özyönetim - Yeni Dünya İçin Çağrı
Transkript
özyönetim - Yeni Dünya İçin Çağrı
ÖZYÖNETİM/ DEMOKRATİK ÖZERKLİK TARTIŞMALARI ÜZERİNE TAVRIMIZ • ÖNSÖZ Değerli okur 24 Temmuz 2015’ten bu yana Kuzey Kürdistan’da şiddetli bir savaş yürüyor. Bu savaşın nedenleri, sonuçları, savaşa karşı takınılacak tavır, savaşın nasıl biteceği vb. konularında Yeni Dünya İçin ÇAĞRI’nın hemen hemen her sayısında tavır takındık/takınıyoruz. Bu broşürde, bu tavırlar içinde önemli gördüğümüz iki yazıyı birlikte yayınlıyoruz. 1. Özerklik/özyönetim tartışmaları üzerine! 2. Ulus devlet modeli sona mı erdi? Kürt Özgürlük Hareketinin ulus devlete bakış açısı, özyönetim, demokratik özerklik çizgisinin, işçi sınıfının kurtuluşunun bilimi olan Marksizm Leninizm’e göre değerlendirilmesi tartışılması gerekir. YDİ ÇAĞRI olarak bunu yapmaya çalışıyoruz. Yayınladığımız iki önemli yazının okunmasını, incelenmesini, tartışılmasını öneriyoruz. Okurları eleştiri ve önerilerini bize iletmeye çağırıyoruz. Haziran 2016 Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Hüseyin Gül • Yönetim Yeri ve Adresi: Sultaniye Mah. Doğan Araslı Bul. Hanplus İş Mer. No: 150 Kat: 12 Ofis No: 316 Esenyurt/İstanbul• Tel/Fax: (0212) 620 67 57 •· Fiyatı: Türkiye 2 TL, Türkiye dışı 2 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.com • ydicagrigazetesi@gmail.com• info@ydicagri.com 2 ÖZERKLİK/ÖZYÖNETİM TARTIŞMALARI ÜZERİNE! K uzey Kürdistan’da Temmuz 2015’de yeniden başlayan savaş bütün şiddetiyle sürüyor. Savaş daha önceki dönemlerden ayrı olarak Kuzey Kürdistan kentlerinin içine taşınmış durumda. Kuzey Kürdistan’ın kimi kentlerinde, ilçelerinde, mahallelerinde sokağa çıkma yasakları ilan ediliyor. Direnenlere karşı devlet tankıyla, topuyla, bütün gücüyle saldırıyor. Direnen Kürt halkı ve Kuzey Kürdistan coğrafyası acımasızca bombalanıyor. Türk savaş uçakları Güney Kürdistan’da da PKK hedeflerini ve yakınındaki sivil halkı sürekli bombalıyor. Savaşın kimi Kuzey Kürdistan kentlerinde, ilçelerinde, mahallelerinde de yürümesinde, kent, ilçe, mahalle “Halk meclisleri” adına yapılan “Demokratik özyönetim” açıklamaları; bu açıklamaların T.C. tarafından “ülkenin bölünmesi” olarak tanımlanması ve “özyönetim”lerin T.C. tarafından faşist şiddetle yok edilmeye çalışılması önemli rol oynuyor. T.C. bu özyönetim ilanlarını ve bunların silahla da korunarak yaşatılmaya çalışılmasını barbarca savaşının bahanesi olarak kullanıyor. Demokratik özyönetim tartışmalarda yer yer “demokratik özerklik” olarak da adlandırılıyor. Biz bu yazımızda, ulusal sorunun çözümünde özerklik konusunda komünist tavrın ne olduğunu kısaca ortaya koyup Abdullah Öcalan’ın “Demokratik Özerklik” olarak adlandırdığı anlayışın bu anlayışla bağının olup olmadığının; Aralık 2010’da Amed’de yapılan “Demokratik Özerklik Çalıştayı”nın sonuç bildirisinde ortaya konan görüşlerin Abdullah Öcalan’ın görüşleriyle bağını ortaya koyup 10 Ağustos 2015’den başlayarak ilan edilen “demokratik özyönetim”lerin somut gelişmesi üzerinde duracağız. Buna bağlı olarak da Avrupa Özerk Yönetimler Özerklik Şartı’nda öngörülenin ne olduğuna değineceğiz. Ulusal sorunun çözümü olarak önerilen özerkliğin değişik biçimleri konusunda komünist tavır: a) “Ulusal kültürel özerklik”: Ulusal Sorun üzerine Marksist saflarda 20. yüzyılın başlarında yürütülen tartışmalarda çok uluslu devletlerde sorunun çözümü konusunda 3 getirilen önerilerden biri “ulusal kültürel özerklik” olmuştur. Avusturyalı sosyal-demokratlar O. Bauer ve R. Springer tarafından ortaya atılan, Yahudi milliyetçileri Bundçular ve diğer değişik milliyetçiler tarafından da desteklenen ve ‚ulusal program‘ haline getirilen ‘ulusal-kültürel özerklik’ konusunda Stalin, 1913’te kaleme aldığı “Marksizm ve Ulusal Sorun” başlıklı yazısında tavır takınır. (Stalin, Eserler, cilt 2, İnter Yayınları, 1989 İstanbul, s. 253-312) Lenin sözkonusu yazıyı önceden “Harika bir Gürcü işe koyuldu ve Prosveşçenye için büyük bir makale hazırlıyor. Bunun için tüm Avusturya ve diğer malzemeleri bir araya getirdi.”diyerek haber verir. (Lenin, “Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine”, İnter Yayınları, 1998 İstanbul, s. 84) Stalin, bu makalenin yazımı sırasında Avusturya Sosyal Demokrasisi’nin programını eleştirir. Eleştirdiği konulardan biri de “ulusal-kültürel özerklik” anlayışıdır. Avusturya Sosyal Demokrat Partisi 1897’de Wimberg’te yaptığı Kongre’de bölünmeye başlar. 1899’da Brünn Kongresi’nde bölünme derinleşir. Bölünmenin nedeni, Brünn Kongresi’nde kabul edilen ‘ulusal-kültürel özerklik’ programıdır. Brünn Kongresi’nden sonra altı ulusal parti ortaya çıkar. Partilerin milliyetlere göre ayrılmasının ertesinde, sendikalar ve kitle örgütleri de milliyetlere 4 göre örgütlenir. Avusturya Sosyal Demokrasisi, ’ulusal kültürel özerklik’i Çekler, Polonyalılar ve Almanlar için yaşadıkları topraklardan bağımsız olarak öngörür. Bu anlamda öngörülen bölgesel özerklik değil, topraktan bağımsız ele alınan ‘ulusal özerklik’tir. Stalin şöyle demektedir: “...Avusturya‘nın her yanına dağılmış Çeklerin, Polonyalıların, Almanların vb. birey olarak, tek tek kişiler olarak alındıklarında, bir ulus oluşturdukları ve bir ulus olarak Avusturya devleti içinde yer aldıkları anlamına gelmektedir. Böyle bir durumda Avusturya, özerk bölgelerin birliği değil, topraktan bağımsız olarak yapılanmış özerk milliyetlerin oluşturduğu bir birlik olacaktır.” (Stalin, Seçme Eserler, cilt 2, İnter Yayınları, 1989 İstanbul, s. 278) ‘Ulusal kültürel özerklik’in çıkış noktası verili devletlerin toprak bütünlüğünün ve merkezi devletin varlığının sorgulanmamasıdır. Bu “çözüm”ün savunucularına göre; merkezi devlet olduğu gibi kalacak, devlet içinde yaşayan bütün uluslara ve azınlıklara topraktan bağımsız, olarak ele alınan “ulusal kültüel” haklar tanınacaktır. Böyle bir ulusal ‘kültürel özerklik’, gerçekte egemen ezen ulusun devleti durumunda olan merkezi devletin varlığını sorgulamaz. Devletin yapısında temel bir değişiklik öngörmez. Bu çok uluslu merkezi devlet içinde ezilen uluslar için öngörülen sadece kültürel organlarıdır. Böyle bir ‘ulusal kültürel özerklik’ teorisi ile gerçekte ilhak meşrulaştırılmaktadır. Bu ulusal kültürel özerklikte örneğin çok uluslu devlet içinde ezilen ulus konumundaki Polonyalılar, Çekler vb. için yaratılacak olan ‘ulusal kurumlar’,‘siyasi’ sorunlarla değil, sadece ‘kültürel’ sorunlarla ilgilenecektir. Bütün siyasal sorunlar merkezi yapının parlamentosunda (Avusturya parlamentosu) tartışılacaktır. Avusturya Sosyal Demokrasisi’nin 1899’da karara bağlanan programında; eyaletler temelinde özerk bölgelerin oluşturulması reddedilmektedir. ’Ulusal/kültürel özerklik’in mimarları, Springer ve Bauer’dir. Springer ve Bauer, ulusu ve dolayısıyla ‘ulusal/ kültürel özerklik’i belirli bir topraktan bağımsız olarak, yalnızca ulusal kültür dedikleri şeyle ele alan ve bireyler topluluğuna indirgeyen bir anlayışa sahiplerdir. Onlara göre; ulusun toprakla hiçbir ilgisi yoktur. Avusturya Sosyal Demokrasisi ulusal özelliklerin korunması ve geliştirilmesini savunur. Bunun da yolu her ulusa “ulusal kültürel özerklik” tanınması, örneğin, her ulusun, o ulusun bireylerinin, nerede yaşıyor olursa olsunlar, kendi okullarında, kendi belirledikleri bir müfredatla kendi ulusal eğitimini görmesidir. Belli bir ulustan insanların yoğun oldukları bölgeler temelinde, bölgesel bir özerklik bu anlayışa göre gerekli ve doğru değildir. Stalin şöyle der: “Ama, bir ulusu oluşturan kişiler her zaman kapalı bir kütle halinde yaşamazlar, çoğu zaman gruplara bölünürler ve bu yolla yabancı ulusal organizmalara bulaşırlar. Onları ekmeklerini kazanmak için çeşitli bölgelere ve kentlere süren, kapitalizmdir. Yabancı ulusal bölgelere ve kentlere süren, kapitalizmdir. Yabancı ulusal bölgelerde bulunan ve oralarda azınlıklar oluşturan bu gruplar, bölgedeki ulusal çoğunluk tarafından, dilleri, okulları ve benzer diğer kurumları zorla engellenerek baskılanırlar. Ulusal çatışmaların nedeni budur. Bölgesel özerkliğin „işe yaramazlığının“ nedeni budur. Bauer ve Springer‘in görüşüne göre, bu durumdan tek çıkar yol, devletin çeşitli bölgelerine dağılmış sözkonusu milliyetin azınlığını genel ve bütün sınıfları kapsayacak bir ulusal birlikte örgütlemektir. Onlara göre, ulusal azınlıkların kültürel çıkarlarını ancak bu tür bir 5 birlik koruyabilir, ancak böyle bir birlik ulusal kavgaya bir son verebilir.” (age, s. 281) 20. yüzyılın başındaki “ulusal kültürel özerklik” teorisyenleri milletlerin yaşadıkları topraktan bağımsız olarak ulus oluşturduklarını, ulusun temelinin kültür olduğunu savunmaktadır. Kişilerin hangi ulusa ait olduğu nasıl belirlenir sorusuna, ‘nüfus kütüklerine bakılarak’ cevabı verilir. Bir şehirde, nüfus kütüklerine bakılarak Almanlar, Çekler ve Polanyalıların hangi ulustan oldukları tespit edilir. Nüfus kütüklerine göre tespit edilenler kendi ulusal meclislerini seçer. Ulusal meclisler, o ulusun “kültür parlamentosu” olarak hizmet eder ve ulusal kültürü geliştirir. Otto Bauer, ‘ulusal kültürel özerklik’i sadece Avusturya için düşünmez. Avusturya gibi birçok milliyettten oluşmuş tüm ülkeler için ‘ulusal kültürel özerklik’ modelinin geçerli olduğunu savunur. Bütün ulusları kapsayan bu temeldeki birliklerin sosyalist toplumda da geçerli olduğunu belirtir! ‘Ulusal-kültürel özerklik‘in çıkış noktası, verili devletin birliği ve bölünmezliğinin kabulüdür. Bauer, bunu şöyle ifade ediyor: „Biz ilkönce, Avusturya uluslarının şimdi içinde yaşadıkları devlet içinde kalacaklarını varsayıyoruz...“ (Aktaran: Stalin, Eserler, cilt 2, s. 274) Ulusal baskının temel aracı olan ezen ulus devleti, varlığını koruduğu sürece ezilen ulusların ulusal baskı6 dan kurtulmaları mümkün değildir. ‘Ulusal-kültürel özerklik‘te, egemen ulusun ilhakı, imtiyazları savunmanın yanında ezilen ulus milliyetçiliğinin istemi temelinde ulusal örgütlenme var. ‘Ulusal özerklik’, devlet içine dağılmış ulusun bütün bireylerini ‚ulusal kültürel örgütlerde‘ örgütlerken, ezen ve ezilen ulustan işçiler arasına da ulusal duvarlar örer. Ezilen ulusun proleterleri sınıf kardeşlerinden uzaklaşır, kendi burjuvazisine yaklaşır. Ulusal ayrılıklar körüklenir, sınıfsal ayrılıkların üstü örtülür. Böylelikle ulusal baskı devam eder. Stalin’in düşüncelerini özetlersek; ‘Ulusal kültürel özerklik’, ulusların kendi kaderini tayin hakkının yerine konulmaktadır. ‘Ulusal-kültürel özerklik’, çok uluslu devletin yapısını ve varlığını sorgulamamakta, çözümü o devletin varlığı şartları içinde düşünmektedir. ‘Ulusal-kültürel özerklik’, topraktan bağımsız olarak ele alınan ulusa sadece kültürel haklar kazandırmayı hedeflemektedir. Ulusun kendi kaderini tayin hakkı, ulusa tüm haklarını kazandırma vb. nin yanından bile geçmemektedir. ‘Ulusal-kültürel özerklik’, ulusun bütün gelişme aşamalarına ters düşmektedir. ‘Ulusal-kültürel özerklik’, proletaryayı örgütleme yerine ulusu ‘yaratma, örgütleme’sidir. ‘Ulusal-kültürel özerklik’, milliyetçiliğin inceltilmiş bir biçimidir. ‘Ulusal-kültürel özerklik’, ulusları birbirlerinden ayırır. Aynı zamanda işçi hareketinin parçalanmasına da zemin hazırlar. Stalin, ulusal kültürel özerklikten ayrı olarak ele aldığı bölgesel özerkliği ise şöyle tanımlar: “Bölgesel özerkliğin üstünlüğü öncelikle şudur: Burada sözkonusu olan topraksız bir kurgu değil, fakat belirli bir toprakta yaşayan belirli bir ahalidir. Bundan başka bu özerklik, insanları uluslara göre ayırmaz, ulusal engelleri sağlamlaştırmaz - aksine engelleri yıkar ve farklı bir ayrımın, sınıflara göre ayrımın yolunu açmak için nüfusu birleştirir. Son olarak bu özerklik, sözkonusu bölgenin, ortak merkezin kararlarını beklemek zorunda kalmaksızın doğal zenginliklerini en iyi biçimde kullanma ve üretici güçleri geliştirme olanaklarını sağlar - ki bunlar ulusal özerkliğin içermediği fonksiyonlardır.” (age, s. 314) Stalin, Avusturya Sosyal Demokrasisi’nin savunduğu ‘ulusalkültürel özerklik’in alternatifinin bölgesel özerklik olduğunu belirtmektedir. Stalin, burada Rusya Bolşeviklerinin o günkü programının ulusal sorunla ilgili bölümünü ortaya koymaktadır. Rusya’da Bolşevikler, ulusal sorunda programatik olarak ulusların ayrılma hakkını, milliyetler arasında tam hak eşitliğini savundu- lar. Demokratik devrim ertesi Rusyası için somut çözüm olarak 1917’ye dek bölgesel özerkliği savundular. Ekim Devrimi öncesinde onlar, yer yer federasyon biçimindeki bir çözüme karşı çıktılar. Merkezi iktidar ele geçirildikten sonra, Sovyetler Birliği’nin kurulması aşamasında federatif bir devlet yapılanmasına gittiler. Çünkü onlar ezilen ulusların özgürlüğü ilkesine uygun davranıyorlardı ve somut olarak da bölgesel özerkliğin tüm durumlara cevap verecek bir çözüm olmadığını görüyorlardı. Ulusların özgür birliğine, giderek kaynaşmasına ve evet sonuç olarak ulusların ortadan kalkacağı hedefe yürümek için değişik yollara başvurdular. Bölgesel özerklikten birlik cumhuriyetlerine kadar değişik çözüm yollarını denediler, uyguladılar. Rusya Bolşevikleri devrim öncesinde bölgesel özerkliği