kumünar - Komunar.NET
Transkript
kumünar - Komunar.NET
KUMÜNAR 1 BAŞLARKEN……………………………………………………………….2 PARTİLEŞME MÜCADELESİ VE PARTİ İÇİ SAVAŞIMIN ÖNEMİ………….………3-14 YENİDEN YAPILANMAK, HER AN MÜMKÜN OLAN PKK’LİLEŞMEYİ BAŞARMAK DEMEKTİR…………15-19 YENİ İNSANI YARATMADA EĞİTİMİN ÖNEMİ VE DOĞRU KADRO POLİTİKASI……..……. 20-36 BUGÜNÜ BAŞLANGIÇTA YAŞIYORUZ…….…. 37-44 BİR ŞEYDEN HABERİM YOKTU…………….…….. 45-46 AKLIN DIŞINDA AKIL……………………………….. 49-56 POPÜLER KÜLTÜRE KARŞI MUCADELE ACİL BİR MİLİTANLIK GÖREVİDİR………..………….…. 57-72 PKK SADECE BİR EYLEM HAREKETİ DEĞİL, TERSİNE DAHA ÇOK BİR DÜŞÜNCE HAREKETİDİR……………………………………………... 73-82 KEMAL’E ERMEK…………………………………….…….. 83-89 EKİMİN KIZILLIĞI SERİNKEN…………….… 90-92 ZAFERE YÜRÜYEN’İN TÜRKÜSÜ…………….. 93-94 BU BAHAR KOMÜNİZM GELECEK…….. …. 95-97 ŞİLAN……………………………………………………….……. 98-101 SİZCE PKK’Lİ KİMDİR……………………………. 102-104 Jİ XUDAVENDA EŞQ Û EVÎNÊRE………….. 105 NAVÊ WÎ ZAGROS………………………….……..106-107 Dİ PKK’E DE JİN……………………… ………….. 108-109 KUMÜNAR 2 BAŞLARKEN APOCU hareket içerisinde gerçekleştirilen yeniden yapılanmanın esası ideolojik yeniden yapılanmadır. Bu ideolojik yeniden yapılanma ideolojik olarak bir değşim olmaktan çok, hareketin oluşum sürecindeki ideolojik yapılanmasının eksik ve zayıf yönlerinin tamamlanıp aşılması tarzında gelişen bir süreçtir. Yeniden yapılanmanın birçok boyutunu farklı biçimleriyle gündemimize alıp pratikleştirmeye çalışılıyoruz. Hem örgütlenme hem de eylem boyutunda yaşanan yeniden yapılanmanın pratikte ortaya çıkan sorunları, yoğun bir biçimde oluşturulan platformlarımızda tartışılıp çözümlenmeye tabi tutulurken, bunun ideolojik boyutunun yeterince örgütlenmemiş olması sonuç almada yetersizliklere neden oluyor. Bu yetersizliklerin giderek sapmalara ve tasfiyeciliğe zemin olması gerçeği karşısında Önderlik ideolojik bir tedbir olarak PKK’nin yeniden yapılanmasını gündemimize koydu. Bu anlamda yenidene yapılanan PKK’nin en önemli görevi pratik ve örgütsel sorunların çözümünde doğru ideolojik perspektifi ve gündemi oluşturarak, kadroyu gündemindeki sorunlara bu perspektif ve gündem üzerinden harekete geçirmektir. Bu anlamda PKK çalışmasının özü; kadronun ideolojik olarak kendisini donatıp örgütlendirmesini gerçekleştirmektir. PKK çalışmasının örgütsel, pratik yönlerinin sağlıklı bir temel üzerinden yürütülmesi öncelikle sağlıklı bir düşünsel-zihinsel –teorik çalışmanın oturtulmasıyla gerçekleşebilir. Önder APO teorik çalışmayı bütün yaşam pratiklerinin bir öncelleyeni olarak ele almakta; sağlam teorisi olmayanın sağlam pratiğinin de olamayacağına dikkat çekmektedir. Dolayısıyla yeniden PKK’lileşmenin bir hamlesi olarak önümüze konulan PKK' yi yeniden yapılandırma görevi, Önderliğin oluşturmuş olduğu paradigmal, zihinsel ve teorik yeniden yapılandırmayı doğru anlamaktan geçmektedir. Bunun için PKK çalışması bünyesinde farklı boyutlarıyla yürütülen çalışmalar örgütlendirilmektedir. Kadro eğitimi çalışmalarından akademik çalışmalara, basın-yayın çalışmalarından birebir kadroların özgün eğitim sorunlarının giderilmesine dönük çalışmalara kadar geliştirilen bütün pratik çabalar özünde, birbirini tamamlayan ve besleyen çalışmalar olarak örgütlendirildiğinde sonuç alabilir. Bu .çalışmaların bir boyutu olan ABDULLAH ÖCALAN SOSYAL BİLİMLER AKADEMİSİ çalışması da kendi akademik çalışmalarının örgüte ve kadroya -diğer çalışmaların bir tamamlayanı olarak- mal edebildiği oranda rolünü oynamış olacaktır. Bu çerçevede yürüttüğümüz çalışmaların bir biçimde kadroyla doğru paylaşılabilmesi ve ideolojik gündemin sağlıklı bir biçimde oluşturulup bir tartışma zemininin yaratılması amacıyla -bir ihtiyaç olarak- gündemimize gelen komünar dergisi çalışmasını başlatıyoruz. Bu dergi çalışması; farklı alanlarda yürütülen teorik-ideolojik çalışmaların -öncelikle dağa ve genel olarak da bütün kadroya ulaştırılmasının- bir tamamlayanı olarak öngürüldü. Derginin çerçevesi bu alanda yürütülen çalışmaların dışına taşmamakla birlikte, farklı boyutları da olacaktır. Temel önceliğimiz Önderliğin çeşitli konulardaki ideolojik perspektiflerini yeniden gündeme almak kadar, güncel sorunlara dönük teorik ve entelektüel gündemler üzerinden perspektif ve tartışma platformları oluşturmaktır. Bu anlamda komünar dergisi; her şeyden önce kadronun ideolojik gündemini oluşturmayı kendi misyonunun esası olarak görmektedir. Bu gündem sadece akademi bünyesinde yürütülen çalışmalarla sınırlı olmayıp, hareketin güncel; pratik, siyasi ve örgütsel ihtiyaçlarını da gözeten bir çerçevede olacaktır. Derginin içeriği ihtiyaçlara göre değişimler gösterecek olsa da, çerçevesi Önderliğin önümüze koyduğu paradigmal sorunların temel boyutlarını kapsayacaktır. Bu çerçevede; her sayıda Önderliğin çeşitli konulardaki çözümleme ve perspektiflerinden oluşturduğumuz çalışmalarını yayınlayacağız. Yine o ayın gündemine ilişkin yürütülen tartışmaların bir özeti ve çerçevesini akademi adına özetleyip gündeme bakışımızın çerçevesini oluşturan çalışmalar yapacağız. Teorik çalışmalarımızın en önemli boyutlarından birisi olan doğru bir tarih anlayışı oluşturmak açısından PKK tarihinin çeşitli kesitlerini irdeleyeceğiz. Yine ‘şehitler partisi olan PKK’nin’ tarihine damgasını vuran sembol şehitlerimizi işleyen bir şehitler köşemiz olacak. Yeniden yapılanmanın değişim ve gelişim gücü olan PKK’deki kadın gerçeğini farklı boyutlarıyla irdeleyen yazılara yer vereceğiz. Bunun yanı sıra, araştırma-inceleme köşesi olarak düzenlediğimiz çeşitli konulardaki felsefik-teorik yaklaşımlarımıza ilişkin gündemimizde olan sorunlara dönük çalışmaları işleyeceğiz. Kültür-sanat köşesi olarak düzenlediğimiz bölümde de, başta APOCU sanat kuramı olmak üzere, sanatın farklı boyutlarını ele alıp inceleyen çalışmalara yer vereceğiz. Öngördüğümüz bu çerçevenin yanı sıra yayın akışı içerisinde, genel kadro yapısıyla oluşturmayı düşündüğümüz tartışma platformlarında ortaya çıkacak yeni gündemlere de açık olacağız. İlk sayımızda belirlediğimiz bu çerçeve içerisinde, PKK gerçeğini kuruluş yıl dönümü vesilesiyle de ‘27 Kasım’ üzerinden işlemeye çalıştık. Yazıları gündeme alırken dilinden biçimine, içeriğinden düzeyine kadar esas aldığımız ölçü ideolojik çalışma yürüten ve ideolojik kimliği olan kadronun ölçüleridir. Bu ölçüleri taşıma iddiasında olan kadronun böyle bir çalışmaya sadece okuyucu olarak değil, çalışmanın içeriğinden biçimine, gündeminden örgütlendirilmesine kadar bütün boyutlarıyla komünar dergisine sahip çıkacağına inanıyoruz. Bu sorumluluğu taşıyan her kadronun birer ‘komünar’ olarak bu derginin sahibi olduğunu düşünüyoruz. Düşünceleri, önerileri ve eleştirileriyle bu çalışmayı besleyip güçlendirmek isteyen her kadro, bunları ulaştırmanın yöntem ve araçlarını yaratacaktır. Bizler de çalışmanın pratik örgütlendirmesini yapmaya çalışırken en büyük dayanağımızın bu yönlü çabalar olacağını bilerek, bize ulaşmaya çalışan her kadronun bu çabalarına büyük değer vereceğimizi belirtiyoruz. Bu vesileyle 28. yılına yeniden yapılanmış olarak giren partimiz PKK’nin kuruluş yıl dönümü başta bizleri yaratan Önder APO’ya, şehitlerimize ve bütün yoldaşlara kutlu olsun diyor, çalışmalarında başarılar diliyoruz. KOMÜNAR KUMÜNAR 3 PKK’nin ilk çıkışında da ifadesini bulan sosyalizme yaratıcı yaklaşım, demokratizme ve ulusallığa devrimci yaklaşım, insanlığa en özlü hümanist yaklaşım partimizin temel ideolojik kavramlarıdır. Kürdistan’daki savaşımın doğasına her zamankinden daha fazla anlam vermek, uluslararası gerçeklik içinde olduğu kadar ulusal ve toplumsal gerçekliğimizin savaşla bağlantısını derinden kavramak önemlidir. Savaşımın neresindeyiz, ne tür bir savaşla karşı karşıya bulunuyoruz, başarı olasılığı nasıl gelişiyor, mutlak olarak yerine getirilmesi gereken savaş görevleri nelerdir, bunun için partileşme ve ordulaşma gerçeğine nasıl katılmalı soruları her zamankinden daha yakıcı ve çözümlemeyi dayatan düzeydedir. Denilebilir ki, uluslararası gerçeklikle Kürdistan gerçekliği ilk defa bu denli yoğun bir biçimde siyasallaşma ve çözüm ihtiyacını hissettirme dönemine girmiştir. Nereden bakılırsa bakılsın, bu yeni ve çözümlenmeyi bağrında taşıyan bir gelişmedir. 19. yüzyıla doğru gelindiğinde, Kürdistan üzerine kurulu dengelerin yarattığı çıkmaz, işgal ve istila tarihinin yıkıcı sonuçları, kapitalizmin talihsiz bir biçimde geliştirdiği sömürgeciliğin dolaylı etkileriyle birleşti; bunun bir sonucu olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun ömrünün denge oyunlarıyla neredeyse bir yüzyıldan fazla uzatılması, Kürdistan üzerinde yıkılması gereken düzeninin devam etmesine yol açtı. Tam da bu düzen ve bu imparatorluk yıkılacakken, Ekim Devrimi ile başlayan yeni dönemin ortaya çıkardığı elverişli tarihsel koşullar çerçevesinde doğan Türkiye Cumhuriyeti’nin hem sosyalizmi hem de kapitalizmi kullanarak, gerektiğinde birine gerektiğinde diğerine ağırlık vererek iki sistem arasına oturttuğu denge açığa çıkmış; bir kez KUMÜNAR 4 daha Kürdistan’a ve Kürt halkına uyguladığı imha süreci anlamsız olduğu kadar bitirici bir durumu ortaya çıkarmıştır. 20. yüzyılın ilk yarısında Türkiye Cumhuriyeti bu temelde denge durumundan yararlanıp çok ezici bir baskıyı ve ardından asimilasyonla tüketmeyi beraberinde geliştirmiştir. imhacı nitelikteydi ve daha çok da bizim çıkışımızı hedef alan bir gelişmeydi. 1980-’90 arasında bununla kıyasıya savaşımın neyi ifade ettiğini biliyoruz. Burada en önemli nokta, uluslararası emperyalizmin ve bölgesel gericiliğin bu rejimin arkasında olduğu ve onu sonuna kadar desteklediğidir. Gelişen Türk kapitalizminin yıkıcı sonuçlarını iyi biliyoruz. Sonuna kadar ekonomik, kültürel, sosyal ve siyasal yutma işi, PKK’nin ortaya çıkış döneminde neredeyse tamamlanmak üzeredir. PKK bu anlamda son bir umut olarak ve aynı zamanda eğer yaşama imkanı varsa onun ifadesi olarak ortaya çıktı. Hiç şüphesiz çıkış tarzında bazı taktik hususlar önemliyse de, asıl önemli olan esasta varolmanın tek çaresi olarak kendisini ifade etmesidir. PKK, sayı azlığına, yine objektif zeminin uygun olup olmadığına fazla bakmadan, atılması gereken son umut adımı olarak değerlendirildi ve öyle çıkmaya cesaret edebildi. Fakat bu dönemde ortaya çıkan yeni bir gelişme de reel sosyalizmin değişik biçimlerde çözülüşüne tanık olmamızdır. Bu çözülüşün işaretlerini daha önceden görüp yaptığımız değerlendirme, Kürdistan’a dayalı 70 yıllık ve hatta daha da öncesinden kalma statükoculuğun aşılabileceği ve uluslararası durumun reel sosyalizmle emperyalizmin dengedeyken kurduğu duruma kıyasla daha elverişli bir zemine kayacağı biçimindeydi. 19. yüzyılda da bu denge yüzünden Kürdistan kendi doğal mücadele gerçeğine kavuşmamıştı. Hiç şüphesiz iç gericilik de bu konuda belli bir rol oynadı. Hiç şüphesiz bu çıkışta objektif şartların etkisi de vardır. Türkiye’de kapitalizmin durumu ve ortaya çıkardığı çalkantılar, yine Kürdistan’da klasik feodal-aşiretçi yapının aşılması ortaya çıkışın zeminidir. Yine Türk solculuğu ve particiliğinin durumu da bu çıkışa etkide bulunmuştur. Ama esas itibariyle insanlık adına vazgeçilmez bazı doğruların kavranmasıyla bu adım atılmak zorunda kalınmıştır. Bilindiği üzere bu yeni bir ortaya çıkıştır. Daha önceki Kürtlük adına ayakta kalan herhangi bir şey yoktur. İlkel milliyetçilik çoktan ajan bir kurum olarak en tehlikeli bir biçimde devreye sokulan bir araç durumundadır; yani sömürgecilikten de öteye bir bitiriş akımı veya anlayışı olarak, sömürgeci emperyalist güçler tarafından zorla beslenip dayatılan bir alet durumuna getirilmiştir. Küçük burjuvazinin Kürtçülük lafazanlıkları çok siliktir, en ufak bir çaba ve fedakarlığa fırsat vermeyecek kadar yenik ve çıkarcıdır, adını söyleyemeyecek kadar iddiasızdır. Fakat lafazanlığıyla uluslararası dengeleri hesaplayarak bulanık suda balık avlamak isteyen bir havası vardır. Bazı nitelikleriyle böyle belirleyebileceğimiz Kürdistan somutu, PKK radikalizmiyle aşılmaya çalışılmıştır. Kısa bir süre sonra uygulamaya koyulan 12 Eylül darbesinin amansız terörü kesinlikle 20. yüzyılın sonlarında reel sosyalizmle emperyalizmin kurduğu dengenin artık bozulması, yeni bir durumun ortaya çıkmasına neden oldu. Bunun bölge üzerindeki etkileri de Arap-İsrail çekişmesindeki uzlaşma havası ve İran-Irak Savaşının sonuçsuz kalmasıyla ortaya çıktı. Bu da Kürdistan için uluslararası ve bölgesel çapta elverişli bir durum oldu. Biz, ’90’lardan itibaren bunun gün geçtikçe daha da hız kazanacağını bekliyorduk ve nitekim çeşitli gelişmeler bu durumu gittikçe ortaya çıkardı. Bunun ilk sonucu, Güney’de emperyalizme dayalı sömürgeciliğin onayını da alan ve buna rağmen yine de önemli bir gelişme olan Kürt Federe Devleti adı altındaki oluşumun ortaya çıkmasıdır. Bu oluşum aslında bölge dengesizliğinin bir ürünü olduğu kadar, bu dengesizliği daha da geliştirecek özelliklere sahiptir. Hareketimizin ortaya çıkışında da bunun çok yakın bir etkisi vardır. Nitekim Güney Savaşımında böylesine bir karşı karşıya gelme oldu. Özünde bu, bölge dengesizliğinden devrim lehine yararlanmak isteyen PKK öncülüğü ile Kürdistan’ı devrimden uzaklaştırmak isteyen emperyalizm ve işbirlikçilerinin karşı karşıya gelme savaşımıydı. Bu, kendine özgü değişik bir savaşımdı, hatta Körfez’deki savaşımın dolaylı bir etkisiydi. Bu savaşım, devrime oldukça açık zemini kullanma hareketine karşı emperyalizmin bir tedbiriydi. Halen çeşitli KUMÜNAR 5 biçimlerde bu tedbirle karşı karşıya bir devrimci mücadeleyi yürütmeye çalışıyoruz. Burada önemli olan, uluslararası durumun Kürdistan üzerinde dolaylı da olsa sömürgeci kontrolün zayıflamasına yol açmasıdır. Bu zayıflama işbirlikçiler çapında olsun, radikal devrimci ve yurtsever çapta olsun bazı gelişmelerin hız kazanmasına yol açmıştır. Hiç şüphesiz her devrimde olduğu gibi bizim de bunları dikkate alacağımız açıktır. Sömürgeci denetimin parçalanması veya imha amaçlı sömürgeci yönetimlerin etkisinin kırılması halen sürmektedir. Güney’de bu durum belirli bir aşamaya gelip dayanmıştır. Türk rejiminde de ’90’lardan itibaren özellikle Özal döneminde klasik imhacı rejimin parçalandığı ve farklı bir durumun ortaya çıktığı görülüyordu. Aslında emperyalist güçler de bu yönlü bir gelişmeyi dayatıyorlardı. Fakat klasik Kemalist kesimin yaptığı darbe, özellikle İnönü-Demirel Hükümeti ve daha sonra Genelkurmayın Tansu Çiller darbesiyle bu çözülmeyi durdurmak istediğini, tekrar imhacı siyasete ağırlık verdiğini ve şimdi bunun yoğun bir biçimde sürdürülmek istendiğini belirtmeliyiz. Bu konuda her ne kadar emperyalizmle çelişkileri olsa da, Tansu Çiller Hükümeti şahsında bunu gidermeye büyük özen gösterdikleri ve bunun için büyük tavizler verdikleri biliniyor. Ordu komutanlarının bizzat “Türkiye’nin mahvına da neden olsa, Türkiye’yi yarı yarıya emperyalizme satma pahasına da olsa PKK’yi bitireceğiz” diyerek bu konuda kararlı olduklarını belirtmeleri çelişkinin açık bir ifadesidir. Halen emperyalizmle klasik imhacı sömürgecilik arasında bir çekişme sürüp gidiyor. Bölge dengeleri de bundan etkileniyor veya bunu etkiliyor. Buna karşı yoğun bir savaşımın sürdürüldüğü, klasik imhacı siyaset kadar devrimci yurtseverliğin ve yine işbirlikçi yaklaşımların da çeşitli biçimlerde varlıklarını korumak ve kendi lehlerine bazı sonuçlara gitmek istedikleri biliniyor. Demek ki reel sosyalizmin çözülüşü ve emperyalizmin bölgeye dayattığı yeni nizam, sanıldığının aksine, Kürdistan’daki klasik statükonun zayıflamasına yol açıyor. Biz burada uluslararası durumun kapitalizm ve sosyalizm için anlamının ne olduğuna fazla değinmeyeceğiz. Emperyalizmin bunalımının nasıl derinleştiğini, hatta sorunlarının reel sosyalizm döneminden nasıl daha fazla ağırlaştığını ortaya koymayacağız. Bunlar az çok bilinen hususlardır. Yine bölgedeki dengesizliğin eskisini bile arattığını, özellikle klasik sömürgeciliğin eski çağının kapandığını ve bu anlamda bu rejimlerin zorlandığını da fazla anlatmak istemiyoruz. Klasik sömürgecilik de oldukça zorlanıyor ve dengesizlik her geçen gün artıyor. Bütün bunlar sonucunda Kürdistan’daki objektif gelişmenin, en önemlisi de sömürgeci rejimlerin yaşadığı iç bunalımların devrimciliğin gelişme şansını arttırdığı ve bu yönlü çözümlemelerimizin isabetli değerlendirmeler içerdiği şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Uluslararası gelişmeler ve yine bölgesel çelişkiler daha da somut ele alınabilir. Ancak kalın çizgilerle şunları belirtebiliriz: Kapitalizmin bunalımı derinleşiyor ve reel sosyalizmin sosyalizmde yarattığı tahribatlar açığa çıkıyor. Reel sosyalizmin çözülüşü ve yıkılışı biraz da reel sosyalizmdeki anti-sosyalist özelliklerin çözülüşü ve onun yıkılışıdır. Ne pahasına olursa olsun, hiçbir sosyalist anlayış reel sosyalizmin hastalıklarını kabullenemez. Bu, sosyalizmi tanınmaz hale ve kapitalizme karşı neredeyse boğuntuya getiren durumun aşılması, bu hastalıktan kurtularak sağlıklı bir sosyalizm anlayışının gelişme şansını yakalamasıdır. Bu yönlü değerlendirmelerimizin şimdi doğrulandığı anlaşılıyor. Kapitalizmin artan bunalımı, yaygınlaşan çatışma durumları ve iflaslar ’90 öncesinden daha fazladır. Biz o zaman da bunu belirttik ve bu şimdi doğrulanıyor. Bölge için de aynı hususlar belirtilebilir. Bölgedeki dengesizliğin ‘yeni nizam’ adı altlında daha da artacağını, ortaya çıkacak gelişmelerin devrimler için biraz daha olanak sunacağını, özellikle Kürdistan Devrimi çağının başlayacağını vurgulamıştık. Hatta Arap-İsrail uzlaşması bile aleyhte değil lehte bazı gelişmelere yol açabilir; yine İran-Irak savaşının uzlaşmayla sonuçlanması da çelişkileri ortadan kaldıramayacak ve devrimci gelişme lehindeki durumları güçlendirecektir. Uzlaşma biraz daha sağlıklı gelişme ortamına yol açacak ve emperyalizmin diğer işbirlikçileriyle halklar arasındaki çelişki daha fazla gün yüzüne çıkacaktır. İşte bunun bir sonucu olarak İslamcı hareketlerin bunu değerlendirdiği, reel sosyalist grupların ise bunu değerlendirememekten de öteye silindiği ortaya çıkmıştır. Eğer doğru bir sosyalizm anlayışı olsaydı, İslami renkli hareketlere fazla gerek kalmaz veya bunlar bu KUMÜNAR 6 kadar başarılı olamazlardı. Ama bilinen komünist partileri, yine çözümsüz küçük burjuva milliyetçiliği bu İslami hareketlerin çıkış yapmasına yol açmıştır. Hem reel sosyalizm hem de klasik küçük burjuva milliyetçiliği, işbirlikçi karakterlerinden dolayı halkların sorunlarına cevap veremiyor. Bu hareketler reel sosyalizmin çözülüşüyle birlikte halklar nezdinde itibarlarını epey kaybediyor ve dolayısıyla İslami hareketler de buradan güç alıyorlar. Ama diğer yandan Kürdistan somutunda bizim gelişmemizden de anlaşıldığı gibi doğru bir sosyalizm anlayışı da büyük gelişmeler yaşayabilir. Ortadoğu’daki çelişkiler dengesizliği daha da geliştiriyor. Bu dengesizlik, devrimci hareketlerin değişik tonlar ve biçimlerde ortaya çıkmasına yol açabiliyor. Bu dönem sanıldığı gibi ‘tarihin sonu’ veya ‘barış çağı’ değil, yeni tarihin başlangıcı, daha sert ve devrimsel gelişmelerle zorlu bir döneme girilmesi anlamına da geliyor. Tabii bu çelişkili bir durumdur. Emperyalizmin dayattığı statükoculuk da, barışçılık da, ona karşı tepkiler de iç içedir ve bunlar yavaş gelişiyorlar. Daha çalkantılı durumlar beklenebileceği gibi sakin durumlar da ortaya çıkabilir. Ama mühim olan çelişkilerin kısa sürede yatışamayacağıdır. PKK’nin Gruplaşma Dönemi Bir Sosyalist Hareket Olarak Düşünülmeli Bu ortamda Kürdistan kendini daha fazla ifade etme imkanına kavuşuyor. Kürdistan’da geleneksel toplumsal yapının çözülüşü hızlanmış, muazzam bir işsizlik ortaya çıkmış, aşiret ölçüleri yıkılmış ve kapitalizmin tahrip ediciliği toplumsal yapıyı içinden çıkılamaz bir durumla karşı karşıya bırakmıştır. Kapitalist sistem sorunlara hiçbir çözüm getirmediği gibi, sorunları gün geçtikçe daha da ağırlaştırıyor. Yine en önemlisi, klasik yönetim anlayışlarının da artık fazla yeterli olmaması ve aşılması söz konusudur. Gerek yönetimlerin aşılması, gerek halkın artık eski durumu yaşayamaması böyle çok kontrolsüz bir objektif durumun doğmasıyla sonuçlanıyor. Böylesine objektif gelişmeler arttıkça, devrime katılım oranı da artıyor. Devrimci gelişmenin hayat bulması ve mayalanması büyük bir ivme kazanıyor. PKK de zaten bunun açık bir ifadesi oluyor; teorisiyle olduğu kadar pratiğiyle de bu gelişmeleri değerlendiriyor ve hayat buluyor. Hiç şüphesiz Kürdistan’ın bütün parçaları aynı düzeyde gelişmiyor. Değişik sömürgecilik biçimleri, değişik iktidarlar, değişik tarihi süreçler buralardaki objektif durumun değişik derecelenmelerine ve hareketlerin değişik biçimlerde gelişmelerine yol açıyor. PKK Hareketinin bu gelişmeleri başından beri doğru değerlendirdiğini ve bu objektif değerlendirmeyle birlikte Kürt milliyetçiliği veya solculuğundaki gelişmeleri de doğruya yakın değerlendirdiğini, yine sosyalizm, din, aile ve kişilik anlayışı biçimindeki çözümlemelerin toplumsal ve ulusal gerçekliği anlamada önemli ipuçları sunduğunu, derinleşen yaklaşımlarla kendi bilinç ve örgütlülüğünü geliştirebildiğini şimdi daha iyi anlamaktayız. PKK tarihi bu anlamda sadece ulusal bir tarihin açıklanması değil, uluslararası ve bölgesel düzeyde ideolojik ve siyasi olarak objektif durumu ortaya koymak kadar bunu kendi şahsında ve kendi örgüt kişiliğinde çözüme kavuşturmayı da ifade ediyor. Yani söz konusu olan salt dar bir ulusal hareket değildir; uluslararası düzeyde sosyalizmin, uluslararası ve bölgesel düzeyde ulusal kurtuluşçuluğun doğru çözümlenmesiyle doğru bir sosyalist kişilik ve ulusal kurtuluş kişiliği büyük bir KUMÜNAR 7 önemle ortaya konuluyor. Her dönemeç itibariyle kendisinde sağladığı gelişme böylesine uluslararası bir gelişmeyle sonuçlanıyor. Bu gelişmeler tümüyle dışa yansımamışsa da, bunu kendi bağrında taşıyor. Demek ki PKK’nin gruplaşma dönemi salt bir ulusal hareket olarak değil, bir sosyalist hareket olarak düşünülmelidir. Yine ulusal kurtuluş kişiliğini şekillendirmesi dar bir yaklaşımla değil, çağdaş ulusal kurtuluş kişiliğine yol açması biçiminde anlaşılmalıdır. En önemlisi de geliştirdiği mücadele biçiminin çok derin bir yaklaşımla ortaya çıkarılmasıdır. PKK’nin, emperyalizmin bütün sömürgelerdeki ezme girişimine ve sonuçta geliştirdiği özel savaşımın en gelişmiş biçimlerine karşı kendini bir savaş ve ordu gerçekliğine ulaştırması söz konusudur. Bu anlamda savaş ve ordu gerçekliği günümüz emperyalizminin dayattığı özel savaşımları aşma pratiğidir. Bu yönüyle 1980-’90 yılları arasında geliştirilen çalışmalar, devrimci bir sosyalist partinin yaratılmasına olduğu kadar, devrimci bir ordunun da uluslararası düzeyde anlamlı bir şekilde yaratılmasına fırsat veren çalışmalardır. Bu çabalar sadece 12 Eylül rejimini değil, emperyalizmin tüm özel savaş dayatmalarını karşılama çabalarıdır. Parti bu denli uluslararası etkileri olan bir parti, savaş da böylesine etkileri olan bir savaştır. Nitekim PKK’nin uluslararası bir tehlike olarak değerlendirilmesi ve ‘dünyanın en terörist örgütü’ biçiminde bir yargılamaya tabi tutulması bu nedenledir. Yani bu değerlendirmeler onun sistem için arz ettiği alternatif olma özelliğinden kaynaklanıyor, tehlikeyi böyle somut hissediyorlar. Özel savaşa karşı devrimci savaşın sonuçlarının da yalnız Kürdistan’la ilgili kalamayacağını düşünerek, ona göre karşıt çabaları bölgesel zirvelerden tutalım zaman zaman NATO’yu işe karıştırmaya kadar götürebiliyorlar. Bütün bunlar gösteriyor ki, partileşmemiz sadece bir ulusal partileşme değil, enternasyonal bir partileşmedir. Yine savaşımımız sadece bir ulusal kurtuluş savaşımı değil, enternasyonal bir savaştır. Mevcut uluslararası ve bölgesel durumla birlikte partimizin ortaya çıkışını ve yol açtığı gelişmeleri bugüne kadar böyle özetleyebiliriz. Önümüzdeki dönem itibariyle de bu süreçler daha da hızlanarak devam edecektir. Uluslararası siyasal gelişme süreci kesinlikle Kürdistan’ın aleyhine değil, lehinde gelişmelere tanıklık edecektir. Şu anda mevcut emperyalist kampın içindeki çelişkiler, ABD, Avrupa, Japon bloklaşması ve yine Rusya’nın bu bloklaşmadaki yeri, Çin’in ortaya çıkışı, yine bağımlı ve geri konumdaki ulusların artan sorunları öyle bir durum yaratmış ki, emperyalizmin eskiden sağladığı istikrarı bir daha mumla aratacak cinstendir. Bunun Kafkaslar, Balkanlar ve Ortadoğu’daki çalkantılı duruma olan etkisini zaten gün be gün yaşıyoruz. Bütün bunlar istikrarın değil istikrarsızlığın gelişeceğini, emperyalizmin daha da zorlanacağını, çelişkilerinin yoğunlaşacağını ve bundan epey çatlaklıkların boy vereceğini gösteriyor. Nitekim bunlar daha şimdiden bizim dahi yararlandığımız çatlaklıklardır. Balkanlarda, Ortadoğu’da ve Kafkasya’daki çatlaklıklar uzanabileceğimiz düzeye kadar gelmiştir. Yine özgül olarak bölgemizdeki Arap-İsrail uzlaşması, İran’daki durumlar ve en önemlisi de çokça övünülen Türk istikrarının bir istikrarsızlığa gitmesi, önümüzdeki süreçte sanıldığından daha fazla yeni gelişmelerin habercisi olacaktır. Asıl pratik politikalar bu gelişmelerle birlikte ortaya çıkacaktır. Partimizin değerlendirmeleri ve asıl siyasal görüşleri önümüzdeki bu dönemde hayat bulacaktır. Şimdi sınırlı bir biçimde yaşama geçiyor, fakat önümüzdeki dönemde gerekenler yapılırsa, bölgeselleşmesi ve uluslararası bir hal alması hiçbir dönemle kıyaslanmayacak kadar ileri bir nitelik kazanacaktır. Kısaca bunları belirledikten sonra günümüz Kürdistan’ında yaşanan durumu da özetlersek, mevcut objektif durumun içinden çıkılmaz bir hal aldığını, özellikle Türk sömürgeciliğinin hem ekonomik, hem de siyasal ve askeri olarak yönetemez duruma getirildiğini görüyoruz. Kürdistan’da artık sömürgeci ekonomiden ve onun siyasal ve askeri denetiminden güçlü olarak bahsedemeyiz. Gerçekten bunun tümüyle aşılma durumu vardır. Çıplak bir işgal ve özel savaş rejimi söz konusudur ve bu savaş kendileri için astarı yüzünden pahalı bir savaştır. Bunun Türkiye üzerindeki bunalımı da zaten çok şiddetlidir. Son ekonomik ve siyasi bunalım had safhadadır. Bir yönetememe durumuyla yüz yüze bulunuyorlar. Ancak Kontrgerilla Cumhuriyeti dedikleri bir rejimle yönetilir duruma gelmişlerdir. KUMÜNAR 8 Bu konuda Güney Kürdistan’daki gelişmeleri de özetlersek, klasik sömürgecilik aşılıyor; ya demokratik bir federasyonlaşmayla Irak bütünlüğü çerçevesinde bir çözüme giderler, ya da Kürt Federe Devletini kurmaya veya bağımsız bir devlet olmaya doğru yol almak zorundalar. Aksi halde bu geçiş aşamasını bu haliyle fazla sürdüremezler. İster devletleşme ister demokratik bir federasyonlaşma olsun, bu yönlü gelişmeler devrimci gelişmeleri hızlandıracaktır. Görülüyor ki, mevcut objektif durumlar daha da kontrol dışı ve devrimle çözmeyi dayatan bir gelişme halinde bulunuyor. Hiç şüphesiz emperyalizm burayı denetlemek için bazı modeller geliştirmek istiyor. Kürt Federe Devlet modelini Kuzey’e de yaymak istiyorlar, fakat klasik Türk rejimi buna imkan vermiyor. Özal krizi, aslında Özal’ın faili meçhul bir biçimde öldürülüşü ve daha sonra birçok faili meçhul cinayetin varlığı da Kemalist rejimin içindeki veya karşısındaki güçlere gösterdiği terörle bağlantılıdır. Emperyalizmin ve ona yandaş olan politikacıların sağlamak istedikleri yeni statüyü tanıma, 70 yıllık statükoyu amansız bir biçimde götürmesinden kaynaklanıyor. Her ne kadar şimdi iktidar bunlarda da olsa, buna tepki duyan çok geniş çevreler var. Halkın kendisi, bizzat Kürdistan’daki devrim, hatta işbirlikçilerin de artık bununla fazla yol alamayacaklarının ortaya çıkma durumu var. Emperyalizm de bundan derin bir rahatsızlık duyuyor. Bunlar çok çelişkili ve çok geçiş aşamalı bir durumun yaşandığını göstermektedir. Bu denge bu haliyle fazla uzun süremez. Zaten devrimci mücadelenin günlük olarak faaliyetleri de bu dengeyi oldukça zorluyor ve sonuçsuz bırakıyor. Yani klasik Kemalizm’in artık yeniden eski istikrarı bulması mümkün görünmemektedir. Bütün uluslararası ve bölgesel şartlar ve en önemlisi de Kürdistan’daki devrimci gelişmeler buna meydan vermiyor. Devrimci hareketimiz de parti tarihimizin kısa anlatımında görüldüğü gibi partileşme, ardından gerillalaşma ve ordulaşmada bugün vardığı düzeyle bütün özel savaşımı geçersiz kılacak ve sınırlayacak bir boyuta ulaşmıştır. Yine işbirlikçi çözümü işlevsiz bırakacak kadar olgunlaşmış, özgücüne kavuşmuştur. Bu noktada partileşme sorunlarına değinme gereğini duyuyoruz. PKK Hareketi Sisteme Alternatif Bir Harekettir Her ne kadar partileşme başarıyla sağlanmış, yine ordulaşma artık bir daha tasfiye edilemez bir noktaya gelmişse de, yaşanan ağır sorunları ve yerine getirilmesi gereken görevleri görmezlikten gelemeyiz. Partileşme sorunları en kapsamlı olarak ortaya koymaya çalıştığımız sorunlardandır. ‘PKKlileşelim, Savaşı Kazanalım’ adı altında bir kitapta bir araya getirdiğimiz bu değerlendirmeler, sorunları yakıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. Biz partileşirken, özellikle ilkel milliyetçiliğe, Kürt ve Türk küçük burjuva sahte solculuğuna ve sosyal şovenizme karşı ideolojik olarak iyi bir mücadele verdik ve bu anlamda partiyi kazandık. Yine gerek burjuva partilere, gerekse eylem hareketi haline gelmiş ilkel milliyetçi partiler veya hareketlere karşı verilen siyasal bir savaşım vardı ve bu siyasal savaşım da az çok kazanıldı. Bunun için ideolojik ve siyasal mücadele çizgisi olarak başarısını kesinleştirdi. Bunun tarihçesi aşağı yukarı şöyledir: İlk grup döneminde, yani ’80’lere kadar ilkel milliyetçiliğe, sosyal-şovenizme ve küçük burjuva reformizminin her çeşidine karşı yoğun bir biçimde ideolojik mücadele verdik ve bu mücadeleyi kazandık. Yine özellikle 12 Eylül faşizminin Güneyli işbirlikçi güçlerle de işbirliği ederek siyasi etkimizi ortadan kaldırmak ve bir hareket olarak bizi boğmak için geliştirdiği saldırılara 15 Ağustos Atılımıyla ve silahlı propagandayla karşılık vererek ayakta kalma savaşını verdik. Bu da siyaset olarak ayakta kalmamız ve ayakta kalmak için de gerilla savaşına nasıl yönelmemiz gerektiğini ortaya koydu. Kısaca 1980-’90 yılları arası partileşmenin, onun ideolojik ve siyasi çizgisi ve kazanımlarının kesinleşmesi kadar ordulaşma ve gerilla savaşımının da zorunluluğunu beraberinde getirdi. 1985-’90 yılları arasını karakterize edecek en önemli olay, gerillalaşmanın oturtulma savaşıdır ve ’90’dan günümüze kadar parti öncülüğüyle birlikte gerillanın artık yıkılmayacak bir olgunluk düzeyine gelmesidir. Burada önemli olan parti ve ordu gerçeğimize içten yöneltilen dayatmaların niteliğidir. Bizimle ancak özel savaş rejimi dıştan savaşı yürütür ve içten dayatmalar da özel savaştan ayrı olarak düşünülemez. Asıl ideolojik, siyasal ve örgütsel mücadele içe KUMÜNAR 9 kaydı. Şimdi daha iyi görüyoruz ki, dışta bir yerde yenilgiye uğrayan Kemalist, feodal ve aşiretçi etkileri taşıyan ne kadar güç varsa aslında bu da bir anlamda doğal olarak içeride başını uzatmadır- bunun arayışını geliştirme havasına girmişlerdir. 1985’ten günümüze kadar geliştirilen çözümlemeler bir anlamda parti içi sınıf savaşımıdır, hatta parti içindeki düşmanı açığa çıkarma çözümlemeleridir ve bu değerlendirmeler çok önemlidir. Yine dikkat edilirse, parti içinde her geçen gün ve hatta her geçen yıl artan bir karşı koymayı görüyoruz. Provokasyonlar ve orta yolculuk tarihi ile yetersiz devrimciliğe bakalım; özellikle Önderlik gerçeğine yanılgılı, sahte ve çarpık yaklaşımlara bakalım ve bu konuda yürütülen yoğun savaşımı göz önüne getirelim: Ulusal ve sınıfsal savaşım ile sosyalizmin ilkel milliyetçi ve reformist anlayışlara karşı yoğun bir savaşım içinde olduğunu göreceğiz. Yalnız bazı provokatörler ve düşman dayanakları, sınıf dışı etkiler, Kemalist etkiler, ağalık ve aşiret etkileri deyip de bu mücadeleyi daraltmayalım. Şimdi daha iyi anlaşılıyor ki, oldukça kapsamlı, geniş boyutlu, ulusal, sınıfsal ve hatta uluslararası dayanakları olan bir mücadeleyi yaşadık. kadar yakıcı biçimde uyguladıklarını şimdi daha iyi anlamaktayız. Provokasyonlar tarihi, bir yerde partiye karşı yürütülen özel savaşım, bir şahıs veya salt bir ajan hareketi değil, Kemalizm’in dış ve iç dayanaklarının birleşik etkisi altında, bazı provokatif kişilikler şahsında dile gelse ve çok yaygın olan yetersiz devrimcilikle her türlü feodal aşiret etkilerini arkasına alsa da, özünde bir karşı-parti hareketidir. Muazzam kölelik zemini, yine küçük burjuva yaşam anlayışlarını -ki bu Türk Kemalist ideolojisi, kapitalizmi ve burjuvalaşmasının yaşam anlayışıdır-, feodalaşiretçi yaşam alışkanlıklarını -ki bunların da sömürgecilikle bağı açıktır- ve bunların oluşturduğu zemini arkasına alarak, partinin zorluklarını da fırsat bilerek yüklendikleri bir karşı-parti olma hareketidir ve bu çok somuttur. Bunların merkezleri, kadroları ve savaş taktikleri -ki bunların savaş taktikleri özel savaş taktikleridir, ama daha değişik ve ince biçimlerdedir- vardı. Kişilikleri özel savaşla çok benzerlik arz eden bozguncu tiplerdi. Yani bunların hangilerinin objektif, hangilerinin sübjektif ajan olduğunu kestirmek bu yüzden çok zordu. Ama vardıkları sonuçlar son derece çarpıcı ve benzerdi. Daha ’80’lerin başlarında dayatılan Semir provokasyonunun emperyalist bağlantısı, yine Kemalist bağlantısı ve iç gericilikle bağlantıları çok somuttu. O bunu şöyle maskeleyebildi: Avrupa yaşam tarzını, küçük burjuva yaşam tarzını sanki küçük bir farkmış gibi ortaya koyarak yansıtmak istedi. Ama dayatmasının temelinde partileşmeye, onun ideolojik, siyasal ve örgütsel gelişmesine karşı kapsamlı bir saldırı söz konusuydu. Bu provokasyonun ardından geliştirilen farklı provokasyonlar da vardı. Bunların bize karşı bir savaş yürüttükleri kesindir. Yani bunların tarihte uzlaşmaları ne kadar gerçekse, parti içinde de bu biçimde uzlaşmaları söz konusudur. Belki bunlar çok bilinçli kurulan ilişkiler değildi. Kaldı ki, tarihte hep böyle bilinçli ilişkiler aramak da fazla anlamlı değildir. Çünkü eğilimler kendi kendilerine birleşirler. Aşiretçi feodal özellikle Kemalist özelliğin yetmiş yıldır gayri meşru birliği söz konusudur. Tarihte bunların Osmanlılarla birlikteliği vardır. Hatta bunu daha da gerilere uzatabiliriz. Yine bunların yarattıkları yaşam alışkanlıklarıyla hızla birbirlerini tanıma durumları vardır. Biz her ne kadar provokasyondur deyip geçiyorsak da, bunlar partiye karşı karşı-parti olma hareketleridir. Yani PKK’nin gerçek devrimci özüne karşı amansız savaşan güçlerin hareketidir. Bunun Semir provokasyonunda şöyle formüle edildiğini biliyoruz: “73’lerde nasıl ortaya çıkmışsa, bu PKK’yi aynı tarzda toprağa gömmek gerekir.” Günümüze kadar özel savaşımın da desteğiyle, PKK’nin ortaya çıkışının yol ve yöntemlerini adeta taklit edercesine, el atılan her gelişme yöntemini karşı bir silah olarak kullanıp ‘toprağa gömme’ dedikleri tarzı ne Kendi deyişleriyle adeta “Birbirimizin gözüne bakarız, ne demek istediğimizi anlarız” gibi bir yaklaşımları vardı. Bunların bir formülü de buydu ve bunlar birbirlerinin kokusunu alarak bir araya gelirlerdi. Nitekim gruplaşmalarında sandığımızdan daha fazla geri yapımızı ve özellikle köleliği kullanıyorlardı. Bunlar yüzyıllardır bu köle köylülüğü, bu ortaçağ kalıntısını oldukça kullanmışlardır ve içimizdeki zemini de böyle iyi değerlendirip kullanabiliyorlar. Zorlukları bahane edip bu kesimlere bazı sahte yaşam umutlarını dağıtarak, örneğin “Sana ev buluruz, KUMÜNAR 1 yemek buluruz, kadın ya da erkek buluruz” biçiminde böyle bazı sahte yaşam olanaklarını sunarak bunları nasıl baştan çıkardıklarını çok iyi biliyoruz. Düşman Sadece Dışta Değildir Sonuç olarak, bu karşı-parti hareketleri aslında sandığımızdan daha fazla derin, kapsamlı tarihi temeli, çok güçlü sosyal dayanağı ve oldukça eğitilmiş çok kurnaz siyasi temsilcileri olan bir karşı-parti hareketidir. Bunun parti tarihimizde nasıl geliştiğini Şahin, Semir, daha sonra Cafer, Hüseyin Yıldırım, Şener, Terzi Cemal gibi kişiliklerin önderlik ettiği karşı-parti dayatmalarında görüyoruz. Bu karşı-parti yaklaşımları günümüze kadar adeta yılda bir kişi ortaya çıkarılarak geliştirilmek isteniyor. Bunların içinde en önemlisi de Fatma’dır. Bunların Fatma gibi özellikle bize karşı tüm taktikleri esas alınan bir beyni, ruhu ve baştan günümüze kadar bize musallat olan amasız bir savaşım içinde olduğu ideolojik ve siyasal bir öncülük söz konusudur. Biz bunun PKKlileşmedeki yerini ortaya iyi koymaya çalıştık. Bu savaşımın ideolojik, siyasal, ruhsal, örgütsel ve askeri tüm yönleriyle iç içe geliştiğini çeşitli değerlendirmelerimizde ortaya koyduk. Bunun kayıpları da oldu, ama büyük kazanımlarının da olduğunu şimdi daha iyi anlıyoruz. Bir anlamda provokasyonun veya karşı-partinin faaliyetlerini ’75’lerden günümüze kadar ele aldık ve zaten bunların hepsi birbirleriyle bağlantılıydı. En çok birbirlerine karşıt gibi gözükenlerin bile objektif veya sübjektif olarak birbirlerinin ne kadar devamı ve hizmetinde olduklarını, birbirleriyle ne kadar uzlaşıp birleştiklerini açıkça gördük. Bunların gücü köleci zeminde, egemen hale getirilen yaşam alışkanlıklarında, hiç çalışmadan emek hırsızlığı yapmada, fitne fesatta, kurnazlıklarda ve bozgunculuklarındadır. Toplumumuzun bunun için ne kadar elverişli bir durum arz ettiğini, yani bu tip yöntemlerin ne kadar sonuç aldığını göz önüne getirirsek, bunların gücünün küçümsenmeyeceğini şimdi daha iyi anlıyoruz. Bunlara karşı büyük bir yurtseverlik ve büyük bir sosyalist emek hareketiyle muazzam bir örgüt ve kişilik savaşımı verilmiştir. PKK tarihini bu yönüyle değerlendiremeyenler aslında bunların temsilcileridir. Bunu da önemle vurgulayalım. Yürüttüğümüz bütün bu savaşı göremeyenler veya görüp bildikleri halde gereklerini kendi kişiliklerinde somutlaştıramayanlar, özümseyemeyenler bir yerde bu kontrpartiyi (karşı-partiyi) içimizde yaşatmak isteyenlerdir. Çıkarılması gereken en yakıcı sonuç budur. Bunların faaliyeti durmadı. Yoldaşlarımız ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, bunların dayandığı örgütsüz zemini aşamayanlar, yani savaşa doğru yaklaşmayanlar, özellikle gerilla savaşında yaratıcılığı ve parti ölçülerinde gelişkinliği tutturamayanlar kimi uygulayacaklar, kime zemin sunacaklar? Tabii kontrpartiye, karşı-partiye zemin sunacaklar. Nitekim kısa bir süre sonra bazılarının buna soyunduklarını biliyoruz. Bunun iyi niyetle de fazla ilgisi yoktur. Burada çok çetin bir kişilik savaşımı var. Geri sosyal yapıya, yine işbirlikçi ulusal gelişmelere karşı verilen savaşımı, en önemlisi de gerilla savaşımının çetinliğini, eğiticiliğini ve örgütleyiciliğini göremez ve bunun hakkını veremezsek, yine yuvarlanılacak yer provokasyona elverişli zemindir ve hızla bu zemini kullanarak bir provokatör durumuna kayılmasıdır. Bazıları bu zemine hızlı gelir, bazıları sonra gelir, bazıları da gelmeye cesaret edemez. Ama bu bağlantıyı şimdi çok iyi görüyoruz. Kısaca parti içindeki savaşımdan çıkarılması gereken sonuçlar var. Karşı-parti hareketinin öyle küçümsenir bir hareket olmadığı, tam tersine özel savaşın en çok umut bağladığı bir savaş olduğu ortaya çıkmıştır. Bunun önderlik tarzının da ortaya çıkış özellikleri var. Bu provokasyon öğesinin önderliği adeta bir gözcü, bir denetçi gibi başından itibaren Önderlik gerçeğinin başına konmuş veya kondurulmuş bir konumdadır. Hiç şüphesiz Önderlik gerçeği de bunun farkındaydı. O da bu TC dayatmasını, bu işbirlikçi zemin dayatmasını görüyordu. Fakat öyle bazı arkadaşlarımız gibi “Bir günde ezelim, imha edelim” yaklaşımıyla üzerine gitmemesinin ne kadar tarihi ve taktiksel bir yaklaşım olduğu bugün daha iyi anlaşılıyor. Önderlik gerçeği hesaplaşmayı işbirlikçi zemine karşı sağlam götürmezse -ki bu Kürdistan içi can alıcı bir gerçekliktir-, bununla hesaplaşmayı aile bünyesinde, sosyal, ulusal ve en önemlisi de örgütsel savaş gerçekliği içinde bütün yönleriyle görüp değerlendirmez KUMÜNAR 1 ve karşı koyma hareketini geliştirmezse, Kürdistan’daki TC’yi, özel savaş TC’sini, PKK’deki TC’yi, PKK içindeki düşmanı görmek, değerlendirmek, kontrol altına almak ve etkisizleştirmek imkansızdır. Önderlik gerçeğinin bir de bu yönüyle anlaşılması gerektiğinin ne kadar önemli olduğunu şimdi daha çarpıcı olarak anlıyoruz. Bu, Kürdistan tarihinde çok ayırt edici ve son derece önemli bir gelişmedir. Eğer devrimci ve giderek başarıya giden bir önderlik oluşturmak istiyorsanız, onu oluşan Kürdistan kişiliğinde kazanacaksınız. Önce kendi kişiliğinizi, sonra aileye sızmış düşman özelliğindeki, kadın köleliğindeki, özel ilişkideki, kardeş ilişkisindeki, ana baba ve ata ilişkisindeki kişiliği görüp fethedeceksiniz. Yine bütün bunlar için gerici aile ilişkileri, gerici kadın-erkek ilişkileri ve bağları, gerici veya sömürgeciliğe ve onun özel savaşımına oldukça bağlı ve buna zemin oluşturan -biz buna objektif ajanlık diyoruz, ama bu sübjektif ajanlıkla iç içedir, her aile ve her kişi bununla iç içe yaşıyor ve gelişiyor; bu bir Kürdistan realitesidir, özgül bir durumdurbu durumla böyle bir karşılaşmayı yaşamadan partileşme mümkün değildir. Bu, düz anlayışlı arkadaşlara da sanırım iyi bir derstir, umarım bu sefer anlarlar. “Düz bir yurtsever parti oluşturduk. İçinde düz bir partileşme, düz solculuk, düz sosyalizm ve yurtseverlik var. Yani içinde düşman yok, içinde düşmana hizmet sunan bir zemin yok” diye yaklaşım gösterenler ne kadar gafil, tedbirsiz ve örgütsüz olduklarını şimdi daha iyi anlıyorlar. Önderlik gerçeğine hakim olan tedbirlilik ve örgütlülük, düşmanı sürekli kendi içinde hissederek kendindeki düşmanı, ailecilik ve ahbap çavuşluk kılıfı altındaki düşmanı, kadın veya erkek kılığındaki düşmanı -buna erkek özellikleri veya kadınsı özellikler altındaki düşman diyelim- görmeseydi ve bunların Kürdistan için neyi ifade ettiğini, ulusal kurtuluş sürecine, partinin örgütlülük düzeyine ve gerilla taktiklerine nasıl yansıdığını ortaya koyamasaydı, acaba bu Önderlik başarılı olabilir veya Önderlik günümüze kadar yaşayabilir miydi? Önderliğin günümüze kadar yaşayamayacağını ve bu mücadelenin en büyük yaşam gücü olduğunu hepiniz çok açık görüyorsunuz. Bundan çıkarılması gereken sonuç şudur: Demek ki düşman, işbirlikçilik ve yine orta sınıf dediğimiz tabaka sadece dışta değildir; bir de bunların içimize yansıyan temsilcileri vardır. Çok usta taktiklerle dıştaki özel savaşa ve işbirlikçiye karşı olduğu kadar, partimizin içindeki, hatta birey olarak içimizdeki düşman anlayışlarına ve yaşam alışkanlıklarına, bunların örgütlenmesine, bozgunculuklarına, kişiliksizleştirmelerine ve savaşı her yönüyle düşürmelerine karşı mücadele edilmeden, nasıl Önderlik gerçeğine, parti gerçeğine ulaştık diyebilirsiniz? Bu savaşımı başarılı verdiğinize nasıl emin olabilirsiniz? Bunu deneyen komünist ve milliyetçi örgütler oldu. Ancak bunların ömürleri bir iki aylıktı. Örneğin Türk devrimci sol hareketleriyle Kürt milliyetçi hareketlerine bakarsanız, bunların ikinci ayda içlerindeki düşman tarafından elde edildiklerini göreceksiniz. Mustafa Suphi hareketinin, bir bütün olarak Kürt isyanlarının, Barzani hareketinin, Türkiye KDP’nin ve kurulan irili ufaklı birçok solcu hareketin içteki düşman tarafından nasıl önce birbirlerine düşürüldüğünü, bazılarının imha edilip diğerlerinin de sonradan nasıl bir ajan kurumlaşmaya tabi tutulduğunu çok iyi biliyorsunuz. Orta Sınıf Partisinin Zemini Köleliktir Tüm bunlar ilk günden itibaren bize de uygulanmak istendi. Biz de bunun farkında olarak, devletin bu büyük asırlık oyununu iyi gördük. Bu konuda endişelerimiz olmakla birlikte, korkularımız kadar cesaretimizi de KUMÜNAR 1 kullanarak karşı koymayı uygun yöntemlerle geliştirdik. Bundan derin sonuçlar çıkararak partileşmenin devrimci tarzına, onun örgütlü ve silahlı savaşımına, onun yaşam tarzına yönelik kişilik çözümlemeleriyle devrimci kişiliğin, savaş kişiliğinin, komuta kişiliğinin özellikleri ve görevlerinin neler olduğunu, yaşamı günlük olarak ve hatta ömür boyu nasıl yürütmeleri gerektiği gibi hususları açtık. Bütün bu konularda geliştirilen açıklamalar özünde partileşmenin ta kendisidir. Bu tarzda partileşme, kazanan ve gerçekleşen partileşmedir. Gerilla savaşımının ve cephe çalışmalarının gelişimindeki temel neden böyle bir partileşmedir. Bu yönlü gelişmeler bütün yoğunluğuyla devam ediyor. Buna bir de orta yolculuğu eklemeliyiz. Kürdistan’da orta sınıf zeminin ne kadar güçlü olduğunu biliyoruz. Özellikle günümüzde bastıran bir devlet ve bir de ona karşı koyan hareketimiz vardır. Şimdi orta sınıfın acınmaları, sızlanmaları ve bu sınıfın her iki tarafı kullanmak istemesi çok somuttur. Burjuva partilerinin, küçük burjuva partilerinin ve işbirlikçi hareketin durumundan bunu anlayabiliriz. Yine legal, sözüm ona demokrat ve yurtsever geçinen bazı hareketler var. Onların da bu durumdan ne kadar yararlanmak istediklerini biliyoruz. Bunları bir yana bırakalım, şu meşhur gözetlemede bulunmaya, hangi taraf bastıracak diye işin kolayına ve zora sokmayana alet olmaya, Avrupa ve ucuz yaşam vaatleriyle yönetimi ele geçirip bireysel tutkularını anı anına yaşamaya, kendi şahsı etrafında bir küçük grup oluşturarak maddi ve manevi tüm parti olanaklarını kullanmaya ne ad vereceğiz? Bunların hepsine ajan diyemeyiz. Bunlara orta sınıfın parti olma faaliyeti diyebiliriz. Yani içimizde bir kontr-parti, bir de orta sınıf partisi var. Örneğin bir Mardin Eyaletimizi ele alırsak, bu orta sınıf partisinin kendisini nasıl geliştirmek istediğini, bunu başaramayınca daha sonra kontr-partiyle nasıl bütünleştiğini ve kontrgerillanın hizmetine girdiğini çok çarpıcı bir biçimde görürsünüz. Bunu o kadar sıcağı sıcağına yaşıyorsunuz ki, belki de buna hayret ediyorsunuz; ama orta sınıfın da bir parti olduğunu ve her ne kadar dışımızdaki temsilcileri fazla başarılı olmasa da, bunun içimizde temsilcilerinin olmayacağı anlamına gelmediğini şimdi daha iyi anlıyorsunuz. Orta sınıf güçlü bir sosyal zemindir ve her zaman siyaset yapmak isteyecektir. Dışarıda, legal partide yapamazsa, illegal partide ve içimizde yapacaktır. Nitekim birçok eyaletimizde, hatta yurtdışında kendini dayatan bu parti böylesine bir partidir. Bu ne tam kontrpartidir, ne tam devrimci partidir, ikisinin ortasındadır. Kontr-partiyle ilişki ve irtibatları zor dönemlerde, devrimci partiyle ilişkileriyse gelişme hız kazandığı dönemde başlar. Ama bu ikisinin arasındaki çatışmaya dayanarak kendisini hep ayakta tutmak, boşluktan ve ikisinin zorlanmasından yararlanmak, mümkünse kendini öne geçirmek ister. Bu, dünya ve bölge çapında da olduğu gibi, orta sınıf kaynaklı hareketlerde de böyledir ve içimizde de artık bu duruma gelmiştir. İlkel milliyetçiliğin bir yerde orta sınıf kökeni de vardır. Örneğin YNK ve küçük burjuva reformizmi dediğimiz gruplar bir yandan bizimle ilişkiye uzanırken, bir yandan da TC veya emperyalizmle ilişkilere gidiyorlar. Onlara gidiyor, “Devrimi durdurmak istiyoruz, bize yardım edin” diyorlar; bize geliyor, “Emperyalizm ve sömürgecilikle ilişkilerinizi düzeltmek istiyoruz, bize yardım edin” diyorlar. Bu konudaki faaliyetlerini de oldukça hızlandırmışlar. İşte içimizdeki bazı yaklaşımlar da bunun zeminidir. “PKK’nin devrimci kanadı veya radikal kesimi zorlanabilir, bazı eyaletleri tutalım, Güney’deki bazı kampları da elverişli hale getirelim, eğer fırsat bulursak gerilla dışı, biraz liberal ve siyasi çözümden yana olan bir PKK ortaya çıkarırız” diyorlar. Kontr-partiyle bu partinin zaman zaman bir araya gelip bilerek veya bilmeyerek devrimci nasıl partiyi zorladığını bütün gelişme süreçlerimizden daha iyi anlarız. En son siyasi liderlik adı altında kendini öne çıkarmak isteyen anlayışların da böylesine bir orta parti olarak değerlendirilebileceğini açıkça belirtebiliriz. Orta sınıf partisine zemin teşkil eden şey köleliktir. Yetersiz devrimciliğin kendisi orta sınıf particiliğidir. Bu kavramları parti içinde çok tartışıyor, “Yetersiz devrimcilik neredeyse saflara hakim oldu” diyorsunuz. Bu doğrudur. Şu anda gerilla komutasında, cephe komutasında, kısacası parti temsilciliklerinin tutması gereken bütün yerlerde yetersiz devrimcilik neredeyse egemendir. Yetersiz devrimciliğin sınıf temeli orta sınıftır. Orta sınıf zaten kendi başına yetersiz sınıftır ve bu kadar KUMÜNAR 1 yetersiz devrimcilik de ancak yetersiz orta sınıf devrimciliğiyle ifade edilebilir. Yetersiz devrimciler zaman zaman kontr-partiye zemin teşkil ediyor veya kaçıyor, zaman zaman da devrimci partiye geçiyorlar. Bunun ikisi de mümkündür. Devrimci parti bastırırsa devrimci partinin yanındalar. O halde orta sınıfın veya yetersiz devrimciliğin genel bir kavram olamayacağı, sosyal temelde kontr-partinin devrimci partiden ayrı ele alınmayacağı, onunla sıkı bir mücadele, ilişki ve çelişki içinde olduğu, hep kendisini gözettiği, fırsat bulursa öne çıktığı, yetersizliğini bir orta sınıf partisi haline getirdiği, zorlanırsa kontr-partiye kayacağı, devrimci parti bastırırsa da yığınla devrimci partiye geçeceği, ama her zaman da yetersizlik biçiminde kendisini dayatacağı açıktır. Orta sınıf partisi zora gelmez, dayatıcı olmaz ve devrimci savaşta kazanmayı esas almaz. Yeterli örgütü, yeterli gerillayı, yeterli savaşçıyı, yeterli orduyu, cephede yeterli kitleyi ve kısacası mücadele için yeterli olacak şeyleri yapmak onun için mümkün değildir. Çünkü her şey onun için yetersiz olmalıdır. Bu anlamda da bu sınıf yaklaşımında yenilgi esastır. O halde saflarımızdaki yetersizliğin böylesi bir tanımı vardır ve bu, fırsat buldukça en az kontr-parti kadar tehlikeli olacaktır. Nitekim oluyor da. Bu savaşın istediğimiz tarzda gelişmemesinde ve parti öncülüğünün sağlam oturtulmamasında bu yetersiz devrimciliğin, dolayısıyla orta sınıf kökenli orta yolcu yaklaşımların büyük payı vardır. Böylece kontr-parti ve orta sınıf partisi nedir, nasıl ortaya çıkıyorlar, sınıfsal ve uluslararası dayanakları, yine kendi aralarındaki ilişki ve çelişkiler, devrimci parti içindeki gelişmeleri, ilişki ve çelişkileri, parti tarihi boyunca gelişme süreçleri ana hatlarıyla bu şekilde ortaya konulabilir. İsteyen parti tarihimizde buna yönelik yapılan kapsamlı değerlendirmeleri de göz önüne getirerek bilinç noksanlığını giderebilir ve kendini doğru tanımlayabilir; “Ben bu partileşmenin neresindeyim?” diye kendine sorabilir. Partileşme Sağlanmadan Mücadele Başarıya Ulaşamaz PKK’nin ilk çıkışında da ifadesini bulan sosyalizme yaratıcı yaklaşım, demokratizme ve ulusallığa devrimci yaklaşım, insanlığa en özlü hümanist yaklaşım partimizin temel ideolojik kavramlarıdır. PKK’nin siyaset olarak da antiemperyalizm, anti-feodal, anti-aşiretçilik, antigericilik biçiminde bazı kavramları ve sloganları vardır. Daha da somut olarak sömürgeciliğin her türlü iç ve dış dayanaklarına karşı olma biçiminde bir siyaseti söz konusudur. PKK, demokratizm, sosyalizm ve tam bağımsızlık doğrultusunda özgür bir halk ve toplum yaratmayı program edinir. Bunun dışında özellikle de yaşamda savaşçı ve örgütçü özelliği çok somuttur. Partimizin fedakarlığı, cesareti, inisiyatifi, somut koşullara uygun anlatım kabiliyeti, nerede nasıl yaklaşılacağı, nerede nasıl ele geçirileceği, nerede nasıl savunulacağı, nerede nasıl bırakılacağı biçiminde bütün devrimci görevlere örgütçülük ve mücadelecilikle usta bir yaklaşımı vardır ve başarıyı mümkün kılacak her yol ve yöntemi dener. Bu, parti tarihimizde çok yönlü anlatılmıştır. Böylesine çok yoğun bir devrimci partileşmenin olduğu, bu devrimci partileşmenin Kürdistan’ı, Kürt halkının özgür gerçekliğini ve kimliğini yarattığı, kendini bu temelde insanlığın dikkatini çeken bir konuma getirdiği bugün artık her zamankinden daha fazla açıktır. Bu partileşmenin öncü bir partileşme olduğu, önderlik gerçeğinin hakim olduğu ve yapıyı sürüklediği bu partileşmenin özellikle savaşımın bu düzeye gelmesinin birinci nedeni olduğu çok açıktır. Halen gerek gerilla ordulaşmamıza, gerekse kitlesel kalkışmaya bu partiyle öncülük edildiği, PKK’nin bu temelde Kürt halkının devrimci mücadelesini uluslararası siyasal gerçekliğe ve bölge gerçekliğine dayattığı, bunun da mücadeleyi önemli sonuçlara ulaştırdığı biliniyor. Önemli olan bu devrimci partileşmenin her üye tarafından doğru kavranması ve özümsenmesidir. “Ben partiliyim, PKKliyim” diyen biri, eğer derin bir gafleti yaşamıyorsa ve objektif ajanlık durumu yoksa, ciddi bir yetersizlik içinde değilse ve “Ben devrimci PKKlileşmekte iddialıyım” savında ısrarlıysa, o zaman orta yolculuğu ve onun her türlü yetersiz devrimciliğini bırakmalıdır. Yine provokatif yaklaşım ve provokatif yaklaşımların zemini olma bırakılmalıdır. Açığa çıkmış devrimci militan ve partileşme özelliklerini esas alın. Çünkü söz ve eylemin birleştiği nokta burasıdır. Bunun için yoğun eğitimle birlikte, tam örgütçülük ve savaşçılığın fedakarlık, cesaret ve yaratıcılık düzeyi esas alınmalıdır. Bu başarıldığı oranda da partilileşeceğiniz açıktır. KUMÜNAR 1 Daha somut olarak belirtirsek, bugün birçok mücadele cephemiz, ona öncülük eden PKK organları, komiteleri ve temsilcilikleri vardır. Eğer bunlar PKK’yi gerçekten temsil etmek, örneğin gerilla kurumlaşmasına yansıtmak istiyorlarsa, bunu ancak PKK’yle temsil edebilirler ve bu da başarının esasıdır. Cephe ve yurtdışı çalışmalarında, her türlü kitle faaliyetlerinde, hatta legal demokratik faaliyetlerde de bu böyledir. Tam partileştiğiniz oranda her sahayı başarıya ve gelişmeye kavuşturabilirsiniz. Her sahayı kolay yenilmez bir savaşım sahasına dönüştürebilirsiniz. Partileşme konusunda anlaşılması gerekenin özü budur. Bu konuda ne kadar partileştik, partileşmenin neresindeyiz diye sorarken, her militanımızın ve hatta savaşçımızın bu gelişmeler çerçevesinde kendini gözden geçirmesi gerekiyor. Öyle rasgele militan savaşçılık yapılamayacağı, partileşmeden ve partinin ideolojik, politik ve örgütsel hattını kavramadan bu savaşımda sağlam yer alınamayacağı açıktır. Partileşme neden zorunludur? Karşı partilere, dışımızdaki partilere, özel savaşa ve en önemlisi de birey olarak içimizdeki düşmana karşı partileşmeyi sağlamadan, mücadelede başarıya ulaşamazsınız. Bilinç, örgüt, cesaret ve fedakarlık yetersizliğine, kısacası kişilik yetersizliğine -ki bu bir anlamda düşmanı ifade eder- karşı savaşmadan partileşemezsiniz. Partileşemezseniz gerillayı geliştiremezsiniz, gerillayı geliştiremediğinizde özel savaşı önleyemezsiniz ve bu da katliamla sonuçlanır. Sorunu bu kadar iç içe bağlantılar temelinde ortaya koyduktan sonra, her eyaletimizin, her çalışma birimimizin kendi somutunda partileşmeye ilişkin hangi sonuçları çıkarması gerektiği artık bellidir. Verilmesi gereken cevap artık somuttur. Sürekli “Sorun var, kontrgerilla böyle etkiledi, orta parti şöyle etkiledi, yetersiz devrimcilik şöyle etkili oldu” demek, kendini ve artık bu aşamadan sonra partiyi kandırmaktır. Bu artık partiye karşı bir savaşımdır ve normal karşılanamaz. “Partileşemiyorum, eğitilemiyorum, örgütlenemiyorum” demek, “Ben kontr-partiye zemin oluyorum, ben orta sınıf partisinin bozgunculuğuna zemin oluyorum, ben yetersizliğe zemin oluyorum” demektir ve bu da yenilgidir. Bu tutumlarınızda ısrar ederseniz, daha da tehlikeli olursunuz. O halde yetersizliğin anlamı yoktur. O halde karşıt partiye ve düşmana yaraşır dayatmalara gerek yoktur. Devrimci parti bütün bunları kabul etmeyen, bunlara karşı savaşan ve savaştıkça gelişen partidir. Önderlik de tamı tamamına böyle savaşan, savaşı böyle yürüten Önderlik gerçeğidir. Önderlik gerçeği de tarihidir ve kurumsaldır. Görüyorsunuz ki, parti sorunları ciddi sorunlardır. Parti tarihi ve bu tarihteki büyük savaşımın sonuçları yakıcıdır. PKK’nin büyüklüğü, yalnız ulusal gerçekliğimize değil, uluslararası düzeyde sosyalizme ve yine imhanın eşiğindeki halkımızın ulusal kurtuluşuna çıkış yaptırmasıdır; ulus gerçeğine ulusal kurtuluşla çıkış yaptırtmasıdır; yine halkın iktidarına ve demokrasisine çıkış yaptırmasıdır. Kişilikteki bin defa bitmiş tükenmiş her türlü olumsuzluğa başarılı yaşayan bir kişilikle çıkış yaptırması tarihi önemdedir ve size ekmek ve su kadar gereklidir. Bunun önünde hiçbir iç veya dış engel kabul edilemez. Büyük yarış partileşme yarışıdır, büyük yarış önderlik yarışıdır ve o da bu temeldedir. İnanıyorum ki, artık bu yönüyle parti adına hareket eden bütün çalışanların, en önde gelen militanlardan sıradan “partiliyim” diyenlere kadar herkesin kendini artık netleştirmesi, ayrıştırması ve parti gerçeğimizin devrimci tarzına ve devrimci partimize kendini katmasının zamanıdır. Bu konuda oyalamacı ve ertelemeci olunamaz. Artık ince bir tarzda karşı partilerin bir ajanı gibi hareket edilemez. Halen bazıları kendini dayatarak, ağırlaştırarak ve incelterek sürdüreceklerini sanıyorlarsa aldanıyorlar. Kararlılığımız, bütün bu karşı partileri aşma kararlılığıdır; bunları en son kalıntılarına kadar teşhir, tecrit ve gerekirse tasfiye etme kararıdır. Herkesin bu hususları önemle göz önüne getirmesini istiyorum. “Ben bu partiye saygılıyım, bu parti adına savaşıma varım” diyenlerin çıkarmaları gereken sonuç, bu partileşmeyi bütün yönleriyle yaşamaları, kendinden başlatarak birimine, cephesine ve gerillaya, kısacası bütün çalışma alanlarımıza taşırmaları ve bunun şiddetli savaşımını vermelerinin gerekliliğidir. Partileşme ve parti içi savaşımın anlamı budur. Zafer kazanma da bu partileşmeyle bu kadar bağlantılıdır. 