Otto Dix
Transkript
Otto Dix
Otto Dix - 04/11/15 - 19:14 OTTO DİX Bir ay önce taşındığımız apartmanın dördüncü katına uzanan basamakları tırmanırken ayaklarım geri geri gidiyordu. Toplantı denince tüylerim hep diken diken olur. Üstelik Pazar sabahı!.. Nazlı iş seyahatindeydi. “Biliyorum sevmiyorsun ama yeni taşındık… Komşularla tanışmakta yarar var… İlgisizmiş gibi durmayalım… Seneye gitmezsin… Burada olsaydım seni yollamazdım… Hadi bir gayret sık dişini…” demişti. Üçüncü kattaki 5 numaralı dairenin kapısının aralıklarından kavrulmuş soğan kokuları geliyordu. Dördüncü kattaki yönetici Hulusi Bey’in dairesinin önüne yaklaştıkça soğan kokularının yerini pasta kokuları almaya başladı. Bu cümbüş, kapıcı dairesinden yükseldiği varsayılan yerleşik rayiha ile harmanlanınca “zengin” bir koku sarmalı içinde buldum kendimi. Elimi kapı ziline uzatırken kendi işimi kurmadan önce çalıştığım firmadaki toplantılar aklıma geldi. Patronun her fırsatta “Hadi toplanalım” deyişi… Önümde birikmiş bir sürü iş varken!.. Dikdörtgen bir masa etrafına on on iki kişi oturulur, çay kahve söylenir, olduk olmadık her tür konuda karar oluşturulmaya çalışılırdı. Güç oyuncuları, görüşü olmasa da kendini göstermek için konuşanlar, müzmin “şeytan avukatları” ve onları ciddiye alıp laf yetiştirmeye çabalayan saf meslektaşlarım yüzünden toplantılar uzadıkça uzar, gereksiz tartışmalar insanları gerer, birbirlerine cephe aldırırdı. Utanmasalar sekreter Nilgün Hanım’ın oje rengi konusunda bile karar çıkartabilirlerdi. “Bence yeşil olsun. Kinoalı salatasını yerken çok şık durur. Hem Nilgün Hanım koyu çevrecidir…”, “Nilgün Hanım feminist değil miydi?” benzeri konuşmalar son —1— Otto Dix - 04/11/15 - 19:14 derece sıradandı. Edward de Bono’nun toplantı verimliliğini artırma hedefiyle yazmış olduğu, tartışma yerine paralel düşünmeyi teşvik eden “Altı Şapkalı Düşünme Tekniği” başlıklı kitabında okuduklarım aklıma yatınca bu yöntemi bir seferlik test etmeyi önermiştim ama ilgilenmemişlerdi, besbelli herkes hâlinden memnundu. Zamanın geçmek bilmediği bu anlamsız toplantılarda boğulacakmış gibi hissederdim. En sağlıklı kararların ikili görüşmelerle alınabileceğini düşündüm hep. Yalnızca iki kişi, ne bir eksik ne bir fazla. Şu sıralar görüşmediğim eski bir arkadaşımı hatırladım… Baş başa olduğumuzda kendini rahatlıkla açar, yaşamıyla ilgili en mahrem detayları anlatmaktan çekinmezdi ve ben onun bu hâlini çok severdim. Aramıza üçüncü bir kişi katıldığında ise tümüyle başkalaşıp beni ezmeye çalışırdı. Jean Paul Sartre’ın cehennemde geçen “Gizli Oturum” oyununun üç kişilik olması tesadüf değildi. “Cehennem başkalarıdır” demişti Sartre. Sonradan bu sözünün yanlış anlaşıldığını, genelleme yapmak istemediğini söyleyip “başkaları” sözcüğüyle ne demek istediğini açıklamaya çalıştığını biliyordum Sartre’ın ama o andaki ruh hâlim bu düzeltmeleri es geçmekten yanaydı. Cehennem başkalarıydı, hepsi bu! Bir apartmanın dairelerini paylaşmak dışında müşterekleri olmayan insanların bir araya gelmesine Sartre ne derdi acaba? Kulağımı kapıya yaklaştırıp sesleri dinledim. Toplantı saatine daha on dakika vardı ama herkes gelmiş gibiydi. Zile basmadan önce basketçilerin faul atışı kullanırken yaptıkları gibi burnumdan derin bir nefes aldım. Kapı ardına kadar açıldığında heybetli Hulusi Bey ve arkasından gelen kuvvetli gün ışığı güzel bir fotoğraf karesi oluşturmuştu. Sabahın tek güzelliği buydu herhâlde. İsmini hatırlamadığım bir filmin son sahnesinde kalbine ok saplanmış, ölmek üzere olan Samuray savaşçısının yere düşerken gördüğü bahar çiçeğine hayranlıkla bakıp “Ne kadar güzel!” demesi gibiydi benim hâlim. “Buyurun Ahmet Bey, sizi bekliyorduk” dedi Hulusi Bey, kellifelli duruşunu belli belirsiz —2— Otto Dix - 04/11/15 - 19:14 bir tebessümle yumuşatmaya çabalayarak. Salona girdiğimizde herkes ayağa kalktı. Hulusi Bey: “3 numaradaki yeni sakinimiz Ahmet Bey” dedi. Avrupa’daki 18. (ve hatta belki de 19.) yüzyıl davetlerinde çiftler parti mekânına girerlerken tek tek anons edildikleri için isimlerini daha büyük kalabalığa duyurmak isteyen sosyetik kesim olabildiğince geç gelmeye çalışırmış. Apartman toplantısına katılanlar muhtemelen bu detaya takılmamıştı ama sosyetik olmaya gayret ediyormuş gibi algılanabileceğim düşüncesinden rahatsız oldum. Teker teker el sıkıştığım komşularım isimlerini ve daire numaralarını söylüyorlardı. Biri dışında hiçbirinin aklımda kalmayacağından emindim. Salon bizimkinin eşiydi, eşyalar dışında tabii. Bizdeki rahat, düz hatlı modern eşyaların, yerdeki renkli yastıkların ve piyanonun yerini burada oymalı ahşap mobilyalar, dantel örtülü küçük yuvarlak masalar, büyük dikdörtgen bir orta masa, parke zemin üzerine atılmış küçük parça halılar almıştı. Hulusi Bey bana kendi koltuğunu verip, yemek masasından bir sandalye çekti. Hulusi Bey’in eşi, aynı anda, uçak hosteslerine özgü bir akışkanlıkla yanımdaki yuvarlak sehpaya bir bardak çay ve bir dilim kek bıraktı. Karı koca, bu tür toplantıları gün aşırı yapıyor gibiydiler. “Biraz sonra gündem maddelerimizi ele alacağız ama öncelikle yeni komşumuz Ahmet Bey’e, hepimiz adına, ‘Kuantum Apartmanı’na hoş geldiniz’ demek istiyorum. Ahmet Bey’e rica etsek, bize kısaca meşguliyetinden bahsetse… Onu biraz daha iyi tanısak… Ne dersiniz?” diye bir giriş yaptı Hulusi Bey. Bir bu eksikti! Susup bir kenarda oturmayı planlamışken tüm projektörler üstüme tutulmuştu. Anlatacaklarımın Kuantum Apartmanı’ndaki yaşantıma nasıl bir renk katacağından