kumünar - Komunar.NET

Transkript

kumünar - Komunar.NET
KUMÜNAR
1
BAŞLARKEN……………………………………………………………….2
PARTİLEŞME MÜCADELESİ VE
PARTİ İÇİ SAVAŞIMIN ÖNEMİ………….………3-14
YENİDEN YAPILANMAK, HER AN MÜMKÜN OLAN
PKK’LİLEŞMEYİ BAŞARMAK DEMEKTİR…………15-19
YENİ İNSANI YARATMADA EĞİTİMİN ÖNEMİ
VE DOĞRU KADRO POLİTİKASI……..……. 20-36
BUGÜNÜ BAŞLANGIÇTA YAŞIYORUZ…….…. 37-44
BİR ŞEYDEN HABERİM YOKTU…………….…….. 45-46
AKLIN DIŞINDA AKIL……………………………….. 49-56
POPÜLER KÜLTÜRE KARŞI MUCADELE ACİL
BİR MİLİTANLIK GÖREVİDİR………..………….…. 57-72
PKK SADECE BİR EYLEM HAREKETİ DEĞİL,
TERSİNE DAHA ÇOK BİR DÜŞÜNCE
HAREKETİDİR……………………………………………... 73-82
KEMAL’E ERMEK…………………………………….…….. 83-89
EKİMİN KIZILLIĞI SERİNKEN…………….… 90-92
ZAFERE YÜRÜYEN’İN TÜRKÜSÜ…………….. 93-94
BU BAHAR KOMÜNİZM GELECEK…….. …. 95-97
ŞİLAN……………………………………………………….……. 98-101
SİZCE PKK’Lİ KİMDİR……………………………. 102-104
Jİ XUDAVENDA EŞQ Û EVÎNÊRE………….. 105
NAVÊ WÎ ZAGROS………………………….……..106-107
Dİ PKK’E DE JİN……………………… ………….. 108-109
KUMÜNAR
2
BAŞLARKEN
APOCU hareket içerisinde gerçekleştirilen yeniden
yapılanmanın esası ideolojik yeniden yapılanmadır. Bu
ideolojik yeniden yapılanma ideolojik olarak bir değşim
olmaktan çok, hareketin oluşum sürecindeki ideolojik
yapılanmasının eksik ve zayıf yönlerinin tamamlanıp
aşılması tarzında gelişen bir süreçtir. Yeniden
yapılanmanın birçok boyutunu farklı biçimleriyle
gündemimize alıp pratikleştirmeye çalışılıyoruz. Hem
örgütlenme hem de eylem boyutunda yaşanan yeniden
yapılanmanın pratikte ortaya çıkan sorunları, yoğun bir
biçimde
oluşturulan
platformlarımızda
tartışılıp
çözümlenmeye tabi tutulurken, bunun ideolojik boyutunun
yeterince örgütlenmemiş olması sonuç almada
yetersizliklere neden oluyor. Bu yetersizliklerin giderek
sapmalara ve tasfiyeciliğe zemin olması gerçeği
karşısında Önderlik ideolojik bir tedbir olarak PKK’nin
yeniden yapılanmasını gündemimize koydu. Bu anlamda
yenidene yapılanan PKK’nin en önemli görevi pratik ve
örgütsel sorunların çözümünde doğru ideolojik
perspektifi
ve
gündemi
oluşturarak,
kadroyu
gündemindeki sorunlara bu perspektif ve gündem
üzerinden harekete geçirmektir. Bu anlamda PKK
çalışmasının özü; kadronun ideolojik olarak kendisini
donatıp örgütlendirmesini gerçekleştirmektir.
PKK çalışmasının örgütsel, pratik yönlerinin
sağlıklı bir temel üzerinden yürütülmesi öncelikle sağlıklı
bir düşünsel-zihinsel –teorik çalışmanın oturtulmasıyla
gerçekleşebilir. Önder APO teorik çalışmayı bütün yaşam
pratiklerinin bir öncelleyeni olarak ele almakta; sağlam
teorisi olmayanın sağlam pratiğinin de olamayacağına
dikkat çekmektedir. Dolayısıyla yeniden PKK’lileşmenin
bir hamlesi olarak önümüze konulan PKK' yi yeniden
yapılandırma görevi, Önderliğin oluşturmuş olduğu
paradigmal, zihinsel ve teorik yeniden yapılandırmayı
doğru anlamaktan geçmektedir. Bunun için PKK
çalışması bünyesinde farklı boyutlarıyla yürütülen
çalışmalar
örgütlendirilmektedir.
Kadro
eğitimi
çalışmalarından akademik çalışmalara, basın-yayın
çalışmalarından birebir kadroların özgün eğitim
sorunlarının giderilmesine dönük çalışmalara kadar
geliştirilen bütün pratik çabalar özünde, birbirini
tamamlayan
ve
besleyen
çalışmalar
olarak
örgütlendirildiğinde sonuç alabilir. Bu .çalışmaların bir
boyutu olan ABDULLAH ÖCALAN SOSYAL BİLİMLER
AKADEMİSİ çalışması da kendi akademik çalışmalarının
örgüte ve kadroya -diğer çalışmaların bir tamamlayanı
olarak- mal edebildiği oranda rolünü oynamış olacaktır.
Bu çerçevede yürüttüğümüz çalışmaların bir biçimde
kadroyla doğru paylaşılabilmesi ve ideolojik gündemin
sağlıklı bir biçimde oluşturulup bir tartışma zemininin
yaratılması amacıyla -bir ihtiyaç olarak- gündemimize
gelen komünar dergisi çalışmasını başlatıyoruz.
Bu dergi çalışması; farklı alanlarda yürütülen
teorik-ideolojik çalışmaların -öncelikle dağa ve genel
olarak da bütün kadroya ulaştırılmasının- bir
tamamlayanı olarak öngürüldü. Derginin çerçevesi bu
alanda yürütülen çalışmaların dışına taşmamakla
birlikte, farklı boyutları da olacaktır. Temel önceliğimiz
Önderliğin çeşitli konulardaki ideolojik perspektiflerini
yeniden gündeme almak kadar, güncel sorunlara dönük
teorik ve entelektüel gündemler üzerinden perspektif ve
tartışma platformları oluşturmaktır. Bu anlamda
komünar dergisi; her şeyden önce kadronun ideolojik
gündemini oluşturmayı kendi misyonunun esası olarak
görmektedir. Bu gündem sadece akademi bünyesinde
yürütülen çalışmalarla sınırlı olmayıp, hareketin güncel;
pratik, siyasi ve örgütsel ihtiyaçlarını da gözeten bir
çerçevede olacaktır.
Derginin içeriği ihtiyaçlara göre değişimler
gösterecek olsa da, çerçevesi Önderliğin önümüze
koyduğu paradigmal sorunların temel boyutlarını
kapsayacaktır. Bu çerçevede; her sayıda Önderliğin
çeşitli konulardaki çözümleme ve perspektiflerinden
oluşturduğumuz çalışmalarını yayınlayacağız. Yine o ayın
gündemine ilişkin yürütülen tartışmaların bir özeti ve
çerçevesini akademi adına özetleyip gündeme bakışımızın
çerçevesini oluşturan çalışmalar yapacağız. Teorik
çalışmalarımızın en önemli boyutlarından birisi olan
doğru bir tarih anlayışı oluşturmak açısından PKK
tarihinin çeşitli kesitlerini irdeleyeceğiz. Yine ‘şehitler
partisi olan PKK’nin’ tarihine damgasını vuran sembol
şehitlerimizi işleyen bir şehitler köşemiz olacak. Yeniden
yapılanmanın değişim ve gelişim gücü olan PKK’deki
kadın gerçeğini farklı boyutlarıyla irdeleyen yazılara yer
vereceğiz. Bunun yanı sıra, araştırma-inceleme köşesi
olarak düzenlediğimiz çeşitli konulardaki felsefik-teorik
yaklaşımlarımıza ilişkin gündemimizde olan sorunlara
dönük çalışmaları işleyeceğiz. Kültür-sanat köşesi olarak
düzenlediğimiz bölümde de, başta APOCU sanat kuramı
olmak üzere, sanatın farklı boyutlarını ele alıp inceleyen
çalışmalara yer vereceğiz. Öngördüğümüz bu çerçevenin
yanı sıra yayın akışı içerisinde, genel kadro yapısıyla
oluşturmayı düşündüğümüz tartışma platformlarında
ortaya çıkacak yeni gündemlere de açık olacağız.
İlk sayımızda belirlediğimiz bu çerçeve
içerisinde, PKK gerçeğini kuruluş yıl dönümü vesilesiyle
de ‘27 Kasım’ üzerinden işlemeye çalıştık.
Yazıları gündeme alırken dilinden biçimine,
içeriğinden düzeyine kadar esas aldığımız ölçü ideolojik
çalışma yürüten ve ideolojik kimliği olan kadronun
ölçüleridir. Bu ölçüleri taşıma iddiasında olan kadronun
böyle bir çalışmaya sadece okuyucu olarak değil,
çalışmanın
içeriğinden
biçimine,
gündeminden
örgütlendirilmesine kadar bütün boyutlarıyla komünar
dergisine sahip çıkacağına inanıyoruz. Bu sorumluluğu
taşıyan her kadronun birer ‘komünar’ olarak bu derginin
sahibi olduğunu düşünüyoruz. Düşünceleri, önerileri ve
eleştirileriyle bu çalışmayı besleyip güçlendirmek isteyen
her kadro, bunları ulaştırmanın yöntem ve araçlarını
yaratacaktır.
Bizler
de
çalışmanın
pratik
örgütlendirmesini yapmaya çalışırken en büyük
dayanağımızın bu yönlü çabalar olacağını bilerek, bize
ulaşmaya çalışan her kadronun bu çabalarına büyük
değer vereceğimizi belirtiyoruz.
Bu vesileyle 28. yılına yeniden yapılanmış
olarak giren partimiz PKK’nin kuruluş yıl dönümü başta
bizleri yaratan Önder APO’ya, şehitlerimize ve bütün
yoldaşlara kutlu olsun diyor, çalışmalarında başarılar
diliyoruz.
KOMÜNAR
KUMÜNAR
3
PKK’nin ilk çıkışında da ifadesini bulan sosyalizme yaratıcı yaklaşım,
demokratizme ve ulusallığa devrimci yaklaşım, insanlığa en özlü hümanist
yaklaşım partimizin temel ideolojik kavramlarıdır.
Kürdistan’daki savaşımın doğasına her
zamankinden daha fazla anlam vermek,
uluslararası gerçeklik içinde olduğu kadar
ulusal ve toplumsal gerçekliğimizin savaşla
bağlantısını derinden kavramak önemlidir.
Savaşımın neresindeyiz, ne tür bir savaşla
karşı karşıya bulunuyoruz, başarı olasılığı nasıl
gelişiyor, mutlak olarak yerine getirilmesi
gereken savaş görevleri nelerdir,
bunun için partileşme ve ordulaşma
gerçeğine nasıl katılmalı soruları
her zamankinden daha yakıcı ve
çözümlemeyi
dayatan
düzeydedir.
Denilebilir ki, uluslararası
gerçeklikle Kürdistan gerçekliği ilk
defa bu denli yoğun bir biçimde
siyasallaşma ve çözüm ihtiyacını
hissettirme dönemine girmiştir.
Nereden bakılırsa bakılsın, bu yeni
ve çözümlenmeyi bağrında taşıyan
bir gelişmedir.
19. yüzyıla doğru gelindiğinde,
Kürdistan
üzerine
kurulu
dengelerin yarattığı çıkmaz, işgal
ve
istila
tarihinin
yıkıcı
sonuçları, kapitalizmin talihsiz
bir biçimde geliştirdiği
sömürgeciliğin
dolaylı
etkileriyle birleşti; bunun
bir sonucu olarak
Osmanlı
İmparatorluğu’nun
ömrünün denge
oyunlarıyla
neredeyse bir
yüzyıldan fazla
uzatılması,
Kürdistan
üzerinde
yıkılması
gereken
düzeninin
devam etmesine yol açtı. Tam da bu düzen ve
bu imparatorluk yıkılacakken, Ekim Devrimi ile
başlayan yeni dönemin ortaya çıkardığı
elverişli tarihsel koşullar çerçevesinde doğan
Türkiye Cumhuriyeti’nin hem sosyalizmi hem
de kapitalizmi kullanarak, gerektiğinde birine
gerektiğinde diğerine ağırlık vererek iki sistem
arasına oturttuğu denge açığa çıkmış; bir kez
KUMÜNAR
4
daha Kürdistan’a ve Kürt halkına uyguladığı
imha süreci anlamsız olduğu kadar bitirici bir
durumu ortaya çıkarmıştır. 20. yüzyılın ilk
yarısında Türkiye Cumhuriyeti bu temelde
denge durumundan yararlanıp çok ezici bir
baskıyı ve ardından asimilasyonla tüketmeyi
beraberinde geliştirmiştir.
imhacı nitelikteydi ve daha çok da bizim
çıkışımızı hedef alan bir gelişmeydi. 1980-’90
arasında bununla kıyasıya savaşımın neyi
ifade ettiğini biliyoruz. Burada en önemli nokta,
uluslararası
emperyalizmin ve
bölgesel
gericiliğin bu rejimin arkasında olduğu ve onu
sonuna kadar desteklediğidir.
Gelişen
Türk
kapitalizminin
yıkıcı
sonuçlarını iyi biliyoruz. Sonuna kadar
ekonomik, kültürel, sosyal ve siyasal yutma işi,
PKK’nin ortaya çıkış döneminde neredeyse
tamamlanmak üzeredir. PKK bu anlamda son
bir umut olarak ve aynı zamanda eğer yaşama
imkanı varsa onun ifadesi olarak ortaya çıktı.
Hiç şüphesiz çıkış tarzında bazı taktik hususlar
önemliyse de, asıl önemli olan esasta
varolmanın tek çaresi olarak kendisini ifade
etmesidir. PKK, sayı azlığına, yine objektif
zeminin uygun olup olmadığına fazla
bakmadan, atılması gereken son umut adımı
olarak değerlendirildi ve öyle çıkmaya cesaret
edebildi.
Fakat bu dönemde ortaya çıkan yeni bir
gelişme de reel sosyalizmin değişik biçimlerde
çözülüşüne tanık olmamızdır. Bu çözülüşün
işaretlerini daha önceden görüp yaptığımız
değerlendirme, Kürdistan’a dayalı 70 yıllık ve
hatta
daha
da
öncesinden
kalma
statükoculuğun aşılabileceği ve uluslararası
durumun reel sosyalizmle emperyalizmin
dengedeyken kurduğu duruma kıyasla daha
elverişli bir zemine kayacağı biçimindeydi. 19.
yüzyılda da bu denge yüzünden Kürdistan
kendi
doğal
mücadele
gerçeğine
kavuşmamıştı. Hiç şüphesiz iç gericilik de bu
konuda belli bir rol oynadı.
Hiç şüphesiz bu çıkışta objektif şartların
etkisi de vardır. Türkiye’de kapitalizmin durumu
ve
ortaya
çıkardığı
çalkantılar,
yine
Kürdistan’da klasik feodal-aşiretçi yapının
aşılması ortaya çıkışın zeminidir. Yine Türk
solculuğu ve particiliğinin durumu da bu çıkışa
etkide bulunmuştur. Ama esas itibariyle
insanlık adına vazgeçilmez bazı doğruların
kavranmasıyla bu adım atılmak zorunda
kalınmıştır.
Bilindiği üzere bu yeni bir ortaya çıkıştır.
Daha önceki Kürtlük adına ayakta kalan
herhangi bir şey yoktur. İlkel milliyetçilik çoktan
ajan bir kurum olarak en tehlikeli bir biçimde
devreye sokulan bir araç durumundadır; yani
sömürgecilikten de öteye bir bitiriş akımı veya
anlayışı olarak, sömürgeci emperyalist güçler
tarafından zorla beslenip dayatılan bir alet
durumuna getirilmiştir. Küçük burjuvazinin
Kürtçülük lafazanlıkları çok siliktir, en ufak bir
çaba ve fedakarlığa fırsat vermeyecek kadar
yenik ve çıkarcıdır, adını söyleyemeyecek
kadar
iddiasızdır.
Fakat
lafazanlığıyla
uluslararası dengeleri hesaplayarak bulanık
suda balık avlamak isteyen bir havası vardır.
Bazı nitelikleriyle böyle belirleyebileceğimiz
Kürdistan
somutu,
PKK
radikalizmiyle
aşılmaya çalışılmıştır.
Kısa bir süre sonra uygulamaya koyulan 12
Eylül darbesinin amansız terörü kesinlikle
20. yüzyılın sonlarında reel sosyalizmle
emperyalizmin
kurduğu
dengenin
artık
bozulması, yeni bir durumun ortaya çıkmasına
neden oldu. Bunun bölge üzerindeki etkileri de
Arap-İsrail çekişmesindeki uzlaşma havası ve
İran-Irak Savaşının sonuçsuz kalmasıyla
ortaya çıktı. Bu da Kürdistan için uluslararası
ve bölgesel çapta elverişli bir durum oldu. Biz,
’90’lardan itibaren bunun gün geçtikçe daha da
hız kazanacağını bekliyorduk ve nitekim çeşitli
gelişmeler bu durumu gittikçe ortaya çıkardı.
Bunun ilk sonucu, Güney’de emperyalizme
dayalı sömürgeciliğin onayını da alan ve buna
rağmen yine de önemli bir gelişme olan Kürt
Federe Devleti adı altındaki oluşumun ortaya
çıkmasıdır. Bu oluşum aslında bölge
dengesizliğinin bir ürünü olduğu kadar, bu
dengesizliği daha da geliştirecek özelliklere
sahiptir.
Hareketimizin ortaya çıkışında da bunun
çok yakın bir etkisi vardır. Nitekim Güney
Savaşımında böylesine bir karşı karşıya gelme
oldu. Özünde bu, bölge dengesizliğinden
devrim lehine yararlanmak isteyen PKK
öncülüğü
ile
Kürdistan’ı
devrimden
uzaklaştırmak
isteyen
emperyalizm
ve
işbirlikçilerinin
karşı
karşıya
gelme
savaşımıydı. Bu, kendine özgü değişik bir
savaşımdı, hatta Körfez’deki savaşımın dolaylı
bir etkisiydi. Bu savaşım, devrime oldukça açık
zemini
kullanma
hareketine
karşı
emperyalizmin bir tedbiriydi. Halen çeşitli
KUMÜNAR
5
biçimlerde bu tedbirle karşı karşıya bir devrimci
mücadeleyi yürütmeye çalışıyoruz.
Burada önemli olan, uluslararası durumun
Kürdistan üzerinde dolaylı da olsa sömürgeci
kontrolün zayıflamasına yol açmasıdır. Bu
zayıflama işbirlikçiler çapında olsun, radikal
devrimci ve yurtsever çapta olsun bazı
gelişmelerin hız kazanmasına yol açmıştır. Hiç
şüphesiz her devrimde olduğu gibi bizim de
bunları dikkate alacağımız açıktır. Sömürgeci
denetimin parçalanması veya imha amaçlı
sömürgeci yönetimlerin etkisinin kırılması halen
sürmektedir. Güney’de bu durum belirli bir
aşamaya gelip dayanmıştır. Türk rejiminde de
’90’lardan itibaren özellikle Özal döneminde
klasik imhacı rejimin parçalandığı ve farklı bir
durumun ortaya çıktığı görülüyordu. Aslında
emperyalist güçler de bu yönlü bir gelişmeyi
dayatıyorlardı. Fakat klasik Kemalist kesimin
yaptığı
darbe,
özellikle
İnönü-Demirel
Hükümeti ve daha sonra Genelkurmayın Tansu
Çiller darbesiyle bu çözülmeyi durdurmak
istediğini, tekrar imhacı siyasete ağırlık
verdiğini ve şimdi bunun yoğun bir biçimde
sürdürülmek istendiğini belirtmeliyiz.
Bu konuda her ne kadar emperyalizmle
çelişkileri olsa da, Tansu Çiller Hükümeti
şahsında bunu gidermeye büyük özen
gösterdikleri ve bunun için büyük tavizler
verdikleri biliniyor. Ordu komutanlarının bizzat
“Türkiye’nin mahvına da neden olsa, Türkiye’yi
yarı yarıya emperyalizme satma pahasına da
olsa PKK’yi bitireceğiz” diyerek bu konuda
kararlı olduklarını belirtmeleri çelişkinin açık bir
ifadesidir. Halen emperyalizmle klasik imhacı
sömürgecilik arasında bir çekişme sürüp
gidiyor. Bölge dengeleri de bundan etkileniyor
veya bunu etkiliyor. Buna karşı yoğun bir
savaşımın sürdürüldüğü, klasik imhacı siyaset
kadar devrimci yurtseverliğin ve yine işbirlikçi
yaklaşımların da çeşitli biçimlerde varlıklarını
korumak ve kendi lehlerine bazı sonuçlara
gitmek istedikleri biliniyor.
Demek ki reel sosyalizmin çözülüşü ve
emperyalizmin bölgeye dayattığı yeni nizam,
sanıldığının aksine, Kürdistan’daki klasik
statükonun zayıflamasına yol açıyor. Biz
burada uluslararası durumun kapitalizm ve
sosyalizm için anlamının ne olduğuna fazla
değinmeyeceğiz. Emperyalizmin bunalımının
nasıl derinleştiğini, hatta sorunlarının reel
sosyalizm döneminden nasıl daha fazla
ağırlaştığını ortaya koymayacağız. Bunlar az
çok bilinen hususlardır. Yine bölgedeki
dengesizliğin eskisini bile arattığını, özellikle
klasik sömürgeciliğin eski çağının kapandığını
ve bu anlamda bu rejimlerin zorlandığını da
fazla anlatmak istemiyoruz. Klasik sömürgecilik
de oldukça zorlanıyor ve dengesizlik her geçen
gün artıyor. Bütün bunlar sonucunda
Kürdistan’daki objektif gelişmenin, en önemlisi
de
sömürgeci
rejimlerin
yaşadığı
iç
bunalımların devrimciliğin gelişme şansını
arttırdığı ve bu yönlü çözümlemelerimizin
isabetli değerlendirmeler içerdiği şimdi daha iyi
anlaşılmaktadır.
Uluslararası gelişmeler ve yine bölgesel
çelişkiler daha da somut ele alınabilir. Ancak
kalın çizgilerle şunları belirtebiliriz: Kapitalizmin
bunalımı derinleşiyor ve reel sosyalizmin
sosyalizmde yarattığı tahribatlar açığa çıkıyor.
Reel sosyalizmin çözülüşü ve yıkılışı biraz da
reel sosyalizmdeki anti-sosyalist özelliklerin
çözülüşü ve onun yıkılışıdır. Ne pahasına
olursa olsun, hiçbir sosyalist anlayış reel
sosyalizmin hastalıklarını kabullenemez. Bu,
sosyalizmi tanınmaz hale ve kapitalizme karşı
neredeyse
boğuntuya
getiren
durumun
aşılması, bu hastalıktan kurtularak sağlıklı bir
sosyalizm
anlayışının
gelişme
şansını
yakalamasıdır.
Bu
yönlü
değerlendirmelerimizin şimdi
doğrulandığı
anlaşılıyor. Kapitalizmin artan bunalımı,
yaygınlaşan çatışma durumları ve iflaslar ’90
öncesinden daha fazladır. Biz o zaman da
bunu belirttik ve bu şimdi doğrulanıyor.
Bölge için de aynı hususlar belirtilebilir.
Bölgedeki dengesizliğin ‘yeni nizam’ adı
altlında daha da artacağını, ortaya çıkacak
gelişmelerin devrimler için biraz daha olanak
sunacağını, özellikle Kürdistan Devrimi çağının
başlayacağını vurgulamıştık. Hatta Arap-İsrail
uzlaşması bile aleyhte değil lehte bazı
gelişmelere yol açabilir; yine İran-Irak
savaşının uzlaşmayla sonuçlanması da
çelişkileri ortadan kaldıramayacak ve devrimci
gelişme lehindeki durumları güçlendirecektir.
Uzlaşma biraz daha sağlıklı gelişme ortamına
yol
açacak
ve
emperyalizmin
diğer
işbirlikçileriyle halklar arasındaki çelişki daha
fazla gün yüzüne çıkacaktır.
İşte bunun bir sonucu olarak İslamcı
hareketlerin bunu değerlendirdiği, reel sosyalist
grupların ise bunu değerlendirememekten de
öteye silindiği ortaya çıkmıştır. Eğer doğru bir
sosyalizm anlayışı olsaydı, İslami renkli
hareketlere fazla gerek kalmaz veya bunlar bu
KUMÜNAR
6
kadar başarılı olamazlardı. Ama bilinen
komünist partileri, yine çözümsüz küçük
burjuva milliyetçiliği bu İslami hareketlerin çıkış
yapmasına yol açmıştır. Hem reel sosyalizm
hem de klasik küçük burjuva milliyetçiliği,
işbirlikçi karakterlerinden dolayı halkların
sorunlarına cevap veremiyor. Bu hareketler
reel sosyalizmin çözülüşüyle birlikte halklar
nezdinde itibarlarını epey kaybediyor ve
dolayısıyla İslami hareketler de buradan güç
alıyorlar. Ama diğer yandan Kürdistan
somutunda bizim gelişmemizden de anlaşıldığı
gibi doğru bir sosyalizm anlayışı da büyük
gelişmeler yaşayabilir.
Ortadoğu’daki çelişkiler dengesizliği daha
da geliştiriyor. Bu dengesizlik, devrimci
hareketlerin değişik tonlar ve biçimlerde ortaya
çıkmasına yol açabiliyor. Bu dönem sanıldığı
gibi ‘tarihin sonu’ veya ‘barış çağı’ değil, yeni
tarihin başlangıcı, daha sert ve devrimsel
gelişmelerle zorlu bir döneme girilmesi
anlamına da geliyor. Tabii bu çelişkili bir
durumdur.
Emperyalizmin
dayattığı
statükoculuk da, barışçılık da, ona karşı
tepkiler de iç içedir ve bunlar yavaş gelişiyorlar.
Daha çalkantılı durumlar beklenebileceği gibi
sakin durumlar da ortaya çıkabilir. Ama mühim
olan çelişkilerin kısa sürede yatışamayacağıdır.
PKK’nin Gruplaşma Dönemi
Bir Sosyalist Hareket Olarak
Düşünülmeli
Bu ortamda Kürdistan kendini daha fazla
ifade etme imkanına kavuşuyor. Kürdistan’da
geleneksel
toplumsal
yapının
çözülüşü
hızlanmış, muazzam bir işsizlik ortaya çıkmış,
aşiret ölçüleri yıkılmış ve kapitalizmin tahrip
ediciliği toplumsal yapıyı içinden çıkılamaz bir
durumla karşı karşıya bırakmıştır. Kapitalist
sistem sorunlara hiçbir çözüm getirmediği gibi,
sorunları gün geçtikçe daha da ağırlaştırıyor.
Yine en önemlisi, klasik yönetim anlayışlarının
da artık fazla yeterli olmaması ve aşılması söz
konusudur. Gerek yönetimlerin aşılması, gerek
halkın artık eski durumu yaşayamaması böyle
çok kontrolsüz bir objektif durumun doğmasıyla
sonuçlanıyor. Böylesine objektif gelişmeler
arttıkça, devrime katılım oranı da artıyor.
Devrimci gelişmenin hayat bulması ve
mayalanması büyük bir ivme kazanıyor. PKK
de zaten bunun açık bir ifadesi oluyor;
teorisiyle olduğu kadar pratiğiyle de bu
gelişmeleri değerlendiriyor ve hayat buluyor.
Hiç şüphesiz Kürdistan’ın bütün parçaları
aynı düzeyde gelişmiyor. Değişik sömürgecilik
biçimleri, değişik iktidarlar, değişik tarihi
süreçler buralardaki objektif durumun değişik
derecelenmelerine ve hareketlerin değişik
biçimlerde gelişmelerine yol açıyor. PKK
Hareketinin bu gelişmeleri başından beri doğru
değerlendirdiğini
ve
bu
objektif
değerlendirmeyle birlikte Kürt milliyetçiliği veya
solculuğundaki gelişmeleri de doğruya yakın
değerlendirdiğini, yine sosyalizm, din, aile ve
kişilik anlayışı biçimindeki çözümlemelerin
toplumsal ve ulusal gerçekliği anlamada önemli
ipuçları sunduğunu, derinleşen yaklaşımlarla
kendi bilinç ve örgütlülüğünü geliştirebildiğini
şimdi daha iyi anlamaktayız.
PKK tarihi bu anlamda sadece ulusal bir
tarihin açıklanması değil, uluslararası ve
bölgesel düzeyde ideolojik ve siyasi olarak
objektif durumu ortaya koymak kadar bunu
kendi şahsında ve kendi örgüt kişiliğinde
çözüme kavuşturmayı da ifade ediyor. Yani söz
konusu olan salt dar bir ulusal hareket değildir;
uluslararası düzeyde sosyalizmin, uluslararası
ve bölgesel düzeyde ulusal kurtuluşçuluğun
doğru çözümlenmesiyle doğru bir sosyalist
kişilik ve ulusal kurtuluş kişiliği büyük bir
KUMÜNAR
7
önemle ortaya konuluyor. Her dönemeç
itibariyle
kendisinde
sağladığı
gelişme
böylesine
uluslararası
bir
gelişmeyle
sonuçlanıyor. Bu gelişmeler tümüyle dışa
yansımamışsa da, bunu kendi bağrında
taşıyor.
Demek ki PKK’nin gruplaşma dönemi salt
bir ulusal hareket olarak değil, bir sosyalist
hareket olarak düşünülmelidir. Yine ulusal
kurtuluş kişiliğini şekillendirmesi dar bir
yaklaşımla değil, çağdaş ulusal kurtuluş
kişiliğine yol açması biçiminde anlaşılmalıdır.
En önemlisi de geliştirdiği mücadele biçiminin
çok derin bir yaklaşımla ortaya çıkarılmasıdır.
PKK’nin, emperyalizmin bütün sömürgelerdeki
ezme girişimine ve sonuçta geliştirdiği özel
savaşımın en gelişmiş biçimlerine karşı kendini
bir savaş ve ordu gerçekliğine ulaştırması söz
konusudur. Bu anlamda savaş ve ordu
gerçekliği günümüz emperyalizminin dayattığı
özel savaşımları aşma pratiğidir. Bu yönüyle
1980-’90 yılları arasında geliştirilen çalışmalar,
devrimci bir sosyalist partinin yaratılmasına
olduğu kadar, devrimci bir ordunun da
uluslararası düzeyde anlamlı bir şekilde
yaratılmasına fırsat veren çalışmalardır. Bu
çabalar sadece 12 Eylül rejimini değil,
emperyalizmin tüm özel savaş dayatmalarını
karşılama çabalarıdır.
Parti bu denli uluslararası etkileri olan bir
parti, savaş da böylesine etkileri olan bir
savaştır. Nitekim PKK’nin uluslararası bir
tehlike olarak değerlendirilmesi ve ‘dünyanın
en terörist örgütü’ biçiminde bir yargılamaya
tabi tutulması bu nedenledir. Yani bu
değerlendirmeler onun sistem için arz ettiği
alternatif olma özelliğinden kaynaklanıyor,
tehlikeyi böyle somut hissediyorlar. Özel
savaşa karşı devrimci savaşın sonuçlarının da
yalnız Kürdistan’la ilgili kalamayacağını
düşünerek, ona göre karşıt çabaları bölgesel
zirvelerden tutalım zaman zaman NATO’yu işe
karıştırmaya kadar götürebiliyorlar. Bütün
bunlar gösteriyor ki, partileşmemiz sadece bir
ulusal partileşme değil, enternasyonal bir
partileşmedir. Yine savaşımımız sadece bir
ulusal kurtuluş savaşımı değil, enternasyonal
bir savaştır.
Mevcut uluslararası ve bölgesel durumla
birlikte partimizin ortaya çıkışını ve yol açtığı
gelişmeleri bugüne kadar böyle özetleyebiliriz.
Önümüzdeki dönem itibariyle de bu süreçler
daha da hızlanarak devam edecektir.
Uluslararası siyasal gelişme süreci kesinlikle
Kürdistan’ın aleyhine değil, lehinde gelişmelere
tanıklık edecektir. Şu anda mevcut emperyalist
kampın içindeki çelişkiler, ABD, Avrupa, Japon
bloklaşması
ve
yine
Rusya’nın
bu
bloklaşmadaki yeri, Çin’in ortaya çıkışı, yine
bağımlı ve geri konumdaki ulusların artan
sorunları öyle bir durum yaratmış ki,
emperyalizmin eskiden sağladığı istikrarı bir
daha mumla aratacak cinstendir. Bunun
Kafkaslar, Balkanlar ve Ortadoğu’daki çalkantılı
duruma olan etkisini zaten gün be gün
yaşıyoruz. Bütün bunlar istikrarın değil
istikrarsızlığın gelişeceğini, emperyalizmin
daha
da
zorlanacağını,
çelişkilerinin
yoğunlaşacağını ve bundan epey çatlaklıkların
boy vereceğini gösteriyor. Nitekim bunlar daha
şimdiden
bizim
dahi
yararlandığımız
çatlaklıklardır. Balkanlarda, Ortadoğu’da ve
Kafkasya’daki çatlaklıklar uzanabileceğimiz
düzeye kadar gelmiştir.
Yine özgül olarak bölgemizdeki Arap-İsrail
uzlaşması, İran’daki durumlar ve en önemlisi
de çokça övünülen Türk istikrarının bir
istikrarsızlığa gitmesi, önümüzdeki süreçte
sanıldığından daha fazla yeni gelişmelerin
habercisi olacaktır. Asıl pratik politikalar bu
gelişmelerle
birlikte
ortaya
çıkacaktır.
Partimizin değerlendirmeleri ve asıl siyasal
görüşleri önümüzdeki bu dönemde hayat
bulacaktır. Şimdi sınırlı bir biçimde yaşama
geçiyor,
fakat
önümüzdeki
dönemde
gerekenler yapılırsa, bölgeselleşmesi ve
uluslararası bir hal alması hiçbir dönemle
kıyaslanmayacak kadar ileri bir nitelik
kazanacaktır.
Kısaca bunları belirledikten sonra günümüz
Kürdistan’ında yaşanan durumu da özetlersek,
mevcut objektif durumun içinden çıkılmaz bir
hal aldığını, özellikle Türk sömürgeciliğinin hem
ekonomik, hem de siyasal ve askeri olarak
yönetemez duruma getirildiğini görüyoruz.
Kürdistan’da artık sömürgeci ekonomiden ve
onun siyasal ve askeri denetiminden güçlü
olarak bahsedemeyiz. Gerçekten bunun
tümüyle aşılma durumu vardır. Çıplak bir işgal
ve özel savaş rejimi söz konusudur ve bu
savaş kendileri için astarı yüzünden pahalı bir
savaştır. Bunun Türkiye üzerindeki bunalımı da
zaten çok şiddetlidir. Son ekonomik ve siyasi
bunalım had safhadadır. Bir yönetememe
durumuyla yüz yüze bulunuyorlar. Ancak
Kontrgerilla Cumhuriyeti dedikleri bir rejimle
yönetilir duruma gelmişlerdir.
KUMÜNAR
8
Bu
konuda
Güney
Kürdistan’daki
gelişmeleri de özetlersek, klasik sömürgecilik
aşılıyor; ya demokratik bir federasyonlaşmayla
Irak bütünlüğü çerçevesinde bir çözüme
giderler, ya da Kürt Federe Devletini kurmaya
veya bağımsız bir devlet olmaya doğru yol
almak zorundalar. Aksi halde bu geçiş
aşamasını bu haliyle fazla sürdüremezler. İster
devletleşme
ister
demokratik
bir
federasyonlaşma olsun, bu yönlü gelişmeler
devrimci gelişmeleri hızlandıracaktır.
Görülüyor ki, mevcut objektif durumlar daha
da kontrol dışı ve devrimle çözmeyi dayatan bir
gelişme halinde bulunuyor. Hiç şüphesiz
emperyalizm burayı denetlemek için bazı
modeller geliştirmek istiyor. Kürt Federe Devlet
modelini Kuzey’e de yaymak istiyorlar, fakat
klasik Türk rejimi buna imkan vermiyor. Özal
krizi, aslında Özal’ın faili meçhul bir biçimde
öldürülüşü ve daha sonra birçok faili meçhul
cinayetin varlığı da Kemalist rejimin içindeki
veya karşısındaki güçlere gösterdiği terörle
bağlantılıdır. Emperyalizmin ve ona yandaş
olan politikacıların sağlamak istedikleri yeni
statüyü tanıma, 70 yıllık statükoyu amansız bir
biçimde götürmesinden kaynaklanıyor. Her ne
kadar şimdi iktidar bunlarda da olsa, buna tepki
duyan çok geniş çevreler var. Halkın kendisi,
bizzat Kürdistan’daki devrim, hatta işbirlikçilerin
de artık bununla fazla yol alamayacaklarının
ortaya çıkma durumu var. Emperyalizm de
bundan derin bir rahatsızlık duyuyor.
Bunlar çok çelişkili ve çok geçiş aşamalı bir
durumun yaşandığını göstermektedir. Bu
denge bu haliyle fazla uzun süremez. Zaten
devrimci mücadelenin günlük olarak faaliyetleri
de bu dengeyi oldukça zorluyor ve sonuçsuz
bırakıyor. Yani klasik Kemalizm’in artık yeniden
eski
istikrarı
bulması
mümkün
görünmemektedir. Bütün uluslararası ve
bölgesel
şartlar ve en önemlisi de
Kürdistan’daki devrimci gelişmeler buna
meydan vermiyor.
Devrimci hareketimiz de parti tarihimizin
kısa anlatımında görüldüğü gibi partileşme,
ardından gerillalaşma ve ordulaşmada bugün
vardığı düzeyle bütün özel savaşımı geçersiz
kılacak ve sınırlayacak bir boyuta ulaşmıştır.
Yine işbirlikçi çözümü işlevsiz bırakacak kadar
olgunlaşmış, özgücüne kavuşmuştur. Bu
noktada partileşme sorunlarına değinme
gereğini duyuyoruz.
PKK Hareketi Sisteme Alternatif Bir
Harekettir
Her ne kadar partileşme başarıyla
sağlanmış, yine ordulaşma artık bir daha
tasfiye edilemez bir noktaya gelmişse de,
yaşanan ağır sorunları ve yerine getirilmesi
gereken görevleri görmezlikten gelemeyiz.
Partileşme sorunları en kapsamlı olarak ortaya
koymaya
çalıştığımız
sorunlardandır.
‘PKKlileşelim, Savaşı Kazanalım’ adı altında
bir kitapta bir araya getirdiğimiz bu
değerlendirmeler, sorunları yakıcı bir biçimde
ortaya koymaktadır.
Biz partileşirken, özellikle ilkel milliyetçiliğe,
Kürt ve Türk küçük burjuva sahte solculuğuna
ve sosyal şovenizme karşı ideolojik olarak iyi
bir mücadele verdik ve bu anlamda partiyi
kazandık. Yine gerek burjuva partilere, gerekse
eylem hareketi haline gelmiş ilkel milliyetçi
partiler veya hareketlere karşı verilen siyasal
bir savaşım vardı ve bu siyasal savaşım da az
çok kazanıldı. Bunun için ideolojik ve siyasal
mücadele çizgisi olarak başarısını kesinleştirdi.
Bunun tarihçesi aşağı yukarı şöyledir: İlk
grup döneminde, yani ’80’lere kadar ilkel
milliyetçiliğe, sosyal-şovenizme ve küçük
burjuva reformizminin her çeşidine karşı yoğun
bir biçimde ideolojik mücadele verdik ve bu
mücadeleyi kazandık. Yine özellikle 12 Eylül
faşizminin Güneyli işbirlikçi güçlerle de işbirliği
ederek siyasi etkimizi ortadan kaldırmak ve bir
hareket olarak bizi boğmak için geliştirdiği
saldırılara 15 Ağustos Atılımıyla ve silahlı
propagandayla karşılık vererek ayakta kalma
savaşını verdik. Bu da siyaset olarak ayakta
kalmamız ve ayakta kalmak için de gerilla
savaşına nasıl yönelmemiz gerektiğini ortaya
koydu.
Kısaca
1980-’90
yılları
arası
partileşmenin, onun ideolojik ve siyasi çizgisi
ve
kazanımlarının
kesinleşmesi
kadar
ordulaşma ve gerilla savaşımının da
zorunluluğunu beraberinde getirdi.
1985-’90 yılları arasını karakterize edecek
en önemli olay, gerillalaşmanın oturtulma
savaşıdır ve ’90’dan günümüze kadar parti
öncülüğüyle
birlikte
gerillanın
artık
yıkılmayacak bir olgunluk düzeyine gelmesidir.
Burada önemli olan parti ve ordu
gerçeğimize içten yöneltilen dayatmaların
niteliğidir. Bizimle ancak özel savaş rejimi
dıştan savaşı yürütür ve içten dayatmalar da
özel savaştan ayrı olarak düşünülemez. Asıl
ideolojik, siyasal ve örgütsel mücadele içe
KUMÜNAR
9
kaydı. Şimdi daha iyi görüyoruz ki, dışta bir
yerde yenilgiye uğrayan Kemalist, feodal ve
aşiretçi etkileri taşıyan ne kadar güç varsa aslında bu da bir anlamda doğal olarak içeride
başını uzatmadır- bunun arayışını geliştirme
havasına girmişlerdir.
1985’ten günümüze kadar geliştirilen
çözümlemeler bir anlamda parti içi sınıf
savaşımıdır, hatta parti içindeki düşmanı açığa
çıkarma
çözümlemeleridir
ve
bu
değerlendirmeler çok önemlidir. Yine dikkat
edilirse, parti içinde her geçen gün ve hatta her
geçen yıl artan bir karşı koymayı görüyoruz.
Provokasyonlar ve orta yolculuk tarihi ile
yetersiz devrimciliğe bakalım; özellikle Önderlik
gerçeğine
yanılgılı,
sahte
ve
çarpık
yaklaşımlara bakalım ve bu konuda yürütülen
yoğun savaşımı göz önüne getirelim: Ulusal ve
sınıfsal savaşım ile sosyalizmin ilkel milliyetçi
ve reformist anlayışlara karşı yoğun bir
savaşım içinde olduğunu göreceğiz. Yalnız
bazı provokatörler ve düşman dayanakları,
sınıf dışı etkiler, Kemalist etkiler, ağalık ve
aşiret etkileri deyip de bu mücadeleyi
daraltmayalım. Şimdi daha iyi anlaşılıyor ki,
oldukça kapsamlı, geniş boyutlu, ulusal,
sınıfsal ve hatta uluslararası dayanakları olan
bir mücadeleyi yaşadık.
kadar yakıcı biçimde uyguladıklarını şimdi
daha iyi anlamaktayız.
Provokasyonlar tarihi, bir yerde partiye karşı
yürütülen özel savaşım, bir şahıs veya salt bir
ajan hareketi değil, Kemalizm’in dış ve iç
dayanaklarının birleşik etkisi altında, bazı
provokatif kişilikler şahsında dile gelse ve çok
yaygın olan yetersiz devrimcilikle her türlü
feodal aşiret etkilerini arkasına alsa da, özünde
bir karşı-parti hareketidir. Muazzam kölelik
zemini, yine küçük burjuva yaşam anlayışlarını
-ki bu Türk Kemalist ideolojisi, kapitalizmi ve
burjuvalaşmasının yaşam anlayışıdır-, feodalaşiretçi yaşam alışkanlıklarını -ki bunların da
sömürgecilikle bağı açıktır- ve bunların
oluşturduğu zemini arkasına alarak, partinin
zorluklarını da fırsat bilerek yüklendikleri bir
karşı-parti olma hareketidir ve bu çok somuttur.
Bunların merkezleri, kadroları ve savaş
taktikleri -ki bunların savaş taktikleri özel savaş
taktikleridir, ama daha değişik ve ince
biçimlerdedir- vardı. Kişilikleri özel savaşla çok
benzerlik arz eden bozguncu tiplerdi. Yani
bunların hangilerinin objektif, hangilerinin
sübjektif ajan olduğunu kestirmek bu yüzden
çok zordu. Ama vardıkları sonuçlar son derece
çarpıcı ve benzerdi.
Daha ’80’lerin başlarında dayatılan Semir
provokasyonunun emperyalist bağlantısı, yine
Kemalist bağlantısı ve iç gericilikle bağlantıları
çok somuttu. O bunu şöyle maskeleyebildi:
Avrupa yaşam tarzını, küçük burjuva yaşam
tarzını sanki küçük bir farkmış gibi ortaya
koyarak yansıtmak istedi. Ama dayatmasının
temelinde partileşmeye, onun ideolojik, siyasal
ve örgütsel gelişmesine karşı kapsamlı bir
saldırı söz konusuydu. Bu provokasyonun
ardından geliştirilen farklı provokasyonlar da
vardı.
Bunların bize karşı bir savaş yürüttükleri
kesindir. Yani bunların tarihte uzlaşmaları ne
kadar gerçekse, parti içinde de bu biçimde
uzlaşmaları söz konusudur. Belki bunlar çok
bilinçli kurulan ilişkiler değildi. Kaldı ki, tarihte
hep böyle bilinçli ilişkiler aramak da fazla
anlamlı değildir. Çünkü eğilimler kendi
kendilerine birleşirler. Aşiretçi feodal özellikle
Kemalist özelliğin yetmiş yıldır gayri meşru
birliği söz konusudur. Tarihte bunların
Osmanlılarla birlikteliği vardır. Hatta bunu daha
da gerilere uzatabiliriz. Yine bunların
yarattıkları yaşam alışkanlıklarıyla hızla
birbirlerini tanıma durumları vardır.
Biz her ne kadar provokasyondur deyip
geçiyorsak da, bunlar partiye karşı karşı-parti
olma hareketleridir. Yani PKK’nin gerçek
devrimci özüne karşı amansız savaşan
güçlerin
hareketidir.
Bunun
Semir
provokasyonunda şöyle formüle edildiğini
biliyoruz: “73’lerde nasıl ortaya çıkmışsa, bu
PKK’yi aynı tarzda toprağa gömmek gerekir.”
Günümüze kadar özel
savaşımın da
desteğiyle, PKK’nin ortaya çıkışının yol ve
yöntemlerini adeta taklit edercesine, el atılan
her gelişme yöntemini karşı bir silah olarak
kullanıp ‘toprağa gömme’ dedikleri tarzı ne
Kendi deyişleriyle adeta “Birbirimizin
gözüne bakarız, ne demek istediğimizi anlarız”
gibi bir yaklaşımları vardı. Bunların bir formülü
de buydu ve bunlar birbirlerinin kokusunu
alarak
bir
araya
gelirlerdi.
Nitekim
gruplaşmalarında sandığımızdan daha fazla
geri
yapımızı
ve
özellikle
köleliği
kullanıyorlardı. Bunlar yüzyıllardır bu köle
köylülüğü, bu ortaçağ kalıntısını oldukça
kullanmışlardır ve içimizdeki zemini de böyle iyi
değerlendirip
kullanabiliyorlar.
Zorlukları
bahane edip bu kesimlere bazı sahte yaşam
umutlarını dağıtarak, örneğin “Sana ev buluruz,
KUMÜNAR
1
yemek buluruz, kadın ya da erkek buluruz”
biçiminde böyle bazı sahte yaşam olanaklarını
sunarak bunları nasıl baştan çıkardıklarını çok
iyi biliyoruz.
Düşman Sadece Dışta Değildir
Sonuç olarak, bu karşı-parti hareketleri
aslında sandığımızdan daha fazla derin,
kapsamlı tarihi temeli, çok güçlü sosyal
dayanağı ve oldukça eğitilmiş çok kurnaz siyasi
temsilcileri olan bir karşı-parti hareketidir.
Bunun parti tarihimizde nasıl geliştiğini
Şahin, Semir, daha sonra Cafer, Hüseyin
Yıldırım, Şener, Terzi Cemal gibi kişiliklerin
önderlik ettiği karşı-parti dayatmalarında
görüyoruz.
Bu
karşı-parti
yaklaşımları
günümüze kadar adeta yılda bir kişi ortaya
çıkarılarak geliştirilmek isteniyor. Bunların
içinde en önemlisi de Fatma’dır. Bunların
Fatma gibi özellikle bize karşı tüm taktikleri
esas alınan bir beyni, ruhu ve baştan
günümüze kadar bize musallat olan amasız bir
savaşım içinde olduğu ideolojik ve siyasal bir
öncülük söz konusudur.
Biz bunun PKKlileşmedeki yerini ortaya iyi
koymaya çalıştık. Bu savaşımın ideolojik,
siyasal, ruhsal, örgütsel ve askeri tüm
yönleriyle
iç
içe
geliştiğini
çeşitli
değerlendirmelerimizde ortaya koyduk. Bunun
kayıpları da oldu, ama büyük kazanımlarının
da olduğunu şimdi daha iyi anlıyoruz. Bir
anlamda provokasyonun veya karşı-partinin
faaliyetlerini ’75’lerden günümüze kadar ele
aldık ve zaten bunların hepsi birbirleriyle
bağlantılıydı.
En çok birbirlerine karşıt gibi gözükenlerin
bile objektif veya sübjektif olarak birbirlerinin ne
kadar devamı ve hizmetinde olduklarını,
birbirleriyle ne kadar uzlaşıp birleştiklerini
açıkça gördük. Bunların gücü köleci zeminde,
egemen
hale
getirilen
yaşam
alışkanlıklarında, hiç çalışmadan emek
hırsızlığı
yapmada,
fitne
fesatta,
kurnazlıklarda ve bozgunculuklarındadır.
Toplumumuzun bunun için ne kadar elverişli bir
durum arz ettiğini, yani bu tip yöntemlerin ne
kadar sonuç aldığını göz önüne getirirsek,
bunların gücünün küçümsenmeyeceğini şimdi
daha iyi anlıyoruz.
Bunlara karşı büyük bir yurtseverlik ve
büyük bir sosyalist emek hareketiyle muazzam
bir örgüt ve kişilik savaşımı verilmiştir. PKK
tarihini bu yönüyle değerlendiremeyenler
aslında bunların temsilcileridir. Bunu da
önemle vurgulayalım. Yürüttüğümüz bütün bu
savaşı göremeyenler veya görüp bildikleri
halde
gereklerini
kendi
kişiliklerinde
somutlaştıramayanlar, özümseyemeyenler bir
yerde bu kontrpartiyi (karşı-partiyi) içimizde
yaşatmak isteyenlerdir. Çıkarılması gereken en
yakıcı sonuç budur.
Bunların faaliyeti durmadı. Yoldaşlarımız ne
kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, bunların
dayandığı örgütsüz zemini aşamayanlar, yani
savaşa doğru yaklaşmayanlar, özellikle gerilla
savaşında yaratıcılığı ve parti ölçülerinde
gelişkinliği
tutturamayanlar
kimi
uygulayacaklar, kime zemin sunacaklar? Tabii
kontrpartiye, karşı-partiye zemin sunacaklar.
Nitekim kısa bir süre sonra bazılarının buna
soyunduklarını biliyoruz. Bunun iyi niyetle de
fazla ilgisi yoktur. Burada çok çetin bir kişilik
savaşımı var. Geri sosyal yapıya, yine işbirlikçi
ulusal gelişmelere karşı verilen savaşımı, en
önemlisi de gerilla savaşımının çetinliğini,
eğiticiliğini ve örgütleyiciliğini göremez ve
bunun
hakkını
veremezsek,
yine
yuvarlanılacak yer provokasyona elverişli
zemindir ve hızla bu zemini kullanarak bir
provokatör durumuna kayılmasıdır. Bazıları bu
zemine hızlı gelir, bazıları sonra gelir, bazıları
da gelmeye cesaret edemez. Ama bu
bağlantıyı şimdi çok iyi görüyoruz.
Kısaca
parti
içindeki
savaşımdan
çıkarılması gereken sonuçlar var. Karşı-parti
hareketinin öyle küçümsenir bir hareket
olmadığı, tam tersine özel savaşın en çok umut
bağladığı bir savaş olduğu ortaya çıkmıştır.
Bunun önderlik tarzının da ortaya çıkış
özellikleri var. Bu provokasyon öğesinin
önderliği adeta bir gözcü, bir denetçi gibi
başından itibaren Önderlik gerçeğinin başına
konmuş veya kondurulmuş bir konumdadır.
Hiç şüphesiz Önderlik gerçeği de bunun
farkındaydı. O da bu TC dayatmasını, bu
işbirlikçi zemin dayatmasını görüyordu. Fakat
öyle bazı arkadaşlarımız gibi “Bir günde
ezelim, imha edelim” yaklaşımıyla üzerine
gitmemesinin ne kadar tarihi ve taktiksel bir
yaklaşım olduğu bugün daha iyi anlaşılıyor.
Önderlik gerçeği hesaplaşmayı işbirlikçi
zemine karşı sağlam götürmezse -ki bu
Kürdistan içi can alıcı bir gerçekliktir-, bununla
hesaplaşmayı aile bünyesinde, sosyal, ulusal
ve en önemlisi de örgütsel savaş gerçekliği
içinde bütün yönleriyle görüp değerlendirmez
KUMÜNAR
1
ve karşı koyma hareketini geliştirmezse,
Kürdistan’daki TC’yi, özel savaş TC’sini,
PKK’deki TC’yi, PKK içindeki düşmanı görmek,
değerlendirmek, kontrol altına almak ve
etkisizleştirmek imkansızdır.
Önderlik gerçeğinin bir
de bu yönüyle anlaşılması
gerektiğinin
ne
kadar
önemli olduğunu şimdi daha
çarpıcı olarak anlıyoruz. Bu,
Kürdistan tarihinde çok ayırt
edici ve son derece önemli
bir
gelişmedir.
Eğer
devrimci
ve
giderek
başarıya giden bir önderlik
oluşturmak istiyorsanız, onu
oluşan Kürdistan kişiliğinde
kazanacaksınız.
Önce
kendi
kişiliğinizi,
sonra
aileye
sızmış
düşman
özelliğindeki,
kadın
köleliğindeki, özel ilişkideki,
kardeş ilişkisindeki, ana
baba ve ata ilişkisindeki
kişiliği
görüp
fethedeceksiniz. Yine bütün
bunlar için gerici aile
ilişkileri, gerici kadın-erkek
ilişkileri ve bağları, gerici
veya sömürgeciliğe ve onun
özel savaşımına oldukça bağlı ve buna zemin
oluşturan -biz buna objektif ajanlık diyoruz,
ama bu sübjektif ajanlıkla iç içedir, her aile ve
her kişi bununla iç içe yaşıyor ve gelişiyor; bu
bir Kürdistan realitesidir, özgül bir durumdurbu durumla böyle bir karşılaşmayı yaşamadan
partileşme mümkün değildir.
Bu, düz anlayışlı arkadaşlara da sanırım iyi
bir derstir, umarım bu sefer anlarlar. “Düz bir
yurtsever parti oluşturduk. İçinde düz bir
partileşme, düz solculuk, düz sosyalizm ve
yurtseverlik var. Yani içinde düşman yok,
içinde düşmana hizmet sunan bir zemin yok”
diye yaklaşım gösterenler ne kadar gafil,
tedbirsiz ve örgütsüz olduklarını şimdi daha iyi
anlıyorlar. Önderlik gerçeğine hakim olan
tedbirlilik ve örgütlülük, düşmanı sürekli
kendi içinde hissederek kendindeki düşmanı,
ailecilik ve ahbap çavuşluk kılıfı altındaki
düşmanı, kadın veya erkek kılığındaki düşmanı
-buna erkek özellikleri veya kadınsı özellikler
altındaki düşman diyelim- görmeseydi ve
bunların Kürdistan için neyi ifade ettiğini, ulusal
kurtuluş sürecine, partinin örgütlülük düzeyine
ve gerilla taktiklerine nasıl yansıdığını ortaya
koyamasaydı, acaba bu Önderlik başarılı
olabilir veya Önderlik günümüze kadar
yaşayabilir miydi? Önderliğin günümüze kadar
yaşayamayacağını ve bu mücadelenin en
büyük yaşam gücü olduğunu hepiniz çok açık
görüyorsunuz.
Bundan
çıkarılması
gereken sonuç şudur:
Demek
ki
düşman,
işbirlikçilik ve yine orta
sınıf dediğimiz tabaka
sadece dışta değildir; bir
de
bunların
içimize
yansıyan
temsilcileri
vardır. Çok usta taktiklerle
dıştaki özel savaşa ve
işbirlikçiye karşı olduğu
kadar, partimizin içindeki,
hatta
birey
olarak
içimizdeki
düşman
anlayışlarına ve yaşam
alışkanlıklarına, bunların
örgütlenmesine,
bozgunculuklarına,
kişiliksizleştirmelerine ve
savaşı
her
yönüyle
düşürmelerine
karşı
mücadele edilmeden, nasıl
Önderlik gerçeğine, parti
gerçeğine ulaştık diyebilirsiniz? Bu savaşımı
başarılı verdiğinize nasıl emin olabilirsiniz?
Bunu deneyen komünist ve milliyetçi örgütler
oldu. Ancak bunların ömürleri bir iki aylıktı.
Örneğin Türk devrimci sol hareketleriyle Kürt
milliyetçi hareketlerine bakarsanız, bunların
ikinci ayda içlerindeki düşman tarafından elde
edildiklerini göreceksiniz. Mustafa Suphi
hareketinin, bir bütün olarak Kürt isyanlarının,
Barzani hareketinin, Türkiye KDP’nin ve
kurulan irili ufaklı birçok solcu hareketin içteki
düşman tarafından nasıl önce birbirlerine
düşürüldüğünü,
bazılarının
imha
edilip
diğerlerinin de sonradan nasıl bir ajan
kurumlaşmaya tabi tutulduğunu çok iyi
biliyorsunuz.
Orta Sınıf Partisinin Zemini
Köleliktir
Tüm bunlar ilk günden itibaren bize de
uygulanmak istendi. Biz de bunun farkında
olarak, devletin bu büyük asırlık oyununu iyi
gördük. Bu konuda endişelerimiz olmakla
birlikte, korkularımız kadar cesaretimizi de
KUMÜNAR
1
kullanarak karşı koymayı uygun yöntemlerle
geliştirdik. Bundan derin sonuçlar çıkararak
partileşmenin devrimci tarzına, onun örgütlü ve
silahlı savaşımına, onun yaşam tarzına yönelik
kişilik çözümlemeleriyle devrimci kişiliğin,
savaş kişiliğinin, komuta kişiliğinin özellikleri ve
görevlerinin neler olduğunu, yaşamı günlük
olarak ve hatta ömür boyu nasıl yürütmeleri
gerektiği gibi hususları açtık. Bütün bu
konularda geliştirilen açıklamalar özünde
partileşmenin ta kendisidir. Bu tarzda
partileşme,
kazanan
ve
gerçekleşen
partileşmedir. Gerilla savaşımının ve cephe
çalışmalarının gelişimindeki temel neden böyle
bir partileşmedir. Bu yönlü gelişmeler bütün
yoğunluğuyla devam ediyor.
Buna bir de orta yolculuğu eklemeliyiz.
Kürdistan’da orta sınıf zeminin ne kadar güçlü
olduğunu biliyoruz. Özellikle günümüzde
bastıran bir devlet ve bir de ona karşı koyan
hareketimiz vardır.
Şimdi
orta sınıfın
acınmaları, sızlanmaları ve bu sınıfın her iki
tarafı kullanmak istemesi çok somuttur. Burjuva
partilerinin, küçük burjuva partilerinin ve
işbirlikçi
hareketin
durumundan
bunu
anlayabiliriz. Yine legal, sözüm ona demokrat
ve yurtsever geçinen bazı hareketler var.
Onların da bu durumdan ne kadar yararlanmak
istediklerini biliyoruz.
Bunları bir yana bırakalım, şu meşhur
gözetlemede
bulunmaya,
hangi
taraf
bastıracak diye işin kolayına ve zora
sokmayana alet olmaya, Avrupa ve ucuz
yaşam vaatleriyle yönetimi ele geçirip bireysel
tutkularını anı anına yaşamaya, kendi şahsı
etrafında bir küçük grup oluşturarak maddi ve
manevi tüm parti olanaklarını kullanmaya ne ad
vereceğiz? Bunların hepsine ajan diyemeyiz.
Bunlara orta sınıfın parti olma faaliyeti
diyebiliriz. Yani içimizde bir kontr-parti, bir de
orta sınıf partisi var. Örneğin bir Mardin
Eyaletimizi ele alırsak, bu orta sınıf partisinin
kendisini nasıl geliştirmek istediğini, bunu
başaramayınca daha sonra kontr-partiyle nasıl
bütünleştiğini ve kontrgerillanın hizmetine
girdiğini çok çarpıcı bir biçimde görürsünüz.
Bunu o kadar sıcağı sıcağına yaşıyorsunuz ki,
belki de buna hayret ediyorsunuz; ama orta
sınıfın da bir parti olduğunu ve her ne kadar
dışımızdaki temsilcileri fazla başarılı olmasa
da, bunun içimizde temsilcilerinin olmayacağı
anlamına
gelmediğini
şimdi
daha
iyi
anlıyorsunuz.
Orta sınıf güçlü bir sosyal zemindir ve her
zaman siyaset yapmak isteyecektir. Dışarıda,
legal partide yapamazsa, illegal partide ve
içimizde
yapacaktır.
Nitekim
birçok
eyaletimizde, hatta yurtdışında kendini dayatan
bu parti böylesine bir partidir. Bu ne tam kontrpartidir, ne tam devrimci partidir, ikisinin
ortasındadır. Kontr-partiyle ilişki ve irtibatları
zor dönemlerde, devrimci partiyle ilişkileriyse
gelişme hız kazandığı dönemde başlar. Ama
bu ikisinin arasındaki çatışmaya dayanarak
kendisini hep ayakta tutmak, boşluktan ve
ikisinin
zorlanmasından
yararlanmak,
mümkünse kendini öne geçirmek ister. Bu,
dünya ve bölge çapında da olduğu gibi, orta
sınıf kaynaklı hareketlerde de böyledir ve
içimizde de artık bu duruma gelmiştir.
İlkel milliyetçiliğin bir yerde orta sınıf kökeni
de vardır. Örneğin YNK ve küçük burjuva
reformizmi dediğimiz gruplar bir yandan bizimle
ilişkiye uzanırken, bir yandan da TC veya
emperyalizmle ilişkilere gidiyorlar. Onlara
gidiyor, “Devrimi durdurmak istiyoruz, bize
yardım
edin”
diyorlar;
bize
geliyor,
“Emperyalizm ve sömürgecilikle ilişkilerinizi
düzeltmek istiyoruz, bize yardım edin” diyorlar.
Bu konudaki faaliyetlerini de oldukça
hızlandırmışlar.
İşte içimizdeki bazı yaklaşımlar da bunun
zeminidir. “PKK’nin devrimci kanadı veya
radikal kesimi zorlanabilir, bazı eyaletleri
tutalım, Güney’deki bazı kampları da elverişli
hale getirelim, eğer fırsat bulursak gerilla dışı,
biraz liberal ve siyasi çözümden yana olan bir
PKK ortaya çıkarırız” diyorlar. Kontr-partiyle bu
partinin zaman zaman bir araya gelip bilerek
veya bilmeyerek devrimci nasıl partiyi
zorladığını bütün gelişme süreçlerimizden daha
iyi anlarız. En son siyasi liderlik adı altında
kendini öne çıkarmak isteyen anlayışların da
böylesine
bir
orta
parti
olarak
değerlendirilebileceğini açıkça belirtebiliriz.
Orta sınıf partisine zemin teşkil eden şey
köleliktir. Yetersiz devrimciliğin kendisi orta
sınıf particiliğidir. Bu kavramları parti içinde çok
tartışıyor, “Yetersiz devrimcilik neredeyse
saflara hakim oldu” diyorsunuz. Bu doğrudur.
Şu
anda
gerilla
komutasında,
cephe
komutasında, kısacası parti temsilciliklerinin
tutması gereken bütün yerlerde yetersiz
devrimcilik neredeyse egemendir. Yetersiz
devrimciliğin sınıf temeli orta sınıftır. Orta sınıf
zaten kendi başına yetersiz sınıftır ve bu kadar
KUMÜNAR
1
yetersiz devrimcilik de ancak yetersiz orta
sınıf devrimciliğiyle ifade edilebilir. Yetersiz
devrimciler zaman zaman kontr-partiye zemin
teşkil ediyor veya kaçıyor, zaman zaman da
devrimci partiye geçiyorlar. Bunun ikisi de
mümkündür. Devrimci parti bastırırsa devrimci
partinin yanındalar.
O halde orta sınıfın veya yetersiz
devrimciliğin genel bir kavram olamayacağı,
sosyal temelde kontr-partinin devrimci partiden
ayrı ele alınmayacağı, onunla sıkı bir
mücadele, ilişki ve çelişki içinde olduğu, hep
kendisini gözettiği, fırsat bulursa öne çıktığı,
yetersizliğini bir orta sınıf partisi haline getirdiği,
zorlanırsa kontr-partiye kayacağı, devrimci
parti bastırırsa da yığınla devrimci partiye
geçeceği, ama her zaman da yetersizlik
biçiminde kendisini dayatacağı açıktır.
Orta sınıf partisi zora gelmez, dayatıcı
olmaz ve devrimci savaşta kazanmayı esas
almaz. Yeterli örgütü, yeterli gerillayı, yeterli
savaşçıyı, yeterli orduyu, cephede yeterli kitleyi
ve kısacası mücadele için yeterli olacak şeyleri
yapmak onun için mümkün değildir. Çünkü her
şey onun için yetersiz olmalıdır. Bu anlamda da
bu sınıf yaklaşımında yenilgi esastır. O halde
saflarımızdaki yetersizliğin böylesi bir tanımı
vardır ve bu, fırsat buldukça en az kontr-parti
kadar tehlikeli olacaktır. Nitekim oluyor da. Bu
savaşın istediğimiz tarzda gelişmemesinde ve
parti öncülüğünün sağlam oturtulmamasında
bu yetersiz devrimciliğin, dolayısıyla orta sınıf
kökenli orta yolcu yaklaşımların büyük payı
vardır.
Böylece kontr-parti ve orta sınıf partisi
nedir, nasıl ortaya çıkıyorlar, sınıfsal ve
uluslararası
dayanakları,
yine
kendi
aralarındaki ilişki ve çelişkiler, devrimci parti
içindeki gelişmeleri, ilişki ve çelişkileri, parti
tarihi boyunca gelişme süreçleri ana hatlarıyla
bu şekilde ortaya konulabilir. İsteyen parti
tarihimizde buna yönelik yapılan kapsamlı
değerlendirmeleri de göz önüne getirerek bilinç
noksanlığını giderebilir ve kendini doğru
tanımlayabilir;
“Ben
bu
partileşmenin
neresindeyim?” diye kendine sorabilir.
Partileşme Sağlanmadan
Mücadele Başarıya Ulaşamaz
PKK’nin ilk çıkışında da ifadesini bulan
sosyalizme yaratıcı yaklaşım, demokratizme ve
ulusallığa devrimci yaklaşım, insanlığa en özlü
hümanist yaklaşım partimizin temel ideolojik
kavramlarıdır. PKK’nin siyaset olarak da antiemperyalizm, anti-feodal, anti-aşiretçilik, antigericilik biçiminde bazı kavramları ve sloganları
vardır. Daha da somut olarak sömürgeciliğin
her türlü iç ve dış dayanaklarına karşı olma
biçiminde bir siyaseti söz konusudur. PKK,
demokratizm, sosyalizm ve tam bağımsızlık
doğrultusunda özgür bir halk ve toplum
yaratmayı program edinir. Bunun dışında
özellikle de yaşamda savaşçı ve örgütçü
özelliği çok somuttur. Partimizin fedakarlığı,
cesareti, inisiyatifi, somut koşullara uygun
anlatım kabiliyeti, nerede nasıl yaklaşılacağı,
nerede nasıl ele geçirileceği, nerede nasıl
savunulacağı, nerede nasıl bırakılacağı
biçiminde bütün devrimci görevlere örgütçülük
ve mücadelecilikle usta bir yaklaşımı vardır ve
başarıyı mümkün kılacak her yol ve yöntemi
dener. Bu, parti tarihimizde çok yönlü
anlatılmıştır. Böylesine çok yoğun bir devrimci
partileşmenin
olduğu,
bu
devrimci
partileşmenin Kürdistan’ı, Kürt halkının özgür
gerçekliğini ve kimliğini yarattığı, kendini bu
temelde insanlığın dikkatini çeken bir konuma
getirdiği bugün artık her zamankinden daha
fazla açıktır.
Bu partileşmenin öncü bir partileşme
olduğu, önderlik gerçeğinin hakim olduğu ve
yapıyı sürüklediği bu partileşmenin özellikle
savaşımın bu düzeye gelmesinin birinci nedeni
olduğu çok açıktır. Halen gerek gerilla
ordulaşmamıza, gerekse kitlesel kalkışmaya bu
partiyle öncülük edildiği, PKK’nin bu temelde
Kürt
halkının
devrimci
mücadelesini
uluslararası siyasal gerçekliğe ve bölge
gerçekliğine dayattığı, bunun da mücadeleyi
önemli sonuçlara ulaştırdığı biliniyor. Önemli
olan bu devrimci partileşmenin her üye
tarafından
doğru
kavranması
ve
özümsenmesidir. “Ben partiliyim, PKKliyim”
diyen biri, eğer derin bir gafleti yaşamıyorsa ve
objektif ajanlık durumu yoksa, ciddi bir
yetersizlik içinde değilse ve “Ben devrimci
PKKlileşmekte iddialıyım” savında ısrarlıysa, o
zaman orta yolculuğu ve onun her türlü
yetersiz devrimciliğini bırakmalıdır. Yine
provokatif yaklaşım ve provokatif yaklaşımların
zemini olma bırakılmalıdır. Açığa çıkmış
devrimci militan ve partileşme özelliklerini esas
alın. Çünkü söz ve eylemin birleştiği nokta
burasıdır. Bunun için yoğun eğitimle birlikte,
tam örgütçülük ve savaşçılığın fedakarlık,
cesaret ve yaratıcılık düzeyi esas alınmalıdır.
Bu başarıldığı oranda da partilileşeceğiniz
açıktır.
KUMÜNAR
1
Daha somut olarak belirtirsek, bugün birçok
mücadele cephemiz, ona öncülük eden PKK
organları, komiteleri ve temsilcilikleri vardır.
Eğer bunlar PKK’yi gerçekten temsil etmek,
örneğin gerilla kurumlaşmasına yansıtmak
istiyorlarsa, bunu ancak PKK’yle temsil
edebilirler ve bu da başarının esasıdır. Cephe
ve yurtdışı çalışmalarında, her türlü kitle
faaliyetlerinde,
hatta
legal
demokratik
faaliyetlerde
de
bu
böyledir.
Tam
partileştiğiniz oranda her sahayı başarıya ve
gelişmeye kavuşturabilirsiniz. Her sahayı kolay
yenilmez
bir
savaşım
sahasına
dönüştürebilirsiniz.
Partileşme
konusunda
anlaşılması gerekenin özü budur.
Bu
konuda
ne
kadar
partileştik,
partileşmenin neresindeyiz diye sorarken, her
militanımızın ve hatta savaşçımızın bu
gelişmeler çerçevesinde kendini gözden
geçirmesi gerekiyor. Öyle rasgele militan
savaşçılık yapılamayacağı, partileşmeden ve
partinin ideolojik, politik ve örgütsel hattını
kavramadan bu savaşımda sağlam yer
alınamayacağı açıktır. Partileşme neden
zorunludur? Karşı partilere, dışımızdaki
partilere, özel savaşa ve en önemlisi de birey
olarak içimizdeki düşmana karşı partileşmeyi
sağlamadan,
mücadelede
başarıya
ulaşamazsınız. Bilinç, örgüt, cesaret ve
fedakarlık yetersizliğine, kısacası kişilik
yetersizliğine -ki bu bir anlamda düşmanı ifade
eder- karşı savaşmadan partileşemezsiniz.
Partileşemezseniz gerillayı geliştiremezsiniz,
gerillayı geliştiremediğinizde özel savaşı
önleyemezsiniz ve bu da katliamla sonuçlanır.
Sorunu bu kadar iç içe bağlantılar temelinde
ortaya koyduktan sonra, her eyaletimizin, her
çalışma
birimimizin
kendi
somutunda
partileşmeye ilişkin hangi sonuçları çıkarması
gerektiği artık bellidir. Verilmesi gereken cevap
artık somuttur. Sürekli “Sorun var, kontrgerilla
böyle etkiledi, orta parti şöyle etkiledi, yetersiz
devrimcilik şöyle etkili oldu” demek, kendini ve
artık bu aşamadan sonra partiyi kandırmaktır.
Bu artık partiye karşı bir savaşımdır ve normal
karşılanamaz.
“Partileşemiyorum,
eğitilemiyorum, örgütlenemiyorum” demek,
“Ben kontr-partiye zemin oluyorum, ben orta
sınıf
partisinin
bozgunculuğuna
zemin
oluyorum, ben yetersizliğe zemin oluyorum”
demektir ve bu da yenilgidir. Bu tutumlarınızda
ısrar ederseniz, daha da tehlikeli olursunuz. O
halde yetersizliğin anlamı yoktur. O halde
karşıt partiye ve düşmana yaraşır dayatmalara
gerek yoktur. Devrimci parti bütün bunları kabul
etmeyen, bunlara karşı savaşan ve savaştıkça
gelişen partidir. Önderlik de tamı tamamına
böyle savaşan, savaşı böyle yürüten Önderlik
gerçeğidir. Önderlik gerçeği de tarihidir ve
kurumsaldır.
Görüyorsunuz ki, parti sorunları ciddi
sorunlardır. Parti tarihi ve bu tarihteki büyük
savaşımın
sonuçları
yakıcıdır.
