş demektir. Yeniden bir bankacılık sistemi ihdas etmek oldukça güçtür. Çünkü finansal sistemin varlık nedeni bizatihi reel sektörü fonlamaktır. O açıdan bir de bu imtiyaz tartışmalarını, “Katar Türkiye’ye ne katar?” tartışmaları ile birlikte düşünmek lazım. Biz sermaye ırkçılığı yapmıyoruz; ama o işleri de iyi düşünmek lazım. Şu anda Türkiye ekonomisi kendi kumanda manivelalarını yitirmiştir. Türkiye, 2008’in 30 Nisan’ında ve muhtemelen TemmuzdanAğustostan itibaren dalga dalga gelecek, reel sektör ve işletmeleri vuracak, kitlesel ve yığınsal işsizliğe neden olacak krize karşı hazırlıksızdır. B planı yoktur. B planı olsa dahi elinde kriz karşısında tutunmasını sağlayacak kumanda manivelaları kalmamıştır. Bu öyle merkez bankasının enflasyon hedeflemesiyle olacak hikâye değildir. Devamında yine Gazi diyor ki, “Efendiler bize karşı olan rekabet gerçekten çok gayrimeşru, gerçekten çok yok edici idi. Rakiplerimiz bu davranışlarıyla gelişmeye elverişli sanayimizi de öldürdüler. Tarımımıza da zarar verdiler, ekonomimizin ve maliyemizin gelişip olgunlaşmasının da önünü kestiler.” Evet, Cumhuriyetin bütün sevdası ve derdi ilk aşamada köylüyü çiftçi yapmak, ikincisi topraksız köylü bırakmamak. Ama ne yazık ki Mustafa Kemal bunu yeterince önemsemesine rağmen kotaramamıştır. Yırtmıştır kendini, tüketmiştir nefesini. Giderek presin dozunu arttıracaktır. 1936’da TBMM’de milletvekillerine iyice sert sözler söyleyecektir; ama o feodal mütegallibe, Mustafa Kemal’in Toprak Reformu Yasasını sümen altında tutmuş ve bir türlü geçirmemişlerdir genel kuruldan. Şimdi biz yine bugüne dönelim. Biz Cumhuriyetin köylüyü çiftçi yapma çabalarıyla bir miktar geliştirdiğimiz tarımımızı ve gerçek üretici olan köylüyü yok ettik zaten. Ve biz Türkiye tarımını uluslararası şirketlere teslim ettik. Biz ki TBMM’de bir şirket için iki kere kanun değiştirdik. En son iki gün önce yaptık. Şimdi çok bilinmeyen bir husustur. Genellikle bizim iktisat tarihi kitaplarımızda denir ki, “1923–1930 arası dönemde Türkiye’nin ekonomisi liberaldi. 1929-1930’da Amerika’da başlayan iktisadi kriz derinleşince dünyadaki uygulamalara paralel olarak Türkiye de devletçilik modeline geçti.” Genellikle geniş düzlemli araştırmalarda böyle söylenir. Ama bakın, Mustafa Kemal 1922’de ne diyor: “Ekonomi politikamızın önemli amaçlarından biri de genel yararı doğrudan doğruya ilgilendirecek kurumlar ve iktisadi teşebbüslerimizin mali kudretimizin ve teknolojimizin izni oranında devletleştirilmeleridir.” Bundan kimse pek söz etmez. Yani Mustafa Kemal durduğu yerde 30 yılında birden devletçi olmaya karar verir; ama 1922 yılında yaptığı bu konuşmadan bahsetmezler. Niye bahsetmezler bilmiyorum. Devamındaki, temel sektörlerdeki korumacılık vurgusuna bir bakar mısınız: “Ülkenin ekonomik temelleri tarım ve tarımsal sanayiye bağlı olmakla birlikte ülkede öteden beri var olan örneğin dokuma sanayi gibi kurumların korunması ve canlandırılması ve bazı bölgelerde yeniden kurulabilecek sanayinin her şartta gözetilmesi göz önünde bulundurulacaktır.” Bu kısmı hafızalarımızda tutalım. Çünkü bu devletçilik, birden bire zuhur eden bir şey değildir. Korumacılıkla başlayıp devletçiliğe doğru giden bir sentez söz konusudur. Daha 1922’de, bakın bu günkü Sosyal Güvenlik Yasa Tasarısı değil, “Çalışanların Rahat Yaşamalarını Sağlayacak Zonguldak Amele Kanunu” çıkartılmış. 1922’de daha Cumhuriyet yokken. Devam ediyoruz: “Bundan sonra da genel ekonomi çalışmalarımız ve ekonomi politikalarımızın, bu görüş içinde ve bir plan dahilinde düzenli bir biçimde yürütülmesi.” Dikkat isterim, SSCB’de bile hâlâ NEP Dönemi, planlama başlamamış, 1922 yılında plandan bahsediyor. Biz tabii planlamayı terk edip piyasaya bırakalı çok oldu. Anayasa’da planlamayla ilgili 160. Madde olmasa DPT’ye “Plan” falan da yaptırmayacaklar. Bakın daha 1922 yılında özünde mali bağımsızlığın yattığı tam bağımsız bir ülke özlemi ve iktisat politikalarının mutlaka bir plan dahilinde olmasından yana tavır alıyor 70 Mustafa Kemal. Devamında diyor ki: “Ülkemizin gelir kaynakları milli davamızın güven içinde sağlanmasına yeterlidir. Mali kudretimiz bugüne kadar olduğu gibi dış borçlanma yapılanmadan da orta halli bir düzeyde, ülkeyi yönetecek ve amacına ulaştıracaktır.” Bugünlerde yine ‘borç yiğidin kamçısıdır’ lafı dolanıp durmuyor mu? Dış borçlanma olmadan da bir ekonomi modeli oluşturulabilir diye düşünüyorum. Gerçekten de tam bağımsızlığa vurgu sürekli olarak kendisini gösterecek ve bizim geçenlerde yine bir ihaleyle sattığımız TEKEL’in kurulması lazım geldiğine dikkat çekilmektedir. Türkiye olarak, şimdiki durumda yararlanılamayan gelir kaynaklarından yararlanmak ve halkın vergi yükünü azaltmak için bazı maddeler üzerine tekel konulması gerekmektedir ki, 1922’den sonra tuz, kibrit meseleleri tekel altındaydı; tabi biz bugün TEKEL’i de bitirmiş durumdayız. 1922 yılındaki konuşmada Gazi bir de eğitime ve özellikle tarih eğitimine dikkat çekiyor. Ayrıca, “Savaş sanayi alanında üretim yapan fabrikaların çalışmalarını özel takdirlerimle anmayı bir değerbilirliğin gereği olarak kabul ederim.” Diyor. Daha Kurtuluş Savaşı nihayetlenmeden bizim MKE’nin ataları olan küçük atölyelerde fişekler, top dökümhaneleri falan çalışıyor. Bütün Anadolu’da küçük ünitelerde üretim yapılıyor. Bu fabrikalar 3 beyaz tamamlandıktan sonra, yani Türkiye karnını doyuran ve sırtını giydiren bir ülke olduktan sonra 1933’ü takiben o fabrikalar ağır sanayiye yönlendirildi. Çünkü Gazi, II. Dünya Savaşı’nın ayak seslerini de yavaş yavaş duymaya başlamakta ve dönem içindeki konuşmalarının ana kurgusunda güvenlik ve dış politika meselelerini de öne çıkarmaktadır. Aynı yıl 1922’de saltanat kaldırılıyor. Başkomutanlık Meydan Muharebesi 30 Ağustos 1922’de yapılıyor. 17 Şubat–4 Mart 1923 tarihleri arasında benim de doğduğum kent olan İzmir’de İktisat Kongresi’ni topluyor. Toplantının temel şiarı: “Milletimiz artık mazisinden değil istikbalinden mesuldür” oluyor. İzmir İktisat Kongresi’ni ne zaman topladı Mustafa Kemal? 4 Şubat 1923’te Lozan Konferansı kesildi, bizim heyet trene atlayıp geldi, o kısıtlı koşullarda biz 13 gün sonra İzmir’de 1.135 delegeyle birlikte bir iktisat kongresi topladık. Bu kolay bir iş değildir. Mustafa Kemal Paşa’nın “Milli egemenlik iktisadi egemenlikle pekiştirilmelidir” sözleriyle vurguladığı konuşması vardır. Kültür devrimcisi ve iktisadi hiçbir yönü olmayan(!) Mustafa Kemal’in bu sözünü de birilerine armağan olarak gönderelim. Sizce bu kongre Neden İzmir’de toplandı? İzmirli büyüğüm Yaşar Aksoy, “Bu adeta İzmir’in yaşadığı Yunan işgaline karşı da bir tepkiydi” diyor. Yani başka bir yerde, örneğin Ankara’da da toplayabilirdi. Ama süreçteki 71 olayları bir arada, bir kâğıdın üstüne döktüğünüzde heyecanlanmamak ve saygı duymamak bana göre mümkün değil. İzmir İktisat Kongresi’ne gelen 1.135 delege çiftçi grubu, tüccar grubu, işçi grubu, sanayici grubuydu. Bakın yarın “Emek Bayramı” hepinize kutlu olsun şimdiden; ama İzmir İktisat Kongresi’nde işçi grubunun 1 Mayıs’ı işçi bayramı olarak kutlaması ve tarım-dışı sektörlerde çalışanların iş saatlerinin 8 saatle sınırlanması kararı alınmıştır. Biz bunu 1923’te karara bağlamışız. Farklı bir ifadeyle, 1 Mayıs’ın İşçi Bayramı olarak kutlanması İzmir İktisat Kongresi’nin kararları arasındadır. Şimdi bizim ülkede ne tartışılıyor? Ve kim bilir yarın Taksim Meydanı’nda neler neler olacak… İttihat ve Terakki zamanında 1909’da komünistler kutlamıştı 1 Mayıs’ı; ama Atatürk’ün önderliğinde 1 Mayıs’ın İşçi Bayramı olarak kabul edilmesi, biz tarım-dışı sektörlerde 8 saat mesai uygulamasını kabul ederken Avrupa’da “işçi-emek” bağlamında neler vardı acaba? İktisat Vekili Mahmut Esat Bey de kongredeki konuşmasında Mustafa Kemal’e destek veriyor ve diyor ki: “Milli egemenlik, iktisadi milli egemenlik olmalıdır. Eğer böyle olmazsa milli egemenlik bir hayal olur.” Gerçekten İzmir İktisat Kongresi’nin ruhu, kurulacak olan Cumhuriyetin kurulacak olan ulus devletin bir milli ekonomi üzerine oturtulacağının ayak seslerini veriyordu. Ama bizim liberallerimiz, bu kongrenin koca külliyatı arasında bir cümleye atıf yaparlar. Mustafa Kemal konuşmasının 3’üncü sayfasında, “Yabancı sermayeye karşı değiliz” der. Ancak orada bir noktalı virgül vardır. Kimse bir şey söylemez, Yabancı Sermaye Derneği de bunu bir zamanlar çok kullanırdı. Sonradan başka şeyler de çıktı biliyorsunuz: Bu memlekette “Mustafa Kemal Paşa hayatta olsaydı, Refah Partili olurdu” bile dediler. Başka bir nokta kongrenin toplandığı binadır. Hamparsumyan Hanı. İzmir’de 857’nci sokakta. Ben de İzmirli olduğum için önemserim. Kemeraltı Çarşısı’na açılan sokaklardan birindedir. Ben İzmir Atatürk Lisesi’nde öğrenciyken, 1974’te o bina hâlâ Üzüm ve İncir İşletmesi olarak çalışıyordu. Binanın 3.500 kişinin çalışabileceği bir büyüklükte olduğu da bilinmektedir. İşte bu kongre binası 12 Eylül 1980’den sonra yıkılmış ve yerine otopark yapılmıştır. Düşünebiliyor musunuz? 1923 İktisat Kongresi’nin yapıldığı binayı yıkıp otopark yapıyoruz. Bu ayıp benim hemşerilerime ve bana da aittir. Ama bir başka ayıp da Ankara’da yaşanıyor. Son iki haftadır. Hatırlıyor musunuz Ulus’ta Cumhuriyetin simgelerinden biri olan Sümerbank binasını? Sümerbank binası artık L.C.Waikiki mağazası oldu. Birer birer Cumhuriyetin simgeleri elden gidiyor. Bina olarak da bırakmayacaklar. Zaten Maliye Bakanı dedi ya, “Hafızanızdan sileceğim” diye. “Hele Sümerbank’ı tarihe gömeceğim” dedi. Ulus’taki o bina bir kültür merkezi olamaz mıydı? Ya da Cumhuriyetin endüstrileşme tarihinin anlatıldığı bir müze olamaz mıydı? Yani gerçekten bu ayıp da Ankaralılar olarak size/bize ait. Çünkü 1 ay önceden tahta perdelerle çevirdiler. O tahta perdeler bir söküldü, onca yılın Sümerbank’ı bir de baktık ki bir Fransız giysi mağazasına dönüşmüş. 1923’ün 1 Mart’ında, 4’üncü yasama yılının açış konuşmasında yavaş yavaş Osmanlı’dan devralınan borçları, Ziraat Bankası’nın artan şubeleri, köylüye kredi meseleleri derken en önemlisi, bakın henüz Cumhuriyet yok, “Büyük Savaş’a ait harcamaların tümüyle savaş dışı devlet giderleri hiç dış borç alınmadan karşılanmıştır” diyor. Bu arada da devlet borçlarının üçte ikisini ödemişiz. Şimdi bu gerçekten önemli. Yine izninizle dikkat çekmek istediğim bir başka önemli husus da şu; 1923 yılının 1 Mart’ında yaptığı konuşmada 1922 yılında ne yaptıklarını anlatıyor. “3 erkek ve 1 kız öğretmen okulu, 5 erkek ve 3 kız lisesi, 134 erkek ve 30 kız ilkokulu ve 10 sanat okulu açılmıştır”. 1922’de hangi parayla yapıldı? 1920’nin 23 Nisan’ıyla 1931 yılının 23 Nisan’ı arasında geçen 11 yılda Merkez Bankanız yok, para basamıyorsunuz, toplam 150 milyon lirayla oldu “Mustafa Kemal Paşa şüphesiz çağdaş tarihin büyük şahsiyetlerinden biridir. Bir Türk’ün Anadolu’da kendi efendisi olabileceğini şahsen sergileyerek ispatlamıştır.” Lozan Barış Antlaşması imzalanıyor ve ikinci döneme geçiyoruz. Gazi, 13 Ağustos 1923’te, yine Cumhuriyet kurulmadan önce, bayındırlık, ekonomi, eğitim temelinde sürdürdüğü konulara bu konuşmasında iç ve dış güvenlik sorununu da ekliyor. Bakın, kurulacak yeni devletin niteliğini de orada belirtiyor. Hani Erzurum Kongresi’nde Mazhar Müfit Kansu’ya yazdırmamış da kimseye söylememiş derler ya… Şimdi tarih okumayanlar bir gecede Cumhuriyetin ilan edildiğini düşünüyorlar. Daha 13 Ağustos’ta neyi kuracağını ve kuracağının niteliğinin ne olacağını söylüyor. Zabıtlarda var bu. Diyor ki, “Türkiye devletinin yönetim şeklinin dayandığı temeller nitelik yönünden kendisinden önce gelen tali yönetim temellerinden başkadır. Bunu bir kelimeyle belirtmek gerekirse, yeni Türkiye devleti bir halk devletidir, halkın devletidir. Geçmiş dönemdeyse bir kişinin devletiydi, kişilerin devletiydi.” Şimdi de kişilerin devleti değil mi? Halk devleti niteliğimizi biz çoktan yitirdik. Cumhuriyet ilan ediliyor, 1924’te 2. yasama yılında, 1 Kasım’da yaptığı konuşmada altını çizdiği husus, (artık Cumhuriyet var), “hayal ve teori peşinden koşmadan, ülkenin kendi kaynakları ve insan gücüyle işleri sürdürmek azim ve kararındayız. Uygarlığın bu günkü düşüncelerini demiryolu dışında yayamayız. Demiryolu mutluluk yoludur” diyor. Bu, “Demiryolu mutluluk yoludur” şiarı Türkiye’de uzun yıllar her yerde karşımıza çıkmıştır. Çarlık Rusya’sında, Kıta Avrupa’sında 1700’lerde sanayi devriminden sonra, ister İtalya’nın gelişimine bakın, ister Almanya’nın, isterseniz Fransa’nın gelişimine bakın, isterseniz Bulgaristan’a bakın hepsinde demiryolu meselesi özel önem arz eder. bunların hepsi. 1 yıl içinde kaç tane okul açtık? Şimdi Mustafa Kemal gerçekten çağını iyi izleyen, analiz kendi okulumuzu kendimiz açamıyoruz. Hayırsever eden ve onlardan esinlenen, o esinlendiği düşünce yurttaşlara “gel ne olursun” diyoruz, ya da SMS’le ve politika değerlerini kendi ülkesinin gerçekleriyle para topluyoruz. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde harman ederek, kopyalayarak değil harmanlayarak, bu nerelere ne paralar harcamışız? Öyle hayali kalemler harmanın içinde de kendine özgü bir model çıkararak olarak değil bütçe kalemi olarak. yaratmıştır Cumhuriyeti. Onun için çok ama çok 24 Mart 1923’te Mustafa Kemal “Time” Dergisine önemlidir. kapak olmuştur (aslında iki kez kapak olmuştu Aynı yıl Hilafet kaldırılıyor, Tevhit-i Tedrisat Kanunu ve bu ilkiydi). Daha henüz Cumhuriyet yoktur. kaldırılıyor 3 Mart 1924’te, Şeriye ve Evkaf Vekâleti Arnold Toynbee, Time’ın 4. sayısında diyor ki, kaldırılıyor ve ilk Cumhuriyet Anayasası 20 Nisan 72 1924 Anayasası kabul ediliyor. 10 kuruşluk paralar piyasaya çıkmış. Türkiye İş Bankası 1 milyon Lira sermayeyle kuruluyor. Bakın 6 Mart 1924 tarihli “Zümrüt-ü Anka” adında bir karikatür dergisinde deniyor ki, “Mustafa Kemal Paşa engelli koşan bir atlet gibi tüm engelleri aşıp geçiyor.” Engellerin üstünde saltanat, hanedan, taassup yazıyor ve Mustafa Kemal kendi karikatürünü çizen hiçbir karikatüriste dava açmıyor… 1925 yılına geldiğimizde oturduğu sektör temelleri itibarıyla bir arada koordineli bir ulusal ekonomi yönetimi modeli kurmak lazım geldiğinin altını çiziyor Mustafa Kemal. “Ve özellikle Cumhuriyetin çalışan kişilere sağladığı huzur ve güven, vatandaşların sağlıklarını korumak için açılan savaşın sonucu olarak köylümüz üzerindeki aşar vergisinin kaldırılmasıyla ortaya çıkan rahatlık, ulusun daha çok üretmek, daha çok bolluğa kavuşmak için çalışmak isteğini övgüyle anılacak bir duruma getirmiştir” diyor. Bu konuşmasında özellikle maden sanayine dikkat çekiyor ve TBMM’ye yön veriyor. “Bu alandaki atılımları desteklemek için çözüm yolu bulunması ve önlemler alınması hayati gereksinmelerimizdir” diyor ve o dönemde Türkiye Sanayi Maadin Bankası’nın en azından yasa olarak kuruluşu önümüze geliyor. Aşar vergisinden bahsettik. Şapka Kanunu, Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasına Dair Kanun kabul ediliyor. 14 Haziran 1925’te Alpullu Şeker Fabrikası açılıyor. Yavaş yavaş artık fiziki ve fiili olarak sanayiler gerçekleşmeye başlıyor. Ankara Yahşiyan demiryolu açılıyor ve Türkiye’nin ilk betonarme köprüsü inşa ediliyor. Hukuk mektebi açılıyor, Orman çiftliği ve Tayyare Cemiyeti kuruluyor. Bakın burada bir parantez açalım. 16 Şubat 1925’te bugünkü THK (Türk Hava Kurumu) kuruluyor. THK I. Dünya Savaşı’ndan elimizde kalan, Almanlardan devraldığımız uçakların artık harplerde ne kadar işe yaradığının farkında olan Mustafa Kemal, kurduğu Tayyare Cemiyeti’yle birlikte (ileride uçak imalat tesisleri de kurulacak) kurduğu uçak firması ve Almanlardan alınan know-how’la ürettiğimiz kendimize özgü 3 tip uçaktan 13 tane uçağı Danimarka’ya ihraç ettik. Dış ticaret kayıtlarımızda var. Ben kendi uçağını kendin yap kampanyalarıyla büyüyen bir kuşağın çocuğuyum. 1970’lerde öyleydi biz lisedeyken. Yapamadık. Fikir var, fiiliyat da vardı. Sonra kapatıldı. 1946’daki Marshall yardımı ile tamamen son buldu, Türk Havacılık Sanayi, hani şu an AOÇ’deki traktör fabrikasının arazisi var ya, orası bizim Kayseri’den sonraki ilk uçak fabrikamızdı. Amerikalılar Marshall yardımını yaparken bir şartla vermişler yardımı. “Uçak üretimini bırakacaksın. Bizden alacaksın uçaklarını” demişler. Öyle kimseye uçak yaptırmam demiş; bizimkiler de “hay hay” demişler. Aynı yıl 13 Şubat–31 Mayıs arası yaklaşık dört ay süren “Şeyh Said İsyanı” da var. Bir yandan bunlar yapılıyor, bir yandan da isyanlarla boğuşuyoruz. 1926 yılına geldiğimizde, ekonominin hem fiili üretim bazında örgütlendiği, hem de o fiili üretimin kurumsal yapısının da yavaş yavaş oluşturulduğunu görüyoruz. Ve Mustafa Kemal bir yerde Yüksek Ekonomi Meclisi’nin kurulması için bir Kanun Tasarısından bahsediyor. Medeni Kanun ve Ceza Kanunu kabul ediliyor; İstatistik Umum Müdürlüğü kuruluyor. 1 Temmuz 1926’da Kabotaj Kanunu kabul ediliyor. 6 Ekim 1926’da Kayseri’de uçak montaj fabrikası kuruyoruz. Uşak’ta şeker fabrikasını açıyoruz ve geliyoruz bir sonraki döneme. *** 1927’de yaptığı konuşma Mustafa Kemal’in ikinci kez Cumhurbaşkanı seçildiğinde yaptığı çok kısa bir teşekkür konuşmasıdır. Binalarımız ilk defa numaralandırılıyor, sokaklara isim veriliyor. Ulus’taki anıt açılıyor. Birinci nüfus sayımı yapılıyor. Nüfusumuz 13 milyon 648 bin kişi (28 Ekim 1927). Aynı yıl Mustafa Kemal Paşa bildiğiniz gibi Büyük Nutuk’unu okumaya başlıyor ve okuma 10 gün sürüyor. Acaba bugün de TBMM’de Nutuk okuma saatleri olsa?.. 1928’e gelindiğinde, 1922’deki köylü meselesi tekrar gündeme geliyor. Burada köylünün toprağa kavuşması 73 için elinden gelen gayreti gösteriyor Mustafa Kemal. Topraksız köylüye toprak verilmesi, denk bütçe, Cumhuriyet dönemi kâğıt parasının değiştirilmesinin tamamlanması, Merkez Bankası’nın açılış hazırlıkları ve su ve sağlık politikalarıyla devam ediyor. 2004 yılı AB Katılım Ortaklığı Belgesi’nde de yer alan Fırat ve Dicle’nin uluslararası yönetime devredilmesiyle ilgili gelişmeler söz konusu olunca ben diyorum ki bir geriye doğru dönelim, yine bir parantez açalım. Diyor ki, “Geniş bir su politikasının uygulanmaya başlaması gerçekten gereklidir. Ülkeyi tam anlamıyla yeni bir yaratıcılığa kavuşturacak olan sulama işlerinin büyük ilginizle sağlanacağı kesindir.” Bu ciddi bir öngörüdür. Tabii ki tarım için su gereklidir; ama dikkatinizi çekerim ne dediğine dikkat edin: “Ülkeyi tam anlamıyla yeni bir yaratıcılığa kavuşturacak olan sulama işleri.” Biz Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun makûs talihini yenmek üzere dünyanın ikinci büyük kırsal kalkınma projesi olan GAP’ı hakikaten başlattık. Ciddi mesafe de aldık. Ama GAP’ın sonunu getiremedik, getiremiyoruz da. Şimdi 60. Hükümet, işsizlik sigortası fonundan 8 milyar dolarlık kısmı orada kullanacağını söylüyor. Endişem o dur ki 2009 yılında yapılacak yerel seçimlerde, “Diyarbakır’ı istiyorum, orayı da istiyorum” diyenler, muhtemelen bunu da gerçekleştirmeyeceklerdir. Umarım ben çok kötümser değilimdir. Ama bundan sonraki tarihi yaşayarak göreceğiz. Danıştay kuruluyor 6 Temmuz 1928’de. Uluslararası sayılar, Türk Harflerinin Kabul ve Tasdiki Hakkında Kanun kabul ediliyor. Ve 1928 yılında Uluslararası Kadınlar Tıp Kongresi’ne ilk kez bir Türk kadın hekimi, Safiye Aliye Hanım’ı gönderiyoruz. 2008 yılında türban tartışmalarını hatırlayın. Kadınlar üzerinden döndürülen dolapları, bu zihniyetin 1928’deki bu aydınlanma sürecini bilmediklerini ya da yok saydıklarını görüyoruz. 1928’de bir yerden bir yere gitmek zor. Biz Uluslararası Kadınlar Tıp Kongresi’ne gönderiyoruz. 1929 yılına geldiğimizde Mustafa Kemal, 1928’de başlayan köylünün yeterli miktarda toprağa sahip olması zorunluluğunun altını bir kere daha çizip, Ziraat Enstitüleri’nin bir an önce kurulmasına önem verildiğini hatırlatıyor. Diyor ki, “Bu yıl Zirai Kooperatiflere başlanması özellikle sevindiricidir. Bu kooperatifleri ülkenin her yerinde genişletmeyi gerekli buluyoruz. Bunun yanında çiftçiye toprak verme işi de hükümetin sürekli izlemesi gereken bir durumdur. Çalışan Türk köylüsüne işleyebileceği kadar bir toprak sağlamak, ülkenin üretimini zenginleştirecek başlıca çareler arasındadır.” Acaba 1928’lerdeki çiftçiyi topraklandırma meselesi o dönemde gerçekleştirilmiş olsaydı, Doğu ve 74 Güneydoğu Anadolu’da bugün, mevcut problemlerin ağırlığı bu kadar yakıcı olur muydu? Hadi diyelim o zaman yapamadık. 1960 ihtilali oldu, 1961 Anayasası geldi. 1963’te planlamaya geçildi. İkinci Altın yıllarıydı Türkiye’nin. Ben Ankara Mülkiye’ye öğrenci olarak 1977-1978’de ilk olarak geldiğimde Toprak ve Tarım Reformu Müsteşarlığı tabelalarını hatırlıyorum. Tabela mı vardı sadece? O müsteşarlık da mı beceremedi? İlk gençlik yıllarımda orada gezerken gördüğüm pirinçten yapılmış güzel de bir tabelaydı müsteşarlık; ama çiftçilerimiz hâlâ topraksız. Aynı yıl 1 Ocak 1929’da Türk harflerinin öğretilmesini sağlayacak “Millet Mektepleri” açıldı. Aydınlanma meşaleleriydi onlar. Daha sonra Halk Evleri’ne dönüştü. Daha sonra neler söylediler o millet mektepleri için neler? O meclis zabıtlarını okusanız içiniz sızlar. Aynı yıl 1 Temmuz’da Ankara ile İstanbul arasında ilk telefon görüşmeleri başladı. Okullardan Arapça ve Farsça kaldırılıyor ve yeni Türk harfleriyle ilk kez kitap basılıyor. İlk posta pulu basılıyor. Bu pulun önemli yanı şu; Sivas’a demiryolunun ulaşmasıyla İsmet Paşa, bir konuşma yapmıştır. Konuşmanın başlığı: “Fırkamızın devletçilik vasfı.” İnanılmaz bir konuşma. Bu konuşmayı o yıllarda yayınlanan “Kadro” dergisi de basmıştır. Merak edenler bu konuşmayı bulup okuyup, öğrenebilirler. Aslında bu konuşmayı bu kurultaydan sonra muhterem CHP yönetimine göndersek daha uygun olur diye düşünüyorum. 1930’da ise milli para krizi. Çünkü artık dünyada da önce tarımla başlayan ve sonra giderek Wall Street’de bir haftada Amerikan bankalarının çöktüğü uluslararası bir krizin ayak seslerini hissediyoruz. Hem bu büyük kriz, hem bizim kendi Cumhuriyet Merkez Bankamızı kurma çalışmaları, hem de Osmanlı’dan kalan borçlara değinilip, “Yerli malı, yurdun malı, her Türk onu kullanmalı” başlığıyla en son bizim kuşağa kadar her yılın Aralık ayında kutladığımız “Tutum Haftaları”na ilişkin organize çalışmalar 1930 yılında başlıyor. Cumhuriyet Merkez Bankası’nın kurulması ve hisse senetlerinin halka sunulması… Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk halka arzıdır. Blok satış falan yok. Parayı basacak Merkez Bankası’nın bile halk tarafından ortaklaşa sırtlanmasından yana bir tavırdır. Bunu da unutmayın yakında Merkez Bankası bile satılabilir. Bırakın Ankara’dan taşınmasını. Bir şirkete veririz alt tarafı diyenler bile var. Bir matbaa gibi bakıyorlar çünkü. *** Şimdi 4 döneme geçmeden önce girişte bahsettiğim iki konuşma var. 1922’de halk devleti olarak ilan etmişti ya daha Cumhuriyet kurulmadan önce. Orada diyor ki Mustafa Kemal, “Siyasette demokratik halkçı, ekonomide ise devletçiyiz” diyor. Bu devletçilik demokratik halkçılığa engel değildir. Çünkü halkın, yaradılıştan, doğası gereği devletçi olduğunu ve ekonomide her türlü ihtiyacını devletten talep etme hakkını kullandığını söylüyor Mustafa Kemal Paşa. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın İzmir Vilayet Kongresi’ndeki konuşması, Atatürk’ün ilk kez kitle önünde devletçilik lafını ettiği konuşmasıdır. Kurumsallaşmaktadır artık devletçilik. Burada iki nitelik ağırlık kazanmıştır. Demokratik halkçı bir siyaset ve devletçi bir iktisat. Aynı yıl kadınlara belediye seçimlerine katılma ve seçme-seçilme hakkının verilmesi tiyatrolarda düzenli temsiller, operetler başlıyor. Ve aynı yıl kahpe bir saldırı. 23 Aralık 1930’da Yedek Subay Kubilay şehit ediliyor, sonrasında Menemen ayaklanması bastırılıyor. Dördüncü dönem 1931–1935 yıllarını kapsıyor. 1931’de yaptığı konuşmada esas vurgu, dünya ekonomik krizinin etkilerinin giderek derinleştiği ve tasarrufları arttırmanın çok önemli olduğu. Dünya krizinden etkilenen ülkeler tedbir olarak vergileri arttırdıkları halde, Türkiye’de vergileri düşürerek cesur bir tutum sergilendiğine dikkat çekiyor Mustafa Kemal. (Bir fotoğrafı göstererek) Bu da dünya krizinde çekilmiş fotoğraf. Herkesi öyle bir kitlesel işsizlik sarmış ki, kaç aydır işsiz, kaç tane çocuğu var, kaç tane dil biliyor… Tüm bunlara rağmen adam amele pazarı gibi yerlerde iş arıyor. O sırada Türkiye’de Ölçüler Kanunu kabul ediliyor. Herkes gidip okkasını, dirhemini değiştirip kilogramını, gramını alıyor. Aynı yıl 23 Nisan 1931’de Milli Egemenli Bayramı, Çocuk Bayramı olarak da kutlanmaya başlıyor. Merkez Bankamızı kuruyoruz, Türk Tarih Kurumu’nu kuruyoruz. İlk sesli Türk filmi olan “İstanbul Sokakları” 1 Kasım 1931’de gösterime giriyor. 1932’ye gelindiğinde “Zirai Buhran’ın derinleşmekte olmasından bahisle, sanayi kuruluşlarını bir an önce çoğaltmalı ve yurt sathına yaymalıyız” diyor. Çünkü Cumhuriyet, dünya krizinin etkilerini hissetmeye başladıklarında, rejimi ayakta tutan bir eksiklik olarak görüyor sanayinin tam olarak kurulamamış olmasını. Halk evleri açılıyor. Bunlar da aydınlanma ocağı. Gerçekten çoban ateşi gibi görev yapmışlar. Türk Tarih Kurumu’ndan sonra Türk Dil Kurumu kuruluyor. 