habersiz olduğum için lanet okudum içimden. Heyecansız bir tonla: “Teşekkür ederim. Piyano imal edip satıyoruz” dedim. İsmini hiçbir zaman hatırlamayacağımdan emin olduğum seyrelmiş gri saçlı komşum, “Tümüyle siz mi üretiyorsunuz, yani mekanizmasını da mı?” diye sordu. İlgilenip soru soracakları aklımın ucundan —3— Otto Dix - 04/11/15 - 19:14 bile geçmemişti. “Mekanizmasını ithal ediyoruz, kasasını ve ahşap kısımlarını burada üretiyoruz. Uzak Doğu’dan ucuz mekanizma alıp iyileştiriyoruz. Hepinizin bildiği gibi, piyanonun içinde, tuşa basıldığı anda tele ya da tellere vuran bir çekiç var. Tellere diyorum çünkü orta ve sağ bölümde yer alan notaların her birinde üçer tel var. Sola doğru, yani bas notalara doğru gittikçe tel sayısı önce ikiye sonra da bire düşüyor ve tellerin çapları büyüyor. Çekicin ucundaki keçenin durumu çok önemli. Sesin rengini oluşturan en kritik bileşenlerden biri bu keçe. Benim kendi geliştirdiğim teknikler var. Bu keçenin üzerine belli açılarda iğne batırıp çekerek sesteki sertliği yok etmek mümkün. Çok yumuşak, ölgün sesler için ya çekiçleri tümüyle değiştiriyoruz ya da uygun yerlerine vernik benzeri solüsyonlar damlatarak sertleşmesini sağlıyoruz. Ayrıca tellere temas eden uç kısmına demir çekiçle vurularak sıkıştırma ve sertleşme sağlanabiliyor. Bazen bu yöntemlerin tümünü birden kullanabiliyoruz. Sert ve aşırı parlak çalan bir piyanoya, harmonik zenginliğini kaybettirmeden, ipeksi bir yumuşaklık kazandırmak mümkün. Sesin fazla mat olduğu durumlar için de parlatmaya dönük çözümlerimiz var. Mekanizmanın taşıyıcı yapısını da güçlendiriyoruz. Bu şekilde notalar çabuk sönümlenmeden uzun süre tınlayabiliyor. Yaptığımız iyileştirmelerle piyasadaki en iyi piyanoya çok yakın bir performansı dörtte bir fiyata sağlıyoruz. Bir de çok kullanılıp yıpranmış piyanolar var: Keçelerinin ön yüzü sayısız darbeler sonucu ezilip düzleşmiş ve üzerlerinde derin tel izleri oluşmuş… Bu tür eski piyanoların sesleri metalikleşip tatsızlaşır, çalmak gelmez içinizden. Bunları da iyileştirebiliyoruz” dedim. Konu piyanodan açılınca kendimi tutamıyordum. Tiradımın fazla uzadığını farkedince yüzümün ısındığını, kızardığımı farkettim. “Muhtemelen sizi pek fazla ilgilendirmeyen bir sürü detaya boğdum, çok özür dilerim” diye ekledim. Hulusi Bey, “Rica ederiz Ahmet Bey, ne güzel bilgilendik”, başka bir ses ise “Artık —4— Otto Dix - 04/11/15 - 19:14 piyano alacağımız zaman hangi kapıyı çalacağımızı biliyoruz” dedi. Altı numara Defne Hanım ise, “Özel sorunumla toplantıyı bölmek istemem, çıkışta bana beş dakika ayırmanız mümkün olabilir mi Ahmet Bey?” diye sordu. “Tabii memnuniyetle” dedim. Altı numara Defne Hanım!.. İsmini duyduğum an unutmayacağımdan emindim. Gören herkesi kendisine hayran bırakacak dergi kapağı güzellerinden biri değildi hâlbuki. Beni hangi yönü bu derece etkilemişti emin değilim. Belki Uzak Doğulu kadınlara has yumuşaklığı, eğitimli özgüveni, zevkli ama gösterişsiz giyimi, kendini taşıyışındaki zerafeti, insanın içini ısıtan kadife sesi… Cinselliğiyle öne çıkan bir kadın da değildi. Gizemliydi. Melankolik ifadesi bastırılmış bir hüzne işaret ediyordu sanki. İri siyah gözlü, kalın kaşlı, hafifçe çıkık elmacık kemikli ince yüzünü kaşlarının biraz üstünden kesilmiş kâkülü ile uzun siyah saçları çerçeveliyordu. Uzun boyluydu. Yaptığım işi bu derece ayrıntıya girerek anlatmamın altında onu etkileme dürtüsü vardı besbelli. İşe yaramadığını söyleyemem. ****************** Defne Hanım, toplantı çıkışında akortçu önermemi istedi. Altmış yıllık Bechstein konsol piyanosu alındığı günden beri hiç servis görmemiş. Yirmili yaşlarında iyi piyano çalarmış, hatta konser bile vermiş. Üst üste gelen birkaç taşınma sonrasında piyanonun akordu bozulmuş. Zaten bakımsızmış. Yaşamla ilgili bilindik sorunlar yüzünden piyano ihmal edilmiş, diğer mobilyalardan farkı kalmamış. Bu hâliyle de artık elini süremiyormuş tabii. Anlattıklarımı dinleyince, piyano çalmayı ne kadar özlediğini farketmiş. Bir an önce çalmak istemiş. Akort yapabildiğimi ama piyanosuna muhtemelen akort dışında da müdahale gerekebileceğini söyledim. Benim şahsen ilgilenebilecek olmama çok sevindi. Çarşamba günü için randevulaştık. —5— Otto Dix - 04/11/15 - 19:14 Çarşamba sabahı Defne Hanım beni kapıdan içeri buyur eder etmez piyanoya yönlendirdi. Aceleci tavrına, bana rastgele bir tamirci gibi davranmasına canım sıkılmıştı. Sonuçta komşusuydum ve işimi gücümü bırakmıştım onun için. Neyse ki açıklama fazla gecikmedi ve düşmüş yüzüm yavaş yavaş toparlandı. “Çok özür dilerim, acele çıkmam lazım ama çıkmadan önce de piyanonun durumuyla ilgili görüşlerinizi merak ettim” dedi. Dizlerinde ve bacağının muhtelif yerlerinde yırtıklar olan bir jean pantolon, topuksuz pabuçlar ile beyaz bol bir gömlek giymişti. Pantolondaki açıklıklardan görünen pürüzsüz esmer ten motifleri tamamlanmayı bekleyen bir bulmacanın parçaları gibiydi. Bitmiş hâlini hayal etmeden duramadım. Piyanonun kapağını açar açmaz en soldaki pes notadan başlayarak en sağdaki tiz notaya kadar tüm tuşları kromatik olarak, bir konser piyanisti hızıyla çaldım. “Çok iyisiniz!” dedi Defne Hanım. Bir tür gösteri yapmıştım zaten, o derece hızlı çalmam gerekmiyordu. “Teşekkür ederim” dedim ve devam ettim: “Piyanonun durumu pek iyi değil maalesef. Bakın tuşların yedisi geri gelmedi. Akordun ne kadar bozuk olduğunu söylemeye bile gerek yok. Akort birkaç saat sürer ama sorunlu tuşlar için mekanizmayı onarmam gerekiyor… Akşam beşe, hatta belki de