PKK’nin
büyüklüğü, yalnız ulusal gerçekliğimize değil,
uluslararası düzeyde sosyalizme ve yine
imhanın
eşiğindeki
halkımızın
ulusal
kurtuluşuna çıkış yaptırmasıdır; ulus gerçeğine
ulusal kurtuluşla çıkış yaptırtmasıdır; yine
halkın iktidarına ve demokrasisine çıkış
yaptırmasıdır. Kişilikteki bin defa bitmiş
tükenmiş her türlü olumsuzluğa başarılı
yaşayan bir kişilikle çıkış yaptırması tarihi
önemdedir ve size ekmek ve su kadar
gereklidir. Bunun önünde hiçbir iç veya dış
engel kabul edilemez. Büyük yarış partileşme
yarışıdır, büyük yarış önderlik yarışıdır ve o da
bu temeldedir.
İnanıyorum ki, artık bu yönüyle parti adına
hareket eden bütün çalışanların, en önde gelen
militanlardan sıradan “partiliyim” diyenlere
kadar herkesin kendini artık netleştirmesi,
ayrıştırması ve parti gerçeğimizin devrimci
tarzına ve devrimci partimize kendini
katmasının zamanıdır. Bu konuda oyalamacı
ve ertelemeci olunamaz. Artık ince bir tarzda
karşı partilerin bir ajanı gibi hareket edilemez.
Halen bazıları kendini dayatarak, ağırlaştırarak
ve incelterek sürdüreceklerini sanıyorlarsa
aldanıyorlar. Kararlılığımız, bütün bu karşı
partileri aşma kararlılığıdır; bunları en son
kalıntılarına kadar teşhir, tecrit ve gerekirse
tasfiye etme kararıdır.
Herkesin bu hususları önemle göz önüne
getirmesini istiyorum. “Ben bu partiye
saygılıyım, bu parti adına savaşıma varım”
diyenlerin çıkarmaları gereken sonuç, bu
partileşmeyi bütün yönleriyle yaşamaları,
kendinden başlatarak birimine, cephesine ve
gerillaya, kısacası bütün çalışma alanlarımıza
taşırmaları ve bunun şiddetli savaşımını
vermelerinin gerekliliğidir. Partileşme ve parti
içi savaşımın anlamı budur. Zafer kazanma da
bu partileşmeyle bu kadar bağlantılıdır.
21 ŞUBAT 1994
KUMÜNAR
1
İnsanlık, söz ve yaşamın bir birini
öldürdüğü, birbirinin katili ve de maktulü
olduğu zamanları yaşamakta. Zamanı
mekânsız bir savruluşun, mekânı zamansız
bir donukluğun çıkmazını yaşamakta. Daha
doğrusu yaşadığını sanmakta. Her şey bir
sanma; “ miş” gibi ya da “gibi”y-miş
hallerinde!
Spekülatörlerin
yönlendirdiği
dünyamızda
imaj
tiplerin
remixleriyle
yaşamdan kopartılıyor, yaşamın anlamını
yitirdiği bir tekrar çıkmazında tüketiyor
kendini.
Tükettiğinde
sırıtıyor
yitirdiği
anlamlar: kullan-at! Her şey ama her şey bir
köksüzlüğe mahkûm insanlığın yaşadığını
sandığı
“kullan-at”
dünyasında.
Tanımsızlığın
girdabı;
kapitalist
kozmopolitizmin tanımsızlaştırdığı bir çağ bu.
Kendini tanımlayamayan insanlığın, başı
bozukluğun hükmüyle yaşadığı bir kaos çağı.
Özün biçimsiz kaldığı, biçimsiz kalan özün
her türlü saldırı altında hallaç pamuğu gibi
savrulduğu bir kudretsizlik durumu, bu
Kudretsizliğiyle, meltemde- bile- kasırgaya
tutuşmuşçasına
savrulmakta.
Melteme
dayanmayan
kudretsizliğiyle
kullan-at
(günübirlik) dünyasında inançsızlığın zifiri
karanlığını yaşamakta. inançsızlığın zifiri
karanlığında, ötesini göremediği (bir) adımını
atıp-atmamanın tereddüdünde. Tereddütleri
korkuya
gebe
inançsızlığına
dokuz
doğurtmakta. Bir adım ötesinin korkusu bu.
Ensede hissedilen cinsten; bir türlü inmeyen
ama birlikte yaşamak durumunda kalınan;
yakın, yakıcı ve de bitirici. Oysa atabilse
adımını, cesaret etse bir adım ötesine,
yaşadığı karanlığın zifiri, kesecek aydınlığa.
Ancak
nafile!..
Yaşadığı
kudretsizlik
korkularını çoğaltmakta, çoğalan korkular
umutlarını
tüketmekte.
Ve
tükenmiş
umutlarıyla donup-kalmakta. Kalıp-donmuş
haliyle
zamanı
yitirmiş
mekânsızlıkta
çürümenin
hikâyesini
yaşamakta.
Gökyüzüne dayayacak merdivenden yoksun
insan
yitirmiştir
her
şeyini,
eser
bırakmamıştır umuttan geriye. Ve umudunu
yitirmiş insanın, yani insansızlaştırılmanın
hikayesidir bu. öz insandır, çürüyen kabuktur
ve öz, yani insanlık haykırmaktadır: YETER
ARTIK!.. diye. Ancak “YETER” demek de
yetmiyor artık… var olmanın değil, varoluşun
sürekliliğindeki dayanılmazlığı hissetmek
gerekiyor; üreterek ve de yaratarak
yaşanabilecek insanca bir dünya için.
Yaşanabilecek insanca bir dünya için ise
gökyüzüne dayamak gerekiyor merdivenleri.
Ve gökyüzüne merdiven dayayanlar
hiç eksilmemiştir yeryüzünden. Onlar
hayallerinin mahkumu değil, tanrısı olanlar
yani!
İnsanca
olanın,
yaratımın,
gerçekleşenin ardındaki gücün sahipleri, yani
hayal kurabilen ve umut edenler! Umudun
tarihsel yürüyüşünün yolcuları. Özgürlüğün
hükmüyle yarınlara koşanların hikâyesini
yaşayanlar. Hikâyelerini güçlü yaratımlarının
yönlendirdiği hep daha yeni olanın, bitimsiz
arayışların beslediği heyecan ve coşkuyla
yaşayanlar. Onlar, uzun bir maratonu hep
yüz
metrenin
heyecanıyla
koşanlar.
Yorulmak nedir bilmeyen bir dinamizmi
yaşayanlar,
bitimsiz
dinamizmleriyle
akıcılığın evrensel sürekliliğini yakalayanlar
hep akış halinde olmanın sürekliliği ile saf ve
de temiz, yani insan kalabilenler. Zamanı ve
de mekânı kendilerinde buluşturma kavgası
verenler-buluşturanlar,
yani
yaşamı
yaratarak yaşayanlar. Yaratarak yaşamayla
yetinmeyenler, yetinmeyip yoğunluğuna
yaşayanlar. Anlam zamanının kâşifleri!
Zamana anlam yoğunluğunu sığdıranlar.
Sözü yürekle ısıtıp, yaşamı emekle
yoğuranlar sözün ve yaşamın ebedi nikâhını
kıymaktalar hala ve de henüz. “Hala”;
insanlığın özgürlük çığlığı. “Henüz” ise bu
çığlığın
dinmeyen
kısmı.
“Hala”nın
sentezlendiği “henüz” 27 yıllık kısa ama uzun
bir hikaye. PKK’nin hikayesi. Ve bize düşen
KUMÜNAR
1
özgürlük çığlığının dinmeyen kısmını yani
yaratarak yaşadığımızı temsil etmek, temsil
ettiğimizi yaratarak yaşamak bilinciyle
anlamak, anlamaya çalıştığımızı anlatmak.
Böylesine
anlamaya
çalışırken
anlatmanın, anlatırken anlama çabasının 28.
yıldönümünü kutladığımız PKK’nin yeniden
inşasına da en anlamlı cevaplardan biri
olacağına inanıyoruz. Çünkü “başarmaya
mahkûm” olanlar olarak başarmanın ilk şartı
biçiminde
almak
gerekiyor
anlamayı.
“anladın mı başaracaksın” diyordu Önder
APO.
Mahkûmu
olduğumuz
başarıyı
pratikleştirmek için anlamak durumunda
olduğumuz PKK’nin 28. yıldönümünü
yeniden yapılanmayla karşılamamız en
anlamlı yıldönümlerinden biri kılıyor bu
yıldönümünü.
İnsan karmaşık bir bütün. Anlam
bütünlüğü yani. Sadece dil anlatmaz onu.
Sadece
düşüncede
anlatmaz.
Ve
sadece duyguda
anlatamaz.
İnsanı “ sadece”
anlatmayacakanlatamayacak
daha bir çok
nitelik sıralamak
mümkün.
Ama
insan tüm bu tek
başına
anlatamama
durumlarının
buluştuğu tek bir
ifadeyle
anlatılabilir.
Anlam
gücü.
Anlam gücünün
ilk yönelimi varoluşun kendinedir. Kendini
anlamadan, kendini çevreleyeni anlayamaz,
bütünü tanımlayamaz insan. Ondandır filozof
dergahı, kabesi Delfi’nin giriş kapısında
“Kendini Bil” diye yazar. Filozofun elif-bê’sidir
“Kendini Bilmek”. Lakin bununla sınırlı
değildir. “ Kendini Bilme” nin gücü.
Tasavvufçu her şeyi buluşturduğu tanrıyı
getirip kendinde buluşturur o yüzden.
Ulaştığı hakikatin sırrını, sırrına ulaştığının
büyüklüğüyle haykırır: “Enel-Hak” diye. Yani
her şeyi buluşturduğu o yüce, o kutsal anlam
bütünü olan Tanrı’yı getirip kendinde
buluşturur ve bulur... Kürt hep eksik
tanımlanmıştır. Hep yarım. Ve eksikliğindeyarımlığında
tanımsızlığın
en
derin
işkencelerin, yoksunlukların, yoklukların,
acıların muhatabı olmuştur. Ve PKK, Kürdün
“Kendini Bilme” sidir. Kürdün ilk anlam
gücüdür. Anlam gücüne erişmek kendini fark
etmeyi gerektirir. Kendini fark edip,
tanımlayabilmek
ayrışmaktır.
Ayrışmak
buluşmanın, buluşmada sıhhatin gücüdür.
Böylece anlam gücünden varılır anlam
bütünlüğüne. Yoksa nasıl anlatılabilinir bir
toz zerreciğinde ki evrensel hakikat. PKK,
Kürdün ulaştığı evrensel hakikatin sırrıdır. O
sırrın yüceliğine ulaşmasındandır ki Kürt,
PKK’yi haykırarak sahiplenmiştir: “Em
PKK’ne” diye.
Tanımsızlık
biyolojik
varoluşun
ötesinde bir anlam ifade etmez. Oysa sosyal,
kültürel,
psikolojik,
siyasal v.s. boyutlarıyla
bir bütünlüğü oluşturan
insan gerçeğinde birey
ya da toplum olabilmek
kendini tanımlamayla
mümkündür. Bu insan
olmanın
en
temel
niteliğidir. Tanımlamak,
bilincine
varmak
demektir.
Kendinin
bilincinde
olmak
ideolojik bir hüviyet
kazanmaktır.
İdeolojisizliğin
kozmopolit kapitalizmin
en büyük saldırı aracı
olması bu noktada
anlaşılırdır. Ve insanı
en temel niteliğinden
arındırarak
insansızlaştırmayı
hedefler.
İdeolojisizlik nesnelleşmek, felsefik ifadeyle “
kendinde
şey”
olmak
demek.
Yabancılaşmanın tercümesi. Oysa ideolojik
bilinç edinmek öznelleşmek, felsefik ifadeyle
“kendisi için şey” olmak yani kendisiyle
buluşmak demektir.
Kürdün kendini fark etmesi – ideolojik
bilinç edinmesi kolay olmamıştır. Zorlu
olmasıysa, bu ideolojik bilincin- bu kendini
KUMÜNAR
1
fark
edişin,
gelişmenin
diyalektik
doğrultusunu yakalamasına yol açmıştır.
Başarının
sırrı,
ideolojik
bilincin
edinmesindeki
zorluktur.
Bu
gelişme
diyalektiğini ve özündeki sırrı şöyle açıklar
Önder APO: “ Kürt halk farklılaşması iki
boyutlu bir gelişmeyle başladı: Türk şoven
ulus anlayışından kopuşla Kürt ilkel
milliyetçiliğinden ayrışma iç içe gelişti. İki
taraftan kurulan ve sol devrimci maskeli
geçinen ağır
ideolojik hegemonyanın
kırılması bir yandan, devlet iktidarıyla işbirliği
halindeki yerel tahakkümcü güçlerin diğer
yandan kurdukları sert baskı ortamından
kurtulmak hiçte kolay değildi. ideolojik ve de
pratik tahakküm hem entelektüel gücü, hem
de örgütlenmeyi zorunlu kılıyordu. Bu ise,
hızla direnişe götürüyordu.” Direnişin içinde
pişmiş direngen bir ideolojik kimlik, ideolojik
zamanların en yoz, ve en bunalımlı çağında
en
gerekli
olanı
da
oluşturuyordu.
Dayanılacak
ideolojik
kimliğin
gücü,
oluşturulacak toplumsal sistemin gücünü de
ortaya
çıkaracaktı.
Kürde
dayatılan
sömürgeci egemenlik tarzı ve egemenlik
tarzının ideolojik, politik ve pratik tahakküm
biçimi Kürt toplumsal diyalektiğinin dumura
uğratılması, dondurulmasını ifade eder.
Dumura
uğratılmış
ve
dondurulmuş
toplumsal diyalektik hareketsizliğe mahkum
bir dirençsizliğin, savunmasızlığın giderek
derin bir çürümenin- yozlaşmanın yaşanması
demektir. “İnsanlığın yarattığı en büyük
ayıplardan biri olarak Kürt toplumsal
gerçeğinin, insanlığın yaşadığı ideolojik
zamanların en derin yozlaşma ve bunalımını
yaşaması da kaçınılmazdı. Bu anlamıyla ele
alındığında PKK, Kürt toplumsal diyalektiğini
doğal işleyişine kavuşturarak Kürt toplumsal
diyalektiğinde
hareketin-değişimindönüşümün yaratılmasını ifade eder. İçine
girdiği
değişim-dönüşüm
sonucunda
kendinde yarattığı çözüm ile evrensel bir
çözüme de yöneldi. Evrensel çözüme
ulaşmak, Kürdün kendinde – kendisi için
yaratacağı çözümün zorunlu karakteri olmak
durumundaydı. Sosyalizm, evrensel çözüm
niteliğiyle Kürdün tamda aradığı ideolojik
kimlik oluyordu. Önder APO bu durumu “ Bu
kadar toplum olmaktan alıkonulmuş bir halk
gerçekliğinde
toplumsallığı
en
çok
çağrıştıran ideoloji sosyalizmdir. Ve çare
sosyalizmde aranacaktı. Yine bireyin köleliği
bu kadar derinleştiğine göre, çareyi ancak
özgürlük
bilimli
olan
sosyalizmde
arayacaksınız…sosyalizm,
toplumsal
gerçekliğimize, köleliğimize göre en kurtarıcı
insanlık ideolojisi olarak anlaşılmalıdır”
biçiminde ifade eder. Bu anlamıyla
sosyalizm, PKK’ nin Kürt sorunu ele
alışındaki başlangıç noktası olduğu kadar
sonuç
mahiyetinde
evrensel
çözüm
noktasıdır da. Evrensel çözüm niteliğiyle
kürdün aradığını sosyalizmde bulması,
bulmasıyla yetinmeyen bir arayışçılığa da yol
açtı. Sosyalizm insanın sosyalize edilmesi
bilimiydi ve bu haliyle dinamik bir bilimdi. Bu
dinamik özüyle ele aldığı sosyalist ideolojiyi
yorumlayan
PKK,
sosyalizmle
kürdü
yaratırken,
Kürt’te
de
sosyalizmi
üretmiştir.Yeniden
üretilen
Kürt
de,
sosyalizmde PKK’de somutluk kazanmıştır.
Kendisinde somutlaştırdığı bu temsil gücüyle
PKK, insanlık tarihi boyunca insanın
sosyalize edilmesi uğrunda eşitlik ve de
özgürlük isteyen mücadelelerin toplam
ifadesi olarak sosyalist ideolojiye ve
mücadeleye en önemli katkıyı yapmıştır. Bu
öyle bir katkıdır ki bugüne kadar hiyerarşikdevletçi
toplumlara
karşı
verilen
mücadelelerin temel handikabının aşılmasını
ifade eder. Aşılan handikap, çözülen iktidar
şifresidir. Çözülmemiş haliyle iktidar, eşitlik
ve özgürlük adına yola çıkan devrimlerin
kendi kendilerini yemesi dışında bir anlam
ifade etmemiştir-etmez. “Devrim, çocuklarını
yer” benzetmesi devrimlerin vefasızlığından
değil,
devrimlerin
iktidar
olgusuyla
virüslenmiş olmasındandır. Çünkü iktidara
odaklanmış devrim, odaklandığı iktidarı
üretmekten başka bir şey yaramaz.
Sosyalizmi yaratıcı tarzda ele alan ve
sosyalizm anlayışında iktidarın çok kodlu
şifresini çözerek bu alandaki en derin
özgünlüğe ulaşan PKK, böylelikle tarih
boyunca özgürlük ve de eşitlik mücadelesi
adına
yola
çıkanların
nihayetinde
kurtulamadıkları sistemin mezhebi olma
hastalığından
kendini
kurtarabilmiştir.
Sistemin mezhebi olmama özelliğiyle
PKK’nin sosyalizm anlayışını, sosyalizme
yapılmış en büyük katkı olarak ele almak
gerekiyor.
Diyalektik ve tarihsel materyalizmi
bilimin son bulgularıyla daha derinleştiren ve
KUMÜNAR
1
güçlü bir felsefik bakış açısını yakalayan
PKK, olgular dünyasının zenginliğini, bu
zenginliğin değişim ve dönüşüme zorlayan
gerçekliği içinde yaşamın diyalektik akışı
doğrultusunda değiştirip dönüştürürken,
değişip dönüşen bir diyalektik etkileşimin
ifadesi de olmuştur. Böylesi bir diyalektik
etkileşimin sonucunda (yazının bütünlüğü
içinde ve kimi noktalarda ele aldığımız)
ulaştığı
bütünlüklü
sonuçlar
üzerinde
yeniden yapılanmaya gitmiştir.
insanlığın yaşadığı kaos karşısında alınması
gereken temel tedbir durumundadır. Kaos,
uygarlıksal
sistemin
dönemsel-olağan
krizlerinin değil, yapısal krizinin sonucudur.
Öz ile biçim arasındaki büyük uçurumun dışa
vurumudur. Öz, insansal anlamın oluştuğu
ilişkiler bütünü olarak toplumsallıktır. Biçim,
bu toplumsallıktan bir sapma olarak ayrışan
hiyerarşik- devletçi toplumun bireye kadar
parçaladığı
insansal
özdür.
Çatışma
toplumsal özle sınıfsal biçim arasındadır.
Farklı tarihsel-toplumsal kategoriler bu çıplak
temel gerçeği kamufle eder, sonuçta iktidarcı
devletçi -sistemin mezhebi olmaya götürür.
Tedbir, insansal öz olan toplumsallıkta, onun
duruş temel biçimi olan demokratik komünal
duruşu sergilemekten geçer ve PKK bu
anlamıyla insanlığın büyük tedbir hareketi
olmaya adaydır. Yeniden yapılanma bu
tedbiri pratikleştirmektir.
Yeniden yapılanan PKK, her birisi ayrı
bir çalışma konusu olan felsefik bakış açısın,
tarih bilinci, ideolojik kimlik, politik tarz,
örgütsel yapı ve kadro anlayışında çok köklü
dönüşümlerle hızla pratikleşme, çözüm gücü
olma sorumluluğuyla karşı karşıyadır.
Böylesi bir sorumluluk, yeniden yapılanan
PKK’nin tarihsel misyonunun bilincinde
olmayı gerektirir. Bu tarihsel misyon bilinci
her şeyden önce insanlığın yaşadığı sorunPKK’nin çıkışında insan olmanın
çözüm
diyalektiğinin
odaklandığı
bir
bilincine erişmiş devrimciliğin tarihsel
formülasyonu
da
dile
getiren
yeni
sorumluluğu vardır. Bu sorumluluğun pratik
paradigmayı, yani demokratik ekolojik ve
adı amatör ruh, profesyonel iştir. Yeniden
cinsiyet
özgürlükçü
paradigmayı
yapılanma temelinde profesyonel siyasetçiler
pratikl
sınıfına
eştirm
PKK,
doğru
söylenmiş
iki
sözün bürokra
ektir.
Demo
tlaşmış
sorumluluğunun yüklendiği ahlaki ve “devrim
kratik
vicdanı bir duruş olarak ortaya çıkmıştır. Bu ci”lere
ekoloji
k
ve
karşı,
anlamıyla PKK anlamın söze döküldükten amatör
cinsiye
t
ruhla
sonra
yaşamla
buluşturulmasının
özgürl
profesy
gerekliliğini kendi var oluşunun ahlaksal ve onel iş
ükçü
paradi
yapan,
vicdani gerekçesi yapanların yürüyüşüdür.
gmanı
devrimc
n
iliği
ideolojik bilincini edinmiş her PKK’li kadro,
profesyonel bir meslek olarak değil, bir
insanlığın yaşadığı “ideolojik zamanların en
ruhsal- kültürel ahlaki düzey olarak, bir
yoz ve bunalımlı döneminin” temelinde
yaşam tarzı olarak benimseyen bir
insan-insan, insan-doğa ilişkilerinde yaşanan
yaklaşımla karşı koymak en önemli görev
yabancılaşma olduğunu ve her iki alandaki
olmaktadır.
Devrimcileşmek,
yaşam
yabancılaşmanın
özünde
de
cinsiyet
karşısında bir duruştur. Her şeyden önce
egemenlikli toplumsal sistemin yattığını bilir.
vicdani ve de ruhsal bir mevzilenmedir.
İnsan-insan ilişkilerindeki yabancılaşmaya
Çözüm gücü, çözümün dili olmaktır,
demokrasiyle,
insan-doğa
ilişkilerine
yaşamsal akışı sağlayabilmektir. O akışın
toplumsal ekolojiyle ve özünde her ikisinin de
temposunu yakalamaktır. PKK bu akışı ve
billurlaştığı toplumsal cinsiyetçi yaklaşıma
tempoyu yani, doğanın ve toplumun
cinsiyet özgürlükçü bir yaklaşımla cevap
özündeki aklı yakalayarak, yaşamda başarıyı
olmaya çalışır. Ulaşılan bu ideolojik kimlik,
yaratmışların-yakalamışların tarihi olmuştur.
KUMÜNAR
1
Tarihi yaratıyor ve yaşıyoruz. Canlı bir tarihin
içindeyiz. Böyle olduğu içindir ki Önder Apo
“Her an PKK’lileşmek mümkündür” diyordu.
Yeniden
yapılanmak,
her
an
mümkün olan PKK’lileşmeyi başarmak
demektir.
28. kuruluş yıl dönümüne yeniden
yapılanmış olarak giren PKK, yarattığı tarihin
bilincinde ve ona karşı sorumlu kadroların
söz ve eylem gücünü anlamda bütünleştiren,
PKK’lileşme çabasıyla çağı karşılıyor. Önder
Apo, “Ben de Apoculuğun bir militanıyım ve
nefes nefese ona ulaşmaya çalışıyorum”
diyordu. Nefes nefese geçen 27 yıla dönüp
baktığımızda
yaşamının
her
anını
PKK’lileşme amacına adamış ve bunu
gerçekleştirmek için her şeyini ortaya
koymuş kahramanların ve kahramanlıkların
yaşayan tarihini görüyoruz. PKK’lileşmek
bütün bu tarih içinde kendine yabancılaşmış
insanın, kendini arama ve bulmanın anlam
gücüdür. Aramak, günlük olarak nefes
nefese kendini sistemin büyük vicdansızlık
ve ahlaksızlık gerçeğinden kurtararak, insan
olarak kendini var etmenin anlam gücü ve
özgürlük bilinci olan büyük bir vicdan ve yüce
bir ahlaki duruşla mümkündür. PKK’lileşmek,
PKK çizgisinde kendini yeniden yaratmak,
sözde bir gerçek değil, başta Önder Apo ve
şehitler gerçeğinde her gün kendini üreten
pratiğin adıdır. Yüreği ve beynini insanın
özüne ulaşma arayışına adamış militanlar
topluluğunun her gün eylemiyle kendini
gerçekleştiren partisi olarak PKK 28. yıla
yeniden yapılanmanın büyük anlam ve
büyük karar gücü ile girerken özgürlüğün bir
iddia ve ütopya olmadığını, kendi yarattığı
tarihsel gerçekle ispatlamış ve yaşanmış bir
tarih olarak ele almaktadır. PKK’lileşmek
kendi tarihini büyük bir eleştiri gücü ile
anlamlandırmak kadar yarattığı değerlere
karşı
büyük,
vicdani
ve
ahlaki
sorumluluğunun da bilincinde olarak yaşayan
tarih
içinde
nefes
nefese
kendini
gerçekleştirmenin adıdır.
PKK,
doğru
söylenmiş
iki
sözün
sorumluluğunun yüklendiği ahlaki ve vicdanı
bir duruş olarak ortaya çıkmıştır. Bu
anlamıyla PKK anlamın söze döküldükten
sonra yaşamla buluşturulmasının gerekliliğini
kendi var oluşunun ahlaksal ve vicdani
gerekçesi yapanların yürüyüşüdür.
Sözün anlamdan koparıldığı ve eylemden
uzaklaştırılmaya
çalışıldığı
bir
çağ
gerçeğinde söze yeniden anlam katmak,
anlamda yaşamı, yaşamda anlamı üretmek
insanın özgürlük arayışının olmazsa olmazı
haline gelmiştir. Yeniden yapılanan PKK’nin
çalışmasının en önemli boyutu olan ideolojik
çalışmaların teorik, entelektüel yönünü
tanımlamak amacıyla bir çaba olarak
örgütlendirilen Komünar Dergisi anlamın
gücünü, sözün keskinliğiyle buluşturma
misyonuyla çıkmaktadır. Apoculuğun basit
bir eylemcilik ve ucuz söz olmadığının bilinci
ile anlamı büyütmenin gücü ile söze ve
pratiğe bakmaktadır. Anlamı bilen ve sözü
duyan eğer vicdanı dumura uğramamışsa ve
özgürlük bilinci olan ahlaktan kopmamışsa
bunu mutlaka eylemle buluşturacaktır. Bu
buluşma,
kendini
yitiren,
kendisine
yabancılaşan insanın her şeyden önce ve
her şeyden daha çok kendisi ile
buluşmasıdır. Böylece PKK’lileşmek kendini
arayan insanın kendisi ile buluşmasının
büyük coşkusu, heyecanı ve kavgasının adı
olarak gençlik çağından olgunluk çağına
geçerken, işte daha profesyonelleşmiş, ruhta
amatörlüğün akışıyla hızından, temposundan
ve tarzından hiçbir şey yitirmeden özgürlük
denen o sınırsız arayış mekanına ve
zamanına yürümeye devam etmektir. Bu
anlamda PKK’lileşmek, uygarlık denen
yoldan çıkmanın bütün ayartıcı, beşeri
zaaflarının çözümlenip bilince kavuştuğu
bilgece bir duruş kadar, gökyüzüne merdiven
dayamanın coşkusu ve heyecanıyla 28.
yılına girerken, yine nefes nefese kendini
gerçekleştirme çabası, arayışı ve pratiğinden
hiçbir şeyi yitirmemektir.
Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler
Akademisi
KUMÜNAR
2
YENİ İNSANI YARATMADA EĞİTİMİN ÖNEMİ
VE DOĞRU KADRO POLİTİKASI
Duran Kalkan
nsanları
baştan
çıkardığı
etkilerden
kurtarmak için kendini eğitmesi, yenilemesi
ve yeniden yaratması olayı oluyor.
PKKlileşmek yeni, özgür, iradeli, özgürlük ve
eşitlik ideallerine bağlı insanı yaratma işidir.
Nasıl PKK’yi Kürt miladı olarak tanımlayıp
değerlendiriyorsak, PKK nasıl inkar ve imha
sisteminin dayattığı yok oluş karşısında
özgürlük temelinde bir yeniden doğuş, bir
diriliş olayı
oluyorsa,
özgür
bireyin
yaratılması açısından da bu böyledir. Yani
PKK sadece bir ulusal hareket, bir halkın
yeniden dirilişi değildir; ondan çok daha öte
derin özelliklere sahiptir.
Öncelikle bu zor ve onurlu işi bana
verdikleri için arkadaşlara teşekkür etmek
isterim. Beritanlaşma Eğitim Devresinin ilk
dersi de diyebileceğimiz başlangıç
konuşmasını yapabilmek zor bir iş, zor
olduğu kadar da onurlu ve anlamlı bir iştir.
Mümkün olduğu kadar bunun özüne uygun
biçimde kendi durumumuzu
değerlendirmeye, bu değerlendirmeyi
Beritan çizgisinde sorgulamayı esas alan
bir temelde yapmaya çalışacağım.
Bu yeni bir eğitim devresinin başlangıcı
oluyor.
Eğitime
ilişkin
bilgiler
ve
değerlendirmeleri eskisi kadar uzun, klasik
bir tarzda yapmak böyle bir devre açısından
gerekli olmayabilir, geri bir durum olabilir.
Fakat baştan şuna dikkat çekmemiz
gerekiyor: Eğitim PKKlileşmenin temel tarzı
olarak gelişip sistem kazanan bir iş ya da bir
çalışmadır. Apocu çizginin ortaya çıkıp
gelişmesinde, insanlarca özümsenen ve
benimsenen bir düşünce haline gelmesinde
temel yöntem oluyor. Bu bakımdan PKK
baştan itibaren sınıflı cinsiyetçi toplumun
Yeni özgür insan yaratma işi ulusal
devrim, demokratik devrim, cins devrimi gibi
devrimlerden daha derin bir kişilik devrimidir.
İnsanı sınıflı cinsiyetçi toplumun yarattığı
kirden, pastan ve kötülüklerden kurtarma
işidir. Bu bakımdan PKK ideolojisi insanlığın
geliştirdiği büyük düşüncelerin, insanlık için
kurtuluş vaat eden düşüncelerin sonuncusu,
tamamlayıcısı oluyor; onların izinde, onların
devamı olarak ortaya çıkıyor.
Bu temelde yeni insanı yaratmak da
elbette kendini eğitme, terbiye etme işidir;
duygu, düşünce ve ruh dünyasını değiştirme
işidir.
Önderlik, nefis mücadelesinden söz
ediyordu. Dinler de aynı mücadeleden çok
söz ediyorlar. Nefsini terbiye etme;
duygularını
yüce,
düşüncesini
net,
özgürlükçü ve eşitlikçi kılma, böylece zengin
bir davranış gücüne ulaşma olayıdır. Bu
bakımdan da insanı eğitmenin her düzeyini
içeriyor. Nefis terbiyesinden duygu ve ruh
yüceltmesine kadar sağlam bir bakış açısı,
yaşam çizgisi ve düşüncesi oluşturmaktan
zengin
sanatsal
bir
davranış
gücü
kazanmaya kadar, insanın maddi ve manevi
bütün varlığının yeniden yaratılmasını ifade
ediyor.
Eğitim Özgürleşme ve Partileşmenin
Esasıdır
KUMÜNAR
2
Eğitimi bütün bunları gerçekleştirme
olayı olarak ele alıyoruz. PKK ve Önderliğin
eğitim çizgisi böyle oluşan bir çizgidir. Bunu
esas olarak bilgilenme, dünyayı tanımayla
birlikte insanı tanıma, kendini bu temelde
sorgulama, insanın içinde saklı olan büyük
yetileri ve değerleri ortaya çıkartma
temelinde yapıyor. Bu bakımdan büyük bir
eleştiri-özeleştiri ve sorgulama hareketi,
bireyi, toplumu ve insanlığı sorgulama, bu
temelde özgürlük, eşitlik, demokrasi ve
adalet ilkeleri açısından yaratılan değerleri
açığa çıkartıp bir senteze kavuşturarak
bunları daha da derinleştirirken çirkinlikler ve
kötülüklere dahil olanları da ortaya çıkarma,
bunları insandan ve toplumdan uzaklaştırma
mücadelesi oluyor. İslamiyet de kötülükleri
kovmaktan söz ediyor. Diğer dinlerde de var.
PKK de aynı şeyi kötülükleri mahkum edip
aşma, bunu gerçekleştirecek bir mücadeleyi
bireyde
ve
toplumda
gerçekleştirme
yöntemiyle yapıyor. Baştan itibaren Apocu
şekillenme ve gelişmenin böyle bir çizgide
olduğu bir gerçektir. Eğitim, özgürleşme ve
partileşmenin
esasını
oluşturuyor
ve
denebilir ki temel harcı oluyor. Günümüze
kadar da değişik yöntemlerle, farklı zaman
ve mekan özelliklerine göre şekillenmiş,
değişik yöntemlerle sürüp gelen bir Önderlik
tarzı, Apocu tarz, yaşam felsefesi ve çalışma
ahlakı olarak gerçekleşiyor.
Bu 70’lerde dönemin ve mekanın
özelliklerine göre, ona uygun biçimler ve
yöntemlerde oldu. 80’lerde yine dönemin ve
mekanın koşullarına göre biçim alıp içerik
kazandı; program ve tarza sahip oldu.
90’larda daha farklılıklar arz etti. Önderlik,
gelişen mücadeleyi ileriye götürebilmek,
biraz da yenileyebilmek için partileşmeye çok
daha fazla yüklendi. Şimdi 2000’lerde aynı
anlayış ve çizgi sürüyor; fakat değişen
zamana ve mekana göre biçim kazanıyor.
Uluslararası
komplo
karşısında
toparlanma, hazırlanma, yenilenme, değişme
ve yeniden yapılanma sürecini en azından
biçimde çok kapsamlı bir eğitim çalışması
olarak ele alıp yürüttüğümüz de bir gerçektir.
Bu çalışmalarda ortaya çıkan
yeni
gelişmelere uygun biçimde felsefi ve ideolojik
bakımdan yenilenmek, yeni bir program
ortaya çıkarmak, stratejik olarak gerçekleşen
değişiklikler ve örgütsel yeniden yapılanma
temelinde sistem kazanan KKK gerçeğini
örgütleyip hayata geçirmek, bunu demokratik
ilkeler temelinde örgütlenip yaşayan bir halka
dönüştürmek
üzere
yürüttüğümüz
çalışmaların sorunlarını çözmede ve ideolojik
öncülüğünü yaratmada eğitimi yine en temel
çalışma olarak ele alıyoruz. Okul sistemimizi
ortaya çıkan yeni örgüt yapımıza, içinde
bulunduğumuz
koşullara
ve
yeni
paradigmamızın gereklerine göre yeniden
düzenleyip geliştirmeye çalışıyoruz.
Bu okul düzeni de bu yenilenme ve
gelişme içerisinde ortaya çıkan bir düzen
oluyor. İlk değildir, kendisiyle başlamıyor;
70’lerin
başından
itibaren
Önderliğin
kendisini eğitmesi ve yenilemesiyle başlayan
bu büyük eğitim hareketinin, yeni insan ve
toplum yaratma mücadelesinin günümüzde
ulaştığı düzey oluyor. Böyle uzun süreli ve
kapsamlı bir tarihe sahiptir. Büyük değerler
biriktirmiş bir mücadelenin yaratıcısı, onun
parçası olan bir eğitme ve kendini yenileme
çalışmasının günümüzde ulaştığı düzeyi
ifade ediyor. Dolayısıyla geçmişi bilerek ve
anlayarak, onun zengin derslerini çıkartıp bu
yeni çalışmaya taşıyarak kendisini ilerletecek
ve geliştirecektir. Bu bakımdan geçmişi
sürekli anmak, irdelemek ve dersler
çıkartmak gereklidir. Fakat gelişme de
olmalı, yenilik ortaya çıkmalı, eskiyi aynı
düzeyde bir tekrara düşürmemelidir. Bu
bakımdan da bir tekrar hareketi değil, her
zaman sürekli yenilenmeyi, Apocu felsefi ve
ideolojik çizgide daha da derinleşerek yeni
değerler ortaya çıkarmayı esas alan bir
çalışmadır. Bu açıdan geliştiriciliği ve
yenileyiciliği esastır.
Başlarken bir kere böyle bir tarihsel
sürece atıf yapabiliriz. İkincisi, yürüttüğümüz
süreç açısından temel görev itibariyle,
eğitimin doğal olarak yeni paradigmanın
özümsenmesi göreviyle yüklü olduğuna
dikkat çekmemiz gerekir. Eğitim felsefi ve
ideolojik olarak Önderliğimizin ortaya
çıkardığı yeniliği ve gelişmeyi özümseme
çalışması;
öğrenme,
benimseme,
içselleştirme, böylece kendini bu felsefe ve
ideolojiye göre düşünüp yaşar hale, özgür
birey haline getirme olayıdır. Bu bakımdan
da eğitim çalışmalarının parti hareketimizin
gelişimi
açısından
dönem
itibariyle
özgünlüğü ve daha somut görevlerle yüklü
olma durumu var; Önderliğin çok kapsamlı
bir biçimde yaşayıp geliştirdiği ruhsal, felsefi
KUMÜNAR
2
ve düşünsel yenilikler ve gelişmeleri kadroya
özümsetmekle sorumludur. Bu da yeni bir
durumdur, son yılların bir gerçeğidir. Tabii
kapsamlı bir biçimde nelerin yenilendiği ve
geliştiği yönünde Önderliğin geliştirdiği
çözümlemeler var. Onları esas alarak felsefi
ve ideolojik bakımdan yeni Önderlik
paradigmasını
özümseme,
kendimizi
Önderlik çizgisine ulaştırmak için çalışma,
hareketin yeni dönem eğitiminin önemli bir
görevi oluyor. Hem eski olanı aşma, hem de
Önderlikle her zaman varolmuş olan
mesafeyi kapatmak ve Önderlik düzeyine
ulaşmak için çalışma işi oluyor. Böyle bir
görevle yükümlüdür.
Kadro
Eğitimi
PKKlileşmek Demektir
Demek
Üçüncü olarak da, pratik üzerinde
durmamız gerekir. 1 Haziran 2004 atılımı ile
birlikte hareketimiz yeniden stratejik bir atılım
içine girmiş bulunuyor. 17–18 aydır ideolojik,
siyasal, örgütsel, askeri, kültürel, eğitsel her
bakımdan yeni çizgi, paradigma, program,
strateji ve taktiklerimiz temelinde hareketimiz
aktif bir mücadele içerisindedir; adım adım
bir gelişme ve büyümeyi yaşıyor. Dolayısıyla
taktik sorun en temel sorunlarımızın giderek
başında geleni oluyor. Örgüt ve eylem
biçimlerimizin
günün
görevlerine
ve
durumuna uygun olarak belirlenmesi,
bunların Apocu tarz, üslup ve tempoyla
günlük olarak pratiğe aktarılması, her
kadronun
asla
kopamayacağı,
uzak
duramayacağı, vazgeçemeyeceği, kadro
olmanın olmazsa olmaz koşulu olan temel bir
görev durumundadır. Büyüyen, gelişen
hareketin pratik mücadele görevleri de
büyüyor ve çok yönlü hale geliyor; yeni
sorunları ortaya çıkıyor, sorunlar ağırlaşıyor.
Bu sorunları çözen, taktik görevleri ve
sorumlulukları üstlenen, bunu doğru bir tarz,
üslup ve tempoyla hayata geçiren militan
haline gelme; böyle bir militanlaşmayla
çelişen duygu, düşünce, anlayış ve
tutumlarımızı açığa çıkartıp kapsamlı bir
eleştiri ve özeleştiriyle aşarak, kendimizi
yeniden Apocu tarzda çalışan ve başarı
çizgisinde mücadele eden bir militan haline
getirme görev ve sorumluluğu da bu
okulumuzun üzerinde bulunuyor.
Bu temelde Önderlik paradigmasını
özümserken, esas olarak onu günlük
gelişmeler
içerisinde
nasıl
pratiğe
aktaracağını esas alan, kendini bir tarz
sahibi kılan, Apocu tarzı ve üslubu
özümseyen, Apocu tempoya ulaşan bir
militan haline gelmek en temel görevdir. Bu
bakımdan kendini değiştirme, yenileme,
böyle bir militan duruş ve çalışmayla çelişen
yanlarını aşma, kendini militanlaştırma işidir.
Eğitimimizin böyle bir görevi de var.
Okul düzenlerinin geliştirilmesinde
biraz değişikliği ve yenilenmeyi de yaşıyoruz.
Hareket olarak, belirttiğimiz temel hususları
daha etkin, yeterli ve başarılı bir biçimde
nasıl hayata geçireceğimizin, hareketin
ihtiyaç duyduğu militanı ve kadroyu nasıl
ortaya çıkaracağımızın arayışı içerisindeyiz.
Eğitim okullarımızı hem program hem de tarz
bakımından, dönemin militanlığını güçlü ve
başarılı bir biçimde ortaya çıkartacak düzeye
ulaştırma arayışımız sürüyor. Bu konuda
tartışmalarımız
var.
Yapılanları
birer
deneyim olarak kabul edip onlardan dersler
çıkartarak, program ve tarz bakımından
eğitim çalışmalarımızı ve okul işleyişimizi
geliştirmek için çaba harcıyoruz. Bu devre
böyle bir gelişme ve yenilenmede rol
oynayabilecek bir devre konumundadır. Hem
bileşim, hem süreç, hem de çalışmanın
yenilenmesi bakımından böyle bir misyonu
var; bunun gereğini de kuşkusuz yerine
getirecektir. Daha sonuç alıcı bir kadro
eğitim düzeyini nasıl, hangi program ve
tarzla ortaya çıkartacağımız sorusuna doğru
ve yeterli cevap vermede önemli bir
deneyimi ifade edecektir. Daha sonrası
açısından çalışmayı daha etkili yürütür bir
sistemin ortaya çıkartılmasına da yol
açacaktır.
Son dönemde biraz karışıklık oldu, zayıf
yaklaşımlar da oldu. Yeniden yapılanmaya
paralel olarak, bu eğitim çalışmalarını da
yeniden düzenlemek gerekir. Bundan da
kaynaklı olarak, geçen yıl itibariyle daha çok
sorunlu, zayıflıkları olan, ama iyisi ve
başarılısının nasıl olacağını da arayan bir
çalışma süreci geçirdik. Şimdi bu konuda da
artık bir çözüme ulaşıyoruz. Bu devre
aslında neyin doğru olup olmadığın, hangi
tarzın daha güçlü militan yetiştirmeye imkan
verdiğini, dolayısıyla okul düzenimiz ve
eğitim sistemimizin nasıl oluşturulması
gerektiğini de belirleyecektir. Bu devrenin
böyle bir görev ve sorumluluğu da var.
KUMÜNAR
2
Şimdi neyin eğitimini yapacağız, ne
olmak istiyoruz, burası nedir, militan kimdir,
nasıl yetişir, kime kadro denir? Elbette temel
sorunumuz budur. Fakat bunu yaparken,
bazı karışıklıkları gidermemiz ve yanlışlıkları
düzeltmemiz gerekir. Bu bakımdan parti
tanımımızın doğru ele alınmasına, PKK'nin
yeniden yapılanmasına yaklaşımın doğru,
yeterli ve derin kılınmasına çok fazlasıyla
ihtiyaç var. Kadro eğitimi demek partileşmek
demek, PKKlileşmek demektir; bireyin
sağlam bir parti militanı haline gelişinin
gerçekleşmesi demektir. Bu bakımdan parti
eğitimi parti terbiyesini almayı, parti
bilincini edinmeyi içeriyor. Partinin Önderlik
tanımına
uygun
olarak
ele
alınıp
derinleştirilmesi ve pratikleştirilmesi büyük
önem arz ediyor. Bu nedenle öncelikle
özgürlük ve demokrasi hareketimizin içinde
PKK
tanımının
doğru
ve
yeterli
yansıtılmasında yarar var. Aynı şekilde diğer
alanlarda da doğru ve yeterli yansıtılmasında
yarar var. Dar yaklaşım olmamalıdır. Geçen
dönemde PKKlileşmeye dar bir yaklaşım
oldu.
Yenilenmek,
partiyi
yeniden
yapılandırmak, PKK’yi eskinin Önderlik
çizgisiyle çelişen yönlerinden kurtararak, onu
aştırtacak bir parti yaratmak için çalışmak
doğru ve gereklidir. Fakat bunu hareket
içinde daraltıcı, belki aşırı bir deyim olacak
ama özerkleştirici, biraz da şematik
bürokratik yapıya çekici yanlar yanlıştır,
hatalıdır. Buna düşmemek gerekecektir.
PKK
Bütün
KKK
Sistemi
Açısından Bir kapsayıcılığa Sahiptir
Geçen iki yıllık süre içerisinde yeniden
yapılanan PKK'nin nasıl olması gerektiği
konusunda epeyce yoğunlaşma yaşadık,
tartışma
yürüttük,
Önderlik
değerlendirmelerini inceledik, bir sistem
haline geldik. Şu ortaya çıktı: PKK,
Demokratik Konfederalizm sisteminin felsefi
ve ideolojik gücü oluyor; bu sistemin ruhu,
onun öncülüğü oluyor. Bir yandan KKK
(Koma Komalên Kurdistan) sisteminin
doğrultusu, ideolojik ilkeleri, siyasi hedefleri,
tarzı, üslubu ve temposu, diğer yandan
bunlarla donanmış, halkı eğitip örgütlemeye
çeken kadro gücü oluyor. PKK’yi sadece bir
fikir, bir felsefe, bir tarz olarak tanımlamak
yeterli değildir, gereklidir ama yeterli değildir.
PKK aynı zamanda bu fikirle, bu felsefe ve
tarzla donanmış, onu her an yaşayan, bu
temelde Önderlik çizgisini yaşamsallaştıran,
kendi içinde kısmen örgütlenmiş ve sistem
kazanmış insanlar topluluğu, militanlar ve
kadrolar topluluğu oluyor. Bu nedenle bir
yandan fikri, felsefeyi ve tarzı doğru
kavramamız
gerekiyor,
Önderliğin
tanımladığı derinlikte kavramaya ihtiyacımız
var; diğer yandan kadroyu ve militanı bunları
yaşayan ve yaşamsallaştıran düzeye
getirmeye ihtiyacımız var. Yoksa kadro ayrı,
çizgi ayrı diye bir şey olamaz. Sadece
çizginin
varlığı,
çizginin
kadrosunun
olmaması hiçbir şeye yaramaz. O zaman
çizgi
pratikleşmez,
toplum
yaşamına
dönüşmez; dolayısıyla sadece iyi niyetli,
güzel hedefler içeren bir proje olarak kalır.
Bu bakımdan hem yeni paradigmayı bütün
yönleriyle derinliğine özümseme sorunumuz
ve görevimiz var, hem de bunları özümseyen
ve hayata geçiren örgütlenmiş bir militan
topluluk haline gelme sorumluğumuz ve
görevimiz var. PKK bunların yapılmasıyla
ortaya çıkacak bir gerçekleşme, bir gelişme
olayıdır.
Bütün sistemin hem doğrultusunu hem
de bu doğrultuda halkı örgütleyip eyleme
çeken militanını PKK olarak tanımlamamız
gerekir. Böyle bir bakış açımız, kavrayışımız
ve kabul edişimiz olmalıdır. Bu çerçeveden
baktığımızda, PKK, bir kadro topluluğu
olarak, belli bir insan topluluğunun
örgütlenmiş yapısı olarak KKK sistemi içinde
bir güçtür, örgütlü bir topluluktur, onun
örgütlerinden bir tanesidir. Ama sistemin
felsefi ve ideolojik öncülüğü, doğrultusu ve
tarzı olarak baktığımızda da sistem PKK’nin
içindedir. PKK bütün sistem açısından bir
kapsayıcılığa sahiptir. Bu diyalektik bağı
doğru anlayıp pratikleştirme sorunumuz var,
bunu gerçekleştirmeye kesinlikle ihtiyaç var.
PKK’yi sistem içinde bir güç olmaktan
çıkartamayız,
sistemin
dışına
çekip
özerkleştiremeyiz. Öyle yaparsak bu yanlış
olur. Yine PKK’yi sistemin başka örgütlerine
benzeyen sıradan bir örgütü de yapamayız.
PKK sistem içinde bir güç, bir örgüttür. Ama
aritmetik toplam olarak bilmem kaç örgüt
toplanmış, KKK oluşmuş diyemeyiz. Bu
bakımdan KKK sistemi bir aritmetik toplam
değil, bir organik toplamdır; bir iç içe geçme,
role ve misyona göre örgütlerin mevzilendiği
bir demokratik kurum ve örgütler toplamıdır.
KUMÜNAR
2
Adı üzerinde, KKK ismi Türkçe’ye zaten
‘Demokratik Örgütler Topluluğu’ olarak
çevriliyor. Örgütler topluluğudur, ama benzer
örgütlerin aritmetik topluluğu değildir;
hepsinin kendine ait rolü ve misyonunun
olduğu, örgütlerin buna göre bir sistem
kazandığı bir topluluktur. PKK'nin böyle bir
sistem içerisindeki yeri hem felsefi ve
ideolojik doğrultudur, bütün sistem PKK'nin
içindedir; hem de sistemi yürüten kadro
gücüdür,
örgütlü
kadro
topluluğudur,
dolayısıyla bir kadro topluluğu olarak
sistemin içinde yer alan, her yerinde varolan
ve çalışan bir topluluktur.
Burada eksiklik şurada oldu: PKK’yi
sistemi kapsayacak bir güç olarak görüp
tanımlamada ve ona göre sisteme
yansıtmada kısmen yetersizlikler oldu. Diğer
yandan sistemin PKK'nin dışında da
öncülüğü ve kadrosu olacakmış gibi bir
yaklaşım oldu. Bunlar doğru değildir.
Kesinlikle burada bir düzeltme yapmaya
ihtiyaç var. Bu sistemin kadro topluluğuna
PKK denecektir. Ne PKK onların içinde bir
parça olacak, ne de PKK'nin dışında bir
başka kadro topluluğu bulunacaktır. Bu şu
bakımdan önem taşıyor: Bu durum PKKliliği
kadrolaşmada ayrı bir yön, kendine göre
özerkliği olan bir topluluk olarak görme gibi
bir sonuca götürüyor. Bu yanlıştır ve
düzeltilmesi gerekir. Diğer yandan PKK'nin
böyle algılanması, PKK dışında da kadro
olunabilecekmiş gibi bir anlayış, ölçü ve hava
ortaya çıkarıyor. PKK’yi esas almaya,
PKK'nin kadro ölçülerine göre kendini
eğitme,
donatma
ve
kadrolaştırmaya
yaklaşımda zayıflıklar ortaya çıkıyor. Bu da
yanlıştır. KKK sisteminin PKK ölçüleri
dışında herhangi bir kadro ölçüsü kesinlikle
olmayacaktır, PKKli dışında bir kadrosu
olmayacaktır. Hem bu sistem içinde kadro
olmak istiyorum diyenler böyle anlamalı, hem
de PKK kendini böyle tanımlamalıdır. PKK’yi
örgütleyen ve yürüten güç bunu böyle ele
almalı,
buna
göre
çalışmaları
yürütebilmelidir. Bu önemli bir husustur.
Yeniden yapılanma çalışmaları açısından ya
da PKK'nin yeniden yapılanması konusunda
provokatif-tasfiyeci çizginin yarattığı bir
çarpıtmanın çok iyi kavranması, bilince
çıkartılıp ona göre gerekli düzeltmelerin
yapılması gerekiyor.
Kongra Gel projesi Önderlik tarafından
gündemleştirilir
gündemleştirilmez,
hareketimize yeni bir provokatif-tasfiyeci
saldırının dayatıldığını biliyoruz. Aslında ta
98’den beri yürütülüp gelen stratejik değişim
ve
yeniden
yapılanma
çalışmalarının
yeterince aydınlatılamaması, hem anlayış
bakımından tam çözüme gidememenin hem
de pratikte gerçekleşememenin yarattığı
zayıflık ortamında, bu saldırı gelişti ve etkili
oldu. Tasfiyeci-provokatif eğilim bütün
harekete şunu dayattı: “Biz topyekun
değişiyoruz.
İşte
bakın,
yaptıklarımız
yetmedi. Onun için Önderlik yeniden bir
örgüt yapılanmasını gündeme getirdi. O
zaman demek ki yürüttüğümüz değişim ve
yeniden yapılanma çalışmaları yeterli
olmamıştır, bunları ele alış düzeyimiz
yetersizdir. Dolayısıyla yeterli kılmalı, her
bakımdan değişmeliyiz.” Tabii ‘her bakımdan
değişmenin’ başına da ideolojik değişim
kondu. “Önderlik değişimi kapsamlı ve derin
ele alıyor, Kongra Gel’i gündemleştirdi,
ideolojik olarak da değişiyor, değişimi esas
alıyor; bu nedenle değişim yaşamalıyız”
denildi. Böylece ‘ideolojik değişim’ adı
altında
bir
dayatmada
bulunuldu.
Hareketimiz bunun karşısında gerçek
durumu
çözümleyen,
bu
saptırmanın
karşısında duran ve onu boşa çıkartan bir
yaklaşım içerisinde olamadı.
Önderlik buna karşı sonradan tanım
getirdi; “Ben değişmiyorum, yenileniyorum,
gelişiyorum, sürekli gelişme halindeyim;
benim değiştiğimi söylemek yanlıştır” dedi. O
zamana kadar provokasyonun örgüt içinde
kadronun bilincinde yarattığı savrulma
epeyce gelişmiş, bunun olumsuz etkisi çok
derin olmuştu. Örgüt yapımız içerisinde ciddi
bir düşünce kayması, savrulması ortaya
çıkmıştı. Önderliğin o tanımına rağmen,
bunun etkilerini hala tam aşabilmiş, yeterince
giderebilmiş
değiliz.
Provokatif-tasfiyeci
eğilimin etkileri değişik alanlarda, değişik
ölçülerde, değişik biçimlerde hala varlığını
sürdürüyor. Çünkü bize karşı hala böyle bir
dayatma var. Uluslararası komplo güçleri ya
da hiyerarşik devletçi sistem yapısı,
hareketimizi imha amacını gerçekleştirecek
temel bir yöntem olarak içten saptırmayı ve
bilinç
çarpıtmasını
sürekli
dayatıyor.
Provokasyon ve ihanet sürekli örgüt yapımızı
bu temelde etkilemeye çalışıyor. Önderlik
KUMÜNAR
2
kapsamlı çözümler ortaya koymuş olmasına
rağmen, bunları özümsemede ve bu temelde
bir mücadele içinde olmada zayıflıklarımız
var. İdeolojik ve örgütsel mücadele
zayıflıkları çok ileri düzeyde yaşanıyor.
İdeolojik duruş veya kavrayışta, yine örgütsel
duruşta ciddi eksiklikler yaşıyoruz. Bu
bakımdan
provokatif-tasfiyeci
eğilimin
etkilerinin tümden aşılmasında, örgüt
yapımız ve kadro gücümüzün bunu tümden
gidererek sağlam Önderlik zihniyeti, ilkeleri
ve örgüt ölçüleriyle donanmış düzeye
gelmesinde zayıflıklar yaşanıyor.
PKK İdeolojik Olarak Değişmedi
Bu konuda da bir düzeltme ve
yeterliliği
ortaya çıkartmamız gerekir.
Düzeltme şudur: İdeolojik değişim olmamalı,
PKK her şeyden önce bunu böyle
tanımlamalı ve bütün kadro yapısına
yaymalıdır. İdeolojik değişim demek, bir
ideolojiyi bırakıp başka bir ideolojiye gitmek
demektir.
PKK
bilimsel
sosyalizmin
ilkelerine göre şekillenen bir harekettir.
Bundan vazgeçerse başka bir ideolojiye,
kapitalizme, başka bir yere gidebilir.
“İdeolojik olarak değişiyoruz, değişmemiz
gerekiyor” diyenler, zaten sosyalizmi bırakıp
kapitalizme gittiler. Bu ölçüde ABD’nin
kucağına oturma, onun saflarına koşma
kendiliğinden olmadı; böyle bir anlayış
sonucunda oldu. Dolayısıyla PKK'nin
ideolojisini değiştirdiğini söylemek yanlıştır.
Önderlik de bunun yanlış olduğunu söyledi.
Gerçekleşen
nedir?
Gerçekleşen
yenilenmedir,
gelişmedir;
20.
yüzyıl
koşullarında kalan, artık eskiyen, insanlığın
ve toplumların yaşadığı düzeye denk
düşmeyen, insanlığı özgürlük ve eşitlik
çizgisinde ilerletmeyen ilkelerin ve tarzın
artık terk edilmesi, bunların yerine 21. yüzyıl
koşullarına, insanlığın 21 .yüzyılda özgürlük
ve eşitlik amacı doğrultusunda ilerleyişine
denk düşen ilkelerin ve tarzın geçirilmesi,
yenilerinin
yaratılması
ve
varolanın
yenilenmesi, bu bakımdan bir yenilenme ve
gelişmenin yaşanmasıdır.
PKK ideolojik olarak değişmemiş;
köklü bir yenilenme ve gelişme yaşanmıştır.
Yeni paradigma böyle bir yenilenmeyi ve
gelişmeyi ifade ediyor. Dolayısıyla PKK
sosyalizmden
vazgeçmedi,
sosyalist
ideolojiyi bırakmadı. Bilimsel demokratik
sosyalizmin ilkeleri ve ölçülerini geliştirmede
bir ilerleme yaşadı, bir aşama kaydetti. Reel
sosyalizmin, sosyal demokrasinin ve ulusal
kurtuluşçuluğun artık insanlığı özgürlük ve
eşitlik çizgisinde ilerletmeyen özelliklerini
bilimsel demokratik sosyalist teoriden
uzaklaştırdı. Onun yerine sosyalist teoriyi
günün koşullarında insanlığın özgürlük ve
eşitlik yürüyüşüne cevap verecek, insanlığı
bu doğrultuda yürütecek ilkeler düzeyine,
teorik düzeye ulaştırdı. Bunun böyle
tanımlanması ve kavranması önemlidir.
Çünkü o zaman nelerin yenilendiğini, nelerin
atıldığını tespit etmemiz daha kolay olur;
PKK'nin devam eden, yaşayan özü neyse
onu esas almak mümkün olur. Çünkü böyle
olmazsa diğeri çok köklü bir savrulmaya,
bunun yanı sıra inkarcılığa, kendini redde yol
açar.
Provokatif-tasfiyeci eğilimin ideolojik
değişim adı altındaki dayatması sonucunda
PKK’yi bu kadar reddeden ve kötüleyen,
PKK’den bu kadar kaçış durumunu ortaya
çıkartan sonuçlar yaşanıyor. Bunların
ideolojik değişme ya da yenilenme
durumuyla kesinlikle bağlantısı var. Bizim
provokatif-tasfiyeci eğilimin bütün etkilerini
aşabilmemiz için, her şeyden önce
Önderliğin yaşadığını, PKK'nin yeniden
yapılanmasında
yaşananı
doğru
tanımlamamız gerekiyor. Böyle olunca,
geçmişten gelen ve günümüzde de geçerli
olan yanların neler olduğunu doğru ve yeterli
biçimde bilince çıkartıp esas almamız ve
sahiplenmemiz gerekiyor. Bunlarla birlikte bir
de yenilenen ve gelişen yanların neler
olduğunu
görüp
bilince
çıkararak
özümsememiz, onları da hayata geçiren bir
konumda olmamız gerekiyor. PKK'nin
yeniden yapılanması bu esaslar üzerinde
gelişiyor. Bunun da böyle bilinmesinde, buna
göre davranmakta yarar var; bunun bu
biçimde hızla bütün kadrolara yansıtılmasına
da ihtiyaç var. Çünkü çarpıtma olmuş, bilinç
savrulması yaşanmıştır.
Hala insanlar yaşananın ne olduğunu
Önderliğin ifadesine göre tanımlayamıyor.
Çoğu zaman provokatif-tasfiyeci eğilimin
anlayışı, deyimleri ve ifadeleri varlığını
sürdürüyor, söyleniyor, yaşanıyor ve doğru
sanılıyor. Bunu giderecek bir tanımlama tam
geliştirilmemiştir. Eksiklik var ve bunu
aşmamız gerekir. Bu tabii yoğun bir teorik
çalışma, yine etkili bir ideolojik mücadeleyle
KUMÜNAR
2
olabilecek bir işti. Bu anlamda da ideolojik
mücadelede
ve
teorik
çalışmalarda
zayıflıklarımız var. Önderliği örgüte ve halka
taşırıp özümsetmede zayıf kalıyoruz. Bu
temelde çizgi dışı anlayış ve tutumlarımıza,
yine işbirlikçi milliyetçi eğilimlere kaşı
ideolojik
mücadele
yürütmede
zayıf
kalıyoruz. Bunun da böyle tanımlanması ve
aşılması gereği var.
Sosyalizme
İlkeli
Yaşamsal Önemdedir
Bağlılık
Üçüncü bir husus olarak da, yeniden
yapılanan PKK'nin kadro ölçüleri ve kadro
yapısının nasıl olması gerektiği konusunda
bazı şeyler söylemek yararlı olacak. Önderlik
geçmişe ilişkin özeleştiri verdi. Kadrolaşma
çalışmalarını, eğitim çalışmalarını daha
özgün ele almak gerektiğini ifade etti. Kendi
sisteminin bunda yetersiz kaldığını belirtti.
Bunu bir özeleştiri konusu olarak tanımladı.
Genel eğitimin savaşçı eğitimiyle sınırlı
kaldığını; kadro eğitiminin, parti ölçülerine
uygun kadro ve militan eğitiminin genel
savaşçı eğitimi içerisinde kaybolduğunu
ifade etti. Böylece kadro eğitim ölçülerinin
geriye düştüğünü, dolayısıyla kadrolaşmanın
zayıf kaldığını, parti çizgisinin doğru
özümsenip pratiğe yön verir konuma
getirilemediğini, bu nedenle de pratiğin
istenen ve hedeflenen sonuçları vermediğini,
pratikte yaşanan hatalar ve yanlışların bir
kaynağının bu olduğunu belirtti; yine istenen
sonuca gidememenin önemli bir nedeninin
bu olduğuna işaret etti. Bu konuda dikkat
etmemiz ve ders çıkartmamız gereken yanlar
var. Önderliğin özeleştiri olarak ortaya
koyduğu yaklaşımlardan sonuç çıkarmalıyız.
Demek ki genel savaşçı eğitimi kendi içinde
partileşme
eğitimini,
kadro
eğitimini
kaybettirmemelidir. Ama genel eğitimden de
vazgeçmemeliyiz.
Savaşçı
düzeyinde,
sempatizan düzeyinde yürütülen eğitimden
de vazgeçmemeliyiz. İkisini birbiriyle bağ ve
uyum içerisinde, her alanın kendi görev ve
sorumluluklarının doğru tespit edilmesi
temelinde birlikte yürütmeyi bilmek bizim gibi
bir hareketi başarıya götürecektir.
İkincisi, Önderlik, eğitim çalışmalarına
ilişkin olarak, bütün çabalara rağmen
kadroda köklü bir değişiklik yapamadığını,
bunun biraz da paradigmaya bağlı olduğunu
ifade etti. Bir kere devletçi paradigma esas
alındıktan, hele hele Kürt insanı gibi bin
yıllarca iktidardan uzak tutulmuş bir insan
topluluğuna devlet ve iktidar olmanın yolu
gösterilip önü açıldıktan sonra, bundan
kaynaklanan
bazı
temel
ölçülerin
giderilmesinin zor olduğunu, bütün çabalara
rağmen bunu sağlayamadığını söyledi. Bu
anlamda
da
hiyerarşik
devletçi
paradigmadan
ve
iktidar
olgusundan
kaynaklanan ve kadro yapısında iki temel
eğilim olarak ortaya çıkan çeteciliği ve
memurculuğu eleştirdi. PKK'nin sosyalist
ideolojisinin gereklerini yeterince özümseyip
pratikleştiremeyen kadro duruşunun temel
geriliğinin bu iki eğilimde çakılıp kalmak, ruh,
anlayış ve davranış olarak çeteciliğin ve
memurculuğun ölçülerini ve özelliklerini
aşamamak olarak değerlendirdi. Dolayısıyla
yeniden yapılanan PKK'nin kadrolaşmasının
önüne bu iki temel eğilimin aşılmasını koydu.
Önderlik, çeteciliği ve memurculuğu
aşmış bir PKK kadrosunun geçmişe göre
daha fazla mümkün olduğunu belirtti.
Neden? Çünkü PKK artık iktidarcı ve devletçi
paradigmayı aşmıştır. Yani memurculuğu ve
çetecililiği ortaya çıkartan, onu hep var eden
paradigma artık aşılmıştır. Onu yok edecek,
onun yerine sosyalist ölçüleri geçirtecek yeni
paradigma belirlenmiştir. Buna demokratikekolojik-cinsiyet
özgürlükçü
toplum
paradigması diyoruz. Bu paradigma özgürlük
ve eşitlik çizgisini düşüncede ve davranışta
daha çok özümseyen, bu temelde hem bu
çizgiyi iyi kavrayıp görevleri başarıyla yerine
getiren, hem de her türlü sınıflı cinsiyetçi
toplum etkilerini aşarak partinin ideolojik
ölçülerine uygun bir yaşam çizgisi tutturmada
yeni paradigma insanını daha ileriye
götürecek ve geliştirecek bir özelliğe sahiptir.
Önderlik, geçmişte büyük çabalar
harcanmasına rağmen, insanda aşılamayan
çeteci ve memurcu zihniyetin yıkılması ve
aşılmasının koşullarının yeni paradigmayla
ortaya çıktığını ifade etti. Bu nedenle bizim
geçmişteki kadro ölçülerini çok çok aşan bir
düzeyi yeniden yapılanan PKK’nin kadro
ölçülerinde yaratmamız gerekiyor. Bunu
yaratmanın imkanı ve koşulları vardır. Bu
bakımdan da PKK'nin eskiyi aşan bir düzeye
gelmesi gerekiyor.
Çetecilik
daha
çok
mücadele
ortamında, eylemsel alanda ortaya bir çıkan
eğilimi, ölçüsüzlüğü, ideolojisizliği veya
sosyalist ideolojiye bağlı olmayan ve halka
KUMÜNAR
2
doğru yaklaşmayan anlayışlar ve tutumları
ifade ediyor. Memurculuk ise daha çok
ideolojik ve siyasal faaliyetleri içerisinde
ortaya çıkan bir eğilim olarak, özgürlük ve
eşitlik çizgisinin gereklerine göre bir yaşamı,
onun istediği cesaret ve fedakârlık düzeyini
yakalamamayı, kendini bütünüyle çıkarsız,
karşılıksız ve hesapsız bir biçimde parti
çizgisine katmamayı, biraz hizmet eden biraz
da partiden isteyen bir uzlaşma arayışını
içeriyor. Yani reel sosyalizmin kadro
yapılanmasını anlatıyor. Biraz kendini
yaşatan, biraz da partiye çalışan bir kadro
ölçüsü ve yaşamının esas alınmasını ifade
ediyor. Bunun bürokrat burjuva bir kesim
yarattığını reel sosyalizm pratiğinde gördük.
Bunun bilimsel demokratik sosyalizmin
özüne ve ölçülerine uygun olmadığını, bu
bakımdan doğru ve yeterli bir kadro
duruşuna ulaşmadığını deneyimler gösterdi.
Dolayısıyla bunun da bütün yönleriyle
aşılması gerekiyor. Devletçi ve iktidarcı
paradigmanın ortaya çıkardığı bu iki temel
siyasal insan duruşunu gidermek, ortadan
kaldırıp aşmak, onun yerine çizgiyi esas
alan, özgürlük ve eşitlik ilkelerine göre halka
hizmet etmeyi esas alacak temelde çalışan,
mücadele eden ve kendisini herhangi bir
karşılık ve çıkar beklemeksizin bütünüyle
özgürlük çizgisinin, halkın ve partinin
hizmetine sunan bir kadro düzeyinin
yakalanması gereği var.
Bu noktada da bu eğitimler bizi
geliştirmeli,
yenilememeli
ve
yeniye
götürmelidir. Yeniden yapılanan PKK'nin
kadro ölçülerinin bu düzeyde bir gelişkinliği
ve yeniliği var. Mevcut eğitimle böyle bir
kadrolaşma ve PKKlileşmeyi esas almalıyız.
Bunlar hedeflerdir. Yeni PKK'nin doğru
tanımı, anlaşılması ve yeni PKK kadrosunun
ölçülerinin tanımlanması anlamında esas
almamız gereken düzeyi ve özellikleri ifade
ediyor. Biz bunun mücadelesini vermekle
mükellefiz. Bu eğitim, bu parti okulu böyle
kadrolar yetiştirmekle mükelleftir; kadroyu bu
düzeyde eğitip geliştirmekten sorumludur.
Bunu yaptığı ölçüde doğru ve yeterli bir
eğitim yapılmış, gerçekten de parti çizgisine
ve ölçülerine uygun bir çalışma yürütülüp
kadrolaşma sağlanmıştır denilebilir.
Şimdi bunda eksiklikler ve zayıflıklar
var, çokça eleştirilmesi gereken yanlar var.
Belirttiğimiz düzeyde PKK’yi doğru ve yeterli
ele alan, özümseyen, benimseyen, bunun
gereklerine göre çalışan bir kadro düzeyi ve
ölçüsü yaratmaktan uzağız. Kısaca ifade
etmeye çalıştığımız ölçüler ve özelliklerden
çok uzak tutumlarımız ve duruşlarımız var.
Üstelik bunlar çok doğal gibi görülüyor.
Çetecililiğe açık duruşumuz var. Memurculuk
ise adeta bir meziyetmiş ve doğru ölçüymüş
gibi dört taraftan harekete, kadro yapısına,
partiye yöneltilen bir saldırı olarak, ideolojik
olarak etkin bir biçimde her yerde sürüyor.
Sosyalizme,
onun
özgürlük,
eşitlik,
demokrasi ve adalet ilkelerine sahip
çıkmakta,
özümsemekte
ve
yaşamsallaştırmakta, net, iradeli ve kararlı
duruşta zayıflık var. Sosyalizme ilkeli
bağlılık, iradeli ve kararlı olmak neredeyse
ahmaklık sayılıyor, ideolojik netlikten söz
etmek modası geçmiş yaklaşım olarak
görülüyor, dogmatizm diye damgalanarak
kestirilip atılıyor. Oysa geçenlerde ABD
Başkanı Bush bile, Ortadoğu’da kendilerine
karşı mücadele edenleri ideolojisiz olmakla
suçluyor, dolayısıyla ‘ne yapacakları belli
olmayanlar’ diye tanımlıyor, ‘bunlar her şey
yapabilirler’ diye itham ediyordu. Hiyerarşik
devletçi sistemi ayakta tutan ve ona öncülük
eden bir gücün temsilcisi bile karşıtlarını
ideolojiksizlikle suçluyor ve mücadelesini bu
denli ideolojiye dayandırıyorsa, bizim bir
özgürlük hareketi olarak, bir kurtuluş hareketi
olarak ideolojik ilkelerimizi netleştirmemiz, bu
ilkelere sahip çıkmamız, bu ilkeleri bütün
benliğimizle savunmamız kadar doğal bir
durum olamaz. Bundan uzak düşmek çok
kötü bir savrulmayı ifade eder ve bizi silahsız
bırakmayı içerir.
Ortadoğu’da yaşanan ve üçüncü
dünya savaşı olarak tanımlanan savaşın
yüzde doksanı ideolojik alanda sürüyor. Bu
savaş ne ekonomik, ne siyasi, ne de askeri
yönü önde olan bir savaştır. Bush’un tanımı
bunu gösteriyor. Demek ki, savaşın ideolojik
yönü öndedir, ideolojik savaşım esastır.
Şimdi bizim gibi gücünün yüzde doksan
beşini ideolojik ilkelerinden, duruşundan ve
ideolojik yapısından alan bir hareketin
ideolojik alanda zayıflatılması, bu hareketin
ideolojik ölçülerine saldırılması en büyük
tehlikeyi ifade ediyor. Düşman bunu
yapabilir, karşıtlarımız böyle davranabilir,
zaten öyle davranıyorlar, çünkü onlar bizi
tasfiye etmek, dağıtmak ve yıkmak istiyorlar,
KUMÜNAR
2
bu haklarıdır. Ama bu hareketin kadroları ve
mensupları olarak, bizim de bu durumu
görüp buna karşı ideolojik mücadeleyi çok
etkin, güçlü ve sonuç alıcı bir temelde
geliştiremeyişimiz,
aslında
bir
yerde
başarısızlığı
gösteriyor,
sistemin
üzerimizdeki etkilerini gösteriyor. Bunun öyle
dinlenilecek, kabul edilecek, anlaşılacak bir
yanı yoktur.
Beritan ve Kemal Pir Çizgisinde
Bir
Kadro
Duruşuna
Ulaşmalıyız
Memurculuk anlamında da böyledir.
Gerçekten de giderek tehlikeli bir pozisyona
gitme durumumuz var. Yönetimimiz gerçekçi
ve net bir kadro politikası oluşturmada henüz
zayıftır. Parti yönetimi açısından da, genel
hareketin koordinasyonu açısından da bu
söylenebilir. Oysa örgüt yaratmak, güçlü
örgüt yaratmak; ölçüleri çok net, belirgin ve
yüksek olan bir kadro politikası oluşturmak
ve pratikleştirmekten geçer. Eğer bütün
saldırılara rağmen geçmişte PKK ayakta
kalmış ve gelişme sağlamışsa, onu ayakta
tutan ve geliştiren en temel etken
Önderliğimizin yürüttüğü ölçülü, yüksek
düzeyli ve sağlam kadro politikası, kadro
çalışması
olmuştur.