18 Temmuz 1932’de Cemiyet-i Akvam’a (Milletler Cemiyeti’ne) katılıyoruz. Türkiye güzeli Keriman Halis, Belçika’da dünya güzeli seçiliyor. Ve 1933’te Cumhuriyet 10. yılı kutlanıyor. Burada Reis-i Cumhur’un konuşmasında iki nokta önemli. Birincisi, ekonomide Buhran Dönemi sürüyor ve hükümet her şeyden önce bütçe dengelerini 75 korumaya çalışıyor. İkincisi, 1932’de de söylediği gibi gerekli sanayi kuruluşlarını yeterince kurarak kendi kendimize yeterli hale gelelim diyor. Üniversite reformlarını yapıp İstanbul Üniversitesi’ni kuruyoruz, bugünün Milli Güvenlik Kurulu, o zaman ki adıyla Yüksek Müdafaa Meclisi kuruluyor. Havayolları işletmesi ve PTT kuruluyor. Sümerbank’ı kuruyoruz 11 Temmuz 1933’te. Bugün yok edip hafızalardan sildiğimiz Sümerbank’ı. İzmir Panayır’ı açılıyor, yani İzmir Enternasyonal Fuarı. Fuar, 9 Eylül Panayırı ismiyle 1933 yılında açılıyor. Şimdi burada biraz duralım. *** Başvekâlet Matbaası’nda 1933 yılında basılmış kimilerinin I. Sanayi Planı, kimilerinin de I. Sanayi Programı dediği iki yüz sayfalık bir rapordan bahsetmek isterim bir miktar. Bu I. Sanayi Planı, 1973 yılında Prof. Afet İnan tarafından TTK Yayınları’ndan çıkmıştır. Afet Hanım’ın değerlendirmeleri yanında orijinal plan da o kitapta var. Girişinde 44 sayfalık bir durum değerlendirmesi var, dünya ve Türkiye değerlendirmesi var. Değerlendirmedeki üç vurguya dikkat çekeceğim. Bakın diyorlar ki, “Batı kültürü tekniği ve sanayisiyle Doğu sahillerini kucaklıyor. (Hatırlatmak istiyorum, yazıldığı tarih 1933) Sanayileşmemiş uluslara işlenmiş ürünler gönderiyor, bunların tufanı altında kalan dünya pazarlarında üretim araçları çöküntüye uğruyor ve daha dün bağımsız birimler halindeki topluluklar büyük sanayilerin hegemonyası altına girerek hukuken bağımsız; fakat iktisaden bağımlı birer varlık haline dönüşüyorlar. Batının sanayici ülkeler ile tarımcı ve hammaddeci ülkeler arasındaki bu bağımlılık sanayi ülkelerini ihya edici, hammadde ülkelerini ise çökertici durumlar yaratmaktadır.” Bizim ülkemizde bu satırlar 1933 yılında yazılmış. Bu satırların muhtevasını, o dönemin Marksistleri haricinde kimsenin yazdığı çizdiği yok. Bundan yaklaşık 30 yıl sonra, bu metindeki dünya tarihi, azgelişmiş-gelişmiş, sanayileşmiş-sanayileşmemiş tahlili yabancı literatürde yazılınca iktisatçılar ayağa kalktı. “Yeni bir ekol doğdu, bağımlılık ekolü oluştu” dediler. Hâlbuki 1933’te yazdığımız bu metin bir örnek. Tarihe baksak daha nelerimiz var. Yüksek müsaadelerinizle burada bir parantez daha açıp filmi günümüzden 20 yıl öncesine 1978 yılına saralım. 1978, 4. 5 Yıllık Kalkınma Planı’nın hazırlandığı yıl. Bu plan döneminde başbakan Sayın Bülent Ecevit’ti. DPT Müsteşarı, sevgili hocam, Prof. Bilsay Kuruç. Bu planın önemi şuradan kaynaklanmaktadır; bu plan, Türkiye’nin 1963 yılında başladığı ithal ikameci sanayi modelini çok daha ileri bir eşiğe taşıyacak ve ithal ikameci sanayileşme stratejisinin birinci aşamasının tamamlanması ile daha ileri bir sanayileşme noktasına getirecekti ülkemizi. Peki, ne önemi var? Önemi şudur; biz 4. planı yaptık, Türkiye’nin gündemine tak diye bir Dünya Bankası raporu düştü. Raporun iki tane yazarı vardı. Bir tanesi yıllar sonra tekrar kurtarıcı olarak gelen Dr Kemal Derviş, diğeri de Sherma Robinson. Bu rapor esas olarak diyordu ki, “Hop, ne yapıyorsunuz siz? Türkiye böyle iddialı bir sanayileşme hedefini gerçekleştirebilecek bir ülke değildir. Bırakın bu sanayileşme işini. Siz batının manavı, bakkalı olmaya devam edeceksiniz. Sizin en fazla yapacağınız iş tarımsal sanayidir.” Biz 4. planı uygulayabildik mi? Nasıl uygulayalım arkadaş? 24 Ocak kararları geldi. Peşine bir de 12 Eylül askeri darbesi. Kadük oldu 4. plan. Biz zaten 12 Eylül ve 24 Ocak’la beraber ithal ikameci sanayileşme stratejisini bırakıp, dışa açılma diye tabir ettikleri; ama dışa saçıldığımız bugün belli olan bir sürecin içine girdik. O iddialı sanayileşme hedefini de yitirmiş olduk. Şimdi yeniden 1930’a dönelim. İkinci vurgulama şöyle: “Türkiye’nin dış ticaretteki konumu, batı sanayi ülkelerine bir pazar ve o sanayi ülkelerine hammadde yetiştiren bir tarım ülkesi olmasıdır.” Bu cümle Türkiye’nin o dönemde gerçekten büyük kutuplaşmadaki yerini hiçbir yanılsamaya yer bırakmayacak şekilde tesit ediyor. Hala bugün bu tartışma devam ediyor. Üçüncü vurgulama ise izlenmesi gereken strateji ile ilgili. Diyor ki, “Büyük sanayici ülkeler, aralarındaki siyasi ve iktisadi anlaşmazlıklara rağmen, tarımcı ülkeleri her zaman için hammadde üretici konumunda bırakmak ve piyasalarına egemen olmak davasında birleşmiş durumdadırlar. Bu itibarla tarımcı ülkelerin bu davranışlara set çekmek hususunda siyasi nüfuzlarını kullanmakta birleşeceklerdir.” Yani Barossa’lar gelebilir, Olli Rehn’ler gelebilir, Michael Depler üfürebilir. “Özellikle bu gerçek, muhtaç olduğumuz sanayiyi zaman kaybetmeden kurmak için en önemli etkenimizdir.” Yıl 1933. Bu dönemde faşizmin ayak sesleri hissedilmektedir. Almanya’da ve Avrupa’da emperyalist ülkeler arasında çatışma vardır, bir hegemonya boşluğu vardır. Bunu doğru tespit etmişiz 1933’te ve 1’inci Sanayi Planı’na yazmışız. Gerçekten de bu plandaki hedefleri sonunda bir toplulaştırmış haritayla beraber göreceğiz. O yıllar Türkiye iktisat tarihinin parlak ve hatta altın sayfaları olarak nitelendirilebilir. 1934 yılında ise 1933’te uygulamaya başladığımız sanayi programının yarattığı başarı duygusunun egemen olduğunu görüyoruz. Yeni ticaret yöntemleriyle dengeyi koruyarak ticaret hacminin artışı söz konusu. 30’lu yılların yani 1933’ten sonra Sovyetler birliğiyle clearing denen takas ekonomisini yaşadık. Ve çok ciddi kazançlarımız oldu. Çok rahatlattı bizi bu SSCB ile aramızdaki takas ilişkisi. Clearing sistemini bir dış ticaret metodolojisi olarak kullandık o dönemde. Onun için diyor ki Mustafa Kemal, “Yeni ticaret yöntemleriyle dengeyi koruyarak ticaret hacmini arttırdık.” Demir yollarının 500 kilometreyi geçtiğini söylüyor. “Kendine gösterilen yolun doğruluğunu Türk halkı anlamıştır ve yanımızdadır” diyor. Aynı yıl bir yandan da biz Türkiye Cumhuriyeti olarak bir yerlere gidip kendimizi şikâyet etmiyoruz. Bunun yerine Balkan ülkeleriyle Türkiye’de Balkan Paktı’nı imzalıyoruz. Aynı yıl Kayseri’de yapılan 6 avcı uçağından biri 50 dakikalık uçuşla Ankara’ya geliyor. Mustafa Kemal’e 24 Kasım’da Atatürk soyadını veriyoruz. Onun için kurguyu daha geri tarihlerden aldığımızda 1934’e kadar Atatürk lafını pek kullanmamaya çalışıyorum. Mustafa Kemal, Reis Paşa ya da Sarı Paşa diyorum. 1935 yılındaki konuşmasında önemli hususlardan bir tanesi, demokratik halkçılık ve devletçilik dışında, Mustafa Kemal Paşa’nın güdümlü ekonomi terimini kullanmasıdır. 2006 yılında Türkiye’yi de ziyaret eden, birlikte uluslararası konferanslarda da bulunduğumuz Cambridge Üniversitesi’nin Kalkınma Çalışmaları’nın başında bulunan bir Koreli meslektaşımız var. İsmi Prof. Dr.Chang. Chang’ın iki tane kitabı Türkçeye de çevrildi. O kitaplardan Kalkınma Reçetelerin Gerçek Yüzü’nün önsözünde diyor ki “Dünya sahnesinde yalnız Amerikalı ve Avrupalıların yerinin olduğunu düşünen Üçüncü Dünyalı bir okul çocuğu için, bu liderlerin arasında bir de Türk liderinin bulunması ilginç bir durumdu. Bu Türk lider General Kemal Paşa ya da Kore’de daha çok bilinen adıyla Kemal Atatürk’tü. Kemal Atatürk’ün yaşam öyküsünü okuyan bir okul çocuğu bile çok uzaklarda bir ülkeyi yönetmiş olan bir liderin General Park için bir rol modeli olduğunu anlayabiliyordu. Yıllar sonra bir üniversite öğrencisi olarak kalkınma iktisadı okuduğumda Kemal Atatürk’ün daha sonra devlet güdümlü kalkınma stratejisi diye adlandırılacak olan stratejiyi ilk uygulayan Üçüncü Dünya lideri olduğunu öğrendim.” Hani Mustafa Kemal’in iktisatla hiç alakası yoktu? Profesör Chang da altını ne güzel çiziyor değil mi? *** 76 Son döneme doğru geliyoruz. 1935 yılındaki konuşmasına devam ediyorum: “Endüstri programı doğru yoldadır. Yurdun endüstrileşmesine daha fazla hız verilerek yakın zamanda yeni bir program yapılması” diyor. İki kere yaptık çünkü. Biri 1933’te, bu planda bahsedilen sanayi tesislerini gerçekleştirdik, 1936’da İkinci Sanayi Planı’nı yaptık. Düşünebiliyor musunuz hamleleri? Bize, iktisatçılara, iktisada giriş dersinde üretim imkânları eğrisini öğretirler. O nedir? Eğrini sağa kayması milli gelir pastasını büyütmek demektir ve önemlidir. Bir yandan ümmetten yurttaş yaptığınız insanları eğiterek üretime katıyorsunuz, bir yandan da ayakta durmaya çalışıyorsunuz, bir yandan uluslararası politikada etkinliğinizi arttırıyorsunuz. Kimsenin ayağına gitmiyorsunuz. 1922’de iktisat politikalarını bir plan çerçevesinde uygulamak gerektiğini, daha sonraki yıllarda da ulusal bir ekonomi yönetimi kurmak zorunluluğunu ifade eden Gazi, 1935 yılında, bu kurumsallaşmanın hızının arttırılmasının lazım geldiğini söylüyor. Ve dikkatinizi çekiyorum, “…uçak filolarımızı oluşturmak için büyük ulusumuzun yüce duygularını heyecanla anmak borcumdur” diyerek uçak yapmanın önemini belirtiyor. O zaman tabi Tayyare Piyangoları da var; ama 1935’lerde “Uçak Filolarından” bahsediyor. (Başka bir fotoğraf gösteriyor) Bu da ilk kadın milletvekilimiz. Bu fotoğrafı da “Meclise türbanlı milletvekili girebilir” diyenlere hediye etmeli. Aynı yıl Erkan-ı Harbiye Riyaseti’nin adını Genel Kurmay Başkanlığı olarak değiştiriyoruz. İlk arkeolojik kazı Alacahöyük’te yapılıyor. 1936 yılında yaptığı konuşmada hâlâ sürüncemede olan “Topraksız Köylünün Topraklandırılması” konusuna değiniyor. Devletçiliğin ve halkçılığın altını çiziyor. 1936’da iki tane de önemli dış politika hadisesi yaşıyoruz. Boğazlar meselesinde Türkiye’nin tam hâkimiyetini sağlayan Montrö Antlaşması’nı imzalıyoruz. Hani bugün ABD’nin Karadeniz’e açılmak için yeniden gözden geçirelim dediği Montrö var ya o Montrö. 1936 model diye beğenmezler; ama Montrö, boğazlarda tam hâkimiyetimizi sağlamaktadır. Mustafa Kemal diyor ki, “Boğazlar artık tam anlamıyla Türk egemenliği altında yalnız ticaret ve dostluk ilişkilerinin ticaret yolu haline gelmiştir. Bundan böyle savaşan herhangi bir devletin savaş gemilerinin boğazlardan geçmesi yasaktır.” İkincisi de Hatay Meselesi’dir. Aynı yıl majesteleri VIII. Edward, Türkiye’ye gelmiştir. Hatay için de diyor ki, “Ulusumuzu uğraştıran bir başka sorun da, gerçek ulusu öz Türk olan İskenderun ve Antakya bölgesinin geleceğidir. Bunun üzerinde ciddiyetle durmak zorundayız. Her zaman dostluğuna çok önem verdiğimiz Fransa’yla aramızda tek ve büyük sorun budur. Bu konunun gerçek ayrıntılarını bilenler ve Hakka inanlar, ilgimizin gücünü ve içtenliğini iyi anlar ve doğal bulurlar.” Aynı yıl Bayrak Kanunu kabul edip Osmanlı paralarını tedavülden kaldırıyoruz, konservatuar kuruyoruz. Ve 77 Nuri Demirağ… Mustafa Kemal tarafından soyadı verilen eski demiryolcu. Seri üretim olarak özel sektörün yaptığı ilk Türk uçağının da hem fikir babası hem de imalatçısı. Onu da takdir ve şükranla anmak lazım. Türkiye’nin gerçekten hem demiryollarında çok büyük emeği var, hem de özel sektörde seri üretim ilk Türk uçağını yapıyor. *** Ve işte 1937 konuşması. Mustafa Kemal adeta bir bilanço çıkartıyor ve ben bunu geçen hafta yaptığım sınavda öğrencilerime soru olarak da sordum. Mustafa Kemal’in iktisat tanımını beraberce okuyalım. “Hemen bildirmek isterim ki ben ekonomik yaşam deyince tarım, sanayi ve ticaret faaliyetleri ve bütün olarak bayındırlık işlerinin bir birinden ayrı düşünülmesini doru olmayan bir bütün sayarım.” Bizim ekonomi yönetimimizi düşünelim. Bir tane Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı var, Maliye Bakanı var, Sanayi Bakanı var, Tarım ayrı, Bayındırlık ayrı, Enerji ayrı… Devam ediyor, “Bu nedenle şunu da hatırlatırım ki bir ulusa bağımsız görünüş ve değerini veren siyasi yaşam çarkında devlet, fikir ve ekonomik yaşam işleri birbirine bağlı ve birbiriyle ilişkilidir. Yine köylünün topraklandırılması meselesi, 1926’dan 1937’ye kadar dilinde tüy bitti Atatürk’ün. Hala tık yok mecliste. İkinci nokta iktisadi kalkınmanın temellerine ilişkin. Bu kavrayışa dikkat edin. “Türkiye, kalkınmada iki büyük güç kaynağına dayanmaktadır. Toprağımızın iklimi, zenginlikleri ve başlı başına bir varlık olan coğrafi durumu.” Bugünkü “trendy” ve seksi tabiriyle söylersek stratejik konum. “Bir de Türk milletinin silah kadar makine da tutmaya yaraşan güçlü elleri ve milli olduğuna inandığı işlerde ve zamanlarda tarihin akışını değiştiren kahramanlıklar ortaya çıkaran yüksek sosyal benlik duygusu…” Bunlara o kadar ihtiyacımız var ki bugün. En çok ihtiyacımız olan yüksek sosyal benlik duygumuz nerede bizim? Ben onu arıyorum, aramaya devam edeceğim. Kaybolmuşsa bile yeniden yaratmak zorundayız. Başka çıkar yolumuz yoktur. Dikkat çektiği hususlardan bir tanesi de, tabii tek parti hükümeti var; “devlet yönetiminde ana program CHP programıdır, topraksız çiftçi bırakılmamalıdır, milli ekonominin temeli tarımdır. Dış ticarette izlediğimiz yol dengeli ve aktif karakterini korumaktadır. Endüstrileşmenin önemi açıktır”. Dönemin Milli Sanayi ve Numune Sergisi’ndeki bir fotoğrafta gördüğüm yazıyı paylaşmak istiyorum. “Sanayi iktisadi istiklalin bel kemiğidir. Dışarıdan aldıklarımızı şimdi kendimiz yapıyoruz. Bu bizim övünç kaynağımızdır.” Biraz önce de değindiğim gibi Gazi’nin yaptığı son konuşmadır aynı zamanda. 1937 konuşmasında diyor ki, “En güzel coğrafi konumda ve 3 tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye, endüstrisi, ticareti ve sporuyla en ileri denizci ulus yetiştirmek yeteneğindedir. Bu yetenekten yararlanmalıyız. Denizciliği Türk’ün büyük milli ülküsü olarak düşünmeli ve bunu en kısa zamanda başarmalıyız”. Her 1 Temmuz Kabotaj Bayramı’nda çoğu yüzme de bilmeyen devlet büyüklerinden biri çıkıp “Üç tarafımız denizlerle çevrili” diyor. Ve biliyorsunuz, Denizcilik Müsteşarlığımız da Ankara’dadır. Ve biz Osmanlı’dan kalma gelenekle “deryadır alır götürür” der, denizleri kirletiriz, doldururuz. Keşke o dönemde denizcilik meselesini de Mustafa Kemal’in hedeflediği şekliyle sürdürebilseydik. Burada altını çizmek istediğim çok önem bir başka husus: “Ülkeyi şimdilik 3 büyük kültür bölgesine ayıralım” diyor Mustafa Kemal. Batı bölgesi için İstanbul Üniversitesi’nde başlamış reform çalışmalarının daha köklü bir biçimde uygulanmasıyla Cumhuriyet’e Dar-ül Fünun’u modern bir üniversite olarak entegre ediyor. Merkez için Ankara Üniversitesi’ni kuralım. Ve en önemlisi, Doğu bölgesi için diyor ki, “Van Gölü sahillerinin en güzel bir yerinde, her aşamada okulları ve bunlara ek olarak üniversitesiyle modern bir kültür şehri yaratmak amacıyla şimdiden harekete geçilmelidir. Bu yararlı girişimin Doğu’daki gençlerimiz için sağlayacağı verimlilik, Cumhuriyetimiz için en mutlu bir eser olarak kalacaktır.” Burada biraz duralım. Mustafa Kemal 1937 yılında Van’da üniversite öngörüyor. Biz kaç yılında açtık Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’ni? 1982. 