altıya kadar çalışmam gerekebilir… Keçeler de bakım istiyor ama hepsi bir güne sığmaz, zaten akordun da ikinci bir kez elden geçmesi lazım.” Elimden tutup “Gelin…” dedi ve küçük bir çocuğu sokakta gezdirir gibi hızlı adımlarla mutfağa götürdü. Buzdolabının kapağını açıp “İşinizin uzayacağını tahmin ettim. Aç kalmanıza izin veremem. Isıtmakla uğraşmayın diye soğuk bir şeyler hazırladım. Burada zeytinyağlı yaprak dolma var… Burada kuru köfteler ve patlıcanlı soğuk pilav yemeği… Umarım beğenirsiniz…” dedi. “Niye zahmet ettiniz Defne Hanım? Bir kat aşağıda oturuyoruz… Eve gidip hafif bir şeyler atıştırıp dönebilirdim” dedim. Israrlı bir şekilde gözlerimin içine bakıp “Defne!” dedi. Bir an duraksadım, bu kadar çabuk senli benli olmaya alışık değildim. “Peki, ben de Ahmet o zaman” dedim. —6— Otto Dix - 04/11/15 - 19:14 Gülüştük. Ani gelişen samimiyetin verdiği rahatlamayla, “Ahmet, gerçekten çok üzgünüm seni böyle yalnız bırakacağım için ama öngöremediğim bir son dakika gelişmesi… Oğlumun okulundan aradılar… Ne olduğunu tam olarak ben de bilmiyorum… Hemen çıkmam lazım. Sanırım işin bitmeden dönerim” dedi, uzanıp iki yanağımdan öptü, tekrar özür diledi, gelmeyi kabul ederek onu ne kadar mutlu ettiğimi söyledi ve ayrıldı. İçeri girişimdeki hız yüzünden etrafıma bakamamıştım. Piyano taburesine oturup salona doğru döndüm. Birkaç renkli yastık ve arkamdaki koyu ceviz piyano dışında hemen hemen her şey beyazdı. Duvarlar, deri kanepe, orta masa, patine boyalı parkeler, kalın bir parça halı… Hepsi kırık beyazla beyaz arası tonlardaydı ama yine de sıcak bir ortam yaratmayı başarmıştı Defne, veya belki de kocası. Duvardaki resimlerden biri dikkatimi çekti; kırmızı renklerin hâkim olduğu yaklaşık 140cm eninde büyükçe bir yağlı boya tablo. Yemek yiyen karikatürümsü kadın ve erkek figürleri, masada yemekler, ellerde bardaklar… “Çok iyiymiş!” dedim kendi kendime. Otto Dix’in tarzını andırıyordu ama emin olmak için kalkıp imzaya baktım: DIX 49… Otto Dix! Resimlerine yalnızca yurt dışındaki müzelerde rastlayabileceğiniz ünlü Alman ressam! Başarılı bir kopya olabileceğine karar verip yüzümü piyanoya döndüm. Piyanonun akordu iki saat sürdü. Dile kolay, 230 tel var ilgi bekleyen! Bu işi o kadar çok yaptım ki, akort anahtarını çivilere taktığım andan itibaren seri üretim bandında hep aynı somunu sıkan bir işçi gibi robotlaşabiliyorum. Odaksız kalan düşüncelerimse özgürce, hatta kaotik bir şekilde daldan dala atlayıp erken dönem bilgisayar oyunlarının pingpong topu gibi kafa tasımın duvarları arasında mekik dokuyor. Durdur durdurabilirsen! Bir tek piyano çalarken, çaldığım müzikten başka bir şey düşünemiyorum. Piyano çalmaya başladığımda altı —7— Otto Dix - 04/11/15 - 19:14 yaşındaydım; sonra konservatuara girip piyano bölümünü bitirdim ve bir süre ders verdim… Oğlu olduğunu öğrenmek sürpriz oldu. Nedenini bilmiyorum. Bana çekici gelen bütün kadınların kollarını açmış beni bekliyor olmalarını varsaymak çok saçma. Doyumsuzluğumun doruk noktası kadınlar olsa gerek… Kundera’nın dediği gibi, herkes kendi hayatının müsveddesini yaşıyor… Ne ben ne de Defne istisna değiliz. Karşınıza çıkma olasılığı bulunmayan milyonlarca insan varken bir aşamada birileriyle yollarınız kesişebiliyor… Yanlış zamanda, yanlış yerde veya doğru yerde… Zaman yanlış olduktan sonra yerin ne önemi var? Keşke daha önce karşıma çıksaymış… Şu anda Defne’yle evli olsaydım, yani Nazlı’yla rol değiştirmiş olsalardı benzer şeyler aklımdan geçer miydi bilemiyorum. Bir de sınırlar var… Canımı en çok sıkanlar benden önce yaşamış insanlardan miras kalan sınırlar… Bir şeylerin başlangıcı değil de, devamı olmak… Trenin vagonlarından biri… Ray belli, yol belli… Gerçek özgürler o trene dışardan bakanlar belki de! Çünkü sınırlar umurlarında değil muhtemelen, ya da farkında değiller. Kurallar, yanlışlar, doğrular, “yapamazsın”lar, “edemezsin”ler, “etik değil”ler, “ahlaki değil”ler… İçin için yanan dünyanın üzerine kapak örtüp daha da ısıtan “doğrular,” “doğru bilenler”!.. “Böyle yenilir”, “şöyle konuşulur,” “burada durulur,” “sormadan yapılmaz”lar ve boğazımda düğümlenen “SİZE NE?”, “ÜSTÜNÜZE VAZİFE Mİ?”ler… Bunlarla doğdum, bunlarla büyüyorum, etkilerinden sıyrılamıyorum, bazılarının son derece anlamsız olduğunu düşünsem de… Toplum kuralları, aile ilişkileri, ülke sınırları, pasaportlar, vizeler, çalışma izinleri… Hep batıya gitsem yine aynı noktaya çıkıyorum. Dünya’nın çıkışı yok, en azından benim için… Keşfedilmeyi bekleyen onca gezegen, onca galaksi varken… Burnumun ucundaki kadınları keşfedemezken galaksilere uzanma isteği bir tür telafi arzusu mudur, onu da bilemiyorum. Kendi sınırlarım bana dayatılanlardan da acı. Yeteneklerim sınırlı… Evet piyano çalıyorum ama iyi çalabildiğim eser sayısı sınırlı, —8— Otto Dix - 04/11/15 - 19:14 dünya çapında bir piyanist olamadım ve bundan sonra da olmam mümkün değil. Genişlemek, daha fazla öğrenmek, kendimi her yönde geliştirmek istiyorum ama duvar itiyor gibiyim; bilgim, eğitimim sınırlı, zamanım sınırlı, beynimin kapasitesi sınırlı, bedenim, ömrüm sınırlı ve maalesef sperm sayım da. Bu “değerli” kuralları aktarabileceğim bir çocuğum olamıyor. Soyumu devam ettirebilmek isterdim çok… Peki daha fazla kadına sahip olma dürtüm bu anlamda da bir telafi arzusu mudur? Onu da bilemiyorum. Soyu devam ettirmenin en iyi yöntemi tohumu daha fazla noktaya ekmek değil midir? Binlercesini arabaların ezdiği kediler bu şekilde ayakta kalmayı becermiyor mu? Hoş, insan türünün