savunup federasyona karşı çıktıklarında da esas düşünce olarak, federasyonun iki eşit güç arasında mümkün olacağı, eşitsizler arasında olmayacağını savunuyorlardı. Bunda haklıydılar. Ulusların eşit hale gelebilmesi için ezilen ulusların ayrılma hakkını özgürce kullanabileceği şartların yaratılması gerekli idi. Bu ise Rusya’da demokratik devrim gerçekleştirilmedikçe, Çarlık devrimle yıkılmadıkça mümkün değildi. Sözkonusu eşitsizlik ortadan kalktığında federasyonu da savundular ve uyguladılar. Bu bağlamda şunların bilinmesi 7 önemlidir: Bölgesel özerklik ile federasyon arasında özde bir fark yoktur. Kuşkusuz fedaratif birlik biçimi, bölgesel özerkliğe göre daha ileridir. Buradaki temel sorun şudur: Ulus nasıl örgütleneceğine, nasıl bir birlik içerisinde nasıl yer alacağına, veya ayrılıp kendi devletini kurup kurmayacağına kendi özgür iradesi ile kendisi karar verebilmelidir. Bunun gerçekleştirilebilmesi için ülkenin tamamen demokratikleştirilmesi ön şarttır. Ülkenin tamamen demokratikleştirilmesi, Rusya’nın o günkü şartlarında Çarlığın işçi sınıfı önderliğinde demokratik devrim ile alaşağı edilmesini, işçilerin köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğünün kurulmasını gerektirmekteydi. Demokratik devrimin gündemde olduğu ülkelerimizde de benzer bir biçimde, ulusal sorunun gerçek anlamda çözümü demokratik halk devriminin zaferine bağlıdır. Ülkelerimizin gerçek anlamda demokratikleştirilmesi bir reform talebi değil, devrim talebidir. Çünkü kapitalist sistem içerisinde gerçek anlamda ülkenin, ülkelerin demokratikleştirilmesi mümkün değildir. Bu anlamda uluslar arasında eşitliğin sağlanması ve zoraki birliğin parçalanması gerekmektedir. Ulusların ayrılma hakkının güvence altına alınması, ulusal sorunun çözümünde vaz geçilmez bir noktadır. Uluslar arasında tam hak eşitliğinin sağlanması 8 ve zorunlu devlet dilinin varlığına son verilmesi gerekir. Kısaca, bir ulusun özgür iradesiyle nasıl yaşayacağına özgürce karar verebileceği şartların yaratılması gerekir. İbrahim Kaypakkaya daha 1972’de, ML ilkelere dayanarak kaleme aldığı “Türkiye’de Milli Mesele” yazısında, “Marksist Leninist Hareketin Milli Meseleyle İlgili Görüşlerinin Özeti” başlıklı bölümünde bugün de güncel ve doğru olan şu görüşleri ortaya koymuştur: “Marksist-Leninist hareket, bugün Türk hakim sınıflarının Kürt milletine ve azınlık milliyetlere uyguladığı milli baskıların en amansız ve en kararlı düşmanıdır; milli baskılara, diğer diller üzerindeki baskılara, milli imtiyazlara karşı en önde mücadele eder. Marksist-Leninist hareket, Türk burjuva ve toprak ağaları tarafından ezilen Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkını, yani ayrılma ve bağımsız bir devlet meydana getirme hakkını her dönemde ve kayıtsız şartsız tanır ve savunur. Marksist-Leninist hareket, devlet kurma hakkı konusunda da imtiyaza karşıdır. Halk demokrasisinin en temel ilkeleri bunu zorunlu kılmaktadır. Aynı zamanda Türk burjuva ve toprak ağalarının Türkiye’deki azınlık milliyetlere uyguladığı şimdiye dek görülmedik milli baskılar da bunu zorunlu kılıyor. Bu aynı zamanda bizzat Türk işçilerin ve emekçilerin özgürlük mücadelesi ta- rafından zorunlu kılınmaktadır, çünkü onlar, Türk milliyetçiliğini yıkmazlarsa, onlar için kurtuluş imkansız olacaktır. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, belli bir ulusun ayrılmasının gerekliliği ile asla karıştırılmamalıdır. MarksistLeninist hareket, ayrılma sorununu her özel meselede somut olarak ele alır, ‘bir bütün olarak sosyal gelişmenin ve sosyalizm için, proletaryanın sınıf mücadelesinin menfaatleri açısından yargılar ve tayin eder’. Marksist-Leninist hareket, tasvip etmediği bir ayrılma kararında da zor kullanmayı, engel ve güçlük çıkarmayı kesinlikle reddeder. Sınırlar, milletin kendi iradesiyle tespit edilmelidir. Bu, çeşitli milliyetlere mensup işçi ve emekçi yığınların karşılıklı güveni, sağlam dostluğu ve gönüllü birliği için zorunludur. Marksist-Leninist hareket, genel olarak ezilen milliyetlerin ve özel olarak Kürt milletinin milli baskılara, zulme ve imtiyazlara karşı yönelmiş mücadelesini kesinlikle destekler; ezilen milletin milli hareketindeki genel demokratik muhtevayı kesinlikle destekler. Marksist-Leninist hareket, Kürt milli hareketinin başını çeken burjuva ve küçük toprak ağalarına karşı da, Kürt proletaryasının ve emekçilerinin sınıf mücadelesini yürütür ve yönetir. Kürt burjuva ve toprak ağalarının milliyetçiliği güçlendirmeyi hedef alan eylemlerine karşı, Kürt işçi ve emekçilerini uyarır. Marksist-Leninist hareket, çeşit- li milliyetlerin burjuva ve toprak ağası sınıflarının kendi üstünlükleri için giriştikleri mücadeleler karşısında kayıtsızdır. Marksist-Leninist hareket, milli baskılara karşı mücadeleyi toprak ağalarının, şeyhlerin, mollaların vb... durumunun güçlenmesiyle bağdaştırma çabasında olanlara karşı mücadele eder. Marksist-Leninist hareket, Türk hakim sınıflarıyla işbirliği yapan Kürt büyük feodal beylerinin, din adamlarının, büyük burjuvalarının, işçileri ve emekçileri bölme çabalarını, el altından Türk burjuva ve toprak ağalarıyla, bütün milliyetlerin emekçi halklarının aleyhine dalavereler yürüterek işçileri ve emekçileri uyutma çabalarını, çoğu zaman milliyetçi sloganlarla örtbas etmeye çalıştıklarını bilmektedir ve bunlara karşı mücadele eder. Marksist-Leninist hareket, Lenin yoldaşın da işaret ettiği gibi, bütün ülkelerin ve hele ezilen ülkelerin geniş emekçi yığınları önünde bıkmadan, usanmadan siyasi bakımdan bağımsız devletler kurma maskesi altında, gerçekte iktisadi, mali ve askeri alanlarda kendilerine tamamen tabi devletler yaratan emperyalist devletlerin sistemli biçimde uyguladıkları aldatmacayı açıklar ve suçlar. Marksist-Leninist hareket, işçi sınıfının ve diğer emekçilerin belli bir devlette, birleşik örgütlerde, siyasi, sendikal, kooperatif, eğitsel vb. örgütlerde kay9 naştırılmasını savunur. İşçileri ve emekçileri milliyetlerine göre ayrı örgütlerde toplama eğilimleriyle mücadele eder. Çünkü değişik milliyetlerin işçileri ve emekçileri, uluslararası sermayeye ve gericiliğe karşı ancak bu şekilde başarılı mücadele yürütme imkanına kavuşur; bütün milliyetlerin toprak ağalarının, din adamlarının ve burjuva milliyetçilerinin propagandasıyla ve gerici özlemleriyle ancak bu şekilde başarıyla mücadele etme imkanına kavuşur. Marksist-Leninist hareket, ülkemizde her milliyetten burjuva ve küçükburjuva oportünist partiler ve akımlar tarafından genellikle benimsenen ‘kültürel-milli özerklik’ planını kesinlikle reddeder. Çünkü bu plan, bir tek devletin eğitim işlerinin milliyetlere göre bölünmesini önermektedir; böylece, her milliyetin işçi ve emekçilerini, o milliyetin burjuva ve toprak ağalarının kültürüne bağlamayı ve onları manevi bakımdan köleleştirmeyi hedef almaktadır. Dolayısıyla, hem demokrasi açısından, hem de proletaryanın sınıf mücadelesinin menfaatleri açısından son derece zararlıdır. Marksist-Leninist hareketin demokratik halk diktatörlüğü sisteminde milli meseleye getireceği çözüm şudur: Demokratik halk diktatörlüğü sisteminde bütün milletlerin ve dillerin tam eşitliği garanti edilecektir. Hiçbir zorunlu dil tanınmayacak, halka bütün yerli dillerin öğretildiği okullar 10 sağlanacaktır. Halk devletinin anayasası, herhangi bir milletin, herhangi bir imtiyaza sahip olmasını ve milli azınlığın haklarına herhangi bir tecavüzü kesinlikle yasaklayacaktır. Her ulusa, kendi kaderini tayin etme hakkı tanınacaktır. Bütün bunların gerçekleşmesi için, özellikle yaygın bölgesel özerklik ve tamamen demokratik yerel kendi kendini yönetim gereklidir. Bu özerk ve kendi kendini yöneten bölgelerin sınırları, ekonomik ve sosyal şartlar, nüfusun milli bileşimi vb... temeli üzerinde, bizzat mahalli nüfus tarafından tayin edilecektir. Milli meseledeki temel şiarımızı bir kere daha tekrarlayalım: ‘Bütün uluslar için tam hak eşitliği; ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı; bütün ülkelerin işçilerinin [ve ezilen halkların] birleşmesi.’” (İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, s. 256259) Abdullah Öcalan’ın Gündeme Getirdiği “Demokratik Özerklik“ Nedir? Abdullah Öcalan önderliğindeki PKK’nin çıkış noktasında ilan edilmiş programatik hedefi “Bağımsız, Birleşik, Demokratik Kürdistan”dı. PKK’nin savaşı, başlangıcında “Kürt ulusunun ayrılıp, ayrı devlet kurma”sı, Kürdistan’ın bütün parçalarının birleşik, demokratik bir Kürt ulusal devleti içinde birleştirilmesi hedefiyle yürütü- lüyordu. Bu hedefe varmak için savaş dışında başka bir çözüm yolu da yoktu. PKK’nin Türk devletine karşı yürüttüğü savaşın amacı, savaş süreci içerisinde değişikliklere uğradı. 1993’de “ Bağımsız, Birleşik, Demokratik Kürdistan” programatik amacından vazgeçildi. T.C. devletinden ayrılıp, ayrı devlet kurma hedefi 5. Kongre kararıyla program düzleminde de bir kenara bırakıldı. T.C. devletinin üniter yapısı içerisinde ve T.C. devletinin sınırlarını sorgulamayan bir “çözüm” modeli geliştirildi. İlk dönemde bu program değişikliği birçok PKK’li tarafından taktik bir adım olarak savunulmaya çalışıldı. PKK’nin katiyen “Bağımsız, Demokratik, Birleşik Kürdistan” stratejik hedefinden vazgeçmediği söylenerek savunulmaya çalışıldı. Eleştiri getirdiğimizde “siyaset yapmaktan anlamamak”la suçlandık. Abdullah Öcalan, 1999’da Kenya’nın başkenti Nairobi’de uluslararası bir komplo ile T.C. devletine teslim edildi. İmralı Adası’nda görülen duruşmaya sunduğu yazılı savunmasında Öcalan, T.C. devleti sınırları içinde “demokratik çözüm” ve “birlikte yaşam” vurgularını ön plana çıkardı. Net olarak artık “devlete karşı silahlı mücadeleyle bir yere varılamayacağının görüldüğünü”, savunduklarının “taktik” vb. olmadığını, eğer T.C. Ortadoğu’da gücünü arttırmak istiyorsa, bunun yolunun Türk/Kürt işbirliğinde yattığını; ken- disinin eğer istenirse ve imkan tanınırsa PKK’yi kısa süre içinde dağdan indirebileceğini, PKK’nin gücünün Türk devletinin gücüne eklenmesinin Türkiye’yi büyüteceğini vs. açıkladı. Bu savunmada Öcalan çözüm için henüz “demokratik özerklik” kavramını kullanmıyordu. Öcalan İmralı’da devlet kontrolünde tecrit şartları altında yeni “teoriler” geliştirdi. Bir bölümü Marksizm adına da konuşan kimi liberal teorisyenlerin “sivil toplumcu” düşüncelerini “yeni” teoriler olarak savunmaya başladı. Bu teorilere göre ulusal devletler artık miyadını doldurmuştu. Artık kendi ulusal devletini kurmak için mücadele aslında devrimci bir mücadele olmaktan çıkmıştı. Gericilkti. Var olan devletler içinde bu devletleri yıkmak ve iktidar olmak için mücadele etmek yerine, toplumun bütün “ötekileştirilenleri”, devlet yapısını sorgulamaksızın alttan örgütlenmelerle kendi kendilerini yönetebilirlerdi ve yönetmeli idiler. Bu alttan sivil toplum örgütlenmeleri ile ve sivil itaatsizlik eylemleriyle sonuçta bütün toplum –bu arada devlet de– demokratikleştirilebilirdi. Abdullah Öcalan, daha sonraki süreçte yazdığı yazılarda çözüm önerisinin adını “demokratik özerklik” koydu. Öcalan’ın förmülüne göre; “demokratik özerklik” “hem Kürt toplumunun iç geriliklerine karşı iç demokratikleşmeyi sağlayacak, hem de 11 Kürtlerin dışarıya karşı duruşunu ifade edecek”, “devlet karşıtlığı içermeyen”, “devlet kurmayı hedeflemeyen”, “mevcut sınırlar ve devlet yapıları içinde Kürtlerin özgürlüğünü temsil eden”, “sınırlarla problemi olmayan”, “yerelin kendini devlet içinde ifade etmesi anlamına gelen”, “devletin kurumları yanında Kürtlerin bir nevi kendi taleplerini karşıladığı bir yapı”dır. (Komünar Dergisi, sayı 47, A. Öcalan’ın “demokratik özerklik” başlıklı yazısı.) Öcalan Ekim 2010’daki görüşme notlarında şöyle diyor: “Biz Türkiye’nin bütünlüğü içinde soruna çözüm arıyoruz, öyle bölücü falan değiliz, kardeşlik anlayışımız, birlik anlayışımız stratejiktir… Ben demokratik özerkliği Kürtlerin özgürlük alanı olarak ele alıyorum. Demokratik özerklik daha önce de belirttiğim gibi etnisiteye ve coğrafi sınırlara dayanmaz. Bu bir özyönetimini oluşturmasıdır. İşte ‘demokratik özerkliği ilan ediyoruz’ değil de, ‘demokratik özyönetimimizi inşa ediyoruz’ denilmelidir. Bu bir savaş ilanı falan da değildir, demokratik bir inşa, demokratik örgütlenme faaliyeti12 dir. Bu her alanda yaygınlaştırılır, spor kulüplerinden tutalım kooperatiflere kadar, toplumun her alanı örgütlenir.” (27.10.2010 tarihli avukat görüşme notları. Komünar Dergisi, sayı 47, s. 3) Görüldüğü gibi Öcalan, “etnisiteye ve coğrafi sınırlara dayanmayan” bir “özyönetim”den söz ediyor. “Kürtlerin özgürlük alanı” olacak bu “özyönetim” Öcalan’a göre Türkiye’nin üniter yapısı “bütünlüğü” içinde “demokratik bir inşa, demokratik örgütlenme faaliyeti”dir. Öcalan’ın savunduğu bu “demokratik özerklik” anlayışı ile Avusturya Sosyal Demokrasisi’nin savunduğu “ulusal-kültürel özerklik” anlayışı arasında, var olan devlet bütünlüğünü çıkış noktası alma ve sorgulamama, çözümü bu devletin bütünlüğü içinde arama noktasında birlik vardır. Bu noktada her iki özerklik anlayışı da reformisttir. Öcalan’ın “demokratik özerklik” anlayışı