Melis Birözsoy Bir Yaşamın Değiştiği Yer: İstanbul Gözlerini

Transkript

Melis Birözsoy Bir Yaşamın Değiştiği Yer: İstanbul Gözlerini
Melis Birözsoy
Bir Yaşamın Değiştiği Yer: İstanbul
Gözlerini açmadan, eliyle yanındaki yastığı yokladı, kocasının olmadığını anlayınca
yataktan uçarcasına kalkıp, banyoya gitti.
Aynanın karşısına geçip, yüzünü seyretmeye başladı. Büyümüştü, artık bir kadın
olmuştu. Otuz üç yaşında genç bir kadın. Yirmi yıl geçmişti evlendiğinden bu yana.
Aynanın karşısında bir süre yüzündeki morluklara baktıktan sonra üstündekileri çıkardı.
Şimdi, çırılçıplak olan vücuduna bakıyordu. Ne vücudundaki, ne yüzündeki yaralar canını
acıtıyordu artık. Ne de olsa, yirmi yıldır bunları yaşıyordu, alışmıştı. İnsankızı ya da
insanoğlu tuhaf bir varlıktı, her şeye alışıyordu.
Vücudunu buz gibi suya bıraktı. Şampuan kutusundan eline bir miktar şampuan döküp,
kafasına sürdü ve kafasını, kafasındaki bütün pislikleri yok etmeye çalışırcasına, kaşımaya
başladı. Bir yandan bunu yapıyor, diğer yandan avazı çıktığı kadar bağırarak şarkı söylüyordu
ona çok yakışan doğu ağzıyla:”Bir sözün coşkusuyla, dönüyorum hayata, senin için
doğmuşum haykırmaya, EY ÖZGÜRLÜK.”
Gerçekten de bir sözün coşkusuyla dönebilir miydi beş yaşına? Yaşayabilir miydi genç
kızlığını, unutabilir miydi bu yaşadıklarını?”Bu böyle gelmiş böyle gider, bir hiç uğruna
yaşayacağım.”diye düşündü.
Bilemezdi, o gün o şarkıyı söylerken intihar etmeye karar vereceğini. Ama hayat bazen
anlardan ibaretti ve o,kararını, o gün, o anda o şarkıyı söylerken vermişti işte. Geleneksel
Pazar günü sahil yolu pikniğindeyken, ortadan kaybolacak ve kendini, iki yakayı birbirine
bağlayan, dünyada eşi benzeri görülmemiş o muhteşem köprüden “özgürlüğe” bırakacaktı.
Duştan çıktı. En güzel kıyafetlerini giydi. Yüzündeki yaraları, morlukları tarihi geçmiş,
yanında çalıştığı kadınlardan birinin verdiği pudrayla kapattı.
Dalgalı, kızılımsı saçlarını örtüye hapsetmek istemiyordu, bu son gününde. Kocası ne
derse desin umurunda değildi. Açacaktı başını.
Tam çantasını hazırlarken Damla girdi içeri. Simsiyah saçlarıyla, simsiyah gözleriyle
melul melul annesine bakıyordu. Sonra, kocası geldi, bütün kuvvetiyle Damla’yı itip, karısına
çocukları toplayıp arabaya gelmesini emretti.
Kadın, Damla’ya sarılıp, odadan çıktı ve diğer iki çocuğunun yanına gidip, bir an önce
aşağı inmeleri gerektiğini söyledi.
Üç çocuğuyla aşağı indikten sonra, yine kocasının şamarıyla karşılaştı. Ama bu sefer
canı hiç yanmadı.
-Bu ne hal kadın, bu halde seni yanımda götüreceğimi mi sanıyorsun? Gir eve, gir gir
de aklın başına gelsin, diyerek kadını zorla eve götürdü ve üstüne kapıyı kilitledi.
Kadın ne yapacağını şaşırmıştı. Evde dört dönüyordu. Şimdi balkondan atlayabilir ya da
bileklerini kesebilirdi. Ama o bunların hiçbirini yapmak istemiyordu. O kendini hala ait
hissedemediği şehrin, muhteşem köprüsünden kendini “özgürlüğe” bırakmak istiyordu.