ayakta kalmak için ek bir desteğe ihtiyacı yok ve ayrıca üreme fiilini üremeyle sonuçlanmayacak şekilde icra etme becerisini de geliştirmişiz. Yine de tohumu ekmeksizin üreme fiilini olabildiğince farklı noktalarda yapmak yaklaşan kıyamet sonrası ayağa kalkış için bir tür evrimsel hazırlık oluşturmaz mı? Kedi olma, alfa olma arzusu… Beğenilmek istiyorum, çoğu zaman beğeniliyorum da ama kendimi beğenemiyorum, başkalarını kandırıyorum ama kendimi kandıramıyorum. Stravinsky “Sınırlar özgürleştirir” demiş… Yaratıcı anlamda doğruluğuna inanıyorum bu sözün ama toplumun bana dayattıklarıyla ele ele kol kola vermiş öz prangalarımın özgürleştirmesinden söz edilebilir mi? Düşüncelerim salınımlarını sürdürüyordu ki karşımda duran tellerin arkasında Nazlı’yı gördüm. Suçlar gibi bakıyordu. Suçlanacak ne yaptım ki? Yapmadın ama yapmayı düşündün, diyor. Düşünmek suç mu? Cinayete teşebbüs cinayetle eşdeğer değil midir, diyor. Ama hiçbir şeye teşebbüs etmedim ki! Etmeyi düşündün ama ve hâlâ da düşünüyorsun, diyor. Düşünmek suç değil ki, diye tekrarlıyorum. Düşünmek teşebbüsün ilk adımı, önce düşünür sonra harekete geçersin diyor. Düşünmemek elde değil ki! Hem düşünce özgürlüğü yok mu? Pes, oraya da mı sınır, diyordum ki akordunu yaptığım telden tuhaf sesler gelmeye başlayınca çok —9— Otto Dix - 04/11/15 - 19:14 fazla gerdiğimi farkettim. Dairenin giriş kapısı anahtarla açıldığında geri gelmeyen tuşların mekanizmasını onarmakla meşguldüm. Defne’nin yanındaki erkek çocuk yaklaşık yedi yaşlarındaydı. “Kerem’ciğim, Ahmet Amca alt komşumuz… Piyanomuzu tamir ediyor… Sayesinde tekrar çalabileceğim. Sen beni piyano çalarken hiç görmedin… Başın biraz şişecek ama…” dedi gülerek, sonra da “Koş elini sık, merhaba de” diyerek bana yolladı. Okuldaki sorunun önemli olup olmadığını sordum. “Top oynarken ayağını burkmuş ve bir hayli şişmiş, kırıktan şüphelenip beni aramışlar. Tanıdık bir ortopedist var, ona götürdüm, röntgen çekildi. Kırılmamış neyse ki” dedi. Daireye ilk girdiğim andaki gerginliğinden eser kalmamıştı, ışıldıyordu âdeta. “Yemekleri beğendin mi? Bir içki verebilir miyim?” diye sordu kuş gibi hafif adımlarla etrafımda sola sağa arklar çizerek. Çok fazla yiyemediğimi ama hepsinin çok lezzetli olduğunu, işimi bitirince belki bir ufak içki alabileceğimi söyleyip teşekkür ettim. “Sana engel olmayım” deyip içeri gitti. Kerem başımdan ayrılmadı. Yarım saat sonra onarım tamamlandığında piyanoyu test etmek için Schubert’in Op. 90, 2 numaralı Impromptüsü’nü çalmaya başlar başlamaz Defne’nin “Harika” diye çığlık attığını duydum. Sonra koşarak geldi ve piyanonun yanına ilişti. Yarım dakika kadar çalıp, parçayı bitirmeden bıraktım. Defne, “Aaaa, niye kestin, devam etseydin keşke… Müthiş çalıyorsun, kıskandım valla!” dedi ama zaten beğenilme arzum yeterince doyurulmuştu, ilk gün için daha fazla zorlamak istemedim. “İltifatına teşekkür ederim, çok vaktinizi almak istemedim, piyanoyu test ediyordum… Şu anda çalınabilir duruma geldi ama tabii çok iyi tınlamıyor, keçeler tümüyle yassılaşmış… Haftaya tekrar gelip keçeleri elden geçiririm. Sen de çal biraz, geldiğimde akordu da yinelerim” dedim. Defne, “Geldiğinde birlikte dört el bir parça çalsak, —10— Otto Dix - 04/11/15 - 19:14 bana da motivasyon olur, bu hafta onu çalışırım… Ne dersin, önerebileceğin bir parça var mı?” dedi. “Çok iyi fikir! Dört el için Schubert’in Fantasia Op.103, D.940, Fa Minör parçası var, muhtemelen biliyorsundur…” “Bilmez olur muyum, çok da severim. Tamamdır. Schubert’e özel bir zaafın var galiba?” “Schubert’in özellikle solo piyano ve oda müziği eserlerini çok seviyorum. Biliyor musun, öldüğünde benden beş yaş ufakmış.” “Senden büyük duruyor ama” dedi, gülüştük. “İki piyanist arasında cinsiyet farkı olunca kimin sağda, kimin solda oturacağı belli gibi…” “Erkek bası temsil ettiği için solda oturmalı diyorsun herhâlde… Ama bu bir enstrüman, kim çalarsa çalsın aynı ses çıkmıyor mu?” “Tuşe farkı var ama…” “Haklısın.” “Önemli değil, ben sana uyarım, ne tarafı istersin?” “Tamam senin dediğin gibi olsun, sen sol ben sağ.” “Anlaştık. O zaman haftaya Çarşamba görüşüyoruz” dedim. Çok teşekkür etti, öpüştük ve çıktım. Nazlı seyahatten döndü. Akşam evde karşılaşıp birbirimize sarıldığımızda onu ne kadar özlediğimi fark ettim. Birlikte yemek yerken seyahatini anlattı, ben de apartman toplantısından bahsettim, her zamanki gibi çok sıkıldığımı, mesleğimi öğrenince altı numaranın piyanosuna servis istediğini, gidip işi yarıladığımı, haftaya Çarşamba tekrar gitmem gerektiğini söyledim. ************ Schubert Fantasia nameleri Kuantum Apartmanı’nın merdiven boşluğundaki kokuları bastırmıştı. Altı numaranın kapı ziline dokununca CD çaların stop düğmesine basmış gibi oldum. Defne —11— Otto Dix - 04/11/15 - 19:14 kapıyı açıp “Hoşgeldin. Seni beklerken çalışıyordum” dedi. “Duydum duydum… İyi çalıştığın belli oluyor” dedim. “Evet çalıştım ama henüz tam istediğim gibi olmadı, birlikte çalarken aksayabilirim” dedi. “Ne önemi var, biz bizeyiz, konser vermiyoruz ya…” dedim. “İstersen önce keçelerin bakımını bitirip akordu toparlayayım sonra birlikte çalarız” diye ekledim. “Olur tabii… Bu sefer seni yalnız bırakmayacağım, çalışırken konuşabilir misin?” diye sordu ve sol çaprazımdaki kanepeye oturdu. “Yaptığım iş son derece mekanik, sohbete engel değil” dedim ve piyanonun kapağını açıp çekiçleri geri çektim. Tellere vuran yüzleri tümüyle yassılaşmış keçeleri yandan öne doğru, törpü benzeri özel bir alet kullanarak