ile Avusturyalı Sosyal Demokratların “ulusal kültürel özerklik” anlayışı arasındaki teorik farklılık, Öcalan’ın demokratik özerkliğinin –en azından teoride– etnisiteye dayandırılmamasıdır. Öcalan, 2010’da yayınlanan görüşme notlarında, demokratik özerkliğin altı temel unsuru olacağını açıklar: Buna göre; yerel meclis ve yerel hükümet; anayasal statü; yerel ve özerk ekonomi; Kürtçe eğitim; öz güvenlik ve diplomasi. Demokratik Toplum Kongresi’nin “Demokratik Özerklik Çalıştayı”: Abdullah Öcalan’ın kendi içinde bir tutarlılığı olmayan, 20. yüzyılın başındaki “ulusal kültürel özerklik” tezleriyle, 20 yüzyılın son yıllarının moda “sivil toplum” teorilerinin bir karışımı olan “demokratik özerklik” teorisi, Kürt Ulusal Hareketi ve onun kuyruğuna takılan kimi “sol”cular tarafından teoriye katkı olarak sahiplenildi. Öcalan’ın çağrısı üzerine kurulan Demokratik Toplum Kongresi, 18-19 Aralık 2010’da Amed’de bir “Demokratik Özerklik Çalıştayı” düzenledi. Bu çalıştayda “Demokratik Özerk Kürdistan Modeli Taslağı” tartışmaya açıldı. DTK, demokratik özerkliği Öcalan’ın ortaya attığı altı unsura yenilerini ekleyerek tanımladı. Buna göre, demokratik özerklik “Kürdistan toplumunu siyasal, hukuki, öz savunma, sosyal, ekonomik, kültürel, ekoloji ve diplomasi şeklindeki sekiz boyutta örgütleyerek siyasi irade yapıp, demokratik özerk Kürdistan inşasını hedeflemektedir.” (http://bianet.org/ files/doc_files/000/000/179/original/ demokratik%C3%B6zerklik.htm) Burada görüldüğü gibi bir “Demokratik Özerk Kürdistan inşası” hedefi konmaktadır. DTK’nın “Demokratik Özerk Kürdistan Modeli’nin taslağı”nda şöyle deniyor: “Demokratik özerklik, daha önce Türkiye‘nin demokratikleşerek demokratik cumhuriyet haline gelmesi temelinde önerdiğimiz çözüm projesi somutlaşmış ifadesi olmaktadır. Bizler bir yandan Demokratik özerkliği devletle diyalog temelinde gerçekleştirmek isterken, diğer yandan halkımızın demokratik örgütlenmesi ve buna dayalı mücadelesi temelinde kurumlaştırmak istiyoruz. Bu model, ulus devletin bırakalım farklı toplulukları bir arada tutmasını sürekli çatışma ve istikrarsızlık yaratan karakteri nedeniyle toplumları birbirinden uzaklaştıran anlayışına karşı ulusal sorunlarda en doğru çözüm modeli olmaktadır. Nitekim günümüzde, farklı toplulukların yaşadığı ulus devletler dönüşüme uğrayarak özerklikler temelinde farklı etnik ve dinsel toplulukların bir arada yaşadığı göreceli demokratik siyasal sistemler haline gelmektedirler. Çünkü farklılıkların özgünlüğünü ve özerkliğini kabul etme temelinde çoğulcu bir toplum olmak, çağımızın temel demokratik eğilimidir. Demokratik özerklik, yalnız Türkiye ile Kürtler arasındaki ilişkileri ve Kürt sorununu çözmeyecek, bunun yanında Türkiye‘nin toplumsal sorunlarının çözümü açısından da köklü bir demokratik siyasal yapılanmayı ortaya çıkaracaktır. Ahlaki ve politik toplum olarak ifade ettiğimiz özgürlükçü-komünal değerleri taşıyan örgütlü demokratik top13 luma dayandığından dolayı, ekonomik sorunlar dahil tüm sorunları çözmeyi hedeflemektedir. (…) Demokratik özerklik; Türkiye halklarının hiçbir ihtiyacını karşılamayan, Türkiye toplumuna da yük haline gelen ulus-devletin var olan katı zihniyetini değiştirme ve halkların siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel gelişmesi önünde engel olmaktan çıkarma temelinde cumhuriyetin demokratikleşmesini hedeflemektedir. Dolayısıyla demokratik özerklik, demokratik cumhuriyetin Kürdistan‘daki izdüşümü olarak görülmelidir.” Yani bir yandan “Demokratik Özerk Kürdistan” olacak. Fakat bu “özerk demokratik Kürdistan” bir ulus devlet olmayacak. Kendi kendini yöneten bir topluluklar/örgütler birliği olacak. Var olan devlet içinde alttan demokratik örgütlenmeler/komünler kendi kendilerini –devletin varlığı şartlarında, devlete rağmen– yönetecekler. Bu arada da topluma yük haline gelmiş olan ulus devletin katı zihniyetini değiştirip onu da demokratikleştirip, demokratik cumhuriyet haline dönüştürecekler. Bu tam bir kafa karışıklığıdır. Çıkış noktasında ulus devletin miyadını doldurduğu yanlış tezi vardır. Ulus devletin miyadını doldurduğu gerçeğe gözlerini kapamak, isteği gerçeğin yerine koymaktır. Bugünün gerçekliği, top14 lumsal örgütlenmenin esas biçiminin hala –kimi çok uluslu– “ulus devlet” örgütlenmesi olduğudur. Bu yanlış tezi savunanlara göre “günümüzde, farklı toplulukların yaşadığı ulus devletler dönüşüme uğrayarak özerklikler temelinde farklı etnik ve dinsel toplulukların bir arada yaşadığı göreceli demokratik siyasal sistemler haline gelmekte” imişler! Bu da günümüzün gerçekliği ile ilgisi olmayan bir tespittir. Emperyalizmin siyasi alanda bütün çizgi boyunca gericilik olduğunu; emperyalizmin demokrasi konusunda aslında burjuva demokrasisinin devrimci olduğu dönemdeki demokrasisinden uzaklaştığını; emperyalizm ile gerçek anlamda bir demokrasinin bir arada olamayacağını görmeyen bir tespittir bu. Kapitalist/emperyalist ulus devletler dönüşüme uğrayıp göreceli demokratik siyasal sistemler haline gelmiyor. Burjuva demokrasisinin en gelişmişi bile kendisini tehdit altında hissettiğinde iktidarını korumak için faşist tedbirlere başvuruyor. Ulusal sorun sözkonusu olduğunda ise genel eğilim kendisini, ulus devletlerin kendi içlerindeki ulusal hareketleri ya –geçici de olsa– askeri olarak ezmesi ( Sri Lanka örneği) ya da uzun savaşlar ertesinde kendi içinde eritmesi, teslim alması ve görünürde bölgesel özerklik vermesi (Kuzey İrlanda ve Bask bölgesi örnekleri) biçiminde gösteriyor. Kapitalist/emperyalist sistem var olduğu sürece, kapitalist ulus devlet devrimle yıkılmadığı, işçi-köylü/emekçi iktidarları kurulmadığı sürece başka çözüm de yok. Tabii ulus devletlerin merkezi devlet iktidarlarının örneğin emperyalistlerin de marifetleriyle sarsılması halinde, bir iktidar boşluğunun doğması halinde yeni ulus devletlerin oluşması da mümkün. Fakat bu ulusal devletler bir emperyalist büyük gücün veya güçlerin desteğine muhtaç. Örneğin bugün Güney Kürdistan’daki “Kürdistan Bölgesel Yönetimi” adı altındaki oluşum, aslında bir yarı ulus devletidir. Fakat bir dış gücün –somutta ABD’nin ve diğer batılı emperyalistlerin– desteği olmaksızın yaşama şansı az. Rojava’da da benzer bir gelişme gündemde. O dönemde Demokratik Toplum Kongresi’nin başat aktörü olan DBP tarafından (sonradan HDP –Halkların Demokratik Partisi– ve DBP –Demokratik Bölgeler Partisi– olarak iki parti biçiminde hareket etmeye başladılar) “Türkiye’nin Demokratikleşmesi ve Kürt Sorununa Dair Siyasi Tutum Belgesi” yayınlandı. (http://www.bdp.org. tr/yayinlarimiz/demokratik-ozerklik/ demokratik-ozerklik.html) DBP’nin tutum belgesine göre, demokratik özerkliğin merkez birimleri idari/coğrafi bölgelerden oluşuyor. Buna göre, Türkiye’de 20-25 bölge oluşturulmalı, bu bölgeler kendi meclisleri ve bu meclislerin oluşturacağı hükümetler eliyle yönetilmelidir. DBP’ye göre; bölgesel meclisler, eğitim, sağlık, kültür, sosyal hizmetler, tarım, denizcilik, sanayi, imar, çevre, turizm, telekomünikasyon, sosyal güvenlik, kadın, gençlik, spor ve diğer hizmet alanlarından sorumlu olacak, buna karşın, dışişleri, maliye ve savunma hizmetleri merkezi hükümet tarafından, emniyet ve adalet hizmetleri ise merkezi hükümet ve bölge meclisleri tarafından ortak yürütülecektir. Görüldüğü gibi DTK, DBP ve Öcalan’ın ‘demokratik özerklik‘ anlayışları arasında da belli farklılıklar vardır. Demokratik Toplum Kongresi (DTK), “Demokratik özerk Kürdistan inşasını“ hedeflerken, DBP tüm Türkiye’de “idari-coğrafi bölgelerden” oluşan bir özerkliği savunmaktadır. Fakat hem Öcalan’ın, hem DTK’nın hem de DBP’nin “demokratik özerklik”inde temel ortak nokta T.C. devletinin mevcut sınırlarının sorgulanmamasıdır. Özerklik T.C.’nin devlet bütünlüğü içinde mümkün görülen ve tasarlanılan bir özerkliktir. Bunun yanında Kürtçenin eğitim dili ve bölgesel resmi dil olarak kabulünü öngören, güçlü bir yerinden yönetimi ve temsili demokrasinin “katılımcı demokrasiyle desteklenmesi”ni esas alan bir özerklik anlayışı ortaktır. Bu görüşler Kürt Ulusal Hareketi açısından açık ve nettir. Net olmayan veya farklı görüşlerin 15 savunulmasına neden olan “yerinde yönetim”in nasıl olacağı konusudur. Özerk Kürdistan mı, eyalet mi, bölge mi, vilayet mi? Yerinden yönetim birimleri hizmet birimleri mi, yoksa hem hizmet hem de yasama birimleri mi olacaktır? Yerinden yönetime hangi yetkiler verilecektir? Yerel yönetimler hangi alanlara dair yasa yapacaktır? Bu konularda farklı görüşler söz konusudur. Yine Öcalan: Kürt Ulusal Hareketi’nin demokratik özerklikle ilgili görüşlerinin şekillenmesinde Öcalan belirleyicidir. Bu anlamda biz esas olarak Öcalan’ın “demokratik özerklik” anlayışı üzerinde biraz daha durmak istiyoruz. Öcalan’a göre “ulus devlet” modeli dünyanın gerçekliği değildir. Tüm kötülüklerin kaynağı “ulus devlet” modelidir! Öcalan, “demokratik uluslaşma ve uluslar kent, yerel ve bölgesel özerklikler olmadan yönetim gücü kazanamaz” (age, s. 4) demektedir. “PKK sadece ulus-devletçiliği aşmakla yetinemez; ancak kendini demokratik modernite unsurlarının prototipi olarak inşa etmek suretiyle öncülük rolünü oynayabilir. Kürt toplumunun demokratik ulus olarak inşa edilmesi, PKK’nin yeni kimlik döneminin başta gelen görevidir. Bu görevini başarması öncelikle kendi sistemini kapitalist modernite unsurlarının alternatifi kılmasıyla mümkündür. Demokratik mo16 dernitenin prototipi olmakla kendisi olmak arasında önemli bir fark vardır.” (A. Öcalan, Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü, A. Öcalan Sosyal Bilimsel Akademi Yayınları, 2013, s. 326) Öcalan’ın “demokratik modernite” projesi devletsiz toplum projesidir. Devletsiz toplum projesi, kapitalizmin ve burjuva devletlerinin egemenliği koşullarında, onların içinde uygulanabilir bir proje değildir. Devletsiz toplum projesi, kapitalist emperyalizm koşullarını ve burjuva devletin bu koşullardaki rolünü görmezden gelen bir anlayışın ürünüdür. Devletin yok olması, sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılması kapitalist/emperyalist egemenlik altında mümkün değildir. Devletsiz bir toplum projesi ancak komünist bir dünyada mümkündür. Öcalan, “kapitalist modernite”ye alternatif olarak ileri sürdüğü “demokratik modernite”nin, “demokratik bir ulusu inşa etme” projesinin, sömürü ve baskı koşullarında, sömürücü egemen sınıfların ve onların devletinin varlığını sürdürdüğü koşullarda mümkün olabileceği düşüncesindedir. Ona göre PKK, “Demokratik Kürt Ulusunu” “demokratik modernite unsurlarının prototipi olarak inşa etmek suretiyle öncülük rolünü oynayabilir.” Nasıl olacaktır bu? T.C.’nin toprak bütünlüğünün ve T.C. devletinin varlığının sorgulanmadığı şartlarda, alttan örgütlenme ile, T.C.’nin içinde ve yanında paralel bir yarı devlet örgütlenmesi yaratılacaktır! “Demokratik özyönetim” konusunda savunulan görüşler bütünlüklü ve mantıklı bir çerçeveye oturtulduğunda anlamı budur. Bu, bugünkü Kuzey Kürdistan-Türkiye somutunda, T.C.’nin hâlâ tekci bir ideolojiye (Tek Millet; Tek Vatan; Tek Bayrak; Tek Devlet) sahip faşist bir devlet olduğu gerçeğine gözlerini kapatan ve onun kendi içinde kendine paralel bir yapılanma olarak “demokratik bir özyönetime” –iktidarda hangi parti olursa olsun– izin vermeyeceği, veremeyeceği gerçeğine gözlerini kapatan bir yaklaşımdır. Bunun ötesinde T.C. devletinin bugün hâlâ egemenlik alanını koruyacak güçte olan bir devlet olduğu gerçeğine gözünü kapayan bir yaklaşımdır. Bunun dışında bugün herhangi bir emperyalist büyük gücün ve güçlerin Türkiye sınırları içinde paralel bir iktidara açık destek verme durumunda olmadığını görmeyen bir yaklaşımdır. Hal böyle iken ve faşist Türk devletinin varlığı şartlarında “kapitalist modernite”ye karşı “demokratik modernite”nin inşa edilebi- leceği söyleniyor. Bu büyük bir yanılgıdır. Öcalan şöyle devam ediyor: “KCK, bu tarihsel ve toplumsal gerçeklerin bilince çıkarılması ve ulus-devletçiliğin kapitalizmin bir tuzağı olduğunun anlaşılması sonucunda, PKK tarafından halkın kendi demokratik yönetim sistemi olarak ilan edilmiştir. KCK ulus-devletçiliğe karşılık Kürt ulus-devletçiliği değildir. İlkesel olarak bunu reddeder. İster bir ulus-devlet çatısı altında (eğer demokrasiye bağlılığını kabul ediyorsa) ister kendi başına bağımsız olsun, Kürt halkının kabul edeceği siyasi otorite kendi demokratik özerk yönetimidir. KCK bu modelin Kürtlerin payına düşenidir. Türkçe karşılığı özce toplumun demokratik olması anlamına gelir. Sistem olarak bütün halkların ulusal şovenizme, sınır kavgalarına, bürokrasiye, milliyetçiliğe ve ulus-devletçiliğe düşmeden, ortaklaşa ve gönüllü siyasi otoritelerini inşa etmeleri demektir. Ulus-devletlerin çatısı altında yaşamayı ancak demokratik özerk yönetimlerinin tanınması şartıyla kabul ederler.” (age, s. 350) Öcalan, insanın tarihsel serüvenini ve toplumsal gelişme süreçlerini bir kenara atarak kendi zihinsel kurgulamasını maddi-toplumsal gerçeklerin yerine koyuyor. Kapitalist/emperyalist sistemi belirleyen temel toplumsal çelişkilerin üzeri