Ama şimdi evde kilitliydi, ne yapacağını bilmiyordu. Kimi arayabilirdi, kim gelip ona
yardım etmeye cesaret edebilirdi ki?
En iyisi polisi aramaktı. Gelir mi gelmez mi kuşkuluydu ama denemeliydi. Denemeden
bilemezdi.
İki saat sonra kendini Şirinevler Karakolu’ndan kaçarken buldu. Hızlı adımlarla
ilerliyordu. Bulduğu en yakın otobüs durağına sindi. Kimsenin geldiği yoktu peşinden,
kimsenin umrunda değildi zaten. Karakoldan böyle bir sebeple yardım isteyen kadını fazla
önemsememişlerdi. Kadın şaşırmamıştı polislerin umursamazlıklarına, hatta sevinmişti.
Eskiden bu tip sebeplerle karakoldan yardım istediğinde bir dövülmediği kalırdı.
Bunları düşünürken, otobüsün, bütün yol kendisininmiş gibi yayıla yayıla geldiğini fark
etti. Otobüs yanaşıp, puf sesini çıkardığında, kendini, günde binlerce insan taşıyan bu Ortaköy
otobüsüne attı.
Ortaköy’de, otobüsten inip, biraz yürüdüğünde, karşısına o lacivert, muhteşem deniz
çıktı. Biraz daha dikkatli baktığında denize, denizin ortasında duran ev gibi bir yapı gördü. On
beş yıldır İstanbul’da yaşıyordu, ama ilk defa bu eve benzer yapıyı görüyordu.
Bankta oturmuş gazete okuyan, kirli sakallı, gözlüklü adama denizin ortasında duran
yapının ne olduğunu sorsa kızar mıydı acaba ona, yoksa dalga mı geçerdi ya da kocasının
yaptığı gibi önce ana avrat küfreder sonra tekme, tokat dövmeye mi kalkardı? Korktu,
sormaktan vazgeçti. Arkasını döndü. Uzaktan genç bir kadın geliyordu köpeğiyle. Evet, bu
kadına sorabilirdi. Tam yanından geçerken sormaya karar verdi. Ancak genç kadının, fiyatı,
kimilerinin beş aylık maaşına denk gelen cep telefonundan müzik dinlediği için kulağında
kulaklık vardı bu nedenle kendine söyleneni duymadı ya da duymazlıktan geldi. Duysa cevap
verir miydi sanki?
Kadın,“Ne yapmalıyım ben?” diye düşünüyordu. Yürümeye karar verdi.
Ortaköy’den yürüye yürüye Bebek’e geldi. Yolda balık tutan, havanın ayazına, denizin
pisliğine aldırmaksızın denize giren, mangal yapıp, güneşlenen insanlar gördü. Onlardan
birine sormayı düşündü ama yapamadı. Onu esir alan duygu yapacağı her şeyi engelliyordu.
Yolda profil oldukça değişmişti. Karşısına iyi giyimli kadınlar, adamlar, çocuklar
çıkıyor ve küçümseyen bakışlarla karşılaşıyordu. Yürüdüğü kaldırımın yanında arabalar
diziliydi. Kaldırımın diğer yanında Türkan Sabancı Bebek Parkı ve daha sonrasında
vazgeçemediği deniz vardı.
Parka doğru yönelmişti ki, kocaman siyah bir jip dikkatini çekti. Jipe yaklaşmaya
başladı. Jip adeta kendine çekiyordu onu. Dokunmak istiyordu kapkara camlarına. Derken
ensesinde bir el bitti. Mavi gömleğinin üstünde İşpark yazan adam, kadını yakasında çektiği
gibi yere fırlattı.
Hiçbir zaman, hiç kimseye bir şey söylemediği gibi adama da bir şey söylemedi.
Parka gittiğinde, parkta oynayan çocuklara baktı. Birini Damla’ya benzetti.
Çocuklarının onsuz nasıl yaşayacakları ilk kez aklına geliyordu ve en çok Damla için
üzülüyordu. Damla en küçük olmasına rağmen, kız olduğu için babası en acımasızca
Damla’ya davranırdı.