yuvarlattıktan sonra belli açılarda iğne batırarak sertliklerini azaltacaktım. Sohbeti ben başlattım: “Çok merak ettim, duvardaki Otto Dix tablo…” “Kopya değil gerçek” dedi cümlemi tamamlamamı beklemeden. “Peki nasıl…” diye bir şeyler gevelemeye başlamıştım ki yine lafı fazla uzatmama fırsat vermedi. “Kocamdan kaldı…” Belli ki devamını getirecekti ama biraz es verince, “Kocanı kaybettin demek…” dedim ama başın sağ olsun dememe fırsat vermeden “Hayır hayır, yaşıyor… Yalnızca beni bırakıp kaçtı” dedi. “Senden mi?” dedim, yüzümde büyük bir şaşkınlık ifadesiyle. “Evet, her şeyini bırakıp kaçtı, İngiltere’ye yerleşti. Dedesi sanata çok meraklı bir hariciyeciymiş ve Almanya’da bulunduğu dönemde Otto Dix’le iyi arkadaş olmuşlar. Türkiye’ye döneceği zaman vedalaşmaya gittiğinde bu tabloyu ona hediye etmiş.” “Kocanın niye kaçtığını çok merak ettim ama anlatmak istemeyebilirsin tabii… Zaman zaman oğlunu görmeye geliyor mu?” “Bugüne kadar hiç kimseye anlatmadım ama sana anlatabilirim. Fantasia’yı birlikte çalacağın partönerini daha iyi tanıman gerekmez mi? İki yıldan fazla zaman geçti zaten…” —12— Otto Dix - 04/11/15 - 19:14 “Yine de lütfen mecbur hissetme.” “Yok yok, sen rahat ol… Ama n’olur aramızda kalsın, Kerem’in kulağına gitmesini istemem” deyince, bundan emin olabileceği söyledim ve anlatmaya başladı. “İki yaz önce, Kerem’i de alıp Antalya yakınlarında bir tatil köyüne gitmiştik… İkinci gün ben plajda şemsiyenin altına uzanmış kitap okuyordum, Kerem de kumlarla oynuyordu. Kocam (müsaade edersen ona Z diyeceğim çünkü gerçek ismini ağzıma almak istemiyorum) yüzmeye gitmişti. Bir ara doğrulup denize baktığımda bir adamla sohbet ettiklerini gördüm. Adam yabancıya benziyordu. Suların tam plajla birleştiği noktadaydılar. Z oldukça neşeliydi, gülüşüyorlardı, hatta Z bir ara elini adamın omuzuna koydu. Sonra hararetli sohbetlerini sürdürerek ayakları yarı suda yarı kumda yürümeye başladılar. Merak ettiğim için izlemeyi sürdürdüm ama belli bir uzaklıktan sonra göremez oldum. Bir süre daha kitabımı okudum. Saat 14:00 olmuştu, ayağa kalkıp Z’ye bakındım ama göremedim, telefonu da yanında değildi. Kerem’le birlikte yemek yiyip tekrar plaja döndük. Z hâlâ yoktu. Akşam odamıza döndüğümüzde yatağımın üstünde kısa bir not buldum. Şöyle diyordu: “Ben gidiyorum. Siz tatilinize ara vermeyin. Merak edecek bir şey yok. Daha sonra bir mektup yollayıp her şeyi açıklayacağım. Hoşçakal.” Tüm eşyalarını toplayıp gitmişti. O anda neler hissettiğimi tahmin edebilirsin, ya da muhtemelen edemezsin… Polisi aramayı bile düşündüm ama aramadım, mektubunu bekledim. İki hafta sonra beklenen mektup geldi. Hadi bari onu da okuyayım da eksik bir şey kalmasın” dedi ve kalkıp yatak odasına gitti. Biraz sonra elinde dörde katlanmış sayfalarla döndü. Sayfalar buruş buruştu, belli ki birçok kez okumuş ve sanıyorum bir seferinde de sinirlenip avcunun içinde buruşturmuştu. Kanepeye oturup kağıtları kucağına açtı, buruşuklukları eliyle ütüler gibi düzeltti ve sayfaları sıraya koydu. Göz ucuyla baktığımda özenli bir el yazısıyla yazılmış olduklarını gördüm. Elini ağzına götürüp bir iki kere —13— Otto Dix - 04/11/15 - 19:14 öksürdükten sonra okumaya başladı: “Sevgili Defne, Nasıl özür dileyeceğimi bilemiyorum! Sana büyük bir şok yaşattım ama konuşarak ayrılmaya cesaret edemedim. Aşağıdaki satırlarda anlatacaklarımı yüzüne bakarak anlatmam mümkün değildi. Okuyunca belki bana hak verirsin. Sana bir açıklama borçluyum ve bu yazıda da bunu yapmaya çalışacağım. Geldiğimiz noktayı iyi anlayabilmen için senden önceki hayatımla ilgili bazı ayrıntıların önemli olduğunu düşünüyorum. Bu detayları daha önce seninle hiç paylaşmamıştım. Babam öldüğünde üç yaşındaydım. Ankara’da oturuyorduk. Beni annem ve iki ablam büyüttü. İlkokula başladığım güne kadar cinsiyet bilincim olmadı çünkü çevremde yalnızca ablalarım, onların kız arkadaşları ve annem vardı. Ben onları hiç çıplak görmediğim için (buna izin vermiyorlardı) bacaklarımın arasından sarkan ve idrar yapmaya yarayan hortum bozuntusu şeyin onlarda da olduğunu varsayıyordum. Onlar beni banyo yaparken izleyip hep gülüşürlerdi. Bu gülüşmelerin nedenini çok sonra anlayabildim. İlkokula başlayınca, kendime daha yakın hissettiğim için hep kızlarla arkadaşlık ettim. Konuşmalarım, tavırlarım da onlara benziyordu. Erkekler çok çocuktular, oyunlarına anlam veremiyordum. Tabii hep alay konusu oluyordum ama ilkokul yıllarında bunlar tahammül sınırlarını aşacak türden değildi. Ortaokulda durum ciddileşmeye başladı. Elle tacize varan saldırılara uğradım. Erkek gibi davranmaya daha fazla özen gösteriyordum ama bazı yerleşik jestlerimi, yürüyüşümü, el hareketlerimi, kahkaha atışımı değiştirmekte zorlanıyordum. Ergenlikle birlikte kızların benim için cinsel anlamda bir çekiciliklerinin olmadığını ve çıplak erkekleri düşleyerek uyarıldığımı fark ettim. Bunun anlamını bilecek yaştaydım ve kendimden çok utandım. Erkekleri aklımdan çıkarıp kızları düşünmeye çalışıyordum ama hiç faydası olmuyordu. Bizim sınıfta hâli tavrı bana benzeyen Erdem isminde bir —14— Otto Dix - 04/11/15 - 19:14 çocuk daha vardı. İçine kapalıydı çok. Onunla iyi arkadaş olduk, başka da arkadaşım yoktu zaten. Ama aramızda cinsel anlamda bir şey olmadı. Belki olabilirdi ama buna olanak da yoktu, cesaretimiz de… Bir akşam son derse girdiğimizde defterimin üzerinde Erdem imzalı bir not buldum. Ders çıkışında tuvalette buluşalım, diyordu. Heyecanlanmıştım ama neden doğrudan söylemeyip not yazdığını da