örtülüyor. İnsanlık tarihinde toplumsal gelişme aşamaları vardır. Bu toplumsal gelişme aşama17 larını görmeyen, görmek istemeyen Öcalan, “ulus-devletin kapitalizmin bir tuzağı” olduğunu söylüyor! Uluslaşma süreci feodal toplumun bağrında kapitalist ilişkilerin gelişmeye yüz tutmasıyla başladı. Bu süreç kapitalizmin ve onun ürünü burjuvazinin hakimiyetiyle belirginleşti. Evet burjuva ulus devletleri bu sürecin ürünüdür. Ulus, yükselen kapitalizm çağının bir kategorisidir. Feodal toplumun bağrından çıkan burjuvazi ilk dönemlerde ilerici bir rol oynuyordu. Burjuvazi bu dönemde “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” söylemiyle ortaya çıktı. Burjuvazinin taleplerine sahip çıkan emekçi toplum kesimleri de, burjuvazinin peşine takıldı. Aynı dil ve kültür etrafında birliktelikler ulus öncesi topluluklar içinde de vardı. Ama bu birlikteliklerin aynı kökenden gelen diğer topluluklarla, aşiret, kavimlerle ortak ulusal birlik içinde bir araya gelmelerine yetmiyordu. Kapitalizmin gelişmesi feodal parçalanmışlığı yıkarak bu toplulukların birbirine yakınlaşmasını sağladı. Bu topluluklar giderek artan şekilde dil, kültür birliği ve üzerinde yaşadıkları toprakları “vatan” olarak benimseyip dar ve kapalı ekonominin sınırlarını aştılar. Ulus olma bilinci bu maddi zemin üzerinde gelişti. Uluslaşma süreci, kapitalist ilişkilerin gelişmesinden bağımsız olarak ele alınamaz. Feodal beylerin, mirliklerin, aşiret ve kabile ilişkilerinin etkin oldu18 ğu koşullarda gerçekleşen çok sayıdaki Kürt direnişleri, kapitalist üretim ilişkilerinin geri düzeyi ve uluslaşma bilincinin geri olması sonucu Kürt halk kitlelerinin geniş kesimlerini kucaklayacak ulusal çapta bir direniş boyutuna ulaşamadı. Bundan, Birinci Dünya Savaşı ertesinde emperyalistlerin masa başında Kürdistanı dört devlet içinde bölünmüş azınlık ulus olarak bırakması da belirleyici rol oynadı. Kapitalist üretim ilişkilerinin daha ileri düzeyde geliştiği ve uluslaşma bilincinin geliştiği bir dönemde Kuzey Kürdistan’da ortaya çıkan PKK’nın başını çektiği Kürt direnişinin ulusal boyutlarda genişlemesi mümkün olabildi. Öcalan, mevcut sistem içerisinde “demokratik ulus”un inşa sürecinden bahsediyor! “Toplumun demokratik olması” gerektiğinden söz ediyor! Ulus devletlerin çatısı altında yaşamanın ancak “demokratik özyönetimlerin tanınması” ile mümkün olabileceğini belirtiyor. Öcalan’ın söylediklerinin gerçekleşebilmesi için ülkenin, ülkelerin gerçek anlamda demokratik olması gerekir. Kurulu sistem içerisinde ülkelerin gerçek anlamda demokratikleşmesi mümkün değildir. Demokratikleşme bir devrimi gerektirir. Bu sistem içerisinde gerçek anlamda, milliyetçilik, şovenizm, ırkçılık, zoraki birlik ortadan kaldırılamaz. Halklar arasında tam hak eşitliği sağlanamaz. Mevcut sistem içerisinde “bütün halkların ulu- sal şovenizme, sınır kavgalarına, bürokrasiye, milliyetçiliğe ve ulus-devletçiliğe düşmeden, ortaklaşa ve gönüllü siyasi otoritelerini inşa etmeleri” gerekir düşüncesi hoş ama boş bir hayaldir. “Kapitalist modernite için bile sorun olmaya başlayan ulus-devletçilik giderek çözülmektedir.” (age, s. 355) Öcalan’ın bu tespiti de günümüz dünyasının gerçekliği değildir. Günümüzün dünyasında, emperyalizm her alanda egemenliğini sürdürüyor. Emperyalizm, hem emperyalist merkezlerde, hem de bağımlı ülkelerde ulus devletleri, egemenliğinin sürdürülmesinde bir araç olarak kullanıyor. Emperyalizmde, ulus/devlet modelinin kaldırılması, ancak söz konusu ulus devletinin emperyalist sömürünün önünde bir engel olduğunda gerçekleştirilir. Bu durumda çok uluslu bir devletin yerine, birden fazla ulus devleti geçer. Ya da aşırı merkeziyetçi bir ulus devlet yapısı yerine yerel özerkliklerin yer aldığı bir gelişme yaşanır. Bugün Birleşmiş Milletler’e üye 193 devlet var. 1990’da Sosyal Emperyalist Sovyetler Birliği dağıldı ve 16 yeni “bağımsız” ulus devlet daha ortaya çıktı. Yugoslavya dağıldı ve 7 “bağımsız” ulus devlet ortaya çıktı. Çekoslovakya kendi içinde ikiye bölündü. Çek Cumhuriyeti ve Slovakya. Etiyopya’dan Eritre ayrılarak bağımsızlığını ilan etti. Sudan ikiye bölündü. Endonezya’da, Doğu Timor, Pasifik Okyanusu’nda Yeni Kaledonya bağımsız devlet oldular. Diğer yandan kendi ulusal devletini kuramamış olan ve ulusal devletini kurmak için mücadele yürüten halklar var. Filistin Arap halkı devletini kurmak için mücadele yürütüyor. Birleşmiş Milletler’de, Filistin’e “gözlemci devlet” statüsü verildi. Belçika federal bir yapıya sahiptir ama Felemenkler ile Valonlar arasında kavga sürüp gitmektedir. İspanya’da Bask’lara geniş çaplı yerel yönetim yetmiyor. Federal yapıya sahip olan ülkelerin birçoğunda, uluslar arasında ayrılma ve kendi devletlerini kurma yönünde mücadele sürmektedir. Suriye’de iç savaş sürmektedir. Suriye’de olgu olarak birden fazla iktidar odağı vardır ve sonuçta birden fazla ulus devletin ortaya çıkması muhtemeldir. Aynı şey Irak için de sözkonusudur. Andaki durumda Irak’ta üç ayrı bölge var. Öcalan, ulusdevlet modelinin çözülmesine örnek olarak Avrupa Birliği’ni gösteriyor. AB içerisinde sorunlar var. İngiltere AB’den ayrılmak istiyor. AB’nin gelişmesi gerçek anlamda var olan ulus devletlerin bir “Avrupa Birleşik Devletleri” içinde çözülmesi yönünde değildir. Bu örnekler daha da çoğaltılabilinir. Öcalan’ın söylemlerinin tersine, bugün ulus devlet modelinin egemen olduğu bir dünya gerçekliği var. Öcalan’ın söylemlerinin daha iyi anlaşılması için kimi alıntılar aktarmayı gerekli görüyoruz. 19 “Demokratik çözüm, ulus-devlet dışında toplumun demokratikleşmesindeki arayışları ifade eder. Kavram olarak ulus-devleti kapitalizmle birlikte toplumsal sorunlarda çözümün değil, daha da artan sorunların kaynağı olarak değerlendirmektedir.” (age, s. 355356) “KCK Kürt sorununda demokratik çözümün somut ifadesi olup geleneksel yaklaşımlardan farklıdır. Çözümü devletten pay almada görmez. Hatta özerklik anlamında bile Kürtler için devlet peşinde değildir. Federe veya konfedere devleti hedeflemediği gibi kendi çözümü olarak da görmez. Devletten temel talebi, Kürtlerin özgür iradeleriyle kendi kendilerini yönetme hakkını tanıması, demokratik ulusal toplum olmalarına engel koymamasıdır.” (age, s. 357) “Demokratik çözüm özünde demokratik ulus olma ve toplumun kendini demokratik ulusal toplum olarak inşa etmesi olgusudur. Devlet eliyle ne ulus olma ne de ulus olmaktan çıkmadır; toplumun kendini demokratik ulus olarak inşa etme hakkını bizzat kullanmasıdır.” (age, s. 358) “Özgürlük ve dayanışma zihniyetli ulusların bedeni demokratik özerkliktir. Demokratik özerklik esas olarak benzer zihniyeti paylaşan bireyler ve toplulukların kendilerini öz iradeleriyle yönetmeleri anlamına gelir. Buna demokratik yönetim veya otorite demek de mümkündür. Evrenselliğe açık bir 20 tanımdır.” (age, s. 359) “Demokratik özerklik çözümü iki yolla uygulanabilir: Birinci yol ulus-devletlerle uzlaşmayı esas alır.” (age, s. 360) “Demokratik özerkliğin ikinci çözüm yolu, ulus-devletlerle uzlaşmaya dayalı olmayan, kendi projesini tek taraflı pratikleştirme yoludur. Geniş anlamda demokratik özerkliğin boyutlarını hayata geçirerek, Kürtlerin demokratik ulus olma hakkını gerçekleştirir.” (age, s. 361) Devleti amaçlamayan ama devlete demokratik taleplerini dayatan, köylerde, mahallelerde ve şehirler çerçevesinde kendi sorunlarını kendileri tartışarak kararlaştıracakları ve çözecekleri bir modeldir demokratik özerklik. Bu modelde, T.C. devleti yerli yerinde durmaktadır. Bu modelde, sermayenin işçi sınıfı ve emekçi halk kitlelerinin tüm diğer kesimleri üzerindeki baskı aracı olan devletin işlevini sürdürmesine temel bir itiraz yoktur. Kuşkusuz burjuva devlet koşullarında da ezilen ulusun kimliğinin resmen tanınması, dil ve kültür alanında bazı iyileştirmeler yapılması mümkündür. Evet, burjuva devletinin varlığını koruduğu şartlarda da, sınırları bu burjuva devlet tarafından çizilen belirli yerel özerklikler de mümkündür. Ama bunun ötesinde değil. Devlet içinde devlet anlamına gelen bir gelişmeyi burjuvazinin kabul edeceğini düşünmek hayalciliktir. Türk devleti ve burjuvazisinin şoven, gerici, inkarcı ve dayatmacı karakteriyle baskı ve ayrımcılığı besleyen “tek ulus”çu politikasının ezen-ezilen ulus kitleleri arasında milliyetçiliği körükleyici işlevinin, devletle “hatta bir arada”, sorun ve engel oluşturmaksızın bir “kömünal, ekolojik, özgür Kürdistan örgütlenmesi”ni olanaklı kılacağına dair varsayımlar bir ütopyadan öteye geçemez. Öcalan, burjuva devletiyle bir arada “konfederal birlikler” öneriyor. Burada kastettiği bağımsız devletlerin eşit şartlarda tek devlet çatısı altında birleştiği konfederasyonlar değildir. Konfederal birliklerden anladığı içinde bulunulan ulusal devletler içinde yerel özerk bölgelerin varlığıdır. Bu “konfederal birlikler”in kapitalizm ve kapitalist burjuva devlet egemenliği koşullarında uygulanabilir olduğu söyleniyor! Bu yaklaşım, kapitalist emperyalizm koşullarını ve burjuva devletin bu koşullardaki rolünün gözardı edilmesidir. “Bizim devlet diye bir sorunumuz yoktur” söylemi, kapitalist/emperyalist barbarlık koşullarında ve sermaye devletinin Kürtlerin ulusal varlığını ve en temel ulusal haklarını ret politikasını esas olarak sürdürdüğü koşullarda gündeme getiriliyor. Kürdistan’ın parçalanması ve Kürt ulusu üzerindeki baskıların önündeki temel engelin kurulu burjuva devlet aygıtı olduğu gerçeğinin üzeri örtülüyor. Ezilen ulus ayrı devletini kurabilir. Federasyon, özerklik gibi biçimler altında aynı devlet içinde diğer uluslar ve ulusal topluluklarla birlikte yaşayabilir. Hangi biçimi tercih edip uygulayacağına karar verme hakkı ezilen ulusun kendisine aittir. Önemli olan bu hakkın kayıtsız şartsız tanınması, uygulanmasına baskıyla yanıt verilmemesidir. Kürtlerin “idari model” olarak “bölgesel” ya da daha çok kullanıldığı şekliyle “demokratik özerklik”i öngörmeleri, serbest iradeleriyle verecekleri kendi kararları ve haklarıdır. Fakat T.C. varlığını sürdürdüğü sürece, Kürtlerin kendi kaderlerini belirlemeleri ve nasıl yaşayacaklarına özgürce karar vermeleri ise mümkün değildir. Özyönetim İlanlarına Giden Süreç: 2,5 yıl süren çatışmazsızlık döneminden sonra, 24 Temmuz 2015’te T.C. bütün askeri gücüyle PKK’ye saldırmaya başladı. Yalnızca Kuzey Kürdistan’da değil, Güney Kürdistan’da da PKK kampları yoğun hava saldırılarıyla vurulmaya başlandı. Aslında bu 7 Haziran seçimleri öncesinde Erdoğan’ın ve AKP hükümetinin kimi sözcülerinin buz dolabına kaldırıldığını ilan ettikleri çözüm sürecinin dondurulmasından, şimdi yoğun bir savaş konumuna geçildiğinin resmen ilanı idi. Şimdi Kuzey Kürdistan’da yoğun bir savaş süreci yaşanıyor. Bu savaşı başlatan, kışkırtan ve yoğunlaştıran 2014 21 yılının Ekim ayı başında Türkiye’nin Kobanileştirilmesi çağrısı ertesinde çıkan olaylar sonrasında insiyatifi elinden kaçırdığını tespit eden ve 2014 yılı Ekim ayı sonu yapılan MGK toplantısında yeniden “güvenlikçi politikalar”ı merkeze koyma kararı, yani savaş kararı alan T.C. devletidir. 7 Haziran seçimlerinde çıkan sonuç da, Türk devletinin aldığı savaş kararını bir an önce pratiğe geçirmesini gündemleştirmiştir. Bütün hazırlıklar yapıldıktan sonra 24 Temmuz’da topyekûn saldırı için düğmeye basılmıştır. Yukarıda ortaya koyduğumuz gibi, gelinen noktada Kürt Ulusal Hareketi’nin savunduğu siyaset bellidir. Bu siyaset üniter yapı içerisinde çözüm arayan, devletsiz “demokratik özerklik”i öngören bir siyasettir. Bu siyaset, mevcut sistem içerisinde “demokratik ulusu”u inşa etmeyi savunan, Ortadoğu’da Kürtlerle birlikte büyümeyi öngören, AB şartnamesinde öngörülen düzeyde yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, anadilde eğitim, silah bırakan PKK savaşçılarının sivil siyasete katılma imkanlarının yaratılması ve Abdullah Öcalan’ın tutukluluk şartlarının düzeltilmesi gibi oldukça geri düzeyde demokratik talepleri ileri süren bir siyasettir. Aslında Türk devletinin üniter birliği içinde belli demokratik hakların verilmesi ile Kürt sorununun çözümü, burjuvazinin küçümsenmeyecek bir bölümünün de 22 kabullendiği bir çözümdür. AKP hükümetlerinin “çözüm süreci” adını verdikleri siyaset de, böylesi bir çözümü öngören bir siyasettir. Şimdi savaşın yoğunlaştırılması, bu siyasetten bütünüyle vaz geçildiği anlamına gelmiyor. T.C. açısından savaş, PKK’nin çözüm sürecinde artan ve Rojava’da iktidar olan gücünü mümkün olduğu kadar zayıflatmak, sonraki dönemde kaçınılmaz olarak yeniden gündeme gelecek kapalı/açık pazarlıklarda onun elini zayıflatmak için yürütülüyor. PKK’nin askeri/polisiye güvenlikçi politikalarla bitirilemeyeceğini Türk hakim sınıfları ve onların faşist devleti, bu devletin andaki siyasi yöneticisi konumundaki AKP gayet iyi biliyor. Devlet 30 yılı aşkın savaşta önce “üç beş çapulcu” diye küçümsediği PKK’nin Kürt halkının çok önemli bir bölümü tarafından destek gördüğünü, PKK’yi bitirme’nin, Kürt halkını bitirmek anlamına geldiğini, bunun mümkün olmadığını biliyor. 