Birden gözleri doldu, ardından hıçkıra hıçkıra, kimseye aldırmaksızın, ağlamaya
başladı. Sicim gibi iniyordu göz yaşları yanaklarına. Çantasından çıkardığı mendile sildi
yüzünü, burnunu temizledi ve denize doğru yürüdü.
Orada bir iskele gördü.”Acaba” dedi,”Biliyor mudur, buradakiler denizin ortasında
duran şeyin ne olduğunu?”Evet, bu sefer karar verdi, onlara soracaktı.
Bir erkek görevli çıktı karşısına, ona sordu. Adam, önce kadının nereden bahsettiğini
anlamadı, kadın buradan görülmediğini, Ortaköy’den görüldüğünü söyleyince;”Kız Kulesi
derler ona bacım, istersen buradan Salacak’a geçip, Salacak’tan oraya gidebilirsin.” dedi.
Kadın, gözlerini faltaşı gibi açarak;”Sahi mi, sahiden gidilir mi oraya?”diye sordu. Görevli,
kadına yardım etti, ona bir jeton verdi ve bununla geçebileceğini söyledi. Kadın nasıl
geçeceğini sordu. Adam yerinden çıkıp kadını geçirdi. Kadın teşekkür etti ve vapuru
beklemeye başladı.
Nihayet vapur geldiğinde, kalbi küt küt atıyordu. Vapura binip, karşıya geçip, Kız
Kulesi’ne gitmek için motora bindiğinde, imkansız gibi görünen ama ulaşabileceğini
anlayınca müthiş bir şaşkınlık ve haz veren duyguya kapılmaktan kendini alamadı.
Uzun uğraşlar sonucu, Kız Kulesi’ne varıp, üçüncü kata çıkıp, bara benzeyen restoranın
girişinde durduğunda herkes ona bakıyormuş gibi bir hisse kapılmaktan kendini alamadı.
Oysa kimsenin ona baktığı yoktu.
Bütün masalar doluydu, genç-yaşlı birçok insan vardı. Kimileri bir şey anlatma telaşı
içinde, kimileri dizüstü bilgisayarına yumulmuş, kimileri ise kitap okuyordu.
Kadın önce, buraya girmemeyi düşündü ama ne yapacağını bilemediği için çaresiz bu
uğultulu, sigara dumanın hakim olduğu mekana girdi.
Çevresine bakındı, bütün masalar doluydu, sadece bir masada elli yaşlarında, kumral,
uzun boylu, zayıf, akademisyen olduğu her hareketine yansıyan bir kadın tek başına oturmuş,
kitap okuyordu.
Masaya yanaşmasıyla profesör kadının gözlüklerini çıkarıp, okuduğu kitabı
kapanmayacak şekilde ters çevirmesi ve kadının gözlerine kendi kedi bakışlarını dikmesi bir
oldu.
Profesör, kadını restoranın girişinde durduğundan beri izliyordu. Her hareketini
gözlemlemiş, sonunda yanına geleceğini de tahmin etmişti.
Kadın, profesörün sert bakışlarıyla karşılaşınca “Affedersin abla” dedi ve korkarak
arkasını döndü.
Tam o sırada profesör;
-Bir saniye, dedi. Kadın durdu ve profesöre baktı. Profesör;
-Oturmak istiyorsanız, oturabilirsiniz.
-Rahatsız etmeyem…
-Estağfurullah, ne demek. Buyrun lütfen, diye cevap verdi profesör. Her zaman olduğu gibi
nazikti.
Kadın korka korka koltuğun bir ucuna ilişti. Kadının oturuşu, profesörün gözünden
kaçmadı, kadını rahatlatmaya çalıştı;
-Bir şey içer misin?
-Yoo, hayır. Sağol.
Profesör, on dakika boyunca kadını inceledi, bu süre zarfında kadın, profesöre bir şey
sormaya cesaret edemedi. Neden sonra birden profesör;
-Anlat bakalım, dedi.
-Neyi anlatayım ki, dedi kadın şaşırarak.
-Kendini, hayatını, neden burada olduğunu.