anlayamamıştım. Çekinmiş olabileceğini düşündüm. Dersten çıkar çıkmaz tuvalete koştum. Erdem oradaydı. Not yazmışsın, dedim, bir şey mi oldu? O da ‘Ben de sana aynı şeyi soracaktım’ dedi. O sırada tuvalet kapısında birdenbire beliren on on beş çocuk ‘İbneler tuvalette buluştu, hadi öpüşün, öpüşün’ diye bağrışmaya, gülüşmeye başladılar. Tuzak kurmuşlardı. Aynı notu benim yazımı taklit ederek Erdem’e de yollayıp bizi tuvalette buluşturmuşlar. İşler iyice çığırından çıkmıştı. Bir hafta sonra bir grup çocuk beni ıssız bir köşede sıkıştırıp zorla pantolonumu ve donumu aşağı indirdi. Sanıyorum penisimin olup olmadığını anlamaya çalışıyorlardı. Penisimi görünce hayalet görmüşe dönmüşlerdi sanki. Kimi şaşkın şaşkın, kimi ürkerek, kimi eliyle yüzünü kapatarak, kimi de ‘Vay be!’ diyerek baktı ve ardından koşarak kaçtılar. O kadar utanmıştım ve korkmuştum ki, bu garip tepkilere pek anlam verememiştim. İleriki yaşlarda penisimin ortalamanın üzerinde uzun ve iri olduğunu öğrenince (ki sanırım sen de bunun farkındaydın)…” Defne, bu noktada okumaya ara verdi. Ben bir yandan dinliyor bir yandan da keçeleri törpülüyordum. Duraksadığını fark edince dönüp yüzüne baktım. Kızarmıştı. “Uff, çok detay varmış, sıkıldıysan kesebilirim… Epeydir okumamıştım, bazı kısımlarını unutmuşum…” dedi. “Hayır sıkılmadım ama rahatsız oluyorsan kesebilirsin tabii” diye cevap verdim. “Tamam o zaman, sonuna kadar okuyacağım” dedi ve devam etti: “(…) tepkilere anlam verebildim, ablalarımın küçük yaşlarda beni yıkanırken seyredip gülüşmelerine de tabii! Bu olayın hemen arkasından eve gider gitmez ağlayarak anneme anlattım herşeyi, —15— Otto Dix - 04/11/15 - 19:14 Erdem’le birlikte düşürüldüğümüz tuzağı da. Annem ‘İsimlerini vereceksin, yarın hemen gidip müdüre şikayet edeceğim, analarından doğduklarına pişman edeceğim onları’ dedi büyük bir hiddetle. İsimleri vermedim, veremedim, beni daha beter ederler, dedim. Bu olaydan iki hafta sonra kendimizi İstanbul’da bulduk. Annem hiçbirimize sormadan allem etmiş kallem etmiş Ankara’daki dairemizi satıp İstanbul’da çok daha ufak bir daire almış ve beni de orada bir okula yazdırmış. Babamdan kalan bir birikimimiz vardı, annem de çevirmenlik yapıyordu, Ankara’da veya İstanbul’da olması işine engel değildi. Tabii tüm arkadaşlarını kaybetti, yepyeni bir hayata başladık. Her şeyi benim için yapmıştı. İstanbul’a gider gitmez benim erkekleştirilme projem onun için bir saplantıya dönüştü. Annem bana erkek olmayı öğretiyordu! Konuşurken kelimeleri yaymamayı, el hareketleri yapmamayı, erkek gibi yürümeyi… Her akşam ayna karşısında egzersiz yapıyorduk. Ellerimi kullanmamak için otururken bacaklarımın altına sıkıştırıyordum, ayaktayken de ya cebime koyuyor ya da sırtımda toka ediyordum. Olduğumdan farklı bir insana dönüşmek zorundaydım. Ne acı değil mi? Kız arkadaşım olmalıydı, daha sonra evlenmeliydim ve çocuklarım olmalıydı. Başlangıçta biraz zorlansam da erkek rolünü giderek daha iyi becermeye başlamıştım. Bu sayede İstanbul’daki okulumda ve daha sonraki üniversite hayatımda kayda değer onur kırıcı bir olay yaşamadım. Erdem, Ankara’da kaldı. Bir yıl sonra yatak odasında kendini asarak intihar etmiş olduğunu öğrendik. Ailesine bırakmış olduğu notun bir yerinde ‘Z de üzülmesin, ben huzura gidiyorum’ yazmış. Her gece onu düşünüp ağladığımı hatırlıyorum. Annem duruma el koymayıp o okulda kalsaydım muhtemelen sonum farklı olmazdı. O dönemde ben de sık sık intiharı düşünmüştüm ama cesaret edememiştim. Rol yapmak iyiydi güzeldi de içim değişmemişti. Kızlar bana çekici gelmiyordu. Seninle tanıştığımız zaman sen 28, ben de 35’tim. Eğitiminden, müzik bilginden etkilenmiştim. Ama belki de beni en —16— Otto Dix - 04/11/15 - 19:14 çok etkileyen Otto Dix tablosunu görür görmez tanıman oldu. Gerçek olduğuna inanamamıştın. Çok iyi arkadaş olabileceğimizi düşündüm ve olduk da. Annem seni görünce çok beğenmiş, oğlum yaşın geldi, evlen bu kızla, bir daha nerede bulacaksın bu kadar iyi anlaşabileceğin bu derece kültürlü kızı, dedi. Annemin otoritesini ve benim üzerimdeki etkisini sanırım artık anlamışsındır. Onun dediği olmalıydı. Tek anlayamadığım senin bende ne bulduğundu. Evlenme teklifimi neden kabul ettiğini inan bugün bile anlayabilmiş değilim…” Defne duraksadı ve bana döndü: “İşte yegâne haklı olduğu nokta bu… Ben de hep sordum durdum kendime, bu Z’de ne buldum diye. Zerafeti, nezaketi, kültürü, düşünceli oluşu muydu bilemiyorum. Sanırım en çok etkilendiğim şey gerçek bir Otto Dix tablosu olmasıydı… Bakar mısın hayata!” dedi ve okumaya devam etti: “(…) Hem üstelik o günlerde Reşit de senin peşindeydi. O da eşinden ayrılmak üzereymiş, bir ara istersen.” Defne bu noktada sinirli bir şekilde kafasını bir sağa bir sola sallayıp “Her şey bitti, bir de çöpçatanlığa soyundu seninki… pes valla!” dedi ve yine yazıya döndü: “ Gerisi senin de çok iyi bildiğin tarih zaten, ama belki bilmediğin şu: Benim için bir an olsun cinsel çekiciliğin olmadı; hep karanlıkta sevişmek istememin arkasında yatan da buydu, seni görmediğim zaman erkekleri düşlemek kolaylaşıyordu. Peki ben hayatım boyunca rol yapmaya, olmadığım bir kişiliği oynamaya mahkûm muydum? Sonuçta hepimiz ölümlüyüz ve başka bir yaşam yok (en azından ben böyle düşünüyorum). Bu dünyadan göç etmeden bir erkekle olup doyasıya sevişemeyecek miydim hiç? Kırk yaşıma gelmiştim. Bu toplumda kabul görme uğruna, annemin gözünde erkek olma uğruna, onun sözünden çıkmama uğruna… Tamam da nereye kadar, nasıl tahammül edebilirdim