30 yıllık savaşta onlarca kez “belinin kırıldığı” açıklanan PKK’nin, belinin kırılmadığını, tersine giderek güçlendiğini biliyor. Buna rağmen savaşı kışkırtması ve yoğunlaştırmasının nedeni PKK’nin askeri gücünü geriletmektir. Savaşa PKK’nin gelinen yerdeki programı açısından bakıldığında da, aslında bu program T.C. devleti ile yapılacak pazarlıklarla gerçekleştirilebilir bir program olduğu görülür. u anlamda PKK için de bugün yürüyen savaş sonuçta yeniden oturulacak pazarlık masasına güçlü oturabilmek için yürüyen bir savaştır. PKK de bugün T.C. devletinin devlet olarak varlığını sürdürdüğü bir ortamda, PKK’nin T.C. sınırları içinde, Kuzey Kürdistan bölgesinde paralel bir iktidar kurmasının uluslararası açık destek alamayacağını, şu anda Türk işçi ve emekçi sınıflarının da Kuzey Kürdistan’da paralel bir PKK iktidarına destek vermediğini gayet iyi bilmektedir. Bunun olmadığı yerde de ilan edilen “alan hakimiyetleri” “özerklikler” vb. ancak T.C. devleti açıkça savaş yürütmedikçe, buna göz yumduğu sürece mümkündür. “Çözüm süreci”nin gündemde olduğu çatışmasızlık döneminde PKK’nin gençlik örgütü YDG-H adına kimi eylemler yapıldı: Yol kesmeler, araç yakmalar, insan kaçırmalar, taciz ateşleri vb. Bu gibi eylemler, T.C. devletinin Kuzey Kürdistan’daki egemenliğinin sarsıldığını, tanınmadığını gösteren eylemlerdi. PKK cephesinden gelen kimi açıklamalar bu eylemlerin bütünüyle kontrol altında olmayan yerel grupların işi olduğu şeklinde idi. Görüntü şöyle idi: Bir yandan devletsiz “demokratik özerklik” savunuluyor. Diğer yandan KCK sözleşmesine göre bir devlet yapılanmasına gidiliyor. KCK, kendi kurumlarını oluşturuyor. Mahkemeler, vergi daireleri, askere alma şubeleri ve asayiş birimleri ku- ruluyor. Yani KCK paralel bir devlet yapılanmasını örgütlüyor. AKP hükümeti bu görüntüye belli ölçüde göz yumdu. Bu arada Rojava’daki, PKK’yi güçlendiren gelişmeler ve bunun Kuzey Kürdistan/Türkiye’ye yansımaları da bu “göz yumma” siyasetinin sürdürülemezliğini gösterdi. 6-8 Ekim 2014 olayları ertesinde T.C. devleti, AKP hükümeti yeniden savaş kararını aldı. Ve savaşı başlatmak için uygun anı ve bahaneyi kollamaya başladı. Bu bağlamda PKK’nin tavrı önemli idi. PKK görünen o ki, 7 Haziran seçimlerinden çıkan sonucu Kuzey Kürdistan’da özerklik ilanlarına verilen destek olarak okudu. Aynı zamanda egemen sınıfların siyasi temsilcileri arasındaki ve toplumdaki derin kutuplaşmanın ve anti Erdoğan’cılık temelinde gelişen ve gelişecek kitle eylemlerinin AKP ve Erdoğan’ın savaş siyasetini pratiğe geçirmesini engelleyeceğini var saydı. Bunun böyle olduğu, savaşın devletin değil, Erdoğan’ın/Saray’ın savaşı olduğu değerlendirmesinde açıkça görülmektedir. Bu yanlış değerlenrdirmeler temelinde PKK de savaşa hazır devletin beklediği bahaneleri ona altın tepsi içinde sundu. 11 Temmuz 2015’te KCK adına yapılan yazılı bir açıklamada kalekol ve baraj yapımlarının askeri amaçlı olduğu, bundan böyle bunların saldırı hedefleri olduğu; Kuzey Kürdistan’da gerçekleştirilen kimi tutuklamaların 23 siyasi soykırım olduğu, belirtildi. KCK açıklmasının sonunda şunlar söylendi: “Türkiye ve Kürdistan kamuoyu bilmelidir ki, askeri amaçlı baraj ve karakol yapımlarına karşı gerillamız direnme hakkını kullanacak ve siyasi soykırım operasyonlarına karşı da misillemede bulunacaktır. Özgürlük Hareketimiz artık ateşkes tutumunun istismar edilmesini kabul etmeyecek, oyalama yaparak Kürt sorununu çözümsüz bırakan politikalara karşı da tutumunu koyacaktır. Artık sabırlı ve makul tutumumuzu istismar edenlere ve oyalama politikası yürütenlere hiçbir biçimde müsaade edilmeyecektir” 15 Temmuz’da KCK Yürütme Komitesi üyesi Bese Hozat, Özgür Gündem’de “Yeni süreç, devrimci halk savaşı sürecidir” başlığı altında yayınlanan yazısında şöyle diyordu: “Çok defa ifade ettiğimiz üzere 7 Haziran sonrası Türkiye yeni bir aşamaya girmiştir. 7 Haziran öncesi gibi davranmak, hareket etmek, siyaset yapmak demokrasi açısından büyük bir kayıptır. (…) Türkiye’de yeni dönem Önder Apo’nun özgürlüğüyle mümkündür. Bu açıdan İmralı duvarlarını yıkacak bir gelişmeyi hedeflemek Türkiye’yi devrime taşıyacaktır. Bunun dışında hiçbir yaklaşım ve tutum demokratik çözüme ve demokratik ulus inşasına hizmet etmeyecek, Türkiye’yi demokrasiye ve ba24 rışa taşımayacaktır. Bulunduğumuz aşamada Özgür Kürdistan’ı kurmanın ve Demokratik Cumhuriyet Türkiye’sini inşa etmenin bütün koşulları oluşmuştur. Demokrasi güçleri, hamlesel çıkışlarla demokrasi mücadelesini yükseltir, halkımız ve Türkiye toplumu da devrimci halk savaşını geliştirirse Önder Apo özgürleşir, Türkiye ise gerçek barışına ve demokrasisine kavuşur. Mevcut mücadelesiz duruş büyük bir tehlike oluşturuyor. Mücadele etmeden hiçbir kazanım elde edilemez ve elde edilen hiçbir kazanım da kalıcı kılınamaz. Bunun için Kürdistan’da ve Türkiye’de topyekün bir toplumsal direnişe acil ihtiyaç vardır. Yüzbinler ve milyonlar ayağa kalkarak, gerekirse günlerce, haftalarca meydanlardan ayrılmayarak demokrasi mücadelesini radikal bir biçimde yükseltmelidir. (…) Türk devletinin ve özel savaş partisi AKP’nin soykırım siyaseti hiçbir biçimde kabul edilemez, pasif bir duruşla karşılanamaz. Bu dönem her bakımdan çok aktif bir mücadele dönemidir. Devrimci halk savaşı dönemidir. Kürt halkı ve Türkiye toplumu devletten ve hükümetlerden barış ve demokrasi dilenemez. Bizzat kendisi devrimci, demokratik mücadeleyi yürüterek Kürdistan’a özgürlüğü, Türkiye’ye demokrasiyi ve barışı getirecektir. Halk kendi mücadelesiyle demokratik sistemini kuracak ve bütün gücüyle bu sistemi savunacaktır. Hiçbir biçimde soykırımcı politikalara sessiz kalmayacaktır. Siyasi soykırım operasyonlarına karşı en radikal duruşu gösterecek, aynı anda yüzbinler ayağa kalkacaktır. Tek bir insanın tutuklanmasına müsaade etmeyecektir. Hiç kuşku yok ki artık gerilla da bu alçakça saldırılara ve soykırım politikalarına göz yummayacaktır. Bundan sonra gerilla soykırım operasyonlarına, karakol-kalekol yapımlarına, askeri amaçlı baraj ve yol yapımlarına gereken karşılığı verecektir. (…) Devrimci ve demokratik güçler içinden geçtiğimiz bu devrimsel süreci iyi ve doğru değerlendiremez, mücadelelerini radikalleştirerek yürütemezse çok büyük kaybederler. Stratejik kalıcı demokratik gelişmeler ancak Önder Apo’nun özgürlüğüyle, Kürdistan’da ve Türkiye’de demokratik ulus projesine dayalı demokratik özerkliği kurmakla ve savunmakla mümkündür. Seçim sonuçları ve Rojava’daki başarılar ancak bu biçimde kalıcı gelişmelere dönüşebilir. Bu açıdan Kürtler, Kadınlar ve gençler başta olmak üzere saldırı ve soykırım tehditi altında olan her kesimi demokratik özerk sistemini inşa etmeye, devletin ve AKP’nin her türlü saldırısına karşı savunmasını örgütlemeyegeliştirmeye çağırıyorum.” Bu tavır, Türk devleti tarafından kendisine karşı açık bir ayaklanma, halk savaşı başlatma çağrısı olarak okundu. Başka türlü okunması da beklenemezdi. Görünen oydu ki, PKK açısından devletle açık savaşa girişme, Rojava’dakine benzer bir yapılanmanın Kuzey Kürdistan’da inşasına girişmenin, bunu açıkça ilan etmenin zamanı gelmişti. 20 Temmuz’da Suruç’taki bir bombalı intihar saldırısıyla gerçekleştirilen katliam gelişmeleri hızlandırdı. Suruç katliamından hemen sonra yapılan açıklamalarda, DAİŞ AKP’dir, AKP DAİŞ’tir denerek Suruç’taki eylem AKP hükümeti/Erdoğan tarafından düzenlenmiş bir eylem olarak değerlendirildi. Halkın kendi güvenliğini kendisinin sağlaması çağrıları yapıldı. 22 Temmuz’da Urfa Ceylanpınar’da iki polis, lojmanlarında kafalarına kurşun sıkılarak öldürülmüş olarak bulundu. PKK’nin askeri kolu HPG ilk tavrında bu eyleme “Suruç’un intikamı” adına sahip çıktı. Fırat Haber Ajansı tarafından duyurulan habere göre HPG Basın İrtibat Merkezi’nden yapılan açıklamada şöyle deniyordu: “22 Temmuz günü bir Apocu fedai timi, Suruç katliamına misilleme 25 olarak bugün sabah 06.00 sularında Ceylanpınar’da DAİŞ çeteleriyle işbirliği içinde olan iki polise karşı bir cezalandırma eylemi gerçekleştirmiştir” denildi. Gerçekleştirilen eylem sonucunda Feyyaz Özsahra ve Okan Acar isimli polisler öldürülürken, öldürülen polislerin silah ve kimliklerine el konulmuştur” Bu arada İstanbul’da da polislere yönelik kimi silahlı eylemler oldu; öldürülen devrimcilerin cenazelerinde kimileri ellerinde keleşlerle, maskeli olarak boy gösterdiler. Gösteriler polis tarafından faşist şiddetle bastırılmaya çalışıldı. Bütün bunlar faşist T.C. devleti açısından kararı alınmış yoğun bir savaşı ve yoğun bir faşist baskı dönemini başlatmanın bahanesi oldu. T.C. tarafından savaş 24 Temmuz’da resmen başlatıldı. Özyönetim İlanları ve Sonrası: PKK’nin önderliğindeki Kürt Ulusal Hareketi’nin faşist Türk devletinin başlattığı savaşa cevabı, Türk ordusuna, polis güçlerine ve koruculara karşı silahlı eylemlerle ve öncelikle yerel silahlı güçler ve halk tarafından korunması ve suvunulması öngörülen “demokratik özerklik” “özyönetim” ilanları ile geldi. İlk özerklik ilanı Şırnak’tan geldi. Şırnak‘ın Silopi ilçesinde biri polis, 26 dört kişinin yaşamını yitirdiği olayların ardından hafta başında toplanan ve Demokratik Bölgeler Partisi‘nin (DBP) de içinde olduğu Şırnak Halk Meclisi, 10 Ağustos 2015’te “özyönetim” ilan ettiğini açıkladı. Şırnak Halk Meclisi adına yapılan açıklamada, şöyle deniyordu: „AKP hükümeti Kürdistan‘a savaş ilan etmiştir. Son olarak Silopi‘de halkımıza yönelik topyekün imha saldırılarında, 3 masum insanımızı katletmiştir. Gerçekleştirilen bu katliam karşısında biz Şırnak Halk Meclisi olarak, devleti reddetmeyip, ancak bu şekilde devletin kurumlarıyla yürüyemeyeceğimizi, bunun için kentte bulunan devletin tüm kurumları bizim için meşruiyetini kaybetmiştir. Bu şekli ile devletin hiçbir atanmışı bizi yönetmeyecektir. Bundan sonra halk olarak özyönetimimizi esas alarak, demokratik temelde yaşamımızı inşa edeceğiz. Bundan sonra da tüm saldırılar karşısında demokratik öz savunmamızı gerçekleştireceğiz.” Bu açıklamanın ardından DBP İl Başkanı ve parti yöneticilerinin evlerinin de aralarında bulunduğu 10 adrese düzenlenen operasyonlarda bir belediye meclis üyesi ile iki DBP yöneticisi gözaltına alındı. Operasyonun ardından açıklama yapan DBP Şırnak İl Eşbaşkanı Salih Gülenç, “Özerklik ilan etmedik, kanton kurmadık, bu faşist devleti tanımadığımızı söyledik” dedi. “Saldırıların sür- mesi durumunda halkın alternatifsiz olmadığını” söyleyen Gülenç, “Kentteki devletin tüm kurumları bizim için meşruiyetini kaybetmiştir. Halk olarak öz yönetimimizi esas alarak, demokratik temelde yaşamımızı inşa edeceğiz” ibarelerinin “kasıtlı olarak yanlış aktarıldığını” savundu. Gülenç, konuşmasının devamında ise “Devlet demokratikleşmezse, elbette ki halklar kendilerini ifade edecek biçimler bulurlar, kanton ya da özerklik zorunluluk haline gelebilir. Bu halk alternatifsiz değil.” diye konuştu. 12 Ağustos’ta KCK’den bir açıklama geldi. Açıklamada şöyle deniyordu: “Silopi, Cizre, Nusaybin ve Şırnak halk meclisleri bundan sonra devlet kurumlarını tanımayacaklarını ve onlarla hiçbir işlerinin olmadığını, kendi işlerini kendilerinin yapacağını; kendi öz yönetimlerini kuracaklarını ilan etmişlerdir. Öz yönetimlerine saldırıldığı takdirde meşru öz savunma haklarını kullanacaklarını açıklamışlardır. Cizre, Silopi, Nusaybin ya da başka yerlerde Türk devletinin halka saldırarak birçok insanı öldürmesi böyle bir demokratik kurumlaşmayı ortadan kaldırmak amaçlı gerçekleşmektedir. AKP hükümeti ve Tayyip Erdoğan halkın demokratik iradesine saygılı olacağına, tüm halkı terörist ilan ederek tek bir terörist kalmayıncaya kadar savaşı sürdüreceklerini ilan etmişlerdir. AKP hükümeti ve demokrasi düşma- nı Cumhurbaşkanı‘nın tutumu ve halka yönelik saldırı politikası karşısında Silopi, Cizre, Nusaybin ve Şırnak Halk Meclisleri, bundan sonra devlet kurumlarını tanımayacaklarını ve onlarla hiçbir işlerinin olmadığını, kendi işlerini kendilerinin yapacağını; kendi öz yönetimlerini kuracaklarını ilan etmişlerdir. Öz yönetimlerine saldırıldığı takdirde meşru öz savunma haklarını kullanacaklarını açıklamışlardır. Önder Apo’nun ve Kürt Özgürlük Hareketi‘nin makul çözüm yaklaşımlarını istismar eden, demokratik siyasal çözümü reddeden, Türkiye‘nin demokratikleşmesi temelinde Türkiye‘nin tüm sorunlarının çözümü yerine tekçi ulusdevletçi anlayışta ısrar eden; demokratik ulus anlayışıyla geliştirilmek istenen yerel demokrasi tanımayan bir siyasi zihniyet karşısında Kürdistan halkı için başka bir seçenek kalmamıştır.” KCK’nın bu açıklaması ertesinde arka arkaya: 12 Ağustos’ta Gever’de (Yüksekova), 13 Ağustos’ta Muş’un Varto ve Bulanık ilçelerinde , 14 Ağustos’ta Hakkari’de , 15 Ağustos’ta Amed’in Sur ilçesinde; Silvan (Farqin) ilçesinde; Lice ilçesinde 15 Ağustos’ta Batman’da, 15 Ağustos’ta Van’ın Edremit ve İpekyolu ilçelerinde, 19 Ağustos’ta Doğubeyazıt’ta ve Bitlis’in Hizan ilçesinde 27 Halk Meclisleri adına yapılan benzer açıklamalarla özyönetim ilanları yapıldı. Bu arada 15 Ağustos’ta İstanbul‘un Gülsuyu ve Gazi mahallelerinde de özyönetim ilan edildi. 