12 Eylül’den sonra. Acaba 1982 yılında değil de 1940’lı yıllarda açsaydık o üniversiteyi ve toprak reformuyla da birleştirmeyi başarsaydık, bugün böyle meselelerle boğuşur muyduk? Bu önemli bir iştir. Bu çok önemli bir iştir. “Eğitim şart” diyerek karikatürize etmenin bir manası yok; ama Doğu’da bir üniversite fikri, 2008’de bir gecede meclisten 9 şehre patır patır tabela üniversite açmaya benzemez. Teker teker tarif ediyor ve diyor ki, “Bu yararlı girişimin Doğu’daki gençlerimiz için sağlayacağı verimlilik, Cumhuriyetimiz için en mutlu bir eser olarak kalacaktır.” Harp endüstrisi ile ilgili olarak devam ediyor, “Denizaltı gemileri ülkemizde yapmaya başladık. Hava kuvvetlerimiz için yapılan 3 yıllık programı büyük ulusumuzun içten ve bilinçli ilgisiyle şimdiden başarılmış sayıyoruz. Bundan sonrası için bütün uçaklarımızın ve motorlarının ülkemizde yapılması, harp endüstrimizin de bu temele göre geliştirilmesi gerekir.” Bakınız burası çok çok önemlidir: “Dünyaca 78 bilinmektedir ki bizim devlet yönetimimizdeki ana program Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir; fakat bu prensipleri gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamak gerekir. Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan yaşamdan alıyoruz. Bizim yolumuzu çizen içerisinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk ulusu ve bir de uluslar tarihinin bin bir acıyla dolu yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır.” Konuşmanın böyle nihayetlenmesi sonucu ne olabilir? Olsa olsa laiklik ilkesi Anayasaya girer. Balkan Paktı’nın ardından İran, Afganistan ve Irak arasında Sadabad Paktı’nı imzalıyoruz. 1938 yılındaki konuşması fiziken kendisinin kürsüden konuşmadığı, Anayasa çerçevesinde Başvekil Celal Bayar’ın yapmış olduğu bir konuşma. Genel olarak planlı gelişmeden memnun olduğunu, geleceğe yönelik öneriler, Hatay meselesinin sonuçlandırılması, 5 Yıllık Sanayi Planı başarıyla bitmek üzeredir… 1937 yılında denizcilikten bahsetmişti, o arada Denizbank’ı da kurdu. Biz Denizbank’ı da unuttuk. Cumhuriyetin şöyle bir özelliği var arkadaşlar, geliştirmeyi tahayyül ettiği iş koluna uygun bir kamusal kaynaklı sektör / ihtisas bankası kuruyor. Biz buna yıllar sonra, doktora yaparken, literatürde “Banka Temelli Kalkınma Modeli” dendiğini öğrendik. Tarihimiz çok önemli örenk ile dolu. Daha çok okuyup öğrenmemiz gerekiyor. Bu kadar işi yaptık. 1919- 1921 arasında 16 ayaklanma vardı dedik ya, 1923-1938 arasında da 18 isyan devam etti. Bu isyanlar olurken yapılıyor bu işler. *** Toparlıyoruz artık sonuna geldik. 5 dönem demiştim ya, vurguladığı meselelerinin spotlarını öne çıkardığımızda gerçekten de Gazi’nin başta iddia ettiğim gibi bir sinopsisi, kurgusu olduğu ve ekonomiyi adım adım nereden alıp nereye götürdüğünü izlememiz için bir yol haritası oluşuyor. Gerçekten bilinçli ve stratejik bir tercihle Cumhuriyet treni rayına oturmuştur. Halil İnalcık hocam diyor ki, “Mustafa Kemal, ulus devleti bir Erkan-ı Harp subayı titizliğiyle ve berrak bir stratejiyle kurgulamıştır”. Bana göre zaman zaman pratiğe ilişkin yanılsamalar olsa da korumacılıktan devletçiliğe doğru stratejik bir tercih gerçekleştirmişlerdir ve bu tercih sayesinde üretim alanına, dolaşım alanına bölüşüm alanına ve fikir alanına sahip özgür ve bağımsız bir ülke yaratılmıştır. Bakınız birlikte düşünelim. Biz dolaşım alanında (Yani dış ticaret, borçlanma, finansal akım alanında) ne kadar bağımsızız? Üretim alanını da kaybetmekle yüz yüzeyiz. Bölüşümü düşünmüyoruz bile. Fikir alanımız bir bölgede ve I. Dünya Savaşı’nın çalkantılı ortamında yaratmıştır. Bu yaratma, toplum yaşamından, eğitime; ekonomiden uluslararası ilişkilere; ve aslında yarı sömürge bir devlet olmaktan bağımsız bir ulus devlet olmaya bilinçli bir tercihle, tutarlı bir stratejiyle köklü bir biçimde gerçekleştirilmiştir. Dünya tarihinde başka bir örneği yoktur, var diyen varsa da tartışmaya hazırım, ve unutulmamalıdır ki, tarihin hükmünü değiştirme fikri, beklide düşünce ve efendi değiştirme fikrinden çok daha zordur. Tarihle oynayan hükmüne katlanmak zorunda zaten iğdiş edilmiş durumda. Uğur Mumcu’yu da bu kalabilir. çatı altında rahmetle analım. 6 Ocak 1981 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi’nde yazdığı gibi, “Tam DİNLEYİCİ: Dördüncü kalkınma planlarında neler bağımsızlık demek elbette siyaset, maliye, iktisat, vardı? adalet, askerlik, kültür gibi her alanda tam bağımsızlık S.Ş.: 1978-1979’da CHP iktidarının ve özelikle ve özgürlük demektir. Bu saydıklarımdan her hangi Devlet Planlama Teşkilatındaki teknokrat kadronun birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulusun ve ülkenin ısrar ettiği esas olarak 4. Plan ın “Sanayileşmeyi gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğu Hızlandırma, ara malları sanayilerindeki demektir. Biz bunu sağlamadan ve elde etmeden yatırımları tamamlama” stratejisi bulunmakta idi. başarıya ve esenliğe erişeceğimiz kanısında değiliz.” Böyle diyor rahmetli üstadımız Uğur Mumcu. DİNLEYİCİ: Atatürk ile İnönü’nün aralarının Şimdi toparlayıp finale geliyoruz. Bakınız 1923–2005 açılmasının sebebi olarak, Atatürk’ün Celal Bayar’ı arasında Türkiye’nin dünya ortalaması altında kaldığı Başbakan yapması olarak gösteriliyor. Burada da rivayet edilen büyüme performansına bakalım. ekonomik bir liberalleşmeye gittiği savunulur. Bunu 1924–1939 dönemi, yani yeniden inşa ve devletçilik nasıl değerlendiriyorsunuz? döneminde, Türkiye’nin Gayri Safi Milli Gelirinin S.Ş.: Öyle denir değil mi? Özellikle Sümerbank yıllık ortalama büyüme hızı yüzde 6,6’dır. İkinci aynı tartışmaları ve 1927’deki Teşvik-i Sanayi Kanunu’nun hıza yaklaştığımız dönem 1962–1979 dönemidir. üzerine yapılan tartışmalarda. Mustafa Kemal’i bir Bu dönem de yeniden planlı ekonomiye geçtiğimiz bütün olarak değerlendirdiğimde ben bu tartışmada dönemdir, büyüme yüzde 6,5’tir. böyle bir görüşten hareket etmiyorum. Şundan dolayı, Koşulsuz olarak Dünya Bankası ve IMF güdümüne pragmatist bir yönü de var Mustafa Kemal’in. Yani girdiğimiz 1980’den sonra işler değişiyor. Yakın bir yandan siz 1924 yılında 1 milyon lira sermayeyle izleme antlaşması gereği tamamen IMF güdümüne Türkiye İş Bankası’nı kuruyorsunuz, bu bankayı girdiğimiz 1998 ile 2005 arasında yıllık büyüme hızı Celal Bayar’a emanet ediyorsunuz. İsmet Paşa’nın yüzde 2,5’tir. Sivas Demiryolu açılışında yaptığı konuşmayı örnek Bugünlerde dünyadaki mali kriz gibi nedenlerle dış verdim ya, fırkanın devletçilik vasfıyla ilgili olanı, basında devleti yeniden göreve çağıran müdahaleci bana göre burada esas kırılma Celal Bayar’la İsmet sesler var. Biz hâlâ savrulmaya devam ediyoruz. Paşa arasındaki tartışma değil, Esas kırılma, Celal Aslında kamusal otoritenin sadece düzenleme yaparak Bayar’la görevden alınan dönemin muhteşem iktisat değil, iktisadi bir aktör olarak da ve hatta gereken vekili Mustafa Şeref Özkan’ın anlayışları arasında. yerlerde farklı bir ifade ile gerice yörelerde iktisadi bir işletme ünitesi olarak ekonominin içine girmesi Sabırla dinlediğiniz için teşekkürler. gerektiğini düşünüyorum. Son sözümüzü söyleyelim: Bana göre Kurtuluş Savaşı, yurdun dinden de ırktan da daha önemli olduğu öğretmiş ve kurtuluş kuruluşla tamamlanmıştır. Lozan’da dünyanın bütün efendilerini eşitlik dansına kaldırmanın onuru yaşanmıştır. 1923–1938 döneminde Cumhuriyet sanayisinin temelli ulusal bir ekonomiyi, emperyalist çıkarların kesiştiği 79 anma gelmekteydi, ama çok kısa bir süre içinde okuldaki kendi deyimiyle “sev –gençli” gruptan kopup, gerçek devrimcilerin, halk çocuklarının yanında yer almıştı. HAKAN YURDAKULER’ E... dediler ki şuraya iki satır yaz paylaş Ekonomik sıkıntıları olmayan bir aileden geliyordu. Ancak gerek giyim ve kuşamı, gerekse de davranışlarıyla bunu hiçbir biçimde yansıtmıyordu. Harçlığı dâhil, elindeki, üzerindeki her şeyi, ihtiyacı olan arkadaşlarıyla, yoldaşlarıyla paylaşıyordu. İşin gerçeği o dönemin Siyasal’ında böyle bir dayanışma ve paylaşma kültürü başat bir kültürdü. Hakan da bundan nasibini aldı ve SBF’ de yetişen bir devrimci oldu. geçirdiğiniz dünü bugünü sen yanındaydın dediler onu en iyi sen anlatırsın dediler yapamadım yazamadım ölümüne kalem tutamadım... (Mustafa Şenocak, 2010) Dostlar, aslında Hakan için yazılacak, anlatılacak çok şey var. Hakan’ın kısa devrimci yaşamı ve mücadelesinde ve devrimci kişiliğinin oluşumunda etkili olan bazı önemli etkenler var. Bunlardan biri, Hakan’ın ilerici bir aileden gelmesi ve kentli (Ankara) bir devrimci olması; ikincisi devrimcilerin harman olduğu bir yer olan SBF’ de öğrenci olması ve üçüncüsü de 1974–76 gibi devrimci gençlik mücadelesinin yükseldiği bir dönemde yaşamasıdır. Hakan, “devrimci teori ile devrimci pratiğin uyumu” ilkesini herkesten daha çok benimseyen bir arkadaşımızdı. Sürekli Marxist klasikleri okuyarak kendisini geliştiriyordu. Ancak sadece bir devrimci gibi düşünmekle yetinmiyor, aynı zamanda bir devrimci gibi yaşamaya da çalışıyordu. Bu nedenle sözü ve eylemi daima uyum içinde olmuştu ve özel yaşamında bunun gereklerine uymaya çalışmıştı. Örneğin, okuldaki her anti-faşist, anti-emperyalist eylemde hep ön sıralardaydı. Siyasal tarihinin en önemli direnişlerinden birisi olan uzun süreli boykotumuzda bazı günler neredeyse -20 dereceye varan boykot nöbetlerinde hep sabah ilk nöbeti alacak kadar da fedakârdı. Boykot ve polisle çatışmalar sonrasında Ankara Emniyetine götürüldüğünde babasının gücüyle kendisine, “serbest bırakılabileceği” söylendiğinde “ arkadaşlarımın hepsi bırakılmadan buradan çıkmayacağım” dedi ve arkadaşlarıyla beraber içerde kaldı, açlık grevine başladı. Sonrasında dönemin sıkıyönetim komutanlığının emriyle Ankara dışına sürgüne gönderildi. Bu sürgün Hakan için dönüm noktasıydı. Döndüğünde Hakan daha da bilenmiş ve devrimci mücadeleye olan inancı daha da artmıştı. Mücadeleyi okul dışına taşımak, yoksul mahallelerde, fabrikalarda işçilerle, emekçilerle yan yana olmak ve onları örgütlemek istediğini söylüyordu. Artık onu sıklıkla mahallelerde, işyerlerinin önünde devrimci bildiriler dağıtırken görüyorduk. Kentli bir devrimciydi, aydınlanmacı, ilerici bir aileden geliyordu. Babası 27 Mayıs ihtilalcilerinden Kurmay Albay, tabii senatör Muzaffer Yurdakuler ve Annesi eğitimli bir aileden gelen Nürinnisa Yurdakuler, yani bizim Nuni teyzemiz idi. Hem anne hem de baba, özellikle Hakan’ın ölümünden sonra, yaşamlarının sonuna kadar devrimcileri korudular, kolladılar, evlerinde barındırdılar ve devrimci mücadelenin her zaman yanında oldular. Hakan’ın dedesi de Konya Delibaş isyanı sırasında komünist olduğu gerekçesiyle gericiler tarafından öldürülmüştü. Hakan 1973 yılında Siyasal’ a girmişti. Okulumuzun parlak bir öğrencisi olan Hakan’ın hayatı SBF’ ye girdikten sonra değişmeye başlamıştı. O dönemde SBF’deki devrimcilerin azımsanamayacak bir kısmı kentli ve belirli bir burjuva kültürü alan gençlerden oluşuyordu. Kendisi de TED-Ankara Koleji’nden Yani Hakan, o dönemin tüm devrimcilerinin inandığı gibi halkla, sınıfla, ideoloji ve siyasetle iç içe olmak gerektiğine inanıyordu. Çünkü bizim dönemimizin 80 devrimcileri, tıpkı 68 kuşağının , Mahir’leri, Deniz’leri ve İbo’ları gibi kitlelerle organik bağ içindeydiler ve onlardan derin bir şekilde etkilenmişlerdi. Halkın hep masum olduğuna inanıyorlar ve onun değerlerine saygılı davranıyorlardı. Dayanışmacı ve paylaşımcıydılar; ama aynı zamanda toplumu ve düzeni devrimci bir tarzda değiştirmeye çalışan çok yönlü devrimcilerdi. Ütopyalarına sıkı sıkıya bağlıydılar, devrim ve sosyalizm vazgeçilemez idealleriydi. Hakanı ortak ütopyamızdan, ideallerimizden 8 Nisan 1976 günü okulumuza yapılan faşist bir saldırı ayırdı. Polis kontrolü ve koruması altında okulu basan faşistler okulun tam önünde, bu saldırıya karşı taşlarla cevap vermeye çalışan Hakan’ı başından vurarak öldürdüler. Öldürüldüğünde sadece 23 yaşındaydı. Babasının ilk tepkisi, “ben babamı gericilere kurban verdim, oğlum Hakan’ı da devrimci mücadelede şehit verdim” biçiminde oldu ve Hakan’ın kendisine ait olan ve bugün onun mezar taşında yazan “ Bu ülke ve bu güzel insanlar için neler verilmez ki ...” sözünü tekrarlamak oldu. Naaşını on binler taşıdı. Ardından düzenlenen gösterilere yapılan polis saldırısında Eşari Oran ve Burhan Barın adlı iki yiğit devrimciyi daha şehit verdik. Ama ne onları ne de Hakan’ı hiç unutmadık, unutmayacağız. Anısı bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelemize ışık tutuyor… Mustafa Durmuş 81 basın açıklaması BASINA VE KAMUOYUNA Bolu Abant Gölündeki gelişmeleri kaygıyla izliyoruz. Dünyanın en önemli kültürel ve doğa harikalarından biri olan Abant Gölü yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bolu il Özel İdaresi tarafından yönetilen Abant Gölü ve çevresi 2873 Sayılı Milli Parklar Kanununun öngördüğü biçimde korunmamaktadır. Bu nedenle doğanın armağanı Abant Gölü ve çevresindeki çevre dengesi bozulmaya başlamıştır. Toprak yolun, genişletilerek trafiğe açılmasıyla Abant gölü çevresi araçlar tarafından işgal edilmiş, ağaçlar kesilmiş, soluğu kesilen su içine göllenerek kendisiyle birlikte ağaçları da çürütmeye başlamıştır. 