21 ŞUBAT 1994 KUMÜNAR 1 İnsanlık, söz ve yaşamın bir birini öldürdüğü, birbirinin katili ve de maktulü olduğu zamanları yaşamakta. Zamanı mekânsız bir savruluşun, mekânı zamansız bir donukluğun çıkmazını yaşamakta. Daha doğrusu yaşadığını sanmakta. Her şey bir sanma; “ miş” gibi ya da “gibi”y-miş hallerinde! Spekülatörlerin yönlendirdiği dünyamızda imaj tiplerin remixleriyle yaşamdan kopartılıyor, yaşamın anlamını yitirdiği bir tekrar çıkmazında tüketiyor kendini. Tükettiğinde sırıtıyor yitirdiği anlamlar: kullan-at! Her şey ama her şey bir köksüzlüğe mahkûm insanlığın yaşadığını sandığı “kullan-at” dünyasında. Tanımsızlığın girdabı; kapitalist kozmopolitizmin tanımsızlaştırdığı bir çağ bu. Kendini tanımlayamayan insanlığın, başı bozukluğun hükmüyle yaşadığı bir kaos çağı. Özün biçimsiz kaldığı, biçimsiz kalan özün her türlü saldırı altında hallaç pamuğu gibi savrulduğu bir kudretsizlik durumu, bu Kudretsizliğiyle, meltemde- bile- kasırgaya tutuşmuşçasına savrulmakta. Melteme dayanmayan kudretsizliğiyle kullan-at (günübirlik) dünyasında inançsızlığın zifiri karanlığını yaşamakta. inançsızlığın zifiri karanlığında, ötesini göremediği (bir) adımını atıp-atmamanın tereddüdünde. Tereddütleri korkuya gebe inançsızlığına dokuz doğurtmakta. Bir adım ötesinin korkusu bu. Ensede hissedilen cinsten; bir türlü inmeyen ama birlikte yaşamak durumunda kalınan; yakın, yakıcı ve de bitirici. Oysa atabilse adımını, cesaret etse bir adım ötesine, yaşadığı karanlığın zifiri, kesecek aydınlığa. Ancak nafile!.. Yaşadığı kudretsizlik korkularını çoğaltmakta, çoğalan korkular umutlarını tüketmekte. Ve tükenmiş umutlarıyla donup-kalmakta. Kalıp-donmuş haliyle zamanı yitirmiş mekânsızlıkta çürümenin hikâyesini yaşamakta. Gökyüzüne dayayacak merdivenden yoksun insan yitirmiştir her şeyini, eser bırakmamıştır umuttan geriye. Ve umudunu yitirmiş insanın, yani insansızlaştırılmanın hikayesidir bu. öz insandır, çürüyen kabuktur ve öz, yani insanlık haykırmaktadır: YETER ARTIK!.. diye. Ancak “YETER” demek de yetmiyor artık… var olmanın değil, varoluşun sürekliliğindeki dayanılmazlığı hissetmek gerekiyor; üreterek ve de yaratarak yaşanabilecek insanca bir dünya için. Yaşanabilecek insanca bir dünya için ise gökyüzüne dayamak gerekiyor merdivenleri. Ve gökyüzüne merdiven dayayanlar hiç eksilmemiştir yeryüzünden. Onlar hayallerinin mahkumu değil, tanrısı olanlar yani! İnsanca olanın, yaratımın, gerçekleşenin ardındaki gücün sahipleri, yani hayal kurabilen ve umut edenler! Umudun tarihsel yürüyüşünün yolcuları. Özgürlüğün hükmüyle yarınlara koşanların hikâyesini yaşayanlar. Hikâyelerini güçlü yaratımlarının yönlendirdiği hep daha yeni olanın, bitimsiz arayışların beslediği heyecan ve coşkuyla yaşayanlar. Onlar, uzun bir maratonu hep yüz metrenin heyecanıyla koşanlar. Yorulmak nedir bilmeyen bir dinamizmi yaşayanlar, bitimsiz dinamizmleriyle akıcılığın evrensel sürekliliğini yakalayanlar hep akış halinde olmanın sürekliliği ile saf ve de temiz, yani insan kalabilenler. Zamanı ve de mekânı kendilerinde buluşturma kavgası verenler-buluşturanlar, yani yaşamı yaratarak yaşayanlar. Yaratarak yaşamayla yetinmeyenler, yetinmeyip yoğunluğuna yaşayanlar. Anlam zamanının kâşifleri! Zamana anlam yoğunluğunu sığdıranlar. Sözü yürekle ısıtıp, yaşamı emekle yoğuranlar sözün ve yaşamın ebedi nikâhını kıymaktalar hala ve de henüz. “Hala”; insanlığın özgürlük çığlığı. “Henüz” ise bu çığlığın dinmeyen kısmı. “Hala”nın sentezlendiği “henüz” 27 yıllık kısa ama uzun bir hikaye. PKK’nin hikayesi. Ve bize düşen KUMÜNAR 1 özgürlük çığlığının dinmeyen kısmını yani yaratarak yaşadığımızı temsil etmek, temsil ettiğimizi yaratarak yaşamak bilinciyle anlamak, anlamaya çalıştığımızı anlatmak. Böylesine anlamaya çalışırken anlatmanın, anlatırken anlama çabasının 28. yıldönümünü kutladığımız PKK’nin yeniden inşasına da en anlamlı cevaplardan biri olacağına inanıyoruz. Çünkü “başarmaya mahkûm” olanlar olarak başarmanın ilk şartı biçiminde almak gerekiyor anlamayı. “anladın mı başaracaksın” diyordu Önder APO. Mahkûmu olduğumuz başarıyı pratikleştirmek için anlamak durumunda olduğumuz PKK’nin 28. yıldönümünü yeniden yapılanmayla karşılamamız en anlamlı yıldönümlerinden biri kılıyor bu yıldönümünü. İnsan karmaşık bir bütün. Anlam bütünlüğü yani. Sadece dil anlatmaz onu. Sadece düşüncede anlatmaz. Ve sadece duyguda anlatamaz. İnsanı “ sadece” anlatmayacakanlatamayacak daha bir çok nitelik sıralamak mümkün. Ama insan tüm bu tek başına anlatamama durumlarının buluştuğu tek bir ifadeyle anlatılabilir. Anlam gücü. Anlam gücünün ilk yönelimi varoluşun kendinedir. Kendini anlamadan, kendini çevreleyeni anlayamaz, bütünü tanımlayamaz insan. Ondandır filozof dergahı, kabesi Delfi’nin giriş kapısında “Kendini Bil” diye yazar. Filozofun elif-bê’sidir “Kendini Bilmek”. Lakin bununla sınırlı değildir. “ Kendini Bilme” nin gücü. Tasavvufçu her şeyi buluşturduğu tanrıyı getirip kendinde buluşturur o yüzden. Ulaştığı hakikatin sırrını, sırrına ulaştığının büyüklüğüyle haykırır: “Enel-Hak” diye. Yani her şeyi buluşturduğu o yüce, o kutsal anlam bütünü olan Tanrı’yı getirip kendinde buluşturur ve bulur... Kürt hep eksik tanımlanmıştır. Hep yarım. Ve eksikliğindeyarımlığında tanımsızlığın en derin işkencelerin, yoksunlukların, yoklukların, acıların muhatabı olmuştur. Ve PKK, Kürdün “Kendini Bilme” sidir. Kürdün ilk anlam gücüdür. Anlam gücüne erişmek kendini fark etmeyi gerektirir. Kendini fark edip, tanımlayabilmek ayrışmaktır. Ayrışmak buluşmanın, buluşmada sıhhatin gücüdür. Böylece anlam gücünden varılır anlam bütünlüğüne. Yoksa nasıl anlatılabilinir bir toz zerreciğinde ki evrensel hakikat. PKK, Kürdün ulaştığı evrensel hakikatin sırrıdır. O sırrın yüceliğine ulaşmasındandır ki Kürt, PKK’yi haykırarak sahiplenmiştir: “Em PKK’ne” diye. Tanımsızlık biyolojik varoluşun ötesinde bir anlam ifade etmez. Oysa sosyal, kültürel, psikolojik, siyasal v.s. boyutlarıyla bir bütünlüğü oluşturan insan gerçeğinde birey ya da toplum olabilmek kendini tanımlamayla mümkündür. Bu insan olmanın en temel niteliğidir. Tanımlamak, bilincine varmak demektir. Kendinin bilincinde olmak ideolojik bir hüviyet kazanmaktır. İdeolojisizliğin kozmopolit kapitalizmin en büyük saldırı aracı olması bu noktada anlaşılırdır. Ve insanı en temel niteliğinden arındırarak insansızlaştırmayı hedefler. İdeolojisizlik nesnelleşmek, felsefik ifadeyle “ kendinde şey” olmak demek. Yabancılaşmanın tercümesi. Oysa ideolojik bilinç edinmek öznelleşmek, felsefik ifadeyle “kendisi için şey” olmak yani kendisiyle buluşmak demektir. Kürdün kendini fark etmesi – ideolojik bilinç edinmesi kolay olmamıştır. Zorlu olmasıysa, bu ideolojik bilincin- bu kendini KUMÜNAR 1 fark edişin, gelişmenin diyalektik doğrultusunu yakalamasına yol açmıştır. Başarının sırrı, ideolojik bilincin edinmesindeki zorluktur. Bu gelişme diyalektiğini ve özündeki sırrı şöyle açıklar Önder APO: “ Kürt halk farklılaşması iki boyutlu bir gelişmeyle başladı: Türk şoven ulus anlayışından kopuşla Kürt ilkel milliyetçiliğinden ayrışma iç içe gelişti. İki taraftan kurulan ve sol devrimci maskeli geçinen ağır ideolojik hegemonyanın kırılması bir yandan, devlet iktidarıyla işbirliği halindeki yerel tahakkümcü güçlerin diğer yandan kurdukları sert baskı ortamından kurtulmak hiçte kolay değildi. ideolojik ve de pratik tahakküm hem entelektüel gücü, hem de örgütlenmeyi zorunlu kılıyordu. Bu ise, hızla direnişe götürüyordu.” Direnişin içinde pişmiş direngen bir ideolojik kimlik, ideolojik zamanların en yoz, ve en bunalımlı çağında en gerekli olanı da oluşturuyordu. Dayanılacak ideolojik kimliğin gücü, oluşturulacak toplumsal sistemin gücünü de ortaya çıkaracaktı. Kürde dayatılan sömürgeci egemenlik tarzı ve egemenlik tarzının ideolojik, politik ve pratik tahakküm biçimi Kürt toplumsal diyalektiğinin dumura uğratılması, dondurulmasını ifade eder. Dumura uğratılmış ve dondurulmuş toplumsal diyalektik hareketsizliğe mahkum bir dirençsizliğin, savunmasızlığın giderek derin bir çürümenin- yozlaşmanın yaşanması demektir. “İnsanlığın yarattığı en büyük ayıplardan biri olarak Kürt toplumsal gerçeğinin, insanlığın yaşadığı ideolojik zamanların en derin yozlaşma ve bunalımını yaşaması da kaçınılmazdı. Bu anlamıyla ele alındığında PKK, Kürt toplumsal diyalektiğini doğal işleyişine kavuşturarak Kürt toplumsal diyalektiğinde hareketin-değişimindönüşümün yaratılmasını ifade eder. İçine girdiği değişim-dönüşüm sonucunda kendinde yarattığı çözüm ile evrensel bir çözüme de yöneldi. Evrensel çözüme ulaşmak, Kürdün kendinde – kendisi için yaratacağı çözümün zorunlu karakteri olmak durumundaydı. Sosyalizm, evrensel çözüm niteliğiyle Kürdün tamda aradığı ideolojik kimlik oluyordu. Önder APO bu durumu “ Bu kadar toplum olmaktan alıkonulmuş bir halk gerçekliğinde toplumsallığı en çok çağrıştıran ideoloji sosyalizmdir. Ve çare sosyalizmde aranacaktı. Yine bireyin köleliği bu kadar derinleştiğine göre, çareyi ancak özgürlük bilimli olan sosyalizmde arayacaksınız…sosyalizm, toplumsal gerçekliğimize, köleliğimize göre en kurtarıcı insanlık ideolojisi olarak anlaşılmalıdır” biçiminde ifade eder. Bu anlamıyla sosyalizm, PKK’ nin Kürt sorunu ele alışındaki başlangıç noktası olduğu kadar sonuç mahiyetinde evrensel çözüm noktasıdır da. Evrensel çözüm niteliğiyle kürdün aradığını sosyalizmde bulması, bulmasıyla yetinmeyen bir arayışçılığa da yol açtı. Sosyalizm insanın sosyalize edilmesi bilimiydi ve bu haliyle dinamik bir bilimdi. Bu dinamik özüyle ele aldığı sosyalist ideolojiyi yorumlayan PKK, sosyalizmle kürdü yaratırken, Kürt’te de sosyalizmi üretmiştir.Yeniden üretilen Kürt de, sosyalizmde PKK’de somutluk kazanmıştır. Kendisinde somutlaştırdığı bu temsil gücüyle PKK, insanlık tarihi boyunca insanın sosyalize edilmesi uğrunda eşitlik ve de özgürlük isteyen mücadelelerin toplam ifadesi olarak sosyalist ideolojiye ve mücadeleye en önemli katkıyı yapmıştır. Bu öyle bir katkıdır ki bugüne kadar hiyerarşikdevletçi toplumlara karşı verilen mücadelelerin temel handikabının aşılmasını ifade eder. Aşılan handikap, çözülen iktidar şifresidir. Çözülmemiş haliyle iktidar, eşitlik ve özgürlük adına yola çıkan devrimlerin kendi kendilerini yemesi dışında bir anlam ifade etmemiştir-etmez. “Devrim, çocuklarını yer” benzetmesi devrimlerin vefasızlığından değil, devrimlerin iktidar olgusuyla virüslenmiş olmasındandır. Çünkü iktidara odaklanmış devrim, odaklandığı iktidarı üretmekten başka bir şey yaramaz. Sosyalizmi yaratıcı tarzda ele alan ve sosyalizm anlayışında iktidarın çok kodlu şifresini çözerek bu alandaki en derin özgünlüğe ulaşan PKK, böylelikle tarih boyunca özgürlük ve de eşitlik mücadelesi adına yola çıkanların nihayetinde kurtulamadıkları sistemin mezhebi olma hastalığından kendini kurtarabilmiştir. Sistemin mezhebi olmama özelliğiyle PKK’nin sosyalizm anlayışını, sosyalizme yapılmış en büyük katkı olarak ele almak gerekiyor. Diyalektik ve tarihsel materyalizmi bilimin son bulgularıyla daha derinleştiren ve KUMÜNAR 1 güçlü bir felsefik bakış açısını yakalayan PKK, olgular dünyasının zenginliğini, bu zenginliğin değişim ve dönüşüme zorlayan gerçekliği içinde yaşamın diyalektik akışı doğrultusunda değiştirip dönüştürürken, değişip dönüşen bir diyalektik etkileşimin ifadesi de olmuştur. Böylesi bir diyalektik etkileşimin sonucunda (yazının bütünlüğü içinde ve kimi noktalarda ele aldığımız) ulaştığı bütünlüklü sonuçlar üzerinde yeniden yapılanmaya gitmiştir. insanlığın yaşadığı kaos karşısında alınması gereken temel tedbir durumundadır. Kaos, uygarlıksal sistemin dönemsel-olağan krizlerinin değil, yapısal krizinin sonucudur. Öz ile biçim arasındaki büyük uçurumun dışa vurumudur. Öz, insansal anlamın oluştuğu ilişkiler bütünü olarak toplumsallıktır. Biçim, bu toplumsallıktan bir sapma olarak ayrışan hiyerarşik- devletçi toplumun bireye kadar parçaladığı insansal özdür. Çatışma toplumsal özle sınıfsal biçim arasındadır. Farklı tarihsel-toplumsal kategoriler bu çıplak temel gerçeği kamufle eder, sonuçta iktidarcı devletçi -sistemin mezhebi olmaya götürür. Tedbir, insansal öz olan toplumsallıkta, onun duruş temel biçimi olan demokratik komünal duruşu sergilemekten geçer ve PKK bu anlamıyla insanlığın büyük tedbir hareketi olmaya adaydır. Yeniden yapılanma bu tedbiri pratikleştirmektir. Yeniden yapılanan PKK, her birisi ayrı bir çalışma konusu olan felsefik bakış açısın, tarih bilinci, ideolojik kimlik, politik tarz, örgütsel yapı ve kadro anlayışında çok köklü dönüşümlerle hızla pratikleşme, çözüm gücü olma sorumluluğuyla karşı karşıyadır. Böylesi bir sorumluluk, yeniden yapılanan PKK’nin tarihsel misyonunun bilincinde olmayı gerektirir. Bu tarihsel misyon bilinci her şeyden önce insanlığın yaşadığı sorunPKK’nin çıkışında insan olmanın çözüm diyalektiğinin odaklandığı bir bilincine erişmiş devrimciliğin tarihsel formülasyonu da dile getiren yeni sorumluluğu vardır. Bu sorumluluğun pratik paradigmayı, yani demokratik ekolojik ve adı amatör ruh, profesyonel iştir. Yeniden cinsiyet özgürlükçü paradigmayı yapılanma temelinde profesyonel siyasetçiler pratikl sınıfına eştirm PKK, doğru söylenmiş iki sözün bürokra ektir. Demo tlaşmış sorumluluğunun yüklendiği ahlaki ve “devrim kratik vicdanı bir duruş olarak ortaya çıkmıştır. Bu ci”lere ekoloji k ve karşı, anlamıyla PKK anlamın söze döküldükten amatör cinsiye t ruhla sonra yaşamla buluşturulmasının özgürl profesy gerekliliğini kendi var oluşunun ahlaksal ve onel iş ükçü paradi yapan, vicdani gerekçesi yapanların yürüyüşüdür. gmanı devrimc n iliği ideolojik bilincini edinmiş her PKK’li kadro, profesyonel bir meslek olarak değil, bir insanlığın yaşadığı “ideolojik zamanların en ruhsal- kültürel ahlaki düzey olarak, bir yoz ve bunalımlı döneminin” temelinde yaşam tarzı olarak benimseyen bir insan-insan, insan-doğa ilişkilerinde yaşanan yaklaşımla karşı koymak en önemli görev yabancılaşma olduğunu ve her iki alandaki olmaktadır. Devrimcileşmek, yaşam yabancılaşmanın özünde de cinsiyet karşısında bir duruştur. Her şeyden önce egemenlikli toplumsal sistemin yattığını bilir. vicdani ve de ruhsal bir mevzilenmedir. İnsan-insan ilişkilerindeki yabancılaşmaya Çözüm gücü, çözümün dili olmaktır, demokrasiyle, insan-doğa ilişkilerine yaşamsal akışı sağlayabilmektir. O akışın toplumsal ekolojiyle ve özünde her ikisinin de temposunu yakalamaktır. PKK bu akışı ve billurlaştığı toplumsal cinsiyetçi yaklaşıma tempoyu yani, doğanın ve toplumun cinsiyet özgürlükçü bir yaklaşımla cevap özündeki aklı yakalayarak, yaşamda başarıyı olmaya çalışır. Ulaşılan bu ideolojik kimlik, yaratmışların-yakalamışların tarihi olmuştur. KUMÜNAR 1 Tarihi yaratıyor ve yaşıyoruz. Canlı bir tarihin içindeyiz. Böyle olduğu içindir ki Önder Apo “Her an PKK’lileşmek mümkündür” diyordu. Yeniden yapılanmak, her an mümkün olan PKK’lileşmeyi başarmak demektir. 28. kuruluş yıl dönümüne yeniden yapılanmış olarak giren PKK, yarattığı tarihin bilincinde ve ona karşı sorumlu kadroların söz ve eylem gücünü anlamda bütünleştiren, PKK’lileşme çabasıyla çağı karşılıyor. Önder Apo, “Ben de Apoculuğun bir militanıyım ve nefes nefese ona ulaşmaya çalışıyorum” diyordu. Nefes nefese geçen 27 yıla dönüp baktığımızda yaşamının her anını PKK’lileşme amacına adamış ve bunu gerçekleştirmek için her şeyini ortaya koymuş kahramanların ve kahramanlıkların yaşayan tarihini görüyoruz. PKK’lileşmek bütün bu tarih içinde kendine yabancılaşmış insanın, kendini arama ve bulmanın anlam gücüdür. Aramak, günlük olarak nefes nefese kendini sistemin büyük vicdansızlık ve ahlaksızlık gerçeğinden kurtararak, insan olarak kendini var etmenin anlam gücü ve özgürlük bilinci olan büyük bir vicdan ve yüce bir ahlaki duruşla mümkündür. PKK’lileşmek, PKK çizgisinde kendini yeniden yaratmak, sözde bir gerçek değil, başta Önder Apo ve şehitler gerçeğinde her gün kendini üreten pratiğin adıdır. Yüreği ve beynini insanın özüne ulaşma arayışına adamış militanlar topluluğunun her gün eylemiyle kendini gerçekleştiren partisi olarak PKK 28. yıla yeniden yapılanmanın büyük anlam ve büyük karar gücü ile girerken özgürlüğün bir iddia ve ütopya olmadığını, kendi yarattığı tarihsel gerçekle ispatlamış ve yaşanmış bir tarih olarak ele almaktadır. PKK’lileşmek kendi tarihini büyük bir eleştiri gücü ile anlamlandırmak kadar yarattığı değerlere karşı büyük, vicdani ve ahlaki sorumluluğunun da bilincinde olarak yaşayan tarih içinde nefes nefese kendini gerçekleştirmenin adıdır. PKK, doğru söylenmiş iki sözün sorumluluğunun yüklendiği ahlaki ve vicdanı bir duruş olarak ortaya çıkmıştır. Bu anlamıyla PKK anlamın söze döküldükten sonra yaşamla buluşturulmasının gerekliliğini kendi var oluşunun ahlaksal ve vicdani gerekçesi yapanların yürüyüşüdür. Sözün anlamdan koparıldığı ve eylemden uzaklaştırılmaya çalışıldığı bir çağ gerçeğinde söze yeniden anlam katmak, anlamda yaşamı, yaşamda anlamı üretmek insanın özgürlük arayışının olmazsa olmazı haline gelmiştir. Yeniden yapılanan PKK’nin çalışmasının en önemli boyutu olan ideolojik çalışmaların teorik, entelektüel yönünü tanımlamak amacıyla bir çaba olarak örgütlendirilen Komünar Dergisi anlamın gücünü, sözün keskinliğiyle buluşturma misyonuyla çıkmaktadır. Apoculuğun basit bir eylemcilik ve ucuz söz olmadığının bilinci ile anlamı büyütmenin gücü ile söze ve pratiğe bakmaktadır. Anlamı bilen ve sözü duyan eğer vicdanı dumura uğramamışsa ve özgürlük bilinci olan ahlaktan kopmamışsa bunu mutlaka eylemle buluşturacaktır. Bu buluşma, kendini yitiren, kendisine yabancılaşan insanın her şeyden önce ve her şeyden daha çok kendisi ile buluşmasıdır. Böylece PKK’lileşmek kendini arayan insanın kendisi ile buluşmasının büyük coşkusu, heyecanı ve kavgasının adı olarak gençlik çağından olgunluk çağına geçerken, işte daha profesyonelleşmiş, ruhta amatörlüğün akışıyla hızından, temposundan ve tarzından hiçbir şey yitirmeden özgürlük denen o sınırsız arayış mekanına ve zamanına yürümeye devam etmektir. Bu anlamda PKK’lileşmek, uygarlık denen yoldan çıkmanın bütün ayartıcı, beşeri zaaflarının çözümlenip bilince kavuştuğu bilgece bir duruş kadar, gökyüzüne merdiven dayamanın coşkusu ve heyecanıyla 28. yılına girerken, yine nefes nefese kendini gerçekleştirme çabası, arayışı ve pratiğinden hiçbir şeyi yitirmemektir. Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi KUMÜNAR 2 YENİ İNSANI YARATMADA EĞİTİMİN ÖNEMİ VE DOĞRU KADRO POLİTİKASI Duran Kalkan nsanları baştan çıkardığı etkilerden kurtarmak için kendini eğitmesi, yenilemesi ve yeniden yaratması olayı oluyor. PKKlileşmek yeni, özgür, iradeli, özgürlük ve eşitlik ideallerine bağlı insanı yaratma işidir. Nasıl PKK’yi Kürt miladı olarak tanımlayıp değerlendiriyorsak, PKK nasıl inkar ve imha sisteminin dayattığı yok oluş karşısında özgürlük temelinde bir yeniden doğuş, bir diriliş olayı oluyorsa, özgür bireyin yaratılması açısından da bu böyledir. Yani PKK sadece bir ulusal hareket, bir halkın yeniden dirilişi değildir; ondan çok daha öte derin özelliklere sahiptir. Öncelikle bu zor ve onurlu işi bana verdikleri için arkadaşlara teşekkür etmek isterim. Beritanlaşma Eğitim Devresinin ilk dersi de diyebileceğimiz başlangıç konuşmasını yapabilmek zor bir iş, zor olduğu kadar da onurlu ve anlamlı bir iştir. Mümkün olduğu kadar bunun özüne uygun biçimde kendi durumumuzu değerlendirmeye, bu değerlendirmeyi Beritan çizgisinde sorgulamayı esas alan bir temelde yapmaya çalışacağım. Bu yeni bir eğitim devresinin başlangıcı oluyor. Eğitime ilişkin bilgiler ve değerlendirmeleri eskisi kadar uzun, klasik bir tarzda yapmak böyle bir devre açısından gerekli olmayabilir, geri bir durum olabilir. Fakat baştan şuna dikkat çekmemiz gerekiyor: Eğitim PKKlileşmenin temel tarzı olarak gelişip sistem kazanan bir iş ya da bir çalışmadır. Apocu çizginin ortaya çıkıp gelişmesinde, insanlarca özümsenen ve benimsenen bir düşünce haline gelmesinde temel yöntem oluyor. Bu bakımdan PKK baştan itibaren sınıflı cinsiyetçi toplumun Yeni özgür insan yaratma işi ulusal devrim, demokratik devrim, cins devrimi gibi devrimlerden daha derin bir kişilik devrimidir. İnsanı sınıflı cinsiyetçi toplumun yarattığı kirden, pastan ve kötülüklerden kurtarma işidir. Bu bakımdan PKK ideolojisi insanlığın geliştirdiği büyük düşüncelerin, insanlık için kurtuluş vaat eden düşüncelerin sonuncusu, tamamlayıcısı oluyor; onların izinde, onların devamı olarak ortaya çıkıyor. Bu temelde yeni insanı yaratmak da elbette kendini eğitme, terbiye etme işidir; duygu, düşünce ve ruh dünyasını değiştirme işidir. Önderlik, nefis mücadelesinden söz ediyordu. Dinler de aynı mücadeleden çok söz ediyorlar. Nefsini terbiye etme; duygularını yüce, düşüncesini net, özgürlükçü ve eşitlikçi kılma, böylece zengin bir davranış gücüne ulaşma olayıdır. Bu bakımdan da insanı eğitmenin her düzeyini içeriyor. Nefis terbiyesinden duygu ve ruh yüceltmesine kadar sağlam bir bakış açısı, yaşam çizgisi ve düşüncesi oluşturmaktan zengin sanatsal bir davranış gücü kazanmaya kadar, insanın maddi ve manevi bütün varlığının yeniden yaratılmasını ifade ediyor. Eğitim Özgürleşme ve Partileşmenin Esasıdır KUMÜNAR 2 Eğitimi bütün bunları gerçekleştirme olayı olarak ele alıyoruz. PKK ve Önderliğin eğitim çizgisi böyle oluşan bir çizgidir. Bunu esas olarak bilgilenme, dünyayı tanımayla birlikte insanı tanıma, kendini bu temelde sorgulama, insanın içinde saklı olan büyük yetileri ve değerleri ortaya çıkartma temelinde yapıyor. Bu bakımdan büyük bir eleştiri-özeleştiri ve sorgulama hareketi, bireyi, toplumu ve insanlığı sorgulama, bu temelde özgürlük, eşitlik, demokrasi ve adalet ilkeleri açısından yaratılan değerleri açığa çıkartıp bir senteze kavuşturarak bunları daha da derinleştirirken çirkinlikler ve kötülüklere dahil olanları da ortaya çıkarma, bunları insandan ve toplumdan uzaklaştırma mücadelesi oluyor. İslamiyet de kötülükleri kovmaktan söz ediyor. Diğer dinlerde de var. PKK de aynı şeyi kötülükleri mahkum edip aşma, bunu gerçekleştirecek bir mücadeleyi bireyde ve toplumda gerçekleştirme yöntemiyle yapıyor. Baştan itibaren Apocu şekillenme ve gelişmenin böyle bir çizgide olduğu bir gerçektir. Eğitim, özgürleşme ve partileşmenin esasını oluşturuyor ve denebilir ki temel harcı oluyor. Günümüze kadar da değişik yöntemlerle, farklı zaman ve mekan özelliklerine göre şekillenmiş, değişik yöntemlerle sürüp gelen bir Önderlik tarzı, Apocu tarz, yaşam felsefesi ve çalışma ahlakı olarak gerçekleşiyor. Bu 70’lerde dönemin ve mekanın özelliklerine göre, ona uygun biçimler ve yöntemlerde oldu. 80’lerde yine dönemin ve mekanın koşullarına göre biçim alıp içerik kazandı; program ve tarza sahip oldu. 90’larda daha farklılıklar arz etti. Önderlik, gelişen mücadeleyi ileriye götürebilmek, biraz da yenileyebilmek için partileşmeye çok daha fazla yüklendi. Şimdi 2000’lerde aynı anlayış ve çizgi sürüyor; fakat değişen zamana ve mekana göre biçim kazanıyor. Uluslararası komplo karşısında toparlanma, hazırlanma, yenilenme, değişme ve yeniden yapılanma sürecini en azından biçimde çok kapsamlı bir eğitim çalışması olarak ele alıp yürüttüğümüz de bir gerçektir. Bu çalışmalarda ortaya çıkan yeni gelişmelere uygun biçimde felsefi ve ideolojik bakımdan yenilenmek, yeni bir program ortaya çıkarmak, stratejik olarak gerçekleşen değişiklikler ve örgütsel yeniden yapılanma temelinde sistem kazanan KKK gerçeğini örgütleyip hayata geçirmek, bunu demokratik ilkeler temelinde örgütlenip yaşayan bir halka dönüştürmek üzere yürüttüğümüz çalışmaların sorunlarını çözmede ve ideolojik öncülüğünü yaratmada eğitimi yine en temel çalışma olarak ele alıyoruz. Okul sistemimizi ortaya çıkan yeni örgüt yapımıza, içinde bulunduğumuz koşullara ve yeni paradigmamızın gereklerine göre yeniden düzenleyip geliştirmeye çalışıyoruz. Bu okul düzeni de bu yenilenme ve gelişme içerisinde ortaya çıkan bir düzen oluyor. İlk değildir, kendisiyle başlamıyor; 70’lerin başından itibaren Önderliğin kendisini eğitmesi ve yenilemesiyle başlayan bu büyük eğitim hareketinin, yeni insan ve toplum yaratma mücadelesinin günümüzde ulaştığı düzey oluyor. Böyle uzun süreli ve kapsamlı bir tarihe sahiptir. Büyük değerler biriktirmiş bir mücadelenin yaratıcısı, onun parçası olan bir eğitme ve kendini yenileme çalışmasının günümüzde ulaştığı düzeyi ifade ediyor. Dolayısıyla geçmişi bilerek ve anlayarak, onun zengin derslerini çıkartıp bu yeni çalışmaya taşıyarak kendisini ilerletecek ve geliştirecektir. Bu bakımdan geçmişi sürekli anmak, irdelemek ve dersler çıkartmak gereklidir. Fakat gelişme de olmalı, yenilik ortaya çıkmalı, eskiyi aynı düzeyde bir tekrara düşürmemelidir. Bu bakımdan da bir tekrar hareketi değil, her zaman sürekli yenilenmeyi, Apocu felsefi ve ideolojik çizgide daha da derinleşerek yeni değerler ortaya çıkarmayı esas alan bir çalışmadır. Bu açıdan geliştiriciliği ve yenileyiciliği esastır. Başlarken bir kere böyle bir tarihsel sürece atıf yapabiliriz. İkincisi, yürüttüğümüz süreç açısından temel görev itibariyle, eğitimin doğal olarak yeni paradigmanın özümsenmesi göreviyle yüklü olduğuna dikkat çekmemiz gerekir. Eğitim felsefi ve ideolojik olarak Önderliğimizin ortaya çıkardığı yeniliği ve gelişmeyi özümseme çalışması; öğrenme, benimseme, içselleştirme, böylece kendini bu felsefe ve ideolojiye göre düşünüp yaşar hale, özgür birey haline getirme olayıdır. Bu bakımdan da eğitim çalışmalarının parti hareketimizin gelişimi açısından dönem itibariyle özgünlüğü ve daha somut görevlerle yüklü olma durumu var; Önderliğin çok kapsamlı bir biçimde yaşayıp geliştirdiği ruhsal, felsefi KUMÜNAR 2 ve düşünsel yenilikler ve gelişmeleri kadroya özümsetmekle sorumludur. Bu da yeni bir durumdur, son yılların bir gerçeğidir. Tabii kapsamlı bir biçimde nelerin yenilendiği ve geliştiği yönünde Önderliğin geliştirdiği çözümlemeler var. Onları esas alarak felsefi ve ideolojik bakımdan yeni Önderlik paradigmasını özümseme, kendimizi Önderlik çizgisine ulaştırmak için çalışma, hareketin yeni dönem eğitiminin önemli bir görevi oluyor. Hem eski olanı aşma, hem de Önderlikle her zaman varolmuş olan mesafeyi kapatmak ve Önderlik düzeyine ulaşmak için çalışma işi oluyor. Böyle bir görevle yükümlüdür. Kadro Eğitimi PKKlileşmek Demektir Demek Üçüncü olarak da, pratik üzerinde durmamız gerekir. 1 Haziran 2004 atılımı ile birlikte hareketimiz yeniden stratejik bir atılım içine girmiş bulunuyor. 17–18 aydır ideolojik, siyasal, örgütsel, askeri, kültürel, eğitsel her bakımdan yeni çizgi, paradigma, program, strateji ve taktiklerimiz temelinde hareketimiz aktif bir mücadele içerisindedir; adım adım bir gelişme ve büyümeyi yaşıyor. Dolayısıyla taktik sorun en temel sorunlarımızın giderek başında geleni oluyor. Örgüt ve eylem biçimlerimizin günün görevlerine ve durumuna uygun olarak belirlenmesi, bunların Apocu tarz, üslup ve tempoyla günlük olarak pratiğe aktarılması, her kadronun asla kopamayacağı, uzak duramayacağı, vazgeçemeyeceği, kadro olmanın olmazsa olmaz koşulu olan temel bir görev durumundadır. Büyüyen, gelişen hareketin pratik mücadele görevleri de büyüyor ve çok yönlü hale geliyor; yeni sorunları ortaya çıkıyor, sorunlar ağırlaşıyor. Bu sorunları çözen, taktik görevleri ve sorumlulukları üstlenen, bunu doğru bir tarz, üslup ve tempoyla hayata geçiren militan haline gelme; böyle bir militanlaşmayla çelişen duygu, düşünce, anlayış ve tutumlarımızı açığa çıkartıp kapsamlı bir eleştiri ve özeleştiriyle aşarak, kendimizi yeniden Apocu tarzda çalışan ve başarı çizgisinde mücadele eden bir militan haline getirme görev ve sorumluluğu da bu okulumuzun üzerinde bulunuyor. Bu temelde Önderlik paradigmasını özümserken, esas olarak onu günlük gelişmeler içerisinde nasıl pratiğe aktaracağını esas alan, kendini bir tarz sahibi kılan, Apocu tarzı ve üslubu özümseyen, Apocu tempoya ulaşan bir militan haline gelmek en temel görevdir. Bu bakımdan kendini değiştirme, yenileme, böyle bir militan duruş ve çalışmayla çelişen yanlarını aşma, kendini militanlaştırma işidir. Eğitimimizin böyle bir görevi de var. Okul düzenlerinin geliştirilmesinde biraz değişikliği ve yenilenmeyi de yaşıyoruz. Hareket olarak, belirttiğimiz temel hususları daha etkin, yeterli ve başarılı bir biçimde nasıl hayata geçireceğimizin, hareketin ihtiyaç duyduğu militanı ve kadroyu nasıl ortaya çıkaracağımızın arayışı içerisindeyiz. Eğitim okullarımızı hem program hem de tarz bakımından, dönemin militanlığını güçlü ve başarılı bir biçimde ortaya çıkartacak düzeye ulaştırma arayışımız sürüyor. Bu konuda tartışmalarımız var. Yapılanları birer deneyim olarak kabul edip onlardan dersler çıkartarak, program ve tarz bakımından eğitim çalışmalarımızı ve okul işleyişimizi geliştirmek için çaba harcıyoruz. Bu devre böyle bir gelişme ve yenilenmede rol oynayabilecek bir devre konumundadır. Hem bileşim, hem süreç, hem de çalışmanın yenilenmesi bakımından böyle bir misyonu var; bunun gereğini de kuşkusuz yerine getirecektir. Daha sonuç alıcı bir kadro eğitim düzeyini nasıl, hangi program ve tarzla ortaya çıkartacağımız sorusuna doğru ve yeterli cevap vermede önemli bir deneyimi ifade edecektir. Daha sonrası açısından çalışmayı daha etkili yürütür bir sistemin ortaya çıkartılmasına da yol açacaktır. Son dönemde biraz karışıklık oldu, zayıf yaklaşımlar da oldu. Yeniden yapılanmaya paralel olarak, bu eğitim çalışmalarını da yeniden düzenlemek gerekir. Bundan da kaynaklı olarak, geçen yıl itibariyle daha çok sorunlu, zayıflıkları olan, ama iyisi ve başarılısının nasıl olacağını da arayan bir çalışma süreci geçirdik. Şimdi bu konuda da artık bir çözüme ulaşıyoruz. Bu devre aslında neyin doğru olup olmadığın, hangi tarzın daha güçlü militan yetiştirmeye imkan verdiğini, dolayısıyla okul düzenimiz ve eğitim sistemimizin nasıl oluşturulması gerektiğini de belirleyecektir. Bu devrenin böyle bir görev ve sorumluluğu da var. KUMÜNAR 2 Şimdi neyin eğitimini yapacağız, ne olmak istiyoruz, burası nedir, militan kimdir, nasıl yetişir, kime kadro denir? Elbette temel sorunumuz budur. Fakat bunu yaparken, bazı karışıklıkları gidermemiz ve yanlışlıkları düzeltmemiz gerekir. Bu bakımdan parti tanımımızın doğru ele alınmasına, PKK'nin yeniden yapılanmasına yaklaşımın doğru, yeterli ve derin kılınmasına çok fazlasıyla ihtiyaç var. Kadro eğitimi demek partileşmek demek, PKKlileşmek demektir; bireyin sağlam bir parti militanı haline gelişinin gerçekleşmesi demektir. Bu bakımdan parti eğitimi parti terbiyesini almayı, parti bilincini edinmeyi içeriyor. Partinin Önderlik tanımına uygun olarak ele alınıp derinleştirilmesi ve pratikleştirilmesi büyük önem arz ediyor. Bu nedenle öncelikle özgürlük ve demokrasi hareketimizin içinde PKK tanımının doğru ve yeterli yansıtılmasında yarar var. Aynı şekilde diğer alanlarda da doğru ve yeterli yansıtılmasında yarar var. Dar yaklaşım olmamalıdır. Geçen dönemde PKKlileşmeye dar bir yaklaşım oldu. Yenilenmek, partiyi yeniden yapılandırmak, PKK’yi eskinin Önderlik çizgisiyle çelişen yönlerinden kurtararak, onu aştırtacak bir parti yaratmak için çalışmak doğru ve gereklidir. Fakat bunu hareket içinde daraltıcı, belki aşırı bir deyim olacak ama özerkleştirici, biraz da şematik bürokratik yapıya çekici yanlar yanlıştır, hatalıdır. Buna düşmemek gerekecektir. PKK Bütün KKK Sistemi Açısından Bir kapsayıcılığa Sahiptir Geçen iki yıllık süre içerisinde yeniden yapılanan PKK'nin nasıl olması gerektiği konusunda epeyce yoğunlaşma yaşadık, tartışma yürüttük, Önderlik değerlendirmelerini inceledik, bir sistem haline geldik. Şu ortaya çıktı: PKK, Demokratik Konfederalizm sisteminin felsefi ve ideolojik gücü oluyor; bu sistemin ruhu, onun öncülüğü oluyor. Bir yandan KKK (Koma Komalên Kurdistan) sisteminin doğrultusu, ideolojik ilkeleri, siyasi hedefleri, tarzı, üslubu ve temposu, diğer yandan bunlarla donanmış, halkı eğitip örgütlemeye çeken kadro gücü oluyor. PKK’yi sadece bir fikir, bir felsefe, bir tarz olarak tanımlamak yeterli değildir, gereklidir ama yeterli değildir. PKK aynı zamanda bu fikirle, bu felsefe ve tarzla donanmış, onu her an yaşayan, bu temelde Önderlik çizgisini yaşamsallaştıran, kendi içinde kısmen örgütlenmiş ve sistem kazanmış insanlar topluluğu, militanlar ve kadrolar topluluğu oluyor. Bu nedenle bir yandan fikri, felsefeyi ve tarzı doğru kavramamız gerekiyor, Önderliğin tanımladığı derinlikte kavramaya ihtiyacımız var; diğer yandan kadroyu ve militanı bunları yaşayan ve yaşamsallaştıran düzeye getirmeye ihtiyacımız var. Yoksa kadro ayrı, çizgi ayrı diye bir şey olamaz. Sadece çizginin varlığı, çizginin kadrosunun olmaması hiçbir şeye yaramaz. O zaman çizgi pratikleşmez, toplum yaşamına dönüşmez; dolayısıyla sadece iyi niyetli, güzel hedefler içeren bir proje olarak kalır. Bu bakımdan hem yeni paradigmayı bütün yönleriyle derinliğine özümseme sorunumuz ve görevimiz var, hem de bunları özümseyen ve hayata geçiren örgütlenmiş bir militan topluluk haline gelme sorumluğumuz ve görevimiz var. PKK bunların yapılmasıyla ortaya çıkacak bir gerçekleşme, bir gelişme olayıdır. Bütün sistemin hem doğrultusunu hem de bu doğrultuda halkı örgütleyip eyleme çeken militanını PKK olarak tanımlamamız gerekir. Böyle bir bakış açımız, kavrayışımız ve kabul edişimiz olmalıdır. Bu çerçeveden baktığımızda, PKK, bir kadro topluluğu olarak, belli bir insan topluluğunun örgütlenmiş yapısı olarak KKK sistemi içinde bir güçtür, örgütlü bir topluluktur, onun örgütlerinden bir tanesidir. Ama sistemin felsefi ve ideolojik öncülüğü, doğrultusu ve tarzı olarak baktığımızda da sistem PKK’nin içindedir. PKK bütün sistem açısından bir kapsayıcılığa sahiptir. Bu diyalektik bağı doğru anlayıp pratikleştirme sorunumuz var, bunu gerçekleştirmeye kesinlikle ihtiyaç var. PKK’yi sistem içinde bir güç olmaktan çıkartamayız, sistemin dışına çekip özerkleştiremeyiz. Öyle yaparsak bu yanlış olur. Yine PKK’yi sistemin başka örgütlerine benzeyen sıradan bir örgütü de yapamayız. PKK sistem içinde bir güç, bir örgüttür. Ama aritmetik toplam olarak bilmem kaç örgüt toplanmış, KKK oluşmuş diyemeyiz. Bu bakımdan KKK sistemi bir aritmetik toplam değil, bir organik toplamdır; bir iç içe geçme, role ve misyona göre örgütlerin mevzilendiği bir demokratik kurum ve örgütler toplamıdır. KUMÜNAR 2 Adı üzerinde, KKK ismi Türkçe’ye zaten ‘Demokratik Örgütler Topluluğu’ olarak çevriliyor. Örgütler topluluğudur, ama benzer örgütlerin aritmetik topluluğu değildir; hepsinin kendine ait rolü ve misyonunun olduğu, örgütlerin buna göre bir sistem kazandığı bir topluluktur. PKK'nin böyle bir sistem içerisindeki yeri hem felsefi ve ideolojik doğrultudur, bütün sistem PKK'nin içindedir; hem de sistemi yürüten kadro gücüdür, örgütlü kadro topluluğudur, dolayısıyla bir kadro topluluğu olarak sistemin içinde yer alan, her yerinde varolan ve çalışan bir topluluktur. Burada eksiklik şurada oldu: PKK’yi sistemi kapsayacak bir güç olarak görüp tanımlamada ve ona göre sisteme yansıtmada kısmen yetersizlikler oldu. Diğer yandan sistemin PKK'nin dışında da öncülüğü ve kadrosu olacakmış gibi bir yaklaşım oldu. Bunlar doğru değildir. Kesinlikle burada bir düzeltme yapmaya ihtiyaç var. Bu sistemin kadro topluluğuna PKK denecektir. Ne PKK onların içinde bir parça olacak, ne de PKK'nin dışında bir başka kadro topluluğu bulunacaktır. Bu şu bakımdan önem taşıyor: Bu durum PKKliliği kadrolaşmada ayrı bir yön, kendine göre özerkliği olan bir topluluk olarak görme gibi bir sonuca götürüyor. Bu yanlıştır ve düzeltilmesi gerekir. Diğer yandan PKK'nin böyle algılanması, PKK dışında da kadro olunabilecekmiş gibi bir anlayış, ölçü ve hava ortaya çıkarıyor. PKK’yi esas almaya, PKK'nin kadro ölçülerine göre kendini eğitme, donatma ve kadrolaştırmaya yaklaşımda zayıflıklar ortaya çıkıyor. Bu da yanlıştır. KKK sisteminin PKK ölçüleri dışında herhangi bir kadro ölçüsü kesinlikle olmayacaktır, PKKli dışında bir kadrosu olmayacaktır. Hem bu sistem içinde kadro olmak istiyorum diyenler böyle anlamalı, hem de PKK kendini böyle tanımlamalıdır. PKK’yi örgütleyen ve yürüten güç bunu böyle ele almalı, buna göre çalışmaları yürütebilmelidir. Bu önemli bir husustur. Yeniden yapılanma çalışmaları açısından ya da PKK'nin yeniden yapılanması konusunda provokatif-tasfiyeci çizginin yarattığı bir çarpıtmanın çok iyi kavranması, bilince çıkartılıp ona göre gerekli düzeltmelerin yapılması gerekiyor. Kongra Gel projesi Önderlik tarafından gündemleştirilir gündemleştirilmez, hareketimize yeni bir provokatif-tasfiyeci saldırının dayatıldığını biliyoruz. Aslında ta 98’den beri yürütülüp gelen stratejik değişim ve yeniden yapılanma çalışmalarının yeterince aydınlatılamaması, hem anlayış bakımından tam çözüme gidememenin hem de pratikte gerçekleşememenin yarattığı zayıflık ortamında, bu saldırı gelişti ve etkili oldu. Tasfiyeci-provokatif eğilim bütün harekete şunu dayattı: “Biz topyekun değişiyoruz. İşte bakın, yaptıklarımız yetmedi. Onun için Önderlik yeniden bir örgüt yapılanmasını gündeme getirdi. O zaman demek ki yürüttüğümüz değişim ve yeniden yapılanma çalışmaları yeterli olmamıştır, bunları ele alış düzeyimiz yetersizdir. Dolayısıyla yeterli kılmalı, her bakımdan değişmeliyiz.” Tabii ‘her bakımdan değişmenin’ başına da ideolojik değişim kondu. “Önderlik değişimi kapsamlı ve derin ele alıyor, Kongra Gel’i gündemleştirdi, ideolojik olarak da değişiyor, değişimi esas alıyor; bu nedenle değişim yaşamalıyız” denildi. Böylece ‘ideolojik değişim’ adı altında bir dayatmada bulunuldu. Hareketimiz bunun karşısında gerçek durumu çözümleyen, bu saptırmanın karşısında duran ve onu boşa çıkartan bir yaklaşım içerisinde olamadı. Önderlik buna karşı sonradan tanım getirdi; “Ben değişmiyorum, yenileniyorum, gelişiyorum, sürekli gelişme halindeyim; benim değiştiğimi söylemek yanlıştır” dedi. O zamana kadar provokasyonun örgüt içinde kadronun bilincinde yarattığı savrulma epeyce gelişmiş, bunun olumsuz etkisi çok derin olmuştu. Örgüt yapımız içerisinde ciddi bir düşünce kayması, savrulması ortaya çıkmıştı. Önderliğin o tanımına rağmen, bunun etkilerini hala tam aşabilmiş, yeterince giderebilmiş değiliz. Provokatif-tasfiyeci eğilimin etkileri değişik alanlarda, değişik ölçülerde, değişik biçimlerde hala varlığını sürdürüyor. Çünkü bize karşı hala böyle bir dayatma var. Uluslararası komplo güçleri ya da hiyerarşik devletçi sistem yapısı, hareketimizi imha amacını gerçekleştirecek temel bir yöntem olarak içten saptırmayı ve bilinç çarpıtmasını sürekli dayatıyor. Provokasyon ve ihanet sürekli örgüt yapımızı bu temelde etkilemeye çalışıyor. Önderlik KUMÜNAR 2 kapsamlı çözümler ortaya koymuş olmasına rağmen, bunları özümsemede ve bu temelde bir mücadele içinde olmada zayıflıklarımız var. İdeolojik ve örgütsel mücadele zayıflıkları çok ileri düzeyde yaşanıyor. İdeolojik duruş veya kavrayışta, yine örgütsel duruşta ciddi eksiklikler yaşıyoruz. Bu bakımdan provokatif-tasfiyeci eğilimin etkilerinin tümden aşılmasında, örgüt yapımız ve kadro gücümüzün bunu tümden gidererek sağlam Önderlik zihniyeti, ilkeleri ve örgüt ölçüleriyle donanmış düzeye gelmesinde zayıflıklar yaşanıyor. PKK İdeolojik Olarak Değişmedi Bu konuda da bir düzeltme ve yeterliliği ortaya çıkartmamız gerekir. Düzeltme şudur: İdeolojik değişim olmamalı, PKK her şeyden önce bunu böyle tanımlamalı ve bütün kadro yapısına yaymalıdır. İdeolojik değişim demek, bir ideolojiyi bırakıp başka bir ideolojiye gitmek demektir. PKK bilimsel sosyalizmin ilkelerine göre şekillenen bir harekettir. Bundan vazgeçerse başka bir ideolojiye, kapitalizme, başka bir yere gidebilir. “İdeolojik olarak değişiyoruz, değişmemiz gerekiyor” diyenler, zaten sosyalizmi bırakıp kapitalizme gittiler. Bu ölçüde ABD’nin kucağına oturma, onun saflarına koşma kendiliğinden olmadı; böyle bir anlayış sonucunda oldu. Dolayısıyla PKK'nin ideolojisini değiştirdiğini söylemek yanlıştır. Önderlik de bunun yanlış olduğunu söyledi. Gerçekleşen nedir? Gerçekleşen yenilenmedir, gelişmedir; 20. yüzyıl koşullarında kalan, artık eskiyen, insanlığın ve toplumların yaşadığı düzeye denk düşmeyen, insanlığı özgürlük ve eşitlik çizgisinde ilerletmeyen ilkelerin ve tarzın artık terk edilmesi, bunların yerine 21. yüzyıl koşullarına, insanlığın 21 .yüzyılda özgürlük ve eşitlik amacı doğrultusunda ilerleyişine denk düşen ilkelerin ve tarzın geçirilmesi, yenilerinin yaratılması ve varolanın yenilenmesi, bu bakımdan bir yenilenme ve gelişmenin yaşanmasıdır. PKK ideolojik olarak değişmemiş; köklü bir yenilenme ve gelişme yaşanmıştır. Yeni paradigma böyle bir yenilenmeyi ve gelişmeyi ifade ediyor. Dolayısıyla PKK sosyalizmden vazgeçmedi, sosyalist ideolojiyi bırakmadı. Bilimsel demokratik sosyalizmin ilkeleri ve ölçülerini geliştirmede bir ilerleme yaşadı, bir aşama kaydetti. Reel sosyalizmin, sosyal demokrasinin ve ulusal kurtuluşçuluğun artık insanlığı özgürlük ve eşitlik çizgisinde ilerletmeyen özelliklerini bilimsel demokratik sosyalist teoriden uzaklaştırdı. Onun yerine sosyalist teoriyi günün koşullarında insanlığın özgürlük ve eşitlik yürüyüşüne cevap verecek, insanlığı bu doğrultuda yürütecek ilkeler düzeyine, teorik düzeye ulaştırdı. Bunun böyle tanımlanması ve kavranması önemlidir. Çünkü o zaman nelerin yenilendiğini, nelerin atıldığını tespit etmemiz daha kolay olur; PKK'nin devam eden, yaşayan özü neyse onu esas almak mümkün olur. Çünkü böyle olmazsa diğeri çok köklü bir savrulmaya, bunun yanı sıra inkarcılığa, kendini redde yol açar. Provokatif-tasfiyeci eğilimin ideolojik değişim adı altındaki dayatması sonucunda PKK’yi bu kadar reddeden ve kötüleyen, PKK’den bu kadar kaçış durumunu ortaya çıkartan sonuçlar yaşanıyor. Bunların ideolojik değişme ya da yenilenme durumuyla kesinlikle bağlantısı var. Bizim provokatif-tasfiyeci eğilimin bütün etkilerini aşabilmemiz için, her şeyden önce Önderliğin yaşadığını, PKK'nin yeniden yapılanmasında yaşananı doğru tanımlamamız gerekiyor. Böyle olunca, geçmişten gelen ve günümüzde de geçerli olan yanların neler olduğunu doğru ve yeterli biçimde bilince çıkartıp esas almamız ve sahiplenmemiz gerekiyor. Bunlarla birlikte bir de yenilenen ve gelişen yanların neler olduğunu görüp bilince çıkararak özümsememiz, onları da hayata geçiren bir konumda olmamız gerekiyor. PKK'nin yeniden yapılanması bu esaslar üzerinde gelişiyor. Bunun da böyle bilinmesinde, buna göre davranmakta yarar var; bunun bu biçimde hızla bütün kadrolara yansıtılmasına da ihtiyaç var. Çünkü çarpıtma olmuş, bilinç savrulması yaşanmıştır. Hala insanlar yaşananın ne olduğunu Önderliğin ifadesine göre tanımlayamıyor. Çoğu zaman provokatif-tasfiyeci eğilimin anlayışı, deyimleri ve ifadeleri varlığını sürdürüyor, söyleniyor, yaşanıyor ve doğru sanılıyor. Bunu giderecek bir tanımlama tam geliştirilmemiştir. Eksiklik var ve bunu aşmamız gerekir. Bu tabii yoğun bir teorik çalışma, yine etkili bir ideolojik mücadeleyle KUMÜNAR 2 olabilecek bir işti. Bu anlamda da ideolojik mücadelede ve teorik çalışmalarda zayıflıklarımız var. Önderliği örgüte ve halka taşırıp özümsetmede zayıf kalıyoruz. Bu temelde çizgi dışı anlayış ve tutumlarımıza, yine işbirlikçi milliyetçi eğilimlere kaşı ideolojik mücadele yürütmede zayıf kalıyoruz. Bunun da böyle tanımlanması ve aşılması gereği var. Sosyalizme İlkeli Yaşamsal Önemdedir Bağlılık Üçüncü bir husus olarak da, yeniden yapılanan PKK'nin kadro ölçüleri ve kadro yapısının nasıl olması gerektiği konusunda bazı şeyler söylemek yararlı olacak. Önderlik geçmişe ilişkin özeleştiri verdi. Kadrolaşma çalışmalarını, eğitim çalışmalarını daha özgün ele almak gerektiğini ifade etti. Kendi sisteminin bunda yetersiz kaldığını belirtti. Bunu bir özeleştiri konusu olarak tanımladı. Genel eğitimin savaşçı eğitimiyle sınırlı kaldığını; kadro eğitiminin, parti ölçülerine uygun kadro ve militan eğitiminin genel savaşçı eğitimi içerisinde kaybolduğunu ifade etti. Böylece kadro eğitim ölçülerinin geriye düştüğünü, dolayısıyla kadrolaşmanın zayıf kaldığını, parti çizgisinin doğru özümsenip pratiğe yön verir konuma getirilemediğini, bu nedenle de pratiğin istenen ve hedeflenen sonuçları vermediğini, pratikte yaşanan hatalar ve yanlışların bir kaynağının bu olduğunu belirtti; yine istenen sonuca gidememenin önemli bir nedeninin bu olduğuna işaret etti. Bu konuda dikkat etmemiz ve ders çıkartmamız gereken yanlar var. Önderliğin özeleştiri olarak ortaya koyduğu yaklaşımlardan sonuç çıkarmalıyız. Demek ki genel savaşçı eğitimi kendi içinde partileşme eğitimini, kadro eğitimini kaybettirmemelidir. Ama genel eğitimden de vazgeçmemeliyiz. Savaşçı düzeyinde, sempatizan düzeyinde yürütülen eğitimden de vazgeçmemeliyiz. İkisini birbiriyle bağ ve uyum içerisinde, her alanın kendi görev ve sorumluluklarının doğru tespit edilmesi temelinde birlikte yürütmeyi bilmek bizim gibi bir hareketi başarıya götürecektir. İkincisi, Önderlik, eğitim çalışmalarına ilişkin olarak, bütün çabalara rağmen kadroda köklü bir değişiklik yapamadığını, bunun biraz da paradigmaya bağlı olduğunu ifade etti. Bir kere devletçi paradigma esas alındıktan, hele hele Kürt insanı gibi bin yıllarca iktidardan uzak tutulmuş bir insan topluluğuna devlet ve iktidar olmanın yolu gösterilip önü açıldıktan sonra, bundan kaynaklanan bazı temel ölçülerin giderilmesinin zor olduğunu, bütün çabalara rağmen bunu sağlayamadığını söyledi. Bu anlamda da hiyerarşik devletçi paradigmadan ve iktidar olgusundan kaynaklanan ve kadro yapısında iki temel eğilim olarak ortaya çıkan çeteciliği ve memurculuğu eleştirdi. PKK'nin sosyalist ideolojisinin gereklerini yeterince özümseyip pratikleştiremeyen kadro duruşunun temel geriliğinin bu iki eğilimde çakılıp kalmak, ruh, anlayış ve davranış olarak çeteciliğin ve memurculuğun ölçülerini ve özelliklerini aşamamak olarak değerlendirdi. Dolayısıyla yeniden yapılanan PKK'nin kadrolaşmasının önüne bu iki temel eğilimin aşılmasını koydu. Önderlik, çeteciliği ve memurculuğu aşmış bir PKK kadrosunun geçmişe göre daha fazla mümkün olduğunu belirtti. Neden? Çünkü PKK artık iktidarcı ve devletçi paradigmayı aşmıştır. Yani memurculuğu ve çetecililiği ortaya çıkartan, onu hep var eden paradigma artık aşılmıştır. Onu yok edecek, onun yerine sosyalist ölçüleri geçirtecek yeni paradigma belirlenmiştir. Buna demokratikekolojik-cinsiyet özgürlükçü toplum paradigması diyoruz. Bu paradigma özgürlük ve eşitlik çizgisini düşüncede ve davranışta daha çok özümseyen, bu temelde hem bu çizgiyi iyi kavrayıp görevleri başarıyla yerine getiren, hem de her türlü sınıflı cinsiyetçi toplum etkilerini aşarak partinin ideolojik ölçülerine uygun bir yaşam çizgisi tutturmada yeni paradigma insanını daha ileriye götürecek ve geliştirecek bir özelliğe sahiptir. Önderlik, geçmişte büyük çabalar harcanmasına rağmen, insanda aşılamayan çeteci ve memurcu zihniyetin yıkılması ve aşılmasının koşullarının yeni paradigmayla ortaya çıktığını ifade etti. Bu nedenle bizim geçmişteki kadro ölçülerini çok çok aşan bir düzeyi yeniden yapılanan PKK’nin kadro ölçülerinde yaratmamız gerekiyor. Bunu yaratmanın imkanı ve koşulları vardır. Bu bakımdan da PKK'nin eskiyi aşan bir düzeye gelmesi gerekiyor. Çetecilik daha çok mücadele ortamında, eylemsel alanda ortaya bir çıkan eğilimi, ölçüsüzlüğü, ideolojisizliği veya sosyalist ideolojiye bağlı olmayan ve halka KUMÜNAR 2 doğru yaklaşmayan anlayışlar ve tutumları ifade ediyor. Memurculuk ise daha çok ideolojik ve siyasal faaliyetleri içerisinde ortaya çıkan bir eğilim olarak, özgürlük ve eşitlik çizgisinin gereklerine göre bir yaşamı, onun istediği cesaret ve fedakârlık düzeyini yakalamamayı, kendini bütünüyle çıkarsız, karşılıksız ve hesapsız bir biçimde parti çizgisine katmamayı, biraz hizmet eden biraz da partiden isteyen bir uzlaşma arayışını içeriyor. Yani reel sosyalizmin kadro yapılanmasını anlatıyor. Biraz kendini yaşatan, biraz da partiye çalışan bir kadro ölçüsü ve yaşamının esas alınmasını ifade ediyor. Bunun bürokrat burjuva bir kesim yarattığını reel sosyalizm pratiğinde gördük. Bunun bilimsel demokratik sosyalizmin özüne ve ölçülerine uygun olmadığını, bu bakımdan doğru ve yeterli bir kadro duruşuna ulaşmadığını deneyimler gösterdi. Dolayısıyla bunun da bütün yönleriyle aşılması gerekiyor. Devletçi ve iktidarcı paradigmanın ortaya çıkardığı bu iki temel siyasal insan duruşunu gidermek, ortadan kaldırıp aşmak, onun yerine çizgiyi esas alan, özgürlük ve eşitlik ilkelerine göre halka hizmet etmeyi esas alacak temelde çalışan, mücadele eden ve kendisini herhangi bir karşılık ve çıkar beklemeksizin bütünüyle özgürlük çizgisinin, halkın ve partinin hizmetine sunan bir kadro düzeyinin yakalanması gereği var. Bu noktada da bu eğitimler bizi geliştirmeli, yenilememeli ve yeniye götürmelidir. Yeniden yapılanan PKK'nin kadro ölçülerinin bu düzeyde bir gelişkinliği ve yeniliği var. Mevcut eğitimle böyle bir kadrolaşma ve PKKlileşmeyi esas almalıyız. Bunlar hedeflerdir. Yeni PKK'nin doğru tanımı, anlaşılması ve yeni PKK kadrosunun ölçülerinin tanımlanması anlamında esas almamız gereken düzeyi ve özellikleri ifade ediyor. Biz bunun mücadelesini vermekle mükellefiz. Bu eğitim, bu parti okulu böyle kadrolar yetiştirmekle mükelleftir; kadroyu bu düzeyde eğitip geliştirmekten sorumludur. Bunu yaptığı ölçüde doğru ve yeterli bir eğitim yapılmış, gerçekten de parti çizgisine ve ölçülerine uygun bir çalışma yürütülüp kadrolaşma sağlanmıştır denilebilir. Şimdi bunda eksiklikler ve zayıflıklar var, çokça eleştirilmesi gereken yanlar var. Belirttiğimiz düzeyde PKK’yi doğru ve yeterli ele alan, özümseyen, benimseyen, bunun gereklerine göre çalışan bir kadro düzeyi ve ölçüsü yaratmaktan uzağız. Kısaca ifade etmeye çalıştığımız ölçüler ve özelliklerden çok uzak tutumlarımız ve duruşlarımız var. Üstelik bunlar çok doğal gibi görülüyor. Çetecililiğe açık duruşumuz var. Memurculuk ise adeta bir meziyetmiş ve doğru ölçüymüş gibi dört taraftan harekete, kadro yapısına, partiye yöneltilen bir saldırı olarak, ideolojik olarak etkin bir biçimde her yerde sürüyor. Sosyalizme, onun özgürlük, eşitlik, demokrasi ve adalet ilkelerine sahip çıkmakta, özümsemekte ve yaşamsallaştırmakta, net, iradeli ve kararlı duruşta zayıflık var. Sosyalizme ilkeli bağlılık, iradeli ve kararlı olmak neredeyse ahmaklık sayılıyor, ideolojik netlikten söz etmek modası geçmiş yaklaşım olarak görülüyor, dogmatizm diye damgalanarak kestirilip atılıyor. Oysa geçenlerde ABD Başkanı Bush bile, Ortadoğu’da kendilerine karşı mücadele edenleri ideolojisiz olmakla suçluyor, dolayısıyla ‘ne yapacakları belli olmayanlar’ diye tanımlıyor, ‘bunlar her şey yapabilirler’ diye itham ediyordu. Hiyerarşik devletçi sistemi ayakta tutan ve ona öncülük eden bir gücün temsilcisi bile karşıtlarını ideolojiksizlikle suçluyor ve mücadelesini bu denli ideolojiye dayandırıyorsa, bizim bir özgürlük hareketi olarak, bir kurtuluş hareketi olarak ideolojik ilkelerimizi netleştirmemiz, bu ilkelere sahip çıkmamız, bu ilkeleri bütün benliğimizle savunmamız kadar doğal bir durum olamaz. Bundan uzak düşmek çok kötü bir savrulmayı ifade eder ve bizi silahsız bırakmayı içerir. Ortadoğu’da yaşanan ve üçüncü dünya savaşı olarak tanımlanan savaşın yüzde doksanı ideolojik alanda sürüyor. Bu savaş ne ekonomik, ne siyasi, ne de askeri yönü önde olan bir savaştır. Bush’un tanımı bunu gösteriyor. Demek ki, savaşın ideolojik yönü öndedir, ideolojik savaşım esastır. Şimdi bizim gibi gücünün yüzde doksan beşini ideolojik ilkelerinden, duruşundan ve ideolojik yapısından alan bir hareketin ideolojik alanda zayıflatılması, bu hareketin ideolojik ölçülerine saldırılması en büyük tehlikeyi ifade ediyor. Düşman bunu yapabilir, karşıtlarımız böyle davranabilir, zaten öyle davranıyorlar, çünkü onlar bizi tasfiye etmek, dağıtmak ve yıkmak istiyorlar, KUMÜNAR 2 bu haklarıdır. Ama bu hareketin kadroları ve mensupları olarak, bizim de bu durumu görüp buna karşı ideolojik mücadeleyi çok etkin, güçlü ve sonuç alıcı bir temelde geliştiremeyişimiz, aslında bir yerde başarısızlığı gösteriyor, sistemin üzerimizdeki etkilerini gösteriyor. Bunun öyle dinlenilecek, kabul edilecek, anlaşılacak bir yanı yoktur. Beritan ve Kemal Pir Çizgisinde Bir Kadro Duruşuna Ulaşmalıyız Memurculuk anlamında da böyledir. Gerçekten de giderek tehlikeli bir pozisyona gitme durumumuz var. Yönetimimiz gerçekçi ve net bir kadro politikası oluşturmada henüz