15 Ağustos‘ta açıklama yapan Maltepe Halk İnisiyatifi “Devletin Kürt halkına yönelik topyekûn saldırıları kabul edilir değildir. Devletin hiçbir kurumunu tanımıyoruz” diyerek öz yönetim ilan edildiğini duyurdu. Devletin bu özyönetim ilanlarına vereceği cevap aslında en başından belliydi. İlk özyönetim ilanının ardından, 11 Ağustos’ta R.T. Erdoğan şu açıklamayı yaptı: “Bu ülkede Türkiye Cumhuriyeti’nin dışında bir devlet asla kabul edilemez. Bu açıklamayı kimler yapıyorsa ağır bir bedel öderler. Hem yasal bir bedel öderler, hem diğer tür bir bedel öderler” Ardından gelenleri biliyoruz: Özyönetim açıklaması yapanlara; destek verenlere karşı yoğun tutuklamalar; öz yönetim ilan edilen yerlerin ardı ardına özel güvenlik bölgeleri ilan edilmesi; özyönetim ilan edilen bölgelerde ardı ardına gelen, günlerce süren sokağa çıkma yasakları; teröristleri temizleme adına kentlerin ilçelerin abluka altına alınması; onlarca YDG-H’li gencin, PKK’linin yanında, onlarca çocuk, kadın, yaşlı sivil insanların katledilmesi; çıplak kadın gerilla cesetleri önünde poz veren güven(siz)lik güçle28 ri; gerilla cesetlerinin polis aracı arkasına bağlanıp sürüklenmesi, maskeli, kimliği gizlenmiş “özel harp güçleri” elamanlarının Kürdistan sokaklarında terör estirmesi; Türkiye bölgesinde Kürtlere yönelik ırkçı saldırılar; HDP bürolarının yakılıp yıkılması; 1990’lı yıllardaki faşist terörü andıran, öncelikle Kuzey Kürdistan’da özerklik ilan edilen yerleri hedef alan ve fakat aynı zamanda bütün Türkiye çapında geliştirilen yoğun faşist terör dalgası, hükümetin kontrolünde olmayan medya kesimlerine yönelik yoğun faşist baskılar; Kuzey Kürdistan dağlarında PKK’ya yönelik yoğun bombardımanlar, Kürdistan’ın güneyinde yine PKK hedeflerine yönelik –bu hedefler çevresindeki sivil halkı yok sayan– yoğun bombardımanlar, kısacası T.C.’nin Kuzey Kürdistan’da egemenliği kimseyle paylaşmaya niyetinin olmadığını gösteren yoğun savaş! Şimdi Kuzey Kürdistan’da (İstanbul’dakileri saymıyoruz, onların sembolik bir destek açıklaması ötesinde bir anlamı yok) bir yanda “özyönetim” ilan edilmiş alanlar var. Öncelikle YDG-H’li gençler bu alanların T.C. devletine karşı güvenliğini sağlamaya çalışıyor. Fakat bu Türk devletinin istediği zamanda istediği yerde sokağa çıkma yasaklarını, ilçeleri illeri abluka altına alıp, katliamlar yapmasını engelleyemiyor. Diğer yandan özyönetim bölgelerinde halka yönelik silahlanma ve ayaklanma çağrıları da fazla taban bulmuyor. “Gençler”e yönelik destek onların evleri kullanmasına izin vermek; sınırlı olarak yasağı dinlemeyip sokağa çıkmak, gürültü eylemleri ile “gençler”e destek vermek ve cenaze törenlerine, taziyelere katılmakla sınırlı kalıyor. Türkiye’ye/batıya yönelik ayaklanma çağrılarının ise gerçek hayatta, geniş Türk emekçi işçi yığınları açısından bir karşılığı yok. Tersine geniş emekçi-işçi yığınları içinde gelen her yeni asker, polis cenazesi ırkçı kışkırtmalar için kullanılan araçlar haline getirilebiliyor. Aslında gerek Türk, gerek Kürt emekçi yığınlarının andaki somut talebi Barış, Barış, Barış’tır. Anaların ağlamaması, silahların susmasıdır. Bugün bütün devrimciler, demokratlar için tutulması gereken ana halka bu. Derhal ve kayıtsız koşulsuz bu savaşa son verilmelidir. Kitleler anda ancak bu temel talep etrafında birleştirilebilir. Anda saldırı halinde bulunan T.C. devleti, AKP/Erdoğan yönetimi bu talebi hiç duymak istemiyor. Yürüyen savaşın savaş değil, terörizme karşı mücadele olduğunu ve bu mücadelenin PKK silahları toprağa gömüp üzerini betonlayana kadar süreceğini ilan ediyor! Savaşı kışkırtan, yoğunlaştıran, haksız bir savaş yürüten ve bu savaşı bir süre daha sürdürmeye kararlı görünen faşist Türk devleti, onun andaki AKP iktidarıdır. Onların niyeti başta da açıkladığımız gibi, PKK’nin askeri gücünü mümkün olduğunca kırmak, onun yeniden kurulacak pazarlık masasında elini zayıflatmaktır. Aynı zamanda Kuzey Kürdistan kentleri ve ilçelerindeki silahlı milis örgütlerinin de ve kurulmuş olan demokratik örgütlenmlerin de ortadan kaldırılması, bu mümkün olmazsa iyice geriletilmesi için yürütülüyor bu savaş. Kürt ulusunun istediği biçimde örgütlenme ve ayrılma hakkı onun en tabii hakkıdır. Reformist siyasetini eleştirmemize rağmen, “demokratik özerklik” temelinde kendi kendilerini yönetme taleplerinin de en basit demokratik hakları olduğunu savunuyoruz. Bu haklarını uygulamaya çalışmalarına karşı faşist T.C.’nin Kürt ulusal hareketine ve Kürt halkına yönelik faşist saldırılarını lanetliyor ve derhal durdurulmasını talep ediyoruz. Yeter! Edi Bese! diyoruz. Hemen, şimdi, derhal ve kayıtsız koşulsuz silahlar susmalıdır. Barış hemen şimdi diyoruz! Bu talep için bütün barış isteyen insanları barışçıl kitle gösterilerine çağırıyoruz. Milyonlarca işçinin, emekçinin Barış için sokağa dökülmesi şartlarında hiçbir burjuva hükümeti savaş yürütemez! Biz tabii ki kapitalizmin egemenliği şartlarında gerçek ve kalıcı bir barışın da; ezilen ulusların kendi kaderlerini 29 özgürce tayin edeceği şartların da yaratılamayacağını; bütün bunlar için toplumun tümüyle demokratikleştirilmesi gerektiğini; bunun devrim gerektirdiğini biliyoruz. Bugün talep ettiğimiz barış, bu anlamda gerçek kalıcı bir barış değildir. Yalnızca yürüyen ve anda halklara hiçbir yararı olmayan, halklara, halkların kardeşliğine, en başta da Kürt halkına büyük acılar yaşatan bu savaşın durması anlamında bir barıştır istediğimiz. Böyle bir barış, o gerçek, kalıcı bir barış olmasa da, bugün halkların yararına olan tek çözümdür. İşçilerinemekçilerin, halkların devrim mücadelesini ilerletme imkanlarını arttıran bir ortamın yaratılmasına hizmet edecektir böyle bir barış! Onun için hemen şimdi kayıtsız, koşulsuz İNADINA BARIŞ diyoruz! “Avrupa Yerel yönetimler Özerklik Şartı” nda Öngörülen “Özerklik” T.C. devletinin varlığını sürdürmesi ve PKK’nin andaki “özerklik” çizgisini değiştirmemesi şartlarında, eninde sonuhda yeniden kurulacak pazarlık masasından çıkacak sonuç “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”nda öngörülen bir çözüm olacaktır. Gerek Öcalan, gerekse Kürt Ulusal Hareketi’nin bir dizi sözcüsü, değişik açıklamalarında özerklik konusunda istediklerinin aslında Avrupa “Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”nda orta30 ya konan çerçevede bir özerklik olduğunu ortaya koymuş, çözüm için Türkiye’nin bu “Şart”a koyduğu çekinceleri kaldırmasını talep etmiştir. Kürt Ulusal Hareketi, her dönemde yerel yönetimlerin güçlendirilmesi gerektiğini savundu, savunuyor. Bugün yerel yönetimlerin güçlendirilmesinin Kürtlerin “statü” talebini karşılayıp karşılamayacağı tartışılırken, ülkedeki ulusalcı/milliyetçi çevreler de özerk yerel yönetimlerin ülkeyi bölünmeye götüreceği propagandasını yapmaktadır. Bu bağlamda Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın ne olduğunu kısaca açıklamakta fayda var. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, 15.10.1985 tarihinde imzaya açıldı. Türkiye anlaşmayı 21.11.1988 tarihinde imzaladı. Özerklik Şartı, 9.12.1992’de TBMM’de onaylandı. Yürürlüğe giriş tarihi ise 1.4.1993 olarak belirlendi. Yerel Yönetimler Özerklik Şartı Sözleşmesi, 3/10/1992’de Resmi Gazete’de yayınlandı. Yerel Yönetimler Özerklik Şartı üç bölüm ve toplam 18 maddeden oluşmaktadır. Türkiye bu anlaşmayı, kimi maddelerine çe- kinceler koyarak imzalamıştır. Kürt Ulusal Hareketi’nin talebi bu çekincelerin kaldırılması yönündedir. Kürt yerel yönetimlerin yetkilerinin arttırılması, kendi iç işleyişleri konusunda kendilerinin karar verebilmesi talebi, ulusal sorunun çözümü konusunda olabilecek en geri taleplerden biridir. Haklıdır. Doğru, demokratik bir taleptir. Üç bölümden oluşan şarta göre; en az 10 tanesi I. Bölüm’den olmak üzere, toplamda en az 20 paragraf ile kendisini bu şarta bağlı kabul etmeyi taahhüt eden ülkeler, şartı imzalamış sayılmaktadır. AYYÖŞ, sadece genel bir çerçeveyi tarif etmektedir. Şartın 3. maddesinin 2. paragrafında karar organlarının (meclislerin) seçimle oluşturulması vurgusu yapılmaktadır. Eğitim, sağlık gibi hizmetlerin yerel mi, yoksa merkezi idareye mi bağlı olacağı konusu iç hukuka bırakılmaktadır. Şartı imzalayan ülkelerde farklı uygulamalara olanak tanıyan bir esneklik söz konusudur. Şartın giriş bölümünde “Yerel makamların her türlü demokratik rejimin ana temellerinden biri olduğu”, “Vatandaşların kamu işlerinin sevk ve idaresine katılma hakkının Avrupa Konseyi’nin paylaştığı demokratik ilkelerden biri olduğu” ve “bu hakkın doğrudan kullanım alanının yerel düzeyde olduğu” vurgusu yapılmaktadır. “Avrupa ülkelerinde özerk yerel yöne- timlerin korunması ve güçlendirilmesinin demokratik ilkelere ve idarede ademi merkeziyetçiliğe dayanan bir Avrupa oluşturulmasında önemli katkı sağlayacağı” belirtilmektedir. Şartın üçüncü maddesinin birinci paragrafında; “özerk yerel yönetim kavramı”, “yerel makamların, kanunlarla belirtilen sınırlar çerçevesinde, kamu işlerinin önemli bir bölümünü kendi sorumlulukları altında ve yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yönetme hakkı ve imkanı anlamını taşır” biçiminde tanımlanmaktadır. Bu tanıma bağlı olarak şartın temel mantığını ve çerçevesini belirleyen maddeler birinci bölümde yer almıştır. Bunlar: Madde 4; Özerk yerel yönetimin kapsamı: Yerel yönetimlerin yetki ve sorumluluklarının yasal ve anayasal bir çerçeveye oturtulması, yerel makamların yetkilerinin merkezi ya da bölgesel yönetimler tarafından zayıflatılıp sınırlandırılamayacağı, yerel yönetimlerin kanuni sınırlar içerisinde başka bir makamın görevlendirilmemiş olduğu bütün konularda takdir hakkına sahip olduğu belirtiliyor. Dördüncü maddenin altıncı fıkrası şöyledir: “Yerel makamları doğrudan ilgilendiren tüm konulara ilişkin planlama ve karar alma süreçleri içinde, kendileriyle olanaklar ölçüsünde zamanında ve uygun biçimde danışılacaktır.” (Türkiye bu maddeye çekince koymuştur.) 31 Altıncı maddenin birinci fıkrası şöyledir: “Kanunla düzenlenmiş daha genel hükümlere halel getirmemek koşuluyla, yerel makamlar kendi iç idari örgütlenmelerini, bunları yerel ihtiyaçlarla uyumlu kılmak ve etkin idare sağlamak amacıyla, kendileri kararlaştırabileceklerdir.” (Türkiye bu maddeye çekince koymuştur.) 7. maddenin üçüncü paragrafı şöyledir: “Yerel olarak seçilmiş kişilerin faaliyetler görevleriyle bağdaşmayacak işlev ve faaliyetler kanunla veya temel hukuki ilkelere göre belirlenir.” (Türkiye bu maddeye çekince koymuştur.) 8. madde: Üçüncü paragraf; “Yerel makamların idari denetimi, denetleyen makamın müdahalesinin korunması amaçlanan çıkarların önemiyle orantılı olarak sınırlandırılmasını sağlayacak biçimde yapılmalıdır.” (Türkiye bu paragrafa çekince koymuştur.) 9. madde: Dördüncü paragraf; “Yerel makamlara sağlanan kaynakların dayandığı mali sistemler, görevin yürütülmesi için gereken harcamalardaki gerçek artışların mümkün olduğunca izlenebilmesine olanak tanımaya yetecek ölçüde çeşitlilik arz etmeli ve esneklik taşımalıdır.” (Türkiye bu paragrafa çekince koymuştur.) 9. madde altıncı paragraf: “Yeniden dağıtılan kaynakların yerel makamlara tahsisinin nasıl yapılacağı konusunda, kendilerine uygun bir biçimde danışılacaktır.” (Türkiye bu paragrafa çekince 32 koymuştur.) 9. madde yedinci paragraf: “Mümkün olduğu ölçüde, yerel makamlara yapılan hibeler belli projelerin finansmanına tahsis edilme koşulu taşımayacaktır. Hibe verilmesi yerel makamların kendi yetki alanları içinde kendi politikalarına ilişkin olarak takdir hakkı kullanmadaki temel özgürlüklerine halel getirmeyecektir.” (Türkiye bu paragrafa çekince koymuştur.) 10. madde ikinci paragraf: “Her devlet, yerel makamların ortak çıkarlarının korunması ve geliştirilmesi için birliklere üye olma ve uluslararası yerel makamlar birliklerine katılma hakkını tanıyacaktır.” (Türkiye bu paragrafa çekince koymuştur.) 10. madde üçüncü paragraf: “Yerel makamlar, kanunla muhtemelen öngörülen şartlar dahilinde, başka devletlerin yerel makamlarıyla işbirliği yapabilirler.” (Türkiye bu paragrafa çekince koymuştur.) 