Önderlik,
bütün
saldırılara karşı kadro çalışmasını yürüterek,
bu çalışmayı geliştirip yaygınlaştırarak
savaştı. Şimdi özeleştiri olarak da bu
konudaki zayıflıkları ve hataları öne
çıkarıyor. Demek ki, başarının ölçütünü bu
alandaki
zayıflıklar
ve
eksikliklerin
aşılmasında görüyor, bunu bu kadar
önemsiyor. Bu bakımdan kadro ölçülerini
belirginleştirmede, etkili bir kadro politikasını
oluşturup yürütmede zayıflıklarımız var. Bu
zayıflıkları aşmamız gerekiyor.
Bu
noktada
ölçülerimizi
netleştirmedikçe ve bu ölçüleri çok etkili bir
biçimde pratikleştirmedikçe, insanları bu
ölçülere çekmek ve onun dışındaki ölçüleri
aştırmak için etkili bir ideolojik ve örgütsel
savaşım yürütmedikçe, eğitimi bu temele
oturtmadıkça, bizim partileşmeyi de, genel
Demokratik Konfederalizm hareketini de
sağlam bir biçimde örgütleyip geliştirmemiz
ve saldırılar karşısında ayakta tutmamız
mümkün olmayacaktır. Bu bakımdan kadro
ölçüleri, kadro çalışması, kadro ölçülerimizin
yüksek tutulması büyük önem arz ediyor,
ideolojik ve örgütsel tutum sahibi olabilmek
büyük önem arz ediyor, bununla çelişen
yanlara karşı mücadele etmek önem arz
ediyor.
Oysa
bu
ölçüler
geriletilmeye
çalışılıyor. Memurculuk her yönden saldırı
halindedir. Herkes kendine göre ölçüleri
esas alıyor. İnsanlar sistemden kaptıkları,
sistem içi yaşamdan edindikleri özellikleri
çok beğeniyor, onlara bayılıyorlar. Onları
değiştirmek
için
mücadele
yürütmek
gündeme geldi mi ters bakıyorlar, öfke
duyuyorlar. Hem hiyerarşik devletçi sistemin
özellikleriyle donanalım, hem de PKKli
sayılalım diyorlar. Olur mu bu? Bu çok ters
bir dayatmadır. Önderlik bunu hırsızlık
olarak
tanımlıyor;
“Başkaları
adına
donanmışlar, bizim imkânlarımızın içine
gelmişler, imkanlarımızı çalıp bizim adımıza
kendi ölçülerini yaşamak istiyorlar” diyordu.
Böyle olmaz, böyle sürdüremeyiz. Bu
bakımdan birçok alandaki kadro sorunumuz
aslından buradan ileri geliyor. Fedai
çizgisine, Beritan ve Kemal Pir çizgisine
ulaşan bir kadro duruşu yoktur. Böyle olmak
gerekir denildiğinde arkadaşlarımız öfke
duyuyorlar. Hem de kendilerini Beritan’ın,
Kemal Pir’in ardılları sayanlar, “Bize imkan,
fırsat ve para verilsin, biraz hizmet edeceğiz
biraz da kendimizi yaşayacağız. Yeter,
ömrümüzün 20 yılını, 25 yılını vermişiz,
gençliğimizi vermişiz, biraz da bu hareket
bizi yaşatsın” diyorlar. Bu, ideolojik çizgiden
kopmaktır, PKKlilikten kopmaktır. Böyle
söylemenin, bu ruhu ve tutumu taşımanın
Beritanlaşmakla, Kemal Pirleşmekle bir
alakası yoktur, onlardan kopuş demektir.
Böyle olmaz.
İdeolojik mücadele söz konusu oldu
mu, küçük şeyler de aslında abartılmalıdır.
Çünkü ideolojik sapmanın küçüğü büyüğü
olmaz. Küçük sapma da eğer düzeltilmezse
büyür ve bir karşıt duruş haline dönüşebilir.
Lenin bunu böyle tanımlıyor. Rus Devriminin
pratiğinde de var, bizde de çok fazla var.
İhanet ve provokasyon olarak tanımladığımız
durumu 95’te Beşinci Kongrede yargılarken,
“Her şey bir pastayı hediye almakla başladı”
deniliyordu. Şimdi yoldaşlarımız “Para
havuzumuz olsun” diyorlar. Türkiye’de yirmi
yıl hapis yatmış arkadaşlarımız, “Bu
havuzdan bol bol alalım, harcayalım,
gezelim. İyi ve güzel biraz özel yaşamımız
olsun, imkânlar verilsin, öyle sürdürelim, biz
KUMÜNAR
2
de biraz hizmet ederiz” diyorlar. Peki, bunun
Beritanlıkla, Kemal Pirlikle ne alakası var?
Dört dörtlük reel sosyalist ölçü değil mi bu?
Reel sosyalizmin o bürokrat burjuva çizgisine
kayma değil mi? Sapma değil mi?
Biz Altıncı Konferanstan beri bir şeyi
yaşadık: Israrla kadroyu reel sosyalist
ölçülere çekmek için çaba harcayanlar oldu.
Sonradan gördük ki, bunlar örgütü dağıtmak
istiyorlar, provokatördürler, tasfiyecidirler.
Açık söylemiyorlar, PKK’yi dağıtma ve
tasfiye etmenin en önemli yolunun
ideolojisinde savrulma ve sapma ortaya
çıkartmak olduğunu kavramışlar. Onun için
ideolojiye
karşı
çıkmadan,
onun
pratikleşmesi
olan
kadronun
yaşam
ölçülerinde, dolayısıyla parti yaşamında
savrulmalar, çizgi dışı tutumlar ve özellikler
ortaya çıkartmayı esas aldılar, bu yolda
direttiler. “Maaş verilsin, para verilsin, fon
verilsin, fedai çizgisinde bir kadrolaşma
feshedilsin. Reel sosyalizme ya da KDP’ye
benzer bir partileşme, bir kadro duruşu esas
alınsın” dediler. Bu anlamda bize bir reel
sosyalistleşme ya da KDPleşme dayatıldı.
Provokatif-tasfiyeci
saldırı,
hareketimizi
KDPlileştirme
saldırısıydı;
yani
her
bakımdan hiyerarşik devletçi sistemin içine
çekme saldırısıydı, kadroyu da o ölçüye
çekme
saldırısıydı.
Şimdi
duruma
baktığımızda,
bunun
etkilerinin
hala
yaşandığını görüyoruz.
Bunun karşısında doğru kadro duruşu
nedir, PKK sosyalist anlayışı ve ölçülerinin
kadro gerçeği nedir?
Biz bunu açığa çıkartan ödünsüz bir
mücadeleyi yürüten bir konumda olmadık.
Bu bize kadar geldi. Birçok alanda bozulma
var. Dün bazı tartışmalarda örnek verdik.
Gürbüz Çapan denen bir belediye başkanı
vardı. “Sağcılar yiyeceğine solcular yesin,
daha iyi değil mi?” diyordu. Şimdi bu felsefe
kadro yapımıza, PKK'nin içine sokulmaya
çalışılıyor. “Başkaları yiyor ve yaşıyorlarsa,
biraz da sen ye ve yaşa. Hep çalışmak,
görev yapmak olur mu? Yaşamak da olmalı”
deniliyor. Küçük büyük demeden bu şeylere
gidiliyor. Örneğin aşırı bir tüketicilik var. Bu
bir sapmadır, ideolojik sapmadır. En çok da
burada var. PKK Merkezi buradadır, Parti
Okulu buradadır, ama sapma buradan
başlıyor. Açık söylüyorum, başkalarını
eleştirecek durumda değiliz. Özeleştiri
yapmamız gerekiyor. Üretimimiz yüzde beş
bile değil. Hiç üretmeme ama hep tüketme
yaklaşımı açıkça görülüyor. Tüketmenin
hangi biçimi olursa olsun, bu böyledir. Bu,
PKK felsefesine aykırıdır. Önderlik ise, kendi
felsefesi olarak şunu söyledi: “Benim için
üretmek, kazanmak esastır. Bir şey
yaratmak,
elde
etmek
isterim;
o
gerçekleştikten sonra onu artık başkasına
devreder ve yeni üretimlere koşarım” dedi.
İşte bu bize kadro felsefesini veriyor, yaşama
bakışını veriyor. PKK'nin felsefesi, yaşama
bakışı budur. Bunun dışında olamaz; Gürbüz
Çapan’ı esas alamayız.
Geçen altı yedi yıl içerisinde PKK
adına, hareketimiz adına Türkiye'de yerel
yönetimlerden tutun partileşmeye kadar
yapılan bütün çalışmalar benzer zihniyetle
olmuştur. Şimdi gırtlağına kadar ranta
bulaşmış, hırsızlık yapmış bir durum var ve
biz çözemiyoruz. Aylardır uğraşılıyor,
çözümlenemiyor, temizlenemiyor. Neden?
Zihniyet aynıdır. Bunun Apocu zihniyetle,
parti zihniyetiyle bir alakası yoktur. Başkası
yiyebilir, başkası kötülük yapabilir, başkası
hain olabilir, zorba olabilir, diktatör olabilir,
hırsız olabilir, rantçı olabilir; eğer biz de
başkasına göre olursak PKKli olamayız. PKK
başkası gibi olmama, kendisi gibi olma
hareketi oldu. Başkasını aşan, başkası gibi
olmaktan çıkan, sistemin yapılanışı olmaktan
çıkan, bu temelde ayrı bir sistem yaratan,
onun için ayrı bir yaşam felsefesi, yaşam
ölçüleri, yaşam duruşu ve çalışma ahlakı
yaratan bir harekettir. Bunu kavrayacağız.
PKKlileşeceksek, Apocu kadrolaşma içinde
olacaksak, KKK sisteminin öncü kadrosu
olacaksak böyle olmak zorundayız. Böyle
olmayan kadro olmaz, böyle olmayanı
kadroluktan
atacağız.
Birleştirip
bütünleştireceğiz; bazıları böyle bazıları
şöyle, bazıları istediğini yapar bazıları
yapmaz yaklaşımını kabul edemeyiz. Kendi
içinde eşitliği ve özgürlüğü geliştiremeyen,
kendi içinde adalet uygulamayan bir hareket,
toplumda
eşitliği
ve
adaleti
nasıl
uygulayabilir? Bu mümkün müdür? Kendi
kadrosunu ve militanını böyle bir yaşam
felsefesine ve duruşuna çekemeyen bir
hareket toplumu çekebilir mi? Bu mümkün
değildir.
KUMÜNAR
3
O nedenle elbette önce kendi içimizi
düzelteceğiz,
kendimizi
düzelteceğiz.
Kendimizi, kendi içimizi, kadro ve örgüt
yapımızı, örgütümüzün içini Apocu felsefe ve
ideolojinin gereklerine uygun, onu dört
dörtlük yaşayan bir konuma çekmeyi esas
alacağız. Bu konuda temiz kılacağız,
düzelteceğiz, çizgi kadroda cisimleşecek,
çizginin insanı kadro olarak şekillenecek.
Çizgi
parti
yaşamında maddileşecek,
cisimleşecek, yaşanılır hale gelecek ve
burada bir örnek yaşam ortaya çıkacak. İşte
bu da toplumu etkileyecek, toplumu çekecek,
bu toplumu özgürlük, eşitlik ve demokrasi
yolunda yürütecek. Topluma doğrultu
vermek böyle olacak, toplumu etkileyen de
bu olacak.
Önderlik, “Halk bizim ne söylediğimize
değil, nasıl yaşadığımıza bakarak bizi
benimsedi ve hareketimize katıldı. Bizi ölçüp
tarttı, değer verdi” dedi. Nasıl yaşadığına
bakmak veya nasıl yaşamak gerektiği
sorusunu
sorarak
yaşamak
ideoloji
demektir. İdeolojimizi yaşamsallaştırdığımız,
sözümüzle yaşamımızı tutarlı kıldığımız
ölçüde, bu bizi toplum içerisinde etkili kıldı;
PKK'yi diğer hareketlerden farklı hale getirdi.
Dolayısıyla birçok akım ve eğilim dağılıp
tasfiye olurken, PKK sürekli gelişen,
büyüyen, halk içerisinde cisimleşen bir
hareket oldu. Bu bakımdan nasıl yaşamamız
gerektiğini bilmek, bunun sorumluluğuyla
hareket etmek büyük önem taşıyor. Önderlik
partileşmeyi
geliştirirken,
partileşmenin
temeli olarak çizgiyi geliştirirken, onun temeli
olarak kadın özgürlük çizgisini geliştirirken
boşuna ‘nasıl yaşamalı?’ sorusunu hep
gündeme getirmedi, boşuna bu soruyu
sormadı, boşuna bu soruya cevap
oluşturmak için yıllarca ciltler dolusu görüş
ortaya çıkartan tartışmalar yürütmedi.
Önderlik,
ideolojimizi
cisimleştirip
somutlaştıracak, onu gerçekten düşünce
denilebilecek bir düzeye getirmek için çalıştı.
Bu bakımdan çok önemlidir.
Bu memur zihniyetini kesinlikle
aşmamız gerekiyor. “Biraz kendimize, biraz
örgüte çalışalım” olmaz; “Kendimize göre
örgüte katılalım, örgütü istediğimiz gibi
yorumlayıp katılalım” olmaz. Örgüt kendini
nasıl tanımlamışsa, onu öyle esas alacağız.
Ona bakacağız, onunla çelişen yanlarımızı
aştırarak
kendimizi
ona
ulaştırmaya
çalışacağız. Bu bakımdan kadronun ölçüsü
hep ilerde ve yüksek olacak; özgürlük, eşitlik
ve demokrasi çizgisinde en yüksek olanı
tutturacak. Ölçüleri alt düzeyde tutturamayız.
“Bu kadar şey niye isteniyor, bu kadar çaba
niye yürütülüyor, insanlara bu ölçüler niye
dayatılıyor?” deniliyor. Peki, nasıl mücadele
yürütelim? İnsanlığı, toplumu özgürlük ve
demokrasi çizgisinde nasıl yürütebiliriz?
Kadroyu sıfır noktaya indirirsek, toplum
nereye gider? O zaman toplum sıfırın altında
bilmem kaç dereceye düşer; yoz, tükenmiş,
bitmiş, çürümüş bir duruma gelir. Dolayısıyla
kadro ölçüleri ne kadar ilerde olursa,
ideolojik düzey ve onun yaşamasallaşması
ne kadar yüksek olursa, toplumu o kadar
ileriye taşır. Bunu halka ve topluma taşıma
ve toplumu etkileme çalışması, yani
propaganda ve ajitasyon faaliyeti, eğitim,
örgütleme ve eylem yürütüldükçe, toplumdan
kopuş olmadıkça, bu çalışma toplumu çok
güçlü bir biçimde değişime uğratır; toplumu
özgürlük ve demokrasi çizgisinde geliştirir,
değiştirir, yeniler ve ilerletir. Toplumu
ilerletmenin yolu budur.
Reel sosyalizmin yaptığı gibi şiddetle
bir devleti yıkarak bir başka devleti kurmak,
toplum üzerinde zapturapt yaratmak ve kuşa
çevrilmiş haliyle sosyalizmi kurduğunu
söylemekle toplumda değişiklik yaratılamaz,
toplum dönüşüme uğratılamaz. Toplumda
değişiklik yapmak ve dönüşüm yaratmak
parti öncülüğüyle sık sıkıya bağlıdır; parti
öncülüğünün de çok ileri düzeyde olmasına,
ölçü
tutturmasına,
özgürlük,
eşitlik,
demokrasi ve adalet ilkelerini en ileri
düzeyde kendi içinde kadrosu şahsında ve
parti yaşamında cisimleştirmesine bağlıdır.
Kadro duruşu konusunda eleştireceğimiz
şeyler çoktur. Çok tartışıyoruz. Ben çok
araştırma-inceleme
yapamıyorum,
ama
örgütün her tarafını biliyorum, o avantaja
sahibim. Özellikle HPG’yi izleme ve inceleme
imkanım var. Doğal olarak sert ve keskin
mücadele ortamı insan gerçeğini daha iyi
açığa çıkartıyor, daha net ortaya koyuyor.
Dolayısıyla ne kadar partileşme var ne kadar
yok, kadro ölçüleri ne kadar tutturulmuş ne
kadar tutturulmamış, hatalar ve eksiklikler ne
kadar ortaya çıkıyor ne kadar çıkmıyor,
bunları görmek çok daha kolay oluyor. Bunu
genel
hareketimize
de
yansıtmaya
çalışıyoruz.
KUMÜNAR
3
Mevcut durumda ideolojik ve örgütsel
duruşta zayıflıklar var, hatta bunun dışında
bir duruş var. İdeoloji de nedir, örgüt çizgisi
de nedir deyip öyle yüzünü dönerek giden bir
tutum var. Buna karşılık politik tutum var.
“Zaten politik hareket olmuyor muyuz? O
zaman politik tutum geliştirmeliyiz” deniliyor.
Tepeden tırnağa bir ideoloji hareketi olan
PKK
içerisinde
politik
ölçülerle
yaşanabileceği sanılıyor. Politik ölçüler esas
alınmaya çalışılıyor. Nedir bunlar? İşte
idareciliktir, ahbap çavuşluktur, bireyciliktir,
grupçuluktur, kendine göreliktir; yani her türlü
eğilim ve anlayış var edilip yaşatılıyor. Bu da
hareketimizin karar düzeyini çok zayıflatıyor.
Öyle ki, bu temelde oluşan bir kadro ve
yönetim yapısı ciddi kararlar alamıyor, büyük
eylem hedeflerini önüne koyamıyor. Sadece
en alt düzeyde, asgari düzeyde kararlar
alabiliyor. Neden Önderliği bu kadar
değerlendirme yapmaya ve kararlar almaya
zorladık diye sorulursa, bunun nedeni başka
şeyden
değil,
bu
duruşumuzdan
kaynaklandı.
Yine bu durum eylem gücümüzü çok
azaltıyor. İnsanlar doğru bulduklarını ve
benimsediklerini
uyguluyorlar;
doğru
bulmazlarsa uygulamıyorlar, uygulamaya
etkili katılmıyorlar. Herkesin kendine göre
görüşü ve doğruları olunca, doğal olarak
ortak karar oluşturmak mümkün olmuyor. Bu
da eylem gücümüzü çok alt sınıra çekiyor.
Çok zayıf kalıyoruz. Gücümüzün yüzde beşi
bile harekete geçirilemiyor; ne kadro ne de
halk
gücünü
yeterince
harekete
geçirebiliyoruz. Önderlik direniştedir. Bunun
sonucunda şimdi yüzde yüz randımanla
çalışır ve mücadele eder konumda olmamız
gerektiği yerde bile, gerçekten randımanımız
yüzde beşe, yüzde ona çıkmış değildir.
Örgütün gücü ve imkanları boş kasnak gibi
dönüyor, üretime dönüşmüyor, çalışma
geliştirmiyor. Kuşkusuz bu böyle olmaz.
Sorunlar bürokratik bir çizgiye çekiliyor,
bürokratik örgüt yapıları geliştiriliyor. Tabii
biraz
yönetim
kurnazlıları
da
var.
Sorumlulukları başkalarına yıkarak hareket
etme esas alınıyor. Nasıl olsa sorumlu
falandır denilerek işin içinden çıkılabiliyor.
Böyle olmaz, bunlar da doğru değildir.
Örneğin gerçekten doğru ve etkili bir
eğitim çalışması yürütülmüyor. HPG’nin
Akademilerinin düzeyi de, buradaki eğitim
düzeyi de çok düşüktür. Benim esas olarak
bunlar üzerinde durmam gerekiyordu.
Burada dört beş gün Mazlum Doğan Kadro
Okuluna gittim. Öyle eğitim olmaz.
Arkadaşlar kusura bakmasınlar, eleştirmek
zorundayım. Ben orada eleştirdim, çok sert
uyardım, baktım gülüyorlar. İnsanlar bu
duruma düştüler mi çok tehlikelidir. Ortada
ciddiyet yoktur. Ciddiyet ve disiplinin
olmadığı bir yerde eğitim olmaz.
Kadro Eğitimi Demek Tarz, Duruş
ve Ölçü Kazandırmak Demektir
Eğitim yalnızca bazı bilgileri edinmek
değildir. Okul insanlara bilgi vermek için
kurulmaz. Kitaplar yazıyorlar zaten, sayısız
kitap
var.
Şükürler
olsun,
insanlar
günümüzde okur yazardırlar; kitapları alıp
okuyabilir, o bilgileri edinebilirler. Okul ise
tarz kazandırır, ciddiyet kazandırır, disiplin
kazandırır.
Örneğin
mevcut
eğitim
yönetimimizin ne böyle bir çizgisi ne de gücü
var. Hiçbir yaptırım gücü yoktur. Karar
alamıyor, sadece sözle eleştiriyor. Bunlar
yanlıştır diyor. Artık öbürünün insafına
kalmış, uyarsa uyuyor ve uyguluyor,
uymazsa kendi bildiğini yapıyor. Uymayana
ilişkin herhangi bir şey yoktur. Böyle eğitim
olmaz, bununla biz gelişme sağlatamayız.
Arkadaşlarımız gelmişler, aylardır burada
kalıyorlar; kulaklarında küpeler, boyunlarında
bilmem neler var. Nerdeyse birbirleriyle kol
kola girip gezecekler. İstedikleri zaman
geliyorlar, istedikleri zaman istedikleri gibi
çekip gidiyorlar.
Ben 94’te Parti Merkez Okulunda sekiz
ay kaldım. Önderlik herkesi ülkeye
gönderirken şunu söylüyordu: “Önderlik
tarzını gördün mü, bir şeyler anladın mı,
Önderlik duruşunu ve özelliklerini kavradın
mı?” Kadronun eğitimi demek, tarz
kazandırmak, duruş kazandırmak, ölçü
kazandırmak demektir. Bir okul eğitimi ölçü
ve tarz kazandırmıyorsa, bu okul eğitim
yapmıyor demektir. O nedenle bizim
okullarımız herkesin kendini daha çok
konuşturduğu, kendi anlayışlarını daha da
kemikleştirdiği bir yer olamaz.
Okullarımızın bir savaş yeri, mücadele
yeri, en sert ideolojik mücadelenin
yürütüldüğü yer olması gerekir. Bunlar
okullarımızda yoktur; genel duruş içinde de
yoktur.
Arkadaşlarımız
birbirlerine
KUMÜNAR
3
dokunmuyorlar. Yanında parti ölçüleri yüzde
yüz ihlal ediliyor; arkadaşlarımız yönünü
dönüyorlar ya da bakıyor, gülüp geçiyorlar.
Evet yoldaşlar, parti öldürülürken sineye
çekiyoruz, gülüp geçiyoruz. Ama bireysel
durumumuza şöyle küçük bir iğne batırıldı mı
hopluyoruz; “Kişiliğim rencide ediliyor,
haklarım yeniliyor”, bilmem ne oluyor
diyoruz. Peki, partinin kişiliği yok mu? Onun
hiç hakları yok mu? O rencide edilmiyor mu,
bozulmuyor mu? Böyle olur mu?
İşte bu, ideolojik mücadelesizliktir.
Sınıf mücadelesi, cins mücadelesi ciddi
biçimde artık bir kenara itilmiş durumdadır.
Mücadele yürütülmüyor, dokunulmuyor. Bu
konuda
eğitici
görevler,
yoldaşların
birbirlerine karşı sorumluluklarının gereği
yerine getirilmiyor. Böyle yoldaşlık mı olur?
Yanlışlarına açık kapı bırakan, yanlışlarına
göz yuman, hatta gülerek geçen birisi
yoldaşına kötülük yapmış olmuyor mu? Bu,
“Sen yanlışta devam et” demek anlamına
gelmiyor mu? Böyle olur mu? Bu biçimde
işleri yürütemeyiz. Bence bu okul hiç
korkmadan ideolojik ilkeleri esas alma
temelinde insanlarla en sert savaşımı
yürütebilmeli;
insanların
ruhlarını,
duygularını, davranışlarını, bilinç durumlarını
gerekirse paramparça edebilmelidir. Sınıflı
cinsiyetçi topluma ait olanları mahkum edip
atarak, yerine yenilerini koyabilmelidir. İnsan
eğitmek, insan geliştirmek böyle olur.
Şimdi eğitimimizde zayıflık var. Bu
nedenle ha eğitim devrelerinden çıktık ha
çıkmadık, çok fazla fark etmedi deniliyor.
Arkadaşlar okulların birinden çıkıyor, gidip
diğerine girmek için dilekçe veriyor, birinden
ötekine geçiyorlar. Aslında eğitim okullarını
bir zaman geçirme, bir kendini dinlendirme
yeri olarak değerlendiriyorlar. Demek ki,
okullar onda bir değişiklik yaratmıyor. Eğitim
bir de göreve hazırlamak demektir. Demek
ki, eğitim insanları göreve hazırlamıyor.
Okuldan çıkan göreve gitmiyor. Nereye
gidiyor? Boştur, ortadadır. Ha okuldan
çıkmış ha çıkmamış, fark etmiyor. Böyle
harcanan emeğe yazıktır. Hareket olarak da
bu biçimde gelişemeyiz. Okuldan çıkan bir
kadro temel bir görevi üstlenip başarıyla
yerine
getirmiyorsa,
bunun
bilincini,
sorumluluğunu, kararlılığını ve netliğini
yakalayamamışsa başarısızdır. Ona diploma
vermemek, onu okuldan çıkarmamak
gerekiyor. Önderlik her zaman “Doğru
kullanamayacak
insanın
eline
silah
vermeyeceksiniz. Yoksa kendini vurur” dedi.
Dolayısıyla partiyi temsil edemeyecek,
ideolojik, siyasal ve örgütsel çalışma
yürütemeyecek,
kitle
çizgisini
uygulatamayacak,
halka
doğru
davranamayacak olana da kadro sıfatı
verilmemelidir. Bu noktada ideolojiden, örgüt
çizgisi ve çizgi mücadelesinden kopuk, bunu
çok yüzeysel ele alan bir duruş var. Bu
eksiklik hukukla giderilmeye çalışılıyor.
Hukukla İdeolojinin Bağı İyi
Kavranmalı
Ben bu konuda da birkaç şey
söylemek istiyorum. Önderlik, “Hukuk
mücadelesini geliştirmemiz gerekli” dedi.
Doğrudur, hukuk mücadelesini geliştirmemiz
gerekir. Ama bu hukukun ne olup olmadığını
doğru anlamak zorundayız. Yani her şey
hukuk değildir. Öyle olmuş ki, artık ideolojik
mücadele yoktur, örgütsel çizgi mücadelesi
yoktur, bunların gerektirdiği eleştiri-özeleştiri
platformları yoktur. Ne var? Hukuk var. Bir
ceza kanunu hazırlanmış, bir de yargıçlar
topluluğu oluşturulmuş; Ali kıran baş kesen
gibi ceza yağdırıyor. Örneğin HPG’de
böyledir. Geçen gün cihazda hepsinin
feshedildiğini
söyledim.
Biz
bunu
reddedeceğiz. İki üç kişi bir araya geliyor,
ceza yağdırıyor. Astığı astık kestiği kestik
davranıyor; kimisinin silahını, kimisinin
elbisesini alıyor. Bu hareket böyle gelişmez
yoldaşlar. Bu insanlar nasıl katılıyorlar, nasıl
kazanılıyorlar, belki bazıları bunu bilmiyor
olabilir, ama ben çok iyi biliyorum. Tamam,
bizim bir hukukumuz vardı, yargılama
yapıyorduk. Ama bu yargılama eğitmeyi,
ideolojik ve örgütsel bakımdan insanları
geliştirmeyi esas alıyordu. Yoksa bu
yargılama “kafasını kes, kaldır at” çizgisinde
değildi. Öyle olsaydı şimdiye hiçbirimiz var
olmazdık, böyle bir örgüt var olmaz ve
gelişmezdi.
Önderliğin yargı sistemi platformlar
olarak gelişti, eleştiri-özeleştiri süreçleri
olarak gelişti, tartışmalar olarak gelişti. En
ağır cezalar bu noktada oldu. Şimdi böyle bir
konum yoktur. Hukuk olarak da ele alınan
bayağı burjuva hukuku, mevcut devletler
hukukudur. Sanki büyük bir marifetmiş gibi
hareketimiz onunla tırpanlanmaya çalışılıyor.
KUMÜNAR
3
Kadrolara o temelde baskı geliştiriliyor. Bu
böyle olmaz. Bir kere hukukla ideolojinin
bağını iyi kavrayacağız. Bizim hukukumuz
gelişecekse, bu hukuk ideolojik ilkelerimizi
yansıtacak. Başkalarının hukukunu esas alıp
icra edemeyiz.
İkincisi, hukuk ileri bir ölçü değil geri
bir ölçüdür, bir toplum ölçüsüdür, genel
düzeni onunla sağlanır. Bir fedai için hukuk
yoktur, ideoloji vardır. Zaten fedai en ileri
ilkeleri ideolojik ilke olarak kendinde yaratmış
ve somutlaştırmış kişi demektir. O nedenle
PKK’nin hukuku değil ideolojisi vardır.
HPG’nin de hukuku olmaz. Ben HPGlilere,
“Ayıp değil mi, biz sizi fedai topluluğu
biliyorduk, siz suçlular topluluğu musunuz?
87 maddelik ceza kanununu önünüze
koymuşsunuz, habire ceza yağdırıyorsunuz.
Bununla mı savaşçı olacaksınız, bununla mı
fedai haline geleceksiniz” dedim. Bu böyle
olmaz yoldaşlar, yargılama ideolojik ölçülerle
olacak.
Ben bu konuda PKK Disiplin Kurulu’na
da bir mektup yazmıştım. Nasıl ceza
verileceği yerine, insanların ideolojik olarak
eğitilip
ideolojik
mücadelenin
nasıl
geliştirileceği ile uğraşılırsa daha doğru bir
çizgide olunur ve PKK geliştirebilir demiştim.
Şimdi herkes bir marifetmiş ya da sanki bir
yenilikmiş gibi ceza kanunları oluşturup
yargıçlar sistemi örgütlemeye, böylelikle
sorunları çözmeye çalışıyor. İşte olmaz bir
tür politik duruş da budur. Eğitim başka
yerlere havale ediliyor, doğru bir çizgide
geliştirilmiyor,
örgüt
sorunları
hukuk
sistemiyle çözülmeye çalışılıyor, ideolojik
sistemde
çözümlenmiyor.
O
zaman
yönetimin görevi bitiyor. HPG’de komutanın
görevi bitiyor. Bir sorun mu var, Disiplin
Kurulu’na havale ediliyor. İnsanları artık
başkaları eğitecek. Komutan oturuyor,
sadece imkanları paylaştırıyor, sağa sola
emir veriyor. Hiçbir işi yoktur, avaredir ama
komutandır, kadrodur. Yönetim açısından da
böyledir.
HPG olarak Ağustos başlarında bir
toplantı gerçekleştirdik. Bir yığın planlama
yaptık. Ama bir buçuk aydır küçük bir
etkinliğimiz bile olmadı. Niye böyle oldu diye
soruyorum, cevap yoktur. Dersim’e, Amed’e,
öteki alanlara hazırlıklarınız nedir diye somut
sorduk. Küçük bir eyleme hazırlanıyorlar.
Oysa, ben de içinde olmak üzere, karar
almışız. Ana Karargaha, niye böyle diye
soruyorum. “Söyledik” diyor. Kuzeydeki
karargahlara soruyorum, “Talimat verdik”
diyorlar. Bizim yönetimimiz bana soruyor,
ben Ana Karargaha söyledim diyorum. Şimdi
‘söyledim örgütü’ne dönüşmüşüz. Bu pratik
karşısında bir oportünizmdir. Başka hiçbir
kelimeyle eğip bükmeye gerek yoktur. Pratik
karşısında
mevcut
kadro
yapısının
oportünist bir duruşu var. Herkes yukardan
aşağıya söylüyor, emir veriyor. Peki, kim
yapacak? Bizde “Sen ağa ben ağa, bu ineği
kim sağa?” diye bir halk deyişi var. Şimdi
hepimiz
talimat
veriyoruz,
hepimiz
söylüyoruz. Peki, yapan kim olacak? Ben
açık söylemek zorunda kaldım: Tamam da
yoldaşlar, bunu kim yapacak? Bir de yapıcı
bulalım. Daha iki ay önce katılmış, elinde zar
zor silah tutan bir savaşçı mı bunları
yapmakla görevli olacak, yapamazsa onu mu
sorumlu tutacağız? Öyle olmaz, bu
vicdansızlık olur; bu bir sapmadır, ters bir
duruştur. Bu bakımdan avare duruşun,
görevleri başkalarına yıkan kadro duruşunun
pratikteki sonuçları böyle ortaya çıkıyor. İşler
ortada kalıyor.
Kemal Pir ve Beritan Gerçeği
Durmaz
Arkadaşlar “Bir toplantı oldu, somut
durumlara hiç değinilmedi” diyebilirler. Bir
buçuk aydır örgütümüz ciddi bir mücadele
yürütemiyor. Niye yürütemiyor? “Aman
yönetim üzerinde tehlike var, yönetim sen
kendini sakla” dendi, biz de adeta
saklanıyoruz. Görevleri başkasına bıraktık.
Bir basınımız var, Allahlıktır, bir yayın
politikası yoktur. Basın konferansına kendim
katıldım, madde madde çok somut yayın
çizgisi oluşturduk. Ha Avrupa, de Avrupa;
Avrupa Birliği’ne girişten başka bir şey
yoktur. Gözleri başka bir şey görmüyor.
İnsanların bilincini saptırıyorlar. Dolayısıyla
topluma “Siz durun, gireceksiniz Avrupa
Birliği’ne, kurtulacaksınız” anlayışı veriliyor.
HPG olarak Ağustos başında somut eylem
kararları aldık. Hazırlık yapalım diye
planlamadan tutun pratik hazırlığa kadar bir
sürü
belirlemede
bulunduk.
Hiçbirisi
uygulanmıyor. Ondan sonra dönülüyor,
“Mücadele zayıf, gelişme olmuyor” deniliyor.
Ben basın iyi çalışmıyor diyorum, basın
“HPG iyi çalışmıyor” diyor, HPG “Bu basın
KUMÜNAR
3
nasıldır, bu yönetim niye böyle davranıyor?”
diye soruyor. Halk eyleme kalkmıyor, bilmem
şu yanlış söz söyledi diye şikayet ediliyor.
Kendi görevlerine bakacakken gözleri
başkasındadır.
Başkasının
durumunu
gerekçe
yaparak
kendi
görev
ve
sorumluluklarının
gereğini
yerine
getirmemeyi
ifadelendirmeye,
izaha
kavuşturmaya çalışıyor.
Böyle olmaz. Bunların sonucunda da
durum ortadadır. Neredeyse niye bu halk
direnmiyor diye halkı sorumlu tutacağız.
Herkesi mücadeleye çağıran kısa bir
açıklama yapmıştık. Gazetede ‘halk dirensin’
diye
başlık
atmışlar.
Ben
öyle
söylememiştim. Ben örgüt dirensin istiyorum,
halk zaten direniyor. Basın öyle yapmış bir
başlık atmış ki, sanki halkı sorumlu
tutuyoruz. Öyle değildir. Bu oportünist bir
duruştur işte. Böyle kadro duruşu olmaz,
kadro ve yönetim böyle duramaz. Bunun
Beritan çizgisiyle, Kemal Pir çizgisiyle bir
alakası olamaz. Önderlik Beritan ve Kemal
Pir’i dönem militanlığı için örnek gösterirken
işte tam da buraya parmak basmak istemişti.
Herkes durabilir, PKKli kadro durmaz.
Beritan, Kemal Pir gerçeği durmaz. Yönetim
ihanet edebilir, teslim olabilir, gidip KDP’nin
kucağına oturabilir, ama Beritan teslim
olmaz. Şimdi biz başkaları yapmıyor, ben ne
yapayım dersek, bunun Beritan çizgisiyle bir
alakası olabilir mi? Ama en iyimiz bunu
söylüyor ve bunu söyleyince de iyi durumda
olduğumuzu düşünüyoruz. Bu yanlıştır,
sapmadır. Kesinlikle böyle bir sapma
içerisinde olunmamalı, ona düşülmemelidir.
Pratik karşısında, görevler karşısında doğru
bir duruş, doğru bir görev ve hizmet anlayışı
esas olmalıdır.
Bakın, Kemal Pir bu örgütün resmi
toplantılarına hiç katılmayan önde gelen
kadrolarından birisidir, hiç resmi görev
almayan kadrosudur. Hepiniz PKK Merkez
Komite üyesi diyorsunuz, öyle değildir. Eğer
bürokrasiye örgüt denilmeyecekse değildir.
Kemal Pir Önderlikten en az talimat alan
kişilerden birisidir. Ama kendi sorumluluğu
var, karar düzeyi var; çizgiyi öğrenme ve
sahiplenme sorumluluğu taşıyor, onun
gereklerini uygulamak için sorumluluk
duyuyor. Kemal Pir her yerde mücadele
içinde olmuştur. Önderlik, “Yaptıkları PKK
militanlığının gereklerini temsil etmek
açısından yeterliydi. Çizgiyi temsil etti” dedi.
Demek ki, hiçbir kadro “Şu talimat gelmedi,
şu karar olmadı, yönetimimiz şöyle dedi, şu
böyle
dedi”
gibi
şeylerle
kendini
gerekçelendiremez, avutamaz, ikna edemez.
Öyle yapıldı mı, o PKKlilikten uzaklaşmış,
Önderlik çizgisinden düşmüş olur. Beritan
gerçeği ortadadır. Bütün yönetimin teslim
olduğu yerde, Beritan teslim olmayı reddetti,
kendi kararını kendisi verdi. Önderlik, “Doğru
karar, çizgiye uygun karar budur” dedi.
Komutan da yönetim de Beritan oldu, Apocu
militan O oldu. Yoksa Beritan kongrelerde oy
alıp seçimle gelmedi. PKK böyle bir örgüt
değildir.
PKK geçmişte de böyle olmadı.
Önderlik PKK’nin böyle bir örgüt haline
gelmemesini,
bürokratik
yapı
kazanmamasını,
reel
sosyalizme
dönüşmemesini gerçekleştirmek için yoğun
çaba harcadı. Özellikle 1990 başında
zindandan çıkanlar, 1980 başında da biz,
reel sosyalist sistemin komünist partilerine
benzer bir parti olalım diye Önderliğe çok
dayattık. Önderlik reddetti. Üçüncü Kongrede
bu tür dayatmaları hissedince tanım getirdi,
“Şehitler
PKKlidir”
dedi.
Zindandan
çıkanlara karşı neler söylediğini görmek için
de
Zindan
Direniş
Konferansı
Konuşmaları’na bakılabilir. “Bize üyelik
kimliği verilsin, kim PKK’lidir kim değildir belli
olsun” diye yapılan dayatmalara Önderliğin
verdiği cevap nedir, onu görelim. Onun
dışında Önderlik pratik görevlendirmelerde
de kadrolaşmanın önünü her zaman açık
tuttu. PKK içinde bir hiyerarşik yapı ortaya
çıkarmadı. Yeni PKK bu konuda daha ileri
düzeyde olmak durumundadır. Yani PKK
hiyerarşik yapıya düşer, bir bürokratik özellik
kazanır ve memurculuk içinde olursa, bu
PKK geçmişin hatalarını ve eksikliklerini
aşan, kendini yenileyen, özeleştiri verip
gelişen bir PKK olmaz; Önderlik çizgisinde
kurulmuş PKK olmaz. Nereye gider?
Eskisinin daha gerisine düşer, çizgi dışına
gider.
Bu nedenle birçok şeyi yeniden
değerlendirmek gerekir. Bir konferans
olacaktı, olsaydı önerecektim. Örneğin ben
PKK
yönetim
tarzının
yeniden
tartışılmasından yanayım. PKK Tüzüğünün o
kademeleştiren yapısının yeniden gözden
geçirilmesinden yanayım. PKK’yi öyle
KUMÜNAR
3
yönetenler ve yönetilenler olarak ayıracak
her
türlü
yapılanma
çizgiye
uygun
düşmeyecektir, doğru kadro eğitimi ve
sorumluluğunu
geliştirmeyecektir.
Bir
koordinasyonu olabilir, olmalıdır. Genel
koordinasyon olabilir, işleri düzenleyen bir
koordinasyon olabilir. Ama her yerde
bulunan PKKliler, PKK kadroları ortak
sorumluluk duymak ve katılımcı olmak
durumundadırlar. Bizim sistemimiz onları
katabilmeli ve sorumlu kılabilmelidir. Bu
temelde PKK yapısı içerisinde eşitlik
olmalıdır. Kadro içerisinde eşitlik sistemini
geliştirmek,
özgür
birey
düzeyini
geliştirebilmek
çok
önemlidir.
Bunlar
gelişebilmeli, eşitlik olmalıdır.
Önderlik “Ben öyle başkan falan
değilim, ben eşitler arasında hizmette
birinciyim” dedi. İşbölümü her zaman
gereklidir. Önderlik, yönetim sistemi olarak,
önümüze iş ve rol koordinasyonunu koydu.
PKK tümüyle iş ve rol koordinasyonu
sistemine göre oluşturulmalıdır. O nedenle
partiyi bürokratik olarak geliştirmek PKK’yi
geliştirmek değildir. İdeolojik olarak, tarz
olarak insanları geliştirmek ve katılımcı
kılmak, PKK’yi geliştirmektir, PKKliliği
derinleştirmektir. Hizmette birinciliği ve
çalışmada sosyalist yarışı esas alan bir
ruhu ve bilinci geliştirmek doğru PKKliliktir.
Buradan PKK’ye girilip çıkılmaz yoldaşlar.
İnsanlar öyle kimlikle PKKli olmaz. Bu okula
girip çıkınca da PKKli olunmaz. Kişi ne
girince PKKli olur, ne çıkınca PKKlilikten
çıkartılabilir. Bana göre ne birisi PKKli
yapabilir ne de atabilir. Eğer birisi Önderlik
felsefesini ve ideolojik ilkelerini esas alıp
yaşıyor ve onları hayata geçirmek için
çalışıyorsa, kim olursa olsun, nerde olursa
olsun, o PKK’lidir, PKK kadrosu odur. Ama
birisi buna inanmıyorsa, getirip meclis üyesi
yapsanız da, kendisine on tane kimlik
verseniz de yine PKKli değildir. Öyle PKKli
olunmaz.
Demek ki, PKK gerçekten de bir
yaşam çizgisi, yaşam felsefesi, bir insan
duruşu, yaşam özellikleri ve ölçüleriyle
oluşmuş bir insan yapısıdır. Önderlik bunu
Bir Halkı Savunmak adlı yapıtında iyi
tanımladı. Bir öncü kurmay topluluğu olarak
görevlerini koydu. Tabii PKK bir zavallılar
topluluğu da değildir; varlığı ile yokluğu belli
olmayan, iş yapamayan, bir üretimi ve
yaratıcılığı olmayan, olduğu yerde yok olan
insanlar topluluğu olamaz. PKKlilik bir
öncülük hareketi, büyük bir fedakarlık
hareketi, bir yaratıcılık hareketidir. Bir
hizmet, bir mütevazılık hareketi benzeri
birçok özelliği var. Bu özellikler bizim en
temel özelliklerimizdir. PKK militan özellikleri,
dolayısıyla hareketimizin kadro özellikleri,
yani
Demokratik
Konfederalizm
Hareketimizin kadro özellikleri böyledir.
Bütün profesyonel kadrolarının bu özelliklerle
olması, dolayısıyla PKK çizgisinde olması bir
zorunluluktur. Onun ötesinde yüz binlerce,
milyonlarca yurtseveri olabilir, demokratı
olabilir, çalışanı olabilir ve elbette olacaktır.
Ama öncü kadro, yani PKK yapısının
özellikleri ve ölçüleri farklıdır. Dolayısıyla bu
ölçüleri geliştirmeli ve yetkin kılmalıyız.
Ölçüleri
geriye
çekmememiz,
zayıf
tutmamamız gerekir.
Okulumuzun Temel Doğrultusu
Yeni Beritanlar ve Kemaller
Yetiştirmektir
Bu harekete yapılabilecek en büyük
kötülük, kadro ölçülerini muğlaklaştırmak ve
geriye çekmektir. Harekete en büyük zarar
burada verilir ve biz bu düzeyde
seyrediyoruz.
Eğer
görev
ve
sorumluluklarımızın bilincine tam varmaz,
tam sahiplenmez ve gereğini yerine
getirmezsek, harekete en büyük zararı biz
veririz; başkası zarar vermez. Hewlêr’de
veya Amed’de bulunan bir taraftar karşı
saldırıya geçse bile, ne kadar zarar
verebilecek? Ama PKK’de olan, kadro
düzeyinde olan birisi, karşı çıkma ve ters
düşmeyi bir yana bırakalım, yerinde ve
zamanında bir taktik görevi başarıyla yerine
getirmezse, hareketin siyasal yenilgisine ve
bir yılın darbe almasına yola açabilir. O
bakımda kadro düzeyi önemli bir düzeydir.
Kadro ölçülerinin netleştirilmesi ve yüksek
tutulması, kadronun özgürlük, eşitlik ve
demokrasi
çizgisinde
cesur,
fedakar,
paylaşımcı, yaratıcı, kolektif, tümüyle parti
içerisinde erimiş, çalışmayı ve hizmeti esas
alan, başka herhangi bir ölçüsü ve yaşamı
olmayan bir düzeye çekilmesi, bunu da bir
öncü
düzeyinde,
kurmay
düzeyinde,
komutan düzeyinde yerine getirebilmesi,
hareketin doğru ölçü kazanması, halkın
öncüye kavuşması, görev ve sorumlulukların
KUMÜNAR
3
başarıyla yerine getirilmesi, ideolojik ve
siyasi çizginin ortaya koyduğu hedeflerin
doğru bir görev anlayışıyla başarılması
mümkün olur. Başka türlü ve başka ölçülerle
bu mümkün olmaz.
Bu nedenle bu okulumuzun temel
doğrultusu böyle kadro yetiştirmektir. Bu
okula katılmanın temel hedefi böyle öncü
kadrolar haline gelebilmektir; gerçekten
Beritanlaşabilmek ve Kemal Pirleşebilmektir.
Kimse
bunun
gerisinde
bir
ölçü
tutturmamalıdır. Zayıf ve zavallı duruş içinde
olunmamalı, bireyci ve kendine göre
davranılmamalıdır. Hem doğru ölçüleri
kesinlikle esas alan, kendini beğenmeyen,
kendine
sevdalanmayan
ve
kendini
değiştirmeyi esas alan bir çizgide olunmalı,
hem de iddialı ve iradeli olunmalıdır.
Beritan’ın PKK’nin askeri çizgisine ve
ARGK’nin savaş çizgisine sahip çıktığı gibi,
özgürlük ve demokrasi mücadelesinin
çizgisine sahip çıkmalı, gereklerini yerine
getirmeli,
PKK’ye
sahip
çıkmalı,
PKKlileşmekte büyük bir iddia sahibi olmalı
ve bunun iradesini ortaya koymalıdır. Ama
bu bencil, bireyci, kötürüm, her türlü düzen
hastalığını taşıyan bir durumda değil, onlara
karşı savaşı esas alma temelinde olmalıdır.
Böyle olursa kadrolaşma gelişir. Eğitim bu
temelde sürdürülürse, bu okul gerçekten de
yeni paradigmanın PKK’sini yaratır, PKK’nin
yeniden
yapılanmasını
başarıyla
gerçekleştirir.
Bu devre bu konuda çok daha ağır bir
sorumlulukla yüklü, buna öncülük edebilecek
ve böyle daha sağlam bir başlangıç
yaptırtabilecek bir devre olmalıdır. Böyle
eğitim devreleriyle bütün kadro yeniden
PKKlileşme sürecine çekilmelidir. Bu okulun
böyle bir görevi ve sorumluluğu da vardır.
Tartışmalarıyla ortaya çıkardığı ürünler ve
yarattığı kadrolarla hareketin kadro düzeyinin
yeni Önderlik çizgisinde kendini yenileyip
geliştirmesini sağlayabilmeli, onun motor
gücü ve dinamosu olmalı, bütün kadroyu
böyle bir gelişim çizgisine çekebilmelidir.
Bu konuda tercümelerimiz çok fazladır,
imkanlarımız iyidir. En önemlisi de çizgi çok
netleştirilmiş durumdadır. Önderlik çizgisi
hem teorik olarak Önderlik tarafından çok iyi
izah edilmiştir, bu konuda herhangi bir
belirsizlik ve muğlaklık söz konusu değildir;
hem de pratik ortam ve süreç bizi bu çizgiyi
özümseyip yaşamsallaştırmaya zorluyor. Bir
hamle
süreci
içerisindeyiz.
Önderlik
direniştedir. Biz meşru savunma savaşı
yürütüyoruz. Halk en sert demokratik
serhildan sürecine giriyor. Demokratik
Konfederalizmi örgütlemek, halkın bütün
kesimlerini örgütlü kılıp kendi demokratik
yaşamını sürdürür hale getirmek için
seferberlik düzeyinde örgütsel çalışma
yürütüyoruz. Bütün bunlar PKK’ye ve her
PKK kadrosuna büyük görevler ve
sorumluklar yüklüyor. Dolayısıyla zamanı iyi
değerlendiren, çizgiyi iyi özümseyen bir hızla
doğru Apocu militan çizgisinde kendini eğitip
militanlaştırarak, en zor alanlarda görev ve
sorumluluklar üstlenmek üzere bir koşuş ve
yarış olmalı, böyle bir çizgi esas alınmalıdır.
Bu olursa mevcut imkanlar bunu yaratmak
için yeterlidir.
Böyle bir çizgi esas alınırsa, bunun
yönelimi içerisinde olunursa, bu ruh ve
anlayışla çalışılırsa, eğitim bu temelde
yürütülür ve her türlü karşı gericiliğe karşı bir
savaş olarak ele alınırsa, yeni çizgiyi iyi
özümsemiş, hareketin ihtiyaç duyduğu ve
halkın da aradığı kadrolar bu okuldan yetişip
çıkar; mücadelenin ortaya çıkardığı görev ve
sorumlulukları başarıyla yerine getiren kadro
düzeyi ortaya çıkar. Yeni Kemal Pirler, yeni
Beritanlar, yeni Agitler ve Zilanlar ortaya
çıkar; yeni Erdallar ve Şilanlar ortaya çıkar.
Yeni dönemin sayısı yüzleri bulan etkili, aktif,
en önde, en ilerde savaşan insanlarının
şahadet düzeyi yakalanır; onlar gibi militanlar
ortaya çıkar. Hiçbir kişisel çıkar gözetmeden,
donanım eksikliğine bakmadan, zayıflıklarını
abartmadan, mücadelenin zorluklarını öne
çıkartmadan, Önderlik çizgisini her yerde
yaşamı pahasına büyük bir coşku ve
heyecanla hayata geçiren öncü militanlar
ortaya çıkar. Görev budur, sorumluluk budur.
Bu eğitim devresinin bu temelde
yürütülmesini diliyoruz. Bu temelde tüm
arkadaşlarımızın bu eğitim devresine doğru
katılarak, kendilerini Bêrîtan çizgisinde
derinliğine sorgulayıp hızla yeni Beritan’lar
haline gelerek görev ve mücadele sahalarına
gitmelerini istiyoruz, diliyoruz ve başarılı
olacaklarına inanıyoruz. Bu temelde diyoruz
ki,
Yaşasın Şehitler Partisi PKK!
Yaşasın Önder APO!
KUMÜNAR
3
Bayık: “Bugünü Başlangıçta
Yaşıyoruz”
Seyit EVRAN / BEHDİNAN/ ANF
PKK’nin hayatta kalan sınırlı sayıdaki
kurucu üyelerinden Cemil Bayık PKK I.
Kongresini anlattı. 27 Kasım 1978 yılında
gerçekleştirdikleri I. Kongre ile Kürdistan da
modern bir tarihin başlangıcını yaptıklarını
belirten Bayık, PKK’yi kurmakla Kürtlerde
özgürlük
bilincini
geliştirdiklerini
ve
büyüyerek gelişen PKK ile bugünü geçmişte
yaşadıklarını söyledi. PKK I. Kongresine ev
sahipliği yapan Kürt Özgürlük mücadelesinin
önder kadrolarından Seyfettin Zuğurlu’nun
Annesi Raziye Zuğurlu ise evinde kongrenin
yapılacağından hiçbir bilgisinin olmadığını,
kongre delegelerinin bir akşam üstü
arabalarla gelerek kongreyi başlattıklarını, iki
gün sonra da çekip gittiklerini, gidişlerinden
sonra kongre yaptıklarını anladığını belirtti.
“23 kişi ile kongreyi gerçekleştirdik”
PKK’nin ilk kongresine nasıl
bir hazırlıkla gittiniz, kongrenin
yapılacağı ve yerinin neresi olduğu
konusunda bilginiz var mıydı?
Kuruluş kongresine gidilirken belli bir
hazırlığımız vardı. Ama çok güçlü bir hazırlık
değildi. Bu hazırlıkları yapan, geliştiren daha
çok
önderlikti.
Önderliğin
hazırlıkları
güçlüydü. Ama bu hazırlıkların kongreye
katılacaklar tarafından tümüyle kavrandığı
veya bu hazırlıklarda yer aldıklarını
söylemek doğru olmaz. O anlamda tabii ki
hazırlıklar zayıftı. Kongre öncesinde
alanlarda yapılan toplantılar dizisi vardı.
Kongre delegeleri bu toplantılarda
belirlenmişlerdi. Kimlerin katılacağı,
hangi alandan kaç delegenin katılacağı
bu toplantılarla belirlenmişti. Toplam 25
kişi civarında bir delege sayısıyla
kongreye gittik. Onlardan da bir kaçı
katılamadı.
Kemal
Pir
arkadaş
cezaevinde
olduğu
için
Mehmet
Karasungur
arkadaş
Siverek
mücadelesinin başında olduğu için
katılamadılar. Yani toplam 23 civarı
katılımla
kongreyi
gerçekleştirdik.
Kongre’nin
nerede,
ne
zaman
yapılacağı gizlilik açısından delegeler
tarafından bilinmiyordu. Onu bizzat
önderlik üstlenmişti. Mazlum Doğan ve
Seyfettin Zuğurlu arkadaşlarla birlikte hazırlık
çalışmalarını
yürütmüştü.
Delegeler
Diyarbakır’a çağrıldığında artık Diyarbakır ve
çevresinde herhangi bir yerde yapılacağı
anlaşılmış oldu. Gelen delege arkadaşlar
Diyarbakır merkezden alınarak kongre yerine
götürüldu. Kongre yerinin neresi olduğu
kimseye söylenmiyordu. Seyfettin Zuğurlu
arkadaş evi hazırlamak için bir gün önceden
köyle gönderilmişti. Tabii bizim bundan
haberimiz yoktu. Kongre yerine gidilince
arkadaşlar kongre yerinin orası olduğunu
anladılar.
“Amed
seçimdi”
Bilinçli
ve
Yerinde
Neden Diyarbakır
mesajları neydi?
bir
seçildi,
Kongre yeri önderliğimiz tarafından
seçilmişti. Tabii ki bilinçli olarak Diyarbakır
seçilmişti. Diyarbakır Kuzey Kürdistan’da bir
merkez rolü oynuyor. Geçmişte de
günümüzde de bu böyledir. Tarihte
mücadelesiyle oynadığı bir rol var. Coğrafik
açıdan Kürdistan’ın ortasında yer alıyor.
Tarihi açıdan, pratik açıdan ve coğrafik
açıdan ele alındığında böyle bir kongre’nin
KUMÜNAR
3
Diyarbakır da gerçekleştirmek bilinçli bir
seçim ve doğru bir karardı. Önderlik I.kongre
için Diyarbakır’ı tesadüfi bir şekilde
belirlememişti. Daha çokta tarihte oynadığı
role bakarak seçmişti. Diyarbakır yani Amed
bunu hak etmişti. Hem geçmişi hem de
günümüzde oynadığı role bakıldığında
bunun ne kadar isabetli bir karar olduğu
ortaya çıkıyor. Amed sadece geçmişte
mücadele katılmasıyla sınırlı kalmadı.
Günümüzde de Diyarbakır bu yana
mücadelemizde sürekli bir merkez rolü
oynadı. Yani PKK mücadelesi resmen
başladığından günümüze kadar hep önemli
bir rol oynadı. Buda bir kuruluş kongresinin
Diyarbakır da yapılmasının ne kadar doğru
ve yerinde bir karar olduğunu gösteriyor.
“Birinci Kongre
Partiye geçişin adıydı”
Grup
Döneminden
Kongre kaç gün sürdü. Daha
çok hangi konuları tartıştınız.
Kongre sırasında bu kadar kısa
sürede
bu
kadar
gelişme
kaydedebileceğinizi tahmin ediyor
muydunuz?
Kongre kısa sürdü. Fazla uzun
tutulmadı, zamana yaydırılmadı. Çünkü ilk
kongre bir kuruluş kongresiydi. Birde ilk kez
böyle bir kongreye gidiyorduk. Partileşmeye
gidiyorduk. Düşman tarafından anlaşılması
durumunda çok ciddi bir tehlike ortaya
çıkabilirdi. Onun için zamanın kısa tutulması
önemliydi. Nitekim kısa tutuldu. İki gün içinde
kongreyi tamamladık. Bir kuruluş kongresinin
tartışacağı,
kararlaştıracağı
hususlarda
gerçekleşti. Yani belirlediğimiz zaman yetti
ona. Daha fazla uzatmak anlamsızdı.
Kongreye katılımda, birçok arkadaşta
heyecan ve coşku vardı. Ama kongre ve
parti
olma
bilinci,
bunun
yüklediği
sorumluluklar
fazla
derinliğine
anlaşılmamıştı. Önderlikle birlikte Mazlum,
Hayri gibi arkadaşlarda bunun bilinci ve
ağırlığı vardı. Fakat delege yapısında yani
katılanların çoğunda ne kongrenin ağırlığını
kavrama nede partileşmenin ciddiyetini his
etme vardı. İçine girilen sürecin yüklediği
sorumlulukların ağırlığını kavrama fazla
yoktu. Ama işte kongre, katılma, partileşme
büyük bir coşku ve heyecan yaratıyordu. Bu
yönü önemliydi. Diğer yönü derinliğine fazla
kavranmamıştı.
Zaten
o
koşullarda
kavranması da biraz zordu. Çünkü biz grup
döneminden geliyorduk. Grup döneminin
militanlığıyla kongreye gelmiştik. Her ne
kadar önderlik ön çalışmalarda bunu
aştırmak için çaba gösterdiyse de bu
çabalarının sınırlı etkileri oldu. Onun içinde
kongreye katılan delegelerin çoğunluğunda
kongre ve partileşmenin ciddiyetini kavrama,
o temelde tartışmalara katılma fazla
görülmüyordu. Belirli arkadaşlarda bu
oluyordu. Daha çok önderlik kongreyi
sürükledi. Ağırlıklı önderliğin tartışmaları ve
değerlendirmeleri oldu. Dikkat çektiği
hususlar oldu. Diğer arkadaşlardan sınırlı
sayıda katılım oldu. Mazlum, Hayri vb gibi
birkaç arkadaşın tartışmalara katılımı oldu.
Geri kalan arkadaşlarda daha çok dinleme,
biraz anlamaya çalışma biçiminde bir katılım
gösterdi. O kongre ağırlıklı olarak önderliğin
üzerinden gerçekleşti. Zaten onun için
önderlik kapanışı konuşması sırasında,
meclis ve yönetim seçiminde bazı uyarılarda
da bulundu. Önderlik, yeni bir sürece girildiği,
artık eski sürecin geride kaldığı eski
devrimciliğin geride kaldığı, yeni sürecin
devrimciliği, militanlığı daha farklı, daha ağır
sorumluluklar yüklediği, ne kadar hazırlıklı
olunduğu,
hazırlıklı
olanların
görev
üstlenmesi, hazır olmayanların bu tip
görevlere soyunmaması,
kendisini ve
hareketi de zorlayacağı, tehlikeler yaratır
biçiminde uyarılarda bulundu. Durumu
kavratmaya çalıştı. Bunun gereğini duydu.
Önemli
olan
bir
kuruluşu
gerçekleştirmekti.
Partileşme adımını
atmaktı. Bu gerçekleştirildi. Bu anlamda
kongre rolünü oynadı. Kuruluş kongresi
olmasından dolayı daha sonraki yıllarda
yaptığımız kongrelerden farklıydı tabii. Daha
çok partileşme kararını vermesi gerekiyordu.
Onun ilanını yapması gerekiyordu. Onun
program,
tüzüğünü
kararlaştırması
gerekiyordu. Kongrede bunu yaptı.
“PKK Kürt Halkının kan damarları ile
iliklerine doldu”
KUMÜNAR
3
PKK ismi nasıl bulundu. İsim
tartışması çok yapıldı mı?
Tabii ki çeşitli isimler üzerinde tartışma
vardı. Çeşitli isimler öneriliyordu çünkü. İsim
o kongrede konulmadı. Daha sonra
kararlaştırıldı. Hatırladığım kadarıyla PKK
adı
Mehmet
Karasungur
arkadaşın
önerisiydi. Mazlum Arkadaş da daha sonra
bu öneriye katılmıştı. Önderlik bütün öneriler
içinden PKK’yi uygun görmüştü. PKK ismi bu
şekilde kararlaştırıldı. Bir çok isim önerisi
getirildiği için kongre anında hemen isim
kararlaştırılmadı.
PKK, Kürt halk tarihinde çok müstesna
bir yere sahip oldu. Böyle bir yer edinmesinin
nedenleri var. PKK büyük bir değişimi
gerçekleştirdi. Bunun için müstesna bir yer
edindi. Eğer öyle olmasaydı, PKK de diğer
partiler gibi olurdu. Diğer partiler ne kadar
yer edindilerse PKK de o kadar yer
edinebilirdi. Ama farklı bir hareket olduğu için
diğer partiler gibi bir yer edinmedi. Çok farklı
bir yer edindi. Kürt halkının belleğine kazındı.
Kürt halkının kan damarlarına ve iliklerine
doldu. Kürt halkının kimliği haline geldi.
İradesi haline geldi. Kişiliği oldu. Onun
yaşamı ve gücü oldu. O halka ait güzel ne
varsa onun temsilcisi oldu. Eğer PKK
unutulmadıysa, PKK’ye bağlılık geliştiyse,
saygı
geliştiyse,
PKK’ye
katılım
gerçekleşerek geliştiyse, PKK’ye her şeyini
verme, katma geliştiyse bunun için gelişti
tabii.
“Kürdistan’daki
Koydu”
Belirsizliğe
PKK kuruluşundan
nasıl bir etki yarattı?
Nokta
sonra
PKK büyük bir alt üst oluşu
gerçekleştirdi. O zamana kadar yaşam adına
insanlara sunulanı bir tarafa itti. Onun yaşam
olmadığını ortaya koydu. Yaşamın ne
olduğunu, nasıl yaşanması gerektiğini, insan
yaşarsa nasıl yaşar veya nasıl yaşayamaz
bunları çok net ortaya koydu. O zamana
kadar Kürdistan da her şey belirsizdi. Neyin
doğru, neyin yanlış olduğu, neyin çirkin,
neyin güzel olduğu, neyin o halka ait olduğu,
insanlığa ait olduğu, neyin olmadığı, neyin
bitiş
olduğu,
neyin
başarı
olduğu
bilinmiyordu. Her şey karma karışık hale
gelmişti. Dolaysıyla da neyin ne olduğu
bilinemiyordu. Neye sahip çıkılacağı, neyin
ret edileceği bilinemiyordu.
PKK bütün
bunları halka gösterdi. Bunları aydınlattı.
Onun için büyük bir alt üst oluşla büyük bir
aydınlanmaya yarattı. Büyük bir mücadeleye
yol açtı. PKK ile birlikte yaşam felsefesi,
yaşam anlayışı, yaşam ölçüleri, yaşam
mücadelesi değişti. Eskiden doğru diye
bilinen birçok şeyin yanlış olduğunu gördü.
Onları bir tarafa attı. Kendisine ait, kendisini
geliştiren, güç yapan, irade yapan hususları
gördü. Bunları almaya başladı. Onun için
Kürdistan da PKK ile birlikte yeni bir dönem,
yeni bir süreç, yeni yaşam ve o anlayıştan
kaynaklanan yeni ölçüler ortaya çıkmaya
başladı. Tabii bu hemen başlangıçta
gerçekleşmedi. Giderek bu anlaşıldı. Giderek
gelişti. Başlangıçta, PKK’nin resmi ilanı belki
bir etki yarattı, o güne kadar Kürtler adına
Kürdistan adına herhangi bir örgüt ilanı
olmamıştı. Kurulan bütün örgütler gizli
kurulmuş ya polis soruşturmalarında ya da
herhangi bir tesadüf eseri ortaya çıkmış,
kimse kendisi adına böyle bir örgütlenmenin
olduğunu duymamıştı. Örgütler, partiler
bilinmiyordu. Polis sorguları sonucu açığa
çıkanlarda çok sınırlı kişiler tarafından
biliniyordu. Toplumda bilinmiyordu. Kürdistan
halkı, toplumu PKK’nin kuruluşu ve ilanıyla
ilk kez kendine adına yapılan böyle bir olaya
tanık oldu. Kendisi adına bir örgütlenmeni,
bir iradenin, bir mücadelenin ortaya çıktığını
gördü. Tabii ki bu etkiledi. Ama buna güven
duyma, buna destek verme, bunun içinde yer
alma, geleceğini, kaderini tümüyle buna
bağlama belli bir zaman sonra gerçekleşti.
Belli bir mücadele ile gerçekleşti. Halk şunu
gördü; PKK’nin söylemi farklı, pratiği de farklı
gelişiyor, söylemi ile pratiği birbirini tutuyor
bu güven verdi. PKK’lilerin yaşam tarzı,
mücadele tarzları güven verdi. Halk PKK
militanlarının kendileri adına bir yaşamlarının
olmadığı, kendileri adına bir istemlerinin
olmadığını,
sorunlarının
olmadığını,
yaşamlarının 24 saatini bu halkın özgürlük
davasına
adadıklarını
gördü.
Diğer
örgütlerden farkını burada gördü. Düşünce
ile pratiğin birlikteliğini gördü. Böyle harekete
destek vermeye, giderek her şeyini bu
KUMÜNAR
4
harekete vermeye, geleceğini bütünüyle bir
harekete bağlamaya, kaderini bu harekete
bağlamaya
başladı.
Hareket
böyle
kitleselleşti. Ve bugünkü düzeye geldi.
“PKK’lilik,
duygusudur”
bir
onur
ve
gurur
Bu hareketin kurucu üyesi
olmak nasıl bir duygudur.
Bugünden o güne bakarken
aradaki farkları gelişme ve
gelişmeme açısından nasıl
değerlendiriyorsunuz. PKK’nin
yeniden kuruluşunun nedenlerini
açıklayabilir misiniz?
Tabii ki PKK’nin kuruluşunda yer almak
bir kişi için büyük bir olaydır. Bende PKK’nin
kurucularından
biri
olmaktan
gurur
duyuyorum. Bu benim için yaşamda yepyeni
bir şeyi ifade eder. Kurucu olmak hele hele
kurucusu
olduğun
hareket
gelişme
göstermişse, başarı elde etmişse, büyük alt
üst oluşlara yol açarsa, bir halk için veya
insanlık için büyük değerler ortaya çıkarırsa
bu durum bir kurucu insan için maddi ve
manevi yönden ölçülemeyecek bir değere
yol açar. Bir gurur ve onur kaynağı olur.
Benim
açımdan
da
böyledir.
Tabii
düşünüyorum, bu harekette yer almakla ne
kadar doğru bir karar vermişim, bu hareketin
kurucuları arasında yer almakla, ne kadar
doğru ve isabetli bir karar vermişim diye. Ben
bundan onur ve gurur duyuyorum. Çünkü
PKK kurulduğu günden bugüne gerçekten
halk adına, insanlık adına büyük işler
başardı.
İnsan
PKK’yle,
PKK’nin
ortaya
çıkardığı değerlerle ne kadar gurur duysa, ne
kadar bununla onur duysa azdır. Bende tabii
ki bu hareketin bir mensubu, bir kurucusu
olarak PKK’yle olmaktan, PKK’nin yarattığı
değerlerle büyümekten büyük mutluluk
duyuyorum. Ama kurucu olmak farklı
sorumluluklar da yüklüyor insanlara. Yani
kurulan bir harekete gelip katılmak belki
farklı duygular yaratır. Farklı sorumluluklar
yükler. Ama kurucu bir üyenin duygularıyla,
sorumlulukları daha farklı olur. Daha büyük
olur. Çünkü o hareketi kurup idare etmekle
halka çağrı yapıyorsun. Bu harekette yer
alın, mücadeleye katılın diye. İnsanlarda bu
çağrıya güvenerek bunun gereklerine yerine
getiriyor. Bu mücadeleye senin çağrıların
üzerine gelip katılıyor. Her şeyini veriyor.
Kaderini, geleceğini, insanlığını bu hareketle
özdeşleştiriyor. Buna yol açan biri olarak
eğer bu insanların umutlarına, beklentilerine
yeterli cevap olamazsan bunun yaratacağı
vicdani sorunlar vardır. Çok ağırdır. Yani
karşılığı verilmedi mi, insanlarda umut
yaratırsan, insanlar her şeyinden vazgeçerek
bu umutla harekete geçerse, her şeyini
ortaya koyarsa ama sen bu insanların bu
çaba ve güvenlerine çözüm gücü olmazsan,
bunları zedelersen veya boşa çıkarırsan tabii
ki insanlık ve bu halk adına büyük bir suç
işlemiş olursan. Bundan daha ağır bir suç
olamaz. Onun için kurucu bir üye her koşul
altında sorumluluklarını görür ve görmek
zorundadır. Hareketin sağlıklı gelişimini,
başarısını
hesaplamak
durumundadır.
Bunun için gerekli her türlü fedakarlığı,
cesareti, bilinci göstermek zorundadır.
Bundan kaçamaz. Bu anlamda tabii ki
kurulan bir harekete katılan insanlardan farklı
duyguları, farklı sorumlulukları, görevleri
vardır. Bende bir kurucu olarak her zaman
günümüze kadar da bu duygu ve sorumluluk
bilincini hiçbir zaman zayıflatmadım. Her
zaman bunların ağırlığını taşıdım. Ve
taşımaya da devam edeceğim.
“Bugünü
Biz
Başlangıçta
Yaşıyoruz”
PKK kurulduğu gün ile günümüzde
vardığı düzey çok farklı. Elbetteki bu güne
bakılarak başlangıçta şöyleydik, bugünde
böyle olalım demek doğru olamaz.
Bilimselde olamaz. Yanlış bir yaklaşım olur.
Ama bugünkü düzeyin tabii ki geçmişle bağı
var. Kuruluşla bağı var.
Bugünü biz başlangıçta yaşıyoruz.
Eğer bu kadar değerler ortaya çıkarıldıysa,
bu düzey yakalandıysa bunun başlangıçla,
kuruluşla bağını kurmak gerekiyor. Bunu
hiçbir zaman inkar etmemek gerekiyor. Fakat
hareket tabii ki başladığı gün gibi değildir.
Birçok yönüyle başladığı günden çok
ilerdedir ve çok farklılaşmıştır. Zaten PKK
gelişmişse bundan dolayı gelişmiştir. Ve
eğer gelişecekse de böyle gelişecektir. Yani
bir hareketi kurduğun gibi sürekli yürütmeye
kalkarsan o hareket gelişemez. Bir yere
KUMÜNAR
4
kadar gelişir ve orada tıkanır, kurur biter. Bir
hareket sürekli kendini yenilemezse, eskiyen
yanlarından kendini arındırmazsa, kendisi
için
gerekli olan gelişmeyi, yeniliği
yaratmazsa o hareketin başarı şansı olamaz.
PKK bütün saldırılara rağmen, bütün
yetersizliklere rağmen eğer gelişimini
sürdürüp
bu
güne
kadar
güçlenip,
kitleselleşerek
gelebildiyse,
ayakta
kalabildiyse, hala tek çözüm gücü olarak
ortada kalıyorsa bu tabii PKK’nin diyalektik
gerçekliğiyle bağlantılı bir olaydır. PKK yeni
kurulduğunda hem ideolojik olarak hem
felsefe olarak şunu esas aldı; sürekli cevap
olmayı. Yani halkın ve insanlığın sorunlarına
cevap olmayı esas aldı. Halkı ve insanlığı
geliştiren, ona hizmet eden onu büyüten, onu
başarıya
götüren
onu
zayıf
ve
çirkinliklerinden arındıran hususları kendisine
temel aldı. Onun için PKK başladığı günden
bu güne gelirken şüphesiz doğru olan yanını,
iyi olan yanını sürekli geliştirdi. Ama
yetmeyen çirkin yanını, zayıf yanını da
sürekli görüp gidermeye çalıştı.
PKK’nin gücü de burada yatıyor.
Büyüklüğü de burada yatıyor. Başarısı da
burada yatıyor. PKK kurulurken o günkü
dünya koşullarına göre kuruldu. O günkü
dünya koşulları dünyanın iki kampa
bölünmüşlüğüydü. İki sistem biçiminde ve bu
sistemler arasında ciddi bir mücadele vardı.
Özgürlük için yola çıkanların hepsi dünyanın
bu gerçekliğini dikkate alarak strateji ve
taktiklerini
geliştiriyordu.