bu yarım, hatta yarım bile değil, çeyrek yaşama! Öyle bir hâle geldim ki, kafamda bu düşüncelerin dönmediği tek bir dakika bile geçmez oldu. —17— Otto Dix - 04/11/15 - 19:14 Nihayet bir karar verip ‘Gay Radar’ isminde bir uygulama indirdim cep telefonuma. Bu sayede bir İngiliz’le arkadaş olup uzun süre yazıştık. Her yönden o kadar büyük bir uyum içindeydik ki neredeyse görmeden aşık olmuştum adama. İşte sonra, birlikte gittiğimiz tatil köyünde buluşmaya karar verdik. Ne hissedeceğimi o kadar merak ediyordum ki! Düşünsene ilk gerçek flörtümü kırk yaşında yaşayacaktım. Kırk yıl beklemiştim bu an için. Heyecan içindeydim. Plajda bana ilk dokunduğunda titremeye başladım… Neyse, galiba fazla gereksiz detaya giriyorum. Uzun lafın kısası ayrılık fasıllarını fazla uzatmadan tası tarağı toplayıp kaçmaya karar verdim. Seninle yüzleşemeyecektim çünkü. Anla lütfen! Tabii bir de oğlumuz Kerem’in konusu var; madem durum böyleydi, neden çocuk yaptık o zaman diye sorabilirsin. Biliyorsun ben istemedim, sen ve annemin ısrarları yüzünden oldu. Annemin gözünde çocuk sahibi olmak erkekliğin ispatıydı çünkü. Takmıştı bu konuya! Tabii sen de çok istedin. Oldu bir kere… Ama sırf bu yüzden kendimi mahkûm edemeyecektim…” Defne yine durdu ve “Gerisini okumadan özetleyeyim sana çünkü sonrası bir sürü teknik detay” dedi. “Bankadaki kişisel nakit hesabı dışında, Otto Dix dâhil her şeyi bana bırakıyormuş. Orada iş bulana kadar nakde ihtiyacı olacakmış çünkü. Düzenli bir geliri oluşur oluşmaz Kerem’in masrafları için para yollayacakmış. Zaten çok zorda kalırsam Otto Dix’i satıp ömür boyu rahat bir hayat sürebilirmişim. Ayrılıkla ilgili her türlü evrakı sorun çıkarmadan imzalamaya hazırmış. Zaten Türkiye’ye geri dönmeye artık hiç niyeti yokmuş, orada kendi kimliğini gizlemeden onuruyla yaşayabiliyormuş, vs. vs… Ve tabii özür üstüne özür, suçu annesine atmalar falan… İşte hepsi bu” dedi. Ben o sırada keçelerin bakım işini bitirmiş ve akordu tekrar elden geçirmek için Defne’nin sözünün bitmesini bekliyordum. Ne hikâyeydi ama! Aslında bazı açılardan adama da hak vermemek elde değildi ama Defne’nin, Kerem’in ne suçu vardı? Ne yapmışlardı —18— Otto Dix - 04/11/15 - 19:14 bunu hak etmek için? Gözüm Otto Dix’e kaydı… “Ne diyeceğimi bilemiyorum… Müthiş bir haksızlık” dedim “Senin için de Kerem için de…” “Hem de ne haksızlık! Onca yılım heba oldu, hayatım erkeksiz geçti, çocuğum babasız kaldı… Nasıl bir piyango bu? Nerden buldu bu adam beni yaaa? Bencilliğin bu kadarı da olur mu? Düşündükçe hiddetleniyorum” dedi ve önce çenesi titredi sonra başladı hıçkıra hıçkıra ağlamaya. Yerimden kalkıp yanına gider gitmez ayağa kalkıp sarıldı ve bir süre başı omuzuma dayalı ağladı. Sonra özür diledi, kafasını kaldırıp burnunu sildi, kendisini bu kadar kaptırmanın yanlış olduğunu, aradan iki sene geçtiğini, yaşananların geride kaldığını kabul edip artık önüne bakması gerektiğini söyledi. Ben de ortamı biraz hafifletebilmek için, “Hadi o zaman, ben hemen akordu kontrol edeyim, sonra da oturup çalarız parçamızı” dedim. Akort fazla bozulmamıştı. Hafifçe kaymış bir iki teli çabukça toparladıktan sonra “Piyano hazır,” dedim “seni bekliyor.” Schubert, Fa minör Fantasia isimli eserini 31 yıllık kısa yaşamının son yılında (1828’de) yazmış ve aşkına karşılık vermeyen varlıklı aristokrat öğrencisi Karoline Esterházy’ye ithaf etmiş. Tek bir piyanonun başına oturmuş iki piyanist, ya da diğer bir deyişle, dört el için bestelediği en güzel eseri. Muhtemelen âşık olduğu öğrencisi Karoline Esterházy ile birlikte çalabilmek için yazmış ama maalesef bu arzusu gerçekleşememiş. Eser Fantasia ismini buradan mı alıyor bilmiyorum ama fanteziler gerçekleştiği zaman fantezi olmaktan çıktığı için düşlediği şeyin düş boyutunun ötesine geçemeyeceğini bildiği varsayılabilir. Defne’yle birlikte çalmak için özellikle bu eseri seçmemin nedeni de Schubert’in yaşamayı hayal ettiği duyguları yaklaşık iki asır sonra yaşama fantezisiydi. Bu da benim fantezim… Her ne kadar Defne’ye âşık değilsem de çekim gücünü yadsıyamam. —19— Otto Dix - 04/11/15 - 19:14 Anlaştığımız şekilde Defne sağa oturdu. Bir ikincisi olmadığı için mevcut piyano taburesini paylaşmak zorundaydık. Dikdörtgen formu iki kişinin sığışabilmesine zor da olsa olanak sağlamıştı ama bacaklarımız ister istemez birbirine değiyordu. Schubert’in fantezisi bunu da kapsıyor muydu bilmiyorum. İlk kez birlikte çalacağımız için alışılmıştan daha ağır bir tempo benimsemeyi önerdim. Birinci bölümde var olan hüznün ağır tempoyla birlikte ağıtsal bir karakter kazanması Defne’nin kaybolan yıllarına bir tür göndermeydi sanki. Dakikalar geçtikçe uyumumuz iyileşti. Bir iki ufak aksama dışında çok iyi çalıyorduk. Güzel akan bazı pasajlarda birbirimize dönüp tebessüm ettik. Hiçbir şeye değişemeyeceğim anlardı bunlar. Müziğin, tınıların, birlikteliğin, tek vücut olmanın gücü, doyumu, eşsiz hazzı!.. Largo bölümünde esere o derece konsantre olmuştuk ki kapı zili ikimizi de yerinden fırlattı. “Kerem gelmiş olabilir mi?” diye sordum. “Sanmıyorum, servis yarım saat sonra geliyor” dedi ve kalkıp kapıya doğru yürüdü. Sokak kapısını göremiyordum ama Nazlı’nın sesini hemen tanıdım tabii; “Ahmet Bey burada mı acaba?” diyordu. Kapıya koşup “Nazlı?” dedim sanki karşımdakinin doğru kişi olduğunun teyidini almak ister gibi. Defne, gelen kişinin eşim olduğunu anlayınca “Kapıda kalmayın, buyurun lütfen” dedi. Nazlı: “Yok yok, ben sizi rahatsız etmeyeyim. Ahmet, senin atölyenden asistanın gelip