12000 dönüm genişliğindeki bu doğa hazinesinde, bu bölgeye özgü bitki ile hayvan türü olmak üzere toplam 1222 adet canlı türü barınmaktadır. Nesli tükenmekte olduğu için koruma altına alınan su samurlarının (lutra lutra) yaşam alanları ve yuvaları tahrip edilmiştir. Sadece Abant havzasında yetişen endemik Abant çiğdemi (crocus abantensis), kardelen (galantus plicatus ssp. byzantinus), Ankara çiğdemi (crocus ancyrensis)) ile kar çiçeğinin (eranthis hyemalis) ve koca dudaklı orkidenin (dactylorhiza nieschalkiorum) yaşama alanları tahrip edilmektedir. Ulusal değer niteliği taşıyan doğal parkı öncelikli olarak koruma altına almayan hükümetin doğaya zarar veren bu uygulamalara seyirci kalması kabul edilemez. Bu duyarsızlıklar ülkemizin yeryüzü cennetinden çöle dönüşmesine yol açmakta ve düşlediğimiz gelecek şimdiden hızla ellerimizden kaymaktadır. Mülkiyeliler Birliği camiası bu yok oluşa kayıtsız kalmayacaktır. Doğal, kültürel ve tarihsel değerlerin koruma altına alınması ülkemizin geleceğinin de bugünden güvence altına alınması demektir. Abant gölünün, çiçeklerin ve hayvanların ‘bizi kurtarın’ çığlığını duyuyor ve Birlik olarak bu yanlış ve doğaya zarar veren uygulamaların durdurulmasını yetkililerden talep ediyoruz. Mülkiyeliler Birliği olarak Abant gölü ve çevresi için yetkileri duyarlılığa, bizi göreve çağıran http://www. abantyokoluyor.com/ adresindeki imza kampanyasını destekliyoruz. MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ 82 İŞÇİ SINIFININ ULUSLARARASI BİRLİK, MÜCADELE VE DAYANIŞMA GÜNÜ 1 MAYIS’I KUTLUYORUZ. krizi fırsata çeviren, servetlerini sürekli büyüten sermayedarların yanında işsiz kalan, ücretleri düşürülen, ücretsiz izinlere mahkûm edilen milyonların sesi duyulmuyor. Çalışanların sosyal güvenlik ve sağlık hakları kısıtlanırken, işsiz ve çaresiz insanlara güvencesiz ve kuralsız çalışma koşulları, taşeron işçiliği dayatılıyor, emeğiyle geçinen insanlarımızın önemli bir bölümü kayıt dışı çalışıyor, iş kazaları her geçen gün artıyor. Sayın Başbakanın Türkiye’de emeğin acımasızca sömürüldüğü şeklindeki açıklaması maalesef doğrudur. Ancak, bu durumun baş sorumlusu sendikasız, sigortasız, güvencesiz çalışma düzenini değiştirmeyen iktidarlardır. Oysa devlete ve işbaşındaki hükümetlere düşen en önemli görev işsizlere ve yoksullara iş sağlamaktır. Çünkü işsizlik ve yoksulluk insanlara uygulanabilecek en büyük şiddettir. Sonuç itibarıyla, işçilerin ve emekçilerin “serbest piyasanın” acımasız koşullarında tek başına, örgütsüz ve sahipsiz bırakılmasının bedeli daha fazla işsizlik, güvencesizlik ve yoksulluktur. Ülkemizdeki işçi ve kamu çalışanları sendikaları konfederasyonları; DİSK, TÜRK-İŞ, HAK-İŞ, KESK, MEMUR-SEN ve KAMU-SEN genel başkanları 5 Nisan 2010 tarihinde TÜRK-İŞ Genel Merkezi’nde bir araya gelerek “Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü” 1 Mayıs’ın 2010 yılında Taksim Meydanında ve tüm yurtta kutlamak istediklerini açıklamışlar, bu amacı gerçekleştirmek üzere İstanbul Valiliği ile sürdürülen görüşmelerden olumlu sonuç almışlardır. 33 YIL SONRA TAKSİM’DE BİR ARAYA GELEN TÜM EMEK ÖRGÜTLERİNİN ÖZGÜRLÜK, EŞİTLİK, BAĞIMSIZLIK, BARIŞ VE DEMOKRASİ MÜCADELESİNİ DESTEKLİYORUZ. Mülkiyeliler Birliği İstanbul Şubemiz 1 Mayıs’ta Taksim’deki kutlamalara katılırken bizler de Ankara’da Sıhhiye Meydanında olacağız. Ankara’daki tüm üyelerimizi 1 Mayıs 2010 Cumartesi günü saat 11.00’de Mülkiyeliler Birliği önünde toplandıktan sonra Sıhhiye Meydanı’nda yapılacak mitinge katılmaya davet ediyoruz. İşçi sınıfının ve emekçilerin dayanışma günü olarak dünyanın birçok ülkesinde kutlanan 1 Mayıs’ın, 2008 yılından beri “Emek ve Dayanışma Günü” adıyla ülkemizde de yasal olarak kutlanmaya başlanması ve 1977 yılında 37 masum insanın katledildiği Kanlı 1 Mayıs’tan 33 yıl sonra Taksim Meydanının işçilere ve emekçilere yeniden açılması olumlu gelişmelerdir. Ancak, o dönemde yaşanan 1 Mayıs 1977 Taksim, Çorum, Kahramanmaraş, Sivas, Bahçelievler ve 16 Mart Beyazıt katliamlarıyla birlikte ülkenin dört bir yanında işlenen yüzlerce faili meçhul siyasi cinayetin aydınlatılması ve sorumlularının yargılanması gerçekleşmeden ülkemizde barış, huzur ve demokratikleşmeden söz edilmesi mümkün değildir. Ülkemiz 33 yılda ileri mi gitmiştir? Böyle olduğunu iddia edenler var! Tarihinin her aşamasında emekten yana politikaları savunan bir örgüt olarak Mülkiyeliler Birliği’nin bu görüşe katılmasına imkan yoktur. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden bu yana uygulanan neoliberal ekonomik politikaların doğal sonucu olarak aradan geçen 30 yıl içinde işçi, memur, dar gelirli toplum kesimlerin refah seviyeleri ve reel gelirleri sürekli olarak azalmış, sosyal güvenlik alanında kazanılan haklarda ciddi kayıplar meydana gelmiş, işsizlik ve yoksulluk artmıştır. Devrimci İşçi Sendikaları Araştırma Merkezi’nin TÜİK ve Sosyal Güvenlik Kurumu verilerine dayanarak yaptığı hesaplamalara göre, 2010 yılında ülkemizde resmi işsiz sayısı 6 milyon 740 bine ulaşmaktadır. Bu rakamın içinde, işe başlamaya hazır olduğu halde iş bulmaktan umudunu kestiği için iş aramayan ve bu nedenle işsiz sayılmayan kişilerin sayısı 2010 yılının MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ YÖNETİMİ Ocak ayında 2 milyon 228 bin düzeyindedir. Ekonomik ve sosyal krizin faturası olan işsizlik, ülkenin en ciddi sorunu olarak çözüm beklerken 83 İşçi sınıfı ve emekçiler için 1 Mayıs gününün önemini anlamak için 1880’li yıllarda ABD işçi sınıfının verdiği mücadeleye bakmak gerekiyor. Bu yıllarda hem sayı bakımından hem de politik bilinç bakımından gelişen Amerikan işçi sınıfı, patronların kendilerini 14 saat (veya daha fazla) çalıştırarak sömürmelerine karşı mücade etmeye başlamıştı. Bu mücadele sırasında atılan slogan “Sekiz saat çalışma, sekiz saat dinlenme, sekiz saat canımız ne isterse” idi. İşçiler sekiz saat çalışma hakkını elde etmek için kararlı bir mücadele vermeye hazırlanıyorlardı. ABD işçi sınıfının o yıllardaki iki önemli örgütünden biri olan Amerikan İşçi Federasyonu, 1884 yılında aldığı bir kararla 1 Mayıs 1886 tarihinden itibaren işçilerin sekiz saattten fazla çalışmayı kabul etmeyeceğini duyurdu. Aradan geçen iki yıl boyunca işçiler toplantılarda, gösterilerde bu konuda kararlı ve örgütlü davranacaklarını açıkça belirttiler. 1 Mayıs 1886 günü geldiğinde, ülke çapında 350 bin işçi greve gitti. 1 Mayıs 1886’yı izleyen günlerde işçi sınıfı patronları yenilgiye uğratarak 8 saat çalışma hakkını kazandılar. ABD’li patronlar, 1 Mayıs 1886’dan sonra işçilerin üzerine kurşun yağdırmalarına ve 1887’de bazı işçi önderlerini idam etmelerine rağmen 1 Mayıs 1886 günü düzenlenen eylemler sayesinde kazanılmış olan bu hakkı geri alamadılar. 1 Mayıs günü, hem 8 saatlik çalışma hakkının kazanılması, hem de bu hakkı almak için verilen mücadele sırasında yaşamını yitiren işçi sınıfının yiğit önderlerinin anılması amacıyla her yıl “işçi sınıfının bayramı” olarak kutlandı. II. Enternasyonal, 1889 yılında 1 Mayıs’ı dünya işçi sınıfının birlik ve mücadele günü olarak kabul etti. 1890’da II. Enternasyonal’in çağrısı ile Avrupa’da, ABD’de ve Latin Amerika’da yüzbinlerce işçi sokağa çıktı. 1 Mayıs’ın Türkiye’deki tarihçesi Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemine kadar uzanıyor. Osmanlı’da ilk 1 Mayıs İkinci Meşrutiyet’in ilanından bir yıl sonra, 1909’da Üsküp ve Selanik’te kutlandı. Selanik’te ise Rum, Türk, Yahudi, Bulgar işçiler kolkola yürüdüler. Dört dilde yayınlanan ortak 1 Mayıs bildirisinde, herkese seçme ve seçilme hakkı, emeği koruyacak yasaların çıkarılması ve grev mevzuatının düzeltilmesi istendi. 1910’da 1 Mayıs, Selanik ve birkaç Rumeli şehrinde kutlandı. Selanik’teki kutlamaları Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu ve Bulgar Sosyalist Grubu düzenledi. Yapılan konuşmalarda 1 Mayıs’ın önemi vurgulandı ve sosyalizm övüldü. 1911’de 1 Mayıs, Üsküp, Selanik, İstanbul, Edirne ve başka Trakya şehirlerinde kutlandı. Selanik’teki gösteriye 14’ten fazla sendikaya üye Yahudi, Bulgar, Yunanlı ve Türk işçiler katıldı. Yük arabası sürücüleri, manavcılar, liman ve yükleme-boşaltma işçileri iş bıraktı. Yaklaşık 2000 işçinin katıldığı mitingde dört ayrı dilde konuşma yapıldı. 1912’de 1 Mayıs, Selanik ve İstanbul’da kutlandı. İstanbul’da Dersaadet Tetebbuat-ı İçtimaiye Cemiyeti (İstanbul Toplumsal İncelemeler Derneği) ve ona bağlı işçi dernekleri, Pangaltı’ndaki Belvü bahçesinde kutlama yaptılar. Selanikte ise 7 bini aşkın işçi işbıraktı, konuşmalar düzenlendi. Bir parkta toplanmak isteyen göstericiler jandarma, asker ve polis tarafından dağıtıldı. İttihat ve Terakki diktatörlüğü 1913’ten itibaren 1 Mayıs eylemlerini yasakladı. 1 Mayıs, Kurtuluş Savaşı sırasında antiemperyalist bir içerik kazandı. İşgalcilerin ve işbirlikçi hükümetin baskılarına rağmen işçiler, “bağımsızlık” isteyen pankartlarla yürüdü. 1920 yılında işgal altındaki İstanbul’da 84 1 Mayıs’ı kutlama kararı alındı. Trabzon ve başka Karadeniz şehirlerinde de gösteri ve yürüyüşler düzenlendi. 1921 yılında İstanbul’da 1 Mayıs, işgal kuvvetlerinin uyarı ve yasaklamalarına rağmen kutlandı. O gün vapur, tramvay ve fabrika işçileri iş bırakarak bayramı Kağıthane’de kutladılar. İstanbul, Ankara, İzmit ve Adapazarı’ndan antiemperyalist sloganlar yükselirken, Mersin’de işçiler tüm halkı Fransız işgaline karşı direnişe çağırdılar. 1922 yılında İstanbul’un yanı sıra Ankara ve İzmir’de de kutlandı. İstanbul’da Sultanahmet Meydanı’nda toplanan vapur, tramvay ve elektrik işçileri Pangaltı üzerinden Kağıthane’ye yürüdüler. Ankara’da ise İmalat-ı Harbiye ve demiryolu işçileri o gün çalışmayarak eş ve çocuklarının da katıldığı bir toplantı düzenledi. Toplantıya Sovyetler Birliği Elçiliği temsilcisi de katıldı. İşçiler adına yapılan konuşmalarda emperyalizme karşı çarpışan hükümetin desteklendiği bildirildi. 1923 yılının başında toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde işçi grubunun önerisi ile 1 Mayıs gününün Türkiye İşçileri Bayramı olarak kanunen kabulü ilkesi benimsendi; ancak Kemalist burjuvazi 1 Mayıs’ın işçi bayramı olarak kutlanmasını engelledi. Aynı yıl İstanbul, Ankara, İzmir ve Adapazarı’nda kutlama yapıldı. Yapılan toplantılarda İktisat Kongresi’nde alınan kararların hayata geçmesi ve Mesai Kanunu’nun çıkarılması için her türlü çabayı sarf etme kararı alındı. Cumhuriyetin ilanından sonraki 1924 1 Mayıs’ı Kemalist hükümet tarafından yasaklandı. Buna rağmen Ankara’da İmalat-ı Harbiye işçileri tarafından bir toplantı düzenlendi. İstanbul’da ise izin verilmemesi üzerine Türkiye Umum Amele Birliği Genel Merkezi önünde bir toplantı yapıldı. 1925’te Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunu ile ilan edilen sıkıyönetim 1 Mayıs’ın kutlanmasını imkansız hale getirdi. Bu örnek, yeni rejimin hem Şeyh Sait Ayaklanması ile ulusal özlemlerini ortaya koyan Kürt halkına hem de işçi sınıfına aynı anda saldırdığını göstermektedir. Kürtlere saldıran da işçi sınıfının birlik günü 1 Mayıs’ı yasaklayan da Türkiye burjuvazisinin temsilcisi Kemalist iktidardır. 1 Mayıs elli yıl boyunca yasal olarak kutlanamadı. 1961’de Türkiye İşçi Partisi’nin, 1967’de Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) kurulması, 15-16 Haziran 1970’te meydana gelen büyük işçi seferberliği 1 Mayıs’ın yeniden gündeme gelmesine yol açtı. İşçi hareketinin Türkiye tarihindeki en güçlü dönemini yaşadığı 1970’lerin ikinci yarısında 1 Mayıs yeniden ait olduğu yere, miting alanlarına geri döndü. 1976’de DİSK’in öncülüğünde düzenlenen, Türk-İş’e bağlı çok sayıda sendikanın ve devrimci grupların katıldığı 1 Mayıs eylemi 50 yıl sonra yasal olarak kutlanan ilk 1 Mayıs oldu. Taksim Meydanı’nda düzenlenen bu eyleme 100 binden fazla emekçi katıldı. 1976 yılı işçi sınıfının Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin kapatılmasıyla sonuçlanacak olan büyük direnişine de sahne oldu. 1 Mayıs 1977’de Taksim Meydanı’nda düzenlenen miting ise hem yakın tarihimizdeki en büyük işçi eylemi olması bakımından çok önemlidir. İşçi sınıfının ekonomik talepleri kadar (faşizme karşı mücadele, siyasi özgürlükler vb) politik talep ve sloganların da öne çıktığı bu eyleme 500 bin emekçi katıldı. Türkiye’nin o tarihteki nüfusu ve işçi sınıfının o tarihteki siyasal gücü hesaba katıldığında, bu eylemin işçi sınıfının siyasi eylemlilik gücünün doruk noktasını temsil ettiğini tespit etmek mümkündür. Bu eylem burjuva devletinin bu topraklarda kullandığı en büyük silah olan kontrgerillanın saldırısına uğradı. 34 emekçi kontrgerilla güçlerinin açtığı ateş ve ardından çıkan panik sırasında yaşamını yitirdi. 