Dostlarını,
düşmanlarını, ittifak güçlerini, sınıf tahlillerini,
ulus tahlillerini buna göre geliştiriyordu. Birde
tabii o günkü dünya koşullarında özgürlük
mücadelesi, demokrasi mücadelesi yürütmek
isteyen güçler Sovyet deneyimini esas
alıyordu. Çünkü orda ileri bir deney ortaya
çıkmıştı. Bolşevik parti vardı, onun orak
çekiçli bir bayrağı vardı. Sovyetlerde
Bolşevik parti, onun örgüt anlayışı, o ideoloji
yaklaşım, felsefi yaklaşım pratikte sonuç
almıştı. Dolaysıyla da herkes onu kendine
esas alıyordu. O temelde örgütlenip
mücadeleye gidiyordu. PKK bunları kendine
esas aldı. Bu temelde kuruldu. Bu yanlış
değildi. O günkü dünya koşullarında
yapılması gerekendi herkesin yaptığı.
PKK’nin de yaptığı buydu. Fakat tabii PKK
her ne kadar Bolşevik örgütlenme modelini
kendine esas aldıysa da dünya koşullarını
kendine esas aldıysa da onlara saplanıp
kalmadı. Pratikte cevap vermeyen yanlarını
gördükçe özgün yanlar geliştirmeye başladı.
Onun için PKK gerçeğinde ortaya çıkan
böyle klasik bir komünist parti, reel sosyalist
işçi parti gerçeği bulunamaz. Bir yanıyla
onlara benzer ama bir yanıyla da
benzemiyor. Mesela orta doğu gerçeğine
benzeyen yanları da var. Zaten PKK
şekillenirken hem orta doğu gerçekliğini,
hem reel sosyalist gerçekliği iki tarafı da
kendine esas alarak öyle şekillendi. Öyle
ortaya çıktı. PKK ne tam bir orta doğu
gerçeğini yansıtıyor, ne tam bir Sovyet reel
sosyalizm gerçeğini yansıtıyor. İki yanını
görmekte
mümkündür.
Hatta
ikisinin
yanlarıyla bağdaşmayan yanlarını da görmek
mümkündür. Onun için PKK biraz farklı
gelişti. Özellikle önderlik PKK’yi geliştirirken
reel sosyalizmin, yine orta doğu gerçeğinin
eskiyen, cevap vermeyen yanlarını gördükçe
PKK’de bu yanları gidermeye çalıştı. PKK de
yeni düşünce, yeni örgüt, yeni eylem
anlayışını geliştirdi. Bu giderek PKK de
belirgin bir hal kazanmaya başladı.
Hatırlıyorum bazı komünist ve sosyalist
partiler diyorlardı PKK kendine sosyalist
diyor ama sosyalist değil.
Bundan dolayı söylüyorlardı. Çünkü
kendilerine bakıyorlardı, PKK’ye bakıyorlardı
bu gerçeği göremiyorlardı. Onun için o
eleştiriyi yöneltiyorlardı. Orta doğulular
bakıyordu diyorlardı PKK batıyı esas alıyor,
reel
sosyalizm
zaten
batının
bir
versiyonuydu, öyle değerlendirmeleri tabii ki
normaldi. Bir haklılık payı da vardı. Onlar
öyle görüyordu. Halbuki PKK ne tam bir orta
doğu gerçeğiydi, ne tam bir reel sosyalizm
ve batı gerçeğiydi. İkisinin de yanlarını
taşıyan ama ikisinden de farklı yanları olan
bir
oluşum
biçiminde
gelişti.
Reel
sosyalizmin yıkılışı ile birlikte dünyada o iki
kutuplu yapı ortadan kalktı. Ona dayalı
stratejiler, taktikler yine Sovyet modeline
dayalı örgütlenmeler ortadan kalktı. Artık
Sovyet modeli insanlık için bir çözüm
olamazdı. Zaten sorunları çözmediği ortaya
çıktı. Ama Kürt halkının çözülmesi gereken
sorunları vardı. Yine insanlığın çözülmesi
gereken sorunları vardı. PKK önderliği önder
Apo daha PKK’nin kuruluş adamlarında bile
KUMÜNAR
4
PKK’yi geliştirirken hiçbir zaman
sadece
Kürdistan
halkının
sorunlarıyla kendisini sınırlı tutmadı.
O sorunları gördüğü el attığı, çözmek
istediği
kadar
onunla
birlikte
insanlığın da sorunlarını görme, o
sorunları da çözmeyi kendisine hedef
olarak seçti. Hem kendisini o tarzda
gerçekleştirdi, eğitti hem de PKK’yi o
tarzda şekillendirmeye çalıştı. Sovyet
modelinin
sorunları
çözmediğini
gördü o zaman yeni bir modelin
gerektiği tespitini yaptı. Kürt halkı ile
insanlık sorunlarını çözmek için bu
yeni modelini geliştirmeye başladı.
Sovyetlerin dağılması önderliğin yeni
model arayışlarını hızlandırdı.
“PKK’deki değişim yeni olanı
aramaktır”
O yüzden PKK de köklü
değişikliklere gitti. Yani tümden
PKK’den, eskiden kopma anlamında
değil. PKK de yaşayan, yaşam
bulacak olan yanı daha da geliştirdi.
Ölen yanları hızla görüp onları
PKK’den temizledi. Önderlik bende
değişme yok diyor. Düşüncelerimde
derinleşme var diyor. Onu da doğru anlamak
gerekiyor. Birçoğu ve hatta içimizde bazıları
PKK de değişim dönüşüm adı altında bir
bütün PKK’den kopma, PKK’nin olumlu
yanlarını, olumsuz yanlarını hepsini inkar
etme biçiminde bir yaklaşım gösterdiler.
Oysa PKK’deki, Apocu hareketteki değişim
öyle bir değişim değil. Bu hareketteki
değişim kendi olumlu, canlı yanlarını daha
da güçlendirme, cevap vermeyen ölü yanları
temizleme bu temelde PKK’deki ilerlemeyi,
değişimi
gerçekleştirmektir.
PKK’deki
değişim bu tarzda olan değişimdir. Yoksa
PKK’nin tarihinden, kökünden bütünüyle
kopma, inkar etme değildir. Bunun PKK ile
alakası yoktur. Önderlikle alakası yoktur.
Tabii ki PKK, kurulduğunda devleti, iktidarı
hedefliyordu. Kuruluş amacı oydu. Yani
Kürdistan’dan Türk devletini çıkarmayı, hatta
bütün parçalarda onun yerine başka bir
devleti
kurmayı
hedefliyordu.
Fakat
belirttiğim gelişmelerden sonra önderlik
PKK’deki köklü gerçekleştirdi. O bir
zihniyetti. O zihniyetin insanların sorunlarını
çözmediği ortaya çıkmıştı, o zaman
insanların sorunlarını çözecek bir zihniyeti
esas almak gerekiyordu. Zihniyet değişimini
gerçekleştirmek gerekiyordu. İşte PKK’deki
en büyük değişim budur. Çünkü insanlığın
neolitikten günümüze kadar yaşadığı bir
gerçeklik var. Bir sisteme dayalı yaşam söz
konusudur. Biçimleri ne olursa olsun.
Tamamen egemenlik ve köleliğe dayalı.
Tamamen iktidar ve devlet olmaya dayalı bir
yaşam
sürdürülmüştür.
İnsanlığın
sorunlarının esas kaynağı da budur. Eğer
insanlığın özgürlük, demokrasi, adalet,
eşitlik, gibi sorunları çözülmek isteniyorsa o
zaman egemenlik ve köleliği esas almayan
onun içinde devlet ve iktidarı hedeflemeyen
bir zihniyetin ve bu zihniyete dayalı bir
örgütlenme
ve
eylemin
geliştirilmesi
gerekiyordu.
Egemenlik
ve
kölelik
zihniyetinden çıkmak gerekiyor. Onun içinde
devlet ve iktidarı hedeflememek gerekiyor.
Bir devleti diğer bir devlet, bir iktidarı diğer
bir iktidarla değiştirme yerine bütün
eşitsizliğin, adaletsizliğin, baskının, vahşetin,
KUMÜNAR
4
köleliğin, ezilmenin, hukuksuzluğun kaynağı
olan
devletin
nasıl
küçültülebilir,
etkisizleştirilebiliri esas almak. Onun içinde
devleti değil, toplumu esas almak. Toplumun
güçlenmesini,
toplumdaki
bireyin
güçlenmesini esas almaktır. Özgür toplum,
özgür bireyi yaratarak toplum ve bireyi
güçlendirerek devleti zayıf düşürmek,
giderek devleti güçsüzleştirip anlamsız hale
getirme. Eğer bu gerçekleştirilse insanlığın,
özgürlük, adalet, demokrasi, eşitsizlik
sorunları giderilebilir. Başka türlü özgür
insan,
özgür
toplum,
özgür
birey
gerçekleşmez. Önderlik reel sosyalizm ve
PKK’nin pratiğini de dikkate alarak bunun
çözümlenmesini yaptı.
“PKK artık Eski PKK değildir”
Buradan yeni bir zihniyet yaratma, o
zihniyete dayalı örgüt ve eylem, yine ahlak
yaratmayı esas aldı. Buradan yeni bir sistem
yaratmayı esas aldı. Yıllarca bunun için
çabaladı. Bazıları yakalandığı için değişimi
gündeme getirdi diyorlar. Gerçekle bir
alakası yok. PKK de değişim esaretten önce
başlatılan bir süreçtir. Bu değişimin kökenleri
çok öncelere dayanıyor. Esaretten sonra
önderlik komplonun da tehlikeli geliştiğini
görünce, komployu boşa çıkarmak, hareketin
kazanımlarını, değerlerini korumak için bunu
hızlandırdı.
Yine
hareketin
mücadele
olanaklarını arttırmak için bunu hızlandırdı.
Giderek 2005 Newroz’una kadar tüm
yönleriyle netleştirdi. Newrozda bunun resmi
ilanına gitti. Nasıl bir sistemi öngörüyor, bu
sistemin felsefesi nedir, ideolojisi nedir,
dayanakları nedir bütün bunları netleştirdi ve
sistemi ilan etti. O sistemin bayrağını da
kendisi belirledi. Adını Koma Komalên
Kürdistan koydu. Ve ben artık bu sistemin
önderiyim dedi. Bununla yeni bir dönem açtı
ve yeni bir mücadele başlattı. KKK yeni bir
sistemdir. Onun ideolojik, felsefik, teorik
bütün temellerini, örgüt anlayışını, eylem
anlayışını, ittifak anlayışını, yaşam anlayışını
bütün yönleriyle savunmasında ortaya
koydu. Bayrağını kaldırarak insanlığın eline
verdi. Benim sistemim, bayrağım budur,
önderliğimde böyle bir önderliktir, bunu
şerefle taşıyorum dedi. İnsanlık tarihinde,
PKK tarihinde bir dönemi kapattı yeni bir
sayfayı açtı. Bu görkemli sayfanın açılması,
büyük bir mücadelenin başlatılması oldu.
PKK yeni doğarken de büyük bir mücadeleyi
başlattı. PKK doğarken de toplumsallaşmayı
hedefleyen bir hareketti. Bu mücadelesinde
belli bir düzeye geldiğinde, Bolşevik partinin
ideolojik, felsefik ve örgüt esaslarını göre
kurulduğu için nasıl ki onlarda daha sonra
iktidar, devlet sorunları ortaya çıktıysa
PKK’de de iktidar sorunları çıktı. Erken
iktidar
hastalıkları
ortaya
çıktı.
Bu
çeteleşmelere yol açtı. Önderlik bunları
gördü. Bunların neden ortaya çıktığını
görerek reel sosyalizmle olan bağını çözdü,
onun ideolojik, felsefi, örgüt ve eylem
anlayışıyla olan bağını gördü. Oysa ki PKK
toplumsallaşmak isteyen bir hareketti.
Önderlik bunun tedbirlerini aldı. Bunu sadece
PKK açısından yapmadı. İnsanlık açısından
da yaptı. Bu açıdan büyük bir mücadele
yürüttü.
Bu
büyük
mücadelenin
dayanaklarını ortaya çıkardı.
Gelinen aşamada PKK artık eski PKK
değildir. Tümden farklıdır. Farklılaşmıştır.
Şimdiki PKK eski PKK gibi iktidarı, devleti
hedefleyen bir PKK değil, toplumun
özgürleşmesini,
demokratikleştirilmesini,
toplumun devlet karşısında güç haline
getirilmesini,
toplumdaki
bireyin
özgürleşmesi ve güç haline getirilmesini
hedefleyen bir PKK’dir.
“İlk Kongreyi Yaptığımız
Taşlarıyla Karakol yapmışlar”
Evin
Modern Kürt tarihinin adı olan
PKK’nin
gelecekte
önderliğinizin
özgürlüğü ile sürecin geliştirilmesi
sonucu ilk kongreyi yaptığınız yerde
yapılacak
bir
başka
kongrede
bulunmanız nasıl bir duygu olacak?
Bu tabii ki istenen bir şeydir. Çok iyi de
olur. Fakat bu ancak mücadele ile
gerçekleşir. Mücadelesiz buna ulaşmak ne
mümkündür, ne de olur. Kaldı ki, Türk devleti
PKK, Kürtlük ve hatta insanlık adına ne
varsa bugün yerin dibine gömmek istiyor.
Özellikle de bu halkın iradesi olarak, kendini
ortaya koymasına yol gösterici olan Önderlik
olduğu için Önderlik üzerine de acımasız
gidiyor. İntikam alıyor. Daha önce basında
çıkmıştı, bazı generaller “Onu idam etmek
KUMÜNAR
4
yerin dirhem dirhem, her gün acı çektirerek
bitirmek daha iyi olur” diye. Doğrudur, bunu
uyguluyorlar.
Kürtlerin
iradesine,
Önderlerine, mücadelelerine saygılı olmak
şurada dursun, bütün bunlara acımasızca bir
saldırı var. Bu değerlerin yaratıcısına büyük
bir saldırı var. Bu saldırılara, yok etmelere
karşı mücadele edilirse, direnilirse, başarılı
olunursa, başarı elde edilebilir ve Birinci
Kongre’nin gerçekleştiği yerde bundan
sonraki kongrelerin gerçekleşmesi olanaklı
hale gelebilir.
Türk
devleti
Birinci
Kongre’nin
gerçekleştiği yeri tamamıyla tahrip etmiş, tek
bir taş bile bırakmamış, o taşların hepsini
söküp götürmüş, yakınında bir karakolda
kullanmış. Yani güya PKK’nin kökünü bu
tarzda kazımış oluyor. Güya PKK’nin
kurulduğu yerde PKK’yi bitirmek istiyor.
Madem PKK burarda kuruldu, bunu
hatırlayacak
kimse
kalmamalı.
Onu
simgeleyecek hiçbir şey burada kalmamalı.
Bu mantıkla bu evi yerle bir etmiş, bir taş bile
bırakmamış ve bu taşları götürüp karakol
yapmış. Bu anlayışla bütün bunları yapıyor.
PKK’yi bitirme isteği bir yana, güya PKK’nin
yarattığı sonuçları hizmetine koyarak bunlar
üzerine kendini büyütme isteğini de bu
şekilde ortaya koyuyor. Bu taşları götürüp
karakol yapmasının anlamı biraz da bu
oluyor. Onun için halkımızın Önderliği
üzerindeki, lime lime edici yaklaşımları
görüp,
Önderliğiyle
birleşmesi
ve
sahiplenmesi gerekir. Önderliğine sahip
çıkması demek kendi özgürlüğüne ve
geleceğine
sahip
çıkması
demektir.
Önderliğe sahip çıkmak demek de onun
ideolojik,
siyasal,
örgütsel,
yaşamsal
esaslarına sahip çıkmak demektir. Bütün
bunları kendinde gerçekleştirmek demektir.
Bunlarla yaşamak, bunlarla büyümek
demektir. Eğer Önderliğe bu şekilde sahip
çıkılırsa doğru sahip çıkılmış olur. İşte o
zaman Önderlik gerçekten yaşanılır kılınır ve
herkes bir Apo olur. Bu Apoculuğun ve
ayağa kalkan bir halkın ölümsüzleşmesi
demek
oluyor.
Bu
şekilde
olursa,
Kürdistan’ın insanlık ve Kürtler açısından
yaşanılır kılınması ve mücadelenin başarıya
ulaştırılması mümkün olur. Başka türlü de
olmaz.
Önderliğin ideolojisine, mücadelesine,
felsefesine,
yaşamsal
değerlerine,
örgütlülüğüne ne kadar saldırı büyük olursa,
bunun karşısında mücadelenin de o kadar
büyük olması gerekir. Bu şekilde bu saldırılar
boşa çıkarılabilir, Önderliğe sahip çıkılmış
olur, Önderlik üzerindeki imha edici
politikalar boşa çıkarılmış olur, Önderliğin
özgürleşmesi
de
gerçekleşmiş
olur.
Önderliğin
özgürleşmesi
demek
Kürt
sorununun
çözülmesi
demektir.
Kürt
sorununun
çözümü
buradan
geçiyor.
Önderlik
üzerindeki
uygulamaların,
politikaların
ortadan
kaldırılması
gerçekleşmeden, Önderlik özgürleşmeden
Kürt sorunu çözülemez. Bu gerçeğin de
herkes tarafından net bir şekilde bilinmesi
gerekiyor. Karşıt güçler de bu gerçeği iyi
bildikleri için şu propagandayı ön plana
çıkarıyorlar: neden bir kişinin kuyruğuna
takılıyorsunuz, neden bir kişinin özgürlüğü
bir halkın sorunuyla aynı tutuluyor, deyip
halkın özgürlüğünden, Önderliğinden ve
çözümden
kopuşunu
gerçekleştirmek
istiyorlar. Bu ayrımla Hareketi ve özgür
Kürdü bitirmek istiyorlar. Apo bir kişi değildir,
bir
halkın
Önderidir.
Bir
iradenin
cisimleşmesidir. Apo’ya sahip çıkmak demek
özgürlüğüne, geleceğine ve kendine sahip
çıkmak demektir. Bu gerçek böyle olduğu
için ısrarla özgürlük mücadelesi bu noktadan
vurulmak isteniyor. Bunların farkında olarak
Önderliğe eskisinden daha fazla sahip
çıkmak, onun anlayışına daha güçlü
bağlanmak ve kendinde gerçekleştirmek;
böylelikle Önderliği ve mücadeleyi daha
büyütmek ve yaşamsal kılmak önemlidir.
Komplo ve imhayla mücadele bu tarzda olur.
Özgürleşme de bu tarzda gerçekleşir. Bütün
halkın bu gerçeği bilerek Önderlik etrafındaki
birliğini daha da pekiştirmesi gerekiyor.
Önderliğin özgürlüğü için her şeyini ortaya
koyması gerekiyor. Bu da Kürt sorununun
çözümüdür, demokrasi, adalet ve eşitliğin
sağlanmasıdır.
KUMÜNAR
4
“Bir
yoktu”
şeyden
haberim
PKK birinci ve kuruluş kongresine
ev sahipliğini yapan Raziye Zuğurlu
ana’da
kongrenin
yapılacağından
haberinin olmadığını, bir gün önceden
oğlu Seyfettin’in Zuğurlu’nun eve gelerek,
misafirlerim gelecek hazırlık yapmalıyız
diyerek başladığını belirtti.
Kongreden birkaç ay önce oğlu
tarafından
hazırlıkların
yapılamaya
başladığı ancak kendisinin hiç haberinin
olmadığını dile getiren ana o günleri şöyle
anlattı,
“Kongreden birkaç ay önce Seyfettin
eve geldi. Biraz hamur yoğurmamı istedi.
Yanında da birçok şey vardı. Fakat ne
olduğunu bilmiyordum. Ben gidip bir bidon
su, bir leğen un, getirdim. Seyfettin kollarını
sıvayarak kendisi hamur yoğurmaya başladı.
Hamuru iyice yoğurduktan sonra bir
resim çıkardı arkasını hamurladı ve götürüp
yatak odasında astı. Resmini astığı
arkadaşının adını bilmiyordum
Kim olduğunu sorduğumda, Anne bu
bizim arkadaşımızdır. Yani benim okul
arkadaşım ve şehit düşmüş dedi. O süreçte
kimse neyin, ne olduğunu henüz bilmiyordu.
Olay nedir? PKK nedir? Dava nedir? Hiçbir
şey bilinmiyordu. Daha sonra Seyfettin
destelerle rulo haline getirilmiş o resimlerden
yanına alarak Lice yakınlarına kadar olan
elektrik ve telefon direklerine yapıştırdı.
Akşam olmak üzereyken Lice’den
gelen bir odun arabasının üstünde çıkageldi.
Lice’den gelir gelmez kendisini sırt üstü yere
attı.
Yorulduğunu söyledi. Tam iki gün
boyunca evden dışarı çıkmadı. İyileştikten
sonra tekrar okula döndü. Tam olarak gün
müydü? Ay mıydı? Yıl mıydı? Bilmiyorum
ama bir süre geçtikten sonra tekrar eve
döndü.
Gelir
gelmez,
Anne
“benim
misafirlerim var okul arkadaşlarımdır. Bize
gelecekler” dedi.
Olur, eğer senin misafirlerinse benim
de misafirlerimdir yavrum başım gözüm
üstüne gelmiş olurlar dedim. Biraz durdu ve
sanırım çekinmiş olacak ki; o kadar misafiri
kaldırıp kaldıramayacağımızı hiç sormadı bir
süre. Biraz sonra “anne bak misafirlerim
yalnız biraz çoktur” dedi. Bende hiç önemli
değil oğlum, zaten baban bu süreçte maaş
almış. Bir torba pirinç, bir torba şeker almış,
bir torba çay almış istersen içeri bakabilirsin
dedim. Dayanamayıp gidip bakıp geldikten
sonra sevinçten uçacak gibi oldu.
Tekrar geri dönüp “acaba et var mı?
Yoksa ne yapabiliriz diye sordu.
Oğlum sen bilirsin istersen bir kuzu
istersen bir teke getirip keselim dedim. Ama
eğer bana kalırsa size iki tane hindi getirip
keselim dedim.
Bunu söyledim söylemesine ama yine
de tercihi ona bıraktım. Sonunda o da
hindide karar kıldı.
İki tane hindi getirip hindileri güzelce
temizledikten sonra pişirdik, bir kısmını
fasulyenin içine kattık. Bir kısmını da
kızarttık. Yanına da bir pirinç yaptık.
Hazırlıklarımızı
yapıp,
misafirlerini
beklemeye başladık. Seyfettin misafirlerim
akşama doğru gün batımında gelecekler
dedi. Her şeyi hazırladık ve uzun bir süre
bekledik.”
Hazırlıklarını tamamlayıp, Seyfettin’in
gelecek dedikleri arkadaşlarını beklemeye
başladık ancak bir hayli geciktiler, bu
gecikmeden Seyfettin’in tedirgin olmaya
başladı diye konuşan Ana anlatımlarını şöyle
sürdürdü,
“Misafirlerin
ne
için
geleceğini
bilmiyorum
tabii.
Oğlumun
okul
arkadaşlarıdır, gelip bizde bir iki gün
kaldıktan sonra gidecekler diye biliyorum.
Saatler ilerliyordu ama hala ortalıkta
görünmüyorlardı. Meraklanmaya başladım
ve oğlum hani misafirlerin neredeler? Nerede
kaldılar, neden gelmediler diye sordum.
O daha çok kaygılanmaya başlamıştı.
Diğer taraftan da belki gelmezler gibi
düşünmeye başlamıştı. Ama her halinden
çok kaygılandığı anlaşılıyordu. Tabii ben
bunların hiç birine anlam veremiyordum.
Ben daha çok yaptığım hazırlığın boşa
geçmesine üzülüyordum. Nereden bilecektim
ki, Başkan Apo ve diğer arkadaşlarının gelip
kongre yaparak, PKK’yi kuracaklarını. Oğlum
bak eğer misafirlerin yani arkadaşların
gelmezlerse ben yemeklerin hepsini götürüp
dökeceğim.
Kimsenin
yemesine
izin
vermeyeceğim dedim. Sessiz sessiz beni
dinledi. Hiçbir ses çıkarmadan saatlerce
yolun üzerinde arkadaşlarının yolunu
KUMÜNAR
4
gözleyerek bekledi. Yolun üstünde kaygılı bir
şekilde derin düşüncelere dalarak volta
atıyordu.
Daha fazla dayanamayarak duyduğu
kaygıyı
benimle,
Anne
arkadaşlarım
gelmediler, diye paylaştı. Artık gece olmuş
karanlık çökmüştü. Bir kez daha, Seyfettin
oğlum hani arkadaşların nerede kaldılar, diye
sordum.
Bilmiyorum anne hiçbir zaman böyle
olmazdı ama dünya hali işte, belki de
başlarına bir şeyler gelmiş ve bir şeyler
olmuş dedi. Biz onunla bu tartışmayı
yaparken, bir taksi yolun kenarından dönüş
aldı ve evin arkasına geçerek arabayı park
ettiler. Seyfettin o kadar sevindi ki,
kanatlanıp uçacak gibi oldu. Kısa bir süre
sonra bir taksi ve bir tane de dolmuş gelip
durdu. O zamanlar sayıları bu kadar çok
değildi.
Ama
çok
hassas,
disiplinli
davranıyorlardı. Daha sonra çok tedbirli
davrandıklarını anladım. Terbiyeli insanlardı.
Çok gizli hareket ediyorlardı tek tek, süzüle
süzüle içeri girdiler. İçeri girerlerken
yanlarında iki tane de bayan olduğunu
gördüm. İçeri girmelerinden bir süre sonra
yemeklerini hazırladık.”
“Bir Arkadaşıyla Tartışmaya Girdik”
Seyfettin’in arkadaşları geldikten sonra
hazırladıkları yemekleri sofraya koymaya
çalışırken, arkadaşlardan birinin kendisine
yardım etmek istediğini, yardım etmek
isteyen arkadaşla tartışmaya girdiklerini
belirten Ana anlatımlarına şöyle devam etti,
“Yemekleri hazırlarken bir arkadaş geldi,
bana yardım etmek istediğini söyledi.
Tabakları doldururken o arkadaş ile
tartışmaya girdik. Tartışmamızı duyan
Seyfettin geldi, ne oluyor anne, dedi.
Tartışmaya girdiğim arkadaşın adının
sonradan Duran Kalkan olduğunu öğrendim.
Tartışmamızın nedeni de aralarında
konuşurlarken, birine Dişsiz diye hitap
ettikleri bir arkadaşları vardı. Ben de onun
dişleri olmadığını düşünerek onun tabağını
ayrı doldurdum. Bunu Duran Kalkan’a
söyledim, o da, hayır bizde herkes aynıdır,
dedi. Ben de hayır öyle değil, onun dişleri
olmadığı için onun et tabağını ayrı
doldurdum ve ona vereceğimi söyledim.
Neyse ki, olayı çözümledikten sonra
yemeklerini sofraya indirdik. Yemeklerini
yediler. Sabah oldu. Oğlum Seyfettin ile
birlikte bir arkadaşı daha erkenden kalkıp
çevreyi kontrol ettiler. Biraz sonra çıkıp
gittiler. Bir süre sonra gelip içeri girdiler.
Herkes içire girdikten sonra Seyfettin bir
arkadaşı ile biraz dışarıda volta attıktan
sonra gelip içeri girdiler. İçeri girecekleri
sırada arkadaşı ondan önce içeri girdi.
Seyfettin çok sevinçliydi karşıma geçerek
bana selam verdikten sonra geçti.
“Geldikleri
gibi
toplantılarına
başladılar ve iki günde işlerini bitirip
gittiler”
Geldikleri
gibi
çalışmalarına
başladıklarını belirten ana iki gün içinde işlerini
bitirip gittiklerini ancak oğlu Seyfettin Zuğurlu
ile Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın diğer
arkadaşlarından bir gün sonra ve beraber
gittiklerini söyleyerek anlatımlarını şu şekilde
bitirdi, “Ertesi gün yine önce çıkıp gittiler ve
aynı biçimde gelip içeri geçtiler. Oğlum içeri
girip tekrar çıktı.
Seyfettin, İkinci gün geldi, Anne bak tüm
arkadaşlar içeride tartışıyorlar ve kaset kaydı
yapılıyor. Gel sen de biraz kasete konuş
kaydını yapalım iyi olur dedi. Gidip
konuşmadım. Çünkü Şeyh Sait isyanından
kalma ve bizim buralarda çok anlatılan bir olayı
hatırlattım.
Hiçbir şey anlamadım ve meselenin de
ne olduğunu bilmiyordum. Apo’yu da hiç
tanımıyordum.
Bizde
büyüklere,
birinin
kardeşine deniliyor. Ben böylesi bir şey tahmin
ediyordum ve gerçekten o zamanlar hiçbir şey
bilmiyorduk. Seyfettin bu mesele nedir? Neyin
nesidir? Hiçbir şey anlamadım, dedim.
Seyfettin anne biliyor musun biz
Kürdistan’ı kuracağız, Kürdistan’ı kurmanın
mücadelesini verecek bir parti kurduk, dedi.
Beni ikna edip odaya götüremeyince geri
odaya arkadaşlarının yanına döndü. Her sabah
arkadaşlarına bir şeyler alıp götürdü. Bir gün
oğlum nereye ve kimin yanına her sabah
gidiyorsun, diye sordum.
Anne Apo’nun yanına giriyorum, oldu
cevabı.
Toplantıdan
sonra
beklemeden
dağıldılar. Teker teker, ikişer ikişer arabalara
binip hepsi dağıldılar. Kimseler kalmadı.
Başkan Apo ile Seyfettin bir iki gün daha
kaldılar. Onlar da taksiye binip Diyarbakır’a
doğru gittiler. Toplantıları bu biçimde
gerçekleşti. Ve ben daha sonra evimde Kürt
halkının önemli bir tarihi dönemecini anlatan
PKK’nin birinci kongresinin evimde yapıldığını
öğrendim.”
KUMÜNAR
4
PKK Eşbaşkanı Asya Deniz ile yapılan
röpörtaj
KADIN PKK’NİN DEĞİŞİM
VE GELİŞİM GÜCÜDÜR
PKK’de neden kadın örgütlülüğüne
ihtiyaç duyuyorsunuz?
PKK, Kürdistan’da özgürlük mücadelesinin
gelişimini sağlayan bir ilk olmak özeliğiyle
ortaya çıktı. Sistemin değer yargılarına hep
kuşkuyla yaklaştı ve verili olanı hiçbir koşulda
benimsemedi. Bunun için PKK oluşum
aşamasından itibaren, yeni kadın ve erkeği
yaratarak, yeni bir toplum yaratma mücadelesi
olarak gelişti ve kısa sürede toplumun tüm
kesimleri üzerinde etkili oldu. Toplumsal
anlamda devrim niteliğinde değişim ve
gelişmelere yol açtı. PKK’nin tüm bu mücadele
süreçlerinde
kadın
özgürlüğüne
ilkesel
yaklaşımı yoğun bir kadın katılımını da
beraberinde getirdi. Önderliğin tüm sorunların
kaynağını kadının köleleşme düzeyi ile ele
almasına paralel olarak kadın özgürlük
mücadelemizin örgütlenme araçları da giderek
derinlik kazandı. Kadın özgürlük hareketi,
özellikle
Kürt
kadınında
önemli
bir
aydınlanmayı ve güçlü bir iradi duruşu yarattı.
Kendini tanıyan ve özüyle buluşan Kürt kadını,
toplumda sosyal dönüşümün öncü gücü olma
rolünü oynadı. Tabi bütün bunların yanında
yaşanan yetersizlikler de oldu. Zamanında
gereken
değişimleri
gerçekleştirememe
kendisiyle beraber ciddi sorunlara da zaman
zaman yol açtı. PKK’nın değişim ve gelişim
gücü olan kadın hareketi de, bu anlamda
gerekli olan değişimi yeterince yaşamadı.
Yaşanan bu yetersizliklere rağmen, otuz yılı
aşkın mücadele tarihimizde yürüttüğümüz
özgürlük mücadelesi ve etrafında yaşanan
gelişmeler önemli kazanımlar ortaya çıkardı.
Bu temelde, demokratik ekolojik
cinsiyet özgürlükçü toplum paradigmasıyla
kendini yeniden yapılandıran PKK, kendisini
sürekli yenileyen dinamik bir yapılanma olma
özelliğini sürdürmüştür. Toplumsal değişimin
ve dönüşümün öncü gücü olan kadının da,
özgürlük mücadelesinin tanımı ve anlamı
itibariyle bu örgütlülük içinde ifadesini bulması
gerekmektedir. Çıkışından günümüze kadar
kadın özgürlüğünü temel eksen olarak ele alan
PKK, bugün de bu esas üzerinden yeniden
inşasını gerçekleştirmektedir. Bir hareket
içindeki kadının örgütlülük gücü, o hareketin de
gücünün göstergesidir. Yine bir hareketin
demokratik niteliği ve özgürlükçülüğü, yine
kadının örgütlüğüyle ve özgürlük düzeyiyle bire
bir ilişkilidir. PKK bunun yaşanmış örneğidir.
Kadın özgürlüğü, demokratikleşmenin özünü
teşkil ettiği gibi, kendi başına ele alınması
gereken olguların başında gelmektedir. Genel
anlamda özgürlük ve eşitlik kadın için direkt
özgürlük ve eşitlik olmayabilir. Bunun için
özgün çaba ve örgütlülük kadın için esas
olandır. Kadının bizzat kendi demokratik araç,
örgüt ve çabasını sergilemektedir. Bu kadını
“kendi” yapan vazgeçilmezidir. 21.yy kadın
özgürlük mücadelesinin yüzyılıdır. PKK’nin
değişim ve gelişim gücü bu bakış açısıyla
ortaya çıkmaktadır. Bu, PKK’nin özüdür. Hangi
örgütlenme içerisinde olursa olsun özgünlüğü
yaratan kadın, bunu örgüte, iradeye ve eyleme
kavuşturmasıyla gelişmeyi yaratır. Bu hem
kadın için, hem de genel mücadele için esas
olandır. PKK içindeki kadın örgütlüğü de bu
ihtiyaç temelinde gerçekleşmektedir.
Bu kadın örgütlüğü nasıl
olacak, hangi zemine oturacak?
Bu örgütlülüğün nasıl olacağı üzerine
hala tartışmalarımız sürmekte. Hem kadın
örgütlülüğünün getirdiği kimlikle katılım, hem
de genel mücadelenin her alanında yer alma
nasıl bir örgütlülükle en iyi ifadesini bulur? Bu
konulara dönük belli bir yoğunlaşmanın
varlığından söz edilebilir. Her ikisini kadın
örgütlüğümüzde birbirini tamamlar bir niteliğine
kavuşturma, taşınan misyonu yaşamda yerli
yerine oturtma ve bu temelde mücadelemizin
gelişiminde yer alma temel amaçlarımızdan.
Kısa bir süre önce gerçekleştirdiğimiz
Kongremizde de bu yönlü kararlara gidildi. Bu
amaçla önümüzdeki süreçte bir kadın
konferansına gidilecek. Şu an hazırlık
aşamasındayız. Bu konferansla hem PKK
içindeki kadının rolü üzerine, hem de kadın
iradesinin bir örgütlüğe kavuşturulmasına ilişkin
tartışmalar gelişecek ve belli bazı sonuçlara
varılacaktır. Ancak PKK içinde zaten var olan
bir kadın örgütlüğü geleneği söz konusudur.
Kadın hareketinin geldiği örgütlülük düzeyi,
edinilen tecrübeler buna güçlü bir zemin
sunmakta. Yani biz zaten bir kadın kültüründen
geliyoruz. Ancak bunu daha güçlü ve etkin
kılmak, bu aşamada asıl önemli olan. PKK
bunu kendi cephesinden daha güçlü kılma
çabası içinde. Kadın olmak, kadın kimliğimizle
aynı mücadelede birleşmek bizim için zaten bir
çok şeyin ifadesi olmakta. Bu yaratılan yeni bir
kültür. Bugün her alanda ayrı ayrı kadın
KUMÜNAR
4
örgütlülüklerimiz var. Böylesi bir zemin PKK
içindeki kadın örgütlüğüne güç vereceği gibi,
gelişim esaslarını da az çok ortaya çıkarmakta.
PAJK
ve
bu
örgütlülük
arasında bir fark bulunmakta, ikisi de ideolojik
zeminde nasıl düşünüyorsunuz?
PAJK, kadın hareketinin daha özelde
ideolojik derinleşme ve üretim alanı olarak
gelişmekte. Özgür kadın kimliğinin yeniden
tanımlanması, yeni bir yaşam alternatifi olarak
nasıl şekilleneceği üzerine ideolojik bir
mücadele
yürütmekte
ve
bunun
yaşamsallaşması olarak değerlendirmekte.
Kadına ait bir yaşam sisteminin somut olgular
üzerinde tespit edildiği,
tartışıldığı ve geliştirildiği
yer
olarak
ifadeye
kavuşmakta. Yani kadın
özgürlüğünde
ve
özgünlüğünde
yoğunlaştırılmış
bir
hareket.
PKK’de
ise
kadın
özgünlüğünün
yanında
mücadelenin
genel
ihtiyaçlarını
kapsayan bir nitelik söz
konusu. Sonuçta her iki örgütlülük de aynı
ideolojik kaynaktan beslenmekte, onunla var
olmakta . Ancak pratikleşme anında farklılıklar
söz
konusu.
Kadın
özgünlüğünde
yoğunlaşmayla, genel ortamda yoğunlaşmanın
aynı olduğunu söylemek çok gerçekçi olmaz.
Fakat kadın hareketinin her alanda temsilini
bulması gerekmekte. İdeolojik hareketler
olmamız bunu çok daha önemli kılmakta. Bu
anlamda birbirine bağımlı ve birbirinin
tamamlayanı örgütlülükler olma özelliğini
taşımaktayız. Bu sağlandığı süre her iki
hareketin de gerçekten kadın örgütlülüğünü
sağladığından bahsedebiliriz. PKK içindeki
kadın örgütlülüğüyle, PAJK eşgüdüme dayalı,
ideolojik alana ilişkin erkek egemenlikli
zihniyete ve yarattığı tahribatlara karşı vereceği
mücadeleyle, halkları özgürlüğe daha yakın
kılacaktır.
Bu
örgütlülük
KJB’nin
neresinde yer alıyor ve ilişkisi nasıldır?
Kendini iş ve rol koordinasyonu
temelinde örgütleyen KJB, gelişip çeşitlenen,
fakat
parçalı
ve
dağınık
kalan
öz
örgütlenmelerini çatısı altında demokratik
konfederasyon esprisiyle bir araya getirdi.
Kendi öz örgütlülüklerini yaratarak, karşılıklı
bağımlılık
ve
eş
güdüm
temelinde
koordinasyona kavuşturmak esas amaçlardan.
PKK içindeki kadın gücü de bu espriyle KJB
içinde yerini almakta. PAJK’la beraber kadının
ideolojik öncü gücü olarak KJB içinde temsilini
bulmakta. Kadın kurtuluş ideoloji temelinde tüm
ideolojik çalışmalarda üretimin sağlaması
ideolojik
derinleşmenin
ve
yayılmanın
sağlanması için mücadele de yürütecektir.
KJB, bir kadın gökkuşağı, PKK’deki kadın gücü
de bu gökkuşağındaki ana renklerden biridir.
Bir bütün topluma ve kadroya
dönük hazırlık ve projeleriniz nelerdir?
yüksek kararlaşma düzeyi gerçekleşen yeniden
inşa kongremiz oldu. Bu aynı zamanda genel
hareket
açısından
da
yeniden inşanın ifadesiydi.
Bu mücadele yaşamımızın
önemli bir zaman diliminde
önemli bir “soluk ”alıştı.
İdeolojik mücadele her
geçen gün önemini daha
fazla açığa çıkarırken, bu
alanı güçlendirmek ve
mücadelenin en çetin alanı
olarak ele almak başarının
da
ifadesi
olacak.
Toplumun dönüşümü için
önemli bir aydınlanma çalışması şart. Bütün
çalışma
sahalarımızda
ideolojik
çizgiyi
geliştirmek birey ve toplumda aydınlanma
faaliyetlerini büyütmek temel amaçlarımızdan.
Bunun için yoğun bir araştırma inceleme
çalışması
gerekmekte.
Bilme
gücümüz
sistemin ufkunu aşmak zorunda. Yine kadroya
dönük yoğunlaştırılmış eğitim çalışmaları
toplumu gerçek bilgiyle buluşturma, kültürel ve
sanatsal çalışmalarla ruhunu beslemek yine
aynı öneme sahip. Sistem her anlamda kendi
egemenliğini sürdürme mücadelesi vermeye
devam etmekte. Bunun karşısında donanımlı
olmamız bizim için başarının ifadesi olacaktır.
PKK’deki kadın gücü olarak kadın kimliğimizle
özgürlük mücadelemizde aktif bir rol oynama,
her anlamda bir katılımı sağlama temel
hedefimiz. Tabi bütün bunların daha çok aşk,
tutku işi olduğuna inanıyoruz. Bilimi sevmek,
aydınlığı sevmek, sanatı sevmek, bütün
bunlardan korkmamak asıl önemli olan.
Mücadelemizin en zorlu dönemlerinde de hep
bu aydın yüzler bilim yüklü beyinler,
yaşamlarının belki de en sadeliğinde büyük
değerler yaratı. Zilanlar, Beritanlar, Şilanlar
bunun en açık ifadesi. Aslında biz bu ruhla
varız. Anlamlı ve değerli olan da bu.
KUMÜNAR
4
AKLIN
DIŞINDA
AKIL
Gerçekten de, geleneksel toplumun
aklıyla mevcut egemenlikli toplumu
aşmak mümkün değildi. Bu akıl,
kendisini, ‘tanrısal akıl’, resmi devlet
aklı ve kendi çıkarlarına tapma aklı
olarak, ‘para eden akıl’ biçiminde
ifadelere kavuştursa da, özünde,
hangi araç ve yöntemle olursa olsun,
insana, doğa ve toplum özerinde
tahakküm kurmayı emrediyordu. Bu
akla karşı çıkabilmek için, ‘deli’
olmak, çılgın olmak gerekiyordu
“Bir heyula dolaşıyor” diyordu, karl
Marx 19. yy’lın ikinci yarısında, 1848 de
yazdığı
Komünist
Manifesto’da.
“…Avrupa’nın
üzerinde”
bir
heyula
dolaştığını söyleyen Marx, bu heyulayı,
‘komünizm’
olarak
tanımlamakta
ve
Komünizmin
‘kıta
devrimi’
biçiminde
Avrupa’dan başlayıp, bütün dünyayı hükmü
altına alacağını öngörüyordu.
1871’in
Paris’inde,
komüncüler,
Paris’i ele geçirip, komünlerini kurmaya
başladıklarında, herkes dünya devriminin
başladığını sanmıştı. Komünistler, sevinçle
Paris’e akmışlardı. Oysa, Prusya ordularının
da desteğiyle, daha yeni iktidarın tadını
almış olan Fransız burjuvazisi, komüncüleri
ezerek, kanla bastırdı ayaklanmayı. Ancak,
Paris sokaklarında, kısa süreli bir gezinti
yapan ‘Komünizmin heyulası’, başta Fransız
burjuvazisi olmak üzere, bütün Avrupa
burjuvazisinin, korkuyla bir araya gelip,
acımasızca, binlerce yıldır iktidarın zulmünde
iyice güçten düşürülmüş bu ‘ ayak takımı’nı
kanda boğdular. Marx’ın bundan çıkardığı
sonuç, egemen sınıfın iktidar aygıtı olan
devleti parçalayıp, yerine, proleteryanın
diktatörlüğünü kurmak oldu.
1917’ Ekim’inde, ‘ 20. yy’ın
marxizmi’nin kurucusu ve örgütlenmede bir
‘deha’ olan, Lenin önderliğinde, bu öğretinin
ilk uygulaması hayata geçirildi. Tarihe, ‘Ekim
Devrimi’ olarak geçen, tarihin en etkili
toplumsal alt-üst oluşlarına yol açan bu
devrim, kendi zamanının komünistleri
tarafından, ‘hayaletin’ Rusya’da ortaya
çıkması olarak yorumlanıyordu. Avrupa’da
bir görünüp, bir kaybolan komünizm
heyulası, bütün heybetiyle, Rus kışının
dondurucu soğuğunda, egemen sınıfların
titreyişlerine,
tebessümle
bakarak
dolaşıyordu.
Devrimin
yönü
değişmişti. Artık ‘Avrupa’dan dünyaya
yayılan dünya devrimi’ teorileri, “ en zayıf
halka” dan koparılacak olan sistemin,
Avrupa’yı
da
kuşatarak
devrimin
gerçekleşeceği teorilerine bırakıyordu yerini.
Bunun için, Marx’ın “ dünyanın bütün işçileri
birleşin” sloganı, “ dünyanın bütün işçileri ve
halkları birleşin!’ sloganına dönüştü. Hayalet
giderek büyüyor ve her yerde korkusunu
hissettiriyordu.
Rus Ekiminde ortaya çıkan hayalet,
yönünü Avrupa’ya çevirince, Avrupa, onun
karşısına, hiç de hayalet olmayan, kendi
canavarını çıkardı. İktidarın, devlet olarak
cisimleşmesinin, en kanlı ve zülumkar biçimi
olan, bu canavarın adı faşizmdi. Hayaletlerle
korkutularak
yönetilmeye
alıştırılmış
sınıfların, hayalet yaratma ustası olan sınıflar
karşısında, daha güçlü olmaları, uygarlık
tarihinin diyalektiğine aykırıydı. Sorun, iktidar
yaratmak ve iktidar olmak olunca, elbette işin
ustası olanlar, yani erkek egemenlikli
uygarlığın
sahipleri,
iktidarlarını
kaptırmamanın tedbirlerini alacaktı.
Böylece Avrupa, Doğudan kendisini
tehdit eden ‘hayalet’e karşı, faşizm duvarını
örerek, kendini korumaya aldı. O zaman
devrim,
yine
yön
değiştirdi.
Batıya
gidemiyorsa doğuya gidecekti. Önce Çin,
sonra Asya’nın bir çok irili ufaklı ülkesi, sonra
da Afrika’ da, peşi sıra birçok devrim
gerçekleşti.
Komünistler,
Ekimle başlayıp, dünyayı saran hayaletleriyle
sevine
dursunlar,
yarattığı
canavarın
korkunçluğu karşısında, kendisi bile, korkuya
KUMÜNAR
5
kapılan Avrupa, hayalet ve canavar
hikayeleri yerine, yeni masallar uydurmaya
başladı.
Yeni
slogan
‘korkuyla
sindiremiyorsan, masalla uyut’ oldu. Masalın
adı, önce liberalizm, demokrasi ve insan
haklarıydı, sonra, postmodernizm, globalizm
ve neo liberalizm oldu.
Avrupa, Asya ve Afrika hayalet ve
canavar hikayeleriyle
uğraşa dursun,
okyanusun
ortasında
en
sevgili
misafirlerinden birisi olan CHE’nin, sevdiği
benzetmeyle bir timsaha benzeyen o küçük
adada, farklı bir ruhla, yeni bir devrim yapıldı.
Devrime ruhunu veren CHE GUEVERA,
devrimin hiç de bir
hayalet olmadığını,
ağzında purosuyla,
alnında kızıl yıldızlı
beresi ve pırıl pırıl
gülen
yüzüyle,
herkese
gösteriyordu.
Devrimin,
yeni
sınıflar
ve
yeni
sınırlar
yaratmak
değil, bütün sınırları
ve sınıfları aşmak
olduğuna inanıyordu.
Dünyada yeterince
devlet
sınırı
ve
egemen sınıf vardı.
Sorun
bunları
yeniden
başka
adlarla
üretmek
değil,
anlamsızlaştırıp
aşmaktı.
Bu
da,
ancak,
her
devrimcinin öncelikle iktidarı kendinde bitirip,
sınırları
kendisinin
aşmasıyla
gerçekleştirilebilirdi. Ve devrimci bunu sözle
değil, yaşamıyla ortaya koyan insan olmak
durumundaydı.
Bunu
hisseden
CHE,
doğduğu ülkesi Arjantin’den kalkıp, Küba’da
devrime katıldı. Devrimden sonra, oluşan
iktidarın, en güçlü mevkilerini bırakarak,
Bolivya’da devrim yapmaya gitti.
Devrimcinin işi, iktidar kurmak değil,
bütün iktidarları yerle bir eden devrimler
yapmaktı. CHE devrimciydi, ve işini en iyi
yapabileceğine
inandığı
yeni
devrim
topraklarına doğru yola çıktı.
CHE Bolivya’ya doğru yola çıkarken,
geride bıraktıklarına yazdığı, bir mektupta
duygularını, “ rosinante’ nin sağrılarını
hissediyorum topuklarımın altında” diyerek,
dile getiriyordu. Her tarafı sınırlarla çevrilmiş
ve her sınırın içinde, binbir iktidar biçiminin
kurulu olduğu, bu dünya gerçeği karşısında,
eğer yel değirmenlerine karşı mızrağı ve cılız
atı rosinantenin sırtında savaşacak kadar
deli ve çocuk bir yüreği taşımıyorsanız, bir
noktadan sonra, bu sınırlara takılıp
tökezlemeniz, ya da, bin bir maskeyle
kendini
gizleyen, iktidarın çekiciliğine
kendinizi
kaptırmadan
devrimciliğinizi
sürdürmeniz mümkün
değil.
CHE
ile birlikte, insanlık,
hayaletler
ve
canavarlar
dünyasında, iktidara
karşı, ancak, hiçbir
korkuyu ve hiçbir
ayartıcılığı tanımayan
çocuk
yüreğiyle
devrimci
olunabileceğini gördü
ve tebessüm eden bu
güzel
çocuğunu,
sevgiyle
yüreğine
nakşetti. Devrimcilikte
devrim olan CHE,
yeni
devriminin
toprağı
olarak
gördüğü Bolivya’nın Ekim’inde, iktidar
sahiplerinin derin bir korkuyla yürüttükleri bir
operasyonda yakalanıp katledildi.
Canavar bu sefer kendisinden hiçbir
korkusu olmayan, bir devrimciyi katlederek
devrimi bitirdiğini sandı. Oysa, daha önce
kendisini ‘heyula’ olarak tanımlayıp, kurduğu
proletarya diktatörlükleri, halk cumhuriyetleri
ve Sovyet devletleriyle, ha bire sınırlar ve
iktidarlar kuran komünizm öğretisi, esas
olarak CHE ile, devrimci kimliğini buldu.
Ve o Ekim gününden sonra, bir
KUMÜNAR
5
hayalet dolaşmaya başladı, bütün dünyada.
Alnında kızıl yıldızlı beresi ve pırıl pırıl
tebessümüyle, kurulu sistemler karşısında,
gerçekten sınırların ve sınıfların olmadığı bir
dünya yaratma hayalini gerçekleştirmek için
yola çıkan CHE, eğer ‘heyula’ olarak
tanımlanacaksa, gerçekten de, hiçbir sınırın
önünü tutamayacağı kadar geniş bir
coğrafyada, resmi ve ruhuyla, girmediği
toprak, yer edinmediği yürek bırakmadı.
Rus ekiminde bir
hayalet gibi ortaya çıkıp, sonra kendi
çocuklarını ve kendisini yiyen devrim, bir
Bolivya ekiminde, bu sefer, gerçek kimliği,
ruhu ve adıyla, yeniden dolaşmaya başladı.
İktidar sahipleri, karşılarına çıkarılan her
türlü iktidar biçimiyle, bir şekilde mücadele
edip, onu ya kendisine benzeştirir ya da en
korkunç savaşlarla alt ederken, geride bir
insanın en güzel duygularını dile getirdiği bir
günlük, tebessümle bezenmiş bir resim ve
‘evini hiçlik üzerine kurarak, bütün dünyayı
evi yapan,’ bir devrimcinin, devrimde,
devrimcilikte devrim yapan CHE’ye karşı,
yapabileceği hiçbir şey yoktu.
CHE, bir devleti ve ordusu olmadan,
tek başına, hiçbir sınır tanımadan, kurulu
sistem karşısında gerçekten bir heyulaya
dönüşürken özünde, insanlara hükmetmenin
adı olan, yüreklerde ve beyinlerde yaratılan
bütün hayaletleri, tebessümüyle, hesapsızkitapsız, “dünyanın neresinde bir insanın
yüzüne bir tokat vurulsa onun acısını
yüzünde duyan” bir ruhla, devrimin ve
devrimciliğin adı oldu.
Aslında CHE ile başlayıp, 68 gençlik
hareketiyle zirveye ulaşan devrimcilik
anlayışı, adı ne olursa olsun, egemenlikli
sistemi
aşmaya
çalışan
devrimci
hareketlerin, sistem karşısında ve sistemin
dışında
kalarak
toplumu
değiştirme
çabalarında, önemli bir geçiş evresini ifade
etmekteydi. Devlete, iktidara ve giderek
bütün topluma içerilmiş olan, her türlü
egemenlik zihniyetine karşı gelişen bu
devrimcilik anlayışı, henüz olgunlaşmamış
da olsa, gerçek bir devrimi ifade ediyordu.
Başlangıcından günümüze kadar,
erkek egemenlikli uygarlık sistemi, toplumu
beyninden yüreğine kadar, çok derin bir
biçimde egemenlik altına almayı başarmıştı.
Egemenlik, iktidar, ve onun araçları olan
devlet ve zor araçları, toplum için çekici hale
getirilmişti. Sistem kendisini önce toplumun
dışında
örgütlemiş,
ardından
giderek
toplumu içine almış, herkesi bir biçimde
kendi
sisteminin
hizmetine
sokmayı
başarabilmişti. Peygamberlerden filozoflara,
tarikat ve mezheplerden, sınıf devrimciliği
adına yola çıkan devrimcilere kadar, sistem
karşıtı olma iddiasında olan, birçok kişi ve
hareket,
düşüncede,
ruhta,
sistemi
aşamadığından, sonuç itibariyle, sistemin
yedeği,
mezhebi
olmaktan
kendini
kurtaramamıştır.
Bunun temel nedeni, sistemin
kendisini bir ‘akıl’ olarak topluma içermiş
olmasıyla ilgili bir durumdu. Egemenlik ve
iktidar, toplumun aklı haline gelmişti.
İktidarsızlık toplumsal ahlak tarafından bile,
kelimenin bütün anlamlarıyla, toplum dışı
kalma anlamına geliyordu. İktidarın ve bunun
araçları olan devlet ve savaşın yörüngesine
girmeyen, buna hizmet etmeyen, ya da,
bunu ele geçirmek için istemi olmayan,
herkes ‘akılsız’ ve ‘deli’ olarak görülüp,
toplum dışı kılınmıştı.
Gerçekten de, toplum aklıyla mevcut
egemenlikli toplumu aşmak mümkün değildi.
Bu akıl, kendisini, ‘tanrısal akıl’, resmi devlet
aklı ve kendi çıkarlarına tapma aklı olarak,
‘para eden akıl’ biçiminde ifadelere
kavuştursa da, özünde, hangi araç ve
yöntemle olursa olsun, insana, doğa ve
toplum
özerinde
tahakküm
kurmayı
emrediyordu. Bu akla karşı çıkabilmek için,
‘deli’ olmak, çılgın olmak gerekiyordu.
CHE’nin sembolü olduğu gençlik
hareketi ve onunla birlikte, erkek egemenlikli
sistemi, en güçlü halkasından kıracak olan
kadın özgürlük bilinci ve hareketinin, aynı
dönemde filizlenmesi, boşuna değildir.
Kadın, zaten ‘saçı uzun aklı kısa’ ilan
edilmiştir. Yani toplumsal aklın iktidarsız ve
onun aklına sahip olmayan varlığıdır. Gençlik
ise, adı üzerinde ‘deli kanlı’, ‘aklı bir karış
havada’ olarak tanımlanıyordu. Doğal olarak,
sistemin
içindekiler,
sistemin
aklıyla
düşünenler, sistemin kendisini ifade ederken,
bunun dışındakiler sistemin ehlileştirilmesi
KUMÜNAR
5
gereken, tahakküm altına alınması gereken,
akılsız- deli kesimini ifade ediyordu
CHE’yi devrimci yapan sistem aklını
kabul etmemiş olmasıdır. Bunun da
ötesinde, bu aklı kabul etmemekle kalmayıp,
yaşamı ve eylemiyle, bu sistemin karşısında
durabilmiş olmasıdır. Sistem, kendi aklını
kabul etmeyen, bu insanı ‘deli ve çılgın’
olarak adlandırmakta haklıydı. Daha da
önemlisi, hem CHE’ hem de, onun sembolize
ettiği, yeni toplumsal hareket, ‘deli ve çılgın’
olmayı, özümseyerek, kendisini varetmekten,
hiç gocunmadı.
Önce, bilinen hakim toplumsal
ölçülerin dışında ve karşısında bir tepki
olarak, ‘çılgınlık gösterileri’yle ortaya çıkan,
bu, dışındalık ve karşıtlık, giderek bilinçli ve
örgütlü bir hal almaya başladı. Sistem, kendi
aklı karşısında yeni bir akıl ve özellikle,
kendisinin, bir ruh olarak, topluma içerdiği,
ruh karşısında, yeni bir ruhun tohumlandığını
görerek, bunu, daha tohumluk aşamasında,
toprağını zehirleyerek, ilk filizlerini kırımdan
geçirerek, önünü almaya çalışıyordu. CHE
Bolivya ekiminde bu kırımdan nasibini alan
ilk filiz oldu.
Sistemin ezilenleri, dışlananları sitem
dışında ve karşısında, kendilerini var
etmenin arayışında, harekete geçmişti bir
sefer.
Tarihin
derinliklerinde
‘sapkın’,
‘divane’, ‘deli’ olarak tanımlananlar, ‘modern
zamanlar’da , önce
bir ‘heyula’ olarak,
kendilerini tanımlayıp, sistemin en görkemli
akıl merkezlerinden, ‘akıl çağının sembolü’
olan, Paris sokaklarında dolaştılar. Ezildiler,
ama Rus Ekimi’nin, bütün yaşamı donduran
soğuk
caddelerine
döküldüler
kızıl
bayraklarıyla delice. Sonra, kıta kıta, ülke
ülke, şehir şehir doldurdular meydanları.
Egemenler, buna, ‘toplumsal delirme’
dediler. Ama sistem, aklını onlara hakim
kılmayı başardı. Giderek ‘akıllandılar’ ve
sistemin bir parçası oldular. Her ne kadar
mevcut egemenlikli sitemi aşma iddiasıyla
yola çıksalar da, özellikle devlet, iktidar ve
para
karşısında,
kendi
sitemlerini
oluşturacak olgunlukta olmadıklarından,
sistemin
aklının
hizmetine
girmekten
kendilerini kurtaramadılar. En önemli yanları,
sistem aklı dışında olmayı bir tercih olarak
benimseyerek, bu aklın dışında ve
karşısında,
durulabileceğini
göstermiş
olmalarıdır. Bu ‘akıl dışılık’ kendi aklını
elbette yaratacaktı. Bunu kimim, nerede
yapacağı ise, tarihin başlangıcında gizliydi.
Tarih nerede ve nasıl başlamışsa, orada,öyle
bitecekti. Orada öyle bitmeye şartlanmıştı.
Kendisinin
toprağı
olan,
Mezopotamya’da, kendi ‘evelinin aklı’yla,
karşı karşıya kalınca, en şiddetli biçimde
yönelmesi, sistem aklının gereğiydi. CHE ile
başlayıp, bütün dünyaya yayılan sistem dışı
ve karşıtı hareket, kendi kökleri üzerinde
yeni bir akım olarak doğup gelişirken, sistem
aklı ne ile karşı karşıya olduğunu biliyordu.
CHE’ nin ve 68 Gençlik hareketinin
organik bir parçası, Marksizmin teorik bir
devamcısı olan, Mezopotamya’daki bu yeni
akım, Apo’culuk olarak, ortaya çıkıp kendini
tanımladı. Ruh olarak CHE’ yi yaşayan
Apo’cu hareket, duruşu ve yaşam tarzıyla,
sistem dışılığı ifade ediyordu. Bu ruh ve
yaşam tarzının, kaçınılmaz olarak, sistem
dışında ve karşısında,
kendi aklını ve
sistemini yaratmaya başlamasıyla, sistemin
en kapsamlı yönelimlerine hedef olması
başa baş gelişti. Önce içinden çıktığı Devlet
ve geleneksel toplumun saldırılarına karşı,
bir savaş yürüten
Apo’cu hareket, bu
noktada kendini üretince, bütün sistemin
hedefi haline geldi. Ekim devriminin kendi
kendini yiyen tükenişinin son aşamasında,
ChHE’nin ve Gençlik hareketinin
içinin
boşaltılıp, anlamsızlaştırılmaya çalışıldığı bir
zamanda,
Apo’cu hareket, bütün bu
değerleri, yeniden üretmeye başlayınca,
sistem, tepesinde bir heyulanın dolaştığını
varsayarak, saldırıya geçti. Tarihin tanıdığı
en kapsamlı komployla, hareketin yaratıcısı
ve ruhu olan Önderlik, kuşatmaya alınarak,
bitirilmek istenildi. Zaman yine Ekimi
gösteriyordu.
Apo’cu hareketin, sistemi bu kadar
tehdit etmesinin,
‘akli’ nedenleri vardı.
Apo’culuk, hem devrim anlayışı, hem
örgütlenme biçimi, en önemlisi de, yaşam
tarzıyla, sistem dışılığı
ifade ediyordu.
Apo’culuğun, sistemi bu kadar tehdit
etmesinin, saldırıya uğramasının bazı temel
nedenlerini irdelemek ve bunu zamanında
KUMÜNAR
5
yapmak önemlidir.En doğru zaman da hiç
kuşkusuz Ekimdir.
Nedir Apo’culuk ? Bir hayalet mi?
Yoksa, capcanlı bir yaşam gerçeği mi?
sistemin akıl danışmanlarının tabiriyle, “ele
uca sığmaz” bir Önderliğin yarattığı, ‘akıl
dışı’ bir gerçek mi?
Hiç kuşkusuz, Apo’culuk, varoluş biçimi
ve kendini üretme tarzıyla, sistem için, bir
‘heyula’dır. Ama, sistemin dışında ve
karşısında olanlar için, kendilerini içinde
varedebilecekleri, yeni bir dünya umududur.
Böyle olmasının bazı temel nedenleri, şöyle
sıralanabilinir,
Apo’culuk,
bugüne
kadar,
erkek
egemenlikli sistem tarafından oluşturulmuş
akıldan, farklı bir akla sahiptir.Teoride buna,
‘paradigmal farklılık’ deniliyor.Yani, doğayı
ve toplumu, bilinen aklın kavrayışıyla değil,
yeni bir akıl kavrayışıyla algılıyor.Uygarlık
tarihi boyunca oluşturulan akıl, her şeyin
merkezine insanı, ve insanın merkezine de
erkeği koyarak, onun dışındaki her şeyi, bu
merkezin çevresinde dönmeye mahkum,
nesneler halinde algılamayı emrediyordu.
Apo’culuk, çok sade bir biçimde, evrenin
bütünlüklü bir aklı olduğunu, evrendeki her
şeyin, birbirini tamamlayan bu aklın, canlı
birer parçası olduğunu söyler. Bu parçalar
arasındaki uyum, evrensel varoluşun nedeni,
gereği ve sonucudur. Her bir parçanın, bir
anlamı ve varolauşsal gücü vardır. Birisini
merkeze alıp, diğerlerini dışında tutmak, bu
ahengi ve canlılığını yok eder. Bunun için de,
evrendeki her şeyi, kendi bütünlüğü içinde,
doğru anlamak ve ona göre yaşamak
elzemdir.
Önderlik,
doğanın
ve
toplumun bir aklı olduğunu ve hiç kimsenin,
bu
aklın
karşısında
ve
dışında
varolamayacağını söylüyor. Doğadan ve
toplumdan kopmamış akıl içinde bütün
canlı gerçek, birbiriyle dayanışma ve
tamamlayıcılık ilkesi içinde varolur. Birisinin
diğerlerine hükmetmesi ve onu kendisine
benzeştirmeye çalışması, yaşamın bu
akışına terstir. Bu terslik, yaşamın tehdit
edilmesini getirir. Dolayısıyla, kendisini her
şeyin merkezine koyup, bütün bir doğa ve
toplumu kendisinin hizmetine sokmaya
çalışan egemenlikli erkek aklı, evrensel aklın
dışına çıkmayı ifade eder.Bu anlamda ilk
yapılması gereken şey, doğa ve toplumun
yasalarına göre, insanlığın delirme hali olan,
erkek egemenlikli uygarlığın aklı dışında,
düşünebilmeyi başarmaktır.
Bu
aklın
hastalıkları,
doğru
görebilmeyi engellemektedir. Toplumla ilgili
sorunların çözümünü öne koyan her
düşünce biçimi, öncelikle, toplumu doğru
görebilmeyi
ve
çözebilmeyi
yapmak
durumundadır. Toplumu, bir bütünlük içinde
algılamayan hiçbir aklın sağlıklı bir
çözümlemeye gidebilmesi mümkün değildir.
Toplumsal bütünlük ise, doğa ve toplumun
ilişkisinin doğru kavranması kadar, toplumun
kendi iç uyum ve bütünlük yasalarını bilmeyi
gerektirir. Parçalı algılama, yaklaşım ve
yapılanmada da başarısızlığa neden olur.
Diğer bir yaklaşım hatası da bu ilişkilerde
yapay faktörleri, toplumsal canlılığın organik
parçaları ve varlık nedenleri olarak
görmesindedir.
Aslında
toplum
kendi
varoluş
yasalarını ilk başlarda doğru görebildiği için,
yavaş ama sağlıklı bir gelişim yaşamıştır. Ne
zaman ki, içinde yaşadığı doğal çevre ve
toplumsal ilişkileri dengesiz bir biçimde,
yeniden yapılandırmaya kalktı ve bunun
aracı ve yöntemini oluşturdu, o zaman, hem
toplumda hem de doğada, tahribatlara yol
açmaya başladı. Toplumu çözüp, anlamaya
çalışan herhangi bir düşünce sisteminin, asla
yapmaması gereken, bu bütünlüklü algılama
noktasındaki gereklilik, tersine döndü ve
parçalı algılayış, nerdeyse, bir yasaya
dönüştü.
Sosyalizm olarak kavramlaştırdığımız,
toplumu
çözümleme
ve
yeniden
yapılandırma mücadelesi, esasa olarak hiç
de yeni bir şey değildir. Tarihteki beli başlı
bütün düşünce akımları özünde, toplumu
çözmeyi
ve
yeniden
örgütlemeyi
amaçlamıştır. Ama bunu yaparken, parçalı
algılama
hastalığını
aşamadıklarından,
toplumu büyütüp geliştirme yerine, giderek,
daha fazla parçalayıp, çatıştırmışlardır.
Bütün dinlerin, felsefelerin ve toplumsal
ahlak yasalarının yaşadığı bu hastalık,
günümüzde sadece toplumu değil, doğayı da
tehdit eden bir tehlike haline gelmiştir. Çok
fazla ayrıntılarına girmeden hastalığın özünü
KUMÜNAR
5
parçalı algılama olarak kavramlaştırmak ve
bu algılama biçiminin sonuçları itibariyle,
yabancılaştırıcı gerçeğini doğru ortaya
koyabilmek önemlidir. Kaldı ki, bütün
toplumsal sorunların kaynağı ve nedeni de
bu yabancılaşmadır.
Yabancılaşma, toplum
içinde ilk
başlarda
doğal
sebeplerden
dolayı
birbirinden farklı olan insan ve insan
gruplarının, ortak yaşamlarında farklı işler
yapmasından kaynaklı doğal farklılıkların,
giderek karşı karşıya getirilmesi ve
çatışmasıyla başlar. Doğal bir gerçek olarak
insan; kadındır, erkektir, gençtir, çocuktur,
yaşlıdır. Bu özellikler, kaçınılmaz olarak,
farklılıkları da, kendi içinde barındırır. Ama
bu farklılıklar toplumsal varoluş açısından
çatışma nedeni değil, uyum ve zenginlik
nedeni ve kaynağıdır. Toplumun bu farklı
Kadın, dışlanan ve nesneleştirilen
gerçeği ile, irade olarak sistemin
dışında bırakılırken; gençlik de, henüz
zamanı gelmediğinden, sisteme dahil
olamamaktadır. Dolaysıyla, bu iki
toplumsal dinamik, sistem aklının
dışında
kalabilmektedir.
Böylece,
sisteme
ait
olmayan
bir
akılla
düşünebilme kabiliyeti taşımaktadır.
özelliklere sahip üyeleri, temel bazı
kanunlarla bir arada ve bütünlük içinde
yaşar. Bu yasaların yasası ise, dayanışma
ve tamamlayıcılıktır.
Toplumun doğal iş bölümünden doğan
farklılıkların çatışmasıyla yasa bozuldu.
Kadın-erkek olarak, toplumun iki temel
bileşeninin, birbirini tamamlama ilişkisi
yerine, birinin diğerine hükmetme ve kendi
hizmetine sokmaya yönelmesi, toplumun
sınıflara bölünmesine temel oldu. Bu
bölünme, parçalanma ve çatışma öyle bir hal
aldı ki, ancak birbiriyle varolabilen insan
gerçeği, neredeyse tek tek her bireyin
birbiriyle çatıştığı bir konuma geldi.
Tamamlayıcılık ve dayanışma yasasının
yerini, rekabet çatışma aldı.
Günümüze geldiğimizde bu parçalanma
ve yabancılaşma, herkesi tehdit eder
durumdadır. Toplum, bu rekabet ve çatışma
içinde, kendi varlığını tehdit eder haldedir.
Ve işin daha vahimi, bu tehdidi gidermeyle
kendini sorumlu gören, bütün düşünce
biçimleri bu parçalanma ve yabancılaşmayı
daha
da
derinleştirdiler.
En
son,
yabancılaşma kavramını öğretisinin temeli
haline getiren Marx bile, çözümlemesini sınıf
çatışmaları üzerine kurarak, bu çatışmayı
daha da derinleştiren, bir düşence sistemi
oluşturmaktan kendini kurtaramadı.
Toplumsal çözümleme geliştirirken,
ortaya çıkan hastalıklı bakış, toplumu
yeniden örgütlemede seçilen yöntem ve
araçların da, aynı sonuçlara götürmesine
hizmet etti. Örneğin toplum içindeki cins,
sınıf ve ulus parçalanmışlıkları sorunlarına
çözüm getirme iddiasıyla ortaya çıkan
komünizm öğretisi, sorunların çözümünde,
bu parçalanmışlığın sebebi olan,, iktidar,
devlet, zor ve şiddet aygıtlarını, araç ve
yöntem olarak seçince, bu çatışmayı daha
da derinleştirmekten kendini kurtaramadı.
Bu açıdan Marxizmde
ortaya çıkan
sorunları, sadece yorum sorunları olarak
algılamak hatalı bir yaklaşım olacaktır.
Sorun, sadece araç ve yöntemlerin yanlış
seçiminde değil, doğayı ve toplumu ele
alıştadır. Marx, çözümlemesinde birçok
doğru tespit yapmış olabilir. Ama düşünce
sistemi
bir
bütün
olarak,
uygarlık
paradigmasının erkek egemenlikli zihniyeti
ve sınıflara dayalı örgütlenme gerçeğini
aşamadığından, sonunda, sistemi besleyen
bir mezhep olmanın ötesine geçemedi.
Nitekim devamcıları da, bunu pratiğe
geçirdiğinde, sistemin tamamlayanı haline
geldiler.
Daha sonra yapılan çözümlemelerde
sorunun Marx’da değil, yorumundan kaynaklı
olduğunu iddia edenler, yanılıyorlardı. Sorun,
Marx’ın devrim anlayışında olduğu kadar,
devrim için öngördüğü, şiddete ve devlete
dayalı düşüncesinden kaynağını alıyordu. Bir
yabancılaşma vardı, bu doğru bir tespitti ama
yabancılaşmanın kaynağı ve dinamikleri
sadece sınıflar değildi. Yabancılaşma, önce
doğaya karşı, sonra da erkek egemenlikli,
cinslere dayalı parçalanmaya dayanıyordu.
Çözümü de, bu parçalanmanın nedeni olan
KUMÜNAR
5
dinamiklerin
doğru
gerçekleşebilirdi.
örgütlenmesiyle
Mevcut
toplum
sisteminde,
bütün
toplumsal kesimler, sistemin şu veya bu
biçimde içinde yer alıp sistemi tamamlarken,
iki toplumsal dinamik bunun dışında
kalmaktadır.
Kadın,
dışlanan
ve
nesneleştirilen gerçeği ile, irade olarak
sistemin dışında bırakılırken; gençlik de,
henüz zamanı gelmediğinden, sisteme dahil
olamamaktadır. Dolaysıyla, bu iki toplumsal
dinamik,
sistem
aklının
dışında
kalabilmektedir.
Böylece,
sisteme
ait
olmayan bir akılla düşünebilme kabiliyeti
taşımaktadır. Oysa sınıf, ulus, cins ve yaş
kategorileri, sistemin yaratımı olan ve onu
besleyen kategorilerdir. Bu yaratılmışlık,
sadece biçimsel ve zora dayalı bir varoluş
değil, ona içerilmiş, akılsal ve ruhsal bir
yaratılmışlıktır.
Kendini sınıfla tanımlayan her birey, o
sınıfın yaratılmış aklıyla sınırlı kalmaya
kendini mahkûm etmiştir. Bu açıdan, sınıf
bakışı dar ve parçalı bir bakıştır. Çözen
değil, çatışan ve çatıştırandır. Sorunun
kaynaklarından ve çözen dinamiklerinden
birisi olabilir ama asla tek nedeni ve tek
çözeni olamaz. Marx’ ın bu konudaki
tespitleri, bu açıdan doğru ama eksiktir. Bu
eksikliğin yaratığı boşluklar, sistem tarafında
doldurularak tersine çevrilmiştir. Oysa doğru
olan,
toplumsal
sorunların
kaynağı
durumunda ki bütün dinamikleri tanımlayıp
bunları yeniden örgütlemek olmalıydı.