11. Madde: “Yerel yönetimler kendi yetkilerinin serbestçe kullanımı ile anayasa veya ulusal mevzuat tarafından belirlenmiş olan özerk yönetim ilkelerine riayetin sağlanması amacıyla yargı yoluna başvurma hakkına sahip olacaklardır.” (Türkiye bu paragrafa çekince koymuştur.) Şarta ruhunu veren maddeler birinci bölümde yer almaktadır. “Muhtelif hükümler” başlığını taşıyan ikinci bölümde şartı imzalayan ülkelerin yü- kümlülükleri, bu şartın kapsayacağı makamlar (Şartı, imzalayan ülkelerdeki bütün yerel makamlar için geçerlilik taşıdığı vurgulanıyor) ve şartın hükümlerine uygunluk sağlama amacıyla yapılan değişiklikler konusunda Avrupa Konseyi’ne bilgi verilmesi maddeleri yer almaktadır. Şartın son bölümü olan üçüncü bölümde ise, şartın imzalanması, bunun onayı ve yürürlüğe girmesi ile ilgili hükümlerle şarttan çekilmeye dair hüküm yer almaktadır. İmzacı bir ülke imzanın üzerinden 5 yıl geçtikten sonra şarttan çekilebilir. AYYÖŞ’ün çerçevesini oluşturan maddelerin idari (4. ve 6. maddeler) ve mali özerklik (9. madde) ile ilgili maddeler olduğu görülmektedir. İdari özerklik konusunda özellikle “yerel yönetimlerin kanuni sınırlar içerisinde başka bir makamın görevlendirilmemiş olduğu bütün konularda takdir hakkına sahip olması” ile “ihtiyaçlarına bağlı olarak kendi iç örgütlenmelerine kendilerinin karar vermesi” dikkat çekmektedir. Bu maddeler, merkezin yerel üzerindeki denetimini sınırlamakta ve yerele önemli yetkiler vermektedir. Yukarıda örneğini verdiğimiz madde ve paragraflara Türkiye çekince koymuştur. Çekince konulan maddeler, merkezi idarenin özellikle Kürt belediyeler üzerindeki idari ve mali denetimin, baskının devamını amaçlamaktadır. Belediyeler kendi yerel ihtiyaçlarına göre iç örgütlenmelerini yapamamaktadır. Belediye Meclisi’nin aldığı kararların yürürlüğe girebilmesi için devletin valisinin onayı gerekmektedir. Denetimlerin belli bir yasal çerçeve içinde sınırlandırılması yönünde düzenlemeler yapılmayarak, hükümetin hedefe koyduğu belediyeler, keyfi denetimlerle sürekli baskı altına alınmaktadır. AYYÖŞ’te yer alan belediyelerin kendilerini ilgilendiren planlama ve karar alma süreçlerinde söz sahibi olması, kendilerine tanınmış yetkileri serbestçe savunabilmek için yargı yoluna başvurabilmeleri gibi düzenlemelere şerh konmasının temel nedeni, Kürtlerin özerklik taleplerine açık kapı bırakmamak olduğu açıktır. Belediyelerin uluslararası birliklere katılma ve işbirliği yapmasına şerh konulmuştur. Kürt belediyelerin devletin sınırlı kaynak aktarımıyla yaratılan ekonomik ablukayı aşması engellenmektedir. Kürt hareketinin AYYÖŞ’e, Türkiye’nin koyduğu çekincelerin kaldırılması yönündeki talepleri doğru taleplerdir. Ancak şu açıktır: AYYÖŞ’de ön33 görülen özerklik, var olan çok uluslu devletlerin birliğini sorgulamayan, ezilen uluslara ayrılma hakkını tanımayan bir özerkliktir. Özerklik merkezden denetlenen, yerel yönetimlere bugünkünden biraz daha fazla yetki ve hak tanıyan “devlet içi” özerkliklerdir. AKP, 1 Kasım seçimleri için hazırladığı beyannamede bu çekinceleri kaldıracağını açıklamıştır. CHP de bu çekincelerin kaldırılmasını talep eden yönde açıklamalar yapmıştır. Bu çekincelerin kaldırılması HDP açısından zaten çözüm yönünde atılması gereken en önemli adımlardan biri olarak görülmektedir. O halde, eğer AKP açıkladığı beyannamenin gereğini yerine getirirse, önümüzdeki yasama döneminde bu çekincelerin kaldırılması gündeme gelecektir. Bu ise ulusal sorunun reformist çözümü için önemli bir adım olacaktır. Kuzey Kürdistan’da Yürüyen Savaş Sonlanmalıdır! Bugün Kuzey kürdistan’da bütün yoğunluğuyla yürüyen savaşın sonlanması, ülkelerimizde yaşayan halklar açısından ve savaşın ağır yükünü taşıyan Kürt ulusu açısından olumlu ve gereklidir. Bu savaşın sonlanması, bir bütün olarak sınıf mücadelesi açısından gereklidir. Bu savaşın sürdürülmesi, savaştan nemalananların iktidarı34 nın sürmesi demektir. Savaşın sürmesi demek, Kuzey Kürdistan’da ilan edilmemiş olağanüstü halin sürmesi demektir. Savaşın sürmesi demek, kitlesel tutuklamaların sürmesi demektir. Savaşın sürmesi demek, ülkelerimizde “PKK terörüne” karşı mücadele adına her türlü demokratik hakkın ayaklar altına alınması demektir. Savaşın sürmesi demek, faşizmin katmerli bir şekilde sürdürülmesi demektir. Savaşın sürmesi demek, faili meçhul cinayetlerin ve ölümlerin giderek artması demektir. Savaşın sürmesi demek, Türk şovenizmi ve Kürt milliyetçiliğinin daha da güçlenmesi demektir. Savaşın sürmesi demek, halkların birlikte yaşama imkanının ortadan kaldırılması demektir. Halkların çıkarına olmayan bu savaş sonlandırılmalı ve eller derhal tetikten çekilmelidir. Derhal Barış, Barış Hemen Şimdi demek yerine anda en azından Türkiye bölümünde ne yazık ki karşılığı olmayan devrimci halk savaşını yükseltelim çağrıları, eylem çağrısı olarak öncüyü devletle çatışmaya, halk adına halksız öncü savaşı yürütmeye çağırmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Bugün direnen Kürt halkına en büyük destek, büyük kitlesel bir barış hareketini yaratmak için ciddi bir şekilde çalışmakla olur. 9 Ekim 2015 (Yeni Dünya İçin ÇAĞRI, Sayı 179, Ocak, Şubat 2016) ULUS DEVLET MODELİ SONA MI ERDİ? A bdullah Öcalan tarafından dillendirilen ve Kürt Ulusal Hareketinin de üzerlendiği “etnik ve tek uluslu coğrafyalar“ dönemi sona ermiştir düşüncesi üzerinde durmak istiyoruz. PKK kurulduğunda ve 1984’te gerilla mücadelesini başlattığında temel hedefi “Bağımsız Birleşik Demokratik Kürdistan”ın kurulması idi. 17 Mart 1993’te Abdullah Öcalan, Lübnan’da Celal Talabani ile basın toplantısı düzenleyerek, 20 Mart - 05 Nisan 1993 tarihine kadar tek taraflı ateşkes ilan ettiğini duyurdu. Bu dönemde TC devleti ile Öcalan arasında, Celal Talabani arabulucu rolüne soyunmuştu. Ateşkesin bitiş tarihi olan 15 Nisan yaklaşırken, Öcalan, Lübnan’da yaptığı ikinci basın toplantısında ateşkesin süresini uzattıklarını açıkladı. Bu toplantıya Talabani’nin yanı sıra dönemin HEP Genel Başkanı Ahmet Türk ve Kemal Burkay gibi isimler de katılmıştı. 1993’te ilan edilen ateşkes PKK tarihinde bir dönüm noktası idi. Öcalan, ateşkes için koşul öne sürmediğini, Türkiye’yi bölmek gibi bir niyetlerinin olmadığını, operasyonlar durdurulursa ve imha amaçlı üzerlerine gelinmezse, tek bir mermi bile atmayacaklarını ve bütün güçlerine hâkim olduğunu belirtiyordu. Abdullah Öcalan, Celal Talabani aracılığıyla Ankara’ya gönderdiği mektupta şu taahhütlerde bulunuyordu: “Ateşi kesiyorum. Kürtlerle Türkler arasında bir diyalog kurulmasına fırsat tanımak için silahlı eylemi durduracağım. Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü kabul ediyorum. Kardeşliği güçlendireceğim. Teröre hayır, terörizmi kınıyorum. Sorunları şiddet ve savaş yerine siyaset yoluyla çözülmesini kabul ediyorum. Beni muhatap almanız şart değil ama Kürtlerle görüşün. TBMM’deki Kürt milletvekilleri ile görüşebilirsiniz. Bölücülüğe hayır. Bölücü eylem ve sloganları reddediyorum. Kanunlara uyacağım. Parti faaliyetlerini demokrasi ve meşruiyet sınırları içerisinde yürütmeyi kabul ediyorum.” (Koray Düzgören, Kürt Çıkmazı, V yayınları, 1994, sf. 351) Abdullah Öcalan basın toplantısında diğer söylemlerin yanı sıra şöyle de diyordu: “Burada bir kararımızı açıklıyorum. TC birlikleri bize saldırmadıkça, kendimizi savunma mecburiyetinde bırakılmadıkça, 20 Mart’tan 15 Nisan’a kadar ateş açmayacağız. Herhangi bir saldırı düzenlemeyeceğiz. Ateşkese aykırı davrananı biz cezalandıracağız. 35 Bu ateşkes sürecinin, Türk hükümetiyle siyasi görüşmelere olanak tanıyacak bir deneme dönemi olmasını umuyorum. Ateşkes Kürtlerin yeni yılı olan Newroz’a denk gelmektedir ve bu karar barış isteğimizde samimi olduğumuzu kanıtlayan bir iyi niyet jestidir.” (Yeni Ülke, 21-27 Mart 1993 sayısı, sf.11) “Biz gerçekçiyiz. Biz Kürtlerin federal bir devlet içinde insani, kültürel ve siyasi haklarına kavuşmalarını istiyoruz.” (Hürriyet, 19 Mart 1993, sf. 11) Bu açıklama, PKK’nin kuruluş programı temel alındığında, bu programdan uzaklaşan yeni bir siyasetin açıklanması idi. Şimdi biraz geriye dönüp Abdullah Öcalan’ın 1978’de yazdığı “Kürdistan Devriminin Yolu (Manifesto)” kitabında neler söylediğine bakalım. Öcalan şöyle yazıyordu: “Kürdistan Devrimi, en ön planda Türk sömürgeciliğini hedef alır. Siyasi bağımsızlığı gaspeden, Kürt dili, tarihi ve kültürü üzerinde tam bir yok etme işlevini sürdüren, üretim güçlerini tahrip ve talan eden Türk sömürgeciliğidir. Bu sömürgeciliğe, dışta emperyalistler, içte de feodal-kompradorlar 36 destek vermektedir. Birbirlerine çok sıkı ekonomik bağlarla bağlı olan bu üç güç, Kürdistan Devriminin hedeflerini teşkil ederler. Başta Türk sömürgeciliği olmak üzere, onunla birlikte iç ve dış destekçilerine karşı gelişmeyen bir hareket, Kürdistan’da devrimcilik sıfatı taşıyamaz. Kürdistan üzerinde klasik sömürgecilik biçiminde somutlaşan Türk hâkimiyetini, emperyalizmin veya içte feodalizmin şu veya bu özelliğine dayanarak göz ardı ettirmek isteyen her anlayış gericidir ve Türk sömürgeciliğini gizlemeye hizmet eder. Emperyalizme ve feodalizme karşı mücadelenin tek doğru yolu, ikisinden de güç alan ve ikisinin de çıkarlarını kendisinde birleştiren Türk sömürgeciliğine karşı mücadeleden geçer. Kürdistan devriminin özelliklerinden ve hedeflerinden kaynaklanan Kürdistan Devriminin görevleri, Bağımsız ve Demokratik bir Kürdistan yaratmayı öngörür.” (Abdullah Öcalan, Kürdistan Devriminin Yolu, (Manifesto), Weşanen Serxwebun Yayınları, 6. Baskı, sf. 121) “Kürdistan Kurtuluş Hareketi, Kürdistan’ın diğer parçalarındaki devrim meselesini, esas olarak o parçada yaşayan halkın meselesi olarak görür. Bununla birlikte Kürdistan halkının ve ülkesinin bir bütün olduğunu, Kürt halkının iradesine aykırı olarak, emperyalist sömürgeci güçlerle zorla parçalanan birliklerinin, her parça- daki halkın iradesine uygun olarak devrimci yöntemlerle yeniden kurulacağını bir ilke olarak kabul eder. Uzun bir mücadele sonunda gerçekleşeceğine inandığımız bu ilke, somutta ifadesini Bağımsız, Birleşik ve Demokratik Kürdistan sloganında bulur.” (Age, sf. 127) 1993’te Abdullah Öcalan yaptığı basın toplantısı ile “Bağımsız Kürdistan” ve “ayrılma hakkı”nın savunulmasını bir kenara koyuyordu. TC yıkılmadan, anayasal değişikliklerle Kürtlerin insani, kültürel ve siyasi haklarına kavuşacakları bir çizgi savunuluyordu. PKK, devletin kimi anayasal reformlarla demokratik bir yapıya kavuşturulabileceğini savunan bir çizgiye gelmişti. Bu yeni siyasette silahlı mücadele esas olarak PKK’nin TC devleti tarafından pazarlık muhatabı olarak kabulünü zorlamak için bir araç olarak sürdürüldü. Silahlı mücadelenin sürdürülüp, sürdürülmemesi TC’nin siyasetine endekslendi. TC’yi devrimle yıkmayı amaçlayan silahlı mücadele, PKK’nin gündeminden çıkartıldı. 20 Mart 1993’te ilk tek taraflı ateşkes ilanını yapan PKK, bugüne kadar aradan geçen 21 yılda toplam 8 kez ateşkes kararı aldı. 15 Aralık 1995 ve 1 Eylül 1998’de alınan ateşkes kararı PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın Kenya’dan Türkiye’ye teslim edilme tarihi olan 15 Şubat 1999’dan önce alındı. 1 Eylül 1999’da İmralı’da Öcalan yeniden ateşkes ilan etti ve PKK’nin silahlı güçlerine Türkiye sınırları dışına çıkması çağrısında bulundu. 5 yıl süren bu ateşkes döneminde PKK 1 Haziran 2004’te AKP hükümetinin Kürt sorununa kayıtsız kalması, Öcalan’ın cezaevindeki koşulları ve askeri operasyonlar nedeniyle ateşkesi sona erdirdiğini açıkladı. 1 Ekim 2006’da beşinci ateşkes ilan eden PKK, askeri operasyonların devam etmesi nedeniyle ateşkesi sona erdirdiğini açıkladı. Öcalan’ın çağrısıyla KCK, 29 Mart 2009 yerel seçimler sonrasında ortaya çıkan siyasi sonuçları dikkate alarak, 13 Nisan 2009’dan geçerli olmak üzere çatışmasızlık kararı aldı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “iyi şeyler olacak” söylemleri ile birlikte arayışları devam ederken, AKP hükümetinin “açılım” adı altında başlattığı projenin ilk ayağı olarak “KCK” operasyonları devreye sokuldu. 14 Nisan 2009 tarihinde başlayan siyasi operasyonlar kapsamında DTP, BDP yöneticileri, belediye başkanları, sendikacılar, öğrenciler, kadınlar, gazeteciler, insan hakları savunucuları birer birer gözaltına alınarak, tutuklandı. Çatışmasızlık kararının süresi 1 Haziran 2009’da dolmasının ardından, karar 15 Temmuz 2009’a kadar uzatıldı. Ardından 1 Eylül’e kadar uzatılan çatışmasızlık kararı, yapılan yeni bir açıklamayla Ramazan bayramı sonrasına (22 Ey37 lül 2009) kadar uzatıldığı açıklandı. KCK, 1 Haziran 2010’da ateşkesi sonlandırdığını açıkladı. Yedinci ateşkes, PKK’nin 13 Ağustos 2010’da aldığı 40 günlük eylemsizlik kararıyla başladı. Ateşkesin daha sonra 12 Haziran 2011’deki genel seçime kadar uzatıldığı açıklandı. 14 Temmuz 2011 günü, Diyarbakır Silvan’da çıkan çatışmada 13 askerin yaşamını yitirmesi ile birlikte ateşkes yeniden bozuldu. 2012’de cezaevlerinde PKK’li ve PAJK’lı tutsakların başlattığı açlık grevi, Türkiye’de yeniden çözüm tartışmalarını tetikledi. 67 gün süren açlık grevleri Öcalan’ın çağrısı ile sona erdirildi. TC devleti bir kez daha Öcalan’ın örgüt üzerindeki etkisini gördü. Oslo görüşmelerinin basına yansıtılması ile durulan süreç yeniden başlatıldı. Başbakan Erdoğan, TRT’de katıldığı programda Öcalan ile İmralı’da görüşmelerin yapıldığını belirterek, “hâlâ görüşmeler var. Çünkü netice almamız lazım. Işık olduğu sürece devam ederiz” dedi. Ardından Öcalan ile görüşmeler Türkiye gündemine oturdu. Erdoğan’ın açıklamala38 rının ardından MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın 2012 yılının son günlerinde İmralı Adası’na giderek, Öcalan ile görüştüğü ortaya çıktı. Öcalan ile MİT Müsteşarı Hakan Fidan arasında yapılan görüşmenin basına yansıtılmasının ertesinde, 3 Ocak 2013’te sabah saatlerinde DTK Eşbaşkanı Ahmet Türk ile BDP Batman Milletvekili Ayla Akat, İmralı Adası’na giderek, Öcalan ile ilk heyet görüşmesini gerçekleştirdi. Ardından ise Öcalan’ın başlattığı sürece ilişkin kamuoyunda tartışmalar yürütüldü. 