? Kurzteaser auf Übersichtsseite „Türkei und EU“
Transkript
? Kurzteaser auf Übersichtsseite „Türkei und EU“
Avrupa ve Türkiye: Coğrafi, kültürel ve siyasi sınırlar çizme sorunu Udo Steinbach Türkiye ile Avrupa Birliği (AB) arasındaki ilişkilerin geleceğini tartışırken son yıllarda ileri sürülen “Türkiye’nin hem coğrafik ve hem de kültürel bakımdan Avrupa’nın dışında olduğu” şeklindeki argüman, (bkz. Lorenz Jäger, Frankfurter Allgemeine Zeitung, 14. 8. 2002) aslında çok eski bir argüman değildir. 12. 9. 1963 tarihinde Türkiye ile Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) arasında Ortaklık Antlaşması imzalandığında hiçbir AET üyesi, üyeliği açıkça sadece Avrupalı ülkeler için öngören 1948 tarihli Roma Antlaşması’na dayanarak buna karşı çıkmamıştı. O zamanki AET Komisyonu Başkanı Walter Hallstein, özetle şöyle demişti: “Türkiye, Avrupa’nın bir parçasıdır.” Demek ki Avrupa ile Asya arasında genel olarak kabul edilmiş ve belirlenmiş (örneğin Rusya’da Ural Hattı’yla çizilene benzer) bir coğrafi sınır yoktu. Üstelik mitolojiden gelen “Europa” ismi, Fenikeli bir prensese aitti. Bundan dolayı Hans-Dietrich Schultz, bir siyasetçinin “Bir coğrafyacı olarak, Türkiye’nin Avrupa’nın bir parçası olup olmadığı sorusunu aydınlatabilir misiniz?” şeklindeki sorusuna, “Açıkçası, hayır!” yanıtını vermişti. Avrupa’nın manevi sınırları nereden geçiyor? Kültürel boyut da bu duruma açıklık getirme konusunda yardımcı olamıyor. Eski Yunanlılar (örneğin Aischylos veya Herodot), Hellespont’u (Çanakkale Boğazı –çevirenin notu) Avrupa ile Asya arasında bir sınır olarak gördüler ve Asya (Pers) otokrasisinin karşısına Yunanistan’daki özgürlük ve demokrasi normlarını koydular. Ama öte yandan, farklı bir yönü işaret eden yorumların varlığı da yadsınamaz. Bu yorumların bir boyutu anlamında, dikkatleri yine mitolojiye çekebiliriz: Roma’nın mitolojik atası Aeneas, yıkılışına kadar bir Anadolu kenti olan Truva’nın vatandaşıydı. Sonraki “Imperium Romanum” (Roma İmparatorluğu), Mezopotamya’ya kadar Yakındoğu’nun büyük bir kısmını kapsıyordu. Milattan önce 7. yüzyıldan itibaren Yunanlılar Anadolu’ya yerleşmeye başladılar ve bu yerleşim bölgelerini ancak 20. yüzyılda, yani Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmesinin ardından, terk etmek zorunda kaldılar. Anadolu’da –Paulus’un misyonerliğinin katkısıyla– erken Hıristiyanlığın bayındır toplulukları serpildi. Ve İtalya ile Kuzey Afrika’nın bir kısmını da kapsayan Bizans’ın “Avrupalı” bir imparatorluk olduğunu inkâr etmek, güç olacaktır (benzer görüş için bkz. Wolfgang Burgdorf, Frankfurter Allgemeine Zeitung, 6. 1. 2004). Dolayısıyla, Avrupa’nın Güneydoğu sınırlarını açık bir şekilde belirlemek mümkün değildir; en azından tarih boyunca defalarca değişmiştir. Bizans İmparatorluğu’nun merkez bölgesi olan Batı Anadolu’da ortaya çıkan Osmanlı İmparatorluğu, ilk olarak Balkanlara uzandı ve bu bölge Mısır ve Mezopotamya’dan çok daha önce “Türkleşti”. Tarih de gösteriyor ki, Boğaziçi de belirgin bir Güneydoğu sınırı olarak algılanmadı; çoğu zaman Anadolu’yu da kapsayan Avrupa’nın bir iç suyolu idi. Osmanlı İmparatorluğu, 15. yüzyıldan itibaren “Avrupalı” tahakküm politikası sürecinin bir parçası oldu. Avrupa ülkeleri onunla ticari ilişkiler geliştirmenin yanı sıra, Avrupa içi hegemonya rekabeti nedeniyle ittifaklar da kurdular. 19. yüzyılda “Boğaziçi’nin hasta adamı” olarak diğer Avrupalı güçlerin tahakküm politikalarının bir aleti oluncaya dek, yani 18. yüzyıla kadar, Osmanlı İmparatorluğu hâlâ Avrupalı güç orkestrasının bir parçasıydı (benzer bir görüş için bkz. Jean-Daniel Tordjman, Frankfurter Allgemeine Zeitung, 12. 12. 