Bir diğer hata da, tarihsel bakış açısında
ki yanlışlıktır. Materyalizmin kaba bir yorumu
olan toplumu sadece maddi gerçeğiyle izah
etme yaklaşımı, canlı bir gerçeklik olan
toplumu yanlış çözümlemeyi beraberinde
getirdi. Maddi gerçek kadar, bu maddi
gerçeği yaratan duygu ve düşünce gücünün
de hakkının verilmesi gerekir. İnsan, diğer
canlılardan farklı olarak, kendisini duygu ve
düşünce gücüyle varetmektedir. Onu
vareden temel gücü, yani düşünceyi ve
duyguyu ikincil bir konumunda ele almak,
hele hele maddi gerçeğin basit bir yansıması
ve mahkumu olarak tanımlamak temel bir
hatadır. Oysa insan, karakteri gereği, maddi
gerçeği düşünce gücüyle yeniden üretebildiği
için, insandır. Eğer öyle olmayıp, maddi
gerçeğin basit bir yansıması olsaydı, zaten
insan olamazdı. Dolaysıyla, insanı, doğa ve
toplumu içinde tanımlarken, önce, aklıyla ve
bu aklın bileşeni olan duygusu ile
tanımlamak gerekir. Zaten, toplumsal varoluş
ve gelişim diyalektiğinin temel dinamikleri de
bunlardır. İnsanı geliştiren temel dinamik,
maddi gerçeğe mahkum olmayan akıl ve
duygu
gücüdür.
Bunların
toplamına,
maneviyat dünyası demek yanlış olmaz.
İnsan, maddi dünyanın dışında yaratığı
manevi dünyayla insan olmuşsa eğer,
bundan sonra ki gelişiminde de, bu
dünyasını büyüterek büyüye bilir.
Bu manevi dünya, insanı sürekli
özgürleşmeye çağıran; doğrunun, adaletin,
uyumun ve güzelin arayıcısı olan, içsel bir
toplumsal ahlak yaratmıştır. Bu ahlakın
yasalarıdır insanı sürekli büyüten ve bir
arada tutan. Bu ahlak, doğa ve toplumla
ilişkilerinde egemenlik ve çatışma yerine,
uyum ve birleştiriciliği emreden yasalarla
işler. Yazılı değildir. Hatta, çoğu zaman dile
bile getirilmez. Ama, insanın içinde, içsel bir
yasalar bütünlüğü olarak, kendisini sürekli
hissettirir. Buna vicdan diyoruz. Sadece
maddi gerçeği algılayıp, bu gerçeği kendi
çıkarları doğrultusunda düzenleme yeteneği
olan analitik akıl, vicdan denilen ve daha çok
insanın güzele ve doğruya yönelimli duygu
dünyasını dışlayan bir karaktere sahiptir.
Oysa, ilk toplumsallaşma bu ikinci akıl
tarafında yaratılmıştır.
İnsanın doğruluk ve güzellik yönelimli
vicdanı ve içsel yasaları olan ahlak’a doğru
anlam vermeyen her hangi bir düşünsel
öğretinin, güzel ve doğru bir toplum
yaratması beklenemez.
Sistemin aklı, vicdanlı olmayı ‘ahmaklık’,
ahlaklı olmayı ise, ‘gerilik’ olarak adlandırıp,
mahkum etmiştir. İşte, tam bu noktada,
sistemin mahkumiyetlerini aşamayan her
hangi bir düşünce biçimi ve hareket tarzı, bu
sistem karşısında gerçekten devrimci
olamaz. Bu güne kadar, bu iddiayla yola
çıkan birçok insan, bu mahkumiyetlerin
tuzaklarında boğulmuştur.
KUMÜNAR
5
İnsanın doğruluk ve güzellik
yönelimli vicdanı ve içsel yasaları
olan
ahlak’a
doğru
anlam
vermeyen her hangi bir düşünsel
öğretinin, güzel ve doğru bir
toplum yaratması beklenemez.
Doğayı ve toplumu doğru hissetmek
yetmez. Bütün toplum tarihi boyunca, birçok
insan, ahlak ve vicdanıyla, sistemin karşısına
dikilmiştir. Ancak, sadece güzel bir ahlak ve
doğru
bir
vicdanla,
toplumun
değiştirilebileceği inancı da, başka bir
tuzaktır. Kendini, analitik aklın yaratığı
mekanizmalarla koruma altına almış sistemi
doğru analiz etmeden ve onun karşısında,
kendi
alternatif
mekanizmalarını
ve
sistemlerini oluşturmadan, bu sistemi aşmak
mümkün değildir.
Sistemin, toplumu yönetip-yönlendirme
mekanizmalarına
siyaset
deniliyor.
Siyasetten kopuk bir ahlakilik ve vicdan,
sonuçları itibariyle, bir biçimde sistemin
mezhebi veya yedeği haline getirilmektedir.
En iyi niyetli çabalar bile, sistemin hizmetine
girerken, bu noktalarda tuzağa düşmemek
için, vicdan ve ahlak kadar, insanın,
yaratılmış toplumsal aklı da algılayan ve
aşabilen bir düşünce gücü, buna denk düşen
toplumsal mekanizmaları yaratmak, devrim
ve devrimci için yaşamsal bir anlama
sahiptir. Önderlik bunu “doğru bir politikayla
buluşmayan bir ahlak, aldatmacalarla
doludur’’ diye ifade etmektedir.
Günümüz
toplumsal
gerçeğinde,
kapitalist sistemin yarattığı en büyük tehlike
ahlaksız toplum ve vicdansız bireydir.
Toplumu, güzele ve doğruya yönelten
özgürlük bilinci olarak, ahlak yasaları
toplumsal varoluşun özü ve nedenidir. Ahlakı
yok etmek, toplumu yok etmektir. Bu açıdan,
toplumsal devrim yapma iddiasında olan her
düşünce biçimi, toplumsal ahlaka gerekli
anlamı
biçmeden,
devrim
yapamaz.
Önderlik, ahlak devriminden bahsederken,
bunu sadece güzel duyguların bir dile
getirilmesi olarak değil, toplumsal gelişim
yasalarının bir emrine dikkat çeken derin bir
tarih
bilinciyle
yapmaktadır.
bu
kavramlaştırmayı
Vicdan devriminden bahsederken de,
vicdansız bireyin, topluma yabancılaşmış
geçeğinin yarattığı büyük tehlikeye dikkat
çekmektedir. İnsanın, insanın kurdu olduğu
bir toplumsal gerçeğin temel nedeni,
vicdansız insan gerçeğidir. Ve vicdan, salt,
iyi niyetler ve güzel duygulardan ibaret
değildir. Derin bir toplumsal bilincin, içsel bir
tezahürüdür. Victor Hugo, sefiller adlı
eserinde
“vicdan,
doğuştan
insanın
yüreğinde bulunan bir tutam bilimdir” derken,
bunu kastediyordu. Kendisini bütün insanlara
karşı derin bir sorumluluk duygusuyla bağlı
hissetmeyen bir insanın, herhangi bir
biçimde, toplumu iyiye ve güzele yöneltmesi
mümkün değildir. Bu açıdan, vicdan devrimi,
en acil toplumsal devrim ihtiyacıdır.
Ekim ayı, ayaklanan insan ahlakı ve
vicdanının son yüzyıldaki sesinin yankılarını
taşıyor. Rus kışının ekiminde sokaklara
taşan milyonlar, sadece ahlaksızlığa baş
kaldırıyorlardı.
Arjantin’den
Küba’ya,
Küba’dan Bolivya’ya uzanan yolculukta,
CHE’yi çağıran ses, hiç kuşkusuz vicdanın
sesiydi. Mezopotamya’da Ekim tuzakları
kuranlar, en çok korktukları sesi boğmak
istiyorlardı. Bu, ahlaklı insanının vicdanının
sesiydi.
Bir heyula dolaşıyor bugün Ortadoğu
semalarında, komünizm heyulası. Ve
komünizm, bitirildiği zannedilen ahlakın ve
vicdanın sesinden öte bir şey değil bu
topraklarda. Bu heyul, bitti zannedenler için
heyula, onu asla yitirmemiş olanlar içinse, en
doğru ve en güzel gerçektir. Bir
yabancılaşma var, bizimle onlar arasında;
Onlar için heyula olan, bizim için en güzel
gerçektir. Bizim sevgiyle baktıklarımız onlar
için korku nedenidir.Korkunun hayaleti
sevginin güzelliğidir.
Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi
KUMÜNAR
5
Popüler
kültürü
anlamamak, bunun
toplumdaki
etkilerini görmemek, buna karşı bir duruş sahibi
olmamak, halk için, halkın özgürlüğü ve demokrasisi
için kültürel faaliyet yapan kurumlarımız ve
arkadaşlarımız açısından çok büyük bir zafiyettir
Popüler kültüre karşı
mucadele acil bir
militanlık görevidir
Edebiyat ve sanat çalışmalarını çok
yakından ilgilendiren günümüzde egemen
sınıfların toplumu yönetme araçlarının en
önemlilerinden biri olarak kulandıkları popüler
kültür üzerinde biraz durmak istiyoruz. Yine
bununla
bağlantılı arabesk
müziğe de
deyineceğiz. Daha fazla da televizyon dizileri ve
müzikte ifadesini bulan popüler kültür ürünlerini
çözümlemeye tabi tutmak hem toplumlar için,
hem de mücadele eden bizim gibi hareketler için
çok yaşamsal hale gelmiştir. Bizim günlük
kültürel
faaliyetlerle,
çalışmalarla
onun
ideolojisiyle, teorisiyle, tarzıyla, üslubuyla
ilgilenen bir pozisyonumuz yok. Ama popüler
kültürün, onun çeşitli versiyonlarının ve yine
arabesk kültürün örgütümüzü, mücadelemizi,
halkın duyarlılıklarını ve yaşam biçimini çok
olumsuz etkilediğini yakından görüyoruz,
hissediyoruz. Bu konunun özellikle kültürle
ilgilenen, edebiyatla, sanatla ilgilenen arkadaşlar
tarafından yakından takip edilmesi ve buna karşı
bir mücadele geliştirilmesi acil bir çalışma
konusu haline gelmiştir.
Popüler kültürü anlamamak, bunun
toplumdaki etkilerini görmemek, buna karşı bir
duruş sahibi olmamak, halk için, halkın
özgürlüğü ve demokrasisi için kültürel faaliyet
yapan kurumlarımız ve arkadaşlarımız açısından
çok büyük bir zafiyettir. Hatta kültürün toplumsal
ve psikolojik işlevinin doğru anlaşılmamasıdır.
Kültürün gücünün yaşamdaki sonuçlarının
yeterince görülmemesidir. Bu bakımdan bizim
kültür çalışmalarımız, kültür karşısındaki
duruşumuz ciddi eksiklikler taşımaktadır.
Egemen sistemlerin dayattığı kültür anlayışının
bizde de etkili olduğunu söyleyebiliriz. Geçen
günlerde Roj TV’de çıkan bir programda Agıre
Jiyan gurubundan bir sanatçı bizde popüler ve
arabesk müzik dinliyoruz, dışlamamak lazım
biçiminde değerlendirmeler yapmıştı. Hem de
halkın özgürlük ve demokrasi mücadelesine güç
vermek isteyen bir televizyonda. Özgürlüğü
elinden alınmış, kimliği yok sayılan dolayısıyla
mutlaka kimlik ve özgürlük mücadelesi vermesi
gereken bir halkın televizyonunda arabesk ve
popüler kültürü meşrulaştıran düşünceler ortaya
konulması çok ciddi bir durumdur. Geçenlerde
bir Arap televizyonunda İlkay Akkaya’nın kültür
üzerine kendi ürünleri üzerine yaptığı
değerlendirmeyle o arkadaşın değerlendirmesini
ve bizlerin popüler ve arabesk müzik konusuna
yaklaşımını görünce İlkay Akkaya’nın kültüre
verdiği anlamın, değerin özgürlükçü Kürt
sanatçısı olduğunu söyleyenlerden kat be kat
yüksek olduğu düşündük. Kültürün halkın
duygularının, beğenilerinin yükseltilmesinde ne
işlevi olduğunu çok güzel ifade eden bir
değerlendirmeyi dinlemek hepimiz açısından
dikkate alınması gereken bir tutumdur.
En fazlada bizim gibi kendisi olmak için
mücadele vermesi gereken bir halk gerçekliği
ortadayken, ister uluslar arası düzeyde, ister
KUMÜNAR
5
bölgesel düzeyde, isterse Kürt ağaları tarafından
olsun yüreği ve beyni yüzyıllarca işgal edilmiş
bir halk açısından kültürel tercihlerin önemi
yaşamsal bir konu arz ederken bu konuda ortaya
çıkan duyarsızlıkları anlamak mümkün değildir.
Tüm dünyayı değiştirmek isteyen bir hareketin
içindeki kadrolarında ve çalışanlarında bile
görülen kültürel tercihlerin söylemde belirtilen
amaçlara, hedeflere çok ters düştüğüne tanık
oluyoruz. Ortaya konan amaçla dinlediği müzik,
izlediği film çok çelişik bir durum arz ediyor. Bu
durum özgürlüğün sembolü olan bir harekette
yaşanıyorsa ciddi bir tehlike var demektir. Örgüt
içinde ve özgürlüğün sanatını yaptığını iddia
edenlerin durumu böyleyse, halkımız içinde ve
dışımızdaki çeşitli çevrelerde bu kültürün etkisi
nasıldır tahmin etmek mümkündür.
Kültür bir halkın, bir toplumun belirli
zaman ve mekanda çeşitli araçlarla ortaya
çıkardığı bir yaşam tarzı, yaşamı yeniden üretme
aracıdır. Yani kültür genel tanımıyla böyle.
Toplumları esas olarak yeniden üreten veya
yaratan kültürden başka bir şey değildir. Kültürde
mutlaka o süreçte belirli bir yaşamı ve sistemi
üretiyor? Esas olarak da hakim olan sistemim
üretiyor. Belki sınıfların, hiyerarşik devletçi
düzenin ortaya çıkmadığı dönemde kültür tüm
toplumun kültürüydü. Kültürel farklılaşmalar
ortaya çıkmamıştı. Ama daha sonra hiyerarşik
devletçi erkek egemenlikli sistemle birlikte doğal
olarak kültürel farklılaşmalar ortaya çıktı. Bir
taraftan hiyerarşik devletçi sistem ve onu yeniden
üreten kültür, diğer taraftan Önderliğin belirttiği
gibi onun yanında ve onunla mücadele eden
komünal demokratik yaşam kültürü. Tabi egemen
sisteminin içinde de çeşitli yaşam biçimi
farklılıkları var, kültür farklılıkları var. Yine
farklı etnisitelerin farklı zaman ve mekanda
ortaya çıkardıkları farklı kültürler var. Ama
özünde iki kategoride tanımlanacak bir kültür
duruşu var. Birisi halkların, toplumların kültür
duruşu, onların yeniden varlıklarını devam
ettirmesini sağlayan, yeniden kendilerini
üretmelerini sağlayan bir kültür ve yaşam tarzı,
diğer yandan egemen sistemi meşrulaştıran,
egemen sistemin yeniden ve yeniden üretilmesini
sağlayan bir kültür var.
Şu açıktır, her hangi bir toplum,
topluluk, bir hareket, bir ideoloji, bir düşünce
biçiminin kendini yeniden üretmesi için, kendini
kökleştirmesi için kendine ait bir kültür olması,
yaratması ve bunu her gün yeniden ve yeniden
üreterek geleceğe taşıması gerekir. Ve böyle
olunca zaten kendisi olan, kendisine ait olan bir
sosyal kişilik, kimlik ortaya çıkıyor, kültürel bir
kimlik ortaya çıkıyor. Dolayısıyla kültür
olgusunu sıradan ele alamayız. Toplumların
varlık koşulu olarak ele almak durumundayız.
Tabiî ki egemenlerin kültürüyle, halk kültürü
arasında sürekli bir gerilim, çatışma olmuştur.
Çelişkinin yanında belirli düzeyde etkilenmelerde
ortaya çıkmıştır. Ama tarihte şöyle bir şey söz
konusu değildir, olmamıştır. Belirli toplumlarda
tek bir kültür yoktur, bu çok genellemeci kültür
anlayışı yanlıştır. Genellemeci bir kültür anlayışı
egemenlerin halk üzerinde ki egemenliğini
meşrulaştıran bir niyet taşır veya bir nitelik taşır.
Dolayısıyla kültürel çalışma içerisinde olanların
her zaman hedeflediği amaçlar, yaşam biçimi,
dayandığı
toplumsal
kesimin
kültürel
özellikleriyle bunun dışında farklı bir kültürel
şekillenişin varlığı ve buna karşı bir mücadelenin
her zaman söz konusu olacağını görmesi gerekir.
Hatta mücadelenin en fazla da bu alanda
olduğunu bilmeliyiz. Bu alanda kazanan
kazanıyor, kaybeden kaybediyor. Esas olarak
kazananı, kaybedeni silahlar belirlemiyor,
siyasette belirlemiyor. Eğer silahlar ve siyaset bu
hakimiyetini, etkinliğini bir kültürel başarıya
götürüyorsa, kültürel hakimiyete götürüyorsa o
zaman kazanıyor. Yoksa tarihte birçok defa
görüldüğü gibi yenenlerin yenildiği de ortaya
çıkıyor. Askeri ve siyasi olarak güçlü olan
örgütlü gidiyor bir toplumu yeniyor ama kültürel
olarak zayıf olduğu için yendiği toplumun
kültürü tarafından eritiliyor, başarısızlığa
uğratılıyor. Kültürün böyle bir belirleyici
karakteri var.
Bizim hareket açısında şöyle bir durum
söz konusuydu: hareketimiz şunu söyledi;
kendine ihanet ettirilmemiş tek Kürt kalmamıştır.
Kürt kültürü vardı, kültürel değerleri vardı. Ama
bu değerlerin düzeyi, kültürün temel işlevi ve
yaratımı olan kabul-ret ölçüleri uluslararası
güçlerin,
bölgesel
güçlerin
yine
Kürt
egemenlerinin kültürü karşısında, kültür saldırısı
karşısında ayakta kalamayacak, giderek kendisi
olmaktan çıkan ve teslimiyetçi bir ruh halini ve
yaşam biçimini yaşayan bir durumdaydı. Kürt
halkının 20.yy da içine sokulduğ durum böyleydi.
Bu nedenle bizim hareketimiz çıkışından itibaren
sadece bir askeri ve siyasal hareket olmayı önüne
hedef olarak koymadı. Esas olarak da toplumun
değer yargılarını, ölçülerini dolayısıyla kültürünü
değiştirmeyi hedefleyen, olumlu kültürel
özelliklerinin üzerine daha güçlü yeni özellikler
KUMÜNAR
5
katarak toplumda bir kültür devrimini amaçladı.
Öz güven kazanan, irade kazanan, yeni ölçüler,
değer yargıları, ret ve kabul ölçüleri kazanan yeni
bir yaşam biçimini üreten, demokratik ve
özgürlükçü yaşam biçimini üreten bir kültür
devrimi gerçekleştirmeyi önüne koydu. PKK
herhangi bir komünist partisi ya da ulusal
kurtuluş mücadelesi veren bir hareket gibi olmadı
ve kendini öyle tanımlamadı. Bugün sık sık yeni
paradigmadan söz ediyoruz ve bu yeni
paradigmanın anlamının da egemen sınıfların,
sistemlerin mezhebi olmama olarak tanımlıyoruz.
Yeni paradigmaya girişi de, egemen sistemlerin
mezhebi olmaktan çıkma duruşunu ortaya koyma
olarak değerlendiriyoruz. O dönemde hareketimiz
kendine ihanet ettirilmemiş tek Kürt kalmamıştır
ya da Kürdistan'da tam birey yoktur, kendisine ait
birey yoktur; egemen sistem, bölgesel güçler,
Kürt ağaları ve beyleri tarafından yüreği, beyni
işgal edilmiştir, böyle bir birey ve toplum gerçeği
vardır, tespitinden yola çıkarak oluşturulmak
istenen hareketin bireylerinde de özgürlüğe,
demokrasiye, mücadeleye kilitlenmiş bir kişilik
şekillenmesi, kişilik şekillenmesinin her gün
üretildiği bir yaşam biçimi, yaşam duruşu ortaya
çıkarmayı hedeflemiştir. Bu nedenle APOCU
hareketin
ilk
çıkışından
itibaren
nasıl
yaşanılacak, nasıl konuşulacak, nasıl oturulacak,
nasıl kalkılacak, halkla nasıl ilişkilenilecek, nasıl
üslup kullanılacak konusunda kendisini disipline
etmeye çalışması ya da Başkan APO’nun
deyimiyle “ kadronun her şeyine karışılması,
bütün günlük yaşamını düzenleyecek biçiminde
yaşam duruşuna, müdahale edilmesi, bu
gerçeklikle ilgilidir. Halkın ne söylenildiğine
değil de, nasıl yaşadıklarına baktığının
belirtilmesi de bu gerçeklikle ilgilidir. Yani
APOCU hareket çekici bir kültür oluşturma,
halka, özgürlüğüne ve demokrasisine inanmış
militanlar bulunduğunu gösterme açısından kendi
kültürünü oluşturmayı önüne koymuştur.
Emperyalist kültürden, sömürgeci kültürden ya
da Kürt ağalarının, beylerin kültüründen
kurtularak tamamen halk için yaşayan, özgürlük
için yaşayan, kimliği, varlığı yok sayılan bir halkı
ayağa kaldırmak için özgürlüğe, demokrasiye,
mücadeleye kilitlenmiş bir kadro gerçeği, militan
gerçeği yaratmak hedeflenmiştir. Böyle bir
militanlar topluluğunun örgütünün tabii ki kendi
kültürü olacaktır. Nitekim Apocu hareket
herkesin farklılığını fark ettiği bir yaşam biçimi
dolayısıyla kültürü yaratmıştır.
Bugün de egemen sistemlerin mezhebi
olmaktan çıkma olarak ifade ettiğimiz yeni
paradigmanın özünü oluşturan sistemlerin dışına
çıkma, onların denetiminde çıkma olarak iddia
ettiğimiz hedefi gerçekleştirmek gibi dağa
çıkışından itibaren APOCULAR’da egemen
sistemin ağır etkisini yaşayan toplumdan ve diğer
örgütlerden farklı bir yaşam biçimini kendi
önlerine koymuşlardır. Bununda halk tarafından
çok benimsendiği, çekici olduğu ortaya çıkan
sonuçlarla
kanıtlanmıştır.
Nitekim
hala
halkımızın Avrupa’da, Türkiye’de, Kürdistan’da
eski kadroları arıyoruz demesi bu gerçeklikle
ilgilidir. Halkın ideolojiyi, stratejiyi bilmesiyle
ilgili değildir. Kadronun duruşu ve bakışı da
dahil, özgürlüğe kilitlenmiş, kendisi için değil de,
özgürlük ihtiyacı olan Kürdistan ve halk için
yaşamını ortaya koymuş militanları karşısında
görmüş olmasındandır. Bu yönüyle hareket
olarak kendimizi tanımlarken ya da kadrolar
olarak kendimizi anlarken bizim birde kültür
yaratma diye bir sorunumuz var, kendi
kültürümüzü oluşturma diye sorumluluğumuz
vardır. Kendimizden başlayarak, halkta yeni bir
kültür şekillendirmesi oluşturma sorunumuz var.
Zalime boyun eğmeme, haksızlığı kabul etmeme,
köleci yaşamı kabul etmeme, halk ve insanlık
üzerinde köleci egemenlik dururken bireysel
yaşamı kabul etmeme bu hareketin temel kültürel
özellikleriydi.
Kürdistan’ı,
Kürt
halkını
değiştirme iddiasındaysak başta kendimizi
değişime uğratmadan başlayacaktık. Kürt
toplumun yaşamsal düzeyde kendisini değiştirme
dönüştürme ihtiyacı vardı, yenilenmeye ihtiyacı
vardı. Bildiğiniz gibi Kürt halkı ret kabul
ölçülerinin muğlaklaşması nedeniyle her türlü
yaşamı kabul ediyordu. Hareketimiz şunu
söyledi, her türlü yaşam, yaşam olarak kabul
edilemez! Böyle bin yıl yaşamaktansa
(teslimiyetçi ve geri ölçülerle ömrü bitirmek
yerine) doğru bir kültürle, doğru bir yaşam
tarzıyla bir gün yaşamayı tercih etme, bu
hareketin yaşam felsefesi olmuştur ve bu
felsefesini halka taşımaya yönelmiştir. Bu
hareketi biz böyle tanıdık, böyle gördük, halkta
böyle tanıdı, böyle gördü. Bugün ortaya çıkan
bütün değerler böyle yaratıldı. Nitekim
halkımızın yaşam biçimi değişti, kültürü değişti.
Botanda da değişti, Amed’de de değişti,
gerillamızın girdiği her yerde halkın yaşam
biçimi değişti. Hatta halk yaşam kendi biçimini
değiştirme zorunluluğunu gördü. Apocu hareketle
tanışmayla birlikte belki çok içselleştirmemiş
KUMÜNAR
6
ama hemen gördüğü bu yeni yaşam biçimine
kendini
uydurmayı
önüne
koymuştur.
Üslubundan ilişkilerine kadar farklı bir duruş
içine girmeye başlamıştır.
APOCULARIN girdiği bir köyde artık
erkekler kadınlara istediği gibi bağırıp-çağırma
hakkını kendilerinde görmemişlerdir. Çünkü
APOCULAR gidip geliyor, ilişkileniyor.
Apocularla ilişkilendiklerinden itibaren böyle bir
şey yapmanın kendileri açısından ayıp olacağını
düşünmüşlerdir. Böylece birçok konuda eski
kültürünü,
alışkanlıklarını
değiştirmeye
çalışmıştır, sohbetlerini değiştirmeye çalışmıştır.
Eskisi gibi çok basit, çok günlük sohbetler yerine
daha farklı sohbetleri gelişmiştir. Ülkeyle ilgili,
halkla ilgili, halkın yaşamıyla ilgili, düşmanla
ilişkiyle ilgili, ağalarla, beylerle ilişkilerle ilgili,
kadının erkekle ilişkileriyle ilgili, anneninbabanın çocuklarla ilişkileriyle ilgili farklı
sohbetler günlük yaşamın konusu haline
gelmiştir. Dolayısıyla biz kendi kültürümüzü
ürettik. Kendi kültürümüzü üretmemiz bize
zayıflık kazandırmadı bize güç verdi. Bu kültür
nedeniyle ilk başlarda
sayısı çok az olmasına
rağmen kendisini güçlü
hissediyordu, moralli
hissediyordu.
Örgütselliğin yaratığı
ortam, ilişkiler, yaşama
biçimi kendilerine güç
veriyordu.
Sadece
ideolojik düşünmeleri,
strateji
ve
taktiğe
inanmaları değil, örgüt
içinde oluşan yoldaşlık
ilişkileri, üslup, tarz, halkla ilişkiler, duygular ve
bunların oluşturduğu atmosfer bütün arkadaşlara
moral veriyordu ve arkadaşlarda birbirlerine
güven duyuyorlardı, birbirlerini fazlasıyla
seviyorlardı. Çünkü ilişkilerin içine emperyalist
sistemin, bölgesel güçlerin veya Kürt ağalarının,
beylerinin yaşadığı bireysel ilişkiler, çıkar
ilişkileri, iki yüzlülük vb. yerine tamamen
özgürlüğe dayalı kendi olumlu değerlerini
yaşamaya dayalı, kötülükleri ret eden iyilikleri
ise yaşamın her anının parçası haline getiren bir
yaşam tarzı ortaya çıkarılmıştı. Bugüne kadar bu
örgüt nasıl ayakta kaldı, denilirse bunun önemli
nedenlerinden biride budur. Mücadele içinde
birçok olumsuzluklar, yanlışlıklar, eksiklikler
olmuştur ama bu hareketin oluşturduğu kültür bu
olumsuzlukların çok ağır sonuçlar ortaya
çıkarmasının önüne geçmiştir. Hatta bazen çok
ağır sonuçlar ortaya çıkarabilecek çeşitli olgular,
duruşlar, ilişkiler, olumsuz etkilenmeler böyle bir
kültürel şekillenmeden dolayı püskürtülmüştür ya
da bu olumsuzluklar kısa sürede aşılmıştır. Bu
neyle ilgilidir? Kültürlerin gücüyle ilgilidir. Bir
yunan filozofunun “ kültürlerin gücü yasaların
gücünden fazladır” eninde sonunda yasaların,
şunların, bunların değil, kültürün galebe
çalacağını söylemesi, bizim örgüt tarihimizde de
kanıtlanmış bir gerçektir. Bu tarihi yaşayan
arkadaşlar bu gerçeğin tanığıdırlar.
Halk gerçeğimiz açısından da bu
gerçeklik kanıtlanmıştır. Halkımızın uzun bir
tarihe dayanan bir kültürü vardır. Bu kültürün
çok pozitif olması, çok değerli olmasının nedeni
de esas olarak komünal demokratik değerlerin
üretildiği neolitik toplumun yaşandığı coğrafyada
üretilmiş olmasıdır. Neolitik dönemde üretilen
komünal demokratik değerlerin bastırılsa da,
ezilse de çeşitli biçimlerde varlığını sürdürerek
bugünlere gelmesi söz konusudur. Tabii ki bu
Kürt halkı açısından çok değerli bir hazinedir.
Bazılarının petrol hazineleri
olabilir ama Kürtlerinde
hazinesi de böyle bir
kültürün bu coğrafyada
üretilmesi, birçok özelliğini
kaybetmiş olsa da varlığını
sürdürerek bugüne kadar
taşınmasıdır. Bu kültür
dolayısıyla bu halk büyük
bir saldırı altında yok oluşa
doğru gidiyordu. Bizim
mücadelemizle
halkın
duygularında,
düşüncelerinde büyük değişim oldu. Bir kültür
devrimi yaşandı. Daha öncede çeşitli vesilelerle
dile getirdiğimiz gibi bütün devrimlerin alt
yapısında bir aydınlanma bir kültür devrimi,
edebiyat ve sanat alanında gelişim varken,
APOCU hareketin çıkışında bu temel çok zayıf
olduğu için özgürlük hareketinin ortaya çıkması
olayına APO icadıdır, denilmiştir. Bu tespit
doğrudur. APO icadıdır denilmesinin nedeni
böyle bir özgürlük mücadelesi için, böyle büyük
bir savaş için kültürel temel yoktu, duygu temeli
yoktu ama PKK ve APO bunu icat etti demek
istiyorlar. Bu olgu şöyle bir gerçeği de ifade
ediyor. Kültür çalışmaları, kültürel değerler
açısından kültür malzemesi olacak, kültür haline
getirilecek, yaşam biçimi haline getirilecek çok
şey bu mücadele tarafından üretilmiştir. Hiçbir
KUMÜNAR
6
devrimde bulunamayacak düzeyde biçim
kazandırılacak değer yargıları, ölçüler bu hareket
tarafından ortaya çıkarılmıştır. Sanat esas olarak
bir biçim kazandırma olaydır. Bir toplumun
belirli zaman ve mekanda çeşitli üretim
araçlarıyla ortaya çıkardığı yaşam biçimini
kalıcılaştıracak
düzeyde
estetik,
sanatsal
yaratımla duygulara, yüreklere hitap eden bir
biçim kazandırma işidir. Kültürcülerin görevleri
de budur. Bütün saldırılara rağmen, baskılara
rağmen halkımız mücadele yürütebiliyorsa buda
mücadele içinde bir direniş kültürü ortaya
çıkarması sonucudur. Bu mücadelenin hala çok
işlenmemiş olsa bile kültürel düzeyde bu halka
çok şey kazandırmasıyla ilgilidir. Yeni ölçüler,
yeni duygular, yeni refleksler, yeni tepkiler, yeni
sevinçler, üzüntünün yeni algılanışı ortaya
çıkarıldığı için halkımız bu mücadeleyi sürdürme
gücü göstermektedir.
Bunun karşısında bizim mücadelemizin
ortaya çıkmasıyla birlikte tabiî ki örgüt içinde de,
halk içinde de bir kültür çatışması ortaya
çıkmıştır. Eskiyi yaşamak isteyenler emperyalist
kültürü, sömürgeci kültürü ya da Kürt
ağalarından, beylerinden gelen teslimiyetçi
kültürü örgüt içine, toplum içine yeniden taşımak
istemişlerdir. Böylelikle örgütümüzün mücadele
azmi kırılmak, örgüte moral veren, kadronun
kendisini güçlü hissetmesini sağlayan bir kültürel
ortamdan ve ilişkiler sistematiğinden çıkarılıp
yeniden egemenliği, teslimiyeti kabul edecek bir
yaşam biçimi dayatılmak istenmiştir. Özgürlüğe,
demokrasiye kilitlenen değil, kimliği yok sayılan,
ülkesi yok sayılan halka karşı sorumluluk duyma
değil bencil, günü birlik yaşayan, ütopyası, hedefi
olmayan
bireyler
yığınına
getirilmek
amaçlanmıştır.
Bunların
yaşanmamasını
sağlamak için örgüt içinde dünden bugüne büyük
bir kültürel mücadele verilmiştir. Bu kültürel
mücadelenin en temel araçlarından biri bilindiği
gibi kişilikve toplum çözümlemeleridir. Bunun
yapılmasındaki amaç kişinin şekillendiği toplumu
ve tarihi çözümlemeye tabi tutarak geri olanı,
geri kültürel değerleri, ilişkileri, duyguları atıp
hareketin ürettiği yeni yaşam biçimini, ilişki
biçimini ve kültürel değerleri örgüt bireyine
yedirmektir. Bunun mücadelesi kişilik dönüşümü
olarak değerlendirilmiştir. Bu mücadele çok
önemli görüldüğü için, bu yapılmadan örgütün
ayakta kalamayacağı bilindiği için örgüt içi
ideolojik
mücadelenin
bu
biçimi
süreklileştirilmiştir. Önderliğimiz özellikle 12
Eylül’den sonra gelen gençler için, kişilikler için
bunları sistem kendine benzetmiş, 12 Eylülün
yaşam tarzı, kültürü, düşünüş biçimini almışlar,
ülkeden de halktan da kendi gerçekliklerinden
kopmuşlar, bunların yeniden örgüt ortamında
üretilmesi, kendileri haline getirilmesi ihtiyacı
vardır, demesi örgüt içinde ki bu kültür
mücadelesinin, kültür çatışmasının ifadesidir.
Yani dışarıdan getirilmek istenen kültürle
örgütün yaratmak istediği kültürel değerler
arasında çatışma sürekli olmuştur. Bu çatışma ve
olumsuzluklara karşı yürütülen mücadele kötü bir
şey de olmamıştır. Yeni kültür zaten bir çatışma
içinde ortaya çıkabilir. Eski kültürün geri
yanlarıyla, yanlış değer yargılarıyla, yaşam
ilişkileriyle, biçimleriyle çatışmayan yeni bir
kültür ortaya çıkaramaz. Bu bakımdan
hareketimiz içinde feodal kültüre, 12 Eylül
kültürüne, bireyci-bencil kültüre Avrupa’dan
gelmişse, Avrupa’nın yedirdiği kültüre karşı bir
mücadele sürekli sürdürülmüştür. Bu kültür
mücadelesi belki farklı biçimlerde ifade
edilmiştir. Eleştiri-özeleştiri platformlarında
kişilik çözümlemeleri, kişilik dönüşümü, örgüt içi
yanlışlıklara karşı mücadele vb. çeşitli adlar
altında sürmüştür. Ama önemli bölümü esas
olarak kültür çatışmasıdır, kültürle ilgili bir
olaydır. Tüm bu yöntemler farklı kültürlere karşı
kendini koruma mücadelesidir. Ya da eskiyi aşıp
yeniyi inşa ettirme mücadelesidir.
Halkımız açısından da bu mücadele
geçerlidir. Önceleri halkımız değer yargıları,
ölçülerin geriliği temelinde çağların dışına
itilmişti. Sadece varlığını sürdürecek kadar, yani
kimliğinin farklılığını, özgünlüğünü sürdürecek
kadar bir nefes alıp veriyordu. Esas olarak Ölüme
yatırılmıştı. Bizim mücadelemizle birlikte Kürt
halkı kendini tanıma, kendine ait olma, kendisi
gibi yaşama duygusuna ulaştığı gibi, kendini
yeniden keşfetme sürecinde hareketimizin
yarattığı yeni değerlerle kendisini bezemeye
çalıştı. 12 Eylül sadece bir askeri-siyasi darbe
değildi. Kürtlerde ki değişim- dönüşüm belirli
düzeyde görüldüğü için kendi hakim kültürünün
yerine yeniden Kürtlüğe ait, özgürlüğe ait,
demokratik taleplere ait değerler ortaya çıktığı
için 12eylül Kürdistan’da bir seferberlik başlattı.
Bu seferberliğin en önemli boyutu da kültürel
alanda görüldü. 1938’de dersim isyanın
yenilmesiyle
birlikte
nasıl
ki
dersim
Tunceli’leştirildiyse, bunun en fazla da kültürel
değişiklikler yaratma temelinde yapılması söz
konusu olduysa 12 Eylül’de kürdün ayağa
kalkarak yeni bir özgürlük hareketi, yeni bir
KUMÜNAR
6
kültürel hamle ortaya çıkardığını artık kürdün
olaylara, olgulara eski bakışının yerine özgürlüğü
ve demokrasi için gerekli bir bakış, bir yaşam
biçimi ortaya çıkardığını görerek bir kültürel
saldırıyla 1938 sonrası Dersimde yaratmak
istediğini
bütün
Kürdistan’da
yaratmayı
hedefledi. Kürt halkının özgürlük mücadelesin
önü kesmeyi esas olarak da inkarcı sömürgeci
kültürel
zeminini
güçlendirerek,
kültürel
yayılmayı sağlayarak gerçekleştirmek istedi. Bu
politika Kürdistan’ın her alanında halen devam
etmektedir. Bir zamanlar Özal “her tarafta
televizyonu yaygınlaştırırsak, her tarafa kendi
kültürümüzü götürürsek Kürt sorununu daha
kolay çözeriz, değerlendirmesi yapıyordu. Bu
yönüyle halk açısından da, örgütümüz açısından
da bir kültürel saldırıyla her zaman karşı karşıya
olduk. Tabii ki bu saldırılar örgüt içinde farklı
biçimde yürütülür, halk içinde farklı biçimde
yürütülür.
Bu saldırıların günümüzdeki popüler
kültür, arabesk kültür konusuyla bağını kurmak,
kültür saldırısının nelere yol açtığını, hangi
etkileri ortaya çıkardığını görmek açsından
önemlidir. Anlaşılmıştır ki bize karşı yürütülen
saldırılar içinde etkili olan askeri ve siyasal
saldırılar değil, hatta çeşitli biçimlerde ortaya
konulan ideolojik saldırılar da değil, esas olarak
rafine ideoloji diyebileceğimiz kültürel saldırılar
etkili olmuştur. Yakın dönemde dış destekli
tasfiyeciliğin çok yönlü saldırısıyla karşılaştık.
Herkesin şahit olduğu gibi tasfiyecilik esas olarak
da örgüt kültürümüzü, örgüt terbiyemizi, örgüt
ilişkilerimizi yerle bir etmek istiyordu. Çünkü
biliyordu ki örgüt kültürü, örgüt alışkanlıkları,
kişilik şekillenmesi yerle bir edilmeden sadece
ideolojik bir saldırıyla, siyasi bir saldırıyla bu
hareket etkisizleştirilemez. Bunu gerçekten
tasfiyecilik iyi gördü. Bizi iyi tanıyorlardı.
Şimdiye kadar ortaya çıkan tasfiyecilikler içinde
bizi en fazla tanıyan son ortaya çıkan
tasfiyecilikti. Nitekim örgüt yönetimimiz
tasfiyeciliği açıkça teşhir ettiği ilk bildiride bu
tasfiyeciliği bütün tasfiyeciliklerin toplamı olarak
değerlendirmişti. Bu toplam demek, aynı
zamanda bize karşı yürütülen saldırıda
tasfiyeciliğin daha hazırlıklı olduğu, bütün zayıf
yanlarımızın
tespit
ederek
nereden
vurulacağımızın bilinmesi anlamına da geliyordu.
Bu bakımdan örgütümüzün içine egemenlikçi,
mülkiyetçi, sömürücü genlerle yoğrulmuş bir
kültür dönüşümü bir kültür değişimi dayatılıp
hareketimizin yarattığı bütün olumlu kültürel
değerler bir tarafa itilerek tekrar eskiye dönüş
yaratılmak amaçlandı.
Daha önce de benzer dayatmalar
yapılmıştı. Önderliğin esaretinden sonra anı
yaşayalım biçiminde halkımızı, kadromuzu,
insanımızı amaçtan koparan, özgürlük ve
demokrasi hedefinden koparan bir yaşam biçimi,
kültürü dayatılmak istenmişti. 30 yıllık
mücadeleyle kürdü, Kürt insanını günü birlik
yaşamaktan, anı yaşamaktan kurtarma konusunda
önemli mesafeler alınmıştı.
Bütün çabalar,
günlük yaşayan, sadece o anı yaşayan, geleceğini
düşünmeyen, geçmişini düşünmeyen, dünyayı
düşünmeyen çok bireysel, ailesel bir yaşamı
yaşayan Kürt toplumunu günlük ve anlık
yaşamdan kurtarıp amaçlı, hedefli bir yaşama
çekmeyi amaçlarken ve 30 yıllık mücadele
sonucu böyle bir gerçeği ortaya çıkarmışken
halkımızı, insanımızı, bireyi yeniden günlük
yaşama götüren sözde felsefeler ortaya
çıkarılmıştı. Hatta post modern kapitalizmin
dayattığı bu kültür meşrulaştırılmak için hiç
alakası olamayan geçmiş tarihin şairlerine ve
filozoflarına bile dayandırılmak istenmişti. Bir
bayağılık, kültürsüzlük ya da sonradan görme, bir
şeyler duymanın getirdiği söylemle, bilinçle
örgüt ortamımıza bu tür şeyler dayatılmak
istenmişti. Hareketimiz o zaman bunları
etkisizleştirdi.
Yakın
zamandaki
provokatif
tasfiyeciliğin siyasal, örgütsel dayatmaları
yenilgiye uğratıldı. Ancak tasfiyeciliğin yarattığı
sarsıntı ortamında, değerler karmaşası, kavramlar
karmaşası
ortamında
farklı
kültürel
alışkanlıkların, duyguların örgüt ortamına sızdığı
görülmüştür.
Eskiden de vardı ancak son
zamanlarda dışardan dayatılan ideolojimiz ve
amacımızla ters olan kültürel ürünlere ilginin
artığını görüyoruz. Televizyonda popüler filmler
denilen diziler yaygın izleniyor. Popüler kültür
dediğimiz
müzik
dinleniyor.
Özgürlük
hareketinin, demokrasi mücadelesinin en fazla
yoğunlaştığı alanlarda izlenilmesi, dinlenilmesi
şehitlerimizin
kemiklerini
sızlatacak,
önderliğimizi
öfkelendirecek
şeylerdir.
Özgürlüğün ve demokrasinin en fazla yaşanması
gereken, yabancı, egemenlikçi, bireyci kültürlere
karşı en fazla mücadele edilmesi gereken
PKK’nin yeniden inşa okulunda bile çok bayağı
diziler izlenebiliyor ya da popüler müzik
dinlenebiliyor. PKK’nin yeniden inşa okulun da
bunlar görülebiliyorsa diğer alanlarda durumun
ne olduğunu anlamak kehanet gerektirmez.
KUMÜNAR
6
Anlaşılıyor ki örgüt ortamında amaca çok ters,
amaçtan koparan, bireyleri çürüten, yüreklerini,
beyinlerini halk için değil de egemenlerin
hizmetine sokan kültürden etkilenme oldukça
vardır. bu irdelenmesi ve önüne geçilmesi
gereken çok ciddi bir olgudur. Tabi ki Halk
içinde büyük bir tehlike, dünya için büyük bir
tehlikedir. Örgüt için ise daha büyük bir
tehlikedir.
Bizim gibi
sistemlerin
mezhebi
olmayacağını iddia eden geçmişteki bütün
hareketlerin, (dinlerin, özgürlük hareketlerinin,
sosyalist ve ulusal kurtuluş hareketlerin)
sistemlerin mezhebi olduğunu söyleyen ve bu
kaderi kırarak egemenlerin denetimine girmeyen,
sadece siyasal ve askeri denetimine değil, onların
duygu denetimine, düşünce denetimine girmeyen
bir hareket olacağız, böyle bir dünya kuracağız
diyen bir hareketiz. Böyle bir iddia da olunduğu
zaman bu popüler kültür etkileri daha trajik bir
konu olmaktadir. Popüler kültür (müzik olsun,
diziler olsun) esas olarak da egemen sistemin
yeniden üretilmesini
sağlayan toplumsal
atmosferi ortaya çıkarmak için üretiliyor. Yoksa
geçmişte kullanıldığı gibi halka ait olan, halkın
olan kültür değildir. Geçmişte popüler kültür
böyle tanımlandırdı. Kökü People kelimesinden
gelir. Popüler kültür şimdi egemen sınıflarca
anlam kaymasına uğratılmıştır. Günümüzde daha
çok geniş kitlelerin benimsediği kültür anlamında
kullanılıyor. Tabi geniş kitlelerin tükettiği kültür
denilirken de halkların kendi tarihinden,
yaşamından üretilen kültür kastedilmiyor.
Kastedilen nedir? Egemen sistem tarafından,
onun müzik sektörü tarafından, onun medya
sektörü tarafından, onun başka sektörleri
tarafından egemenlerin düşünce hakimiyetini,
duygu hakimiyetini, sosyal yaşam düzeyini
hakim kılmak isteyen sektörler tarafından üretilen
kültürü ifade ediyor. Halkın değil, halka ait olan
değil, geniş toplumsal kesimlerin tükettiği kült
anlamında kullanılıyor. Burada büyük bir
aldatmaca,
hipnotize
etme
var.
Halk
benimsediyse halk için iyidir, demek doğru
değildir. böyle çok formel bakmak, sadece
sonuçlarla ilgilenmektir. Halbuki bu popüler
kültürün bir de üretim mekanizması ve içinden
geçtiği süreçler var. Egemen sistemin
planlamasından, ürünün pazara sürülmesine
kadar geçen bir süreç var. Bu da sistemin ayakta
kalmasını sağlayan duyguları yeniden üretmeyi
görebilen sektörler, tekeller ve ortaya çıkacak
üründen kâr sağlayan diğer bireyler ve
kurumların oynadığı rollerdir. Onlar planlıyor,
cilalıyor ve pazarlıyor. Tümüde bu egemenlikçi
hiyerarşik sömürücü sistemden beslenen ve bu
yaşam biçimin parçası olan bireyler ve
kurumlardır. Yoksa halkın isteği öyleydi de
üretildi demek bir saptırma ve yanılgıdır.
Medyayla, ajitasyon-propagandayla, ideolojik
saldırıyla her türlü araçla halka zorla
benimsettirilen bir kültürdür. İçinde zor vardır,
ama hangi zor? Askeri zor ya da başka türlü fiziki
bir zor değildir.
Halkı, halk güçlerini her türlü kültürel
üretimden alıkoyma, halkın gerçek kültürü
yaratma imkanlarını sınırlama, bütün kültür
araçlarını (televizyonu, radyoyu, sinemayı, her
türlü kurumları) tekellerine alarak, bu tekeller
vasıtasıyla
dayatılan
yani
zorla
halka
benimsetilen kültür oluyor. Esası da sistemi
yeniden üretmeye dayalıdır. Bu ürünlerde kimi
sistem eleştiriler de vardır. Onlar bile sistemi
yeniden üretmeyle ilgilidir. Sisteme yönelik
eleştirileri yumuşatmaya ve kabul edilir kılmaya
yöneliktir. Özü itibariyle yeniden sistemi
yaşatmak için yapılan diziler, müziklerdir. Bu
çok tehlikeli bir durumdur. Hatta halkları en fazla
zorlayan kendi çıkarları için düşünmeyi dumura
uğratan özgürlük ve demokrasi mücadelelerini
gerileten bu popüler kültürdür. Egemen sistemler
kendi yaşam biçimlerine istedikleri toplum
duruşu geniş kitlelere, kesimlere yayıp onları
etkileyerek sistem karşısındaki direnişlerini
kırıyor, azaltıyor, yumuşatıyor ya da onların
muhalefetlerini, onların duygularını sistem içi
haline getiriyor. Popüler kültürün, dizilerinin,
müziğinin rolü budur. Bu rol kesindir ve çok
etkili bir roldür. Popüler kültürde sistem karşıtı
duruş
yoktur.
Sisteme
dokunurken,
olumsuzluklarını sınırlı biçimde ortaya koyarken
bile sistemi meşrulaştırıyor. Halkı sisteme karşı
bir duruşa, sisteme karşı bir mücadeleye
yönlendiren biçim ve içerikte değildir.
2000’de Deli Yürek dizisi vardı, orda
sözüm ona bazı eleştiriler vardı. ancak sistemi en
fazla benimseten, kişileri, bireyleri sistemlere
ekleyen, sistemlerin adamı haline getiren bu
dizidir. Diğer dizilerden daha çok tehlikeli bir
biçimde sisteme bağlayan bir dizi olarak rolünü
oynadı. Bu dizinin bizim arkadaşlar tarafından
izlenmesi sistemin kültür politikası ve düşündüğü
yaşam biçimiyle ilgili bilincimizin geriliğiyle
ilgilidir. Bu gerilik halka ait olanla halka ait
olmayanı, halkın özgürlük ve demokrasisine
hizmet edenle sisteme hizmet edeni ayırt etme
KUMÜNAR
6
gücümüzün yetersizliğini ifade etmektedir. Bu
değer yargılarımızın, beğeni ölçülerimizin bizde
refleks, algılama
düzeyinde çok fazla
içselleşmemesiyle ilgilidir. Bu da kültürel
çalışmaların zayıflığıyla, yetersizliğiyle ya da
istenen
ürünleri
ortaya
çıkaramamanın
sonucudur. Özgürlük savaşçılarının, militanların
bu kadar sistemin etkisinde olmaları çok acı bir
durumdur.
Somut yaşandığı için üzerinde durmak
gerekir. Önderliğin bir kadın özgürlük çizgisi,
anlayışı var. Bu konuda ölçüler net konulmuş.
Kadının özgür ve iradeli duruşu etrafında
yaratmak istediği dünya var. Bu temelde de
hareket içinde kadına verdiği bir rol var.
Duruşuyla egemen sistemden, erkekten kopartan
bir rol verilmiştir. Kadın için tüm egemenlikli
duygulardan, genlerden arınması gereken bir
doğrultu verilmiştir. Ama içimizde, “ben seni
sevdim, sen beni sev, senin için dünyayı bilmem
ne yaparım pratikleri ortaya çıkıyor. Biraz
karikatürize ederek söylüyoruz. Bu tür şeyler
neden ortaya çıkıyor? Popüler kültürün, dizilerin
dayatmasıdır.
Onların
etkisinden kalınarak içine
girilen bir yönelimdir.
Toplumda
da
böyle
olmaktadır.
O
müziklerdeki, dizilerdeki
gibi
düşüneceksin,
yaşayacaksın, böyle bir
kız, şöyle bir erkek
bulacaksın,
eğer
bu
dünyada yaşayacaksan,
bu
dünyanın
insanı
olacaksan
bunları
yapacaksın, bunlarsız olursan popüler kültürün
hakim olduğu bir dünyada yer bulamazsın,
ayrıksı olursun dayatması yapılmaktadır.
Amiyane deyimle bir manitan olacak, bilmem
neyin olacak. Şöyle yaşayacaksın, şöyle
ilişkileneceksin. Dizi kültürüyle popüler müzikle
bunlar veriliyor. Popüler kültürün esası da
egemen sistemin topluma, bireylere nasıl
yaşayacaksın, ne yiyeceksin, ne içeceksin, nasıl
ilişkileneceksin, duyguların ne olacak, hatta
sözlerin, üslubun nasıl olacak konusunu bireye ve
topluma yedirmeyle ilgilidir. O kadar etkilidir ki
içimize kadar yansıyor. Önderlik çizgisini,
hareketin özgür kadın duruşunu, özgürlük
militanı olmanın gereklerini esas alacağına,
egemen sistemin, popüler kültürün verdiği ilişki
biçimleri, duygular, yaklaşımlar içimizde tahrik
ediliyor, kışkırtılıyor.
Geçen gün bir not yakalamışlar. Yazanın
dünyası da geri, ölçüleri de geri. Dizilerde mi
dinlemiş bir popüler müzikten mi kapmış “sana
mavi gözlerle bakıyorum” gibisinden şeyler
çiziktirmiş. Önderliğin özgür kadın duruşundan
ve çözümlemelerinden habersiz ya da bunu
reddeden
biçimde
popüler
kültürün
bayağılaştırdığı duygular, ilişki biçimi, üslup,
söylemin etkisine girmiş. İçimizde gelişen bu
ilişki biçimlerinin bu popüler kültürün etkisinden
bağımsız olduğunu düşünmemek gerekir. Aksine
etkisiyle ilgilidir. İzliyor filmi, dinliyor müziği o
da kendine pratikleştiriyor. Popüler kültür, şöyle
yaşayacaksın, şöyle içeceksin, şöyle oturacaksın,
kalkacaksın, şöyle ilişkilerin olacak, diyor,
özgürlük ve demokrasi çizgisinden uzak
olanlarda bilinçaltında bende bunun eksikliği var
diye düşünüp kendinde o eksikliği gidermeye
çalışıyor. Örgüt içindeki bireyciliğin, bencilliğin
gelişiminin bu kültürel etkiyle yakından bağı var.
Popüler kültür sistemden kopuk değildir.
ABD’nin ürettiği şimdi ise
dünyaya yayılan bir kültür
biçimidir.
Belirli mekan ve
zamanda, belirli araçlarla
toplum yaşamını yeniden
yaratma olarak tanımladık
kültürü. Bunun edebi ve
sanatsal
biçimlere
kavuşturulmasıdır
dedik.
Bugünkü kapitalist sistem
kendini nasıl üretecek?
Kuşkusuz her konuda yoğun
tüketimle
üretecektir.
Tüketimi
çok
yaygınlaştırmadan bu sistem kendini yaşatamaz.
Geçmişte de tüketime dayalı sistemde ancak
şimdi çok hızlandırıp her alana yaymadan
kendini üretmenin imkanı kalmamıştır. Feodal
toplumun şehirlere, kasabalara girme ihtiyacı
yoktu. Feodal toplum bir yerde beyi, prensi,
işbirlikçi yapar, ondan vergi ve asker alırdı.
Kapitalist toplum ise kendini yeniden üretmek
için, şehirlere, kasabalara kadar hakim olması
metasını bütün köylere kadar yaygınlaştırması
gerekiyordu. Başka türlü kendisini yeniden
üretemezdi. Şimdi ultra kapitalizm, postmodern
kapitalizm, globalleşen kapitalizm ya da ne
dersek diyelim klasik kapitalizmden daha ileri bir
biçimde kendini yeniden ve yeniden üretebilmesi
için sadece köyü etkisi altına alması değil,
KUMÜNAR
6
bireylerin beyinlerini ve yüreğini tüm hücrelerine
kadar etkisi altına alması gerekiyor. Yoksa
kendini yeniden üretme imkanı bulamaz. Bunun
için geçmişten çok farklı olarak son 20–30 yıldır
ABD’den başlayarak Avrupa’da, bütün dünyada
sistem globalleşerek her tarafa hakim olmak
istiyorsa, gerektiğinde askeri güçle kendini hakim
kılmak istiyorsa bundan daha fazla bütün
duyguları kendi denetimine alarak, kendini
yeniden üretmek istiyor. Popüler kültür de, o
diziler, müzikler de bu kendini yeniden
üretmenin, hakim kılmanın aracıdır. Duygulara
ve bireyin bütün hücrelerine hakim olunarak
tüketim kültürünü bu düzeyde derinleştirerek
sistemin ekonomik sosyal ve kültürel üretiminin
yaşaması için uygun birey ve toplum gerçeği
ortaya çıkarmaktadır.
Eski kültürlerde çok net bir ayrım
görünüyordu. Bir egemen sınıf kültürü vardı.
Padişahlar, şahlar, aristokratlar, beyler vardı,
onların yaşam biçimi vardı. Bir de bunun yanında
çok net halk yaşamı vardı. komünal demokratik
değerlerden kaynağını alan zalimlere isyan eden,
haksızlıklara karşı çıkan bir kültür dünyası vardı.
Bütün destanlarda, şiirlerde, müziklerde zalime,
haksıza karşı mücadele eden, ona boyun
eğmeyen, halkı zalimlere karşı kışkırtan ve hep
belli bir direnişi, halkın özlemlerini içeren bir
tema hakimdir. Halk ozanının müziğinde,
destanında bunlar güçlü biçimde vardır. geçmiş
zamanlarda halk kültürü ya da popüler kültür
dediğimiz
kültür
böyleydi.
Eksiyle,
yetersizliğiyle karşı sistemi çözememe zafiyetiyle
birlikte böyle bir popüler kültür vardı ve halk onu
dinliyordu, onunla yaşıyordu, duygularını
yeniliyordu, tazeliyordu. Ahlakını ve yaşam
duruşunu bu temelde oluşturuyordu. Özcesi geniş
halk kesimlerinin etkilendiği ve bizzat halk
içinden çıkanların ürettiği bu popüler kültür
böyle bir içerik ve biçimi taşıyordu. Yani sisteme
karşıtlığı duygu ve düşüncede ifade eden bir özü
içeriyordu. Diğer yandan sistemin kendi kültürü
de vardı. ancak bu kültür daha çok saray
çevresinde ya da yerellerde sistemin işbirlikçisi
olanların yaşadığı bir kültürdü. Geniş halk
kesimlerin benimsemediği marjinal bir nitelikten
öteye gidemiyordu. Şimdi anlam kaymasına
uğratılan popüler kültür böyle midir? Müziğiyle,
dizisiyle halkın kültürüyle egemenlerin kültür
dünyasını ayrıştırma bu kültürün işlevinde söz
konusu mudur? Var mı böyle bir ayrıştırma,
böyle bir netleştirme? Aksine halkın özgürlük,
demokrasi duygularını ve egemen sisteme karşı
mücadele duruşunu muğlaklaştıran, yumuşatan
bir araç konumundadır. Onun için bütün
mücadeleleri sistem sınırları içine, sistem
yasallığı ve meşruluğu içine çekmede, bu popüler
kültürlerin etkisi fazlasıyla vardır. Biz Türkiye’de
yasal partiyi ve diğer kurumlarımızı eleştiriyoruz.
Kadrolarımız, kurumlarımız mücadeleyi giderek
tamamen sistem içi haline getiren, sistemle
çatışmayı göze almayan, sistemle yaşayan,
sistemi rahatsız etmeyen duruşlar göstermektedir.
Bu dünyada hakim tüm sistemlerin ve bu
sistemin farklı bileşenlerinin hepsinin hedeflediği
popüler
kültürdeki
muğlaklığın
halka
yedirilmesidir. Sistemin dışına çıkmayan
mücadele tarzının halka benimsetilmesidir.
Bugün dünyanın birçok yerinde popüler kültürle
bu hedefe önemli düzeyde ulaşılmıştır. Bugün
Türkiye ve Kürdistan’da da bu kültür ve duruş
hakim kılınmak istenmektedir.
Popüler kültürün en önemli özelliği, ezenle
ezileni ortaklaştırmak; aynı müziği ve dizileri
izleterek halka sistemin bir parçası olduğu ve bu
rolü oynaması gerektiği zihniyeti verilmektedir.
Futbol maçlarını, değerlendirmeleri izliyorum.
Futbol seyircisini sosyolojik olarak nasıl
tanımlıyorlar: Reel Madrid’i zengini de yoksulu
da tutuyor, duygular ortaktır, futbolu o kadar
çekici haline getirenin fakirin zenginle stada
girdiğinde kendini eşit görmesidir, deniliyor.
Orada ayrım kalkıyor. Popüler kültürün etkisinin
anlaşılması için bu örneğini veriyorum. Popüler
kültür
çeşitli
toplumsal
kesimlere
yaygınlaştırılarak, refleks ve duygu farklılığı
ortadan kaldırılıyor. Günümüzde egemen sistem
tarafından yerel kültürlere önem verildiği ve
canlandırıldığı söyleniyor. Bu doğru değildir ve
büyük bir kandırmacadır. Farklı kültürlere değer
vermekten çok farklı kültürlerin mezar
kazıcılığını yapıldığı açıktır. Popüler kültür en
fazla da dünyada kültürel farklılıkları yerle bir
eden, kültürel farklılıkları ortadan kaldıran
herkese tek rengi ve yaşam biçimi dayatan bir tek
tipleştirme makinesidir. Bu da egemen sınıfın
istediği tipte bir birey ve toplum projesi
doğrultusunda işlemektedir. Bugün popüler
kültür Türk’e de Kürt’e de ayni şeyleri dayatıyor.
Hepiniz bunu dinleyecek, bunu izleyeceksiniz bu
hepinize aittir diyor. Dolayısıyla kültürel
farklılıkları gerçekten anlayan, değerlendiren bir
fenomen değildir. halkların ortak değerlerini
ifade eden bir özelliği de yoktur. Aksine sosyal
düzeyi ve etnisitesi ne olursa olsun şunu, bunu
izleyeceksin dayatması yapılarak olumlu anlamda
KUMÜNAR
6
farklı olması gereken renkler ve duygularda yerle
bir ediliyor.
“Zenginler de Ağlar” diye bir Brezilya
dizisi vardı. Yayınlandığı sırada Çukurova’da,
Ege de ya da başka bir yerde Kürt mahalleleri
dahil sokaklarda insan kalmıyordu. Herkes o
diziyi izlemeye gidiyor. Dizide tek cümleyle
zenginlerin de ağlayabileceği esas tema olarak
işleniyor. Çocuğunu küçükken kaybeden zengin
yıllar sonra çocuğuyla buluşuyor. O sahnede
zengin de ağlıyor. Onların bölümün bütün teması
bu. Dizinin esas bu tema üzerinde kurulmuş.
Kürtlerin kimliği yok sayılıyor, ülkeleri yok
sayılıyor, hiçbir özgürlük ve demokratik yaşam
alanı yok her gün faili meçhul cinayetler var,
dünya başlarına yıkılıyor, ona ağlamıyorlar, onun
acısını çekmiyorlar ama bir dizide zenginlerin
istisnai olarak karşılaşabileceği bir olaya ağlıyor.
Bu tabii ki duygu, bilinç çarpıtılmasıdır,
köreltilmesidir. Popüler kültürün, müziğin,
dizilerin böyle bir rolü var. Şimdi nerdeyse
halkın yaşadığı bu traji-komik duruma
kadrolarımız düşmüştür. Dizilerin bu kadar
izlendiği bir örgüt mücadele edemez, mücadele
çizgisi ve azmi kaybeder. Özgürlük ve demokrasi
tutkusu çarpıklaşır ve sapmaya uğrar. Yeni yaşam
arayışlarına yeni duygulara doğru sürüklenir.
Bugün sürüklenmez, yarın sürüklenir ve o
yaşama koşar. Çünkü bu kültürden etkilenen
insana böyle bir mücadele anlamsız gelir. Yeni
anlamlar, yeni yaşamlar popüler kültürle bilinçli,
bilinçsiz yüreğine yedirilmiştir. Bu nedenle
popüler kültüre ve arabeske karşı mücadeleden
söz ediyoruz. Bunu tüm örgütün ve kadroların
kendi sorunları haline getirmeleri gerektiğini
vurguluyoruz. En başta da kültür sanat
faaliyetleriyle ilgilenen arkadaşlarımız bu
mücadelenin
öncülüğünü
yapmaktan
sorumludurlar.
Önderliğimiz önümüze bir hedef koydu.
Komünal demokratik değerlerin canlandırılması
ve yeniden gelişmiş biçimde üretilmesini istedi.
Bizim kültürümüzün özünün hem örgüt içinde
hem toplumda komünal demokratik temelde
olması ideolojimizin yaşam felsefemizin ve
hedeflediğimiz yaşam projesinin gereğidir. KKK
ancak Neolitik dönemin komünal, demokratik
değerlerinin
yeni
değerlerle
bezenip
canlandırılmasıyla yaşam bulabilir. Bizim
duruşumuzun, beğeni ölçülerimizin bu esasta
olması gerekiyor. Özgürlük ölçülerimizin bu
esasta olması gerekiyor. Ne var ki komünal
demokratik değerlere dayalı bir kültür değil de,
ne kadar bencilleşeceksin, bireycileşeceksin
biçimindeki değer yargıları popüler kültür
tarafından, başka kültür biçimleri tarafından
üzerimize yığılmaya çalışılıyor. Popüler kültür
kolektif yaşam vermiyor. Geçmiş tarihten bugüne
gelen halka ait anlamında olan popüler kültür ise
ortak değerleri veriyordu. Komünal demokratik
yaşama ait bir kültürdü. Şimdi geniş kesimler
tarafından tüketilen popüler kültür ise komünal
demokratik değerleri insanlığın yaratığı güzel
ölçü ve ilişki biçimlerini yok ederek bireylere tek
tek sen şöyle yaşayacaksın, hatta yanındakinin
boğazına sarılacaksın yaşayacaksın, çevrene
şöyle yapıp, köşeyi dönüp yaşayacaksın
anlayışını öğütlemektedir. Tabii ki biz bu tür
kültürel değerleri reddedeceğiz. Aşağı göreceğiz.
Örgüt ve kadro olarak buna karşı bir duruşumuz
olacaktır.
1970’lerde solcusu da sağcısı da dincisi de
sosyal demokratı da, herkes toplumcuydu. Genel
anlamda toplumculuk olumsuz bir şey değildir.
Aksine insan olmanın var olma biçimidir. Tüm
insanı değerlerin oluştuğu formattır. Tabii ki
çarpıtılmış ve düzeltilmesi gereken toplumcuk
anlayışları da vardır. Eskiden birisi “bana ne,
ben kendimi yaşarım, bana ne komşumdan,
çevremden” deseydi, onun yüzüne tükürürlerdi,
bu kişi toplum içine giremezdi. Şimdi ise
özgürlük için yaşayan, halkı ve toplum için
düşünen, fedakarlık yapan insanlara “bu
geçmişten kalmış, geri kalmış” denilebiliyor. Bu
sonuç Özallın kapitalizmin gelişmesi için planlı
biçimde gerçekleştirdiği bireyci kültürün
gelişmesiyle ortaya çıkmıştır. Özal’ın 1979’da
başbakanlık müsteşarı olması, daha sonra 12
Eylül’le birlikte ekonomik sosyal politikaları
belirleyen pozisyona gelmesiyle birlikte “köşeyi
dönme” kültürü geliştirdi. Zaten Demirel eskiden
61 anayasası için “bu elbise bize boldur” diyordu.
‘61 Anayasası’nda var olan kısmi örgütlenme
özgürlüğü için bu ifadeyi kullanıyordu. Özal bu
söylemin gereklerini yerine getirdi. “Türkiye’de
kapitalizmi geliştirmek istiyoruz ama kültürü
toplumcu. Yani hala eskinin komünal değerleri
yaşıyor, Kapitalizmin ihtiyacı olan toplumsal ve
bireysel şekillenme gelişmemiş” düşüncesiyle
Özal’ın akıl hocalığında 12 Eylül bütün örgütleri
dağıttı ve bireyci kültürün önünü sonuna kadar
aştı. Bütün örgütleri dağıttı. Sağcısını da
solcusunu da dağıttı. Herkesi bencil birey haline
getirmek için bütün toplumu örgütsüz bıraktı.
Kapitalizm için toplumcu kültür gerekmiyordu.
Toplumcu değerlerin yerle bir edilmesi
KUMÜNAR
6
gerekiyordu. 12 Eylül ile birlikte Türkiye’de
kapitalizm kültürel zemin kazandı. Özal iyi işler
yaptı diyenler var. Yaptığı iş budur. belki
burjuvazinin pragmatizmi ve kapitalizmin
ihtiyacı temelinde belirli bir liberalleşme ortaya
çıkmıştır. Ancak esas olarak yaptığı iş halk, ülke
için, demokrasiyi, özgürlüğü geliştirmek,
komünal demokratik yaşam içinde bireylerin güç
olmasını sağlamak değil, toplumu parçalayıp
bireycileştirerek kapitalist sistemi yaşatan ve o
sisteme karşı koymayan örgütlülükleri dağıtılmış
bir toplum yaratmak olmuştur. Popüler kültür
Türkiye’de bunun üzerinde yükselmiştir.
‘80’den önce de popüler kültür belirli
düzeyde vardı, ama zayıftı. ‘80’den önce izlenen
ve dinlenen kültür ürünleri ağırlıklı olarak bugün
popüler kültür dediğimiz ürünler değildi. Çok
geniş kitle tarafından benimsenen ozanlar,
Mahsuni, Cem Karaca ve bunlar gibi toplumdaki
sorunları işleyen sanatçılardır. O dönemin
popüler sanatçıları ve kültürü bunlardı. Eğer
popülerlikte esas alınan toplumda genelleşmiş
sorunlar ve duygularsa bugün tüm toplumun
ortak yaşadığı sorunlar ve duygular yoksulluktur,
işsizliktir, kendini ifade edememedir, baskının ve
ekonomik sosyal sorunların trajik biçimde
genelleşmesidir. Bunlar toplumu ilgilendiren
popüler sorunlar olmuyor, birilerinin Laila da,
Reyna’da eğlence yapması, hangi markada ne
giymesi, gençlerin hangi arabayı kullanması
yükselen değerler, gençlerin, kadınların ortak
hedefleri oluyor. Bunun sadece Türkiye’de etkisi
yok, Kürdistan’da da bu değerler yayılmaya ya
da popüler kültür aracılığıyla verilmeye
çalışılıyor. Eski sol kesimler yenilgiye uğrayıp
dağıldığı zaman yozlaşan sisteme en fazla
eklemlenen kesimler oluyor. İslamcı kesimler
doğru veya yanlış sisteme karşı bir direniş
içindeler. Popüler kültürden etkilenmemeye
çalışıyorlar. Ya da genel sistemin kabul ettirmek
istediği düşünceden kaçmaya çalışıyor. Ama
yenilen sol sistemin yedeği haline geliyor. Son
zamanlarda İslamcı popçular ve popüler diziler
televizyonlarda sıkça görülmeye başlandı.
İslamcı kesimler de giderek geniş kesimlerin
tüketimi anlamında popüler kültür denen ve
sistemin ılımlı İslam’ı veya Erdoğan gibi
kapitalist sistemle bütünleşmiş İslam’ın, yeşil
sermayenin kendine göre yaratmak istediği kültür
yaygınlaşmaktadır. Kapitalizme entegre olan
İslami kesim eski değerleri de biraz taşıyarak
ama esas olarak da yeni sistemin benimsettiği
değerleri tüketen bir kitle yaratarak kendini yeni
biçimde tanımlamanın ve yeniden üretmenin
kültürel ve sosyal zemini oluşturmaktadır.
Kürdistan’da da popüler kültürün saldırısı sonucu
ortaya çıkan tehlikeli eğilimler geliştirilmek
isteniyor. Kürdistan da İslami kültürün ve
toplumcu anlayışının etkili olduğu biliniyor.
Ancak esas olarak da bizim gibi toplumun geri,
feodal yanlarını yıkan, yeniyi yaratmak isteyen
kesimler üzerine popüler kültür temelinde bir
saldırı yürütülüyor. Eskiye dayanarak bir direniş
yürütmek değil de yeniyi şekillendirerek
direnmek istiyoruz. Yeniyi şekillendirerek
sisteme alternatif bir kültür ve yaşam biçimi
olmak istiyoruz. Bu süreçte işte bunu sabote
etmek için özellikle Kürdistan'da, hatta bizim
örgüt içine kadar yayılan, yayılmak isteyen bir
popüler kültür var.
Popüler kültürün örgüt içinde beli düzeyde
etkili olması arabesk duruş ve yaşam
arayışlarının bulunmasının örgüt içinde ne
anlama geldiğini bilmek gerekir. Çünkü örgüt ve
halk açısından anlamı tehlikeli ve ürkütücüdür.
Sanki 30 yıllık mücadelemiz hiçbir değer
üretmemiş, güçlü duygular yaratmamış, büyük
duygular ortaya çıkarmamış, Önderliğimiz
özgürlük çizgisiyle toplumun önüne yeni yaşam
projeler sunmamış, yeni ilişki biçimleri ortaya
koymamış, halk açısından, örgüt açısından ulusal
demokratik değer ortaya çıkarmamış gibi, kalkıp
bu müzikleri dinlemek, bu dizileri dinlemek açık
söylemek gerekirse şehitlere hakarettir. 30 yıllık
mücadeleye ve Önderliğe hakarettir. Sizler bize
bir şey vermediniz, sizin yarattığınız değerler
beni doyurmuyor, tatmin etmiyor, duygularımı
karşılamıyor; ben ancak bunları dinlediğimde ve
izlediğimde bir şeyler alıyorum, doyuyorum
demektir ki, bu gerçekten halkımız açısından da
onur kırıcı bir şeydir. En iyimser söylem bile
kendi değerlerinin farkında olmamaktır. Bizim
kadrolarımız açısında da, bizler açısından da çok
büyük bir ayıp. Şehitlerimize, Önderliğimize
büyük bir hakarettir. Yani bu hareketin yarattığı
değerlerin bizi tatmin etmemesi, bu hareketin
ortaya koyduğu projelerin bizi tatmin etmemesi
anlamına geliyor. Bize bir şey vermedi, biz
onlarla doymuyoruz, onlar bizim ruhumuzu,
dünyamızı, geleceğimizi doldurmuyor. Bundan
daha kötü bir şey olamaz. İnkarcı sömürgeci
güçlerin ve egemen sistemin hareketimizin
yaratığı değerleri inkar etmenin ve yok saymanın
örgüt içindeki izdüşümü haline gelmektir. Bu
durumun mutlaka örgüt içinde de aşılması
gerekiyor, toplum içinde de bu tür şeylerin
KUMÜNAR
6
aşılması gerekiyor. Popüler dizilere ve müziklere
bu çerçevede bir karşı duruş gösterme yetersidir.