21 Mart 2013 tarihinde Amed’de yapılan Newroz kutlamasında Öcalan’ın tarihi mesajı okundu. Öcalan’ın mesajı ise kısa bir süre sonra KCK tarafından karşılık buldu. Dönemin KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan Almanya’nın Bonn kentindeki Newroz kutlamasına gönderdiği görüntülü bir mesajında, “Bundan dolayı mesajın açıklandığı gün 21 Mart’tan bu yana ve bundan sonra biz hareket olarak, KCK, PKK ve HPG olarak resmi ve açık bir şekilde ateşkes ilan ediyoruz” diyerek, 23 Mart 2013 tarihinde ateşkes ilan ettiklerini açıkladı. 8 Mayıs’ta ise KCK, geri çekilme sürecini başlattı. KCK’nin son ilan ettiği ateşkes halen devam ediyor. Görüldüğü gibi 1993’ten başlayarak T.C. devletinden ayrılıp, ayrı bir devlet kurma hedefi bir kenara bırakıldı. Sonraki dönemde T.C. devletinin toprak bütünlüğü içinde “demokratik özerklik” hedef olarak ilan edildi. Abdullah Öcalan Kenya’da uluslararası bir komplo sonucu yakalanıp T.C’ye teslim edildikten sonra, İmralı’ daki savunmasında “Kürtlerin TC. nin gücüne eklemlenmesi” siyasetini açıkça formüle etmişti. Çözüm T.C.’ nin; PKK nin gücünü kendi gücüne katarak, Ortadoğuda başat güç olmasında idi. Abdullah Öcalan, 21 yıl önce siyaset değişikliğini TC’ye sunmuştu. O dönemde TC’yi yöneten kazma Kemalistler Öcalan’ın önerdiği siyaseti kabullenme noktasında değillerdi. O dönemde iktidarda olan kesim, Türk ulusu dışındaki ulusların ve milliyetlerin varlığını inkâr ediyordu. Türk burjuvazisi bu durumu korumak için savaş yürütüyordu. Türk burjuvazisinin bir bölümü giderek savaşın salt askeri yöntemlerle çözülemeyeceğini gördü. T.C. devletinin egemen güçleri arasında da iç iktidar dalaşında önemli değişiklikler oldu. İnkârcı çizgiyi hiç değiştirmeksizin sürdürme yanlısı olanlar, bu çizgide belirli reformlar yapma gereğini savunanlar karşısında mevzi kaybettiler. Abdullah Öcalan’ın İmralı’da formüle ettiği çözüm çizgisi, Türkiye’de egemen burjuvazinin giderek büyüyen bir bölümünün, PKK’nin silahlı mücadelesi sonucunda da kabullenmek zorunda kaldığı “Kürt sorununun demokratikleşme programı içinde çözümü” çizgi- “Bütün dünyada, kapitalizmin feodalizm üzerinde kesin zaferi çağı, ulusal hareketlerle bağıntılıydı. Bu hareketlerin ekonomik nedeni, meta üretiminin tam zaferi için, iç pazarın burjuvazi tarafından ele geçirilmesinin ve ülke sınırlarının aynı dili konuşan nüfusla, aynı zamanda bu dilin gelişimi ve edebiyatta güçlenmesi için tüm engellerin ortadan kaldırılmasıyla, devlet olarak bir araya toplanmasının zorunlu olmasında yatar. si ile örtüştü. Bir dizi gel/git, tek taraflı ateşkesler, çatışmasızlık dönemleri, savaşın yeniden yükselmesi ertesinde gelinen noktada gerçekte Öcalan ile T.C. devletinin andaki siyasi iktidarı “ortak bir çözüm” noktasında birleşmiştir. T.C. devletinin toprak bütünlüğü içinde Kürt sorunu, adı bölgesel özerklik olmayan yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, Türk ulusu dışındaki ulus ve miliyetlerin yok sayılması siyasetinden vazgeçilmiştir. Üniter yapı içerisinde Kürtlere kimi hakların 39 verilmesi, ana dilde kısıtlı eğitim, silah bırakmış PKK-lilerin sivil siyasete katılma imkânlarının yaratılması vs. ile Kürt sorununun çözüleceği düşünülmektedir! Kürt sorununu çözmüş olan TC. Kürtlerin gücünü de kendine katarak daha da büyüme sevdasındadır. Abdullah Öcalan’ın 2013 Amed Newroz’unda okunan konuşması da bu yönde bir dönüm noktasıdır. Bu konuşma ile AKP hükümeti de hemfikirdir. Abdullah Öcalan, “Bu bir son değil, yeni bir başlangıçtır. Bu mücadeleyi bırakma değil, daha farklı bir mücadeleyi başlatmadır. Etnik ve tek uluslu coğrafyalar oluşturmak, bizim aslımızı ve özümüzü inkâr eden modernitenin hedeflediği insanlık dışı bir imalattır” diyor. Öcalan’a göre, “etnik ve tek uluslu coğrafyalar“ dönemi sona ermiştir. Sona erdiğinin ilan edildiği ulus devlet ML literatura göre ne demektir? Bu sorunun cevabını Lenin şöyle vermektedir: “Bütün dünyada, kapitalizmin feodalizm üzerinde kesin zaferi çağı, ulusal hareketlerle bağıntılıydı. Bu hareketlerin ekonomik nedeni, meta üretiminin tam zaferi için, iç pazarın burjuvazi tarafından ele geçirilmesinin ve ülke sınırlarının aynı dili konuşan nüfusla, aynı zamanda bu dilin gelişimi ve edebiyatta güçlenmesi için tüm engellerin ortadan kaldırılmasıyla, devlet olarak bir araya toplanmasının zorun40 lu olmasında yatar. Dil, insanlar arası ilişkide en önemli araçtır; dilin birliği ve onun engelsiz gelişimi, gerçekten özgür ve kapsamlı, modern kapitalizme uygun ticari ilişki için, nüfusun çeşitli sınıflara göre özgür ve kapsamlı bir gruplaşması için en önemli koşullardan biridir ve nihayet pazarın büyük ya da küçük her bir girişimci, satıcı ve alıcıyla sıkı bağı için bir koşuldur. Bu yüzden, modern kapitalizmin bu gereklerine en iyi uyan ulusal devletlerin kurulması, her ulusal hareketin eğilimi (emeli) olarak görünür. Temel ekonomik faktörler buna zorlar. Bu yüzden tüm Batı Avrupa’da – dahası: tüm uygar dünyada – kapitalist dönem için ulusal devlet tipik olarak, normal olarak görülür.” (Lenin, Seçme Eserler, Cilt IV, sf. 260-261, İnter Yayınları) Ulus devletler konusunda ML ile hiçbir yakınlığı kalmamış Öcalan’a göre, ulus devlet “aslımızı-özümüzü inkâr eden modernitenin bir dayatmasıdır!” Öcalan’ın Newroz konuşması, Kürt ulusal hareketinin de siyaseti haline geldi. Kuzey Kürdistan ve Rojava’lı Kürtler, biz ayrı bir devlet kurmak istemiyoruz! Biz konfederal birlikler kurarak yaşamak istiyoruz diyorlar. Konfederal birlikleri savunmalarının nedeni olarak ta, ulus devlet modelinin sona erdiği ve ulus devlet modelinin dünyanın gerçekliği olmadığını belirtiyorlar. Şimdi ulus/devlet modelinin sona erip ermediği ve dünyanın gerçekliğinin ne olduğuna bakalım ve PKK nın takiye mi yaptığı yoksa özünü inkâr mı ettiği sorusunu kendimize soralım! Birleşmiş Milletler’e üye 193 devlet var. 1990’da sosyal emperyalist Sovyetler Birliği dağıldı ve 16 devlet daha ortaya çıktı. Yugoslavya dağıldı ve 7 devlet ortaya çıktı. Çekoslovakya kendi içinde ikiye bölündü. Çek Cumhuriyeti ve Slovakya. Etiyopya’dan Eritre ayrılarak bağımsızlığını ilan etti. Sudan ikiye bölündü. Endonezya’da, Doğu Timor, Pasifik Okyanusu’nda Yeni Kaledonya bağımsız devlet oldular. Diğer yandan kendi ulusal devletini kuramamış olan ve ulusal devletini kurmak için mücadele yürüten halklar var. Filistin halkı devletini kurmak için mücadele yürütüyor. Birleşmiş Milletlerde, Filistin’e “gözlemci devlet” statüsü verildi. Belçika federal bir yapıya sahiptir ama Felemenkler ile Valonlar arasında kavga sürüp gitmektedir. İngiltere’de İskoçlar referandum yapıyor. İspanya’da Basklara geniş çaplı yerel yönetim yetmiyor. Federal yapıya sahip olan ülkelerin birçoğunda, uluslar arasında ayrılma ve kendi devletlerini kurma yönünde mücadele sürmektedir. Sri Lanka’da Tamillerin mücadelesi kanla bastırıldı. Bu örnekler daha da çoğaltılabilinir. Günümüz dünyasında, emperyalizm her alanda egemenliğini sürdü- rüyor. Emperyalizm, hem emperyalist merkezlerde, hem de bağımlı ülkelerde ulus devletleri egemenliğinin sürdürülmesinde bir araç olarak kullanıyor. Emperyalizmde ulus/devlet modelinin kaldırılması, ancak söz konusu ulus devletin emperyalist sömürünün önünde bir engel olduğunda gerçekleştirilir. O durumda da çok uluslu bir devletin yerine, birden fazla ulus devlet geçer. Ya da aşırı merkeziyetçi bir ulus devlet yapısı yerine yerel özerkliklerin yer aldığı bir gelişme de yaşanır. Her halükârda bugün ulus devlet modelinin egemen olduğu bir dünya gerçekliği var. Öcalan, uluslararası konjonktürün “bağımsız birleşik demokratik” Kürdistan’ın kurulması için uygun olmadığını söyleyecek yerde, ulus devlet modelinin sona erdiğini savunuyor! Bu savunu Kürtlerin kandırılması ve Kürtlerin Türk devletine eklemleme teorisidir. Öcalan, burjuva devletiyle bir arada „konfederal birlikler“ öneriyor. Burada kastettiği bağımsız devletlerin eşit şartlarda tek devlet çatısı altında birleştiği konfederasyonlar değildir. Konfederal birliklerden anladığı içinde bulunulan ulusal devletler içinde yerel özerk bölgelerin varlığıdır. Bu „konfederal birlikler“in kapitalizm ve kapitalist burjuva devlet egemenliği koşullarında uygulanabilir olduğu söyleniyor! Bu yaklaşım, kapitalist emperyalizm koşullarını ve burju41 T.C. devletinin siyaset değişikliğine gittiği bir dönemde, sistem içerisinde kimi kazanımların elde edilmesi için savaş gerekli değildir. Bu anlamda 2013 başlarında başlatılan ve adına “çözüm süreci” denilen süreci destekliyoruz. Süreci desteklememiz, Öcalan ve Kürt ulusal hareketinin görüşlerini eleştirmemizin engeli asla değildir. va devletin bu koşullardaki rolünün görmezden gelindiğinin bir sonucudur. “Bizim devlet diye bir sorunumuz yoktur” söylemi, kapitalist/ emperyalist barbarlık koşullarında ve sermaye devletinin Kürtlerin ulusal varlığını ve en temel ulusal haklarını ret politikasını esas olarak sürdürdüğü koşullarda gündeme getiriliyor. Kürdistan’ın parçalanması ve Kürt ulusu üzerindeki baskıların önündeki temel engelin burjuva devlet aygıtı olduğu gerçeği görülmüyor. Burjuva devletinin varlığı ve sınıflı toplum gerçeği bir tarafa bırakılıyor. Burjuva devlet hâkimiyeti sürdüğü sürece, halkın şu ya da bu kesiminin, ezilen bir ulusun ya da çeşitli diğer azınlıkların kent, ilçe, köy ve mahalle komünleri kurarak, “komünal ekonomik birlikler federasyonu” oluşturarak, bir toplum projesini hayata geçirmeleri boş bir hayaldir. Kuşkusuz burjuva devlet koşullarında da ezilen ulusun kimliğinin resmen tanınması, dil ve kültür alanında bazı iyileştirmeler yapılması mümkündür. Bu ama ulusal sorunun gerçek çözümü değildir. Ulusal sorunun kapitalizm koşullarındaki çözümünün tek yolu, ezilen ulusların 42 tüm ulusal haklarına sahip olması ve nasıl yaşayacaklarına kendilerinin karar vermesidir. Yani kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesidir! Var olan burjuva ulus devletler içerisinde çözüm önerenler, kapitalizm ve onun devlet iktidarını sorun olarak görmemektedir. Uluslararası mücadele tarihi bize şunu öğretmiştir: Sömürü ve baskıcı devlet hedef alınmadan, devletin baskıları püskürtülmeden en küçük hak kullanımı mümkün değildir. Bu sistem içerisinde elde edilen kimi kazanımlar mücadele ve bedel ödenerek kazanılmıştır. Sistem hedef tahtasına konulmadan, sistem içerisinde tabii ki kimi talepler ileri sürülebilinir. Mücadele edilebilinir. Ama kapitalizm koşullarında, devlet hedef alınmadan sömürücü devletle birlikte bir çözüm modelinin sunulması, Kürtleri kandırmaktan başka bir şey değildir. Ezilen ulus ayrı devletini kurabilir. Federasyon, özerklik gibi biçimler altında aynı devlet içinde diğer uluslar ve ulusal topluluklarla birlikte yaşayabilir. Hangi biçimi tercih edip uygulayacağına karar verme hakkı ezilen ulusun kendisine aittir. Önemli olan bu hakkın kayıtsız şartsız ta- nınması, uygulanmasına baskıyla yanıt verilmemesidir. Kürtlerin “idari model” olarak “bölgesel” ya da daha çok kullanıldığı şekliyle “demokratik özerklik”i öngörmeleri, serbest iradeleriyle verecekleri kendi kararları ve haklarıdır. T.C. varlığını sürdürdüğü sürece, Kürtlerin kendi kaderlerini belirlemeleri ve nasıl yaşayacaklarına karar vermeleri ise mümkün değildir. Rojava Kürtleri üç kantonda özerklik ilan etti. Rojava Kürtleri, ayrı devlet kurmalarının doğru olmadığını, Suriye’nin bir parçası olduklarını, Rojava modelinin Ortadoğu için bir çözüm modeli olduğunu ve ilerde bu yapının konfederasyona dönüşebileceğini belirtiyorlar. PYD lideri Salih Müslim’in 26 Ocak 2014’te Özgür Politika’da bir ropörtajı yayınlandı. Salih Müslim ropörtajında şöyle diyor: “Biz Suriye’nin bir parçasıyız. Ayrılmak, bir sınır çizmek istemiyoruz.” Görüldüğü gibi Abdullah Öcalan’ın siyaseti, Rojava’lı Kürtlerin de siyaseti haline gelmiştir. 1993’ten bu yana siyaset değişikliğine giden yalnızca Öcalan değil, aynı zamanda son dönemde Türk devletidir. Öcalan, 1993’te ortaya koyduğu siyaseti daha da geliştirmiştir. Olgu budur. 21 yıl boyunca yürütülen savaş, T.C. devleti ile masaya oturma, pazarlık masasında daha ne kadar hakların alınabileceği savaşı idi. Kuşkusuz T.C.’deki siyaset değişikliğinde, PKK’nin yürüttüğü savaşın önemli bir rolü vardır. Bu rol küçümsenmemelidir. T.C. devletinin siyaset değişikliğine gittiği bir dönemde, sistem içerisinde kimi kazanımların elde edilmesi için savaş gerekli değildir. Bu anlamda 2013 başlarında başlatılan ve adına “çözüm süreci” denilen süreci destekliyoruz. Süreci desteklememiz, Öcalan ve Kürt ulusal hareketinin görüşlerini eleştirmemizin engeli asla değildir. Kürtlerin Türk devletine eklemleme siyasetini ve bu siyasetin Kürtlerin gerçek kurtuluşu olduğu söylemlerini eleştireceğiz, eleştirmeye devam edeceğiz. Gerçek kurtuluş sisteme eklemleme siyaseti değildir. Gerçek kurtuluş, ülkelerimizin tam demokratikleşmesine bağlıdır. Tam demokratikleşme ancak demokratik halk iktidarı ile olur. Gerçek kurtuluş zoraki birliğin parçalanmasından geçer. Birlikte yaşamanın ön şartı zoraki birliğin parçalanması ve milliyetler arasında tam hak eşitliğinin sağlanması ile olur. 19 Mayıs 2014 (Yeni Dünya İçin ÇAĞRI, Sayı 170, Temmuz, Ağustos 2014) 43 SAVAŞA SON! BARIŞ HEMEN ŞİMDİ!