1 Mayıs 1978’de düzenlenen eyleme 100 bin civarında işçi katıldı. Aralık 1978’de ilan edilen sıkıyönetim uyarınca 1979 yılında İstanbul’daki eylem yasaklandı. Bu yasağa karşı farklı bölgelerde fiili eylemler düzenlendi. 12 Eylül öncesinin son 1 Mayıs’ı ise solun ve işçi hareketinin sıkıyönetime ve yaklaşan askeri müdahaleye karşı birleşik mücadele cephesini kuramamasının yarattığı boşluğun etkisinde kaldı. 30 Nisan günü DİSK, TÖB-DER vb örgütler grev ve direnişler düzenlediler. 1 Mayıs günü ise bu örgütler sokağa çıkma yasağına uydular. Bu durum, yaklaşan askeri darbeye karşı herhangi bir direniş inisiyatifinin ortaya koyulamadığını gösterir. İşçi sınıfına ve devrimcilere karşı 12 Eylül 1980’de düzenlenen askeri darbenin ardından sınıf uzlaşmacı Türk-İş haricindeki tüm işçi örgütleri kapatıldı. Devrimci gruplar ağır bir baskı altına alındı. 1 Mayıs günlerinde bırakın eylemi herhangi bir kapalı salon toplantısının düzenlenmesine dahi izin verilmedi. 1 Mayıs 1987’de ilk kapalı salon toplantısı yapılabildi. 1988’de bazı devrimci gruplar yasağa rağmen sokaklara çıkabildi. 1989’da ise eylem yasağına rağmen sokaklara çıkan devrimciler 12 Eylül sonrası ilk 1 Mayıs şehidini verdi. Taksim Meydanı’nı zorlayan emekçilerden biri olan Mehmet Akif Dalcı polis kurşunu ile can verdi. Bu dönemden sonra benzeri militan eylemler düzenlenmeye çalışıldı. 1992’de 1 Mayıs kutlamaları yeniden yasallaştı. 1996’da Kadıköy’de gerçekleştirilen ve yaklaşık 100 bin kişinin katıldığı 1 Mayıs eylemi sırasında 3 kişi polis tarafından öldürüldü. Bu eylemden sonra gözaltına alınan bir emekçi işkence edilerek katledildi. Kadıköy Mitingi, 1990’lı yıllarda düzenlenen en kitlesel ve militan eylemlerden biridir. 1996’dan günümüze kadar geçen süre boyunca her yıl 1 Mayıs eylemleri ile işçi sınıfı ve emekçiler sokaklara çıktı. 85 İŞÇİ SINIFININ ULUSLARARASI BİRLİK, MÜCADELE VE DAYANIŞMA GÜNÜ 1 MAYIS’I KUTLUYORUZ MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ 1 MAYIS ALANLARINDA . İşçi sınıfının ve emekçilerin dayanışma günü olarak dünyanın birçok ülkesinde kutlanan 1 Mayıs’ın, 2008 yılından beri “Emek ve Dayanışma Günü” adıyla ülkemizde de yasal olarak kutlanmaya başlanması ve 1977 yılında 37 masum insanın katledildiği Kanlı 1 Mayıs’tan 33 yıl sonra Taksim Meydanının işçilere ve emekçilere yeniden açılması olumlu gelişmelerdir. Ancak, o dönemde yaşanan 1 Mayıs 1977 Taksim, Çorum, Kahramanmaraş, Sivas, Bahçelievler ve 16 Mart Beyazıt katliamlarıyla birlikte ülkenin dört bir yanında işlenen yüzlerce faili meçhul siyasi cinayetin aydınlatılması ve sorumlularının yargılanması gerçekleşmeden ülkemizde barış, huzur ve demokratikleşmeden söz edilmesi mümkün değildir. Ülkemiz 33 yılda ileri mi gitmiştir? Böyle olduğunu iddia edenler var! Tarihinin her aşamasında emekten yana politikaları savunan bir örgüt olarak Mülkiyeliler Birliği’nin bu görüşe katılmasına imkan yoktur. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden bu yana uygulanan neo-liberal ekonomik politikaların doğal sonucu olarak aradan geçen 30 yıl içinde işçi, memur, dar gelirli toplum kesimlerin refah seviyeleri ve reel gelirleri sürekli olarak azalmış, sosyal güvenlik alanında kazanılan haklarda ciddi kayıplar meydana gelmiş, işsizlik ve yoksulluk artmıştır. Devrimci İşçi Sendikaları Araştırma Merkezinin TÜİK ve Sosyal Güvenlik Kurumu verilerine dayanarak yaptığı hesaplamalara göre, 2010 yılında ülkemizde resmi işsiz sayısı 6 milyon 740 bine ulaşmaktadır. Bu rakamın içinde, işe başlamaya hazır olduğu halde iş bulmaktan umudunu kestiği için iş aramayan ve bu nedenle işsiz sayılmayan kişilerin sayısı 2010 yılının Ocak ayında 2 milyon 228 bin düzeyindedir. Ekonomik ve sosyal krizin faturası olan işsizlik, ülkenin en ciddi sorunu olarak çözüm beklerken krizi fırsata çeviren, servetlerini sürekli büyüten sermayedarların yanında işsiz kalan, ücretleri düşürülen, ücretsiz izinlere mahkûm edilen milyonların sesi duyulmuyor. Çalışanların sosyal güvenlik ve sağlık hakları kısıtlanırken, işsiz ve çaresiz insanlara güvencesiz ve kuralsız çalışma koşulları, taşeron işçiliği dayatılıyor, emeğiyle geçinen insanlarımızın önemli bir bölümü kayıt dışı çalışıyor, iş kazaları her geçen 86 gün artıyor. Sayın Başbakanın Türkiye’de emeğin acımasızca sömürüldüğü şeklindeki açıklaması maalesef doğrudur. Ancak, bu durumun baş sorumlusu sendikasız, sigortasız, güvencesiz çalışma düzenini değiştirmeyen iktidarlardır. Oysa devlete ve işbaşındaki hükümetlere düşen en önemli görev işsizlere ve yoksullara iş sağlamaktır. Çünkü işsizlik ve yoksulluk insanlara uygulanabilecek en büyük şiddettir. Sonuç itibarıyla, işçilerin ve emekçilerin “serbest piyasanın” acımasız koşullarında tek başına, örgütsüz ve sahipsiz bırakılmasının bedeli daha fazla işsizlik, güvencesizlik ve yoksulluktur. Ülkemizdeki işçi ve kamu çalışanları sendikaları konfederasyonları; DİSK, TÜRK-İŞ, HAK-İŞ, KESK, MEMURSEN ve KAMU-SEN genel başkanları 5 Nisan 2010 tarihinde TÜRK-İŞ Genel Merkezi’nde bir araya gelerek “Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü” 1 Mayıs’ın 2010 yılında Taksim Meydanında ve tüm yurtta kutlamak istediklerini açıklamışlar, bu amacı gerçekleştirmek üzere İstanbul Valiliği ile sürdürülen görüşmelerden olumlu sonuç almışlardır. 33 YIL SONRA TAKSİM’DE BİR ARAYA GELEN TÜM EMEK ÖRGÜTLERİNİN ÖZGÜRLÜK, EŞİTLİK, BAĞIMSIZLIK, BARIŞ VE DEMOKRASİ MÜCADELESİNİ DESTEKLİYORUZ. Mülkiyeliler Birliği İstanbul Şubemiz 1 Mayıs’ta Taksim’deki kutlamalara katılırken bizler de Ankara’da Sıhhiye Meydanında olacağız. Ankara’daki tüm üyelerimizi 1 Mayıs 2010 Cumartesi günü saat 11.00’de Mülkiyeliler Birliği önünde toplandıktan sonra Sıhhiye Meydanı’nda yapılacak mitinge katılmaya davet ediyoruz. MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ YÖNETİMİ 87 DENİZLERİ ANIYORUZ MARE NOSTRUM En uzun koşuysa elbet Türkiye’de Devrim, O, onun en güzel yüz metresini koştu En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak... En hızlısıydı hepimizin, En önce göğüsledi ipi... Acıyorsam sana anam avradım olsun, Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun! Can YÜCEL 6 Mayıs 1972’de idam edildiklerinde Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan 25, Hüseyin İnan 23 yaşındaydılar. TBMM’de Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in idam kararları görüşülürken o dönemde ana muhalefet partisi lideri olan ve bugünkü siyasi iktidar tarafından faşist olmakla suçlanan İsmet İnönü, idamları durdurmak için her türlü çabayı göstermesine rağmen başarılı olamadı. Buna karşın 12 Mart muhtırasıyla iktidardan uzaklaştırılan Adalet Partisi Lideri Süleyman Demirel, hiç tereddüt etmeden idamları onayladı. Aynı Demirel, aradan birkaç yıl geçtikten sonra 1975’te mobilya yolsuzluğundan yargılanan yeğeni Yahya Demirel’le ilgili olarak “25 yaşında çocukla uğraşıyorlar” diyebiliyordu. Ülkeyi bu günkü duruma getiren süreci işin başında iken gören, direnen ve hiçbir çıkar gözetmeden halkımızın mutluluğu için mücadele eden devrimci gençlik önderlerinin idamlarının ne anlama geldiğini Türkiye bugün daha iyi anlıyor. Denizlerin idamlarına “onay” verenlerin tümü tarih sahnesinden silindi. Deniz, Yusuf, Hüseyin ise yiğitlikleri, gençlikleri ve tüm coşkularıyla her 6 Mayıs’ta yeniden doğuyor. O günden bu yana geçen 40 yıllık süre içinde unutulmak bir yana Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının isimleri onurlu bir kuşağın gururu haline geldi. 6 Mayıs artık onların doğum günü. Emperyalizmin tahakkümünden kurtulmuş, kendi halkının iradesiyle yönetilen “tam bağımsız ve gerçekten demokrat Türkiye” için mücadele eden devrimci gençlik önderleri; Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in doğum günlerini coşkuyla kutluyor, anıları önünde sevgi ve saygıyla eğiliyoruz. MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ YÖNETİM KURULU 88 İNEK BAYRAMI İNEK BAYRAMI ŞENLİKLERİ YAPILDI Geleneksel İnek Bayramı şenlikleri 7-8 Mayıs tarihlerinde fakültemizde Mülkiye geleneklerine uygun olarak yapıldı. Şenlikler 7 Mayıs Cuma günü saat 11:00 Aziz Köklü Salonunda Festival Komitesi Başkanının açılış konuşmasıyla başladı. SBF Dekanı Prof. Dr. Celal Göle, Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı İhsan Feyzibeyoğlu, 1970 Mezunları Adına Sahir Koçak, Ankara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Cemal Taluğ’un Konuşmalarından sonra 1970 Mezunlarının İnek Duası ve öğrencilerin inek duası yapıldı. Zil seslerinin dolaştığı fakülte koridorlarında eğlenen öğrenciler geleneksel inek yürüyüşlerini gerçekleştirdiler. Açılış ve yürüyüşe Birlik yöneticilerimizinde katıldığı yürüyüş alkışlarla, sloganlarla bitti. 89 90 MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ GENEL BAŞKANI İHSAN FEYZİBEYOĞLU’NUN İNEK BAYRAMI NEDENİYLE YAPTIĞI KONUŞMA Sayın rektörüm, sayın dekanım, sayın valilerim, sayın savcım, çok değerli 1970 ve 2010 mezunları, sevgili Mülkiyeli kardeşlerim, Mülkiyeliler Birliğinin çiçeği burnunda genel başkanı olarak hepinizi saygıyla, sevgiyle selamlıyorum. Bu göreve seçildiğim için gerçekten çok seviniyorum. Büyük bir ödül aldığımı düşünüyorum. Ve özellikle Anıtkabir ziyaretimde bunu çok hissetmiştim. Orada şeref defterine Atatürk’ün Mülkiyeliler için kullandığı ifadelerin bazılarını yazdım. Şöyle dedim: ‘Mülkiyeliler Birliğinin 42 inci genel kurulunda seçilen yönetim kurulu üyeleri olarak içten sevgilerimizi haykırmak ve yürekten bağlılığımızı bir kez daha arz etmek için huzuruna geldik. Mülkiyeliler için 75 yıl önce söylediğin gibi ‘Türk Milleti’ne, Türk Cumhuriyeti Devleti’ne karşı yapmaya mecbur olduğumuz görevler bitmemiştir ve bitmeyecektir.’ İlke ve devrimlerinin korunması, Cumhuriyet’in tüm değerleriyle sonsuza kadar yaşatılması tüm Mülkiyelilerin ortak sorumluluğudur. Senin ve eserlerinin önünde saygıyla eğiliyoruz.’ kinci kez bugün, başkan olduğum için büyük bir mutluluk duyuyorum. Buradan sizlere seslenmek olağanüstü güzel bir şey. Mezuniyet günü de burada olmaya, hepinizi üye kaydetmeye ve bundan sonraki seçimlere katılmak konusunda ikna etmeye çalışacağım. Bunu iki nedenle istiyorum: Birincisi mezunların büyük bir kısmı üye olmuyor. İkincisi üye olanlar seçimlere katılmıyor. 2012 yılında yapılacak seçimlere 22 ay 15 gün kaldı. Yeni üyeler hemen muhalefete başlasınlar. Kıran kırana bir seçim yapalım. Ben MB tarihinin en yaşlı genel başkanıyım. Başkanlığı çok genç bir kardeşime, içinizden birine devredeyim. Adaylar arasında Gencer’in, Çağlar’ ın ve diğer fes-komcu arkadaşların olmalarını pek arzu etmem. Çünkü onlar gerçekten çok gayretli, ikna kabiliyetler güçlü, çalışkan arkadaşlar.Çok başarılılar. Onlarla baş etmem güç olabilir. Kendilerine bu inek bayramını hazırladıkları için teşekkür ediyorum. İnek bayramı Mülkiyenin çok özel bir günüdür. Bir mezuniyet şenliğidir. Sınavlardan hemen önce, en az 91 4 yıllık arkadaşların, dostların birbirlerini çok uzun süre göremeyebileceklerini de bilerek, birbirleriyle şakalaşmalarını, birbirlerine sataşmalarını, ve hep birlikte eğlenceli birkaç gün geçirmelerini mümkün kılar. O birkaç günde yaşananlar da Kazgan dergisinde yayınlanır ve Mülkiye tarihinin bir parçasını oluşturur. 1958 yılında önsöz yazan Prof Dr Kemal Fikret Arık hocamızın ifade ettiği üzere: KAZGAN, Siyasal Bilgiler Fakültesinin tebessümüdür: Dersleriyle, imtihanlarıyla, seminer, pratik kurlar, konferans ve gezilerle dolu bir öğretim yılının sonunda iyice hak edilen bir kurtuluş tebessümü… KAZGAN, Siyasal Bilgiler Fakültesinin bir aynasıdır: Sevgili öğrencilerini, sayın Profesörlerini, değerli Doçent ve asistanlarını, bir kelime ile bütün Fakülte hayatını acı, tatlı zamanda en munis çizgileriyle aksettiren sadık bir ayna… KAZGAN, Siyasal Bilgiler Fakültesinin güven ve ümidinin ifadesidir: İncitmeyen iğnesiyle dokunduğu dertlerin, mahrumiyetlerin, eksiklerin; öğrencilerinin, hocalarının elbirliğiyle – diğer birçok benzerleri gibi – halledileceğine dair köklü bir güvenin ve ümidin ifadesi…’’ Birkaç ay önce sınıf arkadaşlarımızın üyesi oldukları bir e-posta grubunda Kazan ve Kazgan sözcükleriyle ilgili ilginç bilgiler açıklandı. Bilindiği üzere 1938-41 yıllarında yayınlanan derginin adı Kazan. Birkaç yıllık aradan sonra yayınlanmaya başlanan derginin adı ise Kazgan olmuş. Bu iki sözcük arasında ilk bakışta göze çarpan benzerliğin ötesinde yakınlıklar var. Kâşgarlı Mahmûd’a göre qazgan: suyu aşınmış, üzerinde oyuklar ve çatlaklar olan toprak. Kazan ile kazgan arasında etimolojik bir yakınlık da var. Türkçede 20.yüzyıl başlarına kadar bazı kelimelerde bulunan g (kef) sesinin zamanla düştüğü biliniyor. Örnek olarak yigirmi-yirmi, kagan-kaan, mingbaşı-binbaşı sözcükleri verilebilir. Mülkiye Belgeselinde Can Dündar da ‘Mülkiye, bu dergiyle ‘kazan kaldırıyor’ ve herkesi alaya alıyordu. Kazan, bir süre sonra idareyi rahatsız edip kapatılacak, yıllar sonra eski Türkçedeki karşılığıyla Kazgan olarak dönecek ve Mülkiye’nin eski taşlama geleneğini bugüne taşıyacaktı’ diyor. Ancak, kazgan sözcüğünün eski türkçede kazan anlamına da geldiğine dair hiçbir bilgi yok. Kazganla ilgili olarak arkadaşlarımızın bir diğer gözlemi de kargaya ya da saksağana benzeyen bir kuşun ve ineğin pek çok kazgan kapağında yer almış olması. Bazı kazgan sayılarının sahibi ‘saksağan’ olarak belirtilmiş. Bu nedenle iki hayvanlı bir bayramdır da diyebiliriz. Sevgili kardeşlerim, bütün bölümlerin inekleri, birleşiniz. Kaybedecek çok şeyiniz var. Bayramınız kutlu olsun. 