zayıftır. Parti yönetimi açısından da, genel hareketin koordinasyonu açısından da bu söylenebilir. Oysa örgüt yaratmak, güçlü örgüt yaratmak; ölçüleri çok net, belirgin ve yüksek olan bir kadro politikası oluşturmak ve pratikleştirmekten geçer. Eğer bütün saldırılara rağmen geçmişte PKK ayakta kalmış ve gelişme sağlamışsa, onu ayakta tutan ve geliştiren en temel etken Önderliğimizin yürüttüğü ölçülü, yüksek düzeyli ve sağlam kadro politikası, kadro çalışması olmuştur. Önderlik, bütün saldırılara karşı kadro çalışmasını yürüterek, bu çalışmayı geliştirip yaygınlaştırarak savaştı. Şimdi özeleştiri olarak da bu konudaki zayıflıkları ve hataları öne çıkarıyor. Demek ki, başarının ölçütünü bu alandaki zayıflıklar ve eksikliklerin aşılmasında görüyor, bunu bu kadar önemsiyor. Bu bakımdan kadro ölçülerini belirginleştirmede, etkili bir kadro politikasını oluşturup yürütmede zayıflıklarımız var. Bu zayıflıkları aşmamız gerekiyor. Bu noktada ölçülerimizi netleştirmedikçe ve bu ölçüleri çok etkili bir biçimde pratikleştirmedikçe, insanları bu ölçülere çekmek ve onun dışındaki ölçüleri aştırmak için etkili bir ideolojik ve örgütsel savaşım yürütmedikçe, eğitimi bu temele oturtmadıkça, bizim partileşmeyi de, genel Demokratik Konfederalizm hareketini de sağlam bir biçimde örgütleyip geliştirmemiz ve saldırılar karşısında ayakta tutmamız mümkün olmayacaktır. Bu bakımdan kadro ölçüleri, kadro çalışması, kadro ölçülerimizin yüksek tutulması büyük önem arz ediyor, ideolojik ve örgütsel tutum sahibi olabilmek büyük önem arz ediyor, bununla çelişen yanlara karşı mücadele etmek önem arz ediyor. Oysa bu ölçüler geriletilmeye çalışılıyor. Memurculuk her yönden saldırı halindedir. Herkes kendine göre ölçüleri esas alıyor. İnsanlar sistemden kaptıkları, sistem içi yaşamdan edindikleri özellikleri çok beğeniyor, onlara bayılıyorlar. Onları değiştirmek için mücadele yürütmek gündeme geldi mi ters bakıyorlar, öfke duyuyorlar. Hem hiyerarşik devletçi sistemin özellikleriyle donanalım, hem de PKKli sayılalım diyorlar. Olur mu bu? Bu çok ters bir dayatmadır. Önderlik bunu hırsızlık olarak tanımlıyor; “Başkaları adına donanmışlar, bizim imkânlarımızın içine gelmişler, imkanlarımızı çalıp bizim adımıza kendi ölçülerini yaşamak istiyorlar” diyordu. Böyle olmaz, böyle sürdüremeyiz. Bu bakımdan birçok alandaki kadro sorunumuz aslından buradan ileri geliyor. Fedai çizgisine, Beritan ve Kemal Pir çizgisine ulaşan bir kadro duruşu yoktur. Böyle olmak gerekir denildiğinde arkadaşlarımız öfke duyuyorlar. Hem de kendilerini Beritan’ın, Kemal Pir’in ardılları sayanlar, “Bize imkan, fırsat ve para verilsin, biraz hizmet edeceğiz biraz da kendimizi yaşayacağız. Yeter, ömrümüzün 20 yılını, 25 yılını vermişiz, gençliğimizi vermişiz, biraz da bu hareket bizi yaşatsın” diyorlar. Bu, ideolojik çizgiden kopmaktır, PKKlilikten kopmaktır. Böyle söylemenin, bu ruhu ve tutumu taşımanın Beritanlaşmakla, Kemal Pirleşmekle bir alakası yoktur, onlardan kopuş demektir. Böyle olmaz. İdeolojik mücadele söz konusu oldu mu, küçük şeyler de aslında abartılmalıdır. Çünkü ideolojik sapmanın küçüğü büyüğü olmaz. Küçük sapma da eğer düzeltilmezse büyür ve bir karşıt duruş haline dönüşebilir. Lenin bunu böyle tanımlıyor. Rus Devriminin pratiğinde de var, bizde de çok fazla var. İhanet ve provokasyon olarak tanımladığımız durumu 95’te Beşinci Kongrede yargılarken, “Her şey bir pastayı hediye almakla başladı” deniliyordu. Şimdi yoldaşlarımız “Para havuzumuz olsun” diyorlar. Türkiye’de yirmi yıl hapis yatmış arkadaşlarımız, “Bu havuzdan bol bol alalım, harcayalım, gezelim. İyi ve güzel biraz özel yaşamımız olsun, imkânlar verilsin, öyle sürdürelim, biz KUMÜNAR 2 de biraz hizmet ederiz” diyorlar. Peki, bunun Beritanlıkla, Kemal Pirlikle ne alakası var? Dört dörtlük reel sosyalist ölçü değil mi bu? Reel sosyalizmin o bürokrat burjuva çizgisine kayma değil mi? Sapma değil mi? Biz Altıncı Konferanstan beri bir şeyi yaşadık: Israrla kadroyu reel sosyalist ölçülere çekmek için çaba harcayanlar oldu. Sonradan gördük ki, bunlar örgütü dağıtmak istiyorlar, provokatördürler, tasfiyecidirler. Açık söylemiyorlar, PKK’yi dağıtma ve tasfiye etmenin en önemli yolunun ideolojisinde savrulma ve sapma ortaya çıkartmak olduğunu kavramışlar. Onun için ideolojiye karşı çıkmadan, onun pratikleşmesi olan kadronun yaşam ölçülerinde, dolayısıyla parti yaşamında savrulmalar, çizgi dışı tutumlar ve özellikler ortaya çıkartmayı esas aldılar, bu yolda direttiler. “Maaş verilsin, para verilsin, fon verilsin, fedai çizgisinde bir kadrolaşma feshedilsin. Reel sosyalizme ya da KDP’ye benzer bir partileşme, bir kadro duruşu esas alınsın” dediler. Bu anlamda bize bir reel sosyalistleşme ya da KDPleşme dayatıldı. Provokatif-tasfiyeci saldırı, hareketimizi KDPlileştirme saldırısıydı; yani her bakımdan hiyerarşik devletçi sistemin içine çekme saldırısıydı, kadroyu da o ölçüye çekme saldırısıydı. Şimdi duruma baktığımızda, bunun etkilerinin hala yaşandığını görüyoruz. Bunun karşısında doğru kadro duruşu nedir, PKK sosyalist anlayışı ve ölçülerinin kadro gerçeği nedir? Biz bunu açığa çıkartan ödünsüz bir mücadeleyi yürüten bir konumda olmadık. Bu bize kadar geldi. Birçok alanda bozulma var. Dün bazı tartışmalarda örnek verdik. Gürbüz Çapan denen bir belediye başkanı vardı. “Sağcılar yiyeceğine solcular yesin, daha iyi değil mi?” diyordu. Şimdi bu felsefe kadro yapımıza, PKK'nin içine sokulmaya çalışılıyor. “Başkaları yiyor ve yaşıyorlarsa, biraz da sen ye ve yaşa. Hep çalışmak, görev yapmak olur mu? Yaşamak da olmalı” deniliyor. Küçük büyük demeden bu şeylere gidiliyor. Örneğin aşırı bir tüketicilik var. Bu bir sapmadır, ideolojik sapmadır. En çok da burada var. PKK Merkezi buradadır, Parti Okulu buradadır, ama sapma buradan başlıyor. Açık söylüyorum, başkalarını eleştirecek durumda değiliz. Özeleştiri yapmamız gerekiyor. Üretimimiz yüzde beş bile değil. Hiç üretmeme ama hep tüketme yaklaşımı açıkça görülüyor. Tüketmenin hangi biçimi olursa olsun, bu böyledir. Bu, PKK felsefesine aykırıdır. Önderlik ise, kendi felsefesi olarak şunu söyledi: “Benim için üretmek, kazanmak esastır. Bir şey yaratmak, elde etmek isterim; o gerçekleştikten sonra onu artık başkasına devreder ve yeni üretimlere koşarım” dedi. İşte bu bize kadro felsefesini veriyor, yaşama bakışını veriyor. PKK'nin felsefesi, yaşama bakışı budur. Bunun dışında olamaz; Gürbüz Çapan’ı esas alamayız. Geçen altı yedi yıl içerisinde PKK adına, hareketimiz adına Türkiye'de yerel yönetimlerden tutun partileşmeye kadar yapılan bütün çalışmalar benzer zihniyetle olmuştur. Şimdi gırtlağına kadar ranta bulaşmış, hırsızlık yapmış bir durum var ve biz çözemiyoruz. Aylardır uğraşılıyor, çözümlenemiyor, temizlenemiyor. Neden? Zihniyet aynıdır. Bunun Apocu zihniyetle, parti zihniyetiyle bir alakası yoktur. Başkası yiyebilir, başkası kötülük yapabilir, başkası hain olabilir, zorba olabilir, diktatör olabilir, hırsız olabilir, rantçı olabilir; eğer biz de başkasına göre olursak PKKli olamayız. PKK başkası gibi olmama, kendisi gibi olma hareketi oldu. Başkasını aşan, başkası gibi olmaktan çıkan, sistemin yapılanışı olmaktan çıkan, bu temelde ayrı bir sistem yaratan, onun için ayrı bir yaşam felsefesi, yaşam ölçüleri, yaşam duruşu ve çalışma ahlakı yaratan bir harekettir. Bunu kavrayacağız. PKKlileşeceksek, Apocu kadrolaşma içinde olacaksak, KKK sisteminin öncü kadrosu olacaksak böyle olmak zorundayız. Böyle olmayan kadro olmaz, böyle olmayanı kadroluktan atacağız. Birleştirip bütünleştireceğiz; bazıları böyle bazıları şöyle, bazıları istediğini yapar bazıları yapmaz yaklaşımını kabul edemeyiz. Kendi içinde eşitliği ve özgürlüğü geliştiremeyen, kendi içinde adalet uygulamayan bir hareket, toplumda eşitliği ve adaleti nasıl uygulayabilir? Bu mümkün müdür? Kendi kadrosunu ve militanını böyle bir yaşam felsefesine ve duruşuna çekemeyen bir hareket toplumu çekebilir mi? Bu mümkün değildir. KUMÜNAR 3 O nedenle elbette önce kendi içimizi düzelteceğiz, kendimizi düzelteceğiz. Kendimizi, kendi içimizi, kadro ve örgüt yapımızı, örgütümüzün içini Apocu felsefe ve ideolojinin gereklerine uygun, onu dört dörtlük yaşayan bir konuma çekmeyi esas alacağız. Bu konuda temiz kılacağız, düzelteceğiz, çizgi kadroda cisimleşecek, çizginin insanı kadro olarak şekillenecek. Çizgi parti yaşamında maddileşecek, cisimleşecek, yaşanılır hale gelecek ve burada bir örnek yaşam ortaya çıkacak. İşte bu da toplumu etkileyecek, toplumu çekecek, bu toplumu özgürlük, eşitlik ve demokrasi yolunda yürütecek. Topluma doğrultu vermek böyle olacak, toplumu etkileyen de bu olacak. Önderlik, “Halk bizim ne söylediğimize değil, nasıl yaşadığımıza bakarak bizi benimsedi ve hareketimize katıldı. Bizi ölçüp tarttı, değer verdi” dedi. Nasıl yaşadığına bakmak veya nasıl yaşamak gerektiği sorusunu sorarak yaşamak ideoloji demektir. İdeolojimizi yaşamsallaştırdığımız, sözümüzle yaşamımızı tutarlı kıldığımız ölçüde, bu bizi toplum içerisinde etkili kıldı; PKK'yi diğer hareketlerden farklı hale getirdi. Dolayısıyla birçok akım ve eğilim dağılıp tasfiye olurken, PKK sürekli gelişen, büyüyen, halk içerisinde cisimleşen bir hareket oldu. Bu bakımdan nasıl yaşamamız gerektiğini bilmek, bunun sorumluluğuyla hareket etmek büyük önem taşıyor. Önderlik partileşmeyi geliştirirken, partileşmenin temeli olarak çizgiyi geliştirirken, onun temeli olarak kadın özgürlük çizgisini geliştirirken boşuna ‘nasıl yaşamalı?’ sorusunu hep gündeme getirmedi, boşuna bu soruyu sormadı, boşuna bu soruya cevap oluşturmak için yıllarca ciltler dolusu görüş ortaya çıkartan tartışmalar yürütmedi. Önderlik, ideolojimizi cisimleştirip somutlaştıracak, onu gerçekten düşünce denilebilecek bir düzeye getirmek için çalıştı. Bu bakımdan çok önemlidir. Bu memur zihniyetini kesinlikle aşmamız gerekiyor. “Biraz kendimize, biraz örgüte çalışalım” olmaz; “Kendimize göre örgüte katılalım, örgütü istediğimiz gibi yorumlayıp katılalım” olmaz. Örgüt kendini nasıl tanımlamışsa, onu öyle esas alacağız. Ona bakacağız, onunla çelişen yanlarımızı aştırarak kendimizi ona ulaştırmaya çalışacağız. Bu bakımdan kadronun ölçüsü hep ilerde ve yüksek olacak; özgürlük, eşitlik ve demokrasi çizgisinde en yüksek olanı tutturacak. Ölçüleri alt düzeyde tutturamayız. “Bu kadar şey niye isteniyor, bu kadar çaba niye yürütülüyor, insanlara bu ölçüler niye dayatılıyor?” deniliyor. Peki, nasıl mücadele yürütelim? İnsanlığı, toplumu özgürlük ve demokrasi çizgisinde nasıl yürütebiliriz? Kadroyu sıfır noktaya indirirsek, toplum nereye gider? O zaman toplum sıfırın altında bilmem kaç dereceye düşer; yoz, tükenmiş, bitmiş, çürümüş bir duruma gelir. Dolayısıyla kadro ölçüleri ne kadar ilerde olursa, ideolojik düzey ve onun yaşamasallaşması ne kadar yüksek olursa, toplumu o kadar ileriye taşır. Bunu halka ve topluma taşıma ve toplumu etkileme çalışması, yani propaganda ve ajitasyon faaliyeti, eğitim, örgütleme ve eylem yürütüldükçe, toplumdan kopuş olmadıkça, bu çalışma toplumu çok güçlü bir biçimde değişime uğratır; toplumu özgürlük ve demokrasi çizgisinde geliştirir, değiştirir, yeniler ve ilerletir. Toplumu ilerletmenin yolu budur. Reel sosyalizmin yaptığı gibi şiddetle bir devleti yıkarak bir başka devleti kurmak, toplum üzerinde zapturapt yaratmak ve kuşa çevrilmiş haliyle sosyalizmi kurduğunu söylemekle toplumda değişiklik yaratılamaz, toplum dönüşüme uğratılamaz. Toplumda değişiklik yapmak ve dönüşüm yaratmak parti öncülüğüyle sık sıkıya bağlıdır; parti öncülüğünün de çok ileri düzeyde olmasına, ölçü tutturmasına, özgürlük, eşitlik, demokrasi ve adalet ilkelerini en ileri düzeyde kendi içinde kadrosu şahsında ve parti yaşamında cisimleştirmesine bağlıdır. Kadro duruşu konusunda eleştireceğimiz şeyler çoktur. Çok tartışıyoruz. Ben çok araştırma-inceleme yapamıyorum, ama örgütün her tarafını biliyorum, o avantaja sahibim. Özellikle HPG’yi izleme ve inceleme imkanım var. Doğal olarak sert ve keskin mücadele ortamı insan gerçeğini daha iyi açığa çıkartıyor, daha net ortaya koyuyor. Dolayısıyla ne kadar partileşme var ne kadar yok, kadro ölçüleri ne kadar tutturulmuş ne kadar tutturulmamış, hatalar ve eksiklikler ne kadar ortaya çıkıyor ne kadar çıkmıyor, bunları görmek çok daha kolay oluyor. Bunu genel hareketimize de yansıtmaya çalışıyoruz. KUMÜNAR 3 Mevcut durumda ideolojik ve örgütsel duruşta zayıflıklar var, hatta bunun dışında bir duruş var. İdeoloji de nedir, örgüt çizgisi de nedir deyip öyle yüzünü dönerek giden bir tutum var. Buna karşılık politik tutum var. “Zaten politik hareket olmuyor muyuz? O zaman politik tutum geliştirmeliyiz” deniliyor. Tepeden tırnağa bir ideoloji hareketi olan PKK içerisinde politik ölçülerle yaşanabileceği sanılıyor. Politik ölçüler esas alınmaya çalışılıyor. Nedir bunlar? İşte idareciliktir, ahbap çavuşluktur, bireyciliktir, grupçuluktur, kendine göreliktir; yani her türlü eğilim ve anlayış var edilip yaşatılıyor. Bu da hareketimizin karar düzeyini çok zayıflatıyor. Öyle ki, bu temelde oluşan bir kadro ve yönetim yapısı ciddi kararlar alamıyor, büyük eylem hedeflerini önüne koyamıyor. Sadece en alt düzeyde, asgari düzeyde kararlar alabiliyor. Neden Önderliği bu kadar değerlendirme yapmaya ve kararlar almaya zorladık diye sorulursa, bunun nedeni başka şeyden değil, bu duruşumuzdan kaynaklandı. Yine bu durum eylem gücümüzü çok azaltıyor. İnsanlar doğru bulduklarını ve benimsediklerini uyguluyorlar; doğru bulmazlarsa uygulamıyorlar, uygulamaya etkili katılmıyorlar. Herkesin kendine göre görüşü ve doğruları olunca, doğal olarak ortak karar oluşturmak mümkün olmuyor. Bu da eylem gücümüzü çok alt sınıra çekiyor. Çok zayıf kalıyoruz. Gücümüzün yüzde beşi bile harekete geçirilemiyor; ne kadro ne de halk gücünü yeterince harekete geçirebiliyoruz. Önderlik direniştedir. Bunun sonucunda şimdi yüzde yüz randımanla çalışır ve mücadele eder konumda olmamız gerektiği yerde bile, gerçekten randımanımız yüzde beşe, yüzde ona çıkmış değildir. Örgütün gücü ve imkanları boş kasnak gibi dönüyor, üretime dönüşmüyor, çalışma geliştirmiyor. Kuşkusuz bu böyle olmaz. Sorunlar bürokratik bir çizgiye çekiliyor, bürokratik örgüt yapıları geliştiriliyor. Tabii biraz yönetim kurnazlıları da var. Sorumlulukları başkalarına yıkarak hareket etme esas alınıyor. Nasıl olsa sorumlu falandır denilerek işin içinden çıkılabiliyor. Böyle olmaz, bunlar da doğru değildir. Örneğin gerçekten doğru ve etkili bir eğitim çalışması yürütülmüyor. HPG’nin Akademilerinin düzeyi de, buradaki eğitim düzeyi de çok düşüktür. Benim esas olarak bunlar üzerinde durmam gerekiyordu. Burada dört beş gün Mazlum Doğan Kadro Okuluna gittim. Öyle eğitim olmaz. Arkadaşlar kusura bakmasınlar, eleştirmek zorundayım. Ben orada eleştirdim, çok sert uyardım, baktım gülüyorlar. İnsanlar bu duruma düştüler mi çok tehlikelidir. Ortada ciddiyet yoktur. Ciddiyet ve disiplinin olmadığı bir yerde eğitim olmaz. Kadro Eğitimi Demek Tarz, Duruş ve Ölçü Kazandırmak Demektir Eğitim yalnızca bazı bilgileri edinmek değildir. Okul insanlara bilgi vermek için kurulmaz. Kitaplar yazıyorlar zaten, sayısız kitap var. Şükürler olsun, insanlar günümüzde okur yazardırlar; kitapları alıp okuyabilir, o bilgileri edinebilirler. Okul ise tarz kazandırır, ciddiyet kazandırır, disiplin kazandırır. Örneğin mevcut eğitim yönetimimizin ne böyle bir çizgisi ne de gücü var. Hiçbir yaptırım gücü yoktur. Karar alamıyor, sadece sözle eleştiriyor. Bunlar yanlıştır diyor. Artık öbürünün insafına kalmış, uyarsa uyuyor ve uyguluyor, uymazsa kendi bildiğini yapıyor. Uymayana ilişkin herhangi bir şey yoktur. Böyle eğitim olmaz, bununla biz gelişme sağlatamayız. Arkadaşlarımız gelmişler, aylardır burada kalıyorlar; kulaklarında küpeler, boyunlarında bilmem neler var. Nerdeyse birbirleriyle kol kola girip gezecekler. İstedikleri zaman geliyorlar, istedikleri zaman istedikleri gibi çekip gidiyorlar. Ben 94’te Parti Merkez Okulunda sekiz ay kaldım. Önderlik herkesi ülkeye gönderirken şunu söylüyordu: “Önderlik tarzını gördün mü, bir şeyler anladın mı, Önderlik duruşunu ve özelliklerini kavradın mı?” Kadronun eğitimi demek, tarz kazandırmak, duruş kazandırmak, ölçü kazandırmak demektir. Bir okul eğitimi ölçü ve tarz kazandırmıyorsa, bu okul eğitim yapmıyor demektir. O nedenle bizim okullarımız herkesin kendini daha çok konuşturduğu, kendi anlayışlarını daha da kemikleştirdiği bir yer olamaz. Okullarımızın bir savaş yeri, mücadele yeri, en sert ideolojik mücadelenin yürütüldüğü yer olması gerekir. Bunlar okullarımızda yoktur; genel duruş içinde de yoktur. Arkadaşlarımız birbirlerine KUMÜNAR 3 dokunmuyorlar. Yanında parti ölçüleri yüzde yüz ihlal ediliyor; arkadaşlarımız yönünü dönüyorlar ya da bakıyor, gülüp geçiyorlar. Evet yoldaşlar, parti öldürülürken sineye çekiyoruz, gülüp geçiyoruz. Ama bireysel durumumuza şöyle küçük bir iğne batırıldı mı hopluyoruz; “Kişiliğim rencide ediliyor, haklarım yeniliyor”, bilmem ne oluyor diyoruz. Peki, partinin kişiliği yok mu? Onun hiç hakları yok mu? O rencide edilmiyor mu, bozulmuyor mu? Böyle olur mu? İşte bu, ideolojik mücadelesizliktir. Sınıf mücadelesi, cins mücadelesi ciddi biçimde artık bir kenara itilmiş durumdadır. Mücadele yürütülmüyor, dokunulmuyor. Bu konuda eğitici görevler, yoldaşların birbirlerine karşı sorumluluklarının gereği yerine getirilmiyor. Böyle yoldaşlık mı olur? Yanlışlarına açık kapı bırakan, yanlışlarına göz yuman, hatta gülerek geçen birisi yoldaşına kötülük yapmış olmuyor mu? Bu, “Sen yanlışta devam et” demek anlamına gelmiyor mu? Böyle olur mu? Bu biçimde işleri yürütemeyiz. Bence bu okul hiç korkmadan ideolojik ilkeleri esas alma temelinde insanlarla en sert savaşımı yürütebilmeli; insanların ruhlarını, duygularını, davranışlarını, bilinç durumlarını gerekirse paramparça edebilmelidir. Sınıflı cinsiyetçi topluma ait olanları mahkum edip atarak, yerine yenilerini koyabilmelidir. İnsan eğitmek, insan geliştirmek böyle olur. Şimdi eğitimimizde zayıflık var. Bu nedenle ha eğitim devrelerinden çıktık ha çıkmadık, çok fazla fark etmedi deniliyor. Arkadaşlar okulların birinden çıkıyor, gidip diğerine girmek için dilekçe veriyor, birinden ötekine geçiyorlar. Aslında eğitim okullarını bir zaman geçirme, bir kendini dinlendirme yeri olarak değerlendiriyorlar. Demek ki, okullar onda bir değişiklik yaratmıyor. Eğitim bir de göreve hazırlamak demektir. Demek ki, eğitim insanları göreve hazırlamıyor. Okuldan çıkan göreve gitmiyor. Nereye gidiyor? Boştur, ortadadır. Ha okuldan çıkmış ha çıkmamış, fark etmiyor. Böyle harcanan emeğe yazıktır. Hareket olarak da bu biçimde gelişemeyiz. Okuldan çıkan bir kadro temel bir görevi üstlenip başarıyla yerine getirmiyorsa, bunun bilincini, sorumluluğunu, kararlılığını ve netliğini yakalayamamışsa başarısızdır. Ona diploma vermemek, onu okuldan çıkarmamak gerekiyor. Önderlik her zaman “Doğru kullanamayacak insanın eline silah vermeyeceksiniz. Yoksa kendini vurur” dedi. Dolayısıyla partiyi temsil edemeyecek, ideolojik, siyasal ve örgütsel çalışma yürütemeyecek, kitle çizgisini uygulatamayacak, halka doğru davranamayacak olana da kadro sıfatı verilmemelidir. Bu noktada ideolojiden, örgüt çizgisi ve çizgi mücadelesinden kopuk, bunu çok yüzeysel ele alan bir duruş var. Bu eksiklik hukukla giderilmeye çalışılıyor. Hukukla İdeolojinin Bağı İyi Kavranmalı Ben bu konuda da birkaç şey söylemek istiyorum. Önderlik, “Hukuk mücadelesini geliştirmemiz gerekli” dedi. Doğrudur, hukuk mücadelesini geliştirmemiz gerekir. Ama bu hukukun ne olup olmadığını doğru anlamak zorundayız. Yani her şey hukuk değildir. Öyle olmuş ki, artık ideolojik mücadele yoktur, örgütsel çizgi mücadelesi yoktur, bunların gerektirdiği eleştiri-özeleştiri platformları yoktur. Ne var? Hukuk var. Bir ceza kanunu hazırlanmış, bir de yargıçlar topluluğu oluşturulmuş; Ali kıran baş kesen gibi ceza yağdırıyor. Örneğin HPG’de böyledir. Geçen gün cihazda hepsinin feshedildiğini söyledim. Biz bunu reddedeceğiz. İki üç kişi bir araya geliyor, ceza yağdırıyor. Astığı astık kestiği kestik davranıyor; kimisinin silahını, kimisinin elbisesini alıyor. Bu hareket böyle gelişmez yoldaşlar. Bu insanlar nasıl katılıyorlar, nasıl kazanılıyorlar, belki bazıları bunu bilmiyor olabilir, ama ben çok iyi biliyorum. Tamam, bizim bir hukukumuz vardı, yargılama yapıyorduk. Ama bu yargılama eğitmeyi, ideolojik ve örgütsel bakımdan insanları geliştirmeyi esas alıyordu. Yoksa bu yargılama “kafasını kes, kaldır at” çizgisinde değildi. Öyle olsaydı şimdiye hiçbirimiz var olmazdık, böyle bir örgüt var olmaz ve gelişmezdi. Önderliğin yargı sistemi platformlar olarak gelişti, eleştiri-özeleştiri süreçleri olarak gelişti, tartışmalar olarak gelişti. En ağır cezalar bu noktada oldu. Şimdi böyle bir konum yoktur. Hukuk olarak da ele alınan bayağı burjuva hukuku, mevcut devletler hukukudur. Sanki büyük bir marifetmiş gibi hareketimiz onunla tırpanlanmaya çalışılıyor. KUMÜNAR 3 Kadrolara o temelde baskı geliştiriliyor. Bu böyle olmaz. Bir kere hukukla ideolojinin bağını iyi kavrayacağız. Bizim hukukumuz gelişecekse, bu hukuk ideolojik ilkelerimizi yansıtacak. Başkalarının hukukunu esas alıp icra edemeyiz. İkincisi, hukuk ileri bir ölçü değil geri bir ölçüdür, bir toplum ölçüsüdür, genel düzeni onunla sağlanır. Bir fedai için hukuk yoktur, ideoloji vardır. Zaten fedai en ileri ilkeleri ideolojik ilke olarak kendinde yaratmış ve somutlaştırmış kişi demektir. O nedenle PKK’nin hukuku değil ideolojisi vardır. HPG’nin de hukuku olmaz. Ben HPGlilere, “Ayıp değil mi, biz sizi fedai topluluğu biliyorduk, siz suçlular topluluğu musunuz? 87 maddelik ceza kanununu önünüze koymuşsunuz, habire ceza yağdırıyorsunuz. Bununla mı savaşçı olacaksınız, bununla mı fedai haline geleceksiniz” dedim. Bu böyle olmaz yoldaşlar, yargılama ideolojik ölçülerle olacak. Ben bu konuda PKK Disiplin Kurulu’na da bir mektup yazmıştım. Nasıl ceza verileceği yerine, insanların ideolojik olarak eğitilip ideolojik mücadelenin nasıl geliştirileceği ile uğraşılırsa daha doğru bir çizgide olunur ve PKK geliştirebilir demiştim. Şimdi herkes bir marifetmiş ya da sanki bir yenilikmiş gibi ceza kanunları oluşturup yargıçlar sistemi örgütlemeye, böylelikle sorunları çözmeye çalışıyor. İşte olmaz bir tür politik duruş da budur. Eğitim başka yerlere havale ediliyor, doğru bir çizgide geliştirilmiyor, örgüt sorunları hukuk sistemiyle çözülmeye çalışılıyor, ideolojik sistemde çözümlenmiyor. O zaman yönetimin görevi bitiyor. HPG’de komutanın görevi bitiyor. Bir sorun mu var, Disiplin Kurulu’na havale ediliyor. İnsanları artık başkaları eğitecek. Komutan oturuyor, sadece imkanları paylaştırıyor, sağa sola emir veriyor. Hiçbir işi yoktur, avaredir ama komutandır, kadrodur. Yönetim açısından da böyledir. HPG olarak Ağustos başlarında bir toplantı gerçekleştirdik. Bir yığın planlama yaptık. Ama bir buçuk aydır küçük bir etkinliğimiz bile olmadı. Niye böyle oldu diye soruyorum, cevap yoktur. Dersim’e, Amed’e, öteki alanlara hazırlıklarınız nedir diye somut sorduk. Küçük bir eyleme hazırlanıyorlar. Oysa, ben de içinde olmak üzere, karar almışız. Ana Karargaha, niye böyle diye soruyorum. “Söyledik” diyor. Kuzeydeki karargahlara soruyorum, “Talimat verdik” diyorlar. Bizim yönetimimiz bana soruyor, ben Ana Karargaha söyledim diyorum. Şimdi ‘söyledim örgütü’ne dönüşmüşüz. Bu pratik karşısında bir oportünizmdir. Başka hiçbir kelimeyle eğip bükmeye gerek yoktur. Pratik karşısında mevcut kadro yapısının oportünist bir duruşu var. Herkes yukardan aşağıya söylüyor, emir veriyor. Peki, kim yapacak? Bizde “Sen ağa ben ağa, bu ineği kim sağa?” diye bir halk deyişi var. Şimdi hepimiz talimat veriyoruz, hepimiz söylüyoruz. Peki, yapan kim olacak? Ben açık söylemek zorunda kaldım: Tamam da yoldaşlar, bunu kim yapacak? Bir de yapıcı bulalım. Daha iki ay önce katılmış, elinde zar zor silah tutan bir savaşçı mı bunları yapmakla görevli olacak, yapamazsa onu mu sorumlu tutacağız? Öyle olmaz, bu vicdansızlık olur; bu bir sapmadır, ters bir duruştur. Bu bakımdan avare duruşun, görevleri başkalarına yıkan kadro duruşunun pratikteki sonuçları böyle ortaya çıkıyor. İşler ortada kalıyor. Kemal Pir ve Beritan Gerçeği Durmaz Arkadaşlar “Bir toplantı oldu, somut durumlara hiç değinilmedi” diyebilirler. Bir buçuk aydır örgütümüz ciddi bir mücadele yürütemiyor. Niye yürütemiyor? “Aman yönetim üzerinde tehlike var, yönetim sen kendini sakla” dendi, biz de adeta saklanıyoruz. Görevleri başkasına bıraktık. Bir basınımız var, Allahlıktır, bir yayın politikası yoktur. Basın konferansına kendim katıldım, madde madde çok somut yayın çizgisi oluşturduk. Ha Avrupa, de Avrupa; Avrupa Birliği’ne girişten başka bir şey yoktur. Gözleri başka bir şey görmüyor. İnsanların bilincini saptırıyorlar. Dolayısıyla topluma “Siz durun, gireceksiniz Avrupa Birliği’ne, kurtulacaksınız” anlayışı veriliyor. HPG olarak Ağustos başında somut eylem kararları aldık. Hazırlık yapalım diye planlamadan tutun pratik hazırlığa kadar bir sürü belirlemede bulunduk. Hiçbirisi uygulanmıyor. Ondan sonra dönülüyor, “Mücadele zayıf, gelişme olmuyor” deniliyor. Ben basın iyi çalışmıyor diyorum, basın “HPG iyi çalışmıyor” diyor, HPG “Bu basın KUMÜNAR 3 nasıldır, bu yönetim niye böyle davranıyor?” diye soruyor. Halk eyleme kalkmıyor, bilmem şu yanlış söz söyledi diye şikayet ediliyor. Kendi görevlerine bakacakken gözleri başkasındadır. Başkasının durumunu gerekçe yaparak kendi görev ve sorumluluklarının gereğini yerine getirmemeyi ifadelendirmeye, izaha kavuşturmaya çalışıyor. Böyle olmaz. Bunların sonucunda da durum ortadadır. Neredeyse niye bu halk direnmiyor diye halkı sorumlu tutacağız. Herkesi mücadeleye çağıran kısa bir açıklama yapmıştık. Gazetede ‘halk dirensin’ diye başlık atmışlar. Ben öyle söylememiştim. Ben örgüt dirensin istiyorum, halk zaten direniyor. Basın öyle yapmış bir başlık atmış ki, sanki halkı sorumlu tutuyoruz. Öyle değildir. Bu oportünist bir duruştur işte. Böyle kadro duruşu olmaz, kadro ve yönetim böyle duramaz. Bunun Beritan çizgisiyle, Kemal Pir çizgisiyle bir alakası olamaz. Önderlik Beritan ve Kemal Pir’i dönem militanlığı için örnek gösterirken işte tam da buraya parmak basmak istemişti. Herkes durabilir, PKKli kadro durmaz. Beritan, Kemal Pir gerçeği durmaz. Yönetim ihanet edebilir, teslim olabilir, gidip KDP’nin kucağına oturabilir, ama Beritan teslim olmaz. Şimdi biz başkaları yapmıyor, ben ne yapayım dersek, bunun Beritan çizgisiyle bir alakası olabilir mi? Ama en iyimiz bunu söylüyor ve bunu söyleyince de iyi durumda olduğumuzu düşünüyoruz. Bu yanlıştır, sapmadır. Kesinlikle böyle bir sapma içerisinde olunmamalı, ona düşülmemelidir. Pratik karşısında, görevler karşısında doğru bir duruş, doğru bir görev ve hizmet anlayışı esas olmalıdır. Bakın, Kemal Pir bu örgütün resmi toplantılarına hiç katılmayan önde gelen kadrolarından birisidir, hiç resmi görev almayan kadrosudur. Hepiniz PKK Merkez Komite üyesi diyorsunuz, öyle değildir. Eğer bürokrasiye örgüt denilmeyecekse değildir. Kemal Pir Önderlikten en az talimat alan kişilerden birisidir. Ama kendi sorumluluğu var, karar düzeyi var; çizgiyi öğrenme ve sahiplenme sorumluluğu taşıyor, onun gereklerini uygulamak için sorumluluk duyuyor. Kemal Pir her yerde mücadele içinde olmuştur. Önderlik, “Yaptıkları PKK militanlığının gereklerini temsil etmek açısından yeterliydi. Çizgiyi temsil etti” dedi. Demek ki, hiçbir kadro “Şu talimat gelmedi, şu karar olmadı, yönetimimiz şöyle dedi, şu böyle dedi” gibi şeylerle kendini gerekçelendiremez, avutamaz, ikna edemez. Öyle yapıldı mı, o PKKlilikten uzaklaşmış, Önderlik çizgisinden düşmüş olur. Beritan gerçeği ortadadır. Bütün yönetimin teslim olduğu yerde, Beritan teslim olmayı reddetti, kendi kararını kendisi verdi. Önderlik, “Doğru karar, çizgiye uygun karar budur” dedi. Komutan da yönetim de Beritan oldu, Apocu militan O oldu. Yoksa Beritan kongrelerde oy alıp seçimle gelmedi. PKK böyle bir örgüt değildir. PKK geçmişte de böyle olmadı. Önderlik PKK’nin böyle bir örgüt haline gelmemesini, bürokratik yapı kazanmamasını, reel sosyalizme dönüşmemesini gerçekleştirmek için yoğun çaba harcadı. Özellikle 1990 başında zindandan çıkanlar, 1980 başında da biz, reel sosyalist sistemin komünist partilerine benzer bir parti olalım diye Önderliğe çok dayattık. Önderlik reddetti. Üçüncü Kongrede bu tür dayatmaları hissedince tanım getirdi, “Şehitler PKKlidir” dedi. Zindandan çıkanlara karşı neler söylediğini görmek için de Zindan Direniş Konferansı Konuşmaları’na bakılabilir. “Bize üyelik kimliği verilsin, kim PKK’lidir kim değildir belli olsun” diye yapılan dayatmalara Önderliğin verdiği cevap nedir, onu görelim. Onun dışında Önderlik pratik görevlendirmelerde de kadrolaşmanın önünü her zaman açık tuttu. PKK içinde bir hiyerarşik yapı ortaya çıkarmadı. Yeni PKK bu konuda daha ileri düzeyde olmak durumundadır. Yani PKK hiyerarşik yapıya düşer, bir bürokratik özellik kazanır ve memurculuk içinde olursa, bu PKK geçmişin hatalarını ve eksikliklerini aşan, kendini yenileyen, özeleştiri verip gelişen bir PKK olmaz; Önderlik çizgisinde kurulmuş PKK olmaz. Nereye gider? Eskisinin daha gerisine düşer, çizgi dışına gider. Bu nedenle birçok şeyi yeniden değerlendirmek gerekir. Bir konferans olacaktı, olsaydı önerecektim. Örneğin ben PKK yönetim tarzının yeniden tartışılmasından yanayım. PKK Tüzüğünün o kademeleştiren yapısının yeniden gözden geçirilmesinden yanayım. PKK’yi öyle KUMÜNAR 3 yönetenler ve yönetilenler olarak ayıracak her türlü yapılanma çizgiye uygun düşmeyecektir, doğru kadro eğitimi ve sorumluluğunu geliştirmeyecektir. Bir koordinasyonu olabilir, olmalıdır. Genel koordinasyon olabilir, işleri düzenleyen bir koordinasyon olabilir. Ama her yerde bulunan PKKliler, PKK kadroları ortak sorumluluk duymak ve katılımcı olmak durumundadırlar. Bizim sistemimiz onları katabilmeli ve sorumlu kılabilmelidir. Bu temelde PKK yapısı içerisinde eşitlik olmalıdır. Kadro içerisinde eşitlik sistemini geliştirmek, özgür birey düzeyini geliştirebilmek çok önemlidir. Bunlar gelişebilmeli, eşitlik olmalıdır. Önderlik “Ben öyle başkan falan değilim, ben eşitler arasında hizmette birinciyim” dedi. İşbölümü her zaman gereklidir. Önderlik, yönetim sistemi olarak, önümüze iş ve rol koordinasyonunu koydu. PKK tümüyle iş ve rol koordinasyonu sistemine göre oluşturulmalıdır. O nedenle partiyi bürokratik olarak geliştirmek PKK’yi geliştirmek değildir. İdeolojik olarak, tarz olarak insanları geliştirmek ve katılımcı kılmak, PKK’yi geliştirmektir, PKKliliği derinleştirmektir. Hizmette birinciliği ve çalışmada sosyalist yarışı esas alan bir ruhu ve bilinci geliştirmek doğru PKKliliktir. Buradan PKK’ye girilip çıkılmaz yoldaşlar. İnsanlar öyle kimlikle PKKli olmaz. Bu okula girip çıkınca da PKKli olunmaz. Kişi ne girince PKKli olur, ne çıkınca PKKlilikten çıkartılabilir. Bana göre ne birisi PKKli yapabilir ne de atabilir. Eğer birisi Önderlik felsefesini ve ideolojik ilkelerini esas alıp yaşıyor ve onları hayata geçirmek için çalışıyorsa, kim olursa olsun, nerde olursa olsun, o PKK’lidir, PKK kadrosu odur. Ama birisi buna inanmıyorsa, getirip meclis üyesi yapsanız da, kendisine on tane kimlik verseniz de yine PKKli değildir. Öyle PKKli olunmaz. Demek ki, PKK gerçekten de bir yaşam çizgisi, yaşam felsefesi, bir insan duruşu, yaşam özellikleri ve ölçüleriyle oluşmuş bir insan yapısıdır. Önderlik bunu Bir Halkı Savunmak adlı yapıtında iyi tanımladı. Bir öncü kurmay topluluğu olarak görevlerini koydu. Tabii PKK bir zavallılar topluluğu da değildir; varlığı ile yokluğu belli olmayan, iş yapamayan, bir üretimi ve yaratıcılığı olmayan, olduğu yerde yok olan insanlar topluluğu olamaz. PKKlilik bir öncülük hareketi, büyük bir fedakarlık hareketi, bir yaratıcılık hareketidir. Bir hizmet, bir mütevazılık hareketi benzeri birçok özelliği var. Bu özellikler bizim en temel özelliklerimizdir. PKK militan özellikleri, dolayısıyla hareketimizin kadro özellikleri, yani Demokratik Konfederalizm Hareketimizin kadro özellikleri böyledir. Bütün profesyonel kadrolarının bu özelliklerle olması, dolayısıyla PKK çizgisinde olması bir zorunluluktur. Onun ötesinde yüz binlerce, milyonlarca yurtseveri olabilir, demokratı olabilir, çalışanı olabilir ve elbette olacaktır. Ama öncü kadro, yani PKK yapısının özellikleri ve ölçüleri farklıdır. Dolayısıyla bu ölçüleri geliştirmeli ve yetkin kılmalıyız. Ölçüleri geriye çekmememiz, zayıf tutmamamız gerekir. Okulumuzun Temel Doğrultusu Yeni Beritanlar ve Kemaller Yetiştirmektir Bu harekete yapılabilecek en büyük kötülük, kadro ölçülerini muğlaklaştırmak ve geriye çekmektir. Harekete en büyük zarar burada verilir ve biz bu düzeyde seyrediyoruz. Eğer görev ve sorumluluklarımızın bilincine tam varmaz, tam sahiplenmez ve gereğini yerine getirmezsek, harekete en büyük zararı biz veririz; başkası zarar vermez. Hewlêr’de veya Amed’de bulunan bir taraftar karşı saldırıya geçse bile, ne kadar zarar verebilecek? Ama PKK’de olan, kadro düzeyinde olan birisi, karşı çıkma ve ters düşmeyi bir yana bırakalım, yerinde ve zamanında bir taktik görevi başarıyla yerine getirmezse, hareketin siyasal yenilgisine ve bir yılın darbe almasına yola açabilir. O bakımda kadro düzeyi önemli bir düzeydir. Kadro ölçülerinin netleştirilmesi ve yüksek tutulması, kadronun özgürlük, eşitlik ve demokrasi çizgisinde cesur, fedakar, paylaşımcı, yaratıcı, kolektif, tümüyle parti içerisinde erimiş, çalışmayı ve hizmeti esas alan, başka herhangi bir ölçüsü ve yaşamı olmayan bir düzeye çekilmesi, bunu da bir öncü düzeyinde, kurmay düzeyinde, komutan düzeyinde yerine getirebilmesi, hareketin doğru ölçü kazanması, halkın öncüye kavuşması, görev ve sorumlulukların KUMÜNAR 3 başarıyla yerine getirilmesi, ideolojik ve siyasi çizginin ortaya koyduğu hedeflerin doğru bir görev anlayışıyla başarılması mümkün olur. Başka türlü ve başka ölçülerle bu mümkün olmaz. Bu nedenle bu okulumuzun temel doğrultusu böyle kadro yetiştirmektir. Bu okula katılmanın temel hedefi böyle öncü kadrolar haline gelebilmektir; gerçekten Beritanlaşabilmek ve Kemal Pirleşebilmektir. Kimse bunun gerisinde bir ölçü tutturmamalıdır. Zayıf ve zavallı duruş içinde olunmamalı, bireyci ve kendine göre davranılmamalıdır. Hem doğru ölçüleri kesinlikle esas alan, kendini beğenmeyen, kendine sevdalanmayan ve kendini değiştirmeyi esas alan bir çizgide olunmalı, hem de iddialı ve iradeli olunmalıdır. Beritan’ın PKK’nin askeri çizgisine ve ARGK’nin savaş çizgisine sahip çıktığı gibi, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin çizgisine sahip çıkmalı, gereklerini yerine getirmeli, PKK’ye sahip çıkmalı, PKKlileşmekte büyük bir iddia sahibi olmalı ve bunun iradesini ortaya koymalıdır. Ama bu bencil, bireyci, kötürüm, her türlü düzen hastalığını taşıyan bir durumda değil, onlara karşı savaşı esas alma temelinde olmalıdır. Böyle olursa kadrolaşma gelişir. Eğitim bu temelde sürdürülürse, bu okul gerçekten de yeni paradigmanın PKK’sini yaratır, PKK’nin yeniden yapılanmasını başarıyla gerçekleştirir. Bu devre bu konuda çok daha ağır bir sorumlulukla yüklü, buna öncülük edebilecek ve böyle daha sağlam bir başlangıç yaptırtabilecek bir devre olmalıdır. Böyle eğitim devreleriyle bütün kadro yeniden PKKlileşme sürecine çekilmelidir. Bu okulun böyle bir görevi ve sorumluluğu da vardır. Tartışmalarıyla ortaya çıkardığı ürünler ve yarattığı kadrolarla hareketin kadro düzeyinin yeni Önderlik çizgisinde kendini yenileyip geliştirmesini sağlayabilmeli, onun motor gücü ve dinamosu olmalı, bütün kadroyu böyle bir gelişim çizgisine çekebilmelidir. Bu konuda tercümelerimiz çok fazladır, imkanlarımız iyidir. En önemlisi de çizgi çok netleştirilmiş durumdadır. Önderlik çizgisi hem teorik olarak Önderlik tarafından çok iyi izah edilmiştir, bu konuda herhangi bir belirsizlik ve muğlaklık söz konusu değildir; hem de pratik ortam ve süreç bizi bu çizgiyi özümseyip yaşamsallaştırmaya zorluyor. Bir hamle süreci içerisindeyiz. Önderlik direniştedir. Biz meşru savunma savaşı yürütüyoruz. Halk en sert demokratik serhildan sürecine giriyor. Demokratik Konfederalizmi örgütlemek, halkın bütün kesimlerini örgütlü kılıp kendi demokratik yaşamını sürdürür hale getirmek için seferberlik düzeyinde örgütsel çalışma yürütüyoruz. Bütün bunlar PKK’ye ve her PKK kadrosuna büyük görevler ve sorumluklar yüklüyor. Dolayısıyla zamanı iyi değerlendiren, çizgiyi iyi özümseyen bir hızla doğru Apocu militan çizgisinde kendini eğitip militanlaştırarak, en zor alanlarda görev ve sorumluluklar üstlenmek üzere bir koşuş ve yarış olmalı, böyle bir çizgi esas alınmalıdır. Bu olursa mevcut imkanlar bunu yaratmak için yeterlidir. Böyle bir çizgi esas alınırsa, bunun yönelimi içerisinde olunursa, bu ruh ve anlayışla çalışılırsa, eğitim bu temelde yürütülür ve her türlü karşı gericiliğe karşı bir savaş olarak ele alınırsa, yeni çizgiyi iyi özümsemiş, hareketin ihtiyaç duyduğu ve halkın da aradığı kadrolar bu okuldan yetişip çıkar; mücadelenin ortaya çıkardığı görev ve sorumlulukları başarıyla yerine getiren kadro düzeyi ortaya çıkar. Yeni Kemal Pirler, yeni Beritanlar, yeni Agitler ve Zilanlar ortaya çıkar; yeni Erdallar ve Şilanlar ortaya çıkar. Yeni dönemin sayısı yüzleri bulan etkili, aktif, en önde, en ilerde savaşan insanlarının şahadet düzeyi yakalanır; onlar gibi militanlar ortaya çıkar. Hiçbir kişisel çıkar gözetmeden, donanım eksikliğine bakmadan, zayıflıklarını abartmadan, mücadelenin zorluklarını öne çıkartmadan, Önderlik çizgisini her yerde yaşamı pahasına büyük bir coşku ve heyecanla hayata geçiren öncü militanlar ortaya çıkar. Görev budur, sorumluluk budur. Bu eğitim devresinin bu temelde yürütülmesini diliyoruz. Bu temelde tüm arkadaşlarımızın bu eğitim devresine doğru katılarak, kendilerini Bêrîtan çizgisinde derinliğine sorgulayıp hızla yeni Beritan’lar haline gelerek görev ve mücadele sahalarına gitmelerini istiyoruz, diliyoruz ve başarılı olacaklarına inanıyoruz. Bu temelde diyoruz ki, Yaşasın Şehitler Partisi PKK! Yaşasın Önder APO! KUMÜNAR 3 Bayık: “Bugünü Başlangıçta Yaşıyoruz” Seyit EVRAN / BEHDİNAN/ ANF PKK’nin hayatta kalan sınırlı sayıdaki kurucu üyelerinden Cemil Bayık PKK I. Kongresini anlattı. 27 Kasım 1978 yılında gerçekleştirdikleri I. Kongre ile Kürdistan da modern bir tarihin başlangıcını yaptıklarını belirten Bayık, PKK’yi kurmakla Kürtlerde özgürlük bilincini geliştirdiklerini ve büyüyerek gelişen PKK ile bugünü geçmişte yaşadıklarını söyledi. PKK I. Kongresine ev sahipliği yapan Kürt Özgürlük mücadelesinin önder kadrolarından Seyfettin Zuğurlu’nun Annesi Raziye Zuğurlu ise evinde kongrenin yapılacağından hiçbir bilgisinin olmadığını, kongre delegelerinin bir akşam üstü arabalarla gelerek kongreyi başlattıklarını, iki gün sonra da çekip gittiklerini, gidişlerinden sonra kongre yaptıklarını anladığını belirtti. “23 kişi ile kongreyi gerçekleştirdik” PKK’nin ilk kongresine nasıl bir hazırlıkla gittiniz, kongrenin yapılacağı ve yerinin neresi olduğu konusunda bilginiz var mıydı? Kuruluş kongresine gidilirken belli bir hazırlığımız vardı. Ama çok güçlü bir hazırlık değildi. Bu hazırlıkları yapan, geliştiren daha çok önderlikti. Önderliğin hazırlıkları güçlüydü. Ama bu hazırlıkların kongreye katılacaklar tarafından tümüyle kavrandığı veya bu hazırlıklarda yer aldıklarını söylemek doğru olmaz. O anlamda tabii ki hazırlıklar zayıftı. Kongre öncesinde alanlarda yapılan toplantılar dizisi vardı. Kongre delegeleri bu toplantılarda belirlenmişlerdi. Kimlerin katılacağı, hangi alandan kaç delegenin katılacağı bu toplantılarla belirlenmişti. Toplam 25 kişi civarında bir delege sayısıyla kongreye gittik. Onlardan da bir kaçı katılamadı. Kemal Pir arkadaş cezaevinde olduğu için Mehmet Karasungur arkadaş Siverek mücadelesinin başında olduğu için katılamadılar. Yani toplam 23 civarı katılımla kongreyi gerçekleştirdik. Kongre’nin nerede, ne zaman yapılacağı gizlilik açısından delegeler tarafından bilinmiyordu. Onu bizzat önderlik üstlenmişti. Mazlum Doğan ve Seyfettin Zuğurlu arkadaşlarla birlikte hazırlık çalışmalarını yürütmüştü. Delegeler Diyarbakır’a çağrıldığında artık Diyarbakır ve çevresinde herhangi bir yerde yapılacağı anlaşılmış oldu. Gelen delege arkadaşlar Diyarbakır merkezden alınarak kongre yerine götürüldu. Kongre yerinin neresi olduğu kimseye söylenmiyordu. Seyfettin Zuğurlu arkadaş evi hazırlamak için bir gün önceden köyle gönderilmişti. Tabii bizim bundan haberimiz yoktu. Kongre yerine gidilince arkadaşlar kongre yerinin orası olduğunu anladılar. “Amed seçimdi” Bilinçli ve Yerinde Neden Diyarbakır mesajları neydi? bir seçildi, Kongre yeri önderliğimiz tarafından seçilmişti. Tabii ki bilinçli olarak Diyarbakır seçilmişti. Diyarbakır Kuzey Kürdistan’da bir merkez rolü oynuyor. Geçmişte de günümüzde de bu böyledir. Tarihte mücadelesiyle oynadığı bir rol var. Coğrafik açıdan Kürdistan’ın ortasında yer alıyor. Tarihi açıdan, pratik açıdan ve coğrafik açıdan ele alındığında böyle bir kongre’nin KUMÜNAR 3 Diyarbakır da gerçekleştirmek bilinçli bir seçim ve doğru bir karardı. Önderlik I.kongre için Diyarbakır’ı tesadüfi bir şekilde belirlememişti. Daha çokta tarihte oynadığı role bakarak seçmişti. Diyarbakır yani Amed bunu hak etmişti. Hem geçmişi hem de günümüzde oynadığı role bakıldığında bunun ne kadar isabetli bir karar olduğu ortaya çıkıyor. Amed sadece geçmişte mücadele katılmasıyla sınırlı kalmadı. Günümüzde de Diyarbakır bu yana mücadelemizde sürekli bir merkez rolü oynadı. Yani PKK mücadelesi resmen başladığından günümüze kadar hep önemli bir rol oynadı. Buda bir kuruluş kongresinin Diyarbakır da yapılmasının ne kadar doğru ve yerinde bir karar olduğunu gösteriyor. “Birinci Kongre Partiye geçişin adıydı” Grup Döneminden Kongre kaç gün sürdü. Daha çok hangi konuları tartıştınız. Kongre sırasında bu kadar kısa sürede bu kadar gelişme kaydedebileceğinizi tahmin ediyor muydunuz? Kongre kısa sürdü. Fazla uzun tutulmadı, zamana yaydırılmadı. Çünkü ilk kongre bir kuruluş kongresiydi. Birde ilk kez böyle bir kongreye gidiyorduk. Partileşmeye gidiyorduk. Düşman tarafından anlaşılması durumunda çok ciddi bir tehlike ortaya çıkabilirdi. Onun için zamanın kısa tutulması önemliydi. Nitekim kısa tutuldu. İki gün içinde kongreyi tamamladık. Bir kuruluş kongresinin tartışacağı, kararlaştıracağı hususlarda gerçekleşti. Yani belirlediğimiz zaman yetti ona. Daha fazla uzatmak anlamsızdı. Kongreye katılımda, birçok arkadaşta heyecan ve coşku vardı. Ama kongre ve parti olma bilinci, bunun yüklediği sorumluluklar fazla derinliğine anlaşılmamıştı. Önderlikle birlikte Mazlum, Hayri gibi arkadaşlarda bunun bilinci ve ağırlığı vardı. Fakat delege yapısında yani katılanların çoğunda ne kongrenin ağırlığını kavrama nede partileşmenin ciddiyetini his etme vardı. İçine girilen sürecin yüklediği sorumlulukların ağırlığını kavrama fazla yoktu. Ama işte kongre, katılma, partileşme büyük bir coşku ve heyecan yaratıyordu. Bu yönü önemliydi. Diğer yönü derinliğine fazla kavranmamıştı. Zaten o koşullarda kavranması da biraz zordu. Çünkü biz grup döneminden geliyorduk. Grup döneminin militanlığıyla kongreye gelmiştik. Her ne kadar önderlik ön çalışmalarda bunu aştırmak için çaba gösterdiyse de bu çabalarının sınırlı etkileri oldu. Onun içinde kongreye katılan delegelerin çoğunluğunda kongre ve partileşmenin ciddiyetini kavrama, o temelde tartışmalara katılma fazla görülmüyordu. Belirli arkadaşlarda bu oluyordu. Daha çok önderlik kongreyi sürükledi. Ağırlıklı önderliğin tartışmaları ve değerlendirmeleri oldu. Dikkat çektiği hususlar oldu. Diğer arkadaşlardan sınırlı sayıda katılım oldu. Mazlum, Hayri vb gibi birkaç arkadaşın tartışmalara katılımı oldu. Geri kalan arkadaşlarda daha çok dinleme, biraz anlamaya çalışma biçiminde bir katılım gösterdi. O kongre ağırlıklı olarak önderliğin üzerinden gerçekleşti. Zaten onun için önderlik kapanışı konuşması sırasında, meclis ve yönetim seçiminde bazı uyarılarda da bulundu. Önderlik, yeni bir sürece girildiği, artık eski sürecin geride kaldığı eski devrimciliğin geride kaldığı, yeni sürecin devrimciliği, militanlığı daha farklı, daha ağır sorumluluklar yüklediği, ne kadar hazırlıklı olunduğu, hazırlıklı olanların görev üstlenmesi, hazır olmayanların bu tip görevlere soyunmaması, kendisini ve hareketi de zorlayacağı, tehlikeler yaratır biçiminde uyarılarda bulundu. Durumu kavratmaya çalıştı. Bunun gereğini duydu. Önemli olan bir kuruluşu gerçekleştirmekti. Partileşme adımını atmaktı. Bu gerçekleştirildi. Bu anlamda kongre rolünü oynadı. Kuruluş kongresi olmasından dolayı daha sonraki yıllarda yaptığımız kongrelerden farklıydı tabii. Daha çok partileşme kararını vermesi gerekiyordu. Onun ilanını yapması gerekiyordu. Onun program, tüzüğünü kararlaştırması gerekiyordu. Kongrede bunu yaptı. “PKK Kürt Halkının kan damarları ile iliklerine doldu” KUMÜNAR 3 PKK ismi nasıl bulundu. İsim tartışması çok yapıldı mı? Tabii ki çeşitli isimler üzerinde tartışma vardı. Çeşitli isimler öneriliyordu çünkü. İsim o kongrede konulmadı. Daha sonra kararlaştırıldı. Hatırladığım kadarıyla PKK adı Mehmet Karasungur arkadaşın önerisiydi. Mazlum Arkadaş da daha sonra bu öneriye katılmıştı. Önderlik bütün öneriler içinden PKK’yi uygun görmüştü. PKK ismi bu şekilde kararlaştırıldı. Bir çok isim önerisi getirildiği için kongre anında hemen isim kararlaştırılmadı. PKK, Kürt halk tarihinde çok müstesna bir yere sahip oldu. Böyle bir yer edinmesinin nedenleri var. PKK büyük bir değişimi gerçekleştirdi. Bunun için müstesna bir yer edindi. Eğer öyle olmasaydı, PKK de diğer partiler gibi olurdu. Diğer partiler ne kadar yer edindilerse PKK de o kadar yer edinebilirdi. Ama farklı bir hareket olduğu için diğer partiler gibi bir yer edinmedi. Çok farklı bir yer edindi. Kürt halkının belleğine kazındı. Kürt halkının kan damarlarına ve iliklerine doldu. Kürt halkının kimliği haline geldi. İradesi haline geldi. Kişiliği oldu. Onun yaşamı ve gücü oldu. O halka ait güzel ne varsa onun temsilcisi oldu. Eğer PKK unutulmadıysa, PKK’ye bağlılık geliştiyse, saygı geliştiyse, PKK’ye katılım gerçekleşerek geliştiyse, PKK’ye her şeyini verme, katma geliştiyse bunun için gelişti tabii. “Kürdistan’daki Koydu” Belirsizliğe PKK kuruluşundan nasıl bir etki yarattı? Nokta sonra PKK büyük bir alt üst oluşu gerçekleştirdi. O zamana kadar yaşam adına insanlara sunulanı bir tarafa itti. Onun yaşam olmadığını ortaya koydu. Yaşamın ne olduğunu, nasıl yaşanması gerektiğini, insan yaşarsa nasıl yaşar veya nasıl yaşayamaz bunları çok net ortaya koydu. O zamana kadar Kürdistan da her şey belirsizdi. Neyin doğru, neyin yanlış olduğu, neyin çirkin, neyin güzel olduğu, neyin o halka ait olduğu, insanlığa ait olduğu, neyin olmadığı, neyin bitiş olduğu, neyin başarı olduğu bilinmiyordu. Her şey karma karışık hale gelmişti. Dolaysıyla da neyin ne olduğu bilinemiyordu. Neye sahip çıkılacağı, neyin ret edileceği bilinemiyordu. PKK bütün bunları halka gösterdi. Bunları aydınlattı. Onun için büyük bir alt üst oluşla büyük bir aydınlanmaya yarattı. Büyük bir mücadeleye yol açtı. PKK ile birlikte yaşam felsefesi, yaşam anlayışı, yaşam ölçüleri, yaşam mücadelesi değişti. Eskiden doğru diye bilinen birçok şeyin yanlış olduğunu gördü. Onları bir tarafa attı. Kendisine ait, kendisini geliştiren, güç yapan, irade yapan hususları gördü. Bunları almaya başladı. Onun için Kürdistan da PKK ile birlikte yeni bir dönem, yeni bir süreç, yeni yaşam ve o anlayıştan kaynaklanan yeni ölçüler ortaya çıkmaya başladı. Tabii bu hemen başlangıçta gerçekleşmedi. Giderek bu anlaşıldı. Giderek gelişti. Başlangıçta, PKK’nin resmi ilanı belki bir etki yarattı, o güne kadar Kürtler adına Kürdistan adına herhangi bir örgüt ilanı olmamıştı. Kurulan bütün örgütler gizli kurulmuş ya polis soruşturmalarında ya da herhangi bir tesadüf eseri ortaya çıkmış, kimse kendisi adına böyle bir örgütlenmenin olduğunu duymamıştı. Örgütler, partiler bilinmiyordu. Polis sorguları sonucu açığa çıkanlarda çok sınırlı kişiler tarafından biliniyordu. Toplumda bilinmiyordu. Kürdistan halkı, toplumu PKK’nin kuruluşu ve ilanıyla ilk kez kendine adına yapılan böyle bir olaya tanık oldu. Kendisi adına bir örgütlenmeni, bir iradenin, bir mücadelenin ortaya çıktığını gördü. Tabii ki bu etkiledi. Ama buna güven duyma, buna destek verme, bunun içinde yer alma, geleceğini, kaderini tümüyle buna bağlama belli bir zaman sonra gerçekleşti. Belli bir mücadele ile gerçekleşti. Halk şunu gördü; PKK’nin söylemi farklı, pratiği de farklı gelişiyor, söylemi ile pratiği birbirini tutuyor bu güven verdi. PKK’lilerin yaşam tarzı, mücadele tarzları güven verdi. Halk PKK militanlarının kendileri adına bir yaşamlarının olmadığı, kendileri adına bir istemlerinin olmadığını, sorunlarının olmadığını, yaşamlarının 24 saatini bu halkın özgürlük davasına adadıklarını gördü. Diğer örgütlerden farkını burada gördü. Düşünce ile pratiğin birlikteliğini gördü. Böyle harekete destek vermeye, giderek her şeyini bu KUMÜNAR 4 harekete vermeye, geleceğini bütünüyle bir harekete bağlamaya, kaderini bu harekete bağlamaya başladı. Hareket böyle kitleselleşti. Ve bugünkü düzeye geldi. “PKK’lilik, duygusudur” bir onur ve gurur Bu hareketin kurucu üyesi olmak nasıl bir duygudur. Bugünden o güne bakarken aradaki farkları gelişme ve gelişmeme açısından nasıl değerlendiriyorsunuz. PKK’nin yeniden kuruluşunun nedenlerini açıklayabilir misiniz? Tabii ki PKK’nin kuruluşunda yer almak bir kişi için büyük bir olaydır. Bende PKK’nin kurucularından biri olmaktan gurur duyuyorum. Bu benim için yaşamda yepyeni bir şeyi ifade eder. Kurucu olmak hele hele kurucusu olduğun hareket gelişme göstermişse, başarı elde etmişse, büyük alt üst oluşlara yol açarsa, bir halk için veya insanlık için büyük değerler ortaya çıkarırsa bu durum bir kurucu insan için maddi ve manevi yönden ölçülemeyecek bir değere yol açar. Bir gurur ve onur kaynağı olur. Benim açımdan da böyledir. Tabii düşünüyorum, bu harekette yer almakla ne kadar doğru bir karar vermişim, bu hareketin kurucuları arasında yer almakla, ne kadar doğru ve isabetli bir karar vermişim diye. Ben bundan onur ve gurur duyuyorum. Çünkü PKK kurulduğu günden bugüne gerçekten halk adına, insanlık adına büyük işler başardı. İnsan PKK’yle, PKK’nin ortaya çıkardığı değerlerle ne kadar gurur duysa, ne kadar bununla onur duysa azdır. Bende tabii ki bu hareketin bir mensubu, bir kurucusu olarak PKK’yle olmaktan, PKK’nin yarattığı değerlerle büyümekten büyük mutluluk duyuyorum. Ama kurucu olmak farklı sorumluluklar da yüklüyor insanlara. Yani kurulan bir harekete gelip katılmak belki farklı duygular yaratır. Farklı sorumluluklar yükler. Ama kurucu bir üyenin duygularıyla, sorumlulukları daha farklı olur. Daha büyük olur. Çünkü o hareketi kurup idare etmekle halka çağrı yapıyorsun. Bu harekette yer alın, mücadeleye katılın diye. İnsanlarda bu çağrıya güvenerek bunun gereklerine yerine getiriyor. Bu mücadeleye senin çağrıların üzerine gelip katılıyor. Her şeyini veriyor. Kaderini, geleceğini, insanlığını bu hareketle özdeşleştiriyor. Buna yol açan biri olarak eğer bu insanların umutlarına, beklentilerine yeterli cevap olamazsan bunun yaratacağı vicdani sorunlar vardır. Çok ağırdır. Yani karşılığı verilmedi mi, insanlarda umut yaratırsan, insanlar her şeyinden vazgeçerek bu umutla harekete geçerse, her şeyini ortaya koyarsa ama sen bu insanların bu çaba ve güvenlerine çözüm gücü olmazsan, bunları zedelersen veya boşa çıkarırsan tabii ki insanlık ve bu halk adına büyük bir suç işlemiş olursan. Bundan daha ağır bir suç olamaz. Onun için kurucu bir üye her koşul altında sorumluluklarını görür ve görmek zorundadır. Hareketin sağlıklı gelişimini, başarısını hesaplamak durumundadır. Bunun için gerekli her türlü fedakarlığı, cesareti, bilinci göstermek zorundadır. Bundan kaçamaz. Bu anlamda tabii ki kurulan bir harekete katılan insanlardan farklı duyguları, farklı sorumlulukları, görevleri vardır. Bende bir kurucu olarak her zaman günümüze kadar da bu duygu ve sorumluluk bilincini hiçbir zaman zayıflatmadım. Her zaman bunların ağırlığını taşıdım. Ve taşımaya da devam edeceğim. “Bugünü Biz Başlangıçta Yaşıyoruz” PKK kurulduğu gün ile günümüzde vardığı düzey çok farklı. Elbetteki bu güne bakılarak başlangıçta şöyleydik, bugünde böyle olalım demek doğru olamaz. Bilimselde olamaz. Yanlış bir yaklaşım olur. Ama bugünkü düzeyin tabii ki geçmişle bağı var. Kuruluşla bağı var. Bugünü biz başlangıçta yaşıyoruz. Eğer bu kadar değerler ortaya çıkarıldıysa, bu düzey yakalandıysa bunun başlangıçla, kuruluşla bağını kurmak gerekiyor. Bunu hiçbir zaman inkar etmemek gerekiyor. Fakat hareket tabii ki başladığı gün gibi değildir. Birçok yönüyle başladığı günden çok ilerdedir ve çok farklılaşmıştır. Zaten PKK gelişmişse bundan dolayı gelişmiştir. Ve eğer gelişecekse de böyle gelişecektir. Yani bir hareketi kurduğun gibi sürekli yürütmeye kalkarsan o hareket gelişemez. Bir yere KUMÜNAR 4 kadar gelişir ve orada tıkanır, kurur biter. Bir hareket sürekli kendini yenilemezse, eskiyen yanlarından kendini arındırmazsa, kendisi için gerekli olan gelişmeyi, yeniliği yaratmazsa o hareketin başarı şansı olamaz. PKK bütün saldırılara rağmen, bütün yetersizliklere rağmen eğer gelişimini sürdürüp bu güne kadar güçlenip, kitleselleşerek gelebildiyse, ayakta kalabildiyse, hala tek çözüm gücü olarak ortada kalıyorsa bu tabii PKK’nin diyalektik gerçekliğiyle bağlantılı bir olaydır. PKK yeni kurulduğunda hem ideolojik olarak hem felsefe olarak şunu esas aldı; sürekli cevap olmayı. Yani halkın ve insanlığın sorunlarına cevap olmayı esas aldı. Halkı ve insanlığı geliştiren, ona hizmet eden onu büyüten, onu başarıya götüren onu zayıf ve çirkinliklerinden arındıran hususları kendisine temel aldı. Onun için PKK başladığı günden bu güne gelirken şüphesiz doğru olan yanını, iyi olan yanını sürekli geliştirdi. Ama yetmeyen çirkin yanını, zayıf yanını da sürekli görüp gidermeye çalıştı. PKK’nin gücü de burada yatıyor. Büyüklüğü de burada yatıyor. Başarısı da burada yatıyor. PKK kurulurken o günkü dünya koşullarına göre kuruldu. O günkü dünya koşulları dünyanın iki kampa bölünmüşlüğüydü. İki sistem biçiminde ve bu sistemler arasında ciddi bir mücadele vardı. Özgürlük için yola çıkanların hepsi dünyanın bu gerçekliğini dikkate alarak strateji ve taktiklerini geliştiriyordu. Dostlarını, düşmanlarını, ittifak güçlerini, sınıf tahlillerini, ulus tahlillerini buna göre geliştiriyordu. Birde tabii o günkü dünya koşullarında özgürlük mücadelesi, demokrasi mücadelesi yürütmek isteyen güçler Sovyet deneyimini esas alıyordu. Çünkü orda ileri bir deney ortaya çıkmıştı. Bolşevik parti