Kültür çalışanlarımız başta olmak üzere tüm
kadrolarımız bir yerde popüler dizi mi izleniyor,
popüler müzik mi dinleniyor hemen müdahale
etmemiz, ideolojik ve örgütsel izah getirmemiz
gereklidir. Her şeyden öncede değerlere ve
şehitlerimize saygının gereği bu tür etkileri
kendimizden başlatarak, çevreden uzaklaştırmak
özgürlükçü demokratik komünal değerleri yaşam
duruşumuzda ortaya koyma sorumluluğunu ve
duruşunu göstermemiz gerekmektedir.
Roj TV’nin programında arabesk de
dinlenebilirmiş, yani o kadar yadırgamamak
lazım düşüncesi dile getirilmesi aşınmanın ne
düzeye geldiğinin kanıtıdır. Bu tür söylem ve
duruşlar sistemi anlamamaktır ya da sistemin
kişiliğini hareketimiz içine taşımaktır. Halk
dinliyorsa iyidir söylemi yanlıştır. Niçin
mücadele veriyoruz? Halk bu sistemi de kabul
ediyordu, halk bu sisteme de uyuyordu, biz buna
doğru mu diyecektik. Bizim görevimiz halkın
duygularını değiştirmek değil mi, ölçülerini
değiştirmek değil mi? Biz bir nevi zorla
Kürdistan halkını özgürlük ve demokrasiyi
dayatmadık mı? Bu bizim gerçeğimiz değil mi?
Bir yanlış ve yanılgıda şudur. Eskiden
kültürel etkinlikler dar bir kesim tarafından
izleniyordu, şimdi geniş kitlelere gidiyor
denilerek popüler kültür ve dizilere olumlu mu
bakacağız? Doğru, geniş kesimlere ulaşıyor ama
nasıl ve neler ulaşıyor? Ne için gidiyor?
Götürmesinin amacı ne? Bunları sorgulamak
gerekir. Sadece gidiyor, herkes izliyor bak ne
güzel diyerek bir yönüne bakmak, dinleme
özgürlüğü ortaya çıktı demek bir çarpıtmadır.
Bunu bir özgürlük ve demokrasi olarak ele almak
özgürlük anlayışını da, demokrasi anlayışını
sistem mantığı içinde çarpıtmaktır. Belirttiğimiz
gibi kapitalist sistemin sadece şehre girmek, köye
girmekten öteye yüreklere girme, beyinlere girme
ve bütün hücreleri fethetme amacı vardır. Çünkü
başka türlü mevcut ekonomik ve sosyal sistemi
üretemez. Bu nedenle bütün beyinleri ve
yürekleri işgal ediyor. Bütün yürekleri, beyinleri
bana açacaksın diyor. Bana açılmayan hiçbir
yürek ve beyin kalmayacak. Ne demek Kuzey
Afrika’dan bilmem Çin’e kadar yürekler,
beyinler benim sisteme kapalı olacak? İslam
dünyası ve tüm Ortadoğu coğrafyası benim
sistemime kapalı olmaktan çıkıp tüm yürekler,
beyinler benim denetimime girecek, sadece
Bağdat’ı, Şam’ı, Tahran’ı, Kabil’i, Beyrut’u,
Amman’ı, İstanbul’u ve Diyarbakır’ı bana
açmayacaksınız, insanları da açacaksınız,
yüreğine, beynine
ve
tüm hücrelerine
hükmetmem gerekiyor demektedir. Popüler
kültürün Amerika’dan başlayarak tüm dünyaya
yayılmasının altındaki temel dürtü ve gerçek
budur.
Şehitlerimize,
halkımıza
saygılıysak,
bizim de mücadele değerlerimiz var diyorsak
popüler ve arabesk kültüre karşı kendi kültürel
değerlerimizi ve komünal, demokratik yaşam
anlayışımızı hakim kılma mücadelesini ısrarlı bir
biçimde vermeliyiz. Her gün yeni paradigmadan
söz ediyoruz. Yeni paradigmanın kültürü nedir?
Neye dayandırılacak? Tabi ki kültürel alanda da
egemen sistemin mezhebi olmayacak ve komünal
demokratik değerlere dayanacaktır. Bütün
bireyselliklere, bütün bencilliklere yönelerek
komünal demokratik değerleri esas alarak, halkı
güç yapacak bir kültürel atmosfer yaratılacaktır.
Arabesk ve popüler müzik dinlenebilir demek,
halkı güç yapacak çizgiden uzak durmak ve
sistemin mezhebi olmayı kabul etmek anlamına
gelir. Bu tür kültürle yan yana yaşayanların
mücadelede gözü olmaz. Biz özgürlüğü isteyen,
demokrasiyi isteyen bir halk yaratmak istiyoruz.
Biz halka ancak mücadele gücü veren kültürel
değerleri taşıyabiliriz. Ama bazılarının böyle bir
derdi ve ilkesel yaklaşımı yoktur. Biraz da böyle
kültürlerle yaşayalım demekle olmaz. Özgürlüğe
ve demokrasiye kilitlenmiş, mücadele eden ve
mevcut yaşamı kabul etmeyen bir halk yaratmak
istiyoruz. Ölçüleri bu çerçevede koyacağız.
Yaşamımızda da bunlara bağlı olacağız.
Televizyonda bir müzik programı yapan bayan
arkadaş boynuna her türlü takıyı takmış, bir
yurtsever de “Sen bunları niye takıyorsun,
takmasan daha iyi olur” demiş. O da verdiği
cevapta, “Sen Avrupa’da şalvarla mı geziyorsun”
demiş. Bu spikeri televizyonda izleyen genç
erkek ve bayan ölçü alacaktır. Dolayısıyla o tür
programlar yapanın gençliği ve halkımızı
özgürlüğüne ve demokrasisine sahiplenir hale
getirecek düzeyde bir duruş göstermesi, bir ilişki
dünyası ve ütopya sunması gerekir. Yoksa
Türkiye’deki televizyonları taklit eder gibi,
benzer programlar yapmak, bu programlardaki
tarzın biraz daha ölçülü versiyonunu sunmak bir
marifet değildir. Yeni bir televizyon kanalı
yayına geçti. Şimdi bu müzik kanalının nasıl bir
politikası olacak? Bu kanal popüler kültüre, bu
tür eğilimlere karşı bir duruş gösterip, halk
kültürünü, halkın değerlerini, uluslar demokratik
KUMÜNAR
6
değerleri işleyen, bir kültür kanalı mı olacak,
yoksa sistemin popüler kültürünü yansıtan
egemenlerin benimsetmek istediği düşünce ve
duyguları mı yayacak? Gördüğümüz kadarıyla bu
konuda bir öykünme ve taklitlikçilik var. Giderek
bizim kültür politikamızda, basın politikamızda
taklitçi bir yan gelişiyor. Bunda ilerilik yok,
gerilik var. Yani geri ölçüleri benimseme var. Biz
büyük bir özgürlük ve demokrasi mücadelesiyle
toplumu ayağa kaldırdık. Bununla gurur
duymuyor muyuz? Diyarbakır halkı, Trabzon
halkı gibi değildir. Ölçüleri var değer yargıları
var, özgürlük ve demokrasi için mücadele ediyor.
İlişkilerinin içeriği ve boyutu farklı, kadının
dünyası farklı. Şimdi Diyarbakır halkının
ölçüleriyle,
izlediğiyle,
duygularıyla
Trabzon’daki halkının duyguları aynı mı olacak?
Eğer izlediği dizi, dinlediği müzik aynı olursa o
zaman yaşam biçimi de aynı olur. Tabi ki
halkımızın dinlediği müzik de izlediği film de
farklı olmalıdır, farklı olması gerekir.
“Popüler kültür ABD de, Avrupa’da hakim
olmuş, Türkiye de hakim olmuş, başka çaresi biz
de buna ayak uydurmalıyız” demek sisteme
teslim olalım demektir. Biz bir halkın sisteme
karşı olacak tepkisini ortaya çıkararak, özgür ve
demokratik yaşam biçimini geliştirme, sisteme
alternatif yaşam biçimi ortaya çıkarmak ve ona
teslim olmamak için varız diyoruz. Dolayısıyla
başta örgüt içinde olmak üzere özgürlük ve
demokrasi iddiamızın gereği olan alternatif
yaşam ve ilişki tarzımızı bütünlüklü olarak
geliştirme sorunumuz vardır.
Önderliğin yeni paradigmayı ortaya
koyması, komünal demokratik yaşamdan söz
etmesi esas olarak da bir kültürün benimsenmesi
ve pratikleşmesi anlamına gelmektedir. Bir
sistem olmak isteyen her hareket, her düşünce
kendi kültürünü üretir. Eğer komünal demokratik
değerler bugüne kadar geldiyse, bunun nedeni
kendi kültürünü bugüne kadar taşımasıyla
bağlantılıdır. Türkiye’deki sistem, ABD’nin
sistemi kendisini, kültürüyle yaşatıyor. Her gün
kültür değerlerini yeniden üreterek yaşıyor.
Popüler kültür de bunun en önemli aracıdır.
Popüler kültürü en geniş kitlelere kendisini
yaymak için kullanıyor, bunun için müzikte,
sinemada büyük bir sektör kurmuş. ABD’nin en
büyük sektörlerinden biri müzik sektörüdür.
Müzik sektörünün çoğu da popüler kültürü
üretmeye endekslidir. Belki diğer farklı
kültürlerde vardır, olumlu diyebileceğimiz diğer
müzik biçimleri de vardır. Ama esası popüler
kültürü üretmeye dayalıdır. Bu kültürü bütün
dünyaya yayıyor. Çünkü sistem için gereklidir.
Sistem silahla, tankla, topla kendini uzun süre
yaşatamaz. Esas egemenlik bu konuda
kurulmaktadır. Bu gerçeklik dikkate alındığında
bizim kültürün işlevi konusundaki bilincimizde
ve farklı kültürlere karşı mücadele bilincinde
zayıflık oluşmuştur. Aslında popüler kültürün
yaratmak istediği farklı kültürlerin ya da farklı
duyguların sistemin istediği yaşam biçimi içinde
eritilmesi tuzağına bizim de belirli düzeyde
düştüğümüz görülüyor. Popüler kültür tüm
toplumsal kültürleri öyle bir potada eritmeyi
hedefliyor. Zengini, fakiri, kölesi, işçisi, emekçisi
herkes bu kültürü tüketiyor. Bizim görevimiz
aksine bu muğlaklığı, bu muğlaklaştırmayı
ortadan kaldırmaktır. Dar bir sınıf yaklaşımımız
yok, ama bir halkçı duruşumuzda olacaktır.
Halka ait bir duruşumuz olacaktır.
Popüler kültür ve arabeskin etkileri her
yerde olduğu gibi HPG’de de var. Tam bir
vurdum duymazlığa dönüşmüş, kimse de
müdahale etmiyor. Sanki bunları da dinlemek ve
izlemek özgürlük oluyor. Böyle özgürlük olmaz.
Popüler kültürün ve arabeskin böyle olduğunu
bilmek ayrı, dinlemek ayrı. Şimdi bir hastalık
gibi, bir beğeni düzeyi olarak içimize kadar
girmiş. Nereye gidiyorsun, bu tür kanalları
izleyenlerle karşılaşıyoruz. Bunun halklara karşı
egemen sistemin bir savaş biçimi olduğu
anlaşılmıyor. Bu duyarsızlık, egemen sistemin ve
inkarcı sömürgeci rejimin savaş biçimine bir
teslimiyettir. Bizler popüler olana boyun
eğemeyiz. Zaten devrimcilik, başkalarının kabul
ettiklerini kabul etmemekten kaynaklanır.
Başkalarının kabul ettiğini kabul etmiş olsaydık;
bu hareket başlamazdı. Herkes farklı şeyler kabul
ediyordu, bu hareket kabul etmedi. Bu nedenle
toplumun delisi oldu. Toplumun, Türk solunun,
Kürt siyasi çevrelerinin ve sistemin kabul
ettirdiğini kabul etmediği için deli gözüyle
bakıldı. Sistemin akıllısı bu tür müzikleri
dinleyen, dizileri izleyen, onun gibi düşünen,
onun gibi yaşayandır. Eğer onun gibi
yaşamıyorsan marjinalsin, aykırısın, kelaynaksın.
Halbuki toplumsal düzeyde özgürlük ve
demokrasi ölçülerinde bakıldığında popüler
kültürü dayatanların kelaynak olması lazım.
Çünkü onlar toplumun az bir kesimidir, egemen
kesimidir. Toplumun çoğunluğunun ekonomik,
sosyal, kültürel ihtiyaçlarının genel bir yaşam
biçimi haline gelmesi gerekir. Ama kültürle ters
yüz ederek kendi yaşam biçimini kabul ettirmeye
KUMÜNAR
7
çalışıyor. Şimdi buna bizlerin dur demesi gerekir.
Kadrolarımız içinde bu dizileri izlemeyi, popüler
müzik ve umutsuzluğun, yakınmanın dili olan
arabeskin kesinlikle bırakılması gerekiyor. Bu
duruş her yöneticinin ve her savaşçının
sorumluluğudur. Bu tür şeylere müdahale
edilmelidir. Önderlik, “Ben herkesin her şeyine
müdahale
ettim”
demektedir.
Son
savunmalarında bunu tekrar vurgulamaktadır.
“Aşklarına da, sevgilerine de, düzenden
getirdikleri her şeye müdahale ettim, her türlü
anlayışa müdahale ettim” diyor. Doğrudur,
Önderlik militanların her şeyine karışmıştır. Bu
tarz yanlış değildir. Yeni kurulan sistemler
kendisini ancak böyle şekillendirir. Dinler de
kendi
toplum
projelerini
öyle
şekillendirmişlerdir. Açın Tevrat’ı, açın İncil’i,
açın Kuran’ı “şöyle yaşayacaksın, şöyle
oturacaksın, şöyle ilişkileneceksin” temelinde
oluşturulmuş bir yaşam biçimini öngörmektedir.
Tabi ki kendi sistemlerini kuracaklarsa ölçülerini
farklılaştıracaklardır. Öyle ki sembollerin
farklılığı bile önemlidir. Örneğin, Aleviler tavşan
yememeyi bir bir sembol ve kimlik haline
getirmişlerdir. Onu bile mücadele ettiği yaşam
projesi karşısında kendisini tanımlamak için
koymuş. O gün bu ölçüleri dinsel biçimde ifade
etmişlerdir. Her sistem eğer başka bir sistemle
farklılaşmak, ayrışmak istiyorsa kendi ölçülerini,
değer yargılarını ve sembollerini ortaya koyması
lazımdır. Yoksa o sistem kazanamaz, yenilir.
Onun için biz kendi kültürümüzü yararak bugüne
kadar ayakta kaldık ve kimse bizi yenemedi. Kürt
halkına yeni değer yargıları ve ölçüler verdiğimiz
için halkımız ayağa kalktı. Kürt halkı ağasından
koptu. Şimdi hangi ağa gelip o Kürtlerin üzerinde
etkili olabilir? Olmaya çalışanlar çıkabilir, ama
zordur. Artık eski Kürt erkeğinin egemenliğini,
Kürt kadınının üzerine kurabilir misiniz?
Kuramazsınız. Bunlar kendiliğinden olmadı. Eski
yaşam biçimi ve ilişkilerini reddedip yeni ölçüleri
koyma ve pratikleştirmeyle gerçekleşti. Kürt
erkeği nasıl bu hale geldi? Bir erkek eşini mi
dövmüş, bizimkiler gidip erkeğin yakasına
yapışıyordu. Yani halkın da her şeyine karıştık.
Bu açıdan karışma olgusu, özgürlük alanına
müdahale etme değildir.
Özgürlük mücadelesi de kendi ölçülerini
koyarak oluyor, bunun için mücadele ederek
gelişiyor. Ret-kabul ölçüleri olmadan iyi şeyler
gelişebilir mi? Gelişemez. Popüler kültür de retkabul ölçüleri veriyor. Ama nasıl? Özgürlük ve
demokrasi için mücadele verenler, bu yönlü çaba
harcayanlar olumlanmıyor. Aksine bu tür işlerle
uğraşmayan, bireysel arayış ve tutkularıyla
uğraşanlar olumlanıyor. Popüler kültür “şöyle
yaşarsan, şöyle ilişkilenirsen, şöyle elbise
giyersen, şöyle yaparsan toplumda yerin olur”
diyor. Gençliğe, kadına bu tür ölçüler sunuluyor.
Bunlar bize de yansıyor. Örneğin örgütümüz
içinde gelirlerimiz üç kat azaldığı halde,
giderlerimiz üç kat artmıştır. Bunların da
dışarıdan dayatılan kültür baskısı ve yaşam
biçimlerinin
ektisiyle
ortaya
çıktığını
söyleyebiliriz. Burada da Avrupa’da da
Türkiye’de de böyle bir eğilim gelişmiştir. Halkı
için kendinden bir şeyler veren değil de bir
şeyleri tüketmeye gözünü diken bir eğilim söz
konusudur. Sistemin dayattığı yaşam biçimleri
bazı yerlerde neredeyse meşru ve kabul edilebilir
hale getirilmiştir. Öyle ki artık hareketin,
Önderliğin ortaya koyduğu ölçüler geri
görülüyor. Ferhat bir karar alıp bu tür yaşam
biçimini örgütün içine sokmaya çalıştığında,
Önderlik, “onlar çağdaş yaşamcı ben ise geri mi
oluyorum” diyerek ileri ya da geri olmanın ne
anlama geldiğini bize hatırlatıyordu.
Popüler kültürle ve sistemin çeşitli
yollarla
yaygınlaştırmak
istediği
yaşam
anlayışlarına karşı bir duyarsızlığın birkaç yıldır
geliştiğini biliyoruz. Başka ideolojilerin ve
sistemlerin dayattığı kültürel değerlere ilgi
duyuyor, kendi örgüt kültürümüzü, değer
yargılarımızı ise geri görüyoruz. Bu hareketin
yaratığı, kadın özgürlük hareketi ütopya ya da
olmaz görülüyor. Bu durum başlı başına bir
kültür mücadelesinin gerekli olduğunu ortaya
koymaktadır. Bu alanda doğru yürüyemezsek,
doğru
kazanamazsak,
diğer
alanlarda
kazanamayız. Sonunda bizi dönüştürürler. En iyi
hallerimizle gideriz Kürt ağalarının hizmetine
gireriz. Bu bakımdan bu kültür mücadelesi,
Önderliğin deyimiyle cihad-ı ekberdir. Her şey
kültürdür. Bütün mücadele kültür alanında
sürüyor. Orada kaybediliyor, orada kazanılıyor.
Bu alanda büyük bir mücadelemiz olmazsa,
ölçülerimiz olmazsa, yeni paradigmanın kültürü
ortaya çıkarılamaz. Koma Komalen Kürdistan
sistemi kurulamaz. Ancak kendi kültürünü hakim
kılarsa sistemine hakim kılabilir. Bunu da
müziğimizle, tiyatromuzla yapacağız. Yoksa
teslimiyete mahkum oluruz. Direniş, kültürel
alanda varsa anlamlı olur. Kültürel direniş en
derinleşmiş mevzidir. Diğer mevziler derinleşen
mevziler değiller. Kendi kültürel direniş
KUMÜNAR
7
mevzilerimizi derinleştirmezsek, başka bir
kültürel dünyaya eklemlenmekten kurtulamayız.
K.: Bu popüler kültürün, bu arabesk kültürün
toplumdaki etkisi nedir? Örgütteki etkisi nedir,
örgütü nasıl bozuyor, bunları tartışalım. Bu tür
kültürler
militan
duyguları
gevşetiyor,
basitleştiriyor, sıradanlaştırıyor. Bunlar üzerine
durmak lazım. Bu konu aynı zamanda bir
ideolojik mücadele alanıdır. Yani toplum
üzerinde, örgüte burada popüler kültürün kadro
üzerindeki, halk üzerindeki etkileri mücadeleyi
olumsuz etkilemektedir. Popüler kültürün etkisi
kırılmazsa mücadelemizin ihtiyacına cevap
verecek savaşçılar topluluğu yaratmak mümkün
değildir. Belki kabadayıca duygular içinde savaşa
katılanlar çıkar. Ama gerçekten davasına
inanmış, amacına inanmış, kararlı, ısrarlı,
istikrarlı bir savaşçılar topluluğu oluşturulamaz.
Belki biraz yurtsever duygusu var, biraz sisteme,
düzene tepkisi olanlardan savaşçılar bulunabilir.
Ama yeni paradigma temelinde bu dünyayı
değiştirmek, özgür ve demokratik Kürdistan’ı
kurmak isteyen bir militanlar ve örgütçüler
yaratılamaz.
Dilan
arkadaş:
Kapsamlı
bir
değerlendirme oldu. Özellikle popüler kültürün
bu kadar içimize girmesine ilişkin somut şeyler
bizim çalışmalar açısından da belirtebilirim.
Benim çıkardığım gerçeklik şudur; eğer bizim
içimizde ideolojik bir mücadele olmazsa, popüler
kültür ektilerini aşamayız. Eğer popüler kültür
bugün içimize girmişse temel sorunumuz, bizdeki
ideolojik boşalmadır, İdeolojik mücadele
yürütmememizdir. Ben bu gerçekliğin Önderliğin
esaretindeki sonraki süreçle bağlantılı olduğunu
düşünüyorum. İdeolojik ve örgütsel hakimiyetin
zayıflamasıyla birlikte kadroda ciddi bir dağılma,
parçalanma görüldü. Temel nedeni, Önderliğin
esaretinden sonra ortaya çıkan bu yönlü
boşluklardır. Dolayısıyla mücadele kararlılığında,
yaşam duruşunda uzaklaşma ortaya çıkıyor.
Kendi yaşam tarzlarımıza ve duruşlarımız da bu
çok yansıyor. Biz popüler kültür ve arabesk
müziğe karşı ne kadar mücadele edeceğiz, bu
önemlidir. Bizde o yönlü bir ısrar yok. Buradaki
en temel görevimiz, sanat kadrolarını yetiştirtir.
Ama arkadaşlar kültürel noktada, sanatsal
noktada kendilerini ne kadar eğittiler? Önderliğin
perspektifini bu temelde ne kadar okuyup
anlayabildiler? Sisteme bir özenti var. Sadece
burası için belirtmiyorum. Avrupa, Türkiye ve
dış alanlardaki sanat kadrolarımızda da bu tür
eğilim var. Biz bu sistemi reddederek, bu
özgürlük ortamına geldik. Özgürlük mücadelesi
için savaşmaya geldik. Savaş, sadece silah
boyutuyla yürütülmüyor. Bugün kültürel savaşım
da ilgimiz ve çalışmalarımız çerçevesinde en
temel savaş alanı olması gerekirdi. Sanatçı
kişiliklerde kolektif, komünal demokratik bir
kişilik yok. Tam tersine çok bireyci kişilikler ön
plana çıkmış. Birey kendisini daha fazla popüler
kılarak, sistemdeki sanata ve sanatçıya özeniyor.
Duygularda bu yönlü çok ciddi bir aşınma var.
Bizi yansıtan duygular fazla yok. Bu edebiyat ve
sanat çalışmalar için de geçerlidir. Örneğin
Türkiye'deki edebi çalışmalarımıza bakalım. İlkel
milliyetçiliğe bir özenme var. Avrupa’da da
benzer eğilim var. Buralara kadar geliyorlar,
program da yapıyorlar, fakat Önderliğin
ideolojisini tümden benimseme görülmüyor.
Kürtlük adına, bir şeyler yapılmak isteniyor, ama
içinde Önderlik yok. Sanat yapılıyor, ama içinde
mücadele yok. Bizim sanat kadrolarımız vardır.
Ancak ciddi bir disipline olma durumu söz
konusu değildir. Bu durum da mücadelenin
içinde zoraki bir yürüyüştür. Nitekim çoğu
bırakıp gitmiştir. Var olanlar beli bir çalışma
yürütmek istiyor. Ama en başta yapılması
gereken popüler kültür ve bu tür yaşam
eğilimleriyle mücadele edip, kendimizi ideolojik
olarak donatmaktır. Bizde ideoloji ve kültürü
ayırma fazlasıyla görülüyor. Özellikle dışarıdan
gelen arkadaşlar, “ben bir kültür sanatçıyım, ben
evrenselim” diyor. Evrensellik de yanlış
yorumlanıyor. Bu evrenselliğin içerisinde senin
kendi ideolojin yoksa, evrenselliği temsil
edemezsin. Kendi ulusunun dilini kullanmazsan,
kendi ulusuna hitap eden bir şey yoksa sen
evrenselleşemesin. En başta kendini tanıman,
güzelliklerini yansıtman, öngördüğün yaşam
projenin gereklerine uygun kültür yaratman
gerekiyor. Daha sonra evrensellik düzeyine
ulaşabilirsin. İdeolojiyle kültürü kopartma
sorunların kaynağı olmaktadır.
Karasu arkadaş: Bu evrensellik anlayışı
popüler kültürün genelin ihtiyacını karşıladığı
biçimindeki kandırmacanın bir yansımasıdır.
“Ben herkes taraftan benimsenen olmalıyım”
anlayışında farklılık, ayrılık yok, bir özgürlük
duruşu yok, halka ait duruş yoktur. Herkes
tarafından benimsenmeliyim bencilliği vardır.
Yoksul da, zengin de beni kabul etmeli. Bu
tutum, halktan kopuk popüler kültürün,
farklılaşmayı ortadan kaldıran popüler kültürün
bu zihniyetin etkisinde kalan sanatçılara
yansıması olmaktadır.
KUMÜNAR
7
Dilan arkadaş: Böyle düşünen sanatçının
özgürlük
noktasındaki
kabul-ret
ölçüleri
muğlaklaşmış demektir. Yani ilkesel olarak çok
ciddi bir aşınma söz konusu olmuştur. Bir
özgürlük mücadelesi yürütüyorsak, bu özgürlük
mücadelesinin sanatçısı olmak zorundayız. Eğer
bu zihniyette olunmazsa aşınmanın yaşanması
kaçınılmazdır. Agire Jiyan’ın şu anda yaşadığı
gerçeklik, ideolojimizden kopan bir gerçekliktir.
Diğer sanatçılarımızda da bu tür anlayışlar vardır.
Koma Berxwedan neden dağıldı? Sadece “örgüt
bunu yaptı, örgütün yaklaşım bu oldu” diyerek
bir açıklama yapamayız. Bu sanatçılar bizim
içimizden
çıkmışlardı.
Örgüt
sadece
sorumlulardan oluşan bir olgu değildir. Hepimiz
buraya mücadeleye etmeye gelmişiz, devrimci
insanlarız, militan insanlarız, yani bu amaçla
gelmişiz. Hepimiz örgütü temsil eden insanlarız.
Örgütü birkaç kişinin şahsında görüp de “örgüt
bana öyle yaptı, ben gidiyorum, örgüt böyle
yaklaştı” demek bireyin kendi gerçekliğini
örtmesini ifade eder. Örneğin örgüt bu kültür
çalışmalarına nasıl bakıyor? Önderlik bunun
içeriğini ve biçimini ortaya koymuştur. Kültür
çalışması stratejik bir çalışmadır. İstersem ben
buna doğru bir anlam vermeyebilirim. Ama örgüt
dediğimizde, en başta Önderliğin anlayışı
önemlidir. Herkes de buna göre yaklaşmalıdır.
Önderlik, bir kültür komitesi oluşmalıdır diyerek
olguya nasıl baktığını göstermiştir. Buna rağmen
halen örgütün bakış açısından kuşku duyuluyor.
Bunlar hep popüler kültür ve sanatçı zihniyetinin
bizde
yaratmış
olduğu
inançsızlıklar,
muğlaklıklardır. Bu tür yaklaşımların sonucudur.
Popüler yaklaşım, sanatçılarımızı özünden
uzaklaştırdı. Bu da halkımızı ve yapımızı
etkiledi. Yani popüler kültür, bireyi kendi
özünden boşaltıyor, kendi özünden uzaklaştırıyor
ve kendi mücadelesinden koparan bir gerçekliği
yaratıyor. Buna karşı tedbir almamız gerekiyor.
En önemlisi de tedbiri bireyin kendisinde
başlatmasıdır. Bu kültüre karşı en başta
arabeskten tutalım, popüler dizilere kadar
kendimizi disipline edebilmeliyiz. “Ben bu
kültürü, bu diziyi izlememeliyim” diyebilmeliyiz.
Kendimizden başlatmazsak kesinlikle başkasına
da dayatamayız. En başta da bu okulumuzda bu
mücadeleyi başlatmazsak dışarıya biz bunu
yansıtamayız. Bugün eğer bir tartışma bir
seminer böyle yapılıyorsa, demek ki burası
anlayış geliştirmede esastır. Buradaki kadroların
duruşlarını buna göre ayarlamaları gerekiyor.
Bunları belirtirken kendim de dahil, bu kültürden
etkilendiğim bir çok yön vardır. Biz bu popüler
kültürü içimizde barındırırsak, çok ciddi
inançsızlıklar ve kopuşlar ortaya çıkar.
İçimizdeki kopuşların temel nedeni budur.
Kopuşlara yol açan içimize yansıyan popüler ve
arabesk kültürün yaratmış olduğu kişiliktir.
Kültürel düzeyde kendi özümüze dönmek
gerekiyor. Özümüz Kürt kültürünün güzel yanları
ve demokratik sosyalist zihniyetle ortaya
çıkarılan değerlerimizdir. Biz kendimizi, kendi
kültürümüzü küçümsüyoruz. Başka bir sisteme
özenmemizin altında bu gerçeklik var.
Arkadaşlarımızın yaratmış olduğu birçok şey
küçümsüyoruz. Belki bazı insanlar çok güzel
şeylerde yaratıyor, çok güzel şeylerde yapıyor.
Ancak bizim yaratımlarımız kadar bizi ifade
etmeleri söz konusu değildir. Bugün dağda bir
müzik grubun oluşması, bir tiyatro grubun
oluşması o kadar basit değildir. Ama kendi
birikimimize
ve
dayandığımız
değerlere
güvenmemiz gerekiyor.
Temel bir sorun da kendi çalışmalarımıza
eleştirel bir yaklaşım göstermememizdir. Kendi
sanatımızı da, birbirimiz de eleştirmiyoruz.
Halbuki arkadaşların bu yönlü eleştiriye
fazlasıyla ihtiyacı vardır. Popüler kültürün temel
etkilerinden birisi de eleştirinin önü kesiyor,
özeleştirinin önünü kesiyor. Ben bir sanatı
eleştirirsem o sanat gelişir, ben bir sanatçı
eleştirirsem o sanatçı gelişir. Ne var ki eleştiriözeleştiriden kaçındığımız için beyinlerimiz
uyuştu. Popüler kültür, bireylerin tüm hücrelerini
işlevsizleştiriyor ve uyuşturuyor. Belki bunun
çok farkında değiliz. Farkında olmadığımızdan
dolayı bu bizi birçok konuda geriye çekiyor. Bu
kadar televizyon izleyeceğimize neden kitap
okumuyoruz. Örneğin bizim içimizde kitap
okuma alışkanlığı fazla yok. Yaşam biçimimizde
popüler kültürün etkilerini açıkça görebiliyoruz.
Kitap okuma derken, bizde Önderliğin
çözümlemelerinden çok ciddi bir uzak durma var.
Kaç arkadaşımız şu sürede Önderliğin şu kadar
çözümlemelerini okudum diyebilir? Hangi
arkadaş “Benim ideolojik eğitime ihtiyacım var”
diyor. Tam tersine ideolojiden bir kaçış var.
Gittikçe kaçıyor, gittikçe uzaklaşıyoruz. Bu da
bir beyinsel boşalma ortaya çıkarıyor. En başta
kendimizde bu popüler kültüre karşı mücadeleyi
başlatarak bunu dalga dalga her alana ve bütün
arkadaşlarımıza yaymamız gerekiyor. Her alanda
her yerde bunun mücadelesini vermek gerekiyor.
KUMÜNAR
7
28.kuruluş yıl dönümünde PKK’ninkurucularından Duran Kalkan ile PKK
Diyalektiği üzerine yaptığımız röpörtaj
PKK sadece bir eylem hareketi değil, tersine
daha çok bir düşünce hareketidir.
PKK’nin çıkışından günümüze kadar
benimsediği tarih anlayışı nedir. PKK
hangi tarih anlayışının ürünüdür.
“Tarihi yapan halktır” diye bir deyim
vardır. PKK başından itibaren insanlık tarihini
doğru anlamayı ve bu temelde Kürt halk
tarihini açığa çıkartmayı esas alan bir
yaklaşım ve çalışma içinde olmuş; devletçi
tarih
anlayışını
reddettiği
gibi,
reel
sosyalizmin tarihsel yaklaşımını da dar
bulmuş ve şematik görmüş, onu aşmaya ve
derinleştirmeye
çalışmıştır.
PKK
ilk
Manifestosunda bir yandan hiyerarşik
devletçi
toplumun
tarihsel
gelişimini
incelerken, diğer yandan sınırlı bilgileriyle
Kürt halk tarihini de temel dönemeçler
biçiminde ortaya koymaya çalışmıştır. Bu
çerçevede egemenlerin tarih yazımına karşı
bir de halkların tarihinin olduğunu, tarih
üzerinde derin bir bilinç çarpıtmasının
yaşandığını, bu temelde PKK’nin
bir düzeltme hareketi olduğunu ifade
etmiş; Kürt egemenlerinin tarihi karşısında
bir de Kürt halkının tarihi olduğunu, PKK’nin
bu tarihsel mirasa dayandığını, Kürt halk
tarihinin günümüzde açığa çıkartılıp özgür ve
eşit toplum yaşamı temelinde ilerletmesini
ifade ettiğini belirtmiştir.
O dönemdeki bilgi yetersizliği, yine
hareketin doğuş döneminin etkileri ancak
yakın tarihe ilişkin belli bir bilgi ve
çözümleme yaratabilmesine yol açmıştır. Bu
nedenle özellikle feodalizmin kökleştiği
dönemi, yine devletçi kapitalist toplum
sisteminin dünya hakimiyeti kurduğu dönem
tarihini daha yakından inceleyebildiği için,
Kürdistan ve Kürt toplum tarihi bu dönemler
açısından çok olumlu
veriler içermemiştir. PKK, Kürdistan
için daha çok baş aşağıya gidişin,
gerilemenin geliştiği dönem olarak, bu
dönemin incelenmesinden dayanak olarak
alınacak güçlü verilerin olmadığını tespit
etmiştir. Buna rağmen tarihsel miras zayıf da
olsa, özgürlük, eşitlik, adalet ve demokrasi
ilkelerine duyulan tutku düzeyindeki bağlılık,
onu böyle zayıf bir miras üzerinde bile güçlü
eylemler geliştirme iddia ve kararlılığına
ulaştırmıştır. Bir diyalektik çelişki burada
kendini ortaya çıkarmıştır.
Önder APO, Serxwebun dergisinin
çıkışına ilişkin yaptığı değerlendirmede,
“Kürdistan’ın ve Kürt halkının içinde
bulunduğu olumsuz durumdan duyduğumuz
utanç görevlerimizi başarmada temel güç
kaynağımız
olacaktır”
diyerek,
olumsuzluklardan güç ve olumlu sonuçlar
çıkarmayı, zayıflıklara karşı tepkiyi bilimsel
bir anlayışa ve pratiğe dönüştürerek güçlü
gelişme yaratmayı bilmiştir. PKK açısından
bu giderek derinleşen bir çizgi haline
gelmiştir. Hem tarihi anlama, hem de
mücadeleyi örgütleyip geliştirme konusunda
böyle bir çizgi temelinde derinleşme ve
pratikleşme sürekli yaşanan bir olgu
olmuştur. Başlangıçta yeni başlamanın
yarattığı yetersizlikler nedeniyle, PKK’nin
devletçi tarih anlayışını tam aşamayan, yine
reel sosyalizmin şematik tarihsel kavrayışını,
kapitalizmi esas alan ve çok abartan tarihsel
yaklaşımını
bütünüyle
aştığı
elbette
söylenemez. Fakat hep tarihin derinliklerine
ulaşma arayışı içinde olduğu da bir gerçektir.
KUMÜNAR
7
PKK tarihi sadece kapitalizmin tanımı olarak
gören yaklaşımı hep aşmaya çalışmış;
kapitalizm öncesi tarihi araştırma ve açığa
çıkarma çabası içinde olmuştur. Yine tarihsel
derinlikleri diyalektik materyalizmin yaratıcı
uygulanışı temelinde açığa çıkarmaya,
böylece bütünlüklü ve bilimsel bir tarih
anlayışını yaratmaya özen göstermiştir.
Bugünün sorunlarını tarih bilimiyle çözmeye,
yine tarihi bugünün sorunlarında anlamaya,
çözme ve çözümlemeye çalışmıştır. Böylece
dün ve bugün diyalektiğini güçlü ve etkili bir
biçimde kullanabilmiştir. Bütün düşünsel
yetersizliklere rağmen, hep halkların tarihine,
Kürt halkının tarihini açığa çıkarmasına ve
onun esas almasına özen gösterilmiştir.
Devletçi sisteminin yazdığı tarihle halklarının
tarihini hep birbirinden ayırmış, kendisini halk
tarihinin günümüzdeki devamı olarak görüp
tanımlamıştır.
PKK, Marksizm’in tarihi sınıf mücadelesi
olarak
yorumlama
yaklaşımından
da
etkilenmiş; fakat onu da hep genişletmeye ve
darlığını aşmaya çalışmıştır. Çünkü sınıf
mücadelesi,
özellikle
proleter-burjuva
mücadelesi dar bir zaman kesitini ifade eder
bir konumdadır; Kürdistan gerçeği açısından
ise, toplumun geçmişini de bugününü de çok
fazla izah eder konumda değildir. Dolayısıyla
dar işçi-işveren çelişkisine dayalı çözümlerle
Kürdistan’ı
anlamak,
Kürt
toplumunu
tanımlamak ve çözümlemek açısından bunu
aşmak gerektiğini hissetmiştir. Bu temelde
özellikle kapitalizm öncesi yaşanan tarihsel
gerçekliği anlamaya ve çözümlemeye
çalışmıştır. Sınıf mücadelesini tarihin kendisi
olarak almak kuşkusuz dardır. O zaman şu
ortaya çıkar: Sınıf mücadelesi olmazsa tarih
de olmaz. Bir de bu bilimin sınıfları ortadan
kaldırma iddiası göz önüne getirilirse, o
zaman ‘tarihin bitişi’ gibi bir şey gündeme
gelir. Oysa bu yeterince izah etmemektedir.
Kuşkusuz sınıf mücadelesi, sınıflı ve
cinsiyetçi
toplum
döneminde
tarihsel
gelişmenin önemli bir yanı olurken, onun
dışında da toplumsal gelişmeye yön veren
birçok çelişki vardır. Sınıf mücadelesi
öncesinde
de
bir
tarihsel
gelişme
yaşanmıştır. İnsanın üretme, yaratma, bilinç
ve pratik olarak gelişme, doğayı anlama ve
kendi yararına kullanma çabaları hep
kendisini ve toplumları geliştiren bir özellik
taşımıştır. Böyle bir tarihin varlığı da bir
gerçektir. Bu nedenle tarihi daha gerçekçi,
bütünlüklü anlama arayışı giderek 21. yüzyıl
başında
Önderlik
gerçeğinde
daha
bütünlüklü, kapsamlı ve derinlikli bir tarih
çizgisine ulaşmıştır.
Önderlik bu tarih çizgisini bir yönüyle
AİHM’e sunduğu Demokratik Uygarlık
Manifestosu’nda çözümlemiştir. Bu daha
çok hiyerarşik devletçi toplum tarihinin
incelenmesidir. İkincisini ise, Bir Halkı
Savunmak isimli savunmasında ortaya
koymuştur. Bu da halkların tarihinin
incelenmesidir. Doğal komünal toplumdan
günümüze kadar gelen, genelde demokratik
duruş ve demokrasi mücadelesi olarak
tanımlanan, günümüzde de demokratik
toplum
projesi
olarak
ifade
edilen
demokratik, ekolojik ve cinsiyet özgürlükçü
toplumun çizgisi biçiminde tanımlanan bir
tarihsel gerçeklik açığa çıkartılmıştır.
Bir Halkı Savunmak kitabındaki tarih
anlayışı, şimdiye kadar parça parça varolan
fakat bütünleşemeyen doğru, bilimsel,
gerçekçi
bir
tarih
çizgisinin
ortaya
çıkartılmasıdır. Bu, hiyerarşik devletçi
sistemin tarihi kendisi olarak görme
anlayışını yıktığı gibi, ondan çok fazla
etkilenen Marksist tarih anlayışının da
aşılmasını, hem darlıklarının giderilmesini
hem de yakın dönemle sınırlı kalan
durumunun aşılıp insanlığın başlangıcına
kadar uzanılmasını ortaya çıkarmıştır. Bu
önemli ve yeni bir tarih bilincidir. Tarih
biliminin yeniden güçlü, egemen güçlerin
çarpıtmasından
ve
hegemonyasından
kurtulmuş olarak açığa çıkartılması ve
yazılması gerçeğidir. İnsanlık tarihinin nasıl
geliştiğini,
toplumsallaşmanın
nasıl
olduğunu, insanın birey ve toplum olarak
nasıl bir gelişme çizgisini izlediğini en iyi
açığa koyan bir kavrayış düzeyidir. Onunla
birlikte hiyerarşik devletçi toplumun nasıl
ortaya çıktığını, sınıflı cinsiyetçi topluma ne
zaman, nasıl ve neden geçildiğini, bu tarihsel
sürecin insanlık tarihi açısından ne anlama
geldiğini de en iyi Apocu tarih bilinci ortaya
koymuş bulunmaktadır. Bu oldukça büyük
önem arz ediyor.
İlk defa Önderlik gerçeğiyle tarih bilimi
hiyerarşik
devletçi
topumun
hegemonyasından
kurtarılıyor,
sınıflı
cinsiyetçi toplum olmaktan çıkartılıyor,
egemen sınıflı devletçi sistemin hem
KUMÜNAR
7
hegemonyası hem de çarpıtması aşılıyor.
Onun yerine, başta belirttiğim deyimle ifade
edilen ‘tarihi yaratan halktır’ belirlemesi bir
gerçek haline geliyor. Halk tarihinin ne
olduğu, halkların tarihi nasıl yarattığı,
halkların tarihi içerisinde nasıl oluştuğu net
bir biçimde ortaya konuluyor. Böylece
geçmişte hem devletçi sistemin çabaları,
hem
de
Marksist
tarihi
anlayışının
yetersizlikleri sonucunda tarihin sınıflı toplum
olarak kavranması yanılgısı ilk defa aşılıyor.
Yine sınıflı cinsiyetçi toplumun bir zorunluluk
olduğu, hatta bir gelişmeyi ifade ettiği
biçimindeki tespitler de aşılıyor. Tersine,
hiyerarşik devletçi toplum gelişiminin insanlık
tarihi içinde bir sapmayı ifade ettiği, bir
zorunluluktan
ve
ilerlemeden
öteye
yarattıklarının yanında tahrip ettikleriyle
giderek kapitalist devletçi sistemle insanlık
için büyük bir tehlike ortaya çıkardığını da
gösteriyor. Bu bakımdan neyin ilerici neyin
gerici, yine neyin ilerleme neyin geride kalma
olduğunun daha iyi anlaşılmasına, bu
temelde
ölçülerin
daha
gerçekçi
tutturulmasına ihtiyaç olduğu görülüyor.
Böylece PKK’nin günümüzde dayandığı tarih
bilimin daha etkinleşmiş, somutlaşmış birkaç
bin yıllık süreci değil de, genel insanlığı
önemli ölçüde çözümleyen, insanlığın bütün
olumlu yönlerini esas alarak ona dayanan bir
çizgiye çekiliş oluyor. İnsanlık bu tarihle
yeniden canlandırılıyor. Halklar yeniden
tanıma ve ifadeye kavuşuyor. Tarihsel bir
gerçek olarak tanım kazanıp geleceği
yaratan güç olma konumu kazanıyor.
PKK hangi siyasal ortamda ve hangi
arayışların ürünü olarak ortaya çıktı?
PKK kapitalist devletçi sistemin üçüncü
genel bunalım döneminin bir hareketidir.
Dolayısıyla bu dönemin temel özelliklerini
kendi
bünyesinde
somutlaştırmış
bulunmaktadır. Bu bunalım döneminin en
temel özellikleri nelerdir?
Bir kere bunalımın sürekli ve derinlikli
olmasıdır. Kapitalist bunalımın sürekliliği ve
derinliği PKK’ye etkili bir mücadele çizgisini
oluşturmak olarak yansımıştır. Sürekli
bunalımın aşılması için kesintisiz bir
mücadeleyi öngörmüştür. PKK de böyle bir
mücadele örgütü olarak şekillenmiştir. Yine
bunalımın derinliği çok yönlü bir mücadeleyi
gerektirmiş;
çok
değişik
mücadele
biçimlerinin uygulanmasını, bütün toplumsal
kesimlerin mücadeleye çekilmesini, buna
uygun ilişki ve ittifakların geliştirilmesini
gerekli kılmıştır. PKK de böyle bir mücadele
anlayışıyla şekillenmiştir.
Diğer yandan bunalımın genel olması
sadece kapitalist sistem denen Batı
bloğunun bunalım içinde olmasını değil, reel
sosyalizm de dahil bütün dünyanın böyle bir
dönemde bunalımı yaşar hale gelmesini
ifade etmektedir. 20. yüzyılın başında
kapitalist emperyalist sistemin gelişen
bunalımını aşmak için bir çare olarak görülen
reel sosyalizm, sosyal demokrasi ve ulusal
kurtuluş hareketlerinin de alternatif bir sistem
olamayarak, kapitalist devletçi sistemi
aşamayarak onun bir mezhebi durumuna
düşmesinin ve dolayısıyla bu üçüncü
bunalım döneminde bunalımın bir parçası
haline gelmesinin yaşandığı bir dönemin
ürünü oluyor.
Dolayısıyla
PKK
sosyalizm
içi
tartışmaların yaşandığı, yeni sosyalist
arayışların
ortaya çıktığı bir dönemde
varolmuştur.
Reel
sosyalizm,
sosyal
demokrasi ve ulusal kurtuluşçuluğun devletçi
sistemi aşamayarak giderek bir bunalımı
daha fazla yaşar hale gelmesi, hareket
içerisinde özellikle gençlik boyutuyla yeni
arayışları gündeme getirmiştir. Varolan
sosyalist ölçülerin, devrim anlayışlarının
yeterli olmadığı ve çözümleyici bulunmadığı
görülünce bunları aşacak, gerçekten de
özgürlük, eşitlik, adalet ve demokrasi
ölçülerini hayata geçirecek, insanlık için
özgür ve eşit yaşamın yaratıcısı olacak bir
sosyalist anlayışın arayışı gelişmiştir.
Bunun gençlik hareketi içerisinde
olduğu, özellikle 1968 dünya devrimci
gençlik hareketi denen hareketin böyle bir
arayışı ifade ettiği bilinen bir gerçektir. ‘68
devrimci gençlik hareketinin bir yandan
derinleşen, artan bunalımın insanlığın
geleceğini karartmasına duyulan bir tepki,
diğer yandan kendini buna çare olarak ilan
edip çare haline gelemeyerek bunalıma
düşen
ve
çözüm
üretemeyen
reel
sosyalizme
ve
sosyal
demokrasinin
çıkmazına karşı bir tepki olduğu bilinen bir
gerçektir. Bir yeni arayıştır.
Bu arayış, Türkiye'ye de 1960’ların
ortalarından itibaren yansımaya başlamış,
1970’lerin başında etkin bir devrimci gençlik
KUMÜNAR
7
hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Çok derin bir
düşünceye dayanmasa da, çok belirgin
olmasa da, biraz anlayış biraz da duygu
düzeyinde gençliğin yeni bir yaşam, yeni bir
toplum özlemi, arayışı büyük bir eyleme yol
açmıştır. PKK bir de böyle bir yeni sosyalist
arayışın ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Bütün bunlar PKK’nin varolan sistemin
derin
zulüm,
despotizm,
haksızlıklar
içermesine karşı bir ret ve tepki duyma
olarak, diğer yandan varolan sosyalizm
ölçülerinin bunu gidermeye ve düzeltmeye
yetmemesine duyulan bir tepki olarak
şekillenme ve gelişmesine yol açmıştır.
Sistemin yaşadığı genel bunalımın etkileri en
çok kendisini Kürdistan’da hissettirmiştir.
Daha doğrusu, kapitalist devletçi sistemin
yaklaşımlarıyla onu aşma iddiasında olan
reel sosyalizmin yaklaşımlarının çok fazla
birbirini aşmadığı, aralarındaki farklılıkların
temelde değil nüans farklılıklar olduğu
gerçeği en iyi kendisini Kürdistan’da Kürt
sorununa yaklaşımda hissettirmiştir. PKK
içinden çıktığı toplumun ve ülkenin
gerçeklerine bağlı olduğu, onu giderek
derinleşen bir bilinçle anlamayı esas aldığı
için, bu gerçeği herkesten daha önce daha
derinlikli
ve
gerçekçi
bir
biçimde
görebilmiştir.
Gerçekten de batısıyla da, doğusuyla da
Birinci Dünya Savaşı ardından oluşturulan
dünya sistemi Kürdistan'a ortak bir gerçeklik
biçiminde yansımıştır. Bu da inkar ve imha
sistemi olmuştur. Kürdistan’ı ve Kürt
toplumunu yok sayma, her türlü yöntemle
yok etme bu sistemin temel yaklaşımını ifade
etmiştir. Bunu kapitalist devletçi sistem
yaratıyor diye görüp eleştirerek, ona karşı
tavır alarak onun karşısındaki güçlerden
olumlu yaklaşım arayışına girdiğinde, PKK
görmüştür ki, aslında onlar da çok farklı
değiller, derinden anlaşmaları ve uzlaşmaları
var. Bazı bakımlardan kapitalist devletçi
sistemle çelişiyor görünseler de, bu köklü
değil
yüzeyseldir,
derinlikli
değildir.
Dolayısıyla Kürt sorunu ve Kürdistan gerçeği
karşısında herhangi bir farklılıkları yoktur. Bir
uzlaşmaları ve anlaşmaları vardır.
Dolayısıyla bu durum PKK’yi erkenden
dünya gerçeğini daha iyi anlamaya, sistemin
yaşadığı genel ve sürekli bunalım sürecini
daha iyi çözümlemeye, reel sosyalizmin her
şeye çare olmadığı ve kapitalist devletçi
sistemi aşamadığı gerçeğini daha erkenden
görmesine yol aşmıştır. Bu da PKK’yi
gerçekleşen sosyalizme daha eleştirel
bakmaya
ve
ihtiyatlı
yaklaşmaya
götürmüştür. Ulusal kurtuluş hareketlerinden
etkilenir ve onlardan birçok şey alırken,
özellikle onların dayandığı özgürlük ve eşitlik
anlayışlarına, bunu ifade eden reel
sosyalizm gerçeğine hep tereddütlü ve
eleştirel bakmıştır. Bu da PKK’yi daha özgün
düşünen, özgüce dayanan, kendi ayakları
üzerinde varolup yürüyen bir hareket olarak
baştan itibaren şekillendirmiştir. Özgür
iradeli, özgüce dayalı, bağımsız düşünen ve
kendi gücüyle iş yapan, halk gücüne
dayanan bir hareket olarak ortaya çıkmasına
yol açmıştır.
Bir özgürlük, eşitlik, adalet ve demokrasi
arayışçısı olarak, bunu nerede, hangi
düşüncede, hangi siyasette, hangi örgüt ve
eylemde
bulabileceği
arayışı,
onu
gerçekleşen PKK biçiminde bir yapılanmaya
götürmüştür. Dolayısıyla PKK genelde 20.
yüzyılın son çeyreğinde dünya sisteminin
yaşadığı bunalıma karşı bir tepki hareketi,
onu aşma arayışının yol aştığı bir hareket
olarak ortaya çıkmıştır. Bu temelde bir
yandan ‘68 devrimci gençlik hareketiyle
bağlıdır, bunun Ortadoğu’ya yansımasıyla,
Türkiye ve Türkiye’de gelişen devrimci
gençlik hareketiyle bağlı, onun içinden çıkıp
gelen bir hareket olmasına yol açmıştır. Aynı
zamanda bu hareketin eksikliklerini de
aşmıştır. PKK çelişkilerin en çok kördüğüm
haline geldiği, yoğunlaştığı, derinleştiği,
köleliğin en çok uygulandığı bir alandan
geldiği için, özgürlük, eşitlik ve demokrasinin
gerçekte ne olması gerektiğini herkesten
daha iyi görebilmiştir. Bu konuda söylemde
özgürlük, eşitlik, adalet ve demokrasiden söz
edip de gerçekte onun dışında kalan, ona
uzak düşen anlayışların yaşadığı çelişkiyi en
iyi görebilmiştir. Kürdistan gerçeği PKK’ye bu
gerçekleri görme, ona göre bir düşünce ve
eylem geliştirme imkanı vermiştir.
PKK’nin burada temel özelliği halka ve
emekçi kitlelere derinden bağlı olması,
onların bir hareketi olarak ortaya çıkmasıdır.
Yine eşitlik, özgürlük, adalet ve demokrasi
ilkelerine tutku düzeyinde temel yüce
amaçlar biçiminde bağlı olması, onları
gerçekleştirmeyi esas almasıdır. Halka,
emekçi kitlelere dayalı özgürlük, eşitlik ve
KUMÜNAR
7
adalet düzenini kurma arayışı, Kürdistan’dan
PKK’yi hem kapitalist devletçi sistemin
çelişkilerini doğru görmeye, hem de reel
sosyalizmin
yaşadığı
sapmalar
ve
yetersizlikleri
doğru
görerek
aşmaya
götürmüştür.
Burada PKK’nin temel karakteri temel
değerlere hep bağlı kalmasıdır; tutku
düzeyinde
bağlı
kalabilmesi,
halkın
çıkarlarını, emekçi kitlelerin çıkarlarını esas
alabilmesi, özgürlük, eşitlik ve adalet
ilkelerine bağlı olmasıdır. Bunlara bağlılık
PKK’yi kapitalist devletçi sistemi aşan bir
hareket haline getirirken, aynı zamanda reel
sosyalizmi de aşan, dolayısıyla kapitalist
devletçi sisteme alternatif olarak, giderek
demokratik, ekolojik ve cinsiyet özgürlükçü
toplum sistemini yaratan bir hareket haline
gelmesine yol açmıştır. Nitekim daha ilk
ölçülerinin
şekillenmesinde
böyle
bir
alternatif sistemin izleri vardır. İlk ideolojik
grup olarak şekillenmede, böyle bir gençlik
grubu haline gelmede, böyle bir sistemin
temel
özelliklerini
kendi
yapısından
somutlaştırır ve yaşatır olmuştur. Partileşme
sürecinde böyle bir sistem giderek daha da
belirginleşmiş, kendisini parti yaşamında var
etmiştir. PKK alternatif bir toplum yaşamı
olarak kendisini bir parti düzeyinde
somutlaştırmış,
giderek
burada
bir
derinleşmeyi
de
yaşamıştır.
Partide
somutlaşan yeni sistem kendini halka
taşırmış, toplumun değişik kesimleri üzerinde
etkide bulunmuş, dolayısıyla toplumun her
türlü geriliğe ve gericiliğe karşı mücadele
eden, onlara darbe vuran, Kürt bireyini ve
toplumunu özgür yaşam temelinde yeniden
yaratılma sürecine çeken bir gelişmenin
yaratılmasını sağlamıştır.
PKK’nin kendisine özgü bir tarihsel
diyalektiği
olduğu
yönünde
değerlendirmeler var. Bu diyalektiğin
özellikleri nelerdir ve nasıl işliyor?
Bu konu elbette oldukça önemli bir
konudur; çok fazla düşünme, yoğunlaşma ve
araştırmayı gerektiriyor. Bunlar böyle
ayaküstü çözümlenecek, ifade edilecek
hususlar değil. Tümüyle bir Önderlik
gerçeğinin ruh, duygu, bilinç ve davranış
bakımından incelenmesini, anlaşılmasını
gerektiriyor. Yine otuz yıllık mücadele
pratiğinin değerlendirilmesini, incelenmesini,
hangi
dönemde
ne
tür
sorunlarla
karşılaştığını, bunları nasıl çözdüğünü, ne tür
zorlanmalar yaşadığını, hangi gelişmeleri
ortaya çıkardığını görmeyi gerektiriyor.
Ancak bu biçimde PKK diyalektiğinin
özellikleri tam bir biçimde açığa çıkartılabilir,
tanımlanabilir ve anlaşılabilir. Yoksa öyle
yüzeysel ve kendine göre yaklaşımlarla
PKK’yi doğru çözümlemek, onun gerçeğini
doğru ve yeterli bir ifade kavuşturmak
mümkün olmaz.
Burada biz birkaç hususu kısaca şöyle
ifade edebiliriz. PKK’nin kendine özgü bir
diyalektiğinin olduğu doğrudur. Bir gelişme
çizgisi var. Başka hareketlere benzemeyen
yönleri var. Çünkü Kürdistan başka bir
ülkeye benzemiyor. Kürt toplumu diğer
toplumlarla aynı değil, ciddi farklılıkları var.
Kürdistan'ın ve Kürt toplumunun özü, temel
gerçekliği olarak PKK’nin de kendine has
özelliklerinin
olması,
özgünlüğünün
bulunması, bu temelde kendine has
diyalektik bir gelişmeyi yaşamış olması doğal
bir durumdur. Bu birçok noktada böyledir.
Örneğin çok iddialı gibi görünmüyor ya da
çok büyük güçlerle işe başlamıyor.
Başlangıçları imkan bakımından, iddia
bakımından azdır, ama sonuca gelindiğinde
başlangıçta hiç görülmeyen birçok sonucu
ortaya çıkartan bir özelliğe sahiptir. Önder
APO bunu “Ben zayıf başlayan ama güçlü
bittiren bir çizgiye sahibim” diye ifade
ediyordu. Gerçekten de birçok gelişme
dönemine bakılırsa böyle bir durumun varlığı
rahatlıkla görülebilir.
Yine bazılarının sandığı gibi PKK sadece
bir eylem hareketi değil, tersine daha çok bir
düşünce hareketidir. Yapılmak istenen şeyler
yapılmadan önce çok fazlasıyla araştırılıyor,
inceleniyor, tartışılıyor, bilinç düzeyinde
açığa çıkartılıyor, yazılıp çiziliyor. Yani ciddi
bir bilinç olayı, teorik çalışma olayı, teorik ile
pratik birliğine sahip bir gelişmedir. Ancak
birçok şey kapsamlı çözümlendikten sonra
pratiğe aktarılıyor. Pratik düzey aslında
teorik düzeyinin gerisindedir. O hep eleştiri
ve
tartışma
konusu
oluyor.
Dıştan
bakıldığında, sanıldığının aksine, PKK
gerçeği böyle bir durumu ifade ediyor. Kendi
içindeki tartışması, kendi kendini ele alışı
daha farklıdır. Uygulama düzeyi çözümleme
düzeyinin çok çok gerisindedir. Bu bakımdan
uygulanan
tüm
olgular
başlangıçta
KUMÜNAR
7
düşüncede çözümlemeye tabi tutuluyor. Bu
da bir özelliktir.
Ama bununla birlikte şu da var: Pratikte
yaratıcılığa ve yeniliğe de açıktır. Yani
pratiğin gelişimi içerisinde ortaya çıkan ve
ihtiyaç
olan
düşünsel
değişiklikleri
yapabiliyor. Bu bakımdan da başlangıçtaki
duruşunu pratik süreç içerisinde daha da
derinleştirebiliyor. Bu da onun temel bir
özelliğidir.
Yine
düşünceyi
pratikten
çıkarması, pratiği çözümlemesi önemli bir
diyalektik özelliğidir. Kuşkusuz araştırma
yapıyor,
inceliyor,
dünya
halklarının
deneyimlerine bakıyor, ama yaşamı anlama
ve çözümleme bundan daha önde geliyor.
Dıştan aldıkları sadece bir bakış açısı
kazanmayı, bilgi fazlalığını ifade ediyor. Esas
düşünce ise pratiğin irdelenmesinden,
incelenmesinden çıkıyor. Kürdistan tarihi ve
toplumunun incelenmesinden, örneğin parti
gerçeğinin,
parti
mücadelesinin
incelenmesinden, militanın özelliklerinin
incelenmesinden çıkıyor. Yani düşünceyi
soyut verilerden oluşturmuyor; tam tersine
somut yaşamın, canlı yaşam gerçeğinin
çözümünden çıkartıyor. Bu bakımdan da
düşüncesi ve teorisi pratikle uyumludur,
bütünlüklüdür, soyut değil somutun tahlilidir.
Dolayısıyla yeniden somuta dönüşmeye,
eyleme dönüşmeye, örgüte dönüşmeye
açıktır. Bu da onun temel özelliklerinden
biridir.
Bir başka yön olarak şunu söyleyebiliriz:
Çok zayıf gibi göründüğü anlarda çıkış
yapabiliyor. Mekanik bir hareket değil,
hamlesel bir hareket. Önderlik işte en son
kuantum çözümlemesine gitti. Kendisini
kuantum hareketinde ifade eden bir
dinamizme,
değişkenliğe,
hareketliliğe
sahiptir. Bu bakımdan da hamlesel düzeyde
gelişme sağlıyor. Onun için en zayıf anında,
artık yok olduğu ve gelişemeyeceğinin
sanıldığı yerde, bir bakılıyor güçlü bir hamle
yapabilmiştir. Bunu gerçekleştirme özelliğine
sahiptir. Neden? Çünkü gerçekçi ve somut
olduğu, realiteyi dikkate aldığı kadar ilkeleri
ve idealleri de var, devrimci hayalleri var,
yaratmak istediği yenilikler var. Onlara da
tutku düzeyinde bağlıdır. Ne bu ilkeler ve
ideallerden kopuyor, kendisini çok pragmatist
bir çizgiye çekiyor, ne de somuttan kopuyor,
kendini sadece soyut düşüncenin esiri
yapıyor. İlkeler ve ideallere bağlılığı
somutun,
realitenin
doğru
bilimsel
incelenmesiyle birleştirdiği için, en karanlık
ortamda bile ışığın nerede olduğunu
görebiliyor. Halkın özgür ve eşit ilerleyişinin
hangi yönde ve hangi yöntemlerle olacağını
görebiliyor. Bunda kararlı ve ısrarlı olabiliyor.
Birçoklarının hiçbir şey göremediği yerde o
görüyor. Birçoklarının hiçbir şey yapılamaz
sandığı yerde o büyük çıkış yapılabileceğini
görebiliyor.
Bu, Önderlik özelliğidir, Önder APO’nun
en temel karakteridir.dolayı maceracı, boş
iddialarda bulunan, hep tehlikeli şeyler
düşünen
bir
kişilik
olarak
görüp
suçlamışlardır. Ancak yaşam Önder APO’yu
doğruladıkça kendileri boşa çıkmışlardır.
Gelişen, doğruyu ifade eden Önder APO
olmuştur. Bu özelliğinden dolayı en karanlık
ortamda aydınlığı görüp gösterebilen, gücün
ve imkânın en az olduğu ortamda gelişme
sağlayabilen, hamle yapabilen bir karaktere
sahiptir. Bu da onun en temel özelliklerinden
biridir.
Yine çözümü kendinden arama temel bir
diyalektiktir. Önder APO hep PKK’yi yeni
başlangıçlar
yapma
hareketi
olarak
değerlendirmişti. Bu hem zorluklar ve
imkânsızlıklar ortamında hamlesel gelişme
sağlamaya yol açtığı gibi, aynı zamanda
hem de çareyi kendinde üretme durumunu
ortaya çıkarıyor. Bu da bir Önderlik ilkesidir,
Apocu ölçüdür, tarzdır. Kendini çözüm
gücünü yapmak, çareyi kendinden üretmek,
en ağır olumsuzluk ve imkânsızlık ortamında
bile kendine çare yaparak gelişme
sağlayabilmek Önderlik gerçeğinin belirgin
bir özelliğidir. Militan açısından da, örgüt
açısından da, halk açısından da böyledir.
Dikkat edilirse, Önderlik kendini eğiterek,
daha ileri ölçülere ulaştırarak gelişme
sağlıyor. Yine onu takip eden militan
gerçekliği, örgüt yapısı ve halk da kendi
özgücüyle her şey yaratıyor. Öyle herhangi
bir güçten, kimseden aldığı bir destek yoktur.
Tam tersine, neredeyse herkes köstek
olacak konumdadır. Oysa halk özgücünü
esas alıyor, ona inanıyor, o temelde hareket
ediyor ve sürekli ilerleme ve gelişme
sağlıyor.
Diğer yandan yine hep kendini vuruyor
diyelim, aslında geriliklerini ve gericiliğini
vuruyor. Siyasetine ve savaşımına bakalım:
Başkasına zarar vermek yerine kendini
KUMÜNAR
7
yakıyor. Çatışmalarda kendisi kayıp veriyor,
eylemde
kendini
yakıyor.
Düşmanda
patlamak yerine kendi kendisini yakıyor,
patlatıyor. Aslında düşmanı kendi içinde
patlatıyor, kendi ruhunda, bilincinde ve
varlığında patlatıyor. Çünkü Kürdistan ve
Kürt toplumu mevcut inkar ve imha sistemi
içerisinde başka toplumların hiçbirisinin
yaşamadığı durumları yaşıyor. Hakimiyet,
yabancı
hakimiyet,
sömürgecilik
İçselleştirilmiştir; yine işbirlikçilik ve teslimiyet
içselleştirilmiştir.
Genelde bütün halklar için böyle bir
devletçi toplum sisteminin içselleştirme
gerçeği var. Kürt toplumunda da bu durum
yaşanıyor. Ama Kürt toplumu bundan da
öteye, inkar ve imha altında bütün yabancı
egemenliği içselleştirmeyi yaşıyor. Bu
nedenle aslında Kürdistan üzerindeki gerici
hakimiyet
insanın
içinde
yaşanıyor.
Dolayısıyla kendi içinde gericiliği öldürmek
büyük devrimci patlamalara yol açıyor,
devrimci gelişme ortaya çıkartıyor. Bu da bir
Kürdistan gerçeğidir. Bu gerçeği doğru
anlayan, çözümleyen, esas alan bir güç
olarak, Kürt gerçeğini esas alan bir güç
olarak PKK de böyle bir gelişme diyalektiğine
sahiptir. Kendisini yaktıkça ancak kendini
temizleyebiliyor. Ruhen, duygu olarak,
düşünce olarak özgür ve iradeli bir güç
haline getiriyor. Kendini başkasına tanıtıyor,
mesaj verebiliyor. Dolayısıyla gelişme
yaratabiliyor.
Diğer bir özellik olarak, PKK bir karşıtlık
yaratmıyor. Bazıları öyle sanıyorlar, bir
karşıtlık hareketi olarak görebiliyorlar. Öyle
değildir. Örneğin Türk milliyetçiliğine karşı
Kürt milliyetçiliğini geliştirmiyor. Kürdistan’da
uygulanan despotizme karşı bir despotizm
ortaya çıkarmıyor. Etkili hakim devletçi baskı
sistemlerine karşı Kürt devletçi baskı
sistemini yaratmıyor. Tersine milliyetçiliği,
devletçiliği, despotizmi, baskı ve sömürüyü
aşıyor. Bu da temel bir özellik, yeni bir
özelliktir. O nedenle de milliyetçi devletçi
güçler PKK’yi tehlikeli buluyorlar. Aslında bir
karşıt milliyetçilik yaratsa, bir karşıt
devletçilik
geliştirse,
onunla
bir
tür
uzlaşmaya varacaklar. Ama görüyorlar ki,
kendilerine benzer Kürt’e ait bir durum
yaratmıyor. Tam tersine, deyim yerindeyse
kendilerinin dibine kibrit suyu ekiyor.
Milliyetçiliği, devletçiliği, despotizmi teşhir
ediyor, temellerini çözüyor. Onları aşan bir
toplumsal yaşam sistemini ortaya çıkartıyor.
Onların sönme sürecini, onların çözülüş
sürecini başlatıyor.
Bu nedenle tehlikeli görüyorlar. Yani
karşıt yaratmıyor, alternatif ortaya çıkarıyor.
Onları aşan bir toplum sistemi, toplumsal
yaşam sistemi geliştiriyor. Bu nedenle
hiyerarşik devletçi toplum sistemi tarafından
tehlikeli bulunuyor. Sistem uluslararası
komplo düzeyinde Önder APO’nun, PKK’nin
üzerine geliyorsa, karşı çıkıyorsa, tehlikeli
buluyorsa bu nedenledir. Örneğin İmralı
sistemi ortaya çıkartılmışsa bu nedenledir;
Önder APO’nun bir çift sözünün bile dışarıya
çıkması ve halka ulaşması tehlikeli ve zararlı
bulunuyorsa bu nedenledir. Sistem bu
düşüncelerden korkuyor. Neden? Çünkü
sistemi deşifre ediyor, teşhir ediyor,
alternatifini ortaya koyuyor. Bu da önemli bir
PKK diyalektiğidir.
Benzer birçok özellik üzerinde durulabilir.
Tartışılması, değerlendirilmesi, araştırılması
gereken bir konudur bu. Biz şimdilik bununla
yetiniyoruz.
PKK’nin yeniden inşası hangi tarihsel
misyonla gerçekleşti, bu misyonu nasıl yerine
getirecek?
PKK, 90’ların ortalarından günümüze
kadar çok yönlü önemli bir yenilenme ve
gelişme süreci yaşamıştır. Bir Halkı
Savunmak kitabında Önder APO’nun ortaya
koyduğu görüşlerle birlikte, PKK yeni bir
manifestoya kavuşmuş, bu bakımdan kendini
çok yönlü yenileyebilmiştir. Bu bir felsefi
gelişme düzeyini ifade ediyor; diyalektik
materyalizmin
dogmatik
yorumunun
aşılmasına dayanıyor. Bu felsefi gelişme
önemlidir. Önderlik gerçeğinde böyle bir
yenilenme ve gelişme düzeyi var.
Diğer yandan tarih anlayışının gelişimi,
materyalist tarih anlayışının aşılması ve
daha da geliştirilmesi temelinde yeni bir tarih
anlayışına ulaşma ya da baştan itibaren
geliştirdiği tarih anlayışında köklü bir
derinleşme ve sistem kazanma var. Bu da
insanlık tarihinin, halkların doğal komünal
değerlerini günümüze taşıyan demokrasi
tarihinin ortaya çıkartılmasıdır.
Yine ideolojik bakımdan da PKK güçlü
bir yenilenme ve gelişmeyi yaşamış
KUMÜNAR
8
durumdadır. Bu esas olarak hiyerarşik
devletçi toplum sisteminin aşılması, bunun
yerine demokratik, ekolojik ve cinsiyet
özgürlükçü toplum paradigmasının ortaya
çıkartılmasıdır;
demokratik
devrimin
özgürlüklere dayalı olarak her alanda
geliştirilmesini ifade ediyor. Yine ekolojik
devrimi içeriyor. Bütün bunların temeli olarak
kadın özgürlük devrimini öngörüyor. Kadın
özgürlüğüne ve ekolojiye dayalı bir
demokrasi, halkların özgür, eşit ve adil
yaşamı olarak öngörüyor. Böyle bir ideolojik
yenilenme, paradigmasal gelişme söz
konusudur.
Kuşkusuz bu paradigmanın kökleri
daha önceki çizgide de vardı. İkili bir karakter
yaşanıyor ve PKK içinde bir iç mücadele
biçiminde kendisini yansıtıyordu. Şimdi hem
dünyadaki gelişmeler, hem de Kürdistan’da
yaşan
gelişmelerin
bilimsel
çözümü
temelinde, Önderlik gerçeğimiz ve bu
temelde partimiz yeni bir paradigmasal
gelişmeyi, ideolojik gelişmeyi yaşamıştır.
İlkelerde yenilenme, daha da netleşme,
belirginleşme ortaya çıkmıştır. Bu önemli bir
düzeyi ifade ediyor.
Bunun yanında stratejik değişim var.
Uzun süreli halk savaşı stratejisi yerine
demokratik siyasal mücadele stratejisini esas
almıştır. Bu bir strateji değişimidir. Bu da
dünyadaki ve Kürdistan’daki gelişmeler
dayalı olarak ortaya çıkan bir değişim oluyor.
PKK geçen mücadele döneminde halk
savaşı stratejisi ile sağlanabilecekleri önemli
ölçüde sağlamıştır. Şimdi o stratejiyle
ilerleme yaratmak, özgürlük ve eşitlik
mücadelesini geliştirmek artık mümkün
değildir. Dolayısıyla yeni koşullara, dünya,
Ortadoğu, Türkiye ve Kürdistan koşullarına
uygun bir strateji olarak demokratik siyasal
mücadele stratejisini tanımlamış; bunun hem
güç mevzilenmesini, hem öncülüğünü, hem
de mücadele yöntemlerini ve taktiklerini
çözümlemiştir. Bu bakımdan yaşanan önemli
bir stratejik değişimi ifade ediyor. Yine bir
yeniden yapılanma, bütün bu gelişme ve
değişime dayalı olarak örgütsel yeniden
yapılanma süreci yaşanmıştır.