-Neyimi anlatam ki, buyum işte ben, öyle bir kadın. Senin gibi değil, buradahiler gibi değil.
-Ben nasılım ki?
-Gözelsin, zenginsin, belli ohumuş etmişsin, hayat senin için gözel. Gez, dolaş,eğlen.Dert
yoh,tasa yoh.Bense…
Profesör, kadının bu laflarına çıldırsa da tepki göstermedi.”Toplumun önyargılarının
esiri olmuş, hayatı dört duvar arasında çocuk büyütmek, kocasına hizmet etmek, kocası
tarafından öldüresiye dövülmek olan doğulu bir kadından da bu beklenir. Zenginmişim.
Ömrünü gençleri yetiştirmek uğruna harcayan, bunun karşılığında, devlet üniversitelerinden
aldığı üç kuruş maaşla hayatını idame ettirmeye çalışan, ben mi zenginim? Hayat benim için
dertsiz, tasasızmış. Sanki el bebek gül bebek büyüttüğü oğlunu vatanına şehit veren ana ben
değilmişim gibi. Gez, dolaş, eğlenmiş. Kadın sadece kendi ve kendisi gibi kadınların erkek
şiddetine maruz kaldığını sanıyor. Sanki o adamın dayağından sonra boşanmaya karar verince
ailesi tarafından dışlanan, boşandıktan sonra ise bütün arkadaşları kendinden uzaklaşan,
çevresinde tek tük insan kalan kadın ben değilmişim gibi. Sanki çalıştığım üniversitede hep
doğruyu söylediği için dışlanan, rektörlüğü engellenen ben değilmişim gibi.” diye düşündü.
Ama sinirlendiğini belli etmedi.
-Evet, sense, demeyi tercih etti.
-Boşver, sen gendini anlat.Kaç çocuğun var,kocan ne iş yapıyor?
Profesör, bu sorulara daha fazla sinirlendi. Kadın, evli olup olmadığını, çalışıp
çalışmadığını sormadan kocasının ne iş yaptığını sormuş, çocuğunun olup olmadığını
sormadan ise kaç çocuğu olduğunu sormuştu.
Kadın, profesörü, profesörün her zaman şiddetle karşı çıktığı kadın sınıfına sokmuştu.
Oğlunu kaybettikten sonra aldığı antidepresanların yanı sıra her gün üç-dört paket sigara
içiyordu. Böyle bir durumda sigara yakmaması olanaksızdı.Çantasından sigara paketini
çıkardı,bir tane yaktı ve cevap verdi;
-Bir çocuğum vardı, öldü. Canımdan çok sevdiğim vatanıma şehit verdim onu. Evli değilim,
sosyoloji profesörüyüm. Yani öğretmen demek. Üniversitede toplum bilimi alanında ders
veriyorum. Anladın mı beni?
-Anladım, dedi kadın belli belirsiz korkak ve şaşkın bir sesle.
-Nerelisin, dedi profesör sinirlendikten sonra sakinleşmiş, bıkkın bir sesle.
-Erzincan, bilir misin?
Profesör, evet anlamına gelen bir ifadeyle başını salladı.
-İstanbul, gözel ,böyüh bi şehir oralar bura gibi değildir,dedi kadın.
-İstanbul, İstanbul. 1453’te Fatih Bey’ in fethettiği İstanbul. Yunanlılardan çaldığımız
İstanbul. Biz onlardan İstanbul’u çaldık, onlar sonra bizden hiçbir şey çalmadı mı?
Neler görmedi ki, nelere tanık olmadı ki, İstanbul? Ne yaşamlara, ne acılara, ne aşklara, ne
işkencelere...
1 Mayıs, kanlı, acılı,1 Mayıs. Tankların altında ezilen, ölmemek için kaçışan onlarca,
yüzlerce, binlerce insan. Darmaduman edilen evler, yaşamlar. Unutuldu gitti. Bir İstanbul
unutmadı, unutmayacak. Tarihe tanıklık ediyor, belki bütün şehirlerin yaşadığını yaşıyor ama
kendi yaşadığı için kendininkini tek ve özel zannediyor.