07.05.2010 BİRLİK BAHÇESİNDE KOKTEYL 9 Mayıs Pazar günü Birlik bahçesinde yapılan kokteyle Birlik ve Vakıf yöneticileriyle birlikte üyelerimiz katıldığı kokteyl, anıların paylaşıldığı ve yeni düşlerin kurulduğu sıcak bir buluşma olarak Mülkiyeliler Birliği anılar kütüğüne kaydedildi. 92 93 94 şubelerden... İstanbul Şubesi ve tarihimize hürmeten, arkamızdan saygıyla eğilip yol verme gereğini hissettiler herhalde. Yürüyüş Elmadağ’a kadar güle oynaya keyifli bir şekilde geçti, özellikle Kürt ve Alevi grupların davulzurna eşliğinde şarkılı – türkülü geçitleri insanın içini coşturuyor, ‘Ya burası Venedik mi? Yoksa biz rüyada mıyız? Dayak-kötek yemeden bir 1 Mayıs günü Osmanbey’den-Taksim’e akıp gidiyoruz. Hayırdır İnşallah’ demekten kendimiz alamadık. Polislerle ilk sıcak temas Harbiye Radyoevi önünde sağlandı. Ancak biz yine de alışageldiğimiz ceberut Türk Polisinin ittirme-kaktırmasıyla yaşanacak bir aramatarama faaliyeti beklerken, sanki Amerika’da bir MBA final maçına girer gibi son derece düzenli turnikeler içinden tek sıra halinde polislerin gülücükleri arasından süzülüp yolumuza devam ettik. Yani koskoca T.C. polisinin şanına yaraşmayacak kadar yumuşak bir geçişle Taksim Meydanına girmemize izin verildi. Onca sene tanık olduğumuz olaylar, baskı, şiddet, nefret tohumlarını eken ve biçen güvenlik güçleri mi sanaldı yoksa biz mi bu kez başka bir gezegene gitmiştik, anlayamadık. Taksim Meydanına vardığımızda şaşkın ördek sürüsü gibi nereye gideceğimizi bilemeden etrafı izleyip, acaba nerede konuşlansak, neresi daha güvenlidir diye düşünürken, Atatürk anıtının çeşitli gruplarca zapt edildiğini, AKM’nin önüne konmuş platformdan Timur Selçuk’un 1 Mayıs Marşını seslendirdiğini ve hatta daha sonra Enternasyonel’in hoparlörlerden yankılandığını duyduk. Artık ikna olmuştuk, bunca yıl işçiye-emekçiye kan kusturan paranoya gitmiş, egemenler halkımızın demokratik olgunluğa erişmiş olduğuna bir anda hükmedip, bayrama müdahale etmeden izlemeyi tercih etmişlerdi. Biz de onlara inat, bu bayramı gerçek karnavala dönüştürüp, çeşitli aidiyetler, etnik gruplar, kültürel gruplar, mezhepler, ‘Bir ölüp,binlerce doğan Sol gruplar’ la hep birlikte yanyana muhteşem bir şekilde kutladık. 1 Mayıs 1977’de katledilip, ülkemizin demokratikleşmesi mücadelesinde hayatlarını kaybeden yurttaşlarımızın anısı önünde saygıyla eğilip Bayram yerini terk etmeye başladık. Dönerken içinden yürüdüğüm Taksim Gezi parkında aileleri çoluk-çocuk çimenlere yayılmış, bir yandan heyecanla meydana akan korteji izleyip, öte yandan kağıt helvalarını yemelerini izlediğimde; ‘1 Mayıs 2010 Türkiye için tarihi bir gün’ oldu diye düşünmekten kendimi alamadım. Hepimize kutlu olsun. 1 MAYIS 2010, MÜLKİYELİLER TAKSİM`DE… Otuz üç yıl sonra bıraktığımız yerde, Taksim’deydik! İşçi sendikaları ve sivil toplum örgütlerinin otuz üç yıllık baskı ve dayatmasına dayanamayan AKP iktidarı 1 Mayıs 2010 kutlamalarının Taksim Meydanında yapılabileceğini ilan etmesinin ardından yönetim kurulumuz tereddüt etmeden oybirliği ile kutlamalara katılma kararını aldı. Çünkü Mülkiyesiz bir 1 Mayıs, geleneğimize aykırı olurdu. Osmanbey’in sivil polis kaynayan ıssız arka sokaklarından ayağım yerden kesilircesine süzülüp de meydana vardığımda gerçek bir karnaval havası olacağını anında hissettim. Camii önünde Büyükdere Caddesi rengarenk bayrak, flama ve posterler taşıyan çeşitli sivil toplum örgütleri, siyasi partiler, girişimler ve platformlara üye genç, yaşlı, çoluk,çocuk, kadın ve erkekle doluydu. Hatta bir iki sıra arkamızda Travesti ve transseksül grubu da yerini almıştı. Daha ilk anda coşkulu bir karnaval yaşanacağı belliydi. Ancak sorun, bizim Mülkiyelilerin buluşma noktasını bulmakta yaşandı. Çünkü biz çok daha kalabalık bir grup beklerken, hayal kırıklığına uğradık. Başlangıçta o kadar azdık ki, önünden bir kaç kez geçmemize rağmen bir türlü arkadaşları göremiyorduk. Meğer ki asıl büyük grup, Feriköy Mezarlığında buluşup, yürüyüşe geçmiş de ondan bizim grup arada kaynayıp gidiyormuş. Neyse ki SBF-Der sayıca beklenenden az grubuna rağmen büyük flamalarıyla aramıza katılınca, anlamlı bir büyüklüğe ulaştık. Saat 11:00’e doğru sol şeritteki kortejler hareketlenip, Taksim’e doğru yürüyüşe geçtiği halde bizim önümüzdeki grupta herhangi bir hareket yoktu. Tabii biz derhal yolun sol şeridine geçip, korsan bir yarma hareketi ile EDP’nin arkasından gelen genç grubu durdurup yürüyüşe başladık. Arkamızdan gelen gençler yaşımıza Haluk Yurtkuran 95 Nejla Anıl, Türkiye`nin Kadın Sosyal Girişimcisi 2008-2009 dönemi Yönetim Kurulu Üyemiz, Nejla Anıl, Türkiye’nin “Kadın Sosyal Girişimcisi” seçildi. Anikya’nın çini sanatı konusunda akademik eğitim almış tasarımcıları ve deneyimli satış gurubuyla birlikte, Anikya’yı çini sektörünün önde gelen firmalarından biri yaptı. Mülkiye İşletme mezunu olan Nejla Anıl, uzun yıllar reklamcılık yaptıktan sonra, tarihte duvar çinisi ve evani (kap-kacak) olarak kullanılan İznik çinilerini ahşap, gümüş, bakır, deri gibi kendisi de doğal olan malzemelerle birleştirerek işlevsel, sanatsal ve kültürel çinili objeler tasarlayarak İznik çinilerine yeni kullanım alanları açtı. Geleneksel sanatların kullanılarak tüketilmesi ve yeniden üretilmesi sayesinde yaşayabileceğine inanan Nejla Anıl, İznik çinilerini günlük hayatımıza taşımak için çinili kol düğmesi ve takıdan çinili sehpalara, çini tablolardan çinili kutulara kadar, 2 bin çeşit ürün geliştirerek çini sektörünün büyümesine öncülük ediyor. Nejla Anıl ve Anikya bugün kurumsal çinili hediyelik eşya tasarımı ve üretiminin yanı sıra, iç ve dış mimaride de İznik çinilerini yurt içinde ve yurt dışında çok önemli mimari projelere uyguluyor ve Ar-Ge çalışmaları sonucunda restorasyondaki tarihi eserlerin çinilerini yeniliyor. Tarihte ilk defa “İznik Çinisi Yer Karosu” geliştirerek Türk Çini Sanatına yeni bir başlık açtı. Restorasyonu yapılan Bursa Yeşil Türbe’nin dış cephe çinilerini yeniledikten sonra, bugüne kadar sadece duvarlarda kullanılan İznik çinisinin zemin süslemesinde de kullanılmasını hayal eden Nejla Anıl, 2009 yılında “İznik çinisi yer karosu” için Ar-Ge çalışmalarını başlattı. Çini atölyesinde İznik çini sanatçılarının tarihi bir heyecanla yaptığı laboratuar çalışmaları ve yüzlerce deneme olumlu sonuçlandı ve yerde kullanılabilecek, çizilmelere dayanıklı sert sırlı İznik Çinisi geliştirildi. Seramik Araştırma Merkezi’nin uluslararası geçerliliği olan dona dayanıklılık testi, yüzey aşınma testi ve kimyasal maddelere dayanıklılık testlerinden başarıyla geçen İznik çinisi yer karosuyla çini sanatına dördüncü boyut kazandıran Nejla Anıl ve ekibi bu sanata yeni bir uygulama alanı açmanın gururunu taşıyor. Duvar ve yer süslemesinde, desen ve malzeme bütünselliği sağlayacak İznik çinisi yer karosuyla, artık mekanların zeminlerine de elle dekor yapılabilecek ve İznik çinisi renk ve desenleri yere de uygulanabilecek. Garanti Bankası ve Ekonomist Dergisi’nin işbirliği ve Türkiye Kadın Girişimciler Derneği (KAGİDER)’in katkılarıyla 5 Mayıs tarihinde Four Seasons Bosphorus otelde gerçekleştirilen “Türkiye’nin Kadın Girişimci Yarışması”nda, Anikya İznik Çini kurucu ortağı Nejla Anıl, Türkiye’nin ‘kadın sosyal girişimcisi’ seçildi. (Yarışmaya, ülke genelinden 3640 kadın girişimci katıldı) Yarışma; ülkemizdeki kadınların ticari ve sosyal ‘girişimci ruhunu’ ortaya çıkartarak, Türkiye’deki kadın girişimci sayısının gelişmiş ülkelerin seviyesine yükselmesine katkıda bulunmak amacıyla, 4 yıldır düzenleniyor. Yarışmada, 2008 yılından bu yana “Türkiye’nin kadın girişimcisi”nin yanı sıra, “sosyal sorumluluk” ruhu ile iş yapan kadın sosyal girişimciler de; ekonomik girişimci olmanın yanında, kurduğu işletme ile çevre, toplum, kültür, eğitim, işsizlik gibi alanlarda çözüm üreten sosyal nitelikli girişimleri için ödüllendiriliyor. İZNİK ÇİNİSİNE, 3. BİR BOYUT KAZANDIRARAK, 2 BİN ÇEŞİT ÜRÜN GELİŞTİRDİ. Hedef, İznik çini sanatını geleceğe taşımak Nejla Anıl, İznik çini sanatını yaşatmak amacıyla 2000 yılında kurduğu Anikya İznik Çini’yi, 2004 yılında ortağı olan Sevinç Öztürk ile büyüttü. Bugün, başta atölyede çinileri üreten değerli çini sanatçıları olmak üzere, 96 İzmir Şubesi Mülkiyeliler Birliği İzmir Şubemiz 1 Mayıs’ta İzmir emek ve demokrasi güçleriyle birlikte 1 Myıs alanındaydı. SBF-DER üyesi arkadaşlarımızın fotoğraflarının yer aldığı UNUTMADIK pankartı ile mitinge katılan üyelerimiz işçilerin ve emekçilerin yanında onlarla birlikte özgürlük taleplerini haykırdılar 97 üyelerden... o acıyla nasıl yaşadı. 14 mart 2009 günü sabah gazetesinde Savaş Ay “gadanı alayım başkanım” başlığı ile Kayseri’nin AKP’li büyükşehir belediye başkanı Mehmet Haseki ile yaptığı bir söyleşiyi yayınladı Savaş Ay: üniversite yıllarında sıkı bir ülkücü reismişsiniz. - Kızılay sorumlusuydum. - silah taşıdınız mı? - Çoook taşıdım. yurt başkanıydım. sorumluluk büyüktü. - sıktınız mı o silahı? - Havaya sıktığım oldu. Yanımda silahsız 15-20 arkadaşım var. büyük bir kalabalık bize doğru silahlarla geliyor. havaya sıkarak onları korkuttuğum oldu. birine doğrultup ateş etmedim hiç. ama ben vuruldum. Hacettepe’de okulun servis otobüsünden inerken ateşe tutulduk. yanımdaki arkadaş vuruldu düştü. tam siper yere kapandık. mermilerden biri ayağıma saplandı. uzun süre alçıda kaldı.(bu olayın böyle olmadığını,aslında şöförü gaspederek okula katliam için geldiklerini ancak devrimcilerin uyanıklığı sayesinde araçtan inemeden püskürtüldüklerini, bu olaya bir forum nedeniyle o anda orada olan üç arkadaşımın daha tanık olduğunu biliyorum)sonunda anladık ki bizi bu duruma itenler varmış. bazı ağabeylerimizin her tarafla irtibatlı olduğunu gördük. olayların iç yüzünde nasıl tahrik edip, bir yere götürüp anlattıkları ortamları gördük. - Hakan Yurdakuler cinayetini anlatmıştınız dün. - Milli Birlik Komitesi üyesi ve senatör Muzaffer Yurdakuler’in oğluydu. sol görüşlüydü. güpegündüz öldürüldü. vuran belliydi. yakalandı ama cezaevinden kaçırıldı. - Nasıl kaçırıldı? - Bazı resmi görevliler geldi, pazarlıklar yapıldı. onlara verilecek bazı istihbaratlar karşılığında tezgâhlayıp kaçırdılar katili cezaevinden. kendimi ve idealist dava arkadaşlarımı koca bir planın figüranı yaptıkları gerçeğiyle yüzleşince bıraktım. hacettepe’den de uzaklaştırılmıştım. o sene tekrar sınava girip İstanbul hukuk’u kazandım. o zamanın reisi, şimdiki cemaat mensubu ve de kayseri büyükşehir belediye başkanı ne de güzel anlatmış olayı. “bazı ağabeylerimizin her tarafla irtibatlı olduğunu gördük. bazı resmi görevliler gelmişti ve pazarlıklar yapılmıştı.” pazarlık ve devletin rezilliği ortadaydı. son nokta: Hakan yok tam otuzdört yıldır. eşari yok. burhan yok. en son bir döviz bürosunu gaspetmeye çalışırken yakalanan faşist polis Mustafa Haskırış burada. Davut Haskırış burada. bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezseniz diyen aslında nasıl yaşadığını bilir gibiyim.1977 sekiz Nisan’ında, çalmıştık kapılarını. Küçükesat, Bade Sokakta hiç unutmuyorum. (Dalokay döneminde sokağın ismi Hakan Yurdakuler Sokağı olmuştu.faşist cunta yönetime geldiğinde ilk işlerinden birisi sokak başındaki Hakan Yurdakuler tabelasını sökmek olmuştu) Muzaffer amca hemen hiç konuşmuyor, Nurinnisa teyze çok yorgun görünüyordu. bu dünyada değildi sanki. ve de durmadan anlatıyordu. dinledikçe, bir annenin bedeni artık yok olan ve de gitmiş olan çocuğu ile ietişimini şaşkınlık ve hayranlıkla izliyordum önce Hakan’ın odasına götürdü beni. inanılmazdı, ama odası aynen korunmuştu. sanki Hakan sabahleyin o odadan çıkmış ve okula gitmiş gibiydi. odanın girişinde hemen sağ taraftaki kütüphanenin rafından bir cam kavanoz aldı.içinde sarı renkli bir sıvı ve ne olduğunu anlamadığım bir şeyler vardı. Nurinnisa teyze, - Hakan’ın bademcikleri… dedi. Nurinnisa teyze,o kavanozu bana uzatmıştı ama ben elimi değemedim. sonra biz koltuklarda otururken, o iliştiği sandalyede anlatmaya başladı. -dün akşam yine geldi hakan dedi.ama mutfak penceresinden . sabaha kadar konuştuk oğlumla, gün doğarken yine gitti dedi. o evde yaşadığım toplam birbuçuk saati 34 yıldır asla unutmadım. Davut Haskırışı’ da unutmadım.teyze çocuğu Mustafa Haskırışı’da. Mustafa Haskırış, Komiser Kemal’in sadık uşaklarından birisi, bir “dal” mensubu.dikmen karakolunda faşist çetelere ciddi yardımları var. Şimdi soyadını anımsayamadığım Veysel isimli çok genç bir öğretmeni işkencede öldürdüğünü biliyorum.(daha sonra bu davadan hüküm giymişti) teyze oğlu davut da 8 nisan günü siyasalın kapısında tetiği çekenlerdendi. sonra yakalandı,yargılama sırasında devlet destekli faşistler tarafından yatmakta olduğu Konya cezaevi basılarak kaçırıldı. kimlerle dans ediyorduk. Hakanın öldürüldüğü günün ertesinde Türkeş , ülkücüler devletin güvenlik güçlerine yardım ediyorlar diye buyurdu. 