vardı, onun orak çekiçli bir bayrağı vardı. Sovyetlerde Bolşevik parti, onun örgüt anlayışı, o ideoloji yaklaşım, felsefi yaklaşım pratikte sonuç almıştı. Dolaysıyla da herkes onu kendine esas alıyordu. O temelde örgütlenip mücadeleye gidiyordu. PKK bunları kendine esas aldı. Bu temelde kuruldu. Bu yanlış değildi. O günkü dünya koşullarında yapılması gerekendi herkesin yaptığı. PKK’nin de yaptığı buydu. Fakat tabii PKK her ne kadar Bolşevik örgütlenme modelini kendine esas aldıysa da dünya koşullarını kendine esas aldıysa da onlara saplanıp kalmadı. Pratikte cevap vermeyen yanlarını gördükçe özgün yanlar geliştirmeye başladı. Onun için PKK gerçeğinde ortaya çıkan böyle klasik bir komünist parti, reel sosyalist işçi parti gerçeği bulunamaz. Bir yanıyla onlara benzer ama bir yanıyla da benzemiyor. Mesela orta doğu gerçeğine benzeyen yanları da var. Zaten PKK şekillenirken hem orta doğu gerçekliğini, hem reel sosyalist gerçekliği iki tarafı da kendine esas alarak öyle şekillendi. Öyle ortaya çıktı. PKK ne tam bir orta doğu gerçeğini yansıtıyor, ne tam bir Sovyet reel sosyalizm gerçeğini yansıtıyor. İki yanını görmekte mümkündür. Hatta ikisinin yanlarıyla bağdaşmayan yanlarını da görmek mümkündür. Onun için PKK biraz farklı gelişti. Özellikle önderlik PKK’yi geliştirirken reel sosyalizmin, yine orta doğu gerçeğinin eskiyen, cevap vermeyen yanlarını gördükçe PKK’de bu yanları gidermeye çalıştı. PKK de yeni düşünce, yeni örgüt, yeni eylem anlayışını geliştirdi. Bu giderek PKK de belirgin bir hal kazanmaya başladı. Hatırlıyorum bazı komünist ve sosyalist partiler diyorlardı PKK kendine sosyalist diyor ama sosyalist değil. Bundan dolayı söylüyorlardı. Çünkü kendilerine bakıyorlardı, PKK’ye bakıyorlardı bu gerçeği göremiyorlardı. Onun için o eleştiriyi yöneltiyorlardı. Orta doğulular bakıyordu diyorlardı PKK batıyı esas alıyor, reel sosyalizm zaten batının bir versiyonuydu, öyle değerlendirmeleri tabii ki normaldi. Bir haklılık payı da vardı. Onlar öyle görüyordu. Halbuki PKK ne tam bir orta doğu gerçeğiydi, ne tam bir reel sosyalizm ve batı gerçeğiydi. İkisinin de yanlarını taşıyan ama ikisinden de farklı yanları olan bir oluşum biçiminde gelişti. Reel sosyalizmin yıkılışı ile birlikte dünyada o iki kutuplu yapı ortadan kalktı. Ona dayalı stratejiler, taktikler yine Sovyet modeline dayalı örgütlenmeler ortadan kalktı. Artık Sovyet modeli insanlık için bir çözüm olamazdı. Zaten sorunları çözmediği ortaya çıktı. Ama Kürt halkının çözülmesi gereken sorunları vardı. Yine insanlığın çözülmesi gereken sorunları vardı. PKK önderliği önder Apo daha PKK’nin kuruluş adamlarında bile KUMÜNAR 4 PKK’yi geliştirirken hiçbir zaman sadece Kürdistan halkının sorunlarıyla kendisini sınırlı tutmadı. O sorunları gördüğü el attığı, çözmek istediği kadar onunla birlikte insanlığın da sorunlarını görme, o sorunları da çözmeyi kendisine hedef olarak seçti. Hem kendisini o tarzda gerçekleştirdi, eğitti hem de PKK’yi o tarzda şekillendirmeye çalıştı. Sovyet modelinin sorunları çözmediğini gördü o zaman yeni bir modelin gerektiği tespitini yaptı. Kürt halkı ile insanlık sorunlarını çözmek için bu yeni modelini geliştirmeye başladı. Sovyetlerin dağılması önderliğin yeni model arayışlarını hızlandırdı. “PKK’deki değişim yeni olanı aramaktır” O yüzden PKK de köklü değişikliklere gitti. Yani tümden PKK’den, eskiden kopma anlamında değil. PKK de yaşayan, yaşam bulacak olan yanı daha da geliştirdi. Ölen yanları hızla görüp onları PKK’den temizledi. Önderlik bende değişme yok diyor. Düşüncelerimde derinleşme var diyor. Onu da doğru anlamak gerekiyor. Birçoğu ve hatta içimizde bazıları PKK de değişim dönüşüm adı altında bir bütün PKK’den kopma, PKK’nin olumlu yanlarını, olumsuz yanlarını hepsini inkar etme biçiminde bir yaklaşım gösterdiler. Oysa PKK’deki, Apocu hareketteki değişim öyle bir değişim değil. Bu hareketteki değişim kendi olumlu, canlı yanlarını daha da güçlendirme, cevap vermeyen ölü yanları temizleme bu temelde PKK’deki ilerlemeyi, değişimi gerçekleştirmektir. PKK’deki değişim bu tarzda olan değişimdir. Yoksa PKK’nin tarihinden, kökünden bütünüyle kopma, inkar etme değildir. Bunun PKK ile alakası yoktur. Önderlikle alakası yoktur. Tabii ki PKK, kurulduğunda devleti, iktidarı hedefliyordu. Kuruluş amacı oydu. Yani Kürdistan’dan Türk devletini çıkarmayı, hatta bütün parçalarda onun yerine başka bir devleti kurmayı hedefliyordu. Fakat belirttiğim gelişmelerden sonra önderlik PKK’deki köklü gerçekleştirdi. O bir zihniyetti. O zihniyetin insanların sorunlarını çözmediği ortaya çıkmıştı, o zaman insanların sorunlarını çözecek bir zihniyeti esas almak gerekiyordu. Zihniyet değişimini gerçekleştirmek gerekiyordu. İşte PKK’deki en büyük değişim budur. Çünkü insanlığın neolitikten günümüze kadar yaşadığı bir gerçeklik var. Bir sisteme dayalı yaşam söz konusudur. Biçimleri ne olursa olsun. Tamamen egemenlik ve köleliğe dayalı. Tamamen iktidar ve devlet olmaya dayalı bir yaşam sürdürülmüştür. İnsanlığın sorunlarının esas kaynağı da budur. Eğer insanlığın özgürlük, demokrasi, adalet, eşitlik, gibi sorunları çözülmek isteniyorsa o zaman egemenlik ve köleliği esas almayan onun içinde devlet ve iktidarı hedeflemeyen bir zihniyetin ve bu zihniyete dayalı bir örgütlenme ve eylemin geliştirilmesi gerekiyordu. Egemenlik ve kölelik zihniyetinden çıkmak gerekiyor. Onun içinde devlet ve iktidarı hedeflememek gerekiyor. Bir devleti diğer bir devlet, bir iktidarı diğer bir iktidarla değiştirme yerine bütün eşitsizliğin, adaletsizliğin, baskının, vahşetin, KUMÜNAR 4 köleliğin, ezilmenin, hukuksuzluğun kaynağı olan devletin nasıl küçültülebilir, etkisizleştirilebiliri esas almak. Onun içinde devleti değil, toplumu esas almak. Toplumun güçlenmesini, toplumdaki bireyin güçlenmesini esas almaktır. Özgür toplum, özgür bireyi yaratarak toplum ve bireyi güçlendirerek devleti zayıf düşürmek, giderek devleti güçsüzleştirip anlamsız hale getirme. Eğer bu gerçekleştirilse insanlığın, özgürlük, adalet, demokrasi, eşitsizlik sorunları giderilebilir. Başka türlü özgür insan, özgür toplum, özgür birey gerçekleşmez. Önderlik reel sosyalizm ve PKK’nin pratiğini de dikkate alarak bunun çözümlenmesini yaptı. “PKK artık Eski PKK değildir” Buradan yeni bir zihniyet yaratma, o zihniyete dayalı örgüt ve eylem, yine ahlak yaratmayı esas aldı. Buradan yeni bir sistem yaratmayı esas aldı. Yıllarca bunun için çabaladı. Bazıları yakalandığı için değişimi gündeme getirdi diyorlar. Gerçekle bir alakası yok. PKK de değişim esaretten önce başlatılan bir süreçtir. Bu değişimin kökenleri çok öncelere dayanıyor. Esaretten sonra önderlik komplonun da tehlikeli geliştiğini görünce, komployu boşa çıkarmak, hareketin kazanımlarını, değerlerini korumak için bunu hızlandırdı. Yine hareketin mücadele olanaklarını arttırmak için bunu hızlandırdı. Giderek 2005 Newroz’una kadar tüm yönleriyle netleştirdi. Newrozda bunun resmi ilanına gitti. Nasıl bir sistemi öngörüyor, bu sistemin felsefesi nedir, ideolojisi nedir, dayanakları nedir bütün bunları netleştirdi ve sistemi ilan etti. O sistemin bayrağını da kendisi belirledi. Adını Koma Komalên Kürdistan koydu. Ve ben artık bu sistemin önderiyim dedi. Bununla yeni bir dönem açtı ve yeni bir mücadele başlattı. KKK yeni bir sistemdir. Onun ideolojik, felsefik, teorik bütün temellerini, örgüt anlayışını, eylem anlayışını, ittifak anlayışını, yaşam anlayışını bütün yönleriyle savunmasında ortaya koydu. Bayrağını kaldırarak insanlığın eline verdi. Benim sistemim, bayrağım budur, önderliğimde böyle bir önderliktir, bunu şerefle taşıyorum dedi. İnsanlık tarihinde, PKK tarihinde bir dönemi kapattı yeni bir sayfayı açtı. Bu görkemli sayfanın açılması, büyük bir mücadelenin başlatılması oldu. PKK yeni doğarken de büyük bir mücadeleyi başlattı. PKK doğarken de toplumsallaşmayı hedefleyen bir hareketti. Bu mücadelesinde belli bir düzeye geldiğinde, Bolşevik partinin ideolojik, felsefik ve örgüt esaslarını göre kurulduğu için nasıl ki onlarda daha sonra iktidar, devlet sorunları ortaya çıktıysa PKK’de de iktidar sorunları çıktı. Erken iktidar hastalıkları ortaya çıktı. Bu çeteleşmelere yol açtı. Önderlik bunları gördü. Bunların neden ortaya çıktığını görerek reel sosyalizmle olan bağını çözdü, onun ideolojik, felsefi, örgüt ve eylem anlayışıyla olan bağını gördü. Oysa ki PKK toplumsallaşmak isteyen bir hareketti. Önderlik bunun tedbirlerini aldı. Bunu sadece PKK açısından yapmadı. İnsanlık açısından da yaptı. Bu açıdan büyük bir mücadele yürüttü. Bu büyük mücadelenin dayanaklarını ortaya çıkardı. Gelinen aşamada PKK artık eski PKK değildir. Tümden farklıdır. Farklılaşmıştır. Şimdiki PKK eski PKK gibi iktidarı, devleti hedefleyen bir PKK değil, toplumun özgürleşmesini, demokratikleştirilmesini, toplumun devlet karşısında güç haline getirilmesini, toplumdaki bireyin özgürleşmesi ve güç haline getirilmesini hedefleyen bir PKK’dir. “İlk Kongreyi Yaptığımız Taşlarıyla Karakol yapmışlar” Evin Modern Kürt tarihinin adı olan PKK’nin gelecekte önderliğinizin özgürlüğü ile sürecin geliştirilmesi sonucu ilk kongreyi yaptığınız yerde yapılacak bir başka kongrede bulunmanız nasıl bir duygu olacak? Bu tabii ki istenen bir şeydir. Çok iyi de olur. Fakat bu ancak mücadele ile gerçekleşir. Mücadelesiz buna ulaşmak ne mümkündür, ne de olur. Kaldı ki, Türk devleti PKK, Kürtlük ve hatta insanlık adına ne varsa bugün yerin dibine gömmek istiyor. Özellikle de bu halkın iradesi olarak, kendini ortaya koymasına yol gösterici olan Önderlik olduğu için Önderlik üzerine de acımasız gidiyor. İntikam alıyor. Daha önce basında çıkmıştı, bazı generaller “Onu idam etmek KUMÜNAR 4 yerin dirhem dirhem, her gün acı çektirerek bitirmek daha iyi olur” diye. Doğrudur, bunu uyguluyorlar. Kürtlerin iradesine, Önderlerine, mücadelelerine saygılı olmak şurada dursun, bütün bunlara acımasızca bir saldırı var. Bu değerlerin yaratıcısına büyük bir saldırı var. Bu saldırılara, yok etmelere karşı mücadele edilirse, direnilirse, başarılı olunursa, başarı elde edilebilir ve Birinci Kongre’nin gerçekleştiği yerde bundan sonraki kongrelerin gerçekleşmesi olanaklı hale gelebilir. Türk devleti Birinci Kongre’nin gerçekleştiği yeri tamamıyla tahrip etmiş, tek bir taş bile bırakmamış, o taşların hepsini söküp götürmüş, yakınında bir karakolda kullanmış. Yani güya PKK’nin kökünü bu tarzda kazımış oluyor. Güya PKK’nin kurulduğu yerde PKK’yi bitirmek istiyor. Madem PKK burarda kuruldu, bunu hatırlayacak kimse kalmamalı. Onu simgeleyecek hiçbir şey burada kalmamalı. Bu mantıkla bu evi yerle bir etmiş, bir taş bile bırakmamış ve bu taşları götürüp karakol yapmış. Bu anlayışla bütün bunları yapıyor. PKK’yi bitirme isteği bir yana, güya PKK’nin yarattığı sonuçları hizmetine koyarak bunlar üzerine kendini büyütme isteğini de bu şekilde ortaya koyuyor. Bu taşları götürüp karakol yapmasının anlamı biraz da bu oluyor. Onun için halkımızın Önderliği üzerindeki, lime lime edici yaklaşımları görüp, Önderliğiyle birleşmesi ve sahiplenmesi gerekir. Önderliğine sahip çıkması demek kendi özgürlüğüne ve geleceğine sahip çıkması demektir. Önderliğe sahip çıkmak demek de onun ideolojik, siyasal, örgütsel, yaşamsal esaslarına sahip çıkmak demektir. Bütün bunları kendinde gerçekleştirmek demektir. Bunlarla yaşamak, bunlarla büyümek demektir. Eğer Önderliğe bu şekilde sahip çıkılırsa doğru sahip çıkılmış olur. İşte o zaman Önderlik gerçekten yaşanılır kılınır ve herkes bir Apo olur. Bu Apoculuğun ve ayağa kalkan bir halkın ölümsüzleşmesi demek oluyor. Bu şekilde olursa, Kürdistan’ın insanlık ve Kürtler açısından yaşanılır kılınması ve mücadelenin başarıya ulaştırılması mümkün olur. Başka türlü de olmaz. Önderliğin ideolojisine, mücadelesine, felsefesine, yaşamsal değerlerine, örgütlülüğüne ne kadar saldırı büyük olursa, bunun karşısında mücadelenin de o kadar büyük olması gerekir. Bu şekilde bu saldırılar boşa çıkarılabilir, Önderliğe sahip çıkılmış olur, Önderlik üzerindeki imha edici politikalar boşa çıkarılmış olur, Önderliğin özgürleşmesi de gerçekleşmiş olur. Önderliğin özgürleşmesi demek Kürt sorununun çözülmesi demektir. Kürt sorununun çözümü buradan geçiyor. Önderlik üzerindeki uygulamaların, politikaların ortadan kaldırılması gerçekleşmeden, Önderlik özgürleşmeden Kürt sorunu çözülemez. Bu gerçeğin de herkes tarafından net bir şekilde bilinmesi gerekiyor. Karşıt güçler de bu gerçeği iyi bildikleri için şu propagandayı ön plana çıkarıyorlar: neden bir kişinin kuyruğuna takılıyorsunuz, neden bir kişinin özgürlüğü bir halkın sorunuyla aynı tutuluyor, deyip halkın özgürlüğünden, Önderliğinden ve çözümden kopuşunu gerçekleştirmek istiyorlar. Bu ayrımla Hareketi ve özgür Kürdü bitirmek istiyorlar. Apo bir kişi değildir, bir halkın Önderidir. Bir iradenin cisimleşmesidir. Apo’ya sahip çıkmak demek özgürlüğüne, geleceğine ve kendine sahip çıkmak demektir. Bu gerçek böyle olduğu için ısrarla özgürlük mücadelesi bu noktadan vurulmak isteniyor. Bunların farkında olarak Önderliğe eskisinden daha fazla sahip çıkmak, onun anlayışına daha güçlü bağlanmak ve kendinde gerçekleştirmek; böylelikle Önderliği ve mücadeleyi daha büyütmek ve yaşamsal kılmak önemlidir. Komplo ve imhayla mücadele bu tarzda olur. Özgürleşme de bu tarzda gerçekleşir. Bütün halkın bu gerçeği bilerek Önderlik etrafındaki birliğini daha da pekiştirmesi gerekiyor. Önderliğin özgürlüğü için her şeyini ortaya koyması gerekiyor. Bu da Kürt sorununun çözümüdür, demokrasi, adalet ve eşitliğin sağlanmasıdır. KUMÜNAR 4 “Bir yoktu” şeyden haberim PKK birinci ve kuruluş kongresine ev sahipliğini yapan Raziye Zuğurlu ana’da kongrenin yapılacağından haberinin olmadığını, bir gün önceden oğlu Seyfettin’in Zuğurlu’nun eve gelerek, misafirlerim gelecek hazırlık yapmalıyız diyerek başladığını belirtti. Kongreden birkaç ay önce oğlu tarafından hazırlıkların yapılamaya başladığı ancak kendisinin hiç haberinin olmadığını dile getiren ana o günleri şöyle anlattı, “Kongreden birkaç ay önce Seyfettin eve geldi. Biraz hamur yoğurmamı istedi. Yanında da birçok şey vardı. Fakat ne olduğunu bilmiyordum. Ben gidip bir bidon su, bir leğen un, getirdim. Seyfettin kollarını sıvayarak kendisi hamur yoğurmaya başladı. Hamuru iyice yoğurduktan sonra bir resim çıkardı arkasını hamurladı ve götürüp yatak odasında astı. Resmini astığı arkadaşının adını bilmiyordum Kim olduğunu sorduğumda, Anne bu bizim arkadaşımızdır. Yani benim okul arkadaşım ve şehit düşmüş dedi. O süreçte kimse neyin, ne olduğunu henüz bilmiyordu. Olay nedir? PKK nedir? Dava nedir? Hiçbir şey bilinmiyordu. Daha sonra Seyfettin destelerle rulo haline getirilmiş o resimlerden yanına alarak Lice yakınlarına kadar olan elektrik ve telefon direklerine yapıştırdı. Akşam olmak üzereyken Lice’den gelen bir odun arabasının üstünde çıkageldi. Lice’den gelir gelmez kendisini sırt üstü yere attı. Yorulduğunu söyledi. Tam iki gün boyunca evden dışarı çıkmadı. İyileştikten sonra tekrar okula döndü. Tam olarak gün müydü? Ay mıydı? Yıl mıydı? Bilmiyorum ama bir süre geçtikten sonra tekrar eve döndü. Gelir gelmez, Anne “benim misafirlerim var okul arkadaşlarımdır. Bize gelecekler” dedi. Olur, eğer senin misafirlerinse benim de misafirlerimdir yavrum başım gözüm üstüne gelmiş olurlar dedim. Biraz durdu ve sanırım çekinmiş olacak ki; o kadar misafiri kaldırıp kaldıramayacağımızı hiç sormadı bir süre. Biraz sonra “anne bak misafirlerim yalnız biraz çoktur” dedi. Bende hiç önemli değil oğlum, zaten baban bu süreçte maaş almış. Bir torba pirinç, bir torba şeker almış, bir torba çay almış istersen içeri bakabilirsin dedim. Dayanamayıp gidip bakıp geldikten sonra sevinçten uçacak gibi oldu. Tekrar geri dönüp “acaba et var mı? Yoksa ne yapabiliriz diye sordu. Oğlum sen bilirsin istersen bir kuzu istersen bir teke getirip keselim dedim. Ama eğer bana kalırsa size iki tane hindi getirip keselim dedim. Bunu söyledim söylemesine ama yine de tercihi ona bıraktım. Sonunda o da hindide karar kıldı. İki tane hindi getirip hindileri güzelce temizledikten sonra pişirdik, bir kısmını fasulyenin içine kattık. Bir kısmını da kızarttık. Yanına da bir pirinç yaptık. Hazırlıklarımızı yapıp, misafirlerini beklemeye başladık. Seyfettin misafirlerim akşama doğru gün batımında gelecekler dedi. Her şeyi hazırladık ve uzun bir süre bekledik.” Hazırlıklarını tamamlayıp, Seyfettin’in gelecek dedikleri arkadaşlarını beklemeye başladık ancak bir hayli geciktiler, bu gecikmeden Seyfettin’in tedirgin olmaya başladı diye konuşan Ana anlatımlarını şöyle sürdürdü, “Misafirlerin ne için geleceğini bilmiyorum tabii. Oğlumun okul arkadaşlarıdır, gelip bizde bir iki gün kaldıktan sonra gidecekler diye biliyorum. Saatler ilerliyordu ama hala ortalıkta görünmüyorlardı. Meraklanmaya başladım ve oğlum hani misafirlerin neredeler? Nerede kaldılar, neden gelmediler diye sordum. O daha çok kaygılanmaya başlamıştı. Diğer taraftan da belki gelmezler gibi düşünmeye başlamıştı. Ama her halinden çok kaygılandığı anlaşılıyordu. Tabii ben bunların hiç birine anlam veremiyordum. Ben daha çok yaptığım hazırlığın boşa geçmesine üzülüyordum. Nereden bilecektim ki, Başkan Apo ve diğer arkadaşlarının gelip kongre yaparak, PKK’yi kuracaklarını. Oğlum bak eğer misafirlerin yani arkadaşların gelmezlerse ben yemeklerin hepsini götürüp dökeceğim. Kimsenin yemesine izin vermeyeceğim dedim. Sessiz sessiz beni dinledi. Hiçbir ses çıkarmadan saatlerce yolun üzerinde arkadaşlarının yolunu KUMÜNAR 4 gözleyerek bekledi. Yolun üstünde kaygılı bir şekilde derin düşüncelere dalarak volta atıyordu. Daha fazla dayanamayarak duyduğu kaygıyı benimle, Anne arkadaşlarım gelmediler, diye paylaştı. Artık gece olmuş karanlık çökmüştü. Bir kez daha, Seyfettin oğlum hani arkadaşların nerede kaldılar, diye sordum. Bilmiyorum anne hiçbir zaman böyle olmazdı ama dünya hali işte, belki de başlarına bir şeyler gelmiş ve bir şeyler olmuş dedi. Biz onunla bu tartışmayı yaparken, bir taksi yolun kenarından dönüş aldı ve evin arkasına geçerek arabayı park ettiler. Seyfettin o kadar sevindi ki, kanatlanıp uçacak gibi oldu. Kısa bir süre sonra bir taksi ve bir tane de dolmuş gelip durdu. O zamanlar sayıları bu kadar çok değildi. Ama çok hassas, disiplinli davranıyorlardı. Daha sonra çok tedbirli davrandıklarını anladım. Terbiyeli insanlardı. Çok gizli hareket ediyorlardı tek tek, süzüle süzüle içeri girdiler. İçeri girerlerken yanlarında iki tane de bayan olduğunu gördüm. İçeri girmelerinden bir süre sonra yemeklerini hazırladık.” “Bir Arkadaşıyla Tartışmaya Girdik” Seyfettin’in arkadaşları geldikten sonra hazırladıkları yemekleri sofraya koymaya çalışırken, arkadaşlardan birinin kendisine yardım etmek istediğini, yardım etmek isteyen arkadaşla tartışmaya girdiklerini belirten Ana anlatımlarına şöyle devam etti, “Yemekleri hazırlarken bir arkadaş geldi, bana yardım etmek istediğini söyledi. Tabakları doldururken o arkadaş ile tartışmaya girdik. Tartışmamızı duyan Seyfettin geldi, ne oluyor anne, dedi. Tartışmaya girdiğim arkadaşın adının sonradan Duran Kalkan olduğunu öğrendim. Tartışmamızın nedeni de aralarında konuşurlarken, birine Dişsiz diye hitap ettikleri bir arkadaşları vardı. Ben de onun dişleri olmadığını düşünerek onun tabağını ayrı doldurdum. Bunu Duran Kalkan’a söyledim, o da, hayır bizde herkes aynıdır, dedi. Ben de hayır öyle değil, onun dişleri olmadığı için onun et tabağını ayrı doldurdum ve ona vereceğimi söyledim. Neyse ki, olayı çözümledikten sonra yemeklerini sofraya indirdik. Yemeklerini yediler. Sabah oldu. Oğlum Seyfettin ile birlikte bir arkadaşı daha erkenden kalkıp çevreyi kontrol ettiler. Biraz sonra çıkıp gittiler. Bir süre sonra gelip içeri girdiler. Herkes içire girdikten sonra Seyfettin bir arkadaşı ile biraz dışarıda volta attıktan sonra gelip içeri girdiler. İçeri girecekleri sırada arkadaşı ondan önce içeri girdi. Seyfettin çok sevinçliydi karşıma geçerek bana selam verdikten sonra geçti. “Geldikleri gibi toplantılarına başladılar ve iki günde işlerini bitirip gittiler” Geldikleri gibi çalışmalarına başladıklarını belirten ana iki gün içinde işlerini bitirip gittiklerini ancak oğlu Seyfettin Zuğurlu ile Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın diğer arkadaşlarından bir gün sonra ve beraber gittiklerini söyleyerek anlatımlarını şu şekilde bitirdi, “Ertesi gün yine önce çıkıp gittiler ve aynı biçimde gelip içeri geçtiler. Oğlum içeri girip tekrar çıktı. Seyfettin, İkinci gün geldi, Anne bak tüm arkadaşlar içeride tartışıyorlar ve kaset kaydı yapılıyor. Gel sen de biraz kasete konuş kaydını yapalım iyi olur dedi. Gidip konuşmadım. Çünkü Şeyh Sait isyanından kalma ve bizim buralarda çok anlatılan bir olayı hatırlattım. Hiçbir şey anlamadım ve meselenin de ne olduğunu bilmiyordum. Apo’yu da hiç tanımıyordum. Bizde büyüklere, birinin kardeşine deniliyor. Ben böylesi bir şey tahmin ediyordum ve gerçekten o zamanlar hiçbir şey bilmiyorduk. Seyfettin bu mesele nedir? Neyin nesidir? Hiçbir şey anlamadım, dedim. Seyfettin anne biliyor musun biz Kürdistan’ı kuracağız, Kürdistan’ı kurmanın mücadelesini verecek bir parti kurduk, dedi. Beni ikna edip odaya götüremeyince geri odaya arkadaşlarının yanına döndü. Her sabah arkadaşlarına bir şeyler alıp götürdü. Bir gün oğlum nereye ve kimin yanına her sabah gidiyorsun, diye sordum. Anne Apo’nun yanına giriyorum, oldu cevabı. Toplantıdan sonra beklemeden dağıldılar. Teker teker, ikişer ikişer arabalara binip hepsi dağıldılar. Kimseler kalmadı. Başkan Apo ile Seyfettin bir iki gün daha kaldılar. Onlar da taksiye binip Diyarbakır’a doğru gittiler. Toplantıları bu biçimde gerçekleşti. Ve ben daha sonra evimde Kürt halkının önemli bir tarihi dönemecini anlatan PKK’nin birinci kongresinin evimde yapıldığını öğrendim.” KUMÜNAR 4 PKK Eşbaşkanı Asya Deniz ile yapılan röpörtaj KADIN PKK’NİN DEĞİŞİM VE GELİŞİM GÜCÜDÜR PKK’de neden kadın örgütlülüğüne ihtiyaç duyuyorsunuz? PKK, Kürdistan’da özgürlük mücadelesinin gelişimini sağlayan bir ilk olmak özeliğiyle ortaya çıktı. Sistemin değer yargılarına hep kuşkuyla yaklaştı ve verili olanı hiçbir koşulda benimsemedi. Bunun için PKK oluşum aşamasından itibaren, yeni kadın ve erkeği yaratarak, yeni bir toplum yaratma mücadelesi olarak gelişti ve kısa sürede toplumun tüm kesimleri üzerinde etkili oldu. Toplumsal anlamda devrim niteliğinde değişim ve gelişmelere yol açtı. PKK’nin tüm bu mücadele süreçlerinde kadın özgürlüğüne ilkesel yaklaşımı yoğun bir kadın katılımını da beraberinde getirdi. Önderliğin tüm sorunların kaynağını kadının köleleşme düzeyi ile ele almasına paralel olarak kadın özgürlük mücadelemizin örgütlenme araçları da giderek derinlik kazandı. Kadın özgürlük hareketi, özellikle Kürt kadınında önemli bir aydınlanmayı ve güçlü bir iradi duruşu yarattı. Kendini tanıyan ve özüyle buluşan Kürt kadını, toplumda sosyal dönüşümün öncü gücü olma rolünü oynadı. Tabi bütün bunların yanında yaşanan yetersizlikler de oldu. Zamanında gereken değişimleri gerçekleştirememe kendisiyle beraber ciddi sorunlara da zaman zaman yol açtı. PKK’nın değişim ve gelişim gücü olan kadın hareketi de, bu anlamda gerekli olan değişimi yeterince yaşamadı. Yaşanan bu yetersizliklere rağmen, otuz yılı aşkın mücadele tarihimizde yürüttüğümüz özgürlük mücadelesi ve etrafında yaşanan gelişmeler önemli kazanımlar ortaya çıkardı. Bu temelde, demokratik ekolojik cinsiyet özgürlükçü toplum paradigmasıyla kendini yeniden yapılandıran PKK, kendisini sürekli yenileyen dinamik bir yapılanma olma özelliğini sürdürmüştür. Toplumsal değişimin ve dönüşümün öncü gücü olan kadının da, özgürlük mücadelesinin tanımı ve anlamı itibariyle bu örgütlülük içinde ifadesini bulması gerekmektedir. Çıkışından günümüze kadar kadın özgürlüğünü temel eksen olarak ele alan PKK, bugün de bu esas üzerinden yeniden inşasını gerçekleştirmektedir. Bir hareket içindeki kadının örgütlülük gücü, o hareketin de gücünün göstergesidir. Yine bir hareketin demokratik niteliği ve özgürlükçülüğü, yine kadının örgütlüğüyle ve özgürlük düzeyiyle bire bir ilişkilidir. PKK bunun yaşanmış örneğidir. Kadın özgürlüğü, demokratikleşmenin özünü teşkil ettiği gibi, kendi başına ele alınması gereken olguların başında gelmektedir. Genel anlamda özgürlük ve eşitlik kadın için direkt özgürlük ve eşitlik olmayabilir. Bunun için özgün çaba ve örgütlülük kadın için esas olandır. Kadının bizzat kendi demokratik araç, örgüt ve çabasını sergilemektedir. Bu kadını “kendi” yapan vazgeçilmezidir. 21.yy kadın özgürlük mücadelesinin yüzyılıdır. PKK’nin değişim ve gelişim gücü bu bakış açısıyla ortaya çıkmaktadır. Bu, PKK’nin özüdür. Hangi örgütlenme içerisinde olursa olsun özgünlüğü yaratan kadın, bunu örgüte, iradeye ve eyleme kavuşturmasıyla gelişmeyi yaratır. Bu hem kadın için, hem de genel mücadele için esas olandır. PKK içindeki kadın örgütlüğü de bu ihtiyaç temelinde gerçekleşmektedir. Bu kadın örgütlüğü nasıl olacak, hangi zemine oturacak? Bu örgütlülüğün nasıl olacağı üzerine hala tartışmalarımız sürmekte. Hem kadın örgütlülüğünün getirdiği kimlikle katılım, hem de genel mücadelenin her alanında yer alma nasıl bir örgütlülükle en iyi ifadesini bulur? Bu konulara dönük belli bir yoğunlaşmanın varlığından söz edilebilir. Her ikisini kadın örgütlüğümüzde birbirini tamamlar bir niteliğine kavuşturma, taşınan misyonu yaşamda yerli yerine oturtma ve bu temelde mücadelemizin gelişiminde yer alma temel amaçlarımızdan. Kısa bir süre önce gerçekleştirdiğimiz Kongremizde de bu yönlü kararlara gidildi. Bu amaçla önümüzdeki süreçte bir kadın konferansına gidilecek. Şu an hazırlık aşamasındayız. Bu konferansla hem PKK içindeki kadının rolü üzerine, hem de kadın iradesinin bir örgütlüğe kavuşturulmasına ilişkin tartışmalar gelişecek ve belli bazı sonuçlara varılacaktır. Ancak PKK içinde zaten var olan bir kadın örgütlüğü geleneği söz konusudur. Kadın hareketinin geldiği örgütlülük düzeyi, edinilen tecrübeler buna güçlü bir zemin sunmakta. Yani biz zaten bir kadın kültüründen geliyoruz. Ancak bunu daha güçlü ve etkin kılmak, bu aşamada asıl önemli olan. PKK bunu kendi cephesinden daha güçlü kılma çabası içinde. Kadın olmak, kadın kimliğimizle aynı mücadelede birleşmek bizim için zaten bir çok şeyin ifadesi olmakta. Bu yaratılan yeni bir kültür. Bugün her alanda ayrı ayrı kadın KUMÜNAR 4 örgütlülüklerimiz var. Böylesi bir zemin PKK içindeki kadın örgütlüğüne güç vereceği gibi, gelişim esaslarını da az çok ortaya çıkarmakta. PAJK ve bu örgütlülük arasında bir fark bulunmakta, ikisi de ideolojik zeminde nasıl düşünüyorsunuz? PAJK, kadın hareketinin daha özelde ideolojik derinleşme ve üretim alanı olarak gelişmekte. Özgür kadın kimliğinin yeniden tanımlanması, yeni bir yaşam alternatifi olarak nasıl şekilleneceği üzerine ideolojik bir mücadele yürütmekte ve bunun yaşamsallaşması olarak değerlendirmekte. Kadına ait bir yaşam sisteminin somut olgular üzerinde tespit edildiği, tartışıldığı ve geliştirildiği yer olarak ifadeye kavuşmakta. Yani kadın özgürlüğünde ve özgünlüğünde yoğunlaştırılmış bir hareket. PKK’de ise kadın özgünlüğünün yanında mücadelenin genel ihtiyaçlarını kapsayan bir nitelik söz konusu. Sonuçta her iki örgütlülük de aynı ideolojik kaynaktan beslenmekte, onunla var olmakta . Ancak pratikleşme anında farklılıklar söz konusu. Kadın özgünlüğünde yoğunlaşmayla, genel ortamda yoğunlaşmanın aynı olduğunu söylemek çok gerçekçi olmaz. Fakat kadın hareketinin her alanda temsilini bulması gerekmekte. İdeolojik hareketler olmamız bunu çok daha önemli kılmakta. Bu anlamda birbirine bağımlı ve birbirinin tamamlayanı örgütlülükler olma özelliğini taşımaktayız. Bu sağlandığı süre her iki hareketin de gerçekten kadın örgütlülüğünü sağladığından bahsedebiliriz. PKK içindeki kadın örgütlülüğüyle, PAJK eşgüdüme dayalı, ideolojik alana ilişkin erkek egemenlikli zihniyete ve yarattığı tahribatlara karşı vereceği mücadeleyle, halkları özgürlüğe daha yakın kılacaktır. Bu örgütlülük KJB’nin neresinde yer alıyor ve ilişkisi nasıldır? Kendini iş ve rol koordinasyonu temelinde örgütleyen KJB, gelişip çeşitlenen, fakat parçalı ve dağınık kalan öz örgütlenmelerini çatısı altında demokratik konfederasyon esprisiyle bir araya getirdi. Kendi öz örgütlülüklerini yaratarak, karşılıklı bağımlılık ve eş güdüm temelinde koordinasyona kavuşturmak esas amaçlardan. PKK içindeki kadın gücü de bu espriyle KJB içinde yerini almakta. PAJK’la beraber kadının ideolojik öncü gücü olarak KJB içinde temsilini bulmakta. Kadın kurtuluş ideoloji temelinde tüm ideolojik çalışmalarda üretimin sağlaması ideolojik derinleşmenin ve yayılmanın sağlanması için mücadele de yürütecektir. KJB, bir kadın gökkuşağı, PKK’deki kadın gücü de bu gökkuşağındaki ana renklerden biridir. Bir bütün topluma ve kadroya dönük hazırlık ve projeleriniz nelerdir? yüksek kararlaşma düzeyi gerçekleşen yeniden inşa kongremiz oldu. Bu aynı zamanda genel hareket açısından da yeniden inşanın ifadesiydi. Bu mücadele yaşamımızın önemli bir zaman diliminde önemli bir “soluk ”alıştı. İdeolojik mücadele her geçen gün önemini daha fazla açığa çıkarırken, bu alanı güçlendirmek ve mücadelenin en çetin alanı olarak ele almak başarının da ifadesi olacak. Toplumun dönüşümü için önemli bir aydınlanma çalışması şart. Bütün çalışma sahalarımızda ideolojik çizgiyi geliştirmek birey ve toplumda aydınlanma faaliyetlerini büyütmek temel amaçlarımızdan. Bunun için yoğun bir araştırma inceleme çalışması gerekmekte. Bilme gücümüz sistemin ufkunu aşmak zorunda. Yine kadroya dönük yoğunlaştırılmış eğitim çalışmaları toplumu gerçek bilgiyle buluşturma, kültürel ve sanatsal çalışmalarla ruhunu beslemek yine aynı öneme sahip. Sistem her anlamda kendi egemenliğini sürdürme mücadelesi vermeye devam etmekte. Bunun karşısında donanımlı olmamız bizim için başarının ifadesi olacaktır. PKK’deki kadın gücü olarak kadın kimliğimizle özgürlük mücadelemizde aktif bir rol oynama, her anlamda bir katılımı sağlama temel hedefimiz. Tabi bütün bunların daha çok aşk, tutku işi olduğuna inanıyoruz. Bilimi sevmek, aydınlığı sevmek, sanatı sevmek, bütün bunlardan korkmamak asıl önemli olan. Mücadelemizin en zorlu dönemlerinde de hep bu aydın yüzler bilim yüklü beyinler, yaşamlarının belki de en sadeliğinde büyük değerler yaratı. Zilanlar, Beritanlar, Şilanlar bunun en açık ifadesi. Aslında biz bu ruhla varız. Anlamlı ve değerli olan da bu. KUMÜNAR 4 AKLIN DIŞINDA AKIL Gerçekten de, geleneksel toplumun aklıyla mevcut egemenlikli toplumu aşmak mümkün değildi. Bu akıl, kendisini, ‘tanrısal akıl’, resmi devlet aklı ve kendi çıkarlarına tapma aklı olarak, ‘para eden akıl’ biçiminde ifadelere kavuştursa da, özünde, hangi araç ve yöntemle olursa olsun, insana, doğa ve toplum özerinde tahakküm kurmayı emrediyordu. Bu akla karşı çıkabilmek için, ‘deli’ olmak, çılgın olmak gerekiyordu “Bir heyula dolaşıyor” diyordu, karl Marx 19. yy’lın ikinci yarısında, 1848 de yazdığı Komünist Manifesto’da. “…Avrupa’nın üzerinde” bir heyula dolaştığını söyleyen Marx, bu heyulayı, ‘komünizm’ olarak tanımlamakta ve Komünizmin ‘kıta devrimi’ biçiminde Avrupa’dan başlayıp, bütün dünyayı hükmü altına alacağını öngörüyordu. 1871’in Paris’inde, komüncüler, Paris’i ele geçirip, komünlerini kurmaya başladıklarında, herkes dünya devriminin başladığını sanmıştı. Komünistler, sevinçle Paris’e akmışlardı. Oysa, Prusya ordularının da desteğiyle, daha yeni iktidarın tadını almış olan Fransız burjuvazisi, komüncüleri ezerek, kanla bastırdı ayaklanmayı. Ancak, Paris sokaklarında, kısa süreli bir gezinti yapan ‘Komünizmin heyulası’, başta Fransız burjuvazisi olmak üzere, bütün Avrupa burjuvazisinin, korkuyla bir araya gelip, acımasızca, binlerce yıldır iktidarın zulmünde iyice güçten düşürülmüş bu ‘ ayak takımı’nı kanda boğdular. Marx’ın bundan çıkardığı sonuç, egemen sınıfın iktidar aygıtı olan devleti parçalayıp, yerine, proleteryanın diktatörlüğünü kurmak oldu. 1917’ Ekim’inde, ‘ 20. yy’ın marxizmi’nin kurucusu ve örgütlenmede bir ‘deha’ olan, Lenin önderliğinde, bu öğretinin ilk uygulaması hayata geçirildi. Tarihe, ‘Ekim Devrimi’ olarak geçen, tarihin en etkili toplumsal alt-üst oluşlarına yol açan bu devrim, kendi zamanının komünistleri tarafından, ‘hayaletin’ Rusya’da ortaya çıkması olarak yorumlanıyordu. Avrupa’da bir görünüp, bir kaybolan komünizm heyulası, bütün heybetiyle, Rus kışının dondurucu soğuğunda, egemen sınıfların titreyişlerine, tebessümle bakarak dolaşıyordu. Devrimin yönü değişmişti. Artık ‘Avrupa’dan dünyaya yayılan dünya devrimi’ teorileri, “ en zayıf halka” dan koparılacak olan sistemin, Avrupa’yı da kuşatarak devrimin gerçekleşeceği teorilerine bırakıyordu yerini. Bunun için, Marx’ın “ dünyanın bütün işçileri birleşin” sloganı, “ dünyanın bütün işçileri ve halkları birleşin!’ sloganına dönüştü. Hayalet giderek büyüyor ve her yerde korkusunu hissettiriyordu. Rus Ekiminde ortaya çıkan hayalet, yönünü Avrupa’ya çevirince, Avrupa, onun karşısına, hiç de hayalet olmayan, kendi canavarını çıkardı. İktidarın, devlet olarak cisimleşmesinin, en kanlı ve zülumkar biçimi olan, bu canavarın adı faşizmdi. Hayaletlerle korkutularak yönetilmeye alıştırılmış sınıfların, hayalet yaratma ustası olan sınıflar karşısında, daha güçlü olmaları, uygarlık tarihinin diyalektiğine aykırıydı. Sorun, iktidar yaratmak ve iktidar olmak olunca, elbette işin ustası olanlar, yani erkek egemenlikli uygarlığın sahipleri, iktidarlarını kaptırmamanın tedbirlerini alacaktı. Böylece Avrupa, Doğudan kendisini tehdit eden ‘hayalet’e karşı, faşizm duvarını örerek, kendini korumaya aldı. O zaman devrim, yine yön değiştirdi. Batıya gidemiyorsa doğuya gidecekti. Önce Çin, sonra Asya’nın bir çok irili ufaklı ülkesi, sonra da Afrika’ da, peşi sıra birçok devrim gerçekleşti. Komünistler, Ekimle başlayıp, dünyayı saran hayaletleriyle sevine dursunlar, yarattığı canavarın korkunçluğu karşısında, kendisi bile, korkuya KUMÜNAR 5 kapılan Avrupa, hayalet ve canavar hikayeleri yerine, yeni masallar uydurmaya başladı. Yeni slogan ‘korkuyla sindiremiyorsan, masalla uyut’ oldu. Masalın adı, önce liberalizm, demokrasi ve insan haklarıydı, sonra, postmodernizm, globalizm ve neo liberalizm oldu. Avrupa, Asya ve Afrika hayalet ve canavar hikayeleriyle uğraşa dursun, okyanusun ortasında en sevgili misafirlerinden birisi olan CHE’nin, sevdiği benzetmeyle bir timsaha benzeyen o küçük adada, farklı bir ruhla, yeni bir devrim yapıldı. Devrime ruhunu veren CHE GUEVERA, devrimin hiç de bir hayalet olmadığını, ağzında purosuyla, alnında kızıl yıldızlı beresi ve pırıl pırıl gülen yüzüyle, herkese gösteriyordu. Devrimin, yeni sınıflar ve yeni sınırlar yaratmak değil, bütün sınırları ve sınıfları aşmak olduğuna inanıyordu. Dünyada yeterince devlet sınırı ve egemen sınıf vardı. Sorun bunları yeniden başka adlarla üretmek değil, anlamsızlaştırıp aşmaktı. Bu da, ancak, her devrimcinin öncelikle iktidarı kendinde bitirip, sınırları kendisinin aşmasıyla gerçekleştirilebilirdi. Ve devrimci bunu sözle değil, yaşamıyla ortaya koyan insan olmak durumundaydı. Bunu hisseden CHE, doğduğu ülkesi Arjantin’den kalkıp, Küba’da devrime katıldı. Devrimden sonra, oluşan iktidarın, en güçlü mevkilerini bırakarak, Bolivya’da devrim yapmaya gitti. Devrimcinin işi, iktidar kurmak değil, bütün iktidarları yerle bir eden devrimler yapmaktı. CHE devrimciydi, ve işini en iyi yapabileceğine inandığı yeni devrim topraklarına doğru yola çıktı. CHE Bolivya’ya doğru yola çıkarken, geride bıraktıklarına yazdığı, bir mektupta duygularını, “ rosinante’ nin sağrılarını hissediyorum topuklarımın altında” diyerek, dile getiriyordu. Her tarafı sınırlarla çevrilmiş ve her sınırın içinde, binbir iktidar biçiminin kurulu olduğu, bu dünya gerçeği karşısında, eğer yel değirmenlerine karşı mızrağı ve cılız atı rosinantenin sırtında savaşacak kadar deli ve çocuk bir yüreği taşımıyorsanız, bir noktadan sonra, bu sınırlara takılıp tökezlemeniz, ya da, bin bir maskeyle kendini gizleyen, iktidarın çekiciliğine kendinizi kaptırmadan devrimciliğinizi sürdürmeniz mümkün değil. CHE ile birlikte, insanlık, hayaletler ve canavarlar dünyasında, iktidara karşı, ancak, hiçbir korkuyu ve hiçbir ayartıcılığı tanımayan çocuk yüreğiyle devrimci olunabileceğini gördü ve tebessüm eden bu güzel çocuğunu, sevgiyle yüreğine nakşetti. Devrimcilikte devrim olan CHE, yeni devriminin toprağı olarak gördüğü Bolivya’nın Ekim’inde, iktidar sahiplerinin derin bir korkuyla yürüttükleri bir operasyonda yakalanıp katledildi. Canavar bu sefer kendisinden hiçbir korkusu olmayan, bir devrimciyi katlederek devrimi bitirdiğini sandı. Oysa, daha önce kendisini ‘heyula’ olarak tanımlayıp, kurduğu proletarya diktatörlükleri, halk cumhuriyetleri ve Sovyet devletleriyle, ha bire sınırlar ve iktidarlar kuran komünizm öğretisi, esas olarak CHE ile, devrimci kimliğini buldu. Ve o Ekim gününden sonra, bir KUMÜNAR 5 hayalet dolaşmaya başladı, bütün dünyada. Alnında kızıl yıldızlı beresi ve pırıl pırıl tebessümüyle, kurulu sistemler karşısında, gerçekten sınırların ve sınıfların olmadığı bir dünya yaratma hayalini gerçekleştirmek için yola çıkan CHE, eğer ‘heyula’ olarak tanımlanacaksa, gerçekten de, hiçbir sınırın önünü tutamayacağı kadar geniş bir coğrafyada, resmi ve ruhuyla, girmediği toprak, yer edinmediği yürek bırakmadı. Rus ekiminde bir hayalet gibi ortaya çıkıp, sonra kendi çocuklarını ve kendisini yiyen devrim, bir Bolivya ekiminde, bu sefer, gerçek kimliği, ruhu ve adıyla, yeniden dolaşmaya başladı. İktidar sahipleri, karşılarına çıkarılan her türlü iktidar biçimiyle, bir şekilde mücadele edip, onu ya kendisine benzeştirir ya da en korkunç savaşlarla alt ederken, geride bir insanın en güzel duygularını dile getirdiği bir günlük, tebessümle bezenmiş bir resim ve ‘evini hiçlik üzerine kurarak, bütün dünyayı evi yapan,’ bir devrimcinin, devrimde, devrimcilikte devrim yapan CHE’ye karşı, yapabileceği hiçbir şey yoktu. CHE, bir devleti ve ordusu olmadan, tek başına, hiçbir sınır tanımadan, kurulu sistem karşısında gerçekten bir heyulaya dönüşürken özünde, insanlara hükmetmenin adı olan, yüreklerde ve beyinlerde yaratılan bütün hayaletleri, tebessümüyle, hesapsızkitapsız, “dünyanın neresinde bir insanın yüzüne bir tokat vurulsa onun acısını yüzünde duyan” bir ruhla, devrimin ve devrimciliğin adı oldu. Aslında CHE ile başlayıp, 68 gençlik hareketiyle zirveye ulaşan devrimcilik anlayışı, adı ne olursa olsun, egemenlikli sistemi aşmaya çalışan devrimci hareketlerin, sistem karşısında ve sistemin dışında kalarak toplumu değiştirme çabalarında, önemli bir geçiş evresini ifade etmekteydi. Devlete, iktidara ve giderek bütün topluma içerilmiş olan, her türlü egemenlik zihniyetine karşı gelişen bu devrimcilik anlayışı, henüz olgunlaşmamış da olsa, gerçek bir devrimi ifade ediyordu. Başlangıcından günümüze kadar, erkek egemenlikli uygarlık sistemi, toplumu beyninden yüreğine kadar, çok derin bir biçimde egemenlik altına almayı başarmıştı. Egemenlik, iktidar, ve onun araçları olan devlet ve zor araçları, toplum için çekici hale getirilmişti. Sistem kendisini önce toplumun dışında örgütlemiş, ardından giderek toplumu içine almış, herkesi bir biçimde kendi sisteminin hizmetine sokmayı başarabilmişti. Peygamberlerden filozoflara, tarikat ve mezheplerden, sınıf devrimciliği adına yola çıkan devrimcilere kadar, sistem karşıtı olma iddiasında olan, birçok kişi ve hareket, düşüncede, ruhta, sistemi aşamadığından, sonuç itibariyle, sistemin yedeği, mezhebi olmaktan kendini kurtaramamıştır. Bunun temel nedeni, sistemin kendisini bir ‘akıl’ olarak topluma içermiş olmasıyla ilgili bir durumdu. Egemenlik ve iktidar, toplumun aklı haline gelmişti. İktidarsızlık toplumsal ahlak tarafından bile, kelimenin bütün anlamlarıyla, toplum dışı kalma anlamına geliyordu. İktidarın ve bunun araçları olan devlet ve savaşın yörüngesine girmeyen, buna hizmet etmeyen, ya da, bunu ele geçirmek için istemi olmayan, herkes ‘akılsız’ ve ‘deli’ olarak görülüp, toplum dışı kılınmıştı. Gerçekten de, toplum aklıyla mevcut egemenlikli toplumu aşmak mümkün değildi. Bu akıl, kendisini, ‘tanrısal akıl’, resmi devlet aklı ve kendi çıkarlarına tapma aklı olarak, ‘para eden akıl’ biçiminde ifadelere kavuştursa da, özünde, hangi araç ve yöntemle olursa olsun, insana, doğa ve toplum özerinde tahakküm kurmayı emrediyordu. Bu akla karşı çıkabilmek için, ‘deli’ olmak, çılgın olmak gerekiyordu. CHE’nin sembolü olduğu gençlik hareketi ve onunla birlikte, erkek egemenlikli sistemi, en güçlü halkasından kıracak olan kadın özgürlük bilinci ve hareketinin, aynı dönemde filizlenmesi, boşuna değildir. Kadın, zaten ‘saçı uzun aklı kısa’ ilan edilmiştir. Yani toplumsal aklın iktidarsız ve onun aklına sahip olmayan varlığıdır. Gençlik ise, adı üzerinde ‘deli kanlı’, ‘aklı bir karış havada’ olarak tanımlanıyordu. Doğal olarak, sistemin içindekiler, sistemin aklıyla düşünenler, sistemin kendisini ifade ederken, bunun dışındakiler sistemin ehlileştirilmesi KUMÜNAR 5 gereken, tahakküm altına alınması gereken, akılsız- deli kesimini ifade ediyordu CHE’yi devrimci yapan sistem aklını kabul etmemiş olmasıdır. Bunun da ötesinde, bu aklı kabul etmemekle kalmayıp, yaşamı ve eylemiyle, bu sistemin karşısında durabilmiş olmasıdır. Sistem, kendi aklını kabul etmeyen, bu insanı ‘deli ve çılgın’ olarak adlandırmakta haklıydı. Daha da önemlisi, hem CHE’ hem de, onun sembolize ettiği, yeni toplumsal hareket, ‘deli ve çılgın’ olmayı, özümseyerek, kendisini varetmekten, hiç gocunmadı. Önce, bilinen hakim toplumsal ölçülerin dışında ve karşısında bir tepki olarak, ‘çılgınlık gösterileri’yle ortaya çıkan, bu, dışındalık ve karşıtlık, giderek bilinçli ve örgütlü bir hal almaya başladı. Sistem, kendi aklı karşısında yeni bir akıl ve özellikle, kendisinin, bir ruh olarak, topluma içerdiği, ruh karşısında, yeni bir ruhun tohumlandığını görerek, bunu, daha tohumluk aşamasında, toprağını zehirleyerek, ilk filizlerini kırımdan geçirerek, önünü almaya çalışıyordu. CHE Bolivya ekiminde bu kırımdan nasibini alan ilk filiz oldu. Sistemin ezilenleri, dışlananları sitem dışında ve karşısında, kendilerini var etmenin arayışında, harekete geçmişti bir sefer. Tarihin derinliklerinde ‘sapkın’, ‘divane’, ‘deli’ olarak tanımlananlar, ‘modern zamanlar’da , önce bir ‘heyula’ olarak, kendilerini tanımlayıp, sistemin en görkemli akıl merkezlerinden, ‘akıl çağının sembolü’ olan, Paris sokaklarında dolaştılar. Ezildiler, ama Rus Ekimi’nin, bütün yaşamı donduran soğuk caddelerine döküldüler kızıl bayraklarıyla delice. Sonra, kıta kıta, ülke ülke, şehir şehir doldurdular meydanları. Egemenler, buna, ‘toplumsal delirme’ dediler. Ama sistem, aklını onlara hakim kılmayı başardı. Giderek ‘akıllandılar’ ve sistemin bir parçası oldular. Her ne kadar mevcut egemenlikli sitemi aşma iddiasıyla yola çıksalar da, özellikle devlet, iktidar ve para karşısında, kendi sitemlerini oluşturacak olgunlukta olmadıklarından, sistemin aklının hizmetine girmekten kendilerini kurtaramadılar. En önemli yanları, sistem aklı dışında olmayı bir tercih olarak benimseyerek, bu aklın dışında ve karşısında, durulabileceğini göstermiş olmalarıdır. Bu ‘akıl dışılık’ kendi aklını elbette yaratacaktı. Bunu kimim, nerede yapacağı ise, tarihin başlangıcında gizliydi. Tarih nerede ve nasıl başlamışsa, orada,öyle bitecekti. Orada öyle bitmeye şartlanmıştı. Kendisinin toprağı olan, Mezopotamya’da, kendi ‘evelinin aklı’yla, karşı karşıya kalınca, en şiddetli biçimde yönelmesi, sistem aklının gereğiydi. CHE ile başlayıp, bütün dünyaya yayılan sistem dışı ve karşıtı hareket, kendi kökleri üzerinde yeni bir akım olarak doğup gelişirken, sistem aklı ne ile karşı karşıya olduğunu biliyordu. CHE’ nin ve 68 Gençlik hareketinin organik bir parçası, Marksizmin teorik bir devamcısı olan, Mezopotamya’daki bu yeni akım, Apo’culuk olarak, ortaya çıkıp kendini tanımladı. Ruh olarak CHE’ yi yaşayan Apo’cu hareket, duruşu ve yaşam tarzıyla, sistem dışılığı ifade ediyordu. Bu ruh ve yaşam tarzının, kaçınılmaz olarak, sistem dışında ve karşısında, kendi aklını ve sistemini yaratmaya başlamasıyla, sistemin en kapsamlı yönelimlerine hedef olması başa baş gelişti. Önce içinden çıktığı Devlet ve geleneksel toplumun saldırılarına karşı, bir savaş yürüten Apo’cu hareket, bu noktada kendini üretince, bütün sistemin hedefi haline geldi. Ekim devriminin kendi kendini yiyen tükenişinin son aşamasında, ChHE’nin ve Gençlik hareketinin içinin boşaltılıp, anlamsızlaştırılmaya çalışıldığı bir zamanda, Apo’cu hareket, bütün bu değerleri, yeniden üretmeye başlayınca, sistem, tepesinde bir heyulanın dolaştığını varsayarak, saldırıya geçti. Tarihin tanıdığı en kapsamlı komployla, hareketin yaratıcısı ve ruhu olan Önderlik, kuşatmaya alınarak, bitirilmek istenildi. Zaman yine Ekimi gösteriyordu. Apo’cu hareketin, sistemi bu kadar tehdit etmesinin, ‘akli’ nedenleri vardı. Apo’culuk, hem devrim anlayışı, hem örgütlenme biçimi, en önemlisi de, yaşam tarzıyla, sistem dışılığı ifade ediyordu. Apo’culuğun, sistemi bu kadar tehdit etmesinin, saldırıya uğramasının bazı temel nedenlerini irdelemek ve bunu zamanında KUMÜNAR 5 yapmak önemlidir.En doğru zaman da hiç kuşkusuz Ekimdir. Nedir Apo’culuk ? Bir hayalet mi? Yoksa, capcanlı bir yaşam gerçeği mi? sistemin akıl danışmanlarının tabiriyle, “ele uca sığmaz” bir Önderliğin yarattığı, ‘akıl dışı’ bir gerçek mi? Hiç kuşkusuz, Apo’culuk, varoluş biçimi ve kendini üretme tarzıyla, sistem için, bir ‘heyula’dır. Ama, sistemin dışında ve karşısında olanlar için, kendilerini içinde varedebilecekleri, yeni bir dünya umududur. Böyle olmasının bazı temel nedenleri, şöyle sıralanabilinir, Apo’culuk, bugüne kadar, erkek egemenlikli sistem tarafından oluşturulmuş akıldan, farklı bir akla sahiptir.Teoride buna, ‘paradigmal farklılık’ deniliyor.Yani, doğayı ve toplumu, bilinen aklın kavrayışıyla değil, yeni bir akıl kavrayışıyla algılıyor.Uygarlık tarihi boyunca oluşturulan akıl, her şeyin merkezine insanı, ve insanın merkezine de erkeği koyarak, onun dışındaki her şeyi, bu merkezin çevresinde dönmeye mahkum, nesneler halinde algılamayı emrediyordu. Apo’culuk, çok sade bir biçimde, evrenin bütünlüklü bir aklı olduğunu, evrendeki her şeyin, birbirini tamamlayan bu aklın, canlı birer parçası olduğunu söyler. Bu parçalar arasındaki uyum, evrensel varoluşun nedeni, gereği ve sonucudur. Her bir parçanın, bir anlamı ve varolauşsal gücü vardır. Birisini merkeze alıp, diğerlerini dışında tutmak, bu ahengi ve canlılığını yok eder. Bunun için de, evrendeki her şeyi, kendi bütünlüğü içinde, doğru anlamak ve ona göre yaşamak elzemdir. Önderlik, doğanın ve toplumun bir aklı olduğunu ve hiç kimsenin, bu aklın karşısında ve dışında varolamayacağını söylüyor. Doğadan ve toplumdan kopmamış akıl içinde bütün canlı gerçek, birbiriyle dayanışma ve tamamlayıcılık ilkesi içinde varolur. Birisinin diğerlerine hükmetmesi ve onu kendisine benzeştirmeye çalışması, yaşamın bu akışına terstir. Bu terslik, yaşamın tehdit edilmesini getirir. Dolayısıyla, kendisini her şeyin merkezine koyup, bütün bir doğa ve toplumu kendisinin hizmetine sokmaya çalışan egemenlikli erkek aklı, evrensel aklın dışına çıkmayı ifade eder.Bu anlamda ilk yapılması gereken şey, doğa ve toplumun yasalarına göre, insanlığın delirme hali olan, erkek egemenlikli uygarlığın aklı dışında, düşünebilmeyi başarmaktır. Bu aklın hastalıkları, doğru görebilmeyi engellemektedir. Toplumla ilgili sorunların çözümünü öne koyan her düşünce biçimi, öncelikle, toplumu doğru görebilmeyi ve çözebilmeyi yapmak durumundadır. Toplumu, bir bütünlük içinde algılamayan hiçbir aklın sağlıklı bir çözümlemeye gidebilmesi mümkün değildir. Toplumsal bütünlük ise, doğa ve toplumun ilişkisinin doğru kavranması kadar, toplumun kendi iç uyum ve bütünlük yasalarını bilmeyi gerektirir. Parçalı algılama, yaklaşım ve yapılanmada da başarısızlığa neden olur. Diğer bir yaklaşım hatası da bu ilişkilerde yapay faktörleri, toplumsal canlılığın organik parçaları ve varlık nedenleri olarak görmesindedir. Aslında toplum kendi varoluş yasalarını ilk başlarda doğru görebildiği için, yavaş ama sağlıklı bir gelişim yaşamıştır. Ne zaman ki, içinde yaşadığı doğal çevre ve toplumsal ilişkileri dengesiz bir biçimde, yeniden yapılandırmaya kalktı ve bunun aracı ve yöntemini oluşturdu, o zaman, hem toplumda hem de doğada, tahribatlara yol açmaya başladı. Toplumu çözüp, anlamaya çalışan herhangi bir düşünce sisteminin, asla yapmaması gereken, bu bütünlüklü algılama noktasındaki gereklilik, tersine döndü ve parçalı algılayış, nerdeyse, bir yasaya dönüştü. Sosyalizm olarak kavramlaştırdığımız, toplumu çözümleme ve yeniden yapılandırma mücadelesi, esasa olarak hiç de yeni bir şey değildir. Tarihteki beli başlı bütün düşünce akımları özünde, toplumu çözmeyi ve yeniden örgütlemeyi amaçlamıştır. Ama bunu yaparken, parçalı algılama hastalığını aşamadıklarından, toplumu büyütüp geliştirme yerine, giderek, daha fazla parçalayıp, çatıştırmışlardır. Bütün dinlerin, felsefelerin ve toplumsal ahlak yasalarının yaşadığı bu hastalık, günümüzde sadece toplumu değil, doğayı da tehdit eden bir tehlike haline gelmiştir. Çok fazla ayrıntılarına girmeden hastalığın özünü KUMÜNAR 5 parçalı algılama olarak kavramlaştırmak ve bu algılama biçiminin sonuçları itibariyle, yabancılaştırıcı gerçeğini doğru ortaya koyabilmek önemlidir. Kaldı ki, bütün toplumsal sorunların kaynağı ve nedeni de bu yabancılaşmadır. Yabancılaşma, toplum içinde ilk başlarda doğal sebeplerden dolayı birbirinden farklı olan insan ve insan gruplarının, ortak yaşamlarında farklı işler yapmasından kaynaklı doğal farklılıkların, giderek karşı karşıya getirilmesi ve çatışmasıyla başlar. Doğal bir gerçek olarak insan; kadındır, erkektir, gençtir, çocuktur, yaşlıdır. Bu özellikler, kaçınılmaz olarak, farklılıkları da, kendi içinde barındırır. Ama bu farklılıklar toplumsal varoluş açısından çatışma nedeni değil, uyum ve zenginlik nedeni ve kaynağıdır. Toplumun bu farklı Kadın, dışlanan ve nesneleştirilen gerçeği ile, irade olarak sistemin dışında bırakılırken; gençlik de, henüz zamanı gelmediğinden, sisteme dahil olamamaktadır. Dolaysıyla, bu iki toplumsal dinamik, sistem aklının dışında kalabilmektedir. Böylece, sisteme ait olmayan bir akılla düşünebilme kabiliyeti taşımaktadır. özelliklere sahip üyeleri, temel bazı kanunlarla bir arada ve bütünlük içinde yaşar. Bu yasaların yasası ise, dayanışma ve tamamlayıcılıktır. Toplumun doğal iş bölümünden doğan farklılıkların çatışmasıyla yasa bozuldu. Kadın-erkek olarak, toplumun iki temel bileşeninin, birbirini tamamlama ilişkisi yerine, birinin diğerine hükmetme ve kendi hizmetine sokmaya yönelmesi, toplumun sınıflara bölünmesine temel oldu. Bu bölünme, parçalanma ve çatışma öyle bir hal aldı ki, ancak birbiriyle varolabilen insan gerçeği, neredeyse tek tek her bireyin birbiriyle çatıştığı bir konuma geldi. Tamamlayıcılık ve dayanışma yasasının yerini, rekabet çatışma aldı. Günümüze geldiğimizde bu parçalanma ve yabancılaşma, herkesi tehdit eder durumdadır. Toplum, bu rekabet ve çatışma içinde, kendi varlığını tehdit eder haldedir. Ve işin daha vahimi, bu tehdidi gidermeyle kendini sorumlu gören, bütün düşünce biçimleri bu parçalanma ve yabancılaşmayı daha da derinleştirdiler. En son, yabancılaşma kavramını öğretisinin temeli haline getiren Marx bile, çözümlemesini sınıf çatışmaları üzerine kurarak, bu çatışmayı daha da derinleştiren, bir düşence sistemi oluşturmaktan kendini kurtaramadı. Toplumsal çözümleme geliştirirken, ortaya çıkan hastalıklı bakış, toplumu yeniden örgütlemede seçilen yöntem ve araçların da, aynı sonuçlara götürmesine hizmet etti. Örneğin toplum içindeki cins, sınıf ve ulus parçalanmışlıkları sorunlarına çözüm getirme iddiasıyla ortaya çıkan komünizm öğretisi, sorunların çözümünde, bu parçalanmışlığın sebebi olan,, iktidar, devlet, zor ve şiddet aygıtlarını, araç ve yöntem olarak seçince, bu çatışmayı daha da derinleştirmekten kendini kurtaramadı. Bu açıdan Marxizmde ortaya çıkan sorunları, sadece yorum sorunları olarak algılamak hatalı bir yaklaşım olacaktır. Sorun, sadece araç ve yöntemlerin yanlış seçiminde değil, doğayı ve toplumu ele alıştadır. Marx, çözümlemesinde birçok doğru tespit yapmış olabilir. Ama düşünce sistemi bir bütün olarak, uygarlık paradigmasının erkek egemenlikli zihniyeti ve sınıflara dayalı örgütlenme gerçeğini aşamadığından, sonunda, sistemi besleyen bir mezhep olmanın ötesine geçemedi. Nitekim devamcıları da, bunu pratiğe geçirdiğinde, sistemin tamamlayanı haline geldiler. Daha sonra yapılan çözümlemelerde sorunun Marx’da değil, yorumundan kaynaklı olduğunu iddia edenler, yanılıyorlardı. Sorun, Marx’ın devrim anlayışında olduğu kadar, devrim için öngördüğü, şiddete ve devlete dayalı düşüncesinden kaynağını alıyordu. Bir yabancılaşma vardı, bu doğru bir tespitti ama yabancılaşmanın kaynağı ve dinamikleri sadece sınıflar değildi. Yabancılaşma, önce doğaya karşı, sonra da erkek egemenlikli, cinslere dayalı parçalanmaya dayanıyordu. Çözümü de, bu parçalanmanın nedeni olan KUMÜNAR 5 dinamiklerin doğru gerçekleşebilirdi. örgütlenmesiyle Mevcut toplum sisteminde, bütün toplumsal kesimler, sistemin şu veya bu biçimde içinde yer alıp sistemi tamamlarken, iki toplumsal dinamik bunun dışında kalmaktadır. Kadın, dışlanan ve nesneleştirilen gerçeği ile, irade olarak sistemin dışında bırakılırken; gençlik de, henüz zamanı gelmediğinden, sisteme dahil olamamaktadır. Dolaysıyla, bu iki toplumsal dinamik, sistem aklının dışında kalabilmektedir. Böylece, sisteme ait olmayan bir akılla düşünebilme kabiliyeti taşımaktadır. Oysa sınıf, ulus, cins ve yaş kategorileri, sistemin yaratımı olan ve onu besleyen kategorilerdir. Bu yaratılmışlık, sadece biçimsel ve zora dayalı bir varoluş değil, ona içerilmiş, akılsal ve ruhsal bir yaratılmışlıktır. Kendini sınıfla tanımlayan her birey, o sınıfın yaratılmış aklıyla sınırlı kalmaya kendini mahkûm etmiştir. Bu açıdan, sınıf bakışı dar ve parçalı bir bakıştır. Çözen değil, çatışan ve çatıştırandır. Sorunun kaynaklarından ve çözen dinamiklerinden birisi olabilir ama asla tek nedeni ve tek çözeni olamaz. Marx’ ın bu konudaki tespitleri, bu açıdan doğru ama eksiktir. Bu eksikliğin yaratığı boşluklar, sistem tarafında doldurularak tersine çevrilmiştir. Oysa doğru olan, toplumsal sorunların kaynağı durumunda ki bütün dinamikleri tanımlayıp bunları yeniden örgütlemek olmalıydı. Bir diğer hata da, tarihsel bakış açısında ki yanlışlıktır. Materyalizmin kaba bir yorumu olan toplumu sadece maddi gerçeğiyle izah etme yaklaşımı, canlı bir gerçeklik olan toplumu yanlış çözümlemeyi beraberinde getirdi. Maddi gerçek kadar, bu maddi gerçeği yaratan duygu ve düşünce gücünün de hakkının verilmesi gerekir. İnsan, diğer canlılardan farklı olarak, kendisini duygu ve düşünce gücüyle varetmektedir. Onu vareden temel gücü, yani düşünceyi ve duyguyu ikincil bir konumunda ele almak, hele hele maddi gerçeğin basit bir yansıması ve mahkumu olarak tanımlamak temel bir hatadır. Oysa insan, karakteri gereği, maddi gerçeği düşünce gücüyle yeniden üretebildiği için, insandır. Eğer öyle olmayıp, maddi gerçeğin basit bir yansıması olsaydı, zaten insan olamazdı. Dolaysıyla, insanı, doğa ve toplumu içinde tanımlarken, önce, aklıyla ve bu aklın bileşeni olan duygusu ile tanımlamak gerekir. Zaten, toplumsal varoluş ve gelişim diyalektiğinin temel dinamikleri de bunlardır. İnsanı geliştiren temel dinamik, maddi gerçeğe mahkum olmayan akıl ve duygu gücüdür. Bunların toplamına, maneviyat dünyası demek yanlış olmaz. İnsan, maddi dünyanın dışında yaratığı manevi dünyayla insan olmuşsa eğer, bundan sonra ki gelişiminde de, bu dünyasını büyüterek büyüye bilir. Bu manevi dünya, insanı sürekli özgürleşmeye çağıran; doğrunun, adaletin, uyumun ve güzelin arayıcısı olan, içsel bir toplumsal ahlak yaratmıştır. Bu ahlakın yasalarıdır insanı sürekli büyüten ve bir arada tutan. Bu ahlak, doğa ve toplumla ilişkilerinde egemenlik ve çatışma yerine, uyum ve birleştiriciliği emreden yasalarla işler. Yazılı değildir. Hatta, çoğu zaman dile bile getirilmez. Ama, insanın içinde, içsel bir yasalar bütünlüğü olarak, kendisini sürekli hissettirir. Buna vicdan diyoruz. Sadece maddi gerçeği algılayıp, bu gerçeği kendi çıkarları doğrultusunda düzenleme yeteneği olan analitik akıl, vicdan denilen ve daha çok insanın güzele ve doğruya yönelimli duygu dünyasını dışlayan bir karaktere sahiptir. Oysa, ilk toplumsallaşma bu ikinci akıl tarafında yaratılmıştır. İnsanın doğruluk ve güzellik yönelimli vicdanı ve içsel yasaları olan ahlak’a doğru anlam vermeyen her hangi bir düşünsel öğretinin, güzel ve doğru bir toplum yaratması beklenemez. Sistemin aklı, vicdanlı olmayı ‘ahmaklık’, ahlaklı olmayı ise, ‘gerilik’ olarak adlandırıp, mahkum etmiştir. İşte, tam bu noktada, sistemin mahkumiyetlerini aşamayan her hangi bir düşünce biçimi ve hareket tarzı, bu sistem karşısında gerçekten devrimci olamaz. Bu güne kadar, bu iddiayla yola çıkan birçok insan, bu mahkumiyetlerin tuzaklarında boğulmuştur. KUMÜNAR 5 İnsanın doğruluk ve güzellik yönelimli vicdanı ve içsel yasaları olan ahlak’a doğru anlam vermeyen her hangi bir düşünsel öğretinin, güzel ve doğru bir toplum yaratması beklenemez. Doğayı ve toplumu doğru hissetmek yetmez. Bütün toplum tarihi boyunca, birçok insan, ahlak ve vicdanıyla, sistemin karşısına dikilmiştir. Ancak, sadece güzel bir ahlak ve doğru bir vicdanla, toplumun değiştirilebileceği inancı da, başka bir tuzaktır. Kendini, analitik aklın yaratığı mekanizmalarla koruma altına almış sistemi doğru analiz etmeden ve onun karşısında, kendi alternatif mekanizmalarını ve sistemlerini oluşturmadan, bu sistemi aşmak mümkün değildir. Sistemin, toplumu yönetip-yönlendirme mekanizmalarına siyaset deniliyor. Siyasetten kopuk bir ahlakilik ve vicdan, sonuçları itibariyle, bir biçimde sistemin mezhebi veya yedeği haline getirilmektedir. En iyi niyetli çabalar bile, sistemin hizmetine girerken, bu noktalarda tuzağa düşmemek için, vicdan ve ahlak kadar, insanın, yaratılmış toplumsal aklı da algılayan ve aşabilen bir düşünce gücü, buna denk düşen toplumsal mekanizmaları yaratmak, devrim ve devrimci için yaşamsal bir anlama sahiptir. Önderlik bunu “doğru bir politikayla buluşmayan bir ahlak, aldatmacalarla doludur’’ diye ifade etmektedir. Günümüz toplumsal gerçeğinde, kapitalist sistemin yarattığı en büyük tehlike ahlaksız toplum ve vicdansız bireydir. Toplumu, güzele ve doğruya yönelten özgürlük bilinci olarak, ahlak yasaları toplumsal varoluşun özü ve nedenidir. Ahlakı yok etmek, toplumu yok etmektir. Bu açıdan, toplumsal devrim yapma iddiasında olan her düşünce biçimi, toplumsal ahlaka gerekli anlamı biçmeden, devrim yapamaz. Önderlik, ahlak devriminden bahsederken, bunu sadece güzel duyguların bir dile getirilmesi olarak değil, toplumsal gelişim yasalarının bir emrine dikkat çeken derin bir tarih bilinciyle yapmaktadır. bu kavramlaştırmayı Vicdan devriminden bahsederken de, vicdansız bireyin, topluma yabancılaşmış geçeğinin yarattığı büyük tehlikeye dikkat çekmektedir. İnsanın, insanın kurdu olduğu bir toplumsal gerçeğin temel nedeni, vicdansız insan gerçeğidir. Ve vicdan, salt, iyi niyetler ve güzel duygulardan ibaret değildir. Derin bir toplumsal bilincin, içsel bir tezahürüdür. Victor Hugo, sefiller adlı eserinde “vicdan, doğuştan insanın yüreğinde bulunan bir tutam bilimdir” derken, bunu kastediyordu. Kendisini bütün insanlara karşı derin bir sorumluluk duygusuyla bağlı hissetmeyen bir insanın, herhangi bir biçimde, toplumu iyiye ve güzele yöneltmesi mümkün değildir. Bu açıdan, vicdan devrimi, en acil toplumsal devrim ihtiyacıdır. Ekim ayı, ayaklanan insan ahlakı ve vicdanının son yüzyıldaki sesinin yankılarını taşıyor. Rus kışının ekiminde sokaklara taşan milyonlar, sadece ahlaksızlığa baş kaldırıyorlardı. Arjantin’den Küba’ya, Küba’dan Bolivya’ya uzanan yolculukta, CHE’yi çağıran ses, hiç kuşkusuz vicdanın sesiydi. Mezopotamya’da Ekim tuzakları kuranlar, en çok korktukları sesi boğmak istiyorlardı. Bu, ahlaklı insanının vicdanının sesiydi. Bir heyula dolaşıyor bugün Ortadoğu semalarında, komünizm heyulası. Ve komünizm, bitirildiği zannedilen ahlakın ve vicdanın sesinden öte bir şey değil bu topraklarda. Bu heyul, bitti zannedenler için heyula, onu asla yitirmemiş olanlar içinse, en doğru ve en güzel gerçektir. Bir yabancılaşma var, bizimle onlar arasında; Onlar için heyula olan, bizim için en güzel gerçektir. Bizim sevgiyle baktıklarımız onlar için korku nedenidir.Korkunun hayaleti sevginin güzelliğidir. Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi KUMÜNAR 5 Popüler kültürü anlamamak, bunun toplumdaki etkilerini görmemek, buna karşı bir duruş sahibi olmamak, halk için, halkın özgürlüğü ve demokrasisi için kültürel faaliyet yapan kurumlarımız ve arkadaşlarımız açısından çok büyük bir zafiyettir Popüler kültüre karşı mucadele acil bir militanlık görevidir Edebiyat ve sanat çalışmalarını çok yakından ilgilendiren günümüzde egemen sınıfların toplumu yönetme araçlarının en önemlilerinden biri olarak kulandıkları popüler kültür üzerinde biraz durmak istiyoruz. Yine bununla bağlantılı arabesk müziğe de deyineceğiz. Daha fazla da televizyon dizileri ve müzikte ifadesini bulan popüler kültür ürünlerini çözümlemeye tabi tutmak hem toplumlar için, hem de mücadele eden bizim gibi hareketler için çok yaşamsal hale gelmiştir. Bizim günlük kültürel faaliyetlerle, çalışmalarla onun ideolojisiyle, teorisiyle, tarzıyla, üslubuyla ilgilenen bir pozisyonumuz yok. Ama popüler kültürün, onun çeşitli versiyonlarının ve yine arabesk kültürün örgütümüzü, mücadelemizi, halkın duyarlılıklarını ve yaşam biçimini çok olumsuz etkilediğini yakından görüyoruz, hissediyoruz. Bu konunun özellikle kültürle ilgilenen, edebiyatla, sanatla ilgilenen arkadaşlar tarafından yakından takip edilmesi ve buna karşı bir mücadele geliştirilmesi acil bir çalışma konusu haline gelmiştir. Popüler kültürü anlamamak, bunun toplumdaki etkilerini görmemek, buna karşı bir duruş sahibi olmamak, halk için, halkın özgürlüğü ve demokrasisi için kültürel faaliyet yapan kurumlarımız ve arkadaşlarımız açısından çok büyük bir zafiyettir. Hatta kültürün toplumsal ve psikolojik işlevinin doğru anlaşılmamasıdır. Kültürün gücünün yaşamdaki sonuçlarının yeterince görülmemesidir. Bu bakımdan bizim kültür çalışmalarımız, kültür karşısındaki duruşumuz ciddi eksiklikler taşımaktadır. Egemen sistemlerin dayattığı kültür anlayışının bizde de etkili olduğunu söyleyebiliriz. Geçen günlerde Roj TV’de çıkan bir programda Agıre Jiyan gurubundan bir sanatçı bizde popüler ve arabesk müzik dinliyoruz, dışlamamak lazım biçiminde değerlendirmeler yapmıştı. Hem de halkın özgürlük ve demokrasi mücadelesine güç vermek isteyen bir televizyonda. Özgürlüğü elinden alınmış, kimliği yok sayılan dolayısıyla mutlaka kimlik ve özgürlük mücadelesi vermesi gereken bir halkın televizyonunda arabesk ve popüler kültürü meşrulaştıran düşünceler ortaya konulması çok ciddi bir durumdur. Geçenlerde bir Arap televizyonunda İlkay Akkaya’nın kültür üzerine kendi ürünleri üzerine yaptığı değerlendirmeyle o arkadaşın değerlendirmesini ve bizlerin popüler ve arabesk müzik konusuna yaklaşımını görünce İlkay Akkaya’nın kültüre verdiği anlamın, değerin özgürlükçü Kürt sanatçısı olduğunu söyleyenlerden kat be kat yüksek olduğu düşündük. Kültürün halkın duygularının, beğenilerinin yükseltilmesinde ne işlevi olduğunu çok güzel ifade eden bir değerlendirmeyi dinlemek hepimiz açısından dikkate alınması gereken bir tutumdur. En fazlada bizim gibi kendisi olmak için mücadele vermesi gereken bir halk gerçekliği ortadayken, ister uluslar arası düzeyde, ister KUMÜNAR 5 bölgesel düzeyde, isterse Kürt ağaları tarafından olsun yüreği ve beyni yüzyıllarca işgal edilmiş bir halk açısından kültürel tercihlerin önemi yaşamsal bir konu arz ederken bu konuda ortaya çıkan duyarsızlıkları anlamak mümkün değildir. Tüm dünyayı değiştirmek isteyen bir hareketin içindeki kadrolarında ve çalışanlarında bile görülen kültürel tercihlerin söylemde belirtilen amaçlara, hedeflere çok ters düştüğüne tanık oluyoruz. Ortaya konan amaçla dinlediği müzik, izlediği film çok çelişik bir durum arz ediyor. Bu durum özgürlüğün sembolü olan bir harekette yaşanıyorsa ciddi bir tehlike var demektir. Örgüt içinde ve özgürlüğün sanatını yaptığını iddia edenlerin durumu böyleyse, halkımız içinde ve dışımızdaki çeşitli çevrelerde bu kültürün etkisi nasıldır tahmin etmek mümkündür. Kültür bir halkın, bir toplumun belirli zaman ve mekanda çeşitli araçlarla ortaya çıkardığı bir yaşam tarzı, yaşamı yeniden üretme aracıdır. Yani kültür genel tanımıyla böyle. Toplumları esas olarak yeniden üreten veya yaratan kültürden başka bir şey değildir. Kültürde mutlaka o süreçte belirli bir yaşamı ve sistemi üretiyor? Esas olarak da hakim olan sistemim üretiyor. Belki sınıfların, hiyerarşik devletçi düzenin ortaya çıkmadığı dönemde kültür tüm toplumun kültürüydü. Kültürel farklılaşmalar ortaya çıkmamıştı. Ama daha sonra hiyerarşik devletçi erkek egemenlikli sistemle birlikte doğal olarak kültürel farklılaşmalar ortaya çıktı. Bir taraftan hiyerarşik devletçi sistem ve onu yeniden üreten kültür, diğer taraftan Önderliğin belirttiği gibi onun yanında ve onunla mücadele eden komünal demokratik yaşam kültürü. Tabi egemen sisteminin içinde de çeşitli yaşam biçimi farklılıkları var, kültür farklılıkları var. Yine farklı etnisitelerin farklı zaman ve mekanda ortaya çıkardıkları farklı kültürler var. Ama özünde iki kategoride tanımlanacak bir kültür duruşu var. Birisi halkların, toplumların kültür duruşu, onların yeniden varlıklarını devam ettirmesini sağlayan, yeniden kendilerini üretmelerini sağlayan bir kültür ve yaşam tarzı, diğer yandan egemen sistemi meşrulaştıran, egemen sistemin yeniden ve yeniden üretilmesini sağlayan bir kültür var. Şu açıktır, her hangi bir toplum, topluluk, bir hareket, bir ideoloji, bir düşünce biçiminin kendini yeniden üretmesi için, kendini kökleştirmesi için kendine ait bir kültür olması, yaratması ve bunu her gün yeniden ve yeniden üreterek geleceğe taşıması gerekir. Ve böyle olunca zaten kendisi olan, kendisine ait olan bir sosyal kişilik, kimlik ortaya çıkıyor, kültürel bir kimlik ortaya çıkıyor. Dolayısıyla kültür olgusunu sıradan ele alamayız. Toplumların varlık koşulu olarak ele almak durumundayız. Tabiî ki egemenlerin kültürüyle, halk kültürü arasında sürekli bir gerilim, çatışma olmuştur. Çelişkinin yanında belirli düzeyde etkilenmelerde ortaya çıkmıştır. Ama tarihte şöyle bir şey söz konusu değildir, olmamıştır. Belirli toplumlarda tek bir kültür yoktur, bu çok genellemeci kültür anlayışı yanlıştır. Genellemeci bir kültür anlayışı egemenlerin halk üzerinde ki egemenliğini meşrulaştıran bir niyet taşır veya bir nitelik taşır. Dolayısıyla kültürel çalışma içerisinde olanların her zaman hedeflediği amaçlar, yaşam biçimi, dayandığı toplumsal kesimin kültürel özellikleriyle bunun dışında farklı bir kültürel şekillenişin varlığı ve buna karşı bir mücadelenin her zaman söz konusu olacağını görmesi gerekir. Hatta mücadelenin en fazla da bu alanda olduğunu bilmeliyiz. Bu alanda kazanan kazanıyor, kaybeden kaybediyor. Esas olarak kazananı, kaybedeni silahlar belirlemiyor, siyasette belirlemiyor. Eğer silahlar ve siyaset bu hakimiyetini, etkinliğini bir kültürel başarıya götürüyorsa, kültürel hakimiyete götürüyorsa o zaman kazanıyor. Yoksa tarihte birçok defa görüldüğü gibi yenenlerin yenildiği de ortaya çıkıyor. Askeri ve siyasi olarak güçlü olan örgütlü gidiyor bir toplumu yeniyor ama kültürel olarak zayıf olduğu için yendiği toplumun kültürü tarafından eritiliyor, başarısızlığa uğratılıyor. Kültürün böyle bir belirleyici karakteri var. Bizim hareket açısında şöyle bir durum söz konusuydu: hareketimiz şunu söyledi; kendine ihanet ettirilmemiş tek Kürt kalmamıştır. Kürt kültürü vardı, kültürel değerleri vardı. Ama bu değerlerin düzeyi, kültürün temel işlevi ve yaratımı olan kabul-ret ölçüleri uluslararası güçlerin, bölgesel güçlerin yine Kürt egemenlerinin kültürü karşısında, kültür saldırısı karşısında ayakta kalamayacak, giderek kendisi olmaktan çıkan ve teslimiyetçi bir ruh halini ve yaşam biçimini yaşayan bir durumdaydı. Kürt halkının 20.yy da içine sokulduğ durum böyleydi. Bu nedenle bizim hareketimiz çıkışından itibaren sadece bir askeri ve siyasal hareket olmayı önüne hedef olarak koymadı. Esas olarak da toplumun değer yargılarını, ölçülerini dolayısıyla kültürünü değiştirmeyi hedefleyen, olumlu kültürel özelliklerinin üzerine daha güçlü yeni özellikler KUMÜNAR 5 katarak toplumda bir kültür devrimini amaçladı. Öz güven kazanan, irade kazanan, yeni ölçüler, değer yargıları, ret ve kabul ölçüleri kazanan yeni bir yaşam biçimini üreten, demokratik ve özgürlükçü yaşam biçimini üreten bir kültür devrimi gerçekleştirmeyi önüne koydu. PKK herhangi bir komünist partisi ya da ulusal kurtuluş mücadelesi veren bir hareket gibi olmadı ve kendini öyle tanımlamadı. Bugün sık sık yeni paradigmadan söz ediyoruz ve bu yeni paradigmanın anlamının da egemen sınıfların, sistemlerin mezhebi olmama olarak tanımlıyoruz. Yeni paradigmaya girişi de, egemen sistemlerin mezhebi olmaktan çıkma duruşunu ortaya koyma olarak değerlendiriyoruz. O dönemde hareketimiz kendine ihanet ettirilmemiş tek Kürt kalmamıştır ya da Kürdistan'da tam birey yoktur, kendisine ait birey yoktur; egemen sistem, bölgesel güçler, Kürt ağaları ve beyleri tarafından yüreği, beyni işgal edilmiştir, böyle bir birey ve toplum gerçeği vardır, tespitinden yola çıkarak oluşturulmak istenen hareketin bireylerinde de özgürlüğe, demokrasiye, mücadeleye kilitlenmiş bir kişilik şekillenmesi, kişilik şekillenmesinin her gün üretildiği bir yaşam biçimi, yaşam duruşu ortaya çıkarmayı hedeflemiştir. Bu nedenle APOCU hareketin ilk çıkışından itibaren nasıl yaşanılacak, nasıl konuşulacak, nasıl oturulacak, nasıl kalkılacak, halkla nasıl ilişkilenilecek, nasıl üslup kullanılacak konusunda kendisini disipline etmeye çalışması ya da Başkan APO’nun deyimiyle “ kadronun her şeyine karışılması, bütün günlük yaşamını düzenleyecek biçiminde yaşam duruşuna, müdahale edilmesi, bu gerçeklikle ilgilidir. Halkın ne söylenildiğine değil de, nasıl yaşadıklarına baktığının belirtilmesi de bu gerçeklikle ilgilidir. Yani APOCU hareket çekici bir kültür oluşturma, halka, özgürlüğüne ve demokrasisine inanmış militanlar bulunduğunu gösterme açısından kendi kültürünü oluşturmayı önüne koymuştur. Emperyalist kültürden, sömürgeci kültürden ya da Kürt ağalarının, beylerin kültüründen kurtularak tamamen halk için yaşayan, özgürlük için yaşayan, kimliği, varlığı yok sayılan bir halkı ayağa kaldırmak için özgürlüğe, demokrasiye, mücadeleye kilitlenmiş bir kadro gerçeği, militan gerçeği yaratmak hedeflenmiştir. Böyle bir militanlar topluluğunun örgütünün tabii ki kendi kültürü olacaktır. Nitekim Apocu hareket herkesin farklılığını fark ettiği bir yaşam biçimi dolayısıyla kültürü yaratmıştır. Bugün de egemen sistemlerin mezhebi olmaktan çıkma olarak ifade ettiğimiz yeni paradigmanın özünü oluşturan sistemlerin dışına çıkma, onların denetiminde çıkma olarak iddia ettiğimiz hedefi gerçekleştirmek gibi dağa çıkışından itibaren APOCULAR’da egemen sistemin ağır etkisini yaşayan toplumdan ve diğer örgütlerden farklı bir yaşam biçimini kendi önlerine koymuşlardır. Bununda halk tarafından çok benimsendiği, çekici olduğu ortaya çıkan sonuçlarla kanıtlanmıştır. Nitekim hala halkımızın Avrupa’da, Türkiye’de, Kürdistan’da eski kadroları arıyoruz demesi bu gerçeklikle ilgilidir. Halkın ideolojiyi, stratejiyi bilmesiyle ilgili değildir. Kadronun duruşu ve bakışı da dahil, özgürlüğe kilitlenmiş, kendisi için değil de, özgürlük ihtiyacı olan Kürdistan ve halk için yaşamını ortaya koymuş militanları karşısında görmüş olmasındandır. Bu yönüyle hareket olarak kendimizi tanımlarken ya da kadrolar olarak kendimizi anlarken bizim birde kültür yaratma diye bir sorunumuz var, kendi kültürümüzü oluşturma diye sorumluluğumuz vardır. Kendimizden başlayarak, halkta yeni bir kültür şekillendirmesi oluşturma sorunumuz var. Zalime boyun eğmeme, haksızlığı kabul etmeme, köleci yaşamı kabul etmeme, halk ve insanlık üzerinde köleci egemenlik dururken bireysel yaşamı kabul etmeme bu hareketin temel kültürel özellikleriydi. Kürdistan’ı, Kürt halkını değiştirme iddiasındaysak başta kendimizi değişime uğratmadan başlayacaktık. Kürt toplumun yaşamsal düzeyde kendisini değiştirme dönüştürme ihtiyacı vardı, yenilenmeye ihtiyacı vardı. Bildiğiniz gibi Kürt halkı ret kabul ölçülerinin muğlaklaşması nedeniyle her türlü yaşamı kabul ediyordu. Hareketimiz şunu söyledi, her türlü yaşam, yaşam olarak kabul edilemez! Böyle bin yıl yaşamaktansa (teslimiyetçi ve geri ölçülerle ömrü bitirmek yerine) doğru bir kültürle, doğru bir yaşam tarzıyla bir gün yaşamayı tercih etme, bu hareketin yaşam felsefesi olmuştur ve bu felsefesini halka taşımaya yönelmiştir. Bu hareketi biz böyle tanıdık, böyle gördük, halkta böyle tanıdı, böyle gördü. Bugün ortaya çıkan bütün değerler böyle yaratıldı. Nitekim halkımızın yaşam biçimi değişti, kültürü değişti. Botanda da değişti, Amed’de de değişti, gerillamızın girdiği her yerde halkın yaşam biçimi değişti. Hatta halk yaşam kendi biçimini değiştirme zorunluluğunu gördü. Apocu hareketle tanışmayla birlikte belki çok içselleştirmemiş KUMÜNAR 6 ama hemen gördüğü bu yeni yaşam biçimine kendini uydurmayı önüne koymuştur. Üslubundan ilişkilerine kadar farklı bir duruş içine girmeye başlamıştır. APOCULARIN girdiği bir köyde artık erkekler kadınlara istediği gibi bağırıp-çağırma hakkını kendilerinde görmemişlerdir. Çünkü APOCULAR gidip geliyor, ilişkileniyor. Apocularla ilişkilendiklerinden itibaren böyle bir şey yapmanın kendileri açısından ayıp olacağını düşünmüşlerdir. Böylece birçok konuda eski kültürünü, alışkanlıklarını değiştirmeye çalışmıştır, sohbetlerini değiştirmeye çalışmıştır. Eskisi gibi çok basit, çok günlük sohbetler yerine daha farklı sohbetleri gelişmiştir. Ülkeyle ilgili, halkla ilgili, halkın yaşamıyla ilgili, düşmanla ilişkiyle ilgili, ağalarla, beylerle ilişkilerle ilgili, kadının erkekle ilişkileriyle ilgili, anneninbabanın çocuklarla ilişkileriyle ilgili farklı sohbetler günlük yaşamın konusu haline gelmiştir. Dolayısıyla biz kendi kültürümüzü ürettik. Kendi kültürümüzü üretmemiz bize zayıflık kazandırmadı bize güç verdi. Bu kültür nedeniyle ilk başlarda sayısı çok az olmasına rağmen kendisini güçlü hissediyordu, moralli hissediyordu. Örgütselliğin yaratığı ortam, ilişkiler, yaşama biçimi kendilerine güç veriyordu. Sadece ideolojik düşünmeleri, strateji ve taktiğe inanmaları değil, örgüt içinde oluşan yoldaşlık ilişkileri, üslup, tarz, halkla ilişkiler, duygular ve bunların oluşturduğu atmosfer bütün arkadaşlara moral veriyordu ve arkadaşlarda birbirlerine güven duyuyorlardı, birbirlerini fazlasıyla seviyorlardı. Çünkü ilişkilerin içine emperyalist sistemin, bölgesel güçlerin veya Kürt ağalarının, beylerinin yaşadığı bireysel ilişkiler, çıkar ilişkileri, iki yüzlülük vb. yerine tamamen özgürlüğe dayalı kendi olumlu değerlerini yaşamaya dayalı, kötülükleri ret eden iyilikleri ise yaşamın her anının parçası haline getiren bir yaşam tarzı ortaya çıkarılmıştı. Bugüne kadar bu örgüt nasıl ayakta kaldı, denilirse bunun önemli nedenlerinden biride budur. Mücadele içinde birçok olumsuzluklar, yanlışlıklar, eksiklikler olmuştur ama bu hareketin oluşturduğu kültür bu olumsuzlukların çok ağır sonuçlar ortaya çıkarmasının önüne geçmiştir. Hatta bazen çok ağır sonuçlar ortaya çıkarabilecek çeşitli olgular, duruşlar, ilişkiler, olumsuz etkilenmeler böyle bir kültürel şekillenmeden dolayı püskürtülmüştür ya da bu olumsuzluklar kısa sürede aşılmıştır. Bu neyle ilgilidir? Kültürlerin gücüyle ilgilidir. Bir yunan filozofunun “ kültürlerin gücü yasaların gücünden fazladır” eninde sonunda yasaların, şunların, bunların değil, kültürün galebe çalacağını söylemesi, bizim örgüt tarihimizde de kanıtlanmış bir gerçektir. Bu tarihi yaşayan arkadaşlar bu gerçeğin tanığıdırlar. Halk gerçeğimiz açısından da bu gerçeklik kanıtlanmıştır. Halkımızın uzun bir tarihe dayanan bir kültürü vardır. Bu kültürün çok pozitif olması, çok değerli olmasının nedeni de esas olarak komünal demokratik değerlerin üretildiği neolitik toplumun yaşandığı coğrafyada üretilmiş olmasıdır. Neolitik dönemde üretilen komünal demokratik değerlerin bastırılsa da, ezilse de çeşitli biçimlerde varlığını sürdürerek bugünlere gelmesi söz konusudur. Tabii ki bu Kürt halkı açısından çok değerli bir hazinedir. Bazılarının petrol hazineleri olabilir ama Kürtlerinde hazinesi de böyle bir kültürün bu coğrafyada üretilmesi, birçok özelliğini kaybetmiş olsa da varlığını sürdürerek bugüne kadar taşınmasıdır. Bu kültür dolayısıyla bu halk büyük bir saldırı altında yok oluşa doğru gidiyordu. Bizim mücadelemizle halkın duygularında, düşüncelerinde büyük değişim oldu. Bir kültür devrimi yaşandı. Daha öncede çeşitli vesilelerle dile getirdiğimiz gibi bütün devrimlerin alt yapısında bir aydınlanma bir kültür devrimi, edebiyat ve sanat alanında gelişim varken, APOCU hareketin çıkışında bu temel çok zayıf olduğu için özgürlük hareketinin ortaya çıkması olayına APO icadıdır, denilmiştir. Bu tespit doğrudur. APO icadıdır denilmesinin nedeni böyle bir özgürlük mücadelesi için, böyle büyük bir savaş için kültürel temel yoktu, duygu temeli yoktu ama PKK ve APO bunu icat etti demek istiyorlar. Bu olgu şöyle bir gerçeği de ifade ediyor. Kültür çalışmaları, kültürel değerler açısından kültür malzemesi olacak, kültür haline getirilecek, yaşam biçimi haline getirilecek çok şey bu mücadele tarafından üretilmiştir. Hiçbir KUMÜNAR 6 devrimde bulunamayacak düzeyde biçim kazandırılacak değer yargıları, ölçüler bu hareket tarafından ortaya çıkarılmıştır. Sanat esas olarak bir biçim kazandırma olaydır. Bir toplumun belirli zaman ve mekanda çeşitli üretim araçlarıyla ortaya çıkardığı yaşam biçimini kalıcılaştıracak düzeyde estetik, sanatsal yaratımla duygulara, yüreklere hitap eden bir biçim kazandırma işidir. Kültürcülerin görevleri de budur. Bütün saldırılara rağmen, baskılara rağmen halkımız mücadele yürütebiliyorsa buda mücadele içinde bir direniş kültürü ortaya çıkarması sonucudur. Bu mücadelenin hala çok işlenmemiş olsa bile kültürel düzeyde bu halka çok şey kazandırmasıyla ilgilidir. Yeni ölçüler, yeni duygular, yeni refleksler, yeni tepkiler, yeni sevinçler, üzüntünün yeni algılanışı ortaya çıkarıldığı için halkımız bu mücadeleyi sürdürme gücü göstermektedir. Bunun karşısında bizim mücadelemizin ortaya çıkmasıyla birlikte tabiî ki örgüt içinde de, halk içinde de bir kültür çatışması ortaya çıkmıştır. Eskiyi yaşamak isteyenler emperyalist kültürü, sömürgeci kültürü ya da Kürt ağalarından, beylerinden gelen teslimiyetçi kültürü örgüt içine, toplum içine yeniden taşımak istemişlerdir. Böylelikle örgütümüzün mücadele azmi kırılmak, örgüte moral veren, kadronun kendisini güçlü hissetmesini sağlayan bir kültürel ortamdan ve ilişkiler sistematiğinden çıkarılıp yeniden egemenliği, teslimiyeti kabul edecek bir yaşam biçimi dayatılmak istenmiştir. Özgürlüğe, demokrasiye kilitlenen değil, kimliği yok sayılan, ülkesi yok sayılan halka karşı sorumluluk duyma değil bencil, günü birlik yaşayan, ütopyası, hedefi olmayan bireyler yığınına getirilmek amaçlanmıştır. Bunların yaşanmamasını sağlamak için örgüt içinde dünden bugüne büyük bir kültürel mücadele verilmiştir. Bu kültürel mücadelenin en temel araçlarından biri bilindiği gibi kişilikve toplum çözümlemeleridir. Bunun yapılmasındaki amaç kişinin şekillendiği toplumu ve tarihi çözümlemeye tabi tutarak geri olanı, geri kültürel değerleri, ilişkileri, duyguları atıp hareketin ürettiği yeni yaşam biçimini, ilişki biçimini ve kültürel değerleri örgüt bireyine yedirmektir. Bunun mücadelesi kişilik dönüşümü olarak değerlendirilmiştir. Bu mücadele çok önemli görüldüğü için, bu yapılmadan örgütün ayakta kalamayacağı bilindiği için örgüt içi ideolojik mücadelenin bu biçimi süreklileştirilmiştir. Önderliğimiz özellikle 12 Eylül’den sonra gelen gençler için, kişilikler için bunları sistem kendine benzetmiş, 12 Eylülün yaşam tarzı, kültürü, düşünüş biçimini almışlar, ülkeden de halktan da kendi gerçekliklerinden kopmuşlar, bunların yeniden örgüt ortamında üretilmesi, kendileri haline getirilmesi ihtiyacı vardır, demesi örgüt içinde ki bu kültür mücadelesinin, kültür çatışmasının ifadesidir. Yani dışarıdan getirilmek istenen kültürle örgütün yaratmak istediği kültürel değerler arasında çatışma sürekli olmuştur. Bu çatışma ve olumsuzluklara karşı yürütülen mücadele kötü bir şey de olmamıştır. Yeni kültür zaten bir çatışma içinde ortaya çıkabilir. Eski kültürün geri yanlarıyla, yanlış değer yargılarıyla, yaşam ilişkileriyle, biçimleriyle çatışmayan yeni bir kültür ortaya çıkaramaz. Bu bakımdan hareketimiz içinde feodal kültüre, 12 Eylül kültürüne, bireyci-bencil kültüre Avrupa’dan gelmişse, Avrupa’nın yedirdiği kültüre karşı bir mücadele sürekli sürdürülmüştür. Bu kültür mücadelesi belki farklı biçimlerde ifade edilmiştir. Eleştiri-özeleştiri platformlarında kişilik çözümlemeleri, kişilik dönüşümü, örgüt içi yanlışlıklara karşı mücadele vb. çeşitli adlar altında sürmüştür. Ama önemli bölümü esas olarak kültür çatışmasıdır, kültürle ilgili bir olaydır. Tüm bu yöntemler farklı kültürlere karşı kendini koruma mücadelesidir. Ya da eskiyi aşıp yeniyi inşa ettirme mücadelesidir. Halkımız açısından da bu mücadele geçerlidir. Önceleri halkımız değer yargıları, ölçülerin geriliği temelinde çağların dışına itilmişti. Sadece varlığını sürdürecek kadar, yani kimliğinin farklılığını, özgünlüğünü sürdürecek kadar bir nefes alıp veriyordu. Esas olarak Ölüme yatırılmıştı. Bizim mücadelemizle birlikte Kürt halkı kendini tanıma, kendine ait olma, kendisi gibi yaşama duygusuna ulaştığı gibi, kendini yeniden keşfetme sürecinde hareketimizin yarattığı yeni değerlerle kendisini bezemeye çalıştı. 12 Eylül sadece bir askeri-siyasi darbe değildi. Kürtlerde ki değişim- dönüşüm belirli düzeyde görüldüğü için kendi hakim kültürünün yerine yeniden Kürtlüğe ait, özgürlüğe ait, demokratik taleplere ait değerler ortaya çıktığı için 12eylül Kürdistan’da bir seferberlik başlattı. Bu seferberliğin en önemli boyutu da kültürel alanda görüldü. 1938’de dersim isyanın yenilmesiyle birlikte nasıl ki dersim Tunceli’leştirildiyse, bunun en fazla da kültürel değişiklikler yaratma temelinde yapılması söz konusu olduysa 12 Eylül’de kürdün ayağa kalkarak yeni bir özgürlük hareketi, yeni bir KUMÜNAR 6 kültürel hamle ortaya çıkardığını artık kürdün olaylara, olgulara eski bakışının yerine özgürlüğü ve demokrasi için gerekli bir bakış, bir yaşam biçimi ortaya çıkardığını görerek bir kültürel saldırıyla 1938 sonrası Dersimde yaratmak istediğini bütün Kürdistan’da yaratmayı hedefledi. Kürt halkının özgürlük mücadelesin önü kesmeyi esas olarak da inkarcı sömürgeci kültürel zeminini güçlendirerek, kültürel yayılmayı sağlayarak gerçekleştirmek istedi. Bu politika Kürdistan’ın her alanında halen devam etmektedir. Bir zamanlar Özal “her tarafta televizyonu yaygınlaştırırsak, her tarafa kendi kültürümüzü götürürsek Kürt sorununu daha kolay çözeriz, değerlendirmesi yapıyordu. Bu yönüyle halk açısından da, örgütümüz açısından da bir kültürel saldırıyla her zaman karşı karşıya olduk. Tabii ki bu saldırılar örgüt içinde farklı biçimde yürütülür, halk içinde farklı biçimde yürütülür. Bu saldırıların günümüzdeki popüler kültür, arabesk kültür konusuyla bağını kurmak, kültür saldırısının nelere yol açtığını, hangi etkileri ortaya çıkardığını görmek açsından önemlidir. Anlaşılmıştır ki bize karşı yürütülen saldırılar içinde etkili olan askeri ve siyasal saldırılar değil, hatta çeşitli biçimlerde ortaya konulan ideolojik saldırılar da değil, esas olarak rafine ideoloji diyebileceğimiz kültürel saldırılar etkili olmuştur. Yakın dönemde dış destekli tasfiyeciliğin çok yönlü saldırısıyla karşılaştık. Herkesin şahit olduğu gibi tasfiyecilik esas olarak da örgüt kültürümüzü, örgüt terbiyemizi, örgüt ilişkilerimizi yerle bir etmek istiyordu. Çünkü biliyordu ki örgüt kültürü, örgüt alışkanlıkları, kişilik şekillenmesi yerle bir edilmeden sadece ideolojik bir saldırıyla, siyasi bir saldırıyla bu hareket etkisizleştirilemez. Bunu gerçekten tasfiyecilik iyi gördü. Bizi iyi tanıyorlardı. Şimdiye kadar ortaya çıkan tasfiyecilikler içinde bizi en fazla tanıyan son ortaya çıkan tasfiyecilikti. Nitekim örgüt yönetimimiz tasfiyeciliği açıkça teşhir ettiği ilk bildiride bu tasfiyeciliği bütün tasfiyeciliklerin toplamı olarak değerlendirmişti. Bu toplam demek, aynı zamanda bize karşı yürütülen saldırıda tasfiyeciliğin daha hazırlıklı olduğu, bütün zayıf yanlarımızın tespit ederek nereden vurulacağımızın bilinmesi anlamına da geliyordu. Bu bakımdan örgütümüzün içine egemenlikçi, mülkiyetçi, sömürücü genlerle yoğrulmuş bir kültür dönüşümü bir kültür değişimi dayatılıp hareketimizin yarattığı bütün olumlu kültürel değerler bir tarafa itilerek tekrar eskiye dönüş yaratılmak amaçlandı. Daha önce de benzer dayatmalar yapılmıştı. Önderliğin esaretinden sonra anı yaşayalım biçiminde halkımızı, kadromuzu, insanımızı amaçtan koparan, özgürlük ve demokrasi hedefinden koparan bir yaşam biçimi, kültürü dayatılmak istenmişti. 30 yıllık mücadeleyle kürdü, Kürt insanını günü birlik yaşamaktan, anı yaşamaktan kurtarma konusunda önemli mesafeler alınmıştı. Bütün çabalar, günlük yaşayan, sadece o anı yaşayan, geleceğini düşünmeyen, geçmişini düşünmeyen, dünyayı düşünmeyen çok bireysel, ailesel bir yaşamı yaşayan Kürt toplumunu günlük ve anlık yaşamdan kurtarıp amaçlı, hedefli bir yaşama çekmeyi amaçlarken ve 30 yıllık mücadele sonucu böyle bir gerçeği ortaya çıkarmışken halkımızı, insanımızı, bireyi yeniden günlük yaşama götüren sözde felsefeler ortaya çıkarılmıştı. Hatta post modern kapitalizmin dayattığı bu kültür meşrulaştırılmak için hiç alakası olamayan geçmiş tarihin şairlerine ve filozoflarına bile dayandırılmak istenmişti. Bir bayağılık, kültürsüzlük ya da sonradan görme, bir şeyler duymanın getirdiği söylemle, bilinçle örgüt ortamımıza bu tür şeyler dayatılmak istenmişti. Hareketimiz o zaman bunları etkisizleştirdi. Yakın zamandaki provokatif tasfiyeciliğin siyasal, örgütsel dayatmaları yenilgiye uğratıldı. Ancak tasfiyeciliğin yarattığı sarsıntı ortamında, değerler karmaşası, kavramlar karmaşası ortamında farklı kültürel alışkanlıkların, duyguların örgüt ortamına sızdığı görülmüştür. Eskiden de vardı ancak son zamanlarda dışardan dayatılan ideolojimiz ve amacımızla ters olan kültürel ürünlere ilginin artığını görüyoruz. Televizyonda popüler filmler denilen diziler yaygın izleniyor. Popüler kültür dediğimiz müzik dinleniyor. Özgürlük hareketinin, demokrasi mücadelesinin en fazla yoğunlaştığı alanlarda izlenilmesi, dinlenilmesi şehitlerimizin kemiklerini sızlatacak, önderliğimizi öfkelendirecek şeylerdir. Özgürlüğün ve demokrasinin en fazla yaşanması gereken, yabancı, egemenlikçi, bireyci kültürlere karşı en fazla mücadele edilmesi gereken PKK’nin yeniden inşa okulunda bile çok bayağı diziler izlenebiliyor ya da popüler müzik dinlenebiliyor. PKK’nin yeniden inşa okulun da bunlar görülebiliyorsa diğer alanlarda durumun ne olduğunu anlamak kehanet gerektirmez. KUMÜNAR 6 Anlaşılıyor ki örgüt ortamında amaca çok ters, amaçtan koparan, bireyleri çürüten, yüreklerini, beyinlerini halk için değil de egemenlerin hizmetine sokan kültürden etkilenme oldukça vardır. bu irdelenmesi ve önüne geçilmesi gereken çok ciddi bir olgudur. Tabi ki Halk içinde büyük bir tehlike, dünya için büyük bir tehlikedir. Örgüt için ise daha büyük bir tehlikedir. Bizim gibi sistemlerin mezhebi olmayacağını iddia eden geçmişteki bütün hareketlerin, (dinlerin, özgürlük hareketlerinin, sosyalist ve ulusal kurtuluş hareketlerin) sistemlerin mezhebi olduğunu söyleyen ve bu kaderi kırarak egemenlerin denetimine girmeyen, sadece siyasal ve askeri denetimine değil, onların duygu denetimine, düşünce denetimine girmeyen bir hareket olacağız, böyle bir dünya kuracağız diyen bir hareketiz. Böyle bir iddia da olunduğu zaman bu popüler kültür etkileri daha trajik bir konu olmaktadir. Popüler kültür (müzik olsun, diziler olsun) esas olarak da egemen sistemin yeniden üretilmesini sağlayan toplumsal atmosferi ortaya çıkarmak için üretiliyor. Yoksa geçmişte kullanıldığı gibi halka ait olan, halkın olan kültür değildir. Geçmişte popüler kültür böyle tanımlandırdı. Kökü People kelimesinden gelir. Popüler kültür şimdi egemen sınıflarca anlam kaymasına uğratılmıştır. Günümüzde daha çok geniş kitlelerin benimsediği kültür anlamında kullanılıyor. Tabi geniş kitlelerin tükettiği kültür denilirken de halkların kendi tarihinden, yaşamından üretilen kültür kastedilmiyor. Kastedilen nedir? Egemen sistem tarafından, onun müzik sektörü tarafından, onun medya sektörü tarafından, onun başka sektörleri tarafından egemenlerin düşünce hakimiyetini, duygu hakimiyetini, sosyal yaşam düzeyini hakim kılmak isteyen sektörler tarafından üretilen kültürü ifade ediyor. Halkın değil, halka ait olan değil, geniş toplumsal kesimlerin tükettiği kült anlamında kullanılıyor. Burada büyük bir aldatmaca, hipnotize etme var. Halk benimsediyse halk için iyidir, demek doğru değildir. böyle çok formel bakmak, sadece sonuçlarla ilgilenmektir. Halbuki bu popüler kültürün bir de üretim mekanizması ve içinden geçtiği süreçler var. Egemen sistemin planlamasından, ürünün pazara sürülmesine kadar geçen bir süreç var. Bu da sistemin ayakta kalmasını sağlayan duyguları yeniden üretmeyi görebilen sektörler, tekeller ve ortaya çıkacak üründen kâr sağlayan diğer bireyler ve kurumların oynadığı rollerdir. Onlar planlıyor, cilalıyor ve pazarlıyor. Tümüde bu egemenlikçi hiyerarşik sömürücü sistemden beslenen ve bu yaşam biçimin parçası olan bireyler ve kurumlardır. Yoksa halkın isteği öyleydi de üretildi demek bir saptırma ve yanılgıdır. Medyayla, ajitasyon-propagandayla, ideolojik saldırıyla her türlü araçla halka zorla benimsettirilen bir kültürdür. İçinde zor vardır, ama hangi zor? Askeri zor ya da başka türlü fiziki bir zor değildir. Halkı, halk güçlerini her türlü kültürel üretimden alıkoyma, halkın gerçek kültürü yaratma imkanlarını sınırlama, bütün kültür araçlarını (televizyonu, radyoyu, sinemayı, her türlü kurumları) tekellerine alarak, bu tekeller vasıtasıyla dayatılan yani zorla halka benimsetilen kültür oluyor. Esası da sistemi yeniden üretmeye dayalıdır. Bu ürünlerde kimi sistem eleştiriler de vardır. Onlar bile sistemi yeniden üretmeyle ilgilidir. Sisteme yönelik eleştirileri yumuşatmaya ve kabul edilir kılmaya yöneliktir. Özü itibariyle yeniden sistemi yaşatmak için yapılan diziler, müziklerdir. Bu çok tehlikeli bir durumdur. Hatta halkları en fazla zorlayan kendi çıkarları için düşünmeyi dumura uğratan özgürlük ve demokrasi mücadelelerini gerileten bu popüler kültürdür. Egemen sistemler kendi yaşam biçimlerine istedikleri toplum duruşu geniş kitlelere, kesimlere yayıp onları etkileyerek sistem karşısındaki direnişlerini kırıyor, azaltıyor, yumuşatıyor ya da onların muhalefetlerini, onların duygularını sistem içi haline getiriyor. Popüler kültürün, dizilerinin, müziğinin rolü budur. Bu rol kesindir ve çok etkili bir roldür. Popüler kültürde sistem karşıtı duruş yoktur. Sisteme dokunurken, olumsuzluklarını sınırlı biçimde ortaya koyarken bile sistemi meşrulaştırıyor. Halkı sisteme karşı bir duruşa, sisteme karşı bir mücadeleye yönlendiren biçim ve içerikte değildir. 2000’de Deli Yürek dizisi vardı, orda sözüm ona bazı eleştiriler vardı. ancak sistemi en fazla benimseten, kişileri, bireyleri sistemlere ekleyen, sistemlerin adamı haline getiren bu dizidir. Diğer dizilerden daha çok tehlikeli bir biçimde sisteme bağlayan bir dizi olarak rolünü oynadı. Bu dizinin bizim arkadaşlar tarafından izlenmesi sistemin kültür politikası ve düşündüğü yaşam biçimiyle ilgili bilincimizin geriliğiyle ilgilidir. Bu gerilik halka ait olanla halka ait olmayanı, halkın özgürlük ve demokrasisine hizmet edenle sisteme hizmet edeni ayırt etme KUMÜNAR 6 gücümüzün yetersizliğini ifade etmektedir. Bu değer yargılarımızın, beğeni ölçülerimizin bizde refleks, algılama düzeyinde çok fazla içselleşmemesiyle ilgilidir. Bu da kültürel çalışmaların zayıflığıyla, yetersizliğiyle ya da istenen ürünleri ortaya çıkaramamanın sonucudur. Özgürlük savaşçılarının, militanların bu kadar sistemin etkisinde olmaları çok acı bir durumdur. Somut yaşandığı için üzerinde durmak gerekir. Önderliğin bir kadın özgürlük çizgisi, anlayışı var. Bu konuda ölçüler net konulmuş. Kadının özgür ve iradeli duruşu etrafında yaratmak istediği dünya var. Bu temelde de hareket içinde kadına verdiği bir rol var. Duruşuyla egemen sistemden, erkekten kopartan bir rol verilmiştir. Kadın için tüm egemenlikli duygulardan, genlerden arınması gereken bir doğrultu verilmiştir. Ama içimizde, “ben seni sevdim, sen beni sev, senin için dünyayı bilmem ne yaparım pratikleri ortaya çıkıyor. Biraz karikatürize ederek söylüyoruz. Bu tür şeyler neden ortaya çıkıyor? Popüler kültürün, dizilerin dayatmasıdır. Onların etkisinden kalınarak içine girilen bir yönelimdir. Toplumda da böyle olmaktadır. O müziklerdeki, dizilerdeki gibi düşüneceksin, yaşayacaksın, böyle bir kız, şöyle bir erkek bulacaksın, eğer bu dünyada yaşayacaksan, bu dünyanın insanı olacaksan bunları yapacaksın, bunlarsız olursan popüler kültürün hakim olduğu bir dünyada yer bulamazsın, ayrıksı olursun dayatması yapılmaktadır. Amiyane deyimle bir manitan olacak, bilmem neyin olacak. Şöyle yaşayacaksın, şöyle ilişkileneceksin. Dizi kültürüyle popüler müzikle bunlar veriliyor. Popüler kültürün esası da egemen sistemin topluma, bireylere nasıl yaşayacaksın, ne yiyeceksin, ne içeceksin, nasıl ilişkileneceksin, duyguların ne olacak, hatta sözlerin, üslubun nasıl olacak konusunu bireye ve topluma yedirmeyle ilgilidir. O kadar etkilidir ki içimize kadar yansıyor. Önderlik çizgisini, hareketin özgür kadın duruşunu, özgürlük militanı olmanın gereklerini esas alacağına, egemen sistemin, popüler kültürün verdiği ilişki biçimleri, duygular, yaklaşımlar içimizde tahrik ediliyor, kışkırtılıyor. Geçen gün bir not yakalamışlar. Yazanın dünyası da geri, ölçüleri de geri. Dizilerde mi dinlemiş bir popüler müzikten mi kapmış “sana mavi gözlerle bakıyorum” gibisinden şeyler çiziktirmiş. Önderliğin özgür kadın duruşundan ve çözümlemelerinden habersiz ya da bunu reddeden biçimde popüler kültürün bayağılaştırdığı duygular, ilişki biçimi, üslup, söylemin etkisine girmiş. İçimizde gelişen bu ilişki biçimlerinin bu popüler kültürün etkisinden bağımsız olduğunu düşünmemek gerekir. Aksine etkisiyle ilgilidir. İzliyor filmi, dinliyor müziği o da kendine pratikleştiriyor. Popüler kültür, şöyle yaşayacaksın, şöyle içeceksin, şöyle oturacaksın, kalkacaksın, şöyle ilişkilerin olacak, diyor, özgürlük ve demokrasi çizgisinden uzak olanlarda bilinçaltında bende bunun eksikliği var diye düşünüp kendinde o eksikliği gidermeye çalışıyor. Örgüt içindeki bireyciliğin, bencilliğin gelişiminin bu kültürel etkiyle yakından bağı var. Popüler kültür sistemden kopuk değildir. ABD’nin ürettiği şimdi ise dünyaya yayılan bir kültür biçimidir. Belirli mekan ve zamanda, belirli araçlarla toplum yaşamını yeniden yaratma olarak tanımladık kültürü. Bunun edebi ve sanatsal biçimlere kavuşturulmasıdır dedik. Bugünkü kapitalist sistem kendini nasıl üretecek? Kuşkusuz her konuda yoğun tüketimle üretecektir. Tüketimi çok yaygınlaştırmadan bu sistem kendini yaşatamaz. Geçmişte de tüketime dayalı sistemde ancak şimdi çok hızlandırıp her alana yaymadan kendini üretmenin imkanı kalmamıştır. Feodal toplumun şehirlere, kasabalara girme ihtiyacı yoktu. Feodal toplum bir yerde beyi, prensi, işbirlikçi yapar, ondan vergi ve asker alırdı. Kapitalist toplum ise kendini yeniden üretmek için, şehirlere, kasabalara kadar hakim olması metasını bütün köylere kadar yaygınlaştırması gerekiyordu. Başka türlü kendisini yeniden üretemezdi. Şimdi ultra kapitalizm, postmodern kapitalizm, globalleşen kapitalizm ya da ne dersek diyelim klasik kapitalizmden daha ileri bir biçimde kendini yeniden ve yeniden üretebilmesi için sadece köyü etkisi altına alması değil, KUMÜNAR 6 bireylerin beyinlerini ve yüreğini tüm hücrelerine kadar etkisi altına alması gerekiyor. Yoksa kendini yeniden üretme imkanı bulamaz. Bunun için geçmişten çok farklı olarak son 20–30 yıldır ABD’den başlayarak Avrupa’da, bütün dünyada sistem globalleşerek her tarafa hakim olmak istiyorsa, gerektiğinde askeri güçle kendini hakim kılmak istiyorsa bundan daha fazla bütün duyguları kendi denetimine alarak, kendini yeniden üretmek istiyor. Popüler kültür de, o diziler, müzikler de bu kendini yeniden üretmenin, hakim kılmanın aracıdır. Duygulara ve bireyin bütün hücrelerine hakim olunarak tüketim kültürünü bu düzeyde derinleştirerek sistemin ekonomik sosyal ve kültürel üretiminin yaşaması için uygun birey ve toplum gerçeği ortaya çıkarmaktadır. Eski kültürlerde çok net bir ayrım görünüyordu. Bir egemen sınıf kültürü vardı. Padişahlar, şahlar, aristokratlar, beyler vardı, onların yaşam biçimi vardı. Bir de bunun yanında çok net halk yaşamı vardı. komünal demokratik değerlerden kaynağını alan zalimlere isyan eden, haksızlıklara karşı çıkan bir kültür dünyası vardı. Bütün destanlarda, şiirlerde, müziklerde zalime, haksıza karşı mücadele eden, ona boyun eğmeyen, halkı zalimlere karşı kışkırtan ve hep belli bir direnişi, halkın özlemlerini içeren bir tema hakimdir. Halk ozanının müziğinde, destanında bunlar güçlü biçimde vardır. geçmiş zamanlarda halk kültürü ya da popüler kültür dediğimiz kültür böyleydi. Eksiyle, yetersizliğiyle karşı sistemi çözememe zafiyetiyle birlikte böyle bir popüler kültür vardı ve halk onu dinliyordu, onunla yaşıyordu, duygularını yeniliyordu, tazeliyordu. Ahlakını ve yaşam duruşunu bu temelde oluşturuyordu. Özcesi geniş halk kesimlerinin etkilendiği ve bizzat halk içinden çıkanların ürettiği bu popüler kültür böyle bir içerik ve biçimi taşıyordu. Yani sisteme karşıtlığı duygu ve düşüncede ifade eden bir özü içeriyordu. Diğer yandan sistemin kendi kültürü de vardı. ancak bu kültür daha çok saray çevresinde ya da yerellerde sistemin işbirlikçisi olanların yaşadığı bir kültürdü. Geniş halk kesimlerin benimsemediği marjinal bir nitelikten öteye gidemiyordu. Şimdi anlam kaymasına uğratılan popüler kültür böyle midir? Müziğiyle, dizisiyle halkın kültürüyle egemenlerin kültür dünyasını ayrıştırma bu kültürün işlevinde söz konusu mudur? Var mı böyle bir ayrıştırma, böyle bir netleştirme? Aksine halkın özgürlük, demokrasi duygularını ve egemen sisteme karşı mücadele duruşunu muğlaklaştıran, yumuşatan bir araç konumundadır. Onun için bütün mücadeleleri sistem sınırları içine, sistem yasallığı ve meşruluğu içine çekmede, bu popüler kültürlerin etkisi fazlasıyla vardır. Biz Türkiye’de yasal partiyi ve diğer kurumlarımızı eleştiriyoruz. Kadrolarımız, kurumlarımız mücadeleyi giderek tamamen sistem içi haline getiren, sistemle çatışmayı göze almayan, sistemle yaşayan, sistemi rahatsız etmeyen duruşlar göstermektedir. Bu dünyada hakim tüm sistemlerin ve bu sistemin farklı bileşenlerinin hepsinin hedeflediği popüler kültürdeki muğlaklığın halka yedirilmesidir. Sistemin dışına çıkmayan mücadele tarzının halka benimsetilmesidir. Bugün dünyanın birçok yerinde popüler kültürle bu hedefe önemli düzeyde ulaşılmıştır. Bugün Türkiye ve Kürdistan’da da bu kültür ve duruş hakim kılınmak istenmektedir. Popüler kültürün en önemli özelliği, ezenle ezileni ortaklaştırmak; aynı müziği ve dizileri izleterek halka sistemin bir parçası olduğu ve bu rolü oynaması gerektiği zihniyeti verilmektedir. Futbol maçlarını, değerlendirmeleri izliyorum. Futbol seyircisini sosyolojik olarak nasıl tanımlıyorlar: Reel Madrid’i zengini de yoksulu da tutuyor, duygular ortaktır, futbolu o kadar çekici haline getirenin fakirin zenginle stada girdiğinde kendini eşit görmesidir, deniliyor. Orada ayrım kalkıyor. Popüler kültürün etkisinin anlaşılması için bu örneğini veriyorum. Popüler kültür çeşitli toplumsal kesimlere yaygınlaştırılarak, refleks ve duygu farklılığı ortadan kaldırılıyor. Günümüzde egemen sistem tarafından yerel kültürlere önem verildiği ve canlandırıldığı söyleniyor. Bu doğru değildir ve büyük bir kandırmacadır. Farklı kültürlere değer vermekten çok farklı kültürlerin mezar kazıcılığını yapıldığı açıktır. Popüler kültür en fazla da dünyada kültürel farklılıkları yerle bir eden, kültürel farklılıkları ortadan kaldıran herkese tek rengi ve yaşam biçimi dayatan bir tek tipleştirme makinesidir. Bu da egemen sınıfın istediği tipte bir birey ve toplum projesi doğrultusunda işlemektedir. Bugün popüler kültür Türk’e de Kürt’e de ayni şeyleri dayatıyor. Hepiniz bunu dinleyecek, bunu izleyeceksiniz bu hepinize aittir diyor. Dolayısıyla kültürel farklılıkları gerçekten anlayan, değerlendiren bir fenomen değildir. halkların ortak değerlerini ifade eden bir özelliği de yoktur. Aksine sosyal düzeyi ve etnisitesi ne olursa olsun şunu, bunu izleyeceksin dayatması yapılarak olumlu anlamda KUMÜNAR 6 farklı olması gereken renkler ve duygularda yerle bir ediliyor. “Zenginler de Ağlar” diye bir Brezilya dizisi vardı. Yayınlandığı sırada Çukurova’da, Ege de ya da başka bir yerde Kürt mahalleleri dahil sokaklarda insan kalmıyordu. Herkes o diziyi izlemeye gidiyor. Dizide tek cümleyle zenginlerin de ağlayabileceği esas tema olarak işleniyor. Çocuğunu küçükken kaybeden zengin yıllar sonra çocuğuyla buluşuyor. O sahnede zengin de ağlıyor. Onların bölümün bütün teması bu. Dizinin esas bu tema üzerinde kurulmuş. Kürtlerin kimliği yok sayılıyor, ülkeleri yok sayılıyor, hiçbir özgürlük ve demokratik yaşam alanı yok her gün faili meçhul cinayetler var, dünya başlarına yıkılıyor, ona ağlamıyorlar, onun acısını çekmiyorlar ama bir dizide zenginlerin istisnai olarak karşılaşabileceği bir olaya ağlıyor. Bu tabii ki duygu, bilinç çarpıtılmasıdır, köreltilmesidir. Popüler kültürün, müziğin, dizilerin böyle bir rolü var. Şimdi nerdeyse halkın yaşadığı bu traji-komik duruma kadrolarımız düşmüştür. Dizilerin bu kadar izlendiği bir örgüt mücadele edemez, mücadele çizgisi ve azmi kaybeder. Özgürlük ve demokrasi tutkusu çarpıklaşır ve sapmaya uğrar. Yeni yaşam arayışlarına yeni duygulara doğru sürüklenir. Bugün sürüklenmez, yarın sürüklenir ve o yaşama koşar. Çünkü bu kültürden etkilenen insana böyle bir mücadele anlamsız gelir. Yeni anlamlar, yeni yaşamlar popüler kültürle bilinçli, bilinçsiz yüreğine yedirilmiştir. Bu nedenle popüler kültüre ve arabeske karşı mücadeleden söz ediyoruz. Bunu tüm örgütün ve kadroların kendi sorunları haline getirmeleri gerektiğini vurguluyoruz. En başta da kültür sanat faaliyetleriyle ilgilenen arkadaşlarımız bu mücadelenin öncülüğünü yapmaktan sorumludurlar. Önderliğimiz önümüze bir hedef koydu. Komünal demokratik değerlerin canlandırılması ve yeniden gelişmiş biçimde üretilmesini istedi. Bizim kültürümüzün özünün hem örgüt içinde hem toplumda komünal demokratik temelde olması ideolojimizin yaşam felsefemizin ve hedeflediğimiz yaşam projesinin gereğidir. KKK ancak Neolitik dönemin komünal, demokratik değerlerinin yeni değerlerle bezenip canlandırılmasıyla yaşam bulabilir. Bizim duruşumuzun, beğeni ölçülerimizin bu esasta olması gerekiyor. Özgürlük ölçülerimizin bu esasta olması gerekiyor. Ne var ki komünal demokratik değerlere dayalı bir kültür değil de, ne kadar bencilleşeceksin, bireycileşeceksin biçimindeki değer yargıları popüler kültür tarafından, başka kültür biçimleri tarafından üzerimize yığılmaya çalışılıyor. Popüler kültür kolektif yaşam vermiyor. Geçmiş tarihten bugüne gelen halka ait anlamında olan popüler kültür ise ortak değerleri veriyordu. Komünal demokratik yaşama ait bir kültürdü. Şimdi geniş kesimler tarafından tüketilen popüler kültür ise komünal demokratik değerleri insanlığın yaratığı güzel ölçü ve ilişki biçimlerini yok ederek bireylere tek tek sen şöyle yaşayacaksın, hatta yanındakinin boğazına sarılacaksın yaşayacaksın, çevrene şöyle yapıp, köşeyi dönüp yaşayacaksın anlayışını öğütlemektedir. Tabii ki biz bu tür kültürel değerleri reddedeceğiz. Aşağı göreceğiz. Örgüt ve kadro olarak buna karşı bir duruşumuz olacaktır. 1970’lerde solcusu da sağcısı da dincisi de sosyal demokratı da, herkes toplumcuydu. Genel anlamda toplumculuk olumsuz bir şey değildir. Aksine insan olmanın var olma biçimidir. Tüm insanı değerlerin oluştuğu formattır. Tabii ki çarpıtılmış ve düzeltilmesi gereken toplumcuk anlayışları da vardır. Eskiden birisi “bana ne, ben kendimi yaşarım, bana ne komşumdan, çevremden” deseydi, onun yüzüne tükürürlerdi, bu kişi toplum içine giremezdi. Şimdi ise özgürlük için yaşayan, halkı ve toplum için düşünen, fedakarlık yapan insanlara “bu geçmişten kalmış, geri kalmış” denilebiliyor. Bu sonuç Özallın kapitalizmin gelişmesi için planlı biçimde gerçekleştirdiği bireyci kültürün gelişmesiyle ortaya çıkmıştır. Özal’ın 1979’da başbakanlık müsteşarı olması, daha sonra 12 Eylül’le birlikte ekonomik sosyal politikaları belirleyen pozisyona gelmesiyle birlikte “köşeyi dönme” kültürü geliştirdi. Zaten Demirel eskiden 61 anayasası için “bu elbise bize boldur” diyordu. ‘61 Anayasası’nda var olan kısmi örgütlenme özgürlüğü için bu ifadeyi kullanıyordu. Özal bu söylemin gereklerini yerine getirdi. “Türkiye’de kapitalizmi geliştirmek istiyoruz ama kültürü toplumcu. Yani hala eskinin komünal değerleri yaşıyor, Kapitalizmin ihtiyacı olan toplumsal ve bireysel şekillenme gelişmemiş” düşüncesiyle Özal’ın akıl hocalığında 12 Eylül bütün örgütleri dağıttı ve bireyci kültürün önünü sonuna kadar aştı. Bütün örgütleri dağıttı. Sağcısını da solcusunu da dağıttı. Herkesi bencil birey haline getirmek için bütün toplumu örgütsüz bıraktı. Kapitalizm için toplumcu kültür gerekmiyordu. Toplumcu değerlerin yerle bir edilmesi KUMÜNAR 6 gerekiyordu. 12 Eylül ile birlikte Türkiye’de kapitalizm kültürel zemin kazandı. Özal iyi işler yaptı diyenler var. Yaptığı iş budur. belki burjuvazinin pragmatizmi ve kapitalizmin ihtiyacı temelinde belirli bir liberalleşme ortaya çıkmıştır. Ancak esas olarak yaptığı iş halk, ülke için, demokrasiyi, özgürlüğü geliştirmek, komünal demokratik yaşam içinde bireylerin güç olmasını sağlamak değil, toplumu parçalayıp bireycileştirerek kapitalist sistemi yaşatan ve o sisteme karşı koymayan örgütlülükleri dağıtılmış bir toplum yaratmak olmuştur. Popüler kültür Türkiye’de bunun üzerinde yükselmiştir. ‘80’den önce de popüler kültür belirli düzeyde vardı, ama zayıftı. ‘80’den önce izlenen ve dinlenen kültür ürünleri ağırlıklı olarak bugün popüler kültür dediğimiz ürünler değildi. Çok geniş kitle tarafından benimsenen ozanlar, Mahsuni, Cem Karaca ve bunlar gibi toplumdaki sorunları işleyen sanatçılardır. O dönemin popüler sanatçıları ve kültürü bunlardı. Eğer popülerlikte esas alınan toplumda genelleşmiş sorunlar ve duygularsa bugün tüm toplumun ortak yaşadığı sorunlar ve duygular yoksulluktur, işsizliktir, kendini ifade edememedir, baskının ve ekonomik sosyal sorunların trajik biçimde genelleşmesidir. Bunlar toplumu ilgilendiren popüler sorunlar olmuyor, birilerinin Laila da, Reyna’da eğlence yapması, hangi markada ne giymesi, gençlerin hangi arabayı kullanması yükselen değerler, gençlerin, kadınların ortak hedefleri oluyor. Bunun sadece Türkiye’de etkisi yok, Kürdistan’da da bu değerler yayılmaya ya da popüler kültür aracılığıyla verilmeye çalışılıyor. Eski sol kesimler yenilgiye uğrayıp dağıldığı zaman yozlaşan sisteme en fazla eklemlenen kesimler oluyor. İslamcı kesimler doğru veya yanlış sisteme karşı bir direniş içindeler. Popüler kültürden etkilenmemeye çalışıyorlar. Ya da genel sistemin kabul ettirmek istediği düşünceden kaçmaya çalışıyor. Ama yenilen sol sistemin yedeği haline geliyor. Son zamanlarda İslamcı popçular ve popüler diziler televizyonlarda sıkça görülmeye başlandı. İslamcı kesimler de giderek geniş kesimlerin tüketimi anlamında popüler kültür denen ve sistemin ılımlı İslam’ı veya Erdoğan gibi kapitalist sistemle bütünleşmiş İslam’ın, yeşil sermayenin kendine göre yaratmak istediği kültür yaygınlaşmaktadır. Kapitalizme entegre olan İslami kesim eski değerleri de biraz taşıyarak ama esas olarak da yeni sistemin benimsettiği değerleri tüketen bir kitle yaratarak kendini yeni biçimde tanımlamanın ve yeniden üretmenin kültürel ve sosyal zemini oluşturmaktadır. Kürdistan’da da popüler kültürün saldırısı sonucu ortaya çıkan tehlikeli eğilimler geliştirilmek isteniyor. Kürdistan da İslami kültürün ve toplumcu anlayışının etkili olduğu biliniyor. Ancak esas olarak da bizim gibi toplumun geri, feodal yanlarını yıkan, yeniyi yaratmak isteyen kesimler üzerine popüler kültür temelinde bir saldırı yürütülüyor. Eskiye dayanarak bir direniş yürütmek değil de yeniyi şekillendirerek direnmek istiyoruz. Yeniyi şekillendirerek sisteme alternatif bir kültür ve yaşam biçimi olmak istiyoruz. Bu süreçte işte bunu sabote etmek için özellikle Kürdistan'da, hatta bizim örgüt içine kadar yayılan, yayılmak isteyen bir popüler kültür var. Popüler kültürün örgüt içinde beli düzeyde etkili olması arabesk duruş ve yaşam arayışlarının bulunmasının örgüt içinde ne anlama geldiğini bilmek gerekir. Çünkü örgüt ve halk açısından anlamı tehlikeli ve ürkütücüdür. Sanki 30 yıllık mücadelemiz hiçbir değer üretmemiş, güçlü duygular yaratmamış, büyük duygular ortaya çıkarmamış, Önderliğimiz özgürlük çizgisiyle toplumun önüne yeni yaşam projeler sunmamış, yeni ilişki biçimleri ortaya koymamış, halk açısından, örgüt açısından ulusal demokratik değer ortaya çıkarmamış gibi, kalkıp bu müzikleri dinlemek, bu dizileri dinlemek açık söylemek gerekirse şehitlere hakarettir. 