Geçimlerini sağlayabilmek için çöplükleri karıştıran, kapkara saçlı, kapkara gözlü, bir deri bir
kemik kalmış çocuklar, bazılarının el bebek gül bebek büyütüldüğü dünyada, onlar böyleydi
işte.
Binalarına bombalar atılan gazeteler…
Bazı vicdansızların daha çok para kazanması için satılan, binlerce ocağı söndüren
uyuşturucular…
Yaşamak için bedenini satmaya mecbur kalan kadınlar…
Sokağa çıktıklarında polis tarafından götürülen eşcinseller…
Çiçek satan Çingeneler…
Nişantaşı’nda, Bebek’te oluk gibi para akıtan kadınlar, adamlar, gençler…
Bazıları lüks arabalarda gezerken, bazılarının çöpleri karıştırdığı, yollarda mantı dahi sattığı
İstanbul…
Taksim’in göbeğinde kültür-sanatın merkezi kabul edilen, bu sıralarda onarımı yapıldığı
söylenen ama hiçbir şey yapılmadığını gördüğünüz AKM’ den çıktıktan sonra arabanızı park
ettiğiniz o büyük otoparkta mendil satan iki kız çocuğu…
Büyük alışveriş merkezleri…
Büyük iş merkezleri…
İnsanı kendine hapseden, bakmaya doyamadığın boğaz…
İki yakayı birbirine bağlayan köprüden, bu adaletsiz dünyaya daha fazla katlanamayacakları
için, atlayan insanlar…
Haliçte balık tutan insanlar…
Unkapanı’na gelen güzel martılar…
Yurdunu bırakıp göç eden köylüler…
Eskiden bataklık olan yerlerin, şimdi lüks yerleşim yerleri kabul edildiği sanal İstanbul.
Ve o hapishane, adı Silivri olan, Atatürk ilkelerine bağlı aydınların, yazarların, gazetecilerin,
bilim insanlarının hapsedildiği İstanbul…
Ve Dolmabahçe
Ve Ayasofya
Ve Yerebatan Sarnıcı
Ve Kız Kulesi
Ve Galata
Ve Boğaz
Ve Topkapı Sarayı
Ve Sultanahmet
Ve Beyoğlu
Ve İstanbul, böyle bir yer İstanbul. Karmaşık, acılı, yorgun, çaresiz. Tıpkı senin gibi.
Kadın yavaşça, korkakça ve profesörden özür dilercesine;
-Bizim gibi, dedi.
Profesör, kadının bu sözüne şaşırmış, kadına bakarken, kadın devam etmeye başladı;
-Gidelim buralardan, aha var ya şurada o gocaman göbrü oradan atlayalım birlihte.
Profesör, bu lafı duyunca birden irkildi. İntihar etmek hayatı boyunca aklının ucundan
geçmemişti hatta bunu bir zayıflık olarak görür, sinirlenirdi. Oğlunun ölümünde bile bu
duyguyu taşımayan profesör, kadının gözlerinin içine bakarak;
-İntihar etmek, pes etmektir. Herkesin hayatında zorluklar olur. Kimileri şanslıdır, kimileri
kişiliğinden taviz verir daha az karşılaşır bu zorluklarla. Ama önemli olan mücadele
edebilmektir. Şimdi belki “Senin için konuşması kolay, okumuş etmişsin.” diye
düşünüyorsun. İnan alakası yok. Güç insanın beynindedir. Senin nasıl bir hayat yaşadığını az
çok tahmin edebiliyorum. Hayatımı, senin gibi kadınların toplumsal yaşama kazandırılması
için harcadım. Elbette, sana yardım edeceğim ama söz ver bana: Pes etmek yok.
Kadın göz pınarlarındaki yaşlara hakim olamayarak, kısık bir sesle;
-Söz, dedi.
Herkesin hayatında bir dönüm noktası vardı ve bu, Nur’un (kadının) hayatının dönüm
noktasıydı. Otuz üç yıllık hayatında ilk kez bir ışık gözüküyordu. Artık hiçbir şey eskisi gibi
olmayacaktı.