98 Demirel cumhurbaşkanı bile oldu. ama biz de buradayız. belki yaşlandık, ellileri çoktan devirip altmışlara merdiven dayadık. ama buradayız. sevgili Hakan seni hiç unutmadık. sana tetik çekenleri de. hele Demirel’leri, Yazıcıoğulları’nı,onları n uşakları Haskırış’ları asla unutmadık. unutmayacağız. ben kendi adıma biliyorum ki insan unutulduğu zaman ölür. o nedenle unutmadım. seni öldürmeye kıyamam hakan. bir dip not: Hakan, Eşari ve Burhan’ın öldürüldüğünün ertesi günü, Ankara’daki demokratik kitle örgütleri bir basın toplantısı düzenlemişlerdi. katılanlar ve öfkeleri salona sığmıyordu.(ben de oradaydım) basın toplantısını düzenleyenlerin ortak açıklaması ve katılan örgütlerin isimleri aşağıda. Dün hakim sınıflar iktidarı üç yurtsever gencî daha katletti. Dün SBF ve A DMMA’da faşistlerin saldırısıyla; Hacettepe Üniversitesi ve Kurtuluş Meydanında makineli tüfekli, panzerli polislerin saldırmasıyla üç öğrenci öldürüldü. üç öğrenci ağır olmak üzere onyedi kişi yaralandı. yüzlerce öğrenci de göz altına alındı. Hakan Yurdakuler, Eşari Oran, Burhan Barın isimli öğrenciler, sömürü düzenine, zulme ve talana karşı olduğu için katledildi. ve bu cinayetler ne ilk ne de sonuncu olacaktır. bugün üniversitelerin büyük bir kısmı “okuma özgürlüğünü sağlama” adına faşistlere işgal ettirilmiştir. ilerici, devrimci öğrenciler okullara girememekte, giren öğrencilerin üzerine faşistler tabanca, zincir ve sopalarla saldırmaktadır. bugün halkımızın en dinamik kesimlerinden biri olan öğrenci gençliğe karşı yoğunlaşan bu faşist terör, aynı şiddetle işçiler, yoksul köylüler ve öğretmenler üzerinde de sürdürülmektedir. bu faşist terör ve cinayetler, 12 mart döneminden daha örgütlü olarak uygulanmaktadır. Artık ülkemiz CAN güvenliğinin kalmadığı faşist terörün kol gezdiği bir ülke haline gelmiştir. Bugün artık, devrimci Öğrencinin, öğretmenin, isçinin öldürülmesi olağan hale getirilmiştir. bu faşist baskıların ve cinayetlerin amacı bellidir... hergün yeni bir yolsuzluk ortaya çıkmakta, rüşvet olayları bir birini izlemektedir. ülkemiz silah ambargosunun sözde kalması karşılığında abd emperyalizmine açıkça peşkeş çekilmeye devam edilmektedir. bu olgular karşısında hakim sınıfların gerçek yüzü ortaya çıkmakta ve halkın muhalefeti güçlenmektedir. artık bugünkü göstermelik demokrasi bile, sömürünün ve talanın sürmesi için yeterli olmamaktadır. bunun için hakim sınıflar kendi yarattığı olaylarla kamuoyunu sıkıyönetimin zorunluluğuna inandırmaya ve açık faşizmi tezgahlamaya çalışmaktadır. şurası açıktır ki, sermayenin en barbar ve en azgın yönetimi olan faşizm, aslında bağımsızlıktan ve özgürlükten yana olan işçinin, yoksul köylünün, memurun yani tüm emekçilerin aynı derece düşmanıdır. bunu bilerek faşizme karşı mücadele etmeyenler, sessiz kalanlar, “nemelazımcılar” tarihin önünde sorumlu oldukları gibi faşizimin teröründen de kurtulamayacaklardı r. bu sürüp giden cinayetlere, yolsuzluklara, vatan satıcılığına karşı çıkmayanlar egemen güçlerin suç ortağıdırlar. biz demokratik örgütler olarak ilericileri, demokratları, yurtseverleri, devrimcileri cinayetlere ve katliamlara karşı en aktif olarak anti-faşist mücadelede yerlerini almaya çağırıyoruz. TMMOB, TÖB - DER, TÜMAS (Tüm Asistanlar Derneği), ANKARA TABİP ODASI, TÜS –DER(Tüm Sağlık personeli derneği), TÜTED (tüm teknik elemanlar derneği), TÜMÖD(tüm öğretim üyeleri derneği), TİB(tüm iktisatçılar birliği), TÜM – DER(tüm memurlar dayanışma derneği) ve ÇAĞDAŞ HUKUKÇULAR DERNEĞİ (bu metin jeoloji mühendisleri odası web sayfasından alınmış olup, belki unutmuşuzdur diye derneklerin açık isimleri ayraç içinde yazılmıştır) bir konuya dikkat çekmek istiyorum, saldırılan okul siyasal bilgiler fakültesidir. Hakan Yurdakuler, Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisidir. ama ne yazık ki bu basın açıklamasını yapan örgütler içinde Mülkiyeliler Birliği yoktur. sevgili Hakan seni unutmadık.yalnızca biraz yaşlandık. ama seni seviyoruz, sekiz Nisan’da görüşmek üzere, sevgiyle. Nisan 2010 ANKARA Ümit ÇAĞLAR 99 SEPET EFENDİM! Haluk BİLGESAY (Büyük Usta Turhan Selçuk’a Armağan) Eskiden saraylarda devlet büyüklerini nükteli sözlerle eğlendiren kişiler bulunurdu. Bunlara İngiltere’de “soytarı”, Osmanlı İmparatorluğunda ise “dalkavuk” denirdi. Günümüzde bu durum, daha çok “yalakalık” olarak ifade ediliyor. Sözlükte “kendisine çıkar ve yarar sağlayacak olanlara aşırı bir saygı ve hayranlık göstererek yaranmak isteyen kimse, şaklaban” şeklinde adlandırılıyor. ve kötü haberleri dışlayan “dalkavukluk kalkanı” oluşturur. 400 bin haz sensörüne karşılık, 4 milyon acı sensörüyle donatılmış insan vücuduna ters düşen yapıda dalkavukluk, yalnızca liderin hoşuna gidecek bilgilere geçit vereceğinden, kurumun “kangren” olması işten bile değildir. “Kralın soytarısı”, kurumsallaşmış dalkavukluğun tarihteki en genel örneğidir. Günümüzde durum, bundan fazlaca farklı değildir. Kralın soytarısı üstelik artık tek de değildir. Kurumsallaşıyoruz derken, her kademede, farklı iş tanımlarına(!) sahip, kurumsal dalkavukluk üretebiliyoruz. Bodyguard dalkavuklar, patronu, tepe yöneticisini ya da lideri, dış dünyadan koruyarak işlerini sürdürme gayretindekilerdir. Genelde bunları ya bir yönetici asistanı ya da insan kaynakları direktörü olarak kurumsallaştırırız. Bunların yarattıkları yıkımın boyutu, çoğu kez kurum içten çürüdükten sonra ortaya çıkar. Birilerine hoş görünme, özellikle mevki sahibi kişilerin yüzüne gülme, ikiyüzlü tutum sergileme, abartılı ve yersiz övgülerde bulunma, güçlüleri haksız da olsalar destekleme… “Evet efendim”, deniyor, “Siz emretmeseydiniz hiç yapar mıydık?” “Efendim, tercih sizin, söyleyin, şak diye yapalım” “Efendim, önceki çok makbul değildi amma, biz kuruma sahip çıkalım istedik” “Efendim, giden ağamdı, siz paşamızsınız” Bir atasözümüz “Marifet iltifata tabidir” der, bir kişi ne kadar iltifat görüyorsa, o kadar hünerliymiş gibi. Televizyonda bir dizi vardı, “Emret bakanım”. Bu dizide tarafların hangisi emrediyor, hangisi ona uyuyordu… Kim kimi kandırıyordu, yoksa herkes birbirini ve kendisini mi? Anti-sosyal bir tutum ve davranış biçimi. Hemen her dilde bir karşılığı var. Roman, şiir ve filmlerin de vazgeçilmez öğesi olmuş. Artık, çalışandan “kuruma bağlılık” isteniyor. Bir çeşit iman yani. Yeni ve çok tehlikeli bir inanç oluşuyor. Her geçen gün bu inanca iman edenler artıyor, çoğalıyor, çoğalıyor… Peki kurumsal dalkavukluk ne oluyor? Kurumsallaşma, tanımı gereği, bir işin yerine getirilmesinde oluşturulacak süreçlerin belirlenmesi ve bunun ortak hafızaya taşınması demektir. Dalkavukluk, bir işin yerine getirilmesinde oluşturulacak sürecin içine ve dahası kurumun ortak hafızasına taşındığında, bunun adı kurumsal dalkavukluk olmaktadır. Kurumsal dalkavukluk, bir kültür sorunudur. Liderin tutumu, işyeri kültüründe kurumsal dalkavukluğun yeşerip yeşermeyeceğini belirleyen en temel unsurdur. En tehlikeli yanı, karar verme süreçlerini çarpıtması ve bunun sonucu ortaya çıkan “yönetimsizlik”tir. Kurum lideri, bir süre sonra sadece iyi haberleri sızdıran Evetçiler, liderin yakınında duran ve fiziki yakınlık yüzünden lideri yanlış bilgilendiren kurumsal dalkavuklardır. Liderin her söylediğini onaylarlar. Lider, kendi söylediğine kendisi itiraz edince, bu defa bu itirazı da onaylarlar. Bunların yüzünden lider, doğru karar oluşturamaz. Sadakat dalkavukları, kuruma sadakat üzerinden yürür. Sadakat, harika bir şey olabilir. Ancak yalnızca`sadakat` ile kuruma değer yaratılamayacaktır. Değer yaratmayan iş süreçlerine sadakat, bu tür kurumsal dalkavukların en belirgin özelliğidir. Genelde yönetim kademelerini tıkayan, yetenekli gençleri kurumdan uzaklaştıran bu dalkavuklar, üretimlerinden çok, ihanet etmediklerini vurgular ve varlıklarını sürdürürler. Ve tarih göstermiştir ki en yıkıcı ihanetler, bu sadakat dalkavuklarının hainliğinden çıkmıştır. Batmak üzere olan gemiyi, ilk terkedenler de bu `sadık(!)` dalkavuklar olmuştur. İşgüzar dalkavuklar, liderin gözünde çok çalışkan ve fedakar imajı oluştururlar. Bunlar, her işi yapsın/ yapmasın, her projeyi bitirsin/bitirmesin, her problemi çözsün ya da çözmesin, üstlenirler. Patronun olduğu her yerde hazır ve nazırdırlar. Düğüne giderse damat, cenazeye giderse tabut olma gayretleri ile liderin gözdesi kalmaya gayret ederler. Yalan ve yalakalık nasıl bir psiko-sosyal gerçeklik ki bu kadar yaygın? Oldum olası nefret ederim ve iğrenirim. Baksanıza işini en iyi yürüten onlar, köşe başlarını tutmasalar bile tutanlara 100 en yakın olanlar onlar, her dönemde yıldızları hiç sönmeyenler onlar. Öyle bir dönemden geçiyoruz ki, ne yazık bunun tersi bir yapı ve zihniyetin değeri yok sanki… İşini dürüst yapan, ilkeli, ona buna yağ çekmeyen insanlar mı, hani nerede? İş dünyasında öyle, bürokraside öyle, basınımızda öyle… İlle de birilerine yağ çekip yalakalık yapacaksın. Onu bunu bilmem ben kendi adıma diyorum ki; hiç yalakalık yapmadım, hak etmeyen bir insanı asla övmedim, onu göklere çıkarmadım. İnsana kişiliği, kültürü ve yeteneği oranında değer verdim. Bana o niyetle yaklaşanları gözlerinden okudum ve onlara hiç yüz vermedim ve onları hiç sevmedim. Onlara değer verip yüceltenlerden ise nefret ettim. Dalkavuklar yüzünden ziyan olan iş gücünü, süreç verimini, karlılığı, iş fırsatlarını ve kaliteli insan varlığını acaba hesaplamayı düşündünüz mü? İşlerde, ilişkilerde yalakalık, dalkavukluk…. Bürokrasiye yansıması mı?.. “EVET EFENDİM...” Sonrası Turhan Selçuk’un, 18 Mayıs 2009 tarihli karikatüründe çok güzel özetlenmiş: “SEPET EFENDİM…” 101 mülkiye’de öğrenci olmak... NEDEN SPOR KIYAFET ! F.Gülgün AKARSU YAPICIOĞLU Bilindiği üzere, 1980 sonrasında okulumuzda “ İnek Bayramı ” kutlamaları yasaklanmıştı. Bu nedenle ; 1980 sonrası ilk inek bayramı kutlamalarına izin alabilmek için çok büyük bir çaba harcamıştık. Fes-Kom’ un yeniden kuruluşu da bu tarihe denk gelmektedir. İstenen belgeler tamamlanırken ve izinler ayarlanırken bir yandan da gösteriler hazırlamaya çalışıyorduk. Bunlardan bir tanesi de folklor ( Adıyaman yöresinden hazırlamıştık. ) gösterisiydi. Ekipteki arkadaşlardan hatırlayan var mıdır bilemiyorum ama ben dersleri kimden aldığımızı hatırlayamıyorum. Okuldaki derslerden fırsat buldukça, hatta bazen ders asarak çalışmaları tamamlamış ve gösteriyi hazırlamıştık. Tek eksik dışında gösterimiz artık sunuma hazırdı. Eksiğimiz de; elbette o yıllarda parası olmayan öğrencilere has bir şekilde, gösteriye uygun kıyafetleri alamamaktı. Çözüm olarak; bir günlüğüne, bilinen folklor derneklerinin birisinden ödünç kostüm talep etmeyi uygun bulmuştuk. O yıllarda mevcut folklor derneklerini dolaşmış ve durumumuzu anlatarak yardım istemiştik. Genel olarak red cevabı almış ama yılmamıştık. Sonunda bir tanesinin yetkilileri, fakülte dekanımızdan yazılı ve onaylı izin getirmek şartıyla bize yardımcı olacaklarını söylemişler ve bizi çok mutlu etmişlerdi. Ancak, sayın dekanımız folklor gösterisinin “Toplu Gösteri” kapsamına girdiğini ve bunun da kesinlikle yasak olduğunu, bu nedenle de hiçbir şekilde izin ve onay vermeyeceğini ifade etmişti. Sonuç olarak bizim için de; ya gösteriye çıkmamak ya da uygun kıyafetler olmaksızın çıkmak gibi bir yol ayrımı belirmişti. Biz ikinci yolu seçmiş ve spor kıyafet ( ki , bu da elbette kot pantolon ve tişört demekti ) giyerek gösteriye çıkmıştık. Bu nedenle, görülen fotoğraflarda bizler spor kıyafetlerle folklor gösterisi yapmaktayız. 102 Ankara, 22.04.2010 F.Gülgün AKARSU YAPICIOĞLU ALBÜMÜNDEN 103 kentlerin öyküleri... LAODİKYA Hazırlayan: Mehmet özer Laodikeia, (veya Laodikya) Lykos Irmağı’nın güney kıyısında bulunmaktadır. Kent büyük bir olasılıkla Seleukoslardan II. Antiochos Theos tarafından M.Ö. 261 ve 253 yılları arasında kurulmuş ve kral kente karısı Laodike’nin adını vermiştir. III. Seleukos’un öldürülmesinden sonra vekili Achaios, yeni kral III. Antiochos’a başkaldırmış ve M.Ö. 220 de Leodikya’da tahtı ele geçirerek kendisini Asia Minor (Küçük Asya) kralı ilan etmiştir. M.Ö. 2. yüzyılda bir süre için Leodikya’nın Bergama Krallığına bağlandığı anlaşılmaktadır. Leodikya tarihte en parlak dönemini M.S. 2. yüzyılda yaşamış ve kendini “Asya’nın Metropolü” olarak nitelendirmiştir. M.S. 29 da İmparator Hadrian’ı ağırlamıştır. Leodikya erken hristiyanlık tarihinde de parlamış ve M.S. 4. yüzyılda burada önemli bir konsey toplanmıştır. Strabon’un bildirdiğine göre Leodikya, kuzguni siyah yününün yumuşaklığı ile ünlü bir tür koyun yetiştiriyordu. Yazar bu hayvanların leodikyalılara büyük gelir sağladığını da anlatmaktadır. Kent ayrıca tanınmış bir tekstil endüstrisi geliştirmiştir. “Laodicean” olarak adlandırılan bir tür kumaştan Diocletian fermanında söz edilmektedir. Leodikya’da yapılan ve “Trimita” adıyla bilinen tünikler o denli ünlüydü ki, kent “Trimitaria” olarak anılıyordu. Leodikya’daki kazılar 1961-1963 yılları arasında Kanada Quebec Laval Üniversitesi’nin araştırmacıları tarafından, Profesör Jean des Gagniers yönetiminde yapılmış ve çok ilginç bir çeşme yapısı bütünüyle ortaya çıkarılmıştır. Bu başarılı çalışmalar, özellikle çeşme yapısı üzerine çok iyi etüdler kapsayan bir bölümle birlikte yayımlanmıştır. 104 105 106