30 yıllık mücadeleye ve Önderliğe hakarettir. Sizler bize bir şey vermediniz, sizin yarattığınız değerler beni doyurmuyor, tatmin etmiyor, duygularımı karşılamıyor; ben ancak bunları dinlediğimde ve izlediğimde bir şeyler alıyorum, doyuyorum demektir ki, bu gerçekten halkımız açısından da onur kırıcı bir şeydir. En iyimser söylem bile kendi değerlerinin farkında olmamaktır. Bizim kadrolarımız açısında da, bizler açısından da çok büyük bir ayıp. Şehitlerimize, Önderliğimize büyük bir hakarettir. Yani bu hareketin yarattığı değerlerin bizi tatmin etmemesi, bu hareketin ortaya koyduğu projelerin bizi tatmin etmemesi anlamına geliyor. Bize bir şey vermedi, biz onlarla doymuyoruz, onlar bizim ruhumuzu, dünyamızı, geleceğimizi doldurmuyor. Bundan daha kötü bir şey olamaz. İnkarcı sömürgeci güçlerin ve egemen sistemin hareketimizin yaratığı değerleri inkar etmenin ve yok saymanın örgüt içindeki izdüşümü haline gelmektir. Bu durumun mutlaka örgüt içinde de aşılması gerekiyor, toplum içinde de bu tür şeylerin KUMÜNAR 6 aşılması gerekiyor. Popüler dizilere ve müziklere bu çerçevede bir karşı duruş gösterme yetersidir. Kültür çalışanlarımız başta olmak üzere tüm kadrolarımız bir yerde popüler dizi mi izleniyor, popüler müzik mi dinleniyor hemen müdahale etmemiz, ideolojik ve örgütsel izah getirmemiz gereklidir. Her şeyden öncede değerlere ve şehitlerimize saygının gereği bu tür etkileri kendimizden başlatarak, çevreden uzaklaştırmak özgürlükçü demokratik komünal değerleri yaşam duruşumuzda ortaya koyma sorumluluğunu ve duruşunu göstermemiz gerekmektedir. Roj TV’nin programında arabesk de dinlenebilirmiş, yani o kadar yadırgamamak lazım düşüncesi dile getirilmesi aşınmanın ne düzeye geldiğinin kanıtıdır. Bu tür söylem ve duruşlar sistemi anlamamaktır ya da sistemin kişiliğini hareketimiz içine taşımaktır. Halk dinliyorsa iyidir söylemi yanlıştır. Niçin mücadele veriyoruz? Halk bu sistemi de kabul ediyordu, halk bu sisteme de uyuyordu, biz buna doğru mu diyecektik. Bizim görevimiz halkın duygularını değiştirmek değil mi, ölçülerini değiştirmek değil mi? Biz bir nevi zorla Kürdistan halkını özgürlük ve demokrasiyi dayatmadık mı? Bu bizim gerçeğimiz değil mi? Bir yanlış ve yanılgıda şudur. Eskiden kültürel etkinlikler dar bir kesim tarafından izleniyordu, şimdi geniş kitlelere gidiyor denilerek popüler kültür ve dizilere olumlu mu bakacağız? Doğru, geniş kesimlere ulaşıyor ama nasıl ve neler ulaşıyor? Ne için gidiyor? Götürmesinin amacı ne? Bunları sorgulamak gerekir. Sadece gidiyor, herkes izliyor bak ne güzel diyerek bir yönüne bakmak, dinleme özgürlüğü ortaya çıktı demek bir çarpıtmadır. Bunu bir özgürlük ve demokrasi olarak ele almak özgürlük anlayışını da, demokrasi anlayışını sistem mantığı içinde çarpıtmaktır. Belirttiğimiz gibi kapitalist sistemin sadece şehre girmek, köye girmekten öteye yüreklere girme, beyinlere girme ve bütün hücreleri fethetme amacı vardır. Çünkü başka türlü mevcut ekonomik ve sosyal sistemi üretemez. Bu nedenle bütün beyinleri ve yürekleri işgal ediyor. Bütün yürekleri, beyinleri bana açacaksın diyor. Bana açılmayan hiçbir yürek ve beyin kalmayacak. Ne demek Kuzey Afrika’dan bilmem Çin’e kadar yürekler, beyinler benim sisteme kapalı olacak? İslam dünyası ve tüm Ortadoğu coğrafyası benim sistemime kapalı olmaktan çıkıp tüm yürekler, beyinler benim denetimime girecek, sadece Bağdat’ı, Şam’ı, Tahran’ı, Kabil’i, Beyrut’u, Amman’ı, İstanbul’u ve Diyarbakır’ı bana açmayacaksınız, insanları da açacaksınız, yüreğine, beynine ve tüm hücrelerine hükmetmem gerekiyor demektedir. Popüler kültürün Amerika’dan başlayarak tüm dünyaya yayılmasının altındaki temel dürtü ve gerçek budur. Şehitlerimize, halkımıza saygılıysak, bizim de mücadele değerlerimiz var diyorsak popüler ve arabesk kültüre karşı kendi kültürel değerlerimizi ve komünal, demokratik yaşam anlayışımızı hakim kılma mücadelesini ısrarlı bir biçimde vermeliyiz. Her gün yeni paradigmadan söz ediyoruz. Yeni paradigmanın kültürü nedir? Neye dayandırılacak? Tabi ki kültürel alanda da egemen sistemin mezhebi olmayacak ve komünal demokratik değerlere dayanacaktır. Bütün bireyselliklere, bütün bencilliklere yönelerek komünal demokratik değerleri esas alarak, halkı güç yapacak bir kültürel atmosfer yaratılacaktır. Arabesk ve popüler müzik dinlenebilir demek, halkı güç yapacak çizgiden uzak durmak ve sistemin mezhebi olmayı kabul etmek anlamına gelir. Bu tür kültürle yan yana yaşayanların mücadelede gözü olmaz. Biz özgürlüğü isteyen, demokrasiyi isteyen bir halk yaratmak istiyoruz. Biz halka ancak mücadele gücü veren kültürel değerleri taşıyabiliriz. Ama bazılarının böyle bir derdi ve ilkesel yaklaşımı yoktur. Biraz da böyle kültürlerle yaşayalım demekle olmaz. Özgürlüğe ve demokrasiye kilitlenmiş, mücadele eden ve mevcut yaşamı kabul etmeyen bir halk yaratmak istiyoruz. Ölçüleri bu çerçevede koyacağız. Yaşamımızda da bunlara bağlı olacağız. Televizyonda bir müzik programı yapan bayan arkadaş boynuna her türlü takıyı takmış, bir yurtsever de “Sen bunları niye takıyorsun, takmasan daha iyi olur” demiş. O da verdiği cevapta, “Sen Avrupa’da şalvarla mı geziyorsun” demiş. Bu spikeri televizyonda izleyen genç erkek ve bayan ölçü alacaktır. Dolayısıyla o tür programlar yapanın gençliği ve halkımızı özgürlüğüne ve demokrasisine sahiplenir hale getirecek düzeyde bir duruş göstermesi, bir ilişki dünyası ve ütopya sunması gerekir. Yoksa Türkiye’deki televizyonları taklit eder gibi, benzer programlar yapmak, bu programlardaki tarzın biraz daha ölçülü versiyonunu sunmak bir marifet değildir. Yeni bir televizyon kanalı yayına geçti. Şimdi bu müzik kanalının nasıl bir politikası olacak? Bu kanal popüler kültüre, bu tür eğilimlere karşı bir duruş gösterip, halk kültürünü, halkın değerlerini, uluslar demokratik KUMÜNAR 6 değerleri işleyen, bir kültür kanalı mı olacak, yoksa sistemin popüler kültürünü yansıtan egemenlerin benimsetmek istediği düşünce ve duyguları mı yayacak? Gördüğümüz kadarıyla bu konuda bir öykünme ve taklitlikçilik var. Giderek bizim kültür politikamızda, basın politikamızda taklitçi bir yan gelişiyor. Bunda ilerilik yok, gerilik var. Yani geri ölçüleri benimseme var. Biz büyük bir özgürlük ve demokrasi mücadelesiyle toplumu ayağa kaldırdık. Bununla gurur duymuyor muyuz? Diyarbakır halkı, Trabzon halkı gibi değildir. Ölçüleri var değer yargıları var, özgürlük ve demokrasi için mücadele ediyor. İlişkilerinin içeriği ve boyutu farklı, kadının dünyası farklı. Şimdi Diyarbakır halkının ölçüleriyle, izlediğiyle, duygularıyla Trabzon’daki halkının duyguları aynı mı olacak? Eğer izlediği dizi, dinlediği müzik aynı olursa o zaman yaşam biçimi de aynı olur. Tabi ki halkımızın dinlediği müzik de izlediği film de farklı olmalıdır, farklı olması gerekir. “Popüler kültür ABD de, Avrupa’da hakim olmuş, Türkiye de hakim olmuş, başka çaresi biz de buna ayak uydurmalıyız” demek sisteme teslim olalım demektir. Biz bir halkın sisteme karşı olacak tepkisini ortaya çıkararak, özgür ve demokratik yaşam biçimini geliştirme, sisteme alternatif yaşam biçimi ortaya çıkarmak ve ona teslim olmamak için varız diyoruz. Dolayısıyla başta örgüt içinde olmak üzere özgürlük ve demokrasi iddiamızın gereği olan alternatif yaşam ve ilişki tarzımızı bütünlüklü olarak geliştirme sorunumuz vardır. Önderliğin yeni paradigmayı ortaya koyması, komünal demokratik yaşamdan söz etmesi esas olarak da bir kültürün benimsenmesi ve pratikleşmesi anlamına gelmektedir. Bir sistem olmak isteyen her hareket, her düşünce kendi kültürünü üretir. Eğer komünal demokratik değerler bugüne kadar geldiyse, bunun nedeni kendi kültürünü bugüne kadar taşımasıyla bağlantılıdır. Türkiye’deki sistem, ABD’nin sistemi kendisini, kültürüyle yaşatıyor. Her gün kültür değerlerini yeniden üreterek yaşıyor. Popüler kültür de bunun en önemli aracıdır. Popüler kültürü en geniş kitlelere kendisini yaymak için kullanıyor, bunun için müzikte, sinemada büyük bir sektör kurmuş. ABD’nin en büyük sektörlerinden biri müzik sektörüdür. Müzik sektörünün çoğu da popüler kültürü üretmeye endekslidir. Belki diğer farklı kültürlerde vardır, olumlu diyebileceğimiz diğer müzik biçimleri de vardır. Ama esası popüler kültürü üretmeye dayalıdır. Bu kültürü bütün dünyaya yayıyor. Çünkü sistem için gereklidir. Sistem silahla, tankla, topla kendini uzun süre yaşatamaz. Esas egemenlik bu konuda kurulmaktadır. Bu gerçeklik dikkate alındığında bizim kültürün işlevi konusundaki bilincimizde ve farklı kültürlere karşı mücadele bilincinde zayıflık oluşmuştur. Aslında popüler kültürün yaratmak istediği farklı kültürlerin ya da farklı duyguların sistemin istediği yaşam biçimi içinde eritilmesi tuzağına bizim de belirli düzeyde düştüğümüz görülüyor. Popüler kültür tüm toplumsal kültürleri öyle bir potada eritmeyi hedefliyor. Zengini, fakiri, kölesi, işçisi, emekçisi herkes bu kültürü tüketiyor. Bizim görevimiz aksine bu muğlaklığı, bu muğlaklaştırmayı ortadan kaldırmaktır. Dar bir sınıf yaklaşımımız yok, ama bir halkçı duruşumuzda olacaktır. Halka ait bir duruşumuz olacaktır. Popüler kültür ve arabeskin etkileri her yerde olduğu gibi HPG’de de var. Tam bir vurdum duymazlığa dönüşmüş, kimse de müdahale etmiyor. Sanki bunları da dinlemek ve izlemek özgürlük oluyor. Böyle özgürlük olmaz. Popüler kültürün ve arabeskin böyle olduğunu bilmek ayrı, dinlemek ayrı. Şimdi bir hastalık gibi, bir beğeni düzeyi olarak içimize kadar girmiş. Nereye gidiyorsun, bu tür kanalları izleyenlerle karşılaşıyoruz. Bunun halklara karşı egemen sistemin bir savaş biçimi olduğu anlaşılmıyor. Bu duyarsızlık, egemen sistemin ve inkarcı sömürgeci rejimin savaş biçimine bir teslimiyettir. Bizler popüler olana boyun eğemeyiz. Zaten devrimcilik, başkalarının kabul ettiklerini kabul etmemekten kaynaklanır. Başkalarının kabul ettiğini kabul etmiş olsaydık; bu hareket başlamazdı. Herkes farklı şeyler kabul ediyordu, bu hareket kabul etmedi. Bu nedenle toplumun delisi oldu. Toplumun, Türk solunun, Kürt siyasi çevrelerinin ve sistemin kabul ettirdiğini kabul etmediği için deli gözüyle bakıldı. Sistemin akıllısı bu tür müzikleri dinleyen, dizileri izleyen, onun gibi düşünen, onun gibi yaşayandır. Eğer onun gibi yaşamıyorsan marjinalsin, aykırısın, kelaynaksın. Halbuki toplumsal düzeyde özgürlük ve demokrasi ölçülerinde bakıldığında popüler kültürü dayatanların kelaynak olması lazım. Çünkü onlar toplumun az bir kesimidir, egemen kesimidir. Toplumun çoğunluğunun ekonomik, sosyal, kültürel ihtiyaçlarının genel bir yaşam biçimi haline gelmesi gerekir. Ama kültürle ters yüz ederek kendi yaşam biçimini kabul ettirmeye KUMÜNAR 7 çalışıyor. Şimdi buna bizlerin dur demesi gerekir. Kadrolarımız içinde bu dizileri izlemeyi, popüler müzik ve umutsuzluğun, yakınmanın dili olan arabeskin kesinlikle bırakılması gerekiyor. Bu duruş her yöneticinin ve her savaşçının sorumluluğudur. Bu tür şeylere müdahale edilmelidir. Önderlik, “Ben herkesin her şeyine müdahale ettim” demektedir. Son savunmalarında bunu tekrar vurgulamaktadır. “Aşklarına da, sevgilerine de, düzenden getirdikleri her şeye müdahale ettim, her türlü anlayışa müdahale ettim” diyor. Doğrudur, Önderlik militanların her şeyine karışmıştır. Bu tarz yanlış değildir. Yeni kurulan sistemler kendisini ancak böyle şekillendirir. Dinler de kendi toplum projelerini öyle şekillendirmişlerdir. Açın Tevrat’ı, açın İncil’i, açın Kuran’ı “şöyle yaşayacaksın, şöyle oturacaksın, şöyle ilişkileneceksin” temelinde oluşturulmuş bir yaşam biçimini öngörmektedir. Tabi ki kendi sistemlerini kuracaklarsa ölçülerini farklılaştıracaklardır. Öyle ki sembollerin farklılığı bile önemlidir. Örneğin, Aleviler tavşan yememeyi bir bir sembol ve kimlik haline getirmişlerdir. Onu bile mücadele ettiği yaşam projesi karşısında kendisini tanımlamak için koymuş. O gün bu ölçüleri dinsel biçimde ifade etmişlerdir. Her sistem eğer başka bir sistemle farklılaşmak, ayrışmak istiyorsa kendi ölçülerini, değer yargılarını ve sembollerini ortaya koyması lazımdır. Yoksa o sistem kazanamaz, yenilir. Onun için biz kendi kültürümüzü yararak bugüne kadar ayakta kaldık ve kimse bizi yenemedi. Kürt halkına yeni değer yargıları ve ölçüler verdiğimiz için halkımız ayağa kalktı. Kürt halkı ağasından koptu. Şimdi hangi ağa gelip o Kürtlerin üzerinde etkili olabilir? Olmaya çalışanlar çıkabilir, ama zordur. Artık eski Kürt erkeğinin egemenliğini, Kürt kadınının üzerine kurabilir misiniz? Kuramazsınız. Bunlar kendiliğinden olmadı. Eski yaşam biçimi ve ilişkilerini reddedip yeni ölçüleri koyma ve pratikleştirmeyle gerçekleşti. Kürt erkeği nasıl bu hale geldi? Bir erkek eşini mi dövmüş, bizimkiler gidip erkeğin yakasına yapışıyordu. Yani halkın da her şeyine karıştık. Bu açıdan karışma olgusu, özgürlük alanına müdahale etme değildir. Özgürlük mücadelesi de kendi ölçülerini koyarak oluyor, bunun için mücadele ederek gelişiyor. Ret-kabul ölçüleri olmadan iyi şeyler gelişebilir mi? Gelişemez. Popüler kültür de retkabul ölçüleri veriyor. Ama nasıl? Özgürlük ve demokrasi için mücadele verenler, bu yönlü çaba harcayanlar olumlanmıyor. Aksine bu tür işlerle uğraşmayan, bireysel arayış ve tutkularıyla uğraşanlar olumlanıyor. Popüler kültür “şöyle yaşarsan, şöyle ilişkilenirsen, şöyle elbise giyersen, şöyle yaparsan toplumda yerin olur” diyor. Gençliğe, kadına bu tür ölçüler sunuluyor. Bunlar bize de yansıyor. Örneğin örgütümüz içinde gelirlerimiz üç kat azaldığı halde, giderlerimiz üç kat artmıştır. Bunların da dışarıdan dayatılan kültür baskısı ve yaşam biçimlerinin ektisiyle ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Burada da Avrupa’da da Türkiye’de de böyle bir eğilim gelişmiştir. Halkı için kendinden bir şeyler veren değil de bir şeyleri tüketmeye gözünü diken bir eğilim söz konusudur. Sistemin dayattığı yaşam biçimleri bazı yerlerde neredeyse meşru ve kabul edilebilir hale getirilmiştir. Öyle ki artık hareketin, Önderliğin ortaya koyduğu ölçüler geri görülüyor. Ferhat bir karar alıp bu tür yaşam biçimini örgütün içine sokmaya çalıştığında, Önderlik, “onlar çağdaş yaşamcı ben ise geri mi oluyorum” diyerek ileri ya da geri olmanın ne anlama geldiğini bize hatırlatıyordu. Popüler kültürle ve sistemin çeşitli yollarla yaygınlaştırmak istediği yaşam anlayışlarına karşı bir duyarsızlığın birkaç yıldır geliştiğini biliyoruz. Başka ideolojilerin ve sistemlerin dayattığı kültürel değerlere ilgi duyuyor, kendi örgüt kültürümüzü, değer yargılarımızı ise geri görüyoruz. Bu hareketin yaratığı, kadın özgürlük hareketi ütopya ya da olmaz görülüyor. Bu durum başlı başına bir kültür mücadelesinin gerekli olduğunu ortaya koymaktadır. Bu alanda doğru yürüyemezsek, doğru kazanamazsak, diğer alanlarda kazanamayız. Sonunda bizi dönüştürürler. En iyi hallerimizle gideriz Kürt ağalarının hizmetine gireriz. Bu bakımdan bu kültür mücadelesi, Önderliğin deyimiyle cihad-ı ekberdir. Her şey kültürdür. Bütün mücadele kültür alanında sürüyor. Orada kaybediliyor, orada kazanılıyor. Bu alanda büyük bir mücadelemiz olmazsa, ölçülerimiz olmazsa, yeni paradigmanın kültürü ortaya çıkarılamaz. Koma Komalen Kürdistan sistemi kurulamaz. Ancak kendi kültürünü hakim kılarsa sistemine hakim kılabilir. Bunu da müziğimizle, tiyatromuzla yapacağız. Yoksa teslimiyete mahkum oluruz. Direniş, kültürel alanda varsa anlamlı olur. Kültürel direniş en derinleşmiş mevzidir. Diğer mevziler derinleşen mevziler değiller. Kendi kültürel direniş KUMÜNAR 7 mevzilerimizi derinleştirmezsek, başka bir kültürel dünyaya eklemlenmekten kurtulamayız. K.: Bu popüler kültürün, bu arabesk kültürün toplumdaki etkisi nedir? Örgütteki etkisi nedir, örgütü nasıl bozuyor, bunları tartışalım. Bu tür kültürler militan duyguları gevşetiyor, basitleştiriyor, sıradanlaştırıyor. Bunlar üzerine durmak lazım. Bu konu aynı zamanda bir ideolojik mücadele alanıdır. Yani toplum üzerinde, örgüte burada popüler kültürün kadro üzerindeki, halk üzerindeki etkileri mücadeleyi olumsuz etkilemektedir. Popüler kültürün etkisi kırılmazsa mücadelemizin ihtiyacına cevap verecek savaşçılar topluluğu yaratmak mümkün değildir. Belki kabadayıca duygular içinde savaşa katılanlar çıkar. Ama gerçekten davasına inanmış, amacına inanmış, kararlı, ısrarlı, istikrarlı bir savaşçılar topluluğu oluşturulamaz. Belki biraz yurtsever duygusu var, biraz sisteme, düzene tepkisi olanlardan savaşçılar bulunabilir. Ama yeni paradigma temelinde bu dünyayı değiştirmek, özgür ve demokratik Kürdistan’ı kurmak isteyen bir militanlar ve örgütçüler yaratılamaz. Dilan arkadaş: Kapsamlı bir değerlendirme oldu. Özellikle popüler kültürün bu kadar içimize girmesine ilişkin somut şeyler bizim çalışmalar açısından da belirtebilirim. Benim çıkardığım gerçeklik şudur; eğer bizim içimizde ideolojik bir mücadele olmazsa, popüler kültür ektilerini aşamayız. Eğer popüler kültür bugün içimize girmişse temel sorunumuz, bizdeki ideolojik boşalmadır, İdeolojik mücadele yürütmememizdir. Ben bu gerçekliğin Önderliğin esaretindeki sonraki süreçle bağlantılı olduğunu düşünüyorum. İdeolojik ve örgütsel hakimiyetin zayıflamasıyla birlikte kadroda ciddi bir dağılma, parçalanma görüldü. Temel nedeni, Önderliğin esaretinden sonra ortaya çıkan bu yönlü boşluklardır. Dolayısıyla mücadele kararlılığında, yaşam duruşunda uzaklaşma ortaya çıkıyor. Kendi yaşam tarzlarımıza ve duruşlarımız da bu çok yansıyor. Biz popüler kültür ve arabesk müziğe karşı ne kadar mücadele edeceğiz, bu önemlidir. Bizde o yönlü bir ısrar yok. Buradaki en temel görevimiz, sanat kadrolarını yetiştirtir. Ama arkadaşlar kültürel noktada, sanatsal noktada kendilerini ne kadar eğittiler? Önderliğin perspektifini bu temelde ne kadar okuyup anlayabildiler? Sisteme bir özenti var. Sadece burası için belirtmiyorum. Avrupa, Türkiye ve dış alanlardaki sanat kadrolarımızda da bu tür eğilim var. Biz bu sistemi reddederek, bu özgürlük ortamına geldik. Özgürlük mücadelesi için savaşmaya geldik. Savaş, sadece silah boyutuyla yürütülmüyor. Bugün kültürel savaşım da ilgimiz ve çalışmalarımız çerçevesinde en temel savaş alanı olması gerekirdi. Sanatçı kişiliklerde kolektif, komünal demokratik bir kişilik yok. Tam tersine çok bireyci kişilikler ön plana çıkmış. Birey kendisini daha fazla popüler kılarak, sistemdeki sanata ve sanatçıya özeniyor. Duygularda bu yönlü çok ciddi bir aşınma var. Bizi yansıtan duygular fazla yok. Bu edebiyat ve sanat çalışmalar için de geçerlidir. Örneğin Türkiye'deki edebi çalışmalarımıza bakalım. İlkel milliyetçiliğe bir özenme var. Avrupa’da da benzer eğilim var. Buralara kadar geliyorlar, program da yapıyorlar, fakat Önderliğin ideolojisini tümden benimseme görülmüyor. Kürtlük adına, bir şeyler yapılmak isteniyor, ama içinde Önderlik yok. Sanat yapılıyor, ama içinde mücadele yok. Bizim sanat kadrolarımız vardır. Ancak ciddi bir disipline olma durumu söz konusu değildir. Bu durum da mücadelenin içinde zoraki bir yürüyüştür. Nitekim çoğu bırakıp gitmiştir. Var olanlar beli bir çalışma yürütmek istiyor. Ama en başta yapılması gereken popüler kültür ve bu tür yaşam eğilimleriyle mücadele edip, kendimizi ideolojik olarak donatmaktır. Bizde ideoloji ve kültürü ayırma fazlasıyla görülüyor. Özellikle dışarıdan gelen arkadaşlar, “ben bir kültür sanatçıyım, ben evrenselim” diyor. Evrensellik de yanlış yorumlanıyor. Bu evrenselliğin içerisinde senin kendi ideolojin yoksa, evrenselliği temsil edemezsin. Kendi ulusunun dilini kullanmazsan, kendi ulusuna hitap eden bir şey yoksa sen evrenselleşemesin. En başta kendini tanıman, güzelliklerini yansıtman, öngördüğün yaşam projenin gereklerine uygun kültür yaratman gerekiyor. Daha sonra evrensellik düzeyine ulaşabilirsin. İdeolojiyle kültürü kopartma sorunların kaynağı olmaktadır. Karasu arkadaş: Bu evrensellik anlayışı popüler kültürün genelin ihtiyacını karşıladığı biçimindeki kandırmacanın bir yansımasıdır. “Ben herkes taraftan benimsenen olmalıyım” anlayışında farklılık, ayrılık yok, bir özgürlük duruşu yok, halka ait duruş yoktur. Herkes tarafından benimsenmeliyim bencilliği vardır. Yoksul da, zengin de beni kabul etmeli. Bu tutum, halktan kopuk popüler kültürün, farklılaşmayı ortadan kaldıran popüler kültürün bu zihniyetin etkisinde kalan sanatçılara yansıması olmaktadır. KUMÜNAR 7 Dilan arkadaş: Böyle düşünen sanatçının özgürlük noktasındaki kabul-ret ölçüleri muğlaklaşmış demektir. Yani ilkesel olarak çok ciddi bir aşınma söz konusu olmuştur. Bir özgürlük mücadelesi yürütüyorsak, bu özgürlük mücadelesinin sanatçısı olmak zorundayız. Eğer bu zihniyette olunmazsa aşınmanın yaşanması kaçınılmazdır. Agire Jiyan’ın şu anda yaşadığı gerçeklik, ideolojimizden kopan bir gerçekliktir. Diğer sanatçılarımızda da bu tür anlayışlar vardır. Koma Berxwedan neden dağıldı? Sadece “örgüt bunu yaptı, örgütün yaklaşım bu oldu” diyerek bir açıklama yapamayız. Bu sanatçılar bizim içimizden çıkmışlardı. Örgüt sadece sorumlulardan oluşan bir olgu değildir. Hepimiz buraya mücadeleye etmeye gelmişiz, devrimci insanlarız, militan insanlarız, yani bu amaçla gelmişiz. Hepimiz örgütü temsil eden insanlarız. Örgütü birkaç kişinin şahsında görüp de “örgüt bana öyle yaptı, ben gidiyorum, örgüt böyle yaklaştı” demek bireyin kendi gerçekliğini örtmesini ifade eder. Örneğin örgüt bu kültür çalışmalarına nasıl bakıyor? Önderlik bunun içeriğini ve biçimini ortaya koymuştur. Kültür çalışması stratejik bir çalışmadır. İstersem ben buna doğru bir anlam vermeyebilirim. Ama örgüt dediğimizde, en başta Önderliğin anlayışı önemlidir. Herkes de buna göre yaklaşmalıdır. Önderlik, bir kültür komitesi oluşmalıdır diyerek olguya nasıl baktığını göstermiştir. Buna rağmen halen örgütün bakış açısından kuşku duyuluyor. Bunlar hep popüler kültür ve sanatçı zihniyetinin bizde yaratmış olduğu inançsızlıklar, muğlaklıklardır. Bu tür yaklaşımların sonucudur. Popüler yaklaşım, sanatçılarımızı özünden uzaklaştırdı. Bu da halkımızı ve yapımızı etkiledi. Yani popüler kültür, bireyi kendi özünden boşaltıyor, kendi özünden uzaklaştırıyor ve kendi mücadelesinden koparan bir gerçekliği yaratıyor. Buna karşı tedbir almamız gerekiyor. En önemlisi de tedbiri bireyin kendisinde başlatmasıdır. Bu kültüre karşı en başta arabeskten tutalım, popüler dizilere kadar kendimizi disipline edebilmeliyiz. “Ben bu kültürü, bu diziyi izlememeliyim” diyebilmeliyiz. Kendimizden başlatmazsak kesinlikle başkasına da dayatamayız. En başta da bu okulumuzda bu mücadeleyi başlatmazsak dışarıya biz bunu yansıtamayız. Bugün eğer bir tartışma bir seminer böyle yapılıyorsa, demek ki burası anlayış geliştirmede esastır. Buradaki kadroların duruşlarını buna göre ayarlamaları gerekiyor. Bunları belirtirken kendim de dahil, bu kültürden etkilendiğim bir çok yön vardır. Biz bu popüler kültürü içimizde barındırırsak, çok ciddi inançsızlıklar ve kopuşlar ortaya çıkar. İçimizdeki kopuşların temel nedeni budur. Kopuşlara yol açan içimize yansıyan popüler ve arabesk kültürün yaratmış olduğu kişiliktir. Kültürel düzeyde kendi özümüze dönmek gerekiyor. Özümüz Kürt kültürünün güzel yanları ve demokratik sosyalist zihniyetle ortaya çıkarılan değerlerimizdir. Biz kendimizi, kendi kültürümüzü küçümsüyoruz. Başka bir sisteme özenmemizin altında bu gerçeklik var. Arkadaşlarımızın yaratmış olduğu birçok şey küçümsüyoruz. Belki bazı insanlar çok güzel şeylerde yaratıyor, çok güzel şeylerde yapıyor. Ancak bizim yaratımlarımız kadar bizi ifade etmeleri söz konusu değildir. Bugün dağda bir müzik grubun oluşması, bir tiyatro grubun oluşması o kadar basit değildir. Ama kendi birikimimize ve dayandığımız değerlere güvenmemiz gerekiyor. Temel bir sorun da kendi çalışmalarımıza eleştirel bir yaklaşım göstermememizdir. Kendi sanatımızı da, birbirimiz de eleştirmiyoruz. Halbuki arkadaşların bu yönlü eleştiriye fazlasıyla ihtiyacı vardır. Popüler kültürün temel etkilerinden birisi de eleştirinin önü kesiyor, özeleştirinin önünü kesiyor. Ben bir sanatı eleştirirsem o sanat gelişir, ben bir sanatçı eleştirirsem o sanatçı gelişir. Ne var ki eleştiriözeleştiriden kaçındığımız için beyinlerimiz uyuştu. Popüler kültür, bireylerin tüm hücrelerini işlevsizleştiriyor ve uyuşturuyor. Belki bunun çok farkında değiliz. Farkında olmadığımızdan dolayı bu bizi birçok konuda geriye çekiyor. Bu kadar televizyon izleyeceğimize neden kitap okumuyoruz. Örneğin bizim içimizde kitap okuma alışkanlığı fazla yok. Yaşam biçimimizde popüler kültürün etkilerini açıkça görebiliyoruz. Kitap okuma derken, bizde Önderliğin çözümlemelerinden çok ciddi bir uzak durma var. Kaç arkadaşımız şu sürede Önderliğin şu kadar çözümlemelerini okudum diyebilir? Hangi arkadaş “Benim ideolojik eğitime ihtiyacım var” diyor. Tam tersine ideolojiden bir kaçış var. Gittikçe kaçıyor, gittikçe uzaklaşıyoruz. Bu da bir beyinsel boşalma ortaya çıkarıyor. En başta kendimizde bu popüler kültüre karşı mücadeleyi başlatarak bunu dalga dalga her alana ve bütün arkadaşlarımıza yaymamız gerekiyor. Her alanda her yerde bunun mücadelesini vermek gerekiyor. KUMÜNAR 7 28.kuruluş yıl dönümünde PKK’ninkurucularından Duran Kalkan ile PKK Diyalektiği üzerine yaptığımız röpörtaj PKK sadece bir eylem hareketi değil, tersine daha çok bir düşünce hareketidir. PKK’nin çıkışından günümüze kadar benimsediği tarih anlayışı nedir. PKK hangi tarih anlayışının ürünüdür. “Tarihi yapan halktır” diye bir deyim vardır. PKK başından itibaren insanlık tarihini doğru anlamayı ve bu temelde Kürt halk tarihini açığa çıkartmayı esas alan bir yaklaşım ve çalışma içinde olmuş; devletçi tarih anlayışını reddettiği gibi, reel sosyalizmin tarihsel yaklaşımını da dar bulmuş ve şematik görmüş, onu aşmaya ve derinleştirmeye çalışmıştır. PKK ilk Manifestosunda bir yandan hiyerarşik devletçi toplumun tarihsel gelişimini incelerken, diğer yandan sınırlı bilgileriyle Kürt halk tarihini de temel dönemeçler biçiminde ortaya koymaya çalışmıştır. Bu çerçevede egemenlerin tarih yazımına karşı bir de halkların tarihinin olduğunu, tarih üzerinde derin bir bilinç çarpıtmasının yaşandığını, bu temelde PKK’nin bir düzeltme hareketi olduğunu ifade etmiş; Kürt egemenlerinin tarihi karşısında bir de Kürt halkının tarihi olduğunu, PKK’nin bu tarihsel mirasa dayandığını, Kürt halk tarihinin günümüzde açığa çıkartılıp özgür ve eşit toplum yaşamı temelinde ilerletmesini ifade ettiğini belirtmiştir. O dönemdeki bilgi yetersizliği, yine hareketin doğuş döneminin etkileri ancak yakın tarihe ilişkin belli bir bilgi ve çözümleme yaratabilmesine yol açmıştır. Bu nedenle özellikle feodalizmin kökleştiği dönemi, yine devletçi kapitalist toplum sisteminin dünya hakimiyeti kurduğu dönem tarihini daha yakından inceleyebildiği için, Kürdistan ve Kürt toplum tarihi bu dönemler açısından çok olumlu veriler içermemiştir. PKK, Kürdistan için daha çok baş aşağıya gidişin, gerilemenin geliştiği dönem olarak, bu dönemin incelenmesinden dayanak olarak alınacak güçlü verilerin olmadığını tespit etmiştir. Buna rağmen tarihsel miras zayıf da olsa, özgürlük, eşitlik, adalet ve demokrasi ilkelerine duyulan tutku düzeyindeki bağlılık, onu böyle zayıf bir miras üzerinde bile güçlü eylemler geliştirme iddia ve kararlılığına ulaştırmıştır. Bir diyalektik çelişki burada kendini ortaya çıkarmıştır. Önder APO, Serxwebun dergisinin çıkışına ilişkin yaptığı değerlendirmede, “Kürdistan’ın ve Kürt halkının içinde bulunduğu olumsuz durumdan duyduğumuz utanç görevlerimizi başarmada temel güç kaynağımız olacaktır” diyerek, olumsuzluklardan güç ve olumlu sonuçlar çıkarmayı, zayıflıklara karşı tepkiyi bilimsel bir anlayışa ve pratiğe dönüştürerek güçlü gelişme yaratmayı bilmiştir. PKK açısından bu giderek derinleşen bir çizgi haline gelmiştir. Hem tarihi anlama, hem de mücadeleyi örgütleyip geliştirme konusunda böyle bir çizgi temelinde derinleşme ve pratikleşme sürekli yaşanan bir olgu olmuştur. Başlangıçta yeni başlamanın yarattığı yetersizlikler nedeniyle, PKK’nin devletçi tarih anlayışını tam aşamayan, yine reel sosyalizmin şematik tarihsel kavrayışını, kapitalizmi esas alan ve çok abartan tarihsel yaklaşımını bütünüyle aştığı elbette söylenemez. Fakat hep tarihin derinliklerine ulaşma arayışı içinde olduğu da bir gerçektir. KUMÜNAR 7 PKK tarihi sadece kapitalizmin tanımı olarak gören yaklaşımı hep aşmaya çalışmış; kapitalizm öncesi tarihi araştırma ve açığa çıkarma çabası içinde olmuştur. Yine tarihsel derinlikleri diyalektik materyalizmin yaratıcı uygulanışı temelinde açığa çıkarmaya, böylece bütünlüklü ve bilimsel bir tarih anlayışını yaratmaya özen göstermiştir. Bugünün sorunlarını tarih bilimiyle çözmeye, yine tarihi bugünün sorunlarında anlamaya, çözme ve çözümlemeye çalışmıştır. Böylece dün ve bugün diyalektiğini güçlü ve etkili bir biçimde kullanabilmiştir. Bütün düşünsel yetersizliklere rağmen, hep halkların tarihine, Kürt halkının tarihini açığa çıkarmasına ve onun esas almasına özen gösterilmiştir. Devletçi sisteminin yazdığı tarihle halklarının tarihini hep birbirinden ayırmış, kendisini halk tarihinin günümüzdeki devamı olarak görüp tanımlamıştır. PKK, Marksizm’in tarihi sınıf mücadelesi olarak yorumlama yaklaşımından da etkilenmiş; fakat onu da hep genişletmeye ve darlığını aşmaya çalışmıştır. Çünkü sınıf mücadelesi, özellikle proleter-burjuva mücadelesi dar bir zaman kesitini ifade eder bir konumdadır; Kürdistan gerçeği açısından ise, toplumun geçmişini de bugününü de çok fazla izah eder konumda değildir. Dolayısıyla dar işçi-işveren çelişkisine dayalı çözümlerle Kürdistan’ı anlamak, Kürt toplumunu tanımlamak ve çözümlemek açısından bunu aşmak gerektiğini hissetmiştir. Bu temelde özellikle kapitalizm öncesi yaşanan tarihsel gerçekliği anlamaya ve çözümlemeye çalışmıştır. Sınıf mücadelesini tarihin kendisi olarak almak kuşkusuz dardır. O zaman şu ortaya çıkar: Sınıf mücadelesi olmazsa tarih de olmaz. Bir de bu bilimin sınıfları ortadan kaldırma iddiası göz önüne getirilirse, o zaman ‘tarihin bitişi’ gibi bir şey gündeme gelir. Oysa bu yeterince izah etmemektedir. Kuşkusuz sınıf mücadelesi, sınıflı ve cinsiyetçi toplum döneminde tarihsel gelişmenin önemli bir yanı olurken, onun dışında da toplumsal gelişmeye yön veren birçok çelişki vardır. Sınıf mücadelesi öncesinde de bir tarihsel gelişme yaşanmıştır. İnsanın üretme, yaratma, bilinç ve pratik olarak gelişme, doğayı anlama ve kendi yararına kullanma çabaları hep kendisini ve toplumları geliştiren bir özellik taşımıştır. Böyle bir tarihin varlığı da bir gerçektir. Bu nedenle tarihi daha gerçekçi, bütünlüklü anlama arayışı giderek 21. yüzyıl başında Önderlik gerçeğinde daha bütünlüklü, kapsamlı ve derinlikli bir tarih çizgisine ulaşmıştır. Önderlik bu tarih çizgisini bir yönüyle AİHM’e sunduğu Demokratik Uygarlık Manifestosu’nda çözümlemiştir. Bu daha çok hiyerarşik devletçi toplum tarihinin incelenmesidir. İkincisini ise, Bir Halkı Savunmak isimli savunmasında ortaya koymuştur. Bu da halkların tarihinin incelenmesidir. Doğal komünal toplumdan günümüze kadar gelen, genelde demokratik duruş ve demokrasi mücadelesi olarak tanımlanan, günümüzde de demokratik toplum projesi olarak ifade edilen demokratik, ekolojik ve cinsiyet özgürlükçü toplumun çizgisi biçiminde tanımlanan bir tarihsel gerçeklik açığa çıkartılmıştır. Bir Halkı Savunmak kitabındaki tarih anlayışı, şimdiye kadar parça parça varolan fakat bütünleşemeyen doğru, bilimsel, gerçekçi bir tarih çizgisinin ortaya çıkartılmasıdır. Bu, hiyerarşik devletçi sistemin tarihi kendisi olarak görme anlayışını yıktığı gibi, ondan çok fazla etkilenen Marksist tarih anlayışının da aşılmasını, hem darlıklarının giderilmesini hem de yakın dönemle sınırlı kalan durumunun aşılıp insanlığın başlangıcına kadar uzanılmasını ortaya çıkarmıştır. Bu önemli ve yeni bir tarih bilincidir. Tarih biliminin yeniden güçlü, egemen güçlerin çarpıtmasından ve hegemonyasından kurtulmuş olarak açığa çıkartılması ve yazılması gerçeğidir. İnsanlık tarihinin nasıl geliştiğini, toplumsallaşmanın nasıl olduğunu, insanın birey ve toplum olarak nasıl bir gelişme çizgisini izlediğini en iyi açığa koyan bir kavrayış düzeyidir. Onunla birlikte hiyerarşik devletçi toplumun nasıl ortaya çıktığını, sınıflı cinsiyetçi topluma ne zaman, nasıl ve neden geçildiğini, bu tarihsel sürecin insanlık tarihi açısından ne anlama geldiğini de en iyi Apocu tarih bilinci ortaya koymuş bulunmaktadır. Bu oldukça büyük önem arz ediyor. İlk defa Önderlik gerçeğiyle tarih bilimi hiyerarşik devletçi topumun hegemonyasından kurtarılıyor, sınıflı cinsiyetçi toplum olmaktan çıkartılıyor, egemen sınıflı devletçi sistemin hem KUMÜNAR 7 hegemonyası hem de çarpıtması aşılıyor. Onun yerine, başta belirttiğim deyimle ifade edilen ‘tarihi yaratan halktır’ belirlemesi bir gerçek haline geliyor. Halk tarihinin ne olduğu, halkların tarihi nasıl yarattığı, halkların tarihi içerisinde nasıl oluştuğu net bir biçimde ortaya konuluyor. Böylece geçmişte hem devletçi sistemin çabaları, hem de Marksist tarihi anlayışının yetersizlikleri sonucunda tarihin sınıflı toplum olarak kavranması yanılgısı ilk defa aşılıyor. Yine sınıflı cinsiyetçi toplumun bir zorunluluk olduğu, hatta bir gelişmeyi ifade ettiği biçimindeki tespitler de aşılıyor. Tersine, hiyerarşik devletçi toplum gelişiminin insanlık tarihi içinde bir sapmayı ifade ettiği, bir zorunluluktan ve ilerlemeden öteye yarattıklarının yanında tahrip ettikleriyle giderek kapitalist devletçi sistemle insanlık için büyük bir tehlike ortaya çıkardığını da gösteriyor. Bu bakımdan neyin ilerici neyin gerici, yine neyin ilerleme neyin geride kalma olduğunun daha iyi anlaşılmasına, bu temelde ölçülerin daha gerçekçi tutturulmasına ihtiyaç olduğu görülüyor. Böylece PKK’nin günümüzde dayandığı tarih bilimin daha etkinleşmiş, somutlaşmış birkaç bin yıllık süreci değil de, genel insanlığı önemli ölçüde çözümleyen, insanlığın bütün olumlu yönlerini esas alarak ona dayanan bir çizgiye çekiliş oluyor. İnsanlık bu tarihle yeniden canlandırılıyor. Halklar yeniden tanıma ve ifadeye kavuşuyor. Tarihsel bir gerçek olarak tanım kazanıp geleceği yaratan güç olma konumu kazanıyor. PKK hangi siyasal ortamda ve hangi arayışların ürünü olarak ortaya çıktı? PKK kapitalist devletçi sistemin üçüncü genel bunalım döneminin bir hareketidir. Dolayısıyla bu dönemin temel özelliklerini kendi bünyesinde somutlaştırmış bulunmaktadır. Bu bunalım döneminin en temel özellikleri nelerdir? Bir kere bunalımın sürekli ve derinlikli olmasıdır. Kapitalist bunalımın sürekliliği ve derinliği PKK’ye etkili bir mücadele çizgisini oluşturmak olarak yansımıştır. Sürekli bunalımın aşılması için kesintisiz bir mücadeleyi öngörmüştür. PKK de böyle bir mücadele örgütü olarak şekillenmiştir. Yine bunalımın derinliği çok yönlü bir mücadeleyi gerektirmiş; çok değişik mücadele biçimlerinin uygulanmasını, bütün toplumsal kesimlerin mücadeleye çekilmesini, buna uygun ilişki ve ittifakların geliştirilmesini gerekli kılmıştır. PKK de böyle bir mücadele anlayışıyla şekillenmiştir. Diğer yandan bunalımın genel olması sadece kapitalist sistem denen Batı bloğunun bunalım içinde olmasını değil, reel sosyalizm de dahil bütün dünyanın böyle bir dönemde bunalımı yaşar hale gelmesini ifade etmektedir. 20. yüzyılın başında kapitalist emperyalist sistemin gelişen bunalımını aşmak için bir çare olarak görülen reel sosyalizm, sosyal demokrasi ve ulusal kurtuluş hareketlerinin de alternatif bir sistem olamayarak, kapitalist devletçi sistemi aşamayarak onun bir mezhebi durumuna düşmesinin ve dolayısıyla bu üçüncü bunalım döneminde bunalımın bir parçası haline gelmesinin yaşandığı bir dönemin ürünü oluyor. Dolayısıyla PKK sosyalizm içi tartışmaların yaşandığı, yeni sosyalist arayışların ortaya çıktığı bir dönemde varolmuştur. Reel sosyalizm, sosyal demokrasi ve ulusal kurtuluşçuluğun devletçi sistemi aşamayarak giderek bir bunalımı daha fazla yaşar hale gelmesi, hareket içerisinde özellikle gençlik boyutuyla yeni arayışları gündeme getirmiştir. Varolan sosyalist ölçülerin, devrim anlayışlarının yeterli olmadığı ve çözümleyici bulunmadığı görülünce bunları aşacak, gerçekten de özgürlük, eşitlik, adalet ve demokrasi ölçülerini hayata geçirecek, insanlık için özgür ve eşit yaşamın yaratıcısı olacak bir sosyalist anlayışın arayışı gelişmiştir. Bunun gençlik hareketi içerisinde olduğu, özellikle 1968 dünya devrimci gençlik hareketi denen hareketin böyle bir arayışı ifade ettiği bilinen bir gerçektir. ‘68 devrimci gençlik hareketinin bir yandan derinleşen, artan bunalımın insanlığın geleceğini karartmasına duyulan bir tepki, diğer yandan kendini buna çare olarak ilan edip çare haline gelemeyerek bunalıma düşen ve çözüm üretemeyen reel sosyalizme ve sosyal demokrasinin çıkmazına karşı bir tepki olduğu bilinen bir gerçektir. Bir yeni arayıştır. Bu arayış, Türkiye'ye de 1960’ların ortalarından itibaren yansımaya başlamış, 1970’lerin başında etkin bir devrimci gençlik KUMÜNAR 7 hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Çok derin bir düşünceye dayanmasa da, çok belirgin olmasa da, biraz anlayış biraz da duygu düzeyinde gençliğin yeni bir yaşam, yeni bir toplum özlemi, arayışı büyük bir eyleme yol açmıştır. PKK bir de böyle bir yeni sosyalist arayışın ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bütün bunlar PKK’nin varolan sistemin derin zulüm, despotizm, haksızlıklar içermesine karşı bir ret ve tepki duyma olarak, diğer yandan varolan sosyalizm ölçülerinin bunu gidermeye ve düzeltmeye yetmemesine duyulan bir tepki olarak şekillenme ve gelişmesine yol açmıştır. Sistemin yaşadığı genel bunalımın etkileri en çok kendisini Kürdistan’da hissettirmiştir. Daha doğrusu, kapitalist devletçi sistemin yaklaşımlarıyla onu aşma iddiasında olan reel sosyalizmin yaklaşımlarının çok fazla birbirini aşmadığı, aralarındaki farklılıkların temelde değil nüans farklılıklar olduğu gerçeği en iyi kendisini Kürdistan’da Kürt sorununa yaklaşımda hissettirmiştir. PKK içinden çıktığı toplumun ve ülkenin gerçeklerine bağlı olduğu, onu giderek derinleşen bir bilinçle anlamayı esas aldığı için, bu gerçeği herkesten daha önce daha derinlikli ve gerçekçi bir biçimde görebilmiştir. Gerçekten de batısıyla da, doğusuyla da Birinci Dünya Savaşı ardından oluşturulan dünya sistemi Kürdistan'a ortak bir gerçeklik biçiminde yansımıştır. Bu da inkar ve imha sistemi olmuştur. Kürdistan’ı ve Kürt toplumunu yok sayma, her türlü yöntemle yok etme bu sistemin temel yaklaşımını ifade etmiştir. Bunu kapitalist devletçi sistem yaratıyor diye görüp eleştirerek, ona karşı tavır alarak onun karşısındaki güçlerden olumlu yaklaşım arayışına girdiğinde, PKK görmüştür ki, aslında onlar da çok farklı değiller, derinden anlaşmaları ve uzlaşmaları var. Bazı bakımlardan kapitalist devletçi sistemle çelişiyor görünseler de, bu köklü değil yüzeyseldir, derinlikli değildir. Dolayısıyla Kürt sorunu ve Kürdistan gerçeği karşısında herhangi bir farklılıkları yoktur. Bir uzlaşmaları ve anlaşmaları vardır. Dolayısıyla bu durum PKK’yi erkenden dünya gerçeğini daha iyi anlamaya, sistemin yaşadığı genel ve sürekli bunalım sürecini daha iyi çözümlemeye, reel sosyalizmin her şeye çare olmadığı ve kapitalist devletçi sistemi aşamadığı gerçeğini daha erkenden görmesine yol aşmıştır. Bu da PKK’yi gerçekleşen sosyalizme daha eleştirel bakmaya ve ihtiyatlı yaklaşmaya götürmüştür. Ulusal kurtuluş hareketlerinden etkilenir ve onlardan birçok şey alırken, özellikle onların dayandığı özgürlük ve eşitlik anlayışlarına, bunu ifade eden reel sosyalizm gerçeğine hep tereddütlü ve eleştirel bakmıştır. Bu da PKK’yi daha özgün düşünen, özgüce dayanan, kendi ayakları üzerinde varolup yürüyen bir hareket olarak baştan itibaren şekillendirmiştir. Özgür iradeli, özgüce dayalı, bağımsız düşünen ve kendi gücüyle iş yapan, halk gücüne dayanan bir hareket olarak ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bir özgürlük, eşitlik, adalet ve demokrasi arayışçısı olarak, bunu nerede, hangi düşüncede, hangi siyasette, hangi örgüt ve eylemde bulabileceği arayışı, onu gerçekleşen PKK biçiminde bir yapılanmaya götürmüştür. Dolayısıyla PKK genelde 20. yüzyılın son çeyreğinde dünya sisteminin yaşadığı bunalıma karşı bir tepki hareketi, onu aşma arayışının yol aştığı bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. Bu temelde bir yandan ‘68 devrimci gençlik hareketiyle bağlıdır, bunun Ortadoğu’ya yansımasıyla, Türkiye ve Türkiye’de gelişen devrimci gençlik hareketiyle bağlı, onun içinden çıkıp gelen bir hareket olmasına yol açmıştır. Aynı zamanda bu hareketin eksikliklerini de aşmıştır. PKK çelişkilerin en çok kördüğüm haline geldiği, yoğunlaştığı, derinleştiği, köleliğin en çok uygulandığı bir alandan geldiği için, özgürlük, eşitlik ve demokrasinin gerçekte ne olması gerektiğini herkesten daha iyi görebilmiştir. Bu konuda söylemde özgürlük, eşitlik, adalet ve demokrasiden söz edip de gerçekte onun dışında kalan, ona uzak düşen anlayışların yaşadığı çelişkiyi en iyi görebilmiştir. Kürdistan gerçeği PKK’ye bu gerçekleri görme, ona göre bir düşünce ve eylem geliştirme imkanı vermiştir. PKK’nin burada temel özelliği halka ve emekçi kitlelere derinden bağlı olması, onların bir hareketi olarak ortaya çıkmasıdır. Yine eşitlik, özgürlük, adalet ve demokrasi ilkelerine tutku düzeyinde temel yüce amaçlar biçiminde bağlı olması, onları gerçekleştirmeyi esas almasıdır. Halka, emekçi kitlelere dayalı özgürlük, eşitlik ve KUMÜNAR 7 adalet düzenini kurma arayışı, Kürdistan’dan PKK’yi hem kapitalist devletçi sistemin çelişkilerini doğru görmeye, hem de reel sosyalizmin yaşadığı sapmalar ve yetersizlikleri doğru görerek aşmaya götürmüştür. Burada PKK’nin temel karakteri temel değerlere hep bağlı kalmasıdır; tutku düzeyinde bağlı kalabilmesi, halkın çıkarlarını, emekçi kitlelerin çıkarlarını esas alabilmesi, özgürlük, eşitlik ve adalet ilkelerine bağlı olmasıdır. Bunlara bağlılık PKK’yi kapitalist devletçi sistemi aşan bir hareket haline getirirken, aynı zamanda reel sosyalizmi de aşan, dolayısıyla kapitalist devletçi sisteme alternatif olarak, giderek demokratik, ekolojik ve cinsiyet özgürlükçü toplum sistemini yaratan bir hareket haline gelmesine yol açmıştır. Nitekim daha ilk ölçülerinin şekillenmesinde böyle bir alternatif sistemin izleri vardır. İlk ideolojik grup olarak şekillenmede, böyle bir gençlik grubu haline gelmede, böyle bir sistemin temel özelliklerini kendi yapısından somutlaştırır ve yaşatır olmuştur. Partileşme sürecinde böyle bir sistem giderek daha da belirginleşmiş, kendisini parti yaşamında var etmiştir. PKK alternatif bir toplum yaşamı olarak kendisini bir parti düzeyinde somutlaştırmış, giderek burada bir derinleşmeyi de yaşamıştır. Partide somutlaşan yeni sistem kendini halka taşırmış, toplumun değişik kesimleri üzerinde etkide bulunmuş, dolayısıyla toplumun her türlü geriliğe ve gericiliğe karşı mücadele eden, onlara darbe vuran, Kürt bireyini ve toplumunu özgür yaşam temelinde yeniden yaratılma sürecine çeken bir gelişmenin yaratılmasını sağlamıştır. PKK’nin kendisine özgü bir tarihsel diyalektiği olduğu yönünde değerlendirmeler var. Bu diyalektiğin özellikleri nelerdir ve nasıl işliyor? Bu konu elbette oldukça önemli bir konudur; çok fazla düşünme, yoğunlaşma ve araştırmayı gerektiriyor. Bunlar böyle ayaküstü çözümlenecek, ifade edilecek hususlar değil. Tümüyle bir Önderlik gerçeğinin ruh, duygu, bilinç ve davranış bakımından incelenmesini, anlaşılmasını gerektiriyor. Yine otuz yıllık mücadele pratiğinin değerlendirilmesini, incelenmesini, hangi dönemde ne tür sorunlarla karşılaştığını, bunları nasıl çözdüğünü, ne tür zorlanmalar yaşadığını, hangi gelişmeleri ortaya çıkardığını görmeyi gerektiriyor. Ancak bu biçimde PKK diyalektiğinin özellikleri tam bir biçimde açığa çıkartılabilir, tanımlanabilir ve anlaşılabilir. Yoksa öyle yüzeysel ve kendine göre yaklaşımlarla PKK’yi doğru çözümlemek, onun gerçeğini doğru ve yeterli bir ifade kavuşturmak mümkün olmaz. Burada biz birkaç hususu kısaca şöyle ifade edebiliriz. PKK’nin kendine özgü bir diyalektiğinin olduğu doğrudur. Bir gelişme çizgisi var. Başka hareketlere benzemeyen yönleri var. Çünkü Kürdistan başka bir ülkeye benzemiyor. Kürt toplumu diğer toplumlarla aynı değil, ciddi farklılıkları var. Kürdistan'ın ve Kürt toplumunun özü, temel gerçekliği olarak PKK’nin de kendine has özelliklerinin olması, özgünlüğünün bulunması, bu temelde kendine has diyalektik bir gelişmeyi yaşamış olması doğal bir durumdur. Bu birçok noktada böyledir. Örneğin çok iddialı gibi görünmüyor ya da çok büyük güçlerle işe başlamıyor. Başlangıçları imkan bakımından, iddia bakımından azdır, ama sonuca gelindiğinde başlangıçta hiç görülmeyen birçok sonucu ortaya çıkartan bir özelliğe sahiptir. Önder APO bunu “Ben zayıf başlayan ama güçlü bittiren bir çizgiye sahibim” diye ifade ediyordu. Gerçekten de birçok gelişme dönemine bakılırsa böyle bir durumun varlığı rahatlıkla görülebilir. Yine bazılarının sandığı gibi PKK sadece bir eylem hareketi değil, tersine daha çok bir düşünce hareketidir. Yapılmak istenen şeyler yapılmadan önce çok fazlasıyla araştırılıyor, inceleniyor, tartışılıyor, bilinç düzeyinde açığa çıkartılıyor, yazılıp çiziliyor. Yani ciddi bir bilinç olayı, teorik çalışma olayı, teorik ile pratik birliğine sahip bir gelişmedir. Ancak birçok şey kapsamlı çözümlendikten sonra pratiğe aktarılıyor. Pratik düzey aslında teorik düzeyinin gerisindedir. O hep eleştiri ve tartışma konusu oluyor. Dıştan bakıldığında, sanıldığının aksine, PKK gerçeği böyle bir durumu ifade ediyor. Kendi içindeki tartışması, kendi kendini ele alışı daha farklıdır. Uygulama düzeyi çözümleme düzeyinin çok çok gerisindedir. Bu bakımdan uygulanan tüm olgular başlangıçta KUMÜNAR 7 düşüncede çözümlemeye tabi tutuluyor. Bu da bir özelliktir. Ama bununla birlikte şu da var: Pratikte yaratıcılığa ve yeniliğe de açıktır. Yani pratiğin gelişimi içerisinde ortaya çıkan ve ihtiyaç olan düşünsel değişiklikleri yapabiliyor. Bu bakımdan da başlangıçtaki duruşunu pratik süreç içerisinde daha da derinleştirebiliyor. Bu da onun temel bir özelliğidir. Yine düşünceyi pratikten çıkarması, pratiği çözümlemesi önemli bir diyalektik özelliğidir. Kuşkusuz araştırma yapıyor, inceliyor, dünya halklarının deneyimlerine bakıyor, ama yaşamı anlama ve çözümleme bundan daha önde geliyor. Dıştan aldıkları sadece bir bakış açısı kazanmayı, bilgi fazlalığını ifade ediyor. Esas düşünce ise pratiğin irdelenmesinden, incelenmesinden çıkıyor. Kürdistan tarihi ve toplumunun incelenmesinden, örneğin parti gerçeğinin, parti mücadelesinin incelenmesinden, militanın özelliklerinin incelenmesinden çıkıyor. Yani düşünceyi soyut verilerden oluşturmuyor; tam tersine somut yaşamın, canlı yaşam gerçeğinin çözümünden çıkartıyor. Bu bakımdan da düşüncesi ve teorisi pratikle uyumludur, bütünlüklüdür, soyut değil somutun tahlilidir. Dolayısıyla yeniden somuta dönüşmeye, eyleme dönüşmeye, örgüte dönüşmeye açıktır. Bu da onun temel özelliklerinden biridir. Bir başka yön olarak şunu söyleyebiliriz: Çok zayıf gibi göründüğü anlarda çıkış yapabiliyor. Mekanik bir hareket değil, hamlesel bir hareket. Önderlik işte en son kuantum çözümlemesine gitti. Kendisini kuantum hareketinde ifade eden bir dinamizme, değişkenliğe, hareketliliğe sahiptir. Bu bakımdan da hamlesel düzeyde gelişme sağlıyor. Onun için en zayıf anında, artık yok olduğu ve gelişemeyeceğinin sanıldığı yerde, bir bakılıyor güçlü bir hamle yapabilmiştir. Bunu gerçekleştirme özelliğine sahiptir. Neden? Çünkü gerçekçi ve somut olduğu, realiteyi dikkate aldığı kadar ilkeleri ve idealleri de var, devrimci hayalleri var, yaratmak istediği yenilikler var. Onlara da tutku düzeyinde bağlıdır. Ne bu ilkeler ve ideallerden kopuyor, kendisini çok pragmatist bir çizgiye çekiyor, ne de somuttan kopuyor, kendini sadece soyut düşüncenin esiri yapıyor. İlkeler ve ideallere bağlılığı somutun, realitenin doğru bilimsel incelenmesiyle birleştirdiği için, en karanlık ortamda bile ışığın nerede olduğunu görebiliyor. Halkın özgür ve eşit ilerleyişinin hangi yönde ve hangi yöntemlerle olacağını görebiliyor. Bunda kararlı ve ısrarlı olabiliyor. Birçoklarının hiçbir şey göremediği yerde o görüyor. Birçoklarının hiçbir şey yapılamaz sandığı yerde o büyük çıkış yapılabileceğini görebiliyor. Bu, Önderlik özelliğidir, Önder APO’nun en temel karakteridir.dolayı maceracı, boş iddialarda bulunan, hep tehlikeli şeyler düşünen bir kişilik olarak görüp suçlamışlardır. Ancak yaşam Önder APO’yu doğruladıkça kendileri boşa çıkmışlardır. Gelişen, doğruyu ifade eden Önder APO olmuştur. Bu özelliğinden dolayı en karanlık ortamda aydınlığı görüp gösterebilen, gücün ve imkânın en az olduğu ortamda gelişme sağlayabilen, hamle yapabilen bir karaktere sahiptir. Bu da onun en temel özelliklerinden biridir. Yine çözümü kendinden arama temel bir diyalektiktir. Önder APO hep PKK’yi yeni başlangıçlar yapma hareketi olarak değerlendirmişti. Bu hem zorluklar ve imkânsızlıklar ortamında hamlesel gelişme sağlamaya yol açtığı gibi, aynı zamanda hem de çareyi kendinde üretme durumunu ortaya çıkarıyor. Bu da bir Önderlik ilkesidir, Apocu ölçüdür, tarzdır. Kendini çözüm gücünü yapmak, çareyi kendinden üretmek, en ağır olumsuzluk ve imkânsızlık ortamında bile kendine çare yaparak gelişme sağlayabilmek Önderlik gerçeğinin belirgin bir özelliğidir. Militan açısından da, örgüt açısından da, halk açısından da böyledir. Dikkat edilirse, Önderlik kendini eğiterek, daha ileri ölçülere ulaştırarak gelişme sağlıyor. Yine onu takip eden militan gerçekliği, örgüt yapısı ve halk da kendi özgücüyle her şey yaratıyor. Öyle herhangi bir güçten, kimseden aldığı bir destek yoktur. Tam tersine, neredeyse herkes köstek olacak konumdadır. Oysa halk özgücünü esas alıyor, ona inanıyor, o temelde hareket ediyor ve sürekli ilerleme ve gelişme sağlıyor. Diğer yandan yine hep kendini vuruyor diyelim, aslında geriliklerini ve gericiliğini vuruyor. Siyasetine ve savaşımına bakalım: Başkasına zarar vermek yerine kendini KUMÜNAR 7 yakıyor. Çatışmalarda kendisi kayıp veriyor, eylemde kendini yakıyor. Düşmanda patlamak yerine kendi kendisini yakıyor, patlatıyor. Aslında düşmanı kendi içinde patlatıyor, kendi ruhunda, bilincinde ve varlığında patlatıyor. Çünkü Kürdistan ve Kürt toplumu mevcut inkar ve imha sistemi içerisinde başka toplumların hiçbirisinin yaşamadığı durumları yaşıyor. Hakimiyet, yabancı hakimiyet, sömürgecilik İçselleştirilmiştir; yine işbirlikçilik ve teslimiyet içselleştirilmiştir. Genelde bütün halklar için böyle bir devletçi toplum sisteminin içselleştirme gerçeği var. Kürt toplumunda da bu durum yaşanıyor. Ama Kürt toplumu bundan da öteye, inkar ve imha altında bütün yabancı egemenliği içselleştirmeyi yaşıyor. Bu nedenle aslında Kürdistan üzerindeki gerici hakimiyet insanın içinde yaşanıyor. Dolayısıyla kendi içinde gericiliği öldürmek büyük devrimci patlamalara yol açıyor, devrimci gelişme ortaya çıkartıyor. Bu da bir Kürdistan gerçeğidir. Bu gerçeği doğru anlayan, çözümleyen, esas alan bir güç olarak, Kürt gerçeğini esas alan bir güç olarak PKK de böyle bir gelişme diyalektiğine sahiptir. Kendisini yaktıkça ancak kendini temizleyebiliyor. Ruhen, duygu olarak, düşünce olarak özgür ve iradeli bir güç haline getiriyor. Kendini başkasına tanıtıyor, mesaj verebiliyor. Dolayısıyla gelişme yaratabiliyor. Diğer bir özellik olarak, PKK bir karşıtlık yaratmıyor. Bazıları öyle sanıyorlar, bir karşıtlık hareketi olarak görebiliyorlar. Öyle değildir. Örneğin Türk milliyetçiliğine karşı Kürt milliyetçiliğini geliştirmiyor. Kürdistan’da uygulanan despotizme karşı bir despotizm ortaya çıkarmıyor. Etkili hakim devletçi baskı sistemlerine karşı Kürt devletçi baskı sistemini yaratmıyor. Tersine milliyetçiliği, devletçiliği, despotizmi, baskı ve sömürüyü aşıyor. Bu da temel bir özellik, yeni bir özelliktir. O nedenle de milliyetçi devletçi güçler PKK’yi tehlikeli buluyorlar. Aslında bir karşıt milliyetçilik yaratsa, bir karşıt devletçilik geliştirse, onunla bir tür uzlaşmaya varacaklar. Ama görüyorlar ki, kendilerine benzer Kürt’e ait bir durum yaratmıyor. Tam tersine, deyim yerindeyse kendilerinin dibine kibrit suyu ekiyor. Milliyetçiliği, devletçiliği, despotizmi teşhir ediyor, temellerini çözüyor. Onları aşan bir toplumsal yaşam sistemini ortaya çıkartıyor. Onların sönme sürecini, onların çözülüş sürecini başlatıyor. Bu nedenle tehlikeli görüyorlar. Yani karşıt yaratmıyor, alternatif ortaya çıkarıyor. Onları aşan bir toplum sistemi, toplumsal yaşam sistemi geliştiriyor. Bu nedenle hiyerarşik devletçi toplum sistemi tarafından tehlikeli bulunuyor. Sistem uluslararası komplo düzeyinde Önder APO’nun, PKK’nin üzerine geliyorsa, karşı çıkıyorsa, tehlikeli buluyorsa bu nedenledir. Örneğin İmralı sistemi ortaya çıkartılmışsa bu nedenledir; Önder APO’nun bir çift sözünün bile dışarıya çıkması ve halka ulaşması tehlikeli ve zararlı bulunuyorsa bu nedenledir. Sistem bu düşüncelerden korkuyor. Neden? Çünkü sistemi deşifre ediyor, teşhir ediyor, alternatifini ortaya koyuyor. Bu da önemli bir PKK diyalektiğidir. Benzer birçok özellik üzerinde durulabilir. Tartışılması, değerlendirilmesi, araştırılması gereken bir konudur bu. Biz şimdilik bununla yetiniyoruz. PKK’nin yeniden inşası hangi tarihsel misyonla gerçekleşti, bu misyonu nasıl yerine getirecek? PKK, 90’ların ortalarından günümüze kadar çok yönlü önemli bir yenilenme ve gelişme süreci yaşamıştır. Bir Halkı Savunmak kitabında Önder APO’nun ortaya koyduğu görüşlerle birlikte, PKK yeni bir manifestoya kavuşmuş, bu bakımdan kendini çok yönlü yenileyebilmiştir. Bu bir felsefi gelişme düzeyini ifade ediyor; diyalektik materyalizmin dogmatik yorumunun aşılmasına dayanıyor. Bu felsefi gelişme önemlidir. Önderlik gerçeğinde böyle bir yenilenme ve gelişme düzeyi var. Diğer yandan tarih anlayışının gelişimi, materyalist tarih anlayışının aşılması ve daha da geliştirilmesi temelinde yeni bir tarih anlayışına ulaşma ya da baştan itibaren geliştirdiği tarih anlayışında köklü bir derinleşme ve sistem kazanma var. Bu da insanlık tarihinin, halkların doğal komünal değerlerini günümüze taşıyan demokrasi