bu keçe iğnesini bıraktı, galiba sen istemişsin…” dedi, aleti bana doğru uzatarak. “Doğru, evet istemiştim… Evdeki yedeğini bulamamıştım çünkü… Sonradan buldum ama atölyeyi arayıp gerek kalmadığını söylemeyi unuttum. Neyse çok sağol, zahmet oldu” dedim. Defne, “Aaaa, böyle kapı aralığında durulur mu, çok ayıp, n’olur girsenize içeri” diye ısrar edince, Nazlı “Peki o zaman iki dakika oturup kalkarım” dedi. Nazlı oturur oturmaz, Defne “Size bir şeyler ikram edelim. Ne içersiniz, çay, kahve, başka bir içki? Ahmet, sen de içer —20— Otto Dix - 04/11/15 - 19:14 misin?” diye sordu. Nazlı, “Bugün işim erken bitti, eve geldim, biraz birşeyler hazırlıyordum. Sizi kırmamak için girdim, aşağıda ateş açık… Hemen dönmem lazım… Onun için hiç zahmet etmeyin… Teşekkür ederim. Asistan aleti bırakınca önemlidir diye getirmek istedim ama sizi de böldüm galiba… Güzel bir şey çalıyordunuz…” dedi. “Piyanonun işi bitince test etmek istemiştik. Ne çalabiliriz diye düşünürken Schubert Fantasia’yı tesadüfen ikimizin de bildiğini keşfettik” diye yalan söyledim. Nazlı “Peki, ben müsaadenizi rica ediyorum, başka bir zaman daha çok otururuz” dedi ve sonra bana dönüp “Senin işin daha çok sürer mi?” diye sordu. “Yok, hayır, bitirdim, alet edevatımı toplayıp on dakikaya kadar evde olurum” dedim ve Nazlı çıktı. Eve girdiğimde Nazlı mutfaktaydı. “Ben geldim” diye seslendim ama cevap vermedi. Belki de duymamıştı. Salondaki rahat koltuğuma oturdum ve beyaz badanalı tavanı seyrederek gün boyu olup bitenleri düşünmeye başladım, Defne’nin, Z’nin öyküsünü… Bu derece sıra dışı başka bir gün yaşamamıştım herhâlde! Nazlı, beş karış suratla mutfaktan çıktı, önümden geçip içeri gitti. Birkaç dakika sonra gelip kanepeye oturdu ve yüzündeki o karanlık ifadeyle karşı duvardaki sabit bir noktaya odaklandı. Herkesten sakındığı bir şeyi sıkı sıkı tutuyormuş gibi iki kolunu birbirine kenetlemişti. Birlikte geçen onca zamandan sonra bu sinyalleri yorumlamakta fazla zorluk çekmedim. Cesaretimi toplayıp “Hayrola, seni üzen bir şey mi var?” diye sordum. “Bir de soruyorsun ya! Anlamadım mı zannediyorsun?” “Neyi anladığını ben de bir anlayabilsem!..” “Ne çabuk senli benli olmuşsunuz…” “Yahu, kadının tarzı böyle… Herkes aynı değil. Biraz daha otursaydın sana da sen derdi.” “Yaaa demek öyle! Peki neden altı numaranın bir kadın olduğunu söylemedin de yalnızca altı numara diye geçiştirdin?” —21— Otto Dix - 04/11/15 - 19:14 “Ha kadın ha erkek, ne farkeder ki?” “Çok şey farkeder! Sakladın çünkü aranızda bir şeyler var.” “Tamam, çok iyi anlamışsın gerçekten!” dedim alaylı bir şekilde. “Kocası neredeymiş? Çocuğu var mıymış?” “Kocasından ayrılmış. İlkokula yeni başlamış bir oğlu var.” “Oooohh, harika bir uyum!.. Oğluna baba, kendine eş arıyor… Senin de çocuğun olamıyor zaten, işte hazır babalık imkânı… Kaç kere söyledim, evlat edinelim diye… Komşununki daha cazip değil mi?” “……” Ellerimi iki yana açıp tavana baktım ama yardım gelmedi. “Gözleri neden kızarıktı peki öyle?” “Ayrılık hikâyesini anlatırken kendini tutamayıp ağladı…” “Oh oh oh, bravo valla! Sen de sarılıp teselli etseydin bari! Yahu siz düpedüz flörte başlamışsınız. Samimiyete bakar mısın! Kadın kalkmış en mahrem hikâyelerini anlatıyor sana!.. İnanılır gibi değil!” “Yalnız yaşayan bir kadın… Birilerine açılmaya ihtiyacı vardı herhâlde…” “Yahu kadın seni düpedüz gözüne kestirmiş, sen bunu anlamıyor musun?” “Hiç sanmıyorum, öyle mi dersin?” “Ahmet, sen ya çok safsın ya da saf numarası yapmaya kalkıyorsun, ama yemezler…” “……” “Peki, konuşurken hiç eliyle saçlarını düzeltti mi?” “Bir düşüneyim… Evet yaptı galiba birkaç kere. Ne alakası var şimdi bunun?” “Kadınlar birini beğendikleri zaman yaparlar bunu, çünkü güzel gözükme dürtüsü… Bazen bilinçli, bazen bilinçsiz… Yok yok, artık hiç şüphem kalmadı, siz düpedüz flört etmişsiniz.” “Ya, belki bir elektriklenme olmuştur ama buna flört denebilir mi bilmiyorum.” “Tamam, kabul ediyorsun işte.” —22— Otto Dix - 04/11/15 - 19:14 “Neyi kabul ediyorum ki? İki kişi arasında olabilir bu… Fazla büyütmenin alemi yok. Bir kadın, bir erkek, iki genç ve sağlıklı insan… Ayrıca kültürlerimiz müşterek, ikimiz de klasik müzik dinliyoruz, piyano çalıyoruz… İyi arkadaş olabiliriz… Bir tansiyon, bir çekim, bir elektrik olabilir bazen. Yaşanır ve biter… Her zaman, her yerde olabilir… Hepsi bu. Daha ötesi yok. Ne olabilir ki zaten?” “Neler olur neler! Neden bunları baştan söylemedin de saf numarası yaptın peki? Bakıyorum yavaş yavaş dökülmeye başladı baklalar…” “Baştan söylemedim çünkü söylemeye değecek bir şey yoktu. Nasıl büyüteceğini biliyorum çünkü…” “Birlikte piyano çalmalar… mahrem hikâyeler paylaşmalar, kırk yıllık arkadaş gibi senli benlilik… Yahu siz bitirmişsiniz işi! Biii-tir-miş-si-niz!” Her hecenin üstüne basa basa sesini iyice yükselterek söyledi bu sözcüğü. Sonra en az iki saat daha devam ettik. Birinci saatten sonra ikimiz de ayaktaydık, ringe çıkmış boksörler gibi. Her detayı en az iki üç kere tekrar tekrar konuştuk. Durup durup başa dönüyordu. Yüzüme ışık tutulmuştu da, polis sorgulamasına girmiştim sanki. Sesimizin perdesi gitgide arttı. Bunalmaya başlamıştım. Yorulmuştum. Yüzümün kızardığını hissettim. Sesler kulağımda uğuldamaya başladı. Besbelli o da yorulmuştu ki bir süre sessizlik oldu. Sonra “Bizim sonumuz nereye varacak bilmiyorum” dedi. “Ben de bilmiyorum” dedim. Tekrar sessizlik oldu. Ardından “Peki bu Otto Dix ne iş?” dedi. Sakinleşmişti sanki. “Uzun hikâye,” dedim, “sonra anlatırım.” —23—