Aslında bu 98’den bu yana başlayan, 6.
Kongre ile gündemleşen bir süreçtir. Komplo
bunu engellemeye çalışsa da, Önder APO,
en son Bir Halkı Savunmak kitabındaki
örgütsel sistemi somutlaştırarak, yeni
paradigma ve stratejiye dayalı örgütlülüğü ve
bunları hayata geçirecek örgüt yapısının
nasıl olması gerektiğini ortaya koymuştur. Bu
da
örgütsel
yeniden
yapılanmanın
gerçekleştirilmesine yol açmıştır. Özellikle
2005 baharındaki toplantılarla birlikte
Özgürlük Hareketimiz böyle bir felsefi ve
ideolojik çizgiye, yeni siyasi programa ve
yeni stratejiye uygun bir örgütsel yeniden
yapılanma kazanmıştır.
PKK’nin yeniden inşası da böyle bir
gelişmeyi ifade etmektedir. O ne sadece bir
örgütsel yeniden yapılanmadır, ne de yalnız
başına bir strateji değişimidir. PKK’nin
yeniden inşasını bütün bu alanlarda yaşanan
bir gelişme ve değişim olarak görmek
gerekir. PKK’nin yeniden inşasını felsefi ve
ideolojik yenilenme ve gelişme, yeni bir
siyasi programa kavuşma, stratejide değişim
ve örgütte yeniden yapılanma olarak ele
almalı, tanımlamalı ve böyle bütünlüklü
bakmalıyız. Bu önemli bir durumdur, köklü ve
tarihsel bir gelişmedir, bütünlüklü bir
gelişmedir. Dikkat edilirse tek yanlı, dar
yaklaşımlar doğru değildir. Onlardan uzak
durmak gerekir.
Bu bakımdan yeniden inşa olan PKK,
içinde bulunduğumuz dünya ve bölge
koşullarında 21. yüzyıl gerçeğine uygun
olarak, Kürt halkını örgütleme, özgür
demokratik yaşama kavuşturma ve bu
temelde ilerletme misyonunu üstleniyor. Bu
önemli bir misyondur. PKK’nin ilk kuruluşu
ulusal
direniş
ve
diriliş
misyonunu
üstlenmişti. PKK bu misyonu başarmıştır.
Ulusal direnişi ideolojide, ruhta, siyasette,
askerlikte yaratıp geliştirerek ve 90ların
başında
ulusal
diriliş
devrimini
gerçekleştirerek bu misyonunu başarıyla
yerine getirmiştir. Şimdi yeniden inşa olan
PKK’nin misyonu ise, Kürt halkının özgür
demokratik yaşamını örgütleme ve ilerletme
misyonudur. Bu tabii aynı zamanda Kürt
sorununun
demokratik
çözümünü
gerçekleştirmeyi de ifade ediyor.
PKK demokratik siyasal mücadele
temelinde Kürdistan’ın özgürlüğünü ve Kürt
toplumunun özgür demokratik yaşamını
yaratma ve örgütleme misyonunu, ulusal
direnişi yaratıp geliştirme ve ulusal diriliş
devrimini
tamamlamayı
ERNK’yi
örgütleyerek, yani ulusal kurtuluş cephesini
geliştirerek sağladı. Bu cephenin önemli bir
KUMÜNAR
8
kolu ve öncülüğü ARGK oldu, gerilla oldu.
Ulusal diriliş devrimini böyle bir ulusal
kurtuluş cephesiyle, aslında ulusal direniş
cephesi ve gerillasıyla sağladı. Şimdi
Kürdistan’ın özgürlüğünü ve Kürt halkının
demokrasisini ise Kürdistan Demokratik
Konfederalizmini inşa ederek ve geliştirerek
sağlayacaktır.
Yeniden inşa olan PKK ,Demokratik
Konfederalizm hareketini geliştiriyor. Bu yeni
misyonunu Demokratik Konfederalizmi inşa
ederek oynayacak. Hiyerarşik devletçi
sisteme alternatif olarak Koma Komalên
Kurdistan sistemini geliştirecek. Bu, Kürt
halkının tüm kesimlerini her düzeyde
örgütlemeyi ifade ediyor. Yine Kürt halkını
konfederal ilişkiler temelinde her düzeyde
birleştirmeyi ve örgütlü kılmayı içeriyor.
Böylece örgütlü, bilinçli ve irade kazanmış bir
birey ve halk, onun çeşitli kesimleri ve bir
bütün Kürt toplumu düzeyine ulaşmayı
hedefliyor. Bu da bir önemli tarihsel süreçtir.
Öyle
geçici
görülmemeli,
basit
ele
alınmamalıdır. Dolayısıyla bu birinci gelişme
döneminden bağımsız değildir; buna onun
üzerine yüklenen, onun ortaya çıkardığı
birikimler üzerinde gelişmeyi esas alan yeni
bir tarihsel gelişme dönemi diyebiliriz. Bu
çerçevede PKK’nin felsefi ve ideolojik olarak
topluma yön veren, toplumun tümünü
kapsayan, halkı kapsayan, Demokratik
Konfederalizmi kapsayan bir duruşu var.
Fakat bu yeniden inşa olan PKK’nin
ulusal diriliş devrimini gerçekleştiren, ulusal
direnişi geliştiren PKK’den farklılıkları var.
PKK’yi, onun yeniden inşasını özellikle
Demokratik Konfederalizmin bir iktidar aygıtı
yönetimi gibi görmemek lazım. Tam tersine,
PKK iş ve rol koordinasyonuna dayalı yeni
bir yönetim anlayışını da halkın demokratik
konfederal örgütlülüğü içerisinde yaratmayı
öngörüyor. Esas olarak bir felsefedir, bir
ideolojik
duruştur;
siyasi
hedeflerin
belirlenmesi, doğrultunun çizilmesidir. Bir de
sistemin bu ilkeler temelinde yaşayan,
sisteme öncülük eden yeni bir insan
gücüdür, kadro gücüdür. Bu tamamen yeni
bir anlayışa dayanıyor. Hiyerarşik devletçi
sistemin iktidarcı anlayışından tümden
uzaktır. İş ve rol koordinasyonuna dayalı
yönetim görevlerinin yerine getirilmesini
öngörüyor. Bu bir çalışma ahlakıdır aslında,
çareyi kendinde bulmanın bir biçimidir.
Burada zorla ve ücretle iş yapma
yoktur; tam tersine istekle, ihtiyaç hissederek
ve benimseyerek iş yapmaya, bu temelde
çalışmada iddialı ve fedakar olmaya
dayanıyor. Tamamen halka, insanlığa, özgür
demokratik gelişmeye kendini adamayı, bu
doğrultuda fedakarca çalışmayı öngören,
buna dayanan bir çalışma ahlakına sahiptir.
PKK’nin yeniden inşası böyle bir örgüt
gücünü, kadro yapılanmasını da ifade ediyor.
PKK’nin ilk kuruluşu ve gelişimi ulusal
direniş
içerisinde
fedai
çizgisinde
savaşmaktı. Kadro çizgisi gerçekten de fedai
militanlığın, ulusal kahramanlığın, halk
kahramanlığının en seçkin, en güçlü
örneklerini yarattı. Şimdi de iş ve rol
koordinasyonunu gerçekleştirme temelinde,
tamamen fedai ruhuna dayalı olarak, halkın
özgür
ve
demokratik
gelişimini
ve
örgütlülüğünü
yaratma
mücadelesini
yürütmede ona öncülük edecek, kendini
adayacak ve fedakarca çalışacak bir kadro
yapılanmasına da dayanıyor. Bu anlamda
PKK’nin militan kadro duruşu varolan bütün
insan duruşlarını aşıyor. Gerçekten yeni
paradigmayı kendi kişiliğinde somutlaştıran,
yaşamsallaştıran yeni insanın yaratılmasına
dayanıyor. PKK’nin bu yeni misyonunu
başarıyla pratikte gerçekleştirmesinin en
temel güvencesi ve dayanağı da işte böyle
bir kadro çizgisi ve bu çizgide yapılanan
kadro gerçeği oluyor.
PKK’nin kuruluş toplantısına katıldınız
PKK’yi kurma kararı alındığında neler
hissetmiştiniz? Bir anınızı anlatabilir
misiniz?
PKK’nin Kuruluş Toplantısı her zaman
belleğimizde diri, canlı kalan bir olay.
Söylenen sözleri, gösterilen davranışları
bugün gibi hatırlayabilecek konumdayız.
Belleğimizde bu kadar iz bırakmış, hislerimizi
etkilemiş bir olgudur. Tabii PKK her zaman
toplantı yapıyordu. Önderlik tarzı ve çalışma
sistemi toplantılar yapmaya, herkesi bu
temelde katmaya dayalı bir sistemdi. Fakat
27 Kasım 1978’deki Kuruluş Toplantısına
giderken, bu toplantının diğerlerinden biraz
daha farklı olacağı hissediliyordu. Bu
bakımdan böyle bir toplantıya katılmak daha
önemli ve anlamlı geliyor, daha fazla
heyecan veriyordu. Böyle bir toplantıya
katılacak olmak insanı gerçektende etkiliyor
ve heyecanlandırıyordu.
KUMÜNAR
8
Toplantıya
katılacağımız
ilk
söylendiğinde, bu heyecanı fazlasıyla
duymuştuk. Toplantının kendi gelişimi de
bunu sağlayacak türden oldu zaten.
Tedbirleri iyiydi, örgütlüydü. Önemli bir
bileşim vardı. Önderlik güçlü bir biçimde
hazırlanmıştı. Zaten bir yıl öncesinden
Program Taslağı tartışılıp hazırlanmıştı. Yine
dört beş ay öncesinden Manifesto hazırlanıp
dağıtılmıştı.
Bir
Tüzük
Taslağı
da
hazırlanmıştı. Bunlar temel belgeler olarak
yazılı biçimde toplantının temel ana karar
gündemini oluşturuyordu. Ama bir de örgüt
gerçeğinin, örgüt sorunlarının tartışılma
durumu vardı. Önderlik bu temelde çok derin
fikirler ortaya koyan, katılanları uyarmayı,
eğitmeyi ve hazırlamayı hedefleyen değerli
tartışmalar
yürüttü.
Özellikle
örgüt
konusunda, partileşmenin daha önceki
duruştan
farklılığı
konusunda
önemli
belirlemeler yaptı.
Kongrenin birçok şeyi vardır. Her anı her
zaman hatırlanacak bir anı gibidir. Divanı
Hayri arkadaş yürütmüştü. Divan oluşurken,
Önderlik,
“Ben
konuşma
yapacağım,
fazlasıyla söz alacağım, o nedenle başka bir
arkadaş toplantıyı idare ederse daha iyi olur”
demiş, bu temelde Hayri arkadaşın divan
olarak belirlenmesi gerçekleşmişti.
Yönetim seçilirken tartışmalar benzer
biçimde çok
yönlü
sürdü.
Önderlik
partileşmenin önemini biliyordu. Ancak parti
olur da gereklerini yerine getirmezsek, tarih
karşısında gülünç duruma düşeriz endişesini
çok taşıyordu. “Parti olmak ciddi bir tarihsel
sorumluluk altına girmektir” diyor, bunu
derinden hissediyordu. “Eğer gereklerini
yerine getirmez de kendimize parti der, ona
uygun davranmazsak palyaçoya döneriz”
diyordu. Bu bakımdan parti olmanın,
partileşmenin, parti kadrosu haline gelmenin
önemini biliyordu. Onun için de yönetim
üzerinde çok durdu.
Gerçekten de böyle bir parti ne tür bir
kadro ve yönetim gücü oluşturabilir, inşa
edebilir,
örgütleyebilir?
Herkes
böyle
tartışırken, katılanların büyük bir kesimi
Merkez Komite üyeliği için önerilmişti.
Önderlik, ne kadar hazırlık düzeyi olduğunu
tespit etmek için herkesle tek tek
tartışıyordu. Mazlum arkadaşı üyeliğe
önermişlerdi. Önderlik Mazlum arkadaşa
sordu: “Senin ne hazırlığın var, nasıl merkez
yönetimi olacaksın?” dediğinde, Mazlum
arkadaş şöyle cevap verdi: “Ben kendimi
önermedim, arkadaşlar önerdiler. Ama parti
militanı olmak isteyen birisi olarak bu
kongrenin ve yönetimin bana vereceği her
görevi yapmak zorundayım. Parti üyesi
olmanın gereği budur. Bunu yapamazsam,
böyle
bir
görev
ve
sorumluluk
üstlenemezsem, o zaman parti üyesi de
olamam” dedi. Bu önemli bir cevaptı. Tabii
“Ben kendimi önermedim” diyerek de görev
verilmeyebileceğini ifade etmiş oldu.
Bu duyarlılık karşısında bir de
duyarsızlık ölçüsünün iyi bilinmesi açısından
yine bir şeyi daha örnek verebilirim: Önderlik,
toplantı bittikten sonra “bitiriyoruz” dedi.
Toplantı resmen bitti. O zaman Davut diye
birisi vardı. O bir köşede oturmuştu. Toplantı
bittikten “Bir dakika, ikinci toplantı ne zaman,
ikinci kongre nerede olacak, onu da
belirleyelim” dedi. Önderlik şöyle bir ters
baktı. “Dört yıl sonra ya yok oluruz ya da
büyük zaferler kazanırız. Şimdiden dört yıl
sonra nerede toplantı yapacağımızı nereden
bilelim?” dedi. Tabii gülünüp geçildi. Bir
yandan da böyle bir duyarsızlık vardı. Zaten
PKK tarihi hep bir yanı Önderliğin yüksek
bilinç yoğunluğu ve aktivitesi temelinde
militanlaşan gelişmeyi, partileşmeyi ve
eylemi ifade etti; diğer yandan da en son
örnekten de verdiğimiz gibi duyarsız,
fedakarlıktan ve cesaretten yoksun, bireyci,
zayıf ve giderek partiye yük olan, partiden
kopan bir durumu içerdi.
Önderlik bunu orta yolculuk olarak
değerlendirdi. Hatta 90’ların başında PKK’de
üç tür gelişmeden söz etti. Bir gerçek
PKKlileşme, bir kontralaşma yani provokatif
tasfiyeci eğilim, bir de bunlar arasındaki orta
yolculuk biçiminde belirlemede bulundu.
Aslında bu bir sınıf mücadelesini, toplum
içersindeki temel kategoriler ve siyasi
duruşların parti içine yansımasını ifade
ediyor. Tabii PKK her zaman Önderlik
gerçeğinden, onu takip eden şehitler ve
militanca mücadele edenler gerçeğinden
oluşuyor. PKK dün de böyleydi, bugün de
böyledir, yarın da hep böyle olacaktır.
KUMÜNAR
8
KEMAL’E ERMEK
A. Haydar Kaytan
Öfke ve nefret, olumsuzlayan beğeni
ölçüleri olarak, bireyde arayışa yol açan iki
temel duygudur. Bir şeyi reddetmekten söz
ettiğimiz
zaman,
özünde
ona
karşı
duyduğumuz öfke ve nefreti dile getirmiş
oluruz. Değiştirmek istediğimiz şey tamamı
tamamına beğenmediğimiz, başka bir deyişle
olumlamayı kesin olarak reddettiğimiz şeydir.
Her
yeni
düşünce
başlangıçta
bir
olumsuzlama hareketi şeklinde gelişir. İnsan
kendisini ve kendisiyle birlikte çevresini
değiştirmek isteyen bir varlık olarak tanımlanır.
Bu da onu çoğunlukla ‘hayır’ diyen bir
gerçeklik haline getirir. İnsan aslında bu ‘hayır’
dediklerinin ağır kuşatması altındadır. Yani
olumsuzladıkları somuttur, karşısında ve hatta
kendi kişiliğinde etkili birer olgu olarak
hükmünü sürdürürler. ‘Hayır’ demek, “Ben verili
dünyanın ölçüleri ve değerlerine göre
yaşamayacağım” demektir. Verili yaşam tarzını
olumsuzlaması, kişinin kendisi için yeni bir
yaşam yolu çizme cesaretinde bulunmasını
ifade eder.
‘Nasıl yaşamalı?’ sorusu, ‘Ben böyle
yaşamayacağım’ şeklindeki kararımızı izler.
Arayışımız bu soruda ifadesini bulur. Böyle bir
soru, kabul edilebilir bir yaşam için gerekli
koşulların halihazırda mevcut olmadığına işaret
eder. Olumsuzladıklarımız oldukça somut iken,
‘evet’ dediklerimiz neredeyse tamamen
soyuttur, yani henüz belki de tasarım
aşamasındadır. Ancak özgür ve eşit bir yaşam
için gerekli koşullar olmasa da, kendi ilkelerimiz
ve ölçülerimiz vardır; verili sistemin dayattığı
yaşamı reddeden insanlar olarak, bu ilkeler ve
ölçülere
göre
yaşarız.
Koşullarını
oluşturduğumuz ölçüde yeni yaşam toplumsal
düzeyde gerçekleşme olanağı bulur; koşulları
oluşmamışsa soyut yaşamasını bilmek gerekir.
Soyut yaşamak, sınıflı cinsiyetçi uygarlık
sisteminin kirlerine bulaşmadan, ilkeler ve
ölçülere göre yaşamak demektir. Bir lokma bir
hırka ile yetinen derviş, bir ilke adamı olarak,
özünde böyle bir insanı anlatır. Önder
Öcalan’ın işaret ettiği şekliyle bir derviş gibi
yaşamak, en ileri ölçüler ve sağlam ilkelerle
donanmış büyük insanlara özgüdür.
‘Hayır’ deyip reddettiklerinin kuşatması
altında yaşamak, son derece yüksek bir
duyarlılık temelinde sağlam bir duruşun
sahibi olmakla mümkündür. Duyarlılık, yaşama
saygı göstermenin vazgeçilmez gereğidir.
Mücadele insanı daima duyarlıdır. Duyarsızlık,
gerçekte yaşamla kurulmuş bağın kopma
sürecine girmesidir. Duyarsız birey aslında bir
tür intiharı yaşamakta; duyarsızlığı temelinde
yaşamla bağı sürekli zayıflayan birey her an
kendi ölümüne sürüklenmektedir. Bu bir koma
durumudur, bir tür bitkisel yaşam halidir,
yaşayıp yaşamadığını fark etmemektir, hayatın
anlam yitimidir. Sınıflı cinsiyetçi uygarlık
sistemi, komadaki hasta durumuna soktuğu
bireyin anlamını yitirmiş bir yaşama mahkum
edilmesi karşısındaki duyarsızlığı üzerinde
egemenliğini sürdürür. Bu sistem altında
insanın özü korkunç bir erozyona uğratılır.
Özün süreklileşen aşınması, yaşamda ölçü ve
ilkenin silinmesidir. Özüyle buluşma çabası
içindeki insan, ölçüleri ve ilkeleriyle yaşayan
insandır; yaşadığını ölçüleri ve ilkelerine bu
bağlılığıyla kanıtlar. Sistemin adım adım
intihara sürüklediği birey ise yaşamasının
kanıtını tüketmekte bulur. Öyle ki, ne kadar
çok tüketirse o kadar iyi yaşadığını sanır.
Tüketme ve üreme bu bireyin en belirgin
işlevleridir.
‘Hayır’ demek; reddettikleri karşısında
direniş konumuna geçmek, direniş çizgisinde
ısrarlı ve kararlı davranmak, saldırılar
karşısında asla boyun eğmemek, bunun için
daha başından sırtında çarmıhıyla özgürlük
yürüyüşüne çıkmak demektir. Çarmıhını
sırtında taşıyacak denli bir özveriyle eylem
KUMÜNAR
8
alanına giren insan, rahata asla tenezzül
etmeyen insandır. Tüketici tip ise hep huzur
içinde yaşamak ister ve bu haliyle yonca
tarlasında işkembesini şişirip çimenler üzerinde
yatarak geviş getiren bir öküzü veya ineği
andırır. Öteki biçimleri bir yana, nefsini terbiye
etme gibi en şiddetli savaşın içindeki insanın
huzuru arzulaması anlamsızdır. İç huzurundan
feragat etmek, nefis terbiyesinin gereği ve
kaçınılmaz sonucudur. Duyarlılık da zaten bu
çerçevede gerçek anlamını bulur. Nefis
savaşının en büyük savaş olmasının kişinin
kendi
içinde
derin
bir
huzursuzluğu
yaşamasıyla doğrudan bağı vardır. Bu açıdan
neden yaşamak gerektiğini bilmek yetmez,
nasıl yaşamak gerekiyorsa ona göre yaşama
gücünü göstermek de aynı ölçüde önem taşır.
Seçim yapmakla yetinmemek, kendi seçiminin
insanı olmak gerekir.
İç huzurundan feragat etmenin tam da
mücadele insanının en belirgin özelliklerinden
birini anlattığı kesindir. Bu noktada kuşatma
gerçeğini biraz daha açmak gerekir. Biyoiktidar bir yönüyle bu kuşatmanın en çarpıcı
gerçekleşmesidir. Kapitalist sistem insanın tüm
yaşamına nüfuz etmek ister; siyasal ve
ekonomik egemenliğini kültürel egemenlikle
pekiştirmeye çalışır. Nasıl yaşaması gerektiğini
kişiye adeta dikte ettirir. Bu açıdan sistemin en
yoğun ve sonuç alıcı saldırısı kültürel
cepheden geliştirdiği saldırıdır. Bu saldırı
karşısında sağlam bir duruş sergilenmedikçe,
öteki cephelerde büyük zaferler kazanılsa bile,
bunların hiçbir değeri yoktur. Sistem siyasal ve
askeri alanlarda fethedilse dahi, fethedenlerin
fethedilmesi ve böylelikle sistem içine çekilmesi
kaçınılmazdır. Bu durumda oynanan, sistemin
asi çocukları rolüdür: Oğul ya da kız baba
ocağına isyan bayrağını açmış, babayı
yenilgiye uğratarak mirasını devralmıştır.
Önder Öcalan’ın sözünü ettiği sistemin
mezhebine dönüşmek pratikte bu tarzda hayat
bulur.
Kuşatma altında yaşamak, kuşatmayı yarıp
çıkma hedefinden sapmaksızın her an tetikte
olmayı, sürekli durum değerlendirmesi yaparak
kendi gerçekliğini gözden geçirip eksikliklerini
gidermeyi, düşmanın içerideki Truva atı
konumundaki zaaflarına yenilmemeyi, daha
doğrusu kendini yenilmez bir irade sahibi
kılmayı emreder. Tüm bunlar tayin edici
savaşın içte yaşandığının açık göstergeleridir.
Nietzsche’nin dediği gibi, dans eden bir yıldız
doğurmak isteyen, önce kendi içinde büyük
taşkınlıklar ve kaos yaşamak zorundadır.
Kişinin benliğindeki bu savaşımın yarattığı
gerilim elbette katlanması zor acılara yol açar.
İçteki büyük gerilimin neden olduğu acılara
dayanma gücünden yoksun olanların bu tür bir
savaşa girişmeleri düşünülemez. Ancak
yaratıcılık ve keşfin acıda saklı olduğunu
bilenler için gerekli bedeli ödemek fazla sorun
teşkil etmez. Bu anlamda büyük devrimciler en
çok da rahattan rahatsız olurlar. Eylemsizlik
onları en çok rahatsız eden olumsuzlukların
başında gelir. Onlar tepeden tırnağa eylem
adamlarıdır. Özgürlük bir yaratıcı eylemlilik
halidir.
Kutsal Kitap’ta tanrının iki farklı hali
resmedilir; bu resimlerden ilki kural koyup
emreden ve cezayla korkutan, ikincisi ise
çamur yoğuran tanrı gerçeğidir. Eylem
içindeki her devrimci, öncelikle yoğurduğu
çamurdan kendini yaratan bir tanrı veya
tanrıçaya benzer. Devrimci yaratıcılık en
görkemli eserini kendi kişiliğinde gerçekleştirir.
Gerçek anlamda yeni insan, yaratıcı emeğin
ürünü olan en anlamlı sanat eseridir. Kendini
yaratan ve bu eylemiyle kendi gerçeğini
doğrulayan insan gerçek anlamda öncü
insandır.
Hemen herkes özgürlüğe sonuna kadar
bağlı olduğunu düşünür; kişi hak ve
özgürlüklerinin
hukuksal
bir
çerçeveye
kavuşturulmasıyla özgürlüğü yaşayacağına
inanır. Ancak bu bir yanılgıdır. Özgürlük yasal
düzenlemelerle
gelmez,
kararnameler
yayınlamakla özgürlüğe hayat verilmez. Sınıflı
cinsiyetçi uygarlık sistemi altında alabildiğine
ağırlaşan kişilik problemiyle uğraşan bilim
adamları da bu gerçeği ısrarla vurgular;
“İçimizden biri kalkıp akşamdan sabaha tam bir
özgürlük ve öz düzenleme yöntemi kursa,
insanlık tarihinin gördüğü en büyük yıkım bir
anda hepimizi silip süpürürdü” derler.
Dolayısıyla
hukuksal
düzenlemelerin
kerametine
sığınıp
tüzükte
yapılan
değişikliklerle özgürleştiklerini sanan sözde
örgüt adamları sadece kendilerini kandırırlar.
Kişilikteki beş bin yıllık devasa kirlenmeyi ve
bunun son uygarlık sistemi altında aldığı akıl
almaz boyutları anlamadan, kişilik devriminin
neden bütün devrimlerin anası olduğu
yeterince
anlaşılamaz.
Kişilik
devrimi
yaşanmadan da hiçbir devrim gerçek anlamını
bulmaz. Bu öze ilişkin bir devrimdir, yani
başkalarının katkılarıyla zafere doğru yol
almaz. Hem kendisinin amacı hem de bu
KUMÜNAR
8
amaca varmakta kendisini en sonuç alıcı araç
olarak değerlendiren insanlar eliyle hayat bulur.
Arınmayı sağlayan bu devrim, ‘tarihin gördüğü
en büyük yıkım’ sonucunda hedefine ulaşır. Bu
yıkımın gerilimi, her şeyi yerle bir eden tufanın
ortasında yol alan Nuh’un gemisindeki
yolcuların yaşadığı gerilimden hiç de az
değildir. Buna dayanma gücünü kendilerinde
bulamayanlar böylesi bir maceraya atılamazlar.
Sanat bir yaratıcılık tarzı ve eylemiyse, en
büyük sanatçı kendini yaratan insandır. Acaba
hayal etmeden sanat yapılır mı? Örneğin
heykeltıraş, kaba mermeri kalem ve çekiçle
biçimlendirmeye başlamadan önce yaratacağı
eseri beynine resmeder. Mermer üzerindeki
kaleme inen her bir çekiç darbesi, komutunu
beyindeki bu resimden alır. Sanatçının elleri
hayallerinin emrindedir, deyim yerindeyse
sanatçıya hükmeden eseridir. Eylem adamı
olarak bir devrimci de bir bakıma aynı yolu
izler. Özgürleşme yoluna girmek, en uyanık
haliyle düş görmektir. Che Guevara, “İnsan
düşlerinin büyüklüğü ölçüsünde özgürdür”
derken bu gerçeğe parmak basar. Önder
Öcalan da günümüz dünyasında gerçek
denilenin yalan, efsane denilip kaçılanın da
gerçek olarak görülmesi gerektiğini söyler. Bu
anlamda
bizim
çoğunlukla
‘gerçekçi’
davrandığımızı, buna karşılık Önder Öcalan’ın
‘hayalperest’ olduğunu söylemek yanlış olmasa
gerekir. Gerçeği güncelin sınırları içinde arayan
ve güncel olana göre yaşayan kişi mucizevi
olanı başaramaz. Şu yargının doğruluğundan
kuşku duyulamaz: Günümüzün gerçekçiliği
gerçeğin eli kanlı katilidir.
“Ben bu hareketin geleceğinde zaferi
görüyorum”: Bu sözler PKK Hareketine ve
Önderliğine olan sarsılmaz inancını haykıran
büyük eylem adamı Kemal Pir’e aittir. Bu
sözlerin yüz binlerin ayakta hep bir ağızdan
özgürlük şarkıları söylediği Amed Newroz’unun
şahlandırdığı heyecana benzer bir heyecan
ortamında dillendirilmediğini kuşkusuz herkes
bilir. Bu cümlenin haykırıldığı yer, 12 Eylül
rejiminin
askeri
mahkeme
salonudur.
Tutulduğu cezaevinde görülmemiş bir tecrit ve
izolasyon uygulanmakta, devrimci tutsaklar her
saniyesi ölüme bedel bir zulüm ve işkence
altında
kendi
inançlarını
kusmaya
zorlanmaktadır. Dışarıdaki yoldaşları hakkında
kırıntı kabilinden bir bilgi bile yoktur. Teslimiyet
eğilimi güç kazanmıştır. Dünün kimi geçici yol
arkadaşları düşmanla kol kola girip efendilerine
yaranmak
için
celladın
yamaklığına
soyunmuşlardır. Bir umut kırma operasyonu
olarak faşizm, istediği sonucu alacağından
emindir. Ama Kemal Pir gibi karanlığın
ortasında aydınlık geleceğe ışık tutanlar da
vardır ve onlar özgür geleceğe olan devrimci
inancın fethedilmez kaleleridir. Onlar düşleriyle
bile düşmanlarına korku salmaktadır. Çünkü
hayaller gümrüğe tabi değildir, pasaport
kontrolü kuyruğuna girip sınırları geçmez, tel
örgüler ve yüksek nöbetçi kulelerine aldırış
etmez, kurşunlarla alt edilemezler. Gelecek
hayalinin düzen gerçeğini ve gerçekçilerini
korkuya boğması bundandır.
Klasik mekanikte ya da kartezyen
felsefenin damgasını vurduğu sistemde, evren
gibi toplum da bir makineye benzetilir. Birey
parçalardan oluşan bu matematik toplamın
alelade bir sayısıdır. Bütünü anlamak için
parçalara bölme yöntemine başvurulan bu
sistemde, makinenin her parçası kendine
başına bir işleve sahiptir ve her parçanın
kendine özgü özellikleri vardır. Bu anlamda
bireysellikle evrensellik arasında bir karşıtlık
söz konusudur. Ancak Önder Öcalan bunun
doğru olmadığını bize gösterdi. “Kuantumla
kozmosun orta yerinde duran insana da ‘mikro
kozmos’ diyoruz. Çıkan sonuç şudur: Her iki
evreni, kuantumu ve kozmosu anlamak
istiyorsan insanı çöz” dedi. Çünkü insan
evrenin bir özetidir. Maddenin özünü enerji
oluşturur. Öteki halleri bir yana, dünyanın koca
kütlesiyle güneş etrafında dönmesini sağlayan
enerjiye benzer bir enerji insanda da vardır.
Düşünen madde olan insanı çözmek, bir
yönüyle
insandaki
bu
enerjiyi
açığa
çıkarmaktır. Kendini tanıyan ve eksikli bir
varlık
olduğunun
bilinciyle
kendini
tamamlamanın süreklileşen çabası içinde
bulunan insan, er veya geç kendinde evrenin
ve insanlığın gerçekleştiğini görür. İnsan, doğa
ve toplumla ilişkisi içinde ve bu ilişkiyi çözme
temelinde kendi gerçekliğinin bilincine varır.
Kendi başına olmak anlamsızlıktır. Doğadan ve
toplumdan soyutlanmış haliyle insanı tanımak
olanaksızdır.
Kemal Pir gerçek dava adamıydı. Bir
özgürlük sevdalısı olarak Kemal Pir, kendini
insanlığın ve halkların özgürlüğüne adamıştı.
Kemal’i tanımak isteyenler, Kürt halkının
dizginlenemez özgürlük tutkusuna bakmalıdır.
Halkımızın bu tutkusu Kemal’in özgürlük
tutkusunun bir yansıması, daha doğrusu Kürt
halkında bereketli bir toprağa kavuşmasıdır.
Statüsüz bir köleliğe mahkum edilmiş bir halkı
yumruk büyüklüğündeki yüreğine sığdırmak,
KUMÜNAR
8
onu kendi benliğinin kapsam alanına dahil
etmek,
kendini
de
kendi
halkında
gerçekleştirmek, halka olan sevgisini bu
biçimiyle ete kemiğe kavuşturmak: Kemal Pir
işte buydu. Halksız devrimciliğin kaç metelik
değeri vardır? Her an halkını yaşamayan, onun
acılarını ve sevinçlerini tüm şiddetiyle
hissetmeyen, bu çerçevede devrimciliği bir
halka hizmet yarışı olarak ele almayan birine
nasıl devrimci denilebilir? Bağrından çıktığı
halkı bir yana bırakın, “Dünyanın herhangi bir
yerinde herhangi bir insanın suratında patlayan
bir
tokadın
acısını
kendi
yanağında
hissetmeyen” biri evrenselliği yakaladığını
nasıl iddia edebilir? Böyle biri, her bir halkın
birer nehir gibi aktığı büyük özgürlük
okyanusunda birleşmelerinin rüyasını görebilir
mi? Sınıfsız, sömürüsüz ve şiddetten arınmış
barış dolu bir dünya özlemi ve amacının
kendisi de zaten bu değil midir?
Teslimiyet ve ihaneti devrimci tutsaklar
şahsında Kürdistan’a ve Kürt toplumuna
yeniden egemen kılmayı anlatan imha
saldırısına karşı gelişen Büyük Ölüm Orucu
Direnişine başlarken, Kemal Pir’in “Oh be,
özgürlük ne kadar güzelmiş!” dediği söylenir.
Bedenini eriterek kararlılıkla kendi biyolojik
ölümüne doğru yol alan bir devrimcinin bu
sözleri, özgürlüğün paha biçilmez değerini
ortaya koymak kadar, onun tanımını da bize
verir. Özgür yaşamak uzun yaşamayı güvence
altına almak değil, anlam zamanına uygun
yaşamaktır. Anlamını yitirmiş hayat, hayat
değildir. Özgür yaşamak eylemlilik durumuna
denk
düşer,
eylemsizlik
özgürlüğün
yokluğudur. Özgürlüğe ulaşılması gereken
uzak bir hedef gibi yaklaşılamaz, özgürlük
yaşanır. Bedensel tutsaklık, ruhun özgürlükten
kopartılmasına yetmez. Önder Öcalan PKK
Hareketi ile Kürdistan’da yaşanan gelişmeyi bir
özgürlük yürüyüşü olarak tanımladı. Dolayısıyla
aydınlık geleceğe yol aldıran ayakları olan
insan özgür insandır. Kemal Pir fethedilmiş
özgürlük kadar özgürlüğün fethetmesidir.
Kemalleşmek
özgürleşmek,
özgürleşmek
Kemalleşmektir.
Kemal Pir, karanlığın kana kana
memelerinden içtiği bir ışıktır. Vermek ve
vererek aydınlatmak ışığın özelliğidir. Fukaralık
paylaşılamaz; paylaşmak için paylaşacağınız
şeylerin bulunması gerekir, ancak zengin olan
paylaşabilir. Burada hiç akla gelmemesi ya da
en son gelmesi gereken maddi değerlerle ifade
edilen zenginliktir. Devrimciler için zenginlik
teorik kapasitedir, ideolojik birikimdir, tarz
yetkinliğidir,
duruş
sağlamlığıdır,
güçlü
tempodur, ruh ve duygu yüceliğidir, özgür
kişiliktir, örgütçülük yeteneğidir, kazanma azmi
ve iradesidir. Devrimci başkasıyla bu değerleri
paylaşır, paylaştıkça çoğalır, çoğalarak daha
da zenginleşir. Kemal Pir bu yönüyle en zengin
devrimcilerin başında geliyordu. O, “Ben günde
elli değişik insanla konuşmasam, yüz farklı
sima görmesem yaşayamam” derdi. Bunun
yanı sıra karşısındakine verirken hissettirmez,
alanda minnet ve borçlanmışlık duygusu
uyandırmazdı. Bu nedenle herkes Onun
yanında kendini özgür ve güçlü hissederdi.
Onun bulunduğu yerde hayat en diri özelliğiyle
akış halinde olur, canlılık ve akışkanlık yer
aldığı ortamın en belirgin özelliği halini alırdı.
Kapitalist sistem, görünürde yaşanan
müthiş koşuşturma ve hareketliliğin altında,
insanı dehşet veren bir atalete mahkum eder.
Sürüleştirme pratiğine hüküm giymiş insanın
hareketiyle hayvan sürüsü ve sürünün her
üyesinin hareketliliği arasında tipik bir benzerlik
vardır. Üyelerin sürüyle birliği esasta
güdüseldir, yani bu birliktelik üyenin bilinçli
seçimini yansıtmaz, bu açıdan bilinç açıklığına
dayanmaz. Bu tip insan yalnızlığa dayanamaz,
ama
yalnızlıktan
kurtuluşun
yolunu
özgürleşmekte ve özgürleşerek çoğalmakta
bulmaya da yanaşmaz, sürüye ayak
uydurmak onun için yalnızlıktan kurtulmanın
yegane tesellisidir. Koşuşturması hep ‘yeşil
çayır’ arayışına endekslidir. Dağa bakan
öküzün çayır görmesi gibi, tüketmeye
kilitlenmiş insan da midesi ve cinselliğinin
yönlendirmesiyle eylemde bulunur. Komuta
mevkiini tutmuş açlık güdüsü ve cinsel güdü,
bu insanı tüketme ve üreme dışında bir şey
düşünemez duruma düşürür. Eylemden ve
eylemekten anladığı şey bu iki güdünün
tatminidir. İlk sınıflı toplumun kölesi bile
başlangıçta bu duruştan fersah fersah
uzaktadır. Böyle bir köle her şeye rağmen yitik
cennetine yeniden kavuşmanın hayaliyle yaşar.
Oysa genelleşmiş ve derinleşmiş modern çağın
köleliği kendi hayallerinin mezarlığı üzerinde
biyolojik bir yaşam sürdürür. Zırhlı kişiliğiyle
dışarıdan her türlü olumlu etkilenmeye
kendisini kapatır.
Buna karşılık, Kemal Pir tarzı eylemcilik,
ölüm kokusunun sindiği kapitalist çağ
köleliğinin
ataleti
ve
eylemsizliğinin
panzehiridir.
Hayatı
her
hücresiyle
duyumsayarak yaşamak, hayata duyulan
saygının hakkını bu biçimde ödemek, kapitalist
KUMÜNAR
8
sistemin hayat üzerindeki katliamına karşı
mücadele bayrağını yükseltmek ve ölüme karşı
hayat cephesinde ölümüne yer almak, Kemal
Pir tarzı eylemci hayatı yüceltme biçimidir. “Biz
hayatı uğrunda ölünecek kadar severiz.” Kemal
Pir’in yaşam felsefesi işte budur. Hayat belki de
kendini en soylu biçimde bir devrimcinin onu
savunmak
için
kendi
hayatını
ortaya
koyuşunda doğrular. Başka bir deyişle
şahadet, o soylu özgür yaşamın tüm heybetiyle
doğrulanmasıdır. Şehit de zaten bu
nedenle ölümsüzdür. Önder Öcalan,
“Şehitler yaşamın en diri güçleridir”
derken kastettiği özünde budur ve
bu anlamda PKK Kemal’lerin
partisidir.
İncil’i okuyanlar bilirler;
İsa’nın
birçok
mucizevi
eyleminden bahsedilir. Temas
ettiği kör görmeye, felçli
yürümeye başlar. Dokunarak
iyileştirmek, izleyicilerinin
İsa’ya
yakıştırdığı
mucizevi
bir
eylemdir.
İsa’ya
atfedilen
bu
eylemleri elbette
mecazi anlamları
çerçevesinde
değerlendirmek
gerekir.
Bakarak görüp
de seçmesini
bilmeyenden
daha kötü kör,
özgürlüğe
yürüyecek
ayaklardan
yoksun
kişiden daha ağır felçli düşünülebilir mi? PKK
öncesinde nasır bağlamış yüreğiyle Kürt insanı
körden daha kör, sağırdan daha sağır, felçliden
daha felçli değil miydi? Kemal Pir ile birlikte
yaşama şansını bulmuş bizler, Kemal’in İsa’nın
eylemine benzer nice eylemine tanıklık ettik.
Bizim
saatlerce
dil
döküp
de
ikna
edemediklerimiz,
Onun
on
dakikalık
konuşmasıyla bambaşka bir insana dönüştüler.
O beyinler ve yüreklerin fatihiydi. Ancak Onun
fethettiği her beyin ve yürek artık eski beyin ve
yürek değildi. Kemal Pir’in önünü açtığı
değişim ve yenilenme en anlamlı şekliyle
beyinler ve yüreklerde vücut buluyordu. Öyle
ya, gerçeği değiştirmek isteyen insan öncelikle
gören gözü, işiten kulağı, çözümleyen beyni ve
hisseden yüreği yakalamak
yaratmak zorundadır.
ve
yeniden
Girişte öfke ve nefretten söz ettim.
Olumsuzlayan bu iki duygunun anlatımıyla
konuya giriş yapmanın Kemal Pir gerçeğiyle ne
ilgisi var diye düşünenler olabilir. İlgisi elbette
var. O kapitalist sisteme müthiş öfke duyuyor,
onun dayattığı yaşam tarzından nefret
ediyordu. Kemal Pir insana köleliği dayatan her
sistemin amansız düşmanıydı
ve bu düşmanlıkta sınır
tanımazdı. Lenin, köle
doğdu diye bir insanın asla
suçlanamayacağını
söylüyor, “Ancak kendi
köleliğinin farkına varan
bir köle bu köleliğe karşı
mücadele etmiyor; bunun
da
ötesinde
onu
meşrulaştıran
tutumlar
içine giriyorsa, böyle bir
köle haklı olarak her
özgür insanda tiksinti
ve nefret duyguları
uyandıran aşağılık
bir
asalak
ve
hayvandır” diyordu.
Bu
belirlemenin
Kemal
Pir
açısından
da
ilkesel bir değer
taşıdığını
iyi
biliyorum.
Köleliğe
öfke
ve nefretinizin
keskinliği
özgürlüğe
bağlılığınızın
düzeyini de
belirler. Vitrine çıkarılmış burjuva yaşam
tarzına imrenerek bakan birinin özgürlükle
ilişkisi ne denli sağlam olabilir? İsa’dan ödünç
alınmış bir benzetmeyle açıklamak gerekirse,
burjuva yaşamı kireç vurulup beyaza boyanmış
mezarlığa benzer, uzaktan güzel görünür;
ancak içi her türlü murdarlık ve çürümüş kemik
yığınlarıyla doludur.
Kemal Pir hiçbir zaman yetkiyle hareket
etmedi, yetkiyle donanmış mevkilere gelmedi.
Aynı şekilde yetki kullanan organların
emirleriyle de iş yapmadı. Çünkü O dopdolu
yaşamanın
yaratıcı
ve
üretken
bir
eylemcilikten
geçtiğini
çok
iyi
biliyor,
arkadaşlarının tanımıyla çoğu zaman tek
KUMÜNAR
8
başına bir parti gibi çalışıyordu. Yüksek
duyarlılık herkesten daha fazla Kemal Pir için
geçerliydi. Aydınlık bilinci, özgür geleceğe
inancı, bu inanç üzerinde gelişen pratiğiyle
yoldaşları ve dostlarının engin sevgi ve
hayranlığını kazanmak kadar düşmanlarına da
saygı telkin eden örnek bir devrimciydi Kemal
Pir. Önderlik gerçeğini herkesten önce O
kavradı; Önder Öcalan’ın dehasını herkesten
önce O fark etti; Önderlikle yoldaş olmanın
gururuyla yaşamayı herkesten fazla O hakketti.
Bu yüzden insanlar ateşin etrafında dönen
pervaneler gibi Ona koştular, gittiği her yerde
Onun etrafında biriktiler, Onu bir insanın bakıp
da içinde kendi gerçekliğini görebileceği en
güzel ayna gibi değerlendirdiler. Onunla birkaç
dakikalık konuşma olanağı bulanlar yanından
kırk yıllık dostlarıymış gibi ayrıldılar, Ona asla
yabancılık çekmediler. Bu açıdan Kemal Pir
yalnızca yiğitlik timsali bir eylemci değil, gerçek
bir halk adamıydı.
Kemal Pir bir sosyalistti. Sovyetler
Birliği’nin
sosyalizmden
uzaklaştığının
farkındaydı. Sosyalizm sosyal mücadelelerin
bilimiydi. İnsanın sosyalleşme mücadelesi öz
olarak bir sosyalizm mücadelesiydi. Dolayısıyla
sosyalizmin kökleri insanlık kadar eskiydi.
Başkan APO’nun deyişiyle, sosyalizmden
kuşku duymak, insandan ve onun toplumsal
gerçeğinden kuşku duymak demekti. Apocu
Hareket her zaman özgün bir duruşun sahibi
oldu. Taklide ve kopyacılığa düşmedi; reel
sosyalizme
eleştirel
yaklaştı;
bilimsel
sosyalizmin yaratıcı özünü yakalamaya çalıştı.
Daha da önemlisi, ağırlığı pratik uygulamaya
verdi; sosyalizmi bir yaşam biçimi haline
getirmek için müthiş çaba harcadı. Bu
yüzdendir ki, eski paradigma yanlıştı diyerek
her şey yeniden yaratılacakmış gibi toptan bir
ret yaklaşımı içine girmek, bir başka uçtan
münkirlik yapmaktır. O zaman geçmişte olduğu
gibi günümüzde ve gelecekte de Onun gibi
yaşamalıyız dememiz gereken Kemal Pir’e
saygısızlık etmiş oluruz. Yeni paradigmanın
öngördüğü sosyalizm, Kemal Pir’in yaşamında
somutlaşan sosyalizmdir. Sosyalist olmak,
İNSAN olmaktır ve Kemal Pir budur.
Kürt halkının yok oluş sürecinden çekilip
varolma mücadelesine yöneltilmesi ve bu
temelde mucizevi bir devrim olan diriliş
devriminin zaferle taçlandırılması sosyalizmin
eseridir. Çanak yalayıcılar bu gerçeği
anlayamaz. İnsanı insan yapan sosyalizmle
buluşmadan, bu temelde Öncü İnsan’ı
kazanmadan, ulusal ve insanı değerlerinden
önemli ölçüde kopartılmış, dehşet verici
boyutlarda kimlik erozyonunu yaşayan ve
adeta kendisi olmaktan çıkarılmış olan bir halkı
kendisi olma mücadelesi vermek üzere
harekete geçirmek imkânsızdı. Kaldı ki, Apocu
Hareket Kürt direnişini geliştirmede Sovyetler
Birliği’nin desteğini kazanmayı olmazsa olmaz
bir koşul olarak görmedi. Bizim öz güç ilkesi
dediğimiz bir ilkemiz vardı ve sosyalizmimizin
ayırt edici bir özelliği bu ilkeyi her şeyin
üstünde tutmamızdı. Varolacaksak kendi
halkımızın özgücüyle varolacaktık. İster
ABD’ye ister SSCB’ne ait olsun, herhangi bir
pazarda kendimizi pazarlamak ve karşılığında
‘özgürlüğümüzü’
satın
almak
derdine
düşmedik. Beyin ve yürek gücü kazanmışsan
özgürleşirsin; Kemal Pir gibi engin güç
kaynaklarına sahipsen özgürlüğünü kazanırsın.
Halkımız “Sen eşek olmayı kabul ettikten sonra
semer vuran çok olur” der. Özgürleşmek,
işbirlikçi ihanet çetesi gibi hızla Büyük
Efendi’nin semerine koşmak değil, her türlü
semerden kurtulmaktır. Sosyalizm işte budur.
Kemal Pir, sosyalist düşünce ve inançları ve
bedeni dışında bir silaha sahip olmaksızın,
diriliş devriminde ilk adımlarını atmış halkımızı
yeniden mezara gömmek üzere düzenlenen 12
Eylül komplosuna karşı kazanılmış zaferin
adıdır. 12 Eylül darbesi de tıpkı 9 Ekim
komplosu gibi bir uluslararası komploydu;
ABD’nin yönlendiriciliği altında tezgâhlanmış,
Avrupa’nın onayını almış, İsrail’in desteğini
kazanmıştı. Bu komplonun hedefi Türkiye’deki
demokratik halk hareketi ile Kürdistan’daki
ulusal diriliş mücadelesini tasfiye etmekti. Bu
temelde
Kürdistan’da
sözcüğün
gerçek
anlamında bir vahşet yaşatıldı. Dışarıda belli
ölçüde sonuç alan faşist darbeciler tüm
öfkelerini devrimci tutsakların üzerine kusmaya
başladılar. Her saniyesi ölüme bedel korkunç
bir zulüm ve işkence eşliğinde herkese
Türklüğü
dayattılar.
Başlangıçta
Şahin
Dönmez’i ve ardından Yıldırım Merkit’i
yanlarına çekip, ‘Genç Kemalistler Birliği’ adını
verdikleri bir ihanet çetesi oluşturdular.
İstisnasız her tutsağı bu çeteye dahil etmek
istiyorlardı. Onlara göre ölüm ya da Türklüğe
dönüş –ihanet- dışında üçüncü bir yol yoktu.
Türkleşmeyen yol olacaktı.
Bu vahşet koşullarında Apocu Hareketi
savunmak için toplu iğne başı kadar bir fırsatı
değerlendirmek hayati öneme sahipti. Kemal,
Hayri ve Mazlum gibi Apocu Birliğin en seçkin
üyeleri, emir-komuta düzeni içinde işleyen en
KUMÜNAR
8
gerici mahkemelerde bile son derece anlamlı
savunmalar yaptılar. Yargılanmak istenirken
yargıladılar. 12 Eylülcülerin mahkûm etmek
için müthiş
çaba
harcadıkları
PKK
Hareketi’nin gerçek kimliğini ve insani özünü
tüm dünyaya gösterdiler. Bu ortamda Apocu
Hareketin bittiğini iddia eden faşist mahkeme
heyetine, Kemal Pir, “Bu hareket bitmez.
Abdullah Öcalan tek başına kalsa bile,
hareketi yeniden örgütlendirip mücadeleyi
başlatır” diyordu. Herkese ‘sen’ diye hitap
eden ve ses tonunda aşağılamanın açıkça
sezildiği mahkeme başkanı, sıra Kemal Pir’e
geldiğinde kendisine ‘siz’ diye hitap etmek
zorunda
kalıyordu.
İşte
Kemal
Pir,
düşmanlarının bile saygısını kazanmış
böylesi bir yiğitlik abidesiydi.
Apocu Hareketi savunma görevi başarıyla
gerçekleştirilmişti, ama savunma farklı
biçimlerde devam ediyordu. Çünkü komplo
hala
yürürlükteydi
ve
hedefine
ulaşacağından emindi. Lanetli tarih tekerrür
ettirilmek isteniyordu. Devrimcilerin temel
görev buna izin vermemekti. Başkan
APO’nun sözleriyle ifade etmek gerekirse,
lanetli tarihi tekerrür ettirmemek için
komploya karşı direniş bir onur sorunu
olarak ele alınmalıydı. Bundan sonra
gelişecek eylem biçiminin ilk işaretini
Mazlum Doğan verdi. Mazlum, üç kibrit
çöpüyle yaktığı Newroz ateşinin kendi
ardılları tarafından daha da gürleştirileceğini
biliyordu. Nitekim Dörtler (Ferhat Kurtay,
Mahmut Zengin, Eşref Anyık ve Necmi Öner)
ateşe verdikleri bedenleriyle halaya durarak
ışığı çoğalttılar. Alev alev yanan Dörtler, su
dökerek kendilerini kurtarmaya çalışanlara,
bedenleri birer meşaleye dönüşmesine
rağmen,
“Ateşi
söndürmeyin,
ateşi
söndürmek ihanettir, ateşi daha da
gürleştirin” diye haykırıyorlardı. Ateşin
içinden gelen bu emrin anlamı açıktı: Newroz
ateşi sönmemeliydi; Mazlum’la çakılan
direniş kıvılcımı bozkırı tutuşturmuş bir
yangına dönüşmeli ve ihaneti yakıp kül
edinceye kadar
gürleştirilerek devam
ettirilmeliydi.
Kemal Pir her iki eylem karşısında biraz
eziklik duymuştu. Her defasında “Böyle bir
eylemi yapmak bize düşerdi” demişti.
Teslimiyet tüm zindan ortamına hakim
kılınmıştı ve ihanete doğru götürülüyordu.
Kemal kendisini de bundan sorumlu
tutmuştu. Arkadaşlarına, “Ben yenilmiş bir
ordunun komutanıyım. Bu yüzden gelişecek
bir eylemde başı çekmek istemiyorum.
Ancak bir arkadaşımız eyleme karar verirse,
kendisine katılacak ikinci kişi ben olacağım”
diyordu. 14 Temmuz günü Hayri Durmuş
mahkeme salonunda nedenlerini ortaya
koyup ölüm orucu eylemine başladığını ilan
ettiğinde, Kemal de eyleme katılacağını
belirtmişti. Hayri o gün çocuklar gibi
sevinçliydi. “Başardık, başardık; altı kişiyle
başardık”
diyerek
sevincini
ortaya
koyuyordu. Komplo tutsaklara siyasal ve
ulusal kimliklerini inkâr etmeleri karşılığında
biyolojik bir yaşam olanağı sunarken, onlar
buna ölümde yaşamı yaratma eylemiyle
karşılık veriyorlardı. Kendilerine ait bedenleri
her gün damla damla eriyip birer kemik
yığınına dönüştüğü zaman zafer kendilerinin
olacaktı. Fiziksel ve biyolojik ölüme karşı
ölümsüzlüğün zaferi buydu. 12 Eylül
komplosu bu soylu direnişle bozguna
uğratıldı.
Türkçe’de kemale ermek diye bir deyim
vardır; bu deyim bilgi ve erdem bakımından
olgunluk ve yetkinliğe ulaşmak, tekamül
sürecindeki gelişmesiyle giderek mükemmeli
yakalamak anlamına gelir. Alevi inancında
insan eksik bir tanrı, tanrı ise mükemmel bir
insandır. Mükemmele ulaşma çabası,
insanın tanrıya yakınlaşma çabasıdır. Kemal
Pir kendi adının gerçek adamıydı. O insanı
insan yapan erdemlerin özeti, bilgi ile pratik
birliğinin devrimci ustasıydı. Mükemmelin
arayışı olmadan, aynı anlamda kemale
ermenin kesintisiz çabası içine girmeden
gerçek Apocu olunamaz; Apocu olmadan
PKKlilik yakalanamaz; PKKlileşmeden Önder
Öcalan’la yoldaşlık yapılamaz.
Apocu Harekete katılmış herkes için şimdi
Kemal’e ermenin zamanıdır.
KUMÜNAR
9
EKİMİN KIZILLIĞI SERİNKEN
Gün vaktini bitir
me hazırlığında. Ekim
ayının akşam kızıllığı henüz başlamadı.
Vadilere
güneş ışınlarını sönükçe
gönderiyordu. Aralıklı çatışmalardan sonra
belki bu akşam ve onun gecesi sessiz
geçebilirdi. Ama ne yazık ki öyle olmadı.
Sanki gündüzleyin olsa ne farkederki.
Yaşamlar sırat köprülerine konulduktan
sonra. Sadece can alan değil. Can olsa
zaten bu dünyada haraç mezat. Kim vurdular
rutin. Berbat bir alışkanlık sinmiş belleklere.
Sindirilmiş. Ya ben ya sen. İkimiz olamayız.
Ya benim ya senin. Paylaşamayız. Savaşlar
verilmiş. Felsefeler yapılmış. Şarkıları
bestelenmiş.
Oyunları
sahnelenmiş.
Kahramanlıkları ile ihanetleri peydahlanmış.
Nereye başını çevirsen seni sarmalamış.
Ömrünün duvarları bunlarla örülmüş.
Yüksekçe
hem
de.
Başka
yeri
görememecesine. Bir çıkmaya gör buradan.
Vay haline. Senmisin bunu yapan. Dahası
kimsin. Kim olursun ki. Ölümlerden ölüm
beğen formülünü hiç duymadın mı.
ninnilerine, masallarına konu edilmedi mi.
Hangi anadır ki bunu belletmeyen. Uçsuz
bucaksın kuşatılmışsın. Bir nefeslik mekan
bile bırakılmamış. İstersen bul kendine yarat
bakalım. Sayısız yerden vurulmazsan bu
dünya bir günde yıkılmış halde demektir.
Dayanırsan hiç tanımadığın ellerden boğazın
tutulursa şaşma. Demiyeceksin onlarla ne
hasedliğim vardı ki. Çünkü hepsi aynı
kafadan
sulanmıştır.
Aynı
tohumun
kökleridir. O zaman hesabını iyi yap. En
yakınından bile fesatlanmazsan, dudaklarına
hayretler düşürmezsen bu dünyanın işi
demek olur ki bitmiş yada bitmek üzere. Öyle
bir bedenin olacak ki, zırhları sağlam,
kıvraklığı su gibi, enerjisi tükenmez. Sen
bilirsin. Ciddiye alma bakalım. Burada insan
tanınır. Örtüler kalkar. Nesin kimsin, ne
kadarsın. Terazileri kuran çok. Terazisi olan
da çok. Kendi terazini de kurmazsan
başkasında pazarlanırsın. Hemde hafife ve
ucuza. Var mı böyle bir bedenin?.
Şaşırtıcı girişkenliginin yayıldığı bedenin
bir meşe gibi sakin ve doğal duruşuyla nasıl
uyumlandığını anlamak pek zordu. Dik kafalı
sanırsın. Oysa tahmin edilmeyecek kadar
duygulu ve ilgili. Sanki çelişkiler keskinliğiyle
su yüzüne vurmuş bu surette. Çekilmez gelir
kimilerine. Asi ve kuşkulu. İsyan akar
sözcüklerinden. Neye isyan neye ilgi
karmakarışık değil bu ağızda. Uzlaşık ise hiç
değil.
Erkenden
bırakmış
ezopluğu.
Bundandır ki itici de gelir belki kimilerine. Tez
elden ondan kurtulmak isteyenlerde olmuştur
belki de. Cümle tanrılarla kavgaya tutuşmak
için doğurulmuş sanki. Koskoca dünyanın
binlerce tılsımlı zincirlerinin kol gezdiği bir
havada çocukça soruşları ve gülüşleri en
güzelinden ihmal etmez merhabalarında.
Hem de hiç beklemediğin zamanda
beklemediğin konularda.
Dünyanın tasası erken düşmüş diline. Bu
dünyanın firarisi. Kendisince bir dünyanın
peşinde olduğu kesin. Hemde gözü arkada
kalmadan.
Çoktan
unutmuş
ardında
bırakmak istediklerini. Kendisine gerekli
yükte hafif pahada ağır ne varsa almış
yanına. Ötesini bundan sonraya dercesine.
Günü gününe bir yazıcı. Seni anlayan
kendisindeki seni anlatan seni hatırlatan seni
hatırlayan asla unutmayan. Hele sevmişse
vay sevilenin haline. Arar durur. Gelenden
geçenden sorucudur. Kaybetmek istemez.
Sevdiğine ait ne varsa toplayıcıdır. Aklında
o. Sesinde o.
Sevdikleri ömründe görmedikleri bile
olsa.
Yeter ki sevsin onu. Ve sevdiği
sevdiğince olsun. Ömrünü çoktan yatırmıştır
hem de en deli dolu olanından.
Öyle vurgun ki sevişine, bir kaya dibine
uçurumun başından bırakırcasına..
Sevmedikleri de çoktur. Çatıştıkları..
Yılışıklar. Pörsükler. Kösnükler. Hiçbir
değere saygı göstermeyen hadsizler.
Kendini nimetten sayan, çulsuz, sonradan
görme ağalar. Birde hatun ağalar.
Derler kavgacılar kavgayı sever.
KUMÜNAR
9
Ama ençok sevdikleri kavgacılardır.
Kavgayı öğretmek en sevdiğiydi. Sırtını
büyük sırtlara vermeyi hiçliği bellerdi. Çünkü
sırtı kendisine ait olmalıydı. Kendisi olmak
için bu önemliydi kendisince. Kesindi bunda.
Katıydı.
Söz
bile
dinlemezdi.
Vurdumduymazdı
da.
Varsa
yoksa
paylaşım.
Paylaşmak.
Konuşmak.
Anlamak. Anlaşmak. Böylesine değil
sırtını vermek canını da göz kırmadan
hemde.. en kırılmaz katılığı da
buydu. Esneme asla. İlla paylaşım.
İnsan birazcık da olsa bu
dünyanın
düşünsel
ve
davranışsal
yörüngesinden
çıktımı yan gözle ve kuşkuşla
bakanlar çok olur. Elbette
herkesin bunu kolayca göze
alamayacağı bir gerçek.
Zaten göze alsa bile onu
benimseyip uygulamakta
ayrı
bir
sorun.
Benimsersinde. Bu bile
genel içinde bir farklığı
çevresine
yansıtır.
Dayanıp
sürdürürsen
kendin olursun. Yok güç
getiremedin mi bu kez
gülünç olursun. Zor ve
yaman
bir
kararlaşmadır.
Benimseyişine
güç
getirdin mi bu kez onu
uygulama
sorunların
baş
gösterir.
Hem
kendinle
hem
de
çevrenle.
Çıplak
çelişkiler
keskin
kavgaları kollamaktadır artık.
Buna dayanırsan kimliğin olur.
Yok benimseme ile uygulama
arasında kalırsan bu kez alay
konusu edilirsin. Bir uçurum
kenarında durup karar vermek
gibi. Geri dönersen bitersin.
Yerinde kalırsan teslim alınırsın.
Her şeye önceki her şeye bir kez
daha çizgi çekme dersen tutulmaz
firarisin artık. Kuş kafeşten uçmuştur.
Hayretle, hayranlıkla yada öfkeyle
bakma kalıyor artık geridekilere..Baksınlar
bakabildiklerince...
Ne yazık ki mevcut dünya bedel üzerine
kurulu. Kendin olabilmen için bedelleri
sevmeli. Bu bir uçurumun
kenarından
boşluğa
bırakmak ya da bir adaya
hapsedilip parça parça
bittirilmek olabilir. Hatta
sonuçlarını
hesaplamazsın bile. Ne
olursa olsun dercesine.
Yeter ki özgürlük anı
yakalansın. O anda
kendin
gerçekleşsin. Bir
varoluş
sosyalitesi.
Yaşamanın
apayrı
sosyal
yaratımı. Hem
de kendisince.
Yaşam
upuzunluğun
içindeki bir an
değil mi? yada
anların
yarattığı
bir
ömür olmuyor
mu?
Silikliği
de
sığdırabilirsin
bunun
içine.
Yırtıcılığı da. Tertemiz bir
özgürlük soluyuşunu da.
Hem de ne gam dercesine.
Hiç tanımadığı öncesinden
konuşmadığı birini durdurup
tanıdığı ölümsüzlerden birini
yada bir kaçını sormak onlar
hakkında etraflıca bilgi almak
onun ilk tanışma merhabası
ve başlangıcı olurdu. Her
arkadaşının
yaşam
ve
mücadele adına ne birikimi
varsa onu zerresine dek
almak alışkanlığı katlanılır gibi
değildi.
Aklın
ucundan
geçmeyen
sayısız
soru.
Sayısız açılardan. Müthiş bir
merak, ögrenme ve arayış
heveslisi. Bu konudaki hızını
KUMÜNAR
9
yakalamak mümkünsüz. Neydi ne oldu
derken o alınması gerekenleri alıp gitmiştir
bile.
Kimi insanlar vardır ki hemen anlarsın.
Kimileri
vardır
sonradan
anlaşılır.
Öncesinden göze çarpmaz. Hatta oldukça
sade ve gösterişsizdir ki bakışlara denk
gelmez. Ama sonradan bir dönüp bakarsın ki
tam bir cehalet sergilemişsin onu anlamada.
İlk bakışta görünmez ortalıkta. Seçemezsin
varlığını. Görsen bile gözlerin alıcılığını o an
kaybeder sanki. Sade ve gösterişsiz. Alımsız
ve çekimsiz. Bir an ona yaklaştığında arı
kovanına parmağını koymuş gibi olursun.
Dolu doludur. Görünürde durgun bir suyun
kenarında durmuş gibisin. Ama dipten hızlıca
akan bir derinlikle karşı karşıyasın artık.
Kapıldınmı kurtuluşun yok gibi. Bir girdap
hali çeker seni. Başdöndürücü hızla olup
biter her şey onunla. Oysa o hep duruluğu ve
sakinliğiyle senin karşında duruyordur hala.
Gürül gürül akan bir düşünce kıvraklığı seni
peşinden sürüklemektedir. Tam da alıcılığı
burdadır. Çekiciliği de. Kalkıp gittiğinde
gözün hep arkada kalmaktadır. Neydi o
kimdi o diye. Ama o sadeliği kolayca bu
düşüncelerini silmektedir yine. Her hangi biri
gibi oluşu senin zihninde yerini canlıca
korumaktadır. Her zaman için öylecedir. Ta
ki onunla yakından temas kuruncaya kadar.
Aslında belki de gözlerimizin aradığı hep
parlaklık ve göz kamaştırıcılıkla gündelik
davranışları ustaca sergileyenlerdir. Alımlı ve
çalımlılık. Yani işin görünür yanının daha
revaçta
olduğu
bakışlara
belkide
alıştırıldığımızdandır. Yada bir başka deyişle
kendimizi
aldatılmaya
dair
bakışlarımızdandır. Genel kültür birikimi ile
her konuna anında katılımdadır. Seni senin
istediğin gibi anlamaktadır. Ancak ve aması
olmak kaydıyla. Seni anlar ama kendisininde
anladığını anlatmaktan asla vazgeçmez.
Hemencecik de yanıtını verir. İster dinle ister
dinleme. Görüşünü tazeliğiyle aktarır. Ateşli
tartışmacılığıyla düşünsel bir kavgayı yaşatır
sana. Ortalık bir an toz duman olurcasına bir
tartışma atmosferindesin. İstersen tartışma
dayanıklılığını burada sınayabilirsin. Tam
yeridir. Aynı zamanda doğrularında iyi bir
paylaşımcısı. Beklemeden katılır söylenen
doğrulara. Onaylar. Bir an olsun bunda
tereddüt etmez. Farklı kaygılara da girmez.
Üstünlük taslamadığı gibi yapanlarında
yanıtlarını pürüzsüz bir cesaretle verir. Tabi
herkes bunun altında kalmak istemez.
Derinden derine neden öfke bilemesinler ki.
Düşürücü gözlerle bakmasınlar ki. Ucuz
sözlerle anmasınlar ki. Varsın yapsınlar der.
İstedikleri kadar. Hiç duymamışçasına
gamsızdır. Çekip gider. Bildiğince.
Hiç de övgüleri toplayan değildi. Zaten
övgü dağıtan zenginlerle de sorunluydu.
Anlamsızdı yanında. Değersizdi. Dudak
büküp geçerdi. Hafifçe kuşkuyla bakardı.
Sevgi olmalıydı. Övgü asla. Nasıl da tez
elden bu sonuçlara ulaşmıştı bilinmez. İlgi ve
beğenileri sıradan olmamalıydı. Yoksa
tartışma örsüne koyup kıvamına koyuncaya
vazgeçmezdi. Tamamıyla bir taraftı. Tarafını
net tutardı. Tarafsızlık tadı bozukluk ve zehir
gelirdi. Kolayca da her şeyi evetlemez. Olur
demez. Alternatifleri yoklardı. Başka başka
seçenekler var mı diye kolaçan ederdi.
Dolaysıyla hazırcı ve beleşçiliği sevenlere
iticiydi. Sevmezdilerde. Onlar için bir
karıştırıcı sayılırdı. Varsın sayılsın hiç dert
değildi ona. Hele sana ne şundan bundan
diyenlere kaşları çatılırdı sadece. Dostça
bulmazdı. Kaçındıklarıydı.
Sonbahar bahardan kalma yaprakları
soldurmakla uğraşıyordu. Güneş bir çıkıp bir
kayboluyordu.
Dağlardaydı.
Korkusuz
eşkiyalara
mesken
olmuş
dağlarda.
Erkeklerin
adı
geçerdi
çoklukla
bu
destanlarda. Duymuştu. O da oralardaydı.
Eşkiyadan da öte. Artık demlerini yitirmişlerdi
onlar.
Sonra bir kayanın başında durmuştu.
Rahat. Sakin. Huzurlu. Her şeyi dinler gibi.
Sesler kulaklarında. Sözler kulaklarında.
Söyledikleri ve duydukları. Gördükleri
göremedikleri.
Kendisince bir zaman duruyordu yanında.
Ona baktı.
Gülümsediler birbirlerine.
Sonra el ele tutuşup yollarına devam
ettiler.
Nereye gittiler bilinmez. Dediler ki en son
bir kayalığın başında duruyorlardı. Neyse ki
adı da merak oldu. Kim olduğu. Nasıl da
tanımadık diyenler. Zaten sonu böyle
olacaktı diyenler. Diyenler çoktu. O da
dediğini
demişti.
Duymak
isteyene.
Yanındakini tanıyamadılar ama onun adı
BERİTAN’ dı.
KUMÜNAR
9
Çıplak ayakların
ağır ağır
sürüdüğünd
ZAFERE YÜRÜYEN’İN
e seni
bıçağın
TÜRKÜSÜ
altına yarın
Yıldızlara koştuğu zaman
uzun soluklu olmalı insan
Düşman güler sonra
dost darılır
göreceğin son düştür
yolcu yolunda gerek
Tükenir yaşamın sesi soluğu
kurşun hedefi bulmalıdır
birden
türküler yarım kalmasın.
sen hasretken zafere
Sen
kesik baş,
titrek ve yorgun adımlarla
kanlı gövde
kendi celladını izleyen dostum
ve çürümeye başlamış ceset:
kınında puslu bakışlarının
Kahkaha atar ölüm
yaşanmamış yılların hüznünü
düşler susmuştur.
gizleyen dostum
Artık cennet
Golgotha son durağın
çölde bir serap bile değil
olmasın.
bulamazsın onu ötesinde
Düşün bir kere
mezarın.
çapraz kalaslara gerili
Oysa celladın Azraillerine
bedeninle
hasret
yükselemezsin göklere
bu memleket
Kır tevekkülün görünmez
umarı ellerinde senin...
kelepçelerini
Sevdasına doyum olmaz
ve bütün kuvvetinle
üstünde nice kardeş günlere
zincirlerini koparmaya bak
yürünecek bu topraklar için
çal parçalansın sırtındaki
düşenin arkada kalan gözleri
çarmıh yere
yaşlı gözleri analarımızın
ölü suratlı Yuda'lar
yarını bugünden gören
ve katilleri karşısında umudun
gözlerimiz için
çaresiz ve suskun
nasıl da çekerdi bizi
bir Golgotha yolcusu olmak
düşünü kurmak yarının
götürmez seni istediğin yere.
Timur Fidan
KUMÜNAR
9
göklere değecekti başımız:
Anımsa
kızıl ufuklarda yorulmadan
kulaç atmak vardı ya
mutlaka tutulması gerek
o dönülmez sözlerimiz için
sen de bilirsin
bakışları üstündedir hep
Medya'nın şirin çocukları
oğullarımız ve kızlarımız için:
Yaşam gerek dostum
yaşamak
Celladın avuntusu olsun
varsın
öğüdünü bir yana bırak
altı da bir üstü de bir
değildir yerin
Sen üstünde duracaksın
altına düşmanın girsin
Zalimin askerinin
mermi çekirdeğiyle doldur
teskere kağıdını
senin anan değil
onun anası ağlasın
onun yavuklusu yaksın
gidip de dönmeyenin ağıdını
onun kardeşleri tutsun yasını
Yasak bir sözcüktür kavgada
ve anlamsız: Acımak
vurur gibi tam on ikiden
cansız hedef tahtasını
vur alnının çatından.
Kulak ver milyonların
tek bir çığlıkta birleşen sesine:
Zafer yolunu gözlüyor senin
sürüyü kırıp geçiren
kurt olmak varken
kolay kolay ölmeyeceksin
geçirmeyeceksin adını
kayıplar listesine.
devrederken sana
düştüğünde bayrağı tutan
böyle emretti çünkü
Al kanıyla
kapkara gecenin ortasında
aydınlığa yol açanın budur
vasiyeti!
Bir tanrı buyruğu gibi
sarılmak gerek şimdi
narin kabzasına tüfeğin
bırakmamak
asla bırakmamak gerek
zulmün sarayı
yer ile yeksan oluncaya
değin.
Son bulsun artık Acı Çekmiş'in
çağı
yemyeşil bir vatan aşkına
ve sonsuz barışla
sarmalansın diye dünya
koca çatısı altında mavi gök
kubbenin
dalgalansın bütün siperlerde
Yeniden Dirilen'in bayrağı
Dostum... Dostum...
Çarmıha çivilensin diye
verilmedi o eller sana
haydi yiğidim bas tetiğe
an intikam anıdır
KUMÜNAR
9
acılarının depreminde
gebersin hain
çevir tarihin son yaprağını
İleri hep ileri
Yıldızlara erişmenin zamanıdır!
---
A. Haydar Kaytan
Bu bahar komünizm
gelecek...
JÊHAT BÊRTİ
Paylaşmak... Bazı
sözcüklerin,
seslerin, duyguların, anlamların güzelliği
yerinde ve zamanında anlaşılabiliyor ancak.
PKK, kendini yeniden inşa
ederken, sözcük dağarcığında yeni anlamlarla
yüklenmiş bazı ‘eski kavramları’ tekrar
literatürüne alıyor.
PKK`yi Yeniden İnşa Okulu`nda,
gerillada temel bir örgütlenme biçimi olan
manganın yerine ,artık komün kavramı
kullanılmaya başlamış. Bu kavram üzerinde
yaşanan tartışmaların bir bölümüne tanıklık
ettim.