tarihinin ortaya çıkartılmasıdır. Yine ideolojik bakımdan da PKK güçlü bir yenilenme ve gelişmeyi yaşamış KUMÜNAR 8 durumdadır. Bu esas olarak hiyerarşik devletçi toplum sisteminin aşılması, bunun yerine demokratik, ekolojik ve cinsiyet özgürlükçü toplum paradigmasının ortaya çıkartılmasıdır; demokratik devrimin özgürlüklere dayalı olarak her alanda geliştirilmesini ifade ediyor. Yine ekolojik devrimi içeriyor. Bütün bunların temeli olarak kadın özgürlük devrimini öngörüyor. Kadın özgürlüğüne ve ekolojiye dayalı bir demokrasi, halkların özgür, eşit ve adil yaşamı olarak öngörüyor. Böyle bir ideolojik yenilenme, paradigmasal gelişme söz konusudur. Kuşkusuz bu paradigmanın kökleri daha önceki çizgide de vardı. İkili bir karakter yaşanıyor ve PKK içinde bir iç mücadele biçiminde kendisini yansıtıyordu. Şimdi hem dünyadaki gelişmeler, hem de Kürdistan’da yaşan gelişmelerin bilimsel çözümü temelinde, Önderlik gerçeğimiz ve bu temelde partimiz yeni bir paradigmasal gelişmeyi, ideolojik gelişmeyi yaşamıştır. İlkelerde yenilenme, daha da netleşme, belirginleşme ortaya çıkmıştır. Bu önemli bir düzeyi ifade ediyor. Bunun yanında stratejik değişim var. Uzun süreli halk savaşı stratejisi yerine demokratik siyasal mücadele stratejisini esas almıştır. Bu bir strateji değişimidir. Bu da dünyadaki ve Kürdistan’daki gelişmeler dayalı olarak ortaya çıkan bir değişim oluyor. PKK geçen mücadele döneminde halk savaşı stratejisi ile sağlanabilecekleri önemli ölçüde sağlamıştır. Şimdi o stratejiyle ilerleme yaratmak, özgürlük ve eşitlik mücadelesini geliştirmek artık mümkün değildir. Dolayısıyla yeni koşullara, dünya, Ortadoğu, Türkiye ve Kürdistan koşullarına uygun bir strateji olarak demokratik siyasal mücadele stratejisini tanımlamış; bunun hem güç mevzilenmesini, hem öncülüğünü, hem de mücadele yöntemlerini ve taktiklerini çözümlemiştir. Bu bakımdan yaşanan önemli bir stratejik değişimi ifade ediyor. Yine bir yeniden yapılanma, bütün bu gelişme ve değişime dayalı olarak örgütsel yeniden yapılanma süreci yaşanmıştır. Aslında bu 98’den bu yana başlayan, 6. Kongre ile gündemleşen bir süreçtir. Komplo bunu engellemeye çalışsa da, Önder APO, en son Bir Halkı Savunmak kitabındaki örgütsel sistemi somutlaştırarak, yeni paradigma ve stratejiye dayalı örgütlülüğü ve bunları hayata geçirecek örgüt yapısının nasıl olması gerektiğini ortaya koymuştur. Bu da örgütsel yeniden yapılanmanın gerçekleştirilmesine yol açmıştır. Özellikle 2005 baharındaki toplantılarla birlikte Özgürlük Hareketimiz böyle bir felsefi ve ideolojik çizgiye, yeni siyasi programa ve yeni stratejiye uygun bir örgütsel yeniden yapılanma kazanmıştır. PKK’nin yeniden inşası da böyle bir gelişmeyi ifade etmektedir. O ne sadece bir örgütsel yeniden yapılanmadır, ne de yalnız başına bir strateji değişimidir. PKK’nin yeniden inşasını bütün bu alanlarda yaşanan bir gelişme ve değişim olarak görmek gerekir. PKK’nin yeniden inşasını felsefi ve ideolojik yenilenme ve gelişme, yeni bir siyasi programa kavuşma, stratejide değişim ve örgütte yeniden yapılanma olarak ele almalı, tanımlamalı ve böyle bütünlüklü bakmalıyız. Bu önemli bir durumdur, köklü ve tarihsel bir gelişmedir, bütünlüklü bir gelişmedir. Dikkat edilirse tek yanlı, dar yaklaşımlar doğru değildir. Onlardan uzak durmak gerekir. Bu bakımdan yeniden inşa olan PKK, içinde bulunduğumuz dünya ve bölge koşullarında 21. yüzyıl gerçeğine uygun olarak, Kürt halkını örgütleme, özgür demokratik yaşama kavuşturma ve bu temelde ilerletme misyonunu üstleniyor. Bu önemli bir misyondur. PKK’nin ilk kuruluşu ulusal direniş ve diriliş misyonunu üstlenmişti. PKK bu misyonu başarmıştır. Ulusal direnişi ideolojide, ruhta, siyasette, askerlikte yaratıp geliştirerek ve 90ların başında ulusal diriliş devrimini gerçekleştirerek bu misyonunu başarıyla yerine getirmiştir. Şimdi yeniden inşa olan PKK’nin misyonu ise, Kürt halkının özgür demokratik yaşamını örgütleme ve ilerletme misyonudur. Bu tabii aynı zamanda Kürt sorununun demokratik çözümünü gerçekleştirmeyi de ifade ediyor. PKK demokratik siyasal mücadele temelinde Kürdistan’ın özgürlüğünü ve Kürt toplumunun özgür demokratik yaşamını yaratma ve örgütleme misyonunu, ulusal direnişi yaratıp geliştirme ve ulusal diriliş devrimini tamamlamayı ERNK’yi örgütleyerek, yani ulusal kurtuluş cephesini geliştirerek sağladı. Bu cephenin önemli bir KUMÜNAR 8 kolu ve öncülüğü ARGK oldu, gerilla oldu. Ulusal diriliş devrimini böyle bir ulusal kurtuluş cephesiyle, aslında ulusal direniş cephesi ve gerillasıyla sağladı. Şimdi Kürdistan’ın özgürlüğünü ve Kürt halkının demokrasisini ise Kürdistan Demokratik Konfederalizmini inşa ederek ve geliştirerek sağlayacaktır. Yeniden inşa olan PKK ,Demokratik Konfederalizm hareketini geliştiriyor. Bu yeni misyonunu Demokratik Konfederalizmi inşa ederek oynayacak. Hiyerarşik devletçi sisteme alternatif olarak Koma Komalên Kurdistan sistemini geliştirecek. Bu, Kürt halkının tüm kesimlerini her düzeyde örgütlemeyi ifade ediyor. Yine Kürt halkını konfederal ilişkiler temelinde her düzeyde birleştirmeyi ve örgütlü kılmayı içeriyor. Böylece örgütlü, bilinçli ve irade kazanmış bir birey ve halk, onun çeşitli kesimleri ve bir bütün Kürt toplumu düzeyine ulaşmayı hedefliyor. Bu da bir önemli tarihsel süreçtir. Öyle geçici görülmemeli, basit ele alınmamalıdır. Dolayısıyla bu birinci gelişme döneminden bağımsız değildir; buna onun üzerine yüklenen, onun ortaya çıkardığı birikimler üzerinde gelişmeyi esas alan yeni bir tarihsel gelişme dönemi diyebiliriz. Bu çerçevede PKK’nin felsefi ve ideolojik olarak topluma yön veren, toplumun tümünü kapsayan, halkı kapsayan, Demokratik Konfederalizmi kapsayan bir duruşu var. Fakat bu yeniden inşa olan PKK’nin ulusal diriliş devrimini gerçekleştiren, ulusal direnişi geliştiren PKK’den farklılıkları var. PKK’yi, onun yeniden inşasını özellikle Demokratik Konfederalizmin bir iktidar aygıtı yönetimi gibi görmemek lazım. Tam tersine, PKK iş ve rol koordinasyonuna dayalı yeni bir yönetim anlayışını da halkın demokratik konfederal örgütlülüğü içerisinde yaratmayı öngörüyor. Esas olarak bir felsefedir, bir ideolojik duruştur; siyasi hedeflerin belirlenmesi, doğrultunun çizilmesidir. Bir de sistemin bu ilkeler temelinde yaşayan, sisteme öncülük eden yeni bir insan gücüdür, kadro gücüdür. Bu tamamen yeni bir anlayışa dayanıyor. Hiyerarşik devletçi sistemin iktidarcı anlayışından tümden uzaktır. İş ve rol koordinasyonuna dayalı yönetim görevlerinin yerine getirilmesini öngörüyor. Bu bir çalışma ahlakıdır aslında, çareyi kendinde bulmanın bir biçimidir. Burada zorla ve ücretle iş yapma yoktur; tam tersine istekle, ihtiyaç hissederek ve benimseyerek iş yapmaya, bu temelde çalışmada iddialı ve fedakar olmaya dayanıyor. Tamamen halka, insanlığa, özgür demokratik gelişmeye kendini adamayı, bu doğrultuda fedakarca çalışmayı öngören, buna dayanan bir çalışma ahlakına sahiptir. PKK’nin yeniden inşası böyle bir örgüt gücünü, kadro yapılanmasını da ifade ediyor. PKK’nin ilk kuruluşu ve gelişimi ulusal direniş içerisinde fedai çizgisinde savaşmaktı. Kadro çizgisi gerçekten de fedai militanlığın, ulusal kahramanlığın, halk kahramanlığının en seçkin, en güçlü örneklerini yarattı. Şimdi de iş ve rol koordinasyonunu gerçekleştirme temelinde, tamamen fedai ruhuna dayalı olarak, halkın özgür ve demokratik gelişimini ve örgütlülüğünü yaratma mücadelesini yürütmede ona öncülük edecek, kendini adayacak ve fedakarca çalışacak bir kadro yapılanmasına da dayanıyor. Bu anlamda PKK’nin militan kadro duruşu varolan bütün insan duruşlarını aşıyor. Gerçekten yeni paradigmayı kendi kişiliğinde somutlaştıran, yaşamsallaştıran yeni insanın yaratılmasına dayanıyor. PKK’nin bu yeni misyonunu başarıyla pratikte gerçekleştirmesinin en temel güvencesi ve dayanağı da işte böyle bir kadro çizgisi ve bu çizgide yapılanan kadro gerçeği oluyor. PKK’nin kuruluş toplantısına katıldınız PKK’yi kurma kararı alındığında neler hissetmiştiniz? Bir anınızı anlatabilir misiniz? PKK’nin Kuruluş Toplantısı her zaman belleğimizde diri, canlı kalan bir olay. Söylenen sözleri, gösterilen davranışları bugün gibi hatırlayabilecek konumdayız. Belleğimizde bu kadar iz bırakmış, hislerimizi etkilemiş bir olgudur. Tabii PKK her zaman toplantı yapıyordu. Önderlik tarzı ve çalışma sistemi toplantılar yapmaya, herkesi bu temelde katmaya dayalı bir sistemdi. Fakat 27 Kasım 1978’deki Kuruluş Toplantısına giderken, bu toplantının diğerlerinden biraz daha farklı olacağı hissediliyordu. Bu bakımdan böyle bir toplantıya katılmak daha önemli ve anlamlı geliyor, daha fazla heyecan veriyordu. Böyle bir toplantıya katılacak olmak insanı gerçektende etkiliyor ve heyecanlandırıyordu. KUMÜNAR 8 Toplantıya katılacağımız ilk söylendiğinde, bu heyecanı fazlasıyla duymuştuk. Toplantının kendi gelişimi de bunu sağlayacak türden oldu zaten. Tedbirleri iyiydi, örgütlüydü. Önemli bir bileşim vardı. Önderlik güçlü bir biçimde hazırlanmıştı. Zaten bir yıl öncesinden Program Taslağı tartışılıp hazırlanmıştı. Yine dört beş ay öncesinden Manifesto hazırlanıp dağıtılmıştı. Bir Tüzük Taslağı da hazırlanmıştı. Bunlar temel belgeler olarak yazılı biçimde toplantının temel ana karar gündemini oluşturuyordu. Ama bir de örgüt gerçeğinin, örgüt sorunlarının tartışılma durumu vardı. Önderlik bu temelde çok derin fikirler ortaya koyan, katılanları uyarmayı, eğitmeyi ve hazırlamayı hedefleyen değerli tartışmalar yürüttü. Özellikle örgüt konusunda, partileşmenin daha önceki duruştan farklılığı konusunda önemli belirlemeler yaptı. Kongrenin birçok şeyi vardır. Her anı her zaman hatırlanacak bir anı gibidir. Divanı Hayri arkadaş yürütmüştü. Divan oluşurken, Önderlik, “Ben konuşma yapacağım, fazlasıyla söz alacağım, o nedenle başka bir arkadaş toplantıyı idare ederse daha iyi olur” demiş, bu temelde Hayri arkadaşın divan olarak belirlenmesi gerçekleşmişti. Yönetim seçilirken tartışmalar benzer biçimde çok yönlü sürdü. Önderlik partileşmenin önemini biliyordu. Ancak parti olur da gereklerini yerine getirmezsek, tarih karşısında gülünç duruma düşeriz endişesini çok taşıyordu. “Parti olmak ciddi bir tarihsel sorumluluk altına girmektir” diyor, bunu derinden hissediyordu. “Eğer gereklerini yerine getirmez de kendimize parti der, ona uygun davranmazsak palyaçoya döneriz” diyordu. Bu bakımdan parti olmanın, partileşmenin, parti kadrosu haline gelmenin önemini biliyordu. Onun için de yönetim üzerinde çok durdu. Gerçekten de böyle bir parti ne tür bir kadro ve yönetim gücü oluşturabilir, inşa edebilir, örgütleyebilir? Herkes böyle tartışırken, katılanların büyük bir kesimi Merkez Komite üyeliği için önerilmişti. Önderlik, ne kadar hazırlık düzeyi olduğunu tespit etmek için herkesle tek tek tartışıyordu. Mazlum arkadaşı üyeliğe önermişlerdi. Önderlik Mazlum arkadaşa sordu: “Senin ne hazırlığın var, nasıl merkez yönetimi olacaksın?” dediğinde, Mazlum arkadaş şöyle cevap verdi: “Ben kendimi önermedim, arkadaşlar önerdiler. Ama parti militanı olmak isteyen birisi olarak bu kongrenin ve yönetimin bana vereceği her görevi yapmak zorundayım. Parti üyesi olmanın gereği budur. Bunu yapamazsam, böyle bir görev ve sorumluluk üstlenemezsem, o zaman parti üyesi de olamam” dedi. Bu önemli bir cevaptı. Tabii “Ben kendimi önermedim” diyerek de görev verilmeyebileceğini ifade etmiş oldu. Bu duyarlılık karşısında bir de duyarsızlık ölçüsünün iyi bilinmesi açısından yine bir şeyi daha örnek verebilirim: Önderlik, toplantı bittikten sonra “bitiriyoruz” dedi. Toplantı resmen bitti. O zaman Davut diye birisi vardı. O bir köşede oturmuştu. Toplantı bittikten “Bir dakika, ikinci toplantı ne zaman, ikinci kongre nerede olacak, onu da belirleyelim” dedi. Önderlik şöyle bir ters baktı. “Dört yıl sonra ya yok oluruz ya da büyük zaferler kazanırız. Şimdiden dört yıl sonra nerede toplantı yapacağımızı nereden bilelim?” dedi. Tabii gülünüp geçildi. Bir yandan da böyle bir duyarsızlık vardı. Zaten PKK tarihi hep bir yanı Önderliğin yüksek bilinç yoğunluğu ve aktivitesi temelinde militanlaşan gelişmeyi, partileşmeyi ve eylemi ifade etti; diğer yandan da en son örnekten de verdiğimiz gibi duyarsız, fedakarlıktan ve cesaretten yoksun, bireyci, zayıf ve giderek partiye yük olan, partiden kopan bir durumu içerdi. Önderlik bunu orta yolculuk olarak değerlendirdi. Hatta 90’ların başında PKK’de üç tür gelişmeden söz etti. Bir gerçek PKKlileşme, bir kontralaşma yani provokatif tasfiyeci eğilim, bir de bunlar arasındaki orta yolculuk biçiminde belirlemede bulundu. Aslında bu bir sınıf mücadelesini, toplum içersindeki temel kategoriler ve siyasi duruşların parti içine yansımasını ifade ediyor. Tabii PKK her zaman Önderlik gerçeğinden, onu takip eden şehitler ve militanca mücadele edenler gerçeğinden oluşuyor. PKK dün de böyleydi, bugün de böyledir, yarın da hep böyle olacaktır. KUMÜNAR 8 KEMAL’E ERMEK A. Haydar Kaytan Öfke ve nefret, olumsuzlayan beğeni ölçüleri olarak, bireyde arayışa yol açan iki temel duygudur. Bir şeyi reddetmekten söz ettiğimiz zaman, özünde ona karşı duyduğumuz öfke ve nefreti dile getirmiş oluruz. Değiştirmek istediğimiz şey tamamı tamamına beğenmediğimiz, başka bir deyişle olumlamayı kesin olarak reddettiğimiz şeydir. Her yeni düşünce başlangıçta bir olumsuzlama hareketi şeklinde gelişir. İnsan kendisini ve kendisiyle birlikte çevresini değiştirmek isteyen bir varlık olarak tanımlanır. Bu da onu çoğunlukla ‘hayır’ diyen bir gerçeklik haline getirir. İnsan aslında bu ‘hayır’ dediklerinin ağır kuşatması altındadır. Yani olumsuzladıkları somuttur, karşısında ve hatta kendi kişiliğinde etkili birer olgu olarak hükmünü sürdürürler. ‘Hayır’ demek, “Ben verili dünyanın ölçüleri ve değerlerine göre yaşamayacağım” demektir. Verili yaşam tarzını olumsuzlaması, kişinin kendisi için yeni bir yaşam yolu çizme cesaretinde bulunmasını ifade eder. ‘Nasıl yaşamalı?’ sorusu, ‘Ben böyle yaşamayacağım’ şeklindeki kararımızı izler. Arayışımız bu soruda ifadesini bulur. Böyle bir soru, kabul edilebilir bir yaşam için gerekli koşulların halihazırda mevcut olmadığına işaret eder. Olumsuzladıklarımız oldukça somut iken, ‘evet’ dediklerimiz neredeyse tamamen soyuttur, yani henüz belki de tasarım aşamasındadır. Ancak özgür ve eşit bir yaşam için gerekli koşullar olmasa da, kendi ilkelerimiz ve ölçülerimiz vardır; verili sistemin dayattığı yaşamı reddeden insanlar olarak, bu ilkeler ve ölçülere göre yaşarız. Koşullarını oluşturduğumuz ölçüde yeni yaşam toplumsal düzeyde gerçekleşme olanağı bulur; koşulları oluşmamışsa soyut yaşamasını bilmek gerekir. Soyut yaşamak, sınıflı cinsiyetçi uygarlık sisteminin kirlerine bulaşmadan, ilkeler ve ölçülere göre yaşamak demektir. Bir lokma bir hırka ile yetinen derviş, bir ilke adamı olarak, özünde böyle bir insanı anlatır. Önder Öcalan’ın işaret ettiği şekliyle bir derviş gibi yaşamak, en ileri ölçüler ve sağlam ilkelerle donanmış büyük insanlara özgüdür. ‘Hayır’ deyip reddettiklerinin kuşatması altında yaşamak, son derece yüksek bir duyarlılık temelinde sağlam bir duruşun sahibi olmakla mümkündür. Duyarlılık, yaşama saygı göstermenin vazgeçilmez gereğidir. Mücadele insanı daima duyarlıdır. Duyarsızlık, gerçekte yaşamla kurulmuş bağın kopma sürecine girmesidir. Duyarsız birey aslında bir tür intiharı yaşamakta; duyarsızlığı temelinde yaşamla bağı sürekli zayıflayan birey her an kendi ölümüne sürüklenmektedir. Bu bir koma durumudur, bir tür bitkisel yaşam halidir, yaşayıp yaşamadığını fark etmemektir, hayatın anlam yitimidir. Sınıflı cinsiyetçi uygarlık sistemi, komadaki hasta durumuna soktuğu bireyin anlamını yitirmiş bir yaşama mahkum edilmesi karşısındaki duyarsızlığı üzerinde egemenliğini sürdürür. Bu sistem altında insanın özü korkunç bir erozyona uğratılır. Özün süreklileşen aşınması, yaşamda ölçü ve ilkenin silinmesidir. Özüyle buluşma çabası içindeki insan, ölçüleri ve ilkeleriyle yaşayan insandır; yaşadığını ölçüleri ve ilkelerine bu bağlılığıyla kanıtlar. Sistemin adım adım intihara sürüklediği birey ise yaşamasının kanıtını tüketmekte bulur. Öyle ki, ne kadar çok tüketirse o kadar iyi yaşadığını sanır. Tüketme ve üreme bu bireyin en belirgin işlevleridir. ‘Hayır’ demek; reddettikleri karşısında direniş konumuna geçmek, direniş çizgisinde ısrarlı ve kararlı davranmak, saldırılar karşısında asla boyun eğmemek, bunun için daha başından sırtında çarmıhıyla özgürlük yürüyüşüne çıkmak demektir. Çarmıhını sırtında taşıyacak denli bir özveriyle eylem KUMÜNAR 8 alanına giren insan, rahata asla tenezzül etmeyen insandır. Tüketici tip ise hep huzur içinde yaşamak ister ve bu haliyle yonca tarlasında işkembesini şişirip çimenler üzerinde yatarak geviş getiren bir öküzü veya ineği andırır. Öteki biçimleri bir yana, nefsini terbiye etme gibi en şiddetli savaşın içindeki insanın huzuru arzulaması anlamsızdır. İç huzurundan feragat etmek, nefis terbiyesinin gereği ve kaçınılmaz sonucudur. Duyarlılık da zaten bu çerçevede gerçek anlamını bulur. Nefis savaşının en büyük savaş olmasının kişinin kendi içinde derin bir huzursuzluğu yaşamasıyla doğrudan bağı vardır. Bu açıdan neden yaşamak gerektiğini bilmek yetmez, nasıl yaşamak gerekiyorsa ona göre yaşama gücünü göstermek de aynı ölçüde önem taşır. Seçim yapmakla yetinmemek, kendi seçiminin insanı olmak gerekir. İç huzurundan feragat etmenin tam da mücadele insanının en belirgin özelliklerinden birini anlattığı kesindir. Bu noktada kuşatma gerçeğini biraz daha açmak gerekir. Biyoiktidar bir yönüyle bu kuşatmanın en çarpıcı gerçekleşmesidir. Kapitalist sistem insanın tüm yaşamına nüfuz etmek ister; siyasal ve ekonomik egemenliğini kültürel egemenlikle pekiştirmeye çalışır. Nasıl yaşaması gerektiğini kişiye adeta dikte ettirir. Bu açıdan sistemin en yoğun ve sonuç alıcı saldırısı kültürel cepheden geliştirdiği saldırıdır. Bu saldırı karşısında sağlam bir duruş sergilenmedikçe, öteki cephelerde büyük zaferler kazanılsa bile, bunların hiçbir değeri yoktur. Sistem siyasal ve askeri alanlarda fethedilse dahi, fethedenlerin fethedilmesi ve böylelikle sistem içine çekilmesi kaçınılmazdır. Bu durumda oynanan, sistemin asi çocukları rolüdür: Oğul ya da kız baba ocağına isyan bayrağını açmış, babayı yenilgiye uğratarak mirasını devralmıştır. Önder Öcalan’ın sözünü ettiği sistemin mezhebine dönüşmek pratikte bu tarzda hayat bulur. Kuşatma altında yaşamak, kuşatmayı yarıp çıkma hedefinden sapmaksızın her an tetikte olmayı, sürekli durum değerlendirmesi yaparak kendi gerçekliğini gözden geçirip eksikliklerini gidermeyi, düşmanın içerideki Truva atı konumundaki zaaflarına yenilmemeyi, daha doğrusu kendini yenilmez bir irade sahibi kılmayı emreder. Tüm bunlar tayin edici savaşın içte yaşandığının açık göstergeleridir. Nietzsche’nin dediği gibi, dans eden bir yıldız doğurmak isteyen, önce kendi içinde büyük taşkınlıklar ve kaos yaşamak zorundadır. Kişinin benliğindeki bu savaşımın yarattığı gerilim elbette katlanması zor acılara yol açar. İçteki büyük gerilimin neden olduğu acılara dayanma gücünden yoksun olanların bu tür bir savaşa girişmeleri düşünülemez. Ancak yaratıcılık ve keşfin acıda saklı olduğunu bilenler için gerekli bedeli ödemek fazla sorun teşkil etmez. Bu anlamda büyük devrimciler en çok da rahattan rahatsız olurlar. Eylemsizlik onları en çok rahatsız eden olumsuzlukların başında gelir. Onlar tepeden tırnağa eylem adamlarıdır. Özgürlük bir yaratıcı eylemlilik halidir. Kutsal Kitap’ta tanrının iki farklı hali resmedilir; bu resimlerden ilki kural koyup emreden ve cezayla korkutan, ikincisi ise çamur yoğuran tanrı gerçeğidir. Eylem içindeki her devrimci, öncelikle yoğurduğu çamurdan kendini yaratan bir tanrı veya tanrıçaya benzer. Devrimci yaratıcılık en görkemli eserini kendi kişiliğinde gerçekleştirir. Gerçek anlamda yeni insan, yaratıcı emeğin ürünü olan en anlamlı sanat eseridir. Kendini yaratan ve bu eylemiyle kendi gerçeğini doğrulayan insan gerçek anlamda öncü insandır. Hemen herkes özgürlüğe sonuna kadar bağlı olduğunu düşünür; kişi hak ve özgürlüklerinin hukuksal bir çerçeveye kavuşturulmasıyla özgürlüğü yaşayacağına inanır. Ancak bu bir yanılgıdır. Özgürlük yasal düzenlemelerle gelmez, kararnameler yayınlamakla özgürlüğe hayat verilmez. Sınıflı cinsiyetçi uygarlık sistemi altında alabildiğine ağırlaşan kişilik problemiyle uğraşan bilim adamları da bu gerçeği ısrarla vurgular; “İçimizden biri kalkıp akşamdan sabaha tam bir özgürlük ve öz düzenleme yöntemi kursa, insanlık tarihinin gördüğü en büyük yıkım bir anda hepimizi silip süpürürdü” derler. Dolayısıyla hukuksal düzenlemelerin kerametine sığınıp tüzükte yapılan değişikliklerle özgürleştiklerini sanan sözde örgüt adamları sadece kendilerini kandırırlar. Kişilikteki beş bin yıllık devasa kirlenmeyi ve bunun son uygarlık sistemi altında aldığı akıl almaz boyutları anlamadan, kişilik devriminin neden bütün devrimlerin anası olduğu yeterince anlaşılamaz. Kişilik devrimi yaşanmadan da hiçbir devrim gerçek anlamını bulmaz. Bu öze ilişkin bir devrimdir, yani başkalarının katkılarıyla zafere doğru yol almaz. Hem kendisinin amacı hem de bu KUMÜNAR 8 amaca varmakta kendisini en sonuç alıcı araç olarak değerlendiren insanlar eliyle hayat bulur. Arınmayı sağlayan bu devrim, ‘tarihin gördüğü en büyük yıkım’ sonucunda hedefine ulaşır. Bu yıkımın gerilimi, her şeyi yerle bir eden tufanın ortasında yol alan Nuh’un gemisindeki yolcuların yaşadığı gerilimden hiç de az değildir. Buna dayanma gücünü kendilerinde bulamayanlar böylesi bir maceraya atılamazlar. Sanat bir yaratıcılık tarzı ve eylemiyse, en büyük sanatçı kendini yaratan insandır. Acaba hayal etmeden sanat yapılır mı? Örneğin heykeltıraş, kaba mermeri kalem ve çekiçle biçimlendirmeye başlamadan önce yaratacağı eseri beynine resmeder. Mermer üzerindeki kaleme inen her bir çekiç darbesi, komutunu beyindeki bu resimden alır. Sanatçının elleri hayallerinin emrindedir, deyim yerindeyse sanatçıya hükmeden eseridir. Eylem adamı olarak bir devrimci de bir bakıma aynı yolu izler. Özgürleşme yoluna girmek, en uyanık haliyle düş görmektir. Che Guevara, “İnsan düşlerinin büyüklüğü ölçüsünde özgürdür” derken bu gerçeğe parmak basar. Önder Öcalan da günümüz dünyasında gerçek denilenin yalan, efsane denilip kaçılanın da gerçek olarak görülmesi gerektiğini söyler. Bu anlamda bizim çoğunlukla ‘gerçekçi’ davrandığımızı, buna karşılık Önder Öcalan’ın ‘hayalperest’ olduğunu söylemek yanlış olmasa gerekir. Gerçeği güncelin sınırları içinde arayan ve güncel olana göre yaşayan kişi mucizevi olanı başaramaz. Şu yargının doğruluğundan kuşku duyulamaz: Günümüzün gerçekçiliği gerçeğin eli kanlı katilidir. “Ben bu hareketin geleceğinde zaferi görüyorum”: Bu sözler PKK Hareketine ve Önderliğine olan sarsılmaz inancını haykıran büyük eylem adamı Kemal Pir’e aittir. Bu sözlerin yüz binlerin ayakta hep bir ağızdan özgürlük şarkıları söylediği Amed Newroz’unun şahlandırdığı heyecana benzer bir heyecan ortamında dillendirilmediğini kuşkusuz herkes bilir. Bu cümlenin haykırıldığı yer, 12 Eylül rejiminin askeri mahkeme salonudur. Tutulduğu cezaevinde görülmemiş bir tecrit ve izolasyon uygulanmakta, devrimci tutsaklar her saniyesi ölüme bedel bir zulüm ve işkence altında kendi inançlarını kusmaya zorlanmaktadır. Dışarıdaki yoldaşları hakkında kırıntı kabilinden bir bilgi bile yoktur. Teslimiyet eğilimi güç kazanmıştır. Dünün kimi geçici yol arkadaşları düşmanla kol kola girip efendilerine yaranmak için celladın yamaklığına soyunmuşlardır. Bir umut kırma operasyonu olarak faşizm, istediği sonucu alacağından emindir. Ama Kemal Pir gibi karanlığın ortasında aydınlık geleceğe ışık tutanlar da vardır ve onlar özgür geleceğe olan devrimci inancın fethedilmez kaleleridir. Onlar düşleriyle bile düşmanlarına korku salmaktadır. Çünkü hayaller gümrüğe tabi değildir, pasaport kontrolü kuyruğuna girip sınırları geçmez, tel örgüler ve yüksek nöbetçi kulelerine aldırış etmez, kurşunlarla alt edilemezler. Gelecek hayalinin düzen gerçeğini ve gerçekçilerini korkuya boğması bundandır. Klasik mekanikte ya da kartezyen felsefenin damgasını vurduğu sistemde, evren gibi toplum da bir makineye benzetilir. Birey parçalardan oluşan bu matematik toplamın alelade bir sayısıdır. Bütünü anlamak için parçalara bölme yöntemine başvurulan bu sistemde, makinenin her parçası kendine başına bir işleve sahiptir ve her parçanın kendine özgü özellikleri vardır. Bu anlamda bireysellikle evrensellik arasında bir karşıtlık söz konusudur. Ancak Önder Öcalan bunun doğru olmadığını bize gösterdi. “Kuantumla kozmosun orta yerinde duran insana da ‘mikro kozmos’ diyoruz. Çıkan sonuç şudur: Her iki evreni, kuantumu ve kozmosu anlamak istiyorsan insanı çöz” dedi. Çünkü insan evrenin bir özetidir. Maddenin özünü enerji oluşturur. Öteki halleri bir yana, dünyanın koca kütlesiyle güneş etrafında dönmesini sağlayan enerjiye benzer bir enerji insanda da vardır. Düşünen madde olan insanı çözmek, bir yönüyle insandaki bu enerjiyi açığa çıkarmaktır. Kendini tanıyan ve eksikli bir varlık olduğunun bilinciyle kendini tamamlamanın süreklileşen çabası içinde bulunan insan, er veya geç kendinde evrenin ve insanlığın gerçekleştiğini görür. İnsan, doğa ve toplumla ilişkisi içinde ve bu ilişkiyi çözme temelinde kendi gerçekliğinin bilincine varır. Kendi başına olmak anlamsızlıktır. Doğadan ve toplumdan soyutlanmış haliyle insanı tanımak olanaksızdır. Kemal Pir gerçek dava adamıydı. Bir özgürlük sevdalısı olarak Kemal Pir, kendini insanlığın ve halkların özgürlüğüne adamıştı. Kemal’i tanımak isteyenler, Kürt halkının dizginlenemez özgürlük tutkusuna bakmalıdır. Halkımızın bu tutkusu Kemal’in özgürlük tutkusunun bir yansıması, daha doğrusu Kürt halkında bereketli bir toprağa kavuşmasıdır. Statüsüz bir köleliğe mahkum edilmiş bir halkı yumruk büyüklüğündeki yüreğine sığdırmak, KUMÜNAR 8 onu kendi benliğinin kapsam alanına dahil etmek, kendini de kendi halkında gerçekleştirmek, halka olan sevgisini bu biçimiyle ete kemiğe kavuşturmak: Kemal Pir işte buydu. Halksız devrimciliğin kaç metelik değeri vardır? Her an halkını yaşamayan, onun acılarını ve sevinçlerini tüm şiddetiyle hissetmeyen, bu çerçevede devrimciliği bir halka hizmet yarışı olarak ele almayan birine nasıl devrimci denilebilir? Bağrından çıktığı halkı bir yana bırakın, “Dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir insanın suratında patlayan bir tokadın acısını kendi yanağında hissetmeyen” biri evrenselliği yakaladığını nasıl iddia edebilir? Böyle biri, her bir halkın birer nehir gibi aktığı büyük özgürlük okyanusunda birleşmelerinin rüyasını görebilir mi? Sınıfsız, sömürüsüz ve şiddetten arınmış barış dolu bir dünya özlemi ve amacının kendisi de zaten bu değil midir? Teslimiyet ve ihaneti devrimci tutsaklar şahsında Kürdistan’a ve Kürt toplumuna yeniden egemen kılmayı anlatan imha saldırısına karşı gelişen Büyük Ölüm Orucu Direnişine başlarken, Kemal Pir’in “Oh be, özgürlük ne kadar güzelmiş!” dediği söylenir. Bedenini eriterek kararlılıkla kendi biyolojik ölümüne doğru yol alan bir devrimcinin bu sözleri, özgürlüğün paha biçilmez değerini ortaya koymak kadar, onun tanımını da bize verir. Özgür yaşamak uzun yaşamayı güvence altına almak değil, anlam zamanına uygun yaşamaktır. Anlamını yitirmiş hayat, hayat değildir. Özgür yaşamak eylemlilik durumuna denk düşer, eylemsizlik özgürlüğün yokluğudur. Özgürlüğe ulaşılması gereken uzak bir hedef gibi yaklaşılamaz, özgürlük yaşanır. Bedensel tutsaklık, ruhun özgürlükten kopartılmasına yetmez. Önder Öcalan PKK Hareketi ile Kürdistan’da yaşanan gelişmeyi bir özgürlük yürüyüşü olarak tanımladı. Dolayısıyla aydınlık geleceğe yol aldıran ayakları olan insan özgür insandır. Kemal Pir fethedilmiş özgürlük kadar özgürlüğün fethetmesidir. Kemalleşmek özgürleşmek, özgürleşmek Kemalleşmektir. Kemal Pir, karanlığın kana kana memelerinden içtiği bir ışıktır. Vermek ve vererek aydınlatmak ışığın özelliğidir. Fukaralık paylaşılamaz; paylaşmak için paylaşacağınız şeylerin bulunması gerekir, ancak zengin olan paylaşabilir. Burada hiç akla gelmemesi ya da en son gelmesi gereken maddi değerlerle ifade edilen zenginliktir. Devrimciler için zenginlik teorik kapasitedir, ideolojik birikimdir, tarz yetkinliğidir, duruş sağlamlığıdır, güçlü tempodur, ruh ve duygu yüceliğidir, özgür kişiliktir, örgütçülük yeteneğidir, kazanma azmi ve iradesidir. Devrimci başkasıyla bu değerleri paylaşır, paylaştıkça çoğalır, çoğalarak daha da zenginleşir. Kemal Pir bu yönüyle en zengin devrimcilerin başında geliyordu. O, “Ben günde elli değişik insanla konuşmasam, yüz farklı sima görmesem yaşayamam” derdi. Bunun yanı sıra karşısındakine verirken hissettirmez, alanda minnet ve borçlanmışlık duygusu uyandırmazdı. Bu nedenle herkes Onun yanında kendini özgür ve güçlü hissederdi. Onun bulunduğu yerde hayat en diri özelliğiyle akış halinde olur, canlılık ve akışkanlık yer aldığı ortamın en belirgin özelliği halini alırdı. Kapitalist sistem, görünürde yaşanan müthiş koşuşturma ve hareketliliğin altında, insanı dehşet veren bir atalete mahkum eder. Sürüleştirme pratiğine hüküm giymiş insanın hareketiyle hayvan sürüsü ve sürünün her üyesinin hareketliliği arasında tipik bir benzerlik vardır. Üyelerin sürüyle birliği esasta güdüseldir, yani bu birliktelik üyenin bilinçli seçimini yansıtmaz, bu açıdan bilinç açıklığına dayanmaz. Bu tip insan yalnızlığa dayanamaz, ama yalnızlıktan kurtuluşun yolunu özgürleşmekte ve özgürleşerek çoğalmakta bulmaya da yanaşmaz, sürüye ayak uydurmak onun için yalnızlıktan kurtulmanın yegane tesellisidir. Koşuşturması hep ‘yeşil çayır’ arayışına endekslidir. Dağa bakan öküzün çayır görmesi gibi, tüketmeye kilitlenmiş insan da midesi ve cinselliğinin yönlendirmesiyle eylemde bulunur. Komuta mevkiini tutmuş açlık güdüsü ve cinsel güdü, bu insanı tüketme ve üreme dışında bir şey düşünemez duruma düşürür. Eylemden ve eylemekten anladığı şey bu iki güdünün tatminidir. İlk sınıflı toplumun kölesi bile başlangıçta bu duruştan fersah fersah uzaktadır. Böyle bir köle her şeye rağmen yitik cennetine yeniden kavuşmanın hayaliyle yaşar. Oysa genelleşmiş ve derinleşmiş modern çağın köleliği kendi hayallerinin mezarlığı üzerinde biyolojik bir yaşam sürdürür. Zırhlı kişiliğiyle dışarıdan her türlü olumlu etkilenmeye kendisini kapatır. Buna karşılık, Kemal Pir tarzı eylemcilik, ölüm kokusunun sindiği kapitalist çağ köleliğinin ataleti ve eylemsizliğinin panzehiridir. Hayatı her hücresiyle duyumsayarak yaşamak, hayata duyulan saygının hakkını bu biçimde ödemek, kapitalist KUMÜNAR 8 sistemin hayat üzerindeki katliamına karşı mücadele bayrağını yükseltmek ve ölüme karşı hayat cephesinde ölümüne yer almak, Kemal Pir tarzı eylemci hayatı yüceltme biçimidir. “Biz hayatı uğrunda ölünecek kadar severiz.” Kemal Pir’in yaşam felsefesi işte budur. Hayat belki de kendini en soylu biçimde bir devrimcinin onu savunmak için kendi hayatını ortaya koyuşunda doğrular. Başka bir deyişle şahadet, o soylu özgür yaşamın tüm heybetiyle doğrulanmasıdır. Şehit de zaten bu nedenle ölümsüzdür. Önder Öcalan, “Şehitler yaşamın en diri güçleridir” derken kastettiği özünde budur ve bu anlamda PKK Kemal’lerin partisidir. İncil’i okuyanlar bilirler; İsa’nın birçok mucizevi eyleminden bahsedilir. Temas ettiği kör görmeye, felçli yürümeye başlar. Dokunarak iyileştirmek, izleyicilerinin İsa’ya yakıştırdığı mucizevi bir eylemdir. İsa’ya atfedilen bu eylemleri elbette mecazi anlamları çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Bakarak görüp de seçmesini bilmeyenden daha kötü kör, özgürlüğe yürüyecek ayaklardan yoksun kişiden daha ağır felçli düşünülebilir mi? PKK öncesinde nasır bağlamış yüreğiyle Kürt insanı körden daha kör, sağırdan daha sağır, felçliden daha felçli değil miydi? Kemal Pir ile birlikte yaşama şansını bulmuş bizler, Kemal’in İsa’nın eylemine benzer nice eylemine tanıklık ettik. Bizim saatlerce dil döküp de ikna edemediklerimiz, Onun on dakikalık konuşmasıyla bambaşka bir insana dönüştüler. O beyinler ve yüreklerin fatihiydi. Ancak Onun fethettiği her beyin ve yürek artık eski beyin ve yürek değildi. Kemal Pir’in önünü açtığı değişim ve yenilenme en anlamlı şekliyle beyinler ve yüreklerde vücut buluyordu. Öyle ya, gerçeği değiştirmek isteyen insan öncelikle gören gözü, işiten kulağı, çözümleyen beyni ve hisseden yüreği yakalamak yaratmak zorundadır. ve yeniden Girişte öfke ve nefretten söz ettim. Olumsuzlayan bu iki duygunun anlatımıyla konuya giriş yapmanın Kemal Pir gerçeğiyle ne ilgisi var diye düşünenler olabilir. İlgisi elbette var. O kapitalist sisteme müthiş öfke duyuyor, onun dayattığı yaşam tarzından nefret ediyordu. Kemal Pir insana köleliği dayatan her sistemin amansız düşmanıydı ve bu düşmanlıkta sınır tanımazdı. Lenin, köle doğdu diye bir insanın asla suçlanamayacağını söylüyor, “Ancak kendi köleliğinin farkına varan bir köle bu köleliğe karşı mücadele etmiyor; bunun da ötesinde onu meşrulaştıran tutumlar içine giriyorsa, böyle bir köle haklı olarak her özgür insanda tiksinti ve nefret duyguları uyandıran aşağılık bir asalak ve hayvandır” diyordu. Bu belirlemenin Kemal Pir açısından da ilkesel bir değer taşıdığını iyi biliyorum. Köleliğe öfke ve nefretinizin keskinliği özgürlüğe bağlılığınızın düzeyini de belirler. Vitrine çıkarılmış burjuva yaşam tarzına imrenerek bakan birinin özgürlükle ilişkisi ne denli sağlam olabilir? İsa’dan ödünç alınmış bir benzetmeyle açıklamak gerekirse, burjuva yaşamı kireç vurulup beyaza boyanmış mezarlığa benzer, uzaktan güzel görünür; ancak içi her türlü murdarlık ve çürümüş kemik yığınlarıyla doludur. Kemal Pir hiçbir zaman yetkiyle hareket etmedi, yetkiyle donanmış mevkilere gelmedi. Aynı şekilde yetki kullanan organların emirleriyle de iş yapmadı. Çünkü O dopdolu yaşamanın yaratıcı ve üretken bir eylemcilikten geçtiğini çok iyi biliyor, arkadaşlarının tanımıyla çoğu zaman tek KUMÜNAR 8 başına bir parti gibi çalışıyordu. Yüksek duyarlılık herkesten daha fazla Kemal Pir için geçerliydi. Aydınlık bilinci, özgür geleceğe inancı, bu inanç üzerinde gelişen pratiğiyle yoldaşları ve dostlarının engin sevgi ve hayranlığını kazanmak kadar düşmanlarına da saygı telkin eden örnek bir devrimciydi Kemal Pir. Önderlik gerçeğini herkesten önce O kavradı; Önder Öcalan’ın dehasını herkesten önce O fark etti; Önderlikle yoldaş olmanın gururuyla yaşamayı herkesten fazla O hakketti. Bu yüzden insanlar ateşin etrafında dönen pervaneler gibi Ona koştular, gittiği her yerde Onun etrafında biriktiler, Onu bir insanın bakıp da içinde kendi gerçekliğini görebileceği en güzel ayna gibi değerlendirdiler. Onunla birkaç dakikalık konuşma olanağı bulanlar yanından kırk yıllık dostlarıymış gibi ayrıldılar, Ona asla yabancılık çekmediler. Bu açıdan Kemal Pir yalnızca yiğitlik timsali bir eylemci değil, gerçek bir halk adamıydı. Kemal Pir bir sosyalistti. Sovyetler Birliği’nin sosyalizmden uzaklaştığının farkındaydı. Sosyalizm sosyal mücadelelerin bilimiydi. İnsanın sosyalleşme mücadelesi öz olarak bir sosyalizm mücadelesiydi. Dolayısıyla sosyalizmin kökleri insanlık kadar eskiydi. Başkan APO’nun deyişiyle, sosyalizmden kuşku duymak, insandan ve onun toplumsal gerçeğinden kuşku duymak demekti. Apocu Hareket her zaman özgün bir duruşun sahibi oldu. Taklide ve kopyacılığa düşmedi; reel sosyalizme eleştirel yaklaştı; bilimsel sosyalizmin yaratıcı özünü yakalamaya çalıştı. Daha da önemlisi, ağırlığı pratik uygulamaya verdi; sosyalizmi bir yaşam biçimi haline getirmek için müthiş çaba harcadı. Bu yüzdendir ki, eski paradigma yanlıştı diyerek her şey yeniden yaratılacakmış gibi toptan bir ret yaklaşımı içine girmek, bir başka uçtan münkirlik yapmaktır. O zaman geçmişte olduğu gibi günümüzde ve gelecekte de Onun gibi yaşamalıyız dememiz gereken Kemal Pir’e saygısızlık etmiş oluruz. Yeni paradigmanın öngördüğü sosyalizm, Kemal Pir’in yaşamında somutlaşan sosyalizmdir. Sosyalist olmak, İNSAN olmaktır ve Kemal Pir budur. Kürt halkının yok oluş sürecinden çekilip varolma mücadelesine yöneltilmesi ve bu temelde mucizevi bir devrim olan diriliş devriminin zaferle taçlandırılması sosyalizmin eseridir. Çanak yalayıcılar bu gerçeği anlayamaz. İnsanı insan yapan sosyalizmle buluşmadan, bu temelde Öncü İnsan’ı kazanmadan, ulusal ve insanı değerlerinden önemli ölçüde kopartılmış, dehşet verici boyutlarda kimlik erozyonunu yaşayan ve adeta kendisi olmaktan çıkarılmış olan bir halkı kendisi olma mücadelesi vermek üzere harekete geçirmek imkânsızdı. Kaldı ki, Apocu Hareket Kürt direnişini geliştirmede Sovyetler Birliği’nin desteğini kazanmayı olmazsa olmaz bir koşul olarak görmedi. Bizim öz güç ilkesi dediğimiz bir ilkemiz vardı ve sosyalizmimizin ayırt edici bir özelliği bu ilkeyi her şeyin üstünde tutmamızdı. Varolacaksak kendi halkımızın özgücüyle varolacaktık. İster ABD’ye ister SSCB’ne ait olsun, herhangi bir pazarda kendimizi pazarlamak ve karşılığında ‘özgürlüğümüzü’ satın almak derdine düşmedik. Beyin ve yürek gücü kazanmışsan özgürleşirsin; Kemal Pir gibi engin güç kaynaklarına sahipsen özgürlüğünü kazanırsın. Halkımız “Sen eşek olmayı kabul ettikten sonra semer vuran çok olur” der. Özgürleşmek, işbirlikçi ihanet çetesi gibi hızla Büyük Efendi’nin semerine koşmak değil, her türlü semerden kurtulmaktır. Sosyalizm işte budur. Kemal Pir, sosyalist düşünce ve inançları ve bedeni dışında bir silaha sahip olmaksızın, diriliş devriminde ilk adımlarını atmış halkımızı yeniden mezara gömmek üzere düzenlenen 12 Eylül komplosuna karşı kazanılmış zaferin adıdır. 12 Eylül darbesi de tıpkı 9 Ekim komplosu gibi bir uluslararası komploydu; ABD’nin yönlendiriciliği altında tezgâhlanmış, Avrupa’nın onayını almış, İsrail’in desteğini kazanmıştı. Bu komplonun hedefi Türkiye’deki demokratik halk hareketi ile Kürdistan’daki ulusal diriliş mücadelesini tasfiye etmekti. Bu temelde Kürdistan’da sözcüğün gerçek anlamında bir vahşet yaşatıldı. Dışarıda belli ölçüde sonuç alan faşist darbeciler tüm öfkelerini devrimci tutsakların üzerine kusmaya başladılar. Her saniyesi ölüme bedel korkunç bir zulüm ve işkence eşliğinde herkese Türklüğü dayattılar. Başlangıçta Şahin Dönmez’i ve ardından Yıldırım Merkit’i yanlarına çekip, ‘Genç Kemalistler Birliği’ adını verdikleri bir ihanet çetesi oluşturdular. İstisnasız her tutsağı bu çeteye dahil etmek istiyorlardı. Onlara göre ölüm ya da Türklüğe dönüş –ihanet- dışında üçüncü bir yol yoktu. Türkleşmeyen yol olacaktı. Bu vahşet koşullarında Apocu Hareketi savunmak için toplu iğne başı kadar bir fırsatı değerlendirmek hayati öneme sahipti. Kemal, Hayri ve Mazlum gibi Apocu Birliğin en seçkin üyeleri, emir-komuta düzeni içinde işleyen en KUMÜNAR 8 gerici mahkemelerde bile son derece anlamlı savunmalar yaptılar. Yargılanmak istenirken yargıladılar. 12 Eylülcülerin mahkûm etmek için müthiş çaba harcadıkları PKK Hareketi’nin gerçek kimliğini ve insani özünü tüm dünyaya gösterdiler. Bu ortamda Apocu Hareketin bittiğini iddia eden faşist mahkeme heyetine, Kemal Pir, “Bu hareket bitmez. Abdullah Öcalan tek başına kalsa bile, hareketi yeniden örgütlendirip mücadeleyi başlatır” diyordu. Herkese ‘sen’ diye hitap eden ve ses tonunda aşağılamanın açıkça sezildiği mahkeme başkanı, sıra Kemal Pir’e geldiğinde kendisine ‘siz’ diye hitap etmek zorunda kalıyordu. İşte Kemal Pir, düşmanlarının bile saygısını kazanmış böylesi bir yiğitlik abidesiydi. Apocu Hareketi savunma görevi başarıyla gerçekleştirilmişti, ama savunma farklı biçimlerde devam ediyordu. Çünkü komplo hala yürürlükteydi ve hedefine ulaşacağından emindi. Lanetli tarih tekerrür ettirilmek isteniyordu. Devrimcilerin temel görev buna izin vermemekti. Başkan APO’nun sözleriyle ifade etmek gerekirse, lanetli tarihi tekerrür ettirmemek için komploya karşı direniş bir onur sorunu olarak ele alınmalıydı. Bundan sonra gelişecek eylem biçiminin ilk işaretini Mazlum Doğan verdi. Mazlum, üç kibrit çöpüyle yaktığı Newroz ateşinin kendi ardılları tarafından daha da gürleştirileceğini biliyordu. Nitekim Dörtler (Ferhat Kurtay, Mahmut Zengin, Eşref Anyık ve Necmi Öner) ateşe verdikleri bedenleriyle halaya durarak ışığı çoğalttılar. Alev alev yanan Dörtler, su dökerek kendilerini kurtarmaya çalışanlara, bedenleri birer meşaleye dönüşmesine rağmen, “Ateşi söndürmeyin, ateşi söndürmek ihanettir, ateşi daha da gürleştirin” diye haykırıyorlardı. Ateşin içinden gelen bu emrin anlamı açıktı: Newroz ateşi sönmemeliydi; Mazlum’la çakılan direniş kıvılcımı bozkırı tutuşturmuş bir yangına dönüşmeli ve ihaneti yakıp kül edinceye kadar gürleştirilerek devam ettirilmeliydi. Kemal Pir her iki eylem karşısında biraz eziklik duymuştu. Her defasında “Böyle bir eylemi yapmak bize düşerdi” demişti. Teslimiyet tüm zindan ortamına hakim kılınmıştı ve ihanete doğru götürülüyordu. Kemal kendisini de bundan sorumlu tutmuştu. Arkadaşlarına, “Ben yenilmiş bir ordunun komutanıyım. Bu yüzden gelişecek bir eylemde başı çekmek istemiyorum. Ancak bir arkadaşımız eyleme karar verirse, kendisine katılacak ikinci kişi ben olacağım” diyordu. 14 Temmuz günü Hayri Durmuş mahkeme salonunda nedenlerini ortaya koyup ölüm orucu eylemine başladığını ilan ettiğinde, Kemal de eyleme katılacağını belirtmişti. Hayri o gün çocuklar gibi sevinçliydi. “Başardık, başardık; altı kişiyle başardık” diyerek sevincini ortaya koyuyordu. Komplo tutsaklara siyasal ve ulusal kimliklerini inkâr etmeleri karşılığında biyolojik bir yaşam olanağı sunarken, onlar buna ölümde yaşamı yaratma eylemiyle karşılık veriyorlardı. Kendilerine ait bedenleri her gün damla damla eriyip birer kemik yığınına dönüştüğü zaman zafer kendilerinin olacaktı. Fiziksel ve biyolojik ölüme karşı ölümsüzlüğün zaferi buydu. 12 Eylül komplosu bu soylu direnişle bozguna uğratıldı. Türkçe’de kemale ermek diye bir deyim vardır; bu deyim bilgi ve erdem bakımından olgunluk ve yetkinliğe ulaşmak, tekamül sürecindeki gelişmesiyle giderek mükemmeli yakalamak anlamına gelir. Alevi inancında insan eksik bir tanrı, tanrı ise mükemmel bir insandır. Mükemmele ulaşma çabası, insanın tanrıya yakınlaşma çabasıdır. Kemal Pir kendi adının gerçek adamıydı. O insanı insan yapan erdemlerin özeti, bilgi ile pratik birliğinin devrimci ustasıydı. Mükemmelin arayışı olmadan, aynı anlamda kemale ermenin kesintisiz çabası içine girmeden gerçek Apocu olunamaz; Apocu olmadan PKKlilik yakalanamaz; PKKlileşmeden Önder Öcalan’la yoldaşlık yapılamaz. Apocu Harekete katılmış herkes için şimdi Kemal’e ermenin zamanıdır. KUMÜNAR 9 EKİMİN KIZILLIĞI SERİNKEN Gün vaktini bitir me hazırlığında. Ekim ayının akşam kızıllığı henüz başlamadı. Vadilere güneş ışınlarını sönükçe gönderiyordu. Aralıklı çatışmalardan sonra belki bu akşam ve onun gecesi sessiz geçebilirdi. Ama ne yazık ki öyle olmadı. Sanki gündüzleyin olsa ne farkederki. Yaşamlar sırat köprülerine konulduktan sonra. Sadece can alan değil. Can olsa zaten bu dünyada haraç mezat. Kim vurdular rutin. Berbat bir alışkanlık sinmiş belleklere. Sindirilmiş. Ya ben ya sen. İkimiz olamayız. Ya benim ya senin. Paylaşamayız. Savaşlar verilmiş. Felsefeler yapılmış. Şarkıları bestelenmiş. Oyunları sahnelenmiş. Kahramanlıkları ile ihanetleri peydahlanmış. Nereye başını çevirsen seni sarmalamış. Ömrünün duvarları bunlarla örülmüş. Yüksekçe hem de. Başka yeri görememecesine. Bir çıkmaya gör buradan. Vay haline. Senmisin bunu yapan. Dahası kimsin. Kim olursun ki. Ölümlerden ölüm beğen formülünü hiç duymadın mı. ninnilerine, masallarına konu edilmedi mi. Hangi anadır ki bunu belletmeyen. Uçsuz bucaksın kuşatılmışsın. Bir nefeslik mekan bile bırakılmamış. İstersen bul kendine yarat bakalım. Sayısız yerden vurulmazsan bu dünya bir günde yıkılmış halde demektir. Dayanırsan hiç tanımadığın ellerden boğazın tutulursa şaşma. Demiyeceksin onlarla ne hasedliğim vardı ki. Çünkü hepsi aynı kafadan sulanmıştır. Aynı tohumun kökleridir. O zaman hesabını iyi yap. En yakınından bile fesatlanmazsan, dudaklarına hayretler düşürmezsen bu dünyanın işi demek olur ki bitmiş yada bitmek üzere. Öyle bir bedenin olacak ki, zırhları sağlam, kıvraklığı su gibi, enerjisi tükenmez. Sen bilirsin. Ciddiye alma bakalım. Burada insan tanınır. Örtüler kalkar. Nesin kimsin, ne kadarsın. Terazileri kuran çok. Terazisi olan da çok. Kendi terazini de kurmazsan başkasında pazarlanırsın. Hemde hafife ve ucuza. Var mı böyle bir bedenin?. Şaşırtıcı girişkenliginin yayıldığı bedenin bir meşe gibi sakin ve doğal duruşuyla nasıl uyumlandığını anlamak pek zordu. Dik kafalı sanırsın. Oysa tahmin edilmeyecek kadar duygulu ve ilgili. Sanki çelişkiler keskinliğiyle su yüzüne vurmuş bu surette. Çekilmez gelir kimilerine. Asi ve kuşkulu. İsyan akar sözcüklerinden. Neye isyan neye ilgi karmakarışık değil bu ağızda. Uzlaşık ise hiç değil. Erkenden bırakmış ezopluğu. Bundandır ki itici de gelir belki kimilerine. Tez elden ondan kurtulmak isteyenlerde olmuştur belki de. Cümle tanrılarla kavgaya tutuşmak için doğurulmuş sanki. Koskoca dünyanın binlerce tılsımlı zincirlerinin kol gezdiği bir havada çocukça soruşları ve gülüşleri en güzelinden ihmal etmez merhabalarında. Hem de hiç beklemediğin zamanda beklemediğin konularda. Dünyanın tasası erken düşmüş diline. Bu dünyanın firarisi. Kendisince bir dünyanın peşinde olduğu kesin. Hemde gözü arkada kalmadan. Çoktan unutmuş ardında bırakmak istediklerini. Kendisine gerekli yükte hafif pahada ağır ne varsa almış yanına. Ötesini bundan sonraya dercesine. Günü gününe bir yazıcı. Seni anlayan kendisindeki seni anlatan seni hatırlatan seni hatırlayan asla unutmayan. Hele sevmişse vay sevilenin haline. Arar durur. Gelenden geçenden sorucudur. Kaybetmek istemez. Sevdiğine ait ne varsa toplayıcıdır. Aklında o. Sesinde o. Sevdikleri ömründe görmedikleri bile olsa. Yeter ki sevsin onu. Ve sevdiği sevdiğince olsun. Ömrünü çoktan yatırmıştır hem de en deli dolu olanından. Öyle vurgun ki sevişine, bir kaya dibine uçurumun başından bırakırcasına.. Sevmedikleri de çoktur. Çatıştıkları.. Yılışıklar. Pörsükler. Kösnükler. Hiçbir değere saygı göstermeyen hadsizler. Kendini nimetten sayan, çulsuz, sonradan görme ağalar. Birde hatun ağalar. Derler kavgacılar kavgayı sever. KUMÜNAR 9 Ama ençok sevdikleri kavgacılardır. Kavgayı öğretmek en sevdiğiydi. Sırtını büyük sırtlara vermeyi hiçliği bellerdi. Çünkü sırtı kendisine ait olmalıydı. Kendisi olmak için bu önemliydi kendisince. Kesindi bunda. Katıydı. Söz bile dinlemezdi. Vurdumduymazdı da. Varsa yoksa paylaşım. Paylaşmak. Konuşmak. Anlamak. Anlaşmak. Böylesine değil sırtını vermek canını da göz kırmadan hemde.. en kırılmaz katılığı da buydu. Esneme asla. İlla paylaşım. İnsan birazcık da olsa bu dünyanın düşünsel ve davranışsal yörüngesinden çıktımı yan gözle ve kuşkuşla bakanlar çok olur. Elbette herkesin bunu kolayca göze alamayacağı bir gerçek. Zaten göze alsa bile onu benimseyip uygulamakta ayrı bir sorun. Benimsersinde. Bu bile genel içinde bir farklığı çevresine yansıtır. Dayanıp sürdürürsen kendin olursun. Yok güç getiremedin mi bu kez gülünç olursun. Zor ve yaman bir kararlaşmadır. Benimseyişine güç getirdin mi bu kez onu uygulama sorunların baş gösterir. Hem kendinle hem de çevrenle. Çıplak çelişkiler keskin kavgaları kollamaktadır artık. Buna dayanırsan kimliğin olur. Yok benimseme ile uygulama arasında kalırsan bu kez alay konusu edilirsin. Bir uçurum kenarında durup karar vermek gibi. Geri dönersen bitersin. Yerinde kalırsan teslim alınırsın. Her şeye önceki her şeye bir kez daha çizgi çekme dersen tutulmaz firarisin artık. Kuş kafeşten uçmuştur. Hayretle, hayranlıkla yada öfkeyle bakma kalıyor artık geridekilere..Baksınlar bakabildiklerince... Ne yazık ki mevcut dünya bedel üzerine kurulu. Kendin olabilmen için bedelleri sevmeli. Bu bir uçurumun kenarından boşluğa bırakmak ya da bir adaya hapsedilip parça parça bittirilmek olabilir. Hatta sonuçlarını hesaplamazsın bile. Ne olursa olsun dercesine. Yeter ki özgürlük anı yakalansın. O anda kendin gerçekleşsin. Bir varoluş sosyalitesi. Yaşamanın apayrı sosyal yaratımı. Hem de kendisince. Yaşam upuzunluğun içindeki bir an değil mi? yada anların yarattığı bir ömür olmuyor mu? Silikliği de sığdırabilirsin bunun içine. Yırtıcılığı da. Tertemiz bir özgürlük soluyuşunu da. Hem de ne gam dercesine. Hiç tanımadığı öncesinden konuşmadığı birini durdurup tanıdığı ölümsüzlerden birini yada bir kaçını sormak onlar hakkında etraflıca bilgi almak onun ilk tanışma merhabası ve başlangıcı olurdu. Her arkadaşının yaşam ve mücadele adına ne birikimi varsa onu zerresine dek almak alışkanlığı katlanılır gibi değildi. Aklın ucundan geçmeyen sayısız soru. Sayısız açılardan. Müthiş bir merak, ögrenme ve arayış heveslisi. Bu konudaki hızını KUMÜNAR 9 yakalamak mümkünsüz. Neydi ne oldu derken o alınması gerekenleri alıp gitmiştir bile. Kimi insanlar vardır ki hemen anlarsın. Kimileri vardır sonradan anlaşılır. Öncesinden göze çarpmaz. Hatta oldukça sade ve gösterişsizdir ki bakışlara denk gelmez. Ama sonradan bir dönüp bakarsın ki tam bir cehalet sergilemişsin onu anlamada. İlk bakışta görünmez ortalıkta. Seçemezsin varlığını. Görsen bile gözlerin alıcılığını o an kaybeder sanki. Sade ve gösterişsiz. Alımsız ve çekimsiz. Bir an ona yaklaştığında arı kovanına parmağını koymuş gibi olursun. Dolu doludur. Görünürde durgun bir suyun kenarında durmuş gibisin. Ama dipten hızlıca akan bir derinlikle karşı karşıyasın artık. Kapıldınmı kurtuluşun yok gibi. Bir girdap hali çeker seni. Başdöndürücü hızla olup biter her şey onunla. Oysa o hep duruluğu ve sakinliğiyle senin karşında duruyordur hala. Gürül gürül akan bir düşünce kıvraklığı seni peşinden sürüklemektedir. Tam da alıcılığı burdadır. Çekiciliği de. Kalkıp gittiğinde gözün hep arkada kalmaktadır. Neydi o kimdi o diye. Ama o sadeliği kolayca bu düşüncelerini silmektedir yine. Her hangi biri gibi oluşu senin zihninde yerini canlıca korumaktadır. Her zaman için öylecedir. Ta ki onunla yakından temas kuruncaya kadar. Aslında belki de gözlerimizin aradığı hep parlaklık ve göz kamaştırıcılıkla gündelik davranışları ustaca sergileyenlerdir. Alımlı ve çalımlılık. Yani işin görünür yanının daha revaçta olduğu bakışlara belkide alıştırıldığımızdandır. Yada bir başka deyişle kendimizi aldatılmaya dair bakışlarımızdandır. Genel kültür birikimi ile her konuna anında katılımdadır. Seni senin istediğin gibi anlamaktadır. Ancak ve aması olmak kaydıyla. Seni anlar ama kendisininde anladığını anlatmaktan asla vazgeçmez. Hemencecik de yanıtını verir. İster dinle ister dinleme. Görüşünü tazeliğiyle aktarır. Ateşli tartışmacılığıyla düşünsel bir kavgayı yaşatır sana. Ortalık bir an toz duman olurcasına bir tartışma atmosferindesin. İstersen tartışma dayanıklılığını burada sınayabilirsin. Tam yeridir. Aynı zamanda doğrularında iyi bir paylaşımcısı. Beklemeden katılır söylenen doğrulara. Onaylar. Bir an olsun bunda tereddüt etmez. Farklı kaygılara da girmez. Üstünlük taslamadığı gibi yapanlarında yanıtlarını pürüzsüz bir cesaretle verir. Tabi herkes bunun altında kalmak istemez. Derinden derine neden öfke bilemesinler ki. Düşürücü gözlerle bakmasınlar ki. Ucuz sözlerle anmasınlar ki. Varsın yapsınlar der. İstedikleri kadar. Hiç duymamışçasına gamsızdır. Çekip gider. Bildiğince. Hiç de övgüleri toplayan değildi. Zaten övgü dağıtan zenginlerle de sorunluydu. Anlamsızdı yanında. Değersizdi. Dudak büküp geçerdi. Hafifçe kuşkuyla bakardı. Sevgi olmalıydı. Övgü asla. Nasıl da tez elden bu sonuçlara ulaşmıştı bilinmez. İlgi ve beğenileri sıradan olmamalıydı. Yoksa tartışma örsüne koyup kıvamına koyuncaya vazgeçmezdi. Tamamıyla bir taraftı. Tarafını net tutardı. Tarafsızlık tadı bozukluk ve zehir gelirdi. Kolayca da her şeyi evetlemez. Olur demez. Alternatifleri yoklardı. Başka başka seçenekler var mı diye kolaçan ederdi. Dolaysıyla hazırcı ve beleşçiliği sevenlere iticiydi. Sevmezdilerde. Onlar için bir karıştırıcı sayılırdı. Varsın sayılsın hiç dert değildi ona. Hele sana ne şundan bundan diyenlere kaşları çatılırdı sadece. Dostça bulmazdı. Kaçındıklarıydı. Sonbahar bahardan kalma yaprakları soldurmakla uğraşıyordu. Güneş bir çıkıp bir kayboluyordu. Dağlardaydı. Korkusuz eşkiyalara mesken olmuş dağlarda. Erkeklerin adı geçerdi çoklukla bu destanlarda. Duymuştu. O da oralardaydı. Eşkiyadan da öte. Artık demlerini yitirmişlerdi onlar. Sonra bir kayanın başında durmuştu. Rahat. Sakin. Huzurlu. Her şeyi dinler gibi. Sesler kulaklarında. Sözler kulaklarında. Söyledikleri ve duydukları. Gördükleri göremedikleri. Kendisince bir zaman duruyordu yanında. Ona baktı. Gülümsediler birbirlerine. Sonra el ele tutuşup yollarına devam ettiler. Nereye gittiler bilinmez. Dediler ki en son bir kayalığın başında duruyorlardı. Neyse ki adı da merak oldu. Kim olduğu. Nasıl da tanımadık diyenler. Zaten sonu böyle olacaktı diyenler. Diyenler çoktu. O da dediğini demişti. Duymak isteyene. Yanındakini tanıyamadılar ama onun adı BERİTAN’ dı. KUMÜNAR 9 Çıplak ayakların ağır ağır sürüdüğünd ZAFERE YÜRÜYEN’İN e seni bıçağın TÜRKÜSÜ altına yarın Yıldızlara koştuğu zaman uzun soluklu olmalı insan Düşman güler sonra dost darılır göreceğin son düştür yolcu yolunda gerek Tükenir yaşamın sesi soluğu kurşun hedefi bulmalıdır birden türküler yarım kalmasın. sen hasretken zafere Sen kesik baş, titrek ve yorgun adımlarla kanlı gövde kendi celladını izleyen dostum ve çürümeye başlamış ceset: kınında puslu bakışlarının Kahkaha atar ölüm yaşanmamış yılların hüznünü düşler susmuştur. gizleyen dostum Artık cennet Golgotha son durağın çölde bir serap bile değil olmasın. bulamazsın onu ötesinde Düşün bir kere mezarın. çapraz kalaslara gerili Oysa celladın Azraillerine bedeninle hasret yükselemezsin göklere bu memleket Kır tevekkülün görünmez umarı ellerinde senin... kelepçelerini Sevdasına doyum olmaz ve bütün kuvvetinle üstünde nice kardeş günlere zincirlerini koparmaya bak yürünecek bu topraklar için çal parçalansın sırtındaki düşenin arkada kalan gözleri çarmıh yere yaşlı gözleri analarımızın ölü suratlı Yuda'lar yarını bugünden gören ve katilleri karşısında umudun gözlerimiz için çaresiz ve suskun nasıl da çekerdi bizi bir Golgotha yolcusu olmak düşünü kurmak yarının götürmez seni istediğin yere. Timur Fidan KUMÜNAR 9 göklere değecekti başımız: Anımsa kızıl ufuklarda yorulmadan kulaç atmak vardı ya mutlaka tutulması gerek o dönülmez sözlerimiz için sen de bilirsin bakışları üstündedir hep Medya'nın şirin çocukları oğullarımız ve kızlarımız için: Yaşam gerek dostum yaşamak Celladın avuntusu olsun varsın öğüdünü bir yana bırak altı da bir üstü de bir değildir yerin Sen üstünde duracaksın altına düşmanın girsin Zalimin askerinin mermi çekirdeğiyle doldur teskere kağıdını senin anan değil onun anası ağlasın onun yavuklusu yaksın gidip de dönmeyenin ağıdını onun kardeşleri tutsun yasını Yasak bir sözcüktür kavgada ve anlamsız: Acımak vurur gibi tam on ikiden cansız hedef tahtasını vur alnının çatından. Kulak ver milyonların tek bir çığlıkta birleşen sesine: Zafer yolunu gözlüyor senin sürüyü kırıp geçiren kurt olmak varken kolay kolay ölmeyeceksin geçirmeyeceksin adını kayıplar listesine. devrederken sana düştüğünde bayrağı tutan böyle emretti çünkü Al kanıyla kapkara gecenin ortasında aydınlığa yol açanın budur vasiyeti! Bir tanrı buyruğu gibi sarılmak gerek şimdi narin kabzasına tüfeğin bırakmamak asla bırakmamak gerek zulmün sarayı yer ile yeksan oluncaya değin. Son bulsun artık Acı Çekmiş'in çağı yemyeşil bir vatan aşkına ve sonsuz barışla sarmalansın diye dünya koca çatısı altında mavi gök kubbenin dalgalansın bütün siperlerde Yeniden Dirilen'in bayrağı Dostum... Dostum... Çarmıha çivilensin diye verilmedi o eller sana haydi yiğidim bas tetiğe an intikam anıdır KUMÜNAR 9 acılarının depreminde gebersin hain çevir tarihin son yaprağını İleri hep ileri Yıldızlara erişmenin zamanıdır! --- A. Haydar Kaytan Bu bahar komünizm gelecek... JÊHAT BÊRTİ Paylaşmak... Bazı sözcüklerin, seslerin, duyguların, anlamların güzelliği yerinde ve zamanında anlaşılabiliyor ancak. PKK, kendini yeniden inşa ederken, sözcük dağarcığında yeni anlamlarla yüklenmiş bazı ‘eski kavramları’ tekrar literatürüne alıyor. PKK`yi Yeniden İnşa Okulu`nda, gerillada temel bir örgütlenme biçimi olan manganın yerine ,artık komün kavramı kullanılmaya başlamış. Bu kavram üzerinde yaşanan tartışmaların bir bölümüne tanıklık ettim. Sözcüklerin, kavramların bu kadar zengin anlamlar içerebileceği ve insan yaşamında, bu kadar önemsenip üzerinde tartışılabileceği hiç aklıma gelmezdi. Yaşamdaki her hangi bir olay ve olguyu, alışılageldik sözcüklerle ifade ederiz. Kullandığımız her kelime, zihnimizde bir anlamın şifresini kırarak bilincimizi uyandırır. Örneğin gerillada en küçük örgütlenme birimine çoğunlukla ‘tim’ ya da ‘manga’ deniliyor. Özel ve farklı çalışmalar içindeki küçük çalışma gruplarına da çoğunlukla ‘birim’ deniliyor. Ama hepsinin ortak anlamı, bir çalışma alanındaki temel çekirdek gruptur. Gerilla, temelde askeri bir örgütlenme ve çalışma olarak algılandığı için askeri kavramlarla örgütlenmesini ve hareket tarzını tanımlıyor. Kendini yeniden yapılandıran hareketin, düşünsel ve ideolojik boyutu olan PKK çalışmasında, bir çok kavram ve anlam, yeniden yeniden tartışma gündemine girip, bilince çıkarıldıktan sonra yaşama uyarlanıyor. Komün kavramı da bunlardan birisi. Aslında PKK`nin literatürüne yabancı olmayan bir kavram. PKK tarihini inceleyen, PKK edebiyatını okuyan herkes, ilk kuruluş döneminden günümüze kadar kolektivizm, ortaklaşacılık, paylaşımcılık gibi kavram ve olgularının çok önemli bir yer kapsadığını rahatlıkla görebilir. PKK`nin ilk kuruluş dönemlerindeki edebiyatında, ‘komünistlik’ kavramının temel bir kimlik tanımlaması olduğu ve bunun çok önemsendiği biliniyor. Bu kimlik tanımlaması yaşam ve ilişkilerin tamamına damgasını vurmuştur. Eşitlik, özgürlük, adalet, paylaşımcılık, toplumsallık gibi değerlerin hepsi bu kavrama ve kimliğe içerilmiş durumdadır. Ancak, dünya çapında sol hareketin yaşadığı tıkanma ve bu tıkanmanın yarattığı aşınmalar, genelde olduğu gibi PKK`de de etkisini göstermiştir. Şimdilerde dünya çapında sol, devrimci, muhalif kesimlerin kimlik tanımlaması üzerine yürüttükleri tartışmalar, kendilerini bu kimliğin en ileri mevzisi gören gerillada, çok ilginç bir biçimde karşımıza çıkıyor. Tabi herkesin dili farklı. Bir çok kesim ,bu aşınmaların neden ve sonuçları üzerinde teorik, entelektüel tartışmalar yürüterek, yeni bir kimlik tanımlamasına gitmeye çalışırken, PKK de bu tartışmaların içinde yerini alıyor. KUMÜNAR 9 Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan`in geliştirdiği tezler, birçok çevre içinde, çok farklı tartışmalara neden oldu. Çok şey söylendi, yazıldı, çizildi. Gerilla da, belki de herkesten çok tartıştı, tartışıyor. Bu tartışmaların düşünsel boyutunun çok zengin olduğunu insan görebiliyor. Ancak, asıl ilgi çekici olan, bu teorilerin ve düşüncelerin yaşama uyarlanması, gerilla deyimiyle ‘yaşamsal kılınması’ oluyor. İşte komün kavramı da bu tartışma çerçevesinde gündeme gelen ilginç bir örnek. İlginçliği ise, kavramın kendisiyle birlikte, bir çok kavramın da yeniden anlamlandırılıp, tartışmaya açılmasına neden olması. Mesela gerillada para, mülkiyet, özel yaşam, ‘ben’, hatta ‘bana göre’, ‘bence’ kavramları genelde antipatiyle karşılanıyor. Bunların yerine, ‘kolektivizm, biz, bizce, kendimizce, değerler’ gibi kavramlar kullanılıyor. Önümüzdeki yıllarda Kürtlerin diline yerleşmeye aday bazı kavramlarla da karşılaşıyoruz bu tartışmalarda. Organik toplum, simbiyotik yaşam, sinerji, komünalite, ekoloji, ‘cinsiyet özgürlükçü’ gibi aday kavramlar bunların bazıları. Gerçi sol literatürde özellikle entelektüel çevrelerde çokça tartışılan kavramlar, ama gelin bunu bir de gerillanın yaşamına nasıl yansıdığını bir görün. Manga yerine komün geçince, ‘komutan’ yerine ‘sözcü’ geçiyor. Bireysel inisiyatif tamamlayıcılık ile, öz güven dayanışma ile, günlük ihtiyaçlar ekolojik denge ile, güçlü-kuvvetli olmak birleşik güç ile tamamlanıyor. Her şey yaşam içinde birbirini tamamlama ve paylaşma esaslarına yeniden oturtulmaya çalışılıyor. Gerilla yaşamı, özünde, her şeyin paylaşılıp, ortaklaştığı, kendine özgü bir yaşam. Ancak, son yıllarda bu özden uzaklaşıldığı, aşınmaların yaşandığı ve bunun gerilla için tehdit oluşturmaya başladığı tartışılıyor. Gerilla dışarıdan gelen hiç bir tehditten çekinmiyor. Hatta bu konuda şaşırtıcı kışkırtıcı bir kendine güvene sahip. Söz arasında sürekli gülümseyerek ‘dünyaya kafa tutmak’tan bahsediyorlar. Bu, gerilla için gurur duyulan bir kimlik duruşu olarak tanımlanıyor. Bunun için de, zorlanmalarını dış etkenlerle açıklamak yerine, kendi içlerinde yaşadıkları aşınmalarla izah ediyorlar. İçinden geçtikleri yeniden yapılanma sürecini bu çerçevede bir özeleştiri süreci olarak ifade ediyorlar. “Bizim gücümüz, dünyada çok az hareketin başarabildiği yaşam tarzımızdan kaynaklanıyor. Bu yaşam tarzı, sınıflı ve egemenlikli toplumun dışında ve karşısında, doğal, eşitlikçi, özgürlükçü ve direngen bir yaşam tarzıdır. Mevcut toplumun bitirmeye çalıştığı insan, gerillaya gelerek, bu yaşamın dışında alternatif ve yeni bir yaşam tarzı içinde kendini varedebiliyor. İşte bu noktada yaşadığımız kimi zaaflar, bizi oldukça zorladı. Belki de gereğinden fazla kendimizi topluma ve toplumdan gelen etkilere açık hale getirdik. Oysa, biz etkilenen değil, etkileyen olmalıydık. Bu konuda yetersiz kaldık. Şimdi kendimizi yeniden tanımlayıp, hayallerimizdeki toplum modeline uygun bir yaşam tarzını daha güçlü örgütlemek zorundayız.” diyorlar. Bu konuda çok ciddi ve kararlı bir tarzda yürütülüyor tartışmalar. Her şey yeniden yeniden ele alınıp tanımlanıyor, anlamlandırılıyor ve örgütlendirilerek yaşamsal kılınmaya çalışılıyor. Bu yönlü bir ‘iç mücadele perspektifi’nden söz ediliyor. Son yıllarda bu konuda yetersiz kalındığının özeleştirisi veriliyor. Hareketten son donemde kaçan bazılarından söz ederken, ‘Onlar, içimizdeki bozuk yanlarımızdı. Gittiler. Temizleniyoruz.’ diyorlar. Tabi bu tür ciddi tartışmalar, farklı zaman ve mekanlarda farklı biçimlerde yürütülüyor. PKK’de paylaşmak, öncelikle kendinde olan bütün yetenek, birikim, güç ve tecrübelerin birleştirilmesi anlamında kullanılıyor. Herkes kendinden bir şeyler veriyor. Böylece herkes herkesten her şeyi alabiliyor. Bu büyük bir zenginlik yaratıyor. İnsanın, kendine ait bireysel her şeyden vazgeçmesinin ve kendini topluma adamasının, onu her şeyin sahibi kıldığına inanılıyor. ‘Ne kadar kendinden çıkabilirsen o kadar topluma ait olabilirsin. Ne kadar topluma ait olabilirsen o topluma ait olan bütün değerlerin bileşkesi olabilirsin’. Gerilla, çok rahatlıkla toplumun bütün değerlerini kendisinde temsil ettiğine inanıyor. Ve en önemlisi de yaşamı maddiyattan kurtarıp, maneviyat üzerine oturtarak, bunu yapmaya çalışıyor. Örneğin yeme, içme, barınma, giyinme gibi sorunlar yaşamı sürdürmeye yettiği oranda anlamlı olabiliyor. Bu tür ihtiyaçlar asgari düzeyde karşılanabiliyorsa bu çoğu zaman yeterli sayılıyor. Sürekli kullandıkları neredeyse tekerleme haline gelmiş bazı sözleri var. KUMÜNAR 9 “Yemek için yaşamak değil, yaşamak için yemek” “En büyük canavar, tüketim canavarıdır.” diyorlar. Herkes bu imkanları olabildiğince kendisi için değil, yanındaki için daha fazla ve daha güzeli olsun istiyor. Bu tür ihtiyaçları bireysel karşılama eğilim, anlayış ve davranışları çok keskin ve temel bazı ölçülerle ele alınıyor. Yaşam içinde her hangi bir bireysel ihtiyacını karşılamak için fazla hesap yapanları küçümsüyorlar. Yaşamın bu ölçülerine gelmeyen değer görmüyor. Bazı kavramlar kullanılıyor ki, zamanla o kavramın derinliğini anladıkça ürkmemek mümkün değil. Mesela hain, düşman, kontra, alçak gibi kavramlar oldukça ağır kavramlar. Ama birisine hain demek, düşman demek bir siyasal, ideolojik ya da askeri anlama sahip. Ve bir biçimde karşıt da olsa değeri var. Ama birisine ‘düşkün’ denildiğinde o kişi bütün değerlerinden soyundurulmuş oluyor. Hareketin saflarından kaçan, düşmanla birlikte kendilerine karşı savaşan kişiliklere ‘kontra’ diyorlar, ya da kaçıp farklı yaşam tarzlarına gidenlere ‘hain’ diyorlar. Oysa bazen bu hainleri ve kontraları da kategorilendiriyorlar. Örneğin, son dönemde hareketten kaçan ve farklı güçlere sığınarak kendilerine küfreden bazı kişilikler için, ‘O mu? Keşke bir hain, bir alçak hatta bir kontra olsaydı da gelip bize karşı savaşsaydı ama ne yazık ki onlar birer ‘düşkün’. İçimizdeyken de düşkündüler, şimdi de düşkünler. Düşkünlük rezil bir şey. Hatta rezillik bile düşkün olmaktan utanırdı.’ diyorlar. Bu sözleri duyunca sözcüklerin, anlamların yani dilin ve düşüncenin gücünü daha iyi görebiliyorsunuz. Söylenen her sözün bir düşünce sisteminin bir parçası olduğu, her davranışın toplumsal bir birikimin yansıması olduğu kabul edildiğinde ve insan bir toplumsal mücadelenin militanıysa, kendi sistemini çok güçlü kurmak durumunda kalıyor. Hele bunu saldırılar altında ve direniş içinde yapıyorsa kaçınılmaz olarak ölçüleri net, dili keskin oluyor. Bu dil keskinliği kendini tanımlamada da geçerlidir. Yaşamın ortaklaşalığı komün kavramıyla dile getiriliyor.Kelimeler sadece anlam itibariyle değil, tüm yönleriyle tartışılıyor. Komün kök itibariyle de Kürtçe`de ‘kom’ yani ‘topluluk’ kökünden geliyor. Doğal toplumun günümüze kadar kendini koruyan ender halklarından birisi olan Kürtlerin, bu toplumun temel karakterlerinden birisi olan komünaliteyi, en iyi ifade edeceği düşüncesi yoğunca işleniyor. Tartışmalarda PKK`nin özüne dönüş üzerinde oldukça duruluyor. Yine Kürtlüğün sadece etnik bir kimlik olmadığı, insanin özüne ait değerleri kendisinde en çok barındıran bir halk gerçekliğini temsil ettiği vurgusu sıkça yapılıyor. Yaşam ilişkileri ve örgütlenmesi bu iki bileşen üzerine oturtulmaya çalışılıyor. Israrla Kürt olmak ve komünal yaşamak gereğine dikkat çekiliyor. Bu tartışmalar bir yönüyle ciddi düşünsel bir çaba, diğer taraftan geleceğin toplumu olarak öngörülen doğal komünal toplumun temel taşlarını döşeyecek bir yaşam yaratmanın çabalarını da ifade ediyor. PKK, özellikle de gerillanın, hem direngenliği hem ileri bir düşünceyi temsil etmesi, hem de pratik yaşam gerçeği itibariyle, doğayla iç içe ve komünal bir gerçekliği ifade etmesi nedeniyle, buna en uygun model olabileceği dikkat çekilen diğer bir nokta. Yaşamın bütün ayrıntılarına bu düşünce biçiminin oturtulması bilinçli ve hassas bir çaba olarak gelişiyor. Kendiliğindenmiş gibi görünen bir çok yaklaşımın hiç de kendiliğinden olmadığı çokça tartışılıp netleştirilmiş bir düşünce, sisteminin yaşama yansıması olduğunu zamanla daha iyi görebiliyorsunuz. Size, ayrıntı ya da espri gibi görünen bir yaşam kesiti ya da söz, aslında bir duruş ve düşüncenin yansımasıdır. Son günlerde dile iyice yerleşmeye başlayan komün ve komünalite kavramları böyle bir yaklaşımın sonucu. Bazen espri içinde “Dünyanın en komünist halkı Kürtlermiş de haberimiz yokmuş” diyor birisi. “Eski bir Türk siyasetçisi anti komünizm propagandaları yaparken her yıl, halkı korkutmak amacıyla ‘Yurttaşlarım, uyanık olun. Yoksa bu kış komünizm gelecek’ diyormuş.” diyor. Sonra çevresindekilere bakarak “Yoldaşlar, bu bahar hamlemiz dağlardan ovalara komünizmi götürecek. Sakın kimse duymasın.” diyor. Herkes gülüyor, espri olarak ele alıyor ama işin hiç de öyle olmadığını, siz daha derinden hissedebiliyorsunuz. Burada yeni bir insan ve yeni bir toplumun temelleri çok güçlü ve bilinçli bir biçimde döşeniyor. Toplumun bildiğimiz anlamdaki ilk KUMÜNAR 9 temellerinin Zagroslarda atıldığı bir çok tarihi veriyle ispatlanmış. Bunu bir çok kişi biliyor. Peki Zagroslarda çok mütevazıca yeni bir insanın, yeni bir toplumun adım adım, ciddi ciddi, adeta çocuk saflığı ve temizliği içinde ama 10 bin yaşındaki insanlar tarafından, güle oynaya inatla ve ısrarla yaratıldığından haberiniz var mı? Haberi olmayanlara haber veriyorum. Buralarda ‘komünistler’ var. Sınıfsız, sınırsız, egemenliksiz, eşitlikçi, özgür, paylaşımcı, komünal-doğal bir toplum yaratma iddiasında olan komünistler var Zagrosların zirvelerinde. Haberiniz olsun! Şilan. Kürt kadınının özgürlük savaşının işçisi, savaşçısı, yürüteni, komutanı. Şilan. İstikrarın, sadakatin, militanlığın eşsiz temsili. Şilan. Karanlığın bitim noktası, aydınlığın yüzü. Şilan. Gericiliğe korku salan,yiğit insan. Şilan. Kürdistan’da şimdi bir destan. Şilan. Bir sembol. Şilan. Barışın haykırışı. Şilan. Halkların birlikteliğinin adı. Şilan. Kadına has olan. Şilan. Anlatır mı bu kelimeler seni? Tarif eder mi? Tanımlar mı? İfade eder mi? Bilinmez. Seni toprağa verdiğimiz gün geliyor aklıma. Çok düşünmeden, hani çok kafa yormadan ve buna kafa yoracak bellek henüz yerli yerine gelmediği bir zamanda KUMÜNAR 9 yüreğimiz konuşmuştu. Yürekten çıkan haykırışlar seni tanımlamıştı. Belki de en yalın, en gerçek olanıydı onlar. Hani derler ya, ‘gerçek basit ve yalın olandır’ diye. Yürekten gelen sestir diye. İşte o gün yüzlercemiz hep birden ‘ŞİLAN JİYANE’ dedik çok düşünmeden. Dinlediğimiz tek yer yüreklerimizdi. Ve yüreklerimiz ‘ŞİLAN JİYANE’ dedi. Sonrasında anladım. Anladım ki sen hepimizin yüreğinin JİYAN’ıymışsın. Yaşamıymışsın. Yüzlerce insanın ilk refleksi, ilk iç tepkisi bu olmuştu şahadetine. İmrenilecek bir yaşam dedim. İmrenilecek bir insan, ilk hatırlattığı ‘yaşam’ olan bir imrenilecek bir kadın. Seni en güzel bu anlattı sanırım Olanca gericiliğiyle birleşen güçlerin ortak saldırısıyla gerçekleştirdikleri, insanlık ayıbı katledilişiniz, hiç durmadan kanayan bir yaradır yüreğimizde. Gündüz ortası kurşuna dizilmek. Tüyler ürperten bu dakikaları anmak dahi insan olanın kanını dondurmaya yeter. Neydi son yaşadıkların. Neleri düşündün. Neler hissettin. Yaşamının film karelerinden hangisine takılı kaldı gözlerin Şilan’ım. Yüreğin nasıl yandı. Nasıl çalıştı belleğin. Bunları düşündükçe kan beynime, öfke yüreğime damlıyor. İnsan olanın insanlığından utanası geliyor. Düşün ki, 21. yüzyılda, düşün ki insanlık savaşçıları şehir meydanlarında kurşuna diziliyor. Hiçbir savaş kuralında, hukukunda, olmadık bir şekilde, ortaçağ vahşetine taş çıkartırcasına, sorgusuz sualsiz kurşuna diziliyor. Suçları, insan olmak. Suçları, özgür yarınlara gönül vermek. Suçları, Ortadoğu halklarına dayatılan emperyal çözüme karşı durmak. Suçları, ihanetin gericiliğin karşısında onuru korumak. Suçları, halkların birliği için çalışmak. Suçları, halkını savunmak. Cezası, yargısız İnfaz. İşte suç. İşte ceza. Dostoyevski yaşasaydı sanırım yeniden alırdı kaleme SUÇ VE CEZAYI. Yürekteki acısı beterdir şüphesiz. Ama, biz bilincimizle, yüreğimizin acılarını dindirmedik mi bunca yıl. Özgürlük andımızla, yürümedik mi kararlılıkla Şilan ve arkadaşlarından öğrenmedik mi bu gerçeği. Beter olan bu acının dindirilmesinin Şilan olmaktan, yaşam olmaktan, özgür yaşamı yaratmaktan geçtiğini bellemedik mi. İşte bu yüzden acımız büyük. Ama kararlılığımız da bir o kadar büyük. Çünkü, Şilan, Jiyan. *** 33 Yıla sığdırılmış nefes nefese bir yaşamdır Şilan yoldaş. Bu kısa ama dolu yaşamdan öğrenilecek çok şey var. Çünkü gerçekten de insanlığın özgürlük mücadelesine mal olmuş kahramanlardandır Şilan yoldaş. Şilan yoldaş 1971 yılında Güneybatı Kürdistan’ın Kobani şehrinde dünyaya gelir. Babası Barazi aşiretinin Ketikan kolundan, annesi Zerki aşiretindendir. Kürdistan’ın büyük aşiretlerinden olan Baraziler Kobani, Birecik, Suruç yörelerinde yaşarlar. Ketikan’lılar ağırlıkta Kobani’de yaşarlar. Aşiretçi feodal kültürün, dinin ağır etkilerinin yaşandığı Kobani, oldukça kapalı bir yerdir. Feodalizmin, dogmatikliği her açıdan kendisini hissettirir. Gücü de güçsüzlüğü de dogmatizmindedir. Gururlu bir yapılanmaya sahip olan Ketikan’lar hangi tabakadan olurlarsa olsunlar, hiç bir şekilde devletle bütünleşmezler. Bu yüzden işbirlikçilik, ihanet kültürlerinde yoktur. Aslolan direnmek, başı dik durmak, kimseye boyun eğmemek, cesaret ve savaşkanlıktır. Diğer yandan kapalılığın, dini dogmaların getirdiği gericilik, özelde kadına katı kuralları dayatır. Kadın feodal zihniyetin tüm geriliklerine maruz bırakılır. Kobani gerçeğini bütün derinliğiyle hisseden tanık olan Şilan arkadaş, bu gerçekliğin olumlu özelliklerini kişiliğinde taşırken, gericiliğe karşı da mücadeleyi sürekli temel bir yaklaşım olarak geliştirmiştir. Özünü inkar etmeden, özüne bağlı, yeniliğe açık, taze bir yürek olarak yaşamıştır. Bu gerçeği şu sözlerle ifade etmiştir: “Kobani’de kadının kurtuluşu için tek çözüm cins devrimi, sosyal ve kültürel devrimi gerçekleştirmektir” Ailenin ilk çocuğu ve ilk torunu olmasından dolayı oldukça sevilen, kadri bilinen bir çocukluk yaşar. Beş yaşına kadar Kobani’de KUMÜNAR 1 kalır daha sonra Halep’e yerleşirler. Çevresinde tanık olduğu gerçek ise onu erkenden çelişkilere sürükler. Kadına uygulanan şiddet, berdel vb. gelenekler daha çocuk yaşta derin çelişkiler yaşamasına sebep olur. Yıllar ilerledikçe arayışlara sevk eder. İlk öğrenimine Halep’te başlar. Başarılı, zeki bir öğrencidir. Halep ortamında KürtArap çelişkisine tanık olur. 1980 yılında alanda çalışmalarını başlatan PKK’lileri ailesi aracılığıyla tanır. Kobani açısından bu bir ilktir. O güne kadar herhangi bir siyasi örgütle ilişkileri olmamıştır. Özde var olan yurtseverlik duygularıyla PKK’ye dost olurlar. Şilan yoldaş için artık yeni bir dünyanın kapıları açılmıştır. Çocukluğu devrimcilerle birlikte geçer. Büyük bir heyecanı yaşar. Diğer yandan zekası onda yeni çelişkileri de uyandırır. Ailesi ve çevresi devrimcilerle ilişkilidir ama gelenekler değişmiyordur. Bu, yaşadığı temel bir çelişki olarak belirir. Ve geleneklerin değişmesinin kolay olmadığını zorlu bir mücadele gerektirdiğini daha çok genç yaşta fark eder. Ve bu fark ediş onun bütün yaşamının ısrarlı, tutkulu, yılmaz yürüyüşünün temelini oluşturur. Yaşam değişmelidir. Ama bu kolay değildir, zorlu bir mücadele gerektirir ve bu mücadele her ne olursa olsun mutlaka verilmelidir. “Kobani’de kadının kurtuluşu için tek çözüm cins devrimi, sosyal ve kültürel devrimi gerçekleştirmektir” Yaşı ilerledikçe bazı çalışmalara katılmaya başlar. 1984 yılında Halep’teki kültür çalışmalarında –Koma Agiri- yer alır. Artık aktifleşme yolandadır, diğer yandan öğrenci örgütlenmesi çalışmalarında da yer alır. Çalışmalarıyla kısa sürede beğeni toplar, güven verir. Öğrendiklerini, yoğunlaştıklarını evde babasıyla da tartışır. Babası yurtseverdir. En çok kadın konusuna ilişkin yaşadığı çelişkileri ve ulaştığı sonuçları tanık olduklarıyla kıyaslayarak tartışır. Babası bu tartışmalardan birinde ‘sen kadınların avukatı mısın?’ diye takılır ona. Ve bir süre sonra tanıdıkları diğer arkadaşlarda böyle seslenirler ona. ‘O zaman çevremdeki tüm erkeklerin devrimci bile olsalar kadın konusunda farklı düşündüklerini anlamıştım’ diyor yazdığı bir yazısında. Partiyi tanıdıkça bakış açım genişliyordu kadına, erkeğe yaklaşımım farklılaşıyordu diye anlatıyor. Öğrenci çalışmalarıyla birlikte kitle çalışmalarını da yürütür. 1988yılında profesyonel olarak partiye katılma kararını alır. Bu kararlaşmasında şehit Yıldız Durmuş (Jiyan arkadaş) arkadaşın yoğun etkisi olduğunu belirtir. Yine şehit Dicle (Aynur) arkadaşında etkisi yoğundur. Dicle arkadaş, Kobani’den saflara katılan ilk kadın devrimcidir. Aşiretin ve ailenin yoğun baskısı, işkenceye varan zulmüne karşı, evleniyormuş gibi yaparak düğün gecesi partiye katılmıştır. Daha sonra ülkeye geçerken, pusuda şehit düşmüştür. Dicle arkadaş, Kobani’de bir ilktir. Sembolleşen bir isyan gülüdür. Şilan arkadaş, onun yaşamından, inatçı, ısrarlı katılım tutkusundan derinden etkilenir. Onu bıraktığı yerden takip etmeye karar kılar ve sembolleşen bir diğer isyan çiçeği doğar. 1988 yazında Mahsum Korkmaz Akademisine gider. Akademi ortamında, ciddi bir eğitim alır. Ve önderlik gerçeğinden derinden etkilenir. Tutkulu yürüyüşü büyük bir ivme kazanır. ‘Akademi ortamında en çok yoğunlaştığım konu ihanet olmuştu‘ der. O süreçte parti içinde yaşanan ihanetlere ilk olarak tanık olur. Ama bunlar karşısında geri adım atmaz. Tam tersine yoğun tartışmalarla anlam vermeye çalışır ve tutumunu berrak bir su kadar net koyar. İhanet, Kürdün tarihinde vardır belki ama Şilan’da asla olmayacaktır. Bu bir ilke, bir yaşam duruşudur onun için. 1991 yılına kadar yaz aylarında Mahsum Korkmaz Akademisinde, diğer aylarda ise okulda ve kitle çalışmalarında yer alır. Şilan, büyüyen bir devrimcidir artık. Halkına güven veren, öğrencileri örgütleyen, kadınların avukatı olan bir militandır. Diğer yandan ise, parti içi mücadelenin önemini ve gereğini giderek kavramaktadır. Çizgi mücadelesi, ihanete karşı duruş kişiliğinin belirginleşen yanıdır. “Kobani’li bir kız da özgürleşebilir. Ben bunu göstermek, bu kararlılık ile yürümek istiyorum.” 1991 yılında Akademide üçüncü devresini tamamlar. Katıldığı son eğitim KUMÜNAR 1 devresinde, Şener tasfiyeciliğine tanık olur. Bu, onun için kararlaşmanın doruğudur. İç mücadelenin çetinliğini ‘kendimi kurtlar sofrasında bir kuzu gibi görüyordum. Ama kolay yenilecek bir kuzu olmamaya kararlıydım’ sözleriyle ifade eder. Şilan artık ülke yolcusudur. Dağlara,özgürlük savaşına koşan taze bir gerilladır. 18 Eylül 1991’de ülkeye, Botan’a geçer. Aynı yıl şehit düşen Mizgin (Gurbet Aydın), Zekiye Alkan yoldaşlar, savaşma kararını bileyen belirgin kişiliklerdir. Botan yeni bir yaşam, yeni güzellikler, yeni zorluklar olarak karşısında tüm çıplaklığıyla durur. Gerilla yaşamının bütün güzelliklerini, sevinçlerini doyasıya yaşadığı kadar, bütün zorluklarına ve acılarına da tanık olur.Özellikle bir kadın olarak gerilla olmanın, savaşmanın, her türlü iç ve dış sancılarını iliklerine kadar yaşar. Ama pes etmez. Kolay yenilemeyecek bir kuzudur O. Gururu, bilinci, cesareti, savaşkanlığı, yoldaş canlılığı, fedakarlığı, azmi ve kararlığıyla tüm zorlukları bir bir aşar. Kısa sürede komutanlaşır. Gericiliğe karşı amansız mücadele eder. Kadın arkadaşlarını korur. Çünkü O, kadınların avukatı olmaya gerilla yaşamında da devam eder. Kadın Özgürlük Hareketinin her aşamasını yakınen yaşar. İçinde yer alır. Bir anlamda, onun yaşamı özgürlük hareketinin tarihiyle birlikte geçer. Tüm yaşamını buna adar. 1993 yılında kadın ordulaşması, sürecinde sorumluluk alarak, ordulaşmanın ilk komutanlarından olur. 1995 yılında ilk kadın kongresi hazırlık komitesinde yer alarak kongre çalışmalarını yürütür. YAJK’ın kuruluşunda yer alır ve yoldaşları onu YAJK merkez komitesine seçer. Botan’ın, güney sahasının Zagros’ların tüm alanlarında faaliyet yürütür. Savaşır, komutanlık yapar. Karış karış ülkenin dağlarını dolaşır. 97 yılında Önderliğin çağırmasıyla tekrar akademiye gider. Yaşam ve savaş tecrübesi yoğunlaşmıştır. Akademide aldığı eğitimle, bilincinde sıçrama yaratır. Giderek derinleşen belleği, artan donanımı mücadelesini zenginleştirir, ivme katar. 98 yılında tekrar ülkeye uzanır, erkek egemenliğine, kadın gericiliğine karşı sürekli özgürlükçü duruşu esas alır. Savaşımında cesur, gururlu yürüyüşüne devam eder. 99 yılında partileşen kadın hareketinin, PJKK’nin çalışmalarına katılır ve merkez komitesinde yer alır. Mücadelenin içinden geçmekte olduğu hassas bir süreçte en dirayetli, en net duruşu sergileyenlerden olur. Büyük bir azim ve kararlılıkla yürür. İç dış saldırılara karşı, sesini sürekli yükseltir. Stratejik değişimi en erken ve en yalın anlayan, bunun kararlılığını gösteren militanlardan biri olur. PKK’nin değişimini somut adımlarından olan KADEK sürecinde yer alır. Ve KADEK merkez yönetim çalışmalarına katılır. Stratejik dönüşüm sürecinin tüm çalışmalarında olanca aktifliğiyle yer alır. Hem kendisini hem de çalışmaları büyük oranda geliştirir. Askeri çalışmalarda, ideolojik çalışmalarda, kadın çalışmalarında ihtiyaç olan her çalışmada tereddütsüz yer alır. Gönül verdiği aydınlanma çalışmaları onun en çok sevdiği çalışmalardır. 2002 yılında YRD (Yekitiya Rewşenbira Demokratik) çalışmalarının sorumluluğunu alır. Ve başarı ile yürütür. 2003 yılında Kongre Gel oluşumuyla birlikte, kongre çalışmalarına geçer. Kongre Gel Yürütme Konseyinde görev alır. Sancılı gelişen Kongre Gel sürecinin aktif militanıdır. Geliştirilen provokasyonlara, dayatılan ihanet çizgisine, inkarcı eğilimlere karşı amansız mücadele verir. Net bir duruş sergiler. Hiçbir konuda taviz vermez, ihanetçi çizginin kadın özgürlük çizgisini revize etme dayatmalarına karşı tereddütsüz net duruş sergiler. Her koşul altında çizginin temsilcisi, savunucusu olur. Kongre Gel çalışmalarının iş bölümünde Suriye koordinasyonun da görevlendirilir. Tasfiyenin dayatılmak istendiği bu çalışmalara, tüm zorluklarına rağmen kabul eder. Çalışmalarda önemli bir toparlanma, gelişme yaratır. Bu çalışmaları yürüttüğü süreçte 2004 yılının 29 Kasım’ında, alçakça bir saldırıyla katledilir. *** “Kobani’li bir kız da özgürleşebilir. Ben bunu göstermek, bu kararlılık ile yürümek istiyorum.” diye yazmışsın 14 Temmuz 2003 tarihli parti raporunda. Evet Şilan!. Nefes nefese yaşamın, özgürlük kokuyor. Mücadelen bizleri sana öykündürüyor. KUMÜNAR 1 Kobani’nin gerçeğinden yükselen bir sembolsün sen. Daha çocuk yaşta başladığın “kadın avukatlığın” kadın savaşçılığına, komutanlığına, yürütücülüğüne, çizgisine dönüştü. Gururun, esin kaynağımız Azmin tutkun, yaşam kararlılığımız Duruşun, örnek aldığımız militanlık Ve yoldaşlığın, temiz yüreğin, Asla unutamadığımız. ŞİLAN. PKK Parti Merkez Okulu Zagros Bêrîtan devresi öğrencilerine sorduk PKK 28 yaşına giriyor neler hissediyorsunuz. sizce PKK’li kimdir. Hebun mahir Önder APO kendi rey aletine, hayalline olan koşturmacısını bir kimlik adımı olan, 27 kasım’ da başkan APO etrafında öncü kadrolarımızı kendi toplumsallığını gerçeğini yaratma iddia, ihtiyaçlarını ve sevdalarını eylemi olan 27’ da Kasım’ da yetersiz olsa da bir devrimci olarak yere alma benim için bir onurdur. PKK’ lili olmak bence, halkın acılarını hissedip onunla birlikte yaşamayı becerebilen ve onlara cevap olma ihtiyacını an be an hisseden yeni insan kavgacısına denilir. Roşer Tolhılldan PKK 28 seneyi tarihte bırakan, bir ekoldü aslında. Yani bir ateşten tarih tanıtımı yapılmıştı PKK için gerçekten öyle bir rolü, misyonu oynadığını düşünüyorum. yani yüz yıllardır, ezilmiş Kürt halkının belki de özgürlük,savaşımıyla bu direniş savaşımı adıyla kendi içerisinde belki de, çağdaş Kawa Mazlum’u barındıran, kendi içerisinde tanrıca Zilan’ı barındıran, teslimiyete karşı direniş kültürü taşıyan Beritan yoldaşı barındıran, bir tarihe sahip olan PKK, gerçekten bir ateşi oynuyor.Bir ateşle oynamayla aslında, önderliğinde bu yönlü açıklaması vardı. bir çözümlemesinde’’ bu sorunu çözeceğim diye, PKK katılan bir insanın, keleyi koltukta alıp dünyaya karşısına alması gerekiyor’’diyor. Yada şöyle bir yaklaşım da istemek mümkündür. Ateşin tanımını vermekse, dört kelebek birisi ateş aydınlatıcıdır, diğeri yakıcıdır, diğeri ısı verir derken, dördüncüsü kendi ateşi içine atarak adeta budur, demek istiyor. Yani bu tarih biraz ezilen Kürt halkı şahsında ezilen bütün toplumların, ezilmiş toplumların direniş diyeninin adıdır adeta. Bir PKK’ lili, bu tarih içerisinde bu zorlu süreç, zorlu devinin içerisinde bir çok direnişi göstermiş, bir çok arkadaş var.Yani özellikle Önderliğin bahsettiği gibi,’’ PKK b şehitler partisidir’’. Yani bunun esas temsilliği şehitlerde aramak gerekiyor, o ruhta aramak gerekiyor, çünkü, PKK bir ruh olayıdır.Yani bu sorunu çözeceğim, bu yeni sistemi, yeni insanı yaratan, diyen, insanların adıdır aslında. Direk bir insan, kendisine PKK’ liyim söylemek, bu tanımı uygulama öyle kolay tanımlayacağımız bir kavram değildir. Sadece şunu söyleye bilirim; bizi Mazlum’ larla, Agit’ lerle, Zilan’ larla , Beritan’ larla etkilenip, buraya gelenlerin, bu örgüte katılanların etkileriyle buradayız. PKK hareketi aslında, kendi çocukluk hayallerine ihanet etmeyenlerin ta kendisidir. Bir söz vardır, ‘’ PKK’ de yaşamak cennettir, PKK’ de PKK’yi yaşasan cennet olur, PKK’ de PKK’ yi yaşamasan cehenneme olur. Esas PKK' lilik de PKK’ yi cennet edenlerin aslında ta kendisidir. Cemal Şerik PKK’nin kuruluşunu sadece alınan bir kararın açıklanması ve bunun kişi ya da ilgili çevrelerce duyulması biçiminde verilecek yanıtın, sorulan soru için yetersiz kalacağını düşünüyorum. Çünkü, PKK’nin kuruluşu ve ilanı, partileşmeye doğru giden süreç ve resmi olarak kuruluş kararıyla birlikte KUMÜNAR 1 PKK’nin parti olarak kendini ilan etmesi değişik aşamalardan geçmiştir. Haki Karer arkadaşın katli, aynı zamanda yeni bir süreci de başlatmıştı. Yapılan tartışmalarda sadece Haki Karer’in kimler tarafından, hangi amaçla ve nasıl katledildiği değil farklı konularda tartışılmaya başlanmıştı. Mücadelenin geldiği boyut, cinayet düzeyine varan saldırılar ve gelinen aşamada tüm bunlar karşısında nasıl bir karşı koyuşun olması gerektiği öne çıkan tartışmalar arasında yer almıştı. Artık, amatör grup ilişkileriyle çalışmaların yürütülemeyeceği yerini daha profesyonel resmi ilişkilerin alacağı bir örgütlenmeye geçiş hem fikir olunan bir konu haline gelmişti. Buda partileşmeye doğru giden yolun başlangıcını oluşturmuştu. İlk partileşme fikri böyle gelişmiş ve gündemimizde yer almıştı. Artık, o andan itibaren bu doğrultuda yoğunlaşılmaya da başlanılmıştı. O sürece kadar daha çok Kürdistan’ın sömürge olduğunu ve Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkının “Ayrı devlet kurma” olduğunu ortaya koyan ve bu görüşün propagandasını esas alan bir yoğunlaşmanın sahibi olunmuştu. Ona göre kitaplar okunuyor ve tartışmalar yürütülüyordu. Daha çok da Lenin, Stalin ve benzeri gibi devrimci önderlerle birlikte Ulusal Kurtuluş Mücadelesi vermiş sömürge halkların devrimlerini anlatan kitaplar okunuyordu. Ama Haki Karer arkadaşın katlinden sonra okunan kitap ve yürütülen tartışmaların kapsamı da genişledi; örgütlenme ve pratik politika öncelikli konular arasında yerini almaya başladı. Artık, tüm grup ilişkisi içinde yer alan arkadaşlar partileşme sürecine girildiğini bilerek hareket eder bir düzey yakalamış oldu. Onun içindir ki, o dönem çalışmalarında yer alan arkadaşlar için partileşme belirli bir dönemden sonra içine girilen sürecin kendisi olmuştu. Haki Karer arkadaşın katlinden sonra aynı yılın sonlarına doğru oluşturulan program taslağı ise yapılan tartışmaların ardından partileşme yönünde atılan yeni bir adım anlamına gelmişti. Bu noktadan sonra parti kararının alınması hemen hemen o süreçte yer alan arkadaşların bir beklentisi haline gelmişti. 27 Kasım 1978’de gerçekleşen o muhteşem doğuştu böylesi bir gelişmenin bir dönüm noktası olarak yerini almıştı. Kişi olarak 27 Kasım 1978’de Ankara’da cezaevinde bulunuyordum. Başka arkadaşlar da vardı Ankara’daki yapılan bir eylemden ötürü tutuklananlar vardı. O günkü koşullara göre cezaevinde azımsanmayacak bir sayıda arkadaş grubu bulunmaktaydı. Değişik düzeyde görev ve sorumluluğu olan arkadaşlar da vardı. Dışarıdaki gelişmeler bir biçimiyle cezaevine ulaştırılıyordu. Daha cezaevine girmeden önce bakma fırsatını yakaladığım Serxwebun (Kürdistan Devrimin Yolu) ve Doğru Yolu Kavrayalım ismini taşıyan çalışmalar bile cezaevine girmekteydi. Partinin resmi ilanı ise daha sonra gerçekleşti. 30 Temmuz 1979’da Salih Kandal arkadaşın şehadete ulaştığı eylemle PKK adıyla artık yola devam edileceği duyurulmuştu. O süreçte cezaevinden çıkmıştım. Yeniden aranmaya başlamıştım. O nedenle de farklı bir alana geçmiştim. Partinin resmi ilanını da öyle bir süreçte öğrendim. PKK’nin kuruluşuna ilişkin düşünce ve duygularımı böyle bir bütünlük içinde dile getirmeyi daha uygun görüyorum. Bu çerçeve de sormuş olduğunuz sorunun yanıtını vermek istiyorum: PKK’nin kuruluş ilanı, sıcağı sıcağına yaşanan bir sürecin adım adım tamamlanması ve kuruluşu yolunda katedilen bir mesafe sonucunda gerçekleştirilen, anı anına hissedilerek yaşanılan ve büyük bir sabırsızlıkla beklenen bir doğumun gerçekleşmesi anlamına gelmiştir. O ilan gerçekleşip duyulduktan sonra da artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı ve daha sorumlu bir yaklaşımla hareket edilmesi gerekli hale geldiği bir sürece girilmiştir ve bu bilinç yaşamımıza yön vermeye başlamıştır. Ve bugüne kadar da gelmiştir Dr Ari KUMÜNAR 1 Salvegera PKK’é dikeve temené xweyé 28’an hestekî nayê derbirîne. Jibervêyekê jî 27’ê mijdarê jibo gelekî bê ziman, bê çand mayî û bê nasname mayî bu navê wê û vejîna gelê Kurd.Bi PKK’’re dîroka berxwedanvaniyê jinûve zindîbu û weke her gelekî lêgerîna mafê xwe hat despêkirin. PKK’yîbun, ewekî yékû felsefa Rêber Apo derbazé jiyanê dike,xwedî li hemu nîrxén mirovahî derdikeve,rébertî jére dike,liser vê bingehî guherîna dide çékirin û di kesayetiya xwede birék û pék dike, di xeta Rêber Apo’de dimeşe ew PKK’yiye. Zelal Dêrik Dîroka 27’ê mijdarê di rastiyêde dirokek tîne bîra min. Diroke kî bi keda bi hezaran kes hatiye avakirin, di heman demê de diroke kî bi ramanê Réber Apo hatiye damezrandin. Ez di salvegera avakirina PKK’ê de sala 1994’ande li gel Réber Apo’ bum.Té bîra min hertim digot, “her gavekî avêtin, her tiştekî dîtin û hemu nîrxên bidest meketî bi xwîna şehîdan hatiye destxistin”.Ji bervêyekê her salekî derbaz dikim, lipişt xwe dinérim û lépirsînekî bi xwere didim çékirin, gelo! em çiqas, xwedî li nîrxé şehîdan derketin û liser vé bingehî me çiqas, kedek dakû em vé dozé bi hêzbikin û péşvebibin.Hem di aliyé kesayetîde û hem wek réxistin em çiqas xwedi lê derketin lé pirsîna wé dikin. Dem kû ji minre tê gotin, PKK’yî kiye? nasnameyekî azad té bîra min,azadî,wekhevî bîra min. Jiyanekî herkes têde bi awayekî xwezayî jiyana xwe didomîn, kom buyînekî xwezayî tîne bîra mirov.Dema kû di despékê de Şehîd û Rêber Apo tê bîra mirov.Jiber kû, ew herî kesên esîlin. Sefqan Tekman: Dema kû, 27 mijdarê tê gotin, ked û jiyanekî azad tê bîra min. PKK, weke mezin buna zarokekiye, heya hat temenê xweyê 28’mîn.Gelé kû hebun û tine buna xwe ne diyar, îro bi milyona, bi deh hezaran kes xwedî livê dozê derdikeve.Herwiha ev şoreş, wisa bi asanî nehatiye vê astê.İro dirokeki zindî em jiyan dikin.Bi berxwedana gel ya kû li colemêrgê bi awayeke eşkere vêna dide nişandan.Bi kurtahi 27 mijdare ji bo me, nasnameya jiyana nû û azade. Xeta PKK’yi buyînê di kesayetiya kemal Pîr, Bêrîtan, Zîlan û di kesayetiya van hevalan de hemû şehîdên şoreşê mirov dikare bêje, PKK’yineKesekî ketkar, tekoşer, di xeta Réber Apo’de bê kû, bikeve du dilîyeki meşeki dide çêkirin û dibin her şert û mercekîde felsefa Apo’yîzmê jiyan dike, ew PKK’yîye. Xebat Andok Salvegera PKK’é ya 28’an coş û Keyfxweşiyeke gelekî mezin diminde dide avakirin.Bingehê vê coşê, ji kurahiya diroka PKK’ê tê. Jiber kû, PKK di demeke awarte de şînbu. Demekî di gotin, sosyalîzm xilasbu û hat hilweşandin, é dî dor hatiye pergala emperyal û kapital,bîrdoziya PKK’ê ji bu altenatîfa hemu pergalên desthilatdar û çînî.Yané PKK netenê jibo gelê Kurd, jibo hemu gelên bindest û mirovahiya péşverû bu hêviyekî mezin.Bi paradigmaya nûre PKK herdiçe bihéz dibe û hemû pergalên paşverû dixe nav tirs û fukarên pir mezin.Êdî PKK buye muhatabê herî mezin.Jibervê jî mirov bi coş dibe. PKK’yî kîne? Li gorî min Rêbertiye û rastiya Rêbertiye.Rihé kesên bê hesap xwe jibo mirovahî feda kirine, yané rihê şehîdane. PKK’yîbun ne tiştekî mutleq û nejî sekiniye,her diçe bi hebuna xweve girêdayî péşveçûn çêdike.Di aliyekîde hebun çêdibe, di aliyekî dejî pêşve çûn çêdike.Lêbelê derbazbuyîna PKK’bûyînêde mirov dikare vêna derbirîne. Yé zanabuna demê di xwede dihewîne,weke xebatkarekî mirovahiyê bi wijdan û ehlaqekî pir mezin di bîrdoziya Rêber Apo’de xwe kurdike û girêdayî dimîne ew PKK’yîye. Sefqan Tekman: KUMÜNAR 1 Dema kû, 27 mijdarê tê gotin, ked û jiyanekî azad tê bîra min. PKK, weke mezin buna zarokekiye, heya hat temenê xweyê 28’mîn.Gelé kû hebun û tine buna xwe ne diyar, îro bi milyona, bi deh hezaran kes xwedî livê dozê derdikeve.Herwiha ev şoreş, wisa bi asanî nehatiye vê astê.İro dirokeki zindî em jiyan dikin.Bi berxwedana gel ya kû li colemêrgê bi awayeke eşkere vêna dide nişandan.Bi kurtahi 27 mijdare ji bo me, nasnameya jiyana nû û azade. Xeta PKK’yi buyînê di kesayetiya kemal Pîr, Bêrîtan, Zîlan û di kesayetiya van hevalan de hemû şehîdên şoreşê mirov dikare bêje, PKK’yineKesekî ketkar, tekoşer, di xeta Réber Apo’de bê kû, bikeve du dilîyeki meşeki dide çêkirin û dibin her şert û mercekîde felsefa Apo’yîzmê jiyan dike, ew PKK’yîye. Jİ XUDAVENDA EŞQ Û EVÎNÊRE îddayekî xurt bu dixeta azadiyêde. Ev tevlî bun jî, bi ser bingehekî bi zanistî û îradeyekî bi hêz bu. Li hember hemû paşverutiya kû dijmin çandîye di nava civakê û pergalê de dinava tevgerekde bu. Ji ber vêyekê îspat kir ji refên şoreşêre, kû tûcarê napejirîne cudabuyînên cinsî û çînîre. Vêna dide raber kirin. Hertim lihember ne wekheviya di civakêde û di vê mijarêde bi taybet li hember paşverutîya liser jin,her tim dinav hewldana kî bêdawiyê kû, ji bo bibe bersîv. Ji pirsa “wê çawa were jiyan kirin?” re xwe diher aliyekîde fedayê doza azadiyê kirîbu. Belê ew şagirtek di xeta Rêber Apo de bu. Mamosteyekî canfeda bu ji bo tevgera azadiya jin. Fermanderekî jibo zanîstî û wekheviyê û di wan mîjarande tekoşînekî dijwar dida meşandin. Ji pîvanên wêya bingehîne kû hezkirinên wê ji xweşîk bunêre û yekbunek çêkirin. Biryar buna wê bu sedemek kû, ber biçavbûna hemû taybetmêndiyên xweşîkre rêgîrt. Hewlda û tekoşîn dikir jibo, bibe xwedî taybêtmendiyê PKK’yî. Girêdana xeweya bi PKK’ê, ji hestên wêyên welatparêzî dihat. Bi wê sekna xweya azad lihember hemû qomployên hindur û derve bu. Ew mînakekî ji dîroka berxwedaniya jin bu. Pênûs bi xemgîne kû ji bo kesayetên kû navê xwe di dîrokê de derktine bi nivîse.Û rûpelên hêvî û baweriyê bi peşerojêve nivîsandine, azmekî tûcar şaş nabe û di rêya azadiyêde meşa kû li ber berbanga nûve diçe. Ewên kû, bune muma ronahiya rêyên mirovahiyê bune yek, liser her bostek erdê dayika xudavend. Qehremantiyekî mirovahî bejna xwe liber vê di tewine. Îspat kirin ji hemû mirovatiyêre kû, muma dyakîkên xudavend di rojhilata navînde pêxistine, tûcar natefe û bilind dibe. Bi ronahiya xeta azadiyê yakû, Rêber Apo ronak kiriye. Yek ji xudavendên eşqê Rê heval Şîlan bu. Belê ez diwê bawerıyêdeme kû ez nikarim hemu taybetmendiyê rê heval Şîlan rêz bikim. Lê belê erkê hevaltiyê liser min ferz dike kû, ez hevala Şîlan û di kesyetiya wêde hemu şehîdên şoreşê bi bîrbînim. Jiber kû ew hertim mumên rêya me ronak dikin. Hemu çalekiyên berxwedaniya gelê me û rêhevalên me, diseride li hember hemu cureyên xiyanetê tekoşînekî tund didin meşandin. Di despêkêde Rêber Apo, gelê me û gerîlla buye hedefa êrîşan. Dubare buna dıroka xiyanetê, carekdin bi awayekî topyekûn xwe dide nîşandîn. Yêkû himêz kir û xwe tevlî kir û di heman demande, dinav pêşbirgê debu wek Rê Hevalên xwe bu. Di despêka zayîna tevgera azadiyêde û artêşbuyîna jinde, xwe tevlî refên azadiyê kir. Xwedîyê Şahadeta Heval Şîlan û çar hevalên pêre şehîd ketine, nimuneyeke pir mezine kû, jibo xeta xiyanetê were vale derxistin. Di aliyekîde xeta xiyanet, hevkarî KUMÜNAR 1 û tune bunê dihat şopandin, di milê dindejî, xeta qehremantî û berxwedanvaniyê pêşket. Weke kû, Rêber Apo dide diyarkirin, “çiqasî dagirkerî û ked xwarî zêde bibe, ew qas ji qehremantî xurt dibe.” Liser bingehê mîrateya Rêber Apo derxistiye, wê ji bo me bibe ronahî kirina muma dîrok û azadiyê. Hevgirtinekî bi rihê dema nure pêwîste werê avakirin. Di dawiya hemu zehmetîyande tim xweşî derdikeve, weke kû dawiya şevêde roj ronahî dike, dawiya zivistanê bahar tê û em bi hêvîyekî pir mezinin kû, serkeftin ya meye. Dilşa Efrîn Navê Wî Zagros Mirov pir caran, nirxê yên di destê xwede nizanê. Ev ji bûyîna rastiyeke giştî zêdetir,şêweyekî ramaniye kû, mirovên vê axa me ji dîrokê girtine û dijîn. Şêweyekê raman yê wusaye,kû yê li dest xwe mîna beşek ji xwezaya xwe, encamek xwezayî ê hebûna xwe têdighe û bi vê hinbûyînê ji nirxandina yê li dest xwe bêhtir dijî. Yê dinjî dinav herîkandina demêde wate didê, dike parceyek ji parçayên hevgirtina xwe. Bi vî awayî dinavbera xwe û derdora xwede hevgirtinek xwezayî, yekîtiyek ya wateyê pêktîne. Gava yek ji parçeyên wê winda dibê, ev yekbûyîn ji hev belav dibe û ev belavbun, dûbare jibo parçeyên wê bêne watedar û berhevkirin dibe dahurandina, kû diyalektîka pêkhatinek nû çêbikê. Ev diyalektîk, ji nirxandina yê li dest xwe zêdetir, nirxandina pêvajoyên afirandina yê nû û jîyanê, lewra pêvajoya zanîna nîrxê bixwere tine. Weke encama van, nezanîna nîrxê ê li dest xwe lê, di şêwaza nirxan dijî de, şêwazekê raman pêkhatiye di mîrovên axa mede. Di rastiya axa me, ya kû herî zêde diyarê windayiyane, peroşa ramanê jinûve watedarkirina yên me bûrandine, berê jiyana me didin çêkirin.Nîrxên xweyên herî xurt,kû em kirin em,bi wate kirin. Dinav herikandina dîrokê a dilhişkde me windakirin. Dinav kefa destê mede, pir tiştên kû em dikin nakin, nizanin bê kî, çima dane dest me. Bê kû wate bidîn, ziyan dikin. Gava jiyan ji wateya xwe disepîne, bi neçarî disekinin û li yên me burandine dinêrin. Lewra tevayî ‘’ wate’’ yên em kirine em, ji dest me hatine derxistin û me, di tarîtiyên hestê winda, yê ji wê ‘’ rêderketina mezin’’ kû jêre dibêjin şarîstanîde hatine fetisandin, mejiyên me biqasi kû, şeytanê derûna wî winda kirî, li hember yê ew daye çêkirin rabe, ji aqil bê pare... jiber wê, em nexweşên ramanê li paş xwe dizivire û di roja paş îrode li ‘’wate’’ yê digerine. Em vedigerin û di roja KUMÜNAR 1 xwe ya paş îrode bi parçayên ‘’wate’’ ên me komkirine, em xwe didin çêkirin. Bi êşe, lê diyalektîka hebûna me eve. Em dikarin ji vê re bi bêjîn, li diyarê windayiyande, pevçûna zor a mijûliya xwe dana çêkirin. Vê biharê ez li Zagros’ ê geriyam. Min tim bihîstibû diyarekê windahiyan. Cihê îskender le aliqî û parçebûyî, xeleka çiyayên nayin derbaskirin. Avaşin’ a hiphêşin a ti qirêjiyê qebul nake, li jêr stêrkan sekinî,Basya wekî bi xwaze xwedi di Avaşîn de pak bikê, şermok diherikeÇarçêla’ ya mîna destekê bixwaze reşiyê biqetîne,, bi serbilindiya bûyina yê bilind, bi sekinandina xwe a gure Cîlo, û ji tevan zêdetir li girê qertal jibo nobedariyê gerîlayên jin ên yekîneya xweser, kû hêdî hêdî xaçerêyan re bilind dibin... Vê biharê li zagrosê, dinav şaşwaziya zarokde min jiya. Min hewl da kû, tiştên dijîm bi tena wê bijîm. Piştî demek ser re derbas bû, min fêhm kir kû bedewiyên li Zagros ê, bi wateya ligor nirxê wê min nejiyaye. Bi diyalektîka ramanê diyarê windahiyan ê êşê dide me, her kû ez ji Zagros’ ê dûrketim, niha baştir dibînîm kû, nirzê wê zêde dibe... Vê zivistanê ez, bi Zagros’ rebûm. Jibo jinûve avakirina PKK’ ê dibistana amadekariyê a hatî cem hev, dinav nîqaşên wan yê germde, pir ji me bê kû, pir zêde nirxê yê li kêleka xwe bizanin, dinav herikandina demêde zivistanek derbas kirin. Di biharêde, çawakû bi tava nisanê berf dihelê û helaleyên stû semundî bi girî serê xwe bilind dikin, gava me ji hev xatir xwest û wextê veqetînê hat, me fêhm kir, bê me çiqas hevû dû kêm naskiriye. Di rêwingiyên nûde, wê me tiştên nû jiyan bikira. Ta kû, me agahiyên windahiyên ên me li paş xwe hiştibûn bigirta, wê me wateya nirx dayina hev nezanibûya. Jibo min jî weha bû. Dinav rastiya sar a zivistanê ew Zagros’ê kû, tu zivistanekê nedikarî ser rastiya wî a germ, bi jiyanê dagirtî bigre, min pêdiviya kû ez wî weke beşek ji hebûna xwe binirxînîm nedît. Tenê min bi wîre jiya. Min pêre gotûbêj kir, parve kir, şer kir, jê xeyidîm, pê re li hev hatim, min her zêde ji sekinandina wî a bi xwe bawer, axaftina wî ya bê virde- wirde, di wî temenê biçûkde zanistiya girtî, di şerê xwede çavreşiya wîhezkir. Dawiyê dema wextê veqetinê hat, min ew himêz kir, xatirê xwe jê xwest. Mîrovek çiqas dikarê mirovekê nas bikê! An ji çiqas dikarê têbighê! li kûderê û çawa dikarê nas bikê, fêhm bikê! Tim tê gotin, kesayetên rast ên mîrov di kêliyên tengde zelal dibin. Mîrovek çiqas bi karê xwe bi yekê din re parve bike, ewqas dikarê hebûna xwe di wîde pêkbîne û bide zêdekirin. Daxwaza vegotina xwe û hewildana parvekirinê a hevalê Zagros, bi pir awayên cuda hat şîrovekirin. Ez nikarim bêjim, kû min pir wate da û nirxê wî zanî. Gava min agahiya windakirina Zagros bihîst, ez nû ji Zagros’ê hatibûm. Li ser hevalê zagros dikarim pir tiştan binivîsînîm, jixwe heta zimanê wî dilivî behsa pir hevalan kiribû. Ya herî bedew ji, rastiyek, ya Zagros kû, jixwe ji pênûs û zimanê wî hati vegotin heye. Di alîyê agahîde, pir tiştekê ser ve zêde bibe tûneye. Lêbelê jibo wateyê, bi her yek ji me re parçeyek Zagros heye. Ew, niha yê em nirxê wî baştir dizanin., wateya em kirine em, bixweye. Ji wî wêde ma em çine? Ji windayekê kû cîhana derewan dane dest wêdetir, em çine? Ne tiştek. Zagros kiye! Her tiştê em kirine em. Ji vê wêdetir gotine. Niha ez wate didimê. Zagros, zagros’ bû. Diyarê jiyana geş a kû tû zivistan nikarê ser bigrê, biharek cîwane. Çiyayekê serhildêr e kû, tû fefihkar nikarê wê zeft bikê. Avaşîn’ a kû tû qirêj nikarê wê girêj bike, destekê dirêjî stêrkan dibe, hendavekê her kû derdikevî dide azadkirin. Di peraveke bedew ê demêdê weke hêlîn helo kûlîlk dide. Di pêşbirka watedana xwe û xwe watedar kirinêde ew, yê despêkê û herî pêşdeye. Ger, wê ev meş dem bike, ên li paşde tên, wê li şûna yê pêş xwede bicin. Emê meşa xwe bideminin. Rêwîtiya vedîtîna Zagros’ ê di hundirê zagros’ de wê dom bike. Li wir emê xwe bibînîn. Wê ew xwe weke emê wate bidînê. Kû wateya KUMÜNAR 1 me hebe. Nirx di wateyêde veşartiye. Emê nirxê wî bizanin. Rojêkê min jê pirsî, ‘’ çima navê te Zagros’ e?’’bi wê besimîna mezin a liser xwe, got, û ‘’ hevalekê li min kiriye’’ Zagros, niha li ber çavê min besimînek mezine. Hewl didim wateya xwe bibînîm. Pirsek; yan çiya wateyê didin mirov, an ji mirov wate dide çiya! Bersiva vê niha zelal... ZAGROS besîmînek( tebesüm) mezine. RÊWİYÊN ZAGROS Dİ PKK’E DE ASYA DENİZ Çima, di PKK’e de pedivî bi rexistina jin dibînin? Pkk, Di peşxistina tekoşîna rizgariya gele Kurd de weke taybetmendiyekî xweye yekemîn derketiye hole.Li hember hemu nîrxen pergale, tim bi guman nez bu û tişten pergale yen heyî tucar ne pejirand.Ji berveyeke, PKK di serdema xweya çebûnede, Jin û zilame nu da afirandin, tekoşîna civakekî nu avakirin peşket û di demekî kin de liser hemu kesîman bi bandor bu.Di wateya civakîde, di asta şoreşekîde guherîn û vegûherîn da çekirin.Di pevajoya peşketina tekoşîna PKK’e de, jibo tekoşîna azadiya jin nezîkatiyekî bi regezî da çekirin, jiberve jî, bu sedema tevlîbunekî zede.Reber Apo, bingehe hemu pirsgireka, di asta koletiya jinde destgirtiye û weke paralel amrazen rexistina jin jî kurbûyînekî bi dest xist.Tevgera jina azad,bi taybet di jina Kurd’ de ronahî buyîne kî û seknekî vîyanî da xulûqandin. Jina Kurd, yakû xwenaskirî û bi cewhere xwere hevdîtin dayî çekirin, di guherîna civakîde xwedî rolekî peşengtiye lehîst.Tabî, ligel van peşetina, aliyen kem mane jî hene.Di deme xwede peşketinen kû dihatin xwestin jiber kû, nehat çekirin, dem dem re li peşiya hinek pirsgireken cidî vekir.Heza PKK’e a guherîn û peşketine tevgera jin jî, di ve wateyede li gorî dihat xwestin guherîne jiyan nekir.Li ruxme ev pirsgireke hatiye jiyan kirin jî,dîroka tekoşîna azadiya me a sîh salî derbazdike, tekoşîna azadiye û di derdora wede peşketinenkû hatin jiyan kirin, serkeftinen giring derxistiye hole.PKK li ser bingehe,Paradîgmaya civaka ekolojîk, demoqratîk û cinsiyet pareziye xwe jinûve avadike,xwedî taybetmendiyekî dînamîk xwe tim nu dike û di domîne.Heza guherîn û veguherîna civake a bingehîn jin jî,dinava tekoşîna azadiyede wate û penaseya xwe dinav ve rexistinede bibîne.PKK ji derketina xwe heya roja meya îro jin mîhrevede dest digre, jinuve avakirin jî liser ve bingehî dide çekirin.Dinava tevgerekîde heza jin ya rexistinî, heza we rexistine jî dide diyar kirinDîsa asta tevgerek a demoqratîk û azadîxwaziya tevgerekî, bi asta rexistin û azadiya weve dinezde eleqeder dike.PKK, mînaka weya hatiye jiyan kirine.Azadiya jin, weke kû cewhere demoqrasiyeye, arîşeyekî bi serî xwe pewîste were destgirtin.Di wateya giştîde azadî û wekhevî dibe kû, raste rast jibo jin ne wisa be.Jiberve yeke jî rexistin û kedekî taybet, jibo jin feze Jin bi xwe amrazen weyen demoqratîk, ked û rexistin dide çekirin. Sedsala 21’mîn, sedsala tekoşîna azadiya jine.Heza PKK a guherîn û veguherîne bive nerîne derketiye hole.Ev cewhere PKK’e ye.Jin dinav kîjan rexistinede be bila bibe jin xwemaliyekî dide avakirin, evjî bi rexistinere peşxistin û bi îradere dikare bibe çalekî. Ev hem jibo jin û hem jî jibo hemû tekoşîne jî di cîhdeye .Jinen kû, dinav PKK’e de jî, liser ve bingehe pektîne. Ev, rexistina jin we çawa bibe û liser kîjan bingehan bide runişkandin?. Ev rexistin, wêçawa bibe nîqaş liser hîn didome.Hem bi nasnameya tevgera jin re tevlîbun, hem di giştiye qaten tekoşîne de cîh girtin, bi kîjan curen rexistinî herî îfadeya xwe ya baş bibîne., jibo van mijaran mirov dikare bejekurbûyînekî haya.Her du tişt jî rêxistina jin bi awayekî hev pêşdixîne,ew mîsyonê heyî di jiyanêde di cihê dayîna runişkandin û liser vê bingehî ji di peşketinên tekoşînêde cîh girtin armancê meyê bingehîn .liser vê bingehînejiberê demekî kinde kongreya me a hatî çêkirinde, di divê alîde biryarên giring hat girtinBivî armancî didema pêşmeda çuyîna konferansekî wê were çêkirin.Niha di demekî KUMÜNAR 1 amedekariyê dene.Bi vê konferansêra hem jinên dinava PKK de û hem bigiştî liser îradeya jin gihandina rêxistinîyekî û gihiştina hinek encama çêbibe.Dinava PKK’da ji we berêde kevneşopekîya rexistina jin mijara gotinêye.Asta rêxistin buyîna jin gihiştiyê, tecrûbeyên hatine girtin jêre bingehekê dide.Ji xwe emji ji çandekî jin tên,Enceq vêna xurt bi hêz û bi bandor kirin, di vê pêvajoyêde aherî giring,PKK ji aliyê xwede xurt kirina wê bû.Buyîna jin, bi nasnameya jin diheman tekoşînêde yekbuyîn,ji bona me îfada pir tiştane.Ev çandekî nuye.......îro diher qadekîde cûdacûda rêxistinên jin heye.zzemînekî wiha weke kû wê hêz bide rêxistin jin PKK’ê,bingehên wêyên tekoşînêjî derdixîne holê. Cudabuyîna dinavbera PAJK û vê rêxistinêde çiye? PAJKqatekî jin hîn tabet têde di aliyê bîrdozîde kurdibe û berhem dideye..Nasnameya jina azad jinuve pênasekirin,weke alternatîfê jiyanekî nû wê çawa şêwe bigre,tekoşînekî bîrdozîte meşandin û jibo jiyanî kirina wêtê nirxan.pergala jiyana jinê liser arîşeyên rast hatiye tespît kirin, nîqaşkirinû cihekî pêşketin çêdike xwedi gihîne îfadeyê.Yanê di azadiya jinde û taybetiyênde tevgerekî hatiye kurkirin. Di PKK’de , ligel taybet buyîna jin, pêdivîyên giştiyê tekoşînêberfirehiya xwede digre mijara gotinêye.Di encamde her du rêxistin jî ji heman çavkanyêçêdibe û bi wêre heyîna xwe heye.Enceq di heyna kiryariye cuda buyî derdikeve holê.Di taybetiya jinde kurbuyînêre,di cihên giştîde kurbuyîn diheman astêde ûcudaayî nîne ev pir zede cîh nacre.Lêbelê pêwîsteku nuneriya jin diher qatekîde hebe.Buyîna tevgerên bîrdozîk vêna hîn zêdetir ferz dike.Di vê wateyîde em tevgerên bi hevre girêdayîne û hev temam dikin.Demakû ev pêkhat,mirov wêdêmê dikarre bêjebirastîji rêxistînekiye.Rêxistina jin a dinav PKK’dde ûPAJK liser bingehê hev xebatekî vegirêdayî,bi herêma îdeolojiyêve jîzîhniyeta desthilatdariya zilamû lihemberê ew xirabunên dayî çêkirin, bi ew tekoşîna bi dere, wê gelan hîn bêhtir nêzî azadiyê bike. Ev rêxistin li kudera KJB cîhdigre têkiliyê xwe çapêre çawaye? KJB yakû xwe liser bingehê rol û kar bi rêxistin dike,pêşdikeve curbecur dibe,lêbelêbi perçe û belav dimînerêxistiniyên xweyên cewherîdibin wê çatiyêde bi espîriya konfedaralîzma demoqratîk hat li gêl hev.Rêxistinê xweyê cewherî dayîna çekirinêra û liser vê bin gehê girêdaneke lihember hev û hevkariyê we gihandina qoordînasyonêarmanca wêya bingehîne.HÊza jin ya dinav PKK’ded jî bivê espirîyê di KJB’êde cîh dgre.Bi PAJK’ re dinava KJB’êde weke hêza jin ya pêşeng îdeolojîknuneriya xwe têde dibîne.Li ser bingehê îdeolojiya xilasiya jin di hemu qatên îdeolojîkdeberhem dayîn û jibo kurbun û berfirehbuna îdeîlojiye çêbibe wê btekoşînekî xurt jî bide meşandin.KJB, keskesorekê (gök kuşağî) ya jine,Jinê dinav PKK’edejî dinava vê keskesorêde rengekîherî bingehîne. Bi giştî jibo civak û qadroamedakaî, yan jî projeyekî we heye jibo pêşerojê? Di tekoşîna 30 salî ya PKK’êdedestkeftiyên giring derket holê.WEke kû min despêkêde jî dayî diyar kirin kêmasî û nebesiyên xwe çêbun.Enceq îro weke rêberê Koma Komelên Kurdistan paradîgmaya nu derdixstiye holê,em ji nuve avakirinê jiyandikin.Asta vêya herî bilind ya pêkhatina wê kongreya avakirinê bu.Ev diheman demêde ji bo tevgerê jî jinuve avakirin bu.EV jiyana meya tekoînê dinava demekî pir giring de’bêhnek’ girtinbu.Tekoşîna îdeolojîk herdiçe giringiya xwe derdikeve holê, vê qatê pêşxistin û û weke herî qatekî zehmet destgirtin wêbibe îfadeya serkeftinê.Ji bo guherîna civakê xebatekî ronahî kirinê şerte. Di hemu xebatên meyê qatande xeta îdeolojîk pêşxistin, di takekes û civakêde xebatên ronakbuyînê mezin kirinarmancên meyê bingehînin....jibo vê xebatekî kûr dialiyê lêkoliîn û hûr kolîn pêwîste were nîşandan.........hêza meya zana bune pêwîste pergla heyî derbaz bike.Dîsa jibo qadro xebatên perwerdeyên kûrbuyînê civak gihandina zanistiyekî rast,Rihê wê bi KUMÜNAR 1 xebatên hûnerî û çandî dayîna çêkirin dîsa xwedî heman giringiyêye.Pergal ddiher aliyekîde tekoşîna desthilatdariya xwe domandine dide meşandinJi bervêyekê diher aliyekîde têrbuyîn îfadeya serkeftinêye.WEke hêza jin ya PKK’ê bi nasnameya xweya jinre rolekî bi hêz ditekoşîna azadiyêde rol lehîstin armanca meye.Ev jixwe xebatekî eşq û girêdanê dixwaze.Zanistiyê hezkirin, ronak bunê hezkirin,hûner hezkirin,yaherî giringgjî jivêna netirsîne,.