2002). Aynı güçler, Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak kayıplarının kendi aralarındaki güç dengesini olumsuz etkilememesine de özen gösterdiler. Türkiye’den sonra Yakındoğu?.. Türkiye’nin AB’ye girmesine şüpheyle bakanlar, Türkiye’nin üyeliğinin teorik olarak Güney ve Doğu Akdeniz bölgesi ülkelerine AB üyeliği için bir perspektif vereceği uyarısında da bulunuyorlar. Ancak bu görüşe karşı çıkanlar, söz konusu ülkelerle –Türkiye ile yapılana benzer– bu amaca ilişkin antlaşmalar imzalanmadığını belirtiyorlar. Öte yandan, Türkiye üye olursa AB’nin Suriye, Irak ve İran ile yani gerilim yüklü bir bölgeyle komşu olmasının tehlikeler getireceği de söyleniyor (Helmut Schmidt, Die ZEIT, 51/2002). Buna karşın, Türkiye’nin üyeliğini destekleyenler, Türkiye’yi Doğu ve Güney’deki komşularının durumundan sorumlu tutmanın bir haksızlık olacağını vurguluyorlar; üstelik, üyelik müzakereleri boyunca o bölgede –bölgede barışın sağlanması da dahil– geniş kapsamlı değişiklerin gerçekleşmesi şansının olacağı da dile getiriliyor. Avrupalılık kimliği: Bir kurmaca mı söz konusu? Son zamanlarda sık sık Türkiye’nin İslamiyet etkisi altında biçimlendiği, dolayısıyla çok farklı olduğu ve AB’ye uygun olmadığı ve hatta Avrupa siyasi birlik projesini zehirleyeceği iddia ediliyor (Hans-Ulrich Wehler, Frankfurter Allgemeine Zeitung, 19. 12. 2003). Bu yaklaşımı eleştirenler ise‚ “Türkiye farklı olabilir; ama neye göre farklı?” sorusuyla karşılık veriyorlar. Önceki bölümde, katışıksız Latin Hıristiyanlığına bağlı ülke ve toplumlar arasında bile tek tip “Avrupalı” kimliği tespit etmenin zorluğu ortaya çıkmıştı. Türkiye’nin elbette iki değişik çehresi var: Bir yüzüyle İslamiyetin biçimlendirdiği Yakındoğu’ya, öteki yüzüyle ise yüzyıllardan beri Hıristiyanlığın şekillendirdiği Avrupa’ya bakıyor. 18. yüzyılın başından beri, ikincinin siyasi değerlerine ve kurumlarına doğru hareket ediyor. Aslında Türkiye, farklı kültürlerin sürekli bir durağanlık içinde olmadıklarına iyi bir örnek teşkil etmektedir: Kültürler birbirlerinden etkilenerek değişiyorlar ve insanlar onların içinde değişen ve çeşitlilik arz eden farklı kimlikler edinebiliyorlar. Aydınlanma Çağı’ndan itibaren Avrupa’da Hıristiyan dininin devlet ve toplum katındaki etkisi giderek geriye çekildi. Bu, Türkiye’nin üç yüzyıl boyunca Avrupa’ya yaklaşmasını kolaylaştırdı. Avrupa çağdaş kurumlarının ve değerlerinin (ki, bunlar arasında bir kurumsal sistem olarak demokrasi ve insan hakları da vardır) bir Hıristiyan ve Batılı boyutu olabilir. Ama bunların geniş kapsamlı etkisi, ancak dini açıdan tarafsız olduktan ve dolayısıyla cins, din ve etnik aidiyetlerine bakılmaksızın bütün insanlara ulaşmasından ve aynı hakları herkese sağladıktan sonra gelişebildi (benzer bir görüş için bkz. Christian Meier, Neue Zürcher Zeitung, 8. 2. 2003). Söz konusu tartışma bağlamında “Hıristiyan Batı”nın ne anlama geldiği hep sorgulanıyor. Eski Atina demokrasisi, bugün herhangi bir açıdan demokrasi olarak kabul edilmeyecektir. Ve özellikle Katolik kilisi, 19. yüzyılın son yıllarına dek, bugünkü anlamda bir insan hakları anlayışını Hıristiyanlığa aykırı sayarak reddetti (Armin Adam, Süddeutsche Zeitung, 20. 12. 2002). Avrupa’nın Hıristiyan Batı geleneği, Avrupa Birliği adıyla gelişmekte olan Avrupa’nın temelleriyle aynı değildir. Başka görüşlere göre ise örneğin Roma hukukunun geliştirilmesi ve uygulanması ile bundan kaynaklanan kurumsallaşma gibi Hıristiyan Batı gelenekleri, Avrupa’nın temel bir parçasıdır. Bu argümanlara göre Türkiye, Reform ve Aydınlanma dönemlerinin ve bunlara bağlı olan sekülerizmin etkisi altında gelişmediği için, dolayısıyla Avrupai değerler dünyasında bir yeri bulunmadığı için, ilkesel olarak AB’ye üye olamaz. Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyenler ise AB’nin temeli olan kurumsallaşmanın bir doğrultu şeklinde geliştiğini vurguluyorlar ve bu doğrultu yönündeki değişimlerin farklı kültürlere mensup olanlar için de mümkün olduğunu belirtiyorlar (Heinz Kramer, EU-kompatibel oder nicht?, SWP Studie No: 34, Berlin, Ağustos 2003, s.10 ve devamı). Sonuçta önemli olanın AB değerlerini benimsemek ve onun temel siyasal, hukuksal ve kurumsal yapıtaşlarını kabul etmek olduğunu söylüyorlar. AB’nin ortak değerler temelinde yükselen politik ilkelerinin bulunması gerektiğini; oysa daha şimdiden dış politikada ve güvenlik politikasında AB içinde farklı duruşların bulunduğunu söyleyerek, bu farklılıkları derinleştireceğine inandıkları AB’nin daha fazla genişlemesine karşı çıkanlar, bazı güncel olayların, – ortak dış ve güvenlik politikasında ortaya çıkan ayrı siyasal duruşlar; örneğin AB üyesi ülkelerin Balkan ve Irak krizlerine yönelik takip ettikleri farklı siyaset – kendilerini doğruladığını söylüyorlar. Bir dizi hukuksal ve kültürel ittifak içinde bulunan Türkiye’nin AB üyesi olması halinde, özellikle bu konuya ilişkin gerginliklerin daha fazla artacağını da sözlerine ekliyorlar. Son olarak Türkiye’de yürütülen, zinayı cezalandıran bir maddenin yeni ceza kanununa eklenmeye çalışılmasına ilişkin tartışma, –bu konudaki hazırlık AB baskısı sonucunda rafa kaldırılmasına rağmen– Türkiye’nin Avrupa ortak değerlerini benimsemeye gerçekten hazır olup olmadığı konusunda kuşkular yarattı. Türkiye Cumhuriyeti: Avrupai bir devlet yapılanması?.. Zorluklarla karşılaşmasına rağmen Türkiye Cumhuriyeti, rotasını Avrupa’ya doğru çevirdi. 1920’li yılların Kemalist inkılap günlerinde, gerçekten dramatik bir şekilde benimsenen bu süreçte, Batılılaşmanın temelleri atılmıştır. Genel yaşamın hemen hemen her alanı bundan etkilenmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye nüfusunun bir kısmına –özellikle toplumun elit kesimine– kendisine Roma Antlaşması ile yeni bir şekil veren ve yeni siyasal-toplumsal değerleri benimseyen Avrupa’daki köklü değişim süreçlerini anlamak ve kendi toplumuna uyarlamak, zor geldi. Türkiye’nin ortaklık antlaşması yapılmış bir ülkeden AB üyeliğine aday bir ülke haline gelmesinin (Aralık 1999) 35 yılı alması, daha çok, onun katı bir ulus-devlet anlayışına sahip olmasından ve devletin toplumun ve bireylerin üstünde olmasında aşırı ısrarkâr davranmasından kaynaklanmaktadır (bkz. Günter Seufert, Die ZEIT 39/2002). Ama son Bülent Ecevit hükümeti döneminde başlatılan ve Tayyip Erdoğan hükümetince yoğun bir şekilde devam ettirilen reform adımları, AB ile ilişkilerin bir zamanlar imzalanmış antlaşmalarla sınırlanmış olmadığını, bunun dışında AB üyeliği için koşul olarak belirlenmiş kriterleri yerine getirmek gerektiğini Türk elitlerinin anlamış olduğunu gösteriyor. Türkiye’nin siyasal ve toplumsal gerçeğinde o konuda hâlâ eksiklikler var. Ama zaten Aralık 2004’te yapılacak olan Türkiye’nin üyeliğini kabul etmek değil; Türkiye’nin üyeliğini prensip olarak destekleyenler ona yalnızca -galiba uzun bir süreyi kapayacak- bir müzakere dönemi için başlangıç tarihi vermek istemektedirler. Böylece Türkiye’de, dış baskı altında başlayan ve halen devam eden bir değişim sürecinden sonra, AB üyesi olarak kabul edilebilmesini sağlayacak bir demokrasinin yerleşeceğini umut ediyorlar. Bu yazıda, Türkiye’nin yerinin coğrafi, kültürel ve siyasal açılardan Avrupa’nın içinde mi yoksa dışında mı olduğunu tespit etme çabalarına en azından coğrafyanın bir yanıt veremediği gösterildi. Kültürel kriterlere gelince; o konudaki tartışma kuşkusuz devam edecektir. Siyasi açıdan sınır koyma sorununa ise, AB Komisyonu’nun 2004 Ekim başında AB Konseyi’ne sunacağı İlerleme Raporu ve müzakerelerin başlatılıp başlatılmamasıyla ilgili tavsiyesi bir nokta koyacaktır. İslam bilimi ve klasik filoloji eğitimi görmüş olan Prof. Dr. Udo Steinbach, 1976’dan beri Hamburg’daki Alman Şark Enstitüsü’nün müdürüdür.