Sözcüklerin, kavramların bu
kadar zengin anlamlar içerebileceği ve insan
yaşamında, bu kadar önemsenip üzerinde
tartışılabileceği
hiç
aklıma
gelmezdi.
Yaşamdaki her hangi bir olay ve
olguyu, alışılageldik sözcüklerle ifade ederiz.
Kullandığımız her kelime, zihnimizde bir
anlamın şifresini kırarak bilincimizi uyandırır.
Örneğin gerillada en küçük örgütlenme
birimine çoğunlukla ‘tim’ ya da ‘manga’
deniliyor. Özel ve farklı çalışmalar içindeki
küçük çalışma gruplarına da çoğunlukla ‘birim’
deniliyor. Ama hepsinin ortak anlamı, bir
çalışma alanındaki temel çekirdek gruptur.
Gerilla, temelde askeri bir örgütlenme ve
çalışma olarak algılandığı için askeri
kavramlarla örgütlenmesini ve hareket tarzını
tanımlıyor.
Kendini yeniden yapılandıran
hareketin, düşünsel ve ideolojik boyutu
olan PKK çalışmasında, bir çok
kavram ve anlam, yeniden yeniden
tartışma gündemine girip, bilince
çıkarıldıktan
sonra
yaşama
uyarlanıyor.
Komün kavramı da bunlardan birisi.
Aslında PKK`nin literatürüne
yabancı olmayan bir kavram. PKK tarihini
inceleyen, PKK edebiyatını okuyan herkes, ilk
kuruluş
döneminden
günümüze
kadar
kolektivizm, ortaklaşacılık, paylaşımcılık gibi
kavram ve olgularının çok önemli bir yer
kapsadığını rahatlıkla görebilir.
PKK`nin ilk kuruluş dönemlerindeki
edebiyatında, ‘komünistlik’ kavramının temel
bir kimlik tanımlaması olduğu ve bunun çok
önemsendiği biliniyor. Bu kimlik tanımlaması
yaşam ve ilişkilerin tamamına damgasını
vurmuştur.
Eşitlik,
özgürlük,
adalet,
paylaşımcılık, toplumsallık gibi değerlerin hepsi
bu kavrama ve kimliğe içerilmiş durumdadır.
Ancak, dünya çapında sol hareketin
yaşadığı tıkanma ve bu tıkanmanın yarattığı
aşınmalar, genelde olduğu gibi PKK`de de
etkisini göstermiştir.
Şimdilerde
dünya
çapında
sol,
devrimci, muhalif kesimlerin kimlik tanımlaması
üzerine yürüttükleri tartışmalar, kendilerini bu
kimliğin en ileri mevzisi gören gerillada, çok
ilginç bir biçimde karşımıza çıkıyor.
Tabi herkesin dili farklı.
Bir çok kesim ,bu aşınmaların neden ve
sonuçları
üzerinde
teorik,
entelektüel
tartışmalar
yürüterek,
yeni
bir
kimlik
tanımlamasına gitmeye çalışırken, PKK de bu
tartışmaların içinde yerini alıyor.
KUMÜNAR
9
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan`in
geliştirdiği tezler, birçok çevre içinde, çok farklı
tartışmalara neden oldu. Çok şey söylendi,
yazıldı, çizildi. Gerilla da, belki de herkesten
çok tartıştı, tartışıyor.
Bu
tartışmaların
düşünsel
boyutunun çok zengin olduğunu insan
görebiliyor. Ancak, asıl ilgi çekici olan, bu
teorilerin ve düşüncelerin yaşama uyarlanması,
gerilla deyimiyle ‘yaşamsal kılınması’ oluyor.
İşte komün kavramı da bu tartışma
çerçevesinde gündeme gelen ilginç bir örnek.
İlginçliği ise, kavramın kendisiyle birlikte, bir
çok kavramın da yeniden anlamlandırılıp,
tartışmaya açılmasına neden olması.
Mesela
gerillada
para,
mülkiyet, özel yaşam, ‘ben’, hatta ‘bana göre’,
‘bence’
kavramları
genelde
antipatiyle
karşılanıyor. Bunların yerine, ‘kolektivizm, biz,
bizce, kendimizce, değerler’ gibi kavramlar
kullanılıyor.
Önümüzdeki
yıllarda
Kürtlerin diline yerleşmeye aday bazı
kavramlarla da karşılaşıyoruz bu tartışmalarda.
Organik toplum, simbiyotik yaşam,
sinerji, komünalite, ekoloji, ‘cinsiyet özgürlükçü’
gibi aday kavramlar bunların bazıları. Gerçi sol
literatürde özellikle entelektüel çevrelerde
çokça tartışılan kavramlar, ama gelin bunu bir
de gerillanın yaşamına nasıl yansıdığını bir
görün.
Manga
yerine
komün
geçince,
‘komutan’ yerine ‘sözcü’ geçiyor. Bireysel
inisiyatif tamamlayıcılık ile, öz güven
dayanışma ile, günlük ihtiyaçlar ekolojik
denge ile, güçlü-kuvvetli olmak birleşik güç ile
tamamlanıyor. Her şey yaşam içinde birbirini
tamamlama ve paylaşma esaslarına yeniden
oturtulmaya çalışılıyor.
Gerilla yaşamı, özünde, her
şeyin paylaşılıp, ortaklaştığı, kendine özgü bir
yaşam.
Ancak,
son
yıllarda bu özden uzaklaşıldığı, aşınmaların
yaşandığı ve bunun gerilla için tehdit
oluşturmaya başladığı tartışılıyor.
Gerilla dışarıdan gelen hiç bir tehditten
çekinmiyor. Hatta bu konuda şaşırtıcı kışkırtıcı
bir kendine güvene sahip. Söz arasında sürekli
gülümseyerek ‘dünyaya kafa tutmak’tan
bahsediyorlar. Bu, gerilla için gurur duyulan bir
kimlik duruşu olarak tanımlanıyor.
Bunun için de, zorlanmalarını dış
etkenlerle açıklamak yerine, kendi içlerinde
yaşadıkları aşınmalarla izah ediyorlar. İçinden
geçtikleri yeniden yapılanma sürecini bu
çerçevede bir özeleştiri süreci olarak ifade
ediyorlar.
“Bizim
gücümüz,
dünyada çok az hareketin başarabildiği yaşam
tarzımızdan kaynaklanıyor. Bu yaşam tarzı,
sınıflı ve egemenlikli toplumun dışında ve
karşısında, doğal, eşitlikçi, özgürlükçü ve
direngen bir yaşam tarzıdır. Mevcut toplumun
bitirmeye çalıştığı insan, gerillaya gelerek, bu
yaşamın dışında alternatif ve yeni bir yaşam
tarzı içinde kendini varedebiliyor. İşte bu
noktada yaşadığımız kimi zaaflar, bizi oldukça
zorladı. Belki de gereğinden fazla kendimizi
topluma ve toplumdan gelen etkilere açık hale
getirdik. Oysa, biz etkilenen değil, etkileyen
olmalıydık. Bu konuda yetersiz kaldık. Şimdi
kendimizi yeniden tanımlayıp, hayallerimizdeki
toplum modeline uygun bir yaşam tarzını daha
güçlü örgütlemek zorundayız.” diyorlar.
Bu konuda çok ciddi ve kararlı bir
tarzda yürütülüyor tartışmalar. Her şey yeniden
yeniden
ele
alınıp
tanımlanıyor,
anlamlandırılıyor ve örgütlendirilerek yaşamsal
kılınmaya çalışılıyor. Bu yönlü bir ‘iç mücadele
perspektifi’nden söz ediliyor.
Son yıllarda bu konuda yetersiz
kalındığının özeleştirisi veriliyor. Hareketten
son donemde kaçan bazılarından söz ederken,
‘Onlar, içimizdeki bozuk yanlarımızdı. Gittiler.
Temizleniyoruz.’ diyorlar.
Tabi bu tür ciddi tartışmalar, farklı
zaman ve mekanlarda farklı biçimlerde
yürütülüyor.
PKK’de
paylaşmak, öncelikle kendinde olan bütün
yetenek,
birikim,
güç
ve
tecrübelerin
birleştirilmesi anlamında kullanılıyor.
Herkes kendinden bir şeyler veriyor.
Böylece herkes herkesten her şeyi alabiliyor.
Bu büyük bir zenginlik yaratıyor.
İnsanın, kendine ait bireysel her
şeyden vazgeçmesinin ve kendini topluma
adamasının, onu her şeyin sahibi kıldığına
inanılıyor.
‘Ne kadar kendinden çıkabilirsen o
kadar topluma ait olabilirsin. Ne kadar topluma
ait olabilirsen o topluma ait olan bütün
değerlerin bileşkesi olabilirsin’.
Gerilla, çok rahatlıkla toplumun bütün
değerlerini kendisinde temsil ettiğine inanıyor.
Ve en önemlisi de yaşamı maddiyattan
kurtarıp, maneviyat üzerine oturtarak, bunu
yapmaya çalışıyor.
Örneğin yeme, içme, barınma, giyinme
gibi sorunlar yaşamı sürdürmeye yettiği oranda
anlamlı olabiliyor. Bu tür ihtiyaçlar asgari
düzeyde karşılanabiliyorsa bu çoğu zaman
yeterli sayılıyor. Sürekli kullandıkları neredeyse
tekerleme haline gelmiş bazı sözleri var.
KUMÜNAR
9
“Yemek için yaşamak değil, yaşamak
için yemek” “En büyük canavar, tüketim
canavarıdır.” diyorlar.
Herkes
bu
imkanları olabildiğince kendisi için değil,
yanındaki için daha fazla ve daha güzeli olsun
istiyor. Bu tür ihtiyaçları bireysel karşılama
eğilim, anlayış ve davranışları çok keskin ve
temel bazı ölçülerle ele alınıyor.
Yaşam içinde her hangi bir bireysel
ihtiyacını karşılamak için fazla hesap yapanları
küçümsüyorlar.
Yaşamın
bu
ölçülerine
gelmeyen değer görmüyor.
Bazı kavramlar kullanılıyor ki, zamanla
o kavramın derinliğini anladıkça ürkmemek
mümkün değil.
Mesela hain, düşman,
kontra, alçak gibi kavramlar oldukça ağır
kavramlar. Ama birisine hain demek, düşman
demek bir siyasal, ideolojik ya da askeri
anlama sahip.
Ve bir biçimde karşıt da olsa değeri var.
Ama birisine ‘düşkün’ denildiğinde o
kişi bütün değerlerinden soyundurulmuş oluyor.
Hareketin saflarından kaçan, düşmanla birlikte
kendilerine karşı savaşan kişiliklere ‘kontra’
diyorlar, ya da kaçıp farklı yaşam tarzlarına
gidenlere ‘hain’ diyorlar.
Oysa bazen bu
hainleri ve kontraları da kategorilendiriyorlar.
Örneğin, son dönemde hareketten kaçan ve
farklı güçlere sığınarak kendilerine küfreden
bazı kişilikler için, ‘O mu? Keşke bir hain, bir
alçak hatta bir kontra olsaydı da gelip bize
karşı savaşsaydı ama ne yazık ki onlar birer
‘düşkün’. İçimizdeyken de düşkündüler, şimdi
de düşkünler. Düşkünlük rezil bir şey. Hatta
rezillik bile düşkün olmaktan utanırdı.’ diyorlar.
Bu sözleri duyunca sözcüklerin, anlamların
yani dilin ve düşüncenin gücünü daha iyi
görebiliyorsunuz.
Söylenen her sözün bir düşünce
sisteminin bir parçası olduğu, her davranışın
toplumsal bir birikimin yansıması olduğu kabul
edildiğinde ve insan bir toplumsal mücadelenin
militanıysa, kendi sistemini çok güçlü kurmak
durumunda kalıyor. Hele bunu saldırılar altında
ve direniş içinde yapıyorsa kaçınılmaz olarak
ölçüleri net, dili keskin oluyor. Bu dil keskinliği
kendini tanımlamada da geçerlidir.
Yaşamın
ortaklaşalığı
komün
kavramıyla dile getiriliyor.Kelimeler sadece
anlam itibariyle değil, tüm yönleriyle tartışılıyor.
Komün kök itibariyle de Kürtçe`de ‘kom’ yani
‘topluluk’ kökünden geliyor.
Doğal
toplumun
günümüze kadar kendini koruyan ender
halklarından birisi olan Kürtlerin, bu toplumun
temel karakterlerinden birisi olan komünaliteyi,
en iyi ifade edeceği düşüncesi yoğunca
işleniyor.
Tartışmalarda
PKK`nin özüne dönüş üzerinde oldukça
duruluyor. Yine Kürtlüğün sadece etnik bir
kimlik olmadığı, insanin özüne ait değerleri
kendisinde en çok barındıran bir halk
gerçekliğini temsil ettiği vurgusu sıkça
yapılıyor.
Yaşam
ilişkileri
ve
örgütlenmesi bu iki bileşen üzerine oturtulmaya
çalışılıyor. Israrla Kürt olmak ve komünal
yaşamak gereğine dikkat çekiliyor.
Bu tartışmalar bir yönüyle ciddi
düşünsel bir çaba, diğer taraftan geleceğin
toplumu olarak öngörülen doğal komünal
toplumun temel taşlarını döşeyecek bir yaşam
yaratmanın çabalarını da ifade ediyor.
PKK,
özellikle
de
gerillanın, hem direngenliği hem ileri bir
düşünceyi temsil etmesi, hem de pratik yaşam
gerçeği itibariyle, doğayla iç içe ve komünal bir
gerçekliği ifade etmesi nedeniyle, buna en
uygun model olabileceği dikkat çekilen diğer bir
nokta.
Yaşamın
bütün
ayrıntılarına
bu
düşünce biçiminin oturtulması bilinçli ve hassas
bir çaba olarak gelişiyor. Kendiliğindenmiş gibi
görünen bir çok yaklaşımın hiç de
kendiliğinden
olmadığı
çokça
tartışılıp
netleştirilmiş bir düşünce, sisteminin yaşama
yansıması olduğunu zamanla daha iyi
görebiliyorsunuz. Size, ayrıntı ya da espri gibi
görünen bir yaşam kesiti ya da söz, aslında bir
duruş ve düşüncenin yansımasıdır.
Son günlerde dile iyice yerleşmeye
başlayan komün ve komünalite kavramları
böyle bir yaklaşımın sonucu.
Bazen
espri
içinde “Dünyanın en komünist halkı Kürtlermiş
de haberimiz yokmuş” diyor birisi.
“Eski bir Türk siyasetçisi anti
komünizm propagandaları yaparken her yıl,
halkı korkutmak amacıyla ‘Yurttaşlarım, uyanık
olun. Yoksa bu kış komünizm gelecek’
diyormuş.” diyor.
Sonra çevresindekilere
bakarak “Yoldaşlar, bu bahar hamlemiz
dağlardan ovalara komünizmi götürecek. Sakın
kimse duymasın.” diyor.
Herkes gülüyor, espri olarak ele alıyor
ama işin hiç de öyle olmadığını, siz daha
derinden hissedebiliyorsunuz. Burada yeni
bir insan ve yeni bir toplumun temelleri çok
güçlü ve bilinçli bir biçimde döşeniyor.
Toplumun bildiğimiz anlamdaki ilk
KUMÜNAR
9
temellerinin Zagroslarda atıldığı bir çok tarihi
veriyle ispatlanmış. Bunu bir çok kişi biliyor.
Peki Zagroslarda çok mütevazıca yeni bir
insanın, yeni bir toplumun adım adım, ciddi
ciddi, adeta çocuk saflığı ve temizliği içinde
ama 10 bin yaşındaki insanlar tarafından, güle
oynaya inatla ve ısrarla yaratıldığından
haberiniz var mı?
Haberi olmayanlara haber veriyorum.
Buralarda ‘komünistler’ var.
Sınıfsız,
sınırsız,
egemenliksiz,
eşitlikçi, özgür, paylaşımcı, komünal-doğal bir
toplum yaratma iddiasında olan komünistler var
Zagrosların zirvelerinde.
Haberiniz olsun!
Şilan. Kürt kadınının özgürlük savaşının
işçisi, savaşçısı, yürüteni, komutanı.
Şilan. İstikrarın, sadakatin, militanlığın eşsiz
temsili.
Şilan. Karanlığın bitim noktası, aydınlığın
yüzü.
Şilan. Gericiliğe korku salan,yiğit insan.
Şilan. Kürdistan’da şimdi bir destan.
Şilan. Bir sembol.
Şilan. Barışın haykırışı.
Şilan. Halkların birlikteliğinin adı.
Şilan. Kadına has olan.
Şilan.
Anlatır mı bu kelimeler seni? Tarif eder mi?
Tanımlar mı? İfade eder mi?
Bilinmez.
Seni toprağa verdiğimiz gün geliyor aklıma.
Çok düşünmeden, hani çok kafa
yormadan ve buna kafa yoracak bellek
henüz yerli yerine gelmediği bir zamanda
KUMÜNAR
9
yüreğimiz konuşmuştu. Yürekten çıkan
haykırışlar seni tanımlamıştı. Belki de en
yalın, en gerçek olanıydı onlar. Hani derler
ya, ‘gerçek basit ve yalın olandır’ diye.
Yürekten gelen sestir diye. İşte o gün
yüzlercemiz hep birden ‘ŞİLAN JİYANE’
dedik çok düşünmeden. Dinlediğimiz tek yer
yüreklerimizdi. Ve yüreklerimiz ‘ŞİLAN
JİYANE’ dedi.
Sonrasında anladım. Anladım ki sen
hepimizin yüreğinin JİYAN’ıymışsın.
Yaşamıymışsın. Yüzlerce insanın ilk refleksi,
ilk iç tepkisi bu olmuştu şahadetine.
İmrenilecek bir yaşam dedim. İmrenilecek bir
insan, ilk hatırlattığı ‘yaşam’ olan bir
imrenilecek bir kadın.
Seni en güzel bu anlattı sanırım
Olanca gericiliğiyle birleşen güçlerin
ortak saldırısıyla gerçekleştirdikleri, insanlık
ayıbı katledilişiniz, hiç durmadan kanayan bir
yaradır yüreğimizde. Gündüz ortası kurşuna
dizilmek. Tüyler ürperten bu dakikaları
anmak dahi insan olanın kanını dondurmaya
yeter. Neydi son yaşadıkların. Neleri
düşündün. Neler hissettin. Yaşamının film
karelerinden hangisine takılı kaldı gözlerin
Şilan’ım. Yüreğin nasıl yandı. Nasıl çalıştı
belleğin.
Bunları düşündükçe kan beynime, öfke
yüreğime damlıyor. İnsan olanın
insanlığından utanası geliyor. Düşün ki, 21.
yüzyılda, düşün ki insanlık savaşçıları şehir
meydanlarında kurşuna diziliyor. Hiçbir
savaş kuralında, hukukunda, olmadık bir
şekilde, ortaçağ vahşetine taş çıkartırcasına,
sorgusuz sualsiz kurşuna diziliyor.
Suçları, insan olmak.
Suçları, özgür yarınlara gönül vermek.
Suçları, Ortadoğu halklarına dayatılan
emperyal çözüme karşı durmak.
Suçları, ihanetin gericiliğin karşısında onuru
korumak.
Suçları, halkların birliği için çalışmak.
Suçları, halkını savunmak.
Cezası, yargısız İnfaz.
İşte suç. İşte ceza. Dostoyevski yaşasaydı
sanırım yeniden alırdı kaleme SUÇ VE
CEZAYI.
Yürekteki acısı beterdir şüphesiz. Ama, biz
bilincimizle, yüreğimizin acılarını dindirmedik
mi bunca yıl.
Özgürlük andımızla, yürümedik mi kararlılıkla
Şilan ve arkadaşlarından öğrenmedik mi bu
gerçeği.
Beter olan bu acının dindirilmesinin Şilan
olmaktan, yaşam olmaktan, özgür yaşamı
yaratmaktan geçtiğini bellemedik mi.
İşte bu yüzden acımız büyük. Ama
kararlılığımız da bir o kadar büyük.
Çünkü, Şilan, Jiyan.
***
33 Yıla sığdırılmış nefes nefese bir
yaşamdır Şilan yoldaş.
Bu kısa ama dolu yaşamdan öğrenilecek çok
şey var. Çünkü gerçekten de insanlığın
özgürlük
mücadelesine
mal
olmuş
kahramanlardandır Şilan yoldaş.
Şilan yoldaş 1971 yılında Güneybatı
Kürdistan’ın Kobani şehrinde dünyaya gelir.
Babası Barazi aşiretinin Ketikan kolundan,
annesi Zerki aşiretindendir. Kürdistan’ın
büyük aşiretlerinden olan Baraziler Kobani,
Birecik,
Suruç
yörelerinde
yaşarlar.
Ketikan’lılar ağırlıkta Kobani’de yaşarlar.
Aşiretçi feodal kültürün, dinin ağır etkilerinin
yaşandığı Kobani, oldukça kapalı bir yerdir.
Feodalizmin,
dogmatikliği
her
açıdan
kendisini hissettirir. Gücü de güçsüzlüğü de
dogmatizmindedir. Gururlu bir yapılanmaya
sahip olan Ketikan’lar hangi tabakadan
olurlarsa olsunlar, hiç bir şekilde devletle
bütünleşmezler. Bu yüzden işbirlikçilik,
ihanet kültürlerinde yoktur. Aslolan direnmek,
başı dik durmak, kimseye boyun eğmemek,
cesaret ve savaşkanlıktır. Diğer yandan
kapalılığın, dini dogmaların getirdiği gericilik,
özelde kadına katı kuralları dayatır. Kadın
feodal zihniyetin tüm geriliklerine maruz
bırakılır. Kobani gerçeğini bütün derinliğiyle
hisseden tanık olan Şilan arkadaş, bu
gerçekliğin olumlu özelliklerini kişiliğinde
taşırken, gericiliğe karşı da mücadeleyi
sürekli
temel
bir
yaklaşım
olarak
geliştirmiştir. Özünü inkar etmeden, özüne
bağlı, yeniliğe açık, taze bir yürek olarak
yaşamıştır. Bu gerçeği şu sözlerle ifade
etmiştir: “Kobani’de kadının kurtuluşu için tek
çözüm cins devrimi, sosyal ve kültürel
devrimi gerçekleştirmektir”
Ailenin ilk çocuğu ve ilk torunu olmasından
dolayı oldukça sevilen, kadri bilinen bir
çocukluk yaşar. Beş yaşına kadar Kobani’de
KUMÜNAR
1
kalır daha sonra Halep’e yerleşirler.
Çevresinde tanık olduğu gerçek ise onu
erkenden çelişkilere sürükler. Kadına
uygulanan şiddet, berdel vb. gelenekler daha
çocuk yaşta derin çelişkiler yaşamasına
sebep olur. Yıllar ilerledikçe arayışlara sevk
eder. İlk öğrenimine Halep’te başlar. Başarılı,
zeki bir öğrencidir. Halep ortamında KürtArap çelişkisine tanık olur.
1980 yılında alanda çalışmalarını
başlatan PKK’lileri ailesi aracılığıyla tanır.
Kobani açısından bu bir ilktir. O güne kadar
herhangi
bir
siyasi
örgütle
ilişkileri
olmamıştır. Özde var olan yurtseverlik
duygularıyla PKK’ye dost olurlar. Şilan
yoldaş için artık yeni bir dünyanın kapıları
açılmıştır. Çocukluğu devrimcilerle birlikte
geçer. Büyük bir heyecanı yaşar. Diğer
yandan zekası onda yeni çelişkileri de
uyandırır. Ailesi ve çevresi devrimcilerle
ilişkilidir ama gelenekler değişmiyordur. Bu,
yaşadığı temel bir çelişki olarak belirir. Ve
geleneklerin değişmesinin kolay olmadığını
zorlu bir mücadele gerektirdiğini daha çok
genç yaşta fark eder. Ve bu fark ediş onun
bütün yaşamının ısrarlı, tutkulu, yılmaz
yürüyüşünün temelini oluşturur. Yaşam
değişmelidir. Ama bu kolay değildir, zorlu bir
mücadele gerektirir ve bu mücadele her ne
olursa olsun mutlaka verilmelidir.
“Kobani’de kadının kurtuluşu için tek çözüm
cins devrimi, sosyal ve kültürel devrimi
gerçekleştirmektir”
Yaşı ilerledikçe bazı çalışmalara
katılmaya başlar. 1984 yılında Halep’teki
kültür çalışmalarında –Koma Agiri- yer alır.
Artık aktifleşme yolandadır, diğer yandan
öğrenci örgütlenmesi çalışmalarında da yer
alır. Çalışmalarıyla kısa sürede beğeni
toplar,
güven
verir.
Öğrendiklerini,
yoğunlaştıklarını evde babasıyla da tartışır.
Babası yurtseverdir. En çok kadın konusuna
ilişkin yaşadığı çelişkileri ve ulaştığı
sonuçları tanık olduklarıyla kıyaslayarak
tartışır. Babası bu tartışmalardan birinde ‘sen
kadınların avukatı mısın?’ diye takılır ona. Ve
bir süre sonra tanıdıkları diğer arkadaşlarda
böyle seslenirler ona. ‘O zaman çevremdeki
tüm erkeklerin devrimci bile olsalar kadın
konusunda farklı düşündüklerini anlamıştım’
diyor yazdığı bir yazısında. Partiyi tanıdıkça
bakış açım genişliyordu kadına, erkeğe
yaklaşımım farklılaşıyordu diye anlatıyor.
Öğrenci çalışmalarıyla birlikte kitle
çalışmalarını
da
yürütür.
1988yılında
profesyonel olarak partiye katılma kararını
alır. Bu kararlaşmasında şehit Yıldız Durmuş
(Jiyan arkadaş) arkadaşın yoğun etkisi
olduğunu belirtir. Yine şehit Dicle (Aynur)
arkadaşında etkisi yoğundur. Dicle arkadaş,
Kobani’den saflara katılan ilk kadın
devrimcidir. Aşiretin ve ailenin yoğun baskısı,
işkenceye
varan
zulmüne
karşı,
evleniyormuş gibi yaparak düğün gecesi
partiye katılmıştır. Daha sonra ülkeye
geçerken, pusuda şehit düşmüştür. Dicle
arkadaş, Kobani’de bir ilktir. Sembolleşen bir
isyan gülüdür. Şilan arkadaş, onun
yaşamından,
inatçı,
ısrarlı
katılım
tutkusundan derinden etkilenir. Onu bıraktığı
yerden takip etmeye karar kılar ve
sembolleşen bir diğer isyan çiçeği doğar.
1988 yazında Mahsum Korkmaz
Akademisine gider. Akademi ortamında,
ciddi bir eğitim alır. Ve önderlik gerçeğinden
derinden etkilenir. Tutkulu yürüyüşü büyük
bir ivme kazanır. ‘Akademi ortamında en çok
yoğunlaştığım konu ihanet olmuştu‘ der. O
süreçte parti içinde yaşanan ihanetlere ilk
olarak tanık olur. Ama bunlar karşısında geri
adım atmaz. Tam tersine yoğun tartışmalarla
anlam vermeye çalışır ve tutumunu berrak
bir su kadar net koyar. İhanet, Kürdün
tarihinde vardır belki ama Şilan’da asla
olmayacaktır. Bu bir ilke, bir yaşam
duruşudur onun için.
1991 yılına kadar yaz aylarında Mahsum
Korkmaz Akademisinde, diğer aylarda ise
okulda ve kitle çalışmalarında yer alır. Şilan,
büyüyen bir devrimcidir artık. Halkına güven
veren, öğrencileri örgütleyen, kadınların
avukatı olan bir militandır. Diğer yandan ise,
parti içi mücadelenin önemini ve gereğini
giderek kavramaktadır. Çizgi mücadelesi,
ihanete karşı duruş kişiliğinin belirginleşen
yanıdır.
“Kobani’li bir kız da özgürleşebilir. Ben bunu
göstermek, bu kararlılık ile yürümek
istiyorum.”
1991 yılında Akademide üçüncü
devresini tamamlar. Katıldığı son eğitim
KUMÜNAR
1
devresinde, Şener tasfiyeciliğine tanık olur.
Bu, onun için kararlaşmanın doruğudur. İç
mücadelenin çetinliğini ‘kendimi kurtlar
sofrasında bir kuzu gibi görüyordum. Ama
kolay yenilecek bir kuzu olmamaya
kararlıydım’ sözleriyle ifade eder. Şilan artık
ülke yolcusudur. Dağlara,özgürlük savaşına
koşan taze bir gerilladır. 18 Eylül 1991’de
ülkeye, Botan’a geçer. Aynı yıl şehit düşen
Mizgin (Gurbet Aydın), Zekiye Alkan
yoldaşlar, savaşma kararını bileyen belirgin
kişiliklerdir.
Botan
yeni bir yaşam, yeni
güzellikler, yeni zorluklar olarak karşısında
tüm çıplaklığıyla durur. Gerilla yaşamının
bütün güzelliklerini, sevinçlerini doyasıya
yaşadığı kadar, bütün zorluklarına ve
acılarına da tanık olur.Özellikle bir kadın
olarak gerilla olmanın, savaşmanın, her türlü
iç ve dış sancılarını iliklerine kadar yaşar.
Ama pes etmez. Kolay yenilemeyecek bir
kuzudur O. Gururu, bilinci, cesareti,
savaşkanlığı, yoldaş canlılığı, fedakarlığı,
azmi ve kararlığıyla tüm zorlukları bir bir
aşar. Kısa sürede komutanlaşır. Gericiliğe
karşı amansız mücadele eder. Kadın
arkadaşlarını korur. Çünkü O, kadınların
avukatı olmaya gerilla yaşamında da devam
eder.
Kadın Özgürlük Hareketinin her
aşamasını yakınen yaşar. İçinde yer alır. Bir
anlamda, onun yaşamı özgürlük hareketinin
tarihiyle birlikte geçer. Tüm yaşamını buna
adar. 1993 yılında kadın ordulaşması,
sürecinde sorumluluk alarak, ordulaşmanın
ilk komutanlarından olur. 1995 yılında ilk
kadın kongresi hazırlık komitesinde yer
alarak kongre çalışmalarını yürütür. YAJK’ın
kuruluşunda yer alır ve yoldaşları onu YAJK
merkez komitesine seçer.
Botan’ın,
güney
sahasının
Zagros’ların tüm alanlarında faaliyet yürütür.
Savaşır, komutanlık yapar. Karış karış
ülkenin dağlarını dolaşır.
97 yılında Önderliğin çağırmasıyla tekrar
akademiye gider. Yaşam ve savaş tecrübesi
yoğunlaşmıştır. Akademide aldığı eğitimle,
bilincinde
sıçrama
yaratır.
Giderek
derinleşen
belleği,
artan
donanımı
mücadelesini zenginleştirir, ivme katar. 98
yılında tekrar ülkeye uzanır, erkek
egemenliğine, kadın gericiliğine karşı sürekli
özgürlükçü duruşu esas alır. Savaşımında
cesur, gururlu yürüyüşüne devam eder.
99 yılında partileşen kadın hareketinin,
PJKK’nin çalışmalarına katılır ve merkez
komitesinde yer alır. Mücadelenin içinden
geçmekte olduğu hassas bir süreçte en
dirayetli, en net duruşu sergileyenlerden olur.
Büyük bir azim ve kararlılıkla yürür. İç dış
saldırılara karşı, sesini sürekli yükseltir.
Stratejik değişimi en erken ve en yalın
anlayan,
bunun
kararlılığını
gösteren
militanlardan biri olur. PKK’nin değişimini
somut adımlarından olan KADEK sürecinde
yer alır. Ve KADEK merkez yönetim
çalışmalarına katılır. Stratejik dönüşüm
sürecinin
tüm
çalışmalarında
olanca
aktifliğiyle yer alır. Hem kendisini hem de
çalışmaları büyük oranda geliştirir. Askeri
çalışmalarda, ideolojik çalışmalarda, kadın
çalışmalarında ihtiyaç olan her çalışmada
tereddütsüz
yer
alır.
Gönül
verdiği
aydınlanma çalışmaları onun en çok sevdiği
çalışmalardır. 2002 yılında YRD (Yekitiya
Rewşenbira
Demokratik)
çalışmalarının
sorumluluğunu alır. Ve başarı ile yürütür.
2003 yılında Kongre Gel oluşumuyla
birlikte, kongre çalışmalarına geçer. Kongre
Gel Yürütme Konseyinde görev alır. Sancılı
gelişen Kongre Gel sürecinin aktif militanıdır.
Geliştirilen provokasyonlara, dayatılan ihanet
çizgisine, inkarcı eğilimlere karşı amansız
mücadele verir. Net bir duruş sergiler. Hiçbir
konuda taviz vermez, ihanetçi çizginin kadın
özgürlük çizgisini revize etme dayatmalarına
karşı tereddütsüz net duruş sergiler. Her
koşul altında çizginin temsilcisi, savunucusu
olur.
Kongre
Gel
çalışmalarının
iş
bölümünde Suriye koordinasyonun da
görevlendirilir.
Tasfiyenin
dayatılmak
istendiği bu çalışmalara, tüm zorluklarına
rağmen kabul eder. Çalışmalarda önemli bir
toparlanma, gelişme yaratır. Bu çalışmaları
yürüttüğü
süreçte
2004
yılının
29
Kasım’ında, alçakça bir saldırıyla katledilir.
***
“Kobani’li bir kız da özgürleşebilir. Ben bunu
göstermek, bu kararlılık ile yürümek
istiyorum.” diye yazmışsın 14 Temmuz 2003
tarihli parti raporunda.
Evet Şilan!. Nefes nefese yaşamın, özgürlük
kokuyor.
Mücadelen bizleri sana öykündürüyor.
KUMÜNAR
1
Kobani’nin
gerçeğinden
yükselen
bir
sembolsün sen.
Daha çocuk yaşta başladığın “kadın
avukatlığın”
kadın
savaşçılığına,
komutanlığına, yürütücülüğüne, çizgisine
dönüştü.
Gururun, esin kaynağımız
Azmin tutkun, yaşam kararlılığımız
Duruşun, örnek aldığımız militanlık
Ve yoldaşlığın, temiz yüreğin,
Asla unutamadığımız.
ŞİLAN.
PKK Parti Merkez Okulu Zagros Bêrîtan devresi
öğrencilerine sorduk
PKK 28 yaşına giriyor neler
hissediyorsunuz.
sizce PKK’li kimdir.
Hebun mahir
Önder APO kendi rey aletine, hayalline
olan koşturmacısını bir kimlik adımı olan,
27 kasım’ da başkan APO etrafında öncü
kadrolarımızı
kendi
toplumsallığını
gerçeğini yaratma iddia, ihtiyaçlarını ve
sevdalarını eylemi olan 27’ da Kasım’ da
yetersiz olsa da bir devrimci olarak yere
alma benim için bir onurdur.
PKK’ lili olmak bence, halkın
acılarını hissedip onunla birlikte yaşamayı
becerebilen ve onlara cevap olma ihtiyacını
an be an hisseden yeni insan kavgacısına
denilir.
Roşer Tolhılldan
PKK 28 seneyi tarihte bırakan, bir ekoldü
aslında. Yani bir ateşten tarih tanıtımı
yapılmıştı PKK için gerçekten öyle bir rolü,
misyonu oynadığını düşünüyorum. yani yüz
yıllardır, ezilmiş Kürt halkının belki de
özgürlük,savaşımıyla bu direniş savaşımı
adıyla kendi içerisinde belki de, çağdaş
Kawa Mazlum’u barındıran, kendi içerisinde
tanrıca Zilan’ı barındıran, teslimiyete karşı
direniş kültürü taşıyan Beritan yoldaşı
barındıran, bir tarihe sahip olan PKK,
gerçekten bir ateşi oynuyor.Bir ateşle
oynamayla aslında, önderliğinde bu yönlü
açıklaması vardı. bir çözümlemesinde’’ bu
sorunu çözeceğim diye, PKK katılan bir
insanın, keleyi koltukta alıp dünyaya
karşısına alması gerekiyor’’diyor. Yada
şöyle bir yaklaşım da istemek mümkündür.
Ateşin tanımını vermekse, dört kelebek birisi
ateş aydınlatıcıdır, diğeri yakıcıdır, diğeri ısı
verir derken, dördüncüsü kendi ateşi içine
atarak adeta budur, demek istiyor. Yani bu
tarih biraz ezilen Kürt halkı şahsında ezilen
bütün toplumların, ezilmiş toplumların
direniş diyeninin adıdır adeta.
Bir PKK’ lili, bu tarih içerisinde bu
zorlu süreç, zorlu devinin içerisinde bir çok
direnişi göstermiş, bir çok arkadaş var.Yani
özellikle Önderliğin bahsettiği gibi,’’ PKK b
şehitler partisidir’’. Yani bunun esas
temsilliği şehitlerde aramak gerekiyor, o
ruhta aramak gerekiyor, çünkü, PKK bir ruh
olayıdır.Yani bu sorunu çözeceğim, bu yeni
sistemi, yeni
insanı yaratan, diyen,
insanların adıdır aslında. Direk bir insan,
kendisine PKK’ liyim söylemek, bu tanımı
uygulama öyle kolay tanımlayacağımız bir
kavram değildir.
Sadece şunu söyleye
bilirim; bizi Mazlum’ larla, Agit’ lerle,
Zilan’ larla , Beritan’ larla etkilenip, buraya
gelenlerin, bu örgüte katılanların etkileriyle
buradayız. PKK hareketi aslında, kendi
çocukluk hayallerine ihanet etmeyenlerin ta
kendisidir. Bir söz vardır, ‘’ PKK’ de
yaşamak cennettir, PKK’ de PKK’yi yaşasan
cennet olur, PKK’ de PKK’ yi yaşamasan
cehenneme olur. Esas PKK' lilik de PKK’ yi
cennet edenlerin aslında ta kendisidir.
Cemal Şerik
PKK’nin kuruluşunu sadece alınan bir
kararın açıklanması ve bunun kişi ya da ilgili
çevrelerce duyulması biçiminde verilecek
yanıtın, sorulan soru için yetersiz kalacağını
düşünüyorum. Çünkü, PKK’nin kuruluşu ve
ilanı, partileşmeye doğru giden süreç ve
resmi olarak kuruluş kararıyla birlikte
KUMÜNAR
1
PKK’nin parti olarak kendini ilan etmesi
değişik aşamalardan geçmiştir.
Haki Karer arkadaşın katli, aynı zamanda
yeni bir süreci de başlatmıştı. Yapılan
tartışmalarda sadece Haki Karer’in kimler
tarafından, hangi amaçla ve nasıl katledildiği
değil
farklı
konularda
tartışılmaya
başlanmıştı. Mücadelenin geldiği boyut,
cinayet düzeyine varan saldırılar ve gelinen
aşamada tüm bunlar karşısında nasıl bir karşı
koyuşun olması gerektiği öne çıkan
tartışmalar arasında yer almıştı. Artık,
amatör grup ilişkileriyle çalışmaların
yürütülemeyeceği yerini daha profesyonel
resmi ilişkilerin alacağı bir örgütlenmeye
geçiş hem fikir olunan bir konu haline
gelmişti. Buda partileşmeye doğru giden
yolun başlangıcını oluşturmuştu.
İlk partileşme fikri böyle gelişmiş ve
gündemimizde yer almıştı. Artık, o andan
itibaren bu doğrultuda yoğunlaşılmaya da
başlanılmıştı. O sürece kadar daha çok
Kürdistan’ın sömürge olduğunu ve Ulusların
Kaderlerini Tayin Hakkının “Ayrı devlet
kurma” olduğunu ortaya koyan ve bu
görüşün propagandasını esas alan bir
yoğunlaşmanın sahibi olunmuştu. Ona göre
kitaplar
okunuyor
ve
tartışmalar
yürütülüyordu. Daha çok da Lenin, Stalin ve
benzeri gibi devrimci önderlerle birlikte
Ulusal Kurtuluş Mücadelesi vermiş sömürge
halkların devrimlerini anlatan kitaplar
okunuyordu. Ama Haki Karer arkadaşın
katlinden sonra okunan kitap ve yürütülen
tartışmaların
kapsamı
da
genişledi;
örgütlenme ve pratik politika öncelikli
konular arasında yerini almaya başladı.
Artık, tüm grup ilişkisi içinde yer alan
arkadaşlar partileşme sürecine girildiğini
bilerek hareket eder bir düzey yakalamış
oldu. Onun içindir ki, o dönem
çalışmalarında yer alan arkadaşlar için
partileşme belirli bir dönemden sonra içine
girilen sürecin kendisi olmuştu.
Haki Karer arkadaşın katlinden sonra aynı
yılın sonlarına doğru oluşturulan program
taslağı ise yapılan tartışmaların ardından
partileşme yönünde atılan yeni bir adım
anlamına gelmişti. Bu noktadan sonra parti
kararının alınması hemen hemen o süreçte
yer alan arkadaşların bir beklentisi haline
gelmişti. 27 Kasım 1978’de gerçekleşen o
muhteşem doğuştu böylesi bir gelişmenin bir
dönüm noktası olarak yerini almıştı.
Kişi olarak 27 Kasım 1978’de Ankara’da
cezaevinde bulunuyordum. Başka arkadaşlar
da vardı Ankara’daki yapılan bir eylemden
ötürü tutuklananlar vardı. O günkü koşullara
göre cezaevinde azımsanmayacak bir sayıda
arkadaş grubu bulunmaktaydı. Değişik
düzeyde görev ve sorumluluğu olan
arkadaşlar da vardı. Dışarıdaki gelişmeler bir
biçimiyle cezaevine ulaştırılıyordu. Daha
cezaevine girmeden önce bakma fırsatını
yakaladığım
Serxwebun
(Kürdistan
Devrimin Yolu) ve Doğru Yolu Kavrayalım
ismini taşıyan çalışmalar bile cezaevine
girmekteydi.
Partinin resmi ilanı ise daha sonra
gerçekleşti. 30 Temmuz 1979’da Salih
Kandal arkadaşın şehadete ulaştığı eylemle
PKK adıyla artık yola devam edileceği
duyurulmuştu. O süreçte cezaevinden
çıkmıştım. Yeniden aranmaya başlamıştım.
O nedenle de farklı bir alana geçmiştim.
Partinin resmi ilanını da öyle bir süreçte
öğrendim.
PKK’nin kuruluşuna ilişkin düşünce ve
duygularımı böyle bir bütünlük içinde dile
getirmeyi daha uygun görüyorum. Bu
çerçeve de sormuş olduğunuz sorunun
yanıtını vermek istiyorum: PKK’nin kuruluş
ilanı, sıcağı sıcağına yaşanan bir sürecin
adım adım tamamlanması ve kuruluşu
yolunda katedilen bir mesafe sonucunda
gerçekleştirilen, anı anına hissedilerek
yaşanılan ve büyük bir sabırsızlıkla beklenen
bir doğumun gerçekleşmesi anlamına
gelmiştir. O ilan gerçekleşip duyulduktan
sonra da artık hiçbir şeyin eskisi gibi
olamayacağı ve daha sorumlu bir yaklaşımla
hareket edilmesi gerekli hale geldiği bir
sürece girilmiştir ve bu bilinç yaşamımıza
yön vermeye başlamıştır. Ve bugüne kadar
da gelmiştir
Dr Ari
KUMÜNAR
1
Salvegera PKK’é dikeve temené
xweyé 28’an hestekî nayê
derbirîne.
Jibervêyekê jî 27’ê mijdarê jibo gelekî bê
ziman, bê çand mayî û bê nasname mayî bu
navê wê û vejîna gelê Kurd.Bi PKK’’re
dîroka berxwedanvaniyê jinûve zindîbu û
weke her gelekî lêgerîna mafê xwe hat
despêkirin.
PKK’yîbun, ewekî yékû felsefa
Rêber Apo derbazé jiyanê dike,xwedî li
hemu nîrxén mirovahî derdikeve,rébertî jére
dike,liser vê bingehî guherîna dide çékirin û
di kesayetiya xwede birék û pék dike, di xeta
Rêber Apo’de dimeşe ew PKK’yiye.
Zelal Dêrik
Dîroka 27’ê mijdarê di rastiyêde
dirokek tîne bîra min. Diroke kî bi keda bi
hezaran kes hatiye avakirin, di heman demê
de diroke kî bi ramanê Réber Apo hatiye
damezrandin. Ez di salvegera avakirina
PKK’ê de sala 1994’ande li gel Réber Apo’
bum.Té bîra min hertim digot, “her gavekî
avêtin, her tiştekî dîtin û hemu nîrxên bidest
meketî bi xwîna şehîdan hatiye destxistin”.Ji
bervêyekê her salekî derbaz dikim, lipişt xwe
dinérim û lépirsînekî bi xwere didim çékirin,
gelo! em çiqas, xwedî li nîrxé şehîdan
derketin û liser vé bingehî me çiqas, kedek
dakû em vé dozé bi hêzbikin û
péşvebibin.Hem di aliyé kesayetîde û hem
wek réxistin em çiqas xwedi lê derketin lé
pirsîna wé dikin.
Dem kû ji minre tê gotin, PKK’yî
kiye?
nasnameyekî
azad
té
bîra
min,azadî,wekhevî bîra min. Jiyanekî herkes
têde bi awayekî xwezayî jiyana xwe
didomîn, kom buyînekî xwezayî tîne bîra
mirov.Dema kû di despékê de Şehîd û
Rêber Apo tê bîra mirov.Jiber kû, ew herî
kesên esîlin.
Sefqan Tekman:
Dema kû, 27 mijdarê tê gotin, ked û
jiyanekî azad tê bîra min. PKK, weke mezin
buna zarokekiye, heya hat temenê xweyê
28’mîn.Gelé kû hebun û tine buna xwe ne
diyar, îro bi milyona, bi deh hezaran kes
xwedî livê dozê derdikeve.Herwiha ev şoreş,
wisa bi asanî nehatiye vê astê.İro dirokeki
zindî em jiyan dikin.Bi berxwedana gel ya kû
li colemêrgê bi awayeke eşkere vêna dide
nişandan.Bi kurtahi 27 mijdare ji bo me,
nasnameya jiyana nû û azade.
Xeta PKK’yi buyînê di kesayetiya
kemal Pîr, Bêrîtan, Zîlan û di kesayetiya van
hevalan de hemû şehîdên şoreşê mirov
dikare bêje, PKK’yineKesekî ketkar, tekoşer,
di xeta Réber Apo’de bê kû, bikeve du
dilîyeki meşeki dide çêkirin û dibin her şert û
mercekîde felsefa Apo’yîzmê jiyan dike, ew
PKK’yîye.
Xebat Andok
Salvegera PKK’é ya 28’an coş û
Keyfxweşiyeke gelekî mezin diminde dide
avakirin.Bingehê vê coşê, ji kurahiya diroka
PKK’ê tê. Jiber kû, PKK di demeke awarte
de şînbu. Demekî di gotin, sosyalîzm
xilasbu û hat hilweşandin, é dî dor hatiye
pergala emperyal û kapital,bîrdoziya PKK’ê
ji bu altenatîfa hemu pergalên desthilatdar û
çînî.Yané PKK netenê jibo gelê Kurd, jibo
hemu gelên bindest û mirovahiya péşverû bu
hêviyekî mezin.Bi paradigmaya nûre PKK
herdiçe bihéz dibe û hemû pergalên paşverû
dixe nav tirs û fukarên pir mezin.Êdî PKK
buye muhatabê herî mezin.Jibervê jî mirov bi
coş dibe.
PKK’yî kîne? Li gorî min Rêbertiye
û rastiya Rêbertiye.Rihé kesên bê hesap xwe
jibo mirovahî feda kirine, yané rihê şehîdane.
PKK’yîbun ne tiştekî mutleq û nejî
sekiniye,her diçe bi hebuna xweve girêdayî
péşveçûn çêdike.Di aliyekîde hebun çêdibe,
di aliyekî dejî pêşve çûn çêdike.Lêbelê
derbazbuyîna PKK’bûyînêde mirov dikare
vêna derbirîne. Yé zanabuna demê di xwede
dihewîne,weke xebatkarekî mirovahiyê bi
wijdan û ehlaqekî pir mezin di bîrdoziya
Rêber Apo’de xwe kurdike û girêdayî dimîne
ew PKK’yîye.
Sefqan Tekman:
KUMÜNAR
1
Dema kû, 27 mijdarê tê gotin, ked û
jiyanekî azad tê bîra min. PKK, weke mezin
buna zarokekiye, heya hat temenê xweyê
28’mîn.Gelé kû hebun û tine buna xwe ne
diyar, îro bi milyona, bi deh hezaran kes
xwedî livê dozê derdikeve.Herwiha ev şoreş,
wisa bi asanî nehatiye vê astê.İro dirokeki
zindî em jiyan dikin.Bi berxwedana gel ya kû
li colemêrgê bi awayeke eşkere vêna dide
nişandan.Bi kurtahi 27 mijdare ji bo me,
nasnameya jiyana nû û azade.
Xeta PKK’yi buyînê di kesayetiya
kemal Pîr, Bêrîtan, Zîlan û di kesayetiya van
hevalan de hemû şehîdên şoreşê mirov
dikare bêje, PKK’yineKesekî ketkar, tekoşer,
di xeta Réber Apo’de bê kû, bikeve du
dilîyeki meşeki dide çêkirin û dibin her şert û
mercekîde felsefa Apo’yîzmê jiyan dike, ew
PKK’yîye.
Jİ
XUDAVENDA EŞQ Û
EVÎNÊRE
îddayekî xurt bu dixeta azadiyêde. Ev tevlî
bun jî, bi ser bingehekî bi zanistî û
îradeyekî bi hêz bu. Li hember hemû
paşverutiya kû dijmin çandîye di nava
civakê û pergalê de dinava tevgerekde bu.
Ji ber vêyekê îspat kir ji refên şoreşêre, kû
tûcarê napejirîne cudabuyînên cinsî û
çînîre.
Vêna dide raber kirin. Hertim
lihember ne wekheviya di civakêde û di vê
mijarêde bi taybet li hember paşverutîya
liser jin,her tim dinav hewldana kî
bêdawiyê kû, ji bo bibe bersîv. Ji pirsa “wê
çawa were jiyan kirin?” re xwe diher
aliyekîde fedayê doza azadiyê kirîbu. Belê
ew şagirtek di xeta Rêber Apo de bu.
Mamosteyekî canfeda bu ji bo tevgera
azadiya jin. Fermanderekî jibo zanîstî û
wekheviyê û di wan mîjarande tekoşînekî
dijwar dida meşandin. Ji pîvanên wêya
bingehîne kû hezkirinên wê ji xweşîk
bunêre û yekbunek çêkirin. Biryar buna
wê bu sedemek kû, ber biçavbûna hemû
taybetmêndiyên xweşîkre rêgîrt. Hewlda û
tekoşîn
dikir
jibo,
bibe
xwedî
taybêtmendiyê PKK’yî. Girêdana xeweya
bi PKK’ê, ji hestên wêyên welatparêzî
dihat. Bi wê sekna xweya azad lihember
hemû qomployên hindur û derve bu. Ew
mînakekî ji dîroka berxwedaniya jin bu.
Pênûs bi xemgîne kû
ji bo
kesayetên kû navê xwe di dîrokê de
derktine bi nivîse.Û rûpelên hêvî û
baweriyê
bi peşerojêve nivîsandine,
azmekî tûcar şaş nabe û di rêya azadiyêde
meşa kû li ber berbanga nûve diçe. Ewên
kû, bune muma ronahiya rêyên mirovahiyê
bune yek, liser her bostek erdê dayika
xudavend. Qehremantiyekî mirovahî bejna
xwe liber vê di tewine. Îspat kirin ji hemû
mirovatiyêre kû, muma dyakîkên xudavend
di rojhilata navînde pêxistine, tûcar natefe
û bilind dibe. Bi ronahiya xeta azadiyê
yakû, Rêber Apo ronak kiriye. Yek ji
xudavendên eşqê Rê heval Şîlan bu.
Belê ez diwê bawerıyêdeme kû ez
nikarim hemu taybetmendiyê rê heval
Şîlan rêz bikim. Lê belê erkê hevaltiyê liser
min ferz dike kû, ez hevala Şîlan û di
kesyetiya wêde hemu şehîdên şoreşê bi
bîrbînim. Jiber kû ew hertim mumên rêya
me
ronak dikin.
Hemu
çalekiyên
berxwedaniya gelê me û rêhevalên me,
diseride li hember hemu cureyên xiyanetê
tekoşînekî tund didin meşandin. Di
despêkêde Rêber Apo, gelê me û gerîlla
buye hedefa êrîşan. Dubare buna dıroka
xiyanetê, carekdin bi awayekî topyekûn
xwe dide nîşandîn.
Yêkû himêz kir û xwe tevlî kir û di
heman demande, dinav pêşbirgê debu
wek Rê Hevalên xwe bu. Di despêka
zayîna tevgera azadiyêde û artêşbuyîna
jinde, xwe tevlî refên azadiyê kir. Xwedîyê
Şahadeta Heval Şîlan û çar
hevalên pêre şehîd ketine, nimuneyeke pir
mezine kû, jibo xeta xiyanetê were vale
derxistin. Di aliyekîde xeta xiyanet, hevkarî
KUMÜNAR
1
û tune bunê dihat şopandin, di milê dindejî,
xeta qehremantî û berxwedanvaniyê
pêşket. Weke kû, Rêber Apo dide
diyarkirin, “çiqasî dagirkerî û ked xwarî
zêde bibe, ew qas ji qehremantî xurt dibe.”
Liser bingehê mîrateya
Rêber Apo
derxistiye, wê ji bo me bibe ronahî kirina
muma dîrok û azadiyê. Hevgirtinekî bi rihê
dema nure pêwîste werê avakirin. Di
dawiya hemu zehmetîyande tim xweşî
derdikeve, weke kû dawiya şevêde roj
ronahî dike, dawiya zivistanê bahar tê û
em bi hêvîyekî pir mezinin kû, serkeftin ya
meye.
Dilşa Efrîn
Navê Wî Zagros
Mirov pir caran, nirxê yên di destê xwede
nizanê. Ev ji bûyîna rastiyeke giştî
zêdetir,şêweyekî ramaniye kû, mirovên vê
axa me ji dîrokê girtine û dijîn. Şêweyekê
raman yê wusaye,kû yê li dest xwe mîna
beşek ji xwezaya xwe, encamek xwezayî ê
hebûna xwe têdighe û bi vê hinbûyînê ji
nirxandina yê li dest xwe bêhtir dijî. Yê
dinjî dinav herîkandina demêde wate didê,
dike parceyek ji parçayên hevgirtina xwe.
Bi vî awayî dinavbera xwe û derdora
xwede hevgirtinek xwezayî, yekîtiyek ya
wateyê pêktîne. Gava yek ji parçeyên wê
winda dibê, ev yekbûyîn ji hev belav dibe û
ev belavbun, dûbare jibo parçeyên wê
bêne watedar û berhevkirin dibe
dahurandina, kû diyalektîka pêkhatinek nû
çêbikê. Ev diyalektîk, ji nirxandina yê li
dest xwe zêdetir, nirxandina pêvajoyên
afirandina yê nû û jîyanê, lewra pêvajoya
zanîna nîrxê bixwere tine. Weke encama
van, nezanîna nîrxê ê li dest xwe lê, di
şêwaza nirxan dijî de, şêwazekê raman
pêkhatiye di mîrovên axa mede.
Di rastiya axa me, ya kû herî zêde
diyarê windayiyane, peroşa ramanê jinûve
watedarkirina yên me bûrandine, berê
jiyana me didin çêkirin.Nîrxên xweyên herî
xurt,kû em kirin em,bi wate kirin. Dinav
herikandina dîrokê a dilhişkde me
windakirin. Dinav kefa destê mede, pir
tiştên kû em dikin nakin, nizanin bê kî,
çima dane dest me. Bê kû wate bidîn,
ziyan dikin. Gava jiyan ji wateya xwe
disepîne, bi neçarî disekinin û li yên me
burandine dinêrin. Lewra tevayî ‘’ wate’’
yên em kirine em, ji dest me hatine
derxistin û me, di tarîtiyên hestê winda, yê
ji wê ‘’ rêderketina mezin’’ kû jêre dibêjin
şarîstanîde hatine fetisandin, mejiyên me
biqasi kû, şeytanê derûna wî winda kirî, li
hember yê ew daye çêkirin rabe, ji aqil bê
pare... jiber wê, em nexweşên ramanê li
paş xwe dizivire û di roja paş îrode li
‘’wate’’ yê digerine. Em vedigerin û di roja
KUMÜNAR
1
xwe ya paş îrode bi parçayên ‘’wate’’ ên
me komkirine, em xwe didin çêkirin. Bi
êşe, lê diyalektîka hebûna me eve. Em
dikarin ji vê re bi bêjîn, li diyarê
windayiyande, pevçûna zor a mijûliya xwe
dana çêkirin.
Vê biharê ez li Zagros’ ê geriyam.
Min tim bihîstibû diyarekê windahiyan.
Cihê îskender le aliqî û parçebûyî, xeleka
çiyayên nayin derbaskirin. Avaşin’ a
hiphêşin a ti qirêjiyê qebul nake, li jêr
stêrkan sekinî,Basya wekî bi xwaze xwedi
di Avaşîn de
pak bikê, şermok
diherikeÇarçêla’ ya mîna destekê bixwaze
reşiyê biqetîne,, bi serbilindiya bûyina yê
bilind, bi sekinandina xwe a gure Cîlo, û ji
tevan zêdetir li girê qertal jibo nobedariyê
gerîlayên jin ên yekîneya xweser, kû hêdî
hêdî xaçerêyan re bilind dibin... Vê biharê
li zagrosê, dinav şaşwaziya zarokde min
jiya. Min hewl da kû, tiştên dijîm bi tena wê
bijîm. Piştî demek ser re derbas bû, min
fêhm kir kû bedewiyên li Zagros ê, bi
wateya ligor nirxê wê min nejiyaye. Bi
diyalektîka ramanê diyarê windahiyan ê
êşê dide me, her kû ez ji Zagros’ ê
dûrketim, niha baştir dibînîm kû, nirzê wê
zêde dibe...
Vê zivistanê ez, bi Zagros’ rebûm.
Jibo jinûve avakirina PKK’ ê dibistana
amadekariyê a hatî cem hev, dinav
nîqaşên wan yê germde, pir ji me bê kû,
pir zêde nirxê yê li kêleka xwe bizanin,
dinav herikandina demêde zivistanek
derbas kirin. Di biharêde, çawakû bi tava
nisanê berf dihelê û helaleyên stû semundî
bi girî serê xwe bilind dikin, gava me ji hev
xatir xwest û wextê veqetînê hat, me fêhm
kir, bê me çiqas hevû dû kêm naskiriye. Di
rêwingiyên nûde, wê me tiştên nû jiyan
bikira. Ta kû, me agahiyên windahiyên ên
me li paş xwe hiştibûn bigirta, wê me
wateya nirx dayina hev nezanibûya. Jibo
min jî weha bû. Dinav rastiya sar a
zivistanê ew Zagros’ê kû, tu zivistanekê
nedikarî ser rastiya wî a germ, bi jiyanê
dagirtî bigre, min pêdiviya kû ez wî weke
beşek ji hebûna xwe binirxînîm nedît. Tenê
min bi wîre jiya. Min pêre gotûbêj kir, parve
kir, şer kir, jê xeyidîm, pê re li hev hatim,
min her zêde ji sekinandina wî a bi xwe
bawer, axaftina wî ya bê virde- wirde, di wî
temenê biçûkde zanistiya girtî, di şerê
xwede çavreşiya wîhezkir. Dawiyê dema
wextê veqetinê hat, min ew himêz kir,
xatirê xwe jê xwest.
Mîrovek
çiqas
dikarê
mirovekê nas bikê! An ji çiqas dikarê
têbighê! li kûderê û çawa dikarê nas bikê,
fêhm bikê! Tim tê gotin, kesayetên rast ên
mîrov di kêliyên tengde zelal dibin.
Mîrovek çiqas bi karê xwe bi yekê din re
parve bike, ewqas dikarê hebûna xwe di
wîde pêkbîne û bide zêdekirin. Daxwaza
vegotina xwe û hewildana parvekirinê a
hevalê Zagros, bi pir awayên cuda hat
şîrovekirin. Ez nikarim bêjim, kû min pir
wate da û nirxê wî zanî. Gava min agahiya
windakirina Zagros bihîst, ez nû ji
Zagros’ê hatibûm. Li ser hevalê zagros
dikarim pir tiştan binivîsînîm, jixwe heta
zimanê wî dilivî behsa pir hevalan kiribû.
Ya herî bedew ji, rastiyek, ya Zagros kû,
jixwe ji pênûs û zimanê wî hati vegotin
heye. Di alîyê agahîde, pir tiştekê ser ve
zêde bibe tûneye. Lêbelê jibo wateyê, bi
her yek ji me re parçeyek Zagros heye.
Ew, niha yê em nirxê wî baştir dizanin.,
wateya em kirine em, bixweye. Ji wî wêde
ma em çine? Ji windayekê kû cîhana
derewan dane dest wêdetir, em çine? Ne
tiştek. Zagros kiye! Her tiştê em kirine em.
Ji vê wêdetir gotine.
Niha ez wate didimê. Zagros,
zagros’ bû. Diyarê jiyana geş a kû tû
zivistan nikarê ser bigrê, biharek cîwane.
Çiyayekê serhildêr e kû, tû fefihkar nikarê
wê zeft bikê. Avaşîn’ a kû tû qirêj nikarê
wê girêj bike, destekê dirêjî stêrkan dibe,
hendavekê
her kû derdikevî dide
azadkirin. Di peraveke bedew ê demêdê
weke hêlîn helo kûlîlk dide.
Di pêşbirka watedana xwe û xwe
watedar kirinêde ew, yê despêkê û herî
pêşdeye. Ger, wê ev meş dem bike, ên li
paşde tên, wê li şûna yê pêş xwede bicin.
Emê meşa xwe bideminin. Rêwîtiya
vedîtîna Zagros’ ê di hundirê zagros’ de
wê dom bike. Li wir emê xwe bibînîn. Wê
ew xwe weke emê wate bidînê. Kû wateya
KUMÜNAR
1
me hebe. Nirx di wateyêde veşartiye. Emê
nirxê wî bizanin.
Rojêkê min jê pirsî, ‘’ çima navê te
Zagros’ e?’’bi wê besimîna mezin a liser
xwe, got, û ‘’ hevalekê li min kiriye’’
Zagros, niha li ber çavê min besimînek
mezine. Hewl didim wateya xwe bibînîm.
Pirsek; yan çiya wateyê didin mirov, an ji
mirov wate dide çiya! Bersiva vê niha
zelal... ZAGROS besîmînek( tebesüm)
mezine.
RÊWİYÊN ZAGROS
Dİ PKK’E DE
ASYA DENİZ
Çima, di PKK’e de pedivî bi rexistina jin
dibînin?
Pkk, Di peşxistina tekoşîna rizgariya gele
Kurd de weke taybetmendiyekî xweye
yekemîn derketiye hole.Li hember hemu
nîrxen pergale, tim bi guman nez bu û tişten
pergale yen heyî tucar ne pejirand.Ji
berveyeke, PKK di serdema xweya
çebûnede, Jin û zilame nu da afirandin,
tekoşîna civakekî nu avakirin peşket û di
demekî kin de liser hemu kesîman bi bandor
bu.Di wateya civakîde, di asta şoreşekîde
guherîn û vegûherîn da çekirin.Di pevajoya
peşketina tekoşîna PKK’e de, jibo tekoşîna
azadiya jin nezîkatiyekî bi regezî da çekirin,
jiberve jî, bu sedema tevlîbunekî zede.Reber
Apo, bingehe hemu pirsgireka, di asta
koletiya jinde destgirtiye û weke paralel
amrazen rexistina jin jî kurbûyînekî bi dest
xist.Tevgera jina azad,bi taybet di jina Kurd’
de ronahî buyîne kî û seknekî vîyanî da
xulûqandin. Jina Kurd, yakû xwenaskirî û bi
cewhere xwere hevdîtin dayî çekirin, di
guherîna civakîde xwedî rolekî peşengtiye
lehîst.Tabî, ligel van peşetina, aliyen kem
mane jî hene.Di deme xwede peşketinen kû
dihatin xwestin jiber kû, nehat çekirin, dem
dem re li peşiya hinek pirsgireken cidî
vekir.Heza PKK’e a guherîn û peşketine
tevgera jin jî, di ve wateyede li gorî dihat
xwestin guherîne jiyan nekir.Li ruxme ev
pirsgireke hatiye jiyan kirin jî,dîroka tekoşîna
azadiya me a sîh salî derbazdike, tekoşîna
azadiye û di derdora wede peşketinenkû
hatin jiyan kirin, serkeftinen giring derxistiye
hole.PKK li ser bingehe,Paradîgmaya civaka
ekolojîk, demoqratîk û cinsiyet pareziye xwe
jinûve
avadike,xwedî
taybetmendiyekî
dînamîk xwe tim nu dike û di domîne.Heza
guherîn û veguherîna civake a bingehîn jin
jî,dinava
tekoşîna azadiyede
wate û
penaseya xwe dinav ve rexistinede
bibîne.PKK ji derketina xwe heya roja meya
îro jin mîhrevede dest digre, jinuve avakirin
jî liser ve bingehî dide çekirin.Dinava
tevgerekîde heza jin ya rexistinî, heza we
rexistine jî dide diyar kirinDîsa asta tevgerek
a demoqratîk û azadîxwaziya tevgerekî, bi
asta rexistin û azadiya weve dinezde
eleqeder dike.PKK, mînaka weya hatiye
jiyan kirine.Azadiya jin, weke kû cewhere
demoqrasiyeye, arîşeyekî bi serî xwe
pewîste were destgirtin.Di wateya giştîde
azadî û wekhevî dibe kû, raste rast jibo jin ne
wisa be.Jiberve yeke jî rexistin û kedekî
taybet, jibo jin feze Jin bi xwe amrazen
weyen demoqratîk, ked û rexistin dide
çekirin. Sedsala 21’mîn, sedsala tekoşîna
azadiya jine.Heza PKK a guherîn û
veguherîne bive nerîne derketiye hole.Ev
cewhere PKK’e ye.Jin dinav kîjan rexistinede
be bila bibe jin xwemaliyekî dide avakirin,
evjî bi rexistinere peşxistin û bi îradere
dikare
bibe çalekî. Ev hem jibo jin û
hem jî jibo hemû tekoşîne jî di cîhdeye .Jinen
kû, dinav PKK’e de jî, liser ve bingehe
pektîne.
Ev, rexistina jin we çawa bibe û
liser kîjan bingehan bide runişkandin?.
Ev rexistin, wêçawa bibe nîqaş liser
hîn didome.Hem bi nasnameya tevgera jin re
tevlîbun, hem di giştiye qaten tekoşîne de
cîh girtin, bi kîjan curen rexistinî herî îfadeya
xwe ya baş bibîne., jibo van mijaran mirov
dikare bejekurbûyînekî haya.Her du tişt jî
rêxistina jin bi awayekî hev pêşdixîne,ew
mîsyonê heyî di jiyanêde di cihê dayîna
runişkandin û
liser vê bingehî ji di
peşketinên tekoşînêde cîh girtin armancê
meyê bingehîn .liser vê bingehînejiberê
demekî kinde kongreya me a hatî çêkirinde,
di divê alîde biryarên giring hat girtinBivî
armancî
didema
pêşmeda
çuyîna
konferansekî wê were çêkirin.Niha di demekî
KUMÜNAR
1
amedekariyê dene.Bi vê konferansêra hem
jinên dinava PKK de û hem bigiştî liser
îradeya jin gihandina rêxistinîyekî û gihiştina
hinek encama çêbibe.Dinava PKK’da ji we
berêde kevneşopekîya rexistina jin mijara
gotinêye.Asta rêxistin buyîna jin gihiştiyê,
tecrûbeyên hatine girtin jêre bingehekê
dide.Ji xwe emji ji çandekî jin tên,Enceq
vêna xurt bi hêz û bi bandor kirin, di vê
pêvajoyêde aherî giring,PKK ji aliyê xwede
xurt kirina wê bû.Buyîna jin, bi nasnameya
jin diheman tekoşînêde yekbuyîn,ji bona me
îfada pir tiştane.Ev çandekî nuye.......îro
diher qadekîde cûdacûda rêxistinên jin
heye.zzemînekî wiha weke kû wê hêz bide
rêxistin jin PKK’ê,bingehên wêyên tekoşînêjî
derdixîne holê.
Cudabuyîna dinavbera PAJK û vê
rêxistinêde çiye?
PAJKqatekî jin hîn tabet têde di aliyê
bîrdozîde
kurdibe
û
berhem
dideye..Nasnameya
jina
azad
jinuve
pênasekirin,weke alternatîfê jiyanekî nû wê
çawa şêwe bigre,tekoşînekî bîrdozîte
meşandin û jibo jiyanî kirina wêtê
nirxan.pergala jiyana jinê liser arîşeyên rast
hatiye tespît kirin, nîqaşkirinû cihekî pêşketin
çêdike xwedi gihîne îfadeyê.Yanê di azadiya
jinde û taybetiyênde tevgerekî hatiye
kurkirin.
Di PKK’de , ligel taybet buyîna jin,
pêdivîyên giştiyê tekoşînêberfirehiya xwede
digre mijara gotinêye.Di encamde her du
rêxistin jî ji heman çavkanyêçêdibe û bi wêre
heyîna xwe heye.Enceq di heyna kiryariye
cuda buyî derdikeve holê.Di taybetiya jinde
kurbuyînêre,di cihên giştîde kurbuyîn
diheman astêde ûcudaayî nîne ev pir zede
cîh nacre.Lêbelê pêwîsteku nuneriya jin
diher qatekîde hebe.Buyîna tevgerên
bîrdozîk vêna hîn zêdetir ferz dike.Di vê
wateyîde em tevgerên bi hevre girêdayîne û
hev temam dikin.Demakû ev pêkhat,mirov
wêdêmê
dikarre
bêjebirastîji
rêxistînekiye.Rêxistina jin a dinav PKK’dde
ûPAJK
liser
bingehê
hev
xebatekî
vegirêdayî,bi herêma îdeolojiyêve jîzîhniyeta
desthilatdariya
zilamû
lihemberê
ew
xirabunên dayî çêkirin, bi ew tekoşîna bi
dere, wê gelan hîn bêhtir nêzî azadiyê bike.
Ev rêxistin li kudera KJB cîhdigre
têkiliyê xwe çapêre çawaye?
KJB yakû xwe liser bingehê rol û kar
bi
rêxistin
dike,pêşdikeve
curbecur
dibe,lêbelêbi
perçe
û
belav
dimînerêxistiniyên xweyên cewherîdibin wê
çatiyêde
bi
espîriya
konfedaralîzma
demoqratîk hat li gêl hev.Rêxistinê xweyê
cewherî dayîna çekirinêra û liser vê bin gehê
girêdaneke lihember hev û hevkariyê we
gihandina qoordînasyonêarmanca wêya
bingehîne.HÊza jin ya dinav PKK’ded jî bivê
espirîyê di KJB’êde cîh dgre.Bi PAJK’ re
dinava KJB’êde weke hêza jin ya pêşeng
îdeolojîknuneriya xwe têde dibîne.Li ser
bingehê îdeolojiya xilasiya jin di hemu qatên
îdeolojîkdeberhem dayîn û jibo kurbun û
berfirehbuna
îdeîlojiye
çêbibe
wê
btekoşînekî xurt jî bide meşandin.KJB,
keskesorekê (gök kuşağî) ya jine,Jinê dinav
PKK’edejî
dinava
vê
keskesorêde
rengekîherî bingehîne.
Bi
giştî
jibo
civak
û
qadroamedakaî, yan jî projeyekî we heye
jibo pêşerojê?
Di
tekoşîna
30
salî
ya
PKK’êdedestkeftiyên
giring
derket
holê.WEke kû min despêkêde jî dayî diyar
kirin kêmasî û nebesiyên xwe çêbun.Enceq
îro weke rêberê Koma Komelên Kurdistan
paradîgmaya nu derdixstiye holê,em ji nuve
avakirinê jiyandikin.Asta vêya herî bilind ya
pêkhatina wê kongreya avakirinê bu.Ev
diheman demêde ji bo tevgerê jî jinuve
avakirin bu.EV jiyana meya tekoînê dinava
demekî
pir
giring
de’bêhnek’
girtinbu.Tekoşîna îdeolojîk herdiçe giringiya
xwe derdikeve holê, vê qatê pêşxistin û û
weke herî qatekî zehmet destgirtin wêbibe
îfadeya serkeftinê.Ji bo guherîna civakê
xebatekî ronahî kirinê şerte. Di hemu
xebatên meyê qatande xeta îdeolojîk
pêşxistin, di takekes û civakêde xebatên
ronakbuyînê mezin kirinarmancên meyê
bingehînin....jibo vê xebatekî kûr dialiyê
lêkoliîn û hûr kolîn pêwîste were
nîşandan.........hêza meya zana bune
pêwîste pergla heyî derbaz bike.Dîsa jibo
qadro xebatên perwerdeyên kûrbuyînê civak
gihandina zanistiyekî rast,Rihê wê bi
KUMÜNAR
1
xebatên hûnerî û çandî dayîna çêkirin dîsa
xwedî heman giringiyêye.Pergal ddiher
aliyekîde tekoşîna desthilatdariya
xwe
domandine dide meşandinJi bervêyekê diher
aliyekîde
têrbuyîn
îfadeya
serkeftinêye.WEke hêza jin ya PKK’ê bi
nasnameya xweya jinre rolekî bi hêz
ditekoşîna azadiyêde rol lehîstin armanca
meye.Ev jixwe xebatekî eşq û girêdanê
dixwaze.Zanistiyê hezkirin, ronak bunê
hezkirin,hûner hezkirin,yaherî giringgjî jivêna
netirsîne,.